sayi 6 k - Sağlik Ve insan Dergisi
Transkript
sayi 6 k - Sağlik Ve insan Dergisi
www.dunyaopttk.com www.dunyaopttk.com YAYIN DANIŞMA KURULUMUZ AYLIK SAĞLIK VE YAŞAM DERGİSİ Yıl: 1 Sayı: 6 • HAZİRAN 2012 Prof. Dr. Ahmet SERPER Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği EsasMedya Ltd. Şti. adına Fakültesi Dekanı Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü M. Esat GÜZELGÖZ Prof. Dr. Cevdet ERDÖL Yayın Editörü Hande AYDEMİR TBBM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşleri Komisyonu Başkanı Ankara Milletvekili Prof. Dr. Elif DAĞLI Hukuk Danışmanı Av. Bekir EREN Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesi (SSUK) Başkanı Esra KAZANCIBAŞI ÖZTEKİN Sağlık Editörü / Yazar / Yayıncı Prof. Dr. Hakan ŞATIROĞLU Şatıroğlu Sürekli Eğitim Sağlık ve Kültür Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. Hasan Fevzi BATIREL Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İskender PALA Uşak Üniversitesi Öğretim Üyesi Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Metin DOĞAN Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Murat TUNCER Hacettepe Üniversitesi Rektörü Yayın İdare Merkezi Aşağı Öveçler 1328. Sokak 15/3 Çankaya / Ankara Tel : 0312 472 44 63 Faks: 0312 472 44 83 Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu Üyesi / Adana Milletvekili Prof. Dr. Nesrin DİLBAZ Üsküdar Üniversitesi Öğretim Üyesi Osman GÜZELGÖZ Sağlık Bakanlığı İletişim Koordinatörü www.saglikveinsandergisi.com [email protected] Öznur ÇALIK TBMM Nüfus ve Kalkınma Grubu Başkanı / Malatya Milletvekili Yayın Türü Yaygın Süreli Prof. Dr. Sabahattin AYDIN Medipol Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sait EĞRİLMEZ Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları ABD Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi Hastanesi Başhekimi, Hasta Hakları ve Sağlıklı Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı Doç. Dr. Tuncay DELİBAŞI Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Şefi / Uluslararası Sağlık Federasyonu (USAF) Genel Başkanı Prof. Dr. Yunus SÖYLET İstanbul Üniversitesi Rektörü Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Üyesi Üniversite Hastaneleri Birliği Derneği Başkanı Halkla İlişkiler İ. Mediha İMAMOĞLU Kurumsal İletişim M. Suat GÜZELGÖZ Tanıtım ve Reklam Şeyda ÖZALP Sevdican GÜNEŞ Grafik Tasarım EsasMedya Tasarım Basım Yeri İmaj İç ve Dış Ticaret A.Ş. Macun Mah. 3. Cd. No:2 (A Girişi) İstanbul Yolu 6.Km Yenimahalle/ ANKARA Tel: 0312 397 91 40 Basım Tarihi Haziran 2012, ANKARA Sağlık ve İnsan Dergisi, Basın Meslek İlkelerine uymaya söz vermiştir. Dergimiz bütün sağlık çalışanlarına ve sağlıkla ilgilenen muhataplarına EsasMedya Ltd. Şti.’nin hediyesidir. Kaynak gösterilmeden yazılar iktibas edilemez, alıntı yapılamaz. Yazılar yayınlansın, yayınlanmasın yazarlarına iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlarına aittir. ®EsasMedya - 2012 ®ISSN: 2146-829X ÜCRETSİZDİR. Destek ve katkıları için SAĞLIK BAKANLIĞI’na teşekkür ederiz. Dergimizin bütün sayılarına www.saglikveinsandergisi.com adresinden ulaşabilir ve pdf formatında indirebilirsiniz. … m lı a ı y l a ş a Y li te li i a l K e B ın! Daha lit ıraakkın Bır suz ankalitesini olum ın ın m şa ya n sa in hedefinde. inden birisi. İn stalık sebepler düşünen herkes ha lı li ık ğl em sa ön ve n en ı ye iste li mücadeigara kullanım ”, sağlıklı olmak ilgili çok önem ün ile üt i “t es n ye nm le lle ki an et lenmesi ve enge hatta en önem lamda doğrud lerinden birisi kullanımının ön ) ke ül ün er üt (t id “l ra a ga ad Son yıllarda si adelelerin düny bu önemli müc e iy a rk Tü . or liy k. Türkiye adın leler veri olarak belirledi e” el ad . şüc M da ba lisi” konumun ının bir özeti ile ün Kullanımı ile konusunu “Tüt ı’nın çalışmalar k ığ nl pa ka ka Ba ın ız ık m ğl sayı ğlık Bakanımız an Sa Biz de Haziran e sunuluyor. Sa şarılara imza at iz ba in li at kk em di ön le ve berler Bilir ve Dr. i yürüten ma, yazı ve ha of. Dr. Nazmi tır Pr , aş bu mücadeley sı ar zı iş ya lm iz zi im çi iğ ız çerçevesi iyi asından derled layan dosyam ili bir konuşm ilg ile nu ko rkesin sağAkdağ’ın a getirdikleri he li. Prof. Dr. Recep un m em nu ön ko a i kç ic f iç n yazıları oldu vrelerinde pasi : Toker Ergüder’i sağlıkları ve çe i nd ke a ızda yerini aldı ar m nl ğı kullana ak kapa ra ar ol ga si ti şe m zi an Bi m syamızın ğrımız haber do lığı için ortak ça lım… a kaliteli yaşaya ah D n! kı ra Bı göz, tliyor . Osman Güzel k Cümlede Öze Te ı ın rr Sı in ehdi Eker oldu en M m . M en n sl yı Be Sa ld ru ız nabi iğinım er, Doğ özetleyerek su ayvancılık Baka ak H M. Mehdi Ek nc ve A i. m rı ird şt Ta le a arçek nuğumuz Gıd emmel bir yakl lı bir söyleşi ge Röportaj ko enin sırrını mük lı, ilginç ve fark m am en sl ps k be ka ce ı a ke al kç ini çe ve fayd ile oldu ercilerin dikkat di Eker, doğru ab M. Mehdi Eker eh H M !” . M um n or iy ka portajda Ba a hepsini yem miz bu güzel rö en yiyorum am nd si ep ediyoruz. “H : di le or bu sayıacağınızı ümit lede özet uy ok le vk zlerle paylaşıy ze ı bi ı aj şımla bir cüm rt ay m po tır rö aş en ar ed r iyi de ihtiva biliyorsunuz. Bu ili çok ilginç bi birçok özel bilg Tedavisi ile ilg zaten yakından öz G nu bu ru lu Ku üs l ez se şiir it Eğrilm nginleştirdiği Prof. Dr. Sa ızın müzikle ze an am oc H ez lm ri ı Kurumu Başk mızda. Sait Eğ ığı Halk Sağlığ eminiz. nl en ka nd Ba r. ği la ık ce dı ğl al ke Sa ele r ve inizi çe Kene konusunu r. Hürrem Bodu yazısının da ilg ve D ) . A of KK Pr (K R, şi VE te ar al alı A TANSE yaptığı çalışm Kongo Kanam Prof. Dr. Zati VA ın bu konuda zler için Kırım ı’n si ığ u nl ğl ka no Ba ru ık To ğl M. Ali davi süreci, Sa Yardımcısı Dr. in teşhis ve te ’n KA KK 23 vizı, ar al m çok farklı bir 20 in iç ü Kene, kene ısır ör r. kt yo se lu ık nu bir biçimde ak ilaç ve sağl amız olarak su ililere çok sade anı Ethem Sanc ilg ikinci özel dosy şk nu Ba su lu nu ru ko Ku ” ğlık ındaki ce Yönetim i Anayasa’da Sa ve Kürtaj” hakk n en ye “Y ü ar Hedef Allian zl ez Ö “S ik vf an ol Te kyol’un Hürriyuyor. Prof. Dr. en sıcak konusu un gündemin içeriyor. Taha A yonu ortaya ko r ’n le lu iz oğ al tır an u Şa ğr ve do ım biçimi of. Dr. Hakan tanımlamalar gün bir yaklaş ik öz kn ve hatırlatıyor. Pr te rı ı lıc tla ka yu bo ı ve itörümüz Han miz için faydal la alakalı farklı da yine kürtaj makalesi hepi emini Yayın Ed sı ön zı ın ya ın ız tıs ım an ığ pl en alıntılad RE) İstanbul To yet gazetesind e Derneği (ESH m re Ü a up vr A . 28. mizde hem İb ile dikkat çekici hin var. Portre . Şa ız ın m hi ks ra ca İb el la ü öz ür yazısında bu kendi dilinden rılı Genel Müd de Aydemir’in lerini hem de e TRT’nin başa m nd lü si bö re ı rt ığ po rd dı ın yımız şarılarla taçlan Haziran sa öyküsünün ba m şa ya beğenillı rk fa zler tarafından si i liğ rahim Şahin’in in ng ze teva uyacaksınız. da unutmadan sarımı ve muh anekdotlar ok uzun arttığını değişen yeni ta m n re ğu lu ba lu iti m an ru da so tkı sunan 5. sayısınd k. Aynı zaman saret veren, ka du ce ol a, Dergimizin lu ol ut ek m st k de ço ze tebriklerinizle yüşümüzde bi di. Bize ulaşan iyoruz. Bu yürü ed m va de a rl paylaşıadımla umuzu sizlerle ud yolumuza emin um a şm z. lu ru bu a larımızı sunuyo güzel sayılard herkese şükran leğimizle daha di m şa ya r bi sağlıklı Sigarasız ve z. ygılar sunuyoru yor, sevgi ve sa S “Geçmiş dönemlerde Türk gibi sigara içmek deyimiyle anılan Türkiye, tütün kontrolü konusunda gösterdiği üstün başarı sonucu uluslararası platformlarda alkış topluyor.” Tütün Kontrolünde Lider Ülke; Türkiye * Prof. Dr. Recep AKDAG T.C. Sağlık Bakanı G eçmişte dumansız ve sağlıklı bir dünya için başlangıç adımlarının atıldığı günün yıldönümünde, bu organizasyon vesilesiyle bir araya gelmenin, hak edilmiş bir ödülü Dünya Sağlık Örgütü yetkililerinin elinden almış olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Prof. Dr. Cevdet Erdöl, gerek Kanunun çıkarılması sürecinde, gerek hayata geçirilmesi ve güncellenmesi aşamalarında büyük emek sarf etti, çok katkıda bulundu. Sadece TBMM Sağlık Komisyon Başkanı olarak de- 6 ğil, aynı zamanda insanımızın sağlığına hizmet eden bir hekim, bir profesyonel, bir halk sağlığı gönüllüsü olarak bu ödülü hak etmişti. Bu ödülle Türkiye, Dünya Sağlık Örgütü tarafından üçüncü kez ödül almış oluyor. İkişer yıl arayla üst üste üç kez ödül alan ilk ülke Türkiye. Tütünle mücadelede gösterdiğimiz vizyon, kararlılık ve başarı, halk sağlığı yolunda gayret gösteren bütün dünya ülkeleri için bir örnek durumunda. DSÖ ülke ofisi bir dönem diğer ülkelerin Türkiye’deki tütün kontrolü çalışmalarını yerinde görmek için ziyaret taleplerini karşılamakta güçlük çekiyordu. Umuyorum süreç daha yönetilebilir bir hale gelmiştir. Günümüz dünyasında sağlıklı yaşlanma, kronik hastalıklarla mücadele en önemli sağlık hedeflerinden biri haline geldi. Bu anlamda risk faktörleriyle mücadele bütün dünya ülkelerinin önünde kaçınılmaz bir iş konumunda. Önlenebilir risk faktörleri arasında tütün ilk sırada yer alıyor. Biz de mücadelemize önce tütünle başladık. Sigarayla mücadelede önemli yol kat ettik. Güzel Türkiye’mizin havası artık bugün %100 dumansız hava sahası. Ancak her zeminde de ifade ettiğim gibi, rehavete kapılma lüksümüz yok. Bu başarıyı daha ileri noktalara taşımak, insanlarımızı bu illetten uzaklaştırmak, yeni başlayacaklara mani olmamız gerek. Bu anlamda sigarayla mücadeleye her gün yeniden başlamamız, sevdiklerimizi ve geleceğimizi korumamız lâzım. Dünya Sağlık Örgütü, bu yılki 31 Mayıs günü temasında sigara endüstrisinin tütün mücadelesini zayıflatmaya, etkisiz kılmaya yönelik müdahalelerine dikkat çekiyor. Bu konuyu çok önemli bulduğumu belirtmek isterim. Biz bu konuda özel bir hassasiyet gösterdik. Çeşitli müdahale girişimlerini de engelledik. 10 yıllık Sağlık Bakanlığım sürecinde hemen her sektörle çok sayıda görüşmem oldu. Ancak şimdiye kadar tütün endüstrisinden tek bir kişiyle bile görüşmedim, onlardan da böyle bir istek gelmedi. Eğer, tavrınızı ve siyasi kararlılığınızı baştan belirlerseniz, sigara ile mücadeleyi kaybetmezsiniz. Tütünle mücadele programımızın etkinliğini DSÖ, CDC ve TÜİK ile sistemli bir biçimde ölçüme tabi tutuyoruz. Araştırmalar, 2008 yılında % 31 olan sigara kullanımının 2010 yılında % 27’ye düştüğünü gösteriyor. Hedefimiz, inşallah bu rakamı 2023 yılında % 15’e düşürmek. Sigaranın kullanımını azaltma konusunda Maliye Bakanlığımız bize tam destek verdi. Dünya sağlık örgütünün sigarada uygulanmasını istediği vergi oranı en az % 75 iken bizde bu rakam % 80 civarındadır. Bu vesile ile Maliye Bakanlığımıza bir kez daha teşekkür ediyorum. Yeni bir düzenleme üzerinde de çalışıyoruz. Bu yasama dönemi bitmeden Meclisimizin Genel Kurul gündemine geleceğini umuyorum. Dünyanın en saygın dergilerinden biri olan Lancet’in 26 Mayıs tarihli son sayısında yayımlanan bir makalede, Türkiye’nin tütün kontrolü konusunda yürüttüğü çalışmalar özetlenerek bu çalışmaların dünyanın takdirini kazandığı ifade ediliyor. Makalede:“Geçmiş dönemlerde Türk gibi sigara içmek deyimiyle anılan Türkiye, tütün kontrolü konusunda gösterdiği üstün başarı sonucu uluslararası platformlarda alkış topluyor.” ifadelerine yer verilmiş. Yine aynı derginin editorial köşesinde, Türkiye’nin bu konudaki çalışmalarının dünyaya örnek teşkil edebilecek bir model olduğu vurgulanıyor. Geçen yıl Amsterdam’da yapılan “Avrupa Tütün Kongresi” sırasında, Avrupa Kanser Birliği Avrupa Ülkelerindeki sigara mücadelesini karşılaştırdığı bir tabloyu sundu. Bu tabloda 2007 ve 2010 yıllarında ülkeleri sigarayla mücadeledeki etkinliklerine göre sıralamışlar. 2007 yılında ilk 30 sırada bulunmayan Türkiye, 2010 yılı değerlendirmesinde Avrupa’da dördüncü sırada yer alıyor. “Tütün Kontrolünde Dünya Lideri Ülke Türkiye” hayalimize sadece bir adım kaldı. Bunu hep beraber başaracağımıza canı gönülden inanıyorum. Bizlerin bu hayalinin destekçisi yüce halkımızdır. Bugün bu başarı tüm Türkiye’nin başarısıdır. Tüm Türkiye bu noktada bir seferberlik içerisinde. Sayın Başbakanımız ve değerli kardeşim Prof. Dr. Cevdet Erdöl başta olmak üzere, bu günlere kavuşmamızda emekleri geçen herkese, tüm kurum ve kuruluşlarımıza, basın mensuplarına teşekkür ediyorum. Daha temiz, dumansız ve tütünsüz bir Türkiye’de ve dünyada birlikte yaşamak dileğiyle… *31 Mayıs Dünya Tütünsüz Günü Ödül Töreninde Sayın Bakanın yaptığı konuşmadan derlenmiştir. 7 haber D Dünya Sağlık Örgütünden Türkiye’ye Bir Ödül Daha ünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Türkiye’yi Macaristan, İngiltere ve İsveç’le birlikte sigara ile mücadelede en iyi uygulama yapan örnek ülke olarak gösterdi. Türkiye’nin 2008’de yüzde 31 olan sigara kullanımını 2010’da yüzde 27’ye düşürdüğüne dikkat çeken Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ, “Hedefimiz, bu oranı 2015’in sonuna kadar yüzde 15’e çekmek.” diye konuştu. Sigarayla mücadele eden ülkeleri takip eden Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), bu yıl Türkiye, Macaristan, İsveç ve İngiltere’yi en başarılı ülkeler olarak belirledi. DSÖ, başarılı tütün politikalarından dolayı Türkiye’yi ödüle layık gördü. Ankara’da gerçekleştirilen törenle Sigara ile Mücadelede DSÖ Avrupa Bölgesi Ödülü’ne, TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Cevdet Erdöl layık görüldü. Dünya Sigarasız Günü kapsamında yapılan törene Dünya Sağlık Örgütü Türkiye Temsilcisi Maria Cristina Profili ve 8 davetliler katıldı. Sağlık Bakanı Recep Akdağ burada yaptığı konuşmada, tütün ürünleriyle ilgili kanunun hazırlanmasında ve hayata geçirilmesinde Cevdet Erdöl’ün büyük emek sarf ettiğini söyledi. Bakan Akdağ, Türkiye’nin bu ödülü 5 yılda 3. kez aldığını hatırlatarak, çok önemli mesafe kat ettiklerini ifade etti. Akdağ, Türkiye’de 2008’de yüzde 31 olan sigara kullanımının 2010’da yüzde 27’ye düştüğünü, 2015’in sonuna kadar bu oranı yüzde 15’e çekmek istediklerini kaydetti. Sağlık Bakanı Recep Akdağ; “Çok iddialı bir hedef. İnanıyorum ki vatandaşımız bugüne kadar verdiği desteği bundan sonra da verecek ve inşallah biz bunu başaracağız. Yeni bir düzenleme için çalışıyoruz. Kapalı mekânlarda sigara içilmesi konusunda önce uyan yapıp daha sonra cezalar tahakkuk ettiriyorduk. Bir düşünce olarak önümüzdeki günlerde uyarı kısmını kaldırmayı planlıyoruz. Çünkü artık 5 yıllık bir süreç geçti. Herkes ne yapması gerektiğini çok iyi biliyor. Bunun dışında bir iki ayrıntı daha var. Türkiye’yi tam anlamıyla liderliğe oturtacak bazı küçük rötuşlar daha yapmak durumundayız. Bunların da şu anda hazırlığını yapıyoruz.” ifadelerini kullandı. Dünya Sağlık Örgütü Türkiye Temsilcisi Maria Cristina Profili, sigaranın dünyada her yıl 6 milyondan fazla insanın hayatına mal olduğunu, bunlardan 600 bininin ise içmediği halde sigara dumanına pasif maruziyetten hayatını kaybettiğini belirtti. 2030 yılına gelindiğinde, sigara yüzünden her yıl yaklaşık 8 milyon insanın yaşamını yitireceğini kaydetti. Dünya Sağlık Örgütünün bu yılki Sigarayla Mücadele Ödülünü kazanan Türkiye Büyük Millet Meclisi Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanı Cevdet Erdöl ödülünü Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ ile birlikte Dünya Sağlık Örgütü Türkiye Temsilcisi Maria Cristina Profili’nin elinden aldı. TÜRKİYE’NİN SİGARA İLE MÜCADELESİ T ütün kullanımı, önemli ve önlenebilir bir halk sağlığı sorunudur. Dünya genelinde tütün kullanımına bağlı hastalıklar nedeniyle yılda 6 milyon kişi ölmektedir. Ülkemizde bu sayı yılda 100 bin kişidir ve tüm ölümlerin % 23’ü tütüne bağlı hastalıklar sebebiyle olmaktadır. Dünyada 15 yaş üzeri nüfusta 1,2 milyar kişi (her üç erişkinden biri), ülkemizde ise 15 yaş üzeri 16 milyon kişi tütün kullanmaktadır. Ülkemizde tütünle mücadelede ilk yasal düzenleme 1996 yılında yapılmıştır. 2004 yılında, DSÖ tarafından kabul edilen 10 Tütün Kontrol Çerçeve Sözleşmesi, TBMM’de kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. 2006 yılında, Tütün Kontrolü Çerçeve Sözleşmesi kapsamında yapılacak tüm çalışmaların planlanması ve tütün tüketiminin kontrol altına alınması için hazırlanmış olan program Başbakanlık Genelgesi ekinde yayımlanmış, 2007 yılında, Ulusal Tütün Kontrol Programı’nın bir bütün olarak uygulanması ve takibi ile ilgili faaliyetlerin illerde yürütülebilmesi için İl Tütün Kontrol Kurulları 81 ilimizde kurulmuştur. 2007 yılında, Ulusal Tütün Kontrol Programı Eylem Planı Sayın Başbakanımızın katılımları ile kamuoyuna tanıtılmıştır. 2008 yılında, 4207 sayılı Kanunda değişiklik yapan 5727 sayılı “Tütün Mamullerinin Zararlarının Önlenmesine Dair Kanunda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiştir. Pasif içicileri korumaya yönelik, dumansız bir Türkiye oluşturmak adına tüm kapalı alanlarda (restoran, bar ve kafeler hariç) sigara tüketiminin yasaklanması amaçlanmış ve “Dumansız Hava Sahası” kampanyası başlatılmıştır. 19 Temmuz 2009 tarihinde, lokanta, kahvehane, bar ve kafeler dâhil tüm kapalı alanların yasaya dâhil olmasıyla Türkiye’de tüm kapalı alanların dumansız hale getirilmesi sağlanmıştır. Ülkemizde tütünle mücadele çalışmaları kapsamında saha denetimleri yapılmakta, Alo 171 Sigara Bırakma Danışma Hattı hizmetleri verilmekte ve sigara bırakma poliklinikleri sigarayı bırakmak isteyen kişilere hizmet sunmaktadır. Kanunun uygulanmasına yönelik 81 ilde hizmet veren denetim ekipleri tarafından Mayıs 2008 tarihinden Aralık 2011 tarihine kadar 2.933.481 işletme denetlenmiş, 62.521 cezai işlem uygulanmış ve 24.294.538 TL idari para cezası kesilmiştir. ALO 171 Sigara Bırakma Danışma Hattı Hizmetleriyle, 27 Ekim 2010 tarihinden itibaren 7/24 hizmet veren hat kurulduğu günden bugüne toplam 3.380.693 çağrı almıştır. Ülke genelinde toplam 309 Sağlık Kuruluşunda 413 Sigara Bırakma Polikliniği hizmet vermektedir. 2011 Ocak ayından 2012 Mart ayına kadar 498.294 kişiye sigara bırakma polikliniklerin- de hizmet verilmiştir. Tütünle mücadele kapsamında yapılan hizmetler sonucunda, 15 yaş üzeri nüfusun sigara içme oranı 2006 yılında % 33,4 iken bu oran 2012 yılı için % 27,1’e gerilemiştir. 2008 yılına göre yaklaşık 2 milyon 200 bin kişi sigarayı bırakmış, kapalı alanlarda sigara dumanına pasif maruziyet % 60 ve yasak olmamasına rağmen evlerde sigara içenlerin oranı % 35 azalmıştır. Tütünle mücadelede Dünya Sağlık Örgütünün belirlediği kriterlere göre ülkemiz dünyada başarılı ilk 4 ülke arasında yer almaktadır. 11 haber HACETTEPE’DE SİGARA YASAĞI H acettepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Murat Tuncer, üniversite içindeki tüm yerleşkelerde sigara içilmesini yasakladı. Tuncer, “Kanser artış hızının böyle devam etmesi halinde 2030 yılına gelindiğinde her yıl yarım milyon vatandaşımız kanser hastası olacak. Bunun için öncelikle sigara kullanımından ve pasif içici durumuna düşülen ortamlardan kaçınılması gerekiyor” dedi. Eski Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Daire Başkanı olan Murat Tuncer, Hacettepe Üniversitesi Rektörü olduktan sonra da kanserle olan mücadelesine devam ediyor. Tuncer, “31 Mayıs Sigarasız Dünya Günü” sonrasında üniversitenin tüm yerleşkelerinde sigara içilmesini yasakladı. Bundan böyle üniversitenin kampüslerinde sigara içilemeyecek. Prof. Dr. Tuncer sigara yasağını, “31 Mayıs Sigarasız Dünya Günü”nde üniversitemizin tüm yerleşkelerinin hiçbir yerinde sigara içilmemesi planlanmaktadır. Katkılarınız için teşekkür ederiz” diyerek duyurdu. Gelecekte Hacettepe yerleşkelerinin tümünde açık alanlarda da sigarayı yasaklamayı planlayan Rektör Tuncer şunları söyledi: “Kanser tedavisine harcadığımız kaynağı ancak koruyucu önlemlerle azaltabiliriz. Bunun için öncelikle sigara kullanımından ve pasif içici durumuna düşülen ortamlardan kaçınılması gerekiyor. Bırakın da Ömrünüz Uzasın T üm dünyada yasaklar birbiri ardına gelse de, insanlar bir yerde ve bir şekilde sigara içmenin yolunu buluyor. Sigara tüm ülkelerde halen bir numaralı sağlık sorunu olmaya devam ediyor. Oysaki sigara sadece fiziksel değil, ruhsal etkisi ve sosyal yönüyle de bağımlılığa neden oluyor. Memorial Ataşehir Hastanesi Göğüs Hastalıkları Bölümü’nden Uz. Dr. İlkay Keskinel, sigaranın zararları ve bırakma yöntemleri hakkında bilgi verdi. Sigara içmek güç sembolü olarak algılanıyordu Arkeolojik verilere dayanarak 5000 yıldır tütün ekildiği bilinmektedir. Avrupa’nın tütünle tanışması, Amerika’nın Kolomb tarafından keşfiyle olmuştur. 1950’ler ve 60’larda sigaranın zararlı olduğunun düşünülmesi bir yana; sigara içmek bir tür güç, erkeklik ya da güzellik sembolü olmuştu. Daha sonra akciğer kanseri nedeniyle hayatını kaybeden dönemin ünlü yıldızlarından John Wayne’i sigara reklamlarında görmek herhalde gençler arasında oldukça özendirici oldu. Hatta çocukların keyifle izledikleri “Çakmaktaşlar” isimli çizgi filmin ilk sezonunun sponsoru bir sigara markasıydı. Zararlı maddeler kana geçer ve vücuda yayılır Sigara, sadece kalp ve akciğerlere değil, vücuttaki tüm doku ve organlara zarar verir. Sigaradaki zararlı maddeler kan dolaşımına karıştığından kan dolaşımının olduğu her yere, yani vücudun tüm hücrelerine yayılır. 12 Bunun sonucunda her organda farklı hastalıkların gelişimi tetiklenebilir. Eskiden sigara ile ilişkisi olduğu bilinmeyen pek çok hastalığın ortaya çıkmasında sigaranın rolü olduğu artık bilinmektedir. Sigarasız geçen her gün bir sıkıntınız azalır Sigarayı bırakırken, özellikle ilk günlerde zorlanmanız çok doğaldır. Ancak, bunun geçici bir süre olduğunu, sigarasız geçirdiğiniz her gün ile birlikte sıkıntılarınızın azalacağını, kendinizi daha iyi hissedeceğinizi, nefesinizin rahatlayacağını, efor kapasitenizin giderek artacağını unutmayın. “Bırakmak için geç kaldım” diye düşünmeyin En yaygın sağlık zararlısı olarak kabul edilen sigaradan kurtulmak için hiçbir zaman geç değildir. Sigarayı bırakmak isteyen kişi, daha önceden bırakmayı deneyip de bırakamadıysa, bu durum motivasyon kırıcı olmamalıdır. Çünkü sigarayı bırakmış olanların nerdeyse büyük bir kısmı, bunu 3-4 defada başarmış olan kişilerden oluşmaktadır. Tek başınıza başaramadıysanız Sigarayı bırakırken, göğüs hastalıkları uzmanlarınca yürütülen sigara polikliniklerinden yardım alabilirsiniz. Bu polikliniklerde, önce sigara bağımlılığınızın tipi ve derecesi değerlendirilir. Daha sonra gereğine göre kan, akciğer filmi, solunum testi gibi tetkikleriniz istenebilir. Doktorunuz size uygun bir ilaç başlayacak ve sizi kontrole çağıracaktır. 14 Tütün Endüstrisinin Tütün Kontrolü Çalışmalarına Müdahaleleri ve Dünya Sağlık Örgütü Politikaları Dr. Toker ERGÜDER Tütün Kullanımı ile Mücadele Uzmanı T ütün firmalarının tütün kontrolü çabalarına müdahale etmek için çok çeşitli taktiklere başvurduğuna dair yüklü miktarda kanıt bulunmaktadır. Tütün endüstrisinin kullandığı bu stratejiler arasında doğrudan ve dolaylı siyasi lobicilik, siyasi kampanyalara katkıda bulunma, araştırma finansmanı, mevzuatı ve siyaseti etkileme faaliyetleri ve halkla ilişkiler çalışmaları kapsamında sosyal sorumluluk projelerinde yer alma gibi girişimler sayılabilir. Etkin tütün kontrolü, tanımı gereği tütün endüstrisinin, bağlı sanayilerin ve tütün endüstrisine hizmet eden kurum ve kişilerin ekonomik menfaatlerine ters düşmektedir. Bu menfaatler büyük ölçüde endüstrinin refahına ve gerçek veya görünürdeki ticari başarısına bağlıdır. Tütün kontrolünün öncelikli amacı tütünden kaynaklanan hastalık ve ölümleri önlemektir. Bu amaca ulaşmaya yönelik hedefler hiyerarşisinde en birincil hedef ise tütün kullanımına başlanmasını engellemek ve her türlü tütün kullanımının bırakılmasında insanlara yardımcı olmaktır. Aynı şekilde, kamuya açık alanlarda sigara içilmesini yasaklamak suretiyle pasif duman maruziyetinin engellenmesi de çok etkili bir tedbirdir. Sigaraya başlanmasının önlenmesi, bırakma oranlarının azamiye çıkarılması ve kamuya açık alanlarda sigara içilmesinin önlenmesinden müteşekkil bir hedefler manzumesi, tütün endüstrisinin ticari hedeflerine doğrudan aykırıdır. Her ne kadar endüstri kanadından zaman zaman durumun böyle olmadığına dair açıklamalar gelse de, endüstri sigara içmeye başlayanların sayısını artırma, kullanıcıların devamlı tüketici haline gelmelerini sağlama ve sigara içme sıklığını düşürüp bırakma oranlarını artırma yönündeki tedbirleri sekteye uğratma adına çabalarını aralıksız sürdürmektedir. Bu nedenle, tütün kontrolünün başarısı, endüstrinin başarısızlığı anlamına gelmektedir. Tütün endüstrisinin istihdam ettiği kimseler, kamu veya özel olsun, hissedarlarına ve işverenlerine karşı kar oranlarını maksimize etmek amacıyla gerekli her türlü adımı atma sorumluluğu taşımaktadırlar. Bu yüzden, endüstrinin etkin tütün kontrolünü akamete uğratmak için mümkün olan her yolu denemesi bütünüyle beklenir bir durumdur. Klasik halk sağlığı modelindeki bulaşıcı hastalık kontrolü örneğinden yola çıkılacak olursa, tütün endüstrisi, tütünle bağlantılı hastalıkların ana “vektörü”dür(1). Bulaşıcı hastalıklarda bulaşma yolunun ve ölüm nedenlerinin anlaşılmasına dönük çabalarda olduğu gibi, kapsamlı tütün kontrolü için de halk sağlığı otoritelerinin endüstrinin tütün kullanımını artırma ve tütün kontrolünü baltalama çabalarını izlemesi ve bu çabalara karşılık vermesi gereklidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nün önceki Genel Direktörlerinden Dr. Gro Harlem Brundtland tütün kullanımını “pazarlama yoluyla bulaşan, bulaşıcı bir hastalık” olarak tarif etmiştir (2). Endüstrinin pazarlama stratejisinin en son hedefi olan gelişmekte olan ülkelerin kadın ve gençleri başta olmak üzere tütün kullanımının artmasının başlıca sebebi endüstrinin promosyon faaliyetleridir. Bu faaliyetlerin derinlemesine irdelenmesi, karşılık verilerek engellenmesi sayesinde tütün kullanımının yol açtığı hastalık yükü düşecektir. DSÖ tütün endüstrisinin etkin tütün kontrolü politikalarını engelleme, geciktirme ve sulandırma yolundaki uzun soluklu çabalarının ayırdındadır. DSÖ, tütün endüstrisinden hiçbir şekilde finansman kabul etmeme gibi bir pozisyon benimsemiştir (3). Endüstrinin ve müttefiklerinin tütün kontrolüne karşı gayretlerinin anlaşılması ve bunlara etkili biçimde karşılık verilmesi hayati önem arz eder (4). Tütün firmaları, DSÖ’nün tütün konularına eğilme çabalarını boşa çıkarma kastıyla uzun yıllardır çalışmalar yürütmektedir. Bu çalışmalar titizlikle geliştirilmiş, fazlasıyla finanse edilen, sofistike ve perde gerisinden gerçekleştirilen girişimlerdir. Tütün firmalarının tütün kontrolüne direnmeleri şaşırtıcı değildir, fakat kampanyalarının kapsamı, yoğunluğu ve en önemlisi, bu kampanyalarda başvurulan taktikler çok aşikârdır. Uluslararası toplumun genelinde tütün kontrolü kimyasal bağımlılığa, kanserlere, kalp-damar hastalıklarına ve sigaranın yol açtığı diğer sağlık sorunlarına karşı bir mücadele gibi görülebilir. Ancak, bu araştırmanın ortaya çıkardığı gerçek, bu mücadelenin aynı zamanda aktif, organize ve atacağı adımları iyi hesaplayan bir endüstriye karşı da verildiği gerçeğidir.” (5) Dünya Sağlık Asamblesinin (DSA) 2001 yılında düzenlenen 54. toplantısında Üye Devletler, tütün kontrolünde şeffaflık öngören bir kararı oybirliğiyle kabul etmişlerdir (6). Bu karar, tütün endüstrisinin halk sağlığı politikalarını uygulamada ve tütün epidemisiyle mücadelede hükümetlerin ve DSÖ’nün rolünü ve pozisyonunu baltalama girişimlerine dönük kanıtlara bir karşılık olarak kabul edilmiştir. Karar metni aşağıdaki gibidir: “DSA 54.18 Sayılı Karar: Tütün kontrolünde şeffaflık Dünya Sağlık Asamblesi: “Tütün Endüstrisi Belgeleri Uzman Komitesinin bulgularını, daha somut bir ifade ile, tütün endüstrisinin halk sağlığı politikalarını uygulamada ve tütün epidemisiyle mücadelede hükümetlerin ve DSÖ’nün rolünü ve pozisyonunu baltalamak amacıyla yıllardır faaliyetler yürüttüğünü kaygı ile kaydeder; “Sağlık Asamblesi ve diğer DSÖ toplantılarının delegeleri ile tütün 15 endüstrisi arasındaki ilişkilerin şeffaf hale getirilmesiyle kamuoyunun güveninin artacağına işaret eder, ve “1. Üye Devletlere, delegeleri ile tütün endüstrisi arasındaki ilişkilerin ayırdında olmalarını TELKİN EDER; “2. DSÖ’ye ve Üye Devletlere tütün endüstrisinin her türlü bozguncu uygulamalarına karşı tetikte olmalarını ve bütün DSÖ toplantılarında ve ulusal hükümet seviyesinde halk sağlığı politikaları geliştirilmesinde bütünlüğü muhafaza etmelerini TELKİN EDER; “3. DSÖ’ye Üye Devletleri tütün endüstrisinin tütün kontrol çalışmalarını olumsuz etkileyebilecek faaliyetleri hakkında bilgilendirmesi çağrısında bulunur.” DSÖ Tütün Kontrolü Çerçeve Sözleşmesi (DSÖ TKÇS) (7), bütün insanların en yüksek sağlık standardında yaşama haklarını bir kez daha teyit eden kanıta dayalı bir anlaşmadır. TKÇS’de bağımlılık yapıcı maddelerle mücadele için düzenleyici bir strateji sunulmakta ve talebin yanında arzı da düşürücü stratejilerin önemine 16 vurgu yapılmaktadır. DSÖ TKÇS’de uluslararası tütün kontrol faaliyetlerinin tütün endüstrisinin müdahalelerinden korunması konusunda pek çok madde bulunmaktadır. Sözleşmenin Giriş bölümünde “tütün endüstrisiyle herhangi bir bağlantısı olmayan sivil toplumun tütün kontrolüne ulusal ve uluslararası düzeyde katkılarının önemi” üzerinde durulmaktadır. Sözleşmede ayrıca “tütün endüstrisinin tütün kontrol çalışmalarını baltalama gayretleri konusunda tetikte olmak için, endüstrinin tütün kontrolünü olumsuz etkileyecek faaliyetlerinden haberdar olunması gerektiği” de dile getirilmektedir. Sözleşmenin genel yükümlülükleri altında, imzalayan taraflar tütün kontrol politikalarını tütün endüstrisinin müdahalesinden korumayı kabul etmektedir. Özellikle de, Madde 5.3’te şöyle denmektedir: “Taraflar, tütün kontrolüyle ilgili kamu sağlık politikalarını oluştururken ve uygularken, bu politikaların tütün endüstrisinin ulusal yasalara göre ticari ve diğer çıkar- larından korumak için çalışacaktır.” Madde 12.C tütün endüstrisinin etkinlikleri hakkında kamusal eğitimin ve bilincin önemini vurgulamaktadır ve Taraflar “ulusal yasalara göre bu Sözleşmenin amacına uygun olarak tütün endüstrisi hakkında çeşitli bilgilere kamuoyunun erişebilmesini kolaylaştırmayı kabul etmektedir”. Madde 12.E “tütün kontrolü için sektörler arası programlar ve stratejilerin geliştirilmesinde ve uygulanmasında tütün endüstrisiyle bağlantısı olmayan kamu ve özel kurumların ve sivil toplum kuruluşlarının katılımının” önemini bir kez daha vurgulamaktadır. Araştırma, gözetim ve bilgi alışverişi sözleşmenin kritik bileşenleridir. Madde 20.4, bilimsel, teknik, sosyoekonomik, ticari ve yasal bilgilerin paylaşımının desteklenmesi ve kolaylaştırılmasına ek olarak, Tarafların ayrıca “bu sözleşmeyle ilgili olan tütün endüstrisi ve tütün yetiştiriciliğiyle ilgili uygulamalar hakkında bilgi” alışverişinde bulunması gerektiğini “ve bunu yaparken gelişmekte olan Taraf Ülkelerin ve geçiş sürecinde ekonomilere sahip Tarafların özel ihtiyaçlarını da göz önünde bulunduracağını” belirtmektedir.Madde 20.4C, Tarafların, “Sözleşme ya da ulusal tütün kontrol etkinlikleri üzerinde etkiye sahip tütün bitkisi üretimi, tütün ürünleri üretimi ve tütün endüstrisi etkinlikleri hakkında düzenli olarak bilgi toplamak ve bunu yaymak için kademeli olarak küresel bir sistem oluşturmak ve bunu sürdürmek için yetkili uluslararası kuruluşlarla işbirliği yapma” çabası göstererek nasıl bu bilgiyi en iyi şekilde paylaşacağını ana hatlarıyla anlatmaktadır. Tütün endüstrisinin müdahalelerini denetleme yollarından bir diğeri ise kamu görevlilerinin, resmi ve özel akademisyenlerin, sivil toplum kuruluşu temsilcilerinin ve halk sağlığı yetkililerinin tütün endüstrisinin temsilcileri ya da müttefikleriyle temas esaslarının ve usullerinin rehberler halinde hazırlanmasıdır. Pek çok rehberde endüstriyle bir araya gelinmesinden kaçınılması gerektiği ve bunun düzenleyici mekanizmalara dair bilgilendirme toplantıları umuma açık toplantılar veya üçüncü tarafların aracılık ettiği toplantılar gibi ancak çok gerekli olduğunda yapılması gerektiği belirtilmektedir. Tütün kontrolü alanında çalışan sivil toplum kuruluşları, genellikle üyelerine tütün endüstrisinin başlattığı, mali destek sağladığı “paydaş” toplantılarına veya benzer toplantılara katılmamayı önermektedir. Fakat, izleme ve savunuculuk amacıyla endüstrinin hissedarlar toplantılarına katılımın doğru olduğu eğilimi hâkimdir. DSÖ’nün, çalışanlarına tütün en- düstrisiyle etkileşimlerinde rehberlik edecek iç politikaları mevcuttur. Tütün endüstrisi etkin tütün kontrolünün ortaklarından değildir ve olamaz. Ancak, endüstri kendisini tütün kontrolünde meşru bir paydaş olarak görmekte ve meşru bir ortak olarak konumlandırmaya çalışmaktadır. Endüstri, DSÖ TKÇS’nin maddelerinde belirtildiği gibi, etkin tütün kontrolünün uygulanmasına müdahale etmektedir ve edecektir. Bu müdahaleler, endüstri ile etkileşimler üzerinde sıkı denetim uygulamak ve temas esaslarını belirlemek ve ayrıca endüstrinin davranışları ve mali hareketleri hakkında şeffaflık ve raporlama talep etmek suretiyle en aza indirilebilir. Kamuya ait tütün şirketleri, sağlık bakanlıkları veya sağlık kurumları ile tütün endüstrisinin yetkilileri arasında ilişkileri önlemekte önemli bir zorluk oluşturabilir. Kamuya ait tütün endüstrisinin çalışanları sağlık bakanlığı çalışanlarıyla aynı binada çalışabilir ve aynı toplantılara ve etkinliklere katılabilir. Fakat yine de, kamuya ait tütün endüstrisinin çıkarları tütün kontrolü ve sağlıkla ilgili konulardan ayrı tutulabilir ve kamuya ait tütün şirketlerinin bulunduğu devletlerin tütün kontrolü uygulamaması ve tütün endüstrisinin usulsüz müdahalelerinden korunmaması için hiçbir doğal neden yoktur. DSÖ, Üye Devletlerin tütün endüstrisinin çıkarlarıyla halk sağlığı politikasının çıkarları arasındaki temel ve uzlaşmaz çatışmayı ortaya koyan DSÖ TKÇS, Madde 5.3 Rehberini uygulamalarında kendilerine destek vermeye kararlıdır. Kaynakça: 1. Orleans C, Slade J. Nicotine addiction: principles and management. New York, Oxford University Press, 1993. 2. Brundtland G. Address at the opening of World No Tobacco Day 2000. http:// w w w.who.int/direc tor- general/speec hes/2000/english/20000531_bangkok.html (erişim tarihi: 8 Ekim 2007). 3. United Nations Economic and Social Council Ad Hoc Inter-agency Task Force on Tobacco Control. Report of the Secretary-General, 2006. http://www.who.int/tobacco/global_interaction/un_taskforce/SG_UNTF_ECOSOC_2006 .pdf (erişim tarihi: 11 Eylül 2007). 4. World Health Organization. Tobacco Free Initiative. Monitoring the tobacco industry,2007. http://www.who.int/tobacco/surveillance/ ti_monitoring/en/index.html (erişim tarihi:20 Eylül 2007). 5. World Health Organization committee of experts on tobacco industry documents. Tobaccoindustry strategies to undermine tobacco control activities at the World Health Organization, 2000. http://www.who.int/tobacco/en/ who_inquiry.pdf (erişim tarihi: 11 Eylül 2007). http://www.who.int/tobacco/communications/TI_manual_content.pdf. 6. World Health Organization. World Health Assembly resolution WHA54.18 Transparency in tobacco control, 2001. http://www.who.int/ tobacco/framework/wha_eb/wha54_18/en/ index.html (erişim tarihi: 11 Eylül 2007). 7. World Health Organization. WHO Framework Convention on Tobacco Control, 2005. http://www.who.int/tobacco/framework/ WHO_FCTC_english.pdf (erişim tarihi: 11 Eylül 2007). 17 haber S “DUMANSIZ AİLELER” PROJESİ TÜRKİYE’YE YAYILACAK igara bağımlılığı hakkında gençleri bilinçlendirmeyi amaçlayan “Dumansız Aileler” projesi, pilot il olarak seçilen Malatya’da uygulanmaya başladı. Nisan ayında Sağlıkta Umut Vakfı (SUVAK) ve Sağlık Bakanlığı Kanser Dairesi’nin işbirliğiyle başlatılan proje, interaktif eğitimle sertifika alan 700 liseli kız öğrenci aracılığıyla, sigara kullanımını mümkün olan en düşük seviyeye indirmeyi amaçlıyor. Eğitim sonrasında genç kızlardan bu bilinci 16 bin kişiye, ailelerine, çevrelerine, arkadaşlarına ve öğretmenlerine kazandırmaları bekleniyor. Sağlık Bakanlığı ve Sağlıkta Umut Vakfı işbirliğinde, pilot il seçilen Malatya’da uygulanan “Dumansız Aileler Projesi” tanıtım toplantısı yapıldı. 2013’te tüm Türkiye’de başlatılması planlanan eğitim programının tanıtım toplantısında konuşan proje sorumlusu Dr. Nejat Özgül, Malatya’yı ciddi oranda tütün tüketen illerden biri olduğu için seçtiklerini belirtti. Projenin ülkemizin tütünden kurtulması için bir reçete olabileceğini kaydeden Özgül, “Günde 300 kişiyi, yılda 100 bin kişiyi sigaradan kaybediyoruz. Böyle bir lüksümüz olamaz, sıfır tütün diyerek projeyi başlatıyoruz.” dedi. Malatya için projenin büyük bir kazanım olduğunu söyleyen İl Milli Eğitim Müdürü Mehmet Bulut ise her okuldan gönüllü bir kız öğrenciyi 18 seçtiklerini belirtti. Sigaranın zararlarıyla ilgili yüzlerce televizyon programı, haber, kitap yayım ve etkinlik yapıldığını söyleyen Malatya İl Sağlık Müdürü Dr. Nail Umay ise 2008 yılında uygulanmaya başlanan kamuya açık alanda tütün ürünlerinin yasaklanmasının sonuçlarına dikkat çekti. Kanun sonrasındaki denetimlerde yaklaşık bin 500 kişinin bireysel ceza ve bin tane işletmenin ceza alarak toplam idari para cezasının 1 milyon TL’nin üzerine çıktığını söyledi. Malatya Valisi Ulvi Saran ise projeye katılan gençlerin samimi bir misyon sahibi olma duygusu ve sorumluluğuyla hareket etmeleri gerektiğini belirtti. Dünya Sağlık Örgütü Ulusal Tütün Kontrol Sorumlusu Dr. Toker Ergüder de her yıl dünyada 6 milyon kişinin sigara sebebiyle öldüğünü söyledi. 2008 yılında uygula- maya konulan sigara yasağıyla dünya tütün endüstrisinin büyük pazar kaybettiğini söyleyen Ergüder, 3 sene içerisinde sigara tüketiminin 1 milyar paket azaldığını belirtti. Sigara tekellerinin şu anda sigara yasağı uygulayan dört ülke Avustralya, Norveç, Uruguay ve Türkiye’ye savaş açtığını, Türkiye’deki çeşitli kamu kurum ve kuruluşlarına da yaklaşık 30 dava açıldığını kaydetti. Projeyi Türkiye’de başarılı olursa yakın coğrafyadaki ülkelerde de uygulamaya başlayacaklarını bildirdi. Etkinliğe destek veren Hacettepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Murat Tuncer de projenin basit bir hareket olmadığını söyleyerek “Malatya’dan dünyaya güneş doğuyor diyebiliriz.” dedi. Dumansız Aileler projesinde öğrenciler, ailelerine ve çevrelerindekilere sigaranın zararlarını anlatacak. haber D Sigara ile Mücadelede Yeni Eylem Planı ünya Sağlık Örgütünün belirlediği 7 temel strateji Türkiye’nin yeni yol haritası olacak. Tütünle mücadele çalışmalarıyla dünyada ilk 4 ülke arasında yer alan Türkiye, sigarayla mücadelede hız kesmiyor. Sağlık Bakanlığı, Ulusal Tütün Kontrol Programı 2008-2012 Eylem Planı’nın tamamlanmasına kısa süre kala yeni eylem planı için harekete geçti. Dünya Sağlık Örgütü yetkilisi, bürokratlar ve akademisyenlerden oluşan 11 kişilik Ulusal Tütün Kontrol Komitesi, önceki gün toplanarak, yeni eylem planına ilişkin yol haritasını belirlendi. Sağlık Bakanlığı Türkiye 20 Halk Sağlığı Kurumu Tütün ye Diğer Bağımlılık Yapıcı Maddelerle Mücadele Daire Başkanı Uzman Dr. Fatma Aygül, amaçlarının 2013-2017 arasını kapsayacak yeni eylem planıyla Türkiye’nin dünyada örnek gösterilen tütünle mücadelesini taviz vermeden sürdürmek olduğunu belirtti. Bakanlığın, Dünya Sağlık Örgütünün tütünle mücadelede belirlediği 7 temel stratejiyi gerçekleştiren ilk ülke olmayı hedeflediğini belirten Aygül, “Bu 7 temel strateji; tütün kullanımını ve koruyucu uygulamaları izlemek, insanları pasif içiciliğin zararlarından korumak, sigara bırakmak isteyenle- re yardım etmek, herkesi sigaranın tehlikeleri konusunda eğitmek, tütün reklam promosyon ve sponsorluklarını yasaklamak, tütünün zararları hakkında uyarmak ve tütün ürünlerinde alınan vergileri artırmak...” dedi. Aygül, bu kapsamda Eylül ayında, Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Bölgesi ülkelerinin temsilcilerinin katılacağı bir toplantıya da ev sahipliği yapacaklarını bildirdi. Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesi Başkanı Prof. Dr. Elif Dağlı ise tütün kullanımının “bir salgın” olduğunu ve bu salgının taşıyıcısının da tütün endüstrisi olduğunu belirtti. Dünden Bugüne Tütün Kontrolü Çalışmaları Prof. Dr. Nazmi BİLİR Hacettepe Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı D ünyada tütün kontrolü çalışmaları bakımından 1964 yılı bir dönüm noktasıdır. Bu tarihte ABD Halk Sağlığı Kurumu (Surgeon General) tarafından ilk kez tütün kullanımının sağlık için zararlı olduğu konusuna işaret edilmiştir. İzleyen yıllarda ABD ve diğer bazı ülkelerde tütün kontrolüne yönelik başarılı çabalar ortaya konmuştur. Ülkemizde bu yöndeki çalışmalar daha geç tarihlerde başlatılmış olmakla birlikte Türkiye tütün kontrolü konusunda önemli başarılar sağlamıştır. Türkiye’de 1970’li yıllardan itibaren çeşitli gruplarda sigara kullanım sıklığı konusunda çalışmalar yapılması ve tütün kullanımının zararlı etkileri konularında eğitim toplantıları düzenlenmesi suretiyle konuya ilgi çekilmeye başlandı. Daha sonra 1980’li yıllarda yabancı sigaraların Türkiye’ye girmesinden sonra ülkede sigara kullanımı hızlı şekilde arttı. Bunun üzerine hem Sağlık Bakanlığı hem de sivil toplum örgütleri tarafından sigara mücadelesi başlatıldı. Bu çabalar sonucunda 1996 yılında sigara mücadelesi konusundaki ilk kanun kabul edildi. Bu kanunla Türkiye’de toplu taşımacılıkta sigara içilmesi yasaklandı ve şehirler arası yolculuklar bakımından büyük rahatlık sağlandı. Ayrıca bu yasa ile sigara reklamları yasaklandı, sigara paketleri üzerine uyarı yazıları yazılmaya başlandı, sağlık, eğitim, kültür ve spor tesislerinde sigara içilmesi yasaklandı. 22 Önceleri bu yasakların Türkiye’de uygulanamayacağı şeklinde tartışmalar yapıldı ise de kısa zamanda uygulama benimsendi. Otobüs ve uçak yolculuğu yapanlar sigara dumanı olmayan bir ortamda yolculuk yapmaya başladılar. Geçen zaman içinde kapalı yerlerde sigara içilmesinin yasaklanabileceği konusunda toplumsal kabul ve benimseme kavramı yerleşti. Çünkü insanlar sigara dumanı bulunmayan ortamlarda daha rahat ettiler. Sonraki yıllarda uluslararası alanda da tütün kontrolü ile ilgili önemli gelişmeler oldu. Örneğin Dünya Sağlık Örgütü’nün 2003 yılındaki Genel Kurulu toplantısında “Tütün Kontrolü Çerçeve Sözleşmesi” kabul edildi. Ertesi yıl bu Sözleşme Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ tarafından imzalandı ve TBMM tarafından onaylandı. Böylelikle Türkiye uluslararası alanda da tütün mücadelesine destek vermiş oldu ve ülke içinde sözleşmenin gereklerini yerine getirmek için harekete geçti. Uzunca süren tartışmalar sonucunda 2008 yılında tütün kontrolü yasasında önemli değişiklikler yapıldı; restoran, kahvehane, bar gibi ikram sektörü işletmeleri dâhil olma üzere bütün kapalı yerlerde sigara içilmesi yasaklandı. Böylelikle Türkiye tam anlamı ile sigara dumanından arındırılmış “tam dumansız” bir ülke oldu. Yasanın toplum tarafından benimsenmesini artırmak amacı ile çok sayıda etkinlikler ve medya kampanyaları yapıldı. Türkiye’nin değişik yerlerindeki 8 ilde toplam olarak 160 kişinin katılımı ile yapılan çalışmada, yasanın uygulamaya girmesinden önceki dönemde özellikle restoran ve barlarda yasanın uygulanma olasılığı düşük olarak değerlendirildi, ancak başarılı uygulamayı izleyen dönemde toplumun bu konudaki düşüncesi olumlu yönde değişti. Uygulama öncesinde restoran ve kahvehane müşterileri ve çalışanlarının yarısından fazlası uygulamanın başarılı olamayacağı görüşünü dile getirirken, uygulama sonrasında yüzde 80 dolayında kişi yasanın başarılı şekilde uygulandığını ifade ettiler. (Tablo 1 ve Tablo 2). Tablo 1. Lokanta - kafelerde çalışanlar ve müşterilerin yasanın bazı uygulamaları konusunda görüşleri, Ankara, 2009 Tablo 2. Lokanta - kafelerde çalışanlar ve müşterilerin yasanın bazı uygulamaları konusunda görüşleri, Ankara, 2009 Bu konuya destek sağlamak bakımından da yasanın uygulanmasından önceki ve sonraki dönemde meydana gelen bazı olumlu gelişmeleri ortaya koyan araştırmalar da yapıldı. Bu çalışmalar ile restoran, kahvehane, bar gibi ikram işletmeleriyle alış-veriş merkezi, kuaför salonu, butik, kuruyemişçi gibi çeşitli yerlerde yapılan ortam ölçümlerinde ortamdaki sigara dumanı miktarında ciddi azalmalar olduğu gösterildi. Kapalı ortamlardaki sigara dumanını soluma sonucunda uzun zaman içinde kalp ve akciğer hastalığı, kanser gibi ciddi sağlık sorunları ortaya çıkmaktadır. Ancak, sigara dumanı solunması sonucu ortamda bulunan kişilerde gözlerde sulanma, burun tıkanıklığı gibi hemen ortaya çıkan belirtiler de olabilir. Yasanın uygulamaya girmesini takiben, restoran ve kafelerde çalışanlar arasında bu tür yakınmaların azaldığı da araştırmalar sonucunda ortaya kondu. Bu şekilde bu ortamlarda çalışanların yaşam kalitesi de yükselmiş olmaktadır. Yapılan çalışmaların sonuçları medya ile de etkili şekilde paylaşıldı. İletişim kanallarının etkili şekilde kullanılması sonucunda medyanın konuya ilgisi arttı ve ülkenin değişik yerlerindeki gazetelerde ve televizyonlarda hergün konu ile ilgili yüzlerce haber yer almaya başladı. Özellikle televizyonlarda yayınlanan ve sigara kullanma sonucunda hastalanmış olan kişilerin yer aldığı programlar toplumda önemli etki yarattı. Sonuç olarak Türkiye 2009 yılı Temmuz ayından itibaren “TAM SİGARA DUMANSIZ” bir ülke durumundadır. Türkiye’nin tütün kontrolü konusundaki başarılı çalışmaları uluslararası alanda da takdir topladı, Başbakan ve Sağlık Bakanı ile TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanına Dünya Sağlık Örgütü tarafından ödüller verildi. Türkiye, Avrupa ülkeleri arasında en başarılı ülkeler sıralamasında dördüncü sıraya yerleşti. Türkiye 2010 yılı itibariyle Tütün Kontrolü Çerçeve Sözleşmesi’nin uygulama rehberi niteliğindeki MPOWER stratejileri olarak belirlenmiş olan 7 temel stratejiden 5 tanesinde başarılı olarak değerlendirildi. Bundan sonraki hedefimiz, bütün stratejilerin gereklerini yerine getiren bir ülke olmaktır. Bu amaca ulaşmak için yasa uygulamalarının denetimi konusunda yaşanan bazı eksiklerin giderilmesi yönünde çabalar gösterilmektedir. 23 Doç. Dr . İbrahim TEK Medicana Ankara Hastanesi Sigara ve Etkileri Sigara içmek, kişilerin kendi iradesiyle benimsedikleri bir davranış biçimidir, bu nedenle erken ölümlerin en ”önlenebilir” nedeni denilebilir. Ülkemizde neredeyse nüfusun % 44’ü sigara kullanıcısı. Bu yüzden de ülkemiz için en önemli toplum sağlığı sorunlarından biri sigara alışkanlığı olmaktadır. Sigarada bulunan nikotin, kokain ya da amfetamin kadar güçlü bir uyarıcı maddedir. Sigara tiryakisine sürekli sigara içme isteği veren şey de ‘Nikotin’ denilen bu maddedir. Sigara içimiyle içen kişide kalp hızında artma tansiyonda yükselme soluk alıp vermede hızlanma olur ve bu etki ortalama yarım saat civarinda kaybolur. Bu, başlangıçta insana doping etkisi yapar. Bu nedenle sigara içenlerde nikotin ihtiyacı oluşmaya başlar ve bu da bağımlılığa yol açar. Sigara, yaklaşık 4000 çeşit toksik madde içermektedir. Bu maddelerin bazıları ve vucudumuza etkileri şunlardır: Nikotin; bağımlılık yapar, kalp damar rahatsızlığına yol açar, karbon monoksit oksijenin alyuvarlara bağlanmasını bozar , oksijen düşüklüğüne bağlı yorgunluk yaparken arsenik, hidrojen siyanür, DDT, benzen, vinil klorur, krom nikel, polomyum, radon kanserojen etkisi olan maddelerdir. Sigara içerdiği maddeler nedeniyle neredeyse tüm vucudumuza zarar vermektedir. Solunum yollarında meydana gelen değişiklikler Kronik bronşit ve alerjik solunum yolları hastalığı riski solunum yollarındaki hücrelerin fonksiyonunun bozulmasına bağlı olarak gelişir. En Sigaraya alışmak kolay, önemli zararı akciğer kanseridir. Akkurtulmak zor. ciğer kanserlerinin % 90’ına yakını sigaraya bağlı olarak gelişmektedir. Bu nedenle sigaradan Santral sinir sisteminde meydana gelen değişiklikler. korunmak yani sigara içmemek Her nefes sigara yaklaşık 100.000 beyin hücresini öldürür. Sigara içmesağlığımız için kendimize ye devam eden kişinin zaman içinde beyin damarlarında daralma ve tıyapabileceğimiz en iyi yatırım. kanmalar meydana gelir. Buna bağlı olarakta felç gelişme riski artar. Karİçmeyelim içirtmeyelim. bonmonoksit içeriğine bağlı yorgunluk hissi oluşur. Medikal Onkoloji Uzmanı 24 Kalp ve Damarlarda meydana gelen değişiklikler Sigara erken damar takınıklığı yapar hatta Burger hastalığı denilen uzuv kaybına yol açan hastalık % 100 sigara ile ilişkilidir. Kanda kolesterol seviyesini arttırır, hipertansiyona yol açar. Kalp hızında artış ve kalp krizine yakalanma olasığını ateroskleroza bağlı arttırır. Sindirim sisteminde: asit salgısını arttırmaya bağlı gastrit, mide ülseri, duedonum ülseri, ağız. dudak, yemek borusu, mide safra kesesi, pankreas kanseri gelişmesi ihtimalini arttırır. Üreme ve boşaltım sisteminde cinsel isteksizlik, kısırlık riskini arttırır, gebe kadınlarda düşük yapma riskinde, erken doğum ve düşük doğum ağırlıklı bebek doğurma ihtimalini arttırır. Ayrıca servix kanseri, mesane kanseri, böbrek kanseri riskini arttırır. Bunun yanı sıra saçlarda çabuk dökülme cilt renginde soluklaşma, erken kırışıklık, selülit, tırnaklarda çabuk kırılma dişlerde ve parmaklarda sararma gibi yan etkileri de mevcuttur. Bu olumsuz etkiler aktif içiciler kadar olmasa da başkalarının içimine bağlı olarak maruz kalınan pasif içicilik durumunda da oluşabilir. Sigara içiminin bırakma süresiyle azalacak olumsuzluklar kısaca şunlardır; 20 dakika sonra kan basıncı ve vucut sıcaklığı düzelmeye. 8 saat sonra kandaki karbon monoksit düzeyi normale inmeye başlıyor. 24 saat sonrasında kalp krizi riski azalmış oluyor. 3 ay içerinde de kan dolaşımı iyi yönde düzelmeye başlıyor, akciğerlerin fonksiyon kapasitesi % 30’a varan oranda artıyor. 1-9 ay içinde öksürük, sinüslerdeki tıkanıklıklar, bitkinlik ve nefes darlığı azalıyor; 1 yıl sonra kalp-damar hastalıkları riski, sigara içen kişilerin yarısına iniyor. 5 yıl sonra felç riski, sigara içmeyen birininkine eşit duruma geliyor. 10 yıl sonra akciğer kanserinden ölme riski, sigara içmeye devam eden birisinin yarısı kadar oluyor. Ağız, gırtlak, yemek borusu, mesane, böbrek ve pankreas kanseri riski azalıyor. 15 yıl sonra kalp-damar hastalıklarına yakalanma riski, sigara içmeyen birininkine eşit duruma geliyor. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı M. Mehdi “Hepsinden Yiyorum ama Eker Hepsini Yemiyorum!” Osman GÜZELGÖZ Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanımız M. Mehdi Eker ile aramızda uzun yıllara, sevgi ve saygıya dayanan özel bir dostluk var. Yaşça benden çok büyük değil ama ağabey-kardeş gibiyiz. Birçok nedenle ben O’nu seviyorum ve saygı duyuyorum. Bir kere hemşehriyiz; ben Urfalıyım, kendisi Diyarbakırlı. Kişiliği, duruşu, geçmişi, edebiyat ve şiire olan yakın ilgisi ve bu konulardaki derin bilgisi, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç sevgisi yakınlığımızın ana unsurları. Türk Sanat ve Türk Halk Müziğimizin bütün nüanslarına hâkim olması da önemli benim için. Sayın Bakanın Medeniyet Tasavvuru diye çerçevelediği yaşam felsefesi de bizi ortak noktalarda buluşturuyor. Kendisi çok başarılı bir Bakan. İşini titizlikle ve büyük bir hizmet aşkı ile yapıyor. Zaman zaman bir araya gelip sohbet etme fırsatı bulduğumuzda bizim konumuz daha çok şiir ve Sezai Karakoç oluyor. Sağlık ve İnsan Dergisi için bu söyleşiyi Bakanlıktaki makamında bir akşamüzeri yaptık. Son randevu bizimdi. Giderken merakını ve koleksiyonunu bildiğim için kendisine bir tespih götürüp armağan ettim. Sohbet boyunca elinden bırakmadı. Tespihleri, dini motifleri, özellikle çocukluğunun Diyarbakır’ını, Necip Fazıl’ı, Sezai Karakoç’u, Mehmet Akif’i konuştuk. Çok uzun ve ilginç bir röportaj çıktı ortaya. Mecburen biraz kısaltarak sizlere sunmak durumunda kaldım. Doğup büyüdüğü belde olan Ziyaret Tepe’yi, Diyarbakır’ı, gençlik yıllarını aktardığı ve bir hastası ile ilgili yaşadıklarını anlattığı bölümleri dikkatinize ayrıca sunuyorum. Başta Sayın Bakan olmak üzere, Basın Müşaviri Gürbüz Öztürk ve Özel Kalem Müdürü Volkan Mutlu Coşkun’a ilgi ve destekleri için teşekkür ediyorum. 26 Sayın Bakanım sohbetimize elinizdeki tespihle başlasak! Bir röportajınızda tespih kullanımının Budizm’den geldiğini söylüyorsunuz. Mistik bir yanı var. Sabır anlamında mı sadece yoksa virtle ilgili bu? MEHDİ EKER- Virt var, konsantrasyon var. Zaten konsantrasyon ile zihin dağıtma aslında aynı şeydir, aynı köke tekabül eder. Duygunun kaynağı aynı.Yani ne zaman rahatsız olursunuz? Zihninizde aynı anda birden fazla fikir oluşunca. Onlar sürekli çarpışır zihninizde ve siz sürekli bir muhasebe yaparsınız, konsantre olamazsınız. Aşkla nefret ilişkisi gibi. Arapçadaki sarf ve tasarruf gibi. Budizm bir öğreti, ama spritüel bir öğreti. Esası, zihin ve beden disiplinine dayanıyor, yani zihnin ve bedenin disipline edilmesinin çeşitli formlarla, ritüellerle yapılması. Semavi dinleri etkilemiş bu. Ben, çok önceden üniversite yıllarında tespihin ve takkenin menşeinin İslam öncesinden gelen inançlarda olduğunu biliyorum. Sadece tespih değil yani! Takke de mi var? MEHDİ EKER- Evet. İkisinin de Müslümanlığa sonradan girdiğini biliyorum, 1976 yılında öğrendim. Lakin, bunun biraz daha formel olarak neye tekabül ettiğini, nasıl geliştiğini daha sonraki hayatımda gördüm. Örneğin, 2005 yılında Şanghay’da bir Budist tapınağını ziyaret ettim. Orada öğrencilerin, rahiplerin ellerinde tespih, üstlerinde cübbe, kafalarında takke gördüm. Bana hiç bana yabancı gelmedi, hiç yabancı gelmiyor. Tespihle ilgili birkaç şey daha gördüm; mesela Yahudilerdeki takke, kipa, yine Hıristiyanlarda, özellikle Katoliklerde takke, bir de Katoliklerde ve Ortodokslarda tespih var, papazların elinde var, hatta imamelerin yanında çarmıha gerilmiş Hazreti İsa figürü var. Yahudilerde de var tespih. Demek ki takke ve tespit gibi bazı ritüeller Budizm’den bir şekilde Yahudiliğe, oradan Hıristiyanlığa, oradan da Müslümanlara geçmiş. Çünkü bunlar Tanrı ve ibadet kavramı çerçevesinde oluşan ritüeller. Çok böyle hayretimi mucip oldu, birçok şey yerli yerine oturdu. Bunları kamuoyunun önüne çıkar söylersem, bunu insanlar anlayamayacak, insanlar bunu anlayamayınca yanlış değerlendirecekler. Elifba yazmıştı. O Elifba’nın başında da şunlar yazılı idi: “Ya Allah, Ya Fettah, Ya Rezzak, Ya Âlim”. Bu önemli sıfatlar, bunlara sığınıyorsun; Allah, Fettah, Rezzak ve Âlim. Sayın Bakanım, siz 7 kardeşin beşincisi olarak Diyarbakır’da dünyaya gelmişsiniz. O zaman sosyolojik, etnik ya da dini bakımdan, manevi hassasiyetler açısından nasıl bir Diyarbakır vardı? Mesela siz 4 yaş, 4 ay, 4 günlükken Kur’an eğitimine başlamışsınız… Okula nerede başladınız? MEHDİ EKER- Evet. 4 yaş, 4 ay, 4 günlük iken Kur’an-ı Kerim eğitimine başladım, Elifba ile ve şu duayla başladım: “Rabbi Yessir vela Tuessir, Sehhil Aleyna bi Fadlike ya Muyessir. Rabbi Zidni İlmen ve Fehmen ve Temmim Lena bil Hayr.” Şimdi bu dua bir eğitime başlamak için çok anlamlı; “Allah’ım, kolaylaştır zorlaştırma. Fazlınla… Ey Kolaylaştırıcı, fazlınla benim için bunu zorlaştırma ve kolaylaştır. Allah’ım, ilmimi, kavrayışımı arttır ve beni hayırla tamamla, hayra tamamla.” Bu benim ilk öğrendiğim dua. Babam kendi el yazısı ile bana Allah’tan Rızık olarak sizin için ilim istenmiş demek ki. MEHDİ EKER- Evet, anlamı bu, altında bu var. Şimdi 4 yıl, 4 ay, 4 günlük iken bizi bu dua ve Allah’ın bu sıfatları ile başlattılar. Bu şu demek: Ben 6-6,5 yaşındayken ilkokula başladım. İlkokula geldiğimde Kur’an-ı Kerim okumasını biliyordum, belli bir mesafe kat etmiştim, okuyabiliyordum, zihnim açıktı öğrenmeye. MEHDİ EKER- Ben ilkokulu bir nahiye merkezinde okudum. O zaman en fazla 2 bin nüfusu olan bir yerdi. Bir nahiye müdürü, bir nüfus memuru vardı, bir ilkokul vardı iki derslikli. Burası Dicle Nehri kıyısında bir ova. Tarihi bir yer aynı zamanda. Yukarı Mezopotamya’daki höyüklerden birisi. İnsanların çoğu ziraatla uğraşırdı. Ne ilçeye, ne ile yolu yok, ham yol. En yakın ulaşım vasıtası köprü olmayan bir Dicle Nehri’ni geçip 4-5 kilometre yürüyorsun, tepeyi tırmanıyorsun. 5 kilometre, 1 saat yaklaşık yürüyüş mesafesinde. Ondan sonra oradan Kurtalan’a giden tren hattı geçiyor. Bunun gününü saatini bilirsen onunla Diyarbakır’a ya da Batman’a gidersin. Bizim ilçe merkezimiz Bismil. Batman’a giden tren içinden geçiyor. 27 O zaman sizin beldede elektrik yok değil mi? MEHDİ EKER- Hayır hayır! Yok tabii! Gaz lambasıyla, 3 numara, 5 numara gaz lambası vardı bizim evimizde. Sonradan lüks lambası ve tüp gaz gelişti. Tüp gaz, 1970’ten sonra geldi beldeye. Dükkânların önünden geçiyorum, uzun beyaz floresan lambaları duvarlara asmışlar, duvarda ışıklar müthiş bir şey, yani çok güzel bir şey. Onur Palas Otele geldik. Diyarbakır’ın o zaman Dörtyol’da en lüks otellerinden birisi. Amcamın oğlu orada çalışıyordu. Hangi yıldı bu? MEHDİ EKER- Sene 1967, iyi hatırlıyorum. Otelin bir tane müşteri oturma salonu var. Böyle ışıklar falan müthiş yani. Otelin hemen yanında bir otobüs ve taksi terminali var. O Chevroletler var ya 62 Chevroletler. Urfa-Siverek gidip geliyorlar, yolcu taşıyorlar. Simsar ikide birde “UrfaSiverek, Urfa-Siverek” diye bağırıyor. Adamın sesi kulaklarımda hala şimdiki gibi. Ondan sonra şehrin kebapçısına gittik akşam. Orada lüle kebabı yedik. Gece orada Doğu Palas Oteli’nde yattık yani onu çok iyi hatırlıyorum, 2 gün kaldık. Diyarbakır o zaman da tarihi kimliği olan güzel ve önemli bir şehir… Bir ortaokul var o zaman Bismil’de, bir de ilkokul. . Siz kaç yaşında Diyarbakır’ı gördünüz? MEHDİ EKER- Ben Diyarbakır’ı ilk gördüğümde 10 yaşındaydım. Bir kamyonun kasasında bir grup yolcuyla birlikte bir bahar günü gittik Diyarbakır’a. Bismil istikameti boyunca gidiyorsun Çınar’a doğru, MardinDiyarbakır asfaltına çıkıyorsun, sonra oradan önce Çınar, sonra Diyarbakır. 10 yaşındaydım ve bugünkü gibi gözlerimin önünde. Diyarbakır nasıl bir yer? Ben Diyarbakır’ı göreceğim. Müthiş bir heyecan. Benim oldum olası içimde büyük bir coğrafya, atlas, harita merakı vardır, evren merakı 28 vardır. Yani varlık olarak kendi varlığım itibariyle nasıl bir yerde yaşıyorum, ben neredeyim, diğer mahlûkat nerede, onlar ne yapıyorlar, nerede yaşıyorlar, nasıllar, iyiler mi? Bunun merakını hep hissettim içimde. Bunun için Diyarbakır’ı görmek benim için çok çok önemliydi. Geldik önce Çınar görüldü. Kamyon Çınar’ın içinden geçecek, uzaktan gördüm. Bir an şöyle bir baktım büyük bir yer, yani Ziyaret Tepe’ye göre bayağı büyük bir yer. Kiremitli binalar falan. İçimden, bu kadar küçük olamaz, çok daha büyük bir yer olmalı falan diyorum. Sonra baktım ki, burası Diyarbakır değil. Ondan sonra geldik Diyarbakır’a. Tabi Diyarbakır’ın beni ilk çarpan tarafı bir kere her yer ışıl ışıl. MEHDİ EKER- Şehir ve muhteşem bir şehir, öyle böyle değil, çok güzel bir şehirdi. Hem çok bakımlı, hem çok temiz… Suriçi var, Suriçi’nde işte eski evler, o Gazi Caddesi, Dörtyol’a kadar İzzetpaşa Caddesi, İnönü Caddesi, Dağkapı, Sur’un dışında Yenişehir bölgesi ve Yenişehir bölgesinde de yapılaşma çok iyi, yeni binalar yapılmış, 2 katlı, tek katlı, bahçe içerisinde evler falan... 2 gün benim için böyle rüya gibi geçti. 1 sene sonra bir daha gittim Diyarbakır’a fotoğraf çektirmeye, ilkokulu bitireceğiz, diploma için fotoğraf çektireceğiz. Bizim Mahmut ağabey beni Foto Şen diye bir fotoğrafçıya götürdü, fotoğrafımı çektirdi, bir önlüklü, bir de senin önlüksüz fotoğrafını çekelim dedi. Siz Türkçeyi de okula başladıktan sonra öğrenmişsiniz. MEHDİ EKER- Tabi tabii. Türkçeyi okulda öğrendim, öğrenmeye çok açıktım. Çünkü 4 yıl, 4 ay, 4 günde Kur’an-ı Kerim eğitimine başlamıştım. Neticede Arapça bir lisan ve onu sadece yüzünden okumakla kalmıyorsunuz, harfleri, bağlantıları, sesleri öğreniyorsunuz. Peki, artık yol da yapıldı, köprü de yapıldı, doğduğunuz, büyüdüğünüz köye gidiyor musunuz? MEHDİ EKER- Tabi canım, cuma günü oradaydık. Dicle’nin kıyısına gittik oturduk, Dicle kıyısında ilkokul arkadaşlarımla birlikte sohbet ettik. Sonra bize oğlak falan getirdiler, onları sevdik orada; çok güzel, hoş bir şeydi. Ortaokulu Diyarbakır merkezde okudunuz. MEHDİ EKER- İlkokulu bitirdik, ortaokula gideceğiz, ama beldede ortaokul yok! En yakın ortaokul Bismil’de, Bismil’e gidip gelme imkânı yok! Dahası, Bismil’de kalacak yer yok. Yani sana bir ev tutulması lazım, birinin gelip yanında durması lazım, 11-12 yaşında gideceksin, olabilecek bir şey değil o şartlarda. Hem onu maddi olarak karşılama imkânı yok, hem fiziki olarak öyle bir imkân yok. Geri- ye Diyarbakır seçeneği kalıyor. Zaten Bismil hiç kafamda yok, yani benim gözüm büyük yerde. O arada dediler ki, imam hatip okulu var ve yatılı olacak. Biz gittik sınava girdik, fakat o sene bir karar almışlar, Diyarbakır’dan hiç öğrenci almadılar, dışarıdan aldılar. 1 sene okula gidemedim, o yıl ilkokuldan sonra ara verdik. Babam rahmetli bana Arapça Nihayet-ütedrib diye manzum yazılmış bir fıkıh kitabı okuttu. Şimdi sizin şiire olan yakınlığınızın köklerini, geçmişini bulduk işte! Yani bu aradaki boşluk senesi şiirle, hem de manzum bir fıkıh kitabı okuyarak geçti demek! MEHDİ EKER- Babam mesela diğer ağabeylerime bunu yapmamış, onları doğrudan medreselere göndermiş, çünkü okul yokmuş o zaman. Ama bana kendisi 1 sene ders verdi. Tabi babamın öğretmesi de hem ağır bir sorumluluk, hem çok iyi öğretiyor... Rahmetli babanız bugün “Melle, Müderris” olarak bilinen görevi icra ediyor değil mi o zaman? MEHDİ EKER- Tabii, öğrenci öğrenci olduğunda onlara ders veriyor. Bana da o ders verdi. Ben o sene başka ki- taplar falan da okudum, belki işte benim edebiyatla tanışıklığım o yıl oldu. Mesela o yıl radyodan radyo tiyatrolarını, edebi eserleri, müzik dinlemeye başladım. Türk Sanat Müziğiyle o yıl tanıştım. Beni Türk Sanat Müziğiyle tanıştıran ilk şarkı, böyle dikkatle dinleyip kavradığım, bu ne güzel bir şey dediğim şarkı, Amir Ateş’in segâh şarkısı; “Ben seni unutmak için sevmedim / Gülmen ayrılık demekmiş bilmedim / Bekledim sabah akşam yollarını / Ölmek istedim, bir türlü ölmedim / Aşk bu mu, sevda bu mu, hayat bu mu / Kalp acı, dünya hüzün, göz yaş dolu…” Bunun makamının segâh olduğunu ondan sonra öğrendim. Sonra Şekip Ayhan Özışık’ın bir-iki hicaz şarkısını öğrendim ve hicazı, sesini, makamları anlamaya başladım. Bunları bütünüyle böyle dinleyerek kulakla ve bilgiyle, ezberle artık her şeyini biliyorum. Mesela “Açık bırak pencereni, örtme perdeyi bu gece”, Şekip Ayhan Özışık’ın şarkısı… Türk sanat müziğiyle o sene böyle tanıştım. Sonra edebiyat kitapları, çocuk klasikleri vesaire, o senem öyle geçti. O sene çok yürüdüm, yani bütün o bayırları, bütün Dicle’nin kıyılarını... 29 Tek başıma. Düşünün yani, 11 yaşında çocuk tek başına dolaşıyor, ama sürekli zihninde bir şeyler var... Hiçbir zaman hiçbir şekilde ümitsizliğe kapılmadım asla! Bir tek saniye bile okul okuyamayacağım gibi bir düşünceye kapılmadım. O yıl ben üniversitede okuyacağıma inanıyordum, yani benim kafamda, zihnimde tasavvur vardı, kavram olarak üniversite. Ben üniversite okuyacağım ve bundan zerre kadar şüphem yok. Biri bana dese ki, iyi de sen nasıl okuyacaksın? Nereden çıkardın, kim dedi, nerede okuyacaksın, hangi parayla, hangi destekle? Bilemem, ama ben okuyacağım, bunun ötesi yok! O arada sorduk soruşturduk, dediler ki, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Diyarbakır’da bir orta tahsil talebe yurdu var, sınavla öğrenci alıyorlar yurda. Yurt yemek veriyor, bir de yatak, okula gidiyorsun. Geldim, müracaat ettim, sınava girdim. Türkçe, matematik sınavı, test değil! Yurt 450 yıllık falan o günkü tarih itibariyle. Diyarbakır valilerinden Hüsrev Paşa tarafından yaptırılmış bir cami ve medrese, Deliller Hanı’nın arka tarafında. Sekizgen bir kubbe planı, bazal taştan, beyaz-siyah sıralı, avlu, avlunun 30 iki yanında revaklı eyvan, iki yanında odalar, girişte sol tarafta 8 tane oda, onlar yatakhane olarak kullanılıyor. O revakların arasını camla kapatmışlar, orayı mütalaa salonu yapmışlar. Hem çalışma salonu, hem oturma salonu. Yatak odalarının kapıları o salona açılıyor, küçücük, kubbeli. Benim yattığım odada 8 kişi yatıyor, 4 tane ranza, ortada şu sehpa kadar bir boşluk var, aradan ancak geçiyorsun. Kalorifer yok, soba yok, banyo yok, caminin tuvaletleri var, işte musluklar var cemaat için abdest alma yerleri, biz de onları kullanıyoruz, oradan su içiyoruz, hatta çamaşırlarımızı da orada yıkıyoruz; 64 kişi kalıyor yurtta, 8 oda, 8 kişi; 8 kere 8, 64! O yurdun imtihanını kazandınız. MEHDİ EKER- Mesudiye Medresesi var, Ulucamii’nin kuzeydoğu köşesinde, Mesudiye Medresesi’nin üst katı Vakıflar Bölge Müdürlüğü o zaman, sınav sonuçları orada açıklanacak. Hayatımda kadar hiçbir zaman o anki kadar heyecanlanmadım. Kolay kolay heyecanlanmam aslında. Ama o gün orada çok heyecanlandım. Şimdi gittim, üst kata çıktım, ama nasıl o merdivenleri çıktım bilmiyorum. Bir camekânlı bölme, pelür kâğıda liste yapılmış kötü bir daktiloyla, listeyi asmışlar oraya, tabi boyum şu kadar, ortalardan bir yerden baktım, adımı arıyorum, bulamadım. Böyle dizlerimden bir şey aktığını hissetim, Dizinin bağının çözülmesi nedir orada öğrendim. Resmen vücudumdan böyle bir elektrik akımı gibi böyle aşağı indi. Bir daha bakayım kimler var acaba, tanıdık biri falan var mı? Bir de tepeye baktım, 1 numarada benim adım var. Yine hayatımda o ismimin 1 numarada yazıldığını gördüğüm andaki kadar hiçbir yerde sevinmedim. O benim için hayatımın bir dönüm noktasıdır. Şartlar kötü, fiziki şartlar çok kötü. Şimdi düşünüyorum, ben mesela oğlumu, kızımı öyle bir yurda verir miyim? Bilemiyorum, Allah imtihan etmesin. Ben o yurtta 7 sene kaldım. Ortaokulu ve liseyi orada okudum. Babanızın bir küheylanı varmış köydeyken. Sizin de atlara merakınız var. Zaman zaman da at biniyorsunuz. Bu ilgi ve merak o küheylandan mı geliyor? MEHDİ EKERBabamın varmış küheylanı, fakat ben yetişmedim, görmedim. Bana kendisi anlatırdı. Babam binermiş, çok da severmiş. Siz iyi bir binici misiniz? MEHDİ EKER- Yani iyi, kötü bilmiyorum ama fırsat buldukça biniyorum. Mesela dün akşam da 40 dakika at sürdüm yani. At binmeyi bir spor olarak değerlendiriyorsunuz. MEHDİ EKER- Tabi, at biniyorum, yürüyorum, şu anda yaptığım o, yürüyüş, at binmek, bir de fırsat buldukça spor merkezinde kas, eklem hareketleri için ağırlık çalışıyorum, onun dışında bir sporum yok, mesela yüzemiyorum, vakit bulamıyorum, ama at biniyorum. Siz Necip Fazıl Kısakürek’i ortaokulda Diyarbakır’da bir konferans için geldiğinde görmüşsünüz. MEHDİ EKER- 1969 Sonbaharı, Necip Fazıl Diyarbakır’a geldi, o zamanki adıyla Ziya Gökalp Kapalı Spor Salonuna. Necip Fazıl’ın tez konferansları vardı böyle şiirsel isimleri olan, “Adı- mız, Davamız, Manamız” , “Yolumuz, Halimiz, Çaremiz” gibi, onlardan birini vermeye geldi. Ben de gittim onu seyrettim, dinledim. Şunu da söyleyeyim: Bizim evimizde, ben Tepe’deyken 2 tane dergi gördüm, 1967 yılında Büyük Doğu Dergisi’ni gördüm... 68 yılında da Diriliş Dergisini gördüm.Rahmetli küçük ağabeyim okuyordu. Büyük Doğu dergisini oradan biliyorum, sayfalarındaki karikatürleri, desenleri, oradaki polemikleri falan. Lisede bir daha gördüm Üstat Necip Fazıl’ı. Bu defa onu davet eden grubun içerisindeydim. İşte ortaokul birinci sınıftan itibaren de tabi bizim yavaş yavaş bir dünya görüşümüz şekilleniyordu, o dönemin gereği. Kitap okuyordum ve bizim gibi düşünen insanlarla birlikte tabii bir medeniyet tasavvurumuz vardı, o medeniyet tasavvurunun gerektirdiği donanımı sağlamaya çalışıyorduk. Bunun bir tarafı edebiyattı, bir tarafı böyle etkinliklerdi, bir tarafı tiyatroydu... Bir de Mehmet Akif sevgisi var yaşamınızda. Hatta bu sevgi mesleğinizi seçmenize de vesile olmuş bir anlamda. MEHDİ EKER- Mehmet Akif ‘in bende iki temel etkisi vardır; birisi şairdir, şiir etkisi, ötekisi de veteriner hekimdir Mehmet Akif. Genel Müdür Muavinliğine kadar yükselmiş, yaklaşık 20 yıl memuriyet yapmış Tarım Bakanlığı’nda. Veteriner Hekim olarak Güneydoğu’ya gitmiş, Hilvan’da uzun süre kalmış. Mehmet Akif’in bende bıraktığı en önemli tesirlerden birisi: Çok mazbut bir şahsiyet, yani muhteşem bir şahsiyet, düzgün, pürüzsüz, böyle cetvel gibi bir adam. Aynı zamanda spor aktiviteleri yapar, iyi yüzücü, iyi at biner vesaire, aynı zamanda şair, edip, aynı zamanda İslamiyet’i çok iyi bilen, tefsir yapacak kadar bir âlim, lisanlara vakıf, yani Arapça, Farsça, Fransızca vesaire, bir de muhteşem mazbut bir şahsiyet. Bende onun çok tesiri var. Kendinizin veya ailenizin sağlığıyla ilgili unutamadığınız, dramatik bir şey var mı? MEHDİ EKER- Çokkk! Çok uğraştım öyle şeylerle. Mesela 1988 yılında Diyarbakır’ın bir köyünden, dayımın oğlu hastalanmıştı, Ankara’ya 31 getirdiler. 15-16 yaşında falan. Çocuğun kalp kapakçıkları çürümüş, tedavi olmamış, imkânsızlık falan. Çocuk ağırlaşmış, karaciğer şişmiş, dalak bilmem ne olmuş, çocuk artık hiçbir pozisyonda duramıyor, bu halde ve Ankara’ya getirdiler. Babasının da sosyal güvencesi yok, şimdiki gibi ne yeşil kart uygulaması, ne başka bir şey. Getirdiler Ulus’ta bir otele, beni aradılar, ben gittim, baktım, aldım eve getirdim. O gece sabaha kadar bu çocuğun öleceğinden korktum ve uyumadım. Sabaha kadar çocuk ne uyudu, ne uyuttu, sürekli inliyor. Sabahleyin ben önemli bir toplantıya gideceğim, eşim hastayı Yüksek İhtisas Hastanesi’ne götürdü, Çocuğu muayene ediyorlar. Çocuk sedyede. Diyorlar ki, bunun derhal yatması lazım ama biz yatıramayız, siz bunu buradan başka bir hastaneye götürün yatırın, ondan sonra takip edin falan. O zaman da bu tür kalp ameliyatları tek Yüksek İhtisasta yapılıyor. Neyse ben toplantıdan çıktım, geldim hastaneye, sordum, dediler ki böyle böyle. Gittim başasistanı buldum, yok dedi, mümkün değil. Bu kadar bana kâğıt gösterdi, bunların hepsi sıra bekliyor, ben bunu mümkün değil yatıramam dedi. Önce çocuğun acile bir yere yatırılması lazım, acile yatırın. Yok. Ondan sonra, olurdu olmazdı, -bu çok önemli bir şey söylediğimbaktım içim el vermiyor, çocuk sedyede orada yatıyor meydanda, dışarıda yatıyor. Önce klinik şefinin sekreterine gittim, muayenehanesinin telefonunu istedim. Bana verdi telefonunu. Ben de çıktım koridordan jetonlu telefonla muayenehanyi aradım. Dedim ki, hasta getireceğim ben, randevu istiyorum. Klinik Şefi getirin dedi. Ben çocuğu hemen hastaneden aldım, taksiye bindirdim, götürdüm. Çocuğu sırtladık, bindirdik asansöre çıkardık en üst kattaki muayenehaneye. Bunu muayene etti, derhal yatırılması lazım dedi. O arada telefon açtı o başasistana, hasta gönderiyorum, yatırın dedi. Götürdük hastaneye yatırdık. Şimdi esas hikâye ondan sonra başladı. Buraya kadar bir şey değil, bir kere bunu artık bir hastanenin içine koyduk, hastanenin içinde ölmekte olan bir çocuk ve hastane. Dediler ki, şimdi bu çocuğun sosyal güvencesi yok, bunun parasını kim verecek? Babası fakir, sigorta migorta yok. Dediler ki, o günün parası ile 13 milyon lira para lazım. 32 Bununla ben çok uğraştım, o çocuğu ameliyat ettirdim, Sosyal Yardımlaşma Dayanışma Fonu’ndan para buldum. Cemil Çiçek Bey Sosyal Yardımlaşma Dayanışma Fonu’ndan Sorumlu Bakandı o zaman. Benim de bir arkadaşım vardı, o arkadaşım sağ olsun çok yardımcı oldu. Allah razı olsun ondan, sonuçta o parayı çıkarttırdı, çocuk ameliyat oldu. Uzun, acı ve tahammül edilmesi zor bir olaydı. zaman biz bu denetimlerde birtakım olumsuz örneklerle karşılaşıyoruz, onlarla ilgili de gerekli cezalar veriliyor. Ama bu yediğimiz, içtiğimiz her şeyin problemli olduğu veya sağlıksız olduğu manasına asla gelmez. Sağlık sistemi ile ilgili bugüne baktığınızda neler hissediyorsunuz? MEHDİ EKER- Yok yok, o zaten doğru değil. Burada endişelerin en önemli nedenlerinden birisi bu alanda “bilenlerden” daha çok “bilmeyenlerin” konuşuyor olmasıdır. Dikkat edin, piyasada gıdayla ilgili, sağlıkla ilgili, hijyenle ilgili konuşanların mesleklerine bakın, gıdanın kendisinin uzmanı olan veya tarımın kendisinin uzmanı olan insan sayısının çok az olduğunu görürsünüz. Böyle olunca da enformatik kirlilik oluşuyor. Hadise şu: İnsanoğlu kâinatta yaratılan bütün nimetlerin hepsinin bir şekilde bir fonksiyonu olduğunu bilmeli. Hepsinin mutlaka bir faydası var. Ancak şunu unutmamamız lazım: Biz neticede beden olarak bir MEHDİ EKER- Hiç kıyas falan kabul etmez bir şey. Bugün için Başta Başbakanımız olmak üzere Sağlık Bakanımıza ve Sağlık Bakanlığımıza ne kadar teşekkür etsek az, çünkü bugün çok farklı. Biz bugün hiç tanımadığımız, hiç bilmediğimiz insanlar, işte falan köyden bir kadın doğum yapacak, ambulans helikopter gidiyor veya ambulans uçak gidiyor, alıp getiriyorlar, tedavisini yapıyorlar, ameliyat ediyorlar, ne bir kuruş para, ne bir kuruş bir şey. Bugün Türkiye çok farklı yerlerde. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı olarak Mehdi Eker ne yiyor? Mesela bugün ne yediniz? MEHDİ EKER- Bugün kepekli ekmek, yoğurt, salata yedim ve meyve yedim. Kendinize özen gösteriyorsunuz. Bu hep böyle mi? MEHDİ EKER- Ben önüme Allah ne gönderdiyse nimet olarak hepsini yerim. Ama şöyle: Hepsinden yerim, ama ölçülü yerim. Hepsinden yerim ama hepsini yemem. Biz bu söyleşide Bakanlıkla ilgili bir şey sormamayı düşündük ama Sağlık ve İnsan Dergisi olduğu için sadece gıda güvenliğiyle ilgili bir şey soracağım. Bizim çarşıda, pazarda aldığımız, yediğimiz gıdalar ne kadar güvenilir? Gıda güvenliği deyince bizim pratikte anlamamız gereken nedir? MEHDİ EKER- Şöyle söyleyeyim: Gıdalarımız güvenli. Türkiye’de bizim şu anda uygulamakta olduğumuz regülâsyonlar, düzenlemeler bütünüyle Avrupa Birliği’nin regülâsyonları. Dolayısıyla bu manada gerek denetim yapmak, gerek üretim izni, gerek ithalat kontrolleri konularında Türkiye inanılmaz mesafe katetti. Bunu kesinlikle gönül rahatlığıyla söyleyebiliyoruz. Zaman Belki biraz daha fazla ön plana getirilip speküle edildiği için sanki kamuoyunun böyle bir algısı oluşuyor. Bu söyledikleriniz onu en azından doğru zemine oturtacak... organizmaya sahibiz ve bu organizmanın bir hacmi var, bu hacmin bir ihtiyacı var. Biz eğer neye ihtiyacımız, ne kadara ihtiyacımız olduğunu bilebilirsek ve her şeyden, yani ne varsa ondan ihtiyacımız ölçüsünde yemesini öğrenirsek, yani bunu bir hayat tarzı haline getirebilirsek öyle inanıyorum ki, kilo problemi yaşamayız asla ve sağlıklı bir şekilde besleniriz. Önemli olan bunu bir hayat tarzı haline getirmek. Sizinle konuşurken Sezai Karakoç’tan bahsetmemek mümkün değil. Sezai Karakoç Mona Roza şiirinde “En güzel şarkıyı bir kurşun söyler” diyor. Sizce ne anlamamız gerekiyor bu mısradan? MEHDİ EKER- Herkes ne anlaması gerekiyorsa onu anlaması lazım. Modern şiir çok açık bir şiir değildir, didaktik şiir değildir. Birtakım alegoriler, semboller vardır, ama bunun bir tek anlamı yok. Ben o şiiri 19 yaşında yazılmış büyük bir destan olarak görüyorum. Zaten Sezai Karakoç’un aslında şiirde ne kadar önemli bir köşe taşı olduğunun habercisi o şiir. Çünkü orada hem yerel motifler var, bölgesel motifler var. Mesela diyor ki, “Kurşunlar sıkılır göklere doğru.” Bir yerinde “Serçe yavruları havada titrer” diyor. Birçok sembol, birçok motif, birçok anlam var. Sezai Karakoç için “Bir Medeniyet Tasavvuru var” diyorsunuz. Bu tasavvurun sözün gücü ile birleşmesi midir sizi Sezai Karakoç’a yakınlaştıran, kaynaştıran? MEHDİ EKER- Şüphesiz. Yani olay sadece kişisel duygulanma değil, aslında o bir medeniyet dili inşa ediyor, bir çığlıktır, bir haykırıştır. Biz insanın evrensel birçok probleminin deşildiğini görüyoruz onun şiirlerinde. Tabii ilk dönem şiirleri Körfez, Şah Damar, Sesler, buralardaki şiirlere baktığınız zaman çok farklı, o günkü ikinci yeni diye tabir edilen şiir akımının geliştiği ve çok gözde olduğu bir süreçtir. Orada birtakım semboller, motifler var. Arkasından kendi duyuşunu, kendi medeniyet tasavvurunu ki o bunu diriliş düşüncesi ve felsefesi olarak tarif ediyor, bunları işliyor bu defa. Mesela Hızırla 40 Saat’te aslında bulunduğumuz çağı, Müslümanları, İslam topluluğunu, evrensel ihtiyaçlarından ve onun o İslam düşüncesi tasavvu- rundan yola çıkıp bunu Hızır’la bir söyleşi gibi, Hızır’ın ağzından ifade gibi anlatıyor. Hızırla 40 Saat’in içinde “Kadının üstün olduğu, ama mutlu olamadığı günlere geldim. Bunu bana söylemediniz.” diyerek modern zamanlara gönderme yapıyor. Mesela başka bir şey söylüyor yine aynı şiirde, “Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı, ama yine de eşsiz zulümler işlediği günlere geldim. Bunu bana öğretmediniz.” Kendi geliştirdiği bir estetikle, kelimelerin sesleriyle, onların ritmiyle, onların müziğiyle, onların armonisiyle şiirler meydana getiriyor. Sezai Karakoç değeri anlaşılmamış, görmezden gelinmiş belki de ideolojik sebeplerle kıymeti bilinmemiş büyük bir şair ve mütefekkir. Bana göre Sezai Karakoç bu manada büyük bir şair olarak biraz görmezden gelinmiş, en azından görülmesi, üzerinde durulması gerektiği kadar durulmamış bir şairdir. Hayatta ve yaşıyor, kendisine Allah’tan sağlıklı uzun ömürler diliyorum. Türkiye’nin edebiyatında da, şiirinde de sanatında onun kazandırdığı çok önemli eserler var. 33 34 Sezai Karakoç “Memnunluk ilkesinin temeli sevinçtir, ama yaşama sevinci değil yaşatma sevincidir.” diyor. Sizin, hükümetin siyaseti ve hizmetlerini bu perspektiften icra ettiğini söyleyebilir miyiz? Bu nedenle bu konuyla ilgili daha çok diğerkâm olmak mecburiyeti var, yani hotgam değil diğerkâm olmak mecburiyeti. MEHDİ EKER- Öyle görüyorum, yani gerçekten öyle görüyorum. Mesele şu: İnsan, başkalarının elinden, dilinden, uygulamalarından zarar görmediği, fayda gördüğü kişidir; öyle olması lazım. Dolayısıyla da bu siyasi faaliyet de aslında bu manada toplumsal sorumluluğu son derecede ağır ve yükümlülükleri olan bir saha. Kendinden çok başkaları için yaşamak gibi. MEHDİ EKER- Tabii. Başkalarına dönük bir tarafı olmalı. Diğerkamlık hakikaten çok önemli, eğer diğerkam olursa daha çok empati de yapabiliriz, yani o da bize çok katkı sağlar. Tabi onu yaptığımızda bu defa bizi daha kolay iletişim kurabilen, daha az kavga eden, daha rahat anlaşılabilen bir duruma getirir. Siyasette de bunun tatbik edilmesi, uygulanması bizi birçok sahada olduğu gibi politik çekişme ve çatışmalardan da uzaklaştırır. O zaman siyaset tavrına ve fonksiyonuna ulaşır. Çok teşekkür ediyoruz, zahmet verdik size. MEHDİ EKER- Ben teşekkür ediyorum. Zevk aldığım güzel bir sohbet oldu. Yeni Anayasada Sağlık Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ Karadeniz Teknik Üniversitesi Farabi Hastanesi Başhekimi Y eni Anayasanın yazımı aşamasına geçildiği bugünlerde bir hekim, bir sağlık yöneticisi, bir akademisyen ve bir yazar olarak, inandığım ve savunduğum aşağıdaki temel ilkelerin Anayasanın sağlıkla ilgili maddelerinde vurgulanması gerekliliğini TBMM ve kamuoyumuz ile paylaşmak istiyorum. Şöyle ki: • Anayasamızda her bireyin SAĞLIK HAKKI’na sahip olduğu vurgulanmalıdır. • Her bireyin sağlıklı doğup, sağlıklı kalabilmesi; sağlığını koruyup geliştirebilmesi; daha sağlıklı bir dünyada yaşayabilmesi; hastalık veya sakatlığın oluşması durumunda, kaybettiği sağlığını en kısa zamanda, mümkün olabildiğince en yüksek seviyede, en konforlu ve saygın bir biçimde geri alabilmesi; bu mümkün olamadığında ise, hastalığına karşın yaşam kalitesini koruyabilmesi; bu da elde edilemezse insan onuruna yakışır biçimde ölebilmesi için gereksinim duyacağı her türlü destek ve hizmete kolayca ulaşabilmesinin önünü açık tutacak tedbirlerin alınacağı ve sağlık hakkıyla ilgili evrensel standartların uygulamaya geçirileceği vurgulanmalıdır. • Bireylerin Sağlık Hakkını kullanabilmeleri için Devletin, neslin korunması, doğal çevrenin korunması, gıda güvenliği, trafik güvenliği, radyasyon güvenliği, iş ve çalışma güvenliği, iş bulma ve yeterli gelir elde etme, dengeli beslenme, uygun barınma koşulları, zararlı alışkanlıkların kontrolü, koruyucu hekimlik ve aşılama; kapsamlı ve ulaşılabilir sağlık hizmetleri, eğitim, sağlık eğitimi ve danışmanlığı gibi konularda gereken tedbirleri alacağı ve vatandaşları için eşit fırsatlar oluşturacağı vurgulanmalıdır. • Sağlık hizmetinin, hastalara hakkaniyetle ve onurlu bir biçimde sunulacağı vurgulanmalıdır. • Kişisel güç ve imkânlarına bırakıl- maksızın, her hastanın, ihtiyacı olan sağlık hizmetine kolayca ulaşabilmesi ve olabildiğince sağlığına kavuşabilmesi için gereken toplumsal desteği arkasında hissedeceği organizasyonların, sosyal adalet anlayışıyla Devletçe yapılacağı vurgulanmalıdır. • Sağlığa ayrılan kaynakların etkin ve verimli kullanılmasının ve sağlık hizmetleri sunumunda kalitenin yükseltilmesinin esas olmakla birlikte; sağlık hizmetlerinin tümüyle piyasa koşulları içerisinde verilemeyeceği; sağlıkta çıktıların sadece ekonomik bedeller üzerinden hesaplanamayacağı ve sağlık hizmetlerinin insani yönünün göz ardı edilemeyeceğine vurgu yapılmalıdır. Bu kapsamda sağlık hizmetlerinin, toplumun tüm ihtiyaçlarını karşılayacak; herkes tarafından kolayca ulaşılabilecek; maliyet-etkin ve kanıta dayalı olarak planlanıp yürütüleceği belirtilmelidir. • Sağlıkta tüm karar alma ve icra mekanizmalarının, hastaları ve koruyucu hekimliği önceleyen bir anlayışla ve ilgili tüm tarafların katkı ve katılımlarıyla alınması, yürütülmesi gerektiği vurgulanmalıdır. 35 Kuru Göz Tedavisinde Dede Korkut Mucizesi Prof. Dr. Sait EGRİLMEZ Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı Kazan Big aydur:“Muştulık Pay Püre Big oğlun geldi” didi. Pay Püre Big aydur: “Oğlum idügin andan bileyim, sırça parmağını kanatsun, kanını destmala dürtsün, gözüme süreyin, açılacak olur ise oğlum Beyrek’dür” didi. Zira ağlamakdan gözleri görmez olmış idi. Destmalı gözine siliçek Allah Taala’nun kudretiyle gözi açıldı. Atası anası küvlediler, Beyregün ayağına düşdiler” (Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı -1, Türk Dil Kurumu Yayınları, 8. Baskı Ankara, 2011, sayfa 151). Güncel Türkçesi: Kazan Bey der: ‘Müjde Bay Püre bey, oğlun geldi!’ dedi. Bay Püre Bey der: ‘Oğlum olduğunu şundan bileyim, ser- 36 çe parmağını kanatsın, kanını mendile silsin, gözüme süreyim, açılacak olursa oğlum Beyrek’tir. Zira ağlamaktan gözleri kör olmuştu. Mendili gözüne sürünce Allah Taala’nın kudreti ile gözü açıldı. Babası anası feryat ettiler. Beyreğin ayağına kapandılar. Yukarıda orjinal halini, hemen altında da güncel Türkçe ile ifadesini okuduğunuz paragraf, Dede Korkut’un Bamsı Beyrek öyküsünden alınmıştır. Gözleri ağlamaktan kör olmuş bir babanın, oğlunun mendilden süzülmüş kanı, gözüne sürülünce görmesinin düzeldiğini anlatmaktadır. Bu öykü, orjinali Dresden Kütüphanesinde bulunan Dede Korkut Kitabı’nda yer almaktadır. Dede Korkut Kitabı, destan türü Oğuz hikâyelerinin dergisidir. Çok eskiden yaşanmış ve asırlarca Türklerin arasında yaşayıp gelişen bu destanlar, 15. yüzyılın sonları ile 16. yüzyılın başlarında yazıya geçirilmiştir. Öykünün burada konu edilen paragrafı, bir körlük türünün kan ürünü bir sıvıyla tedavisini anlatmaktadır. Körlük ‘ağlamaktan’ meydana gelmiştir. Tedavisi de aynı kandan birinin serçe parmağından mendile akıtılıp, mendilden süzülen sıvıyı göze sürmek olarak tanımlanmıştır. Ağlamaktan kör olunan hastalık hangisidir? Folklorumuzda ‘ağlamaktan kör olmak’, ağladığında dahi gözünden yaş gelmeyen ve gözleri iyi görmeyen hastaları tarif etmekte kullanılır. Tıbbi karşılığı ise ‘ağır kuru göz hastalığı’dır. Urfa yöresinden bir ağıtta kuru göz tablosuna bir de kuru ağız, yani tükrük yokluğu eşlik etmekte olup, bu ikilinin tıptaki karşılığı da Sjögren sendromudur. “Gözüm görmez ağlamaktan Suyum kesildi damaktan” Bu öyküde konu edilen “ağlamaktan kör olmak”, oğlunun (Bamsı Beyrek) öldüğü haberini alan babanın (Bay Püre Bey), yıllardır bu üzüntü nedeniyle gözyaşı dökmesi ve artık gözünden yaş gelmez olup, görmesini de kaybetmesidir. Aşırı ağlamanın gözyaşı rezervini tükettiği ya da gözyaşı bezlerini harap ettiği yönünde herhangi bir kanıta dayalı tıp verisi bulunamamakla birlikte, ağır kuru göz hastalarının büyük bölümü Sjögren sendromu hastası olup, bu hastalıkta kadın cinsiyet 9 kat sıktır, çok ağlamış olmak öyküsü de oldukça yaygındır. Göz hastalıklarının tedavisinde kan ürünlerinin kullanımı ne zamandan beri bilinmektedir? Bu öykü 5 asırdır bilinmekle beraber, kuru göz tedavisinde kişinin kendi kanının serumunun gözyaşı takviyesi olarak kullanımı, Fox tarafından modern tıpta ilk kez 1984 yılında yapılmıştır. Bu uygulama yaklaşık 15 yıl sonra birden yaygınlaşmış, bugün en etkin tedavi aracı haline gelmiştir. Kuru göz hastalarının, gözyaşlarındaki eksiklik, kanlarının serumlarındaki içerik ile fazlasıyla yerine konabilir hale gelmiştir. Serum ile istirahat halindeki gözyaşının içeriği şaşırtıcı biçimde benzer bulunmuş olup, serumdaki yüksek konsantrasyon biraz sulandırılarak, gözyaşı takviyesi olarak kullanılır hale gelmiştir. Hikayede göze, doğrudan kan damlası damlatılmamaktadır. Mendile silinmiş kanın pıhtılaşması kaçınılmazdır, göze sertleşen pıhtı bölümünün değil, mendili ıslatan sıvı kısmı olan serum bölümünün sürülmesi mümkün ve mantıklı görünmektedir. Bu anlamda da Dede Korkut’un modern tıptan en az 5 asır önce serum ile göz yüzeyi hastalığı tedavisinden bahsettiğini söylersek, mübalağa etmiş olmayız. Gözyaşı eksikliği, yapay gözyaşı göz damlaları ile tamamlanamaz mı? Gözyaşı oküler yüzeyin beslenmesi dışında, immun savunması ve yara iyileşmesi için de hayati önem taşıyan bileşenler içermektedir. Bir bakıma formül mamalar ile anne sütü arasındaki farklılık da olduğu gibi, yapay gözyaşı damlalar ile doğal gözyaşı arasında da eşdeğer kabul edilmelerini olanaksız kılan içerik farkı mevcuttur. Yapay gözyaşı preparatları oküler yüzeyin kayganlaştırılması, osmolaritenin düşürülmesi, oküler yüzeydeki iltihabi artıkların yıkanarak veya sulandırılarak uzaklaştırılması azaltılması açısından işlev görseler de, doku büyüme faktörleri, anti-enflamatuar bileşen, immun savunma aracı içermedikleri için her zaman yeterli olmazlar. Kanın serumu, gözyaşı eksikliğini karşılayabilecek bir içeriğe sahip midir? Serum, pıhtılaşmış kanın, pıhtısından arta kalan bölümüdür. Pıhtılaşma sırasında trombositler tarafından, göz yüzeyinde hücre göçü ve farklılaşması için önem taşıyan büyüme faktörleri salınır. Osmolarite ve pH yönünden gözyaşına oldukça benzeyen serumun, büyüme faktörleri yönünden konsantrasyonu gözyaşına göre oldukça yüksektir. Bu nedenle bazen hiç dilüe edilmeden kullanılsa da, % 20 ile % 100 arasında değişen konsantrasyonlarda kullanılmak üzere, dengeli tuz solüsyonu veya prezervansız salin ile sulandırılmaktadır. Grafik tasarım için Ege Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Biyoteknoloji Anabilim Dalı Doktora Öğrencisi Merve Evren’e teşekkürlerimle… 37 Klasik tedavinin yeterli gelmediği göz yüzeyi hastalıklarında, içeriği bileşenler bazında doğal gözyaşına çokça benzer olan kan ürünleri, eşsiz bir tedavi seçeneği olarak gündeme gelmektedir. Gözyaşı yetersizliği olan hastaların serum içeriklerinin, sağlıklı gözyaşına sahip olanlarınkinden farklı olmaması da, otolog uygulama, yani kişinin kendi kanından hazırlanma fırsatı yaratarak, enfeksiyon bulaşması veya immunolojik sorun yaşanması olasılıklarını ortadan kaldırmıştır. Kandan serum göz damlası hazırlarken hangi işlemler yapılır? Kişiden alınan kan, pıhtılaşması için beklendikten sonra, santrifüj işlemi uygulanarak kanın pıhtı bölümü ile serum bölümünün ayrışması sağlanır. Ardından gözyaşından çok daha yoğun içerikli gözyaşı serum fizyolojik ile sulandırılır. Bundan sonra oda ısısındaki serumun 24-48 saat içinde kullanılması, bekletilecek serumun ise buzdolabı ya da derin dondurucuda saklanması gereklidir. Göz hastalıklarının tedavisinde kullanılan, başka kan ürünü gözyaşı takviyeleri de var mıdır? Gözyaşı takviye aracı olarak en sık kullanılan kan ürünü serum olmakla birlikte, pıhtılaşmamış kanın sıvı bölümü yani plazma, trombozit konsantreleri, albümin ve kordon kanı da modern tıbbın kullanmakta olduğu diğer kan ürünü göz yaşı takviye kaynaklarıdır. Serum göz damlalarının kullanımına ilişkin ülkemizdeki yasal düzenlemeler nasıldır? Halen geçerli olan ve 11/04/2007 tarihinde kabul edilip 5624 kanun numarası ile 2 Mayıs 2007 günü 26510 sayılı Resmi gazetede yayınlanan “Kan ve Kan Ürünleri Kanunu” içinde “otolog” ve “serum” sözcükleri geçmemektedir. Bir kan ürünü olarak otolog serumu ilk ele alan yasal düzenleme, bu kanuna bağlı olarak 04.12.2008 günü 27074 sayılı resmi gazetede yayınlanan “Kan ve Kan Ürünleri Yönetmeliği”dir. Bu yönetmelik gereğince otolog kan ürünü hazırlama ve hastaya teslim etme işlemlerinin bilgilendirme ve rıza sonrası yapılması zorunlu kılınmış, etiketleme işleminin diğer kan ürünleri gibi yapılması istenmiş, ancak otolog uygulamalarda “kan bağışçısı uygunluk kriterleri” nin aranması gerekli görülmemiştir. Serum göz damlası, modern tıpta hangi göz hastalıklarının tedavisinde kullanılmıştır? Serum göz damlaları, eksik olan doğal gözyaşının yerine konabilmesi açısından en doğal ve en zengin seçenek olmakla birlikte, yalnızca gözyaşı eksikliklerinde değil, göz yüzeyinin yanıkları, iyileşmeyen yaraları ve his kaybından kaynaklanan yara iyileşme kusurları gibi çok geniş bir hastalık gurubunda kulanılmaktadır. Tüm çalışmalar dikkate alındığında, serum tedavisinin etkinliği, %30-100 oranından yakınma düzeltme, %39-61 oranında ise muayene bulgularında düzelme sağlamaktadır. Başarı oranlarındaki bu değişkenlik, çalışılan hasta grubunun ve gözyaşı yetmezliğinin, serum göz damlalarını hazırlama ve uygulama protokollerinin farklılıklarının da bir sonucudur. Ancak açık olan şudur ki, otolog serum göz damlaları klasik kuru göz tedavi araçlarının yetersiz olduğu olgularda etkinliği gösterilmiş, güvenilir bir tedavi aracı olarak karşımıza çıkmıştır. Kaynakça: 1. Geerling G, Hartwig D. Autologous Serum Eyedrops for Ocular Surface Disorders. In: Reinhard T, Larkin LFP, eds. Cornea and External Eye Disease. Berlin: Springer-Verlag ; 2006:220. 2. Bradley JC, Bradley RH, McCartney DL, Mannis MJ. Serum growth factor analysis in dry eye syndrome. Clin Experiment Ophthalmol 2008;36:717-20. 3. Liu L, Hartwig D, Harloff S, et al. An optimised protocol for the production of autologous serum eyedrops. Graefes Arch Clin Exp Ophthalmol 2005;243:706-14. 4. Herminghaus P, Geerling G, Hartwig D, et al. [Epitheliotrophic capacity of serum and plasma eyedrops. Influence of centrifugation]. Ophthalmologe 2004;101:998-1005. 5. Geerling G, Hartwig D. [Autologous serum-eye-drops for ocular surface disorders. A literature review and recommendations for their application]. Ophthalmologe 2002;99:949-59. 6. Tsubota K, Goto E, Fujita H, et al. Treatment of dry eye by autologous serum application in Sjogren’s syndrome. Br J Ophthalmol 1999;83:390-5. pH Osmolalite EGF (ng/ml) TGF-‐β Vitamin A (mg/ml) Fibronektin (μg/ml) Laktoferrin (ng/ml) Lizozim (mg/ml) SIgA (μg/ml) İstirahat sırasındaki gözyaşı 7.4 298 0.2–3.0 2–10 0.02 21 1,650 2.07 1,190 Sulandırılmamış Serum 7.4 296 0.5 6–33 46 205 266 0.001 2,500 Tablo 1: Bazal gözyaşı ile serumun biyokimyasal özelliklerinin karşılaştırılması (EGF: Epidermal Büyüme Faktörü; TGF-β: Transforming Büyüme Faktörü-β; SIgA; Salgısal İmmunglobulin A) 38 Türkiye’nin 2023 Vizyonuna Farklı Bir Bakış* Ethem SANCAK Hedef Alliance Holding Yönetim Kurulu Başkanı … Ben günlük yaşamın getirdiği büyük dönüşümün yol açtığı sıkıntıları dile getirmeyeceğim, benden önce başkanlarım zaten dile getirdiler. Bir büyük dönüşümü gerçekleştirdiğiniz zaman mutlaka bu dönüşüm sancılı olur, hiçbir doğum sancısız gerçekleşmez. Biz de öyle zannediyorum ki bu sancıları yaşıyoruz, belki bir süre daha yaşatacağız, yaşayacağız. Ama bugün huzurunuza çıkmışken ben başka bir vizyondan bahsedip içinizi aydınlıkla, ferahlıkla doldurmak istiyorum ki buradan çıktığınızda ne güzel oldu Hedef’in düzenlediği toplantıya katıldık ve içimizi ferahlattılar diyebilesiniz diye bir iki tespiti paylaşmak istiyorum sizinle. … 2012 yılına geldiğimizde ülkemize dönüp bakacak olursak, gerçekten halimize şükretmeliyiz. Hele yerküreye baktığımız zaman olan bitenle ülkemizin durumunu kıyasladığımızda Allah’a çok şükür demeliyiz. Cumhuriyet kurulduğunda şöyle bir şansı vardı bu milletin: Bir vizyonlu lider, bitmekte olan bir İmparatorluğun küllerinden liderlik etti topluma ve Cumhuriyet ile çıktık o zor günlerden. Cumhuriyet, bir fazilettir gerçekten ve kurucusunu da burada rahmetle ve saygıyla anmak gerekiyor arkadaşlarıyla da birlikte. Rahmetle ve saygıyla anmak gerekiyor Gazi Mustafa Kemal’i. Gazi Mustafa Kemal’i o günlerde bir filozof, “hayallerimizi örgütleyen adam” diye tarif ediyordu. Hayallerin örgütlenmesi gerçekten toplumsal gelecek açısından çok hayatidir. Toplumların hayallerini örgütleyen liderleri yoksa halleri hüsrandır. Do- 40 layısıyla, şanslı toplumlar her zaman hayallerini örgütleyecek vizyon sahibi liderlere sahip olmuşlardır. Bugün dönüp baktığımızda batı yarım küresine ve özellikle Avrupa’ya, maalesef geçmişte olduğu kadar şanslı olmadıkları her halleriyle ortada. Bu zaviyeden baktığımızda bizim de şöyle bir durumumuz var: 2001’le başlayan bu büyük çöküşten sonra vizyonlu bir lider geçti başımıza, bunu seçmeyi ve başımıza geçirmeyi becerebildik ve o gün bugündür de bu lider hayallerimizi örgütlüyor. İyi de sonuçlar alıyoruz. İşte bakıyorsunuz dünyanın en hızlı kalkınan ikinci ülkeyiz. Ulusal itibar açısından bölgenin vazgeçilmez lider ülkesi konumuna geçtik ki bunu biz söylemiyoruz, dışarıdan bakanlar söylüyor ve her bakımdan gıptayla bakılan bir ülke olduk. Yine bu liderliğin 2023 yılına ilişkin önümüze koyduğu bir vizyon var. Bu vizyon hakikaten çok önemli. Bir sürü ülke, hatta ülkelerin ezici çoğunluğu bugün 3 yıl sonralarını hesaplayamazken, biz 2023’ü, Cumhuriyetimizin 100. yılının stratejisini tartışabiliyoruz, elle tutulabilir somut hedefler koyabiliyoruz ve bunları topluma mal edip yıl yıl uygulayabiliyoruz. Bu vizyona baktığımızda, (ki bana kalırsa bu vizyon çok ihtiyatlı bir vizyon, o açıdan da Cumhuriyet Hükümeti’ni bu noktadan eleştiriyorum ben, biraz tutucu ve dar bir vizyon) bu vizyonun ekonomik tarifi 2 trilyon dolarlık bir ekonomi yaratmak. Bu bence dar bir bakış açısı, onu o güne geldiğimizde çok rahatlıkla aşabilecek bir potansiyele sahip olduğumuzu hele bu liderlik devam ederse birkaç kat da aşabileceğimizi düşünüyorum ben. Ama onu kendime saklayayım, hayalciliğime verin bunu. Ama 2 trilyon dolarlık hedef, herkesçe de kabul edilebilir, gerçekleşebilir bir hedef olarak görülüyor. 2 trilyon dolarlık bir ekonomide bi- rinci sınıf demokrasiyi inşa etmiş ve bireyine gerekli saygıyı ve katkıyı yapan bir kamu yönetiminin yönettiği bir ülkede kişi başı ilaç tüketiminin 400 dolardan aşağı olmaması lazım. Çünkü gelişmişlik endeksinde ülkelerin bireyinin tükettiği ilaç miktarı israf olarak algılanmıyor, tam tersine gelişmişliğin önemli bir nosyonu olarak algılanıyor. Tıpkı eğitim yaşı gibi, tıpkı sanata, kültüre ve estetiğe verdiği değer gibi. Bunlar gelişmişlik endeksinde bizi yukarıya taşıyacak olan doneler. Zaten ileri ülkelerin parametreleriyle ölçecek olursak 2 trilyon dolarlık bir ekonomiye ulaştığımızda, kaçınılmaz olarak 160 milyar dolarlık bir sağlık ekonomisine sahip olacağız. Bunun içinde de ilacın yüzde 20 olacağını farz edersek (ki bugün 30’un üstünde) yani yüzde 20 ortalamadan alırsak, bu 32 milyar dolarlık bir ilaç ekonomisine ulaşacağımızı gösteriyor. Şimdi bu hedefe siyasal iktidarlar liderlik ederlerse, verdikleri ölçülerde yüzde 40, 50, 55, 60 oy alabilecekler, bunun püf noktası budur. Bugün ülkeyi yöneten Adalet ve Kalkınma Partisi’nin liderliğindeki Cumhuriyet Hükümeti’nin ve Partinin her seçimde oyunu yükselterek tırmanışını ve olağanüstülüğü gerçekleştirmesinin altında yatan en önemli done, sağlıktaki başarısıdır. Sağlıktaki başarı, oy oranının kaynağıdır. Çünkü artık insanlarımızın yüzde 80’i kentlidir ve kül yutmamaktadır. Kendisine verilen önem ve hizmeti takdir edebilmektedir ve oyunu da o çerçevede kullanmaktadır. 2023’e doğru eğer Cumhuriyet Hükümeti bugünkü feraseti devam ettirtirse, kaçınılmaz olarak ilaca 32 milyar dolar para bulup harcamak zorundadır. Bu onun iktidar kalıcılığı açısından bir zorunluluktur. Çünkü bireyler bu katkıya oy vereceklerdir geçmişte olduğu gibi. O açıdan hiçbir şekilde karamsar olmayalım, Hükümetimiz bu konuda çok ferasetlidir. Hele vatandaşın tepkileri ve reflekslerini çok iyi ölçmektedir. Nereden bulursa bulacaktır bu parayı ve vatandaşının sağlığı ve geleceği için harcayacaktır. Onun için bürokratlarımızın sıkarak az kala açlığa alışıyordu misali bütçeyi sıkmaları sizi endişelendirmesin. Yeter ki biz meramımızı düzgün, birleşik ve uygun bir tarzda Cumhuriyet Hükümeti’ne anlatabilelim; böyle bir sorunumuz var bizim, bunu mutlaka anlatmalıyız. Bu konunun başka bir boyutunu da paylaşmak istiyorum sizinle: Biliyorsunuz Batı son 500 yılın en büyük açmazına düştü ve kapitalizm bir türlü sıkıntıdan kurtulamıyor. Kurtulmasının tek bir yolu var kapitalizmin, tıpkı 1. Marco Polo’nun yaptığı gibi Batı’dan çıkarak Asya’ya gidip bu sefer Asya’nın doğal zenginliklerini Venedik’e taşımak tarzında değil, Asya’nın en büyük kaynağı olan Asya’nın insanının kulluktan kurtulmasına destek vermek, özgürleştirmek ve refaha ulaşabilir sistemlerle donatmak olacaktır. Kapitalizmin başka hiçbir kurtuluşu yoktur. İstedikleri kadar Brüksel’de otursunlar, kurtarma fonları kursunlar veya başka para bassınlar, bu bir kurtuluş değildir. Bu, tam tersine dibe çöküşün, derinleşmeye yol açacak bir tedbirler dizisidir. Tedbir Asya’ya gitmektir. Asya’da 4 milyar insan var, bunlar kuldur, despotların kuludur üstelik, Allah’ın değil (haşa) despotların kuludur, bu kulluktan kurtarmak lazım onları. İşte Mısır’daki meydanda 1 milyon Mısırlının haykırışı budur. Bu haykırış yarın Tiananmen Meydanına da gidecek ve bütün Asya’yı kapsayacak. Asyalı birey ayağa kalkacak, hemcinsi Avrupalı gibi o da 30 bin dolar üretecek ve 40 bin dolar tüketecektir. Bunun doğal sonucu nedir? Bunun doğal sonucu, 60 trilyon dolarlık global hasılanın 600 trilyon dolar seviyesine çıkmasıdır. İşte o zaman büyük bir refah eşiğiyle insanlık daha adil, daha özgür bir küresel sisteme kavuşabilecektir. Şimdi bunu niçin anlatıyorum? Bu, bizim için şu açıdan çok önemli: Bunun anlamı şudur: Bugün 1 trilyon dolar tutarındaki ilaç ekonomisinin 10 trilyon dolara çıkması demektir, 10’a katlanması demektir. Bunun büyük ihtimalle 8 trilyon doları Asya’da tüketilecektir, Asya’nın kapısı da biziz. Tıpkı 1. Marco Polo döneminde olduğu gibi, nasıl o zaman biz kapısıydık, İpek Yolu’nun hâkimiydik ve bunun üzerinde bin yıl boyunca üç büyük imparatorluk kurduk ve insanlığa şekil verdik, şimdi yine çağımız geliyor, yine biz Asya’nın kapısı olacağız. Ve örnek bir toplum oluşturarak, bireyine 400 dolar sağlık harcaması yapan, alabildiğine demokratik, alabildiğine özgür bir toplum yaratarak, tıpkı 16. yüzyıldaki Muhteşem Süleyman’ın yönettiği dünyanın en büyük organizasyonu olan Osmanlı İmparatorluğu gibi. Biz o tüketilen 8 trilyon dolar ilacın en azından yüzde 20’sini, 30’unu bu topraklarda üretmeliyiz, buna imkan var. Biz onun için şuna endekslenmeliyiz. Türkiye, bu yeniçağın üretim üssü olmalı, Türkiye bu yeni coğrafyaların ihracat üssü olmalı ve Türkiye yeni teknolojilerin araştırma-geliştirme üssü haline gelmelidir. Şimdi benim bir önerim var, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin yapması gereken şey, bu acizane vatandaş olarak önerim benim, Bakanım da buradayken; Sağlık Bakanımızın riyasetinde, tabii ki Planlama Bakanlığı’nın, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın, Ekonomi Bakanlığı’nın, ama Sağlık Bakanlığı’mızın riyasetinde behemehal toplanmaları lazım, bu sektörü de çağırmaları lazım ve ufku göstererek herkesin üstüne düşen vazifenin ne olduğunu hep birlikte belirlememiz lazım. Onların liderliğinde de her yıl toplanarak stratejinin neresindeyiz tartışmaları yapmalıyız. Ben bu konuda çok umutluyum. Bu toplantının da bu başlangıca vesile olmasını diliyorum. Haddimi aştıysam, sürçü lisan etmişsem lütfen hem Sayın Bakanım, hem sizler beni affedin. Ben hayal etmeyi çok seviyorum, hep hayalcilikle bilindim ama çok şükür Hedef gerçeği, söylediklerimin de hayal olmadığını gösteriyor. Ben bu açıdan hem ülkeme, hem Cumhuriyet Hükümeti’ne, hem sizlere güveniyorum. *Bu yazı, Sayın Ethem Sancak’ın Hedef Alliance 2012 Tedarikçiler Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmadan özetlenerek derlenmiştir. 41 TRT ‘ye “Çağ Atlatan” Bir Genel Müdür İbrahim İbrahim Şahin Kimdir? 1962 yılında, Amasya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Amasya’da tamamladı. 1986 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun oldu. 1987 yılında, İçişleri Bakanlığında kaymakam adayı olarak atandı. İçişleri Bakanlığının desteğiyle bir yıl İngiltere’de dil eğitimi aldı ve mesleki bilgi ve beceri geliştirme kursuna katıldı. Halen Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde yüksek lisans eğitimine devam etmektedir. 2001 yılında, İçişleri Bakanlığı merkez teşkilatına atandı ve burada Hukuk Müşavirliği ile Kriz Merkezi Sekretarya Başkanlığı görevlerini yürüttü. 2001 Kasım ayında Ulaştırma Bakanlığına geçti. Burada kısa süren Bakan Danışmanlığı görevinden sonra 2003 Mart ayında PTT Genel Müdürü oldu ve 2003-2005 yılları arasında PTT Genel Müdürü olarak görev yaptı. Bu görevi ile ilgili olarak “2004 yılı kaynakları etkin kullanma ve maliyetleri düşürme yılı” birincilik ödülüne layık görüldü. Kıyasıya serbest rekabetin yaşandığı sektörde, Şahin’in yönettiği PTT Genel Müdürlüğü, verimlilik ve karlılıkta rekorlar kırdı ve 2004 yılı Türkiye vergi şampiyonları listesinde 38’inci sırada yer aldı. 2005 Nisan ayında, Ulaştırma Bakanlığı Müsteşarı olarak atandı. Bu görevi sırasında da bağlı ve ilgili tüm kurum ve kuruluşları adeta perfor- 42 Şahin mans yarışına soktu. “Kamu Reformu” ve “e-devlet” projelerinde çalışan Şahin, 2003’ten bu yana, başta elektronik haberleşme olmak üzere, Türkiye’deki bilişim ve iletişim alanında gerçekleşen projelerin tamamında aktif rol oynadı. Ulaştırma Bakanlığının tarihi projelerinde etkin rol oynayan İbrahim Şahin 20.11.2007 tarihinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından TRT Genel Müdürlüğüne atandı. İbrahim Şahin, TRT Genel Müdürlüğü görevine başladığında üç tanesi sadece yurt içine yayın yapan toplam dört kanallı bir TRT vardı. Uluslar arası yayın yapan tek kanal ise sadece tekrar yayınlarını içermekteydi. Bugünün TRT’sine baktığımızda inanılmaz bir gelişme trendi görüyoruz. TRT’nin rutin gelirleriyle 10 yeni televizyon kanalı kuran İbrahim Şahin; teknik yatırımları yüzde 600 arttırmış; TRT kanallarının izlenirliğini iki katına çıkarmış ve reklam gelirinde de yüzde 300’lük bir artış sağlayarak örnek bir işletme başarısı göstermiştir. 14 Televizyon kanalı 35 dilde yayınlanan Web sitesi 34 dilde yayın yapan Türkiye’nin sesi radyosu 18 Radyo 3 Dergi ile TRT sadece Türkiye’nin değil; dünyanın önde gelen basın kuruluşlarından biri olmuştur. TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin (50), Amasya’nın Akyazı Köyü’nde doğdu. Kafkas göçmeni Akyazılılar, üniversite eğitimi gören gençlerinin çokluğuyla tanınıyordu. Şahin’in babası, köyün maddi durumu en iyi çiftçilerindendi. Üzüm bağları, elma bahçeleri, pancar ve nohut tarlaları vardı. İlkokuldan sonra Amasya İmam Hatip Lisesi’nde yatılı okumanın tüm avantajlarından yararlandı. Başarı için arkadaşlar arası rekabet, okul kütüphanesinde keşfedip büyük bir iştahla okuduğu dünya klasikleri... Devletin sunduğu giysi, okul gereçleri gibi imkânlarla babasının gönderdiği harçlıklar, rahat bir öğrencilik dönemi geçirmesini sağladı. Zorluklar da olmadı değil. Mesela tatil bitimlerinde pazar akşamları demir ranzalı yatakhaneye dönmek, hep burukluk verdi. Bu ruh hali, üniversiteyi bitirdikten 15 yıl sonrasına kadar devam etti. İlk tercihi olan Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandı. İkinci tercihi Ziraat Fakültesiydi. Hayali, köyünde tarla balıkçılığı yapmaktı, olmadı. Fakülteye kaydını yaptırdıktan sonra hemen ev aramaya başladı. Altı yıl yatılı olmak yetmişti. Ama o yıllarda edindiği disiplin, üniversitede çok işine yaradı. Başarılı bir öğrenciydi. Fakülteyi bitirdikten sonra yüksek lisans sınavlarına girdi. 700 kişinin içinde kazanan 11 kişiden biri oldu. Hukuk felsefesini sevmediği için asistan ol- mak istemedi. Hâkim ve savcılık sınavını çok iyi bir puanla kazanmıştı ama duruşma salonlarındaki daktilo sesini sevmiyordu. Bu nedenle avukat olmaktan da vazgeçti. Kaymakam adaylarının yurtdışına gönderildiğini öğrendi. İngilizcesini ilerletmek istiyordu. Sınavı kazandı. Yüksek lisansına ara verdi. Elazığ Palu’da Kaymakam Vekili olduktan sonra İngiltere’ye Southamton’a gitti. Londra’nın güneyinde, okyanusa açılan bu bahçeler şehrinde altı ay kaldıktan sonra Türkiye’de kalan nişanlısıyla evlendi, eşiyle İngiltere’ye döndü. ÇALIŞKAN VE HIRSLI KAYMAKAM Bir yıl ara verdiği kaymakamlığa Mersin Aydıncık’ta yeniden başladı. Sivas Koyulhisar, Bursa Mustafakemalpaşa ’dan sonra 1991’de kurada asli kaymakam olarak doğduğu topraklara yarım saat ötedeki Samsun Kavak’ı çekti. Sonra henüz ilçe olmuş Konya Halkapınar’a atandı. Bölgeye gelen ANAP Hükümeti’nin Çevreden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Talip Özdemir’le tanıştı ve sıfırdan inşa edeceği ilçe yapısı için büyük mali destek aldı. Öyle ki dönemin parasıyla kaymakamlık bütçesi 10 milyon lirayken Bakan, hırslı ve çalışkan genç kaymakama 300 milyon lira gönderilmesini sağladı. İbrahim Şahin bu parayla ilçeye bağlı 15 köye içme suyu şebekesi götürdü, köy konağı yaptırdı, okulların onarılmasını sağladı. İlçe merkezinde taşımalı eğitim sistemini başlattı. Kiraladığı iki otobüsle orta öğrenim çağı gelen köy çocuklarının Halkapınar’daki ortaokul ve liseye gelmelerini sağladı. Tam gün yapılan eğitim sırasında çocukların beslenme sorununu, bir aşçının okulda yemek pişirmesiyle çözdü. 15 yıl süren kaymakamlığında Kars Arpaçay, Bitlis Adilcevaz, Kastamonu Taşköprü’de de görev yaptı. 2001’de Ankara’ya döndü. 2002 Seçimlerinden sonra Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’la tanışması onu Mülki İdare’den kopararak başarılarla dolu kariyerinde yepyeni bir sayfa açılmasına neden oldu. Bakan danışmanı, PTT Genel Müdürü ve Müsteşar olduktan sonra 2007 Kasım’ında TRT Genel Müdürü oldu. TRT İbrahim Şahin’in yönetiminde birbiri ardına yeni kanallar açıyor, eskiyen teknoloji ve zihniyeti değiştiriyor, personeli gençleştiriyor. TRT bugün, Şahin’in hayata geçirdiği projeler sayesinde gelirini giderinden daha fazla hale getirdi. Şahin bir yandan da aftan yararlanarak yarım kalan yüksek lisansını A. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yapıyor. Master çalışmasını sıkı tutup doktora öğrencisi olmak istiyor. Doktora tezinin konusu ise İletişim ve Medya olacak. TRT’ye Tenzil-i Rütbe İle Gittiğimi Sanmıştım! - 2001 Ekimi’nde Ankara’ya gelip Hukuk Müşavirliği’nde çalışırken İçişleri Bakanlığı Kriz Merkezi Başkanlığı’na verdiler beni. Bir taraftan Devlet Lisan Okulu’na gidiyordum. 2002’de bir arkadaşım, Bakan Bey (Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım) hukuku, personel işlerini bilen danışman arıyor. Seni önerdik, dedi. Kabul ettim. - Saçlarım beyaz olduğu için beni yaşlı zannetti ama Bakan Bey’le çalışmaya başladığımda 40 yaşındaydım. Bakan Bey benden altı yaş daha büyük. İlk görüşmeden sonra ertesi gün eski işime döndüm. O akşam pijamalarımı giymiş, kitap okurken Bakan Bey’in beni çağırdığını söylediler. Gittim. Neden bugün başlamadın, dedi. Bana başlamamı söylemediniz, dedim. Dün görüştük ya, dedi. - Binali Bey kolay kolay kızmaz. Zekidir, çok iyi insan yönetimi var. Yanında gecenin 3’üne kadar çalışıyorsun ama yanından neşeyle ayrılıyorsun. Bakanlık’ta devrim niteliğindeki çalışmaları, bu tarz başlattı. Şu an bakıldığında bana göre en verimli icraatları yapan birinci sıradaki bakanlık oldu. - Bakanlığımıza PTT brifingi verilmişti. O yıl PTT ilk kez zarar etmişti. 43 2003’te zararı derinleşecekti. Bakan Bey hiç memnun olmadı bu durumdan. Birkaç gün sonra bana, PTT’ye genel müdür atayacağım seni, dedi. PTT’yle ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Bütün danışmanları başka görevlere gitmişti. “Sayın Bakanım, birkaç danışman bulduktan sonra gideyim” desem de kararnamem hazırlandı. 2003 Mart’ında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından imzalandı. PTT Bank’ı, kurumsal kimlik çalışmasını başlattık, lojistiği geliştirdik. İki yıl kaldım. 2004’te Kaynakları Etkin Kullanma ve Yılın Kurumu diye bir proje başlatıldı. Yılın kurumu ve idarecisi seçildik. PTT’nin başarısı bugün de devam ediyor. - TRT maceram ilginçtir. Ulaştırma Müsteşarı olduğumun altıncı ayıydı. Başbakanlık Müsteşarı (şimdiki Milli Eğitim Bakanımız) Ömer Dinçer Bey beni çağırdı. Bakan Bey’den (Binali Bey) izin istedim. Gülümseyerek “Git bakalım.” dedi, gittim. Ömer Dinçer, “TRT’ye Genel Müdür arıyoruz, iki adayımızdan biri sensin.”, dedi. Ben de; Bakan Bey’le çalışmaktan keyif alıyorum, televizyonculukla ilgili hiç bilgim yok, Bakan Bey’in izni olmadan evet demem mümkün değil, diğer adayın akademik ve entelektüel yönü daha iyi, Onu yapın, dedim. Sayın Dinçer de “Görevden kaçma, seni düşündük; Bakan Bey’in haberi var, dedi. - Tenzili rütbe ile gittiğimi zannediyordum. Müsteşarlıktan genel müdürlüğe geriledim sanıyordum. Sonradan öğrendim ki burada Başbakan Müsteşarı ile aynı mali haklara sahiptim. Buradaki genel müdür yardımcılarının kadro dereceleri, dışarıdaki müsteşarlar kadar. TRT hakikaten güç bir yer. Klasik bir kamu kurumu gibi değil. - Ulaştırma Bakanlığı ile bağımızı hiç koparmadık. Hem Telekom’da hem Avea’da yönetimdeyim. Hem de yeni kurduğumuz şirketlerde Hazine Temsilcisiyim. Bakan Bey çok güzel bir ekip kurdu. Şimdiki müsteşar Habip Soluk, ben PTT’de genel müdürken yardımcımdı. İnanılmaz çalışkan ve dünya tatlısıdır. - PTT Genel Müdürü mülki idareden arkadaşım, diğer yöneticiler sağ olsunlar beni hâlâ müsteşar gibi değerlendirirler. Bakan Bey’le ağabey kardeşlik ilişkisi kuruldu. - Bizimle çalışan bütün arkadaşlarımıza görev verdik. İdeolojisine bakmadık. Dünya görüşünüz sizin olsun, birbirimizle aynı düşünmek zorunda değiliz. Ama TRT’den ekmek yiyorsanız, buraya daha fazla katkı sağlayacaksınız. Farklı görüşteki arkadaşlara mutlaka görev veriyorum. Çünkü 7500 kişi birer dakika fazla çalışsa, bana 125 saat katar. Bu nedenle hiçbir arkadaşın kenara itilmesini istemiyorum. - Görsel kaliteyi artırdık, içeriklerimizi zenginleştirdik. İzlenip izlenmediğimizi anlamak için kanallara koordinatörlükler kurduk. 13 kanalın hepsi ölçülüyor. Analitik hesaplarla düzeltmeler yapılıyor. Böylece izleme oranımız artıyor. Reyting değil, izlenme kaygımız olmalı. Kanallarımızda artık ekonomik bütçelerle kaliteli yayınlar yapılıyor. Alım Satım Müdürlüğü sadece alım yapardı. Şimdi satmaya başladık. Yeni dizilerimizle ilgili eşimin fikrini almam. çünkü televizyon pek seyretmez. Eve gittiğimde TRT izliyorsa hemen değişti- rir, şımarmayayım diye. Belki de gururumu (kibirlenmemi) kırmak için yapıyordur. 44 28. Avrupa Üreme Derneği (ESHRE) İstanbul Toplantısı Hande AYDEMİR H ani her şeyin başı sağlık diyoruz ya hep, aslında her şeyin başı bir kadınınvebirkadın olarak da annenin sağlığı. Adım adım birbirine örülü her şey, kadın bu örgünün ilk sargısı! Kadın sağlıklı olmazsa, her şeyin sarpa saracağı gün gibi ortada. Gerçekten gelişmiş ve ayakta duran bir ülkenin ilk taşı kadın ve o kadının sağlıklı olması. Kadın sağlıklı olursa sağlıklı nesiller yetiştirebilir. Bu sağlıklı nesiller omuzlarının üzerinde koca bir ülkeyi sırtlar, yükseklere çıkarır. Günümüzde kadın sağlığının çeşitli nedenlerle bozulması, aile ve toplum yaşamını önemli şekilde etkiliyor, bizi ekonomik, sosyal ve psikolojik sorunlarla karşı karşıya bırakabiliyor. Kadının sağlığı eşinin, çocuklarının, hatta tüm çevresinin ilerideki yaşamlarının şekillenmesinde de ciddi rol oynuyor. Unutmayalım ki; ülke nüfusunun yarısını oluşturan kadınların etkin şekilde ülke ekonomisine katkıda bulunması, üretmesi, gerçek kalkınmanın da temellerinin sağlam atılması 46 demek. Bu bilinçten hareketle; kadın ve aile sağlığının ülke ekonomisi ve kalkınması üzerindeki etkisi ve güncel stratejik çözümlerle ilgili bir sempozyum düzenleniyor. Bu çok önemli uluslararası organizasyona Türkiye ev sahipliği yapacak. 4 gün boyunca, kadınların her alanda ağırlıklarının hissedileceği 21. yüzyılda onların hayatlarının her döneminde sağlık hizmetlerinden yeterince faydalanmalarını sağlamak için dünya çapında gösterilen gayret ve daha neler yapılması gerektiği konuşulacak... Dünyanın üreme tıbbı ile ilgili en büyük ve prestijli kongrelerinden biri olarak kabul edilen bu toplantıda konular uluslararası alanda lider konumda olan seçkin bilim adamları, klinisyen ve araştırmacılar tarafından tartışılacak, katılımcıların günlük uygulamalarına katkı sağlayıp yön verebilecek sonuçlar belirlenecek ve ileriki yeni çalışmaların başlatılmasına zemin hazırlanacak. Dünyanın 150 ülkesinden 10 binin üzerinde katılımın beklendiği 28. European Society of Human Reproduction and Embryology (ESHRE) Avrupa Üreme Derneği Toplantısının 1-4 Temmuz 2012 tarihlerinde İstanbul’da yapılacak olmasının yani sıra bir başka gururu da Lokal Organizasyon Komitesi ve Kongre Başkanı Prof. Dr. Timur Gürgan ile yaşıyoruz. 2007-2011 yılları arasında ESHRE yönetim Kuruluna dernek tarihinde ilk kez bir Türk bilim adamı olarak Prof. Dr. Timur Gürgan seçildi. Gürgan 4 yıldır bu görevi başarılı şekilde sürdürüyor. 2013-2015 yılları arasında bu derneğin en etkili organında genel koordinatörlük görevine getirilmesiyle birlikte bulunduğu görevlerdeki etkinliği ve çabası kuskusuz Kongrenin İstanbul’a alınması için önemli katkı sağladı. ESHRE tarihinde ilk kez Avrupa Topluluğu üyesi olmayan ve Müslüman bir ülkede, Türkiye’de yıllık toplantısını düzenleme kararı verdi. Böylece İstanbul; Cenevre, Londra, Viyana, Münih, Valensiya gibi diğer adayları geride bırakarak kongreyi düzenlemeye hak kazandı.. Bu Ülkemizin Avrupa düzeyinde elde ettiği bilimsel alandaki gelişmesinin ve büyük organizasyonları düzenleyebilme kabiliyetinin uluslararası seviyeye eriştiğinin de bir kanıtı. Bu kongrenin başarısı ülkemize önemli bilimsel kapıları açabilecek, Avrupa’da görünürlüğümüzü, bilinirliğimizi arttıracak ve belki de bu önemli derneğin başkanlığını ülkemize getirecek. Böylece Ülkemiz üreme tıbbı ile ilgili politikaların geliştirilemesinde Avrupa düzeyinde liderlik edebilecek konuma gelebilecek... ESHRE nedir? ESHRE; 1985 yılında kurulan ve merkezi Brüksel’de olan kültürel, tarihsel,ekonomik,etnik ve moral farlılıklar ve benzerlikler gösteren Avrupa ülkelerini bilim şemsiyesi altında toplayan lider bir sivil toplum kuruluşu. Üreme tıbbı alanında American Society of Reproductive Medicine ( ASRM ) ile birlikte bilimsel çalışmalara destek oluyor, eğitim ve araştırma faaliyetlerinde bulunuyor, tanı ve tedavi protokolleri oluşturuyor, uygulama ve sağlık politikalarının geliştirilmesine yardımcı oluyor... 1-4 Temmuz 2012 tarihlerinde İstanbul’da yapılacak kongre ile birlikte, bilim dünyasına sağlanacak katkının yanı sıra; ülkemizin hem benzer büyük kongre ve toplantıların adresi olması hem de 150 ayrı ülkeden gelecek olan 10 binin üzerinde bilim adamı, hekim ve ilgilinin ülkemizin güzelliklerini, kültürünü, tarihini, insanlarını, bilimsel ve ekonomik potansiyelini tanıyarak olumlu tecrübelerini paylaşmalarının önü açılacak. Elbette kongrenin başta CNN, BBC ve Rauters olmak üzere çok sayıda uluslararası görsel ve yazılı medya tarafından yakından izleneceğini anımsatmakta da fayda var... Unutmadan; katılımcıları; bilim- sel, sosyal, kültürel paylaşımların yani sıra müthiş bir görsel şölen bekliyor... 4000 kişinin katılacağı kongre açılışında ‘Anadolu Ateşi’ dans topluluğu özel bir gösteri yapacak. Kongre Başkanı Prof. Dr. Timur Gürgan dünyanın 250 lider bilim adamına Çırağan Sarayında yemek verecek. Bilimsel komite tarafından hazırlanan güncel konuları içeren kaliteli ve detaylı program, renkli ve ilgi çekici sosyal aktiviteler İstanbul’un tartışılmaz tarihi, kültürel ve tabii güzellikleriyle birleştiğinde 28. ESHRE İstanbul Toplantısının uzun süre hatırlanacak ve takdir edilecek başarılı bir kongre olabilmesi için organizasyon komitesi büyük bir özenle hazırlıklarını sürdürüyor... Kongrede Tartışılacak Konulardan Bazı Başlıklar: * Kadın ve Aile sağlığının ülke ekonomilerindeki yeri ve kalkınmasındaki önemi * İnsan üremesi ve genetiğinin daha iyi anlaşılması için güncel araştırma sonuçlarının tartışılması ve yaygın kullanımlarının sağlanması * Avrupa’da üreme sağlığı konsepti ve güncelleme çalışmaları * Genetik kalıtsal hastalıkların ön- lenmesi, tanı ve tedavisi * Kök hücre teknolojisi ve tedavi amaçlı kullanımları, * Kadın ve erkekte kısırlık sorunu, önleme ve tedavi stratejileri, * Doğurganlığın planlanması ve ülkelerin sosyal, kültürel, ekonomik, politik önceliklerine göre uzun süreli stratejilerin belirlenmesi * Ailenin ve kadın sağlığının ülke ekonomisindeki rolü * Kanserin önlenmesi ve çare arayışları, * Kadınlarda hormon bozuklukları, * Menopoz tedavilerinde yeni bakışlar, yaşlanmanın önlenmesi, * Yaşlı nüfusun sıhhatinin korunması ve ekonomik kazanımlar, * Tüp bebek tekniklerinde yenilikler, tedavilerin geniş kitlelere ulaştırılması için ekonomik merkezli çözüm stratejileri, * Sağlık turizminin getirdikleri ve etik, ahlaki, kanunsal, moral sorunlar ve çözüm önerileri * Kanser tedavisi sonrası doğurganlığın korunması, * Tedavilerde ve tanı prosedürlerinde güvenirlik ve kalite kontrolleri, kanıta dayalı tıp uygulamaları, * Gelişen teknoloji ve iletişim araçlarının kaliteli tıp hizmetinin uygulanmasında kullanılması… 47 Sağlıklı İşgücü - Türkiye Doç. Dr. Simten Malhan Başkent Üniversitesi, Sağlık Kurumları İşletmeciliği Bölümü Kas İskelet Sistemi Hastalarının Kısa Sürede İş Yaşamına Dönmelerinin Ekonomiye Olumlu Katkıları Günümüzde toplum nüfusunun yaş ortalamasının artması ile birlikte kronik hastalıkların sayısında da artış görülüyor. Kronik hastalıklar arasında önemli bir yere sahip olan “Kas İskelet Sistemi Hastalıkları” için bu durumu değerlendirebilir misiniz? SİMTEN MALHAN: Tüm dünyada Kas ve İskelet Sistemi Hastalıkları (KİSH) en sık görülen hastalıklardan biri. Dünya genelinde yaşlı nüfusunun giderek artması ve beklenen yaşam süresinin uzaması nedeniyle KİSH görülme sıklığı önemli bir şekilde 48 artış gösteriyor. Sağlıklı İş Gücü Türkiye Raporu’na göre kronik kas iskelet sistemi rahatsızlıkları Avrupa’da 100 milyon kişiyi etkilemekte ve Avrupa Birliği’nde 40 milyondan fazla çalışanın KİSH’lerden etkilendiği düşünülmekte. Türkiye Sağlık Araştırması’nın 2010 verilerine göre 15 ve daha yukarı yaştaki bireylerden kronik hastalık/ sağlık sorunu yaşadıklarını belirten bireylerin yüzde 16,4’ünde bel bölgesi kas iskelet sistem problemleri, yüzde 10,9’unda romatizmal eklem hastalığı ve yüzde 8,4’ünde kireçlenme (osteoartrit, artroz, dejenefatif eklem hastalığı) saptanmış durumda. Kas İskelet Sistemi Hastalıkları ve yaşlılık denince akla ilk halk arasında “kamburluk” geliyor ve bu hastalıkta insanların yaşam kalitesi üzerinde olumsuz etkileri olduğu gözlemlenebiliyor,görüşlerinizi alabilir miyiz? SİMTEN MALHAN: KİSH çoğu kronik ağrıya neden olmaktadır. Kronik ağrı, yaşamın birçok boyutunu etkilediğinden kronik ağrının etkili tedavisi için çok yönlü doğru bir değerlendirme ön şarttır. KİSH ağrısından şikayetçi olan kişiler genellikle artrit, bel ağrısı, an- kilozan spondilit ve eklem dışı romatizmal hastalıkları olan hastalar. Örneğin, Türkiye Sağlıklı İş Gücü raporuna göre Türkiye’de sırt ağrısının yaşam boyu rastlanma sıklığı yüzde 44.1. Bu kadar yüksek bir rastlanma oranına sahip kronik KİSH ağrıları yaşamın birçok boyutunu etkilemekte ve bireylerin yaşam kalitesini de azaltmakta. KİSH nedeniyle bireyler yaşamla rının uzun bir bölümünde sakatlık yaşıyorlar. Bu sakatlık durumu bireylerin hem iş yaşamını hem de özel yaşamını olumsuz etkiliyor. KİSH nedeniyle iş değiştirme, iş görememezlik ve erken emeklilik gibi durumlar ile karşılaşılmakta. Örneğin, Sağlıklı İş Gücü Raporu’na göre 2003 yılında Dünya Sağlık Örgütü Bilimsel Grup Raporu’nda belirtildiği gibi KİSH’lerden biri olan Romatoid Artrit hastalığının etkileri günlük görevlerin yerine getirilmesini zorlaştırarak pek çok kişiyi işten ayrılmaya zorluyor. Bu hastalıkların, bireylerin iş gücüne katılımını ya da iş hayatında sürekliliğini olumsuz etkilemesinin ülke ekonomisine de etkisi olacaktır, değil mi? Bu üzerinde durulması gereken önemli bir veri. Ülkemizde RA ve AS hastalıkları ile ilgili olarak 8.2 milyar TL’lik finansal yükü oluşturan maliyet parametreleri / kalemleri nelerdir? SİMTEN MALHAN: “RA ve AS’nin Türk Toplumu Üzerindeki Finansal Yükü” çalışmasında bu hastalıkların tedavisi için harcanan maliyetlerin, hastalıkların neden olduğu işgücü kaybı maliyetinden çok daha düşük olduğunu hesapladık. Yaptığımız araştırmaya göre RA için toplam hastalık maliyetinin %70’i, AS için de toplam hastalık maliyetinin % 66’sı iş gücü kaybı maliyetlerinden oluşuyor. Araştırmamızın sonuçlarına göre, Türkiye’de RA nedeniyle oluşan direkt maliyetler yaklaşık 1 milyar 183 milyon TL, AS nedeniyle oluşan direkt maliyetler ise yaklaşık olarak 1 milyar 418 milyon TL. Ancak bu sadece hastalığın bir yüzü... Diğer buzdağının görünmeyen tarafı olan dolaylı maliyetlere baktığımızda RA için yaklaşık 2 milyar 864 milyon TL, AS için ise yaklaşık 2 milyar 779 milyon TL’lik rakamlarla karşılaşıyoruz. Dolaylı maliyetlerin hesaplanmasında hastanın işten izin aldığı gün sayısı, iş görememe seviyesi, erken emeklilik ve erken ölüm nedeniyle kaybedilen iş günleri değerlendirildi. SİMTEN MALHAN: Bu konuda Kas ve İskelet Sistemi Hastalıklarından Romatoid Artrit (RA) ve Ankilozan Spondilit (AS) hastalıkları ile ilgili ülkemizde “RA ve AS’nin Türk Toplumu Üzerindeki Finansal Yükü” çalışmasını gerçekleştirdik. Türkiye’den 22 RA ve AS hastalıklarının kontrol alaraştırmacının katılımı ile yapılan bu tına alınarak kişilerin yaşam kaliteçalışmada, RA ve AS’nin ülkemizde sinin iyileştirilmesi ve ortaya koyduTürkiye’de toplam maliyeti azaltılabilmesi için her yıl 8.2 milyar TL’likRA+AS finansal hastalığının kayıp ğu maliyetlerin ne gibi tedbirler alınabilir? meydana getirdiğini tespit %0,75’ini ettik. GSYH’nın oluşturmaktadır Dolaylı Maliyetler AS 2 Milyar 779 Milyon TL Direkt Maliyetler RA 1 Milyar 183 Milyon TL Son bir mesaj olarak ne söylemek istersiniz? Direkt Maliyetler AS 1 Milyar 418 Milyon TL Dolaylı Maliyetler RA 2 Milyar 864 Milyon TL SİMTEN MALHAN: Çoğu kronik hastalıkta olduğu gibi RA ve AS hastalıkları için de hastalığın doğru zamanda teşhis edilip, hastaların uygun tedaviye yönlendirilmesi büyük önem arz ediyor. Doğru zamanda doğru teşhis, doğru tedavi ve etkili hastalık takibi ile hastalığın ilerlemesi yavaşlatılabilerek, kişilerin yaşam kalitesi kontrol altında tutulabilir ve hastalığın ülkemiz ekonomisine oluşturduğu mali yük de hafifletebilir. Bu hastalıkların uygun teşhis ve tedavi olmadığı durumlarda maliyetlerin katlanarak artacağını öngörüyoruz. Bireylerin bu hastalıkların farkına varıp, uygun uzman hekime başvurmaları ve uzman hekimlerin de etkin tedavileri doğru zamanda uygulamalarını sağlamak için en önemli yol bilinçlendirme. Bilinçlendirme kampanyası ile hedeflenen bireylerin daha sağlıklı ve verimli olmalarını sağlamak ve topluma kazandırmak. Bu da ancak aşağıda değindiğimiz şartlar sağlandığında mümkün olacaktır. - Kişilerin yaşamlarını kaliteli bir şekilde geçirmeleri için uygun tedaviye ulaşmaları - Uzman hekimlerin doğru tanıyı koyarak gerekli tedavileri hastaların erişimine sunmaları - Sağlık hizmetleri ve sosyal güvenlik sistemi yetkililerinin bu hastalıklar ile mücadele edebilmek adına uygulanması gereken sağlık sistemi yaptırımlarını ve düzenlemelerini hayata geçirmeleri Türkiye’de KISH’lerin zamanında teşhis edilmesinin ve Sağlıklı İş Gücü yaratılması için yapılacak çalışmaların önemini bizlerle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz. Bu anlayışın ülkemiz ekonomisine sağladığı yararların farkına varmalıyız. SİMTEN MALHAN: Halen ülkemizde kronik hastalıkların yükünü ortaya koyan çalışmalar kısıtlı. Kronik hastalıkların; hastalarda, hekimlerde ve devlette yarattığı gerçek yükün gözler önüne serilebilmesi için bu tür çalışmaların artması çok önemli. Kronik hastalıklarda hekimlerimizin tedavi hedefleri arasında hastaların işlerine geri dönebilmeleri de göz önünde bulundurulmalıdır. 49 Sağlıklı Beslenme ve Bazı Bölgesel İncelme Uygulamaları Dr. Gönül ATESSAÇAN Ethica Levent Hastanesi Şişmanlık, vücutta olması gerekenden fazla yağ dokusu birikmesi halidir. Yağlanma oranı yükseldikçe, tansiyon yüksekliği, şeker hastalığı, kalp ve beyin damarlarında tıkanma ve buna bağlı olarak kalp krizi ve felç geçirme ihtimali artar. Kilo arttıkça kişinin yaşamına uyumu düşer, hareketlerinde azalma olur ve çeşitli hastalıklar başlar. Kilo almanın en önemli nedeni yemek yemeği unutmak, öğün atlamaktır. Ayrıca geç uyanmak ve geç uyumak bizim metabolizmamızı yavaşlatır. Güneşle birlikte yaşamayı öğrendiğimiz ve bedenimizin ihtiyaçlarına cevap verebildiğimiz sürece sağlıklı bedenlerde olabiliriz. Unutmayalım ki bir ana öğünde kendi iki avucumuz kadar yemek yersek ve ara öğünde de kendi bir avucumuz kadar yemek yersek kilo almayız. Ancak siz bir karar vererek, sağlıklı yaşamayı seçerek bu döngüyü kırabilirsiniz. “Gün içinde hiçbir şey yemiyorum, hatta unutuyorum yemek yemeyi, akşam olunca da ipin ucu kaçıyor, çok yiyorum.” diyorsanız lütfen dikkatli olun. Tek öğünde beslenmenin sonucunda kendinizi enerjik hissetmek yerine yorgun hissederseniz ve alınan kaloriler yağa dönüşürler. Bu bir kısır döngü halinde devam eder. Aç kalarak yapılan diyetlerde alacağınız tek sonuç yağlanmadır. Bu arada yağlarınızın hareket etmesi için sizin hareket etmeniz gerekir. Bu yağların vücuttan atılması için de günde 2,5 litre su içmek şarttır. Şişman mıyım? Yağ oranım yüksek mi? Bunu ölçmenin en basit yolu nedir? Yağ oranının yüksek olması, fazla kilolu olmaktan farklı bir kavram50 dır ve bugün için estetik bir sorun olmaktan çok hastalık olarak kabul edilmektedir. 1. Kabaca boyunuzdan 100 çıkarmakla ideal kilonuzu hesaplayabilirsiniz. • Örneğin 170 cm boyundaki bir kişinin ideal kilosunun ortalama 70 kg olması gerekmektedir. 2. Bel/ Kalça oranı: Bu oran erkeklerde 0,90 cm ve kadınlarda 0,84 cm üzerinde olursa kişide yağlanma vardır. Kişinin kilosu yüksek olmasa bile bel/kalça oranı yüksek ise bedenin üst kısmında yağlanma artışı vardır. Kalp hastalıklarına ve diyabete yatkınlık olabilir. Düzenli ve doğru beslenme ile ideal kiloya gelindikten sonra kalan bölgesel yağlardan çeşitli uygulamalar ile kurtulabilirsiniz. Bunlardan bazıları: Lazer Lipoliz ile Bölgesel İncelme Lazer Lipoliz, lazer enerjisinin inatçı yağ dokusu içerisine bir fiber optik aracılığıyla gönderilip parçalanması ve hasarlanması esasına dayanır. Yağ dokusu olan her yerde kullanılabilir. Kolajen üretimini uyararak gevşek deriyi toparlama ve portakal görünümünün giderilmesi konusunda etkilidir. İşlem sonrası morluk ve şişlik fazla değildir. İşlem süresi bölgeye bağlı olarak 15-60 dakika arasında değişmektedir. Dikiş uygulanmaz. 4-5 gün kullanılacak bandaj uygulamasıyla kişi evine gönderilir. Soğuk Lipoliz İle Bölgesel İncelme • Tedavi cerrahisiz olarak yağ hücrelerinin dondurularak o bölgeden atılmasını sağlıyor. Kristalize olan yağ hücreleri istenilen bölgeden uzaklaştırılıyor. • Bölgesel yağlanma olan tüm bölgelerde uygulanabilir: karın, kalça, bel bölgesi, bacaklar, kollar, sırt, bölgesi • Etkisi 2. haftadan itibaren başlar ve 2. ayın sonunda hasta tam sonuç alır. • Bölgesel olarak % 30-35 yağlar azalır. Kısaca 1 beden küçülme olur. • Sonuç 4-6 cm incelme sağlanır. • Soğuk lipoliz ile hiçbir ilaç ve cerrahi müdahale olmaksızın cildin altındaki yağ hücrelerine ulaşır. Uygu- lama sırasında ve sonrasında hasta bir ağrı ve acı hissetmez. • Morluk oluşmaz, çevre dokular zarar görmez. • Uygulama sırasında; bölgeye bağlı olarak kişi oturur ya da yatar durumda kalır, gazete-dergi okuyabilir, TV izleyebilir ya da müzik dinleyebilir. Ultrashape Cerrahi işlem gerektirmeden (iğne dahi olmadan) , Odaklı Ses Dalgaları Teknolojisi ile (FocusUltrasound) herhangi bir yan etki ve takip süreci gerektirmeden ölçülebilir oranlarda bölgesel incelme ve vücut şekillendiren sistemdir. Cilt altında 1,5 cm derinlikte sadece yağ hücrelerini patent teknolojili odaklanmış ultrasound ile mekanik olarak parçaladıktan sonra, vücut metabolizması yardımı ile lenf sistemi, kan dolaşım sistemi ile karaciğere ulaştırılır. Karaciğer fonksiyonları bu parçalanan yağ hücresi içeriğini (trigliserid) besinlerden aldığımız yağ gibi parçalayarak doğal yollardan yağ atılımını sağlamaktadır. Odaklı Ultrasound dalgası seçici ve sadece yağ hücresini hedeflediğinden dolayı diğer yapılara, kan damarları, sinirler, bağ dokusuna zarar vermez. Seanslar yaklaşık 1 saat kadar sürmektedir, dolayısı ile “walk-in walk-out” dediğimiz seans süresince sosyal ve iş hayatınızdan geri kalmazsınız. Smootshapes Lazer cihazı selülitin oluşum sebebine odaklanan ve selülit görünümünü iyileştirmeyi hedefleyen bir tedavi yöntemidir. Vücutta selülit oluşumunu tetikleyen yağ hücrelerini lazer ve ışık enerjisi ile şekillendirerek daha sağlıklı bir yapıya kavuşmasını sağlar. Işık enerjisi ile önce formu bozulan yağ hücrelerini geçirgen hale getirir. İkinci aşamada lazer ışığı ile geçirgen hale gelen yağ hücrelerindeki fazla yağı sıvılaştırır. Son aşamada ise vakum ve mekanik masaj uygulaması ile sıvılaşan yağın vücudun lenf kanallarına yönlendirilip buradan da böbrekler yoluyla vücuttan atılmasını sağlar. “Tedbiri Elden Bırakma; Keneyi Hafife Alma!” Dr. Mehmet Ali TORUNOGLU Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Başkan Yardımcısı Ü lkemizde Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) hastalığı ilk olarak 2002 yılında Tokat, Sivas, Çorum, Amasya, Yozgat, Gümüşhane, Bayburt, Erzurum, Erzincan ve çevresi olmak üzere İç ve Doğu Anadolu Bölgelerinin kuzeyi ile Karadeniz Bölgesinin güney kesimlerini kapsayan geniş bir coğrafi alanda klinik olarak halsizlik, yaygın vücut ağrısı, ateş, kusma ve baş ağrıları ile bir takım laboratuvar bulgularını (trombositopeni, lökopeni ve karaciğer enzim yüksekliği vb.) içeren benzer vakaların görülmesi üzerine dikkati çekmiştir. İlk bulgular ve yapılan incelemelerden hastalığın riketsiyal bir enfeksiyon olabileceği ihtimali üzerinde durulmuş, bölgede hizmet veren çeşitli tıp fakültesi ve devlet 52 hastanelerinde yatan vakalardan kan örneği alınarak Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi Başkanlığı’na (yeni adıyla Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Mikrobiyoloji Referans Laboratuvar Daire Başkanlığı) ulaştırılmış ve buradan da riketsiyal enfeksiyonlar yönünden incelenmek üzere yurt dışına (Japonya ve Fransa) gönderilmiştir. Yurt dışından gelen analiz sonuçlarına göre 7 hastanın akut Q ateşi olduğu, 8 hastanın ise Q ateşi için geçirilmiş enfeksiyon olduğu tespit edilmiştir. 2003 yılının yine bahar ve yaz aylarında aynı klinik tablo ile seyreden Tokat, Sivas, Çorum, Amasya, Yozgat, Gümüşhane, Bayburt, Erzurum, Erzincan ve çevresine ilave olarak Kastamonu, Bartın, Ankara, Çankırı, Bolu, Balıkesir gibi illerde de vakaların ortaya çıkmasıyla benzer vakaların Bakanlığımıza bildirilmesi üzerine çalışmalara tekrar başlanmıştır. 2003 yılı Temmuz ayında çeşitli uzmanlık dallarından oluşan bir uzman heyetinin katıldığı, epidemiyolojik bir inceleme yapılmış olup inceleme sonucunda muhtemel hastalığın kenelerle bulaşan viral bir zoonoz olabileceğine dikkat çekilmiş ve test edilmek üzere kan ve serum örneklerinin alınmasına karar verilmiştir. Olgulardan alınan kan ve serum örneklerinin analizleri Fransa’da Pasteur Enstitüsünde yapılmış ve analiz sonucunda hastalığın Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) olduğu 2003 yılı Ağustos ayı ortalarında kesin olarak ortaya konulmuştur. Öncelikle KKKA’nın teşhisine yönelik laboratuvar alt yapısı güçlendirilmiş ve tanının ülkemizde konulması sağlanmıştır. Ayrıca hastalığın tanısının 2003’de konması ile birlikte vakaların takibi için aynı yıl sürveyans sistemi kurulmuş ve bu sistem 2010 yılında daha da geliştirerek web tabanlı bilgi sistemini içeren bir ağ oluşturulmuştur. Bu sistem üzerinden bilgiler anlık olarak alınmakta ve paydaşlarla paylaşılmaktadır. Ülkemizin coğrafi ve iklim yapısı, hastalığın bulaşmasında birinci de- recede etkin rol oynayan kenelerin yaşamaları için oldukça elverişlidir. Vakalar, kene popülasyonuna daha çok maruz kalan aktif çalışma yaşında ki özellikle tarım ve hayvancılıkla uğraşanlar arasında yoğunlaşmaktadır. Hastalık özellikle hayvancılığın yapıldığı bölgeler, kırsal yaşam alanları ve orman kenarı tarım arazilerinin bulunduğu yerler başta olmak üzere ülkemizin her yerinde rastlanabilecek durumdadır. Hastalık, her yıl Mart-Eylül ayları arasında görülmekle birlikte Haziran-Temmuz aylarında pik yapmaktadır. 2011 verilerine göre vakaların %83’ü kırsal kesimde yaşamakta olup %75’i hayvanlarla yakın temas içindedir. Kene tutunma öyküsü vakaların %70’inde tespit edilmiştir. Şehir merkezlerinde hastalık az görülmektedir ve bu vakaların da %72’sinde son iki hafta içinde kırsal alan ziyareti vardır. Hastalık bütün yaş gruplarında görülmekle birlikte vakaların yarısı 40-69 yaş aralığındadır ve %56’sı erkektir. Hastalığın KKKA olduğunun belirlenmesi üzerine Sağlık Bakanlığı bünyesinde KKKA Bilim Kurulu oluşturularak hastalıkla ilgili alınması gereken önlemler ve bundan sonra yapılacak çalışmalar ile ilgili çalışmalar belirlenmiştir. Ankara’da konunun uzmanlarının katılımıyla bir sempozyum düzenlenerek hastalık hakkında il yöneticilerine ve sağlık çalışanlarına bilgilendirme yapıldı. 2004 yılında bu bilgiler güncellenerek sağlık çalışanlarına yönelik kitapçık bastırıldı ve sağlık çalışanlarına ulaştırıldı. KKKA ile ilgili sağlık çalışanlarının bilgilendirilmesi ve eğitimlerinde süreklilik sağlanması amacıyla her yıl güncel bilgiler ışığında eğitim ve değerlen- dirme toplantıları düzenlendi. 2004 yılında ayrıca, 22 ilde görev yapan Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanları, bulaşıcı hastalıklardan sorumlu müdür yardımcıları, bulaşıcı hastalıklar şube müdürleri ve İl Tarım Müdürlükleri Hayvan Sağlığı Şube Müdürlerinin katıldığı eğitim ve bilgilendirme toplantısı düzenlendi. 2012’ye geldiğimizde, Bakanlığımız KKKA’da destek tedavisinin ön planda olması, hastalıkta korunmada etkili bir aşının henüz olmaması sebebiyle KKKA’nın önlenmesinde belirlediği stratejileri daha çok vatandaşlarımızı uyararak korunma yollarının artırılması yönünde yoğunlaştırmıştır. Bakanlığımızın belirlediği başlıca stratejiler; • Kene popülasyonunun kabul edilebilir bir seviyeye indirilmesi • Eğitim çalışmalarının (halk, okul, sağlık personeli) sürekli olarak yapılması • Vakaların erken teşhisi, takibi ve destek tedavisinin sağlanması • Standart enfeksiyon kontrol önlemlerinin uygulanması ve uygulamanın sağlanmasıdır. Bu stratejik planın temelini sektörler arasında oluşturulacak işbirliği yatmaktadır. Kene popülasyonunun kabul edilebilir seviyeye indirilmesi amacıyla hastalık riskinin bulunduğu yerlerde Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından yürütülen çiftlik hayvanlarının ilaçlanması çalışmalarına Bakanlığımız destek vermektedir. Bu kapsamda 200 bin litre ektoparaziter ilaç temin edilerek Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na teslim edilmiştir. Stratejik planın eğitim bölümünde grupta sağlık çalışanları, il yöneti- cileri, toplum liderleri ve riskli bölgede yaşayan tüm vatandaşlarımız yer almaktadır. Eğitimlerimizde de işbirliği halinde olduğumuz Milli Eğitim Bakanlığı, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı ile yürütülmekle birlikte eğitim programları ve eğitimlerin verilmesi bizzat Sağlık Bakanlığı personeli tarafından uygulanmaktadır. Bakanlığımızca hastalığın yoğun olarak görüldüğü bölgelerde 2012 yılında KKKA açısından 1., 2., 3. öncelikli bölgeler belirlenerek eğitim çalışmalarına ağırlık verilmiştir. 2012 yılında, yürütülen eğitimlerde kullanılmak üzere hastalığın birinci öncelikli olduğu yerleşim yerlerindeki 7 yaş üstü kişilere içinde kene kartı, eldiven ve el broşürünün bulunduğu “KKKA Eğitim ve Korunma Seti” dağıtılmaya başlanmıştır. Yine bu kapsamda afiş ve broşür gibi eğitim materyalleri 2012 yılında güncellenerek dağıtımı sağlanmaktadır. Hastalık ile mücadelede en önemli tedbir insan-kene temasının en aza indirilmesidir. Bu amaçla halka verilen eğitimler daha çok kene ile temasın azaltılması yönüne yoğunlaşmaktadır. 53 Kırsal kesimde hastalığın sıklıkla görüldüğü yerlerde halk; hayvanların üzerinde ki keneleri ve kendi üzerlerinde buldukları keneleri çıplak elle çıkarmaktadır. Halkta bilinç düzeyini artırmak için dağıtılan “Kene Eğitim ve Korunma Seti”nde bir çift eldiven verilmektedir. Verilen yüz yüze eğitimlerde, Bakanlığımız tarafından hazırlanan afiş ve broşürlerde keneye çıplak elle dokunulmamasının önemine vurgu yapılmaktadır. Ayrıca kırsal kesim ziyaretinden sonra veya tarlada, bağda, bahçede çalışma sonrasında mutlaka vücutta günlük kene 54 kontrolünün yapılması gereği vurgulanmaktadır. 2012 yılında ayrıca, “Kene Tutunması İle Gelen Kişilere Yaklaşım” ve “KKKA Vaka Yönetimi” algoritmaları güncellenerek uygulanmak üzere sağlık çalışanlarına ulaştırılmıştır. Bu yolla tüm Türkiye’de vakaya yaklaşım standardize edilmiştir. Ayrıca, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi vakalarının 3. basamak sağlık kuruluşlarında takip edilmesi gerektiğinde sevk edilecekleri merkezler belirlenmiştir. 2012 için hedeflerimiz; “Tedbiri el- den bırakma; Keneyi hafife alma” sloganımızla hastalık için risk altındaki tüm halkımıza ulaşmak, hastalıktan korunmak için farkındalığın artırılmasına yönelik eğitim çalışmalara büyük bir ivme ile devam etmek ve tanı alan hastalarımıza ülke genelinde standart yaklaşım ile en üst düzeyde tedavi vermek suretiyle vaka sayısını ve hastalık nedeniyle olabilecek kayıplarımızı azaltmak olarak belirlenmiştir. Bu hedeflere ulaşma konusunda tüm sağlık personelimiz sahada azami gayreti göstermektedir. Kırım Kongo Kanamalı Ateşi Prof. Dr. Hürrem BODUR Ankara Numune E.A. Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Kliniği Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA), ateş ve kanamalar ile seyreden, ölüme yol açabilen viral bir enfeksiyon hastalığıdır. İlk kez 1944 yılında Kırım’da tanımlanmıştır. Günümüzde Asya, Afrika ve Güneydoğu Avrupa’da birçok ülkede görülmeye devam etmektedir. Ülkemizde hastalık ilk kez 2002 yılında Tokat ve çevresindeki salgınla dikkati çekmiştir. Karadeniz Bölgesinin güneyi ile İç ve Doğu Anadolu Bölgelerinin kuzey kesimleri KKKA’nın sık görüldüğü coğrafi alanlardır. KKKA ülkemizde bahar ve yaz aylarında etkeni bulaştıran kenelerin aktif olduğu dönemlerde görülmektedir. Hastalığın etkeni bir virüstür. Virüs dış ortama dayanıksızdır. Isıya, ultraviyole ışınları, çamaşır suyu ve dezenfektanlara oldukça duyarlıdır. 56 KKKA esas olarak Hyalomma cinsi keneler ile insanlara bulaşır. Keneler hem virüs için kaynak, hem de virüsün taşınmasında ve bulaşmasında önemli bir aracıdır. Virüs, keneler aracılığı ile sığır, domuz ve tavşan gibi evcil ve yabani hayvanları da enfekte etmesine rağmen, hastalık bu hayvanlarda sessiz seyreder. İnsanlar hastalığın klinik belirti verdiği yegane canlı grubudur. KKKA maruziyetle ilişkili olarak genellikle enfeksiyonun yaygın olduğu bölgelerde kırsal alanda yaşayanlarda görülmektedir. Bunun yanında çobanlar, kasaplar, mezbaha çalışanları, kamp yapanlar, veterinerler ve sağlık personeli de KKKA açısından riskli grubu oluştururlar. Etkenin insanlara bulaşmasında en önemli yol kene tutunmasıdır. Ayrıca kenenin çıplak elle ezilmesi, patlatılması, kanında virüsü taşıyan hayvanların ya da insanların enfekte doku veya kanı ile mukoza veya bütünlüğü bozulmuş deri teması ile de hastalık bulaşabilmektedir. KKKA insanlarda belirtisiz enfeksiyondan şiddetli kanamalara ve ölüme kadar değişen spektrumda hastalık tablosuna neden olabilir. Hastalık, virüs vücuda girdikten 2-13 gün sonra ani başlayan yüksek ateş, baş ağrısı, halsizlik, iştahsızlık, eklem ve kas ağrıları şeklinde belirtilere neden olur. Karın ağrısı, bulantı, kusma, iştahsızlık, ishal ve bazen şuur değişikliği tabloya eşlik edebilir. Genel olarak klinik tablo hafif olmakla birlikte hastaların az bir kısmında kanama ve ağır klinik bulgular görülebilir. Bunlar diş eti ve burun kanamaları, cilt kanamaları, mide-barsak kanamaları, idrar yolu kanamaları, akciğer ve beyin kanamalarıdır. Ağır seyreden olgularda ve hastalığın son döneminde bilinç değişikliği, huzursuzluk ve uykuya eğilim gibi sinir sitemine ait fonksiyon bozuklukları görülebilir. Hastalığın ağır ya da hafif seyretmesi, alınan virüs miktarına, kişinin vücut direncine ve genetik farklılıklara göre değişir. Ölüm genellikle hastalığın ikinci haftasında görülmekte olup başlıca nedenleri kanamalar, organ yetmezlikleri ve şoktur. Ölüm oranı %3-30 arasında değişmekle birlikte, ülkemizde %5 civarındadır. Hastalar genellikle iki haftada sekelsiz iyileşirler, kronikleşme görülmez. Hastalığı geçirenler ömür boyu bağışıklık kazanırlar ve tekrar aynı hastalığa yakalanmazlar. Kırım Kongo Kanamalı Ateşi seyrinde laboratuvar olarak görülen ve sıklıkla hastaların ölümüne de neden olan trombosit sayısının düşmesi ve pıhtılaşma bozukluklarıdır. Bunun dışında karaciğer, böbrek fonksiyonları bozulabilir, kas enzimleri yükselir. Hastalığın tanısı akut hastalık veya iyileşme döneminde alınan kan incelemesi ile konulur. Hastalığın tedavisi destek tedavisidir. Destek tedavisinde, sıvı ve elektrolit desteğinin sağlanması, gerekli olduğu durumlarda kan ve kan ürünleri verilmesi önemlidir. Solunum yetmezliği durumunda yoğun bakım desteği, böbrek yetmezliği geliştiğinde ise hemodiyaliz uygulanması gerekebilir. Ayrıca kanamalarını önlemek için koruyucu tedavi verilmektedir. KKKA tedavisinde etkili olduğu kanıtlanmış antiviral bir ilaç yoktur. Bunun yanında, hastalığı geçirmiş ve iyileşmiş kişilerin kanlarından elde edilen koruyucu antikorların hasta kişilere verilmesi ile tedavide başarılı sonuçların elde edildiği çalışmalar bildirilmiştir. Sonuçlar ümit verici olmakla birlikte üzerinde daha fazla çalışma yapılması gerekmektedir. Hastalıktan korunmada en önemli faktör virüs ile teması önleyerek hastalığın bulaşmasını engellemektir. Kene ile mücadele hastalıktan korunmanın en önemli ayaklarından birini oluşturmaktadır. Evcil hayvanlar kene tutunmasına karşı uygun ilaçla, zamanında ve yeterli sayıda ilaçlanmalıdır. Hastalığın görüldüğü bölgelerde yaşayanlar hastalık ve bulaşma yolları konusunda bilgilendirilmelidir. Hastalığın görüldüğü bahar ve yaz aylarında mümkün olduğunca kenelerin bulunduğu kırsal alanlarda bulunmaktan kaçınılmalıdır. Zorunlu olarak bölgede yaşayan ve tarlasında, bahçesinde çalışmak zorunda olanlar, çıplak ayak ve kısa giysiler giymemeli, uzun ve açık renkli giysiler tercih edilmeli, pantolon paçalarını çoraplarının içine sokmalı ve dönüşte vücutta kene kontrolü yapılmalıdır. Kenenin erken çıkarılması hastalığın seyrinde oldukça önemlidir. Kene tutunması fark edildiğinde zaman kaybetmeden eldiven giyilerek veya temiz bir peçete ile tutularak veya varsa pens gibi ucu sivri olmayan bir alet ile kene derhal çıkarılmalıdır. Kene ezilmemeli, çıplak el ile keneye dokunulmamalı, tutunmuş kene üzerine alkol gibi herhangi bir kimyasal madde dökülmemeli, ateşle keneyi yakmak gibi fiziksel bir işlem uygulanmamalıdır. Kene çıkarıldıktan sonra bölge su ve sabunla yıkanmalı varsa tentürdiyot veya alkol gibi bir antiseptik madde ile silinmelidir. Kişi 10 gün boyunca hastalığın belirtileri (ateş, halsizlik, yaygın vücut ağrısı vb.) yönünden takip edilmelidir. Şikayeti olanlar vakit kaybetmeden en yakın sağlık kuruluşuna başvurmalıdır. Akut hastalık döneminde hastanın kan, doku ve diğer vücut sıvıları bulaştırıcı olduğundan hasta yakınları ve hastaya bakım veren sağlık personeli gerekli koruyucu önlemleri almalıdır. Hastalara ait kan ve vücut sıvıları ile korunmasız temastan kaçınılmalıdır. Ağız ve burundan kanaması olan hastalardan öksürük ve aksırık yolu ile bulaşma olabileceğinden, bu kişilerin yanında bulunanlar maske ve gözlük takmalıdır. Hasta kişilerin kullandığı malzemeler ve tuvaletler çamaşır suyu ile temizlenmelidir. Hastalara ait kan ve vücut sıvıları ile deri ve mukozalardan temas olduğunda ise deri su ve sabunla, mukozal bölge ise bol su ile yıkanmalı ve bir sağlık kuruluşuna başvurulmalıdır. 57 KKKA ve Keneler Prof. Dr. Zati VATANSEVER Kafkas Üniversitesi Veteriner Fakültesi K eneler, zorunlu kan emici dış parazitler olup örümceklerle aynı sınıfta yer alan eklem bacaklılardır. Vücutları tek parça olup yavruları 6, erişkinleri ise 8 bacaklıdır. Dünyada bilinen 907 kene türü vardır. Özellikle Ixodidae (sert keneler ve mera keneleri)) ailesinde yer alan keneler hastalık bulaştırmaları açısından önemlidir. Ülkemizde, gerek iklim ve coğrafik yapı, gerekse mera hayvancılığının yaygın olması nedeniyle hayvanlarda yoğun olarak kene tutunmalarına ve buna bağlı hastalıklara rastlanmaktadır. Ixodidae ailesindeki keneler mevsimsel aktivite göstermekte olup halk arasında sert kene, mera kenesi, sakırga, yavsı, kerni ve kuru budak gibi isimlerle de bilinmektedir. Bunlar, yumurtayı takip eden gelişmeleri boyunca 3 değişik şekilde bulu- 58 nurlar: larva, nimf ve erişkin (cinsel olgunluğa erişmiş erkek ve dişiler). Yaşam döngüleri boyunca biri larvadan nimfe, diğeri de nimften erişkine geçişte olmak üzere, iki defa gömlek değiştirirler. Bu kenelerin, gömlek değiştirmeden önce mutlaka kan emip doymaları gerekmektedir. Ixodidae ailesindeki keneler bir, iki veya üç konaklı özellik gösterir. Her gelişme döneminde sadece bir defa kan emerler. Kan emme süresi larvada 3-4 gün kadar kısa olabilirken, erişkinlerde 15 günü bulabilmektedir. Bu süre içinde konaklarına ağız organelleri ile sıkıca tutunmuş olarak bulunurlar . Erişkin keneler kan emme sırasında çiftleşirler. Bu ailede yer alan dişi keneler, özel yapılarından dolayı fazla miktarda kan emebilmekte ve yaklaşık 100 kat ağırlık kazanabilmektedirler. Erişkin keneler kan emip doyduktan sonra konağı bırakıp yere düşer, dişiler yumurtlar ve ölürler. Farklı gelişme dönemlerinde değişik konaklardan kan emebilme özelliği, kenelerin hastalık nakillerindeki önemlerini daha da arttırmaktadır. Larva ve/veya nimf döneminde hastalık taşıyıcısı konaklardan kan emen keneler, bu etkenleri bir son- raki dönemlerine geçirebilir. Aynı şekilde, bazı hastalık etkenleri dişi kenelerden yumurtalarına ve dolayısıyla yeni nesil larvalara geçer. Bu geçiş yolları doğal hastalık odaklarının devamlılığının sağlanmasında etkilidir. Günümüzde kabul edilen 907 kene türünün yaklaşık %10’u, insan ve hayvanlara 200 kadar hastalığın bulaştırılması ile ilgilidir. Bunlardan 28 tür doğrudan insan hastalıkları ile ilişkilidir. KKKA kenelerle bulaşan viral hastalıklar içinde en geniş yayılma alanına sahip olup Afrika, Asya, Balkanlar, Ukrayna, Güney Rusya ve Ortadoğu’da 30’dan fazla ülkeyi etkilemektedir. Hastalığın Türkiye’de varlığı konusunda hiç bir bilgi yokken, 2002 yılında aniden farkına varılan ve hızla yayılış gösteren bir salgın halinde ortaya çıkmıştır. Bu güne kadar (20022011), ağırlıklı olarak Tokat, Sivas, Çorum, Yozgat, Çankırı, Kastamonu, Karabük, Gümüşhane, Giresun ve Erzurum’dan olmak üzere, 300 ilçeye bağlı 2200 kadar kırsal yerleşim biriminden 6392 olgu kaydedilmiş olup, bunların 322’si ölümle sonuçlanmıştır. Hastalık ülkemizle sınırlı olmayıp, özellikle Rusya’nın Kuzey Kafkasya bölgesinde yaygın olarak görülmektedir. Yine aynı şekilde Yunanistan, Bulgaristan, Arnavutluk ve Kosova’dan da az sayıda bildirimler vardır. Hastalık, insanlara kenelerin kan emmesi sırasında bulaşmaktadır. Bunun dışında hayvanlar üzerinde bulunan kenelerin el ile ezilmesi, taze kesilmiş taşıyıcı hayvanların vücut sıvıları ve dokuları ile temas ve hasta insanların vücut sıvıları ile temas sonucu da bulaşma olabilmektedir. Keneler hastalığın doğadaki esas taşıyıcısı ve saklayıcısı olarak bilinirler. Evcil ve yabani hayvanlar virüsü ancak 7-10 gün kadar barındırabilmelerine karşın, virüs kenelerde ömür boyu (1-1.5 yıl), hatta nesiller boyu kalmakta ve çoğalabilmektedir. Hastalığın dünyadaki yayılışı Hyalomma soyundaki kenelerin yayılışı ile sınırlıdır. Balkan’lar, Kırım ve Kafkas’larda olduğu gibi, Anadolu’da da insanlara bulaştırılması ile ilişkili tek kene türü şimdilik Hyalomma marginatum olarak göze çarpmaktadır. Bunun yanında virüsün doğadaki döngüsünde başka kenelerin rolü de olabilir. Bölgemizde Kırım-Kongo kanamalı ateşi virüsünün ana taşıyıcısı olan Hyalomma marginatum yaban hayatı ile çok yakından ilişkili olup, bozkır ikliminin diğer iklim kuşakları ile kesiştiği bölgelerde, özellikle de kuru taban örtüsüne sahip bodur ormanların (meşe ve ardıç) bulunduğu parçalı arazi yapısına sahip alanlarda yayılış gösterir. Hyalomma marginatum iki konaklı bir yaşam döngüsüne sahiptir. Larva ve nimf evreleri, beslenmek için küçük yabani hayvanlar (özellikle tavşan ve kirpi) ile yerden beslenen kuşları (karga, keklik, sığırcık, hindi vs.) tercih etmektedirler. Larvadan nimfe dönüşüm aşaması (gömlek değiştirme) bu konaklar üzerinde gerçekleşir. Bu hayvanlardan 14-26 gün boyunca kan emip beslenirler ve doymuş nimf olarak yere düşerler. Yere düşen nimfler, çevre şartlarına bağlı olarak 4 ile 20 gün arasında bir sürede gömlek değiştirerek aç erişkin haline gelmektedirler. Bu dönem, genellikle sonbahara isabet ettiğinden keneler konak aramak yerine doğada kışı geçirebilecekleri bir yere saklanırlar. Kışın geçişini takiben, ertesi yılın ilkbaharında aktif hale gelirler. Söz konusu bu erişkin keneler, diğer bazı kenelerin aksine otlara tırmanıp konak bekleme yerine, toprakta veya bodur bitkiler altında gizlenmiş halde etraflarından kan emebilecekleri bir büyük konağın (domuz vb. gibi yabani hayvanlar ile sığır, koyun, at gibi evcil hayvanlar ve insan) geçmesini beklerler. Hayvanların yaydığı titreşimler, ısı ve kokular kenenin konağını hissetmesini ve ona yönelmesini sağlar. Çevrede bir konağın varlığını hissetmedikleri takdirde, aylarca saklandıkları yerde bekleyebilirler. Uygun konağı bulup tutunan erişkin keneler, bu konaklarından 9-14 gün boyunca kan emer ve bu sırada çiftleşirler. Doyan dişi keneler toprağa düşer ve kendilerine yumurtlamak için uygun bir yer bulup sayısı 7000’e kadar varan yumurta bırakıp ölürler. Hyalomma marginatum’un yaşam döngüsü, konak hayvan bulabilmesi ve mevsime bağlı olarak 4 ay ile 1,5 yıl arasında değişen bir sürede tamamlanır. Örneğin, sonbaharda virus taşıyan bir tavşandan kan emdikten sonra doymuş nimf halinde yere düşen bir kene gömlek değiştirip aç erişkin olduktan sonra kışı geçirebileceği uygun bir korunağa girer. Takip eden yıl havaların ısınmasıyla keneler aktif hale gelip, biyolojik döngülerine buradan devam ederler. Bu durum, hastalığın bir yıldan diğer yıla geçişini sağlayan en önemli unsurlardandır. Hastalığın bulaşma yolları ne olursa olsun, yayılışında keneler ve bunların konaklarının büyük önemi vardır. Balkanlar, Ukrayna ve Güney Rusya’da ortaya çıkan KKKA salgınları her zaman ekolojik yenilenme sonucunda (savaş, tarımsal aktivitelerde köklü değişimler vs.) yaban hayvanı ve kene sayısındaki artışına bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Ülkemizde hastalığın bu denli geniş boyutlarda ortaya çıkmasını tetikleyen nedenler henüz tam anlamı ile ortaya konulmamış olsa da, son yıllarda yapılan araştırmalar umut verici düzeydedir. 59 KKKA’nin Önlenmesinde Kenelerle Mücadele ve Korunma Yolları bırakmayan ve kolay uygulanabilir olmasına dikkat edilmelidir. 1. Kenelerle Mücadele Günümüzde, kenelerin tamamen ortadan kaldırılmasının olanaksız olduğu kabul edilmektedir. Bu nedenle izlenen temel strateji, ekolojik dengeleri bozmadan ve hayvan ile insan sağlığına zarar vermeden, artan kene sayısının kabul edilebilir sınırlara indirilmesi yönündedir. Söz konusu olan, insan sağlığını etkileyen bir salgın olduğundan, kene sayısını hızla azaltabilecek önlemlerin acilen alınması gerekmektedir. Her ne kadar kenelerle mücadelede hayvan ve çevre ilaçlaması, çevre düzenlemesi, konak hayvanların azaltılması, biyolojik mücadele ve kene aşılarının kullanılması gibi bir çok klasik yöntemden bahsedilse de, söz konusu olan Hyalomma marginatum ve KKKA olduğunda, kenenin özel biyolojisinden dolayı bunlardan çoğu etkisizdir. Hatta keklik veya beç tavuğu bırakılması, kısır kene kullanılması, çevre ilaçlaması gibi uygulamalar yarardan çok zarar getirecek niteliktedir. 2. Kenelerden Korunma Yolları Dünya’nın her yerinde kenelerle bulaşan hastalıklardan korunmanın temelinde insan-kene temasını kesmek yatmaktadır. Bunun en etkili yolu da kişisel korunmadır. Bu da, kenelerin biyo-ekolojik özelliklerinin iyi bilinmesini gerektirmektedir. Örneğin, insanların gereksiz yere paniğe kapılmasına yol açan bazı yanlış düşüncelerin ve bilgilerin aksine, keneler uçmaz, sıçramaz, havadan düşmez veya tutundukları bir konağı bırakıp başka bir konak üzerine gitmezler. İnsanların dikkat etmesi gereken iki önemli konu vardır. Birincisi, doğada bulunan ve konak arayan erişkin aç kenelerin insanları bulup tutunmasını engelleyecek önlemleri içermektedir . Bunlar şöyle sıralanabilir: • Kenelerin bulunabileceği alanlardan uzak durmak veya dikkatli olmak. Tavşan, kirpi ve yerden beslenen kuşların dolaştığı alanlarda potansiyel olarak aç erişkin kenelerle karşılaşma riski vardır. Hyalomma marginatum genellikle yaban hayvanınca zengin bodur meşelik ormanlar ile kaplı, kurak veya yarı kurak bozkır geçiş alanlarında bulunur . Parçalı arazi yapısının (orman içi tarım arazileri ve açıklıklar, orman kenarındaki tarım arazileri) gözlendiği alanlar, yüksek oranda kene-insan temasının yaşandığı, KKKA açısından en riskli yerlerdir. • Riskli alanlarda bulunulan zamanlarda, kenelerin elbiselerin altına girebileceği muhtemel açıklıkları kapatmak çok önemlidir. Örneğin, uzun kollu kapalı elbiseler giymek ve pantolon paçalarını çorapların içine sokmak, basit görünse de, hayli etkili bir önlemdir. Elbiselerin açık renkte Çiftlik hayvanları, keneler için iyi birer çoğaltıcı konak olduğundan, kene sayısının artışına katkıda bulunmaktadırlar. Bu nedenle, günümüz şartlarında en uygun acil eylem yollarından biri, evcil hayvanları ilkbahardan sonbahara kadar periyodik olarak ilaçlayarak kene tutunmalarını azaltmaktı. Böylece dişi kenelerin kan emerek yumurtlamasını engellenmiş ve takip eden yıldaki kene sayısı azaltılmış olacaktır. .Uygulamanın başarılı olabilmesi için hayvan ilaçlamalarının risk altındaki her yerde eşzamanlı ve periyodik olarak yapılması gerekmektedir. Çiftlik hayvanlarında kullanılacak ilaçların , et ve sütte kalıntı 60 olması, gelen kenelerin kolayca görülmesini sağlar. • Yine riskli alanlarda bulunulması durumunda, her 1-2 saatte bir vücudu kene yönünden gözden geçirmek, akşamları eve gelindiğinde vücudu tamamen muayene etmek, kenelerin henüz hastalık etkenini vermeye başlamadan bulunması ve uzaklaştırılması bakımından çok önemlidir. Kırsal bölgede yaşayan ve günde bir kaç defa kene tutunma riski ile karşı karşıya olan insanlarımız, özellikle akşamları eve geldiklerinde soyunup, kene yönünden genel vücut kontrolü yapmayı bir alışkanlık haline getirirse, KKKA hastalığının görülme sıklığı çok büyük oranda azalacaktır. İkinci kritik nokta ise, evcil hayvanlar üzerinde bulunan keneleri çıplak el ile koparıp ezmekten kaçınmaktır. Aslında hayvanlar üzerinde bulunan kenelerin bu konağı bırakıp insana gelmesi söz konusu değildir; ancak, özellikle kırsal alanda yaşayan vatandaşlarımız sağım, tımar veya kırkım sırasında hayvanlar üzerinde bulunan keneleri elle koparıp ezme eğilimindedirler. Bu durumda, eğer kenede virüs varsa eldeki çatlaklardan insana bulaşabilmektedir. Bu nedenle, hayvanların üzerindeki keneler kesinlikle elle toplanmamalı, hayvanların uygun ilaçlarla ilaçlanması tercih edilmelidir. Kent merkezlerinde kenelerle ilgili gereksiz boyutlarda bir panik yaşanırken, kırsal kesimde bunun tam aksine çok duyarsız kalınmaktadır. Kırsal kesimde yaşayan insanlarımıza keneden korunma yollarını bir yaşam tarzı olarak kabul ettirip, kene-insan temasını kestiğimizde, insanlardaki hastalık da ortadan kalkacaktır. Bu durumda kenelerle birlikte yaşamayı öğrenmek ve bu doğrultuda hareket etmek gerekir. 61 GÜVENE DAYALI İŞBİRLİĞİ POLİTİKASIYLA ASTRAZENECA SEKTÖRDE LİDERLİĞİ HEDEFLİYOR Dr. Pelin ERİSTİREN İNCESU AstraZeneca Türkiye Pazar Erişim Direktörü A straZeneca tüm dünyada, hastaların daha sağlıklı ve kaliteli bir yaşam sürmelerini sağlayacak etkin, inovatif, yan etkileri az, hasta uyumu yüksek ürünler geliştirmektedir. Bilim ve hasta merkezli faaliyetlere odaklanan yeni çalışma şekli; “AstraZeneca Güvene Dayalı İşbirliği Politikasını” global ölçekte duyuran AstraZeneca, ilaç sektörün- 62 de küresel çapta kabul gören ve uygulanan iş yapış yöntemlerine farklı bir bakış açısı kazandırıyor. AstraZeneca sektör itibarını önemseyen Güvene Dayalı İşbirliği Politikasıyla, tüm paydaşları ile yürütmekte olduğu; etik, dürüst, şeffaf, güvenilir ilişkilerini korumayı ve daha da geliştirmeyi hedeflemektedir. Dünyanın önde gelen biyofarmasötik ilaç şirketlerinden biri olan ve yaşama değer katmak vizyonu ile midebağırsak, kalp-damar, merkezi sinir sistemi, göğüs hastalıkları, onkoloji, enfeksiyon ve diyabet gibi terapötik alanlarda çalışmalarını yoğunlaştıran AstraZeneca, küresel çapta biyolojik ürün hattını zenginleştirerek biyoteknoloji alanında liderliği hedefle- mektedir. Farklı görüşlere açık olma ve sadece bilimsel değerlere paralel olarak iş geliştirme, AstraZeneca’yı kendi alanında farklılaştırmaktadır. Türkiye daha kuvvetli bir merkez olacak İlaç tüketiminde Türkiye, dünyanın en büyük 13’ncü pazarı. Türkiye’deki üniversite ağı ve genç nüfus dikkate alındığında ilaç sektörü açısından bu durum avantaj olarak nitelendirilebilir. Sağlık sektörünün hızla geliştiği göz önüne alındığında, AstraZeneca, Türkiye’de ilaç sektörü açısından öncü olmayı hedeflemektedir. Türk hekimleri ile çok sayıda klinik araştırma ve gözlemsel çalışma gerçekleştiren AstraZeneca, son 10 yıl içinde Türkiye’de Ar-Ge alanında 30 milyon Dolar yatırım yapmıştır. AstraZeneca Türkiye, otoriteler ve araştırmacıların desteği ile diğer ülkeler ile rekabet ederek Türkiye’yi ArGe alanında daha kuvvetli bir merkez haline getirmek konusunda çalışmaktadır. Böylece Türkiye’ye medikal bilgi ve kaynak transferi artacaktır. Bu bağlamda AstraZeneca Türkiye, son yıllarda katıldığı çok merkezli ve yüksek hasta sayılı global Ar-Ge çalışmaları ve gözlemsel çalışmalarda, Türkiye’nin çalışmaya katılan diğer ülkelere oranla daha başarılı olduğunu gözlemlemektedir. Bu pozitif gelişmeler, Türkiye’nin klinik araştırmalar konusunda kuvvetini daha da arttıracaktır. Dünyada ilaç endüstrisinin ArGe’ye ayırdığı yatırım miktarı yaklaşık 65 milyar Dolar’dır. Bu rakamın yaklaşık yüzde 60’ını araştırma faaliyetleri için harcanırken yüzde 40’ı klinik araştırmaları kapsamaktadır. Türkiye ilaç pazarı dünyadaki toplam ilaç pazarının yaklaşık yüzde 1’ini temsil ederken dünyadaki klinik araştırma yatırımının sadece binde 1’ine ev sahipliği yapmaktadır. Yılda 30-35 milyon Dolar Ar-Ge çalışması yapılan Türk İlaç Endüstrisi, ekonomik boyutuna göre her yıl 1 milyar Dolar yatırım çekebilecek bir ölçeğe sahiptir. Hayat kurtaran eğitim 42 bin çocuğa ulaştı Yaşamın her alanında küresel anlamda değişen şartlar, sağlık konusunda insan odaklı bir yaklaşımı beraberinde getirmektedir. AstraZeneca, sağlığın bu birleştirici rolü üzerine belirlediği alanlarda kurumsal sosyal sorumluluk projeleri yürütmektedir. Toplumun ihtiyaçlarına göre şekillendirilen bu projelerin en önemlisi “İlk Yardıma İlk Adım” programıdır. Sağlık ve eğitim alanında Türkiye’nin en uzun dönemli kurumsal sosyal sorumluluk projelerinden biri olan “İlk Yardıma İlk Adım” Türkiye’nin dört bir yanına ulaşarak Yatılı İlköğretim Bölge Okulu öğrencilerine ilk yardım eğitimi vermektedir. AstraZeneca, Milli Eğitim Bakanlığı ve TOÇEV işbirliğiyle başlayan ve kesintisiz olarak 5 yıldır devam eden proje, şu ana kadar 79 ilde, 233 Yatılı İlköğretim Bölge Okulu’na (YİBO) ulaşmıştır. Bugüne kadar yaklaşık 42 bin öğrenciye ulaşan proje, 2011 yılında PR alanında en saygın yayınlardan biri olan PR News Onur ödülünü aldı. Programı, yine 2011 yılında, uluslararası alanda büyük bir prestije sahip Hindistan İşadamları Birliği’nin her yıl verdiği Golden Peacock ödüllerinin de genel birincisi seçildi. Son olarak Eczacı Dergisi tarafından düzenlenen Altın Havan 2011 ödülüne ve iletişim alanında Avrupa’nın en prestijli ödülü olan Avrupa Mükemmellik Ödülü’nü (The European Excellence Awards) de alan İlk Yardıma İlk Adım programı bu alandaki başarısını hem ulusal alanda hem de uluslararası alanda bir kez daha taçlandırmış oldu. 63 Sezaryen v e Küretaj Prof. Dr. M. Hakan ŞATIROĞLU Sezaryen Sezaryen, apandisit, fıtık hatta kanser ve kalb ameliyatları gibi, ancak ihtiyaç olduğunda gerçekleştirilen bir “tıbbi operasyondur”. Doğum herhangi bir gerekçe yoksa normal yoldan olmalıdır. Vajinal doğum gebeliklerin % 7580’inde rahat bir şekilde gerçekleşir. Normal doğum esnasında ağrının azaltılması amacı ile damardan ağrı kesiciler uygulanabileceği gibi epidural anaestezi de yapılabilir. Epidural anestezi ile yapılan doğumlarda anne çok az ağrı hisseder. Ancak epidural anestezi annenin ıkınma hissini azaltacağından bebeğin başının çıkarılması için forseps veya vakum gibi yardımcı yöntemlere gereksinim artabilir. Sezaryen ise aşağıdaki sayılan nedenlerin bir ya da birkaçının olması durumunda yapılmalıdır. Planlanan her doğumun normal olarak bitmesi mümkün olmayabilir. Doğum süreci içinde bazı endikasyonlar ile sezaryen yapmak gerekebilir. Sezaryen nedenleri olarak; • Kemik çatının (pelvisin) çok dar olması, 64 • Doğumsal kalça çıkığı mevcudiyeti, • Herpes virüs enfeksiyonu • Bazı sistemik hastalıklar sayılabilir. • Annenin leğen kemiği ve bebeğin başı arasındaki uyumsuzluk (sefalopelvik disproporsiyon), • Doğum ağrılarının etkin olmasına rağmen bebek başının inmemesi (ilerlemeyen eylem-ağrı zaafı), • Fetal distress diye adlandırılan ve bebeğe az kan ve oksijen gitmesi, • Bebeğin baş gelişi dışındaki diğer vücut bölgeleri ile gelmesi (makat gelişi ve yan duruşlar), • Plasentanın bebeğin çıkacağı rahim ağzını kapatması (plasenta previa), • Plasentanın erken ayrılması (plasental ablasyon) • Obesitenin arması, • Kadın kalça yapısının gideren daha dar hale gelmesi • Bebek ağırlıklarının arması • Malpraktis korkusu • Daha önce sezaryen ile doğum yapmış olmak mutlak olmasa bile bir sezaryen endikasyonu sayılmaktadır. Sezaryen sonrası normal doğum da olabilir. Ancak rahimin doğum ağrıları başlamadan veya doğum ağrıları sırasında rahimde yırtılma riski vardır. Bu nedenle sezaryen sonrası normal doğum düşünen kadınlarda çok dikkatli bir takip gerekir. DSÖ sezaryen oranı çok düşük olan ülkelerde anne ölümlerinin çok yüksek olduğunu bildirmektedir. DSÖ 2010 raporunda, Türkiyenin sezaryen oranı % 21.2 ve “gereksiz sezaryen“ oranı % 1.3 olarak görülüyor. Bu oran Çin’de % 31.8, Brezilya’da % 15.4, ABD’de % 10.8, İran’da % 6, İtalya’da % 2, Almanya’da % 1.4 (bunların hepsi bizden yüksek). “DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ SEZARYEN ORANI İÇİN ÖNERDİĞİ % 15 TAVSİYESİNİ HAZİRAN 2010 DA GERİ ÇEKMİŞTİR. Resmi açıklamada “Uygun oranı belirlemek için elde deneye dayalı veri yok, en önemli olan şey ihtiyaç olduğunda hamile kadınlar bu hizmetten tereddütsüz yararlanmalıdır” demiştir. “Yetişmiş-kalifiye ebe” sayısının az olması doğum ve sezaryen oranlarını etkilemektedir. Her gebe kadın doğumunu en iyi şartlarda yapmak, bebeğini sağlıklı bir şekilde kucağına almak ister, bu hem devletin hem de her hekimin görevidir. Aileler, doğum sürecinin her döneminde güvende olmak ve doğumunu hekim kontrolundan yapmak, hekim de doğumun her evresinde gebenin başında olmak ister, ancak bu günümüz sağlık hizmetleri sisteminde pek mümkün olamamaktadır. Hekim, gerek kamu gerekse özel sektörde, zorunlu diğer görevleri (poliklinik, operasyonlar, girişimler, ders, seminer vs.) nedeniyle, 10-12 saat süren doğum sürecinin tümünde gebenin başında bulunamamaktadır. Bu durum gerek gebeyi ve gerekse özellikle “malpraktis” korkusu ile hekimi tedirgin etmekte ve doğum şeklini etkilemektedir. Oysa her gebenin tüm doğum sürecini yönetecek ve sürekli başında olacak sayıda yetismiş, doğum yetkisi olan tecrübeli “ebe”miz olsa ne kadınlarımız ne de hekimlerimiz doğumdan tedirgin olacaklardır. Tüm doğum sürecinde ebeler, yönetimi elbette hekim sorumluluğunda yapacak, hekim gerekli olduğunda sürece katılacaktır. Ülkemizde 5 binden fazla kadındoğum uzmanı vardır, ama ebe sayısı ne yazık ki olması gerekenin çok altındadır. Yetişmiş ebelerin doğum sürecini takibi, her gebeye – her doğuma bir ebe tahsis edilmesi gereklidir, bu tüm gelişmiş ülkelerde böyle uygulanmaktadır. Hekim doğumda ancak tecrübeli iyi yetişmiş ebelerin yapamadıkları girişimler için gerekli olacaktır. İngiltere bunun için çok iyi bir örnektir ve sezaryen oranları % 17’dir. Bilindiği üzere aile hekimlerinin bir görevi de gebe takibidir. Bu süreçte de aile hekimlerinin en büyük yardımcısı iyi yetişmiş ebe-hemşireler olmalıdır. Bu ebeler gerekirse gebenin doğumuna da katılarak takipte sürekliliği sağlayabilecekleri gibi, gebe için tanıdık bir yüz olarak gebenin anksiyetesini de azaltabilirler. Birleşmiş Milletler Nüfus Kurumu (UNFPA) şimdilerde tüm dünyada bir kampanya ile gençleri “ebelik eğitimine” davet etmektedir. Bu bizim ülkemiz içinde geçerli olmalıdır. Küretaj İnsanlar var oluşlarından bu yana üremeleri ile ilgili seçim hakkı peşinde koşmuşlardır. Hemen her inanç ve kültürde insan üreme işlevini kişisel olarak kontrol etmek üzere yollar aramış, yani “seçme ve kendi bedeni hakkında kara verme özgürlüğü” peşinde olmuştur. Üremenin temel olarak artmasının nedeni ya savaşlar, ya da ekonomik olmuştur. Teknolojinin bu kadar gelişmiş olmadığı dönemlerde “savaş makinesi”nin temel yapı taşı insandı ve ordular insan sayısı ile kuvvetli olurdu. Ekonomik nedenlerde de benzeri durum vardır. Çok değil henüz bu yüzyılın başında “üretimin” temel yapı taşı insandı. Aileler, toplumlar ve nihayetinde Ülkeler, toprağı işlemek, hayvancılık yapmak yani ekonomik kazanç için “kol gücüne” ihtiyaç duyuyordu, yani insan ancak bir üretim aracı gibi işlev görüyordu. İnsanlar teknoloji geliştikçe üretim araçları olmaktan çıktılar ve sadece “insan” oldukları için kıymetli olmaya başladılar. Zaten doğrusu da bu değil midir? Ekonomi insana hizmet etmelidir, insan ekonomiye değil. Küretaj gerektiğinde yapılacak, bilimsel kurallar içinde karar verilerek yasal yollarla kullanılabilecek bir tıbbi işlemdir, aile planlaması yöntemi değildir. 65 Aile Planlaması; “İsteyen çiflere istedikleri kadar ve istedikleri zaman çocuk sahibi olmalarına yardım edici yöntemler ve bunların kullanımı” demektir. Tavsiye edilen doğum aralığı 2-3 yıldır. Üreme Sağlığı; “Bireyin üreme sisteminin fiziksel, mental ve sosyal olarak tam bir iyilik halinde olması” demektir. Üreme Hakları; • Bireylerin sorumluluk bilinci içinde, sahip olmak istedikleri çocukların sayı, aralık ve zamanlaması konusunda özgürce karar vermeleri, • Bunları yapabilmeleri için de yasalara aykırı olmayan, etkili, ucuz ve güvenli metodlar hakkında bilgilendirilme, • Aile planlaması, gebelik ve doğum için yeterli sağlık hizmetine ulaşabilme, • Doyurucu ve güvenli bir cinsel sağlığa sahip olmak demektir. İnsan hakları manzumesi içinde yer alan “üreme hakları”, insanların, çocuk sahibi olmak ya da olmamak gibi konularda özellikle kadınlara “bilgi edinme, özgürce karar verme ve bu hizmetler ulaşma” hakkı vermektedir ve bu hali hazırdaki Anayasamızın 41. maddesinde de yer almaktadır. (Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Üçüncü Bölüm: Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler I. Ailenin korunması Madde 41: Aile, Türk toplumunun temelidir. Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlaması öğretimi ile uygulamasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilatı kurar). Modern “aile planlaması yöntemleri” ihtiyacı karşılandığında tüm dünyada olduğu gibi, planlanmamış gebelikler “henüz gebelik olmadan” önlenebilmekte ve “küretaja ihtiyaç” azalmaktadır. Yasal olarak küretajın muhafaza edilmesi ancak bu yöntemler yetersiz kaldığında ve “tıbbi nedenler” (ki bütün bunlar yasa ve yönetmeliklerde bellidir ve “kurul kararı” ile gerçekleştirilir) dediğimiz annenin sağlığını tehdit eden örneğin kalb, böbrek hastalıkları, kanserler gibi nedenlerle veya fetusda yaşamla bağdaşmayan anormallikler olduğunda gerekli müdahalelerin yasal, kontrol edilebilir, sıhhi şartlarda yapılmasını sağlamak için gereklidir. Aksi durumda insanlar, yasa ve 66 kontrol dışı ortamlarda çare arayacak veya yasal olan ülkelere gitmeye çalışacaklardır. Bunun örnekleri çok uzakta değildir, hemde Avrupa’da bu örneklere rastlarız. Avrupa Birliği ülkelerinden İrlanda ve çok küçük bir ada devleti olan, nüfusu gerçekten çok düşmüş bulunan ve azalmaya devam eden Malta’da isteğe bağlı küretaj yasal değildir. Çeşitli teşviklere ve yasaklara rağmen Malta’da nüfus artmamaktadır çünkü asıl neden insanların başka ülkelere göçüdür ve bunun nedeni de ekonomiktir. İrlanda ve Malta’da insanlar açık denizlerde dolaşan gemilerde veya küretajın yasal olduğu en yakın ülkelerde “küretaj turizmi” ile önleyemedikleri planlanmamış gebeliklerini sonlandırmaya çalışmaktadırlar. Türkiye’de 1983’ten önce insanlarımız ya yüksekten atlamak, rahim içine tavuk teleği, şiş, örgü mili dahil yaşamı tehdit eden malzemeler sokma gibi ölümle sonlanma ihtimali yüksek yollarla “kendi kendine” düşük yapmaya çalışmış ya da yasa ve kontrol dışı ortamlarda, gayri sıhhı şartlarda planlamadıkları gebelikleri sonlandırmaya çalışmışlardır. 1983 yılında çıkarılan 2827 sayılı yasa ile, kadın sağlığına zarar vermeyen tıbbi yöntemlerle 10 haftalık gebelik aralığında isteğe bağlı küretaj yeraltından çıkarılmış, görünür, kontrol edilebilir ve sıhhi şartlarda uygulanabilir hale getirilmiştir. 1983’ten önce, yani bu yasadan önce anne ölümleri 100 binde 250’lerde iken 100 binde 49 lara gerilemiştir. Son yıllarda ülkemizdeki sağlık hizmetlerinin gelişmesi ile bu oran 100 binde 15’lere kadar çekilmiştir. Birleşmiş Milletler 193 ülkeyi içeren küretaj ile ilgili 2007 raporunda, 1994’te 16 ülkede küretaj yasağı olduğunu, 2007’de ise küretajın her şartta yasak olduğu ülke sayısının 6’ya düştüğünü bildirmektedir. Bu ülkeler; Şili, El Salvador, Malta, Nikaragua, Timor-Leste, Vatikan’dır. İsteğe bağlı küretaj 57 ülkede yasaldır. Bu rakam 1994’te 42, 2002’de 53 idi. Bu ülkeler şunlar; • Batı yarım küre: Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Küba, Guyana • Batı ve Güney Avrupa: Avusturya, Belçika, Danimarka, Fransa, Almanya, Yunanistan, İtalya, Hollanda, Norveç, Portekiz, İsveç, İsviçre • Doğu Avrupa: Arnavutluk, BosnaHersek, Bulgaristan, Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Kosova, Makedonya, Karadağ, Romanya, Sırbistan, Slovakya, Slovenya • Eski Sovyetler Birliği Ülkeleri: Ermenistan, Azerbaycan, Belarus, Estonya, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Letonya, Litvanya, Moldova, Rusya, Tacikistan, Türkmenistan, Ukrayna, Özbekistan • Asya’daki Komünist Ülkeler: Kamboçya, Çin, Moğolistan, Kuzey Kore, Vietnam • Asya’daki Diğer Ülkeler: Bahreyn, Nepal, Singapur • Afrika Ülkeler: Cape Verde, Güney Africa, Tunus • Australya. Bu ülkelerde hangi nedenlere dayanılarak küretaj uygulamasının yapıldığı aşağıdaki gibidir; Annenin hayatını kurtarmak için, Annenin fiziksel sağlığını korumak için, Annenin mental sağlığını korumak için, Tecavüz Tecavüze bağlı gebelik durumu, Anomali Bebekte anomali varsa, Sosyal ve ekonomik nedenler (örn; anne bebeğine bakamıyacağını isbatlarsa) yada isteğe bağlı Ancak çeşitli nedenlerle tedbir alınmadan yani yönteme ulaşamadan veya nadir de olsa aile planlaması yöntemlerinin yeterli olmadığı durumlarda ve yukarıdaki nedenlerden birinin varlığında, eğer kadın planlamadığı gebeliğin devamını istemiyorsa kullanılmak üzere yasal ve tıbbi çerçevesi evrensel kurallarla belirlenmiş bir tıbbi işlemdir, küretaj. Tıbbi hizmet sunumu ırk, dil, din, inanç ayıramaz, yasalar ve tıbbi kurallar ile belirlenmiş tıbbi müdahaleler, tedaviler, operasyonlar her ihtiyacı olana ve taleb edene ayrım yapmadan sunulur, aksi durum bir insanlık suçu olur. Kaynaklar; 1. Dünya Sağlık Örgütü 2010 Raporu 2.“Global Abortion Summary,” version 3, March 2000, © 20002010, 2012 by Wm. Robert Johnston. Last modified 12 March 2012. 3. Worldwide Abortion Legislation by Wm. Robert Johnston. Last updated 5 March 2011 67 YİNE KÜRTAJ Taha AKYOL / Hürriyet Gazetesi / 05.06.2012 Ciddi teknik bilgi gerektiren bu konuda ne tıp, ne din uzmanıyım. Hukuka ise aklım erer. Dünyanın her tarafında sert tartışmalara yol açan bu konuda ‘sağduyu’ çizgisini bulamaz mıyız? AİHM içtihatlarında belirtildiği gibi, bu konuda “hak” tek taraflı değildir, iki hak çatışmaktadır: Biri kadının bedeni üzerindeki hakkı, buna bağlı olarak istediği zaman çocuk yapma hakkı... Öbürü ceninin, bebeğin dünyaya gelme hakkı. Keskin “taraftarlar” bu haklardan birini görüp öbürüne gözlerini kapatıyorlar. Muhafazakârlar genelde “ceninin hayata gelme hakkı”nı savunur. Bunun temelinde “Allah’ın verdiği canı kul alamaz” inancı vardır. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez de “bu savunmasız varlığın tıpkı doğmuş yetişmiş bir insan gibi yaşama hakkına sahip olduğunu” söyledi. Katolisizm ve İslam Katolik itikadında gebelikten korunma bile iyi görülmez. İslam’da ise gebelikten korunma caizdir. Diyanet İşleri Başkanı da “gebeliği önleyici tedbirlerin alınması caizdir” diyor.Kürtaja gelince, Katolisizm, anne sağlığı gerektirse bile kürtajı haram sayıyor. İslam’da ise, kitaplardan öğreniyoruz ki, tarihte özellikle Hanefi fıkhında “cenine ruh üfleninceye kadar” yani cenin “canlı” haline gelinceye kadar, ilk kırk gün veya ilk yüz yirmi gün gibi sürelerde çocuk düşürülmesini caiz gören din bilginleri olmuştu. Fakat zamanımızda “hamilelik gerçekleştiği anda” ceninin canlı haline geldiği şeklindeki bir tıbbi görüşten hareketle kürtajın günah olduğu kanaati din bilginleri arasında yaygındır. Diyanet de Hayrettin Karaman gibi bilginler de bu görüşte. Anne sağlığının gerektirmesi halinde ise kürtaj dinen caiz görülüyor. ‘İstisnaları konuşmak zordur’ Anne sağlığı dışında bir sağlık faktörü daha 68 yok mu? Ceninin zihnen veya bedenen ciddi surette engelli olması önemli değil mi? Bu durum, gebeliğin kaçıncı ayında tespit edilebilir? Dayanılır bir acı mıdır bu, hem aile hem çocuk için?! Tıbbın dışında, insani ve toplumsal açıdan, tecavüz durumlarında ailelere ceninin aldırılması imkânını vermek yaşanacak birçok soruna çözüm olamaz mı?! Töre cinayetleri işlenen çevrelerde bu kadına ve dünyaya gelecek bebeğe hangi gözle bakılır?! Nasıl bir hayata maruz kalırlar?! Sayın Prof. Görmez de “istisnai konularda konuşmak tarih boyunca zor olmuştur” diyerek, bu gibi olağandışı durumlarda kürtajı dini bakımdan reddetmenin de caiz saymanın da “zor” olduğuna dikkat çekmiş, hatta “özel durumlar için özel hükümler” olması gerektiğini belirtmiştir. Bunu çok önemsiyorum. CNN Türk’teki programımızda Sağlık Bakanı Akdağ da bu istisnai durumlar hakkında ihtiyatlı konuşmuş, tartışılmasını istemişti. Ayrıntılar önemli Dinen hiçbir şey diyemem; din ve hukuk iki ayrı disiplindir. Hukuken Prof. Görmez’in dediği gibi “beden kadının mülkiyeti değildir”. AİHM de kürtaja sadece “kadın hakları” açısından değil, aynı zamanda “ceninin hayat hakkı” açısından bakılması gerektiğini söylüyor. Ben “ceninin hayata gelme hakkı”na öncelik veriyorum. Fakat annenin sağlığı nasıl kürtaj için meşru bir sebep sayılıyorsa, doğacak bebeğin zihin ve beden bakımından ciddi surette engelli olması gibi... Veya tecavüz ya da herhangi bir sebeple istenmeyen bebeği düşürmek için sakıncalı ilkel metotlara başvurulması ihtimalinin kuvvetli olması gibi “istisnai durumlar”da ailenin kürtaj hakkının olması, başka faciaları önleyebilir. Şu veya bu yönde kestirip atmak yanlıştır, ayrıntılar iyi gözetilmelidir. GÜNÜMÜZDE NÖRORADYOLOJİ - 2 Prof. Dr. E. Turgut TALI Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroradyoloji BD Başkanı N öroradyolojinin, beyin, kafatası, omurilik, omurga, damarlar ve sinir sistemi ile ilgili hastalıkların tanı ve tedavisi ile uğraşan bir bilim dalı olduğunu bir önceki yazımda belirtmiş ve konuda kullanılan tanı ve tedavi cihazlarından biri olan bilgisayarlı tomografiyi tanıtmıştım. Bu yazımda da 1980 li yıllarda tıpta kullanımına başlanılan manyetik rezonans cihazı ile tanı ve tedavi amaçlı yapılan işlemlerden bahsedeceğim Manyetik rezonans cihazı ilk olarak 50’li yıllarda kimya ve fizik alanında daha çok spektroskopi amaçlı kullanılmaktayken, 1971 yılında daha sonraları çok kısa da olsa birlikte çalışma imkanı bulduğum Damadian adlı bir bilim adamının bu cihazı kullanarak, tümör ve normal doku ayırımını yapıp yapamayacağını deneme- 70 si ve bu konuda başarılı olması üzerine canlılarda denenmeye başlamış ve ilk kez bir canlı farenin görüntüleri, gene birlikte 1990 lı yılların başında bir projenin başlangıcı için birlikte çalışma imkanı bulduğum Lauterbur tarafından 1974 yılında yayınlanmıştır. İnsana ait ilk görüntüler ise gene Damadian’ın birlikte çalıştığı ekip tarafından 1974 yılında yayınlanmıştır. Bu konudaki çalışmaları yıllar sonra Lauterbur Nobel Tıp Ödülü almış, patentini almış olmasına rağmen Nobel Tıp Ödülünü alamayan Damadian’ın bu ödülün kendi hakkı olduğunu iddia etmesi ile başlayan ve hatta Nobel Jürisinin dava edilmesine varan olaylara yol açmıştır. Böylesine, hızlı ve iddialı bir bilimsel yarışa konu olan manyetik rezonans cihazı o yıllardan beri sürekli geliştirilerek günümüzde, nöroradyolojide neredeyse temel görüntüleme hatta tedavi cihazı olmuştur. İçerisinde bir sedyenin girebileceği şekilde oyuk olan, büyük ve çok güçlü bir mıknatıs, anten vazifesi gören sargılar ve bir çok elektronik aygıtlar ile çok güçlü bilgisayar sisteminden ibarettir. Manyetik rezonans cihazı, sadece organları, dokuları yani anatomiyi göstermekle kalmamakta, fizyolojik-fizyo- patolojik dediğimiz anlıksal değişimleri de bizlere gösterebilmektedir. Beyin ve omuriliğin neredeyse tüm yapılarını detaylı olarak milimetreden daha hassas görüntüleyebilmektedir. Buralardaki doğumsal ve sonradan oluşan hastalıkları, tümörleri, enfarktüslere bağlı değişiklikleri detaylı olarak gösterebilmektedir. MR anjiografi yöntemi ile beyine giden tüm atardamarlardaki kan sütunu, aorta dediğimiz ana atardamardan itibaren ve beyinden geri dönen sinüs ve toplar damarlardaki kan gösterilebilmekte ve dolayısıyla da damar yapıları hakkında bilgi sahibi olunmaktadır. Bu sadece görsel değerlendirme olarak kalmayıp herhangi bir noktasından geçen kan miktarı, kanın akış hızı ölçülebilmektedir. Böylece, doğumsal damar patolojileri, yün yumağı şeklinde görülen arteriovenöz malformasyon dediğimiz anarşik damarsal yapılanmalar ile karakterize atar ve toplar damarların biribirlerine karıştığı hastalıklar, damar sertlikleri ve ateroskleroz plaklarına bağlı damar daralmaları, tıkanıklıkları, bunların kan akımındaki etkileri, anevrizma dediğimiz baloncuklar ve bunların durumları, detaylı olarak değerlendirilebilmektedir. Dolayısıyla damarın içerisine kateter so- kularak yapılan anjiografik tetkilere daha az ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. Hatta, anjiografik yöntemler kullanılarak yapılan stent vb tedavi yöntemlerinden sonra hastaların durumları, bu yöntem ile kolaylıkla takip edilmeye başlandı. Bu yöntemin kullanılmasıyla, beyinin içerisinde yer aldığı sıvı dolu kesecikteki sıvının akım durumu da gerek gösterilmek ve gerekse ölçülmek suretiyle bu sıvı ve dolaşımı ile ilgili hastalıklar tanımlanabilmektedir. Perfüzyon ağırlıklı MR görüntüleme yöntemi ile, beyinin kanlanması ile görsel ve ölçümsel değerlendirmeler yapılmaya başlandı. “Beyinin incelediğimiz kesimi yeterli derecede kanlanıyor mu?”, “Sarası olan hastalarda beyindeki kesimlerde kanlanma problemi var mı?” “Tümörlerin kanlanma durumu nedir?” gibi tanı ve tedavide bizler için önemli ip uçlarına ulaşabilmeye başladık. Örneğin, tümör kanlanması hakkında bilgi, radyoterapi yapıldığında hastanın tedavi olup olmayacağı konusunda, dolayısıyla da hastanın tedavi planlaması açısından önem arzediyor. Ayrıca, tümörlerin en aktif kesimleri gösterilmek suretiyle alınacak biopsinin yeri tespit edilebiliyor ve böylece, en aktif kesimden alınan bu parçanın değerlendirilerek en doğru teşhi- sin yapılması sağlanabiliyor. Bunların yanı sıra, fizyolojik değerlendirmelerde kullanılmakta olan yöntemlerin başında gelen MR spekroskopi kullanılmaya başlandı. MR spektroskopi ile, beyinde yer alan hücrelerin normal fonksiyon görüp görmedikleri, beyin hücrelerinin enerji metabolizmasının sağlıklı çalışıp çalışmadığı, tümörlerde olduğu gibi aşırı hücre yapımının olup olmadığı yada incelenen bölgedeki hücrelerin öldüğü gösterilebilmektedir. Diffüzyon ağırlıklı MR görüntüleme dediğimiz bir diğer yöntem ile, beyin hücreleri arasında su ve hidrojen moleküllerinin serbestçe dolaşıp dolaşmadığı gösterilebilmektedir. Bunun yardımı ile, beyin damarlarındaki tıkanıklığa bağlı oluşan inmeler ilk yarım saat içerisinde tespit edilebilmekte ve dolayısıyla acil tedavilerinin yapılması suretiyle beyinde oluşabilecek hasar ve felç durumu en asgari seviyeye indirilebilmektedir. Ayrıca, bazı klasik yöntemlerle gösterilemeyen tümörlerin gösterilmesinde de yardımcı olan bu yöntemin geliştirilmesi ile diffüzyon tensör görüntüleme dediğimiz yöntem bulunmuştur. Beyini bir telefon santralı gibi düşünecek olursak, birçok kablo bu santrala gelmekte ve birçok kablo da bu santraldan çıkmaktadır. Bu yöntemin kullanılması ile beyin hücrelerinden tüm vücuda emirler taşıyan ve gelen uyarı ve bilgileri beyine getiren trakt yada yolak dediğimiz telefon santralındaki kablolar gibi olan yapılar görüntülenmeye başlandı. Bunlar ile ilgili hastalıklar, problemler gene hem görsel hem de ölçümsel değerlendirilmeye başlandı. Çünkü diğer işlemler ile normal görülen yapılar bu yöntem ile patolojik bulunabilmeye başlandı ve dolayısıyla da hastalıkların erken teşhisi ve tedavi başarısı takip edilmeye başlandı. Böylece, beyinin hem yapısal hem de işlevsel gizemi biraz daha çözümlenmeye başlandı. Fonksiyonel MR görüntüleme ile ise, beyin fonksiyonları değerlendirilmeye başlandı. El hareketlerine, ayak hareketlerine emir veren motor merkezler gösterilebiliyordu. Görme, ışığı algılama, sesi duyma, dokunma, ağrıyı hissetme gibi duyusal fonksiyonları algılayan merkezler de gösterilmeye başlandı. Tabii ki iş bununla kalmadı, bilişsel dediğimiz be- 71 yin fonksiyonları değerlendirilmeye başlandı. Aritmetik işlemler yaparken beyin nasıl çalışıyor? Konuşmaları algıladığı merkezler nasıl? Nerede? Hangi müzikten etkileniyor? Üzüldüğü zaman beyinin hangi bölgeleri aktive oluyor? Bunlara daha yüzlerce, binlerce örnek eklenmeye başlandı. Bu bilgiler tedavi planlamada kullanılmaya başlandı. Örneğin, bir tümörün etrafındaki fonksiyon alanlarının gösterilmesi, tümör cerrahi olarak çıkarıldığında hangi fonksiyonların kaybedilebileceğini gösterdi. Dolayısıyla da tedavi cerrahi mi yoksa başka yöntemler ile mi olsun planlamaları yapılmasına olanak sağlandı. Psikiatrik hastalıkların yanı sıra, kriminal değerlendirmelere kadar varan değişik fonksiyonlar değerlendirilmeye başlandı. Tüm tanısal bu değerlendirmeler iki veya üç boyutlu olarak yapılabilmekte ve konulan işaretler ile cerrahların lezyona en kolay yoldan ve milimetrik olarak ulaşabilmeleri sağlanmakta hatta intraoperatif MR dediğimiz ameliyathane içerisinde yer alan MR ile lezyonların tümüyle çıkarılıp çıkarılamadığı hasta daha ameliyattan çıkmadan kontrol edilerek ameliyat başarısı önemli ölçüde 72 arttırılmaktadır. Ayrıca, tanı yanı sıra tedavide de kullanılamaya başlandı. Örneğin, beyin apseleri, ameliyatsız boşaltılmaya başlandı. Beyin tümörleri henüz araştırma safhasında olsa da radyo dalgaları ya da odaklanmış ultrason dalgaları ile tedavi edilmeye ve tedavi esnasında da anlıksal görüntüleme ile kontrol edilmeye başlandı. Yani, hastanın lezyonu (örneğin tümörü) anatomik olarak gösterildikten sonra, özellikleri fizyopatolojik değerlendirmelere olanak sağlayan yöntemler ile kanlanması, nekrotik kesimi, en aktif kesimi gibi bilgiler edinildikten sonra bu kez etrafındaki önemli fonksiyon merkezleri tespit ediliyor. Dolayısıyla, aktif kesimden biopsi yapmadan tanı kesin olarak konabiliyor ise, tedavi planlama yapılıyor. Eğer, önemli hayati merkezler yakınında ise, uygun ise, odaklanmış ultrason yada radyofrekans ile tedavi yöntemleri kullanılarak tedavi her adımı takip edilerek yapılabilmekte ve hasta anestezi, yoğun bakımda yatma gibi hastanede kalma zorunluluğu olmadan kontrollu bir şekilde hemen taburcu edilebilmeye başlandı. Tabii ki her hastada uygulanamayan bu yöntemler, gün geçtikçe daha da yaygın kullanılmaya başlandı. Tüm bunların yanı sıra, nanoteknolojinin gelişmesi ile, belirli hedefe ulaşmak üzere hazırlanan nanopartiküllerin ulaştığı hedefte gösterilmesi ile diğer MR yöntemleri ile normal olarak görülen ancak çok erken safhada olan hastalıkların MR ile tespiti mümkün olmaya başladı. Sadece tanı değil, aynı zamanda tedavide de kullanılan nanoteknoloji ürünlerinin, tedavisi istenilen kesimde yeterli miktarda toplanıp toplanmadığı, yeterli tedavi etkisini oluşturup oluşturmadığı, takiplerde tedavinin istenilen derecede başarılı olup olmadığı gibi değerlendirmelerin yapılabilmesine olanak sağladı. Ayrıca, biopsi yapmadan mikroskopik ölçülerde görüntüleme ile histopatolojik tanı koymaya yönelik MR mikroskopi yöntemi ile ilgili çalışmalar da devam etmektedir. Sonuç olarak, manyetik rezonans yöntemleri, önceleri tanı amaçlı kullanılmaya başlasa da, daha tedavi planlaması, tedavi esnasında kullanılan, tedavide yardımcı ve tedavinin durumunu takip eden çok önemli bir yöntem olmuş ve her geçen gün gelişmeye devam etmektedir. dermocosmetics Merkez Mah. Fatih Cad. No 45 A 1 Blok Daire: 4 Küçükçekmece Halkalı - İstanbul Türkiye T: +90 212 438 40 20 [pbx] F: +90 212 438 40 21 E: [email protected] Cilt Lekelerine Cosmelan ve Dermamelan Çözümü Prof. Dr. H. Bülent TASTAN Özel Estethica Ataşehir Tıp Merkezi M elanosit adı verilen hücreler tarafından üretilen ve cildimize rengini veren maddelerden birisi olan melanin, lekelenmelerin olduğu alanlarda normalden fazla miktarlarda bulunmaktadır. Melaninin bu aşırı üretimi çeşitli nedenlerden kaynaklanmaktadır. Bunlardan en önemlisi güneş yani ultraviyole ışınlarıdır. Ayrıca genetik yatkınlık, gebelik, ilaçlar, bazı hastalıklar ve kozmetiklerde lekelenmelere yol açabilmektedir. Leke çeşitleri; • Melazma (kloazma, hamilelik maskesi): Doğum kontrol hapı kullanımı veya hamilelik sırasında oluşan hormonal değişiklikler, melanin denilen renk maddesinin aşırı üretimine neden olabilir. Bunun sonucunda alın, burun üzeri, yanak, dudak üstü ve çene gibi bölgelerde boyutları farklı lekeler oluşabilir. • Fotoalerjik reaksiyonlar: Ağızdan alınan veya bölgesel sürülen bazı ilaçlar ve kozmetikler lekelenmelere yol açabilmektedir. • Güneş ve solaryum:Güneş ışınları veya solaryum etkisinde kalmanın sonucunda cilt kendini korumak amacıyla daha kalınlaşır ve melanin üretimini artırır. Bu da lekelerde artışla sonuçlanmaktadır. • Çil: Doğuştan varolan ve en çok alın, burun üzeri, yanaklar ve çenede görülen bu lekeler, açık veya koyu kahve renklerinde olabilirler. Genelde güneşli mevsimlerde belirgin hale gelirken, güneşin etkisinin az olduğu mevsimlerde renkleri solmaktadır. • Solar lentigo (yaşlılık lekeleri): Güneşin uzun süreli etkisi sonucunda oluştukları için ileri yaşlarda ortaya çıkarlar, ancak yoğun güneş ışığına maruz kalan açık tenli kişilerde genç yaşlarda da oluşabilir. Değişik boyutlarda, açık kahverenginden siyaha kadar değişen renklerde ve çeşitli çaplarda görülebilirler. Yara iyileşmesi sonrası: Yaralar iyileşir- 74 ken (yanık, sivilce vb.) koyu lekeler bırakabilir. Bu olay ten rengi koyu olanlarda daha belirgindir. Cosmelan ve Dermamelan Sistemi Nedir ve Nasıl Etki Eder? Cosmelan ve Dermamelan, gebelikteki lekelerde, yaşlılık lekelerinde, güneş etkisinden kaynaklanan lekelerin tedavisinde, lazer ve cilt soyma işlemlerinden sonra oluşan lekelerde veya diğer nedenlerle ortaya çıkan lekelerin tedavisinde kullanılan en etkili yöntemlerin başında gelmektedir. Bu ürünler deride bulunan melanin miktarını azaltarak leke oluşumunu engelleyen bir enzimatik peeling yöntemi olup, etkisini ciltte leke oluşumunu tetikleyen mekanizmayı baskılayarak yaparlar. Cosmelan ve Dermamelan çok hafif soyucu bir madde de içermektedir. Bu ürünlerle yapılan leke tedavisi diğer peeling (soyma) yöntemlerine göre daha az rahatsızlık vermektedir. Her türlü cilt tipine, her mevsim uygulanabilir. Trikloroasetik asit ve diğer soyucu asitleri içermez, dolayısıyla yan etki riski minimumdur. Ciltte yara oluşturmaz ancak kızarıklık ve hafif soyulma görülmektedir. Nadir olarak hassas ciltlerde ödem oluşturabilir. Genelde %85-90 oranında bir yanıt 2-4 hafta içinde alınmaktadır. Sonuçta parlak, tazelenmiş ve birkaç ay içerisinde de tüm lekelerden arınmış bir cilde sahip olmanıza yardımcı olur. Cosmelan ve Dermamelan Uygulama Alanları • Yüz • Boyun, dekolte • El üzerleri • Sık kullanılan bu alanların dışında kalan vücut bölgelerine de uygulanabilir Cosmelan ve Dermamelan Avantajları Nelerdir? • Leke tedavisinde çok etkili ve güvenlidir. • Deride parlak bir görünüm yaratır. • Uygulama ağrısızdır. • Çok kısa sürede sonuç alınır. • Hassas ciltlerde dahil olmak üzere her türlü cilt tipine uygulanabilir. • Çok hafif soyucu etken madde içerir, dolayısıyla yan etkileri minimal seviyededir. • Yılın her mevsimi uygulanabilir. • Etkisi kanıtlanmıştır. Tedavinin Önerilmediği Durumlar • Ürünlerin içeriğindeki herhangi bir maddeye alerji • Kronik cilt rahatsızlıkları • Aktif uçuk olması (sık uçuk çıkma hikayesi olanlara işlemden 2 gün önce ilaç başlanmalı) • Gebelik ve emzirme • Açık yaralar • Rozase (gülleme) denen genelde kızarıklık ve kılcal damarlanmayla seyreden rahatsızlık Leke Tedavi Protokolleri • Cosmelan Leke Tedavisi: Ciltte oluşmuş hafif lekelerin tedavisinde kullanılır. • Dermamelan Leke Tedavisi: Ciltte oluşmuş yoğun lekelerin tedavisinde kullanılır. Leke çok koyu ise uygulama öncesi hafif bir kimyasal soyma işlemi yapılabilir. Protokollerde Kullanılan Ürünler • Oil Removing Solution: Cildi derinlemesine temizleyen solüsyondur. • Cosmelan 1 Mask: Enzimatik peeling özelliğine sahip, krem bazında, cildin lekelerden arındırılmasında Melanogel Anti-Spot Cream: Yerel olaetkisi kanıtlanmış maskedir. • Dermamelan Mask: Enzimatik peeling rak lekelerin üzerine uygulanır. Tek başına özelliğine sahip, krem bazında, cildin leke- kullanılabildiği gibi Cosmelan ya da Derlerden arındırılmasında etkisi kanıtlanmış mamelan uygulamalarının ardından leke maskedir. İçerdiği etken maddelerin yo- oluşumunu önlemek için de kullanılabilir. ğunluğu Cosmelan’a göre daha yüksektir. İçeriğinde yer alan maddelerden dolayı • Cosmelan 2 Cream: Ciltte oluşacak uygulama alanının üzerine güneş koruyuleke oluşumunu engellemek için Cosme- cu kullanılmalıdır. lan 1 maske uygulamasının ardından evde Cosmelan ve Dermamelan Nasıl Uygulanır? kullanılan devam kremidir. • Dermamelan Treatment Cream: Cilt- Cosmelan ve Dermamelan, tek seanste oluşacak leke oluşumunu engellemek ta ciltteki lekeleri giderebilen bir uygulaiçin, Dermamelan maske uygulamasının madır. ardından evde kullanılan devam kremidir. Cilt muayenesi sonrası hangi leke te Melanogel Touch: Sadece lekelerin davisinin yapılacağına karar verilir. Her kit, tek kişilik uygulama içindir. Kit içinde yer üzerine uygulanır. Tek alan arındırıcı solüsyonla cilt derinlemebaşına kullanılabildiği gibi Cosmelan ya sine temizlendikten sonra krem bazındada Dermamelan uygulamalarının ardınki Cosmelan 1 veya Dermamelan maske dan leke oluşumunu önlemek için de yüze uygulanır. Kişinin fototipine göre cilt kullanılabilir. İçeriğinde yer alan maddeüzerinde 8-12 saat arasında bırakılır. Maslerden dolayı uygulama alanının üzerine ke sonrası kit içinden çıkan Cosmelan 2 güneş koruyucu kullanılmalıdır. veya Dermamelan devam kremi ile yoğun nemlendirici ve onarma özelliği gösteren Hydra-Vital Factor K krem uygulama yapılan kişinin kendisine verilir. Kişi 10 gün sonra kontrole çağırılır ve ilk uygulamadan ayırdığımız az miktardaki maske, lekeli alanların üzerine tekrar sürülür. Evde Cosmelan 2 veya Dermamelan devam kremiyle birlikte Hydra-Vital Factor K ve güneş koruyucu krem kullanarak uygulamaya 4-5 ay süreyle devam edilir. Leke tedavisi sonrası oluşabilecek yeni lekelenmeler için Melanogel Touch ya da Melanogel Anti-Spot Cream kullanılabilir. Tedavinin en önemli basamağını güneşten korunma oluşturmaktadır. Tüm uygulamalar bittikten sonra (4-5 ay) sürekli olarak gündüzleri güneşe karşı yüksek koruyuculuk faktörü olan bir krem ve özellikle de güneşin etkili olduğu yaz sezonunda akşamları leke açıcı özelliği olan bir krem birlikte kullanılmalıdır. Leke problemi olan kişiler korunma önlemlerine mutlaka dikkat etmelidirler yoksa lekelerin tekrarlaması kaçınılmaz olacaktır. 75 76 Şimdi ya da Asla The Bucket List Op.Dr. Reis AVSAR “Sizin listenizde neler var ?” İzmir / Selçuk Devlet Hastanesi Göz Hastalıkları Uzmanı B u ayki filmimiz, başrollerinde “Oscar Ödülü” sahibi iki usta oyuncu Jack Nicholson ve Morgan Freeman’ın oynadığı 2007 yapımı “Şimdi Ya da Asla” (The Bucket List). Filmin yönetmeni Amerikalı ünlü yönetmen Rob Reiner’ı daha önceki “Birkaç iyi adam” (A few Good Men – 1992), Misery – 1990, Harry Sally ile Buluşunca (When Harry Met Sally – 1989) gibi kalburüstü filmleri ile de hatırlıyoruz. Senarist Justin Zackham’ın ise bu film ilk uzun metrajlı film senaryosu. Başroldeki iki oyuncumuzun performansları gerçekten çok başarılı. Jack Nicholson hâlihazırda kazandığı 3 Oscar ve 12 adaylık ile erkek oyun- cular arasında bu alanda gelmiş geçmiş en başarılı oyuncu konumunda. O’na göre daha mütevazi bir konumda sayılabilecek Morgan Freeman’ın ise 5 Oscar adaylığı ve kazandığı 1 Oscar ödülü mevcut. İki usta oyuncunun insana, hayata, hastalığa ve sonrasında ölüme dair sohbetleri aynı filmimiz gibi yer yer kahkahalar attıracak kadar komik iken, yer yer de boğazımızda bir düğüm, gözümüzde bir damla yaş haline geliyor. Edward’ın asistanı Thomas rolündeki Sean Hayes ve Carter’ın karısı rolündeki Beverly Todd başta olmak üzere diğer oyuncular da hiç aksamıyorlar. Filmin bir küçük ve güzel sürprizi de Morgan Freeman’ın gerçek hayattaki oğlu Alfonso Freeman’ın filmimizde de oğlunu canlandırıyor olması kuşkusuz. Filmimiz görkemli karlı bir dağ manzarası eşliğinde Morgan Freeman’ın etkileyici davudi dış sesinin söylediği şu cümleler ile başlıyor: “Edward Cole bir öğle sonrasında öldüğünde gökyüzünde tek bir bulut yoktu. İnsan hayatının özünü kavrayabilmek zor iştir. Kimileri bunun, insanın geride bıraktıklarıyla ölçüldü- ğüne inanır. Ben ise insanın kendisini örnek almış diğer insanların mertebesinde ölçtüğüne inanırım. Ancak şunu kesinlikle söyleyebilirim ki ölçü ne olursa olsun, Edward Cole bu dünyadaki son günlerine birçok insanın hayat boyu yaşayamadığı şeyleri sığdırmayı başarmıştır. Biliyorum ki, öldüğünde gözleri açık gitmemişti. Gözleri kapalı, yüreği ise ardına kadar açık ve gönlü rahattı…” Orta yaşlarını geride bırakmış 2 karakterimiz aniden ciddi sağlık sorunları nedeniyle yatmak zorunda kaldıkları hastanede aynı odayı paylaşmak zorunda kalıyorlar. Edward Cole (Jack Nicholson) parasının sınırını kendisi bile bilmeyecek kadar zengin, tek akrabası olan kızıyla dahi görüşmeyen, hayatını başarıya ve kazanmaya adamış bir adamdır. Kendi sahibi olduğu hastanede, daha önce çeşitli kereler tek kişilik odalara karşı olduğunu toplum önünde beyan ettiği için, istemese de 2 kişilik bir odada tedavi görmek zorunda kalır ve bu durumdan hiç hoşnut olmaz. “Ben bu hastanelerin sahibiyim, tek kişilik oda isterim!” diyen Edward Cole, asistanından “Fakat bu sizin her zaman 77 savunduğunuz ilke” yanıtını alınca “Ama şimdiye kadar hiç hasta olmamıştım ki!” der ve bize Karacaoğlan’ın “Hastanın halinden ne bilsin sağlar” sözünü hatırlatır. Diğer karakterimiz Carter Chambers (Morgan Freeman) ise gençliğinde eşinin hamile kalması nedeniyle aile geçindirme tasasıyla üniversite eğitimini yarım bırakmış ve 45 senedir araba tamirciliği yaparak ailesini geçindirmiş ve 3 çocuğunu başarılı noktalara getirmiş sade bir yaşam süren orta-alt tabakadan bir adamdır. Okumayı, öğrenmeyi çok sevdiği için televizyonda bilgi yarışmalarını seyretmek belki de tek zevki olmuştur. Birbirine tamamen ters kişilikleri ve hayatları olan bu iki insan hastane şartlarında bu zor anlarında birbirlerine yoldaş olurlar. Yapılan tüm tedavilere rağmen testler sonucunda son günlerinin yakın olduğu gerçeği ile yüz yüze gelirler. İkisi de yakın zamanda öleceklerini bilmektedirler ve bu ikisini birbirine yakınlaştırmaktadır. Carter’ın artık asla gerçekleştiremeyeceğini düşündüğü için çöpe attığı bir çeşit “ölmeden önce yapılacaklar listesi”ni yerde buruşturulmuş bir kağıt olarak bulan Edward, bu 78 listeye kendince yeni maddeler ekler ve Carter’a bu listedekileri birlikte gerçekleştirmelerini önerir. Zor durumdaki kahramanlarımız, eşleri ve doktorları dâhil kimsenin birbirlerini anladıkları şekilde onları anlayamayacağının farkındadırlar. Son günlerini ölümü bekleyerek geçirmektense, erteledikleri hayatlarını yaşamayı seçerler ve içlerinde ukde olarak kalmış şeylerin hiç olmazsa bir kısmını gerçekleştirmek için son maceralarına başlarlar. Listelerinde neler mi vardır? Paraşütle atlamak, özel bir model yarış otomobili kullanmak gibi adrenalin deşarjı yapan aktiviteler. Bunun yanında Mısır piramitlerini, Çin seddini, Tac Mahal’i görmek gibi seyahatler... Bir de “Hiç tanımadığın birine nedensizce yardım et” ya da “Gözlerinden yaşlar gelene dek gül” gibi daha belirsiz tarif edilmiş şeyler var. Hele bir de “Dünyanın en güzel kızını öp” maddesi var ki gerçekleştiğinde insanın gözünden 1 damla olsun yaş gelmemesi mümkün değil. (Bu sahnede Edward yıllardır görüşmediği kızının evine giderek ilk kez gördüğü 3-4 yaşlarındaki kız torununu öper…) Ünlü Psikanalist Erik Erikson’a göre; insanlar yaşlandıklarında geriye dönüp bakarlar. Eğer iyi bir hayat geçirdiklerini düşünürlerse, mutlu bir yaşlılık yaşarlar. Bir sürü bitirilmemiş iş görürlerse veya yaşadıkları hayatın tatmin edici bir hayat olmadığını düşünürlerse, içsel çatışmalar yaşarlar. Piramitleri ziyaretlerinde Carter Edward’a şu bilgiyi veriyor: Eski Mısır’da ölenlerin ruhları cennete girerken tanrıları iki soru sorarmış. Birinci soru; “yaşamında mutluluğu yakaladın mı?” İkincisi ise “yaşamın başkasına mutluluk verdi mi?” sorusuymuş. Bu iki soruya da “evet” diyebilenlerin, cenneti bu dünyada yakaladıklarını söylersek, yanılmış olmayız. Hayatta bazı şeylerin ertelenmemesi gerektiği gerçeği filmimizde bize etkileyici bir şekilde tekrar hatırlatılıyor. Çünkü hayat son durağa gelene kadar yaptıklarımızın tamamıdır. Son durağın nerede olduğu o kadar da önemli değildir. Hangi sosyokültürel sınıfa, hangi ırka, hangi dine ait olursa olsun ölüm karşısında herkes sıradandır. Filmimiz bittiğinde insan kaçınılmaz olarak kendisine soruyor: Peki, benim listemde neler var? 79 Yazar: Mehmet Gündem Sayfa Sayısı: 395 Dili: Türkçe Yayınevi: Alfa Yasyıncılık Tarih: 2012 Biz çok uzun süredir huzurlu ve mutlu devlet adamı görmedik... Hâlbuki bize insan lazımdı, insanın bütünlüğü, duygusu, düşüncesi, hüznü, kederi, sevinci Atatürk ve Tıbbiyeliler Yazar: Metin Özata Sayfa Sayısı: 460 Dili: Türkçe Yayınevi: Umay Yayınları Tarih: 2007 80 lazımdı... Hep merak konusudur, devlet adam, Cumhurbaşkanı o anda, o mekânda, o tarihte nasıl bir iç dünyaya sahiptirler? Orada nasıl yaşar? Asıl sorumluluğu kime karşı duyar? Rüya görür mu, korkuları var mı, ona ulaşmak kolay mı? Bir şehit cenazesinde ne hisseder? Allah’tan korkar mı? Nasıl dua eder? Zirvede ne tür alışkanlıklar edinir? Aile hayatı ne olur? Yalnızlık çeker mi? Kimleri özler? Eleştirileri ne kadar dikkate alır? Cumhurbaşkanım kime hesap verir? Akşamları başını yastığa koyduğunda hemen uyur mu? Ne kadar bize benzer? Çaresiz kaldığı anlar çok olur mu? Çankaya’da onu motive eden asıl faktör nedir? Ya eşi Hanımefendi?.. Cumhurbaşkanı eşi olmak nasıl bir sorumluluktur? Orada nelere tanık olursunuz?..İşte bu kitap bunlara cevap arıyor. Nasıl mı? Bilindiği gibi Cumhurbaşkanına halktan çok sayıda mektup ve e mail geliyor. Mehmet Gündem binlerce mek- Bir Ruh Macerası Yazar: Ayşe Şasa Sayfa Sayısı: 158 Dili: Türkçe Yayınevi: Timaş Yayıncılık Tarih: 2010 tuptan seçtiklerini Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Hanımefendi ile birlikte okudu, onların cevap ve yorumlarıma tanıklık etti. Ve sansüre uğramadan sorular sordu... Haliyle konu konuyu açtı. Köşk’ün sakinleri ve Gündem mektuplar üzerinden insanın iç dünyasına doğru uzun bir yolculuğa çıktılar... Yazar Mehmet Gündem ; “Devlet artık insana benziyor... Samimi, yüzü bile gülüyor...” Not: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül göreve başladığı 28 Ağustos 2007’den 30 Nisan 2012’ye kadar halkla ilişkiler birimine mektup, mail, faks, telefonla arama ve şahsen gelme olmak üzere toplam 642.500 başvuru olmuş. Bunların dağılımı ise şöyle; 440 bin e-posta, 170 bin mektup faks, 30 bin telefon, 2.500 şahsi başvuru. Bu başvuruların %75’i işleme alınmış, diğer 25 ise mükerrer başvurular veya uygunsuz talepler olarak değerlendirilmiş. Dünya Nimeti Yazar: Knut Hamsun Sayfa Sayısı: 400 Dili: Türkçe Yayınevi: Timaş Yayıncılık Tarih: 2010 www.dunyaopttk.com