sayi 6 k - Sağlik Ve insan Dergisi

Transkript

sayi 6 k - Sağlik Ve insan Dergisi
www.dunyaopttk.com
www.dunyaopttk.com
YAYIN DANIŞMA KURULUMUZ
AYLIK SAĞLIK VE YAŞAM DERGİSİ
Yıl: 1 Sayı: 6 • HAZİRAN 2012
Prof. Dr. Ahmet SERPER
Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği
EsasMedya Ltd. Şti. adına
Fakültesi Dekanı
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü
M. Esat GÜZELGÖZ
Prof. Dr. Cevdet ERDÖL
Yayın Editörü
Hande AYDEMİR
TBBM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşleri Komisyonu Başkanı Ankara Milletvekili
Prof. Dr. Elif DAĞLI
Hukuk Danışmanı
Av. Bekir EREN
Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesi
(SSUK) Başkanı
Esra KAZANCIBAŞI ÖZTEKİN
Sağlık Editörü / Yazar / Yayıncı
Prof. Dr. Hakan ŞATIROĞLU
Şatıroğlu Sürekli Eğitim Sağlık ve
Kültür Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı
Prof. Dr. Hasan Fevzi BATIREL
Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. İskender PALA
Uşak Üniversitesi Öğretim Üyesi
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Yönetim Kurulu Üyesi
Prof. Dr. Metin DOĞAN
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Murat TUNCER
Hacettepe Üniversitesi Rektörü
Yayın İdare Merkezi
Aşağı Öveçler 1328. Sokak 15/3
Çankaya / Ankara
Tel : 0312 472 44 63
Faks: 0312 472 44 83
Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR
TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu Üyesi /
Adana Milletvekili
Prof. Dr. Nesrin DİLBAZ
Üsküdar Üniversitesi Öğretim Üyesi
Osman GÜZELGÖZ
Sağlık Bakanlığı İletişim Koordinatörü
www.saglikveinsandergisi.com
[email protected]
Öznur ÇALIK
TBMM Nüfus ve Kalkınma Grubu Başkanı / Malatya Milletvekili
Yayın Türü
Yaygın Süreli
Prof. Dr. Sabahattin AYDIN
Medipol Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Sait EĞRİLMEZ
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları
ABD Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi
Hastanesi Başhekimi, Hasta Hakları ve Sağlıklı
Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı
Doç. Dr. Tuncay DELİBAŞI
Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi
Klinik Şefi / Uluslararası Sağlık Federasyonu
(USAF) Genel Başkanı
Prof. Dr. Yunus SÖYLET
İstanbul Üniversitesi Rektörü
Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Üyesi
Üniversite Hastaneleri Birliği Derneği Başkanı
Halkla İlişkiler
İ. Mediha İMAMOĞLU
Kurumsal İletişim
M. Suat GÜZELGÖZ
Tanıtım ve Reklam
Şeyda ÖZALP
Sevdican GÜNEŞ
Grafik Tasarım
EsasMedya Tasarım
Basım Yeri
İmaj İç ve Dış Ticaret A.Ş.
Macun Mah. 3. Cd. No:2 (A Girişi) İstanbul
Yolu 6.Km Yenimahalle/ ANKARA
Tel: 0312 397 91 40
Basım Tarihi
Haziran 2012, ANKARA
Sağlık ve İnsan Dergisi, Basın Meslek
İlkelerine uymaya söz vermiştir. Dergimiz
bütün sağlık çalışanlarına ve sağlıkla
ilgilenen muhataplarına EsasMedya Ltd.
Şti.’nin hediyesidir. Kaynak gösterilmeden
yazılar iktibas edilemez, alıntı yapılamaz.
Yazılar yayınlansın, yayınlanmasın
yazarlarına iade edilmez. Yazılarda kısaltma
yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlarına
aittir.
®EsasMedya - 2012
®ISSN: 2146-829X ÜCRETSİZDİR.
Destek ve katkıları için
SAĞLIK BAKANLIĞI’na teşekkür ederiz.
Dergimizin bütün sayılarına www.saglikveinsandergisi.com
adresinden ulaşabilir ve pdf formatında indirebilirsiniz.
…
m
lı
a
ı
y
l
a
ş
a
Y
li
te
li
i
a
l
K
e
B
ın! Daha lit
ıraakkın
Bır
suz ankalitesini olum
ın
ın
m
şa
ya
n
sa
in hedefinde.
inden birisi. İn
stalık sebepler
düşünen herkes
ha
lı
li
ık
ğl
em
sa
ön
ve
n
en
ı
ye
iste
li mücadeigara kullanım
”, sağlıklı olmak
ilgili çok önem
ün
ile
üt
i
“t
es
n
ye
nm
le
lle
ki
an et
lenmesi ve enge
hatta en önem
lamda doğrud
lerinden birisi
kullanımının ön
)
ke
ül
ün
er
üt
(t
id
“l
ra
a
ga
ad
Son yıllarda si
adelelerin düny
bu önemli müc
e
iy
a
rk
Tü
.
or
liy
k. Türkiye adın
leler veri
olarak belirledi
e”
el
ad
.
şüc
M
da
ba
lisi” konumun
ının bir özeti ile
ün Kullanımı ile
konusunu “Tüt
ı’nın çalışmalar
k
ığ
nl
pa
ka
ka
Ba
ın
ız
ık
m
ğl
sayı
ğlık Bakanımız
an Sa
Biz de Haziran
e sunuluyor. Sa
şarılara imza at
iz
ba
in
li
at
kk
em
di
ön
le
ve
berler
Bilir ve Dr.
i yürüten
ma, yazı ve ha
of. Dr. Nazmi
tır
Pr
,
aş
bu mücadeley
sı
ar
zı
iş
ya
lm
iz
zi
im
çi
iğ
ız çerçevesi iyi
asından derled
layan dosyam
ili bir konuşm
ilg
ile
nu
ko
rkesin sağAkdağ’ın
a getirdikleri he
li.
Prof. Dr. Recep
un
m
em
nu
ön
ko
a
i
kç
ic
f iç
n yazıları oldu
vrelerinde pasi
:
Toker Ergüder’i
sağlıkları ve çe
i
nd
ke
a
ızda yerini aldı
ar
m
nl
ğı
kullana
ak kapa
ra
ar
ol
ga
si
ti
şe
m
zi
an
Bi
m
syamızın
ğrımız haber do
lığı için ortak ça
lım…
a kaliteli yaşaya
ah
D
n!
kı
ra
Bı
göz,
tliyor
. Osman Güzel
k Cümlede Öze
Te
ı
ın
rr
Sı
in
ehdi Eker oldu
en
M
m
.
M
en
n
sl
yı
Be
Sa
ld
ru
ız
nabi iğinım
er, Doğ
özetleyerek su
ayvancılık Baka
ak
H
M. Mehdi Ek
nc
ve
A
i.
m
rı
ird
şt
Ta
le
a
arçek
nuğumuz Gıd
emmel bir yakl
lı bir söyleşi ge
Röportaj ko
enin sırrını mük
lı, ilginç ve fark
m
am
en
sl
ps
k
be
ka
ce
ı
a
ke
al
kç
ini çe
ve fayd
ile oldu
ercilerin dikkat
di Eker, doğru
ab
M. Mehdi Eker
eh
H
M
!”
.
M
um
n
or
iy
ka
portajda Ba
a hepsini yem
miz bu güzel rö
en yiyorum am
nd
si
ep
ediyoruz.
“H
:
di
le
or bu sayıacağınızı ümit
lede özet
uy
ok
le
vk
zlerle paylaşıy
ze
ı
bi
ı
aj
şımla bir cüm
rt
ay
m
po
tır
rö
aş
en
ar
ed
r
iyi de ihtiva
biliyorsunuz. Bu
ili çok ilginç bi
birçok özel bilg
Tedavisi ile ilg
zaten yakından
öz
G
nu
bu
ru
lu
Ku
üs
l
ez
se
şiir
it Eğrilm
nginleştirdiği
Prof. Dr. Sa
ızın müzikle ze
an
am
oc
H
ez
lm
ri
ı Kurumu Başk
mızda. Sait Eğ
ığı Halk Sağlığ
eminiz.
nl
en
ka
nd
Ba
r.
ği
la
ık
ce
dı
ğl
al
ke
Sa
ele
r ve
inizi çe
Kene konusunu
r. Hürrem Bodu
yazısının da ilg
ve
D
)
.
A
of
KK
Pr
(K
R,
şi
VE
te
ar
al
alı A
TANSE
yaptığı çalışm
Kongo Kanam
Prof. Dr. Zati VA
ın bu konuda
zler için Kırım
ı’n
si
ığ
u
nl
ğl
ka
no
Ba
ru
ık
To
ğl
M. Ali
davi süreci, Sa
Yardımcısı Dr.
in teşhis ve te
’n
KA
KK
23 vizı,
ar
al
m
çok farklı bir 20
in
iç
ü
Kene, kene ısır
ör
r.
kt
yo
se
lu
ık
nu
bir biçimde
ak ilaç ve sağl
amız olarak su
ililere çok sade
anı Ethem Sanc
ilg
ikinci özel dosy
şk
nu
Ba
su
lu
nu
ru
ko
Ku
”
ğlık
ındaki
ce Yönetim
i Anayasa’da Sa
ve Kürtaj” hakk
n
en
ye
“Y
ü
ar
Hedef Allian
zl
ez
Ö
“S
ik
vf
an
ol
Te
kyol’un Hürriyuyor. Prof. Dr.
en sıcak konusu
un gündemin
içeriyor. Taha A
yonu ortaya ko
r
’n
le
lu
iz
oğ
al
tır
an
u
Şa
ğr
ve do
ım biçimi
of. Dr. Hakan
tanımlamalar
gün bir yaklaş
ik
öz
kn
ve
hatırlatıyor. Pr
te
rı
ı
lıc
tla
ka
yu
bo
ı ve
itörümüz Han
miz için faydal
la alakalı farklı
da yine kürtaj
makalesi hepi
emini Yayın Ed
sı
ön
zı
ın
ya
ın
ız
tıs
ım
an
ığ
pl
en alıntılad
RE) İstanbul To
yet gazetesind
e Derneği (ESH
m
re
Ü
a
up
vr
A
. 28.
mizde hem İb
ile dikkat çekici
hin var. Portre
.
Şa
ız
ın
m
hi
ks
ra
ca
İb
el
la
ü
öz
ür
yazısında bu
kendi dilinden
rılı Genel Müd
de Aydemir’in
lerini hem de
e TRT’nin başa
m
nd
lü
si
bö
re
ı
rt
ığ
po
rd
dı
ın
yımız
şarılarla taçlan
Haziran sa
öyküsünün ba
m
şa
ya
beğenillı
rk
fa
zler tarafından
si
i
liğ
rahim Şahin’in
in
ng
ze
teva
uyacaksınız.
da unutmadan
sarımı ve muh
anekdotlar ok
uzun arttığını
değişen yeni ta
m
n
re
ğu
lu
ba
lu
iti
m
an
ru
da so
tkı sunan
5. sayısınd
k. Aynı zaman
saret veren, ka
du
ce
ol
a,
Dergimizin
lu
ol
ut
ek
m
st
k
de
ço
ze
tebriklerinizle
yüşümüzde bi
di. Bize ulaşan
iyoruz. Bu yürü
ed
m
va
de
a
rl
paylaşıadımla
umuzu sizlerle
ud
yolumuza emin
um
a
şm
z.
lu
ru
bu
a
larımızı sunuyo
güzel sayılard
herkese şükran
leğimizle daha
di
m
şa
ya
r
bi
sağlıklı
Sigarasız ve
z. ygılar sunuyoru
yor, sevgi ve sa
S
“Geçmiş dönemlerde Türk gibi sigara içmek deyimiyle
anılan Türkiye, tütün kontrolü konusunda gösterdiği üstün
başarı sonucu uluslararası platformlarda alkış topluyor.”
Tütün Kontrolünde Lider Ülke;
Türkiye
*
Prof. Dr. Recep AKDAG
T.C. Sağlık Bakanı
G
eçmişte dumansız ve sağlıklı bir dünya için başlangıç
adımlarının atıldığı günün
yıldönümünde, bu organizasyon vesilesiyle bir araya gelmenin, hak edilmiş bir ödülü Dünya Sağlık Örgütü
yetkililerinin elinden almış olmanın
mutluluğunu yaşıyoruz.
Prof. Dr. Cevdet Erdöl, gerek Kanunun çıkarılması sürecinde, gerek
hayata geçirilmesi ve güncellenmesi
aşamalarında büyük emek sarf etti,
çok katkıda bulundu. Sadece TBMM
Sağlık Komisyon Başkanı olarak de-
6
ğil, aynı zamanda insanımızın sağlığına hizmet eden bir hekim, bir profesyonel, bir halk sağlığı gönüllüsü
olarak bu ödülü hak etmişti.
Bu ödülle Türkiye, Dünya Sağlık
Örgütü tarafından üçüncü kez ödül
almış oluyor. İkişer yıl arayla üst üste
üç kez ödül alan ilk ülke Türkiye. Tütünle mücadelede gösterdiğimiz vizyon, kararlılık ve başarı, halk sağlığı
yolunda gayret gösteren bütün dünya ülkeleri için bir örnek durumunda. DSÖ ülke ofisi bir dönem diğer
ülkelerin Türkiye’deki tütün kontrolü
çalışmalarını yerinde görmek için ziyaret taleplerini karşılamakta güçlük
çekiyordu. Umuyorum süreç daha
yönetilebilir bir hale gelmiştir.
Günümüz dünyasında sağlıklı
yaşlanma, kronik hastalıklarla mücadele en önemli sağlık hedeflerinden
biri haline geldi. Bu anlamda risk faktörleriyle mücadele bütün dünya ülkelerinin önünde kaçınılmaz bir iş konumunda. Önlenebilir risk faktörleri
arasında tütün ilk sırada yer alıyor. Biz
de mücadelemize önce tütünle başladık.
Sigarayla mücadelede önemli yol
kat ettik. Güzel Türkiye’mizin havası artık bugün %100 dumansız hava
sahası. Ancak her zeminde de ifade
ettiğim gibi, rehavete kapılma lüksümüz yok. Bu başarıyı daha ileri noktalara taşımak, insanlarımızı bu illetten
uzaklaştırmak, yeni başlayacaklara
mani olmamız gerek. Bu anlamda
sigarayla mücadeleye her gün yeniden başlamamız, sevdiklerimizi ve
geleceğimizi korumamız lâzım.
Dünya Sağlık Örgütü, bu yılki 31
Mayıs günü temasında sigara endüstrisinin tütün mücadelesini zayıflatmaya, etkisiz kılmaya yönelik
müdahalelerine dikkat çekiyor. Bu
konuyu çok önemli bulduğumu belirtmek isterim. Biz bu konuda özel
bir hassasiyet gösterdik. Çeşitli müdahale girişimlerini de engelledik.
10 yıllık Sağlık Bakanlığım sürecinde
hemen her sektörle çok sayıda görüşmem oldu. Ancak şimdiye kadar tütün endüstrisinden tek bir kişiyle bile
görüşmedim, onlardan da böyle bir
istek gelmedi. Eğer, tavrınızı ve siyasi
kararlılığınızı baştan belirlerseniz, sigara ile mücadeleyi kaybetmezsiniz.
Tütünle mücadele programımızın etkinliğini DSÖ, CDC ve TÜİK ile sistemli
bir biçimde ölçüme tabi tutuyoruz.
Araştırmalar, 2008 yılında % 31 olan
sigara kullanımının 2010 yılında %
27’ye düştüğünü gösteriyor. Hedefimiz, inşallah bu rakamı 2023 yılında
% 15’e düşürmek.
Sigaranın kullanımını azaltma
konusunda Maliye Bakanlığımız bize
tam destek verdi. Dünya sağlık örgütünün sigarada uygulanmasını istediği vergi oranı en az % 75 iken bizde
bu rakam % 80 civarındadır. Bu vesile
ile Maliye Bakanlığımıza bir kez daha
teşekkür ediyorum. Yeni bir düzenleme üzerinde de çalışıyoruz. Bu yasama dönemi bitmeden Meclisimizin
Genel Kurul gündemine geleceğini
umuyorum.
Dünyanın en saygın dergilerinden biri olan Lancet’in 26 Mayıs tarihli son sayısında yayımlanan bir
makalede, Türkiye’nin tütün kontrolü konusunda yürüttüğü çalışmalar
özetlenerek bu çalışmaların dünyanın takdirini kazandığı ifade ediliyor. Makalede:“Geçmiş dönemlerde
Türk gibi sigara içmek deyimiyle
anılan Türkiye, tütün kontrolü konusunda gösterdiği üstün başarı sonucu uluslararası platformlarda alkış topluyor.” ifadelerine yer verilmiş.
Yine aynı derginin editorial köşesinde, Türkiye’nin bu konudaki
çalışmalarının dünyaya örnek teşkil
edebilecek bir model olduğu vurgulanıyor. Geçen yıl Amsterdam’da
yapılan “Avrupa Tütün Kongresi” sırasında, Avrupa Kanser Birliği Avrupa Ülkelerindeki sigara mücadelesini karşılaştırdığı bir tabloyu sundu.
Bu tabloda 2007 ve 2010 yıllarında
ülkeleri sigarayla mücadeledeki etkinliklerine göre sıralamışlar. 2007
yılında ilk 30 sırada bulunmayan Türkiye, 2010 yılı değerlendirmesinde
Avrupa’da dördüncü sırada yer alıyor.
“Tütün Kontrolünde Dünya Lideri Ülke Türkiye” hayalimize sadece bir adım kaldı. Bunu hep beraber
başaracağımıza canı gönülden inanıyorum. Bizlerin bu hayalinin destekçisi yüce halkımızdır. Bugün bu başarı tüm Türkiye’nin başarısıdır. Tüm
Türkiye bu noktada bir seferberlik
içerisinde. Sayın Başbakanımız ve değerli kardeşim Prof. Dr. Cevdet Erdöl
başta olmak üzere, bu günlere kavuşmamızda emekleri geçen herkese,
tüm kurum ve kuruluşlarımıza, basın
mensuplarına teşekkür ediyorum.
Daha temiz, dumansız ve tütünsüz
bir Türkiye’de ve dünyada birlikte yaşamak dileğiyle…
*31 Mayıs Dünya Tütünsüz Günü Ödül
Töreninde Sayın Bakanın yaptığı konuşmadan
derlenmiştir.
7
haber
D
Dünya Sağlık Örgütünden
Türkiye’ye Bir Ödül Daha
ünya Sağlık Örgütü (DSÖ),
Türkiye’yi Macaristan, İngiltere ve İsveç’le birlikte sigara ile mücadelede en iyi uygulama
yapan örnek ülke olarak gösterdi.
Türkiye’nin 2008’de yüzde 31 olan sigara kullanımını 2010’da yüzde 27’ye
düşürdüğüne dikkat çeken Sağlık
Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ, “Hedefimiz, bu oranı 2015’in sonuna kadar
yüzde 15’e çekmek.” diye konuştu.
Sigarayla mücadele eden ülkeleri takip eden Dünya Sağlık Örgütü
(DSÖ), bu yıl Türkiye, Macaristan, İsveç ve İngiltere’yi en başarılı ülkeler
olarak belirledi. DSÖ, başarılı tütün
politikalarından dolayı Türkiye’yi
ödüle layık gördü. Ankara’da gerçekleştirilen törenle Sigara ile Mücadelede DSÖ Avrupa Bölgesi Ödülü’ne,
TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanı Prof. Dr.
Cevdet Erdöl layık görüldü. Dünya
Sigarasız Günü kapsamında yapılan
törene Dünya Sağlık Örgütü Türkiye Temsilcisi Maria Cristina Profili ve
8
davetliler katıldı. Sağlık Bakanı Recep
Akdağ burada yaptığı konuşmada,
tütün ürünleriyle ilgili kanunun hazırlanmasında ve hayata geçirilmesinde Cevdet Erdöl’ün büyük emek
sarf ettiğini söyledi. Bakan Akdağ,
Türkiye’nin bu ödülü 5 yılda 3. kez
aldığını hatırlatarak, çok önemli mesafe kat ettiklerini ifade etti. Akdağ,
Türkiye’de 2008’de yüzde 31 olan
sigara kullanımının 2010’da yüzde
27’ye düştüğünü, 2015’in sonuna kadar bu oranı yüzde 15’e çekmek istediklerini kaydetti.
Sağlık Bakanı Recep Akdağ; “Çok
iddialı bir hedef. İnanıyorum ki vatandaşımız bugüne kadar verdiği
desteği bundan sonra da verecek ve
inşallah biz bunu başaracağız. Yeni
bir düzenleme için çalışıyoruz. Kapalı mekânlarda sigara içilmesi konusunda önce uyan yapıp daha sonra
cezalar tahakkuk ettiriyorduk. Bir düşünce olarak önümüzdeki günlerde
uyarı kısmını kaldırmayı planlıyoruz.
Çünkü artık 5 yıllık bir süreç geçti.
Herkes ne yapması gerektiğini çok iyi
biliyor. Bunun dışında bir iki ayrıntı
daha var. Türkiye’yi tam anlamıyla liderliğe oturtacak bazı küçük rötuşlar
daha yapmak durumundayız. Bunların da şu anda hazırlığını yapıyoruz.”
ifadelerini kullandı.
Dünya Sağlık Örgütü Türkiye Temsilcisi Maria Cristina Profili, sigaranın
dünyada her yıl 6 milyondan fazla
insanın hayatına mal olduğunu, bunlardan 600 bininin ise içmediği halde
sigara dumanına pasif maruziyetten
hayatını kaybettiğini belirtti. 2030
yılına gelindiğinde, sigara yüzünden
her yıl yaklaşık 8 milyon insanın yaşamını yitireceğini kaydetti.
Dünya Sağlık Örgütünün bu yılki Sigarayla Mücadele Ödülünü kazanan Türkiye Büyük Millet Meclisi
Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler
Komisyonu Başkanı Cevdet Erdöl
ödülünü Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep
Akdağ ile birlikte Dünya Sağlık Örgütü Türkiye Temsilcisi Maria Cristina
Profili’nin elinden aldı.
TÜRKİYE’NİN SİGARA İLE
MÜCADELESİ
T
ütün kullanımı, önemli ve önlenebilir bir halk sağlığı sorunudur. Dünya genelinde tütün
kullanımına bağlı hastalıklar nedeniyle yılda 6 milyon kişi ölmektedir.
Ülkemizde bu sayı yılda 100 bin kişidir ve tüm ölümlerin % 23’ü tütüne
bağlı hastalıklar sebebiyle olmaktadır. Dünyada 15 yaş üzeri nüfusta 1,2
milyar kişi (her üç erişkinden biri),
ülkemizde ise 15 yaş üzeri 16 milyon
kişi tütün kullanmaktadır. Ülkemizde
tütünle mücadelede ilk yasal düzenleme 1996 yılında yapılmıştır. 2004
yılında, DSÖ tarafından kabul edilen
10
Tütün Kontrol Çerçeve Sözleşmesi,
TBMM’de kabul edilerek yürürlüğe
girmiştir. 2006 yılında, Tütün Kontrolü Çerçeve Sözleşmesi kapsamında
yapılacak tüm çalışmaların planlanması ve tütün tüketiminin kontrol
altına alınması için hazırlanmış olan
program Başbakanlık Genelgesi
ekinde yayımlanmış, 2007 yılında,
Ulusal Tütün Kontrol Programı’nın bir
bütün olarak uygulanması ve takibi
ile ilgili faaliyetlerin illerde yürütülebilmesi için İl Tütün Kontrol Kurulları
81 ilimizde kurulmuştur.
2007 yılında, Ulusal Tütün Kontrol
Programı Eylem Planı Sayın Başbakanımızın katılımları ile kamuoyuna
tanıtılmıştır. 2008 yılında, 4207 sayılı
Kanunda değişiklik yapan 5727 sayılı “Tütün Mamullerinin Zararlarının
Önlenmesine Dair Kanunda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” kabul
edilmiş ve yürürlüğe girmiştir. Pasif
içicileri korumaya yönelik, dumansız
bir Türkiye oluşturmak adına tüm
kapalı alanlarda (restoran, bar ve kafeler hariç) sigara tüketiminin yasaklanması amaçlanmış ve “Dumansız
Hava Sahası” kampanyası başlatılmıştır.
19 Temmuz 2009 tarihinde, lokanta, kahvehane, bar ve kafeler
dâhil tüm kapalı alanların yasaya
dâhil olmasıyla Türkiye’de tüm kapalı
alanların dumansız hale getirilmesi
sağlanmıştır.
Ülkemizde tütünle mücadele
çalışmaları kapsamında saha denetimleri yapılmakta, Alo 171 Sigara
Bırakma Danışma Hattı hizmetleri verilmekte ve sigara bırakma poliklinikleri sigarayı bırakmak isteyen kişilere
hizmet sunmaktadır. Kanunun uygulanmasına yönelik 81 ilde hizmet
veren denetim ekipleri tarafından
Mayıs 2008 tarihinden Aralık 2011
tarihine kadar 2.933.481 işletme denetlenmiş, 62.521 cezai işlem uygulanmış ve 24.294.538 TL idari para
cezası kesilmiştir.
ALO 171 Sigara Bırakma Danışma
Hattı Hizmetleriyle, 27 Ekim 2010
tarihinden itibaren 7/24 hizmet veren hat kurulduğu günden bugüne
toplam 3.380.693 çağrı almıştır. Ülke
genelinde toplam 309 Sağlık Kuruluşunda 413 Sigara Bırakma Polikliniği
hizmet vermektedir. 2011 Ocak ayından 2012 Mart ayına kadar 498.294
kişiye sigara bırakma polikliniklerin-
de hizmet verilmiştir. Tütünle mücadele kapsamında yapılan hizmetler
sonucunda, 15 yaş üzeri nüfusun sigara içme oranı 2006 yılında % 33,4
iken bu oran 2012 yılı için % 27,1’e
gerilemiştir. 2008 yılına göre yaklaşık
2 milyon 200 bin kişi sigarayı bırakmış, kapalı alanlarda sigara dumanına pasif maruziyet % 60 ve yasak
olmamasına rağmen evlerde sigara
içenlerin oranı % 35 azalmıştır.
Tütünle mücadelede Dünya Sağlık Örgütünün belirlediği kriterlere
göre ülkemiz dünyada başarılı ilk 4
ülke arasında yer almaktadır.
11
haber
HACETTEPE’DE SİGARA YASAĞI
H
acettepe Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Murat Tuncer, üniversite içindeki tüm yerleşkelerde
sigara içilmesini yasakladı. Tuncer,
“Kanser artış hızının böyle devam etmesi halinde 2030 yılına gelindiğinde her yıl yarım milyon vatandaşımız
kanser hastası olacak. Bunun için öncelikle sigara kullanımından ve pasif
içici durumuna düşülen ortamlardan kaçınılması gerekiyor” dedi. Eski
Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Daire
Başkanı olan Murat Tuncer, Hacettepe Üniversitesi Rektörü olduktan
sonra da kanserle olan mücadelesine devam ediyor. Tuncer, “31 Mayıs
Sigarasız Dünya Günü” sonrasında
üniversitenin tüm yerleşkelerinde
sigara içilmesini yasakladı. Bundan
böyle üniversitenin kampüslerinde
sigara içilemeyecek. Prof. Dr. Tuncer
sigara yasağını, “31 Mayıs Sigarasız
Dünya Günü”nde üniversitemizin
tüm yerleşkelerinin hiçbir yerinde
sigara içilmemesi planlanmaktadır.
Katkılarınız için teşekkür ederiz” diyerek duyurdu.
Gelecekte Hacettepe yerleşkelerinin tümünde açık alanlarda da sigarayı yasaklamayı planlayan Rektör
Tuncer şunları söyledi: “Kanser tedavisine harcadığımız kaynağı ancak
koruyucu önlemlerle azaltabiliriz. Bunun için öncelikle sigara kullanımından ve pasif içici durumuna düşülen
ortamlardan kaçınılması gerekiyor.
Bırakın da Ömrünüz Uzasın
T
üm dünyada yasaklar birbiri ardına
gelse de, insanlar bir yerde ve bir şekilde sigara içmenin yolunu buluyor.
Sigara tüm ülkelerde halen bir numaralı
sağlık sorunu olmaya devam ediyor. Oysaki sigara sadece fiziksel değil, ruhsal etkisi
ve sosyal yönüyle de bağımlılığa neden
oluyor. Memorial Ataşehir Hastanesi Göğüs
Hastalıkları Bölümü’nden Uz. Dr. İlkay Keskinel, sigaranın zararları ve bırakma yöntemleri hakkında bilgi verdi.
Sigara içmek güç sembolü olarak
algılanıyordu
Arkeolojik verilere dayanarak 5000 yıldır tütün ekildiği bilinmektedir. Avrupa’nın
tütünle tanışması, Amerika’nın Kolomb
tarafından keşfiyle olmuştur. 1950’ler ve
60’larda sigaranın zararlı olduğunun düşünülmesi bir yana; sigara içmek bir tür güç,
erkeklik ya da güzellik sembolü olmuştu.
Daha sonra akciğer kanseri nedeniyle hayatını kaybeden dönemin ünlü yıldızlarından
John Wayne’i sigara reklamlarında görmek
herhalde gençler arasında oldukça özendirici oldu. Hatta çocukların keyifle izledikleri
“Çakmaktaşlar” isimli çizgi filmin ilk sezonunun sponsoru bir sigara markasıydı.
Zararlı maddeler kana geçer ve vücuda
yayılır
Sigara, sadece kalp ve akciğerlere değil,
vücuttaki tüm doku ve organlara zarar verir.
Sigaradaki zararlı maddeler kan dolaşımına
karıştığından kan dolaşımının olduğu her
yere, yani vücudun tüm hücrelerine yayılır.
12
Bunun sonucunda her organda farklı hastalıkların gelişimi tetiklenebilir. Eskiden sigara ile ilişkisi olduğu bilinmeyen pek çok
hastalığın ortaya çıkmasında sigaranın rolü
olduğu artık bilinmektedir.
Sigarasız geçen her gün bir sıkıntınız
azalır
Sigarayı bırakırken, özellikle ilk günlerde zorlanmanız çok doğaldır. Ancak, bunun
geçici bir süre olduğunu, sigarasız geçirdiğiniz her gün ile birlikte sıkıntılarınızın azalacağını, kendinizi daha iyi hissedeceğinizi,
nefesinizin rahatlayacağını, efor kapasitenizin giderek artacağını unutmayın.
“Bırakmak için geç kaldım” diye
düşünmeyin
En yaygın sağlık zararlısı olarak kabul
edilen sigaradan kurtulmak için hiçbir zaman geç değildir. Sigarayı bırakmak isteyen
kişi, daha önceden bırakmayı deneyip de
bırakamadıysa, bu durum motivasyon kırıcı
olmamalıdır. Çünkü sigarayı bırakmış olanların nerdeyse büyük bir kısmı, bunu 3-4 defada başarmış olan kişilerden oluşmaktadır.
Tek başınıza başaramadıysanız
Sigarayı bırakırken, göğüs hastalıkları
uzmanlarınca yürütülen sigara polikliniklerinden yardım alabilirsiniz. Bu polikliniklerde, önce sigara bağımlılığınızın tipi ve derecesi değerlendirilir. Daha sonra gereğine
göre kan, akciğer filmi, solunum testi gibi
tetkikleriniz istenebilir. Doktorunuz size uygun bir ilaç başlayacak ve sizi kontrole çağıracaktır.
14
Tütün Endüstrisinin Tütün Kontrolü Çalışmalarına
Müdahaleleri ve Dünya Sağlık Örgütü Politikaları
Dr. Toker ERGÜDER
Tütün Kullanımı ile
Mücadele Uzmanı
T
ütün firmalarının tütün kontrolü çabalarına müdahale etmek
için çok çeşitli taktiklere başvurduğuna dair yüklü miktarda kanıt
bulunmaktadır. Tütün endüstrisinin
kullandığı bu stratejiler arasında
doğrudan ve dolaylı siyasi lobicilik,
siyasi kampanyalara katkıda bulunma, araştırma finansmanı, mevzuatı
ve siyaseti etkileme faaliyetleri ve
halkla ilişkiler çalışmaları kapsamında sosyal sorumluluk projelerinde
yer alma gibi girişimler sayılabilir.
Etkin tütün kontrolü, tanımı gereği tütün endüstrisinin, bağlı sanayilerin ve tütün endüstrisine hizmet
eden kurum ve kişilerin ekonomik
menfaatlerine ters düşmektedir. Bu
menfaatler büyük ölçüde endüstrinin refahına ve gerçek veya görünürdeki ticari başarısına bağlıdır. Tütün
kontrolünün öncelikli amacı tütünden kaynaklanan hastalık ve ölümleri önlemektir. Bu amaca ulaşmaya
yönelik hedefler hiyerarşisinde en
birincil hedef ise tütün kullanımına
başlanmasını engellemek ve her türlü tütün kullanımının bırakılmasında
insanlara yardımcı olmaktır. Aynı şekilde, kamuya açık alanlarda sigara
içilmesini yasaklamak suretiyle pasif
duman maruziyetinin engellenmesi
de çok etkili bir tedbirdir.
Sigaraya başlanmasının önlenmesi, bırakma oranlarının azamiye
çıkarılması ve kamuya açık alanlarda
sigara içilmesinin önlenmesinden
müteşekkil bir hedefler manzumesi,
tütün endüstrisinin ticari hedeflerine doğrudan aykırıdır. Her ne kadar
endüstri kanadından zaman zaman
durumun böyle olmadığına dair açıklamalar gelse de, endüstri sigara içmeye başlayanların sayısını artırma,
kullanıcıların devamlı tüketici haline
gelmelerini sağlama ve sigara içme
sıklığını düşürüp bırakma oranlarını
artırma yönündeki tedbirleri sekteye uğratma adına çabalarını aralıksız
sürdürmektedir. Bu nedenle, tütün
kontrolünün başarısı, endüstrinin
başarısızlığı anlamına gelmektedir.
Tütün endüstrisinin istihdam ettiği
kimseler, kamu veya özel olsun, hissedarlarına ve işverenlerine karşı kar
oranlarını maksimize etmek amacıyla
gerekli her türlü adımı atma sorumluluğu taşımaktadırlar. Bu yüzden,
endüstrinin etkin tütün kontrolünü
akamete uğratmak için mümkün
olan her yolu denemesi bütünüyle
beklenir bir durumdur.
Klasik halk sağlığı modelindeki bulaşıcı hastalık kontrolü örneğinden yola çıkılacak olursa, tütün
endüstrisi, tütünle bağlantılı hastalıkların ana “vektörü”dür(1). Bulaşıcı
hastalıklarda bulaşma yolunun ve
ölüm nedenlerinin anlaşılmasına dönük çabalarda olduğu gibi, kapsamlı
tütün kontrolü için de halk sağlığı
otoritelerinin endüstrinin tütün kullanımını artırma ve tütün kontrolünü
baltalama çabalarını izlemesi ve bu
çabalara karşılık vermesi gereklidir.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nün
önceki Genel Direktörlerinden Dr.
Gro Harlem Brundtland tütün kullanımını “pazarlama yoluyla bulaşan, bulaşıcı bir hastalık” olarak tarif etmiştir
(2). Endüstrinin pazarlama stratejisinin en son hedefi olan gelişmekte
olan ülkelerin kadın ve gençleri başta
olmak üzere tütün kullanımının artmasının başlıca sebebi endüstrinin
promosyon faaliyetleridir. Bu faaliyetlerin derinlemesine irdelenmesi,
karşılık verilerek engellenmesi sayesinde tütün kullanımının yol açtığı
hastalık yükü düşecektir.
DSÖ tütün endüstrisinin etkin
tütün kontrolü politikalarını engelleme, geciktirme ve sulandırma yolundaki uzun soluklu çabalarının ayırdındadır. DSÖ, tütün endüstrisinden
hiçbir şekilde finansman kabul etmeme gibi bir pozisyon benimsemiştir
(3). Endüstrinin ve müttefiklerinin
tütün kontrolüne karşı gayretlerinin
anlaşılması ve bunlara etkili biçimde karşılık verilmesi hayati önem arz
eder (4).
Tütün firmaları, DSÖ’nün tütün
konularına eğilme çabalarını boşa
çıkarma kastıyla uzun yıllardır çalışmalar yürütmektedir. Bu çalışmalar
titizlikle geliştirilmiş, fazlasıyla finanse edilen, sofistike ve perde gerisinden gerçekleştirilen girişimlerdir.
Tütün firmalarının tütün kontrolüne
direnmeleri şaşırtıcı değildir, fakat
kampanyalarının kapsamı, yoğunluğu ve en önemlisi, bu kampanyalarda başvurulan taktikler çok aşikârdır.
Uluslararası toplumun genelinde
tütün kontrolü kimyasal bağımlılığa,
kanserlere, kalp-damar hastalıklarına
ve sigaranın yol açtığı diğer sağlık
sorunlarına karşı bir mücadele gibi
görülebilir. Ancak, bu araştırmanın
ortaya çıkardığı gerçek, bu mücadelenin aynı zamanda aktif, organize
ve atacağı adımları iyi hesaplayan bir
endüstriye karşı da verildiği gerçeğidir.” (5)
Dünya Sağlık Asamblesinin (DSA)
2001 yılında düzenlenen 54. toplantısında Üye Devletler, tütün kontrolünde şeffaflık öngören bir kararı
oybirliğiyle kabul etmişlerdir (6). Bu
karar, tütün endüstrisinin halk sağlığı
politikalarını uygulamada ve tütün
epidemisiyle mücadelede hükümetlerin ve DSÖ’nün rolünü ve pozisyonunu baltalama girişimlerine dönük
kanıtlara bir karşılık olarak kabul edilmiştir. Karar metni aşağıdaki gibidir:
“DSA 54.18 Sayılı Karar: Tütün kontrolünde şeffaflık
Dünya Sağlık Asamblesi:
“Tütün Endüstrisi Belgeleri Uzman
Komitesinin bulgularını, daha somut
bir ifade ile, tütün endüstrisinin halk
sağlığı politikalarını uygulamada ve
tütün epidemisiyle mücadelede hükümetlerin ve DSÖ’nün rolünü ve
pozisyonunu baltalamak amacıyla
yıllardır faaliyetler yürüttüğünü kaygı
ile kaydeder;
“Sağlık Asamblesi ve diğer DSÖ
toplantılarının delegeleri ile tütün
15
endüstrisi arasındaki ilişkilerin şeffaf
hale getirilmesiyle kamuoyunun güveninin artacağına işaret eder, ve
“1. Üye Devletlere, delegeleri ile
tütün endüstrisi arasındaki ilişkilerin
ayırdında olmalarını TELKİN EDER;
“2. DSÖ’ye ve Üye Devletlere tütün endüstrisinin her türlü bozguncu
uygulamalarına karşı tetikte olmalarını ve bütün DSÖ toplantılarında
ve ulusal hükümet seviyesinde halk
sağlığı politikaları geliştirilmesinde
bütünlüğü muhafaza etmelerini TELKİN EDER;
“3. DSÖ’ye Üye Devletleri tütün
endüstrisinin tütün kontrol çalışmalarını olumsuz etkileyebilecek faaliyetleri hakkında bilgilendirmesi çağrısında bulunur.”
DSÖ Tütün Kontrolü Çerçeve Sözleşmesi (DSÖ TKÇS) (7), bütün insanların en yüksek sağlık standardında
yaşama haklarını bir kez daha teyit
eden kanıta dayalı bir anlaşmadır.
TKÇS’de bağımlılık yapıcı maddelerle
mücadele için düzenleyici bir strateji
sunulmakta ve talebin yanında arzı
da düşürücü stratejilerin önemine
16
vurgu yapılmaktadır. DSÖ TKÇS’de
uluslararası tütün kontrol faaliyetlerinin tütün endüstrisinin müdahalelerinden korunması konusunda pek
çok madde bulunmaktadır.
Sözleşmenin Giriş bölümünde
“tütün endüstrisiyle herhangi bir
bağlantısı olmayan sivil toplumun
tütün kontrolüne ulusal ve uluslararası düzeyde katkılarının önemi”
üzerinde durulmaktadır. Sözleşmede ayrıca “tütün endüstrisinin tütün kontrol çalışmalarını baltalama
gayretleri konusunda tetikte olmak
için, endüstrinin tütün kontrolünü
olumsuz etkileyecek faaliyetlerinden
haberdar olunması gerektiği” de dile
getirilmektedir. Sözleşmenin genel
yükümlülükleri altında, imzalayan
taraflar tütün kontrol politikalarını
tütün endüstrisinin müdahalesinden
korumayı kabul etmektedir.
Özellikle de, Madde 5.3’te şöyle
denmektedir: “Taraflar, tütün kontrolüyle ilgili kamu sağlık politikalarını
oluştururken ve uygularken, bu politikaların tütün endüstrisinin ulusal
yasalara göre ticari ve diğer çıkar-
larından korumak için çalışacaktır.”
Madde 12.C tütün endüstrisinin etkinlikleri hakkında kamusal eğitimin
ve bilincin önemini vurgulamaktadır
ve Taraflar “ulusal yasalara göre bu
Sözleşmenin amacına uygun olarak
tütün endüstrisi hakkında çeşitli bilgilere kamuoyunun erişebilmesini
kolaylaştırmayı kabul etmektedir”.
Madde 12.E “tütün kontrolü için sektörler arası programlar ve stratejilerin
geliştirilmesinde ve uygulanmasında
tütün endüstrisiyle bağlantısı olmayan kamu ve özel kurumların ve sivil
toplum kuruluşlarının katılımının”
önemini bir kez daha vurgulamaktadır.
Araştırma, gözetim ve bilgi alışverişi sözleşmenin kritik bileşenleridir.
Madde 20.4, bilimsel, teknik, sosyoekonomik, ticari ve yasal bilgilerin
paylaşımının desteklenmesi ve kolaylaştırılmasına ek olarak, Tarafların
ayrıca “bu sözleşmeyle ilgili olan tütün endüstrisi ve tütün yetiştiriciliğiyle ilgili uygulamalar hakkında bilgi”
alışverişinde bulunması gerektiğini
“ve bunu yaparken gelişmekte olan
Taraf Ülkelerin ve geçiş sürecinde
ekonomilere sahip Tarafların özel ihtiyaçlarını da göz önünde bulunduracağını” belirtmektedir.Madde 20.4C,
Tarafların, “Sözleşme ya da ulusal
tütün kontrol etkinlikleri üzerinde etkiye sahip tütün bitkisi üretimi, tütün
ürünleri üretimi ve tütün endüstrisi
etkinlikleri hakkında düzenli olarak
bilgi toplamak ve bunu yaymak için
kademeli olarak küresel bir sistem
oluşturmak ve bunu sürdürmek için
yetkili uluslararası kuruluşlarla işbirliği yapma” çabası göstererek nasıl
bu bilgiyi en iyi şekilde paylaşacağını
ana hatlarıyla anlatmaktadır.
Tütün endüstrisinin müdahalelerini denetleme yollarından bir diğeri ise kamu görevlilerinin, resmi ve
özel akademisyenlerin, sivil toplum
kuruluşu temsilcilerinin ve halk sağlığı yetkililerinin tütün endüstrisinin
temsilcileri ya da müttefikleriyle temas esaslarının ve usullerinin rehberler halinde hazırlanmasıdır. Pek
çok rehberde endüstriyle bir araya
gelinmesinden kaçınılması gerektiği
ve bunun düzenleyici mekanizmalara dair bilgilendirme toplantıları
umuma açık toplantılar veya üçüncü tarafların aracılık ettiği toplantılar
gibi ancak çok gerekli olduğunda yapılması gerektiği belirtilmektedir.
Tütün kontrolü alanında çalışan sivil toplum kuruluşları, genellikle üyelerine tütün endüstrisinin başlattığı,
mali destek sağladığı “paydaş” toplantılarına veya benzer toplantılara katılmamayı önermektedir. Fakat, izleme
ve savunuculuk amacıyla endüstrinin hissedarlar toplantılarına katılımın doğru olduğu eğilimi hâkimdir.
DSÖ’nün, çalışanlarına tütün en-
düstrisiyle etkileşimlerinde rehberlik edecek iç politikaları mevcuttur.
Tütün endüstrisi etkin tütün kontrolünün ortaklarından değildir ve olamaz. Ancak, endüstri kendisini tütün
kontrolünde meşru bir paydaş olarak
görmekte ve meşru bir ortak olarak
konumlandırmaya çalışmaktadır.
Endüstri, DSÖ TKÇS’nin maddelerinde belirtildiği gibi, etkin tütün
kontrolünün uygulanmasına müdahale etmektedir ve edecektir. Bu
müdahaleler, endüstri ile etkileşimler
üzerinde sıkı denetim uygulamak ve
temas esaslarını belirlemek ve ayrıca
endüstrinin davranışları ve mali hareketleri hakkında şeffaflık ve raporlama talep etmek suretiyle en aza indirilebilir. Kamuya ait tütün şirketleri,
sağlık bakanlıkları veya sağlık kurumları ile tütün endüstrisinin yetkilileri
arasında ilişkileri önlemekte önemli
bir zorluk oluşturabilir.
Kamuya ait tütün endüstrisinin
çalışanları sağlık bakanlığı çalışanlarıyla aynı binada çalışabilir ve aynı
toplantılara ve etkinliklere katılabilir.
Fakat yine de, kamuya ait tütün endüstrisinin çıkarları tütün kontrolü ve
sağlıkla ilgili konulardan ayrı tutulabilir ve kamuya ait tütün şirketlerinin
bulunduğu devletlerin tütün kontrolü uygulamaması ve tütün endüstrisinin usulsüz müdahalelerinden korunmaması için hiçbir doğal neden
yoktur.
DSÖ, Üye Devletlerin tütün endüstrisinin çıkarlarıyla halk sağlığı
politikasının çıkarları arasındaki temel ve uzlaşmaz çatışmayı ortaya koyan DSÖ TKÇS, Madde 5.3 Rehberini
uygulamalarında kendilerine destek
vermeye kararlıdır.
Kaynakça:
1. Orleans C, Slade J. Nicotine addiction: principles and management. New York, Oxford
University Press, 1993.
2. Brundtland G. Address at the opening of
World No Tobacco Day 2000. http://
w w w.who.int/direc tor- general/speec hes/2000/english/20000531_bangkok.html
(erişim tarihi: 8 Ekim 2007).
3. United Nations Economic and Social Council Ad Hoc Inter-agency Task Force on Tobacco
Control. Report of the Secretary-General, 2006.
http://www.who.int/tobacco/global_interaction/un_taskforce/SG_UNTF_ECOSOC_2006
.pdf (erişim tarihi: 11 Eylül 2007).
4. World Health Organization. Tobacco Free Initiative. Monitoring the tobacco industry,2007.
http://www.who.int/tobacco/surveillance/
ti_monitoring/en/index.html (erişim tarihi:20
Eylül 2007).
5. World Health Organization committee of experts on tobacco industry documents. Tobaccoindustry strategies to undermine tobacco
control activities at the World Health Organization, 2000. http://www.who.int/tobacco/en/
who_inquiry.pdf (erişim tarihi: 11 Eylül 2007).
http://www.who.int/tobacco/communications/TI_manual_content.pdf.
6. World Health Organization. World Health
Assembly resolution WHA54.18 Transparency
in tobacco control, 2001. http://www.who.int/
tobacco/framework/wha_eb/wha54_18/en/
index.html (erişim tarihi: 11 Eylül 2007).
7. World Health Organization. WHO Framework Convention on Tobacco Control, 2005.
http://www.who.int/tobacco/framework/
WHO_FCTC_english.pdf (erişim tarihi: 11 Eylül
2007).
17
haber
S
“DUMANSIZ AİLELER” PROJESİ
TÜRKİYE’YE YAYILACAK
igara bağımlılığı hakkında gençleri bilinçlendirmeyi amaçlayan
“Dumansız Aileler” projesi, pilot
il olarak seçilen Malatya’da uygulanmaya başladı. Nisan ayında Sağlıkta
Umut Vakfı (SUVAK) ve Sağlık Bakanlığı Kanser Dairesi’nin işbirliğiyle
başlatılan proje, interaktif eğitimle
sertifika alan 700 liseli kız öğrenci
aracılığıyla, sigara kullanımını mümkün olan en düşük seviyeye indirmeyi amaçlıyor. Eğitim sonrasında genç
kızlardan bu bilinci 16 bin kişiye, ailelerine, çevrelerine, arkadaşlarına ve
öğretmenlerine kazandırmaları bekleniyor.
Sağlık Bakanlığı ve Sağlıkta Umut
Vakfı işbirliğinde, pilot il seçilen
Malatya’da uygulanan “Dumansız
Aileler Projesi” tanıtım toplantısı yapıldı. 2013’te tüm Türkiye’de başlatılması planlanan eğitim programının
tanıtım toplantısında konuşan proje
sorumlusu Dr. Nejat Özgül, Malatya’yı
ciddi oranda tütün tüketen illerden
biri olduğu için seçtiklerini belirtti.
Projenin ülkemizin tütünden kurtulması için bir reçete olabileceğini kaydeden Özgül, “Günde 300 kişiyi, yılda
100 bin kişiyi sigaradan kaybediyoruz. Böyle bir lüksümüz olamaz, sıfır
tütün diyerek projeyi başlatıyoruz.”
dedi.
Malatya için projenin büyük bir
kazanım olduğunu söyleyen İl Milli Eğitim Müdürü Mehmet Bulut ise
her okuldan gönüllü bir kız öğrenciyi
18
seçtiklerini belirtti. Sigaranın zararlarıyla ilgili yüzlerce televizyon programı, haber, kitap yayım ve etkinlik
yapıldığını söyleyen Malatya İl Sağlık
Müdürü Dr. Nail Umay ise 2008 yılında uygulanmaya başlanan kamuya
açık alanda tütün ürünlerinin yasaklanmasının sonuçlarına dikkat çekti.
Kanun sonrasındaki denetimlerde
yaklaşık bin 500 kişinin bireysel ceza
ve bin tane işletmenin ceza alarak
toplam idari para cezasının 1 milyon
TL’nin üzerine çıktığını söyledi.
Malatya Valisi Ulvi Saran ise projeye katılan gençlerin samimi bir
misyon sahibi olma duygusu ve sorumluluğuyla hareket etmeleri gerektiğini belirtti. Dünya Sağlık Örgütü Ulusal Tütün Kontrol Sorumlusu
Dr. Toker Ergüder de her yıl dünyada
6 milyon kişinin sigara sebebiyle öldüğünü söyledi. 2008 yılında uygula-
maya konulan sigara yasağıyla dünya
tütün endüstrisinin büyük pazar kaybettiğini söyleyen Ergüder, 3 sene
içerisinde sigara tüketiminin 1 milyar
paket azaldığını belirtti.
Sigara tekellerinin şu anda sigara
yasağı uygulayan dört ülke Avustralya, Norveç, Uruguay ve Türkiye’ye savaş açtığını, Türkiye’deki çeşitli kamu
kurum ve kuruluşlarına da yaklaşık
30 dava açıldığını kaydetti. Projeyi
Türkiye’de başarılı olursa yakın coğrafyadaki ülkelerde de uygulamaya
başlayacaklarını bildirdi.
Etkinliğe destek veren Hacettepe
Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Murat
Tuncer de projenin basit bir hareket
olmadığını söyleyerek “Malatya’dan
dünyaya güneş doğuyor diyebiliriz.”
dedi. Dumansız Aileler projesinde
öğrenciler, ailelerine ve çevrelerindekilere sigaranın zararlarını anlatacak.
haber
D
Sigara ile Mücadelede
Yeni Eylem Planı
ünya Sağlık Örgütünün belirlediği 7 temel strateji Türkiye’nin
yeni yol haritası olacak. Tütünle mücadele çalışmalarıyla dünyada
ilk 4 ülke arasında yer alan Türkiye,
sigarayla mücadelede hız kesmiyor.
Sağlık Bakanlığı, Ulusal Tütün
Kontrol Programı 2008-2012 Eylem
Planı’nın tamamlanmasına kısa süre
kala yeni eylem planı için harekete
geçti. Dünya Sağlık Örgütü yetkilisi,
bürokratlar ve akademisyenlerden
oluşan 11 kişilik Ulusal Tütün Kontrol Komitesi, önceki gün toplanarak,
yeni eylem planına ilişkin yol haritasını belirlendi. Sağlık Bakanlığı Türkiye
20
Halk Sağlığı Kurumu Tütün ye Diğer
Bağımlılık Yapıcı Maddelerle Mücadele Daire Başkanı Uzman Dr. Fatma
Aygül, amaçlarının 2013-2017 arasını kapsayacak yeni eylem planıyla
Türkiye’nin dünyada örnek gösterilen tütünle mücadelesini taviz vermeden sürdürmek olduğunu belirtti.
Bakanlığın, Dünya Sağlık Örgütünün
tütünle mücadelede belirlediği 7 temel stratejiyi gerçekleştiren ilk ülke
olmayı hedeflediğini belirten Aygül,
“Bu 7 temel strateji; tütün kullanımını
ve koruyucu uygulamaları izlemek,
insanları pasif içiciliğin zararlarından
korumak, sigara bırakmak isteyenle-
re yardım etmek, herkesi sigaranın
tehlikeleri konusunda eğitmek, tütün
reklam promosyon ve sponsorluklarını yasaklamak, tütünün zararları
hakkında uyarmak ve tütün ürünlerinde alınan vergileri artırmak...”
dedi. Aygül, bu kapsamda Eylül ayında,
Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Bölgesi
ülkelerinin temsilcilerinin katılacağı
bir toplantıya da ev sahipliği yapacaklarını bildirdi. Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesi Başkanı Prof. Dr. Elif Dağlı ise tütün kullanımının “bir salgın”
olduğunu ve bu salgının taşıyıcısının
da tütün endüstrisi olduğunu belirtti.
Dünden Bugüne Tütün
Kontrolü Çalışmaları
Prof. Dr. Nazmi BİLİR
Hacettepe Tıp Fakültesi
Halk Sağlığı Anabilim Dalı
D
ünyada tütün kontrolü çalışmaları bakımından 1964 yılı bir dönüm noktasıdır. Bu tarihte ABD
Halk Sağlığı Kurumu (Surgeon General) tarafından ilk kez tütün kullanımının sağlık için zararlı olduğu konusuna
işaret edilmiştir. İzleyen yıllarda ABD ve
diğer bazı ülkelerde tütün kontrolüne
yönelik başarılı çabalar ortaya konmuştur. Ülkemizde bu yöndeki çalışmalar
daha geç tarihlerde başlatılmış olmakla birlikte Türkiye tütün kontrolü konusunda önemli başarılar sağlamıştır.
Türkiye’de 1970’li yıllardan itibaren
çeşitli gruplarda sigara kullanım sıklığı
konusunda çalışmalar yapılması ve tütün kullanımının zararlı etkileri konularında eğitim toplantıları düzenlenmesi
suretiyle konuya ilgi çekilmeye başlandı. Daha sonra 1980’li yıllarda yabancı sigaraların Türkiye’ye girmesinden
sonra ülkede sigara kullanımı hızlı şekilde arttı. Bunun üzerine hem Sağlık
Bakanlığı hem de sivil toplum örgütleri
tarafından sigara mücadelesi başlatıldı.
Bu çabalar sonucunda 1996 yılında
sigara mücadelesi konusundaki ilk kanun kabul edildi. Bu kanunla Türkiye’de
toplu taşımacılıkta sigara içilmesi yasaklandı ve şehirler arası yolculuklar
bakımından büyük rahatlık sağlandı.
Ayrıca bu yasa ile sigara reklamları yasaklandı, sigara paketleri üzerine uyarı
yazıları yazılmaya başlandı, sağlık, eğitim, kültür ve spor tesislerinde sigara
içilmesi yasaklandı.
22
Önceleri bu yasakların Türkiye’de
uygulanamayacağı şeklinde tartışmalar yapıldı ise de kısa zamanda uygulama benimsendi. Otobüs ve uçak
yolculuğu yapanlar sigara dumanı olmayan bir ortamda yolculuk yapmaya
başladılar. Geçen zaman içinde kapalı
yerlerde sigara içilmesinin yasaklanabileceği konusunda toplumsal kabul
ve benimseme kavramı yerleşti. Çünkü
insanlar sigara dumanı bulunmayan
ortamlarda daha rahat ettiler.
Sonraki yıllarda uluslararası alanda da tütün kontrolü ile ilgili önemli
gelişmeler oldu. Örneğin Dünya Sağlık Örgütü’nün 2003 yılındaki Genel
Kurulu toplantısında “Tütün Kontrolü
Çerçeve Sözleşmesi” kabul edildi. Ertesi yıl bu Sözleşme Sağlık Bakanı Prof.
Dr. Recep Akdağ tarafından imzalandı
ve TBMM tarafından onaylandı. Böylelikle Türkiye uluslararası alanda da tütün mücadelesine destek vermiş oldu
ve ülke içinde sözleşmenin gereklerini
yerine getirmek için harekete geçti.
Uzunca süren tartışmalar sonucunda
2008 yılında tütün kontrolü yasasında
önemli değişiklikler yapıldı; restoran,
kahvehane, bar gibi ikram sektörü işletmeleri dâhil olma üzere bütün kapalı yerlerde sigara içilmesi yasaklandı.
Böylelikle Türkiye tam anlamı ile sigara
dumanından arındırılmış “tam dumansız” bir ülke oldu.
Yasanın toplum tarafından benimsenmesini artırmak amacı ile çok sayıda etkinlikler ve medya kampanyaları
yapıldı. Türkiye’nin değişik yerlerindeki
8 ilde toplam olarak 160 kişinin katılımı
ile yapılan çalışmada, yasanın uygulamaya girmesinden önceki dönemde
özellikle restoran ve barlarda yasanın
uygulanma olasılığı düşük olarak değerlendirildi, ancak başarılı uygulamayı
izleyen dönemde toplumun bu konudaki düşüncesi olumlu yönde değişti.
Uygulama öncesinde restoran ve
kahvehane müşterileri ve çalışanlarının yarısından fazlası uygulamanın
başarılı olamayacağı görüşünü dile
getirirken, uygulama sonrasında yüzde 80 dolayında kişi yasanın başarılı
şekilde uygulandığını ifade ettiler.
(Tablo 1 ve Tablo 2).
Tablo 1. Lokanta - kafelerde çalışanlar ve müşterilerin yasanın bazı uygulamaları konusunda görüşleri,
Ankara, 2009
Tablo 2. Lokanta - kafelerde çalışanlar ve müşterilerin yasanın bazı uygulamaları konusunda görüşleri,
Ankara, 2009
Bu konuya destek sağlamak bakımından da yasanın uygulanmasından önceki ve sonraki dönemde
meydana gelen bazı olumlu gelişmeleri ortaya koyan araştırmalar da
yapıldı. Bu çalışmalar ile restoran,
kahvehane, bar gibi ikram işletmeleriyle alış-veriş merkezi, kuaför salonu, butik, kuruyemişçi gibi çeşitli
yerlerde yapılan ortam ölçümlerinde
ortamdaki sigara dumanı miktarında
ciddi azalmalar olduğu gösterildi.
Kapalı ortamlardaki sigara dumanını soluma sonucunda uzun zaman
içinde kalp ve akciğer hastalığı, kanser gibi ciddi sağlık sorunları ortaya
çıkmaktadır. Ancak, sigara dumanı
solunması sonucu ortamda bulunan
kişilerde gözlerde sulanma, burun
tıkanıklığı gibi hemen ortaya çıkan
belirtiler de olabilir. Yasanın uygulamaya girmesini takiben, restoran ve
kafelerde çalışanlar arasında bu tür
yakınmaların azaldığı da araştırmalar
sonucunda ortaya kondu. Bu şekilde bu ortamlarda çalışanların yaşam kalitesi de yükselmiş
olmaktadır. Yapılan çalışmaların sonuçları medya ile de etkili şekilde
paylaşıldı. İletişim kanallarının etkili
şekilde kullanılması sonucunda medyanın konuya ilgisi arttı ve ülkenin
değişik yerlerindeki gazetelerde ve
televizyonlarda hergün konu ile ilgili yüzlerce haber yer almaya başladı.
Özellikle televizyonlarda yayınlanan
ve sigara kullanma sonucunda hastalanmış olan kişilerin yer aldığı programlar toplumda önemli etki yarattı.
Sonuç olarak Türkiye 2009 yılı
Temmuz ayından itibaren “TAM SİGARA DUMANSIZ” bir ülke durumundadır.
Türkiye’nin tütün kontrolü konusundaki başarılı çalışmaları uluslararası alanda da takdir topladı,
Başbakan ve Sağlık Bakanı ile TBMM
Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler
Komisyonu Başkanına Dünya Sağlık Örgütü tarafından ödüller verildi.
Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında en
başarılı ülkeler sıralamasında dördüncü sıraya yerleşti. Türkiye 2010
yılı itibariyle Tütün Kontrolü Çerçeve Sözleşmesi’nin uygulama rehberi
niteliğindeki MPOWER stratejileri
olarak belirlenmiş olan 7 temel stratejiden 5 tanesinde başarılı olarak
değerlendirildi. Bundan sonraki hedefimiz, bütün stratejilerin gereklerini yerine getiren bir ülke olmaktır. Bu
amaca ulaşmak için yasa uygulamalarının denetimi konusunda yaşanan
bazı eksiklerin giderilmesi yönünde
çabalar gösterilmektedir.
23
Doç. Dr . İbrahim TEK
Medicana Ankara Hastanesi
Sigara ve Etkileri
Sigara içmek, kişilerin kendi iradesiyle benimsedikleri bir davranış
biçimidir, bu nedenle erken ölümlerin en ”önlenebilir” nedeni denilebilir. Ülkemizde neredeyse nüfusun %
44’ü sigara kullanıcısı. Bu yüzden de
ülkemiz için en önemli toplum sağlığı sorunlarından biri sigara alışkanlığı olmaktadır. Sigarada bulunan nikotin, kokain ya da amfetamin kadar
güçlü bir uyarıcı maddedir. Sigara
tiryakisine sürekli sigara içme isteği veren şey de ‘Nikotin’ denilen bu
maddedir.
Sigara içimiyle içen kişide kalp
hızında artma tansiyonda yükselme
soluk alıp vermede hızlanma olur ve
bu etki ortalama yarım saat civarinda
kaybolur.
Bu, başlangıçta insana doping etkisi yapar. Bu nedenle sigara içenlerde nikotin ihtiyacı oluşmaya başlar
ve bu da bağımlılığa yol açar. Sigara, yaklaşık 4000 çeşit toksik madde
içermektedir. Bu maddelerin bazıları
ve vucudumuza etkileri şunlardır:
Nikotin; bağımlılık yapar, kalp damar rahatsızlığına yol açar, karbon
monoksit oksijenin alyuvarlara bağlanmasını bozar , oksijen düşüklüğüne bağlı yorgunluk yaparken arsenik,
hidrojen siyanür, DDT, benzen, vinil
klorur, krom nikel, polomyum, radon
kanserojen etkisi olan maddelerdir.
Sigara içerdiği maddeler nedeniyle
neredeyse tüm vucudumuza zarar
vermektedir.
Solunum yollarında meydana
gelen değişiklikler
Kronik bronşit ve alerjik solunum
yolları hastalığı riski solunum yollarındaki hücrelerin fonksiyonunun
bozulmasına bağlı olarak gelişir. En
Sigaraya alışmak kolay,
önemli zararı akciğer kanseridir. Akkurtulmak zor.
ciğer kanserlerinin % 90’ına yakını
sigaraya bağlı olarak gelişmektedir.
Bu nedenle sigaradan
Santral sinir sisteminde meydana
gelen değişiklikler.
korunmak yani sigara içmemek Her nefes sigara yaklaşık 100.000
beyin hücresini öldürür. Sigara içmesağlığımız için kendimize
ye devam eden kişinin zaman içinde
beyin damarlarında daralma ve tıyapabileceğimiz en iyi yatırım. kanmalar meydana gelir. Buna bağlı
olarakta felç gelişme riski artar. Karİçmeyelim içirtmeyelim.
bonmonoksit içeriğine bağlı yorgunluk hissi oluşur.
Medikal Onkoloji Uzmanı
24
Kalp ve Damarlarda meydana
gelen değişiklikler
Sigara erken damar takınıklığı
yapar hatta Burger hastalığı denilen
uzuv kaybına yol açan hastalık % 100
sigara ile ilişkilidir. Kanda kolesterol
seviyesini arttırır, hipertansiyona yol
açar. Kalp hızında artış ve kalp krizine yakalanma olasığını ateroskleroza bağlı arttırır. Sindirim sisteminde:
asit salgısını arttırmaya bağlı gastrit,
mide ülseri, duedonum ülseri, ağız.
dudak, yemek borusu, mide safra
kesesi, pankreas kanseri gelişmesi
ihtimalini arttırır. Üreme ve boşaltım
sisteminde cinsel isteksizlik, kısırlık
riskini arttırır, gebe kadınlarda düşük
yapma riskinde, erken doğum ve düşük doğum ağırlıklı bebek doğurma
ihtimalini arttırır. Ayrıca servix kanseri, mesane kanseri, böbrek kanseri
riskini arttırır. Bunun yanı sıra saçlarda çabuk dökülme cilt renginde
soluklaşma, erken kırışıklık, selülit,
tırnaklarda çabuk kırılma dişlerde ve
parmaklarda sararma gibi yan etkileri de mevcuttur. Bu olumsuz etkiler
aktif içiciler kadar olmasa da başkalarının içimine bağlı olarak maruz
kalınan pasif içicilik durumunda da
oluşabilir.
Sigara içiminin bırakma süresiyle
azalacak olumsuzluklar kısaca şunlardır; 20 dakika sonra kan basıncı
ve vucut sıcaklığı düzelmeye. 8 saat
sonra kandaki karbon monoksit düzeyi normale inmeye başlıyor. 24
saat sonrasında kalp krizi riski azalmış oluyor. 3 ay içerinde de kan dolaşımı iyi yönde düzelmeye başlıyor,
akciğerlerin fonksiyon kapasitesi %
30’a varan oranda artıyor. 1-9 ay içinde öksürük, sinüslerdeki tıkanıklıklar,
bitkinlik ve nefes darlığı azalıyor; 1
yıl sonra kalp-damar hastalıkları riski, sigara içen kişilerin yarısına iniyor.
5 yıl sonra felç riski, sigara içmeyen
birininkine eşit duruma geliyor. 10
yıl sonra akciğer kanserinden ölme
riski, sigara içmeye devam eden birisinin yarısı kadar oluyor. Ağız, gırtlak, yemek borusu, mesane, böbrek
ve pankreas kanseri riski azalıyor. 15
yıl sonra kalp-damar hastalıklarına
yakalanma riski, sigara içmeyen birininkine eşit duruma geliyor.
Gıda Tarım ve Hayvancılık
Bakanı
M. Mehdi “Hepsinden Yiyorum ama
Eker
Hepsini Yemiyorum!”
Osman GÜZELGÖZ
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanımız M. Mehdi Eker
ile aramızda uzun yıllara, sevgi ve saygıya dayanan özel
bir dostluk var. Yaşça benden çok büyük değil ama ağabey-kardeş gibiyiz. Birçok nedenle ben O’nu seviyorum
ve saygı duyuyorum. Bir kere hemşehriyiz; ben Urfalıyım, kendisi Diyarbakırlı. Kişiliği, duruşu, geçmişi, edebiyat ve şiire olan yakın ilgisi ve bu konulardaki derin
bilgisi, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç sevgisi yakınlığımızın ana unsurları. Türk Sanat ve Türk Halk Müziğimizin
bütün nüanslarına hâkim olması da önemli benim için.
Sayın Bakanın Medeniyet Tasavvuru diye çerçevelediği yaşam felsefesi de bizi ortak noktalarda buluşturuyor. Kendisi çok başarılı bir Bakan. İşini titizlikle ve büyük
bir hizmet aşkı ile yapıyor. Zaman zaman bir araya gelip sohbet etme fırsatı bulduğumuzda bizim konumuz
daha çok şiir ve Sezai Karakoç oluyor.
Sağlık ve İnsan Dergisi için bu söyleşiyi Bakanlıktaki
makamında bir akşamüzeri yaptık. Son randevu bizimdi. Giderken merakını ve koleksiyonunu bildiğim için
kendisine bir tespih götürüp armağan ettim. Sohbet boyunca elinden bırakmadı.
Tespihleri, dini motifleri, özellikle çocukluğunun Diyarbakır’ını, Necip Fazıl’ı, Sezai Karakoç’u, Mehmet Akif’i
konuştuk. Çok uzun ve ilginç bir röportaj çıktı ortaya.
Mecburen biraz kısaltarak sizlere sunmak durumunda
kaldım.
Doğup büyüdüğü belde olan Ziyaret Tepe’yi,
Diyarbakır’ı, gençlik yıllarını aktardığı ve bir hastası ile
ilgili yaşadıklarını anlattığı bölümleri dikkatinize ayrıca
sunuyorum.
Başta Sayın Bakan olmak üzere, Basın Müşaviri
Gürbüz Öztürk ve Özel Kalem Müdürü Volkan Mutlu
Coşkun’a ilgi ve destekleri için teşekkür ediyorum.
26
Sayın Bakanım sohbetimize elinizdeki tespihle
başlasak! Bir röportajınızda tespih kullanımının
Budizm’den geldiğini söylüyorsunuz. Mistik bir yanı
var. Sabır anlamında mı sadece yoksa virtle ilgili bu?
MEHDİ EKER- Virt var, konsantrasyon
var. Zaten konsantrasyon ile zihin dağıtma aslında aynı şeydir, aynı köke
tekabül eder. Duygunun kaynağı
aynı.Yani ne zaman rahatsız olursunuz? Zihninizde aynı anda birden fazla fikir oluşunca. Onlar sürekli çarpışır
zihninizde ve siz sürekli bir muhasebe yaparsınız, konsantre olamazsınız.
Aşkla nefret ilişkisi gibi. Arapçadaki
sarf ve tasarruf gibi.
Budizm bir öğreti, ama spritüel bir
öğreti. Esası, zihin ve beden disiplinine dayanıyor, yani zihnin ve bedenin
disipline edilmesinin çeşitli formlarla,
ritüellerle yapılması. Semavi dinleri
etkilemiş bu. Ben, çok önceden üniversite yıllarında tespihin ve takkenin
menşeinin İslam öncesinden gelen
inançlarda olduğunu biliyorum.
Sadece tespih değil yani! Takke de mi var?
MEHDİ EKER- Evet. İkisinin de Müslümanlığa sonradan girdiğini biliyorum, 1976 yılında öğrendim. Lakin,
bunun biraz daha formel olarak neye
tekabül ettiğini, nasıl geliştiğini daha
sonraki hayatımda gördüm. Örneğin,
2005 yılında Şanghay’da bir Budist
tapınağını ziyaret ettim. Orada öğrencilerin, rahiplerin ellerinde tespih,
üstlerinde cübbe, kafalarında takke
gördüm. Bana hiç bana yabancı gelmedi, hiç yabancı gelmiyor. Tespihle
ilgili birkaç şey daha gördüm; mesela
Yahudilerdeki takke, kipa, yine Hıristiyanlarda, özellikle Katoliklerde takke,
bir de Katoliklerde ve Ortodokslarda
tespih var, papazların elinde var, hatta imamelerin yanında çarmıha gerilmiş Hazreti İsa figürü var. Yahudilerde de var tespih. Demek ki takke ve
tespit gibi bazı ritüeller Budizm’den
bir şekilde Yahudiliğe, oradan Hıristiyanlığa, oradan da Müslümanlara
geçmiş. Çünkü bunlar Tanrı ve ibadet
kavramı çerçevesinde oluşan ritüeller. Çok böyle hayretimi mucip oldu,
birçok şey yerli yerine oturdu. Bunları
kamuoyunun önüne çıkar söylersem, bunu insanlar anlayamayacak,
insanlar bunu anlayamayınca yanlış
değerlendirecekler.
Elifba yazmıştı. O Elifba’nın başında
da şunlar yazılı idi: “Ya Allah, Ya Fettah, Ya Rezzak, Ya Âlim”. Bu önemli
sıfatlar, bunlara sığınıyorsun; Allah,
Fettah, Rezzak ve Âlim.
Sayın Bakanım, siz 7 kardeşin beşincisi olarak
Diyarbakır’da dünyaya gelmişsiniz. O zaman sosyolojik, etnik ya da dini bakımdan, manevi hassasiyetler açısından nasıl bir Diyarbakır vardı? Mesela
siz 4 yaş, 4 ay, 4 günlükken Kur’an eğitimine başlamışsınız…
Okula nerede başladınız?
MEHDİ EKER- Evet. 4 yaş, 4 ay, 4
günlük iken Kur’an-ı Kerim eğitimine başladım, Elifba ile ve şu duayla
başladım: “Rabbi Yessir vela Tuessir,
Sehhil Aleyna bi Fadlike ya Muyessir. Rabbi Zidni İlmen ve Fehmen ve
Temmim Lena bil Hayr.” Şimdi bu dua
bir eğitime başlamak için çok anlamlı; “Allah’ım, kolaylaştır zorlaştırma.
Fazlınla… Ey Kolaylaştırıcı, fazlınla
benim için bunu zorlaştırma ve kolaylaştır. Allah’ım, ilmimi, kavrayışımı
arttır ve beni hayırla tamamla, hayra
tamamla.” Bu benim ilk öğrendiğim
dua. Babam kendi el yazısı ile bana
Allah’tan Rızık olarak sizin için ilim istenmiş
demek ki.
MEHDİ EKER- Evet, anlamı bu, altında bu var. Şimdi 4 yıl, 4 ay, 4 günlük
iken bizi bu dua ve Allah’ın bu sıfatları ile başlattılar. Bu şu demek: Ben
6-6,5 yaşındayken ilkokula başladım.
İlkokula geldiğimde Kur’an-ı Kerim
okumasını biliyordum, belli bir mesafe kat etmiştim, okuyabiliyordum,
zihnim açıktı öğrenmeye.
MEHDİ EKER- Ben ilkokulu bir nahiye merkezinde okudum. O zaman
en fazla 2 bin nüfusu olan bir yerdi.
Bir nahiye müdürü, bir nüfus memuru vardı, bir ilkokul vardı iki derslikli.
Burası Dicle Nehri kıyısında bir ova.
Tarihi bir yer aynı zamanda. Yukarı
Mezopotamya’daki höyüklerden birisi. İnsanların çoğu ziraatla uğraşırdı.
Ne ilçeye, ne ile yolu yok, ham yol. En
yakın ulaşım vasıtası köprü olmayan
bir Dicle Nehri’ni geçip 4-5 kilometre yürüyorsun, tepeyi tırmanıyorsun.
5 kilometre, 1 saat yaklaşık yürüyüş
mesafesinde. Ondan sonra oradan
Kurtalan’a giden tren hattı geçiyor.
Bunun gününü saatini bilirsen onunla Diyarbakır’a ya da Batman’a gidersin. Bizim ilçe merkezimiz Bismil.
Batman’a giden tren içinden geçiyor.
27
O zaman sizin beldede elektrik yok değil mi?
MEHDİ EKER- Hayır hayır! Yok tabii!
Gaz lambasıyla, 3 numara, 5 numara gaz lambası vardı bizim evimizde.
Sonradan lüks lambası ve tüp gaz
gelişti. Tüp gaz, 1970’ten sonra geldi
beldeye. Dükkânların önünden geçiyorum, uzun beyaz floresan lambaları duvarlara asmışlar, duvarda ışıklar
müthiş bir şey, yani çok güzel bir şey.
Onur Palas Otele geldik. Diyarbakır’ın
o zaman Dörtyol’da en lüks otellerinden birisi. Amcamın oğlu orada çalışıyordu.
Hangi yıldı bu?
MEHDİ EKER- Sene 1967, iyi hatırlıyorum. Otelin bir tane müşteri oturma salonu var. Böyle ışıklar falan
müthiş yani. Otelin hemen yanında
bir otobüs ve taksi terminali var. O
Chevroletler var ya 62 Chevroletler.
Urfa-Siverek gidip geliyorlar, yolcu
taşıyorlar. Simsar ikide birde “UrfaSiverek, Urfa-Siverek” diye bağırıyor. Adamın sesi kulaklarımda hala
şimdiki gibi. Ondan sonra şehrin
kebapçısına gittik akşam. Orada lüle
kebabı yedik. Gece orada Doğu Palas
Oteli’nde yattık yani onu çok iyi hatırlıyorum, 2 gün kaldık.
Diyarbakır o zaman da tarihi kimliği olan güzel ve
önemli bir şehir…
Bir ortaokul var o zaman Bismil’de, bir
de ilkokul. .
Siz kaç yaşında Diyarbakır’ı gördünüz?
MEHDİ EKER- Ben Diyarbakır’ı ilk
gördüğümde 10 yaşındaydım. Bir
kamyonun kasasında bir grup yolcuyla birlikte bir bahar günü gittik
Diyarbakır’a. Bismil istikameti boyunca gidiyorsun Çınar’a doğru, MardinDiyarbakır asfaltına çıkıyorsun, sonra
oradan önce Çınar, sonra Diyarbakır.
10 yaşındaydım ve bugünkü gibi
gözlerimin önünde. Diyarbakır nasıl
bir yer? Ben Diyarbakır’ı göreceğim.
Müthiş bir heyecan. Benim oldum
olası içimde büyük bir coğrafya, atlas, harita merakı vardır, evren merakı
28
vardır. Yani varlık olarak kendi varlığım itibariyle nasıl bir yerde yaşıyorum, ben neredeyim, diğer mahlûkat
nerede, onlar ne yapıyorlar, nerede
yaşıyorlar, nasıllar, iyiler mi? Bunun
merakını hep hissettim içimde. Bunun için Diyarbakır’ı görmek benim
için çok çok önemliydi. Geldik önce
Çınar görüldü. Kamyon Çınar’ın içinden geçecek, uzaktan gördüm. Bir an
şöyle bir baktım büyük bir yer, yani
Ziyaret Tepe’ye göre bayağı büyük bir
yer. Kiremitli binalar falan. İçimden,
bu kadar küçük olamaz, çok daha büyük bir yer olmalı falan diyorum. Sonra baktım ki, burası Diyarbakır değil.
Ondan sonra geldik Diyarbakır’a. Tabi
Diyarbakır’ın beni ilk çarpan tarafı bir
kere her yer ışıl ışıl.
MEHDİ EKER- Şehir ve muhteşem bir
şehir, öyle böyle değil, çok güzel bir
şehirdi. Hem çok bakımlı, hem çok
temiz… Suriçi var, Suriçi’nde işte eski
evler, o Gazi Caddesi, Dörtyol’a kadar
İzzetpaşa Caddesi, İnönü Caddesi,
Dağkapı, Sur’un dışında Yenişehir
bölgesi ve Yenişehir bölgesinde de
yapılaşma çok iyi, yeni binalar yapılmış, 2 katlı, tek katlı, bahçe içerisinde
evler falan... 2 gün benim için böyle
rüya gibi geçti. 1 sene sonra bir daha
gittim Diyarbakır’a fotoğraf çektirmeye, ilkokulu bitireceğiz, diploma için fotoğraf çektireceğiz. Bizim
Mahmut ağabey beni Foto Şen diye
bir fotoğrafçıya götürdü, fotoğrafımı
çektirdi, bir önlüklü, bir de senin önlüksüz fotoğrafını çekelim dedi.
Siz Türkçeyi de okula başladıktan sonra öğrenmişsiniz.
MEHDİ EKER- Tabi tabii. Türkçeyi
okulda öğrendim, öğrenmeye çok
açıktım. Çünkü 4 yıl, 4 ay, 4 günde
Kur’an-ı Kerim eğitimine başlamıştım. Neticede Arapça bir lisan ve onu
sadece yüzünden okumakla kalmıyorsunuz, harfleri, bağlantıları, sesleri
öğreniyorsunuz.
Peki, artık yol da yapıldı, köprü de yapıldı, doğduğunuz, büyüdüğünüz köye gidiyor musunuz?
MEHDİ EKER- Tabi canım, cuma
günü oradaydık. Dicle’nin kıyısına
gittik oturduk, Dicle kıyısında ilkokul
arkadaşlarımla birlikte sohbet ettik.
Sonra bize oğlak falan getirdiler, onları sevdik orada; çok güzel, hoş bir
şeydi.
Ortaokulu Diyarbakır merkezde okudunuz.
MEHDİ EKER- İlkokulu bitirdik, ortaokula gideceğiz, ama beldede ortaokul yok! En yakın ortaokul Bismil’de,
Bismil’e gidip gelme imkânı yok! Dahası, Bismil’de kalacak yer yok. Yani
sana bir ev tutulması lazım, birinin
gelip yanında durması lazım, 11-12
yaşında gideceksin, olabilecek bir
şey değil o şartlarda. Hem onu maddi olarak karşılama imkânı yok, hem
fiziki olarak öyle bir imkân yok. Geri-
ye Diyarbakır seçeneği kalıyor. Zaten
Bismil hiç kafamda yok, yani benim
gözüm büyük yerde. O arada dediler ki, imam hatip okulu var ve yatılı
olacak. Biz gittik sınava girdik, fakat o
sene bir karar almışlar, Diyarbakır’dan
hiç öğrenci almadılar, dışarıdan aldılar. 1 sene okula gidemedim, o yıl
ilkokuldan sonra ara verdik. Babam
rahmetli bana Arapça Nihayet-ütedrib diye manzum yazılmış bir fıkıh kitabı okuttu.
Şimdi sizin şiire olan yakınlığınızın köklerini, geçmişini bulduk işte! Yani bu aradaki boşluk senesi şiirle, hem de manzum bir fıkıh kitabı okuyarak geçti
demek!
MEHDİ EKER- Babam mesela diğer
ağabeylerime bunu yapmamış, onları doğrudan medreselere göndermiş,
çünkü okul yokmuş o zaman. Ama
bana kendisi 1 sene ders verdi. Tabi
babamın öğretmesi de hem ağır bir
sorumluluk, hem çok iyi öğretiyor...
Rahmetli babanız bugün “Melle, Müderris” olarak
bilinen görevi icra ediyor değil mi o zaman?
MEHDİ EKER- Tabii, öğrenci öğrenci
olduğunda onlara ders veriyor. Bana
da o ders verdi. Ben o sene başka ki-
taplar falan da okudum, belki işte benim edebiyatla tanışıklığım o yıl oldu.
Mesela o yıl radyodan radyo tiyatrolarını, edebi eserleri, müzik dinlemeye başladım. Türk Sanat Müziğiyle o
yıl tanıştım. Beni Türk Sanat Müziğiyle tanıştıran ilk şarkı, böyle dikkatle
dinleyip kavradığım, bu ne güzel bir
şey dediğim şarkı, Amir Ateş’in segâh
şarkısı; “Ben seni unutmak için sevmedim / Gülmen ayrılık demekmiş
bilmedim / Bekledim sabah akşam
yollarını / Ölmek istedim, bir türlü
ölmedim / Aşk bu mu, sevda bu mu,
hayat bu mu / Kalp acı, dünya hüzün,
göz yaş dolu…” Bunun makamının
segâh olduğunu ondan sonra öğrendim. Sonra Şekip Ayhan Özışık’ın
bir-iki hicaz şarkısını öğrendim ve
hicazı, sesini, makamları anlamaya
başladım. Bunları bütünüyle böyle
dinleyerek kulakla ve bilgiyle, ezberle artık her şeyini biliyorum. Mesela
“Açık bırak pencereni, örtme perdeyi
bu gece”, Şekip Ayhan Özışık’ın şarkısı… Türk sanat müziğiyle o sene böyle tanıştım. Sonra edebiyat kitapları,
çocuk klasikleri vesaire, o senem öyle
geçti.
O sene çok yürüdüm, yani bütün
o bayırları, bütün Dicle’nin kıyılarını...
29
Tek başıma. Düşünün yani, 11 yaşında çocuk tek başına dolaşıyor, ama
sürekli zihninde bir şeyler var... Hiçbir
zaman hiçbir şekilde ümitsizliğe kapılmadım asla! Bir tek saniye bile okul
okuyamayacağım gibi bir düşünceye
kapılmadım. O yıl ben üniversitede okuyacağıma inanıyordum, yani
benim kafamda, zihnimde tasavvur
vardı, kavram olarak üniversite. Ben
üniversite okuyacağım ve bundan
zerre kadar şüphem yok. Biri bana
dese ki, iyi de sen nasıl okuyacaksın?
Nereden çıkardın, kim dedi, nerede
okuyacaksın, hangi parayla, hangi
destekle? Bilemem, ama ben okuyacağım, bunun ötesi yok!
O arada sorduk soruşturduk, dediler ki, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün
Diyarbakır’da bir orta tahsil talebe
yurdu var, sınavla öğrenci alıyorlar
yurda. Yurt yemek veriyor, bir de yatak, okula gidiyorsun. Geldim, müracaat ettim, sınava girdim. Türkçe,
matematik sınavı, test değil! Yurt 450
yıllık falan o günkü tarih itibariyle. Diyarbakır valilerinden Hüsrev Paşa tarafından yaptırılmış bir cami ve medrese, Deliller Hanı’nın arka tarafında.
Sekizgen bir kubbe planı, bazal taştan, beyaz-siyah sıralı, avlu, avlunun
30
iki yanında revaklı eyvan, iki yanında
odalar, girişte sol tarafta 8 tane oda,
onlar yatakhane olarak kullanılıyor. O
revakların arasını camla kapatmışlar,
orayı mütalaa salonu yapmışlar. Hem
çalışma salonu, hem oturma salonu.
Yatak odalarının kapıları o salona açılıyor, küçücük, kubbeli. Benim yattığım odada 8 kişi yatıyor, 4 tane ranza,
ortada şu sehpa kadar bir boşluk var,
aradan ancak geçiyorsun. Kalorifer
yok, soba yok, banyo yok, caminin
tuvaletleri var, işte musluklar var cemaat için abdest alma yerleri, biz de
onları kullanıyoruz, oradan su içiyoruz, hatta çamaşırlarımızı da orada
yıkıyoruz; 64 kişi kalıyor yurtta, 8 oda,
8 kişi; 8 kere 8, 64!
O yurdun imtihanını kazandınız.
MEHDİ EKER- Mesudiye Medresesi
var, Ulucamii’nin kuzeydoğu köşesinde, Mesudiye Medresesi’nin üst katı
Vakıflar Bölge Müdürlüğü o zaman,
sınav sonuçları orada açıklanacak.
Hayatımda kadar hiçbir zaman o anki
kadar heyecanlanmadım. Kolay kolay heyecanlanmam aslında. Ama o
gün orada çok heyecanlandım. Şimdi gittim, üst kata çıktım, ama nasıl
o merdivenleri çıktım bilmiyorum.
Bir camekânlı bölme, pelür kâğıda
liste yapılmış kötü bir daktiloyla, listeyi asmışlar oraya, tabi boyum şu
kadar, ortalardan bir yerden baktım,
adımı arıyorum, bulamadım. Böyle
dizlerimden bir şey aktığını hissetim,
Dizinin bağının çözülmesi nedir orada öğrendim. Resmen vücudumdan
böyle bir elektrik akımı gibi böyle
aşağı indi. Bir daha bakayım kimler
var acaba, tanıdık biri falan var mı?
Bir de tepeye baktım, 1 numarada
benim adım var. Yine hayatımda o
ismimin 1 numarada yazıldığını gördüğüm andaki kadar hiçbir yerde
sevinmedim. O benim için hayatımın
bir dönüm noktasıdır. Şartlar kötü, fiziki şartlar çok kötü. Şimdi düşünüyorum, ben mesela oğlumu, kızımı öyle
bir yurda verir miyim? Bilemiyorum,
Allah imtihan etmesin. Ben o yurtta 7
sene kaldım. Ortaokulu ve liseyi orada okudum.
Babanızın bir küheylanı varmış köydeyken. Sizin de
atlara merakınız var. Zaman zaman da at biniyorsunuz. Bu ilgi ve merak o küheylandan mı geliyor?
MEHDİ EKERBabamın varmış
küheylanı, fakat ben yetişmedim,
görmedim. Bana kendisi anlatırdı.
Babam binermiş, çok da severmiş.
Siz iyi bir binici misiniz?
MEHDİ EKER- Yani iyi, kötü bilmiyorum ama fırsat buldukça biniyorum.
Mesela dün akşam da 40 dakika at
sürdüm yani.
At binmeyi bir spor olarak değerlendiriyorsunuz.
MEHDİ EKER- Tabi, at biniyorum, yürüyorum, şu anda yaptığım o, yürüyüş, at binmek, bir de fırsat buldukça
spor merkezinde kas, eklem hareketleri için ağırlık çalışıyorum, onun
dışında bir sporum yok, mesela yüzemiyorum, vakit bulamıyorum, ama at
biniyorum.
Siz Necip Fazıl Kısakürek’i ortaokulda Diyarbakır’da
bir konferans için geldiğinde görmüşsünüz.
MEHDİ EKER- 1969 Sonbaharı, Necip
Fazıl Diyarbakır’a geldi, o zamanki
adıyla Ziya Gökalp Kapalı Spor Salonuna. Necip Fazıl’ın tez konferansları
vardı böyle şiirsel isimleri olan, “Adı-
mız, Davamız, Manamız” , “Yolumuz,
Halimiz, Çaremiz” gibi, onlardan
birini vermeye geldi. Ben de gittim
onu seyrettim, dinledim. Şunu da
söyleyeyim: Bizim evimizde, ben
Tepe’deyken 2 tane dergi gördüm,
1967 yılında Büyük Doğu Dergisi’ni
gördüm... 68 yılında da Diriliş Dergisini gördüm.Rahmetli küçük ağabeyim
okuyordu. Büyük Doğu dergisini oradan biliyorum, sayfalarındaki karikatürleri, desenleri, oradaki polemikleri
falan. Lisede bir daha gördüm Üstat
Necip Fazıl’ı. Bu defa onu davet eden
grubun içerisindeydim. İşte ortaokul
birinci sınıftan itibaren de tabi bizim
yavaş yavaş bir dünya görüşümüz şekilleniyordu, o dönemin gereği. Kitap
okuyordum ve bizim gibi düşünen
insanlarla birlikte tabii bir medeniyet
tasavvurumuz vardı, o medeniyet
tasavvurunun gerektirdiği donanımı
sağlamaya çalışıyorduk. Bunun bir
tarafı edebiyattı, bir tarafı böyle etkinliklerdi, bir tarafı tiyatroydu...
Bir de Mehmet Akif sevgisi var yaşamınızda. Hatta
bu sevgi mesleğinizi seçmenize de vesile olmuş bir
anlamda.
MEHDİ EKER- Mehmet Akif ‘in bende iki temel etkisi vardır; birisi şairdir,
şiir etkisi, ötekisi de veteriner hekimdir Mehmet Akif. Genel Müdür
Muavinliğine kadar yükselmiş, yaklaşık 20 yıl memuriyet yapmış Tarım
Bakanlığı’nda. Veteriner Hekim olarak Güneydoğu’ya gitmiş, Hilvan’da
uzun süre kalmış. Mehmet Akif’in
bende bıraktığı en önemli tesirlerden birisi: Çok mazbut bir şahsiyet,
yani muhteşem bir şahsiyet, düzgün,
pürüzsüz, böyle cetvel gibi bir adam.
Aynı zamanda spor aktiviteleri yapar,
iyi yüzücü, iyi at biner vesaire, aynı
zamanda şair, edip, aynı zamanda
İslamiyet’i çok iyi bilen, tefsir yapacak kadar bir âlim, lisanlara vakıf, yani
Arapça, Farsça, Fransızca vesaire, bir
de muhteşem mazbut bir şahsiyet.
Bende onun çok tesiri var.
Kendinizin veya ailenizin sağlığıyla ilgili unutamadığınız, dramatik bir şey var mı?
MEHDİ EKER- Çokkk! Çok uğraştım
öyle şeylerle. Mesela 1988 yılında
Diyarbakır’ın bir köyünden, dayımın oğlu hastalanmıştı, Ankara’ya
31
getirdiler. 15-16 yaşında falan. Çocuğun kalp kapakçıkları çürümüş,
tedavi olmamış, imkânsızlık falan.
Çocuk ağırlaşmış, karaciğer şişmiş,
dalak bilmem ne olmuş, çocuk artık
hiçbir pozisyonda duramıyor, bu halde ve Ankara’ya getirdiler. Babasının
da sosyal güvencesi yok, şimdiki gibi
ne yeşil kart uygulaması, ne başka bir
şey. Getirdiler Ulus’ta bir otele, beni
aradılar, ben gittim, baktım, aldım
eve getirdim. O gece sabaha kadar
bu çocuğun öleceğinden korktum
ve uyumadım. Sabaha kadar çocuk
ne uyudu, ne uyuttu, sürekli inliyor.
Sabahleyin ben önemli bir toplantıya
gideceğim, eşim hastayı Yüksek İhtisas Hastanesi’ne götürdü, Çocuğu
muayene ediyorlar. Çocuk sedyede.
Diyorlar ki, bunun derhal yatması lazım ama biz yatıramayız, siz bunu buradan başka bir hastaneye götürün
yatırın, ondan sonra takip edin falan.
O zaman da bu tür kalp ameliyatları
tek Yüksek İhtisasta yapılıyor. Neyse
ben toplantıdan çıktım, geldim hastaneye, sordum, dediler ki böyle böyle. Gittim başasistanı buldum, yok
dedi, mümkün değil. Bu kadar bana
kâğıt gösterdi, bunların hepsi sıra
bekliyor, ben bunu mümkün değil
yatıramam dedi. Önce çocuğun acile
bir yere yatırılması lazım, acile yatırın.
Yok. Ondan sonra, olurdu olmazdı,
-bu çok önemli bir şey söylediğimbaktım içim el vermiyor, çocuk sedyede orada yatıyor meydanda, dışarıda yatıyor.
Önce klinik şefinin sekreterine
gittim, muayenehanesinin telefonunu istedim. Bana verdi telefonunu.
Ben de çıktım koridordan jetonlu
telefonla muayenehanyi aradım. Dedim ki, hasta getireceğim ben, randevu istiyorum. Klinik Şefi getirin dedi.
Ben çocuğu hemen hastaneden aldım, taksiye bindirdim, götürdüm.
Çocuğu sırtladık, bindirdik asansöre
çıkardık en üst kattaki muayenehaneye. Bunu muayene etti, derhal yatırılması lazım dedi. O arada telefon
açtı o başasistana, hasta gönderiyorum, yatırın dedi. Götürdük hastaneye yatırdık. Şimdi esas hikâye ondan
sonra başladı. Buraya kadar bir şey
değil, bir kere bunu artık bir hastanenin içine koyduk, hastanenin içinde
ölmekte olan bir çocuk ve hastane.
Dediler ki, şimdi bu çocuğun sosyal
güvencesi yok, bunun parasını kim
verecek? Babası fakir, sigorta migorta
yok. Dediler ki, o günün parası ile 13
milyon lira para lazım.
32
Bununla ben çok uğraştım, o
çocuğu ameliyat ettirdim, Sosyal
Yardımlaşma Dayanışma Fonu’ndan
para buldum. Cemil Çiçek Bey Sosyal
Yardımlaşma Dayanışma Fonu’ndan
Sorumlu Bakandı o zaman. Benim de
bir arkadaşım vardı, o arkadaşım sağ
olsun çok yardımcı oldu. Allah razı olsun ondan, sonuçta o parayı çıkarttırdı, çocuk ameliyat oldu. Uzun, acı ve
tahammül edilmesi zor bir olaydı.
zaman biz bu denetimlerde birtakım
olumsuz örneklerle karşılaşıyoruz,
onlarla ilgili de gerekli cezalar veriliyor. Ama bu yediğimiz, içtiğimiz her
şeyin problemli olduğu veya sağlıksız
olduğu manasına asla gelmez.
Sağlık sistemi ile ilgili bugüne baktığınızda neler
hissediyorsunuz?
MEHDİ EKER- Yok yok, o zaten doğru
değil. Burada endişelerin en önemli
nedenlerinden birisi bu alanda “bilenlerden” daha çok “bilmeyenlerin”
konuşuyor olmasıdır. Dikkat edin, piyasada gıdayla ilgili, sağlıkla ilgili, hijyenle ilgili konuşanların mesleklerine
bakın, gıdanın kendisinin uzmanı
olan veya tarımın kendisinin uzmanı
olan insan sayısının çok az olduğunu
görürsünüz. Böyle olunca da enformatik kirlilik oluşuyor.
Hadise şu: İnsanoğlu kâinatta
yaratılan bütün nimetlerin hepsinin
bir şekilde bir fonksiyonu olduğunu
bilmeli. Hepsinin mutlaka bir faydası var. Ancak şunu unutmamamız
lazım: Biz neticede beden olarak bir
MEHDİ EKER- Hiç kıyas falan kabul
etmez bir şey. Bugün için Başta Başbakanımız olmak üzere Sağlık Bakanımıza ve Sağlık Bakanlığımıza ne kadar teşekkür etsek az, çünkü bugün
çok farklı. Biz bugün hiç tanımadığımız, hiç bilmediğimiz insanlar, işte
falan köyden bir kadın doğum yapacak, ambulans helikopter gidiyor
veya ambulans uçak gidiyor, alıp getiriyorlar, tedavisini yapıyorlar, ameliyat ediyorlar, ne bir kuruş para, ne bir
kuruş bir şey. Bugün Türkiye çok farklı
yerlerde.
Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı olarak Mehdi Eker
ne yiyor? Mesela bugün ne yediniz?
MEHDİ EKER- Bugün kepekli ekmek,
yoğurt, salata yedim ve meyve yedim.
Kendinize özen gösteriyorsunuz. Bu hep böyle mi?
MEHDİ EKER- Ben önüme Allah ne
gönderdiyse nimet olarak hepsini
yerim. Ama şöyle: Hepsinden yerim,
ama ölçülü yerim. Hepsinden yerim
ama hepsini yemem.
Biz bu söyleşide Bakanlıkla ilgili bir şey sormamayı
düşündük ama Sağlık ve İnsan Dergisi olduğu için
sadece gıda güvenliğiyle ilgili bir şey soracağım.
Bizim çarşıda, pazarda aldığımız, yediğimiz gıdalar
ne kadar güvenilir? Gıda güvenliği deyince bizim
pratikte anlamamız gereken nedir?
MEHDİ EKER- Şöyle söyleyeyim:
Gıdalarımız güvenli. Türkiye’de bizim şu anda uygulamakta olduğumuz regülâsyonlar, düzenlemeler bütünüyle Avrupa Birliği’nin
regülâsyonları. Dolayısıyla bu manada gerek denetim yapmak, gerek
üretim izni, gerek ithalat kontrolleri
konularında Türkiye inanılmaz mesafe katetti. Bunu kesinlikle gönül
rahatlığıyla söyleyebiliyoruz. Zaman
Belki biraz daha fazla ön plana getirilip speküle edildiği için sanki kamuoyunun böyle bir algısı oluşuyor.
Bu söyledikleriniz onu en azından doğru zemine
oturtacak...
organizmaya sahibiz ve bu organizmanın bir hacmi var, bu hacmin bir
ihtiyacı var. Biz eğer neye ihtiyacımız,
ne kadara ihtiyacımız olduğunu bilebilirsek ve her şeyden, yani ne varsa
ondan ihtiyacımız ölçüsünde yemesini öğrenirsek, yani bunu bir hayat
tarzı haline getirebilirsek öyle inanıyorum ki, kilo problemi yaşamayız
asla ve sağlıklı bir şekilde besleniriz.
Önemli olan bunu bir hayat tarzı haline getirmek.
Sizinle konuşurken Sezai Karakoç’tan bahsetmemek
mümkün değil. Sezai Karakoç Mona Roza şiirinde
“En güzel şarkıyı bir kurşun söyler” diyor. Sizce ne
anlamamız gerekiyor bu mısradan?
MEHDİ EKER- Herkes ne anlaması gerekiyorsa onu anlaması lazım.
Modern şiir çok açık bir şiir değildir,
didaktik şiir değildir. Birtakım alegoriler, semboller vardır, ama bunun bir
tek anlamı yok. Ben o şiiri 19 yaşında yazılmış büyük bir destan olarak
görüyorum. Zaten Sezai Karakoç’un
aslında şiirde ne kadar önemli bir
köşe taşı olduğunun habercisi o şiir.
Çünkü orada hem yerel motifler var,
bölgesel motifler var. Mesela diyor ki,
“Kurşunlar sıkılır göklere doğru.” Bir
yerinde “Serçe yavruları havada titrer” diyor. Birçok sembol, birçok motif, birçok anlam var.
Sezai Karakoç için “Bir Medeniyet Tasavvuru var” diyorsunuz. Bu tasavvurun sözün gücü ile birleşmesi
midir sizi Sezai Karakoç’a yakınlaştıran, kaynaştıran?
MEHDİ EKER- Şüphesiz. Yani olay
sadece kişisel duygulanma değil, aslında o bir medeniyet dili inşa ediyor,
bir çığlıktır, bir haykırıştır. Biz insanın
evrensel birçok probleminin deşildiğini görüyoruz onun şiirlerinde. Tabii
ilk dönem şiirleri Körfez, Şah Damar,
Sesler, buralardaki şiirlere baktığınız
zaman çok farklı, o günkü ikinci yeni
diye tabir edilen şiir akımının geliştiği
ve çok gözde olduğu bir süreçtir. Orada birtakım semboller, motifler var.
Arkasından kendi duyuşunu, kendi
medeniyet tasavvurunu ki o bunu diriliş düşüncesi ve felsefesi olarak tarif
ediyor, bunları işliyor bu defa. Mesela
Hızırla 40 Saat’te aslında bulunduğumuz çağı, Müslümanları, İslam topluluğunu, evrensel ihtiyaçlarından
ve onun o İslam düşüncesi tasavvu-
rundan yola çıkıp bunu Hızır’la bir
söyleşi gibi, Hızır’ın ağzından ifade
gibi anlatıyor. Hızırla 40 Saat’in içinde “Kadının üstün olduğu, ama mutlu olamadığı günlere geldim. Bunu
bana söylemediniz.” diyerek modern
zamanlara gönderme yapıyor. Mesela başka bir şey söylüyor yine aynı
şiirde, “Hükümdarın hükümdarlığı
için halka yalvardığı, ama yine de eşsiz zulümler işlediği günlere geldim.
Bunu bana öğretmediniz.” Kendi
geliştirdiği bir estetikle, kelimelerin
sesleriyle, onların ritmiyle, onların
müziğiyle, onların armonisiyle şiirler
meydana getiriyor.
Sezai Karakoç değeri anlaşılmamış, görmezden gelinmiş belki de
ideolojik sebeplerle kıymeti bilinmemiş büyük bir şair ve mütefekkir.
Bana göre Sezai Karakoç bu manada
büyük bir şair olarak biraz görmezden gelinmiş, en azından görülmesi,
üzerinde durulması gerektiği kadar
durulmamış bir şairdir. Hayatta ve
yaşıyor, kendisine Allah’tan sağlıklı
uzun ömürler diliyorum. Türkiye’nin
edebiyatında da, şiirinde de sanatında onun kazandırdığı çok önemli
eserler var.
33
34
Sezai Karakoç “Memnunluk ilkesinin temeli sevinçtir, ama yaşama sevinci değil yaşatma sevincidir.”
diyor. Sizin, hükümetin siyaseti ve hizmetlerini bu
perspektiften icra ettiğini söyleyebilir miyiz?
Bu nedenle bu konuyla ilgili daha
çok diğerkâm olmak mecburiyeti var,
yani hotgam değil diğerkâm olmak
mecburiyeti.
MEHDİ EKER- Öyle görüyorum, yani
gerçekten öyle görüyorum. Mesele
şu: İnsan, başkalarının elinden, dilinden, uygulamalarından zarar görmediği, fayda gördüğü kişidir; öyle
olması lazım. Dolayısıyla da bu siyasi
faaliyet de aslında bu manada toplumsal sorumluluğu son derecede
ağır ve yükümlülükleri olan bir saha.
Kendinden çok başkaları için yaşamak gibi.
MEHDİ EKER- Tabii. Başkalarına dönük bir tarafı olmalı. Diğerkamlık hakikaten çok önemli, eğer diğerkam
olursa daha çok empati de yapabiliriz, yani o da bize çok katkı sağlar.
Tabi onu yaptığımızda bu defa bizi
daha kolay iletişim kurabilen, daha az
kavga eden, daha rahat anlaşılabilen
bir duruma getirir.
Siyasette de bunun tatbik edilmesi, uygulanması bizi birçok sahada
olduğu gibi politik çekişme ve çatışmalardan da uzaklaştırır.
O zaman siyaset tavrına ve fonksiyonuna ulaşır.
Çok teşekkür ediyoruz, zahmet verdik size.
MEHDİ EKER- Ben teşekkür ediyorum. Zevk aldığım güzel bir sohbet
oldu.
Yeni Anayasada Sağlık
Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Farabi Hastanesi Başhekimi
Y
eni Anayasanın yazımı aşamasına geçildiği bugünlerde bir
hekim, bir sağlık yöneticisi,
bir akademisyen ve bir yazar olarak,
inandığım ve savunduğum aşağıdaki
temel ilkelerin Anayasanın sağlıkla
ilgili maddelerinde vurgulanması gerekliliğini TBMM ve kamuoyumuz ile
paylaşmak istiyorum.
Şöyle ki:
• Anayasamızda her bireyin SAĞLIK
HAKKI’na sahip olduğu vurgulanmalıdır.
• Her bireyin sağlıklı doğup, sağlıklı
kalabilmesi; sağlığını koruyup geliştirebilmesi; daha sağlıklı bir dünyada
yaşayabilmesi; hastalık veya sakatlığın oluşması durumunda, kaybettiği
sağlığını en kısa zamanda, mümkün
olabildiğince en yüksek seviyede, en
konforlu ve saygın bir biçimde geri
alabilmesi; bu mümkün olamadığında ise, hastalığına karşın yaşam
kalitesini koruyabilmesi; bu da elde
edilemezse insan onuruna yakışır
biçimde ölebilmesi için gereksinim
duyacağı her türlü destek ve hizmete
kolayca ulaşabilmesinin önünü açık
tutacak tedbirlerin alınacağı ve sağlık
hakkıyla ilgili evrensel standartların
uygulamaya geçirileceği vurgulanmalıdır.
• Bireylerin Sağlık Hakkını kullanabilmeleri için Devletin, neslin korunması, doğal çevrenin korunması, gıda
güvenliği, trafik güvenliği, radyasyon
güvenliği, iş ve çalışma güvenliği, iş
bulma ve yeterli gelir elde etme, dengeli beslenme, uygun barınma koşulları, zararlı alışkanlıkların kontrolü,
koruyucu hekimlik ve aşılama; kapsamlı ve ulaşılabilir sağlık hizmetleri,
eğitim, sağlık eğitimi ve danışmanlığı
gibi konularda gereken tedbirleri alacağı ve vatandaşları için eşit fırsatlar
oluşturacağı vurgulanmalıdır.
• Sağlık hizmetinin, hastalara hakkaniyetle ve onurlu bir biçimde sunulacağı vurgulanmalıdır.
• Kişisel güç ve imkânlarına bırakıl-
maksızın, her hastanın, ihtiyacı olan
sağlık hizmetine kolayca ulaşabilmesi ve olabildiğince sağlığına kavuşabilmesi için gereken toplumsal
desteği arkasında hissedeceği organizasyonların, sosyal adalet anlayışıyla Devletçe yapılacağı vurgulanmalıdır.
• Sağlığa ayrılan kaynakların etkin
ve verimli kullanılmasının ve sağlık
hizmetleri sunumunda kalitenin yükseltilmesinin esas olmakla birlikte;
sağlık hizmetlerinin tümüyle piyasa
koşulları içerisinde verilemeyeceği;
sağlıkta çıktıların sadece ekonomik
bedeller üzerinden hesaplanamayacağı ve sağlık hizmetlerinin insani
yönünün göz ardı edilemeyeceğine
vurgu yapılmalıdır. Bu kapsamda
sağlık hizmetlerinin, toplumun tüm
ihtiyaçlarını karşılayacak; herkes tarafından kolayca ulaşılabilecek; maliyet-etkin ve kanıta dayalı olarak planlanıp yürütüleceği belirtilmelidir.
• Sağlıkta tüm karar alma ve icra
mekanizmalarının, hastaları ve koruyucu hekimliği önceleyen bir anlayışla ve ilgili tüm tarafların katkı ve
katılımlarıyla alınması, yürütülmesi
gerektiği vurgulanmalıdır.
35
Kuru Göz Tedavisinde
Dede Korkut Mucizesi
Prof.
Dr. Sait EGRİLMEZ
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi
Göz Hastalıkları Anabilim Dalı
Kazan Big aydur:“Muştulık Pay Püre Big oğlun geldi”
didi. Pay Püre Big aydur: “Oğlum idügin andan bileyim,
sırça parmağını kanatsun, kanını destmala dürtsün, gözüme süreyin, açılacak olur ise oğlum Beyrek’dür” didi.
Zira ağlamakdan gözleri görmez olmış idi. Destmalı gözine siliçek Allah Taala’nun kudretiyle gözi açıldı. Atası
anası küvlediler, Beyregün ayağına düşdiler” (Muharrem
Ergin, Dede Korkut Kitabı -1, Türk Dil Kurumu Yayınları, 8.
Baskı Ankara, 2011, sayfa 151).
Güncel Türkçesi:
Kazan Bey der: ‘Müjde Bay Püre bey, oğlun geldi!’ dedi.
Bay Püre Bey der: ‘Oğlum olduğunu şundan bileyim, ser-
36
çe parmağını kanatsın, kanını mendile silsin, gözüme
süreyim, açılacak olursa oğlum Beyrek’tir. Zira ağlamaktan gözleri kör olmuştu. Mendili gözüne sürünce Allah
Taala’nın kudreti ile gözü açıldı. Babası anası feryat ettiler.
Beyreğin ayağına kapandılar.
Yukarıda orjinal halini, hemen altında da güncel Türkçe ile ifadesini okuduğunuz paragraf, Dede Korkut’un
Bamsı Beyrek öyküsünden alınmıştır. Gözleri ağlamaktan
kör olmuş bir babanın, oğlunun mendilden süzülmüş
kanı, gözüne sürülünce görmesinin düzeldiğini anlatmaktadır. Bu öykü, orjinali Dresden Kütüphanesinde bulunan Dede Korkut Kitabı’nda yer almaktadır.
Dede Korkut Kitabı, destan türü Oğuz hikâyelerinin
dergisidir. Çok eskiden yaşanmış ve asırlarca Türklerin
arasında yaşayıp gelişen bu destanlar, 15. yüzyılın sonları
ile 16. yüzyılın başlarında yazıya geçirilmiştir.
Öykünün burada konu edilen paragrafı, bir körlük
türünün kan ürünü bir sıvıyla tedavisini anlatmaktadır.
Körlük ‘ağlamaktan’ meydana gelmiştir. Tedavisi de aynı
kandan birinin serçe parmağından mendile akıtılıp, mendilden süzülen sıvıyı göze sürmek olarak tanımlanmıştır.
Ağlamaktan kör olunan hastalık hangisidir?
Folklorumuzda ‘ağlamaktan kör olmak’, ağladığında
dahi gözünden yaş gelmeyen ve gözleri iyi görmeyen
hastaları tarif etmekte kullanılır. Tıbbi karşılığı ise ‘ağır kuru
göz hastalığı’dır. Urfa yöresinden bir ağıtta kuru göz tablosuna bir de kuru ağız, yani tükrük yokluğu eşlik etmekte
olup, bu ikilinin tıptaki karşılığı da Sjögren sendromudur.
“Gözüm görmez ağlamaktan
Suyum kesildi damaktan”
Bu öyküde konu edilen “ağlamaktan kör olmak”, oğlunun (Bamsı Beyrek) öldüğü haberini alan babanın (Bay
Püre Bey), yıllardır bu üzüntü nedeniyle gözyaşı dökmesi
ve artık gözünden yaş gelmez olup, görmesini de kaybetmesidir.
Aşırı ağlamanın gözyaşı rezervini tükettiği ya da gözyaşı bezlerini harap ettiği yönünde herhangi bir kanıta
dayalı tıp verisi bulunamamakla birlikte, ağır kuru göz
hastalarının büyük bölümü Sjögren sendromu hastası
olup, bu hastalıkta kadın cinsiyet 9 kat sıktır, çok ağlamış
olmak öyküsü de oldukça yaygındır.
Göz hastalıklarının tedavisinde kan ürünlerinin
kullanımı ne zamandan beri bilinmektedir?
Bu öykü 5 asırdır bilinmekle beraber, kuru göz tedavisinde kişinin kendi kanının serumunun gözyaşı takviyesi olarak kullanımı, Fox tarafından modern tıpta ilk kez
1984 yılında yapılmıştır. Bu uygulama yaklaşık 15 yıl sonra
birden yaygınlaşmış, bugün en etkin tedavi aracı haline
gelmiştir. Kuru göz hastalarının, gözyaşlarındaki eksiklik,
kanlarının serumlarındaki içerik ile fazlasıyla yerine konabilir hale gelmiştir. Serum ile istirahat halindeki gözyaşının içeriği şaşırtıcı biçimde benzer bulunmuş olup,
serumdaki yüksek konsantrasyon biraz sulandırılarak,
gözyaşı takviyesi olarak kullanılır hale gelmiştir.
Hikayede göze, doğrudan kan damlası damlatılmamaktadır. Mendile silinmiş kanın pıhtılaşması kaçınılmazdır, göze sertleşen pıhtı bölümünün değil, mendili ıslatan
sıvı kısmı olan serum bölümünün sürülmesi mümkün ve
mantıklı görünmektedir. Bu anlamda da Dede Korkut’un
modern tıptan en az 5 asır önce serum ile göz yüzeyi hastalığı tedavisinden bahsettiğini söylersek, mübalağa etmiş olmayız.
Gözyaşı eksikliği, yapay gözyaşı göz damlaları ile
tamamlanamaz mı?
Gözyaşı oküler yüzeyin beslenmesi dışında, immun
savunması ve yara iyileşmesi için de hayati önem taşıyan bileşenler içermektedir. Bir bakıma formül mamalar
ile anne sütü arasındaki farklılık da olduğu gibi, yapay
gözyaşı damlalar ile doğal gözyaşı arasında da eşdeğer
kabul edilmelerini olanaksız kılan içerik farkı mevcuttur.
Yapay gözyaşı preparatları oküler yüzeyin kayganlaştırılması, osmolaritenin düşürülmesi, oküler yüzeydeki iltihabi artıkların yıkanarak veya sulandırılarak uzaklaştırılması
azaltılması açısından işlev görseler de, doku büyüme faktörleri, anti-enflamatuar bileşen, immun savunma aracı
içermedikleri için her zaman yeterli olmazlar.
Kanın serumu, gözyaşı eksikliğini karşılayabilecek
bir içeriğe sahip midir?
Serum, pıhtılaşmış kanın, pıhtısından arta kalan bölümüdür. Pıhtılaşma sırasında trombositler tarafından, göz
yüzeyinde hücre göçü ve farklılaşması için önem taşıyan
büyüme faktörleri salınır. Osmolarite ve pH yönünden
gözyaşına oldukça benzeyen serumun, büyüme faktörleri yönünden konsantrasyonu gözyaşına göre oldukça
yüksektir. Bu nedenle bazen hiç dilüe edilmeden kullanılsa da, % 20 ile % 100 arasında değişen konsantrasyonlarda kullanılmak üzere, dengeli tuz solüsyonu veya prezervansız salin ile sulandırılmaktadır.
Grafik tasarım için Ege Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Biyoteknoloji Anabilim Dalı Doktora Öğrencisi Merve Evren’e teşekkürlerimle…
37
Klasik tedavinin yeterli gelmediği göz yüzeyi hastalıklarında, içeriği bileşenler bazında doğal gözyaşına çokça
benzer olan kan ürünleri, eşsiz bir tedavi seçeneği olarak
gündeme gelmektedir. Gözyaşı yetersizliği olan hastaların serum içeriklerinin, sağlıklı gözyaşına sahip olanlarınkinden farklı olmaması da, otolog uygulama, yani kişinin
kendi kanından hazırlanma fırsatı yaratarak, enfeksiyon
bulaşması veya immunolojik sorun yaşanması olasılıklarını ortadan kaldırmıştır.
Kandan serum göz damlası hazırlarken hangi işlemler
yapılır?
Kişiden alınan kan, pıhtılaşması için beklendikten sonra,
santrifüj işlemi uygulanarak kanın pıhtı bölümü ile serum
bölümünün ayrışması sağlanır. Ardından gözyaşından
çok daha yoğun içerikli gözyaşı serum fizyolojik ile sulandırılır. Bundan sonra oda ısısındaki serumun 24-48 saat
içinde kullanılması, bekletilecek serumun ise buzdolabı
ya da derin dondurucuda saklanması gereklidir.
Göz hastalıklarının tedavisinde kullanılan, başka kan
ürünü gözyaşı takviyeleri de var mıdır?
Gözyaşı takviye aracı olarak en sık kullanılan kan ürünü serum olmakla birlikte, pıhtılaşmamış kanın sıvı bölümü yani plazma, trombozit konsantreleri, albümin ve
kordon kanı da modern tıbbın kullanmakta olduğu diğer
kan ürünü göz yaşı takviye kaynaklarıdır.
Serum göz damlalarının kullanımına ilişkin
ülkemizdeki yasal düzenlemeler nasıldır?
Halen geçerli olan ve 11/04/2007 tarihinde kabul edilip 5624 kanun numarası ile 2 Mayıs 2007 günü 26510
sayılı Resmi gazetede yayınlanan “Kan ve Kan Ürünleri
Kanunu” içinde “otolog” ve “serum” sözcükleri geçmemektedir. Bir kan ürünü olarak otolog serumu ilk ele alan yasal düzenleme, bu kanuna bağlı olarak 04.12.2008 günü
27074 sayılı resmi gazetede yayınlanan “Kan ve Kan Ürünleri Yönetmeliği”dir. Bu yönetmelik gereğince otolog kan
ürünü hazırlama ve hastaya teslim etme işlemlerinin bilgilendirme ve rıza sonrası yapılması zorunlu kılınmış, etiketleme işleminin diğer kan ürünleri gibi yapılması istenmiş, ancak otolog uygulamalarda “kan bağışçısı uygunluk
kriterleri” nin aranması gerekli görülmemiştir.
Serum göz damlası, modern tıpta hangi göz
hastalıklarının tedavisinde kullanılmıştır?
Serum göz damlaları, eksik olan doğal gözyaşının
yerine konabilmesi açısından en doğal ve en zengin seçenek olmakla birlikte, yalnızca gözyaşı eksikliklerinde
değil, göz yüzeyinin yanıkları, iyileşmeyen yaraları ve his
kaybından kaynaklanan yara iyileşme kusurları gibi çok
geniş bir hastalık gurubunda kulanılmaktadır.
Tüm çalışmalar dikkate alındığında, serum tedavisinin
etkinliği, %30-100 oranından yakınma düzeltme, %39-61
oranında ise muayene bulgularında düzelme sağlamaktadır.
Başarı oranlarındaki bu değişkenlik, çalışılan hasta
grubunun ve gözyaşı yetmezliğinin, serum göz damlalarını hazırlama ve uygulama protokollerinin farklılıklarının
da bir sonucudur. Ancak açık olan şudur ki, otolog serum
göz damlaları klasik kuru göz tedavi araçlarının yetersiz
olduğu olgularda etkinliği gösterilmiş, güvenilir bir tedavi aracı olarak karşımıza çıkmıştır.
Kaynakça:
1. Geerling G, Hartwig D. Autologous Serum Eyedrops
for Ocular Surface Disorders. In: Reinhard T, Larkin LFP, eds. Cornea and External Eye Disease. Berlin: Springer-Verlag ; 2006:220.
2. Bradley JC, Bradley RH, McCartney DL, Mannis MJ.
Serum growth factor analysis in dry eye syndrome. Clin Experiment Ophthalmol 2008;36:717-20.
3. Liu L, Hartwig D, Harloff S, et al. An optimised protocol
for the production of autologous serum eyedrops. Graefes Arch
Clin Exp Ophthalmol 2005;243:706-14.
4. Herminghaus P, Geerling G, Hartwig D, et al. [Epitheliotrophic capacity of serum and plasma eyedrops. Influence of
centrifugation]. Ophthalmologe 2004;101:998-1005.
5. Geerling G, Hartwig D. [Autologous serum-eye-drops
for ocular surface disorders. A literature review and recommendations for their application]. Ophthalmologe 2002;99:949-59.
6. Tsubota K, Goto E, Fujita H, et al. Treatment of dry eye
by autologous serum application in Sjogren’s syndrome. Br J
Ophthalmol 1999;83:390-5.
pH Osmolalite EGF (ng/ml) TGF-­‐β Vitamin A (mg/ml) Fibronektin (μg/ml) Laktoferrin (ng/ml) Lizozim (mg/ml) SIgA (μg/ml) İstirahat sırasındaki gözyaşı 7.4 298 0.2–3.0 2–10 0.02 21 1,650 2.07 1,190 Sulandırılmamış Serum 7.4 296 0.5 6–33 46 205 266 0.001 2,500 Tablo 1: Bazal gözyaşı ile serumun biyokimyasal özelliklerinin karşılaştırılması (EGF: Epidermal Büyüme Faktörü; TGF-β: Transforming
Büyüme Faktörü-β; SIgA; Salgısal İmmunglobulin A)
38
Türkiye’nin 2023 Vizyonuna
Farklı Bir Bakış*
Ethem SANCAK
Hedef Alliance Holding
Yönetim Kurulu Başkanı
… Ben günlük yaşamın getirdiği büyük dönüşümün yol açtığı sıkıntıları
dile getirmeyeceğim, benden önce
başkanlarım zaten dile getirdiler. Bir
büyük dönüşümü gerçekleştirdiğiniz
zaman mutlaka bu dönüşüm sancılı
olur, hiçbir doğum sancısız gerçekleşmez. Biz de öyle zannediyorum
ki bu sancıları yaşıyoruz, belki bir
süre daha yaşatacağız, yaşayacağız.
Ama bugün huzurunuza çıkmışken
ben başka bir vizyondan bahsedip
içinizi aydınlıkla, ferahlıkla doldurmak istiyorum ki buradan çıktığınızda ne güzel oldu Hedef’in düzenlediği toplantıya katıldık ve içimizi
ferahlattılar diyebilesiniz diye bir iki
tespiti paylaşmak istiyorum sizinle.
… 2012 yılına geldiğimizde ülkemize dönüp bakacak olursak, gerçekten halimize şükretmeliyiz. Hele
yerküreye baktığımız zaman olan bitenle ülkemizin durumunu kıyasladığımızda Allah’a çok şükür demeliyiz.
Cumhuriyet kurulduğunda şöyle bir şansı vardı bu milletin: Bir vizyonlu lider, bitmekte olan bir İmparatorluğun küllerinden liderlik etti
topluma ve Cumhuriyet ile çıktık o
zor günlerden. Cumhuriyet, bir fazilettir gerçekten ve kurucusunu da
burada rahmetle ve saygıyla anmak
gerekiyor arkadaşlarıyla da birlikte.
Rahmetle ve saygıyla anmak gerekiyor Gazi Mustafa Kemal’i.
Gazi Mustafa Kemal’i o günlerde
bir filozof, “hayallerimizi örgütleyen
adam” diye tarif ediyordu. Hayallerin örgütlenmesi gerçekten toplumsal gelecek açısından çok hayatidir.
Toplumların hayallerini örgütleyen
liderleri yoksa halleri hüsrandır. Do-
40
layısıyla, şanslı toplumlar her zaman
hayallerini örgütleyecek vizyon sahibi liderlere sahip olmuşlardır. Bugün
dönüp baktığımızda batı yarım küresine ve özellikle Avrupa’ya, maalesef
geçmişte olduğu kadar şanslı olmadıkları her halleriyle ortada.
Bu zaviyeden baktığımızda bizim
de şöyle bir durumumuz var:
2001’le başlayan bu büyük çöküşten sonra vizyonlu bir lider geçti
başımıza, bunu seçmeyi ve başımıza geçirmeyi becerebildik ve o gün
bugündür de bu lider hayallerimizi
örgütlüyor. İyi de sonuçlar alıyoruz.
İşte bakıyorsunuz dünyanın en hızlı
kalkınan ikinci ülkeyiz. Ulusal itibar
açısından bölgenin vazgeçilmez lider ülkesi konumuna geçtik ki bunu
biz söylemiyoruz, dışarıdan bakanlar
söylüyor ve her bakımdan gıptayla
bakılan bir ülke olduk.
Yine bu liderliğin 2023 yılına ilişkin önümüze koyduğu bir vizyon
var. Bu vizyon hakikaten çok önemli. Bir sürü ülke, hatta ülkelerin ezici
çoğunluğu bugün 3 yıl sonralarını
hesaplayamazken, biz 2023’ü, Cumhuriyetimizin 100. yılının stratejisini
tartışabiliyoruz, elle tutulabilir somut
hedefler koyabiliyoruz ve bunları
topluma mal edip yıl yıl uygulayabiliyoruz.
Bu vizyona baktığımızda, (ki
bana kalırsa bu vizyon çok ihtiyatlı
bir vizyon, o açıdan da Cumhuriyet
Hükümeti’ni bu noktadan eleştiriyorum ben, biraz tutucu ve dar bir
vizyon) bu vizyonun ekonomik tarifi
2 trilyon dolarlık bir ekonomi yaratmak. Bu bence dar bir bakış açısı,
onu o güne geldiğimizde çok rahatlıkla aşabilecek bir potansiyele sahip
olduğumuzu hele bu liderlik devam
ederse birkaç kat da aşabileceğimizi
düşünüyorum ben. Ama onu kendime saklayayım, hayalciliğime verin
bunu. Ama 2 trilyon dolarlık hedef,
herkesçe de kabul edilebilir, gerçekleşebilir bir hedef olarak görülüyor.
2 trilyon dolarlık bir ekonomide bi-
rinci sınıf demokrasiyi inşa etmiş ve
bireyine gerekli saygıyı ve katkıyı yapan bir kamu yönetiminin yönettiği
bir ülkede kişi başı ilaç tüketiminin
400 dolardan aşağı olmaması lazım.
Çünkü gelişmişlik endeksinde ülkelerin bireyinin tükettiği ilaç miktarı
israf olarak algılanmıyor, tam tersine
gelişmişliğin önemli bir nosyonu olarak algılanıyor. Tıpkı eğitim yaşı gibi,
tıpkı sanata, kültüre ve estetiğe verdiği değer gibi. Bunlar gelişmişlik endeksinde bizi yukarıya taşıyacak olan
doneler.
Zaten ileri ülkelerin parametreleriyle ölçecek olursak 2 trilyon
dolarlık bir ekonomiye ulaştığımızda, kaçınılmaz olarak 160 milyar dolarlık bir sağlık ekonomisine
sahip olacağız. Bunun içinde de
ilacın yüzde 20 olacağını farz edersek (ki bugün 30’un üstünde) yani
yüzde 20 ortalamadan alırsak, bu
32 milyar dolarlık bir ilaç ekonomisine ulaşacağımızı gösteriyor.
Şimdi bu hedefe siyasal iktidarlar
liderlik ederlerse, verdikleri ölçülerde
yüzde 40, 50, 55, 60 oy alabilecekler,
bunun püf noktası budur. Bugün
ülkeyi yöneten Adalet ve Kalkınma
Partisi’nin liderliğindeki Cumhuriyet
Hükümeti’nin ve Partinin her seçimde oyunu yükselterek tırmanışını ve
olağanüstülüğü gerçekleştirmesinin
altında yatan en önemli done, sağlıktaki başarısıdır. Sağlıktaki başarı,
oy oranının kaynağıdır. Çünkü artık
insanlarımızın yüzde 80’i kentlidir ve
kül yutmamaktadır. Kendisine verilen
önem ve hizmeti takdir edebilmektedir ve oyunu da o çerçevede kullanmaktadır.
2023’e doğru eğer Cumhuriyet
Hükümeti bugünkü feraseti devam
ettirtirse, kaçınılmaz olarak ilaca 32
milyar dolar para bulup harcamak
zorundadır. Bu onun iktidar kalıcılığı
açısından bir zorunluluktur. Çünkü
bireyler bu katkıya oy vereceklerdir geçmişte olduğu gibi. O açıdan
hiçbir şekilde karamsar olmayalım,
Hükümetimiz bu konuda çok ferasetlidir. Hele vatandaşın tepkileri ve
reflekslerini çok iyi ölçmektedir. Nereden bulursa bulacaktır bu parayı ve
vatandaşının sağlığı ve geleceği için
harcayacaktır. Onun için bürokratlarımızın sıkarak az kala açlığa alışıyordu
misali bütçeyi sıkmaları sizi endişelendirmesin. Yeter ki biz meramımızı
düzgün, birleşik ve uygun bir tarzda
Cumhuriyet Hükümeti’ne anlatabilelim; böyle bir sorunumuz var bizim,
bunu mutlaka anlatmalıyız.
Bu konunun başka bir boyutunu
da paylaşmak istiyorum sizinle:
Biliyorsunuz Batı son 500 yılın en
büyük açmazına düştü ve kapitalizm
bir türlü sıkıntıdan kurtulamıyor. Kurtulmasının tek bir yolu var kapitalizmin, tıpkı 1. Marco Polo’nun yaptığı
gibi Batı’dan çıkarak Asya’ya gidip
bu sefer Asya’nın doğal zenginliklerini Venedik’e taşımak tarzında değil, Asya’nın en büyük kaynağı olan
Asya’nın insanının kulluktan kurtulmasına destek vermek, özgürleştirmek ve refaha ulaşabilir sistemlerle
donatmak olacaktır. Kapitalizmin
başka hiçbir kurtuluşu yoktur.
İstedikleri kadar Brüksel’de otursunlar, kurtarma fonları kursunlar
veya başka para bassınlar, bu bir kurtuluş değildir. Bu, tam tersine dibe
çöküşün, derinleşmeye yol açacak
bir tedbirler dizisidir. Tedbir Asya’ya
gitmektir. Asya’da 4 milyar insan var,
bunlar kuldur, despotların kuludur
üstelik, Allah’ın değil (haşa) despotların kuludur, bu kulluktan kurtarmak lazım onları. İşte Mısır’daki meydanda 1 milyon Mısırlının haykırışı
budur. Bu haykırış yarın Tiananmen
Meydanına da gidecek ve bütün
Asya’yı kapsayacak. Asyalı birey ayağa kalkacak, hemcinsi Avrupalı gibi
o da 30 bin dolar üretecek ve 40 bin
dolar tüketecektir. Bunun doğal sonucu nedir? Bunun doğal sonucu, 60
trilyon dolarlık global hasılanın 600
trilyon dolar seviyesine çıkmasıdır.
İşte o zaman büyük bir refah eşiğiyle
insanlık daha adil, daha özgür bir küresel sisteme kavuşabilecektir.
Şimdi bunu niçin anlatıyorum?
Bu, bizim için şu açıdan çok önemli:
Bunun anlamı şudur: Bugün 1 trilyon
dolar tutarındaki ilaç ekonomisinin
10 trilyon dolara çıkması demektir,
10’a katlanması demektir.
Bunun büyük ihtimalle 8 trilyon
doları Asya’da tüketilecektir, Asya’nın
kapısı da biziz. Tıpkı 1. Marco Polo
döneminde olduğu gibi, nasıl o zaman biz kapısıydık, İpek Yolu’nun
hâkimiydik ve bunun üzerinde bin
yıl boyunca üç büyük imparatorluk kurduk ve insanlığa şekil verdik,
şimdi yine çağımız geliyor, yine biz
Asya’nın kapısı olacağız. Ve örnek bir
toplum oluşturarak, bireyine 400 dolar sağlık harcaması yapan, alabildiğine demokratik, alabildiğine özgür bir
toplum yaratarak, tıpkı 16. yüzyıldaki Muhteşem Süleyman’ın yönettiği
dünyanın en büyük organizasyonu
olan Osmanlı İmparatorluğu gibi.
Biz o tüketilen 8 trilyon dolar ilacın
en azından yüzde 20’sini, 30’unu bu
topraklarda üretmeliyiz, buna imkan
var. Biz onun için şuna endekslenmeliyiz. Türkiye, bu yeniçağın üretim
üssü olmalı, Türkiye bu yeni coğrafyaların ihracat üssü olmalı ve Türkiye
yeni teknolojilerin araştırma-geliştirme üssü haline gelmelidir.
Şimdi benim bir önerim var,
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin
yapması gereken şey, bu acizane
vatandaş olarak önerim benim, Bakanım da buradayken; Sağlık Bakanımızın riyasetinde, tabii ki Planlama
Bakanlığı’nın, Sanayi ve Teknoloji
Bakanlığı’nın, Ekonomi Bakanlığı’nın,
ama Sağlık Bakanlığı’mızın riyasetinde behemehal toplanmaları lazım,
bu sektörü de çağırmaları lazım ve
ufku göstererek herkesin üstüne
düşen vazifenin ne olduğunu hep
birlikte belirlememiz lazım. Onların
liderliğinde de her yıl toplanarak
stratejinin neresindeyiz tartışmaları yapmalıyız. Ben bu konuda çok
umutluyum. Bu toplantının da bu
başlangıca vesile olmasını diliyorum.
Haddimi aştıysam, sürçü lisan etmişsem lütfen hem Sayın Bakanım, hem
sizler beni affedin. Ben hayal etmeyi
çok seviyorum, hep hayalcilikle bilindim ama çok şükür Hedef gerçeği,
söylediklerimin de hayal olmadığını
gösteriyor. Ben bu açıdan hem ülkeme, hem Cumhuriyet Hükümeti’ne,
hem sizlere güveniyorum.
*Bu yazı, Sayın Ethem Sancak’ın Hedef Alliance 2012 Tedarikçiler Genel Kurulu’nda yaptığı
konuşmadan özetlenerek derlenmiştir.
41
TRT ‘ye “Çağ Atlatan” Bir Genel Müdür
İbrahim
İbrahim Şahin Kimdir?
1962 yılında, Amasya’da doğdu. İlk ve
orta öğrenimini Amasya’da tamamladı. 1986 yılında Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesinden mezun oldu.
1987 yılında, İçişleri Bakanlığında
kaymakam adayı olarak atandı.
İçişleri Bakanlığının desteğiyle bir
yıl İngiltere’de dil eğitimi aldı ve mesleki bilgi ve beceri geliştirme kursuna
katıldı. Halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde yüksek lisans eğitimine devam etmektedir.
2001 yılında, İçişleri Bakanlığı
merkez teşkilatına atandı ve burada
Hukuk Müşavirliği ile Kriz Merkezi
Sekretarya Başkanlığı görevlerini yürüttü.
2001 Kasım ayında Ulaştırma Bakanlığına geçti. Burada kısa süren Bakan Danışmanlığı görevinden sonra
2003 Mart ayında PTT Genel Müdürü oldu ve 2003-2005 yılları arasında PTT Genel Müdürü olarak görev
yaptı. Bu görevi ile ilgili olarak “2004
yılı kaynakları etkin kullanma ve maliyetleri düşürme yılı” birincilik ödülüne layık görüldü. Kıyasıya serbest rekabetin yaşandığı sektörde, Şahin’in
yönettiği PTT Genel Müdürlüğü, verimlilik ve karlılıkta rekorlar kırdı ve
2004 yılı Türkiye vergi şampiyonları
listesinde 38’inci sırada yer aldı.
2005 Nisan ayında, Ulaştırma Bakanlığı Müsteşarı olarak atandı. Bu
görevi sırasında da bağlı ve ilgili tüm
kurum ve kuruluşları adeta perfor-
42
Şahin
mans yarışına soktu.
“Kamu Reformu” ve “e-devlet”
projelerinde çalışan Şahin, 2003’ten
bu yana, başta elektronik haberleşme olmak üzere, Türkiye’deki bilişim
ve iletişim alanında gerçekleşen projelerin tamamında aktif rol oynadı.
Ulaştırma Bakanlığının tarihi projelerinde etkin rol oynayan İbrahim
Şahin 20.11.2007 tarihinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından TRT
Genel Müdürlüğüne atandı.
İbrahim Şahin, TRT Genel Müdürlüğü görevine başladığında üç tanesi
sadece yurt içine yayın yapan toplam
dört kanallı bir TRT vardı. Uluslar arası
yayın yapan tek kanal ise sadece tekrar yayınlarını içermekteydi. Bugünün TRT’sine baktığımızda inanılmaz
bir gelişme trendi görüyoruz.
TRT’nin rutin gelirleriyle 10 yeni
televizyon kanalı kuran İbrahim Şahin; teknik yatırımları yüzde 600 arttırmış; TRT kanallarının izlenirliğini iki
katına çıkarmış ve reklam gelirinde de
yüzde 300’lük bir artış sağlayarak örnek bir işletme başarısı göstermiştir.
14 Televizyon kanalı
35 dilde yayınlanan Web sitesi
34 dilde yayın yapan Türkiye’nin
sesi radyosu
18 Radyo 3 Dergi ile TRT sadece
Türkiye’nin değil; dünyanın önde gelen basın kuruluşlarından biri olmuştur.
TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin
(50), Amasya’nın Akyazı Köyü’nde
doğdu. Kafkas göçmeni Akyazılılar,
üniversite eğitimi gören gençlerinin çokluğuyla tanınıyordu. Şahin’in
babası, köyün maddi durumu en iyi
çiftçilerindendi. Üzüm bağları, elma
bahçeleri, pancar ve nohut tarlaları
vardı.
İlkokuldan sonra Amasya İmam
Hatip Lisesi’nde yatılı okumanın tüm
avantajlarından yararlandı. Başarı
için arkadaşlar arası rekabet, okul
kütüphanesinde keşfedip büyük bir
iştahla okuduğu dünya klasikleri...
Devletin sunduğu giysi, okul gereçleri gibi imkânlarla babasının gönderdiği harçlıklar, rahat bir öğrencilik
dönemi geçirmesini sağladı.
Zorluklar da olmadı değil. Mesela tatil bitimlerinde pazar akşamları
demir ranzalı yatakhaneye dönmek,
hep burukluk verdi. Bu ruh hali, üniversiteyi bitirdikten 15 yıl sonrasına
kadar devam etti.
İlk tercihi olan Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandı. İkinci
tercihi Ziraat Fakültesiydi. Hayali, köyünde tarla balıkçılığı yapmaktı, olmadı. Fakülteye kaydını yaptırdıktan
sonra hemen ev aramaya başladı. Altı
yıl yatılı olmak yetmişti. Ama o yıllarda edindiği disiplin, üniversitede çok
işine yaradı.
Başarılı bir öğrenciydi. Fakülteyi bitirdikten sonra yüksek lisans
sınavlarına girdi. 700 kişinin içinde
kazanan 11 kişiden biri oldu. Hukuk
felsefesini sevmediği için asistan ol-
mak istemedi. Hâkim ve savcılık sınavını çok iyi bir puanla kazanmıştı ama
duruşma salonlarındaki daktilo sesini
sevmiyordu. Bu nedenle avukat olmaktan da vazgeçti.
Kaymakam adaylarının yurtdışına
gönderildiğini öğrendi. İngilizcesini
ilerletmek istiyordu. Sınavı kazandı. Yüksek lisansına ara verdi. Elazığ
Palu’da Kaymakam Vekili olduktan
sonra İngiltere’ye Southamton’a gitti. Londra’nın güneyinde, okyanusa
açılan bu bahçeler şehrinde altı ay
kaldıktan sonra Türkiye’de kalan nişanlısıyla evlendi, eşiyle İngiltere’ye
döndü.
ÇALIŞKAN VE HIRSLI KAYMAKAM
Bir yıl ara verdiği kaymakamlığa
Mersin Aydıncık’ta yeniden başladı.
Sivas Koyulhisar, Bursa Mustafakemalpaşa ’dan sonra 1991’de kurada
asli kaymakam olarak doğduğu topraklara yarım saat ötedeki Samsun
Kavak’ı çekti. Sonra henüz ilçe olmuş
Konya Halkapınar’a atandı. Bölgeye
gelen ANAP Hükümeti’nin Çevreden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Talip
Özdemir’le tanıştı ve sıfırdan inşa
edeceği ilçe yapısı için büyük mali
destek aldı.
Öyle ki dönemin parasıyla kaymakamlık bütçesi 10 milyon lirayken
Bakan, hırslı ve çalışkan genç kaymakama 300 milyon lira gönderilmesini
sağladı. İbrahim Şahin bu parayla
ilçeye bağlı 15 köye içme suyu şebekesi götürdü, köy konağı yaptırdı,
okulların onarılmasını sağladı. İlçe
merkezinde taşımalı eğitim sistemini
başlattı. Kiraladığı iki otobüsle orta
öğrenim çağı gelen köy çocuklarının
Halkapınar’daki ortaokul ve liseye
gelmelerini sağladı. Tam gün yapılan
eğitim sırasında çocukların beslenme sorununu, bir aşçının okulda yemek pişirmesiyle çözdü. 15 yıl süren
kaymakamlığında Kars Arpaçay, Bitlis
Adilcevaz, Kastamonu Taşköprü’de
de görev yaptı. 2001’de Ankara’ya
döndü.
2002 Seçimlerinden sonra Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’la tanışması onu Mülki İdare’den kopararak
başarılarla dolu kariyerinde yepyeni
bir sayfa açılmasına neden oldu. Bakan danışmanı, PTT Genel Müdürü
ve Müsteşar olduktan sonra 2007 Kasım’ında TRT Genel Müdürü oldu.
TRT İbrahim Şahin’in yönetiminde birbiri ardına yeni kanallar açıyor,
eskiyen teknoloji ve zihniyeti değiştiriyor, personeli gençleştiriyor. TRT
bugün, Şahin’in hayata geçirdiği projeler sayesinde gelirini giderinden
daha fazla hale getirdi.
Şahin bir yandan da aftan yararlanarak yarım kalan yüksek lisansını
A. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde
yapıyor. Master çalışmasını sıkı tutup
doktora öğrencisi olmak istiyor. Doktora tezinin konusu ise İletişim ve
Medya olacak.
TRT’ye Tenzil-i Rütbe İle Gittiğimi
Sanmıştım!
- 2001 Ekimi’nde Ankara’ya gelip Hukuk Müşavirliği’nde çalışırken İçişleri
Bakanlığı Kriz Merkezi Başkanlığı’na
verdiler beni. Bir taraftan Devlet Lisan Okulu’na gidiyordum. 2002’de
bir arkadaşım, Bakan Bey (Ulaştırma
Bakanı Binali Yıldırım) hukuku, personel işlerini bilen danışman arıyor.
Seni önerdik, dedi. Kabul ettim.
- Saçlarım beyaz olduğu için beni
yaşlı zannetti ama Bakan Bey’le çalışmaya başladığımda 40 yaşındaydım. Bakan Bey benden altı yaş daha
büyük. İlk görüşmeden sonra ertesi
gün eski işime döndüm. O akşam pijamalarımı giymiş, kitap okurken Bakan Bey’in beni çağırdığını söylediler.
Gittim. Neden bugün başlamadın,
dedi. Bana başlamamı söylemediniz,
dedim. Dün görüştük ya, dedi.
- Binali Bey kolay kolay kızmaz. Zekidir, çok iyi insan yönetimi var. Yanında gecenin 3’üne kadar çalışıyorsun
ama yanından neşeyle ayrılıyorsun.
Bakanlık’ta devrim niteliğindeki çalışmaları, bu tarz başlattı. Şu an bakıldığında bana göre en verimli icraatları yapan birinci sıradaki bakanlık
oldu.
- Bakanlığımıza PTT brifingi verilmişti. O yıl PTT ilk kez zarar etmişti.
43
2003’te zararı derinleşecekti. Bakan Bey hiç memnun olmadı bu
durumdan. Birkaç gün sonra bana,
PTT’ye genel müdür atayacağım
seni, dedi. PTT’yle ilgili hiçbir şey
bilmiyordum. Bütün danışmanları
başka görevlere gitmişti. “Sayın Bakanım, birkaç danışman bulduktan
sonra gideyim” desem de kararnamem hazırlandı. 2003 Mart’ında
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet
Sezer tarafından imzalandı. PTT
Bank’ı, kurumsal kimlik çalışmasını
başlattık, lojistiği geliştirdik. İki yıl
kaldım. 2004’te Kaynakları Etkin
Kullanma ve Yılın Kurumu diye bir
proje başlatıldı. Yılın kurumu ve
idarecisi seçildik. PTT’nin başarısı
bugün de devam ediyor.
- TRT maceram ilginçtir. Ulaştırma
Müsteşarı olduğumun altıncı ayıydı. Başbakanlık Müsteşarı (şimdiki
Milli Eğitim Bakanımız) Ömer Dinçer Bey beni çağırdı. Bakan Bey’den
(Binali Bey) izin istedim. Gülümseyerek “Git bakalım.” dedi, gittim.
Ömer Dinçer, “TRT’ye Genel Müdür arıyoruz, iki adayımızdan biri
sensin.”, dedi. Ben de; Bakan Bey’le
çalışmaktan keyif alıyorum, televizyonculukla ilgili hiç bilgim yok,
Bakan Bey’in izni olmadan evet
demem mümkün değil, diğer adayın akademik ve entelektüel yönü
daha iyi, Onu yapın, dedim. Sayın
Dinçer de “Görevden kaçma, seni
düşündük; Bakan Bey’in haberi var,
dedi.
- Tenzili rütbe ile gittiğimi zannediyordum. Müsteşarlıktan genel
müdürlüğe geriledim sanıyordum.
Sonradan öğrendim ki burada Başbakan Müsteşarı ile aynı mali haklara sahiptim. Buradaki genel müdür
yardımcılarının kadro dereceleri, dışarıdaki müsteşarlar kadar. TRT hakikaten güç bir yer. Klasik bir kamu
kurumu gibi değil.
- Ulaştırma Bakanlığı ile bağımızı
hiç koparmadık. Hem Telekom’da
hem Avea’da yönetimdeyim. Hem
de yeni kurduğumuz şirketlerde
Hazine Temsilcisiyim. Bakan Bey
çok güzel bir ekip kurdu. Şimdiki
müsteşar Habip Soluk, ben PTT’de
genel müdürken yardımcımdı. İnanılmaz çalışkan ve dünya tatlısıdır.
- PTT Genel Müdürü mülki idareden arkadaşım, diğer yöneticiler
sağ olsunlar beni hâlâ müsteşar
gibi değerlendirirler. Bakan Bey’le
ağabey kardeşlik ilişkisi kuruldu.
- Bizimle çalışan bütün arkadaşlarımıza görev verdik. İdeolojisine
bakmadık. Dünya görüşünüz sizin
olsun, birbirimizle aynı düşünmek
zorunda değiliz. Ama TRT’den ekmek yiyorsanız, buraya daha fazla
katkı sağlayacaksınız. Farklı görüşteki arkadaşlara mutlaka görev veriyorum. Çünkü 7500 kişi birer dakika fazla çalışsa, bana 125 saat katar.
Bu nedenle hiçbir arkadaşın kenara
itilmesini istemiyorum.
- Görsel kaliteyi artırdık, içeriklerimizi zenginleştirdik. İzlenip izlenmediğimizi anlamak için kanallara
koordinatörlükler kurduk. 13 kanalın hepsi ölçülüyor. Analitik hesaplarla düzeltmeler yapılıyor. Böylece
izleme oranımız artıyor. Reyting
değil, izlenme kaygımız olmalı. Kanallarımızda artık ekonomik bütçelerle kaliteli yayınlar yapılıyor. Alım
Satım Müdürlüğü sadece alım yapardı. Şimdi satmaya başladık.
Yeni dizilerimizle ilgili eşimin
fikrini almam. çünkü televizyon
pek seyretmez. Eve gittiğimde
TRT
izliyorsa hemen değişti-
rir, şımarmayayım diye. Belki
de gururumu (kibirlenmemi)
kırmak için yapıyordur.
44
28. Avrupa Üreme Derneği
(ESHRE) İstanbul Toplantısı
Hande AYDEMİR
H
ani her şeyin başı sağlık diyoruz ya hep, aslında her şeyin
başı bir kadınınvebirkadın olarak da annenin sağlığı. Adım adım
birbirine örülü her şey, kadın bu örgünün ilk sargısı! Kadın sağlıklı olmazsa, her şeyin sarpa saracağı gün
gibi ortada. Gerçekten gelişmiş ve
ayakta duran bir ülkenin ilk taşı kadın ve o kadının sağlıklı olması. Kadın
sağlıklı olursa sağlıklı nesiller yetiştirebilir. Bu sağlıklı nesiller omuzlarının
üzerinde koca bir ülkeyi sırtlar, yükseklere çıkarır.
Günümüzde kadın sağlığının
çeşitli nedenlerle bozulması, aile
ve toplum yaşamını önemli şekilde
etkiliyor, bizi ekonomik, sosyal ve
psikolojik sorunlarla karşı karşıya
bırakabiliyor. Kadının sağlığı eşinin,
çocuklarının, hatta tüm çevresinin
ilerideki yaşamlarının şekillenmesinde de ciddi rol oynuyor.
Unutmayalım ki; ülke nüfusunun
yarısını oluşturan kadınların etkin şekilde ülke ekonomisine katkıda bulunması, üretmesi, gerçek kalkınmanın da temellerinin sağlam atılması
46
demek. Bu bilinçten hareketle; kadın
ve aile sağlığının ülke ekonomisi ve
kalkınması üzerindeki etkisi ve güncel stratejik çözümlerle ilgili bir sempozyum düzenleniyor. Bu çok önemli
uluslararası organizasyona Türkiye ev
sahipliği yapacak.
4 gün boyunca, kadınların her
alanda ağırlıklarının hissedileceği 21.
yüzyılda onların hayatlarının her döneminde sağlık hizmetlerinden yeterince faydalanmalarını sağlamak için
dünya çapında gösterilen gayret ve
daha neler yapılması gerektiği konuşulacak...
Dünyanın üreme tıbbı ile ilgili
en büyük ve prestijli kongrelerinden
biri olarak kabul edilen bu toplantıda konular uluslararası alanda lider
konumda olan seçkin bilim adamları,
klinisyen ve araştırmacılar tarafından
tartışılacak, katılımcıların günlük uygulamalarına katkı sağlayıp yön verebilecek sonuçlar belirlenecek ve
ileriki yeni çalışmaların başlatılmasına zemin hazırlanacak.
Dünyanın 150 ülkesinden 10 binin üzerinde katılımın beklendiği 28.
European Society of Human Reproduction and Embryology (ESHRE)
Avrupa Üreme Derneği Toplantısının 1-4 Temmuz 2012 tarihlerinde
İstanbul’da yapılacak olmasının yani
sıra bir başka gururu da Lokal Organizasyon Komitesi ve Kongre Başkanı
Prof. Dr. Timur Gürgan ile yaşıyoruz.
2007-2011 yılları arasında ESHRE yönetim Kuruluna dernek tarihinde ilk
kez bir Türk bilim adamı olarak Prof.
Dr. Timur Gürgan seçildi. Gürgan 4
yıldır bu görevi başarılı şekilde sürdürüyor. 2013-2015 yılları arasında bu
derneğin en etkili organında genel
koordinatörlük görevine getirilmesiyle birlikte bulunduğu görevlerdeki
etkinliği ve çabası kuskusuz Kongrenin İstanbul’a alınması için önemli
katkı sağladı.
ESHRE tarihinde ilk kez Avrupa
Topluluğu üyesi olmayan ve Müslüman bir ülkede, Türkiye’de yıllık
toplantısını düzenleme kararı verdi.
Böylece İstanbul; Cenevre, Londra,
Viyana, Münih, Valensiya gibi diğer
adayları geride bırakarak kongreyi
düzenlemeye hak kazandı.. Bu Ülkemizin Avrupa düzeyinde elde ettiği
bilimsel alandaki gelişmesinin ve büyük organizasyonları düzenleyebilme kabiliyetinin uluslararası seviyeye
eriştiğinin de bir kanıtı.
Bu kongrenin başarısı ülkemize
önemli bilimsel kapıları açabilecek,
Avrupa’da görünürlüğümüzü, bilinirliğimizi arttıracak ve belki de bu
önemli derneğin başkanlığını ülkemize getirecek. Böylece Ülkemiz üreme tıbbı ile ilgili politikaların geliştirilemesinde Avrupa düzeyinde liderlik
edebilecek konuma gelebilecek...
ESHRE nedir?
ESHRE; 1985 yılında kurulan ve
merkezi Brüksel’de olan kültürel,
tarihsel,ekonomik,etnik ve moral farlılıklar ve benzerlikler gösteren Avrupa ülkelerini bilim şemsiyesi altında
toplayan lider bir sivil toplum kuruluşu. Üreme tıbbı alanında American
Society of Reproductive Medicine (
ASRM ) ile birlikte bilimsel çalışmalara destek oluyor, eğitim ve araştırma
faaliyetlerinde bulunuyor, tanı ve tedavi protokolleri oluşturuyor, uygulama ve sağlık politikalarının geliştirilmesine yardımcı oluyor...
1-4 Temmuz 2012 tarihlerinde
İstanbul’da yapılacak kongre ile birlikte, bilim dünyasına sağlanacak katkının yanı sıra; ülkemizin hem benzer
büyük kongre ve toplantıların adresi
olması hem de 150 ayrı ülkeden gelecek olan 10 binin üzerinde bilim
adamı, hekim ve ilgilinin ülkemizin
güzelliklerini, kültürünü, tarihini, insanlarını, bilimsel ve ekonomik potansiyelini tanıyarak olumlu tecrübelerini paylaşmalarının önü açılacak.
Elbette kongrenin başta CNN, BBC
ve Rauters olmak üzere çok sayıda
uluslararası görsel ve yazılı medya tarafından yakından izleneceğini anımsatmakta da fayda var...
Unutmadan; katılımcıları; bilim-
sel, sosyal, kültürel paylaşımların yani
sıra müthiş bir görsel şölen bekliyor...
4000 kişinin katılacağı kongre açılışında ‘Anadolu Ateşi’ dans topluluğu
özel bir gösteri yapacak. Kongre Başkanı Prof. Dr. Timur Gürgan dünyanın
250 lider bilim adamına Çırağan Sarayında yemek verecek.
Bilimsel komite tarafından hazırlanan güncel konuları içeren kaliteli ve detaylı program, renkli ve ilgi
çekici sosyal aktiviteler İstanbul’un
tartışılmaz tarihi, kültürel ve tabii güzellikleriyle birleştiğinde 28. ESHRE
İstanbul Toplantısının uzun süre hatırlanacak ve takdir edilecek başarılı
bir kongre olabilmesi için organizasyon komitesi büyük bir özenle hazırlıklarını sürdürüyor...
Kongrede Tartışılacak Konulardan
Bazı Başlıklar:
* Kadın ve Aile sağlığının ülke ekonomilerindeki yeri ve kalkınmasındaki
önemi
* İnsan üremesi ve genetiğinin daha
iyi anlaşılması için güncel araştırma
sonuçlarının tartışılması ve yaygın
kullanımlarının sağlanması
* Avrupa’da üreme sağlığı konsepti
ve güncelleme çalışmaları
* Genetik kalıtsal hastalıkların ön-
lenmesi, tanı ve tedavisi
* Kök hücre teknolojisi ve tedavi
amaçlı kullanımları,
* Kadın ve erkekte kısırlık sorunu,
önleme ve tedavi stratejileri,
*
Doğurganlığın planlanması ve
ülkelerin sosyal, kültürel, ekonomik,
politik önceliklerine göre uzun süreli
stratejilerin belirlenmesi
* Ailenin ve kadın sağlığının ülke
ekonomisindeki rolü
* Kanserin önlenmesi ve çare arayışları,
* Kadınlarda hormon bozuklukları,
* Menopoz tedavilerinde yeni bakışlar, yaşlanmanın önlenmesi,
* Yaşlı nüfusun sıhhatinin korunması ve ekonomik kazanımlar,
* Tüp bebek tekniklerinde yenilikler,
tedavilerin geniş kitlelere ulaştırılması için ekonomik merkezli çözüm
stratejileri,
* Sağlık turizminin getirdikleri ve
etik, ahlaki, kanunsal, moral sorunlar
ve çözüm önerileri
* Kanser tedavisi sonrası doğurganlığın korunması,
*
Tedavilerde ve tanı prosedürlerinde güvenirlik ve kalite kontrolleri,
kanıta dayalı tıp uygulamaları,
* Gelişen teknoloji ve iletişim araçlarının kaliteli tıp hizmetinin uygulanmasında kullanılması…
47
Sağlıklı İşgücü - Türkiye
Doç. Dr. Simten Malhan
Başkent Üniversitesi, Sağlık Kurumları İşletmeciliği Bölümü
Kas İskelet Sistemi Hastalarının
Kısa Sürede İş Yaşamına Dönmelerinin
Ekonomiye Olumlu Katkıları
Günümüzde toplum nüfusunun yaş
ortalamasının artması ile birlikte
kronik hastalıkların sayısında da
artış görülüyor. Kronik hastalıklar
arasında önemli bir yere sahip olan
“Kas İskelet Sistemi Hastalıkları”
için bu durumu değerlendirebilir
misiniz?
SİMTEN MALHAN: Tüm dünyada Kas
ve İskelet Sistemi Hastalıkları (KİSH)
en sık görülen hastalıklardan biri.
Dünya genelinde yaşlı nüfusunun
giderek artması ve beklenen yaşam
süresinin uzaması nedeniyle KİSH
görülme sıklığı önemli bir şekilde
48
artış gösteriyor. Sağlıklı İş Gücü Türkiye Raporu’na göre kronik kas iskelet
sistemi rahatsızlıkları Avrupa’da 100
milyon kişiyi etkilemekte ve Avrupa
Birliği’nde 40 milyondan fazla çalışanın KİSH’lerden etkilendiği düşünülmekte. Türkiye Sağlık Araştırması’nın
2010 verilerine göre 15 ve daha yukarı yaştaki bireylerden kronik hastalık/
sağlık sorunu yaşadıklarını belirten
bireylerin yüzde 16,4’ünde bel bölgesi kas iskelet sistem problemleri,
yüzde 10,9’unda romatizmal eklem
hastalığı ve yüzde 8,4’ünde kireçlenme (osteoartrit, artroz, dejenefatif
eklem hastalığı) saptanmış durumda.
Kas İskelet Sistemi Hastalıkları ve
yaşlılık denince akla ilk halk arasında “kamburluk” geliyor ve bu
hastalıkta insanların yaşam kalitesi üzerinde olumsuz etkileri olduğu
gözlemlenebiliyor,görüşlerinizi alabilir miyiz?
SİMTEN MALHAN: KİSH çoğu kronik
ağrıya neden olmaktadır. Kronik ağrı,
yaşamın birçok boyutunu etkilediğinden kronik ağrının etkili tedavisi
için çok yönlü doğru bir değerlendirme ön şarttır.
KİSH ağrısından şikayetçi olan
kişiler genellikle artrit, bel ağrısı, an-
kilozan spondilit ve eklem dışı romatizmal hastalıkları olan hastalar.
Örneğin, Türkiye Sağlıklı İş Gücü
raporuna göre Türkiye’de sırt ağrısının yaşam boyu rastlanma sıklığı yüzde 44.1. Bu kadar yüksek bir rastlanma oranına sahip kronik KİSH ağrıları
yaşamın birçok boyutunu etkilemekte ve bireylerin yaşam kalitesini de
azaltmakta.
KİSH nedeniyle bireyler yaşamla
rının uzun bir bölümünde sakatlık
yaşıyorlar. Bu sakatlık durumu bireylerin hem iş yaşamını hem de özel
yaşamını olumsuz etkiliyor.
KİSH nedeniyle iş değiştirme, iş
görememezlik ve erken emeklilik
gibi durumlar ile karşılaşılmakta.
Örneğin, Sağlıklı İş Gücü Raporu’na
göre 2003 yılında Dünya Sağlık Örgütü Bilimsel Grup Raporu’nda belirtildiği gibi KİSH’lerden biri olan Romatoid Artrit hastalığının etkileri günlük
görevlerin yerine getirilmesini zorlaştırarak pek çok kişiyi işten ayrılmaya
zorluyor.
Bu hastalıkların, bireylerin iş gücüne katılımını ya da iş hayatında
sürekliliğini olumsuz etkilemesinin
ülke ekonomisine de etkisi olacaktır, değil mi?
Bu üzerinde durulması gereken
önemli bir veri.
Ülkemizde RA ve AS hastalıkları ile
ilgili olarak 8.2 milyar TL’lik finansal yükü oluşturan maliyet parametreleri / kalemleri nelerdir?
SİMTEN MALHAN: “RA ve AS’nin Türk
Toplumu Üzerindeki Finansal Yükü”
çalışmasında bu hastalıkların tedavisi
için harcanan maliyetlerin, hastalıkların neden olduğu işgücü kaybı maliyetinden çok daha düşük olduğunu
hesapladık.
Yaptığımız araştırmaya göre
RA için toplam hastalık maliyetinin
%70’i, AS için de toplam hastalık maliyetinin % 66’sı iş gücü kaybı maliyetlerinden oluşuyor.
Araştırmamızın sonuçlarına göre,
Türkiye’de RA nedeniyle oluşan direkt maliyetler yaklaşık 1 milyar 183
milyon TL, AS nedeniyle oluşan direkt maliyetler ise yaklaşık olarak 1
milyar 418 milyon TL.
Ancak bu sadece hastalığın bir
yüzü... Diğer buzdağının görünmeyen tarafı olan dolaylı maliyetlere
baktığımızda RA için yaklaşık 2 milyar 864 milyon TL, AS için ise yaklaşık
2 milyar 779 milyon TL’lik rakamlarla
karşılaşıyoruz. Dolaylı maliyetlerin
hesaplanmasında hastanın işten izin
aldığı gün sayısı, iş görememe seviyesi, erken emeklilik ve erken ölüm
nedeniyle kaybedilen iş günleri değerlendirildi.
SİMTEN MALHAN: Bu konuda Kas
ve İskelet Sistemi Hastalıklarından
Romatoid Artrit (RA) ve Ankilozan
Spondilit (AS) hastalıkları ile ilgili ülkemizde “RA ve AS’nin Türk Toplumu
Üzerindeki Finansal Yükü” çalışmasını gerçekleştirdik. Türkiye’den 22 RA ve AS hastalıklarının kontrol alaraştırmacının katılımı ile yapılan bu tına alınarak kişilerin yaşam kaliteçalışmada, RA ve AS’nin ülkemizde sinin iyileştirilmesi ve ortaya koyduTürkiye’de
toplam maliyeti
azaltılabilmesi için
her yıl 8.2
milyar TL’likRA+AS
finansal hastalığının
kayıp ğu maliyetlerin
ne gibi tedbirler alınabilir?
meydana getirdiğini
tespit %0,75’ini
ettik.
GSYH’nın
oluşturmaktadır
Dolaylı Maliyetler AS
2 Milyar 779 Milyon TL Direkt Maliyetler RA
1 Milyar 183 Milyon TL Son bir mesaj olarak ne söylemek
istersiniz?
Direkt Maliyetler AS 1 Milyar 418 Milyon TL Dolaylı Maliyetler RA
2 Milyar 864 Milyon TL SİMTEN MALHAN: Çoğu kronik hastalıkta olduğu gibi RA ve AS hastalıkları için de hastalığın doğru zamanda
teşhis edilip, hastaların uygun tedaviye yönlendirilmesi büyük önem arz
ediyor. Doğru zamanda doğru teşhis,
doğru tedavi ve etkili hastalık takibi
ile hastalığın ilerlemesi yavaşlatılabilerek, kişilerin yaşam kalitesi kontrol
altında tutulabilir ve hastalığın ülkemiz ekonomisine oluşturduğu mali
yük de hafifletebilir.
Bu hastalıkların uygun teşhis ve
tedavi olmadığı durumlarda maliyetlerin katlanarak artacağını öngörüyoruz.
Bireylerin bu hastalıkların farkına
varıp, uygun uzman hekime başvurmaları ve uzman hekimlerin de etkin
tedavileri doğru zamanda uygulamalarını sağlamak için en önemli yol bilinçlendirme.
Bilinçlendirme kampanyası ile
hedeflenen bireylerin daha sağlıklı ve verimli olmalarını sağlamak ve
topluma kazandırmak. Bu da ancak
aşağıda değindiğimiz şartlar sağlandığında mümkün olacaktır.
- Kişilerin yaşamlarını kaliteli bir
şekilde geçirmeleri için uygun tedaviye ulaşmaları
- Uzman hekimlerin doğru tanıyı
koyarak gerekli tedavileri hastaların
erişimine sunmaları
- Sağlık hizmetleri ve sosyal güvenlik sistemi yetkililerinin bu hastalıklar ile mücadele edebilmek adına
uygulanması gereken sağlık sistemi
yaptırımlarını ve düzenlemelerini hayata geçirmeleri
Türkiye’de KISH’lerin zamanında
teşhis edilmesinin ve Sağlıklı İş Gücü
yaratılması için yapılacak çalışmaların önemini bizlerle paylaştığınız için
çok teşekkür ederiz. Bu anlayışın ülkemiz ekonomisine sağladığı yararların farkına varmalıyız.
SİMTEN MALHAN: Halen ülkemizde
kronik hastalıkların yükünü ortaya
koyan çalışmalar kısıtlı. Kronik hastalıkların; hastalarda, hekimlerde ve
devlette yarattığı gerçek yükün gözler önüne serilebilmesi için bu tür çalışmaların artması çok önemli. Kronik
hastalıklarda hekimlerimizin tedavi
hedefleri arasında hastaların işlerine
geri dönebilmeleri de göz önünde
bulundurulmalıdır.
49
Sağlıklı Beslenme ve Bazı Bölgesel
İncelme Uygulamaları
Dr. Gönül ATESSAÇAN
Ethica Levent Hastanesi
Şişmanlık, vücutta olması gerekenden fazla yağ dokusu birikmesi
halidir. Yağlanma oranı yükseldikçe,
tansiyon yüksekliği, şeker hastalığı,
kalp ve beyin damarlarında tıkanma
ve buna bağlı olarak kalp krizi ve felç
geçirme ihtimali artar. Kilo arttıkça
kişinin yaşamına uyumu düşer, hareketlerinde azalma olur ve çeşitli hastalıklar başlar.
Kilo almanın en önemli nedeni
yemek yemeği unutmak, öğün atlamaktır. Ayrıca geç uyanmak ve geç
uyumak bizim metabolizmamızı yavaşlatır. Güneşle birlikte yaşamayı
öğrendiğimiz ve bedenimizin ihtiyaçlarına cevap verebildiğimiz sürece
sağlıklı bedenlerde olabiliriz. Unutmayalım ki bir ana öğünde kendi iki
avucumuz kadar yemek yersek ve ara
öğünde de kendi bir avucumuz kadar yemek yersek kilo almayız. Ancak
siz bir karar vererek, sağlıklı yaşamayı
seçerek bu döngüyü kırabilirsiniz.
“Gün içinde hiçbir şey yemiyorum,
hatta unutuyorum yemek yemeyi,
akşam olunca da ipin ucu kaçıyor,
çok yiyorum.” diyorsanız lütfen dikkatli olun. Tek öğünde beslenmenin
sonucunda kendinizi enerjik hissetmek yerine yorgun hissederseniz ve
alınan kaloriler yağa dönüşürler. Bu
bir kısır döngü halinde devam eder.
Aç kalarak yapılan diyetlerde alacağınız tek sonuç yağlanmadır.
Bu arada yağlarınızın hareket
etmesi için sizin hareket etmeniz
gerekir. Bu yağların vücuttan atılması için de günde 2,5 litre su içmek
şarttır.
Şişman mıyım? Yağ oranım yüksek
mi? Bunu ölçmenin en basit yolu
nedir?
Yağ oranının yüksek olması, fazla
kilolu olmaktan farklı bir kavram50
dır ve bugün için estetik bir sorun
olmaktan çok hastalık olarak kabul
edilmektedir.
1. Kabaca boyunuzdan 100 çıkarmakla ideal kilonuzu hesaplayabilirsiniz.
• Örneğin 170 cm boyundaki bir kişinin ideal kilosunun ortalama 70 kg
olması gerekmektedir.
2. Bel/ Kalça oranı: Bu oran erkeklerde 0,90 cm ve kadınlarda 0,84
cm üzerinde olursa kişide yağlanma
vardır. Kişinin kilosu yüksek olmasa
bile bel/kalça oranı yüksek ise bedenin üst kısmında yağlanma artışı
vardır. Kalp hastalıklarına ve diyabete
yatkınlık olabilir.
Düzenli ve doğru beslenme ile
ideal kiloya gelindikten sonra kalan
bölgesel yağlardan çeşitli uygulamalar ile kurtulabilirsiniz. Bunlardan bazıları:
Lazer Lipoliz ile Bölgesel İncelme
Lazer Lipoliz, lazer enerjisinin
inatçı yağ dokusu içerisine bir fiber
optik aracılığıyla gönderilip parçalanması ve hasarlanması esasına dayanır. Yağ dokusu olan her yerde kullanılabilir. Kolajen üretimini uyararak
gevşek deriyi toparlama ve portakal
görünümünün giderilmesi konusunda etkilidir. İşlem sonrası morluk
ve şişlik fazla değildir. İşlem süresi
bölgeye bağlı olarak 15-60 dakika
arasında değişmektedir. Dikiş uygulanmaz. 4-5 gün kullanılacak bandaj
uygulamasıyla kişi evine gönderilir.
Soğuk Lipoliz İle Bölgesel İncelme
• Tedavi cerrahisiz olarak yağ hücrelerinin dondurularak o bölgeden
atılmasını sağlıyor. Kristalize olan yağ
hücreleri istenilen bölgeden uzaklaştırılıyor.
• Bölgesel yağlanma olan tüm bölgelerde uygulanabilir: karın, kalça,
bel bölgesi, bacaklar, kollar, sırt, bölgesi
• Etkisi 2. haftadan itibaren başlar
ve 2. ayın sonunda hasta tam sonuç
alır.
• Bölgesel olarak % 30-35 yağlar
azalır. Kısaca 1 beden küçülme olur.
• Sonuç 4-6 cm incelme sağlanır.
• Soğuk lipoliz ile hiçbir ilaç ve cerrahi müdahale olmaksızın cildin altındaki yağ hücrelerine ulaşır. Uygu-
lama sırasında ve sonrasında hasta
bir ağrı ve acı hissetmez.
• Morluk oluşmaz, çevre dokular
zarar görmez.
• Uygulama sırasında; bölgeye
bağlı olarak kişi oturur ya da yatar
durumda kalır, gazete-dergi okuyabilir, TV izleyebilir ya da müzik dinleyebilir.
Ultrashape
Cerrahi işlem gerektirmeden
(iğne dahi olmadan) , Odaklı Ses
Dalgaları Teknolojisi ile (FocusUltrasound) herhangi bir yan etki ve takip süreci gerektirmeden ölçülebilir
oranlarda bölgesel incelme ve vücut
şekillendiren sistemdir.
Cilt altında 1,5 cm derinlikte sadece yağ hücrelerini patent teknolojili
odaklanmış ultrasound ile mekanik
olarak parçaladıktan sonra, vücut
metabolizması yardımı ile lenf sistemi, kan dolaşım sistemi ile karaciğere
ulaştırılır. Karaciğer fonksiyonları bu
parçalanan yağ hücresi içeriğini (trigliserid) besinlerden aldığımız yağ
gibi parçalayarak doğal yollardan
yağ atılımını sağlamaktadır.
Odaklı Ultrasound dalgası seçici
ve sadece yağ hücresini hedeflediğinden dolayı diğer yapılara, kan damarları, sinirler, bağ dokusuna zarar
vermez.
Seanslar yaklaşık 1 saat kadar
sürmektedir, dolayısı ile “walk-in
walk-out” dediğimiz seans süresince
sosyal ve iş hayatınızdan geri kalmazsınız.
Smootshapes
Lazer cihazı selülitin oluşum sebebine odaklanan ve selülit görünümünü iyileştirmeyi hedefleyen bir tedavi
yöntemidir. Vücutta selülit oluşumunu tetikleyen yağ hücrelerini lazer ve
ışık enerjisi ile şekillendirerek daha
sağlıklı bir yapıya kavuşmasını sağlar.
Işık enerjisi ile önce formu bozulan
yağ hücrelerini geçirgen hale getirir.
İkinci aşamada lazer ışığı ile geçirgen
hale gelen yağ hücrelerindeki fazla
yağı sıvılaştırır. Son aşamada ise vakum ve mekanik masaj uygulaması
ile sıvılaşan yağın vücudun lenf kanallarına yönlendirilip buradan da
böbrekler yoluyla vücuttan atılmasını sağlar.
“Tedbiri Elden Bırakma;
Keneyi Hafife Alma!”
Dr. Mehmet Ali TORUNOGLU
Türkiye Halk Sağlığı Kurumu
Başkan Yardımcısı
Ü
lkemizde Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) hastalığı ilk
olarak 2002 yılında Tokat, Sivas, Çorum, Amasya, Yozgat, Gümüşhane, Bayburt, Erzurum, Erzincan
ve çevresi olmak üzere İç ve Doğu
Anadolu Bölgelerinin kuzeyi ile Karadeniz Bölgesinin güney kesimlerini
kapsayan geniş bir coğrafi alanda klinik olarak halsizlik, yaygın vücut ağrısı, ateş, kusma ve baş ağrıları ile bir
takım laboratuvar bulgularını (trombositopeni, lökopeni ve karaciğer
enzim yüksekliği vb.) içeren benzer
vakaların görülmesi üzerine dikkati çekmiştir. İlk bulgular ve yapılan
incelemelerden hastalığın riketsiyal
bir enfeksiyon olabileceği ihtimali
üzerinde durulmuş, bölgede hizmet
veren çeşitli tıp fakültesi ve devlet
52
hastanelerinde yatan vakalardan kan
örneği alınarak Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı’na (yeni
adıyla Türkiye Halk Sağlığı Kurumu
Mikrobiyoloji Referans Laboratuvar
Daire Başkanlığı) ulaştırılmış ve buradan da riketsiyal enfeksiyonlar yönünden incelenmek üzere yurt dışına
(Japonya ve Fransa) gönderilmiştir.
Yurt dışından gelen analiz sonuçlarına göre 7 hastanın akut Q ateşi
olduğu, 8 hastanın ise Q ateşi için
geçirilmiş enfeksiyon olduğu tespit
edilmiştir.
2003 yılının yine bahar ve yaz aylarında aynı klinik tablo ile seyreden
Tokat, Sivas, Çorum, Amasya, Yozgat,
Gümüşhane, Bayburt, Erzurum, Erzincan ve çevresine ilave olarak Kastamonu, Bartın, Ankara, Çankırı, Bolu,
Balıkesir gibi illerde de vakaların ortaya çıkmasıyla benzer vakaların Bakanlığımıza bildirilmesi üzerine çalışmalara tekrar başlanmıştır. 2003 yılı
Temmuz ayında çeşitli uzmanlık dallarından oluşan bir uzman heyetinin
katıldığı, epidemiyolojik bir inceleme
yapılmış olup inceleme sonucunda
muhtemel hastalığın kenelerle bulaşan viral bir zoonoz olabileceğine
dikkat çekilmiş ve test edilmek üzere
kan ve serum örneklerinin alınmasına karar verilmiştir. Olgulardan alınan kan ve serum örneklerinin analizleri Fransa’da Pasteur Enstitüsünde
yapılmış ve analiz sonucunda hastalığın Kırım Kongo Kanamalı Ateşi
(KKKA) olduğu 2003 yılı Ağustos ayı
ortalarında kesin olarak ortaya konulmuştur.
Öncelikle KKKA’nın teşhisine yönelik laboratuvar alt yapısı güçlendirilmiş ve tanının ülkemizde konulması sağlanmıştır. Ayrıca hastalığın
tanısının 2003’de konması ile birlikte
vakaların takibi için aynı yıl sürveyans sistemi kurulmuş ve bu sistem
2010 yılında daha da geliştirerek web
tabanlı bilgi sistemini içeren bir ağ
oluşturulmuştur. Bu sistem üzerinden bilgiler anlık olarak alınmakta ve
paydaşlarla paylaşılmaktadır.
Ülkemizin coğrafi ve iklim yapısı,
hastalığın bulaşmasında birinci de-
recede etkin rol oynayan kenelerin
yaşamaları için oldukça elverişlidir.
Vakalar, kene popülasyonuna daha
çok maruz kalan aktif çalışma yaşında ki özellikle tarım ve hayvancılıkla
uğraşanlar arasında yoğunlaşmaktadır. Hastalık özellikle hayvancılığın
yapıldığı bölgeler, kırsal yaşam alanları ve orman kenarı tarım arazilerinin
bulunduğu yerler başta olmak üzere
ülkemizin her yerinde rastlanabilecek durumdadır. Hastalık, her yıl
Mart-Eylül ayları arasında görülmekle birlikte Haziran-Temmuz aylarında
pik yapmaktadır. 2011 verilerine göre
vakaların %83’ü kırsal kesimde yaşamakta olup %75’i hayvanlarla yakın
temas içindedir. Kene tutunma öyküsü vakaların %70’inde tespit edilmiştir. Şehir merkezlerinde hastalık
az görülmektedir ve bu vakaların da
%72’sinde son iki hafta içinde kırsal
alan ziyareti vardır. Hastalık bütün
yaş gruplarında görülmekle birlikte
vakaların yarısı 40-69 yaş aralığındadır ve %56’sı erkektir.
Hastalığın KKKA olduğunun belirlenmesi üzerine Sağlık Bakanlığı
bünyesinde KKKA Bilim Kurulu oluşturularak hastalıkla ilgili alınması
gereken önlemler ve bundan sonra
yapılacak çalışmalar ile ilgili çalışmalar belirlenmiştir. Ankara’da konunun
uzmanlarının katılımıyla bir sempozyum düzenlenerek hastalık hakkında
il yöneticilerine ve sağlık çalışanlarına
bilgilendirme yapıldı. 2004 yılında bu
bilgiler güncellenerek sağlık çalışanlarına yönelik kitapçık bastırıldı ve
sağlık çalışanlarına ulaştırıldı. KKKA
ile ilgili sağlık çalışanlarının bilgilendirilmesi ve eğitimlerinde süreklilik
sağlanması amacıyla her yıl güncel
bilgiler ışığında eğitim ve değerlen-
dirme toplantıları düzenlendi. 2004
yılında ayrıca, 22 ilde görev yapan Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanları, bulaşıcı hastalıklardan sorumlu müdür yardımcıları,
bulaşıcı hastalıklar şube müdürleri ve
İl Tarım Müdürlükleri Hayvan Sağlığı
Şube Müdürlerinin katıldığı eğitim ve
bilgilendirme toplantısı düzenlendi.
2012’ye geldiğimizde, Bakanlığımız KKKA’da destek tedavisinin ön
planda olması, hastalıkta korunmada etkili bir aşının henüz olmaması
sebebiyle KKKA’nın önlenmesinde
belirlediği stratejileri daha çok vatandaşlarımızı uyararak korunma yollarının artırılması yönünde yoğunlaştırmıştır. Bakanlığımızın belirlediği
başlıca stratejiler;
• Kene popülasyonunun kabul
edilebilir bir seviyeye indirilmesi
• Eğitim çalışmalarının (halk, okul,
sağlık personeli) sürekli olarak yapılması
• Vakaların erken teşhisi, takibi ve
destek tedavisinin sağlanması
• Standart enfeksiyon kontrol
önlemlerinin uygulanması ve uygulamanın sağlanmasıdır.
Bu stratejik planın temelini sektörler arasında oluşturulacak işbirliği
yatmaktadır. Kene popülasyonunun
kabul edilebilir seviyeye indirilmesi
amacıyla hastalık riskinin bulunduğu
yerlerde Gıda, Tarım ve Hayvancılık
Bakanlığı tarafından yürütülen çiftlik
hayvanlarının ilaçlanması çalışmalarına Bakanlığımız destek vermektedir. Bu kapsamda 200 bin litre ektoparaziter ilaç temin edilerek Gıda,
Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na
teslim edilmiştir.
Stratejik planın eğitim bölümünde grupta sağlık çalışanları, il yöneti-
cileri, toplum liderleri ve riskli bölgede yaşayan tüm vatandaşlarımız yer
almaktadır. Eğitimlerimizde de işbirliği halinde olduğumuz Milli Eğitim
Bakanlığı, Gıda, Tarım ve Hayvancılık
Bakanlığı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ile yürütülmekle birlikte eğitim programları
ve eğitimlerin verilmesi bizzat Sağlık
Bakanlığı personeli tarafından uygulanmaktadır.
Bakanlığımızca hastalığın yoğun
olarak görüldüğü bölgelerde 2012
yılında KKKA açısından 1., 2., 3. öncelikli bölgeler belirlenerek eğitim
çalışmalarına ağırlık
verilmiştir. 2012
yılında, yürütülen eğitimlerde
kullanılmak
üzere hastalığın
birinci
öncelikli
olduğu yerleşim
yerlerindeki 7 yaş
üstü kişilere içinde kene
kartı, eldiven ve el broşürünün bulunduğu
“KKKA
Eğitim
ve Korunma
Seti” dağıtılmaya başlanmıştır. Yine bu
kapsamda afiş ve broşür
gibi eğitim materyalleri
2012 yılında güncellenerek dağıtımı sağlanmaktadır.
Hastalık ile mücadelede en
önemli tedbir insan-kene temasının en aza indirilmesidir.
Bu amaçla halka verilen eğitimler daha çok kene ile temasın azaltılması yönüne yoğunlaşmaktadır.
53
Kırsal kesimde hastalığın sıklıkla görüldüğü yerlerde halk; hayvanların
üzerinde ki keneleri ve kendi üzerlerinde buldukları keneleri çıplak elle
çıkarmaktadır. Halkta bilinç düzeyini
artırmak için dağıtılan “Kene Eğitim
ve Korunma Seti”nde bir çift eldiven
verilmektedir. Verilen yüz yüze eğitimlerde, Bakanlığımız tarafından
hazırlanan afiş ve broşürlerde keneye çıplak elle dokunulmamasının
önemine vurgu yapılmaktadır. Ayrıca
kırsal kesim ziyaretinden sonra veya
tarlada, bağda, bahçede çalışma sonrasında mutlaka vücutta günlük kene
54
kontrolünün yapılması gereği vurgulanmaktadır.
2012 yılında ayrıca, “Kene Tutunması İle Gelen Kişilere Yaklaşım” ve
“KKKA Vaka Yönetimi” algoritmaları
güncellenerek uygulanmak üzere
sağlık çalışanlarına ulaştırılmıştır. Bu
yolla tüm Türkiye’de vakaya yaklaşım
standardize edilmiştir.
Ayrıca, Kırım Kongo Kanamalı
Ateşi vakalarının 3. basamak sağlık
kuruluşlarında takip edilmesi gerektiğinde sevk edilecekleri merkezler
belirlenmiştir.
2012 için hedeflerimiz; “Tedbiri el-
den bırakma; Keneyi hafife alma” sloganımızla hastalık için risk altındaki
tüm halkımıza ulaşmak, hastalıktan
korunmak için farkındalığın artırılmasına yönelik eğitim çalışmalara büyük bir ivme ile devam etmek ve tanı
alan hastalarımıza ülke genelinde
standart yaklaşım ile en üst düzeyde
tedavi vermek suretiyle vaka sayısını ve hastalık nedeniyle olabilecek
kayıplarımızı azaltmak olarak belirlenmiştir. Bu hedeflere ulaşma konusunda tüm sağlık personelimiz sahada azami gayreti göstermektedir.
Kırım Kongo Kanamalı Ateşi
Prof. Dr. Hürrem BODUR
Ankara Numune E.A. Hastanesi
Enfeksiyon Hastalıkları ve
Klinik Mikrobiyoloji Kliniği
Kırım Kongo Kanamalı Ateşi
(KKKA), ateş ve kanamalar ile seyreden, ölüme yol açabilen viral bir
enfeksiyon hastalığıdır. İlk kez 1944
yılında Kırım’da tanımlanmıştır. Günümüzde Asya, Afrika ve Güneydoğu
Avrupa’da birçok ülkede görülmeye
devam etmektedir. Ülkemizde hastalık ilk kez 2002 yılında Tokat ve çevresindeki salgınla dikkati çekmiştir.
Karadeniz Bölgesinin güneyi ile İç
ve Doğu Anadolu Bölgelerinin kuzey kesimleri KKKA’nın sık görüldüğü
coğrafi alanlardır. KKKA ülkemizde
bahar ve yaz aylarında etkeni bulaştıran kenelerin aktif olduğu dönemlerde görülmektedir. Hastalığın etkeni
bir virüstür. Virüs dış ortama dayanıksızdır. Isıya, ultraviyole ışınları, çamaşır suyu ve dezenfektanlara oldukça
duyarlıdır.
56
KKKA esas olarak Hyalomma cinsi
keneler ile insanlara bulaşır. Keneler
hem virüs için kaynak, hem de virüsün taşınmasında ve bulaşmasında
önemli bir aracıdır. Virüs, keneler
aracılığı ile sığır, domuz ve tavşan
gibi evcil ve yabani hayvanları da enfekte etmesine rağmen, hastalık bu
hayvanlarda sessiz seyreder. İnsanlar
hastalığın klinik belirti verdiği yegane canlı grubudur.
KKKA maruziyetle ilişkili olarak
genellikle enfeksiyonun yaygın olduğu bölgelerde kırsal alanda yaşayanlarda görülmektedir. Bunun yanında
çobanlar, kasaplar, mezbaha çalışanları, kamp yapanlar, veterinerler ve
sağlık personeli de KKKA açısından
riskli grubu oluştururlar. Etkenin insanlara bulaşmasında en önemli yol
kene tutunmasıdır. Ayrıca kenenin
çıplak elle ezilmesi, patlatılması, kanında virüsü taşıyan hayvanların ya
da insanların enfekte doku veya kanı
ile mukoza veya bütünlüğü bozulmuş deri teması ile de hastalık bulaşabilmektedir.
KKKA insanlarda belirtisiz enfeksiyondan şiddetli kanamalara ve
ölüme kadar değişen spektrumda
hastalık tablosuna neden olabilir.
Hastalık, virüs vücuda girdikten 2-13
gün sonra ani başlayan yüksek ateş,
baş ağrısı, halsizlik, iştahsızlık, eklem
ve kas ağrıları şeklinde belirtilere neden olur. Karın ağrısı, bulantı, kusma,
iştahsızlık, ishal ve bazen şuur değişikliği tabloya eşlik edebilir. Genel
olarak klinik tablo hafif olmakla birlikte hastaların az bir kısmında kanama ve ağır klinik bulgular görülebilir.
Bunlar diş eti ve burun kanamaları,
cilt kanamaları, mide-barsak kanamaları, idrar yolu kanamaları, akciğer
ve beyin kanamalarıdır.
Ağır seyreden olgularda ve hastalığın son döneminde bilinç değişikliği, huzursuzluk ve uykuya eğilim gibi
sinir sitemine ait fonksiyon bozuklukları görülebilir. Hastalığın ağır ya
da hafif seyretmesi, alınan virüs miktarına, kişinin vücut direncine ve genetik farklılıklara göre değişir. Ölüm
genellikle hastalığın ikinci haftasında
görülmekte olup başlıca nedenleri
kanamalar, organ yetmezlikleri ve
şoktur. Ölüm oranı %3-30 arasında
değişmekle birlikte, ülkemizde %5
civarındadır.
Hastalar genellikle iki haftada sekelsiz iyileşirler, kronikleşme görülmez. Hastalığı geçirenler ömür boyu
bağışıklık kazanırlar ve tekrar aynı
hastalığa yakalanmazlar.
Kırım Kongo Kanamalı Ateşi seyrinde laboratuvar olarak görülen ve
sıklıkla hastaların ölümüne de neden
olan trombosit sayısının düşmesi ve
pıhtılaşma bozukluklarıdır. Bunun dışında karaciğer, böbrek fonksiyonları
bozulabilir, kas enzimleri yükselir.
Hastalığın tanısı akut hastalık
veya iyileşme döneminde alınan kan
incelemesi ile konulur.
Hastalığın tedavisi destek tedavisidir. Destek tedavisinde, sıvı ve
elektrolit desteğinin sağlanması, gerekli olduğu durumlarda kan ve kan
ürünleri verilmesi önemlidir. Solunum yetmezliği durumunda yoğun
bakım desteği, böbrek yetmezliği
geliştiğinde ise hemodiyaliz uygulanması gerekebilir. Ayrıca kanamalarını önlemek için koruyucu tedavi
verilmektedir.
KKKA tedavisinde etkili olduğu
kanıtlanmış antiviral bir ilaç yoktur.
Bunun yanında, hastalığı geçirmiş ve
iyileşmiş kişilerin kanlarından elde
edilen koruyucu antikorların hasta
kişilere verilmesi ile tedavide başarılı sonuçların elde edildiği çalışmalar
bildirilmiştir. Sonuçlar ümit verici
olmakla birlikte üzerinde daha fazla çalışma yapılması gerekmektedir.
Hastalıktan korunmada en önemli
faktör virüs ile teması önleyerek hastalığın bulaşmasını engellemektir.
Kene ile mücadele hastalıktan korunmanın en önemli ayaklarından
birini oluşturmaktadır. Evcil hayvanlar kene tutunmasına karşı uygun
ilaçla, zamanında ve yeterli sayıda
ilaçlanmalıdır. Hastalığın görüldüğü
bölgelerde yaşayanlar hastalık ve bulaşma yolları konusunda bilgilendirilmelidir. Hastalığın görüldüğü bahar
ve yaz aylarında mümkün olduğunca
kenelerin bulunduğu kırsal alanlarda
bulunmaktan kaçınılmalıdır. Zorunlu
olarak bölgede yaşayan ve tarlasında, bahçesinde çalışmak zorunda
olanlar, çıplak ayak ve kısa giysiler
giymemeli, uzun ve açık renkli giysiler tercih edilmeli, pantolon paçalarını çoraplarının içine sokmalı ve
dönüşte vücutta kene kontrolü yapılmalıdır.
Kenenin erken çıkarılması hastalığın seyrinde oldukça önemlidir. Kene
tutunması fark edildiğinde zaman
kaybetmeden eldiven giyilerek veya
temiz bir peçete ile tutularak veya
varsa pens gibi ucu sivri olmayan
bir alet ile kene derhal çıkarılmalıdır.
Kene ezilmemeli, çıplak el ile keneye
dokunulmamalı, tutunmuş kene üzerine alkol gibi herhangi bir kimyasal
madde dökülmemeli, ateşle keneyi
yakmak gibi fiziksel bir işlem uygulanmamalıdır. Kene çıkarıldıktan
sonra bölge su ve sabunla yıkanmalı
varsa tentürdiyot veya alkol gibi bir
antiseptik madde ile silinmelidir. Kişi
10 gün boyunca hastalığın belirtileri (ateş, halsizlik, yaygın vücut ağrısı
vb.) yönünden takip edilmelidir. Şikayeti olanlar vakit kaybetmeden en
yakın sağlık kuruluşuna başvurmalıdır.
Akut hastalık döneminde hastanın kan, doku ve diğer vücut sıvıları bulaştırıcı olduğundan hasta
yakınları ve hastaya bakım veren
sağlık personeli gerekli koruyucu önlemleri almalıdır. Hastalara
ait kan ve vücut sıvıları ile korunmasız
temastan
kaçınılmalıdır.
Ağız ve burundan kanaması olan
hastalardan öksürük ve aksırık yolu
ile bulaşma olabileceğinden, bu kişilerin yanında bulunanlar maske ve
gözlük takmalıdır. Hasta kişilerin kullandığı malzemeler ve tuvaletler çamaşır suyu ile temizlenmelidir. Hastalara ait kan ve vücut sıvıları ile deri
ve mukozalardan temas olduğunda
ise deri su ve sabunla, mukozal bölge
ise bol su ile yıkanmalı ve bir sağlık
kuruluşuna başvurulmalıdır.
57
KKKA ve Keneler
Prof. Dr. Zati VATANSEVER
Kafkas Üniversitesi
Veteriner Fakültesi
K
eneler, zorunlu kan emici dış parazitler olup örümceklerle aynı
sınıfta yer alan eklem bacaklılardır. Vücutları tek parça olup yavruları 6, erişkinleri ise 8 bacaklıdır.
Dünyada bilinen 907 kene türü vardır. Özellikle Ixodidae (sert keneler
ve mera keneleri)) ailesinde yer alan
keneler hastalık bulaştırmaları açısından önemlidir. Ülkemizde, gerek
iklim ve coğrafik yapı, gerekse mera
hayvancılığının yaygın olması nedeniyle hayvanlarda yoğun olarak kene
tutunmalarına ve buna bağlı hastalıklara rastlanmaktadır.
Ixodidae ailesindeki keneler mevsimsel aktivite göstermekte olup
halk arasında sert kene, mera kenesi,
sakırga, yavsı, kerni ve kuru budak
gibi isimlerle de bilinmektedir. Bunlar, yumurtayı takip eden gelişmeleri boyunca 3 değişik şekilde bulu-
58
nurlar: larva, nimf ve erişkin (cinsel
olgunluğa erişmiş erkek ve dişiler).
Yaşam döngüleri boyunca biri larvadan nimfe, diğeri de nimften erişkine
geçişte olmak üzere, iki defa gömlek
değiştirirler. Bu kenelerin, gömlek değiştirmeden önce mutlaka kan emip
doymaları gerekmektedir. Ixodidae
ailesindeki keneler bir, iki veya üç konaklı özellik gösterir. Her gelişme döneminde sadece bir defa kan emerler. Kan emme süresi larvada 3-4 gün
kadar kısa olabilirken, erişkinlerde 15
günü bulabilmektedir. Bu süre içinde
konaklarına ağız organelleri ile sıkıca
tutunmuş olarak bulunurlar . Erişkin
keneler kan emme sırasında çiftleşirler. Bu ailede yer alan dişi keneler,
özel yapılarından dolayı fazla miktarda kan emebilmekte ve yaklaşık
100 kat ağırlık kazanabilmektedirler.
Erişkin keneler kan emip doyduktan
sonra konağı bırakıp yere düşer, dişiler yumurtlar ve ölürler.
Farklı gelişme dönemlerinde
değişik konaklardan kan emebilme
özelliği, kenelerin hastalık nakillerindeki önemlerini daha da arttırmaktadır. Larva ve/veya nimf döneminde
hastalık taşıyıcısı konaklardan kan
emen keneler, bu etkenleri bir son-
raki dönemlerine geçirebilir. Aynı
şekilde, bazı hastalık etkenleri dişi
kenelerden yumurtalarına ve dolayısıyla yeni nesil larvalara geçer. Bu
geçiş yolları doğal hastalık odaklarının devamlılığının sağlanmasında etkilidir. Günümüzde kabul edilen 907
kene türünün yaklaşık %10’u, insan
ve hayvanlara 200 kadar hastalığın
bulaştırılması ile ilgilidir. Bunlardan
28 tür doğrudan insan hastalıkları ile
ilişkilidir.
KKKA kenelerle bulaşan viral
hastalıklar içinde en geniş yayılma
alanına sahip olup Afrika, Asya, Balkanlar, Ukrayna, Güney Rusya ve
Ortadoğu’da 30’dan fazla ülkeyi etkilemektedir.
Hastalığın Türkiye’de varlığı konusunda hiç bir bilgi yokken, 2002
yılında aniden farkına varılan ve hızla
yayılış gösteren bir salgın halinde ortaya çıkmıştır. Bu güne kadar (20022011), ağırlıklı olarak Tokat, Sivas,
Çorum, Yozgat, Çankırı, Kastamonu,
Karabük, Gümüşhane, Giresun ve
Erzurum’dan olmak üzere, 300 ilçeye bağlı 2200 kadar kırsal yerleşim
biriminden 6392 olgu kaydedilmiş
olup, bunların 322’si ölümle sonuçlanmıştır. Hastalık ülkemizle sınırlı
olmayıp, özellikle Rusya’nın Kuzey
Kafkasya bölgesinde yaygın olarak
görülmektedir. Yine aynı şekilde Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk ve
Kosova’dan da az sayıda bildirimler
vardır.
Hastalık, insanlara kenelerin kan
emmesi sırasında bulaşmaktadır. Bunun dışında hayvanlar üzerinde bulunan kenelerin el ile ezilmesi, taze
kesilmiş taşıyıcı hayvanların vücut
sıvıları ve dokuları ile temas ve hasta insanların vücut sıvıları ile temas
sonucu da bulaşma olabilmektedir.
Keneler hastalığın doğadaki esas taşıyıcısı ve saklayıcısı olarak bilinirler.
Evcil ve yabani hayvanlar virüsü ancak 7-10 gün kadar barındırabilmelerine karşın, virüs kenelerde ömür
boyu (1-1.5 yıl), hatta nesiller boyu
kalmakta ve çoğalabilmektedir.
Hastalığın dünyadaki yayılışı Hyalomma soyundaki kenelerin yayılışı
ile sınırlıdır. Balkan’lar, Kırım ve Kafkas’larda olduğu gibi, Anadolu’da da
insanlara bulaştırılması ile ilişkili tek
kene türü şimdilik Hyalomma marginatum olarak göze çarpmaktadır.
Bunun yanında virüsün doğadaki
döngüsünde başka kenelerin rolü de
olabilir.
Bölgemizde Kırım-Kongo kanamalı ateşi virüsünün ana taşıyıcısı
olan Hyalomma marginatum yaban
hayatı ile çok yakından ilişkili olup,
bozkır ikliminin diğer iklim kuşakları
ile kesiştiği bölgelerde, özellikle de
kuru taban örtüsüne sahip bodur ormanların (meşe ve ardıç) bulunduğu
parçalı arazi yapısına sahip alanlarda
yayılış gösterir. Hyalomma marginatum iki konaklı bir yaşam döngüsüne
sahiptir. Larva ve nimf evreleri, beslenmek için küçük yabani hayvanlar
(özellikle tavşan ve kirpi) ile yerden
beslenen kuşları (karga, keklik, sığırcık, hindi vs.) tercih etmektedirler.
Larvadan nimfe dönüşüm aşaması
(gömlek değiştirme) bu konaklar
üzerinde gerçekleşir. Bu hayvanlardan 14-26 gün boyunca kan emip
beslenirler ve doymuş nimf olarak
yere düşerler. Yere düşen nimfler,
çevre şartlarına bağlı olarak 4 ile
20 gün arasında bir sürede gömlek
değiştirerek aç erişkin haline gelmektedirler. Bu dönem, genellikle
sonbahara isabet ettiğinden keneler konak aramak yerine doğada kışı
geçirebilecekleri bir yere saklanırlar.
Kışın geçişini takiben, ertesi yılın ilkbaharında aktif hale gelirler. Söz konusu bu erişkin keneler, diğer bazı
kenelerin aksine otlara tırmanıp konak bekleme yerine, toprakta veya
bodur bitkiler altında gizlenmiş halde etraflarından kan emebilecekleri
bir büyük konağın (domuz vb. gibi
yabani hayvanlar ile sığır, koyun, at
gibi evcil hayvanlar ve insan) geçmesini beklerler. Hayvanların yaydığı
titreşimler, ısı ve kokular kenenin konağını hissetmesini ve ona yönelmesini sağlar. Çevrede bir konağın varlığını hissetmedikleri takdirde, aylarca
saklandıkları yerde bekleyebilirler.
Uygun konağı bulup tutunan erişkin
keneler, bu konaklarından 9-14 gün
boyunca kan emer ve bu sırada çiftleşirler. Doyan dişi keneler toprağa
düşer ve kendilerine yumurtlamak
için uygun bir yer bulup sayısı 7000’e
kadar varan yumurta bırakıp ölürler.
Hyalomma marginatum’un yaşam
döngüsü, konak hayvan bulabilmesi
ve mevsime bağlı olarak 4 ay ile 1,5
yıl arasında değişen bir sürede tamamlanır. Örneğin, sonbaharda virus
taşıyan bir tavşandan kan emdikten
sonra doymuş nimf halinde yere
düşen bir kene gömlek değiştirip aç
erişkin olduktan sonra kışı geçirebileceği uygun bir korunağa girer. Takip
eden yıl havaların ısınmasıyla keneler
aktif hale gelip, biyolojik döngülerine
buradan devam ederler. Bu durum,
hastalığın bir yıldan diğer yıla geçişini sağlayan en önemli unsurlardandır.
Hastalığın bulaşma yolları ne
olursa olsun, yayılışında keneler ve
bunların konaklarının büyük önemi
vardır. Balkanlar, Ukrayna ve Güney
Rusya’da ortaya çıkan KKKA salgınları
her zaman ekolojik yenilenme sonucunda (savaş, tarımsal aktivitelerde
köklü değişimler vs.) yaban hayvanı
ve kene sayısındaki artışına bağlı olarak ortaya çıkmıştır.
Ülkemizde hastalığın bu denli geniş boyutlarda ortaya çıkmasını tetikleyen nedenler henüz tam anlamı ile
ortaya konulmamış olsa da, son yıllarda yapılan araştırmalar umut verici
düzeydedir.
59
KKKA’nin Önlenmesinde Kenelerle
Mücadele ve Korunma Yolları
bırakmayan ve kolay uygulanabilir
olmasına dikkat edilmelidir.
1. Kenelerle Mücadele
Günümüzde, kenelerin tamamen
ortadan kaldırılmasının olanaksız olduğu kabul edilmektedir. Bu nedenle
izlenen temel strateji, ekolojik dengeleri bozmadan ve hayvan ile insan
sağlığına zarar vermeden, artan kene
sayısının kabul edilebilir sınırlara indirilmesi yönündedir. Söz konusu
olan, insan sağlığını etkileyen bir salgın olduğundan, kene sayısını hızla
azaltabilecek önlemlerin acilen alınması gerekmektedir.
Her ne kadar kenelerle mücadelede hayvan ve çevre ilaçlaması, çevre düzenlemesi, konak hayvanların
azaltılması, biyolojik mücadele ve
kene aşılarının kullanılması gibi bir
çok klasik yöntemden bahsedilse de,
söz konusu olan Hyalomma marginatum ve KKKA olduğunda, kenenin
özel biyolojisinden dolayı bunlardan
çoğu etkisizdir. Hatta keklik veya beç
tavuğu bırakılması, kısır kene kullanılması, çevre ilaçlaması gibi uygulamalar yarardan çok zarar getirecek
niteliktedir.
2. Kenelerden Korunma Yolları
Dünya’nın her yerinde kenelerle bulaşan hastalıklardan korunmanın temelinde insan-kene temasını kesmek
yatmaktadır. Bunun en etkili yolu da
kişisel korunmadır. Bu da, kenelerin
biyo-ekolojik özelliklerinin iyi bilinmesini gerektirmektedir. Örneğin,
insanların gereksiz yere paniğe kapılmasına yol açan bazı yanlış düşüncelerin ve bilgilerin aksine, keneler uçmaz, sıçramaz, havadan düşmez veya
tutundukları bir konağı bırakıp başka
bir konak üzerine gitmezler. İnsanların dikkat etmesi gereken iki önemli
konu vardır.
Birincisi, doğada bulunan ve konak arayan erişkin aç kenelerin insanları bulup tutunmasını engelleyecek
önlemleri içermektedir . Bunlar şöyle
sıralanabilir:
• Kenelerin bulunabileceği alanlardan uzak durmak veya dikkatli
olmak. Tavşan, kirpi ve yerden beslenen kuşların dolaştığı alanlarda
potansiyel olarak aç erişkin kenelerle karşılaşma riski vardır. Hyalomma marginatum genellikle yaban
hayvanınca zengin bodur meşelik
ormanlar ile kaplı, kurak veya yarı
kurak bozkır geçiş alanlarında bulunur . Parçalı arazi yapısının (orman
içi tarım arazileri ve açıklıklar, orman
kenarındaki tarım arazileri) gözlendiği alanlar, yüksek oranda kene-insan
temasının yaşandığı, KKKA açısından
en riskli yerlerdir.
• Riskli alanlarda bulunulan zamanlarda, kenelerin elbiselerin altına girebileceği muhtemel açıklıkları
kapatmak çok önemlidir. Örneğin,
uzun kollu kapalı elbiseler giymek ve
pantolon paçalarını çorapların içine
sokmak, basit görünse de, hayli etkili
bir önlemdir. Elbiselerin açık renkte
Çiftlik hayvanları, keneler için iyi
birer çoğaltıcı konak olduğundan,
kene sayısının artışına katkıda bulunmaktadırlar. Bu nedenle, günümüz
şartlarında en uygun acil eylem yollarından biri, evcil hayvanları ilkbahardan sonbahara kadar periyodik olarak ilaçlayarak kene tutunmalarını
azaltmaktı. Böylece dişi kenelerin kan
emerek yumurtlamasını engellenmiş
ve takip eden yıldaki kene sayısı azaltılmış olacaktır. .Uygulamanın başarılı
olabilmesi için hayvan ilaçlamalarının risk altındaki her yerde eşzamanlı
ve periyodik olarak yapılması gerekmektedir. Çiftlik hayvanlarında kullanılacak ilaçların , et ve sütte kalıntı
60
olması, gelen kenelerin kolayca görülmesini sağlar.
• Yine riskli alanlarda bulunulması
durumunda, her 1-2 saatte bir vücudu kene yönünden gözden geçirmek,
akşamları eve gelindiğinde vücudu
tamamen muayene etmek, kenelerin henüz hastalık etkenini vermeye
başlamadan bulunması ve uzaklaştırılması bakımından çok önemlidir.
Kırsal bölgede yaşayan ve günde bir
kaç defa kene tutunma riski ile karşı
karşıya olan insanlarımız, özellikle
akşamları eve geldiklerinde soyunup,
kene yönünden genel vücut kontrolü
yapmayı bir alışkanlık haline getirirse, KKKA hastalığının görülme sıklığı
çok büyük oranda azalacaktır.
İkinci kritik nokta ise, evcil hayvanlar üzerinde bulunan keneleri
çıplak el ile koparıp ezmekten kaçınmaktır. Aslında hayvanlar üzerinde
bulunan kenelerin bu konağı bırakıp
insana gelmesi söz konusu değildir;
ancak, özellikle kırsal alanda yaşayan
vatandaşlarımız sağım, tımar veya
kırkım sırasında hayvanlar üzerinde
bulunan keneleri elle koparıp ezme
eğilimindedirler.
Bu durumda, eğer kenede virüs
varsa eldeki çatlaklardan insana bulaşabilmektedir. Bu nedenle, hayvanların üzerindeki keneler kesinlikle
elle toplanmamalı, hayvanların uygun ilaçlarla ilaçlanması tercih edilmelidir.
Kent merkezlerinde kenelerle ilgili gereksiz boyutlarda bir panik yaşanırken, kırsal kesimde bunun tam
aksine çok duyarsız kalınmaktadır. Kırsal kesimde yaşayan insanlarımıza
keneden korunma yollarını bir yaşam
tarzı olarak kabul ettirip, kene-insan
temasını kestiğimizde, insanlardaki
hastalık da ortadan kalkacaktır. Bu
durumda kenelerle birlikte yaşamayı
öğrenmek ve bu doğrultuda hareket
etmek gerekir.
61
GÜVENE DAYALI İŞBİRLİĞİ
POLİTİKASIYLA ASTRAZENECA
SEKTÖRDE LİDERLİĞİ HEDEFLİYOR
Dr. Pelin ERİSTİREN İNCESU
AstraZeneca Türkiye
Pazar Erişim Direktörü
A
straZeneca tüm dünyada,
hastaların daha sağlıklı ve
kaliteli bir yaşam sürmelerini
sağlayacak etkin, inovatif, yan etkileri
az, hasta uyumu yüksek ürünler geliştirmektedir. Bilim ve hasta merkezli
faaliyetlere odaklanan yeni çalışma
şekli; “AstraZeneca Güvene Dayalı
İşbirliği Politikasını” global ölçekte
duyuran AstraZeneca, ilaç sektörün-
62
de küresel çapta kabul gören ve uygulanan iş yapış yöntemlerine farklı
bir bakış açısı kazandırıyor.
AstraZeneca sektör itibarını
önemseyen Güvene Dayalı İşbirliği
Politikasıyla, tüm paydaşları ile yürütmekte olduğu; etik, dürüst, şeffaf,
güvenilir ilişkilerini korumayı ve daha
da geliştirmeyi hedeflemektedir.
Dünyanın önde gelen biyofarmasötik ilaç şirketlerinden biri olan ve yaşama değer katmak vizyonu ile midebağırsak, kalp-damar, merkezi sinir
sistemi, göğüs hastalıkları, onkoloji,
enfeksiyon ve diyabet gibi terapötik
alanlarda çalışmalarını yoğunlaştıran
AstraZeneca, küresel çapta biyolojik
ürün hattını zenginleştirerek biyoteknoloji alanında liderliği hedefle-
mektedir. Farklı görüşlere açık olma
ve sadece bilimsel değerlere paralel
olarak iş geliştirme, AstraZeneca’yı
kendi alanında farklılaştırmaktadır.
Türkiye daha kuvvetli
bir merkez olacak
İlaç tüketiminde Türkiye, dünyanın en büyük 13’ncü pazarı. Türkiye’deki üniversite ağı ve genç nüfus
dikkate alındığında ilaç sektörü açısından bu durum avantaj olarak nitelendirilebilir. Sağlık sektörünün hızla
geliştiği göz önüne alındığında, AstraZeneca, Türkiye’de ilaç sektörü açısından öncü olmayı hedeflemektedir.
Türk hekimleri ile çok sayıda klinik araştırma ve gözlemsel çalışma
gerçekleştiren AstraZeneca, son 10
yıl içinde Türkiye’de Ar-Ge alanında
30 milyon Dolar yatırım yapmıştır.
AstraZeneca Türkiye, otoriteler ve
araştırmacıların desteği ile diğer ülkeler ile rekabet ederek Türkiye’yi ArGe alanında daha kuvvetli bir merkez
haline getirmek konusunda çalışmaktadır. Böylece Türkiye’ye medikal
bilgi ve kaynak transferi artacaktır.
Bu bağlamda AstraZeneca Türkiye,
son yıllarda katıldığı çok merkezli ve
yüksek hasta sayılı global Ar-Ge çalışmaları ve gözlemsel çalışmalarda,
Türkiye’nin çalışmaya katılan diğer
ülkelere oranla daha başarılı olduğunu gözlemlemektedir. Bu pozitif
gelişmeler, Türkiye’nin klinik araştırmalar konusunda kuvvetini daha da
arttıracaktır.
Dünyada ilaç endüstrisinin ArGe’ye ayırdığı yatırım miktarı yaklaşık
65 milyar Dolar’dır. Bu rakamın yaklaşık yüzde 60’ını araştırma faaliyetleri için harcanırken yüzde 40’ı klinik
araştırmaları kapsamaktadır. Türkiye
ilaç pazarı dünyadaki toplam ilaç
pazarının yaklaşık yüzde 1’ini temsil
ederken dünyadaki klinik araştırma
yatırımının sadece binde 1’ine ev
sahipliği yapmaktadır. Yılda 30-35
milyon Dolar Ar-Ge çalışması yapılan
Türk İlaç Endüstrisi, ekonomik boyutuna göre her yıl 1 milyar Dolar yatırım çekebilecek bir ölçeğe sahiptir.
Hayat kurtaran eğitim
42 bin çocuğa ulaştı
Yaşamın her alanında küresel anlamda değişen şartlar, sağlık konusunda insan odaklı bir yaklaşımı beraberinde getirmektedir. AstraZeneca,
sağlığın bu birleştirici rolü üzerine
belirlediği alanlarda kurumsal sosyal
sorumluluk projeleri yürütmektedir.
Toplumun ihtiyaçlarına göre şekillendirilen bu projelerin en önemlisi
“İlk Yardıma İlk Adım” programıdır.
Sağlık ve eğitim alanında Türkiye’nin
en uzun dönemli kurumsal sosyal sorumluluk projelerinden biri olan “İlk
Yardıma İlk Adım” Türkiye’nin dört
bir yanına ulaşarak Yatılı İlköğretim
Bölge Okulu öğrencilerine ilk yardım
eğitimi vermektedir. AstraZeneca,
Milli Eğitim Bakanlığı ve TOÇEV işbirliğiyle başlayan ve kesintisiz olarak 5
yıldır devam eden proje, şu ana kadar
79 ilde, 233 Yatılı İlköğretim Bölge
Okulu’na (YİBO) ulaşmıştır. Bugüne
kadar yaklaşık 42 bin öğrenciye ulaşan proje, 2011 yılında PR alanında
en saygın yayınlardan biri olan PR
News Onur ödülünü aldı. Programı,
yine 2011 yılında, uluslararası alanda büyük bir prestije sahip Hindistan
İşadamları Birliği’nin her yıl verdiği
Golden Peacock ödüllerinin de genel birincisi seçildi. Son olarak Eczacı
Dergisi tarafından düzenlenen Altın
Havan 2011 ödülüne ve iletişim alanında Avrupa’nın en prestijli ödülü
olan Avrupa Mükemmellik Ödülü’nü
(The European Excellence Awards)
de alan İlk Yardıma İlk Adım programı bu alandaki başarısını hem ulusal
alanda hem de uluslararası alanda bir
kez daha taçlandırmış oldu.
63
Sezaryen v
e Küretaj
Prof. Dr. M. Hakan ŞATIROĞLU
Sezaryen
Sezaryen, apandisit, fıtık hatta
kanser ve kalb ameliyatları gibi, ancak ihtiyaç olduğunda gerçekleştirilen bir “tıbbi operasyondur”. Doğum
herhangi bir gerekçe yoksa normal
yoldan olmalıdır.
Vajinal doğum gebeliklerin % 7580’inde rahat bir şekilde gerçekleşir.
Normal doğum esnasında ağrının
azaltılması amacı ile damardan ağrı
kesiciler uygulanabileceği gibi epidural anaestezi de yapılabilir. Epidural anestezi ile yapılan doğumlarda
anne çok az ağrı hisseder. Ancak epidural anestezi annenin ıkınma hissini azaltacağından bebeğin başının
çıkarılması için forseps veya vakum
gibi yardımcı yöntemlere gereksinim
artabilir.
Sezaryen ise aşağıdaki sayılan nedenlerin bir ya da birkaçının olması
durumunda yapılmalıdır. Planlanan
her doğumun normal olarak bitmesi
mümkün olmayabilir. Doğum süreci
içinde bazı endikasyonlar ile sezaryen yapmak gerekebilir.
Sezaryen nedenleri olarak;
• Kemik çatının (pelvisin) çok dar
olması,
64
• Doğumsal kalça çıkığı mevcudiyeti,
• Herpes virüs enfeksiyonu
• Bazı sistemik hastalıklar sayılabilir.
• Annenin leğen kemiği ve bebeğin başı arasındaki uyumsuzluk (sefalopelvik disproporsiyon),
• Doğum ağrılarının etkin olmasına rağmen bebek başının inmemesi
(ilerlemeyen eylem-ağrı zaafı),
• Fetal distress diye adlandırılan ve
bebeğe az kan ve oksijen gitmesi,
• Bebeğin baş gelişi dışındaki diğer
vücut bölgeleri ile gelmesi (makat
gelişi ve yan duruşlar),
• Plasentanın bebeğin çıkacağı rahim ağzını kapatması (plasenta previa),
• Plasentanın erken ayrılması (plasental ablasyon)
• Obesitenin arması,
• Kadın kalça yapısının gideren
daha dar hale gelmesi
• Bebek ağırlıklarının arması
• Malpraktis korkusu
• Daha önce sezaryen ile doğum
yapmış olmak mutlak olmasa bile bir
sezaryen endikasyonu sayılmaktadır.
Sezaryen sonrası normal doğum
da olabilir. Ancak rahimin doğum
ağrıları başlamadan veya doğum ağrıları sırasında rahimde yırtılma riski
vardır. Bu nedenle sezaryen sonrası
normal doğum düşünen kadınlarda
çok dikkatli bir takip gerekir.
DSÖ sezaryen oranı çok düşük
olan ülkelerde anne ölümlerinin çok
yüksek olduğunu bildirmektedir.
DSÖ 2010 raporunda, Türkiyenin
sezaryen oranı % 21.2 ve “gereksiz
sezaryen“ oranı % 1.3 olarak görülüyor. Bu oran Çin’de % 31.8, Brezilya’da
% 15.4, ABD’de % 10.8, İran’da % 6,
İtalya’da % 2, Almanya’da % 1.4 (bunların hepsi bizden yüksek).
“DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ SEZARYEN ORANI İÇİN
ÖNERDİĞİ % 15 TAVSİYESİNİ HAZİRAN 2010 DA
GERİ ÇEKMİŞTİR. Resmi açıklamada “Uygun oranı belirlemek için elde deneye dayalı veri yok, en önemli olan şey
ihtiyaç olduğunda hamile kadınlar
bu hizmetten tereddütsüz yararlanmalıdır” demiştir.
“Yetişmiş-kalifiye ebe” sayısının
az olması doğum ve sezaryen oranlarını etkilemektedir. Her gebe kadın
doğumunu en iyi şartlarda yapmak,
bebeğini sağlıklı bir şekilde kucağına
almak ister, bu hem devletin hem de
her hekimin görevidir. Aileler, doğum
sürecinin her döneminde güvende
olmak ve doğumunu hekim kontrolundan yapmak, hekim de doğumun
her evresinde gebenin başında olmak ister, ancak bu günümüz sağlık
hizmetleri sisteminde pek mümkün
olamamaktadır. Hekim, gerek kamu
gerekse özel sektörde, zorunlu diğer
görevleri (poliklinik, operasyonlar, girişimler, ders, seminer vs.) nedeniyle,
10-12 saat süren doğum sürecinin
tümünde gebenin başında bulunamamaktadır. Bu durum gerek gebeyi
ve gerekse özellikle “malpraktis” korkusu ile hekimi tedirgin etmekte ve
doğum şeklini etkilemektedir. Oysa
her gebenin tüm doğum sürecini
yönetecek ve sürekli başında olacak
sayıda yetismiş, doğum yetkisi olan
tecrübeli “ebe”miz olsa ne kadınlarımız ne de hekimlerimiz doğumdan
tedirgin olacaklardır. Tüm doğum
sürecinde ebeler, yönetimi elbette
hekim sorumluluğunda yapacak, hekim gerekli olduğunda sürece katılacaktır.
Ülkemizde 5 binden fazla kadındoğum uzmanı vardır, ama ebe sayısı ne yazık ki olması gerekenin çok
altındadır. Yetişmiş ebelerin doğum
sürecini takibi, her gebeye – her doğuma bir ebe tahsis edilmesi gereklidir, bu tüm gelişmiş ülkelerde böyle
uygulanmaktadır. Hekim doğumda
ancak tecrübeli iyi yetişmiş ebelerin
yapamadıkları girişimler için gerekli
olacaktır. İngiltere bunun için çok iyi
bir örnektir ve sezaryen oranları %
17’dir.
Bilindiği üzere aile hekimlerinin
bir görevi de gebe takibidir. Bu süreçte de aile hekimlerinin en büyük
yardımcısı iyi yetişmiş ebe-hemşireler olmalıdır. Bu ebeler gerekirse gebenin doğumuna da katılarak takipte sürekliliği sağlayabilecekleri gibi,
gebe için tanıdık bir yüz olarak gebenin anksiyetesini de azaltabilirler.
Birleşmiş Milletler Nüfus Kurumu
(UNFPA) şimdilerde tüm dünyada bir
kampanya ile gençleri “ebelik eğitimine” davet etmektedir. Bu bizim ülkemiz içinde geçerli olmalıdır.
Küretaj
İnsanlar var oluşlarından bu yana
üremeleri ile ilgili seçim hakkı peşinde koşmuşlardır. Hemen her inanç ve
kültürde insan üreme işlevini kişisel
olarak kontrol etmek üzere yollar
aramış, yani “seçme ve kendi bedeni
hakkında kara verme özgürlüğü” peşinde olmuştur. Üremenin temel olarak artmasının nedeni ya savaşlar, ya
da ekonomik olmuştur.
Teknolojinin bu kadar gelişmiş olmadığı dönemlerde “savaş
makinesi”nin temel yapı taşı insandı
ve ordular insan sayısı ile kuvvetli olurdu. Ekonomik nedenlerde de
benzeri durum vardır.
Çok değil henüz bu yüzyılın başında “üretimin” temel yapı taşı insandı. Aileler, toplumlar ve nihayetinde
Ülkeler, toprağı işlemek, hayvancılık yapmak yani ekonomik kazanç
için “kol gücüne” ihtiyaç duyuyordu,
yani insan ancak bir üretim aracı gibi
işlev görüyordu. İnsanlar teknoloji
geliştikçe üretim araçları olmaktan
çıktılar ve sadece “insan” oldukları
için kıymetli olmaya başladılar. Zaten
doğrusu da bu değil midir? Ekonomi
insana hizmet etmelidir, insan ekonomiye değil.
Küretaj gerektiğinde yapılacak,
bilimsel kurallar içinde karar verilerek
yasal yollarla kullanılabilecek bir tıbbi
işlemdir, aile planlaması yöntemi değildir.
65
Aile Planlaması;
“İsteyen çiflere istedikleri kadar ve
istedikleri zaman çocuk sahibi olmalarına yardım edici yöntemler ve
bunların kullanımı” demektir. Tavsiye
edilen doğum aralığı 2-3 yıldır.
Üreme Sağlığı;
“Bireyin üreme sisteminin fiziksel,
mental ve sosyal olarak tam bir iyilik
halinde olması” demektir.
Üreme Hakları;
• Bireylerin sorumluluk bilinci içinde, sahip olmak istedikleri çocukların
sayı, aralık ve zamanlaması konusunda özgürce karar vermeleri,
• Bunları yapabilmeleri için de yasalara aykırı olmayan, etkili, ucuz ve
güvenli metodlar hakkında bilgilendirilme,
• Aile planlaması, gebelik ve doğum için yeterli sağlık hizmetine ulaşabilme,
• Doyurucu ve güvenli bir cinsel
sağlığa sahip olmak demektir.
İnsan hakları manzumesi içinde
yer alan “üreme hakları”, insanların,
çocuk sahibi olmak ya da olmamak
gibi konularda özellikle kadınlara
“bilgi edinme, özgürce karar verme
ve bu hizmetler ulaşma” hakkı vermektedir ve bu hali hazırdaki Anayasamızın 41. maddesinde de yer
almaktadır.
(Türkiye Cumhuriyeti Anayasası,
Üçüncü Bölüm:
Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler
I. Ailenin korunması
Madde 41:
Aile, Türk toplumunun temelidir. Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve
çocukların korunması ve aile planlaması öğretimi ile uygulamasını sağlamak için gerekli
tedbirleri alır, teşkilatı kurar).
Modern “aile planlaması yöntemleri” ihtiyacı karşılandığında tüm
dünyada olduğu gibi, planlanmamış
gebelikler “henüz gebelik olmadan”
önlenebilmekte ve “küretaja ihtiyaç”
azalmaktadır. Yasal olarak küretajın
muhafaza edilmesi ancak bu yöntemler yetersiz kaldığında ve “tıbbi
nedenler” (ki bütün bunlar yasa ve
yönetmeliklerde bellidir ve “kurul
kararı” ile gerçekleştirilir) dediğimiz
annenin sağlığını tehdit eden örneğin kalb, böbrek hastalıkları, kanserler gibi nedenlerle veya fetusda
yaşamla bağdaşmayan anormallikler
olduğunda gerekli müdahalelerin
yasal, kontrol edilebilir, sıhhi şartlarda yapılmasını sağlamak için gereklidir. Aksi durumda insanlar, yasa ve
66
kontrol dışı ortamlarda çare arayacak
veya yasal olan ülkelere gitmeye çalışacaklardır.
Bunun örnekleri çok uzakta değildir, hemde Avrupa’da bu örneklere
rastlarız. Avrupa Birliği ülkelerinden
İrlanda ve çok küçük bir ada devleti
olan, nüfusu gerçekten çok düşmüş
bulunan ve azalmaya devam eden
Malta’da isteğe bağlı küretaj yasal değildir. Çeşitli teşviklere ve yasaklara
rağmen Malta’da nüfus artmamaktadır çünkü asıl neden insanların başka
ülkelere göçüdür ve bunun nedeni
de ekonomiktir. İrlanda ve Malta’da
insanlar açık denizlerde dolaşan gemilerde veya küretajın yasal olduğu
en yakın ülkelerde “küretaj turizmi”
ile önleyemedikleri planlanmamış
gebeliklerini sonlandırmaya çalışmaktadırlar.
Türkiye’de 1983’ten önce insanlarımız ya yüksekten atlamak, rahim
içine tavuk teleği, şiş, örgü mili dahil
yaşamı tehdit eden malzemeler sokma gibi ölümle sonlanma ihtimali
yüksek yollarla “kendi kendine” düşük yapmaya çalışmış ya da yasa ve
kontrol dışı ortamlarda, gayri sıhhı
şartlarda planlamadıkları gebelikleri
sonlandırmaya çalışmışlardır.
1983 yılında çıkarılan 2827 sayılı
yasa ile, kadın sağlığına zarar vermeyen tıbbi yöntemlerle 10 haftalık gebelik aralığında isteğe bağlı küretaj
yeraltından çıkarılmış, görünür, kontrol edilebilir ve sıhhi şartlarda uygulanabilir hale getirilmiştir. 1983’ten
önce, yani bu yasadan önce anne
ölümleri 100 binde 250’lerde iken
100 binde 49 lara gerilemiştir. Son
yıllarda ülkemizdeki sağlık hizmetlerinin gelişmesi ile bu oran 100 binde
15’lere kadar çekilmiştir.
Birleşmiş Milletler 193 ülkeyi içeren küretaj ile ilgili 2007 raporunda,
1994’te 16 ülkede küretaj yasağı olduğunu, 2007’de ise küretajın her
şartta yasak olduğu ülke sayısının
6’ya düştüğünü bildirmektedir. Bu
ülkeler; Şili, El Salvador, Malta, Nikaragua, Timor-Leste, Vatikan’dır.
İsteğe bağlı küretaj 57 ülkede yasaldır. Bu rakam 1994’te 42, 2002’de
53 idi.
Bu ülkeler şunlar;
• Batı yarım küre: Amerika Birleşik
Devletleri, Kanada, Küba, Guyana
• Batı ve Güney Avrupa: Avusturya,
Belçika, Danimarka, Fransa, Almanya,
Yunanistan, İtalya, Hollanda, Norveç,
Portekiz, İsveç, İsviçre
• Doğu Avrupa: Arnavutluk, BosnaHersek, Bulgaristan, Hırvatistan, Çek
Cumhuriyeti, Macaristan, Kosova,
Makedonya, Karadağ, Romanya, Sırbistan, Slovakya, Slovenya
• Eski Sovyetler Birliği Ülkeleri: Ermenistan, Azerbaycan, Belarus, Estonya, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Letonya, Litvanya, Moldova,
Rusya, Tacikistan, Türkmenistan, Ukrayna, Özbekistan
• Asya’daki Komünist Ülkeler: Kamboçya, Çin, Moğolistan, Kuzey Kore,
Vietnam
• Asya’daki Diğer Ülkeler: Bahreyn,
Nepal, Singapur
• Afrika Ülkeler: Cape Verde, Güney
Africa, Tunus
• Australya.
Bu ülkelerde hangi nedenlere dayanılarak küretaj uygulamasının yapıldığı aşağıdaki gibidir;
Annenin hayatını kurtarmak için,
Annenin fiziksel sağlığını korumak için,
Annenin mental sağlığını korumak
için, Tecavüz Tecavüze bağlı gebelik
durumu, Anomali Bebekte anomali
varsa, Sosyal ve ekonomik nedenler
(örn; anne bebeğine bakamıyacağını
isbatlarsa) yada isteğe bağlı
Ancak çeşitli nedenlerle tedbir
alınmadan yani yönteme ulaşamadan veya nadir de olsa aile planlaması yöntemlerinin yeterli olmadığı
durumlarda ve yukarıdaki nedenlerden birinin varlığında, eğer kadın
planlamadığı gebeliğin devamını
istemiyorsa kullanılmak üzere yasal
ve tıbbi çerçevesi evrensel kurallarla
belirlenmiş bir tıbbi işlemdir, küretaj.
Tıbbi hizmet sunumu ırk, dil, din,
inanç ayıramaz, yasalar ve tıbbi kurallar ile belirlenmiş tıbbi müdahaleler,
tedaviler, operasyonlar her ihtiyacı
olana ve taleb edene ayrım yapmadan sunulur, aksi durum bir insanlık
suçu olur.
Kaynaklar;
1. Dünya Sağlık Örgütü 2010
Raporu
2.“Global Abortion Summary,”
version 3, March 2000, © 20002010, 2012 by Wm. Robert Johnston. Last modified 12 March 2012.
3. Worldwide Abortion Legislation by Wm. Robert Johnston. Last
updated 5 March 2011
67
YİNE KÜRTAJ
Taha AKYOL / Hürriyet Gazetesi / 05.06.2012
Ciddi teknik bilgi gerektiren bu konuda ne
tıp, ne din uzmanıyım. Hukuka ise aklım erer.
Dünyanın her tarafında sert tartışmalara yol
açan bu konuda ‘sağduyu’ çizgisini bulamaz
mıyız?
AİHM içtihatlarında belirtildiği gibi, bu
konuda “hak” tek taraflı değildir, iki hak çatışmaktadır: Biri kadının bedeni üzerindeki hakkı,
buna bağlı olarak istediği zaman çocuk yapma
hakkı... Öbürü ceninin, bebeğin dünyaya gelme hakkı.
Keskin “taraftarlar” bu haklardan birini görüp öbürüne gözlerini kapatıyorlar.
Muhafazakârlar genelde “ceninin hayata
gelme hakkı”nı savunur. Bunun temelinde
“Allah’ın verdiği canı kul alamaz” inancı vardır.
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez de
“bu savunmasız varlığın tıpkı doğmuş yetişmiş
bir insan gibi yaşama hakkına sahip olduğunu”
söyledi.
Katolisizm ve İslam
Katolik itikadında gebelikten korunma bile
iyi görülmez. İslam’da ise gebelikten korunma
caizdir. Diyanet İşleri Başkanı da “gebeliği önleyici tedbirlerin alınması caizdir” diyor.Kürtaja
gelince, Katolisizm, anne sağlığı gerektirse bile
kürtajı haram sayıyor. İslam’da ise, kitaplardan
öğreniyoruz ki, tarihte özellikle Hanefi fıkhında
“cenine ruh üfleninceye kadar” yani cenin “canlı” haline gelinceye kadar, ilk kırk gün veya ilk
yüz yirmi gün gibi sürelerde çocuk düşürülmesini caiz gören din bilginleri olmuştu.
Fakat zamanımızda “hamilelik gerçekleştiği
anda” ceninin canlı haline geldiği şeklindeki
bir tıbbi görüşten hareketle kürtajın günah olduğu kanaati din bilginleri arasında yaygındır.
Diyanet de Hayrettin Karaman gibi bilginler de
bu görüşte. Anne sağlığının gerektirmesi halinde ise kürtaj dinen caiz görülüyor.
‘İstisnaları konuşmak zordur’
Anne sağlığı dışında bir sağlık faktörü daha
68
yok mu? Ceninin zihnen veya bedenen ciddi
surette engelli olması önemli değil mi? Bu durum, gebeliğin kaçıncı ayında tespit edilebilir?
Dayanılır bir acı mıdır bu, hem aile hem çocuk
için?!
Tıbbın dışında, insani ve toplumsal açıdan,
tecavüz durumlarında ailelere ceninin aldırılması imkânını vermek yaşanacak birçok soruna çözüm olamaz mı?! Töre cinayetleri işlenen
çevrelerde bu kadına ve dünyaya gelecek bebeğe hangi gözle bakılır?! Nasıl bir hayata maruz kalırlar?!
Sayın Prof. Görmez de “istisnai konularda
konuşmak tarih boyunca zor olmuştur” diyerek, bu gibi olağandışı durumlarda kürtajı dini
bakımdan reddetmenin de caiz saymanın da
“zor” olduğuna dikkat çekmiş, hatta “özel durumlar için özel hükümler” olması gerektiğini
belirtmiştir. Bunu çok önemsiyorum.
CNN Türk’teki programımızda Sağlık Bakanı Akdağ da bu istisnai durumlar hakkında
ihtiyatlı konuşmuş, tartışılmasını istemişti.
Ayrıntılar önemli
Dinen hiçbir şey diyemem; din ve hukuk
iki ayrı disiplindir. Hukuken Prof. Görmez’in
dediği gibi “beden kadının mülkiyeti değildir”.
AİHM de kürtaja sadece “kadın hakları” açısından değil, aynı zamanda “ceninin hayat hakkı”
açısından bakılması gerektiğini söylüyor.
Ben “ceninin hayata gelme hakkı”na öncelik veriyorum. Fakat annenin sağlığı nasıl kürtaj için meşru bir sebep sayılıyorsa, doğacak
bebeğin zihin ve beden bakımından ciddi surette engelli olması gibi... Veya tecavüz ya da
herhangi bir sebeple istenmeyen bebeği düşürmek için sakıncalı ilkel metotlara başvurulması ihtimalinin kuvvetli olması gibi “istisnai
durumlar”da ailenin kürtaj hakkının olması,
başka faciaları önleyebilir.
Şu veya bu yönde kestirip atmak yanlıştır,
ayrıntılar iyi gözetilmelidir.
GÜNÜMÜZDE NÖRORADYOLOJİ - 2
Prof. Dr. E. Turgut TALI
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Nöroradyoloji BD Başkanı
N
öroradyolojinin, beyin, kafatası,
omurilik, omurga, damarlar ve sinir
sistemi ile ilgili hastalıkların tanı ve
tedavisi ile uğraşan bir bilim dalı olduğunu bir önceki yazımda belirtmiş ve konuda
kullanılan tanı ve tedavi cihazlarından biri
olan bilgisayarlı tomografiyi tanıtmıştım.
Bu yazımda da 1980 li yıllarda tıpta kullanımına başlanılan manyetik rezonans cihazı
ile tanı ve tedavi amaçlı yapılan işlemlerden bahsedeceğim
Manyetik rezonans cihazı ilk olarak
50’li yıllarda kimya ve fizik alanında daha
çok spektroskopi amaçlı kullanılmaktayken, 1971 yılında daha sonraları çok kısa
da olsa birlikte çalışma imkanı bulduğum
Damadian adlı bir bilim adamının bu cihazı kullanarak, tümör ve normal doku
ayırımını yapıp yapamayacağını deneme-
70
si ve bu konuda başarılı olması üzerine
canlılarda denenmeye başlamış ve ilk kez
bir canlı farenin görüntüleri, gene birlikte
1990 lı yılların başında bir projenin başlangıcı için birlikte çalışma imkanı bulduğum Lauterbur tarafından 1974 yılında
yayınlanmıştır. İnsana ait ilk görüntüler
ise gene Damadian’ın birlikte çalıştığı ekip
tarafından 1974 yılında yayınlanmıştır. Bu
konudaki çalışmaları yıllar sonra Lauterbur Nobel Tıp Ödülü almış, patentini almış olmasına rağmen Nobel Tıp Ödülünü
alamayan Damadian’ın bu ödülün kendi
hakkı olduğunu iddia etmesi ile başlayan
ve hatta Nobel Jürisinin dava edilmesine
varan olaylara yol açmıştır.
Böylesine, hızlı ve iddialı bir bilimsel
yarışa konu olan manyetik rezonans cihazı
o yıllardan beri sürekli geliştirilerek günümüzde, nöroradyolojide neredeyse temel
görüntüleme hatta tedavi cihazı olmuştur.
İçerisinde bir sedyenin girebileceği şekilde
oyuk olan, büyük ve çok güçlü bir mıknatıs, anten vazifesi gören sargılar ve bir çok
elektronik aygıtlar ile çok güçlü bilgisayar
sisteminden ibarettir.
Manyetik rezonans cihazı, sadece
organları, dokuları yani anatomiyi göstermekle kalmamakta, fizyolojik-fizyo-
patolojik dediğimiz anlıksal değişimleri
de bizlere gösterebilmektedir. Beyin ve
omuriliğin neredeyse tüm yapılarını detaylı olarak milimetreden daha hassas
görüntüleyebilmektedir. Buralardaki doğumsal ve sonradan oluşan hastalıkları,
tümörleri, enfarktüslere bağlı değişiklikleri detaylı olarak gösterebilmektedir.
MR anjiografi yöntemi ile beyine giden
tüm atardamarlardaki kan sütunu, aorta
dediğimiz ana atardamardan itibaren ve
beyinden geri dönen sinüs ve toplar damarlardaki kan gösterilebilmekte ve dolayısıyla da damar yapıları hakkında bilgi
sahibi olunmaktadır. Bu sadece görsel değerlendirme olarak kalmayıp herhangi bir
noktasından geçen kan miktarı, kanın akış
hızı ölçülebilmektedir. Böylece, doğumsal
damar patolojileri, yün yumağı şeklinde
görülen arteriovenöz malformasyon dediğimiz anarşik damarsal yapılanmalar
ile karakterize atar ve toplar damarların
biribirlerine karıştığı hastalıklar, damar
sertlikleri ve ateroskleroz plaklarına bağlı
damar daralmaları, tıkanıklıkları, bunların
kan akımındaki etkileri, anevrizma dediğimiz baloncuklar ve bunların durumları,
detaylı olarak değerlendirilebilmektedir.
Dolayısıyla damarın içerisine kateter so-
kularak yapılan anjiografik tetkilere daha
az ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. Hatta,
anjiografik yöntemler kullanılarak yapılan
stent vb tedavi yöntemlerinden sonra hastaların durumları, bu yöntem ile kolaylıkla
takip edilmeye başlandı. Bu yöntemin kullanılmasıyla, beyinin içerisinde yer aldığı
sıvı dolu kesecikteki sıvının akım durumu
da gerek gösterilmek ve gerekse ölçülmek
suretiyle bu sıvı ve dolaşımı ile ilgili hastalıklar tanımlanabilmektedir.
Perfüzyon ağırlıklı MR görüntüleme
yöntemi ile, beyinin kanlanması ile görsel
ve ölçümsel değerlendirmeler yapılmaya
başlandı. “Beyinin incelediğimiz kesimi yeterli derecede kanlanıyor mu?”, “Sarası olan
hastalarda beyindeki kesimlerde kanlanma problemi var mı?” “Tümörlerin kanlanma durumu nedir?” gibi tanı ve tedavide
bizler için önemli ip uçlarına ulaşabilmeye
başladık. Örneğin, tümör kanlanması hakkında bilgi, radyoterapi yapıldığında hastanın tedavi olup olmayacağı konusunda,
dolayısıyla da hastanın tedavi planlaması
açısından önem arzediyor. Ayrıca, tümörlerin en aktif kesimleri gösterilmek suretiyle alınacak biopsinin yeri tespit edilebiliyor
ve böylece, en aktif kesimden alınan bu
parçanın değerlendirilerek en doğru teşhi-
sin yapılması sağlanabiliyor. Bunların yanı
sıra, fizyolojik değerlendirmelerde kullanılmakta olan yöntemlerin başında gelen
MR spekroskopi kullanılmaya başlandı. MR
spektroskopi ile, beyinde yer alan hücrelerin normal fonksiyon görüp görmedikleri,
beyin hücrelerinin enerji metabolizmasının sağlıklı çalışıp çalışmadığı, tümörlerde
olduğu gibi aşırı hücre yapımının olup olmadığı yada incelenen bölgedeki hücrelerin öldüğü gösterilebilmektedir.
Diffüzyon ağırlıklı MR görüntüleme dediğimiz bir diğer yöntem ile, beyin hücreleri arasında su ve hidrojen
moleküllerinin serbestçe dolaşıp dolaşmadığı gösterilebilmektedir. Bunun
yardımı ile, beyin damarlarındaki tıkanıklığa bağlı oluşan inmeler ilk yarım
saat içerisinde tespit edilebilmekte ve
dolayısıyla acil tedavilerinin yapılması
suretiyle beyinde oluşabilecek hasar ve
felç durumu en asgari seviyeye indirilebilmektedir. Ayrıca, bazı klasik yöntemlerle
gösterilemeyen tümörlerin gösterilmesinde de yardımcı olan bu yöntemin
geliştirilmesi ile diffüzyon tensör
görüntüleme dediğimiz yöntem bulunmuştur. Beyini bir telefon santralı
gibi düşünecek olursak, birçok kablo
bu santrala gelmekte ve birçok kablo da bu santraldan çıkmaktadır. Bu
yöntemin kullanılması ile beyin hücrelerinden tüm vücuda emirler taşıyan ve gelen uyarı ve bilgileri beyine
getiren trakt yada yolak dediğimiz telefon santralındaki kablolar gibi olan
yapılar görüntülenmeye başlandı.
Bunlar ile ilgili hastalıklar, problemler
gene hem görsel hem de ölçümsel
değerlendirilmeye başlandı. Çünkü
diğer işlemler ile normal görülen
yapılar bu yöntem ile patolojik bulunabilmeye başlandı ve dolayısıyla
da hastalıkların erken teşhisi ve tedavi başarısı takip edilmeye başlandı.
Böylece, beyinin hem yapısal hem de
işlevsel gizemi biraz daha çözümlenmeye başlandı.
Fonksiyonel MR görüntüleme ile
ise, beyin fonksiyonları değerlendirilmeye başlandı. El hareketlerine,
ayak hareketlerine emir veren motor
merkezler gösterilebiliyordu. Görme, ışığı algılama, sesi duyma, dokunma, ağrıyı hissetme gibi duyusal
fonksiyonları algılayan merkezler de
gösterilmeye başlandı. Tabii ki iş bununla kalmadı, bilişsel dediğimiz be-
71
yin fonksiyonları değerlendirilmeye
başlandı. Aritmetik işlemler yaparken
beyin nasıl çalışıyor? Konuşmaları
algıladığı merkezler nasıl? Nerede?
Hangi müzikten etkileniyor? Üzüldüğü zaman beyinin hangi bölgeleri
aktive oluyor? Bunlara daha yüzlerce,
binlerce örnek eklenmeye başlandı.
Bu bilgiler tedavi planlamada kullanılmaya başlandı. Örneğin, bir tümörün etrafındaki fonksiyon alanlarının
gösterilmesi, tümör cerrahi olarak
çıkarıldığında hangi fonksiyonların
kaybedilebileceğini gösterdi. Dolayısıyla da tedavi cerrahi mi yoksa başka
yöntemler ile mi olsun planlamaları
yapılmasına olanak sağlandı. Psikiatrik hastalıkların yanı sıra, kriminal
değerlendirmelere kadar varan değişik fonksiyonlar değerlendirilmeye
başlandı.
Tüm tanısal bu değerlendirmeler iki veya üç boyutlu olarak yapılabilmekte ve konulan işaretler ile
cerrahların lezyona en kolay yoldan
ve milimetrik olarak ulaşabilmeleri
sağlanmakta hatta intraoperatif MR
dediğimiz ameliyathane içerisinde
yer alan MR ile lezyonların tümüyle
çıkarılıp çıkarılamadığı hasta daha
ameliyattan çıkmadan kontrol edilerek ameliyat başarısı önemli ölçüde
72
arttırılmaktadır. Ayrıca, tanı yanı sıra
tedavide de kullanılamaya başlandı.
Örneğin, beyin apseleri, ameliyatsız
boşaltılmaya başlandı. Beyin tümörleri henüz araştırma safhasında olsa
da radyo dalgaları ya da odaklanmış
ultrason dalgaları ile tedavi edilmeye
ve tedavi esnasında da anlıksal görüntüleme ile kontrol edilmeye başlandı. Yani, hastanın lezyonu (örneğin
tümörü) anatomik olarak gösterildikten sonra, özellikleri fizyopatolojik
değerlendirmelere olanak sağlayan
yöntemler ile kanlanması, nekrotik
kesimi, en aktif kesimi gibi bilgiler
edinildikten sonra bu kez etrafındaki
önemli fonksiyon merkezleri tespit
ediliyor. Dolayısıyla, aktif kesimden
biopsi yapmadan tanı kesin olarak
konabiliyor ise, tedavi planlama yapılıyor. Eğer, önemli hayati merkezler
yakınında ise, uygun ise, odaklanmış
ultrason yada radyofrekans ile tedavi yöntemleri kullanılarak tedavi her
adımı takip edilerek yapılabilmekte
ve hasta anestezi, yoğun bakımda
yatma gibi hastanede kalma zorunluluğu olmadan kontrollu bir şekilde
hemen taburcu edilebilmeye başlandı. Tabii ki her hastada uygulanamayan bu yöntemler, gün geçtikçe daha
da yaygın kullanılmaya başlandı.
Tüm bunların yanı sıra, nanoteknolojinin gelişmesi ile, belirli hedefe
ulaşmak üzere hazırlanan nanopartiküllerin ulaştığı hedefte gösterilmesi
ile diğer MR yöntemleri ile normal
olarak görülen ancak çok erken safhada olan hastalıkların MR ile tespiti mümkün olmaya başladı. Sadece
tanı değil, aynı zamanda tedavide
de kullanılan nanoteknoloji ürünlerinin, tedavisi istenilen kesimde yeterli
miktarda toplanıp toplanmadığı, yeterli tedavi etkisini oluşturup oluşturmadığı, takiplerde tedavinin istenilen derecede başarılı olup olmadığı
gibi değerlendirmelerin yapılabilmesine olanak sağladı.
Ayrıca, biopsi yapmadan mikroskopik ölçülerde görüntüleme ile histopatolojik tanı koymaya yönelik MR
mikroskopi yöntemi ile ilgili çalışmalar da devam etmektedir.
Sonuç olarak, manyetik rezonans
yöntemleri, önceleri tanı amaçlı kullanılmaya başlasa da, daha tedavi
planlaması, tedavi esnasında kullanılan, tedavide yardımcı ve tedavinin
durumunu takip eden çok önemli bir
yöntem olmuş ve her geçen gün gelişmeye devam etmektedir.
dermocosmetics
Merkez Mah. Fatih Cad. No 45 A 1 Blok Daire: 4 Küçükçekmece Halkalı - İstanbul Türkiye
T: +90 212 438 40 20 [pbx] F: +90 212 438 40 21 E: [email protected]
Cilt Lekelerine Cosmelan ve
Dermamelan Çözümü
Prof. Dr. H. Bülent TASTAN
Özel Estethica Ataşehir Tıp Merkezi
M
elanosit adı verilen hücreler tarafından üretilen ve cildimize rengini veren maddelerden birisi olan
melanin, lekelenmelerin olduğu alanlarda
normalden fazla miktarlarda bulunmaktadır. Melaninin bu aşırı üretimi çeşitli nedenlerden kaynaklanmaktadır. Bunlardan
en önemlisi güneş yani ultraviyole ışınlarıdır. Ayrıca genetik yatkınlık, gebelik,
ilaçlar, bazı hastalıklar ve kozmetiklerde
lekelenmelere yol açabilmektedir.
Leke çeşitleri;
• Melazma (kloazma, hamilelik maskesi): Doğum kontrol hapı kullanımı veya
hamilelik sırasında oluşan hormonal değişiklikler, melanin denilen renk maddesinin
aşırı üretimine neden olabilir. Bunun sonucunda alın, burun üzeri, yanak, dudak üstü
ve çene gibi bölgelerde boyutları farklı
lekeler oluşabilir.
• Fotoalerjik reaksiyonlar: Ağızdan alınan veya bölgesel sürülen bazı ilaçlar ve
kozmetikler lekelenmelere yol açabilmektedir.
• Güneş ve solaryum:Güneş ışınları veya
solaryum etkisinde kalmanın sonucunda
cilt kendini korumak amacıyla daha kalınlaşır ve melanin üretimini artırır. Bu da
lekelerde artışla sonuçlanmaktadır.
• Çil: Doğuştan varolan ve en çok alın,
burun üzeri, yanaklar ve çenede görülen
bu lekeler, açık veya koyu kahve renklerinde olabilirler. Genelde güneşli mevsimlerde belirgin hale gelirken, güneşin etkisinin
az olduğu mevsimlerde renkleri solmaktadır.
• Solar lentigo (yaşlılık lekeleri): Güneşin
uzun süreli etkisi sonucunda oluştukları
için ileri yaşlarda ortaya çıkarlar, ancak
yoğun güneş ışığına maruz kalan açık
tenli kişilerde genç yaşlarda da oluşabilir.
Değişik boyutlarda, açık kahverenginden
siyaha kadar değişen renklerde ve çeşitli
çaplarda görülebilirler.
Yara iyileşmesi sonrası: Yaralar iyileşir-
74
ken (yanık, sivilce vb.) koyu lekeler bırakabilir. Bu olay ten rengi koyu olanlarda daha
belirgindir.
Cosmelan ve Dermamelan Sistemi Nedir
ve Nasıl Etki Eder?
Cosmelan ve Dermamelan, gebelikteki lekelerde, yaşlılık lekelerinde, güneş etkisinden kaynaklanan lekelerin tedavisinde, lazer ve cilt soyma işlemlerinden sonra
oluşan lekelerde veya diğer nedenlerle ortaya çıkan lekelerin tedavisinde kullanılan
en etkili yöntemlerin başında gelmektedir.
Bu ürünler deride bulunan melanin
miktarını azaltarak leke oluşumunu engelleyen bir enzimatik peeling yöntemi olup,
etkisini ciltte leke oluşumunu tetikleyen
mekanizmayı baskılayarak yaparlar.
Cosmelan ve Dermamelan çok hafif
soyucu bir madde de içermektedir. Bu
ürünlerle yapılan leke tedavisi diğer peeling (soyma) yöntemlerine göre daha az
rahatsızlık vermektedir. Her türlü cilt tipine, her mevsim uygulanabilir. Trikloroasetik asit ve diğer soyucu asitleri içermez,
dolayısıyla yan etki riski minimumdur.
Ciltte yara oluşturmaz ancak kızarıklık
ve hafif soyulma görülmektedir. Nadir olarak hassas ciltlerde ödem oluşturabilir. Genelde %85-90 oranında bir yanıt 2-4 hafta
içinde alınmaktadır. Sonuçta parlak,
tazelenmiş ve birkaç ay içerisinde
de tüm lekelerden arınmış bir
cilde sahip olmanıza yardımcı
olur.
Cosmelan ve Dermamelan
Uygulama Alanları
• Yüz
• Boyun, dekolte
• El üzerleri
• Sık kullanılan bu alanların dışında kalan vücut bölgelerine de uygulanabilir
Cosmelan ve Dermamelan
Avantajları Nelerdir?
• Leke tedavisinde çok etkili ve güvenlidir.
• Deride parlak bir görünüm yaratır.
• Uygulama ağrısızdır.
• Çok kısa sürede sonuç alınır.
• Hassas ciltlerde dahil olmak üzere her
türlü cilt tipine uygulanabilir.
• Çok hafif soyucu etken madde içerir,
dolayısıyla yan etkileri minimal seviyededir.
• Yılın her mevsimi uygulanabilir.
• Etkisi kanıtlanmıştır.
Tedavinin Önerilmediği Durumlar
• Ürünlerin içeriğindeki herhangi bir maddeye alerji
• Kronik cilt rahatsızlıkları
• Aktif uçuk olması (sık uçuk çıkma hikayesi olanlara işlemden 2 gün önce ilaç başlanmalı)
• Gebelik ve emzirme
• Açık yaralar
• Rozase (gülleme) denen genelde kızarıklık ve kılcal damarlanmayla seyreden
rahatsızlık
Leke Tedavi Protokolleri
• Cosmelan Leke Tedavisi: Ciltte oluşmuş
hafif lekelerin tedavisinde kullanılır.
• Dermamelan Leke Tedavisi: Ciltte oluşmuş yoğun lekelerin tedavisinde kullanılır.
Leke çok koyu ise uygulama öncesi hafif
bir kimyasal soyma işlemi yapılabilir.
Protokollerde Kullanılan Ürünler
• Oil Removing Solution: Cildi derinlemesine temizleyen solüsyondur.
• Cosmelan 1 Mask: Enzimatik peeling özelliğine sahip, krem bazında, cildin lekelerden arındırılmasında
Melanogel Anti-Spot Cream: Yerel olaetkisi kanıtlanmış maskedir.
• Dermamelan Mask: Enzimatik peeling rak lekelerin üzerine uygulanır. Tek başına
özelliğine sahip, krem bazında, cildin leke- kullanılabildiği gibi Cosmelan ya da Derlerden arındırılmasında etkisi kanıtlanmış mamelan uygulamalarının ardından leke
maskedir. İçerdiği etken maddelerin yo- oluşumunu önlemek için de kullanılabilir.
ğunluğu Cosmelan’a göre daha yüksektir. İçeriğinde yer alan maddelerden dolayı
• Cosmelan 2 Cream: Ciltte oluşacak uygulama alanının üzerine güneş koruyuleke oluşumunu engellemek için Cosme- cu kullanılmalıdır.
lan 1 maske uygulamasının ardından evde Cosmelan ve Dermamelan Nasıl
Uygulanır?
kullanılan devam kremidir.
• Dermamelan Treatment Cream: Cilt- Cosmelan ve Dermamelan, tek seanste oluşacak leke oluşumunu engellemek ta ciltteki lekeleri giderebilen bir uygulaiçin, Dermamelan maske uygulamasının madır.
ardından evde kullanılan devam kremidir. Cilt muayenesi sonrası hangi leke te Melanogel Touch: Sadece lekelerin davisinin yapılacağına karar verilir. Her kit,
tek kişilik uygulama içindir. Kit içinde yer
üzerine uygulanır. Tek
alan arındırıcı solüsyonla cilt derinlemebaşına kullanılabildiği gibi Cosmelan ya
sine temizlendikten sonra krem bazındada Dermamelan uygulamalarının ardınki Cosmelan 1 veya Dermamelan maske
dan leke oluşumunu önlemek için de
yüze uygulanır. Kişinin fototipine göre cilt
kullanılabilir. İçeriğinde yer alan maddeüzerinde 8-12 saat arasında bırakılır. Maslerden dolayı uygulama alanının üzerine
ke sonrası kit içinden çıkan Cosmelan 2
güneş koruyucu kullanılmalıdır.
veya Dermamelan devam kremi ile yoğun
nemlendirici ve onarma özelliği gösteren
Hydra-Vital Factor K krem uygulama yapılan kişinin kendisine verilir. Kişi 10 gün
sonra kontrole çağırılır ve ilk uygulamadan ayırdığımız az miktardaki maske, lekeli alanların üzerine tekrar sürülür. Evde
Cosmelan 2 veya Dermamelan devam
kremiyle birlikte Hydra-Vital Factor K ve
güneş koruyucu krem kullanarak uygulamaya 4-5 ay süreyle devam edilir. Leke
tedavisi sonrası oluşabilecek yeni lekelenmeler için Melanogel Touch ya da Melanogel Anti-Spot Cream kullanılabilir.
Tedavinin en önemli basamağını güneşten korunma oluşturmaktadır. Tüm uygulamalar bittikten sonra (4-5 ay) sürekli
olarak gündüzleri güneşe karşı yüksek koruyuculuk faktörü olan bir krem ve özellikle de güneşin etkili olduğu yaz sezonunda
akşamları leke açıcı özelliği olan bir krem
birlikte kullanılmalıdır. Leke problemi olan
kişiler korunma önlemlerine mutlaka
dikkat etmelidirler yoksa lekelerin tekrarlaması kaçınılmaz
olacaktır.
75
76
Şimdi ya da Asla
The Bucket List
Op.Dr. Reis AVSAR
“Sizin listenizde neler var ?”
İzmir / Selçuk Devlet Hastanesi
Göz Hastalıkları Uzmanı
B
u ayki filmimiz, başrollerinde
“Oscar Ödülü” sahibi iki usta
oyuncu Jack Nicholson ve Morgan Freeman’ın oynadığı 2007 yapımı “Şimdi Ya da Asla” (The Bucket
List). Filmin yönetmeni Amerikalı
ünlü yönetmen Rob Reiner’ı daha
önceki “Birkaç iyi adam” (A few Good
Men – 1992), Misery – 1990, Harry
Sally ile Buluşunca (When Harry Met
Sally – 1989) gibi kalburüstü filmleri ile de hatırlıyoruz. Senarist Justin
Zackham’ın ise bu film ilk uzun metrajlı film senaryosu.
Başroldeki iki oyuncumuzun performansları gerçekten çok başarılı.
Jack Nicholson hâlihazırda kazandığı
3 Oscar ve 12 adaylık ile erkek oyun-
cular arasında bu alanda gelmiş geçmiş en başarılı oyuncu konumunda.
O’na göre daha mütevazi bir konumda sayılabilecek Morgan Freeman’ın
ise 5 Oscar adaylığı ve kazandığı 1
Oscar ödülü mevcut. İki usta oyuncunun insana, hayata, hastalığa ve
sonrasında ölüme dair sohbetleri
aynı filmimiz gibi yer yer kahkahalar
attıracak kadar komik iken, yer yer
de boğazımızda bir düğüm, gözümüzde bir damla yaş haline geliyor.
Edward’ın asistanı Thomas rolündeki
Sean Hayes ve Carter’ın karısı rolündeki Beverly Todd başta olmak üzere
diğer oyuncular da hiç aksamıyorlar.
Filmin bir küçük ve güzel sürprizi de
Morgan Freeman’ın gerçek hayattaki
oğlu Alfonso Freeman’ın filmimizde
de oğlunu canlandırıyor olması kuşkusuz.
Filmimiz görkemli karlı bir
dağ manzarası eşliğinde Morgan
Freeman’ın etkileyici davudi dış sesinin söylediği şu cümleler ile başlıyor:
“Edward Cole bir öğle sonrasında öldüğünde gökyüzünde tek bir bulut
yoktu. İnsan hayatının özünü kavrayabilmek zor iştir. Kimileri bunun, insanın geride bıraktıklarıyla ölçüldü-
ğüne inanır. Ben ise insanın kendisini
örnek almış diğer insanların mertebesinde ölçtüğüne inanırım. Ancak
şunu kesinlikle söyleyebilirim ki ölçü
ne olursa olsun, Edward Cole bu dünyadaki son günlerine birçok insanın
hayat boyu yaşayamadığı şeyleri
sığdırmayı başarmıştır. Biliyorum ki,
öldüğünde gözleri açık gitmemişti.
Gözleri kapalı, yüreği ise ardına kadar
açık ve gönlü rahattı…”
Orta yaşlarını geride bırakmış 2
karakterimiz aniden ciddi sağlık sorunları nedeniyle yatmak zorunda
kaldıkları hastanede aynı odayı paylaşmak zorunda kalıyorlar. Edward
Cole (Jack Nicholson) parasının sınırını kendisi bile bilmeyecek kadar
zengin, tek akrabası olan kızıyla dahi
görüşmeyen, hayatını başarıya ve kazanmaya adamış bir adamdır. Kendi
sahibi olduğu hastanede, daha önce
çeşitli kereler tek kişilik odalara karşı
olduğunu toplum önünde beyan ettiği için, istemese de 2 kişilik bir odada tedavi görmek zorunda kalır ve bu
durumdan hiç hoşnut olmaz. “Ben
bu hastanelerin sahibiyim, tek kişilik
oda isterim!” diyen Edward Cole, asistanından “Fakat bu sizin her zaman
77
savunduğunuz ilke” yanıtını alınca
“Ama şimdiye kadar hiç hasta olmamıştım ki!” der ve bize Karacaoğlan’ın
“Hastanın halinden ne bilsin sağlar”
sözünü hatırlatır.
Diğer karakterimiz Carter Chambers (Morgan Freeman) ise gençliğinde eşinin hamile kalması nedeniyle aile geçindirme tasasıyla üniversite
eğitimini yarım bırakmış ve 45 senedir araba tamirciliği yaparak ailesini
geçindirmiş ve 3 çocuğunu başarılı
noktalara getirmiş sade bir yaşam süren orta-alt tabakadan bir adamdır.
Okumayı, öğrenmeyi çok sevdiği için
televizyonda bilgi yarışmalarını seyretmek belki de tek zevki olmuştur.
Birbirine tamamen ters kişilikleri ve
hayatları olan bu iki insan hastane
şartlarında bu zor anlarında birbirlerine yoldaş olurlar. Yapılan tüm tedavilere rağmen testler sonucunda
son günlerinin yakın olduğu gerçeği ile yüz yüze gelirler. İkisi de yakın
zamanda öleceklerini bilmektedirler
ve bu ikisini birbirine yakınlaştırmaktadır. Carter’ın artık asla gerçekleştiremeyeceğini düşündüğü için çöpe
attığı bir çeşit “ölmeden önce yapılacaklar listesi”ni yerde buruşturulmuş
bir kağıt olarak bulan Edward, bu
78
listeye kendince yeni maddeler ekler ve Carter’a bu listedekileri birlikte
gerçekleştirmelerini önerir. Zor durumdaki kahramanlarımız, eşleri ve
doktorları dâhil kimsenin birbirlerini
anladıkları şekilde onları anlayamayacağının farkındadırlar. Son günlerini ölümü bekleyerek geçirmektense,
erteledikleri hayatlarını yaşamayı seçerler ve içlerinde ukde olarak kalmış
şeylerin hiç olmazsa bir kısmını gerçekleştirmek için son maceralarına
başlarlar.
Listelerinde neler mi vardır? Paraşütle atlamak, özel bir model yarış
otomobili kullanmak gibi adrenalin
deşarjı yapan aktiviteler. Bunun yanında Mısır piramitlerini, Çin seddini,
Tac Mahal’i görmek gibi seyahatler...
Bir de “Hiç tanımadığın birine nedensizce yardım et” ya da “Gözlerinden yaşlar gelene dek gül” gibi daha
belirsiz tarif edilmiş şeyler var. Hele
bir de “Dünyanın en güzel kızını öp”
maddesi var ki gerçekleştiğinde insanın gözünden 1 damla olsun yaş gelmemesi mümkün değil. (Bu sahnede
Edward yıllardır görüşmediği kızının
evine giderek ilk kez gördüğü 3-4
yaşlarındaki kız torununu öper…)
Ünlü Psikanalist Erik Erikson’a
göre; insanlar yaşlandıklarında geriye dönüp bakarlar. Eğer iyi bir hayat
geçirdiklerini düşünürlerse, mutlu
bir yaşlılık yaşarlar. Bir sürü bitirilmemiş iş görürlerse veya yaşadıkları
hayatın tatmin edici bir hayat olmadığını düşünürlerse, içsel çatışmalar
yaşarlar. Piramitleri ziyaretlerinde
Carter Edward’a şu bilgiyi veriyor:
Eski Mısır’da ölenlerin ruhları cennete girerken tanrıları iki soru sorarmış.
Birinci soru; “yaşamında mutluluğu
yakaladın mı?” İkincisi ise “yaşamın
başkasına mutluluk verdi mi?” sorusuymuş. Bu iki soruya da “evet”
diyebilenlerin, cenneti bu dünyada
yakaladıklarını söylersek, yanılmış olmayız.
Hayatta bazı şeylerin ertelenmemesi gerektiği gerçeği filmimizde
bize etkileyici bir şekilde tekrar hatırlatılıyor. Çünkü hayat son durağa gelene kadar yaptıklarımızın tamamıdır.
Son durağın nerede olduğu o kadar
da önemli değildir. Hangi sosyokültürel sınıfa, hangi ırka, hangi dine ait
olursa olsun ölüm karşısında herkes
sıradandır.
Filmimiz bittiğinde insan kaçınılmaz olarak kendisine soruyor: Peki,
benim listemde neler var?
79
Yazar: Mehmet Gündem
Sayfa Sayısı: 395
Dili: Türkçe
Yayınevi: Alfa Yasyıncılık
Tarih: 2012
Biz çok uzun süredir huzurlu
ve mutlu devlet adamı görmedik... Hâlbuki bize insan lazımdı,
insanın bütünlüğü, duygusu, düşüncesi, hüznü, kederi, sevinci
Atatürk ve Tıbbiyeliler
Yazar: Metin Özata
Sayfa Sayısı: 460
Dili: Türkçe
Yayınevi: Umay Yayınları
Tarih: 2007
80
lazımdı... Hep merak konusudur,
devlet adam, Cumhurbaşkanı o
anda, o mekânda, o tarihte nasıl
bir iç dünyaya sahiptirler? Orada
nasıl yaşar? Asıl sorumluluğu kime
karşı duyar? Rüya görür mu, korkuları var mı, ona ulaşmak kolay
mı? Bir şehit cenazesinde ne hisseder? Allah’tan korkar mı? Nasıl dua
eder? Zirvede ne tür alışkanlıklar
edinir? Aile hayatı ne olur? Yalnızlık
çeker mi? Kimleri özler? Eleştirileri
ne kadar dikkate alır? Cumhurbaşkanım kime hesap verir? Akşamları
başını yastığa koyduğunda hemen
uyur mu? Ne kadar bize benzer?
Çaresiz kaldığı anlar çok olur mu?
Çankaya’da onu motive eden asıl
faktör nedir? Ya eşi Hanımefendi?..
Cumhurbaşkanı eşi olmak nasıl bir
sorumluluktur? Orada nelere tanık
olursunuz?..İşte bu kitap bunlara cevap arıyor. Nasıl mı? Bilindiği
gibi Cumhurbaşkanına halktan çok
sayıda mektup ve e mail geliyor.
Mehmet Gündem binlerce mek-
Bir Ruh Macerası
Yazar: Ayşe Şasa
Sayfa Sayısı: 158
Dili: Türkçe
Yayınevi: Timaş Yayıncılık
Tarih: 2010
tuptan seçtiklerini Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül ve Hanımefendi ile
birlikte okudu, onların cevap ve yorumlarıma tanıklık etti. Ve sansüre
uğramadan sorular sordu... Haliyle
konu konuyu açtı. Köşk’ün sakinleri
ve Gündem mektuplar üzerinden
insanın iç dünyasına doğru uzun
bir yolculuğa çıktılar...
Yazar Mehmet Gündem ;
“Devlet artık insana benziyor... Samimi, yüzü bile gülüyor...”
Not: Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül göreve başladığı 28 Ağustos
2007’den 30 Nisan 2012’ye kadar
halkla ilişkiler birimine mektup,
mail, faks, telefonla arama ve şahsen gelme olmak üzere toplam
642.500 başvuru olmuş. Bunların
dağılımı ise şöyle; 440 bin e-posta,
170 bin mektup faks, 30 bin telefon, 2.500 şahsi başvuru. Bu başvuruların %75’i işleme alınmış, diğer
25 ise mükerrer başvurular veya
uygunsuz talepler olarak değerlendirilmiş.
Dünya Nimeti
Yazar: Knut Hamsun
Sayfa Sayısı: 400
Dili: Türkçe
Yayınevi: Timaş Yayıncılık
Tarih: 2010
www.dunyaopttk.com

Benzer belgeler