2009 Ekim-Kasım - Mülkiyeliler Birliği

Transkript

2009 Ekim-Kasım - Mülkiyeliler Birliği
EKİM-KASIM 2009
SAYI 2009-7
150 YILLIK
ÖYKÜMÜZÜ
MERMERE YAZDIK
1
İÇİNDEKİLER
mülkiye’den.......................................................................................................................................3
basından............................................................................................................................................................. 4
Ünsal hocanın ardından...................................................................................................................................... 6
İlhan hocanın ardından....................................................................................................................................... 9
11. Nüzhet Erman şiir ödülü Şinasi Özdenoğlu’na verildi................................................................................... 11
Mülkiye Türk Halk Müziği Topluluğundan 150. Yıla Armağan.......................................................................... 14
Öykümüzü Mermere Kazıdık (Heykel Sempozyumu).......................................................................................... 15
4 Aralık Çağrısı.................................................................................................................................................. 24
Yetştik Çünkü Biz (Atatürk’ün Anısına).............................................................................................................. 25
şubelerden........................................................................................................................................31
İzmir Şubesi....................................................................................................................................................... 31
İstanbul Şubesi.................................................................................................................................................... 32
Bursa Şubesi....................................................................................................................................................... 35
Eskişehir Şubesi.................................................................................................................................................. 36
üyelerden..........................................................................................................................................37
macır kızı........................................................................................................................................................... 37
vücudun su istemesinin 46 nedeni........................................................................................................................ 38
mülkiyeli sanatçılar...........................................................................................................................40
mülkiyeli şairler................................................................................................................................43
ankara tarihi.....................................................................................................................................45
konuk yazarlar..................................................................................................................................49
86. Yılında lozan................................................................................................................................................ 49
bir yildönümün düşündürdükleri......................................................................................................................... 59
siyasetin ve sinemanin sır hattı, hattatı .............................................................................................................. 60
çeviriler............................................................................................................................................63
en zayıf halka..................................................................................................................................................... 63
latin amerika ve sosyal-liberalizmin sonu............................................................................................................ 76
hatırlatma defteri .............................................................................................................................80
kitap tanıtımı ...................................................................................................................................108
E-Bülten Mülkiyeliler Birliğinin Yayın Organıdır. Mehmet Özer tarafından hazırlanmaktır.
mülkiye’den
Nehir” – İzmir; Felsefe Söyleşileri- Nabi
Yağcı“Anadolu Düşüncesi Neden Ebru’dur?”
– İzmir; Onur Öymen İle Söyleşi – Bursa; 5
Kuşak Mülkiye – Ankara), doğa yürüyüşleri
düzenlendi (Gaziemir-Cihanbeğendi – İzmir;
Narlıdere-Çatalkaya – İzmir; Beşpınar-Spil
- İzmir), turnuvalar düzenlendi (Satranç
Turnuvası - Bursa; 150.Yıl Basketbol Turnuvası
- Ankara), geceler Düzenlendi (“ENVER
GÖKÇE” ŞİİR GECESİ; CEMAL SÜREYA
ŞİİR GECESİ – İzmir; EDİP CANSEVER ŞİİR
GECESİ – İzmir; MÜLKİYELİ ŞAİRLER
GECESİ – Bursa), piknikler yapıldı (150.Yıl
Mülkiyeliler Pikniği – Ankara, İstanbul), başka
sivil toplum örgütleriyle ortak ya da tek başımıza
eylemler örgütlendi (8 Mart, 1 Mayıs, 12 Eylül
Mülkiyeliler Onur Yürüyüşü ve Mitingi) ve
daha birçok etkinlik başarıyla gerçekleştirildi.
Yapılanlara ve programa Genel Merkezimiz
internet ana sayfasından ulaşabilirsiniz.
YENİ BİR SAYIYLA MERHABA,
Büyük bir heyecanla “başlıyoruz, başladık, neler
yapılacak, hangi komiteler kurulacak, hangi
faaliyetler organize edilecek” derken 150. Yıl
coşkusunun doruğa ulaşacağı 4 Aralık’a çok az
bir zamanımız kaldı.
Ocak ayından beri birçok arkadaşımız
özveriyle çalışarak, farklı illerimizde birçok
faaliyete önayak oldular. Biz de elimizden
geldiğince her sayımızda yapılan ve yapılacak
olan güzel şeylerden sizleri haberdar etmeye
çalıştık. Yıl içerisinde konserler organize
edildi (Türk Sanat Müziği Konseri – İzmir;
Türk Halk Müziği Konseri – Ankara; Klasik
Türk Müziği Konseri – Eskişehir; Türk Halk
Müziği Konseri – İzmir; Beatles’ın Eserleri
“Yaylı Çalılar Beşlisi”), hatıra ormanları
dikildi ya da yenilendi (Mülkiye Ankara Hatıra
Ormanı, Bursa Hatıra Ormanı, Eskişehir
Hatıra Ormanı ), sempozyumlar düzenlendi
(Mülkiye’nin Yüzellinci Hocamız Prof.Dr.
Mümtaz Soysal’ın 80.Yaşında Türkiye’de
Anayasacılık; Pazarlama Ve Girişimcilik”
Uluslararası Sempozyum), sergiler düzenlendi
(Çalışan Çocuklar Fotoğraf Yarışması Sergisi;
Ahmet Soley’in “Irgat Çadırları” Fotoğraf
Sergisi, Mersin; Mülkiyeliler Görsel Sanatlar
Sergisi – Ankara, İstanbul, Bursa; Aydın
Çetinbostanoğlu Fotoğraf Sergisi“Roman
ve Düğün” – İzmir), konferans ve paneller
düzenlendi (İstanbul’daki Mülkiye Binaları
Konferansı – İstanbul; Yerel Yönetimlere
Genel Bakış – İzmir; Dünya Ekonomisinin
Geleceği Ve Dayatacağı Yeni Siyasal Düzen –
Ankara; Prof.Dr.Ahmet Şükrü Esmer’i Anma
Günü Çerçevesinde Kıbrıs Sorunu – Ankara;
Midas’ın Altın Toprakları – Eskişehir; Ekonomik
Krizin İş Ve Çalışma Hayatı Üzerindeki Reel
Etkileri – İzmir), söyleşiler yapıldı (Ayşegül
Devecioğlu ile Söyleşi “Ağlayan Dağ, Susan
Yapılanları medya organları yoluyla kamuoyuna
ve kendi kitlemize duyurma konusunda da elden
gelenler yapıldı. Birçok etkinliğimiz görsel ve
yazılı medyada yer aldı.
Elbette küresel olarak konumlanmış belli finans
gruplarınca yaratılmış ve tüm dünyayı etkilese
de, sonuçları itibariyle en çok bizimki gibi
bağımlı ekonomileri vuran (teğet geçmeyen) kriz
içerisinde boğuşurken, her şey tam isteğimiz
gibi de olamadı. Bu kadar mali ve sosyal
problemle boğuşurken ve inanılmaz boyuttaki
işsizliğin doğrudan ve dolaylı etkileri nedeniyle
hem sponsor ve destekçi bulmak zorlaştı, hem
de gönüllü çalışacak insan. Bunu, bir şekilde
işlerin ucundan tutan arkadaşlarımız daha iyi
biliyorlar. Bu nedenle bu kadar çeşitte ve adette
her türlü faaliyeti başarıyla organize eden,
katılan, destekleyen, duyuran ve sorumluluk alıp
çorbada bir tutam tuzu olan tüm üyelerimize ve
dostlarımıza teşekkür etmek gerekiyor.
3
Geçen sayımızdan bu yana 150.Yıl çerçevesinde
şu etkinlikler gerçekleşti:
• Heykel Sempozyumu çerçevesinde 4 ayrı
sanatçı tarafından yapılan ve 150 yılın öyküsünün üzerlerine kazındığı “İz Bırakanlar”, Denge”, “Birlik” ve “Şemsiye” adlı
heykeller, büyük amfide yapılan törenin
ardından okulumuzun bahçesine yerleştirildi
bahı saat 07:30’da Ankara Tren Garında Ankara’daki Mülkiyelilerle buluşacak
saat : 07:30-08:30: Ankara tren garı salonda
buluşma,karşılama töreni.saat:: 08:30: Ankara tren garından otobüsle Mülkiyeliler Birliği
genel merkezine gidiş.saat:09:00-11:00: Mülkiyeliler Birliği genel merkezinde teraslı salonda açık büfe kahvaltı. saat:11:00-13:00:
Serbest zaman. saat: 13:00: Mülkiyeliler Birliği genel merkezinden otobüsle Anıtkabir’e
gidiş.saat: 13:30: Anıtkabir Aslanlı yolda
buluşma. saat: 14:00: Anıtkabir’de tören.
saat:15:00-15:30:Anıtkabir’den otobüsle ayrılarak,Cebeci kampüsü SBF’ne gidiş. saat
:16:30 : SBF’de resmi tören.4 Aralık saat
• Mülkiyeli sanatçıların resim ve fotoğraflarından oluşan sergi, Ankara’dan sonra İstanbul’da YMM Odasının sergi salonunda ve Bursa Devlet Güzel Sanatlar
Galerisi’nde Mülkiyeliler ve sanatseverlerle buluştu.
14.00’ de SBF’ de tören yapılacak. Rektör, dekan ve hocalarımızın konuşmaları
sonrasında, akşam 19.00’ da okulumuzda
“150. Yıl Şenliği” başlayacak.
• Aydın Çetinbostanoğlu Fotoğraf Sergisi “Roman ve Düğün” 28 Eylül – 12 Ekim
2009 arasında İzmir’de düzenlendi
• 5 Aralık Cumartesi gecesi Ankara Swiss
Otel’de “150. Yıl Balosu” yapılacak. 150
Yıl Balosu’nun önceki yıllarda yapılanlara
göre daha görkemli geçmesi için tüm hazırlıklar yapıldı. Tüm şehirlerden gelebilecek arkadaşları baloya bekliyoruz.
• Ege Üniversitesi İzmir Uygulama ve
Araştırma Merkezi’yle ortaklaşa ve İzmir
Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla
İzmir Şubemizce düzenlenen “İzmirli
Olmak” konulu sempozyum 22 – 24 Ekim
tarihlerinde gerçekleşti.
• Mülkiye’nin kuruluşunun 150.yılını kutlama etkinlikleri kapsamında düzenlenen “ESKİ MEZUNLAR DİPLOMA TÖRENİ”
16 Ekim günü Bursa dernek merkezimizde gerçekleştirildi. Dekanımız Prof.Dr. Celal Göle nin de katıldığı törende toplam
15 eski mezunumuza diplomaları takdim
edildi.
• 29 Kasım tarihli Milli Piyango biletleri
Mülkiye temalı olarak basılacak
• PTT tarafından 4 Aralıkta Mülkiye konulu
ilk gün zarfı ve hatıra pulu çıkarıldı.
• Ankara’nın değişik yerlerine 150.Yıl nedeniyle hazırlanan afişler asılacak.
Bu konularla ilgili detayları ve diğer yazıları
bülten içerisinde bulacaksınız.
Yılsonuna kadar yapılacakları ise özetle şöyle
sıralayabiliriz:
Hemen tüm hazırlıklar yapıldı ya da yapılıyor.
Ekonomik kriz mutlaka etkileyecektir fakat
bundan sonrası için yapılması gereken, tüm
gücümüzle 4 Aralık kutlamalarının 150. Yılın tüm
görkemiyle geçmesi için mümkün olduğunca
katılım sağlamak olmalıdır.
• “Mülkiye Treni” ile bir anlamda 73 yıl öncesinin anılarına yeni anılar ekleyecek
olan bir tren yolculuğu gerçekleştirilecek.
3 Aralık Perşembe akşamı İstanbul’dan
yola çıkacak arkadaşlarımıza, Eskişehir
Garı’nda, Bursa ve Eskişehir’deki arkadaşlar katılacaklar ve birlikte Ankara’ya
gelecekler. Bu yolculuğa, elbette dilerlerse, diğer illerden arkadaşlar da katılabilirler. Trenle gelenler 4 Aralık sa-
Yeni bir sayıda buluşmak dileğiyle...
A.Raif FALCIOĞLU
4
BASINDAN....
Birliğimizin 12 Eylül
Askeri darbesinin 29.
Yılında üyelerimizle
birlikte, Birliğimizden
okulumuza yapmış olduğu
“ONUR YÜRÜYÜŞÜ” ne
basın büyük ilgi gösterdi.
“ONUR YÜRÜYÜŞÜ”
ve Mülkiyelilerin 12
Darbesine karşı tavırları
birçok gazetede yer aldı.
5
ÜNSAL HOCANIN ARDINDAN...
ÜNSAL OSKAY
Toplum bilimci ve iletişim biliminin önde gelen isimlerinden
hocamız Prof. Dr. Ünsal Oskay 18 Ekim 2009 tarihinde
hayatını kaybetti.
İstanbul'daki evinde 70 yaşında vefat eden Oskay,
2008'de beyin damarlarında geçici pıhtı oluşumu
tanısıyla kaldırıldığı hastanede bir süre tedavi görmüştü.
Şanlıurfa'da 1939 yılında doğan Ünsal Oskay, üniversite
eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde
tamamladı.
Şanlıurfa'da 1939 yılında doğdu, üniversite eğitimini
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde
tamamladı.
ABD'de 1967-1968 yıllarında iletişim üzerine yüksek
lisans-konuk öğrenci olarak eğitim alan Oskay, 1970'li
yıllarda Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nda
başlayan akademik hayatı sonrasında doçentlik tezi olarak
''19. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişimin Kültürel İşlevleri''
adlı çalışmasını yayımladı.
Varlık, Agos, Gergedan ve Milliyet Sanat gibi çok sayıda
bilim ve sanat kaynaklı dergilerde makale ve incelemeleri
yayımlanan Oskay, Frankfurt Okulu'nun popüler kültür
konusundaki çalışmalarının Türkiye'de tanınmasına yazıları
ve çevirileriyle büyük katkıda bulundu.
Siyaset bilim, iletişim teorileri, sosyoloji, estetik ve sosyal
teori konularında çok sayıda eserin Türkçe'ye çevrilmesini
sağlayan Oskay, 1980'li yıllardan itibaren İstanbul ve
Marmara Basın Yayın Yüksek Okullarında dersler verdi.
1990'lı yıllarda Marmara İletişim Fakültesi Radyo
Televizyon Bölüm Başkanlığı ve 2000-2002 arasında
İletişim Fakültesi Dekanlığı yapan Oskay, 2002 yılında
Marmara Üniversitesi'nden emekliye ayrıldı.
Prof. Dr. Oskay, Kültür, Beykent ve Yakın Doğu gibi özel
üniversitelerde de öğretim üyeliği ve idari görevlerde
bulundu.
6
ESERLERİ:
Kitapları:
Gelişim Açısından Kültür Değişimi, (doktora tezi, Ankara,
1971); Toplumsal Gelişmede Radyo ve Televizyon,(1972
TRT Büyük Ödülü); Göç ve Gelişme 1976; XIX. Yüzyıldan
Günümüze Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri 1982;
Çağdaş Fantazya 1982; Müzik ve Yabancılaşma 1982;
Estetize Edilmiş Yaşam 1983; İletişimin ABC'si 1992.
Çeviri kitapları:
Walter Gellhorn, Amerikan Hakları Anayasasının
Uygulanması 1965; Kitle Haberleşme Teorilerine Giriş
1968; Bertrand D. Wolf, Devrim Yapan Üç Adam 1968;
T.B. Bottomore, Toplumbilim 1972; Maurice Duverger,
Metodoloji Açısından Sosyal Bilimlere Giriş 1973; Wright
Mills, İktidar Seçkinleri 1974; John King Fairbank, Çin'in
Sömürgeleşmesi ve Amerika'nın Çin Politikası 1976; G.
Osipov, Toplumbilim Teori ve Yöntem Sorunları 1977;
Wright Mills, Toplumbilimsel Düşün 1979; Ernst Bloch,
Georg Lukacs, Bertolt Brecht, Walter Benjamin, Theodor
Adorno-Derleyen Fredric Jameson, Estetik ve Politika
1985; Lewis Henry Morgan, Eski Toplum 2 cilt 1987;
Martin Jay, Diyalektik İmgelem 1989; Bernard Lewis,
İslâm'ın Siyasal Söylemi 1993.
kaynayan sağ eliyle gözyaşlarını silerdi. Onu böyle
gördüğümde benim de gözlerim dolardı. Zamanla, o
yokken de, onun ağlayacağı yerlerde ben ağlamaya
başladım. Uyuşturan koşuşturmada insanlığımı
hatırladığım bu anları ona borçluyum. Babam konforu hiç sevmedi. Kendine hep olur olmaz işler
çıkarırdı. Bodrum’daki evin duvarını yıkar, yeniden yapar.
Kargıları keser. Teknenin eve getirdiği motorunu yağlar,
çalıştırır. Sürekli çalışma ve kavga hali onu ayakta tutardı.
Sabırlıydı. Çevirilerini kaç yılda yapacağını planlarken, “İki
hafta çevirsem, üç gün karımla kavga etsem, bir gün
hasta olsam” diye kalem kalem hesaplardı. Bir gün bana
“Ben çok zeki değilim. Benim kadar şu duvarlar çalışsa
onlar bile adam olurdu” dedi. Tabii ki zekiydi.
Asla acele etmezdi. Sabaha ders koydurmazdı. Öğlen
saatlerinde başlardı. Mülkiye’de bazen eve gelip “Ünsal
Hoca, ders başladı” diye sokaktan bağırırlarmış. Gelenleri
azarlayıp geri gönderirmiş. Kendisini çeviri ve yazıları
dışında sıkıntıya sokmazdı. Bir kez bile birinin önünde
eğilmedi. Bilgisiyle, kendine güveniyle dimdikti. Teoriyi tahrik edici hale getiren bir entelektüel, popüler
kültürü şahsına özgü maşasıyla deşen bir akademisyen...
Frankfurt Okulu deyince akla onun ismi gelirdi; bizzat bir
okuldu. Geçen hafta kaybettiğimiz Ünsal Oskay’ı, onun
başka türlü tedrisatından geçmiş oğlu yazdı
BABAMDAN NE ÖĞRENDİM?
Babamla maceram doğumumla, beni mosmor gördüğü o
ilk anda “Ege güzeli! Latince öğreteceğim! Adını Hefaistos
koyacağım” demesiyle başlamış. Anneannemlerin
yüreğine inmesiyle bu fikirden vazgeçmek zorunda
kalmış. Ama dayılarım beni bir süre “Hefoş Hefoş” diye
çağırmış. Babamla rengârenk bir çocukluk ve hayat
yaşadım. Onu çok sevdim. Hayatım boyunca bir saplantı
gibi onu kaybetmekten korktum. Ve geçen hafta bugün
onu kaybettim. Benim kendisi gibi akademisyen olmamı istedi. Ben
olmadım. Hayatı hep kavgayla geçti. Çalışma masasındaki
lambasının salona yaydığı ışık, duvarda gölgeler
oluştururdu. Hâlâ gözümün önündeler. Bitip tükenmek
bilmeyen çevirileri, yazıları yazarken, daktilosu evdeki
tüm sesleri bastırırdı. Çıt çıkmazdı. C. Wright Mills’i,
Frankurt Okulu’nu Türkçe’ye çeviriyordu. Öfkeliydi.
Yaptıklarını neden bir kavga gibi gördüğünü anlamazdım.
Ben daha rahat bir hayatı seçtim. Ona yakın durarak
kendimi onun ışığının bir parçasıymış gibi hissettim.
Gideceği günü düşünmemiştim. Mobiletle Bodrum’a Çocukluk hikâyelerim bitmez. İlkokulda, ortaokulda sınıf
birincisi olmak istememe kızardı. Çok çalışırsam dudak
bükerdi, endişeyle bakardı. “Dördüncü, beşinciyi geçme”
derdi. Sokakta çocuklarla oynamanın her şeyden önemli
olduğunu öğretti. Beni kovalar “Çık sokağa, oyna” derdi.
Asla belli bir saatte eve dön demedi. Herkesin
yapabileceği şeyleri yapmamı istedi. Çakı, çelik çomak,
uçurtma, balık tutmak... Babam bana hayatı bir macera gibi yaşamayı ve hiçbir
şeyden korkmamayı öğretti. Ben ilkokul 2’nci sınıftayken
satın aldığı mobiletle annemden gizlice İzmir’den
Bodrum’a gitmeye karar verdik. Kışın ortasında. Haftalar
öncesinden özel gocuklu kıyafetler hazırladı. Mobileti
trenle Ankara’dan İzmir’e taşıdık. İzmir’den yola
koyulduk. Söke’ye ulaştığımızda tir tir titriyordum,
vücudumu ateş basmıştı. Bodrum’a ulaştığımızda kızılcık
denilen ağır bir hastalığa yakalandım. Tüm vücudumu su
kabarcıkları kapladı. Annem beni gördüğünde kriz
geçiriyordu. Babam hep bu sayede maceracı ve korkusuz
biri olduğumu anlatırdı. İki hafta yattım ama hayatımın en
güzel anılarından biriydi. Bronzdan heykeller jenerasyonu
“Bizim için artık çok geç. Sizin kadar okumamız, yazmamız
mümkün değil” demiştim geçenlerde. Pes etmiyordu:
“Çınar, evet, belki bizim kadar okuyamazsın. Ama o
dönem farklı bir dönemdi. Bu senin suçun değil. O
insanlar bronz heykeller gibiydi. Şimdi her şey plastik.
Akademisyenler bile.” Bunları söylerken gözleri yaşarırdı. Babam için yaşamak, insanın insanca yaşamasına engel
olan şeyleri göstermek, onlarla savaşmaktı. Bunun
farkında olanları, iyi insanlar kabilesi gibi görürdü. Ama
gruplaşmayı sevmezdi. TİP’in bir toplantısına gidip de
“Alafranga mı, alaturka tuvalet mi?” diye tartışıldığını
görür görmez “Hadi bana eyvallah” deyip tüymüş. Hep
tek başına yaşadı, çalıştı, yazdı ama uzaktan uzağa akıllı
adamları, iyi yazarları izlerdi. Kendisine kitaplardan, iyi filmlerden, belgesellerden,
şiirden bir dünya yarattı. Her saniyesi büyük fikirlerin
içinde geçiyordu. Ama bu dışlayıcı, seçkin bir yerde
durma arayışı değildi. Mahler dinlerken tavuk suyuna
çorba yapardı. Karpuz keserdi. Çoraplarını yıkardı. Sade
zevklerini hep korudu. Yoksulluktan geldiğini hiç
unutmadı. “İnsan hâlâ eksik bir insan” derdi. Bir insanın
ortada bu gerçek dururken başka işlerle uğraşmasını
anlamıyordu. Ama iyi marangozlara, araba tamircilerine,
balıkçılara hayranlıkla bakardı. Vosvosta Guns N’Roses Ergenlik çağımda, babamın vosvosuyla Bodrum’daydık.
Ben de o zamanlar rock müziğe merak salmış, arabada
sürekli Guns N’Roses dinliyordum. ‘Welcome to the
Jungle’ diye elektrogitar ağırlıklı hızlı bir şarkıyı birkaç kez
üst üste çaldığımda birdenbire kasedi teypten çıkardı.
Hızını alamayıp torpido gözündeki diğer kasetlerimi de
aldı, “Yeter yav yeter!” deyip hepsini camdan dışarı
fırlattı! Bir dakika sonra o mahcup sesiyle, “Çok özür
dilerim. Seni çok seviyorum. Neydi o kasetler, yenisini
alalım” dedi. Babam beni gülmekten öldürürdü. Ona hiç
kızmadım, dargın kalmadım.
Yaz tatilinin denizden çıkar çıkmaz duş yapıp terlik giymek
Babamdan ağlamayı öğrendim Bir filmde, güzel bir sözde, asil bir jestte, hemen çocuk
gibi tatlı tatlı ağlar, çocukken kırdığı ve kemikleri yanlış
7
olmadığını, manzaranın tadını çıkararak çardaktan
bahçeye çiş yapmak olduğunu öğretti. Denize girdikten
sonra tuzlu kalmayı, kumun üzerine yatmayı... Babamın
develerle toprak getirerek elleriyle inşa ettiği yazlığında
yılanlar, kelebekler, kurbağalar, kaplumbağalarla
büyüdüm. Ondan doğanın masalsılığını öğrendim. Bir gün çocukken, ‘Indiana Jones’ filmini seyrediyorduk.
Harrison Ford’un, karşısında saniyelerce kılıçla şık
hareketler yapan korkutucu bir doğuluyu eli cebinde
izleyip, adamın ritüeli bitince tabancasıyla tak diye
vurduğu bir sahne vardır. Ben bu sahneye çok güldüm.
Ama o, sahnenin alt metninin Batı’nın Doğu’yu
küçümsemesi olduğunu söyledi, bana bozuldu. “Baba sen
de her şeye böyle çılgınca şeyler yakıştırıyorsun. Bir ağız
tadıyla film seyredemedik!” diye çıkıştım. “İlerde
anlarsın” dedi. Babam kökünü hiç unutmadı. O bir Marksistti. Ama
Atatürk’e de laf söyletmezdi. “Hiç kimse kendi tarihinden
kaçamaz. Benim babam onun sayesinde matematik
öğretmeni oldu. Babamın mektupla gönderdiği aritmetik
çözümleriyle matematik öğrendim. Adam oldum. O başka
bir şeydi” derdi. Kişisel tarihini bile kuramla açıklardı.
“Teori elimizdeki fenerdir” derdi. Okuduğum her şeyin altını çizmeyi öğretti. Elimde kalem
olmadan gazete bile okuyamam.
Her şeyi, herkesin anlayacağı gibi söylerdi. Karmaşık, şık
ifadelerle yazılmış fikir yazılarından nefret ederdi. “En
büyük faşist bunlar” derdi. Seçkinci entelektüellerden
uzak dururdu. Ağır akan, zorlama sanat filmlerinden hoşlanmazdı.
Hemen dudak büker, birkaç dakika sonra horul horul
uyumaya başlardı. Uyanınca da yönetmene “Ananı
eşekler kovalasın” diye bağırırdı. Bilginin
fetişleştirilmesine kızardı. Babam bana Amerika’da Jean-Jacques Rousseau’yu
çocuklarını terk eden sorunlu bir adam olarak tanıtan
okulumun efsanevi hocalarından birinin ‘hıyar’ olduğunu
öğretti. Entelektüelin iyisinin, yenilginin ne olduğunu
bilen toplumlardan çıkacağını da... Ben de zaman içinde
o, Murat Belge, Mete Tunçay gibilerini, Amerika’da pek
göremeyeceğimizi anladım. Ama bana akademisyen çocuğu olarak da kızların gözüne
girilebileceğini gösterdi! Babama hayran güzel kızlarla
tanıştığımda en yakın arkadaşımın “Oğlum, fabrikatör
çocuğunu anlarım da akademisyen çocuğu olduğu için kız
tavlayan bir seni gördüm. Ünsal Hoca hakikaten büyük
adam!” dediğini hatırlarım. Kıkır kıkır gülüp Don Kişot okurdu
Son günlerinde fiziksel gücünü yitirse de, zekâsı zehir
gibiydi. Bu yüzden ona asla bir şey olmayacağını
düşünüyordum. En kötü zamanında bile durmadan
okuyordu. Bir gece, bahçesinde ben derginin
düzeltmelerini yaparken, yanımda yeniden Don Kişot
okuyup, kıkır kıkır çocuk gibi gülüyordu. Hayatımın en
güzel anlarından biriydi. Sesi kulağımda. O kadar tatlıydı
ki. Tesellim, ailemin ‘üşütük’ tiplerden oluşması. Bunda
babamın payı var. Ablalarım Defne ve Dalya ile Alper ve
İrina bana hep onu hatırlatacak. Ben, dayım gibi gazeteci
oldum. Dayımın kızı Yasemin babamı çok severdi. Geçen
yıl, New York’ta sosyoloji okumaya karar verdi. Babam bana biraz da deli olmayı öğretti. Mesela mezarlık
ziyaretine gecenin köründe de gidilebileceğini... Geçen
gün, geç de kalsak elimizde bir çakmakla babamın
mezarını şıp diye bulduk. Kuralların hiçbir anlamı
olmayabileceğini, onlardan kurtulmanın ne kadar kolay
olduğunu gösterdi. Niye gidilmesin karanlıkta mezarlığa?
Babamın hatırası kaderimde bana nasıl bir oyun
oynayacak bilemiyorum. Ama onun istemeyeceği bir şeyi
asla yapmayacağımı biliyorum. Pek çok oğul gibi babam
benim kahramanımdı. Onun da kahramanları vardı. 1984’te, Paris seyahati
sırasında, Walter Benjamin’in evinde zincirin üzerinden
atlayıp Benjamin’in çalışma masasına oturmuş, kâğıtlara
dokunarak, koklayarak hüngür hüngür ağlamaya
başlamış. Polis babamı gözaltına almış, arkadaşlarını
aramış. “Burada uslu, efendi bir adam var ama sanırız akıl
hastası” demişler. Arkadaşları, babamın ülkesinin önemli
akademisyenlerinden biri ve Benjamin’i Türkçe’ye çeviren
adam olduğunu anlatıp onu serbest bıraktırmışlar.
İnsanın hâlâ eksik bir insan olduğunu hatırlatanlar dışında
hiçbir şeye bu kadar tutkuyla bağlanmadı. Onun tanrıları
Marx’tı, Walter Benjamin’di, Adorno’ydu. Eğer gerçekten bir tanrı varsa, ondan tek bir isteğim var.
Babamı Melville’in, Cervantes’in, Ece Ayhan’ın, Âşık
Veysel’in, Baudelaire’in, Walter Benjamin’in yanına götür.
Babamın başını okşasınlar. Ona sarılsınlar..
Babamın tatlı vedası
Canının istediği gibi pilav yiyemeyeceği, sigara
içemeyeceği, motosiklet kullanamayacağı bir hayat
fikrine onu ikna etmek için yıllarca didindik. İnsanın kendi
istediği gibi yaşayamaması fikrini aklı almıyordu. Tuzlu
bademden bile vazgeçmedi. Okumayı son güne kadar bırakmadı. İnsanların neler
yaşadıklarına, buraya nasıl geldiklerine merakı hiç
dinmedi. Yıllarca tek bir tabak üzerine desen işleyen
Japon gravürcülerin ne kadar bastırılmış bir hayat
yaşadıklarına da ağladı; bir savaştan diğerine gidip helak
olmuş Mehmet dedesine de. Aşkın, çapkınlığın olmadığı bir hayatın hayat
olamayacağını öğretti. Bugün eski dostlarından
Mülkiye’deki çapkınlıklarını dinliyorum, katıla katıla
gülerek. Babam 70 yaşında da benden daha çapkındı. ÇINAR OSKAY
8
İLHAN HOCANIN ARDINDAN...
oylama yaptım ve bu soruları istemiyoruz diyerek sınıfı
terk etmeye karar verdik.
Dekan İlhan Unat beni çağırdı ve sınıfa yeniden girmemizi
istedi. Bir çözüm üretecekti. Sınavı ertelediğini açıkladı.
Böylece bir orta yol bulunmuş kriz önlenmiş oldu.
***
1968 öğrenci hareketleri, yalnızca öğrencileri değil,
öğretim üyelerini, aileleri de derinden etkiliyordu. Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi o dönem öğrenci
olaylarının merkezi konumundaydı. Okulun hemen
bitişiğindeki kız-erkek öğrenci yurdu, yurdun altındaki
kantin ve yemekhane Ankara’nın, hatta Türkiye’nin
gençlik önderlerinin, eylemcilerinin buluşma mekânıydı.
Siyasallılar, kendilerine geçmiş geleneğin devamı olarak
‘Mülkiyeli’ derler. Mülkiyeli olmak devlet kademelerinde
özel bir imtiyaz gibidir. Aralarında da ciddi bir dayanışma
söz konusudur. 1968 olayları, en çarpıcı ektilerini Siyasal
Bilgiler Fakültesi’nde gösterdi. Okul, öğrencileri, öğretim
üyeleriyle bir bütün olarak 68’i karşıladı.
Fakültemizin eski dekanı ve emekli hocası olan Prof. Dr. İlhan
Unat (SBO- İdari Şube 1943 mezunu), 19 Ekim 2009 Pazartesi
günü vefat etmiştir. Değerli hocamız için 22 Ekim 2009 22 Ekim
2009 Perşembe günü ise, saat 10.30’da Ankara Siyasal Bilgiler
Fakültesinde kendisi için düzenlenen törenin ardından, Kocatepe Camiin’ de kılınan öğle namazının müteakiben Cebeci Asri
Mezarlığı’nda toprağa verilmiştir. Oral Çalışlar’ın Radikal Gazetesinde yayınladığı 68 MÜLKİYE’SİNİN ‘İLHAN HOCA’SI
makalesini hocamızın anısına yeniden yayınlıyoruz.
68 MÜLKİYE’SİNİN ‘İLHAN HOCA’SI...
1969 yılını üniversite işgalleriyle geçirmiştik. O yaz
Ankara’daki eylemci öğrencilerin tamamına yakını
hakkında tutuklama kararı çıkarılmıştı. Bir okulun
öğrencileri hariç. O okul bizim okulumuz Ankara
Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyeleri üniversite
reformunu çoğunlukla desteklediler, öğrencilerine
sahip çıktılar. O dönemin dekanı Profesör Dr. İlhan
Unat’tı. İlhan hoca, olaylar karşısında sakin yaklaşımı, bir
hukuk hocası olarak hukukun üstünlüğünü her koşulda
savunmasıyla dikkat çekerdi.
1968 yılında okulumuzda belki de Türkiye’de ilk ve son
olarak seçimle gelen bir kurul oluşturuldu. İlhan Unat’ın
önderlik ettiği ve oluşmasını sağladığı bu kurulun adı
‘Fakülte Karma Kurulu’ydu. Bu kurulda dört öğrenci,
dört asistan, dört doçent ve dört profesör yer alıyordu.
Başkanlığını da dekan yapıyordu.
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ydi. Dekanımız
Profesör Dr. İlhan Unat, polise, eylemci öğrenci listesini
vermeyi reddetmişti.
1969 Haziran sınavlarında Profesör Dr. Şerif Mardin’in
Siyaset Bilimine Giriş dersinin sınavındaydık. Mardin iki
soru sormuştu. Birisi sene içinde anlattıklarımı özetleyiniz
türünden bir soruydu. Diğer ise “Schumpeter’e göre
Marks’ın kehaneti yorumlayınız”dı.
Öğrenciler, ne diyeceklerini tam kestiremedikleri ilk
sorudan hoşlanmamışlardı. Benim derdim ise Marks’ın
görüşlerine kehanet denmesiydi. Sorulara itiraz ettim.
O zaman okulun Sosyalist Fikir Kulübü Başkanı’ydım. Bir
9
Öğrenci temsilcileri tüm okul öğrencilerinin oy kullandığı
bir seçimle belirlendiler. Asistanlar, doçentler, profesörler
kendi temsilcilerini aralarından seçtiler. Cengiz Çandar,
Hakkı Öcal, Hüsnü Erkan ve ben Oral Çalışlar öğrencilerin,
Kurthan Fişek, Cem Eroğul, Ahmet Yücekök ve Yüksel
Ersoy asistanların, Mümtaz Soysal, Türkkaya Ataöv,
Tuncer Bulutay hatırladığım kadarıyla doçentlerin,
Muammer Aksoy, Safa Reisoğlu, İlhan Öztrak, Aziz Köklü
de profesörlerin temsilcisiydi.
Bu kurul tam bir katılım örneğiydi ve yaratıcısı dekanımız
İlhan Unat’tı. Bunun üniversite çapında uygulanmasını da
umuyordu. İşte 1968-69 dönemini biz okulumuzda böyle
yaşadık.
Bu kurul birçok gerginliğin yumuşatılmasında, okul
yönetimiyle öğrenciler arasında uyum sağlanmasında
aracı rolü oynadı.
***
Önceki akşam, Boğaziçi Üniversitesi’nde anlamlı bir tören
vardı. İstanbul Mülkiyeliler Birliği yönetimi, İlhan Unat’a
1968 döneminde okul içindeki demokratikleşmeye
katkıları nedeniyle bir ‘şükran plaketi’ sundu. İstanbul
Mülkiyeliler Birliği Başkanı Müfit Erkarakaş’ın
konuşmasıyla başlayan buluşmaya, Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Profesör Dr. Celal Göle de
katıldı.
İlhan hocanın eşi hocamız Nermin Abadan Unat, hocanın
kızları Ayşe ve Oya, Nermin hocanın oğlu Mustafa Kemal
Abadan, o dönemin öğrencilerinden Prof. Dr. Zafer
Toprak, Prof. Dr. Binnaz Toprak, Prof. Dr. Fazıl Sağlam,
Prof. Dr. Nihal İncioğlu da bu mutlu anı hocamızla
paylaştılar.
Plaketi 68 döneminin okulumuzdaki etkin isimlerinden
Profesör Safa Reisoğlu bir konuşmayla İlhan hocamıza
sundu. Profesör Dr. Ruşen Keleş, bir öğretim üyesi olarak
İlhan hocanın seçkin niteliklerini dile getirdi. İpek Çalışlar,
Unat’ın 4 Aralık 1968 tarihinde yaptığı konuşmadan
bölümler okudu. O ilginç konuşmada en dikkat çekici
bölüm şuydu: “Üniversite gençliğinin yetişmesinden
sorumlu eğitimciler olarak metodlarını ve uygulama
şekillerini tasvib etmesek de, gençliğin uyarısının
üniversitelerimizi silkelediği ve öteden beri çeşitli
kademelerdeki üniversite mensuplarının zorunluluğunu
duymakta birleştikleri üniversite reformunu tezelden
gerçekleşme safhasına getirmiş olduğu bir gerçektir. Bu
gelişmeyi sevinçle karşılar, reformun gerçekleşmesinde
öğrencilerimizle karşılıklı güven ve anlayış zihniyeti içinde
yürütülecek işbirliğinin temel unsur niteliği taşıdığına
olan inancımı belirtmek isterim.”
Cengiz Çandar, o dönem SBF Öğrenci Derneği Başkanı’ydı.
İşgaller sırasında İlhan hocanın evine Mahir Çayan’la
birlikte yaptığımız ziyaretin ilginç anlarını anlattı. Bizim
ziyaretimizin sabahı dönemin İçişleri Bakanı Dr. Faruk
Sükan, “İşgalci öğrenciler geceleri dekanlarla buluşup
eylem planlıyorlar” diyerek, bizim buluşmayı Meclis’in
gündemine getirmişti.
Türkiye 68’inin bir boyutu da hocalarımızdı.
İlhan Unat’ın onlar içinde seçkin bir yeri var.
Bizleri bir hukukçu olarak, bir eğitimci olarak sakin haliyle
etkiler ve daha sert eylemlerin yumuşatılmasında rol
oynardı.
Ona çok şey borçluyuz.
Oral Çalışlar - Radikal
24.06.2009
10
11. NÜZHET ERMAN ŞİİR ÖDÜLÜ ŞİNASİ ÖZDENOĞLU’NA VERİLDİ
28 Nisan 1926 tarihinde İstanbul´ da, Sultanahmet’teki
Nahilbent Sokağı’nda doğan Erman, Emniyet Amiri olan
babasının görevi dolayısıyla ilkögrenimini Konya´da, orta
ögrenimi Siirt ve Isparta´da tamamladıktan sonra liseyi
Afyon´da okumuştur. 1944 yılında 10 kişilik Afyon Lisesi
Fen Şubesinden 130 üzerinden 128 , Lise olgunluk sınavı
sonucunda ise 40 üzerinden 38 alarak mezun olmustur.
Çocukluğundan itibaren kitaplara ve okumaya olan
düşkünlügünü söyle anlatır:
´TATIL GÜNLERINDE , GÜNLÜGÜ BEŞ KURUŞA ÖDÜNÇ
KİTAP VEREN VE BENI TARZAN, MONTE CRISTO
VE PARDAYAN’LA TANISTIRAN İZBE DÜKKAN, 10
METREKARELIK KITAP EVINI UNUTMAK MÜMKÜN MÜ ?´´
İlkokul ve Ortaokulda o dönemin tanınmış şairlerinden
beğendiği şiirleri en güzel yazısı ile şiir defterlerine
geçiren ve Çocuk Sesi gibi dergilerde şiirleri yayinlanan
Erman, Lise yıllarından itibaren Ülkü, Servet-i Fünun ve
Varlık dergilerine şiir yazmaya baslar. O sıralarda Ülkü
Dergisi’ni yöneten Ahmet Kutsi Tecer ve Varlık Dergisi’ni
yayınlayan Yasar Nabi Nayır Erman´ı mektupları ile
yüreklendirmektedirler.
´´O GÜNLERDE LİSE FUTBOL TAKIMINDA OYNUYOR , 110
METRE MANİALI KOŞUDA FARUK ÜNAL ILE YARISIYOR;
OKULDA KAĞIDIN BIR TARAFINA TRIGONEMETRI
PROBLEMİ ÇÖZERKEN, DIGER TARAFINA DA SIIR
YAZIYORDUM. ŞAİR OSMAN ATİLLA HALKEVINDEN,
KENAN HARUN VE AHMET ARIF OKULDAN EN SAMIMI
ARKADASLARIMDI´´ diye anlatır o günlerini Erman.
Erman, Afyon Lisesi’nden mezun olduktan sonra,
çocukken geçirdigi ölümcül bir ateşli hastalık sırasında
onu iyileştiren Doktor Yüzbaşı Salih Bey’e öykünerek
Istanbul Tıp Fakültesi’ne girmek ister. Ancak yurdun her
yerinde görev yapabileceğine dair Heyeti Sihhiye Raporu
alamadığı için Tıp Fakültesine kabul edilmez. Hayal
kırıklığı ile Ankara’dan Istanbul Teknik Üniversitesi’ne
kaydını yaptırmaya giderken:
´´BIR ESİNTİ İLE ESKIŞEHIR´DE TRENDEN İNDİM VE
KAYITLARIN KAPANMASINDAN AZ ÖNCE MÜLKIYE´YE
BAŞVURDUM. SINAV SONUCU 1918 NUMARA ILE YANI
18. OLARAK BU TARIHI MABEDE YATILI OLARAK ADIM
ATTIM´´ diye anlatır torunları Nüzhet Cem, Tunç, Şeminur
Müge ve Hande ´ye.
Erman, 1947 yılında Mülkiye´den mezun olmuş ve
Hukuk Fakültesi fark sınavını vererek Hukuk Diploması da
almistir.
Eskişehir´de trenden inerek egitimini Ankara´da devam
ettirme kararinin en büyük nedeni olan, YESIL(1948) adlı
ilk şiir kitabını ithaf ettigi, uzaktan akrabasi Seminur Aziz
ile 1948 yılında evlenmistir. Demirköy kaymakamı iken
oğlu DEMIR(1949) , Akçadağ Kaymakamlığı sırasında ise
kızı Filiz (1954) dünyaya gelmistir.
1947 yılında Mülkiye´yi bitirdikten sonra Emniyet Genel
Müdürlügünde 25 Lira maaşla komiser muavini olarak
göreve baslamistir. Sonra sırasıyla Ankara ve Tekirdağ Il
Maiyet Memurlugu, Kazan Bucak Müdürlügü, Demirköy
Kaymakam Vekilligi , Güney, Akcadag, Kızılcahamam ve
Altındağ Kaymakamliklarinda bulunmustur(1947-1960).
11
1960 yılında Altındağ Kaymakamı olarak Ankara Vali
Muavinligine vekalet etmistir. 27 Mayis 1960 ihtilalinden
sonra ise Ilgaz Kaymakamligina tayin edilmistir. 30
Temmuz 1960 da atandigi bu görevden 13 Ekim 1960
tarihinde büyük bir hayal kırıklığı ile istifa ederek
ayrılmıştır.
1960-1966 yılları arasında Danıştay Kanun
Sözcülügünde, Basyardımcılığında, Anayasa Mahkemesi
Raportörlügünde bulunmustur.
1966 yılında cok sevdigi idarecilik meslegine tekrar geri
dönmus ve Nevsehir´e vali olarak atanmis ve 54 yaşında
resen emekliye sevkedildigi 1980 yılına kadar sırasıyla
Antalya, Rize, Mugla ve Tekirdag illerinde valilik yapmıştir.
1980 yılından sonra Gazi Üniversitesinde iki dönem
Inkilap Tarihi Dersi vermistir.
Kısa süren rahatsızlığının ardından 11.11.1996 yılında
Ankara´da evinde tüm ailesi ve sevenlerini arkasinda
birakarak, hayata gözlerini kapamistir.
Şiirleri 1942 yılından başlayarak Yedigün, Inkilapcı
Genclik, Millet, Kaynak, Ülkü, Varlık, Hisar ve Türk Dili
Dergilerinde yayımlanmıstır.
Eserleri hür iradeli, bağımsız, sosyal güvenlik hakkkına
sahip, sağlıklı ve okumuş insan özlemiyle dolu olan
Erman ´in şiirleri kendine özgüdür. Erman, tarihi olayları
şiirlestirmiş ve destanlastırmıstır. Gerek biçim, gerek
içerik bakımından şiirlerini ayırt etmek mümkündür.
Şiirlerinin merkezinde insan unsuru vardır. Meslek
hayatının ona verdigi sorumlulukla birlikte, Anadolu
insanını, onların yaşantılarını, onları anlayıp sevmenin,
dertlerine ortak ve çare olmanın sart oldugunu
anlamistır.
´´IYI VEYA KÖTÜ, FAKIR VEYA VARLIKLI, HERZAMAN
SEVGI VE SAYGIYA VE HOSGÖRÜYE LAYIK OLAN
INSANLARIMIZI SIIRLERIMDE BASKÖSEYE OTURTMAM
TABII KARSILANMALIDIR´´ demistir.
Şiirlerindeki bir diğer özellik de idareci kisiliğine
rağmen olaylari tarafsız bir gözlemle yorumlayabilmesi,
gerektiginde yanlış bulduğunu rahatlıkla
eleştirebilmesidir.
Ölüm yıldönümü olan 11 Kasım tarihinde Nüzhet
Erman adina , ailesi tarafindan yapilan düzenleme ile,
genc sairleri desteklemek,onlarin yazin hayatinda daha
görünür olmasini desteklemek amaci ile, her yil NÜZHET
ERMAN SIIR ÖDÜLÜ verilmektedir.
KITAPLARI:
YESIL (1948)
A BENIM CANIM EFENDIM (1958)
ANADOLU 1970 (1970)
GAZI MUSTAFA KEMAL ATATÜRK (1973)
HEM HÜRRIYET HEM EKMEK (1974)
TÜRK (1990)
HALK HAKTIR (1990)
HER GÜN YENI DOGARIZ (1996)
NASREDDIN HOCA - İPE UN SEREN ADAM (2000)
Sanatçı ve saygın bir kişiliğin; Hisar Şairleri’nden
Vali Nüzhet Erman’ ın anısını yaşatmak üzere her yıl ERMAN Ailesi tarafından verilen “NÜZHET ERMAN ŞİİR ÖDÜLÜ” nün onbirincisi,Prof. Talat
Halman, Doğan Hızlan, Hilmi Yavuz, Mustafa Şerif
Onaran ve Filiz Erman Immich’ten oluşan Seçici
Kurul tarafından bu yıl Mülkiye’nin 150. kuruluş
yıldönümü anısına; 1947 yılında Mülkiye’den mezun olarak Anadolu’daki hizmet yıllarında, ülke
insanın gerçeğiyle bütünleşen ve Cumhuriyetimizin
coşkulu şairlerinden biri olan Şinasi Özdenoğlu’na
verilmiştir.
11.NÜZHET ERMAN ŞİİR ÖDÜLÜ, 9
Kasım 2009 Pazartesi günü saat 18.00’de Ankara’da
Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde, Mülkiye’nin 150.
kuruluş yılı kutlama etkinlikleri çerçevesinde
Birliğimizin düzenlediği törende, konuşmalar ve
konserden sonra ödül Erman ailesi tarafından Şinasi
Özdenoğlu’na takdim edilmiş ve Mehmet ÖZER’in
sunduğu tören kokteylle sona ermiştir.
12
NÜZHET ERMAN ŞİİRLERİ
YUNANCA (Z) HARFİ
Her Gün Yeni Doğarız
<< Gölge etme - başka ihsan istemem>>
Gelin, kanlarımızdaki bir kaç tutam demiri
Dostluk ateşine salip
Kızdıralım bir güzel!
Sıkıntısı güneş değildi herhalde Diyojen’in
<< Satmam - taş çatlasa - hürriyeti kulluğa >>
Ask ile döve döve hoşgörünün örsünde,
Gönül buzlarını kalıp kalıp
Kıralım bir güzel.
Derken - gerçekçiydi Mevlana Celalettin
Öldürülecekti okuyanlar - Yunus’un nefeslerini
Ha zerdali cicegi, ha karinca, ha insan!
Gelin, karsilarinda elpence divan
Ve de agzi acik hayran
Duralim bir güzel.
Fetvasına göre Ebussuut Efendi’nin
Selamlamadı Despotun şapkasını ama
‘Gün yeni, günle gelen rizik da yeni! ‘
Demis, Geyikli Baba, Anadolu ereni.
Zaten, bin su kadar yil, Ipek Yolundan
Derleye derleye gelmisiz Nevruz ciceklerini.
Ok atarken elleri titreyebilirdi Giyom Tel ‘in
Yıldız Sarayında oturduğundan kelli Abdülhamid
Yasaktır (Yıldız) demek – yıldızları yok bilin
Yanlis olani biliyoruz artik!
Yalana karnimiz tok!
Dogruyu da ögrendigimize göre:
Tabani her yer, tavani gökyüzü,
Dayanaklari akil,sevgi, iz´an..
Hür ve (ölümsüz) anlamına gelir Yunanca’da (Z) harfi
Tez alfabeden (Z) harfini silin
İnsan bir yanda – oldum olasıya – hürriyet bir yanda
Gelin su köhne, su canim dünyayi sil bastan
Kotarip, kuralim bir güzel!
Ey duvar oğlu duvarlar – ara yerden çekilin
GÜL NİYETİNE
OZAN VE ÜNİVERSİTE
Güneş demişler güneş olmuş - her sabah açan çiçek
İşte Sokrates’in - işte Pir Sultan’ın encamı
Ne malum sabahları bir gülün doğmadığı
(Diyen - no güzel demiş)
<< Bir Çiçek >> diye tanımlanır ama
-Korkunun ecele faydası varmı
Nerden belli güllerin hürriyet olmadığı
Gün doğmaz - ay batmaz - anlarım ama
Boşuna mı söylenir - toprağına - (ozanların ve yiğitlerin)
Ozan ve üniversite
Arada bir gül yağdığı
Dut yemiş bülbül gibi – susar mı ?
Kesin ve güzel olan - insanoğlunun
Gül için öldükçe gülsüz kalmadığı
13
MÜLKİYE TÜRK HALK MÜZİĞİ KOROSUNDAN 150. YILA ARMAĞAN
Mülkiye Türk Halk Müziği Topluluğu 17 Nisan 2009 tarihinde okulumuz Siyasal Bilgiler Fakültesi
Prof. Dr. Aziz Köklü Salonunda vermiş olduğu konser kayıt edilerek 150. Yılın anısına armağan olarak
dağıtılmak için çoğaltıldı.
“Tarihimizin uzunca bir dönemine tanıklık eden Mülkiye, salt irfan yuvası olma özelliğiyle değil, kültür
ve geleneksel değerlerimize yakın duruşuyla da topluma önder rolünü yerine getirmiştir. Bünyesinde 2005
yılında kurduğu Mülkiye Türk Halk Müziği Topluluğu; öz kaynaklarına dayalı, Mülkiye vizyonuna uygun
bir duruşla, halkımızın imbiğinden süzülen sevdayı, acıyı ve umudu; ruhuna uygun biçimde seslendirmeye
çalışmaktadır. Ebediyete akıp giden Mülkiye eserinin ilk 150. Yılı kutlamaları için, Mülkiye Türk Halk
Müziği Topluluğu olarak Mahpusluk türkülerine ses verdik; “Özgür ve Bağımsız Türkiye” sevdamızla…
Armağan olsun!..”
MÜLKİYE TÜRK HALK MÜZİĞİ TOPLULUĞU
14
150 YILLIK ÖYKÜMÜZÜ MERMERE KAZIDIK
nik düşmeyen ve taşın sabrı ile heykeller, Mülkiyelilerin düşlerini okulumuz bahçesinde anlatıyor.
Dünümüzü bu güne çağırıp, bu günü yarına taşıyor.
Çekiç ve murç darbeleriyle mermere kazınan
bu öykü bir sonsuzluk ezgisi olarak yaşamayı
sürdürüyor. Heykellerdeki güçlü formlar, dinamizm ve süreklilik bizim 150 yıldır biriktirdiğimiz
ve paylaştığımız Mülkiyelilik bilincinin ifadesidir. Heykellerin taşıdığı kararlılık, güç, dayanışma,
direngenlik, denge, devinim gibi Mülkiyelilerin
özgün duygularını anlatan formlar ve imgelerin
sıcaklığı dokunmak isteyeceğimiz kadar sahicidir ve
bizim tarihimizin önemli parçalarıdır. Mülkiyelilik
yürekleri yelken olan insanların dayanışma bilincidir. Bu bilinç yarınımızı bilimle sanatla eşit ve özgür
kılma bilincidir.
150.Yıl etkinlikleri kapsamında düzenlediğimiz
“Heykel Sempozyumu”nun gerçekleşmesinde emeği
ve katkısı olan; Mülkiyelilerin 150 yıllık öyküsünü
taşın dilinden ölümsüzleştiren heykel sanatçıları
Ayhan Yılmaz, Nesrin Karacan, Gökhan Ercan,
Mustafa Yılmaz’a;
Heykeltıraş asistanlarına,
Heykel Sempozyumu Çalışma Grubu üyeleri
Hümeyra Kutbay ve Semra Erbay’a;
Mekteb-i Mülkiye’nin kuruluşunun 150. Yılı
nedeniyle Birliğimizin ve okulumuzun birlikte
örgütledikleri 150. Yıl etkinlikleri panel, söyleşi,
dinleti, konferans, sergi, gösteri, konser gibi etkinliklerle sürüyor. Üyelerimiz, öğrencilerimiz,
hocalarımız ve dostlarımızla 150 yıllık bir geçmişi
paylaşıyor, bugüne ilişkin sorunlarımızı tartışıyor ve
gelecek düşleri kuruyoruz. Şüphesiz ki her etkinliğin
tarihimizi güncellemede ve yeniden üretmede kendi
dilinden önemli katkıları olmuştur. 150 yıl etkinlikleri kapsamında düzenlenen “Heykel Sempozyumu” ve bu sempozyumun ortaya çıkardığı heykellerin etkinliklerimiz içinde önemli ve ayrıcalıklı bir
yeri olduğunun bilincindeyiz. 150 onur yılı heykel
sanatçılarımız tarafından taşın dilindeki sonsuzluğa
kazınarak ölümsüzleştirilmiştir. Şimdi zamana ye15
150.Yıl Organizasyon Komitesinde yer alan tüm
Mülkiyelilere;
Çankaya Belediyesi Başkanı Bülent Tanık, Başkan
yardımcısı Ali Ulusoy ve belediye çalışanlarına;
Ankara Vali Yardımcısı Mustafa Tapsız ve
İscehisar Kaymakamı Yaşar Güneş’e;
Cemil Sönmez anısına bağış yapan Celal Sönmez’e;
Siyasal Bilgiler Fakültesi 84 mezunlarına;
SBF-DER’e;
Otel Marinem’e
Birliğimiz adına teşekkür ederim.
Ali ÇOLAK
Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı
HEYKEL SEMPOZYUMUNA KATILAN SANATÇILAR
ÖĞR.GÖR.AYHAN YILMAZ
(Tomarza-1965)
1988 yılında Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nü “Birincilik”le bitirdi. 1990 yılında
Master Eğitimini, 1994 yılında da Sanatta Yeterlik Tez
Çalışmasını tamamladı. Halen, Hacettepe Üniversitesi Güzel
Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nde Öğretim Görevlisi
olarak çalışmalarını sürdürmektedir.
Eseri: İZ BIRAKANLAR
150. Yıl anısına bir ‘Dikili Taş’ olarak düşündüğüm bu
çalışmada, nasıl ki mimaride binanın taşıyıcı sütunları vardır
ve bina bu ayaklar üzerinde durur, işte Mülkiye’ yi de böylesine taşıyan ve geçmişten bu güne oluşumuna emek veren,
destek veren, bu kültürün oluşmasını sağlayan Mülkiyeliler
birer el-parmak figürleriyle sembolize edilmiştir. Bu yapıyı ayakta tutan, mücadeleci ve dayanışmacı ruhun anıtlaşmasıdır.
16
YRD. DOÇ. NESRİN KARACAN
1968
Ankara’da doğdu.
1986
H.Ü G.S.F.Heykel Bölümüne Özel Öğrenci olarak başladı.
1991
H.Ü.G.S.F. Heykel Bölümünden Birincilikle mezun oldu.
1992
H.Ü.Yabancı Dil Hazırlık Sınıfına Devam Etti.
1994
H.Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü Heykel Anasanat Dalında Yüksek Lisansını tamamladı.
1994
H.Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü Heykel Anasanat Dalında Sanatta Yeterlik Programına ve Araştırma Görevlisi olarak
çalışmaya başladı.
1998
Sanata Yeterlik Derecesi aldı.
1999
Hacettepe Üniversitesinden ayrıldı.
2000
Mersin Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak çalışmaya başladı, halen aynı
görevi yürütmektedir.
Adres: Fatih mah. 18.sok.Gülhan apt.16-5 Mezitli-Mersin Tel-fax:0324 358 65 70 gsm:0533 221 05 45
[email protected]
Eseri:
Çizgisel formlarla elde edilen figürsü elemanlar kompozisyonda dinamizm ve topluluğa işaret eden unsurlardır. Birlik, çokluk
ifade eden bu elemanlarla birlikte üç taşın iç mekan oluşturacak şekilde yerleştirilmesi sarmal ve süreklilik ifade eden mekansal
bir ifadeye dönüşmektedir.
Maket dökümden sunulmuş olup taşa uygulanacak olan kompozisyon biçimi fotoğrafta görüldüğü gibi düşünülmektedir.
Tarafımdan sunulan tüm projeler gibi bu projede de mavi renk taşa uygulanacaktır. Dökümde koyu renk olan tüm yüzeyler
flamalardan uyarlanacak olan mavi renkle ele alınacaktır. Çalışma için önerilen taşların boyutlarının sağlanabilmesi çalışmanın
etkisini belirleyecek unsurdur.
17
GÖKHAN ERCAN
· İstanbul 1965
· Mimar Sinan Üniversitesi, Heykel Bölümü 1991
· Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nde 1991–95
“Araştırma Görevlisi”
· Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nde 1994 “Yüksek Lisans’ını tamamladı.”
· MSÜ – İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, Heykel Bölümü’nde 1996–99
“ Okutman “ olarak görev yaptı.
Halen Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
Heykel Bölümü’nde “Öğretim Görevlisi” olarak çalışmakta ve kendi özel
atölyesinde sanatsal çalışmalarına devam etmektedir.
Eseri:
Heykelinde temel unsur “ışık” ve “aydınlık”. Mülkiyeliliği ışıkla simgeliyor. Heykelin tepesinde yer alan parçadaki 15 adet delik
sayesinde gün ışığı toprağa ve yağmura kavuşuyor.. Burada Mülkiyelinin Türkiye’yi aydınlatması ve ülkesine katkıları ifade
ediliyor..
Resimlerle sempozyum
Açılış töreninde
İlk çalışmalardan (1-2 günlük)
ilerlerken ( 5-6 gün)
Sonlara doğru ( 9-10 günlük)
bitiş (toplu fotolardan)
18
MUSTAFA YIMAZ
1972 yılında Rize Pazar’da doğdu.1996 yılında Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel bölümüne girdi.2000
yılında aynı bölümden mezun oldu. Atölye çalışmalarına devam etmektedir.
Eseri: DENGE
Heykel üç parça taş ve çelik halattan oluşuyor. Balta şeklindeki form, keskinliğiyle gücü simgelerken, Mülkiye’yle buluşturma
fikrini ve bu şekilde somutlaşıp sanatsal objeye dönüşmesini sağlamıştır. Ortasında aşağıya doğru akan delik; gün doğumunu ve
şeffaflığı temsil etmektedir. Çelik halatlar ile gücü yıkmaya, bağlamaya çalışanları, , ayak kısmındaki parça ile Türkiye zemininin
ne kadar kaygan olduğunu, bu kayganlığa rağmen sağlam, dik ve dengede durabilmeyi heykel dilinde anlatmaya çalıştım.
19
FOTOĞRAFLARLA SEMPOZYUMUN ÖYKÜSÜ
20
21
22
Birliğimizin 150.Yıl etkinlikleri kapsamında düzenlediği “Heykel Sempozyumu” sona erdi. Sempozyuma
katılan heykel sanatçılarının heykelleri 12 Kasım tarihinde okulumuz Prof. Dr. Aziz Köklü salonunda yapılan
törenin ardından okulumuzun ön ve arka bahçelerine konukların ve mezun öğrencilerin katılımı ile açıldı.
Törene Rektör. Vali yardımcısı Mustafa Tapsız, Dekan Celal Göle ve okulumuz hocaları, Eskişehir Şube
başkanı, Çankaya Belediye Başkan yardımcısı Ali Ulusoy, SBF-DER, 86 Mezunları ve basın mensupları
katıldı. AÜ. Siyasal Bilgiler Fakülte Dekanı Celal Göle, A.Ü. Rektörü ve Birlik Başkanımız Ali Çolak’ın
konuşmalarından sonra okulun bahçesine yerleştirilen heykellerin kurdeleleri birlikte kesilerek tören
tamamlandı. Mülkiyelilerin 150. Yıllık öyküleri mermere kazılarak ölümsüzleştirildi
23
4 ARALIK ÇAĞRISI
150. YIL ETKİNLİKLERİMİZİ ANKARA YOLCULUĞUMUZLA TAÇLANDIRIYORUZ
İstanbul Şubemiz 3 Aralık Perşembe akşamı İstanbul’dan trenle Ankara’ya hareket edecek. İstanbul,
Bursa ve Eskişehir Şubelerimiz 73 yıl önceki yolculuğun anılarına dönerek yolculuğu yeni anılarla
zenginleştirecekler.
Anılar daha uzun yaşar yolculuklardan. Bizi çağıran yolun kendisi değil, yolun bize armağan ettiği
anılardır. Paylaştıkça çoğalacak ve aramızda sarsılmaz bağlar oluşturacaktır. Tren yol aldıkça arkada
kalacak, uzaklaşacak İstanbul, Eskişehir. Akarak büyüyen nehirler gibi Bursa ve Eskişehir Şubemizin
üyeleri Eskişehir garında katılacak gittikçe büyüyen yürüyüş koluna. Tren her makas değiştirdiğinde
Ankara yaklaşacak bize ve bir ülkenin kaderine giden yolun gizemini yeniden duyumsayacağız. Yolculuğa
anlamını veren üyelerimizin katılımıdır. Bu birliktelik yolculuktan ötedir çünkü, yol bize benzemektedir.
Yolun yolcusundan ayrılma vakti geldiğinde 4 Aralık şafakertesi Ankara Tren Garında karşılayacak,
İstanbul’dan, İzmir’den, Bursa’dan, Eskişehir’den, Kayseri’den, Samsun’dan, Adana’dan, Antalya’dan,
Mersin’den, Datça’dan ve yurdun dört bir yanından gelen Mülkiyelileri, Ankara’daki Mülkiyeliler… Özlenen
ve özleyeni buluşturan Ankara Tren Garı bir tarihe tanıklık edecek, tarihe bir dipnot olarak düşeceğimiz
buluşmaya. Güzel bir gün olacak ve saat 14.00’te birlikte Anıtkabir’e gideceğiz, verdiğimiz sözü tutmayı
sürdürdüğümüzü söylemeye. Saat 16.30’da okulumuzda tören var. Sevincimiz okulumuzun duvarlarına
çarparak çoğalacak ve ait olmanın duygusunu yaşayacağız sessizce. Uzun bir yolculuğun güzel bir gecesi
olacak ve 5 Aralık Cumartesi akşamı Ankara Swiss Otel’de “150. Yıl Balosu” bizi şarkılarla, ezgilerle
buluşturacak.
Bu tarihsel buluşmaya katılımınızı diler tüm Mülkiyelilerin 150. Yılını kutlarım.
Ali ÇOLAK
Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı
KUTLAMA PROGRAMI
3 ARALIK 2009
İSMAİL YILDIRIM RESİM SERGİSİ
ÇANKAYA BELEDİYESİ ÇAĞDAŞ SANATLAR MERKEZİ C GALERİSİ
4 ARALIK 2009
SAAT 07.30 ANKARA DIŞINDAN GELEN TREN GARINDA KARŞILANMASI
SAAT 14.00 MÜLKİYE’NİN KURULUŞ YILI NEDENİYLE ANITKABİR ZİYARETİ
SAAT 16.30 FAKÜLTE’DE 150. YIL KUTLAMA TÖRENİ
5 ARALIK 2009
ANKARA SWİSS OTEL
SAAT 19.30 KOKTEYL
SAAT 20.00 BALO
24
YETİŞTİK ÇÜNKÜ BİZ...
Bir ulusun hayatında bu kadar az sürede bu
denli kökten değişiklik pek seyrek gerçekleşir...
Bu olağanüstü işleri yapanlar, hiç kuşkusuz
kelimenin tam anlamıyla büyük adam niteliğine hak
kazanmışlardır. Ve bundan dolayı Türkiye övünebilir.
(Eleftherios Venizelos, Yunanistan Başbakanı, 1933)
Bir insana ölümünden sonra bu derece sevgi
ve yas gösterileri yapılması milletler tarihinde az
görülen şeylerdendir.’
(ATHİNAİKA, Atina, 12 Kasım 1938)
‘Atatürk’ün Türkiye’de yaptığını hiçbir tarafta,
hiçbir kimse yapmadı: Ne Cavour, ne Cromwel,
ne de Washington... Atatürk’ün bulduğunu, hiç
kimse bulmadı ve Atatürk’ün yaptığını da hiç
kimse yapmadı. İlham ettiği kimselere ve kendi
prensiplerine göre yarattığı yeni kuşak, O’nun
eserine devam edecektir.’
1922’de Türk ordularının zaferi neticesi
Anadolu’daki emelleri gerçekleşmeyen İngiltere’nin
Türk düşmanı olarak bilinen Başbakanı Lıoyd George,
Parlamento’da kendisine yöneltilen suçlama ve
tenkitleri şöyle cevaplandırmıştır:
‘Arkadaşlar, yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir.
Şu talihsizliğimize bakın ki o büyük dahi çağımızda
Türk Milleti’ne nasip oldu. Mustafa Kemâl’in
dehasına karşı elden ne gelirdi.’
(Tipos Gazetesi)
(D. Lloyd George, İngiltere Başbakanı, 1922)
Atatürk öldü. Barış kubbesinin Doğu sütunu
yıkıldı. Artık evrende barışı kimse garanti edemez.
Nitekim Avrupalı devlet adamları; O’nun 1930’da
yaptığı uyarı ve tavsiyeleri dinlememiş ve dünyayı
1939 yılında ikinci büyük savaş felâketinin içine
sürüklemişlerdir.
(Fransız Gazetesi Sanerwin)
Tarih çok büyükler gördü. İskenderler’i,
Napolyon’ları, Washington’ları gördü. Fakat yirminci
yüzyılda büyüklük rekorunu Atatürk, bu Türk oğlu
Türk kırdı.
(L’Illustration, Fransa)
25
Sakarya Savaşı, Sakarya Zaferi, yirmi yaşımın
en kuvvetli hatırası olmuştur. O zamanlar, kendi
kendime diyordum: Acaba ben de ulusumu
böylesine seferber edemezmiyim, onun ruhuna
kurtarıcı hamleyi, bu dizgin tanımaz ihtirası
aşılayamaz mıyım?
(Habib BURGİBA, Tunus Devlet Başkanı, 1965)
Atatürk, tarihin her devresi için, insanlığın bir
mucizesidir.
(Suriye)
Atatürk’ün ölümü yalnız Türk Milleti için
değil, onun örneğine çok muhtaç olan bütün Doğu
milletleri için en büyük kayıptır.
(ELEYYAM Gazetesi, Şam- 1938)
Vatanını muhakkak bir parçalanmaktan
kurtararak gemisini güvenilir bir limana götürdükten
sonra milletinden bir taht istemedi. O, kelimenin
bütün anlamıyla bir insan, eşsiz bir dahi, kahraman
bir asker ve siyaset adamı idi. Hayatını milleti’nin
mutluluğuna adadı, bu uğurda genç yaşda hayata
gözlerini kapadı.
İngiliz, Fransız ve İtalyanları Anadolu’dan
uzaklaştırıp bizi de yenince,, karşımızda sıradan
bir adam bulunmadığını ve O’nun gerçek yaratıcı
kudretini kavramaktan uzak kalmış olduğumuzu
kabul ettik. (1938)
(Elifba Gazetesi, Şam- 1938)
(Yorgi PESMAZOĞLU, Yunan Ekonomi Başkanı)
Çok, pek çok devrimciler görüldü. Fakat hiçbiri
Atatürk’ün cesaret ettiği ve muvaffak olduğu şeyi
yapmadı.’
(Messager D’Athenes, Yunanistan Gazetesi,
11 Kasım 1938)
Tarih, silinmez harflerle bu devlet adamın
ismini hakedecektir. Atatürk bir halk adamıdır.
Kırılmaz azmi, keskin zekâsı ve kudreti kendisini
yendiği alın yazısının önüne getirmiş, böylece yeni
Türkiye’nin yaratıcısı olmuştur.
(Yugoslavya, Politika Gazetesi, 11 Kasım 1938)
26
Milletimiz, en büyük Türk’ün karşısında kederli
bir saygı ile eğilmektedir.
(Romanya)
Atatürk, başı dumanlı doruklarda yüce bir dağ
tepesidir. Siz O’na yaklaştıkça o yükselir ve aranızdaki
mesafe sonsuza değin aynı kalır. Devirlerinde büyük
gözüken, zamanla küçülen benzerlerinden farkı
budur ve böyle kalacaktır.
(Arriba Gazetesi, Portekiz, 1938)
Uzun bir yol aşılmış, yüce bir eser ortaya
konmuş, bir çok zaferler elde edilmiştir. Bütün
bunlar Atatürk’ün eseridir.
(Polanya, Kurjer Warzavski Gazetesi)
O’nun ölümü, dünya için de derinliği ölçülmez
bir kayıptır.
O, Türkiye’yi kurmakla bütün dünya uluslarına
Müslümanların seslerini duyuracak kudrette
olduğunu ispat etti. Kemal Atatürk’ün ölümüyle
Müslüman dünyası en büyük kahramanını
kaybetmiştir. Atatürk gibi bir önder önlerinde
bir ilham kaynağı olarak dikildiği halde Hind
Müslümanları bugünkü durumlarına hâlâ razı
olacaklar mı?
(Sovyetler Birliği
)
Adı, Türk Milleti’nin millî kurtuluş savaşında
ve Türkiye’nin siyasi alanda yeniden örgütlenmesine
gayet sıkı bir surette bağlı olan Kemal Atatürk’ün
ölümü gerek Türkiye için, gerekse bütün dostları için
derinliği ölçülmez bir kayıptır.
(Muhammet Ali Cinnah-Kaidiâzam, Pakistan
Cumhurbaşkanı, 1954)
Türk Milleti’nin en samimi dostları arasında
bulunan Sovyetler, zamanımızın bu örneksiz
devlet adamının öneminden dolayı derin bir acı
içindedirler.
(İzvestia Gazetesi, Moskova, 1938)
Atatürk, dünya üzerinde yeni bir devir açmış
bir insandır. Ben, O’nun Türk kadınlarına hak
vererek ve bir ülkede anayı, yakışır olduğu yüceliğe
eriştirerek Batı’ya ders verdiğini nasıl unuturum.
(Uluslararası Kadınlar Birliği Delegesi, Prenses
Aleksandrina)
Romanya’da Atatürk’ün ölüm haberi geldiği
gün, bütün okullarda dersler tatil edildi.
(Romanya-Rador Ajansı: Bükreş)
27
Harbiye Nazırı ve Budapeşte Belediye Reisi de, askeri
binalar ve belediye binaları için aynı kararı almışlar
ve Belediye Reisi ayrıca, halkı da siyah bayrak
çekmeye dâvet etmiştir.
(Namzetti Ujsang Gazetesi, Budapeşte-1938)
Dünyanın çok nadir yetiştirdiği dahilerdendir.
Dünya tarihinin gidişini değiştirmiştir.
(An Nahar, Beyrut)
Bizim aslımız rengi uçmuş bir kıvılcım iken,
O’nun bakışı ile cihanı kaplayan ve aydınlatan bir
güneş haline geldik.
Yüzyıldanberi Küçük Asya’nın çıkardığı en
büyük lider.
(The Japan Chronicle, Kobe)
(İkbal, Pakistan Millî Şairi)
‘Hayatının sonuna kadar milleti’nin mutlak
güveni ile kurduğu devletin başında muzaffer
kumandanının kişiliği, eşi görülmemiş bir karakter
örneğidir.’
‘Atatürk’ün yaptıkları insanoğlunun kolay kolay
yapabileceği şeylerden değildir. O; büsbütün başka
bir insandı.’
(El-Mısri Gazetesi, Mısır, 11 Kasım 1938)
(Comte Carlo Sforza, İtalya Eski Dışişleri
Bakanı)
Türkler, Atatürk’ü olağanüstü bir tutkunlukla
seviyorlar.
Bursa’ya giderken trende rast geldiğim bir
çocuğa İstanbul veya Ankara’dan hangisini sevdiğini
sordum. Çocuk Ankara’yı sevdiğini söyledi. Nedenini
sorduğumda: ‘Ankara’da Atatürk bulunduğu için..’
cevabını verdi.
(Mısır, El Bela Gazetesi)
Yüzyılımızda, ‘olmayacak hiçbir şey yoktur’
şeklindeki tarihi gerçeği isbatlayan ilk adam
olmuştur.
(Eski Ujsag. Macar.)
Budapeşte, 20 (a,a) - Macar ajansı tebliğ
ediyor:
Başvekil İmredi, Atatürk’ün cenaze törenini
yapılacağı 21 Kasım Pazartesi gününü Macaristan’ın
millî yas günü sayarak bütün memlekette resmi
binalara siyah bayraklar çekilmesini emretmiştir.
28
Üstün iradesi, tükenmez cesareti ve eşsiz seziş
ile hasımlarını dize getirdi. Fazilet ve ciddiyeti, üç
yılda memleketine yalnız askeri, aynı zamanda tam
ve doyurucu bir siyasi zafer kazandırdı.
(F. Perrone Di San Martino, İtalyan Yazarı)
‘Atatürk’ün ölümü ile dünya büyük bir liderini
kaybetti.’
‘Atatürk, bir medeniyet kaynağı idi.’
(Gazeta Del Popolo Gazetesi, İtalya, 11 Kasım
1938)
(İsviçre)
Modern Türkiye’nin yaratıcısı Kemal Atatürk’ün
eserleri, memleketi için yaptıkları İsveç’te çok
iyi bilinmektedir. Atatürk’ün liderliği altında
Türkiye’nin kalkınmasını, fevkâlâde ileri hamlelerini
hayranlıkla takibettik. Atatürk’ün, hukuk alanında
olduğu gibi, diğer alanlarda da getirdiği reformlarla
Türkiye, içinde bulunduğu çok zor durumdan
kurtarılıp kuvvetli ve güvenilir temeller üzerine
yerleştirilmiştir.
(Lozan Üniversitesi salonunda, Lozan Türk
Talebe Cemiyeti’nin hazırladığı törende.)
‘Siz Türk gençleri, bugün Büyük Şef’inizi
kaybettiğinizden dolayı ne kadar ağlasanız haklısınız.
Üniversite, sizin bu büyük yasınıza katılmaktadır.
Atatürk’ün bu Büyük Adam’ın hayatını burada az bir
vakit içinde bildirmeye imkân yoktur. Bu dâhinin,
vatanının tarihinde işgal ettiği parlak sayfaları size
hatırlatmak isterim. Türkiye’yi yaratan, tarihimizin
bu en Büyük Adam’ın başımı en derin hürmetle
eğerek selâmlarım.’
(ERLANDER, İsveç Başbakanı)
(Profesör MORRF)
‘Mustafa Kemal Atatürk, kuşkusuz 20. yüzyılda
dünya savaşından önce yetişen en büyük devlet
adamlarından biri, hiçbir millete nasip olmayan
cesur ve büyük bir inkılâpçı olmuştur.’
(Ben Gurion, İsrail Başbakanı, 1963)
‘Atatürk, askeri dehâ ile devlet adamı filozof
dehâsını toplamıştır.’
(İspanya)
İslam dünyasının büyük insan yetiştirme
gücünü yitirdiğini öne sürenler, Atatürk’ü hatırlamalı
ve utanmalıdırlar.
(Tahran Gazetesi, İran, 1939)
Atatürk’ün ölümü dolayısı ile Kraliyet Sarayı
Şehinşâhi ve hükümet bir ay resmî yas ilân etmiştir.
Majeste Şehinşah, gömme töreninin sonuna kadar
İran’da askerî ve resmî binalar üzerinde ve yabancı
ülkelerdeki İran temsilciliklerinde bayrakların
29
yarıya indirilmesini emir buyurmuşlardır. Bu irade-i
Şehinşahî bugün bütün gazetelerde ilân edilmiştir.
‘Biz Çinliler, hepimiz bu yasa katılıyoruz. Zira
büyük bir milletin, çok sevilen Büyük Ata’sının
ölümü, yalnız Türkiye için değil, aynı zamanda
bizim kıtamızda ve bütün dünyada büyük bir boşluk
bırakmaktadır.’
(Tahran)
(Çin Basını)
Bugün Türkiye, büyük ve yeni bir memlekettir.
Ve savaş sonrasının dehşet, sefalet ve bitkinliğinden
çıkmış olan bu yeni Türkiye, Atatürk’ün dimağında
vücut bulmuştu. O, bu Türkiye’yi kendi elleriyle
dünyaya getirdi.
‘Hiç bir ülke, Atatürk’ün Türkiye’sinin gördüğü
değişiklikleri bu kadar hızlı bir şekilde görmemiştir.
Bugünün Türkiye’sinin tarihi Mustafa Kemal’in
tarihidir.’
(Dela Mail Gazetesi)
(Dness Gazetesi, Bulgaristan, 11 Kasım 1938)
Kadınlar başka hiçbir ülkede bu kadar hızla
ilerlememişlerdir. Bir ulusun bu derece değişmesi,
tarihte, gerçekten eşi olmayan bir olaydır.
Türkiye’nin uluslararası ünü, prestij ve otoritesi
durmaksızın yükselmiştir.
(İngiliz, Daily Telgraph Gazetesi)
Milletine bu kadar az zamanda bu ölçüde
hizmet edebilen tek devlet adamı Atatürk’tür.
Atatürk, yalnız Türk Milleti’nin değil, özgürlüğü
uğruna savaşan bütün milletler önderiydi. O’nun
direktifleri altında siz bağımsızlığınıza kavuştunuz.
Biz de o yoldan yürüyerek özgürlüğümüze kavuştuk.
(Libre Belgique Gazetesi)
Bir yenilginin uçurumuna düştüğü halde, ilkin
neticesiz sanılan İstiklâl Mücadelesini yapan Türk
Milleti, önünde saygıyla eğilmeden bu satırlara son
veremez.
(Bayan Sucheta KRIPALANI, Hint Parlamento
Heyeti Başkanı)
Zafer neşesiyle kendinden geçmiş bir
diplomasinin kararını ‘hayır’ diyerek yırtmak ve
yüzlerine fırlatmak örneğini biz Almanlar, Türklere
borçluyuz.
Denilebilir ki onsuz, İslâm alemi yolunu
bulabilmek için elli yıl daha bekleyecekti.
(Fransız, Berthe Georges-Gaulis)
(Alman Askeri Dergisi Vissen Und Vehr)
‘Atatürk, yirminci yüzyılın en büyük
mucizesidir.’
(National Tidence Gazetesi, Danimarka, 11
Kasım 1938)
Benim üzüntüm iki türlüdür; önce böyle
büyük bir adamın kaybından dolayı bütün dünya gibi
üzgünüm. İkinci üzüntüm ise, bu adamla tanışmak
hususundaki şiddetli arzumun gerçekleşmesine artık
imkân kalmamış olmasıdır.
(Franklin ROOSEVELT, A.B.D. Başkanı)
Eğer tarih bir kalbe sahip olsaydı, Mustafa
Kemal’i mutlaka kıskanırdı.
(Tchang Yang Yee Pan Gazetesi, Çin, 1958)
Derleyen Semra Erbay
‘Atatürk, bütün Asya kıtasının Ata’sıdır.’
(Çin)
30
şubelerden
izmir şubesi
GELENEK BOZULMADI
9 Kasım 2009 Aksami gelenek bozulmadi. Yine ayin
ikinci pazartesi aksami Cumbali evde siirperverler
bulustu.Hasan Huseyin Korkmazgil gormus
gecirmis ellerini nereye koyacagini bilemez halde
bir kosede oturmus bizi izliyordu. İlk kez katildigi
icin heyecanliydi ya dort yildan beri suren her
seferinde yeni mudavimler edinerek buyuyen
Siir gecesi camiasi ise ilk olmanin degil ama yaz
mevsimini kapayip yeni siir sezonuna yeniden
baslamanin heyecanini tasiyordu.
Dile kolay dort yil oldu. Baslangicta sadece
siirlerimizi okuyorduk. Sarap herhalde vardi.
Makineden yükselen muzik de... Sonra siiri bir
ogrenme araci olarak kullanmaya karar verdik.
Bunun icin akillarimizi birlestirmemiz gerekti
tabii. Bir siir komitesi kurduk. Eylemin oldugu
yerde teori de hayat buluyor. Daha guzelini
yapmayi dusunuyorsunuz. Daha iyi nasil olur
daha canli daha yaratici daha siirsel nasil olur?
Bunu dusunuyorsunuz. Nihayetinde her siir
gecesinde bir sairi konuk etmeye karar verdik. O
sairi ve siirini tanitmaya.. Sonra yine siirleirmizi
okuyacaktik. Dizelerimizi paylasmayacaksak
neden yazalim ki?
Ben sahsen bu gecelerde ne cok sey ogrendim.
Furug Ferruhzad'la o korkunc siirli korkunc
güzel şairle böyle tanistim. Soguk mevsimlerin
baslangicina alismayi ondan ogrendim. Sonra
31
Umit Yasar Oguzcan'in siirleirin meger ne guzel
olduğunu da o gecelerin birinde ögrendim.
Sonra İkinci yeni neymis Edip Cansever siirini
kapali carsinin hangi dukkaninda yazarmis yine
o gecelerden birinde bir siir talebesinin ders
notlarindan dinledim. Cemal Sureya, Enver
Gokce, Sylvia Plath, Attila İlhan ... Daha kimler..
kimler konuk oldu cumbali evimizde... Biliyorduk
cogunu ya yeniden tanismak gerekiyormus
zamani gelince daha bir sevmek ve sindirmke icin
. Bunu da ogrendik. Hayyam geldi. Sonra NEyzen
Tevfik'i cagirdik... Ne cok seveni varmis bunca yil
sonra... Sasirdik ikinci kata sigmayan hayranlarini
gorunce... Sonra kadinlarin şiirle iliski uzerine
konustuk. Gonul İlhan'in enfes sunumu esliginde
kadinlarin siir yazabilme imkan ve imkasnsizligi
uzerine tartistik.
Ve ne cok sarki soyledik o siir gecelerinde. Pir
istanbul şubesi
Mülkiyeli sanatçıların resim ve fotoğraflarından oluşan sergi, 150. yıl kutlama
programı etkinliklerinden biri idi. Sergi Ankara’dan sonra İstanbul’da 25 Eylül
2009 tarihinde YMM Odasının sergi salonunda Mülkiyeliler ve sanatseverlerle
buluştu. Açılış kokteylinde sergide eseri bulunan sanatçılar, hocalarımız ve
mezunlar bir aradaydı.
32
TERASIMIZIN AÇILIŞINI YAPTIK
08 Ekim 2009 Perşembe akşamı lokalimizin terasının açılış kokteylinde arkadaşımız A. Hakan Toker’in DJ liği ile geçmiş
yılları hatırladığımız bir partiyi gerçekleştirdik. Kalabalık ve coşkulu gece yazın ara verdiğimiz buluşmalara güzel bir
başlangıç oldu Yaz döneminde ara verdiğimiz aylık buluşmalarımıza 08 Ekim Perşembe gecesi terasımızın açılışını yaparak başladık.
Birçoğumuzun aşkı, sevgiyi, neşeyi, hüznü melodilerinde ve sözlerinde bulduğu, artık hayatımızın fon müziği olmayı
başarmış birçok eski ve yeni hitin çıkış seneleriydi unutulmaz 80'ler ve 90'lar. 80'ler ve 90'lar Türk Pop müziğinin gelişme
sürecindeki en önemli yıllardı. Füsun Önal'dan Sezen Aksu' ya, Ajda Pekkan' dan Erol Evgin'e pop müziğin duayenlerinin
unutulmaz hitlerini çıkardığı, anılarımızın bu şarkılarla hikayeleştiği siyah beyazın renkli olduğu senelerdi. Yurt dışında ise
Elvis Presley, Beatles başta olma üzere başka fırtınalar esiyordu. Bizleri bu yıllara geri götürüp, hayatımızın sonuna kadar taşıyacağımız ve hafif bir tebessümle andığımız güzel çocukluk ve
gençlik yıllarımızın kokusunu tekrar hatırladık.
33
YAZA VEDA...
3 Ekim akşamı boğazda tekne gezisindeydik.
“Yağmur yağarsa, soğuk olursa” diye
geziye gelemeyenler çok şey kaçırdı. Erken
buluşmanın avantajıyla, yazdan kalma bir
havada, güvertede güneşi batırdık. Yemek
için hazırlanan kapalı bölümde yemekler biter
bitmez yine güvertedeydi herkes. Boğazın
ışıl, ışıl gece görüntüsü eşliğinde gece geç
saatlere kadar süren gezimiz ile hep birlikte
yazı uğurladık.
34
bursa şubesi
35
eskişehir şubesi
Mülkiyeliler Birliği Eskişehir Şubesinin düzenlediği Ekim ayı toplantısında “Eğitim ve Laiklik” tartışıldı ve bu
konuda çözüm önerileri getirildi. Konu ile ilgili olarak sunumda bulunan Anadolu Üniversitesi öğretim üyesi
(eski rektör ve eski YÖK üyesi),1968 mezunu prof. Dr. Engin Ataç özetle:
“Ülkemizde Milli Eğitim Politikalarını belirlemekle yükümlü Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri popülist politikalar, kolay
yönetim adına laiklik girişimlerini en çok baltalayanların başında gelmektedir. Eğitim sistemi, yıllardır sürdürülen politikalar sonucu tam bir sorun yumağı haline gelmiş, okul öncesi eğitimden üniversite
sistemine kadar eğitimin her düzeyi, en temel işlevlerini bile yerine getirmede güçlük içerisine düşürülmüştür. Birey için laik davranış tutum ve düşüncesini yaşamın bir parçası haline dönüştürmede eğitim ve ailenin işlevi tartışılamaz.
Laik eğitimin başarısı laik düşünce yapısının ailelerde benimsenmesi ile olanaklıdır. 1950 yıllarından sonra izlenen sosyal-ekonomik politikalar ailelerde laik düşünce yapısı yerine anti laik uygulamalara neden
olabilmiştir.Bir ülkede laik eğitim yapısının sürdürülmesi büyük ölçüde yurttaşların genel eğitim düzeyine bağlıdır. Demokratik yaşamın gerektirdiği bilgi, tutum ve becerilerle donatılmış bireylerin oluşturduğu toplumda laik davranışların
yaşam biçimi haline gelmesi çok daha kolaydır.”
dedi.
Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı Ali Çolak ve genel sekreter Yalçın Doğan’ın da katıldığı toplantıda sayın
Çolak, Mülkiye’nin kuruluşunun 150.yılı etkinlikleri ve genel merkez binaları hakkında üyelere bilgi verdi.
Şube başkanı Necdet Bilgin de bu nevi toplantıların 150. yıldan sonra da devam ettirileceğini söyledi.
36
üyelerden
Macır Kızı!
Devran, şehirde herkeslerin birbirini çok yakından tanıdığı, yaşanmışlıkların göz önünde ayan
beyan yaşandığı günlere dairdir. Küpeli Tahir iliklerine kadar yaşadığı şehri yaşayan bir şahsiyettir.
Varlıklıdır. Kendi adının önündeki lakabıyla anılan bir yüzme havuzu, bir banyosu, birkaç konut
amaçlı gayrı menkulü, Dicle Nehri yakınında da birkaç bahçesi vardır. Sesi de güzel mi güzeldir Tahir
Beyin. O denli alımlı bir sese sahiptir ki, arada bir işyerinin yakınındaki minareye çıkıp o güzel sesi ile
ezan dahi okumaktadır.
Kırkına yaklaşıncaya kadar hayat böyle sürecektir. Bir gün şehre bir komiser gelir. Zevk û sefaya
müpteladır komiser. Bir şekilde Tahir Bey de komiserin keyif verici âlemlerine iştirak eder. İşte tam
da o âlem dönemlerinde bir şekilde Küpeli Tahir Beyin yolu “Macır Kızı” ile kesişir. O yıllar Balkan
ülkelerinde Türk muhacirler Diyarbakır ve çevresine getirilip yerleştirilmiştir. Macır Kızı da onlardan
biridir. Güzel mi güzeldir. Tahir Beyin aklını başından almaya yetmiştir Macır Kızı!
Tahir Bey pek de uzun olmayan boyuna rağmen çok şık giyinen biridir. O denli gösterişlidir ki;
etrafındakiler onu Kral Faruk’a benzetmektedirler.
Hayat ayrı bir minval üzre süredurmaktadır. Günler ayları kovalarken Tahir Beyin kazancı artık
Macır Kızının giderlerine ve isteklerine yetmemektedir. Ayrı bir ev açmıştır Macır Kızına. Elinde
avucundakileri sırasıyla kaybetmektedir Küpeli Tahir Bey. Önce bahçeler, sonra, evler, akabinde
banyo, en sonunda da Küpeli Tahir Beyin soyadı gibi tertemiz olan ve suyu her gün değişen Küpeli
Havuzu elden çıkarılacaktır.
Sonraki günler Küpeli Tahir Bey için artık ıstıraptır. Elde avuçta bir şeyler kalmayınca Macır Kızı terk
etmiştir Küpeli Tahir Beyi.
Hayatını sürdürmek için, yaşadığı saray kapı civarının muhtarlığı beraberinde berberlik, sonrasında
da şehrin belediyesinde çalışmaktadır. Ama hikâyesi de artık şehirde herkeslerce bilinmektedir.
Bir gün belediyedeki odasında çalışırken odaya arkadaşlarından birinin aniden girmesi eski filmin
yeniden başa sarılmasına neden olmuştur.
“Tahir, koş! Macır Kızı belediyede. Lağımları tıkanmış. Açtırmak için fen dairesinde” deyivermişler.
Heyecanla koşar Tahir Bey. Onun kapıdan girdiğini gören Macır Kızı talebinin sonucunu beklemeden
hızla kapıdan çıkıp belediyenin merdivenlerinden aşağıya seğirtir. Tahir Bey de peşinden…
Tam da merdivenin başında kolundan yakalayıverir Macır Kızını!
Ve o esnada çok içten bir yumuşaklıkla bir şarkının nağmeleri dudaklarından dökülür Tahir Beyin!
“Bir fincan kahve olsam,
Kırk yıl hatırım vardı.
Ömrümü ben sana verdim.
Dönüp baksan ne vardı!”
Dönüp bakmaz Macır Kızı.
Ve o gün bu gündür Küpeli Tahir Bey ile Macır Kızının hikâyesi Diyarbekir’de anlatılır durur. Ya da
her radyo veya televizyonlardan “Bir Fincan Kahve” şarkısı duyulsa; Tahir Beyle Macır Kızı anımsanır.
Şeyhmus DİKEN
37
VÜCUDUN SU İSTEMESİNİN 46 NEDENİ Suyun her zaman yararlı olduğunu biliyorduk da, şimdi
onun, niçin doğanın en basit, en etkili, en güvenli ve
en "yan etkisiz" mucizevi ilacı olduğunu öğrenmek
zamanı… Yeni ve sağlıklı bir yaşama başlamak, şu
an ellerinizin arasında tutacağınız bir bardak suda…
Çünkü hayatımızın en vazgeçilmez ama bilinçli
olarak, öneminin
asla
farkına
varamadığımız
birincil ögesi: Su!.. Su / Hasta Değil Susuzsunuz
adlı kitapta konuyla ilgili oldukça orijinal ve dikkate
alınması gereken tespitler var...
Yalnızca canımız istediği zaman su içeriz. Öte yandan,
Ay'ın milimetrik birtakım hareketlerinin dünyamızdaki
suyu etkilediğini, böylelikle denizlerin yükseldiğini ve
alçaldığını coğrafya kitaplarından da biliriz. Durum
böyleyken,yani insan evladı da bu dünyanın malzemesinden
oluştuğuna
göre,
vücudumuzdaki
su
seviyelerinin ne âlemde
olduğunu
aklımıza
bile
getirmeyiz.
İçinde bulunduğumuz
toplumun yeme içme
alışkanlıklarının
bir
eseri
olarak,
edindiğimiz su içme
alışkanlığı
bütün
hayatımıza
egemen
olur, örneğin acılı
bir yemeğin üzerine
iki bardak su içmek
rahatlatır,
yazın
sıcaklarda
canımız
hep su ister, vesaire…
İranlı hekim Batmanghelidj,Su / Hasta Değil Susuzsunuz
adlı kitabında hiç de böyle düşünmüyor.. Tüm
hastalıkların biricik nedeninin, vücudun susuz kalması
olgusuna dayandığını öne sürüyor. Bu öne sürüşünü
"binlerce su deneyimi" ile de açıkça ortaya koyuyor.
Dr. Batmanghelidj, suyun bilumum hastalıklara iyi
geldiğini, insanı iyileştirdiğini "tesadüfen" hapishanede
öğrenmiş. Peki, bir hekimin, eğer cezaevi doktoru
değilse orada işi nedir? Doktorumuz bir suçlu! Suçu,
Şah döneminde rejim karşıtı devrimci örgüt Halkın
Mücahitleri'ne yardım ve yataklık yapmak. Mollalar
iktidara geldikten sonra da doğal olarak tutuklanıyor
ve İran'ın en ünlü işkencehanesi Evin Hapishanesi'ne
atılıyor. Malum, bilenler biler (!) hapishaneler yemeiçme, sindirim-boşaltım koşulları açısından bir insanın,
özgürlüğüne kavuştuktan sonra bile hayatının sonuna
kadar
kendini
toparlayamayacağı,
cezalandırma
mekânlarıdır.. Hal böyle olunca, alabildiğine maddi ve
manevi işkence gören ve doğru dürüst beslenemeyen
insanların ilk başına gelen midelerinin iflas etmesidir.
Bir gün koğuşta, hapisliklerden birisi inanılmaz mide
sancılarıyla
kıvranmaya
başlayınca, doktorumuz
gayri ihtiyarı olaya müdahale ediyor ve adamcağıza
iki bardak su içiriveriyor. Çok geçmeden sancıların
dindiğini gözlemliyor. Bu olay, Dr. Batmanghelidj'in,
suyun hastalıkların tedavisinde ne denli bir etkisi
olduğunu ilk keşfettiği an oluyor. Bundan sonra su
çalışmalarını yoğunlaştıran yazarımız, 2,5 yıl içerisinde
Evin'in tezgahından geçen yaklaşık 2 bin tutuklu
ve hükümlüyü birer iyileştiriyor, yalnızca suyla…
Derken, 2,5 yıl kadar sonra tahliye zamanı geldiğinde,
hapishane müdürüne ricada bulunuyor, "lütfen beni 1
yıl daha burada tutun, zira araştırmalarımın en önemli
evresine girmiş bulunmaktayım ve bu kadar çok hastayı
dünyanın hiçbir yerinde, bu koşullarda bulamam…"
Böylece, yazarımız 1 yıl
daha "gönüllü hapislik"
hayatını sürdürüyor, sonra
da doğru Amerika'ya…
Araştırma ve çalışmaları
yıllarca sürüyor ve nihayet
bu kitap ortaya çıkıyor.
Yazarımız,
önsözünde
şu anlamlı cümleleri
kullanıyor: "Bu kitapta
okuyacaklarınız
yeni
bilgilerdir
ve
bunlar
fizyoloji bilimine yeni
açıklamalar getirmektedir.
Burada
sözü
edilen
fizyoloji, ilaç üreticilerinin
kullandıkları bilim değil, vücuttaki canlı dokularla
organların doğal çalışmalarını tanımlayan bilim dalıdır.
Bu kitap, bazı önemli sağlık sorunlarıyla bu sorunlarının
nedenlerinden ve doğal yöntemlerle tedavilerinden söz
etmektedir. Bir sağlık sorununun nedeni ve tedavisi
açığa çıktığında, hiç kimsenin anlayamadığı tıbbi
terimlere gerek kalmaz. Burada okuyacaklarınız kapsamlı
bir klinik ve bilimsel araştırmaya dayanmaktadır.
Bu kitaptaki bilgilerini derleyebilmek için, 1950'de
Londra'daki St. Mary Üniversite Hastanesi Tıp
Fakültesi'nde başlayan tıp eğitimimden sonra 22
yıldan fazla araştırma yaptım, çalıştım ve yazdım.
"Bu kitapta, birçok ciddi hastalığın tedavi nedeni olan
kronik gizli dehidrasyonun (susuzluğun) fizyolojik
etkisi ve metabolik komplikasyonlarından söz edeceğim.
Bugün, bunun çağdaş tıbbın en büyük gelişmesi olduğunu
inananlar var."
Çağımızın bazı sağlık sorunlarından söz eden bu basit
sunum, bütün dünyada bilim ve mantığa dayalı tıbba
geçiş için bir rehber olacaktır. Elinizdeki kitap, toplumun
38
ivedi çözüm isteyen sorunları için yazılmıştır. Özellikle 15
milyon astımlı çocuğun ailesinin bu hastalığın nedenini
ve çocukların yaşamlarını kurtarabilecek basit ve ucuz
tedavi yöntemini öğrenmesi çok önemlidir."
26- Su dünyadaki diğer bütün içeceklerden daha kolay
bulunabilir ve hiçbir yan etkisi yoktur.
27- Stres, gerginlik ve depresyonun hafiflemesine
yardımcı olur.
28- Uykuyu düzenler.
29- Yorgunluğun giderilmesine yardımcı olur ve bize
Yazara göre vücudumuz tam 46 nedenle suya ihtiyaç gençliğin enerjisini verir.
duyuyor.
30- Cildi yumuşatır ve yaşlılık belirtilerinin azalmasına
1- Hiçbir şey susuz yaşayamaz.
yardımcı olur.
2- Göreceli su yetersizliği vücudun bazı fonksiyonlarını 31- Gözlere canlılık ve parlaklık verir.
önce bastırır, sonra öldürür.
32- Glokomdan korunmamıza yardım eder.
3- Su temel enerji kaynağıdır, vücudun "nakit akımıdır." 33- Kemik iliğinde kan üretim sistemlerini düzenler,
4- Su vücudun her hücresinde elektriksel ve manyetik lösemi ve lenfoma oluşumunun önlenmesine yardımcı
enerji üretir, bize yaşam gücü verir.
olur.
5- Hücre yapısındaki maddeleri birbirine bağlayan bir 34- Vücutta enfeksiyon ve kanser hücrelerinin geliştiği
yapıştırıcıdır.
bölgelerde bağışıklık sistemini güçlendirmek için çok
6- DNA hasarını önler ve onarım mekanizmalarının gereklidir.
daha iyi çalışmasına yardımcı olur, böylece üretilen 35- Kanı sulandırır ve dolaşım sırasında pıhtılaşmasını
anormal DNA sayısı azalır.
önler.
7- Bağışıklık sisteminin (bütün mekanizmalarının) 36- Kadınlarda, adet öncesi ağrıyı ve ateş basmasını
merkezi olan kemik iliğinde, bu sistemi kanser de dahil hafifletir.
olmak üzere, çeşitli hastalıklara karşı güçlendirir.
37- Kalp atışıyla birlikte kanı sulandırıp dalgalandırarak
8- Bütün besinlerin, vitamin ve minerallerin temel dolaşımdaki katı maddelerin dibe çökmesini engeller.
çözücüsüdür. Vücutta besinleri küçük parçalara ayırır, 38- İnsan vücudunda dehidrasyon sırasında
sindirimlerinde ve son metobolik aşamalarında görev kullanılabilecek bir su deposu yoktur. Bu nedenle gün
yapar.
boyunca düzenli olarak su içmemiz gerekir.
9- Besinlere enerji verir ve parçalanan besinler sindirim 39- Dehidrasyon cinsellik hormonunun üretimine
sırasında bu enerjiyi vücuda aktarır. Susuz yenen yemeğin engel olur, bu iktidarsızlık ve libido kaybının başlıca
vücut için hiçbir enerji değeri yoktur.
nedenlerinden biridir.
10- Su, besinlerdeki gerekli öğelerin emilimini artırır.
40- Su içtiğiniz zaman susuzluk ve açlık duygularını
11- Bütün öğelerin vücuda taşınmasına yardımcı olur.
ayırt edebilirsiniz.
12- Akciğerlerde oksijen toplayan kırmızı kan 41- Kilo vermenin en iyi yolu su içmektir. Düzenli
hücrelerinin çalışma verimini artırır..
aralıklarla su için ve sıkı bir rejim yapmadan zayıflayın.
13- Hücreye ulaşan su, o hücreye oksijen verir ve atık Acıktığınız zaman aşırı yememeli, ama susadığınızda
gazları vücuttan atılmaları için akciğerlere taşır.
suyunuzu içmelisiniz.
14- Vücudun çeşitli bölgelerinden zehirli atıkları toplar 42- Dehidrasyon doku boşlukları, eklemler, böbrekler,
ve atılmaları için karaciğer ya da böbreklere taşır.
karaciğer, beyin ve deride zehirli çökeltilerin birikmesine
15- Eklem boşluklarındaki temel yağlayıcı maddedir, yol açar. Su bunları temizler.
artrit ve sırt ağrılarının oluşumunun önlenmesinde 43- Su, gebelikte sabah bulantılarını azaltır.
yardımcı olur.
44- Zihin ve vücut fonksiyonlarını bütünleştirir.. Karar
16- Omurgadaki diskleri "şok emici su yastıkları" na verme ve hedefleri belirleme yeteneğini artırır.
dönüştürür.
45- Yaşlılıkta bellek kaybının önlenmesine yardımcı olur.
17- Bağırsakları en iyi çalıştıran yağlayıcı maddedir, Alzheimer, multiplskleroz, Parkinson ve Lou Gehring
kabızlığı önler..
hastalıklarının riskini azaltır.
18- Kalp krizi ve felce karşı koruyucudur.
46- Kafein, alkol ve bazı ilaçlara duyulan bağımlılığın
19- Kalp ve beyin damarlarında pıhtılaşmayı önler.
giderilmesine yardımcı olur.
20- Vücudun soğutma (terleme) ve ısıtma (elektrik)
sistemleri için vazgeçilmezdir.
Bu kitabı ilk okuduğundan bu yana artık "bol sulu bir
21- Düşünme başta olmak üzere, bütün beyin yaşam süren" kitap editörü de ısrarla bu kitabı tavsiye
fonksiyonları için bize güç ve elektriksel enerji verir.
etmektedir: Çünkü, vücudunuzu, yıllardır, bir "atık ilaç
22- Serotonin ve diğer nörotransmitterlerin (sinir deposu" haline getirmekten bir an evvel kurtarmanız
ileticileri) üretimi için vazgeçilmezdir.
gerekiyor...
23- Melatonin de dahil olmak üzere, beyinde üretilen
bütün hormonların yapımı için gereklidir.
Semra Erbay
24- Çocuklarda ve yetişkinlerde dikkat yetersizliği
sorununa çözüm getirir.
25- Çalışma verimini artırır ve dikkat aralığını büyütür.
39
mülkiyeli sanatçılar
BARIŞ AKAR
1976 yılında ankara’da doğdu. İlköğrenimini 120. Yıl İlkokulu’nda, Ortaokul ve Liseyi Ankara Yahya Kemal Beyatlı
Lisesi’nde tamamladı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İşletme Bölümü 2000 yılı mezunudur. 2001 yılından
beri Maliye Bakanlığı’nda bulundu. Muhasebat Kontrolörü olarak çalışmaktadır.
Fotoğraf sanatına iş yaşamıyla birlikte ilgi duymaya başladı. Denetim ve incelemeler nedeniyle Türkiye’nin birçok
ilini görme şansına sahip oldu. Gezdiği ve gördüğü yerlerin kalıcı olmasını istediği için amatörce fotoğraflar çekmeye
başladı. Genelde doğa ve insan temalı fotoğraflar çekti. Zaman zaman doğa yürüyüşlerine katılarak gezi fotoğrafçılığı
da yapmaktadır.
40
METİN İLYAS AKSOY
05.05.1939 tarihinde Kastamonu’da doğdu. İlkokulu Kastamonu’da, ortaokul ve liseyi Ankara’da
okudu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. 1963 yılında mezuniyetini
müteakip kaymakam adayı olarak Ankara’da göreve başladı. Dereli, Espiye, Şenkaya ve Ilgın
Kaymakamlıklarında bulundu. 1976 yılında Mülkiye Teftiş Kurulu sınavını kazanarak mülkiye
müfettişi oldu. 1984 yılında Mülkiye Teftiş Kurulu Başkanlığı görevine başladı. 1985 yılında Erzincan
Valiliği’ne atandı. Daha sonra Kayseri ve Samsun Valiliklerinde bulundu. 1997-1998 yılları arasında
İçişleri Bakanlığı Müsteşarlığı yaptı. 2003 yılında merkezde görevli bulunduğu sırada kendi isteğiyle
emekli oldu. Halen Başbakanlık Kamu Görevlileri Etik Kurulu üyesi olup, üç yıldır bu göreve devam
etmektedir.
Ayrıca 2001 yılında GRUP S Atölyesi’nde resim çalışmaktadır. 2001-2006 yıllarında çeşitli tarihlerde
açılan altı sergide resimleri yer almıştır. Metin İlyas AKSOY suluboya, karakalem, pastel ve akrelik
ile resimler yapmakta olup, vahşi doğaya ait çalışmaları daha fazla tercih etmektedir. Halen Atölye
A Resim Grubu’nda resim çalışmalarına devam etmektedir. 4 Şubat 2008 tarihinde açılacak olan
Mülkiyeli Sanatçılar Sergisi’ne resimleri ile Çankaya Çağdaş Sanatlar Galerisi’nde üçüncü defa
katılacaktır.
41
AYŞİN ULUŞAN CEBECİ
1968 yılında doğdum. 1989 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi “Uluslararası İlişkiler”
Bölümü’nden mezun oldum. Gazi Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler
Bölümü’nde yüksek lisans yaptım. Bir süre Turizm Bakanlığı’nda çalıştım. Halen Hacettepe Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi Resim bölümü’nde yüksek lisans yapmaktayım. Resimlerimde daha çok yağlıboya
ve akrilik kullanmaktayım.
42
mülkiyeli şairler
SUNU
(Düş Ağacı için...)
Burada yazdım bu camın kenarında, kurumuş çimen­lere, ezilmiş çiçeklere, kedi çişlerine, insan adımlarına bakarak
yazdım. Birileri; yazmanın bilgiden uzak, o kutsal anların titrek aklına gönderme yapadursun, aklımı yitirdiğim
yerden, perakende işçiliğin düşkün ağırlığıyla yazdım. Yağmur öncesi kararmadan gök, rüzgârı çağıran dalların kırık
yerlerinden üç şarkı çıkartıp yazdım. Düş ağacı, it dalaşı ve hafta ortası. Dünya büyüktü. Kocamandı bilmediğim.
Duyarlı bir güvenlik ve tanıklık ihtiyacıyla gitmedim kimseye. Adımı etime kazıyıp seçtiğim mahlaslara sakladım
ruhumu. Var mıydı? Bilmem ama bedene sığdıramadığım ne ise, ona inandım. Dünya aklıyla inandım. Var mıydı?
Bilmem ama aklımı gündeliğe yedirmediğim yerde müthiş rahattım. Dileklerin günahlardan ayrı yürüdüğü bir
yaşam yokmuş. Kim anlattıysa bu masalları, acıların zamana yenilen yerlerinden ayrıntı toplayarak kendi masalımı
yazdım. Hiç bir şeyi atmadığım için, tercihli bir belediye çöpçüsüne kadro için torpil bile yaptım. Boyacı kutusu Cohen
şarkılarına eşlik ediyordu. Fırçanın tersi, süngerin gıcırtısı, cila düş'tü. Şaklabanların, eğleşerek gülenlerin boşa
geçen vakitlerine, bir kurna böceği lazımdı. Rutubet örterdi dansı. Bozuk paraların tuz torbalarına yakıştığı dilenci
ağzıyla, acının pazarlandığı metinlerin hepsini unutuldukları yerde tekrar yazan bir ebegümeci kuşu olaydım. Ah
olaydım. Garip ama Achille Zavatta kaç gün yaşadı o kederle, nasıl güldü, güldürdü ? Ahmet Haşim kayıp bir mezar
taşına sevdiği ama bir tek kendine yakıştırdığı kimsesizlik notunu nasıl düşürdü. Bunları bilmeden nasıl yazılırdı acı.
Batum'dan gelen vapur göğsümüzden geçmeden. Kimsesizlik nasıl yer yatakları yaptırır öğrenmeden nasıl yazılır.
Nisan
Özer Aykut
« *
Resmi tek başına boyadı. Açlık kaç
kişilik bir oyundu.
Yorgunluk, sıcağı bölüp, tek başına
sahibi olmuştu uykunun.
Olsun varsındı, suyu bardağa
taşıran hararet yeterdi geceye.
Gündüzüne bulaşan rakamları,
kuponları düşünüp
Pazar sabahı sesler duydum dışardan.
Balkondan geldiğini düşündüm.
Bizim fıstık çamının sahibi kumrular didişiyorlar yine.
Sonu sırt sırta varan uykuya hazırlık,
cilveleşiyorlar sandımdı. Değilmiş.
Yağmurun yapraklara emaneti, nasıl kocaman
iniyor damlalar.
Açtım perdeleri, pencereyi, çevirdim koltuğu dışarıya,
Gökyüzü içindeki safrayı öğürür gibi kesik kesik kararıp
kusuyor yağmuru.
Şimdi rahatlar derken. Yağmura kansan beyazlık.
İlkin küçük küçük sonra çoğalarak sahibi oldu göğün.
Ayların en zalimin de kar. İzledim çocukların kaçışını,
toplan kaldı arabaların arasında, çığlıkları. Ölülerimizi
mezarların da bırakıp döndüğümüz ilk günleri gibi.
Yaşlı Laz teyzenin giriş kapsının pervazına kuşlar için
bıraktığı
Yoğurt kaplan dolmuş, kar taneleri suyun içine
düşüp eriyorlardı.
Nasıl güzeldi. Nedir suyun üzerinde karın erimesi düşte?
Yaşarken ne kadar benzer bir insanın ömrüne?
Bunları düşündümdü.
Baktım ki bulutlar uzaklaşıyor kuzeye.
Mavilik yer açıyor kendine.
Durduğu yerin yine sahibi oluyor güneş.
Kuş sesleri doldurdu bahçeyi.
Neden güneşe söyler kuşlar şarkılarını?
Öğrendim-böylece.
43
yerini şaşırmış
yerini şaşırmış, oradan oraya kendi kokusunun
yatağını,
karnında tadı bir kaşıntıdan kurtarılmış küçük bir
yara gibi
kimsesiz çarşaflara bürüyüp uyanmış bir
çocuktum.
Yana çevirirlerdi düşümü, korkardım. Kurum kar
asıyla ısınıp,
çürük tahta kokularıyla gıcırdayan, bir kuzey
ranzanın
birçok karanlık odasında, oturup bunları
yazdım
Karantina
KALAN NE?
Unuttuğun kibritinle
yarım bıraktığın sigaranı
yakıyorum ardından
Dudaklarım bayram yeri
Ciğerlerim oyuncakçı dükkanında
çocuk yüzü
Arefesiz bayram olmazmış
Parasız oyuncak alınmazmış
Gittin.
………
-Anladım.
Çakılıp kalmış göç çocuklarının
geldim gittim ruhlarına,
gözetleme deliğini kapının
bantlayan hiç'e...
annemin anne özlemi sütüyle ağbimin
gözlerine
gözlerine gözlerine gözlerine...
Bir yere yetişmiyorum ya, biliyorum
çocuklarının şansına çektikleri
piyango biletlerinde babaların
ağır düşler kuruyorum, bölünmüş ve hayta
Ebced ama korunaklı sayıklamalar buluyorum
denize atılmış muskalarla
kaçmayan balıkların, pir
akışkanlığında rüya terini kokluyor
elçekmedivanda kedi tekir
Uykusu kadife kaşıntı
huysuzluğunu cıbıl kuyruğuyla
paçalarımda sınıyor hınzır
Müstesna üçüncü kişiler kullanıyor iyi niyetimi
Kolları sarılmalarda olan
rastlantılar tepiyorum öksüzlüğüme
Yağmuru beklediğimi saklamıyorum hiç
laciverdi, aksayan laciverdi
çiçek satan çocuklardan öğrendiğimi de
Sürekli işe giden anne sonbahar
Kuru bir yaprak gibi içe kıvrılmak
bomboş bir eve uyanmak
Bir yere yetişmiyorum ya, biliyorum
Anne hastalanıyor
Ağladığım kadar
ıslanıyorum ben de
Hiç uyanmıyorum
dışıma hiç
Böyle başlıyor yağmur içime.
ankara tarihi
HACI BAYRAM VELİ
Bayramilik Tarikatının kurucusu, Türk mutasavvıfı, şair Hacı Bayram Veli’nin asıl adı Numan’dır. 1352
tarihinde Ankara’nın Solfrasol köyünde doğmuştur.
Tevhid ( Allahın birliği, inanç ve fikri üzerine kurulmuş olan İslam dini )’in yeni bir yorumlanış biçimi demek
olan Bayramilik Tarikatının temel ilkesi Vahdet-i Vücud, ‘varlığın birliği inancıdır.’
Hacı Bayram Veli’nin müritleri ekin ekip biçerek elde ettikleri gelirlerinin fazlasını yoksullara dağıtırlardı, bu
yüzden Hacı Bayram Veli çiftçilerin piri olarak da anılır.
Tarikata bağlı olanların bir iş ve zanaatla uğraşmalarının zorunlu oluşu ahilikle yakın bir bağ kurmalarını
sağlamış Ahiler Bayramilik Tarikatına bağlanarak Anadolu’nun dinsel yaşamında önemli bir rol
oynamışlardır. 1430 yılında ölen Hacı Bayram Veli’nin türbesi, adıyla anılan caminin bitişiğindedir.
45
ANKARA KALESİ
Kentin adıyla özdeş olan kalenin ne zaman yapıldığına ilişkin kesin bilgiler yoktur. Hititlerin egemenlik alanı içinde
olan Ankara’nın bir karakol olarak kullanıldığı düşünülmektedir. Ankara Kalesi tüm ovayı her yönden gözetleme
olanağı veren bir yüksekliktedir. Ankara Kalesine ilişkin bilgiler Galatlar dönemine kadar uzanmaktadır. Kale, Roma
İmparatoru CARACALLA (İ.S.- 217) tarafından onartılmış, Romalılar Perslerle girdikleri savaşta (260) kale yeniden
tahrip olmuştur. Bir uç şehir olması nedeniyle Ankara Kalesi 668 yılında yeniden onartılarak dışkale yaptırılmıştır.
1073’de Selçukluların eline geçen Ankara Kalesi 1101 yılında yeniden Bizansların egemenliğine, 1227’de tekrar
Selçukluların eline geçer. I. Alaeddin KEYKUBAD’ın onardığı kale Sultan II. KEYKAVUS döneminde kaleye eklemeler
yapılmıştır. 1832’de kale surları İbrahim Paşa tarafından yeniden onartılmıştır. İçkalede bulunan Alaeddin Camisi
(1178) en eski Selçuklu yapıtlarındandır.
Kale iç ve dış kale olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Kalenin en yüksek yeri olan Kuzeydoğu köşesinde Akkale
bulunmaktadır. Akkale’ye halk dilinde Ali Taşı da denmektedir.
Kale surları kuzey ve güney doğrultusunda 350 metre doğu bölgesi ise 180 metre uzunluğundadır. Bölgenin ilk
yerleşim yeridir. Kente egemen bir yükseklikte bulunmaktadır.
Dışkapı ve Hisarkapısı olmak üzere iki büyük kapısı vardır. Dışkapı üzerinde İlhanlılara ait bir kitabe bulunmaktadır.
Kaleden Hatip Çayına inen gizli bir geçit vardır. Ankara kalesi arkeolojik eserlerin bilinçsiz korunduğu olduğu önemli
bir örnektir. Çeşitli dönemlerde onarılan kale surlarında Roma ve Bizans dönemine ait kaide, sütün, künk, heykel,
lahit parçaları, bezeme taş bloklar görmek mümkündür.
17. yy’da yapılmış cami, mescit, çeşme, ambar, köşkleri görmek mümkündür. Yüzyıllardan beri Ankara Kalesi içinde
hayat, geçmişin izlerini taşıyarak sırlarını saklayarak devam ediyor ve gece demeden gündüz demeden Kale, Ankara O
vasını gözetliyor.
46
47
STANOZ – İSTANOZ – ZİR (YENİKENT) KAZASI:
Birinci Dünya Şavaşı’ndan önce, Ankara’nın 30 kilometre batısında yer alan Stanoz’un (Zir) nüfusunun tamamı
Ermenilerden oluşuyordu (3142 kişi, 668 hane). Ankara’da yaşayan Ermenilerin büyük bir bölümü gibi Zir vadisine
yerleşen Ermeniler de 15. yy’ın başında Kilikya’dan göç etmişlerdi. Yöredeki ikinci büyük göç dalgası 1605’te İran’dan
gelen sığınmacılardan oluşuyordu.
Tutkulu Hristiyanlar olan Stanozlular, Surp Pırgiç ve Karasun Manug kiliseleriyle bir Protestan ibadethanesine
sahiptiler. Kente hakim bir tepede yer alan Surp Pırgiç Kilisesi, özellikle ilkbaharda ziyaret edilen bir haç yeriydi. Kentte
yer alan iki eğitim kurumunda 500 öğrenci okumaktaydı.
Çok sayıda hanın ve kıraathanenin bulunduğu bölgede bir Pazar yeri ve hamamlar vardı. Kentteki zanaatkarlar,
17. yy’dan beri Ankara keçisinin kılından ürettikleri alpakaya (sofe) yakın bir tür kumaşla ün salmışlardı. Büyük bir
olasılıkla bu teknik, bölgeye 17 yy’da İran’dan göç eden sığınmacılarca getirilmişti. Bu uğraştan başka ipekböcekçiliği,
halıcılık, işleme, boyama ve dericilik bölgede görülen önemli zanaatlar arasındaydı. Tarım alanında, bağcılık ve
meyvecilik başta geliyordu. Avcılığın yanı sıra bölgede manda ve keçi yetiştiriciliği de önemliydi Bağlar, meyve
bahçeleri vadi boyunca yamaçlar üzerinde setler (teras) halinde uzarındı. Bugün Stanoz’un geçmişine tanıklık eden
birkaç harabe ve mezar taşlarından başka, yörede varlığını günümüze kadar sürdürebilen hiçbir şey kalmamıştır.
Mehmet ÖZER
48
konuk yazarlar
86. YILINDA LOZAN ANTLAŞMASI VE TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ
Prof. Dr. Ahmet SALTIK*
G i r i ş: Türkiye Cumhuriyeti’mizin uluslararası hukuk ve diplomasi alanında onaylanması ve bir tür
TAPU SENEDİ olan Lozan Barış Antlaşması’nın üzerinden 86 uzun yıl (?!) geçti. Aslında tarihsel ölçek açısından
yeterince uzun bir Antlaşma ömrü sayılmayabilir. Ancak bir başka ölçü daha var dayandığımız : 1. Dünya Paylaşım
Savaşı’nın ardından bağıtlanan antlaşmalardan hâlâ yürürlükte olan ender metinlerden Lozan Antlaşması.. Dolayısıyla,
hem sağlıklı temellere oturtulmuş olması
hem de çok yönlü güç dengelerine dayalı olarak ayakta kalabilmiş olması, Lozan Antlaşması’nın temel nesnel yapısını
da açıklıkla ortaya koyuyor.. Başdelege İsmet İnönü’nün ısrarla, bilerek, tasarlayarak, bıktırırcasına, hatta bir psikolojik
savaş ögesi olarak kullandığı tekerleme şöyleydi :
"Bütün uygar uluslar gibi, özgürlük ve bağımsızlık istiyoruz!"
Türkiye Cumhuriyeti, ülkesi ve ulusuyla asla bölünmez bir bütün olarak bugün de aynı haykırışı gökkubbeye
yükseltmektedir. Küresel zeminlerde yankılanan tarihsel ulusal ve meşru istencin
karşı konulamaz gücüdür ki, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün en büyük yapıtı Türkiye Cumhuriyeti, tüm emperyaistkapitalist küresel abanma ve kuşatmaya karşın dimdik ayaktadır. Sorunlarımız yok mudur? Elbette vardır.. Dünün
düvel-i muazzama’sı günümüz topludurumunda (konjonktüründe) acımasız bağlaşımlarla (ittifaklarla) üzerimize
gelmeyi durdurmuş değildir ki! Tarihin karmaşık kulvarlarında dün olaylananlar, nitelik değişimi ile yinelenme
eğilimindedirler. Dolayısıyla,
sonsuza dek tam bağımsız kalması, çağdaşlaşması, uygarlaşması gereken Türkiye Cumhuriyeti’nin; geçmişten, bilimsel
tarih incelemesi yöntemleriyle beklenen “dersleri çıkararak” güne ve geleceğe yönelik çıkarsamalarda bulunması,
öngörüler üretmesi, yaşamsal önem ve işlev taşımakta.
Yoksa, Tarih baba, ders al(a)mayanlar için hiçacımadan yinele(n)meyi sürdürmekte. Yasası böyle.. Cumhurbaşkanlığı
forsundaki 16 yıldız, tarih içinde kurduğumuz Türk devletlerini simgeliyor..
Ya madalyonun öbür yüzündeki çarpıcı gerçek ne? Nerede tarihe karışan (yıktığımız!?)
15 Türk Devleti? 16 ncısı için “yukarısı” ile göksel (ilahi) bir bağışıklık sözleşmemiz mi var ??!
Dolayısıyla, 86 yaşına basan Lozan Antlaşması’nı, kat ettiği tarihsel bilinç ve ağır sorumlulukla
bir kez daha irdelemek, yeni kuşaklara vazgeçilmez sürgit tarih öğretisi yükümüdür.
Lozan’da yükselen özgürlük haykırışı Barış Konferansı, 20 Kasım 1922 Salı günü saat 16.00'da, Lozan’ın Mont Benon Gazinosu'nda toplandı. Tarafsız İsviçre
Konfederasyonu’nun Başkanı Habab'ın konuşması ile oturum açıldı.
Bir yanda Türkiye; karşı yanda Yunanistan, İngiltere, Fransa İtalya, Japonya ve Sırp-Hırvat-Sloven (sonradan “eski”
Yugoslavya) Devleti vardı. Mağrur İngiliz Lordu Kürzon'dan sonra söz alan İsmet Paşa (İnönü), daha ilk andan
başlayarak Bağımsızlık ve Egemenlik davasını en yüksek önem ve ısrarla belirtmiş; "Bütün uygar uluslar gibi, özgürlük
ve bağımsızlık istiyoruz!" diyerek sesini tüm dünyaya duyurmuştur. Mahmut Soydan, 1929’larda yazdığı makalesi ile
günümüze ışık tutmakta :
“ Lozan Konferansı, basit bir sorunu çözümle uğraşmıyor. Yeni Türkiye Devleti’nin üçbuçuk yıllık sorunlarını çözümle
yetinmiyor. Lozan Konferansı, başlangıcı çok eski olan bir mücadelenin
derin aşamalarını tahlil ederek onu olumlu bir sonuca bağlamaya çalışıyor. Kuşku yok ki,
karışık bir dengeyi belirgin bir sonuca ulaştırmak kolay değildir. Özellikle karışık hesapların
sorumlusu da biz değiliz. Düşmanlarımız, yalnız bize ait hesapları sormak gibi adil, insancıl bir anlayışa sahip olsalardı,
sorun iki günde biterdi. Fakat, öyle işe başladılar ki, yüzyılların birikmiş sorunlarını bizden soruyorlar. Bağlaşık (İtilâf)
Devletleri olumlu bir sonuca varmak istiyorlarsa,
mutlaka eski anlayışlarını terk etmek zorundadırlar. Benim gördüğüme göre varılan zemin,
sonuçta barışla sonuçlanacaktır. Bütün ulusça arzuya değer ki barış olsun. Cihanda barışın kurulması hem cihanın
çıkarı, hem bizim çıkarımız gereğidir. Herhalde biz, hem kendi çıkarımıza aykırı olan, hem de dünyanın çıkarına
uymayan savaşın sürmesine asla yandaş değiliz. Böyle olmadığımızı şimdiye dek çok kezler duyurduk, kanıtladık. Eğer
uygarlık dünyası, bizim bu işte ne denli içten olduğumuzu anlarsa, barış için hiçbir engel kalmayacaktır. Fakat, eğer
barış isteyenlerin fikri,
savaş yandaşlarına baskın gelmezse, bütün iyi niyet ve içtenliğimize karşın biz de bu sonucu yazgı
ve zorunlu sayacağız, yazgıya bağlı olacağız ve hiç kuşku duymuyorum, bugünkünden daha verimli sonuçlar alacağız.”
(1923, Gazi ve İnkılâp, Milliyet gazetesi, 5-6.12.1929)
49
I. ve II. DÖNEM LOZAN KONFERANSI'NA KATILAN TÜRK
TEMSİLCİLER
Lozan görüşmelerinde yer alan ulusal kahramanlarımızı
tanımak ve anmak vefa borcumuzdur:
Gazi Mustafa Kemal, 1 Kasım 1922’de Saltanat’ı
kaldırmakla ülkede yönetim birliğini sağlamıştı. Mudanya
Ateşkesi (11 Ekim 1922) ve üzerinde güneş batmayan
Naum, Baha Bey
Basın Danışmanları: Ruşen Eşref Ünaydın, Yahya Kemal
Beyatlı
Genel Skr. ve Danışmanlar: Reşit Saffet Atabinen.
Yazmanlar: Ali Türkgeldi, Mehmet Ali Balin, Cevat
Açıkalın, Celal Hazım Arar, Saffet Şav, Süleyman Saip
Kıran, Rıfat Bey, Dr. Nihat Reşat Belger, Atıf Esenbel, Sabri
Artuç.
Mustafa Kemal Paşa, silah arkadaşının bu kezki görkemli
hizmetini “tarihi bir başarıyla taçlandırma” olarak
tanımladı, İnönü’yü ve çalışma arkadaşlarını kutladı. Yüce
Atatürk, Lozan kahramanı İnönü için aşağıdaki anlatımı
kayıtlara geçirmiştir :
" Lozan Barışı, Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır.
Türk ulusu için siyasal bir utku (zafer) oluşturan bu
Antlaşma’nın, Osmanlı tarihinde benzeri yoktur.
Ulusumuz, bununla gerçekten övünebilir ve Türk
Ulusu’nun yüksek bir yapıtı (eseri) olan bu Antlaşma’nın
yüksek değerini değerlendirmesi, gençliğin, bunu
geçmişte yapılmış antlaşmalarla karşılaştırması gerekir.
Bu nedenle, Lozan görüşmelerinde her türlü siyasal
imparatorluğun (!) başbakanı
Lloyd Georg’un, Anadolu’da aldığı ağır yenilgi yüzünden
istifa etmek zorunda kalarak düşmesi ile gerçekçi
bir barışın yolu açılmıştı. Lozan Barış Konferansı’na
Başdelege olarak, Mustafa Kemal’in tercihiyle, Meclis
tarafından İsmet Paşa seçilmişti. İkinci delege olarak
Maliye Bakanı Hasan Saka, üçüncü delege olarak da
Sağlık Bakanı Dr. Rıza Nur uygun bulunmuştu.
Baş temsilci: İsmet İnönü (Dışişleri Bakanı)
Temsilciler: Dr. Rıza Nur (Sağlık Bakanı), Hasan Saka
(Maliye Bakanı)
Danışmanlar: Prof. Dr. Veli Saltık, Münir Ertegün, A.
Muhtar Çilli, Zülfü Tigrel,
Zekai Apaydın, Mahmut Celal Bayar, Şefik Başman,
Seniyettin Başak, Şevket Doğruker,
M. Tevfik Bıyıklıoğlu, Tahir Taner, Nusret Metya, Yusuf
Hikmet Bayur, Zühtü İnhan, Fuat Ağralı, Mustafa Şeref
Özkan, Şükrü Kaya, Hamit Hasancan, Cavit Bey, Hayım
mücadelelere göğüs gererek sonucu
elde etmede bir zekâ göstermiş olan İsmet Paşa
Hazretleri’ni saygı ile anmak görevimdir.”
(1927, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt V, syf. 47)
Lozan görüşmelerinde Lord Kürzon ile aralarında geçen
bir konuşmayı İnönü şöyle aktarmaktadır :
Lord Kürzon : “ Aylardır müzakere ediyoruz.
İstediklerimizin hiçbirini alamıyoruz.
Biliniz ki, geri çevrilen isteklerimizin hepsini cebimize
atıyoruz. Yorgun ve yoksul bir ulussunuz. Ülkeniz yıkık.
Yarın, bunları onarmak ve kalkınmak için bizden yardım
isteyeceksiniz.
-ABD temsilcisini işaret ederek- para bende, bir de O’nda
var. O zaman cebimizdekileri çıkarıp
birer birer önünüze koyacağız.” (15 Eylül 1980, DTCF,
Ankara)
İsmet İnönü : “Biz haklıyız. Lozan’da hakkımızı mutlaka
alacağız. Bugün biz bunları alalım.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başlatan Kemal Paşa’nın hedefi,
“İSTİKLAL-İ TAMME!” idi.
Günümüz Türkçe’siyle TAM BAĞIMSIZLIK! Gazi’nin
üzerine titrediği temel, ana erek..
“Bu ise mali bağımsızlıkla gerçekleşebilir. Mali
bağımsızlığın korunması için ilk koşul; bütçenin ekonomik
bünye ile denk ve uygun olmasıdır. Herhalde Türk yurttaşı
kesin olarak bilmelidir ki; bir ulusun insanlık ve uygarlık
dünyasında yükselmesi ve başarılı olması yalnız ve ancak
kendi gücüne dayanarak özgürlük ve bağımsızlığını
dokunulmaz bulundurmasıyla olasıdır. Bunun başka
çözüm yolu yoktur..” diye de eklemekteydi.
50
Şayet yarın kapınıza gelirsek, siz de dilediğinizi
yaparsınız.”
İngiliz Başbakan W. Churchill’in, 2. Büyük Dünya Paylaşım
Savaşı’nın ardından İnönü’ye mektubu son derece
öğretici ve kıvanç vericidir :
“ Tarih, general olarak kazandığınız zaferlerden başka,
Türkiye’yi 2. Dünya Savaşı’nın
ürkünç (vahim) tehlikeleri içinden nasıl sıyırıp
geçirdiğinizi, aynı zamanda
Mustafa Kemal tarafından çetin mücadelelerle kurulmuş
olan liberal ve gelişmiş hükümeti
nasıl koruduğunuzu hayranlıkla yazacaktır. ”
Lozan Antlaşması Genel Olarak Ne Getirdi ?
Lozan görüşmelerine Osmanlı Devleti’nin de çağrılması
bardağı taşıran damla oldu. 1 Kasım 1922’de Saltanat
kaldırılarak, Lozan görüşmelerinde Türkiye’nin biricik
temsilcisi TBMM Hükümeti oldu. İngiliz Muhipleri
(Sevenleri) Derneği üyesi, 36. ve son Padişah VI. M.
Vahidettin, 15 gün sonra bir İngiliz zırhlısıyla İstanbul’u
terketmek zorunda kaldı. Kemal Paşa’nın, 31 Ekim / 1
Kasım 1922 gecesi, Saltanat’ın kaldırılması görüşmeleri
sırasında TBMM’de yaptığı tarihsel uyarıda vurguladığı
üzere,
“600 yüz yıldır Türk ulusunun egemenliğini gaspeden
Osmanoğulları” nın Saltanatı böylece son buldu.
Uzun ve çetin görüşmelerden sonra 24 Temmuz 1923’te
İsmet Paşa tarafından imzalanan
Lozan Antlaşması’yla yeni Türkiye Devleti’nin bağımsızlığı,
bütün dünya devletlerince kabul edildi,
ulusal sınırlar (Misak-ı Milli) onaylandı; ekonomik alanda
Osmanlılar döneminden kalma pürüzler temizlenerek
kapitülasyonlar kökten kaldırıldı. 13 Ekim 1923’te Ankara
devlet merkezi oldu.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilân edilerek, Gazi Mustafa
Kemal Paşa ilk Cumhurbaşkanı seçildi.
3 Mart 1924’te artık hiçbir gereği kalmayan, aksine zararlı
bir kuruluş durumunu almış bulunan Halifelik de kaldırıldı
ve son Halife Abdülmecit’le birlikte Osmanlı hanedanı
yurt dışına çıkarıldı.
(Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Utkan Kocatürk. Atatürk
Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Atatürk Araştırma Merkezi yayını, 1999, syf. 23)
1914’ten beri süren savaşa son veren Lozan Antlaşması,
143 maddelik asıl antlaşma ile 18 ek belgeden
oluşmaktadır. Antlaşma’nın ilk 22 maddesi sınırları
saptamaktadır. Trakya sınırı Karaağaç tren istasyonu
Türkiye’de kalmak üzere Meriç Talweki olarak kabul
edilmiştir. Gökçeada, Bozcaada
ve Tavşan adaları dışında kalan adalar Yunanistan’a
bırakılıyordu. Ancak bunlardan Midilli, Sakız, Sisam ve
Nikarya Limni adalarında bir deniz gücü ve istihkâm
yapılmayacaktı. Bu adalardaki asker, yöreden silah
altına alınıp eğitilecek askerle sınırlı olacaktı. İtalya’nın
1911-1912’de işgal ettiği ve Quichy Antlaşması ile geri
vermeleri gereken Rodos, Onikiada ile Meis adaları
onlara bırakılıyordu.
Esasında 12 Ada, 1912’de Berlin Antlaşmasıyla Osmanlı
Devletince İtalyanlara verilmişti!
Suriye sınırı Fransa ile varılan Ankara Antlaşması (1921)
ile kabul edildiği gibi kalıyordu.
Irak sınırı ise dokuz ay içinde barış yoluyla çizilecek, bu
olanaklı olmazsa, konu Milletler Cemiyeti’ne götürülecek,
her iki yan da alınacak kararı beklerken herhangi bir
askeri girişimde bulunmayacaktı. Hatay, Kemal Paşa’nın
ciddi çabaları sonucu 1939’da, gecikerek anayurda
katılmış oldu.
Lozan Barış Konferansı'nda, yalnız Yunanistan'la bir
hesaplaşma ve savaşa son veren bir barış antlaşması
yapma söz konusu değildi. Aynı zamanda, I. Dünya
Savaşı'nın yenginleri (galipleri) ile hesaplaşma, hukuksal
ve siyasal yönden uyuşmazlıkları çözümleme, yüzyıllardan
beri süregelen sorunlara çözüm aranmaktaydı. Açıkça,
"Doğu Sorunu", emperyalizmin en az 400 yıllık
Os Politik (Şark Politikası) planları ekseninde bütün
Konferansın ağırlık merkezini oluşturuyordu. Lozan
Barış Antlaşması önsözünde, devletlerin bağımsızlık ve
egemenliğine saygı gösterilmesi ilkesine yer vermiştir.
Bu ilke, yeni Türkiye'nin 1. Dünya Savaşı'nın yenginleri
(galipleri) ile eşit koşullar altında, Lozan'da siyasal bir
savaşıma (mücadeleye) giriştiğini gösteren bir maddedir.
Türk bağımsızlık ve egemenliğinin tanınması bakımından
da büyük önem taşır. Lozan Antlaşması,
bir önsöz ve beş bölümden oluşan 143 maddedir. Prof.
Dr. Seha L. Meray Fransızca özgün metninden Türkçe’ye
çevirmiştir. Önsözde yer alan “..devletlerin bağımsızlık ve
egemenliğine
saygı gösterilmesi ilkesi..” günümüzde de mazlum
ülkelerin emperyalistler karşısında dayanabikeceği bir
uluslararası hukuk kanıtı olarak görülmektedir. Türkiye,
uluslararası diplomaside ısrarla,
kendisine insan hakları ve demokrasi dersi vermeye
kalkışan, elleri kanlı ve beyinleri-yürekleri kapkara kirli
emperyalistlere karşı bu meşru belgeleri başı dik olarak
ileri sürmelidir.
Lozan Barış Antlaşması, Kurtuluş Savaşı'nın sağladığı,
Anadolu halkının yaşamsal haklarını ve emellerini
gerçekeştirdiği bir yapıttır. Lozan aynı zamanda, Orta
Doğu’nun en önemli bölgesinde, barış ve güvenliği
kurmak ve sürdürmekle dünya barışına da hizmet
etmiştir. Türkiye Lozan'da
genel olarak, son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında
benimsenen Misak-ı Milli'yi gerçekleştirmiştir.
İsmet Paşa, TBMM’ndeki Lozan görüşmelerinde yaptığı
konuşmasında Lozan Antlaşması’nın
uyumlu (mütecanis), yeknesak bir vatan yarattığını,
bu vatanın iç yönetimi bakımından ayrıcalıklardan
kurtulmuş, özgür bir vatan olduğuna dikkati çekti.
Sonuçta 2. Meclis, 14’e karşı 213 oyla Antlaşma’yı
onayladı (23 Ağustos 1923). Antlaşma’nın
onaylanmasının ardından 15 Eylül’de Karaağaç,
21 ve 22 Eylül’de Bozcaada ve İmroz (Gökçeada)
Yunanlılardan teslim alındı.
Lozan görüşmeleri neden kesildi ?
Konferans, 4 Şubat 1923’te anlaşmazlık yüzünden
51
kesilmişti. Mustafa Kemal Paşa, Konferansın tartışmalarını
günü gününe izlemiş, zaman zaman İsmet Paşa’yı
yüreklendirici iletiler göndermişti. İsmet Paşa’nın yurda
dönüşünde, 18 Şubat 1923’te onunla Eskişehir’de
buluştu. Konferans
23 Nisan 1923'te 2. kez toplanarak, 24 Temmuz 1923'te
Barış Antlaşması bağıtlanmıştır.
Lozan Barışı 8 aylık çetin ve uzun bir görüşme
devresinden sonra, Lozan Üniversitesi'nin
tören salonunda imzalanmıştır. Lozan'da bağıtlanan
belgeler, esas Barış Antlaşması, 18 adet sözleşme,
protokol, bildirge ile bir de son senetten oluşur. Lozan'da
benimsenen bu belgelerle yalnızca bir barış antlaşması
yapılmamış; aynı zamanda Türkiye ile Batı devletlerinin
siyasal, hukuksal, ekonomik ve sosyal ilişkileri köktenci
biçimde yeni baştan düzenlenmiştir.
20 Kasım 1922’de başlayan zorlu görüşmelerin 4 Şubat
1923’te tıkanmasının arka planında,
hemen hemen hiçbir klasik tarih kaynakçasında yer
almayan çok çarpıcı bir gelişme daha vardır!
Bu tıkanmanın perde arkasındaki asıl gerekçe, aşağıdadır
Yıl 1922, “Açıktır ki, dünya 50 veya 60 bağımsız devlete
bölünmüş olarak kaldığı sürece insanlık için barış ve
gönenç olmayacak ve yine açık olarak, eğer her ulusun
kendini güvene almak için girişmekte olduğu diplomatik
savaşımı bitirecek bir uluslararası sistem oluşturulmazsa,
geri kalmış insanların uygarlaşmasında ve
kendi kendilerini yönetmeleri konusunda süreklilik
gösteren bir ilerleme olmayacak. Bugünün gerçek
sorunu, tek dünya devleti sorunudur.”
(Foreign Affairs, CFR, sayı 2, Aralık 1922, The Shadows of
Power, The CFR and the American Decline, p. 11, James
Perloff, 1988, Appleton, Wisconsin, USA, ISBN : 0-88279134-6)
Dikkat; Yıl 1922! Buyruk büyük yerden, emperyalizmin
ağababalarından, Elit’ten gelmiştir..
“TEK DÜNYA DEVLETİ” hedefi açıkça belgelenmiştir.
Savaş meydanlarında toprağa, Çanakkale’de denize
gömülen emperyalizm, masada son satrancını
oynamaktadır. Zaten allanıp pullanan, saygın (!) bir anlam
yüklenmeye çalışılan “diplomasi”
sözcüğü de köken olarak “diplo” (çift, iki) ve “macia”
(maske, yüz) sözcüklerinin birleştirilmesiyle türetilmemiş
midir?
Oysa yiğit asker İsmet Paşa, Lozan’a yengin (galip) devlet
olarak katılmakta ve ortamdaki
çarpık psikolojinin katı ve acımasız dayatmacılığını, -hiç
“diplomatik” (!) deneyimi olmamasına karşın- aşmaya
çabalamaktadır. Kahredici bir kuşatma sergilenmektedir.
Çelikten bir istenç (irade),
taşları çatlatan sabır ve olağanüstü diplomatik (!) ustalık
gerekmektedir.
İnönü, Gazi’ye Lozan’dan yazdığı bir mektupta,
“Velinimetim Efendim!” diye başlamakta ve
“..beni görseniz tanıyamayacaksınız.. birkaç ayda saçlarım
bembeyaz oldu..” diye sürdürmektedir.
Bu küçük (?) ayrıntılar, sürecin ne denli zorlu olduğunu
belgelemektedir.
Mustafa Kemal Paşa emperyalist Batı’nın kurgusunu
kavramış, iletisini almıştır. İşte tam da bu araya, Lozan
görüşmelerinin kesildiği araya bir Ulusal İktisat Kongresi
zamanlar. İzmir özellikle seçilir..
O zamanın olanaksızlıkları ve nüfusun azlığı, hastalığı,
genç-yetişkin-erkek-eğitimli-subay nüfusun savaşlarda
kırılmasına karşın “kılıç artıkları”ndan 1150’yi aşkın
temsilci (delege) 15 gün boyunca toplanır, çözüm üretir..
İleti Batı emperyalizminedir (günümüzün ABD-AB
bağlaşıklığına!) :
Türkiye, siz masa başında engelleseniz de İKTİSADEN de
varolacaktır!
Batı emperalizmi iletiyi alır.. “Deli Kemal” pes
etmeyecektir. En iyisi uzlaşmaktır..
Lozan görüşmeleri -çaresiz- İtilaf Devletleri’nin çağrısıyla
yeniden başlatılır.
Emperyalizm pek yamandır.. Anadolu coğrafyasında
milyonlarca cana mal olan tarihin en kanlı kurtuluş savaşı,
Lozan’da masa başında diplomasi oyunlarıyla boğulmak
istenmektedir.
Atatürk’ün laik hukuk devriminin başka bir sonucu da,
Lozan Antlaşması gereğince,
Hıristiyan (Ermeni ve Rum) ve Musevi (Yahudiler)
azınlıklara tanınmış olan hukuksal ayrıcalıkların
gereksiz duruma gelmesidir. Nitekim müslüman olmayan
cemaatlar, hükümete başvurarak,
yeni Yurttaşlar Yasası kurallarına bağlı olmak istediler.
Bu yolla Türkiye Cumhuriyeti’nde, yurttaşlararası
ilişkilerde din, mezhep, etnik köken vs. ayrı hukuksal
düzenlemelerin yerini,
tek laik hukuk sistemi ve onun evrensel yasaları aldı. Artık
yabancı devletlerin; Musevi ve Hıristiyan azınlıkların
haklarını korumak gerekçesi ile, yüzyıllardan beri
içişlerimize yaptıkları karışmaların da kapıları kapanmıştır.
Lozan Antlaşması’nda Azınlıklar :
Birinci Dünya Paylaşım Savaşı'na son veren barış
antlaşmalarında azınlıkların korunmasına ilişkin
kurallar vardır. Lozan Antlaşması'nın bu konuyla ilgili
düzenlemeleri incelendiğinde,
azınlıklar bir ayrıcalığa sahip olmamışlardır. Türk
uyruğundan sayılan gayri müslimlerin
yasa ve hukuk düzeni önünde eşitliği sağlanmıştır.
Antlaşma’nın 42. maddesi ile müslüman olmayan
azınlıklar yararına kabul edilen kişisel haklar ile aile
hakları, Yurttaşlar Yasamızın (Medeni Yasa) 17.02.1926’da
yürürlüğe girmesi ile önem ve anlamını yitirmiştir.
Böylece Patrikhaneler salt ruhani işlevli kalmış; Dünya
işlerinde ve azınlıkların kişisel işlemlerinde hiçbir yetkileri
kalmamıştır (Laiklik!).
Lozan Antlaşması’nda Kapitülasyonlar:
Kapitülasyonlar; dar ve teknik anlamda hukuksal
(adli), akçalı (parasal, mali) ve yönetsel vb. alanlarda
yabancılara tanınan ayrıcalık ve bağışıklıklardır. Sözcük
anlamı ise “başından bağlama” demektir. Etimolojik
52
olarak Latince “Capita” sözcüğü kökenlidir. Ekler alarak
türetilmiş son biçimiyle Kapitülasyon, “kafasından
yakalama” anlamındadır. Daha açık bir anlatımla, bir
köpek balığının kurbanını başından yakalaması ile
emperyalistlerin bir ülkeyi kapitülasyonlara bağlaması
arasında sonuç bakımından fark yoktur. Sonuç ölümdür!
Yüce Atatürk, bu iğrenç retorik tuzağın ayırdındadır ve
aynı retorik ustalıkla yanıt vermektedir :
“ Bizi yutmak isteyen kapitalizme ve bizi mahvetmek
isteyen emperyalizme karşıt bir doğrultuda hareket
etmiş, ..emeğiyle geçinen zavallı bir halk olmanın
gerektirdiği bir yapılanmayı hedefliyoruz..” (Bu Kemalist
“yapılanma” gerçekte kurulabilseydi,
Türkiye günümüzde emperyalizme maşa ve neredeyse
“2/3 postmodern sömürge” olmazdı!)
Latince “Capita” (baş) sözcüğünden türetimli
“Kapitalizm”, sermayesine verdiği sınırsız değeri,
“baş” anlamına gelen bir sözcükten türeterek ortaya
koymaktadır. Dolayısıyla eşsiz dahi
Gazi Mustafa Kemal Paşa, yukarıdaki tarihsel
değerlendirmesinde “kapitalizm” in amacının
“bizi yutmak” olduğunu bilerek, sözcüklerini seçerek
aktarmaktadır. Kapitalizm “kapitülasyon” larla
bizi “yutmak”, emperyalizm ise “mahvetmek”
istemektedir. Bu dün böyleydi, bu gün de böyledir!
Yarın ?? Gazi’nin öngörüsüne göre “..sömürgecilik ve
emperyalizm yeryüzünden yokolacak...” tır.
Lozan Antlaşması’nın 28. maddesiyle, kapitülasyonlar
bütün sonuçları ile birlikte kaldırılmış ve
yeni Türkiye, yüzyıllardan beri çekilen bir beladan
sonsuza dek kurtulmuştur. Lozan görüşmelerinde
Gazi’nin, İnönü’ye mutlak buyrumlarından (direktif) biri,
kapitülasyonların kesin reddidir.
rehini bulunan beş milyon altın
ve savaş yıllarında İngiltere'ye sipariş edilen donanma
bedeli de kendi ellerinde bulunduğundan,
bizlere geri verilmemiş ve savaş onarımı karşılığı el
konmuştur.
1. Dünya Paylaşım Savaşı'na giren yenilen devletlere ciddi
akçalı yük olan bu beladan,
geleceğe bir borç bırakılmadan, yalnızca fiilen elimizde
olmayan tutar karşılık gösterilerek,
büyük bir başarı ile sıyrılınmıştır. 115 milyon, yineleyelim,
1954’e dek çeyrek yy. ödenmiştir.
Türkiye, Yunanistan'ın savaşın sürmesinden ve bunun
sonuçlarından doğan yoksulluğunu
dikkate alarak, savaş onarımı konusunda her türlü
istemlerinden, Venizelos’un önerisiyle
Karaağaç ve çevresinin (4 x 2 = 8 km2) Türkiye’ye
bırakılması koşulu ile vazgeçmiştir.
Lozan Antlaşması’nda Boğazlar Sorunu:
Lozan'da bağıtlanan en önemli belgelerden biri de, Türk
Boğazları’nın durumu ile ilgili sözleşmedir.
Boğazlar sorunu, madde 23‘te genel olarak yer almış,
Barış Antlaşması'na ek Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile
ayrıca ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Boğazlardan serbest
geçişi, Boğazlar Komisyonu’nun kurulmasını, Boğazların
ve çevresinin askersiz duruma getirilmesini hedefleyen
ve Milletler Cemiyeti'nin de güvencesini sağlayan
kuralları içeren bu Sözleşme,
1936'da Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile değiştirilmiştir.
Ulusal egemenliği sınırlayıcı Kurullar kaldırılmış, ulusal
çıkarlarımıza uygun duruma getirilmiştir. Atatürk,
Montrö’yü bir bayram günü olarak nitelemiştir. Şu sözler,
Montrö Sözleşmesi’nin bağıtlandığı günün gecesi (18/19
Temmuz 1936)
Yüce Atatürk tarafından yazdırılmıştır :
“ Bugün bayram günüdür; sevinç günüdür. Niçin bilir
misiniz, ey sevgili yurttaşlar?
Çünkü Lozan, Montrö’de taçlandırılmıştır. Lozan tamdır ve
tamlığını sürekli tarihte okutacaktır. Fakat, onu rahatsız
eden ufak bir şey, Boğazlar vardı. İşte o Montrö’de
çözümlenmiştir.
Eğer Türk yüksek duyarlığı bununla ilişkiliyse, mutlak
sevinmektedir, seviniyor ve sevinmelidir.” (1936, Cevat
Abbas Gürer, Cumhuriyet gazetesi, 10.11.1941)
Lozan Antlaşması’nda Savaş Giderimleri :
1854'ten başlayarak 1. Dünya Savaşı sonuna dek büyüyen
Osmanlı kamu borçları, 1. Dünya Paylaşım Savaşı'nda
alınanlarla birlikte, büyük bir toplam oluşturuyordu.
Sene tertipleri üzerinde borcun taksimi yerine,
sermaye üzerinden borcun taksimi ile asıl borç toplamı
oldukça azaltılmıştır. Öbür yandan bu borçlar, Osmanlı
İmparatorluğu'ndan ayrılan devletlere de gelirle orantılı
olarak bölünmüştür. Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’nun
Almanya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan'a olan
borçları, bu devletlerle de yapılan antlaşmalarla 1. Dünya
Paylaşım Savaşı'nın yenenlerine devredilmiştir. Osmanlı
kamu borçlarının, özellikle faizlerin öbür çetin aşaması
da, hangi para birimi ile ödeneceği sorununda kendini
göstermiştir. Karşı yan, altın veya Sterlin olarak ödeme
istemiştir. Türkiye, Türk parası ve Fransız Frangı olarak
ödemeyi önermiş, aradaki farkın çok büyük tutarlara
varmasına karşın, burada da görüşümüz kabul edilmiştir.
1929-1954 arası 25 yıl borç ödenmiştir..
1. Dünya Savaşı'nın yenginleri (galipleri), TBMM
hükümetinden Savaş nedeniyle ödence (tazminat,
giderim) istediler. Buna ek olarak, -hiç utanmadan- işgal
giderlerini (!?), kendi uyruklarının zarar ve yitiklerini de
eklemişlerdir! Savaş içinde Almanya'dan borç karşılığı
Lozan Antlaşması’nda Nüfus Değişimi (Mübadele):
Lozan'da çözümlenen bir başka önemli sorun
da, İstanbul'da yaşayan Rumlarla Batı Trakya'da
yaşayan Türkler dışında, Türkiye'deki bütün Rumlarla
Yunanistan'daki Türklerin değiştirileceğini öngören
sözleşmenin, Barış Antlaşması'na ek olarak konmasıdır.
Böylece 1 milyon 250 bin Rum Yunanistan’a göçerken,
yarım milyon Türk de Türkiye’ye göç etmiştir. Bu rakamlar,
dönemin
çok sınırlı olanaklarıyla gerçekten dev rakamlardır ve
yoksul, yıkık Türkiye, yarım milyon soydaşını
yerleştirerek toprak, konut, iş edinmesini büyük
özverilerle sağlayabilmiştir.
53
var olduğunu bir kez daha kanıtlayacak harikalar
gösteriyor. İşte o harikaların doğal sonucu olarak
Lozan Konferansı’na davet olunuyoruz. Fakat Efendiler,
esasen bizden sorulacak hiçbir hesap yoktur. Geçmişe
ilişkin hataların gerçek sorumlusu biz değiliz; Türk ulusu
değildir. Bu böyle olmakla birlikte Dünya ile karşı karşıya
gelmek bize düşüyor. Ulus ve ülkeyi gerçek bağımsızlık ve
egemenliğine sahip kılmak için çalışmak yükümü bizim
üzerimizde kalıyor. Lozan’da henüz hiçbir olumlu sonuç
yoktur. Fakat, bu olumlu sonuç mutlaka olacaktır. Ulus,
varlığı için, egemenliği için mutlaka
elde etmeye zorunlu olduğu esasları Misak-ı Millî olarak
belirgin biçimde tüm dünyaya ilan etti.
Misak-ı Millî’nin anlamını bütün cihan onaylamaya
zorunludur ki, Türkiye gücüyle, süngüsüyle ve bütün
zorunluluğuyla bunu elde etmiştir. Arta kalan şey,
maddeten elde edilmiş olan bu şeyin Konferansta,
salonda, masada, nerede olursa olsun usulen ve resmen
onaylanmasından ve ifadesinden başka bir şey değildir.
Bu sonuç er geç, mutlaka elde edilecektir! Bütün
isteklerimiz haktan ibarettir. Bu hak, en doğal ve en açık
haklardandır. Hukukumuz bu denli açık olduktan başka,
bu hukuku mutlaka korumak için kudretimiz de vardır,
kuvvetimiz de yeterlidir.”
(1923, Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet Gazetesi,
26.12.1929)
Lozan Antlaşması’nda Musul-Kerkük Sorunu:
İngiltere ve Türkiye’nin büyük önem verdikleri MusulKerkük sorunu kuliste çözümlenemedi.
Resmi toplantıda Türk delegesi; etnik, coğrafyasal,
tarihsal ve siyasal gerekçelere dayanarak
Musul bölgesinin geri verilmesini, bunun için de halk
oylamasına başvurulmasını istedi.
Kürzon ise, halkoylamasını kabul etmedi. Hakeme
başvurulmasını, bu kabul edilmezse
Milletler Cemiyeti’nin müdahalesini isteyeceğini
belirtti ve bağlaşıklarınca (müttefiklerince) desteklendi.
İngitere’nin kışkırtmasıyla 1925’te çıkan Şeyh Sait
kalkışması (isyanı),
Musul-Kerkük’ün geri alınamamasında, çıkartılma
amacına uygun olarak belirleyici oldu.
Lozan Antlaşması ve Yunanistan:
Lozan, Yunanistan’ın Anadolu serüvenini noktalamıştır.
Büyük düşlerin çekimi ve emperyalist
devletlerin itkisiyle, başedebileceğinden çok daha ağır bir
Ege yayılmacılığına girişen Yunanistan,
Anadolu felaketiyle çok ciddi bir darbe yemiş, yıllarca
süren siyasal dengesizlikler içinde kalmıştır. Anadolu’dan
gelen 1.25 milyon Rum ile sosyal ve ekonomik sıkıntısı
daha da büyümüştür.
Ciddi yenilgiyle sonuçlanan Anadolu serüveninin başka
bir sonucu da, Megali İdea -Büyük Yunanistan- düşleri,
ne yazık ki sonsuza dek değil, bir süre için Yunan
politikacıların gündeminden düşmüştür.. Komşumuz,
emperyalist kışkırtmalara, maşa rolüne artık kendini
indirgememelidir.
“ Lozan Konferansı düne ve bugüne ilişkin, üç beş yıla
ilişkin hesapların sonuca bağlanmasıyla uğraşmakta
değildir. Belki, üç, dört yüz yıllık birikmiş ve yoğunlaşmış
hesapların görülmesiyle meşguldür. Onun için bu denli
derin, bu denli karışık, bu denli kirli hesapların az
zamanda içinden
çıkmak kolay değildir.” (1923, Gazi ve İnkılâp, Mahmut
Soydan, Milliyet Gazetesi, 24.12.1929)
Stratejik Müttefik ABD (!) ve Lozan Antlaşması :
Türk Ulusu, Küllerinden Yeniden Doğdu :
Türk temsilciler, görüşmelerin başından beri eşitsiz
(dezavantajlı) durumdadır. Diplomatik deneyimleri pek
az, haber kaynakları çok sınırlı, yabancı dil bilgileri de
sınırlıdır. Üstelik Lozan-Ankara haberleşmesi de Gizli
Servis’in denetimi altındadır. Müttefik kuvvetlerin
Boğazlardaki askeri varlığı ağırlığını duyumsatmaktadır.
Yoğun bir Ermeni, Rum propagandası Avrupa ve özellikle
İsviçre basınını etkisi altına alma çabası içindedir.
Müttefikler aralarında görüş birliği sağlamıştır. Siyasal
konularda İngiltere’nin, akçalı konularda Fransa’nın,
hukuksal konularda İtalya’nın görüşmeleri yönetmesi
benimsenmiştir. Ayrıca Balkan devletleri de “büyüklerin”
arkasında destekleyici bir kümelenme oluşturmuşlardır.
Temsilcilerimiz içinde hiç Petrol mühendisimiz yoktur
örneğin.
Ya karşı tarafta?? Irak sınırı nasıl da ustalıkla adeta bir
“demarkasyon hattı” gibi petrolü ayırmıştır??
ABD Konferans’a, gözlemci olarak katıldığından, belgeye
imza koymadı. Aslında TBMM Hükümeti Konferans’ta
ABD’nin desteğini sağlamak için oldukça çaba göstermişti.
Bu bağlamda,
Lozan görüşmelerine ara verildiği dönemde 9 Nisan 1923
günü ABD’nin Chester Projesi
(Doğu Anadolu Demiryoları Projesi) TBMM hükümetince
kabul edilmişti. Ancak, Türkiye’nin
tüm iyi niyetli çabalarına karşın, ABD Senatosu Lozan
Barış Antlaşması’nı reddetti.
Çünkü Kurtuluş Savaşımız sırasında Yunanistan’ın yanında
yer alan ABD Parlamentosu, kapitülasyonları temelli
ortadan kaldıran ve Büyük Ermenistan düşlerini yıkan
TBMM Hükümeti’ni
içine sindirememişti. (Fizan’dan Lozan’a, Ş. Osman Aras
ve “İsmet İnönü ve Lozan Barış Konferansı” İlhan Turan,
İnönü Vakfı, Nisan 2003)
M. Soydan’ın Gazi Paşa’dan aktardığı aşağıdaki dizeler
çok düşündürücü ve ders vericidir :
“Ölmüş sanılan ulus, mahvolmuş sanılan bu ülke, yeniden
bütün yaşama yeteneğini gösterebilecek
bir durum alıyor. Bütün kadınlarıyla, erkekleriyle,
yaşlılarıyla el ele vererek kendisinin cihanda
ABD Senatosu’nda yapılan, aşağıya çıkarılan konuşma, 82
yıl sonra yorumsuz olarak sunulmaktadır :
“Antlaşma Timurlenk kadar hunhar, Korkunç İvan kadar
54
sefih ve kafataslarından yaptığı piramidin üstünde oturan
Cengiz Han kadar kepaze olan bir diktatörün zekice
yürüttüğü politikasının
bir toplamıdır. Bu canavar, savaştan bıkmış bir dünyaya
bütün uygar uluslara onursuzluk getiren
bir diplomatik antlaşmayı kabul ettirmiştir.” (ABD Tems.
Mec. Üyesi Upshow, 18.01.1927)
etmesi gereken gençliğin, bunu geçmişte yapılmış
antlaşmalarla kıyaslaması gerekir. »
(26.07.1927, Dolmabahçe Sarayı, Lozan Barış Antlaşması
Hakkında)
“ Saygıdeğer Efendiler:
Lozan Barış Antlaşması’nın içine aldığı esasları, öbür barış
teklifleriyle
daha çok karşılaştırmaya gerek olmadığı kanısındayım.
Lozan Barış Antlaşması, Türk Ulusu’na yüzyıllardan beri
hazırlanmış
ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış
büyük bir suikastin yıkılışını anlatan bir belgedir.
Osmanlı tarihinde benzeri bulunmayan bir siyasal utku
eseridir! ”
Atatürk’e Göre Lozan Antlaşması:
Gazi Mustafa Kemal Paşa, Lozan görüşmelerinin her
aşamasını izlemiş ve gerektiğinde
devreye girerek Türk çıkarlarına uygun bir barışın
bağıtlanmasını sağlamıştır.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, Söylev’inde Sevr ve Lozan’ın
değerlendirilmesine geniş yer verir :
“İtilaf devletlerinin Türkiye'ye uygulamak istedikleri
koşullarla, ulusal eylem sonunda elde ettiğimiz
sonuç arasındaki farkı açıkça belirtmek için, Sevr ve
Lozan arasında bir karşılaştırma yapmak yararlı olacaktır
: Ülke sınırları açısından Sevr, Trakya sınırımızı Çatalca
yakınından geçiriyorken, Lozan'da Meriç ırmağı sınır oldu.
Sevr'e göre İzmir bölgesinde Türkiye egemenlik hakkının
kullanılmasını Yunanistan'a bırakacak, bölge meclisi de
beş yıl sonunda İzmir bölgesini
Yunanistan'a katabilecekti. Lozan'da böyle birşeyin sözü
bile edilmemiştir.”
“Suriye sınırı, Sevr'e göre Karataş burnundan başlayarak
Osmaniye, Gaziantep, Urfa ve Mardin'in epey kuzeyinden
geçiyordu. Lozan'da, 20 Ekim 1921 günlü Ankara
Antlaşması'ndaki gibi kaldı.
Sevr, Kafkasya'da Türk Ermeni sınırının saptanmasını ABD
Başkanı Wilson'a bırakmış,
O da Giresun'un doğusundan, Erzincan'ın batı ve
güneyinden Bitlis ve Van Gölü güneyine giden çizgiyi sınır
olarak göstermişti. Lozan'da bu sorun ortadan kalkmıştır.
Sevr, Boğazlarda
asker bulundurma ve askeri harekatlar yapma yetkisini
yalnız İtilaf Devletlerine tanıyordu.
Lozan'a göre hiçbir yerde İtilaf Devletlerinin işgal güçleri
kalmadı.”
“Sevr, Fırat'ın doğusunda ve Ermenistan, Suriye ve Irak
arasında bir özerk Kürt bölgesi öngörüyordu. Lozan'da
elbette söz konusu edilmemiştir. Sevr, Fransa ve İtalya'ya
sömürü bölgeleri tanımaktaydı. Lozan'da söz konusu bile
edilmemiştir. Sevr, Antlaşma doğru uygulanmazsa
İstanbul'un bile bizden alınmasını kabul ediyordu.
Lozan'da böyle bir şey söz konusu değildir.
Sevr, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya hatta Ermenistan
ve Yunanistan'a yargısal, ekonomik
ve akçalı kapitülasyonlar tanıyorken, Lozan bu gibi
bağlayıcı kuralların tümünü kaldırmıştır.”
« … Lozan barışı Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır.
Türk ulusu için siyasal bir utku (zafer) oluşturan bu
Antlaşma’nın Osmanlı tarihinde benzeri yoktur. Ulusumuz
bununla haklı olarak övünebilir ve Türk ulusunun yüksek
bir yapıtı olan bu Antlaşma’nın yüksek değerini takdir
(1927, Söylev, II, syf. 76, 24.07.1933, Hakimiyet-î Milliye
Gazetesi)
AB VE LOZAN ANTLAŞMASI :
Patrikhane sorunu : AB ve ABD’nin ısrarla dayattıkları
ve sözde AB üyeliği için vazgeçilmez koşul saydıkları
Fener Rum Patrikhanesi’ne Ekümeniklik (Evrensellik)
statüsü sağlanması tam bir dayatmadır. Lozan’da bu
konuda varılmış bir anlaşma yoktur. Kaldı ki, yukarıda
da belirttiğimiz üzere, 17 Şubat 1926’da İsviçre kökenli
Yurttaşlar Yasası’nın (Medeni Kanun) kabulü ile,
Lozan’da tanınan Müslüman olmayan 3 uyruğumuz
(Gayrımüslim yurttaşlarımız), Cemaatları aracılığıyla
Dışişleri Bakanlığımıza başvurarak, yeni Yurttaşlar
Yasası’na bağlanmak (tabi olmak), ondan yararlanmak
istediklerini bildirerek, Lozan Antlaşmasıyla kendilerine
sağlanan ayrıcalıklı azınlık statüsünden vazgeçmişlerdir.
Kendileri ve tüm Dünya görmüştür ki, Yüce Atatürk’ün
önderliğindeki
Yeni Türkiye Cumhuriyeti evrensel hukuka bağlıdır ve
laik, eşitlikçi bir demokrasi olmaya kararlıdır. Böylelikle,
Osmanlı döneminde çok hukukluluk bağlamında
cemaatlarının hem ruhani (dinsel, ilahi) hem de dünyasal
kimi işlerini (evlenme, mal edinme, cemaat içi kimi
anlaşmazlıklar vb.) üstlenen Patrikhane, tümü ile ruhani
işlevlere indirgenmiştir. Günümüzde bu Ortodoks
Patrikhanesi’nin cemaatı ülkemizde 1500 dolayındadır.
Laik ve tekil hukuk sistemimiz (AB hukuku da böyle!),
Patrikhane
ya da benzeri başkaca bir kuruma ruhani alan dışında bir
yetki tanımaya olanak bırakmamaktadır. Patrikhane, Eyüp
Kaymakamlığı’na bağlı olup, örneğin Eyüp Müftülüğü ile
benzer statüdedir.
Yüce ATATÜRK’ün Patrikhane ile ilgili değerlendirmeleri
yeterince açıktır :
« …Lâkin bir fesat ve hiyanet ocağı bulunan, memlekette
nifak tohumları ve uyuşmazlık saçan, hiristiyan
hemşehrilerimizin huzur ve refahı için de uğursuzluk ve
felâket nedeni olan
Rum Patrikhanesi’ni artık topraklarımız üzerinde
bırakamayız. Bu tehlikeli teşkilâtı
memleketimizde muhafazaya bizi mecbur etmek için ne
55
gibi vesile ve sebepler gösterilebilir? »
(25.12.1922, Le Journal Muhabiri Paul Herriot’ya demeci)
« Hilafetle beraber Türkiye’de mevcut olan Ortodoks ve
Ermeni kiliseleri, patrikhaneleri ve
Musevi hahamhanelerinin ortadan kaldırılması lazımdır.
Hilafet ve bu muhtelif patrikhaneler
asırlardan beri ruhani yetkilerinin sınırları dışında çok
büyük ayrıcalıklar aldılar.
Halkın anlayışına dayanarak bahşedilen hukuk dışı
ayrıcalıklar ile Cumhuriyet idaresinin uygulanması
mümkün değildir. » (04.05.1924, New York Herald
Tribune muhabirine demeci)
Tarihin ve yaşamın böylesine işlevsizleştirerek
güdükleştirdiği “Patrikhane kalıntılarına”,
üstelik kendileri Ortodoks olmayan AB ülkeleri
(Yunanistan.. dışında) ve ABD
neden Ekümeniklik statüsü dayatırlar?? Nedeni açıktır :
Türkiye’nin tekil laik hukuk sistemini delmek, 2. bir
Vatikan’ı ülkemizde yaratmak ve ardından
öbür dinsel cemaatların da ayrışmasını sağlayarak
Türkiye’yi çok hukuklu, laik olmayan,
Hilafetin zemin taşlarının döşendiği bir eğik düzleme
itmek..
Ekümenik bir Ortodoks Patrikhanesi’ne gerçekten
gereksinim varsa (?), nüfusunun çok büyük bölümü bu
Hıristiyan mezhebinden olan komşumuz Yunanistan’ın
başkenti Atina ya da daha iyisi,
-biraz soğuk kaçmazsa- nüfusunun yarısı (75 milyon!)
Ortodoks olan kadim kuzey komşumuz Rusya’nın başkenti
Moskova daha uygun merkezler değil midir?
Heybeliada Ruhban Okulu’na Gelince :
Ermeni ve Rum kökenli yurttaşlarımız (Museviler
de eklenebilir..) cemaatlarına din adamı yetiştirme
gereksinimi içindeler ise, ilköğretim ve lisede nasıl Türk
Milli Eğitim sistemine bağlıysalar,
Yüksek Öğrenime dayalı İlahiyat (Teoloji) eğitimi için,
Egemen bir Devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin
YÖK sistemine bağlanmak zorundadırlar. İlahiyat
Fakültelerimizde olduğu gibi.. Ya da, Başbakan Erdoğan’ın
ağzına sakız ettiği -sözde- “Medeniyetler İttifakı”
bağlamında, İlahiyat Fakültelerimizde açılacak uygun
Bölümlerde 3 semavi dinin kardeşçe ittifakı ve etkileşimi
ile Ekümenik (Evrensel) nitelikli din adamları yetiştirseler,
Türkiye’yi kasten ayrıştırmak yerine, Dünya barışına,
dinlerarası kaynaşmaya, müteveffa (rahmetli
diyemiyorum) Prof. Samuel Huntigton, CIA siparişi malum
kitabıyla “Medeniyetler Çatışması” tohumlasa da; daha
çok katkı sağlanmış olmaz mı?
AB, Müzakere Çerçeve Belgesi ve Lozan Antlaşması 3 Ekim 2005’te AKP hükümetince AB ile imzalanan
Müzakere Çerçeve Belgesi'nin (MÇB)
6. paragrafında, ülkemizin bugününü ve geleceğini kritik
durumlara düşürebilecek kimi anlatımlara
yer verilmiştir. Metinde ; "Türkiye'nin iyi komşuluk
ilişkileri konusunda açık taahhüdü ve BM Şartı
doğrultusunda uyuşmazlıkların ve önemli sınır
uyuşmazlıklarının gerekirse Uluslararası
Adalet Divanı'nın zorunlu yetkisini de içeren barışçı
yollarla çözülecektir." anlatımı yeralmıştır.
Buna göre, Türkiye'nin sınır sorunlarının (!?) çözümünde
La Haig’deki Uluslararası Adalet Divanı yetkili
kılınmaktadır. Böylece “Misak-ı Milli sınırlarının sorun
olabileceği”, inanılmaz bir aymazlıkla
kabul edilmektedir! Bu düzenleme, özelikle Yunanistan,
Saklı/açık hedef; sözde ılımlı islami rejimli, Neo-Osmanlıcı
Ortadoğu jandarma vekili,
emperyalist maşası Türkiye’dir ne yazık ki !?
56
Ermenistan ve Kuzey Irak için avantajlıdır. Ancak süreç
içinde oyuncular artabilir de! Türkiye ile sınırdaş olan
başka ülkeler de ülkemizle
sınır anlaşmazlığı olduğunu savlayabilirler. BOP
kapsamında Irak'ın kuzeyinde de facto yaratılan
siyasal oluşum, gelecekte Türkiye'ye yönelik sınır
istemleri bildirebilir. Bu durumda AB MÇB
6. paragrafa göre “anlaşmazlık” Uluslararası Adalet
Divanı'na taşınacak ve ABD ve AB'nin tavrı belirleyici
olacaktır. Gelişmeler ülke bütünlüğümüzü tehdit
eden nitelik kazansa bile, bu paragrafa göre Türkiye,
“güç kullanma” hakkını işletemeyecektir. TSK, “güç
kullanMAma” olarak düzenlenen 2 sözcükle devre
dışı bırakılmıştır. Ülke bütünlüğünü korumak için tersi
yapılırsa, bu kez AB, MÇB’nin çiğnendiğini ileri sürerek
Türkiye ile görüşmeleri askıya alabileceği gibi,
yaptırım da uygulayabilecektir.
Bu paragrafın derin tuzakları, akla bir başka sorun daha
getirmektedir :
BM'nin İkiz Sözleşmeleri TBMM’de onandığına göre, 6.
paragraftaki düzenlemeler,
bu Sözleşmelerin olanak sağlayabileceği siyasal haklar,
Türkiye sınırlarını yeniden çizmeye dayalı güvence olarak
kullanılabilir!
MÇB'nin 11. paragrafı ise, AB mevzuatına uymadığı
gerekçesiyle Türkiye'nin daha önce taraf olduğu
ikili antlaşmalarla uluslararası antlaşmaların sona
erdirileceğini kurala bağlıyor.
Bu paragrafa göre Türkiye'nin hangi ikili veya uluslararası
antlaşmalarının geçersiz kılınacağı
açıkça belirtilmiyor fakat; KKTC'nin kuruluşu, 1959-1960
Londra ve Zürih Antlaşmaları,
bu maddeye dayanılarak Türkiye açısından geçersiz
sayılabilir. Açılımın Lozan'a veya Montrö'ye
dayanmayacağını kimse güvenceleyemez.
Türkiye, ne yazkı ki, AB serüveni yolunda son derece
tehlikeli adımlar atmayı sürdürmektedir.
Bütün Türkiye’yi uyarmak isteriz..
Lozan’da İsmet Paşa’ya kan kusturan, emperyalizmin
dönem sözcüsü Lord Curzon,
aşağıdaki dehşet verici sözlerin de sahibidir :
Ülkeler, dünya egemenliğine yönelik büyük bir oyunun
oynandığı satranç tahtasının üzerindeki piyonlardır
.S o n u ç:
Lozan, gerçeklere dayalı ve dengeli bir barış antlaşması
niteliği ve Türkiye’nin yetenekli yöneticilerinin yönetimi
ile ülkeye, 2009’da, 86 yıllık tarihinin en uzun barış
dönemini sağlamıştır. Bu sayede Atatürk Türkiye’si
güçlenmek ve çağdaşlaşmak için gerekli zamanı
kazanmış, Atatürk devrimleriyle her bakımdan yeni
bir yapılanmaya girişmiş, yepyeni, çağcıl (modern) bir
görünüm kazanmıştır..
Gazi Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’dan 24
Temmuz 1923’e dek geçen, Halide Edip Adıvar’ın usta
nitelemesiyle Türk’ün ateşle sınav edildiği 4+ yıllık
dönemde, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kaynağı, ışığı
olmuş; güçlü kişiliği, üstün örgütçülük ve komutanlık
nitelikleri, bitip tükenmeyen enerjisi, ileriyi önceden
görebilme ve sezebilme ve gerçekçi davranabilme yetileri;
zaman, yer
ve olanak etmenlerini en iyi kullanabilmek yeteneğiyle,
yok edilmenin eşiğine gelen Türkiye’yi
yeniden ve daha güçlü olarak ayağa kaldırmış ve
bağımsızlığını sonsuza dek koruyabilmesi için
O’nu çağdaş ufuklara yönlendirmiştir.
Üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya
İmparatorluğu’nun (günümüz ABD’si!) anlı şanlı
Başbakanı L. George, daha Mudanya Mütarekesi’nin
ardından (11 Eki,m 1922), istifa etmek zorunda kalmıştı.
Ülkesinin Parlamentosunda yaptığı konuşma ibret dolu ve
çok öğreticidir :
“Tarih, yüzyıllar içinde ender olarak dahi yaratır.
Çağımızda o dahi Türk Milleti’ne nasip olmuştur. Ben O’na
yenildim, başkasına değil!”
İngiliz Başbakanı, neredeyse yenilgisiyle övünerek,
“diklenerek” hesap vermektedir..
Yunan Başbakanı Konstantin de Lozan sonrası istifa etmek
zorunda kalmıştır.
İlginçtir; 1934’te Yunanistan Başbakanı Venizelos,
Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermiştir!
Müttefikler 2 Ekimde (1923) Türk sancağını selâmlayarak
İstanbul’u terk ettiler.
Türk birlikleri 6 Ekim’de İstanbul’a girdiler.
İşgalciler, Gazi’nin öngörüsüyle, “geldikleri gibi
gitmişlerdi.”
İstanbul’u 1453’te fetheden Osmanlı, 30 Ekim 1918’de
Bizans’ın torunlarının işgaline terketmişti..
O’nu yeniden kurtaran Gazi Mustafa Kemal Paşa ve
ulusumuz oldu..
Bu acı/tatlı gerçeği de “29 Mayıs 1453 fetihçileri”ne
anımsatmak pek gerekli ve yerinde olacaktır.
S o n s ö z:
86 yıl önce 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması
imzalandı. Bu Antlaşma Türkiye Cumhuriyeti için büyük
bir başarıdır, adeta O’nun tapusudur. Çökmüş Osmanlı
Devleti’nin yıkıntısı üzerinde kurulmuş genç Türk Devleti,
uluslararası alanda eşit haklara sahip, tam bağımsız ve
özgür bir ülke olma gururuna erişmiştir. Oysa 1. Dünya
Savaşı’nı sonlandıran antlaşmaların hepsi,
yenik ülkelere zorla dayatılmıştı. Lozan Barışı, bütün
umutlarını yitiren, Kurtuluş Savaşı’nı en ağır ve acımasız
koşullarda bitiren Türk ulusunun, 4 yıl gibi kısa bir süre
içinde nasıl onurlu bir antlaşmaya imza koyarak varlığını
uluslararası topluma kabul ettirdiğinin tarihte tek
örneğidir. 4 yıl içinde,
yenik iken yenen olmak ve büyük devletlerin (Düvel-i
Muazzama’nın veya günümüzün G-8 ülkeleri, AB-ABD!)
karşısında eşit koşullarda konuşarak tam bağımsızlığını
kazandığını kanıtlamak,
gerçekten akıllara durgunluk veren büyük bir tarihsel
başarıdır. Bu başarının sahibi Türk ulusu
ve yüce önderi ATATÜRK ve çalışma arkadaşlarıdır.
Özellikle İsmet İNÖNÜ’yü, aylarca süren
çetin Lozan görüşmelerindeki olağanüstü başarısından
dolayı anmamak ağır değerbilmezlik olur.
Lozan Barışı günümüzde kimi çevrelerce eleştirilmektedir.
57
Fener Rum Patrikhane’sinin İstanbul’dan çıkartılamaması,
12 Ada, Boğazlar rejimi, Musul sorunu gibi.. Ancak bu
eleştiri sahiplerinin,
Lozan’ın yapıldığı koşulları gözardı etmemeleri gerekir.
Türk ulusu, son gücüyle utkuyu kazanmıştır. Yeni bir
çatışmayı kaldırabilecek güçte değildir. Yurdun büyük bir
bölümü tam bir yıkıntı içindedir. Mudanya Ateşkesi’nin
ardından ordu önemli ölçüde terhis edilmiştir. Çünkü,
“askerin yatacağı bir
dam altı bile yoktur”. (Prof.Dr. Ahmet MUMCU, Tarih
Açısından Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi. İnkılap
Kitabevi, 11. Bs., syf. 102) Ordunun ve halkın hiçbir
ekonomik ve psikolojik yedeği kalmamıştır.
Lozan’da görüştüğümüz devletler bu durumumuzu
ayrıntılı olarak biliyorlar ve kullanıyorlardı. Atatürk’ün
görevlendirdiği İsmet Paşa başkanlığındaki Türk Kurulu,
Lozan’da bugün eleştirilen
tüm noktaları bütün gücüyle azimle savundu. Hatta bu
yüzden görüşmeler birkaç ay kesildi.
İnsanüstü çabalarla, yapayalnız bir devlet olarak elde
edilebilenler bu kadardır ve hiç de küçümsenemez.
Yurdumuzun savaş sonrası koşullarını çok iyi
değerlendiren Gazi M. Kemal Paşa,
kapitülasyonların kaldırılması gibi çok önemli bir alanda
ödün verdirtmemiş; öbür konularda ise
çok gereksinim duyduğumuz barışa hızla ulaşabilmek için
esnek davranmıştır.
143 maddelik antlaşma ile genç Türk Devleti, bugünkü
Ulusal Ant (Misak-ı Milli) sınırlarını onaylatmıştır.
Karaağaç bölgesi Yunanistan tarafından bize savaş
ödencesi olarak verilmiştir.
Yargısal, yönetsel, parasal, ekonomik kapitülasyonlar
kaldırılmıştır. Genç Türkiye Cumhuriyeti
tam bağımsız ve egemen bir devlet olmuştur. Bugün,
dünya uluslar ailesi içinde eşit haklara sahip, bağımsız ve
egemen bir devlet olmamızı Lozan tansığını (mucizesini)
gerçekleştiren
atalarımıza borçluyuz. Koruma-kollama reçetesi de Büyük
Kurtarıcı tarafından yazılmıştır :
“ Ulusumuzun güçlü, mutlu ve güvenlik içinde
yaşayabilmesi için,
Devletin tümüyle Ulusal bir siyasa izlemesi ve bu
siyasanın,
iç kuruluşlarımıza tümüyle uygun ve dayalı olması
gereklidir.”
“ Düşman yalnızca dışarıda değildir. İçte de bu ulusun
yaşamı ile oynamak isteyen düşmanlar var. Dış düşmana
karşı aldığımız önlemleri, gösterdiğimiz birliği,
iç düşmana karşı da daha sertlikle daha uyanıklıkla
göstermeliyiz .”
“Ulusların tarihinde kimi devirler vardır ki, belirli
amaçlara erişebilmek için maddî ve mânevî ne denli güç
varsa hepsini bir araya toplamak ve aynı yöne yöneltmek
gerekir. Yakın senelerde milletimiz, böyle bir toplanma
ve birleşme hareketinin önemli sonuçlarını kavramıştır.
Ülkenin ve Devrimin içeriden ve dışarıdan gelebilecek
tehlikelere karşı korunması için, bütün ULUSÇU ve
CUMHURİYETÇİ güçlerin bir yerde toplanması gereklidir.
Aynı türden olan güçler ortak amaç yolunda birleşmelidir.
”1931 (Atatürk’ün S.D. III, s. 90)
“ Bizi yutmak isteyen kapitalizme ve bizi mahvetmek
isteyen emperyalizme karşıt bir doğrultuda hareket
etmiş, ..emeğiyle geçinen zavallı bir halk olmanın
gerektirdiği
bir yapılanmayı hedefliyoruz.. ”
Efendiler, “ Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz
Devrimlerin amacı,
Türkiye Cumhuriyeti halkını modern ve bütün anlam ve
görünümüyle
uygar bir toplumsal yapıya dönüştürmektir. Devrimimizin
asıl hedefi budur.
Bu Devrimi kabul edemeyen zihniyetleri yerle bir etmek
(tarumar etmek) zorunludur. ”
(30 Ağustos 1925, Kastamonu)
Genç kuşakların, kendilerine özgür bir yurdu Türkiye
Cumhuriyeti’ni kanları ve canları pahasına
bağışlayan bu şanlı Türk devrimcilerini iyi anlamaları,
onlara gönülden bir vefa borcu duymaları
ve Türkiye Cumhuriyeti’ni Ata’nın buyurduğu gibi sonsuza
dek özgür ve tam bağımsız yaşatmaları boyunlarının
borcudur. Bu yolda, Atatürk devrim ve ilkeleri kendilerinin
şaşmaz yol göstericisi olacaktır. Bu tarihsel bilinçle
Lozan’a ve kazanımlarına tüm gücümüzle sahip çıkmalıyız.
Türkiye, Lozan’ın 86. yıldönümünde tarihsel
doğrultusunu, Batı ile sözde “mütefik” (!?) ilişkilerini, 50
yıllık tek yanlı AB karasevdasını gözden geçirmek ve köklü
düzeltmelerle
yeni seçenekler üretmek zorundadır. Kendisini de
parçalamayı açıkça yayınlanan haritalarla pervasızca
planlayan BOP Eşbaşkanlığı gafletini........ derhal
bırakmalıdır.
Ancak böyle davranılırsa aşağıdaki görkemli vasiyet-hedef
yerini bulacaktır..
“ Benim ölümlü bedenim elbet bir gün toprak olacaktır.
Fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır
ve Türk Ulusu, güvenlik ve mutluluğunu temel alacak
ilkelerle uygarlık yolunda tereddütsüz yürümeye devam
edecektir. “
Hiç ama hiç aklımızdan çıkarmayalım:
Lozan hem Tapumuz, hem de Tabumuz’dur!
O’na kesinlikle dokundurtmayalım!
Kaynak: Metinde gösterilenlere ek olarak başlıca; “Gazi
Mustafa Kemal Atatürk,
Millî Bağımsızlık ve Çağdaşlaşma Önderi : Hayatı ve
Eseri. Prof. Dr. Abdurrahman Çaycı, yayına haz. Berna
Türkdoğan, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu
Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2002”, ve “İsmet
İnönü- Lozan Barış Konferansı- Konuşma, Demeç, Makale,
Mesaj, Anı ve Söyleşileri”, Turgut Özbay’ın “Lozan’dan
Sevr’e Türkiye ” ile Ali Naci Karacan’ın “Lozan Konferansı
ve
İsmet Paşa”... adlı yapıtlardan kapsamlı olarak
yararlanılmıştır.
*Ankara Üniversitesi Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Atatürkçü Düşünce Derneği Eski Genel Başkan Yrd.
58
BİR YILDÖNÜMÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
7 Kasım 2009, Rusya'da Bolşevikleri iktidara getiren Ekim Devrimi'nin 92. yıldönümüdür.
Kanlı bir iç savaşın ardından beş yıl sonra Sovyetler Birliği kurulacak; altmış dokuz yıl
sonra da, 8 Aralık 1991'de, Beyaz Rusya'daki bir köşkte, Rusya, Ukrayna, Beyaz Rusya
Cumhurbaşkanları tarafından imzalanan bir anlaşmayla son bulacaktı. Anlaşmayı Rusya
adına imzaladıktan sonra Yeltsin'in içki masasında sızdığı; Kravçuk ve Şuskeviç (Ukrayna
ve Beyaz Rusya cumhurbaşkanları) tarafından taşınıp yatırıldığı söylenmiştir. Üç liderin
imzaladığı bu belge, hukuken geçersizdi; ama, on yedi gün içinde
işler kitabına uyduruldu: 21 Aralık'ta SSCB'yi oluşturan Cumhuriyetlerin (dördü hariç)
liderleri Alma Ata'da bir araya geldiler ve SSCB'nin son bulduğunu belgeleyen bir
protokolde anlaştılar. Üç gün sonra Gorbaçov Sovyet Cumhurbaşkanlığı'ndan istifa etti.
Bir gün sonra da SSCB Yüksek Sovyeti (parlamentosu) kendini feshederek bu trajikomik
olaylar zincirine noktayı
koydu.
Bugün Ekim Devrimi'ni, 1991'deki hazin sonun "ilk perdesi" olarak hatırlamıyoruz. Onu,
sınıflı toplumların uzun tarihinde, hem üreten, hem sömürülen yüz milyonlarca emekçi
insanın eşitlik, adalet ve özgürlük arayan
uzun mücadelelerinin bir ürünü olarak, "imkânsızı birdenbire mümkün kılan" bir büyük
"kopma" olarak anıyoruz.
Ekim Devrimi'ni gerçekleştiren Bolşevikler hayatlarını sınıfsız, âdil, eşitlikçi bir ütopyayı gerçekleştirme mücadelesine
adayan insanlardan oluşan uzun geleneğin temsilcileriydiler. Yedi düvelin emekçilerini birbirine kırdıran emperyalist
savaşa karşı çıktılar; bu savaşa yol açan egemen sınıfları iktidardan uzaklaştırmayı hedeflediler ve Ekim Devrimi'yle
Rusya'da başarıya ulaştılar. Bolşevikler eski yoldaşlarıyla, sosyalizmin revizyonist kanadıyla, Menşeviklerle yolları
ayrılarak, mücadele ve kavga ederek devrimi gerçekleştirdiler; yeni toplumu oluşturmanın ilk adımlarını atarken, taktik
ve strateji tartışmalarını katı, insafsız üsluplarla sürdürdüler. Bütün bunlara rağmen, Lenin ve arkadaşları, sözünü ettiğim
o uzun geleneğin bir halkası olduklarını hiç unutmadılar. Bu olguyu, Sovyet devriminin ilk yıllarının tarihçesine girerek
belgelemeye burada imkân yok. İki sıradan örnek vermekle yetineceğim. Birinci örnek, Moskova'da Kremlin yakınlarındaki
Aleksandrovski Bahçeleri'ndeki bir Dikilitaş'la ilgili. İki Sovyet yazarının (D. Valovoi ve H. Lapshina'nın) imzalarını taşıyan
1983 tarihli bir kitapçıkta fotoğrafını gördüm ve öğrendim ki, bu Dikilitaş Ekim Devrimi'nin ilk yıldönümünde Lenin'in
direktifiyle "devrimci hareketlerin liderlerini ve öncü sosyalist düşünürleri anmak amacıyla" dikilmiş. Dikilitaş'a Rusya
Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin baş harfleri ve on dokuz tarihsel şahsiyetin
isimleri işlenmiş. Devrimin ilk yıldönümünde Bolşevik liderlerin, "öncü sosyalist düşünürler ve devrimci hareketin
liderleri" olarak kimleri seçmiş oldukları ilgi çekicidir. Dikilitaş'taki isimler şunlardır: Marx, Engels, Liebknecht,
Lassalle, Bebel, Campanella, Mellier, Winstanley, Thomas More, Saint Simon, Vaillant, Fourier, Jaures, Proudhon,
Bakunin, Çernişevski, Lavrov, Mikhailovski ve Plehanov...
Bu, uluslararası sosyal muhalefet tarihinin birkaç yüzyıl öncesine kadar uzanan ütopik, devrimci ve reformist akımlarını
temsil eden bir listedir. Bolşevikler, düzen karşıtı sosyal muhalefeti ve "başka bir dünya inşa etme" çabalarını içeren aile
ağacının bir özetini Dikilitaş'a yerleştirivermişler. Üstelik, bu aile ağacındakilerin araları da her zaman iyi olmamıştır.
Marx'ın Proudhon'la, Bakunin'le, Lassalle'le anlaşmazlıkları; Bolşeviklerin Plekhanov'la kavgaları ünlüdür. Buna rağmen
1918'deki anlayışa göre, bu kavgalar aile-içi ayrılıklardı; "aynı yolun yolcuları" arasındaydı. Farklılaşmalar, "sınıfsız,
eşitlikçi, adil ve özgür bir başka dünya inşa etme" hedef ve özleminde değil, o amaca ulaşmanın yol ve yöntemlerinde
söz konusuydu.
Bu listeyi gördüğümde, anarşizmin tarihsel liderlerinden Bakunin'in yanında diğer ünlü bir Rus anarşistinin, parlamenter
sosyalizmle ve Alman Marksizmi'yle hep mücadele etmiş olan Kropotkin'in niçin yer almadığını merak etmiştim. Sonraları,
Kropotkin'in, Bir Devrimcinin Anıları başlığı altında Türkçe yayımlanan iki ciltlik nefis yapıtı (Mazlum Beyhan çevirisi, Öteki
Yayınevi) elime geçince, kitabın önsözünden öğrendim ki, Dikilitaş yerleştirildiğinde Kropotkin Moskova'da, hayatta imiş.
bir halk iktidarının yerleştirilmesi için düşündüklerini ve eleştirilerini mektuplarla Lenin'e iletmekte olduğu anlaşılıyor.
Lenin ise onun için, "bütün o güzel geçmişiyle ve yaptığı işlerle bizim için çok değerlidir" diye yazmış Ve 1921'de öldüğünde
Kropotkin'in mezarına, Sovyet Halk Komiserleri adına konan çelengin üzerinde "Çarlığa ve burjuvaziye karşı yılmadan
savaşan P.A. Kropotkin'e saygıyla" sözcükleri yer almaktaymış.
Ekim Devrimi'ni gerçekleştiren Bolşevikler, sözünü ettiğim "büyük aile"nin mensubu oldukları için; ailenin "büyükleri ve
yaşdaşları" ile zaman zaman anlaşmamalarına rağmen kendilerini böyle gördükleri için saygıyla WWanılmalıdır.
"Defterin kapandığı" tarihteki hazin manzaranın sorumluluğu ise Ekim
Devrimi'nde değil, çok sonralarında aranmalıdır.
Korkut Boratav
Bu Makale 10 Kasım 2009 tarihinde Birgün Gazetesinde yayınlanmıştır
59
SİYASETİN VE SİNEMANIN SIR HATTI, HATTATI
SEZAİ SARIOĞLU
“… şairin hep ‘kısa sahanlığı’ndan ses etmesi, bütün
‘yükledimlerini’ oraya boşaltır olması, Grek mitolojisine
bunca fazla bağlanması, hatta daha uygun söylersek, o
mitolojiyi her planda edinmesi, Türkçesinin güzelliğine, bir
yerde yüceliğine karşın, okuyanda bir yabancılık duygusu
da uyandırıyor.. Şiirlerde güzellik bir çeviri güzelliğiymiş
gibi geliyor. Melih Cevdet’in ‘Anadolu Tanrıları’ üstüne
ne düşündüğünü biliyorum. Uygarlık görüşünü de şiir
görüşünü de biliyorum. Kendi düşüncesi kendi şiiri
içinde bunun tutarlılığını da biliyorum. Biliyorum ya,
söylemeden edemeyeceğim, bana ters geliyor içinde
döndüğü mitoloji. Melih Cevdet işi Anadolu duyarlığından
oldukça uzak bir noktaya götürüyor sanısındayım. Ali’yi
sadece Muhammed’in damadı görüyor da, Akilheus’un
mızrağına çiçekler atıyor. Poseidon’un denizleri bizim de
eski denizlerimizdir. Ama o denizlerden şimdi getirilecek
aygırların şiirimizde damızlık şansını az buluyorum ben”
(Cemal Süreya)
Hapishane arkadaşları, özel çevresi bir yana Sırrı Süreyya
Önder’in bizim mahallenin çocuklarının hayatına girmesi
yeni sayılır. Tanışmanın hemen ötesinde bir bulaşmadan,
ses alıp ses vermeden, hatta temas etmesek bile sır kâtibi
olmaktan bile söz edebiliriz. Hal böyle olunca onu ismindeki
“sır”dan el alarak siyasi-sinemasal sır’ını okuyarak, delillere
bakarak bendeki Sırrı’nın fotoğrafını çekip paylaşmak
isterim. Eski bir bilgiden başlayayım: Bir kuşun bir
mevsimde bir kanadından çıkardığı, hattatların kalem olarak
kullandıkları özel bir tüydür sır. Hattatlar, yazılarına sır’larını
gizlerlerdi. Osmanlı sır satardı Avrupa’ya…
Bizim mahalle onun sır’ıyla somut olarak “Beynelmilel” filmiyle tanıştı… Sonra “O… Çocukları.” 1850’lerde kurtların
indiği Beyoğlu’nda (Yeşilçam’da) daha şimdiden kendine açtığı yer, iki filmden çok fazlaya delalet ediyor. Sonrası
malum; birden, çat film, çat televizyon görünür oldu. Ne var ki, kuralın tersine görünürlük onda zaaf olarak yansımadı.
Bu bizi sevindirdi hatta korkularımızı hafifletti. Açık örtük eleştirileri bir yana, bizim mahallenin lehine söyleyip
eylemesi tarihen ve siyaseten önemliydi. Meksika Sınırı’na dördüncü kişi olarak dâhil oldu ne var ki kıs(s)a zamanda
varlığını ve ağırlığını kabul ettirerek mühim bir yer kapladı. Bu durum Kafa Dengi programında da tekerrür etti.
Kavramlar, imgeler, kıssadan hisseli cümlelerle odak olmayı başarmasını sahiciliği ile ilişkilendirebiliriz.
“Turner’in tablolarından önce Londra’da sis yoktu” cümlesi geliyor aklıma… Dolaylı veya doğrudan 12 Eylül zulmünü
işleyen pek çok film çekildi… Ne var ki, Beynelmilel’den önce sinemada sanki 12 Eylül yoktu gibi bir duygu kuşatması
yarattığı söylenebilir. Bu film, nev-i filmine münhasırlığıyla diğerlerine baskın çıktığı söylenebilir. Kökü içerdedir.
Sinemanın Nâzım Hikmet’i Yılmaz Güneydoğu’dan el alır. Ezilenlerin, yoksulların, dışlananların makamıdır makamı…
Belleksizleştirilen bir toplumda, filmleriyle, diktatörleri eleştirmesi, hatırlamanın ve hatırlatmanın ötesinde bir hatır
içeriyor. Sırrı, kötülüğün gündelik hayatta nasıl işletildiğini, yığınların diktatörlerin dilini nasıl devraldıklarını, öte
yandan kendi bilgelikleri içinde Diktatörleri nasıl eleştirdiklerini sinema diliyle seyirciye göstererek önemli iki filme
imza attı…
Aldığı ödüller mi? Geçiyorum. Dilber Ay’ın, Kahtalı Mıçı’nın (Mıço) Beynelmilel filimde oynamaları, oyunculuğun
ötesinde kıssadan hisseli başka okumaları gerektiren kıymettir.
60
bilir. Bizim mahallede yaygın olan, bazen doğruyu bile
yanlış söyleme geleneğinin tersidir. Marksizm’den,
devrimciliğinden ve tüm modernist okumalarından
edindiği doğrularını kadim doğu bilgisiyle de bezeyerek
aktarır. Yanlışı bile doğru söyleyip karşısındakini ikna
edebilir.
Okumak, demişken… Söz kitaplara ve hitaplara
gelmişken… Benim için en temel özelliklerinden biri,
kendini salt batı bilgisine, modernizme kayıtlamamasıdır.
Gerek yaşadığı kasaba, gerek babası gerek dayısı
üzerinden Anadolu’daki değişik kültürel bilgileri de
rahle-i tedris etmesi onda bir kompleks olarak durmaz.
Tersine, bu bilgi onda, kendini başka bir zihin dünyasıyla
tanımlayanlarla tartışmalarında veya muhabbetlerinde
üstünlük demeyelim kendine güven olarak durur. Evet,
Sırrı bin dereden bir kendini getirmiştir ama bu en
temelde Marksizm ile ilişkilidir ama salt bu aidiyetin icadı
değildir. Sosyalist kültürün ihmal ettiği, ilkesel olarak
reddetmese de bilinçaltında reddedip uzak durduğu hatta
ötekileştirdiği bilgi alanlarına da el atarak ezber bozar.
Bu müjde, tarihimizden ders çıkarmanın yanı sıra, politik
İslam dâhil, tasavvuf, mistisizm, yaradılış teorisi vb. bu
dünya ile kendini tanımlayanlarla tartışmalarda da önemli
bir özellik, düzey olarak belirir.
Bütünlük duygusu… Büyük anlatıların kötülendiği,
bütün karşısında parçanın, evrensel karşısında yerelin
kutsandığı bir dünyada bu tamlık değilse de bütünlük
duygusunu söylemi ve eylemiyle ikinci, üçüncü şahıslara
geçirmesi önemli. 1950 kuşağının edebiyattan siyasete
köprü kuramadığı, 1960 kuşağının ise siyasetten
edebiyata köprü kurmakta zorluk çektiği söylenir. Dünyayı
yorumlamayı ve değiştirmeyi ilke edinmiş sonraki
kuşakların siyaset-edebiyat/sanat ilişkisinin sorunlu
olduğu, eleştiriye muhtaç olduğu bilgisini buna ekleyerek
sürdürelim. Sırrı’nın söylemi ve eylemi, her şeyi siyasete
indirgeyen “tek boyutluluk” olarak gelişmesine razı olan
akla ve pratiğe itiraz olarak okunabilir. Siyaset, müzik,
sinema, edebiyat alanındaki eski ve yeni okumalarıyla
Sırrı’nın tek boyutlu bireyin ötesinde bir tarihsel figür
oluşturmaya çalışmasını önemsemek gerekir. Sırrı’nın
sır’ında, sosyalist kültürün eleştiriye ve tamire muhtaç
bilgi-bilinç-bilgelik ilişkisini yeniden kurmayı öneren bir
duruş, dil ve eda içkin.
Batı bilgisi/kültürü karşısında Doğu bilgisine ve hikmetli
metinlere, kişiliklere de yönelmesi, ne kadar batıya
gidilirse doğuya yolumuzun düşeceğini, ne kadar doğuya
gidilirse batıya yolumuzun düşeceğini biliyor olması
aslında geçmişe bir tür şerh olarak da okunabilir. Sanki
bizim mahalleye, Cemal Süreya’nın, M. Cevdet Anday’ın
pozitivizmine, salt modernizmine ve batı mitolojisiyle
ilgisine ince ayar eleştirisini kendi varlığı ve ürünleriyle
Nurdan Gürbilek’in saptamalarından el alarak söylersek;
Benim gibi, 12 Eylül sonrasında taammüden üretilip
tüketilen “pop tarihi”, imgeleri, kavramları ve hatta
hayatları tarihsel-siyasal anlamlarından azat ederek
“geçmişi bir alıntıdan ibaret kılan”, keyfi, nedensiz
bir dilin hayata egemen olmasını sorun eden, bu dili
reklamcılığın, medyanın kışkırttığını bilen, “Kültürle
ilişkiyi bir jest ve büyülenme, bir ani uyarı ve şok, bir
vitrin ve seyir ilişkisi haline getiren”akılla derdi olan, bir
yanda muhalif sözü bastırırken öte yanda nesnesinden
koparılmış sentetik dili özendiren hayatlara karşı
direnenler açısından “görünür olmak” hem bir riski hem
de bir kazanımı içerir Medya yengeç sepetine girenlerin
çoğunun, medyanın aklına ve araçlarına teslim olduğu
düşünüldüğünde Sırrı’nın aykırı ve kıymetli bir yerde
durması önemli… Politik, etik ve estetik olarak “iyi yer
tutmasının” ötesinde, onu eline ovuşturarak kendi
zihniyet dünyaları için avlanacak av olarak görenler
karşısında, avcı aldatan, avcı atlatan bir özelliğe sahip…
Onu av sananların fena yanıldıklarını delilleriyle görmek
bize iyi geliyor, demek mümkün.
Sırrı’nın sır’ı “Muhabbet” sözcüğünde de gizli. Onu
“muhabbet” sözcüğü ile tanımlama durumu, TİP’li
babasıyla, tarikat ehli dayısıyla, Behice Boran’ın, Deniz
Gezmiş’in ziyaret ettiği evleriin mekanın poetikasını
ve politikasını içermesiyle de ilgilidir. Öte yandan,
Adıyaman gibi kasaba özelliklerine sahip bir yerde, halk
ile iç içe edindiği sindirilmiş bilgelik de buna eklenmeli.
Sanki yıllarca sıra gecelerinde, uzun kış gecelerinde köy
odalarında hikmetli sözler biriktirmiştir. Gereğinde sıkı
münazaracıdır… Tatlı-sert münakaşa etmeyi sevdiğini
hissettiriyor. Hele de karşısında devlet veya devletsiler
onun değerler sisteminin mücavir alanına girerek
karalama kampanyası sürdürüyorlarsa muhabbet
erbaplığının, kendine güvenin, bilgeliğinin altında ilkesel
bir damarı anında harekete geçirir. Sevginin halleri
ile öfkenin halleri hemhaldır kişiliğinde. Öfke uyku
halindedir. Somut şartların somut tahlili gereğince, her an
biri diğerine dönüşebilir. Öfkesini faşizme ve kapitalizme
saklar… “Öfkesi temiz yanıdır onun…” cümlesinin ötesine
geçip şöyle söylemeliyim: Öfkesi devrimci yanıdır onun.
Sevgisi de…
Gereğinde sözcükleriyle ısırır, gereğinde kıssadan
hisselerle “kuşa bak!” yaparak tersinden de konuşarak
ders verir karşısındakilere. Sure alayları üzerine
konuşurken, konuyu birden, devrime, emeğe getirir
ve bu hiç de nahoş kaçmaz. Kendi zihin dünyasının
en önemli entelektüellerinden Dücane Cündioğlu ile
tasavvuf, din, madde, mana üzerine muhabbet ederken,
birden konuyu Güler Zere’ye getirmesini ve dillenmesini
61
hatırlatıyor gibidir.
Filmlerinde, söyleminde ve hatta beden dilinde içkin
manayla süslü maddeci ironiye, evet… Ama salt bu kadar
değil. Kılçıklı bir ironiden söz edebiliriz. En yalınken
bile “Gayrisafi” bir dil. Çapaklı… Bir dünya görüşüne
kayıtlı olsa da, takımdan ayrı düz koşu yapan birinin,
çapaklardan hikmet üretmesi… Bu bağlamda sinemasının
veya konuşmalarının darasını almak kolay görünse de
müşküldür. Darası zor ama darısı diğer sinemacıların
başına…
Devrimcilerin ve hatta devrimin yenildiği olağanüstü
dönemler, eski aidiyetlerin parçalanmasına, yeni
akımların ortaya çıkmasına da delalet eder. 12 Eylül
sonrasındaki dönemin en önemli özelliklerinden biri,
ideolojik, felsefi, siyasi ve kültürel planda nihilizm (“Ne
güzel bir hiç!”) ve mistisizm (Madde öldü… Yaşasın
ruh!”) sarmalını yürürlüğe sokmasıdır. Marks, sosyalizm,
diyalektik, çelişki, devrimci sözcüklerinin cümle içinde
kullanılmasının bir “cahillik!”, “alıklık!” olarak algılandığı
bir dünyada ve ülkede bu sözcükleri sakınmadan yerli
yerinde kullanır. Dinin, tasavvufun, mistisizmin riskli
alanlar olduğunu biliyor, yüzlerce yıldır kitleleri etkileyen
bu tür kültürel, dini aklı ve onun siyasi hallerini bilmeden
onları eleştirmenin mümkün olmadığını da biliyor.
Bu nedenle muhabbetlerde slogan atmak yerine, bu
bilgilerle ve onları taşıyan kişilerle düzeyli bir tartışmayı
yeğliyor.
Usul adap bilir. Fasıl, sıra gecesi, makam bilir.
Devrimci harflerden gamlar yapar. Cümbüş çalar.
Divan edebiyatındaki, bir mecliste üç kadehten sonra
yanlışların bağışlanması, kimsenin ayıbına bakılmaması
anlamına gelen selase-i gassale (üç yıkayıcı) maznunu da
hatırlatıyor Sırrı. Sırrı’nın içki ile ne denli sırdaş olduğunu
bilmiyorum ama biz burada, düz rakının, imkânlı içkinin
kalbini kırmadan bu üç yıkıcıyı ve yıkayıcıyı, devrim,
sinema ve edebiyat olarak da hülasa edebiliriz…
Mayakovski’nin sadece kadınlar için kullandığı
bir sesi olduğuna dair bir edebiyat rivayeti vardır.
Bizim mahallenin ajitatörlerinin sadece devrim için
kullandıkları sesleri vardır. Sırrı’nın türkü için kullandığı
sesini bilmiyorum ama meydanı ırkçı-milliyetçilere
ve maddenin, tarihsel ve diyalektik maddeciliğin ve
haliyle sosyalizmin öldüğünü vazedenlere karşı dünyayı
güzelleştirmek için kullandığı bir sesi, şiir okuması,
muhabbeti var…
Medya alanında görünürlüğün hem bir imkân hem de
risk olduğundan söz ettik… O şimdiye kadar medyada
görünürlüğünü imkân olarak kullanan çok az sayıda
muhaliften biri. Masallarından ve dilinden öldürülen
Ceylan kızdan sonra, o mevziden, “Ceylan’dan sonra
hiçbir baba kızlarını sevmesin!”mealindeki cümlesini
fırlatır dünyanın ortasına… Kafa dengi programında,
sözü Güler Zere’ye getirerek, egemenlere ve onların
adına “adaleti!” bile isteye, egemenlerin tarihsel
kinleriyle geciktirenlere görenlere dik başı ve dik diliyle
şöyle seslenir: “Devletin bir mahkûma ihtiyacı varsa,
ben gireyim Güler Zere’nin yerine hapishaneye…
Zaten hapishane de burnumda tütüyor…” Böylesi
kritik eşiklerde kendinin ve sözünün çok fazlasıdır Sırrı.
Kendisi istese de istemese de o an’da bu cümlelerle
bizim mahalleyi de temsil eder… Bizim yerimize de
konuşur, bizim yerimize de öfkelenir… 12 Eylül’den bu
yana bastırılan sözü yeniden yürürlüğe sokar. Devlete
yenilenlerin birbirlerini yenmeleri trajedisi yerine,
kötülüğün gerçek adresini diline dolar, esastan ve
usulden eleştirir. Kalbimizi cümlelerinin yanına tarih süsü
olarak koyarız. Attığı taşlar, Komün’den buyana attığımız
taşlara tekabül eder. Taşları, taşlarımızdır…
Onun tartışmaları muhabbet makamında sürdürdüğünü
gördükçe Sabiha Sultan’ın “Bre çirkin! Hakaret aileyi
sultana aittir” cümlesi geliyor aklıma… Hakaret etmenin
devletin ve devletsilerin hakkı olduğu bir kötülük
toplumunda o, hakaret etmeden tartışır, derdini anlatır.
Bizim mahallenin çocuklarından Anatolia Gramsci’nin
siyasal hayatımıza kattığı nitelikli bir hegemonya
mücadelesidir bu… Rakibin kayıtlı olduğu dünya görüşünü
bilmek ama hakaret etmeden tartışmak. Sırrı’nın sır’ını,
nefsini yedi devrim(ci) yılı hapiste örste dövmüş, yeni
okumalar, yeni akıllar edinen Yusuf Makamı’nda da
arayabiliriz. Sözcükleri biçimli tutmayı bilmesi, biraz
da harfleri, cümleleri, anlamları zindan makamında
eğitmesindedir.
Sırrı Süreya Önder… Bizim mahallenin özgün ve özgür
çocuğu. Düşünmesi bile devrim kıymetinde: Bizim
mahallenin çocuğu, elinde pankart, dilinde sloganlar,
alıntılar, elinde cümbüş ve arkasında kıymetli bir tarih
gelerek, İstanbul’un orta yeri sinemada pankartını açıyor.
Halk yavaş yavaş toplanmaya başlıyor. Devlet bir yandan
onu gözlüyor. Kitle biraz daha birikince sanki slogan
yerine “Motor!” diyerek yeni bir filme başlayacak. Yani
eyleme geçecek. Sonra da ,“Eylem bitti slogan atmadan
dağılabiliriz!” deyip yeni bir film için kendine kaçacak…
Sahici... Beni en çok cezbeden özelliği budur. Cümleleri,
sineması, üstüne başına yakışır. Dil ile hakikat ilişkisinin
koptuğu, dilin nedenini yitirdiği dünyada bu sahicilik
kıymetlidir. Duruşu ve filmleri geçmişle hesaplaşmayı
çağıran niteliktedir. Evvel emir, cunta ve kapitalizm
eleştirisidir bu filmler. Sırrı’nın sırrı bununla kalmaz, o
bize, doğrudan ve dolaylı olarak bizim mahallenin teorik
ve pratik siciliyle hesaplaşmayı da önerir. Demem o ki,
bizim mahalleye de bir çift sitemi, istihzası hep vardır…
Bu istihzadan, anlayana Beynelmilel saz, anlamayana
Enternasyonal marşı az, cümlesini bile üretebiliriz.
Şimdiden onun için sinemanın sır vitamini diyebilir miyiz?
Delillere bakarak, iki, üç daha fazla deriz…
Bizim mahalleye Sırrı şart...
Bizim mahalleye Sırrı’nın sır’ı da şart…
62
çeviriler
EN ZAYIF HALKA
LATİN AMERİKA’DA NEO-LİBERALİZM
Emir SADER
Yeni yüzyıl Latin Amerika’da şaşırtıcı bir
başlangıç yaptı. İlk kez burada -Şili ve Bolivyauygulanan neo-liberalizm için ayrıcalıklı bir alan
olan kıta, hızlı bir biçimde yalnızca neo-liberalizme
karşı bir direniş değil, onun alternatiflerinin inşası için
de önde gelen bir arenaya dönüştü. Madalyonun iki
yüzü: tam da neo-liberal deneylerin laboratuarı olduğu
içindir ki, Latin Amerika artık onun sonuçlarıyla baş
etmek zorunda. 1990’lar ve 2000’ler birbiriyle taban
tabana zıt iki onyıl oldu. 90’lar boyunca, neo-liberal
model -Küba dışında- kıtanın hemen her ülkesine
çeşitli ölçülerde dayatıldı. İlk Kuzey Amerika Serbest
Ticaret Anlaşmasını (NAFTA) imzalamak üzere
Rio Grande’yi kat etmeyen Clinton, uzun olmayan
bir süre sonra, yeni modelin ilk krizi Meksika’da
patlak verdiğinde Washington’dan bir süper-istikrazı
onaylamak zorunda kaldı. ABD bunun ardından,
serbest ticaret politikalarının kesintisiz bir uzantısı
olarak yarıküre ölçeğinde bir Amerikalar Serbest
Ticaret Bölgesi’ni (FTAA) dayatmayı sürdürdü.
2000’de, Kanada’daki bir Amerikalar
zirve toplantısındaVenezüella’nın Hugo Chávez’i
Clinton’un FTAA önerisine karşı oy kullanan
tek lider olurken, Cardoso, Menem, Fujimori ve
meslekdaşları uysalca sıraya girmişlerdi. Chávez
katıldığı ilk İberik-Amerikan zirvesinde, Castro’nun
kendisine, üzerinde ‘En azından buradaki tek şeytan
ben değilim,” yazılı bir pusula ilettiğini aktarmıştı.
Bu nedenledir ki, bizzat -kendisi 1998’de Venezüella
devlet başkanı seçilen- Chávez’in 2003’de Brasilia’da
Lula ve Buenos Aires’de Néstor Kirchner’in; 2004’te
Montevideo’da Tabaré Vázquez’in; 2006’da La Paz’da
Evo Morales’in; 2007’de Managua’da Daniel Ortega
ve Quito’da Rafael Correa’nın; ve nihayet 2008’de
Asunción’da Fernando Lugo’nun yemin törenlerini
izlemesi bu nedenle bir bakıma ferahlatıcıydı. Bu
arada, 2000’de neredeyse oybirliğiyle kabul edilen
ABD serbest ticaret önerisi, 2004’e gelindiğinde
çoktan ölmüş ve gömülmüştü. O tarihten itibaren
Chávez’in kendisi ve 2006’da da Lula yeniden
seçildi; o yılın Nisan’ında Kirchner yerini eşi Cristina
Fernández’e bıraktı; Paraguay’da ise Lugo, Colorado
Partisi’nin neredeyse altmış yıllık yönetimine son
vererek seçim zaferi kazandı.
Kıtanın tüm tarihi boyunca gördüğünden daha
fazla sayıda sol ya da orta-sol, ilerici hükümetin göreve
gelmesine yol açan, şimdiye dek geçirdiklerinin en
hızlısı bu radikal değişimin anlamı nedir? Kıtanın
yeryüzündeki en yüksek eşitsizlik düzeylerini, neoliberal onyılın daha da vahimleştirdiği bir gelir
uçurumunu sergilediği doğrudur; yine de, geçmişteki
halk mücadelelerini cezalandıran sert darbelerin
yanısıra, neo-liberal kurulumun sağlamlığı, böylesi
hızlı bir dönüşü olanaksız kılmaktaydı. Aşağıda, Latin
Amerika’yı neo-liberal zincirin en zayıf halkasına
dönüştüren koşulları anlamaya çalışacağız.
63
MODELİ DAYATMAK
1980 ve 90’larda Latin Amerika ülkelerine
birbiri ardı sıra dayatılan özelleştirme programlarının
bir önkoşulu, önceki sol ve örgütlü işçi hareketlerinin
yenilgisi ve edilginleştirilmesiydi. Kalkınma onyılları
boyunca -özellikle Meksika, Arjantin ve Brezilya’da,
ama daha sınırlı ölçülerde Kolombiya, Peru, Şili,
Uruguay ve Kosta Rika’da da- vurgu ithal ikameci
sanayileşme üzerineydi. Bu kalkınma girişimlerinin
ardında, milliyetçi ideolojiler ve kimlikler bağlamında
işçi sınıfı ve sendikalarının güçlendirilmesini teşvik
eden, yerel parti oluşumları ve demokratik-ulusal
blokların desteğindeki geniş çaplı siyasal-ideolojik
projeler bulunuyordu. Bunun inşa ettiği potansiyel,
uzun büyüme çevriminin, Küba örneğinin kapitalizmin
ve ABD emperyal tahakkümünün sınırlarını aşan
alternatiflere işaret ettiği, işçi hakları konusundaki
çatışmalarda tükendiği 1960’larda radikal bir kuvvet
olarak siyaset sahnesine çıktı. Bu mücadelelerin
karşılığı, ilkin 1964’te Brezilya ve Bolivya’da, 1966
ve 1976’da Arjantin’de ve nihayet 1973’te Uruguay
ve Şili’de görüldüğü üzere, bir dizi askerî darbe oldu.
Askerî diktatörlük ve neo-liberal modellerin
uygulanışı birleşik ve birbiriyle sıkıca ilintili süreçleri,
toplumsal sınıflar arasındaki güçler dengesinde aşırı
bir gerileme yaratacak tarzda birlikte işleyecekti.
Önce halkın kendi çıkarlarını savunma yetisi yerle bir
edilmeden, ulusal sınaî kaynaklarının, en sert şekli
Şili, Uruguay ve Arjantin’de gerçekleştirilen topyekûn
satışlarını kotarmak olanaksız olacaktı. İç pazarın
genişletilmesinde düzenleyici bir kapasite ve rol
üstlenen devletlerin yönetiminde, nüfusun toplumsal
refahını güvence altına alan ve kamu hizmetlerini
sağlayan ileri toplumsal koruma sistemlerine sahip
bu üç ülke, başarılarıyla öne çıkmaktaydı. Tarihleri
boyunca tanığı oldukları en acımasız baskılar, devletin
işlevlerini özelleştiren -Arjantin’de neredeyse tüm
kamu kaynaklarını özel sermayeye aktaran- ve binbir
çabayla edinilmiş toplumsal hakları ilga eden neoliberal politikaların önünü açmaya yönelikti. Kısacası,
kıtadaki en aydınlanmış ülkelerinden üçü, tümüyle
çözülmeye uğramıştı.
Neo-liberalizm 1990’lar boyunca siyasal
spektrum boyunca Latin Amerika’ya nüfuz etti.
Program ilkin Pinochet’nin Şili’sinde aşırı sağ
tarafından uygulamaya sokuldu. Peru’daki Alberto
Fujimori gibi başka sağcı şakirtler buldu, ama
aynı zamanda tarihsel olarak milliyetçilikle ilişkili
kuvvetleri de massediyordu: Meksika’daki PRI
(Kurumsal Devrimci Parti); Carlos Menem döneminde
Arjantin Peronizmi; Bolivya’da 1952’de Víctor Paz
Estenssoro yönetimindeki milliyetçi devrimi yöneten
Milliyetçi Devrimci Hareket… Bunun ardından, neoliberalizm sosyal demokrasiye yönelerek Şili Sosyalist
Partisi’nin, Venezüella’daki Acción Democrática’nın,
ve Brezilya’nın Sosyal Demokrat Partisi’nin desteğini
kazanarak, hemen tüm Latin Amerika kıtasında
hegemonik bir sistem hâlini aldı.
Yine de, neo-liberal model istikrar kazanması
için gerekli toplumsal güçlerin konsolidasyonunda
başarısız kaldı ve böylelikle gidişatını engelleyecek
krizler erken denilebilecek bir zamanda birbiri
ardı sıra patlak verdi. En büyük üç Latin Amerikan
ekonomisi en dramatik krizlere sahne olacaktı: 1994’te
Meksika, 1999’da Brezilya ve 2002’de Arjantin;
program vaatlerini yerine getiremeden un ufak oldu.
Hiperenflasyonun yıkımları ancak devasa bir maliyetle
denetim altına alınabildi. On yıl, ya da daha uzun bir
süre boyunca iktisadî gelişme felce uğradı, servet
yoğunlaşması her zamankinden daha fazla arttı, kamu
açıkları büyüdü ve nüfus yığınlarının hakları, özellikle
de istihdam ve emek ilişkileri alanında gasp edildi.
Üstüne üstlük, ulusal borç katlanarak büyürken, bu üç
ülkenin her birinin pahalı bir biçimde keşfettiği üzere,
spekülatörlerin saldırıları karşısında çaresiz kalan
bölgesel ekonomilerin kırılganlığı büyük ölçüde arttı.
Neo-liberalizmin Latin Amerika’daki iktisadî
başarısızlığı pek çok durumda ona öncülük eden
hükümetlerin yıkılmasına yol açtı. Bunlar arasında
Peru’da Alberto Fujimori, Brezilya’da Fernando
Henrique Cardoso, Arjantin’de Menem, Venezüella’da
Carlos Andrés Pérez ve Bolivya’da Gonzalo Sánchez
de Lozada sayılabilir; yanı sıra Meksika’daki PRI,
Uruguay’da iki geleneksel parti arasındaki tahterevalli,
ve neo-liberalizmi çöküşü ötesinde dahi sürdürmeye
çabalayan politikacılar da -örneğin Arjantin’de
Fernando De la Rúa, Ekvator’da Lucio Gutiérrez ve
Bolivya’da Sánchez de Lozada yok olup gitti. Onu
sürdürmeye çalışan Meksika’daki Felipe Calderón,
Şili’deki Michelle Bachelet, Peru’daki Alan García
ya da Kolombiya’daki Alfonso Uribe gibi liderlerin
tecrit duruma düştüğünü kaydetmek de önemlidir.
(Bu arada Uribe, yönetişim konusu etrafında dönen
son yerel seçimleri kaybetti; prestiji ‘terörizm’e
karşı ‘demokratik güvenlik siyasaları’nı uzlaşmaz
bir biçimde sürdürmesinden kaynaklanmakta ve ona
istikrarlı bir tarzda yüzde 80’lere varan bir iç destek
sağlamaktadır.) Artan sayıda başkan, neo-liberal
iktisadî modelin iflasına tepki olarak seçilmiş ya da
kimi vakalarda yeniden seçilmiştir.
64
POLİTİK TERSYÜZLÜKLER
Küba devriminin 1959’daki zaferinden sonra
Latin Amerika siyasetinde bir dizi çevrimin, yükseliş ve
çöküşün, zafer ve yenilginin izini sürebiliriz. Yükseliş
ve çöküşler, Avrupa solunun zaman aralıklarına kıyasla
hızlı bir biçimde birbirini izlemiştir. Sonuç güçler
dengesindeki, 1929 çöküşünden bu yana revaçta olan
ithal ikameci modelin yakıtı nihayet tükendiğinde
bölgeye hâkim olan uzatmalı hegemonya krizini
yansıtan bir dizi yeniden değerlendirmedir.
1959’dan 1967’ye uzanan ilk çevrim, Küba
devrimine ve kırsal gerilla hareketinin Kolombiya
ve Nikaragua’dakilere öykünürcesine Venezüella,
Guatemala ve Peru’ya yayılışına sahne oldu. Bu
dönem, birkaç ülkede kitlesel devinimlere de
tanıklık etti; buna Brezilya’da 1961-64 hükümeti
ve bu ülkede 1964 darbesini izleyen diktatörlük
karşısındaki geniş tabanlı direniş de dahildir. Latin
Amerika solu için bu dönem, Küba’daki başarıdan
doğrudan etkilenen, ancak Che Guevara’nın 1967’de
Bolivya’da öldürülmesiyle önü kesilen bir yükseliş
dönemiydi. İkinci çevrim 1967’den 1973’e dek uzanır.
Kırsal gerillanın gerileyişi ve Uruguay, Brezilya
ve Arjantin’de yeni kent gerillasının yükselişi bu
döneme denk düşer. Allende Şili’de devlet başkanı
seçildi (1970-73); aynı yıllar Bolivya’da Juan José
Torres’in hükümetine (1971) ve Peru’da Juan Velasco
Alvarado (1967)’nun, Panama’da ise Omar Torrijos
(1968) ’un ulusalcı hükümetlerine tanıklık etti. Özetle
bu, askerî darbeler ve diktatörlüklerle damgalanmış
bir geri dönüşler çağını başlatan karma bir dönemdi.
1973’ten 1979’a uzanan yıllar, Güney Koni’de
askerî diktatörlüklerin konsolidasyonuna sahne
oldu. Brezilya’da olduğu gibi, Bolivya’da 1971’de,
Şili ve Uruguay’da 1973’te ve Arjantin’de 1976’da
cuntalar iktidara geldi. Peru’da Velasco Alvarado
devrildi. Neo-liberal model Pinochet’nin Şili’sinde
devreye sokuldu. Bu, ikircimsiz bir çöküş dönemiydi.
Buna karşılık, 1979’dan 1990’a uzanan uzun onyıl,
Nikaragua’da Sandinista zaferini, Grenada’da devrimi
ve Surinam’da ulusalcı bir hükümeti devreye soktu.
Castro Bağlantısızlar hareketinin başkanı seçildi; El
Salvador ve Guatemala’da ise gerilla kuvvetleri mevzi
kazandı. 1980’ler bütününde ilerleme yıllarıydı.
Yeni bir dönemeçle, 1990 - 1998 arası Sandinista
yenilgisine, Küba’da “özel dönem”in başlangıcına
ve neo-liberal hegemonyanın, Meksika’da PRI’nin,
Arjantin’de Menem’in, Venezüella’da Pérez’in,
Brezilya’da Cardoso’nun ve Peru’da Fujimori’nin
işbirliğiyle ve Şili’de Sosyalistlerle Hıristiyan
Demokratların Concertación koalisyonunun
Pinochet’ci iktisadî neo-liberalizmi sürdürmesiyle,
kıta ölçeğinde yaygınlaşmasına sahne oldu. Bu
kesin bir gerileme dönemiydi. Yine de, 1998’den
itibaren Venezüella’da Chávez’in seçilmesiyle rüzgâr
tersine dönecekti; bu olayı 2001’de Porto Alegre’de
Dünya Sosyal Forumları’nın başlatılması, Lula’nın
2002’deki seçim zaferi ve Arjantin, Uruguay,
Bolivya, Nikaragua, Ekvator ve nihayet Paraguay’da
sol ve merkez solun yeni kazanımları izledi. Mercosur
Venezüella, Bolivya veEkvator’u kapsayacak şekilde
genişletilirken, Alternativa Bolívariana para las
Américas -ya da ALBA, ‘şafak’- Andlar-Karayipler
ekseninde yeni bir sol gruplaşmayı bir araya getirdi.
Bu, şimdiye dek takdire değer bir ilerleme dönemi
oldu.
Bu hızlı değişen iniş ve çıkışlar kıtanın
istikrarsızlığına ve alternatif programları pekiştirme
kapasitesindeki zaaflara işaret etmektedir; yine de, aynı
zamanda solun, ne denli yıkıcı görünürse görünsün
Che’nin katledilişi, Şili’deki darbe, Sandinistaların
uğradığı bozgun, neo-liberal süreçlerin basıncıyenilgilerinden ayağa kalkma yolundaki olağanüstü
yetisinin de göstergesidir. Bir ülkede bastırılan bir
halk hareketi, tıpkı bir köstebek gibi, bir başkasında
günyüzüne çıkmıştır. Kıtanın güneyinden kuzeyine,
kırdan kente, eski solun söylemlerinden yeni ifade
biçimlerine, parti yapılarından daha gevşek toplumsal
hareketlere ve bunlardan, yeni siyasal ve ideolojik
kuvvetlere doğru tüneller kazarak ilerlemiştir. Oysa
dünyanın başka bölgelerinde burada yaşanılan
ölçeklerdeki yenilgiler, uzun süreli sürünceme
durumlarına yol açmıştı: örneğin Almanya ve
İtalya’daki kayıplarda ya da İspanya İç Savaşı’ndan
sonra Cumhuriyetçiliğin yok edilişini izleyen
dönemde olduğu gibi.
Çevrimlerin kısalığı da şaşırtıcıdır: Che’nin
öldürülüşü ve ilk guerrillero dalgasının geri
çekilişiyle (1967), Allende’nin seçilmesi arasında
yalnızca üç yıl vardır. Şili ve Uruguay’daki 1973,
Arjantin’deki 1976 askeri darbeleri ile Sandinistaların
1979 zeferi arasında geçen süre, yalnızca üç ile
altı yıldır. Ve Sosyalist dünyanın yıkılışı, Küba’da
“özel dönem”in başlangıcı, Grenada hükümetinin
1989’daki devrilişi ve Sandinista rejiminin 1990’daki
sonlanışından Chávez’in ilk seçilişine kadar geçen
süre, yalnızca sekiz ya da dokuz yıldır. NAFTA’nın
imzalandığı, Zapatista ayaklanmasının patlak verdiği
ve Brezilya’da Cardoso’nun göreve geldiği yıl olan
1994’te Meksika’daki ilk krizi patlak verdiğinde,
neo-liberal model daha yeni kök salmaktaydı. Ancak,
Küba ve Nikaragua devrimlerinin zaferi ve Allende,
Chávez, Morales ve Correa hükümetlerini kapsayan
üç ilerici çevrim toplam 29 yıl yaparken, Che’nin
ölümü, Şili darbesi ve Sandinista yenilgisini içeren
gerileme dönemleri, 14 yılı doldurmaktadır.
65
SOLUN STRATEJİLERİ
Latin Amerika solunun bu siyasal çevrimleri
kesen üç stratejisi ayırt edilebilir. 1940’lara dayanan
ilk silsile, ithal ikameci modelin hegemonyasıyla
çağdaş büyük yapısal reformlar sekansıydı. Sol,
iktisadî modernleşme, tarım reformu ve Kuzey
emperyalizmi karşısında bir nebze özerklik adına
tercihini iş dünyasının ulusal seçkinleriyle ittifaktan
yana kullandı. Bu strateji Brezilya’da Getúlio Vargas,
Meksika’da Lázaro Cárdenas ve Arjantin’de Juan
Perón gibi efsanevî ulusalcı liderler tarafından, sol
ya da merkez-sol partilerle uyum içinde yürürlüğe
konulmuştu. Şili’de bu yaklaşımın ders kitaplarına
girecek örnekleri 1938 Halk Cephesi ve 1970-73
Allende yönetimi idi. Ancak program, ekonomilerin
uluslararasılaşmasının, ileride neo-liberal modele
zemin hazırlayacak şekilde şirket elitlerini uluslar arası
sermayeyle ittifaka itmesiyle birlikte, sanayileşme
çabasıyla aynı zamanda başarısızlığa uğradı. Aynı
girişimciler kıta güneyindeki askerî diktatörlükleri de
desteklerken, yoğun emek sömürüsüne dayalı, lüks iç
tüketime dönük ihracat merkezli bir ekonomi uğruna
halk hareketlerini gözlerini kırpmadan tasfiye etmeye
hazır olduklarını gizlemeye gerek duymadılar.
Allende’nin, Komünist ve Sosyalist partilere
dayanan ve 150 önde gelen şirketin millîleştirilmesini
öngören bir programa sahip hükümeti, reformist
siyasalardan kapitalizmin sosyalist bir tarzda
üstesinden gelişe doğru ilerleme girişiminin en ileri
örneğini oluşturuyordu. Yenilgisinin bir çok nedeni
arasında, hiç kuşku yok ki, Allende’nin işe yalnızca
yüzde 34’lük bir oyla başlayıp üç yıllık hükümeti
boyunca bu oranı yalnızca yüzde 44’e çıkartabilmiş
olması ve bu desteğin böylesi radikal bir programı
hayata geçirmeye yeterli olmayışı bulunuyordu.
Unidad Popular aynı zamanda devletin sınıfsal
doğasını önemsemedi. Bu nedenle de geleneksel
aygıtın dışında alternatif bir erk tesis etmeyi ihmal etti
- bu ise yürütmenin köşeye sıkıştırılıp boğulmasına
yol açtı. Şili ve Uruguay askeri darbeleri, uzun bir
büyüme çevriminden, 1973 petrol krizinin tetiklediği
bir resesyon çevrimine geçişi vurgulayan yılda
gerçekleştirilmişlerdi. Tarihin bir sayfası kesin olarak
kapanmış ve onunla birlikte Latin Amerika solunun
bir stratejisi de sone ermişti.
İkinci bir büyük strateji, Küba devrimiyle
birlikte ortaya çıkmıştı. 1917 Rus ve 1949 Çin
deneyimlerinden bildiğimiz üzere her devrimci
zafer -özellikle de bütün bir bölgede kendi türünün
ilk örneğiyse- karizmatik bir ikna gücüne sahiptir.
Küba zaferi, 1940’lı ve 1950’li yıllar boyunca kıtanın
büyük bölümünde başat olan, halkçı hükümetler ve
demokratik rejimler altında iktisadî büyüme çevriminin
sonuna denk düşmüştü. İlk Arjantin darbesi 1955’te,
ikincisi 1966’da gerçekleştirildi; Brezilya ve Bolivya
darbeleri 1964’te yapıldı, ve 1954’e gelindiğinde
Guatemala karşı-devrimin pençesine düşmüş
durumdaydı. Demokratik hükümetler iktisadî krizle
birlikte dönemlerini tamamlamış gözüküyorlardı.
66
Öteki ülkelerdeki halk mücadelelerinin
geleneksel önderliklerinin yönetiminde girdikleri
çıkmazın aksine, Küba’nın beklenmedik bir biçimde
alternatif bir yol sunması bu günlere denk düşer. Latin
Amerika gerilla hareketlerinin yabancısı değildi;
1930’larda Nikaragua ve El Salvador’da görüldüğü
üzere kırsal ayaklanmalarla olduğu kadar, 1910’larda
Meksika’daki ya da 1952’de Bolivya’daki ulusaldevrimci mücadelelere de yabancı değildi. Yine de,
Küba’daki olaylar özel bir çekicilik arz ediyor, sol
için yeni bir çağa açılan bir yola işaret ediyordu.
Latin Amerika ülkelerinin çoğunun bu dönemde
ulaştığı gelişkinlik düzeylerinin benzerliği nedeniyle,
Küba devrimi bölgede Rus devriminin zamanında
Avrupa’da olduğundan çok daha etkili oldu. Régis
Debray’in Küba deneyimi ve başka ülke ve kıtalarda
nasıl tekrarlanabileceği konusundaki -yanlış da olsa
çekici- anlatıları sayesinde bu daha da geçerliydi.
Küba’nın ev sahipliğini üstlendiği kitlesel kongrelerTricontinental (1965) ve OLAS (1966)- yeni stratejiye
devasa bir itim ve dünya ölçeğinde bir tanınmışlık
sağlamada araçsal oldular; bu durum Che Guevara’nın
Afrika ve Latin Amerika’daki faaliyetleri ile de
örneklenmektedir.
İzleyen onyıllarda gerilla mücadeleleri üç
ayrı evrede süregitmiştir. 1960’larda Venezüella,
Guatemala ve Peru’da merkezlenen ilki, kırsal
bir karakter sergilemekteydi; Uruguay, Brezilya
ve Arjantin’de boy göstermeye başlayan diğer
hareketlerle eşgüdümü sağlamaya çalıştığı bir
sırada Che’nin Bolivya’daki ölümüyle sona erdi.
İkinci evre bu üç ülkedeki kent gerillası evresiydi
ve 1960’ların sonu ile 1970’lerin başlarında etkindi.
Üçüncü evre bir kez daha kırsal kesimde üslenmişti
ve Sandinistaların 1979’daki zaferinden esinlenip,
1980’lerde esas olarak Guatemala ve El Salvador’da
sahnelenmişti. 1990’daki Sandinista seçim yenilgisi
ABD’nin emperyal hegemonyası altındaki tekkutuplu dünyaya kayışa denk düştü - bu olay aynı
zamanda gerilla stratejilerinin uygulanabilirliğine
son vermekteydi. Diğer ülkelerdeki askerî zaferin
olanaksızlığı Guatemala ve Salvador savaşçılarının
ana-akım siyasal kurumlara eklemlenmelerine yol
açtı, guerrillero stratejilerinin altın çağı temelde sona
ermişti.
Aynı zamanda, 1990 sonrasındaki küresel
yeniden dizilimin, gerek ulusalcı, gerekse sosyaldemokrat geleneksel sol partiler açısından uzun
erimli sonuçları oldu. Neo-liberal siyasalara
bağlanmaları ve bizatihî bu siyasaların sonuçları,
sendikal hareketleri ve sol kanat güçlerin daha geniş
erimini kötürümleştirdi. SSCB ve sosyalist kampın
çöküşü tüm kıtadaki Komünist partilerin nihai krizini
hızlandırdı. Brezilya KP gibi bir kaçı adlarını, hatta
doğalarını bile değiştirdiler; diğerleri sadece sönüp
gitti; hayatta kalabilenler ise, toplumsal, siyasal ve
ideolojik karantinada sürdürebildiler varlıklarını.
Solun diğer güçleri yeni koşullardan çeşitli
biçimlerde etkilenmişti. Brezilya İşçi Partisi (PT),
Uruguay’ın Frente Amplio’su ve Nikaragua’nın
Frente Sandinistası, muhalefetteyken mücadele
ettikleri iktisadî modelleri iktidara geldiklerinde
kabul eden orta sol partilere dönüştü. Eski gerilla
grupları arasında, yalnızca El Salvador’un Frente
Farabundo Martí’si silah bıraktıktan sonra önemli bir
siyasal güç olarak hayatta kalmayı başardı. Şili’deki
MIR, Arjantin’deki Montonerolar ve PRT-ERP,
Brezilya’daki ALN ve VPR, Peru ve Venezüella’daki
gerilla grupları tümüyle dağılırken, Uruguay’daki
Tupamarolar gerilla geçmişleriyle hiçbir ilişkisi
kalmamış bir siyasal harekete dönüştüler.
ÜÇÜNCÜ BİR YAKLAŞIM
Latin Amerika’daki siyasal ve ideolojik
mücadelenin tüm çerçevesi neo-liberal hegemonya
altında böylelikle yeniden yoğrulmuştu. Önceki
onyılların diktatörlüklerinin dayattığı güç
dengesindeki radikal altüstlüğü, yeni dünya düzeni
payandalamaktaydı. Eski ulusalcı ya da sosyal demokrat
müttefiklerin halk güçlerini terk edişi, serbest piyasa
iktisadının sert toplumsal sonuçlarıyla birleştiğinde
toplumsal hareketleri neo-liberalizme karşı direnişin
cephesine taşıdı- bu aşağıdan stratejilerin üçüncüsü ve
en sonuncusuydu. Zapatistalar, Brezilya’daki topraksız
köylü hareketi (MST), Bolivya ve Ekvator’un yerli
hareketleri, Arjantin’deki işsizler hareketi piqueteros
- bunlar, bu yeni militanlık türünde öncülük eden
gruplardan bazılarıdır. Neo-liberalizm devletleri
işlevlerinden soyar, kamu girişimlerinin topyekûn
özelleştirilmesine dümen kırar, formel istihdam,
sağlık ve eğitim haklarını gasp ederken ellerinden
geldiğince direndiler. NAFTA’ya muhalefet 1994’te
ortaya çıkan Zapatista platformunun ana gündem
maddesiydi. Brezilya’daki topraksız köylüler tasfiye
satışlarına karşı eyleme geçti; suyun özelleştirilmesine
karşı 2000’de Cochabamba’nın sahne olduğu direniş
Bolivya solunun tarihinde dikkate değer bir yeni
evrenin başlangıç noktasıydı. Benzer bir durum,
yerli hareketlerin iki neo-liberal yönetime karşı- ilki
1997’de istifa etmek zorunda kalan Abdalá Bucaram,
ikincisi 2001’de koltuğunu bırakan Jamil Mahuad
yönetimleri- veto güçlerini sergiledikleri Ekvator’da
da ortaya çıktı. Bu kez yurttaş haklarını savunmak
üzere biçimlenen kentli hareketlerin başını çektiği
sonraki eylemlilikler ise 2005’te üçüncü bir hükümeti,
Lucio Gutiérrez hükümetini devirecekti.
Bizatihî neo-liberal modelin Meksika,
Brezilya ve Arjantin’de karşılaştığı güçlükler, buna
karşı halk direnişinin basıncıyla birleştiğinde, sol
kampın kıta ölçeğindeki hegemonya krizi bağlamında
acil alternatifleri formüle ettiği yeni bir evreye kapıyı
araladı. Bu kimi toplumsal hareketlerin olumlu tepki
verirken diğerlerinin geri durduğu açmazları getirmişti
gündeme. İkinciler arasında ortak bir tutum, geleneksel
sola, neo-liberal devlete ve standart siyasal pratiklere
yönelik eleştirilerini genelde partiler, devlet ve siyaseti
reddedişlerini haklı göstermek için kullanmaları,
“toplumsal hareketlerin özerkliği” dedikleri şeye
sığınmalarıydı. Neo-liberalizm piyasa lehine devlete,
iktisat lehine siyasete; şirketler lehine siyasal partilere
yönelik saldırılarını şiddetlendirirken, siyaset, partiler
ve devletler aleyhine “toplumsal” boyuta sahip çıkan
hareketler ile aynı neo-liberal argümanlar arasındaki
ayırım bir çeşit ikircimle gölgelenmekteydi. Sol ya
da neo-liberalizme karşı bütünsel direniş içerisinde,
toplumsal hareketler ile STÖ’lerin benimsediği ve
“devlete karşı sivil toplum” dikotomisi çerçevesinde
eklemlediği yeni bir eğilim baş gösterdi. Toplumsal
hareketlerle STÖ’leri bünyesine kabul ederken, bu
mekânın sivil topluma ait olduğu savıyla siyasal
partilere kapılarını kapatan Dünya Sosyal Forumu bu
eğilimi güçleştirmekteydi.
Bu konum içerisinde iki esas sorun
ortaya çıkmaktadır. İlk olarak, yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, devlet ve parti politikalarını başlıca
düşmanları olarak gören neo-liberal söylem ile
sınırları muğlâklaştırmaktadır. İkinci olarak, neoliberalizmin hakların topyekûn gaspıyla karakterize
olduğu göz önünde bulundurulduğunda, ancak
devletin yönetici yetkesi tarafından hayata geçirilen
hakların evrenselleştirilmesi aracılığıyla siyasal
alanda alt edilebileceği ortaya çıkacaktır. Yoksa
kendi gerçeklenmesi için gerekli siyasal araçları
elden çıkartan bir neo-liberalizm karşıtı mücadele
sürekli savunuda kalacaktır. Görünüşte direniş
merkezlerini kapsayan, ancak, toplumsalın siyasal
ile yeni bir eklemlenmesi üzerinden neo-liberal
hegemonyaya meydan okuyamayan kimi hareketler
bu paradoksa sıkışıp kalmıştır. Devlete yönelik
eleştirileri, neo-liberalizmin, devlet ile özel arasındaki
kutuplaşma çevresinde yapılanmış kuramsal
söyleminin terimlerine tabidir. Bu kutupsallık devleti
canileştirmek, (piyasa ilişkilerinin içine gömülü
olduğu) özel alanın denetimini ele geçirmek ve
demokratikleşme ve neo-liberalizmin yenilgisi için
vazgeçilmez olan çerçeveyi, kamusal alanı lağvetmek
üzere tasarlanmıştır.
Neo-liberal proje piyasa ilişkilerini
sonsuza dek yaygınlaştırmayı hedeflediği ölçüde
67
gerçek kutuplaşma, kamusal alan ile piyasa alanı
arasındadır, devletse bir kutuptan çok, iki alan
arasındaki hegemonya mücadelesinin mekânını
oluşturmaktadır. Anti neo-liberal bir alternatifin
inşası, devletin kamusal alan lehine yeniden
örgütlenmesi ya da dökümü, yurttaş haklarının
evrenselleştirilmesi ve devlet ve genelde toplumsal
ilişkilerle piyasanın ayrıştırılmasıyla işe başlamalıdır.
Demokratikleştirme, piyasadan uzaklaştırmak, neoliberalizmin piyasanın eline teslim ettiğini halkın
hakları alanına geri kazanmak anlamına gelmektedir.
Eylem alanının “toplumsal” ile sınırlandırılması,
toplumsal hareketlerin özerkliğinin bir ilke olarak ilan
edilmesi, kişinin kendini iktidarsızlığa ve nihaî olarak
da yenilgiye mahkûm etmesi anlamına gelir. Bolivya,
Ekvator ve Arjantin vakaları, bu alternatiflere ilişkin
öğretici örnekler sunmaktadır.
LA PAZ, QUITO, BUENOS AIRES
Bolivya’da yeni sol, geçim araçları küçükölçekli kırsal üretim olarak tanımlanabileceğinden,
yerlileri salt campesinos -köylüler- olarak
sınıflandıran geleneksel solun kör ekonomizminin
eleştirisi üzerine yerleşmişti. Bu ekonomizm Aymara,
Quechua ve Guaraní halklarını derin ve kadîm
kimliklerinden yoksun bırakmıştı. Bolivya’nın hâl-i
hazırdaki başkan yardımcısı Alvaro García Linera’nın
açıkça dile getirdiği bu yeni eleştiri, yeni bir siyasal
öznenin inşasını olanaklı kılmıştı: yerli hareketi.
Diğer toplumsal güçlerle ittifak hâlinde bu hareket,
siyasal alanda etkin eylem ve ulusal düzlemde
hegemonyayı sağlamak üzere 2000’den bu yana
biriken güçleri, Evo Morales’in adaylığı ve başkanlığı
aracılığıyla birleştirebilmek için MAS’ı -Movimiento
al Socialismo- kurdu.
Yerli hareketin militan eylemciliği 2000’den
bu yana ve altı yıl sonra Evo’nun seçilmesine yol
açacak bir tarzda, bir Fransız şirketinin işletmesine
talip olduğu suyun özelleştirilmesini engellemeyi
başardı ve Sánchez de Lozada ile yardımcısı Carlos
Mesa’nın neo-liberal hükümetlerini devirdi. Morales
doğal kaynakları millîleştirmeyi, tarım reformu
gerçekleştirmeyi ve bir Bolivya’yı çok-uluslu, çoketnili, çok-kültürlü bir devlet olarak tanımlamakla
yükümlü bir Kurucu Meclisi toplamayı vaat eden bir
platform temelinde seçilmişti. Yerli hareketi -su gibiözgül konulardan ulusal hükümete karşı mücadeleye,
toplumsal hareketler içerisine kök salmış bir partinin
kurulmasına ve nihayet Bolivya için, yeni hatlar
doğrultusunda yeniden kurulmuş bir devlet tarafından
hayata geçirilecek alternatif bir anti neo-liberal
projenin inşasına yöneldi.
Benzer olaylar, neo-liberalizme karşı, başını
yerli hareketlerin çektiği direnişin iki hükümetin
devrilmesine yol açtığı Ekvator’da da gerçekleşti.
Movements such as Pachakutik ve CONAIE gibi
hareketler şimdilik ikinci hükümetin devrilmesinde
rol oynayan, Porto Alegre’deki Dünya Sosyal
Forumu’na katılan ve hükümetinde birkaç yerli
temsilcisinin bulunacağını taahhüt eden bir askere,
Lucio Gutiérrez’e güveniyorlardı. Ancak daha göreve
dahi başlamadan, Gutiérrez Washington’a gidip Bush
yönetimiyle anlaşmalar imzaladı; böylelikle iktisadî
politika ve birliklerin konumlandırıldığı Manta
askerî üssü konusundaki kampanya vaatlerine ihanet
etmiş oldu. Yerli hareketleri desteklerini çekerek
hükümetten çekildiler, ancak bölünmüşlerdi. Kimi
önderler sonuna dek Gutiérrez’e bağlı kaldılar; yerli
güçler bu süreçte öylesine zaafa uğramışlardı ki,
Gutiérrez’in devrilmesine yol açan ve çoğunlukla
kentli hareketlerin eseri olan 2005 ayaklanmalarında
pek az rol alabildiler.
2006 başkanlık seçimlerinde solu, Gutiérrez’in
yardımcısının hükümetinde kısa bir süre görev alan ve
kendini son yılların taban hareketlerinin siyasal devamı
olarak sunan anti neo-liberal bir platforma dayanan
genç bir Hıristiyan iktisatçı olan Rafael Correa temsil
etti. Yerli hareketleri, Gutiérrez hükümeti ve Kurucu
Meclis’teki deneyimlerin ardından, kurumsal katılıma
güvensizlikleri nedeniyle başlangıçta edilgin kaldılar.
Sonunda önderleri Luis Macas kimliğinde kendi
adaylarını sahaya çıkarttıklarında, soldaki boşluk
-yerli nüfusunu bir bölümünün gönlünü kazanmış olsa
da destekçilerinin ana gövdesini kentli izleyicilerin
oluşturduğu- Correa tarafından doldurulmuştu.
Ekvator’daki hareket, “toplumsal olanın özerkliği”
ile siyasal alanla yeniden bağlanma arasındaki
ikilemi aşmayı başaramamış ve üç seçenek arasında
bölünmüştü: hükümetlere destek verme ve katılmanın
geleneksel biçimi; kurumsal siyasal mücadeleden
çekilme; ve oyların ancak yüzde 2’sini alabilen güven
verici, ama yalıtılmış bir adayın gecikmeli olarak
sahaya sürülmesi. Böylelikle olağanüstü bir tarihe
sahip bir hareket, salt direniş yolundan alternatiflerin
inşasına doğru ilerlemede başarısız kaldı ve sıra neoliberalizm sonrasını planlamaya geldiğinde, kendini
dışlanmış buldu.
Buna karşılık Bolivya’da yerli hareketler
bu geçişin gerçekleştirilmesinde eşit olduklarını
kanıtladılar. MAS’ın kuruluşu ve önderi Evo
Morales’in adaylığı, toplumsal hareketler ile
siyasal alan arasındaki bağlantıyı kurmanın yeni
bir yolunu ifadelendiriyordu. Evo, Bolivya solunun
önde gelen adayı olduğu, hatta Devlet Başkanlığı
seçimini kazandığında dahi, doğum yeri olan
Cochabamba’da Koka Yetiştiricileri Federasyonu
68
başkanlığını sürdürüyordu. Bu başarı, Latin Amerika
solunun, özellikle de neo-liberalizm karşıtı ve sonrası
mücadelelerin tarihinde bir kilometre taşıdır.
Arjantin piquetero’ları da yeni hareketlerin
karşı karşıya olduğu ikilemi sergilemektedir. Bu
gruplar -malî neo-liberalizmin aşırı ve radikal bir
örneği olan- peso-dolar paritesi nihaî krizi sırasında,
kitlesel gösterileri ve yol kapatmaları örgütleyerek
öne çıktılar ve kur çıpası uygulamasıyla yoksullaşan
pek çok kişi için bir çekim merkezi oluşturdular. Yanı
sıra, işçiler pek çok fabrikayı işgal edip, sahiplerinin
kapatıp terk ettiği işletmeleri kurtardılar. -Dolar
paritesini Menem yönetiminden devralıp yüzlerine
patlayana dek sürdüren De la Rúa hükümetiyle
bu erken çatışma, Arjantin devletinin karşılaştığı
en derin krizin başlangıcına işaret etmektedir.
Aralık 2001’de, hükümeti karşıtı öfkeli gösterilerin
ardından, De la Rúa bir helikopterle Pembe Köşk’ten
(Buenos Aires’deki Başkanlık sarayı-ç.) kaçtı. İzleyen
günlerde birkaç başkan daha geldi geçti. İktisadî
modelin iflası belirgindi ve neo-liberal-olmayan bir
hükümet olasılığı açıkça tartışılmaya başlamıştı. Yeni
seçimlere karar verildiğinde, Carlos Menem daha da
radikal bir öneriyle ortaya çıktı: Arjantin ekonomisinin
tümüyle dolarizasyonu. Bu, darbenin etkisinden tam
olarak kurtulamamış, dahası Menem’in iki ülke
arasında iki taraflı bir anlaşma imzalayarak serbest
ticaret hırslarını dizginden boşaltma planlarıyla daha
da zarar görecek olan ülkenin bölgesel entegrasyon
süreçlerinden kopartılması anlamına gelecekti.
Partido Radical’in De la Rúa’nın istifasıyla
darmadağın olması, Peronistlerin parçalanması sonucu
geleneksel siyasal partilerin hegemonya kriziyle karşı
karşıya kalan toplumsal hareketler, ünlü ¡Que se vayan
todos! sloganını icat ettiler: Topu çekip gitsin! Bu,
iktidar üzerinde yeniden düşünme ya da örgütlemenin
yeni bir yolunu önermeksizin seçim sürecine katılımın
reddi anlamına gelmekteydi. Bu, siyaseti küçümseyen
ama başka bir alternatif de sunmayan “toplumsal
hareketlerin özerkliği”nin özlü bir ifadesiydi. Bir
güç konumundan “topunun birden çekip gitmesini”
sağlamak, gerçekten de mümkündür. Oysa örgütlü
siyasal güçler olmaksızın, slogan alternatif bir
hegemonya mücadelesinden çekilme anlamına gelir
sadece. Arjantin vakasında, bu Menem’in 2002’deki
ilk seçim turunu, göreli bilinmeyen bir taşra valisi
olan Néstor Kirchner’in ise ikinciyi kazanmasına yol
açtı. Kirchner Peronizm içerisinden Menem’e, Lula
ya da Tabaré Vázquez kalıbında ılımlı bir alternatif
biçimlendirme işine girişti. Böylelikle, hegemonya
krizinin üzerinden gelinebilmişti. Kirchner sokakların
öfkesini ve Menem ve De la Rúa hükümetlerine
duyulan nefreti temellük etti. Orta-sol bir konumdan,
devlet meşruiyetinin çatlaklarını onarmaya ve
piqueteroların geniş kesimlerini kazanırken daha
radikal kesimlerini tecrit etme işine koyuldu.
Tüm bu vakalarda toplumsalın özerkliği
nosyonu siyasal eylemin yeni biçimlerini örgütlemeye
niyetli kitle güçlerinin yeniden toparlanmasına olanak
sağlamaya, ya da alternatif iktidar biçimlerinin
inşasına hizmet etmek bir yana, iktidara değgin
konularla yüzleşmenin reddi işlevini görüyordu. Bu
tip eğilimler en açık ifadesini Toni Negri ve John
Holloway’in çalışmalarında bulmaktadır. İktidarın,
popüler olanı temsil biçimleri içsel olarak kusurlu
ve çarpıtıcı olduğundan, her şeyi yozlaştırdığı
gerekçesiyle, siyasal alanın terk edilmesini açık
biçimde savunmaktadırlar; halkın iradesi meşru
olarak ancak toplumsal alanda temsil edilebilir.
Dahası, Negri devleti küreselleşmeye tutucu bir fren
olarak betimler. Yine de, her ikisi de somut anti neoliberal stratejiler inşa etme konusunda herhangi bir
girişimde bulunmaz; reçeteleri yalnızca toplumsal
hareketlerin devinimsizliğine yol açmaktadır. DSF ise,
kendi açısından malî sermaye akışlarını düzenleme
gereksinimini kurucu tezlerinden biri hâline
getirmiştir, oysa bu ancak -örneğin Venezüella’da
olduğu gibi- yalnızca devlet edimi aracılığıyla
mümkün olabilecektir.
- Neo-liberal modelin tükenip, serbest ticaret
politikalarının süregitmesiyle- Latin Amerika’yı
kuşatan hegemonya krizine bir başka yaklaşım,
Zapatismo’da bulunabilir. Bu hareket Chiapas’daki
yerli grupların taleplerinden doğup bir süre ulusal
ölçekte büyük bir rağbet görmesine karşın, Meksika’nın
güney-doğusu ve tek bir kesimin talepleriyle sınırlı
kaldı. Zapatistaların, PRI’nin krizinden yararlanmak
bir yana, -mahkûm ettikleri- kurumsal atışmalardan
uzak durmaları sonucu, boşluk bir başka sağ-kanat
seçenek olan PAN tarafından dolduruldu. Nor did
they participate in the 2006 Başkanlık seçimlerine
de katılmayıp resmî yarışa koşut bir “Öteki
Kampanya”yı yürütmeyi tercih ettiler: ve bu vesileyi,
eleştiri oklarını rakiplerindense ana akım sol aday
Manuel López Obrador’a yöneltme doğrultusunda
kullandılar. Bir kez daha, bu kez çok küçük bir farkla
ve haklı temellere dayanan sahtecilik suçlamaları
arasında da olsa, seçimlerin galibi PAN oldu. Felipe
Calderón öncelinin neo-liberal politikalarını sürdürdü.
Pemex’in özelleştirilmesine yol açan bir projeyle
petrol konusundaki devlet tekeline meydan okuyarak
halk protestoları üzerindeki baskıları yoğunlaştırdı.
69
MERKEZ SOL BÜKÜLMELER
Hegemonya krizine bir başka tepki de,
ülkelerinin toplumsal hareketlerinden -sendikalar,
kırsal hareketler, sağlık ya da eğitimdeki kamu sektörü
çalışanları- kısmen de olsa eleştirel bir destek gören,
Lula, Kirchner, Vázquez ya da Ortega hükümetlerinde
bedenlenen geleneksel solunkidir. Bu hükümetler neoliberal modeli sürdürürken, -özellikle Brezilya, ama
aynı zamanda Arjantin, Uruguay ve Nikaragua’dakendilerini ortodoks neo-liberal yönetimlerden ayırt
eden daha esnek sosyal politikalar uygulamaya
çalışmaktadırlar. Dahası, dış politikaları, Mercosur ve
daha yakın zaman öncesinde kurulan Unasur üzerine
vurguyla, ABD ile serbest ticaret anlaşmaları yerine
bölgesel entegrasyona sıkı sıkıya bağlıdır. Günümüzde
Latin Amerika’yı bölen temel konu budur: bu türden
anlaşmaları imzalayan Şili, Meksika, Peru ya da Kosta
Rika gibi ülkelerle, Arjantin, Brezilya, Uruguay,
Paraguay, Venezüella, Bolivya, Ekvator, Nikaragua
ya da Küba gibi, bölgesel entegrasyonla daha ilgili
olanları birbirinden ayıran hat. Bu, Batı medyasının
geliştirdiği ve Latin Amerika sağının sözcüsü Jorge
Castañeda gibi kişiler tarafından ılımlıları kayırıp
radikalleri tecrit ederek solu bölmek amacıyla
dillendirilen ve Forgotten Continent (2007)’inde
neo-liberalizmin sol alternatiflerine verip veriştiren
Economist’in Latin Amerika editörü Michael Reid
tarafından da tekrarlanan “iyi” ya da “ılımlı” merkez
sol ile “kötü” ya da radikal bir sol arasındaki ayırımdan
tamamen farklı bir ayırımdır.
Bu arada, dört Latin Amerika hükümeti başat
modelden kopma hedefiyle bölgesel entegrasyonun
önceliğini bir adım ileri taşıyarak post neoliberal alternatif diyebileceğimiz şeyin inşasına
girişmişlerdir. Venezüella, Bolivya, Ekvator ve
Küba -Ekvator şimdilik gayrıresmî olmakla birlikteentegrasyon süreci daha uzun erimli olan Amerikalar
İçin Bolívarcı Alternatif’in inşasını üstlenmişlerdir;
ALBA artık Haiti, Nikaragua ve Honduras’ı da dahi
etmiştir. ALBA piyasasızlaştırılmış mekânlar yaratıp
Dünya Sosyal Forumu’nun “adil ticaret” dediği, piyasa
oranlarının ya da DTÖ’nün serbest ticaret normlarının
yönetiminde olmayan mübadeleleri destekleyerek neoliberal modele karşı mücadele etmektedir. Bu deneyim
alternatif mübadele tarzlarının uygulanışında eşsizdir
ve “başka olası dünya”nın neye benzeyebileceği
konusunda fikir vermektedir. Burada her bir ülke
sahip olduğuna göre verir ve gereksinimlerine göre
alır. Böylece, ALBA’nın iki kurucu ülkesi, Venezüella
ve Küba, karşılıklı gereksinim ve olanakları açısından
ilkinin petrolünü ikincinin eğitim, kamu sağlığı ve
spordaki uzmanlığı konusunda takasa sokar. Bu
işlemler sayesinde Venezüella Latin Amerika’nın,
BM ölçütlerine göre okur-yazarlık oranının yüzde
yüz olduğu ikinci ülkesi hâline gelmiştir. Bu
başarı kamusal, piyasadan arındırılmış bir alanda
sağlanabilmiştir; piyasa koşullarında ya da Arjantin,
Meksika, Brezilya gibi göreli daha gelişmiş ülkelerde
dahi geleneksel hükümetlerin eğitim bütçelerine
tabi olarak değil; üstelik Brezilyalı Paulo Freire’nin
yöntemi gibi, hükümet desteğinde yürütülen gelişkin
bir okur-yazarlık programının da ürünü değildir.
Bolivya, yine Kübalı uzmanların doğrudan
katkılarıyla, 2008 sonunda cehaletten arındırılmış
yeni bir bölge olarak Venezüella ve Küba’nın yanında
yer alacağını duyurdu. Diğer başarılar arasında,
Küba, Venezüella ve Bolivya’da bedava ameliyatlarla
yüzbinlerce Latin -hatta Kuzey- Amerikalı’yı göz
sağlığına kavuşturan “Mucize Operasyonu” da
bulunmaktadır; örneğin binlerce Arjantinli bu son
ülkede bu uygulamadan yararlandı. Bu arada, Latin
Amerika Tıp Okulu, Kuzey Amerikalılar dahil
mütevazı kökenlerden gelme ilk doktorlar kuşağını
ücretsiz olarak eğitmektedir. Venezüella petrol
gelirlerini, ABD’deki yoksul sektörleri destekleyen
bir dayanışma mübadeleleri alanının inşasında
kullanırken -Petrocaribe- ALBA da Haiti, Bolivya,
Nikaragua ve kıtanın diğer yerlerinde dayanışma
programlarını yürütmektedir. Banco del Sur tasarısı
gibi bölgesel entegrasyon projeleri, kıtasal gaz boru
hattı ve Telesur, malî kaynakları ve malları kendi
hedeflerini gerçekleştirmeye hasrederek bölgenin
dünya piyasasıyla ilişkilerini değişime uğratacak
diğer girişimlerdir.
70
ÖNCÜ DEVLETLER
Kapitalizme karşı kapsamlı bir meydan okuma
neden ortaya çıkamamıştır? Bunun yanıtı, Soğuk
Savaş’ta Batı’nın zaferini izleyen küresel güçler
dengesinde aranmalıdır. Bunun yol açtığı yaygın
deregülasyon ve piyasalaştırma süreçleri uzun süreli
bir iktisadî büyüme çağına yol açmamıştır; bunun
yerine, üretken yatırımlar büyük ölçüde spekülatif
malî alana kaydırıldı. Servetin toplumsal ve coğrafî
yoğunlaşması katlandı. Kapitalist sistemin sınır ve
çelişkileri her zamankinden daha büyük bir ölçekte
gözler önüne serildi. Yine de alternatiflerin inşası
için gerekli öznel etkenler -kolektif örgütlenme ve
bilinç biçimleri, siyaset ve devlet- aynı süreçler
tarafından yetisizleştirilmişti. Devlet ve kamusal
alan, durmaksızın serbest ticaret öğretisini va’zeden
uluslar arası kuruluşların desteğinde, rant peşindeki
sermayenin saldırıları karşısında büzüştü. Ideolojik
açıdan, liberalizmin zaferi kendi dünya yorumunu
hegemonik bir tekel olarak dayatmıştı: demokrasi
yalnızca temsili parlamentarizm; ekonomi yalnızca
kapitalist piyasa ekonomisi anlamına gelebilirdi;
müşteri ve tüketici yurttaş ve işçiyi perdeliyordu;
rekabet hakların yerini alırken piyasa kamusal alanı
temellük etmekteydi.
Bu nedenledir ki neo-liberal iktisadî modelin
birbirini izleyen krizleri, bu hâliyle kapitalizme açık bir
meydan okuma oluşturmadı. Latin Amerika’da, neoliberalizme karşı mücadelede en ileri gitmiş ülkeler,
onun en az tutunabildiği ülkelerdi. Venezüella’da
serbest piyasa siyasalarının ilerleyişini Carlos Andrés
Pérez ve Rafael Caldera yönetimlerinin başarısızlığı
durdurdu; Ekvator’da ise birbiri ardı sıra üç hükümetin
devrilmesi. Bolivya’da yerli cemaatleri yalnızca kırsal
kesimde değil, en yoğun olarak yığıldıkları La Paz,
El Alto ve Cochabamba gibi kentlerde de kimliklerini
korumayı başardılar. Ideolojik bakımdan, neoliberalizm Meksika, Brezilya, Şili, Arjantin gibi göreli
daha gelişmiş ülkelerde daha derinlere kök salmıştı.
Brezilya on yıl boyunca kesintisiz bir neo-liberal
hükümetler dizisi tarafından yönetildi; Arjantin’de,
Menem de on yıl boyunca iktidarda kaldı; neo-liberal
orthodoksluk hem PRI hem PAN iktidarları tarafından
bütünüyle uygulandı. Brezilya ve Arjantin’de neoliberal model, kimi esneklik alanlarına karşın,
hükmünü sürdürmektedir.
Post-kapitalizme nazire, ‘post neo-liberal’
olarak adlandırılabilecek hükümetler -Venezüella,
Ekvator ve Bolivya-Latin Amerika solunun, Brezilya,
Şili, Arjantin ya da Uruguay gibi klasik kalelerinden
hiç birinde ortaya çıkmadı. Sanayileşme süreçleri
ve siyasal solun tarihsel deneyimleri sayesinde işçi
sınıfı ve işçi hareketlerinin en fazla zemin kazandığı
ülkelerde boygöstermedi. Özelleştirmelere karşı
mücadelelerde ve neo-liberalizmin toplumsal
maliyetine yönelik halk protestolarında biçimlenmiş
yeni tarihsel özneler olarak ortaya çıktılar. Bolivya’da
bu özne, maden işçileri hareketinin yitip gitmesinden
sonra, açık bir biçimde yerli hareketidir. Venezüella’da
askerî kökenlere sahip anti-emperyalist, milliyetçi
bir harekettir. Ekvator’da yerli hareketlerinden
kentsel demokratik kampanyalara, yolu üzerinde
sendikacılar, öğrenciler ve eleştirel entelijensiya
üyeleri dâhil pek çok sektörü sürükleyen büyük halk
hareketleri dalgalarının oluşturduğu birkaç birliğin
toplamı, melez bir öznedir. Bunların tümü anti neoliberal toplumsal güçlerdir, ama zorunlu olarak antikapitalist değil. Toplumsal ve siyasal önderliğin
mücadeleyi o yöne büküp anti neo-liberal ittifaka
anti-kapitalist bir dinamik katma yetisine bağlı
olarak öyle olabilirler. Hugo Chávez’in öne sürdüğü
ve pek çok başka güç tarafından geliştirilen XXI.
yüzyıl sosyalizmi projesi, her şeyden önce, anti neoliberal mücadeleyi, anti-kapitalist bir mücadeleyle
kaynaştırmayı hedefleyen eşsiz bir tarihsel inşadır.
Latin Amerika’daki -hatta, bu projenin en fazla ileri
gittiği yerin burası olduğu göz önünde bulundurularak
tüm dünyadaki- en ileri siyasal süreçler, post neoliberal olarak adlandırılabilecek siyasal projeleri
dizayn etmeye çalışıyorlar. Bu terimi birkaç devlet
işlevinin restorasyonunu birleştiren yaklaşımları
tanımlamada kullanıyoruz: doğal kaynaklar üzerindeki
ulusal egemenliği savunmadaki düzenleyici yetisi;
toplumun geniş çalışan kesimlerinin temsilcisi olarak
evrensel olarak içleyici toplumsal siyasaları sürdürme
yetisi; yeni siyasal katılım mekanizmaları yaratma
ve toplumsal ile siyasal arasındaki bağları yeniden
tanımlama perspektifi. Böylesi ekonomilerde, yeniden
biçimlendirilmiş devlet hegemonyasını uygularken,
denetlenebilir bir özel sektör varlığını sürdürmektedir;
toplumsallaştırılmış özellikler farklı biçimler alabilir kooperatifler, küçük aile işletmeleri, vb. Hedef, XXI.
yüzyıl sosyalizminin kamusal alanın rehabilitasyonu,
hakların evrenselleştirilmesi ve kapsamlı bir
piyasadan arındırma anlamına geldiği fikriyle devleti
kamusal alan çevresinde yeniden kurarak yeni bir
toplumsallaşma modelini yaratmaktır. Başarı, nihaî
olarak, post neo-liberal modelde gerçekleştirilen
piyasadan arındırmanın ölçeğine bağlı olacaktır.
MEYDAN OKUMALAR
Bir öfori döneminin ardından, bu Latin
Amerika hükümetlerinin artık yüzleşmeye
hazırlanmaları gereken yeni bir evrenin belirtilerini
seçmek, olanaklıdır. Fernando Lugo’nun
Paraguay’daki -Parti-Devlet rejiminin onlarca yıllık
diktatörlük rejimine son veren- zaferi, bölgedeki yeni
hükümet tiplerine bir yenisini eklemiştir. Lugo’yu
heterojen bir partiler ittifakı destekliyor, ama özellikle
kırsal kesimde, yeni Başkan’a bir dizi güçlükle
(tarım reformu, yolsuzluklar, vergi reformu, Brezilya
(Itaipú) ve Arjantin’le (Yacyretá) hidroelektrik enerji
anlaşmalarının gözden geçirilmesi) yüzleşirken,
azımsanmayacak bir meşruiyet sağlayacak geniş
bir toplumsal desteğe sahip. El Salvador’da, Frente
Farabundo Martí’den Mauricio Funes’in Mart 2009’da
devlet başkanı seçilme olasılığı hayli yüksek.[**] Yine
de, bu gelişmeler yeni engellerin ortaya çıkmasına denk
düşüyor. Chávez’in Kasım 2007 referandumundaki
yenilgisi ve Kasım 2008 yerel seçimlerinde, birleşik
bir muhalefet önünde karşılaşması olası güçlükler,
bugüne değin, bazıları muhalefet boykotu sayesinde
olsa da, yerel konseylerin hemen tümünü elinde tutan
bir hükümetin önemli kayıplarla karşılaşabileceğini
göstermektedir. Morales’in Ağustos 2008’deki geri
çağırma referandumundaki zaferine karşın -yüzde
84’lük bir katılımın yüzde 68’i- Bolivya hükümetini
kuşatan sorunlar varlığını sürdürmektedir; yeni
Anayasa’nın içinden çıkılmaz gibi görünen sorunlarını
çözüme kavuşturabilmek için müzakerelere yeniden
71
başlamak gerekecektir. Yine de, bu hükümetlerin
arkasındaki halk desteği medyada göründüğünden çok
daha büyüktür; örneğin, son referandumda Morales
2006 Başkanlık seçimlerinde elde ettiği oyları yüzde
14 oranında arttırdı.
Lula’ya gelince, yolsuzluk iddialarının
yarattığı kriz henüz tümüyle yatışmamış olsa da, ikinci
dönem seçimleri kazandı ve hâlâ yüzde 70’lik bir
desteğe sahip. Bu destek, göreli istikrarlı bir iktisadî
büyümenin ödülü olmanın yanı sıra, hükümetin sosyal
politikalarının etkileri de hissediliyor. Bu durum ise,
2010 seçimlerinde Lula’yı izleyecek bir aday üzerine
uzlaşmadaki güçlüklere işaret etmekte. Frente Amplio
-sol tarafından neo-liberal olarak damgalanan,
ancak Tabaré’nin iktisadî istikrar konusunda
övgüler yağdırdığı - ılımlı şansölye Danilo Astori’yi
destekleyenlerle daha solcu bir adayı, olasılıkla da
eski Tupamaro José Mujica’yı tercih edenler arasında
bölünmüş olsa da,Tabaré Vázquez ardılını daha kolay
seçeceğe benzemektedir.
Morales ve Chávez gibi, Cristina Fernández
de sağın ateş hattındadır. Başta transgenetik soya
fasulyesi olmak üzere, Arjantin’in dış ticaretinin başat
felaketli bir tarzda hiçbir ayırım gütmediği büyük, orta
ve küçük kırsal üreticilerin şiddetli protestolarına yol
açtı. Nisan 2008’de görevi eşi Néstor Kirchner’den
devraldıktan sonra, başkana yönelik destek
yönetiminin ilk aylarında, Fernández’in yenilgiye
uğradığı neredeyse tek seçim bölgesi olan Buenos
Aires’de yoğunlaşan geleneksel kentli orta-sınıf
muhalefetinin yol kapatma ve lokavt eylemlerinde et
ve tahıl üreticileriyle güçlerini birleştirmesi sonucu
baş aşağı seyretti.
Küba “özel dönem”de yürürlüğe koymak
zorunda kaldığı katı politikaları gevşetmeye başlıyor.
Böylesi reformlar zorunlu olarak Fidel Castro’nun
dümenden çekilmesinin sonucu değil; daha çok
sosyalist kampın uzun erimli iktisadî planlama
sisteminin çöküşünden sonra ulusun kemerini
sıkmak zorunda kalması sonucu bastırılan popüler
özlemleri yansıtmaktadır. Hükümetin ilk düzenlemes
daha genç siyasetçileri göreve getirmedi; aksine,
reformların ancak devrimin ideolojik çerçevesi
dahilinde sürdürüleceğine işaret edercesine eski
devrim muhafızları pekiştirildi. Ne ki, 2009’da
gerçekleştirilmesi programlanan Parti Kongresi,
Latin Amerika solunun
tarihini değiştiren 1959
devrimci zaferinden elli
yıl sonra, Fidel-sonrası
Küba’nın gelecekteki
olası şekline işaret
edecek tarzda, önderliği
gençleştirmenin
bir fırsatı olarak
değerlendirilmelidir.
HEGEMONİK
ÇEKİŞMELER
Latin Amerika
bu ilerici hükümetler
dalgasının ardından
nasıl bir yer olacak?
Mevcut siyasal süreçler
güvenceye alınamazsa,
ne tip bir regresyona
sürüklenebilir?
Neo-liberal
karşıtı
stratejiler -küresel,
bölgesel ve ulusal
düzlemlerdeki güçler
dengesi göz önünde
bulundurulduğunda,
alabilecekleri olası
sektörünü oluşturan tarım ihraç ürünleri üzerindeki tek biçimde-hegemonya konusunda uzatmalı bir
vergiyi arttırma girişimi, yeni verginin aralarında çekişmeye işaret etmektedir: ne başat burjuva
72
sektörleriyle eşitsiz bir ittifak (reformcu strateji), ne de
düşmanın yok edilmesi (silahlı mücadele perspektifi).
Bunun yerine, bu stratejiler hegemonya çekişmesinin,
piyasalaşma süreçlerini tersine çevirme ve toplumsal
özneleri “kendileri için” yeniden biçimlendirme
amacıyla, yasama dâhil iktidarı ele geçirme
terimleriyle yeniden ifade edilmesini içermektedir.
Bunun ötesinde, daha yüksek bir evrede, belli başlı
toplumsal bloklar arasındaki yeni güçler dengesini
temsil eden yeni bir devletin kurulması anlamına gelir.
Örneğin Bolivya’da iktidarın sandıkta ele
geçirilmesi, bir devletin çözülmesi konusunda
kıtanın tanık olduğu en kapsamlı girişimin ardından
gerçekleşti. Bu, kalay madenlerinin tasfiyesiyle
başlayıp devlet mülkiyetindeki başlıca şirketlerin
özelleştirilmesiyle -Bolivya neo-liberalizminin dilinde
“sermayeleştirme”-, doğal kaynaklar üzerindeki
devlet denetiminin lağvıyla ve hükümetin her türlü
düzenleme dayatma yetisinin felce uğratılmasıyla
sonlanan bir süreç oldu. Derhâl stratejik platformunu
uygulamaya koyulan (başta doğalgaz olmak üzere
doğal kaynakların millîleştirilmesi; Kurucu Meclis’in
oluşturulması; tarım reformuna doğru ilk adımlar)
Morales hükümetinin devraldığı durum, buydu. Devlet
tek başına yatırım yükünü omuzlayabilecek durumda
olmadığından ve Bolivya doğalgaz şirketi teknik ve
idarî uzmanlıktan tümüyle yoksun bırakıldığından,
millileştirme tasarımı yabancı firmaların işbirliğini
gözden çıkartabilecek durumda değildi. Hükümetin
elinden gelen, özellikle de çocuklara ve yaşlılara
yönelik olarak sosyal programlara yönelik hükümet
harcamalarının ana fonunu oluşturmak üzere
doğalgaz ihracat vergilerini yüzde 18’den yüzde 84’e
yükseltmek oldu.
Kurucu Meclis dizaynıyla bağlantılı olarak
hükümet başlangıçta, siyasal partileri dışlayıp yerli
halklarla tüm toplumsal hareketlerin doğrudan
temsilini öngörmüştü; bu ise muhalefete karşı ezici
bir zaferi güvence altına almak olacaktı. Ama Bolivya
güçlü -ve ulusal petrol şirketinin denetimini ele
geçirmekle daha da güçlenen- bir devlete, ama siyasal
boykot girişimi çarşafa dolanmış ve sınırlı bir darlık
ve enflasyon dışında hiçbir sonuç vermemiş, göreli
zayıf bir şirket sektörüne sahip olan Venezüella’dan
farklıdır. Bolivya’da, iktisadîgüç büyük ağırlıkla özel
ellerdedir ve sağın kalesi olan doğu bölgelerinde
yoğunlaşmıştır. Doğrudan yenilgi olasılığıyla karşı
karşıya kalan muhalefetin hükümete zarar verici bir
iktisadî boykota girişip ülkenin bölünmesi riskini
derinleştirebileceği konusunda haklı kaygılar söz
konusuydu. Böylelikle Meclis nihaî olarak mevcut
partiler çevresinde yapılandı; bu ise hükümete mutlak
çoğunluğu sağlamakla birlikte, Anayasa projesini
73
kabul ettirecek üçte ikilik çoğunluğu vermedi.
Muhalefet Kurucu Meclis’idevirme umuduyla ortak
bir cephe oluşturdu. Tartışmaları sürekli açmaza
sürükleyerek kurumsal bir krize yol açıp, MAS’ın
öngördüğü üzere yerli halklara değil, bölgesel
hükümetlere yönelik özerklik konusunda referandum
talebinde bulundu. Bu, onların tarım reformunun
önünü kendi bölgelerinde tıkama ve gaz ihracatının
sağladığı gelirlerin önemli bir oranını ceplerine
indirme olanağını sağladı. Dolayısıyla, “özerkliği”
Bolivya tarihinde ilk kez, 2007’ye dek olduğu üzere
Başkan tarafından atanan değil, prefectura sakinleri
tarafından doğrudan seçilen bölgesel yöneticilere
ilişkin olarak yorumlamaktaydılar.
Hükümet, toplumsal devinim aracılığıyla
güçlerin birikimi üzerine temellenen bir strateji
arkaplanında, güçler dengesini düzeltip yeni
bir hegemonya elde etmek üzere, çatışkıyı sağ
açısından verimli bir zemine çekebilecek ve içeride
polis ile silahlı kuvvetlerin, dışarıda ise ABD’nin
desteğini sağlayabilecek şiddetli çatışmalar ve silahlı
ayaklanmalardan uzak durmaya gayret etmekteydi.
Bu nedenle taktik muhalefeti Meclis’e çekerek onu
yeni hegemonyanın pekiştirilmesinde kullanmaktı.
Çıkarlarının ciddi tehdit altında olduğunu gören sağ,
şiddetli tepki verdi - ayrılıkçı girişimler, şiddetli
saldırılar, ırkçı patlamalar; ne ki genel eğilim bütünsel
eğilim özellikle de Santa Cruz de la Sierra’nın zengin
tarımcıları için son derece kârlı olan transgenetik soya
ihracatına daha az vurgu yapan yeni bir iktisadî model
peşindeki siyasalara yönelirken ortam bu tepkilere
elverişli değildi.
Bu örnek, uzun bir sabit pozisyonlar savaşında
manevra oyununu göstermektedir - bu ülkelerdeki
solun, muhalefetin iktisadî ve medya gücünün
karşısında dahi, geniş bir halk desteği ve geniş bir
inisiyatifler erimiyle, hükümet düzleminde mücadele
ettiği bir savaştır bu. Hiçbir kazanım geri dönülmez
değildir. Yine de, en ortodoks neo-liberal hükümetlerin
tecridi ya da devrilmesiyle sağın yaşadığı sıkıntılar,
bize bugünün sol ve merkez sol hükümetlerinin
yerine iktidara geçecek olsalar, mevcut hükümetlerin
sosyal planlarını bir kısmını muhafaza edeceklerini
ya da kendi versiyonlarını uygulamaya sokacaklarını
düşündürtmektedir - bu ise daha önce tahayyül
dahi edilemeyecek bir şeydir. Yine de kuşkusuz ki,
özelleştirme programını yeniden başlatır, bölgesel
entegrasyon sürecine son verir ve ABD ve genelde
Kuzey ile yakınlaşmaya çalışırlardı. En ılımlısı dâhil
bugün iktidardaki ilerici hükümetlerin tek alternatifi
kendi sağlarında yatmaktadır: bugünkü hâliyle sol
hiçbir yerde yeterince güç ve destek ya da yeterince
açık bir söylem sergileyememektedir.
Kimi bölgesel ölçekli projeler mevcut
hükümetler döneminde anlamlı bir ölçüde
ilerletilebilirse, geriye dönüşleri çok zor olacaktır:
örneğin kıtasal gaz boru hatta ya da Banco del Sur.
Günümüzde solun arkasında, aynı anda bu kıtanın
bugüne dek tanık olduğu en çok ülkede en yaygın
halk desteği bulunmaktadır ki bu da neo-liberal
yönetimlerinkiyle tezat sosyal politikalar sayesindedir.
Bu destek, tüm bölgede seçimlerde tekrarlanan bir
senaryoyla elitlerin iktisadî ve medya gücünden daha
etkili olduğunu kanıtlamıştır. İster like Chávez, Correa
ve Morales gibi radikaller, ister Lula, Vázquez, Néstor
ve Cristina Kirchner, Ortega, Lugo ve López Obrador
gibi ılımlılar olsun, bu adayların tümü, medyanın
güçlü tekeliyle desteklenen bir neo-liberal blokla
karşı karşıya kalmıştı. Bu tekel kamuoyunu gündelik
olarak şekillendirip saatlerin konusunu belirleyerek
“konsensüs imal eder”. Yine de, iş seçime geldiğinde
halk-Venezüella, Arjantin, Bolivya, Brezilya, Ekvator
ve Uruguay- oyunu başka türlü kullanmaktadır.
YANKILAR
Latin Amerikan gelişmelerinin genelde
dünyaya ne gibi bir etkisi olabilir? Soruyu çağdaş gücün
üç büyük sütunuyla bağlantılı olarak inceleyebiliriz:
silahların gücü, paranın gücü ve sözcüklerin gücü.
Açıktır ki Latin Amerika, özellikle Brezilya’nın
kurduğu Hindistan, Çin, Rusya ve Güney Afrika ile
ittifakların ötesinde küresel iktisadî durumu pek az
etkileyebilir. Bölgesel entegrasyondan kaynaklanan
Güney-Güney mübadelelerinin artışı -özellikle Çin ve
Hindisan ile, ama aynı zamanda İran ile de- iki yanlı
serbest ticaret anlaşmaları imzalamış ülkeler dışında
ABD’nin ağırlığının eskiye göre daha az olduğu
farklı bir uluslar arası ticaret ilişkileri tarzına yönelik
adımlardır. Benzer şekilde, silahlar konusunda da Latin
Amerika’nın, Washington’un Irak’ın işgali konusunda
Güvenlik Konseyi’nde oybirliği sağlamadaki,
Meksika ve Şili gibi yakın iktisadî müttefiklerinin
dahi desteğini alabilmedeki başarısızlığında yaptığı
gibi, ABD imparatorluğunun askerî yayılmacı
planlarını desteklemeyi reddeden edilgin bir rolden
fazlasını oynaması beklenemeyecektir. ABD
etkisinin merkezi Kolombiya’nın tecridi Ekvator’u
istilasının tüm kıta ulusları ve Amerika Devletleri
Örgütü tarafından mahkûm edilmesiyle iyice açığa
çıktı. Latin Amerika’ya özgü bölgesel entegrasyon
projeleri, Washington’un pazarladığı serbest ticaret
anlaşmalarına yönelik alternatif arayışlarıyla birlikte,
ABD’den göreli bağımsız bir yol sunmaktadır.
Dünyada Kuzey Amerika emperyal hegemonyasına
açıkça meydan okuyan pek az sayıdaki hükümet de
burada bulunmaktadır: Küba, Venezüella, Bolivya,
Ekvator.
Kuşkusuz bunlardan hiçbiri ABD’ye
siyasal ve askerî bir alternatifin inşası için yeterli
değildir. Kıta, en iyi ihtimalle, iktisadî prestiji neoliberalizmin dayattığı iktisadî açılımların sanayiyi
tasfiye edicietkileri sonucu çok azaldığı bir bölgede
direnmekte ve kendi entegrasyon biçimleri üzerinde
çalışmaktadır. Mayıs 2008’de tüm Güney Amerika
ülkelerinin entegrasyonunu hedefleyen UNASUR’un
kurulması ve, and the proposal for a Güney Amerika
Savunma Konseyi önerisinin dile getirilmesi -her iki
inisiyatif de ABD’nin dışında gelişmiştir- Uribe’nin
ABD’nin toprakları üzerinde askerî üs inşa etmesine
izin vermesi nedeniyle Kolombiya’nın formel katılımı
durumu güçleştirmekle birlikte, kıtasal entegrasyon
konusunda yeni bir mekân ve modele işaret etmektedir.
Bir bütün olarak bölgenin önemi başta
petrol olmak üzere enerji kaynakları ile ihracat
ürünleri, özellikle de soyadan kaynaklanır. Ancak iç
pazarlar tüketim kapasiteleri genişledikçe daha cazip
hâle gelmektedir; öte yandan, G-20’nin DTÖ ile
ilişkilerinde görüldüğü üzere, bölgesel entegrasyon
siyasal müzakere gücünü arttırmaktadır. Neo-liberal
modelden kopuş ve ALBA gibi alternatif ticaret
mekânları oluşturma süreci, kıtayı neo-liberalizme
alternatifler üzerine her türlü tartışmanın vazgeçilmez
referansı hâline getirmiştir. Chávez’in önderliğinin
kıtanın sınırları ötesinde ün kazanmasının nedeni
kısmen budur. Yine de, post neo-liberal süreçlerin
en kırılgan veçhelerinden biri, küresel tecrit
edilmişlikleridir; başka müttefiklerin yokluğunda
Venezüella ABD ile çelişki içindeki her hükümetle
ilişkilenmek zorunda kalmıştır: Rusya, İran, Belarusya
ve Çin. Yanısıra, modelden kopma yolunda somut
hamlelerde bulunan Latin Amerika ülkeleri göreli en
gelişkin ülkeler değildir; en büyük iktisadî değerleri
Venezüella’nın petrolüne güvenebilecek olmalarıdır.
İdeolojik düzlemde, Latin Amerika tartışma
başlıklarını müzakereye sunma konusunda daha iyi
konumlanmıştır: çok-uluslu, çok-etnili devlet; XXI.
yüzyıl sosyalizmi nosyonu; ALBA gibi alternatif
bölgesel entegrasyon formülleri… Ne ki, bu yeni
fikirleri yayma, onları kitle iletişim araçlarının
durmaksızın yaydıkları pensée unique ve kuramları
karşısında dile getirme konusunda az sayıda platform
bulunmaktadır. Uzun bir uzak görüşlü yorumlar ve
kuramsal yenilikler geleneğiyle övünebilecek olan
Latin Amerika eleştirel düşüncesi, yeni milliyetçilik,
yerli halklar, yeni birikim modeli, toplumsallaşma
ve piyasadan arındırma süreçleri ve kıtanın tarihsel
ve siyasal geleceği gibi konularda yeni meydan
okumalarla yüzyüzedir. Bazı ülkelerde -en önemlisi
Bolivya- deneyimlere zengin tefekkür ve kuramsal
74
irdeleme süreçleri eşlik ediyor. Başkalarında,
entelijensiya ile ülkenin geri kalan kısmının giriştiği
süreçler arasında çelişki denemese de önemli
kopukluklar gözlemlenmekte: bunun en çarpıcı
örneğini ise Venezüella oluşturuyor. Brezilya,
Arjantin ve Meksika gibi güçlü bir üniversite-temelli
entelijensiyanın bulunduğu ülkelerde, eğitimli elitin
önemli bir kesimi, yüksek bir entelektüel tartışma
standardını sürdürmekle birlikte, toplumsal ve siyasal
mücadelenin belli başlı alanlarına katılmaktan geri
durur. Mevcut kuramsal potansiyel, post neo-liberal
modellerin inşasında önemli bir rol oynayabilir.
değişiklikleri gündeme getirmekte. Yükselen fiyatlar
ve Kuzey Amerika’daki resesyonun uluslar arası
etkisi -tarımın hâlen önemli bir rol oynadığı- Latin
Amerikan birincil ürünlerinin ihracatında elverişli
bir iklim yaratmaktadır. 2009’dan sonra ABD’de
yeni bir Demokrat yönetim söylemi değiştirip
Washington’un bölgede karşı karşıya olduğu eşi
görülmedik tecriti kırmayı hedefleyebilir. Bu bölgesel
entegrasyon süreçlerinde ve post neo-liberal bir
modelin inşasında yeni bir meydan okumayı temsil
edecektir. Washington’un geleneksel müttefikleri
Kolombiya ve Meksika, artı yakın zaman önce ABD
ile bir serbest ticaret antlaşması imzalayan Alan
García’nın Peru’su üzerinden yeni bir kooptasyon
denemesine girişmesi, olanaklıdır; ancak Beyaz Saray
merkez-sol hükümetleri de -Brezilya, Arjantin ve
olasılıkla Uruguay- bölgesel entegrasyon blokundan
uzaklaştırmaya ve Venezüella, Bolivya, Ekvator ve
Küba’yı tecrit etmeye çalışacaktır.
Ne ki, Kuzey Amerikan resesyonu Çin gibi
ülkelerle bölgesel ticaretin çeşitlenmesini teşvik
edip, bu tip hükümetlerin ve entegrasyon projelerinin
konsolidasyonu koşullarını güçlendirirken, işlerlikteki
diğer süreçler -Mercosur, ALBA, Unasur, Banco del
Sur, kıtasal boru hattı, vb.- daha da ileri gidebilecektir.
İktisadî resesyon ile Demokrat yönetimin karışımının
nasıl bir örüntüye yol açacağını zaman gösterecek.
Entegrasyon blokunun aslî bileşenleri Venezüella
ve Bolivya ile yeni Anayasal kurumlara doğru hızla
ilerleyen Ekvator ve Paraguay’ın yeni hükümetinin iç
gelişmeleri, bölgenin gelecekteki siyasal senaryosu
için pek çok bakımdan aslî önem taşımaktadır. Ancak
bütününde, kıtada olayların akışını tayin edecek olan,
Meksika, Arjantin ve Brezilya’daki gelişmelerdir.
Cristina Fernández’in hükümeti mevcut krizinin
üstesinden gelmeyi başarabilir, ve Lula 2010’daki
ardılını tayin edebilir-ve böylelikle de Brezilya’nın
Serbest Ticaret Antlaşması yandaşı, entegrasyon
karşıtı kampa kaymasının önüne geçebilir- ise, Latin
Amerika’da yeni bölgeci güçlerin yönetiminde ikinci
bir onyıla ilişkin güçlü göstergeler mevcut demektir.
N O T LAR
DÜNYA BAĞLAMI
Geriye bakıldığında, neo-liberalizmin
uluslararası yükselişi, konsolidasyonu ve gerilemeye
geçişinin, üç ayrı evrede incelenebileceği görülecektir.
İlki, Thatcher-Reagan ekürisinin damgasını taşır ve
en otantik bölgesel muadilleri olarak Şili’de Pinochet
ve Bolivya’da Jeffrey Sachs ile, en güçlü ve en açık
biçimde gerici ideolojik dışavurumlara denk düşer.
İkinci evre, Clinton ve Blair’in temsil ettiği, ağır
işçilik -özelleştirmeler, piyasanın sınırsız tahakkümü,
ekonominin açılması- tamamlandıktan sonra modeli
konsolide etmeye yönelik ve sözüm ona ‘light’ bir
versiyonu izleyen Üçüncü Yol denilen hükümetlere
tekabül etmektedir. Şimdi sanki Latin Amerika’da da
benzer eğilim taşıyan hükümetlere-sosyal-demokrat ve
ulusalcı- yeşil ışık yakılmış gibidir: Buenos Aires’den
Mexico City’ye, the Washington Konsensüsü silip
süpürmüştü. Üçüncü evre Meksika peso kriziyle
ve küreselleşen ekonominin türbülansa girmesiyle
başladı; Bush-Cheney yönetiminde Beyaz Saray 2001
saldırılarına tepki olarak daha sert ve muhafazakâr bir
ton benimserken, Washington’un saldırgan siyasaları
durgunluk ekonomisiyle birleşmekteydi.
Bu1990’ların sonları ve 2000’lerin başlarında,
Latin Amerika’da neo-liberal hükümetlerin birbiri
ardına devrilmesinin arkaplanını oluşturmaktaydı.
Gelen liderler Serbest Ticaret Bölgeleri Anlaşması’nı
geçersizleştirmede Amerikan siyasal ve iktisadî
önderliğinin göreli zaafa uğramasından yararlanıp
bölgesel entegrasyona yönelik alternatif siyasalar
[*] İngilizceden çeviren Sibel Özbudun, http://www.
geliştirmeye koyuldular. Bu evre aynı zamanda ABD
newleftreview.org/?view=2730
ekonomisinin uluslar arası başatlığının düşüşüne
[**] Mauricio Funes Mart 2009’da El Salvador devlet
ve dünya piyasasında Çin ve Hindistan’ın talebinin başkanlığına seçildi. (ç.n.)
yükselişine de denk düşmekteydi- özellikle ÇHC
bölgedeki pek çok ülkeyle geniş ölçekli doğrudan
ticarete girişmişti.
Dördüncü bir evre neler getirebilir?
Kimi hükümetler -özellikle Venezüella, Bolivya
ve Arjantin- son zamanlarda kimi aksiliklerle
karşılaştılarsa da, bizatihî dünyadaki gelişmeler yeni
75
LATİN AMERİKA VE SOSYAL-LİBERALİZMİN SONU
JAMES PETRAS
SERBEST PİYASA, SERBEST TİCARET
DOKTRİNİ: 1990’LAR
1970’lerin ortasından itibaren ABD yanlısı
askeri ve sivil otoriter rejimlerin iktidara gelişi ve
ABD serbest piyasa akademisyenleri ve ABD eğitimli
ekonomistlerin rehberliğinde Latin Amerika, serbest
piyasa-serbest ticaret politikalarının bir laboratuarı
hâline dönüştü. Koruyucu ticaret engelleri düşürüldü
veya kaldırıldı, böylece sübvanse edilmiş ABD ve AB
tarım ürünleri, yerel tüketim için gıda üreten küçük
çiftçileri büyük oranda yok ederek engelsiz bir şekilde
ülkelere girebildi.
‘Göreceli fayda’ doktrini altında, politikacılar
buğday, soya, mısır ve büyükbaş hayvan gibi temel
gıda maddelerinin ihracına yoğunlaşan ve uygun
fiyatlara, uygun pazar imkânlarına tarım makinelerini
üretebilecek ve tarım-dışı ithalatı ucuza yapabilecek
imkânlara sahip büyük ölçekli tarım işletmelerini
finanse ve teşvik ettiler.
Ekonominin bütünsel olarak kontrol
dışılaştırılması ve kamu işletmelerinin özelleştirilmesi
kapıları yabancı yatırıma sonuna kadar açtı ve stratejik
sektörlerin devralınmasını kolaylaştırdı. Böylece
ekonomik büyüme ve ödemeler dengesini sağlamak
için yabancı yatırıma bağımlılık arttı. Yönetimlerin
genel stratejisi, ülke içi pazarı (kitlesel yerel tüketim)
derinleştirme ve genişletme pahasına ihraç pazarlarına
dayanıyordu; yerel emek masraflarını ucuzlaştırma
ve tarıma ve madene dayalı zengin yönetici sınıfın
yüksek kazancını süreklileştirme… Rejimlerin bütün
kilit ekonomik bakanlıklarındaki bu sonuncu varoluş,
kendi hizmetlerindeki bu politikalara ‘rasyonel etkili
pazarlar’ kavramı çerçevesinde, uzun süreli istikrarlı
bir dünya ekonomik pazarı yaratma tarihine başarısızlık
notu düşerek ideolojik bir cila yapıyorlardı.
Güncel dünya bunalımı ve bazı ülkelerin
olası toparlanışı, geleneksel ‘ihraç piyasası’ –serbest
ticaret-, göreceli fayda doktrinlerinin zayıflıklarını
açığa vurdu.
Bu hiçbir yerde son Latin Amerika deneyiminde
olduğu kadar açık değildir. Bölge ülkelerinin çoğunda
ortaya çıkan son halk ayaklanmalarına ve merkez-sol
rejimlerin yükselişine rağmen, dış ekonomik ilişkiler
başta olmak üzere, izlenen ekonomik yapılanmalar,
stratejiler ve politikalar, öncellerinin ayak izlerini
takip etmekten kurtulamadı. Özellikle tarım, maden
ve enerji alanındaki ürünlere şiddetli talep ve
fiyatlarındaki artışın etkisiyle bir dizi kritik alanda
yapılması gereken değişikliklerden vazgeçtiler ve neoliberal seleflerinin politik ve ekonomik miraslarına
adapte oldular. Böylece şu an 2008’de başlayan
dünya ekonomik durgunluğuna bağlı olarak ciddi
sosyal sonuçları olan keskin ekonomik gerilemeyi
yaşamaktalar.
Sosyo-ekonomik krizler önemli dersler
sunuyor; yatırım, ticaret alanlarındaki derin yapısal
değişikliklerin ve stratejik ekonomik sektörlerin
mülkiyetini devralma gibi adımların adil ve istikrarlı
bir büyümeyi garantilemek için temel noktalar olduğu
düşüncesini güçlendiriyor.
GELENEKSEL
NEOLİBERAL
REJİMLERİN KRİZİ
Kontrol dışılaştırılmış mali sistem ve 20002001 dünya ekonomik durgunluğu, ekonominin
ve kamu hazinesinin serbest piyasa uygulayıcıları
tarafından ve devasa yolsuzluk nedeniyle talan edilişi,
76
işçilerin, köylülerin ve kamu çalışanlarının vahşi
sömürüsü bölge çapında ayaklanmaları üretti. Seçim
yarışlarında bir dizi ABD destekli rejim devrildi ya
da başarısızlığa uğratıldı. Ekvador, Arjantin, Bolivya,
Brezilya, Uruguay ve Paraguay, seçim kampanyaları
sırasında iktidarın yapısında, sosyal harcamalardaki
artış ve kırsal alanda toprağın yeniden dağıtımını
noktalarındaki değişiklikleri de içeren ‘derin yapısal
değişimleri’ vaat eden merkez-sol rejimlerin iktidara
gelişine yolaçan halk ayaklanmalarına tanıklık etti.
Ancak pratikte, yerleşik sağcı partilerin politik
yenilgisi ya da ekonomik elitlerin zayıflaması geniş
çaplı ve uzun vadeli sosyo-ekonomik dönüşümler
için bir temel oluşturmadı. Yeni merkez-sol
rejimler ekonomik elitleri, ekonomiyi yeniden
canlandırmaları, yoksul ve işsizleri sübvanse etmeleri
için çaba sarfetmeye zorlayarak onları ‘reform’e
etmeyi deneyen sosyo-ekonomik politikalar izlediler.
Partiyi -politik sistemi- dönüştürmek için ciddi
bir çaba göstermeksizin politik elitler iktidardan
uzaklaştırıldılar, büyük basınç altındaki birkaç
rüşvetçi mahkemeye sevkedildi. Diğer bir deyişle,
serbest piyasa politikalarının tetiklediği krizde neoliberal elitlerin ölümü tam olarak gerçekleşmedi,
merkez-sol rejimlerin devlet müdahalesini içeren
kriz yönetim politikaları nedeniyle dönemsel olarak
muallakta kaldılar.
MERKEZ SOL POLİTİKALAR: KRİZ
YÖNETİMİ VE EKONOMİK PATLAMA
Yeni merkez-sol hükümetler iş dünyasına
ekonomik teşvikler sunmak ve mali düzenlemeler
yapmaktan, yoksulluk programlarına ödeneklerin
artırılması, geniş kapsamlı ücret artışları ve halk
örgütlenmelerinin liderleriyle danışmaya kadar bir
dizi politikayı benimsediler. Politik düşmanlarını
ve önceki dönemlerde bazı özel şirketlerin iflasına
müdahale eden suçluları reddettiler. Bu sembolik
ve dikkat çekici politikalar dönemsel olarak
kitlesel seçim desteğini güvence altına aldı ve halk
hareketlerinin daha radikal kesimlerini böldü ve
onları izole etti. Yine de bir taraftan merkez sol
rejimler tabandan gelen radikal taleplerle mevcut tüm
kapitalist elitleri (yabancı çokuluslu şirketler, tarım
ve maden şirketleri, mali, ticari ve sanayi elitleri) de
kapsayan kendi politik icraatlerini normalize etme
ve kapitalist gelişimi canlandırma noktasında denge
kurmaya çalışırken, diğer taraftan da daha geniş ve
daha derin değişim talebi kitlelerin birinci gündemi
olmaya devam ediyordu.
Merkez solun bu açmazı, büyük oranda dinamik
talep ve Çin başta olmak üzere Asya ekonomilerindeki
büyümenin tetiklediği ürün fiyatlarındaki ani artış
sayesinde çözüldü.
Merkez-sol rejimler bütün yapısal
değişiklikler bahanesini anında terkettiler ve temel
ürünlerin ihracına dayalı ‘ihracata dayalı büyüme’
kervanına katıldılar. Yabancı yatırım eleştirisi ve
stratejik özel şirketlerin ‘kamulaştırılması’ talebini
terkeden merkez-sol rejimler, düzenleyici kontrol
mekanizmalarının bazılarını iptal ederek büyük
ölçekli yabancı sermaye akışına kapıları açtılar.
2003-2008 ürün patlaması dönemi, merkez
sol (ve sağcı) rejimlerin muhalefeti ‘satın almasına’
izin verdi: sendikacılar yüklü ücret artışları, iş
dünyası yüklü teşvikler aldılar, yabancı yatırımcılara
kolaylıklar sağlandı, yabancı ülkelerdeki işçilerin
havaleleri yoksulluğun düşürülmesine katkı olarak
teşvik edildi. Tek kelimeyle Latin Amerika’nın hızlı
büyüyen ihraca dayalı stratejisinin bütünsel sosyoekonomik bünyesi, dünya pazarındaki talebe ve
emperyalist ülkelerdeki ekonomik koşullara bağlıydı.
Ekonomi uzmanlarının, finans yazarlarının ya da
‘rasyonel piyasaların’ politik savunucularının çok
azı ‘ihraç pazarı’ modelinin sürdürülebilirliğine dair
şüphelerini ifade ettiler.
Bu ekonomilerin aşırı etkilenirliği, çabuk
patlayıp-sönen piyasalara, sınırlı sayıdaki ihraç
ürününe ve sadece bir iki pazara bağımlılıkları,
yabancı ülkelerde istikrarsız işlerde çalışan işçilerin
dış havalelerine bağımlılıkları, herhangi bir
ekonomistin ve politikacının düşüncesinde kırmızı
bayrağı yükseltmiş olmalıydı. Harward İşletme
Okulu, Penn’s Wharton Okulu ve diğer prestijli
yüksek öğrenim merkezleri (kendi ön tahminlerini
ifade eden matematiksel denklemlerine sevdalı)
tarafından yollanan yüksek ücretli danışmanlar ve
uluslararası istişare misyonları yürütenler en az
düzenlenmiş piyasaların en başarılı olanlar olduğunu
iddia ediyorlardı ve merkez soldan sağa kadar
Latin Amerikalı meslektaşlarını, ticaret engellerini
düşürmeye ve sermayenin akışına izin vermeye ikna
ettiler.
İhraç pazarının hızlı büyüyüşü daha beş yıl
sürmüştü ki Latin Amerika ekonomileri çöküşle karşı
karşıya kaldı. Birleşmiş Milletlerin 2009 yılında Latin
Amerika ve Karayip ülkelerinden yapılan ihracatı
araştıran komisyonuna göre, bu konuda son 72 yıldaki
(son dünya bunalımından bu yana) en keskin düşüş
kaydedildi. Bölge ihracatı yüzde 11, ithalatı da yüzde
14 olmak üzere hacmen 1982 dünya durgunluğundan
bu yana en yüksek azalmayı yaşadı. (Tam rapor,
Şili’nin başkenti Santiago’da Ağustos 2009’da yapılan
‘2008-2009 Dünya Ekonomisinde Latin Amerika ve
Karayipler’ isimli konferans belgelerinde bulunabilir.)
77
ÜRÜN İHRACATINDA ÖZELLEŞMENİN
TEHLİKELERİ
Karşılaştırmalı veriler ticaret yapısındaki uzun
süreli taahhütlerin ve zayıf noktaların göstergesidir:
geçmişteki ve şimdiki durgunlukların Latin Amerika
üzerindeki etkileri şiddetli olmaktadır, çünkü hem
geçmişteki hem de şimdiki ekonomileri, kendi iç
krizlerini hızla Latin Amerikalı ticari ortaklarına
yansıtan emperyalist pazarlara yaptıkları tarım ve
hammadde ihracatına bağımlıdır. Ticaretteki tarihsel
düşüş ihraç sektöründeki işçiler arasında işsizlik
oranını kaçınılmaz bir şekilde ikiye-üçe katlıyor ve
bu düşüşün dış ticaret tarafından üretilen harcama ve
tüketime bağlı olarak bunlarla ilintili şube şirketler
üzerinde birçok etkisi oluyor. Tarım ve hammadde
ihracatına yoğunlaşma, başka ekonomilerde varolan
alternatif istihdam yaratma imkânına sahip olamıyor.
Devlete, onun tarım-hammadde ve enerji ihracından
gelecek gelirlerine bağımlılık, kamu yatırımlarında ve
sosyal hizmetlerdeki harcamalarda kesinti anlamına
geliyor. Latin Amerika ticaret krizleri özellikle
geleneksel olarak tarım, maden ve enerji ürünlerinde
ihracata göre yapılanmış ülkelerde etkili olagelmiştir:
Venezüella, Ekvator (petrol), Kolombiya (petrol ve
kömür) ve Bolivya 2009’da kıta ortalamasının çok
üstünde yeralarak yüzde 33’lük bir düşüş yaşadılar.
Ticaretinin yüzde 80’i ABD’ye bağlı olan (petrol,
turizm, göçmen havaleleri, otomobil) Meksika,
GSMH’sındaki yüzde 11’lik düşüş ile bu yarıküredeki
ülkeler arasındaki en büyük zararı yaşadı. İhracata
dayalı tüm ekonomiler krizden ciddi bir şekilde
etkilenmişken, petrol ve maden ihracatında özelleşmiş
ülkeler yüzde 50’lik bir düşüş yaşarken, daha çeşitli
karma ticarete (imalat, tarım, hizmet sektörü) sahip
ülkeler yüzde 20 civarı düşüş yaşadılar.
ticaret patlaması sonucu meydana getirilen yüksek
kâr avantajınından yararlanarak artarak akar. Ticaret,
gelir ve kârlardaki düşüşle birlikte yabancı yatırım
kârlarını alarak, krizi ve artan işsizliği daha da kötü
hâle getirerek geldiği yere geri döndü, yatırımlarını
geri çekti, Yabancı yatırım kolay giriş ve hızlı çıkış
pratiklerini izler- gelişme için yüksek derecede
güvenilmez ve istikrarsız bir organizasyon.
TEK
PAZARA
BAĞIMLILIĞIN
TEHLİKESİ
Farklı pazarlara ve ticari ortaklara sahip ülkeler,
özellikle Latin Amerika kıtası içinde ve Çin ile ticaret
yapanlar, yüzde 35’ten daha fazla düşen ABD ve AB
pazarlarına bağımlı ülkeler olan Meksika, Venezüella
ve Orta Amerika ile karşılaştırıldığında daha küçük
bir düşüş yaşadılar. Ticaret, Latin Amerika’yı
olumsuz etkileyen dört farklı cepheden yalnızca
biriydi: doğrudan yabancı yatırım, yurtdışında çalışan
işçilerden gelen havaleler, mal fiyatlarının artışı,
Bütün yumurtaları yüksek ürün fiyatları
ve yurtdışı pazarları sepetine koyarak merkez-sol
hükümetler dış tahrikli krizden ulusal ekonomiyi
korumak için, iç pazarlarını, ithal yedekli sanayileşme,
toprak reformu, tarım ve maden ile ilşkili üretim
yapısındaki kamu yatırımları ve enerji kaynaklarını
geliştirme yoluyla derinleştirme noktasında büyük bir
imkânı kaçırdılar.
DENİZAŞIRI ÜLKELERDEN GELEN
İŞÇİ HAVALELERİNE BAĞIMLILIĞIN
TEHLİKELERİ
Latin Amerika rejimleri, yurtdışında çalışan
vatandaşlarının son derece kırılgan yasal ve ekonomik
durumlarını görmezlikten gelerek, buralardan
gelen milyarlarca dolarlık gelire dayalı projelerin
sürekliliğini esas aldı ve bunu ekonomi politikası
olarak yapısallaştırdı. Yurtdışında çalışan işçilerin
büyük çoğunluğu oldukça kırılgan bir pozisyondalar:
birçoğu kâğıtsız (illegal göçmenler), durgunluk
ve ekonomik çöküş dönemlerinde çabucak işsiz
kalıyorlar. İkincisi inşaat, turizm, bahçıvanlık ve
temizlik gibi durgunluk nedeniyle şiddetle etkilenen
sektörlerde çalışıyorlar. Üçüncüsü ya az ya da hiç
kıdeme sahip olmayıp ve ‘en son işe alınıp, en önce
kovulan’ durumundadırlar. Dördüncüsü, birçoğu
işsizlik sigortası elde edebilecek durumda değiller.
Hayatlarını sürdürebilecek imkânlara sahip değillerse
yurtdışı edilmeyle yüzyüze kalıyorlar. Yurtdışında
çalışan işçilerin yüksek düzeyde olumsuz etkilenişini,
yoksulluğu ve ödemeler dengesindeki olumsuz eğimi
artıran Latin Amerikaya yurtdışından gelen multimilyar dolarlık işçi havalelerindeki düşüşte görebiliriz.
Ürün Fiyatlarındaki Dengesizlik
SOSYAL LİBERALİZMİN (‘MERKEZSOL’) SINIRLARI VE EKONOMİK KRİZ
Yeni milenyumun ilk on yılı boyunca, yeni
YABANCI YATIRIMA BAĞIMLILIĞIN anlamdaki merkez-sol rejimler neo-liberalizme sövüp
TEHLİKELERİ
saydılar ve kendilerini ‘XXI. yüzyıl sosyalistleri’
Latin Amerika’nın yabancı yatırıma dönük olarak adlandırdılar. Pratikte bunun anlamı, mevcut
açık kapısı krizin başlıca sebebidir. Yabancı yatırım ekonomik yapılara ve ticari politikalara, ticari
Latin Amerika’nın iç büyümesine bağlı olarak, mal/ ortaklarlıklarda ve yabancı yatırımcılarla yapılan
78
bazı durumlardaki ‘ortak işletmeler’de birtakım
ayarlamalar yapmak suretiyle sosyal harcamalardaki
artışları eklemek oldu. Dönem süresince rejimlerin
tümü çağdaş Avrupa sosyal demokrat yönetimlerine
benzer sosyal liberal politikaları hayata geçirdiler:
yoksulluk-karşıtı programlar, işsizlik yardımları ve
asgari ücretlerde artış için büyük harcamalarla serbest
ticaret ve yabancı yatırım için açık kapı politikasını
kombine ettiler. Diğer taraftan da kârlar, ticareti,
tüketimi ve borç kredi uzatımlarını finanse eden
tarım-maden ve banka elitlerine aktı.
Yine de bütün sosyal liberal model ürün
ihracına dayalı strateji krizinin kırılgan yapılarına,
çabuk değişen ticari gelirlere ve kırılgan yurtdışı işçi
havalelerinden gelen gelirlere dayanıyordu. Latin
Amerika ihraç piyasası kuruyunca ve ürün fiyatları
düşünce, gelirler azaldı ve işçiler işsiz kaldı. Sosyal
liberal model negatif büyümeye girdi, istihdamdaki
ve yoksulluk azalımındaki önceki kazanımlar tersine
döndü.
ALBA’nın kurucusu Venezüella Başkanı Chávez
hâlen petrolünün satışının yüzde 80’lik bölümüyle
ABD pazarına, petrol satışından gelen yüzde
70’lik devlet gelirine ve ABD askeri işbirlikçisi
Kolombiya’dan yapılan yüzde 50’nin üzerindeki gıda
ithaline bağımlıdır. Bölgesel entegrasyon tamamlayıcı
yatırımların ve maden, petrol ve diğer hammadde
ürünlerinin endüstrileştirilmesi için ortak kamu
işletmelerinin hayata geçirilmesinin planlanmasıyla
mümkündür.
7. ABD-Kolombiya askeri üslerine ve ABD
askerileştirme stratejisine karşı koymayı amaçlayan
Latin Amerika rejimleri arasındaki ortak güvenlik
paktlarının aynı zamanda ortak silah sanayisi kurma ve
dışardan alımları azaltma gibi ekonomik fonksiyonu
da olabilir.
8. Ticaretin Asya’ya doğru çeşitlendirilmesi
ve ABD, AB’ye bağımlılığın azaltılması gereklidir
ancak eğer ihracat muhtevası ağırlıklı olarak
temel ürünler olacaksa bu yeterli değildir. Ticari
ortakları değiştirmek ancak ‘sömürgeci biçim’deki
ticari şablonlar kırılganlığı azaltmaz. Bolivya,
Brezilya, Peru ve Ekvador başta olmak üzere Latin
Amerika, temel ürünlerinin sanayileştirilmesinde
ve Çin’e, Hindistan’a, Japonya’ya ve Kore’ye ihraç
edilmesinden önce değerinin eklenmiş olmasında
ısrar etmeliler.
Özet olarak, güncel dünya krizi sosyal
liberal politikaların ve rejimlerin sınırlarını ve
sürdürülebilinemezliğini ortaya çıkardı. Kırılganlığın
ve dengesizliğin kabulü, toprak sahipliğinde, ticaret
biçiminde ve stratejik sanayinin mülkiyetinde
değişikliğe dayanan daha titiz bir yapısal dönüşüm
için ön çalışma yapmayı gerektiriyor. Güncel kriz
hem neo-liberal hem de sosyal liberal reçeteleri
boşa çıkardı ve sosyal mülkiyete dayanan sosyal
harcamaları işaret eden yeni düşünceye kapıları açtı.
(Eylül 2009.)
SOSYAL
LİBERAL
MODELİN
ÇÖKÜŞÜNDEN ÇIKAN DERSLER
Sosyal liberal rejimlerin süregiden
deneyiminden birçok önemli ders çıkarılabilir.
1. Pozitif sosyal programlar dıştan gelen
etkileri azaltan yapısal değişiklikler olmaksızın
sürdürülebilir değildir.
2. Dıştan gelen etkileri azaltabilme, yabancı
temelli sermayenin tipik davranışı olan sermaye
uçuşunu engelleyebilmek için stratejik ekonomik
sektörlerin kamu mülkiyetinde olmasına bağlıdır.
3. Ekonomik kırılganlığı azaltma, krize
uğrayan, mali olarak kontrol edilen emperyalist
merkezlerden uzak pazarları çeşitlendirmeye bağlıdır.
Daha büyük ekonomik dayanılırlık, iç bölgeler arası
ticareti yükselten ve ticareti hızlı büyüyen bölgelere
yönlendiren iç pazarın derinleştirilmesine bağlıdır.
4. Sosyal harcamalar anlık gerekli geçici
çarelerdir ancak yoksulluğun ve düşük gelirlerin
James Petras’ın Lahaine.org adlı sitesindeki
kökenine inmez. Tarım ve maden üretimi ile ilişki İngilizce orjinalinden Türkçeye Canan Ateş tarafından
kuran ve onunla bütünlenen yerel gıda üretimi ve yerli çevrilmiştir, 14 Eylül 2009, Caracas.
sanayilerdeki büyük ölçekli gelişme finansmanı ve
yatırımı ile bağlantılı geniş çaplı toprak dağıtımı, dış
pazarlara bağımlılığı azaltacak ve ekonomiyi istikrarlı
hâle getirecektir.
5. Yabancı ticaret ve stratejik maden işletmeleri
üzerindeki devlet kontrolü, ekonomik çeşitliliğin ve
yeniliğin finanse edilmesi için ekonomik artı değerin
yakalanmasına hizmet eder.
6. Bölgesel bütünleşme güzel sözlere
dayalı deklarasyonlardan güncel icraata ve pratiğe
geçmelidir. Bölgesel entegrasyona öncülük eden ve
79
hatırlatma defteri
TÜRKÜLERİN BAS BARİTONU:
Ruhi SU
1912'de Van'da doğdu. 20 Eylül 1985'te
İstanbul'da yaşamını yitirdi. Bas bariton,
Türk hal müziği yorumcusu, besteci ve şair.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ailesinin bütün üyelerini kaybetti. 10 yaşına kadar yoksul
bir ailenin yanında büyüdü. İlköğrenimini
Adana Öksüzler Yurdu'nda yatılı olarak
yaptı. Bu dönemde müzik yeteneği ve sesinin
güzelliğiyle dikkat çekti. Müzik öğretmeninin desteğiyle keman
dersleri aldı. Bir süre askeri liseye devam etti. Ortaöğrenimini
Adana Lisesi'nde parasız yatılı olarak tamamladı. 1936'da Ankara Müzik Öğretmen Okulu'ndan mezun oldu. Aynı Yıl Riyaseti Cumhur Filarmoni Orkestrası'nda (Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası) kemancı olarak çalışmaya başladı. Bir süre
sonra kemanı bırakarak şan çalışmalarına yöneldi. Ankara Devlet
Konservatuvarı'nda yeni oluşturulan Opera Bölümü'ne kabul edilen ilk 4 öğrenci arasındaydı. 1942'de konservatuvardan mezun
oldu, Ankara Devlet Opera ve Balesi'nde çalışmaya başladı. Birçok operada önemli roller aldı. Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde
müzik öğretmeni olarak çalıştı. Halk türküleriyle ilgilendi. Halk
türkülerini kendi geliştirdiği özgün üslubuyla söyleyebilmek
için saz çalıştı. 1943-1945 arasında Ankara Radyosu'nda halk
türküleri söyledi. İlk konserini 1944'te Ankara Halkevi'nde
verdi. Türkiye Komünist Partisi'ne yönelik operasyon sırasında
tutuklandı, operadaki görevine son verildi. 5 yıl cezaevinde yattı.
20 ay Konya'nın Çumra ilçesinde polis gözetiminde kaldı. Uzun
bir aradan sonra 1960'ta İstanbul'da tekrar seyirci karşısına
çıktı. 1981'de Avustralya'ya giderek Türk göçmenlere konser
verdi. Yurtdışında birçok konsere katıldı. Son konseri 6 Şubat
1983'te Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Haftası'nda düzenlendi.
Sanat yaşamı boyunca 16 45'lik plak, 12 uzunçalar plak doldurdu. Kendi şiirlerinin yanısıra Nâzım Hikmet'ten, Türk halk
ozanlarından ve diğer şairlerden çeşitli şiirleri besteledi. Şiir, yazı
ve konuşmalarını 1975'te basılan "Ezgili Yürek" adlı kitabında
topladı. Anısına hazırlanan "Ruhi Su'ya Saygı" kitabı da 1986'da
yayınlandı.
80
İNSAN VE EMEK
Bir sergiyle geldi bahar
Ne don vurur, ne meyve verir
Öylece bir çiçek düşlemesi
Ne güzel bir oyundur canim
Taslara bakan gözün çiçeği görmesi
Benim memleketimde bugün
Kirk elli bin liradır
Resmin metrekaresi
Ve dillere destandır canim
Turan Erol beyazıyla Bodrum’un mavisi
Bir gece kulübünde bugün
Kırk bin, elli bin liradır
Bir Zeki Müren dinletisi
Ve elbette güzeldir canim
Emeğin değerlendirilmesi
Ama benim memleketimde bugün
İnsan kani sudan ucuz
Oysa en güzel emek insanin kendisi
Kolay mi kan uykularda kalkıp
Ninniler söylemesi
Belki bu nedenle, yazık
Asılmış gibi durur
Asılmış gibi kederinden
Duvarlarımda resim
Çalgılarımda müzik
RUHI SU
HALKIZ BİZ
Pablo NERUDA
Şilili Şair Pablo Neruda, Santiago’da 1973 yılında öldü.
Pablo Neruda (asıl ismi: Ricardo Eliezer Neftalí Reyes Basoalto) (12 Temmuz 1904 Parral,
Şili - 23 Eylül 1973 Santiago), Şilili yazar ve şair. Her şeyden önce ülkesindeki ve İspanya’daki
faşizme karşı durmuştur. 1971 yılında edebiyat dalında Nobel Ödülü almıştır.
Yaşamı boyunca güçlü siyasi duruşuyla tanınmıştır. Sürgüne gönderilmeden önce açıksözlü
bir komünist olarak, Şili Komünist Partisi’ne hizmet etmiştir.
Şair takma ismini Çek meslektaşı Jan Neruda’dan türetmiştir. Daha sonra bu isim yasal adı
olarak kalmıştır.
1970 yılında Şili başkanlığına aday gösterilmiş, ancak daha sonra başkan seçilen Salvador
Allende’yi desteklemiştir. Allende seçilince Neruda’yı Şili’nin Fransa elçisi olarak görevlendirmiştir. İki buçuk yıl
bu görevi yürüten Neruda 1972 yılında sağlık sorunları sebebiyle görevden çekilmiş ve Şili’ye dönmüştür. 24 Eylül
1973’de kalp yetmezliğinden hayatını kaybetmiştir.
Alandaki Ölüler
Düştükleri yere ağlamaya gelmiyorum:
sizlere geliyorum, sizleri yokluyorum, yaşayanları,
seni ve beni yokluyorum ve dövüyorum bağrını.
Daha önce de düşenler oldu. Ansır mısın? Elbet, ansırsın.
Aynı ad ve soyadları vardı onların da.
San Gregorio’da, yağmur dolu Lonquimay’da,
Ranquil’de dağılmış her rüzgarda,
İqueique’de kuma gömülmüş,
deniz boyunca ve çölde,
duman boyunca ve yağmurda,
bozkırdan adalar denizine dek
öldürüldü diğerleri de,
senin gibi Antonio’ydu adları
ve balıkçı ya da demirciydi senin gibi:
Şili’nin eti, yaralanmış yüzleri
rüzgarla,
bozkırın işkence ettikleri,
acıyla damgalanmış.
Anayurdun duvarları ardında,
yakınında kar’ın ve kardan cam butiklerin,
ırmağın yeşil yaprakları ardında,
güherçilenin ve başakların altında
gördüm halkımın kan damlalarını,
ve her bir damlası ateş gibi yanıyordu.
Pablo Neruda
Şili’de bir duvarda Pablo Neruda
81
Emile ZOLA
Émile Zola, (2 Nisan 1840 – 29 Eylül 1902) Fransa’da natüralizm akımının öncüsü
olan ünlü bir yazardır. Zola’nın edebiyat dışındaki şöhreti ise, Dreyfus Davasında
takındığı aydın tavrından kaynaklanmaktadır. 1897 yılında Fransız ordusunda Yahudi olması nedeniyle askeri yargının duyarsızlığına kurban giden yüzbaşı Dreyfus’u
hükümetin bütün baskılarına rağmen savunan ve Fransa devlet başkanına hitaben
“İtham Ediyorum” makalesini yayınlayan Zola, baskılardan dolayı Fransa’yı terkedip
bir süre Londra’da yaşamak zorunda kaldı. Çabaları sonucunda Dreyfus Davası’nın
yeniden görülüp adaletin yerini bulması sonucu yurduna döndü. Émile Zola, 1902
sonbaharında, yatak odasında duman zehirlenmesinden öldü. “Nana”, “Germinal” ve
“Meyhane” en tanınmış romanlarıdır.
Edgar Allan POE
Şair ve öykü yazarı Edgar Allan Poe, 7 Ekim 1849’da 40 yaşındayken hayata
veda etti.
19 ocak 1809’da Boston’da dünyaya gelen ve üç yaşında anne-babasını kaybeden
Poe’nun yaşamı hiç kolay olmamıştı. Bir aile tarafından evlat edinilen Poe’nun
huzursuz ruhu ve uygun sayılmayana olan ilgisi, bir gölge gibi yaşamı boyunca onu
izledi.
Yaşadığı trajedilerin etkisiyle mi karanlık ruhları anlattı, yoksa anlattığı karanlık
ruhlar yaşadığı trajedinin edebiyata yansıması mıydı bilinmez ama trajedinin,
yaşamının her evresinde onu bir şekilde pençesine aldığı kesindir.
Gençlik çağlarındaki asi davranışlarından dolayı eğitimini tamamlayamayan Poe, önce kumar oynadığı
gerekçesi ile üvey babasınca üniversiteden alındı, ardından girdiği askeri okul West Point’ten atıldı.
Tam yaşamında huzur ve denge aradığı dönemde kuzeni Virginia ile karşılaştı ve ona aşık oldu. Büyük aşkı
evlilikle sonuçlanmışsa da Virginia’nın vereme yakalanması ve ölümü Poe’yu hızla alkole ve delilik nöbetlerine sürükledi.
Bu dönemde yazdığı birçok eseri dünya edebiyatının unutulmazları arasına girdi. Poe, karısının ölümüne
ancak yedi yıl dayanabildi ve 40 yaşındayken Baltimore-Maryland’de hayata veda etti.
Edgar Allan Poe, eserlerinde korkuyu alışılmadık bir biçimde ele alır. Korku çirkin yanı ile değil ürpertici yanı ile adeta okurun karşısına dikilir. Mistizm, reenkarnasyon ve günahını çekme eserlerinin ortak
özelliğidir.
Hikayeleri, şiirleri ve özellikle ‘Arthur Gordon Pym’in Maceraları’, ‘Kızıl Ölümün Maskesi’, ‘Morgue
Sokağı Cinayeti’ ve ‘Siyah Kedi’ en önemli eserleri arasındadır.
82
MEHMET UZUN
Mehmet de öldü.
Mehmet Uzun.
'Türk çocuklarıyla Kürt çocuklarını öldürmeyin' diyen bir yazar.
Ömrünü Kürtçe’ye adamıştı.
Kimsenin okumadığı bir dilde yazdı inatla.
Sükunetle konuşurdu.
Hiç kızdığını, sinirlendiğini görmedim.
O kadar bilgiliydi ki şaşardınız.
Sanki her şeyi okurdu.
Her şeyi bilirdi.
Hep barış isterdi...
İsterdi ki Kürt çocuklarıyla Türk çocukları birbirlerini öldürmesinler...
Ve tam da çocuklar birbirlerini öldürürken öldü.
"Ne yapacağız" derdi, "Ne yapacağız Ahmet bu çocuklar için?"
Hiçbir şey yapamadık işte Mehmet.
Öldü çocuklar.
Ölüyorlar.
Daha da ölecekler...
Mide kanseri nedeniyle uzun süredir tedavisi gören Kürt yazar Mehmet Uzun 11 ekim 2007 de vefat etti. 2006 yılının
Ekim ayında Diyarbakır’ın büyüsüyle yaşama dönen Uzun, bir yıl sonra yine aynı ayda gözlerini yumdu yaşama.
Hastalığında kısmi düzelme görülen Uzun, 10 Ekim 2007 de aniden fenalaşarak Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi
Hastanesi Yoğun Bakım Ünitesi'ne kaldırıldı. Uzun, 11 Ekim 2007 saat 11.05'te yaşama gözlerini yumdu.
JEAN ARTHUR RIMBAUD
‘Gün doğarken, ateşli bir sabırla
silahlanmış olarak en güzel
kentlere gireceğiz.’
20Ekim 1854’ te Fransa’nın
kuzeyinde Ardenler bölgesinde
Charleville kasabasında, Bourbon
Sokağı 73 numaralı evde doğar.
Subay olan babası Frédéric, annesi
Vitalie’yi genç yaşta terk eder.
Vitalie Cuif (Rimbaud)’un Roche
kenti yakınlarında çiftlik sahibi olan
varlıklı bir aileden geliyordu. İlk
doğan çocuklarına babanın adı olan
Frédéric ismi konulur
Annenin genç yaşta eşinden
ayrılmasının baskısıyla yaşayan Rimbaud 8 yaşında laik
bir eğitim sistemi olan Rossat Okulu’na verilir. Daha sonra
Sous Les Alleés sokağına taşınırlar ve Sofu olan annesi
tarafından dini eğitimde verilen Charleville Koleji’ne
verilir. Din dersleri ve Latincesi oldukça iyi olan Rimbaud’a
okulda “küçük pis yobaz” adı takılır. Öğretmeni Ariste
Lheriter’in destekleri üzerine yazdığı şiire daha çok
özenir. O sıralarda Çağdaş Parnasse dergisini okur,
Théophile Gauiter, Théodore de Banville, Léon Dierx ve
Paul Verlaine gibi şairlerin şiirleriyle tanışır. Charleville’de
düzenlenen geleneksel edebiyat yarışmasında birinci olur.
Öksüzlerin Yılbaşı Armağanları (Les Etrennes des
Orphelins) adlı şiirini Revue Pour Tous dergisine gönderir
ve bilinen ilk yazılı şiiri budur. George Izambard ile
tanışıp, fikirlerinden etkilenir.Ofelya, Demirci, İzlenim,
Güneş ve Ten gibi şiirleri bu döneme rastlar. Bu sırada
çıkan Paris Komünü ayaklanması ve Prusya-Fransa savaşı
siyasi çizgisinide belirlemiş olur. Bu sırada Paris’in meşhur
kafelerinde şiirler yazıp, çağın sanatı, siyaseti hakkında
tartışmalara katılır.. 1873’te ilk şiir kitabı Cehennemde Bir
Mevsim (Une Saison En Enfer) yayımlanır.
1878’de Marsilya’dan İskenderiye’ye geçer ve bir süre
Kıbrıs Larnaka’da Rum, Türk ve Araplara çevirmenlik
yapar. Daha sonra kalçasında oluşan bir şişlik ve yarayla
hastaneye yatar, teşhis Kalça Neoplazmasıdır (bir çeşit
kalça kanseri), bu yüzden bir bacağı kesilir. 21 Mayıs’ta
annesine yazdığı mektupta hastalığından, eklem ve
kemik hastalığı olarak bahseder. Bu sırada asker kaçağı
olarak arandığı için hasta haliyle zor günler yaşar.
Sadece “Jean Rimbaud” ismini kullanır ve kayıtlarda
ismi bu şekilde geçer. Aşırı morfin tüketimi ve kanserin
yayılması ölümünü hızlandırır. 10 Kasım 1891’de henüz
37 yaşındayken Marsilya’da ölür. Marsilya Conception
Hastanesinin avlusunda şöyle bir levha vardır:
“Aden’den gelen şair JEAN ARTHUR RIMBAUD yeryüzü
serüveninin son bölümünü 10 Kasım 1891’de BURADA
tamamladı”
83
gerçekçİ ol İmkansızı İste
ERNESTO CHE GUEVARA
84
Ernesto Che Guevara 14 Haziran çarşamba günü Arjantin'in
önemli şehirlerinden Rosario'da doğdu.
yüklenmiş oluyordu.
23 Şubat 1961'de Küba Devrim Hükümeti bir sanayi bakanlığı
kurarak Che'yi bunun başına getirdi. Ancak Playa Giran
çatışması sırasında, tekrar kale komutanlığı görevine getirildi.
Daha sonra az gelişmiş ülkelere çeşitli seyahatler yapan Che,
sömürülen halkları ve emperyalistleri daha yakından tanıma
fırsatı buldu. Bu durum Che'nin savaşçı yanının tekrar
canlanmasına yol açtı.
Che henüz iki yaşında iken ilk astım krizine yakalandı.
Sierra Maestra'da Batista ordularına karşı savaşırken Che'ye
zorlu dakikalar yaşatan bu hastalık,Bolivya ormanlarında
Barrientos'un askerleri tarafından vuruluncaya kadar yakasını
bırakmadı
Yüksek mühendis olan babası Ernesto Guevara Lynch, İrlanda
asıllı bir aileden, annesi Clia dela Sena ise İrlandalı-İspanyol
karışımı bir aileden geliyordu.Che üç yaşında iken ailesi Buenos
Aires'e yerleşti. Daha sonraları astım krizlerinden dolayı
Che'nin durumu daha da kötüleşti. Doktorlar tedavisinin çok
güç olduğunu, mutlaka iklim değiştirmesi gerektiğini söylediler.
Böylece Guevara ailesi yeniden göç etti.Cordoba'ya yerleştiler.
Artık başka Latin Amerika ülkelerine gidip halkları örgütlemesi
gerektiği kararını vermişti.1965 Eylül'ünde bilinmeyen ülkelere
doğru yola çıktı. 3 Ekim 1965'de Fidel Castro, Che'nin ünlü
veda mektubunu Küba Halkı'na okudu.
...Ve ölüm Che'yi Bolivya'da Higueras yakınlarında yakaladı.
Barrientos'un askerleri O'nu 7 Ekim 1967 gecesi Hieguras
yakınlarında kıstırdılar. Bacağından ağır bir yara aldı ve
Hieguras'da bir okula hapsedildi. Kimsenin karşısında eğilmedi.
Ve 9 Ekim günü Barrientos'un kiralık katillerinden Mario
Turan'ın dokuz kurşunuyla can verdi.
Guevara ailesi tipik bir burjuva ailesi idi. Politik eğilimleri
itibarıyla da sola açık liberal olarak tanınırlardı. İspanya iç
savaşında açıkça cumhuriyetçileri desteklemişlerdi. Zamanla
maddi durumları bozuldu. Che, eğitim bakanlığına bağlı Dean
Funes lisesine başladı. Okulda İngilizce eğitim yapılırken,
annesinden de Fransızca öğreniyordu. Daha ondört yaşındayken
Freud'un kitaplarını okumaya başlayan Che, Fransızca şiirlere
bayılırdı. Baudelaire'e karşı büyük bir tutkusu vardı. Onaltı
yaşında ise Neruda'ya hayran olmuştu.
CHE Guevara'nin Sözleri
Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin... Savaş sloganlarımız
kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse
ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla
cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi, safa geldi...
Guevara ailesi,1944 yılında Buenos Aieres'e göçtü. Durumları
iyiden iyiye bozulmuştu. Che, biryandan öğrenimine devam
ederken bir yandan da çalışıyordu.Tıp fakültesine yazıldı.
Fakültedeki ilkyıllarında Arjantin'in kuzey ve batı bölgelerini
baştan başa dolaşmış, buralardaki orman köylerinde cüzzam ve
tropikal hastalıklar üzerinde çalışmalar yapmıştı.
*Devrimcinin görevi devrim yapmaktır.
*Gerçekçi olalım, imkansızı isteyelim.
Son sınıfta iken Che, arkadaşı Alberto Granadas ile bütün
Latin Amerika'yı içine alan bir motosiklet turuna çıktı. Bu
tur ona, Latin Amerika'nın sömürülen köylülerini yakından
tanıma fırsatı verdi. Che, 1953 yılının Mart ayında üniversiteyi
bitirmiş doktor olmuştu. Venezuella'daki cüzzam kolonisinde
çalışmak üzere anlaşmıştı. Buraya gitmek için çıktığı yolculuğu
sırasında Peru'ya da uğradı. Orada yerliler hakkında daha önce
yayınlanmış bir incelemesi yüzünden tutuklanarak cezaevine
gönderildi.
*Dizlerimin üstünde yaşamaktansa, ayaklarımın üstünde
ölmeyi tercih ederim.
*Devrimden başka bir hayat yoktur.
*Bir yalan, hangi amaç için söylenmiş olursa olsun, her zaman,
en kötü gerçekten daha kötüdür.
Gerilla Savaşı ve Özgürlük Eylemlerinde
Hapisten çıktıktan sonra Ekvator'da bir kaç gün kaldı.
Burada Ricardo Rojo adında bir avukatla tanışması hayatının
dönüm noktası oldu. Che, Venezulla'ya gitmekten vazgeçip,
Ricardo Rojo ile birlikte Guetamala'ya gitti. Devrimci
Arbenz Hükümeti sağcı bir darbe ile devrilince Arjantin
büyük elçiliğine sığındı. İlk fırsatta ihtilalcilerin safına
katıldı. Faaliyetlerinden dolayı elçilik binasından çıkartıldı.
Guetamala'da kalması tehlikeli bir durum alınca Meksika'ya
gitti. Ernesto, Guatemala'da bir çok Kübalı sürgün ve Fidel
Castro'nun kardeşi Raul ile karşılaşmıştı. Meksika'ya geçtiğinde
ise Fidel Castro ve arkadaşları ile tanışarak Küba devrimcileri
safında yer aldı. Daha sonra Granma gemisiyle Küba'ya hareket
etti ve savaşın sonuna kadar en ön safhada yer aldı.
*Şansın yok, bunu kullan!
*Bir, iki, birden çok Vietnam yaratalım.
*Birşeyi yapmak için, onu çok sevmelisiniz. Birşeyi sevmek için,
ona delicesine inanmalısınız.
*Savaşan, kaybedebilir. Savaşmayan, çoktan kaybetmiştir.
*Vur, korkak herif, sonuçta sadece bir adam öldüreceksin.
Ölmeden önce, katiline
En önemlisi, kabiliyetinizi koruyabilmeniz, dünyanın
neresinde olursa olsun her haksızlığı kendinize karşı yapılmış
gibi hissetme kabiliyetinizi. Bu bir devrimcinin en önemli
özelliğidir.
Devrim sonrasında Binbaşı Ernesto Che Guevara Havana'nın
la Cabana Kalesi'nin komutanlığına getirildi.1959 yılında
Küba vatandaşı ilan edildi . Bir süre sonra silah arkadaşı Aleida
March ile evlendi. 7 Ekim 1959'da Milli Tarım Reformu
Enstitüsü başkanlığına atandı. 26 Kasım'da da Küba Milli
Bankası başkanlığına getirildi. Böylece Che ülkenin mali işlerini
Fidel Castro ve çocuklarına yazdığı son mektubundan
85
CHE’DEN KORKUN, O ŞİMDİ HER YERDE!
Sibel ÖZBUDUN
“Dayanışma
halkların şefkatidir!”[1
Vallegrande’ye giden yol, dağlar arasında kıvrıla
kıvrıla uzanıyor. Yol dediğime bakmayın, dar bir patikada seyrediyoruz saatlerdir. Yol boyu heyelan, çöküntüler. Yapım-onarım çalışmaları. Sık sık geçişin kontrollü
olarak, iki saatte bir, yarım saat süreyle verildiği geçitlerde
durmak zorunda kalıyoruz…
Bolivya’nın geçtiğimiz günlerdeki karşı-devrimci
kalkışmada başı çeken Santa Cruz kentinden sabahın
dördünde yola çıktık… Arabanın içerisinde beş kişiyiz.
Temel, ben, şoförümüz Rubin… Rubin aramızdaki tek
yerli. Aslında Cochabamba’lıymış. Çocukluğunda Santa
Cruz’a göçmüş, ailesiyle birlikte. “Cochabamba’da iş bulmak imkânsız gibiydi,” diyor. Terbiyeli, sessiz, saygılı…
Luis, rehberimiz. Annesi-babası İtalyan’mış. 5560 yaşlarında. Briyantinli, siyah boyalı saçları, arkaya
doğru taranmış. Başında Santa Cruz’un özerklik talebini
simgeleyen yeşil şapka… Sözüm ona İngilizce (hatta
Fransızca da) biliyor; ama geçiniz… Arada Vivian’ın
yanlış İngilizce telaffuzlarını düzeltmekten başka pek işe
yaramadı “tercümanlığı”.
Ve Vivian. 27-28 yaşlarında, sarışın, oldukça tombul, tur operatörümüz. Babası Sırp-İtalyan, annesi
Bolivyalıymış. Aksanlı İngilizcesi’yle makineli tüfek
gibi sıralamaya başlıyor. Bir gün önceki, ülkenin ikiye
bölünmüşlüğünü teyit eden referandum hakkında ne
düşündüğünü sorduğuma, soracağıma pişman oluyorum. Ağzından dökülenlerde yeni bir şey yok: Santa
Cruz sokaklarında dolaştığımız üç-dört gündür, garson
delikanlıdan tezgâhtar kıza, trafik polisinden hediyelik
eşya satılan mağaza sahibine, kent meydanında “açlık
grevi”ne yatmış belediye meclis üyesinden Kadınlar
Birliği mensuplarına, hemen herkesin dilindeki ırkçı
klişeler… “Emeğinin ürünlerini, zenginliklerini uyuşuk
yerlilere kaptırmak istemeyen Avrupai, çalışkan Santa Cruz’lular; Bolivya’yı Küba’ya çevirmek isteyen,
Chavez’in elinde oyuncak olmuş Evo; onun popülist söylemlerinin büyüsüne kapılmış, ne istediğini bilmeyen cahil, koka bağımlısı yerliler…” üzerine bitmez tükenmez
bir diskur… En iyisi vurup kafayı uyumak.
Vallegrande’ye saat 11.00 dolaylarında vardık. Eğri
86
büğrü sokakları, küçük meydanı, kilisesi ile bir yayla
yerleşimi. Halkın büyük bölümü yerli. Ama Santa Cruz
otonomistleri (yol boyunca geçtiğimiz diğer köylerde
olduğu gibi) burada da hâkim gözüküyor.
Bizi yerli rehber karşılıyor. 18-20 yaşlarında, uyanık
bir Guarani delikanlısı. Önce meydandaki Che müzesini ziyaret ediyoruz. İki katlı, derme çatma bir bina. Alt
katı uyduruk bir arkeoloji müzesi şeklinde düzenlenmiş.
Üst katta ise Che’nin yaşamından kesitlerle bir fotoğraf
galerisi yer alıyor. “Museo Municipal Ruta del Che Che
Guevara”… İçimizdeki “bunca yola, bu kadar çeneyi çekmeye değdi mi?” burukluğunu birbirimizden gizlemeye
çalışıyoruz Temel’le.
Müzeyi ardımızda bırakıp yola devam ediyoruz.
“Che Yolu”nda ikinci durağımız, Che ve yoldaşlarının
katledildikten sonra getirildikleri hastane bahçesindeki yıkama yeri. Dikdörtgen biçimli, küçük, kerpiç bir
yapı. Duvarları, önceki ziyaretçilerin karaladıkları
yazılardan görünmez olmuş. Ortasında bir musluk ve
bir küvet. Öldürüldüğünü cümle aleme göstermek üzere
Che’nin cansız bedeninin, fotoğraflarının çekilmesi için
yerleştirildiği küvet. Rehberimiz başının konulduğu yeri
gösterdiği an, bende film kopuyor…
1967’de, o meş’um Ekim ayındayım artık. Latin
Amerika’nın çeşitli ülkelerinden kopup gelmiş, ölümle
dalga geçen genç devrimciler.
Göğü fethe çıkmış 37 genç insanın fütursuzluğu.
Karşımızdalar. Etrafımızdalar. Bastığımız toprağın
altındalar. Pervasız, gülüşüyorlar. “Ölüm nereden geldiyse, hoş geldi…”
Vadide bir sis bulutunun içerisinde deviniyoruz.
Yakın zaman öncesine, bedeninden artakalanları Küba’ya
nakledilene dek Che ve 18 yoldaşının kemiklerinin
gömüldüğü anıt mezar. İşte, “Ernesto Guevara del Serno,
‘Che’, Argentino-Cubano” yazılı plaka, ayak ucumuzda.
[Bir kontr-gerilla “halkla ilişkiler” taktiği mi? “Bizden”,
yani “Bolivyalı” değil, “Argentino-Cubano”. Burada ne
yaptığı meçhul bir “yabancı”, bir “bozguncu”, bir “dış
mihrak”… Che ve yoldaşlarını katleden Amerikan
işbirlikçisi Bolivya silahlı kuvvetleri, iyi ki “Arjantin dölü”
demeyi akıl edememişler…]
Sonra dağdaymışız… Gencecik, parçalanmış bedenler
helikoptere dolduruluyor. Sonra aynı bulut bizi bir başka
simgesel anıt mezara, Tania ve diğer yoldaşların, dar bir
toprak yolu kat ederek ulaşılabilen ücra mezarına taşıyor.
Gencecik gerillaların adlarının kazındığı taşlar sıra sıra
dizilmiş. Karşıda bir pano: Tania’nın portresi ve Fidel’in
mektubundan pasajlar… “İnsanlar akıllarında aynı ideali
taşıdığında…”
Yüreğim eziliyor…
Genç yerli rehberimize köylülerin o zamanlar
Che’nin öldürülmesini nasıl karşıladıklarını soruyoruz. “O’nu bilmiyorlar, tanımıyorlardı ki… Gerillaların
çoğu yabancıydı. Öldürülmelerinden iki gün sonra, hastanenin bahçesinde sergilenen bedenleri görmelerine
izin verildiğinde, oraya meraktan gittiler.”
Ya şimdi?
“Şimdi tabii çok daha iyi tanıyorlar. ‘Keşke başarılı
olsalardı; belki çok daha iyi bir dünyada yaşıyor olurduk,’
diyorlar…”
***
O artık her yerde… Ve her yerde olan insan
Che’den söz etmek, postmodern zamanların unutturup,
kayıtlardan sildiği aşk, hayat ve isyandan söz etmektir…
Ertuğrul Kürkçü, “Bir devrimi istemenin onu
başarmaya yetmediğini, ama ancak bir devrimi hakikâten
istemenin ve onun için bu dünyadaki bütün çıkarlardan
vazgeçebilmenin onun yegâne özel imkânı olabileceğini
somut olarak kavramamıza hizmet ettiği için önemlidir,”[2] diyor Che örneği için! Doğrudur…
***
Örnek mi dediniz? Alın o zaman: 1964 yılında
“kökeni” ile ilgili olarak Fas’ta yaşayan Maria Rosario
Guevara’ya yazdığı ünlü mektubunda, “Yakın akraba
olduğumuzu sanmıyorum, ama dünyada gerçekleşen
herhangi bir adaletsizlik karşısında eğer siz de öfkeyle
titriyorsanız, yoldaşız demektir ve bu çok daha önemlidir,” der Che… Onun yakınlık, “akrabalık”, adaletsizlikler
karşısında öfkeyle titreyerek, ona karşı dövüşmektir ki,
bu da tamı tamına, aşka ve hayata tutkuyla sarılmaktır;
başkaldıran sevdalı insana özgüdür!
***
Sevdalı isyancı Che, salt bir Arjantinli değildir; bir
Guatemalalı, bir Kongolu, bir Bolivyalı, bir Kübalı, evrensel bir Don Quijote, kozmik bir gerilladır; “Küba
halkının Batista diktatörlüğüne karşı kazandığı silahlı
başarı, hem tüm dünya haber organlarında yer alan
destansı bir zafer, hem de halkın kendisine eziyet eden
hükümetten gerilla mücadelesi yoluyla kurtulma kapasitesini açıkça göstererek, Latin Amerika halk kitlelerinin
davranışlarına dair eski dogmaların yıkıcısı olmuştur”
diyen...
***
87
O kapitalist sömürü ve emperyalist talana karşı
savaşmıştır. Öylesine adanmış bir savaştır ki bu, yaşam
için ölümü kucaklamakta bir an dahi duraksamaz…
“Kübalı kötü örnektir, çok kötü örnek. Bu kötü örnek,
ileriye doğru yürürken, tehlikeler karşısında dimdik
durduğu sürece tekel rahat uyuyamaz. Sözcüler ‘onu yok
etmek gerekiyor’ diye haykırır. Meclis’te vekil kılığına
girmiş tekel uşakları, bu ‘komünist’ kalesine müdahale
etmek lazım’ diye bağırırlar... hepsinin demek istediği şey
aynıdır: ‘Onu ortadan kaldırmalı’...”[3]
Farklılığı, idealleri için her şeyi göze alan devrimci, romantik cüretindedir; hani kapitalizmin bizlere
unutturduğu insan yanımızdadır…
Onun bu özelliği, herkese insan olduğunu, yitirilmiş
insanlık onurunun tekrar kazanılabileceğini anımsatır:
“Che’yi bir görüntü olarak sevenler ise en azından onun
isyankâr bir sosyalist olduğunu, dünyayı değiştirmek
için devlere savaş açmış bir kahraman, bir erdem anıtı
olduğunu biliyor, bir efsaneyi sever gibi seviyorlar. Bu
sevgi, özledikleri en güzel dünya için onlara bir işaret
veriyor. Sınıf mücadelesine giden yol için...”[4]
Denilebilir ki, Che insan yanımızdır; dostumuz,
“amigo”muzdur. Bilinir ki ‘Che’, İspanyolca “hey”
anlamına gelen bir ünlemdir. Ve Ernesto’ya bu adı
yoldaşları takmıştır; herkese “Che amigo” diye seslendiği
için...
Herkese, bir nefes içtenliğiyle yakındır…
Işıl Özgentürk’ün ifadesiyle -tam da bunun için, “Küba’da herkes Başkan Fidel’i eleştirebilir ama aziz
kabul ettikleri Che’ye kimseler toz kondurmaz…”[5]
Ekleyelim, onun içindir ki Latin Amerika kentlerinin
deli-bozuk caddelerinde homurtularla yol alan rengarenk
otobüslerin arkasında bir Hz. İsa portresi resmedilmiştir,
bir de Che’ninki…
***
İnsanlara bir nefes kadar yakın olan Che, düşmanları
içinse bir nefret nesnesidir… Üstelik düşmanın vatanı
ne olursa olsun, fark etmemektedir bu. Örneğin Oscar ödüllü İngiliz yönetmen Kevin Macdonald, Che
Guevara’nın Bolivya’da CIA tarafından yakalanmasında,
‘Lyon Kasabı’ lakaplı Nazi savaş suçlusu Klaus Barbie
kullanıldığını açıklıyor. Che’yi yakalayan seçkin askeri
birliğin, ‘Rangers’ın komutanı emekli General Gary
Prado ise AFP’ye açıklamasında, Bolivya’da Che’yi
anmayı, “ulusal onura hakaret” olarak gördüğünü söylüyor! Ya da Che’nin katledildiği harekâta katılan eski CIA
ajanı Gustavo Villoldo, “Che’yi hâlâ öldürülmesi gereken bir suçlu ve haydut olarak gördüğünü” belirtiyor.
Veya ABD’li muhafazakârlar, Kübalı devrimci liderin
fotoğrafının basılı olduğu bir CD kutusunu Target’ın
raflarından kaldırtıyor! Ve ‘Investor’s Business Daily’,
“dükkânlarını Marksizm tezgâhlarına dönüştürüp katil
devrimcinin fotoğraflarını satmak”la suçladığı Target’a
şöyle çatıyor: “Psikopat Che, kitlesel infazlarda başrol
oynamış, Küba’daki gulag sistemini örgütlemiş ve
çocukları ölüm mangalarının önüne koymuştur. Peki
sırada ne var? Hitler çantaları, Pol Pot tavaları ve Pinochet külotlu çorapları mı?”
“Demokrat”tan sayılan Obama bile yakasını
sıyıramıyor bu “kin”den! Fox 26 televizyonu, Houston’daki
Obama’ya ait bir seçim bürosunun duvarında yer alan,
üzerinde Ernesto Che Guevara’nın resmi bulunan
Küba bayrağının görüntülerini yayınlayınca kıyamet
koptu. Tepkiler üzerine, Obama’nın kampanyası Küba
bayrağının asılı olmasını “uygunsuz” bulan açıklama
yayımladı ve bayrak kaldırıldı!
Che, onları hâlâ korkutmaktadır ve korkmakta
haklıdır!
***
Yine de Che’ye, düşmanlarının yapamadığı
kötülüğü “kapitalist kültür endüstrisi”nin “popüler
ticarileştirilmesi” yapıyor.
Örneğin Che’nin kızı Aleida Guevara’ya göre
babasını pazarlama aracı yapmak, onun sosyalist ideallerine hakaret etmekle eşdeğer...
içeceklerin satışını arttırmak veya İsviçre üretimi cep
telefonu pazarlamak için kullanılması çok üzücü. Biz ailece para istemiyoruz. Babamın anı ve ideallerine saygı
gösterilmesini istiyoruz.”
“O bir pop ikonu değil! Babamın yaşamı boyunca
mücadele ettiği kapitalizmin parçası hâline gelmesi bizi
utandırıyor. Onun anısına sahip çıkmalıyız. Ölümüyle
birlikte onun gibi düşünen insanlar onu neredeyse pop
yıldızı hâline getirdi. İnsanlar babamı seviyorlarsa onu
daha iyi tanımaya çalışmalılar. Bundan hoşlanmayacağını
bilmeliler,” diyor…
Evet, evet Che’nin katledildiği operasyona katılan
CIA eski ajanı Gustavo Villoldo’nun, tıpkı “tılsım” olarak
satmak üzere kurbanlarının uzuvlarını kesip saklayan
ortaçağ cellatları gibi, onun ölüsünden kestiği bir tutam
saçın, cansız bedenin iki fotoğrafının ve parmak izinin
satışa çıkartıldığı koordinatlarda “ölüsü bile para eden”
Che’nin “ticarileştirilmesi”ne izin verilmemeli!
***
Aleida, babasının “pazarlama aracı” olarak
kullanılmasına isyan ediyor. ‘The Guardian’daki habere
göre Aleida, “Che figürünün farklı kesim ve sınıflardan
insanların birbirlerine düşman olmalarına araç olarak
kullanılması beni üzüyor. Bu çok utanç verici bir şey.
Kapitalizmi devirmek için savaşan ve bu yolda ölen
bir adamın İngiliz votka markası satmak, Fransız gazlı
88
Sadece “ticarileştirilme” mi; hayır, bir de çarpıtma
var…
Örneğin Latin Amerika’daki sosyalist devrimlerle İran
devrimi arasındaki ortak yönlere dikkat çekmek amacıyla
25-29 Eylül 2007 tarihlerinde Tahran’da düzenlenen Che
Guevara sempozyumu ateizm tartışmalarının gölgesinde
geçmişti. Sempozyum düzenleyicilerinin Che’nin ateist
kimliğini sansürleme girişimi karşısında toplantıdan
çekilme kararı alan Latin Amerikalı katılımcılar, bu
konuyu toplantı salonu dışına da taşıdılar.
Müslüman gerilla lideri Mostafa Chamran (Mustafa
Kamran) ile Che arasındaki benzerlikleri vurgulayan
İran heyetinin yaklaşımlarını, özellikle de konuşmacı Haj
Saeed Ghasemi’nin tutumunu protesto edenler arasında
Che’nin kızı Aleida Guevara da vardı.
Che ve Fidel’i anti-emperyalist ve anti-ABD yönleriyle sahiplenen ancak anti-komünist tutumlarından
ödün vermeyen İranlıların, Küba ile SSCB arasındaki
ayrılıklara vurgu yaparak Che’nin komünist olmadığını
kanıtlama gayretleri Latin Amerikalı katılımcılara tepkiyle karşılayacaktı.
“Che ve Fidel’in sosyalist veya komünist olmadıkları
yolundaki iddialar karşısında ‘Küba halkı adına’ bir
açıklama yapan Aleida Guevara’nın ‘biz sosyalist bir ulusuz’ şeklindeki sert ifadesi ise sinirlerin iyice gerilmesine
yol açtı. Che’nin inançlı olduğu iddialarına karşı Aleida, ‘Babam hiçbir zaman tanrıdan konuşmadı. Tanrıya
hiçbir zaman inanmadı. Babam, hiçbir mutlak gerçek
bulunmadığını biliyordu’ şeklinde yaptığı çıkış ise sansürlenmek istendi.”
***
Özetle El Che’nin ya da tam adıyla Ernesto Guevara
de la Serna’nın, bu günlerde adı sıkça duyulacak yeniden.
14 Haziran 1928’de Arjantin’de doğan doktor Che, 9
Ekim 1967’de öldürülmüştü...
Kemikleri, 17 Ekim 1997’de Bolivya’daki gerilla
harekâtı sırasında ölen yoldaşlarından altısıyla birlikte, Küba’da, devrimin zafere ulaştığı kent olan Santa
Clara’daki anıtmezara askeri törenle gömüldü.
Onu yitirişimizin 41. yılındaysa Küba Büyükelçiliği
Birinci Sekreteri Alejandro Simancas, “Che’den bahsetmek hem kolay hem zor bir iştir” diyordu, haklı olarak.
Ve Simancas devamla, Che Guevara’nın pek az bilinen
yönlerinden birini anlatmıştı: Şairliğini!
“Che’nin hekimliğini; 1950’lerde ilk kez tıp
öğrencisiyken, ikinci kez de mezun olur olmaz yaptığı
Latin Amerika gezilerini; halkların ezilmişlik ve
hastalıklarını izlemesini; Guatemala’da komünist partiye yazılışını; ikinci gezi sırasında fışkıran şairliğini;
Meksika’da doktorluk yaparken Fidel Castro ile
tanışmasını; Küba’ya hekim olarak davet edilişini gözden
geçirdim. Küba’da sağlık hizmetlerinin ve tıbbın ileri
düzeyinin arkasında Che’nin bulunuşunu da...
Che hep insan kurtarmanın peşinden mi gitmişti?
Önce hekim sonra devrimci olarak... Ölecek olan
hastalarına şiir yazan bir doktor hiç tanıdınız mı?
1955’te yazdığı şiirde ‘Öleceksin yaşlı Maria/ doğruları
söylemem lazım sana/ Acılarla dizili bir tespih gibi
hayatın/ bir seveni, sağlığı ya da parası olmayan/ yalnız
açlık olan paylaşılacak/ beklentilerini konuşacaktım
89
seninle’ demişti. 2007’de onun 20’den fazla şiirinin yer
aldığı bir kitap Guatemala’da yayımlandı. Peki, bu genç
şair kendi yaşamını da bir şiir olarak mı kurgulamıştı?
Jean Paul Sartre hem eylem hem düşünce adamı olan
Che için ‘yüzyılın en eksiksiz insanı’ dememiş miydi?
Che, Küba devrimine katılır; elçi ve bakan olur. Bir
gün gelir, Bolivya’ya gerilla mücadelesine gitmeden önce,
orada öleceğini öngörerek çocuklarına yazar: ‘Özellikle
dünyanın herhangi bir yerinde işlenen herhangi bir
haksızlığı kalbinizin derinlerinde daima hissedebilin’!”
***
Gerçekten öldü mü Che? Latin Amerika yerlileri
Onun Condor olup, özgürleştirme kavgasını verdiği
Latin Amerika göklerinde uçtuğundan söz ederler…
Doğumunun 80’inci yılı onuruna memleketi
Arjantin’in ardından İspanya’nın özerk bölgesi Galiçya’da
da bir heykel dikildi. 32 bin nüfuslu Oleiros kasabasında
aile kökleri Galiçya’ya uzanan Fidel Castro’nun yakın
dostu bağımsız Belediye Başkanı Angel Garcia Seoane,
“O bir özgürlük savaşçısıydı, uluslararası bir gerilla ve
işçiydi. Hayata geçirilebilir ütopyaların ve dünya devrimcilerinin sembolüdür,” diyordu.
O kadar heryerdedir ki, sefil katilleri hayatlarının geri
kalan kısmını onun “hayaleti”yle boğuşarak geçirmek
zorunda kalırlar… “Che’yi katledenlerin kimisi araba
kazasında, kimisi uçak kazasında, kimisi korkusundan intihar etti, kimisi de alkolden öldü. Che’ye kurşun sıkarak
bizzat öldüren Mario Teran ise ancak 40 yıl sonra ortaya
çıkabildi. 40 yıl boyunca Che’den köşe bucak kaçarak
yaşamak zorunda kaldı. O zaman özel komando timinde
görev yapan Teran, CIA ile özel bir anlaşma yaparak, koruma altına alındı. Che’nin intikamının bir gün alınacağı
korkusu hayatının bir parçası oldu.”[6]
Ha geçerken bir şey daha: “Maro Téran, yeniden
dünyayı görebilmesini, öldürdüğü insanın, uluslararasına
örnek olmaya devam eden, özel sağlık elçilerine borçlu.
Che’nin katili, ‘kahraman gerilla’nın en samimi ve vefalı
arkadaşı Fidel Castro’nun gönderdiği doktorların sayesinde görme duyusuna yeniden kavuştu. Bazen tarih, kimi
sürprizleri bünyesinde saklıyor”![7]
***
Bolivya’da katledildikten yıllar sonra Küba’ya getirilebilen Che’nin anıt mezarında çocuklar şimdi, “Hasta
Siempre”yi okuyorlar…
Artık sözü silah arkadaşı Fidel’e bırakmanın vaktidir:
“… ‘El Yuro vadisinde, 8 Ekim 1967’de bir nehri
geçerken neler olup bittiğini anlatan bir telgraf geldi.
Telgrafların çoğunda anlatılanlar yalandı. Ama bu telgraf
gerçekten olmuş bir şeyi anlatıyordu. Gerillayı yok etmenin bir tek şekli vardı ve o insanlar böyle bir şeyi uyduracak hayal gücünden yoksundular. Che gelmiş, nehri
geçmiş. Onu nehrin karşı tarafında bekletmişler, nehrin
ortasındayken ateş açmışlar... (...) O ölüm acısıyla o gün
bir konuşma yaptım ve şunu sordum: ‘Çocuklarımız nasıl
olsun istiyoruz?’, ‘Che gibi olsunlar istiyoruz’ diye yanıt
verdim. Bu da öncülerin andına dönüştü: Komünizm
öncüleri: Biz Che gibi olacağız. (...) Che öldüğünde
savunduğu tek şey sömürülmüş ve baskı altındaki Latin
Amerika halklarının hakları, davasıydı. Şehit olduğunda
savunduğu tek dava, dünyadaki yoksul ve ezilmiş
insanların davasıydı.”
Che, yaralı yakalandıktan sonra CIA’in emriyle Bolivya diktatörü Renè Barrientos’un askerlerinden Mario
Turan’ın kurşunlarıyla can verdi de ne mi oldu?
Hiçbir şey! Che hâlâ, tüm insani özellikleriyle yaşıyor
ve savaşıyor!
Küba’ya onurunu kazandırdı/ özgür bir ulus olmanın,/
Bolivya ise, ağlıyor/ kurban edilen yaşamına.
Aziz Ernesto de la Higuera,/ Köylüler böyle diyor
ona,/ ormanlar, çayırlar ve dağlar,/ ya özgür vatan ya
ölüm!
Yazgısıydı bu onun…”
Ya da Arif Damar’ın ‘Che’ başlıklı şiiridir:
“Bir sesti O/ Bütün sesler içinde ayrı
Yürü diyen bir ses/ Savaş diyen bir ses/ Katıl diyen
bir ses
Dağlar yadırgamaz en yüksek sesi/ Sesi dağlara uygundu”
Hem de Fidel’e “Son Mektup”unda dediği gibi:
“Fidel,
Dünyanın başka ülkeleri benim mütevazı çabalarımın
yardımını istiyor. Ben senin Küba’ya olan sorumluluğunun
sana imkân vermediği şeyi yapabilirim. Ayrılmamızın
zamanı geldi.
Bunu acı ve sevincin karışımıyla yaptığım bilinsin;
burada benim kurucu umutlarımın en safını ve sevdiklerim arasında en sevgili olanı bırakıyorum ve beni
evladı gibi kabul eden bir halkı bırakıyorum. Bu, benim
ruhumdan bir parça koparmaktır. Yeni savaş alanlarında
bana vermiş olduğun inancı, halkımın devrimci ruhunu,
görevlerin en kutsalı olan nerede olursa olsun emperyalizme karşı mücadele etme görevini yerine getirme duygusunu taşıyacağım.
Başka gökler altında son saatim geldiğinde benim son düşüncem bu halk ve özellikle sen olacaksın.
Öğrettiklerin için ve eylemlerimin en son sonuçlarına
dek sadık olmaya çalışacağım, örneğin için sana teşekkür
ettiğimi, devrimimizin dış politikası ile her zaman
özdeşleştiğimi ve buna devam edeceğimi, sonumun
geldiği herhangi bir yerde Kübalı devrimci olmanın
sorumluluğunu duyacağımı ve öyle davranacağımı,
çocuklarıma ve karıma maddi hiçbir şey bırakmadığımı
ve bundan üzüntü duymadığımı, aksine sevindiğimi,
onlar için hiçbir şey istemediğimi çünkü devletin onlara yaşama ve eğitim görmeleri için gereken her şeyi
vereceğini biliyorum.
Her zaman zafere kadar!
Veya Metin Demirtaş’ın ‘Che Guevara’ dizeleri:
“Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara.
Bakma şimdi durgunsa,/ bir şahan gibi duruyorsa/
yorgundur, savaşlar görmüştür,/ çeteciler barındırmıştır/
yani satılmış değillerdir/ /
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara.
Çünkü Vietnam hepimizin Vietnam’ı/ Kongo hepimizin Kongo’su
Bir kere özsu yürümüştür dallara/ Patlayacaktır ağır
sancılarla karanlıklar/ Varmak için o güzel yarınlara
Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara…”
16 Ekim 2008 11:20:45, Ankara.
NOTLAR
[1] Ernestro Che Guevera.
[2] Ertuğrul Kürkçü, “Devrimin Yüzü: ‘Che’…”, Radikal İki, 12 Ekim 2008, s.3.
[3] Ernesto Che Guevara, Gerilla Savaşı, Çev: Süleyman Doğru-Romina Kavak Büyükişman, Everest Yay.,
2008.
[4] Aydın Çubukçu, “Seven Çok, Yolundan Giden
Yok!”, Evrensel Pazar, 7 Ekim 2007, s.6.
[5] Işıl Özgentürk, “Dostum, Arkadaşım, Kardeşim”,
Cumhuriyet, 27 Şubat 2008, s.10.
Ya vatan ya ölüm! Che…”
***
[6] Der Spiegel, No: 41, 2007.
“Sonuç mu?”
[7] Salim Lamrani, “Che’nin Katili, Mucize Operasyon ve Kübalı Doktorlar”, Atılım, Yıl:4, No.2008 35
(224), 23 Ağustos 2008, s.12.
Mesela Che Guevera’ya adanmış, yazarı ve bestecisi
Victor Jara’nın, ‘Zamba Del Che’ si:
“Bu sambayı söyleyerek geliyorum,/ özgürlüğün
adımlarıyla.
Gerillayı öldürdüler,/ Komutan Che Guevera’yı./
Ormanlar, çayırlar ve dağlar,/ ya özgür vatan ya ölüm!
Yazgısıydı bu onun/ /
90
"Bu Aşkın Ölümdür Kafiyesi, Dağlara Filan Denk Gelir"
Sezai Sarıoğlu
"Kayaların hep başka kayalarla ilintileri var. Oysa kuşların
Diyorum bir kuşlar düşüncesiyle ilintisi var da, onlar
Sanki hiç uçmuyorlar, durmadan kopuyorlar
Bir gizlilik biçiminden, dünyanın böyle ne olduğu biçiminden
Kopuyorlar bir bir / Kopsunlar, ben bunu anlıyorum"
Edip Cansever
"Kavram olarak Che", "tarihsel ve siyasal bir hakikat
olarak Che" ezbere biliniyor. "Che kavramfnın dünya
tarihsel izdüşümleri ile, "Che imgesi" arasmdaki
bütünlük ise koparılıyor. Oysa, "Siyasal Che okuması" ile
"im­gesel Che okuması", -kavramlarla imgeler arasındaki
farkı unutmadan- iç içe yapılabilir. Burada kaçınılması
gereken şey Che'yi, "mistik - metafizik" bir mitos olarak
ele almamak, mülkiyet dünyasının, reklam ideolojisinin
nesneleştirdiği "Che hırsızlamasına ideolojik düzeyde
de karşı koymaktır. Bu, siyasal bir kıskançlığın ve/veya
"siyasal budduanm" ötesinde, özgürlük dünyasına ait
olanı kavramak, sosyalizme içkin değerleri mülkiyete/
tabuya dönüştürmeden sahiplenmektir.
"Neler öğrenmiyor ki çetrefil güz / Deneysiz bahardan"
Cemal Süreya Che; dünyaya yeni anlama biçimleri getiren
bir çetrefil güz... "İnsanlardan eşya yapılan dünya"nın,
deney sözlüğü... Tarihin düşle işleyen cep saati... Dünyaya
bir defaya mahsus olarak bakmayan, hiçbir şeyin
tammlanamadı-ğı bir dünyada, bütün eksik kalmaların,
ne ki artakalan olmayanların tanı­ğı... Che; koro ve solo
sorduğumuz sorularımız... Che; solo yanıtlarımız, şekilli
düşler halinde...
"Ne güzel duruşun var senin / Doğayı kımıldatmadan"
Edip Cansever Che, artık klasik olmuş bir mitos. Klasik
olan herşey gibi, bütün sınıflan, ulusları, cinsleri, toplumsal
ve siyasal kategorileri, gün günden onların şek­lini
almayan mitos... "Sayılan artık kırkı geçen haramiler"in
reklam ideolo-jisiyle örtmek istediği, uzun ince bir sol...
Büyüklüğüne, kahramanlığına, yakışıklılığına yapılan
yapay ve biçimsel övgüye karşın sonsuz bir şimdinin
söylencesi. Doğayı kımıldatmadan duran bir görüntü...
Hem epik, hem de lirik... En uzağa, en yakına bakan
yüreğiyle de gören gözler: /"- Göz değil kırmızının
bilimi."
"Bir çiçek yolumu kesti!" Cemal Süreya
Che; muhalif, haşarı, yere göğe sığmayan özelgüzel
bir çiçeğin yolumuzu kesmesi... Che; siyasal bir alıntı,
ezberlenen bir figür, "süsüne kaçan" bir fotoğraf olarak
yolumuzu/soluğumuzu /solumuzu kesip gitmenin
suçsuzlu­ğu... Ayakkabılarını ters giyen muhalif bir çocuk,
"bazı anılar eşya, bazı düşler yaşlı"nın tersi... Che; anılar
da ve düşlerde görünen insan... Che; muhalif bir çiçeğin
"Ne gelir elimizden
insan
olmaktan
başka" diyerek yo­
lumuzu
kesmesi.
Che; bir kitabın
kenar notunda, bir
bildirinin "yaşasın" ve
"kahrolsun" kenannda,
duvara asılmış lirik bir
aşkiya fotoğrafında
rastladı­ğ ımız, Che;
tanışmanın önsözü, an
ile başlayan, romantik,
siyasal, hüma­n ist,
radikal bir sürece
dönüşen, tekrar an olarak tek karede anı'laşan... Che;
aşkların ve yolculukların karakutusu...
"O kadar ilginçtir ki yüzü / Bilmem ayakları var mıdır"
Edip Cansever Che, bir dünya şikayetçisi. Biz fotoğraflann
yalancısıyız, "o kadar ilginçtir ki yüzü"nün hatırlatığı
duvar yızaları... Che; durmadan yüzünü yorumla­yan,
durmadan yeni yüreğine taşman bir düşyalı. Ellerini
nereye koysa ya­kışıyor... Yüreğini nereye koysa yakışıyor...
Ölünce de, sinemaya giden, "işi gücü gökyüzüne bakmak"
olan tek kişilik sözlü tarih atelyesi...
"Ah, okumaya başlamadan önce/Çiçeklere su vermek
lazımdır." M. C.Anday Che; en çok ezberlenen
bir sembol... Her karşılaşmamızda ezberimizi bo­
zan bir mitos. Uzun nehirlere, uzun gökyüzüne binip
uzaklaşılmadıkça an­laşılması olanaksız olan suyun kalbi...
Uzun zamanlarda yaşayan, sayı bi­len, imla hatasını
önemsemeyen Latin kalpli çocuk... Che; bakmadan önce
çiçeklere su vermemiz gereken, "Gemilerin uzun uzun
taşıdığı bir ölü." Hep birlikte imgesinde kurtulduğumuz
birbaşınalık... "ey kim varsa orda o tek olanın adına çekin
kürekleri"...
"Onun kırmızı yapraklardan yapılmış/Bir zamandışılığı
vardır" E. Cansever Che, kuşları durmuş zaman kadar
eski bir yol saati... Kuşları uçan tarih ka­dar yeni... Che,
zamandışı bir sevinç, "solak hendese".. Che, "kırmızı yan­
lışlarımı çok severim"in tarihe ve iradeye inanan mucidi...
Başlangıcı sona bırakmayan ironi... "Aşk dediğin haram
olur, helal olunca o aşk olmaz..." Che, haram aşkların
yolcusu... Yeraltı sularının, yeraltı aşklarının, yeraltı
denizlerinin, yeraltı ırmaklarının, yeraltı dağlarının ve
yeraltı çiçeklerinin desteklediği, takma adlarla dünyayı
dolaşan, "biz belki de en uzun yaşamalı bir su'yuz" diyen
iradeye verilen su... "bir adam gelir bir düzeni bozar
kalır"...
91
"Sonunda anladım ki / Bir kitapta resim şart" C. Süreya
Che; devrimin lirik ve romantik yüzü... Latin Amerika
devrimci romantizmi­nin fotoğraf eki... Devrimin,
düşlerin, gülüşlerin, hissesiz harikalar kumpan­yasının
solokoro fotoğraf eki... Che; görmenin konuşmadan
önce geldiği, sa-dace bakarak işaretleşilen, bir dünyada,
"başlangıçsız bir çiçek"... Che; hep poz veren bir fotoğraf,
düş ilânları kadar neşeli... Lirik ve büyülü yüzün enin­
de ve boyunda çetrefil bir güz, deneysiz bahar... Che,
"uyurken yüreğimizi düzeltemeyiz"in manifestosu... Che;
her fotoğrafı düşbükey bir ayna... Che; resimli bir aşk:
"bu aşkın ölümdür kafiyesi, dağlara filan denk gelir"
"Bütün mümkünlerin kıyısında" Turgut Uyar Che;
İmkansız olanla gerçek arasında bütün mümkünlerin
kıyısında... Bi­lincin mümkün olana tercihi, mümkün
olmayan da kırılması... Tarihin, do­ğanın, bilincin,
pratiğin belleğinin, mümkünler denemesinin özeti...
Sına-mayanılmanın ötesi; uykusuz ve mümkün
bir sinemayanılma... Durup du­r urken kendimize
benzettiğimiz, düşlere bakma durağı... Che; yürüyüş solu'ndaki müfrezenin ayakizlerinin alt yazısı...
"En kardeş yerlerimi tek başıma uçardım/Ve rahat
ederdim." M. C.Anday Che; yaprakların iki yüzü yazılı
bildirisi, kuşların lirik manifestosu... En kardeş yerlerini
tek basma uçan solo bir kuş... Her eylemi dipsiz bir
konuş­ma olan koro bir üst dil... Hatırlayarak unutanlar
için, tarihlerine ve talihle­rine küsenler için hüzzam bir
sitem: "bu gelen silah sesiydi evet ne kadar da benziyordu
insan sesine"...
"Azizim, güzel atlar güzel şiirler gibidirler / Öldükten
sonrada tersine yarı­şırlar, vesselam!" Ece Ayhan
Che; annesinin, her yolculuğa çıkışta "tez gelsin" diye
peşinden okyanuslar döktüğü yolculuklar ustası... Kübalı
esmer şoförün gözündeki "at" imgesi: "... onu sevmekle
kalmıyorlardı, ona hayrandılar da. Kamulaştırılmış lüks
Cadillac'ımızın şoförü Candela ona at diyordu. Bu
Küba ağzındaki en bü­yük övgüyü ancak üç kişiye layık
görüyordu: Fidel, Che, Shakespeare'e. (...) Cendela
kestirmeden coşkuyla bir çağlayan gibi Elisabeth dönemi
oyun yazarından ve yapıtlarından söz etmeye başladı:
'Sanırım, o kesinlikle bir at'tı, yapıtlarında çok filozofça
ve eğitici, beyim.'" Eduardo Gakano Che, dilin eyleminde,
eylemin dilindeki özgür kafiye... "Gök boş. Nereye
bağlasam atımı?" Sonsuzluğa giden kuşların terkisine...
"Kitaba düştüm, (...)/ kitaplar büyük / kitaplar çocuk, /
kitaplar en uzak, en güzel yolculuk" Nâzım Hikmet
Che; yolun/yolculuğun/yolcunun bilgisi ve bilinci.
Dili, gövdesi yanlış za­manlanmış bir sevgillerin reddi...
Ulaşılmazlık imgesi; görünen ve yok olan. Che; sözün,
bedenin ileriye, geleceğe doğru, düşün, ütopyanın
ise şimdiki zamana doğru geriye devinimi. Che,
alışkanlıkların gücüne karşı koyan resmiyete sığmayan
adalı öteki... Che; düşlerin tarihini araştıran, yönlere tarih
düşen, ölenlerin ve kalanların en yakışıklısı... Che; "İnsan:
Mavinin içindeki düşünce"... Che; birey'in efsaneleşmesi,
efsanenin birey­leşmesinin miladlarmdan biri... Che;
92
aşklar, yolculuklar ve gitmeler nereli­dir, diyen zamane
düşyalı... Che; hiçbir yerde, hiçülke'de yaşayan sessiz ka­
labalıklara sesli dili...
"Kuşlar her yıl Peruya ölmeye giderler"... Che, aslına
benzeyen mitosinsan. Tarihin, felsefenin, şimdiki
zamanın ve gelecek zamanın çocuğu. Che; "kahramanlar
zamanında ölmeli" sözünün gerçeği. Son sözü söyleyen,
ölmeden önce, "uçmak ve kopmak" üzerine ko­nuşan;
kuşları delil bırakan teoriden ve pratikten doğma aşkiya...
Che, bir üst dil; söylence dili. Kendi renkleri tarafından
kovalanan düşsel göçkuşa-ğı.Jmkanlı ve imkansız Sol
Mohikan... Her gün dünyanın şeklini alan, her-gün
dünyaya şekil veren Latinoamericana bir doğaçlama.
Che; kuşların fev­kalade aşk ve meşk nüshası...
"Ruhi Bey de çiçek alırdı / Nedense benden alırdı. Çünkü
ben çiçekleri çok biçimli tutarım"... Edip Cansever
Che; çiçekleri çok biçimli tutmanın imlası... Düşyalı
elleriyle çiçekleri en biçimli ve en romantik tutan
akranımız. Dünyanın ve suların huysuzu... Kendimize
efsane, hayat bilgisinde yanlışların çoğunluk oluşturduğu
ma­hallemizin herkese imla kılavuzu efsane...Che;
gözümüzü kapatıp baktığı­mızda çiçeL.Che; gözümüzü
açtığımızda kendini biçimli tutan bir çiçek... Che, imgesi
Che olan, tarihe ve coğrafyaya geçen inatçı yerli...
"Mitos yitme n'olur" Cemal Süreya
Che; sonlu ve sonsuz birbirimizden çoğalmanın, bilincin
ve bilinçaltının, tarihin ve felsefenin kenarnotunda
insanlaşmak için seksek oynayan, "bütün söz vermelerin
tarihçesi"... Che; sevmeyi bilenlerin, kuşları ve düşleri
kü­çük adıyla çağıranların icadı, sevginin, yolculukların
lirik ağıtı... Che, kendi içinde ve dışında gezinmekten
yorulmayan öteki kalbimiz: "Kalbim, diyo­rum/ Yorgunsa
da, yaralıysa da, hepimizin aşkına sevgili?"
"Ölmeden önce biraz gezdirin beni" Cemal Süreya Che;
sürekli bir şimdiki zaman, sürekli bir gelecek zaman...
Sokağa en erken çıkan güneşin taşrasında oturan çocuk...
Dağlara bir diyalog ola­rak çıkan,"- ölümün ömrü bir
gün/ galiba aşk ömür boyunca" dizelerinin gençliği...
Doğanın insanileşmesi, insanın doğalaşmasının imkanı.
Yansı şimdiki, yarısı gelecek zaman, adı bütün düşlere
eşit, "eskimolarla üşüyüp, zencilerle terleyen"... "Ağacın
dalları uzar tek bir dalda/ tek bir dalda gö­mülmek ister
ağaç" dizeleriyle ölürken yaprak açan... Che, "Ölümün
biçimi çizilmez"in anlamı... Başka türlü yaşanamayacak
bir hayata sempatizan... Che, tarihin, felsefenin şiirsel
yanıtı: "Barış ve savaş bir, / Doğa ve insan birdir,/ Hız ve
ölüm bir." İnsanın bütün hallerini denemiştir Che... Che,
öl­dükten sonra da her zaman yürürlükte...
"O şarabi eşkiyalar / Onlar da olmasa benim gayrı
kimim var"...Can Yücel Che; doğa, tarih, siyaset, kuşlar ve
söylenceler gibi, düş adıyla çağırdığımız en yakınımız...
Che, adını anınca uzaklardan sevindiğimiz, cebinde
kuş taşıyan çocuk... Aklımıza, düşümeze her geldiğinde
fotoğrafına baktığımız:
"Ve nasıl göz gözeyiz ansızın bir infilak."
Gidebilmek Bilinci
Levent Sergin
Tren tam sekizde kalkıyordu. Yolcu
edenim yoktu, karşılayanım da ol­
mayacaktı. Bu görüntüden, kıyışız
göze alışlardan bana gidebilmek kala­
caktı. Che'nin ölüm fotoğrafındaki o
gülümseme...
O gülüşe ne çok şey sığdırmıştık.
Çok bilinçle yapmamıştık ama Ekim
devrimi törenleri bürokratlarının yerine duvarlarımıza
Che'nin fotoğrafı­nı asmamızın bir açıklaması
olmalıydı. Şimdi açıklayabiliyordum; o, biz­den biriydi,
ona dokunabilirdik. Comandante'ydi, bizim Che'ydi.
Birinci sigarası içerdik, filitreli içince küçük-burjuva
olunuyordu. Che ağzından eksik olmayan purosuyla
gülümsüyordu. Haki üniforması me­zara kadar sürecek
bir savaş halini simgeler gibiydi. Yürüyüşlerde niçin
"..İki üç daha fazla Vietnam" sloganını attığımızı şimdi
daha iyi anlıyo­rum. Biz yürüyorduk. Che gidebilmek
bilinciydi. Bütün takı ve sıfatları bırakarak (ve belki,
iktidarın yozlaştırıcı etkisini bilip de bırakarak) gide­
bilmekti. Ve bu, gür sesli kardeşlerimizin teatral
bir havayla söyledikleri "akın var güneşe akın"
dizeleriyle çokça örtüşüyordu. Arkasından ağla­
yanların gözyaşlarını ağır bir zincir gibi boyunlarında
taşıyanlardan de­ğildik. Ve kanaat: Adımlarımızın
ritmiyle tarihin akışı mükemmel uyuşu­yordu.
Foco, ocak demekti, ama biz bilmiyorduk. Bilmediğimiz
için sanıyorum, foco nitelemesiyle karşılaştığımızda
kuyruğuna basılmış kedi gibi tepki gösteriyorduk.
Fotoğraf, comandante'yifoco'suyla bir dinlenme anında
gösteriyordu. Yorgun yüzü gençliğimizi anlıyordu.
Tren tam sekizde kalkıyordu. Karanfiller Yoldaşına
Mektup henüz yazıl­m amıştı. Gitarın uzun
yolculuğuna geri dönmemizden iki on yıl kadar
önceydi. Fidel, Olas Kongresi'nde resmi sosyalizmin
ulusal kurtuluş ha­reketlerini desteksiz bırakmasına
veryansın ediyordu. Başlıca geliri şe­kerden olan Küba,
başlıca alıcısı SSCB'ne olan ekonomik bağımlılığının
politik bağımlılığa çıkmayacağına kendini inandırmak
istercesine enternasyonalist bir çizgiyi sahipleniyordu.
Che, Bolivya'daydı, Patria O Muerta Venceremos'un
anlamını sonradan, daha çok da yaşayarak öğrenecektik. Siyah beresi yana yıkık, alnında kızıl yıldızıyla
Latin Amerika portresine dönüşen o
gerillacıya dokunabilirdik. Dokunabilirdik
çünkü, varmak için o güzel yarınlara bizim
de dağlarımız vardı.
And Dağları'nın yeni bir dünya kurmaya
çıktığı bir zamandı. Eşitlik öz­gürlük
ve kardeşlik şiarı bir kez daha 1789'un
kaldırımlarını yürüyordu. Öğrencilerin
ellerinde kızıl bayraklar vardı, "bir başka alem"
istiyorlardı, bir başka coğrafya. Dünya yurttaşlığı ilk
kez bu kadar yaygın bir şekilde, böylesine sanlınabilen
bir yakınlıkta Che'nin fotoğrafıyla buluşuyordu.
Soyadının benzerliğinden yola çıkarak akraba olup
olmadıklarını soran o Arjantinli kadına verdiği yanıt ne
kadar öğreticiydi: "Akraba olduğumu­zu sanmıyorum"
diyordu; "ama dünyanın diğer ucunda yapılmış bir
hak­sızlığı şuranızda duyuyorsanız, bu, kanbağından
öte bir şeydir, akrabadan daha ileriyiz, demektir."
Arjantinliydi, Kübalıydı. Manos Loizos, gecenin
kimin için postallı adama sinyal verdiğini anlatıyordu.
Gölgelikleri arıyorlardı, O'nu arıyorlar­dı. Yunanistan'da
Albaylar Cuntası dönemiydi ve Şili'de Allende'nin
devrilmesinden dört yıl kadar önceydi. Theodorakis,
11099 No'lu Hücre'yi henüz bestelememişti. Her şey
tamamdı. Tekne biraz ötede bekli­yordu. Soğuk bir güz
günü Panagoulis, manyetoyu çeviriyordu, ama bomba
patlamıyordu. Yakalandığında yalnız olduğunu, bütün
hakların gaspedildiği bir rejimde zorbayı öldürmenin
hak olduğunu söyleyecekti. Papadopulaki diyecekti
gardiyan askerlere, işkencecilerinin suratına tü­
kürecekti. 1972 kışında Denizimiz Şarkışla'da
kuşatıldığında askerlere ateş açmayacaktı, kendisini
sorgulamaya kalkışan valinin üzerine yürüye­cekti.
İdeolojimizin ulusal kurtuluşçuluktan tam anlamıyla
sıyrılamadığı bir zamandı.
Tren tam sekizde kalkıyordu. Şimdi akkor zamanıdır
demişti Jose Marti, yakında yalnız ışık gözükecekti.
Bundan otuz yıl kadar önce Sierra'nın Sakallıları,
öngörüyü doğrulayan ilk müfreze olarak Havana'ya
giriyor­lardı. Dünyanın kırlarından dünyanın kentlerine
giriyorduk. Onlardan bi­ri, Comandante Che Guevara,
devrimin altıncı yılında Fidel'den yeniden yola çıkış
için izin istiyordu. O devrimin "muchato"suydu, kamış
93
kes­mekte kullanılan bir pala kadar yalın ve işlevli olan
görevini tamamla­mıştı. Yol uzundu ve şafak uzun,
İnti'ye gitmek düşüyordu. Bana gitmek düşüyordu.
Şarkılar sesimizi buluyordu ve sesimiz şarkıları.
Los Herma-nos diyordu Mercedes Sosa ve Todavia
Cantamos. Arjantinliydi ve kızıl-derili. Kırlangıçlar
uzaktaydı ve Sosa, kırlangıçları çağırıyordu. Oğluy­
dum, kardeşi ve sevgilisi. Companero'ydum dağlarda
ve gitar ve kamarad ve sindrofos. Ateşi çalıyorduk.
Promethus'tan da önceydik. Bir ben bili­yordum bu
gerçeği, bir de o. Yürüyüşü ilk biz başlatmıştık. And
Dağla-rı'nın ayaklan çıplaktı ve biz, And Dağları'ydık.
Tren tam sekizde kalkıyordu. Kırlangıçlar uzaktaydı
ve baharı getirmek için çok çalışmak gerekiyordu.
Çok çalışanlardan biri, erkek kardeşlerin en sevgilisi
Che Guevara, Bolivya dağlarında öldürülüyordu.
Yüzünde eski zaman dervişlerinin o tanıdık
duruluğuyla ölüyordu işkencede İbra­him. Öncesinde
Deniz öldürülüyordu ve Mahir. Tarihçiler elinde
Fidel'in hediye ettiği silahla öldüğünü yazacaklardı
Allende'nin. Ailende öldürül­düğünde Panagoulis
sağdı. Gardiyanı Zakarakis, sanık olarak çıkarıldığı
mahkemede milletvekili Panagoulis'in kendisine çok
kötü davrandığını, sanki tutuklu o değil de kendisiymiş
gibi eziyet ettiğini söyleyecekti yıl­lar sonra. Diğer
tutuklularla temasını engelleyen özel bir hücre yaptırıl­
mıştı Penagoulus için. Defalarca sahnelenen ölüm
provalarının son sözü­ne hazırlanırken "ben insanım"
diye bağırmıştı, ben insanım! Ve insan, iki sözcükten
ibaretti: Direnç ve sevgi. Bu ikisi onu bitmeyen bir
müca­dele azmine taşıyordu. Yaşam bir yolculuktu ve
biz, geminin kendisiy­dik. Zavallı Odyseuss demişti bir
anlatısında, İthaca'ya vardı ve durdu, İthaca'ya vardı ve
mutsuz oldu.
Yokuşu tırmanıyordu hayat, bayraklarla. Sivil faşist
terörün devlet terö­rüyle eşgüdüm içinde sürdürüleceği
bir iç savaş süreci henüz başlama­mıştı. Ölüm tarihleri
boş bırakılmış fotoğraflara henüz alışmadığımız bir
dönemdi. Halaylar zamanıydı. Ülke kendi şarkısını
arıyordu, kendi sesi­ni. Orada eski bir Girit şarkısını
söyleyerek stadyumdan Sintagma Mey-danı'na
akıyordu kalabalıklar, burada Kerim Yaman pusuya
düşürülerek
öldürülüyordu. Yazgıydı kendisini tekrarlayan.
Adalar denizi tarihsel iz­düşümün çekimine kapılarak
anakarasına çarpıp parçalanıyordu. Tuz su­ya olağanüstü
bir iletkenlik kazandırıyordu. Tuz ve ateş... ikisi de çok
ya­kıyordu ve biz, gözyaşlarının da tuz olduğunu henüz
bilmiyorduk. Ne kendi ölülerimizin habercisi olan
Elen tarihinden haberdardık, ne de Pa­nagoulis'ten.
Komünist değildi. Sırtakinin düşen ritmine inat
hayatı tek başına sırtlamaya çalışan onurun bu seçkin
temsilcisi, insanın sevgi ve di­rençten oluştuğuna
inanıyordu. Panagoulis'e göre zorbalık, ancak dövü­
şerek altedilebilirdi. Bu bir süreklilik eylemiydi. Bu
yürüyüşte hiç bir şey varıldığında bitecek bir ereğe
indirgenmemeliydi. Hele ki kavga! Hele ki insan!...
"Aşırı tehlike anlarında ahlaki dürtülere yön
vermek kolaydır" diyordu Che Guevara, "ama diğer
zamanlarda ahlaki dürtüleri yüksek düzeyde tu­
tabilmek için insanların vicdanlarına yeni değerler
yüklemek gerekir". Panagoulis de tıpkı Che gibi
yüksek ahlaki değerlerin temsilcisiydi ve tıpkı Che
gibi, onun da, "tasarlanan ölüm"ü reddedebilme
bilinci üzerine kuruluydu. Averoflar'ın hala iktidarda
olduğu bir Yunanistan'da "artık dinlenmesi gerektiği"
biçimindeki telkinleri reddetmişti. Emperyalizm hala
iktidardaydı ve kendini Küba devriminin dünyayı
saran sonucuyla özdeşleştirmiş olan Che 20. yy'ın
bu asi Comandante''si," devrimi bir güç olmaktan
çıkaracak olan ulusallığı reddediyordu. Proletarya
enternasyo­nalizmi... Ama onun öncesinde sistemiçi
bütün kurumların, verili bütün değer yargılarının ve
konumların reddi. Ailenin Özel Mülkiyetin ve Dev­
letin Kökeni... Marks ve Engels'e yapılmış belki de en
güzel göndermey­di Fidel'e bıraktığı mektup. Karısına
ve çocuklarına hiç bir şey bırakma­dığını yazıyordu Che.
Üzgün değildi, böyle olması gerektiğine inanıyor­du.
Reddettiği iyelik hakkıydı, miras hukukuydu... "Özel"
sözcüğüyle çarpılabilecek her şeydi.
Kırlangıçlar uzaktaydı. Baharı getirmek için çok
çalışmak gerekiyordu. Che'nin gülümseyişi ondandı.
Ölümün silemediği o "evrensel sükunet duygusu"
bizi ırmağın kendisi olmaya çağırıyordu. Yıllar sonra
Che'nin ölüm fotoğrafının altına şu notu düşüyordum:
Ve ırmaktır, kendi sularını geçer.
Irmaktı, kendi sularını geçti. Irmaktık, kendi sularımıza
geçtik. Bunun başlarken ve bitirirken Kalimera İlye
demek olduğunu biliyorum ve Kali-mera İzohi demek
olduğunu.
Gracias a la vida diye de okunabilir bütün bu yazılanlar,
ya da sadece Che diye de.
Merhaba Ernesto! Merhaba Hayat!....
Manos Loizos ve Mercedes Sosa şarkıları:
Los Hermanos: Erkek kardeşler
Todavia Cantomos: Şarkı söylüyoruz hâlâ
Kalimera İlye: Merhaba Güneş
Kalimera İzohi: Merhaba Hayat
Gracias a la Vida: Hayata teşekkürler
Companero-Kamarad-Sindrofos: Arkadaş, Yoldaş
(İsp-Fr-Yun.)
94
Hasta la Victoria Siempre ya da Kurşun Dolu Küçük Sandık
Emirhan Oğuz
tek tük, tiz ya da tok çığlıklar duyulmaya başlanmıştı. Arjantinli
Kübalıy­dı. Arjantinli Kübalıydı!3
Latin Amerika yurttaşı Arjantinli Ernesto Che Guevara 9
Ekim 1967 gü­nü, yaralı olarak ele geçirilişinden çok kısa bir
süre sonra, çavuş Mario Terzan'ın silahından çıkan kurşunlarla
öldürüldü. Kır gerillasını geliştir­mek için Bolivya'nın dağlık
alanlarını odak seçmişti. Sayısı yüzü geçme­yen savaşçıyla
sürdürdüğü mücadele yaklaşık altı ay sürecek ve yenilgiy­le
sonuçlanacaktı. Bu aynı zamanda, Küba sosyalist hükümetindeki
göre­vinden istifa ederek ortadan kayboluşundan beri Che'nin
adı etrafında oluşmuş olan efsanenin bir azizlik halesiyle
taçlanmasıydı. Kendisini uluslararası proletarya devrimine
adamış ve dünyanın bütün gökleri altın­da, bütün dağ eteklerinde
ve bütün denizlerinin kıyısında yüreğini sığdı­racağı bir yurdu
olan seçkin enternasyonalistin isteyeceği belki de son şeydi bu
azizlik halesi. Ne var ki O'nun yüreğini sığdırdığı bütün tarihsel
uzam ve zamanlarda, siyah beresinin alnından dünyaya bakan
yıldızı
yumruklarının içinde kanatıncaya kadar sıkanlar, Che'nin adına
Doğaçlama!...
Ölülerin tırnakları uzar mı? Alto saksofonun tuşlarını ağır
adımlarla dola­şan lacivert çığlık geceyi beklenmedik öîüm'm
rüzgarıyla dolduruyor. Eventyr...AH those born with wings...
Song far everyone...1 Uzaklarda bir yerde rüzgarın kanatlarından
düşen bir şarkı, İstanbul Açıkhava Tiyatro-su'nu dolduran
beşbine yakın insanın henüz duyamadığı bir sesi, synthe-sizer'ın
tuşlarına aksak gizli akorlar olarak düşen kan damlalarını duyu­
yor. Damlalar uzak dağlardaki yıldızlı göğe gerilla müfrezelerinin
gölge­sini çizmeye başladığında, tenor saksofon yürüyerek
yüreğinizin kuytu-sundaki söylen'i uyandıracaktır. Kim bu ölü,
tanıyor musun?1
1988 yılının o ılık yaz gecesinde Açıkhava'yı dolduran izleyiciler
arasın­daki çok az sayıda kişi, Jan Garbarek'in geceye üflediği
hüznü sarsıcı bir öfkeyle çağıran Rainer Bruninghaus'un
tuşlularındaki o sarmal coşkuyu derinden duyumsayıp
tanıyabilmişti. Müzisyenlerin çok değişik iklimler­den taşıyarak
getirdikleri müziğin insanı olduğu yere mıhlayan büyüsü birden
bozulur gibi olmuş, kitlenin üzerinden bir ürperti dalgası geçmiş,
95
yazılmış her dilden şarkıları adımlarının yankısına kattılar.
Che'nin gerillası, ölü­münü izleyen birkaç yıl içinde birçok Latin
Amerika ülkesinde yenilgiye uğrayacaktı ama, ateş yine de yer
yer kıvılcımlar sıçratarak, yer yer için için yanmayı sürdürdü.
Şarkılarla!
Kübalı besteci Carlos Puebla'nın, ünü kendi adını aşmış Hasta
Siempre'&i o ılık yaz gecesi Jan Garbarek ve arkadaşlarının
çalgılarında ete kemiğe bürünüp uzun uzun çınladığında, yirmi
yıl önce Azizin fotoğ­raflarını odalarının duvarına asanlardan bir
haylisi, çoktandır Türkiye medya sektörünün sıra neferleri(!)
arasına katılmış bulunuyordu. Azizler çabuk ölür. Oysa Che
komünistti ve bir komünistten aziz çıkarmak çok zordur!
O'nun yaşamını adadığı değerler sistemi, ne sadece gençlik
heye-canlanyla savunulabilecek kadar hafifti, ne de gömme
koltuklarında her köşeye bir devrim kahramanı heykeli dikme
projeleri çiziktirirken her türlü ahlaki bozukluğun çürütücü
etkisini yukarıdan aşağıya bütün toplu­ma yayan çıkarcı
bürokratlar tarafından temsil edilip yaşatılabilir.
Che "devrim uğruna devrimi terk edip gittiğinde"4 neleri
yapacağını çok iyi bilen bir komünistin iç dinginliğini yaşıyordu.
Komünizm yoluna gi­rerken Küba halkının bilincini bir yandan
emperyalizmin katı gerçekleri­nin, öte yandansa uygulamadaki
sosyalizmin gerçeklerinin aydınlattığını belirten Che, "bizim
için sosyalizmin, insanın insan tarafından sömürül­mesine son
verilmesinden başka tanımı yoktur" diyordu. Tutarlı bir eko­
nomik ve toplumsal dönüşümün yaratılabilmesinin yeni insan m
üretil­mesinden geçtiğini düşünüyor, bunun belki de "hiçbir zaman
bitirileme­yecek" çok zor bir iş olduğunu biliyor, "toplumun
baştan aşağı büyük bir okula" dönüştürülmesi gerektiğini
açıklıyordu. Pazar günleri tarla ve fab­rikalarda gönüllü işçilik
yapması hiçbir biçimde gösteri değildi; "insanla­rın vicdanlarına
yeni değerler yüklemek" gerekiyordu; "ahlaki dürtüleri yüksek
düzeyde tutabilmek için". Ve devrimin altıncı yılında, devrim
ate­şine "mütevazı katkı"sım sunabilmek amacıyla Küba
toprağından ayrıldı Che; belki tıpkı 1956 Ekim'inde kendisini
seksenaltı yoldaşıyla birlikte geleceğin özgürlük adasının
kıyılarına taşıyan Granma adlı yata benzeyen bir tekneyle. "En
acil görevler yerel düzeyde başarıldıktan sonra dev­rimci şevkini
kaybeder ve proletarya enternasyonalizmini unutursa, dev­rimin
kendisi bir güç olmaktan çıkar ve rahatlatıcı bir uyuşukluğa
dönü­şür. Bu ise, o zaman yeniden güçlenecek olan uzlaşılmaz
düşmanlarımız emperyalistlerce kullanılabilir."
Che 'nin gerillasından bu yana köprülerin altından çok sular
aktı. Emper­yalizmle detant pazarlığı içinde uluslararası devrimci
hareketin militan ivmesini törpülemeyi iş edinmiş reel sosyalist
bürokratlar, bugün emper­yalist tekelciler önünde her türlü
şaklabanlığı yapan serbest piyasacı ka­pitalist tosuncuklar haline
geldiler. Küba'daki halk demokrasisini daha doğuşunda boğmak
için Playa Giron'a aşağılık kafatası avcıları gönderen ABD'nin
adıyla özdeşleşmiş "Batılı Demokrasi", insanlığın geleceğinin
güvencesi olarak yutturulmaya çalışılıyor. Karşı devrim fırtınası,
emper­yalist medyanın ikiyüzlü iğrenç bombardımanı desteğinde
bütün etik de­ğerleri çiğneyerek sürüyor. İnsanlığın geleceğinin
biricik güvencesi olan komünizmin tarihsel kişilik ve değerleri,
sicilli faşistinden yılışık liberali­ne, eski hızlı sosyalistlinden
yeni sosyal demokratına kadar her renkten gericinin galiz
küfürnamelerine konu oluyor. Değersiz yaratıklar, kendi
kişilik erozyonlarını insanlık için kutsal olan ne varsa ona
saldırarak si-likleştirmeye, her şeyi kendilerine benzetmeye
çalışıyorlar. O değerleri savunma direngenliği gösterebilenleri
"son dinozorlar" olarak alaya alma imtiyazını bayağı bir
laubalilikle kendilerinde bulabiliyorlar.
Böyle bir tarih kesitinde Ernesto Guevara'nın, "Che" diye
başlayarak sa­dece adından sözetmek bile söz'ün sahibini
yükümlendirir. Okurunu da. Bugün geriye dönüp bakıldığında,
Che enternasyonal komünizmin bir ge-rekirlikler ve olanaklar
manzumesini sunuyor bize. Bu manzume, her şeyden önce bir
destan havasında okunmamayı gerektiriyor ve bilinci, bağlılığı,
kararlılığı ve göze alışı içeriyor. O'nun ölümü ardından kendisi­
ni Avrupa'nın yalan barışı ve refahı içinde paralize olmuş
hissettiğini dile getiren İtalo Calvino, Che'yi "devrimle ve
dünyanın geleceğiyle ilgili her şeyin nihai ciddiliğini hatırlatan
bir sesleniş" olarak gördüğünü yazmıştı: "Bir düşünceyi ve bir
yaşam biçimini sonuna kadar götürmek için gere­ken cesaret
ve tutarlılık adına, önce kendimize karşı alçakgönüllü ve iç­
ten olalım, Che düsturunun ne anlama geldiğini -bunun sadece
toplumun değil, kendimizden başlamak üzere insan doğasının
da toptan dönüşümü­nü gerektirdiğini- bilelim ve bizi bu bilgiyi
pratiğe geçirmekten neyin alıkoyduğunu keşfedelim."5
9 Ekim 1967'de Santa Cruz yakınlarında öldürülen Bolivyalı
gerilla Ra-mon'm cesedi askeri bir helikoptere bağlanarak
Vallegrande kasabasına götürüldü ve basına gösterildi. Bir süre
soma cesedi teşhis etmek için Bo­livya'ya gelen kardeşine cesedin
yakıldığı söylendi; küller bilinmeyen bir yere savrulup atılmıştı.
Bolivyalı gerilla savaşçısı Ramon, onbir yıl önce seksenaltı
yoldaşıyla birlikte çıktığı Küba kıyılarındaki silahlı çatışmadan
bir süre soma, not defterine şunları yazmıştı: "Önümde ilaç dolu
bir çanta ile kurşun dolu küçük bir sandık vardı. İkisini birden
taşımak olanaksızdı; kararımı o an­da verdim, çantayı bıraktım:
Küçük sandığı taşıyacaktım!"
O bir tercihti. Bilinç!
Sadece devrimin şehitler panteonunda yatan bir kahraman
değil. Adının ilham verici, 'güzel' bir masala dönüşmesine izin
vermemeliyiz. Emper­yalistlerin Doktor Ramon'un kimliğinde
bir efsaneyi yok etmek istedikle­rini biliyoruz. Ama "efsaneler
kurşun geçirmiyor!"7
1. Jan Garbarek'in sarkılan.
2. Nicolas Guillen'in Bolivyalı Küçük Asker şiirinden dizeler.
3. David Caute, Che 'nin Ardından, Kıyı Yay, İst 1987.
4. İtalo Calvino, agy.
96
5. Susan Sontag, agy. 6-7. Graham Greene, agy.
VEDA ŞARKISI
1.
Kayalıkta çakılı yelkenli
sana bırakıyorum veda şarkımı.
2.
Benim uzaklardaki ölümümün kanında tohumlanışı
da
kayalar devranının altında değişken köklerle.
Yalnızlık! geçmişe özlem çiçeği canlıı duvarların.
Yalnızlık, yeryüzünde adanmış faniliğim.
3.
Taşımak istemiştim heybemde
yüreğinin gelip geçici tadını,
ama kaldı havaya çizilmiş kesin eğrilerle,
yadsıma oldu umudumun yiğitliğine.
Giderim hatıradan daha uzun yıllar boyu
kapalı yalnızlığıyla gezginin,
fakat havaya çizilmiş kesin eğri sanki bana döndü
ve bir işaret koydu pusula kaderime.
Sonu geldiğinde bütün gündelik işlerin
yol yapacağım bir geleceğim olmasa,
gelmiş olacağım bakışında canlanmaya
kaderimin sırıtan parçası olarak.
Gideceğim hatıradan daha uzun yollar boyunca
zincir halkaları gibi eklenen elvedalarla zamanın
akışında.
4.
Dimdik hatıra sonunda düşmüş yola,
..........
..........
97
“Zafer Bizimdir! Vatan ya da Ölüm!
Seni bütün devrimci coşkumla kucaklıyorum.”
da.
98
Fidel Castro'ya Veda Mektubu
Ernesto Che Guevara
Fidel,
Şu an, Mario Antonia'nın evinde seni tanıdığımdan bu yana, birçok şeyi anımsıyorum, sana katılmamı önerişini, hazırlıklar
sürerken yaşanan bü­tün o gerilimleri.
Günün birinde bize, ölürsek kime haber vermeleri gerektiğini sormuşlardı ve bu somut ölüm olasılığı bizi derinden etkilemişti.
Somadan bunun ger­çek olduğunu, bir devrimde (eğer gerçek bir devrimse) insanın ya başara­cağını ya da öleceğini
anlamıştık. Zafer yolunda bir çok yoldaşımız öldü. Bugün bütün bunlar daha az dramatik duyuluyor çünkü olgunlaştık. Fa­
kat ölenler bugün de var.
Beni bu ülkeye bağlayan Küba Devrimine karşı görevlerimin bana düşen kısmını yerine getirmiş olduğumu hissediyorum
ve sana, yoldaşlara ve artık çoktan benim de halkım olan bu halka elveda diyorum. Bu durumda parti yönetimindeki
konumumdan, bakan olarak görevimden, komutan olarak rütbemden ve Küba vatandaşlığından resmen ayrılıyorum. Artık
Küba ile hiçbir yasal bağım yoktur, beni Küba'ya bağlayan bağlar çok farklı niteliktedir ve belgelenemezler.
Geçmiş yaşamımın bilançosunu yaptığımda devrimin zaferini sağlamlaş­tırmak için yeterince sadakat ve özveriyle çalıştığımı
söyleyebilirim. Tek önemli hatam, baştan itibaren, Sierra Maestra'daki ilk anlardan itibaren sana daha fazla güvenmemiş
ve senin bir lider ve devrimci olarak nitelik­lerini daha çabuk anlamamış olmamdır. Olağanüstü günler yaşadım. Se­nin
yanında, Küba krizinin acı olsa da o parlak günlerinde bu halkın men­subu olma gururunu hissettim. Pek az devlet adamı
Fidel Castro'ya Veda Mektubu
senin o günlerdeki tu­tumundan daha mükemmel davranabilmiştir. Ben, tehlikeleri ve ilkeleri görmek ve değerlendirmek
Ernesto Che Guevara
konusunda Fidel,
senin düşünce tarzınla özdeşleş­miş olduğum için gurur duyuyorum. Dünyanın başka ülkeleri benim sı­nırlı
çabalarımı bekliyor.
Senin
Küba evinde
için üstlendiğin
sorumluluk
Şu an, Mario
Antonia'nın
seni tanıdığımdan
bu yana, nedebirçok şeyi anımsıyorum, sana katılmamı önerişini, hazırlıklar sürerken yaşanan
bü­tün o gerilimleri.
niyle yapamayacağın
şeyleri ben yapabilirim. Ayrılık zamanı geldi. An­cak bilinmelidir ki sizlere sevinç ve acının içice geçtiği
Günün
birinde
bize,kurucu
ölürsek kime
haber
gerektiğinisevdiğim
sormuşlardıinsanların
ve bu somutenölüm
olasılığı
biziburada
derindenbırakıyorum...Ve
etkilemişti. Somadan
duygularla veda ediyorum,
olarak
envermeleri
saf umutlarımı,
sevgi­
lilerini
bunun ger­çek olduğunu, bir devrimde (eğer gerçek bir devrimse) insanın ya başara­cağını ya da öleceğini anlamıştık. Zafer yolunda bir çok
beni kendi evladı gibi bağrına basmış bir halkı... Bütün bunlar yüreğimi acıtıyor.
yoldaşımız öldü. Bugün bütün bunlar daha az dramatik duyuluyor çünkü olgunlaştık. Fa­kat ölenler bugün de var.
Yeni savaş alanlarında
aşıladığın
inancı,
halkımın
devrimci
ruhunu,
bütün
en kutsalı
olan emperyalizme
Beni bu ülkeyebana
bağlayan
Küba Devrimine
karşı
görevlerimin
bana düşen
kısmını
yerinegörevlerin
getirmiş olduğumu
hissediyorum
ve sana, yoldaşlara
karşı, nerede
olsun
mücadele
etme
birlikte
götüreceğim.
Bu duygu
bütünkonumumdan,
yaraları sağaltır.
veolursa
artık çoktan
benim
de halkım
olanduygusunu
bu halka elveda
diyorum.
Bu durumda parti
yönetimindeki
bakan olarak görevimden,
komutan olarak
rütbemden
ve Küba vatandaşlığından
ayrılıyorum.
Küba ile hiçbir
bağım vurguluyorum.
yoktur, beni Küba'yaVe
bağlayan
Küba Cumhuriyeti'nin,
örnek
oluşturması
dışında hiçbirresmen
sorumluluğu
bu­Artık
lunmadığını
bir yasal
kez daha
son
bağlaraltında­
çok farklıkiniteliktedir
belgelenemezler.
saatim gökyüzü
başka birveyerde
geldiğinde, düşündüğüm son şey bu halk ve sen ola­caksınız. Bütün faaliyetimde
Geçmiş yaşamımın bilançosunu yaptığımda devrimin zaferini sağlamlaş­tırmak için yeterince sadakat ve özveriyle çalıştığımı söyleyebilirim.
sonuna kadar bağlı kalacağım bana öğrettik­lerin ve oluşturduğun örnek için teşekkür ediyorum. Devrimimizin dış
Tek önemli hatam, baştan itibaren, Sierra Maestra'daki ilk anlardan itibaren sana daha fazla güvenmemiş ve senin bir lider ve devrimci olarak
politikasını her
zaman
benimsedim,
bundan
sonra da
benimsemeyi
sürdü­receğim.
Nerede
olursam
Kübalı
birgünlerinde
devrimcibu
nitelik­
lerini daha
çabuk anlamamış
olmamdır.
Olağanüstü
günler yaşadım.
Se­nin yanında,
Küba
krizinin olayım
acı olsa da
o parlak
olmanın sorumlulu­
ğunu
ve böylePek
davranacağım.
ve çocuklarıma
mad­daha
di birmükemmel
şeyler bırakmadığım
için
halkın men­
subuhissedeceğim
olma gururunu hissettim.
az devlet adamıKanma
senin o günlerdeki
tu­tumundan
davranabilmiştir.
Ben,
tehlikeleri
ve
ilkeleri
görmek
ve
değerlendirmek
konusunda
senin
düşünce
tarzınla
özdeşleş­
m
iş
olduğum
için
gurur
duyuyorum.
Dünyanın
üzülmüyorum: Böyle olduğu için mutlu­yum. Devletin yaşamaları ve eğitimleri için gerekeni yapacağını bildiğim için onlar
ülkeleri benim sı­
nırlı çabalarımı
bekliyor.
Senin
üstlendiğin sorumluluk
adına hiçbirbaşka
şey istemiyorum.
Sana
ve halkımıza
daha
çokKüba
şeyiçin
söyleyebilirdim,
ancaknedebunun gereksiz olduğunu hissediyorum,
niyle yapamayacağın şeyleri ben yapabilirim. Ayrılık zamanı geldi. An­cak bilinmelidir ki sizlere sevinç ve acının içice geçtiği duygularla veda
sözcükler söylemek istediklerimi dile getiremez. O nedenle daha fazla sayfa karala­maya gerek yok.
ediyorum, kurucu olarak en saf umutlarımı, sevdiğim insanların en sevgi­lilerini burada bırakıyorum...Ve beni kendi evladı gibi bağrına basmış
Zafer Bizimdir!
VatanBütün
ya da
Ölüm!
bir halkı...
bunlar
yüreğimi acıtıyor.
Seni bütün devrimci
coşkumlabana
kucaklıyorum.
Yeni savaş alanlarında
aşıladığın inancı, halkımın devrimci ruhunu, bütün görevlerin en kutsalı olan emperyalizme karşı, nerede olursa
olsun
Havana Tarım
Yılımücadele etme duygusunu birlikte götüreceğim. Bu duygu bütün yaraları sağaltır.
Küba Cumhuriyeti'nin, örnek oluşturması dışında hiçbir sorumluluğu bu­lunmadığını bir kez daha vurguluyorum. Ve son saatim gökyüzü
altında­ki başka bir yerde geldiğinde, düşündüğüm son şey bu halk ve sen ola­caksınız. Bütün faaliyetimde sonuna kadar bağlı kalacağım
bana öğrettik­lerin ve oluşturduğun örnek için teşekkür ediyorum. Devrimimizin dış politikasını her zaman benimsedim, bundan sonra da
benimsemeyi sürdü­receğim. Nerede olursam olayım Kübalı bir devrimci olmanın sorumlulu­ğunu hissedeceğim ve böyle davranacağım.
Kanma ve çocuklarıma mad­di bir şeyler bırakmadığım için üzülmüyorum: Böyle olduğu için mutlu­yum. Devletin yaşamaları ve eğitimleri için
gerekeni yapacağını bildiğim için onlar adına hiçbir şey istemiyorum. Sana ve halkımıza daha çok şey söyleyebilirdim, ancak bunun gereksiz
olduğunu hissediyorum, sözcükler söylemek istediklerimi dile getiremez. O nedenle daha fazla sayfa karala­maya gerek yok.
Zafer Bizimdir! Vatan ya da Ölüm!
Seni bütün devrimci coşkumla kucaklıyorum.
99
Havana Tarım Yılı
OMUZUMUZDAKİ DOST ELİ
ENVER GÖKÇE
Mehmet Özer
Enver Gökçeden söz ediyorsanız
eğer, devrimci bir sanatçıdan, bir sınıf
sanatçısından söz ediyorsunuz. Erzincan
Kemaliye (Eğin) ilçesine bağlı Çit Köyünde
başlayan ve 19 Kasım 1981 tarihinde Ankara
Seyranbağları Huzur Evinde sona eren
bir yaşam öyküsünden söz ediyorsunuz.
Arkasında Pablo Neruda’nın şiir çevirileri,
Ömer Hayyam’ın Rubaileri, Vera Panovo’nın
“Çocuk” romanı, Eğin Türküleri, Dede Korkut
masalları ve Hint masaları. “Dost Dost ille
Kavga” ve “Panzerler üstümüze kalkar”
kitaplarında toplanan bir avuç yürekli şiir
ve bir fakirlik kağıdı bırakan hayatı seven bir
şairden söz ediyorsunuz demektir. Susan
bir dağ gibi yaşayıp, haykıran şiirler yazan
bir şair Enver Gökçe. Bir sonbahar günü
Ankara’da düştü yaşam dalından.
Enver Gökçe, sosyalist bir kimliğe
kavuşmasında 1936 yılarında “Ayadabir”,
“Resimliay” dergilerinde yayınlanan
Nazım Hikmet şiirleri ve Sabahattin Ali’nin
hikayelerini okuduğunu ve “bu iki sanatçıya
çok şey borçlu olduğunu”söyler. Bu etki
şiirdeki akacağı mecrai oluşturur. Bir yazarın,
şairin, sanatçının yaratıcılığının ortaya
çıkması ve biçimlenmesi içine doğduğu
ve büyüdüğü koşulları derin etkilerini göz
ardı edemeyiz. Enver Gökçe 1940 kuşağı
şairlerindendir. Arif Damar, Ahmed Arif,
A. Kadir, Rıfat Ilgaz, H. İ. Dinamo, Şükran
Kurdakul, Cahit Irgat, Niyazi Akıncıoğlu ilk
akla gelen isimlerdir. Melih Cevdet Anday,
Orhan Veli ve Oktay Rıfat Garip şiirinin
öncüleridir. Bedri Rahmi Eyuboğlu, Ceyhun
Atıf Kansu, Cahit Külebi, Cahit Sıtkı Tarancı,
Behçet Necatigil bu dönemin önemli
şairlerindendir. Savaş yıllarıdır ve tek parti
dönemidir. Toplumcu gerçekçi yazar ve şairler
sürekli baskı ve tehdit altındadır. Sosyalist
dergiler, gazeteler, dernekler ve Sosyalist
Parti kapatılır ve yüzlerce aydın tutuklanarak
Sansaryan Hanında işkencelerden geçirilir.
Sonra tutsak günler, sürgünler, işsizlik.
Enver Gökçe’yi yaşamı boyunca bedenini
yiyip bitirecek olan hastalıklar bu işkence
ve cezaevleri döneminde bedenine
yerleşecektir. Tüm bunlara rağmen iyi
şeylerde vardır; Faşist ordular Berlin’de
tarihe gömülmüş ve Avrupa’da halk
demokrasileri kurulmuştur. Enver Gökçe’nin
kulağında çınlayan Eğin türküleri, seslenişleri,
ilençleri tüm şiir serüveni boyunca görmek
mümkündür çünkü halk kültürünün izleri
çok belirgindir. Sonra yol düşer ayaklarına
ve yoksulluk ve memleketin haline yüz
çevirmez. Enver Gökçe şiiri işte bu koşullar
içinde olgunlaşmıştır. Enver Gökçe o günleri
anlatırken sanat da tavrının oluşmasını “…
O gün iki şey vardı ortada benim için. Bir
yanda “Garip” hasta sanat anlayışı, diğer
yanda dinamik halk edebiyatının yüzü.
Bunlar karşı karşıya getirilince ben elbette
ki kendi sınıfımdan gelme halk ozanlarından
taraftım. Bu yüzdendir o devrede bu şairlerin
yanında olmam. Nitekim halk ozanları
bu işte gerçek yerlerini göstermişler ve
her zaman doğrunun, güzelin yanında
olmuşlardır. Biz tavrımızı belirlemiştik. 1945
yılında, yani “Garipçilerin” edebiyatımıza
egemen oldukları bir dönemde çağdaş bir
dergi yayımlamaya ihtiyaç duymuştuk. Bu
devir henüz toplumcu akımı güçlendirmeye
çalıştığımız bir devreye rastlar. Orhan Veli
ve arkadaşları o zaman devrimci şiirleri yok
sayan ve yozlaştıran bir çalışma içindeydi.
Ve bu sebeple biz Ant çevresinde, küçük
bir topluluk da olsak, devrimci sanat
sorumluluğunu üstlenmiştik. Daha evvelden
Yeni Edebiyat dergisi tarafından yürütülen
akımın mümessili olarak karınca kaderince
çalışmalarımızı sürdürüyorduk. Bu devrede
biz, bir avuç devrimci genç tarafından ele
alınan anti-faşist ve devrimci bir gençlik
100
ve onun devrimci sanatı etrafında yeni bir
akımın mümessili toplumcu sanatı ortaya
çıkarmayı amaçlayan gençlerdik denebilir.
Bizim varlığımız aslında önemsizdi, küçüktü,
ama doğruydu. Biz bu doğrudan dolayı bir
aradaydık.” diye anlatır. Enver Gökçe’nin
“… biz tavrımızı belirtmiştik” derken bir
sınıf tavrından söz eder ve bunu apaçık ve
kınından çıkan bir bıçak gibi yalın söyler, ”
BEN SINIF EDEBİYATI YAPIYORUM” Enver
Gökçe bunu söylerken kaba, estetikten
yoksun, sloganist bir sanattan bahsetmiyor.
Gökçe “İyi, başarılı bir eseri meydana
getirebilmek için önce sosyal bir içerik,
sonra da estetik bir kılıf zorunludur” diyor
ve devam ediyor;” sosyal içeriği ve estetik
yönü kuvvetli eserler ancak başarılı olur.
Ben büyük sanatçılarda bu içeriğin ve estetik
yanın kuvvetli olduğunu görmüşümdür.
Örneğin, Nazım’da ve Neruda’da bu sosyal
ve estetik yönler bir bütün halinde ortaya
konmuştur. Güzel ve kuvvetli olmak buradan
gelmektedir.”
Enver Gökçe Marksizmi sadece
mahkemelerde savunmaz, onu bilimsel bir
dünya görüşü olarak kendi şiirinin omurgası
haline getirir. Bir sanatçının doğru devrimci
bir yönde bir şeyler verebilmesi için, pratik
ve teori arasındaki işbirliğini daima göz
önünde tutması gerekir. Dünyayı ve olayları
ancak diyalektik metodun ışığında kavrayıp
yorumlayabiliriz.”
Enver Gökçe için sanat sanatçısına bir iktidar
sağlamayacağı gibi bir ayrıcalıkta değildir.
Enver Gökçe sanatı, şiiri daha iyi bir dünya
yani kolektif hayatı yani sosyalizmi kurma
savaşımının bir aracı olarak görürü ve sanatın
yalnızca kendisi için bir amaç olmasına
karşı çıkar. Bu düşüncesini yaşam öyküsünü
anlattığı röportajında, “sanatla, bilinçle
duyarlık arasında tam bir uyum olmalıdır.
Ne salt bilinç, ne salt duyarlık tek başına
yeterli değildir. Bir sanat eserinden, devrimci
sanattan söz ettiğimizde, devrimci bir görüş
açısından hareket ediyoruz. Yani dünyamızı
insanca yaşanacak bir hale getirmek için
şiiri ve sanatı sosyo-politik bir mücadelenin
tamamlayıcı araçları olarak görüyoruz”
biçimde ifade eder.
Enver Gökçe, iyi ve başarılı bir sanatçı olmak,
ölümsüz eserler vermek için;
a) Sosyal içeriği ve güçlü bir estetiği,
b) Teori ve pratik arasındaki uyum
(diyalektik yöntem)
c) Bilinç ve duyarlılık
d) Devrimci bir görüş açısı
e) Halkın en devrimci sınıfına (işçi sınıfı)
bağlılık göstermesi
f) “ Hayatı tüm yönleriyle sevmek”
yaşam tavrını savunur ve bu düşünceye
uygun bir yaşam pratiği sergiler. Enver
Gökçe’yi kendi kuşağındaki şairlerden ayıran
bir özelliği ise Enver Gökçe’nin şiirde kendi
tarzını yaratmış olmasıdır. Enver Gökçe kendi
şiirini şöyle anlatır: … “… ben isterdim ki,
şiirlerim halkımızın bir türküsü, bir “Hoyrat”,
bir “Ela Gözlü”, yahut bir “Bozlak” gibi ezgili
bir şekilde de okunabilsin. Ta ilk zamanlarda,
şiire ilk başladığım zamanlarda bile, bu
düşüncede idim. Bu yolla şiirlerimin daha bir
etkin ve vurucu olma niteliğine varabileceğini
sanıyordum,
… şiirlerimin bir memleket türküsü, bir
“Bozlak”, bir “Hoyrat” gibi okunmasını
isterken, onların bir senfoni bütünlüğü
göstermesini arzu ederim. Bu nedenle,
sizin söylediğiniz gibi şiirsel birimi dizede
değil, öbekte yoğunlaştırmayı hedef aldım.
Herhalde bu noktayı görmüş oluyorsunuz.
Bunda, yani böyle bir kurguda gözettiğim
amacı şöyle belirleyebilirim: Ben bu tür
kurgunun şiirin daha uyumlu olmasını
sağlayacağı kanısındayım. Tıpkı senfonide
küçük seslerin büyük bir ses uğultusu
içinde toplaşıp kaynaştığında oluşturduğu
uyum gibi... Öyle sanıyorum ki bu da,
şiirin daha çarpıcı olmasını sağlıyor.”
Enver Gökçe “Panzerler Üstümüze
Kalkar” kitabında tek sözcüklerden oluşan
101
tümceler kurar. Şiirindeki bu yeni tarzını;
“şiiri daha basitleştirmekle, halkın daha
kolay anlayabileceği bir tarzı denemiş
bulunuyorum. Yalnız okurlarıma, bu şiirleri
okurken aceleci davranmamalarını, şiirin
gerçek vurgusunu ve seslerini kavrayabilmek
için biraz daha dikkatli okumalarını salık
veririm. Can Yücel’in gecede “Meri Kekliğim”
şiirini okuyuş biçimi, bence ideal bir okuma
şeklidir. Böylece şiirin gerçek özelliği
vurgularla daha iyi ortaya çıkmakta ve benim
şiir yapısını yalınlaştırarak yapmak istediğim
daha iyi anlaşılmaktadır. Sanıyorum, benim
gerçek sesim yeniden ortaya çıkmaktadır”
biçiminde açıklar.
göz;
Biz olmasak göz ile kaş, öpücük, nar içi
dudak;
Biz olmasak ray, dönen tekerlek,
yıkanan buğday,
Ayın onbeşi;
Biz olmasak Taşova’nın tütünü,
Kütahya’nın çinisi,
Yani bizsiz
Anne dizi, kardeş dizi, yar dizi
Güzel değildir.
….
Hal böyleyken şairin kalkıp da kendi ben’inin
tutsağı olup çözümlemelere girişmesi bir
çeşit uyku sayıklamasıdır. Hastalıklı bir
dünya görüşünün ifadesidir. Ama kişi kalkıp
Enver Gökçe şiirinde öne çıkan bir başka
da “ben”i “biz”in belirlediğini kabullenince
duygu ise biz duygusudur. Savunduğu kolektif iş değişir. Onun ortaya koyacağı ürünlerde
hayatın bir yansımasıdır şiirine. Suphi Kenan sözünü ettiği “ben” artık toplum-üstü bir
Demirci ile yapmış olduğu söyleşide “…şiirde varlık değil, “biz”in bir simgesidir. Yine kendi
“ben”den başlayıp “ben”de biten bir tema
şiirimden örnek vereceğim:
evrensel bir nitelik taşımaz kanısındayım.
Ben küçük Yusuf’um Çit Köyünde
Gerçek şiirde şair bu “ben”i yok etmeli,
Çapak çapak ela gözlerim;
“biz”e doğru açılmalıdır. Bunu yaptığı
Kıl keçim kısır, annemin memesi yara,
ölçüde, kişisel yaşam deneyimlerinden yola
Benim saçlarım belik belik,
koyulmuş da olsa, geneli ilgilendirecek şiirler Bıyıklarım burma burma
ortaya koyabilir. Koyabildiği ölçüde de özgül
Gözlerim kara kıyma renginde ama
olanı zorlar. Bundan başka “ben” toplumcu
Erzincan oynamış ağlamışım
ve devrimci ozanlar için hiç de itibar edilecek Irgatlık etmişim el kapısında
bir şey değildir. Gerçek toplumcu şair odur
Dolu vurmuş bahçelerimi
ki, “ben” derken daima “biz”i kasteder.
Çekirge inmiş tarlalarıma
Tikel olgularla uğraşırken bile onları genel
….
olanla iç-içe verir. Zaten devrimciliğin ilk
Şimdi bu şiirde sözü edilen “ben” bir birey
koşulu da budur: “Ben”in tutsağı olmaktan
olarak Enver Gökçe değildir. Belli toplumsal
sıyrılmak, kendini “biz”e adamak. Ben
koşulların ürünü olan insanların, yani “biz”in
toplumcu bir ozan olarak şiirlerimde hep bu simgesidir. Diyeceğim, elbette ki “biz”e doğru
anlayışı sürdürdüm. Çünkü “biz” her şeyin
açılmayan bir “ben merkezli” şiir, olumlu
özünü teşkil ediyordu ve “ben” de “biz”
karşılanamaz. Kendi “ben”inin tutsağı olan
tarafından belirleniyordu. Biz’i “ben”lerin bir bir insan toplumsal içeriğe açılamaz da
toplamı olarak almak sakat bir görüştür ve
ondan…”
bütünselliğe aykırıdır. Bir şiirimde bu gerçeği Elimizde çok az şiiri olmasına rağmen
şu şekilde ifade etmeye çalışmıştım:
(şiirlerinin önemli bir bölümü 1951 tevkifatı
...
ile polis dosyalarında kalmış, içerde
Biz olmasak gökyüzü, biz olmasak
yazdığı “ Yusuf iel Balaban” destanı ise
üzüm,
dışarıda kaybedilmiştir. Yusuf ile Balaban
Biz olmasak üzüm göz, kömür göz, ela destanı; kendi anlatımıyla otuz şiirden
102
oluşmakta ama; elimize ulaşan destanın
beş bölümüdür) Enver Gökçe yaşadığı ya da
tanık olduğu her olaydan derin etkilenmiş ve
yaşadığı duygular şiire dönüşmüştür. Örneğin
faşistlerin Dil Tarih Coğrafya fakültesinde
devrimci öğrencilere saldırmasını
FAKÜLTENİN ÖNÜ
Fakültenin yanı demirden köprü
Fakültenin önü bir sıra kavaktı
Biz bir garip yiğit kişiydik
Bütün hürriyetler bizden uzaktı
Faşistler camlara yürüdüler
Kürsüleri kırdılar, höykürdüler
Tığ teber şahı merdan
“Tanrı Dağı kadar Türktü bunlar
Hıra Dağı kadar müslüman”
Ve de kanlı bıçaklı düşman
Gökler ışıyordu yer yer
Ortalık ala şafaktı
GÖRÜŞ GÜNÜ
Bugün görüş günümüz
Dost kardeş birarada
Telden tele
Mendil salla el salla
Merhaba!
İzin olun hapishane içinde
Seni
Senden sormalara doyamam
Yarım döner cigaramın ateşi
Gitme dayanamam
Tutsak olduğu günleri anlatır. Adapazarı
depremini anlattığı “Ağıt”, işçi dostu
“Mürettip Hasan”, 39 Harbi gibi şiirleri
yaşadığı, etkilendiği tanığı olduğu olayların
derin izlerini taşır.
103
“VİVA LAS MAİPASSONA” YAŞASIN KELEBEKLER
Mirabel Kızkardeşlerin hesabını sormak için başlayan mücadele, 49 yıldır devam ediyor. Her 25 Kasım'da
dünyanın her yerinde kadınlar, sokaklara çıkarak, adalet ve özgürlük taleplerini yükseltiyor.
25 Kasım 1960; üç kız kar deş Patria, Minerva ve Maria Terasa. Dominik Cumhuriyeti' nde Trujillo
diktatörlüğü ta rafından tecavüz edilerek katledildiler. Onlar, Trujillo faşist diktatörlüğüne karşı mücadele
yürütüyorlardı. Patria, 1960 Haziran ayında diktatörlük karşıtı Clandestina'yı kurmuş, kız kardeşlerinin
de katılımıyla büyüttükleri mücadeleleriyle rejim karşıtı hareketin sembolü haline gelmişlerdi. Trujillo
diktatörlüğü, Mirabel Kardeşlerin kendileri için büyük bir tehlike olduğunu açıkladı ve 25 Kasım'da üç
kız kardeş tecavüz edilip öldürüldü. Faşist diktatörlük, Mirabel Kardeşle rin araba kazasında öldükleri
yalanını söyledi. Bu katliam, emekçi halkların, özellikle ka dınların büyük öfkesine yol açtı.
25 Kasım günü, Avrupa'dan başlayarak dünya demokratik kadın hareketinin kadınlara yönelik devlet
şiddetine karşı mücadele günü olarak ele alındı. Her 25 Kasım, faşist ve gerici burjuva devletlere karşı
protesto, hesap sorma ve teşhir eylemleriyle yükseldi. Mi rabel Kardeşler bu kez de, tecavüzcü katil
devletlere ve rejimlere karşı mücadelenin sim gesi haline geldiler.Mücadele 49 yıldır sürüyor.25 Kasım
"Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü" yaklaşıyor. "Adalet Kelebekleri"
Mirabel Kızkardeşlerin hesabını sormak için başlayan mücadele, 49 yıldır devam ediyor. Ve dünyanın her
yerinde kadınlar, sokaklara çıkarak, adalet ve özgürlük taleplerini yükseltiyor. Evet, sıra şimdi bi­zim
kelebeklerimizin hesabını sormada. Trujillo diktatörlüğü bugün yok ama aynı zihniyet sürüyor. Hala kadınlar
katle dilmeye, tecavüze uğramaya ve gelecekleri çalınmaya devam ediyor. Mirabel kardeşler den alınan
mirasla, kadın örgütleri, kadına yönelik şiddete karşı mücadelesini sürdürüyor fakat kadın katliamlarını
ve tecavüzlerini üçüncü sayfa haberi olmaktan kurtaramıyor.. Mirabel kardeşlerin öldürülmesinin üzerinden
tam 46 yıl geçti. Bugün hâlâ kadınlar öldürülüyor. Hayatın her alanında kadına yönelik şiddet de devam ediyor.
“Belki de bize en yakın şey ölüm; fakat bu beni korkutmuyor, haklı olan her şey için savaşmaya devam
edeceğiz” (Maria Teresa Mirabel 1936)
“Bunca acıyla dolu ülkemiz için yapılacak her şeyi yapmak bir mutluluk kaynağı; kollarını
kavuşturup oturmak ise çok üzücü” (Minerva Argentina Mirabel 1926)
“Çocuklarımızın, bu yoz ve zalim sistemde yetişmesine izin vermeyeceğiz. Bu sisteme karşı savaşmak
zorundayız. Ben kendi adıma her şeyimi vermeye hazırım; gerekirse hayatımı da” (Patria Mercedes
Mirabel 1924)
104
GÜLE GÜLE İKİ GÖZÜM
Ahmet Kaya, 28 Ekim 1957 de Malatya'da dünyaya gelen
sanatçı, 1980 ve 1990'larda çıkardığı albümler ve verdiği
konserlerle popüler olmuş, eserlerinin etkisi günümüzde
de devam eden özgün (protest) müzik sanatçısıdır.
5 çocuklu bir işçi ailesinin en küçük üyesi olan Ahmet
Kaya ilkokulu Malatya'da okudu ve müzikle ilk defa 9
yaşlarında tanıştı. Boş zamanlarında müzikle ilgilenen
Ahmet Kaya, ailesinin İstanbul'a göç etmesiyle
ortaöğretimden sonra bu işi profesyonelliğe dökmeye
karar verdi. Uzun uğraşlar sonucu çıkardığı Ağlama
Bebeğim isimli ilk albümünde büyük bir beğeni topladı.
İlk büyük patlaması ve geniş kitlelere ulaşmasını sağlayan
albüm, 1985 yılında yapılıp 1986'da piyasaya çıkan Şafak
Türküsü oldu.
1990'lara değin özgün çizgisinden ayrılmadı ve başı
sürekli derde girdi. Her albümü ayrı bir patlama yapmış,
özellikle Şarkılarım Dağlara isimli albümü basılan
2.800.000 bandrolle rekor kırmıştır. 1990'ların sonuna
değin çıkardığı albümler hep liste başı oldu.
10 Şubat 1999'da Magazin Gazetecileri Derneği'nin
düzenlediği ödül töreninde yeni albümüne Kürtçe şarkı
koyduğunu açıkladı, bu şarkıya çekeceği klip için bir
kanal aradığını söyledi. Kaya'nın "Kürtler'i tanımayanların
kafasından inmeyeceğim. Ayrıca bu ödülü insan hakları
adına, cumartesi anneleri adına alıyorum" sözleri üzerine
törene davetli bulunanların verdiği tepki üzerine, ödül
törenini terk etmek zorunda kaldı.
Tören sonrasında Başta Medya olmak üzere estirilen
linç havası yüzünden Türkiye'yi terketmek zorunda kalan
sanatçının Yurt dışına gitmesinden sonra hakkında kasıtlı
olarak yalan yanlış bilgi veren basın hakkında şunları
söyledi:
Ülkeyi bölmek için değil, birleştirmek için vardık. Bunu
anlamakta güçlük çektiler. Benim ülkede yaşayan 64
milyon insana şerefsiz dediğimi söylediler. Ben hiçbir
halka, halklara asla şerefsiz lafını kullanmadım. Ahmet
Kaya 64 milyon insana şerefsiz dedi gibi süpekülatif
laflarla benim yıllardır dostluk ettigim Türk halkını bana
düşman etmeye çalışıyorlar, Türk halkını bana değil Türk
halkını Kürtlere düşman etmek istiyorlar. Ben onların, o
medyaların o üzerimde oynadıkları oyunların farkındayım
bunlar soğuk savaş stratejileri. Onların o kirli savaş
strajilerini bozarım, daha öncede bozdum, gene bozarım
yine de bozacağım."
Ahmet Kaya, 16 Kasım 2000 yılında Paris'te bir kalp krizi
sonucu hayatını kaybetti.
ORHAN VELİ
13 nisan 1914'te İstanbul'da doğdu. Galatasaray Lisesi'nde başladığı öğrenimini
Ankara'da sürdürdü, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ne
devam etti (1932-36). Ankara PTT Genel Müdürlüğü'nde memur olarak
görev yaptı. Askerlik görevini tamamladıktan sonra MEB Tercüme Bürosu'nda
çalışmaya başladı (1945). Daha sonra 'kurumda anti-demokratik bir hava
esmeye başladığını' söyleyerek görevinden istifa etti (1947).
İlk yazıları lise yıllarında çıkardığı 'Sesimiz' adlı okul dergisinde, daha sonraki
şiir ve şiir yazıları 'İnsan', 'Ses', 'Gençlik', 'Küllük', 'İnkılapçı Gençlik' dergilerinde
yayımlandı. 1947 yılından itibaren çeviriye ağırlık veren Orhan Veli, Mehmet Ali
Aybar'ın çıkardığı 'Hür' ve 'Zincirli Hürriyet' adlı gazetelerde eleştiriler, 'Ulus'ta
'Yolcu Notları' başlıklı yazılar yayımladı.
1941'de liseden arkadaşları Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday ile birlikte
'Garip' adlı şiir kitabını çıkararak şiirde yenileşme hareketini başlattı.
1 ocak 1949 tarihinden itibaren 15 günde bir yayımlanan 'Yaprak' dergisini
çıkarmaya başladı. 15 haziran 1950'ye kadar yayımlanan bu dergiyi parasal
güçlükler nedeniyle yayımlayamaz olunca Ankara'dan ayrılıp, İstanbul'a döndü.
14 kasım 1950'de İstanbul'da öldü. Şiirlerinden yapılan seçmeler İngilizce,
Fransızca, Rusça, Yunanca gibi çeşitli dillere çevrildi.
105
BENİ BU HAVALAR MAHVETTİ
GÜN OLUR
Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim
Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti.
Gün olur, alır başımı giderim,
Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
Şu ada senin, bu ada benim,
Yelkovan kuşlarının peşi sıra.
Dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
Çiçekler gürültüyle açar;
Gürültüyle çıkar duman topraktan.
Hele martılar, hele martılar,
Her bir tüylerinde ayrı telaş!...
Gün olur, başıma kadar mavi;
Gün olur başıma kadar güneş;
Gün olur, deli gibi...
HÜRRİYETE DOĞRU
DENİZ KIZI
Gün doğmadan,
Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola.
Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında,
İçinde bir iş görmenin saadeti,
Gideceksin
Gideceksin ırıpların çalkantısında.
Balıklar çıkacak yoluna, karşıcı;
Sevineceksin.
Ağları silkeledikce
Deniz gelecek eline pul pul;
Ruhları sustuğu vakit martıların,
Kayalıklardaki mezarlarında,
Birden
Bir kıyamettir kopacak ufuklarda.
Denizkızları mı dersin, kuşlar mı dersin;
Bayramlar seyranlar mı dersin,
Şenlikler cümbüşler mi?
Gelin alayları, teller, duvaklar,
Donanmalar mı?
Heeey
Ne duruyorsun be, at kendini denize:
Geride bekliyenin varmış, aldırma;
Görmüyor musun, Her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere...
Denizden yeni mi çıkmıştı neydi;
Saçları, dudakları
Deniz koktu sabaha kadar;
Yükselip alçalan göğsü deniz gibiydi.
Yoksuldu, biliyorum
- Ama boyuna da yoksulluk sözü edilmez yaKulağımın dibinde, yavaş yavaş,
Aşk türküleri söyledi.
Neler görmüş, neler öğrenmişti kim bilir,
Denizle boğaz boğaza geçen hayatında!
Ağ yamamak, ağ atmak, ağ toplamak,
Olta yapmak, yem çıkarmak, kayık temizlemek
Dikenli balıkları hatırlatmak için
Elleri ellerime değdi.
O gece gördüm, onun gözlerinde gördüm;
Gün ne güzel doğmuş meğer açık denizde!
Onun saçları öğretti bana dalgayı;
Çalkandım durdum rüyalar içinde.
106
AUGUST RODİN
Bir kopyası da Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde
bulunan 'Düşünen Adam' heykeli ile tanınan heykeltıraş August
Rodin, 1917'de öldü.
Auguste Rodin, 12 kasım 1840'da Paris'te doğdu. 'Düşünen
Adam' heykeli, aslında düşünen bir adamı simgelemesi için
yapılmamıştı. Heykel, 'İlahi Komedya' ile tanına İtalyan şair
Dante Alighieri'yi tasvir ediyordu.
Orijinali Rodin'in Paris'teki, günümüzde müze olarak kullanılan
evinde bulunan heykelin bir kopyası da Bakırköy Ruh ve Sinir
Hastalıkları Hastanesi'nin bahçesindedir.
Sanat görüşü
Rodin, Fransız yazar Honore de Balzac'ın heykelini yeni tamamlamıştır. Balzac'ın üzerinde yenleri
geniş bir giysi vardı. Elleri önünde kavuşmuş durumdadır.
Rodin, yorgunluktan bitkin, fakat yengili haliyle birkaç adım geri çekilir, yapıtını hoşnutlukla
gözden geçirir. Karşısında duran bir başyapıttır! Mutluluğunu birileriyle paylaşmak ister. Koşup
öğrencilerinden birini uyandırır.
Gittikçe artan bir heyecanıyla, genç adamın, heykeli görür görmez göstereceği tepkiyi kaçırmamak
çabası içindedir. Öğrencinin gözleri heykeli şöyle bir süzdükten sonra, bakışları yavaş yavaş eller
üzerinde odaklanır.
Öğrenci, bir süre sonra, kendini tutamayarak, "olağanüstü" diye haykırır. "Ne eller! Üstadım,
böylesine şaşılası elleri yaşamımda ilk kez görüyorum!"
Rodin'in yüzü kararır. Atölyeden fırlar ve çok geçmeden beraberinde başka bir öğrenci ile çıkagelir.
Bu öğrencinin tepkisi de ötekinin tepkisinden farklı değildir: "Üstad, ellerin böylesini ancak Tanrı
yaratabilir. Yaşıyor bu eller!"
Bu ikinci öğrenciden başka bir izlenim işitmek isteyen Rodin, isteğine erişemeyince, bu
kez daha da büyük bir öfke ile atölyeden fırlar. Az sonra, gözleri fal taşı gibi açılmış bir
halde üçüncü bir öğrenci ile gelir.
0 da ötekiler gibi aynı hayranlık ve saygı tonuyla, "eller, eller!" diye haykırır.
"Üstadım, şimdiye dek hiç bir şey yapmamış olsaydınız bile, bu eller sizi ölümsüz
kılmaya yeterdi" diye de ilave eder.
Bu sözler üzerine Rodin'in içinde bir fırtına kopar. Korkunç bir çığlıkla koşarak atölyenin
köşesindeki baltayı kaptığı gibi heykele saldırır. Öğrenciler engel olmak için çabalasa
da, bir vuruşta o olağanüstü elleri paramparça eder.
Sonra, şaşkınlıktan taş kesilmiş öğrencilerine dönerek belermiş gözleriyle
haykırır: "Aptallar! Ben bu elleri, kendi başlarına yaşamaya kalktıkları için
parçaladım. Bu halleriyle bütünün yapısına uygun düşmüyorlar. Şunu hiç
aklınızdan çıkarmayın: Hiçbir parça bütünden daha önemli değildir!"
Paris'te Rodin Müzesi'nde bulunan Balzac heykelinin niçin elsiz olduğu, işte bu sanat
görüşünde yatmaktadır.
107
kitap tanıtımı
'6 AY' VE 'CUMHURİYET EKONOMİSİNİN
İNŞASI' ÜZERİNE
CUMHURİYET 'OLAYI' VE İKİ
ÇALIŞMA
Son yıllarda, daha doğrusu, Türkiye
ekonomisinin, 1980'lerden başlayarak
uluslararası sermayenin kullanımına,
girişine, çıkışına, değer transferlerinin
öndeki tüm engeller kaldırılarak
açılmasına, bu açılmanın getirdiği
toplumsal sarsıntıyla birlikte siyasal
İslam’ın yükselmesine paralel olarak
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş anının
özellikleri yeniden, tartışmaya açıldı.
Bu tartışmalarda bir kesimin, "resmi
tarihin " teşhir edilmesi adı altında,
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş olayına
ilişkin yerleşik hakikati sorguluyor.
Bu¬nu, olayın izlerini yapının içine
yeniden entegre ederek imha etme, "silme" çaba¬sı olarak
da yorumlayabiliriz.
Ancak bu çabaya karşı toplumda güçlü bir direniş de yok değil.
Bu, Cumhuriyet olayının hakikatini, bağımsız çağdaş bir ulus
devlet ve ekonomi inşa proje¬sinin doğuş anı olarak anlayan
ve bu projeye sadık kalmaya kararlı olanların direnişi.
Bu bağlamda. Alev Coşkun'un Sam¬sun 'dan Önce
Bilinmeyen 6 Ay (Cumhuriyet Kitapları. Kasım 2008) ve
Serdar Şahinkaya’nın Gazi Mustafa Kemal ve Cumhuriyet
Ekonomisinin İnşası (OD-TÜ Yayıncılık. Mayıs 2009» başlıklı
çalışmaları birbirlerini çok ilginç bir biçimde tamamlıyor,
Cumhuriyet olayım ve ona olan sadakati düşünme çabalarına
önemli bir katkı oluşturuyorlar.
Alev Coşkun un çalışması, olaya yol açacak olan "durumun"
özelliklerini ama en önemlisi, bu olayın gerçekleşmesini
sağlayan öznenin içindeki en etkin bireyin. Muştala Kemal'in,
"gerçekleşme" sürecine katılımının ilk altı avının 450 sav-talik
ayrıntılı bir çözümlemesini yapıyor.
Serdar Şahinkaya'nın çalışmasıyla, olay gerçekleştikten
sonraki döneme, olayın hakikatine sadık Öznenin, olayın
dağıttığı yapının yerine yenisini koyma çabalarına, özellikle
de ekonomik inşa sürecine ilişkin. Birinci çalışmada. Öznenin
oluşma "anını", ikincisindeyse olay¬dan sonraki yaratıcı
eylemini ve sadaka¬tinin ahlakım izleyebiliyoruz.
Böyle iki farklı çalışmanın birbirlerini bu kadar uy^un bir
biçimde tamamlıyor olmalarını da. yasamaya devam eden
sadakatin gücünün bir örneği olarak görüp, açıklama sürecine
eklemek de mümkün.
"DURUM" VE "OLAY" VE “ÖZNE”(1)
Bu iki çalışmayı birlikte değerlendire¬bilmek İçin durum,
olay ve özne ilişkisinin materyalist diyalektiğini kısaca
Ergin
YILDIZOĞLU
anımsamakta yarar olabilir.
Olayların en önemli özelliği öngörülemez
oluşlarıdır. Olaylar tarihsel oldukları
ölçüde de verili hesapları/bilgileri altüst
ederler. Olay durum içinden doğar ama
duruma ait değildir. Durumun içinde "olay
alanları” vardır. Ama olayın duru¬mu
yoktur. Çünkü, durum yapılandırılmıştır,
tanımlanabilir bir "küme” oluşturur. Olay
ise bu yapının içinden çıkmakla birlikte
yapının İstikrarını bozduğundan yapın
oluşturan kümeye ait değildir. Olay kendini
olanaklı kılan yapıyı bozar.
Ancak olay yeniden yapının içine asi¬mile
edilebilir. Böylece olay, olay statüsü¬nü
kaybeder, sıradan bir biçime dönüşür. Bu açıdan balonca
olayın aslında bir kararsızlık noktası olduğunu görebiliriz. Olay
durumun içinde kendini bir olasılık olarak sunar; gerçekleşme
isteyen bir olasılık... Bundan sonra gerçekleşmesi, uygun bir
öznenin eylemine bağlı olacaktır. Burada en Önemli nokta, bu
öz¬nenin herhangi bir özne değil, olaya ait bir özne olmasıdır.
Bu özneyi olayın oluş süreci yaratır...
6 AY: OLAY ALANI VE ÖZNE
Alev Coşkun'un çalışması, olay önce¬sindeki durumun
yapışım, olay alanlarım ve Öznenin doğuşunu anlamak
açısından çok yararlı bir çalışma.
Durumun yapısının özelliklerini şöyle tanımlayabiliriz.
Evrensel kümeyi, kapitalist dünya sisteminin krizi, hegemonya
ve paylaşım savaşları oluşturuyor. Osmanlı imparatorluğunun
bir alt küme olarak bir durum ve olay alanı oluşturuyor.
Çünkü, yapısı istikrarını kaybetmiş, çözülme noktasına
gelmiştir. İşgal altındadır. Bu yapının desteklediği bireyler
çeşitli krizler yaşamaktadırlar. Ancak bir olayın olacağına,
bunun Cumhuriyet biçimi alacağına ilişkin bir öngörü yoktur.
Genelde hakim olan, imparatorluğu kurtarma, restorasyon
refleksidir. Ancak durumun yapısı buna uygun değildir,
kendini sunan olay Cumhuriyettir. Ama önce gerçekleşmesi
ve geriye doğru tanımlanması, adlandırılması gerekecektir.
6 Ay, bu olay alanının merkezine, İstanbul’a
odaklanıyor.Böylece, sürece restorasyon olasılığıyla
başlayıp, uluslararası ilişkiler, imparatorluğun güç dengeleri,
bunların sunduğu olasılıklar içinde giderek, restorasyonun
olanaksızlığını, yapının dışına çıkmadan, bir çözüm
bulunamayacağını kavramaya başlayan öznelerden, tarihte
en önemli yeri alacak olanın, Mustafa Kemal’in karar sürecini
anlatıyor.
108
Yapının dışına çıkmak ise yapıyı ve yapının evrensel
kümeyle ilişkilerinin yıkılması ve yeniden şekillendirilmesi
gerektirecektir. Böylece 6 Ay'ın sonunda, özne, olayın
teklifini kabul ederek olay alanın merkezini terk eder ve
olay da böylece gerçekleşmeye başlar. Başkaları bu olaya
sadakat göstermeseydi, özne olarak katılmasaydı, bu
olay söner, bile¬şenleri yapıya geri dönebilirdi. Ya da olay
tamamlandığında, Cumhuriyet değil, şu veya bu ülkenin
sömürgesi, mandası gibi bir siyasi yapı şekillenmiş olabilirdi,
üstelik bu yönde müdahale ederek olayı engellemeye
çalışan güçler de yok değildi. Ama hepsi yapıya aittiler,
restorasyoncuydular, olay Cumhuriyet oldu...
dünya ekonomisinin bir önceki döneminden kalan
sadakatlerin şimdi dayanılmaz hale geldiğini, çünkü o zaman
olduğu gibi bugün de yapının istikrarını, kendini yenileme
reflekslerine (restorasyon) pratik ya da ideolojik direnç
noktaları oluşturduklarım görüyoruz. Ve yine, Cumhuriyet
olayı karşısın¬da şekillenmiş ittifakların da yeniden kurulmaya
başladığım da...
Alev Coşkun'un ve Serdar Şahinkaya'nın çalışmaları, bugün
Cumhuriyet olayının hedef alınmasının, izlerinin im¬ha
edilmeye çalışılmasının, o olayın iktidardan dışladığı,
marjinalleştirdiği dinci entelijansiya sınıfının (2) şimdi
tekrar, iktidara talip olma çabaların arkasında ya¬tanları da
düşünmeye yardımcı oluyor.
OLAY VE SADAKAT
Olay gerçekleşir, tamamlanır, katılanlar üzerinde iz bırakır.
Olay karşısında üç tavır söz konusudur, tik tavır, yeni bir şey
olmuyormuş gibi davranmak. İkinci ta¬vır, olayın dağınığı
yapıya geri dönmek, buradan kaynaklanan çıkarları korumak
için olayın izlerine karşı, onu silme, yok etme mücadelesidir.
Üçüncü tavır ise, bir olayı saptamak, bunun yarattığı hakikati
benimsemek.ve bu hakikate sadakat açıklayarak onu
evrenselleştirmek için mücadele etmektir.
Serdar Şahinkaya'nın çalışması, bu üçüncü tutumun
doğuşuna, ilk eylemlerine ilişkin Öyküyü anlatıyor.
Şahinkaya'nın çalışmasında, olayın izi, yeni hakikat ve ona
sadakatin anlamı bizzat bu olayın yarattığı öznelerin ve en
etkili öz¬nenin ağzından, eylemlerinden (kararlar, yasalar
tartışmalar vb...) hareketle aktarılıyor. Böylece de karşımıza
Cumhuriyetin hakikati olarak, bağımsız (kendi çıkarlarını
kendi belirleyecek iradeye sahip), ama dünya ekonomisinin
parçası olmayı yadsımayan, halkçı, ulusal, ama kapitalist
bir ekonomi projesinin prototipidir. Bu sadakatin ahlakının
en önemli bileşeniyse laiklik olacaktır. Laiklik ilkesi, bu
sadakatin aslında bir başka sadakatin, aydınlanma devrimine
sadakatin devamı, teorik ve pratik mirasçısı olduğunu da
göstermektedir.
Prototipidir, çünkü yapılanın teorisi henüz yoktur, yapılan
türünün ilk örneğidir. Bu yönde diğer çabaların ilk örneklerini
(gelişme ekonomisi, kapitalist ol¬mayan yol, ithal ikameci
kalkınma, bağımlı gelişme teorileri gibi) görebilmek için II.
Dünya Savaşı'nın sona ermesini, yeni bir yapının oluşmasını,
sömürgelerin bağımsızlığa kavuşmasını, sanayileş¬meye,
tarımın geliştirilmesine ilişkin ulusal kalkınma projelerinin
gündeme gelmesini beklemek gerekecektir.
Burada prototip ile sonraki Örnekleri arasında dikkat edilmesi
gereken bence en önemli fark, ulusal proje olarak kapitalist
gelişme yolunu seçen deneyimlerin hemen hepsinin, belki
Küba, Vietnam gibi bir iki örneğin dışında, da¬ha baştan
yapının içinde olmalarıdır. Cumhuriyet olayıyla gündeme
gelen ulu¬sal projenin başlangıçta, tarihsel koşulların da
yardımıyla yapının dışında kalmayı başardığını, ancak yeni bir
yapı kurulmaya başladıktan sonra yavaş yavaş, yeni yapının
egemenlik bağımlılık ilişki-leri içine çekildiğini görüyoruz.
Ancak Şahinkaya'nın çalışmasında aktardığı örnekler dikkatle
izlendiğinde, II. Dünya Savaşı sonrası oluşan yapının iç
dengelerinin iki kutup durumunun, bu prototipin birçok
ekonomik, sınıfsal özelliğin, daha önemlisi yarattığı sadaka¬tin
yaşamasına izin verecek nitelikte olduğu görülebilir.
II. Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan yapının krize girmesiyle
birlikte, bu özelliklerin hızla ortadan kalkmaya başladığını,
(1)Bu yazıda kullandığını teorik kavramlar sistemini esas
olarak Alain Badiou’nun Being and Event, (varlık ve olay),
ve logics ot worlds (dünyaların mantıkları) çalışmalarına
borçluyum. Bu metinde yapacağım özetiyse. Allan Peronun
"The Chiasm of Revolution: Badiou. Lacan. and Lefebre"
(TheSypıom No: 10, Bahar 2009 »başlıklı denemesinden
kısaltarak aktarıyorum.
(2) Siyasal İslam’ın yükselişi sırasında, nere¬deyse hâkim
olan görüş, seçkinlerin iktidardan dışladığı halkın yeniden
iktidara döndüğüne ilişkindi. Bu yüzden yaşananlar kolaylıkla
demokrasi olarak sunulabiliyordu. Halbuki iktidardan
dışlanan dini entelijansiya sınıfıydı, ve şimdi o iktidarını
restore etmeye çalışıyordu. Olay demokrasiyle değil
seçkinler arasındaki, daha doğrusu iki farklı hakikat rejimine
(Aydınlanmaya ve Müslümanlığın mesajına) sadık iki farklı
seçkinler arasındaki bir çatışmada, halkın ne tarafta tavır
alacağının belirlenmesiyle ilgiliydi. Marjinal ve egemen
entelektüeller, bunların sınıf refleksleriyle ilgili çok yararlı
teorik bir çalışma için bkz: George Konrad & Ivan Szelenyi,
The Intellectuals on the road to power. Harvester pres, 1979.
Bu kitabın bir ilginç yanı da Glasnost ve Perestorika'yı daha
on yıl önceden, tanımlamaya başlamış olmasıdır...
CUMHURİYET KİTAP
SAYI 1014
23 Temmuz 200
109
Bartolomeo de las Casas
Yerlilerin
Gözyaşları
Yerlilerin Yok Edilişinin
Kısa Tarihi
“Latin Amerika'da sömürgeciliğe karşı direnen ilk gerilla önderi Kasik Hatuey, adaya çıkışlarından
itibaren İspanyolların eline geçmemeye çalıştı? Çünkü onları tanıyordu ve neler yapabileceklerini
iyi biliyordu. Ama sonunda yakalandı ve diri diri yakıldı. Yakılma nedeni, zalim Hıristiyanların
eline geçerek işkence ile öldürül­mekten kurtulmak için kaçması ve kendisini savunmuş olmasıydı.
Kazığa bağlandıktan sonra, yanma yaklaşan Aziz Francisco tarikatından bir keşiş, Tanrı'dan ve Hı­
ristiyan inancından bahsettikten sonra, celladın ken­disine tanıdığı bu kısa zaman süresi içinde eğer
Hıristi­yanlığı kabul ederse günahlarından kurtulacağını ve öldükten sonra cennete gidebileceğini
söyledi. Hatuey, keşişin söylediklerini dinledikten sonra bir an düşündü ve bütün İspanyolların
cennete gidip gitmediğini sordu. Keşiş, "Evet, cennetin kapılan iyi İspanyollara açıktır," dedi. Kasik
Hatuey keşişe şu cevabı verdi: "O zaman ben cehenneme gideyim, çünkü cennette Ispanyollarla
karşılaşmak istemiyorum".
İngilizce ve özgün İspanyolca metinlerden karşılaştırarak çeviren: Oktay Etiman
110

Benzer belgeler