Sophia perennis

Transkript

Sophia perennis
Sophia perennis
hikmet-i Halide/ezeli hikmet
3
KIL- TÜY
VE FELSEFE
1
NİETZCHEnin bolca kıllı yüzünün olduğu
fotoğrafına battığımda ne yalan söyleyeyim felsefeden
ürkmüştüm. Felsefeye bulaşmaktan akıl sağılığım adına
endişe duymuştum. Nietzchenin çok daha başka fotoları
da vardı. Ama nedense hep tercih edilen yüzünü
kocaman bıyığının kapladığı fotoğraftı..
Bu imaj düşünce adamlarının özellikle felsefeci
bilenen insanların dağınık ve derbeder olduğu yolundaki
yargının uzantısı idi. İmajlarla oluşturan bir gerçeklik
algısı kestirmeden düşünce adamı olmanın yolunu da
göstermiş oluyordu. İmajinal olanın kolaylığı ile hakikati
elde etme çabasının zorluğu kimi kere insanları imajinal
olandan yana tercih kullanmaya itiyordu.
Kimi uyanıklar için hiçbir düşünsel çaba
göstermeden düşünce adamı bilinmenin yolu bu imajinal
gerçeklik algısından istifade etmekti. Her erkekte
bulunan kıl ve tüy bu işte önemli bir enstürmandı..
Bir ara, adı büyük bir üniversitede felsefe
bölümü öğrencilerinin sabah okula giderken gözlerine
sabun falan sürerek kızarmış gözlerle sabaha kadar
düşünce çilesi çekip tartıştıkları izlenimini verme
çabalarıı duyunca çok şaşırmıştım..Var mıydı gerçekten
böyle bir şey..?
Benim bildiğim geçmişte yaşamış düşünce
adamlarının fikirleriyle öne çıktıklarıdır. Bu yüzden ciddi
anlamda düşünsel çaba içinde olanlar, filozofları pespaye
duruşlarıyla değil, fikirleriyle hatırlamaktadırlar. Bize
pespaye görünen duruşları olsa bile onun altında derin
bir felsefi anlayış bulunmaktadır. Dünyaya değer
vermeme tavrı bir felsefi duruşun uzantısıdır.
İmajların dünyasından hakikatin dünyasına
geçmek bilgeliği sevmenin ön koşuludur. Bu yüzden biz
felsefi düşüncelere ve akıl yürütme yöntemlerine değer
verip dikkat etmeliyiz. Şunu da unutmamalıyız ki büyük
filozoflar gerçek hayatta çok tertipli ve düzenli yaşayan
insanlardı. Bir çok örnek verilebilir bu konuda...
Felsefe Öğrencisinin Yapması Gereken kısa ve
kestirme yolu değil (kafadaki felsefe imajını besleyecek
şekilde bir imaj yaratmak gibi) uzun ve meşakkatli olan
yolu tercih etmesidir. Değilse bir düşünce adamı
olmaktan çok bir showmen olabilir ancak. Bu imaj
yaratma bir yerde sona erebilir. İnsanlar imaj ile bir yere
kadar idare edilebilir ama sıkı bir fikir işçisi tarafından
balon patlayabilir.
En trajik olan yanı da imajinal olanın hakiki sanılmasıdır.
İnsanan kendini aldatması ne acıdır oysa. İnsanın kendini
kandırması ne acıdır.
ne olacak halim?..
ŞİRİVAN KAYA
Doğduğum ilk günden beri birileri beni bir
tarafa aslında kendine doğru çekerek
kendilerinin
oluşturduğu
,
tasarladığı
kalıpların içine sorkmaya çalıştılar ve hala
çalışıyorlar. Sanırım bu çaba ömrüm olduğu
sürece devam da edecek.
Doğduğumda annem beni kendisi gibi,
ya da kendine göre doğru bildiği (hiçbir kötü
niyet beslemeden) şekilde yetiştirmeye çalıştı.
Fakat birileri ''kız çocuğu şöyle olmalı,
böyle olmamalı '' diye kendilerinin belirlediği
sınırlar içerisine hapsetmeye çalıştılar
farkında olarak veya olmayarak.
Derken
okul
başladı
bu
kez
öğretmenimin belirlemiş olduğu kalıplara
girmeye başladık. Ana dilde (Zazaca, Kürtçe ve
sokakta veya evde konuştuğumuz Diyarbakır
ağzıyla) konuşmak yasak. Ki o güne kadar bir
tek kelime bile Türkçe konuşmamiş olan
arkadaşlarım dahi vardı. Ben şanslıydım çünkü
annem beni "gerçek bir kız çocuğu kaba
konuşmaz/konuşmamalı"
mantığıyla
büyütmüş; hem Türkçeyi hem de Kürtçeyi tam ve düzgün öğretmişti.
Gaziantepli olan ilkokul öğretmenim (ilk önce sevmeme rağmen) sınıfımızın gözbebeği
olan arkadaşımız Sinem'i Kürtçe şarkı söylemek isteyince azarladığı an gözümde "ÖCÜ"haline
gelmişti.
Fakat çok geçmeden onun yerini nereli olduğunu bilmediğim lakin"hangi dille
konuşursan konuş önce insan olmayı, adam gibi adam olmayı, herkese aynı perspektifle
bakmayı önemseyen ve sadece bizi gerçek anlamda eğitmekle ilgilenen bir öğretmen almıştı.
Öğretmenlerin tümüne yüklemiş olduğum "öcü" rolü bu defa başka insanlara yüklenmişti. Bu
yeni öğretmenim artık ailemden biri olmuştu. Beni yargılamıyor belli bir kalıba sokmaya
çalışmıyor neyi yapıp ne yapmamız gerektiğini anlatıyordu.
Yedi yaşında başladığım yolculuğun ilk kademesi olan ilkokul bitmişti. Gerçekten de belli
kalıpların etkisi vardı üzerimde ama herşeyden biraz her düşünceden bir parça ...On dört on beş
yaşlarındaydım ve daha düşünemediğimi yeni yeni anladığım bir dönemdeydim. Liseye
başlamiştim ve bu kez birden fazla kalıp aynı anda bir kerede gelmeye başlamıştı. Bir yanda
zengin muhitte olmanın verdiği (az veya çok olduğunu bilmesem de) özenti, bir yanda en hafif
sayılabilecekten en ağıra kadar olan nikotin alışkanlıkları, bir yanda ise belli insanlardan
oluşan cemaatler, topluluklar ve gruplar… herkes bir tarafa çekmeye çalışıyordu. Hemen hemen
(nikotin dışında) bütün yönlerde en az bir olayım vardır ve en az bir serüven yaşamışımdır. İşin
garibi hiç birinde sabit kalamadım ve o demir, o sınırlı kalıba giremedim Çünkü her kalıpta
yanlış giden bir şeyler oldu ya da en azından bana doğru gözükmediği halde doğru diye kabul
ettirmek isteyen , sorgulanmama zorunluluğu getirilen konu veya olaylar oldu. Farz-ı muhal
''din kardeşliği'' dendi fakat '' o bizim cemaatten değil , onunla görüşme'' cümlesi ardından
geldi… ki o kişiyle de aynı camiiyi aynı seccadeyi paylaşıyorduk. Bir diğeri eşitlik, özgürlük, barış
ve kardeşlik gibi(özellikle o dönemde ) önemli ve en can alıcı şah damarımız kadar hasas
diyebileceğimiz konulardan, temalardan bahsediyordu ama gelin görün ki böyle nutuk atan
1
askerin ölümü
adam birkaç saniye içinde kendi ırkından
olmadığı için başkasının infaz kararını alabilen
bir cellada dönüşebiliyordu.
Madem ki eşit bir toplum istiyorduk
neden önce biz eşit davranmıyorduk? O gün bu
soruları kendime sormuyordum belli birgruba
dahil olmak istiyordum ve kim ne isterse onu
yapmaya çalışıyordum ta ki (tek tük de olsa)
bazı insanlar hayatımıza girmeye başlayıncaya
kadar onlarla beraber soru sormaya başladık.
Anladık ki gruba dahil olmak pek de önemli
değil önemli olan doğru yolu bulmayı
başarmak.
Doğduğum ilk günden beri kalıba
bırakılmaya çalışılan bir kız çocuğuyum ben.
Değişen bir çok şey gördüm ,geri dönmeyen
,sönen lakin değişmeyen bir tek şey varki o da
hala hiç hız kesmeden kalıplaştırma , at
gözlüğüyle baktırma çabası etrafa. Şu an tüm
bu olanlar için ne mi
düşünüyorum? ''- Hiç''.Sadece soruyorum kendi
kendime ''NE OLACAK HALİM''diye.
Asla bitmeyen bu öykü her gelen için
farklı yerden başlasa bile, aynı sıra ve aynı
düzenle devam edecek galiba…
mustafa karaosmanoğlu
bugün hava kirli
avucumda bir dolu ter
sesim savruluyor içime doğru
sesimde yer yer
bir anlam yırtılıyor
bir horoz göğün penceresinde
nasıl yırtılıyorsa öyle
yaşamak gibi
ne varsa içimde
içimde yoruluyor
ellerim sıkışıyor anne
ellerim pimde
bugün hava kirli
günlerden ayaz
gözümü kırptığımda yüreğim sıkışıyor
hayata sıkışıyorum biraz
öyle senden uzakta anne
burada tam yakınımda
vakitsiz bir ölüm bakıyor bana
kurulmuş bir zemberek gibi gözleri
beni dikizleyen kirli bir ölüm
yok sadece hasret değil beni öyle yakan
mutsuz bir hayal değil yedeğimdeki
dikenli teller gibi içimi yırta yırta
bana öyle bakan düşmanım değil
zamanın o buruşmuş yüzü
pimi çekilmiş bir bomba ellerimdeki
onmaz bir heves yaşlanıyor içimde
apansız yavaşlıyor yaşamak anne
kanım çekiliyor içime doğru
güneş öyle tepemde
güneş öyle soğuk ki
gölgesi donuyor sevdiklerimin
içimde bir boşluk büyüyor
ölüme icbar edilmiş
sonsuz içimde
öylesine bir boşluk
ve öylesine ucube biçimde
baştan aşağı korku oluyorum
tepeden tırnağa terim
kelebekler anne
rüzgarda savrulan o kelebekler var ya
birazdan onlar gibi bende
hem onlardan çok uzak
hem onlarla birlikte
bilmediğim bir ölüme gideceğim
düşman içinizde diyorlar bize
bunun ne olduğunu kimse bilmiyor ama
herkes umulmadık şeyler söylüyor anne
öteki ilan ettiğine
mesela
geçen gün unvanı yüksek biri
yüzümüzü inceledi bir bir
bunun hukukta bir yeri var diyerek
eğilip içimize baktı
kalbimizi karıştırdı elindeki değnekle
göremedi hiçbir şey ama
içimizde derin bir acaba bıraktı
Hayat ve Ütopya
Elif Öz
zamandan
sonra
kafamda
biriken şeylerin önü alınamaz
hale geldi, gün geçtikçe bir çığ
gibi büyüdü, ruhumu, benliğimi,
anlamlı
ve
anlamsız
bütün
duygularımı avuçlarında daha
sıkı sarmalamaya başladı. Bir
süre
sonra
pervasız
çırpınışlarımın,
feryatsız
figanlarımın beyhude olduğunu,
bundan kurtulmanın imkânsız
olduğuna inanmaya başladım,
bunu
Hayat
bir
koşuşturmadır.
Alelacele
koşuştururken birbirimize bir şeyler söylemeye
çalışan tuhaf insanlar ütopyasıdır… Hayat ve
insan…
her
iki
düşünceler,
kelimenin
gayretli
altında
hissedişler,
uzun
samimi
endişeler yattığını biliyorum, bir savaştır gidiyor
işte…
Kendi
kendime
mırıldansam,
dudaklarımdan yine o büyülü, kristal yapılı
kelimelerin
susuyorum
döküleceğini
biliyorum
çünkü suskunluklar içe dönük
konuşmalardır.
fark
dinliyorum,kalbimi
dinliyorum,ikisi
gökle
ama
yeryüzü
arasına
ediyorum.,aklımı
sıkışmış
arasında
göğsüm
kalıveriyor,nefessiz soluk soluğa,sonra aklımdan
geçenler kalbimden geçenleri boğuyor,içten içe
bir hesaplaşma,ama nafile… Bütün bunların ne
zaman başladığını tam olarak bilmiyorum,
konuştuğum
birçok
şeyi
iş
olsun
diye
konuşuyorum. Başka yerlerdeyim, aslında çok
yüksekten düşmüş bir kristal gibiyim, iyi değilim,
ama yaşanan bazı olaylar, şimdi bedensiz
acılarıma,
mutluluğuma
ve
nihayetinde
duygularıma bir vücut oldu, daha güçlendirdi. Bir
1
düşünmek,
bu
haliyle,
çırılçıplak
hissetmek
bütün
gücümü
tüketiyordu. Yaşam artık, nehirde sürüklenen bir
yaprak misali, iradesizce beni önüne katıp
sürüklerken, sonumu bekleyip görmekten başka
yapabileceğim fazla bir şey yoktu. Belki de ben
göremiyordum ya da beynimin reel süzgeçleri
bir bir tıkanmıştı. İnsan bazen gerçeklikle
hayalin ayırtına varamıyor öyle ki kafamda
bazen o kadar adı konulmamış şeyler geziniyor
ki, bunların ne kadarı gerçek, ne kadarı hayal
fark edemiyorum, hepsiyle tek tek konuşuyorum,
kavga
ediyorum,
bazılarına
içtenlikle
saldırıyorum, kiminden kaçıyorum kaçabildiğim
en uzak mesafelere, bazısına yabancılaşıyorum
ama nafile hepsiyle bilmediğim daha önce hiç
geçmediğim
bir
kavşakta
karşı
karşıya
geliyorum. Kimi üzeri kabuk bağlamış yaralar
gibi…
üzerinden
iyileşmeye
yüz
zamanın
suları
tutmuş
yaralar
akmış,
gibi,
dayanamıyorum kabuğu tırnağımla kaşımaya
başlıyorum, kopartıyorum tatlı bir acı veriyor ve
yara yeniden açılıyor, yeniden kanıyor… Bir tek
cümleye tutunarak yaşam
nehrinde kürek
sallanamayacağını,
mesafe
alınamayacağını
En çok kime inanmak istediysem en az ona
anlıyorum,
cümlemi
besliyorum
inandığımı
sonra
aç
kanıksadım,tatlı
bir
hüzün
çocukları besler gibi, sevgi veriyorum, hoş görü
kaplayıverdi ruhumu,anlamadım ki hayatın en
veriyorum, yürekli ve cesur olmayı veriyorum ve
keskin,en zehirli okları en korunmasız anda
büyüyor… Bazen bir insana hiç söylenmemesi
yüreğime
gereken şeyleri söyleyivermek, hiç bulunmamam
tükeniyordu…Geleceğim bedenimi oluk oluk terk
gereken yerlere zamansızca damlayıvermek,
ediyordu….Bir
evden çıkmamam gereken vakitlerde sokağa atılı
endişe,zaman geçmek bilmiyordu,sanki akrep ve
vermek,
insanların
yelkovan uyuşturucu almışlarda saat kadranının
burnunun dibinde bitivermek gibi hayatımı
ortasında kendinden geçmiş gibiydiler. Bende
kargaşaya düşürebilecek kadar trajik ve bir o
kendimden
kadarda komik maharetliyim sanırım… Aslında
vecd haliydi benimkisi,şeytanın kabile fısıldadığı
belirsiz dünyanın belirsizce atılan adımları mı
ve insanın ruhunu kirleten,karanlık kelimeleri
desem, bilmem ki, ama şunu iyi bilirim ki
beynimden
belirsizlikler büyüdükçe cehennemleşir,sanırım
doğrunun
her insan kendi cehennemine odunlarını kendi
zorluklarını göze almalıydım sonra avuçlarımda
elleriyle taşır… sonra beynimin en ücra, en derin,
ki gerçeklerin,sımsıkı kavranmış gerçeklerin
en girift kıvrımlarından bir sayha yükseliveriyor
eriyip
bir
topraklara
yaklaşmamam
kartal
ÖLÜMDÜR”
gibi,“İNSAN
deyip
gereken
ÇOKÇA
yüzden
başladı
ve
geçmekteydim,büyülü,mistik
uzaklaştırma
gerçekliğini
parmaklarımın
doğru
çabasındaydım
ve
onu
bir
ve
taşımanın
arasından
nasılda
bir
kirletilmiş
feda
eylemleri
yaptıklarını fark ettim…kelimelere tutunacak
sessizliğimi tuz buz ediyor. Fırtınadan sonra
gücümü yitirmiştim sanki,her kelime kahrolası
yatışmış halim selim bir deniz oluveriyor
bir anıyla birlikte dikiliveriyordu karşıma,kendi
zihnim,sonra o sade ve sakin olan denize
sokaklarımdan kalma hırçın ve asi öfkelerim
dalıyorum en derinlerden bir yerlerde midye
ayaklanıyordu beynimin her sığınağında ve her
kabuğunda
mevziinde ama kimse anlamıyordu bunu….
için,vurgun
bir
avuç
yiyiyorum
katılığında
sıkıntı
bu
olan
ki
buz
HAYAT,BİR
saplanmışta,gücüm
sevgi
çıkarmak
sonra
ve
Dünya
gözlerinde
kırmızı
giymiş,
ciğerlerim parçalanıyor; önemli değil yüreğim
şehvetli bir kadına dönüşüveriyordu. Alımlı
atıyor, tekrar denemeliydim çünkü hazinem
şeytan,
orada yatıyordu…. Kendi kendime hayaller
yapıyordu
kursam….insansız bir hayal mümkün değil
kimilerinin ve kabil’e fısıldadığını fısıldıyordu, en
ki,susmak, susmak diyor içim, en iyisi sükunetin
sinsi, en yoğun, en hileli haliyle, şimdi her şey
olgun ve dolgun iklimin de teneffüs ederek
sona erecek, acıların bitecek diyordu… Zavallı
beklemek diyor…
kölelerine… İnsan garip bir varlık… İçimden
yanı
başlarında
bazılarına,
oturmuş
saçlarını
annelik
okşuyordu
Sonra diyorum yaşamak için kendimi
bunlara okkalı bir küfür sallamak geldi ama
anlatabilmem gerekiyor, doğru ve anlaşılabilecek
yapamadım, ağladım, kızıyordum her şeye, birde
şekilde, bazen diyorum kendimi mi anlatamadım
gözyaşlarıma… Ve sonra anlıyordum her şeyi…
dünyaya? Yada dünyayı mı anlayamadım, ne ağır
Bugün neyi önemsiyorsam, geleceğimin inşa
bir
çelişki…“Ey
tuğlalarının bunlar olduğunu, en çok yalnız
Rabbim,göğsümü aç, genişlet, işimi kolaylaştır
kaldığım yerlerin, çokça ruhsuz bedenlerin
,dilimde bulunan düğümü çöz de anlasınlar beni.”
yaşadığı
sancı
bu,ne
yaman
bir
kalabalık
yerler
olduğunu…
Ve
sözlerimin yankısız kalışını, bunun bir çaresizlik
olduğunu,kendini
olduğunu geç anladım, dudaklarımdan dökülen
gettolarına kapatıp,özgürlüğü bu beton küpler
kristal yapılı, tekerrür cümlelerin çokluğunu
içinde
sıklığını, bu yüzden çok yaşadığımı fark ettim,
olduğunu,kapalı durmakta ısrar eden pencereleri
ama hep ürettim, dudaklarım kalbimden taşan
artık duvardan saymak gerektiğini,üzerinden
cümleleri haykırıyordu ve biliyordum ki tekerrür
atlamayı denemediğin engelin seni çepeçevre
ayrıntılara kadar yayılmışsa artık yaşamıyordum
mahkum ettiğini ve kendi üzerinden atlayıp
ve
geçebilmen gerektiğini, gül yürekli bir bülbüle
duyduklarımın,gördüklerimin
canımı
dogmatik
aramanın
kadar
sevdalanıp
hissettirdiğini,ya
ya
avucunun içinde tutmanın sonra yaşıyor mu diye
çok
bakıp,görmek isteyişinin, büyük bir endişe ve
korunmasız,çırılçıplak
cesaretsizlik içinde kaçacak diye avuçlarını
olduğumu yüzüme bir şamar gibi çarpacağını
sımsıkı tutmanın, öldürmek olduğunu, sevmenin
biliyordum. En az koruduğum şeyin en çok
ve sevginin bu kadar hassas ve kırılgan oluşunu,
sevdiğim şey olmadığını anladım,paylaşılmayan
yaşamanın, sevginin, sevilmenin basit olduğunu,
bir mutluluğun,damarlarında kan gibi akan
onu insanın kendisinin karmaşıklaştırdığını,
heyecanın nasılda bir zehire dönüverdiğini
kaotikleştirdiğini
anladım ve ruhları çokça üşüyenlerin bunlar
yaşanamayacağını, ama tek ve kuru bir sevgi
olduğunu,buz gibi soğuk kalplerinden,sıcak söz
gerçeğiyle
çıkaramayacaklarını
okunabileceğini, etrafta konacak bir dal yoksa,
görmediklerimin
canımı
sıkacağına,zırhsız
fırtınaların
anladım,içimde
uğultusunun
duyulmadığını,içten
yaşlarının
gözlerden
daha
içe
selinde
çoğu
ağlayanların
okunabileceğini,içindeki
olduğunu,özene
bezene
yalanın,sade,yalın,cazibesiz
etmekte
bir
hayat
çok
yalana
meydan
göz
olmayacağını ve eğer ruhun kafese doğru
kuş
ayrılmasının
yalanla
ruhun
uçacaksa
bedeninden
dolusu
olmanın
hiçbir
özgürlük
kıymetinin
derinliklerinden
olmadığını, insanın en çok kendi ütopyasını
kıvılcım,karanlık
inşasıyla meşgul olduğunu ve en çokta bu ütopik
köşelerinde
enkazın altında can verdiğini veya bazen
yanılsama
kendinde boğulduğunu, eğer acılar kalpleri
kuytu
ışıldamıyorsa,insanın
ve
misali,yakalayıp
kez
boğulduğunu,acıların
değil,gözlerin
yüreğinin
kopan
kelebek
anlamsız
sıkması,zırhımda farkında olmadığım bir zayıflığı
duymadıklarım
bir
ne
heyulaların
bir
süslenmiş
bir
gerçeği
zorlanmayacağını,yerinde
bir
katılaştırmışsa, hayatın nehri olan zamanın
alt
akışkanlığının
durmayı
kutsayarak adım atmayı düşünmenin beyhude
azaldığını
ve
kaybetmekten
duyduğumuz korkularımızın, asıl kazanmakta
geciktiklerimiz olduğunu anladım…..
GELENEK ÜZERİNE BİR OKUMA DENEMESİ
“Geçmişle Gelecek Arasında Gelenek”
Dr. Sıtkı Karadeniz
“Gelenek ölülerin canlı inancıdır;
gelenekçilik ise canlıların ölü inancı…”
Jaroslav Pelikan
ÖZET
Gelenek kavramı, birçok sosyal bilim kavramı gibi oldukça muğlâk bir anlama sahiptir. Bu, büyük ölçüde
modern zamanların bilim anlayışından kaynaklanmaktadır. Ancak bizatihi kendisi de modern bir kavram olan
geleneğe, her iki taraftan da sağlıklı bir yaklaşımın olduğu söylenemez.
Bir tarafta, modernitenin, kendini inşa ameliyesini gelenek üzerinden gerçekleştirmeye çalışması ve
kendini “geleneksel olmayan” olarak takdim etmesi söz konusu iken; diğer yanda, “geçmişi bugünde yaşatma
kaygısında olan ve geleneği, tarihin bir “an”ında sabitleyerek onu muhafazaya çabalayan gelenekçilik”
bulunmaktadır. Her iki yaklaşım da, geleneği kendi mecrasının dışına çıkarma çabası içerisinde bulunmakta; ya
da zımnen böyle bir işlev görmektedirler. Buna rağmen ikisinin de birer değer veya yapı olmalarının ötesinde
birer “zihniyet şeması” oldukları, ya da bilinç kategorilerini ifade ettikleri kabul edilmelidir. Ancak gelenek, bu
“iki düşman kardeş”in savaşının ortasında kalmasına rağmen hala varlığını sürdürmektedir.
Anahtar kelimeler: Gelenek, modern, gelenekçilik, geleneksellik, muhafazakârlık.
Giriş Yerine
Modern bilim, modernitenin hediye ettiği
kavramları, modern öncesi (geleneksel dönemler
denilmektedir ekseriyetle) dönemlerden tevarüsle,
“efradını cami, ağyarını mâni” bir biçimde tanımlama
alışkanlığını sürdürmekte; ancak ele aldığı her kavramı
bir “heyula”ya benzeterek, uğraşanı, anlam ve kafa
karışıklığının ortasında bırakmaktadır. Bu, özellikle ve
çoğunlukla sosyal bilimler için daha çok geçerlidir.
Herhangi bir kavram hakkında konuşmak için,
evvela kavramın etrafındaki “belirsizlik halesi”ni aşmak
gerekmektedir. Ancak sahip olduğumuz enstrümanlarla,
bu bulanık haleyi aşmak pek de mümkün
görünmemektedir. Modern bilim geleneğinin içerisinde
kalındığı takdirde, doğa bilimlerinden beklenen, “mutlak
sonuçlar” elde etmekle sorumlu tutulacak ve ortak bir
tanımlama esas alınmak durumunda kalınacaktır. Ancak
herhangi bir tanımlama ve teşebbüs, modern bilim
paradigmalarını aştığında ise, yerel bilim, postmodern
gibi, modern ve fakat menfi nitelikler yüklenen
tanımlamalara
maruz
bırakılacaktır.
Sonuçta
söyleneceklerin, söylenenler içerisinde bir kalabalık
oluşturmanın veya haleyi genişletmenin ötesine
geçmeme ihtimali ise, her zaman için mahfuzdur.
Peki, bu durumda, böyle bir ameliyeye, modern
bilimin de imkânları ve bulgularını da kullanarak bir
kavramsal iz sürmeye girişmenin meşruiyetinin veya
mantığının temeli ne olabilir?
Şüphesiz, temel saik, Aristocu anlamda “insan”
oluşumuzun, yani ilk insandan bugüne dek
“muhteva”sını bütün insanların oluşturduğu ve fakat hep
aynı kalan “insan formu”nun, ya da daha keskin
anlamıyla ve büyük harfle İnsan’ın, uhdesinde hikmetin
nüvesini taşıyarak ve bunu nesilden nesile aktararak
insanlık şuurunun bir gereği olarak, herhangi bir konuda
olduğu gibi bu konuda da dert edilenin, duyulan
rahatsızlığın bir dışavurumu şeklinde, kapısına dayanan
konuyla da cebelleşmekten kendini alıkoyamayışıdır. Bu
ameliye, ne yapsanız peşinizi bırakmayan ontolojik
kaygının bir sonucudur. Çünkü insan, “verili olan”la
iktifa etmeyen, “ufuk çizgisi”nin ötesini aşmaya teşne
varlıktır. “İnsan, felsefe yapan varlıktır” tabiri de
buradan doğmuş olmalıdır.
Postmodern felsefeye müşteri çoğaltmak ya da bu
felsefenin argümanlarını kullanarak modern bilime
yüklenme niyetinde değilim. Ancak amacım, Batı
felsefesinin, Antikitelerden bu yana, kendini salt zihinsel
bir performansa adayarak, philosophia perennis’in, yani
hikmet diyebileceğimiz bir menzilin rayından bile isteye
kendini kaydırmış olarak mutlak hakikate varma şansını
kaybetmiş
bulunduğunu
anlamaya
çalışmaktır.
Postmodern bir tabirle, bu ufuk, daha o günden “(en)
büyük anlatı”sını kaybetmiştir. Tam da onu
kaybettiğinden olmalı ki, o anlatıyı yeryüzünde tesis
ederek huzura ereceğini tasavvur etmiştir. Ve “tarihin
sonu” gibi, “medeniyet” gibi, “demokrasi” gibi değer ve
iddiaların, biraz da bu zaviyeden değerlendirilmesi
gerektiği kanaatindeyim.
Yeryüzünün sırlarına bu paradigmadan hareketle
ve bu paradigma içerisinde vakıf olma değil, sahip
olmaya çalışmak, kaderini yazmanın önkoşulu olarak ve
ister istemez, bu çabayı katı sınırlandırmalara maruz
bırakacaktır. Ancak bu sınırlandırmalar, kesret-vahdet
birlikteliğinin, yani Geleneğin dairesindeki “bütün
geleneklerin tek bir Geleneğin bir süreği, bir izdüşümü
veya bir mücessem hali” tasavvurunun muadili değildir.
Bu nedenle, “bir”e varmaya çalıştıkça “çok”almaktadır ve
bu “çokluk”, hangi alan olursa olsun, bulanık, belirsiz,
kimliksiz, herkesin her şekilde eklemlenebileceği ve
fakat bir diğeriyle neredeyse örtüşecek müşterek
bulamadığı bir “teşviş” halini doğurmaktan öteye
gidememektedir. Hülasa, modern bilimsel ameliye, her
ne kadar “form” olarak “geleneğin” izinden gidiyor gibi
gözükse de, “muhteva” olarak ele aldığı her kavram veya
konuyu atomlarına ayırırcasına parçalamakta ve fakat
bir üst merhalede birleştirmeyi beceremeyerek bu
“teşviş” halini derinleştirmektedir.
Aynı durumun, bizzat “gelenek” için de geçerli
olduğunu teslim edelim. Özellikle sosyal bilimlerde,
herkesin gelenekten anladığı, farklı şeyler olmaktadır.
Bu, eğer biz, geleneği bir bütünlük olarak anlayacaksak,
bir anlamda, kavramın henüz gelenekselleşemediğini
göstermektedir. Nedir gelenek? Ya da gelenek
denildiğinde anlaşılan hep aynı şey midir? Her ne ise bu
gelenek, nasıl meydana gelir? Onu meydana getiren
unsurlar nelerdir? Gelenekler ne zaman ölür? Onları
yeniden diriltmenin imkânı var mıdır? … Bu ve benzer
sorular, gelenek denince akla ilk gelen sorular
olmaktadır.
Bu sebeple biz de bu yazıda, yukarıdaki
soru(n)ları zihnimizin bir köşesinde tutarak evvela,
gelenek kavramına biçilen anlamları, kavramın hangi
sosyal ve bilimsel vasata doğduğunu ve icra ettiği
fonksiyon, etrafında hangi (paradigmal ya da ideolojik)
konumlanmalardan hangi tartışmaların yürütüldüğünü
anlamaya çalışacağız. Sonra, “geleneksellik-gelenekçilik”
ayırımını tartışmaya açacağız. Ama öncelikle, bu “hâle-i
teşviş”e bir giriş denemesinde bulunmakta fayda
ummaktayız. Tabi bu belirsizliği aşma çabası da
gütmeden.
Gelenek mi Gelenekler mi?
Gelenek ile bir ilişki söz konusu edilecekse,
evvela gelenekten ne anlaşıldığının veya hangi
gelenekten
söz
edildiğinin
ortaya
konulması
gerekmektedir. Zira gelenek, İlahi bir bağa, onun
mücessem hali din ile özdeş görüldüğü gibi, geçmişten
gelen ve fakat profan birtakım davranış veya tarzların
ifadelendirilmesinde de kullanılmaktadır. Mustafa
Armağan’ın dediği gibi, “onu Gelenek (Tradition)
şeklinde, ezelî ve ebedî bilgelik, bir philosophia perennis
yahut da hikmet-i hâlide olarak mı anlamak gerekiyor?
Bu bilgeliğin ete kemiğe bürünmüş organizasyonları mı
anlaşılmalıdır? Sosyolojik düzeyde görenek (custom)
olarak
nitelendirdiğimiz
bir
sosyal
davranış
manzumesini mi anlıyoruz gelenekten?” (Armağan,
1997: 63-64). Girişte de belirttiğimiz gibi, bu geniş
kullanım alanı, hem zengin bir literatür oluşturmaktadır,
hem de kavramın anlam dünyasını olabildiğince
flulaştırmaktadır.
Büyük harfle başlayan ve İslam dünyasında
Seyyid Hüseyin Nasr tarafından temsil edilen anlayışa
göre Gelenek, “en evrensel anlamda, insanı İlahi olana
bağlayan ilkeleri, yani dini içerdiği düşünülebilir, öte
yandan ve başka bir açıdan din, esas anlamıyla Gök’ten
indirilen ve insanı Kaynağına bağlayan ilkeler olarak
düşünülebilir. Bu durumda gelenek daha sınırlı bir
anlamda bu ilkelerin uygulanması şeklinde görülebilir…
Gelenek, çekip çıkartılamaz bir biçimde dine ve vahye,
kutsallığa, ortodoksi kavramına, otoriteye, sürekliliğe ve
zahirî ve batinî hakikatin düzenli bir biçimde
aktarılmasına bağlıdır. Gelenek, Batı düşüncesindeki
sophia perennis, Hindulardaki sanatana darma ve
Müslümanlardaki hikmet-i halide, yani ebedi bilgelik
kavramlarıyla çok yakından ilişkilidir” (Nasr’dan
aktaran Armağan, 1992: 12). Ancak Armağan’a göre,
“din, insanı Kaynağına, yani Allah’a bağlayan daha asli ve
sahih bir bağ” olduğu için, bu Gelenek, din ile özdeş
kabul edilemez.
Guénon ya da onun izleyicilerinin (mesela
Nasr’ın) kavramsallaştırdığı “Gelenek”1; “tekil” bir
gelenek tasavvuru ortaya koymakta ve geleneği daha çok
“metafizik” bir çerçevede ele almaktadır. Bu özelliği
dolayısıyla, onu, sosyolojik bir tahlilden ziyade felsefi bir
Burada “büyük harf” iki anlama işaret eder; birincisi, “tek”
bir geleneğin varlığına, yani gelenek deyince anlaşılması
gerekenin bu olduğuna inandırılmak amacına matuf anlamı.
İkincisi ise, başka geleneklerin varlığı kabul edilmekle birlikte,
“değişmeyen, ezeli ve ebedi” tek geleneğin bu olduğu.
Guénon’un ifadesiyle “hiçbir şey özü itibariyle değişmiyor,
değişen şekillerdir” (Aydın, 2004: 54).
1
düzeye taşıyarak tartışmak gerekecektir. Dolayısıyla
ilgimizin
yoğunlaşması
gereken
zeminden
uzaklaşmamak amacıyla, bu Gelenek’in, bir sosyal bilim
konusunu teşkil edecek başka bir boyutuna eğilmek
daha yararlı olacaktır.
Din ile gelenek arasındaki ilişkiyi daha sosyal
bilimsel olarak kanıtlanabilir ve kabul edilebilir bir
düzlemde ele alan Frithjof Schuon’a göre ise, “bir din
doğuşunda, ilk andan itibaren insanları Allah’a bağlar,
fakat ona gelenek adı verilemez. Dinin ilk tabilerinin
üzerinden iki ya da üç nesil geçince din bir gelenek halini
alır” (Armağan, 1992: 12). Nitekim Edward Shils de
“Gelenek” adlı ünlü makalesinde, bir şeyin gelenek
olabilmesi
için,
ya
da
gelenekselleşen
ile
gelenekselleşmeyenin ayırımını yaparken, bu noktadan,
nesil mefhumundan hareket etmektedir. Ona göre,
“açıktır ki, tasavvurunun arkasından hemen terk edilen,
mucidi ya da savunucusu takdim ettiğinde veya onu
cisimleştirdiğinde hiçbir alıcı bulamayan inanç gelenek
değildir. Eğer bir inanç veya pratik ‘moda oluyor,’ fakat
kısa bir süre hayatta kalabiliyorsa, bir geleneğe
dönüşmeyi başaramaz; çekirdeğinde, gelenekselliğin
kalbinde bulunan taraftarından alıcısına intikal ettirilme
tarzları taşıyor olsa bile başaramaz. Bir gelenek halini
alabilmesi için en az üç kuşak – bunların uzun veya kısa
olmasının önemi bulunmaksızın – sürmesi gerekir”
(Shils, 2002: 160). Dolayısıyla Schuon’un, bir dini
inancın gelenekselleşmesini tasvirinin bu anlamda, hem
geleneği “dinin sosyal görünümü” olarak teslim
etmesiyle geleneği sosyal bir olguya hamlettiği ve hem
de bir geleneğin meydana geliş sürecini işaret ettiği
söylenebilir.
Bu, yani en az üç kuşağın tecrübesini haiz ve
kuşaktan kuşağa aktarılan anlamıyla geleneğin, Fransız
muhafazakârlarının da gelenek anlayışıyla örtüştüğü
veya paralellik arz ettiği de görülmektedir (Beneton,
1991, Karadeniz, 2003). Bu muhafazakâr yazarlar,
Bonald ve Maistre, Fransız İhtilali’nin doğurduğu yıkıma
tepki olarak, onun değerlerini temsil eden Aydınlanma
düşüncesine karşı çıkmakta, hakikatin ve mutluluğun,
aydınlanma idealleri ile değil, “tarihin bilgeliğinin
gölgesinde hayat bulmuş gelenekler” ile mümkün
olacağına inanmaktadırlar (Karadeniz, 2003: 16). Ancak
onların gelenek tasavvurunda, geleneğin mahiyetinin ne
olduğu önemli değildir. Önemli olan o geleneğin
yüklendiği ya da gördüğü işlevdir. Bu bakımdan Fransız
muhafazakâr Maurras, ilginç bir örnek teşkil eder. Zira
kendisi Hıristiyanlık’a karşı kuşkucu ve çekingen
olmasına karşın, geleneğin bir kurumsal boyutunu teşkil
eden Kilise’nin ve dinin işlevini devam ettirmesini ister.
Çünkü din, etimolojik anlamıyla paralel olarak (Bonald’a
göre religion, “birbirine bağlamak” anlamındaki religare
kökünden gelmektedir bkz. Nisbet, 1997: 108) toplumu
birbirine “bağlayan” bir tutkal vazifesi görmekte;
geleneği ve düzeni korumaktadır (Beneton, 1991: 62).
Bu anlayışın bizdeki örneğini Peyami Safa teşkil eder.
Safa da, dini geleneklerin toplumsal nitelikli olanlarının
tasfiyesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirir
(Karadeniz, 2002: 95). Safa ile beraber Tanpınar için de
din, “geleneğin içindeki öğelerden bir öğedir” (Alver,
2002: 106) sadece ve geleneğin parçalanmasını önleyen
bir tutkal işlevini görmektedir. Buradaki gelenek
tasavvurunun, sosyal bilimlerde de bir ölçüde kabul
gören tanımlama ile bir yakınlık ilişkisi içerisinde olduğu
söylenmelidir.
Kısmen yukarıda da değinildiği şekliyle, sosyal
bilimler ve özellikle sosyolojide gelenek, kelime
anlamıyla, daha çok, bir kuşaktan diğerine aktarılan
herhangi bir beşeri uygulama, inanç, kurum ya da zanaat
için kullanılmaktadır. Geleneklerin içerdiği şeyler
oldukça farklı olmakla beraber, tipik olarak toplumsal
bir grubun ortak mirasının parçası olarak görülen bazı
kültür unsurlarına işaret etmektedir. Bu anlamda
gelenek, sık sık toplumsal kararlılığın ve meşruiyetin
kaynağı olarak görülür, fakat mevcut değişime temel
sağlayabilmek için de yine geleneğe başvurulur.
Armağanın da dediği gibi, kavram, modern bir toplumla
bir karşıtlık kuran sosyolojide otoritenin niteliğiyle ilgili
tartışmalarda önemlidir (Armağan, 1992: 13–14). En
yumuşak yorumunu Weber’de bulan bu bakış açısından
gelenek, otoriter buyruk, dogmatik tutum veya itaatkar
tutumla eş görülmekte; ve bu yorum her ne kadar yanlı
bir tutumu yansıtsa da, Shils’e göre, başta Bonald olmak
üzere, “gelenekselcilik” doktrinini yaygınlaştıran bir dizi
yazar tarafından, ondokuzuncu yüzyılda Hıristiyan
inancının Aydınlanma’nın dünya görüşünün tehdidiyle
çözülüşüne tepki olarak, Kitab-ı Mukaddes’in, Kilise
Babaları’nın, konsüllerin, Roma Katolik Kilisesi
hiyerarşisinin içerdiği yorumların otoritesine inancın
kabul edilmesi konusunda birtakım tezler de öne
sürülmüştür (Shils, 2002: 164). Böylece geleneğin, bu
anlamda, muhafazakârlarca da benimsenip korunmaya
değer görüldüğü ve “modernitenin karşıtı” olarak da
kavramsallaştırılmış olduğu da görülmektedir. Bu
anlamda geleneğin, siyasal ve ideolojik bir çerçevesinin
de bulunduğunu ve bunun da daha çok muhafazakâr bir
ideoloji ile beraber düşünülebileceği söylenebilir.
Gelenek-Modernlik ilişkisi
Gelenek ile modernliği birbirine karşıt toplumsal
örüntüler olarak konumlandırmak, kırılması ya da
aşılması hayli vakit almış hâkim bir kanı halinde hem
sosyal bilimlerde hem de “sosyal mühendislik”
uygulamalarında uzun süre etkin ve belirleyici olmuştur.
Modernistler tarafından gelenek, geçmişle ve geçmişe ait
yaşanmışlıklarla eşitlenerek, bugünü yaşamak ve
geleceği inşa etmek yolunda terk edilmesi gereken bir
“ayak bağı” olarak değerlendirilmiştir (Atay, 2004: 155).
Skalanın diğer tarafında ise, muhafazakârların, daha
doğru bir ifade ile gelenekçilerin, “gelenekleri mevcut
halleriyle muhafaza” reaksiyonerliği söz konusudur. Bu
haliyle gelenek, modernistlerle muhafazakârlar arasında
öteden beri başlıca anlaşmazlık konularından birini
oluşturmaktadır. Geleneği savunmak muhafazakârların,
geleneği değiştirmek ise modernistlerin tutumu
olagelmiştir (Armağan, 1997: 63). Gerçi “üçüncü bir yol”
olarak, şimdilerde Zygmunt Bauman’ın dile getirdiği ve
geleneği, kültürel anlamda bir (tarihsel) “süreklilik”
şeklinde anlayıp modernliğin bir tamamlayıcısı veya
yapıtaşı olarak gören bir kavrayış da var olagelmiş,
ancak Atay’ın deyimiyle, “modernleşme paradigmasının
hâkim düşünsel ikliminde pek revaç bulamamıştır (Atay,
2004: 155).
Modernitenin, kendini inşa ameliyesini gelenek
üzerinden gerçekleştirmeye çalıştığı ve kendini
“geleneksel
olmayan”
olarak
takdim
ettiği
görülmektedir. Bu inşa, bir anlamda, geleneğin
dönüştürülmesi ile mümkün olabilmektedir; ki,
Armağan’ın da ifadesiyle, modernin, “geleneğin ıslah
edilmiş şekli” olduğu unutulmamalıdır. Yani aslında
gelenek, varlığını modernin içerisinde başka bir formda
devam ettirmektedir. Daha da manidar olanı,
muhafazakârların, geleneği “geriye dönük” bir inşa
sürecine tabi tutup bir “kurgulama” ameliyesine
girişmeleridir. Bu haliyle, kurgulanmış, inşa edilmiş,
“bugün”de kullanmak üzere “geçmiş”ten devşirerek elde
edilmiş gelenek (Laroui, 1993: 68, Karadeniz, 2002: 91)
de, kelimenin tam manasıyla “modern” bir ameliyedir.
Böylece her halükarda gelenekçi, anakronik kalmak ve
gelenek de modern olmak durumundadır.
Gelenekle
modernlik
arasındaki
intikal,
yorumlama ve eleştiri süreci bir diğerinin önemini
vazgeçilmez kılmaktadır. Nitekim modernlik de
gelenekle bütün bağların koparılması anlamına
gelmediği gibi, tarihin en güçlü modern sesleri de en
güçlü geleneklerden doğmuştur (Takış, 2003: 8).
Geleneksel-modern ikileminin ise, bir tepkisellikten
doğduğu söylenebilir. Mustafa Aydın’a göre, bu tepki
öncelikle gelenek kutbundan değil, moderniteden
gelmektedir. Ve modernite, kendini geleneğin karşısına
koyduğu müddetçe, türedi bir olgu ya da bir sapma
olarak adlandırılacaktır. Burada aslolanın gelenek,
sonradan ortaya çıkanın ise modern olduğu kabul
edilmek zorundadır. Ayrıca gelenek, binlerce yılın
birikimini barındırırken, modernite fiili olarak en fazla
birkaç yüzyılın ürünüdür. Ancak buna rağmen ikisinin
de birer değer veya yapı olmalarının ötesinde birer
“zihniyet şeması” oldukları, ya da bilinç kategorilerini
ifade ettikleri kabul edilmelidir (Aydın, 2004: 55). Bu
bilinç kategorileri içerisinde “kendi halinde gelenek”,
yani geleneksellik ve “geçmişi bugünde yaşatma
kaygısında olan ve geleneği, tarihin bir “an”ında
sabitleyerek onu muhafazaya çabalayan gelenekçilik”
arasında bir ayırımda bulunmak gerekmektedir. Ama
öncelikle, geleneğe bu iki yaklaşım arasında nasıl bir
ilişkiden söz edilebileceği ifade edilmelidir. Bunun ise,
yapılan gelenek tanımlamalarındaki ortak paydanın ve
hangi gelenekten söz edildiğinin belirlenmesi ile
mümkün olacağı vurgulanmalıdır.
Geleneksellik ve Gelenekçilik İlişkisi
Şimdiye kadar farklı “gelenek” tanımlamaları
veya algılamalarından söz ettik. Bu gelenek(ler)in, ya da
daha doğru bir ifadeyle gelenek tanımlamalarının ortak
paydasının bir “intikal”, bir “süreklilik” olduğunu
söyleyebiliriz. Kelimenin etimolojisine bakıldığında, her
üç dilde, İngilizce, Arapça ve Türkçede de bu iki unsurun,
intikal ve sürekliliğin içerildiğini görmek mümkündür.
Mesela kelimenin Arapça karşılığı olan “an’ane”, zaman
bakımından daha önceki insanlardan “gelen” bir şey
anlamında kullanılmaktadır. Hadis literatüründeki
“filancadan nakledildi” (‘an fulanin) anlamında uzun ravi
zinciriyle nakledilen hadislere “an’aneli hadisler
denildiğini ve kelimenin de buradan neşet ettiğini
belirtmek gerekiyor. Türkçedeki anlamı da zaten
“gelmek” fiilinden alınmaktadır. Yine kelimenin İngilizce
karşılığı “tradition” da “intikal” ile ilgilidir. Bu “intikal”in
kısa bir süreliğine değil, bir süreklilik içerisinde, yani
kesintisiz olarak ve en az birkaç kuşağı aşması
durumunda bir geleneğin tesisi mümkün olabilmektedir.
Ancak içselleştirilmeyen ve sadece dışarıdan bir zorlama
ile dayatılan bir şeyin, diğer unsurları taşıması
durumunda bile bir geleneğin mevcudiyetini temin
etmeyeceği belirtilmelidir. Bunun, farklı düzlemlerde ele
alınan gelenek anlayışlarına teşmil edilebileceği
söylenebilir.
Nitekim gerek Nasr’ın, zaman-üstü bir nitelik arz
eden Gelenek anlayışında dile getirdiği “süreklilik ve
intikal”, gerek muhafazakâr gelenek anlayışında
görüldüğü gibi, “tarihin bilgeliğinin gölgesinde hayat
bulmuş gelenek” anlayışıyla ve gerekse de sosyolojik
anlamda gelenek de Marshall’ın tanımıyla2, bir “intikal
ve süreklilik” vurgusunda bulunmaktadırlar. Bu
durumda gelenek, sosyal manada, her kuşağın önceki
kuşaktan devraldığı, içselleştirerek yaşadığı ve ancak
hayat şartları ile uyumlu hale getirdiği, yani yorumladığı
bütün tarihsel ve kültürel mirastır. Geleneksellik ise, bu
mirasın doğal seyri içerisinde tarihteki yürüyüşüdür.
Topluma doğan her birey, bu geleneksellik içerisinde
doğar ve onu hazır bulur ve bir ölçüde kendi katkısını da
ekleyerek sonrakilere devreder. Bu süreklilik içerisinde
herkes “kökü mazide olan âti” olarak bulunur.
Bauman’ın (1998: 49-50), “zihinsel haritamda, benim
öncellerim ve ardıllarım var” dediği, öncellerin tarihsel
hafızada yer alan mesajları, yani geleneği devralırken;
kendi yapıp ettiklerimizle beraber ardıllarımıza,
herhangi bir cevap beklemeksizin aktardığımızı
söylediği şey, işte bu ifadenin bir açılımı olarak kabul
edilmelidir.
Geleneksel kültürlerde, Giddens’ın dediği gibi,
geçmişe, önceki kuşakların deneyimlerini içerdiği ve
sürdürdüğü için saygı gösterilir ve simgelerine değer
verilir. Gelenek, belirli etkinlik ya da deneyimi, yinelenen
toplumsal uygulamalarla yapılanmış olan geçmişin,
bugünün ve geleceğin sürekliliği içine yerleştirilen bir
zaman ve uzam kullanma yoludur. Bütünüyle durağan
da değildir, çünkü kültürel mirasını kendinden önce
gelenlerden devralan her yeni kuşak tarafından yeniden
icat
edilmek
zorundadır
(Giddens,
1998: 41-2). Bu nedenle de gelenek nosyonunu,
gelenekçilikten ayrı tutmak gerekiyor. Chantal
Mouffe’nin dediği gibi, “gelenek bizim kendi tarihselliğe
eklenişimizi, bir dizi zaten varolan söylemler yoluyla
özneler olarak edildiğimiz gerçeğini ve bize sunulan
dünyanın bu gelenek yoluyla biçimlendirildiğini”
düşünmemizi sağlar (Mouffe, 2000: 306-7).
Sosyalleşme süreci içerisinde devralınan miras,
bireyi engin bir tecrübe ile donatarak belirsizlikler ve
kararsızlıklarla boğuşmaktan kurtarır. Her hareketin,
asırların süzgecinden geçirilmiş ve yaşanılan çağda son
halini bulmuş bir anlam ve çerçevesi bulunur. Bireye
düşen, bu anlam ve çerçeveyi sosyalleşme sürecinde
keşfetmesi ve kendi hayatına uyarlamasıdır. Bu hazır
2
Gordon Marshall, geleneği, “belirli davranışsal norm ve değerleri
benimseyip aşılayan, gerçek ya da hayali bir geçmişle süreklilik
gösteren ve genellikle yaygın biçimde benimsenen ritüeller veya başka
sembolik davranış biçimleriyle ilişkili toplumsal pratikler kümesi”
(Marshall, 1999: 258–9) şeklinde tanımlamaktadır.
bulmuşluk, onu, her kodun yeniden üretimi veya sayısız
yeni koddan birini seçme ile baş başa bırakmaz. Kopan
mahşeri fırtınalarla savrulmasına izin vermez; geleneğin
dayandığı kökler ne kadar derinlerdeyse, verdiği güven
o derece artacaktır. Fırtınaya karşı gelenek, rüzgârda
savrulacak yaprak değil, kökü derinlerde çınardır.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi, “fırtınaya karşı
yaprak değil, kökünü toprağın derinliklerine salmış olan
çınar dayanır”.
Gelenek, yalnız geçmişle ilişkili ve sınırlı bir
“muhteva” olmanın ötesinde, yaşanan ana ve geleceğe de
organik bir biçimde bağlanır. Atay’ın kelimenin
etimolojisinden hareketle ifade ettiği gibi, o, “gelenek”tir. Bu bakımdan gelenek, geçmişten bugüne gelen,
bugünde var olan ve geleceğe de uzanacak “ek”; bir
yapıcı öz yahut “maya”dır. Geçmişin geleceğe çaldığı
mayadır. Başka bir ifadeyle gelenek, geçmiş ile geleceğin
kavramsallaştırılmasını bugün(de) mevcut özgün bir
pratiğe referansla anlatan söylemdir (Atay, 2004: 156).
Kendini sıfırdan başlatan herhangi bir tarz, düşünce
veya eylem tipi vaki olmadığına göre, geçmişin inkârına
dayalı bir yenilik dahi, neye göre yeni olduğunu, neyi
inkâr ettiğini izhar ederek geçmiş ile bir bağ kurmak
mecburiyetindedir.
Beşir
Ayvazoğlu,
“Geleneğin
Direnişi” adlı eserinde, bir anlamda bu inkârın
serüvenini ve geleneğin, inkâra karşı takındığı vakur,
sabır ve sebatı anlatmaktadır. Ancak eserin de gösterdiği
gibi, bütün inkâra ve yok olmaya mahkûm edilmeye
rağmen, yine de gelenek, bir “damar” bulup daha geniş
bir tarihsellikte varlığını ve “sürekliliğini” devam
ettirmektedir (Ayvazoğlu, 1997). Bu nedenle de geleceğe
dönük herhangi bir yönelim, bir şekilde, kendini
dayandıracağı bir temel bulma ihtiyacı hissetmektedir.
Kimi zaman da gelenek, kendi karşıtı için bile bir
referans noktası teşkil eder. Bu daha çok “seçmeci” ya da
“inşa”cı yaklaşımlar için geçerlidir. Yani geçmişten veya
gelenek içerisinden bir kesit, bugünde gerçekleştirilecek
bir yenilik için meşruiyet kaynağı olarak takdim edilir.
Ya da ihtiyaç duyulan gelenek, tarihte bulunamıyorsa
bizzat “icat” edilir. Ve bu “icat edilmiş gelenek, inşa
edilmek istenen milletin inşasının meşruiyeti ve bunun
sonucunda ortaya çıkan milletin çimentosu olarak
kullanılır (Atay, 2004: 158). Yine, sürekliliğe ve tarihsel
bir köken ve mirasa dayanmayan bir toplumsal iddianın
kabul görme şansı düşük olacağı için de gelenek, bu
şansı artırmak amacıyla kullanılmak istenmektedir
(Çetin, 2003: 19). Mesela, Cumhuriyet sonrasında yeni
bir millet inşa etme sürecinde, bu milletin özellikleri
arasında bulunması istenmeyen Osmanlıya dair bütün
değerler ve birikim atlanarak Orta Asya’ya referansta
bulunulur. Erol Güngör’ün dediği gibi, Cumhuriyet,
Osmanlının
toplum
mühendisliğiyle
toplumu
değiştirilebilecek bir obje olarak kabul etme anlayışını
paylaşmakla beraber, Osmanlıyı çağrıştıran her şeyi ve
bu arada İslam’ı toplumsal ve siyasal alandan silecek bir
tavır takınmıştır. Ayrıca Güngör, İnönü’ye atıfta
bulunarak,
inkılâpçıların
Türk
milliyetçiliğini
“imparatorluktan (Osmanlı’dan) kurtuluş hareketi”
olarak değerlendirdiklerini de ifade etmektedir (bkz.
Atay, 2004: 176’da 10 no’lu dipnot). İşte yüzyılların bir
sürekliliği içerisinde yoğrulan ve ondan bağımsız
düşünülmesi
imkânsız
olan
Müslümanlıkla
meczolunmuş Selçuklu ve Osmanlı tecrübesi, bu
sebepten atlanmış, Atay’ın ifadesiyle “Anadolu
platosundan Orta Asya steplerine sıçrama” yoluyla, yeni
rejimin kurumlaşma kaygılarından dolayı reddedilen bir
gelenek, başka bir gelenek icadı ile yeri doldurulmak
istenmiştir (Atay, 2004: 159, ayrıca bkz. Alpay, 2004).
Ancak Ayvazoğlu’nun da işaret ettiği gibi, bu tecrübenin,
bulduğu damarlarla her dem sürgün vermekte olduğu
görülmektedir.
Muhafazakâr aydınların ise temel amacı, devrimle
kurulması planlanan yeni siyasal, toplumsal ve kültürel
yapının “harcı” olarak, gelenek ve göreneklerin
kullanılmasını sağlamaktır. Türk muhafazakârlığının,
geçmişten daha çok “gelecek” yönelimli bir duruşu
temsil ettiğini, ayrıca muhafazakâr kalemlerin,
Osmanlı’dan kopuşu imleyen Cumhuriyet’e ve sil baştan
bir millet yaratma girişimi olarak nitelendirilen
inkılâplara bakışları dikkate alındığında yönünün, ileriye
ve değişime dönük olduğunu öne sürmek daha mümkün
görünmektedir. Dolayısıyla onlar, ileride de görüleceği
gibi, gelenekçilerden farklı olarak, geleceğin inşasında
geleneğin esas alınmasını şart koşarken; aynı zamanda
da geleneği bir zincirin halkaları gibi algılamakta ve bu
halkadan herhangi bir kopukluğun telafi edilemeyecek
tahribatlara yol açacağını vurgulayarak modernist
yaklaşımdan ayrılmaktadırlar. Yapılacak olan, sadece
inkişafa engel teşkil edecek ve artık yeni hayatta yaşama
ihtimali bulunmayanların yerine, uyum gösterecek
yenilerinin üretilmesidir. Bu ise, ihtilaller ile değil,
ıslahla mümkündür. Mesela Tanpınar’ın, ihtilallere
‘çekince’ ile yaklaşmasının temelinde, devamsızlık
korkusu vardır; ona göre, Tanzimat’tan sonraki
senelerde kaybettiğimiz şey, “devam” ve “bütünlük”
fikridir. Öncesinde ise hayat, bir ve bütün, insanıyla
beraber sürüp gidiyordu. “Böyle olduğu için de bir yere
konan bir taş, iki üç nesil sonra behemehal bir bina
oluyor, insan zamanına girmekle kazandığı şahsiyetini
kabul ettiriyordu” (Tanpınar, 2001: 82). Tanpınar’ın en
önemli metaforlarından biri, “zincir”dir. Zincir, ona göre,
toplum hayatına kimlik kazandıran unsurların, kültür,
sanat, din öğelerinin, kısaca ‘geleneğin’, farklı şekillere
bürünmüş de olsa kesintiye uğratılmaksızın devam
etmesini ifade etmektedir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “mazi” vurgusu da,
mazinin olduğu gibi modern dünyada yaşatılmasını
içermez, mazi daha çok estetik ve kültürel değerler
bağlamında önemsenmektedir. Maziye körü körüne
bağlanma veya özlemden ziyade, icap eden yerlerde
tasfiye edilebileceğini, ölü köklerin atılması ve yeni
dönemin insanının da bu anlayışla yetiştirilmesi söz
konusudur (Alver, 2002: 106). Burada, Peyami Safa’nın
“geleneklerin, medeni inkişafa engel olanlarını tasfiye
etme, gelişmeye vesile olanlarının ise muhafaza
edilmesi” anlayışıyla bir paralellikten söz edilebilir.
Nitekim hem Safa’nın hem de Tanpınar’ın çıkış noktası
veya onlar için mühim olanı, aslında “bugün”ün
şekillenmesinde yeni neslin geçmişinden kopuk veya
köksüz yetişmesinden duyulan kaygı ve üzüntüdür.
İlk bakışta aralarında yakın bir ilişki olduğu
zehabına karşılık, gelenekten farklı olarak gelenekçilik,
modernistlerin geleneğin inkârı ile inşacı-eklektiklerin
geleneğin içerisinden meşruiyet dayanağı teşkil edecek
kesitleri bugüne taşımasının dışında, üçüncü bir tavır
olarak bir süreklilik içerisinde akmakta olan geleneği bir
noktada sabitleyerek dondurmak yoluyla korumaya
çalıştığı geleneği bizzat kendi eliyle ölüme mahkûm
etmektedir. Başka bir ifade ile gelenekçilik, gelenekle
kurduğu ilişkinin niteliği dolayısıyla, aslında varlık
sebebi
olan
geleneğin
geleceğe
“atılımı”nı
engellemektedir. Peki, gelenekçilik bunu nasıl
yapmaktadır? Ya da daha da önemlisi gelenekçi kime
denir ve gelenekçilik nedir?
Evvela söylenmesi gereken şey, gelenekçiliği
tanımlamanın, geleneği tanımlamaktan daha kolay
olmadığı ve hatta aksine olabildiğine karmaşık bir
ameliye olduğudur. Zira gelenekçiliğin, modern-öncesi
dönemlerde, yine (kavramsal manada) gelenek gibi, bir
karşılığının olmadığı görülmektedir. Kendi halinde
geleneksel yapıda, bu yapının tümünü karşısına alan,
onu reddeden veya inkâr eden herhangi bir köklü
değişim çabasına rastlanmadığından, geleneği koruma
refleksinin de devreye girmesine pek gerek kalındığı
söylenemez. Geleneğe bir tarafından eklemlenme ya da
ondan kısmi farklılıklar ise, ya müsamahanın sınırları
içerisinde kabul edilerek zamanla gelenekselliğin bir
parçası haline gelir ya da geleneksel bünye, uyumsuzluk
gösteren yeni öğeyi dışarı atardı. Çünkü gelenek,
değişimin herhangi bir anlamlı biçime sahip olabileceği
birkaç ayrılmış geçici ve uzamsal sınırların bulunduğu
bir bağlama ait olduğundan, değişime çok fazla direnç
göstermez (Giddens, 1998: 42). Böylece, geleneğin,
değişimin doğurduğu ihtiyaçların muhtevası ve
çeşitliliğine paralel bir devingenlik kazandığı görülür.
Dolayısıyla, geleneği koruma bilinci, ancak dışarıdan
izafe edilmek durumundadır. Yani geleneğe toplu bir
saldırı söz konusu olmadığı müddetçe, geleneği koruma
güdüsü kendini gösterecek bir neden bulamamakta ve
ancak sert bir değişim talebi, her cepheden
gerçekleştirilen saldırılarla bu refleks doğmaktadır. Bu
nedenle, böyle durumlarda, yani ancak saldırılınca
kıymetinin farkına varılan değerleri, korumaya girişme
bir nebze anlayışla karşılanabilir. Ama yine de bu,
gelenek karşıtlığı dolayısıyla geleneğin karşı karşıya
kalacağı akıbetten daha evla da görülemez. Çünkü
kaçınılmaz olarak kapıya dayanacak elzem yenilik veya
değişim ihtiyaçlarına da savaş açılmasıyla, geleneği
“derin dondurucu”da bekletip hayattan çekip soyutlama
riskini de beraberinde getirmektedir. Bu ise, geleneği,
şekilcilikten başka bir şeye dönüştürmeyecektir.
Yılmaz Özakpınar’ın da ifade ettiği gibi, eğer
“gelenek, geçmişe ait etnografik bir tespitin ötesinde bir
varlık gösteremiyorsa o zaten ölü demektir; şimdiki
zamanın değil, geçmişin geleneğidir.” Ve ancak yaşayan
bir geleneğin değişme gücü vardır. İşte gelenekçilik,
“aynı amacı daha kolay, daha çabuk ve daha rahat yerine
getiren ve üstelik herhangi bir zararı da gösterilemeyen
bir cisme ya da yönteme karşı koyup sırf eskidir, eskiden
beri kullanılan, yapılagelen odur diye, manevi bir
değerin ayrılamaz parçası olmadığı halde eskisine inatla
bağlanmak, onun savunuculuğunu yapmak, onu şahsi bir
tercih planında da bırakmayıp toplum hayatında
tutmaya çalışmak”tır (Özakpınar, 2003: 115–6). Oysa
şartların gerektirdiği yenilikler, o dönem için kaçınılmaz
olarak yapılır, ve buna itiraz abes karşılanabilir. Fakat
başka şartlar, başka yenilikler gerektirdiğinde de önceki
yeniliklerin dokunulmazlığını öne sürmek, geçmişe
gömülmekten başka bir şey değildir. Belki gelenekçiliğin
en vahim tarafı, böyle bir “geçmiş” saplantısına
kapılmasıdır (Karadeniz, 2002: 99). Geçmişe elbette ki
hasret duyulabilir ve bu, geçmişte yaşanan ideal
dönemlerin kudretine erişme hasretidir. Erol Güngör’ün
dediği gibi, bir ihtiyarın kendi özel geçmişine hasreti ile
bir gencin yaşamadığı bir eski dönemi özlemesi bir
değildir. Geçmiştekine özleme rağmen, gencin geçmişe
bakışı aktiftir; o, önünde iyi günler görmek arzusuyla
tutuşmaktadır çünkü (Güngör, 1999: 61). Ancak
gelenekçilik bundan farklı olarak, belli bir tarihsellik
bağlamında anlamlı, işe yarar ve iyi olan bir şeyin,
bugünün şartlarına adaptasyonu olmaksızın tedavüle
sokulabileceği, her yer ve koşulda geçerliliğini
koruyabileceği inancına dayanmaktadır. Bu ise, Peyami
Safa’nın “Yalnızız” (2001) adlı romanındaki gibi,
“şimdi”den sıkıldığında kaçıp saklanılacak bir hayal
ülkesi olan Simeranya’dan başka bir şey değildir.
Ayrıca, gelenekselleşmiş her uygulamanın, ille de
korunmaya değer olduğuna dair bir tutum da kabul
edilebilir değildir. Nitekim, her ne kadar zeminini
kurutacak hukuki ve sosyal bilinçlenme düzeyi yeteri bir
seviye kat etmemiş olsa da, “kan davası”, “başlık parası”,
düğünlerde “silah patlatma” vesaire gelenekselleşmiş
uygulamalar, yine
de
hoş karşılanamaz ve
sürdürülmesinden yana tavır ve tutum takınılamaz bir
mahiyet arz ederler.
Gelenekçilik, gelenek addedilen her ne ise onu
alabildiğine öne çıkartan, özneleştiren, hatta bazı
örneklerde kutsallaştırma noktasına kadar varabilen bir
düşüncedir. Bu haliyle de, bugün”ü başlı başına sorunlu
sayan, buna bağlı olarak da “geçmiş” e sıkı sıkıya
referanslı bir düşünsel pozisyon olarak karşımıza
çıkmaktadır (Atay, 2004: 164). Bu, tam da Jaroslav
Pelikan’ın, “gelenek ölülerin canlı inancıdır; gelenekçilik
ise canlıların ölü inancı…” sözü ile anlatılmak istenenden
başka bir şey değildir.
SONUÇ
Girişte dile getirdiğimiz kaygımızın hala geçerli
olduğunu belirtmeye hacet yok sanırım. Nitekim
görüldüğü gibi, gelenek, birden fazla “anlam dünyası”na
sahiptir. Onu, biz yine de bu farklı tanımlamaların ortak
paydası üzerinden, “süreklilik içerisinde ve süreklilik
amacına da matuf, hem geçmişin mirasının taşınma
süreci hem bu mirasın maddi olarak da kendisi ve hem
de onun gelecek nesillere de hayatiyet içerisinde intikali,
yani geçmiş-bugün-yarın üçgeninde gezinen ruh” olarak
okuduğumuzda, çerçeveyi en azından kendimiz için
sınırlandırmış
veya
çizmiş
sayılacağız.
Ve
söylediklerimiz bu minvalde değerlendirilmelidir.
Böyle olmakla beraber, “gelenek” kavramının ve
algılamalarının modern zamanlara has bir şey olduğunu
da teslim etmek durumundayız. Gelenek olarak
tanımladığımız şey ile modernlik arasındaki ilişkiye
baktığımızda, geleneğin, modernin kendini tanımlamak
için “icat” ettiği, kendisinde bulunmadığını öne sürdüğü
her şeyi (ki, bunlar nedense hep olumsuzlukla
maluldürler) yüklediği bir şey olduğunu görmekteyiz. Bu
anlamda gelenek, “türedi”, yani sonradan ortaya çıkan
bir kavramdır ve moderndir. Ancak geleneğe saygın bir
“geçmiş” de eşlik etmiş olduğundan, “türedilik” geriye
dönük olarak bizzat modernin üzerine oturmaktadır.
Gelenek, asıl mecra; modern ise, sapma olarak tebarüz
etmektedir.
Ama aynı zamanda, modernist, bu mecrayı
tersine çevirmeye kalkıştığında ise, kendisinin
karşısında ve fakat kendisine yardımcı bir kuvvet ile
karşılaşır; gelenekçi. Dolayısıyla modern zamanlarda,
gelenek denen şey, kendisine saldıran ve kendisini
savunan kuvvetler arasında, kendi mecrasında akmasına
müsaade edilmeyen ve gücünü sadece, herkesin
içerisinden geç(il)mek zorunda oluşundan; başka bir
ifadeyle, herkesin bir şekilde onu yaşamak zorunda
olması ve bu arada onu da beraberinde yaşatması
kaderinden almaktadır. İşte bundan dolayıdır ki,
gelenek, bu “iki düşman kardeş”in savaşının ortasında
kalmasına rağmen hala varlığını sürdürmektedir.
Devinerek, kılık değiştirerek, uyum sağlayarak ve
kendine uydurarak varlığını devam ettirmektedir…
KAYNAKLAR
Alpay, Yalın (2004), “Fuat Köprülü”, Modern Türkiye’de
Siyasi Düşünce, Cilt: V, Muhafazakârlık içinde
(cilt editörü: Ahmet Çiğdem), İletişim
Yayınları: İstanbul.
Alver, Köksal (2002), “Ahmet Hamdi Tanpınar: Türk
Muhafazakârlığının Estetiği”, tezkire, Sayı: 27-28
Armağan, Mustafa (1992), Gelenek, Ağaç Yayınları: İstanbul.
Armağan, Mustafa (1997), Gelenek ve Modernlik Arasında, İz
Yayınları: İstanbul.
Atay, Tayfun (2004), “Gelenekçilikle Karşı-Gelenekçiliğin
Gelgitinde Türk ‘Gelenek-çi’ Muhafazakârlığı”,
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt: V,
Muhafazakârlık içinde (cilt editörü: Ahmet
Çiğdem), İletişim Yayınları: İstanbul.
Aydın, Mustafa (2004), “Modern Dönemlerde Gelenek, Din ve
İslam”, tezkire, Sayı: 40
Ayvazoğlu, Beşir (1997), Geleneğin Direnişi, Ötüken Neşriyat:
İstanbul
Bauman, Zygmunt (1998), Sosyolojik Düşünmek, Çeviren:
Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları: İstanbul.
Beneton, Phlippe (1991), Muhafazakârlık, Çeviren: Cüneyt
Akalın, İletişim Yayınları: İstanbul.
Çetin, Halis (2003), “Gelenek ve Değişim Arasında Kriz: Türk
Modernleşmesi”, Doğu Batı, Sayı: 25
Giddens, Anthony (1998), Modernliğin Sonuçları, Çeviren: Ersin
Kuşdil, Ayrıntı Yayınları: İstanbul.
Güngör, Erol (1999), Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Ötüken
Neşriyat: İstanbul.
Karadeniz, Sıtkı (2002a), “Kemalist Modernleşme Sürecinde
Türk Muhafazakârlığı ve Günümüze Yansımalar”,
tezkire, Sayı: 27-28
Karadeniz, Sıtkı (2003), Modern Bir Oluşum Olarak
Muhafazakârlık, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü:
Konya.
Laroui, Abdullah (1998), Tarihselcilik ve Gelenek, Çeviren:
Hasan Bacanlı, Vadi Yayınları: Ankara.
Marshall, Gordon (1999), Sosyoloji Sözlüğü, Çevirenler:
Osman Akınbay-Derya Kömürcü, Bilim ve
Sanat Yayınları: Ankara.
Mouffe, Chantal (2000), “Radikal Demokrasi: Modern mi,
Postmodern mi?”, Modernite Versus Postmodernite
içinde, Derleyen: Mehmet Küçük, Vadi Yayınları:
Ankara.
Nisbet,
Robert
(1995),
”Muhafazakârlık”,
Sosyolojik
Çözümlemenin Tarihi içinde, Derleyenler: Tom
Bottomore ve Robert Nisbet, Çeviren: Erol Mutlu,
Ayraç Yayınları: Ankara.
Özakpınar, Yılmaz (2003), İslam Medeniyeti ve Türk Kültürü,
Ötüken Neşriyat: İstanbul.
Safa, Peyami (2001), Yalnızız, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları:
İstanbul.
Shils, Edward (2002), “Gelenek”, İnsan Bilimlerine
Prolegomena içinde, Çeviren ve Derleyen:
Hüsamettin Arslan, Paradigma Yayınları: İstanbul.
Takış, Taşkın (2003), “Hayatı Geriye Dönerek Anlar, İleriye
Dönerek Yaşarız”, Doğu Batı, Sayı: 25
Tanpınar, A. Hamdi (2001), “Medeniyet Değiştirmesi ve İç
İnsan”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 67
DÜŞÜNÜR ADAM
DÜŞÜNEN ADAM
Necmettin EVCİ
Ziyaretine gittiğim bir dostumun, beni oradakilere hak
etmediğim
getirmektir. Bunu başarmak, ayrıcalık kazanmaya meyilli
bir
insan benliğinin, ruhun zaten yapısında var olan kıymeti
iltifatla
yitirmeye yol açacak yozlaşmanın önünü alabilir. ‘Tanrı
tanıştırması,
olmak’ hırsı ile konulan yolların; insanı, şeytanlaşmanın
hakikat
adına
olduğunu
sandığım
tam ortasına terk ettiği çok olmuştur. Yaptığımız,
kendimizi
anlama
çabasından
ibarettir
denebilir.
fıtri
Varlığımızın hakikati ile yapay varlığımız arasında oluşan
refleksle,
uzak mesafe, bu yöndeki çabaları önemsemeyi zorunlu
mahcubiyet
kılmaya yeter. Az önce söylediğimiz gibi, dehşet bir
bir
duymama
neden oldu.
gerçek
anlam
kayması
yaradılıştaki
anlamsal espriyi fark etmek bile, hiç olmazsa belli bir
“İşte
duyarlık seviyesinin ifadesidir. Arzulanan ölçüde kemale
bir
ermek için, bu kadarı yeterli olmaz elbette. Çünkü bu
düşünür”
idrak noktası, tüm zamanı ve mekânı kuşatacak
Boş
dünyamızın,
yere iltifat mı,
bütünlüğünün
hiçliğimizi itiraf
oluşturacaktır.
mı
yaşanan dünyamızda,
gittikçe
açılacak,
inşa
yükselecek
edildiği/edileceği
anlam
zemini
ediyor
Madem düşünme istidadı ile yaratıldık, öyleyse
bilmiyorum.
düşünmek için ayrıca bir çaba gerektiren zorluklar
Düşünce
adına
olmamalı, diye aklımızdan geçebilir. Hilkatin hikmetine
henüz kıvanç verici irtifa kazanamamış toplumda,
dair meseleleri olanlar nezdinde, bugün bu çabaya daha
kendimizce bir vasat tutturduğumuzu sanmanın faydasız
çok gerek duyuluyorsa eğer, hangi sebeple olursa olsun
avuntusunu paylaşıyor olmalı.
varlığımızın zayıflamış veya zayıflatılmış olmasındandır.
“Gerçek
düşünürlük bana kaldıysa, başka
Kendimizle aramızdaki uzaklık artmıştır. Bunu kestirme
talihsizlik aramanıza gerek yok” diyorum. Ekliyorum:
bir söyleyişle fıtratın ufuneti ile açıklayabiliriz. Öyle değil
“Bilmeyen bizi Pitagoras, Aristo, Hegel (gibi) falan
mi? Eğer fıtrat, yaratılış özünü yitirmemiş olsaydı; bir
sanacak. Belki bir kopyası akıl hastanesinin bahçesine
istidat,
konulan ‘Düşünen Adam’la benzeşebiliriz daha çok”.
vazgeçilmez unsuru olacaktı. Hakikat ve bilgi, adeta
bir meleke
olarak
düşünmek,
halitamızın
Düşünüyor olmak varoluş bilinci için, ‘varlık
varlığın kendiliğinden deviniminden içimize düşecek
düşünüyor
önemde
veya o devinimin doğal gerekliliği olarak bizler bilgi ve
gerekliliklerdir. Ciddi mesele sahibi olmanın ilk emaresi,
hakikatin içine düşmekten kendimizi alamayacaktık.
bu önemin idrakine bağlıdır. Bu idrak noktasına ulaşmak
Bugün bin parçaya bölünmüş insan varlığımız, neredeyse
bile,
insanlar
hakiki özüne ait elde kalan tek bir parçası ile düşünüyor
nezdinde, sahibine ayrıcalık sağlar. Eşrefi mahlûkat
gibidir. O her bir parça insanı düşünür kılmaya yetiyor
olarak
neredeyse.
bilinci’
yüklediği
olmak
için,
sorumluluklarla
yaradılışımızda
hayati
ortalama
rabbimizin
bize
bahşettiği
ayrıcalıktan başka, ekstra bir ayrıcalık peşinde değiliz.
“İşte gerçek bir düşünür”
Şimdi, şurada yapmak istediğimiz; varlığımıza onur
Gülelim mi, ağlayalım mı?
kazandıran
özelliğimizi
Diğer yandan özellikle modern, pozitif yaklaşım, ancak o
keşfetmek, üzerinde düşünmek, onu daha işler vaziyete
parçacığın elverdiği oranda bir insani öz içeriyor gibidir.
1
en
önemli,
öncelikli
fıtri
Yaradılış hakikatimizi çevreleyen şeytani ilgiler, maddi
çözeceğimiz bilinen veriler de kalmamıştır elimizde. İlgili
varlığımızı yüceltmeyi birincil amaç edinerek, asıl
konuyla, sıkıntıyla ilgili hafızamızda bir kayıt olsa; onun
benliğimizi nefsin arzuları karşısında önemsiz bir
üzerinden,
dereceye indirmiştir. Nefsin istekleri ruhun istekleri ile
çalışacağız.
ötekini,
berikini,
başkasını
tanımaya
çatışır hale sokulmuştur. Nefsin ruha, ruhun nefse karşı,
Haydi düşünelim. Olmuyor.
ancak diğerini alt etmesi halinde üstünlük kuracağı
Haydi düşünelim. Olmaz, olamaz.
yanlışı, şeytani ayartmalarla azmanlaşan çarpık bir
Düşüncenin ekileceği, yeşerip, serpilip boy
benlik ve özgürlük algısının koşullandırmasıdır. Her ne
ise, eğer insan bütünlüğümüzü muhafaza
vereceği toprak kurumuş, kuraklaşmış.
ederek
Kodlar, kayıtlar silinince ne hatırlayış, ne ölçme,
fıtratımız üzere varlığımızı sürdürse idik, bu manasız
ne değerlendirme oluyor. Düşünce adına bir şey
bölünme de düşünce kısırlığı da olmayacaktı. Bölünme
üretemiyorsunuz. Bu durumlarda, bir yandan, içinde
algı ve kavrayış dünyamızı yerle bir etti. Yapı ve
bulunulan halin duygusal yansımalarla boş etkileri
örgütlenmelerinin ana zeminini pozitif düşüncelere
düşünce sanılabilirken, diğer yandan yine bu durumlarda
borçlu olan modern devlet ve ideolojiler, fıtri dokumuzun
genetik
aşındırılmasında programlı bir rol oynadılar. Aşınma
dönüşebilir. Şuursuz alışkanlıklar bile hayati öneme
vasat olgunluğa bile sahip olamayan kitlelerin, büyük
sahip olabilir. Ola ki o refleks ve alışkanlıklardan
boşluklar oluşmuş benliklerini hiçliğe doğru kaydırdı.
hareketle tekrar ruhumuza, benliğimize can verecek bir
Hayata, varlığa, hakikate dair ‘ilgisizlik’, ‘kaygısızlık’ hali
damar harekete geçsin. Böyle beter, böyle zor günler
‘üzüntüyü
yaşamışızdır. Kendi elleriyle kendini hiçleştiren, aklına,
bırak
yaşamaya
bak’
propagandası
ile
özendirildi.
refleksler,
ruhu
uyandıracak
ipuçlarına
ruhuna, kalbine kıyan başka bir toplum var mıdır acaba?
Kitlelerin benliksiz, düşüncesiz, tarihsiz, anı
Onların tecrübesi nasıldır? Hadi düşünelim. Ha deyince
yaşayan karaktersizlikleri, ideolojik ulus devletlerin işine
düşünülmüyor. Sağlıklı düşünmeye imkân veren çok
geliyordu. İdeolojik rejimler belirlenmiş politik amaçlar
yönlü, çok boyutlu bir zemin gerekiyor. Onu var kılıp,
için gönüllü kurbanlar veya savaşçılar olabilecek ‘ulus’
büyüten, besleyen zemin inhitata uğrayınca, düşünce
yaratamadıkları durumlarda, hiç olmazsa yönettikleri
varoluş bağlantılarından kopar. Varlık düşünce ile
halkların, başlarını ağrıtacak farklı arayışlar içinde
düşünce varlık ile ilgisiz düzlemlerde çırpınır durur.
olmalarını önlemek isterler. İdeolojik yapılar kültür
Daha ilk cümlemiz, önemli bir yanı ile bütün bunları ifade
havzalarından
hayatın
etmek içindi. Yine tekrar edelim: Düşünüyor olmak var
esnekliğinden, estetiğinden yoksun; sakil, katı, farklı
oluş bilinci için, ‘varlık bilinci’ düşünüyor olmak için,
olana
hayati önemde gerekliliklerdir.
beslenmedikleri
tahammülsüz
birikimlerimiz,
yapılardır.
ruhumuzda,
için,
Tarihsel,
iz
Düşünür müyüm? Düşünür müsünüz? Bu
kalmamacasına silinmek istenmiştir. Silinmiş bir ruhun,
soruların ‘insan düşünen bir varlık’ olmasından hareketle
silinmiş bir tasavvurun, silinmiş hafızanın silik kişilikte,
cevaplanması ne kadar doğru ise, aynı tanımdan
silik kimlikli, silik benlikli silik adamları yapılmak
hareketle bizim anladığımız manada düşünür olmayı hak
istenmişizdir. Benim için bu adamı tahayyül etmek bile
ettiğimizi sanmak da o ölçüde yanlıştır. Akşam yemeği
güç. Bu adam nedir, kimdir? Yaşamını nasıl kurar, yolunu
için manavdan alacağımız ıspanakla, benliğimizi hakikat
nasıl bulur, nasıl hatırlar, nasıl çözümler, nasıl beğenir,
katında temsil eden varlığımızın olgun bir yetkinliğe nasıl
nelere tepki verir? Hiç. Her şey silik, her şey hiçliğe
ulaşacağını, genel anlamda belki aynı düşünme melekesi
dönük, hiçliğe ayarlı! Tüm iç ve üst değerlerinden
kapsamında
soyunmuş, soyutlanmış varlık olarak insan hiçliğin,
ihtiyaçlarına denkleştirme hesabı yapan memur da
sözüm ona yaşayan canlı anıtı gibidir. Ne acı, ne
düşünür, mağara eğretilemesi ile idealar kuramını
yazık!..Yaşamak,
bir
geliştiren Platon da. Arada birbirine geçişlerin çok
denklemi çözmek gibidir. Bilinmeyenler çoktur. Her şey
zahmetli olduğu katlar vardır. ‘Düşünür’ olmakla
bilinmezlik içindedir. Üstelik onları yardımları ile
‘düşünceli’ olmak, bu iki çok farklı katlarda olmak gibidir.
düşünmek;
benliğimizde
kültürel
çok
bir
bilinmeyenli
karşılıyoruz.
Maaşını
borçlarına
ve
Düşünür olmak, hayatın tüm cilve ve cezberesini yaşıyor
Düşünceli olmanın gerçekliği daha farklıdır.
olmakla beraber, kendini düşüncenin peşine bırakmak
Tabir yerinde ise, bu insan tipi de bulunduğu kattan
demektir. Orada insan kendinin de içinde olduğu varlık
çıkmak ister; ne ki, elinde bir şema yoktur. Anahtarı
alanının genişliğini, yüksekliğini yakinen fehmetme
kaybetmiştir, bulmak için de bir çaba içinde gözükmez
melekesi edinir. Gittiği her sonsuzlukta, çıktığı her
üstelik.
yükseklikte kendini, kendinden bir parçayı bulmaktadır.
Dışarıdaysa içeriye girmeye gönülsüz. Bulunduğu mevcut
Tamamlanmak, kendisiyle bütünleşmek için sürekli
sınırlar, kendisini çevreleyen koşullar içinde kimi
kendinden
mecburiyetler edinmiştir. Aslında var oluşsal anlamda o
üste
çıkmak,
kendinden
öte
gitmek
İçerideyse
dışarıya
sınırların
insanın kendi sınırları içinde kendisini aşma çabasıdır.
gerçekliğin fazla yoğun olamayışı, dış gerçekliğin habire
abanmasına
kendi
yol
içinde
isteksizdir.
zorundadır. Söylemeden geçemeyeceğim: Düşünmek,
üzerine
dayatması
çıkmaya
açar.
oluşmuştur.
Hayatın
İç
üzerimize
/İlginçtir; kendimizi aştıkça kendi sınırlarımızın
abanmasını siyasetten, ekonomiye birçok kategoride
genişliğini
kendimizi
gözleriz. Bu yük altında rahatlanacak, nefes alınacak bir
daraltmak için ne çok çaba sarf etmişizdir.
ortam aranıp durulur. Dış dünyanın sınırlamaları, aslında
Aslında
da
hayata karşı varlık iddiasında olamamanın getirdiği bir
geçmenin de imkânı yoktur. O sınırı geçmek
geri çekilme psikolojisidir. İç dünyasını genişletince,
insan
dışarısı daralacak gibi bir evhama tutulur. “O zaman, hiç
fark
kendi
doğasının,
ederiz.
Meğer
sınırlarımızı
varlık
aşmanın
skalasının
dışına
çıkmaktır. Çizgimizin ötesinde ve dışında var
olmazsa
olacağımızı sanmak, vahim bir yanılsamadır. O
dünyamızın daralmasına razı olmalıyız.” Bu razı oluş
geri dönülmez aşamada insan kalmanın imkânı
sıklıkla tekrarlanması durumunda benliğe dönüşür. Artık
olmaz. Bir yolunu bulup döndüğümüzdeyse,
bu insanın anlam dünyasını da tamamen dış tesirler
terk ettiğimiz yerimizde insan varlığımızı
etkisi altına almıştır. Dış tesirler daha çok nesnel, aktüel
bulamama tehlikesi mevcuttur. Öyleyse kendi
niteliklidir; nesnel, aktüel amaçları besler. Dönüp aynı
sınırlarımızı yeniden keşfetmeliyiz. O sınırların
amaçlardan beslenir. Bu döngü bütün bir düşünsel
belirlediği insanlık ve kulluk alanı, sanılandan
varlığımızı da peşine takıp koşturan bir mahiyet kazanır.
çok geniş ve yüksektir. Kendimizi küçük görme
Giderek tüm öznel boyutlarından soyutlanmış, tek
korkunç
büyüklüğümüzle
boyutlu hayatın tek gerçekliğine dönüşür. Tek gerçeklik,
bulunduğumuz yükseklikten gafil olmamız
üstelik içselleştirilen tek gerçeklik; maaştır, izindir,
yüzündendir. Bu muazzam alanı, küçülttüğümüz
tatildir, kazanmadır, paradır, pazardır, eşyadır, taksittir,
dimağ ve değerlerle kavramaya çalıştığımız için
hastalıktır,
kendimize razı olamayız. Kendimizi aşmak bir
eğlencedir vs. Dünyanın, dünyalığın gündelik telaşından,
anlamda kendi alanımızı keşfetmektir. Her
taşkalasından kurulu mecburiyetleridir bunlar. Veya öyle
aşma çabası sonrasında varlığımız genişler.
algılanmaktadır. Yine bir ironik paradoks yaşanır. Dünya
Kendimizi
kendimize
bütün bir varlığımızın kapatıldığı zindandır artık. Üstelik
yönelişin hazzı sonsuz bir varoluş coşkusu
o zindan bir amaç olarak da kendi içimizdedir. İnsan
oluşturur. Başta düşünce o coşkudan çıkar,
kendi zindanında tutuklu mudur? Bunun da ötesinde
tekrar o coşkuya döner. Aklımız, ruhumuz,
zindanına tutkundur artık. İçinden çık çıkabilirsen.
hastalığı,
aşmanın,
aramanın,
sıkıntı
geçene
tedavidir,
kadar,
icap
makamdır,
ediyorsa
iç
televizyondur,
benliğimiz de öyle. Çünkü o coşku, varlığı kendi
Kendini aştığı için, bütün dünyalık telaşların
içimizde hissetmenin, kendimizi o varlık içinde
çekim gücünü sıfıra indirgemiş düşünüre karşılık,
hissetmenin
buna
kendini gündelik koşuşturmaların anaforuna kaptırmış
sarhoşluk deyin isterseniz: Şuuru katlayarak
insanın düşünceli hali, işte burada belirgin bir şekilde
artıran sarhoşluk!... /
ayrışır. Düşünür hayatı, varlığı, burayı, öteyi, nedeni,
sonsuz
eriyişidir.
Siz
niçini kavramaya çalışır. Düşünceli adam ise hayatın
kaygıları, kuşkuları, sorunları tarafından sımsıkı bağlanır,
bağlıdır. Bağı çöz çözebilirsen. Düşünür, dünya yansa
dönüştürmüş. Diğer yanda; evvelinden dilenci olmaktan
umurunda
ve
başka yaşama tutunma yolu bulamayacak kadar çaresiz
kendinden emin bir bükülüşle elinin ayasına yaslamış en
kölelerin, bir lokma ekmek için, insanlık adına ne varsa
uzağa bakıyor. Ruhunun metafizik derinliğini hissettiren
bir kenara bırakma pahasına kazandıkları yeni işçi
gözleri, en uzakta öz be öz kendi gerçekliğini satır satır
kimliği. Kentleşmenin, kalabalıkların getirdiği, sosyal,
okumaya çalışıyor. Bu ifadeler yakıştırmanıza göre bir
siyasal sıkıntılar. Kopuşlar, savruluşlar, bağlanışlar hepsi
açıdan Promete’yi, bir açıdan Socrates’i betimliyor
bir arada sürüp geldi, sürüp gidiyor. Rodin, bu eseri işte
olabilir. Bu bir düşünür adam. Bu kişi Rodin’in Düşünen
bu dönemde, böyle bir ortamda yapıyor. Bana göre
Adam’ı ile karıştırılmamalı. Rodin’in düşünen adamı,
‘Düşünen Adam’ yaşadığı günlerin kaygılı sıkıntısından,
hızla değişen dünyanın döngüsüne ayak uyduramayan alt
sorumluluğundan iki büklüm olmuş. Zorluklar karşısında
kattakilerin, içine düştüğü veya düşürüldüğü çaresizliği
diz çökmüş gibi, daha doğrusu diz çöktürülmüş gibi, kara
hissettiriyor.
kara düşünüyor. Belli ki, büyük sıkıntıları var. Biraz daha
değilmişçesine,
şakağını
dâhiyane
Rodin’in düşünen adamı kimdir? Birçoklarının
düşünse anksiyetesi vereme dönüşecek. Bünye yapısına
düzayak bir yaklaşımla onu bize modern zamanların
bakılırsa, onun bir işçi olduğu hükmüne kolayca
filozofu gibi takdim etmelerini, üzerinde yeterice
varabiliriz. Belki bir maden işçisidir. Hani şu hiçbir sosyal
düşünülmüş bir vargı olarak görmüyorum. Yontudaki
ve özlük hakları olmaksızın günde ondört-onaltı saat
adam yığılırcasına çöktüğü yerde derin mi derin bir
çalışılan, yaşama oranının kırklar, kırk beşler seviyesine
düşünceye dalmış. Bu görüntü onun gerçek bir düşünür
düştüğü, muasır medeniyet seviyesi zamanlarının bir
hüviyeti kazanmasına yetmiyor. Ne düşündüğü ilk
işçisi. boşta kalan eline levye veya bir İngiliz anahtarı
bakışta seçilemiyor. Düşüncesinin rengi belli değil.
tutuşturulsaydı, betimleme hiçbir muğlâklığa meydan
Yumruk yaptığı bir elini çenesine destek vermiş. Gevşese
vermeyecek açıklıkta olacaktı. Düşünmekten çok derdine
başı önüne düşecek. Tüm benliği ile tüm organları ile
derman, sorununa çare arar gibi bir hali var. Bu gidiş
düşünüyor. Bu adam ne düşünür niçin düşünür? Durum
nereye? Sonum ne olacak? Ben ancak mezarda mı
başını avuçlarının içine alacak denli vahim değil demek
dinlenme imkânı bulacağım? Bir sosyal hak olarak
ki. Düşünüyor ama felsefi bir konudan ziyade, kafasına
evimde, çocuklarımla geçirdiğim bir zamanım olmayacak
gündelik bir sorun takılmış izlenimi uyandırıyor sizde.
mı? Maaşımı harcamalarımla nasıl denkleştireceğim?
Aklın doludizgin aktığı aydınlanma sonrasında, Rodin için
Kiramı verebilecek miyim? Seni beni çevreleyen benzer
bu adamı yontmak, bir mecburiyetti belki. Adam daha
sorunlar onun da içini kemiriyor. O daha çok bunları
rahat bir halde kendini biraz arkaya salmış, ideal bir
düşünüyor. Düşünüyor, hesap kitap ediyor ama bir türlü
duruşla başını azdan yana bükerek avucuna bırakmış
işin içinden çıkamıyor. Aklını kaçıracak neredeyse.
olsa idi, bir düşünürün tasviri sayabilirdik. Şöyle işaret ve
Kaçırdı bile. İşte şimdi çıldırmamak için tahammülün
orta parmağı yanağın, elmacık kemiğini kavramış olarak.
dayanılmaz sınırında. Onu Bakırköy Akıl ve sinir
O zaman ‘bu adam bir diyalektik kuruyor ya da poetika
Hastalıkları Hastanesine götürmek lâzım. Öyle de
geliştiriyor’ diyecektik mesela. Rodin, bu yontusunu
yaptılar. Düşünen adam heykelinin bir kopyasını, üstün
ondokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru yaptı. Sanayileşme
Türk aklının isabetli buluşu ile anılan hastanenin
devrimleri
avlusuna kondurduk.
merkezli
yeni
uluslaşmaların,
deprem
niteliğinde köklü değişimlerle hız kazandığı zamanda. O
Düşünen adam burada.
dönem, felsefe neredeyse bütün metafizik niteliğinden
Peki, ama düşünür nerede diyeceksiniz?
sıyrılarak pozitif akla,
bilime teslim olmaya tam
Onları da İttihat ve Terakki hükümetlerinden ve
niyetlidir. Avrupa ihtişamla sefaleti iç içe yaşıyor. İhtişam
darbelerden bu yana ya faili meçhuller kervanına, ya
sefaletin ellerinde büyüyor. Sefalet, dünya savaşları olup
hapishanelere kattık. ‘Düşünür Adam’ heykellerini de, hiç
insanlığın tepesinde patlamaya hazırlanıyor. Egemen
olmazsa bir dönemin ağır kasvetini hatırlatsın için,
sınıf olarak burjuva bir dönem görgüsüzce tadını
hapishanelerin demir sürgülü kapı önlerine veya volta
çıkardığı ışıltılı hayatları yaşama biçimine çoktan
avlularına
dikmek
gerekir.
Baştanbaşa
bir
ülke,
yasakların
kalın,
baskıların
yüksek
duvarlarıyla
Rodin’in Düşünen Adam’ı olup çıktık. Bu yönüyle o yontu
yaşanmaz hale gelince böyle bir masrafa gerek kalmadı.
bizi yansıtıyor gibidir. Ancak varoluşu tahkim edecek, ait
Akıllara ziyan bir dehayla olmazlar başarıldı: Hemen her
olduğumuz kültür ve medeniyeti ayağa kaldıracak,
vatandaşın içine bir hapishane kuruldu. İçlerinde insanlık
yaşamı
adına ödünsüz bir vicdan kurmada hiç mi hiç becerikli
düşünürlerimizin de yetişmesi gerekmektedir.
olamayanlar, insanımızın iç dünyalarında öldürücü
Bir insanı, bir dosta tanıtırken “bu düşünen biri” demek
korkunçluğuyla zindanlar inşasında görülmemiş ölçüde
ne keskin bir ironidir bilseniz.
maharetliydiler. Şimdi çık oradan çıkabilirsen. En büyük
“Bu balık suda yaşar ve yüzer”
mesele, ancak karanlık duvarlarla örüp kapattığımız iç
“Bu kuş kanatlıdır uçar”
zindanlarına tıkılan insanlarımıza, yeni bir özgürlük ufku
“Çiçekler kokar” demekle aynı şey.
kazandırmaktır. O ışık evvela kalbimizin tam orta yerinde
Suda yaşamayan balıkların, uçmayan/uçamayan kuşların,
gögeren (ve göveren) aydınlık parıltıda aranmalıdır.
kokmayan çiçeklerin, solunamayan havanın; varlığa,
İnsan olmak düşünüyor olmak için yeterli değil
mi?
yeniden
canlandıracak
niteliği
ile
hakikate, anlama yönelmeyen düşüncelerin dünyasında
aklımı sen koru Rabbim.
Düşünmek varoluşsal bir zorunluluk. O nedenle
Arada benzer ıstırapları kendisiyle paylaştığım
varoluşu ‘düşünme gerek koşulu’ ile açıklama yaklaşımını
dostumun, ilk bakışta iltifat mı hakaret mi olduğu kolay
benimsiyorum. İnsan olmanın gereği düşünmekse eğer,
kestirilemeyen sözü, sızlayan duyarlığımı ifade ediyordu,
bu nasıl bir ayrıcalık olur? Demek ki, var olmak
ancak benim içinse merdivenin daha ilk basamaklarında
düşüncenin çok uzağına düşmüş şimdi. Varlığımızın
olduğumuzu gizlemeye yetmiyordu. Kara kara düşünen
anlamını oluşturan amaçtan uzak düşünce, yaradılış
olmaktan yüreğinde göğe eren o iç aydınlığın parıltısını
mahiyetimize uygun ‘düşünür adamlar’ olmak yerine,
düşünür olmaya doğru bir yekinmeyi gizlemeye…
Balıkçıl Kuşu
Ve
Yengeç
Bir zamanlar, yemyeşil sahilleri ve yüzlerce çeşit balığı olan güzel bir göl varmış. Gel zaman git
zaman, gölün yeşil sahilleri kurumaya, suyu da gittikçe azalmaya başlamış. Başta balıklar olmak üzere, gölde
yaşayan bütün hayvanlar endişelenmeye başlamışlar.
O günlerde gölün çevresinde bir balıkçıl kuşu görülmeye başlamış. Bir gün, bir grup göl canlısına
yaklaşan balıkçıl; "Vah zavallılar vaah!" demiş, "Yakında göl kuruyacak sizler de öleceksiniz. Ben bu duruma
çok üzülüyorum. Şu dağları görüyor musunuz? İşte o dağların arkasında "büyük ve çok güzel bir göl var.
Oraya gidebilseniz eğer.
Balıkçıl kuşunu dinleyen göl canlıları; "Bizim oraya gitmemiz imkânsız, başka bir çare bulmak
zorundayız." demişler.
Balıkçıl; "Aslında sizin oraya gitmenizin bir yolu var, ama bunu size nasıl söyleyeceğimi
bilemiyorum." demiş.
Birden heyecanlanan göldeki canlılar; "Hadi söyle, söyle!" diyerek balıkçıl kuşuna yaklaşmışlar.
Balıkçıl; "Bu günlerde yapacak fazla işim yok. Her gün birkaçınızı sırtıma alarak o göle
götürebilirim."
Bu haber kısa bir zaman içinde bütün göl canlıları arasında yayılınca, uzun tartışmaların yaşandığı
bir toplantı yapıp balıkçıl kuşunun teklifini kabul etmişler. Balıkçıl kuşu sabah, öğlen ve akşam olmak üzere,
tam üç vakit sırtına aldığı balıkları dağların arkasındaki göle taşımaya başlamış.
Bir gün, kendisine sıra geldiği için balıkçıl kuşunun sırtına bir yengeç binmiş. Oldukça keyifli bir
yolculuktan sonra dağların zirvesine ulaşmışlar. Balıkçıl gittikçe alçalıyor, yengeç ise çok dikkatli bakmasına
rağmen gölü bir türlü göremiyormuş.
Yere inmek üzereymişler ki, yengeç birden birşeyler farketmiş. Daha dikkatlice bakınca her tarafın
balık kılçıkları ile dolu olduğunu görmüş... Hemen bir çare düşünüp kıskaçlarını balıkçılın boynuna geçirmiş,
zehirini akıtıp öldürmüş onu.
Böylece bu düzenbaz kuşun elinden, diğer balıkları kurtarmış
OKUMAK ÜZERİNE
Schopenhauer
Cehalet, zenginlikle bir arada bulunduğu zaman yozlaştırıcı bir etki yaratır. Sefalet ve ihtiyaçların giderilmesi
zorunluluğu, yoksul insanı sınırlar. Yoksul insanın sürdürmek zorunda olduğu yaşama mücadelesinin zor koşulları,
onun kendisini geliştirmesi yönündeki gücünü ve zamanını önemli ölçüde sınırlar.
Okurken bir başka kimse bizim yerimize düşünür. Biz sadece onun zihin sürecini, yani onun düşünme
biçimini ya da zihninin işleyiş tarzını takip etmekle yetiniriz… Tıpkı yazmayı öğrenirken öğrencinin öğretmen
tarafından kalemle çizilmiş çizgileri takip etmesinde olduğu gibi… İşte okuma işlevi de tıpkı buna benzer: Okurken,
kendimize özgü düşünme işinin büyük bir bolümü zaten bizim için bitirilmiş durumdadır. Bunun içindir ki, kendi
düşüncelerimizle meşgul olduktan sonra elimize bir kitap almak, her zaman bizi bir parça rahatlatır. Oysa okurken,
zihnimiz aslında başka birisinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir… Okuma edimimizin sonunda,
bu düşünceler nesnel anlamda bizden uzaklaşırlar. İşte, bu aşamada geride kalan nedir?..
İşte mesele buradadır… Okuduğunuz eser içinde yer alan düşüncelerinizle, sizin “kendi” düşünceleriniz
arasındaki mesafe ne kadardır?..
Öyle zamanlar olur ki, çok fazla, yani neredeyse bütün gününü okumakla geçiren ve aradaki zamanlarda,
“düşünmeksizin” şununla ya da bununla uğraşan bir kimse, yavaş yavaş kendi kendine düşünme yeteneğini yitirir…
Tıpkı at üstünden inmeyen bir kimsenin yürümeyi unutması gibi. Bir çok eğitimli insanın durumu bundan farklı
değildir: Okumak, (tam tersine) bu insanları ahmaklaştırır…
Çünkü her boş vakitte okumak ve sürekli olarak (düşünmeksizin) okumak, zihni, mütemadiyen el-emeği ile
çalışmaktan daha ziyade felç edici bir etkiye sahiptir.
Çelik bir yaya ağır bir nesneyi asalım ve sürekli olarak bu ağırlığı çelik yayın üzerinde tutalım. Bu durumda
çelik yayın esnekliğini kaybettiğini göreceksiniz. Burada da durum aynıdır: İnsan zihni de, başka kişilerin
düşüncelerinin sürekli olarak baskısı altında kalırsa, zihninde bir körelme ortaya çıkar ve zihin, keskinliğini
kaybeder…
Sürekli olarak yemek yiyen bir kişi, sonunda midesini bozar ve böylelikle de bütün bedenine zarar verir. Zihin de,
düşünce malzemesi ile gereğinden fazla doldurulursa, boğulabilir. Çünkü, bir kimse ne kadar fazla okursa,
okuduklarından arta kalan izler de kaçınılmaz olarak o kadar az olacaktır.
Zihin, üzerine tekrar tekrar yazılan bir tablaya benzer. Okunan şeyler, ancak, derin düşünme ile hazmedilebilir. Nasıl
ki, aldığımız gıdalar bizi yemek yeme faaliyeti ile değil, yediklerimizi sindirmekle besler ise, eğer bir kimse, daha sonra
üzerinde durup düşünmeksizin sürekli okursa, okudukları kök salmaz… Ve büyük bölümü itibariyle kaybolur…
Aslında, güçlü ve sağlam bir yeni okumanın zihne akışı sadece daha önce okunmuş şeylerin unutulma sürecinin
hızlanmasına hizmet eder.
Gerçekten, bedelsel gıdalarımızla zihinsel gıdalarımız arasında durum hemen hemen aynıdır. İnsan,
yediklerinin ancak beşte/bir’ini hazmedebilir. Geride kalanlar buharlaşma ile, terleme ile ve benzeri şekilde kaybolup,
gider.
Kendilerine özgü gerçek bir üsluba ulaşmış olan yazarları (düşünürleri) sadece okuyarak, edebi bir niteliğe (seviyeye)
ulaşmak mümkün değildir…
Sözünü ettiğimiz bu üslubun niteliği, ikna edicilik, hayal-gücü zenginliği, mukayeseler yapma yeteneği,
keskinlik, özlülük, incelik, mizahi öğelere sahip olma, özdeyişsel ifade içeriği ya da benzerlerinden kaynaklansın, fark
etmez… Ancak, saydığımız bu nitelikler bizde zaten varsa; yani, potansiyel olarak mevcut ise, işte ancak o zaman
okunan yazarın nitelikli üslubu, sözünü ettiğimiz potansiyel oluşumu tetikleyebilir, ortaya çıkarır ve biz bu
niteliklerimizi geliştirme olanağına kavuşuruz. Bunların hangi amaçlar için kullanılması gerektiğini yavaş yavaş
öğrenebiliriz. Ve böylelikle de, bunları kullanmaya olan yatkınlığımız takviye edilebilir… Hatta bunun için kendi
kendimizi yüreklendirebiliriz… İşte bütün bunları başardıktan sonra ve başarabildiğimiz ölçüde de, bu sözünü
ettiğimiz niteliklere bilfiil sahip olabiliriz.
Okumak suretiyle yazabilmenin ya da üslup oluşturabilmenin tek yolu budur…
Bu niteliklere sahip olamamanın sonucunda ise, soğuk ve kuru bir üslup… Yani, üslupçuluktan başka bir yere
varılamaz ve sığ ve sathi bir taklitçiliğin ötesine geçilemez.
Edebi ya da sanatsal dergilerin büyük bir çoğunluğu yani günlük matbuat, bayağı kimselerin günlük bilgi
kırıntılarını yayınladıkları için, okurların, (eğer elde edilmek istenen şey kültür ise,) münhasıran gerçek edebiyat
eserlerine tahsis edilmesi gereken zamanlarını çalmanın, benzersiz bir ölçüde kurnazca tasarlanmış, birer aracından
başka bir şey değildir.
Böylelikle insanlar, bütün zamanların en iyisi olanı okumak yerine, hep en “yeni”nin peşine düştüklerinden yazarlar
kendi dönemlerinde şöyle ya da böyle egemen olan düşüncelerin dar alanına sıkışıp kalırlar… Ve bu yüzden de
“dönem”, kendi bataklığı içinde biteviye çırpınıp, durur. Dolayısıyla, okuma söz konusu olduğunda geri durabilmek
(nerede duracağını bilmek) çok önemli bir şeydir…
Geri durulacak yeri kestirmedeki maharetin esası, zaman zaman neredeyse salgın halinde yaygın olarak
okunan herhangi bir kitabı, “sırf bu yüzden” okumaktan ısrarla uzak durmaktır, denebilir. Söz gelimi, sebepsiz
gürültü ve şamata kopartan, hatta yayın hayatına çıkmalarından kısa bir süre geçmesine rağmen çok sayıda baskıya
ulaşan; ama, sonunda da unutulup giden siyasi ve dini risaleler, romanlar, şiirler ve benzerleri böyledir. Ancak, şu
gerçeği hiçbir zaman hatırınızdan çıkartmayın: Ahmaklar için yazanlar, her zaman karşılarında geniş bir dinleyici
kitlesi bulurlar!..
Okuma zamanlarınızı sınırlamaya özen gösterin…
Ve okumak için ayırdığınız zamanı da, münhasıran bütün zamanların ve ülkelerin büyük kafalarının eserlerine tahsis
edin…
Onlar, insanlığın geri kalanını yukarıdan seyrederler. Okunması halinde, sadece bunlar insana bir şeyler
öğretir ve O’nu eğitir!..
Hiçbir zaman kötü kitaplar çok az ya da iyi kitaplar çok fazla okunmaz… Kutü kitaplar, zihin için zehir
değerindedir!.. Ve aklı harap ederler…
İyi olanı okuyabilmek için, kötü olanı hiçbir zaman okumamayı… insan kendisine düstur edinmelidir. Çünkü hayat
kısadır… Ve dinçlik, insan hayatı içinde sınırlı bir evre için vardır.
Halk, nedense, geçmiş dönemlerin büyük düşünürlerin kendi eserlerini okuyacak yerde; onlar hakkında başka kişiler
tarafından yazılan kitapları okumayı tercih eder… Bunun görünürde iki sebebi olabilir:
Birinci sebep, gerçek düşünürlerin kitapları eskidir; anlar hakkında yazılan kitaplar ise, “yeni”dir… Avamın
tercihi ise, her zaman “yeni”den yana olmaktır.
İkinci sebep ise, bizce daha önemlidir. O da, “Benzerin, benzerini sevmesi” kuralı ile açıklanabilir. Bu
sebeple halk, “gün”ün derinlikten yoksun, çapsız kafalarından çıkma lakırdıları, büyük kafaların düşüncelerinden daha
birleştirici ve “hoş” bulmasıdır.
Bir bayağı kafa, ne kadar da yekdiğerine benzemektedir… Nasıl da hepsi tek bir tezgahtan çıkmışçasına tek
biçimli… Nasıl da, benzer koşullar altında hep aynı düşünürler ve asla görüş ayrılığı taşımazlar!.. Bu sebepten
ötürüdür ki, görüşleri bu kadar şahsi, bu kadar bayağı ve sınırlı…
Ve budala halk kesimi, kendilerine benzer bu adamlar tarafından yazılmış bu değersiz süprüntüleri, başka bir nedenle
değil, sırf bugün basılmış olduğu için okurlar. Buna mukabil, büyük düşünürlerin eserlerine kütüphane raflarında
kimse ilişmez…
OKUMA ve GELİŞME
Okurken bir başka kimse bizim için düşünür. Biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz. Nasıl ki,
yazmayı öğrenirken, öğrenci öğretmen tarafından kalemle çizilmiş çizgileri takip eder. Okurken de tıpkı bunun gibidir.
“Düşünme işi”nin büyük bölümü zaten bizim için bitirilmiştir.
Okurken, zihnimiz, aslında başka birinin düşüncelerinin oyun alanından başka bir şey değildir. Sonuçta onlar bizden
ayrılır, gider… Geride kalan nedir?..
İşte dikkatlerimizi üzerinde toplamamız gereken nokta burasıdır.
Mesele, zihnimize dışarıdan akın eden yeni ve uyarıcı düşüncelerin doğuracakları etkinin özümlenmesi,
yerlerine yerleştirilmesi ve sindirilmesi ile ilgili bir nitelik sorunudur. Yeni düşüncelerin zihnimizde depolanarak,
saklanması değil; bu düşüncelerin her birinin bizim öznel düşüncelerimizle karşılıklı ilişki içine girmesi, bu yönde
sürdürülecek ciddi bir mücadele sonucunda bize özgü ve bize ait bir hale getirilmesidir.
Sözünü ettiğimiz ilişki, bu düşüncelerin kabulü ya reddi gibi basit bir ameliye değildir. Buradaki amaç, kabul
veya ret gibi bir tavır değildir. Olması gereken, bu basit işlemin çok ilerisinde yer alması gereken bir zincirleme
reaksiyon ilişkisinin ötesinde nereye varılacağı ile ilgilidir.
Bizim zihnimiz, edinmiş olduğumuz bilgileri aracılığı ile ürettiğimiz bize özgü düşünceler, “kabul”ler,
“ret”ler, toplumun dayattığı ilke ve önermelere eklediğimiz motifler, inançlar, reel olmayan tasavvurlar ve bunlar gibi
birbiri ile ilişkili ve zaman zaman özerk türlü çeşitli unsurlardan ibarettir. Kültürümüzün düzeyi, kişiliğimizin
bağımsızlığı ve benzeri öznel niteliklerimizin bileşimi doğrultusunda oluşturduğumuz bir dünya görüşü ve bu düşünce
bütünlüğün sayısız parçaları, bölümleri ve ayrıntıları mevcuttur.
bilemedin
İşte elimize aldığımız bir
Sibgetullah KAYA
kitapta yer alan düşünceler böyle bir
zihinsel
durum,
ilişkiler
ve
Ya ıslaklığını alıp götürseydin üzerimden;
reaksiyonlar
zinciri
ile
karşı
karşıyadırlar…
Ya da hapsedip beni rutubetli mahzenlere,
Gerçek bir okuma uğraşı,
Gitmeseydin bu şehirden
kitabın yazarının düşünce dünyası ile
Kuytularında gezinirken riyakâr diyarların,
okuyucunun düşence dünyasının,
Bilemedin!
eşit koşullarda bir araya gelmesi ve
ortaya çıkacak iletişim ağının okur
Çayönü’nde çağlayan kadim tarihin yüce ruhuyum
tarafından
titizlikle
algılanarak,
Ben Zülküf’ün ayakları altında sallanan beşiğin
özümsenmesi ve sonuç olarak da,
çocuğuyum.
sindirilmesi süreçlerini izlemek
Ölüm kadar sabırlı ve sakin,
zorundadır.
Okurun kafası, bir bilgi deposu
Hakir bir ömür gibi telaşlıyım.
durumundan ancak bu süreçlerin
titizlikle ve ciddi bir zihinsel emekle
Hükmün hükümsüzleştiği bir devrin ortasında,
izlenmesi sonucunda kurtarılabilir.
Ebabil dudaklardan yükselen zaferlerle recmedilmiş
“Okurken, bir başka kimsenin bizim
yerimize düşünmesi”nden anlamlı
O günahkârın kefaretini ödüyorum kapında.
bir biçimde yararlanabilmek için…
Bilenmiş dillerin kanayan günahında yıkadığın suretimi,
Ya da, “Okurken, zihnimizin, başka
Kelebekler taşıyor sırtında.
birinin düşüncelerinin oyun alanı…”
Bilemedin!
olmasından kurtulabilmek için…
yukarıda
sözünü
ettiğimiz
Kendine bakmaya tahammül edemediğin o kirli aynada,
“süreçler”in, ciddi bir alın teri eforu
Ben Ergani’nin kir tutmaz beyaz taşıyım,
ile sürdürülmesi hem gerektir ve
Kar altında kalmış çırılçıplak bir yetimin
hem de şarttır.
Mezarlıkta yeşeren düşüyüm.
Sözünü ettiğimiz bu süreç,
insanın öznelliği damgasını taşıyan
bir
düşünce
bütünlüğünün,
Perçemin kalkınca gözlerinin önünden,
kendisine dışarıdan iletilen yeni bir
Yolların yalnız dergâhıma çıkacak;
düşünceyi karşılama yönetimidir.
O en bilindik sabahın aydınlığında,
Bizi yeni bir kitap okurken yoran
şey, bu karşılaşma süreci içindeki
Takvimler düşürecek içine
zihinsel etkileşim eforudur.
Kaf Dağı’ndan Dereboyu’na uzanan yalnızlığını.
İnsanın zihnine çarpan yeni düşünce,
İşte o an, bileceksin…
kendisine gösterilen yeni bir rafta
Toprağın yağmura muhtaç olduğunu.
beklemeye
koyulabileceği
gibi,
varolan yapı içerisinde yer alan
düşüncelerle sürdüreceği etkileşim
sonucunda yepyeni, önceden var
olmayan bir varoluşu yaratabilir…
İşte beklenen, olması gereken budur.
Yeni düşence, eskilerle
birleşerek, yeni, yepyeni bir düşünce
ortaya koyabilmelidir. Bu yepyeni düşüncenin kollarının, temellerinin varolan eski düşüncelerin içinde olması bizi
şaşırtmamalıdır. Bu noktada önemli olan, yeni düşüncenin, olduğu gibi, dışarıdan geldiği gibi zihnin bir bölmesinde
istif edilmemesi; tam tersine, yeni bir düşünceye hayat veren bir temeli, bir kökü oluşturmasıdır.
Yeni düşünce, Schopenhauer’ın yukarıdaki satırlara aktarmış olduğumuz düşüncesinde belirtildiği gibi,
belleğimizde bir süre kalacak ve sonra silinecek ve gidecektir. Schopenhauer, bu gidecek olan düşüncenin ardında ne
kalacağını sormaktadır…
Evet, geride kalan nedir?..
İşte, eğer okuma uğraşı, yukarıda sözünü ettiğimiz evreler içinde ve sözünü ettiğimiz süreçleri izleyerek, yeni
bir düşünceyi yaratmışsa, geride bu yeni yaratı kalacaktır.
Hepsinden önemlisi ise, bu yeni yaratı, bu ameliyeyi işleyen, bu emeği ortaya koyan ve o beyin eforunu
gösteren insana ait olacaktır!..
Daha açık ifadesi ile, işte gelişme denen şey budur.
ÇIPLAKLIK KÜLTÜRÜ VE KÜLTÜREL
ÇIPLAKLIK
Yeter MENTEŞ
Giriş
yabancı bir kişi bir çevreye geldiğinde onun
Giysi,insanın en az üç gereksinimi karşılar:
yabancı olduğunun bilinmesini sağlayan birinci
Evvela, soğuktan, sıcaktan kardan yağmurdan
özelliktir.İnsanın giyinmesi onun dünya için uygun
korur; ikincisi, iffet ve ar açısından yardımcı olur;
görüldüğü anlama kendi kendisini ne tür bir varlık
üçüncüsü, süslülük, güzellik ve vakar bahşeder.
olarak kabul ettiğine kendisi için tasarladığı alın
İnsanın
yazısına ve mutluluğunu nerelerde gördüğüne
giysisi
bir
bakıma
benzetilebilir.İnsanın
başlangıçta
sıcaktan
zamanda
ve
aynı
evine
soğuktan
bağlı olarak değişiklik arz eder.
hayvanların
Her toplumda kadın ve erkek giysilerinin çeşit
saldırılarından korunmak için ev inşa ettiği
ve nitelikleri o toplumun iktisadi, toplumsal ve
doğrudur, ne ki bu amaca ilaveten insan için ev,
iklimsel şartlarına bağlı olmakla özellikle o
kendisini, mallarını ve özel hallerini dört duvarı
topluma hakim olan değerlere ve dünya görüşüne
arasında muhavaza edebileceği; ve bundan da
tabidir ve hatta o dünya görüşünün göstergesi ve
önemlisi,herkesin imkanları oranında içinde zevk
aynasıdır.
ve sefa sürebileceği ve iç güdüsel güzellik
beğenisini
tatmin edebileceği bir sığınak, bir
konuttur.Giysi, insanın en özel evidir;çünkü herkes
evvela giysinin içinde yaşar daha sonra evinde. Bu
nedenledir ki üzerimizdeki giysiler nedeni ile evi
sırtındayız denebilir.
GİYSİ – KÜLTÜR İLİŞKİSİ
Kültür,bir toplumun dünyaya nispetle sahip
olduğu ve varlık ve insan için uygun gördüğü en
genel gelenek ve görenekten ibarettir.Bu gelenek
ve görenek bütün bireysel ve toplumsal adet ve
değerleri evrensel çapta kabul edip önde tutar.
Her
toplumun
yaşamında
dünya
hissedilebilir
görüşü
ve
o
kavmin
görülebilir
,dokunulabilir ve çok önemli etkiye sahiptir.Halkın
kurduğu ve içerisinde yaşadığı çevre onların dünya
görüşünün büyük ölçüde etkisi altındadır.Bir
toplumun kültürü o toplumun medenileşmesini
sağlayan ruh durumundadır. Toplumun çeşitli
yanlarında ekonomisinde,iktisat alanında,sanatta
ve daha bir çok alanda görülebilir.
Giysi- Kültür ilişkisi o kadar önemlidir ki
1
Dünyanın iki parçası vardır;bunlardan biri
teknolojik sömürgeciliği ile tanınan maddeci Batı
dünyası , diğeri ise bütün bu olanaklardan yoksun
olan
geri
kalmışlığı
simgeleyen
Doğu
dünyasıdır.Batı dünyasının etkisi altına girmemiş
olan toplumların giysileri uzun, geniş,tene yapışık
değildir,genellikle baş örtülüdür , külah ve sarıkla
ilgilidir.Bunlar kumaş,renk dikiliş, kumaşın çeşidi
bakımından
önemlidir.Kadınlar
genellikle
çarşaflıdır ve ayakkabılarının ucuna varan uzun
özlemiştir ve ona ulaşmaya çalışmıştır.Meryem
fistanlıdır.
resimleri
Amerikan kültüründe giysiler gene çeşit
önce
pazardaki
kadınlardan
soyutlanmışken Rönesans’la birlikte pazardaki
çeşittir ve her mevsim suratla değişikliğe uğrarlar
kadınlara
ama burada da ortak bir yön vardır; Günümüzde
kendisi gökten yere indirilmiştir.Çarşı Pazardaki
batılı insanının giysileri ,erkekler olsun kadın
güzel kadınların arasından biri model alınarak
olsun,dardır,kısadır, tene yapışıktır ve bu yüzden
yapılmıştı
henüz bütünüyle Batı kültürünün etki ve sultası
altına
girmemiş
kavimlerin
yerli
ve
benzetilerek
yapılmıştır.Meryem’in
Cinsel güdünün zalim bir cemiyete yaptığı;
tarihi
kadın,verdiği lezzet oranında bir değere sahip olan
giysilerinin tam karşısında yer alırlar. Doğu ve Batı
bir mal oluyor.Artık kadın Allah’ ın emanetçisi ve
arasındaki fark ilerlememezlik ve gerikalmışlıktan
hatta Rabbine mülaki olacak kadar yücele bilen o
kaynaklandığından söz edilemez.Geri kalmışlık ve
insan
cehalettin kendisinden bu kaynaklanmaz.Bu tür
değeri,teninin değeri oranındadır.Ve eğer bu
giysiyi gerektiren şey Doğunun dünya görüşü ve
medeniyet
değer sistemidir; ve günümüz Batı giysisi de bu
kadından
günkü Batının dünya görüşüne ve kültürüne
olurlarsa artık onun ne değeri vardır?Bütün varlığı,
BATI GİYSİLERİNİN BATI KÜLTÜRÜYLE
İLİŞKİSİ
değildir;hayır,yalnızca
toplumda
geriye
ne
tenini
Ten
‘dir
teşhir
kalır?Onu
o;ve
etmezse
görmeyecek
var oluşu,onu görmeleri alıcı gözüyle bakmaları ve
ona bir değer biçmelerine bağlıdır.Eğer Descartes
Giyinme,
her
medeniyette,
insanın
o
‘Düşünüyorum; o halde varım ‘demişse, bugünkü
medeniyet içindeki anlamı ve tarifiyle doğrudan
Batı
ilgili insani özelliklerden biridir.Batı maddeci
toplumlardaki kadın da çaresiz,seyrediliyorum o
medeniyetinde
üzerine
halde varım demelidir.Kadın yalnızca cisimdir ve
giden
kadının karşısında erkek tümüyle gözdür.Kadın,
yaşamın dipnotuna ve Batı medeniyetinin kültür
erkeğin kendisini sürekli göz terazisinin iki
iskeletinde
kefesinde tarttığı ve kendisine değer biçtiği bir
insan
kurulmuştur.Manevi
değerler,
bir
bürünmüştür.Batının
kilise
sürünüp
maddi
tarihi
,manevi
parçaya
ve
toplumundaki
ve
tüm
Garbze’de
yüce
eşyadır.Bir araç değil süsten ibarettir.Kadının
değerlerin sürgün tarihidir.Batı medeniyeti artık
kişiliğinin vücudunu teşhir etmesinden ibaret
maneviyat ve kutsal asaletten yoksun bir yaşamın
olduğu bir durumda kadın giysisinin dar olması
tecellisidir ve insan artık mevcut değildir ki ilahi
gerekir ki vücudun en ince kıpırdanışlarını bile
ruhun taşıyıcısı ve Allah’ın yer yüzünde ki halifesi
aktarsın,kadının bedensel özelliklerini yok etmesin
olsun.İnsanın ve bedenin nesneden bir farkı
ve
kalmamıştır.
örtmesin.Bedenin kalıbıdır.Ve batının cinsiyet
İnsanı ölümden başka bir geleceğin
kısa
olması
gerekir
de
etmediği bir kültür ortamında insan ne yapabilir?
edilmesine neden olan eğilimdir.
doğumdan ölüme kadar ki süredir ve bu fırsatın
dışında olmak
vücudunu
sorunundan kaynaklanmaktadır.Erkeğin giysisinin
beklemediği, onu bir cennetin kendisine davet
Onun olmak için sahip olduğu bütün fırsat
ki
dar
olmasının
nedeni,
vücudun
teşhir
KAPİTALİZM VE GİYSİ
Kapitalizm, dünyayı sömürme amacı olan
ve kalmak için bir güce sahip
ve Tekasür’e ve fazla talebe dayanan bu sistem,
değildir.Ona lezzet verebilecek şey insan tenidir.
üretim ve tüketim pazarını daha bir kızıştırmak
İnsan anne teninden koptuğundan beri daima onu
için dünyanın bütün güç ve imkanlarından, insanın
tüm
güç
ve
Kapitalist
güdülerinden
iktisat
parlamasının
yararlanmaktadır.
pazarının
mayası
kızışması
olmaktadır
kadın
güdünün
kendisini
bozmak
ve
bunu
süse
ve
dönüştürmek için asi güdü atının önündeki tüm
ve
engel ve yasakları ortadan kaldırmaya çalışan bir
erkek.Manevi İslami kültürde sukunet ve huzurun
ekolün ortaya çıkması tesadüfi değildir.
mayası kabul edilen bir şey, maneviyattın uzak
olan insan elinde isteğin en kızgın fırınına
dönüşmektedir.
Bu iktisadi sistemin mahkumu olan bir
toplumu kadının,harcamak ve harcanmak zorunda
olan bir araçtır.Yalnız cisimden,tenden ibaret olan
kadının harcaması ve harcanması gerekir;ve bu
gerekirdir
ki
onun
giysi
biçimini
belirlemektedir.Kadın, hem batı kapitalizminin en
mazlum kurbanı ve hem de aynı kapitalizminin en
etkin silahıdır.Kadının kendisi bir cisim olarak
düşündüğünde dünya perestlerin itiraslı gözleri
onu kapitalist pazarın kızışması için yem olarak
seçti ve kadın , para mazbahasında kurban
edildi.Sır ve remiz dolu aşk yerini sadece sekse
Özgürlük adına karanlık bir geceye ve sonsuz bir
bıraktı.Sevgililer aşkı unuttular.
Bilim,sanatta ilerilik ve çıplaklık arasında ne
çöle salan felsefedir.Diğer şeylerin kendisi insanın
ilgi vardır?Batıda şimdi güzelliğin yerine çıplaklık
ahlaki,
oturmuş,aşkın yerini sex tutmuş, ve iptizal cinsel
kısıtlamaktadır.Dünyanın kendisi düzensizlikten
tahrik sanat adını almıştır.Bir traktör lastiğinin
ve karmaşıklıktan başka bir şey değildir.Felsefesi
daha çok satılması için bile yarı çıplak bir kadın
olan bir insan için giysi, iffet ve örtünmenin ne
resminin lastiğin yanında bulunması,ve büyük
anlam taşıdığı açıktır.
mağazalardaki tüm satıcıların genç kadınlardan
seçilmesi gerekmekte;ve hatta yasama meclisleri
örfü
alanını
İLİŞKİSİ
Batı kültürü ile İslam kültürü arsındaki fark
hem maddi hem de manevi yaşamın en üst
TARİHİ DAYANAKLAR
yapısıdır.Amacı, isteği ve sonucu olan bir varlıktır.
BİLİMSEL VE FELSEFİ ANLAYIŞLAR
Sex ve çıplaklık pazarının daha da kızışması
ve
ve
insanı tarif edişlerinde kaynaklanmaktadır. İnsan
bir araç olarak kullanılmaktadır.
felsefe
dini
HİCABIN(ÖRTÜNME) İSLAM KÜLTÜRÜYLE
seçimlerindeki propagandalarda bile sex ve kadın
için
aklı,
bilimsel
verilerden
İslam da maneviyat ve ruhaniyet hiçbir şekilde
maddiyat
ve
cismaniyetin
karşısında
yer
dayanılmıştır.Eğer kilise evlenmeyi maneviyata
almamıştır, ve insan manevi hakikate ulaşmak için
aykırı bir durum saymaydı ve kutsiyet ve
maddi
ruhbanlık
değildir.İslami maneviyat
için
evlenmekten
perhizi
gerekli
gerçekliğini
görmeseydi,belki de yeni medeniyette bu tepki
değildir
meydana
meydandan
gelmeyecekti.Bir
bilimlerinde
diğer
destek
ruh
görülmüştür,Fredualizm.Cinsel
ki
rakibini
yok
etmek
maddiyatın rakibi
kendi
uzaklaştırsın;
zorunda
menfaati
o,cismaniyet
icabı
ve
maddiyatın yol göstericisi ve kontrol edicisidir.Din,
bize cismi bütünüyle unutturmak ve bizi dünyadan
durumları ve ruhsal eğilimleriyle doğrudan birbiri
uzaklaştırmak için gelmemiştir;o,itidalı muhafaza
ile ilişki içerisindedir. Yalnız çehre süsleri değil,
etmemiz ,ifrat ve tefritten uzak kalmamız mesela
aynı şekilde ,bedenlerine ekledikleri bütün süsler
kendimizi yalnız tenden ibaret sanıp cisimden
tercih ettikleri giysilerin şekil ve ölçüleri dahi
yararlanmaktan başka bir şey düşünmeyenlerden
Onların
olmamamız için ölçüyü öğretmek için vardır.
aktarmaktadır. Giysi yalnız toplumun kültürünün
Giysi,
cinsel
haberler
etkisi altında değildir; O,aynı zamanda tek tek tüm
gücünü arttırmak için değil.İnsanın ikinci evi derisi
bireylerin kişiliklerin tanıtıcısıdır da ve elbette ki
değil onun ilk evidir.Giysi, giysinin şekil ve türü
fertlerin kişilikleriyle toplumun genel kültürü
basit ve yüzeysel konu değil ki sadece bireylerin
arasında da güçlü bir ilişki bulunmaktadır. Yüce
zevklerinin ürünü sayılsın.Sorun, bir birinden
manevi ve insani değerlerin itibar görmediği ve
yerden göğe kadar farklı iki kültür,iki dünya
insanın iç aleminin dış gösteri ve tecellilerde
görüşü sorunudur;ve bu farklılık,insanla ilgili tüm
bağımsız bir onun ve anlama sahip olmadığı
temel
boy
toplumlarda bütün bir insan kişiliği tam anlamıyla
ardında
başkalarının ilgisine, onların kendisi hakkındaki
gelir;ve
insan
görüşlerine ve verdiği rütbeye uygun olarak
giysisine
veda
şekillenmektedir.
ez
cümle
göstermektedir.Giysinin
daima
bir
kültürüne
kültür
veda
edememekte;bir
azaltmak
sırrından
içindir,
konularda
tahriki
özlerinin
giysisinde
değişmesinin
değişikliği
etmedikçe
ulusun
kültürünü
kabul
etmedikçe o ulusun giysisini giyinmemektedir,
Birey mantıki ve uygun yollarla kendisini
ortaya koyamayınca başka yollara başvurmakta,
Her insanın giysisi,onun vücut ülkesinin
başkalarını ilgisini çekmek ve topluma oranla
bayrağıdır.O,insanın kendi vücut evinin kapısına
sahip olduğu eksiklikleri gidermek için giysi
diktiği bir bayraktır ki onunla hangi kültüre bağlı
biçimde ve baş ve yüz süslerinde her türden
olduğunu ilan etmektedir.Nasıl ki her millet
değişikliği
bayrağına gösterdiği vefakarlık ve hürmetle milli
harcamaktadır;sınıfsal farklılıkların çok keskin
ve siyasi huvviyetine olan inancını açıklar;her
olduğu toplumlarda bu farklılık, ev çeşidine
insanda mademki
bir değerler ve görüşler
,otomobil modeline, yaşam biçimine ve özellikle de
zincirine inanmış ve gönül bağlamıştır,o değer ve
giysi türüne doğal olarak yansımaktadır.Özellikle
görüşlere mensup giysiye veda etmeyecektir.
eşraf ve sermayedarlar servetlerini giydikleri
Püşiden, gizlemek bakıştan uzaklaştırmak
anlamında kullanılmıştır.Giysinin her dilde farklı
giysilerle
icat
etmek
başkalarına
için
büyük
göstermeye
çaba
gayret
etmektedirler.
kullanımı olsa da anlamı aynıdır.Herkesin giysisi
Makama düşkünlük ve başkalarına egemen
onun görüş ve gidişatıyla ilintilidir,özündeki
olma eğilimi de giysilerin seçiminde bir etkiye
birikimin
kişiliğin
sahiptir.Hak maneviyat yağmurunun üstün olma
herkesin
isteği kırını, halkın gönlünden temizlemediği bir
mevzusu
toplumda,herkes türlü giysiler giymek için çaba
başkalarına ilan ettiği ve onunla kendisini tanıdığı
harcar.Askerler gibi davranır ve gücü yettiği kadar
şiarıdır.Şiarın
pahalı ve kendisini yüce daha üstün gösteren
açıklayıcısıdır
somutlaştırıcısıdır.Ve
giysisi,kişinin
onun
anlamı
ve
demekteyiz
ki
aracılığıyla
yorgan
yada
uyurken
örtünülen örtüdür.
GİYSİ VE ÖZÜN SIRRI
Kadınların çehre süsleri onların içsel
giysiler giyinir.Erkekler kimi zaman öğünme ve
egemen olma isteğiyle eşlerinin giysilerinden
yararlanırlar;her erkek azamet ve yüceliğinin
oranını gece ziyaretlerinde ve sokakta caddede
kendisini kaybetmesinin sonucu değilse , neden
eşinin giyindiği giysilerle başkalarına göstermeye
çalışır.Gerçekte maneviyatsız toplumda kadın koca
için büyüklük taslama ve boy gösterisi için
hayatlarından lüks araçlarından biridir.
Erkekler
ayakkabıları
tıpkı
ve
otomobilleri,evleri,
şapkalarıyla
kendilerini
göstermeye çalıştıkları gibi karılarının ve onların
giydikleri giysilerini ne kadar önemli kişiler
olduklarını
başkalarına
çalışıyorlar.Eşraf
her
anlatmaya
mecliste
bir
kısmını
giyindikleri çeşitli ve pahalı giysileriyle tasalutçu
maddi durumları ilan ediyor ve başkalarına yük
kılıyorlar.Eşraf sürekli olarak yeni yeni modalara
kucak açmakta ve halk henüz bir önceki modanın
para yükünün altında çıkmadan kendisini albenili
yeni bir modanın kucağında bulmaktadır.Ne acıklı
esaret ve köleliktir bu bu tür esaretler hür ve
şimdiye değin Doğu giysilerinin bir özelliğinin
düşünce özgürlüğüne sahip toplumlarda pek
olsun Batıda kabul edildiği ve ilgi gördüğü
çoktur.
görülmemiştir? Bu yalın örneklerin tasavvuru
HİCAPSIZLIK BİZE NASIL GELDİ?
görüntünün basit bir işaretidir.
Batı medeniyetinin amacı bir bulut gibi
Giysi değişikliğini kabul edenler Batı kültürünü
boydan boya bütün gökyüzünü kaplamak ve
benimseyenlerden
yeryüzünü hakikat güneşinden yoksun bırakmak
etmeyenlerse kesinlikle bu kültürü reddedenler ve
için
elbette
ilerleme, özgürlük,eşitlik kavramının altındaki bu
memleketimizde bu zahmet bulutunun uğursuz
aldatmayı yutmayanlar ve bunun sonucu olarak
gölgesinden güvenlikte kalmamıştır.
bütün zorluk ve zorbalıklara karşı direnenlerdi.
çaba
göstermiş
ve
yüz
kez
Batı medeniyet programının iki şartı
başkası
değildir;
kabul
JAPONLARIN GİYSİLERİ NASIL BATILILAŞTI
vardır,Evvela Batı giysilerinin kabul edilmesi için
1860-70 yılından önce , takriben tüm Japon
gerekli kültürel ve toplumsal ortam;ikincisi, zora
halkı kendi yerel giysi türlerini giyiniyorlardı.Yerli
sahip ve İslam’a inanç beslemeyen bir yürütme
giysileri önü enli bir kemerle birbirine bağlanan
organı. Görevi İran’ı zillet düşkünlüğünden izzet
uzun ve geniş bir gömlekten olan Kimono’ydu.
doruğuna ve sapkınlıktan ilerleme anayoluna
İçine yerleştirdikleri keten ve ibrişimden
olabildiğince
her
sıcağı muhafaza ediyordu.Zengin tabakaysa ibrişim
toplum için daima birinci tercih konusu olmuş
kimono giyerlerdi.O zamana kadar yün kumaş
insanlar
üretilmiyordu ve Japonların bundan haberi yoktu.
erken
bu
çıkarmak.Batılılaşma
sayede
gelişe
bileceğini
düşünmüşlerdir. Bu bütün toplumun yegane amacı
ve kurtuluş çaresidir.
Eğer
kültürünün
Batı
egemen
1868 yılı Japon siyasi değişikliğinin bu
ülkenin
giysilerinin
oluşunun
kabulü
ve
Batı
Doğunun
astar
en
önemli
gerekmektedir.Bu
tarihi
olayı
değişikliğin
sayılması
ardından
feodalizmle savaşmak isteyen güçlü bir merkezi
hükümet Japonya’da başa geçti.Bu hükümet Bu
saldırısıdır;ve görüyoruz ki İslam’ı hakim olduğu
hükümet Batı adetlerinin taklidine ve iktisadi
bir yer olmamasına rağmen Japonya’da
kalkınmaya
hükümetin
Garbze’de oluştan önce erkek ve kadınlar geniş ve
giysilerden
uzun giyiniyorlardı;ve Batı etkisinin ardından, ve
ilgi
politikaları
duyuyordu.Yeni
seçtiği
da
anlaşılıyordu.1870’de deniz kuvvetleri fakültesi
öğrencileri İngiliz formaları giyinmekle yükümlü
kılındılar.O zamanlar Subay Okulu Öğrencileri de
Fransız
üniformaları
giyiniyorlardı.1871’
de
Bakanlar kuruluyla Danıştay arasında çok yönlü
gürültülü bir konu ortaya çıktı.Sorun, yüksek
rütbeli merkez ve vilayet memurlarının Japon
giysisi
mi
yoksa batı
giysisi mi giymeleri
gerektiğiydi.
1880 yılından sonra Avrupa modaları
yavaş yavaş müreffeh
tabakanın arasında
görünmeye başlamış ve pazarın hassas kısımlarını
ele geçirmişti.Toplumun yüksek kesimi
Batılı
ilgileri taklit ederek toplu danslar, garden party ve
müzik meclisleri türünden şeyler tertiplemeye
başladılar. Bütün bu merasimlerde giyilen giysiler
Batı gece giysileriydi. Kraliçe ve diğer saraylı
kadınlar da yavaş yavaş bu giysilerle görünmeye
başladılar. 1880-90 yılında Eğitim ve Öğretim
Bakanlığının buyruğuyla fakülte ve yüksek okul
öğrencileri Batı üniformaları giyinmekle mükellef
olundular.
Yirminci yüzyılın başlarında, ki 1868 siyasi
değişikliğinin üzerinden henüz otuz yıl geçmiş
bulunuyordu, Batı giysileri şahsiyetliğinin ve
ilerlemenin işareti sayılmaya başlamıştır.Aslında
Batı giysisi sokak ve caddelerin giysisiydi;Japon
giysisiyse uzun bir süre daha ev giysisi sayılacaktı.
Batı mallarının yaygınlık kazanmasını başlıca iki
şey engelliyordu:Birincisi Japonların yerli giysilere
daha çok ilgi duymaları; ikincisiyse yün kumaşların
pahalı olması ve geleneksel giysilerin daha ucuza
yapılabilmesi.
Görüyoruz ki mesele kişi özgürlüğü ve
kişisel zevk meselesi değil,maneviyattan uzak bir
kültürün bütün manevi ve geleneksel kültürü olan
özellikle güçlü bir hükümetin kurulmasından sonra
zamanın saltanat hanedanın ve ayan ile eşrafın
Batının dans, müzik ve toplumsal adetlerinin taklit
edilmesi ile birlikte geleneksel giysilerini bir yana
bırakıyorlar ve Batı giysileri giyiniyorlar
.
Ne gariptir ki bu gün özgürlük ve demokrasi
adına
İslami
örtünme konusunda
İslam
cumhuriyetine muhalefet edenlerin ve İslam
hükümetinin uygun giysiler tavsiye sini kişi
özgürlüğüne
ve
demokrasiye
muhalif
bulan
aydınların hiç biri ;halkı süngü zoruyla soyunmaya
zorlayan Rıza Han
‘ın zorbalık ve vahşeti
devirlerinde kuyruk sallayıp muhalefet etmediler
ve halkın kendisi için uygun bulup giyindiği
giysileri
değiştirmek
kişi
özgürlüğüne
ve
demokrasiye muhaliftir demediler.Bunlar özgürlük
ve demokrasiyi sadece İslam’a karşı direndikleri
zaman hatırlayan kişilerdir.İslam medeniyetinde
kadının çarşafını ve baş örtüsünün parçalanması
özgürlüğe aykırıdır.
Elbette ki memleketin medenileşmesini ve
yücelmesini caddelerdeki kadınların çıplaklığında
kabul edenler ve kendi akılsızca sözleriyle, hicabı
kaldırılmasıyla
toplum
nüfusunun
yarısını
olduğunda
ve
insan
hayvanlaşıp
kadın
işçileşeceğini söyleyenler, memleketi mantıklı bir
mallaştığında bu maddeci görüşün iktisadi yüzü
şekilde ve Allahın ve aklın kanunları altında
olan kapitalizmin kadına bir ticaret gözüyle
yönetecek durumda değiller.Onlar o kadar temyiz
baktığına şahit olur.Kadınlar bir toplumda eğlence
gücünden
yırtıcı
unsuruna dönüştükçe daha çok soyunmakta ve
hayvanlarının artığı leğensel şapkayı ülkenin
süslenmektedir.Toplumsallaşmanın gereği ,bireyin
kalkınması kabul ediyorlar.
kendisini daha az belirginleştirmesi ve bir damla
yoksundurlar
ki
Avrupa
HİCAB MESELESİNE BAŞKA AÇIDAN BİR BAKIŞ
olup toplum denizine atılmasıdır.Giysi , bireyi
Dün hicabı açılması davasında uğradıkları
toplumda ne oranda belirginleştirip meşhur
eziyet ve haksızlıklar bu Müslümanlarda bir
kılıyorsa o oranda toplumda uzaklaştırmaktadır.
ukdeye dönüştü;şimdi yönetimi ele geçirmiş
Cinselliğin ,örtülülüğün , çıplaklığın ve bunlara
olduklarından bu ukdeyi çözmeye çalışıyorlar ve
hakim
Rıza Han’ın ajanlarının kendi kadınlarına ettikleri
toplumsal
zulmü
incelenmemesi, ve yalnız dış dünya ve insanın
onlarda
hicapsız
devrim
kadınlara
muhafızlarının
ediyorlar
eliyle
denebilir.Bu
olan
zabıtaların
yaşamın
toplumsal
bütünüyle
maslahatları
çevresinin
bireyin
açısından
hesaba
katılmaması
karikatürden yapıla bilecek daha uygun çıkarım
gerekir;bütün bunların insanın utanma duygusu ve
şudur :İslam hükümetinin beyefendileri şunu bilin
onun kişisel ,toplumsal birer özelliği olarak ta
ki
sürekli
düşünülmemesi gerekir.Utanma duygusu insana
kılamadığı gibi sizinde baskınızda hicaplılığı
özgü özelliklerden biridir ve insan, vücudunun
egemen kılamayacaktır.
kimi yerlerini
Rıza
Han’ın
baskısı
hicapsızlığı
gizleme ihtiyacı hisseden tek
Çıplaklık kadının değerini yok etmekte ve
canlıdır. İnsanı hayvanlardan faklı kılan düşünme
onun bir mal ve aşağılık bir cins düzeyine
,duygu,sorumluluk bir kemal sayılırken neden
düşürmektedir.Ten ve endamını umumun gözleri
insana ait olan utanma duygusu birer kemale
önüne seren ve cinselliğine bağlı şeyleri sokak ve
ermenin kendisi sayılmasın?
caddelere
sürükleyen
bir
kadın
gerçekte
AİLE
insanlığına dayanarak değil ,kadınlığına dayanarak
Çıplaklığın hakim olduğu toplumlarda her
kendisine toplumda bir yer açmak istemektedir.Bu
kadın
olguya göre o , kendisi için temel kabul ettiği şeyin
kıyaslanmaktadır.Mukayese
, insan olmak , düşünüyor olmak ve yeterli beceri
olmadıkları konusundadır ve ailenin köklerini işte
olmak değil kadın olmak olduğunu ilan etmektedir.
yakan
Daima güzelleşme ve zihniyetlere sahip olma
ve
erkek
sürekli
budur.Mukayesenin
kocanın,ama
özellikle
neye
birbirleriyle
sahip
heves
kocanın
ateşi
olup
karı
bedeninde
endişesi içerisinde bulunan bir hanımefendi nasıl
alevlenir.Kocasının yanı başında yirmi otuz yıl
aşk
sorunlarını
yaşamış , yaşam sonuçlarıyla mücadele etmiş ve
kendi vatanına ne
onun sevinç ve kederlerine ortak olmuş bir kadının
ve
mahrum
vatandaşların
paylaşabilsin? Başkalarının
etiklerini
nasıl
yüzü
çehresinin baharı yavaş yavaş solar ve yerini
düşüncesinde
sonbahara terk eder.İşte tam aşka ,şefkat ve
olabilsin?Kadının insani ölçülerle değil kadınlık
vefakarlığa ihtiyaç bulunduğu bu zamanda kadın
ölçüleriyle değerlendirildiği toplumlarda kadın
ansızın gençleşme peşine düşmekte
mal hükmündedir ve ona bir
gibi
pazarda , daire ve okullarda uygunsuz giysisiyle
davranılır.Maddeci bir görüş bir topluma egemen
boy göstererek erkekle yarışa girmekte ve bu
mustazaflarının
düşünebilsin?Nasıl
kurtuluşu
yer
malmış
ve çarşı-
durum ailenin temellerinin sarsılması ve kadının
ve aşığı dünya da, bir adam olsun yok mudur ki bir
bütün gençliğini uğrana sarfettiği umudunun yerle
çocuğun yürek temizliğine sahip olsun ve Batı ‘da
bir olmasının başlangıcı olmaktadır.
insanın sırtına giysi diye geçirilen şeyin örtünmek
SONUÇ
değil çıplaklık olduğunu söylesin? Çıplaklığı giysi
Batı medeniyeti aslında gösteriş yapıyor ve
kabul eden dünya ya karşı cüret edip feryat
istiyor ki insan için bir giysi biçsin.Ama bu
edebilecek çocuk safiyetine sahip bir halk olacak
gerçekte sırtına bir giysi geçirmek yerine insanı
mıdır gerçekten…
çıplaklaştırmıştır o; hiç kimsenin de ortada giysi
diye bir şeyin bulunmadığını ve bütün bu moda ,
kumaş ve falan filanın insanın çıplaklığı olduğunu
söylemeye cesareti yok.
Hepsi bütün altın ve gümüşü alıp götüren
ve hala da götürmekte olan hokkabaz terzilerin
kendilerini
şerefsizlikle
itham
etmelerinden
korkuyorlar.Acaba bu Batı propagandasının esiri
İNSAN:
İKİ HAYAT İKİ SAADET
-Rağıb el İsfehani-
30:
Nurhayat YUMLU
Rağıb el İsfehani İnsana
ilişkin eserinde önemli tespitlerde
bulunmaktadır. Ona göre “Cenabıı
Allah,
insanoğluna
kendi
özelliklerine riayet edip, manasını
koruyarak kendi cinsinin kıvamına
erişmesi
yönünde
lütufta
bulundu.Değilse,
insan
sözü
dünyada
yaşamayan
Anka,
Anzayıl ve Mağreb gibi sadece
zihinlerde dolaşan isimler olarak
kalacaktı.Nitekim Yüce Allah,
ilahlar olarak isimlendirilenlerin
sıfatları hakkında:
“Allah’ı bırakıp da taptıklarınız
sizin ve atalarınızın taktığı bir takım
isimlerden başka bir şey değildir.”
(12/40) buyurmak suretiyle onları
kişiliği
olmayan
isimler
kılmıştır.Hüküm yetkisi yalnız
Allah’ındır.O ise , Kendisinden
başkasına değil, yalnız kendisine
ibadet
etmemizi
emir
buyurmuştur.”
İnsan kelimesiyle; ayakta duran,
kalın tırnaklı, yumuşak derili,
güleryüzlü,
havadan
sudan
konuşan , hakkı batıla dayanarak
ortadan kaldırmak için batıl yolla
mücadele veren, putlara ve batıla
inanan, Allah’ı bırakıp, kendilerine
ne zarar ne de fayda verebilecek
şeylere tapan , namazı üşenerek
kılan, Allah’la beraber başka
ilahlara da tapan bir insan
kastedilmiyor.Bunlar insan olsalar
bile gerçekte ne insan sayılırlar, ne
de nisnas.
Burada varlıkların her birinden,
insanın
onlar
arasındaki
konumunu; yaratılışının başlangıcı
ve sonunu, insanlık kıvamını
kazandığı zaman ona hazırlanan
iki dünya saadetini ve bunlara
ulaşmanın yollarını görmekteyiz.
İşe insanın kendi varlığını
tanımasına
dikkat
çekerek
başlanır.Bir
şeyin
öğrenilmesi
gerektiğini bilen kimse, bilgi sahibi
olur.İnsanın bilmediğini bilmesi de
ilimdir.İnsanın bilmediğini bilerek
öğrenmesi de ilim sayılır.
Bu şekilde insanın nasıl bir
varlık olduğunu ve Allah’ın
yarattığı ölçüde bir insanın doğru
bir hayatı nasıl sürebileceğinin
izlerini
görmekteyiz.Belirtmiş
olduğumuz gibi insan yalnız Allah
yolunda ilerlediği sürece gerçek
anlamda bir insan şeklini alır.
İNSANIN KENDİSİNİ
TANIMASININ ÖNEMİ
İnsanın ilk önce kendisini
tanıması
gerekir.
Başka
bir
defasında:
O
önce
Rabbini
tanımalıdır.Bu iki söz arasında
çelişki yoktur.Öncelikle kişinin
kendisini tanıması mantıki bir sıra
ifade
eder.Diğer
görüşteki
düşüncede ise ilk önce Cenab-ı
Allah’ı O’nu şeref ve fazileti
yönüyle öne almamız doğru
olur.Çünkü
tanımaların
en
değerlisi
Cenab-ı
Allah’ı
tanımaktadır.
İnsanın
kendisini
tanıması
konusunda çeşitli durumlara bağlı
görüşler vardır:
Bu tanıma sayesinde başka şeyleri
tanıma imkanı bulur, kendisini
tanımazsa kendisinden gayri her
şeyden bilgisiz kalır.
Daha sonra anlaşılacağı gibi, insan
varlığı
bütün
varlıkların
toplamıdır.Kim kendisini tanırsa
mevcudatı da tanımış olur.
Gerçekten nefsini tanıyan alemi
tanır.Kim onu tanırsa gökleri ve
yeri yaratan Allah’ın müşahidi
olur.Bu mertebeye ulaşma şansını
kaybeden cahiller kafir gibi olmaz.
İnsan, ruhunu öğrenince, ruhi
alemi ve onun bekasını; bedenini
öğrenince de cesedini ilgilendiren
şeyleri, onun ölümlü olduğunu, bu
vesileyle fani olanların değersiz,
baki olanların da şerefli olduğunu
bilir.
Kendini tanıyan kimse kendinde
gizlenmiş düşmanlarını tanımış
olur.Gizli düşmanlarını öğrenen
kimse, onun kurduğu pusuları, ona
nasıl karşı koyup korunabileceğini
öğrenme imkanı bulur, dolayısıyla
Cenab-ı Allah’ın kendi yolunda
mücadele verenler için vaat ettiği
şeylere hak kazanır.
Kim kendini tanırsa, nefsine
vesvese vereni de tanır.Kim de
nefsine fısıldamayı güzelleştirirse
aleme fısıldamayı da güzelleştirir.
Kendi nefsini tanıyan kimse
kendinde bulunan ayıplardan
ötürü
başkasında
ayıp
bulamaz.Kendine bulacağı ayıplar
ya açıkça görünen cinsten ve yanıcı
taştaki ateş gibi gizli olur.Böyle
kimse sözle, jest ve mimikleriyle
kimseyi
ayıplayamaz.Çünkü
başkasında göstermek istediği
ayıpların hepsini kendinde bulur.
Kendini
tanıyan
Rabbini
tanır.Cenab-ı
Allah’ın
içinde
sadece “Ey insan kendini tanırsan
Rabbini tanırsın” yazılı bir kitap
indirdiği rivayet edilmiştir.
VARLIKLARN
CİNSLERİNİN
VE
ONLAR
ARASINDAN İNSAN YERİNİN
AÇIKLANMASI
Her şeyin varlığına sebep olan
O’dur.Her varlık O’ndandır ve
onunla kaimdir.
Varlıklar iki kısma ayrılır:
Ma’kulat-ı Ulviyye ve Mahsusat-ı
Süfliyye. Bunları yüksek akıllılar
ve düşük hisliler şeklinde de tabir
edebiliriz.Ulvi
yaratıkların
yaratılışı
süfli
yaratıklardan
öncedir.Çeşitli
rivayetleri
dile
getirecek olursak; bir rivayete göre
Cenab-ı Allah’ın ilk yarattığı şey
“kalem” sonra “levh” idi.Onu
31:
yarattı sonra ona, “kıyamet gününe
kadar olacakları yaz”, dedi.Yine
rivayet edildiğine göre Allahü
Teala’nın
ilk
yarattığı
şey
“akıl”dır.Akla “gel” dedi. O da
geldi.Sonra ona “düşün” dedi.O da
düşündü.Bunun üzerine şöyle
buyurdu: “İzzet ve celalim hakkı için
nezdimde senden daha değerli bir şey
yaratmadım;seninle
alır,
seninle
veririm.Sevap da ikap da sana göre
olacaktır.”Görüldüğü
gibi
varlıkların nasıl meydana geldiği
çeşitli
rivayetlerle
dile
getirilmektedir.Bunun gibi birçok
rivayet ve ayetler sayesinde bu tür
varlıkların ne olduğu, nasıl olduğu,
niçin olduğu ve kim tarafından
meydana getirildiği gibi soruları
sorarak varlığın özünü anlamamız
mümkün duruma gelmektedir.
İNSANIN
YARATILDIĞI
UNSURLARIN AÇIKLANMASI
Cenab-ı Allah Adem’i (a.s)
yarattığı unsuru zikredip, onu yedi
mertebede
yarattığına
dikkat
çekmektedir.O’nu
topraktan
yarattığını
bildirerek
birinci
başlangıca dikkat çekmiştir.Başka
bir ayet-i kerimede toprakla suyun
birleşmesinden meydana gelen
çamura işaret buyurmuştur.Başka
bir ayette, çamurun hava ile en
aşağı bir değişikliği olan kara
balçığa
işaret
etmiştir.Başka
birinde belli bir itidal kazanmış,
şekillenmeye müsait yapışkan bir
topraktan; yine başka bir ayette,
çamurun kırılmasına ve ses
çıkarma özelliğine dikkat çekerek
pişmiş
kuru
çamurdan;
bir
diğerinde ateşin tesiriyle kiremit
haline gelmiş pişik çamurdan
yarattığını açıklamıştır.
Yüce Allah, insanda çamurdaki
ateş etkisi oranında şeytani kuvvet
olduğuna işaret ederek şeytan öz
ateşten yaratılmış olduğu için onda
istikrar
olmadığını
bildirdi.Rabbimiz
daha
sonra
ruhun
üfürülmesiyle
insanın
yaratılışının
tamamlandığını
söylüyor.Cenab-ı
Allah’ın
bildirdiği yedi derece işte budur.Ve
bu
dereceler,
insanın
nasıl
yaratıldığının
açık
bir
göstergesidir.
İNSAN
BÜNYESİNDE
BULUNAN
MADDELERİN
GÜÇLERİ
İnsan, bütün maddeler eşyada
toplanıp meydana getirildikten
sonra yaratıldı.Daha önce zikri
geçen Peygamberimiz(s.a.v.) in
hadisinde
de
bu
husus
açıklanmıştır.
Yüce Allah alemin basit,
mürekkep
(bileşik),
ruhani,
cismani, yaratılan ve onlardan
meydana getirilenlerin güçlerini
insanda topladı.Tabiatıyla insan
alem vasıtasıyla onun bir sentezi
olarak hasıl oldu.Kuvvet ve
prensipleriyle alemi insan temsil
eder.İnsan her ne kadar görünüşü
küçükse de, alemin bir özü ve
özetidir.Bir kitabın özetinde söz
azaltılıp manadan istifade edildiği
gibi
insan
da
alemle
yorumlanmamıştır.İnsan
alemin
özü, hülesası ve semeresidir.Tıpkı
yoğurdun özünün tereyağı ve
susamınkinin susamyağı olduğu
gibi.İnsan kadar aleme benzeyen
başka bir şey yoktur:O, harareti,
soğukluğu, rutubet ve kuruluk gibi
özellikleriyle cisim olan madenlere
büyüyüp,
beslenip
gelişmesi
yönüyle bitkilere, his, hayal ve
vehme
kapılması
yönüyle
hayvanlara, saldırganlığı, kızıp
köpürmesi
yönüyle
yırtıcı
hayvanlara,
kandırıp
delalete
düşürmesi
yönüyle
şeytana,
Cenab-ı Allah’ı tanıyıp O’na ibadet
etmesi ve O’nu yeryüzünde temsil
etmesi cihetiyle meleklere, Cenab-ı
Hakk’ın bütün hikmetlerini özet
şeklinde
kendisinde
toplayıp
yazması yönüyle de Levh-i
Mahfuz’a benzemektedir.
İnsanda alemin varlıklarından
hiçbirinde olmayan bir mana
husule
gelmiştir ki;
utanmasıkılma ve gülme gibi reaksiyonları
, akılla ilgili işlemleri düşünüp
yapabilmesi,
değişik
sanatları
öğrenebilmesi ve ahlak prensipleri
kazanabilmesini sağlamıştır.
İNSANIN TAM İNSAN
OLUNCAYA
KADAR
GEÇİRDİĞİ EVRELER
İnsan
önce
cansız
bir
maddeydi.Bu
toprak,
çamur,
pişmiş çamur ve benzeri şekilde
idi.Sonra gelişen bir nebat oldu.Bu
da , nutfe , kan pıhtısı, et parçası ve
benzerleri oldu.Sonra tabiatına tabi
olarak kendisine faydalı olana
yaklaşan, zararlı olandan çekinen
bir hayvan, sonra insanlara has
işlevleri yapacak bir insan haline
geldi.
Bu durumda önce insanda
nebat ve hayvanlarda bulunan
kavga kuvveti
ortaya çıktı.Sonra
kendine uygun olanı alıp, kendine
zıt ve muhalif olanı atma gücü,
sonra his, sonra hayal gücü, sonra
tasavvur, sonra tefekkür, sonra akıl
zuhur etti.İnsan ancak güzeli
çirkinden, hayrı şerden ayırma
vasıtası olan akıl ve fikirle insan
olabilir.
İnsan
benliği
iki
kuvvet
arasındadır.Şehvet kuvveti, akıl
gücü.Şehvet kuvveti
insanı,
başkalarına hükmetme, yeme-içme,
çiftleşme gibi hayvani ve diğer
dünya
zevklerini
tatmaya
sevkeder.
Akıl kuvveti, sonucu güzel ve
hayırlı işleri yapmaya, ilim irfan
sahibi olmaya götürür.Bu iki güce
Cenab-ı Hak ayette şöyle işaret
ediyor: “Şüphesiz biz ona (doğru)
yolu gösterdik.İster şükredici olsun,
ister nankör.” Ve yine: “Ona iki yolu
(doğruyu ve eğriyi) göstermedik mi?”
buyuruyor.
İNSANIN
VARLIKLARIN
SEMBOLÜ OLARAK ORTAYA
ÇIKIŞI VE ONDAKİ GÜCÜN
ADIM
ADIM
FARKILAŞIP
GELİŞMESİ
İnsan, bütün varlıkların gücünü
kendisinde toplaması sebebiyle,
alemin
manalarının
kabı,
şekillerinin harcı, eserlerinin aslı,
hakikatlerinin
toplanma
yeri
oldu.O, bu haliyle meleklerin,
şeytanların, evcili ve yırtıcısıyla
hayvanların, bitkilerin ve cansız
maddelerin
terkibi
durumundadır.Bu yüzden insan
bunların
hepsini
şahsında
sembolize eder.Bu sebepten, bazen
cansızlarda olduğu gibi, tembel, az
hareketli davranır.
Bu durumda insan zaman
zaman
çeşitli
şekillere
bürünebilir.Bazen faydalı, bazen de
zararlı bir vaziyet alır. Bazen
faydası çok, zararı az, arı gibi
çalışan bir hal alırken, bazen de
insanlığa zararlı ve beceriksiz bir
hal alır.
İnsan,
Şer’in
prensipleriyle
nurlanmış aklıyla bunların her
birinden uygun şekil ve ölçüde alıp
gereken yerlere koyarsa ancak o
zaman insan olur.
32:
İNSANIN MAHİYETİ
Evrende var olan herşeyin
mahiyeti, onu diğerlerlerinden
ayıran özellikleriyle bilinir.İnsan,
duyu
organlarımızla
görüp
algıladığımız beden ve aklımızla
bildiğimiz ruh olmak üzere iki
kısımdan meydana gelmektedir.
Her bir kısmının kendine has
şekli vardır:Duyularla algılanan
bedenine has özellikleri, ayakta
durması,
geniş
tırnağının
bulunması vb. Akılla bilinen
ruhani tarafında ise, akıl, fikir,
görme ve konuşma özellikleri
vardır.Bunun için “ İnsan konuşan
bir hayvandır.” denmiştir.Ayrıca
insanın bu özellikleri, kendi
içlerinde sürekli bir genel ve özel
diye
adlandırabileceğimiz
alt
bölümlere ayrılmaktadır.Bu genel
ve özelin belirleyici noktası da
daima,
gerçek
insan
diye
niteleyebileceğimiz
insan
olacaktır.Genel:
Allah’ın
emirlerinin kendisine sunulduğu
kimse
iken;
Özel,
Allah’ın
emirlerini yerine getiren kimsedir.
İNSAN İKİ DÜNYAYI DA
KAZANACAK YAPIDADIR
Mevcut yaratıklar arasında
insan, yaratılışı itibariyle dünyaya
da
ahirete
de
uygun
bir
yaratıktır.Ayrıca Allah üç türlü
canlı yarattı: Dünya için hayvanlar,
sadece ahiret hayatı için melekler,
her iki dünya için de insanlar.
İnsan iki cevher arasında bir
durumdadır.Düşük
cehver
hayvanlarınkidir.Yüksek
cevher
ise, meleklerinki.Allahü Teala iki
alemin
gücünü
insanda
toplanmıştır.O,
onu
üreme,
beslenme,
bedeni
zevkler,
kavgacılık ve diğer yönleriyle
hayvanlar gibi, akıl, ilim,Rabbine
ibadet, doğruluk, vefa ve bunun
gibi yüksek ahlak değerlerinde
melekler gibi kılmıştır.
Bundaki
hikmetin
yönü
itibariyle Cenab-ı Hakk, insanı
ibadetine, hilafetine ve arzının
imarı işine aday kılarken, aynı
zamanda
onu
Cennet’inde
kendisine komşu olmaya hazırladı.
İNSANIN
BENLİĞİNİN
BENZETMELERLE
ANLATILMASI VE TASVİRİ
Hakimler insanın benliği ve
güçlerini benzetmeler yoluyla,
örnekler verip tasvirler yaparak
anlattılar.Bilinmeyen
şeylerin
temsille anlatımı ancak akılla ve
duyu organlarıyla tasavur etmek
suretiyle anlaşılabilen şeylerin
kavranılmasını kolaylaştırır.
Şehvet
gücünün
gazap
kuvvetine komuta etme yetkisi,
gazap gücünün akıl gücüne etkisi
vardır.Akıl
gücünün
vazifesi,
şeriatın nuruyla nurlanıp, onun
prensiplerine müracaat ederek bu
güçlerle
koordineli
çalışması
gerekmektedir.Bu sayede insan
hayırlı kişilere düşmanlık etmekten
vazgeçektir.
ALEM VE DİĞER HERŞEY İÇİN
İNSAN YARATILDI
Alemin etap etap yaratılmasının
amacı insandır.Ana maddelerden
maksat; ilk defa bitkiler hasıl
oluyor.Bitkilerden
hayvanlar,
hayvanlardan
da
insanların
cisimleri, insanların cisimlerinden
konuşan
ruhlar,
konuşan
ruhlardan da üzerine düşen
vazifelerini yerine getirecek, ebedi
nimetlere
ulaştırılacak
olan,
yeryüzünde Cenab-ı
Allah’ın
halifesi insan hasıl oluyor. Allahü
Teala insanı alemin bir parçası ve
özü olarak yarattı.
İnsanın üstünlüğü bedeninin
gücünden değildir.Öyle olsaydı fil
ve deve insandan daha güçlü, fil ve
kartal insandan daha uzun ömürlü
olurdu.Ayrıca bu üstünlük cinsi
iktidarlık
yönünden
de
değildir.Buradaki önemli nokta
görünüş değil insanın kendi
benliği ve aklıdır.
İNSANLARIN
YARATILIŞ
GAYESİ
VE
İNSANLARIN
DERECELERİ
İnsanın yaratılışının amacı,
Allah’a ibadet, O’na hilafet, O’na
yardım ve O’nun yeryüzünü imar
etmektir.Bu konuyla ilgili bütün
ayetler insana yöneltilen işlerin,
insandan
başkasının
bunları
yapmaya müsaid olmadığına işaret
etmektedir.
İnsanlar
emir
ve
teklif
hususunda
itaatle
isyan
arasındadır.Kısaca
onlar
üç
gruptadırlar:
Yaratılış gayesinden uzaklaşıp
vazifesini yapmayan, şeytanın
peşinden gidip azgınların kulu
kölesi olanlar.
Gayret ve çalışmasını yaratılışının
gayesine uygun şekilde yapanlar.
İki şık arasında ne yapacağını
bilemeyip tereddüde düşenler.
İnsanların pek çoğu Cenab-ı
Allah’a
isyan
edip
O’nun
emirlerini dinlemez.Bunun üzerine
Yüce Allah , onlardan bazılarını
iradeleri dışında hissetmedikleri
bir taraftan gelen bir çalışmayla
başarıya ulaştırır.
İNSANLARIN
BİRBİRİNDEN
FARKLILIK VE İHTİLAFLARI
Bütün türlerin belli bir fayda
için
yaratılışı
bakımından
aralarında fark yoktur.Her türün
birbirinden farkları olsa da, esas
fark insanlar arasındadır.Nitekim
Cenab-ı Hakk aşağıdaki ayetlerde
bunu bildiriyor: “Oysa, sizi türlü
merhalelerden
geçirerek
O
yaratmıştır.” (71/14)
Yüce Allah’ın hikmetinin gereği
insan
yalnız
başına
yaşayamaz.İnsan dünyada tek
başına olsaydı hayatını devam
ettiremezdi.Zira
insanın
ilk
ihtiyacı,
ihtiyaçlarını
nasıl
karşılayıp nasıl besleneceğidir.Pek
çok hayvan gibi ihtiyacı hazır,
yemeği
pişmiş
değildir.Bu
ihtiyaçlarını
elde
etmek
zorunluluğundadır.Bunu
gerçekleştirmek
için
de
vazgeçilmez bir takım araç-gerece
sahip olması gerekir.İnsana yakışır
bir şekilde elde edilecek vasıta ve
imkanlara tek kişinin erişmesi
mümkün değildir.İnsanın diğer
insanların yardım ve katkısından
ayrı kalması imkansızdır.Onun için
Allah, her millete , diğer
milletlerden farklı fakat onların da
kullanabileceği bir sanat veya bir
alet yapmayı nasib etmiştir.
İNSANLARIN
FARKLILIKLARININ
SEBEPLERİ
İnsanların
farklılıklarının
sebepleri
yedi
kısımda
incelenebilir:
Mizaçların farklılığı, tıynetlerin
ayrılığı
ve
yaratılışların
değişikliğidir.
Anne-babanın durumlarının iyilikkötülük yönünden farklı oluşu.Bu
da
şuna
dayanır:
İnsan
ebeveyninin hilkatinde bulunan
şeyleri soyaçekim yoluyla taşırken
onların güzel huylarına da çirkin
33:
huylarına da varis olur.
Çocuğun meydana geldiği nutfe
(sperm) ile çocuğu besleyen
nikahın farklılığı.Bu iyi ve kötü
oluşumun tesiriyledir.
Çocuğun
büyüyüp
gelişme
çağında emdiği sütün ve beslendiği
yiyeceklerin
farklılıkları.Emilen
sütün tesirini ifade etmek için
karakterli kişilere: “Helal süt
emmiş” denir.
Öğretim, eğitim, telkin, güzelçirkin
huyların
alıştırma
durumundaki
farklılıkları.İşte
bunun
için
babanın
görevi
çocuğuna
şer’in
adabını
benimsetmek, kalbine hakkı iyice
yerleştirmek ve onu hayırlı işlere
alıştırmaktır.
Kişilerin farklı konularda uzmanlık
tahsili yaptıktan sonra, kendi
meslek ve meşrebine uygun bir yol
tutması.Onun
için
“kişiyi
öğrenmek istersen arkadaşına bak”
denmiştir.
Benliğinde
şahsiyeti
teşekkül
ederken, ilim ve amelle nefsini
farklı şekilde çalışarak tezkiye
etmesidir.Tam faziletli kişi ise , bu
sayılan şeylerin hepsinin şahsında
toplandığı kişidir.
Bu
durumda
insanların
farklılıklarının sebeplerini hem
yaşantıları hem soy yapısı hem de
insanın kendi iç yapısından
kaynaklandığını görmekteyiz.Bu
hususları taşıyan insanlar seçkin ve
iyi insanlardır.Fakat bunların tam
zıttı özellikleri yansıtan insanlar ise
rezil sıfatıyla adlandırabileceğimiz
yapıya sahip insanlardır.
ŞECERE-İ
NEBEVİYYENİN
BEYANI VE ONLARIN DİĞER
HALKIN
ÖZÜNE
OLAN
ÜSTÜNLÜĞÜ
Hikmetinin gereği,
şecere-i
nebeviyye, meleklerle insanlar
arasında bulunan, her ikisiyle de
ortak yönü bulunan ayrı bir
sınıftır.Peygamberler
yer
ve
göklerin ruhani sırlarını bilmeleri
itibariyle meleklere, yiyip içme
durumlarıyla
da
insanlara
benzlerler.Peygamberlerin iki sınıf
arasında
bulunması
mercana
benzer.Çünkü mercan organlarının
ayrışmasıyla ağaçlara, oluşması
için sun’i döllenmeye ihtiyaç
duyması yönüyle de hayvanlara
benzer.Başının
kesilmesi
yok
olması demektir.
EŞYANIN YARARLI OLACAĞI
VAZİFEYE YÖNLENDİRİLMESİ
Cansızların
yönlendirilmesi
emir
ve
tayinledir.Yeryüzü
varlıkları
kendi
haline
terkedildiğinde
yerçekimi
sebebiyle aşağı düşer.Ateş gibi
olanlar
yukarıya
yükselir.Örümceğin
ağını,ipekböceğinin
kozasını,
arının kovanını idare edip bal
yapması,
emir
ve
ilhamladır.Meleklerin
yönlendirilmesi emir, ilham ve
aklın bedahatıyladır.Allah onlara
ilim öğretmeyi gerekli görmedi.
İnsanın yönlendirilmesi ise,
şimdiye kadar sayılanların hepsi
düşünce iledir.Bunlardan emirle
olanı, insanın nefes alması gibi
irade
dışı
pek
çok
hareketleridir.Çocuğun süt emmek
için anasının memesini kavraması,
beslenme ihtiyacı ve sıkıntılarını
haber vermek için ağlaması
ilhamladır.İnsan
aklıyla
ilmin
prensiplerini
tanır.Düşünce
sistemini çalıştırıp bilinenlerden
hareketle bilinmeyenlere ulaşır.
Ayrıca Cenab-ı Allah insana
aklı, fikri, öğrenme gücü, çeşitli
giysiler ve silahlar yapabilme
kabiliyetini
ve
bunlardan
yararlanmayı sunmuş ve buna
alıştırmıştır.
İNSANIN SAADETİ VE ONA
OLAN
ÖZLEMİ
Bütün nimetler ve saadetler
kısaca ikiye ayrılır:
Ahiret nimetleri gibi daimi,
değişmeye
ve
tükenip
yok
olmayanlar.
Dünya nimetleri gibi değişip
tükenenler.
Bizi bu saadete ulaştırmadığı
zaman dünya nimetleri ıssız
çöllerdeki serap gibidir ki, susayan
onu su zanneder, gurur, fitne ve
azaptır.
Saadeti
isteyip
arama
gayretinde
olmayan
kimse
yoktur.Fakat çok defa insan hata
yapıp, gerçekte saadet olmayanı
saadet zanneder.
Dünya
nimetleri
ancak ,
gerektiği üzere ve gerektiği gibi,
yaratıldığı yönde aranıp elde
edilirse nimet ve saadet olur.Yüce
Allah dünyayı, hakiki saadet ve
devamlı
nimetlere
imkan
nispetinde ulaştıracak nimetlerin
elde edilebileceği geçici bir yer
olarak yarattı.Bizim için, onların
her birinin nasıl elde edilip
harcanacağı
konusunda
şer’i
hüküm
ve
prensipler
koydu.Ayrıca insanlar nimeti elde
etmede iki gruptur.
Birinci grup: Allah’ın kendileri için
yarattığı
şekilde
elde
edip
faydalananlar.
İkinci grup: Nimetleri Allah’ın
onlar için çizdiği yönler dışında
elde edip ona meyledenler de, o
nimet onlar için hem dünyada
sıkıntı, hem ahirette azap olur.
İNSANIN
DÜNYADAKİ
DURUMU VE ONDAN AZIK
HAZIRLAMAYA
OLAN
İHTİYACI
İnsan yolcudur ve insanın bu
yolculuğunda dört konağı vardır:
1- Babasının beli, 2- Anasının karnı,
3- Yeryüzü, 4- (Son) Durak.
Durağın da iki durumu vardır: a“Müstevda” oldugu durum; bu
konaklarda kalmaya devam ettiği
zamandaki
durumu,
bMüstakardaki
durumu,
karar
yurdunda bulunduğu hali.
İnsan
rahatına
düşkünlük
eğilimindedir.İnsanlar
rahatı
arama konusunda iki kısımdır.
1- Ahiretten gafir olanlar.Bunlar
rahat olmayan bir yerde rahat
arayanlardır.
2- Dünya ve ahireti tanıyanlar.
Bu durumda insanın farklı
yönelimlerini görürüz.Kimisi fani
olan bu dünyada sonsuza kadar
kalacağını zanneder.Ahireti inkar
eder ve bu dünya için çalışır.Kimisi
ise ahiret için çalışır ve imanı
tamdır.Bu dünyanın gelip geçici
olduğunu bilir ve bu düşünceye
göre hareket eder.
AKLIN
VE
ŞER'İN
(HUKUKUN)ORTAYA
ÇIKIŞI
VE
BİRBİRLERİNE
OLAN
İHTİYACI
Akıl, yolunu ancak şer ile
bulur.Şer'i
de
akılla
ortaya
çıkar.Akıl temel şer'de bina
mesabesindedir.Bina kurulmazsa
temel işe yaramadığı gibi, temelsiz
de bina oturtulamaz.Yine akıl göz,
şer'de ışığa benzer.Dışardan ışık
gelmeyince göz göremez.Gözsüz
ışık da işe yaramaz.
34:
Ve yine akıl lambaya, şer'i de onun
içindeki
zeytin
yağına
benzer.Zeytinyağsız lamba nasıl
ışık vermezse, lambasız zeytinyağı
da ışık vermez.
O halde şer' hariçten akıl, akıl da
dahilden şer' gibidir.Birbirinin
yardımcısı,
hayır
birbirinin
parçasıdır.
ŞER'İN (HUKUKUN) FAZİLETİ
Şer'i hükümler bir bakıma
yaratma ve hüküm sahibinin
hazırladığı her derde deva hazır
terkip bir ilaç gibidir.Evet o, ebedi
hayat ve daimi saadet için faydalı
bir ilaçtır.
Diğer
bir
yönüyle
şer'i
hükümler Cenab-ı Allah'a ulaşma
vesilesidir.
İnsana bu dünyada verilen
şeyler, dünya hayatının geçim
vasıtası ve süsüdür.Önemli olanlar
Allah katında olanlardır.Onlar
daha hayırlı ve daha kalıcıdır.Bu
durumda biz dünya malı için değil,
ahiret için ve oranın kalıcılığı için
çaba harcamalıyız.
ŞER'İ VE ALLAH'A İBADETİ
ARAŞTIRMAYANIN
İNSAN
OLMAYIŞININ AÇIKLANMASI
Gerçekte
insan,
aklıyla
insandır.Bir an için insandan
aklının
kaldırılıp
alındığını
farzetsek
insan
olmaktan
çıkar.Geriye ne idüğü belirsiz insan
suretinde bir hayvan kalır.Daha
önce geçtiği gibi, aklıl da ancak
şer'le buluştuğu zaman tam akıl
olup insanı tamamlar.Kur'an-ı
Kerim'in bir çok ayetinde ifadesini
bulduğu gibi, Cenab-ı Allah şer'e
ulaşamayan kafirleri akılsızlıkla
nitelemiştir.Şeriata ulaşmak Yüce
Allah'a
ibadettir.Buna
göre
gerçekte insan Allah'a ibadet eden
kimsedir.Zaten o bunun için
yaratılmıştır.
Bir fonksiyon için yaratılıp da,
yaratıldığı veya yapıldığı işi yerine
getirmeyen
herşey
yok
mesabesindedir.Bunun için çok
defa işi eksik olan varlıktan adı
çekilip alınır.Kalitesiz bir at için
"Bu at değil yahu." denir.Rezil
aşağılık bir kimse için de: "O insan
değil." denir.Yine gözü kulağı
uzuv olarak yerinde bulunup da
duymuyor ve görmüyorsa bu
kimseye: " Falan kimsenin gözü
kulağı yok." denir.Cenab-ı Allah'ın
da dediği gibi: "Çünkü onlar
sağırlar, dilsizler ve körlerdir." (2/171)
Bu durumda bir kimsenin
insanlığı,
gerçekleştirebildiği
kulluğu nisbetindedir.
ŞER'İ
(HUKUKU)İLGİLENDİREN
İŞLER
İnsanın vazgeçemediği iki
durum vardır: a) Kendisine bir
övülme ve yerilme bulunmadığı
gibi,
onun
cinsinden
bir
mükellefiyet de bulunmayan.Bu da
ikiye ayrılır: 1) Soluk alıp-verme,
kan basınca vb. gibi insanın elinde
olmadan yaptığı zaruri hareketler.
2) Hata ve unutma yoluyla
insandan meydana gelen ve onun
lehinde değerlendirilen hareketler.
b) İnsana övülme ve zemmedilme
getiren, ibadet cinsinden kendisine
mükellefiyet
yönelebilen
işler.Bunlar üçe ayrılır: 1- Bakma,
yürüme, vasıtaya binme, oturup
kalkma gibi organlarla yapılan ve
organlara has hareketler. 2- Şehvet,
korku, zevk, sevinç, kızgınlık, şevk,
acıma
vb.
nefsin
çeşitli
reaksiyonlarını kontrol etmek. 3İlim ve temyizle ilgili durumlar.
Bu üç husustan her biri insanı
övdürür veya yerdirir.Övüldüğü
işler, işlerinin iyi ve güzel, nefsinin
güçleri dengeli ve düzgün, hak
üzere olmasından dolayı kalbin
mutmain olduğu işler.Bunların
tersi olan hareketler de insanı
kötületen işlerdir.Bu üç husus
ibadetin konusudur.
İnsan vacip, mendup veya
mübah olsun her ibadetinde Allah
rızasını arar.
İBADETİN ARAŞTIRILMASI
İbadet, Allah'a yakınlık ve
şeriatin emrine uyma gayesinden
çıkan, bedenin arzularına kendi
isteğiyle karşı koyarak yapılan bir
iştir. "İhtiyari bir fiildir" sözümüzle
tayin ve zorlama işi tarifin dışına
çıkmış
olur.Terkedilen
şeyin
ihtiyari olmasına girer.Zira bir şeyi
terk iki şekilde olur: a) İsteyerek
yapılan ki, bu iştir. b) Hiçbir
şekilde seçme imkanının olmadığı
şeydir ki, bu fiil değildir."Bedenin
arzularına karşı" sözümüzle taat
özelliği taşımayan şeyler çıkmış
oldu.Yemek,
içmek,
cinsi
münasebette
bulunmak
gibi
mübah olan işler arzu olmaları
yönünden ibadet değildir.Ama
bunlar da bazen, ibadet ve hükmü
arandığında ibadet de olabilirler.
İLİM VE AMEL YÖNÜNDEN
İBADETİN ÇEŞİTLERİ
İbadet iki çeşittir: a) İlim, b)
Amel. Bunların hakkı, onlara
gerekli
değeri
verip
yapışmaktır.Çünkü ilim temel,
amel de bina gibidir.Binasız temel
olamayacağı gibi, temelsiz bina da
olamaz.Bunun için amelsiz ilim,
ilimsiz
amel
de
bir
işe
yaramaz.Bunun için Cenab-ı Hak:
"O'na
ancak
güzel
sözler
yükselir(ulaşır) . Onları da Allah'a
amel-i salih ulaştırır." buyurmuştur.
Bu
ilim
amelden
daha
şereflidir.Fakat amelsiz yeterli
olamaz.
İlim nazarı ve ameli olmak üzere
ikiye ayrılır: 1- Nazari ilim,
Allah'ın
birliğini,
meleklerin,
peygamberlerin, Ahiret gününün,
göklerin ve yerin vb. tanınması gibi
bilindiği zaman yeterli olup başka
bir şeye ihtiyaç duyulmayan
ilimdir.
2Namazın
nasıl
kılınacağını
zekatın
nasıl
verileceğini,
cihadın
nasıl
yapılacağını, orucun nasıl tutulup
haccın nasıl eda edileceğini ve
anne-babaya
iyiliği
nasıl
yapacağını bilmeye denir.
Ameller de üçe ayrılır: a) Kalble
ilgili olanlar b) Bedenle ilgili
olanlar. c) Kalbin ve bedenin
ortaklaşa yaptıkları ameller.İlim de
iyi incelendiğinde kazanılan bir
veri olması dolayısıyla, o da bir
ameldir.
Bu durumda farz olan, imanın
adaleti
arayıp
onunla
amel
etmesidir. Bunu yaparsa sevaba
nail olur. Bunu terkederse cezaya
uğrar. Mendup olan da, kişinin
ihsanı aramasıdır.Bunu yerine
getirirse
sevap
kazanır,
terkesederse cezaya çarptırılır.
İBADETİN
GAYESİ
NEFSİ
TEMİZLEYİP ONA SIHHATİNİ
KAZANDIRMAKTIR
Allah
ibadet
vazifesini,
insanlara eziyet için veya kendisine
hizmet için yüklemedi. İbadet
vazifesini
nefsani
pislik
ve
hastalıklardan kurtulmaları ve
böylece ebedi hayatı ve ebedi
kurtuluşu elde etmeleri için
emretti.Zira dünyadaki insanlara
göre, dünyaya bağlı olarak doğan
35:
kimse ahiret aleminin insanlarına
göre ölü sayılır.Hem de onları
gören
ve
tanıyan gözlerini,
konuşmalarını işiten kulaklarını,
onlara hitabeden dilini ve onları
algılayan
aklını
kaybetmiş
olarak.Dünya hayatında insana ait
olan kulak, göz ve hayat
olmayınca, nasıl oluyor da Cenab-ı
Allah bunların hepsini kafirlerden
alıp onları kör, sağır ve dilsiz
ölüler haline sokuyor?
İlk başta insanın bunları
kazanabilmesi için gücü ve kuvveti
vardır.Eğer nefsini ihmal ederse,
bu kuvvetini kaybeder de bundan
sonra hiçbir şey algılayamaz.Tıpkı
toz haline gelip yanma gücünü
kaybetmiş kömür gibi olur.Kim de
küfründe, fıskında devam ederse
artık o, şifa kabul etmeyen sağır,
hasta hatta ölü gibi olur.
GİDERİLMESİ
ANCAK
ŞER'LE(HUKUK)
MÜMKÜN
OLAN
PİSLİKLER
VE
HASTALIKLAR
İnsan vücudunda daha doğarken
son,
göbek
bağı
gibi
pis
sayıldığından
kesilip
atılması
gereken fazlalıklar vardır.Bir de,
çocuk
büyüdükçe
Allah'ın
hikmetinin gereği fazlası kesilmesi
lazım
gelen
penis
kabuğu,
tırnaklar, vücut kiri, koltuk ve etek
kılı bulunur.İşte bunun gibi insanın
nefsinde de nefisle ilgili terbiye
edilip
temizlenmesi
gereken
hastalıklar ve pislikler mevcuttur;
cahillik,
şirretlik,
acelecilik,
cimrilik, zalimlik gibi.
Yüce Allah önce bunların
insandan hasıl olduğunu zikredip,
sonra da insanın onları benliğinde
kontrol
altına
alarak
yönlendirmesini ve onların dümen
suyunda gitmemesini istemektedir.
Cenab-ı Allah'ın bu durumla
ilgili bir çok ayetinde insanın bu
özelliklere
sahip
olduğunu
görmekteyiz.Önemli olan bunları
akıl yoluyla kontrol altına almak ve
Allah'a şükredip iman etmektir.
PİSLİĞİN
VE
HASTALIKLARININ
YOKEDİLMESİ İÇİN GEREKLİ
GÜÇLER VE BU SAYEDE
KAZANILACAK MANALAR
Pisliğin temizlenip, hastalığın
tedavisi
kişinin
tasarruflarına
direkt etkide bulunan şehvet,
asabiyet ve düşünme gücünün
kontrol edilip geliştirilmesiyle
mümkün olur.
Şehvet gücünün ıslahı ile iffet
kazanılır ve şehvetin şerrinden
iffetle korunulur.Yiyecek, içecek,
giyilecek şeylerden ve nikahlı
eşden faydalanma arayışları ve
rahatlama ihtiyacı hissi (duygusal)
zevklerdir.Asabiyet halinin ıslahı
ila şecaat kazanılır ve böylece
korkaklık, tehevvürden korunulup,
korku, öfke vb. durumlarda denge
sağlanmış olur.Düşünce sisteminin
sistemli ve randımanlı
hale
getirilmesi hikmeti kazandırır.Bu
da
insanı
ahmaklık
ve
demagokluktan korur.Ve dünya
işlerinin düzenlenmesinde denge
sağlar.
İNSAN,
NEFSİNİ
ISLAH
EDEBİLECEK KABİLİYETTEDİR
İnsan, ahlakını ve davranışlarını
düzeltmeye ve bozmaya kabiliyetli,
hayır yoluna da, şer yoluna da
gitmeye
müsaid
yaratılmıştır.İnsanlardan her biri
bu yollardan birine meyillidir.
Başta bu iki hasletten birini
kazanacak yaratılışta olduğu gibi,
seçimini yapıp girdiği yola ısınır,
ısınınca alışır, alışıp karakter haline
gelince, artık o yol onun için tabiat
ve meleke haline gelir.Artık istese
de
o
yoldan
dönemeyecek
karaktere sahip olur.
Ağaç fidanken eğilebilir.Yanına
soklan bir ısırığa iple bağlanarak
düzgün
şekilde
kültürlenip
büyütülür.Büyüyüp
sertleşince
artık eğilmez.Hatta istesen de
eğemezsin.Ama baştan terbiye
edilmeyip kendi haline bırakılıp da
eğri olarak sertleşip büyümüş
olsaydı artık onu terbiye edip
doğrultmak
mümkün
olmazdı."Ağaç yaşken eğilir sert ağaç
artık düzeltilemez"
(el-Vafir)
denmiştir.
İNSANIN REZİLLİĞİNİN VE
FAZİLETE
ULAŞMAKTA
GECİKMESİNİN SEBEBİ
İnsanın
fazilete
ulaşmakta
gecikmesi şu şekillerden birine
bağlıdır: Ya yaratılışında bir
eksiklik vardır.Ya onu saadete
ulaştıracak kuvveti elde edip
gerekli araç gereci kullanmasına
mani olacak kompleks bir acizlik
vardır: Bedeni zayıf kişi gibi.Ya da,
günlük
zaruri
ihtiyaçlarını
karşılayayım derken bu konuya
zaman ayıramamak veya kendisine
doğru yolu gösterecek bir mürşit
bulamamak.
Doğru yol belli olduktan sonra,
bu yolu takip etmeyenler, şeytanın
izinden
yürüyenlerdir.Firavun
örneğinde de görüldüğü gibi Yüce
Allah
ona
bütün
delilleri
göstermiştir fakat Firavun yine de
inkar etmiştir.
İNSANLARIN
GÜZEL
VE
ÇİRKİN
İŞLERİ
ELDE
ETMEDEKİ DURUMLARI VE
YOLLARI
İnsanlar
ibadetleri
yerine
getirme ve hayırlı işleri aramada
dört gruba ayrılırlar:
Birincisi: Yapması gerekenler
konusunda ilmi, aynı zamanda
bunları yapmaya azmi olanlar.
İkincisi: İki husustan da yoksun
olanlar. "Şüphesiz Allah katında
hayvanların en kötüsü, düşünmeyen
sağırlar ve dilsizlerdir." (8/22)
Üçüncüsü:
Yapması
gerekenlerle ilgili malumatı olup
da, yerine getirmeye irade gücü
olmayan.Bu
cahil
seviyesindedir.Belki de ondan
daha
şerlidir.Nitekim
hikmet
sahibi bir kişiye: İlim ne zaman
bilgisizlikten daha şerli olur, diye
soruldu da: " Kendisi ile amel
edilmediği zaman." dedi.
Dördüncüsü: İlmi olmayan
fakat amelleri yerine getirme ve
istek ve iradesi olan kimse. Bu kişi
ilim sahiplerine uyar, onların
dediklerini
yerine
getirirse
başarıya ulaşır, umduğuna nail
olur.
Böylelikle insanların farklı farklı
yapılarda
olduklarını
görmekteyiz.İnsanda
Allah
tarafından doğuştan verilen birçok
yeti
vardır.İnsan
iyiye
yönelimlidir.Fakat insanın iyiye
yönelimli olması, Allah'ın emrettiği
kul
olma
niteliğine
sahip
olacağımızı göstermez.Önemli olan
Kuran-ı Kerim'in de yolunu
izleyerek Allahü Teala'nın da
gösterdiği şekilde amellerimizde
iyi doğru yönelmemiz ve bunları
gerçekleştirmemizdir.
İNSANIN HAYIR VE ŞERR
(kötülük) YOLUNDA GERİYE
DÖNÜŞÜ
İnsan için hayır ve şerri arama
konusunda iki durum vardır: a)
36:
Hayır olsun, şer olsun kişinin
tuttuğu
yoldan
geri
dönüş
durumudur.Bu durumda inancı
derinleşmemiş
ve
fazla
yol
almamıştır. b) İnsanın tuttuğu
yoldan geriye dönüşünün zor,
hatta
mümkün
olmaması
durumudur.Bu da inanç ve
düşüncelerin
kalbine
iyice
yerleştiği ve girdiği yolda oldukça
mesafe alması durumudur.
Bu da şöyle olur: Kişi inanıp
başlamış olduğu hayırlı bir işte
tembellik gösterir veya kapıldığı
şer yolundan dönmediği gibi hayır
arama
konusunda
gönlü
daralmaya başlarsa ayet-i kerime
de nitelenen kişi gibi olur: " Kimi de
saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi
kalbini iyice daraltır." (6/125)
İNSANLARIN
SAADETLERİ
ELDE ETMEDEKİ KAPASİTESİ
İnsan alemin yapısında olunca;
alemde bulunan herşey onda da
yaratılmıştır.Başta
alem
evcil
değildi.Alemde evcilleşmemiş bir
sürü
yaratık
vardı.Hayvanlar
evcilleşmesi mümküm olmayacak
derecede vahşi, insanda ıslah ve
terbiyesi gerçekleşmemiş güçler
vardı.Bununla
beraber
onu,
emrolunduğu şeylerde ve mükellef
olduğu hususlarda engelleyen
kusurlar vardı."Allahü Teala insanı
nutfeden yarattı, ona şekil verdi ve ona
doğru yolu gösterdi fakat insan
Allah'ın emrettiğini yapmadı." Bu
şekildeki ayetlerde insanın ne
ölçüde doğru yolda olduğu
anlaşılmaktadır.
AHİRETİN
VARLIĞININ
İSBATI, ÖLÜMÜN FAZİLETİ VE
ONDAN SONRA OLACAKLAR
Ahiret
hayatını
şehvet
düşkünlüğünden dolayı nereden
gelip
nereye
gideceğini
düşünemeyen
ve
kendi
değerlerinden
habersiz
materyalistler dışında kimse inkar
etmedi.
Yaratılmışların
en
değerlisi
canlılar ve canlıların en faziletlisi
de bu alemde irade ve ihtiyar
sahibi olanların efdalı da yaptığı
işlerin (ceza ve mükafat yönünden)
neticesine bakan insandır.İşlerin
neticesine
bakmanın
insanın
özelliklerinden
olduğu
bilinmektedir.Ve yine Cenab-ı
Allah insanın bu özelliğini ahirette
onun için hazırladığı bir durum
için yarattı.Değilse ondaki bu
gücün varlığı batıl olurdu.Hüzün,
sıkıntı ve yorgunluklarla dolu olan
bu dünya hayatından başka bir
ahiret hayatı olmasaydı; ondan
sonra gıpta edilecek bir durum
olmaz, Cenab-ı Allah'ın insan
bünyesinde de ortaya koyduğu:
İlahi
hikmetler
ve
Rabbani
harikaların ayette belirtildiği gibi
abes olması gerekirdi:
" Sizi sadece boş yere yarattığımızı
ve sizin hakikaten huzurumuza geri
getirilmeyeceğinizi mi sandınız?"
(23/115)
Hayret uyandıracak derecede
harikalarla dolu olarak sapasağlam
şekilde insan vücudu yaratılsın,
sonra hayvanlarla ortak taraf olan
yemek, içmek ve çiftleşmek tarafı
dışındaki hasletleri, hayvanların
muaf tutulduğu işlerde ömür boyu
yorulduktan sonra ,
yıkılıp
bozulması hafiflik ve cehalet
olmazmı?:
" İpliini sağlamca büktükten sonra,
çözüp bozan..." (16/92)
Cenab-ı
Allah
bundan
uzaktır.Cehalet
kaftanını
omuzlarından
atan
kişinin
durumunu, rivayet edilen haberde
doğruyu
söyleyip
ne
güzel
açıklamış " Dünya kalınacak yer
değil, geçiş yurdudur. Siz ebedi bir
hayat için yaratıldınız.Fakat bir
yerde karar kılıncaya kadar bir
yurttan diğer bir dünyaya intikal
edersiniz"
Cahil kimselerden pek çoğu,
ahireti inkar eden akıllılıkla
nitelendirildikleri bir topluluğa
aldanıp şöyle derler: Eğer ahiret
hayatı gerçek olsaydı bunlar gibi
çok akıllı, parlak zekalı kimseler
onu inkar etmezdi.
MELEKTEN
ÜSTÜN
OLAN
İNSANIN FAZİLETİ
İki tür insan var demiştik: 1Görünüşte vücut hatları, iki ayak
üzerinde
yürümesi,
geniş
tırnakları, ıslık çalma ve el
çırpmayı andıran gülme ve
demogoji yapması itibariyle insan
suretinde olup da insanlıktan
nasibini alamamış olan hayvandan
farklı bir varlık
2- Yaratılış mana ve gayesine
uygun insan.Bu nevi insan için iki
durum vardır.
a) Dünyada yokuşu aşamamış ve
köleyi azat edememiş olan... Bu
kimse dünyada bulunduğu sürece
meleklerden
üstün
olduğuna
hükmedilemez.
b) İkinci duruma gelince,
emredileni yerine getirdikten sonra
yokuşu aşmış ve köleyi azat etmiş
olan.Böylesi kendilerine korku ve
keder olmayanların safına katılır,
Muktedir bir Melik'in meclisinde
bulunmaya hak kazanır, ölümü
olmayan bir hayata, fakirliği
olmayan bir zenginliğe, zilleti
olmayan bir izzete, cehli olmayan
bir ilime kavuşur.Cenab-ı Hakk'ın
buyurduğu gibi melekler ona
hizmet eder hale gelir:
"Melekler de her kapıdan onların
yanına
varacaklardır.(Melekler:)
Sabrettiğinize karşılık size selam
olsun!
Dünya
yurdunun
sonu(Cennet) ne güzeldir! (derler.)"
(13/23-24)
İşte kendisine bu makam
lütfedilen kimse pek çok melekten
daha faziletlidir.
Cenab-ı
Allah
bizleri
bu
makama
namzet
kılsın
ve
rahmetiyle bizlerin bu derecelere
erişmemizi nasip etsin.Zira o
istediği şeyi yapmaya kadirdir.İşte
netice itibariyle Tafsilü'n-Neşeteyn
ve
Tahsilü's-Saadeteyn'i
açıklamaktan
maksadımız
buydu.Allahü Teala bize ve onu
okuyacaklara faydalanmayı nasip
etsin.Çünkü o herşeye kadirdir.
ölüm olmasaydı aşk da olmazdı 37:
M.Görgülü
Ve Yusuf Yakup’un gözlerinin önünden ayrıldı…
Züleyha arzularını ıskalayacağını bilemedi hiç.
Göklerden gelen el görünmedi gözüne.
Bıçak ve mendilindeki kan seslerini gerçek sandı.
Ağladı sonraları.
İşte adı çıkmıştı bir kere “ gömlek yırtan kadın”a
Çölü aşıp Nil’e ulaşsa ve yaralarını yıkasa
veremli kuşları bile inandıramayacaktı kendisine.
Öylesine suskun durdu sarayda.
Ve Yusuf dedi “ ey zindan arkadaşlarım…”
***
Ve ellerinde Buhur-u Meryem çiçekleriyle Zeynep
çıkagelir…
Hüzün güzeli suskun Meryem kucağında bir
çocukla döndü kavmine. Ayıplandı.
“Aşk denizi gene taşmış kan akar” dedi ve
yürüdü…
…
Suskun Meryem…
Dizginlenemez niyetlerim ağır ağır kanat çırpan
bir turna kuşu gibi gittiler; sağ elimde intihar
ilacım…
Ben ki; Meryem’in oğlu İsa gibi sevgimde taşıdım
çarmıhımı yıllarca ve hep ağladım.
Zeynep güldü ben ağladım.
***
Uykusuz gecelerle arkadaş oldum.
Bir Cezayir menekşesi aldım.
Yağmurda yürüdüm hep ıslandım.
Parklarda çakıl taşları üstünde yattım
Kahırlarla sevdim acılarla koyun koyuna
sabahladım.
Bir gün kuş olup giderim sandım.
Veremli kilimlerde yattım ve bildim ey kalbi köle
pazarı olan kız;
Günah bittiğinde kendinle baş başa kalıyorsun…
***
Bütün mevsimlerde bana sevinci yasaklayan
kızın beni kör kuyulara gülerek ittiğinin hikâyesi
değil bu anlattığım…
İçimde kış gibi bir mevsim değil beni üşüten
sabahsız gecelerin görgü tanığı ıslak mendil…
Biliyorum; hiç onun göz menziline giremedim
ben.
Senin içindi gözyaşlarım bilemedin
İmtihan geçidinde beni yalnız bıraktın
***
Gökyüzünün bütün yıldızları düştü ve Zeynep
Kerbela tapınaklarından Şam harabelerine doğru
yola çıktı…
Muhatabının vicdanını tutuşturduğunu zannetti
yaptığı konuşmayla Zeynep.
Çölü geçerken kardeşinin kesik başını görmüş ve
ol vakit bütün saçları ağarmıştı…
Taş kesildi Şam taş kesildi saray ve Zeynep
Allah’ın Muhammed’e bile anlatamadığı
Cehennemi gördü…
***
Son Zeynep…
Cennetten bir huri kaçmış dediler…
Elinde işlemeli bir mendil…
***
Bilirim ben; hayal edilmiş zinanın günahların en
sinsi biçimi olduğunu…
***
Aman vermez bir yangına teslim olmak için
ellerimi kaldırdım ki;
Son Zeynep elinde Buhur-u Meryem çiçekleri
usulca yangın merdivenine giden geçidi işaretledi
gözleriyle…
Rutubetli selamlarla dolu “son Zeyneb’e” ithaflı
mektubu alevlere teslim ettim ve yürüdüm.
***
Ve Tanrı bir damla gözyaşı kızıllığına yenildi.
***
Ve gitti Zeynep beni yangının ortasında bırakıp…
***
Ey Zeynep! Bil ki; duanın zamanının geçmemesi
gerekiyor…
Karl Marx, Doğubilim ve İncil
MUSTAFA ATİKER
Doğu
bilim:
Şarkiy
ât/Ori
entalis
tik/Ori
entalis
m,
Hıristi
yan
Roma
ntizmi
nin
temel
kayna
kların
dan.
İslam
toplu
mların
ı
„Doğu” imgesi altında bütün bilinç formlarıyla
birlikte: Sanat, ahlak, hukuk, tarih, dil, siyaset,
ekonomi vb. araştırmak diye de daha genel bir
tanımlamaya çıkılabilir. Yeni Türk Edebiyatı da
bu bağlamda doğrudan İslam bilgi ve bilinç
formlarından türetilmiş ve tarihsel süreğiyle
varolabilen toplumsal bir dönüşümün ötesinde
değil bu tarafında kurulmuştur. Bu tarafa „Batı”
diğer tarafa „Doğu” denebilir mi? Ya da
geçmişimizi
Doğu
geleceğimizi
Batı
diyebileceğimiz bir oluş bütünü içinde kuramsal ve uygulamalı bir harita çizerekdeğerlendirebilir miyiz?
Genellikle böyle bir harita çizilebileceği görüşü
yaygındır.
Osmanlı
devletinin
çöküşü
sonrasında
yaşananlar
da
bu
görüşü
pekiştirmekten öteye gidemez. Dünün şark
meselesi, bugünün İslam ülkeleri deyimi de bir
zihniyet ayrımını imliyor. Bir yanda Amerika
ve Avrupa „Batı” adı altında ortak bir
bütünlüğün ilk kısmını, İslam ülkeleri de bu
bütünlüğün
ikinci
kısmını.
Sovyetler
Birliği’ndeki dönüşümle de bu ikili sınıflama
38:
daha bir belirginleşti. Türklere verilen görev de
aşağı yukarı eskisi gibi. Doğu’ya örnek olmak.
Biz bu bağlamda ya Türkleri birleştiririz ya da
Müslümanları. Bizim aramızdan hiç kimse
bugüne kadar, Osmanlı dışında, Batı’yı
birleştirmek sevdasına kapılmadı. Doğu
halklarını birleştiririz biz… Biz Asyalıyızdır
da… Hani Karl Marx bile ayraç açmış. Özel bir
yerde değerlendirmiş biz Asyalıları yani
Doğuluları: Asya Tipi Üretim Tarzı.
Karl Marx bir doğubilimci değildir.
Arapça, Farsça ya da Osmanlı Türkçesini
öğrenmek gibi bir çabası da hiç olmadı. İleri
yaşlarda Rusçaya merak saldığını biliyoruz. O
da Puşkin’i özgün metinlerinden okuyabilmek
için. Alman idealizminin dört ortak özelliği
belirgin Marx’da da.1- Şiir tutkusu. 2Avrupa’yı bir bütün olarak görmek. 3Hümanizm 4-Romantizm.
Geçmişte Alman filozofları iyi şiir
okuyucusuydu.
Sözgelimi
Schopenhauer,
İngiliz ve Fransız edebiyatından işine gelen
şiirleri cımbızla ayıklar
gibi seçerek
düşüncelerini
açımlamakta
kullanmıştır.
Nietzsche, felsefede Schopenhauer’ın çırağıdır.
Ustasını geçtiği tek yer, oluşturduğu düşünce
üslûbu. Felsefenin kaynaklarını edebiyatla
açıklayan ilk ve son düşünür. Heidegger, René
Char’ı yorumlamıştır. İncil yorumlama bilimini
edebiyata uygulayınca yeni bir eleştiri yöntemi
ortaya çıkar: Hermeneutik yani bizdeki
karşılığıyla tefsir: Kur’an yorumlama bilimi.
Kısaca, Marx’ın şiire merakı diğerlerinin
yanında çok masumca.
İnsan ne zaman olgunlaşır? Yunan ve
Latin Edebiyatı okuyunca. Çünkü insanlığın
olgunluk çağı, Yunan-Roma (M.Ö 500M.S.500) dönemiyle başlar. Karl Marx da
diğerleri gibi Yunanca ve Latince eser okuyarak
olgunlaşmıştır. Düşünsel dayanaklarının temeli,
Yunan-Roma döneminde sorunsallaştırılır. Bir
anlamda buna, “tarihsel yoğaltım yöntemi” de
denebilir. Bu bağlamda „Tarih, ideal devlete
ilerleyiştir.
(Kant)”;
„Tarih,
dünya
mahkemesidir. (Schiller)”; Tarih, tam yol
ilerleyen ahlaktır. (Marx)
39:
Karl Marx’a göre tarih, ezenlerin ve
ezilenlerin öyküsüdür. İncil’se hep ezilenlerin
acı çekenlerin öyküleriyle dolu. Ezenleri, acı
çektirtenleri de anlattığı için Leibniz’den çok
daha başarılı. Leibniz, Teodizee/Adl-i İlahi
başlığı altında yalnızca “Niye acı çekiyoruz?”u
sorgulayabilmiştir.
Hümanizm
derken,
Hıristiyanlık
genellikle bağlam dışında bırakılır. Oysa
hümanizmin kaynağı Hıristiyanlığın kendisidir.
Yunan
ve
Roma
dönemine
dönüş
Hıristiyanlığın çizdiği büyük bir metinde yarım
kalmış cümleleri ya da boşlukları doldurma
girişimidir. İncil’de „Tanrı, insan oldu” der ve
Tanrı’nın bu dünyada nasıl olduğunu anlatır.
Hümanizm Hegel’in deyimiyle tersine bir
oluştur ve „İnsan, Tanrı oldu” der ve bu oluşun
koşullarını
„Tarih”
başlığı
altında
kuramsallaştırır. Bu bağlamda N. Fazıl
Kısakürek’in „Yunan felsefesi, Roma hukuku,
Hıristiyan ahlakı” Batı’nın temellerini değil,
yalnızca hümanizmin temellerini tanımlamak
için kullanılabilir. Osmanlının çöküşüyle
birlikte önerilen çözümler de bu anlamda bir
fikir siyasetidir. Bu fikir siyasetleri, Doğu
başlığı altında Batı’yı tersinden tanımlama ve
alımlama hareketidir.
Hümanizm, tarihi oluşu tanımlarken
Tanrı’nın yerine insanı geçirmiştir ve insanî
oluşu anlatmaktadır ama acı çeken İsa, Tanrıinsan imgesinden Tanrı’yı atarak. Ortaya da
romantik tarih görüşü çıkmış ve oluşturduğu
yeni imgeye deha adını vermiştir. Bunun pratik
yararı da Hıristiyan olmayan dehalardan
boşlukları doldururken yararlanmak. Sözgelimi
Buda, Hz. Muhammed, Firdevsi ve benzeri
kişilikler, dönemin Hıristiyan dünyasında ancak
bu biçimde yer alabilirdi.
Tarih, acı çekerek olgunlaşan bir
dehanın eseridir. Acı çekmesinin nedeni,
maskeli
olarak
aramızda
bulunmasıdır.
Tanrı’nın insanın etine kemiğine bürünmesi,
onu sonsuzluğun dışında sınırlandırmıştır. Hz.
İsa’nın bu biçimde alımlanması, insanın hem
kendi oluşunu hem de Tanrı oluşunu
temellendirmektedir: Üstüninsan/Übermensch.
Ancak Marx’a göre insanüstü olan insan değil
toplumdur. İnsan oluşu da belirleyen bilinç
(düşünce) değildir. Tam tersine bilinci
belirleyen, toplumsal oluştur. İnsan iradesinin (
bilincinin ) bilgisi dışında, zorunlu üretim
ilişkileri biçiminde ortaya çıkan toplumsal
koşullara bağlıdır düşünce hayatının her türlü
biçimi.
Öyleyse
biz
inandıklarımızı
uygulamıyoruz. Biz, toplumun inandıklarını
uyguluyoruz. Düşünce hayatının her türlü
biçimi; din, hukuk, felsefe, sanat ve benzeri
alanların her biri, bize bir toplumun hangi
ilkeler
üstüne
kurulduğunu
gösterir:
Überbau/Üstyapı. Bir temelin üstüne kurulmuş
bina/yapı işte bu ilkelerin bütününe denir. Bir
başka deyişle, toplum dediğimiz varlığın
yüzüne geçirilmiş maske. Toplumun kendisi
Basis/temeli oluşturur. Biz kendimize bakarken
bir maskeye bakıyoruz. Toplum yüzüne
geçirdiği maskeleri sıyırarak daha doğrusu
yırtarak öz kimliğine kavuşur. Daha doğrusu ilk
kimliğine, tanrısal masumiyetine geri döner.
Devrim, bu geri dönüş için zorunlu maske
yırtma
işlemidir.
Toplum,
tanrısal
masumiyetinde nasıldı? diye sormak hiç günah
işlemeyen bir toplum var mıdır? sorusuyla eş
anlamlı. İncil’e göre insanlık tarihi dünyada
günahla, Tanrı’ya karşı işlenmiş bir suçla
başlar. Âdem ve Havva, bu ilk topluluk suç
işledikleri için yeryüzüne atılmıştır. Öyleyse
dünya tarihi de suçlu oluşların tarihidir. Suç
işlemeyen tarih dışıdır; adına Tanrı da, insan da
deha da toplum da desek. Tanrı da bu dünyaya,
insanların suçlarını yüklenmek için gelmiştir.
Çarmıha gerilerek insanlığı tarihinin başlangıcı
olan ilk suçtan kurtarmıştır ve gökyüzüne geri
çekilerek tarih dışı kalmıştır.
Karl Marx da aynı söylenceyi, toplum ve
üretim ilişkileri bağlamında açımlar. İlk toplum
nasıl bir toplumdu? Ezen ve ezilenin olmadığı
bir toplum. Az gelişmiş üretim araçlarına
sahip olduğu için herkesin birbirine muhtaç
olduğu ve birbirine sımsıkı bağlandığı bir
toplum. Hayatta kalmak için ortak üretim ve
ortak mülkiyet ön koşuluna bağlı bir toplum.
Çıkar çatışmalarının, sınıf adı altında örgütlü
insan birliklerine dönüşemediği bu toplum, tarih
dışıdır. Asıl tarih, bir çatışmayla bir suçla, bu
ilk
toplumun
ötesinde
Yunan-Roma
dönemindeki köleler ve efendiler, mülklüler ve
mülksüzler
olarak
bölünen
kullaşma
toplumunda başlamıştır.
40:
Eğer
Marx
“Ben,
size
İncil’i
anlatıyorum” dese, kimse inanmazdı. “Ben,
tarihi
anlatıyorum”
dediğinden
tutarlı
bulunmuştur. Ama bu tarih, İlk Hıristiyanlığın
yayılma tarihidir. Hz. İsa’nın öğretisini
benimseyenler de ne Yahudilerdir ne de
Romalılar. Romalı köleler, bu geniş kitleler
arasında yayılmıştır Hıristiyanlık. Romalı soylu
yönetici sınıfla çatışanlar da bu kölelerdir.
Soylu olamayanlar da zaten yönetici
olamıyordu. Köleler, kendi aralarında örgütlü
birlikler oluşturmuş ve bu her bir birliğe
“commune/cemaat”
adı
verilmiştir.
Hıristiyanlığın Asr-ı Saadet devridir. Her alanda
yardımlaşma ve dayanışmaya bağlı, çıkar
çatışmalarının güç birliğine dönüştüğü bu
cemaatler, aralarına Romalıları da alıp
büyüyecek ve Roma ileride Hıristiyanlaşacaktır.
Karl Marx da sınıfsız toplum adı altında, bu ilk
topluma dönüşü temellendiren öğretisine
“Kommunismus/Cemaatçilik” adını verir.
Bugün Almanca ve Fransızca’da
“Kommune/Commune” eski kullanım alanından
pek uzaklaşmış da değil. Yerel yönetim, bir
başka deyişle belediye ve belediye örgütü
„Kommune/Commune”
anlamında.
Ünlü
“Fransız Komün’ü/La Commune de Paris” de
gerçi Paris Belediye Meclisi’nin, Paris
varoşlarına kadar sokulmuş Almanya’ya ve
Versailles’a kaçmış merkezi idareye karşı 72
günlük isyan ve direnişinin öyküsü.(*)
Marx için işçi sınıfının ilk ve özerk
kıyamıdır Paris komünü. “Fransa’daki İç
Savaş” yine Marx’ın aynı konuya ilişkin uzun
irdelemelerini içerir ve Modern İşçi Hareketi’ni,
Paris Komünü’yle temellendirmekte. Asıl soru:
Modern İşçi Hareketleri’nin kökeninin nerede
ve neyle? temellendirildiği. Tarihe ilişkin bu
soruya da Engels «İlk Hıristiyanlığın/Asr-ı
Saâdetin Tarihi Hakkında» (Zur Geschischte
des Urchristentum ) adlı makalesinde tutarlı
karşılıklar aramaktadır.
Söz konusu makale 1894 yılında, «Yeni
Zaman»/Die Neu Zeit adlı yayın organında 19
Haziran ve 16 Temmuz tarihleri arasında
yayımlanmıştır. Makalenin ilk paragrafını
olduğu gibi Türkçe’ye aktarıyorum:
«İlk Hıristiyanlığın/Asr-ı Saadet’in
tarihi, Modern İşçi Hareketi’ne ilginç tutamak
noktaları sunmaktadır. Hıristiyanlık, bunun gibi
(Modern İşçi Hareketi gibi) kökeninde, baskı
altına alınanların/ezilenlerin hareketidir: O ilk
önce kölelerin ve azatlı kölelerin, yoksulların,
hakları olmayanların (Engels’in kullandığı
sözcük: Rechtlose. Roma Hukukundaki Servus
sözcüğünü bu biçimde Almanca’ya aktarıyor.
Servus, hukuki bağlamda hiç bir hakkı
olmayan, bir eşya gibi algılanan, alınıp
satılabilen köle insan anlamında), Roma
tarafından ezilen ve parçalanan milletlerin
(halkların: Völker) dini olarak ortaya çıkmıştır.
Her ikisi, İşçi Sosyalizmi gibi Hıristiyanlık da
ruhun,
kulluk
ve
sefaletten
kurtuluşunun/Erlösung
yakın
olduğunu
vazetmektedir.
Hıristiyanlık,
bu
ruh
kurtuluşunu: Erlösung ölümden sonraki bir
öteki taraftaki hayata, gökyüzünün içine,
Sosyalizm bu dünyaya, toplumun yapısal
değişikliğinin içine yerleştirir. Her ikisi de
takibata uğramış, (kendisine karşı) kışkırtılmış,
bağlıları dışlanmış, birinciler insan soyunun
düşmanları, diğerleri imparatorluk düşmanları,
din, aile ve toplumsal düzenin düşmanları
olarak sıkıyönetim kanunları altına alınmış.
Ancak işte bütün bu takibata rağmen, ki her
ikisi de durdurulamaz bir biçimde, bu takibatla
bir anlamda daha da güçlenerek zaferle ileriye
doğru atılmaktadır. Hıristiyanlık, ortaya
çıkışından üç yüz yıl sonra Roma Dünya
İmparatorluğu’nun resmi/onaylanmış devlet
dinidir ve Sosyalizm de daha atmış yılını bile
doldurmadan kendisine, kesin zafer vadeden bir
mevki fethetmiştir.»
Engels,
makalesindeki
üçüncü
paragrafının son kısmını da şöyle bitirir:
(…) Ernest Renan daha «Zihninizde, İlk
Hıristiyan cemaatlerinin nasıl oluştuğunu
canlandırmak mı istiyorsunuz? Öyleyse
Uluslararası İşçi Kuruluşu’nun yerel bir
örgütüne bakınız» demeden önce, devrimci
Fransız komünistleri, ad vermek gerekirse,
Weitling ve yandaşları, kendilerini İlk
Hıristiyanlığa/Asr-ı Saâdet’e dayandırır.”
Engels için asıl sorun, Hıristiyanlığın,
Asrı Saâdet’teki özünden uzaklaştırılmasıydı.
Söz konusu makalede de bu sorunu metinsel
düzlemde
tartışmaya
açar
ve
ilginç
örneklendirmelere
giderek
Sosyalizmin,
41:
dolayısıyla Hıristiyanlığın, Asr-ı Saâdet’teki
toplum yapısına göre biçimlendirilmesi
gerektiğini vurgular. Bu arada vahiy
metinlerinin de tahrif edildiğini/bozulduğunu
belirtir. Engels göre bugün Roma Katolik
Kilisesi’nin benimsediği inanç ilkeleri, Asr-ı
Saâdet Hıristiyanlığının inanç ilkeleriyle
örtüşmez. Kabalacılık, mucize, simya ve her
türlü batıl inancın karıştırıldığı bugünkü
Hıristiyanlık, şarlatanlıktan başka bir şey
değildir kısaca.
Engels, Sosyalizm’i tarih içinde İlk
Hıristiyanlığa/Asr-ı Saâdet’e dönüş hareketi
olarak açıkladığı makâlesinin birinci dip notunu
da Hıristiyanlık ve İslam’ı karşılaştırmaya
ayırır. Engels’e göre, Hıristiyan Batı’daki halk
ayaklanmalarında dini örtüye bürünme, yalnızca
eskimiş iktisadi düzene karşı saldırıda sancak
ve maske olarak hizmet eder. Bu eski düzen
sonunda yıkılır ve yerine yenisi gelir. Böylece
dünya ileriye gider. Oysa, İslam’da böyle bir
ileriye gidiş, doğası gereği olanaksızdır. Bir
kere İslam, Doğululara özgü ve Araplara özel
bir dindir. Bir tarafta göçebe bedeviler, diğer
tarafta esnaf ve ticaretle uğraşan şehirliler
vardır. Bedeviler yoksuldur, sefalet içinde
yaşadıklarından ahlak kurallarına sımsıkı
bağlıdır da. Hırs ve hasetle bakmaktadırlar
şehirlilerin zenginliklerine ve yaşadığı zevklere.
Bedeviler, bir peygamberin, bir mehdinin
sancağı altında bu bozulmuşları terbiye etmek
ve törensel kanunlara saygıyı sağlamak, gerçek
imanı yeniden kurmak ve ödül olarak
bozulmuşların servetini iç etmek için
toplanırlar. Yüzyıllar sonra da doğal olarak
bozulmuşların olduğu yerde, aynı yerde
durmaktadır bedeviler: Yeni bir iman arınması
gereklidir, yeni bir mehdi ortaya çıkar ve bu
oyun yeni baştan oynanır.
[* La Commune de Paris, du 26 mars 1871 jusçu’à la
«semaine sanglante» (21 - 28 mai), désigne une période
révolutionnaire à Paris, çui, contre le gouvernement, établit
une organisation communiste comme chef de la ville. Dans
plusieurs autres villes de France (Marseille, Lyon, SaintEtienne, Toulouse, Narbonne, Grenoble, Limoges) des
communes sont proclamées à partir du 3 mars 1871, mais elles
seront toutes rapidement réprimées. Pour Karl Marx, c’est la
première insurrection prolétarienne autonome.
“HASAR”A UĞRAR MI ZAMAN
VEYSİ ATICI
Güneş Hasar tepesinin üzerinde iki kulaç kadar
yükseldi. Gece boyunca yağan serinlik, yeşilden sarıya akan
ovanın toprağından yavaş yavaş çekildi. Toroslardan kopup
gelen hafif rüzgârın yalayışlarıyla nazlı nazlı dalgalanan
başaklar, biraz daha sararmaya hazırlandı. Börtü böcek
kızgın güneşin ışığından susuz toprağın çatlaklarına,
kurumaya yüz tutan otların gölgesine sığındı.
Serin bahar, saltanatını sıcak yaza devrediyordu.
Rıza, biraz soluklanmak için sınır taşının üzerine
oturdu. Bir eliyle çapasının sapına dayandı, diğer eliyle
alnında biriken teri sildi. Toprağı, sararan başakları, kurak
toprağın üzerinde yemyeşil sürgünler veren bağını seyretti.
Hasar tepesine uzun uzun baktı. Kırışmış yüzünün
ortasındaki aydınlık gözlerine belli belirsiz bir gülümseme
geldi.
Elini gözlerine siper ederek güneye, Fırat’ın yatak
tuttuğu uzak vadiye hasretle baktı. Öteler bir sis içindeymiş
gibiydi. Gençken kır atını suladığı serin sulu Fırat şimdi çok
uzaktaydı. Oysa o zamanlar ne kadar da yakındı! Atının
dizginini tuttuğu gibi Fırat’ta soluk alırdı. Sonra zaman her
şeyi aldı: kır at zamanın karanlık ormanına gitti.
Dizlerindeki derman azaldıkça Fırat da uzaklaştı. Serin
sularda yüzdüğü günler uzaklaştı.
Kabullenilmiş belirsiz bir acıyla gülümsedi.
Bakışlarını Hasar tepesine yöneltti yeniden. Yakındı Hasar,
42:
üç yüz adım kadar yakın… Yakın olduğu için
de hatıraları kolay çağırıyordu.
Çocukluk günlerine kolay gitti.
Çocuktu, Hasar bu kadar yüksek değildi.
Yalınayak bir ceylan gibi tırmanır, tepedeki
şimşir ağacının gölgesine oturur, genişleyen,
derinleşen ovayı seyrederdi. Sıcak yazların
serin sabahlarında keklikler dem tutardı
yamaçlarda. Bu mevsimde, işte tam bu
vakitlerde buram buram kekik kokardı ova.
Seyrettikçe ova genişlerdi önünde, yüreği
genişlerdi göğsünde, sığmazdı içine. Tatlı
düşlere dalardı; içinde zaman yoktu. Rüyalar
görürdü; içinde zaman yoktu. Sonra inerdi
tepeden aşağı, sararan kenger köklerini
keserdi çakısıyla, pınar gibi süt fışkırır, akşam
olmadan donar, dünyanın en güzel sakızı
olurdu.
Elini cebine soktu, çakısını yokladı;
çakısı oradaydı. Yüreğine bir sıcaklık geldi.
Ama biliyordu, dizlerinde derman yoktu.
–Hey gidi zaman hey! Dedi.
Dizlerimin dermanını zaman aldı; tamam… Ya
kekliklere ne oldu şimdi; nereye gittiler? Ya
kekik? Kim söktü toprağından ki hiç kokmaz?
Hasar’ın üzerindeki şimşire hayran
hayran baktı. Bir karaltı halinde duruyordu.
Çıksa oraya, yaslasa sırtını gövdesine, asılsa
bir türkünün ucundan ve seyretse yüksekten
ovayı… Seyretse Hatçe kadını gelin getirdiği
yolları, atının toynaklarının dövdüğü yolları
seyretse? Dizlerini yokladı, dermansızdı.
–Şimşir, dedi, güçlüsün şimşir!
Zaman sana uğramıyor mu? Sana zaman
uğramaz mı? Ben çocuktum, sen oradaydın, işte şu
büyülükte, ben yolun sonuna geldim, sen hala aynısın!
Kendi yaşını hesap etti içinden. Yetmiş kadardı
yaşı. Belki biraz az belki biraz çok, ama yetmiş kadar. İki
elinin parmaklarını yan yana getirdi, sayar gibi salladı.
–Yedi kez, dedi, elin parmaklarını yedi kez
sayarsan yetmiş eder. Hepsi bu…
Buncacık yılın içine sığmıştı yaşadıkları. Çocukluk
günleri, delikanlılığı, üç yıl askerliği, Hatçe kadınla evliliği,
onun terki dünya edişi, şimdiki ihtiyarlığı, hepsi, hepsi
buncacık yıla sığmıştı. Buncacık zamanda keklikler uçup
gitmişti. Buncacık zamanda kekikler kurumuş, buncacık
zamanda bindiği doru at zamanın karanlık ormanında
yitmişti. Buncacık zamanda ölümü ister olmuştu.
Daha dün oysa, yani beş yıl önce, yani Hatçe kadın
bir çınar gibi ayaktayken ölümü aklına bile getirmiyordu.
Ama Hatçe kadın bir yalan gibi birden bire
gidiverince her şey aydınlanıverdi önünde. Bir de bakmıştı
ki keklikler ötmüyor, bir de bakmıştı ki kekikler kokmuyor,
bir de bakmıştı ki doru at koşmuyor. Bir de bakmıştı ki
dizlerinde derman kalmamış. Bir de bakmıştı ki zaman, her
şeyi değirmen gibi öğütüyor…
Ellerini dizlerinin üzerine koydu, dalgın dalgın
söylendi:
–Aldanmışım, dedi. Aldanmışım. Aldanmışım Hatçe
kadın.
43:
Çapasını yere bıraktı, Hatçe kadının mezarını
başına geldi. Bakışlarıyla selamladı onu, bakışlarıyla
toprağını okşadı.
-Zaman çabuk geçmiş Hatçe kadın, dedi yere
otururken. Zaman çabuk geçmiş. Bir çınar gibi önümdeydin,
yanımda… Zamanın nasıl geçtiğini görmemişim. Bu
topraklar beni bilir sanmıştım; ama yanılmışım. Hani kekik,
hani keklikler? Gece gündüz buradasın, bir şafak vakti keklik
kekubasını duydun mu hiç? Yel getiriyor mu kekik
kokusunu? Şimdi vaktidir oysa; başaklar sararınca kokusu
yayılırdı… Hani?
Sustu. Çoktandır dertlerini dökecek biri yoktu
yanında. Kime anlatabilirdi ki… Zaman değişmişti; kim
anlayabilirdi? Anlasa anlasa eski dert ortağı anlardı yine:
-Ölüme yanmam, diye devam etti. Ölümden
korkmam Hatçe kadın, bilirsin. Korktuğum odur ki buraya,
senin yanına, bu dut ağacının altına, Hasar’ın karşısına
gömülmeyeyim. Buraya gömüldükten sonra ölüm nedir ki!
Burada, bu toprağın üstünde çok uyumuşum; ölüm onun
gibi bir şey. Buradan ayrılırım diye korkarım Hatçe kadın.
Yoksa yerimi çoktan hazırladım.
Başını kaldırıp dut ağacına baktı. Yapraklarında
kendini gördü, hayatı…
-Ya, dedi, yerimi çoktan hazırladım. Bu dut ağacını
bunun için buraya diktim. Başımızda sallansın dursun diye.
Dut ağacı sağlam olur, uzun ömürlü olur. Sonra yemişi
kimsenin gözüne gelmez, kimse kimseden esirgemez. Gelen
geçen yer, kuşlar yer, börtü böcek yer, karıca yer. Onlar
yedikçe amel defterimize yazılır. Karıncalar taşıyıp duruyor,
bak! Geçen gün hele, geçen gün bir kirpi gördüm, dut
yiyordu. Sevabı sana ulaşmıştır.
Gözlerinin altı sulandı:
-Sen iyi gördün her şeyi; zamanında bu toprağa
bıraktın kendini. Hasar karşında durup duruyor. Şimşiri
görüyor musun? Zaman ona uğramıyor sanki;
çocukluğumdaki gibi halâ… Ya ben ne yapayım? Çocuklar
şehre gitmek ister, ben burada ölmek isterim. İsterim de
ölüm gelmez ki. Geciktikçe korkarım, burayı kaybederim
diye.
Ayağa kalktı, vedalaşır gibi:
-Seni de üzdüm Hatçe Kadın, dedi, kusura bakma.
Gidip şu bağa bakayım.
Çapasını bıraktığı yerden aldı, bağın içinde gezindi
rast gele. Yaprakları, sürgünleri yokladı, bulduğu bir iki
yabani otu ayıkladı. İçinden bir şey yapmak gelmedi. Dere
boyundaki söğütlerin altına gitti. Bir süre ne yapacağını
bilmeden ayakta durdu. Sonra yere çöktü.
Söğüt ağaçlarını eskiden beri severdi. Gölgesi serin
ve temiz olurdu. Sonra, söğütler insana çok benzerdi,
düştüğü yere hemen tutunurdu, benimserdi bulunduğu yeri,
kolay kök salardı. Ömürleri de uzun olmazdı. Tam, büyüdü
ağaç oldu derken, bir de bakardın yıkılmış gitmiş. Çok
geçmeden yerini otlar sarardı; baksan orada hiç ağaç
olmamış sanırdın. İnsan da öyleydi; daha alışmadan
dünyaya, daha dünyayı tanımadan, doymadan, haberini
alırdın gitmiş diye. Silinip giderdi. Söğüde ve insana zaman
uğrardı, şimşir gibi değildi onlar.
Hasar’ın üstündeki şimşire baktı. Buradan daha iyi
görünüyordu;
-Sana zaman uğramıyor, dedi. Bak, söğütler daha
dünkü çocuk, ama onlar da yaşlandı benim gibi. Sense hala
büyümemmişsin bile.
Omzunu yere koydu, uzandı sırtüstü. Bakışlarını
söğüt dallarında, yapraklarında gezdirdi. Hafif esintinin
yalayışlarıyla kıpır kıpırdı yapraklar. Çocukluk günleri geldi
gözlerinin önüne.
Çocuktu, zamanın oyunundan haberi yoktu.
Gördüğü her şeyi sonsuzluğun bir parçası sanıyordu. Sincap
gibi daldan dala atlıyordu. Bahar gelip ağaçlar su yürüdü
mü, düdük yapardı söğüt dalından. Çaldığı ıslık, ebedi
yaşayacak mutluluk türküsüydü. Hasarın eteklerinde kenger
sakızı yapardı, Fırat’ta yüzerdi. Derken büyüdü, askere gitti,
evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Topraklar kıtlık getirdi,
topraklar bolluk getirdi. Toprakla sarmaş dolaş oldu, terini
döktü içine. Her bahar yeni umutlarla çift sürdü. Başaklarla
sevindi, başaklarla üzüldü; unuttu zamanı. Ne zaman ki
Hatçe kadın bir çınar gibi devrilip gitti, başının zamanın sert
kayasına çarptığını anladı. Bir de baktı ki yaşlanmış, bir de
baktı ki Azrail’in yoklamaları uzak değil.
Çakısını yokladı, çakısı yerindeydi. Çakıya
dokununca çocukluktan gelen bir güç parmaklarına, oradan
yüreğine yayıldı. Bu, bir sevinçti. İçi kıpır kıpırdı birden.
Başını kaldırıp çevresine bakındı, kimse var mı diye. Yalnız
olduğunu anlayınca ayağa kalktı, çakısını çıkardı,
uzanabildiği bir dalı kesti, oturdu. Dalı evirip çevirdi elinde.
İçinde bir çocuk uyanmıştı sanki, içinde uyanan bir çocuk
“Düdük yap!” diyordu. Sesi iyice bir tarttı: Ses, o
günlerinkine benzemiyordu. O zamanlar istediği tek şey
düdük yapmaktı. Halbuki şimdi sadece düdük yapma
isteğini özlüyordu. Olsun ama, diye düşündü, belki de o
isteği uyandırabilirim.
Başını yeniden yola çevirdi. Düdük yaparken
yakalanmak istemiyordu. Rıza çocuklaşmış derlerdi sonra.
Kimseyi görmeyince çubuğun kabuğunu çevirdi: Kabuk
dönmedi.
-Zamanı geçti, diye söylendi umutsuzca. Bunun
zamanı nisandır. Kartlaşmış.
Çubuğu, önündeki bir taşın üstüne koydu, çakının
sapıyla dövüp yumuşattı. Tekrar çevirdi, kabuk döndü.
-Oldu işte, dedi sevinçle, daha tam geçmemiş
zaman. Çubuğu çekti kabuğun içinden, borunun ince ucunu
inceltti, ağzına koyup üfledi. Ama düdük ötmedi. Gözlerinin
önüne çekip baktı. Ne eksikti acaba? Hatırladı; kabuk
sertleşmişti, ağzına alıp ısırdı. Damağı acıdı. Ağzının yan
tarafındaki diş kökünü buldu, onunla ezdi, diliyle ıslattı,
üfledi:
-Düüüt…
Çocukça bir sevinç dalgası yayıldı yüzüne. Bir daha
üfledi:
-Düüüüüüt, düüt.
-Düdük mü yaptın dede?
44:
İrkildi. Yakalanmıştı işte. Sesin sahibi
torunu Osman’dı. Nereden de gelmişti. Az önce
yol bomboştu oysa. Utana sıkıla döndü ona:
-Sen misin oğlum? Yoldan gelmedin
mi?
-Yoldan geldim de, dedi Osman, bağa
saptım. Düdük mü öttürüyorsun?
Unutturmaya çalışmıştı ama çocuk
unutmuyordu.
-Ya, dedi, senin için hazırladım. İster
misin?
Oğlan, elindekileri yere bıraktı.
-Bana başka bir tane yapsana.
Çakıyı uzattı;
-Al, dedi, çık, güzel bir çubuk kes, taze
olsun.
Osman sincap gibi tırmandı ağaca, bir
dal kesip indi aşağı. Dede özenle bir düdük
yapıp verdi eline.
-İşte, dedi, öttür.
O öttürdükçe Rıza, hayata bağlandı,
gençleşti, çocuklaştı. Öttürdükçe kekik kokuları yayıldı
ovaya, keklikler havalandı Hasar’ın yamaçlarında.
-Dur Osman, dedi, sevinçle.
Osman onu duymadı, öttürdü; çocukluğu,
zamansızlığı, umudu öttürdü.
-Dur oğlum, dinle! Duyuyor musun?
-Neyi? Diye sordu Osman.
Rıza, elini Hasar’ın yamacına uzattı:
-Bak, duyuyor musun?
-Kuş mu?
-Keklik, keklik ötüyor, bak, orda! Duyuyor musun?
Osman, kekliğin kuştan farklı bir şey olduğunu
düşündü:
-Duyuyorum, dedi, keklik…
Yorgun yüreğine bir tazelik geldi Rıza’nın.
Göğsünün ortasında ışıyıveren bir sevinç, bedenine adım
adım yayıldı. Nicedir kaybettiği derman dizlerine geldi.
Zamanı unuttu. Elli altmış yıl gerideydi sanki.
Dereyi atlayarak karşıya geçti. Gözleri Hasar’ı
tarıyor, kekliği arıyordu. Buram buram kekik kokusu yayıldı
ovaya. Şimşire baktı; gözleri parlayıverdi: Doru atı,
küheylanı dikilmişti tam tepeye, şimşirin yanına, eşiniyor
kişniyordu. Kekliğin türküsüne eşlik ederek genç Rıza’yı,
süvarisini çağırıyordu.
Gel, diyordu, Hasar yüksek değil, gel. Gel, diyordu,
Fırat uzak değil, gel.
Doru
at;
küheylan
sabırsızlanıyor, eşiniyordu. Rıza sabırsızlanıyordu.
Önce göze alamadı çıkmayı. Nicedir çıkmak istemiş,
ama çıkamamıştı. Doru at şaha kalkmış, çağırıyordu oysa.
Dayanamadı, vurdu Hasar’ın eteğine. Kulakları
kekliğin kekubasındaydı, gözleri doruda. Dizleri çelik
gibiydi.
Vurdu Hasar’ın yamacına. Toroslardan esen serin
bir yel, ciğerlerine güç veriyordu.
Önce dizginlerini tutacaktı küheylanın, alnının tam
ortasındaki beni öpecekti sonra. Sonra başını okşayacak,
sonra yüzünü yüzüne sürecekti. Ve siyah yelesini tutup
atlayacaktı sırtına, “Deh” diyecekti. Ötede köpük köpük serin
sularla Fırat bekliyordu. Fırat’ın da bir türküsü vardı;
zamanın türküsü varsa. Fırat’a zaman uğramazdı. Fırat uzak
değildi; çünkü küheylan vardı. Hatçe kız; genç, iri gözlü
Hatçe kız yün yıkıyordu Fırat’ın kıyısında. Dizlerine kadar
sıvanmış ayakları serin sulardaydı. Hatçe kız, dört nala
koşan bir at görecekti uzaktan, önce ürkecekti
Ceylanpınar’ın ceylanları gibi. Tanıyınca küheylanın
süvarisini, eriyip ürkekliği, gülücük yayılıverecekti yüzüne.
Süvariye bir tas soğuk ayran ikram ederken pembe pembe,
al al olacaktı yüzü; hemen yüzünü çevirip işine koyulacaktı.
Süvari, küheylanı Fırat’ın serin sularına sürünce yarılıp
sular, iki yandan fışkıracaktı. Yaban ördekleri havalanacaktı
ötelerde.
Hasar yokuş değildi; Hasar’ın yamacı düzleşmişti;
kayıyordu ayaklarının altından. Önce dizginleri tutacaktı.
Sürecekti Nemrut’un eteğindeki Kıran köyüne. Avludan
girerken bağıracaktı: “Evde misin Deli Yusuf! Ben geldim,
Rıza, askerlik arkadaşın Rıza!” Deli Yusuf koç kesecekti
misafirin ayağına, bütün köye davet verecekti. “Bu,”
diyecekti, “Hasarlı Rıza! Kardeşimden ötedir.” Börgenekli
Dellal’ı çağırtıp türkü söyletecekti üç akşam. Börgenekli;
Tahir ile Zühreyi, Kerem ile Aslıyı anlatacaktı yanık yanık.
Hasar küçülmüş, Hasar erimişti birden. Üstüne bir
şimşir, bir doru at sığabiliyordu ancak. Üçüncüsü ise
süvariydi ve koşuyordu doru ata doğru o da. Önce
dizginlerini tutacaktı. Sürecekti Halep çarşılarına. Hatçe
gelin için sırma işlemeli alacaktı, altın bir hızma alacaktı,
Hint’ten gelen kına alacaktı ve bayram arifesinde dönüp
gelecekti.
Yamacın ortasına varınca durdu. Dönüp ovaya batı;
ova genişliyordu. Hasar köyüne baktı; Hasar eskimişti.
Öteye, Fırat’ın yatak tuttuğu vadiye baktı; bir sis çökmüş
gibiydi. Dinledi; keklik kekubası ovayı tutmuştu. Osman
bağırdı derenin kenarından:
-Nereye gidiyorsun?
Doru at kişnedi, bastırdı onun sesini.
Rıza dorunun sesini duydu, vurdu yamaca; önce
dizginlerini tutacaktı… Bir gece yarısı Çoban Musa feryat
figan bağıracaktı, kurtlar sardı sürüyü diyecekti. Küheylanın
süvarisi en önde sürecekti. Yetişip, kınalı kuzuları anasız
bırakmayacaktı. Destan olup yiğitliği, köy köy yayılacaktı
bütün ovaya.
Küheylanın yeleleri savruluyordu rüzgarda. Önce
dizginlerini tutacaktı. İhtiyarlar toplanıp, Bulam yaylasından
sürü dönecek, yiğitler yoldaşlık etsin diyecekti, korusun
eşkıyanın, namussuzun şerrinden diyecekti. Civanlar Rıza’ya
bakacaktı. Yallah diyecekti Rıza. Eşkıya duyup Rıza’nın
geldiğini çıkmayacaktı ininden.
45:
Hasar bir yumak toprak olmuştu ayaklarının
altında. Küheylanın kuyruğu kamçılıyordu zamanı. Önce
dizginlerini tutacaktı. Köy meydanından rüzgar olup
esecekti. Elleri kınalı kızlar gizlice kapı önüne çıkıp utangaç
bakacaklardı ardından. Ama o, türküsünü Hatçe kızdan
başkasına yakmayacaktı, sürecekti Fırat önüne. Geride
tozdan bir yol kalacaktı.
Şimşirin yanına vardığında doru çoktan gitmişti.
Böyle olacağını zaten biliyordu. Sırtını yasladı şimşirin
gövdesine. Nefes nefeseydi. Gözleri kararıyordu. Derin derin
soluk aldı, verdi.
Buraya çıkabildiğine inanamıyordu. Keklikten güç
almıştı, Osman’ın düdüğünden almıştı. Soluğu seyrekleşince
kekliği duydu bir daha. Bu kez aşağılarda ötüyordu. Sese
doğru yürüdü. Görebilseydi dünya gözüyle bir daha! Kekik
kokusu yükseldi ayaklarının dibinden; taze bahar kokusu...
Önüne baktı; önü diz boyu kekik… Ova kekik kokuyordu.
Kendini kekik kokusuna, kendini keklik ötüşüne bıraktı.
Kendini sararmaya durmuş ekinlerle genişleyen, derinleşen
ovaya bıraktı. Ötelere, Fırat’ın yatak tuttuğu yere uzun uzun
baktı.
Nasıl da fark etmemişti bunları. Kekliklerin çoktan
uçup gittiğini sanıyordu. Bu yamaçlarda kekik kokusu
duymayalı hayli zaman olmuştu.
Eğilip kekiğin üstüne kokladı. Birkaç yaprak
koparıp parmaklarıyla ezdi. Geçmişine, gençliğine, güzel
günlere ait bir hatıra gibi saygı duydu.
Şimşirin gövdesine yaslandı. Genişleyen ovayı
seyretti. Toprak aynı topraktı, Hasar aynı Hasar… Zaman
sadece kendine oyun oynamıştı. Hiçbir şey değişmemişti. Bu
topraklara bir kez daha bağlandı.
Yetiştirdiği bağa baktı. Bulunduğu yerde güzel
görünüyordu. Gurur duydu. Mırıldandı, bir türkü söyler gibi:
-Bir çekirdek verdim, bir bağ verdin. Senin
kıymetini bilmiyorlar toprak, senin kıymetini bilmiyorlar.
Hatçe kadının mezarına baktı. Yerini iyi seçmişti.
Kıskandı onu.
-Beni duyuyor musun Hatçe kadın? Beni görüyor
musun? Bak şimşirin yanındayım. Duyuyor musun keklik
sesini. Ya kekik kokusunu? Sen Allah’ın sevgili kuluymuşsun,
Hasar’ın karşınsında yerini aldın. Korkarım ki benim elime
geçmeyecek bu. Hasar burada, şimşir burada, kekik ve
keklik burada. Ölüm ölmek değildir de, korkarım gecikir de
burada olmam. İşte o zaman ölürüm.
Bir ağustosböceği cızırtılı bir sesle kekliğin sesini
bastırarak ötmeye başladı. Ayağa kalktı, son kez ovaya baktı,
bir daha buradan görmek nasip olmazdı belki, kim bilir.
Çıkmasa da gam değildi; yeter ki şu karşıda, dut ağacının
yanında toprak kendini kabul etsindi. Yeter ki bu toprağa
terini damlatacak bir olsundu. Yeter ki zaman burada ölmeyi
nasip etsindi.
Çakısını çıkardı, bir demet kekik kesti, cebinden
çıkardığı bir iple bağladı, kuşağının arasına soktu. Bir daha
derin derin süzdü ovayı, Fırat’ın yatak tuttuğu yere kadar.
Biraz önce ceylan gibi çıktığı yamaçtan yavaş yavaş indi. Her
adımda durup ovaya bakıyordu. Bir daha çıkamazdı belki.
Genişleyen ovanın her adımında bir hatırası yaşıyordu; taze
ve canlı.
Tepenin eteğine inince Osman’ı hatırladı, ona
yaptığı düdüğü, onun düdüğü sevmesini… Bu gücü o
vermişti.
-Osman, diye seslendi, çapayı al gel.
Oğlan bir koşuda getirdi çapayı. Ağzında hala
düdük vardı, öttürüyordu. Dedesinin kendisi için yeni bir
şey yapacağını anladı. Merakla sordu:
-Ne yapacaksın dede?
Başını okşadı Osman’ın. Torununu her zaman
severdi; ama bugün daha başka sevdi. Özlemlerine değer
veriyordu çocuk. Nedense bu bağa, bu toprağa, Hasar
tepesine sahip çıkacağını düşündü. Mirasını koruyacaktı.
Toprağına terini damlatacaktı. Kekik kokusunu sevecekti.
Belki de yıllarının umudunu geçekleştirecek, kendisinin
yapamadığını o yapacaktı: Bu toprağı sulamanın bir yolunu
bulacaktı. Eğer bu olursa, işte şuracıkta, dut ağacının
yanında seyredecekti toprağını. O an coşkuya geldi:
-Bu bağ, bu topraklar senin olacak oğlum,
büyüdüğünde onu sula dedi.
Osman, bu sözlerden pek bir şey anlamadı:
-Ne yapacaksın? Diye sordu gene.
Başını okşadı şefkatle ve gülümseyerek:
-Kenger sakızı yapmayı biliyor musun?
-Hayır…
-Seyret o zaman.
Bir kökün çevresini kazdı, coşkuyla. Çakısını
çıkardı cebinden, ibadet eder gibi huşuyla kesti. Bembeyaz
süt aktı kökten. Kokusu bir başkaydı, toprak kokuyordu,
çocuk kokuyordu, Fırat kokuyordu, sabır kokuyordu, hayat
kokuyordu.
***
Güneş batıya eğilince yeryüzüne gönderdiği
yakıcılık azaldı, Hasar köyünün üzerinde, genişleyen ovanın
koynunda bir serinlik meydana geldi.
Hasar’da oturanlar üçer beşer ellerinde çapalar,
tırmıklar, mavi su termosları, gölgelenen ovaya dağıldılar.
Koyun sürüleri duvar diplerinden, çeşmenin başındaki ağaç
gölgelerinden kalkıp ayaklarını yere sürüyerek, geride toz
bulutu bırakarak, başlarını birbirinin gölgesine gömerek tek
sıra halinde, sessiz bir kervan gibi uzaklaştı. Evlerin
saçaklarındaki serçeler yuvalarından çıkıp ağaç dallarına,
dam üstlerine, avlulara dağıldı; günün son yemlerini
toplamaya koyuldu.
Kadın avluda, incir ağacının altındaki sekide
oturuyordu. Dirseklerini dizlerinin üstüne koymuş, gözlerini
belirsiz bir noktada sabitlemişti.
Düşlerinde bir şehir büyüyordu.
Şehir, bir düşün adıydı: Annesi şehrin, zaman…
Genç kızlık havasını solur solumaz şehir özlemi
doğmuştu içinde. Ne zaman bir delikanlı hayal etse şehirli,
ne zaman bir ev düşlese şehirde oluyordu.
Gün gelmiş kısmeti açılmış, on yedisinde, daha
çocukluk havasını atlatmadan evlenmişti. Zaman, oluşların
dilimleriydi; parça parça geliyordu.
Gerçi oturduğu ev Hasar’daydı, kocası da Hasarlı;
zaman şehir doğurmamıştı henüz. Ama dilimler
tamamlanınca umut meydana gelecekti.
Kocası, Sami, barajda çalışıyordu. Baraj uzaktı
köye. İşe gitmek için önce şehre, oradan da servise binmesi
gerekiyordu. Bu yüzden haftada bir, ya da iki kez eve
gelebiliyordu. Sami, biraz özlem, biraz bekleyişti Fatma için.
Özlem yarasının merhemi ise yine zamandı.
Şehir… Geceleri sokaklarında ışıl ışıl ışıklar yanar.
Pırıl pırıl sokakları var şehrin, tertemiz… Bu
sokakların iki yanına evler dizilmiştir, apartmanlar. Evlerin
içi döşelidir, evlerin içi boyalı. Odalar dolaplıdır, odalar
halılı, kilimli ve de koltuklu sehpalı. Evlerin içinde su vardır;
silindi mi gül kokar. Evlerin balkonları vardır; balkonlarda
46:
çiçeklikler. Su verilir çiçeklere, sevgi verilir. Evlerin içinde
mutfak vardır; mutfağın mermer tezgahı, mutfağın dolapları.
Kaloriferlidir evler, üşümez çocuklar, üşümez anne baba ve
kül dökülmez odalara.
Ve evlerin içi aydınlıktır; basılınca düğmeye ışıklar
yanar. Nerden gelir şehirlere ışıklar? Kocasının, Sami’nin
çalıştığı barajdan mı? Ama o daha tamamlanmadı ki…
Avlunun tahta kapısı gıcırdayınca irkilerek
düşlerinden uyandı kadın. Boş bakışlarla kapıya baktı.
-Fistanını getirdim Fatma teyze…
Gelen, köyde terzilik yapan Asiye’nin oğluydu.
Fakat düş dünyasından gerçek dünyaya yeni uyandığından
sersemlik geçirdi. Nerede olduğunun ayrımında değildi.
Fistan, Asiye, Asiye’nin oğlu, açılan kapı; hepsi birbirinden
kopuk birer varlık halindeydi. Çocuğa baktı, elindekine
baktı; bir anlam veremedi. Telaşlandı, oturduğu yere baktı;
sekiydi. Yukarıya baktı; incir ağacı... Bakışlarını uzaklaştırdı;
avludaydı… Zamanı hatırlayamadı; zamanı hatırlasa her şey
birbirine eklenecek, bütünlük oluşacaktı. Güneşi aradı;
bulamadı. Gölgelere baktı; doğuya yatan gölgelerden
akşamüzeri olduğunu anladı. Oğlana baktı: Çocuk neler
olduğunu anlamamış, bekliyordu. Çocukla göz göze
geldiğinde her şey yerli yerine oturdu. Şehirde değildi,
köyde, Hasar’daydı. Kendi avlusunda oturuyordu. Her şey
birbirine eklendi, ama şaşkınlığını gizleyemedi; kekeledi:
-Bitirdi mi?
-Bitirdi, dedi çocuk.
Başka söz söylemedi. Fistanı aldı, omuzlarından
tutup bedeninin üzerine bıraktı. Elbisenin üzerinden
baktıkça sevinç dalgası yayıldı yüzüne. Bir şeyler söylemek
için çocuğa baktı: çocuk çoktan gitmişti. Sekiye oturdu yine.
İçinde şehir hayali, gözlerinin önünde avlu…
Neden sonra taş merdivenlerden yukarıya koştu.
Denemek istiyordu.
Elbiseyi giyince duvardaki yarım boy aynanın
karşısına geçti. Hazır elbiseler kadar güzel olmamıştı; ama
yakışmıştı bedenine. Pembe renk yanaklarına yansımış,
yüzüne bir canlılık getirmişti. Saçlarını çözüp omuzlarından
aşağı döktü, seyretti kendini. Gençti, güzeldi…
Kocam gelse, diye geçirdi içinden.
İçinden bir ses: “gelecek” deyince telaşlandı.
İşlerini bitirip yemekleri hazırlamalıydı. Son kez aynaya
baktı, üzerini değiştirdi, fistanı dolaba koydu.
Kerevetin üzerinde uyuyan kız, sayıklayıp yan
döndü.
Anne, onu unuttuğuna üzüldü. Başına dikilip
seyretti. Kızın alnı terlemiş, bir tutam saç alnına yapışmıştı.
Yastığın yanındaki bezle terini sildi. Uyandırmaya kıyamadı.
Dudaklarını büzüp üfledi serinlesin diye. Kerevete baktı,
uzun zamandır hazırlayıp beklettiği örtüyü hatırladı;
dolaptan çıkardı onu.
Kızı, üzerinde yattığı minderle birlikte kucaklayıp
yerdeki halını üzerine indirdi. Kız uyanır gibi oldu; anne
yanaklarını yanaklarına değdirip bir süre bekledi. Annenin
dokunuşuyla güven duyan çocuk yeniden kımıltısız kaldı.
Kerevetin üzerindeki halı yastıkları indirdi, örtüyü
kerevete serdi. Her noktasına dokunarak düzeltti. Birkaç
adım geriden seyretti. Yüzünde mutlu bir gülümseme
belirdi. Örtünün üzerine eğilerek, bütün vücudunu
dokundurmaya çalışarak her kıvrımı bir kez daha düzeltti;
yine geriden seyretti. Yüklükteki bohçadan kavuniçi kadife
kırlentleri çıkardı, örtünün üzerine yerleştirdi.
En geriye, kapının ağzına çekilip odayı seyretti.
Oda baştan ayağa değişmişti sanki. Sarı örtüye kavuniçi
kırlentler çok yakışmıştı. Odaya bir canlılık, bir parlaklık, bir
aydınlık gelmişti.
Kerevetin üzerine oturdu. İki elinin içiyle örtüyü
okşuyor, gülümsüyordu. Vücudunu bırakıp ortadaki
kırlentin birine yaslanınca kerevet gıcırdayıp sallandı.
Ondan tiksindi.
-Salaş şey, diye söylendi.
Kırlenti kucağına aldı, ellerini kumaşında gezdirdi,
gözleri yine belirsiz bir noktada durdu. Şehir büyüdü içinde.
Şehirde oturunca kocası her akşam evine gelirdi.
İçindeki ses “ gelecek” dedi bir daha.
Kalktı, fır döndü evin içinde. Zamanı iplik yaptı,
ipliği yumak. Yumağı eğirdi, eğirdi, işe çevirdi. Daha güneş
ışıklarını çekmeden dünya üzerinden, yemekler hazırdı,
oturacak yer hazırdı. Gözleri kapıda, oturup bekledi. Uyanan
kıza ninniler söyledi, ninnide babanın adı…
Osman’la dedesi geldi, oturdu.
Kadın, yemeği zamana asmış bekletiyordu Sami
gelsin umuduyla. Umut kar oldu, zaman eritti onu.
Sofrayı kurdu damın üzerine.
Osman, aç bir kurttu, saldırdı sofraya.
Dede, ölçülüydü.
Kadın, bir lokma koydu ağzına, zorla yuttu. Eriyen
umut soğutmuştu yemeği, lokma boğazında kaldı. Hıçkırığını
odasına sakladı.
***
Temmuz
güneşi
Hasar’ın
üzerinden
epeyce
yükselip gün ortasına yaklaşınca toprak kızdı. Hava
durgunlaştı, yaprak kımıldamaz oldu. Rıza’nın yeni
umutlarla derman kazanan ayakları topraktan gelen
kızgınlığa dayanamaz oldu. Buna aldırmadı. Durup ovaya,
Hasar’a, bağına, ötede Fırat’ın yatak tuttuğu uzak vadiye
baktı. Toprak yeni bir renk kazanmıştı, ova bir canlılık…
Sesleri duyulmasa bile keklikler kımıldıyordu yamaçlarda
sanki. Kekikler kurumuştu, fakat toprağa dökülen tohumlar,
baharı bekliyordu, nisan der demez sürgün verecekti. Bağın
taze sürgünlerinin yeşili, ovanın sarısına kazınmıştı.
47:
Gökyüzünün kurşuni derinliklerinde bağın ışkınları
uzuyordu.
Bütün bunarlın ortasında Osman vardı. Osman
ışkındı, sürgün… Osman, toprakta nisanı bekleyen kekik
tohumu, şimşirin taze tomurcuğu, söğütlerin fidanı. Osman,
bu toprağa damlayacak ter, toprağı kollayacak koldu.
Osman, Hasar tepesinin çevresinde her gün dönen güneşti,
bu toprağı ısıtacaktı.
Hasar’ın üstündeki şimşire bakınca içi acıdı. Koyu
bir gölge gibi oradaydı. Öyle yalnız, öyle sönüktü. Yanında
yöresinde yeni bir fidan yoktu. Bir gün yıkılıp gidince yeri
bomboş kalacaktı. Oysa söğütler öyle değildi: her söğüdün
onlarca Osman’ı vardı. Ömürleri kısa olsa da dere boyu
söğütsüz kalmazdı.
-Çok övündün şimşir, kabardın. Ömür dediğin, ne
kadar uzun olsa da biter. Yerini alacak var mı, ona bak.
Benim aslan gibi Osman’ım var, ömürlü olsun. Tutacak
burayı, tutacak. Gözüm arkada kalmayacak. Yalnız, merak
etme, bunca dostluğumuz var, bunca sırdaşlığımız; Hasar’ın
boş kalmasına gönlüm razı olamaz. Yendirmem seni
zamana.
Bahara
yetişirsem,
bilirim
yapacağımı.
Yetişemesem mi? Korkma, Osman’a tembih ederim. Şimşirin
de bir Osman’ı olsun derim. Dinler beni, dinler aslanım. Sen
merak etme.
Yukarıdan bir burak çıktı, anızların içinde döne
döne buğday saplarını havalandırdı, kayarak aşağıya,
Hasar’ın dibinde uzayıp giden dere boyunca dizilen
söğütlerin dallarını örseledi, sağa kaydı, sürülmüş bir
tarlanın külleşmiş beyaz toprağına bulanarak aşağıya,
Fırat’ın yatak tuttuğu vadiye doğru uzaklaştı.
-Yaramaz çocuk, Fırat’a benden selam söyle.
Çocukluk günlerine gitti. Kıtlık günleri… Arık
öküzlerle yüzü yırtılan toprağa atılan tohumların cılız saplar
üzerinde sararıp kuruduğu, tohumun bire ancak iki üç
verdiği geri gelmeyesi günler. Açlık diz boyu. Kış kıyamet.
Her başak kan parası. Bir dane bile heder olmaya gelmez.
Orak biçilirken bir burak; ovanın yaramaz çocuğu çıkar
dağıtırdı desteleri. Orak biçemeyecek çocuklar da boş
durmaz, ellerinde sopalarla burak kovalardı biçicilerin
yanında. Yine de herkes severdi bu yaramaz çocukları;
geride bir serinlik, bir hoşluk bırakıyorlardı.
Gülümsedi:
-Bunu da anlatmalıyım Osman’a, her şeyini bilmeli
bu toprağın, ta ki kıymetini bilsin, sevsin.
Osman’ı hatırlayınca davrandı. Sonradan kolay
bulması için çapasının baş tarafını toprağa gömüp sapını
havaya dikti. Siyah üzüm asmasını buldu. Siyah üzüm en
erken olan üzümdü. Eğilip yapraklar arasından baktı:
Salkımlar yan yana binmiş, çubuğa sarılmıştı kundak
kundak. Asmalarda bereket vardı. Taneler mor mordu. Her
tane bir damla kan yapardı.
Zaman, ağustos sıcağıyla birleşip kupkuru
topraktan can yaratıyordu.
Çakısını çıkarıp en olmuşlardan iki salkım kesti.
Belinden çözdüğü kuşağa sardı.
-Osman’ım gelir şimdi. Yesin Osman’ım, anlasın
toprağın gücünü iyice, sevsin. Sevsin de sahip çıksın.
Kuşağı tutup kaldırdı, aklına geldi, küçük bir salkım
daha kesti. Onu diğerlerine katmadı, öbür eliyle tuttu. Dut
ağacının yanına gitti, zamanın ötesine geçtiğinde ebedi
yatacağı yerde durdu, Hatçe kadını selamladı.
-Ben geldim Hatçe kadın.
Elindekiler gösterdi. Küçük salkımı mezarın baş
tarafına koydu, börtü böcek yesin diye.
-Bu durduğum yer de benim yerimdir. Gelip gelip
gidiyorum, bir gün gelip bir daha gitmeyeceğim. Artık
korkum yok, Osman’ım seviyor toprağı. Bak, zamanı dize
getirdim, bunca geçti, bir bağ yetiştirdim. Bu bağ, Osman’ı
toprağıma bağlayacak.
Çıkını alıp ayrılırken ekledi:
-Üzümleri pınarın serin suyuna koyayım. Gelir
şimdi. Ha, beni de merak etme, yakında komşun olacağım.
Derenin içindeki pınarın gözüne koydu salkımları.
Gözleri yoldaydı.
Osman, yeni bir umut olmuştu artık; tutunacağı
dal. Topağın sevgi tohumunu, onun küçücük yüreğine
ekmişti bir kere, ne zaman olsa sürgün verirdi. Osman, belki
okullara gidecekti, belki yüksek yerlere memur olacaktı.
Olsundu. Ama yüreğindeki sevgi onu buraya çekecekti. Bir
kez sevdin mi toprağı, bağlandın mı bir kere, nerede olsan
çekerdi seni toprak. Osman ki toprağın hikayesini seviyordu,
soruyordu. Artık Rıza rahat ölebilirdi. Gözü arkada
kalmazdı. Değil mi ki bunca yıkılıp düşmelerine rağmen dere
hiç söğütsüz kalmıyor, değil mi ki kekik tohumları kimseye
görünmeden baharı bekliyor; Osman da fidan, Osman da
tohumdu işte.
Söğüdün gölgesinde duruyor, gözleri yolda,
anlatacağı burak hikayesiyle yüreği kıpır kıpırdı.
Sevincinden oturamıyordu. Anlattıktan sonra çıksa bir
burak, “Kovala aslanım!” deseydi!
Ötelerde bir karaltı belirince içi bir hoş oldu:
-Geliyor aslanım! Dedi, geliyor!
Yüreğine bir sancı saplandı:
-Bu sıcakta yemek çıkınını taşıtıyorum, küçücük
yavruya.
Aslında yemek çıkını, onu her gün buraya getirmek
için bir bahaneydi. Yoksa içse içse bir tas ayran içiyordu.
Onu da kendisi sabahleyin getirir pınarın gözüne koyardı.
Durgunlaştı. Osman, güneşin altında, sıcak toprağın
üstünde sürünüyordu. Kendisi nasıl gölgede durabilirdi?.
Güneşe çıktı, o gelinceye kadar gölgeye çekilmeyecekti.
Fırat’ın yatak tuttuğu uzak vadiye doğru baktıkça
özlem büyüdü içinde, yaklaşan karaltıya baktıkça umut…
Yaklaşan karaltı, toprağa gizlenmiş kekik tohumuydu.
Umut yaklaştıkça özlem büyüdü. Gidebilseydi son
bir kez, Osman’ı götürüp Fırat’ın da tohumunu yüreğine
ekebilseydi... Doruyu özledi, zamanın karanlık ormanında
yiten doruyu.
-Neredesin doru, dedi. Küheylanım neredesin?
Çağır beni Fırat’a, Hasar’a nasıl çağırdıysan öyle çağır.
Duysam sesini, şaha kalksan Fırat’ın yanında, gelirim, inan
ki gelirim. Dizlerime derman gelir de gelirim.
Fırat’ın yatak tuttuğu yere baktı, yaklaşan karaltıya
baktı, gözleri parladı, kıpırdadı yorgun yüreği taze bir
heyecanla, tutamadı kendini, bağırdı:
-Tay! Dedi. Aslanıma doru bir tay alayım.
Bu toprağın hiçbir şeyi eksik olmamalıydı. Şimşir
yerineydi, keklik kekubası yamaçlardaydı. Toprağa
gizlenmiş kekik tohumları baharı bekliyordu. Bunları, bütün
bunları sevecek, anlayacak, bunlara sahip çıkacak Osman
vardı. Doruyu, zamanın karanlık ormanından çekip
almalıydı. Doru gittiyse, kanı başka bedenlerde, başka
damarlarda dolaşıyordu. Siyah yeleler başka boyunlardaydı
mutlaka. Bulup almalıydı. Bulup Osman’ın yüreğine doru
sevgisini de ekmeliydi.
***
Uzak bir yerde zamanın çarkı çalışıyordu. Bunu ne
Rıza biliyordu ne de Fatma. Osman zamanı tanımıyordu
48:
zaten. Sami’yse karanlık tünellerde, yer altında elinde
kaynak makinesi; metalleri ekliyordu birbirine. Tünellerden
su mu akacak zaman mı; düşünmüyordu. Üstünde,
yöresinde dev makineler akıyordu. Kepçeler kayaları
söküyordu, kamyonlar toprak taşıyordu. Dinamitler
sarsıyordu derinleri. Tonlarca ağırlıktaki silindirler
geçiyordu yer değiştiren kilin üzerinden.
***
Rıza, bir sabah, güneş henüz şimşirin dallarını
solgun ışığıyla aydınlatırken doru tayın dizginlerini tutmuş
dünyasına gidiyordu. Bağının sararmış yapraklarını
görecekti. Serin sonbahar havasını ciğerlerine çekecekti.
Hasar’ı selamlayacaktı. Fırat’ı selamlayacaktı uzaktan. Tay,
yüreğinin merhemi olmuştu.
Sabahtı. Sonbahar sabahının kırağı serinliği
dökülüyordu gökten. Kuzeyde Toroslar buğu içindeydi.
Güneyde Fırat’ın yatak tuttuğu uzak vadi buğu içindeydi.
Gökte buluttan çok dumana benzeyen, sonbahara özgü
lekeler vardı. Hasar’ın aşağısında, neredeyse Fırat’ın yatak
tuttuğu vadide yüzünü henüz gösteren güneş, güçsüz,
takatsiz ışıyordu. Ovanın sarısı griye, yeşili siyaha çalıyordu.
Yalnız kulakları tatlı tatlı üşüten bir lodos esiyordu usul
usul.
Rıza, dereye yaklaşınca doru tayın başını omzuna
yaklaştırıp tuttu, lodosu seyretti.
Lodos, yeni bir bahara hazırlık yapıyordu.
Kurumuş kenger, çakırdiken, topuz, sıçanotu, artık ne varsa
yeryüzünde biten, her şeyin dallarını kırıyor, önüne katıyor,
sürüklüyor; yere çarpa çarpa tohumlarını döküyor, ovaya
yayıyordu. Dağılan tohumlar, çatlaklara, çukurlara girecek;
yağan ilk yağmurla üstü örtülecek, kış boyu uyuyacak, bahar
yüzünü gösterdi mi merhaba diyecekti ovaya. Kupkuru
topraktan yepyeni bir hayat fışkıracaktı.
Tayın başını okşarken coşkuya geldi Rıza:
-Es baba lodos, dedi, dağıt. Es de dölle ovayı.
Kenger ek toprağa, kekik ek. Hepsini ek. Senden daha iyice
rençper mi olur! Es!
Doru tayın başını çekti, yüzünü yüzüne değdirdi.
Dudaklarıyla değil ama ruhuyla öptü.
-Sen, dedi, dorumun kanını taşıyorsun. Kaç kuşak
geçse de tanırım. Kokusundan tanırım, renginden tanırın,
yelesinden tanırım. Atan, işte buralarda toynak vurdu;
buraları iyi bil. Toroslarla Fırat arasında ayağının değmediği
yer yoktur. Beni nice nice Fırat’a götürdü. Sonra zaman onu
aldı sandımdı. Yanılmışım; onun kanı sende akıyor. Sen
onun kanındansın; Osman’ım, aslanım da benim… İkiniz
dost olacaksınız, arkadaş, sırdaş. Daha küçücük olduğuna
bakma. Onunla yoldaş ol; bırak, yeleni tutsun. Yeleni tutan
varsa yaşarsın, unutma. Yoksa, zaman seni karanlık
ormanına alır.
Dizginleri tayın boynuna sardı, yelesinden tutup
gözünün üstünden öptü, elinin içiyle kalçasını şaplattı:
-Deh, dedi. Koş Hasar’ın üstüne.
Tay, nazlı nazlı rahvan koştu, yelesini savurdu
lodosa, Hasar’ın eteğinde kavis çizdi, döndü, durdu.
Kulaklarını ihtiyara dikip baktı.
İhtiyarın üşüyen yüreğine bir sıcaklık geldi.
Yavrusunun ilk adımlarını gören annenin ışıltısı vardı
gözlerinde. Tay dönüp bakıyordu ya, dünyalar onundu.
Dudakları, bir ninni gibi durmadan fısıldıyordu:
-Aynı küçük kulaklar, aynı uzun bacaklar, aynı ince
bel, aynı yele, aynı bakışlar… Nazlanma hele, aynı nazlanma!
Gürledi bağırdı:
-Sen dorumsun, ta kendisi. Zamanın karanlık
ormanından çekip aldım seni.
Elini kaldırıp salladı, tek bir emir verdi:
-Git!
Doru tay anladı ihtiyarı; başını salladı, kurumla
aşağıdaki otlağa doğru yürüdü.
Deredeki otlar arasında sakladığı şimşir çubuğunu
aldı, sırtını poyrazdan koruyacak güneşlik bir tümseğin
önünde oturdu, çakısını çıkarıp yontmaya koyuldu.
Osman’a bir kamçı yapıyordu. Tutağının alt kısmı
keklik başı olacaktı kamçının. Bu kamçı; bu toprak
üstündeki Osman’ı, doru tayı, şimşiri ve kekliği birbirine
bağlayacaktı. Kekik ve kenger dışarıda kalmıştı ama, onlar
da poyrazın işiydi ve poyraz işini yapıyordu.
Doru kamçı istemezdi, kamçı zamana vurulacaktı.
Şimşir dalı, parmaklarının arasından kıymık
kıymık inceldi; Hasar’ın üstündeki şimşir ağacı, dallarını
daha bir kabarttı poyraza karşı.
Keklik başı kıymık kıymık belirdi; yamaçlardaki
keklikler daha bir çoğaldılar, otlaktaki tay daha bir büyüdü,
ova daha bir genişledi, poyraz ovayı daha bir ekti.
Zaman kıymık kıymık yarıldı, dil dil oldu.
-Kolay gelsin Rıza dayı, ne yapıyorsun?
Rıza başını kaldırdı; derenin öteki kıyısında
Cafer’in Kâzım’dı konuşan.
-Eh, dedi Rıza, eğleşiyorum işte.
-Eğleş, eğleş. Çok çok bir yıl daha eğleşirsin burada.
Rıza bu söze alındı:
-Hay hay! Dedi. Başımla gözüm üstüne, ölümden
korkacağımı mı sandın!
-Yok dayı, yok; o nasıl söz! Beni yanlış anladın.
Haberin yok mu? Burası baraj olacak, su altında kalacak.
-Hadi ordan! Derede su bul da içelim.
-Ne deresi, Rıza dayı? Sami’nin çalıştığı baraj yok
mu; onun suyu buraya gelecek.
Rıza’nın elindeki şimşir de çakı da düştü yere.
Gözlerine karanlık indi.
Poyraz deli esti birden, ötede burgulandı, tepesi
göğün en üstünde bir burak oldu, döndü. Üstündeki şimşirle
birlikte Hasar tepesini kopardı yerinden, mendil gibi burgu
yaptı. Hasar köyünü yapraklar gibi savurdu. Hasar deresini
ip gibi sardı onlara. Hepsini bir toz bulutu yaptı. Doru tay
savruldu, keklikler savruldu. Bağ söküldü yerinden, dut
ağacı söküldü. Ova bir yumak oldu, Fırat’a doğru gidiyordu.
Doru tay, çaresiz acı acı kişniyordu savrulurken. Zamanın
karanlık ormanından çıkan doru çaresizdi, savruluyordu o
da. Osman, yalnız Osman savrulmamıştı; koşuyordu
ardından burağın, kovmaya çalışıyordu, ama yetişemiyordu.
Geride Rıza kalmıştı sadece, tek başına, ovanın boş kalan
yerinde. Uzatıyordu elini ama yetişemiyordu. Ölse, üstünü
örtecek toprak kalmamıştı.
Modern
Düşüncenin
Epistemolojik
Temelleri
Kenan YAKUBOĞLU
Modern düşüncenin epistemolojik temellerinin 16.
yüzyıldan itibaren üç eksen üzerinde geliştiği
söylenebilir. Söz konusu bu eksenleri ayrı ayrı ele
alarak değerlendirmeden modern Batı düşüncesinin
insan, evren ve Tanrı ilişkisini ve buna paralel oluşan
bilimler hiyerarşisini sağlıklı olarak kavramak
mümkün değildir.
A.Hümanizm
Rönesans sonrası Batıda yaşanan zihniyet
dönüşümünün en önemli özelliği güçlü hümanist
eğilimler taşımasıdır. Bu eğilimlerin başlangıcında
gerçekte bir dış dünya eğilimi vardır. Bu tavırla
geçmişe yönelen dikkatler pagan Grek-Roma
kültüründeki insani başarılar üzerine yoğunlaşmıştır.
Nitekim Rönesans bu antik pagan kültürün insan
merkezli (antroposantrik) bir yorumla yeniden
canlandırılması çabası olarak da görülebilir.
Hümanist anlayışla birlikte İnsan, doğa ve Tanrı
ilişkisinin yeniden tanımlanması, İlk çağlardan
itibaren filozofların bunlar arasında oluşturmaya
çalıştıkları dengenin geri dönülemez biçimde
bozulmasıdır. Bu süreçte Tanrı merkezli (Teosantrik)
bir evren tasavvurunun reddedilip insan merkezli bir
evren düşüncesinin benimsendiği görülür.
Kainat kitabının matematikle yazıldığını
söyleyen Galileo, gerçekte söz konusu felsefi tercihi
dile getirir. Ancak ne kadar gariptir ki, matematiği
metafizik sayan kadim Pythagorculuk, modern çağın
başlangıcında metafiziğe sırtını dönmüş ve fiziğin
matematikleştirilmesine zemin hazırlayan bir
karaktere büründürülmüştür. Bunun sonucu olarak da
“nicelik” fiziğin merkezine, fizik bütün bilimlerin
merkezine yerleşmiştir. Söz konusu gelişmelerle
birlikte Aristoteles’ten beri düşünce tarihinin temelini
oluşturan varlık, bilgi ve değer alanlarına ilişkin
yaklaşımlarla buna bağlı olarak yerleşmiş olan
bilimler hiyerarşisi de alt üst olmuştur.
Hümanist dünya görüşünün bir başka önemli
sonucu doğaya bakış açısının değişmesidir. Bu yeni
bakış açısı teorik bilim açısından “Tabiat sırlarını
ancak işkence altında ifşa eder” şeklinde Bacon’a ait
formülle resmedilmektedir. Bu anlayış tabiatın,
insandan bağımsız ve onun hâkimiyet ve sömürüsüne
kucak açan, tükenmez ve yağmalanması gerekli bir
potansiyel olarak görülmesiyle karakterize edilmiştir.
B.Düalizm
En önemli formülasyonunu Descartes’in ünlü
ruh-madde ayırımında bulan felsefi düalizm,
Platonculuktaki denge esası üzerine dayalı olan
49:
düalitenin aksine, ruh ile madde arasına su geçirmez
duvarlar koyarak ve üstelik insan için araştırmaya
değer alanın maddi alan olduğunu vurgulayarak
modern bilimin tek boyutlu oluşumuna önemli bir
felsefi katkı sağlamıştır. Çağındaki mekanik icatlardan
fazlasıyla etkilenerek insan ve hayvan bedenlerini bir
makine olarak düşünen Descartes, fiziki var oluşun
incelenmesinde mekanizmi temel dayanak olarak
görenlerin başında gelir. Bu girişimin ardından La
Mettrie”nin Makine İnsan adlı bir eser yazması tabii
karşılanmalı ve ruhu ihmal edip cisimler alanıyla
uğraşan Descartes’e, belki de “Ben Descartesçi
değilim” dedirtecek kadar ironik bir gelişmeydi.
Modern felsefenin kurucusu olan Descartes ve
modern bilimin felsefi temellerini hazırlamış olan
Kartezyen anlayış; bu gün Batıda etkili olan bilim-din,
bilim-edebiyat, bilim-sanat gibi ayrımcı yaklaşımların
gerçek sorumlusu olarak görülür. Bu ikilemleri içeren
anlayış, Batıdaki kültürel kimlik parçalanmışlığını,
bütün şizofrenik karakteriyle mükemmel biçimde
yansıtmaktadır.
C.Pozitivizm
Hümanist ülkülerin ve mekanik başarıların,
eski kültürlerde eşine rastlanmayan tek boyutlu bir
“ilerleme” anlayışına yol açması, dini ve metafizik
doktrinlerin insanlığın geri dönemlerinde ortaya
atılmış ve modern bilime göre açıkça ilkellik gösteren
fikirler olarak görülmesiyle birleşince Pozitivizm
tartışılmaz bilgi sistemi olarak ortaya çıkmıştır. En
kaba haliyle ve tamamen evrimci anlayışı yansıtacak
şekilde, August Comte’un teolojik-metafizik-pozitif
devirler olarak formüle ettiği bu “ilerleme” sürecinin
entelektüeller tarafından yaygın şekilde kabul ve
tasdik edilmesiyle pozitivizm insanlığın en ileri felsefi
düzeyi olarak algılanmıştır. Günümüzde bilimcilik adı
altında etkinliğini hala sürdüren bu anlayışın gerçekte
pozitivizmi reddettiğini söyleyen kimselerin bile
hayran kaldığı bir zihniyet haline geldiğini belirtmek
gerekmektedir. Dini ve metafizik evreleri hala
aşamamış olduğu söylenen ülkelerde de baskıcı bir
vicdan hâkimiyetine dönüşen bu batılı-bilimci anlayış,
bir yandan dini hayat ve kültürü tahrip eden bir
ideoloji hüviyetinde görünürken, öte yandan batıcı
aydınların artık kan ter içinde taşımak zorunda
kaldıkları ruhsuz bir kimliğe bürünmüştür.
Pozitivizm ve bilimciliğin aynı anlamda
kullanılması yüzünden Batı’da pozitivizme karşı bilim
felsefesi içinden yöneltilen eleştirilerin pozitivizmi
daha rafine hale getirmekten başka bir işe yaramadığı
görülmektedir. Fakat yine de Batı dünyasında
metafiziği bilim öncesi bir ilkellik olarak gören
Comte’tan, metafiziği anlamsız bulan Viyana
Çevresi’ne ve oradan da metafiziği mümkün fakat
bilim dışı gören Popper’a kadar farklı fikirler ortaya
konulduğu ve epeyce yol alındığı söylenebilir.
Mano Negra:
Köleliğin Zihinde Konumlanması
Hüseyin Rahmi Göktaş
Konumlandırma işlemi insanın
kendini, içinde bulunduğu “ortamda”
konumlandırmasıyla başlatılabilir. Fakat
buraya gelmeden önce mutlaka ilke
olarak insanın kendini nelerin içinde
konumlandırdığına derinlikli bir giriş
yapmak gerekir.
İnsanın kendini, doğa içinde ya
da toplum içinde yani fiziksel olarak
bulunduğu
ortam
içinde
konumlandırdığını söyleyerek başlamak,
başlangıç noktası sapmış bir giriş
olacaktır ve ulaşacağı sonuç bellidir.
Konumlandırma,
örnek
nesneler
üzerinden
anlamlandırılmaya
çalışıldığında
sadece
nesneleri
ilgilendiren
bir
konumlandırma
gerçekleşmiş olur. Oysa bunun
öncesinde insanın, nesneleri kendi
konumunu belirlemek için işaretler
olarak kullandığı bilinmelidir. Bilinç
denilen durumun nesneye bağlılığı,
nesne olmaksızın o nesneye ilişkin
bilincin gerçekleşmeyeceği, nesne ortada
yokken bilincin de olmadığı sonucuna
götürmektedir. Oysa nesne ortada yoksa
ya da nesnenin zihinsel formu
oluşturulmamışsa, orada sadece o
nesneye ilişkin bilinç yoktur, demek
daha doğru olacaktır. Çünkü nesne
ortaya çıktığı anda, o nesneye bağlı
olarak gerçekleşecek bilinçte ortaya
çıkacaktır, nesneye bağlı oluşan bilinç,
ancak nesne bilinmişse gerçekleşebilir.
Nesnenin olmadığı yerde bilinç yine
1
vardır fakat o nesneyi kuşatacak bir
bilinç değildir. Bilmediği, yabancısı
olduğu o şey’in karşısında bulunan bir
bilinçte kendine yabancılık baş gösterir.
Yabancılaşma sadece bilinmeyen şeyler
karşısında
belirsizleşen
konuma
yabancılaşmadır.
Yani
yeni
bir
bilgi/nesne karşısında, daha önce
onunla karşılaşmamış bilinç, o nesnenin
karşısındaki kendine yabancılaşmaktadır.
Nesneyi/bilgiyi tanıdıkça, o nesneye
bağlı olan yabancılık hissini ortadan
kaldırır.
Eğer insanın, sadece nesneler
ya da kişiler karşısında bir konum
kazanan
değişkenlikte
olduğu
düşünülürse, bu insanın bir konumunun
olabilmesi için, dışında bulunan her şeye
mutlak
mecburiyeti
olduğunu
düşünmeyi de gerektirir. Oysa tüm
konumlandırma işlemlerinin temelinde,
insanın kendi zihnini merkez alarak
kurduğu konum esastır. Yani hem
insanlar arası ilişkide hem insan-nesne
ilişkisinde konumlandırma doğrudan
zihinde gerçekleştirilen bir işlemdir ve
zihinde bir konumlandırma işleminin
gerçekleşebilmesi için bir sabitin
bulunması zorunludur. Hegel’in efendiköle ilişkisini anlatırken kurduğu
diyalektik,
birbirine
karşı
konumlanmaları esas alındığı için
sonsuza kadar çözüme kavuşmayacak
bir dönüşlülük gösterir. Efendi-köle
diyalektiğinden alınacak herhangi bir
cümlede, bu açıkça görülebilir. Çünkü
Hegel’in efendi-köle diyalektiğinin temel
parçalarından olan özbilinç, başkası
karşısında konumlanmış olma özelliğini
gösterir. Her ne kadar içeriksiz saf bir
bilinç resmi çizse de, özbilincin ilişkiye
geçtiği bilgi karşındaki konumu,
özbilincin mi bilgiyi, bilginin mi
özbilinci
etkilediği
konusunda
belirsizleşir.
Diyalektik mantığın uçsuz
dönüşlülük dışında başka bir sonuca
ulaştırması zaten beklenmemeli. Oysa
kurulan denklemin, parçaları içinde bir
sabitin bulunduğunu göz önüne alarak
düşünmeye başlamak, ulaşılacak sonucu
derinden
etkileyecektir.
Birbirinin
zıddına konumlanmış iki anlamın,
hangisinin
sabit
alınarak
bu
konumlamanın
gerçekleştiğini
belirlemek
imkânsızdır.
Çünkü
birbirinin zıddına konumlanmış iki
anlam, sadece birbirinin zıddında
durduğu sürece anlamlıdır ve başka
bir yerde o anlamlara ulaşılması
mümkün değildir. Yani tek başına bir
“köle” anlamı, nasıl “efendi” anlam
düşünülmeden konumlanamıyorsa, bu
konumlandırmadan sonra efendi-köle
birbirini var kılan bir çift olarak anlamda
zemin bulabilir. Oysa zıtlık bağlantısı
kurulmadan yani “mutlak karşılıklılık”
ilişkisi
anlamın
zeminine
yerleştirilmeden de anlamlandırma
gerçekleşebilir. Böyle bir anlamlandırma
ancak,
karşılıklılık
zemini
anlamlandırmanın zemini sayılmadığı
oranda gerçekleşebilir. Dolayısıyla
birbirine bağlı bir çift olan iki anlamın,
onları zıt olarak kuran zeminden
bağlarını koparmak o anlamların
anlaşılırlığı oranında imkânsızdır. Bu
örnekte o zemin “diyalektik” terimiyle
karşılanmıştır.
Zıtlıklar
dışında
anlamlandırmanın
ya
da
konumlandırmanın gerçekleşmesi, en
başından birinin yerinin sarsılmaz olarak
belirlenmesine bağlı. Fakat böyle bir
belirleme üstünkörü bir düşünüşte
gerçekleştirilmeye çalışılırsa gülünç olur.
Her
şeyden
önce
tüm
konumlandırmaların
zihinde
gerçekleştiği gerçeğini kabul etmek
gerek. İnsanın ya da insanın zihinde
konumlandırdığı herhangi bir şeyin,
nasıl bir sabite göre konumlandığı
konusu, ancak zihinle doğrudan nasıl
ilişkiye geçebileceğimizi bildiğimiz anda
başlayabilir. Zihinle doğrudan ilişki
diyerek aslında söylemeye çalıştığım
doğrudan zihni işaret eden bir
işaretçidir. Eğer dilde böyle bir işaretçi
varsa, o işaretçi, başka işaretlerin
hepsinin dolaylı olarak işaret ettiği zihni,
doğrudan işaret eden özel konumuyla
çıkış yolunun başlangıcı olabilir.
Böyle
bir
işaretçinin
bulunduğunu ve “o” işaretinin doğrudan
zihni işaret ettiğini daha önceki
çalışmalarımda açıklamıştım. Diğer
işaretler de son kertede tabiî ki zihni
işaret ediyor. Fakat diğer işaretlerden
herhangi
biri
“o”
işaretinin
doğrudanlığına ve hatta sabitliğe yakın
özel konumuna erişemezler. Aslında “o”
işaretinin zihnin tek sabiti olduğunu
açıkça söyleyerek devam edelim. “o”
kendi konumunu başka bir şeye bağlı
51:
olarak kurmaz. Doğrudan “o”dur. Fakat
diğer işaretler bulundukları konumu “o”
işaretinden hareketle, “o”yu sabit alarak
kazanırlar. İşaretçilerden olan “bu”,
“o”nun gerçek ortamdaki karşılığı olarak
anlam bulmuştur. Daha önemlisi “ben”
işareti bile, işaret ettiği şeyi “o”ya göre
belirler. Bu kısaca şu anlama gelir: tüm
kelimeler, tüm kavramlar ve tüm
işaretçilerin zihinde tuttukları bir konum
vardır.
Onlar
birbirine
yakın
konumlardır ve onları yaklaştıran; aynı
ortamda,
zihnin
ortamında
bulunmalarıdır. Ve onların tamamı “o”
işaretiyle işaret edilecek bir konumdadır.
Yani zihindeki her şey “o” ile işaretlenir
ve aynı zemini paylaşmaları aynı işaretle
gösterilmelerine nedendir. Zeminin
kendisi ise “o”nun kendisidir. Zihindeki
tek sabit işaretçi olan “o”, diğer tüm
işaret ve anlamların konumu belirleyen
bir özelliktedir. “ben” bile “o”ya göre
belirlenmiştir.
Dolayısıyla iki şeyin birbirine
zıt olarak kurulan konumu, sadece bu
zıtlıkla açıklanabilir bir anlam zemininde
olduklarını gösterir. Ve hangisinin
hangisine
göre
konumlandığı
belirlenmekten uzaktır. Oysa zihnin
sabiti olan “o” anlaşıldığında herhangi
bir şeyin hangi şeye göre konumlandığı
da anlaşılmış olur. Hatta zıtlık zemini,
düşünmeye “o”ya göre belirlenen yerden
başlar.
Efendi-köle ilişkisinde bu iki kelimenin
herhangi
biri
kullanıldığı
anda
hangisinin
hangisini
oluşturduğu
belirlenemez bir sabitsizlik ilişkisi
içindedir. “o”yu zihnin sabiti ve her şeyi
kendi yerine göre konumlandıran olarak
düşünürsek, efendi-köle örneğinden
daha geriye giderek
düşünmeyi
başlatabiliriz. Buna göre efendinin
zihindeki konumu, “o”ya göre bir yerde;
“o”nun belirlenimine tabidir. Aynısı köle
için de geçerli. Bu ikisinin doğrudan
ilişkiye geçmeleri gerçekte imkansızdır.
Bunları ilişkilendirmek, her birinin “o”ya
karşı sorumlu olmaları ve aralarındaki
ilişkinin başlatılması için her birinin
önce “o” ile ilişkiye geçmeleri gerekir.
Efendi-köle
ilişkisini,
birbiriyle
doğrudan ilişki içinde olarak düşünürsek
diyalektik mantığının önerdiği sonucun
dışına çıkmak mümkün olmaz. Bu iki
anlam arasında doğrudan bir ilişki
yoktur.
Konumlandırma,
birinin
diğerinin yerini belirlemesiyle başlamaz.
Konumlandırma çok daha önce
başlatılmıştır. “Ben”, “o”ya göre
konumlanmış bir yerde bulunduğu
sürece, zihnin, zihin dışı ortama etkisi,
ben’in, “o”yla nasıl bir ilişki içinde
olduğuyla açıklanabilir. Eğer zihnin
belirleyicisi, sabiti olan “o”, zihin dışı
ortamda bir şeye karşılık olarak
belirlenmişse, işte orada, “ben”, yanlış
bir “o”ya göre konumlanmış demektir.
Zihnin tamamını, sınırlarına kadar ifade
eden “o” ile, zihnin içinde belirlenmiş
herhangi bir “o” işareti yani gerçek bir
nesnenin zihindeki formuna karşılık
gelen o, birbirine karışmış demektir.
Tersten baktığımızda zihinde tüm
işaretlerin ve tüm anlamların belirleyicisi
olan “o”, gerçek bir şeye karşılık
gelmeye başladığı oranda, “ben” o şeyin
belirlediği konuma yerleşmeye müsait
bir değişkenliğe açık demektir. Fakat
ben’in “o”ya göre konumu, oldukça
kişisel bir alanda gerçekleştiği için
bunun iki kişi için bile aynı anlama
gelmeyeceği, herhangi iki kişi ben’i
“o”nun
aynı
yerine
konumlandırmalarının
mümkün
olmadığını
kolayca
söyleyebilirim.
Burada
konuyla
ilgili
olarak
konumlandırmanın zihnin tek sabit
işaretçisi olan “o”ya göre yapılması ve
bu konumlandırma içinde ben’in bile
“o”ya göre konumlanması, tanrı algısını
işin içine kattığımızda özel bir önem
kazanacaktır. Neredeyse tüm dinlerde
tanrıyı işaret etmek için en doğru
işaretçi olarak kabul edilen “o”dan da
söz etmek gerekir.
“O”nun tüm
konumların belirlenmesinde tek sabit
olarak bulunması, aslında insanın
işaretine parmakla işaret edeceği
gerçeklik
dışında
bir
ortamı
karşılamasıyla ilgili. Öyle ki zihin diye
bir yerin olmadığı çok kişi tarafından
rahatlıkla söylenebilir. Çünkü elle
tutulur ya da kavranabilir bir özellikte
değildir. İnsanın doğrudan zihnini işaret
edebilmesi için (zihindeki bir şeyi
demiyorum), önce onun başka her
şeyden farklı bir yapısı olduğunu
kavraması gerekiyor. Bütün bilgilerin
toplandığı yer olan zihin, işaret
edilecekse, kendi özelliklerine uygun bir
işaretçiyle işaret edilmesi gerekir. Daha
doğrusu işaret edilebildiği anda, o
işaretçi zihnin özelliklerini karşılayan bir
anlama doğal olarak ulaşmış olur.
Geriye dönük olarak, tüm dillerde
kullanılan
“o”
işareti
yukarda
açıkladığımız özelliklere doğal olarak
kavuşmuştur. Çünkü bu işaret, zihnin
tanımını yapan bir anlamda zihni var
kılan işarettir. “o” işaretinin, tanrıyı
doğrudan işaret edebilme özelliği, zihni
doğrudan işaret etmesiyle ilgili. Yoksa
burada herhangi bir tanrı tasavvurundan
söz etmiyorum. Her tasavvur “o”nun
belirlediği bir konumdadır. Her tasavvur
“o”ya göre konumlanmıştır. Efendiköle diyalektiğine son kez dönersek,
hem efendi hem köle, zihin sabit
belirleyicisi tarafından yerleri çok
önceden belirlenmiş ve birbiriyle
doğrudan ilişkisi bulunmayan kavramlar
olarak algılanmalı. Diyalektik düzemline
gelinceye kadar her şey zaten olmuş
bitmiştir. Diyalektik; örnekleri her ne
olursa olsun, örneklerinin konumları
sonsuz bir dönüşlülük gösteren
çözümsüz bir mantık önerir. Hiç bir
şey, şekli konumu ve tüm nitelikleri
belirlenmeden diyalektik mantıkta yer
bulamaz; yer bulabilmesi için tüm
niteliklerini kazanması, bir anlam olarak
ortaya çıkması şarttır. Zihni ve aynı
oranda tanrıyı da karşılayan, aynı
zamanda zihindeki tek sabit olarak,
oraya giren her bilginin konumunu,
zihnin içinde bulunacağı yerle birlikte
belirleyen “o” işareti, “ben” için
belirlediği yer her neresi olursa olsun –
ki zaten kişisel bir belirlemedir- “o”ya
göre belirlenmiş olduğunu kesinlikle göz
ardı edemez. Yani kısaca, insan/ben
kendi zihninde bir nesne/anlam
hükmündedir ve bu nesne “o”ya göre
konumlandırılmıştır. Bu belirleyiciyi (o)
hesaba katılmadan yapılan tüm
konumlandırmalar, zaten konumları
yerleşmiş parçaların ucu sonsuza uzanan
bir döngünün içinde, sonsuzca uzayan
oyalayıcı işlemlerden ibaret kalır.
MARSHALL BERMAN
“KATI OLAN HER ŞEY BUHARLAŞIYOR”
MEHMET DEMİRHAN
GİRİŞ
MODERNLİK- DÜN, BUGÜN VE YARIN
Modernlik;
kendimizi
ve
dünyayı
değiştirmeye olanak sağlarken, aynı zamanda
bildiğimiz her şeyi, sahip olduğumuz her şeyi yok
etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi.
Modernlik, insanlığı birleştirici bir unsurdur,
bölünmüşlüğün birliği. Yani paradoksal bir birlik.
Kısaca Marx’ın dediği gibi ‘’ katı olan her şeyin
buharlaşıp gittiği ‘’ bir evredir modernlik.
Sınıf mücadeleleri, sanayileşmeyle ve aynı
zamanda gelişen teknolojiyle başlayan; insanları hiçte
alışık olmadığı bir ortama zorlayan, toplumları
birbirine bağlayan (ki aslında bu bağlanma bir
mücadelenin
doğurduğu,
yani
kopukluğun
bağlanmasıdır), ulus devletlerini gitgide güçlendiren,
insanları bir araya getirip yönlendiren kapitalist
dünya pazarı, 20. yy’da modernleşme dediğimiz
girdabı doğurmuştur. Aslında 18. yy’da insanlar
kendilerini bilmedikleri bir kasırganın yani
modernleşmenin
içinde
bulmuşlardır.
Modernleşmenin ikinci evresi ise 1789 Fransız İhtilali
ile olmuştur. Son evrede ise 20. yy’da neredeyse tüm
dünyayı kaplamış bir modernizm ile karşılaşıyoruz.
Modernliğin ilk evresinde, ilk modern ses Jean
Jacques Rousseau’nun sesidir. Yazdığı ‘’Yeni Heloise’’
adlı romanında kırdan şehre doğru bir keşif hamlesi
söz konusudur. Yine aynı romanın kahramanına yani
Saint Preux’a ‘’neye ait olduğunu ve ne olduğunu
unutturan şey’’ olarak tanımlıyordu modernizmi.
Modernizmin 19. yy’daki ikinci evresinde ise
iki düşünür çıkar karşımıza: Karl Marx ve Friedrich
Nietzsche. Genellikle çağımız modernizminin asıl
kaynağı sayılan Nietzsche ve adı modernizmle
bağdaştırılmayan Marx. Nietzsche’nin modernizme
bakış açısı ‘’yarı barbarlık’’ olarak karşımıza çıkıyor.
Nietzsche der ki; “ biz modern insanlar yani yarı
barbarlar, kutsal sonsuz mutluluğumuza, en fazla
tehlikede olduğumuz anda erişiriz ancak. İştahımızı
kabartan tek uyarıcı sonsuzluk, ölçüsüzlüktür”. O da
Marx gibi yeni bir tür insanın doğuşuna duyduğu
inancı vurgular. Bir “insanüstü”ne…
20.yy modernizmine bakış açısı, yüz yıl öncesine
nazaran daha kaba, daha basit, daha az incelikli ve
daha az diyalektik olma eğilimindedir. Tıpkı İtalyan
fütüristlerin dediği gibi bir tarz. Yani : “manevi acının,
iyi yürekliliğin, bağlılığın ve aşkın; dirimsel enerjiyi
yıpratan güçlü bedensel elektriğimizi kesintiye
1
uğratan bu zehirlerin
tamamen yok olduğu,
insan dışı bir tip
yaratmak
istiyoruz”
felsefesiyle anlatılmak
istenen tarz. Yani “bir
gelenek
yıkma
geleneği”
ve
“bir
olumsuzlama kültürü”.
Bu yüzyılda modernlik
makinalarca
oluşturulmaktadır ve
modern
insanlar
sadece
mekanik
kopyalardır.
Modernizme olumlu
ve olumsuz bakış olarak, iki ana düşünce ortaya
çıkmıştır. Olumsuz bakış “modernizm baştan çıkarır”
görüşü altında toplanmıştır. Olumlu bakış yani
postmodernistlerin ülküsü ise modern dünyanın dur
durak bilmeksizin önlerine yığıp durduğu şeylerin,
malzemenin ve düşüncenin muazzam zenginliğine ve
çeşitliliğine açılmaktı.
BİRİNCİ BÖLÜM
GOETHE’NİN
FAUST’U:
GELİŞMENİN
TRAJEDİSİ
Goethe’nin Faust’u, 18. yy’ın sonu ve 19. yy’ın
başında kendine özgü modern bir dünya sistemini
ortaya çıkaran süreci dramatik bir tarzda ifade eder.
Bu roman Avrupa Romantizmi’nin en üst
noktalarından biridir. Faust; hayalci, âşık ve gelişmeci
olmak üzere üç başkalaşımda incelenebilir. Üçüncü
başkalaşım olan gelişmeci bölüm modernizmle ilintili
olduğu için ona değineceğiz. Faust bu bölümde
modern öz bilincin doruk noktasına ulaşmıştır.
Buradaki “yeraltı gücü” modern endüstriyel
örgütlenmenin güçleridir. Geniş ufuklu, yoğun ve
sistematik bir işgücü örgütlenmesidir. Faust’un yaşlı
çifte onun olmayan ıhlamur ağaçları için yaptığı ve
reva gördüğü uygulama, aslında modern dünyaya
özgü bir kötülük tarzıdır. Faust’un sevdiğini sandığı
ama aslında sevmekten korktuğu Gretchen ise eski
dünyadaki güzel şeyleri simgelemektedir. Yaşlı
çiftlerin ve Gretchen’in gerçek yaşamdaki tecellisini
ise Sovyet Rusya’nın Stalin yıllarını akla getirir.
Stalin’in ilk gösterişli gelişim projesi Beyaz Deniz
Kanalı, herhangi bir çağdaş kapitalist projeye gereken
çok daha fazlasını, yüz binlerce işçinin canını aldı.
53:
Hatta 1932 ile 1934 yılları arasında, daha on yıl önce
devrim ile kazandıkları toprağı kolektifleştirmek
isteyen yeni planın yoluna çıktıkları için katledilen
milyonlarca köylüye göre iyi durumda sayılırlardı
Faust’un kahramanları. Aslında bu bir sahte
Faustçuluktan başka bir şey değildi.
Artık birçok insan için, yüzyıllardır süren
modernleşme projesi felaketle biten bir hata, kozmik
bir yıkım ve şer eylemi gibi görünüyor. Faust figürü
ise yeni bir simgesel rolle, insanlığı doğadan koparan
ve yüz binleri felaket yoluna çeken şeytan olarak
ortaya çıkıyor. Bütün insanlığı öldürmeden önce
öldürülmesi gereken bu ölümcül güç “modern
ilerleme kültürü” idi ve bu gücün bir numaralı
kahramanı da Faust’tu.
İKİNCİ BÖLÜM
KATI OLAN HERŞEY BUHARLAŞIYOR:
MARX, MODERNİZM VE MODERNLEŞME
Marx’ın Komünist Manifesto’su modern burjuva
toplumunu tasvirinin doruk noktasıdır. Marx’a göre
insanlar katı olan her şeyi eriten modernlik sürecinin
hem öznesi, hem de nesnesidirler. Marx, kapitalizmin
modern hayatın her yönüne yaydığı gözü kara sürat
ve delice ritmi betimlemekle kalmayıp gözler önünde
canlandırmakta, sahnelemektedir. Marx’a göre
burjuva
toplumu
insan
etkinliğinin
neler
getirebileceğini ilk kez göstermiştir.
Manifesto’nun birinci kısmında yüzyıl sonra
modernizm kültürünü biçimlendirecek ve ona can
verecek kutupsallıkları ortaya serer: tatmin edilemez
arzular ve güdüler, sürekli devrim, sonsuz gelişme,
daimi yaratma, hayatın her alanında daimi yenilenme.
Bir yandan da onu radikal antitezi, nihilizm,
durdurulamaz yıkım, hayatın darmadağın olması,
çiğnenmesi, dehşet… Manifesto bu bağlamda diğer
tüm özellikleri bir yana ilk modernist sanat yapıtıdır.
Marx “modern burjuva toplumu, böylesine kudretli
üretim ve mübadele araçlarını bir araya getirmiş olan
bu toplum, kendi tılsımlarıyla hizmete çağırdığı yeraltı
güçlerini kontrol edemez olmuş bir büyücüye
benziyor” diyerek modern burjuva toplumu ile
teknolojik gelişim arasındaki bağlantıyı da açıklayan
ilginç bir benzetme yapar.
Kısacası “katı olan her şeyin buharlaşması” elbette her
şeyin karşıtına gebe olmasından kaynaklanıyordu.
Çünkü Marx’ın sözünü dikkatle irdelersek, katının
buhar haline gelmesi kendi zıttına dönüşmesiyle, yani
sıvılaşmasıyla olur. Tıpkı bunun gibi; katı olarak
yorumlayabileceğimiz her şey, kültürel, dinsel, politik,
etik gibi tüm katı kurallar bütünü olan birleşimler bir
gün buharlaşacaktı ve kendi zıttını doğuracaktı.
Marx’a göre Tanrı inancının materyalizme,
Nietzsche’ye göre Hristiyanlığın, Tanrı’nın ölümüne ve
nihilizmin yükselişine neden olduğu gibi.
Sonuç olarak modernizm de eski katı kuralların
buharlaşmış ve zıttına dönüşmüş bir hali oluyordu.
Problems with Ethics
in an Evolutionary/Materialistic World-View
54:
Paul Gosselin
In the following text will
explore the subject of ethics in the
context of an evolutionary /
materialistic world-view. My
thinking on this subject was
provoked in part by discussion
with
a
professor
of
anthropology[1] I worked for in
past years. We were discussing
evolution and I had brought up
the social impact of Darwinism in
the form of Nazi race politics and
the Communist Gulag prison
system in Soviet Russia. He
retorted
that
painting
all
evolutionists with the same brush
wasn't legitimate and that not all
evolutionists were Nazis. I had to
admit that it is true that it would
be unfair to infer that all
evolutionists
are
morally
depraved, but I continued to have
doubts about trying to derive any
worthwhile ethical system from
an evolutionary / materialistic
world-view.
My first reaction to the
effort of trying to derive ethics
(expectations of how humans
should interact with one another)
from
an
evolutionary
/
materialistic world-view is: How
do you do that ?? How do
evolutionary processes logically
tie into/justify ethics ? Reduced to
its simplest expression, the
problem of a code of ethics in an
evolutionary
/
materialistic
world-view in my view must deal
with the following issues:
Suppose I am a materialist and in
a
position
of
superiority
(materially,
physically
or
intellectually), that is a position
which would allow me to exploit
or oppress another human being.
Suppose I should feel like
exploiting or oppressing that
other human being then and the
question occurs why shouldn't I
be free to do so ? If my natural
instincts, established by millions
of years of evolution, put me in
the mood to exploit or oppress
another human being, why
deviation from my natural
instincts ?? Furthermore who
would dare oppose me (on logical
grounds,
excluding
brute
strength) ? Who would set himself
up as a judge of my morality and
of my conscious ? Why should
other's scruples, other's guilty
conscious be binding on me ? On
what authority ?, since, I the
materialist, do not recognise any
God or gods to whom humanity
has to answer.
One other point, since science, a
priori, excludes matters of ethics
and morals and if the gods are
dead, then what other standard do
we have except to imitate nature ?
Regarding relations between men
and women this is precisely the
view of Donatien Alphonse
Francois, the marquis de Sade. He
is the sort of person (no friend of
Christianity in any shape or
form...) who is not shy about
saying out loud what other
hesitate to think in private, nor is
he fearful of taking premises to
their logical conclusion. He notes
... (1795/1972: 112)
"If it is undisputed that
we [men -PG] have received from
nature the right to express our
[sexual - PG] desires indifferently
to all women, it equally true that
we have the right to require them
to submit to our desires, not on an
exclusive basis [Sade is thinking of
marriage for life here - PG], I
should be contradicting myself,
but on a temporary basis. It is
undeniable that we have the right
to establish laws requiring her
[the woman - PG] to submit to the
passion of he who desires her.
Violence is one of the implications
of this right and we are entitled to
use it legally. But why not !?
Nature itself has proven that we
have this right in that it has
55:
endowed us with superior
strength with which we may
submit them to our desires."
(translation PG)
Basically,
this implies that if nature is at
times cruel, why shouldn't we be
as well ? How can a person and/or
society set up rules governing
human
behaviour
(that is
morality) in the context of a
materialistic
world-view,
especially a materialistic worldview that is logically consistent ?
On what basis ? Where should
these rules come from ? William B.
Provine, an evolutionist and
professor of biology at Cornell
University makes the following
statement on the philosophical
impact of the theory of evolution
(1990: 23):
"(...), when he [Darwin]
deduced the theory of natural
selection
to
explain
the
adaptations in which he had
previously seen the handiwork of
God, Darwin knew that he was
committing cultural murder. He
understood immediately that if
natural
selection
explained
adaptations, and evolution by
descent were true, then the
argument from design was dead
and all that went with it, namely
the existence of a personal god,
free will, life after death,
immutable moral laws, and
ultimate meaning in life. The
immediate reactions to Darwin's
On the Origin of Species exhibit, in
addition to favourable and
admiring responses from a
relatively few scientists, an
understandable fear and disgust
that has never disappeared from
Western culture."
Some humanists reply to
this is that since the appearance of
Darwinism on the world stage the
end of the world hasn't occurred,
nor has the West become a moral
cesspool.
Now
from
a
Christian/Creationist point of
view one may very well be
tempted to dispute this point, but
there actually is little harm done
in allowing it (at least for
purposes of argument, bear with
me...). Even if we do allow this
point (that the West hasn't yet
become a moral cesspool) there
are two things that need to be
pointed out. First of all, it is
important to note that the theory
of evolution, though popular in
academic circles, has never been
entirely accepted in Western
societies at large, so the impact of
evolution on these societies may
not be as thorough as we might
expect from looking at what we
hear in the media or in university
classes. Secondly, there exists,
even among the academic and
media elite (whose acceptance of
evolution is almost complete) a
certain social inertia, which
entails
maintaining
certain
scruples, relics of the past, a past
that was more moralistic and
religious than the present. [Ex. ? A
good
example
is
atheists
celebrating Christmas in some
form]. These moral scruples and
inhibitions still subsist simply
because
they
haven't
yet
disappeared from the collective
memory. A matter of cultural
inertia. Yet time, and an efficient
propaganda
machine,
will
eventually wear down these
moralising reflexes especially
since they have become detached
from their original religious base
and they subsist, for the most
part, due to inertia more than due
to
deep
conviction
and
commitment of large segments of
population in the West. Morality,
then, in a materialistic world-view
is a bit like the corpse of a person
who has just died a violent death.
After there is no pulse, the
corpse's members may twitch and
jerk for a while, but eventually all
movement will cease. Western
society is like that corpse, there
are some moral reflexes left in the
body, but for the most part they
have been disconnected from
their life-force and, given time,
eventually all moral reflexes will
cease.
C. S. Lewis, in his book entitled
Abolition of Man, discusses the
issue of world-view vs. actual
behaviour. The following quotes
are drawn from a discussion of
the views of the authors of an
essay on education (and morality)
in English schools. (1946/1978:
18)
"Propaganda is their
abomination: not because their
own philosophy give a ground for
condemning it (or anything else)
but because they are better than
their principles. They probably
have some vague notion (I will
examine it in my next lecture) that
valour and good faith and justice
could be sufficiently commended
to the pupil on what they would
call 'rational' or 'biological' or
'modern' grounds, if it should ever
become
necessary."
(1946/1978: 19) "Without the aid
of trained emotions the intellect is
powerless against the animal
organism. I had sooner play cards
against a man who was quite
sceptical about ethics, but bred to
believe that a 'gentleman does not
cheat',
than
against
an
irreproachable moral philosopher
who had been brought up among
sharpers. In battle it is not
syllogisms that will keep the
reluctant nerves and muscles to
their post in the third hour of the
bombardment."
Lewis' basic position seems to be
that the evolutionist / materialist
will, in most cases, continue to act
morally (according to the "Tao" as
Lewis would say[2]) as long as
there are mothers and fathers
around who raise their kids with
at least some sense of right and
wrong. This means that in the long
run the context in which a
person's moral reflexes were
conditioned in their childhood
years is (for the most part) more
important than the beliefs a
person may come to hold
intellectually many years later
(exceptions do exist I would
concede). When such a moral
environment
is
no
longer
provided for children, we may
then expect trouble on a big scale.
One may also expect "trouble on a
big scale" when political leaders
56:
appear on the world scene who
are ready to really act on their
evolutionary / materialist worldview (such as Hitler and Stalin
did). It appears that Stalin once
said that "The death of one man is
a tragedy, but the death of
millions is a statistic." If one takes
into account Stalin's world-view,
then one would have to admit that
he was being perfectly logical in
making such a statement. I think
this approach helps to understand
intellectuals such as the late S. J.
Gould who decry racism, are
against eugenicist policies and
other such things. They are
examples of people, as Lewis says
who are "better than their
principles". They are not, then,
products of their ideology but of
their
cultural
background
(especially family). One wonders
how many of these 'humanistic
evangelists' come from religious
backgrounds (either Christian or
Jewish) ? Lewis makes another
interesting remark on relativism
which relates to the previous
issues raised above. (1946/1978:
22)
"Their scepticism about
values is on the surface: it is for
use on other people's values;
about the values current in their
own set [social milieu - PG] they
are not nearly sceptical enough.
And this phenomenon is very
usual. A great many of those who
'debunk' traditional or (as they
would say) 'sentimental' values
have in the background values of
their own which they believe to be
immune from the debunking
process. They claim to be cutting
away at the parasitic growth of
emotion, religious sanction, and
inherited taboos, in order that
'real' or 'basic' values may
emerge."
Relativism only goes so far... And
this sort of thing would seem very
common in the social sciences,
and probably among most
Western media people too.
It would seem that the
most devastating weakness of the
attempt to erect ethics within an
evolutionary
/
materialistic
world-view is the flexibility of
meaning that this myth has. Nazi
race policies, the Stalinist Gulag
slave labour system, a 19th
century laissez-faire capitalist
sweat-shop
or
de Sade's
phallocratic sexual politics or
Julian Huxley[3]'s more humane
approach are all (within the
presupposition
of
the
evolutionary
/
materialistic
world-view) are all equally valid
interpretations. Unless one goes
outside the system and appeals to
some form of TRUTH (a 'Tao')
providing criteria with which to
judge between good and evil
attitudes / behaviour then these
varying
implementations
of
Darwinism will all remain equally
valid interpretations of the
evolutionary
/
materialistic
world-view. This situation results
from the fact that evolution is a
weak origins myth (compared to
other origins myths ) as it says
little about what humans are and
what their value is. This situation
also results from the fact that,
from the start, evolution, as an
origins myth, never has been
solidly linked (as are most origins
myths) to a particular religion or
ideology. Such a system would
provide the additional meaning
that most origins myths lack (as
most origins myth provides only
general
information
on
cosmological issues not specific
moral prescriptions).
Most of the evolutionist's
argument relative to ethics
derived from evolution involves
an arbitrary presupposition, that
individuals should consider the
"common
good"
when
determining their behaviour.
Empirical observation of real
human behaviour indicates that
such considerations will only
occur if an individual is motivated
by a larger world-view. The basic
approach
taken
by
many
evolutionists seems to be to take
morality, in humans, for granted,
and to some extent they would
agree with C. S. Lewis on this
point, but not for the same reason.
Robert J. Richards, in a defence of
evolutionary ethics, says (1987:
622)
"Evolution provides the
structured context of moral
action: it has constituted human
beings not only to be moved to act
for the community good but also
to
approve,
endorse,
and
encourage others to do so."
The question which immediately
springs to mind is: "What basis
can there be for ethical behaviour
in a materialist world-view ?"
Christians and Jews believe that
humans have dignity because they
are created in the image of God.
This provides a basis for valuing
human life and learning to
demonstrate altruistic behaviour
(Love) towards others. But where
would you get such a justification
in a materialist world-view ?
Evolutionists (such as Richards)
believe that morality (and
altruistic behaviour) is the result
of natural selection and that these
forms of behaviour have evolved
because have selective advantages
for the species as a whole.
Richards says (1987: 623)
"The
justification
for
the
imperative advice to a fellow
creature, "Act for the community
good", is therefore: "Since you are
a moral being, constituted so by
evolution, you ought to act for the
community good"."
This may sound plausible in
theory, but what do you do if you
are a Jew in Auschwitz or a
woman witnessing her child being
molested by a hoodlum or a
political dissident wanting to
speak your mind in communist
China or happen to live in an
inner-city neighbourhood run by a
drug lord ? How do you get your
enemies to think of "the
community good" ??? This
bringing in of the concept of "the
community good" seems to imply
(on the part of evolutionists,
unconsciously no doubt) a society
still living off the benefits of the
Judeo-Christian
value-system
while denying the basis for these
57:
values. In such a materialist
society, sooner or later these
values will be swept aside as well
(ALCU notwithstanding). CS Lewis
points out another difficulty in
deriving morals from instincts
placed in us by evolutionary
processes (1943/1977: 22)
"If the Moral Law was one
of our instincts, we ought to be
able to point to some one impulse
inside us which was always what
we call "good", always in
agreement with the rule of right
behaviour. But you cannot, there
is none of our impulses which the
Moral Law may not sometimes
tells us to suppress, and none
which it may not sometimes tell
us to encourage. It is a mistake to
think that some of our impulses –
say mother love or patriotism –
are good, and others, like se or the
fighting instinct, are bad. All we
mean is that the occasions on
which the fighting instinct or the
sexual desire need to be
restrained are rather more
frequent
than
those
for
restraining mother love or
patriotism.
But
there
are
situations in which it is the duty of
a married man to encourage his
sexual impulse and of a soldier to
encourage the fighting instinct.
There are also occasions on which
a mother's love for her own
children or a man's love for his
own country have to be
suppressed or they will lead to
unfairness towards other people's
children or countries. Strictly
speaking, there are no such things
as good and bad impulses."
Philip Yancey (a relatively
well-known American Evangelical
author) writes about a visit (with
other evangelical leaders) to
Russia
after
the
fall
of
Communism
(which
had
consistently
applied
a
materialistic world-view for over
70
years).
Think
about
this...(1995: 131)
"The
Pravda
editors
conceded to us that they did not
know how to motivate people to
show compassion. A recent
campaign to raise funds for the
children of Chernobyl had
foundered. The average Soviet
citizen would rather spend his
money on drink than support
needy children. Their own polls
had revealed that 70% of Soviet
parents would not allow their
own children to have contact with
a disabled child; 80% would not
give money to help; some
advocated infanticide. "How do
you reform change, motivate
people ?" the editors asked us."
On this same subject a Romanian
author, Sergui Grossu, adds
(1979: 62-63):
Before the introduction of the
atheistic education in Lithuania,
theft, corruption, attacks on
human life, rape, were very rare
occurrences, however in our days
such cases happen daily. Dealing
with juvenile delinquents, it has
been necessary to build cells in
offices of the militia. Never before
in Lithuania has alcoholism,
murder, lies, dishonesty, the
refusal to accomplish one's duty
been as rampant as these last
years. Everywhere, one observes a
lack of conscience, in employees,
officials, in shops, in factories, in
administrative offices, in hospitals
and elsewhere. Reality has
demonstrated
that
atheistic
education has not been able to
provide our youth with healthy
moral principles and atheistic
propaganda has not managed to
raise the moral level in society.
(translation PG)
We may wonder what
society should do if the individual
responds to requests to think of
"the community good" by saying
that their selfishness is genetic
(think of the "gay gene"...) and
that it would be wrong to deny
their selfish impulses... What then
? Another dodge one could also
employ would be to simply
employ a very narrowly definition
of what one means by "the
community
good"
and
understanding it as being strictly
related to one's own (race, family,
self) interests. What then ???
Within the materialist standpoint,
why shouldn't these narrow
definitions of "the community
good" be perfectly legitimate ?
There's
no
reason
why...
(excluding unconscious reference
to Judeo-Christian views on good evil). In any case, there may be
other reasons for unregenerate
men and women to ignore appeals
to "the community good" simply
because their life-history may
have taught them that one has
ever cared about them so why
should they give a **** about
anyone
else
??
In
such
circumstances there's no logical
reason to exclude selfishness as a
legitimate form of adaptation in
the evolutionary / materialistic
world-view especially if it is
perceived as enhancing their
chances of survival. In the
following quote, Francis Schaeffer
explores two consequences of the
adoption of a materialistic view of
man (1982/94: vol. V 290):
"On the one hand, the idea that
mankind is only a collection of the
genes which make up the DNA
patterns has naturally led to the
concept of remaking all of
humanity with the use of genetic
engineering. On the other hand, it
has led to the crime and cruelty
that now disturb the very people
whose teaching produces the
crime and cruelty in the first
place. Many of these people do not
face the conclusion of their own
teaching. With nothing higher
than human opinion upon which
to base judgements and with
ethics equalling no ethics, the
justification for seeing crime and
cruelty as disturbing is destroyed.
The very word crime and even the
word cruelty lose meaning. There
is no final reason on which to
forbid anything - "If nothing is
forbidden, then anything is
possible."
If man is not made in the
image of God, nothing then stands
in the way of inhumanity. There is
no good reason why mankind
should be perceived as special.
Human life is cheapened. We can
58:
see this in many of the major
issues being debated in our
society
today:
abortion,
infanticide,
euthanasia,
the
increase of child abuse and
violence of all kinds, pornography
(and its particular kinds of
violence
as
evidenced
in
sadomasochism), the routine
torture of political prisoners in
many parts of the world, the crime
explosion, and the random
violence which surrounds us."
In the context of relations
between the individual and the
State Schaeffer notes (1982/94:
vol. V 467):
"You must understand that those
in our present material-energy,
chance oriented generation have
no reason to obey the state except
that the state has the guns and has
the patronage. That is the only
reason they have for obeying the
state. A material-energy, chance
orientation gives no base, no
reason,
except
force
and
patronage, as to why citizens
should obey the state."
Try and imagine cases where an
evolutionary
/
materialistic
world-view was put into practice
on a wide scale and did not
produce horrors of some sort. I
can't think of any but, even if
there were, the list would be
short. Or at the other end of
things, do evolutionists have any
heroes
of
altruism
and
compassion that could compare to
people like Florence Nightingale,
Albert Schwietzer, Mother Teresa
of Calcutta[4] ? Douglas H.
Boucher (not a creationist), in an
article on the philosophical and
social impact of Darwinism notes
that the theory has always had
important political repercussions
(and he lists Malthus conservative
policies, 19th century social
Darwinism [basically racism],
eugenics in the 1920s, Nazi race
policies
in
the
1930-40s,
population policies in our
generation and socio-biology) and
points out that the links between
the biological theory and the
political theories (and practices)
are clear and the consequences
dramatic - racism, sterilisation
and even genocide - and well
known. Boucher also adds (1981:
83-84)
"We [evolutionists - PG]
are in the habit of denouncing
these links as abuses of
Darwinism, regrettable of course,
but with no real relation to the
scientific validity of the theory.
Some may see in these
counterfeits a powerful argument
for total separation of science and
politics. As for myself, I draw a
completely different conclusion;
that scientific theories (whether
they are "true" or "false', "strong"
or "weak") and ideologies are
inseparable. The relationship
between
adaptationism,
malthusian views, and mendelism,
on one side, and the development
of Western capitalism, on the
other, is perhaps just as
historically inevitable as it is
unjustifiable logically. (translation
PG)
In Genesis 3: 5 Satan
offers Adam and Eve the
forbidden
fruit,
conferring
knowledge of Good and Evil. In
the West it seems that, with the
rejection of the Judeo-Christian
world-view, the forbidden fruit
has been too well digested and
knowledge long lost. We no longer
distinguish between good and
evil. All we do know is what
science and technology allow us to
do. Who will tell us what not to
do, unless it turns out to be
something deemed "politically
incorrect" by media elites or
superior court judges? The winds
of morality in our time are ever
changing. The media have always
been powerful and can make or
break fads in clothing or fads in
music. But in our generation their
influence has expanded greatly
and now they can make or break
fads in public morality. If baby
seals, owls and whales are
thought of as cute (in other words
good for ratings...) then it is
immoral to hurt them, but if the
media feels they are no longer
cute, then they go to thepurgatory
of Hollywood hasbeens.
The media elite have now
assumed ideological functions
performed
in
previous
generations only by bishops,
rabbis and pastors. With the
influence they now wield they can
create new taboos, censor public
discourse and tell us what to think
and how to behave. They can
break the careers of politicians
whom they deem "non-kosher".
With media backing, anything
becomes possible. They decide
what issues gets coverage and
which opinions get attention (and
those that don't). Few groups in
the West have such power. Who
knows what the next moral fad
will be ? Perhaps pæedophilia as
an positive expression of selfhood
or the killing off of unwanted
elderly people or others with
diseases which are expensive to
treat will be seen as acts of
compassion ? Why not ? Who's to
stop such things from happening
if they have become fashionable
and have backing in the media
and the superior courts ? In the
long run, one may expect that the
numerous books in university
libraries by evolutionists on how
ethics can be derived by
evolutionary
processes
are
destined to be read only by other
evolutionary academics and then
gather dust in another form of
natural selection...
Bibliography
Boucher, Douglas H.
Le néo-darwinisme: mythes et réalités. pp. 77-84
in Darwin après Darwin. Levy, Joseph J. & Cohen,
Henri (éds.) Presses de l'Université du Québec
Sillery, Qc (coll. Journee d'études multidisciplinaire, Dec. 1982 (U. du Québec à
Montréal)) 1984 220 p.
Chamberlain, Paul
Can We Be Good Without God?
Downers Grove, IL: InterVarsity Press, 1996
Grossu, Sergu
Les enfants du Goulag: Chronique de l'enfance
opprimée en URSS.
Editions France-Empire Paris 1979 255 p.
Lewis, C. S.
The Abolition of Man: Reflections on education
with special reference to the teaching of English
in the upper forms of schools.
Collins Glasgow 1946/1978 63 p.
Lewis, C. S.
Mere Christianity.
MacMillan New York 1943/1977 190 p.
59:
Provine, William B.
Response to Phillip Johnson. (Letter) pp. 23-24
in First Things mag. no. 6 (October 1990)
Richards, Robert J.
Darwin and the emergence of evolutionary
theories of mind and behavior.
University of Chicago Press Chicago & London
(coll. Science and its conceptual foundations)
1987 700 p.
Sade, Marquis de; & Blanchot, Maurice
Français, encore un effort si vous voulez etre
républicains_. (extrait de La Philosophie dans le
boudoir”) précédé de L'inconvenance majeure.
Jean-Jacques Pauvert Paris (collection Libertés
nouvelles; 23) 1795/1972 163 p.
Schaeffer; FrancisThe Complete Works of Francis
Schaeffer: A Christian World-View.
Crossway Books Wheaton IL 1982/1994 vols. I-V
Yancey, Philip
Finding God in Unexpected Places.
Moorings (Ballantine/Random House)
Nashville TN 1995 240 p.
Notes
[1] - Non-Christian as far as I know.
[2]- CS Lewis' definition of the Tao:
"This conception in all its forms,
Platonic, Aristotelian, Stoic, Christian,
and Oriental alike, I shall henceforth
refer to for brevity simply as 'the Tao'.
Some of the accounts of which I have
quoted will seem, perhaps, to many of
you merely quaint or even magical. But
what is common to them all is
something we cannot neglect. It is the
doctrine of objective value, the belief
that certain attitudes are really true,
and others really false, to the kind of
thing the universe is and the kind of
things we are. Those who know the
Tao can hold that to call children
delightful or old men venerable is not
simply to record a psychological fact
about our own parental or filial
emotions at the moment, but to
recognize a quality which demands a
certain response from us whether we
make it or not. I myself do not enjoy
the society of small children: because I
speak from within the Tao I recognize
this as a defect in myself - just as a man
may
have to
recogni
ze he is
tone
deaf or
colour
blind."
(p. 16)
[3] - J. Huxley
was involved in
writing the
UNESCO charter.
[4] - Though one
may have
reservations
about aspects of
their theology, I
have no reason
to doubt that the
basic thrust of
their work draws
inspiration on
Christ's
command to love
one's neighbour.
****************
****
FELSEFE OKULU AMBLEMİNİN
ANLAMI
Öndeki Kitabın bir tarafı DOĞUYU, bir tarafı BATIYI temsil
ediyor.
Ortadaki Hilal İslamın sembolü..
Dört Sütun İMAN, İLİM, İRFAN ve HİKMET anlamına geliyor
Üçkubbe üç büyük dini temsil ediyor.
Büyük kubbe evrenselliği ve insanlığın ortak değerlerini
temsil ediyor.
60:
Sophia perennis / 3
hikmet-i Halide/ezeli hikmet
Yazı işleri Editörü
Burak CAN
[email protected]
Yayın Yönetmeni
Bülent SÖNMEZ
Diyarbakır Felsefe Okulunun Dönemlik felsefe ,sanat ve edebiyat seçkisi..