2. Sayı - Aksu Mehmet Süreyya Demiraslan Meslek Yüksek Okulu

Transkript

2. Sayı - Aksu Mehmet Süreyya Demiraslan Meslek Yüksek Okulu
çindekiler
7
8
8
9
9
10
15
16
17
17
18
19
19
20
Yaşam Sanrıları
Yaka Kanyonu
Gel Baba!
Stres
26
27
28
38
39
Tükenmek
'Ro'U$GHP()(
g÷U*|U0XUDWd$1&,
Editörler
g÷U*|U0XUDWd$1&,
g÷U*|U1XULWWLQ$5,.$1
g÷U*|U+VH\LQù$7,5(5
g÷U*|U%HGLDhPP*$)$5
dD÷OD6(57
+DFHU*h5%h=
<XVXI720$1
+DELEH$<'2ö'8
+VH\LQ$<'2ö08ù
1HVOLKDQ.,/,d
(PLQH5H\KDQ&2ù.81
&HYGHWg='(ù
%OHQW$.%8ö$
+DVUHW%$<5$0
%HVQD$6/$1
0XKDPPHG%<,/0$=
.HQDQ6$/$5
(VUDù(17h5.
'HU\D*h/2ö/8
+DOLPH6$<,1
(QHV.$5$.2d
'HUJLPL]GH\D\×QODQDQ\D]×ODU×QWPVRUXPOXOXNODU×\D]DUODU×QDDLWWLU
1
İlkin
Doç. Dr. Adem EFE | AKSU Mehmet Süreyya Demiraslan MYO Müdürü
Şu an elinize aldığınız, elinizde tuttuğunuz ve okumaya başladığınız dergi, Meslek Yüksekokulumuz
tarafından kültürel ve bilimsel etkinlikler kapsamında
çıkarmaya karar verdikten hemen sonra ortaya koyduğumuz çabanın ikinci sayısı, ikinci adımı. Yürümek
hatta koşmak için ilk adımı atmak gerek ilkesinden
hareketle birinci sayımızı Mayıs 2013’te yayınlayarak
ilk adımımızı atmıştık. İlçede yayınlanan ilk dergi olmasının bazı dezavantajlarına rağmen dergimiz farklı
çevrelerden olumlu tepkiler aldı. Bu da bizi ve özellikle öğrencileri cesaretlendirdi ve heyecanlarını artırdı.
Akabinde hemen ikinci sayı için hummalı bir hazırlık
çalışmasına başlandı. Uzun uğraşlar, araştırmalar, koşuşturmalar sonuç verdi ve yeni bir sayıyla yeniden
“Merhaba” diyerek karşınıza çıkıp, beğeninize, takdirlerinize sunuyor ve eleştirilerinizi bekliyoruz.
Öğretim elemanları ve öğrencilerin yazı, karikatür ve
diğer çalışmaları ile ikinci sayımız ilkine nazaran her
bakımdan, mütevazı bir deyişle, biraz daha gelişmiş
vaziyettedir. Bu sayımızda öğrencilerin denemeleri
yanında akademik yazılara da yer verilmiştir. Bu haliyle dergi öğrenci ağırlıklı, onlara yönelik ‘yarı akademik’ bir dergi kimliğine bürünmüş oldu. Bu cümleden
olarak derginin büyük oranda öğrenci yazılarından
oluşan bölümü bizler için büyük önem arz ediyor.
Bana göre bu tür dergilerin işlevi de bu olmalı. Zira
bu tür dergilerin öğrencilerin kendilerini gösterebilecekleri, keşfedebilecekleri ve aşabilecekleri yerler ol-
2
duğunu düşünüyorum. Birçok akademisyenin birçok
yazar ve şairin ilk makalelerini, ilk şiirlerini, denemelerini bu tür dergilerde yazdıklarını söylersek herhalde
mübalağa yapmış sayılmayız. Bir başka deyişle bu
dergide yazan bazı öğrencilerin de ileride tanınmış,
ünlü birer araştırmacı, yazar ve şair olabileceklerini
söyleyebiliriz.
Yine bu sayıda yüksekokulumuzda gerçekleştirilen
akademik ve kültürel faaliyetler de kendilerine yer
buldu. Yüksekokulumuzdaki öğrencilerin tanışıp kaynaşması amacıyla bu yıl üçüncüsünü gerçekleştirdiğimiz dolayısıyla geleneksel bir hal alan Aşure ikramı,
ilk defa yaptığımız Çiğ Köfte Yapma Yarışması ve yine
öğrencilere yönelik panel ve konferanslarla ilgili haber ve fotoğraflar elinizdeki sayının sayfaları arasında
yer almıştır.
Bir dahaki sayımızda ilçemiz Aksu ile ilgili bilimsel ve
kültürel araştırmalara da yer vereceğimizi şimdiden
duyuruyoruz.
Derginin yayınlanmasında vesile olan başta kıymetli öğrencilerimize ve Öğr. Gör. Murat ÇANCI’ya, Öğr.
Gör. Hüseyin ŞATIRER’e, Öğr. Gör. Nurittin ARIKAN’a
ille de Öğr. Gör. Bedia Ümmü GAFAR Hanımefendi’ye
teşekkür eder ve bir sonraki sayıda buluşmak umuduyla hoşça kalın derim.
Mehmet Âkif Ersoy’un Dinî Şahsiyetini
Oluşturan Faktörlerden Biri:
Aile Ocağı
Doç. Dr. Adem EFE | AKSU Mehmet Süreyya Demiraslan MYO Müdürü
Çoğu büyük sanatkârlar gibi Mehmet Âkif Ersoy’un hayatını, kimliğini, kişiliğini, kendi eserinde,
Safahat’ta, bulmak mümkündür. Bu gerçekliği kabul etmekle birlikte millî
şairimiz Âkif’in hayatını,
dinî şahsiyetini ve onu
oluşturan faktörlerden
biri olan aile ocağını, bizzat kendi ifadeleriyle, ele alarak
değerlendirmenin
gerekli ve yerinde
olduğunu düşünüyorum.
Mehmet Âkif, hicri
1290 yılı Şevval ayında (22 Kasım veya
20 Aralık 1873) İstanbul’un geleneksel semtlerinden olan Fatih/Sarıgüzel Mahallesi/Nasuh
Sokağı’nda ailesine ait 12
numaralı evde doğmuştur.
Babası, oğluna, ebced hesabına uygun olarak Mehmet
Ragiyf” ismini vermiştir1. Âkif, bir
röportajında ismi konusunda şunları
söyler: “Babamın bana koyduğu asıl ad Mehmet
Âkif değil, Mehmet Ragiyf’ti. “Ragiyf” bir nevi ekmek demektir. Ben dünyaya geldiğim zaman babam
bana öyle bir kelime aramış ki ebced hesabıyla doğum tarihini göstersin. Onun için Ragiyf ismini vermiş. Bu adı beğenmemiş olmalı ki annem, beni Âkif
diye çağırırdı. Babam da ölünceye kadar Ragiyf dedi,
ama nüfus tezkeremde Âkif yazılı. Arkadaşlarım beni
Mehmet Âkif bilir.”2
Babasının ölünceye kadar Ragiyf demesine rağmen
nüfus kâğıdına Mehmet Âkif olarak geçmiştir. Âkif,
İstanbul’da doğmuş olmasına karşın babasının memuriyeti münasebetiyle nüfus kâğıdının Çanakkale/
Bayramiç’te çıkartılmasından dolayı, doğum yeri, olarak Bayramiç ilçesi kayıtlıdır.
Mehmet Âkif’in babası Fatih medresesi müderrisle-
rinden Arnavutluk’un İpek kasabasının Suşişe köyünden, “ümmi”, “yarı
vahşi” bir Arnavut olan Nureddin Ağa’nın oğlu Mehmet Tahir
Efendi(1826-1888)’dir. İpekli
Tahir Efendi çok temiz ve
titiz bir adammış. Ayrıca
Fatih Medresesi’nde dersiâm iki Tahir Efendi olduğundan arkadaşları,
ona, diğerinden ayırt
etmek için ‘Temiz Tahir
Efendi’ derlermiş.3
Tahir Efendi, o sıralarda kocası Derviş Efendi’nin ölümüyle dul kalan, iffet ve namusuna
herkesin şahit olduğu
Emine Şerife Hanım’a talip olmuştur. Emine Şerife
Hanım (1836-1926) ise anne
ve baba tarafından Buharalı
bir ailenin kızıdır. Kocasından
evvel iki oğlunu da kaybetmiş,
bir kızıyla İstanbul’da kalakalmıştır4. Âkif, çok sevdiği annesi hakkında
şunları söyler: “Annem Şerife Hanım’ın
annesi de babası da Buharalı’dır. Fakat
kendisi Anadolu’da doğmuştur. Bundan 140 yıl kadar önce Buhara’dan
‘Hekim Hacı Baba’ adında biri memleketimize geliyor, Boyabat’ta evleniyor. Sonra
karısını alıp Tokat’a gidiyor, ticaret için olacak.
İşte benim anneannem bu Buharalı babadan ve Boyabatlı hanımdan oluyor. Dedem anneannemi gene
Buhara’dan gelen tacir Mehmet Efendi ile evlendiriyor. Annem bunların kızıdır. Amasya’da çocukluğunu
ve gençliğini geçirmiş ve sonra ilk kocası ile beraber
Tokat’a gelmiştir. Bir müddet geçince İstanbul’a geliyorlar; Sarıgüzel’deki evimizi alıyorlar ve orada yerleşiyorlar. Pek az sonra annemin kocası ölüyor ve dul
aklıyor. O zaman annem, babam Tahir Efendi ile evleniyor.”5
İbnu’l-Emin, Âkif’in babasının ve annesinin fazileti
hakkında şunları söylemektedir:
3
“Salih, fâdıl, vefi, sahi (cömert), alicenap, mürüvvetkar, müstakim bir üstad-ı kamildi. Bir aile efradı gibi
senelerce beraber yaşadık. Hadidülmizac, seriulinfial olduğu halde bizi hiçbir surette incitmedi. Aslen
Buharalı olan refikası da hüsnü ahlak sahibi muhterem bir hanımdı. Tam manasıyla Müslüman Türk
kadını idi. Sağlam bünyeli, sağlam seciyeli, anlayışlı,
tecrübeli ve derin görüşlü, bir kadındı. İtikadı bütün
bir müslümandı. Beş vakit namazını ihmal etmez,
ibadetlerinden haz duyar, itikatlarını yaşar, iyilik etmekten, iyilik etmek için koşmaktan haz duyan ince
hisli, yüksek ruhlu bir insandı. Cenab-ı hak ikisini de
mazhar-ı rahmet buyursun.”6
açıklamayı yazmağa mecbur oldum”8 der.
Yukarıda da ifade edildiği gibi babasının Nakşbendî olmasına karşın Âkif daha sonraki hayatında da
hiçbir tasavvufi gruba intisap etmemiştir. Ali Nihad
Tarlan “Âkif tamamen şeriata bağlı olup, tasavvufu
ruhen yaşamış bir insan gözüküyor… Ne var ki içini daima sızlatan millet ve vatan sevgisi, bu madde
asrında tasavvufun bir kurtuluş yolu olamayacağı
kanaatiyle ruhunun bu cephesini bize ifşa etmesine
imkân vermiyor. (…) “O çok takdir ettiği İkbal gibi,
tasavvufun dinamizmini keşfedememişti. Nakşibendi tarikatine mensup olan babası da onu tasavvuf
terbiyesi vermemişti. Verse idi belki de onun, hakim
tarafı akıl ve mantık olan mizacına uygun düşmeyecekti. Tasavvuf onda bir iç meselesi idi. Çok geniş
ve şuurlu tesâmühü de belki buradan geliyordu.”9
Nurettin Topçu da Âkif’in yurttan ayrıldıktan sonra
hasret ve hicranın da sebebiyle din idealinde tasavvufa doğru bir yükseliş olduğunu söyler.10
Babası Tahir Efendi’nin bir diğer özelliği de onun bir
Osmanlı geleneği olan “Huzur Dersleri”ne muhatap
olarak katılan âlimlerden olmasıdır. Bilindiği gibi huzur dersleri Osmanlı Devleti kurulduğundan beri her
Ramazan ayında padişahların da katıldığı tefsir toplantılarıdır. Bu dersler, Sultan Üçüncü Mustafa tarafından 1758’de kanuna bağlanmıştır. Kur’an’dan bazı
ayetleri açıklayan bir hocaefendi ile onu dinleyen ve
yeri geldiğinde birtakım sorular sormak suretiyle
konunun açılmasını ve ilmi bir platforma dönüşmesini sağlayan on beş âlim (Muhatap) katılmaktadır.
Bu on altı âlim her ders değişmekte, padişah ve diğer davetliler de dinlemektedir. 11
Âkif’in eşi İsmet Hanım
Âkif, vefatından dört ay önce verdiği mülakatlarda kendisine ilk dini telkinlerini aile, mahalle ve
okul çevresinden aldığını ifade etmiştir. Bu konuda
özellikle dindar anne ve babasının kendisi üzerinde
olumlu etkilerine dikkat çekmiştir. “İlk dini terbiyemi
veren, ev ve mahalle, iptidai, rüşdi tahsilden aldığım
telkinler olmuştur. Bilhassa evin bu husustaki tesiri
büyüktür. “Annem çok abid, zahid bir hanımdı. Babam da öyle. Her ikisinin de dini salabetleri vardı.
İbadetin vecdini, zevkini, heyecanını tatmışlardı. Pederim, Nakşi şeyhlerinden Hacı Feyzullah Efendi’nin
müridlerinden idi. Annemin tarikate intisabı yok. Babam bana tasavvuf telkininde bulunmadı.”7 Hakkın
Sesleri’ndeki manzumelerinden birinin haşiyesinde
de babasından şöyle bahseder:
“Babam Fatih müderrislerinden Hoca Tahir Efendi
merhumdur ki benim hem babam hem de hocamdır. Ne biliyorsam kendisinden öğrendim. Şiirin daha
iyi anlaşılmasına, merhum da vesile olur diye bu
4
Âkif’in içinde yaşadığı ailesinin temel özelliklerinden
birisi de anne ve babasının çocuklarıyla yakından ilgilenmesidir. İlk eşinden olan çocuklarını kaybeden
Şerife Hanım, Âkif ile Nuriye’yi derin bir sevgi ve
şefkatle büyütüyordu. Tahir Efendi de çocuklarıyla
çok meşgul oluyor ve onları her bakımdan en güzel
şekilde terbiye etmeye çalışıyordu. Tahir Efendi erkenden kalkar, çocuklarını kendi elleriyle yıkar, kızı
Nuriye’nin saçlarını kendi elleriyle tarar, sahleplerini
pişirip içirir ve mekteplerine gönderirdi.12
Annesi İsmet Hanım da oğlu Âkif’ten devamlı ‘hocazadem’ diye bahsederek, ona olan muhabbetini
göstermiştir.13
Mehmet Âkif’in çocukluğu dindar, sâf, âbid ve zâhid
bir Müslüman çevrede geçmiştir. İçinde doğup büyüdüğü bu çevre şairin kişiliğini, karakterini ve dünya görüşünü derinden etkilemiştir. Süleyman Nazif
bu durumu şöyle tasvir etmektedir: “Maişet-i mütekaddimesinin eşkâlini zamanın icâbât-ı tabiiyyesi az
çok ta’dîl etmekle beraber, ilk devre-i hayatının esasını ve ruhunu asla tağyîr etmedi.”14 Buradan anlaşıldığına göre Âkif’in dini hayatının teşekkül edip gelişmesinde çocukluk döneminde ailesinden özellikle
babasından aldığı dini bilgilerin ve yaşayış biçimlerinin çok önemli katkısının olduğu muhakkaktır.15
İyi bir eğitimci olan Tahir Efendi iki çocuğunun da
manevi eğitimlerine ayrı bir özen göstermiştir. Onların dini, ahlaki ve kültürel değerleri yerinde görerek
anlayıp kavramaları için yakınlarında bulunan Fatih
Camii’ne götürmüştür. Âkif, Fatih Camii adlı şiirinde
kız kardeşiyle birlikte babasının iki yanında mutlu bir
halde camiye gittikleri o günleri 38 yaşlarında iken
şu şekilde dizelere dökmüştür:
dindarlığın yaşandığı ailede yetişen Âkif’in dini şahsiyeti konusunda M. Cemal “O, dini bir sanatkâr gibi
değil bir mütefekkir gibi sevmiştir”. der.16 Jaschke
de “Mehmet Âkif’i, sağlam, sarsılmaz hatta biraz çocuksu inançlı tam bir Müslümandı17. şeklindeki ifadesiyle onun dinî şahsiyetini değerlendirir.
“Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: “Bu gece,
Sizinle camie gitsek çocuklar erkence.
Giderseniz gelin amma, namazda uslu durun
Meramınız yaramazlıksa işte ev, oturun.”
Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi
Nazma durdu mu haliyle koyverir peşimi
Dalar giderdi. Ben artık kalınca azade
Ne aşıkane koşardım hasırlar üstünde
Hayal otuz sene evvelki hal-i pişimden
Geçirdi başladım artık yanımda görmeye ben;
Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak
Vücudu zinde, fakat saç sakal ziyadece ak
Mehib yüzlü bir adem: Kılar edeble namaz;
Yanında küçücük kızcağızla pek yaramaz
Yeşil sarıklı bir oğlan ki, başta püskül yok.
İmamesinde fesin bağlı sade bir boncuk
Sarık hemen bozulur, sonra şöyle bir dolanır
Biraz geçer, yine rayet misali dalgalanır.
Mehmet Âkif ve oğulları Tahir ile Emin
Koşar koşar duramaz…Akibet denir “amin”
Tahir Efendi oğluna hiçbir konuda baskı uygulamamış, hatta Rüşdiye’den sonra gideceği okulu bile
onun tercihine bırakmıştır. Özgür seçimiyle Âkif,
devrin gözde okullarından Mülkiye’yi tercih edecek,
idadi kısmını bitirdikten sonra, yüksek kısmının birinci sınıfına devam ederken babasını kaybedecektir (1888). Bunun ardından Sarıgüzel’deki evlerinin
yanması ile mülkiyeli Âkif maddi bakımdan çok zor
bir durumda kalacaktır. Genç yaşta evin bakımı ve
idaresi ile karşı karşıya kalan Âkif, o yıllarda mülkiye
mezunlarına hemen iş verilemediğinden yeni açılan
ve mezunlarına hemen bir iş verileceği vaat edilen
Mülkiye Baytar Mektebi’ne birkaç arkadaşıyla beraber kaydolur.18 Bu okulu bitirir bitirmez atanır ve
mesleği sayesinde Anadolu’nun birçok yerini dolaşarak Türk toplumunu yakından tanıma fırsatı bulur.
Bu ara cümleden sonra tekrar aynı konuya dönersek
Âkif, babasının ve Hoca Kadri Efendi’nin telkinleri
ile yabancı bir dil öğrenmenin önemini çok çabuk
kavramış, dile karşı olan kabiliyeti ile gerek Rüşdiye’de gerekse Mülkiye’nin idadi kısmında Arapça,
Farsça ve Fransızca derslerinde akranları arasında
Namaz biter. O zaman kalkarak o pir-i güzin,
Alır çocukları, oğlan fener çeker önde
Gelir düşer eve yorgun dalar pek asude
Derin bir uykuya.”
Çocukluğunda camiye giden Âkif daha sonraki dönemlerinde camiye gitmeyi sürdürmüştür. “Gidip de
öğleyi Fatih’te kılmak istiyoruz”, “Geçende Fatih’e
çıktık ikindiüstü biraz”, “Alıp dolaşmadayım yatsı
vakti dünyayı” gibi ifadelerinden onun inançlı ve
ibadetlerini camide eda etmeye çalışan bir şahsiyet
olduğunu çıkarsamak mümkündür.
Öz olarak dindar bir ailede, çevrede yetişen Âkif,
tıpkı ailesi gibi samimî dindar bir şahsiyet olarak yaşamış ve o şekilde vefat etmiştir. Kendisi üzerinde
büyük emeği olan anne ve babasını hayatının her
aşamasında derin bir sevgi ve saygıyla yad eden
Âkif, özellikle babasını Safahat’ın birçok yerinde
doğrudan veya dolaylı olarak anmış, okuyuculardan
babası için dua istirham etmiştir. Böyle kuvvetli bir
5
daima birincisi olmuştur. Küçük yaşarından itibaren
babasından Arapça ders aldığı için dört dili kullanabilecek seviyeye ulaşmıştır. Âkif Baytar Mektebi’nde
okurken bir yandan derslerine çalışırken bir yandan
da ortaokul yıllarında başladığı hafızlığını tamamlamaya çalışıyordu. Mektebi bitirdikten kısa bir süre
sonra hafızlığını ikmal etmiştir. Kendi deyimiyle “demir hafız” olmuş, hatta hatimle teravih namazı kıldıracak seviyeye ulaşmış ve dostlarına da “arkamda
teravih namazı kılacak cemaat gönderin” demiştir.
Anlaşıldığına göre Âkif, ailesinden ve mahallesinden
aldığı dini eğitim ve daha sonra Baytar Mektebi’nden öğrendiği pozitif bilimler ve yine babasının ve
hocalarının telkinleri ile öğrendiği yabancı diller sayesinde çok yönlü bir aydın olmuştur.
çilmezmiş. Bu konuda şöyle bir olay anlatılır. Âkif,
Baytar Mektebi’nde iken çok sevdiği bir sınıf arkadaşı ile “ileride evlenir çoluk çocuğa karışır ve emr-i
Hakk vaki olur da birimiz önce vefat ederse sağ
kalan diğerinin çocuklarına sahip çıksın” diyerek,
sözleşirler. Arkadaşı ondan önce vefat edince Âkif,
vermiş olduğu sözünü yerine getirerek arkadaşının
çocuklarının bakımını üstlenir.
Şair, Mısır’daki ikameti sırasında da eşinin hiç geçmeyen nefes darlığı ve asabi bir hastalığa yakalanması, çocuklarının başıboş kalması, hasret, hicran ve
maddi sıkıntılar sebebiyle çok sıkıntı çekmiştir. Peygamber aşığı, mücâvir, şair Ali Ulvi Kurucu, İsmet
Hanım’ın hastalığı hakkında Hatıralar’ında Yozgatlı
İhsan Efendi’nin ağzıyla şunları anlatır:
“Âkif Bey’in bir talihsizliği vardı ki, hiç sormayın! Âkif
Bey çileli bir insandı. İnsan evlenir, mes’ud olur, rahat
eder, zihnini, vücudunu dinlendirir. Dışarıda yorulup
üzülse, evinde teselli bulur, rahat eder, Fakat Âkif’in
evi, maalesef bir matem hane idi. Hanımı, bilhassa
son zamanlarda, had safhada sinir rahatsızlığına dûçar olmuştu. Evhamlar içindeydi. Sinir krizleri geçiriyordu. Devamlı ilaç kullanırdı.
Zevcesi, Âkif Bey’in ikinci bir hanımı olduğuna kâni
idi. Âkif Bey:
“Hanım bütün hafta beraberiz, bir Cuma günü namaza, İhsan Efendi’ye gidiyorum. İstersen oraya da
gel beraber gidelim, seni de evine bırakırım…” dese
de fayda etmez; kadıncağız
“Aaa, ben uyuduktan sonra, sen gidiyorsundur…”
dermiş.
Hatta komşularda düğünler olur, defler duyulunca:
“Âkif’in düğünü oluyor.” dermiş.21
***
Mehmet Âkif Ersoy’un kızları Feride ve Suad22
Şairimiz, 1314/1894 yılında Baytar Mektebi’ni bitirdikten sonra, 24 yaşında iken her bakımdan iyi
yetiştirilmiş, kibar bir İstanbul hanımefendisi olan
Müneccimbaşı sülalesinden Tophane Amire-i veznedarı M. Emin Bey’in 20 yaşındaki kızı İsmet Hanım
ile evlenmiştir. Parantez arası bir cümleyle Âkif’in
kayın validesinin, Refik Halid Karay’ın babasıyla kardeş çocukları olduğunu burada zikredelim.19 Âkif’in
İsmet Hanım ile evliliğinin ilk yılında Cemile20, dünyaya gelir. Daha sonra Feride, Suad, Emin, Tahir isminde dört çocuğu daha olur. Dostlarının ifadesine
göre bazen Âkif’in evinde çocuk kalabalığından ge-
6
Sonuç olarak Âkif içinde doğup yetiştiği aile ocağı
sayesinde, sarsılmaz ve güçlü bir iman sahibi, son
derece samimi ve dost canlısı, vefalı, diğergam,
maddeci hayat anlayışından uzak ve oldukça cömert, asla yalan söylemeyen, her daim verdiği sözü
tutan, şükreden ve her haliyle, söz ve davranışlarıyla
“örnek” bir insan olmuştur. Bunların yanı sıra gerek
mesleği icabı gerekse Milli Mücadele esnasında Anadolu’yu ve bazı toplumları yakından tanıyan Âkif,
deyim yerindeyse kendini toplumuna adamıştır. Bir
başka deyişle uzun süreden beri birçok sorunla çalkalanan İslam dünyasının ve içinde bulunduğu Türk
toplumunun problemlerine çözüm bulmak amacıyla adeta kendisini kaybetmiştir. Bu cümleden olarak
onun toplumu kurtarmak için kendi aile bireylerini
ihmal ettiğini dahî söylemek mümkündür.
***
**
*
Dipnotlar
*
Doç. Dr., Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim
Üyesi ve Aksu Mehmet Süreyya Demiraslan MYO Müdürü. e-posta:[email protected]; [email protected]
22
Mehmet Âkif kızı Suad Hanım’a yazdığı bir mektupta şunlardan
bahseder.
“… Nasıl oruç tutuyor musun, yoksa güzel güzel yiyip içiyor musun?
Tahir geçen sene bütün Ramazan’ı tuttu. Emin Mısır’a geleli beri
Emin Erişirgil, Ölümünün 50. Yılında İslamcı Bir Şairin Romanı,
Yay. Haz.: Aykut Kazancıgil-Cem Alpar, Türkiye İş Bankası Kültür
Ramazanları tamamıyla oruçlu geçiriyor. Annen Allah nasip ederse
Nisanda İstanbul’a gelmek istiyor. İnşallah bir mani zuhur etmez
de hem altı ay kadar tebdil-i hava etmiş, hem kızlarını, torunlarını
görmüş olur. Tabiî sen de bir ay olsun kendisinin yanında oturursun
Yay., Ankara 1986, s. 29.
değil mi?”
1
Rı: 200 + gayn: 1000 + ye: 10 + fe: 80: 1290.
2
3
Mithat Cemal, Ölümünün 50. Yılında Mehmet Âkif, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara 1986, s. 157; Beşir Ayvazoğlu ve diğ., Mehmed Âkif ve Safahat, Tercüman Yay., İstanbul 1986, s. 5.
4
Ayvazoğlu ve diğ., s. 5.
5
Rabbin Unutmaz Seni
Erişirgil, s. 29; Mithat Cemal ise farklı bir bilgi aktarmaktadır. Ona
göre Emine Hanım’ın babası Buharalıdır ve Buhara’dan hacca gi-
Çağla SERT
derken Amasya’da ölüyor; orada bulunan Şirvani Rüştü Efendi,
Emine Hanım’ı yanına alıyor, İstanbul’a getirip konağında biriyle
evlendiriyor; bu zat bir süre sonra vefat ediyor, dul kalan Emine
Şerife Hanım İpekli Tahir Efendiye varıyor. Bkz. Mithat Cemal, s. 158.
‘’Herkes seni unutsa da
6
İbnu’l-Emin Mahmut Kemal, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul 1980,
s. 81.
7
Eşref Edib, Mehmed Âkif Hayatı ve Eserleri ve 70 Muharririn Yazıları, Asarı İlmiye Kütüphanesi Neşriyatı, 1357-1938, (Nevzat Ayas’a
ait yazıdan) ,İstanbul 1938, s. 558-559.
8
Süleyman Nazif, Mehmet Âkif, Amedi Matbaası, İstanbul 1924, s. 4.
9
Ali Nihad Tarlan, Mehmet Âkif ve Safahat, İstanbul 1971, s. 48-49.
10
Geniş bilgi için bkz. Nurettin Topçu, Mehmet Akif, Hareket Yay.,
İstanbul 1970, s. 69.
Rabbin seni unutmaz .‘’ diyordu bir kitapta.
Kudreti büyük, sevgisi büyük, merhameti sonsuz
Rabbim
Unutmaz elbet.
Bittim dediğinde yettim diyen o değil miydi ?
İnşallah dediğinde inşa eden,
Af Rabbim, af dediğinde affeden;
Sıkıntıya düştüğünde bir şey demesen de bilen,
Rabbin değil miydi ?
Senin için hayırlısını veren
Dualarına bir şekilde karşılık veren
11
Ahmet Faruk Kılıç, Milli Yürek, Değişim Yay., Sakarya 2008, s. 10.
Senin şer dediklerini hayra çeviren,
12
Kılıç, s. 11.
Sen onu unutsan da seni unutmayan Rabbin…
13
Mithat Cemal, s. 159.
Hep mutlu, sıkıntısız hayat istediğin
14
Süleyman Nazif, s. 4.
Dua dua yalvardığın
15
Vahit İmamoğlu, Mehmet Âkif ve İnanan İnsan, Ravza Yay., İstanbul 1996, s. 14.
16
Mithat Cemal, s. 213.
17
Gotthardt Jaschke, Yeni Türkiye’de İslamlık, Çev.:Hayrullah Örs,
Bilgi Yay., Ankara 1972, s. 17.
Sana senden yakın olan Rabbin.
Hani seni her gün beş vakit huzuruna davet eden
Ama senin ise sadece dara düştüğünde hatırladığın Rabbin...
Unutur mu hiç yarattığı kulunu
18
Ayvazoğlu ve diğ., s. 7-8.
19
Erişirgil, s. 403.
20
Âkif, Bebek yahud Hakk-ı Karar” isimli şiirinde:
Unutmaz elbet.
O değil miydi sana sen yolunu şaşırma diye
Kur’an-ı gönderen,
“Bizim Cemile Feride’yle bir sabah gelerek,
Doğru insan nasıl olurum dediğinde;
Unutma bey baba, akşam bize birer hotozlu bebek,
Sana yaşamıyla Hz. Muhammed’i örnek gösteren.
Rabbin değil miydi ?
Getir kuzum…” dediler. Ben de kızların keyfi,
Kırılmasın diye reddetmedim şu teklifi”. ifadeleri ile kızlarının ismini
zikreder.
21
Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar 1, Der.: M. Ertuğrul Düzdağ, Kaynak Yay.,
9. Baskı, İstanbul 2011, s. 377-378.
Unutmuyor seni Rabbin unutmuyor.
Sen dünyalık yaşantına dalıp unutsan da onu
Unutmuyor O seni .
7
Hayat Nedir?
Hacer GÜRBÜZ
Bir bayram sabahı sımsıcak bir aile ortamına uyanıp
sevdiklerimizle sıkı sıkı sarılabilmek ve sarılabilecek
insanların olmasıdır hayat. Kaybettiklerini, yanında
olamayanları yüreğin titreyerek anımsamaktır. Hayatın anlamı yaşamak ve paylaşmaktır. İstediğin,
istemediğin, yaptığın, karar verdiğin, yapamadığın,
kaçırdığın, kırılıp dağıldığın, gülerek var olduğun, anlayamadığın, anlaşılmadığın, anladığın, anlaşıldığın,
fırtınalar estirdiğin, durulduğun, kızdığın, insan olduğun, dünle yarın arasında kalan ve süresi belli olmayan bir bugünden ibarettir hayat...
Yaşam Sanrıları
Yusuf TOMAN
Ben hayatı hep bir kahveye benzetirim. Orta, tuzlu,
şekerli ve sade. Bunlar da o gün ki ruh halime benzer. Sabah uyandığımda havada yağmurluysa şekerli
kahve gibi her şey tadında gider (yağmur aşığıyım).
Kimse yağmuru sevmez ben severim. Yağmur berekettir, aşktır, şükretmektir, toprak kokusudur. Yağmurda şemsiyeni almazsan ıslanırsın ve hasta olursun.
Tedbirsizce davranmamak gerekir. Dününü bilmeyen
yarınını göremez çünkü. Hayat size neyi yaşamanızı emrediyorsa onu yaşarsınız bunu iyi yaşamak da
kötü yaşamak da bizlere bağlıdır. Yaşama pozitif
bakarsanız her şey güzel olur. Negatif düşünürseniz
konu kapanmıştır, fazla söze gerek yok. Hayatı gülücükle karşılar, hüzünle yollarız. Ne zaman, nerede
son bulacağını bilmediğimiz bir yoldur hayat. Hayat
merhabaların, hoşçakalların; elvedaların yaşandığı bir
dünyadır.
Hayat deniz gibidir. İyi bir yüzücüysen kurtulursun;
kötü bir yüzücüysen boğulursun. Hayat halen içinde
okuduğumuz okuldur öğretmeni belli olmayan. Hayat keşkelerin az kullanılması gerektiğidir. Hayat film
şeridi gibi geçen zamandır. Hayat sadece bir noktayı
görüyorsan; yani at gözlüğüyle dünyaya bakıyorsan
avuçlarının içinden akıp gider ve seksenine geldiğinde hala farkına bile varamazsın hayatın. Geriye dönüp baktığında, aslında başladığın yerde olduğunu
fark edersin ve geçip giden hayat sana hiçbir şey katmamıştır. Hayat derin bir nefes aldığında içine dolan
havanın ciğerlerimizin gözeneklerine temas ettiğini
hissedebilmektir.
8
Nereden başlayayım? Öteberilerden yazıla gelmiş
inançlarımı, subliminal oynayan ne isteyeceğimize
karar veren reklam deryasına mı, yemek saatlerimize
denk gelmesi bir zümre tarafından ayarlanılan, herkesin bir parçası olan, kutuların izlenildiği akşamlarımızı, kendi göstermek istediklerini dayayan yanlı ve
sansürlü medya gündemlerini mi maskenin altındaki
kişiliği saklayamayan Ahmet Necip Fazıl Kısakürek
mi, çobanın değnekleri ve itleri arasındaki tek başına
bir şey ifade etmeyen, duyu organları ile beyinlerine
el konulmuş, uzaktan kumanda ile yönlendirilen halkları mı, kişileri mi, yoksa sürekli canı sıkkın, ne yapacağını bilmeyen çok sigara içen öğrencileri mi?
Uzayıp giden hiç olmuşluktan gelip, hiç yok yere
yaşam sorunlarımız haline gelen, başa çıkılmayacak
gibi görünen, ben tek başıma neyi değiştirebilirim
yanlışından kurtularak, damlaların birikip derya olduğunu hatırlayalım. Bir damla olmanın zevkini kar
tanesi gibi, yeşeren düşünce filizlerimizle yaşayalım.
Hangi düşünce etkinliğinden ateşlendiği bilinmeyen
bu gibi sirkülasyonlara, çevriliyor olanları bakmaktan
öte görmeyi öğretecek, aklın yolunu bulmasını sağlayacak, aydınlık veren düşünceler için, meşalenin tutulması gereken yeri fark etmen gerekli umudumsun.
Gördüğümü gördüğüm gibi göstermek için yarınlara…
Gençlerde Tükenmişlik
Sendromu
Muhammed B. YILMAZ
Psikolojik anlamda yıpranmış yaşadığı sorunlardan
dolayı kendisini karanlık bir odada gören , ‘’Niye ben,
neden? ‘’ gibi sorularla kendisini suçlayan kendini
imkânsızlığa sürükleyen ve temelinde yatan sorunu
gün yüzüne çıkartmak yerine içinde yaşamayı tercih
edip kendi kendini üzen ve bu üzüntüye bağlı olarak
fiziksel rahatsızlıklar yaşayan yeni bir nesile sahibiz.
Peki, bizim gençliğimiz daha doğrusu yeni neslimiz
neden bu sorularla karşı karşıya?
Aslında birçok nedeni var. Bu nedenlerden birincisi
çocukların birtakım yaşanmışlıkları erken yaşta yaşamalarıdır. Yeni neslimizin hızlı atik ve maalesef karamsar olmasının nedeni budur.
Bir diğer nedeni ise gençlerin duygu ve düşüncelerine hitap eden müzik türlerinin ve şarkılarının ağırlıklı
olarak ülkemizde psikolojik yönden yıpratıcı şekilde
yayınlanmasıdır. Teması aşk, sevgi, merhamet, şefkat, acı… Ağır duygular olan şarkılar yeni neslimizin
beynini yıkamakta ‘’ Ağaç yaş iken eğilir. ‘’ atasözünü doğrulamaktadır. Yeni neslimiz ağır duygu ve
durumlardan ötürü yanlış eğilimler göstermektedir.
Teknolojinin getirdiği sorunlar neslimizi derinden etkilemekte, hatta sarsmaktadır.
Bir diğer ve belki de en önemli sebep gençlerin aileleri tarafından çok fazla serbest bırakılmalarıdır.
Aslında bu neden diğer iki nedeni de kapsar. Çünkü
serbestlik duygusu yaşanmışlıkları artırır. Artan yaşanmışlıklar sıkıcı gelmeye başlar. Buna bağlı olarak
daha fazla şeyler yaşayan yeni nesil hayal kırıklıklarıyla yıkılarak arzu ve isteklerinden uzak kaldıkları
için karamsarlığa düşerler. Bu karamsarlık gençlerimizi olumsuz yönde etkilemekle içinden çıkamaz
sandıkları durumların içine yani tükenmişliğe itmektedir. Bu bahsettiğimiz sendromun gençlerimizde
gözle görülen belirtileri; aşırı heyecan, huzursuzluk,
gerginlik, aşırı öfke, abartılı tepkiler, her şeyin daha
Her Şey “Bitti”
Deyişinle Başladı
kötüye gideceğini düşünmek, hayal kırıklıkları ve karamsarlık nedeni ile değişime karşı gelmek ve bunu
engellemeye çalışmak, enerji kaybı gibi rahatsızlıklarla beraber baş ağrısı, iştahsızlık veya obezite derecesinde iştahlılık, kendisini beğenmeme, kendini
olumsuz ifade etme ve tanımlama gibi durumlardır.
Bu durumun daha kötü yanı, hiç kimsenin bu sendroma karşı bağışık olmayışıdır. Fakat bağışıklık kazanılabilen bir durumdur. Yani herkes bunu yaşayabilir.
Gençlerimizin bu sendromdan kurtulmaları için; öncelikle bu durumun herkesin başına gelebileceğini
bilmeleri gerekmektedir. Her durumda motivasyonu
yüksek tutmak için kendilerine olumlama yapmaları
gerekir. ( Zayıf değilim, bu da geçer… ) Ayrıca egzersiz, iyi beslenme, kitap okuma, motive edici yönde
müzikler dinleme ve kitap okuma, sosyalleşme gibi
rahatlatıcı eylemlerde bulunmaları gerekir. Unutulmamalıdır ki tükenmişlik sendromu özellikle gençlerimizi etkileyen veba gibidir. Teşhisi bilgi sahibi olmak, önlemi olumlu yaşamaktır.
Kenan SALAR
Artık gülmüyor bu yüzüm.
İçim dolu bu kez hüzün.
Görmüyor artık iki gözüm.
Her şey o düşüncesizce gidişinle başladı.
Yağan yağmur ’’ bitti ‘’deyişinle başladı.
Gözlerim gidişinle bulutlandı.
Akıp gidiyor yağan yağmur ile birlikte,
Her şey o düşüncesizce gidişinle başladı.
Şimdi söyle hadi!
Zamansız gelen bu ayrılığın hikâyesini;
Bu düşüncesizce gidişinin,
Sebebini söyle hadi…
9
Deniz Hamamları
Hüseyin AYDOĞMUŞ
Özet
Osmanlı Devleti, konumu itibariyle, ucu açık denizlere sahip bir cihan devletiydi. Ancak Osmanlı Devleti’nin her zaman bu denizleri ya savunma ya da ticaret amaçlı kullanmayı tercih ettiği görülmektedir.
Osmanlı toplumunda denize girmek söz konusu bile
değildi. Bunda biraz da sosyal yaşamda dini kuralların
geçerli olmasının payı vardı. Denize girmenin günah
ve tuzlu suyun sağlık açısından zararlı sayıldığı bir anlayış hakimdi. Ancak 18.yy yarılarına doğru, Osmanlı
toplumunun sahip olduğu haremlik-selamlık geleneğinin denizlere taşındığı ve deniz hamamlarının ortaya çıkışıyla biraz da olsa denizle barışıp, kendilerine
yeni bir eğlence buldukları görülmektedir. Bu çalışmada deniz hamamlarının tarihsel gelişimi ile birlikte,
günümüz deniz kültürünün oluşmasına da nasıl öncülük ettiği anlatılmaktadır.
Giriş
Osmanlı Devleti’nde denize girme alışkanlığı 18.yy’ın
ikinci yarısından itibaren söz konusu idi. Ondan önce
de denize girme alışkanlığının, seyrek de olsa görülmekle beraber yaygın olmadığı bilinmektedir. Gerek
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zor koşullar
(savaş, ekonomi, dış devletlerin baskısı vb.) gerekse
vakanüvistlerin verdikleri eserlerde gündelik yaşama
pek yer vermemelerinden dolayı, önceleri denize girilip girilmediğine dair pek bilgimiz yoktur.
Denize girme bir alışkanlıktan ziyade, kimsenin aklına gelen bir şey değildi. O dönemde denize girmek
tulumbacıların, sandalcıların ve bahriyelilerin işiydi.
Ancak deniz hamamlarının yapımıyla beraber halk,
denizle tanışmaya başladı ve 19.yy’ın sonlarına doğru vazgeçilmez bir eğlence haline geldi. Ayrıca sağlık
açısından da denize girmenin iyi olduğu öğrenilince
ilginin artması üzerine, deniz hamamlarının sayısında
da artış görüldü.
Devlet eliyle organize edilerek, yapımında ve denetiminde büyük bir titizlik gösterilmeye başlandı.
Deniz hamamlarına gidenlerin niyeti aslında yüzme
değil, tıpkı çarşı hamamında olduğu gibi banyo yapmaktı. Osmanlı toplumu ananevi bir yapıya sahip olduğundan ötürü, güneşte yanmak ve kararmak hiç
hoş karşılanmıyordu. Çünkü toplumda böyle esmer
tenli kimselere iyi gözle bakılmazdı. Osmanlı toplumu
özelllikle de Osmanlı kadınları için beyaz tenli olmak,
bir ayrıcalık ve gurur kaynağı idi.
18.yy’da oluşmaya başlayan deniz hamamları, sezon sonu (yaz bitiminde) tekrar sökülür ve gelecek
sezon kullanılmak üzere çürümeyi engellemek ama-
10
cıyla saklanırdı. Sezon başında yeniden kullanılmak
üzere tekrar kurulurdu. Deniz hamamları sayesinde
Osmanlı toplumu denizle küskünlüğüne son vermiş,
başlangıçta yıkanma amaçlı olsa da deniz sonraları
onlar için vazgeçilmez bir hal almıştır. Hiç kuşkusuz
günümüz deniz kültürünün temelinde de, deniz hamamları yatar.
Osmanlı Devletinin Denizle Münasebeti
Osmanlı dünyasının deniz kültürüyle tanışması, henüz tüm benliğini, toplumsal gövdesine canlılık veren, bozkır ruhuna adadığı bir döneme rastlaması,
tarihsel gecikmişlik sorununu 19.yy yenilikçilerine
trajik biçimde yaşatmıştır. Ülkemizde denize girme
alışkanlığının 19.yy başlarında yaygınlaştığı varsayılır. Ama bu dönemden önce, seyrek de olsa denizle
insanın yüzme-serinleme eylemini ortaya koyan kimi
belgelere de rastlanmıştır. Her bir olaya tarih düşen
vakanüvistlerimiz, ne yazık ki gündelik yaşamın kimi
olaylarına yabancı kalmışlar, saraya dönük yüzleriyle
halkın yaşam biçimine ilişkin alışkanlıklarını hep ıskalamışlardır. Bu bilinmezlikte her konuda olduğu gibi
kendine özgü o tatlı üslubuyla Evliya Çelebi imdadımıza yetişir. Salacak sahili ile Kağıthane Deresi boyunu anlatırken… “ Cümle dilberan mahi Temmuz’da
deryada çimerler… Mukaşşer badam (kabuğu soyulmamış badem) gül pembe misal vücudi nazeninlerin
nilgün (kırmızı) ibrişim futalara (peştemallere) sarub
mahiler gibi gavvaslık iderler…” der.1 Evliya Çelebi’nin
bu betimlemesinden de anlaşılacağı üzere, daha
17.yy’da denize girildiğini, mayoların atasının da tıpkı çarşı hamamlarındaki gibi peştemallerin olduğunu
söyleyebiliriz.
Osmanlı döneminde kadının su kültürüyle ilişkisi,
mesire geleneği içinde kalmak şartıyla dolaylı yoldan sağlanmıştı. Gündelik hayatın egemen duygusu
mahremiyet tarafından korunan kadın ruhu ise, bu
geleneğin tanıdığı imkanlar çerçevesinde ancak dere
kenarlarında huzur bulabiliyordu. Osmanlı kadını her
ne kadar ahlak duvarını aşıp denize girememişse de,
aynı engel erkek için de geçerliydi. Toplumun büyük
bir kesimi bu tür bir eğlenceye hazır değildi. Bir diğer
yandan o dönemde denize girmek, sağlıklı olmanın
ötesinde hastalanmanın, pek revaçta olmayan esmerleşmenin kısacası amilliğin, sıradanlığın ayıp sayılan bir eylemiydi.
İlk dönemlerde deniz yalnızca çocuklar için bir şey
ifade ediyordu ki o da girmek için değil, ancak kıyısında dadı, bacı ve lalalar refakatinde arasıra ayaklarını
dahi ıslatmadan kıyı boyu, kumlar, kayalar arasında
şeytan minarisi ve renkli taşlar toplamak içindi. 19.yy
ortalarına doğru, deniz biraz geç de olsa keşfedilmeye başladı. Sandalla mehtaba çıkmayı bile kafirlik sayan toplumun büyük bir kesimi, denize girip yüzmeyi
deneyen iki ayrı insan grubunu engelleyemedi: Şehzadeler ve tulumbacılar.
Şehzadeler için yüzmek, bir çeşit spor olup binicilik,
okçuluk gibi saray eğitiminin gereği idi. Tulumbacılar
ise, Osmanlı marjinal kültürünün temsilcileriydi. Yasak olana karşı tepkisel tutum, söz konusu çevrenin
en belirgin niteliğiydi. Ahlakın genel çerçevesini kendi
grup kültürleri içinde parçalayan bu kesim, davranış
normlarındaki esneklik sayesinde denize girmeyi, eğlence anlayışlarının bir parçası olarak yaşamıştır.2 Buradan da anlaşılacağı üzere, halk için denize girmek
ayıp ve sağlıksızlık kaynağı sayılırken, saraylılar için
bu durum pek geçerli değildi.
Denize Giren İlk Padişah
19.yy’da yüzme sporuna merak saran şehzadelerin
en ünlüsü, 2. Abdülhamid idi. Jön Türkler’in korkulu
rüyası 2. Abdülhamid, şehzadelik döneminde Müslüman cemaatin hışmına uğramaktan çekindiği için,
azınlıkların yaşadığı Tarabya’da denize girmiştir.3 Öyleki 10 yaşında bir kaza geçiren Abdülhamid’in iyileşmesi için deniz banyosu yapması gerekiyordu. Ayşe
Osmanoğlu’nun “Babam Sultan Abdülhamid” adını
taşıyan anılarında, bu tedavi Abdülhamid’in ağzından şöyle anlatılır: “ O zaman sarayda Doktor Masiro
adında bir İtalyan hekimi vardı. Hemen onu getirip
tedaviye başlattılar ve bunu babamdan sakladılar. Üç
ay kadar hasta yattım, doktor bana deniz banyosu
tavsiye etti. Beylerbeyi Sarayı’na gittim. Doktor da
benimle birlikte Beylerbeyi Sarayı’nda kaldı. Her sabah denize birlikte girdik. Beni denize alıştırdığı gibi
banyo usulünü de doktordan öğrendim. Şimdi bir itiyat haline geldi. İşte o gün bugün susuz yaşayamaz
oldum.” Abdülhamid 10 yaşında edindiği denize girme alışkanlığını uzun bir süre sürdürmüştü. Nitekim
Abdülhamid şehzadeliği sırasında kızının ölümünü
Tarabya’da denizde yüzerken öğrenmişti.4 Padişah
olduktan sonra bu alışkanlığını devam ettirip ettirmediğini bilmiyoruz ama yine çeşitli anılarda, denizle ol-
masa bile suyla arasını bozmayıp, her sabah mutlaka
banyo yapma alışkanlığını sürdürdüğünü öğrenmekteyiz.
Yine Ayşe Osmanoğlu’nun “ Babam Sultan Abdülhamid ” adlı anılarından da anlaşıldığı üzere, Abdülhamid’in en önemli alışkanlığı sabahları güneşten evvel
kalkıp hamama gitmek ve banyosunu yapmaktı.5 Neticede Abdülhamid’in padişahlık döneminde denizle
olmasa da suyla münasebetini sürdürdüğünü ve her
sabah banyo yapma alışkanlığını kesintisiz devam ettirdiğini görmekteyiz.
Hekimlerin tavsiyesiyle denizin kimi rahatsızlıkları iyileştirici bir sağlık kaynağı olduğu keşfedilip de,
zorunlu denize girme eylemi başlayınca böylesine
bir gereksinme sonucu deniz hamamları da açılmaya
ve giderek çoğalmaya başladı. Deniz hamamlarıyla birlikte yüzme mevsimi halkın deyimiyle “ karpuz
kabuğu suya düştüğü zaman ” olarak belirlenirdi.
Yani karpuz çıkıpda harc-ı alem olup çürükleri denize
atıldığı zaman soğuk alıp üşümek, sam yelinden, vücudun lekelenme tehlikesi ortadan kalktıktan sonra…
Deniz mevsimi ise üzüm küfelerinin ortaya çıkması
yani üzüm satan satıcıların sokaklarda gezinmesiyle
son bulurdu.6
Deniz Hamamlarının Yapısı
Sahilde, denizin üstünde, gözlerden uzak denize girilebilen dört tarafı kapalı mekan. Fransızca “bain de
mer” den Türkçe’ye “hamam” olarak aktarılmıştır. Deniz banyosu dendiği de olurdu.7
Deniz hamamları, Osmanlı insanının yüzme ihtiyacına bir çözüm olarak geleneği ürkütmeden düşünülmüş ilginç bir sosyo-kültürel bir projedir. İlk önceleri
19.yy’ın ortalarına doğru görülmeye başlanan bu hamamlar aslında harem ve selamlık geleneğinin denize
taşınmasından başka bir şey değildi. Deniz hamamları genellikle 35 metre boyunda, 20 metre eninde, kıyıya sığ yerlerde 5-6 metre, Boğaz sahilleri gibi akıntılı
ve derin yerlerde 1-2 metre uzunlukta ahşap iskele
ile bağlı; dört tarafı kapalı ve küçük soyunma kabinleriyle çevrili; akıntılı yerlerde kurulmuşlarsa, suya
dayanıklı sağlam kereste ayaklarla denizin içine çakılmış ahşap yapılardı. Ortada suya girilen bölümün
derinliği genellikle 1,5 metreyi geçmezdi ve bu seviyede bir ahşap kafes bulunurdu. Bazı yerlerde sadece
erkeklere mahsus deniz hamamları olduğu gibi, bazı
kıyılarda da kadın ve erkeklere mahsus ayrı ayrı deniz
hamamları, aralarında belli bir mesafe bırakılarak yan
yana kurulurdu. Kadın ve erkek deniz hamamlarının
aynı sahilde bulunduğu yerlerde, bunların arasında
her türlü meraklı gözü saf dışı edecek bir bekçi kayığı
dolaşırdı.8
Kadınlar hamamı ile erkeklerin ki arasında plan farkı
bulunurdu. Kadınlar hamamının içinde soyunma odaları bulunmaktaydı. Buradan denize salınmış bir veya
birkaç merdivenle, hamamın ortasında etrafı tahta
11
perde ile kapanmış ve bir çeşit havuz ile bezenmiş
denize inilirdi. Erkekler hamamının içi de aşağı yukarı
bu planın benzeriydi. Fazlası ise, hamamın çevresini
dolanan ikinci bir balkonun ya da güneşlenme - dinlenme yolunun bulunmasıydı. Hamamlarda dışarı çıkmak kadınlar için katiyen yasaktı. Zaten yüzme bilen
kadın yok gibi bir şeydi, bilenler kurbağalama veya
yan yüzer, havuz içinde dört dönerlerdi. Erkeklerden
de dışarı açılanlar nadirdi.9 İşte Osmanlı insanı için
denizde yüzmek, bu dört tarafı kapalı mekanın ortasındaki suya dalıp çıkmak demekti. Ne içinde yüzen
dışarısını ne de dışarıdaki meraklı içerisini görebilirdi.
birlerinin seslerini duyamayacak uzaklıkta yan yana
olurdu. Bu hamamlara ailecek gidilir, herkes kendi hamamında yıkanırdı. Özel hamamlar ise büyük yalıların önünde yapılırdı. Eğer yalı denizle bitişikse hemen
yanında denizle arasında bir rıhtım varsa rıhtımın bir
köşesine yapılırdı. Boğaziçi’ndeki tüm yabancı elçiliklerin önünde kendilerine ait birer özel deniz hamamları bulunurdu. Bu özel hamamlar, genel hamamlar
gibi her yaz başında yeniden yapılmaz, bir kere yapılıp, her mevsim bakım gördükten sonra kullanıma
sokulurdu.
Erkeklere ait deniz hamamları, kadın hamamlarından
yükselen seslerin duyulamayacağı bir uzaklıkta inşa
edilir ve her iki mekan arasında inzibat kuvvetleri sandalla dolaşarak kamusal ahlakın bekçilini yaparlardı.
Ayrıca her hamamda bir çavuş bulunur ve ahlaka mugayir davranışta bulunanları dışarı atardı.10
Bazı küberanın hususi deniz hamamlarına gelince:
Bunlardan biri ikisi rabıtalıca ve müstesna, alt tarafı
kümes kadar şeylerdi. Hani şimdiki apartmanlar yapılırken dört çıta dikip etrafını tahta kuşatarak duvarcılara, ameleye memşa yapmıyorlar mı, tıpkı onların
aynı…13 Özel deniz hamamları denilince, bir başıboşluk ve keyfi uygulamalar akla gelmemelidir. Osmanlı
Devleti her alanda olduğu gibi deniz hamamları konusunda da belli kurallar ve uygulamalar getirmiş ve
o dönemde denizde dahi disiplini elden bırakmamıştır.
Deniz hamamlarının yanlarında birer gazino ve gazinonun gedikli müşterileri vardı. Bunlar katiyen denize girmezler, sadece kendilerine hamama gelenleri
görebilecek yer seçerler, nargilelerini fokurdatarak
tespihlerini çekerek birer “halete duçar” olurlardı. Bu
sebepten, deniz hamamcıları, yanlarında akrabalarından veya pala bıyıklı kimseler olmadıkça gençleri
içeri almaz, soyundurmazlardı, yahut gençler mahalle
mahalle toplanıp gelebilirler, denize beraber girer beraber çıkar giderlerdi. Hamamların iç kısmında belirli
yükseklikteki yerlere peştamal asılıp kurutmak için
özel kancalar bulunurdu. Islanan peştemaller buraya
asılır, uzaktan hamamın üstü bayraklarla donatılmış
gibi bir görüntü verirdi.11 Buradan da anlaşılacağı
üzere, Osmanlı tebaası haremlik- selamlık geleneğini
denizde de sürdürmüş ve deniz hamamlarını, banyo
ihtiyacını karşılamak için gittiği çarşı hamamlarından
pek farklı görmemiştir.
Deniz Hamamlarının Türleri
Deniz hamamları hususi (özel) ve umumi (genel)
olarak ikiye ayrılırdı. Genel hamamlar da kadınlara ve
erkeklere ait olmak üzere iki çeşitti. Bazı semtlerde,
Salıpazarı ve Kumkapı’da olduğu gibi erkek hamamları tek olarak yapılır, kimi semtlerde ise Fenerbahçe,
Bostancı, Moda gibi kadın ve erkek hamamları bir-
12
Genel hamamlar ise her mevsim yeniden yapılır ve
mevsimin sonunda çürümesini önlemek için sökülüp deniz kıyısında üstü kapalı bir yere konulurdu.
Hususi deniz hamamlarının yapımı da Şehremaneti
tarafından bir kurala bağlanmıştı. Bu hamamlarda
isteyen dilediği tahtayı kullanabilirdi ama yalnızca
deniz hamamının derinliğini kendisi tespit edemezdi.
Şehremaneti tarafından daha önceden tespit edilmiş
bir derinliğe göre yapılması şarttı. Ayrıca hususi deniz hamamlarının tabanında tahta ızgara bulunması
mecburi idi. Hususi deniz hamamı yaptıracak kişinin
Şehremaneti’ne müracaat edip izin alması da gerekiyordu. İzin alınmadan kaçak olarak yapılanlarla Nizamname’nin şartlarına uymayan deniz hamamları
yıktırılıyor, bunu yapan usta ise cezalandırılıyordu.12
İlk Deniz Hamamları
Deniz hamamlarının ilk kez hangi tarihte, nerede kurulduğuna ilişkin rivayetler muhteliftir. 1781 tarihli belgede İstanbul’da Davutpaşa İskelesi yakınlarındaki
bir deniz hamamı çeşmesinden söz edilmektedir. Bu
belgeden de anlaşıldığı gibi deniz hamamlarının kuruluş tarihi kimilerince iddia edildiği gibi 19.yy’ın başları değil, 18.yy’ın ikinci yarısına kadar inmektedir. Reşat Ekrem Koçu 1826 ile 1850 arasında İstanbul’da üç
deniz hamamı bulunduğunu, bunlardan en eskisinin
Çardak İskelesi Deniz Hamamı olduğunu, ikinci hamamın Salıpazarı’nda, üçüncüsünün ise Kumkapı’da
olduğunu yazar. Beşiktaş Deniz Müzesi arşivinde
bulunan 1263/1847 tarihli bir belgeye göre, o tarihte
haliç kıyısında iki deniz hamamı vardır. 1875 tarihli ilgili nizamnâmeye göre, o tarihte İstanbul’da altmış iki
deniz hamamı bulunmaktadır. Bunlardan otuz dördü
erkeklere, yirmi sekizi kadınlara mahsustur.14
Bir başka belgede 1829’da İzmir’de deniz hamamları-
nın varlığından söz edilmektedir. Bu tarihte Mütesellim Tahir Paşa’nın izni ile İzmir’de birden fazla deniz
hamamı yaptırılmıştır. Bu deniz hamamlarının tümü
İzmir’deki bir hastaneye gelir sağlamak için Hariciye
eski katibi Emin Efendi tarafından işletilmiştir. Fakat
bu hamamlar kısa bir süre sonra Redif Miralayı Hacı
Reşid Bey’in emriyle yasa dışı olarak yıktırılmıştır.
Daha sonra bu yıktırılma eylemi üzerine dava açılmış
ve Hacı Reşid Bey yaptığı işin yanlış olduğunu kabul
ederek davacıdan özür dilemiştir. Ancak bu özür dileme hamamları geri getirmemiş, onun yerine on iki
bin kuruş harcanarak bir iskele yapılmıştır. Bu olaydan
anlaşıldığı üzere, İzmir’de 1829 ile 1853 arasında deniz
hamamlarının işletildiği bilinmektedir.15
kalkmış, bazıları ise uzun süreler plajların bir köşesinde kadınlar deniz hamamı olarak varlıklarını korumuştur. Fenerbahçe ve Moda deniz hamamları bunların 1950’lere ve !960’lara kadar gelen örnekleridir.
Boğaz kıyılarındaki bazı deniz hamamları ise zamanla
sadece yola bakan cepheleri kapalı bırakılıp, deniz tarafları açılarak kadın-erkek birlikte denize girilebilen
plajlara dönüştürülmüştür.17 Aslında bugünkü plaj
kavramı ve deniz kültürümüzün temeli hiç kuşkusuz
deniz hamamlarına dayanmaktadır.
İstanbul tarafının en belli başlı iki hamamı Kumkapı’da
ve Samatya’da idi. Erkeklere ve kadınlara mahsus olarak, yan yana ikişer taneydiler. Suya çakılmış kazıklar
üstünde dört köşe bir salaş. Etrafı pedavra tahtalarla
örtülü, kadınlarınkinde budaklar bile tıkalı. Berikinin
önü ve altı açık. Havalinin belli başlı deniz hamamları
müteadditti. Üsküdar’da Salacak’taki, Haydarpaşa’da
rıhtım boyundaki, Moda’da Şifa sahilindeki, Fenerbahçe’de şimendifer durak yerinin eteğindeki, bir de
Caddebostan vapur iskelesinin solundaki.
Haydarpaşadakilere gelince, bunlar da bermutat, erkekli-kadınlı olarak çifte; fakat sırf kendilerine has ve
İstanbul’un başka hiçbir deniz hamamında bulunmayan hususiyetleri var. Erkeklerinki yalnız Cumartesi
günleriyle akşam ezanından yatsıya kadarki saatler
işler; sair zamanlar in cin top oynar. Kadınlarınki sabahtan akşama kadar kaynar. Yel değirmenindeki bütün kibarca Museviler, kucakta elde boy boy çocuklarıyla durmadan taşınır.
Moda hamamlarındaki hususiyet, semtin şapkalı,
barbişli, Frenk bozuntusu tatlı su frenkleriyle İngiliz,
Alman, Fransız kırması madamları ve matmazelleri
tarafından rağbet görmesiydi. Acıbadem ve Çamlıca’dan tut, Kızıltoprak, Feneryolu, Göztepe, Erenköy,
Bostancı dahilinde sayfiyenişin paşalar, paşazadeler,
beyler, hanımefendiler, kerime hanımlar, civarın mösyöleri, madamaları hep buraya müdavim. Burada da
aynı şaşmaz vaziyet. Sağdaki hamam kadınlara soldaki ise erkeklere mahsus. Caddebostan hamamlarının Fenerbahçe’dekinin yanında esamisi okunmazdı.
Gelenleri gidenleri vardı ama çoğu ayak takımıydı.16
20.yy’ın başlarına ait kaynaklar, en önemli deniz hamamlarının Yeşilköy, Bakırköy, Samatya, Yenikapı,
Kumkapı, Çatladıkapı, Ahırkapı, Salıpazarı, Fındıklı,
Kuruçeşme, Ortaköy, İstinye, Tarabya, Büyükdere,
Yenimahalle, Beykoz, Paşabahçe, Kuleli, Çengelköy,
Beylerbeyi, Üsküdar, Salacak, Moda, Fenerbahçe,
Caddebostan, Bostancı, Kartal, Maltepe, Pendik ve
Tuzla’da bulunduğunu kaydetmektedir. Kentin yerleşmesinin gelişmesine, toplumsal yapı değişikliklerine ve bunun sonucunda açık plajların kurulmaya
başlanmasına bağlı olarak deniz hamamlarının bir
bölümü 20.yy’ın ilk çeyreğinin sonlarında ortadan
Deniz Hamamına Gidiş
Osmanlı kadını için beyaz tenli olmak güzelliğin ve
tercih edilmenin neredeyse olmazsa olmaz baş koşuluydu. Şemsiyeler yağmurlu havalardan çok güneşli
havalarda kullanılırdı. Kibar bir hanımın bırakın deniz
hamamında denize girmesi, ayaklarını suya değdirmesi bile söz konusu değildi. Kibar hanımlar serinlemek için değil, eğlenmek için deniz hamamlarına
giderlerdi. Tabii ellerinde şemsiyeleri hiçbir zaman
eksik olmazdı. Ziya Osman Saba ise deniz hamamlarına; denize girmek için değil de adeta orada yıkanmak için gidilirdi, der. Denize girmek, güneşle örtüşmek ise sıradan kadınların işiydi. Onlar tıpkı çarşı
hamamına gider gibi deniz hamamına da bohçalarla
giderlerdi. Deniz hamamlarına, çarşı hamamına gider
gibi her zaman bohçalarla gidilmezdi tabii. Özellikle
diğerlerine oranla biraz daha sosyetik olan Moda Deniz Hamamı’na İstanbul’un karşı yakasından da akın
edenler olurdu.18
Oradan çıngır çıngır yaygaralar, billur billur kahkahalar, ciyak ciyak çocuk feryatları duyulur mu, bilki harem bölüğündekiler çıpı çıpı banyoda.19 Buradan da
anlaşılacağı üzere, kadınlar hamamı tabiri boşa söylenmiş bir söz değildir.
Sonuç
Osmanlı Devleti jeopolitik konumu itibariyle güçlü bir
cihan devletiydi. Ancak Osmanlı Devleti sahip olduğu
denizlerin güzelliğini ve aslında denizin bir sağlık kaynağı olduğunu geç anlamıştır. 18.yy’da deniz hamamlarının ortaya çıkmasıyla birlikte Osmanlı toplumunun
denize olan ilgisi artmıştır. Deniz hamamları yapı itibariyle denizin üzerinde kazıklar üzerine oturtulmuş,
13
etrafı kapalı bir nevi yüzme havuzunu andıran, insanların ihtiyaçlarına karşılık vermek amacıyla yapılmış bir yapıdır. Bu hamamlar kadınlara ve erkeklere
mahsus olmak üzere ikiye ayrılır. Bunda ise Osmanlı
toplumunun gelenekçi yapısının büyük etkisi vardır.
Bazen toplumları içinde bulunduğu koşullar yönlendirmek durumunda kalır. Coğrafi, ekonomik, yönetim,
kültürel vb. . Osmanlı’nın da teokratik yapısı bunu gerektirmiştir.
Dipnotlar
1
Burçak EVREN, “İstanbul’un Deniz Hamamları”, Hasan Celal Güzel, Kemal Çiçek, Salim Koca(derleyen), Türkler, cilt.15, Ankara,
2002, s. 553.
2
Ekrem IŞIN, İstanbul’da Gündelik Hayat, İstanbul, 2006, s. 212-213.
3
IŞIN, a. g. e. , s. 213.
4
EVREN, a. g. m. , s. 554.
5
Deniz hamamlarına genellikle çarşı hamamına gider
gibi gidilirdi. Herkes elinde bohçasıyla peştemallerini
götürür ya da belli bir ücret karşılığı kullanmak üzere
oradan alırlardı. Aslında günümüz mayolarının atası
peştemallerdir. Günümüz plajlarının atasının da deniz
hamamları olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Deniz hamamlarının yapısı olsun denetimi olsun her
zaman devlet kontrolünde olmuştur. Deniz hamamları sayesinde Osmanlı insanı denizle barışmış ve zamanla ondan vazgeçemez olmuştur. Denize girmek
ilk etapta onlar için ayıp ve günah iken, sonraları bunu
bir eğlence ve sağlık kaynağı olarak görmüşlerdir.
Tabi ki de o dönemde insanların deniz hamamlarına
gitmelerindeki gaye yüzmek değildi. Ancak günümüz
deniz kültürünün ve yüzme sporunun zemininde hiç
şüphesiz deniz hamamları yatmaktadır.
Deniz hamamları varlıklarını 1950’lere ve 1960’lara
kadar sürdürmüşlerdir. Bunlardan en önemlisi Moda
Deniz Hamamı’dır. O günlerden bugünlere kadar sürekli bir değişimin olduğu kaçınılmazdır. Bu değişim
içinde deniz hamamları yerini sahile, sahiller de yerini
plajlara bırakmıştır.
Ayşe OSMANOĞLU, Babam Sultan Abdülhamid, İstanbul, 2007,
s. 23.
6
EVREN, a. g. m. , s. 554.
7
Gökhan AKÇURA, “Deniz Hamamları”, Necdet Sakaoğlu, Nuri Akbayar, Oya Baydar(derleyen), Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, cilt.3, İstanbul, 1993, s. 24.
8
AKÇURA, a. g. m. , s. 25.
9
EVREN, a. g. m. , s. 560.
10
IŞIN, a. g. e. , s. 215.
11
EVREN, a. g. m. , s. 560.
12
EVREN, a. g. m. , s. 559-560.
13
Sermed Muhtar Alus, “Eski Deniz Hamamları”, Enis Batur(derleyen), İstanbul İçin Şehr-engiz, İstanbul, 1991, s. 125.
14
AKÇURA, a. g. m. , s. 24.
15
EVREN, a. g. m. , s. 555.
16
ALUS, a. g. m. , s. 121-125.
17
AKÇURA, a. g. m. , s. 24-25.
18
EVREN, a. g. m. , s. 560-561.
19
Sermed Muhtar Alus, Eski Günlerde, İstanbul, 2001, s. 154.
Seyyahın İzleri Gibi Cümlelerim
Neslihan KILIÇ
Düşüncelerin yâd ettiği, meleklerin seyre daldıkları anın
en ücra köşesinde yaşanmışlığın ortasına selam salarcasına hüzün aktarıyorum benden geriye kalan yaşanmışlıklara…
Düşüncemin başucunda toplanan masum bir cümle
gibi kurmaya çalışıyorum ömrümdeki mabedi sonsuzluğuma.
Çizip seyre daldığım ufkun geniş iklimlerindeki mevsim
misali dağıtıyorum kendimi; sel sel olmuş su birikintisi
misali fısıldayan bulutlara…
İzler gibi göçüyorum arkamda bıraktığım onca yıkıntının üstümdeki bedbahtlığına. Seyrediyorum uçsuz
bucaksız, dipsiz yosun tutmuş hayallerin bir kenarında,
varlığıma duacı olmuşluğun gölgesinde.
düşüncenin sarhoşluğunda avuttuklarımı…
Yazıyorum bir bir silmekten alıkoyduğum geçmişi, yakıyorum birer birer ışıkları, pili biten fener misali yıprattığım geleceği, ansızın alevlendiriyorum yaşamaya bahane edercesine hislerimi.
Ey yalnızlığa sillesini çekmiş göçüp kalmakta bocalayan
biçare ömrüm. Yık at üzerinden sonsuz olmaktaki yegâneni… Savur savurabildiklerini içine veya yık tabularını
yaşamaktaki amacım neydi diye.
Yaşa mabetlerin sonsuzluktaki ilahi tılsım gibi dağıttıkları yegâne ilacı.
Emsalsiz yaşanmışlığın izi olmayacağı gibi teferruatsız
anın vahdetini ebediyete kondur öylece; yaşa gözlerinin
daldığı en derin anda.
Kapanmış yaraları, yaşanmış yasları, silinmiş çehreleri,
aldatılmış yaprak yaprak solmuş kâğıtları, birer birer
katlayıp kaldırıyorum tozlu rafların en uç kısmına, bir
daha açmamak pahasına…
Hayal et ufak parçalardan oluşan çığ tanelerini, birleşip
bütünleşen taneleri varlığına dua diye nimetlendirip
göğsüne dokundur, hisset en derinden… Olabildiğince
anla birer vazgeçilmezlik zinciri diye.
Dolduruyorum her bardağı, zehir şerbet niyetine içiyor,
anıyorum ansızın gelen çaresizliği, yıkıyorum kirlenmiş
Seç seçebildiklerini tamahkâr bir edayla, dinginle genzinin yandığı geniş gürültülerin kitle olduğu cümlelere…
14
Bilinçaltı, Reklam ve 25. Kare
Yusuf TOMAN
Başlıkta da görüldüğü gibi ilk
olarak bilinçaltıyla başlamak
istiyorum. Çünkü reklam ve
25 kare olan başlıktaki diğer
iki kavramımız, tıpkı Osmanlı’daki gibi savunmasız ve
her etkiye açık olduğundan
“hasta adam“ olarak nitelendirilmektedir. Bir şeyin bilincinde olma; o şeyin varlığına
ya da gerçekliğine ilişkin tam
ve açık bilgi edinmiş olmaktır.
Örnek verecek olursak hepimiz zamanın akıp geçtiğini
biliriz.
Bilinçaltında böyle bir durum
söz konusu değildir. Buz dağının görünmeyen gizemli
ve ürkütücü kısmı diyebiliriz
bilinçaltına. Bilinçaltı: sadece anı yaşar ne geçmişi, ne
de geleceği. Sembollerle konuşur; kelimelerden fazla resimlere tepki gösterir. Doğru,
yanlış, zararlı, zararsız, anlayışı yoktur. Asla dinlenmez,
uyumaz ve çalışmayı bırakmaz. Abartıcı özelliği vardır.
Özellikle de korkuları. Çocuk
gibi ısrarcıdır, istenilen hemen
olsun ister.
Bilincin dikkat etmediği şeylere daha fazla dikkat eder ve otomatik olarak kayıt
eder. Kısacası bu günkü sizi oluşturan her şeye bilinçaltı denir. Bilinçaltı adına bilmemiz gereken en
önemli olgu; bilinçaltının kişinin tutumlarına ve davranışlarına direk etki etmesidir. Tam bu noktada reklam ve 25. kare istihdamı devreye girer. Reklam ve
bilinçaltı arasında nasıl bir ilişki var bunlardan bahsedeceğim. Çünkü üçü birbiriyle ortak yönlü hareket
halindedirler.
Reklamı tüketicide belli bir ürüne ihtiyaç uyandırma,
kütleleri satın almaya teşvik etme, kütleleri yönlendirmek gibi terimlerle açıklayabiliriz.
99 Frances isimli filmden hatırımda kaldığına göre:
“İnsan sıfır yaşından on sekiz yaşına kadar 350 bin
reklama maruz kalırmış.” İnsan gözü hiç bu kadar
saldırıya uğramamıştı. Her şeyi satma, alma duygusu
aşılandı; aşk, sanat, yerküre, siz ben... Asla sahip ola-
mayacağımız şeyleri hayal etmemizi sağlarlar. Photoshoptan çıkma mükemmel mutluluklar gibi… Resim
ve slogan ağlarını fark ettirmeden örerler hayatımıza.” Bunlardan bilinçsizce etkilenebileceğimizi çok iyi
bilirler. Reklamlar zekice hazırlanır ve hepimiz bu tuzağa düşeriz. Nasıl mı? Bir süper markette yürürken
daha önce duyduğumuza inanmadığımız bir ürüne
yakınlık hissederiz ve onu almak isteriz. Zekice hazırlanan reklamlardır bu tuzağa düşmemize neden olan.
Reklam sektöründe insanlar bir üründür, tıpkı diğer
ürünler gibi. Bulunduğumuz yüzyıl onların çağı. Yolda
yürürken, TV seyrederken, radyo dinlerken gördüğümüz duyduğumuz her yerde reklam var ve istesek de
istemesek de reklamlarla yönlendirilir, onların istediğini isteriz. Ayrıca reklamlarla ilgili değinmek istediğim başka bir husus ise hep sırıtan, kilo, boy, yüzünde
sivilce ve leke problemi olmayan, olmayacak kadar
beyaz dişlere sahip insanlar tıpkı fabrikada üretilmiş
ürünler gibiler. Erotik filmlerden fırlama çikolata rek-
15
lamlarına ne demeli peki... Ekonominin de dediği gibi;
insan ihtiyaçları sınırsızdır düşüncesiyle hareket eder
reklamlar. Bilinçaltıyla reklam ve bu ikisiyle de 25.kare
namı diğer; subliminal ortak yönlü hareket eder demiştim şimdi sırası değinmenin.
25.kare ne demek; sinemada filmler projeksiyon ışığı
önünden saniyede 24 tane olmak üzere hızlıca gecen
fotoğraf karelerinden oluşur. İnsan da en fazla bilinçli
olarak 24 kareyi fark ediyor. 25.kare bu kare sayısının
25 ve o 25. karede bir mesaj içerikli olmasıdır. İnsanı bilinçli olarak fark edemeyeceği ama bilinçaltında
değindiğimiz gibi bilinçaltı bilincin fark edemediğini
bilgileri önemser ve kayıt eder. Bu mesajlar reklam
ve her şey içeriklidir. Bu konuyla ilgili bir deneyi paylaşmak istiyorum. Sinema filminin çeşitli yerlerine 25.
kare yerleştirilmiştir ve verilen mesaj “patlamış mısır
ye, kola iç”tir. Filmin sonunda sonuç şaşırtıcı. Patlamış mısır satışlarında %18,1; kola satışlarında %57,7
artış olmuştur. yine değindiğimiz gibi bilinçaltı ısrarcı
bir çocuk gibi istenilen hemen olsun ister. Bu sistem
bildiğimiz bütün markalar tarafından kullanılmaktadır. Bizi satın almaya teşvik için, daha çok satış daha
çok üretim ve daha çok para... Sadece tüketmeye
odaklı büyüyoruz. Bütün bir nesil, araba ve kıyafetler peşinde. Süper markette yürüyorduk değil mi?
Bir ürüne yakınlık hissetmiştik. Sebebi bu subliminal
mesaj; başka hiç bir şey değil. Bu reklam yöntemiyle
kitleler koyun gibi yönlendiriliyor. Siyasi propagandadan tutun iç çamaşırımıza kadar ne istediğimize onlar
karar veriyor, “onlar“…
Bu işlem sadece sinema ve dizilerde yapılmıyor. Afişlerde de yapılıyor. İnsan bilinçaltı en çok doğuma ve
ölüme tepki gösterir. Bu iki unsur yaşam temellerimizi
oluşturuyor. Her canlı gibi insan da üreme eğilimindedir. Ayrıca öleceğini bildiği halde ölümden korkmak ve ölümden kaçmak bilinçdışı hareketlerdir. Bu
iki olaya verilen tepkiyi gören reklam sektörü bunlar
üzerine oynamaktadır. Nasıl dersen? Ölüm de “kafa-
tası“ sembolü doğumda ise “sex” yazısı kullanılarak…“
Kimse gördüğünü bilmiyor, ama görüyor“ bu mesajları. Burada görmediğimiz bir şeyden nasıl etkileneceğiz sorusu var. Sen bilinçli olarak göremiyor ve fark
edemiyorsun; ama bilinçaltı bilincin fark edemediğini önemser ve kaydeder. Örnek verecek olursak bir
marka afişinde görülen “sex“ yazısı ya da “kafatası“
sembolü ile bilinçaltımız direk bağlantı kurar. Markette yürüyorken bir ürünü diğer benzeri onlarca ürün
arasından seçmemizin de tek sebebidir bu. Bu bilinçli
olarak verdiğimiz bir karar değildir, bilinçaltımızın kararıdır.
Bu teknik, kötü amaçlar için de kullanılmaktadır. Tom
ve Jerry’i hepimiz izlemişizdir. Bu sadece bir tanesi.
Bu ve bunun gibi birçok çizgi filmde de bilinçli olarak fark edemeyeceğimiz “sex“ ve“ kafatası“ sembolü
gibi birçok gizli kareler vardır ve dört bir yandan bilinçaltımıza savaş açılmış durumdadır. Günümüz yüzyılında. Bunlar hangi amaçla yapılıyor? Tek nesil, tek
düşünce, tek kültür ve küresel markalar için tabi ki.
Örneğin Starbucks gezegeni... Ayrıca çevremize bakacak olursak hepimiz, aynı şeyi istiyor, aynı şeyi seviyor ve aynı şeye sahip olmak istiyoruz. Teker teker
hiç birimiz hiçbir şey değiliz. Bunun sebebe küresel
reklamlar ve subliminal mesajlardır. Subliminal mesaj
içeriği masonluk ve illüminatinin en etkili silahıdır.
Türkiye ve diğer 55 ülkede subliminal mesaj içerikli
her şey yasaklanmıştır. Gel gör ki kontroller ve denetimler iyi olmadığı için usta reklamcılar bunlardan çok
kolay bir şekilde sıyrılabiliyor fark edilmeden.
Sonuç olarak kendimizin ve bilinçaltımızın az da
olsa farkına varmak, gereksiz alış verişi bırakmak,
lüks tüketimden ve etiket takıntısından kaçınmak,
istediğimiz “şeyi” neden istediğimizi bilmek kısacası
“Agop’un kazı gibi” verilen her şeyi yutanlardan olmamak adına bizi tüketen, yaşam alanımızı yaşanılmaz hale getiren bu sisteme dur! diyelim.
Yaka Kanyonu
Isparta Aksu İlçesi Yaka Köyü yakınında, Dedegöl Dağı’nda
bulunan bu kanyonun derinliği 30 ile 100 metre arasında değişmektedir. Genişliği de 1.5 metre ile 2.5 metre arasıdır. İçerisinde şelaleler bulunmaktadır. Yaka Kanyonu’nu geçmek için
bazı yerlerinde belinize kadar suyu girmeniz gerekir. Ayrıca
çevresinde çınar, çam, ardıç başta olmak üzere zengin bir
bitki örtüsü bulunmaktadır. Yeterince tanınmayan bu kanyon
içerisinde kuş ve bazı hayvan türleri yaşamaktadır. İçerisinde
soğuk su akintisi ve gölcükler bulunan ve renk renk kelebekler
barindiran görülmeye değer bir gezi harikasıdır. Kanyon sonunda Orman Evi denilen bir kulübe bulunmaktadır.
16
Gel Baba!
Teknolojinin Yararları (!)
Emine Reyhan COŞKUN
Cevdet ÖZDEŞ
Ben geldim, ben en küçük kızın. Sana bir kez olsun sarılıp öpemeyen, bir kez olsun baba diyemeyen en küçük
kızın. Ne hasret kalmışım bu kelimeye. İnsan hiç mi bu
harfleri yan yana getiremez; insan hiç mi bir kez olsun
baba diyemez?
Çağımız gün geçtikçe yeni bilimsel ve teknolojik gelişmelere sahne oluyor. Uyandığımız her güne yeni icatlar, makineler ve diğer teknolojik ürünlerle uyanıyoruz.
Hayatımız kolaylaşıyor ve neredeyse insanoğlu olarak
bize yapacak hiç bir şey kalmıyor. Yaşantımıza giren ve
hayatımızı kolaylaştıran teknolojik aygıtlar ve cihazlar
bizi farkında olmadan sosyal yaşantımızdan koparıyor.
Öyle bir duruma gelindi ki insanlar en samimi oldukları
dostlarıyla bile SMS ve internet aracılığı ile merhabalaşır oldular. Eski masa başı sohbetler gitti yerini internet
üzerinden toplu sohbetler aldı. Hatta yan yanayken
bile mesajlaşmalara şahit olur olduk. Gitgide yalnızlaşan bir toplum olma yolunda ilerliyoruz. Bu yalnızlığın
gün geçtikçe psikolojik sorunlar oluşturacağı korkusu
da cabası. Aslında bu durum teknolojinin bilinçsizce kullanılmasından kaynaklanıyor. Yararlı olabilecek
teknolojileri zararlı hale dönüştüren insanoğlu içinde bulunduğu tehlikenin farkına varamadığı takdirde
gelişen teknolojiye eşlik ederek hayatını kolaylaştırıp
asosyallik yolunda emin adımlarla ilerlemeye devam
edecektir. En sonunda gerçeği fark ettiği zaman çok
geç olduğunu anlayacaktır. Gecikmişlikleri engelleyebilmek adına yapabileceğimiz tek şey gecikmeden
bilinçlenip geciktirmeden bilinçlendirmektir. Unutmamalıyız ki teknoloji gelişmesi gereken ve bilinçli olarak
kullanılması icab eden bir kolaylıktır.
Bir tabuttu seni bizden alan. Bir avuç topraktı yüzünü
bile görmeme izin vermeyen. Ve ay yıldızlı bir bayraktı
sana şehit dedirten. Keşke hep küçük kalsaymışım, keşke hep baban gelecek diye kandırsalarmış beni. İnsan
büyüdükçe anlıyormuş neyin nerde olduğunu, kimin
nerede yattığını ve onların bir daha hiç gelmeyeceğini.
Ben bilirim o acıyı, kendini kimsesiz hissetmenin nasıl
bir duygu olduğunu, canının nasıl acıdığını, her zaman
içinde bir boşluk olduğunu, bilmenin acısını ben bilirim.
Baba! Çok canını yaktı mı zalimin silahından çıkan kurşun, üzerinde asker kıyafeti var mıydı can verdiğinde,
kaç parçaya bölmüşlerdi cesedini, seni anneme verdiklerinde? Hiç mi bizi düşünmedi o zalimler sen şahadet
getirdiğinde?
Gururluyum elbet. Öyle herkese nasip olmaz ki benim
babam şehit demek… Ama hiç göremedim ya seni o
yüzden bu öfke, bu sitem.
Bıraktığın yerden devam edemedi hiç kimse. Seni bizden alan o kurşun var ya çok şey değiştirdi hayatımızda. Annem eskisi gibi değil mesela… Bir yanı çökmüş,
hüzünlü… İyi şeyler de oldu tabi… Oğlun evlendi, o da
baba oldu; babaya hasret kalarak.
Hiç göremedim ya seni bari rüyalarıma girsen, orda görsem seni; sarılıp öpsem, baba desem.
Geldiğinde üzerinde beyaz olmasın. Beyaz olmasın giydiğin renk. Çatışmaya gittiğin gibi. Asker kıyafeti olsun
üzerinde. Annemin kimselere vermediği saatini tak ya
da halamın hala sakladığı ceketini giy.
Bak bugün yine annemi çok üzdüm. Gel, gir rüyama;
bağır, çağır : ‘’Anneni neden üzdün’’ de. Ama yeter ki gel.
Sen gel de beyaz giysen de olur.
Sana dua etmeden uyuduğum, seni düşlemeden uykuya daldığım tek gecem yok. Beni teselli eden, ayakta tutan ve hatta gurur duyduğum bir cümle: Şehitsin baba…
17
Suriye Seyahat Notları - 1
Bülent AKBUĞA
Halen devam eden savaştan önce güzel bir Mayıs ayı
gecesinde Suriye topraklarına, Hatay Reyhanlı Cilvegözü sınır kapısından, kısa bir beklemenin ardından
giriş yapıyoruz. Hedefimiz başkent Şam. Yaklaşık 3-4
saatlik bir yolculuktan sonra sabah saatlerinde Şam’a
varıyoruz. İlk durağımız Muhiddin Arabi’nin (11651240) türbesi. Büyük bir Arap tasavvuf adamı. “Vahdet-i Vücud” (varlık birliği) diye anılan ünlü tasavvuf
nazariyesini şiddetle savunmuş, İslam tasavvufuna
hakim olan belli başlı kişilerin arasında yer alan büyük
bir şahsiyet olarak tanıyoruz kendisini. Türbesinin,
1518’de Yavuz Sultan Selim tarafından onarıldığını,
İslam dünyasının sayılı ziyaret yerlerinden biri haline
geldiğini öğreniyoruz. Buradan hareket ederek Kerbela’da kardeşi Hz. Hüseyin’in başının kesilerek şehit
edilişini yaşamış, adaleti ve cesaretiyle sembol olan
Peygamber Efendimizin torunu Hz. Zeyneb‘in türbesini ziyaret ediyoruz. Daha sonra Mimar Sinan’ın eseri
olan Süleymaniye külliyesine doğru yola koyuluyoruz. Külliyenin bahçe kısmında son Osmanlı Padişahı
Sultan Vahdettin’in mezarı bulunuyor. Ömrünün son
yıllarını İtalya’da geçirmek durumunda kalan Sultan
Vahdettin’in yine bu ülkede vefat ettiğini, borçlarından dolayı cenazesine bile el konulduğu, hayatının
son dönemini büyük zorluklar içinde geçirdiği rehberimiz tarafından bize anlatılıyor. Buradan Bab’üs
Sağîr mezarlığına gidiyoruz. Burada ise Müslümanları namaza çağıran ezanı Peygamber Efendimizin
emriyle okuyan ilk insan, Peygamberimizle birlikte
bir çok savaşa katılan bir zat olan Bilal-i Habeşi’nin
kabrini ziyaret ediyoruz. Şehrin merkezi denilebilecek bir konumda olan 1860’lı yıllarda Sultan Abdülhamit Han tarafından yaptırılmış Hamidiye Çarşısına
geliyoruz. Ecdadın bu coğrafyadaki eserlerinin hala
18
ayakta ve ticari hayatta bu kadar
etkin kullanılıyor olması bizi ziyadesiyle memnun ediyor, gurur
duyuyoruz tabi. Çarşının bitiminde gözümüzü dünyanın en büyük
mabetlerinden birine çeviriyoruz.
Karşımızda tüm ihtişamı ile duran
Şam şehrinin kalbi Emevi Camii.
630 yılında inşa edilmiş bu caminin mimarisi ve işçiliğinin oldukça
ender bulunan bir tarzda olduğunu görüyoruz. Caminin içinde Hz.
Yahya Peygamberin yeşil ışıkları
içinde başının gömüldüğü yer
bulunuyor. En çok ziyaret edilen
yerlerden biriside burası. Hz. Yahya’nın haricinde Emevi Camii’nin
bir misafiri daha bulunmakta. Peygamber Efendimizin torunu Hz.
Hüseyin, Yezid’in askerleri tarafından şehit edildikten
sonra başı buraya defnedilmiş. Çok ilginç bir not ise
dünyada ezanın koro halinde okunduğu tek yerin burası olduğunu öğreniyoruz ve arkasından o muhteşem koro halinde okunan ezanı dinliyoruz. Emevi Camii ziyaret edilmeyi bekleyen çok önemli bir tarih ve
sanat hazinesi. Buradan ayrıldıktan sonra Osmanlı’nın
Hicaz demiryolu hattının en önemli noktalarından biri
olan Sultan Abdülhamid Han’ın yaptırdığı muhteşem
tren garını görüyoruz. Tur programımızda olmayan,
ancak ısrarla gitmek istediğimiz bir yer daha var.
Şam’a yaklaşık 140 km. uzaklıktaki Busra şehri. Burada ise Peygamber Efendimizin izlerini sürmek istiyoruz. Neden mi? Burada Rahip Bahira var. Busra
Manastırında asıl adı Cercis olan ve engin ilminden
dolayı kendisine Buheyra veya Bahira denilen rahiptir. Muhammed bin Abdullah’ın Peygamber olduğunu
(Peygamber Efendimizin) tahmin eden ve Yahudiler
tarafından öldürülebileceğini Ebu Talip’e söyleyen kişidir. Bunun sonucunda Ebu Talip Peygamber Efendimizle birlikte Mekke’ye geri dönmüştür. Bu şehirdeki
Selahaddin-i Eyyubi’nin yaptırdığı kale, Hz Peygamber’in konakladığı yeri (şu anda bir mescit) ziyaret
ederek buradan ayrılıp Şam’a tekrar geri dönüyoruz.
Şam’ı hem gece hem gündüz bütünüyle avucunuzun
içinde gibi görebileceğiniz bir yer. Şam şehrinin sırtını
yasladığı tepe burası. Bütün Şam’a hâkim manzarası
olan Kasyon Tepesine gidiyoruz. Harika bir manzara.
Çayımızı içtikten sonra kalacağımız otele doğru hareket ediyoruz. Seyahat notlarımızın ikinci bölümünde
Halep, Hama ve Humus şehirlerindeki izlenimlerimizi anlatacağız. Sağlıklı ve huzurlu günler dileklerimle
yazımın birinci bölümünü sonlandırıyorum.
Stres
Hasret BAYRAM
Böyle Sevdim Seni
Besna ASLAN
Stres, halkın bildiği ve kullandığı anlamıyla, sıkıntıları kafaya takmak demektir. Stres herkesin hayatının
içinde bulunan kişiyi zorlayan bir durumdur. Belli durumlarda organizmanın verdiği tepkidir. İnsanlar her
şey için strese girebilir yani tepki verebilirler. Stres
organizmanın verdiği tepkiler olduğu için insan stressiz olamaz. Olması durumu cansızlık durumudur çünkü organizma cansızlık durumunda tepki veremez.
Stresin aşırısı bizi zor duruma sokar. Organizmayı
zorladığı için aşırı enerji kaybına ve güçsüz düşmemize neden olur. Çeşitli fiziksel veya ruhsal sorunlar
yaşamamıza neden olur. Stresle beraber gelen Kalp
rahatsızlıkları, baş ağrısı, karaciğer sorunları gibi benzeri rahatsızlıklar bizim sosyal yaşantımızda pasif duruma düşmemize, depresif bir hal almamıza neden
olur. Vücut ısısında aşırı yükselmeler de olacağından
dolayı sonuçları iyiye gitmeyen bir durum meydana
çıkar. Diğer yandan ise olumlu anlamda uzun süreli
olmamak kaydı ile strese ihtiyaç duyarız. Yapacağımız olumlu işlerde organizmanın tam olarak işlev
gösterebildiği bir durum olan stres bizi yaşantımızda yapmamız gereken işlerde başarılı duruma getirebilir. Tek iyi yönü budur. Stresimizi olumlu şekilde
yönlendirebilmek için her şeye düzenli şekilde vakit
ayırmak gerekir. Spor aktiviteleri, sosyal aktiviteler ve
düzenli beslenme stresi azaltıcı etkenlerdir. Birçok kişi
stresten kurtulmak için farklı yollara başvurur. Madde
bağımlılığı, kontrolsüz bir şekilde alışveriş yapmak,
aşırı tepki göstermek, her şeyi içine atmak, içine kapanmak, aşırı yemek yemek gibi eylemlerle streslerini
daha fazla arttırırlar. Stresin önemini ve hayatımıza
nasıl etki ettiğini bilmemiz hem bizim hem de çevremizdeki insanların yararınadır.
Ben seni kocaman bir yürekle sevdim. Gözlerim değil, yüreğimdi seni gören. Sen damarlarımdaki kana
karışıp geldin, oturdun yüreğime. Bir başka yerde
olamazdın zaten. Sen benim en değerli yerimde, yüreğimde olmalıydın, orada kalmalıydın.
Birkaç aşka ev sahipliği yapan bu yürek, ilk kez kolay
kabullendi seni. Herhangi bir konuk değildin artık. Bu
yüzden ne ağırlama faslı vardı, ne de uğurlama. O yüreğin gerçek sahibiydin.
Ben şuan baharı yaşıyorum seninle. Çiçek çiçek açıyorsun yüreğimde. Gökkuşağı zayıf kaldı senin renklerin karşısında. Taze bir yaprak gibi yeşildin. Üzerine
çiğ taneleri düşmüş sarı güldün. Kırmızıydın ateş gibi.
Ve maviydin… En çok bu renkle anmayı sevdim seni.
Denize tutkundum, denizi sensiz, seni denizsiz düşünemedim.
Seni severken dünyayı da sevdim ben, insanları da…
Kendime bile dar gelirken, içinde herkese yer olan
bir hayatın sahibiydim artık. En kızgın, en tahammülsüz olduğum anlarda bile, seni düşünmek yetti bana.
İçimdeki sevinç yüzüme yansıdı, güldüm. Beni güldüren senin sevgindi ve ben kaygısız, içten gülüşün ne
demek olduğunu, nasıl güzel bir şey olduğunu anladım seninle.
Her şeye rağmen sevdim seni. Güçlüydüm ve aşamayacağım hiçbir zorluk yoktu. Koca bir kente, koca
bir ülkeye kafa tutabilirdim. Sen elimden tuttuğunda
patlamaya hazır bir bomba gibi hissederdim kendimi.
Menzil sendin ve ben o menzile ulaşmak için önüme
çıkan her şeyi yok edebilirdim. Sana ulaşmamı engelleyecek her şeyi eritirdim, kül ederdim. Sana ulaştığımdaysa sakin bir göle dönüşürdüm. Ve o göle bir
tek ‘’Sen’’ girebilirdin.
19
Allah’ın Selam Gönderdiği Kadın
Hz. Hatice
Bülent AKBUĞA
Annesi Fatıma hamileyken rüyasında görmüştü, kız
çocuğunun olacağını. Doğumu iyice yaklaşan Fatıma
kız çocuğu sahibi olmanın doğum için yapılan eğlence hazırlıklarını karartacağını, eşinin öfkeden çıldıracağını düşününce sancıları ikiye katlanıyordu. Bunlardan da ötesi doğuracağı kız çocuğu bir yaşını alınca
babası tarafından diri diri toprağa gömülecekti.
Tüm bu korkuları doğum sancısından daha deliciydi
Fatıma’nın .
Baba Hüveylid eyvanda mahpus olmuş derin gelgitler yaşıyordu. Doğumu beklerken. Erkek olursa hayat,
kız olursa mevt ikliminde kalakalmış, susuyordu, çenesi kitlenmiş, vicdanı sızlıyordu. Ah şu töreler ah şu
inanışlar diyordu içinden.
aslan parçası oğlum eğlence devam etsin”
Bu sözler üzerine konakta ikinci bir sessizlik ve şaşkınlık vardı. Huveylid babasına dikkatle bakıyordu,
babası çok ciddiydi.
Ömrünü ilme adamış Allah dostu Varaka da ordaydı. Varaka da Hüveylid’e gözleri parlayarak bakıyordu, çünkü o da devrin kökleşmiş inanç dışı adetlerine
karşıydı. Ve ayağa kalkıp :
“Dostlarım, bu doğan bir insan yavrusudur. Ona saygı
duyarız. Ümit ederim ki bu yavrum Hz. Meryem kadar
kıymetli, onun kadar müjdeli olur.”
Hüveylid’in tüm kederi bu sözlerle bitmişti. Yiğit bir
yürekle ayağa kalkıp:
Devasa gelgitlerle boğuşurken baba Huveylid evinin
hizmetçisi Rem’le içeriden çıktı, beti benzi sap sarı
bir şekilde; “gözünüz aydın, ay topağı gibi bir kızınız
oldu“ dedi.
“Varaka doğru söylüyor, halimiz iyi değil , canımızdan
olan bu kız yavruları evlattan saymıyoruz. O tazecik
canları toprağa gömüyoruz. Bu insanlık dışı bunu kaldıralım.” dedi.
Hüveylid’in gözleri kararıyor, yüreği mateme bürünüyordu. Tef, zil sesleri susuyor, konağı derin bir sessizlik
sarıyor, doğum için toplanan insanlar dağılmak üzere
davranıyorlardı.
Çevedekiler şaşkındı. O güne dek kimse çıkıpta bu
yanlışı dile getirmemişti. Yaşanan şakınlık yerini eğlence ve sevince bıraktı.
Dede Esed ise herkesten çok farklıydı, beti benzi atmıyor, kaşları çatılmıyordu ve matem havasını gür
sesiyle dağıtıvermişti.:
“Kız da olsa kabuldür. Oğlum yiğide gam yakışmaz
20
İşte dünyaya gelişi bile büyük hayırlarla başlamıştı.
Doğumuna sevinilen ilk kız çocuğuydu. Hz. Hatice
hakkında ölüm adeti uygulanmayacak ilk kız çocuğuydu. Hz. Hatice
Alim Varaka’nın da söylediği gibi Hz. Meryem kadar
kıymetli bir hayat sürdürecekti. Varaka’nın eğitimi
altında gençlik dönemini geçiren Hz. Hatice edebi,
ahlakı, zekası ve iffeti ile her daim özel biriydi
Sürdürdüğü baba mesleği olan ticarette de gösterdiği çok ciddi başarılarıyla da yine bir ilk oluyor ve “iş
kadını” kimliği onun farklılığını yine ortaya koyuyordu.
Bu başarılı, itibarlı ve iffetli kadın her türlü gücüne
rağmen çölün narin bir çiçeğiydi. Çünkü içinde yaşadığı toplumun insanları hor görücü, kaba, sevgiden
uzak, acımasız, zevk sefa düşkünü, bireyleri onu anlamaktan uzaktılar. Bu manada geçim tasaları kalktıkça katılaşan acımasızlaşan bu insanlar arasında dürüst olmak bir kadın ve iş kadını olarak hiç de kolay
değildi.
yanında ki azıklarla Nur Dağına tırmanmış ve sevgili
kavuşmuştu. .Bir süre sonra sevgiliyi dua ve zikirleri
ile baş başa bırakmak üzere vedalaştı, oradan ayrılacaktı ki dayanamadı bir kayanın arkasına gizlenip
Onu rahatsız etmeden sessizce beklemeye devam
etti. Aç susuz, uykusuz peygamberimizi gözetliyordu
düşmanları ona zarar vermesinler diye.
Üç gün üç gece sessizce beklemeye devam etti. Üç
gün üç gece boyunca huzurdaydı, pusudaydı eşini
korumak için Hz. Hatice
Hz. Hatice dağdan ayrılırken sevgili haberi almıştıCebrailden sağdık eş Haticenin üç gün beklediği haberini
O güne dek bu anlamda kalben çok çile çekmiş aynı
ölçü de sabır göstermişti. İçinde hep var olan umutla
direnmişti. Çünkü biliyordu ki vaat edilen peygamber
gelecekti ve cahiliye son bulacaktı.
Cebrail :
İşte O Umut
“Evet ayrı olsak da biliyorum ki o hep beni düşünüyor.”
İlk karşılaşmaydı ve ilk karşılaşma da gönlüne düşen
heyacan bambaşka bir dünyaya aldı götürdü. Hz. Hatice’yi . O güne dek hiç bilmediği duygular içindeydi.
Yüreğine akın eden nehirlerin çağıldayışı artarak devam ediyordu. Ve artık o Hz. Hatice ki Kureyş kadınlarının soyca en seçkin ve üstünü, şerefçe en büyüğü, mal bakımından en zengini kavminin her erkeği
onunla evlenmek için can atarken o kendien alem ne
derse desin demiş ve parasız bir yetimi eş olarak seçmişti.
İşte o eş peygamberlikle müjdelenecek olan Hz . Muhammed (s.a.v) idi
“Ya Muhamed biliyormusun Hatice hala burada”
Sevgili:
Cebrail:
“Hayır o bedenen de burada, hiç gitmedi. Hem kendini sana göstermiyor zikirlerine engel olmamak için
hem de dağın zorluklarına katlanıyor. O senin himayen için bunu yapıyor. Doğrusu ey Muhammed , ben
kıskanı verdim bu sevdayı. Bu nasıl aşktır böyle”
Hz. Hatice’nin gösterişsiz ve riyasız muhabbetine
Cebrail özenmişti. Cebraili konuşturan bu sevgi Hz.
Hatice ‘nin gönül zenginliğiydi sadece çünkü o öldüğünde üzerine kefen bile yetmemişti. Tüm servetini
Allah yolunda harcamıştı.
Ve yine 15 yıllık saadet, aşk, huzur güven dolu evlilik
hayatlarından sonra gelen peygamberlik müjdesi ile
bir ilk olacaktı. Hz. Hatice, ilk peygamber eşi olacaktı.
Böylesine içten bir ilgi onu derin gönlündeki Aşk ve
İhlas’tan başka ne olabilirdi.
Öyle bir peygamber eşi ki , Peygamberliği sürecinde
yaşadığı heyecanları, sevinçleri, korkuları, acıları paylaştığı teselli bulduğu güç aldığı sığınaktı Hz. Hatice
Hz. Muhammed (s.a.v) için
Gözyaşı idim, tebessüm oldum.
Peygamberlik müjdesinden sonra yine Nur Dağında
ibadete çekildiği bir günde zamanda yine Hz. Hatice
Mevlana
Ölü idim dirildim
Aşk deryasına daldım
Nihayet baki olan devlete erdim
Çaresizim
Habibe AYDOĞDU
Kırık dökük mevsimler gibiyim;
Çırpınıyorum oradan oraya,
Duyuramıyorum sesimi…
Anlatmak istediklerimi söyleyemiyorum.
Sessiz dalga gibiyim sanki…
Bağırmak istiyorum ama;
Susmak en anlamlı sözcük gibi geliyor.
Oradan oraya savrulmuş rüzgârlar misaliyim,
Bu sessizlik yok edecek her şeyi.
Ama sessiz kalmaya yeminliyim.
Kıracağım, üzeceğim, mahvedeceğim belki;
Ama bu sessizliğimle ölüp gideceğim bir gün.
Bu çırpınışlarımın son durağı,
Geldi artık yolculuk zamanı.
Zamansız belki de acımasız;
Ama gitmelerin zamanı şimdi.
Suskun seller gibi duraksızım,
Yolunu kaybetmiş bir kuş gibi…
Çareler içinde çaresizim,
Çünkü gitmelerin zamanı şimdi.
21
Salihli Kazak Türklerinde Bazı Gelenek ve İnanışlar
Geçiş Ritüelleri
Doç. Dr. Adem EFE1 - Esra ŞENTÜRK2
Özet
Bu makalede Salihli Kazak Türkleri hakkında kısa bir
bilgi verildikten sonra onların sahip oldukları ve halen
yaşatmaya devam ettirdikleri bazı sosyo-kültürel unsurlar ile geçiş ritüelleri üzerinde durulacaktır.
Giriş
1930 yılında, Doğu Türkistan’daki baskılardan kaçıp, önce Tibet’e, 1940’lı yıllarda Hindistan’a ulaşan3
Doğu Türkistan Kazakları burada iç savaşın çıkmasıyla Pakistan’a yerleşmişlerdir. Ancak bu coğrafyada iklim şartlarına ayak uyduramayınca 1953 yılında
Türkiye’ye göç etmişlerdir. Uzun ve yorucu geçen bu
yolculuk esnasında pek çok can kaybı da yaşanmıştır.
Türkiye’ye geldikten sonra ilk önce iki sene boyunca
Tuzla’daki misafirhanelere sonra da Kayseri, Niğde,
İstanbul Büyükçekmece ve Sefaköy, Ankara Aktepe,
İzmir, Aksaray Sultanhanı, Konya İsmil ve Manisa’ya
yerleştirilmişlerdir.
Adnan Menderes zamanında Türkiye’nin çeşitli yerlerine yerleştirilen gelen bu Kazak Türklerine, devlet
tarafından birer ev ve otuzar dönüm tarla verilmiştir.
Ancak Salihli’ye yerleşen Kazaklara sadece ev vermekle yetinilmiştir. Salihli ilçesine gelen Kazak Türklerinin yerleşimi daha çok Kurtuluş Mahallesi’nde yoğunlaşmıştır.
Çekik gözleri ve çıkık elmacık kemikleri ile halk arasında Tatar olarak da adlandırılan Kazak Türkleri,
Kazakları çok iyi tanımayan Türklere karşı kendilerini karışıklığa meydan vermemek için Türkistanlı olarak tanıtmaktadırlar. 1954- 1955 yıllarında Salihli’ye
yerleştirilen ancak daha sonraki yıllarda bir bölümü
İstanbul başta olmak üzere büyük kentlere göçen
Kazaklar, ilk geldiklerinde 140 hane iken bugün 110
hane civarındadırlar. Günümüzde kültürlerini halen canlı bir biçimde yaşatmaktadırlar. Salihli Kazak
Türkleri Sosyal Dayanışma ve Kültür Derneği adında
bir de dernekleri vardır. Adı geçen derneğin, onların,
kimliklerini ve sosyo-kültürel varlıklarını muhafaza etmelerinde büyük rol oynadığını söylemek mümkündür. Her toplumun kendine özgü medeniyeti, sanatı,
edebiyatı, gelenek ve görenekleri, davranış kuralları
ve dini inançları vardır. Bütün inançlar asıl kökünü
dinden alıp, her toplumda kendi milli karakteri içinde
görülmektedir.
Kazak Türklerinde Bazı Gelenek ve İnanışlar
Kazak Türkleri İslamiyet’i din olarak kabul ettikten
sonra, eski din ve inançlardan kalma birçok görenek
22
ve gelenekleri İslam dininin emirleri gibi muhafaza
etmişlerdir. Kazaklar kültürlerine çok bağlıdırlar. Ve
halen günümüzde canlı bir şekilde bu kültürlerini
yaşamlarında yansıtmaktadırlar. Kazaklar Türk geleneğinin vazgeçilemez özelliği olan misafir ağırlama
konusunda da çok hassastır. Kazak geleneğine uygun
bir şekilde, öncelikle konuk olunan evde sırayla selamlaşma, hal hatır sorma vardır. Selamlaşıp, hatırları
sorulan konuklar sofraya davet edilir. Ancak sofraya
geçilmeden önce bir çocuk tüm davetlilere su dağıtarak ellerinin yıkanmasını sağlar. Yemekten sonra da iki
kişi yine el yıkanılması için su ve sabun götürür. Sofra
genellikle yer sofrasıdır. Kazak sofraları yemek bakımından oldukça zengindir. Yemekler genellikle et ve
hamur işi ağırlıklıdır. Hamur üzeri haşlanmış etten yapılan besparmak, özel bir şekilde katlanıp servis edilen mantı ve pişinin değişik bir şekli olup her sofrada
bulunan bağursak en sevilen yemeklerindendir. Un,
şeker, sıvı yağ, yoğurt ya da çiğ süt, tereyağının temel
malzeme olarak kullanıldığı bu yiyecek düğün ve özel
günlerde mutlaka yapılır. Unun özel bir karışımla hamur haline getirilip, yağda kızartılmasıyla hazırlanır.
Türkiye’deki gibi mantı olarak adlandırılan mantıları yapılış bakımından farklıdır. Kazak mantısının beş
katlı özel bir tenceresi vardır. En alt tencere dışındaki
diğer üst tencereler elek gibi olup, altları deliktir. Kazak mantısı buharda yapılır En alttaki tencerede su
kaynar, üsttekilere buharı gider ve mantıyı buhar pişirir. Kazak mantısı içinde kıyma ve soğanın özel bir
karışımıyla hazırlanır, ancak boyut itibariyle Kazak
mantısı daha büyük boyuttadır. Diğer bilindik bir yemekleri pilavdır. Kazak pilavına pirincin dışında soğan
ve havuç da katılmaktadır. Özellikle yeni doğum yapmış bayanlara yedirilen bir diğer yöresel yemekleri
ise taklandır. Talkan’ı hazırlamak için önce kavrulmuş
buğday veya mısır öğütülerek un haline getirilir. Bunun üzerine sütlü çay, şeker ve tereyağı konur. Karıştırılıp lapa haline gelince yenir. İçecek olarak ise sütlü
çay çını denilen seramik kâselerde servis edilip içilir
ve isteğe göre içine tuz da ilave edilir. Akçay olarak
adlandırılan sütlü çayın her derde deva olduğuna inanılır. Kazakların hayatında doğum, evlenme ve ölüm
merasimlerinde yemek verilmesi önemlidir. Ölünün
ardından verilen yemek ecdada verilen önem ve saygının bir işareti olarak kabul edilir. Ölüm olsun doğum
olsun törenlerde verilen yemeklerde muhakkak hayvan kesilir. Eğer kişinin ailesinin durumu müsait değilse akrabaları devreye girer ve bu yükü paylaşırlar.
Merasimlere katılım oranı yüksektir.
Geçiş Ritüelleri
Geçiş ritüelleri yeni bir hayat eşiğini aşmak veya insanın birey oluşunda herhangi bir değişikliği ifade etmek yahut sosyal statüsündeki değişimleri anlatmak
için düzenlenen törenlere denir. Giriş ritüelleri esas
olarak insanları hayata ve topluma bağlayan, entegre
eden en önemli törenler olarak kabul edilebilir. Günümüzde modernleşme, sosyo-kültürel değişme ve
diğer etmenlerle birlikte geçiş ritüelleri eski önemini
yitirmiş gibi gözükse de eski Türk inanışlarının devamı olarak değerini muhafaza etmeye devam etmektedir. İnsan hayatının üç önemli ‘geçiş dönemi’ vardır:
Doğum, evlenme ve ölüm. Şimdi kısaca bunları açıklamaya çalışalım.
Doğum
Aile, toplumun en küçük birimidir. Türklerde atalar
kültüyle ilgili ata ruhlarına inançlardan dolayı aile,
kutsal sayılmakta ve ‘baba ocağı’ olarak adlandırılmaktadır. Sosyal bir kurum olan ailenin varlığı ve
sürekliliği doğum ile sağlanır4. Her toplumda sevinç
kaynağı olarak görülen doğum olayı Kazaklarda da
büyük öneme sahiptir.
Çocuk dünyaya geldiğinde kildık apa (göbek annesi)
seçilir. Çocuğun doğumu için babasından ayrı olarak
kildık apa koyun ve bir de elbise alır. Ve ömrü boyunca çocukla ilgilenir. Üç gün boyunca çıldakan (eğlence) yapılır.
Çocuk doğduğunda eğer ailenin evlatları üst üste vefat etmiş ise yeni doğan çocuğun hayatta kalması için
bazı pratikler uygulanır. Bunlardan biri ‘ırım’dır5. Görüşülenlerden Cumali Hoca için de ırım uygulanmıştır.
Şu şekilde naklediyor: Babamın çocukları hep ölünce
tek erkek çocuk olarak beni yedi evin penceresinden
ve yedi büyük annenin bacak arasından geçirmişler.
Yedi ayrı parçadan oluşan gömlek dikip giydirmişler.
Bir adam eline alıp çocuk satacağım çocuk satacağım
diye pazarlıkla beni anne- babama satmış.
Çocuğun doğduğu yer de değerli sayılır. O yer çocuğun yeryüzüne geldiği yerdir. Bazen anasına babasına vatanına milletine hayırlı olsun diye toprağa belenir. Çocuk üç günlük olunca beşik salma toyu yapılır.
Kildık apası ve babası koyun keserler. Doğum yapan
kızın annesi de öğütülüp aparılmış bir koyun getirir.
Beşik hazırlanır getirilir. Beşikte çocuğun ihtiyacı için
bir delik ve kap vardır. Burası kullanılmadan önce çerezlerle doldurulur ve gelenlere dağıtılır, ayrıca hediyeler verilir. Çocuk kırk gün olunca kırk kaşık suya kırk
taş konur. Bir de gümüş koyarlar, para atarlar rızkı bol
olsun diye. Daha sonra kindık apa yemeğe çağrılır.
Halı, bilezik gibi hediyeler verilir. Gelinin ilk çocuğu
babaannenin dedenin çocuğu olur. Apasının balası
olur. Gelin ve damat o çocuğu sevemez apasının atasının yanında kızım oğlum diye seslenemez. İsmiyle
seslenir. Bebek doğduğunda yapılan bir diğer adet
ise ‘çeşu’dur. Bebek doğduğu zaman herkes çağırılır.
Çocuğun hayatı bereketli olsun diye aynı zamanda
sevinç gösterisi olarak şekerler çerezler atılır, saçılır.
Bu gelenek çok eskilere dayanır ve evlilik, asker uğurlaması gibi durumlarda da uygulanır.
Çocuk beş veya yedi yaşlarına gelince sünnet ettirilir.
Ailenin maddi durumuna ve gelecek olan misafirlerin kalabalıklığına göre koyun kesilir. Hediyeler alınır,
mevlit okutulur. Sünnetlerde mevlid okutmanın6 evvelki zamanlara göre son on yılda daha bir yaygınlık
kazandığını söylemek mümkündür.
Evlenme
Evlenme, yaşamın ikinci geçiş dönemidir. Ailenin,
toplumsal yapının temeli olması, bu birliği sağlayan
evlenme olayına evrensel bir karakter kazandırmıştır.
Öte yandan, toplumların tarihsel boyutları, ekonomik
yapıları, yerleşim düzenleri, üretim ilişkileri, gelenekleri, kısaca kültürleri, evlenme biçimlerini de belirlemektedir7. Ataerkil bir aile yapısına sahip olan Kazaklarda evlenmeye verilen önem kuşaklar arası ilişkiyi
sağlam tutmuştur.
Düğünlerde kaçma ya da kaçırılma ve de boşanma
gibi olaylar çok nadir görülür. Kızla oğlan anlaştıktan
sonra oğlan tarafı kız istemeye gider. Buna ‘lala surap
baradı’ denir. Olumluya bağlanınca kızın anne babası nezaketen eşe dosta soralım diyip ayrılırlar. Her iki
taraf da evinde yemek yaparak çevresindekileri çağırır, onların hayır duasını ve rızasını ister. Dua kazak
kültüründe çok önemlidir. Kazakların hayatlarının
temelinde dua vardır. Duasız işe başlanmaz. Çay içilse dahi duası yapılır. Böylelikle ‘köpçüluktum batası’
çoğunluğun duası alınır. Kudakeledi damat tarafının
geleceği zaman belirlenir. İki taraf da bütün akrabalarını toplar gelir. Çeşu atılır. Kız tarafından da oğlan tarafına atılır. Selamlaşılır, hayırlı olsun dilekleri sunulur,
çay ikram edilir. İkramlarla beraber çok büyük olan
sofra bezi serilir. Buna dastarkan çayıladı denir. Kuda
geliyor diye bağursak yapılır. Çınıda servis edilen çay
içildikten sonra maldımbatası yapılır. Bu kesilen koyunun duasıdır ve kaç koyun kesildiyse o kadar dua aksakallılar tarafından yapılır. Çay dastarkanın olmazsa
olmazıdır. Tuzlu veya şekerli olarak hazırlanabilen bu
Akçay olmazsa misafire hürmetsizlik olarak anlaşılır.
Kazaklara özgü bir de havuçlu pilav vardır. Kesilen
koyunlar eklemlerinden ayrılır, fakat satır vurulmaz.
Her kemiğin kendine özel bir değeri vardır. Herkesin
önüne her kemik konulmaz, hürmetsizlik sayılır. Büyük kudaların tabağına baş ütelenip konulur. Akşam
namazından sonra yapılan serviste, kudalar ve her
evden bir kişi çağrılır. Kemikler değerlerine göre ayrılır ve ona göre servis yapılır. Örneğin cambaz büyük
kudanın önüne, asıkcilik kız annesinin önüne konulur.
Yemekten sonra dua yapılıp eller yıkanır. Çay faslına
geçilir. Dastarkan yine serilir. Oğlanın annesi yengeleri
geline el öptürürler. Gelin kaynanasının önüne oturur.
Kaynanası ona bir eşarp bağlar, takısını takar. Eşarp
bağlanması biz seni bağladık anlamına gelir. Aslında
Kazaklarda el öpme adeti yoktur. Göğüs göğsün üstüne gelecek şekilde selamlaşılır.
23
Nişana gelmeden önce korcun salınada yapılır, bohça
getirilir. Karşılıklı hediyeleşilir. Nişanda ise koyun kesimi gibi maddi hususlara yardım için oğlan tarafından
kız tarafına kalınmal denilen bir miktar para getirilir.
Oğlan tarafı kız tarafını bir hafta sonra yemeğe çağırır. Bu davette yine koyun kesilir. Oğlan tarafından
kız tarafına dörder altışar metre karelik halılar verilir.
Halı büyük hediyeler arasındadır. Kudak gelmesinde
ise en fazla altı kişi gelir. Korcun hazırlanır. İçine konulan kumaşlar, seccadeler, çerezler, orada bulunan
akrabalara dağıtılır.
Oğlan tarafı kız tarafı ve kız tarafının akrabaları tarafından yemeğe alınır. Beş altı gün bu merasim sürer.
Daha sonra kudalara hediyeler verilerek uğurlanır.
Bir hafta sonrasında aynı merasimler oğlan tarafında
olur. Nişanlı kız oğlan evine gitmez.
Oğlanın ailesinden bir ya da birkaç kişi düğün tarihini
belirlemek için gider kız tarafına. Ancak gitmeden iki
üç gün önce akrabalarını toplar koransalıncak diye.
Oraya giden insanlar giderken oğlan tarafının bayanlarından toplanan tenge parası, seccade, kumaş ve
kalınmal parasını akçüpereke, beyaz bir bezin içine
düğümleyip götürürler. 24 enterelik kumaş ve tenge
parası ayarlanır, tenge kız evindeki kızlara dağıtılır.
Oraya gidecek olan kişiler erip giderler. Yani tedarikli giderler. Çünkü oraya gidenler kıza bilezik takarlar.
Daha sonra oğlan tarafına gidilir daha kalabalık olarak. Oğlan tarafı kızın annesine süt hakkı verir. Halı
kilim götürülür. Kız annesine bilezik takılır. Cengetay
bileziği olarak kızın yengesine de bilezik takılır.
Nayman, Barkı, Molku, Cadik, Centege, Çakabey, Tasbike, İteli, gibi eller kavimler vardır. Ve bu kavimler
içindeki bireyler birbiriyle kardeş sayılır ve evlenemezler. Evlenilebilmesi için yedi atanın geçmesi gerekir.
Akşamına dini nikâh kıyılır. Ertesi gün düğün olur. Yemekler yenilir. Eğlence için tutulmuşsa nikah salonunda eğlence düzenlenir, takı merasimi yapılır. Düğün
salonundan baba evine tekrar dönülür. Damat gelini
almak için kız evine geldiğinde kızın yengeleri çınıya birer yudum süt koyarlar ve damada birer yudum
içirirler. Kimi zaman içine tuz ya da şaka amaçlı farklı
şeyler katılır. Damat ise hediyeler verir. Gelin kız yengesinin evine götürülür. Kayınvalidenin evine gitmez.
Gelin gösterilirken de çeyiz serilen odaya girilirken de
körümlük verilir.
Kız evinde çeyiz hazırlanırken oğlan tarafının akrabalarından biri varsa ilçede, bir tane renkli ip gönderilir.
Bu kız tarafının çay ve yemek istediğinin belirtisi sayılır. Kız evden çıkartılırken betaşar olur.
Kız, kız evinden çıkarılırken yine halı verilir yakın akrabalara. Buna da kıd denilir. Hediyelerin üzerine para
takılarak getirilir. Duvara gerilen iplerin üzerine asılır.
Betaşar gelin erkek evine geldiğinde söylenen şiirlerdir. Yeni gelinin yüzü kırmızı bir tülle örtülür. Kız ba-
24
şına örtülen bu Salı bir hafta bağlanır. Süt dökülerek
başından çıkarılır. Daha sonra da sevdiği bir kişiye verilir. Yeni gelin daha sonra hürmet göstergesi olarak
ev halkına ve oradaki topluluğa selam verir ve büyüklerin elini öper.
Gelin olsun damat olsun saygıdan dolayı kayınvalidenin, kayınpederin ve evdeki yaşça daha büyüklerin
isimlerini söyleyemezler. Çocuklarına onların adlarını
veremezler. Çünkü adlar söylenemez. Farklı adlandırmalarla seslenilir. Örneğin görümceye “tulumdum”,
kayına “inim” denilir. Ve bu sadece onların yanında
değil onların olmadığı yerlerde de böyledir. Gelinler
ve damatlar büyüklerinin yanında ‘tör’e baş kısma
oturamazlar. Ayak kısmına otururlar.
Ölüm
Ölümün herkes için kaçınılmaz bir son oluşu, dünyanın her yerinde ölüm çevresinde toplanan adetlere ve
işlemlere evrensel bir karakter kazandırmıştır. Ölüm
çevresinde kümelenen ve ölüyle toplum üyelerini
kuşatan inanmalar ve adetler başlıca üç grupta toplanmaktadır. Ölenin ‘öte dünyaya gidişini’ kolaylaştırmak, ölenin geri dönüşünü ve muhtemel zararlarını
önlemek ve de ölenin yakınlarının bozulan ruhsal durumlarını düzeltmek için yapılan pratikler8.
Bir kişi vefat ettiğinde saat kaç olursa olsun başsağlığına gidilir. Defin işlemi için ölen kişi uzaktaki akrabaların yakınların gelmesi için haber salındıktan sonra
bekletilir. Ölen kişi öldüğü gün arındırılır yıkanır bir de
defnedileceği gün yeniden yıkanır. Yedi gün boyunca
hatimler indirilir. Hatim indirenlere hediyeler verilir.
Ölen kişinin evinde üç gün yemek pişirilmez. Buna
bazı yerlerde ‘eren’ denir. Yakınları tarafından bağursak pişirilir ikram edilir. Körüs aytıp cılıyorlar. Ağıtlar
söylenip ağlanır. Tesbih çekilir. Yedinci gün daha büyük bir merasim yapılır. Her cuma günü cuma namazından sonra kırkına kadar hatim yapılır; dualar edilir.
Kırkında yine hatim yapılır. Senesi geldiğinde dışarıdan gelen hatimlerle birleştirilip daha büyük bir merasim düzenlenir, hayır da denilen yemek verilir.
***
Sonuç Yerine
İnsan hayatının üç önemli ‘geçiş dönemi’ vardır:
Doğum, evlenme ve ölüm. Bu geçiş dönemlerinde
kutsamak, kutlamak ve bu dönemler sırasında güçsüz olan kişileri zararlı etkilere karşı korumak amacı
taşıyarak oluşan gelenek ve inanışlarda kimi zaman
toplumun tarihten gelen sosyal ve dini mirasının da
önemli payı vardır9.
İnsan yaşamının üç önemli dönemini oluşturan doğum, evlenme ve ölüm çerçevesinde ele alınan Kazak
Türklerinin, göç ve modernleşme olgusuna rağmen
kendi gelenek ve inanışlarını canlı bir şekilde muhafaza ettiklerini söyleyebiliriz.
Kaynaklar
Dipnotlar
Efe, Adem, “Türk Toplumunda Mevlidin Yeri ve Fonksiyonları (Isparta ve Çevresi Örneği)”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. XXIX, Yıl: 2009, İzmir.
1
Polat, Kemal, Beşikten Mezara Kırgız Türklerinde Gelenek ve İnanışlar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2008.
2
Salihli Altınorda Ortaokulu DKAB Öğretmeni/SDÜ Sosyal Bilimler
Enstitüsü Yüksek Lisans Öğrencisi.
Örnek, Sedat Veyis, Türk Halk Bilimi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1995.
3
HYPERLINK “http://www.kazakturklerivakfi.org/index.php?option” www.kazakturklerivakfi.org/index.php?option, (erişim tarihi:
HYPERLINK “http://www.kazakturklerivakfi.org/index.php?option” www.kazakturklerivakfi.org/index.php?option, ( Erişim tarihi:
06/06/2012).
Doç. Dr.; Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Fakültesi ÖÜ ve Aksu Mehmet Süreyya Demiraslan Meslek Yüksekokulu
Müdürü.
06/06/2012).
4
Kemal Polat, Beşikten Mezara Kırgız Türklerinde Gelenek ve İnanışlar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2008, s. 66.
Kaynak Kişiler
5
Gülsüm Altınmakas, 42 yaşında, derici.
6
Cumali Ertaş, 45 yaşında, Din Görevlisi.
Ayşegül Ertaş, 42 yaşında, ev hanımı.
Kaniye Yüksel, 53 yaşında, ev hanımı.
Irım halk inanışı demektir.
Türk toplumunda mevlid okutma vesileleri için bkz. Adem Efe,
“Türk Toplumunda Mevlidin Yeri ve Fonksiyonları (Isparta ve Çevresi Örneği)”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S.
XXIX, Yıl: 2009, İzmir, s. 9-30.
7
Sedat Veyis Örnek, Türk Halk Bilimi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1995, s. 185.
8
Örnek, s. 207.
9
Örnek, s. 131.
Osmanlıca Klavye Üretildi
Isparta’da bir şirket, bilgisayarda Osmanlıca yazımı kolaylaştırmak amacıyla üzerinde Latin harflerin yanında
Osmanlıca harflerin de bulunduğu Osmanlıca klavye
üretti.
laştıklarını anlatan Yıldız, sanal ortamda Osmanlıca
yazmak isteyenlere yönelik de bir yazılım geliştirdiklerini ve bunun 50 binin üzerindeki kişi tarafından indirildiğini kaydetti.
Isparta’da 162 çeşit Kur’an-ı Kerim basan bir şirketin
teknoloji birimi Ar-Ge çalışması sonucunda, bilgisayarda Osmanlıca yazımı kolaylaştırmak amacıyla üzerinde Latin harflerin yanında Osmanlıca harflerin de
bulunduğu Osmanlıca klavye üretti.
Osmanlıcanın bilgisayarda Latin harfleri ile yazılmasının mümkün olmadığını ve bu durumun da üzerinde
Osmanlıca karakterlerin bulunduğu klavye yapmayı
zorunlu hale getirdiğini ifade eden Yıldız, bu nedenle
bir Osmanlıca klavye geliştirmeyi kararlaştırdıklarını
dile getirdi.
Şirket müdürü Ali Yıldız, geçmişte Türkçeyi İslam ile
bütünleştirmek için “Osmanlı alfabesi” şeklinde bir elifbanın geliştirildiğini söyledi.
Osmanlıcanın Türkler tarafından uzun yıllar kullanıldığını anlatan Yıldız, Osmanlıcanın günümüz Türkçesinden fazla bir farkının olmadığını, tek farkın Latin
harfleri yerine Kur’an harflerinin kullanılması olduğunu
kaydetti.
Türkiye’nin çok zengin bir Osmanlıca bilgi arşivinin bulunduğunu, buna rağmen bugün çoğu kişinin bunları okuyamadığını ifade eden Yıldız, “Dünya üzerinde
kütüphaneye gidip de ecdadından bir şey okumadan
giden bir millet gösterilemez” dedi.
Son yıllarda millet olarak Osmanlıca arşivlerin zenginliğinin farkına vardıklarını, çok sayıda kişinin Osmanlıca
öğrenmeye başladığını vurgulayan Yıldız, gönüllü kuruluşlar tarafından geçen yıl binlerce kişiye Osmanlıca
kursu verildiğini aktardı.
Bu kapsamda 85 yıl aradan sonra Türkiye’nin ilk Osmanlıca dergisini çıkardıklarını ve yoğun ilgi ile karşı-
Yaptıkları araştırmada Türk Standartları Enstitüsü’nün
(TSE) 2006 yılında Osmanlıca bir klavyenin nasıl olması gerektiği yönünde bir taslağın bulunduğunu öğrendiklerini kaydeden Yıldız, şöyle konuştu:
“Ancak buna kimse sahip çıkmadı. Biz de şirket bünyesindeki Hay-Teknoloji olarak üzerinde Osmanlıca
karakterlerin bulunduğu klavyeyi geliştirdik. Bu sahadaki boşluğu doldurmuş olduk. Çünkü Latin harfleri ile
Osmanlıca yazmak mümkün değil. Osmanlıca klavyenin üzerinden hem Latin harfleri, hem de Osmanlıca
karakterler var. Kullanımı çok kolay. Klavyeyi Q ve F
formatında hazırladık. Klavye ile birlikte bir kurulum
CD’si veriyoruz. Bu kurulumu yapmadan Osmanlıca
yazılamıyor.”
Üretilen Osmanlıca klavyenin dünyada ilk olduğunu
öne süren Yıldız, klavyenin internet üzerinden satışa
sunulduğunu sözlerine ekledi.
Bir grup Türk mühendis, 2,5 yıllık Ar-Ge çalışmasının
ardından tüm smart TV teknolojilerini ve yayın sistemlerini tek bir ortamda toplayan “akıllı kutu” geliştirdi.
25
Organik Tarım
Dr. Derya GÜLOĞLU
İkinci Dünya Savaşı sonrasında hızla artan dünya
nüfusunu besleyebilmek için, tarımda verimliliği artırmak amacıyla tarımsal üretimde kullanılan kimyasalların (ilaç, gübre vb.) olumsuz etkilerinin insan,
hayvan, bitki ve toplum sağlığı üzerindeki zararları artarak kendini göstermeye başlamıştır. Bu nedenlerle,
örgütlenen üretici ve tüketiciler, doğayı tahrip etmeyen yöntemlerle üretilen, insanlarda toksik etki yapmayan tarımsal ürünleri üretmeyi ve tüketmeyi tercih
etmeye başlamışlardır. Bu amaçla bilinçli bir üretim
tarzında ve yeni bir sistem içerisinde konvansiyonel
(geleneksel) tarım yanında gelişerek şekillenmiş bir
tarım tekniği ortaya çıkmıştır. Bu yeni üretim tarzı değişik ülkelerde Biyolojik Tarım, Ekolojik Tarım ya da
Organik Tarım olarak adlandırılmaktadır.
Genel bir ifadeyle organik tarım, doğadaki dengeyi
koruyan, toprak verimliliğinde devamlılığı sağlayan,
hastalık ve zararlıları kontrol altına alarak doğadaki
canlıların sürekliliğini oluşturan, doğal kaynakların ve
enerjinin optimum kullanımı ile optimum verimlilik
sağlayan bir tarım sistemidir.
Organik Tarımın Amaçları
Bitki, insan, hayvan ve çevreyi korumak. Toprağın yapısını düzeltmek, içindeki biyolojik yaşam dengesini
yeniden oluşturmak, eksilen organik maddenin yeniden kazandırılmasını sağlamak, toprak verimliliğini
korumak ve geliştirmek. Tarımsal faaliyetten kaynaklanacak her türlü kirliliği önleyerek iklim değişikliğinin
önüne geçmek. Doğal flora ve faunanın korunmasını
sağlayarak biyolojik çeşitliliği devam ettirmek. Sentetik kimyasal tarım ilaçlarının toprak üstü tehditlerini
ortadan kaldırmak. Bitki-insan-hayvan-toprak arasındaki bozulan ilişkileri güçlendirmek.
Dünya’da ve Türkiye’de Organik Tarım
Avrupa Birliği ilk organik ürün yönetmeliğini 1991 yı-
26
lında çıkarmıştır. Ancak bu yönetmeliğin yalnızca bitkisel organik üretimi kapsaması nedeniyle 2000 yılında hayvansal üretimi de içine alan “Organik Tarım
Yönetmeliği”ni çıkarmıştır.
Dünyada 130 ülkede sertifikalı organik ürün üretilmektedir. Bu ülkelerin büyük çoğunluğu Avrupa ve
Afrika kıtasındadır. Dünyadaki toplam organik üretim
alanı 31 milyon hektardır.
Dünyada organik üretimi yapılan başlıca ürünler; Yaş
meyve ve sebzeler, kuru ve sert kabuklu meyveler,
bakliyatlar, baharatlar.
Dünyadaki organik tarım alanlarının %39’u Okyanusya’da. %23’ü Avrupa’da ve %19’u Latin Amerika’dadır.
Ülkemizde organik tarım uygulamaları 1984-1985
üretim sezonunda Avrupalı firmaların ülkemizden organik ürün talebiyle başlamıştır. İlk organik üretimler,
geleneksel ihraç ürünlerimizden kuru üzüm ve kuru
incir ile Ege Bölgesi’nden başlamıştır. Bunu kayısı ve
fındık izlemiştir.
Ülkemizde 300 adet sertifikalı organik ürün üretilmektedir. Bu üretimin bölgelere dağılımı;
%41 Ege Bölgesi
%21 Güneydoğu Anadolu Bölgesi
%17 Akdeniz Bölgesi
%2 Marmara Bölgesi şeklindedir.
Türkiye’deki toplam üretim alanı 141.000 hektardır.
Organik Tarımın Avantajları
Yeni bir istihdam alanıdır.Üreticinin geliri ürüne bağlı
olarak artmaktadır. Kimyasal ilaç, pestisit, herbisit vb
girdilerden tasarruf sağlar. Organik ürünlerin ihraç fiyatları daha yüksektir. Sözleşmeli tarımda üreticinin
tüm ürününün alınması garantisi vardır.
Organik Tarımın Dezavantajları (Sorunları)
Organik tarım pek çok doğa olayının gidişine bağlıdır. Bu nedenle üretim miktarı ve sürekliliği konusunda kesin bir söz söyleme imkânı yoktur. Organik
tarım ürünlerinin gözle görülür özellikleri klasik tarım
ürünleri ile bazı bakımlardan rekabet edemez. Organik ürünlerin depolamaya dayanıklılığı azdır. Organik
ürünlerin pazarlanması sırasında daimi bir tüketici
kitlesi bulunmayabilir. Sertifikasyon sisteminin zorluğu ve girdi fiyatlarının yüksekliği nedeniyle organik
tarıma ayrılan arazi miktarı düşüktür.
Organik Tarımda Kaçınılması Gereken Durumlar:
Sentetik gübrelerin kullanılması. Agrokimyasal ilaçların kullanılması. Büyüme regülatörlerinin kullanılması.
Koruyucu ilaçların kullanılması. Hayvansal üretimde
hayvanların kapalı yerde yetiştirilmesi. Bazı bağ-bahçe ürünleri hariç belirli mevsimlerde birden fazla ürün
alınması.
Organik Tarıma Neden Olan Eğilimler
Toprak yapısının bozulması ve erozyon tehlikesi. İnsan, bitki ve hayvan sağlığındaki olumsuz gelişmeler.
Yoğun kimyasal kullanımının üretim maliyetlerini artırması. Üretim miktarındaki artışa karşın ürün kalitesinin bozulması. Doğal dengenin bozulması. Doğada
yararlı türlerin yok olması ve zararlıların çoğalması.
Yer altı suları ve çevrenin kirlenmesi
Organik Tarım Uygulamaları
Organik üretim yapmak isteyen müteşebbis, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Organik Tarım Komitesi
tarafından yetkilendirilmiş bir Kontrol ve Sertifikasyon Kuruluşu’na bir dilekçe ile başvurarak, yapacağı
üretimin organik olarak değerlendirilmesi için gerekli
çalışmaların yapılmasını talep eder.
Kontrol ve Sertifikasyon Kuruluşu istediği bilgi ve
belgeler (müteşebbise, üretime, işletmeye, kontrole,
sertifikasyona, ihlal ve ihtilaflara, gıda siciline dair belge ve bilgiler) yardımıyla başvurunun organik üretim
yapmaya uygun olup olmadığına karar vererek Organik Tarım Komitesi’ne bildirir.
Kontrol ve sertifikasyon kuruluşu, başvurusunu kabul
ettiği ve sözleşme yaptığı üreticiyi “Geçiş Süreci’ne
alır. Yani üreticinin organik tarım yapmaya karar verdikten sonra tek yıllıklarda 2 yıl, çok yıllıklarda 3 yıl
süreyle geleneksel tarımdan vazgeçerek, elde ettiği
ürünü ‘geçiş dönemi ürünü’ olarak pazarlaması gerekir. Hayvansal üretimde ise geçiş süreci, büyükbaş
ve küçükbaş hayvanlarda 2 yıl, tavuklarda 4 ay, su
ürünlerinde ise Kontrol ve Sertifikasyon kuruluşunca
belirlenmiş olan süredir.
Tükenmek
Halime SAYIN
Tükenmekle ilgili makale cümleleri gibi uzun uzun
fizyolojik, psikolojik, duygusal açıklamalar yaparak
beylik cümleler kullanmaya gerek yok. Bizim gözümüzden (yani gençlerin gözünden) anlatmaya çalışacağım sizlere tükenmeyi;daha doğrusu neden çabuk
tükendiğimizi.
Peki, neler tüketiyor bizi?
Hayatta sahip olduklarımız- olamadıklarımız, hayata
bakış açımız, umutlarımız, hayallerimiz, aşklarımız,
arkadaşlarımız, çevremiz, ailemiz, dersler, okul, sınavlar, hocalar… O kadar çoklar ki! Ya korkularımız onlar
masum mu?
Gerçekler, yasam telaşı, büyümekten belki de düşmekten korkuyoruz kim bilir… Büyüdük. O kadar
çabuk geçti ki yıllar gerçeklerle bile tam yüzleşememişken; bir anda büyüyüverdik. Büyürken de yalnız
değildik korkularımız, hayallerimiz. Bize tanınan ya da
tanınmayan şanslarımızla beraber büyüdük.
Ya içimizi saran ‘Ya sonra?’ korkusu o masum mu? Tüketmiyor mu bizi yavaş yavaş? Okul bitince neredeyim demiyor muyuz çoğu zaman? Bütün bunlar yetmezmiş gibi ailemize karşı sorumluluklarımız ve bizi
anlamayan aile bireyleri karşımıza çıkıyor. Sanki tüm
sorunlar birleşmiş; bizi tüketmeye niyetli. Çıkmazlar
içinde bir hayat tükenmekte, yorulmakta haksız mıyız?
Haklıyız. Aslında bu kadar yük aynı anda bizim kal-
dırabileceğimizden çok fazla. Peki, ne zaman kendimize geleceğiz, ne zaman geçecek ruhumuzdaki
bedenimizdeki yorgunluk, ne zaman nefes almaya
başlayacağız ciğerlerimizi doldura doldura? Aslında
cevabı basit. Ölçü biziz. Mutlu olmak da, olmamak da
bizim elimizde. Çünkü neden de sonuç da biziz. Bardağın dolu tarafından bakmak denir ya kolay değil
biliyorum ama deneyelim.
Simdi gelin biraz empati yapalım: Afrika’daki her üç
çocuktan ikisi gibi fakir bir köyde doğduğunuzu. Bizim yakındığımız anne babanızı, henüz çocuk yaşta
iç savaşın tam ortasında katledilmesine şahit olduğunuzu ve aradan bir kaç yıl geçmeden abinizi-ablanızı
ya da küçük kardeşinizi salgın hastalıklar yüzünden
ilaçsızlıktan kaybettiğinizi. Hepsi bu kadar mı hayır.
Kaçmanız gereken bir iç savaş ve korunmanız gereken hastalıklar var. Bir de tüm bunları yaparken
ekmek ve su bulmanız gerek. Verdiğiniz bu savaş
sadece yaşamak için biliyor musunuz arkadaşlar? Afrika’da, Filistin’de, Afganistan’da ve açlığın sefaletin
savaşın kol gezdiği ülkelerde kimse tükenecek kadar
uzun yaşamıyor. Çünkü tükenmekten daha önemli
olan bir sorunları var; hayatta kalmak. Şimdi bir daha
düşünelim bize sunulan hediyeleri ve tükenmeyecek
kadar değerli bir hayatınızın olduğunu ve zamanın
bize getirdikleriyle mutlu olmayı. Umarım anlatmak
istediğimi anlatabilmişimdir sizlere. Sürçü lisan ettikse af ola Keyifli okumalar.
27
Kırım Güzellemesi
Doç. Dr. Adem EFE
Kırım Hakkında Ön Bilgi
Kırım kelimesinin kökeni geniş düzlüklerden, bayırlardan gelmektedir. Coğrafi olarak böyle yerlere Türkçede de ‘kır’ denmektedir. Kırım kelimesi ‘Benim kırım’
‘tepem’ ‘bayırım’ anlamına gelmektedir. Kırım Karadeniz’in kuzeyinde Kırım Yarımadası üzerinde konuşlanmış 1991’de SSCB’den bağımsızlığını elde etmiş,
Ukrayna bağlı otonom bir devlettir. Başkenti yarımadanın merkezinde bulunan eski ismi Akmescit, sürgünden sonra bütün isimlerin değiştirildiği süreçte
Yunanca ‘insanları toplayan’ anlamına gelen Simferopol’dür. Kırım’ın yüzölçümü 26.945 kilometrekaredir.
Ekonomisi büyük oranda turizme dayanan Kırım’ın
meyve ve sebzecilik ve hayvancılık da gelir kaynaklarını oluşturmaktadır. Kırım’ın para birimi 1996 yılından
bu yana Grivna’dır. Grivna’nın alt birimi olarak Kapik
kullanılmaktadır. 1 Amerikan doları 7.95-8.00; 1 TL de
5 Grivna’dır. Ukrayna bayrağı mavi ve sarı iki şeritten
müteşekkildir. Mavi gökyüzünü, sarı renk ise verimli
toprakları sembolize etmektedir. Kırım Tatar bayrağı
mavi zemin üzerinde sarı tarak damgasını taşımaktadır. 42 milyon Ukrayna nüfusunun 65 faizini yani %
65’ini Ruslar, % 20’sini Ukrainler, % 12.5’unu Tatarlar
oluşturmaktadır. Nüfusun çoğunluğu kadınlardan
oluşmaktadır. Ayrıca ağır işlerde, çarşıda, pazarda çalışan kesimin büyük çoğunluğunun yine kadınlardan
oluştuğunu söylemek mümkün. Ukrayna Hükümeti,
nüfusun azalmaması için doğum oranlarının yükseltilmesini teşvik etmektedir.
Kırım Tatarları 18 Mayıs 1944’te Stalin’in emriyle toplu
sürgüne tabi tutulmuşlardır. Nüfusun bir kısmı Özbekistan yollarında ölmüş, önemli bir kısmı orada kalmıştır. 1970’li yıllara doğru dönüşler başlamış ama asıl
dönüşler 1990’lı yılların başından itibaren olmuştur.
Ancak sürgün travmasının bugün biraz azalmakla
birlikte hâlâ devam ettiği gözlenmiştir.
Dikenli fundalıkları, koyu, keçi üretimiyle Akdeniz iklimi kendini hissettirir. Kırım’da üç semavi din Hıristiyanlık, Yahudilik ve Müslümanlık hâkimdir. Rus ve
Ukraynlar genellikle Ortodoks’tur. Kırım sakinlerinin
dilleri Kırım Tatarcasıdır. Buna karşın Rusça ve Ukraynca da kullanmaktadırlar. Kırım Tatarları 1928 yılına
kadar Arap, 1928’den 1938 yılına kadar Latin alfabesi,
bu tarihten itibaren de Kiril alfabesi kullanmaktadır.
Yarımadada Yalıboyu ibaresi, Bahçesaray şivesi ve çöl
şivesi konuşulmaktadır.
Tatarca ya da Tatar denince bu kelimeden bahset-
28
mek gerekir. Çinliler Cengiz Han’dan önce Moğolca
konuşan toplulukların hepsine Tatar adını vermişlerdir. Moğol hâkimiyetinden sonra Türkçe konuşan bir
kısım topluluklara hatta bazen Orta Asya’daki Türkçe
konuşan bütün kavimlere bu isim verilmiştir. Bugün
Tatar kelimesi bir Türk boyunun adıdır ve genellikle
idil-Ural bölgesindeki Kazanlılar ve Kırımlılar için kullanılmaktadır. Kırım Tatarları temel olarak üç farklı
boya ayrılırlar. 1. Tatlar, 2. Yalıboyu, 3. Nogaylar.
Kırım mutfağı en önemli unsur hamur, et ve soğandır.
Çiğbörek, samsa, köbete, burma, kaşık aşı (mantı),
üyken börek, saraylı kırma böreği, sarı burma, cantık
gibi birçok hamur işi ‘Tatar hamursuz doymaz” sözünü doğrulamaktadır. Şaşlık, lüle de yaygın et yemeklerindendir. Sebze olarak genellikle patates, soğan,
havuç ve lahana kullanılmaktadır. Şurpa denen, havuç, soğan, patates ve haşlama etten oluşan çorba en
meşhur çorbalarıdır. Bundan başka oğmaç çorbası,
mercimekli lakşa, çorbası, patatesli alişke çorbası da
yaygın olarak yapılan çorbalardandır. Lahana sarması
ve cevizli tüketilmektedir. Gazlı sular plastik şişelerde olup salkım (soğuk) tüketilmez. Çay gök (yeşil) ve
kara olmak üzere, şeker, kuruyemiş, çikolata ve bisküvi ile tüketilir.
6. Ankara Düşünce ve Araştırma Merkezi (ADAM)
Konferansı
Geleneksel hale gelen ADAM konferanslarının 6. sı
bu yıl 17-18 Mayıs 2012 tarihlerinde Kırım’ın başkenti
Simferopol (Akmescit)’da yapıldı. ADAM ile 1993’te
kurulan Kırım Mühendislik ve Pedagoji Üniversitesi’nin işbirliği ve TİKA’nın katkılarıyla düzenlenen “Karadeniz Bölgesel İşbirliği Bağlamında Türkiye, Kırım
ve Ukrayna İlişkilerinin Dünü, Bugünü ve Geleceği”
başlıklı konferans için 16 Eylül 2012 tarihinde saat
19.05’te uçağımız İstanbul Havalimanı’ndan havalandı ve yaklaşık 625 km.lik uçuş mesafesini, bir saat on
beş dakikada tamamladıktan sonra saat 20.30 gibi
Simferopol havaalanına iniş yaptık. Türkiye’den gelen akademisyenleri Dr. Doç. Enise Abibullayeva ile
Milara Sattarova hanım karşıladı ve şoförümüz Enver
ile bizi havaalanından aldılar kalacağımız Ukrayna
Oteli’ne gelerek yerleştik. Sabah erkenden kahvaltıyı
yapıp otobüse binmek için dışarıya çıktığımızda bir
yağmur havası vardı. Hava daha sonra açıldı ve güzel
bir gün oldu.
17 Eylül 2012 sabahı 08.30’da rektörlük toplantı salonunda yapılan konferans keman dinletisi ile başladı.
geliştirilmesi ve güçlendirilmesi için Yıldırım Beyazıt
Üniversitesi ve YÖK nezdinde çalışmalar yapmayı düşünüyoruz” sözleriyle konuşmasını tamamladı.
Son olarak da dekan Dr. Gafarova, “İki ülke arasında
karşılıklı olarak iyi ilişkiler kurulmaya başladı. Bu toplantıyla bu daha da güçlenecek. Türkiye’den gelen
misafirlerimiz Kırım’a hoş geldiniz. Bu program ‘hayırlı olsun’ diyerek konuşmasını tamamladı ve karşılıklı hediyelerin alınıp verilmesinin ardından ve çay ve
kuru pasta ikramı için yan salona geçildi. Yirmi dakikalık bir aradan sonra oturumlara geçildi.
Resim 1: Açılıştan Bir Görüntü
Açılış ve protokol konuşmaları için ilk olarak “Kırım
Kahramanı” olarak takdim edilen 75 yaşındaki Rektör Prof. Fevzi Yakubov (Fevzi Aga) söz aldı. Yanında tercüman Timur bey vardı, lakin sözleri rahatlıkla
anlaşıldığından ona pek ihtiyaç olmadı. Kısa konuşmalarında “Ukraynalı entelektüellerimize bir sualim
olacak. Türkiye’yi ve Türkleri ne kadar tanıyorsunuz?
Cebir nereden çıktı? Yüksek kaliteyle ölçüyü vermişlerdi, bilmiyorlardı. İki yüz senedir Ukrayna’ya hem
Rusya’ya Türkler düşman gösterilmişti. Sizde suç yok,
çünkü bize tanıtılmadınız. Dolayısıyla sizin buraya
gelmeniz çok iyi oldu” dedi.
Onun ardından Odesa Başkonsolosu Hüseyin Ergani Bey kısa bir konuşma yaptı. Hitabında “Türkiye ile
Ukrayna ve Kırım arasında geçmişe uzanan ortak bir
tarih var. Ancak bilinmiyor. Türkiye ile Kırım arasında
ortak bir toplantı yapılacağını duyunca çok memnun
oldum. Mücbir bir sebep olmadığı sürece bu toplantıya mutlaka katılacağımı söyledim. İşte şu an buradayım ve çok memnunum. Göreve geldiğim günden
bu yana çok sık olarak Kırım’a geliyorum ve gelmeye
devam edeceğim. Ben bu etkinliği düzenleyen Kırım
Mühendislik ve Pedagoji Üniversitesi yetkililerini ve
ADAM’ı kutluyorum. Bu konferansın Türkiye, Ukrayna
ve Kırım İlişkilerini iyi yönde etkileyeceğini düşünüyorum.” diyerek konuşmasını bitirdi.
Ondan sonra ADAM başkanı Kırımlıların ifadesiyle
Prof. Dr. Mehmet Bey Bulut’a söz verildi. O da “Uzun
bir dönemdir özlemini çektiğimiz bir şehirde bulunuyoruz. Organizasyonda emeği geçen Ergani beye,
Enise hanıma ve Recai beye ve diğer bütün katılımcılara ve mutfakta çalışan herkese teşekkür ediyorum.
Bizim için Kırım 1854 demek. Hangi alanda olursa
olsun her akademisyen Kırım söz konusu olduğunda
bu tarihe atıfta bulunuyor. Bizim için tarihi dönüm
noktalarından birini oluşturuyor. 1854; 571, 1453 gibi
önemli bir tarihtir. ADAM’da biz Kırım’ı çok anlatıyoruz, anıyoruz. Daha önce Saraybosna’da, Şam’da
Bakü’de, Makedonya-Kosova’da yaptık bu tür toplantıları. Şimdi de Kırım’da yapıyoruz ve burada toplantı
yapmaktan çok mutluyuz. Daha önce buraya gelmeliydik. Coğrafi olarak çok yakınız, bir saatlik mesafe.
Bugün kalıcı anlamda bilimsel, kültürel olarak Türkiye
Kırım ilişkilerinin geliştirilmesi ve güçlendirilmesini
konuşacağız. Kırım ile ülkemiz arasındaki ilişkilerin
Resim 2: Rektör Prof. Dr. Fevzi Yakubov Konuşmasını Yaparken, Dr.
Bulut ve Ergani ve Dr. Nariman Bey
-Oturum başkanlığını Dr. Mehmet Barca’nın yaptığı
09.00-10.30 arasındaki 1. Oturum’da:
*Hüseyin Ergani: “Türkiye-Ukrayna İlişkilerinin Genel
Durumu”
*Dr. Fevzi Yakubov: “Kırım Mühendislik ve Pedagoji
Üniversitesi; Türkiye ve Ukrayna Arasında Entelektüel
Köprü”
*Dr. Mehmet Bulut&Koray Göksal: “19. Yüzyılda İki Karadeniz Liman Kentinin Lüks Mal İthalatı: Trabzon ve
Samsun”
*Dr. Nariman Seytyagyayev: “Ukraina’da Türklerin
keçmişi, üzerinde tetkikatlarının bazı problemleri”
*Bora Altay&Cem Korkut: Kırım’ın Merkantalist Dönemde Karadeniz Ticaretindeki Yeri.” Başlıklı bildiri/
çıkışlarını sundular. Her bir konuşmadan sonra soru
cevap ve katkılar ele alındı ve müteakip oturuma geçildi.
-11.00-1230 saatleri arasında yer alan 2. Oturumun
başkanı ise Dr. Ranetta Gafarova hanım idi. Bu oturumda sırasıyla:
*Dr. İsmail Kerimov: “Vetan Hadimi’ Gazetası ve Mevzuatı”
*Dr. Enise Abibullayeva&Milara Sattarrova: Qaradeniz
Bölgesinde Yaşağan Qırımtatarlarının Tasil Meseleleri”
*Dr. Emine Ganiyeva&dr. Nariye Seydametova: “Günümüzde Kırım Tatar Dili Kullanımın Sorunları”
Dr. Adile Emirova: “Zemaneviy Qırımtatar Tilinin Ak-
29
tual Meseleri” başlıklı çıkışlarını yaptılar. Vakit darlığından soru cevap ve katkı kısmı kısa tutuldu ve yemeğe
geçildi. Yemek, Akmescit, Cami-i Kebir yakınlarında
bir cafede yenildi. Cafeye girerken öğlen ezanı okunuyordu. Yemekten sonra rektör üniversitenin girişinde sağ tarafta yer alan abide kompleksini tanıttı.
Dergisinin Kırımtatar Edebiyatına Verdiği Emeği”
*Dr. Seyit Mehmet Şen: “Karadeniz Bölgesel İşbirliği
Bağlamında Türkiye-Ukrayna-Kırım’da Ceviz Yetiştirciliğinin Önemi”
*Dr. Adem Efe: “Toplu Sürgün Hafızası: Kırım Tatar
Sürgünü”
*Dr. Adem Çaylak: “Kırım’da Tatar, Ukraynalı ve Rus
Kimliğinin Oluşumu ve Yurttaşlık Sorunu”
*Dr. Ali Boran: “Mimari Gelenek Bağlamında Anadolu
ve Kırım Coğrafyası”
başlıklı bildirilerini sunduktan sonra soru cevap faslından sonra çay ve pasta ikramı yapıldı program sona
erdi.
Resim 3: Rektör Yakubov Kompleksi Tanıtırken Önde İki Âdem
Kompleksin hemen solunda Kirilce “Sürgünden sonra
Kırım halkına yardım eden Özbek ve Ukrayna halkına minnettarlık için yapılmıştır” diye bir yazı mevcut.
Komplekste dua yapan eller, dökülen kanları anımsatan kırmızı köprü, akan kanları temizleyen su, ilmi
temsilen bir de kitap ve özgürlüğü temsil eden bir kız
heykeli var. Komplekste sekiz bölüm var. Yedisinde
Kırım Tatarlarına yardım eden Rus şair, bilim adamı ve
gazetecinin özlü sözleri var. Sekizincisi şimdilik boş
vaziyette bekletiliyor. Girişin sol tarafında ise kepin
altında diklemesine bir yumurta şekli yerleştirilmiş.
Şayet ileride bu üniversiteden mezun olan birisi Nobel Ödülü alırsa bu yumurtanın yerine o kişinin büstü
dikilecekmiş. Bu tanıtımdan sonra öğleden sonraki
oturumlara geçildi.
-3. Oturum Dr. Kudret Bülbül’ün başkanlığında
14.30’da başladı. Bu oturumda ise:
*Nariman Abdulvapov: “Osmanlı Devletinin XVIII a.
sonu-XIX a. İlk Yarısı Devrindeki İslahat Hareketlerinde Qırımlı İntellektuallarının Yeri”
*Dr. Fuat Oğuz& Dr. Recai Aydın: “Ukrayna ve Türkiye
Münasebetlerinin Geoekonomik Analizi”
*Dr. Mesut İdrizi&Muhammed Ali: “Karadenizde Uluslar arası İlişkiler: Türkiye-Ukrayna Örneği”
*Dr. Gayana Yüksel: “Gelişen Türkiye-Ukrayna İlişkilerinde Medyanın Rolü” başlıklı sunumlarını yaptılar.
-4. ve Son oturum ise 16-17.30 arasında yapıldı. Oturum başkanı Dr. İsmail Kerimov görünmesine rağmen
olmadığından başkanlığı görevini Dr. Leniyera Selimova üstlendi. Onun açış konuşmasından sonra bildirilere geçildi. Bu oturumdaki bildiriler şunlardı:
*Dr. Erdal Karagöl&M. Murat Arslan: “Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ) Çerçevesinde Türkiye-Ukrayna
Ekonomik İlişkileri”.
* Dr. Leniyora Selimova: “’Kardeş Kalemler’ Edebiyat
30
Resim 4: Türk Akademisyenlerden Bir Grup Üniversite Girişinin Önünde
Oldukça yoğun ve verimli programın ardından ilk olarak Cami-i Kebir’e ziyaret gerçekleştirildi. Cami 1508
yılında inşa edilmiş. Cami bahçesi içerisinde müftü
Hacı Emirali Ablayeva’nın odası var. O gün biraz geç
vardığımızdan müftü çıkmış. Onunla görüşemedik.
İstanbul Bağcılar Güneşli Kur’an Kursu’nda okumuş
imam Niyazi Ramazanov beyden cami hakkında bilgi
aldık. Camiye II. Dünyas Savaşı’nda bomba isabet etmiş ve kubbesi ile minaresi yıkılmış. Bir ara ahır olarak
kullanılmış. 1991 senesinde tekrar ibadete açılmış. En
son 2008 yılında arşiv belgelerine dayanılarak tekrar
restore edilmiş. Beş vakit ezan okunuyor ve namaz
kılınıyor ve bu namazlarda 20 kişilik bir cemaat oluyormuş camide. Cumartesi günleri kadın hocalar kız
çocuklara isteyen kadınlara dini bilgiler dersleri veriyorlarmış.
Kırım’da yaklaşık 150 cami var. Burada görev yapanlar medreselerden yetişenlerle, Türkiye’den giden
imam-hatiplerden oluşuyor. Ülke genelinde din koordinatörleri var. Müftü görevlilerin görev alanlarını
belirliyor. Müftü beş yılda bir seçimi yapılıyormuş.
Görevlilerin maaşları cemaat, işadamları ve zenginlerden toplanan paralarla ödeniyormuş. Akmescit’in
etrafında daha ziyade Hıristiyanların yaşadığını Müslümanların nadir olduğunu öğrendik Niyazi beyden.
Cemaatin gençlerden oluştuğunu, genç kızlardan
Müslüman olanların çok denecek miktarda olduğunu,
bunun karşısında az da olsa para, iş ve ev verilerek
bazı Müslümanların din değiştirdiğini işittik. Ülke genelinde Hizmet’in (Fethullah Hoca Grubu), Süleyman
Efendi Talebelerinin ve Hüdayi Vakfı’nın hizmet verdiklerini ayrıca Vahhabilerin de daha çok cemaati az
ve yaşlı insanlardan oluşan yerlerde etkin oldukları
konusunda bilgi sahibi olduk.
Yine burada yapılan konuşmada dine olan ilginin
kentlerde daha çok olduğu bunun karşısında kırsalda dine ilginin az olduğu söylendi. Tatar kızların Ukrayn ya da Ruslarla evlilikler yaptıklarını, bunun tersine birçok Tatar erkeğinin diğer milletlerin kızlarıyla
evlendiğini, zaten çok sayıda kızın da ihtida ederek
Müslüman olduğunu öğrendik. Buna ilave olarak kilisede kıyılan bir nikah için 100 dolar para ödendiğini;
imamların camide nikah kıyabildiklerini, şehadetname verebildiklerini ancak bunun çok geçerli olmadığı
konusunda bilgimiz oldu. İmamın verdiği bilgilerden
dolayı teşekkür ederek otele geldik ve üstümüzü değiştirdikten sonra akşam yemeği için Divan Cafe’ye
gittik.
Kentin merkezi yerinde Puşkine Caddesinde yer alan
cafe çok hoş ve nezih bir mekân. Yemekler ve gökçay ve garaçay mükemmeldi. Zinnure ve arkadaşının
“Aşınız datlı olsun” sözleriyle yemeklerimizi yedik.
18 Eylül 2012 Salı günü sabah 09.00’da Dr. Ramazan
Gözen başkanlığında gerçekleştirilen ‘Beyin Fırtınası’
Oturumu üniversitenin Qırımtatar ve Türk Filolojiyası
Fakülteti kütüphanesinde başladı.
-Dr. Gözen: “Öncelikle burada bulunan herkese günaydın. İki şey yapalım diyorum. İlkin dün sunulan
bildirileri bir özetleyelim. Ben notlar almıştım. Dünkü
oturumlarda birkaç husus öne çıktı bana göre. 1. Tarihsel perspektifte Osmanlı-Kırım ilişkileri, 2. Kırım’ın
ekonomik, ticari, bilimsel konumu nasıl olmalıdır?, 3.
Ukrayna, Kırım Türkiye ilişkileri nasıl geliştirilebilir?
Kırım Tatarlarının sorunları nelerdir? Şimdi bunları biraz açalım. Osmanlı Kırım ilişkileri baştan güzeldi, 17.
yy’dan sonra Rusların bölgeye yayılma politikası bu
ilişkileri zayıflattı. 19. yy’dan itibaren Kırım Tatar entelektüelleri Türk reformlarında etkili olmaya başladı.
Daha sonraki süreçte Osmanlıların çekilmesiyle birlikte bölge halkı sürgün, ötekileştirme ile karşı karşıya
kaldılar. Dolayısıyla Kırım ciddi sorunlarla boğuşmak
zorunda kaldı. Bu arada Türkçe dil ve eğitim sorunları
var. Kırım’ın kimlik inşasında İslam’ın rolü ne olacak.
Bu da önemli bir problem. Dün tartışıldı. Türkiye, Ukrayna, Kırım ilişkileri iyi durumda gibi gözüküyor. Kırım kimliği konusunda şunları söyleyebilirim. Aktörün
kimliği çok önemli. Kendini nasıl tanımlıyor? Kimlik
birçok ülkede olan bir sorun. Küreselleşen bir dünyada kimlik tanımlamalarında etniklik ne kadar belirleyici oluyor. Vatandaşlık üzerinde bir kimlik tanımlaması
yapılabilir. İslam’ın bu kimliğe katkısı olabilir bunu irdelemek lazım.”
-Dr. Şen: “Kırım’ın ekonomik durumu hakkında hiçbir
şey bilmiyoruz.”
-Nariman bey (Seytyagyayev) “II. Dünya Savaşı’ndan
önce Kırım Tatar Cumhuriyeti vardı. Sürgünden döndüğümüz zaman özerkliği yeniden kazanmak istedik.
Burada Rus ahalinin çokluğu var. Toprak özerkliğinin
bizim için çok bir önemi yok. Biz yirmi yıldan beri
özerklik için çalışıyoruz, fakat kol tutanımız (yardım
edenimiz ) yok. Kırım tatarlarının İslam dünyasına
ihtiyacı var. İslam dünyası ve Türkiye bu desteği tam
olarak veremiyor. Türkiye’nin ve İslam dünyasının bizim durumumuzu görmeleri gerekiyor. Her anlamda özerkliğin sağlanması gerekir. Elbette ekonomik
özerklik önemli.Özerkliğin toprak özerkliğini aşması
lazım, ticari, eğitim vs.” diyerek sözlerini bitirdi.
-Dr. Barca tam burada söze girerek görüşlerini “Ruslar nüfus bakımından Kırım Tatarlarından oldukça
fazla. Benim kanaatime göre bunu resmi olarak çözmek zor. Onun için STK/NGO’larla bu işi halletmek
daha ehven gözüküyor. Türkiye’nin STK’ları muhatap
alması gerekiyor. % 12’nin % 88’e hükmetmesi zor.
Kırımlıların İslam ülkelerinden yardım alması lazım”
şeklinde beyan etti.
Hemen akabinde ise soyadı gibi Kırımlı olan Dr. Hakan bey:
-“Kırım Tatarlarını, Gagavuzlar gibi, Süryaniler gibi
görürsek mesele anlaşılmaz. Kırım Tatarlarının meşruiyeti, % 10, % 12’den kaynaklanmıyor. Asıl sorun Kırımlıların ‘yerli halk’ olmalarından. Olay şu. Sovyetlerin
yaptığı affedersiniz bir ‘geyik muhabbeti’ var. Mesela
Bişkek’te 180 tane millet var. Akmescit’te 150 tane
millet mevcut, derler. Bu tam manasıyla bir demagojidir. 150 milleti hakça yapıyorsanız bu doğrudur. Yapılamayacağına göre… 1783’e kadar Kırım hanlığında
Kırımlılar tek hakim unsurdu. Rusya hükümeti1700 yılı
İstanbul Antlaşmasına kadar çok iyi idi. Büyük Pietr,
Kırım’a vergi ödüyordu. Zaman değişti, tarih değişti.
Kırım Tatarları hiçbir zaman dekoratif varlık olarak hissetmediler kendilerini. Akmescit, hanın ikinci kenti idi.
Bugünkü otogar Müslüman mezarlığıdır. İki büyük felaket oldu. 1873’den 1920’lere kadar Türkiye’ye göçler
oldu. 1944 sürgünü asıl felakettir. Nüfusun yarısından
fazlası tarihten silinmiştir bu sürgünde. Rusların çoğu
sürgünden sonra gelmiştir Kırım’a. Kırım hükümetindeki vatandaşların hiçbir Kırım’da doğmamıştır. Rus
kültürünün tehdit altında oluşu gibi bir sorun yoktur.
Kırım’daki Ukraynların çoğu Ruslaşmış insanlardır.
Kırım’daki eğitim, siyasi ve kültürel müesseselerin tamamı Rusçadır. Kırım Tatarlarının hiçbir zaman başka
uluslara karşı bir hareketi olmamıştır. Ne sürgünden
önce ne de sürgünden sonra. Bugün 15 ilk mektebe,
yarım yamalak müftülüklere, bir folklöre kalmış Tatar
kimliği. Tatarca Kırım gençliği arasında eriyor.”
-Dr. Gözen burada araya girerek, “Dün hocam bize
katkıda bulundu. Buradan bir adım ilerisi için yani Kırım halkı için şartlar nasıl ileriye götürebilir.” Diye bir
açılım geliştirmek istedi. Kırımlı “geçmiş hep devam
31
ediyor. Burada herhangi bir pozitif discriminasyon olması gerekir. Kırım Tatarlarının değişimi ancak böyle
olur.” En önemli unsur milli dil, kültür ve dinlerinin korunması. Her şeyin buna yöneltilmesi gerekir. Bütün
kaynakların buna götürülmesi lazım.” Dedi. “Var olmak için dil ve kültür yeterli midir? Kırım Tatarlarının
ekonomisi, siyaset ve dili kültürüyle paralel götürülmesi gerekmez mi” diye sordu Dr. Gözen.
rinin artırılması gerekir. Türkiye’nin yardımı olsa bunlar geliştirilebilir.”
-Dr. Kırımlı: “mevcut şartların devamı tamamen aleyhte işliyor. Bunun için de Kırım Tatar varlığını güçlendirmek için STK/NGO)’lar, medya ve üniversite işbirliği yapmak zorunda.”
-Dr. Gözen: “Türkiye’den işadamları yatırım yapmak
isteseler herhangi bir sorun çıkartılır mı”
-Dr. Nariman Abdulvapov: “Kırım kimliği konusunda
% 14’ün sesi duyurulmuyor. Kırım’da bütün yer isimleri, 2000 yıllık köy isimleri bile değiştirildi. Ruslar
bütün isimler bizimdir, diyor. 1944 sürgünü olmasaydı
bütün etraf Kırım mimarisi, camileri olacaktı. Milletimizin yarısını kaybettik sürgünde, yarımız Özbekistan’da kaldı. Sürgün olmasaydık tam müstakil olacaktık İki dil olurdu: Tatarca ve Rusça. 1991’de devletimizi
kurardık. Genosit yaptı Stalin.”
-Dr. Gözen: “Sürgün travması ile yaşamak zor. Dün Dr.
Efe bu acıklı, elim olaydan bahsetti. Ancak bu travmadan kurtulmak gerekir. Bu travmayı yerel, ulusal
ve uluslar arası bazda aşmak gerekir. Türkiye, İslam
dünyası var. Söz konusu travmayı aşmak için ulusal
ve uluslar arası bazda neler yapmak gerekir, onu konuşalım diyorum.”
-Dr. Ademi: “Sürgünden önce sahip olunan malların
ve vakıf mallarının uluslar arası hukuk çerçevesinde
iadesi mümkün mü diye sormak istiyorum. Bizim Makedonya’da, Bosna’da malların % 40’ı elde edildi.
-Dr. Enise hanım: “Lütfen Kırım halkı için ‘azınlık’ seviyesinden yukarı bakmak lazım. Kasımda uluslar arası
bir forum yapılacak ABD’den, Rusya’dan danışma kurulları olacak. Bunları yüksek seviyelere çıkardığımız
zaman Ukraynalıların, Rusya’nın bakışları değişecektir umuyorum. Kırım sorununu uluslar arasılaştırmak
lazım.”
-Dr. Kırımlı: “Kırım Tatarları buraya döndükten sonra
bizim evlerimizi geri verin demediler. İstenen şey şuydu, kimsenin evinden çıkarılmasını istemiyoruz, ama
bize de bir evlik yer verin. Bu hiçbir zaman verilmedi.
Kırım Tatar Milli Meclisi, Ukrayna Parlamentosuna rehabilitasyon için teklifler verdi. Lakin hep geri çevrildi.
Teorik olarak Ukrayna kanunlarına göre vakıf malları
geri verilmek zorunda. Çok sayıda cami, kiliseye, bara
çevrilmiş vaziyette. Cemaatin bunları geri alabilecek
maddiyatı yok. Bunların kurtulması için son derece az
miktarda maddi yardım geliyor. Arap cemaatlerinden
geliyor ama onlar da Vahhabi…
-Dr. Enise Hanım, “Kimlik dille ilgili bir şey bana göre.
Mekteplerde yeteri kadar ders saatleri olması gerekir.
Ailede dil yok. Mekteplerde bir saat. UNESCO’nun bu
konuda teşebbüsleri olmalı. Mekteplerdeki dil saatle-
32
-Dr. Safa Demirbaş: Sn. Bulut, Siz YBÜ’nde böyle bir
merkez kurabilirsiniz.”
-Dr. Bulut da: “Bizim böyle bir projemiz var.
Dr. Nariman: “Güçlü bir ekonomi yayar verirlerse Kırım Tatarları için gelişme olabilir.”
-Dr. Kırımlı:“Kırım’ın en önemli gelir kaynağı turizmdir. Diğerleri bunu destekleyecek mahiyettedir. Rusya’dan, Avrupa’dan çok sayıda yatırımcı var ama Türkiye’den yatırımcı çok az.
-Dr Bulut: Biz geç geldik. Haritaya bakıyoruz. Kıbrıs’la
aynı mesafede Kırım. Gidiş gelişleri artırmak lazım.
Belli bir kapasitede, nitelikli nüfusun geliş gidişini hızlandırmamız, teşvik etmemiz lazım. YÖK’te, YBÜ’nde
ben bunu gündeme getirdim ve getirmeye devam
edeceğim. ADAM benzeri kuruluşların buralarda açılması gerekli. Buradaki üniversite ile mutlaka işbirliği
yapmalıyız. Daha geniş bir coğrafyaya hitap eden bir
Türkiye için kültürel, bilimsel aktörlerin sayısını artırmamız lazım. Şirketlerin buralara gelmesi teşvik edilmeli. Ticaret bayrak taşır. Biz gelecek yıl İstanbul’da
ekonomik entelektüellerle barış köprülerini kuracak
uluslar arası ‘Doğu’dan Batı’ya Barışı İhya Toplantısı’
yapacağız inş.”
-Dr. Şen: “Ekonomiyi düzeltmeden hiçbir şey yapılmıyor. Tarımsal alanda ileri olan ülkeler gelişmiş ülkelerdir. Kırım ne üretiyor, ne satıyor ben bilmiyorum. Ukrayna’nın en güzel iklimi Kırım’da. Ceviz yetiştiriciliği
için her şey müsait.”
-Dr. Emine hanım: -“Bizim dertlerimizi dinlemeye çalıştılar. Kırım Tatarları için milli azınlık kullanılmasın.
Dilimizin gelişimi her şeyin önünü açacaktır. Türkiye
lügat için bize yardımcı olmalı. Latin alfabesine geçilmesi için de yardıma ihtiyacımız var.”
-Dr. Bülbül: “Ben iki şey öneriyorum. Bir tür beyin fırtınası toplantılarını daha geniş tutalım. Hatta bildirileri
azaltıp asıl tartışmaları bu bölümde yapalım. Bu tartışmayı dün akşam da yapsaydık daha faydalı olurdu
gibi geliyor bana. İkinci önerim ADAM’a. Kırımlı akademisyenleri ADAM’a çağıralım.”
-Dr. Gözen: “Meselelere global bakmak lazım. Kırım’da
yaşananlar dünyanın başka yerlerinde de yaşanıyor.
Buranın kimliğinin oluşmasında global bakmak gerekiyor. Arkadaşlar daha konuşulacak, tartışılacak epey
konu var ama ne yazık ki süremiz doldu. ” Diyerek
oturumu kapattı.
***
Kırım Güzelleri
Bahçesaray
Aynı gün saat 10.30’da Bahçesaray’a gezip görmek
için yola çıktık. Güneyde yer alan bu şehir Kırım Hanlığının başkenti olarak görev yapmış. Şehre giderken
rehberimiz Nariman bey bilgi veriyordu. “Başkent
Simferopol’un periferisinde yüzlerce zahvat denilen
gecekonduvari evcikleri göryorsunuz. Sürgünden
sonra 1970’lerde başlayan az miktarda göç hareketi
özellikle 1987’lerde biraz daha artmış ama 1991’den
sonra iyiden iyice hızlanmış kapılar açılmış ancak şehir içinde, hele hele Yalıboyu denen Karadeniz kıyısında kıymetli yerlerde ev yapmak, satın almak yasak.
Tatarlara ev yapma izni verilmemiş. Kırım Tatarları da
periferide zahvat dedikleri kulübecikleri yaparak oralarda ev edinme imkanı aramış. Bahçesaray’da şehrin
içinde bu imkân verilmiş. İlk başlarda şehirlere gelemeyen halk 20-30 yıl içersinde kayalıklarda, kırsalda
300’den fazla köy kurmuş. Hiçbir altyapısı olamayan
bu yerlere Tatarlar yerleşmeye başlayınca Ruslar da
getirilmiş. Zahvatların önemli bir kısmı aynen duruyor, bir kısmı yıkılarak büyük konak haline çevrilmiş.
Şehirlerarası yol kenarlarında ceviz, kayısı ve akasya
ağaçları var. Ayrıca otobüs durakları mozaiklerle süsülenmiş ve şirin bir hale getirilmiş. Başkentten 25
km. gibi bir uzaklıkta olan Bahçesaray’a 11.30 gibi giriyoruz. 35. 000 nüfuslu olan Bahçesaray’a varırken
Aziz denen mevkiden geçiyoruz. Burada II. Mehmet
Giray’ın türbesi, Mevlevi tekkesiyken sonradan Sadiye tekkesi olmuş bir tekke kalıntısı, 669 tarihinde
buraya gelmiş iki sahabinin medfun olduğu mezar ve
Aziz camii mevcutmuş ancak Sovyetler döneminde
caminin bir kısmı yıkılmış, sürgünden sonra yerle bir
edilmiş şimdi sadece minberin yarısı ayakta kalmış.
Mustafa Cemiloğlu’nun oturduğu evin önünden geçiyoruz. Gaspıralı İsmail Bey’in heykeli dikilmiş burada.
Az ileride on yıl öncesine kadar diskotek olarak kullanılmış tarihi Orta Camii var. Onun karşında ise Mustafa Cemiloğlu’nun kurduğu Kırım Milli Meclis binası
konuşlanmış. Hemen buranın karşılarında öğle yemeği yemek için mola verdik. Öğle yemeğinde birçok
yemek vardı. Ama Kırım mutfağının olmazsa olmazı
Çiybörek başköşedeydi. Nariman bey çiybörek üzerine birçok fıkranın olduğunu söyledi ve anlatmaya
başladı: “Kendisini Tatar sayan bir kimse en az kırk
çiybörek yemeli yerken ölürse sorgusuz sualsiz cennete girermiş.” Bir başkası da şöyle “Bir adama demişler ne kadar yantık yersin demişler şu kadar yerim
demiş, şaşlık ne kadar yersin demişler onu severim
şu kadar yiyebilirim demiş. Pekala çiybörek ne kadar
yersin dediklerinde ağlamaya başlamış. Niye ağlıyorsun dediklerinde ‘çiyböreğe doyum olur mu” onun
için ağlıyorum’ demiş.
Bu güzellikten sonra Han Sarayı’na geldik. Han Sarayı
muhteşem bir mekân. Sarayı tarihçi Hakan Kırımlı ve
Nariman bey beraber tanıttılar. Han Sarayı, Çürük Su
nehrinin hemen kenarında konuşlanmış ve inşasına
1537 yılında başlanmış. Sarayın her köşesinde hanlığın izlerini taşıyan muhteşem bir sanat eseri. Ana
kapıdan içeri girer girmez döşeme taşları, büyük at
kestanesi ağaçlarıyla sıcacık bir avlusu göze çarpıyor.
Sarayın dizaynında İtalyan mimar Alinez Novi muhteşem izler bırakmıştır. Sarayın en eski parça demir
kapıdır. Rönesans dönemi özelliklerini taşıyan bu nadide eser, Novi’ye yaptırılmıştır. Kitabesinde “Bu sarayın sahibi ve memleketin sahibi ulu Sultan Mengli
Giray Han, Hacı Giray Han’ın oğlu, Allah onu ve onun
ana babasını her iki dünyada korusun”. yazılıdır. Divan
salonu/Elçi kabul salonu mükemmel. İlk İslam Parlamentosu’nun 1917’de Azerbaycan’da ilan edildiği söylenmesine rağmen burada yapıldığı söyleniyor. Han
Mescidi restorasyon nedeniyle kapalı. Burada şunu
da belirtmekte fayda var. Her restorasyonda bir parça götürülmüş bu kompleksten 1737 yılında yakılmış
burası. Sarayda 2 adet kapalı ve biri açık olmak üzere
3 adet Han Türbeleri ki bu türbelerde bulunan 15 sanduka yağma edilmiş 2 sanduka kalmış, yine burada
300 kişilik mezar yerle yeksan edilmiş 70 kadar kabir
taşı ayakta kalmış. Bunların yanı sıra Han Camii, Sarı
Güzel Hamamı (1930’lara kadar şehir hamamı olarak
kadın erkeklere hizmet vermişmiş, şu an yenice restore edilmiş), Han Mescidi (restorasyon sebebi ile kapalı), Harem ve Göz Yaşı Çeşmesi, Şahin Kulesi görülecek yerlerdir. Hamamla camii arasında bir medrese
varmış, şu anda hiçbir izi yok.
Resim 5: Han Sarayı’nın Ana Giriş Kapısı
Resim 6: Han Sarayı’nın Uzaktan Bir Görünüşü
1767 senesinde Dilarabikeç adına yatırılmış Gözyaşı
Çeşmesi mekanın en güzel yerlerinden. Bu arada hemen şunu belirtelim. Bahçesaray, 1944 sürgününden
33
sonra ismi değiştirilmemiş tek yerleşim birimi. Bunda
Alexandre Sergeyave Puşkin’in büyük rolü var. Dört
yıl sürgün hayatı yaşayan Puşkin, Kafkasya ve Kırım’ı
ziyaret eder, hayatının en verimli dönemidir bu süreç.
Kafkas Esiri, Bahçesaray Çeşmesi ve Çingeneler adlı
eserlerini bu dönemde kaleme almıştır. Giray Han eşi
Dilarabikeç vefat ettikten sonra 1767 yılında, ona olan
sevgisini “Hasretimi öyle bir şeyle anlatayım ki taşlar bile ağlasın” diyerek bu çeşmeyi inşa ettirmiştir.
Çeşmeden, su gözü temsil eden gül şeklindeki yerden
akar. Suyun ilk düştüğü yer kalbi temsil etmektedir.
Alttaki bölümde çarkıfelek benzeri sembol ise acıyı
unutmanın imkânsızlığını anlatmaktadır. Çeşmenin
sol tarafında Puşkin’in siyahi büstü görülüyor, zira
Puşkin’in dedesi İbrahim isminde Habeşli bir Müslümandır. Müslüman olup olmadığı konusunda net bir
bilgimiz yoksa da Puşkin’in Kur’an-ı Kerim’i de sürgün
yıllarında, Mihailofskaya köyünde bulunduğu sırada
okuyup dikkatle incelediği ve derinden etkilendiği
bilinmektedir. Kaynakların çoğunda özellikle Sovyet
sansürü yüzünden hiç sözü edilmeyen Kur’an’ın Tesiri
Altında başlıklı uzun şiiri, bu okumanın bir ürünüdür.
1829 yılında Osmanlı Devleti ile Rusya arasında savaş
patlak verince, basit bir posta arabasıyla yola çıkarak
Erzurum’a kadar gelen ve yaşadıklarını Erzurum Yolculuğu adlı eserinde anlatan Puşkin, Rus nesrinin en
güzel örneklerinden sayılan bu seyahatnamede, savaş sırasında uygulanan insanlık dışı usulleri eleştirmiş ve yerli halka yapılan kötülükleri protesto ederek
daha medenî davranılmasını istemişti. Erzurum Yolculuğu Türkçeye birkaç defa çevrilmiş, Halit Refiğ’in
de ne yazık ki çekilemeyen Puşkin Erzurum’da (Dergâh Yayınları, İstanbul 2009) adlı senaryosuna konu
olmuştur.
Ayrıca çeşmede Şeyhi mahlaslı bir şairin kitabesi yazılı, güzel bir yazıt. Ancak vaktimiz sınırlı olduğundan
tamamını okuyamadık. Buraya Puşkin’in ünlü aşk şiirini alıntılıyoruz.
Bahçesaray Çeşmesi
“Onı say mezarına ne kirsetti?
Bu ümitsiz esirliknin kaygısı mı?
Hastalık mı yoksa diğer bir illet mi?
Kim bile? O bu dünyanı tiz terk etti.
Han sarayı titislenip boşap kaldı;
Kırım Giray kene ketti onı taşlap
Tümen tümen askerinen yat illerge,
Yat illerge yolga çıktı sefer başlap.
O kene de kasırgalı soguşlarda,
Küskünlenip kanga suvsap at oynata.
34
Lakin hanım yureginde başka türlü,
Duygularının alevleri gizli yata.
O ekseri kızgınlaşkan uruşlarda,
Kılıcını birden siltep, tars toktala.
Pek çok vakit şaytıp taşday katıp kala,
Çevresine şaşkın şaşkın bakıp dura.
Bir şeyden korkan kibi beriz ata;
Öz başına söylene ve ara sıra
Köz yaşını toktamadan aklına.”
Resim 7: Bahçesaray Çeşmesinin Önünde Puşkin Büstünün Yanında
Bu ünlü şiir Boris Asafyev tarafından bale eseri olarak
da bestelenmiştir. Aynı avludaki Rönesans mimarisiyle yapılmış, altın tozu ile işlenmiş Altın Çeşme de
sarayın en çok ilgi çeken eserlerinden kabul edilebilir.
Buradan Harem’e geçiyoruz. Harem 75 odadan müteşekkil iken şimdi yalnızca üç oda kalmış. Buradaki
eşyaların hiçbiri otantik değil, sonradan toplanmış. 3.
oda misafir odası. Odanın tavanında Busiri’nin “Kaside-i Bürdesi’nden örnekler işlenmiş. Saray 1936’da
Ruslar tarafından yakılıyor. 1940’ların başında yeniden restore ediliyor. Handa ikinci kat ‘Meyveli Oda’
var kiorası şu anda kapalı. Sarayda bir de Hüseyin
Badanovski tarafından kurulmuş bir müze var. Badanosvki, 1937’li yıllarda birçok aydının öldürüldüğü
dönemde ensesinden vurularak öldürülmüş bir aydın.
Han Sarayı’nda çok kıymetli elyazması eserler varmış
ama yakılmış, yok edilmiş bugün çok azı kalmış. Kırım
Hanlığı ile ilgili 124 adet orijinal bugün St. Petesburg
Etnografya Müzesi Türk-Tatar Bölümü’nde bulunmaktadır. Bunlardan 61 tanesinin mikrofilm ve fotoğrafları Simferopol İsmail Gaspralı Kütüphanesi’ndedir.
Ayrıca bu 61 cildin mikrofilmleri Ukrayna Arşivi’nde,
Bilkent Halil İnalcık Koleksiyonu’nda ve Başbakanlık
Osmanlı Arşivi’nde muhafaza edilmektedir.
Han Sarayı’nın dışında Dilarabikeç’in türbesi görülüyor, ancak bahçe kapısı kilitliymiş, görevli bulunarak
açtırıldı. Onun yanında ise Almanlardan kalma birkaç eski top makineleri sergileniyor. Buradan şehrin
ilk kuruluş yeri olan Salacık’a geçiyoruz. Yol üzerinde
1709’da yapılmış Tahtalı Camii var. Tahtalı Camii’ni
150 metre kadar geçtikten sonra yolun sağ tarafında Gaspralı’nın evi ve Tercüman Gazetesi’ni çıkarttığı
mekânı ziyaret ediyoruz.
İsmail Bey Gaspralı Müzesi ve Tercüman Gazetesi
Taş binanın giriş katı idari bölüm ve depolar, ikinci katında ise İsmail Bey Gaspralı Müzesi yer almaktadır.
Resim 8: Bahçesaray’da Bulunan İsmail Bey Gaspralı Müzesi’nin
İçinden
Burada Gaspralı Müzesi’nin müdiresi Elmira hanım
bizlere bilgi verdi. Dr. Kırımlı çok önemli katkılarda
bulundu. Gaspralı ve Tercüman Gazetesi hakkında
önemli bilgiler edindik. Gaspralı’nın Yusuf Akçura’nın
yeğeni olduğunu, üç kez evlendiğini, Rifat, Haydar,
Mensur, Nigar ve Şefika isimli beş çocuğu olduğunu,
bunlardan Şefika hanımın Alem-i Nisvan adında ilk kadın dergisi çıkarttığını; 1917’de Kırım Tatar Meclisi’nde
7 kadından biri olduğunu 1975 ölünceye kadar İstanbul’da yaşadığını, onun kızı Zühre’nin de 1990’larda
öldüğünü; Adana’da ve İstanbul’da bugün akrabalarının yaşadığını öğrendik. İlk baskısını 22 Nisan 1883’te
yapan Tercüman Gazetesi 100 yıl öncesinin en önemli
kültür ve siyaset ocaklarından birisi olarak görev yapmış bir neşriyattır. Kırımlı’ya göre Tercüman yalnızca
bir gazete değil, muazzam bir hareketin, Usul-i Cedit
Hareketi’nin merkezidir.
İsmail Gasprinsky (8 Mart 1851-24 Eylül 1914) eğitimci, yayımcı ve siyasetçi bir Tatar ulusudur. Babasının
Kırım’da Kırlangıç Yuvası olarak tanınan yerin yakınlarında bulunan Gaspra köyünden olması sebebiyle
Gaspralı soy ismini almıştır. Türk ve İslam toplumlarının eğitim, kültür reformu ve modernleşmeye ihtiyacı
olduğunu ilk fark eden entelektüellerdendir.
‘Dilde, fikirde, işte birlik’ üçlemesiyle tanınan Gaspralı, Türk halklarındaki birlik ve beraberliğin temellerini
atmaya çalışmıştır. Türk ve İslam dünyasının geri kalışında en büyük faktörün cehalet olduğunu görür. 1881
tarihli bir yazısında “Geri kalmışlığımızın tek nedeni
cehaletimizdir. Avrupa’da neyin icat edildiğine veya
neler olduğuna dair hiçbir fikrimiz yok. Bu izolasyondan kurtulmak için bunları okuyabiliyor olmamız gerekirdi. Avrupa fikirlerini yine Avrupalı kaynaklardan
öğrenmeliyiz. İlk ve ortaokullarımızın müfredatlarına
bu dersleri koymalıyız ki, göz bebeklerimiz yani talebelerimiz bu fikirlere ulaşabilsin.” der. Bu düşünceden hareketle cehaleti ortadan kaldırmanın yolunun
eğitimde modernleşmeden geçtiğini düşünür ve bu
yolda ağır olan geleneksel okuma eğitim sistemini
eleştirerek çocukların ana dillerini daha etkili kullanabilecekleri daha kolay olan anlatma esasına dayalı
yeni metot mektebini açmıştır. Dr. Kırımlı, buradaki
konuşmasında Gaspralı hakkında önemli anekdotlar
anlattı. Mesela Gaspralı, anlatıma dayalı (Usûl-i Cedit)
metotla ‘Ben bu metotla bir kişiye kırk günde okuma
yazma öğretirim’ demiştir. Fakat buna mimse kulak
asmaz. Çevrede öksüz, yetim, kimsesiz çocukları, çırakları toplayan Gaspralı, kırk günün sonunda ‘Han
Sarayı’nın önünde imtihan yapacağım’ der. Çevredeki fakir halka da ‘Çocuklarınızı benim evime gönderin, ben onlar için sizden para pul istemem’. ‘Yalnız
iki öğrenci yetiştirsin bu bana yeter’ sözleriyle onları
teşvik etmeye çalışır. 1905 devriminden sonra Bahçesaray’dan Kazan’a, Azerbaycan’dan Kaşgar’a kadar
yayılmış ve binlerce çocuk usul-i cedit mekteplerinde
öğrenim görüp yetişmiştir. Gaspralı bu yöntemin Türk
dünyasında yayılması için bilfiil çalışmış, ulaşamadığı
yerlere de usûlünü öğrettiği eğitimcileri göndermiştir.
Gaspralı düşüncelerini yaymak için yayın organı kurma faaliyetine girişmiştir. Bu konudaki birçok faaliyeti
akim kaldı. 1883 yılında gazete yayımlama iznini almış
ve 22 Nisan 1883’te Tercüman Gazetesi (Rusça adı
Perevodçik)’nin ilk nüshasını yayımlamıştır. Gaspralı gazeteyi çıkarabilmek için dört defa Petesburg’a
gitmiş, nihayet Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasının
100. Yıldönümü dolayısıyla 5 Ağustos 1881 ‘de izin
alabilmiştir. Adı 1905’te Tercüman-ı Ahval-i Zaman
olmuş, 1909’da tekrar Tercüman’a dönülmüştür. Gazete, 1886’da amacını “Rusya ülkesindeki sâkin ehl-i
İslam’ın fevâid-i maneviye ve maddiyesine hizmet etmek” diye açıklamıştır. Çeşitli dağıtım ağlarıyla Türk
İslam dünyasının birçok yerine dağıtımı yapıldı. Rusya’da gazete çıkarmanın çok zor olduğu bir dönemde
34 yıl gibi bir süre yayımlandı. Bu başarılı yayım hayatında Gaspralı’nın itidalli hayat anlayışının yer aldığını
söylemek mümkündür. Gazetede “her gün bu kadar
çocuğa 40 günde okuma yazma öğrettim” diyerek
reklam vermiştir. Böylelikle Rus ve Azeri zenginlerinin
gönüllerine girmiş, desteklerini almıştır. Rusya’nın çeşitli bölgelerinde mektepler açarak, Kırım’ın kaderini
değiştirmiştir. Bu durumdan endişelenen Rus hükümeti, Gaspralı’nın faaliyetlerini engellemek istemiş
ve gazeteyi sıkı bir sansüre tabi, tutmak istemiştir.
Gazetenin ilk sayıları bir buçuk yıl kadar Petesburg’a
gönderilmiş, sansür görevini yapan Vladimir Smirnov
nüshaları ancak üç dört hafta sonra iade etmiştir. Bu
şekilde gazetedeki haberlerin zaman aşımına uğ-
35
raması, dolayısıyla bir haber değerinin kalmadığını
gören Gaspralı, zorla gazetesinin yalnızca Bahçesaray’da sansürlenmesi için izin almıştır. Gaspralı, itidalli hayat felsefesi, oldukça dikkatli ve mahir oluşu ile
bunu savuşturmayı bilmiştir. Rus hükümeti, gazeteyi,
kontrol altına almak maksadıyla iki Rusça ve Tatarca/
Türkçe olarak iki dilde yayımlanmasını istemişlerdir.
Bu durum karşısında gazetenin Rusça kısımlarında
yönetimin dikkatini, çekecek ifadeleri yumuşattığı
veya çıkarıldığı ya da satır aralarında çok ince mesajlar verildiği dikkat çekmiştir.
Sade bir Osmanlı Türkçesiyle yayımlanan ve zaman
zaman Kırım tatar ve diğer Türk lehçeleriyle desteklenen gazete önce aylık, sonra 15 günlük, ardından
haftalık, üç günlük ve 1912 tarihinden itibaren de günlük olarak yayımlanır. Doğu Türkistan’da, Kazan’da ve
Bulgaristan’da olmak üzere 300. 000 satan gazete
İstanbul’da 15. bin adet satılmaktaydı. Gerekli diğer
eserleri de basabilmek için Bahçesaray’da bir matbaa kuruldu. Bu Kırım’daki ilk Müslüman matbaasıdır.
Gazeteyi ölümüne kadar Gaspralı yönetmiş (24 Eylül
1914) ölümünden sonra oğlu Rifat’ın sahipliğinde ve
Hasan Sabri Ayvazov başmuharrirliğinde Kırım’da
kurultay hükümetinin yıkılmasına kadar (23 Şubat
1918) yayımlanması sürdürülmüştür. Nisan 1918’de
Almanlar Kırım’ı işgal edince Gaspralı’nın kız Şefika
hanım matbaayı yeniden açmışsa da Tercüman basılamamıştır. Ağustos 1918’de beyaz Rusların lideri
Denklin’in Kırım’ı ele geçirmesiyle Tercüman’ın matbaasına el konulmuştur.
Tercüman başka yerlerdeki emsalleri kapatılınca gazete Rus coğrafyasının tek Türk ve Müslüman gazetesi olarak önem kazandı. Bazen Doğu Türkistan’dan bir
mektup yayımlanır, bir başka zaman Bulgaristan’daki
bir polemiğe girer. Bu yayın politikası münasebetiyle
Gaspralı’nın Türk ve İslam dünyasındaki ünü artar.
Gaspralı hayati tecrübeleri sebebiyle hem Hıristıyanlığı, ki baba tarafı Kafkasyalı; anne tarafı Kantekozoflardandır, hem de İslam’ı tanıyan bir şahsiyet olarak
tanınmıştır. Her iki kültür ve medeniyet dairesini iyi
bilen birisi olarak Gaspralı bu birikimini kullanmıştır.
Gaspralı’nın ana fikirlerini üç esas maddede özetlemek mümkündür. 1. Batı’nın yeni ve faydalı fikirlerini
öğrenip İslam dünyasında yaymak. 2. Eğitim kurumlarını yeni usule göre ıslah etmek ve eğitimcileri buna
göre yetiştirmek. 3. Osmanlı Türkçesini bütün İslam
dünyasının anlayıp, konuşup yazabileceği ortak bir
dil haline getirmektir. Bu görüşleri ile cumhuriyetin ilk
yıllarında etkili olmuştur. Öte yandan Türkçü Turancı
görüşün ideologlarından bir aydını olarak kabul edilmiştir. Zeki Velidi Togan, Sadri Maksudi Arsal, Yusuf
Akçura vb. gibi bazı şahıslar onun öğrencileridir.
Gaspralı uyumlu kişiliği ve mütevazılığı ile Rus dünyasında da saygınlık kazanmıştır. 1914’te öldüğünde
kiliselerde ayin yapılmıştır. II. Abdülhamid ona birçok
madalya ve nişanlarla taltif etmiştir. Dünya Müslümanlarını bir araya getirmek için bir kongreler düzen-
36
lemeyi tasarlamış fakat zamanın şartları gereği bunda muvaffak olamamıştır. Dr. Kırımlı’nın verdiği bu
detaylı bilgilerden sonra kendisine ve Almira hanıma
teşekkür ederek bahçedeki cevizlerden de yiyerek
Salacak’a yollanıyoruz.
Salacak
Salacak, Kırım Hanlığı’nın ilk yüz yılının geçtiği ve tarihi müftülük binasının bulunduğu mıntıka. Altınorda
Devleti’nin ilk yerleşim yeri burası. Evliya çelebi buraya gelmiş. 1502’De mengli Giray Şeyh Ahmed’i yeniyor ve ‘Bu vakitten sonra asıl Altınorda Devleti benim,
diğerleri sahtekar’ diyor. Kırm Hanlığı’nın asıl adı hanlık değil, “Kırk Yer’miş. Dört yıl önce bu bölgede kazı
çalışmaları başlatılmış, birçok eser ortaya çıkarılmış,
halen de devam etmekte.
I. Mengli Giray, Bahçesaray’daki tarihi Han Saray’ı
inşa ettirmeden önce Zincirli Medrese’yi yaptırmıştır.
Zincirli Medrese Kuzey Kafkasya’dan Ural Dağlarına
kadar hizmet verecek bir kurum olarak tarihteki yerini almıştır. İlme büyük önem veren Han’ın medresenin temeli atıldığında bizzat kendi elleri ile kazdığı
ve taş taşıdığı mervîdir. Bina tamamlandığında ise
medresenin kapılarına çapraz bir şekilde bir zincir
bağlanmıştır. Halen kapı girişinde bağlı bulunan zincir
medreseye giren öğrencilerin biraz eğilerek girmesini
zorunlu kıldığından mütevazı olma yolunda ilk uyarı,
ilk adım olarak kabul edilirdi. Medresenin açılışında
Han: “Akıl adamı âlicenab eder, akli olgunluğun yolu
ise ilime bağlı… İlme hürmet etmeyen han olsun ya
da padişah, hiçbir şeye temel olamaz. Er veya geç
o bunun zararını görür. Ben bu kapıya zincir asmayı
emrettim. Bu kapıdan giren her insan, kim olursa olsun, bu ilim mabedine girip kendi başını ilmin önünde
eğsin” cümlelerini sarf eder ve boynunu eğer ve diz
çökerek içeriye giren ilk insan olur. Ondan sonra da
bu gelenek devam eder gider.
Medresenin giriş kapısındaki kitabede “Bu medrese
ihsanı bol olan Allah’ın yardımıyla 906 senesi (mşladi
1500) Hacı Giray’ın oğlu Mengli Giray Han tarafından
yaptırılmıştır. Allah onun mülkünü dünyanın sonuna
kadar devam ettirsin.” yazılıdır. Zincirli medresenin
yeni binası 100 yıl hizmet vermiş Gaspralı burada da
hocalık yapmıştır. Bir yıldan bu yana da ne hikmetse
Fransızca zenginlik anlamına gelen ‘la richesse’/‘Milli
Zenginlik Müze’si olarak hizmet vermektedir. Söz konusu medrese, zamanında, İslam dünyasında ilk ıslah
hareketlerinin başlatıldığı medreselerinden birisi olmuştur. Onun yanında yıkık bir cami kalıntısı var. O da
bir dönem akıl hastanesi olarak kullanılmış.
Medresenin sol önünde Yavuz Sultan Selim’in de kayınpederi olan I. Mengli Giray Han’ın Türbesi yer almaktadır. Türbenin alt kapısı yukarılardan gelen topraklarla
kapanmış vaziyette. TİKA tarafından restore edilen Hacı
Giray Han Türbesi 18 Mayıs 2009 tarihinde ziyarete açılmış. Her ikisine de birer Fatiha okuyarak az daha yukarıda Gaspralı İsmail Bey’in sembolik mezarına uğradık.
Resim 9: İsmail Gaspralı’nın Mezarı
Burada sürgünde öldükten sonra mezarları Bahçesaray’a getirilen Ahmet Özenbaşlı ile Mustafa Edige
Kırımal’ın da kabirleri mevcut. Bu mekânın içinde yer
aldığı vadi yukarıya doğru kiliseler ve manastırlarla
dolmuş. Trabzon’daki Sümela Manastırı’na benzeyen
Uspisnky Kaya Manastırı’nın yanı sıra çok sayıda kilise
inşa ediliyor. Bununla buraların asıl sahiplerinin Hıristiyanlar olduğu vurgusu yapılmak isteniyor galiba.
Vadinin yukarısında Uspensky Manastırı’ndan yaklaşık 25-30 dakika uzaklıkta Çufut Kale’ye ulaşılmaktadır. Bu kalenin simi konusunda iki rivayet var. Biri çift
kale anlamında Tatarca ‘çufut’ kelimesinin kullanımı,
diğeri de Türk Yahudi Cemaati Karaimlerin buralarda
yaşamasından dolayıdır. Kırım Tatar dilinde Yahudi
anlamında Çufut kelimesi kullanılmaktadır. Kezlev/
Gözleve kentinde de çok sayıda Türk asıllı Yahudi/Karaimlerin yaşadıklarını buradan belirtelim.
Bahçesaray’la ilgili bir not daha ekleyelim. Eskiden
Bahçesaray’da 40 kadar tarihi cami var iken şimdi 5
tarihi cami ayakta kalmış. Aziz Camii, Orta Camii, Salacak Camii, Molla Mustafa ve Yeşil Camii. Gezi hayli
uzun sürdü, ancak bir çay içimi kadar mola verdik, hemen Simferopol’e doğru yollandık.
Otele döndükten sonra hemen üzerimiz değiştirip
Dr. Bulut başkanlığında Tatarların çoğunlukta yaşadığı Kamenka semtinde bulunan Merhamet Vakfı
adlı STK’nın öğrenci yurdunu ziyaret ettik. Burada
bulunan öğrencilerle kısa bir tanışma toplantısından
sonra akşam yemeği için Divan Cafe’ye geldik. Yine
mükemmel bir akşam ziyafeti ile geceyi sonlandırdık.
19 Eylül günü yine erkenden otelden ayrılarak otobüse bindik. Bu defa güzergâhımız Sivastopol. Yine
yol boyunca elma bahçeleri, üzüm bağları mevcut.
Ayrıca traktör römorku üzerinde arı kovanları var idi.
‘Verim almak için arıyı dolaştırmak gerekir’ diye bir
söz işitmiştim. Demek ki burada pratiğe dökülmüş,
kovanların yerini değiştirmek gerektiğinde römork
traktörün arkasına takılarak kolaylıkla dolaştırılıyor.
Sivastopol (Akyar)
Sivastopol (Akyar) Simferopol’un 70 km. güneyinde
Karadeniz kıyısında tarihi bir liman kentidir. Buraya
girmeden önce saat 11.50’de Türk Şehitliği’ne geldik.
Şehitlik, 1853-1856 Kırım Savaşı’nda şehit düşen Türk
askerlerinin hatırasına 2004 yılında yapılmıştır. Şehitlik, bir abide ve sembolik mezar taşlarından müteşekkildir. Bizden bir hafta önce Türkiye Başbakanı
burayı ziyaret etmiş, onun çelengi hâlâ taze duruyordu. Biz de onunla birer hatıra fotoğrafı çektirdik. Ve
Sivastopol’a girdik. Sivastopol, Kırım otonom cumhuriyeti toprakları içerisinde yer almasına rağmen her
bakımdan Ukrayna’ya bağlı yani vali ve belediye başkanı Ukrayna’dan belirleniyor. Kent, dünyaca ünlü Karadeniz filosuna ev sahipliği yapmaktadır. 380. 000
nüfuslu kentin çoğunluğu Ruslar ve Ukraynlardan
oluşmaktadır. Kırım Tatarlarının en az olduğu yerlerden birisi burasıdır (% 1). Filonun bulunduğu sahile
girerken Nakhimov’un gayet heybetli bir heykelinin
olduğu büyük bir meydanından geçiyoruz. Pavel Stefanoviç Nakhimov, Kırım Savaşı’nda üstün başarılar
göstermiş bir amiraldir. Buradan filonun bulunduğu
yeri seyrettikten sonra limana gidiyoruz. Burada Sivastopol’un sembolü anıtın karşısında bir müddet eğlenip karelere giriyoruz. Hemen Yalta’yı görmek için
yola çıkıyoruz.
Yalta
Yalta, Kırım’ın güney sahilinde, Karadeniz kıyısında
yer alan, 200 bin nüfuslu bir sahil kentidir. Büyük ve
Küçük Yalta ismiyle iki kısımdan oluşmaktadır. Etrafındaki köy ve kasabalarıyla Kırım’ın, Ukrayna’nın
hatta Rusya’nın ‘incisi’dir. Otelleri, sanatoryumları ile
ülkenin yazlık başkenti dense yeridir. Bir başka deyişle Türkiye’nin Antalya’sı konumundadır. Ancak iklim olarak biraz farklılık göstermektedir. Zira gece ile
gündüz arasında belirgin bir fark olduğu söyleniyor.
‘Dünyanın Paylaşıldığı Yer’ olarak bilinen Yalta, bu nitelendirmeyi, 1945’teki meşhur yatla Konferansı’na ev
sahipliği yapmasından dolayı almıştır. Çar II. Nikolay
tarafından 1911 yılında yazlık olarak yaptırılan Livadiye Sarayı’nda bu tarihi konferansın işleri muhafaza
edilmektedir. Sarayın birinci katında Nazilerin yenilmesinden sonra, devrin üç süper gücü olan Rusya,
İngiltere ve Amerika arasında Avrupa’nın haritasının
belirlendiği yer olarak önem arz etmektedir. Bu konferansta Amerika’yı Franklin Delano Rousevelt, Rusya’yı Josef Stalin, İngiltere’yi de Winston Churchill
temsil etmiştir. Bu konunun ayrıntılarını uluslar arası
ilişkiler uzmanı Dr. Gözen otobüste uzun uzun anlattı.
Sarayın alt katında da Yalta Konferansı’na dair birçok
şey sergilenmektedir. Burasını ziyaret ettikten sonra
ikindi namazını Yalta’nın tek camisi olan Yalta Camii
ve Medresesi’nde eda ettik. Dereköy Camii olarak da
bilinen mabedin girişinde ‘İsmail Bey Gaspralı 1906 ila
1910 tarihleri arasında burada hocalık yapmıştır.’ ibaresi yazılıdır. Cami ve şehir hakkında Kayserili imam
Mehmet Dağlı’dan bilgi aldık, çevresindeki nüfusun
azlığına rağmen Kırım’da en fazla cemaatin burada
olduğunu öğrendik. Turizm kenti olduğu için yazın
fazla bir cemaat olmazken kışları cami dolup taşarmış.
Otobüsümüz Cengiz Dağcı’nın (1919-2011) doğduğu
köy olan Gurzuf ile yaşadığı Kızıltaş köyünün yakınından geçti. Az sonra suya eğilmiş bir ayıyı andırdığından, hakkında bir efsane de olan, Ayı Dağı’nın
37
önünden ilerleyerek başkente, Simferopol Havaalanına geldik. 21.40’ta kalkacak olan uçağımız çok kısa bir
rötarın ardından havalandı ve 23.15’te İstanbul’a iniş
yaptık.
***
ADAM’ın Kırım’da üniversite ile işbirliği ve TİKA’nın
katkılarıyla organize ettiği bu sempozyum oldukça
başarılı ve faydalı geçti. Önemli adımların atılmasına
vesile olabilecek mahiyette idi. Benim bu Kırım’a ikinci
gelişim. 19-22 Nisan 2012 tarihleri arasında Süleyman
Demirel Üniversitesi’nden bir grup akademisyenle
aynı üniversiteyle karşılıklı anlaşma yapmak üzere
dört gün bu güzel ülkede bulunmuştum. Üç günlük
bu bilimsel şölen ve diğer aktiviteler benim için ikinci
bir tecrübe oldu. Organize her şeyiyle mükemmeldi.
Son cümle olarak her iki ülkeden bu şöleni düzenleyen Dr. Recai Aydın ve Dr. Enise hanıma ve katılan
herkese spasibo.
Körüşkence.
Öylesine Yaşıyoruz
Enes KARAKOÇ
Bir varmış bir yokmuş diye başlayan hayatın ilk
sahnesi ağlamaklı,
Her şeyden bi haber gözlerini açmak, ışığı görmek
ve ilk nefesi hissetmek
Aslında hiç birimiz isteyerek gelmedik buraya
Hiç birimiz her soruya parmak kaldıran öğrenciler
değil de
Arka sıralarda çantayı yastık yapmış uyuklayan,
isteksiz öğrencilerdeniz
Aldığımız nefes dışında bize ait olan hiçbir şey yok
Düşüncelerimiz, kalbimiz, yaşamımız ve hayatımız
bir yönlendirme ile sürüp gitmekte
Yaşamın kaynağı olan kalp bile her başarısız aşk
denemesinde kırılmakta
Hayallerimizin mevsimi hep yaz ve ilk fırsatta suya
düşmekte
Düşüncelerimiz eyleme geçme safhasında hep
kabiliyetsiz
Sözlerimizin ana teması yalanla eş değer
Dev aynasında yüzümüzü göremeyecek kadar
büyüğüz
Ölümden korkan ancak her fırsatta intihara koşan
varlıklarız
Can tatlı ama hayat acı
Dr. Çaylak, Dr. Barca, Dr. Efe, Dr. Seyit Hoca, Dr. Arslan, Dr. Karagöl,
Dr. Oğuz, Dr. Gafarova,, Dr. Demirbaş ve Dr. Dilek Demirbaş Öğle
Yemeğinde
Sınıflara bölünmüşüz ancak teneffüs zili hiç çalmamakta
En uçlarda yaşıyoruz duyguları terazide dengeleyemiyoruz
Ya herro ya merro
Hepimiz aslında ölüyüz demeye de varmıyor dilim
Nefes aldıkça yaşıyoruz, bazılarımız nefes alma
kaidesi olmadan yaşamakta
Hiç bir kimse ölümün tarifini yapamadı bana
Aslında gerçek ölüler içinde hiç hayat kalmayanlardır.
Dr. Efe, Dr. Boran ve Üstad Dr. Seyit Hoca
38
Bunları
Biliyor muydunuz
đƫØ.!/!(ƫŒ/Œ*)ƫ*! !*ƹ5(!ƫƹ.`+'ƫ!'+/ƹ/0!)ƫ $ƫ/+ğuk olan bölgelere, yani kutuplara ve dağlık bölgelere
doğru ilerliyor.
đƫŒ( ƫćČĆƫ)ƹ(5+*ƫ0+*ƫ`®,ƫ !*ƹ6!ƫ ®'Ø(Ø5+.ċ
đƫ!.ƹƫ ®*ØÈ0Ø.Ø(!*ƫ$!.ƫƹ.ƫ0+*ƫ'>|Œ0ČƫāĈƫ|Œƫ'1.0.Œ5+.ċ
đƫ (/0ƹ'ƫ )+(!'Ø((!.ƹƫ )ƹ'.+,(.Œ*ƫ /ƹ* ƹ.!)!5!!'(!.ƹƫ
denli büyük oldukları için çürümezler ve ayrışmazlar.
đƫ|!.ƫ +|.1ƫ,+(ƹ0ƹ'(.(ƫ !/0!'(!*ƹ./!Čƫƹ5ƹ)/!.ƫ/!*.yolara göre, dünyanın enerji ihtiyacının %80’i yenilenebilir kaynaklardan sağlanabilir.
đƫ!(ƹÈ)!'0!ƫ+(*ƫØ('!(!. !ƫ/*5ƹƫ0Œ'(.Œ*Œ*ƫŌĈĀĚƹƫ$ƹ`bir işlemden geçirilmeden sulara bırakılıyor.
đƫ Ø5Ø'(Ø'(!.ƹƫ '.Œ*(.ƫ ' .ƫ +(*ƫ 0!.)ƹ0(!.Čƫ 0+,.'ƫ
üzerinde yüksekliği 8 metreyi bulan yuvalar yapabilirler.
đƫ+*ƫāĂƫ5Œ(Œ*ƫāāƫ5Œ(ŒČƫāĉĆĀƫ5Œ(Œ* *ƫ!.ƹƫ5È**ƫ!*ƫ/Œ'ƫ đƫ!*#1!*(!.Čƫ!*!.&ƹƫ0/..1"1ƫ5,)'ƫƹ`ƹ*ƫ/.'`ƫ$.!yıllar oldu. Ortalama küresel sıcaklık, 20. yüzyılda 0,74 ketiyle yürürler.
°C arttı.
đƫ ‹*/*+|(1*1*ƫ ƹ( ƹ|ƹƫ +'5*1/ƫ *(Œƫ 0Ø.(!.ƹ*ƹ*ƫ /5Œ/Œƫ
đƫØ*5ƫØ6!.ƹ* !ƫ5È5*ƫ$!.ƫ(0Œƫ'ƹÈƹ !*ƫƹ.ƹ*ƹ*ƫ0!)ƹ6ƫ 275.000 kadardır.
suya erişimi yok.
đƫ'5*1/(.Œ*ƫ+.0()ƫ !.ƹ*(ƹ|ƹƫăĈĊĆƫ)!0.! ƹ.ċƫĨ.đƫÇ!$ƹ.ƫ*Ø"1/1ƫ/*ƹ5! !ƫĂƫ'ƹÈƹƫ.0Œ5+.ċƫØ*5ƫØ6!.ƹ* !ƫ ların ortalama yüksekliği 840 metredir).
827,6 milyon insan gecekondularda yaşıyor ve temiz
đƫƹÈƹƫ)+.ƹ*ƫ(Œ|Œƫ5Œ( ƫ5'(Ȍ'ƫąċĀĀĀċĀĀĀƫ51)1.0ƫ
içme suyuna erişemiyor.
yumurtlayabilir.
đƫ Œ( ƫ 5'(Ȍ'ƫ āĀĀċĀĀĀƫ !*ƹ6ƫ ',(1)|/ŒČƫ 51*1/Čƫ
đƫ_®(ƫ'.!ƹ*ƹ*ƫ5'(.Œ* Čƫ'1)ƫ'+**ƫƹ.ƫ'!(!!|ƹ*ƫ
balina ve fok balığı gibi deniz memelileri denizlerde buyerde oluşturduğu titreşimleri bile hissedebilen algılayılunan plastik kirliliği yüzünden ölüyor.
cılar vardır.
đƫŒ( ƫ5'(Ȍ'ƫąƫ)ƹ(5+*ƫ`+1'Čƫ'ƹ)5/(ƫ0Œ'(.ƫ2/ċƫ5Øđƫ.'!'ƫ,!*#1!*(!.ƫ52.1(.Œƫƹ`ƹ*ƫ'1(1`'5ƫ500Œ|Œƫąƫ5ƫ
zünden oluşan çevresel tehlikeler yüzünden hayatını
boyunca hiçbir şey yemezler.
kaybediyor.
đƫ1('ƫ(*(.ƫƹ5+(+&ƹ'ƫ`!Èƹ0(ƹ(ƹ'ƫ`Œ/Œ* *ƫ Ø*5*Œ*ƫ!*ƫ
đƫĂĀāāƫ5Œ(Œ* ƫ5!*ƹ(!*!ƹ(ƹ.ƫ!*!.&ƹ5!ƫĂāāƫ)ƹ(5.ƫ+(.ƫ5verimli bölgeleri. Türkiye’de uluslararası öneme sahip 56
tırım yapıldı. Bu rakam 2009 yılında 160 milyar dolardı.
adet sulak alan bulunuyor.
đƫØ* !ƫĂƫ)ƹ(5+*ƫ0+*ƫ'*(ƹ6/5+*ƫ2!ƫ ƹ|!.ƫ0Œ'ƫ/1(.ƫ
đƫ(*Œ6ƫ‹/0*1(Ě ƫ5Œ( ƫąĆĀċĀĀĀƫ0+*ƫ'>|Œ0ƫ0Ø'!0ƹ(ƹ5+.ċƫ
dünyanın sularına karışıyor.
Kişi başına düşen günlük ortalama ağaç tüketimi ise 1,5
đƫ!.ƫ#6Œƫ/(Œ*Œ)(.ŒƫÈ1ƫ*'ƹƫ$Œ6 ƫ !2)ƫ! !./!ČƫĂāĀĀƫ kg. dir.
yılına kadar dünyada 2-4,5 °C arasında bir sıcaklık artışı
đƫØ)ƫ Ø*5 ƫ$!.ƫ#Ø*ƫąĀĀċĀĀĀƫ$!'0.(Œ'ƫ+.)*ƫ(*Œƫ
görülecek.
yok oluyor. Türkiye’de her yıl 20.000 hektarın üzerinde
đƫ!.ƫƹ*/*ƫ#Ø* !ƫ+.0()ƫāČĉƫ'ƹ(+ƫ`®,ƫ0Œ5+.ċƫ_®,ƫ !- orman alanı yok oluyor.
polama alanlarındaki organik çöpler yaklaşık 30 yıl bođƫ Ø.'ƹ5!Ě !ƫ /+*ƫ ąĀƫ 5Œ(ƫ ƹ`ƹ* !ƫ āċăĀĀċĀĀĀƫ $!'0.ƫ /1('ƫ
yunca orada kalıyor.
alan kurutuldu ve tahrip edildi, bu alan Van Gölü’nün 3
đƫƹ.ƫƹ*/*Œ*ƫ'(ƹƫ 'ƹ' ƫćĀġĉĀƫ !"ƫ`.,.'!*Čƫ/ƹ*!'ƫ katından daha fazladır. Bir bilim insanının belirttiği gibi:
kuşunun dakikada 615 defa çarpar.
“Umut etmek için sebebimiz var! Biz, insanların bu olaya
đƫÈ5*ƫ!*ƫ'Ø`Ø'ƫ)!)!(ƹČƫ|Œ.(Œ|Œƫ5'(Ȍ'ƫăƫ#.)ƫ+(*ƫ bakışlarını değiştirebiliriz.
“Etrüks faresi”dir.
39
Etkinlikler
02 Kasım 2013 tarihinde Aksu’dan öğrencilerimizle birlikte yola çıkılarak Antalya’ya gezi düzenlendi. Bu gezide Perge, Aspendos gibi ören
yerleri, Manavgat ve Düden şelaleleri gezildi.
Ayrıca öğrencilerle birlikte Serik’te yat turu düzenlendi. Öğrenciler bu etkinlikte oldukça güzel
vakit geçirdiklerini belirtirken; bu güzel vakitleri
bol bol fotoğrafladılar. Aksu’da, Aksu Mehmet Süreyya Demirarslan
Meslek Yüksekokulu’nun organizasyonuyla
aşure dağıtımı gerçekleştirildi. Geleneksel hale
gelen ve bu yıl 3.sü düzenlenen etkinlik Meslek
Yüksekokulu bahçesinde düzenlendi. Etkinliğe,
Aksu Kaymakamı Lokman ÖNDER, üniversitemiz Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Cengiz KAYACAN, Meslek Yüksekokulu idari ve akademik
kadrosu, öğrenciler ve Aksu halkı katıldı. Aksu
Mehmet Süreyya Demiraslan Meslek Yüksekokulu Müdürü Doç. Dr. Adem EFE, öğrencilere ve
halka hitaben yaptığı konuşmasında; Her dinin,
her milletin kutsal ya da diğer zaman dilimlerinden farklı kabul ettiği, kendine özgü belirli
gün ya da ayları vardır, bu günleri çeşitli vesile
ve uygulamalarla ihya, tebrik ve ikramlarla kutlamaktadır.
20 Aralık 2013 tarihinde Meslek Yüksekokulumuzda öğrenim gören öğrenciler arasında en
iyi çiğ köfte yapma yarışması düzenlendi.
16 Aralık 2013’te Vuslat Törenlerine katılmak
için öğrencilerle birlikte Konya’ya gezi düzenlendi.
40
23 Aralık 2013 tarihinde üniversitemiz Kamu
Yönetimi Bölümü Öğretim Üyelerinden Doç.
Dr. Yakup ALTAN, Doç. Dr. Uysal KERMAN ve
Doç. Dr. Mehmet AKTEL’in katılımlarıyla ‘Yerel
Yönetimlerin Dünü Bugünü’ konulu panel düzenlendi. Yüksekokul Müdürü Doç. Dr. Adem
EFE’nin moderatörlüğünde gerçekleştirilen panelde konuşmacılar, tarihi süreç içerisinde yerel yönetimler, yeni yerel yönetimler yasası ve
Avrupa Birliği perspektifinden yerel yönetimler
konularını ele aldılar. Yerel Yönetimler Programı
öğrencilerinin yanı sıra diğer programlardan da
öğrencilerin yoğun ilgi gösterdiği panel soru
cevap kısmı ile sona erdi.