Publication - Haber Ajanda

Transkript

Publication - Haber Ajanda
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ
Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi
haber
EYLÜL 2014
YIL 8
SAYI 94
12,5 TL www.haberajanda.com.tr
SÖYLEŞİLER
ATIF ÖZBEY
ABDUL GHAFFAR AZİZ
Pakistan’da neler oluyor?
NESRİN ÇAYLI
HİLMİ TÜRKMEN
“Mesuliyet bizdedir;
varsa bir suç,
o da bizimdir!”
DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Kıyamet sarmalı: Zulme karşı zulüm!
PROF. DR. TURAN GÜVEN
Sistem ve inançlı insanın
sistem içindeki yeri
AHMET YOZGAT
O artık AK Parti değil,
“Pak Parti” ya da “Hüma kuşu”
PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
Ahmet Davutoğlu’ndan beklenen
NADİRE ÇAMLI YILDIRIM
Artık çuvaldızı batırma zamanı
M. SERHAT BICAK
Rejimin sigortası
MEHMET ŞEKER
Paralele nasıl
teğet geçtiğimin hikâyesi
MURAT İLKTER
Asimetrik paralelde Nadia Comaneci!
AYŞE YAŞAR UMUTLU
Siyasî düşüncemizdeki
“hikmet” noksanları
PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL
“Düşmanın zıddı olmak”
doğru bir konumlanış mıdır?
YRD. DOÇ. DR. BÜLENT KARA
Türkiye’de sağlık hakları
AHMET TURGUT
Laboratuvardan
çıkan ulus:
“ABD”
SERVET HOCAOĞULLARI
Türkiye’nin kazandığı “Yeni”
Ahmet Davutoğlu
Yayınları
HABER AJANDA
YAYINLARI
SUNAR
B
İR LİDER, kendisini öven veya yeren bir kitabı başucu kitabı yapmaz. Bir tek uykusunu kaçıran veya uyanık tutan kitabı benimser. Bu kitap, sadece “zamanlama” olarak
“uyku eşiğinde” yazıldığı için bile el altında tutulacağını bilmektedir.
***
Bu kitap, bir ülkenin lideri ölmeden yaşatılması gereken ve
liderin ölmeden önce “son görev” olarak niteleyeceği, “zamanı
gelen” tarihî bir fırsatı konu edinmektedir. Kuşkusuz 17 Aralık
Operasyonu’yla “zamanı gelen suikast” yapılmış ve “tarihî fırsat
transferi” hedeflenmiştir. Bu transferle uluslararası güçler, Yeni
Türkiye’nin liderliğine bir başka ismi hazırlamak istemişlerdir.
Bu kitap, “zamanı gelen lider” olarak kayıtlara geçecek bu ismi
deşifre etmektedir.
***
“Muhafazakâr Demokrasi” kendi ellerinde büyüyen “Politik
Dindarlık” tarafından intihar saldırısına maruz kalmıştır. Saldırı
altında kalan Erdoğan’ın “karşı hamle” yerine “büyük hamle”
hazırlığı tamamlanmıştır ve start verileceği yer ve zamanı ilk kez
bu kitap belgelemektedir.
***
Yeni Türkiye’nin yeni sözlüğü, esneme payı, kronolojik liderlik,
bağlantısız kardeşlik, tarihsiz evrensel öncü, iktidarın üç geni “ön
kavramlar” ile oluşacaktır. Bu çalışma “yeni siyaset” kurgusunun
giriş kitabı olarak kayıt düşülecektir. Çünkü Erdoğan’ın bu süreçte tek bir dost desteğine ihtiyacı vardır: Siyasetname...
***
Bu kitap, bir “siyasetname” denemesidir; ancak denenmemiş bir
şeye daha cesaret etmektedir: Dindarlık ile politik yüz arasındaki
“yüz transferi”ni deşifre etmektedir.
***
Bir lider, sadece kendisini anlatan değil, aynı zamanda anlamayı
da sağlayan kitaba önsöz yazar. Çünkü son sözü bu olacaktır...
Ç I K T I
Tel: 0 312 3809092
0 533 165 39 82
YENİ TÜRKİYE - YENİ VİZYON
“ZAMANI GELDİ”
RECEP TAYYİP
ERDOĞAN
Sedat Servet Hocaoğulları
HABER AJANDA
YAYINLARI
haberajanda
İçindekiler
SAYI: 94 // EYLÜL 2014
BAŞYAZI
DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Kıyamet sarmalı: Zulme karşı zulüm!
6
Ne zaman gündeme baksam, gayriihtiyarî olarak insanın bu garip ikilemini, tarih
boyunca bu imtihandaki uslanmaz hamakatını görüyorum ve gözlerim onunla
adeta kamaşıyor. Tartışılan olaylara değil, onları tartıştıran terkibimize takılıyor
hep gözüm. Biliyorum ki gündem denen şey, ona nasıl baktığınıza göre sizi etkiler.
İsterseniz onu kanadınız altındaki yele, isterseniz sırtınızda bir yüke dönüştürebilirsiniz. Seçim ve imtihan sizin!..
34 KAPAK / SERVET HOCAOĞULLARI
34
Türkiye’nin kazandığı “Yeni”:
Ahmet Davutoğlu
Sayın Davutoğlu’nun ilk iki hamle için müktesebatı ve siyasî tecrübesi yetecektir. Ancak üçüncü hamlede oldukça zorlanacağı
aşikârdır. Çünkü Davutoğlu’nun destek alacağı muhatapların çoğu, AK Parti’nin ihmal
ettiği devlet unsurlarında sırasını bekleyen sadık ve toplumsal dinamiklerin öznesi olan
öncü isimlerdir.
26 PROF. DR. TURAN GÜVEN
Sistem ve inançlı insanın sistem
içindeki yeri
Bu öyle bir akımdır ki, Türkiye’nin tarihini Cumhuriyet’le başlatıp Cumhuriyet’le bitirmektedir. Her darbe sonrasında Atatürk
ilke ve inkılaplarına atıfta bulunulması, bu
ilkelerin topluma yeniden hatırlatılması ve
hatta ölümsüzleştirmek için Anayasa’ya konulması boşuna değildir.
30 AHMET YOZGAT
O artık AK Parti değil, “Pak Parti”
ya da “Hüma kuşu”
Erdoğan, halkının şahsına gösterdiği sınırsız
teveccühe güvenerek partiyle yollarını ayırdı.
Bu ayrılışın gereği olarak, iki ay önce sessiz sedasız AK Parti’yi defakto lağvetti. Yeni durum
gereği eski AK Parti’nin tüm il yöneticileri istifa ettirildi ve parti fiilî olarak sıfırlanarak sessizce gerçekleştirilen bu operasyon kendi içinde
başarıyla devam etti, planlanana ulaşıldı.
40 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
26
30
40
44
2
eylül 2014
44
Ahmet Davutoğlu’ndan beklenen
Ahmet Davutoğlu, bir eğitimci olarak bütün
bu söylediklerimizin iyi insan olmadan gerçekleşmeyeceğini bilmektedir. Davutoğlu bilmektedir ki iyi insan, insana önem veren, çağın
içinde olan, iyi bir eğitim sistemiyle ancak gerçekleşecektir. Ve o sistem, bu sistem değildir.
NADİRE ÇAMLI YILDIRIM
Artık çuvaldızı batırma zamanı
Bölgemizin hareketlendiği bugünlerde dış politikanın deneyimli uzmanı yeni
Başbakan’dan en büyük beklenti, değişen
dünya dengelerine karşı doğru reflekslerin
geliştirilmesidir. Bakalım bayrak devri, taşıması gereken anlamı taşıyacak ve Başbakanımız Davutoğlu, kendisinden hasretle beklenen ivmeyi gösterebilecek mi?.
4 EDİTÖR
5 AHMET YOZGAT
Karikatür
6 BAŞYAZI: DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Kıyamet sarmalı: Zulme karşı zulüm!
8 AYIN OLAYLARI
“Türkiye bugün, öz ve ruhuyla tekrar
kucaklaşmıştır”
14 SELÇUK KAYIHAN
Türkiye Ajanda
18 ÖMER BEKİR SADIK
Dünya Ajanda
22 ULUĞ BAYINDIR
Medya Ajanda
26 PROF. DR. TURAN GÜVEN
Sistem ve inançlı insanın
sistem içindeki yeri
30 AHMET YOZGAT
O artık AK Parti değil
“Pak Parti” ya da “Hüma kuşu”
34 SERVET HOCAOĞULLARI
Türkiye’nin kazandığı “Yeni”:
Ahmet Davutoğlu
40 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN
Ahmet Davutoğlu’ndan beklenen
43 CÜNEYT AKAR
Davutoğlu’yla nereye kadar?
44 NADİRE ÇAMLI
Artık çuvaldızı batırma zamanı
46 ORHAN MÜCAHİT
Büyük bir devrim gerçekleşiyor,
farkında mısınız?
48 LOKMAN AYVA
Erdemli kurala uyma erdemi
50 AYTEN ÇALIŞ
Döl tutan Anadolu geni ve
“yaklaşan doğum”
53 AYTEKİN ATASOYU
İktidar, kitlelerin hayallerine
ortak olmaktan geçer
54 EKREM KAFTAN
Yeni bir medeniyet çağına yürüyüş
56 SABRİ ÖĞE
Gerçek hayali aştı
ATIF ÖZBEY / SÖYLEŞİ: ABDUL GHAFFAR AZİZ
NESRİN ÇAYLI / SÖYLEŞİ: HİLMİ TÜRKMEN
Pakistan’da neler oluyor?
“Mesuliyet bizdedir; varsa bir suç, o da bizimdir!”
84
“Batı, İslam ülkelerinde istikrarın olmasını hazmedemiyor, aynı durumla Türkiye de karşı karşıya. Türkiye’de
yakalanmış istikrarı bozmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Aynı şekilde
Yemen de hedeflerinde. Pakistan,
İslam dünyasının içerisinde nükleer
silah üreten tek ülke ve serbest
bırakırlarsa sürekli kalkınacak.”
MUHAMMED İKBAL BAKIRCI
Uyanış
MEHMET SERHAT BIÇAK
Rejimin sigortası
MEHTAP KAYAOĞLU
Yeni Türkiye için
yeni yönetim stratejileri
64 MEHMET ŞEKER
Paralele nasıl teğet
geçtiğimin hikâyesi
66 MURAT İLKTER
Asimetrik paralelde Nadia Comaneci!
68 AYŞE YAŞAR UMUTLU
Siyasî düşüncemizdeki
“hikmet” noksanları
72 ORHAN RUFAT KARAGÖL
Hermenötik kritik
75 FİKRİ AKYÜZ
Atatürk’le ilgili mühim bir
“ayak basış”
76 BÜNYAMİ ÜNAL
“Düşmanın zıddı olmak”
doğru bir konumlanış mıdır?
78 AHMET TURGUT
Laboratuvardan
çıkan ulus: “ABD”
81 MUHAMMED LÜTFÜ AVCI
Var olma kavgamız
82 MEHMET FATİH ÖZTARSU
ABD, Karabağ için
Rusya’dan rol kapabilecek mi?
84 SÖYLEŞİ / ATIF ÖZBEY
ABDUL GHAFFAR AZİZ
Pakistan’da
neler oluyor?
92 SÖYLEŞİ / NESRİN ÇAYLI
Üsküdar Belediye Başkanı
HİLMİ TÜRKMEN: “Mesuliyet bizdedir;
varsa bir suç, o da bizimdir!”
101AHMET SAĞLAM
Toprak altında hâlâ cemreyi mi
bekliyorsunuz?
102BÜLENT KARA
Türkiye’de sağlık hakları
108DR. NURETTİN ALABAY
Teknoloji
92
“Bu formülün canlı ve en güzel örneğini Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, duruşuyla
veriyor. Ne diyor? ‘Biz bu millete
efendi olmaya değil, hizmet etmeye
geldik!’ O yüzden Allah, Üsküdar
gibi bir yerin Belediye Başkanlığı’nı
nasip etmiş bize, Elhamdülillah, bu
büyük bir nimet ve mesuliyettir.”
58
60
62
60
66
78
64
68
102
M. SERHAT BICAK
Rejimin sigortası
MURAT İLKTER
Asimetrik paralelde Nadia
Comaneci!
Şimdi cevabınızı içinizden istediğim soruyu sorayım: AK Parti, bırakın 12 yılı, 5 yılda bir rejim ve sistem oturtamayacağına
göre yargının sigortası olduğu
ve korunması gereken sistem
ve rejim nedir? Hayır, hayır,
“Eski Türkiye” diye dışınızdan
değil, içinizden verecektiniz cevabı, mızıkçılık yaptınız. Bu cevabı kabul edemem ama yan
cebime koyun…
60
MEHMET ŞEKER
Paralele nasıl teğet
geçtiğimin hikâyesi
Bu kadar yıl… Rica edeyim de
bir düşünün… Belki de Türkmenlere yardım götüren tırları
durduranlardan biri de ben olacaktım. Saffet, kafayı kaldırmadan T cetveliyle plan çizecek, Ali
de büyük ihtimal dinleme yapan ekibin içinde yer alacaktı.
Kim bilir?
64
Türkiye, evet, iyi bir dersi hak
ediyor, çünkü fazla olmaya başladı! Balkanlar ve Kafkaslardaki
tüm ekopolitik ve kültürel boşluklarda oyun kuruyor, Kürt sorununda inisiyatifi tamamen ele
aldı, Ortadoğu’da başa bela,
enerji kaynaklarını her şekilde
kontrolüne alıyor, daha önce
İran’a karşı ambargoyu deldiği
gibi şimdi de Rusya’ya ambargoyu deliyor. Neyine güveniyorsa artık!?
66
AYŞE YAŞAR UMUTLU
Siyasî düşüncemizdeki
“hikmet” noksanları
Düşünsel birikim ve mirasımız,
hapsolduğu yerden kurtarıldıktan
sonra yeniden düşünmeye hazır ve donanımlı kişilerin hizmetlerine itina ile sunulması zarurîdir.
Yürüyecek yeni yolların olmadığı
bir siyasî anlayış, kaybolma tüneline girer. Kaybolmak, çoğu zaman yok olmaya eştir.
68
AHMET TURGUT
Laboratuvardan çıkan ulus:
“ABD”
SSCB örneğinde görüldüğü gibi,
millet-din-dil birliğinden yoksun
bir toplumu sırf ideoloji ile bir
arada tutabilmek mümkün değil.
Bu yüzden “Son İmparator” mukadderi gördükçe hırçınlaşıyor ve
hırçınlaştıkça da yeni savaşlar icat
etmeye çalışıyor.
78
YRD. DOÇ. DR. BÜLENT KARA
Türkiye’de sağlık hakları
Üniversite ve özel hastanelerden bütün vatandaşlarımız yararlanmaya başladı. Genel
Sağlık Sigortası ile bütün vatandaşlarımız sosyal güvence kapsamına alındı. 18 yaşın altındaki
tüm nüfus ve eğitim görenler,
sosyal güvence aranmaksızın
Genel Sağlık Sigortası kapsamına alınması sağlandı.
102
eylül 2014
3
haberajanda
Editör
Sayı: 94/ Eylül 2014
Yeni Türkiye’ye tasfiye ha!
İMTİYAZ SAHİBİ
AJANDA GRUP
BAŞKANI
YAYINLAR GENEL
YÖNETMENİ
GENEL
KOORDİNATÖR
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
SORUMLU
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ
REKLAM ABONE ve DAĞITIM
KOORDİNATÖRÜ
GÖRSEL YÖNETMEN
GRAFİK TASARIM
FOTOĞRAFLAR
HABER AJANDA
BASKI
Yavuz Selim
[email protected]
Müzeyyen Selim
[email protected]
Sinan Canan
[email protected]
Erkan Oğur
[email protected]
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
A. Levent Şahsuvaroğlu
Ömer Bekir Sadık
[email protected]
Bige Canan
[email protected]
Ahmet Oğuz
[email protected]
Aykut Koçoğlu
[email protected]
Aktüelya
İlker Kırmızı
Anadolu Ajansı
Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd.
Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak
yayınlanmaktadır. Kültür Ajanda’nın isim
ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir
TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş.
I. Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3
Sincan/ ANKARA Tel: 0312 267 08 97
BASKI TARİHİ
Eylül 2014
İDARİ ADRES
Anafartalar Cad. Şan Sk. 10/303
Kat: 3 Ulus – Ankara
Tel: (0.312) 380 90 92
Fax: (0.312) 381 45 65
HABERLEŞME ADRESİ
Posta Kutusu 168 06420 Yenişehir/Ankara
Posta Kutusu Maltepe/İstanbul
[email protected]
Dergide yayınlanan malzemelerin her
hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek
alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu
yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan
sahiplerine aittir.
Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar.
ISSN
ABONELİK
Yurtiçi yıllık abonelik 150 TL,
kurum ve kuruluşlar için
300 TL, Kıbrıs için 200 TL,
Avrupa için 150 € ve
ABD için 200 $’dir.
HESAP BİLGİLERİMİZ
Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam Tic. Ltdi Şti.
Vakıfbank Ankara
Meşrutiyet Şubesi
Hesap (IBAN) No:
TR 1200015 0015 8007
287367226
Posta çeki Hesap No:
5315328
4
eylül 2014
1306-5742
Abone
bildiriminiz için
[email protected]
e-mail adresine veya
0 533 165 39 82
GSM numarasına mesaj
bırakabilirsiniz.
0 312 381 45 65’e
faks çekebilirsiniz veya
0 312 380 90 92’yi
direkt arayabilirsiniz.
“Yedirtmeyiz!”
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
Ç
>> Yahut oyun oynarken kafamız kolumuz harbiden de yarılıyormuş, futbol
oynarken idolümüz olan oyuncu oluveriyormuşuz. Yahut kardeşlerim kendi
şarkılarını söylüyorlardı, yer sofrasında
tek tabaktan yiyorduk. “Öz” dediğim
“samimiyetti, ruhtu” velhasıl...
Bizim mahallenin bir aspavası vardı.
“Allah sağlık, para, afiyet versin. Amin!”
şeklinde bir cümle olduğunu öğretmişti
babam. Aspava, normal bir restoran değildir, bir kültürün taşıdığı izdir. Rabbim
huzur ve bereketiyle nasiplendirsin,
babam siyaset ve aksiyon dolu yaşantısından bir dem sıyrılabilip de gönlü razı
olunca işte o aspavaya götürürdü yemeğe. Neydi yiyeceğimiz? Kıymalı pide…
O pide gelmeden önce sorulmazdı
“Ne içersiniz? Salata alır mısınız?” diye...
Hemen salatası gelirdi yemeğin, bir
de bir sürahi suyu. Lüksü olsun diye
ayranımızı alırdık belki, siyah ya da sarı
gazozu boş verin… Şu saydıklarımın
içinden en önemlisi bir sürahi suydu
işte. Öyle ya, ne yerseniz yiyin veya
ne içerseniz için, mutlaka suya ihtiyaç
duyarsınız ve aspavada o bir sürahi
suyu mutlaka bulursunuz, istemezsiniz
ayrıyeten.
Şimdi öyle mi? Hangi lokantaya,
hangi hızlı yemekçiye gitseniz bir de su
siparişi verecek, tarifesi mekâna göre
değişen su ücreti ödeyeceksiniz. Hem
onlardan bir kuru (!) “Allah sağlık, para,
afiyet versin!” duası da almayacaksınız.
Değil mi, susuz ve duasız bıraktık su ve
dua medeniyetini!
Bir gazoz markasının hiç unutulmayacak bir sloganı vardı “İmaj hiçbir
şeydir, susuzluk her şey…” diye, bizim
aspavacılar da biliyorlardı işte bu hali.
Bir yudum su vermezseniz hiçbir kıymetiniz yok. Peki, nedendir sudan geçip
de imaja tevessül edişimiz?
Su medeniyetini su değil, su gibi aziz
insanlar kurmuşlardı. İmaj derdinde değildiler, zira oluşturdukları medeniyet,
kendiliğinden bir imaj vermişti cihana.
Ancak günümüz projeci (!) yöneticileri,
su medeniyetinin su gibi insanlarının
yolunu kesip kendilerine baraj yapmaktan ve bu barajlardan dağıttıkları suyun
kaynağını kendileriymiş gibi gösterip
OCUKLUĞUNU hatırlıyor bazen
insan; ne çok özü yaşıyormuşuz meğer. “Öz” dediğim, hani peynirin de
güzelini yiyormuşuz, domatesin de...
sadece imaj yapmaktan çekinmez
olmuşlar.
Su çekildiğinde ne yapacaklarını
şaşıracak bu projeci baraj imajcıları,
arkalarına aldıklarını “Allah’ın suyu”
yerine “Benim suyum!” diye uhdelerine
kattıkça, Allah onların suyunu kesecek,
bir yudum su vermeyecek. Ne olacak
bunun sonunda? Projeci baraj imajcılarının hiçbir kıymetleri kalmayacak.
Tekrarlayalım: “İmaj hiçbir şeydir, susuzluk her şey…”
Tamam, derdimin ne olduğunu anlatayım…
“Yeni Türkiye-Yeni Vizyon Zamanı
Geldi” adlı kitabıyla Yeni Türkiye’nin ilk
siyasetnamesini şekillendiren kıymetli
yazarımız ve ağabeyim Servet Hocaoğulları, TRT Haber’de yayınlanan “Sözün
Özü” programına konuk oldu ve meramını kısaca paylaştı. Programın yayınladığı günün ertesinde, Servet Ağabey’in
Bursa Büyükşehir Belediyesi’ndeki
görevinden istifası istendi. Yani “Yeni
Türkiye”yi ve “Recep Tayyip Erdoğan”ı
anlatan Servet Hocaoğulları, Yeni
Türkiye’nin koordinatörü olan AK
Parti’nin bir mensubu olarak kazandığı
Bursa Büyükşehir Belediyesi Başkanı
Recep Altepe tarafından tasfiye edildi.
Olay bununla kalmadı ve programın yapıldığı Faruk Saraç Sanat
Atölyesi’nde, programın prodüksiyon
çalışanları hakkında da bir yerden bir
emir geldi: “Onlara su bile verilmeyecek!”
“Onlara su bile verilmeyecek!” emrini
duyan bu fakirin aklına Şehid-i Kerbela
İmam Hüseyin geldi. Ne demek “Su
verilmeyecek!”, ne demek tasfiye, ne
demek “Benim suyum!”?
Recep Altepe, Haber Ajanda olarak
kapağımıza taşıdığımız, şahsını ve
projelerini daha Osmangazi Belediye
Başkanı iken kamuoyuna yansıtarak
Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na
taşınmasında destek olduğumuz bir
isimdi. Başta dedik ya “Her şeyi özü ile
yaşadık” diye, biz özü yaşamaya devam
edeceğiz yine. Ancak o barajını kurdu
ve “Su benim!” dedi. “Su”, Allah’ın suyu…
Yedirtmeyiz!
Ahmet Yozgat - [email protected]
haberajanda
Karikatür
eylül 2014
5
haberajanda
Başyazı
Kıyamet sarmalı: Z
B
U dünyada, aklınız başınıza
düştüğü günden beri şöyle
asgarî bir 15-20 yıl yaşamışsanız, Allah’ın yarattığı sayısız
harikanın yanı sıra, onun
eşref-i mahlukat ilan ettiği insanın ahmaklıklarına da aşina
hale gelmeye başlamışsınızdır.
Öğrenebildiğiniz kadarıyla
tarih, şanlı zafer ve heyecanlı
çekişmelerin yanında, size insanın ahmaklığının kaba
bir kronolojisini de verir. Ne kadar derine bakarsanız,
insan olmanın o “iki ucu keskin kılıç” tabiatını da o
kadar derin, o kadar net bir açıklıkla fark edersiniz.
>> Bu ülkenin gündemi
sürekli değişir. (Aslında şöyle
demeli belki: Değişiyormuş
gibi görünür.) Değişmeyen en
önemli hadiselerden biri, arka
planda sürekli işleyen bir kadim
hamakattır. Birilerinin eline
güç yahut “güç vehmi” geçer,
zulmedecek birilerini bulur,
onlara kendi kudret ve iktidarı
nispetinde zımnen ve muvakkaten zulmeder, ardından bu
zulmün mağduru bir kısım mazlum, bir zaman sonra eline bir
güç geçirir ve yeni mazlumlar
bularak onlara zulmetmeye ve
çoğu zaman geçmişten tevarüs
ettiği “intikam” hisleriyle yeni
mazlumlar kitlesi yaratmaya
devam eder…
Olaylar, mekânlar, zamanlar,
6
eylül 20142014
temmuz
insanlar, gerekçeler ve neticeler farklı görünse de, gerek
mikro, gerek makro ölçekte
bu süfli tarafımız, kaderimizin
çizgisini belirleyen en önemli
alametimiz olarak orada ve
öylece sabit kadem durmaya
devam eder her nasılsa…
İstediğin ne? Yukarı
mı, aşağı mı?
İnsanın mahiyetini, kalabalıkların psikolojisini, insan
olmanın tabiî kökenlerini biraz
tefekkür ettiğinizde, aslında
manzara bir miktar daha net
ve açıklanabilir bir zaviyeye de
kavuşur. Tabiatı gereği zihinsel
dünyasını teşkil eden süflî ve
âlî fakültelerin çatışması ze-
mininde bir hayat süren insan
fertleri, yüksek seciyelerinin
hayvanî özlerine hâkimiyet kabiliyeti nispetinde bu dünyaya
insanca bir nizam verebilirler.
Fakat ekserimiz, insanlığın hemen her döneminde, muhtelif
nedenlerle bu yüksek fakültelerini geliştirememiş, hayvan
ve bitki tabiatlı alt benliklerini
zapturapt altına alabilme hususunda gerekli gelişim basamaklarını aşamamış bir terkip
içinde hayatlarını sürdürme
makamında kalmaya mecbur
haldedir.
Hal bu olunca, en karmaşık
sosyal yapılarda bile bir grup
akılsız, maymunun dahi tevessül etmeyeceği derecedeki
ve kendi cinsinin doğrudan
zararına olacak nice ahmakça
hareket tarzını iştiyakla benimseyebilme hususunda bütün hayvanlardan yüz gömlek
maharetli bir canlı türü görüntüsü vermekten kurtulamaz.
İnsan fertlerinin “âlây-ı
i’lliyn” (yükseklerin yükseği)
ile “esfel-i safilin” (aşağıların
aşağısı) arasında salınan bir
sarkaç misali olması, Her Şeyin
Yaratıcısı Halık-ı Zülcelal’in
muradıdır. Bu özellik, insan
mizacında bu dünyanın tabiî
terkipleri içinde, milyarlarca
yılda pişirilen hayvanî bir
beden ve ona uygun zihinsel
fakülteler ile, ön-insan olarak
nitelenebilecek “beşer”i arzın
zemininde Allah’ın halifesi olabilecek “insan”a sıçratan ilahî
“nefes” iradesinin aynı maddî
bedende buluşması neticesinde hayat bulur.
Zihnimizin içinde, bizi kural
tanımaz bir mahlukat gibi davranmaya çağıran, zevkperest,
hodbin, intikamcı, refleksif,
konformist, bencil ve başına
buyruk “hayvanî” yanımız ile
ötelere meftun, kabuğunda
sıkışan, âlemleri kapsayabilecek enginlikte, anlam bulmaya
mecbur, irade-i cüz’iyeye layık
“insanî” tarafımız, birbiri içinde
girift bir ağ misali işlenmiş
durumdadırlar.
Bu dünyanın imtihan alanı
olması ve insanlar olarak
“imtihanla mükellef zihayat”
taifesinden olmamızın altında
da temel olarak bu “ikili” yapımız yatıyor. İrademizin henüz
elimize verilmediği bebeklik
yıllarından erişkinliğe ulaşma
eşiğimiz olan buluğ çağının
başlangıcına kadar olan dönemler de dâhil, tüm hayatımız aslında bu iki zıt zihinsel
yapılanma içinde sarkaç misali salınmamızın öyküsü…
Bize bahşedilen cüz’i irade,
sarkacın ucunda kaderimizin
resmini amel defterimize
çizen o şahsî şakülümüzün
salınımını, periyodunu değiştirebilme, onu istediğimiz tarafa
yönlendirebilme gücünün adı.
Biraz uzaktan nazar edilebilse,
Doç. Dr. Sinan Canan
[email protected]
ulme karşı zulüm!
denklem pek basittir esasında:
“Niyetimiz nedir? Doymak
bilmeyen hayvanî güdüleri
tatmin mi, yoksa sürekli
yükselmek demek olan zorlu
terakki ve inkişaf yolunda
kararlı olmak mı?”
Uçmak için kanat
lazım
Yükseklere giden yol çetindir. Uçmak için sürekli kanat
çırpmak mecburiyetinde olan
bir kuş misali mütemadiyen
çabalamayı, asgarî de olsa
kesintisiz faaliyeti gerektirir.
Yol engebelidir; kişisel tarihçemize, bize verilen benzersiz
terkibe, içinde yaşadığımız
devir ve şartlara göre farklı
olsa da engeller çoktur. Öncelikle tabiatımızdaki hayvanî
güdüm, zannettiğimizden pek
daha kavî, çok daha dessas ve
pek çok daha maharetlidir. “İnsan gibi yaşıyoruz” sanırken,
imtihanın en büyük sırlarından olan o nefis kuvvetleri bizi
kolaylıkla sefalete, düşüklüğe,
beşerliğe çekebilir: Öfke, kin,
nefret, husumet… (Ve daha
nice nice silahlarla mücehhezdir o sırlı yanımız.)
Zulüm, mazlumu bir nevi
tornaya çeker. Mazlum bir
hayvan olsa, kaçınmayı ve
uzak durmayı öğrenir. Mazlum
olma hali insanı da kökten değiştirebilecek bir potansiyele
sahiptir. Fakat insana verilmiş
karmaşık zihinsel cihazlar,
mezkur neticeyi de aşağı
hayvanların âleminde pek
rastlamadığımız bir giriftlikte
çeşitlendirir. Aklının marazî
kısımlarıyla zulmün acısını
birleştirebilen insanoğlu, hayvanlarda dahi görülmeyen bir
gaddarlık düzeyine rahatlıkla
ulaşabilir. Daha fenası, marazî
akıl, insanoğluna yaptığı ve
yapacağı haksızlıklar için nice
geçerli ve akılcı gerekçeler
üretebilir.
vicdan, geleceği hesap etme,
diğerkâmlık ve daha nice üst
sınıf Rahmanî kodların devreye sokulması ile tecelli edebilir.
Bu vasıfların her hal ve şartta
oyuna dâhil olmaları, ancak
“beşer”i “insan”a tebdil eden
yüksek zihinsel donanımların
evvelden antrenmanlı olması
halinde mümkün hale gelir.
Hayatı boyunca doyuma,
konfora, zevke, hazza, rahatlığa ve bencilliğe programlı bir
zihin, mütemadiyen “irtifa”
yitirmesinden dolayı zamanla
bu yüksek zihinsel melekelerin kaabiliyetlerinden mahrum hale gelir. Böyle bir seyir
içinde geçen yıllar, elde sadece
en basit, en aşağı düzeyde bir
tepki repertuvarı bırakır: “Zulüm karşısında zulüm ve dişe
diş, kana kan… İntikam!”
Bu denkleme yalan yanlış
inançları, yarım bilmeleri,
ideolojileri, sunî aidiyetleri,
gelenekten gelen fikr-i sabitleri ve daha sayısız insanî çer
çöpü de ekleyince, insanın bu
anlaşılmaz tarafı biraz daha
anlaşılabilir bir hale bürünmeye başlar. Kıyamet de işte bu
necis sarmalın tam dibinde
kopar.
“Eyvah!” demeden…
Zulme karşı zulüm,
insanîdir. Fakat insanın en süfli
tezahürlerindendir. Zulme
karşı zulüm döngüsünü kıramayan ya zalim ya da mazlum
olmayı baştan kabul etmiştir.
İnsanın terkibinde esaslı bir
yer tutan “Adl” esmasının bir
neticesi de insanî intikam duygusudur. Fakat bu, Adl esmasının fiilî hali olan “adalet”in
en alt, en hayvanî düzeyidir.
Gerçek adalet, insana dercedilmiş diğer fakülteler olan akıl,
Rabbimizin bize verdiği
ömür müddetince bu imtihan
devam ediyor. Bize önerilen
bütün fizikî ve ruhî talimler de
aslında bu imtihanda korunmamız için. Açlıkla, disiplinle,
malımızdan vermekle, isteklerimizin bir kısmını zaptetmeye
gayret etmekle yüksek ruhî
seciyelerimizi geliştirmenin
yollarını öğrenmemiz gerekiyor. Fakat bu talimlerin sadece
şeklen ifası arzulanan neticeyi
vermediği gibi, insanoğlun o
hazin “Veyl” hitabına mazhar
dahi edebiliyor.
Akletmek, tefekkür etmek,
mütemadi bir kontrol bilinci,
insan olabilmenin, insan kalabilmenin ve buralardan insan
gibi gidebilmenin en önemli
şartları. Bu vazifelerde tembelliğin yerini doldurabilecek hiç
bir ritüel, hiç bir fiziksel yahut
malî yöntem mevcut değil.
Ne kadar insan olabildiğimizi
sürekli izleyebilmemiz için
güzel bir kıstas var: Uğradığımız
yahut haberdar olduğumuz
zulme karşı nasıl bir “ilk” duruş
sergiliyoruz? Zulme karşı nasıl
bir refleksler dizisine sahibiz?
Ne kadar insanca, ne kadar
beşerce tepki üretiyoruz?
Zulme karşı duruşumuz, ne
kadar “insan” olduğumuzun en
açık göstergelerinden biridir.
Ne zaman gündeme baksam, gayriihtiyarî olarak
insanın bu garip ikilemini,
tarih boyunca bu imtihandaki
uslanmaz hamakatını görüyorum ve gözlerim onunla
adeta kamaşıyor. Tartışılan
olaylara değil, onları tartıştıran terkibimize takılıyor hep
gözüm. Biliyorum ki gündem
denen şey, ona nasıl baktığınıza göre sizi etkiler. İsterseniz
onu kanadınız altındaki yele,
isterseniz sırtınızda bir yüke
dönüştürebilirsiniz. Seçim ve
imtihan sizin!..
eylül 2014
7
Haber Ajanda
AYINOLAYLARI
Ayın Olayları
Cumhurun seçeceği ilk başkan için
aday belli oldu!
“Türkiye bugün, öz ve ru
“A
ZİZ Atatürk,
Türkiye Cumhuriyeti’nin 12. Cumhurbaşkanı ve halkın doğrudan
oylarıyla seçilmiş ilk cumhurbaşkanı olarak bugün
vazifemizi devralıyoruz. >> Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk
cumhurbaşkanıyken 10 Kasım
1938’de vefatınızın ardından, cumhurbaşkanlığı makamı ile cumhur
arasındaki irtibat maalesef zayıfladı; cumhur ile başkanı arasına
mesafeler girdi. 2007’de yaptığımız bir Anayasa değişikliğiyle
cumhurbaşkanının doğrudan halk
tarafından seçilmesini temin ettik.
10 Ağustos’ta bu büyük değişiklik
hayata geçti. Bugün halkın doğrudan oylarıyla seçilmiş ilk cumhurbaşkanı görevine başlarken,
aslında bir kez daha cumhur ve
başkanının, devlet ve milletin muhabbetle kucaklaşmasına vesile
olduğuna inanıyorum. Siz ve tüm silah arkadaşlarınız, İstiklal Savaşı’nın ardından
istikbal mücadelesini başlatmış,
Türkiye’yi muasır medeniyetler
8
eylül 2014
seviyesine çıkarmak için büyük
gayret göstermiştiniz. Sizin başlattığınız bu mücadele, 10 Ağustos
tarihinde cumhurbaşkanının da
halk tarafından seçilmesiyle yeni
bir zaferi tecrübe etmiş oldu.
Halkoyuyla seçilmiş ilk cumhurbaşkanının göreve başladığı
bugün, Türkiye’nin küllerinden
doğduğu, ‘Yeni Türkiye’nin inşa
ve imar sürecinin güç kazandığı
gündür. Hiç kuşkunuz olmasın ki
bugün, 23 Nisan 1920’de ilk adımlarını attığınız ‘Büyük Türkiye’ ruhunun, özünün, hayal ve ideallerinin
dirildiği gündür.
Türkiye bugün, kadim medeniyet kaynaklarıyla tekrar kucaklaşmış, özüyle ve ruhuyla tekrar
buluşmuş, hâkimiyet-i milliyeye
her zamankinden çok daha fazla
güç kazandırmıştır. Vazifeye başlayışımın bu ilk gününde ülkemiz,
vatanımız, devletimiz ve bayrağımız için, en önemlisi de aziz milletimiz için her zamankinden daha
çok çalışacağıma dair milletime
söz veriyorum.
Bu vesileyle tüm şehitlerimizi ve
şahsınızda tüm gazilerimizi rahmet
ve minnetle yâd ediyorum. Ruhun
şad olsun…”
***
Anıtkabir Özel Defteri’ne
kaydedilen bu tarihî sözler, 12.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan’ın Çankaya Köşkü’ne
çıktığı 28 Ağustos 2014 gününün
Türkiye Cumhuriyeti’nin 90 yıllık
geçmişine çekilen önemli bir hâsıla
olduğunu gösterdi.
Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye
Cumhuriyeti’nin 12. Cumhurbaşkanı olarak 10 Ağustos 2014 günü halk
tarafından doğrudan seçilmişti.
Hiçbir ara mekanizma olmaksızın
millet iradesinin yansıdığı seçimin
ardından Erdoğan, Başbakanlık ve
AK Parti Genel Başkanlığı görevlerini bıraktıktan hemen sonraki gün,
yani 28 Ağustos günü Keçiören’deki
huyla tekrar kucaklaşmıştır”
evinden forsu kapalı ve yaveri
hazır makam arabasıyla ayrıldı.
Mahallelilerin büyük teveccühünü alan Erdoğan, buradan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne doğru
yola koyuldu.
Meclis Şeref Kapısı’ndan girerek ağırlanan Erdoğan, Genel
Kurul Salonu’na teşriften evvel
birkaç dakika dinlendirildi.
TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in
arzı sonrasında Genel Kurul’a
Başkan Kapısı’ndan giren
Erdoğan’ı tüm milletvekilleri
–İçtüzük’te belirtilmiş ifadeylehürmeten ayakta karşıladılar.
Yüksek Seçim Kurulu’nun TBMM
Başkanlığı’na sunduğu 12. Cumhurbaşkanlığı mazbatasını hayır
dua ile tevdi eden Çiçek, daha
sonra Erdoğan’ı kürsüye Cumhurbaşkanlığı Yemini’ni okuması
üzere yönlendirdi. Yemin töreni
biter bitmez Türk Silahlı Kuvvetleri Başkomutanı sıfatını da alan
Erdoğan için, bir geleneği canlı
tutmak adına 81 ilde 101 pare top
atışı gerçekleştirildi.
Erdoğan’ın salona girişinden
önce töreni terk eden CHP milletvekilleri hazirûnda yerlerini
almazlarken, AK Parti, MHP ve
HDP’li vekiller yemin ve İstiklal
Marşı sırasında teamüllere uygun biçimde hareket ettiler. Herhangi bir kompleks taşımaksızın
HDP Eş Genel Başkanı Selahattin
Demirtaş’ın Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ı ayakta alkışlaması bu
noktada ayrıca övgüye mazhar
bir davranıştı. Zira başlangıçta
CHP tarafından yakışıksız şekilde gerçekleştirilen birtakım
olaylar, Meclis vakarına onlarca
yabancı misafirin gözü önünde,
bu güzel ve onurlu günde halel
getirmişti –olaya “burada” değinmeyeceğiz-.
Yemin töreninin ardından forsu açılan arabasıyla Meclis’ten
ayrılan halk tarafından seçilmiş
ilk Cumhurbaşkanı Erdoğan,
buradan Anıtkabir’e vardıktan
sonra Aslanlı Yol’dan geçerek
mozoleye çelenk bıraktı ve
nihayet en başta yer alan o tarihî
cümleleri Özel Defter’e not etti.
Yıllardır belirtmiş olduğu
üzere gerçekleştirdiği siyasetin bir tür özetini yansıttığı
cümlelerinde en çok öne çıkan
sözler, milletin devletle kucak-
laşması ve Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin öz, ruh, hayal ve ideal
noktasında dirilmesine işaret
ettiği sözlerdi. Ancak bu öne
çıkan sözlerin başlangıcı, aslında
söz konusu metnin de başlangıcındaydı. Zira Erdoğan, Atatürk’e
hitaben ve millet düşmanlarına
resmen rest çekercesine, “Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanıyken 10 Kasım 1938’de
vefatınızın ardından, cumhurbaşkanlığı makamı ile cumhur
arasındaki irtibat maalesef zayıfladı; cumhur ile başkanı arasına
mesafeler girdi” diyordu. Bu söz,
Kurucu Lider’e kurmuş olduğu
ülkenin yeniden dirildiğini, kurucu iradenin o günkü gibi yine
millet olduğunu gösteren keskin
bir nitelik taşıyordu.
Anıtkabir’den ayrıldıktan sonra önce Başbakanlık Konutu’nda
bir süre dinlenmeye ve hemen
ardından da karşısında bulunan
Çankaya Köşkü’ne geçişinde
Erdoğan’ı evvela 16 sancaklı atlı
birlik karşıladı. 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eşi Hayrunnisa Gül’ün Erdoğan çiftini
ağırlamasının ardından verilen
küçük veda resepsiyonunda 11
ve 12’nci Cumhurbaşkanlarının
konuşmalarının ardından bu
onurlu gün devir teslim anlamında tamama ermiş oldu.
11. Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül ile eşini uğurlayan Erdoğan
çifti, 95 yabancı ülkeden gelen
misafirleri için özel bir akşam
yemeği tertipledi.
Erdoğan’ın Çankaya Köşkü’ne
çıkışını, daha doğrusu 28
Ağustos 2014 gününü Balkanlarda, Ortadoğu’da, Kafkasya’da,
Afrika’da ve elbette Avrupa ve
Amerika’da yaşayan Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlarının
yanı sıra, özellikle zulüm altında
baskıyla hayat süren Müslüman
milletler ve soydaşlarımız ümit
ve hasretle takip ettiler.
Rabbimiz vazifesi başında
ancak himmeti millet olarak
hizmet ve mücahede edecek
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip
Erdoğan’ı, kendisine ilim, sabır,
kuvvet ve yalnız temiz siyaset
lütfederek nasiplendirsin, milleti
önünde ve Rabbi indinde muvaffak eylesin…
eylül 2014
9
Haber Ajanda
AYINOLAYLARI
Ayın Olayları
AK Parti’de yeni dönemin adı
“Davutoğlu”
10
AĞUSTOS 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminin galibi Recep Tayyip Erdoğan olunca, Başbakanlık ve AK Parti Genel Başkanlığı makamlarına kim veya kimlerin oturacağı merak
konusu olmuştu. Cumhurbaşkanı seçilmesinin hemen
ardından partiyi kongreye götürecek kişinin kim olacağı konuşulurken AK Parti, çok keskin bir kurumsal
atak gerçekleştirerek Cumhurbaşkanlığı mazbatasını
almayan mevcut Genel Başkan Erdoğan’ın kontrolünde istişarelerini gerçekleştirdi ve yine onun sunumuyla gösterilen tek aday Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu
ismiyle ilk olağanüstü kurultayını tamamlamış oldu.
>> Delegasyonun tümünün imzasıyla aday gösterilen Davutoğlu,
27 Ağustos 2014 günü bin 382 oy
alarak AK Parti Genel Başkanı
seçildi. Kurultaya çok erken saatlerde gelen Recep Tayyip Erdoğan, önce toplantının yapıldığı
Ankara Arena Spor Salonu dışındaki binlerce vatandaşa hitap
etti, sonra da salonu hınca hınç
dolduranlara yaklaşık bir buçuk
saatlik bir konuşma gerçekleştirdi.
Bu kongrenin bir veda olmadığını, yalnız isimlerin tabiî olarak
değiştiğini vurgulayan Erdoğan,
kendisinden sonra görevi alacak
olan Davutoğlu hakkında üstüne
basa basa “Emanetçi değil” ifadesini kullandı.
Haluk İpek’in Kongre Divan
Başkanlığı’nı yaptığı kongrede
daha sonra Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu kürsüye çıktı ve gelecekte
Türkiye’yi ve dünyayı bekleyen
medeniyet tasavvurunun manifestosunu bildirdi. Yaptıklarıyla
elbette hakkı olduğunu tevdi ettiğimiz AK Parti’nin, bu kongresinde doğrudan medeniyet çizgileri
Davutoğlu’nun dilinden bir gergef
gibi çekildi. Davutoğlu’nun AK
Parti 1. Olağanüstü Kongresi’nde
sunduğu, selamıyla Hakk’tan
kuvvet, Enbiya ve Evliyadan da
himmet dileyerek başladığı ve 9
ana başlığa ayırdığı o tarihî mani-
10
eylül 2014
festodan bazı satırbaşları şöyle:
“Biraz önce ulu erenleri zikrettim. Horasan erenlerinden, Mezopotamya mellelerinden bahsettik.
Kars’ta Hasan Harakani’yle Doğu
Beyazıt’ta Ahmedi Hani aynı
medeniyetin çocuklarıydı; Hazreti Mevlana’nın irfanı ve marifeti,
Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın
marifeti ve irfanıyla aynıydı. Bu irfanları bölmek için, bu kardeşleri
birbirine düşman edebilmek için
her türlü yolu denediler. Terörü
denediler, siyasal ırkçılığa yöneldiler. Bizim iktidar olduğumuz
Türkiye’de hiç kimse, şu veya bu
gerekçeyle bir daha ötekileştirilemeyecek; tarihdaşlığımız korunacak, kaderdaşlığımız korunacak,
eşit vatandaşlık hukuku daima
önde ve temel ilke olarak benimsenecek.
İnsan onuru, insanın eşref-i
mahlûkat olma özelliğinden gelir.
O onuru korumak, bizim aslî
görevimizdir. Bu onurun esası da
özgürlük ve güvenliğin teminidir.
Özgürlüğü garanti edilmemiş
insanın onur duyması mümkün
değil, güvenliği tehdit altında
olan birinin kendi özgürlük alanını yaşaması da mümkün değil.
Onun için hep özgürlük ve güvenlik dengesi dedik. (…) Ama her
özgürlük de bir sorumluluk getirir.
Basın ve ifade özgürlüğü, basın
ahlakını gerektirir; girişim özgürlüğü, meşru ve helal rızık arayışını
gerektirir; inanç özgürlüğü, diğer
inançlara saygıyı gerektirir. Biz
özgürlükleri yeni bir ahlakî formasyonla buluşturacağız.
Hem kadim kültürümüzün siyaset-felsefe metni olan Nizamülmülk’ün
Siyasetname’sindeki ehliyet esasları açısından, hem de modern
rasyonel bürokrasinin şartları
açısından bürokraside aranacak
tek nitelik ehliyettir, liyakattir. Şu
veya bu networkle, eskiden bazı
locaların yaptığı şekilde, şimdi de
paralel devlet yapılanması içinde
o networkler üzerinden bürokrasiyi ele geçirmek, daha sonra da
ele geçirilen bürokrasi üzerinden
milletin seçtiği siyasî otoriteye
şantaj yapmak açık bir ihanettir.
Bu, ter dökmeden devleti ele geçirmek isteyen zihniyettir. Buna izin
verilmeyecek ve bundan sonra
bürokrasiyi kontrol etmek suretiyle devleti ele geçirmek isteyenler,
ister cunta heveslileri olsun, ister
belli loca mahfilleri olsun, ister
paralel devlet yapıları şeklinde
olsun, hiçbir şekilde devletimize
nüfuz edemeyecekler.
En önemli restorasyonumuz,
ahlak restorasyonudur. Sayın
Cumhurbaşkanımızın AK Parti’yi
ilan ettiği günlerde ‘Erdemliler
Hareketi’nden söz edilmişti. Bizim
için siyaset, bir erdem ve ahlak
vesilesidir. Siyaset, ahlak ve erdeme dayandığı zaman anlam taşır,
var oluşumuza cevap teşkil eder.
Onun için siyasetimizin ahlakı,
Şeyh Edebali’nin ahlakıdır: ‘İnsanı
yaşat ki devlet yaşasın…’ Konuşmamızın başında erkân pirimiz
olarak Hacı Bektaş-ı Veli’ye atıfta
bulunmuştum. Onun dediğini diyeceğiz: “Eline, diline, beline sahip
ol!” Ahlakın ve erdemin olmadığı
siyaset yozlaşır, çürür.
‘Adalet mülkün temelidir’ dendiğinde, sadece şahsî mülk kaste-
dilmez; kastedilen devlettir aynı
zamanda. Adaletin olmadığı
devletin yaşaması mümkün
değildir. İster Tursun Beğ’in
adalet dairesine bakınız, ister
Hazini’nin Kitab-ül Mizan-ül
Hakk’ına bakınız, isterseniz modern adalet teorilerine, devletin
ve siyasetin esası adalettir.
Şimdi 12 Ekim’de Hâkimler ve
Savcılar Yüksek Kurulu seçimleri var. Öyle bir hava estiriliyor
ki, sanki Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinden daha önemli.
HSYK seçimi, belli bir adalet
felsefesine inanmış, saygın yargı
mensupları arasında yapılan,
nihaî kertede bu adaleti tesis
etmek üzere yapılan meslekî bir
seçimdir. Ama birileri şöyle düşünüyorlar ve diyorlar ki, ‘Eğer
bu seçimlerde, geçmişte olduğu
gibi kendi otoriterimizi kurarsak, yaptığımız çalışmalarla tek
bir fikre, düşünce ya da çevreye
ait olan HSYK oluşturursak,
bu HSYK milletin seçtiği siyasî
irade üzerinde Demokles’in
kılıcı gibi durur’. Hiç heves
etmesinler! Hiçbir kılıç, milletin
iradesinden daha güçlü değildir,
hiçbir güç milletin iradesini
aşamaz.
Bir büyük restorasyon, inşa,
ihya ve yeniden uyanış faaliyeti
de kültür ve medeniyet restorasyonudur. Bu topraklarda
başta selamlayarak her birine
hitapta bulunduğum o ulu
erenler, bize büyük bir kültür
ve medeniyet mirası bıraktılar.
Dünyada hiçbir ülke, medeniyet
mirası bakımından bizim ülkemiz kadar şanslı ve birikimli değildir. Eğer insanlık tarihi kadim,
modernite ve küreselleşme gibi
evrelere ayrılırsa şunu çok açık
bir şekilde söyleyebiliriz ki, bu
ülke, bu aziz topraklar, bu sadece jeostratejik değil, jeokültürel
öneme haiz topraklar, kadimin
bütün renklerini bünyesinde
barındırırlar; İslam medeniyetini, ondan önceki Mezopotamya
kültürünü, ondan önceki Hitit
kültürünü, Roma kültürünü
bünyesinde barındırırlar. Hiçbir
medeniyet havzası yoktur ki
Anadolu’yla etkileşime girmemiş olsun. Yine modernite esas
alındığında bu kadim kültüre
sahip olan başka hiçbir ülke
yoktur ki moderniteyle bizim
gibi yüzleşmiş olsun. Ve nihayet
küreselleşmeyi de bizim kadar
derinden ve yakından yaşayan
bir başka ülke yoktur.
İki dezavantajımız olan
enerji açığı ve cari açığa karşı
hem coğrafyamızdan, hem
nitelikli kalkınma ve nitelikli
insan unsurumuzdan gelen
kaynakları kullanarak harekete
geçeceğiz. Şu anda dünyanın
17’nci, Avrupa’nın 6’ncı büyük
ülkesiyiz ekonomik anlamda.
İnşallah, hiç kimsenin şüphesi
olmasın ki önümüzdeki dönemde, 2023’te dünyanın ilk 10
ekonomisi arasına girmek için
gece gündüz çalışacağız ve bu
hedefi gerçekleştireceğiz.
Dış politikamız çok boyutlu
olmuştur, çok boyutlu olmaya
devam edecektir –bu, coğrafyamızın bir zaruretidir-. Türkiye’yi
Avrupa’yla Asya kıskacı arasına
almak isteyenler, Türkiye’nin
coğrafyasından bîhaberdirler.
Türkiye’nin Avrupa Birliği hedefi, stratejik bir hedeftir ve kararlılıkla sürdürülecektir. Ama
Türkiye’nin stratejik gücü de
çevre bölgelerde ve havzalarda
birikecektir. Onun için, ekonomimize büyük kaynak sağlasın
diye, vizeleri kaldırma politikası
takip ettik ve 74 ülkeyle vizeleri
kaldırdık, 19 ülkeyle hükümetler arası mekanizmalar kurduk,
ortak kabine toplantıları yaptık
ve bu yolla dış ticaretimizin
önünü açtık. Bu yola girerek
Afrika’da temsilin önünü açtık.
12 olan Afrika büyükelçiliğinin
sayısını 35’e çıkardık. Gururla ve
iftiharla söylüyorum: Şu anda
222 dış temsilcilikle dünyada en
fazla temsil edilen 7’nci büyük
ülkeyiz.”
Kongrenin hemen ertesi
günü Cumhurbaşkanlığı’nı
devralan Erdoğan’ın hükümeti
kurma görevini de verdiği
Davutoğlu, Türkiye Cumhuriyeti 62. Hükümeti’ni kurarak
Başbakan unvanını da almış
oldu. Davutoğlu’na vazifesinde
muvaffakiyet dilerken, Rabbimizden kendisine ancak milletine hizmet etme yolunda büyük
kuvvet, kararlılık, cesaret, iman
ve temiz siyaset lütfetmesini
niyaz ediyoruz.
eylül 2014
11
Haber Ajanda
AYINOLAYLARI
Ayın Olayları
Dirayette
A
DI evvela Suriye’deki iç savaşta duyulan bir
örgüttü IŞİD. İsmine dair açılım anlamını belirterek Din-i Mübin-i İslam’a karşı yöneltilen
saldırı cephesini genişletmemeye gayret ediyoruz.
Bu örgüt, önce Esed’e karşı savaştığına yönelik bir
imajla sunulmuştu dünya kamuoyuna. Ancak zaman
gösterdi ki IŞİD, bölgede kurucu hegemonyaya hizmet edici bütün taşeronluğu üstlenen suni ama asla
Sünni (yani Ehl-i Sünnet akaidine bağlı) olmayan bir
organizasyon imiş...
>> Taşeron faaliyetlerinin ilk
emaresini, Suriye’nin Rakka
bölgesindeki petrol kaynaklarını
teslim alarak işletmesine yaptığı
katkılarla gösteren örgüt, bu
kodun deşifresi ile aslî hüviyetini kuşanarak Suriye’den –tabiî
Suriye’nin bir ucunu da bırakmaksızın- Irak’a yönelmişti. Irak’a
girişinde ordudan hiçbir tepki
görmeyen, hatta önünden kaçılarak toprakları açıkça teslim alan
örgüt, Tuzhurmatu’nun ardından
Musul’u da almıştı. Ancak Irak’ta
hiçbir askerî müdahaleyle karşılaşmayan bu örgüt, Türkiye’nin
Musul Başkonsolosluğu’ndan
görmüştü dirayeti. Öyle ya, Musul
Valisi, gösterdiği cesaret ve dirayetli duruşundan dolayı Başkonsolosumuz Öztürk Yılmaz’ı tebrik
etmiş, ancak hakkında endişeler
taşıdığını belirtmişti.
İlginç bir tevafuktur ki, Başkonsolosumuzun adı Öztürk
Yılmaz’dı ve öz Türk yılmamıştı.
Kendi vatanında arkasına bakmadan kaçan orduya ders vermişti kıymetli diplomatımız. IŞİD
militanları Türkiye Cumhuriyeti
Musul Başkonsolosluğu’na girmiş
ve Başkonsolosumuz, ailesi, diğer
çalışanlar ve güvenlik görevlilerinin dâhil olduğu 49 kişiyi rehin
almışlardı. Peki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yılabilir miydi bunun
12
eylül 2014
karşısında? Vatandaşları için ne
yapacaktı?
101 gün boyunca alıkonuldu
46 vatandaşımız ve 3 Iraklı Konsolosluk çalışanı. Irak’tan Suriye
kanalıyla Şanlıurfa’ya getirilen
46 vatandaşımız Ankara’ya, aynı
çalışmayla kurtarılan 3 Iraklı
da kendi evlerine ulaştırıldılar.
Böylelikle terör karşısında yılmamış olduğunu gösterdi Türkiye.
Sabretmişti, sessiz ve derinden
işlemişti her şeyi. Şükürler olsun
ki zor bir görev uğruna Musul’da
bayrağımızı taşıyan ve sancaktarımızın yanında olan tüm kardeşlerimize kavuştuk.
Bugüne kadar gösterilen
imajlarda Türkiye Cumhuriyeti
Devleti ile IŞİD’i aynı kadraja
kondurmaya çalışan birçok operasyonla karşılaşmıştık. Öyle akıl
almaz komplolar dinliyorduk ki,
bu komploların bazısı, Türk devlet
teşkilatını yüceltmeye yönelik
paravan malzemelerle döşenip
sunuluyordu.
IŞİD, yabancı mahfiller ve bunların işbirlikçileri tarafından Türk
derin yapısının kurdurduğu bir örgütmüş gibi arz ediliyordu sürekli.
Yine de hüsnüzan ile yaklaşmak
istediğimiz ve az önce belirttiğimiz bir kısım komplocularsa,
sağ taraflarından yaklaşılarak
kulaklarına fısıldanan “Bölgeye
tamamen hâkim olmak için bu
örgütü Türkiye kurdu. Kaçırma
filan hep mizansen… Hem başkalarının kurduğu terör örgütleri var
da bizim niçin olmasın?” suflesini
bir evreye kadar yutmuşlardı.
Fakat tarih şuuru gösterdi ki bizim
devlet geleneğimizde böyle bir
çapsızlık yok…
Bu noktaya gelinene kadar IŞİD
ismini en iyi hatıra, Adana’daki
MİT tırlarının durdurulması ve
17-25 Aralık darbelerinin üzerine
böylelikle bir de sos dökülmesi
hadisesiydi. Nitekim bu olayda
durdurulan ve tartaklanma
cüretine muhatap kılınan MİT
mensuplarının IŞİD’e silah yardımı
sağladıkları öne sürülüyor, dolayısıyla Türkiye’nin bu örgüte, Esed’e
karşı giriştiği sahte savaşta yataklık ettiği iftirası atılıyordu. Şimdi
önümüzde duran gerçekse şu: MİT
tırları, açıklanmak zorunda kalındığı üzere Türkmenlere yardım
götürüyorlardı. Fakat durdurmayla onlara bu yardımlar ulaşmadı.
Sonuç ise, yardımlara erişemeyen
Türkmenlerin IŞİD tarafından
zulüm görmesi oldu. Yani MİT,
önemli bir istihbarat yakalayarak
soydaşlarımıza ulaşmaya çalışıyor, ama engelleniyordu. Zaten
her fotoğraf gösteriyordu ki IŞİD,
Türkiye’nin desteklediği Özgür
Suriye Ordusu’nun asla kabullendiği bir parça olmadığı gibi, Esed’in
uzlaştığı bir ihale şebekesiydi
ayrıca.
Vatandaşlarımıza kavuştuğumuz 21 Eylül 2014 gününe kadarki
101 günlük zaman diliminde bu tür
saldırılar Türkiye’ye karşı sürekli
tekrarlandı. Bölgede yükselen
tasarrufu sıfırlanmak istenen Türkiye, doğrudan bir yalnızlaştırma
politikasına, soğuk bir ambargoya
tâbi tutuluyordu. Hatta bir gün
baktık ki haberlere bir çocukcağız
yansımış ve hikâyesi şöyle imiş:
Ankara’nın Altındağ ilçesinden
arkadaşlarıyla çeşitli yollara gi-
n hürriyete…
Başbakan Ahmet Davutoğlu, serbest bırakılan rehineleri, özel uçak “TUR” ile Şanlıurfa
GAP Havaalanı’ndan Ankara’ya getirdi. Esenboğa Havaalanı’na gelen uçaktan indikten
sonra ailelerle sohbet eden Davutoğlu, Musul Başkonsolonsu Öztürk Yılmaz’ı alnından
öptü.
rerek Suriye üzerinden IŞİD’e
katılan 16 yaşındaki bir yavrumuz, vurulduğu ve tedavisi sağlanamadığı için Türkiye sınırına
koyularak terk edilmiş.
Tabiî sınırda askerlerimizce
bulunan çocuk, önce bulunduğu bölgede bir hastaneye yatırıldı ve tedavi edildi, ardından da
memleketi Ankara’ya ailesiyle
buluşturularak gönderildi. Bir
örgüt düşünün ki kendine inananları ölmeye ve öldürmeye
davet ediyor, kafa keserek veya
toplu yaylım ateşine tutarak
infaz gerçekleştiriyor; ama bir
militanını da “Yahu bunu tedavi
edebilecek hiçbir imkân ve donanıma sahip değiliz. Irak’ı resmen işgal ettik, ama burada da
Saddam’ın bir sürü silahını elde
etmemize rağmen bir tane hastane, bir tane doktor bulamadık.
Bu çocuk Türk’tü; en iyi Türkiye
sınırına bırakalım, nasılsa oradan bize çok gönüllü akıyor,
bizi seviyorlar, bu çocuğu da iyi
ederler” diye düşünerek hiçbir
militana uygulamayacağı bir
kıyak geçiyor, öyle mi?
Yavrumuza Allah acil şifalar
versin, tabiî ailesine de sabırlar,
çok şükür bu yavrumuz kurtuldu o beladan, ama kurbanı
Türkiye olan bir oyunun bilinçsiz bir parçası yapıldı. Zira
bu yavrumuzdan evvel özellikle Ankara, Altındağ ve Hacı
Bayram-ı Velî üzerine hazırlanan bütün işbirlikçi hamleler
yapılmıştı, ancak tutturulamayan iddialar bu yavrumuzla
somuta erdirilmiş oldu. En son
TÜSİAD’a konuk olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, konuşmasının
bir bölümünde edepsizlik,
alçaklık ve adilikle suçladığı
The New York Times’ten bahsederken, kendisinin ve Başbakan
Davutoğlu’nun bulunduğu
Hacı Bayram-ı Velî Camii’nden
çıkış esnasına ait bir fotoğrafı
yayınlayarak IŞİD’e katılımların
merkezinin bu adrese dayandırılmasını eleştirdi. Zira bu haber,
gelinen en azgın noktanın göstergesiydi.
Tam da Türkiye’nin, halkın
doğrudan etken olacağı ilk
Cumhurbaşkanlığı seçimi hazırlıklarına başlanırken karşılaştığı
rehine krizi, Erdoğan’ın Köşk’e
çıkması ve Davutoğlu’nun da
AK Parti’nin başına geçip Başbakan olarak görevlendirilmesi
üzerine çözülecek ilk sorundu
zaten. Zira başlangıçta, nedense
(!) çok tartışılan MİT’e dair yasalarla birlikte bir dış operasyonun yapılmasına yönelik ortam
hazırlanmıştı. Kaçırılanlar
Musul Başkonsolosluğu çalışanlarıydı ki Musul, önemli bir Türk
şehriydi. Özellikle son üç yıldır
önemli bağlar kurulan Barzani de bu konuda Türkiye’nin
yanında olduğunu belirtmişti.
Yani Türkiye’yi IŞİD destekçisi
ilan eden ve harekât koalisyonuna girmesini dayatmaya
getirmek isterken bir de hakkında çıkardığı kara haberlerle
lekelemeye çalışan ABD’nin
öyle söylendiği gibi bir dahli
yoktur bu operasyonda. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, özbeöz
yerli kaynaklarıyla, yani hem
ülkenin yetiştirdiği kıymetli elemanları, hem Musul’da var olan
uzantıları ve soydaşları, hem
de bir nebze Kürt yakınlığıyla
net bir operasyon düzenleyerek
IŞİD’i köşeye sıkıştırmış, canlarımızı kurtarmış, Ortadoğu’yu
bataklık algısına döndüren bu
örgütü yalnızlığa gömmüştür.
Geçmiş olsun memleketim,
geçmiş olsun kardeşlerim!
Şükürler olsun ki biz bir
hengâmeden kurtulduk. Ancak
bundan sonra Türkiye, bölgesini daha büyük bir operasyonla
daha büyük bir beladan kurtarmanın peşine düşecek. Gazamız mübarek olsun!..
eylül 2014
13
Türkiye Ajanda
62. Hükümet hayırlı olsun!
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan, ülkemizin 12. Cumhurbaşkanı olarak Çankaya Köşkü’ne çıktığı ilk gece, hiç vakit kaybetmeksizin AK Parti Genel Başkanlığı’na bir gün evvel seçilen Ahmet
Davutoğlu’nu kabul ederek, 62. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni
kurma görevini verdi. Saat 22:00’da gerçekleşen bu görüşme sebebiyle devlet ricalinin 24 saatlik günü şimdiden şaşkına çevireceği öngörülebilir. Zira Davutoğlu, haftaya “sekizinci” günü ekleme üzerine
yaptığı esprilerle çok çalışmaları gerektiğini sürekli vurguluyor.
>> Görevi aldığı 28 Ağustos, yani Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın Köşk’e çıktığı günün
ertesinde yeni kabineyi Reis-i
Cumhur’a sunan ve onayını
alan Davutoğlu, hemen Cuma
namazı öncesinde gerçekleştirdiği kısa basın toplantısıyla 62.
Hükümet’te yer alacak isimleri
sıraladı.
Yeni hükümette de Bakanalar Kurulu Sözcülüğü görevini
üstlenen ve Başbakan Yardımcısı sıfatını koruyan Bülent Arınç,
kendisinin ve diğer bakanların
görevlerini sıraladığı bir basın
toplantısıyla görev dağılımını
listeledi.
Daha önce Başbakan
Yardımcısı’na bağlı olan Diyanet
İşleri Başkanlığı, Başbakanlık’a
doğrudan bağlandı. Milli
Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği, Milli İstihbarat Teşkilatı
Müsteşarlığı, Toplu Konut İdaresi Başkanlığı, Türkiye Yatırım
Destek ve Tanıtım Ajansı Başkanlığı da yine Başbakanlık’a
14
eylül 2014
doğrudan bağlı kurumlar
arasında. Özellikle Diyanet
İşleri Başkanlığı’nın doğrudan
Başbakanlık’a bağlanması,
ileriki günlerde Türkiye’de yeni
gelişmelerin olacağını gösterdi
kamuoyuna.
Liderliğini Prof. Dr. Ahmet
Davutoğlu’nun yapacağı yeni
kabinede yine dört Başbakan Yardımcısı bulunuyor.
Başbakan Yardımcısı Bülent
Arınç, Hükümet’te kendisine
verilen görevlerin Hükümet
Sözcülüğü, Danıştay ile ilişkiler, Terörle Mücadele Yüksek
Kurulu Başkanlığı –ki bundan
böyle Çözüm Süreci kendisinden sorulacak-, Milli Güvenlik
Kurulu kararlarının ve görüşlerinin değerlendirilmek üzere
Bakanlar Kurulu’na sunulması
ve kabulü halinde bu tavsiye
kararlarının uygulanmasının
koordinasyon ve izlenmesi,
insan haklarıyla ilgili kuruluşlar
ve insan haklarıyla ilgili konularda koordinasyon, Kıbrıs ile
ilgili koordinasyon işlerinden
oluştuğunu söyledi. Arınç’a
bağlı iki de kurum var: Vakıflar
Genel Müdürlüğü ve Türkiye
İnsan Hakları Kurumu.
Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, yine ülke ekonomisinin
1 numaralı yön vereni olacak.
Hazine Müsteşarlığı, Merkez
Bankası, Ziraat Bankası, Halk
Bankası, Kalkınma Bankası,
İhracat Kredi Bankası, Vakıflar
Bankası Genel Müdürlüğü,
Sermaye Piyasası Kurulu Başkanlığı, Bankacılık Düzenleme
ve Denetleme Kurumu ve de
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu
Babacan’a bağlı kurumlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a
Başbakanlık görevindeyken
Başdanışman sıfatıyla eşlik
eden Yalçın Akdoğan, Başbakan
Yardımcısı unvanını alan bir diğer isim. Akdoğan, Basın-Yayın
Enformasyon Genel Müdürlüğü, TRT Genel Müdürlüğü, Anadolu Ajansı Genel Müdürlüğü
ve de Radyo ve Televizyon Üst
Kurulu’ndan sorumlu olacak. Son Başbakan Yardımcısı
ise partisini kapatarak safını
Erdoğan’la birleştiren Prof. Dr.
Numan Kurtulmuş oldu. Kurtulmuş, Medeniyetler İttifakı
Projesi’nin yürütülmesi görevini yürüten isim olurken, Atatürk Kültür Dil Tarih ve Yüksek
Kurumu, Türk İşbirliği Koordinasyon Ajansı Başkanlığı, Yurt
Dışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı ve de Afet ve
Acil Durum Yönetim Başkanlığı
kurumlarından sorumlu oldu.
Bu göreve getirilen Kurtulmuş,
Prof. Dr. Emrullah İşler’den
vazifeyi devralmış oldu. Bu
arada ne yalan söyleyelim,
Sayın İşler’in kabineden ayrı
kalmasına üzüldük, ama inşallah Sayın Kurtulmuş kendisini
aratmayacaktır.
Diğer bakanlıklarda neredeyse hiç değişiklik olmazken,
Başbakan olan Davutoğlu’nun
yerine Dışişleri Bakanlığı’na
AB Bakanı ve Başmüzakereci
Mevlüt Çavuşoğlu gelince, AB
Bakanlığı ve Başmüzakerecilik
görevlerine eski ama önemli
diplomatlarımızdan Volkan
Bozkır getirildi. Bu görev kaydırmasının dışında kalan tek çıkarma işlemi, Gümrük ve Tekel Bakanı Hayati Yazıcı’nın yerine AK
Parti’nin önemli isimlerinden
ve Erdoğan’ın da kendisine çok
güvendiği Nurettin Canikli’nin
getirilmesiyle yapıldı.
TBMM Genel Kurulu’na
62. Hükümet’e dair Hükümet
Programı’nın Başbakan Davutoğlu tarafından okunmasının
ardından, 6 Eylül 2014 günü yapılan güven oylamasından 133
“hayır” oyuna karşı 306 “evet”
oyu alan 62. Hükümet, resmen
göreve başlamış oldu.
Başbakan Ahmet Davutoğlu,
yapılan güven oylamasının
ardından kürsüye gelerek
teşekkür ederken şu ifadeleri
kullandı: “Sizden aldığımız destekle gece gündüz çalışmaya
söz veriyoruz. Hiçbir güç, Hükümetimizin bu azmini kırmaya
yetmeyecektir. Tüm partilerin
aktif olarak bu sürece katılmalarını ve muhalefet partilerinden
gelecek her türlü eleştiriyi göz
önüne alarak ülkemizin geleceğini hep birlikte inşa etmek
istiyoruz.”
62. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, ülkemize ve dünyaya
hayırlı olsun!..
Selçuk Kayıhan // [email protected]
Yıllarca bunu beklemiştik(!) Diplomat
ALMANYA ve dolayısıyla Avrupa’nın en önemli dergilerinden olan
re z a le t i
Der Spiegel, önce Alman istihbarat servisi BND’nin, sonra da ABD ve
İngiltere’nin istihbarat birimlerinin Türkiye’yi dinlediğini yazdı. Elbette bu dedikoduyu, dinleme meselesini ta Lozan’dan beridir tecrübe edinen Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan aracılığıyla görüşmek üzere
hâlihazırdaki NATO Zirvesi öncesi ve esnasında değerlendirdi.
ANKARA’daki Kuveyt
Büyükelçiliği’nde görevli diplomat ve elçilik yetkilileri, trafikte tartıştıkları ve NATO’da görevli olan F-16 pilotumuz
Hava Kurmay Pilot Binbaşı Hakan Karakuş’u
aracından indirerek eşinin gözleri önünde, cadde ortasında öldüresiye
dövdüler.
>> Ancak halkta var olan konuya karşı sükûnetse, yine söz
konusu Lozan’dan beri gelen
dinlenilme paranoyasının “E biz
de onları dinliyoruz demek ki!”
söylemine evrilmesiyle ilginç
bir hal aldı.
Der Spiegel de yayınlanan
haber, bazı medya organlarımızda bir “itiraf” gibi sunuldu. Zira
onların merceğinden bakılınca
söz konusu dergi Almanya’nın
en önemli dergisi olarak ülkesinin eteğindeki taşları döküyordu. Bizimkilerse işte bunu “Biz
de yıllarca bunu beklemiştik.
İşte itiraf!” diyerek sundular.
Devlet içindeki paralel yapılanmanın son 8 aylık süreçte
ne tür dinlemeler yaptığının
bir bir ortaya çıkmasının ardından gelen böylesi bir çıkış, Der
Spiegel’in maalesef –ki normali
budur- haberi yaparken bir sa-
mimiyet taşımadığını, hatta art
bir niyetle yola çıkıldığını gösterdi. Söz konusu yapılanmayla
mücadele sürecinde tüm kirliliğin bir bir üzerinin böylesi bir
haberle örtülmeye kalkışılması,
doğrudan üç önemli ülkenin
Türkiye’nin önüne sürülmesiyle
en “aşağı tükürsen sakal, yukarı
tükürsen bıyık” halini yaşattı
kamuoyuna. Zira bu ülkelerle
somut dinleme delilleri üzerine
yapılacak herhangi bir müzakere veya münazara olamazdı. Bu
saldırı, apaçık bir savaş çıkarma
adına yapılabilirdi.
Paralel yapıyla bugün kardeş
kardeş hareket eden tüm ülke
düşmanları, bu haberler üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan ve
Hükümet’e “Haydi onlarla da
mücadele etsene!” sırıtışında
ihanet dolu söylemler geliştirdiler. Alman, Amerikan ve İngiliz
Büyükelçiliklerinden temsilcilerle Dışişleri Bakanlığı’nda
görüşülürken, NATO Zirvesi için
Galler’de bulunan Erdoğan da
dünya liderleriyle dünya meselelerini irdelerken bu konuyu
da konuştu. “Aramızda halledeceğiz” biçimindeki bir argoyla
özetlenebilecek görüşmeler, sırf
bu argo tipteki cümle nedeniyle
şöyle yorumlandı: “Biz de onları
dinliyoruz…”
Dinleme konusu, özellikle
Alman makamlarının küstah
açıklamalarına da sahne oldu.
Ülkelerinin güvenliği için her
türlü icraatı yapabileceklerini
dillendiren Almanlara sanırım
bu küstahlıklarının hesabı
sorulacaktır. Bu Almanlara,
acziyetlerinin karşımızda ne
kadar düşük ve gevşek oluşunu
Goeben ve Breaslau’yu hatırlatmaktan onur ve kıvanç duyarız.
>> Görgü tanıklarının ifadelerine göre Çankaya Turan
Güneş Bulvarı üzerinde, içinde
4 kişinin bulunduğu Kuveyt
Büyükelçiliği’ne ait resmî araç,
içerisinde NATO’da görevli F-16
pilotumuz Hava Kurmay Pilot
Binbaşı Hakan Karakuş, eşi ve
yalnız 6 günlük çocuğunun
bulunduğu aracı sıkıştırdı.
Karakuş, aracının sıkıştırılması
üzerine korna çaldı. Bunun
üzerine sinirlenen Elçilik görevlisi diplomat ve askerî ataşenin de olduğu 4 kişi Hakan
Karakuş dövmeye başladılar.
Olayı gören vatandaşlarla da
kavga eden Elçilik çalışanlarından 3’ü olay yerinden kaçarken biri bir bankaya sığındı.
Kuveytliler tarafından kasten suratına tekmeler alan pilotumuza acil şifalar dilerken,
ona ve yanında bulunan eşiyle
çocuğuna da yaşadıkları şoku
bir an evvel atlatmaları üzere
dua ediyoruz. Bir baba, yalnız
6 günlük bebeğini ancak belli
ki acil bir sebepten dışarı çıkartabilir. Söz konusu Kuveytli
çalışanlardan bu tür bir cüreti
nereden aldıkları ve ülkelerinden de bu insafsız olayın sert
biçimde hesabı sorulmalıdır.
eylül 2014
15
Türkiye Ajanda
Türkiye Cumhuriyeti’nin
yeni uçağı
MODİFİKASYON işlemleri
ABD’deki bir firmaya iki buçuk
yıl önce sipariş edilen ve Recep
Tayyip Erdoğan’ın Çankaya
Köşkü’ne çıkışına yetiştirilen Airbus 330-200 tipi uçak İstanbul’a
getirilerek Cumhurbaşkanlığı’nın
hizmetine sunuldu.
TC-ANA uçağının menzilinin
okyanus aşırı uçuşlarda yetersiz
kalması ve ihtiyaca cevap verememesi üzerine 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül zamanında
sipariş edilen geniş gövdeli ve
uzun menzilli TC-TUR tescilli
uçak, kabin modifikasyonu
yapıldıktan sonra İstanbul’a getirildi THY HABOM tesislerinde
kendine has biçimde boyandı.
TC-TUR uçağı, tıpkı ABD’nin Air
Force 1’i gibi bir özelliğe sahip.
Ancak bir kısım zihniyetin bu
türlü bir öneme haiz ulaşım konusunda “Ne gereği vardı? ANA
yetmiyor muydu?” gibi biçimsiz
itirazları tuhaf. Zira Abdullah
Gül, TC-ANA ile birkaç defa
sarsıntı geçirmiş, bu sarsıntılar
dünyadaki haber bültenlerinde
yer almıştı. Fakat belli ki “Yiğidi”
Çağlayancerit’ten Yerköy’e giderken “hava ulaşım aracı” düşerek
şehit edenlerin başka merakları
da vardı, kursaklarında kaldı.
Kursaklarında kalsın!.. Reyhanlı Davası’nda
5 tahliye
HATAY 1. Ağır Ceza Mahkemesi, Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde, 11
Mayıs 2013 tarihinde meydana
gelen iki ayrı bombalı saldırıda
53 vatandaşımızın hayatını kaybettiği olaya dair açılan davada,
Adana’da cezaevinde bulunan
15 sanığın ifadelerini salona
kurulan telekonferans sistemiyle
aldı. Mahkeme heyeti, “delillerin
toplanmış olması, suçun vasıf ve
mahiyeti ile sanıkların tutukluluk süreleri”ni göz önüne alarak
İlhan Küçükdüveyki, Yıldıray
Çetin, Ferdi Gazel, Ali Düzel ve
Hacel Sat’ın tahliyesine karar
verdi. Diğer 10 sanığın tutukluluk
halinin devamına karar veren
heyet, duruşmayı erteledi.
16
eylül 2014
Anayasa’dan sonra İçtüzük
BİRİNCİ tepki gösterme eylemlerinden biri de “fırlatma” oldu. 2001’de
tanıştığımız kitapçık fırlatma hadisesi, 2014’te sadece Türk kamuoyunun önünde değil, 95 yabancı devlet adamı ile 300’ü aşkın gazetecinin
önünde gerçekleşti.
nı Cemil Çiçek’in söz talebini
reddettiği CHP’li Altay’ı diğer
CHP’li vekillerse Genel Kurul
Salonu’nu terk ederek desteklediler. Güya… Bu mizansenin
finaliydi zira.
Maalesef rezaletle noktalanan bu hatırayı savunan Altay,
düzenlediği basın toplantısında,
“Sayın Cemil Çiçek’i kınıyorum. Ana muhalefet partisinin
Grup Başkan Vekili olarak bu
içtüzüğü Başkan’a doğru fırlatmam, benim demokratik tepki
hakkımı kullanmamdır. Yine
olsa yine yaparım” şeklinde
konuştu.
>> Hani bazı zamanlar bizim
medya “Rezil olduk” nevinden
manşetler atar ya, işte hakikaten de rezil bir durum vardı
ortada. Ancak vakur, yine vakarından bir şey kaybetmedi. Zira
rezaleti çıkarandı rezil olan.
12. Cumhurbaşkanı seçilen
Erdoğan’ın yemin töreni öncesinde, CHP Grup Başkanvekili
Engin Altay, söz alma talebinin
reddedilmesi üzerine Anayasa
ve İçtüzük kitabını Başkanlık
Divanı’na doğru fırlatarak
kurgulanmış bir mizanseni
tamama erdirdi. TBMM Başka-
Engin Altay’ı eleştiren değerlendirmesinde AK Parti Ankara
Milletvekili Prof. Dr. Emrullah
İşler ise, “İsminde halkın geçtiği
bir partinin, halkın iradesine
saygısızlık yapması hiç yakışmamıştır. Bu tavırla hem 77
milyona kendilerini rezil ettiler,
hem de dünyaya CHP’nin bu yüzünü göstermiş oldular” dedi.
Her şey kaldığı yerden devam edecek
BİRİNCİ Olağanüstü Kongresi ile “Lideri”ni Çankaya’ya uğurlayan AK Parti’de
yeni parti yönetimi şekillendirildi. AK Parti Merkez Karar ve Yürütme Kurulu
Toplantısı’nda alınan kararlar doğrultusunda, Merkez Yürütme Kurulu’nda yapılan
üç değişiklikle yeni Genel Başkan Yardımcılıkları şekillendirildi.
>> Genel Başkanlığı sırasında
Ahmet Davutoğlu’na yardımcı
olacak isimler şöyle: Tanıtım ve
Medya Başkanlığından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı ve
Parti Sözcüsü -Başbakan Yardımcılığı görevinden ayrılanBeşir Atalay, Halkla İlişkilerden
Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Öznur Çalık, Ekonomi İşlerinden Sorumlu Genel Başkan
Yardımcısı Mehmet Muş, Siyasî
ve Hukukî İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Mehmet
Ali Şahin, Teşkilattan Sorumlu
Genel Başkan Yardımcısı Süleyman Soylu, Seçim İşlerinden
Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Şentop, Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan
Yardımcısı Yasin Aktay, Sosyal
İşlerden Sorumlu Genel Başkan
Yardımcısı Nükhet Hotar, Yerel
Yönetimlerden Sorumlu Genel
Başkan Yardımcısı Abdülhamit
Gül, Malî ve İdarî İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı
Nurettin Nebati, Ar-Ge İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ekrem Erdem. Partinin
Genel Sekreterlik görevini ise
yine Haluk İpek sürdürecek.
Nurettin Canikli’den boşalan
Grup Başkan Vekillği görevine
Prof. Dr. Naci Bostancı seçilirken, Mustafa Elitaş, Mahir Ünal,
Belma Satır ve Ahmet Aydın da
bu görevlerini sürdürecekler.
Selçuk Kayıhan
K ı l ı ç d a roğ lu ye n ide n G e n e l B a ş k a n
CHP, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk partisi olması özelliğiyle 10
Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından 18. Olağanüstü
Kurultayı’na gitti.
>> Mevcut Genel Başkan
Kemal Kılıçdaroğlu ile eski Grup
Başkan Vekili Muharrem İnce
arasında geçen yarışa aslında
Kılıçdaroğlu çok önemli bir gösterge sebebiyle galip başlamıştı:
944 delege, büyük bir çoğunluk
sağlayarak Kılıçdaroğlu’nu Genel Başkanlık koltuğuna aday
gösterdi. Muharrem İnce’nin uzun
konuşması sebebiyle ara ara
protesto edildiği kongrede,
Kılıçdaroğlu’nun sarf ettiği
“CHP’yi, rakı sofralarında
Türkiye’yi kurtaranlardan
temizleyeceğim” ifadesi fazlasıyla öne çıktı. 415’e karşılık
740 oyla koltuğunu koruyan
Kılıçdaroğlu’na muhalefetle
Genel Başkanlık için yarışan
Muharrem İnce için yapabileceğimiz tek yorumsa şu: Sayın
İnce, CHP’yi iktidar yapmak
vaadiyle adaylığını açıklamıştı.
Ancak İnce, ileriyi ve genişliği
göstermek yerine hep bir tarafı,
Cumhurbaşkanlığı Söğütözü’ne
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan’ın, Başbakanlık döneminde yapım talimatı verdiği Söğütözü Kampüsü Cumhurbaşkanlığı olarak kullanılacak.
>>Atatürk Orman Çiftliği’ndeki
150 dönümlük alan üzerinde yapılan inşaat, uzun süre “yeni” Başbakanlık binası olarak anılmıştı.
Ancak inşaatını başlangıcından
bugüne kadar her ayrıntısıyla tek
tek inceleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı olarak
bu binayı kullanacağını kamuoyuyla paylaştı.
Bilindiği üzere “sonradan durdurtma platformu”
TMMOB’nin açtığı dava ile “iptal
hükmü” getirtilen bina hakkında Erdoğan’ın “Devam edecek!”
talimatıyla birtakım tartışmalar
çıkmış, ülkenin her köşesinin
dinlenildiğinin ortaya çıktığı
zamanlarda nitelikli donanımlara sahip böylesi bir binanın
belli bir düzeye getirilmişken ne
hep darlığı işaret etti. Ülke muhalefetinin buna ihtiyacı yok;
hele Türkiye’nin böyle bir muhalefete hiç ihtiyacı yok…
Partisine daveti kabul eden
Mehmet Bekaroğlu ile CHP’ye
yeni bir yüz daha katan Kemal Kılıçdaroğlu’na aslında
Parti Meclisi seçimlerinde ağır
hasar verilse de, yeni Merkez
Yürütme Kurulu şu isimlerden
oluşturuldu: Tekin Bingöl (Parti
Örgütü, Örgüt Yönetimleri ve
Yurtdışı Örgütlenmeler), Haluk
Koç (İdarî ve Malî İşler), Bülent Tezcan (Hukuk ve Seçim
İşleri), Seyhan Erdoğdu (Parti
İçi Eğitim), Sezgin Tanrıkulu
(İnsan Hakları), Enis Berberoğlu
(İletişim ve Medya), Mehmet
Bekaroğlu (Tanıtım ve Halkla
İlişkiler), Veli Ağbaba (Yerel
Yönetimler), Yakup Akkaya
(Parti Örgütü, Örgüt Yönetimleri
ve Yurtdışı Örgütlenmeler), Faik
Öztrak (İşveren Sendikaları ve
Kuruluşları), Selin Sayek Böke
(Ekonomi Politikaları), Burhan
Şenatalar (Sosyal Politikalar),
Şafak Pavey (Doğa Hakları), Sencer Ayata (Ar-Ge), Ercan Karakaş (Kültür-Sanat) ve de Gürsel
Tekin (Genel Sekreter).
yapılacağı sorgulanmıştı. Ancak
nihayet bina kullanım açısından tamamlandı ve 29 Ekim
2014 gününü, yani Türkiye
Cumhuriyeti’nin 91’inci doğum
gününü beklemeye başladı. Yalnız bir kısmının yapımına
devam edildiği bilgisi alınan
kampüsün nihaî bitişi ise bahar
aylarını bulacak maalesef. Mimar Şefik Birkiye’nin tasarladığı
idarî bina, “Türkiye’nin en iyi korunan binası” olarak anılıyor
ki bu bina, kimyasal ve nükleer
silahlarla yapılması muhtemel
her türlü saldırıya karşı en yüksek koruma kalkanlarına sahip.
Özel yalıtımlı sağır odaların
oluşturulduğu binada, yeraltında da bir “kriz merkezi” mevcut.
Selçuklu, Osmanlı ve Avrupa mimarisinden örneklerin yer
aldığı yapının dış cephesinde
doğal taşlar kullanıldı. Üç bloktan oluşan idarî binanın bulunduğu yerleşkede, inşaatı devam eden iki katlı bina da konut olarak kullanılacak.
eylül 2014
17
Dünya Ajanda
Bir zirveden yansıyanlar
GALLER’in Newport kentinde düzenlenen ve 4 Eylül’de başlayıp
5 Eylül 2014’te sona eren NATO Zirvesi’nin ana gündem maddeleri Rusya-Ukrayna gerilimi ve Ortadoğu’daki IŞİD sorunuydu. Zirve
sonrasında yayınlanan sonuç bildirgesine göre Rusya ve IŞİD kınanırken, birlik üyelerinin savunma harcamalarında artış yapacakları duyuruldu.
>> Sonuç bildirisinde IŞİD’in
öncelikle Irak ve Suriye, daha
sonra Ortadoğu ve NATO ülkeleri açısından önemli bir tehdit
unsuru olduğu vurgulanarak,
“sivil nüfusa yönelik acımasız
ve alçak saldırıları” sert biçimde
kınandı. Rusya’nın Ukrayna’ya
yapmış olduğu müdahale
nedeniyle, 28 NATO üyesi
ülkenin devlet ve hükümet
başkanı, Rusya ile siyasî diyalog
imkânlarını kapatmadıklarını,
ancak tüm sivil ve askerî işbirliklerini askıya alacaklarını
bildirdi. NATO, ayrıca “Kırım’ın
Rusya tarafından yasadışı ve
gayrimeşru şekilde gerçekleştirilen ilhakı da tanımayacağını”
duyurarak bölgedeki halkın
güvenlik, hak ve özgürlüklerinin teminat altına alınmasını
talep etti.
18
eylül 2014
NATO ülkeleri, savunma
harcamaları için belirlenen
yüzde 2’lik hedefe 10 yıl içinde
ulaşma taahhüdünü de ayrıca
imzaladılar. Gerçi ABD, İngiltere,
Yunanistan ve Estonya zaten
bu hedefi yakalamış durumda.
Türkiye ise NATO’ya göre yüzde 1,8 ile “hedefi yakalaması
sorunlu olmayan ülkeler” arasında. Sırf bu anlaşma dahi şu
NATO’nun ne menem bir şey
olduğunu açıkça göstermiyor
mu? “Beyler savaşmıyorsunuz,
savaşın! Biz size 11 Eylül’den
sonra demedik mi ‘Ya bizimlesiniz, ya teröristlerle’ diye?”
Bu arada yine sonuç bildirisinde Suriye hükümetinden
Cenevre Bildirisi’ne uygun
olarak derhal gerçek bir siyasî
dönüşüm gerçekleştirmesi de
istendi. Suriye’yi unutmamışlar
yani… Ancak bu, oradaki zulüm
ve vahşetin iç burkan dehşetinden değil, IŞİD belasının
önce Suriye’den doğmasından
kaynaklanıyor. Zira Esed yönetimi, IŞİD’in ortaya çıkmasına
sebep olmakla suçlanıyor. IŞİD
olmasaydı Esed’e her yol mubah yani…
Belgede ayrıca NATO’nun
Türkiye’de Patriot füzelerinin
konuşlandırılmasının, Türk
halkı ve toprağını koruma kararlılık ve yeteneğinin güçlü bir
göstergesi olduğu belirtildi.
Gelelim bizim gözümüzden
zirveye… Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı olarak bu
zirveye ilk kez katıldı ve kendisine gösterilen ihtiramla göz
doldurdu. IŞİD’e karşı güvenlik
tedbirlerini arttırmasını isteyen
müttefiklerine “Siz öncelikle
güvenlik tedbirlerini kendi
sınırlarınızda alın. Bize de liste
verirseniz tedbirleri alırız. Ama
sorunun kaynağına inilmesi
önemli” mesajını verdi. Erdoğan, bu konuda Türkiye’nin
hâlihazırda “4 binden fazla
kişiye yasak uyguladığını” da
vurguladı.
Zirve esnasında Prens Charles tarafından özellikle konuk
edilen Cumhurbaşkanı Erdoğan, daha sonra Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Hollande,
Bulgaristan Cumhurbaşkanı
Rosen Plevneliev, Ukrayna
Devlet Başkanı Petro Poroşenko
ve İspanya Başbakanı Mariano
Rajoy Brey ile görüştü. NATO
Zirvesi’ne geçmeden önce İngiltere Başbakanı David Cameron
ile de bir görüşme yapan Erdoğan, Almanya’da ortaya atılan
dinleme iddialarına ilişkin bir
sohbet gerçekleştirdi.
NATO Zirvesi’nin IŞİD’den
daha da önemli gündem maddesi Ukrayna kriziydi. Rusya’ya
karşı bir ittifakın oluşacağına
kesin gözüyle bakılırken,
İngiltere, ABD, Hollanda ve
Fransa’nın bu konuda etkin
olacakları kaydediliyor. Bu çerçevede Türkiye’den de küçük
bir birliğin katılımı gündemde.
Ancak Türkiye’den bir konuda
bu ittifaka doğrudan yardım
gitmeyeceği kesin. IŞİD’e karşı
ortak askerî bir operasyona
hazırlanan ABD ve diğer Avrupa ülkelerine Türkiye’den “ret”
cevabı geldi. Musul Başkonsolosu, ailesi ve Konsolosluk
çalışanlarının dâhil olduğu 49
vatandaşının IŞİD tarafından
rehin alınması, Türkiye’yi maalesef zor durumda bırakıyor.
Bölgeye yapılacak harekâtta
aktif olmayacağını belirten
Türkiye, her türlü insanî yardımı aktaracağının tecrübeyle
garantisini veriyor.
Her nedense Perşembe’nin
gelişi hep Çarşamba’dan belli
oluyor, değil mi? Suriye’de oyalanarak büyütülen bir belanın
ülkemizle ilişkilendirile ilişkilendirile başımıza çöreklendirilmesi basit bir oyunun son
perdesi değil de nedir?
Ömer Bekir Sadık // [email protected]
Rus ayrılıkçılar bağımsızlığa doğru…
Biz SSK
bahçesinde
yatardık…
ABD’de teknoloji düşkünlüğü sebebiyle yaşananlar, bir zamanlar bir
göz muayenesi için bile
SSK hastaneleri önünde
yatan vatandaşları getirdi aklıma. Ne de olsa
aynı çileyi çekmiş babanın evladıyız…
>> New York’ta Apple adlı
bilişim şirketinin son ama asla
sonu gelmeyecek yeni model
akıllı telefonu iPhone 6’yı satın
almak için, insanlar günler
öncesinden Apple mağazaları
önünde çadırlar kurup battaniyeleriyle sıralara girdiler. Hal
böyle olunca, bizim bir 12-13
yıl önceki Türkiye manzarası
gözümüzün önüne geldi. Peki,
bu delilik nereye, ne zamana
kadar sürecek? Zaten sahip
oldukları eşyaların yalnızca
bir versiyon üstünü almak için
gecelerce bekleyen, tüketmek
ve tüketirken tüketilmek için
bekleyen bu zavallı insanlara
acıyın ne olur!
Sigara üzerine yapılan ne
çok animasyon, ne çok bilgilendirme vardı. En beğenilen
reklam filmlerinden biri de bir
sigara dalının, kendisini içecek
bir tiryakiyi yutmasıydı hani…
Acaba bir gün tüketim girdabının sokaklarda bekleyen
teknoloji delilerini yuttuğu
animasyonları da izler miyiz?
UKRAYNA’nın doğusundaki Donetsk bölgesinde Rus ayrılıkçılar,
kendi meclislerini kurarak Rusya’nın ahlaksız savaşına gayrıresmî bir
hamleyle daha yön vermeye devam ediyorlar. Donetsk ve Luhansk
Halk Cumhuriyeti Meclis Başkanı seçilen Oleg Tsarev, “Yeni Rusya”
adıyla belirledikleri bağımsız bölgenin bayrağını da bir basın toplantısıyla tanıttı.
>> Beyaz, siyah ve altın renginden oluşan bayrak, Ekim
devrimiyle yıkılan Rusya
İmparatorluğu’nu çağrıştırıyor.
Zira Tsarev, “Cumhuriyet, Çarlık Rusyası olduğu dönemde
Rusya İmparatorluğu’na ait
olan topraklar üzerinde kurulmuştur. İnsanlar Rusya’ya
bağlanma hakları için referandum yaptılar. Bu sebeple Rusya
İmparatorluğu’yla bağdaşan
bir bayrakta karar kıldık” diyor.
Tsarev’in sözlerinden ne anladık? Onun böylesi bir meclise
önderlik etmesinin ardında
hangi rüya varsa onu sanırım.
Bu arada Donestk’teki çatışmalarda, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bölgede yapılan
ilk cami olan Donetsk İstanbul
Ahad Camii’ne bir havan topu
isabet etti. Donetsk Uluslararası
Havalimanı civarındaki bir mahallede bulunan ve 1999 yılında
ibadete açılan caminin kubbesine isabet eden havan topu,
kubbeyi delerek ana mahfilde
patladı. Camide büyük bir hasarın meydana gelirken şükür
ki ölen ya da yaralanan olmadı.
Herhalde Tsarev’in sözleriyle
camiye havan topu düşmesi
arasında bir bağlantı da yoktur
(!). Hatta Rusya’ya göre camiyi
Ukrayna silahlı kuvvetleri vurmuştur, şu düşürülen uçak gibi
(!). Neden bu olayı düşündükçe
aklıma Mostar geliyor?
Papa’dan
milyon
dolarlık
bağış
KATOLİKLERİN ruhanî lideri Papa Francis, Ortadoğu’daki
IŞİD terörü karşısında yok
olması tehlikesi yaşayan Yezidilerle Iraklı Katoliklere 1 milyon
dolar bağışta bulundu. Bilindiği
gibi AB ülkeleri, bölgede kültürel varlığını devam ettirebilmesi
için özellikle Yezidilere bir
önem atfetmiş ve onları bölgenin önemli unsurlarından biri
olarak varsaymışlardı. Yezidiler
de diğer etnik ve dinî unsurlar
gibi Irak’ta silahlanan gruplar
arasına katıldılar. Terörden kaçan Yezidilerin büyük bölümü
ise ülkemize sığındılar.
eylül 2014
19
Dünya Ajanda
“IŞİD mücadelesinde
Türkiye ile yakın çalışıyoruz”
İNGİLTERE Başbakanı David Cameron, IŞİD ile mücadeleye ilişkin bir
açıklamasında, “Türkiye ile şimdiye dek olmadığı kadar yakından çalışıyoruz” ifadesinde bulundu.
>> İşte bu konuşma, her
nedense 4 Temmuz çuval hadisesinden sonra PKK ile mücadelede eşzamanlı bilgi paylaşımını
Türkiye ile tam koordineli (!)
şekilde gerçekleştiren ABD’yi
hatırlattı
bize.
Başbakan Cameron, Avam
Kamarası’nda hükümetinin IŞİD ile mücadelesine dair
yeni planlarını açıkladı. IŞİD’in
tüm Avrupa için doğrudan tehdit oluşturduğunu belirten Cameron, Britanya’dan da birçok
kişinin IŞİD saflarına katıldığını
aktardı. Zaten ABD’li gazetecileri
infaz eden IŞİD militanının da bir
İngiliz vatandaşı olduğu netlik
kazanmıştı. “IŞİD’in savunduğu
ideolojinin İslamiyet’le hiçbir
ilgisi yok. İslamî aşırıcılıkla
mücadele etmek için sert, akıllıca ve kapsamlı bir yaklaşıma
ihtiyacımız var” diyen Cameron,
özellikle İngiltere’ye ulaşan tüm
giriş çıkışlarda tedbirli davranacaklarının ve polisi tam yetkiyle
donatacaklarının sinyalini verdi.
Bu sinyali aldığımızda da nedense Londra metrosunda vurulan
genci
hatırladık.
İngiltere’de son 5 yıllık dilime
göz atınca İslam’a nasıl bir tehdit
ve Müslümanlara ne denli canavar nazarıyla bakıldığı rahatlıkla
görülüyor. Ancak İngiltere, güneşi batmayan imparatorluk tıpkı
Birinci Dünya Savaşı öncesi,
esnası ve sonrasındaki, yani her
zamanki gibi ikiyüzlü stratejisini
yürütmekte ısrar ediyor. Peki,
nereye kadar?
Pakistan’da neler oluyor?
GÜNEY Asya’nın ABD ve
Avrupa’ya kafa tutan ülkesi
Pakistan’a çektiği restlerin
bedeli ödetilmeye çalışılıyor.
Bilindiği gibi Cumhurbaşkanı
olmadan evvel Pakistan’a yap-
tığı önemli ziyaret sırasında
aracına gül yaprakları serpilerek karşılanan Recep Tayyip
Erdoğan’ın şahsında, Navas
Şerif liderliğindeki Pakistan hükümetinden “Biz yalnız Türkiye
ile beraberiz” çıkışı gelmişti.
Ancak ülkede yolsuzluk ve
akraba kayırma iddialarıyla
suçlanan Navas Şerif’e karşı ana
muhalefet lideri İmran Han’ın
oluşturduğu bir ayaklanma
hareketi kurgulanıyor. Parlamento önünde yapılan geniş
çaplı eylemler halen sürerken,
ya Şerif’in istifası bekleniyor
ya da askerî bir darbe. Ordu
kanadından demokrasiye saygı
duyulduğu hatırlatılırken yeni
Müşerref vakasından çekinen
İmran Han haricindeki diğer
muhalif partiler de meselenin
sandıkla çözülebileceğini belirtiyorlar.
20
eylül 2014
El-Kaide’den “Ben
buradayım!” videosu
EL-KAİDE lideri Zevahiri,
terör eylemlerini daha da arttıracaklarını ve özellikle yeni hedeflerinin Hindistan başta olmak
üzere Asya olduğunu açıklayan
bir video kaydını piyasaya sürdürdü. IŞİD ile mücadele eylem
planları çizen dünya büyüklerine “Ben de buradayım” işareti
çeken El-Kaide’nin peşinde
olduğu şeyi bilen var mı? Bunu
öğrenmenin çok zaman alacağını sanmıyoruz.
Ömer Bekir Sadık
Amanpour şimdi sorsun!
İSTANBUL’da başlayıp tüm ülkeyi saran Gezi olaylarını unutmak
mümkün değil. 40 gün dayanılması halinde AB’nin ülkemize el koyacağına inandırılan inançlı kalabalıklar(!) karşısında herkes nasıl durulacağını şaşırmışken “dönemin” Başbakanı Erdoğan’ın gösterdiği refleksle kendimize gelmiştik.
semti olan Ferguson’da, hırsızlık
yaptığı iddiasıyla bir siyahî genç
öldürüldü. Artık polis dehşetini
yaşamaktan bıkan ABD’liler, bu
gencin ölümünün ardından sokaklara döküldüler ve seslerini
bütün dünyaya duyurdular. Ancak bir sorun vardı. Zira onlar
seslerini bir şekilde duyursalar
da başka ülkelerde –Türkiye
gibi- kriz nöbeti bekleyen yayın
kuruluşları –CNN gibi- bir türlü
bu olayları göstermiyorlardı.
Olayları dünyaya duyurmak için Türkiye’yi temsilen
Anadolu Ajansı da harekete
geçti. Ancak olaylar esnasında
gazeteci olduğunu ısrarla belirtmesine rağmen darp edilen ve
tutuklanarak gözaltına alınan
bir AA muhabiri vardı: Bilgin
Şaşmaz…
>> Olayları iki TV kanalı 24
saat kesintisiz veriyor, olanları
her dakika canlı tutmayı ve
toplumu gerilimle yoğurmayı
başarıyordu: Biri Bugün TV,
diğeri de CNN…
O günlerde duayen haberci Christina Amanpour’a
Erdoğan’ın o günkü danışmanlarından İbrahim Kalın telefonla konuk olmuş ve daha “Beyaz
Saray’a böylesi kalabalıklar
hınçla yürüseler…” şeklindeki
cümlesini tamamlamamıştı ki
yayından alınıverildi. Bir yılı
aşkın bir süre geçti ve Gezi muharebesini kazanan Türkiye’yi
izlerken ABD’nin bir kasaba tipi
Şaşmaz, öldürülen gencin
ardından öldüresiye bir hınçla
polis tarafından kameralar
önünde tartaklandı, ardından
tutuklandı. Ne mi oldu? Hiç!
ABD şükretsin, kalabalıklar
Beyaz Saray’a yanaşamadılar;
hepsi birer Batman, Superman,
Spiderman olmuş polisi kurtardı Gathom şehrini…
Şimdi bağlanabiliriz
Amanpour’a, nasılsa oradaki
zavallıların da sesi kesildi…
İsrail’e mektup,
hem de en “içten” dileklerle (!)
İSRAİL istihbaratından sorumlu 43 yedek asker,
Başbakan Netanyahu’ya bir mektup gönderdi. Tümü
İsrail’in en donanımlı personellerinden oluşan ve gözetim, iletişim ve bilgilerin istihbarat birimiyle paylaşılmasından sorumlu olan bu askerler, mektuplarında İsrail’in işgal ettiği topraklarda, Filistinlilere yönelik
hak ihlâllerinde yer almak istemediklerini belirttiler.
>> “Şiddete dâhil olan ve olmayan Filistinliler arasında bir
fark gözetilmiyor. Milyonlarca
insanın haklarını inkâr ederek
temiz bir vicdan içinde bu
sisteme hizmet etmeye devam
edemeyiz” diyen askerlerin
mektubu şöyle devam ediyor:
“Biz, 8200 biriminin gerçek
amacını yeni anlıyoruz. ‘Kendini savunma’, bu birimin amaçlarından biri olabilir. Ama asıl
amaç, Filistin nüfusunu kontrol
altında tutmak. Filistin nüfusunu kontrol altına almak için
ordu, Filistin’in yaşam alanına
sızar. Bu birimde çalışıyorsanız,
bunu rahatça görebilirsiniz.
Bizim saldırdığımız insanlar
terörist değillerdi. Onlar intihar
saldırıları düzenleyen, tünel
kazan kişiler de değillerdi. Bütün Filistinliler düşman değildir.
Ancak bizim birimimiz, ‘Her bir
Filistinli İsrail’in düşmanı’ imiş
gibi bir operasyon yürüttü.”
İsrailli diğer askerleri de kendi vicdanî hareketlerine katılmaya davet eden bu askerlerin
dahi ne büyük zihnî bunalımlar
yaşadıklarını gözlemlemek zor
olmasa gerek.
Zira Filistinlileri intihar
saldırısı yaparken veya tünel
kazarken görseler fikirleri başka
olacak ve bu mektubu kaleme
almayacaklar. Neyse, bu da bir
gelişmedir…
eylül 2014
21
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
22
Medyanın Kılıçarslan’ı
Ş
İMDİYE dek bu sayfalarda hep olumsuz medya eleştirilerine yer verdik.
Maalesef… Zaten başlangıçta bölümümüzün adı yine maalesef “Garabet
Medya” idi. Daha sonra “Medya Ajanda” diyerek yeniden isimlendirdiğimiz fakat içini medyayla değil de yine
olumsuz eleştirilerle doldurduğumuz
bölümümüze artık medyada yer alan güzel işleri,
olumlu yazıları da taşımanın zamanının geldiğine
inandık. Zira sürekli biçimde olumsuz eleştiri yapmak, sanırım insanın Müslümanlığına dokunuyor.
“Bizim yanlışlarımız var” veya “Hata insana mahsus”
diyen insanlardan ve bu sözü diyebilen insanlarla
olmak var…
eylül 2014
“Bazılarının aksine bendeniz, Yeni
Türkiye’ye ‘sıkılarak’ başladım. Allah sonumu hayretsin...
Sıkılıyorum, hem de çok sıkılıyorum.
‘Hoca epistemoloji dedi. İşte memleketin
birikimli, kültürlü başbakanı!’ diyerek
köşe dolduran, televizyon ekranlarında
lak lak eden uzman takımının, aslında
bırakın epistemolojiyi, felsefesinin ilgilendiği hiçbir alanla uzaktan yakından ilgisi
olmadığını biliyor olmaktan çok sıkılıyorum. Farabi’nin ‘erdemliler şehri’ni, İbn
Haldun’un medeniyet düşüncesini, -ne
bileyim- Kant’ın ahlak hakkındaki görüşlerini hiç mi hiç merak etmeyen, bir kez bile
bu ve benzeri isimleri okumayan ‘pür politikacı’ kalemlerin ‘İşte filozof başbakan!’
deyip durmasından çok sıkılıyorum.
Yeni Türkiye’nin temel hayat sloganları
‘Felsefe yapma’, ‘Edebiyat parçalama’, ‘İcat
çıkarma’ üçgeninden oluşan, herhangi bir
politik düzleme angaje olduğunda her şeyi
bir tamam hallettiğini düşünen aktörlerinden çok sıkılıyorum.
Gül cumhurbaşkanı olunca ‘Gül uzmanı’,
Davutoğlu başbakan olunca ‘Davutoğlu
uzmanı’, zaten doğal olarak ‘Recep Tayyip
Erdoğan uzmanı’ olan yandaş-muhalif
herkesten çok sıkılıyorum. Başbakanının
profesör, ‘hoca’ veya ‘birikimli’ olmasıyla
övünen insanların yönettikleri medya
kuruluşlarında kültüre, sanata, sosyolojiye
‘istenmeyen çocuk’ muamelesi yaptıklarını biliyor olmaktan çok sıkılıyorum.
>> Belki de şimdiye kadar olumlu formatta, yani “Güzel makale!” veya “Güzel iş!”
diyebileceğimiz haber veya yazılarla karşılaşamadık. Ne olur bu cümlenin fazla abartı
içerdiğini düşünmeyiniz, zira bu gerçekten
de böyleydi. Belki şöyle düşünüyorsunuzdur: “Yahu filanca şu yazısıyla şunlara nasıl
da cevap vermişti… Falanca bu yazısıyla
bunlara ne de güzel vurmuştu…” Ancak
bunda da mesele ortada değil mi?
“Çok sıkıldım”
Şimdi en iyisi ne demek istediğimizi,
Medya Ajanda’yı son kez sadece olumsuz
haber örneklerine bırakarak, hani son dönemin moda tabiri “adam gibi adamlardan”
biri ve soyadı hasebiyle birtakım medyayı
Kılıçarslan edasıyla bozguna uğratan temiz
kalpli ve hür düşünceli İsmail Kılıçarslan’ın
bir yazısıyla anlatalım. Yenişafak gazetesinin 30 Ağustos 2014 tarihli baskısında “Çok
sıkıldım” diyen Kılıçarslan şöyle diyor:
10, 20 veya 30 yılını ‘dava’ya adamış
insanların neredeyse görmezden gelindiği,
ne dediğini kendisinden başka hiç kimsenin anlamadığı çapsız, izansız, donanımsız
nevzuhur ‘Politika konuşur’ zıpçıktıların
baş tacı edildiği bir düzenin içinde yaşayıp
gitmiyormuşuz gibi davranılmasından çok
sıkılıyorum. 13 yıldır ‘bir gençlik hareketi’
ortaya çıkaramamanın acısını bir kez bile
‘ciğerinde’ duymayan, her seferinde ‘Bu
seçimi de bir atlatalım’ kolaycılığına düşen,
her seferinde rakamları ilkelerden daha
çok önemseyen ‘düşünür’lerden geçilmiyor ortalık. Ve ben cidden çok sıkılıyorum.
Necip Fazıl’ın yaşadığını, vara yoğa küfredip kendini rahatlatmayı ‘cihat etmek’
zanneden gençlerimiz var. Lacivert takım
elbise ve siyah parlak ayakkabı giyen,
Ray-Ban gözlük takıp ‘proce kovalama’yı
marifet sayan, asıl projenin bizatihi kendisi
olması gerektiğini bir kez bile aklına getirmeyen gençlerimiz var. ‘Yeni Türkiye’yi
bu gençlerle kurabileceğini düşünen koca
koca adamlardan çok sıkılıyorum.
Kızıyor musunuz bana? Hayatımızı
‘politika’dan ibaret hale getiren bu düzeneğe kızmıyorsanız, bana kızmak hakkınız
Uluğ Bayındır // [email protected]
tabiî... ‘Hayatî’ olanı
‘geçici’ olandan
ayıramamak, belki
de bugün en temel
sorunumuz. Kimse
hayatî olanla, yani zor
fakat aynı zamanda
elzem olanla ilgilenmekten yana değil.
Herkes geçici, sayısal,
bugünlük ve gündelik
olanla ilgili...
Bırakın çok daha
temel soruların ve
sorunların altını
çizmeyi, ‘Yaptığımız
gökdelenleri çocuklarımıza nasıl izah
edeceğiz?’ diye sorduğunuzda size ‘hain’
yaftası yapıştırılması
an meselesi. ‘Kol
kırılır yen içinde’ diye
diye kırık yüzünden
iltihaplanan, kangrene dönüşme tehlikesi
bulunan bir dünya
sorunu erteleyip
duruyoruz.
“AKP Ankara’da
tarihi yok ediyor”
3
EYLÜL 2014 günü, NTV canlı yayınında Oğuz
Haksever’in “Bugün ve Yarın” adlı programının
bir konuğu, Hürriyet gazetesinin Okur Temsilciliği görevini de yüklenen Faruk Bildirici idi. Başlığımıza taşıdığımız cümle, Bildirici’nin Ankara’yı iyi bilen
bir gazeteci olması sebebiyle benim için önemliydi. Ancak
hani gazeteciliğin tarafsızlığından bahsediliyor ya her
yerde, “AKP Ankara’da tarihi yok ediyor” cümlesinden
hiçbir tarafsızlık çıkartamayışımız, maalesef Bildirici’nin
söylemini buraya taşımamıza neden oldu.
Bunları niçin yazıyorum?
Şimdi ‘epistemoloji’
kelimesini cümle içinde ve son derece doğru şekilde kullanabilen bir Başbakanımız
var. Oyunu geriden
kurmaya meyyal, asıl
projenin yönünün ne
olması gerektiği konusunda net bir Başbakan... Soru şu: Yeni
Başbakanımız, ‘Yeni
Türkiye’yi, şimdiden
etrafını sarmaya
başladığını dehşetle
fark ettiğim ‘Yeni
Türkiye’cilerle mi
kuracak, yoksa hakikî
olana temas etmeyi
göze alarak, yorularak, ter dökerek mi
kurgulayacak?
Şu an için gerçekten ilgilendiğim tek
soru budur; gerisi
koyu bir can sıkıntısı...
Ne diyordu Ted Hughes? ‘Bu senin erdemli dediğin, Mersin’in
ilçesi değil miydi
yeğenim? Oklava
çekmesi meşhurdur
oranın, damağın çatlar lezzetten.’ (İsmail
Kılıçarslan, 30 Ağustos 2014-Yenişafak)”
>> Cumhuriyet’in
kuruluşundan itibaren topraklarımız
üzerinde farklı algı
oyunlarının üretildiği kesindir. Bu algı
oyunlarının açtığı en
büyük hasarlardan
biri de “Cumhuriyet’in
kuruluşundan önceki
tarihî benimsemeyerek ret ve inkâr etme”
düşüncesi, hatta
zorbalığıdır.
Maalesef Cumhuriyet tarihi adına hâlâ
okutulan kitaplarımızda bir köhne Ankara, bir dağ kasabası
figürü vardır. Oysa
Ankaralı olanların
özellikle bilmesi
gerekir ki -İslam medeniyeti ve Türk tarihi
açısından düşünülecek olursa- Ankara, bir
Selçuklu şehridir ve
Osmanlı, atalarının ve
dahi halefinin önem
atfettiği bu şehri
daha da ihya etmiştir.
Ankara Kalesi’nden
başlayarak tarihî
camiler, medreseler,
köprüler, hanlar, kervansaraylar, tekkeler,
dergâhlar ve elbette
bu yapılardan ötürü
tarihî ulularıyla her
zamana hitap etmiştir
Ankara.
Cumhuriyet sonrası Batılılaşma hezeyanı sırasında koca
Ankara’da yer yokmuş gibi, sırf inkârcı
algıyı hâkim kılma
adına eski yapılar ya
yıkılır, ya dezenformasyona uğratılır ya
da ilk vazifesinden
başka biçimlere
dönüştürülerek kullanılırdı. Bu Ankara,
yıllarca boynu bükük
bir griliğe hapsedilip
zulme muhatap edilmiş bir başkent oldu.
Allah projeleri
hazırlayanları ve de
hayata geçirenleri
iki cihanda mutlu
eylesin, Ankara’da
neredeyse bin yıllık
bir medeniyetin nevzuhur oluşuna şahit
olduk. Bildirici’nin
Ankara’yı tanımasına
güvenirken böylesi bir
sözü sırf ideolojileri
uğruna sarf etmesini
kınamaktan başka bir
şey gelmiyor bu yüzden elimizden. Çankaya Köşkü’nün Cumhurbaşkanlığı olarak
kullanılmayacağı
haberi üzerine yaptığı
bu yorum, Bildirici’nin
konuya sadece çürük
bir ideolojiyle yaklaştığının kanıtıdır. Çankaya Köşkü’nü kullanmamak, orayı çöplüğe
çevirmek veya metruk alanlar arasına
dâhil etmek değildir.
Çankaya Köşkü’nü
kullanmamak, hele
Atatürk’ün hatırasını
yaşatmak hiç değildir.
Cemal Gürsel, Cevdet
Sunay, Kenan Evren,
Süleyman Demirel?
Bu isimler mi yaşattı
Atatürk’ün hatırasını?
Bu konulara girmişken madem, 62.
Hükümet’e, Sayın
Başbakan Ahmet
Davutoğlu’na da bir
istirhamda bulunalım:
Ne olur Ankara’yı,
köhne ve terk edilmiş
bir dağ kasabası gibi
anlatan tarih kitaplarından kurtarın! Ankara işkembesinden
kurtuluyor, siz de hem
paralel devletlerinden, hem de çakma
fikirbazlarından
kurtarın ve kirletilen
manevî atmosferini
Ankara’ya geri verin!
“Oğlum
şu haberi
düzgün yaz!”
B
İLİNDİĞİ gibi internet
dili, okuma yazma bilen
insanımızın bu özelliğine
bir hortum gibi nüfuz etti
ve imlayı bir kenara, noktalama
işaretlerini diğer kenara savurdu
ama gitmedi. Zira bu hortum, hâlâ
bütün şiddetiyle ve bütün çevremizde içerisine aldığı her kelimeyi,
her cümleyi, hatta neredeyse tüm
edebî yaşantıyı bilinmedik diyarlara savurmaya devam ediyor.
Bu sayfalarda internet dilinin
televizyon ekranlarında, gazete
baskılarında ve haliyle teknolojinin her yerine girdiği sosyal
medya alanlarında yapılan bariz
hataları ve bu hataların bile isteye
nasıl yapıldığını yansıtmaya çalışıyoruz. Öyle ya, bu sıralar internette
yer alan haber sitelerinde haberler
argo cümlelerle dahi verilir olmaya başladı.
Vermek istediğim habere geçmeden önce bu argo haber yöntemlerinden birine örnek verelim. Beşiktaşlı eski futbolcu ve şimdilerin şov
adamı Pascal Nouma’yı bilmeyen
yok artık. Nouma, Fransız olmasına
karşın Türkiye’de elde ettiği popülarite sayesinde ülkemizde kalıyor
sürekli, filmlerde oynuyor, barlarda
dolaşıyor filan ve filan… Bir barda
çıkan tartışmada Pascal Nouma,
birtakım darbeler aldığı için hastanelik olmuş, “Geçmiş olsun” diyelim. Peki, eski futbolcunun yaşadığı
bu olayın haberi nasıl yazılabilirdi?
“Pascal’ın façayı fena dağattılar…”
Yanlış okumadınız, olaya ilişkin
haberin “başlığı” bu şekilde, biz ne
yapalım?!
İşte bütün bu veryansınımıza ortak bir çalışan daha varmış meğer.
Hem de CNN Türk’te çalışıyormuş
biz kendisini tanımazken. Anlatageldiğimiz yanlış ve özensiz haber
yazma kültürünün oturmasının ve
de maalesef bunun üstüne bir de
rejinin kurbanı olan bu kardeşimiz,
haber esnasına yayına yansıyan
“Oğlum şu haberleri düzgün yaz
lan!” narasıyla meşhur oldu.
CNN Türk’te, tam da haber
esnasında rejinin mikrofonunu
açık unutması sonucu tarihî sitemi
bomba etkisi yaratan seslendirmen kardeşimize huzurlarınızda
teşekkür ediyor, haber editörünü
rezil ettiğini düşündüğümüz rejiyi
ise bıyık altından tebrik ediyoruz.
Var olun!
eylül 2014
23
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
24
“Özel okullara rağbet arttı”
G
EÇEN ay, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından atılan gazete manşetlerini kısa kısa değerlendirmiştik.
Bir şakayı taşımıştık manşetimize de. Eski Başbakan
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmasını
Zaman gazetesinin “Erdoğan Başbakanlığı kaybetti” manşetiyle verebileceğini tavsiye etmiş, elbette gerçekte kullandığı manşeti de sizlerle paylaşmıştık.
“Ne kaçakçıymışız
yahu!” (!)
ABD’Lİ The New
York Times gazetesi,
Türkiye’nin IŞİD üzerinden petrol kaçakçılığı
yaptığını yazdı. Bu nasıl
bir aymazlıktır ki, açılımını bu satırlara hiçbir
zaman yazmayarak Din-i
Mübin-i İslam’ın ismini o
kirli faaliyetleriyle anmamaya cehdettiğim örgütün elinde 49 canımız
varken ve bu örgüt olayların dışında olmasına
rağmen en çok Türkiye’yi
belayla sınamışken bir de
böylesi haberlerle altımız
oyulmaya çalışılıyor?
>> Tabiî yukarıdaki başlığımızı görüp de giriş paragrafımıza bakınca “E bu yazı
nereye gidiyor?” diyenler
olabilir. Zaten bizim de bu
bölümü hazırlarken aklımıza Nasrettin Hoca’nın “Kazan doğurdu” hikâyesi geldi.
Şimdi işin içine Nasrettin
Hoca’yı da katınca yazının
daha da başka yerlere gideceği sanılmasın, biz sadece
gözlerimize inanamayışımızın muhasebesini yaparken
hatırladık hikâyeyi.
Malum Hoca, evdeki
yemek için büyük kazana
ihtiyaç duyulunca komşusundan istemiş. Komşusundan kazanı olan Hoca, iade
ederken kazanın içinde
unutkanlıkla bir de tencere
vermiş komşusuna. Komşunun “Bu tencere de nedir?”
sorusuna karşın utanıp geri
isteyemeyince “Senin kazan
doğurdu” diye yanıt vermiş.
eylül 2014
Günler sonra aynı ihtiyaç
hâsıl olup da komşuya tekrar gidince Hoca, komşusu
biraz da beklentiyle hemen
vermiş kazanını. Ancak verdiği kazan bir türlü dönmek
bilmemiş. Hoca’ya danışan
komşu, “Senin kazan öldü”
cevabını alınca kızmış.
Ancak Hoca’nın sözü hazırmış: “Doğurduğuna inandın
da öldüğüne niçin inanmıyorsun?”
okullar da bu konuda teşvikler gördüler. Velhasıl, bu
yılki eğitim-öğretim yılında
özel okullar da bir hayli ihya
oldular.
Hoca’nın halini hatırlatıp
biraz keyiflendikten sonra
haberimizin analizine (!)
geçelim.
Her eğitim-öğretim yılının başlangıcında bilindik
okul haberleri yer alır medyada. Tabiî bu yıl da bu tür
haberleri izledik ve okuduk.
İşte bu haberlerden biri,
Samanyolu TV’de şöyle
veriliyordu: “Devlet okullarının yetersiz eğitiminden
ötürü özel okullara bu yıl
rağbet arttı…”
Bilindiği gibi dershanelerin kapatılması süreci başlatıldı ve 2015 sonuna kadar
tamamlanacağı ilan edildi.
Bu süre zarfında vatandaşlar, özel okullara çocuklarını kaydettirmek üzere
teşvik edildiler. Özel okula
dönüşmek isteyen dershaneler ve hâlihazırdaki özel
Şimdi baştaki Erdoğan
haberine manşet tavsiyemizle Nasrettin Hoca’nın
arasındaki bağlantıyı herhalde anlatabilmişizdir…
Sonra da cevabı patlatmış
Hoca: “Bu haberi yapana
inanıyorsun da öteki habere yapılabilecek kapasiteyi
göremiyor musun?”
Habere bakar mısınız?
“Batılı istihbarat yetkilileri Irak ve Suriye’den,
Türkiye’nin güneyindeki
sınır illerine yönelik petrol sevkiyatının izini sürebiliyor. Dahası, bu sevkiyatı gerçekleştiren petrol
tankerlerinin vurulup
vurulmamasına dair ABD
Savunma Bakanlığı içinde hararetli bir tartışma
konusu. Ve bir yetkilinin
ifadesiyle artık bu seçenek dışlanmıyor. Obama
yönetimi Türkiye’yi açıktan eleştirmekten kaçınıyor. Türkiye ise IŞİD’e
katılmak için insanların
kendi topraklarından Irak
ve Suriye’ye geçişini ve
tersi istikametteki petrol
akışını kontrol edemediğini savunuyor.”
Komplo teorileriyle
IŞİD’i Türk devletinin kurduğunu anlatanlar, kaş
yaptığını sanırken daha
kaç göz çıkartacaksınız?
Bilmediğiniz, göremediğiniz İngiliz-Amerikan
oyununun içinde boğulmaya çalışılan ülkenizin
başından aşağıya zehir
akıtıyorsunuz sadece
zehir…
Uluğ Bayındır
“Edepsizlik, alçaklık, adilik…”
ABD
’NİN en saygın (!) gazetelerinden The New York Times, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Hacı Bayram-ı Velî
Camii’nden çıkarken çekilmiş bir fotoğrafını, bugün
Irak ve Suriye’de katliamlarıyla dehşet salan IŞİD’e
Ankara’dan, hem de Hacı Bayram-ı Velî Camii ve etrafından militanların katıldığını belirttiği bir haberde kullandı.
>> Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan, söz konusu
gazetenin sahibi olduğu çirkin
medya anlayışını eleştirdiği
açıklamasında, “Bu, en basit
ifadeyle edepsizliktir, alçaklıktır,
adiliktir” dedi. Erdoğan’ın bu
tepkisinin ardından fotoğraf
internet sitesindeki yayından
kaldırılıp “hata” diye yorumlanan bu alçaklık için özür dilenirken, yapılan haberin arkasında
durulduğuna dair bir de açıklama yapıldı.
Arkasında durulan haberi
inceleyelim. The New York
Times’in 15 Eylül 2014 tarihli
baskısında, Ceylan Yeğinsu
imzalı bir haber yer aldı. Haberde, Türkiye’den IŞİD’e katılımın olduğu ve hatta “aktığı”
belirtiliyor. Zira başlık öyle:
“Türkiye’den IŞİD’e militan
akıyor…”
Zaman gazetesinin haber
hakkında yaptığı incelemeye
göre Yeğinsu’nun Ankara’daki
IŞİD “sempatizanları ve mağdurları” ile görüşmelere yer alıyor
çalışmada. Şöyle bir cümle
yer alıyor NYT’de: “Ankara’nın
turistik mekânlarının ortasında
yer alan Hacıbayram Mahallesi, IŞİD’e katılım noktasında
bir merkez haline dönüşmüş.”
Ankara’da IŞİD’in “sempatizanları ve mağdurları” var ve
bunlar Hacı Bayram-ı Velî Camii
etrafında örgütleniyorlar. Bu
iddiayı Zaman’ın kabullenişini
açıkçası yadırgamıyoruz, zira
Adana’daki MİT tırları ihanetini
savunan bir zihniyetten ancak
bu beklenebilirdi.
Haberde sempatizan ve
mağdurlarla konuşulduğu
belirtiliyor ya, eski bir IŞİD militanıyla tek ve kısa bir röportaj
yer alıyor. Aslında biz bu habere
ne öfke kusuyor, ne de bu densizliğe şaşırıyoruz. Bunlar tabiî
şeyler… Ancak geçen aylarda
sürekli IŞİD haberlerini burada
konu edinirken bizim medyamızın şu kritik konuda nasıl bir
cephe edindiğini uzun uzadıya
yazmıştık bu satırlara; bu yüzden de bile bile lades çeken belli
başlı bazı kimselere tavsiyemizi
aktaralım.
Bazı sosyal medya mecralarında kimin aklından ne amaçla
çıktığı bilinmeyen iddialar
dolaştırıldı ki bu iddialara Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın
Başbakan’ın dikkat etmeleri
gerekmektedir. İddia şu: “IŞİD’i
Türk derin devleti kurdu ve ABD
ile işbirliği yaparak Sünnileri
katleden Şiilerden intikam alınıyor. 49 Türk ise göstermelik, yani
dikkat çekmemek için…”
Bu akılsız, mesnetsiz, hatta
alçakça iddiayı güya devletimizi
yüceltmek için ortaya atanlara
yuh olsun! Bu iddiaları ortaya
atanlar, böylesi bir ahmaklığı
AK Partililere argo tabirle gaz
vermek için yaptılarsa, bu ülkeye çok büyük zarar vermişler
demektir. Ancak bu iddia bir
tuzaksa, hem bu iddialara inananlar tuzağa düşmüş, hem de
Türkiye’yi ateşin içine çekmişler demektir. Yani bir taşla iki
kuş vurulmuştur. Bu fakir, iki
seçeneğin varlığına da inanıyor.
İşte bu iddiaları ciddiye alan
veya ciddiye almasa da “Madem bu ahmaklar böyle düşünüyorlar, biz de istediklerini
verelim” diye düşünenler böylesi haberlere imza atıyorlar.
Artık birileri sosyal mecralarda saçma sapan teoriler
üretmekten vazgeçsinler. Artık
birileri, sosyal mecralarda her
ak gibi gösterilene “Aktır!” diyerek kapılmasın, tuzaklara düşmesinler… Hacı Bayram-ı Velî’yi
dillerine doladılar. Camilerde
örgüt kuranlardan bahsediyorlar. Ne olur bu oyuna gelinmesin ve bu tuzaklara meyleden
kardeşlerimiz engellensin!
eylül 2014
25
haberajanda
Perspektif
Bu öyle bir
akımdır ki,
Türkiye’nin tarihini
Cumhuriyet’le başlatıp Cumhuriyet’le
bitirmektedir. Her
darbe sonrasında
Atatürk ilke ve
inkılaplarına atıfta
bulunulması, bu
ilkelerin topluma
yeniden hatırlatılması ve hatta
ölümsüzleştirmek
için Anayasa’ya
konulması boşuna
değildir. Eğer 2015
seçimlerinden sonra kurulacak Cumhuriyet hükümeti
bir sivil anayasa
yaparsa, bu yemin
metni de tarihe karışacaktır. Yani Recep Tayyip Erdoğan,
statükonun son
yeminini ederek bu
defteri kapatmış
olacaktır.
Allah’ın bahşettiği nimetleri bile sisteme borçlu olduklarını söyleyerek
sistemi kutsama ritüelleri yaparlar.
“Bu sistem olmasaydı biz de olmazdık” diyecek kadar işi ileriye götürür
ve şirke batarlar. Cumhuriyet’le birlikte tesis edilmiş olan sistemin her
aygıtı, sadece bu dünya için yaşayan
laik insan tipini inşa etmek üzere
kurgulanmıştır. Bundan dolayıdır ki
ulusalcı-Kemalist-laikçi kesimler, bu
sistemden hiç rahatsızlık duymazlar.
Gerçekten de sistemi kurgulayanların ilk yaptıkları iş, vahiy gerçeğini dışlamak olmuştu. Vahye olan
düşmanlıkları bugün de ağızlarından
taşmaktadır, “kalplerinde gizledikleri ise daha da büyüktür”.
Sistem ve inançlı insanın si
26
eylül 2014
Prof. Dr. Turan Güven
[email protected]
S
İZİ bilemem ama ben,
ayrıntılara dikkat eden
biriyim. Şunu da belirteyim ki, ayrıntıya dikkat
ederken onda kaybolup
resmin tümünü göremeyenlerden de değilim.
Türkiye’deki mevcut sisteme bütüncül yaklaşımla bakanlar, onun
insan fıtratını bozan ayrıntılarını gözden
kaçırmaktadırlar. Tabiî ki bunların başında entelektüel ve zihinsel yetersizlik, dikkatsizlik ve “değer ölçüleri farklılığı” gibi
faktörler bulunmaktadır.
Mesela iç dünyasında vahiy hassasiyeti
taşıyan insanlarla bu hassasiyeti taşımayanların, Türkiye’nin 90 yıllık sistemine
bakışlarında öyle temel farklılıklar var ki,
hayret edersiniz. Vahiy gerçeğini hayatlarının dışına atan ulusalcı-Kemalist-laikçi
kesimlere bir bakalım. Bu kesimlerin sistemden rahatsızlıklarını dile getirdiklerini
ve bir eleştiri yaptıklarını hiç duydunuz
mu? Tam aksine, Allah’ın bahşettiği nimetleri bile sisteme borçlu olduklarını
söyleyerek sistemi kutsama ritüelleri yaparlar. “Bu sistem olmasaydı biz de olmazdık” diyecek kadar işi ileriye götürür
ve şirke batarlar.
Cumhuriyet’le birlikte tesis edilmiş olan
sistemin her aygıtı, sadece bu dünya için
yaşayan laik insan tipini inşa etmek üzere
kurgulanmıştır. Bundan dolayıdır ki ulusalcı - Kemalist - laikçi kesimler, bu sistemden hiç rahatsızlık duymazlar. Gerçekten
de sistemi kurgulayanların ilk yaptıkları iş,
vahiy gerçeğini dışlamak olmuştu. Vahye
olan düşmanlıkları bugün de ağızlarından
taşmaktadır, “kalplerinde gizledikleri ise daha
da büyüktür”.
stem içindeki yeri
Toplum kesimleri arasında var olan
“birlikte yaşama kültürü”, bu sistem tarafından tahrip edilerek bir “çatışma kültürü”ne
dönüştürülmüştür. Türkiye’de bir avuç
“Kemalist”, bu çatışmalar sayesinde 80
yıldır sistemin tepesinde oturmayı başarmış ve küresel düzeyde esamisi okunmayan ve bağımsızlığı kendinden menkul
bir devletin rutin işlerini yürütmeyi “başarı hikâyesi” olarak halka yutturmuşlardır.
Dünya sisteminde ağırlığı hissedilen bir
ülke olamamak Kemalistler için hiç de
önemli değildi. Onlar için önemli olansa
iktidarlarının sürdürülmesiydi. Memur
maaşlarını ödemek zora girince, soluğu
IMF’nin kapısında almaktan hiç utanmazlardı.
eylül 2014
27
haberajanda
Perspektif
NE YAZIK Kİ İNSANI İFSAT EDEN, İTİKADINI BOZAN VE ÖBÜR DÜNYASINA BİLE İPOTEK KOYAN BU RİTÜELLERDEN KİMSE RAHATSIZ OLMAZDI.
KEMALİSTLER, MİLLİYETÇİ ÇEVRELERİ HAMASİ BİRKAÇ SLOGANLA
AVLADIKTAN SONRA, ONLARIN HOROZ GİBİ ŞİŞİNMELERİNE KIS KIS
GÜLER VE YALNIZ KALMADIKLARINDAN DOLAYI KENDİLERİNİ GÜÇLÜ
HİSSEDERLERDİ. MİLLİYETÇİLERİN BÜTÜN ÖMÜRLERİ, RESMÎ İDEOLOJİNİN BOŞ SLOGANLARININ İÇİNİ DOLDURMAYA ÇALIŞMAKLA GEÇMEMİŞ
MİYDİ? ZATEN BU YÜZDEN GELECEĞE YÖNELİK HİÇBİR FİKİR VE PROJE
ORTAYA KOYAMAMIŞLARDIR.
Ritüel devleti aymazlığı
Ülkede bütün bunlar olurken, milli bayramlarda Türk milletinin hamaset duygularını o şirk kokan ritüellerine meze yapardı
bu güruh. “Acaba bu durumdan rahatsızlık
duyan birileri var mıdır?” diye etrafınıza
baktığınızda ortada kimseyi göremezdiniz.
Ne yazık ki insanı ifsat eden, itikadını bo-
İç dünyasında vahiy hassasiyeti olmayan birinin bu manzarayı anlamasını
ve anlamlandırmasını beklemiyorum.
Ama meselenin sadece zamanın ruhu
ile ele alınmasını arzu ediyorum.
28
eylül 2014
zan ve öbür dünyasına bile ipotek koyan bu
ritüellerden kimse rahatsız olmazdı. Kemalistler, milliyetçi çevreleri hamasi birkaç
sloganla avladıktan sonra, onların horoz
gibi şişinmelerine kıs kıs güler ve yalnız
kalmadıklarından dolayı kendilerini güçlü
hissederlerdi. Milliyetçilerin bütün ömürleri, resmî ideolojinin boş sloganlarının içini
doldurmaya çalışmakla geçmemiş miydi?
Zaten bu yüzden geleceğe yönelik hiçbir
fikir ve proje ortaya koyamamışlardır.
Sistemin aygıtlarında icra edilen resmî
devlet ritüelleri, referansı İslam olan insanlar
için bir “şirk gösterisi” ve “manevî işkence”
olarak algılanmaktadır. Gerçekten bu ritüellerde toplumun büyük bir kesimi tarafından
benimsenen İslamî değerler aşağılanmakta,
Allah’ın üstün vasıfları insanlara atfedilerek rahatsız edici bir şirk sergilenmektedir.
Bunu bir insan yapabilir; ama devlet aygıtları bu tür eylemlere alet edilemez.
Yeryüzünde bilimin, mantığın ve devlet
aklının iflasını bundan daha iyi gösteren
bir örneğe rastlamak mümkün değildir.
Türkiye’deki mevcut sistem neden toplumun büyük kesimi ile bir çelişki ve çatışma yaşarken bir avuç ulusalcı-Kemalistlaikçilere şirin görünmekte ve hatta onlara
bir koruma kalkanı oluşturmaktadır? İşte
Prof. Dr. Turan Güven
temel sorun buradadır!
Devlet, toplumun bütün kesimlerine adaletle yaklaşmalı, aynı mesafede olmalıdır;
toplumun bir kesimine manevî işkence çektirirken, diğer kesimlerine mutluluk dağıtmaktan vazgeçmelidir.
Düşünün ki, bu sistem içerisinde İslam
dininin kutsallarını istediğiniz kadar eleştirebilir ve hatta aşağılayabilirsiniz, ama Kemalizme en küçük bir eleştiri bile yapamazsınız. Vahiy, Allah’tan gelen, bütün zaman ve
mekânlarda geçerli olan ilahî bir bilgidir. Siz
bunu istediğiniz kadar eleştirecek ve hatta
aşağılayacaksınız, ama ölümlü bir insanın
zekâsından çıkmış ve zamana dayanıksız
haldeki ideolojik sloganları eleştiremeyeceksiniz. Türkiye’deki sistem ve statüko bu temel
çelişkiyi sadece İslam’la yaşamıyor, zamanın
ruhu ile de yaşıyor. Ve ne yazık ki topluma
bir idrak gecikmesi yaşatıyor bu durum.
Devlet, insan fıtratını bozmak ve kötülüklerde çığır açmak için değil, ülkeyi hak ve
adaletle yönetmek, toplumu barış ve esenlik
içinde tutmak için vardır.
Bir yemin töreni
Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında icra
edilen yemin töreni ve ritüellerini seyrederken kendimi bir an için Sayın Recep Tayyip
Erdoğan’ın yerine koydum (aç tavuk rüyasında darı görürmüş demeyin sakın); bana
göre ortada insanın onuruna dokunan ve iç
dünyasında kasırgalar yaratacak kadar rahatsız edici bir manzara vardı. Bir tarafta bir
avuç ulusalcı-Kemalist-laikçi toplum kesimini tatmin eden bir ritüel görüntüsü, diğer
taraftaysa referansı İslam olan bir kişinin bu
ritüel içindeki pozisyonu...
İç dünyasında vahiy hassasiyeti olmayan
birinin bu manzarayı anlamasını ve anlamlandırmasını beklemiyorum. Ama meselenin sadece zamanın ruhu ile ele alınmasını
arzu ediyorum.
Sayın Recep Tayyip Erdoğan, 12 Eylül
1980 darbecilerinin getirdiği anayasadaki
yemin metnini okuyarak ant içti. Birçok
Türk aydını, bu metnin gerek Türkçe bakımından, gerekse kendi gerçekliğimizi ifade
etme bakımından problemli olduğunu ifade
etmiştir. Bir başka yazı konusu olabilecek bu
yemin metnini buraya aynen alıyorum.
“Cumhurbaşkanı sıfatıyla devletin varlığı
ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız
egemenliğini koruyacağıma, Anayasa’ya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke
ve inkılâplarına ve laik Cumhuriyet ilkesine
bağlı kalacağıma, milletin huzur ve refahı,
millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, Türkiye Cumhuriyeti’nin şan ve şerefini
korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi
tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma büyük Türk milleti ve tarih
huzurunda, namusum ve şerefim üzerine ant
içerim.”
Bu metinden ulusalcı-Kemalist-laikçi bir
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının rahatsız
olmasını beklemiyorum, ama entelektüel
bir insan, yemin metnindeki darbeci generallerin dayatmasını ayna gibi görmektedir.
İnsana şaka gibi gelse de, darbeci generaller
toplumdaki bozulmaları ve ülkedeki kötü
gidişleri ciddi ciddi Atatürk ilke ve inkılaplarıyla ilişkilendirmektedirler. İşte size sekü-
ler bir Selefiye akımı!..
Bu öyle bir akımdır ki, Türkiye’nin tarihini Cumhuriyet’le başlatıp Cumhuriyet’le
bitirmektedir. Her darbe sonrasında Atatürk ilke ve inkılaplarına atıfta bulunulması,
bu ilkelerin topluma yeniden hatırlatılması
ve hatta ölümsüzleştirmek için Anayasa’ya
konulması boşuna değildir. Eğer 2015 seçimlerinden sonra kurulacak Cumhuriyet
hükümeti bir sivil anayasa yaparsa, bu yemin
metni de tarihe karışacaktır. Yani Recep
Tayyip Erdoğan, statükonun son yeminini
ederek bu defteri kapatmış olacaktır.
Hiç kimse bu coğrafyadan İslam’ın ve
Türk’ün mührünü silmeye çalışmasın! Ama
bu, Selçuklu ve Osmanlı cihan devletlerinden kalan beşerî mirasın reddedilmesi anlamına da gelmiyor. Bu topraklar üzerinde
yaşayan bütün halk, “ulus devlet” mantığı ile
“yeni bir toplum yaratma” projesine maruz
kaldı. Yani ulus devlet mantığı ve felsefesi,
son tahlilde klonlanmış bireylerden oluşan
homojen bir toplum yaratma projesidir.
Ulus devletin dayatmacı toplum mühendisliği yapması ve vatandaşa don biçer gibi
din biçmesi, insan onuru taşıyan herkesi
ciddi biçimde rahatsız etmiştir. Sistemin
fıtrat bozucu etkisinden en fazla rahatsızlık
duyanlar, İslam’ı referans alan toplum kesimleri olmuştur. Ama büyük bir sabırla öz
varlıklarını bugüne kadar muhafaza edebilmişlerdir bu kesimler ki post-modern darbe
günlerinde zirveye çıkan zulümlere karşı
duruşları da bir okyanus enginliğindeydi.
Bu öyle bir duruştu ki, 28 Şubat darbesine
goygoyculuk yapan sivil ve askerî unsurlar,
okyanusun tuzluluğunu değiştirmek için
tenekelerle su döken ahmaklar durumuna
düştüler.
Ulusalcı-Kemalist-laikçi kesimlerin helal,
haram, şirk, müşrik, kâfir, münafık, cihat,
şehadet, ahiret, cennet, cehennem, kıyamet,
nefis, şeytan, cin, melek, kader, ibadet, kul
hakkı ve Allah’a kulluk gibi dinî (İslamî)
kavramları ciddiye almadıklarını biliyoruz.
Unutmayalım ki bu coğrafya üzerinde vahiy
gerçeğini zihin ve ruh dünyasının merkezine
almış insanların, bu kavramları hayatlarının
pratikleri dışına itmesi ve yok sayması beklenmemelidir. Türkiye’deki mevcut sistem
ise -neredeyse 90 yıldan beri- toplumun bilinçaltına İslamî değerlerin bugünkü hayat
için referans alınamayacağını yerleştirmeye
çalışıyor. Sistem, bunu yaparken insanlığın
en sağlam ve sahih hayat kaynağı olan vahye
(Kur’an) karşı savaş açtığının farkında mı
acaba?
eylül 2014
29
haberajanda
Analiz
O artık
“Pak Pa
Bir bakıma anlaşmalara bağlı
AK Parti ile “Kasımpaşalı” Erdoğan, halkının şahsına gösterdiği
sınırsız teveccühe güvenerek
partiyle yollarını ayırdı. Bu
ayrılışın gereği olarak, iki ay
önce sessiz sedasız AK Parti’yi
defakto lağvetti. Yeni durum
gereği eski AK Parti’nin tüm
il yöneticileri istifa ettirildi ve
parti fiilî olarak sıfırlanarak sessizce gerçekleştirilen bu operasyon kendi içinde başarıyla
devam etti, planlanana ulaşıldı.
Eski partinin tabelasını ve dolayısıyla adını değiştirmeden
kurulan Yeni AK Parti’de “ekol”e
bağlı olmayan yeni il yönetimlerine işbaşı yaptıran Erdoğan,
“ekol”ün yerini alarak yeni partinin sahibi oldu. Sahibi olduğu
teşkilatın ismi hâlâ AK Parti olsa
da durum bu!
30
eylül 2014
2023’ten söz ediyoruz; “vizyon” biçileli neredeyse 5 sene oluyor. Önümüzdeki 9 yıl içinde trilyon dolarlık bütçe, yarım trilyon dolarlık ihracat, 20 bin doları geçen fert başına gelir ve bilmem ne kadarlık turizm
kazancı söz konusu… Burada “Evin Reisi”, “Herkes işbaşına! Kalk borusu
çaldı!” diye ünlüyor sembollerle de olsa. “Yan gelip yatma devri”nin
sona erdiği anlaşılıyor bu sembollere bakınca. Ve anlaşılan o ki, Reis,
horantayı ayağa kaldırırken “Şimdi ‘Aydınlık Dünya’ya çıkma zamanı!”
diye uyarmadan geçmiyor, “Zümrüdüanka yolcu”…
Ahmet Yozgat
[email protected]
AK Parti değil
rti” ya da “Hüma kuşu”
A
SLINDA yazının başlığını “AK Parti Tarihine Giriş ve
Çıkış” koymaya niyetlenmiştim; lakin “O şimdi asker!” darb-ı meseli aklıma geldi birdenbire ve başlık
değişerek “Pak Parti” oldu. Hatta “Pak yerine ‘apak’
bile denilebilir” diye geçti içimden. “Apak”ın açılımı
mı? “Anadolu’ya perçinlenmiş” AK Parti gibi bir şey…
Tabiî bir de “Hüma kuşu” var; bu da başlığa şiirselliğini veren yan argüman…
>> 12. Cumhurbaşkanı –ki artık ona
da yavaş yavaş ve kestirmeden “Başkan”
diyebiliriz-, 27 Ağustos’ta gerçekleştirilen
AK Parti Kongresi’nde “bir başka telden,
bamtelinden” konuştu. Oysa 12 yıldır
çaldığı tel başkaydı. Zaten bu konsept ve
konuşma değişimini de “Bugün, doğum
günü!” diye ilan etti ve önemli bir tespite bağladı. Bu cümleyle o, konuşmasında
Yeni Türkiye’nin doğum gününe işaret
etmişti.
Ancak bize göre asıl doğum günü AK
Parti’ninkiydi, zira “Eski AK Parti”den
“Yeni AK Parti” ya da “Pak (Apak) Parti”
doğmuştu. Buna bağlı olarak yeni partinin idare edeceği “yeni ülke”nin yol startı
verildi. Zaten onun adına da “Yeni Türkiye” diyordu “zamanın Başbakanı”...
Aynı konuşmada, yeni doğumla ilgili
olarak “küllerinden doğmak” tabiri kullanıldı, ki bu mühimdi. Bu sebeple istiyoruz
ki yazıyı bu kanaldan yürütelim...
Tayyare değil, “Anka”
Malum, masallarda adı geçen devasa
bir kuştur “Anka”. Başka başka adları da
var. Bir bakıma bizim Anka isim zengini. Mesela, Feridüddin Attar’ın tasavvuf
ve seyr-ü süluku remz ettiği “Kuşname”
kitabında “Simurg” adıyla anılıyor. Mısır taraflarında bilinen “İbis kuşu” da bir
başka kültürdeki adı bizimkinin. Bir de
“Kaknüs” var; galiba bu isim daha batıda
dillendiriliyor.
Bitmedi... Dede Korkut destanlarında
sözü edilen “Tuğrul kuşu” da bir başka
adı sihirli Anka’nın. İlaveten, bu kuşun
“yere düşüp ölmediğini ve dünyanın
Sultan Süleyman’a kalmadığını” anlatan
halk türküsündeki adı var ki bu türkünün sözlerinde de “Hüma kuşu” olarak
geçiyor.
Masal tekellümcüleri, bal damlayan
anlatımlarında Hüma’ya –kısaca (!)“Zümrüdüanka” adını takıyorlar. Adı her
ne olursa olsun, bu masal kuşunun en
önemli özelliği, ömründe bir tek ve tek
bir tane yumurtlaması. Ancak yavru kuşun doğumu o yumurtadan olmuyor, ölümü ondan oluyor. Mübarek kuş yumurtlama esnasında o kadar çok ateşleniyor
ki, ateşi naif vücudunu yakıp kül ediyor.
İşte o an, Anka’nın yeniden doğumu da
başlamış oluyor ve masalların efsanevî
kuşu, Kafdağı’nın doruğunda taptaze ve
yepyeni bir varlık şeklinde kendi küllerinden doğuyor.
eylül 2014
31
haberajanda
Analiz
Tuğrul kuşu yahut da Zümrüdüanka ile süregelen
kadim yolculuğumuz, 1839’da Gülhane Fermanı’yla girdiğimiz rotada Kaknüs’le devam etmişti. Bu da bir “holy”
yolculuktu, lakin Zümrüdüankalı yılların “kutlu seyahati”
kadar bahtiyar etmemişti halkımızı. Onun için tek istasyonlu radyomuzdan “Yurttan Sesler” programını dinlerken Nezahat Bayram, her eli kulağına atıp da “Hüma Kuşu
yere düştü, ölmedi” diye uzun havasını çığırdığında ya
ağladık, ya gözlerimiz yaşardı. Zira Hüma kuşuydu özlediğimiz...
Henüz Başkan uçağının adı yok, ancak bu da bizim kıyağımız olsun
Sayın Erdoğan’a; uçağın adı bu yazıyla birlikte konuldu bile: “Zümrüdüanka”…
Tabiî bu mitolojik kuşun hikâyesi burada
bitmiyor. Konuk olduğu masalların içinde de
önemli bir görevi var. Şöyle ki, masal yolculuğunda “Ak koça bineceğim” derken yanlışlıkla “kara koça” binen ve bir anda kendisini
“Karanlık Dünya”da bulan şehzadenin durumu kritik, hatta fecaat… Göz açıp kapayana kadarlık bir sürede düşürüldüğü bu karanlık medeniyetten kurtulması ve “Aydınlık
Dünya”daki kadim köklerine, yani aslına
dönmesi lazım geliyor. Ama nasıl?
Masal bu ya, şehzade bunun yolunu bir
şekilde buluyor. Aslında yol önemli değil;
önemli olan, Zümrüdüanka’nın bu yolculuğa vasıta olmayı kabul etmesi. Lakin bir
şartı var: Güzergâh dik, uzun ve yorucu;
32
eylül 2014
bu eziyetli yükseliş esnasında kuşun “Gak!”
deyince ete, “Guk!” deyince suya ihtiyacı
olacak. Bunun için de kırk fıçı su, kırk koca
kazan et gerekmekte. Peki, şehzade bunu
bulabilir mi?
Şehzadenin bir planı var ki Anka kuşuna “Bundan kolay ne var?!” diyor, “Sen onu
bana bırak” ve doğal olarak kuş bu hususu
şehzadeye bırakıyor ve masal bu şekilde devam edip mutlu sona ulaşıyor.
Biliyorsunuz, devletin tepesinin kullandığı bir uçak vardı, adı “Ata”. Ona, icap ettiğinde Başbakan ya da Cumhurbaşkanı binebiliyordu. Yani “iki kardeş”, idare edip gidiyorlardı. Bu minval üzere aradan epey bir
zaman geçti ve zaten mütevazı bir tayyare
olan Ata’nın da sonu göründü. Bu durumda
“eski Türkiye’nin makam uçağı”nın ya tekaüte ayrılması ya da bir başka hatta istihdam
edilmesi kendi kaderi. Ne diyelim, hakkında
hayırlısı…
Köşkte devir teslim töreninin yapıldığı
gün, “Cumhurun Başı” için ısmarlanmış
olan ve bir rivayete göre fiyatı 400 milyon
doları bulan Airbus marka devasa uçak
Amerika’dan yola çıkmıştı -bu yazının
kaleme alındığı zamanın sonuna kadar
Esenboğa’ya konmuş olmalı-. Malumâliniz,
bu Airbuslar acayip tayyareler ve uçak milletinin en alamet şeyleri… Yani istenirse
içine en azından iki tane Ata uçağını alacak kadar büyük, hatta belki daha da çok…
Öyle azman şeyler ki bir bakıma uçakların
Zümrüdüanka’sı…
Henüz Başkan uçağının adı yok, ancak bu da bizim kıyağımız olsun Sayın
Erdoğan’a; uçağın adı bu yazıyla birlikte
Ahmet Yozgat
konuldu bile: “Zümrüdüanka”…
Ne demişti masaldaki şehzade? “Bundan
kolay ne var?! Sen o işi bana bırak!” Haydi
bıraktık! İşte şehzade, işte Anka kuşu!..
Köşkteki devir teslim törenine yüze yakın ülkenin temsilcisinin katılmış olmasını ise bu fakir çok önemli buluyor. Üstelik
bunlardan yirmiye yakını da bizzat devlet
başkanı… Bu demektir ki Zümrüdüanka
uçağına çok iş düşecek. En azından -ki ilk
önce- törene katılan yirmiye yakın başkana
yapılacak iade-i ziyaretler olacaktır.
“Gak!” deyince et, “Guk!” deyince süt
mevzusuna gelince…
Başkan, “uçakların dev anası”nı aldığına
göre, kafasında da önemli listelere sahip
olmalı. Hem ziyaret edilecek ülkeler, hem
de ziyaret yoldaşları açısından Kafdağı’nın
Zümrüdüanka’sına ihtiyaç duyuluyor zahir.
Buradan çıkan sonuçlardan biri şu ki, yeni
dönemde “terleyen” sadece Cumhurbaşkanı olmayacak; ter denizinde yüzecekler
arasında işadamları, tüccarlar ve sanayiciler
de epey bir yekûn tutacaklar. Yoksa “Yeni
Türkiye”nin “Gak!” deyince et, “Guk!” deyince süt isteyen ekonomisini doyurmak
mümkün mü?
Vakit tamam
2023’ten söz ediyoruz; “vizyon” biçileli
neredeyse 5 sene oluyor. Önümüzdeki 9 yıl
içinde trilyon dolarlık bütçe, yarım trilyon
dolarlık ihracat, 20 bin doları geçen fert
başına gelir ve bilmem ne kadarlık turizm
kazancı söz konusu… Burada “Evin Reisi”,
“Herkes işbaşına! Kalk borusu çaldı!” diye
ünlüyor sembollerle de olsa. “Yan gelip yatma devri”nin sona erdiği anlaşılıyor bu sembollere bakınca. Ve anlaşılan o ki, Reis, horantayı ayağa kaldırırken “Şimdi ‘Aydınlık
Dünya’ya çıkma zamanı!” diye uyarmadan
geçmiyor, “Zümrüdüanka yolcu”…
Gelelim “Hüma kuşu yere düştü, ölmedi”
diyen habere, yani yazının başlığına…
Ne demiştik? “AK Parti, ‘Pak Parti’ oldu!”
Peki, nasıl oldu da böyle oldu? Türkü haber
veriyor ya, Hüma kuşu yere düşer, fakat asla
ölmez, küllerinden doğar. Sultan Süleyman
bile ölür, lakin Hüma ancak yere düşer
–hâliyle- tekrar doğrulmak için…
Haber Ajanda’nın Yayın Yönetmeni sevgili Serhat Bıçak’la birlikte, Kanal 5 televizyonunda “Haftaya Bakış” programında
birlikte oluyoruz. Serhat’ın moderatörlüğünde yapılan programda fakir, yorumcu
olarak sandalye işgal ediyor. Lütfederseniz,
her Cumartesi 18:00’da… Gerek Ajanda
Grubu’ndaki yazılarımızı takip eden, gerekse programımızı izleyen dostlar bilirler ki bu
kalem, AK Parti’nin bir “ekol partisi” olarak
kurulduğunu iddia etmekte. Lafı evirip çevirmeden ve dikine söyleyelim: AK Parti,
“Amerikan ekolü”nün partisidir. Onun bir
önceki muadili, sanılanın aksine Erbakan’ın
Saadet’i değil, Özal’ın Anavatan’ıydı. Bir
bakıma AK Parti’nin anası sayılan Anavatan
1993’te yere düştü. Özal öldü ama ANAP
ölmedi ve tam 10 yıl sonra, 2002’de düştüğü
yerden doğrulduğunda adı artık Anavatan
değil “Adalet ve Kalkınma” idi.
Siz ya da biz, “faniler, yani ‘Ver!’ deyince
oy veren, gerisine karışmayanlar”, vaziyetten
haberdar değildik. Lakin kısa adı AK Parti
olan “Adalet ve Kalkınma Partisi”nin taammüden biçilmiş bir ömrü vardı ve bu ömrün
süresi 10 yıldı. Partiyi kuranlar bunu gayet
iyi biliyorlardı; hatta bu bilgilerini parti tüzüğüne bile yansıtarak bir “üç dönem şartı”
yazmışlardı. Ne demekti “üç dönem”?
Yaklaşık 10 yıla denk gelen üç seçim dönemi sonunda “parti babaları”, bir bakıma
“Biz gideriz, parti biter!” diyorlardı. Zaten
“Ekol Sahibi” ile varılan anlaşma da böyleydi ve Sahip, “Ben partinize 10 yıl destek olurum. Sonrası tufan!..” diyerek tavrını ortaya
koymuştu.
Faniler dışında kalan herkes, kendini bu
“gizli kapaklı malum biçime”, yani üç dönem kuralının 10 senesine göre ayarlamıştı.
“Herkes” dediğimizse iktidar ve muhalefet,
yani bilcümle siyasiler, hatta devlet -tekraren, tabiî ki siz ya da biz faniler hariç-…
“Hüma” idi özlediğimiz
Evet, bu bilgisizlik içinde “üç dönem”in
içerdiği manaya pek kafa yormadıkları veya
bu kabil “katakülli işler”den anlamadıkları
için faniler, Anavatan’a yapmadıklarını AK
Parti için yaptı ve Erdoğan’a girdiği her
seçimde tavan yaptırarak kendi rekorunu
egale ettirdi. İşte sürekli yükselen bu çıtadır ki Erdoğan’ı fanilerle bütünleştirdi ve
“üç dönem”in ifade ettiği on senelik süreyi
unutturarak onlar gibi düşünür hale getirdi.
Bir bakıma anlaşmalara bağlı AK Parti
ile “Kasımpaşalı” Erdoğan, halkının şahsına gösterdiği sınırsız teveccühe güvenerek
partiyle yollarını ayırdı. Bu ayrılışın gereği
olarak, iki ay önce sessiz sedasız AK Parti’yi
defakto lağvetti. Yeni durum gereği eski AK
Parti’nin tüm il yöneticileri istifa ettirildi ve
parti fiilî olarak sıfırlanarak sessiz gerçekleştirilen bu operasyon kendi içinde başarıyla
devam etti, planlanana ulaşıldı. Eski partinin
tabelasını ve dolayısıyla adını değiştirmeden
kurulan Yeni AK Parti’de “ekol”e bağlı olmayan yeni il yönetimlerine işbaşı yaptıran
Erdoğan, “ekol”ün yerini alarak yeni partinin sahibi oldu. Sahibi olduğu teşkilatın
ismi hâlâ AK Parti olsa da durum bu!
Eskinin “Amerikan ekolü”ndeki iktidar
partisi, artık Atlantik ötesinden bağımsız
ve siyaset sahnesinde bir ilk olarak “Türk
ekolü” bünyesinde. Bu sebepledir ki Erdoğan, kongre konuşmasında -daha önceleri
olduğu üzere- duble yollar yaptıklarından,
Hazine’ye şu kadar likit para yığdıklarından değil de “kadim kökler”den sürüp gelen
“Dava”dan bahsetti. Bir bakıma “Amerikancılığın sıcak paracı kitle partisi” evrilerek
“ahlakçı ve erdemci dava partisi”ne dönüştü. Bir bakıma dünün masal kuşu olan
Kaknüs-ü Anka’sı yandı ve onun küllerinden halk türküsünün Hüma kuşu doğdu.
Bir bakıma Kaknüs Batı’yı ve şekilci
Batıcılığı sembolize ediyorken, Hüma ise
Doğu’yu, Anadolu’yu, Türklüğü, tarihi kadim köklere sahip ahlak ve erdem medeniyetini ve de halkın ta kendisini remzediyor.
Tuğrul kuşu yahut da Zümrüdüanka ile
süregelen kadim yolculuğumuz, 1839’da Gülhane Fermanı’yla girdiğimiz rotada Kaknüs’le
devam etmişti. Bu da bir “holy” yolculuktu,
lakin Zümrüdüankalı yılların “kutlu seyahati” kadar bahtiyar etmemişti halkımızı. Onun
için tek istasyonlu radyomuzdan “Yurttan
Sesler” programını dinlerken Nezahat Bayram, her eli kulağına atıp da “Hüma Kuşu
yere düştü, ölmedi” diye uzun havasını çığırdığında ya ağladık, ya gözlerimiz yaşardı. Zira
Hüma kuşuydu özlediğimiz...
Bir bakıma türküler de duadan sayılırlar.
Yıllar yılı Anadolu bozkırında yankılanan
Nezahat Abla’nın o doyumsuz çığlığı yerini
bulmuş olmalı ki, Kaknüs ateşler içinde yanarak öldü ve onun küllerinden Hüma kuşu
doğdu. Artık Hüma kuşunun ikinci türküde olduğu üzere “yükseklerden seslenme
vakti”nin geldiği kanaatindeyiz.
“Merhum Nezahat Abla’nın ya da bugünlerde Hakk katına uğurladığımız Hacer Buluş’un sesinde kendini bulan bozkır
halkının duygularını, bundan sonra bizzat
kuşun kendisi haykıracak. Doğal olarak o
tılsımlı ses, bizim kırlık arazimizle sınırlı
kalmayacak ve tüm dünyada yankılanacak
kaçınılmaz olarak” diyelim inşallah…
Haydi Hüma, şimdi sıra sende! Sal avazını gök kubbeye…
eylül 2014
33
haberajanda
Kapak
Çözüm Süreci’nde
uluslararası profesyonellere, paralel
yapıyla mücadelede
dindar profesyonellere, yeni anayasada profesyonel
bürokratlara dikkat
etmek lazım. Örneğin
Davutoğlu, uluslararası satrançta bu
tarz profesyonelleri
fark etmiş olmalı
ki IŞİD bile aslında
mobil profesyonel
askerlerden oluşuyor
ve cihada gittiğini
sanan Müslümanları
bile “kullanacak”
deneyimli bir profesyonel ekip olarak “iş
bitirmek” noktasında
her teklife açıklar. Ortadoğu, Amerika ve
İngiliz istihbaratının
ve ona bağlı lojistik
destek unsurlarının
örgütlediği mobil
profesyonellerle
doludur. Bu profesyonelleri kullanmak
fikrinin serencamı
Suriye sürecinde
sanırım test edilmiştir. Dolayısıyla dış-iç
profesyoneller, özel
dosya olarak masada
her zaman tutulmalıdırlar.
***
Cumhurbaşkanı
Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Sayın
Davutoğlu’na “Emanetçi değildir” derken
yeni sosyoloji kadrajında “Yeni Türkiye”
hedefine ulaştıracak
PIN kodlarını verdiğini ve menü listesindeki dosyaların
Davutoğlu tarafından detaylı şekilde
doldurulacağına
olan güvenini ifade
etmiştir.
34
eylül 2014
Türkiye’nin kazandığı “Yeni”:
AHMET
DAVUTOĞLU
T
Kitabına uydurmak
EORİ-PRATİK uyumu ve akademisyensiyasetçi bütünlüğü bağlamında “Stratejik Derinlik” adlı kitap, Prof. Dr. Ahmet
Davutoğlu ile özdeşleştiği gibi, Sayın
Davutoğlu’nun Başbakanlığı döneminde
tüm olup bitenlerin analizinde sağlaması yapılacakların kaynağı hükmünde
kullanılabilecek niteliktedir de aynı zamanda. Bir anlamda
Davutoğlu’nu “bağlayan” bir kişilik ve kimlik metni var elimizde.
>> Yeni Türkiye’nin “yeni sosyoloji”sine giriş hükmünde yazılacak her metinde mutlaka Sayın
Davutoğlu için iltifat sıfatı olan
“Siyaset Hocası” ve “Filozof Başbakan” övgüsünün ne kadar gerçeği yansıttığı, iki önemli operasyon üzerinden analiz edilecektir:
Başkanlık Sistemi ve paralel yapı
ile mücadelenin parkuru olan politik dindarlık…
Parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçiş tam da
“Filozof Başbakan” performansı
gerektiren “kitaplı/kitapla siyaset”
konusudur. Nitekim Türkiye’de
var olduğu söylenen değişim eğer
“yeni sosyoloji” kadrajında ise, o
zaman devletin tüm unsurları ve
toplumun tüm dinamikleri de bu
yeni durumun farkında ve başkanlık sistemine geçiş seanslarında olmak durumunda.
Bu geçiş seanslarının hazırlık ve
uygulamalarından sorumlu olan
Sayın Başbakan’ın 1. Olağanüstü
Kongre’de girizgâhı olan selam
faslının (insana, zamana, mekâna
selam) hangi insan, zaman ve
mekân tarafından “Aleyküm es-
selam” cevabıyla karşılanacağını
tespit etmiş olmasını zorunlu
kılar. Yani Sayın Başbakan, kime/
kimlere selam verdiğini “muhataplar” olarak netleştirmek durumunda.
Parlamenter sistemi koruyacak
ulusalcılar, paralel yapı, Ülkücüler
ve Millî Görüş başta olmak üzere, birçok sosyal harekete rağmen
başkanlık sistemini hangi toplumsal unsurlara ve sosyal tabakalara yaslanacağını şimdiden
öngörmek ve planlamak durumundadır Davutoğlu.
Başkanlık sistemini toplum dokusuna yedirmeden devlet içinde
bir oldubitti sistemi olarak var etmek nasıl mümkün değilse, “Yeni
Türkiye”yi de yeni sosyolojiye yaslamadan yürütmek olur ki, buna
“kitabına uydurmak” denir. Sayın
Davutoğlu da bilir ki, “inşa-ihya”
yukarıdan aşağıya ve algı yönetimiyle gerçekleşmez. Mesele kitabına uydurmak değil, “kitabın
rehberliği”ne uyum göstermektir.
Sayın Başbakan Davutoğlu, 1.
Servet Hocaoğulları
[email protected]
Unutmayalım ki
yıllarca “dindar”ları
tehdit unsuru gören
güçlerin kullandığı
profesyoneller (özellikle 28 Şubat sürecinde), şimdilerde paralel
yapıyla mücadeleye
destek adı altında
-fırsatını bulmuşkentoplumdaki dindar
dokuyu bozabilirler.
Nitekim bu aralar
(2014-2015 arası) kim
kimi harcamak istiyorsa, kim bir makama gelmek istiyorsa
profesyonel kiralayarak işini gördürüyor.
***
Sayın Davutoğlu’nun
ilk iki hamle için müktesebatı ve siyasî tecrübesi yetecektir. Ancak üçüncü hamlede
oldukça zorlanacağı
aşikârdır. Çünkü
Davutoğlu’nun destek
alacağı muhatapların
çoğu, AK Parti’nin
ihmal ettiği devlet
unsurlarında sırasını
bekleyen sadık ve
toplumsal dinamiklerin öznesi olan
öncü isimlerdir. Daha
açık söyleyelim: “AK
Parti’ye sadık isimler,
AK Parti içindeki listeden daha fazla ve
daha etkindirler.”
Varsa eğer AK Parti’ye sızmış veya sonradan profesyonel olmuş isimler, -üç
dönem hizmetine bakılmaksızın- bunları tasfiye etme cesaret ve eylemini
Sayın Davutoğlu gerçekleştirmelidir. Erdoğan sonrası Başbakanlık ve Genel
Başkanlık’tan öte olan “Lider” olmanın ilk kriteri de profesyonellere taş
çıkarttırmaktır.
eylül 2014
35
haberajanda
Kapak
Sayın Davutoğlu bir gerçeği görmelidir: Sayın Erdoğan başından beri profesyonellere karşı mücadele etti. Bugün
devlet ve hükümet, profesyoneller tarafından bir cemaati kullanarak kuşatılmıştır. Asıl stratejik derinlik, bu yapıyı
tasfiye edecek profesyonellere taş çıkartacak operasyonları yapmak ve sonuç almaktır. Bunun ilk adımı ise profesyonelleri tanımaktan geçiyor.
Olağanüstü Kongre’de “dokuz restorasyon
parkuru” çizmiş, ancak parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçiş sırasında
-bu parkurlarda- hangi insanın, zamanın ve
mekânın koşacağını ve en önemlisi üniversite, Diyanet, asker, STK vb. dinamikleri hangi modellerle başkanlık sistemine hizmet
ettireceğine ilişkin ipucu vermemiştir. Belki
de gizli stratejik derinlik içinde planlamaktadır ve zamanı geldiğinde paylaşacaktır.
Kesin olan bir şey var:Sayın Davutoğlu’nun
emanetçi olup olmadığını tam da bu nokta-
36
eylül 2014
da parlamenter sistemden başkanlık sistemine ülkeyi hangi “Selam-Aleykümselam”
parametreleriyle
geçireceği
belirleyecek. Dileğimiz, hoca ve filozof birikimi
Başbakanlık’a hizmet etsin ve Sayın Davutoğlu inşallah yeni sosyolojiye hazır olsun.
Cumhurbaşkanı farkı
Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Sayın Davutoğlu’na “Emanetçi değildir” derken yeni sosyoloji kadrajında Yeni
Türkiye hedefine ulaştıracak PIN kodlarını
verdiğini ve menü listesindeki dosyaların
Davutoğlu tarafından detaylı şekilde doldurulacağına olan güvenini ifade etmiştir.
Örneğin paralel yapıyla mücadeleyi dışişlerinde birkaç okul kapatmak, içişlerinde birkaç bürokrat tasfiye etmekle sınırlı
tanımlamakla değil, din-devlet ilişkilerinde
yeni “politik dindarlık” unsurların ortaya
çıkmasını engelleyecek ve dindar-laiklik
denklemini Yeni Türkiye’de mutlak bir formüle oturacak şekilde ortaya konulmak zorundadır. Paralel yapının insan kaynaklarına
operasyon yapılırken, samimi dindar kitle
ile onları kullanan profesyonelleri karıştırmadan yürütülecek algı yönetiminin kodları
şimdiden makul olmalıdır.
lere karşı mücadele etti. Bugün devlet ve
hükümet, profesyoneller tarafından bir cemaati kullanarak kuşatılmıştır. Asıl stratejik
derinlik, bu yapıyı tasfiye edecek profesyonellere taş çıkartacak operasyonları yapmak
ve sonuç almaktır. Bunun ilk adımı ise profesyonelleri tanımaktan geçiyor.
“Profesyoneller”
Kabul etmeliyiz ki yargıda, medyada,
ekonomide, siyasette “profesyonel” olarak
kodlamamız gereken ve güç-imkân-statü
denkleminde pozisyon alanlar var. Örneğin profesyonel savcılar, “itibar-rövanşprofesyonel alışveriş” parkurlarında operasyonlar yapar ve bunu da “yasal araçlar”
üzerinden gerçekleştirirler. Aynı pozisyon
alış, medya dünyasında da var. Çok sık saf
değiştiren medya organları ve çalışanları
mevcut. Hatta farklı alanlardaki profesyonellerin paslaşması hesaba katıldığında, bir
“piyasa”dan bile bahsetmek mümkün. Çoğu
zaman biz bu piyasa aktörlerini “partizanmilitan” diye isimlendirir ve sanırız ki bu
tiplerin bir safları, cepheleri vardır ve rakip/
düşmandırlar. Hayır, onlar hiçbir zaman
“taraf ” değiller, hatta saf değiştirmeleri bile
“ilkesizlik-döneklik-omurgasızlık” diye yaftalansa bile aslında olan biten, bu tiplerin
sadece “yeni iş” almaları ve gereğini yapma
görevidir.
Sayın Başbakan Davutoğlu, paralel yapının, devlet içindeki hiyerarşinin yanı sıra,
dini güç için kullanan dokuya imkan vermeyecek şekilde İslam-Müslüman ilişkisine
atfen “ilahiyat meseleleri” diyebileceğimiz
temel konulara toplumun yaklaşımlarını
sağlıklı zemine oturacak restorasyon eskizlerini şimdiden kamuoyunun ilgisine
sunabilmelidir. Aksi halde paralel yapının
hem devlet, hem de din için en iyi becerdiği
“kitabına uydurmak” metodu daha da yaygınlaşmış olacak ve özde değil, sözde paralel
yapıyla mücadele de sadece kitabına uydurmakla kalacaktır.
Sayın Davutoğlu bir gerçeği görmelidir:
Sayın Erdoğan başından beri profesyonel-
Nitekim 17 Aralık operasyonu bir profesyoneller hareketidir. Kuşkusuz bu işi
bir cemaat sipariş etmiştir, ancak inisiyatif
–hâlâ- bu profesyonellerdedir. Unutmayalım ki dindar grupları devlet sınırlarına eriştiklerinde profesyoneller karşılar. Bu tecrübe
ilk defa bu belirli cemaat ile (El-Cemaat)
ortaya çıkmış değildir. Sadece bu tecrübenin
bedeli ağır olacaktır.
Recep Tayyip Erdoğan’ı “usta” kılan bir
pratik de işte bu profesyonellere ilişkin yönetme becerisidir. Daha açık ifade edelim:
Sayın Erdoğan, profesyonel dünya ile mücadele ederek bugünkü zirveye ulaşmıştır.
Ancak Sayın Başbakan Davutoğlu’nun bu
alandaki karnesi henüz “kalfa” düzeyindedir.
Sayın Erdoğan, ona Başbakanlık adaylığı
desteği verirken gerçekte “usta” olma fırsatı
vermiştir.
Yargı mensubu, bürokrat, milletvekili,
akademisyen, gazeteci sıfatlı profesyonellerin iktidarla ilişkisi ve gücü alma kokuları
bize bir gerçeği hatırlatıyor: Vesayet bekçileri (paralı askerleri) profesyonellerdir.
Vesayete karşı mücadele edenlerin saflarında bile gizlenmiş profesyoneller olabilir
ki vardır. Sayın Başbakan Davutoğlu, tüm
hesap ve hedeflerinde profesyoneller tarafından kuşatılma riskini göz önüne almalıdır. Çünkü profesyonellere karşı hamleyi
yapmak için yine profesyonellerden kendisine, mesela bir mafya grubunu ortadan kaldırmak için bir başka mafyanın devreye girme cazibesi gibi bir piyasa teklifi gelebilir.
Unutmayalım ki yıllarca “dindar”ları tehdit unsuru gören güçlerin kullandığı profesyoneller (özellikle 28 Şubat sürecinde), şimdilerde paralel yapıyla mücadeleye destek
adı altında -fırsatını bulmuşken- toplumdaki dindar dokuyu bozabilirler. Nitekim bu
aralar (2014-2015 arası) kim kimi harcamak
istiyorsa, kim bir makama gelmek istiyorsa
profesyonel kiralayarak işini gördürüyor.
Çözüm Süreci’nde uluslararası profesyonellere, paralel yapıyla mücadelede dindar
profesyonellere, yeni anayasada profesyonel
bürokratlara dikkat etmek lazım. Örneğin
Davutoğlu, uluslararası satrançta bu tarz
profesyonelleri fark etmiş olmalı ki IŞİD
bile aslında mobil profesyonel askerlerden
oluşuyor ve cihada gittiğini sanan Müslümanları bile “kullanacak” deneyimli bir
profesyonel ekip olarak “iş bitirmek” noktasında her teklife açıklar. Ortadoğu, Amerika
ve İngiliz istihbaratının ve ona bağlı lojistik
destek unsurlarının örgütlediği mobil profesyonellerle doludur. Bu profesyonelleri
kullanmak fikrinin serencamı Suriye sürecinde sanırım test edilmiştir. Dolayısıyla
dış-iç profesyoneller, özel dosya olarak masada her zaman tutulmalıdırlar.
Nitekim “Filozof Başbakan” iltifatları da
bu iç ve dış profesyonel ağlara takılabilir. Bu
riski ise tek şey azaltır: Erdoğan’ın profesyonelleri yönetmedeki ustalığına teslim olmak. Çünkü Erdoğan’ı “gözüpek” yapan da
bu deneyimdir.
Bu arada, varsa eğer AK Parti’ye sızmış
veya sonradan profesyonel olmuş isimler,
-üç dönem hizmetine bakılmaksızın- bunları tasfiye etme cesaret ve eylemini Sayın
Davutoğlu gerçekleştirmelidir. Erdoğan
sonrası Başbakanlık ve Genel Başkanlık’tan
öte olan “Lider” olmanın ilk kriteri de profesyonellere taş çıkarttırmaktır.
Zirve siyasetinin sözlüğünde bir kural
vardır: Profesyonellerle savaşta emanetçi
eylül 2014
37
haberajanda
Kapak
ancak ayak bağı ve yumuşak dokudur. Davutoğlu bunun farkında olsa gerek…
Davutoğlu farkı
Siyaset ve uluslararası ilişkiler alanında
akademisyenleri dinlediğinizde, olması gerekenlere ilişkin gayet “rahat” analiz yaptıklarını fark ederiz. Bu rahatlığın
bir açık, bir de gizli nedeni vardır. Açık
olan neden, bilimsel yaklaşımın tarafsızlığından kaynaklanır. Gizli olan neden
ise, akademisyenlerin genelinin -istisnalar hariç-, uğruna bedel ödeyecekleri bir
hedef/ideal/hesap içinde olmayışlarıdır.
Hatta bu misyonsuzluğu “Bilim adamlığının objektifliğini bozabilir” gibi oldukça
bilimsel (!) bir gerekçeye yaslamaktadırlar.
Oysa insan-misyon ilişkisi, temel bir aidiyet ödevidir. Bu da akademisyeni objektif
değil, adil olmaya mecbur bırakır; adil olmanın gerektirdiği objektiflikle adalet için
kılını kıpırdatmayan objektiflik (!) bahanesini ayrıştırmak gerekir.
Bu bağlamda Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu,
insan-misyon ödevi ile bilim-gerçekler dengesini koruyarak raportör-operatör sıfatları
taşıyan değerli bir insan aydınıdır. Bugün
de Başbakan olarak teori-pratik uyumunun
örneklerini sergileyen bir devlet adamıdır.
Dolayısıyla Davutoğlu’nun, onu farklı kılan
özellikleri uzayıp giden bir liste olacak kadar zengindir.
Ayrıca her türlü marifet-iltifat seansla-
Zirve siyasetinin sözlüğünde bir kural vardır: Profesyonellerle savaşta emanetçi ancak ayak bağı ve yumuşak dokudur. Davutoğlu bunun farkında olsa gerek…
38
eylül 2014
rını hak eden biridir Hoca. Ancak Davutoğlu’ndan beklenenler, onun sahip olduğu
bu özelliklerle tek başına taşıyabileceği
ödevler değildir.
Paralel yapıyla mücadele, açılımlar, Çözüm Süreci ve yeni anayasa konularını “Yeni
Türkiye” sosyolojisi içinde sonuçlandırmak
için Sayın Davutoğlu’nun sadece devlet
imkânları ve hükümet tecrübesiyle değil,
aynı zamanda üç dönem kuralı sebebiyle
oluşacak yeni ortamı “Yeni AK Parti” tanımına uygun şekilde yeni isimlerden oluşturacağı ekiplerle kalıcı yapılara dönüştürmek
durumundadır.
2015 seçimlerine kadar bu ekipleri oluşturabilmesi için Davutoğlu’nun üç büyük
hamleyi bekletmeden gerçekleştirmesi gerekiyor.
Birinci hamle
2015 seçimlerinde milletvekili listesinde
yer alacak isimleri, “eski Türkiye” zihniyetini
ve o dönem siyasetçisi anlamında eski AK
Partilileri “baskın siyasetçi” olmaktan çıkarmak... Bunun için “Yeni AK Parti” ile “Yeni
Türkiye” arasındaki bağı “olmazsa olmaz”
bandında tutmak önemli.
İkinci hamle
“Yeni Türkiye Ofisleri” kurmak… Bunun için nitelikli raportör-operatör işlevli
“insan aydını” hareketi başlatmak lazım.
Başkanlık sisteminin altyapısını oluşturacak bu ofislerde ulusal-uluslararası idealleri
olan ve bu ideallere uygun donanımı olan
yeni kuşaklara öncü olmak gerekiyor. Sayın
Davutoğlu, akademik dünyada bu tarz bir
kuşak yetiştirmek için modeller geliştirmiş
biri olmasından mülhem bunu geciktirmemelidir. Ayrıca bu kuramsal eksene özellikle
Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ve üniversiteleri
hizmet edecek şekilde restore ve entegre etmek gereklidir.
Üçüncü hamle
“Yeni siyaset sözlüğü” ile sonuçlanacak
şekilde “din-laiklik-iktidar” denkleminde
kalıcı “yeni anayasa-yeni toplum” ilişkisini
normalleştirmek… Bunun için parlamenter
sistemi savunacak muhalefet bloğuna karşılık
başkanlık sistemine dayanacak toplumsal dinamikleri ve muhatapları örgütlemek lazım.
Profesyonellerin algı yönetiminin önünü keserek onlara haddini bildirecek “yeni siyaset”
aydınları yetiştirmek için siyaseti bir mutfağa
açmak gerekiyor. Böylelikle tek imkân Meclis veya parti içi siyaset olmaktan çıkar.
Sayın Davutoğlu’nun ilk iki hamle için
müktesebatı ve siyasî tecrübesi yetecektir. Ancak üçüncü hamlede oldukça zorlanacağı aşikârdır. Çünkü Davutoğlu’nun destek
alacağı muhatapların çoğu, AK Parti’nin
ihmal ettiği devlet unsurlarında sırasını bekleyen sadık ve toplumsal dinamiklerin öznesi
olan öncü isimlerdir. Daha açık söyleyelim:
“AK Parti’ye sadık isimler, AK Parti içindeki
listeden daha fazla ve daha etkindirler.”
Sayın Davutoğlu, AK parti için “vefa”
diyen üç dönem grubunun zamanla kapıda
beklettikleri bu dinamikleri,Yeni Türkiye’nin
gücü kılmalıdır. Çünkü AK Parti’yi toplum
içinde savunan ve gıyabî profesyonel avına
çıkan bu dinamikler AK Parti’nin sözünün
özüdür.
Artık Sayın Erdoğan’la 13 yıldır yürüyenlerin sadece dinlendirilmesi değil, aynı
zamanda Yeni Türkiye’de “bir bilen” ile sınırlı pozisyon almaları sağlanmalıdır. Bu bir
vefa-alınganlık meselesi değil, memleket(in
gelecek) meselesidir. Alınganlık göstermek
yerine olgunluk gösterme zamanıdır. Bu olgunluğu üç dönem kuralına takılacak isimler gösterebilmelidirler.
AK Parti, ancak yenilenirse DYP veya
ANAP gibi sonlanmayacaktır. Sayın Davutoğlu’nun 2023 Türkiye’sinde lider olması,
ancak devreye sokulması bir ihtimal kalan
eski AK Parti’ye teslim olmamasıyla mümkün olacaktır.
AK Parti’nin en uzun yılı
Yukarıda alt alta sıraladığımız notlar ışı-
ğında sanırım Sayın Davutoğlu’nun da hayatındaki hem en unutulmaz, hem de “en
uzun yıl” 2014 yazı ile 2015 yazı arasıdır.
Öncelikle AK Parti’nin kurucu ekibinin
üçte ikisi üç dönem kuralı gereği 2015-2016
Meclis döneminde bulunamayacaklar. Onlar için bu dönem, “şafak vakitleri” olacaktır.
Davutoğlu bu arada Yeni AK Parti inşa ve
ihya sürecini sürdürmek durumundadır.
En uzun yılın en tarihî özelliği ise, 2015
seçimlerinde önce yeni anayasa, daha sonra Yeni Türkiye için gerekli seçim zaferini
elde etmek ve bunun Meclis’e yansıması
olan yeterli milletvekili sayısını yakalamaktır. Bu noktada seçime girerken ilan edilecek milletvekili listesinde yer alan isimlerin
CV’lerinin ne kadar “yeni”lik içereceği ve
hangi kriterlere göre belirlendiğidir.
Başkanlık sistemi tartışmaları hararetlendiğinde toplumda farkındalık bilinci
oluşturmak ve sistemin devlet unsurları ile
toplumsal dinamikleri nasıl etkileyiciliği ve
dönüştüreceği noktasında kamuoyu oluşturmaya dönük ne tür programların planlandığı çok çok önemli bir konudur. Özellikle ara verecek AK Parti siyasetçilerinden
-seminer-konferans-kitap vb.- yararlanılabilmelidir. Dolayısıyla Sayın Başbakan için
2014-2015 yılı, ülkenin kader planında en
önemli yılı olduğundan, sadece siyasetçi ve
akademisyen müktesebatını meczetmesi
değil, ülkenin ve toplumun müktesebatını
da devletin koordinasyonunda meczetmesi
gerekiyor. Bu yıl, bu yüzden Davutoğlu’nun
dünya ve ahiret imtihanı için de en uzun yıl
olacak gibi. En doğrusunu Allah bilir.
Madem en doğrusunu Allah bilir, sonuç
olarak (kendimize özel) hatırlatmak isterim
ki, “İnsan, yapıp ettiklerini ancak vahiy üzere sağlamasını yaptığında en uzun yıl, yüzlerce yıla yayılan etkide olur”.
Sayısını veremeyiz ama bu ülkede ve
Müslüman dünyada Davutoğlu’nun tüm
kitaplarında “mümin” olmayı tüm sıfat ve
etiketlere öncelediğine şahit bir kitle var. Ve
yeni sosyoloji ile Yeni Türkiye kadrajında bu
önceliğin yansımalarına ilişkin destek ve duası çoktan kanatlanmış durumda o kitlenin.
Dua, “en uzun” ve “en zor” olanı kısaltma
ve kolaylaştıran bir güçtür. Dileğimiz, Sayın
Davutoğlu’nun kendi ellerine konması için
bu duaya uzanmasıdır. Çünkü Erdoğan’ın
bugünlere gelişinde duanın yerine sadece
gönüller değil, tarih de şahittir.
eylül 2014
39
haberajanda
Siyaset
Vesayet düzeninin kimi odakları halkın
değerlerine önem verenlerin eline geçmiş
olsa da, Türkiye’de vesayet düzeninin asıl
sahibi olan Boğaziçi Aşireti dimdik ayaktadır.
Çünkü para, Boğaziçi Aşireti’nin elindedir ve
ülkemizin eğitim sisteminde insan olmadığı
için, bu sistemde yetişen diplomalıların çoğunun belli birer fiyatı vardır. Eğitim sisteminin
belli fiyatı olan bu diplomalıları, devleti görünür hale getiren sistemin hangi biriminde
görev alırlarsa alsınlar, kendilerinin bedelini
ödeyen Boğaziçi Aşireti’nin dümen suyunda
gitmek zorundadırlar. Bu zorunluluk, kendilerine ne zaman ihtiyaç duyulursa o zaman
ortaya çıkmaktadır.
Ne mi demek istiyorum? Dün koyu bir yenilikçi görünen diplomalı, kendisine bugün
gerek duyulmuşsa, eski Türkiye’nin vesayet
düzeninin yanında yer alabilmektedir. Bunu
hepimiz, hemen her gün bir diplomalı üzerinde görürüz.
AHMET
DAVUTOĞLU’NDAN
BEKLENEN
H
ALKIMIZIN çok güzel bir sözü vardır: “Taş bitti, inşaat paydos!” Ve
aynı doğrultuda halkımızdan bir söz daha: “Unu eleyip, eleği duvara
asmak…” Halkımız, anlayanlar için tam anlamıyla irfan hazinesidir.
Her konuda söylediği ve söyleyeceği sözü mutlaka vardır. Yeter ki
ona kulak verilsin ve söyledikleri iyi anlaşılsın, elbette iyi anlaşılan o söze kıymet vermek ve söyleyenin diplomasızlığına bakıp küçük görmemek kaydıyla…
>> Bu duruma şöyle bir örnek verebiliriz:
Rivayetlere göre Behlül Dânâ meczup velilerdendir ve Abbasi Sultanı Harun Reşid’in
sütkardeşidir. Biri Behlül Dânâ’ya gelir ve
zengin olmak istediğini, kendisine akıl vermesini söyler. Behlül Dânâ, “Demir al, demir
40
eylül 2014
sat” der. Adam Behlül Dânâ’nın dediğini yapar ve demir alıp satarak zengin olur, ancak
kendisine tekrar gelir ve daha çok zengin olmak istediğini, kendisine akıl vermesini söyler. Behlül Dânâ, bu kez “Soğan al, soğan sat”
der. Adam demirde yaptığı gibi soğanı alır,
depolar, çürütür ve elindekini avucundakini
kaybedip iflas eder.
Pür hiddet Behlül Dânâ’nın yanına gelen
adam, “Önce verdiğin akılla zengin oldum,
sonra verdiğin akılla iflas ettim. Utanmıyor
musun, bunu bana niye yaptın?” der. Behlül
Dânâ gayet sakin cevap verir: “Sen önce geldiğinde Behlül Dânâ’dan akıl istedin, o da verdi; zengin oldun. Fakat daha çok zengin olmak istediğinde, paranın verdiği şımarıklıkla
Behlül Dânâ’dan değil de Behlül Divane’den
akıl istedin, o da verdi; fakir oldun. Şimdi
anladın mı bre ahmak! İlki Dânâ’nın (arif )
Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen
[email protected]
Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ilk
yapacağı şey, iyi bir inceleme ve
değerlendirmeyle vesayet düzeninin
sistem içindeki varlığının haritasını
çıkarmak olmalıdır. Bu yapılmadan
ve vesayet düzeni gereği gibi teşhis
edilmeden eski Türkiye’yi ayakta
tutmaya çalışan birimlerle gereği
gibi mücadele edilemez.
liğimiz?” Tevfik İleri, Başbakan Adnan
Menderes’i üzüntüyle cevaplar: ”Efendim,
siz o gençliğin ocaklarını 1952’lerde kapattınız!”
aklıydı, ikincisi Divane’nin (deli). Divanenin
aklı ancak bu kadar olur…”
Bu, yöneticinin halka bakış açısını ayar etmesi ve gerekirse düzeltmesi için muhteşem
bir kıssadır. Yöneticilerimiz halkımıza iner,
onunla hemhal olur, onun dediklerine kulak
verir ve ondan duyduklarını akıl süzgecinden
geçirerek iyi değerlendirecek olurlarsa, kesinlikle yanılmaz ve hep doğru işler yaparlar.
Bu söylediklerimizi bir başka örnekle
müşahhas hale getirelim. 1960 yılının 27
Mayıs’ında ordumuzun içinde yuvalanmış
olan çete, bir gece yarısı darbesi yapar ve
10 yıllık Demokrat Parti iktidarını tereyağından kıl çekme kolaylığında alaşağı eder.
Üstad Necip Fazıl’ın o muhteşem ifadesiyle
söyleyecek olursak, “Bir gece yarısı baskınıyla yoğurttan hükümeti kartondan bıçakla
devirirler”.
Bu arada 27 Mayıs Darbesi’ne giden yollara taş döşendiği zaman diliminde öğrenci
olayları tezgâhlanmış, dışarıdan güdümlü
olan gençlik, sokakları ve meydanları hareketlendirmeye başlamıştır. Başbakan Adnan
Menderes, yanındaki Milli Eğitim Bakanı’na
sorar: ”Tevfik (İleri) Bey, hani bizim genç-
Evet, bir avuç çete, bir gece yarısı darbesiyle yoğurttan hükümeti kartondan bıçakla
devirmiş, 14 Mayıs 1950 ile 27 Mayıs 1960
arasındaki 10 yılda CHP’ye üç seçim hezimeti yaşatan ve milletin değerlerine sahip
çıkan Demokrat Parti’yi tarihten silmişti.
Darbenin sözcüsü Alpaslan Türkeş, darbenin ısmarlama lideri ise Cemal Gürsel’di. Ve
ısmarlama darbe lideri Cemal Gürsel’e göre
10 yıl boyunca CHP’yi hezimetten hezimete
uğratan Demokrat Parti’ye destek veren büyük halk kitlesi, bundan böyle kuyruklar ve
düşüklerdi.
27 Mayıs 1960’tan başlayarak Türkiye’yi
çıkmazdan çıkmaza sürükleyen, her defasında halk çoğunluğunun seçtiği muhafazakâr
iktidarların analarından emdiklerini burunlarından getiren vesayet düzeni, darbeden
sonra yapılan anayasa ile kurulmuş oldu.
eylül 2014
41
haberajanda
Siyaset
Daha açık bir ifadeyle, daha önceden var olan
vesayet sistemini korumak ve kollamak için
kurulmuş olan CHP’nin 1923’ten 1960 yılına kadar geçen 37 yılda bu koruma-kollama
görevini yapamayacağı ve hiçbir zaman diliminde seçimle iktidara gelmesinin mümkün
olmadığı anlaşıldığından, sistemin aksayan
tarafları ince elenip sık dokunan bir değerlendirmeden sonra yapılan anayasa ile yeniden düzene sokuldu ve iyice tahkim edildi.
Bu öyle bir tahkimdi ki, CHP’nin dışında
iktidara kim gelirse gelsin, muktedir olma
imkânı bulamayacaktı.
Nitekim halkın oylarıyla iktidara gelen
bütün sağ iktidarlar, vesayet düzenin organları tarafından kuşatılmış ve bu organlar, halkın oylarıyla seçilen iktidarın başında
Demokles’in kılıcı gibi durmuşlardır…
Tetikçiler değişir…
Vesayet düzeninin kimi odakları halkın
değerlerine önem verenlerin eline geçmiş
olsa da, Türkiye’de vesayet düzeninin asıl sahibi olan Boğaziçi Aşireti dimdik ayaktadır.
Çünkü para, Boğaziçi Aşireti’nin elindedir
ve ülkemizin eğitim sisteminde insan olmadığı için, bu sistemde yetişen diplomalıların
çoğunun belli birer fiyatı vardır. Eğitim sisteminin belli fiyatı olan bu diplomalıları, devleti görünür hale getiren sistemin hangi biriminde görev alırlarsa alsınlar, kendilerinin
bedelini ödeyen Boğaziçi Aşireti’nin dümen
suyunda gitmek zorundadırlar. Bu zorunluluk, kendilerine ne zaman ihtiyaç duyulursa
o zaman ortaya çıkmaktadır.
Ne mi demek istiyorum? Dün koyu bir yenilikçi görünen diplomalı, kendisine bugün
gerek duyulmuşsa, eski Türkiye’nin vesayet
düzeninin yanında yer alabilmektedir. Bunu
hepimiz, hemen her gün bir diplomalı üzerinde görürüz.
Burada özellikle belirtmek istediğim husus şudur: Vesayet düzeni düne göre sistemin
içindeki bazı kalelerini kaybetmiş olsa da,
esas olarak gücünden fazla bir şey kaybetmiş
değildir. Dün ordumuzun içindeki çeteyi yapılacak işlerde tetikçi olarak kullanırlarken,
bugün sistemin içindeki bir başka birimi
tetikçi olarak kullanma imkânına sahiptirler.
Üstelik bu yeni tetikçilerin silaha da ihtiyaçları yoktur.
Bu bakımdan Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ilk yapacağı şey, iyi bir inceleme ve
değerlendirmeyle vesayet düzeninin sistem
içindeki varlığının haritasını çıkarmak olmalıdır. Bu yapılmadan ve vesayet düzeni gereği
gibi teşhis edilmeden eski Türkiye’yi ayakta
tutmaya çalışan birimlerle gereği gibi mücadele edilemez.
Kardeşlik ve
milli dayanışma
Ahmet Davutoğlu’nun yapması gereken
ikinci önemli şey de bu ülkede iyice bozulan kardeşliği yeniden tesis etmek olmalıdır.
Yıllardır Dışişleri Bakanı olarak çalışmış biri
olduğu için, zaten hiç dinmeyen Haçlı zihniyetinin tekrar hortladığını ve azgınlaştığını
en iyi bilen kişidir. Biz eğer tarihe yürüyüşümüzün zamanı geldiğine inanıyorsak ve bu
yürüyüşü yapacaksak, bu sadece AK Parti’ye
oylarını veren seçmenlerle olmaz. Bilinen
sosyolojik bir gerçek vardır ki, hangi siyasî
partiden, hangi etnik kökenden ve hangi dini
gruptan olursa olsun, bu milletin büyük çoğunluğu vatanperverdir ve milleti millet yapan değerlere sahiptir.
Yapılacak şey, bu değerlerin ve ülkenin
karşı karşıya bulunduğu tehlikenin kendilerine anlatılması ve bu ülkenin güçlenmesinden
endişe eden güçlere karşı mücadelede omuz
omuza gelişin sağlanmasıdır. Bunu yapmak
elbette kolay bir şey değildir, fakat yapılması
mutlaka gereklidir. Aksi halde tarihe yürüyüşümüz gerçekleşemez ve başarılı olamaz.
1974 yılındaki Kıbrıs çıkarmasında bu milletin nasıl bir araya geldiğini, yaşı 55-60 civarında olanlar bilirler.
Maalesef adı milli olduğu halde millilikle, çağdaşlıkla, en kötüsü insanla hiç alakası
olmayan eğitim sistemi sayesinde o zamandan bu zamana geçen 40 yıl içinde kötüye
doğru çok şey değişmiştir. İletişimin dünyayı
avuç içine soktuğu bir zaman diliminde, internetin başına geçen herkes bütün dünyayı
görmekte ve tanımakta, bu da ülkemizdeki
kimi aksaklıklar nedeniyle insanımızda akıl
almaz bir Batı hayranlığına yol açmaktadır.
Değişik nedenlerle Batı’ya giden insanlarımızda bu hayranlık çok daha fazladır. Bir
milletin özellikle de genç nüfusunun böylesi
bir Batı hayranlığına düşmüş olması, ülkenin
geleceği açısından hiç de iyi değildir ve doğru bir ifadeyle çok kötüdür. Böyle bir durum,
kardeşliğin ve milli dayanışmanın sağlanmasında çok büyük engeldir ki Hükümet’in bu
konu üzerinde önemle durması gerekir.
Gençliğin Batı hayranlığı öyle ileri derecededir ki, Batı’nın bütün dünyayı kan gölüne
çevirmiş olması ve her gün bütün dünyada
binlerce kişiyi öldürmesinin de hiç önemi
yoktur.
Son tavsiye
Ahmet Davutoğlu, bir eğitimci
olarak bütün bu söylediklerimizin iyi insan olmadan
gerçekleşmeyeceğini bilmektedir. Davutoğlu bilmektedir ki
iyi insan, insana önem veren,
çağın içinde olan, iyi bir eğitim
sistemiyle ancak gerçekleşecektir. Ve o sistem, bu sistem
değildir.
42
eylül 2014
Ahmet Davutoğlu, bir eğitimci olarak bütün bu söylediklerimizin iyi insan olmadan
gerçekleşmeyeceğini bilmektedir. Davutoğlu
bilmektedir ki iyi insan, insana önem veren,
çağın içinde olan, iyi bir eğitim sistemiyle ancak gerçekleşecektir. Ve o sistem, bu sistem
değildir.
haberajanda
Siyaset
B
Cüneyt Akar
[email protected]
U ülke, son 12 senede yeni
yüzyılın liderini tanıma
şansı buldu. Partisini üçte
bir oy oranıyla iktidara
getirdiği siyaset macerasını 12 senede yarının da
üzerine taşıyan, iktidarda
olmanın dezavantajını
yaşamadan her seçimde
oyunu arttıran Erdoğan,
seçmen için aranan kandı.
Seçmen onun hitabetini,
bazen sert üslûbunu,
bazen babacan tavrını
sevdi. Atılan her yumruğu
savuşturmasını, attığı her
yumrukta rakibini abondone etmesini sevdi. Uzun
boyunu, futbol aşkını,
kızdığında sövmesini, öfkesinde ortalığı yıkmasını,
muzaffer bir siyasetçinin
“Ben” değil, “Biz” demesini,
koltuğa yapışmayacağını
söylemesini de sevdi.
Ve sevdiğine sahip çıkıp
siyasetin de üstüne taşıdı
verdiği oylarla.
Düşününüz lütfen:
Rahmetli Erbakan,
Erdoğan’dan daha kıymetsiz biri miydi ki siyasi
hayatı boyunca Erdoğan’ın
aldığı oyları alamadı? Peki,
Erdoğan’ın ekibi mi mükemmeldi de bu başarılara
imza attı? AK Parti’nin
kuruluşundaki isimlere ve
bugüne kadar da gelenlere
baktığınızda, çekirdek
kadronun neredeyse
aynı olduğunu görür ve
yukarıdaki iki soruya da
“Asla!” cevabını yapıştırırsınız diye düşünüyorum.
Demem o ki, AK Parti’nin
12 yıllık başarı öyküsü,
aslında bizatihi Erdoğan’ın
liderlik öyküsüdür. Zira
liderlik özel bir vasıftır. Ve
siz istemeseniz de gelir,
üzerinize yapışır. Aynen
Çanakkale’deki zaferin
küçük bir parçasına ortak
olmaktan başka askerî başarısı bulunmayan birinin,
Anadolu’daki ayaklanmayı
organize edip İsmet Paşa
kumandasında Yunanlıları
ülkeden sürdükten sonra
Davutoğlu şunu bilecek
kadar akıllı bir insan: Kaybederse gidecek, kazanırsa
Erdoğan geri gelecek. Yani
her iki durumda da onun
başbakanlığı, olsa olsa
2019’a kadar sürecek.
Davutoğlu’yla
nereye kadar?
BİZİM UMUDUMUZ, bu hesapları yapmadan, memleket
aşkıyla işe sarılacak yöneticiler tarafından yönetilmek.
Bu konuda da tarihimiz boyunca (birkaç istisna hariç) çok
şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Yeni Türkiye’nin yeni
Başbakanı Ahmet Davutoğlu da ikbal peşinde koşmak yerine, millet uğrunda çalışmayı ön planda tutacak özel biri.
80 yıl boyunca bu memleketin lideri olduğu gibi…
Mustafa Kemal’den sonra CHP’nin, Özal’dan sonra
ANAP’ın, Demirel’den
sonra DYP’nin yaşadığı
travmayı, çöküşü ve hatta
yok oluşu AK Parti nasıl atlatacak? İşte tehlike burada
başlıyor Davutoğlu için.
Daha önce de yazmıştım AK Parti hakkında
“Maalesef bir lider partisi”
diye. Erdoğan AK Parti’nin
lideri olsa bu sıkıntı olmayacaktı elbette. Erdoğan
cumhurbaşkanı seçilene
kadar, korkulan tek şey
partinin onsuz yürüyemeyeceği idi. Ancak veda
konuşmasındaki “Bu bir
veda değil” vurgusu ve
başkanlık sistemi beklentisi, şimdilik bu kaygıyı
cepte tutmaya yaramış
gibi görünüyor.
Son yazımın sonunda,
daha Erdoğan yeni genel
başkan adayını açıklamadan, hatta işaret etmeden
önce en uygun adayın
Davutoğlu olduğu fikrimi
beyan etmiştim. Bu fikrimde en ufak bir değişiklik
yok. Ama biliyorum ki
seçmen, Davutoğlu’nda
Erdoğan’ın duruşunu, diksiyonunu, kavgasını, hatta
kokusunu aramaya başlarsa ilk genel seçim, partinin
oylarının düştüğü seçim
olabilir. Daha ilk günde
önümüze koyulan “2015
seçimlerinde Anayasa’yı
değiştirecek çoğunluk”
hedefine rağmen referandum çoğunluğunu bulmak
bile güçleşebilir.
Bu tehlikeyi bertaraf etmek de o kadar kolay değil.
Cumhurbaşkanı ile sınırsız,
sonsuz bir ittifak içinde
olursa adı “kukla Başbakan” olacak ve seçmenin
“delikanlılık” sınavından
zayıf not alacak. Erdoğan’ı
zaman zaman da olsa
yok sayıp kendi kafasının
dikine giderse, o zaman da
“hain Başbakan” olacak.
Öyle zannediyorum ki
Davutoğlu, 2015 seçimlerine kadar ılımlı, Erdoğan’la
çok fazla siyasî mesaiye
girmeyen ama onun politikalarından da ayrılmayan
bir çizgi ile gidecek ve her
ne konuda olursa olsun,
medyaya yansıyacak bir
ihtilaf yaşanmaması için
uğraşacak. Ancak bir an
önce seçim sath-ı mailine
girip ülke yönetiminin kim-
de olduğu ile ilgili detayları
gözlerden kaçırma gayreti
içinde de olacak.
Davutoğlu şunu bilecek
kadar akıllı bir insan: Kaybederse gidecek, kazanırsa
Erdoğan geri gelecek. Yani
her iki durumda da onun
başbakanlığı, olsa olsa
2019’a kadar sürecek. O
arada ya yerine Abdullah
Gül oturur ya da dönem
sonunda Erdoğan, “Başkan” sıfatıyla gelip Başbakanlık makamını ortadan
kaldırıverir.
Bu hesapların hepsini, o
makamlarda oturanlar da
düşünebilir elbette. Ancak
bizim umudumuz, bu hesapları yapmadan, memleket aşkıyla işe sarılacak
yöneticiler tarafından
yönetilmek. Bu konuda da
tarihimiz boyunca (birkaç
istisna hariç) çok şanslı
olduğumuzu düşünüyorum. Yeni Türkiye’nin
yeni Başbakanı Ahmet
Davutoğlu da ikbal peşinde koşmak yerine, millet
uğrunda çalışmayı ön
planda tutacak özel biri.
Az önce yaptığımız siyasî
hesapları bize bırakıp,
oturduğu kutsal koltuğun
hakkını verecektir.
eylül 2014
43
haberajanda
Analiz
Artık çuvaldızı b
Sayın
Erdoğan’ı
Cumhurbaşkanlığından
itibaren biraz
daha dikkatle,
biraz korku
ile ama daha
çok ümit ile
izlemekteyim
çoğunuz gibi.
Bölgemizin
hareketlendiği bugünlerde
dış politikanın
deneyimli
uzmanı yeni
Başbakan’dan
en büyük
beklenti, değişen dünya
dengelerine
karşı doğru
reflekslerin
geliştirilmesidir. Bakalım
bayrak devri,
taşıması gereken anlamı
taşıyacak ve
Başbakanımız
Davutoğlu,
kendisinden
hasretle beklenen ivmeyi
gösterebilecek mi?
44
eylül 2014
O
RTADOĞU’da ateş hiç bitmiyor. Rafa kaldırıldığı söylenen BOP projesi yeni revizyonlarla
sahneye konuluyor. Her yıl binlerce Müslüman, çoğunlukla sözde Müslümanlar eliyle
Batı kontrollü mekanizmalarla katlediliyor. Ve
yıllardır bizzat ülkemizin de çağrıda bulunduğu Birleşmiş Milletler, en kanlı olaylardan günler sonra ancak
kınama mesajı yayınlıyor.
>> Böyle bir dünyanın içinde
yer alan, farklı hassasiyetleri taşıyan, mazluma yardımın insanî bir
görev olduğunu düşünen ülkem,
bu konjonktürde artık farklı bir
konumda yer almalı. Her fırsatta
ifade ettiğimiz gibi, madem güçlü olmak gerekiyor ve güçlü olan,
bütün dünyanın dengelerini değiştirebilecek hamleleri atabiliyor, o
halde bu güç, “merhamet ve adalet”
kavramlarına sahip olan insanların
elinde olmalı.
Oysa bugün Türkiye ve birkaç
istisna ülke dışında hangi İslam
coğrafyasına baksanız, İslam’ın
söz ettiği iradeden, dünyaya halife insan sorumluluğuna uzanacak
insanı bulmayı bırakın, kan dökülmeyen, sömürülmeyen bir yer
göremiyorsunuz.
“Özlediğimiz
gelişmeler oluşuyor” derken seçim
sıcağının etkisi ile söylemiyorduk
bunu. Ama artık ötesine uzanmanın vaktidir. Artık kaybedecek tek
bir yılın olmadığı bir zamandayız.
Bu ülkenin refahı, bağımsızlığı
adına, el uzatılan binlerce yurtsuzun gelecekleri adına toparlanma
vaktidir artık.
İktidar garantili AK Parti hareketinin bu ülkede nihayet kurulan
hayallerin mimarı olduğu doğrudur. Ama bu hayallerin gecikmesi
bizzat onların eliyle olacaksa, maalesef sadece bu umutlar değil, son
yıllarda temsil edildiğini, anlaşıldığını zanneden halkın birilerine,
siyaset kurumlarına olan inancı da
kalmayacaktır. O halk ki, son derece önemli yolsuzluk iddialarına,
yıllarca halledilmeyi beklediği bir
yığın soruna ve alt gelir grubuna bir türlü ulaşmayan yükselme
rakamlarına karşın desteğini sürdürmüştür. O insanlar, “Vatanım!”
diyerek şehit olmayı göze aldığı bu
topraklarda bir metrekare olsun
toprağı yokken, “Bin canım feda
olsun!” diyen, aldığı asgari ücretin
yarısını kiraya verenlerdir.
Yeni’ye
hazırlanırken
kabarcıklara dikkat
AK Parti, iktidarı boyunca geçirdiği zorluklara rağmen en azından
ekonomik alanda her kesimin takdirini kazanan bir istikrar gösterdi.
Zorlu süreç hâlâ bitmedi, çünkü
zengin ile fakir arasındaki makas
henüz bir hayli açık. Hâlâ istenen
gayrisafi milli hâsıla oranlarına
ulaşamadık. Hükümet’in ekonomi
kadar başarılı olamadığı alanlar var
ve bunun başında da eğitim geliyor. Milli Eğitim yıllardır deneme
yanılma metodu ile türlü değişiklikler yaşarken, AK Parti’nin 12
yıllık iktidarı da bu kaderi değiştiremedi.
Oysa aynı hükümetin ARGE’ye verdiği önemi, son yıllarda
atılan sanayi hamlelerini, kurulan
hayalleri heyecanla izliyoruz. Bilimsel ve teknolojik gelişmeye ayrılan bütçenin bu kadarı yetmiyor
maalesef. Bu ülkenin devlet okullarında okuyan çocuklarının bile
Fatih Projesi ile bilgisayar çağının
gerektirdiği imkânlara kavuşuyor
olması çok güzel. Ancak her bakan
değişiminde yepyeni uygulamaların ortaya konulması, 2023-2071
hedeflerinden bahsederken hâlâ
uzun soluklu bir Milli Eğitim politikamızın olamayışı düşündürücü.
Milli Eğitim’de niteliği arttırmayı bırakın, son yıllardaki
uygulamalarda yapılan yanlışlıklar aksine hizmet ediyor. Tek bir
noktaya odaklanarak alınan kararlar da istenilen sonucu vermiyor.
Öğretmenlerin, bu çağın çocuklarına hitap edip edemediklerini,
öğretmenliğe yeterince hazırlanıp
hazırlanamadıklarını tartışamıyoruz hâlâ. Sadece eleme maksadını
taşıyan, öğretmen yetilerini ölçemeyen sınavları geçtim, kalifiye
elemanları bile koruyamıyoruz biz
bu sistemde. Paralel avının doğal
bir sonucu olan idareci değişikliklerinde izlenen yöntemse amacını
aşmış durumda. Bütün yönleri ile
ele alınmadan, yetkinlik belirleme
ölçütlerinin sağlıklı olup olmadığı
konuşulmadan uygulanan bu yöntem, kazanılmış hakları da sıfırlayan, üstüne yetişmiş idarecilerin
büyük ölçüde kaybedilmesine yol
açabilecek bir hale dönüştü.
Bir insan kolay yetişmiyor. İdareci olmaksa deneyimle ustalık kazanılan, geliştirilen bir yön, ancak
zekâ, akıl, eğitim elbette önemli ve
her öğretmenimizin buna zaten sahip olduğunu kabul etsek de deneyimin ağırlığını nereye koyabiliriz?
Kolay mı yetişiyor insan? Teori ile
pratiğin hayata geçirilmesi birkaç
ayda olabilecek bir mesele midir
her zaman?
17 Aralık’ta hedeflenen şeyin
ne olduğu malum. Elbette kişisel
yahut grup çıkarlarını milli hedeflerimizin önüne koyan insanlara
engel olunmalıdır. Milletin iradesi
ve bağımsızlığımızsa tartışmasız
her şeyin üstündedir. Ancak uygulamadaki yanlışlık, gerekli bütün
organlar, kişiler ile ele alınmalı ve
mevcut birikimin değerlendirildi-
Nadire Çamlı Yıldırım
[email protected]
atırma zamanı
AK Parti’nin, tarihinde hiç olmadığı kadar
çalıştıracağı bir özdenetim ve eleştiri
mekanizması ile Hükümet’ten alt kadrolara
dek mevcut hatalarının sıfırlandığı yeni bir
tarih yazmasını umuyorum.
ği, yeniliği de mümkün kılacak bir düzenleme üzerinde çalışılmalıdır.
İstenilen hedeflere böyle bir sistemle ulaşılması mümkün değildir. Devleti yüceltmenin insanı
yüceltmekten geçtiğine inanan bizler, tek bir ferdi
bile harcamadan, her ferdin en mükemmel geleceği
hayal edebileceği bir ortam sunmalıyız. Onun yolu
da önce eğitim, illa ki eğitim olacaktır. Bu ülke, eğitimde yaptığı hataları sıfırlamak zorundadır. 2071
geleceğini inşa etmenin ilk adımı bu olmalıdır.
İstişare mekanizmasının gerçek anlamda çalışmaması ve aklın birliğinden faydalanılamaması, pek
çok kurumun ana sorunlarından biridir. Aile içinden küçük işletmelere, belediyelerden farklı kurumlara dek pek çok yerde aynı hatanın -hem de sürekli- yapıldığını görmek üzücü. “Ben yaptım, oldu!”
anlayışı ile çiftlik yönetir gibi insan ve finans kaynaklarının yönetilebileceğini sanmaksa artık çoktan
tarihe karışması gereken bir yanılgıdır sadece.
İstatistik, psikoloji, sosyoloji, fütüroloji vb. bilim
dalları, insanlığa hizmetin, mevcut imkânları iyileştirmenin yolunu genişletirken, eskiden ancak deneyerek alınan sonuçlar bugün bilgisayar programları
ile tahmin edilebilir düzeye gelmişken, bu geleneksel bakışın değişmemesi bize ancak kaybettirir.
Zamanı, enerjiyi, insanı, hayalleri, geleneği ve
nice ve nicesini korumalıyız; ancak gelenek haline
dönüşen hatalarımızı değil. Köklü mirasın bize ilettiği adalet, merhamet, inşa kültürünü, insani vasıflarımızı, bizi üstün insan olmaya yaklaştıran bütün
o güzel, kadim değerleri korumalı, sahiplenmeli,
sevdirmeliyiz.
Sayın Erdoğan’ı Cumhurbaşkanlığından itibaren
biraz daha dikkatle, biraz korku ile ama daha çok
ümit ile izlemekteyim çoğunuz gibi. Bölgemizin
hareketlendiği bugünlerde dış politikanın deneyimli uzmanı yeni Başbakan’dan en büyük beklenti,
değişen dünya dengelerine karşı doğru reflekslerin
geliştirilmesidir. Bakalım bayrak devri, taşıması
gereken anlamı taşıyacak ve Başbakanımız Davutoğlu, kendisinden hasretle beklenen ivmeyi gösterebilecek mi?
AK Parti’nin, tarihinde hiç olmadığı kadar çalıştıracağı bir özdenetim ve eleştiri mekanizması ile
Hükümet’ten alt kadrolara dek mevcut hatalarının
sıfırlandığı yeni bir tarih yazmasını umuyorum.
Türkiye tarihinde, devlet zirvesinde ilk kez görülen bir uyumun hızlı yükselişinin gurunu yaşamak,
hep birlikte daha güzel bir Türkiye’nin ve dünyanın
ayak seslerini işitmek dileği ile…
eylül 2014
45
haberajanda
Siyaset
Büyük bir devrim gerçek
Y
AKIN zamana kadar AK Parti ile vesayet sistemi arasında bir mücadele vardı. Milli iradeyi arkasına alan AK Parti, bu mücadeleden galip
çıktı. Son iki seçimde ise yine AK Parti’nin bu kez paralel koalisyonla
arasında bir mücadele vardı. Milli iradenin desteklediği AK Parti ve
Erdoğan, her türlü kumpasa rağmen yine galip gelmeyi başardı.
>> Sayın Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçileceği, beklenen bir durumdu. Milli iradeyi
hafife alan ve kendince derin planlar kuran
“paralel yamalı muhalif koalisyon” hariç aklı
başında olan hemen herkes, Erdoğan’ın seçimi kolay bir şekilde kazanacağını tahmin
ediyordu. Beklendiği gibi oldu ve milli irade
paralel yamalı muhalif koalisyonun atanmış
adayına prim vermedi. Beklendiği gibi oldu
ve Türkiye’nin 12. Cumhurbaşkanı olarak
Recep Tayyip Erdoğan seçildi. Ve yine beklendiği gibi oldu, muhalif cephe seçim sonrası artık alışageldiğimiz gibi yenilgisini kabul
etmeyerek milli iradenin tercihini hazmedemedi.
Muhalefetin milli irade
hazımsızlığı
Halkın tercihine saygı duymayı öğrenemedikleri için kaç seçimdir tercih edilmediklerini
ve kim bilir kaç seçim daha edilmeyeceklerini
anlayamadılar. Kazanmak için her türlü kirli
ittifakın içine girdiler, beceremediler, kaybettiler, sandıktan çıkan sonucu hazmedemediler. Cumhurbaşkanı’nın yemin törenini sözüm
ona protesto ettiler. Beceremedikleri gibi, bu
sefer rezil de oldular. Protesto edilenin sadece Recep Tayyip Erdoğan değil, ona oy veren
milyonların, Başkomutan’ı olacağı TSK’nın
ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin olduğunu anlamayacak kadar sığ bir görüşe sahipler.
Eylemleri kendilerine döndü ve Meclis’teki
saygısızlıkları hem Meclis tutanaklarına, hem
de bu milletin hafızasına yazıldı.
Kılıçdaroğlu, seçim sonrası olağanüstü
kongrede yeniden seçilmeyi başardı. Parti
delegeleri muhtemelen alternatifsizlikten ve
seçilecek farklı bir liderin partide bölünmeye
sebep olabileceği endişesi ile tercihlerini yine
Kılıçdaroğlu’ndan yana kullandılar. Ancak
CHP’de kim başa gelirse gelsin, ister sağa,
ister sola yaslansın, ister İslamcı, ister Alevi
olsun, ister milliyetçi, ister komünist olsun,
hâsılı ne olursa olsun, partinin iktidar olma
şansı çok zor.
46
eylül 2014
Bu zorluğun sebepleri ise şunlardır: 1-Bu
millet geçmişte CHP’nin yaptıklarını ve millete olan zulmünü biliyor. CHP, değiştiğine
(bu milletin hafızasını silmeden kesinlikle)
kimseyi inandıramaz. 2-CHP, vesayet sisteminin öz be öz çocuğudur. Vesayet sistemi kendini yaşatmak için CHP’yi kurmuş ve sistemi
koruma kollama görevini bu partiye vermiştir.
Bu yüzden vesayet sistemi CHP’nin genetiğine işlenmiş, statükocu zihniyet yapısı hücrelerine kadar kodlanmış durumdadır. Yapılan her
icraatta -her ne kadar saklamaya çalışsalar dabu yapının izleri görülüyor. CHP istese de değişemez; değişim, onun doğasına aykırı. 3-AK
Parti’nin ürettiği politikalara alternatif politika
ve çözüm üretecek kadrosu yok.
Aynı şekilde MHP’nin de mevcut anlayışı ile iktidar olma şansı çok zor. Ona dair
sebeplerde şunlar: 1-MHP’nin milliyetçilik
dışında geliştirdiği herhangi ciddi bir doktrini yok. 2-MHP’nin Türkiye dış politikasının temelini çözümsüzlük, iç politika temelini ise inkâr oluşturuyor; yani bugünkü
Türkiye’nin çok gerisinde kaldı, hâlâ 70’lerde.
3-MHP’nin mevcut siyasî refleksi “Bekle,
gör!” ve “Rüzgârın estiği yöne göre hareket et”
politikasına göre şekil alıyor. Bu politika yüzünden kararsız ve ılımlı bir siyaset izleyerek,
aslında etkisiz bir aktör olmaya devam ediyor. 4-Aynı CHP gibi, alternatif politika ve
çözüm üretecek bir kadrosu yok.
En önemlisi de nedir, biliyor musunuz? Bu
iki parti, Yeni Türkiye’nin değişen ihtiyaçlarına cevap verebilecek, büyük hedefler belirleyebilecek ve sorunlara çözümler üretebilecek
potansiyele sahip değiller. Yeni Türkiye’de bu
partilere ihtiyaç kalmadı.
62. Hükümet ve
Ahmet Hoca
AK Parti ve Erdoğan neden “Ahmet Davutoğlu” dedi? Davutoğlu’nu farklı yapan neydi?
AK Parti Genel Başkanlığı ve Başbakanlık
için Recep Tayyip Erdoğan’ın yerine Ahmet
Davutoğlu’nun seçilmesi, Hoca’yı tanıyanlar
için aslında beklenen bir durumdu ve büyük
bir sürpriz değildi.
Recep Tayyip Erdoğan, “Büyük Türkiye”
hayalini gerçekleştirmenin, hayalleri en az
kendisi kadar büyük, bu büyük hayale ulaşmak için en az kendisi kadar çalışacak, en
az kendisi kadar azmi, cesareti, kararlılığı ve
inancı olan bir kurmay ekiple mümkün olabileceğinin farkındaydı. Davutoğlu işte tam da
böyle bir kurmaydı.
Davutoğlu’nun hem büyükelçilik, hem
Başbakan Danışmanlığı, hem de Dışişleri
Bakanı olarak görev yaptığı dönemde gösterdiği üstün performansı, kişiliği, sağlam
karakteri ve zengin akademik kültürel birikimi Cumhurbaşkanı Gül, AK Partililer ve
Başbakan Erdoğan tarafından sürekli takdir
ediliyordu. (Kısa vadeli ve anlık değil, ilkeli ve
uzun dönemli politikalar üretmesi nedeniyle
eleştirilse de önümüzdeki birkaç yılda ekilen
o tohumların yeşermesi ile Türkiye’nin dış
politikasının haklılığı görülecektir diye düşünüyorum.) Erdoğan’ın ve kurulan Yeni Türkiye’nin
önceliklerini en iyi bilenlerden biriydi
“Hoca”. Devlet içine sızmış paralel ve benzeri
yapılarla kararlılıkla mücadele edebilecek en
güvenilir isimlerden biriydi. Bütün bunların
yanında “Neden Davutoğlu?” sorusunun bir
diğer cevabı da yine kendisinin 62. Hükümet
programındaki şu sözlerinde gizli: “Şunu önemle belirtmek isterim: Bugüne kadar görev yapan AK Parti hükümetleri, sadece
bir devleti, bir siyaseti, bir otoriteyi tesis etmek
üzere değil, yeni bir medeniyet ihyası için ayağa
kalkmış ve yeni bir yola koyulmuştur. Bu çerçevede, 62. Hükümet de önceki AK Parti hükümetleri gibi, ülkemizin kritik bir döneminde tarihî
bir sorumluluk üstlenmektedir. Hükümetimiz,
üzerinde yükseldiği parlak geçmişi, önüne hedef
olarak koyduğu parlak gelecek ile buluşturan güçlü bir köprü olacaktır.” Evet, bu tarihî sözlerle sayın Davutoğlu,
kurulan yeni 62. Hükümet’in çerçevesini çizmiş ve büyük hedefi ortaya koymuş oldu. 62.
Hükümet’in hedefi, kurulan Yeni Türkiye’de
yeni bir medeniyet ihyasıdır. Davutoğlu’nu
diğer siyasilerden farklı kılan özelliği de işte
bu derin bakış açısı. Hayalleri büyük olanların iddiaları da büyük, iddiası büyük olanların adımları da büyük olur. Biz, büyük bir
Orhan Mücahit
[email protected]
leşiyor, farkında mısınız?
medeniyetin çocuklarıyız. Davutoğlu bize bu
gerçeği hatırlattı. Şu sözler de kendisine ait: “Gazzelilerin bize söylediği gibi, bütün bu
mazlumlar bize Allah’ın emanetidir ve Allah şahit olsun ki, o mazlumlara sonuna kadar ezelî ve
ebedî olarak sahip çıkacağız ve hiçbir yerde Filistin, Gazze davasını yalnız bırakmayacağız. Birileri ‘Tarafsız olalım’ diyecek belki, belki birileri
‘Ortadoğu bataklığına bulaşmayalım’ diyecek,
ama biz, o bataklık dedikleri Şam’ı ‘Şam-ı Şerif ’ bilmişiz, o bataklık dedikleri Ortadoğu’daki
Mekke’yi, Medine’yi Kâbe bilmişiz, o bataklık
dedikleri Ortadoğu’daki Bağdat’ı kardeş bilmişiz, o bataklık dedikleri Kerkük’ü aziz bilmişiz.
Ortadoğu bataklık değil, insanlığı ayağa kaldıran o aziz vahyin merkezidir, Hira’nın merkezidir, Beytül Dağı’dır, Kudüs’tür, Kahire’dir.
Ana muhalefet partisi lideri ve birileri ‘Bataklık’
diyorlar, insanlığı aydınlatan Hira mağarasının
olduğu Ortadoğu’ya bataklık dedirtmeyeceğiz.
Ortadoğu üzerindeki sömürgecileri bu bölgeden
uzaklaştırana kadar gece gündüz çalışacağız,
‘bataklık’ diye andıkları Ortadoğu’dan büyük
medeniyet meşalesini ayağa kaldıracağız Allah’ın
izniyle…”
Diğer her şeyi bırakın, Ortadoğu’yu bize
bataklık gösterenlere inat, orayı kan gölüne
çevirenlere inat, katledilen milyonlarca masuma inat, tüm mazlumlara ve davalarına
sahip çıkma cesareti ve kararlılığı göstermesi
dahi “Neden Davutoğlu?” sorusuna tek başına verilebilecek bir cevaptır.
İşte bütün bu nedenlerden ötürü hem Sayın
Erdoğan, hem de AK Partililer “Ahmet Davutoğlu” isminde karar kıldı. Davutoğlu’nun
Başbakanlığı ülkemize ve büyük Türkiye
idealine sahip çıkan herkese hayırlı olsun.
İnanıyorum ki AK Parti ve Türkiye emin ellerde…
Bilmiyorum, farkında mısınız? Ülkemiz
adına tarihî öneme sahip günlerden geçiyoruz. Büyük bir devrimi hep birlikte yapıyor ve
yaşıyoruz. Kurulduğunda en az bin yıl sürmesi
planlanan güçlü ve köklü bir vesayet sistemi,
yüz yılı dolduramadan halkın eli ile yavaş yavaş yıkıldı ve yerine milli iradenin daha güçlü
ve hâkim olduğu yepyeni bir sistem kuruldu. Bilmiyorum, farkında mısınız? Tıpkı Yeni
Türkiye’nin Yeni Başbakanı’nın söylediği
gibi, bizler yeni bir ülkenin ve yeni bir medeniyetin öncüleriyiz...
Başbakan Ahmet Davutoğlu
eylül 2014
47
haberajanda
Toplum
Lokman Ayva*
[email protected]
Geliştirilen kurallar, erdemli
vicdanların geliştirdiği kurallar
olmalı ve birtakım nefislerin
değirmenlerine
su taşımamalı;
bugün de, yarın
da benim değil,
haklının hakkını
korumalı; evrensel değerlerin,
vicdanların kriterlerine uymalı.
Bunlar, herkesin
bildiği kurallardır
aslında. Ama
kuralı hayata geçirme gündeme
gelince, “Acaba
şurasından biraz
esnetsek de
bizim de menfaatimizi korusa”
veya “Biraz da
şurasından kırpsak benim torunları da korusa”
yahut da “Bu balı
ve ballı durumu
tutma yetkisini
almışken biraz
da biz parmağımızı yalasak”
durumları ortaya
çıkıyor ki bunun
ne erdemle, ne
vicdanla, ne de
evrensel değerlerle ilgisi olabilir.
48
eylül 2014
Erdemli kura
A
RTIK deniz bitti; Allah dostlarının daima
bilip yaşadığı, filozofların 20-30 sene öncesinden düşünüp söylediği bir gerçeği bugün siyasetçilerin hayata geçirmesi, öğretmenlerin öğretmesi ve tüm vatandaşların
da hızla uygulaması gerekiyor. Bu gerçek
şudur: Kurallar erdemli bir anlayışla yapılmalı ve bu kurallara uymak bir erdem olmalı, erdem haline gelmelidir.
>> Bir vatandaş olarak yanlış
kuralların varlığının acısını çok
çektim. Doğru kuralların kişiye göre uygulanması, bir başka
ifadeyle
uygulanmamasının
kazığını ise çok yedim. Hangi
derecedeki zor şartlar altında işlem yapmak için gittiğim
kamu kuruluşunda, o hizmetin
normal mesai saatinden 3 saat
önce kapandığında neler hissedebileceğimi tahmin edersiniz.
Ertesi gün daha fazla sıkıntı çekerek aynı işlem için o yollarda
sürünmenin ne anlama geldiğini yaşamayan bilemez. Hele
bir de o gün 4 fotoğraf getirme
kuralının 6 olarak değiştirildiğini öğrenince hissettiklerimi
ve içimden geçen sözleri eminim duymak istemezsiniz. Bu
duyguyu, yönettiğim kurumun
kamudan alacağını zamanında
alamadığında da yaşadım. Kamudan alacağımız parayı alamayıp vergiyi ödeyemediğimiz
zaman hissettiğim duygular…
Şu olay karşısında ne hissedersiniz? Kamudan paranızı
alamadınız. Alamayınca verginizi ödeyemediniz ve verginizi ödeyemeyince ceza aldınız.
Daha bitmedi, kamu parayı
ödeyeceğini bildirdi ve “Gel, al
paranı. Ama bu arada gelirken
bir de ‘Vergi Borcu Yoktur’ kâğıdı
getir” dedi mesela? Borç bulma-
dıkça veya kredi çekmedikçe o
parayı asla alamazsınız. Benim
kuruluşumun bu yüzden çeki
karşılıksız çıktı, biliyor musunuz?
Adalet bizle de
gelmemişse biz
niçin varız?
İktidar partisinin en yetkili
karar organının üyesi ve yasa
yapan bir pozisyonda bulundum. Bu çalışmalar esnasında
bir genel müdürün şu sözü hâlâ
bir bıçak yarası gibi içimi yakar:
“Vekilim, adalet ancak cennette
olur.” Öyle ki, biz bu arkadaşımızı büyüğümüz bilir, kendimize örnek alır, davranışlarını
taklit ederdik. Bu arkadaşımız
o zamanlar büyük bütçeli ve
önemli bir devlet kuruluşunu
yönetiyordu. Bunlar düzelmeyecek idiyse, memlekette adalet
meydana gelmeyecekse, biz niçin seçime girdik, neden çalıştık, neyin mücadelesini verdik?
Adaleti tesis etmeyeceksek biz
ne diye varız? Zaten bizden
önce bir adaletsizlik vardı, bize
ne gerek vardı o zaman?
O halde elektrik şirketlerinin
saat bile görmeden kafalarına
göre açma-kapama ücreti almalarına, bankaların veya GSM
şirketlerinin akla hayale gelme-
dik adlar altında vatandaşı soymalarına göz mü yummalıydık?
Kamudaki beceriksiz birtakım
yöneticinin, yargıda görev almış
ve vicdanıyla değil de menfaatiyle hareket eden bir kısım yargıcın kamu gücünü kullanarak
zulmetmelerine eli kolu bağlı
seyircilerinden mi olmalıydık?
Geliştirilen kurallar, erdemli
vicdanların geliştirdiği kurallar
olmalı ve birtakım nefislerin
değirmenlerine su taşımamalı;
bugün de, yarın da benim değil, haklının hakkını korumalı;
evrensel değerlerin, vicdanların
kriterlerine uymalı. Bunlar, herkesin bildiği kurallardır aslında. Ama kuralı hayata geçirme
gündeme gelince, “Acaba şurasından biraz esnetsek de bizim
de menfaatimizi korusa” veya
“Biraz da şurasından kırpsak
benim torunları da korusa” yahut da “Bu balı ve ballı durumu
tutma yetkisini almışken biraz
da biz parmağımızı yalasak” durumları ortaya çıkıyor ki bunun
ne erdemle, ne vicdanla, ne de
evrensel değerlerle ilgisi olabilir.
Kurala uymak da
erdemdir
Erdemli kuralı belirlemek
de tabiî tek başına yetmiyor.
Kurallara uymanın bir erdem
olduğuna hepimizin inanması
ve kurala uymamanın bir gözü
açıklık olmadığı, aksine, hepimize ve tüm insanlığa yapılmış
bir kötülük olduğuna hepimizin
inanması ve bu inancın gereğini
yapması gerekiyor.
Gelin bir an düşünelim. İş
güvenliğiyle ilgili Soma’da veya
la uyma erdemi
Şişli’deki inşaatta söz konusu çalışma ortamına dair konulmuş kurallar erdemli
biçimde hazırlanmış olsun ve ancak bu
kurallara uyulmadığı yaşananlara bakıldığında kolayca anlaşılabilsin. “Kurallara
uymazsan ne olur?” sorumsuzluğunun bedelini görebiliyor muyuz? Örneğin trafik
kurallarına uymamanın bedeli, on yılda on
binlerce ölü, yüz binlerce engelli…
Eski Türkiye’de erdemsiz kuralların ve
kurallara uymamanın erdemsizliğinin zulmüne inanın tüm toplum kesimleri maruz
kalmıştır. 1999’daki partinin adı boşuna mı
Fazilet Partisi oldu sanıyoruz? AK Parti hareketinin ilk adını hatırlayacaksınız
ki “Erdemliler Hareketi” idi. Tüm bunlar,
“eski Türkiye” olarak geldiğimiz noktanın
sonucudur. Artık eski Türkiye’nin eksi bakiyesinden sıfır noktasına geldik, hızla artıya geçmeliyiz. Bir başka ifadeyle “rrdemli
kuralları” hayata geçirmeli, “kurallara uymanın erdemi”ne inanmalıyız. Bu konuda
AK Parti Kongresi ve Cumhurbaşkanlığı
seçim süreci sonrasındaki konuşmalar,
açıklamalar ve yaşananlar, “erdemli” bir sürecin başlayacağı kanaatini oluşturdu.
Bu konuda sadece partiler ve Hükümet
değil, hepimiz ısrarcı olmak zorundayız.
Bedelini sadece bir kesim değil, kendimizden çocuğumuza, çocuğumuzdan torunlarımıza kadar herkes bedel ödüyor. Erdemsiz kuralların ve kurallara uymama erdemsizliğinin bedelini sadece Soma, asansör
ve birçok trafik veya iş kazası faciasındaki
kişiler ödemediler, -onlar birilerinin çocuğu, torunu idiler- onların ana babaları, dedeleri, nineleri de ödediler.
Erdemli kuralı belirlemek de tabiî tek başına yetmiyor. Kurallara uymanın bir erdem olduğuna hepimizin
inanması ve kurala uymamanın bir gözü açıklık olmadığı, aksine, hepimize ve tüm insanlığa yapılmış bir kötülük
olduğuna hepimizin inanması ve bu inancın gereğini yapması gerekiyor.
Gelin, bu zulüm görme zincirini, bu zulüm döngüsünü el ele verip kıralım. Zira bu
zulüm döngüsünün ne dini, ne imanı, ne
siyasî görüşü, ne vicdanı, ne de insafı var. Bu
zulmün muhatabı hepimiziz. Allah hepimizi korusun, hem de kendi ellerimizle.
* AK Parti Kurucular
Kurulu Üyesi
eylül 2014
49
haberajanda
Analiz
Bulunduğu
yerden manzarayı tam
göremediği
için önceleri
çocuğu zehirliyor sanan da
çok oldu, ama
daha sonra
“Hasta”nın
yavaş yavaş
dirilişinden
anlaşıldı bu
tedavinin
başka bir
tedâvi olduğu. “One
minute!” miladıyla iyiden
iyiye kenara
itilen o sahte
doktorların
çığırtkanlığı da arttı,
Anadolu’nun
uyanışı da...
Kandaki mikropların dozu
da yükseldi,
vücudun
direnci de...
Altın vuruşa
cüret edenler
semirdikçe
semirmişti
ama ahtapotun ön kolları
da tespit edilmişti nihayet.
50
eylül 2014
“İde/oloji’den abdest” ve urûc eden Türkiye
“B
ENİ bu güzel havalar mahvetti!” derdi ya Orhan Veli, bizi mahveden de dinmek nedir
bilmeyen “ide-olojik rüzgârlar” oldu hep.
Psiko-tronik silahlarla donanmış necis zihinlerin tetiklediği o karanlık fırtınalar…
>> Anadolu’ya o en ezik, o en
çaresiz, o en iç bunaltıcı rolü biçmek isteyen profesyonel terzilerin
vitrinlerden arz-ı endâm ettirdiği
maskeli kostümler, Üstad Cemil
Meriç’in “İzmler, idrâkımıza giydirilen deli gömlekleri” dediği o şaşı
gözlükler…
Anadolu’nun çileli seyri kadar
bütün bir dünyâ târihi de kafalara
geçirilen bu hatırı sayılır çuvallarla yazıldı ya, biz çok çektik bunlardan. Düşmek nedir bilmediler
bir türlü bir araya gelmeyen o iki
yakamızdan, ‘sağ’dan ve ‘sol’dan…
4 Temmuz 2003’ün filmini bile çektik de asıl “çuval”a bir türlü
uyanamadık. 60’ta uyanamadık
ki 80 oldu, 80’de uyanamadık ki
28 Şubat çaldı kapıyı; 28 Şubat’ı
tam okuyamadık ki manzara
bugüne dayandı. Ve ‘hikmet takvimi’ öyle bir noktaya erdi ki nihayet “Gezi” fazı üzerinden sol,
“The Cemaat” fazı üzerinden de
sağ açık toparlanıp Anadolu’nun
şahs-ı manevîsini su yüzüne
çıkaran bir katalizör oluverdi
birden. Nicedir iri cüssesiyle
derinleri bekleyen Anadolu, “Ya
Bismillah!” deyip doğruluverdi
bir kuvvet…
Fedakâr anne
Osmanlı’nın
Ayten Çalış
[email protected]
vazifedâr evladı Türkiye
Cumhuriyeti
Riskli bir doğuma mahkûm edilen, elleri öpülesi, fedakâr bir anneydi Osmanlı.
Ve o doğumda annesini kaybetse de kutsî
vazifesine devam edecek hayırlı bir evlat
“Türkiye”… Tabiî öyle bir zemine doğdu ki
bu öksüz, uzun bir süre oksijen çadırında,
komada tutuldu, hem de bile isteye… Hep
sakat kalsın, böyle yarım yamalak yaşasın
istenildi çünkü. An be an zehir zerk edildi
o güçsüz ve yorgun bedenine. Lozan’dan
bugüne uzanan nice pranga, nice zincir vuruldu ayaklarına, ellerine.
Oyunbozan Erdoğan
Ve yaklaşık 80 yıl sonra Tayyip Erdoğan
adında bir “deli” (!) çıkıp arı kovanına çomak soktu, “Bu çocuk bu komadan çıkacak! Ne
gerekiyorsa yapılacak!” dedi. Ama onu komada tutan ve inceden inceye uyuşturan sahte
doktorlara çaktırmadan uyguladı tedaviyi.
Uzun bir süre araziye uyum sağladı; temkinli bir gidişle söylenecek o asıl sözlerin kapısını araladı. “Bir daha da Davos’a gelmem!”
diyene kadar epeyce bir yol arşınladı.
Bulunduğu yerden manzarayı tam göremediği için önceleri çocuğu zehirliyor sanan
da çok oldu, ama daha sonra “Hasta”nın yavaş
yavaş dirilişinden anlaşıldı bu tedavinin başka
bir tedâvi olduğu. “One minute!” miladıyla iyiden iyiye kenara itilen o sahte doktorların çığırtkanlığı da arttı, Anadolu’nun uyanışı da...
Kandaki mikropların dozu da yükseldi, vücudun direnci de... Altın vuruşa cüret edenler semirdikçe semirmişti ama ahtapotun ön
kolları da tespit edilmişti nihayet.
Zincirleme trafik kazası:
“Gezi ruhu-dershane-tek
ceket-cübbe”
“Gezi ruhu” diye pazarlanan tehdit yükseldi ve yükseldi de cumhurun Çankaya gezisini meyve verdi. Halk Çankaya’ya cidden
yürüdü yani. Ne dershane, ne de ağaç illüzyonu şaşırtabildi bu kararlı gidişi. Anadolu,
bankaların hortumlandığı, devlet kasasının
boşaltıldığı, IMF şantajının göz açtırmadığı, enflasyon ve trafik canavarlarının sevimli (!) kankilerimiz hâlini aldığı, terörün
olağanüstü değil olağan bir durum sayılarak
kanıksandığı, Soros gazeteciliğinin adamlık
sanıldığı, devlet erkânımız Oval Ofis’te tam
14 dakika 45 saniye ve 22 salise kalabildiği
için sevinç taklalarının atıldığı o trajik günleri unutmadı ve lîsan-ı hâl ile “Gölge etme,
başka ihsân istemez!” dedi muhatabına.
“Gezi”, “dershane”, “tek ceket” ve “cübbe”
zinciri üzerinden peş peşe harcanan birçok
cephane de zayi oldu haliyle. Ne başlangıç
itibariyle “Greenpeace” tarzı bir operasyonu
andıran “Gezi” durdurabildi süreci, ne düşünülenden erken piyasaya sürülen “cemaat
kartı”, ne joker etkisi yaratması beklenen “kaset siyaseti”, ne de Cübbeli Metin Hoca’nın
ters tepen Cumartesi vaazı nev’inden küçük
çaplı atraksiyonlar…
Game over! İdeolojiden
“ide”ye…
Toplum mühendisliğini meslek edinmiş
“monşerler”in kendi gemilerini yürütmek
için kullandıkları o en etkili aparatlar hızla
parçalanmaya başladı. Çünkü millet, “ideoloji”den abdest almaya, “ideoloji” adı verilen
muz kabuklarından “ide”ye doğru yelken açmaya başladı. Yani asıl fikre, esasa, perdenin
ardındaki gerçeğe… Zira zaman “Hakikati
görmene engel tüm kodlarından yıkan!” derken, gezegen bütünüyle bambaşka bir noktaya evrilirken rozetçilik oynamanın verdiği
o ağır hasar dile geldi artık. Sistem, “Game
over!” (Oyun bitti!) dedi nihayet.
Bir yandan ayağa kalkmaya niyet edip öte
yandan “ideolojik köşe kapmacalar”la vakit
harcamanın abesiyeti limitleri tüketti. Nefsî
reflekslerle her hizibin her adımı mubah
saydığı bir keşmekeşe kapılıp bindiği dalı
kesen nicelerinin akıbeti farklı bir ufku tetikledi. Dem tutsun diye can baş verilen o
kutsî Anadolu harcına su zerk etmeye kalkanların sefaleti zirveye erdi ve bambaşka
bir takvimi meyve verdi.
Döl tutan Anadolu geni ve
“yaklaşan doğum”
Velhâsılı MHP, BBP, Saadet, hatta kısmen de olsa CHP gibi partilerden haklı
“AK-ıncı Beyi”
“Hakk Tespihi”,/ ezelde dağıldı;/ o gün “Ak
İnciler”,/mânâya saçıldı!
Derler ki;/ mağdura su taşıyan “AK-ıncılar”/
maskeli ruhların üstüne,/ işte o gün salındı…
“Selçuklu Kartalı” Anadolu’ya konarken,/
Âhi Dedem Edebalı’dan “o nur” doğarken,/
Osmancık’ın sînesindeki “Çınar” boylanırken;/
hep aynıydı takvim, hâlâ anlamadın mı?
Deden mazlumu incitmemiş,/ kırmamıştı;/
zâlimin o necis elini, / mağdurdan kaldırmıştı!
Sırtlanlar/ dört bir koldan çökünce de;/ derin bir nefes alıp/ yeraltına karışmıştı…
Adına “Hasta Adam” deyip/ cenâze töreni
yaptılar;/ elimize bir Lozan tutuşturup,/ dalımızı budağımızı kırdılar!
Riskli bir doğuma mahkûm edilen/ o elleri öpülesi anne,/ ardında vazîfeli bir evlâdı bırakıp/ yeraltına gömüldü ya;/ eli üstümüzden
kalkmayan o âlî ruhlar,/ “yepyeni bir sofra”
kurdular…
Seksen yıl narkoz yutan Anadolum,/ onunla uyandı!/ “Zamanüstü Ak-ıncılar”,/ yeniden
kuşandı!
Filistin’i gözünden sakınan Ulu Hâkan’ın/ o
keskin bakışı,/ bu dirâyetli ufukta/ hakîkate
boyandı!
Sâhi!/ Zamânın “AK-ıncı Beyi” kim,/ sen
hâlâ/ anlamadın mı..?
(Ayten ÇALIŞ/ 09.09.2014/ Ankara)
milli reflekslerle AK Parti’ye verilen destek, muhatapları kabul etmek istemese de
önemli bir işaretti. Kuru gürültülerle vakit
kaybetmekten usanmış yorgun bir coğrafyanın çok ciddi bir üst mesajıydı. Tayyip
Erdoğan’ın şahsında vücut bulan Anadolu
geninin döl tutuşuydu nihayet; maya tutmayan suni aşılamalardan yılmış ve örselenmiş
bir bedenin, nicedir hasretle beklediği o büyük doğuma yönelişiydi artık.
Balkon konuşmasında Saadet’ten, BBP’den diğer partilere kadar destek veren tüm
vatandaşlara ayrı ayrı teşekkür eden Erdoğan, bu nedenle hiç de ilginç gelmedi, hatta
memnun etti. Balkondan esen o geceki tarihî
rüzgâr, bünyesi yabancı aşıları kabul etmedikçe düşük yapan yorgun ve yılgın “cumhur”un
bizzat kendi çığlığıydı yani. Dillere pelesenk
edilen o meşhur kelime “özgüven”, ağız dolusu tadılıyordu artık.“Öz”ün kendine duyduğu
o fıtrî güven, gümbür gümbürdü yüreklerde.
eylül 2014
51
haberajanda
Analiz
bir “tebessüm diplomasisi”nden ziyade, “net
ve aksiyoner” bir stile ihtiyaç vardı ve bu gereksinim de “Kasımpaşa tarzı” ile fazlasıyla
karşılandı.
Şimdi ise yeni bir inşa süreci başlıyor.
2023 ve 2071 gibi hedefler, propaganda listesinde bulunsun diye vitrinize edilmiş içi
boş çerçeveler değil zira. Onun için “hatime”
değil, “Fatiha”; onun için “nihayet” değil,
“bidayet”… Dolayısıyla yapılan bu geniş ve
zorlu girizgâha “avamî” düzeyde bir başlangıç etabı dersek, yeni medeniyet dilimizin
kolonlarını dikeceğimiz “havas” sürecine
ayak değdirdiğimizi de söyleyebiliriz pekâlâ.
Bir sonrası ise “hass’ül havas”…
“Malazgirt’ten bu yana,
top ilk kez ayağımızda!”
“Dombra”yla
öz yurda dönüş
Mehmet Akif ’ten Necip Fazıl’a kadar
birçok üstadın ruhunu şâd eden işlere imza
koyan Uğur Işılak’ın seçim müziği olarak
ruh verdiği “Dombra”, o dönemin favori dizilerinden “Kızıl Elma”da parladığı için mi
seçilmişti, yoksa ata yurda, “öz”e dönüşün
hikmet kokan bir işareti miydi bu?
“Kaostan düzen yarat!” diyen o Masonik
slogan doğrultusunda sürekli sanal krizler yaratıp kendi düzenlerini kurgulayan
kirli zihinlerin dayattığı Matrix’ten, Ajan
Smith’lerin kol gezdiği bu karanlık labirentten adım adım çıkışımızı, makinelere
bağlı bir yaşama mahkûm olmamak adına
“küvez”den kıyam edişimizi resmeden ilginç bir tevafuk muydu yoksa? İşte feraset
ve basiretin has yurdu Anadolu, ikincisi olduğunu gördü, “okudu” ve “Zamanın Akıncı
Beyi”nin arkasında dirayetle saf tuttu, “Nice
uzun yıllarımıza mâl olan o habis frekanslar
girmesin araya!” dedi ve de öyle sağlam durdu. “Dombıramdı alarman, yürek sazım çalarman” diyen o fıtrî hitap da bir anda kendi
yatağını buldu.
Parola: “Fatiha”
Gelinen yoldaki en son mevzi içinse “Bir
veda değil, başlangıç… Bir hatime değil, Fati-
52
eylül 2014
ha…” denildi. “Vesayet tarihi”ni kapatıp ardına geçen bambaşka bir ufuk işaret edildi.
“İslam coğrafyasını hiçbir zaman unutmadık;
onlar için siyaset yaptık. Türkiye’nin tüm kenar
mahallelerindeki yoksullar için, Dicle kenarında kaybolan koyunların hesabı için, başörtülü
olduğu için üniversite kapılarından döndürülen kızlarımız için, ciğeri yanan anneler ve
Filistin’in, Mısır’ın, Suriye’nin, Somali’nin,
Afganistan’ın masumları için…” cümleleri,
düşe kalka zorla insan sarrafı yapılan bilinçlere doğrudan nüfuz etti.
Paralel frekanslarla mücadelede daha
güçlü anti-virüs programlarının devreye girecek olması, Çözüm Süreci’nde “kalıcı ama
sağlıklı” bir sonuca doğru gidilmesi ve anayasa değişimi gibi ilk eldeki hedefler elbette
anlaşılırdı tabiî. Fakat bu neyin “Fatiha”sı,
nasıl bir sürecin anahtarıydı acep? İşte asıl
soru bu idi.
Avam’dan hass’ül havas’a
doğru “yeni bir medeniyet
yolculuğu”
Medeniyet meselesine iyiden iyiye kafa
yoran dimağlardan Yusuf Kaplan’ın “dalga
kıran”-“dalga kuran” ayırımından yola çıkarsak, son 12 yıllık siyasî iradenin sorunlu
zemini temizlemek adına gördüğü “kireç çözücü” işlevi ortada. Böylesi bir süreçte, “İstirham ediyorum efendim!” tavrına dayalı silik
Tabiî “Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık
arasındaki rezonans aralığı”na göre şekillenecek bu yeni inşa dönemi, tutan mayanın
büyüyüp serpilmesi adına hayatî bir öneme
haiz. Ne kadar süreceğini kestiremediğimiz
bu “havas” sürecini “temelden sonraki kaba
inşaat aşaması” olarak görürsek, “ince işçilik”
ve “dekorasyon”un yapılacağı “hass’ül havas”
dönemini varın siz düşünün…
Dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı seçimi
öncesi Üstad Aşık Veysel’in o güzel deyişine
yapılan vurgu, salt estetik olsun diye kullanılmış değil. “Uzun ince bir yoldayız, gidiyoruz gündüz gece…”
Tabiî başlangıç kaydedilen bu “havas” dönemi, başta “çok yönlü bir kültür ve medya
planlaması” olmak üzere her sahada detaylı
bir çalışmayı, hassas derinleşmeleri zarurî
kılıyor. “Yeni Türkiye” denilen taze bir vizyon zikredildiğine göre, “eski Türkiye”ye ait
her türlü abesiyetin, demode olmuş tüm
üslup ve bakışların bu dinamik zeminden
düşmesi elzem.
“Dünyayı bilmeyen, dünyanın maskarası
olur” ufkuyla bir kuşağın gönüllü hocalığını
yapan ufuk insan Alatlı’nın o çivi gibi tespiti
de son söz olsun: “Malazgirt’ten bu yana top
ilk kez ayağımızda!”
Yeter ki “zamanın Akıncı Beyi”ni ve açtığı
kapıyı doğru “okuyalım”, yeter ki nicedir beklenen bu topu “ideolojik körlükler”ile taca atmayalım. Şaşı bakışlardan ve “çuval”lamalardan
yıldık; artık ayakkabılarının ucuna değil, ufka
bakan eril ruhların demidir. Dem, bu dem!..
Ama hakkı verilmeli…
Süreci böyle okuyan herkes farkında bunun…
haberajanda
Siyaset
B
Aytekin Atasoyu
[email protected]
İR siyasal partinin siyasal
iktidarı elde edebilmesi,
o siyasal partinin halkı
etkileme ve yönlendirebilme kabiliyeti ile yakından
ilgilidir. Kitleleri yönlendirebilen ve heyecanlandırabilen siyasal partiler, o
kitlelerin kanaatlerini kendi lehlerine çevirebildikleri ölçüde siyasal iktidarı
elde edebilirler.
Kitlelerin hayalleri
vardır. Bu hayalleri gerçekleştirmeyi vadeden,
bu hayallerle özdeşlik
kurabilen ve inandırıcı
olan partiler, o kitlelerin
reylerini kendi hanelerine
yazdırabileceklerdir. Daha
özgür, daha demokratik
ve daha müreffeh bir
toplum hayali, bu kitleleri
ikna etme noktasında son
derece tesirlidir.
Aynı kitlelerin acı hatıralar sonucu edinmiş
oldukları korkuları da
vardır. Geçmişte yaşanmış
acı hatıraları yeniden yaşamak istemeyen toplumlar, korkularından emin
oldukları siyasal partinin
çatısı altında kalmayı tercih ederler. Siyasal iktidar
alanlarını kontrol etmek
isteyenlerse bazen hiçbir
vizyon ortaya koymadan
ve hatta bu korkuları
körükleyerek toplumların
kanaatlerini devşirmeye çalışırlar. Örneğin
bölünme, irtica ve şeriat
korkusu bunlardan sadece birkaçıdır. Bu noktada
şu detay çok önemlidir:
Kitleleri korkularından
emin kılan deneyimler
ortaya konulduğunda,
o kitleler korkularından
dolayı sığındıkları limanı
hemen terk ederler. Yani
toplumların korkularını
bertaraf edecek olan deneyimler, korku kıskacını
parçalarlar.
Kitleler üzerinde tesirli
Kitlelerin hayalleri vardır.
Bu hayalleri gerçekleştirmeyi
vadeden, bu hayallerle özdeşlik
kurabilen ve inandırıcı olan partiler, o kitlelerin reylerini kendi
hanelerine yazdırabileceklerdir.
Daha özgür, daha demokratik
ve daha müreffeh bir toplum
hayali, bu kitleleri ikna etme
noktasında son derece tesirlidir.
İktidar, kitlelerin hayallerine
ortak olmaktan geçer
HALK AK Parti’yi, kendisine güven vermiş deneyimler ortaya koyan, geçmişte yaşadığı acı hatıralar sonucu edindiği
korkulardan emin kılan ve hayallerini gerçekleştirebileceği
bir siyasal hareket olarak görmeye devam etmektedir. Bunun için de AK Parti’ye destek vermeye devam etmektedir.
Muhalefet partileri halkın hayallerine ortak olana kadar da
bu destek devam edecektir.
elde etme noktasında da
yeni bir söylem ortaya
koyamamaktadır. Halkın
hayallerine ortak olma
noktasında ise zaman
zaman güçlü söylemler
ortaya koysa da siyasal
iktidara ortak olduğu
dönemlerde halka pozitif
deneyimler sunmadığı
için inandırıcılık sorununu aşamamaktadır.
olan ve onların kanaatlerini şekillendiren faktörler
bunlarla sınırlı da değildir.
Kitleler, güçlü liderlerin
arkasında durma eğilimindedirler. Çünkü
güçlü liderler, bu kitlelerin
hayallerine ulaşmaları
için onlara yol gösterir ve
korkularını yenebilecekleri deneyimler ortaya
koyarlar.
Bu gerçeklerden hareketle kitlelerin duygularını bilen, o duygularla özdeşlik kuran, hayallerine
ortak olabilen ve gerçekleştirebilecekleri rasyonel
söylemlerde bulunurken
buna dair deneyimleri onlara sunan siyasal partiler,
söz konusu toplumların
kanaatlerini kendi lehlerine çevirebilirler.
Bunları göz önüne
alarak Türk siyasetini
değerlendirdiğimizde,
muhalefet kanadındaki siyasal partilerin,
kitlelerin kanaatlerini
kendi taraflarına çekme
noktasında başarılı olamadıklarını görmekteyiz.
CHP, son yıllarda şeriat ve
irtica korkusu üzerinden
siyaset yapmayı terk
etmiş, ağır aksak da olsa
bir değişim ve dönüşüm
sürecine girmiş olsa da
-halkın hayallerine ortak
olmayı beceremediğinden- hedeflediği siyasal
iktidarı elde edebilecek
kitlelere kendini kabul
ettirememektedir.
CHP son dönemlerde
halkın hayallerine ortak
olacak söylemler geliştirip
bu yönde adımlar atmasına rağmen, bunu olgular
üzerinden değil de partiye
dışarıdan eklemlediği kişiler üzerinden inşa etmeye
çalıştığından başarı elde
edememektedir.
MHP ise bölünme
korkusu üzerinden inşa
ettiği siyaset anlayışını
devam ettirmekte, bu
yüzden de kendi kitlesini
konsolide etmesinin
ötesinde, siyasal iktidarı
HDP’nin durumu da
diğer muhalefet partilerinden farklı değil. O da
geçmişin acı hatıraları
üzerine inşa ettiği siyaset
anlayışından henüz kurtulamadığı için siyasal
iktidarı elde etme noktasında geniş kitlelere ulaşamamaktadır. HDP, Çözüm
Süreci ile birlikte hitap
ettiği kitleyi genişletmek
için rasyonel ve ayrıştırıcı olmayan söylemlere
vurgu yapsa da geçmiş
deneyimlerinden dolayı
inandırıcılık sorununu
aşabilmiş değil.
Muhalefetin tüm
yolsuzluk ve rant iddialarına ve de dış politikadaki çalkantılara ve
bu çalkantıların negatif
etkilerine rağmen halkın
büyük bir bölümünün
teveccüh göstermekten
çekinmediği AK Parti’ye
gelince… Halk AK Parti’yi,
kendisine güven vermiş
deneyimler ortaya koyan,
geçmişte yaşadığı acı
hatıralar sonucu edindiği
korkulardan emin kılan ve
hayallerini gerçekleştirebileceği bir siyasal hareket
olarak görmeye devam
etmektedir. Bunun için de
AK Parti’ye destek vermeye devam etmektedir.
Muhalefet partileri halkın
hayallerine ortak olana
kadar da bu destek devam
edecektir.
eylül 2014
53
haberajanda
Analiz
Yeni
bir
T
medeniyet
çağına
yürüyüş
54
eylül 2014
ÜRK milleti, tarihinde ilk
defa bizzat devlet başkanı
seçti. Mehmed Niyazi’nin
“Türk Tarih Felsefesi” ve
“Türk Devlet Felsefesi” isimli
eserlerini okuyanlar, yukarıdaki sözün ne kadar doğru
olduğunu tartışmaya açabilirler. Zira tarihte
kurulan Türk devletlerinin hemen tamamının
kurucuları Oğuz neslinden Açina oğullarıdır
ve bu nesilden gelen devlet başkanlarına
“Han” veya “Hakan” unvanları verilmiştir.
>> Bu han ve hakanlar
millet tarafından doğrudan seçilmemiş olsalar da
millet tarafından devletin
tabiî sahibi kabul edilmiş
ve kendilerine biat edilmiştir. Burada meselemiz,
elbette tarihte devlet başkanlarının nasıl seçildiği
meselesi değildir.
Türkiye Cumhuriyeti,tarih boyunca kurulan ve tarihin akışı içinde süreklilik
arz eden Türk devletlerinin
devlet felsefesine uymayan
ilk devlettir. Türkiye Cumhuriyeti ile beraber devletin
başına ilk defa Selanik kökenli biri geçmiş ve tarih
boyunca biteviye akan bir
nehir gibi olan Türk milletinin yönünü, aktığı istikametten tam ters istikamete
çevirmiştir.
İslam ile müşerref olduktan sonra Allah’ın yeryüzündeki hizmetkârı olan
Türk milleti, 20. asırda bu
iddiasından vazgeçerek
dünyada var olan sıradan
milletlerden biri olmayı
tercih etmiştir. Binlerce
yıllık Türk devlet geleneğine İslam’ın kazandırdığı
bütün güzellikler, medeniyet, sanat ve kültür değerleri toptan reddedilerek,
güya yendiğimiz Batı devletlerinin pespaye kültür ve
Ekrem Kaftan
[email protected]
uygarlık anlayışı benimsetilmeye çalışılmıştır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren kesintisiz devam eden tarihi, dini, medeniyeti
ve kültürü inkâr politikaları, milletin zihin
ve iman duvarlarına toslasa da büyük zayiata
yol açmıştır.
Bin yıldan fazla kullandığımız İslam
harfleri, binlerce yıllık örf, anane ve geleneklerle devam eden kılık kıyafetimiz, (Hicrî)
takvimimiz, tatil günlerimiz, hepsinden
mühimi Osmanlı Cihan Devleti’ni kuran
ve üç kıtaya asırlarca hükmeden Hanedan-ı
Âl-i Osman’ın yaşayan fertlerinin sınırdışı
edilmesi, payitahtın İstanbul’dan Ankara’ya
taşınması gibi sayısız büyük yanlışlar bu
millete feleğini şaşırtmıştır. Camilerin birçoğunun imamsız bırakılarak metruk hale
getirilmesi, satılması, yıkılması ve hele Ayasofya gibi sembol bir mabedin camilikten
çıkarılması da milletin vicdanında onarılmaz yaralar açmıştır.
Bütün bunların 1950 yılına kadar yaşanan acı hadiseler olduğunu kimse inkâr
etmiyor. Geçen zaman içinde milletin kaybettiği değerlerin geri kazanılması için elbette bazı çalışmalar yapıldı. Ancak kayıp
o kadar büyük ki, milletin yeniden dünyaya
nizam verecek, adalet dağıtacak ve mazlumların hamisi olacak bir millet haline gelmesi
neredeyse imkânsızlaştı. Bugün sokaktaki
insanın İslamî ve millî şuurunun var olup
olmadığı, sorgulanması gereken en mühim
hususlardan biridir.
İşte böyle bir zamanda, Recep Tayyip
Erdoğan’ın 12 yıllık bir restorasyon döneminden sonra milletin oylarıyla Cumhurbaşkanı seçilmesi, akabinde de Ahmet Davutoğlu gibi dinî, tarihî ve stratejik derinliği
olan birinin Başbakan olarak seçilmesi,
yukarıdaki ümitsizlik halimizi ümide çevirecek çok mühim gelişmelerdir.
20 yılı aşkın bir zamandan beri tanıdığımız ve sevdiğimiz Recep Tayyip Erdoğan’ın,
hangi makamda olursa olsun dininden, ahlakından ve yaşayış tarzından taviz vermemesi, milletin kendisine teveccühünü arttırmıştır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, tarihine ve dinine bağlı insanlarda bir
Fatih, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan
Süleyman gibi ümit güneşlerinin doğmasına vesile olmuştur. Artık Türkiye’nin 90 yıldır içine hapsedildiği Selanik kökenli kültür
ve uygarlık dayatmasından kurtulması, terk
ettiği bütün tarihî değerleri, kültürü, medeniyeti, sanatı ve hayat tarzını geri kazanması
için önümüzde çok büyük bir imkân denizi
açılmıştır.
Devletin yeniden kurulduğu bu zamanda, milletin binlerce yıllık adalet ve “devlet-i
ebed müddet” yolculuğuna kaldığı yerden
devam etmesi “bekasının icabı”dır. Milleti
mutlu eden, insanlığa faydalı olmasıdır.
Milletimiz, İslam ile müşerref olduğu
tarihten Osmanlı’nın yıkıldığı güne kadar
dünyaya adalet dağıtma gayesiyle devletler
kurmuştur. Mazlumların hamisi, zalimlerin
korkulu rüyası olan milletimiz, sadece elinde kılıç veya silahla cihana hükmetmemiştir.
Baki’nin, Cihan Padişahı Kanuni Sultan
Süleyman’ın vefatının ardından yazdığı
meşhur “Mersiye”sinde yer alan ifadelerle
“Aldın hezâr bütgedeyi mescid eyledin/ Nâkus
yerlerinden okuttun ezanları” (Aldın binlerce puthaneyi mescid, Allah’a secde edilen
yer haline getirdin. Çan çalınan yerlerde
(kiliselerde) ezanlar okuttun) yeryüzünü
Müslümanlar için bir mescit haline getirmiş
ve Necip Fazıl’ın da Sakarya Türküsü’nde
“Hani Yunus Emre ki kıyında geziyordu,/
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu” mısralarında anlattığı gibi, fethettiği diyarlarda
camiler, medreseler, çeşmeler, sebiller, kütüphaneler, velhasıl medeniyet eserleri inşa
etmiştir.
Şimdi yeni bir medeniyet çağına yürüyüş
zamanıdır! Bunun için neler yapılması gerektiği hususunda acizane düşüncelerimizi
okuyucularımızla paylaşalım. Umulur ki
onlar da bizim tekliflerimize yeni tekliflerle katkıda bulunurlar ve bu kutlu yürüyüşte
bizim de payımız olur.
Tavsiyeler
Ayasofya derhal camiye çevrilmeli ve yıkılan medresesi yeniden inşa edilerek “İslam İlimleri Eğitim ve Araştırma Merkezi”
olmalıdır. Ayasofya’daki “Muvakkithane”,
yeniden namaz vakitlerinin tespiti için
bir merkez haline getirilmelidir ve burada
Cuma namazı hutbesi kılıçla okunmalıdır.
Medreselerin tamamı ihya edilerek, İslam
ilimlerinin okutulduğu eğitim kurumları
haline getirilmelidir. Bunun için söz konusu
medreseleri kuran tarihteki vakıfların ihya
edilmesi ve mallarının iade edilmesi lazımdır.
İstanbul’da, Cumhuriyet döneminde yıkılan bütün cami, mescit, medrese, çeşme,
sebil ve benzeri eserlerin yerleri tespit edilmeli ve tarihteki orijinal halleriyle ihya edilmelidir. Tarihî eserlerin etrafındaki yeni ve
ucube binalar tamamen yıkılmalı ve tarihî
eserler görünür hale getirilmelidir. Bilhassa
Suriçi İstanbul’unda mabetten yüksek bina
inşaatına son verilmelidir.
Süleymaniye ve Vefa gibi semtler hızla
temizlenmeli ve tarihte âlimlerin oturduğu
ahşap binalar ihya edilerek yine ilim, fikir,
sanat ve kültür adamlarına tahsis edilmelidir. Bütün okullarda İslam harflerinin öğrenilmesi, bu harflerle okunup yazılması mecbur hale getirilmelidir. Bütün okullarda din
eğitimi, Kur’an-ı Kerim ve ilmihal dersleri
konulmalıdır. (Bu dersler seçmeli olabilir.)
Okullarda Batı müziği ve sazlarına yönelik eğitim kaldırılmalı, yerine Türk müziği
ve sazlarına yönelik eğitim getirilmelidir.
“İslam sanatları” dersleri konularak hat, tezhip, minyatür, çini, cilt, ebru, kat’ı, oymacılık,
kakmacılık, kündekârî, musikî ve benzeri
sanat dalları hakkında en azından teorik
planda eğitim verilmeli, isteyen öğrencilerin
bu sanatları icra edecek derecede yeterli eğitim almasının imkânları hazırlanmalıdır. Bu
sanatların ortaya çıkış sebepleri, insan ruhuna faydaları, dünya kültür ve medeniyetine
katkıları da ayrıca öğretilmelidir.
Her okulun en az 10 bin kitaplık bir kütüphanesi olmalıdır. Süleymaniye Kütüphanesi başta olmak üzere, yazma eserlerin
baskısı yapılmalı ve milletin istifadesine
sunulmalıdır.
Televizyonlarda klasik sanat eğitimleri
veren programlar mecbur hale getirilmelidir. Öğrencilerin eğitim hayatlarında en az
bir kere İstanbul’un bütün tarihî eserlerini
rehberlerin anlatımıyla gezmesi sağlanmalı
ve medeniyetimizin asırlar süren inşa süreci
doğru anlatılmalıdır.
Hattat, müzehhib, ebrucu ve benzeri
sanatkârların eserleri okulların, devlet kurumlarının duvarlarını süslemeli ve böylece
sanatkârların sanatlarını rahatça icra etmeleri sağlanmalı, teşvik edilmelidir. Şairler
desteklenmeli ve yeni şiir kitapları bizzat
devlet tarafından bastırılarak öğrencilere
ücretsiz dağıtılmalıdır. Şairlerin tarih düşme
geleneği ihya edilmeli ve bunun için devlet
teşvik vermelidir.
Mezar taşlarımız İslam harfleriyle yazılmalıdır. Yeni kitapların İslam harfleriyle basılmasına izin verilmeli ve İslam harflerinin
önündeki bütün engeller kaldırılmalıdır.
Okullarda Yunus Emre, Mevlana, Hacı
Bektaş-ı Velî, Niyazi-i Mısrî, Muhyiddin-i
Arabî gibi büyük zatların eserleri ve fikirleri
öğretilmelidir.
Efendim şimdilik bu kadar... Katkıda
bulunan dostlarımız bize ulaşabilirler. İsimleriyle tekliflerini paylaşacağımızı hatırlatmaktan mutluluk duyarız.
eylül 2014
55
haberajanda
Analiz
Karanlık tablonun ruhu
hükümferma, aydınlık
tablo ise ancak bir rüya
idi. 90 sene
bu millet
böyle yaşadı.
Bugün devletin zirvesine
çıkan mübarek başörtüsü, daha
düne kadar
okullardan,
devlet dairelerinden,
TBMM’den
kovuluyordu. Bu iki
cumhurbaşkanından
birinin eşi,
diğerinin iki
kızı başörtüsü sebebiyle
üniversiteye
alınmamış
ve yüksek
tahsilden
mahrum bırakılmıştı.
56
eylül 2014
Gerçek
O
ne dehşetli bir tabloydu!? Çankaya Köşkü’nün
kapısında, beyaz gömleğinin yakasında
papyon kravatı, sırtında siyah frak, başında
silindir şapkası, elinde bastonu, kibirli ve askerliğinden gelen sert bakışları ile çiçeği burnundaki Cumhurbaşkanımız, ilk demecinde
laikliğin ödünsüz bekçisi olacağını, irticaya
asla geçit vermeyeceğini, devrim yasalarını koruyacağını, millete karşı tehdit kokan bir ifadeyle ilan ediyordu.
>> Yanı başında, deve hörgücüne
benzeyen başının üstündeki hotozlu şapkasının altında, boya ile kapatmaya çalıştığı buruşuk yüzündeki aynı kibir ve pek bilmiş yüz ifadesiyle Madam Cumhurbaşkanı da
Paşa’sına eşlik ediyordu. Halkımız
onları şaşkın, ürkek, fakat uzakta
olmanın güveni içinde donuk bakışlarla seyretti. Onlar tabiatıyla
halkımızın bilemeyeceği, anlayamayacağı çok önemli yüksek bilgilere
sahiplerdi(!). O bakımdan Cumhurbaşkanımız, az ve öz konuşup
beş yıl süreyle yaşayacağı kokteylli,
balolu, bol yiyip içmeli, kendi kapalı
hayatına başlamak üzere arkasındaki kapıdan madamıyla beraber köşke girmeden önce silindir şapkasını
eline alıp bizleri şöyle bir selamlama lütfunda bulundu. Halkımız
da Cumhurbaşkanı’yla şürekâsını,
onu oraya getiren “zorba kuvvetler”
ve yandaşlarını, bilcümle buyurgan
seçkinleri yedirip doyurmak için
sessizce kendi mazlum çalışma
hayatına döndü. Bir daha -zaman
zaman laiklik, irtica, Atatürkçülük
gibi sözcükleri barındıran tehdit ve
azar seanslarının dışında- böylesi
bir görüşme de olmayacaktı…
Çok şükür…
Televizyonun karşısındaki koltukta uyuyakalmışım. Kâbus görmüş gibi terler içinde uyandığımda,
gördüğüm bu “Eski Türkiye” tab-
losunun bir rüyadan ibaret olduğunu anlayınca Rabbime hamd ü
sena ettim. Gözlerimi ovuşturup
karşımdaki ekrana baktığımda gördüğüm tablo ise bir rüya değil, gerçekti. Bu, önceki iç karartıcı karanlık tablonun tam aksine ferahlatıcı,
aydınlık “Yeni Türkiye” tablosuydu.
Giyim kuşamı bizlere benzeyen,
sıradan, mütebessim çehreli, mütevazı iki güzel insan, önce içten
bir musafaha yapıp kucaklaştıktan
sonra, kameralar önünde halkımıza gönül açıcı, muhabbet dolu
açıklamalar yaptılar. Bu iki insan,
devir teslim töreni yapan Türkiye Cumhuriyeti’nin halef-selef iki
“Cumhurbaşkanı” idi.
Birbirlerine “Kardeşim” diye hitap ediyor, halkımıza karşı kullandıkları ifadelerde gözlerinin içi gülüyordu ikisinin de. Yanı başlarında
tıpkı eşim, kızım veya kız kardeşim
gibi eşleri, sade ve vakur duruşları,
gülümseyen simaları ile halkımıza
sevgi sunuyorlardı. Bu insanlar, kadını ve erkeğiyle bizim içimizden,
bizden birileriydi.
Çok değil, bundan beş on sene
öncesine kadar yukarıda sunduğum
Sabri Öğe
[email protected]
hayaliaştı
iki zıt tablo yer değiştirmekteydi. Karanlık
tablonun ruhu hükümferma, aydınlık tablo ise ancak bir rüya idi. 90 sene bu millet
böyle yaşadı. Bugün devletin zirvesine çıkan
mübarek başörtüsü, daha düne kadar okullardan, devlet dairelerinden, TBMM’den
kovuluyordu. Bu iki cumhurbaşkanından
birinin eşi, diğerinin iki kızı başörtüsü sebebiyle üniversiteye alınmamış ve yüksek
tahsilden mahrum bırakılmıştı.
“Başörtüsü” deyip geçmeyin; o, eski ile
yeniyi ayırt eden, gerçek bir devrimin sembolüdür. Milletimizin, hürriyetini zorbaların elinden kurtardığının, 90 yıldır ilk defa
kendi kendisini yönetme güç ve iradesini
gösterdiğinin ifadesidir: Eski ve Yeni Türkiye… Eski, varlığını “zinde güçler” dedikleri
zorba güçlerden; yeni ise meşruiyetten alıyor. Meşruiyetin yegâne kaynağı ise milletin
iradesidir. Bundan böyle eski Türkiye’ye asla
dönme ihtimali yoktur. Çünkü milletimiz
uyanmıştır ve iradesini başka hiçbir güce
teslim etmeyecek şuur ve iradeye sahiptir.
Bir çift söz
Ey Ecevit, işte bak! Dilinden düşürmediğin halkın gücü nelere muktedirmiş? Bu
halk seni siyaseten sıfıra müncer edip yolcu
ettikten sonra, kapı dışarı ettiğini sandığın
başörtüsünü zirveye yerleştirdi.
Ve sen ey Demirel! “Başını örtmek isteyen Suudi Arabistan’a gitsin” buyurmuştun
ya, sen de tıpkı Ecevit gibi, sırtını sonsuz
güç sahibi sandığın zorba güçlere dayamıştın; “İşte laik Türkiye!” diye ünlediğin
Çankaya’da imanlı bir halk evladı oturuyor
şimdi. Bittin! Yıllarca aldatıp sırtında siyaset yaptığın imanlı halkımızın nezdinde on
paralık değerin kalmadı. Rabbim kimseyi
senin durumuna düşürmesin…
“Biz asılız, bizim dediğimiz olur” diye
höyküren ey “Çağdaş Yaşamın Azizesi”! Ey
halkımızı böcek gibi gören Batı’nın uşakları! Kağnı gölgesinde yürüyüp de kağnının
gölgesini kendi gölgesi sanan yaratık misali aziz milletimizin gölgesinde çöplenip
de kendisini dev aynasında gören ey sahte
enteller!.. Evet, doğru… Bugüne kadar sizin
dediğiniz oldu, ama artık bittiniz! Bütün
dağlarınıza kar yağdı. Bundan sonra yalnız
ve ancak aziz milletimizin dediği olacak.
Ama dikkat edin! Halkın içinden çıkan
bugünün muktedirleri sizlere gönüllerini
açıyor; hiç kimseyi ötekileştirmeyeceklerini,
sizin o mülevves, kokuşmuş yaşam tarzınıza
müdahale etmeyeceklerini, tam aksine teminat altına alacaklarını söylüyorlar. Şayet
sizlerde zerre kadar insanlık kırıntısı ve feraset kalmış ise, bunun kıymetini bilir, artık
fitneden vazgeçer, ırmağı tersine akıtama-
yacağınızı idrak eder ve milletin iradesine
teslim olursunuz.
Bir çift söz de Sayın Devlet Bahçeli’ye...
Bu iktidar Balkanlarda, Orta Asya’da,
Afrika’da ne kadar ecdat yadigârı halk varsa
hepsine el uzattı; ne kadar bakımsız, çaresiz
eser kalıntısı varsa hepsini yeni baştan imar
ve ihya etti. Sizse iktidarınızda hep o zorba
güçlerden çekinerek bir tek soydaş ve dindaşın hatırını soramadınız, bir tek çeşmeyi
restore edemediniz.
Açıkçası son yıllardaki gelişmeler ve gelinen nokta hayalimizi aşmıştır. Dünyanın
en büyük havalimanını bizim ülkemizin
yapacağını hayal edebiliyor muyduk? Onu
ancak ABD, Almanya gibi ülkeler yapabilirdi. Ve diğerleri… Ve bugünkü muhteşem
Çankaya tablosu… Ancak bütün bunlar
eski Türkiye’nin gölgesi altında yapılabilenlerdir, esas olaysa yeni başlamaktadır.
Yeni Türkiye’nin mimarları, inanıyorum ki
Allah’ın izni ve halkımızın desteği ile bu
aziz milleti çok daha parlak ufuklara uçuracaklar, Türkiye’ye yeni Türkiye’ler katacaklardır. Halkımıza düşen görev, onları sadece
sandıkta desteklemekle yetinmemek, “Sandık her şey değildir” yaveleri ile fitne peşinde koşacak olanlara karşı uyanık olmak ve
onlara fırsat vermemektir.
eylül 2014
57
haberajanda
Toplum
Kâğıt aynı kâğıt, dünya aynı dünyadır; değişen sadece kâğıdın üzerine düş(ül)müş
aldatıcı renklerdir. Makas için kâğıdın boyalı olması bir şey değiştirmez, ucu alev almış bir kibrit için yahut da... Tarihi yeniden yazmak istediğimizde renklerin efsununa kapılıp kâğıdın
boyalı olmakla değiştiğini zannedenler değil, aldatan renklere karşı kör, kâğıdın hakikatine
karşı gören gözler bunu yapacaktır.
UYANIŞ
B
İZ kimiz, kim gibiyiz? Yerimiz neresi, neredeyiz? Bilmemiz gereken nedir, neyi biliyoruz? Kıblemiz neresi,
nereye secde ediyoruz? Mukaddesimiz nedir, biz nelere
kıymet veriyoruz?
>> Bu sorularım sanadır, metruk mahallenin çocuğu... “Seni yönlendiriyorlar”!..
İşte aklımıza, havsalamıza granit bir kayaya işler gibi işlememiz gereken temel bilgi
58
eylül 2014
bu olmalıdır. Dünyayı ve özellikle bu kadim coğrafyayı yönlendirenler var. Kimse
bir şey hissetmeden, kimse anlamadan bu
coğrafyanın insanını, birileri canı neyi is-
terse onu ustaca ikna ediyor.
Her çağda mahir bir hokkabazın eliyle
illüzyonlar yapılır ve hakikat örtülür. Bu
çağın büyük hokkabazı da kitle iletişim
araçları olmuştur. Ahlakî ve kavramsal
erozyonun nedenleri arasında ilk sırada
sayılabilecek mahir güç, kendi dünyaları
dışında kalan dünyayı çürütmek isteyenlerin elindeki kitle iletişim araçlarıdır. Bu
saldırıya dalgakıran etkisiyle karşı koyma-
Muhammed İkbal Bakırcı
[email protected]
nın tek bir yolu vardır, o da kitle iletişim
araçlarını çok iyi tanımak, bir silah gibi nasıl kullanıldıklarını öğrenmek ve gerekirse
karşı koymak için aksi yönde uygulamaktır.
Ve nihayet bunun peşine ahlakî ve kavramsal uyanışı başlatabilir, tarihi yeniden
yazabiliriz.
Çağın hokkabazı
Güncel olayları öğrenip takip ettiğimiz
kitle iletişim araçları, yasama, yürütme ve
yargı organları ile birlikte dördüncü bir güç
olarak kabul edilir. Bu dördüncü güç, etkinliğini öyle bir düzeye taşıdı ki bilgi verme ve haberdar etme işlevlerinin çok ötesine varıp, söz söyleme önceliği, yönlendirme
kabiliyeti ve ikna gücü açısından dördüncü
güç olan sırasını birinci güç olarak değiştirdi. Kitlelere haber ulaştırma, parça ile bütünü birbirinden haberdar etme görevlerini
adeta ek iş sayan kitle iletişim araçları, artık
toplumun hafızasını kontrol edebilme ve
yönlendirme gücüne de sahiptir.
Kitleleri belirli yönlere itekleyebiliyor
olması dışında, aynı zamanda onlara, nelere ihtiyaç duymaları gerektiğini de öğütlemektedir bu araçlar; düşünmesi, konuşması ve susması gereken yerleri ve şeyleri,
kitlenin içindeki her bir kişiye ayrı ayrı
sunabilmektedir.
Birçok değer yeniden tasarlandı ve yeniden aslının dışında, başka biçimlerde
algılanıyor hale getirildi. Farklılık ve farklılıktan kaynaklanan zenginlik adına, manevi ve kültürel değerler kazınarak yerlerine
“Batı’nın aynılığı” mottoları ikame edildi.
“Sana benzeyen sendendir” diye ikna edilen
gruplar, büyük bir yanılgının eşliğinde hüsran ve ihanet dehlizlerine yuvarlandılar.
Aynı bostanın gülü olabilmek için güle
benzemek yetmezdi oysa. Kitle iletişim
araçlarıyla inşa edilen yeni bir toplum düzeni tasarlanmak istendi. Bir yalanı birçok
doğrunun arasına sıkıştırıp o yalan doğrultusunda kitleleri canları nasıl isterse o
yöne aktarabildiler. Aylar ve yıllar sonrasının toplumsal zihin yapısı için adım adım
uygulanan zihinsel kırılmalar ile fay hatları
oluşturulabildiler. İşte bu şekilde dördüncü kuvvet olarak ortaya çıkarken birinci
kuvvet işi gören kitle iletişim araçları, günümüzde kitle ikna silahları olarak iş görmektedirler.
Uyarlanmış hayatların
bekçiliğinden müjdelenmiş
millete
Bugün ne yazık ki toplum olarak sadece
duyumlara dayalı görüşler benimsenmekte
ve ödünç alınmış, aşırılmış, uyarlanmış hayatların bekçiliği yapılmaktadır. Kitle ikna
silahı olarak kullanılan mass-medyanın
tesiri ile sosyal medya, görsel ve yazılı unsurlar tarafından ne söylenirse ona inanılmaktadır. Ahlakî değerler internetten alınmakta, dünyada yaşananlar televizyondan
takip edilmektedir. Birçok kavramsa uçuşan kalabalıklardan öğrenilmekte ve tam
anlamıyla birileri tarafından uyarlanmış
hayatların bekçiliği yapılmaktadır.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen değişmez bir gerçeğimiz var ki, “Müjdelenmiş
bir milletin yaşadığı topraklar, en az milleti
kadar o müjdeden nasibini alır” gerçeğidir
o da. Büyük yolculukların, büyük hedeflerin aşkına tutulup binlerce yıllık serüven
yazan, İslam medeniyetinin bayraktarlığını yapmış ve yapmakta olan Türk milleti,
yaşadığımız toprakları tarihimizde paha
biçilmez bir iklimle yeniden biçimlendirmiştir. Bu coğrafyanın her metrekaresi,
eski dünyayı yeni dünyaya kavuşturan bir
zanaatla ince ince işlenmiş ve tüm cihanı
kucaklayan genişliği, zamanı aşan derinliği
ile çok büyük bir öneme sahip olmuştur.
Anadolu toprakları, paha biçilmez geçmişini cömertçe İslam medeniyetinin bayraktarlığını yapan milletimize ikram etmiştir. Buna birçok örnek verebiliriz ki içlerinden birini sizlerle paylaşmak isterim.
Mısır’dan ithal edilen ve firavunların
kendilerine gemiler yapmak için kullandığı Lübnan’ın sedir ağaçları o dönem çok
özeldi. Bu ağaçlar karşılığında değiş tokuşu
yapılan papirüs ticaretini tekelinde tutan
Fenikeli tüccarlar ise dönemin en güçlü
kimseleriydi. Ancak onların egemenliği bir
parşömenle bitti. Parşömenin keşfi, tarihin
akışını olduğu gibi değiştirdi. İşte parşömeni bulan ve bunun sayesinde bilginin
üretilip yayılmasını sağlayan Bergama, bu
milletin genetik kodlarına yerleşen ilahî bir
ikramdır.
Şu noktaya çok dikkat edin: Batı dünyasının İslam medeniyetine ilk saldırısı, Anadolu coğrafyasının fethinden sonra olmuştur. Kudüs ve Liberya’dan sonra Anadolu
da İslam medeniyetinin harcına karışınca,
Batı, kendini inşa etmek zorunda kalmış ve
Doğu’yu ona saldırması gerektiği biçimde
tarif edip kendi dünyasını toparlamıştır.
Hayata tutunan insanlar gibi renk renk
damlacıkların zor bela ucunda asılı durduğu bir fırça ile beyaz bir kâğıdı boyadığımızda nasıl ki o kâğıt, kâğıt olmaktan çıkmaz, dünya da sadece renklerin değiştiği
bir kâğıt parçası gibi özünü kaybetmeden
ilk günkü halini korur.
Kâğıt aynı kâğıt, dünya aynı dünyadır;
değişen sadece kâğıdın üzerine düş(ül)müş
aldatıcı renklerdir. Makas için kâğıdın boyalı olması bir şey değiştirmez, ucu alev almış bir kibrit için yahut da. Tarihi yeniden
yazmak istediğimizde renklerin efsununa
kapılıp kâğıdın boyalı olmakla değiştiğini
zannedenler değil, aldatan renklere karşı
kör, kâğıdın hakikatine karşı gören gözler
bunu yapacaktır.
Şimdi vakit…
Şimdi tarihi yeniden yazma vaktidir.
Tarihin akışını değiştirecek olan yeni bir
dokunuşla, öncelikli olarak kendi coğrafyamızda adeta bir uyanışın imsak vaktini
tasarlamalıyız. Çağın hokkabazını tanımalı, onun hile ve büyüsüne karşı hazırlıklı
olmalıyız. Her saldırıyı müceddet bir dalgakıran gibi gücümüzü ve tazeliğimizi kaybetmeden savurmalıyız. Topu topu ahlakî
ve kavramsal olmak üzere iki büyük uyanışa ihtiyacımız var. Ahlakî uyanışın başlangıcı, değer yargılarını dupduru, bozulmamış haliyle yeniden toplumsal katmanlara
öğretmektir. Kavramsal uyanışın başlangıcı
ise, toplumsal hayatı çepeçevre saran kavramların içi boşaltılmış hallerini ne yazık ki
kanıksamış olan kitlelere her kavramın asıl
mahiyetini ve rolünü yeniden belletmektir.
Kitle ikna silahlarıyla değersizlik üzerine
inşa edilmiş bir dünyayı, ahlaksızlığı popüler ve cazip hale getirerek yerle yeksan
eden mihraklar, tüm bu yaptıklarına karşın
ne gariptir ki kendi dünyalarını ahlak ve
güçlü kavramlarla yüce tutmayı asla ihmal
etmemektedirler.
Sıra bize geldi! İslam medeniyetinin
uyanışı, ayaklanışı ve yürüyüşüne sıra gelmiştir... Ve her yürüyüş bir uyanışla başlar.
Uyanışın vakti gelmiş! Çağın hokkabazını
biliyoruz. Ona karşı müdafaasını sağlam
yapan, özüne yönelen bu coğrafya, kadim
bilgeliğini ortaya koyacaktır. Çok değil, az
kaldı...
eylül 2014
59
haberajanda
Analiz
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç
REJİMİN
SİGORTASI
B
İR zamanlar siyasî düzlemde gerçekleşen her olay, bir
bilen sıfatıyla ordu mensuplarına danışılırdı “Efendim”ler
düzülerek... Siyasete balans ayarı çeken laflar etsin de dıdısının dıdısı olması fark etmezdi birileri için. Sonra çok şey
değişti, siyasete milletin iradesi el koydu.
>> Yalnız millete, iradesinin ne denli
kuvvetli olduğu gösterilmeliydi. Şubat’ın
soğuk dönemlerinde yayınlanan “toplumun
güvendiği kurumlar” listesinde her zaman
60
eylül 2014
birinci sıraya yerleştirilen TSK, bir anda bu
unvanını kaybetti. Zira operasyonlar, darbe
senaryoları ve gaf dolu beyanlar derken büyük zararlar veriliyordu kimliğine.
Bugünlerde “paralel yapı” sıfatıyla nitelendirilen bir grubun sahibi olduğu medya da
söz konusu süreçte müthiş bir kimlik algısı
oluşturuyordu. Sağduyulu akil insanlarca
uyarılan bu grup ve iktidar partisinin birtakım mensupları ise nasihatlere aldırış etmeden TSK’ya karşı genişletilen güvensiz kimlik algısını perçinlemeye gayret ediyorlardı.
Keser dönünce sap döndü ve gün gelip
hesap da döndü; sözünü ettiğimiz “paralel
yapı” sıfatlı grup, bütün kamuoyundan şunu
dilenir oldu: “Türkiye’ye şöyle güzel hizmetler etmiş, dine böyle iyi hizmetler etmiş kişilere örgüt demeyin, dedirtmeyin…”
Anlaşılan, o günlerde TSK ile başlatılan
kimlik formatlama süreci, şahsî hesaplarına
klonlanan devletleşme kurgusuna hizmet
etmesi açısından şekillendirilmişti. Boşaltılan TSK da bu düzlemde doldurulmalıydı.
Zira bir diğer güvenlik birimi olan polisten
bu noktada çekince yoktu. TSK mensubu
olup da komutanlarının “Yap!” dediğini yapan askerlerin evlerine “sahur” operasyonları
düzenleyenler polis değil miydi? Peki, polisin harekete geçmesi için hangi erkin ne
yapması lazımdı?
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
“Mazlumlar, sonradan zalim
olmasınlar” derdi Hocam
24 Kasım 2012 günü Ankara’da, İnsanî
Değerler Derneği 2. Olağan Genel
Kurulu’na konuk olarak katılan Anayasa
Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, konuşması sırasında hak ihlallerinden bahsederken şöyle bir beyanda bulunuyor: “Hak ihlallerini engellemek hepimizin görevi; idarenin de görevi bu, yasamanın da görevi bu.
Ama en çok bu görev yargının olsa gerek,
bizlerin olsa gerek. Çünkü insanların sığınacağı son nokta bizim kapımız. Biz insanlara
karşı adil olmazsak, bu rejimin de, bu düzenin de sigortası inanın ortadan kalkar…
Dün özgürlüklerin önündeki sınırlardan
şikâyet edenler, bugün onun bekçisi olma
durumuna lütfen düşmesinler…”
Polisin harekete geçişine dair hangi erkin
yetkili olduğu hakkındaki sorumuza Sayın
Başkan’dan böylesi bir arşiv cevabı alırken
kafamıza bir soru daha takılıyor; ancak bu
soruya karşılık gelen cevabı, bu yazıyı okurken içinizden söyleyiniz ki bakalım bizim
gidiş yolumuz doğru mu? Sonuçtan olmazsa gidiş yolundan belki puan alabiliriz zira.
AK Parti’nin ülkemize benimsettiği kavramlaşan bir deyiş oldu “Yeni Türkiye”...
Yani Yeni Türkiye, ulaşılan bir oluş değil, hedeflenen bir ufuk. Türkiye’de Cumhuriyet’le
birlikte yerleştirilen rejim ve düzenin oturtulması için 70 yıl gibi bir mesafeden bahsedecek olursak eğer, AK Parti’nin Yeni Türkiye adındaki bir sistem ve rejimi oturtması
12 yılı bırakın, son 5 yılda imkânsız.
Hak ihlallerini engellemek idarenin, yani
yürütmenin ve yasamanın görevi, ama bunlardan çok yargının görevi. Bu gerçeği Sayın
Başkan’ın demecinden çıkartıyoruz. Zaten
öyledir de… Yargı deyince adalet akla gelir.
Hak ihlalleri adalet üzerine şekillenen bir
konu olduğuna göre, bunun önüne geçmek
en çok da yargının görevidir. Küçümsediğim
için söylemiyorum asla, bu ülkedeki siyasî
profillere göz atacak olursanız, karşınıza
çıkan en yoğun zümre yargı ile buluşan sıfatlara sahiplerin zümresi olacaktır. Avukat,
eski hâkim, eski savcı, eski bilmem ne heyet başkanı, hukuk profesörü, ceza hukuku
doçenti, anayasa uzmanı filandır bunların
unvanları. Ve bu zümrenin arasında öyle bir
parti vardır ki, onlara göre hukukun üstünlüğünü ancak onlar korurlar ve halk hukuku
asla bilemez, ancak onlardan öğrenebilir.
Tabiî öğrenebilirse...
Belirttiğimiz bu partinin zihninden geçen, hani İslam ümmetine her an tekrarla-
nan “Sen Kur’an’ı, İslam’ı, imanı bilmezsin;
okuyamaz, anlayamazsın da. En iyisi bana
sor, benden öğren. Benden öğrenmedikçe
öğrenemezsin!” mealindeki telkinler vardır
ya, işte bu minvaldedir. Ülkedeki hukukun
üstünlüğü, sırf bu zihniyet yüzünden hukukçuların üstünlüğü profiline dönüşmüştür.
Hangi kimlik geçerli?
Bir detaya girerek içinizden geçirdiğiniz
cevabı söylemenizi isteyeceğim. Olağan
şartlarda, ülkemizdeki herhangi bir kurumda, mesela bir bankada şahsınızı tanıtacak
üç belge vardır: Kimlik, ehliyet ve pasaport.
Ancak iki tür kişi, bu üç belgeye de sahip
olabilmesine rağmen başka bir belge gösterir: Hukukçu ve emniyetçi. Mesela bir avukat baro kimliğini, bir polisse görev kimliğini
ille de gösterme eğilimindedir. Hâlbuki ikisi
de en azından normal bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kimliğine sahiptirler.
Şimdi cevabınızı içinizden istediğim soruyu sorayım: AK Parti, bırakın 12 yılı, 5
yılda bir rejim ve sistem oturtamayacağına
göre yargının sigortası olduğu ve korunması
gereken sistem ve rejim nedir?
ise cevap veriyor: “Yargıtay Başkanı’nın bugünkü konuşmasını geçmiş konuşmalarına göre çok daha beğendim. Daha önceki
konuşmalarını çok soyut düzeyde algıladım.
Dolayısıyla çok fazla ilgimi çekmemişti.
Ama bugün Sayın Başkan bence çok güzel
bir konuşma yaptı; söylenmesi gerekenleri,
rahatsızlık duyulan konuları gayet net bir
şekilde, hiç kimsenin kişilik haklarına ve
hakarete varan bir seviyede bulunmadan,
gayet medenî ölçüler içerisinde düşüncelerini ifade etti. Ben eleştirilecek bir taraf
görmedim.”
Ne olur yanlış anlaşılmasın, Haşim Kılıç’ı
hedefe oturttuğumuz filan yok. Kendisini
Erdoğan’la çatışması sırasında eleştirmiştik,
fakat o orada kaldı. Sayın Kılıç’ın demeçlerine değinmemizin sebebi, ülkede güya
hukukun üstünlüğünü ispat etmeye çalışan
hukukçu üstünlere cevap verme arzumuzdan kaynaklanıyor. Yani biz diyoruz ki,
“Hukukçu değil, hukuk üstündür”.
Yeni bir siyasî hareket
Ah, bu arada AK Parti’den istifa eden vekillerin çoğunun da hukukçu olması tuhaf
bir tevafuk. Gerçi AK Parti’de hâlâ bir sürü
hukukçu var ama ülke siyasetinde zaten hukukçu bitmez, bu detayı boş verin…
Başlangıçta paralel yapının, kendisini
savunma noktasında nasıl bir yalvarmaya giriştiğine değinmiş ve öncesinde TSK
mensuplarına karşı yaptığı saldırılarda TSK
kimliğine ne tür bir kasıtta bulunduğunu
anlatmaya çalışmıştık. Peki, bu yapının siyasî
anlamda hiçbir hamlede bulunmamasını bir
şeyle açıklayabilir miyiz? Asla! Zira yapı,
siyasî bir harekete, bir “değişim hareketi”ne
soyunuyor. “Değişim” dememizin sebebi, bir
zamanlar giyindikleri birtakım gömleklerden soyunmalarına kastımızdan olsa gerek.
Ne de olsa ortada askerî muhtıralar olmayınca, memleketin herhangi bir erk
memurunun ettiği sözlere muhtıra diyecek
halimiz yok. Ancak ne kadar da ilginç değil
midir darbe yapan bir zümrenin içerisinden mutlaka bir danışılan çıkarılması? (28
Şubat-asker, 17 Aralık-hukukçu gibi.) Örnek: TBMM’deki adlî yıl açılışında Yargıtay Başkanı’nın konuşması –ki Hükümet’e
yönelik eleştirileri sertti- soruluyor Anayasa
Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’a. Kılıç
Bu yazının bir devam niteliği olacak
belki, ancak şimdilik bu kadar. Yalnız söz
konusu hareketin doğuşu ve seçimlere kadar izleyeceği rota hakkındaki düşüncelerimizi de paylaşacağız. Zira Ertuğrul Gazi
Şenlikleri’nde yaşanan talihsiz olayı kınıyoruz…
Hayır, hayır, “Eski Türkiye” diye dışınızdan değil, içinizden verecektiniz cevabı, mızıkçılık yaptınız. Bu cevabı kabul edemem
ama yan cebime koyun…
Hani başta demiştik ya “Bir zamanlar hep
danışılırdı” diye, işte o danışılanlara artık danışılmayınca, bir şekilde danışılacak bir encümen bulundu: Yargı mensupları… “Dün
özgürlüklerin önündeki sınırlardan şikâyet
edenler, bugün onun bekçisi olma durumuna lütfen düşmesinler” diye nasihatte bulunuyorsa Sayın Başkan, danışılabilir bir bilen
olmasında beis yoktur.
Bir yerden veya bir yerlerden haberler
bekleyen bu hareket, 17 ve 25 Aralık darbe
girişiminin ardından net şekilde AK Parti
saflarından geri çekilmiş ekiplerce oluşturulurken, siyasî arenada bir güneşin doğduğunu
haber veriyor. Ülkenin her bir köşesinde bu
güneşi görmeyi bekleyen gıyabî mensupları
bir heyecan sardı. Her platformda hukukun
üstünlüğünden dem vuran bu harekâtçılar,
dillerine doladıkları bu hikâyeyle yargı darbecilerinin ardına sığınıyor ve aynı darbecilerle birlikte çalışan Emniyet mensuplarının
çadırına girmeyi hasretle bekliyorlar.
eylül 2014
61
haberajanda
Toplum
Mehtap Kayaoğlu
[email protected]
Hepimiz, hizmet
verdiğimiz kişilerin
gözünde daha büyük
yer tutmak isteriz.
Hizmet edenle hizmet alan arasındaki
sayıca dengesizliği
biliriz. Hizmet eden
tek kişidir, ancak
hizmet verdiği belki
binlerce kişi... Bu
durum, “yönetenle
yönetilen arasındaki
doğal acımasızlıktır”
bir yanıyla. 72 milyon
vatandaşa karşılık
bir “Cumhurbaşkanı”
var örneğin. Yahut
hastanede çalışan
kalp doktoru bir tane,
hizmet verdiği ise
binlerce kişi…
Yeni Türkiye için
yeni yönetim
stratejileri
B
İR “Yeni Türkiye” ifadesidir almış
başını gidiyor. Kiminin dilinde “Eskisinin ne hayrını gördük, yenisi ne
olacak?” sözleri, kiminin zihninde
her şeyin çok daha güzel olacağı hayalleri...
Kişinin işi gücü “insan psikolojisi” olunca,
bireyden topluma her yerde insanın bilinçdışına dair tespitler yapması normaldir sanırım.
Her “yeni” olanda “yenilenmesi gereken” bazı
durumlar vardır elbette. Bu anlamda düşünceyi insan ilişkilerinden geçirelim ve evrensel
doğrularla yoğurduktan sonra çeşitli kademelerde çalışan karar mercileri için “yeni yönetim” önerileri paylaşalım, ne dersiniz!?
“Yeni” yöneticinin “yeni
düşünce modeli” nasıl
olmalı?
“Yönetici” deyince ne düşünüyorsunuz bilmiyorum, ama benim aklıma soğuk, uzak, danışmanlarından bilgi alan, onların yönlendirmeleriyle kararlar veren kişiler geliyor. Her şey
yenileneceğine göre, yönetim kademesinde
olan kişilerin bakış açılarının da değiştirilmesi
gerektiğine inanıyorum.
Duyguda yanında olmadığınız halka verebileceğiniz şeyler sınırlıdır. İyi bir yönetici,
sevimli dokunuşlarıyla hastasının ağrısını
gideren babacan doktor gibidir, ne dersiniz?
Her şeyi mükemmel yapmasını tabiî ki bekleyemeyiz, ancak verdiği kararların bizim üzerimizdeki olası olumsuz etkisini hafifletecek
düzeyde bizimle duygu kardeşliği yaşadığını
hissetmek isteriz.
Gizemli/soğuk bir yöneticinin aldığı kararların muhteşemliği bizi çok etkilemezken,
yakın/düzeyli yöneticilerin yaptığı çalışmaları
öve öve bitiremeyiz.
62
eylül 2014
Cahil miyiz? Çalışma standartlarına değil,
tavra bakacak kadar acemi miyiz? Yok, değiliz; insanız… İnsanın en temel ihtiyacı olan
ilişki kalitesini her seviyede talep edebilecek
kadar bilinçlenmeye başlamışız. Yani olan bu
anlayacağınız…
Yeni yöneticinin en önemli düşünce modeli, yönettiği sistemin ihtiyaçlarına kulak
verebilecek düzeyde içgörü sahibi olmasını
gerektirir. Her kurumda terslik olabilir. Yönetici sıkılır, sinirlenir, zihnî karışıklık yaşar veya
altında çalışan kişiler tarafından dışlandığını
hissederse, içinde bulunduğu bu durumu değerli bir bilgi olarak görmelidir. Zira bozulmak,
alınganlık yapmak ve tepkisel davranmak, yönetim stratejilerindeki kör noktaları görmeye
engel olur. Kendine bakabilen, kendi yönetim
modelini sorgulayabilen bilinçli yönetici, yaşadığı bu karmaşıklığın ne kadarını kendi iç
eksikliklerinin veya ne kadarını içinde bulunduğu kitlenin oluşturduğunu ayrıştırabilir? Bu
ayrımı yapmak son derece önemlidir. Çünkü
olanlar nedeniyle endişelenmek yerine, dışarıdan bakıldığında aleyhinizeymiş gibi görünen
durumu lehinize çevirebilirsiniz.
Yeni yönetici “kendini
açmalı”dır
Yeni yönetici “kendini aşmalı” demiyor,
dikkat ederseniz “açmalı” diyorum. Çünkü
kendisini aşan pek çok kaliteli yöneticinin
kendisini açamadığı için başarısızmış gibi
göründüğüne şahit oluyorum. Yeni dünya
düzeninde mekanik ilişkilerin yerini duygusal
ilişkilerin aldığını görmemek, ciddi anlamda
görme kaybı yaşadığımız anlamına gelebilir.
Dünya, duygularını açan yöneticileri seviyor
artık.
Karamazov Kardeşler’de bahsedilen gizem-
İyi dinler, iyi görür ve yeterince emek vererek beklerseniz, “Sanki beni tanıyor…
Sanki benim ihtiyaçlarımı bilerek kararlar almış!” gibi duyguları oluşturabilen
yönetici olmayı başarabilirsiniz.
li insan modeli, günümüzde kendi dünyasını paylaşan sempatik yöneticiyle yer değiştirmeye başladı bile. Hatta öyle ki halk,
cumhurbaşkanının bile kendini açtığı anlarına eşlik etmek istiyor, özel paylaşımlarını
merak ediyor, eşinin elinden tuttuğu anlara
bayılıyor, çocuklarına yeterince babalık yapamadığı konuşmalarından sonra onunla
kendi hayatı arasında ciddi benzerlikler
olduğunu hissediyor, sahaya çıkıp top koşturduğunda veya geçmişte kalan çocuk yanlarıyla gelecek ümitleri arasında yıkılmaz
köprüler inşa edildiğini düşünüyor, kendisini çocukluğuna götüren ama gittiği yerde
bırakmayıp geleceğe taşıyan kişiye inanıyor.
Yıllarca uygulanan “Gizemini koru!” modelinin yerini, günümüz dünyasında “Şeffaf
ol!” duygusu almaya başladı. Yöneticinin,
yönettiği birim/sistem ile gerçek bir ilişki
kurması çok daha etkili iz bırakıyor.
Çalışanlarınız ve hizmet verdiğiniz kişiler,
günün koşuşturmaları, stres faktörleri, özel
sorunları nedeniyle yeterince kaygılı. Yöneticinin kaygıyı besleyecek düzeyde gergin
oluşu, gerek hizmet verdiği halk ve gerekse
kendi gözetiminde çalışan personel üzerinde olumsuz duyguların oluşmasına vesile
olmaktadır. Filanca bölgede yaşanan sıkıntı
nedeniyle halkın acısına eşlik edebilen bir
yönetici, taş gibi durup hiç etkilenmemiş
görünen bir abideden çok daha iyi hissettirecektir vatandaşa kendisini.
Bu arada şeffaf olmuş olmak için şeffaf
olunmaz, zira ters etki yapabilir. “Yöneticiyim; daha iyi yönetici olayım!” diye başkaları
tarafından bilinmesinden hoşlanmayacağınız özel durumlarınızı kimseyle paylaşmayın.
Aşırı tedbirli davranmayın
Tedbirli davranmak her zaman iyidir.
Aşırı tedbirli davranmaksa sıkıntı oluşturabilir. Garip değil mi? Devamını okuduğunuzda anlayacaksınız...
Tedbir, endişeden kaynaklanır. Bir miktar endişe iyidir. Kendimizi gözden geçirmemizi, çalışmalarımızda daha dikkatli
olmamızı, verimliliğimizi arttırmak için
özenli davranmamızı gerektirir. Fakat aşırı
endişe, beraberinde aşırı tedbiri doğurur ki,
bu, faaliyetlerinizde etkinliğinizi ortadan
kaldırabilir. Koruma güdünüzü gereğinden
fazla harekete geçirirseniz, davranışlarınızdaki değişikliği fark etmeseniz de yakın
çevrenizin hakkınızda söylediği cümleler
kulağınıza ulaştığında garip davrandığınızın
anlaşıldığını görebilirsiniz. Bir yönetici için
en tehlikeli durum, tutum-davranış özelliklerinin eleştirisini çevreden dinlemesidir.
Yeni yönetici dinleme ve
beklemeyi bilmelidir
Yeni yöneticilerin tıpkı terapist gibi çok
iyi bir dinleyici olması gerekir. Dinlemek sanattır, hem de üzerinde çalışılması gereken
bir sanat. Yargılamayan, yansız ve yüksüz
dinleme…
Yöneticinin bulunduğu konumu ve hizmet verdiği sektörü korumak için zor seçimler yapması gereken zamanlar vardır.
Bunun için önce dinlemeyi bilmelidir. Değerlendirme ve karar vermenin en zorlu aşaması doğru dinlemeden geçer.
Hizmet verdiğiniz sektörde pek çok insan var, ama unutmayın ki onlara sizin alanınızda hizmet veren tek yönetici sizsiniz.
Tam da bu nedenle biricik ve teksiniz. Yeni
yönetici, “Onlar nasılsa çok, ne olduğunu
anlamazlar” diye düşünmemelidir. Hizmet
verdiği her kişinin tek tek biricik ve değerli
olduğunu hissetmelidir.
Hepimiz, hizmet verdiğimiz kişilerin gözünde daha büyük yer tutmak isteriz. Hizmet edenle hizmet alan arasındaki sayıca
dengesizliği biliriz. Hizmet eden tek kişidir,
ancak hizmet verdiği belki binlerce kişi.
Bu durum, “yönetenle yönetilen arasındaki
doğal acımasızlıktır” bir yanıyla. 72 milyon
vatandaşa karşılık bir “Cumhurbaşkanı”
var örneğin. Yahut hastanede çalışan kalp
doktoru bir tane, hizmet verdiği ise binlerce
kişi…
Çoğulun içinde olduğunu bilmek, hizmet
alan açısından travmatik bir soruna dönebilir zaman içinde. Yeni yöneticinin yönetim
deneyimiyle kucaklaşan duygu kardeşliği ve
hizmet verdiklerini dinleyerek kazanacağı
ilişki zemini travmayı azaltacaktır.
İyi dinler, iyi görür ve yeterince emek
vererek beklerseniz, “Sanki beni tanıyor…
Sanki benim ihtiyaçlarımı bilerek kararlar
almış!” gibi duyguları oluşturabilen yönetici
olmayı başarabilirsiniz.
Sevgiler...
eylül 2014
63
haberajanda
Hayat
Paralele nasıl teğet
U
FAK tefek bir çocuk, henüz dördüncü sınıfta. Yaşıtlarına göre çelimsiz. Tahtaya “Okul” yazmış.
“Bakın arkadaşlar” demiş, “her harfin altına, alfabedeki sıralamaya göre kendinden sonra gelen
harfi yazalım. Ne çıkacak görelim”. O’dan sonra
Ö gelmiş, K’dan sonra L… U’nun altına Ü yazmış,
L’nin altına M. Okul’dan sonra “Ölüm” çıkmış. Bütün sınıf hayret içinde kalmış. Başka kelimeleri
denemeye koyulmuşlar. On dakikalık teneffüs, gayet verimli geçmiş.
***
O küçük çocuğun oyunu, bir zamanlar yaşadığımız gerçeğin tam ifadesiydi. 80 öncesinde, okuldan sonra ölüm ile karşılaşmak,
hatta okul sırasında ölümle karşılaşmak son
derece sıradan bir şeydi. Sabah evden çıkan
birinin akşam eve sağ salim dönmesi, bilhassa
anne babalar için ne büyük nimetti. Ülke sağ
sol çatışması ile çalkalanıyor, günde ortalama
on kişi teröre kurban gidiyordu.
***
Sonra 12 Eylül darbesi oldu. Aslanlar gibi
kükreyen generallerin yönettiği, emir komuta zinciri içinde tıkır tıkır işleyen, onbaşıların
bile kendini mareşal gördüğü ve göstermek
istediği darbe...
Terör olayları şak diye kesildi. Tutuklamalar, yargılamalar, yasaklamalar, hapisler, işkenceler, idamlar… Eylül, 12’den vurulmuştu.
Aslında vurulan Eylül değil, koca bir ülkeydi. Yine şahlanmıştı kolbaşının kır atı, tutabilene aşk olsundu.
***
Biz o ateşli barutlu dumanlı zamanlarda
öğrenciydik. Darbe öncesi Ankara’ya giderek
okula ve yurda kaydımızı yaptırmış, başlangıç
tarihinin açıklanmasını bekliyorduk.
İşte o arada şahlandı kır at. Anne babalar
oh dedi; çocuklarımız kargaşadan uzak okuyacak.
Üniversiteler eskisi gibi anarşi yuvası olmaktan çıkacaktı. Devlete olan güvenimiz de
tamdı doğrusu; okula nasıl kayıt yaptırdıysak
ve günü gelince başlayacaksak tıpkı onun gibi
yurda yaptırdığımız kayıt da işe yarayacak sanıyorduk. Meğer öyle değilmiş. Yurt herkese
çıkmayabilirmiş. Çıkmadı nitekim.
***
64
eylül 2014
Her ihtimale karşı bir arkadaşın elime tutuşturduğu adres ve isimle elimde bir bavulla
Ankara yoluna düştüm. O sana yardımcı olur,
bir öğrenci evi ayarlar demişti. Adresi buldum
fakat kapı duvardı. Yan dairenin kapısı açıldı,
bir kadın çıktı ve kim olduğumu, niçin geldiğimi sordu. “Onlar dedi sabah arabayla çıktılar, büyük ihtimal akşam olmadan dönerler.”
İçeri davet etti fakat rahatsızlık vermek istemedim. Sadece bavulu bırakıp çıktım...
Birkaç saat dolaştım, geldiğimde bizimkilerden hâlâ haber yoktu. Komşu kadının da-
vetini bu defa kabul ettim. Çay ve börek ikram ettiler. Vakit ilerledi nihayet yandan bir
tıkırtı duyduk. Beklenenler gelmişti fakat
nasıl bir geliş! Arabayla kaza yapmışlar. Anneleri ölmüş, baba yaralı. O telaş içinde benimle ilgilenecek vaziyet yoktu elbette. Bir
otel ayarladım ve birkaç gün içinde cebimde ne varsa eridi. Böyle giderse yakın zamanda memlekete dönmem gerektiğini düşünüyordum.
***
Kalabalık bir kahvehanede tek başıma çay
içerken yanıma bir çocuk geldi. Orta son
veya lise bir gibi görünüyordu. Görünüş bazen ne kadar yanıltıcı olabiliyor! Üniversiteyi bitirmiş, memleketine dönmek üzereymiş.
Konuşup vaziyeti özetleyince, özel yurtlardan birini ayarlayabileceğini söyledi. O zaman hiç durmayalım dedim ve bir yurda kapağı attık.
Ama ne yurt! Su akmıyor, kalorifer yanmıyor, elektrik kaçak bağlanmış. İçeride çok az
öğrenci var. Onlar da benim gibi şehrin yabancısı; kelimenin tam anlamıyla kuş.
Mehmet Şeker
[email protected]
geçtiğimin hikâyesi
Bir haftayı o zor şartlarda geçirdik ama bir
yıl gibi geldi. Hafta sonu beraberce yürürken,
içlerinden birinin tanıdığına rastladık. Lafın
lafı açmasına zerre kadar ihtiyaç duymadan,
hemen derdimizi anlattık. Ev bulmak gerektiğini söyledik. Bir ev var ama dedi, bilmem
ki nasıl olur? Nasıl olur dedik. Beğenir misiniz bilmem dedi. Niye beğenmeyelim?
Anlattı. Eşyası tammış. Kalan öğrenciler
varmış. Birkaç kişilik yerleri daha olabilirmiş.
Tamam işte, tam bize göre. Niye tereddütle
söylüyorsun? Valla nasıl desem bilmem, onlar
namaz falan kılıyorlar. İyi ya, ne güzel. Bizim
kılmadığımızı mı sanıyorsun? Hemen götürmesini istedik.
***
Gittiğimizde beklediğimizin üzerinde bir
konforla karşılaştık. Bütün eşyalar vardı. Buzdolabı bile. Yalnız televizyon ve radyo yoktu.
İlginç geldi. Televizyon olmayabilir ama radyonun olmamasını pek çözemedim. Herhalde derslere yoğunlaşmak için diye düşündüm.
Sonra başka evler olduğunu söyledi oradaki
son sınıf öğrencisi. Sizin okula yakın bir ev
ayarlayalım dedi. Üçümüz için de farklı evler
bulabileceğini söyledi. Nasıl bir şaşkınlık yaşadım anlatamam. Devlet kayıt yaptıran öğrencisini sokakta bırakırken, biz on gün boyunca
tırım tırım ev aramamıza rağmen bulamamışken, bu adamlar her semtte ev tutmuşlar, dayayıp döşemişler, yeni gelen öğrencileri de dışarıda bırakmıyor ve üstelik okulana yakın bir
ev ayarlıyorlar. Allah’ım ne iyi insanlar var!
***
Ertesi gün okula yakın dedikleri eve gittik.
Orası da aşağı yukarı aynı durumdaydı. Yemek ve bulaşık nöbetleşe yapılacak. Alışveriş
için talimata göre hareket edilecek. Derslerle
ilgili yardımlaşmaya önem verilecek. Temizlik
şartları şunlar vs...
Sonra yasaklar faslı başladı. Radyo tercih
meselesi değil, yasakmış. Bu biraz canımı sıktı. Ben ders çalışırken, minik radyom yanımda olmalıydı. Gazete ve dergi okumanın da
yasak olduğunu, sigaranın adının bile anılmadığını orada daha net fark ettik. Çok geçmeden fotoğrafın flu tarafları iyice kayboluyor,
manzara bütünüyle ortaya çıkıyordu.
Ertesi gün Risale-i Nur okumak için salonda toplanıldı. On üç kişiydik. Abi dedikleri bir kişi okuyor, açıklıyor, eski kelimelerin ne
anlama geldiğini söylüyor, soru olursa cevaplıyor… Üç gün geçmeden bu şartlarda devam
edemeyeceğime karar verdim.
***
Bizim odadaki Saffet ders çalışıyordu.
Elinde T cetveli çizim yapıyordu. Saffet dedim, bir şey soracağım. Başını kaldırmadan hıı dedi. “Sen komünist misin?” Zınk
diye durdu, irkilmişti. Yook dedi. Nesin peki?
Bunlardan değilsin. Doğru, değilim. Nerden
anladın? Ben de değilim de ondan. Buraya
nasıl geldin? Sen nasıl geldiysen, ben de öyle
geldim. Anlaşıldı dedim. Senin hemşerin Ali
de mi senin gibi? Evet. Peki ya Selim? Ha bak
işte o solcudur. Peki nasıl oluyor? Ne yapsın,
gariban işte. Gidecek yeri yok. Aslında bilirler de ses çıkarmazlar onun solculuğuna. İdare ediyorlar karşılıklı.
Az sonra Ali’yi de çağırdık, konuştuk. Bu
şartlarda devam edemeyeceğimiz konusunda
mutabık kaldık. Bir an önce ev bulmamız gerekiyordu. Yarından tezi yok, çıkalım dolaşalım dedik.
Aradık, taradık, günler geçti bir ev bulamadık. Günler geçerken, aramızda itirazlar,
tartışmalar da yaşıyorduk. Baktılar ki böyle
olmayacak. Biz üç kişi evin huzurunu kaçırıyoruz. En azından balkona çıkıp sigara içiyoruz.
***
Birkaç toplantı yapıldı. Konuşmalar, nasihatler, telkinler… Hiç biri fayda etmedi.
Sonra büyük abiler geldi. Onlar daha anlayışlı görünerek fakat daha sert yöntemler uygulayarak bizi uyumlu olma yönünde ikna etmeye çalıştı. Bir sonuç alınmayınca baktık ki
bizim tayinimiz çıkmış. Başka evlere gönderilecekmişiz. Hemen ertesi gün. Ben bavulumu
topladım. O suyu akmayan, kaloriferi yanmayan, uçak hangarı gibi odalarında üç beş kişinin kaldığı yurda dönmeye karar verdim.
Ali ile Saffet’e durumu anlattım. Siz ister gelin, ister kalın dedim. Benim kararım bu. Peki
sonra ne olacak? Yurdun şartları anlattığın gibiyse, çok zor. Bu soğuk havada…
Netice… O zor şartlara rağmen üçümüz
birlikte yurdun yolunu tuttuk. Yurttaki arkadaşlar bizi gülerek karşıladı. Gülerek demek
zayıf durdu; kahkahalarla. Neyse ki kısa süre
sonra güzel bir ev bulmak nasip oldu.
***
Üzerinden otuz dört yıl geçmiş. Şayet okula yürüme mesafesinde, konforu iyi, kaloriferi aralıksız yanan, fasulyesi nohutu çuvalla gelen, abilerin yönettiği ve hayırseverlerin
bağışlarıyla her ihtiyacı görülen evde kalmayı
başarabilseydik, ikide bir itiraz etmeyip uyum
içinde yaşasaydık, bu süre içinde neler neler
olurdu kim bilir?
Bu kadar yıl… Rica edeyim de bir düşünün… Belki de Türkmenlere yardım götüren
tırları durduranlardan biri de ben olacaktım.
Saffet, kafayı kaldırmadan T cetveliyle plan
çizecek, Ali de büyük ihtimal dinleme yapan
ekibin içinde yer alacaktı. Kim bilir?
Bizi uyumsuz yapan, radyo televizyona
meraklı, gazete okumadan duramayan, dergilere takıntılı yaratan Allah’ıma şükürler olsun. Bütünüyle gerçek bu hatırayı anlatırken,
birçok noktayı es geçmek zorunda kaldığımın
bilinmesini isterim. Her şeyi bütün ayrıntısıyla anlatacak olsam, sayfalar hepsini işgal etsem bile az gelir, takdir edersiniz.
eylül 2014
65
haberajanda
Analiz
H
İÇBİR millet, kendi bünyesinden çıkmayan bir medeniyet
projesiyle ayakta duramaz. Duramaz, çünkü bünyenin
kabul etmediği kadim sorunları vardır. Kendi milletimiz
açısından bunu şöyle değerlendirebiliriz: Bu sorunlar
hem kodlarımızla oynamıştır, hem medeniyet algımızla,
aynı zamanda paradigmanın bozulmasına sebep olmuştur.
>> Peki, nedir bu sorunlar? Alevileri Sünnileştirme çabası, azınlıkları ve Kürtleri Türkleştirme politikası ve de Müslümanları laikleştirme baskısı…
Görüldüğü gibi farklılıklara tahammül çoğu
zaman sekteye uğratılmış. Her şeyin homojen-
66
eylül 2014
leşmesi, dolayısıyla uluslaşma politikası neticesinde sanki tüm sorunlar çözülecekmiş gibi bir
“iç düşman” üretilmiş. Etki-tepki neticesinde de
önce kripto merkezler üremiş, ardından da sorunlar kronikleştikçe bütün bu odaklar sistemleşip terörize olarak mevcut otorite ve milleti
Murat İlkter
[email protected]
tehdit eder hale gelmişlerdir.
Terör sonucunda bütün güç odaklarının
üç saç ayağı oluşmuştur. Bunların ilki stratejik bir akıl merkezi, ikincisi finans hattı ve
üçüncüsü de insan kaynakları, ideal ve vaatlerdir. Ben bu oluşum hiyerarşisini yangın
için gerekli faktörlere benzetiyorum: Yanıcı
madde, yakıcı madde ve oksijen…
Bunların hangisini ortamdan çekerseniz
yangın söner ya da ortamda hangisi artarsa yangının söndürülmesi güçleşir? Tecrübe
ettiğim dönemden örneklersek, 12 Eylül
1980 öncesi tüm fraksiyonlar da böyleydi.
Yakın zamanda vuku bulan PKK veya paralel yapı da…
Şimdi tek tek inceleyelim...
“PKK” diyoruz
Defaten irdelediğim gibi, adamlar ta
1927’lerde yaptıkları Hoybun Toplantıları’nda istişare ettikleri gibi, doğal korunaklı
bir üs ihtiyacını ortaya koyarak stratejik bir
altyapının temellerini attılar. Bugün orada Kandil varsa ve konvansiyonel savaştan
gerilla savaşına geçilmişse, ortaya konan bu
stratejiler o zamanın aklıdır.
Sürekliliğe dair, uyuşturucu ekimi ve ticareti ile birlikte sınır kaçakçılığı bu işin ilk
finans kaynaklarıdırlar. Devletleşme öngörüsü ile halktan vergi adı altında haraç topladılar. İşin propaganda kısmında ise halka,
“Önünde sonunda bir devletimiz olacak;
egemenliğimiz altındaki topraklarda yapacağımız tarım ve hayvancılık karnımızı doyuracak. Bir de bölgede çıkan petrolü alırsak
bu bize hayli hayli yeter. Gelin dağa, işgalci
bu Türkleri buradan atalım!” diyerek oldukça etkili propagandalar yaptılar.
Üstüne bir de Diyarbakır Cezaevi’nde
meşruiyeti yara alan bir devlet buldular ki,
“Terörün sebebi ne?” diye sormak abesle
iştigaldir. Apo’nun “her evden bir ölü çıkması” gerektiğine dair stratejisi de gerçekleşince, 1991’lerde S. Demirel’in “Biz iktidara
geldiğimizde Cizre Tabur Komutanı kum
torbalarının ardında yatıyordu” şeklindeki
tespiti oldukça manidardır. Demirel, aslında
“PKK’nın ilk eylemini gerçekleştirdiği 1984
Eruh Baskını’ndan beri devlet açıkçası uyuyordu” demek istiyordu.
Yıl 2014 ve aradan geçen zaman içinde
kaybettiklerimize baktığımızda, 30 bin insanımız ile birlikte 300 milyar dolara yakın
bir kayıp söz konusu ki, ancak uyanabilmişiz
ve ancak gerçek manada bir (sadece teröristle değil) terörizmle mücadele programı
uygulayabiliyoruz. Bunu bozmak isteyen
her türlü dâhili ve harici bedbahtlarımız da
mevcut. Bunlardan biri de paralel yapı…
Paralel nereden doğdu?
Aslında paralel yapı doğmadı, emperyalistlerin işine geldiği bir İslam modeline
uygun olarak Ecevit döneminde palazlandı,
mevcut on senelik dönemde de sezaryenle
alındı. Tam ergenlik bitip yetişkin olacaktı
ki şimdi amansız bir hastalığın pençesinde
yaşam mücadelesi veriyor. Ama yaşıyor ve
2015 seçimlerine kadar da ömrü vefa edeceğe benziyor. Çünkü Türkiye’nin cemaatçi
toplumsal dokusu buna müsait. Bunların
bazıları dinî, bazıları cemiyetsel, bazıları ise
ideolojik…
Belirttiğimiz dokuya imkân veren bir
grup daha var ki, saydıklarımızla birlikte
hem ekonomik, hem sosyal, hem de kültürel
bir beraberlik içinde nefes alıyor ve güçlendikçe devlete talepleri artıyor. Bunların içinde en beceriklisi, mevcut kalifiyesi en yüksek
olan “The Cemaat”…
Bu öyle avantajlı bir ihtiyaca nail oldu ki,
devlet içinde otonom bölgelerin kontrolünü
talep etti ve elde etti de. Hükümet içine de
sızdı, devletin en vurucu noktalarına da. En
kapsamlı ele geçirdiği nokta da adalet kurumları oldu.
Gün geldi, “Artık sana dokunamayacakları bir üs gerekli” deyip merkezi
Pensilvanya’ya taşıdılar. Başına ise her şeyi
o yönetiyormuş gibi gösterdikleri bir politik
dindar oturttular. (Nadia Comeneci de bir
zamanlar Amerika’ya hicret etmişti hatırlarsınız.) Sonunda öyle kripto bir yapı oldu
ki, şakirtlerden, abilerden ve ablalardan başlayıp imamlara uzanan hiyerarşik bir örgüt
oluştu.
Sermaye ve finans hatları da tek tek oluşturuldu. Hem de öyle hızlı oluşturuldu ki
“Hizmet” adı altında bankacılıktan, medya
ayağından tutunuz da tüm ticaret sahalarında ihtisalî bir güç elde ettiler. Hizmet ve
himmet etmeyenleri tek tek fişlediler. Zamanı geldi açıklarını kolladılar fişlediklerinin veya zamanı geldi işi kılıfına uydurarak
kim kendilerine madik attıysa bileklerine
kelepçe vurdular. Bilgi iletişim kaynakları
öyle hızlı çalışıyordu ki emre intizarda ve
geri beslemede zerre kumanda gecikmesi
yaşanmıyordu.
Adanmışlık ve biat kültürü öyle gelişmişti
ki, artık “Zamanı geldi” diyerek devletin en
stratejik birimi olan istihbaratı da istediler.
İşte kırılma ve uyanma anı o andı. Eğer
karşı hamleler oluşturulmasa, mesela insan
kaynakları merkezi olan eğitim kurumları hedefe konmasa daha sinsice gelişip en
sonunda devlet kendiliğinden teslim alınacaktı.
Malumunuz, baba devletlerin en basit
taktiklerinden biri de söylemek istediklerini
taşeronlara havale etmektir. Mavi Marmara
olayına dair “Orada otorite var” diyerek sufle
verdirdiler ki bu, “Bak sen İsrail’e posta koyarsan, sana öyle şeyler yaparız, başına öyle
çoraplar öreriz ki…” diyerek aba altından
beysbol sopası gösterdiler.
17-25 Aralık operasyonları ile birlikte
devletin uluslararası meşruiyetini yitirmesi
için Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni teröre yardım ve yataklık eden ülkeler kategorisine sokmak isteyecek kadar şirazeyi kaçırdılar. Şimdi bunu IŞİD üstünden tekrar
deniyorlar, hem de artık işin içinde sadece
İngiliz The Economist ve Almanya’nın Der
Spigeli de yok, Amerika’nın Sesi radyosu,
New York Times ve Wall Street Journal gibi
babalar da var. Sonuçtan da o derece eminler…
Türkiye, evet, iyi bir dersi hak ediyor,
çünkü fazla olmaya başladı (!). Balkanlar
ve Kafkaslardaki tüm ekopolitik ve kültürel
boşluklarda oyun kuruyor, Kürt sorununda
inisiyatifi tamamen ele aldı, Ortadoğu’da
başa bela, enerji kaynaklarını her şekilde
kontrolüne alıyor, daha önce İran’a karşı
ambargoyu deldiği gibi şimdi de Rusya’ya
ambargoyu deliyor, “IŞİD’le mücadelede
taşeronluk benim işim değil, ben kendi politikamı uygulayacağım” diyerek bir de alayına
birden posta koyuyor... Neyine güveniyorsa
artık!?
Velhasıl, Davutoğlu’nun işi zor… Bu bölgedeki elle tutulur tek direnç merkezi “bu
ülke” olduğundan mevcut tüm kapasitesini
kullanmak zorunda. Ama işi bir o kadar
da kolay, zira Tayyip Bey’in arkasında nasıl
durduysa bu millet, onun da arkasında duruyor ki buna eminim.
Devlet ve millet el ele verdiğinde, ister
içeriden, ister dışarıdan vız gelir, tırıs gider.
Deniz kudurursa söylenir bir denizci sözü:
“K..tan gelsin, kol gibi gelsin.” (Başka bir
şey de diyebilirdim ama ne yapayım orijinali
bu.)
eylül 2014
67
haberajanda
Siyaset Felsefesi
Ayşe Yaşar Umutlu
[email protected]
Gerçek şu ki, özellikle
de adalet ve siyaset alanında sorgulamayı bırakmanın herhangi bir haklı
gerekçesi olamaz. Toplumu yönetmek için seçilen
sistemlerin ilk kuruldukları ve oldukları gibi kalmalarına razı olmuş bir siyasî
ve toplumsal anlayış
artık atıl vazıyettedir. Muhakkak ki böyle bir tavır,
topluma ve hakikî adalete
büyük bir haksızlıktır.
Siyasî ve toplumsal meselelerin yeniden ve aktif
olarak irdelenmesi, daima
düşünsel engellerimizin
farkına varmakla gerçekleşir. Düşünsel birikim ve
mirasımız, hapsolduğu
yerden kurtarıldıktan
sonra yeniden düşünmeye hazır ve donanımlı
kişilerin hizmetlerine itina
ile sunulması zarurîdir.
Yürüyecek yeni yolların
olmadığı bir siyasî anlayış,
kaybolma tüneline girer.
Kaybolmak, çoğu zaman
yok olmaya eştir.
68
eylül 2014
Siyasî düşüncemiz
“S
İYASET” ve “hikmet” kelimelerinin bir arada olması, çoğumuz
için pek alışılmadık bir yaklaşım olabilir. Öyle ki, siyasetten
hikmet beklemeyen genel tavrımız, bir noksanlık olduğunu da düşünmez. Buna
rağmen tam da bu kuşkuyla gelmenizi dilediğim
bir davete buyur ediyorum sizleri…
>> Fikir dünyasının çeşitli iklimlerinde birlikte
gezinmek ve birlikte düşünmek derdindeyim. Fakat sorgulayan, eleştiren,
cesurca sınırlarda gezinebilen fırtınalı görüşlerin de
kâinat coğrafyasında bir
denge unsuru olduğunu
zihnimizde tutalım istiyorum. Tıpkı “Müsademe-i
efkârdan bârika-i hakikat
doğar” (Zıtların çatışmasından hakikat ortaya çıkar) diyen Namık Kemal’in
işaret ettiği gibi…
Bu tehlikeli sınırlar, yani
ifrat ve tefrit ufuklarından
daima orta yola davet eden
mütefekkirlerin son sözü
söylemesine gayret edelim.
Ama ola ki son sözün bazen
bir demokrat,bir materyalist,
bir evrimci, bir sosyalist, bir
kapitalist veya bir selefi veyahut bir sufiye düşmesi gerekirse, “Doğru söz nereden
gelirse gelsin alınız. Söyleyene değil, söylenen söze bakınız!” önermesine uymaktan
yanayımdır. Çünkü “İlim
müslümanın yitiğidir, nerede bulursa almalıdır!” diyen
Peygamberimiz’in öğüdünü
takip edenlerle aynı fikirdeyim. Belki de zamanı gelmiş
bir fikir devriminin peşine düşebilenlere neyi dert
edindiklerini sorabilecek
cesareti arıyorum. Çünkü
ulaşabileceğimiz her fikri -
değerlerden kopmadan- irdelemenin tam zamanı!..
Peki, neden bu yoldan
gidilmeli ya da neden siyasî
düşüncemizde
“hikmet”
aramak gerekli? Yahut siyasette “hikmet” olur mu?
Aslına bakarsanız, hikmet peşindekilerin genel
tavrı şudur: Hakikati arayan
ve hakbilirliği gaye edinen
insanlar, daima kendisinden yararlandığı gelmiş ve
geçmiş bütün âlimlere müteşekkirdirler. En ufak bir
faydadan en büyüğüne kadar, her biri için memnundurlar ve asla karalamazlar.
Kendilerinden önce gelenler, zamanın koşullarından
da kaynaklanan birtakım
meselelerde bazı gerçekleri
görememişlerse dahi gerçeklere bir yol açmışlardır.
Bu yolu açanlar karşıt milletler bile olsa, takip etmek
ve sahiplenmekten kaçınmazlar. Çünkü onlar için en
büyük değer “hakikat”tir.
Neden tavrımız budur?
Açıkçası, geçmişten bu yana
hiçbir topluluk yahut millet,
insanlığın ihtiyaç duyduğu
sorular ve hakikatlerine dair
ilkeleri tamamiyle kapsayıp arz edememiştir. Fakat
kendi düşünme çabalarıyla
hakikat adına elde ettikleri
yahut din sahibi olanların vahiyle geleni anlamak
konusundaki emekleri bir
araya toplanınca büyük bir
değer ortaya çıkmaktadır.
Bu çağlar boyu süren derin
çalışmaların neticesi, akıl ve
fikir yahut zekâ derecesi ne
olursa olsun, tek bir kişinin
kendi kendine üretebileceği
bir ürün değildir. Öyle bir
birikim ki yerli yerinde anlaşılmaz ve istifade edilmez
ise miras bırakılmış hazine
dolu bir sarayı harabe olmaya terk etmekten başka
bir şey değildir. Öyle ki,
din dahi şayet sadece nakil
edileni ezberlemek ve bildirmekten ibaret görülür
ise, “kulaktan kulağa oyunu” ile aynı kaçınılmaz sona
varır. Dolayısıyla vahiy, akıl
ve mantık ilkeleri ile sabit
kılınmak zorundadır.
Aklın olmadığı bir nakil, hem bu dünyayı, hem
ötekini cehennem eder.
Demem o ki, din akliyattır,
şeriat semiyat söyleminin
temelleri de bu manada
gayet güçlüdür. Bu mevzu
şimdilik ayrı bir yazı için
zihnimizde duradursun, biz
siyaset ve hikmete bağlayalım sözlerimizi…
Kim bu
retorikçiler?
İşte siyaset de genel anlamı ile insanlığın çağlar boyu
süren düşünce ürünlerinin
neticelerinden beslenen bir
sistemdir. İlk merhalelerinden bu yana, daima belirlenen belli ilkelerin, özellikle
de ahlak ilkelerinin üzerine
inşa edilmiştir. Bu yüzden
insanoğlu, siyasî mücadelesinin içinde kaçınılmaz
bir şekilde belli bir ahlak
anlayışının da müdafaasını
yapar. Malumunuz insan,
deki “hikmet” noksanları
Öyleyse artık hakikaten sorabilir miyiz
asırlardır sorulan soruları yeniden? Yoksa sorgulama yetisini çoktan kaybeden bir toplum muyuz? Böyle bir toplumsal
engellilik hali, herhangi bir alanı tekrar düzenleyecek kudreti arz edemez mi? Başka kültürlerden
ödünç aldığımız sistemlerden, örneğin demokrasinin bize uyan ve uymayan ilkeleri, hatta bir toplum için sorun olmazken diğer bir toplumda kaos haline gelen problemlerini irdeleyemez miyiz?
eylül 2014
69
haberajanda
Siyaset Felsefesi
nüştürüldüğü de olur. Temelleri eski Yunan
felsefesi ve Atina demokrasisine dayanır.
Yurttaşların siyasal yaşama büyük ölçüde
katılmalarını zorunlu kılan demokrasiyle doğmuştur.
Retorik, kendini ve haklarını savunma
güdüsüyle başladı. Fakat en yoğun olduğu
yer, genel tartışma alanı değil, oy toplama
siyasetine yönelik çabalar olur. Bu dönemde filozoflar ile retorik ustaları arasındaki
fark belirginleşir. Filozof söylemlerinde fikir
üretmeyi amaçlarken, retorikçi için karşıdaki kişiyi ikna etmek önemli hale gelir. Fikrin mevcut olup olmadığı, hatta doğru olup
olmadığı önemli değil, -maalesef- bilakis
“yalana ikna etmek” gaye edinilir.
Sorgulamak, fikir
üretiminin mihenk taşıdır
Bugün ise sadece siyasetçi değil, siyasetçiden daha yetkin retorik ustaları ile karşı karşıya bir toplumuz. Sokrates, retoriğin “dinleyicileri gülünç duruma düşürme ustalığı”
olduğunu söylemişti; “Retoriği, süslemeyi
ve bilgiçliği dalkavukluktan sayıyorum. Her
birinin de ayrı konusu olduğunu kabul ediyorum” der. Diyebiliriz ki bu yüzden kafası
karışan avamdaki büyük çoğunluk, seçme ve
yetki verme kararını retorikçilerin sözlerine
göre değil, “yapıp ettiklerine” bakarak verir.
Burada ise sorun, toplumun pragmatist ve
utilitarist (faydacı), dolayısıyla bu anlayışların bir ötesi ve çarpık hali olan çıkarcı bir
ahlak anlayışına doğru dönüşüm geçirmesine sebep olabilir. Dikkatli olmalıyız!
Gazali, filozofların bir kısmını şiddetle eleştirip reddederken, aynı zamanda “Mantık bilmeyenin ilim ve fetvasına
güvenilmez!” de diyebilmiş ve vardığı bu sonuç ile gösterdiği yönü birbirinden ayırmıştır. Bu farkı idrak konusunda
algısı kör zihinler için felsefe bir “kâbus” olarak kalmıştır.
yaşam koşulları ve toplum yapıları ve de
bunlarla birlikte inanç ve değerlerini kapsayan tüm ideolojiler bir bütüncül sistem arz
ederler. Bu şekilde referansı olmayan, belli
ilkeleri kabullenilmemiş bir siyaset, ancak
kaosun egemen olduğu bir sürece hizmet
eder. Durum bu ve bugün siyaset adına kalem kullanırken yahut siyaset üzerine fikir
beyan ederken kullanılan materyalin, fikrin
veya kelimenin, savunulan ile tezat düştüğünü dahi görebiliyoruz. Şu an için fikir
üretmekten ziyade, söz beyan etmekte edebî
bir ustalık kazanmış kişilerin birbirleriyle
cedelleşmeye hizmet etmesi, Türkiye için
vahim bir gerçekliktir.
Unutmamalıyız ki pek çok ürün, önce fikir olmak aşamasından geçmeden var olma-
70
eylül 2014
mıştır. Siyasî arenada da bir hizmetin üretilebilmesi için sistemli ve temellendirilmiş
bir şekilde fikrinin üretilmesi gerekir. Fikrin
üretilmesi de sorular sormak ve sorgulamaktan geçer. Bugünün siyasetine bakarak
ne tür sorular üretilebilir? Nelerin tartışılması gerekir? Derinlemesine bakabilecek,
irdeleyebilecek düşünürler gerekir. Fakat
bunlardan ziyade sahnede retorik (söylev)
ustaları varsa, düşünce dünyası bu işlevini
yerine getiremiyor demektir. Peki, kim bu
retorikçiler?
Bir şeyi çok iyi bir ses tonu ve hâkim bir
tavırla söylüyor olmak her ne kadar kişiyi
doğru ve haklı yapmasa da retorik ustası
yapar. Hitabet, onun sanatıdır. Ancak “yalan
söylemenin kaliteli bir tekniği” haline dö-
Bugünün çıkarları için ilkeleri sorgulamamak, yarının feda edilmesini meşru kılar.
Hatta bahsettiğimiz bu sistemler, toplumun
iyiliği için herhangi bireyin feda edilebilmesini de meşru görür. Yani masumiyet, karine
değildir artık. Böylece bir örneklemeyle nereleri sorgulamamız gerekebileceğini de bir
nebze belirtmiş olduk.
Aslında, felsefenin (yani kelime anlamı ile
hikmet sevgisinin) vulgarize edilmesi, başka
bir ifadeyle “halkın anlayacağı bir dille anlamlandırılması”, bizim ülkemizde pek hizmet edilen bir saha değildir. Okumakta olduğunuz satırlar, bir nevi siyaset felsefesinin
vulgarize edilmesini hedeflerken, diğer yandan zaten bu işe ehil kişilerin fikirlerinden
istifade ederek düşünce dinamiklerimize bir
ivme kazandırmayı amaçlıyor.
Bu bağlamda felsefe, kimilerinin zannettiği gibi soru sorup cevapsız bırakma marifeti değil, tutarlı ve çelişkisiz düşünmenin
Ayşe Yaşar Umutlu
yollarını öğrenme disiplinidir. Önce bireyin
zihninin ve sonra toplumların hafızalarının
kurabilecekleri yanlış bağıntılarla düşecekleri tutarsız ve çelişkili bir yaşamdan alıkoyabilir. Bu yolla düşünmeyi öğrenmiş nesiller,
toplum için elzem düşünce mekaniklerini
yürütebilecek insanlar demektir. Mantıksız,
çelişkili, tutarsız tavırları en aza indirmiş bir
toplum, tutarlı ve sistemli bir hedefe odaklanmakta çok daha başarılı olacaktır. Gaye
bu edinildiği takdirde, böyle bir toplumu
besleyebilecek son derece güçlü bir ilimdir.
Bugün felsefeden kopmuş olanlar, bilim
olarak bilinen bütün meselelerin kurucusu
filozoflardır. Tıp, fizik, kimya yahut sosyoloji, psikoloji veya bunlarla bağıntılı tüm diğer
bilim ve ilimlerin temellerini felsefe atmıştır.
Çünkü sorgulamak, fikir üretmenin mihenk
taşıdır. Şimdi de tüm bilimlere akıl süzgeci
olması bakımından hâkim olduğu vazifeden
istifade edebilen bir toplum ve siyaset, yenilenmek ve gelişmenin anahtarını tutuyor
demektir.
İnsanlık bugüne kadar edindiği mevcut
cevapları dahi tutarlı kalmaya, yani sabitlemeye ihtiyacı olan gücünü felsefeyle pekâlâ
elde edebilir. Aksi takdirde yeni düşünceler
üretmeye yatkın toplumlar, sizin öteden beri
gelen mevcut cevaplarınız üzerinde diledikleri gibi dans ederken siz seyretme gafletiyle
kalırsınız. Bu anlamda hâlâ akletme çabasını “sadece soru sorup afallamak” olarak algılayan, bunu da büyük bir söz cambazlığı ile
ifade ederek düşmanlık edenler, maskenin
arkasındakini bilenler için saygıyla izlenir,
fakat acı acı tebessüm edilirler.
Tam da bu yüzden Gazali’yi hatırlatmak
isterim. Gazali, filozofların bir kısmını şiddetle eleştirip reddederken, aynı zamanda
“Mantık bilmeyenin ilim ve fetvasına güvenilmez” de diyebilmiş ve vardığı bu sonuç ile
gösterdiği yönü birbirinden ayırmıştır. Bu
farkı idrak konusunda algısı kör zihinler için
felsefe bir “kâbus” olarak kalmıştır.
Artık uyanma ve zincirleri
kırma zamanı!
Öyleyse artık hakikaten sorabilir miyiz
asırlardır sorulan soruları yeniden? Yoksa
sorgulama yetisini çoktan kaybeden bir toplum muyuz? Böyle bir toplumsal engellilik
hali, herhangi bir alanı tekrar düzenleyecek
kudreti arz edemez mi? Başka kültürlerden
ödünç aldığımız sistemlerden, örneğin demokrasinin bize uyan ve uymayan ilkeleri,
hatta bir toplum için sorun olmazken diğer
bir toplumda kaos haline gelen problemle-
EĞİTİM SİSTEMİNDE YAPILAN BUNCA REFORMA RAĞMEN BİR TÜRLÜ EZBER SİSTEMİNDEN DÜŞÜNCE ÜRETEN BİR SİSTEME DÖNÜŞEMEYEN ÇELİŞKİYİ GÖRMELİ, BÜROKRATİK YIĞINLARDAN KURTULUP ÖZGÜR DÜŞÜNEN NESİLLER İÇİN EĞİTMENLERİN İNSİYATİF VE ÇALIŞMA KOŞULLARINI YÜKSELTMELİYİZ. TOPLUM İDARESİ VE DÜZENİNDE
ADALET İÇİN ÖRNEK OLMAK, BAĞIŞLAMAK VE HATALARINDAN DERS ALMALARINI
SAĞLAYACAK HATIRLATMALARLA HÜR İNSAN TOPLULUKLARINI GELİŞTİRMEK GAYE
EDİNİLMELİDİR.
rini irdeleyemez miyiz?
Mesela, “Birey için toplumun beğenisi
yasa mıdır?”, “Yönetenler ile halkın çıkarları aynı ya da farklı olabilir mi?”, “Çoğunluk
iktidarından kendi taraftarına da zulüm
gerçekleşir mi?”, “Çoğunluk ne zaman zorbalaşır?”, “Medeni olmayan toplumlarda
zorbalık yasal bir hükümet tarzı mıdır?”,
“Yasal zulüm nedir?”, “Aykırı düşüncelere
toplumsal hoşgörüsüzlüğün sonucu nedir?
Her tür sosyal düzenleme devletçiliği mi
doğurur ya da sosyalizmin bir başka türevi
midir?”, “Birey ne zaman devlete karşı ayaklanır?” gibi daha pek çok soru, aslında hâlâ
cevaplanmayı bekliyor.
Gerçek şu ki, özellikle de adalet ve siyaset
alanında sorgulamayı bırakmanın herhangi
bir haklı gerekçesi olamaz. Toplumu yönetmek için seçilen sistemlerin ilk kuruldukları
ve oldukları gibi kalmalarına razı olmuş bir
siyasî ve toplumsal anlayış artık atıl vazıyettedir. Muhakkak ki böyle bir tavır, topluma
ve hakikî adalete büyük bir haksızlıktır.
Siyasî ve toplumsal meselelerin yeniden ve
aktif olarak irdelenmesi, daima düşünsel
engellerimizin farkına varmakla gerçekleşir.
Düşünsel birikim ve mirasımız, hapsolduğu
yerden kurtarıldıktan sonra yeniden düşünmeye hazır ve donanımlı kişilerin hizmetlerine itina ile sunulması zarurîdir. Yürüyecek yeni yolların olmadığı bir siyasî anlayış,
kaybolma tüneline girer. Kaybolmak, çoğu
zaman yok olmaya eştir. Nitekim sadece
siyasî despotizme değil, bilişsel ve dogmatik otokrasiye de karşı koymaya çağıranlara
dikkat kesilebiliriz. Gayemiz, “düşünce özgürlüğü”…
Tavsiye
Özetleyecek olursak… Türkiye, artık retorik ustalarının tutarsız cedelleşmelerini
siyasetinden temizlemeli ve bütüncül bir
sistem kuracak düşünce insanlarını hizmete
çağırmalı. Siyaset üslup ve tavrı, “Üslub-u
beyan aynıyla insandır” ilkesiyle tekrar inşa
edilmelidir. Güncel siyasetin bireylerle bağlı
siyasî hurafeler üretmesini bırakıp global öl-
çekli bütüncül bir siyasetin kemikleşmiş ve
referans ilkeleri doğru okunarak kendi sistemimizi kurmak hedeflenmelidir.
Toplumlar kutuplaşabilir, zıtlaşabilirler.
Fakat bu kutupların ortak bir akıl üretmeleri ve asgaride birleşmeleri mümkündür.
Çünkü her toplumda temel değer olan “ülke
sevgisi”, değişmez bir sabitedir. (Arşimet’in
“Bana bir sabit nokta verin, dünyayı yerinden oynatayım!” sözünü hatırlayınız. Dağılanları toplamada bir sabite bulmak, çözüme
yaklaştıracaktır.)
Eğitim sisteminde yapılan bunca reforma
rağmen bir türlü ezber sisteminden düşünce üreten bir sisteme dönüşemeyen çelişkiyi
görmeli, bürokratik yığınlardan kurtulup
özgür düşünen nesiller için eğitmenlerin
insiyatif ve çalışma koşullarını yükseltmeliyiz. Toplum idaresi ve düzeninde adalet için
örnek olmak, bağışlamak ve hatalarından
ders almalarını sağlayacak hatırlatmalarla
hür insan topluluklarını geliştirmek gaye
edinilmelidir. Zoraki kurallar bütünü ile
matuf tedbirler, aslında bunları içsel olarak
benimsenmemiş toplumlar için aşılmaz
değildirler. Örneğin, kadını koruma yasalarına rağmen kadın cinayetlerinin önüne
geçilemiyor. Topluma yasadan çok terbiye
ve ahlak ilkelerini güçlendirecek çalışmalar sunulmalı. Kadını tanıma ve anlamayı
toplumda içselleştirmek gerek. Özgürlük,
hürriyet ve adalet gibi herkesin talep ettiği
ilkelerin anlamlarını birlikte netleştirecek,
farklı fikir ve inanç topluluklarını ortak değerlerde uzlaştıracak çalışmaların sayısı da
artırılmalı...
İşte bunlar gibi pek çok sebepten dolayı
partiler ve siyasî kimliklerden öte siyasetin
fikrî zemini ve prensiplerini inşa eden süreç
ve temellere odaklanmak, güçlü bir düşünce
yürüyüşü için şarttır.
Bundan böyle bu sayfalarda, siyaset ve
ahlak felsefesinden fikirlerle birlikte olmak
temennisi ile…
Selam ve saygılar…
eylül 2014
71
haberajanda
Kritik
Hermenötik kritik
Bazen
karşıdaki
insanla aynı
dili konuştuğunuz halde
anlattıklarınızın anlaşılmamasına
sinirlenirsiniz. Tartışma
programlarından hatırlayın, koca koca
adamlar kimi
zaman yumruklaşacak
noktaya gelirler. Öte yandan bazen
haklı olduğu
gün kadar
aşikâr insanları, ortaya
koydukları
düşüncelerini
hiç benimsemedikleri
fikirlerle desteklemeye/
ispat etmeye
çalışırken
görebiliriz.
Bir bakarsınız kırk yılın
mollası laik
söylemlerde
bulunur, bir
bakarsınız
dinle arada bir
selamlaşan
bir profesör
neredeyse
“Estauzubillah” çekecek…
72
eylül 2014
İ
KİNCİ Mahmut döneminde Osmanlı toprakları sınırları içinde geçen Yahudi tüccar Keraban Ağa hikâyesini bilirsiniz…
Hollandalı tütün tüccarı Van Mitten, uşağı Bruno ile arkadaşı
Keraban’ı ziyaret için bir Ramazan günü İstanbul’a gelir. Şehirde biraz dolaştıktan sonra Keraban’la buluşup Ağa’nın Üsküdar’da
bulunan konağına, akşam yemeğine gitmek üzere yola çıkarlar.
>> Fakat tam da o gün, Boğaz’da
karşıdan karşıya geçen teknelere uygulanan vergiye zam yapılmıştır. Çok
inatçı ve eski kafalı olan Kereban, sırf
bu on paralık vergiyi ödememek için
Üsküdar’a, Kırım ve Kafkasya üzerinden dolaşarak gitmeye karar verir.
İnadıyla Van Mitten’i de pes ettirip
uşağı Bruno’yla birlikte peşinden
sürükleyen ve tam bir ay sürecek
eziyetli bir Karadeniz yolculuğuna
çıkan Keraban, yolda başlarından
geçen bin bir olaydan sonra en nihayet amacına ulaşır ve Üsküdar’daki
konağına misafirleriyle birlikte varır.
Jules Verne imzalı hikâyede geçen bu adama sizce ne denir? Ben
“bunak” derim. Ancak bu öyle bir
bunak ki, tüm inatçılığı, gaddarlığı,
bencilliği ve diğer olumsuz yönleri
bir kenara, özü sözü bir, çıkıp düşüncesini açık açık ifade eden, “Arkadaş,
ben bu işe karşıyım!” diyebilen bir
bunak…
Şimdi bir de Boğaz’daki başka bir
karşıya geçiş hikâyesini, daha doğrusu hikâye iken gerçeğe dönüşen
Marmaray’ı ve bu proje için uzanamadığı ete mundar dercesine söylenmedik laf bırakmayanları getirin
gözünüzün önüne. Değme parodileri
geride bırakan, akıllara zarar yalanlar
üreten, ancak hiçbir zaman “Bu işi
kendimize yediremiyoruz!” diyemeyen bir güruh...
İkinci Mahmut’tan bu yana geçen koca 200 yıl silebilmiş mi bu
tür kafaları tarihten? Hayır! Öyleyse
ilk hissemiz şu oluyor ki, zaman ne
kadar ilerlerse ilerlesin, teknoloji ne
kadar gelişirse gelişsin, yeryüzünde
her zaman dediğim dedik, çaldığım
düdük bunaklar var olacak.
Peki, bu inat neyle ilintili? Bir idrak bulanıklığı mı, yoksa egoyla mı?
Gözle görülür yalınlıkta gerçekleri
anlamamak bir tür geri zekâlılık mı,
kurnazlık mı? Böylelerine ne yapılmalı, nasıl bir tavır takınmalı, ne cevap verilmeli? Kızgın olanların dediği gibi, ilişmeyip kervanı mı yürütmeli, yoksa kucak açıp gönülleri mi
alınmalı? Bu gönül alma girişiminin
sonuçları gün gibi aşikârken, “Bize
yakışan bu” mu denilmeli? Sonra bu
çaba kaç kez gösterilmeli?
İç içe girmiş bu ve buna benzer
onlarca sorunun cevabı düşündüğümüz kadar kolay verilmiyor maalesef.
Sosyoloji, psikoloji, siyaset, felsefe ve
daha pek çok bilim dalına dayanıyor
vereceğimiz yanıtlar.
Tevil
Bazen karşıdaki insanla aynı dili
konuştuğunuz halde anlattıklarınızın anlaşılmamasına sinirlenirsiniz.
Tartışma programlarından hatırlayın, koca koca adamlar kimi zaman
yumruklaşacak noktaya gelirler. Öte
yandan bazen haklı olduğu gün kadar aşikâr insanları, ortaya koydukları
düşüncelerini hiç benimsemedikleri
fikirlerle desteklemeye/ispat etmeye
çalışırken görebiliriz. Bir bakarsınız
kırk yılın mollası laik söylemlerde
bulunur, bir bakarsınız dinle arada
bir selamlaşan bir profesör neredeyse “Estauzubillah” çekecek…
Öyle olmadıkları halde sırf karşı
tarafa şirin görünme çabasının getirdiği tiyatral acziyet... Mimiklerle,
vücut diliyle karşısındakini dansöze
çevirenleri siz de görmüşsünüzdür
elbet. Konuşmalar biter, herkes ceketini alır ve aslına döner. Bu arada
gerçeklere ne olur? Kendine göre kılıf biçmeye çalışanların arasında kaynayıp gider mi? Asla! Bu tiplemelere
paragrafımızı bitirmek adına göz
kapatıp, tekrar o hararetli tartışmaya dönelim ve bu sefer farklı iki tipe
mercek tutup tartışmanın en kırılgan noktasında duralım: Taraflardan
haklı olan, anlattıklarının inatla an-
Orhan Rufat Karagöl
[email protected]
lamamazlıktan gelindiği/çarpıtıldığı ya da
sözlerinin bastırılmaya çalıştığı anda ya bağıracaktır, ya susacak ya da ortamı terk edecek. Çünkü o noktadan sonra izah, yalnızca
çıkmaza sokacaktır onu. İşin en trajik kısmı
da o an başlar ya zaten; sustuğunda “Sindi”,
terk ettiğinde de “Kaçtı” diye yafta yer.
İşe biraz da tasavvuf noktasından bakalım; tevil edelim. Ya karşıdakinin istidadı o
kadarsa? Ya kabı, kalıbı buna yetiyorsa? Ya
özünde niyeti gerçekten iyiyse ve fakat inandığı yalan her ne ise onu ele geçirmiş, onu
doğru yola çıkacağını ümit ederken yanlışa
sürüklemişse? Kalp gözünüz açık mı? İnsan sarrafı mısınız? Eğer yanıtınız “Hayır!”
ise bu şıklar da olasılıkların içinde yer alır.
Gırtlak gırtlağa birbirinin yakasına yapışan
ama an gelip boğazladığı adamın burnu bile
kanadığında canından can kopan iki kardeş
gibi… İkisinin de kendine göre bir inancı
var, fakat birininki yalnızca kendine göre…
“Herkes kendi karakter maşrapasından
meşreplenir; her şey olacağına varır” denilebilir mi? Bu konu dağılır ama bunun kaygısını gütmüyorum.
Anlayış ve idrak
İnsanı tanımak gerçekten zor iş; son dört
yıl içinde, çevresinde hemen hemen iki buçuk tur attığım şu yeryüzünde pek çok ırktan, pek çok farklı kültürden pek çok farklı
insan tanıdım. Şehrin mimari yapısından bir
yüksek mimar edasıyla bahsederken konuyu
Galata Köprüsü’nü satacağına getiren bir
şizofrenden her cümlesi bir aforizma olan
ve düşünme hızına yetişemediğimden ötürü iletişimde kopukluk yaşadığım muazzam
akıl sahiplerine kadar geniş bir yelpazede
farklı insanlar… Anlamak ve idrak etmenin ne demek olduğunu bu insan laboratuvarında tekrar tekrar öğrendim. Şurası su
götürmez bir gerçek ki insanlık, tüm ırklar,
dinler, kültürler ve daha pek çok farklılığın
yadsınamaz ayrılıkları içinde olsa da, hepsinin beraberce yaşadığı en büyük kan kaybı,
birbirini anlamamaktan kaynaklanıyor.
İngilizce konuşan bir Hıristiyan çocuğun
Yaratıcıya bakış açısıyla Türkçe konuşan bir
Müslüman çocuğun bakışındaki temel fark
gibi bir şeyden söz etmiyorum. İngilizcede
Yaratıcıya “O” diyebilmek için “she” ya da
“he” gibi cinsiyet belirten kelimeler kullanmak durumunda kalırsınız. Oysa Türkçede
direkt olarak “O” dersiniz. Haliyle çocukluktan başlayıp yetişkinliğe uzanan ve devam eden öğrenim sürecinde, insanların
kafasında bir yer eder Yaratıcı ve bu kaçınılmaz farklılıklar gösterir farklı dil ve dinlerde. Bu farklılığı kendi dayanak noktasına
bakarak mantıklı karşılayabilirsiniz. Peki, ya
aynı dili konuşan ve çok basit söylemleri bile
yanlış yorumlayanlar hakkında ne diyeceğiz?
Dünyanın her köşesi birbirini anlamayan,
anlayamayan ve sebebi sadece yanlış yorum
yapmasına dayanan sayısız insanla dolu…
Başlarda Hıristiyan teolojisi ile ilgili yorum tartışmalarından ortaya çıkan, daha
sonra teolojik sahadan çıkıp sosyolojik alana giriş yapan ve felsefî bir disiplin içeren
yöntembilime “hermenötik” diyoruz. “Adını
nereden almış, nasıl ortaya çıkmış?” gibi
konuları bir kenara bırakıp, hermenötiğin
bugünkü haliyle ciddi anlamda üzerinde
durulması gerektiğini düşünüyoruz.
“Hayat” dediğimiz şey algılardan ibaret.
İki kişinin aynı “şey” hakkındaki algısı farklı
eylül 2014
73
haberajanda
Kritik
girerken ve henüz 33 yaşında imparatorluğunun hükmettiği topraklar Yunanistan’dan
Kuzey Hindistan’a dek uzanırken hangi
doğrularla hareket etti? Okuma yazması olmamasına rağmen Latince, Yunanca ve Töton dilini konuşan Frankların Kralı Büyük
Şarl binlerce kafa keserken hangi doğruların kaygısını güdüyordu? Ya Mark Antuvan
ve Emilyus Lepidus ile kurduğu iktidarını
sağlamlaştırmak için binlerce kişiyi öldüren
Sezar’a ne diyeceğiz?
Daha tarihe yön veren nicesinin hangi biri
çıkıp tek tek herkesi mutlu, mesut, memnun
ve ikna etmeye çalıştı? Peygamberlerin dışında birine tam olarak “Mutlak bilinçteydi”
ya da tam olarak “Mutlak bilinçten uzaktı”
diyebilir miyiz?
Dipnot: Sizleri unuttum sanmayın sakın! Yazıda konu dışı kaldınız; zira ne gaddarların, ne geri kafalıların, ne de
düzenbazların yanına yakıştıramadım adınızı. Kanaatimce size hatırlatılması gereken tek şey şu olur: “Allah indinde
kul hakkının, devlet indinde hainliğin affı yok.” Üzgünüm!..
olabiliyorsa, bir yorum bilimine ihtiyaç kaçınılmazdır. Aksi halde, çöplüğe dönen bu
bilgi denizinde tayfayı duru sulara yelken
açmanız gerektiğine ikna etmek için paralarken bulabilirsiniz kendinizi.
Peki, ikna nedir ve kim için gereklidir?
Yukarıda bahsedilen ve az sonra bahsedilme ihtimali olan herhangi bir benzer konu,
birey ve toplum olarak farklılıklar arz edebilir mi? Ediyorsa, toplumu bireyler oluşturduğuna göre bu bir paradoks sayılabilir
mi? Toplumu yönlendirmek için ne gerekir?
Toplumu yönlendirirken atılan adımlarda
kurunun yanında yaş da yanar mı? Mutluluk göreli midir? Herkes aynı anda mutlu
edilebilir mi? (Bu el ele tutuşmuş soru zincirinin ortasında pervasızca tepinip alabildiğine genişletebilirsiniz.)
Mutlak bilinç
Her şeyin Kutsi İrade çerçevesinde yoktan
var olduğuna, bir tomurcuk gibi filizlenip
yeşerdiğine ve Yaratıcısının kusursuzluğunu
anlatan bu eşsiz filmde kendi rolünü üstlendiğine inanan zat-ı âlim, “irade” dediğimiz
olgunun mutlak bir bilinçle gerçekleştiğine
inansaydı bu yazıya gerek kalmazdı. Zira
mutlak bilinç, insanı mutlak doğruya götürür. Kaynağı mutlak doğru olan iradenin
lügatinden “sorun ve soru” kelimeleri çıkar.
Tüm bu kargaşa ve karmaşıklığın sebebi,
beyin çiplerimizi mutlak bilince ulaşma
kaygısı gütmeden sulanmış düşüncelerle
kısa devre yaptırmamız olabilir mi?
Mesela 12 milyon küsur metrekareye
hükmeden Cengiz Han, gerçekleştirdiği ve
tarihe isimlerini var olan en büyük puntolarla
kazıttığı savaşları sırasında bu mutlak bilince ne kadar yakındı? Suriye’de Darius 3’ün
ordularını darmadağın ederek tüm Doğu
Akdeniz sahillerinin kontrolünü ele geçiren Büyük İskender, Mısır’a kurtarıcı olarak
Başlarda Hıristiyan teolojisi ile ilgili yorum tartışmalarından ortaya
çıkan, daha sonra teolojik sahadan çıkıp sosyolojik alana giriş yapan
ve felsefî bir disiplin içeren yöntembilime “hermenötik” diyoruz. “Adını
nereden almış, nasıl ortaya çıkmış?” gibi konuları bir kenara bırakıp,
hermenötiğin bugünkü haliyle ciddi anlamda üzerinde durulması
gerektiğini düşünüyoruz.
74
eylül 2014
Geri kafalılık, bencillik, gaddarlık, düzenbazlık, anlayışsızlık, inat, hinlik, idrak bulanıklığı… Hangisine değinmedik? Olmuşla
ölmüşün dışında her şeyin çaresi vardır. Dolayısıyla her kesimden sorun olarak addedilen tüm konuların bir çözümü, çıkış yolu
olacaktır. “Addedilme”ye dikkat buyurunuz
ki “sorun” demedim. Yeni bir Türkiye’ye
adım atıyoruz, hatalar olacaktır; kimse kimsenin dört dörtlük olmasını bekleyemez ki
programlanmış robotlar değiliz.
Bu yolda durmak, düşmek demektir. Rehavet asla kabul edilemez. Bilgili, kültürlü,
ahlaklı, sadık, haddini bilen ve her türlü
donanıma sahip evlat fışkırıyor vatan topraklarından; etiket sorulmadan kucak açılmalı. Hiçbirimizden dünyaya gelirken ya da
dünyadan göçerken kimlik istenmiyor; en
nihayetinde dünyaya ait değiliz.
Zaman akar, hem de su gibi... Ve bizler,
bir tenis karşılaşmasını izleyen seyirciler gibi
gün doğumlarını ve gün batımlarını izleriz.
Arada bir, hayat algılarımızın bizleri soktuğu meşgale tünelinden çıkıp gökyüzüne
bakar ve daha nefes alamadan tekrar geri
döneriz. Derin bir uyku sırasında kısa sürelerle gözünü açmak gibidir bu. İşte bu kısa
süreçlere tekabül eder kendine gelişler.
Algılarının ayarını değiştirenler, tünelden
çıkıp yeni bir yol ayrımına uyanırlar… Öyleyse Yeni Türkiye’ye ve hepimize günaydın!
Dipnot: Sizleri unuttum sanmayın sakın!
Yazıda konu dışı kaldınız; zira ne gaddarların, ne geri kafalıların, ne de düzenbazların
yanına yakıştıramadım adınızı. Kanaatimce
size hatırlatılması gereken tek şey şu olur:
“Allah indinde kul hakkının, devlet indinde
hainliğin affı yok.” Üzgünüm!..
haberajanda
Analiz
H
Fikri Akyüz
[email protected]
Twitter.com/akyuzfikri
ANİ bazıları diyor ya, “Atatürk olmasaydı, Türkiye
tıpkı Mısır, Suriye, Irak, Yemen gibi bir ülke olurdu”,
açıkçası bu konuda keskin bir kanaatim yok. Belki de Atatürk olmasaydı gerçekten bu ülkeler
gibi olabilirdik. Ama şu konuda kanaatim çok nettir: Kendilerini Atatürkçü olarak vasıflandıranlar
olmasaydı, Türkiye bugün dünyanın “1 numaralı” ülkesi olurdu. Çünkü
Türkiye’de akılsızlık girdabına kapılmış, vicdansızlık mengenesine sıkışmış
pek çok insan, Atatürk’ün
adının ardına sığınmıştır.
Onun adının ardına sığınmakla kalmamış bu
insanlar, Atatürk’ün sırtına da binmişlerdir. Sırtına binmekle kalmamış,
merhum bir insanın sırtından ateş etmişlerdir. -“Atatürkçülerin hepsi akılsız
ve vicdansızdır” demiyorum. Akılsız ve vicdansız pek çok insan, bu zafiyetini “Atatürk” ismi
üzerinden kapatmaya çalışıyor diyorum. Eh, bu
da bir zekâdır (!). O yüzden “akılsız” lafını geri alıyorum.- Hem “Atatürk’ün başımın üstünde yeri
var” diyeceksin, hem de
Atatürk’ün başının üstüne
çıkacaksın. Ondan sonra
çıkıp “Çıktık açık alınla...”
diyeceksin… Bütün bunlar, geçenlerde okuduğum bir haberden dolayı aklıma
geldi. Haberin başlığı aynen şuydu: “Zonguldak’ta
Atatürk’ün ayak bastığı iskele yenilendi.” Bundan birkaç ay evvel
de “buna benzer” bir haber
okumuştum. O haberin
başlığı ise “Marmaray’da
test sürüşü yapıldı” şeklindeydi. Konumuz, Marmaray gibi “küçük” (!) işler değil, gazetenin belirttiğine
göre, 14 metre uzunluğunda ve 1 metre genişliğindeki iskele… Geçenlerde okuduğum bir haberden dolayı aklıma geldi. Haberin başlığı aynen şuydu:
“Zonguldak’ta Atatürk’ün ayak
bastığı iskele yenilendi.”
Atatürk’le ilgili mühim bir
“ayak basış”
O YAT Kİ, Atatürk’ün ölümünden sonra çürümeye terk
edilmiş, 27 Mayıs darbecileri tarafından“jilet” yapılmak üzere hurdacıya satılmıştır. Pek çok erkeğin sakalını kökünden
kesen de işte bu Ertuğrul Yatı’ndan elde edilen jiletlerdir.
Atatürk’ün ayak bastığı yer, çok şükür ki 140
metre uzunluğunda ve 10
metre genişliğinde değilmiş. Aksi halde bu kadar
büyük bir projenin gerçekleşmesi, üçüncü köprünün bitimine bile yetişmeyebilirdi(!). Habere devam edelim; diyor ki, “Atatürk’ün
26 Ağustos 1931’de Ertuğrul Yatı ile geldiği
Zonguldak’taki limanda
ilk ayak bastığı iskele yenilendi”. Ertuğrul Yatı ile
değil ama Apollo 11 isimli uzay gemisi ile aya
ilk “ayak basan” Neil
Armstrong’un ayak bastığı yerde iskele var mı bilmiyorum. Dönelim
Zonguldak’taki iskeleye...
Sacdan yapılan bu iskele, deniz suyunun da etkisiyle zamanla çürümüş.
Ve meğer 1931’den itibaren
her yılın 26 Ağustos’unda,
o iskelenin başında tören düzenlenirmiş. Niçin “devlet töreni” düzenlenirmiş? Çünkü Atatürk
Zonguldak’a ayak basmış. Peki, ayak bastığı yer
mühim de uzun yıllar
ayak basmadığı yer mühim değil mi? Tam burada mühim bir
konuya parmak basayım.
“Önemli” sözcüğünü değil
de, “mühim” sözcüğünü
yazdığım için bana önemli
hatırlatmalarda bulunanlar olacaktır. Kaldı ki sözcük dediğim için bana
etmedik kelime bırakmayanlar da olacaktır… “Ayak basmadığı yer” diyorduk, değil mi? Evet, Atatürk’ün
uzun yıllar ayak basmadığı bir yer vardır ki o yer
İstanbul’dur. “Olur mu öyle
şey?” demeyiniz. Olmuş… Atatürk Samsun’a nereden, ne zaman ve neyle
gitti? (“Niçin”ini yazmıyorum, uzun bir mevzudur.) Atatürk, Samsun’a
İstanbul’dan 16 Mayıs
1919’da, Bandırma Vapuru ile gitti. Mesela Samsun’a ayak
basması önemli bir hadisedir. Zira Millî Mücadele, öyle basit bir müca-
dele değildir. O yüzden
Samsun’da bu “ilk ayak
basış”a önem atfedilmesinin yadırganacak hiçbir
tarafı yoktur. O kadar ki,
Samsun’da 19 Mayıs ilçesi de vardır, “İlk Adım” ilçesi de... (Ha bir de tekke ve
zaviyeler kanunen kapatılmasına rağmen Tekkeköy isimli ilçesi de vardır.) Evet, Atatürk, Bandırma
Vapuru vasıtasıyla 16 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak
basmıştır. Aradan 8 yıl
2 ay geçtikten sonra, Ertuğrul Yatı vasıtasıyla 1
Temmuz 1927’de ilk kez
İstanbul’a ayak basmıştır.
4 yıl sonra da aynı yatla
bu kez Zonguldak’a ayak
basmış olduğunu gazete
haberinden öğrenmiş bulunuyoruz. O yat ki, Atatürk’ün
ölümünden sonra çürümeye terk edilmiş, 27 Mayıs darbecileri tarafından“jilet” yapılmak üzere hurdacıya
satılmıştır. Pek çok erkeğin sakalını kökünden kesen de işte bu Ertuğrul
Yatı’ndan elde edilen jiletlerdir.
eylül 2014
75
haberajanda
Toplum
Kavga, gelinen
nokta itibariyle
öç alma şekline
dönüştüğü için,
kimse “Bu iş
niye başladı?
Niye sürdürülüyor? Bunun bize
faydası ne?” sorusunu soramıyor. Soran, kendi
mahallesinde
hain veya işbirlikçi ilan ediliyor.
Kısacası, birbirimizin varlığını
tüketmeye devam ediyoruz.
Bugün birbirini imansızlıkla
suçlayan onlarca ve yüzlerce
Müslüman yok mu? İman
esaslarını kalben tasdik,
diliyle ikrar eden her bir fert
hakkında “mümin” dememiz
icap etmiyor mu? Elbette
ediyor ama böyle demesek,
hatta zıddını iddia etsek?..
76
eylül 2014
“Düşmanın zıddı
doğru bir konumla
İ
ÇİNDE yaşadığımız kültür coğrafyasının “aydını”,
neredeyse 150 yıldır eşya ve hadiseleri “reaksiyoner” bir bakış açısıyla okuyup, hayatı ona göre
şekillendirmeye çalışıyor. Bu bakış açısının bizleri
getirdiği yerse içinde yaşadığımız hayatlar.
>> Yaşadığımız âlem-i İslam’ın içinde bulunduğu durumun iyi olduğunu düşünüyorsanız, hatta iyi yöne doğru gittiğini öngörüyorsanız, hemen
şimdi okumakta olduğunuz bu
çalışmayı bırakın ve başka biri iş
yapın; zira yazılanların buradan
sonrası keyfinizi kaçıracaktır.
Hayata, bağlı bulunulan değerler silsilesinin dürbününden
bakmaya bir manada “aksiyoner” bakış açısı denebilir. O
değerler silsilesi bize, nereye ve
nasıl bakacağımızı açık olarak
bildirdiğinden, üç aşağı beş
yukarı neye, nereye, nerede ve
nasıl bakılması hususunda bir
karışıklık çıkmayacaktır.
Bir de hayatın “reaksiyoner”
bir mantıkla okunması meselesi var ki, görebildiğim kadarıyla
şu an, içinde bulunduğumuz sıkıntıların kaynağı da bu yaklaşım… Bu yaklaşımı “düşmanın
baktığı tarafın zıddına bakma”
şeklinde özetleyebiliriz.
Birincide, yani “aksiyoner”
olanda “vahdet” varken, yani
içinde bulunduğumuz değerler
silsilesi neyi, nasıl vaaz ediyorsa,
onu o şekliyle yerine getirmekle
aramızda “ittihat” sağlanıyor-
olmak”
nış mıdır?
ken, “reaksiyoner” olanda ise bu mümkün
olamıyor. Neden olamıyor? Çünkü reaksiyoner olanın doğası buna müsait değil. Neden
değil? Çünkü hayatı, düşmanının zıddına
göre tanımlıyor, “Düşmanımın zıddı, doğru
olan taraftır” diyor. Düşmanın zıddı taraf,
doğru olan taraf değil midir? Olabilir ama
garanti edilemez. Neden? Çünkü alacağın
pozisyonda, bağlı bulunduğun değerin dediğini, emrettiğini yapmak yerine, o değere
bağlı bulunmayanın, bulunmayanların yapmadığının zıddını yapmanın doğru olacağını hesaplarsın.
Prof. Dr. Bünyami Ünal
[email protected]
bakış açılarının arasında ne
fark var?
“Reaksiyoner” okumada insanları bir arada tutan unsur “benzemeyen kuvvetin itme
gücü” iken, “aksiyoner” olanda cemaati oluşturan güçse içinde bulunulan, “iman edilen
değerlerin “çekme kuvveti” söz konusudur.
Daha güzel ifade için, merkezde olan bir
güce zıt olarak konumlanmak demek, -teorik olarak- her bir derecelik acı dâhilinde,
bilinen bir mesafede ve 360 ayrı pozisyonda
yer almayı icap etmek demektir.
Dikkat ettiyseniz, “bilinen filanca mesafe”
ifadesini kullandım. Mesafeler değiştirildiğinde, karşımıza yüz binlerce, milyonlarca
ayrı konumlanış çıkacağını görmek için
çok akıllı olmaya ihtiyaç yok. Reaksiyonun
“itme” ve aksiyonun “çekme” kuvveti, netice
itibariyle aynı şeye tekabül etmez mi? Hem
eder, hem de etmez. Ancak nerede “durulmaması” gerektiği konusunda eder, nerede
“durulması” gerektiği konusunda ise etmez.
Bugün itibariyle âlem-i İslam’ın konumu,
pozisyonu tam olarak tarif edilen şekilde tezahür etmiş durumda. Nerede duracaklarını
bilmeden, hayatı nerede durulmamak üzere
programlanmış atomize ve şaşkın kalabalıklar…
Düşman üzerinden yapacağın bir tanımlamaya bağlı olarak alacağın pozisyonun
hiçbir açıdan garantisi yoktur. Allah göstermesin, buna imanî esaslar da dâhil olabilir ki
bunu bir örnekle açıklayalım.
“Bağımsız”
cevap ne demektir?
Kafamızı kaldırıp etrafımızda olup bitene
-vicdan ve aklımızı bir kenara bırakmadanbaktığımızda olanın böyle olduğunu göreceğiz. Ancak kim ne derse desin, yaşadığımız
gerçeklik bu ve birbirimizi “Bize benzemiyor”
diye tekfir edip duruyor, hatta işi bir adım
daha ileri götürüp linç ediyoruz. Daha korkunç olanıysa şu: Bu cinayeti ibadet neşesi
içinde yapıyoruz. Maalesef böyle değil mi?
Hayatı “reaksiyoner” bir bakış açısıyla
okuyorsanız, değişen dünyada hem de nasıl
değiştiği konusunda bir tasavvurunuz yok
ise, takınacağınız tavrın temel prensibini
“karşı olma (reaksiyon)” üzerinden şematize
etmişseniz, düşmanınızla baş etmek adına
ortaya koyacağınız tutum ne özgün, ne de
bağımsız olma kabiliyetinde olacaktır. Zira
reaksiyonun ne olacağını aksiyonun doğası
belirler. Neticey-i kelâm, “özgün ve bağımsız olma” sanrısı içerisinde tam tersi bir yerde konumlanma yanılgısı hâsıl olur.
Bugün birbirini imansızlıkla suçlayan onlarca ve yüzlerce Müslüman yok mu? İman
esaslarını kalben tasdik, diliyle ikrar eden
her bir fert hakkında “mümin” dememiz
icap etmiyor mu? Elbette ediyor ama böyle
demesek, hatta zıddını iddia etsek?..
“Değil… Ama… Fakat…” diyorsanız
mübarek olsun, kaldığınız yerden hayatınıza
devam edin; amel defterinizi bu doğrultuda
doldurmaya devam edin… Yok, “Bir düşünmekte fayda var” diyorsanız, yazının devamını biraz daha dikkatli okuyun, zira karışık
teorik tanımlamalar var.
Aksiyoner ve reaksiyoner
Biraz daha açalım… Düşman tanımı
veya yapılmaması gereken mevzular için
“itme” gücü yeterli bir kuvvetken “ne, nasıl,
nerede, ne zaman ve kim ile” sorularının
reaksiyoner yaklaşımda “özgün ve bağımsız”
bir cevabı bulunmamaktadır.
Peki, ters konumlanmalar (reaksiyoner
hareketler) neden aynı düzlemde yer alma
başarısı gösteremiyor? Gösteremez, zira
bu beklenti eşyanın tabiatına terstir. Yan
yana konumlanmayan, -daha açık ifadeyle- kontrolümüz dışında kalan bir aksiyoner
kuvvetin teorik ve pratik açıdan sayısız zıddı
mevcuttur.
İçinde bulunduğunuz hareket, güç ve
konumunu “düşmanının zıddı” ile ilişkilendirmişse, düşmanın hakikatte var olan güç
ve konumundan değişik açı ve kuvvetlerde
etkilenen zıtlarının olması kaçınılmazdır.
Her bir zıttın, düşmanına zıt konumlanması mümkünken, diğer zıt unsurlarla aynı
konumda buluşmaları tamamen tesadüfî
olacaktır. Beni en çok tesir altında bırakıp
üzen de herhangi bir dost kuvvetin, ortak
düşmanlarının zıddına göre konumlanmış
kardeş kuvvetleri, yerleştikleri pozisyonu ve
pozisyonları itibariyle kendinin zıddıymış
gibi algılayıp tavır almaları realitesidir.
Birbirimizi tüketiyoruz
Sözünü ettiğimiz bu durum veya oluşa
bir isim verecek olsak, hayatımızın en derinlerine kadar nüfus etmiş olan bu gerçekliğin
adını “Siyasal İslam” koyardık. Ortaya çıktığı dönem göz önüne alındığında bu, “modern” bir harekettir. Bu hareketle birlikte
“İslam”, kendi tarihinde ilk kez “ideoloji”ye
dönüşmüştür. “İdeolojiye dönüşmesinin ne
sakıncası var?” diye düşünebilirsiniz, ancak
ideoloji, kendi doğası icabı çok baskın bir
karakterdir; bir şeye bulaşınca onu kendine
çeker, kendine benzetir.
Mesela bir bardak su ile bir bardak mürekkebi düşünelim. Mürekkep olanı ideoloji gibi
düşünüp diğerini din, yani İslam varsayalım.
Su dolu bardaktan bir miktar alıp mürekkep
dolu bardağa boşaltsak, mürekkep olan bardakta mürekkebin yoğunluğunu azaltmak
dışında bir işe yaramaz bu hareketimiz. Ancak tersini yaparsak, yani bir damla mürekkep alıp diğerine koyarsak, mürekkebin baskın karakteri suyu kendine benzetir. İdeoloji
burada mürekkep gibidir, diğerini örter.
Bir de diğerinin içindeyse -adam, kadın
her neyse- din diye ne varsa ona sarılır. Sonuç: Hayal kırıklığı… İşte bahsetmeye çalıştığım sakınca da bu!..
Peki, ne yapmak lazım? Dini “ideoloji
girdabı”ndan çıkarmak lazım. Bu noktada
doğruyu söylemek gerekirse ümidimiz iki
sebepten ötürü yok: Birincisi, aydınımız
tehlikenin farkında değil. İkincisi, zıtların
kavgasında bugüne kadar çok can yandı.
Kavga, gelinen nokta itibariyle öç alma
şekline dönüştüğü için, kimse “Bu iş niye
başladı? Niye sürdürülüyor? Bunun bize
faydası ne?” sorusunu soramıyor. Soran,
kendi mahallesinde hain veya işbirlikçi ilan
ediliyor. Kısacası, birbirimizin varlığını tüketmeye devam ediyoruz.
eylül 2014
77
haberajanda
Analiz
Bu konsept düşmanlığın
merkezinde post-El-Kaide
tipi bir örgüt olan IŞİD
var. Güya yine Amerikan
değerleri gözetiliyor, ama
Mısır’daki askerî darbeyi
kınamıyorlar bile. Petrol
kuyularına bekçilik yapan
Arap-Selefi monarşilerin
insan hakları karnesini
görmezden geliyorlar.
Üstelik bu yeni düşmanı
ABD’nin değil, Müslümanların düşmanı yaparak iki
kere ekmek yiyorlar. İyi ve
kötü belli ki, aynı konuda
üçüncü ekmeği yiyebilmek
için şimdi de IŞİD’i güya
bitirecek hamlelere liderlik
yapıyorlar.
***
17 ve 18. asır
Amerika’sında Protestanlık, İngilizce ve cumhuriyet
ideolojisi ortak paydalardı.
Ulusal kimlik oluşturabilmek için devrin yöneticileri
bu ortak paydaları sonuna
kadar kullanma yoluna gittiler. Öyle ki Amerikalılar,
yeni ülkelerini “Vaat Edilen
Topraklar” ya da “Yeni Kudüs” olarak adlandırdılar.
Haliyle Kızılderililere “bu
toprakları kirleten vahşiler”
rolü düştü ve yok edildiler.
***
Bu dalga ile göçmenlerin
sisteme adapte edilip Amerikan değerlerini ve ruhunu içselleştirmeleri için I.
ve II. Dünya Savaşları beklendi. 1960’da J. F. Kennedy
ile birlikte bir Katolik, ilk
kez ABD Başkanı oldu. Aynı
yıllarda Vietnam Savaşı,
Protestan veya Katolik tüm
Amerikalıları birlikte ölmeye, birlikte acı çekmeye
zorladı. Sürecin sonunda
Avrupa kökenli Katolikler,
artık çorba kazanında sorunsuzca eritilebilmişlerdi.
78
eylül 2014
Laboratu
Kendilerini bu toprakları yeniden yaratmakla görevli “seçilmiş halk” ilan eden
Amerikalılar, sadece yeni dünyayı değil,
aynı zamanda “Adaletin Yurdu”nu ve
“Tanrının Ülkesi”ni de imara koyuldular.
Ahmet Turgut
[email protected]
vardan çıkan ulus:
“ABD”
ABD
’nin özelde Ortadoğu ve genelde dünyanın her
yerindeki kimlik temelli sorunların içinde olması
tesadüf müdür? Din, mezhep yahut dil temelli ayrışmaların kaşıyıcısı olmakla meşhur ABD, yarım
asrı geçkin bir süredir bu hünerini başarıyla (!) kullanmaya devam ediyor. Peki,
bunca kimlik budalası ABD’nin kendi ulusal kimliği nasıl oluştu? Ne biliyoruz
bunun hakkında?
>> Sanırım bunu anlamak, ABD’nin
dünya üzerindeki ayrıştırıcı kimlik politikaları hakkında bizlere birtakım fikirler sunacaktır. “Medeniyetler Çatışması” kuramı
ve aynı adlı kitabıyla tanınan Samuel Huntington özetle şunu söylüyor: “Sadece 200
yıllık geçmişi olan bir toplum, ötekilerin
kanlarıyla kendisini ulus yapıverdi.” Evet,
iki anahtar kelime göze çarpıyor: “Öteki” ve
“kan”…
İsterseniz asırlar evveline gidelim ve terimleri/tanımları yerli yerine koymakla konuyu irdelemeye başlayalım.
Çorba kazanı
Amerikan tarihçileri, ilk dalga göçlerle
gelenlere “yerleşimciler” veya “kurucu atalar”
diyorlar. “Amerikan değerleri-ruhu-kültürü”
denilen karakteristikler, bu kurucu atalara
bağlanıyor. Kurucular sonrasında ABD’ye
gelen birkaç nesleyse “ilk göçmenler” deniyor. Bu insanların kendilerinden taşıdıkları
şeyleri mevcuttaki bütüne ekleyebildiklerini
görüyoruz. Bu yüzden Amerikan kültürü ve
ulusal bilinci için genellikle “çorba kazanı”
benzetmesi kullanılıyor.
1790 yılındaki Kuzey Amerika nüfus sayımı, kaynamaya başlayan bu kazan hakkında bazı ipuçları verir. O yıllarda köle olarak
kabul edilen zenciler 700 bin, yurttaş sayılan
beyazlarsa 3,3 milyondur. Beyazların yüzde
60’ı İngiliz, yüzde 20’si İrlandalı, İskoç ve
Gaal olan diğer Britanyalılar ve yüzde 20’ye
yakını da Hollandalı veya Almandır.
Kolayca anlaşılacağı üzere Kızılderililere kazanda yer olmadığı için, istatistiklere
onlarla ilgili bilgi girilmemiş. Gayet dindar olan bu toplumun yüzde 98’i Protestan
mezhebindendi. Dinden sonraki en büyük
ortak paydalarıysa İngilizceydi.
Bu yeni dünyanın kültürel bütünlüğünün
temelindeyse 17-18. asır Britanya’sına özgü
Anglo-Püriten ruh vardı.Yine Huntington’a
göre bu ruhun temel bileşenleri de “İngiliz dili, dinsel bağlılık, hukukun üstünlüğü,
-vahşi kapitalizmi çıkarmış olan- iş ahlakı
ve insanların yeryüzünde cennet yaratabileceği inancı” idi.
Görüldüğü gibi ABD’nin etnik, kültürel
ve dinî yapısı, dönem Britanya’sından çok
da farklı değildi. Kolonyalizm sürecinde
İngiltere ile olan sorunların temelinde aşırı
vergiler ve yerel yöneticilerin adaletsizlikleri
vardı. Her iki taraf da aynı ırktan geldiği için
Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na uzunca bir
süre makul bir gerekçe bulunamadı. Lakin
ayrışma için gerekli sebep zamanla icat edildi.
Amerikalılar, İngiltere Kraliyeti inadına “Cumhuriyet” taraftarı oldular. Üstelik
“Amerikan ruhu” denilen unsurlar da bu
sayede hem etnik kökenler üstü bir hal aldı,
hem de dışarıya ihraç edilebilecek duruma
getirildi. Buradan hareketle denilebilir ki,
“Amerikan Bağımsızlık Savaşı, ideolojik
farklılığa dayanan tarihteki ilk savaştır”.
Ancak çok geçmeden sosyo-ekonomik
gerekçelere dayanan ama coğrafik bir düzlemde beliren Kuzey-Güney sorunları
başladı ve büyük bir iç savaşa yol açtı. 19.
asırdaki bu Amerikan iç savaşının istenmeyen yan etkilerini yok etmek için reçete aranırken, ileriki yıllarda da bozdura bozdura
kullanacakları bir düşman bulundu. Hedefte despotik ve monarşik ideolojilerdeki devlet vardı. İlk olarak o günlerde güney sınır
komşusu olan İspanya Krallığı ile savaşa tutuştular. Bu savaşın ardından Amerikalılar,
“kolonyal birlikler” aşamasından “vatandaşlar topluluğu” düzeyine geçtiler.
Özetle 17 ve 18. asır Amerika’sında Protestanlık, İngilizce ve cumhuriyet ideolojisi
ortak paydalardı. Ulusal kimlik oluşturabilmek için devrin yöneticileri bu ortak paydaları sonuna kadar kullanma yoluna gittiler.
Öyle ki Amerikalılar, yeni ülkelerini “Vaat
Edilen Topraklar” ya da “Yeni Kudüs” olarak adlandırdılar. Haliyle Kızılderililere “bu
eylül 2014
79
haberajanda
Analiz
Nikaragua, Panama ve Somali ile devam
ettirdi. Ancak her şeye rağmen alt-etnisite
veya çifte kimlik olguları, Amerikan ulusal
kimliğiyle yeniden çatışmaya başladı. Yine
Samuel Huntington’ın tespitiyle ABD, son
dalga düşmanlarını Saddam Irak’ı ile Afganistan örneklerindeki gibi anti-demokratik
Arap-Asya rejimlerinden seçti. Üstelik de
onların ABD müttefiği olduklarına bile
bakmadan...
Müslümandan
Müslümanı kurtarmak
İlk dönemindeki gibi ırk ve dinsel kökenli ortak paydaya dayalı Amerika artık yok. Kültürel Amerika ise kuşatma
altında. İdeolojik Amerikan değerleri tüm dünyadan sonra kendi toplumunca da sorgulanır oldu. Zaten millet-dindil birliğinden yoksun bir toplumu sırf ideoloji ile bir arada tutabilmek mümkün değil. Bu yüzden “Son İmparator”
mukadderi gördükçe hırçınlaşıyor ve hırçınlaştıkça da yeni savaşlar icat etmeye çalışıyor.
toprakları kirleten vahşiler” rolü düştü ve
yok edildiler.
Kendilerini bu toprakları yeniden yaratmakla görevli “seçilmiş halk” ilan eden
Amerikalılar, sadece yeni dünyayı değil, aynı
zamanda “Adaletin Yurdu”nu ve “Tanrının
Ülkesi”ni de imara koyuldular.
Amerikan rüyası:
Çorbada eriyen tuzlar
Ancak asırların beslediği köklü bir ortak
miras ve kültürden yoksun oldukları için zaman içerisinde yeni sorunlar belirdi. Ha bire
nüfus alan ülke, Protestan olmayan ve ana
dili İngilizce olmayan büyük kitlelerle kuşatılmaktaydı. İtalya, Polonya, İrlanda gibi
Katolik Avrupa ülkelerinden gelen bu topluluklara bir süre vatandaşlık hakkı verilmedi. Lakin Katolik karşıtlığının söyleminde
asla dinî-mezhepsel motiflere yer verilmedi.
Bunun yerine “ideolojik değerler bütününe
uygun” olarak politik vurgular yapıldı. Zira
Amerikan ruhu bir anlamda tanrısız Protestanlık, Amerikan’ın resmî dini ise İsa’sız
Hıristiyanlıktı.
Haliyle Katoliklik, Amerikan Protestanlığının değilse de Amerikan demokrasisinin düşmanı ilan edildi. Ancak Samuel
Huntington’ın da dikkat çektiği gibi -para-
doksal şekilde- bunların hiçbiri Musevî yerleşimcilere ve göçmenlere uygulanmadı.
Bu dalga ile göçmenlerin sisteme adapte
edilip Amerikan değerlerini ve ruhunu içselleştirmeleri için I. ve II. Dünya Savaşları
beklendi. 1960’da J. F. Kennedy ile birlikte
bir Katolik, ilk kez ABD Başkanı oldu. Aynı
yıllarda Vietnam Savaşı, Protestan veya Katolik tüm Amerikalıları birlikte ölmeye, birlikte acı çekmeye zorladı. Sürecin sonunda
Avrupa kökenli Katolikler, artık çorba kazanında sorunsuzca eritilebilmişlerdi.
Ancak Amerika’nın Protestan homojenliği, Hispanik ve Asyalı göçler neticesinde
2000’li yıllarda yüzde 60’lara kadar geriledi.
Özellikle Hispanik Katolikliği, Avrupa Katolikliği gibi bir erime sürecini başaramadı.
Meksika ve Latin Amerika’dan gelenlerse
hâkim topluma entegre olamadılar.
Analistlerin “WASP” olarak formüle ettiği “White (Beyaz), Anglo-Sakson, Protestan” hâkimiyeti, bu durum karşısında yine
ideolojik bir desteğe ve bunu besleyecek bir
düşmana ihtiyaç duymuştu. Bu yüzden -ilk
ideolojik temelli savaşın mucidi olan- ABD,
evvelce İngiltere Krallığı, İspanya Krallığı,
Alman nazizmi, Japon militarizmi ve Sovyet komünizmi ile beliren düşman algısını
yeni süreçte Kore, Küba, Vietnam, Libya,
SSCB örneğinde görüldüğü gibi, millet-din-dil birliğinden yoksun bir toplumu
sırf ideoloji ile bir arada tutabilmek mümkün değil. Bu yüzden “Son İmparator”
mukadderi gördükçe hırçınlaşıyor ve hırçınlaştıkça da yeni savaşlar icat etmeye çalışıyor.
80
eylül 2014
Avrupalı Katoliklerde dikkat edilen dinî
hassasiyetler bu kez göz önünde bulundurulmadı. Amerikalı yetkililer, mücadelelerine “Haçlı Seferi” diyecek kadar bağnaz bir
yola saptılar. İç kamuoylarında bu sayede
birlik oluştururken beklemedikleri bir gelişme oldu ve Körfez kaynaklı petrol sermayesiyle aralarını bozdular. Medyada mortgage
krizi olarak lanse edilen ve günümüz küresel
ekonomik krizini de tetikleyen bu yan etkiyi
gidermek ve söz konusu sermayeyi kendilerine mecbur edebilmek için Arap Baharı/
Kışı denilen yeni konsept düşmanlıklara
yöneldiler. Bu kez ABD’liler değil, bizzat
Müslümanlar, “Müslümanlardan nefret
edin!” diye bas bas bağırdılar.
Evet, bu konsept düşmanlığın merkezinde post-El-Kaide tipi bir örgüt olan IŞİD
var. Güya yine Amerikan değerleri gözetiliyor, ama Mısır’daki askerî darbeyi kınamıyorlar bile. Petrol kuyularına bekçilik yapan
Arap-Selefi monarşilerin insan hakları karnesini görmezden geliyorlar. Üstelik bu yeni
düşmanı ABD’nin değil, Müslümanların
düşmanı yaparak iki kere ekmek yiyorlar. İyi
ve kötü belli ki, aynı konuda üçüncü ekmeği
yiyebilmek için şimdi de IŞİD’i güya bitirecek hamlelere liderlik yapıyorlar.
Bu son imtihanda Ortadoğu’nun nasıl
bir tepki vereceğini hep birlikte bekleyip
göreceğiz. Lakin şurası mutlak ki, Amerika
diğer toplumlara göre daha fazla ölmek için
doğmuş bir toplumdur. Zira ilk dönemindeki gibi ırk ve dinsel kökenli ortak paydaya
dayalı Amerika artık yok. Kültürel Amerika ise kuşatma altında. İdeolojik Amerikan
değerleri tüm dünyadan sonra kendi toplumunca da sorgulanır oldu. Zaten SSCB
örneğinde görüldüğü gibi, millet-din-dil
birliğinden yoksun bir toplumu sırf ideoloji
ile bir arada tutabilmek mümkün değil. Bu
yüzden “Son İmparator” mukadderi gördükçe hırçınlaşıyor ve hırçınlaştıkça da yeni
savaşlar icat etmeye çalışıyor.
haberajanda
Toplum
V
Muhammed Lütfü Avcı
[email protected]
ATAN, bölünmez bir
bütün... O vatan, 30-40
milyon metrekarelik bir
coğrafyayı aşkın, insanıyla, tabiatıyla, zenginlikleriyle erişilmez bir mülkün,
İslam mülkünün adıdır.
İslam mülkü zulmet
altında; bütünlüğünü
yitirmiş, paramparça.
Oturmuş 780 bin metrekarenin bir kısmının bizden
koparılıp koparılmayacağını tartışıyoruz. Bizden
koparılmış milyonlarca
metrekare umurumuzda
değil. Bizler de Mısır’dan,
Irak’tan, Makedonya’dan
koparılmış bir toprak
parçasının üzerinde yaşamıyor muyuz?
Var olma kavgamız
İSLAM mülkü zulmet altında; bütünlüğünü yitirmiş, paramparça... Oturmuş, 780 bin metrekarenin bir kısmının
bizden koparılıp koparılmayacağını tartışıyoruz. Bizden koparılmış milyonlarca metrekare umurumuzda değil. Bizler
de Mısır’dan, Irak’tan, Makedonya’dan koparılmış bir toprak
parçasının üzerinde yaşamıyor muyuz?
anlam ithal etmeye çabalarız. Akıllarımız idrakten
yoksun…
Biz erkekler, at ahırında
kısrakların biçimsiz bedenlerine tapınıp kırılan
kemiklerimiz yüzünden
vurulmayı bekleyen
zavallı bir sürüyüz. Kadınlarsa letafetten sıyrıldı; birçoğu kaygısız bir yaşamın
mimarı olmak konusunda
pek azimli, şuur yitik…
İslam mülkü sahipsiz;
karanlık sislerin örttüğü
bir bulvar… Sisin gözleri
kararttığı kenar mahallelerinde kadınların
ırzına geçilen, çocukların
istismar edildiği, insanların ahlaksızlık ilkesinin
buyruklarıyla yaşadıkları kayıp bir dünya…
Mülk-ü İslam’ı dünyanın
geriye kalanından ayırt
edebileceğimiz pek az
husus kaldı; belki hatıralar
izdüşümü, o da rüyalarımızda...
Karanlık, zehirli bir
örtücü... Uyku ise, görmezden gelişimize duyduğumuz aşkın gayrimeşru
evladı, veled-i meçhul… Ve
biz veledimize vurgunuz.
Maarif eski bir hikâye
aydınlığı anlatır. Okumak
maarifin anahtarı, şimdilerde masalsı, efsanevi bir
ilaç, nesiller için aktarda
unutulmuş kocakarı
ilacı... Kimi politikacılar
için mukaddes olan tek
kitap “Kabala”, mukaddes
tek fiilse “aldatmak”. Din
adamları, mürşit olmadan
irşat etme gayesinde.
Her sahte mürşit, insanın
ve paranın üzerinde
hâkimiyet kurma çabasında. Onları kendileriyle
birlikte cennete götürecek
tek yolun, çıkarları üzerine inşa ettikleri parapolitik ritüeller olduğu
Karanlık, zehirli bir örtücü...
Uyku ise, görmezden gelişimize
duyduğumuz aşkın gayrimeşru
evladı, veled-i meçhul… Ve biz
veledimize vurgunuz.
sanrısındalar. Deccaliye
çağı kalpazanları!..
İslam kurumu, vazifesinden azat edildi ve
işlevinden koparıldı. Yeni
düzende karakterleri,
zihinleri medyatizm şekillendirir. Önce kız ve erkek
çocuklar İslam medeniyetinden uzaklaştırılmış ana
babanın da gayretleriyle
kişiliklerinden koparılır.
Her biri millet şuurundan
ve evreni algılama yetisinden üryan bırakılır. Cinsiyetler arası çarpık bir ilişki
ağı kurularak sonraki nesillerin neye benzeyeceği
ortaya konur: “Sürü”…
“Halk” dediğimiz, tek
işlevi asalak bir devinim
olan büyük boşluk… Halk,
adına hayat dediği, hayaliütopik bir kurguda yanılgıdan yanılgıya koşturan
zavallı bir figüran, güdülmeye programlı. Tüm
oyunlar kendi üzerinde
oynanır ve tüm deneyler…
Her şuurlu hareket, halk
katmanlarını ahırdan
ahıra koşturmasını iyi
bilir. Halkın iyi bildiği tek
şey “koşmak” ve nereye,
kim ve ne için koştuğunu
bilmeden üstelik…
Hileci adamların düzlüklerde insan avına çıktığı bir çağda yaşıyoruz,
Homeros’un İlyada’sını
yazdığı çağın aynı. Bizde
bir eksiklik var: “Ruh”…
Medyatizm dininin mensupları önce ruhlarını azat
eder. Bu, efendilerine karşı
boyun eğdiklerinin, efendilerine tâbi olduklarının
başat göstergelerindendir.
Ardından yüzü hakikate dönük kavramların
muhtevaları kaybedilir.
Kavramlar çok yönlü levhalara dönüşür. Ne kadar
uğraşsak da doğru olanı
göstermekte acizdirler
artık. Okumadan geçirilen
her gün, biterken bizden
yeni anlamları söküp alır.
Kendimizle iç içe kalmaktan yorgun düşeceğimiz
bir ruhumuz olmadığı
için, adına ruhsal bunalım
dediğimiz şımarıklığımızla ahmaklığımıza değer ve
Mazisi muzaffer fatihlerle dolu bir millet, şuurunu yeniden edinmek
durumundadır. Çağ bizim;
bütün çağlar bizim… Yeter
ki mülk-i İslam’ın sancağına, servetine, o erişilmez
hazinesine yeniden talip
olalım. Ak ile karayı ayırt
edebilecek derecede
idraki tesis edelim. Bu
ise ancak ve ancak ilk
emrin ifasıyla mümkün:
“Okumak”, Yaratan Rabbin adıyla, Yaratan Rabbi
okumak… Çünkü O, bizi
bir damla sudan, bir küçük zerreden, bir derunî
sözden yarattı. “Ol!” dedi,
kâfi geldi.
Önce söz vardı, önce
kelimeler. Kulağımıza
okunan ezan da o güzel
ninniler de kelimelerle Anadolu umranını
cennetâde tohumlar saçarak inşa etti. Biz umranın
izlerini kaybettik. Şimdi
ise bu izlerin peşinde,
iki bin yıllık bir hazineyi
yeniden okuyarak, galaksiler arasında seyahat
edip Cenab-ı Allah’ın
hikmetlerini temaşaya
duracağımız müstesna bir
çağın girizgâhını yazmak,
taksimini girip peşrevini
çalarak ruhlarımızı terk
ettiğimiz bataklıkları kurutmak ve nihayetinde de
var olma kavgamıza yeni
bir soluk kazandırmak
için ilk emre teba olup
okumak vaktidir…
eylül 2014
81
haberajanda
Kafkasya
En başta Rusya’ya
karşı kazanılan açık
zaferler, kısa zamanda ABD’nin aleyhine
dönmüş durumdadır. Son birkaç yıldır
Kafkasya’da, başta
Karabağ meselesi
olmak üzere, diğer
etnik ve bölgesel
çatışmalar konusunda aktif rol oynamayan ABD’nin
bu vaziyeti devam
ettirmesi, yeni sorunların başlamasına da sebep olabilir.
Tek himayeci güç
olarak Rusya’nın
bölgede ağırlığını
devam ettirmesi,
Soğuk Savaş sonrası
dönemde yeni bir
Sovyetler Birliği’nin
doğacağını işaret
etmektedir.
ABD, Karabağ için Ru
A
ĞUSTOS ayı başlarında, Dağlık Karabağ
bölgesinde yaşanan çatışmalar sonucunda çok sayıda Ermeni ve Azerbaycanlı
askerin ölmesi, bölgeyi yeni bir gerilimin
eşiğine getirdi. Sovyet ardılı olan Ermenistan ve Azerbaycan arasında ihtilaflı bölge olarak varlığını devam ettiren Dağlık Karabağ, yirmi yıldır Rusya’nın
Kafkasya’daki ağırlığını korumasına yarayan araçlardan
biri haline gelmiş durumdadır.
>> Son yılların yaşanan en
büyük çatışmasının ardından
Rusya lideri Vladimir Putin, iki
ülkenin cumhurbaşkanları Serj
Sarkisyan ve İlham Aliyev’i
Soçi’de ağırlayarak arabuluculuk rolünü üstlendi. Rusya’nın
şimdiye kadar devam eden arabuluculuk girişimleri gibi bu
buluşma da sonuçsuz bırakıldı.
1990’lı yıllardan itibaren bölgedeki çeşitli alanlarda ağır-lığını
arttıran ABD’ninse bugün pek
aktif olmayan Kafkasya politikaları Dağlık Karabağ meselesi
bağlamında tartışılıyor. Sovyetler Birliği’nin yıkılışından
sonra bölgedeki fırsat ve teh-
Rusya Devlet Başkanı Vlademir Putin (ortada), Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev (solda) ve Ermenistan
Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, Yukarı Karabağ sorununun çözümüne ilişkin üçlü görüşme gerçekleştirdi. (10 Ağustos
2014/ Sochi/ AA-Sefa Karacan)
82
eylül 2014
dit durumlarını en iyi şekilde
değerlendirip Rusya ve İran’a
karşı baskın bir politika izleyen
ABD’nin son yıllarda eski politikalarını devam ettirmemesi,
bölge dengelerini Batı aleyhine
değiştiriyor.
Azerbaycan petrolüne olan
ilgisinden dolayı Ermenistan’a
yönelik yaklaşımlarında farklı destek politikaları izleyerek
birbiriyle çatışma halindeki iki
ülkeyi küstürmeden başarılı bir
yol izleyen ABD, Dağlık Karabağ konusunda da önemli açılımlar yapmıştı. 1990’lı yılların
başında bazı hatalı politikalar
izlense de, özellikle George W.
Bush döneminde rayına oturan
bir istikrardan söz edilebilir.
Mehmet Fatih Öztarsu
[email protected]
sya’dan rol kapabilecek mi?
Örneğin ilk yıllarda, Ermeni lobisinin
yoğun çabaları sonucunda Azerbaycan’ın
Ermenistan’ı abluka altına aldığı ve
Karabağ’da tehdit oluşturduğu yönündeki
iddialardan dolayı ABD’nin Azerbaycan’a
ekonomik yardım yapması engellenmişti.
Section 907 of The Freedom Support Act
ile ekonomik yardım imkânı, sadece Azerbaycan için geçersiz sayılmıştı.
2000 yılına kadar ise ABD’nin Azerbaycan petrolünü dünyaya açan Bakü-TiflisCeyhan projesinde yer alması ve proje hattının Erivan’ı by-pass ederek geçmesine izin
vermesi, Ermenistan’ın ve ABD’deki Ermeni lobisinin tepkisini çekmişti. Zamanla iki
tarafın hassasiyetlerinin farkına varan Washington yönetimi, sağlam bir denge politikası izlemek için Ermeni lobisi-ErmenistanAzerbaycan denkleminde siyaset yapmaya
başladı. Sonuçta ABD, bu ülkelerle ilgili
olarak Rusya kadar tecrübeli sayılmazdı.
Bu yüzden ABD’nin bölgedeki varlığından
rahatsızlık duyan Rusya’nın siyasî taktikleri
yeni gerilimler oluşturmaya başladı.
Dağlık Karabağ’da bir
soğuk savaş
ABD ve Rusya arasında yaşanan yeni soğuk savaşsa üç sebebe dayanıyordu: Birincisi, Hazar petrollerinin Batı’ya aktarılmasını
sağlayan Bakü-Tiflis-Ceyhan projesidir. Bu
proje yoluyla ABD, Rusya ve İran’a karşı
bölgede baskın aktör olmayı tercih etmiştir. İkinci sebep ise, Dağlık Karabağ barış
görüşmeleridir. Rusya ve Fransa ile birlikte
Karabağ meselesinin çözümü için kurulmuş olan Minsk Grubu’nun eşbaşkanlığını
yürüten ABD, Bill Clinton ve George W.
Bush döneminde meseleye yönelik oldukça önemli yaklaşımlar sergilemiştir. Bakü
ve Erivan’ın, -Rusya haricinde- ABD’nin
telkin ve girişimlerine duydukları ihtiyaç
da zaman zaman kendisini göstermiştir.
Yeni soğuk savaşın üçüncü önemli sebebi de
2008’deki Rusya-Gürcistan Savaşı’dır ki bu,
bölgedeki etnik ve bölgesel problemlere çözüm konusunda ABD’nin varlık gösterme
çabalarının sonuncusudur.
11 Eylül terör saldırılarından sonra ABD
için önemi artan Kafkasya’da, terörle mücadele adına yapılan işbirlikleri WashingtonBakü ve Moskova-Erivan eksenini oluşturmuş; Ermenistan, bu doğal ittifaklar döneminde tamamen Rusya etkisine girmiştir.
Buna rağmen Ermenistan’a yönelik ekonomik yardımlar ve Karabağ konusundaki
arabulucu faaliyetleriyle ABD’nin Erivan’ı
ihmal etmediği söylenebilir. Fakat yine de
Clinton dönemindeki Balkan çatışmalarına yönelik ABD politikaları kadar etkin bir
yaklaşım görülememektedir.
Dümenin başına Türkiye
de çağrılınca…
Bush döneminin sonlarına doğru Azerbaycan ve Ermenistan ihtilafına ilgisi azalan
ABD politikaları, Başkan Barack Obama
döneminde yön değiştirmiştir. Yeni yaklaşıma göre ABD, öncelikle Ermenistan ve Türkiye arasında normalleşme sürecini gerçek-
leştirecek, daha sonra Karabağ meselesinde
Türkiye’nin de desteğiyle makul bir çözüm
bulacaktı. Çünkü büyük ölçüde Rusya etkisi
altına geçen Ermenistan’ın, bir diğer komşusu olan İran’la kurduğu sağlam ilişkiler de
ABD’nin onaylayamayacağı türdendi.
2008 yılında Türkiye ve Ermenistan milli takımlarının Erivan’daki maçını izleyen
Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve
Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, “futbol diplomasisi” olarak literatüre
geçen ABD destekli normalleşme sürecini
başlattılar. Bir yıl sonra normalleşmenin
hukukî zemini için protokol sürecinin oluşturulması ise Rusya’nın sabrını taşıran son
damla oldu.
2009 itibariyle Erivan’ı baskı altına alan
Moskova, normalleşme sürecini akamete
uğratacak girişimlerini sürdürdü. Eş zamanlı olarak Ermeni lobisinin çeşitli talepleriyle
karşılaşan Obama, “G-word” olarak ifade
edilen soykırım sözcüğünün dile getirilmesi
ile normalleşme sürecinin devam ettirilmesi
arasında kaldı. 1915 yılında Osmanlı Ermenilerinin yaşadığı trajedileri üzüntüyle andığını belirten Obama, öte yandan normalleşme sürecinin aynı azimle devam ettirilmesi
gerektiğini belirtiyordu.
Türkiye-Ermenistan yakınlaşması yoluyla Kafkasya’da yeni bir sayfa açmak isteyen
ABD’nin bu girişimi başarısız oldu. Bu da
ABD’nin Azerbaycan-Ermenistan-Türkiye
ekseninde 1990’lı yıllardan itibaren yüksek
seviyede başlayıp gittikçe azalan performansını yansıtmaktadır.
Buna benzer diğer örnekleri Bush döneminde renkli devrimlerin gerçekleştiği
Gürcistan ve Ukrayna’da da görmek mümkündür. En başta Rusya’ya karşı kazanılan
açık zaferler, kısa zamanda ABD’nin aleyhine dönmüş durumdadır. Son birkaç yıldır
Kafkasya’da, başta Karabağ meselesi olmak
üzere, diğer etnik ve bölgesel çatışmalar konusunda aktif rol oynamayan ABD’nin bu
vaziyeti devam ettirmesi, yeni sorunların
başlamasına da sebep olabilir. Tek himayeci
güç olarak Rusya’nın bölgede ağırlığını devam ettirmesi, Soğuk Savaş sonrası dönemde yeni bir Sovyetler Birliği’nin doğacağını
işaret etmektedir.
eylül 2014
83
HABERA JANDASÖYLEŞİ
Parlamento çalışmaları
devam ediyor, ayrıca bu
konuyla ilgili önemli bir
de karar alındı. Parlamentodaki partilerin tümü
-İmran Han’ın dışında-,
parlamentonun feshi
ve hükümetin istifasını
reddetti. Biz de bu karara
destek verdik. İkincisi de
Anayasa Mahkemesi’nin
aldığı karardır, ki Mahkeme, parlamentonun feshi
ve hükümetin istifasının
demokrasi ve anayasa dışı
olduğunu ifade ederek
böyle bir durumun kabul
edilemez olduğunu belirtti.
Bir de 200 milyonluk
nüfusa sahip Pakistan’ın
50 bin insanının gösterileri tüm Pakistan’ın kararı
sayılamaz.
***
PAKİSTAN’DA
NELER OLUYOR?
Meryem Şerif, ihtiyaç
sahibi gençlerin ihtiyaç
duydukları kredileri
veren kurumun başında
olması sebebiyle milyon
dolarlık projelere hükmediyor. Niçin bu görev
kendisine verilmiş? Bir
sıfatı var, o da Başbakan
Navaz Şerif’in kızı olması. Evet, aynı şekilde,
hakları olmadığı halde
kardeşlerini ve yeğenlerini
birçok devlet kadrosuna
getirmiş durumda. Bunlar
tamam, ama son olaylar
Pakistan’da hayatı durdurmuş durumda. Son bir ay
içerisinde ülkemizin gördüğü zarar 600 milyon Pakistan rupisi. Biz ve onlar
parlamentodayız. Niçin?
***
ABD Dışişleri Bakanlığı
resmî açıklamasında,
demokratik sistemin devamından yana oldukları ifade edildi, ancak ne kadar
samimi olduklarını bilmemiz mümkün değil. İşleri
şahıslardan ziyade ülkelerle… Batı, İslam ülkelerinde
84
eylül 2014
Atıf Özbey
Atıf Özbey*
[email protected]
P
AKİSTAN, bilindiği üzere Türkiye, İslam dünyası ve içerisinde bulunduğu bölge açısından çok önemli bir
ülke. Pakistan’da ana muhalefet partisi konumundaki İnsaf Harekâtı lideri İmran Han, sert bir muhalefet uygulayarak mensuplarını İslamabat’taki
Başbakanlık Sarayı önünde toplayarak hükümetin istifasını istiyor.
aradığımız sohbetimizde, Pakistan İslam Partisi Genel Başkan Yardımcısı Abdul Ghaffar
Aziz ile Pakistan’ı ve bölgedeki
gelişmeleri enine boyuna hasbihal ettik.
>> Peki, İmran Han’ı buna
sevk eden sebepler neydi? ABD
ve Avrupa güdümünü reddederken izlenmek istenen strateji ne? Cumhurbaşkanı olmadan önce Başbakan sıfatıyla son
yurtdışı gezilerinden birini de
• Sayın Başkan, ana muhalefet lideri İmran Han’ın,
Saray önünde kalabalıkları
toplayarak başlattığı ayaklanmanın ardında ne var?
Pakistan’a yapan Recep Tayyip
Erdoğan’ın şahsında üzerine
gül yaprakları serpilerek karşılanan Türkiye, Pakistan için ne
gibi anlamlar ifade ediyor.
İşte bu soruların cevabını
***
“Yeniden diktatorya
istemiyoruz”
Girişte bahsetmiş olduğunuz
istikrarın olmasını hazmedemiyor, aynı durumla Türkiye
de karşı karşıya. Türkiye’de
yakalanmış istikrarı bozmak
için ellerinden geleni yapıyorlar. Aynı şekilde Yemen
de hedeflerinde. Yemen’de
bir azınlık tüm ülkeyi tehdit
ediyor ve bu konuda dışarıdan destekleyenlerin tavrı
aşikârdır. Bunlar kolaylıkla
Yemen’i istikrarsızlaştırabiliyorlar. Pakistan, İslam
dünyasının içerisinde nükleer silah üreten tek ülke ve
serbest bırakırlarsa sürekli
kalkınacak.
Arkadaşımız Atıf Özbey, Pakistan İslam Partisi
Genel Başkan Yardımcısı Abdul Ghaffar Aziz’le
söyleşi yaparken…
eylül 2014
85
HABERA JANDASÖYLEŞİ
Pakistan’da Recep Tayyip
Erdoğan sevgisi... Erdoğan’ın son
ziyaretinde Vedat Dalokay’ın yaptığı İslamabad’ın
simgesi Faysal Camii ve Paistan Başbakanı Navaz
Şerif’in posterlerinin yer aldığı dev tablolar dikkat
çekmişti.
memesi lazım. Dönülmeyecek
bir noktaya getirmemek lazım
meseleyi. Başkaları bundan
faydalanmamalı...
• Bu protestolar hedefine
ulaşırsa kim bundan istifade
etmiş olacak?
Bir ayı geride bıraktık; bu
tip çalışmalar destek bulmazsa
devam edemez, gizli bir elin
olduğu kanaati bizde oluşmaya
başladı.
• Bu gizli elin Mısır ve
Türkiye’de ortaya çıkan “el”e
benzediğini söyleyebilir
miyiz?
Kim iktidarda olursa olsun, Pakistan’daki nükleer programı durduramaz. Bu, bizim
düşmanlarımızın istediği bir durumdur. Nükleer program olmasaydı Pakistan’ı muhafaza edemezdik ve bizi yok etmek için düşmanlarımız bizimle savaşırlardı.
Türkiye-Pakistan kardeşliğini
teyiden şunu ifade etmek istiyorum: Türkçe bilmediğim
halde, hasbihal esnasında yaptığınız Türkçe takdimi tamamen
anladım. Bu da his ve kalp
yoluyla birbirimizi ne kadar
rahat bir şekilde anladığımızın
ifadesidir.
Türkiye’de oluşumuzun sebebi, Uluslararası Müslüman
Âlimler Birliği toplantısıydı. Bu
toplantı, bildiğiniz gibi Yusuf
El-Kardavî’nin başkanlığında
toplandı. Kendisi birliğin kurucusu ve halen başkanıdır. Orada
da bu tespitte bulunduk. Bu
birliğin kuruluş gerekçesi, İslam
ümmetinin arasında bir söylem
birliği oluşturmaktadır.
Yaptığımız toplantıda, İslam
dünyasındaki son gelişmeleri de
tartıştık, Pakistan’daki gelişmeleri de tartıştık. Genel Kurul’da
86
eylül 2014
ve özel toplantılarda tafsilatlı
bir şekilde Pakistan’daki son
gelişmeleri bizzat anlatmaya
çalıştım.
Biz siyasî partililerin caddelere çıkıp çeşitli konularda tepki
göstermesi son derece normal
bir hadisedir. İstek ve tepkilerimizi bu yolla kamuoyuna
aktarırız. Ancak bu defa galiba
aceleci bir tavır söz konusu…
Son milletvekili genel seçimlerinin üzerinden henüz bir yıl
bile geçmiş değil. Hiç şüphesiz
Pakistan’daki seçim sistemi,
birçok yanlış ve eksiği de içerisinde barındırıyor. Seçimlerde
birçok şüphe uyandıracak olay
veya şikeler oldu. Biz seçim
sisteminin adil hale dönüşmesi
için gereken gayreti her zaman
gösteriyoruz, ama trenin de
raylardan çıkmaması lazım. Bu
tepkilerin sonunda bir dikta-
törün yönetime el koymasına
sebebiyet vermemek lazım.
Geçmişte Pervez Müşerref ’in
yönetimine şahit olmadık mı?
Bu muhalefetin başta tek bir
talebi vardı ki o da dört seçim
bölgesinde seçimlerin yenilenmesiydi. Biz, bilindiği gibi
Serhat eyaletinde İmran Han
ile birlikte eyalet hükümetini
kurmuş durumdayız. Pakistan 4
eyaletten oluşuyor ve biz de bir
eyalette koalisyon hükümetiyiz.
“Pakistan’ın
üzerinde gizli bir el
dolaşıyor”
• Serhat Pehdun Han eyaletinde İmran Han ile hükümettesiniz, ancak kendisini
bu yürüyüşlerde desteklemiyorsunuz yani…
Desteklemiyoruz… Bu muhalefetin düşmanlığa dönüş-
Çok ciddi bir benzerlik var.
30 Ocak’ta, Kahire’de olan
bitene benziyor bunlar veya
Yemen-Sana’da olanlara. Oyun
aynı, çok net gözüküyor. Buna
binaen muhalefet partilerinin
kendilerini ifade etmeleri için
gereken fırsatın verilmesi de
lazım. Bu anlamda devreye
girdik ve hükümetin bu olaylarda muhalefete karşı güç
kullanmasını önledik. Bu güçler
parlamentonun da önüne ulaşmış durumdalar.
Bu güçler İnsaf Partisi, yani
İmran Han ve Tahir Kadiri cemaatinden oluşuyor. Tahir Kadiri, dinî bir cemaat; şimdi bir
siyasî parti de kurdu. Farklı bir
kişiliğe sahip ve ilginç iddiaları
var. Diyor ki, “Ben olmasaydım
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)
Pakistan’a yardımcı olmayacaktı
ve Pakistan büyük musibetlerle karşılaşacaktı”. Bir uçak
seyahati yaptığı zaman birinci
sınıf bölümde ama mutlaka iki
koltuk ayırıyor ve Peygamber
Efendimiz’in kendisiyle yolculuk ettiğini söylüyor. Kendisi
Kanada vatandaşıdır ve aynı
zamanda Kanada’da yaşamaktadır.
Kadiri, bu olaylar başlamadan 1 ay önce Pakistan’a döndü
ve bu ikili, Başbakan Navaz
Şerif ’in istifasını bekliyorlar.
Peki, Navaz Şerif hükümeti
istifa ettikten sonra ne olacak, yönetime kim gelecek?
Bu durumda yeni bir seçim
yapılabilir kanaatimce. Ancak
yapılan kamuoyu yoklamaları
Navaz Şerif ’in önceki seçime
göre daha kazançlı çıkacağını
gösteriyor. Fakat bir yıldır hükümette olan Şerif ’in dönemini
tamamlaması en doğrusudur.
“Şerif, devlet
kadrolarından
akrabalarını
çekmeli”
• Sayın Şerif ’i takip ediyoruz;
bu bir yıl içerisinde defalarca Çin, Türkiye ve İran’a
seyahatler yaptı. Bu ziyaretlerde çok değişik konularda
karşılıklı projeler imzaladılar Pakistan’ın gelişimi
için…
Biz ve onlar parlamentodayız.
Niçin? Adil davranmaları için
parlamento içerisinde yapalım
muhalefeti; halkın bu baskısı,
ancak ülke ve milletimizin
lehine sonuçlanmalı…
• Görüşme ve çalışmalarına dair notları Sayın
Başbakan’ın danışmanlarından ediniyorum. Muhalefetle de sık sık görüştüğüne
şahit oluyoruz Şerif ’in. Bu
konular dediğiniz gibi parlamento zemininde çözül-
sayılsın” dedi. Bunu Şerif ’e
götürdük, o da kabul etti. Ama
İmran Han bu sefer çıtayı yükseltti ve “Hayır! İstifa edecek”
dedi. Bu da bize gösteriyor ki
işin içinde başka eller var. Bazen de bu tip siyasî eylemler bir
noktaya ulaşır, oradan dönmesi
zordur. Takipçileriniz hislerini
canlandırıp, onlara Navaz Şerif
istifa etmeden dönmeyeceğinizi söylemişsiniz, sizin devam
etmenizi isteyen taraflar, şimdi
size “Kardeşim! Sen halka
bu sözü verdin, bundan nasıl
hükümet, yürüyüşlerin
İslamabat’a, yani başkente
ulaşmaması için yolları
kapattı, bariyerler kurdu.
Ancak İslam Partisi ve başka aracılar devreye girerek
kolaylıkla başkente erişmeyi
ve güç kullanılmamasını
sağladınız. Şimdi parlamentoya saldıracak olurlarsa, polis, istihbarat ve silahlı
kuvvetlerin tavrı ne olabilir?
Geçtiğimiz günlerde son
güvenlik durumuyla ilgili olarak
Elinde çok büyük projeler
var. Aslında bizim de kendisine
karşı ciddi itirazlarımız var.
Biz kendisinin bu süreçte bir
yolsuzluk yaptığını iddia etmiyoruz, ancak tüm aile efradına
maalesef devlet kademelerinde
görevler verdi, bu son derece
yanlıştır.
• Şerif ’in kızı Meryem, İslam
Birliği Partisi adına girdiği
seçim kampanyalarında çok
aktif…
Twitter’de, sosyal medyada
aktiftir, ancak bundan daha
önemlisi şudur: Meryem Şerif,
ihtiyaç sahibi gençlerin ihtiyaç
duydukları kredileri veren kurumun başında olması sebebiyle
milyon dolarlık projelere hükmediyor. Niçin bu görev kendisine verilmiş? Bir sıfatı var, o da
Başbakan Navaz Şerif ’in kızı
olması. Evet, aynı şekilde, hakları olmadığı halde kardeşlerini
ve yeğenlerini birçok devlet
kadrosuna getirmiş durumda.
Bunlar tamam, ama son olaylar
Pakistan’da hayatı durdurmuş
durumda. Son bir ay içerisinde ülkemizin gördüğü zarar
600 milyon Pakistan rupisi.
İslam Birliği Genel Başkanı Ve Başbakan Navaz Şerif.
mez mi?
Orta yolu öneren önemli bir
gayret var şimdi. Biz Pakistan
İslam Partisi olarak, İslam Birliği Genel Başkanı ve Başbakan
Navaz Şerif ’le, yine İmran Han
ve diğer muhalefet partileriyle
görüşmeler yaptık. Biz protestolar başlamadan önce İmran
Han’ı ziyaret de ettik. Bize
“10 seçim bölgesinde yanlış
oy sayımları yapılmış, yeniden
döneceksin?” demeye başlarlar.
“Geri dönüş siyasî hayatı bitirir”
derler. Temenni ediyoruz ki
gelişmeler istenilmeyen noktaya
varmaz.
“Muhalefette
yanlışlara
yer olmamalı,
demokrasiye uygun
hareket edilmeli”
• Bu yürüyüşler başladığında
İçişleri Bakanı çeşitli açıklamalarda bulundu. Gazetecilere
yaptığı açıklamada, protestocuların kırmızı çizgiye ulaştıklarını söyledi ve eğer bu çizgiyi
ihlal edecek olurlarsa bunu
kabul etmeyeceklerini ifade
etti. Çünkü bu çizgiyi aşmak,
başkalarının hakkına tecavüz
etmektir. Bu, Bölge Millet
Meclisi, Başbakanlık, Anayasa
Mahkemesi, Cumhurbaşkanlığı
eylül 2014
87
HABERA JANDASÖYLEŞİ
Pakistan’da Başbakan Navaz Şerif’in istifası talebiyle başlayan
hükümet karşıtı gösteriler, bakanlıklar ve parlamentonun
bulunduğu kırmızı bölgede yapıldı. Fotoğrafta Pakistan Adalet
Hareketi taraftarları görülüyor.
Gazze’de şehit olan Hamas’ın üç kumandanının bilgilerinin Mısır’ın katili Sisi tarafından verildiği ortaya çıktı. O ve hükümeti, bu komutanların yerlerini Siyonist
İsrail’e verdi, böyle devam ettiğimiz takdirde hiç şüphesiz sıra bize de gelecek.
tarafından kullanıldıklarının
farkında olmazlar. Bence durum budur…
İslam Partisi
Sarayı, tüm bakanlıklar ve tüm
büyükelçilikler için geçerlidir.
Onun için buraların emniyetini
sağlamak hükümetin görevidir
tabiî. Dolayısıyla hükümet
üç hat oluşturmuş durumda.
Birinci hat polis, ikincisi istihbarat ve üçüncüsü de silahlı
kuvvetler…
• Şu an parlamento, çalışmalarına devam ediyor mu?
Parlamento çalışmaları devam ediyor, ayrıca bu konuyla
ilgili önemli bir de karar alındı.
Parlamentodaki partilerin tümü
-İmran Han’ın dışında-, parlamentonun feshi ve hükümetin
88
eylül 2014
istifasını reddetti. Biz de bu
karara destek verdik. İkincisi de
Anayasa Mahkemesi’nin aldığı
karardır ki Mahkeme, parlamentonun feshi ve hükümetin
istifasının demokrasi ve anayasa
dışı olduğunu ifade ederek
böyle bir durumun kabul edilemez olduğunu belirtti. Bir de
200 milyonluk nüfusa sahip
Pakistan’ın 50 bin insanının
gösterileri tüm Pakistan’ın
kararı sayılamaz.
Eski Cumhurbaşkanı ve
Cumhuriyet Halk Partisi
Genel Başkanı Asir Azi Zardari de Başbakan Navaz Şerif ’i
ofisinde ziyaret ederek desteklerini beyan etti. İkisi de yıllarca
muhalif olmalarına rağmen,
demokratik hayatın ülkede
devam etmesi konusunda fikir
birliğine vardı. Zardari, aynı
şekilde bizi de ziyaret etti.
• İmran Han’ın bilinen en
önemli özelliği, bir kriket
oyuncusu olmasıydı. Bir
gün kendisinin, dış güçlerin
oyununa geleceğini hiç
hissetmediniz mi?
Biz kendisiyle işbirliği
içerisinde Serhat eyaleti hükümetindeyiz. Ancak bazen
insanlar, yaptıklarıyla dış güçler
• Genel Başkanınız Şiraj
Ul-Haq, birkaç ay önce bu
göreve seçildi. Kendisi genç
ve aktif bir siyasetçiydi.
Partinizin geleceğindeki
rolü hususunda neler söyleyeceksiniz bize?
Genel Başkanımız uzun süre
Serhat Eyaleti Başbakan Yardımcılığı görevinde bulundu ve
halen bu eyaletin milletvekili.
Bazı kritik gelişmeler bizi farklı
bir konuma getiriyor; bu sorunlar Genel Başkanımıza böyle
bir misyon yükledi Pakistan’da.
Dinî ve siyasî bir parti olarak
demokratik süreçleri kendi
içimizde uygulayan tek hareke-
tiz. Lider sultası olmadığı gibi,
vesayet de bizde yoktur. İmran
Han’dan sonra partinin başına
kim gelecek? İngiltere’deki iki
oğlunu getirdi ve şimdi birlikte
partiyi yönetiyorlar. Navaz
Şerif ’in kızı, oğulları, yeğenleri ve kardeşleri, İslam Birliği
Partisi’ni yönetiyorlar. Benazir
Butto’nun eşi Asıf Ari Zardari
hep Cumhuriyet Halk Partisi’ni
yönetti ama oğlu Eş Başkan
Mevdudi ise “İslam Partisi”ni,
partimizi kurdu ve Orduca
konuşuyorlardı. Kendisinden
sonra Tufeyl Muhammed geldi
ki onlar Pencapca konuşuyorlardı; sonunda Kadı Hüseyin
Ahmed geldi, o da Peştunca
konuşuyordu. Partimizin bir
şura meclisi var ve tüm siyaseti
o oluşturuyor.
• Partinizde bir prensibin
olduğu gerçek, ancak İslam
dünyasında partilerin liderleri de ideolojileri kadar
önemli…
Muhakkak… Genel başkanın önemi partisinin faydasına,
partinin de prestiji ve gücü
genel başkanın faydasına olmalıdır.
• Butto ve Zardari’nin partisi
Şerif ile işbirliği içerisinde,
parlamentonun feshine ve
hükümetin istifasına karşılar…
daydı. Derin güçler, seçilmiş
hükümetlerin güçlerini tam
kullanmalarını istemezler, kukla olarak kalmalarını isterler.
Maalesef o dönemde de böyle
oldu. Geçmişten iyi ders almışa
benziyor. Şerif hükümeti düşüp
demokratik sistem kesilmeye
uğradığı takdirde haliyle önünün kapatılacağını ve ciddi
sıkıntılarla karşılaşacağını görüyor. Şerif de bundan ve geçmişten iyi ders aldı.
“Batı, İslam
ülkelerindeki
istikrarı
hazmedemiyor, aynı
durumla Türkiye de
karşı karşıya”
• Şerif ’i ABD ve Avrupa
sevmiyor. Kendisi liberal
bir yapıda olmasına rağmen
Batı’yla arasında sıkıntı var,
onu hükümette istemiyorlar…
ABD Dışişleri Bakanlığı
resmî açıklamasında, demokratik sistemin devamından yana
oldukları ifade edildi, ancak
ne kadar samimi olduklarını
bilmemiz mümkün değil. İşleri
şahıslardan ziyade ülkelerle…
Batı, İslam ülkelerinde istikrarın olmasını hazmedemiyor,
aynı durumla Türkiye de karşı
karşıya. Türkiye’de yakalanmış
istikrarı bozmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Aynı
şekilde Yemen de hedeflerinde.
Yemen’de bir azınlık tüm ülkeyi
tehdit ediyor ve bu konuda
dışarıdan destekleyenlerin tavrı
aşikârdır. Bunlar kolaylıkla
Yemen’i istikrarsızlaştırabiliyorlar. Pakistan, İslam dünyasının
içerisinde nükleer silah üreten
tek ülke ve serbest bırakırlarsa
sürekli kalkınacak.
Nükleer Program
• Navaz Şerif nükleer programı samimiyetle devam
ettiriyor mu?
Kim iktidarda olursa olsun,
Pakistan’daki nükleer programı durduramaz. Bu, bizim
düşmanlarımızın istediği bir
durumdur. Nükleer program
olmasaydı Pakistan’ı muhafaza
edemezdik ve bizi yok etmek
için düşmanlarımız bizimle
savaşırlardı.
• Partiliniz olan büyük bir
ilim adamını Karaçi’deki
evinde ziyaret etmiştim
yıllar önce. O zaman askerî
yönetim işbaşındaydı ve
Şerif hükümeti devrilmişti.
Sebebini kendisine sormuştum, “En büyük sebep,
kendisinin kararlılıkla
nükleer programı devam
ettirmesidir” demişti. Acaba aynı kararlılık şimdi de
devam ettiği için midir bu
sıkıntılar?
Navaz Şerif bir TV programında İmran Han’a “Sen kriket
şampiyonusun, ben de kriket
oynardım. Aramızdaki fark, sen
halen oradasın, oysa ben şimdi
nükleer programı geliştiriyorum” demişti.
• İmran Han galiba kendisini
hükümeti devireceğine dair
ikna etti ve bu çalışmaları
başlattı…
Tüm siyasî liderler kendilerini ikna ederler. Biz muhalefet
etmesine de karşı değiliz,
muhalefet ederek iktidara gelmesi de kendi hakkıdır. Ancak
anayasaya saygı göstererek ve
demokratik yollar kullanarak
bu sağlanmalıdır. Şu an Pervez
Müşerref, anayasayı ihlal edip
seçilmiş hükümeti devirdiği
için devlete ihanet etmekle
Hükümet karşıtı gösterilerin birinde Pakistan Halk Hareketi lideri Tahir-ul Kadri taraftarlarına hitap ederken...
Zardari halk desteğini
kaybetmişti ve yolsuzluklarla
başı beladaydı. Geçen dönem
seçimleri kazanmasının tek
bir sebebi var, o da seçim
kampanyası sırasında Benazir
Butto’nun ölmesi...
• Zardari, cumhurbaşkanlığı
döneminde buna göre tüm
taraflarla iyi geçindi. Hükümet ve parlamento bir
müdahaleye maruz kalmadan, tam zamanında, hatta
ilk defa zamanında yaptı
seçimleri, bana katılıyor
musunuz?
Kendisi hep tehdit altın-
eylül 2014
89
HABERA JANDASÖYLEŞİ
oldu. Bizim temennimiz, askerî
müessesenin verdiği resmî
beyan üzerinde kalmasıdır.
Silahlı kuvvetlerimiz, Pakistan
ve İslam dünyasının kazanımıdır. Pakistan Silahlı Kuvvetleri
çok kuvvetlidir ve çok büyük
tehditleri önlemektedir. Bu
tehditler tabiî ki dış düşmanlarımız tarafından gelmektedir.
Hindistan’da işbaşına gelen
hükümet, faşist bir hükümettir. Yeni başbakanları seçim
kampanyasında hep Pakistan’ı
tehdit etti. Halkına karşı konuşurken niçin bizi tehdit ediyor?
Çünkü halkının bize olan düşmanlığını arttırmak istiyor.
• İmran Han bu olayları başlatırken Silahlı Kuvvetler’le
bir irtibat kurmuş olabilir
mi?
Pakistan İnsaf Hareketi lideri İmran Han, taraftarlarına seslenirken...
yüksek mahkemede yargılanıyor. 1973’te anayasamız,
oy birliğiyle kabul edilmiş ve
gerçekten Pakistan’ın birliğini
sağlıyor; azınlıkların, değişik
dillerin, değişik dinî mezheplerin ve coğrafyaların haklarını
ve özgürlüklerini ifade ediyor.
Bu anayasa da halk arasındaki
birlik ve bütünlüğü sağlıyor.
Anayasamız aynı zamanda
Pakistan’ın bir İslam cumhuriyeti olduğunu, mutlak
hâkimiyetin Allah’a ait olduğunu vurguluyor. Kim hükümete
seçilirse seçilsin, Pakistan’da bu
İslamî anayasaya göre temsil
faaliyetini ifade eder ve ülkeyi
yönetir. Şu bir gerçek ki, anayasa maalesef uygulanmıyor.
Yoksa Pakistan’ın sırtı yere
gelmezdi…
• Son seçimlerden kısa bir
süre önce Pakistan’daydım;
Navaz Şerif o zaman ana
muhalefet lideriydi. Kendisiyle geniş bir mülakat
yaptığımda birinci parti
olacağını, ancak tek başına
90
eylül 2014
iktidara gelemeyeceğini
düşünüyordu. Çok da tereddütlü görmüştüm, ancak
seçimlerde büyük bir zaferle
hükümeti tek başına kurdu.
Sizse “Seçimler hemen
yenilenirse şimdi daha fazla
oy alır” diyorsunuz…
Genel kamuoyu kanaati,
kendisine gereken fırsatın verilmediği yönünde. İlginçtir, bu üç
başbakana da oldu, üç dönemin
de tamamlanmasına müsaade
edilmedi. Bir yıl, iki yıl, şimdi
de bir yıl üç aydır hükümettedir
Navas ve çok da hataları var.
Ancak bunları meşru yollarla
düzeltmemiz lazım; birlikte
çalışarak seçim yasasını adil bir
duruma getirebiliriz.
Hindistan,
Pakistan’a faşistçe
bakıyor
• Navaz Şerif muhalefet olarak sizinle diyalog içinde
mi?
Hayır, bir diyaloğu yok. Ne
zaman ki bu sıkıntılar yaşanı-
yor, o zaman hemen irtibata
geçiyor. Şimdi kendisi de
“İslam Partisi benimle birlikte;
birçok konuda ihtilafta olmasına rağmen, demokratik sistemin devamı için takdire şayan
bir destek veriyor. Bu işbirliği
ileride adil bir seçim yasasının
açıklanmasına da sebep olabilir”
diyor. İmran Han şunu söyleyebilir: “Sana bir kırmızı kart
gösterdik, şimdi seçim yasasını
adil bir şekilde değiştirelim.”
• Şerif bu konuda söz veriyor
mu?
Veriyor, “İki gün sonra… İki
ay sonra… Bir zaman iki yıl
sonra...” diyor, sürekli verdiği
sözü değiştiriyor, böyle bir geleneği var. Ama sabırla ve uzun
bir çalışma gayretiyle bunları
aşabiliriz.
• Pakistan Silahlı Kuvvetleri
de güçlü ve etkindir. Asker
şu sıra ne yapıyor?
Silahlı Kuvvetlerin resmî
açıklaması da konunun diyalog
yoluyla halledilmesi yönünde
Görüşmüş olabilir, ancak
askerlerin görevi de anayasaya
harfiyen uymaktır ve anayasaya bağlılık yemini yaparlar.
Dolayısıyla yeminlerine sadık
kalmalıdırlar.
• Tabiî bu tip temenniler
çok güzeldir ancak gerçek
duruma baktığımızda Silahlı Kuvvetler’in sonunda
Pakistan’da demokratik
sistemden yana tavır koyacağını söyleyebilir misiniz?
Tavrını bu yönde kullanmalıdır, temennimiz bu yöndedir
ve olması gereken de budur.
Pakistan Silahlı Kuvvetleri,
ülkede her yönüyle istikrarın
sağlanması hususunda dışarıdan bize yönelen tehditleri
bertaraf etmelidir.
Netanyahu’nun
sözlerine dikkat!
• Uluslararası Müslüman Âlimler Birliği’nin
İstanbul’da toplanma amacı
neydi?
Bu toplantı, birliğin dört yılda bir mutat olarak yaptığı bir
toplantıdır. Birliğin 10. kuruluş
yıldönümündeyiz ve yüzlerce
âlim bu birliğe üye. Âlimlerden
kastımızsa sadece din adamları
değil, her konuda düşünürlerdir.
• Şii âlim ve temsilciler de var
mı bu birlik bünyesinde?
Büyük bir heyetle temsil
ediliyorlardı, ancak bu toplantıya gelmediler. Ayetullah
Teksiri, Birlik Genel Sekreter
Yardımcısı’yla son gelişmeler
karşısında katılmamayı tercih
ettiler.
• Sünni âlimlerle Şii âlimler
arasında bir ihtilaf var mı?
Tabiî olup bitenler bilinmiyor ve ortadaki gelişmeler
Suriye, Lübnan ve Irak’ta bu
durumu ortaya çıkardı. Düşmanlarımızla savaşacağımıza
kendi aramızda Şii-Sünni
kavgası yapıyoruz şu anda. Ülke
yönetimleri de ateşe körükle
gidiyorlar.
• İsrail; İran, Suriye, Irak ve
Lübnan bir tarafta, Türkiye,
Katar, Suudi Arabistan’ı
da karşı tarafta görünce,
Mısır’da Müslüman Kardeşler devrilip yerine Sisi
gelince ve de tüm bu hatların zayıfladığını görünce
Gazze’ye kara harekâtı
başlattı ama Allah’ın lütfuyla Hamas ipi göğüsledi…
Birçok şeyi bu süreçte
duyduk ve gördük, ama bu
süreçte en önemli beyanat,
İsrail Başbakanı Binyamin
Netanyahu’nun bir beyanatı
oldu. “Arap ülkelerin dönüp Filistin-Gazze’ye ya da
Hamas’a destek vermeleri
mümkün değil, hepsi bizi destekliyor ve haklı görüyorlar”
dedi. Bu konuya karşı bakış
açısı, bu beyanata bakarak
oluşturulmalı ve herkes utanmalı. Bu Siyonist işgalcisi
Netanyahu’nun beyanatı karşısında, düşman bu utanması
gerekenlerin ne halde olduklarını onlara gösteriyor ve sanki
aynayı kendi önümüze koymuş
oturuyor.
Pakistan İslam Partisi Genel Başkan Yardımcısı Abdul Ghaffar Aziz, İslam Birliği Genel Başkanı ve Başbakan Navaz Şerif ile beraberken…
Gazze’de şehit olan
Hamas’ın üç kumandanının
bilgilerinin Mısır’ın katili Sisi
tarafından verildiği ortaya çıktı.
O ve hükümeti, bu komutanların yerlerini Siyonist İsrail’e
verdi, böyle devam ettiğimiz
takdirde hiç şüphesiz sıra bize
de gelecek.
• Hamas maşallah büyük bir
güç gösterdi ve İsrail’in kara
harekâtı başarısız oldu
Bu Allah’ın bir mucizesi,
başka bir şey değil! Bu başarı
Hamas’ı aşıyor, ilahî bir yardım,
bu 1 milyon 800 bin insanı
sekiz yıldır dünyanın en büyük
ambargosunun altında nefes
alacakları bir kapı yokken
koruyor. Kendilerini korudukları gibi, şimdi de onlara karşı
taarruza geçmiş durumdalar…
Bu ilahî mucize şunu gösterdi:
Allahu Teala buyuruyor ki: “Siz
acıtırsanız, onlar da sizi acıtırlar.” Şimdi Gazzeliler aynı acıyı
onlara tattırıyor.
Ve IŞİD…
• Irak’taki IŞİD ise Türkiye,
Irak ve tüm bölgeyi etkiliyor. Toplantınızda bu konu
da görüşüldü mü?
Nihaî beyanda tüm meseleler
neşredildi. Mısır, Filistin, Gazze, Suriye, Libya, Bangladeş
ve Irak hakkında temel bir
prensipte söz birliği var. Şeyh
Kardavi’nin özel olarak fetvası
var ki o da her bireyimizin
başkasına yönelen şiddeti reddetmesi yönünde. Müslüman
Müslümana karşı güç kullanmamalı.
Şeyh Ahmet Yasin’in bir konuşmasını hep hatırlarım. “Elimizde tek silahımız var, onu
da Mescid-i Aksa’yı işgal eden
Siyonizmin göğsüne yöneltmemiz lazım!” derdi. Bu silah nasıl
Müslümanının kalbine yönlendirilebilir? Maalesef dehşetli bir
şekilde Müslümana karşı şiddet
kullanılması için gayretin içine
girildiğine şahit oluyoruz.
• Öldüren de “Ya Allah!”
diyor ölen de, anlamak
mümkün değil…
Bundan Siyonizm ve yandaşlarının dışında faydalanacak
kimse yoktur.
• Sohbetimizi sonlandırırken
son sözlerinizi alalım…
Ümmetin sorun ve sıkıntılarını konuşunca kan beynime
sıçrıyor. Allah’ın Kitabına
gerektiği şekilde sarıldığımız
zaman, tüm bu sıkıntıların
sonunda önümüze hakkı hak
olarak göreceğiz. Bir kez Şeyh
Kardavi’den bir nasihat istedim, şunu söyledi: “Peygamber
Efendimiz (s.a.v.) şöyle dua
ediyor: ‘(Tüm dualar mühimdir
ama) Hakkı hak olarak bize
göster ve takip etmesini ve de
bâtılı bâtıl olarak göster, ondan
da korunmamızı.”
*Kanal 5 Genel Koordinatörü
eylül 2014
91
HABERA JANDASÖYLEŞİ
“Yapacağımız tüm uygulamalar, bu sıçrama için
birer gayrettir. Mesela biz
Üsküdar’ın yeşiline yeşillik
katacağız. ‘Kentsel dönüşüm başlatacağız’ diyoruz
ama beton yoğunluğunu
arttırıp yeşili azaltarak
değil, yeşil alanların artmasını da sağlayarak bu
dönüşümü yapacağız. Kişi
başı yeşil alan şu anda
semtimizde 6,8 metrekare, hedefimizse bunu 10
metrekareye çıkarmak...”
***
“Efendim, bir de
Üsküdar’da yapacağımız
tesisler var ki bunlar
da yine bu muhteşem
ilçenin estetik dokusuna
tamamen uyumlu olacak.
Kocaman beton binalarla
kentsel dönüşüme girmek
yerine, ‘Üsküdar evleri’ geleneğini yeniden diriltmek
istiyoruz. İşte cumbalı
evler, ince küçük cam pencereler ve Üsküdar evleri
geleneğini, bu dönüşümü
fırsat bilerek gerçekleştirmiş olacağız.”
***
“Hangi makamda olursak
olalım, yarın ‘er kişi’ niyetine uğurlanacağız. O sebepledir ki, insan kalmak
ve geldiğimiz yerin doğallığını yitirmemek gerekiyor.
Bu formülün canlı ve en
güzel örneğini Cumhurbaşkanımız Sayın Recep
Tayyip Erdoğan, duruşuyla
veriyor. Ne diyor? ‘Biz bu
millete efendi olmaya değil, hizmet etmeye geldik!’
O yüzden Allah, Üsküdar
gibi bir yerin Belediye
Başkanlığı’nı nasip etmiş
bize, Elhamdülillah, bu
büyük bir nimet ve mesuliyettir. Çocuklarımıza,
geleceğe bırakacağımız en
92
eylül 2014
“Mesuliyet
bizdedir;
varsa bir
suç, o da
bizimdir!”
Üsküdar Belediye Başkanı Hilmi Türkmen
Nesrin Çaylı
[email protected]
Betül Eygün
büyük miras da bu hizmetlerimiz olacaktır.”
***
“Validebağ Projemiz
ise çılgın bir proje…
354 dönüm bir arazi
SİT alanı ama sahipsiz... Kedi gibi farelerin
dolaştığı, tinercilerin
saklandığı, uyuşturucu pazarı, kuruyan
dereler, çürüyen
ağaçlar... Bu halde
şimdi!.. Biz Validebağ
Korusu’nu bir yüksek
park, dünyanın en
güzel parkı yapacak,
orayı bir kent ormanı
haline getireceğiz. Milli
Emlak’tan Büyükşehir
Belediyesi’ne tahsisi
yapıldı; şu anda çalışıyoruz ve iki yıl içinde
bitirmek zorundayız.
Böyle bir park var mı
Anadolu yakasında?!”
***
“Üçüncü önemli projemiz ise ‘dönüşüm’…
Acilen değişmesi lazım
Üsküdar’ın. Yorgun,
kötü yapılardan arındırılmalı. Estetik yok...
İnsanlar maddi yetersizlik nedeniyle bir
estetik kaygısı taşımadan evini yapmış ve
bu yapıların pek çoğu
üstelik depreme karşı
da dayanıksız. Belediyemize ait arsalarımız
var. Öncelikle o arsalar
üzerinde Üsküdar evleri geleneğini yeniden
dirilteceğiz. O zarif, o
estetik Osmanlı ev kültürünü, mahalle kültürünü canlandıracağız.
Kazmayı yılbaşından
önce vuracağız. TOKİ
ile anlaştık. 2015 yılı
bitmeden de ‘bin konut’ üretmiş olacağız.
U
SKÜDÜR’dan, “Tarihi Yarımada”yı
seyrede seyrede nasıl ihanet edilir
tarihe?! “Hala çığlıklar gelir Topkapı
Sarayı’ndan” dizesi Üsküdar’ın kıyılarında yankılanıp durmaz mı? Yankılanan sesi en çok kim işitir? Tabii
ki, Üsküdar’ı, yakın geçmişinden evvel Osmanlı’dan emanet alan bir “Belediye Başkanı” Sayın Hilmi Türkmen herkesten çok ve hepimizden sahici duyar o çığlıkları... Evlat olur, baba olur,
duyar... Arkadaş olur, dost olur, duyar... Amir olur, memur
olur, halk olur, başkan olur, duyar ve duyar...
>> Duydukça duyumsar mesuliyetini. Problemleri değil,
imkanları sayar. “Zor değil görevimiz, her türlü imkana sahibiz” der ve henüz beş aylık görev süresinde pek çok projeyi
harekete geçirir.
Ve başlar beş yıllık “Başkanlık” menkıbesi. Hem mesuliyetin huzuru, hem sancısı düşer
bahtına. Gayrete ve zahmete
ram olur, teşne olur. Çünkü ardında tükenmek bilmeyen bir
damar bırakmaktır muradı.
Meydanda, kürsüde söyleyemediğini kapalı kapılar ardında
söylememeye yeminli, şahsında
mütevazı, halkına sunacağı hizmetlerde iddialı bir Başkan Sayın Hilmi Türkmen...
Ülkenin pek çok şehrinin
nüfus toplamına sahip bu koca
semtin başkanı olmayı bir lütuf
kabul ediyor Sayın Türkmen.
Yüzünde şükrün ifadesi bir tebessümle makamında ağırlıyor bizi. Kendisine “Nasılsınız?”
diye sorulduğumuzda “Üsküdar gibiyim” diyor. Sahiden de
Üsküdar’a benziyor. Bir yandan
anlık problemlerine zamanın
dili ile pratik çözümler üretirken, öte yandan bir asırdır unutulmuş geleneği uyandırıyor.
Çocukluğunda giydiği Trabzon lastiklerini hatırlayıp, “Er
kişi” niyetine uğurlanacağının
farkındalığı ile makamın esaretinden azade tebessümü yüzüne sıklıkla uğruyor. Nasıl zor ve
kolay, eski ve yeni, kadim geçmiş ve modernite Üsküdar’ın
siluetine yansıyorsa, aynı ifadeler Başkan Hilmi Türkmen’in
de sözlerine yansıyor.
Pek çok belediyeye rol model
olabilecek projelerinden bahsediyor. Bakın, sorularımıza verdiği cevaplarla belediyecilik
profilini Sayın Hilmi Türkmen
nasıl çiziyor?
***
Üsküdar’da
yaşayan, Üsküdar’a
nefes vermeli
• Öncelikle kabulünüz için
teşekkür ediyorum. Bugün
Üsküdar Belediye Başkanı
unvanınızla sizinle söyleşi
yapıyoruz. Üsküdar nasıl bir
ilçedir?
Hoş geldiniz Nesrin Hanım,
ben teşekkür ediyorum. Evet,
Üsküdarlıların teveccühü ile 30
Mart tarihi itibariyle Üsküdar
Belediye Başkanlığı vazifesini
üstlenmiş olduk.
Üsküdar, İstanbul’un herhangi bir ilçesi değil, şehir gibi bir
ilçe, çok farklı... Rahmetli Yahya Kemal’in ifadesiyle “Bir ulu
rüyayı görenler şehri”… Kadim
huzurun beldesi, bir tarih, bir
kültür şehri… Üsküdar, aynı
zamanda bir üniversiteler şehri;
bir sanat, bir spor, bir deniz
şehri; bir doğa şehri... Böyle
bir şehirde sadece bir kamu
görevlisi olarak değil, aslında
burada yaşayan herkes kadar,
herkes gibi sorumluyuz. Bizim
bir sloganımız var: “Üsküdar’da
yaşayan, Üsküdar’a nefes vermeli.”
Herkesin bu şehre karşı bir
sorumluluğu ve vazifesi var.
Vatandaşlık görevimizi yerine
getirirken de Üsküdar’ın tarihî
dokusunu, o kültürel birikimini,
o mistik havasını zedeleyecek
davranış ve eylemlerden uzak
durmalıyız. Yoksa günü kurtarma adına yapılacak işler,
bu muhteşem şehrin gelecek
kuşaklarına haksızlık olur; biz
bunu yapamayız.
Üsküdar’da kültür ve sanata
yapılan yolculuk hiç durmamıştır ve ilelebet de devam edecektir. Siz durmak isteseniz de
Üsküdar durmaz, sizi engeller,
“Durmayın, yürüyün!” der.
Belediyecilik
sadece görünür
hizmetler vermek
değildir
• Geçmiş çalışmalarınıza
baktığımızda, aynı belediyede başkan yardımcılığı
görevinde de bulunmuş bir
activist, bir kültür adamı
görüyoruz. Bu kimliğinizle
beraber bize 30 Mart yerel
seçimleri sonrası misyon
ve vizyonunuzu anlatır
mısınız?
Biz Allah’ın bir lütfu olarak
bu göreve geldik, önce bunun
sorumluluğunu ve bilincini
yitirmememiz gerekiyor. 30
Mart itibariyle bu şehrin üst ve
altyapı ihtiyaçlarını karşılayacağız elbette. Yollar, sosyal tesisler
yaparız, ama Belediye Başkanı
bunları yaptığı için kendini
başarılı saymamalı. Bizim bunun ötesinde bir hedefimiz var.
Üsküdar’daki bu tarihî yapıyı,
bu kültürel dokuyu, zenginliği,
bu mirası yeni kuşaklara daha
iyi anlaşılır bir hale getirmektir
bizim görevimiz. Belediyecilik,
aslında şu gün geldiğimiz nok-
eylül 2014
93
HABERA JANDASÖYLEŞİ
semtimizde 6,8 metrekare,
hedefimizse bunu 10 metrekareye çıkarmak; inşallah
yapacağız.
Efendim, bir de Üsküdar’da
yapacağımız tesisler var ki bunlar da yine bu muhteşem ilçenin estetik dokusuna tamamen
uyumlu olacak. Kocaman beton
binalarla kentsel dönüşüme
girmek yerine, “Üsküdar evleri”
geleneğini yeniden diriltmek
istiyoruz. İşte cumbalı evler,
ince küçük cam pencereler ve
Üsküdar evleri geleneğini, bu
dönüşümü fırsat bilerek gerçekleştirmiş olacağız.
Gençlerle ilgili
olanı en iyi gençler
bilir
“Üsküdar’da kültür ve sanata yapılan yolculuk hiç durmamıştır ve ilelebet de devam edecektir. Siz durmak isteseniz de Üsküdar durmaz, sizi engeller, ‘Durmayın,
yürüyün!’ der.”
tada, bir altyapı çalışması yapma, su akıtma, çöpleri toplama,
fen işlerini disiplinize etmekten
öte bir şeydir.
Bizim, AK Parti’mizin yerel
seçimler öncesinde, 19 Mayıs’ta,
Ankara’da bir yerel yönetimler
seçim beyannamesi açıklandı
şimdiki Cumhurbaşkanımız,
o günkü Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan
tarafından. Orada yerel yönetimler beş temel ayak üzerine
oturtuldu. Katılımcı, sosyal,
kültürel, sanatsal, estetik belediyecilik olarak sunuldu bizlere.
Türkiye’de estetik belediyeciliğin uygulanabileceği en uygun
semt Üsküdar...
Üsküdar’ın taşı
toprağı yakut
• Fakat kadim bir semt ve
94
eylül 2014
yerleşik mimari miras ile
donanmış bir yerleşim mevcut Üsküdar’da. Yeni atılımlar, dönüşüm ve değişim
için size sunulan alan dar
değil mi?
Evet, bunda da bir güzellik
var aslında. Yer dar tabiî, çünkü
dediğiniz gibi kadim bir yerleşim yeri. İstanbul’un fethinden
çok önce, 1350’li yıllardan
itibaren pek çok kültüre ev
sahipliği yapmış. Medeniyetler yurdu olmuş Üsküdar. Bu
şehre karşı bir şeyler yapmak
istiyorsanız, “Yerim dar!” deme
şansınız yok. Bu şehir tepesi,
taşı toprağı, denizi ile bizlere
büyük sorumluluklar yüklüyor.
Hani “İstanbul’un taşı toprağı
altın” diyorlar ya, Üsküdar’ın da
taşı toprağı yakut... Dolayısıyla
bizim için bir mazeret yok.
Belediyecilikle ülkemiz, kültür
ve sanat alanlarında 2014-2019
arası yerel yönetim çalışmaları
ile 2023’te çok önemli bir sıçrama gerçekleşecektir ve bizim de
hedefimiz budur.
Yeşil bir Üsküdar,
cumbalı evler...
• Bu sıçramada Üsküdar
Belediyesi’nin payı ne olacaktır?
Yapacağımız tüm uygulamalar bu sıçrama için
birer gayrettir. Mesela biz
Üsküdar’ın yeşiline yeşillik
katacağız. “Kentsel dönüşüm
başlatacağız” diyoruz ama beton yoğunluğunu arttırıp yeşili
azaltarak değil, yeşil alanların
artmasını da sağlayarak bu
dönüşümü gerçekleştireceğiz.
Kişi başı yeşil alan şu anda
• 28 Şubat sürecinden sonra
manevi dinamiklerinden
bağı kopmuş, kendilerini
“apolitik” olarak tanımlayan
bir genç nesil yetişti. Bağışlayın, ben yeni nesillerin
bilinçsiz yetişmesinde yerel
yönetimlerin ihmali olduğunu düşünüyorum. Bu
durumda tanımladığımız
gençliği suçlayabilir miyiz?
Doğru, yerel yönetimlerin
ihmalidir bu. Ve biz katiyen,
sadece gençleri değil, kimseyi
suçlayamayız. Bu memleketin
sözü geçen insanları, edebiyatçısı, yazarı, şairi, kültür adamı,
tarihçisi, yöneticisi ve bizler bir
şeyi eksik bırakmışız demektir
bununla. Mesuliyet bizdedir;
varsa bir suç o da bizimdir!..
Şimdi biz “Üsküdar’da Validebağ Korusu’nu şehir parkı
haline getireceğiz” diyoruz,
bize birtakım eleştiriler geliyor.
Neden? Çünkü biz yeterince
anlatamıyoruz yapacağımız
projeyi. Anlatabilsek, bu eleştiriler cevap bulacak. O yüzden
Gezi olaylarındaki sıkıntılarda
yahut başka olaylarda gençlerin
apolitik yahut politik durumu
bir “katılımcı belediyecilik”
alanıdır.
Nesrin Çaylı
Paydaşlarına
itibar eden bir
belediyecilik
anlayışı
Gençler için bir şey mi
yapılacak? O konu hakkında
gençlere “Bu işleri biz biliriz”
demek yerine “Bunun en iyisini
siz bilirsiniz” diyebilmeliyiz.
Onlarla ufkumuzu açacak fikir
alışverişlerinde bulunmalıyız ve
öyle hareket etmeliyiz. Katılımcı, şeffaf ve halkına, bu şehri yaşayan paydaşlarına itibar eden,
değer veren bir anlayış içinde
olmalıyız. Ben adayken de
söylüyordum, şimdi de söylüyorum: “Üsküdar Meydanı’nda,
Bağlarbaşı Kongre Merkezi’nin
sahnesinde, kürsüde söyleyemeyeceğimiz hiçbir sözü, kapalı
kapılar ardında konuşmayız.”
Böyle bir şey yok, olmayacak
da... Neden olsun ki? Bu şehir
hepimizin, bir partinin, bir
zümrenin, seçkin bir kitlenin
değil.
• Gençlerle ilgili ne tür projeleriniz olacak?
“Türkiye Üsküdar...” Böyle
bir şehirdeyiz. Böyle bir şehirde
belediyecilik hem çok zevkli,
hem de çok zor. Bizim bir
sloganımız var: “Gençleri iyiler
ve iyiliklerle arkadaş edeceğiz.”
İnşallah bu dönem sona erdiğinde, 300 ila 500 gencin -şimdi sayısını bilemem- sağlam
karakterli olmalarında, belli bir
kimlik edinmelerinde etkimiz
olursa, biz kendimizi o zaman
başarılı sayarız. Bugün büyükşehirlerde en büyük sıkıntı ne-
dir? Tiner, bonzai, uyuşturucu
vs. Hepimizin çocukları var. Ev
ve okulları dışındaki pek çok
alan güvensiz. Yollar, kafeler,
otoparklar hakeza... Her anne
babanın tedirginliği şu değil
midir: “Benim çocuğum kimlerle oturup kimlerle kalkıyor?
Başına bir şey gelir mi?” İşte bu
endişeleri biz minimize etmeliyiz. Gençlik merkezlerimiz,
etüt evlerimiz, bilgi evlerimiz,
çocuk akademilerimizle çocukları ve gençleri iyilikle ve iyilerle
buluşturmayı hedefliyoruz.
açılacak. Üniversiteli gençlerle
liseli gençleri buluşturma merkezleri kuruyoruz ki birlikte
proje üretecekler. Budur bizim
amacımız. İnşaat veya asfalt
gibi işler zaten yapılıyor, yapılmalı da... Ama belediye, örgüt
olarak başkanı, yetkilisi, milisi
ile bir vizyon belirlemeli ve bu
gemi o ideal vizyon rotasını
takip ederek gitmeli...
İdeal bir vizyon
rotası belirlenmeli
• Genç neslin pek çoğunun
her şeyi var. Aç açık değil.
Ancak ruhi bir açlık kol
geziyor. Bu durum, özellikle
eğitim gören gençlik arasında pek yaygın. Üniversite
ve lise öğrencilerine yönelik
ruhsal doygunluğu, idealist
düşünce yapısını sağlayacak
projeleriniz olacak mı?
• Sanıyorum ilk YÖK onaylı
Çocuk Akademisi sizin
Başkan Yardımcılığınız döneminde hayata geçirildi...
Evet, YÖK onaylı Çocuk
Üniversitemiz var. Daha pek
çok eğitim, kültür ve sanat
çalışmalarını hayata geçireceğiz
inşallah. “Çöpü topluyoruz,
suyu akıtıyoruz, başka şeylerden bize ne kardeşim!” deme
konforumuz olamaz. Bizim
hedefimizde gençler var. 10
üniversitemiz, ilköğretim ve
lise dâhil 100 bin okuyan talebemiz var. Dolayısıyla böyle
bir potansiyel hizmet bekler,
emek ister. Bakınız biz, “Gençlerimiz tesislerimize daha sık
gidebilsinler” diye tüm kültürel
hizmetlerimizi ücretsiz yaptık.
Belediye tesislerimizden, kültür
merkezlerimizden bedava istifade etmelerini sağladık. “İnternet bedava!” uygulamasına
geçtik. Yeni gençlik merkezleri
Bir iddiamız var:
Bu işi en iyi biz
yaparız!
Olmalı elbette... Zaten pek
çok gençlik projesinin altyapısı
oluşturuldu bile. Üniversitelerden ve yurtlardan sorumlu
iki danışmanım var; yurtlara
yerleşecek öğrenciler ve burs
dağılımı gibi alanlarda, “Ev mi
açılmalı, durumu nedir? Nereden geliyor, ihtiyaçları ne kadardır?” gibi sorunlar üzerinde
çalışıyorlar. İşleri sadece bu!..
Yeni yurtlar yapılması gerekiyor. Bizim dönemimiz
bittiğinde sağlam karakterli,
inançlı ve idealist bir genç nesil
ilim deryasında dalgalanıyor
olacak. Ve Üsküdar, bir model
teşkil edebilir bu konuda. Biz
bunu yapabiliriz. Bakınız hatta
şöyle bir iddiam var: Türkiye’de
gençlere yönelik çalışmaları en
iyi biz yaparız! Hiç mütevazı
değilim bu konuda, Üsküdar
buna hazır... İmkânlarımız,
kaynaklarımız, gayretimiz var.
Ve sonra çılgın
projeler...
Üsküdar “X” bir ilçe değil.
Üsküdar hazır, genç potansiyelimiz var ve hamdolsun biz
de bu kültürden yetiştik. Bunu
yapmamak için ne sıkıntımız
var? Elbette yapacağız. Gençlerle sivil toplum projeleri
üreteceğiz. Üsküdar’da çok fazla
hemşeri derneği, sivil toplum
örgütü var. Onlarla bir işi yapmış olmak için değil, gerçekten
kaliteli işbirliği yapmak için buluşacağız. İşsizler, engelliler ve
bütün derneklerin ihtiyaçlarını
gözetip çalışmalarındaki gayreti
arttıracağız. Yayınlarımızla da
destekleyeceğiz.
Çok çılgın projelerimiz var
ama onları şimdi açıklamayalım. Yine sizin derginizde,
zamanı geldiğinde paylaşalım
inşallah…
Buralardan
gittiğimizde,
ardımızda bir damar
kalsın
• Siz 21 yaşından itibaren,
Gençlik Kolları’ndan başlayarak Refah ve Fazilet
derken AK Parti’de siyaset
yaptınız. Uzun soluklu
olarak siyasetin içindeydi-
eylül 2014
95
HABERA JANDASÖYLEŞİ
“Bugünkü gençleri, o günkü ruhu yakalamış eski dostlarla buluşturacağız. Bugünün gençleri biraz annelerinin çocukları, bizlerse babalarımızın çocuklarıydık.
Anneler şefkat ile yönlendiriyor çocuklarını, ‘Neredesin? Ne yapıyorsun?’ diye nazlandırılıyorlar. Benim çocuklarım için de öyle bu; her şeyi hazır buluyorlar. Benim
yetiştiğim, çocuğumun yetiştiği ortam ile bugünün gençliğinin yetiştiği ortam
arasında dağlar kadar büyük farklar, hatta uçurumlar var.”
niz, içindesiniz. Bugünün
gençliği ve imkânlarını
değerlendirdiğinizde aynı
ruhu görebiliyor musunuz?
Bizim dönemimizde bereket
vardı, huzur vardı. Tavuk pilav
yer, otobüslerle mitinglere
giderdik. İmkân az, heyecan
çoktu. O günlerde öyle süreçlerden geçtik ki bugün
“Evimizde yemediğimiz ürünü
millete yediremeyiz” diyoruz.
Sahilde kurduğumuz iftar çadırlarımızda en kaliteli pirinç
ve en kaliteli eti kullanarak halkımıza sunduk. Neden? Çünkü
imkânlar iyileşti, her şeyimiz
var. Var olandan sunuyor, mutlu
96
eylül 2014
oluyoruz. Yarın buralardan
gittiğimizde, Üsküdar’da böyle
bir damar kalsın istiyoruz.
İşte bugünkü gençleri o
günkü ruhu yakalamış eski
dostlarla buluşturacağız. Bugünün gençleri biraz annelerinin
çocukları, bizlerse babalarımızın çocuklarıydık. Anneler
şefkat ile yönlendiriyor, çocuklarını, “Neredesin? Ne yapıyorsun?” diye nazlandırılıyorlar.
Benim çocuklarım için de öyle
bu; her şeyi hazır buluyorlar.
Benim yetiştiğim, çocuğumun
yetiştiği ortam ile bugünün
gençliğinin yetiştiği ortam
arasında dağlar kadar büyük
farklar, hatta uçurumlar var.
Dünyevileştik,
biz bunu kırmak
istiyoruz
İmam-hatip lisesine giderken, üzerimde yamalı pantolon
ve Trabzon lastiği vardı. Ütüsüz
pantolon giymiyor benim çocuklarım. Takvim satar, partimizin masraflarını karşılamaya
çalışırdık. Şimdi her şey gani,
nasıl hizmet etmeyeceksiniz?
Bu işin kıymetini bilmek için
o geçmiş manayı yeniden yeşertmeliyiz. Dünyevileştik, biz
bunu kırmak istiyoruz. O sözünü ettiğiniz ruhu yurtlarımızda,
öğrenci evlerimizde vereceğiz.
Yurtta bir otel hizmeti vermeyeceğiz; bu işin devamı var.
“İstanbul’da, Üsküdar’da okuyorsun; yurdu sadece ev olarak
kullanmayacaksın” diyeceğiz.
Onları kitaplarla buluşturacağız. Sanatsal ve kültürel
faaliyetlerin birer parçası olacak
çocuklarımız.
Bu, ezber bozucu
bir haldir!
• İktidar bir siyasî erktir.
Bugün Hükümet, güçlü ve
yükselen bir çınar olarak
görünüyor. Fakat o çınarı
destekleyen kökler sağlam
yerel yönetimlerdir diye
düşünüyorum. Bu teşbihten hareketle Belediye
Başkanlığı’nın ana vasfı ne
olmalı sizce?
Çok doğru bir teşbih bu...
Bakınız, bu milletin Cumhurbaşkanımıza güveni nereden
Nesrin Çaylı
kaynaklanıyor? 1994’te Belediye
Başkanlığı yapan Sayın Recep
Tayyip Erdoğan’a güven o dönemde oluştu. 2002’de partimiz
kuruldu ve bugün 2014’te hâlâ
bu güven artarak devam ediyor.
Dünya siyasî hayatında böyle
bir şey yok! Bu, ezber bozucu
bir haldir. Güven aynen bakir
duruyor, hiç bozulmadı. Siz 12
sene iktidardasınız ve el-netice,
Cumhurbaşkanı seçiliyorsunuz
ki bunu halk seçiyor. Bu nasıl
güçlü bir güven tesisidir?!
Bunun iki sebebi var: Birincisi, halktan biri, yani vatandaş kendini Başbakanı’nda
(Erdoğan) görüyor. Diyor ki,
“Bu adam benim gibi bağdaş
kuruyor, çorbaya kaşık sallıyor”.
Bu millet, bir parti liderinde
kendini buluyor.
kanımız Sayın Recep Tayyip
Erdoğan duruşuyla veriyor. Ne
diyor: “Biz bu millete efendi
olmaya değil, hizmet etmeye
geldik.” O yüzden Allah, Üsküdar gibi bir yerin Belediye
Başkanlığı’nı nasip etmiş bize,
Elhamdülillah, bu büyük bir
nimet ve mesuliyettir. Çocuklarımıza, geleceğe bırakacağımız
en büyük miras da bu hizmetlerimiz olacaktır.
Bazen yıkmak,
yapmaktan evladır!
• Bir şehrin, bir ilçe belediyesinin hangi siyasî parti ile
yönetildiğini meydanlarının
peyzajından anlayabiliyorum. AK Partili beledi-
yeler meydanları fıskiyeli
havuzlar ve çiçeklerle şekillendirirken, diğer parti
belediyeleri genellikle ozan,
sanatçı, şair, lider gibi heykellerle donatmayı seçiyor.
Su, medeniyetlerin en etkili
kaynağı fakat mimari çok
daha fazla bir etkiye haiz.
Bu çerçeveden baktığımızda gelecek beş yıllık süreçte
Üsküdar nasıl şekillenecek?
Belediyeciliğin bir somut
yüzü vardır. Görünen yüzünde
üç ana projemiz var: Biri “Meydan Projemiz”, ikincisi “Validebağ Projemiz”, üçüncüsü de
“Kentsel Dönüşüm Projesi”...
Meydan’ı üç kat büyük hale
getireceğiz, yıkımlarımız olacak. Bazen yıkmak, yapmaktan
daha iyi bir belediyecilik anlayışıdır. Uyduruk işler yapılmış,
yıkıyoruz. Bazen yıkmak
gerekiyor. Belediye binamızı
da yıkacağız ve Çavuşdere’ye
taşıyacağız. Dolayısıyla Üsküdar Meydanı’nı üç kat büyüttüğümüzde suyu, havuzu,
görseli Osmanlı usulünde tatlı
ahşaptan bir sebili, Bosna’daki
Meydan Çeşmesi gibi zamanın
sanat çizgilerini taşıyan mimarisiyle çay bahçeleri, insanların
soluk alabildiği yeşil alanıyla
doğal bir ortam oluşacaktır.
2016’da başlayacağız buna,
altyapı çalışmalarımız hazırlanıyor.
İkincisi “iletişim”... Bu çağın
en önemli aracı, “aracısız iletişim”, candan, samimi... Bizim
milletimiz kolay ulaşabilir lider,
kolay ulaşılır belediye başkanı
istiyor.
Değişmeyeceğiz!
• Ülkemizin pek çok ilinin
nüfusuna bedel bir ilçenin
Belediye Başkanı’sınız. Değişiminizi zorlayan şartlar
olabilir mi?
550 bin nüfusu var bu şehrin
ve Anadolu’nun bir mozaiği.
Bana bunu sıklıkla söylüyorlar,
“Başkanım işin çok zor, ne
yapacaksın?” diyorlar. Bizim
işimiz zor değil ki, hiç zor değil.
Hiç değişmeyeceğim; giyimim
kuşamım değişmez, doğallığımı
bozarsam, araya aracılar girerse
geçmiş olsun! Zorlamayacağız
ve ulaşılabilir olacağız. Halkla
halk gibi yaşayacağız.
Hangi makamda olursak
olalım, yarın “Er kişi” niyetine
uğurlanacağız. O sebepledir
ki, insan kalmak ve geldiğimiz
yerin doğallığını yitirmemek
gerekiyor. Bu formülün canlı ve
en güzel örneğini Cumhurbaş-
eylül 2014
97
HABERA JANDASÖYLEŞİ
İşimiz, işiniz!..
• Belediyenizin diğer belediyeler için rol model oluşturacağına inandığınız insan
merkezli projelerinizden de
söz eder misiniz?
Göreve başlar başlamaz, aslında direkt olarak bizim işimiz
olmadığı halde ilgilenmeyi bir
görev bildiğimiz ÜSİM’i (Üsküdar İş Merkezi) kurduk.
Nesrin Çaylı
Hilmi Türkmen
“Meydan’ı üç kat büyük hale getireceğiz, yıkımlarımız olacak. Bazen yıkmak, yapmaktan daha iyi bir belediyecilik anlayışıdır. Uyduruk işler yapılmış, yıkıyoruz. Bazen
yıkmak gerekiyor. Belediye binamızı da yıkacağız ve Çavuşdere’ye taşıyacağız. Dolayısıyla Üsküdar Meydanı’nı üç kat büyüttüğümüzde suyu, havuzu, görseli Osmanlı
usulünde tatlı ahşaptan bir sebili, Bosna’daki Meydan Çeşmesi gibi zamanın sanat
çizgilerini taşıyan mimarisiyle çay bahçeleri, insanların soluk alabildiği yeşil alanıyla
doğal bir ortam oluşacaktır. 2016’da başlayacağız buna, altyapı çalışmalarımız hazırlanıyor.”
Validebağ Projemiz ise çılgın bir proje… 354 dönüm bir
arazi SİT alanı ama sahipsiz...
Kedi gibi farelerin dolaştığı, tinercilerin saklandığı,
uyuşturucu pazarı, kuruyan
dereler, çürüyen ağaçlar... Bu
halde şimdi!.. Biz Validebağ
Korusu’nu bir yüksek park,
dünyanın en güzel parkı yapacak, orayı bir kent ormanı haline getireceğiz. Milli Emlak’tan
Büyükşehir Belediyesi’ne
tahsisi yapıldı; şu anda çalışıyoruz ve iki yıl içinde bitirmek
zorundayız. Böyle bir park var
98
eylül 2014
mı Anadolu yakasında?
Cumbalı evler...
Üçüncü önemli projemiz ise
“dönüşüm”… Acilen değişmesi
lazım Üsküdar’ın. Yorgun,
kötü yapılardan arındırılmalı.
Estetik yok... İnsanlar maddi
yetersizlik nedeniyle bir estetik
kaygısı taşımadan evini yapmış
ve bu yapıların pek çoğu üstelik
depreme karşı da dayanıksız.
Belediyemize ait arsalarımız
var. Öncelikle o arsalar üzerinde Üsküdar evleri geleneğini
yeniden dirilteceğiz. O zarif, o
estetik Osmanlı ev kültürünü,
mahalle kültürünü canlandıracağız. Kazmayı yılbaşından
önce vuracağız. TOKİ ile anlaştık. 2015 yılı bitmeden de “bin
konut” üretmiş olacağız.
Kâr ve ticarî bir gayemiz yok,
tapu vatandaşın. Onlarla ve onlar için çalışacağız. Kolaylıklar
sağlanacak halkımıza. Bakınız,
Bakanlık 18 ay karşılıksız kira
yardımı yapıyor. Bütün inşaat
harçlarından muafiyet var ve
çok uygun krediler veriliyor.
Biz de belediye olarak destek
olacağız.
Göreve geldiğimde beni tebrik etmek için 10 bin kişi geldi.
O 10 bin kişinin elini sıktım.
Hepsi Üsküdar halkındandı
ve çoğunun bir derdi vardı. Ya
oğlu, ya yeğeni, ya eşi işsizdi, iş
istiyorlardı. Ceplerinden çıkarıp
özgeçmişlerini bırakıyordu pek
çoğu. Buna şahit olup “Bizim
görevimiz değil” diyemezdik.
İş-Kur ile anlaşarak, göreve
gelir gelmez -bir buçuk ay
içinde- 15 Mayıs 2014’te “ İşiniz, işimiz!” sloganıyla ÜSİM’i
kurduk. Üsküdar’da 200 bin
kişi iş istiyor. Düşüne biliyor
musunuz? “Çaremiz yok, ne
yapalım?” diyemeyiz.
Zenginlik bir
lütufsa, ne yapmak
gerek?
500 işverenle bir araya
geldim ve toplantıda sunum
yaptım. “Allah zenginliği istediğine, ilmi isteyene verir. Siz
çok akıllı olduğunuzdan zengin
olmadınız. O halde Allah size
lütfetti; işsiz de olabilirdiniz,
öyleyse yardımcı olacaksınız.
Çalışanların sigortasını iki yıl
devlet ödeyecek. Yeterlilik sertifikası mı gerekiyor? Aşçılık,
teknisyen gibi işlerin eğitimini
de biz verip sertifikalandıracağız. Hep birlikte bu soruna
bir çözüm bulacağız” dedim. 5
yılda 5 bin kişiye iş kazandırma
hedefini kendimiz için belirledik, birlikte bu projeyi hayata
geçirdik ve 3 ay gibi kısa bir
sürede dahi bugün itibariyle
işe yerleştirilen kişi sayısı 742
oldu. Hedeflediğimiz süreden
Nesrin Çaylı
Surra, “hediye” demektir. Devir Osmanlı… 1517’de Yavuz Sultan Selim Mısır’ı aldıktan sonra, Kutsal Topraklara, yani Mekke ve Medine’ye gönderilen hediyeler ve o hediyelerin
gönderildiği yolculuğu temsil ediyor bu alay. Bu hediyelerin belli bir ritüel ile gönderilmesine “Surra Alayı” deniyor. Aslında yüzyıllarca bu alay Topkapı’dan hareket etmiş ve
Haremeyn yolculuğu hediyelerle birlikte yapılmış. Osmanlı döneminde bu hediyelerin gönderilmesi bir onur, bir prestij olarak kabul ediliyor. Biz de aynı güzergâhı takip ederek
Hac yolculuğuna çıkan Üsküdarlıları hediyeleriyle ve Surra Alayı’nın adabıyla uğurlayacağız.
daha kısa zamanda, daha çok
işsizlik sorununu çözebileceğiz
inşallah…
• Bu merkezinize her gelen
bir iş imkânına kavuşabiliyor mu, belli şartlarınız
var mı?
Amaç iş değil, işe adam
olmalı. İşveren de sıkıntıya
düşmemeli, çalışan da... Zaman
zaman kontrol yapıyoruz, yapacağız da, memnuniyet durumu
ile ilgili sorularımız oluyor
ki her iki tarafta memnun
olmalı. Üsküdar ilçe sınırları
içinde yaşayanları yine Üsküdar
içinde yerleştirmeyi esas alıyoruz. Üsküdar’da oturan birini
Avcılar’da işe yerleştirmek iyilik
değil, kötülük olabilir. İstanbul
trafiğini de rahatlatacak bir
adımdır bu.
Kumanyadan kredi
kartına
• Kumanya dağıtımı ile ilgili farklı ve ilk defa sizin
tarafınızdan uygulanan bir
projeniz var. Bize ondan da
kısaca söz edebilir misiniz?
Evet, bu projemizle kumanya dağıtımı tarih oldu. Biz
artık bir kredi kartı veriyoruz.
Bir eve gidiyorsunuz ihtiyaç
tespiti için, dolabı açınca 15
paket makarnadan başka bir
şey olmadığını görüyorsunuz.
Sebep? Kumanya verilmiş…
“Dostlar alışverişte görsün!”
usulü bir uygulama idi bu.
İnsanların makarnadan başka
ihtiyaçları da vardır. Çocuğunun istediği bir şeyi alabilmeli vatandaş. Biz ne yaptık?
Mahalle muhtarları, STK
yöneticileri, kanaat önderleri
ile birlikte çalıştık ve yeni tespitlerimizi oluşturduk. Kimin
daha çok, kimin orta, kimin
daha az ihtiyacı olduğunu dikkatle belirledik. Ve bu nispette
kartlarına para yükleyip “Kartınıza şu kadar para yüklendi,
güle güle harcayın” mesajı
atmaya başladık. Vatandaşın
istediği yerden, istediği ihtiyacı
temin etmesi sağlanmış oluyor
böylece. Bu uygulama, sadece
Üsküdar Belediyesi’ne aittir ve
rol model olarak alınabilir. Biz,
“Utanca vesile olmasın” diye
Belediyemizin logosunu bile
kartın üzerinde gizledik, “Sağ
elin verdiğini sol el görmesin,
gösterişten de uzak olsun!”
dedik.
eylül 2014
99
HABERA JANDASÖYLEŞİ
oldu” diyor ama pek çok kimsenin bu külliyeden haberi yok.
Dolayısıyla biz, bu dinamiklerin
duyulmasını sağlamalıyız. İnanç
turizmini kültür taşıyıcılığı ile
birleştirerek aktif hale getirmek
için çalışmalarımız var. Yerli
ve yabancı turistler, bu kültürel
mirasın anlamına vakıf olmalı.
• İnanç turizminden kastınız
cami ziyaretleri mi?
Evet, özellikle bayanları evlerinden alıyoruz, bir bayan rehber eşliğinde ve sadece Üsküdar
değil, İstanbul’daki tüm mimari
mirasımızı, camilerimizi ziyaret
etmelerini sağlıyoruz, üstelik
bunu bir tek kuruş almadan
yapıyoruz. Çünkü kendi değerlerimizin bilinmesi, görülmesi
önemli… Boğaz’ı görmemiş,
camilerimizi bilmeyen insanlarımız var…
Sanat ve Surra
Alayı
• Biraz da sanat projelerinize değinelim… Davetlisi
olduğum bir iftar programınızda “7 Tepe 7 Sanat
Yarışması”nı sundunuz.
Biraz bahsedelim mi? Mesela AB fonu bu projenizi
destekliyor mu?
Evet, AB fonunun desteği
var. Avrupa ülkelerinden, yurtiçinden, Balkanlardan katılacak
sanatçıların eserleri yedi sanat
alanında değerlendirilecek. Hat,
tezhip, minyatür, ebru, kat’ı, cilt
ve çini sanatının diri tutulmasını sağlamak için oluşturulmuş
bir yarışma olmakla birlikte,
uluslararası bir sanat alışverişidir bu çalışma. Zira Üsküdar,
bu anlamda hayli güçlü bir
geçmişe sahip. İstanbul’un
yedi tepesi ile bu yedi sanat da
projemizin temsili oldu. Bir
iftar yemeğinde duyurduk; 1
Nisan tarihine kadar ilgili yerlere ulaşacak eserler ve 1 Mayıs
itibariyle jüri tarafından değerlendirilerek yine bir iftar yeme-
100
eylül 2014
ğinde kazananlar açıklanacak
ve ödüller takdim edilecek. Bu
iş, sanatçılarımızın işi; biz alan
ve imkân sağlayacağız.
• Yine ilk kez belediyeniz
tarafından yeşertilen bir
gelenek: “Surra Alayı”...
Nedir “Surra”?
Surra, “hediye” demektir.
Devir Osmanlı… 1517’de
Yavuz Sultan Selim Mısır’ı
aldıktan sonra, Kutsal Topraklara, yani Mekke ve Medine’ye
gönderilen hediyeler ve o
hediyelerin gönderildiği yolculuğu temsil ediyor bu alay. Bu
hediyelerin belli bir ritüel ile
gönderilmesine “Surra Alayı”
deniyor. Aslında yüzyıllarca
bu alay Topkapı’dan hareket
etmiş ve Haremeyn yolculuğu
hediyelerle birlikte yapılmış.
Osmanlı döneminde bu hediyelerin gönderilmesi bir onur,
bir prestij olarak kabul ediliyor.
Biz de aynı güzergâhı takip
ederek Hac yolculuğuna çıkan
Üsküdarlıları hediyeleriyle ve
Surra Alayı’nın adabıyla uğurlayacağız.
En son Surra Alay’ı 1915’te
gitmiş, yani 99 yıl önce... Biz bu
Osmanlı medeniyet geleneğini
yeniden canlandırdık. Hazırlıklarımızı yaptık ki Eylül ayının
ilk haftasında Surra Alayımız
hacılarımızı uğurlayacak. Bu da
bir ilktir. Mihrimah Camii’nde
dualarla başlanacak ve yola
çıkılacak.
Valide Atik
Külliyesi’ni biliyor
musunuz?
• Mimar Sinan, Hazarfen
Çelebi, Aziz Mahmut
Hüdayî gibi manevi dinamiklerin ev sahibidir Üsküdar. Bu mümtaz isimler
ışığında sanat, mimari ve
inanç faktörleri desem...
Mimar Sinan’ın en çok eseri
Üsküdar’da bulunuyor. Aziz
Mahmut Hüdayî, ülkenin dört
bir tarafından gelen misafirlerce
ziyaret ediliyor. Bizim bir de
Valide Atik Külliyemiz var.
Bir İtalyan mimarı, “Dünyada
140 ülke gezdim, beni en çok
etkileyen Valide Atik Külliyesi
Kültür Ajanda ve
Haber Ajanda gibi
şık ve kaliteli bir
dergi: Üsküdar
• Geleneksel Üsküdar
Kâtibim Festivalleri devam
edecek mi?
Tabiî... Fakat festivallerde
artık horon, eğlence vs. olmayacak, bambaşka bir organizasyon
haline getireceğiz Kâtibim
Festivalleri’ni. Bir kültür-sanat
festivali olacak. 23-24 Kasım’da,
8. Üsküdar Sempozyumu yapılacak ve yılbaşında da sizin
dergileriniz (Haber Ajanda ve
Kültür Ajanda’yı eline alıyor)
kadar şık ve kaliteli olmasa da
bizim de bir dergimiz çıkacak.
Dergimizin adı “Üsküdar” olacak ve içeriğinde Üsküdar’daki
entelektüel hayat, kültür-sanat
çalışmaları yer alacak.
• Kıymetli paylaşımlarınız
için teşekkür ediyor, gayretinize gayret eklensin
diliyoruz…
Âmin… Ben teşekkür ediyorum…
haberajanda
Siyaset
>> Korkmadan, kükreyen bir aslan edası ile
çıkın toprak altından, bu
sefer inanın bu ağır yüke
omuz verenlere! Çünkü bu
seferkiler daha öncekilerden çok farklı; kendilerine
bunca zamandır ne boş
vaatleri, ne de boş işleri
asla düstur edinmediler.
Hüseyin için ağlayıp asla
Yezid ile iş tutmadılar.
Ahmet Sağlam
[email protected] Tutanların da dostluğunu
ne pahasına olursa olsun
asla kabul etmediler.
Biliyorum, hiç kolay
değil yaşanmış bunca
yanılgıdan, bunca yalandan sonsa her müjdeye
inanmak. Biliyorum, bu
acımasız âlemde kaç defa
sinekleri kartal, elsiz ayaksız ve gözsüz kulaksız kimseleri ise Süleyman diye
alkışlattılar sizlere. Fakat
artık sizler, bugün toprak
altında kalamazsınız. Artık
bekleyip düşünme vakti
çoktan geçti. Beklenilen
cemre çoktan düştü.
Sizler toprak altındayken, bir kısım kimselerce
bin yıllık tecrübe, bin yıllık
irfan kumara verilircesine
saçılıp savruldu ve bunların yerine bu kimseler,
toprağa bile zulüm bir
garip kültür inşa ettiler.
Bu durumu tekrar tersine
çevirmek için beklediğiniz
fırsat elinizin altına kadar
geldi. Yapın artık yapmanız
gerekeni ve geçmişinden
fersah fersah uzaklaştırılmış olan, düşünme kabiliyeti de elinden alınmış bu
zavallı nesle hars iksirini
yeniden aşılayın.
Artık zaman sizden
yana işliyor. Artık kirli
ellerden canla başla koruduğunuz dava erleriniz,
korunduğunuz ateş ehlinin dahi akıbetlerine karar
verecek konumlara sahipler. Yüksek ahlak, erdem
ve fazilet mefkûrelerinin
her birinin tesiri ile oluşturulan dava bilincine sahip
bu yiğitlerinizin önder-
Bugün yapılması gerekenler,
bir cerrah titizliği ile yapılmalılar. Değerlerimize dönmenin
hazzını yaşarken, aynı zamanda başka kültür ve medeniyetlerden edindiğimiz faydalı
tecrübelerin de ihyasına çaba
sarf etmeliyiz.
Toprak altında hâlâ cemreyi mi
bekliyorsunuz?
Y
ILLARCA her şeyin bittiğini düşünen, kaddi bükülmüş, gururu kırılmış, dizlerine derman ve yüreklerine fer bekleyen ve de düşecek cemrenin
yollarını gözleyen yüzlerce tohuma müjdeler olsun! Sizleri
acınacak duruma sürüklemek isteyenler emellerine ulaşamadan beklediğiniz cemre nihayet düştü.
liğinde, kültürden daha
çok irfan değerlerini önde
tutarak muasır medeniyetleri dahi kıskandıracak bir
doğuş ve ihya sürecinin
hız kesmeyen ilerleyişine
hep birlikte şahitlik ediyoruz.
Bugün yapılması gerekenler, bir cerrah titizliği ile
yapılmalılar. Değerlerimize
dönmenin hazzını yaşarken, aynı zamanda başka
kültür ve medeniyetlerden edindiğimiz faydalı
tecrübelerin de ihyasına
çaba sarf etmeliyiz. Mesela, kâşifi olduğumuz
fakat daha sonrasında ne
demek olduğunu dahi
unutup Batı’dan tekrar
öğrendiğimiz demokrasi
kültürünü kaldırıp bir
kenara fırlatmamalı, fakat
İslam’a uygun olan, İslam
değerleriyle donatılmış
demokrasi anlayışını var
etmenin yollarını aramalıyız.
Ötekileştirme anlayışına ve geçmişine sahip
olan Batı’nın demokrasisi,
toplumların çözülmeleri
esnasında bu duruma bir
çözüm üretemiyor. Maalesef bu durum aynen bizde
de geçerli. Bizim sorunlarımızı bir türlü tam olarak
çözemeyiş sebebimiz,
yıllarca Batı’yı yeterli düzeyde taklit edemeyişimiz
olarak gösterilmek istendi.
Hâlbuki sorunlarımızı
çözüme kavuşturamayışımızın asıl nedeni, Batı’yı
haddinden fazla taklit
edişimizde gizlidir.
Batı’nın demokrasi
kültüründe sınıflar arası
uzlaşı mümkün olmazken,
daha önce İslam şeriatı ile
yoğrulmuş olan bir kültürün hayat sürdüğü toprak
parçasında bu uzlaşıyı
gerçekleştirmek zaruridir.
Çünkü bir kavim, mezhep
ve sair mensupları daha
evvel İslam’ın özgürlük anlayışına taraf olmuşlarsa, o
kitleye baskı ile söz geçiremezsiniz. Bu duruma en
iyi örnek olarak herhalde
yıllardır bitirilemeyen
terör sorununu gösterebiliriz. Bugüne kadar uzlaşı
dışında her yolun denenmesine rağmen bir türlü
bitirilemeyen terör örgütü,
Çözüm Süreci ile birlikte
büyük kan kaybetmiş ve
geri adım atmak zorunda
kalmıştır.
“Adaletin, hoşgörünün,
barışın, özgürlüğün hâkim
olduğu topraklar” yazdığımda, sanki birilerinin
yanlış yazdığımı söylediğini, çünkü hoşgörü, adalet
ve özgürlüğün birbirini
dışlamadan aynı toplum
içerisinde var olabilmiş
örneğinin çok az olduğunu
söylediğini işitir gibi oluyorum. Evet, laiklerin özgürlük anlayışında önemli
olan, bireyin nefsanî
arzusunu karşılaması için
özgür bırakılmasına çabalamaktır. Bu ise çok tehlikeli ve sakat bir zihniyet
örneğidir. Çünkü bu düşünce, çoğu zaman diğer
bireylerin özgürlüklerinin
kısıtlanmasına veya ihlal
edilmesine sebebiyet doğurur. İslam’ın öngördüğü
özgürlükse, herkesin dinî
yaşantısını özgürce sürdürdüğü, rahatlıkla kendisi
gibi düşünenlerle birlik
oluşturabildiği bir anlayışa
sahiptir.
eylül 2014
101
haberajanda
Dosya: Sağlik
2002-2014 yıllarına baktığımızda, devlet sağlıkta birçok yeniliğe imza atmıştır. Herkes için
ulaşılabilir, nitelikli, sürdürülebilir
ve güçlü bir sağlık sektörü oluşturuldu. 37 milyon SSK’lı kamu
hastanelerinden hizmet almaya
başladı. Üniversite ve özel hastanelerden bütün vatandaşlarımız yararlanmaya başladı. Genel
Sağlık Sigortası ile bütün vatandaşlarımız sosyal güvence kapsamına alındı. 18 yaşın altındaki
tüm nüfus ve eğitim görenler,
sosyal güvence aranmaksızın
Genel Sağlık Sigortası kapsamına alınması sağlandı.
***
Yıllara ve sektörlere göre hastanelere müracaat sayısında, 2002
yılında, toplamda 124 milyonluk
bir müracaat söz konusu iken bu
oran 2012 yılında 354 milyon
olmuştur. Sağlık Bakanlığı hastanelerine müracaat sayısında
10 yıl içerisinde yaklaşık 2 katlık
bir artış yaşanırken, bu artış,
üniversite hastaneleri için 3,
özel hastaneleri içinse 13 kat
ile sonuçlanmıştır. Bu da özel
sektörün yıllar itibariyle göreceli
olarak rolünün arttığını göstermektedir.
***
Ek olarak SDP’nin mimarları olan
sağlık çalışanlarının ikinci planda
tutulması da halkın memnuniyeti açısından bir tehlike olarak
görülebilir. Sağlık çalışanlarının
memnuniyet düzeyini arttıracak önlemler alınmazsa, halkın
sağlık hizmetlerinden duyduğu
memnuniyet düzeyini olumsuz
etkileyebilir. Nitekim TÜİK Yaşam Memnuniyeti Araştırması
2012 verilerine göre bireylerin
kamu hizmetlerinden genel
memnuniyet düzeylerine bakıldığında, 2012 yılında sosyal
güvenlik, eğitim ve ulaştırma
hizmetleri ile adlî hizmetlerden
memnuniyet 2011 yılına göre
artarken, sağlık hizmetlerinden
memnuniyet ise azalmıştır.
102
eylül 2014
Türkiye’de
Yrd. Doç. Dr. Bülent Kara
[email protected]
sağlık hakları
(2002-2014)
eylül 2014
103
S
haberajanda
Dosya: Sağlik
AĞLIKLI yaşam hakkı, birçok uluslararası belgede en temel insan
hakkı olarak tanımlanmış ve sağlığın korunması, hastalık halinin
tedavi edilmesi ve rehabilitasyonu görevi kamu hizmeti olarak devletler tarafından üstlenilmiştir. Bu kapsamda sağlık risklerine karşı
bireylere kamu sağlık sistemi ile güvence sağlanmaya çalışılmıştır.
Ancak 20. yüzyılın son çeyreğinde kamusal hizmetlerde yeniden yapılanma çalışmalarından sağlık sistemleri de etkilenmiştir.
Özellikle nüfus artışı, demografik yapının
değişmesi, halkın beklentileri ve teknolojik
gelişmeler sağlık harcamalarında artışa yol
açmış, bunun karşısında devletler yeniden
yapılanma arayışları ile maliyetleri kontrol
etme çabasına girmiştirler.
Türkiye’de 1990’lı yıllarda başlayan ve
2000 yılı sonrası hız kazanan sağlık hizmetlerinde yeniden yapılanma çalışmaları
ile sağlık hizmetlerinin örgütlenmesi, finansmanı ve sunumunda köklü değişiklikler gerçekleşmiştir. Sağlık harcamalarındaki
değişim, özellikle bireylerin sağlık harcamalarına katılma oranları, kamu ve özel sağlık
kuruluşlarının harcamaları, sosyal güvenlik
harcamaları içinde sağlık harcamaları birçok
değişikliğe uğramıştır.
104
eylül 2014
Sağlık haklarının gelişimi
Türkiye’de sağlık alanında yapılan reformların temeli 1970’lere dayanmaktadır.
1970’lerde kâr oranlarının düşmesi nedeniyle başlayan ekonomik krizi aşmak için
Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve
Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşların
desteği ile Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde “Yapısal Uyum Programları” başlatıldı. Yapısal uyum programlarının temel
hedefi, genel olarak kamusal sistemin yeniden yapılandırılması ve özelleştirmelerle iç
piyasaların düzenlenmesini sağlamaktı.
Küreselleşme adı altında tüm dünya ülkelerine dayatılan bu programlar devletin
küçültülmesini, kamu ve sosyal harcamaların azaltılarak kaynakların özel sektöre
yöneltilmesini, para ve işgücü piyasalarının
düzensizleştirilmesini, kamunun sağlık ve
eğitim gibi sektörlerden çekilerek yerini özel
sektöre bırakmasını, kamu sağlık kurumlarının tasfiye edilmesini, sosyal güvenlikte
devlet bütçesi yerine primlerle mali kaynak
sağlanan sigortacılığın geliştirilmesini öngörmekte idi (Yeldan, 2001:24-25).
DB, 1980’li yıllarla birlikte birçok ülkede
sağlık alanı analizleri gerçekleştirip raporlar
hazırlayarak, sağlık alanında maliyet artışından kaynaklanan “sağlık krizi”nin varlığını
uygulanması ile nüfusun tümünün sağlık
hizmeti kapsamına alınacağını tanımladı.
Krizin çözümü olarak da “sağlıkta reform”
önerisi benimsendi. Kamuoyuna, reform
paketlerinin farklı sosyal güvenlik kurumlarından kaynaklanan “eşitsizlikler”in çözüleceği mesajları verildi. DB, ülkelerde
maliyet-etkililik temelli uygulamalar olmadığı için “sağlık krizi” yaşandığını, içeriğini
desantralizasyon ve özelleştirme olarak iki
ana başlıkta toparladığı sağlık reformları ile
ülkelerin sağlık sistemlerinin etkinliğinin
artacağını, hakkaniyet ve müşteri memnuniyetinin sağlanacağını ileri sürüyordu (DB,
1993).
Reform paketlerinin içeriğinde sosyal
güvenlik kurumlarının tek çatı altında toplanarak yeniden yapılandırılması, sağlık hiz-
metlerinin sunumuyla finansmanının birbirinden ayrılması, sağlık sektöründe kamu
kurumlarının varlığını olabildiğince sınırlayıp kamu dışı aktörlerin sağlık sektörüne
girişinin sağlanması, piyasa mekanizmalarının çok daha yoğun kullanılması ile sağlık
bakanlıklarının hizmet sunan işlevinden
arındırılıp yalnızca düzenleyici kurumlara
dönüştürülmesi, birinci basamak sağlık hizmetlerinin kişilere yönelik ve hekim temelli
olarak sunulmasını sağlayacak aile hekimliği
sisteminin kurulması ve yerinden yönetime
dayanan bir sistemin kurulması bulunuyordu.
Sağlık hizmetlerinin bir maliyeti olduğu
ve bu nedenle hizmeti kullanacak olanların
bu maliyeti paylaşması gerektiği gerekçe
gösterilerek herkese sağlık primi, katılım
ve katkı payı ödeme zorunluluğu getirilmekteydi. Ayrıca reform paketlerinde sağlık emek gücü istihdamında esnek çalışma
biçimleri ile özellikle hekim ve hemşirelik
hizmetleri sunumunda ara emek gücü kullanımının yaygınlaştırılması da yer almaktaydı (Hamzaoğlu, 2011:26).
Türkiye’de
sağlık reformları
Türkiye’de sağlık hizmetleri, yasalarla
devletin sunması gereken bir hizmet olarak
kabul edilmiş ve 1961 Anayasası’nda anayasa hükmü olarak düzenlenmiştir. 1961
tarihli ve 224 sayılı “Sağlık Hizmetlerinin
Sosyalleştirilmesi Hakkındaki Kanun”,
Türkiye’de tüm sağlık hizmetlerinin bir
devlet görevi olduğu kabul edilerek, birinci
basamak hizmetlerinin kırsal kesime kadar
yayılarak herkesin sağlık hizmetlerinden
yararlandırılması ve koruyucu ve iyileştirici sağlık hizmetlerinin entegre biçimde bir
arada yürütülmesi hedeflenmiştir. Ancak
1982 Anayasası’nın 56. maddesi ile sağlık hizmetleri, devletin sunmakla yükümlü
olduğu bir hizmet olmaktan çıkarılmış ve
devlet, “sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet verilmesini düzenlemekle” görevlendirilmiştir.
224 sayılı kanunun uygulanması için yeterli çaba gösterilmemiş ve aksayan sağlık
hizmetleri toplumun memnuniyetsizliğine
yol açtığında, çözüm olarak sağlıkta reform
gündeme getirilmiştir. Türkiye’de 1987 tarihli “Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu” ile
somut olarak ilk adımı atılan sağlık reformları, 1990’ların sonuna kadar maliyet sınırlayıcı politikalarla gündeme gelmiştir.
1980’li ve 90’lı yıllarda uygulanan sağ-
lık reformlarıyla liberalizasyon konusunda
önemli adımlar atılmıştır. Sağlık reformları
hizmetin finansmanının vergilerden değil,
ödeyebilenlerin primleri ve katkı payı ile
karşılanmasını, sağlık hizmet sunumu ile
finansmanın ayrılmasını, sağlık kurumlarının özelleştirilmesini, yerinden yönetime
dayalı ve rekabeti kolaylaştıran bir sistemin
oluşmasını, sağlık emek gücü istihdamında esnekleşmenin ve performansa dayalı
ödemenin yaygınlaşmasını önermektedir
(Çiçeklioğlu, 2011:67). Hükümetlerin neoliberal ekonomi politikalarının bir uzantısı
olarak sağlık reformları adıyla dile getirdikleri sağlık politikaları, 2003 yılında “Sağlıkta
Dönüşüm Programı” (SDP) adıyla topluma
sunulmuştur. 2003 yılında SDP ile gelişen süreç, DB ve Türk uzmanlarca oluşan
bir komisyonca 2003 yılında tamamlanan
“Türkiye: Daha İyi Erişim ve Etkinlik İçin
Sağlık Reformu” (DB, 2003) başlıklı rapora
dayanmaktadır.
SDP adıyla anılan reform projesi dört ana
başlık altında toplanmaktadır (DB, 2003).
Reform projesinin ilk başlığı, “sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılması”dır.
Bu çerçevede üç sosyal güvenlik kuruluşu
(Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve SSK) SGK
çatısı altında birleştirilmekte (5502 Sayılı
Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu) ve 5510
sayılı “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık
Sigortası Kanunu” (SSGSSK) ile de Genel
Sağlık Sigortası (GSS) oluşturulmaktadır.
Reform projesinin ikinci ayağını “sağlık
ocakları çatısı altında yürütülen birinci basamak sağlık hizmetlerinin ‘aile hekimliği’
sistemi altında yeniden yapılandırılması”
oluşturmaktadır. Birinci basamak sağlık
hizmetlerinin özelleştirilmesi anlamına gelen 5258 sayılı “Aile Hekimliği Pilot Uygulaması Hakkında Kanun” 2004 yılında
yürürlüğe girmiştir.
Reform projesinin üçüncü ayağını “ikinci
ve üçüncü basamak sağlık kuruluşlarında
‘sağlık işletmesi’ modelinin uygulanmaya geçirilmesi”, dördüncü ayağını ise “SB
merkez teşkilatının yeniden yapılandırılarak ‘düzenleyici’ işlevlerle sınırlandırılması”
oluşturmaktadır (Ataay, 2008:170). Kamu
hastanelerinin elden çıkarılmasına yönelik “Kamu Hastaneleri Birliği” uygulaması,
Kasım 2011 tarihinde yayınlanan 663 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK)
içinde yer almaktadır.
Reformun ilk ayağını genel sağlık sigortası oluşturmaktadır. Sosyal Güvenlik
Reformu’nun kurumsal yapı ile ilgili ayağı,
5502 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu ile 20 Mayıs 2006 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Reformun diğer bileşeni ise emeklilik rejimi ve genel sağlık sigortası ayağı birleştirilerek 5510 sayılı SSGSSK ile 1 Ekim
2008 tarihinde hayata geçirilmiştir. 2012 yılından itibaren zorunlu GSS uygulamasına
geçilmiş ve sağlık sisteminin finansmanında
köklü değişiklikler ortaya çıkmıştır. Sistem,
finansman ile sağlık hizmeti üretiminin birbirinden kesin olarak ayrıldığı, hizmet satın
alınması anlayışına dayanmaktadır.
Reform öncesi, Sosyal Sigortalar Kurumu
(SSK) sağlık giderlerini düşürmek amacıyla
kendi hastanelerini, ilaç fabrikalarını ve eczanelerini kurmuştu. Sağlık sigortası, sağlık
hizmeti ile ilaç üretim ve dağıtımının bütünleştirdiği bu sistemin, giderlerin düşürülmesini sağladığı varsayılıyordu (Hamzaoğlu ve Yavuz, 2006:281). Ancak özel sağlık
kuruluşlarını destekleyen yeni sisteme geçiş
ile sağlık harcamalarında önemli artışlar
gerçekleşmiştir.
Reformun ikinci ayağı, sağlık ocakları çatısı altında yürütülen birinci basamak
sağlık hizmetlerinin “aile hekimliği” olarak
yeniden yapılandırılmasından oluşmaktadır.
5258 sayılı “Aile Hekimliği Pilot Uygulaması Hakkında Kanun”un 2004 yılında
çıkartılmasıyla birlikte, pilot olarak seçilen
Düzce ilinden başlanarak ve her yıl yeni iller
kapsama alınarak aile hekimliği sisteminin
ülke genelinde uygulanmasına geçilmiştir.
Birinci basamak sağlık kuruluşlarının
sorumlu oldukları “koruyucu sağlık hizmetleri” de “topluma yönelik” ve “kişiye
yönelik” olarak ikiye bölünmüş, topluma
yönelik koruyucu hekimlik hizmetleri sağlık
ocaklarının yerine kurulan “toplum sağlığı
merkezleri”nin sorumluluğuna verilirken,
kişiye yönelik koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmetleri ise aile hekimlerinin sorumluluk alanına bırakılmıştır.
Sağlıkta değişim
ve dönüşüm
Sağlık hakkının bir hak kategorisi olarak
ortaya çıkışı daha önceye uzansa da ulusal
hukuk düzenlerinde üstün normlarla korunan bir hak olarak yaygınlaşması geçtiğimiz
yüzyılın başlarına dayanır (Aldıkaçtı, 1997:
80; Gümüş, 2010: 344-346). Uluslararası hukukta belirgin bir kategori olması ise
İkinci Dünya Savaşı sonrası (1945) insan
hakları paradigmasının yerleşmesiyle birlikte gelişir. Savaş sonrası dünyasında insan
haklarının uluslararası sistemin temelleri
eylül 2014
105
haberajanda
Dosya: Sağlik
arasında yerini almasıyla birlikte gelişen
uluslararası insan hakları hukukunun haklar
kataloğunda sağlığa ilişkin haklar başından
beri yer almıştır.
Günümüzde sağlık hakkının yerleşik
bir insan hakkı olduğu belirlenebilir; insan
haklarının hukukla korunmasını amaçlayan
ulusal ve uluslararası hukuk kaynaklarının
haklar listesinde sağlık hakkı standart olarak yer almaktadır. Türkiye’de sağlık hakkı,
1961 ve 1982 Anayasalarında tanınan temel
haklar arasındadır. Anayasal hak güvencesi,
kaynağını uluslararası insan hakları hukukundan alan sağlık hakkı normlarıyla tamamlanmaktadır.
Sağlık, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)
Anayasası ve 1978 Alma-Ata Bildirgesi’nde
“yalnızca hasta ya da sakat olmama değil,
fiziksel, zihinsel ve sosyal anlamda tam bir
iyi olma hali” olarak tanımlamaktadır. Ekonomik, sosyal ve kültürel haklara ilişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin (ESKHS) 4
106
eylül 2014
yetkili yorum organı olan Komite’nin sağlık hakkı yorumunda da DSÖ’nün sağlık
tanımlarının temel alındığı görülmektedir.
Anayasa’nın 56. maddesinde “beden ve ruh
sağlığı(ndan)” söz edilmektedir. Sağlık hakkı, tarihsel gelişimi bakımından “ikinci kuşak
haklar” arasında yer almaktadır.
Sağlıkta bir değişim ve dönüşüm yaşanırken devletlerin rolü oldukça büyüktür.
Devletin sağlık hakkından doğan ödevleri
vardır. Bu ödevler, ilk olarak Anayasa’nın 2.
maddesinde yer alan “insan haklarına saygılı,
sosyal hukuk devleti” niteliği ışığında değerlendirilmelidir. Hukuk devleti, her şeyden
önce devletin, hukuk yaratıcısı ve hukuka
uygun davranma yükümlüsü olarak hukuk
aracılığı ile girdiği taahhüdü ciddiyetle yerine getirmesini içerir.
Sosyal devlet ise “kişilerin ve toplumun
refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk
devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak
surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve
manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak” taahhüdü altındadır (Anayasa, Madde 5). Bir diğer deyişle
“(s)oysal devlet, genel olarak toplumdaki
eşitsizlikleri olabildiğince gidererek vatandaşlarına insan onuruna yaraşır bir yaşam
düzeyi sağlamayı amaçlayan bir devlet” olarak tanımlanabilir (Sabuncu, 2009: 151).
İnsan haklarına saygılı devlet ise, insan
haklarını korumayı üstlenmektedir. Sosyal haklar söz konusu olduğunda bu ödev,
“saygı, koruma ve gereğini yerine getirme”
olarak anlaşılmalıdır (Algan, 2007: 85).
Devlet, tıpkı bireylerin yaşama hakkına ve
vücut bütünlüğüne saygı gösterirken olduğu
gibi, onların sağlık hakkına ilişkin olarak da
belirli bir sınırı aşmamasını gerektiren bir
yükümlülük altındadır.
2002-2014 yıllarına baktığımızda, devlet
sağlıkta birçok yeniliğe imza atmıştır. Her-
kes için ulaşılabilir, nitelikli, sürdürülebilir ve
güçlü bir sağlık sektörü oluşturuldu. 37 milyon SSK’lı kamu hastanelerinden hizmet
almaya başladı. Üniversite ve özel hastanelerden bütün vatandaşlarımız yararlanmaya
başladı. Genel Sağlık Sigortası ile bütün
vatandaşlarımız sosyal güvence kapsamına
alındı. 18 yaşın altındaki tüm nüfus ve eğitim görenler, sosyal güvence aranmaksızın
Genel Sağlık Sigortası kapsamına alınması
sağlandı.
Son söz yerine
Eski Sağlık Bakanı Sayın Recep Akdağ
(2012), 2013 yılı bütçe sunumunda kamu
hastane birlikleri, şehir hastaneleri, tıbbî
ürün ve hizmetlerin üretiminin teşvik edilmesi, serbest sağlık bölgeleri, sağlık turizmi ve sağlık insan gücü konularını ortaya
koymuştur. 663 sayılı Sağlık Bakanlığı ve
Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri
Hakkında Kanun Hükmünde Kararname
(Resmi Gazete 011) ile “Bakanlık politika ve hedeflerine uygun olarak, ikinci ve
üçüncü basamak sağlık hizmetlerini vermek
üzere hastanelerin, ağız ve diş sağlığı merkezlerinin ve benzeri sağlık kuruluşlarının
açılması, işletilmesi, faaliyetlerinin izlenmesi, değerlendirilmesi ve denetlenmesi, bu
hastanelerde her türlü koruyucu, teşhis, tedavi ve rehabilite edici sağlık hizmetlerinin
verilmesini sağlamakla görevli, Bakanlığa
bağlı Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu
kurulmuştur” (Madde 29).
663 sayılı KHK’nın “Kurum tarafından
kaynakların etkili ve verimli kullanılması
amacıyla Kurum’a bağlı ikinci ve üçüncü basamak sağlık kurumları il düzeyinde Kamu
Hastaneleri Birlikleri kurularak işletilir”
(Madde 30) hükmü kapsamında 87 KHB
kurulmuştur.
Sağlık sektöründe kamu-özel ortaklığı
kurulmuş ve finansman yönteminin uygulanması ile özel sektör finansman kaynaklarının kamu yatırımlarında kullanılması; özel
sektörün hızlı karar alma ve bu kararları
uygulamaya koyma becerisi ile yaratıcılığının proje sürecine entegrasyonu ve riskin
paylaşılması; her kesimin en iyi bildiği ve
uzman olduğu ana işini yapabileceği bir altyapının oluşturulması; sağlık tesisi faaliyete
geçirilinceye kadar kamu adına herhangi bir
maliyet üstlenilmemesi; ödenek yetersizliği
nedeni ile kamuda ortalama 8-10 yılı bulan
bina yapım sürelerinin kısaltılması; kısıtlı
kamu kaynakları üzerindeki yatırım yükünün kira bedeli ödeme düzeyinde uzun
yıllara yayılması; tıbbi hizmetler dışında-
ki hizmet ve alanların işletilmesinin özel
sektöre yaptırılması gibi temel unsurları ve
avantajları hedeflenmektedir.
Sağlık hizmetlerinin uluslararası düzeyde
üretimi, tüketimi ve bu bağlamda hastaların
uluslararası düzeyde dolaşımı tarih boyunca her zaman var olan bir olgu olmuştur.
Ancak özellikle son yıllarda ağırlıklı olarak
bilgi ve iletişim teknolojisinin kaynaklık ettiği küreselleşme süreci ile birlikte bu dolaşım daha da artmış ve sağlık turizmi etiketi
odaklı olarak ciddi bir pazar yaratılmıştır.
Türkiye’nin de içinde bulunduğu bazı ülkeler, bu artan uluslararası hasta dolaşımı
pastasından pay almak için son 15-20 yıldır ciddi girişimlerde bulunmaktadır (Kaya,
Yıldırım, Karsavuran ve Özer 2013).
Türkiye, 2003 yılından bu yana gerçekleştirmiş olduğu SDP ile sağlık hizmetlerinin
tüm bileşenlerinde önemli gelişmeler ve iyileştirmeler kaydetmiş, toplum sağlığını geliştirmiş ve gelinen noktada da sadece ulusal
hastalara değil, aynı zamanda uluslararası
hastalara da kaliteli ve maliyet-etkili hizmet
verecek kurumsal kapasiteye ulaşmıştır. Bu
bağlamda Türkiye, son yıllarda uluslararası
hasta dolaşımından önemli ölçüde pay alan
bir destinasyon ülkesi konumuna gelmiştir
(Kaya, Yıldırım, Karsavuran ve Özer 2013).
2011 yılında kamu sağlık kuruluşlarına
gelen hasta sayısı 41 bin 847 iken, bu sayı
2012 yılında 43 bin 904’e ulaşmıştır. 2011
yılında özel sağlık kuruluşlarına gelen hasta
sayısı ise 114 bin 329 iken, 2012 yılında bu
sayı yaklaşık olarak 2 katı artmış ve 218 bin
95’e ulaşmıştır. 2012 yılında toplam uluslararası hasta sayısı 261 bin 999 olarak gerçekleşmiştir.
Yıllara ve sektörlere göre hastanelere müracaat sayısında, 2002 yılında, toplamda 124
milyonluk bir müracaat söz konusu iken
bu oran 2012 yılında 354 milyon olmuştur.
Sağlık Bakanlığı hastanelerine müracaat
sayısında 10 yıl içerisinde yaklaşık 2 katlık
bir artış yaşanırken, bu artış, üniversite hastaneleri için 3, özel hastaneleri içinse 13 kat
ile sonuçlanmıştır. Bu da özel sektörün yıllar
itibariyle göreceli olarak rolünün arttığını
göstermektedir. Bu noktada toplam müracaat sayısında iki temel çarpıklığa dikkat
çekmekte yarar vardır.
Birincisi, toplam müracaat sayısının Avrupa ortalamasının üstünde olması ve bu
durumun siyasî aktörler ve sağlık yöneticileri tarafından iyi bir göstergeymiş gibi yansıtılmasıdır. Bu artışların bir kısmı gereksiz
artışlar olabilir. Bunun temel nedenleri
olarak performansa dayalı ödeme biçimi ve
halkın sağlıkla ilgili bilgi ve algısının düşük
düzeyde olması gösterilebilir. İkincisi ise,
halen ikinci ve üçüncü basamak sağlık hizmetlerine başvurunun birinci basamak sağlık hizmetlerine göre çok yüksek olmasıdır.
Bu da birinci basamak sağlık hizmetlerinin
etkili ve verimli bir şekilde kullanılmadığının bir göstergesidir.
Sürdürülebilir bir sağlık sistemi için aile
hekimliği sisteminin daha fazla desteklenerek ve geliştirilerek (örneğin sevk zincirinin
zorunlu hale getirilmesi ve aile hekimliğine başvurunun özendirilmesini amaçlayan
tedbirlerin alınması gibi) halkın birinci
basamak sağlık hizmetlerini daha etkili ve
verimli kullanması sağlanmalıdır. Mevcut
uygulamada aile hekimlerine ağırlıklı olarak
reçete yazımı için başvurulmaktadır.
TÜİK Yaşam Memnuniyeti Araştırması verilerine göre, Türkiye’de 2003 yılında
yüzde 39,5 olan memnuniyet oranı yaklaşık
olarak 2 kat artarak yüzde 76’ya yükseldiği
görülmektedir. Bunun altında yatan temel
felsefenin ise bireylerin, dolayısıyla toplumun merkez alınarak SDP’nin gerçekleştirilmeye çalışılması olduğu belirtilebilir.
Ancak son dönemlerde katkı payları ve ilave
ücretlerdeki artışlar ve dile getirilen temel
teminat paketinin daraltılması söylemleri
realite haline gelirse memnuniyet oranlarında bir azalma olabileceği belirtilebilir.
Ek olarak SDP’nin mimarları olan sağlık çalışanlarının ikinci planda tutulması
da halkın memnuniyeti açısından bir tehlike olarak görülebilir. Sağlık çalışanlarının
memnuniyet düzeyini arttıracak önlemler
alınmazsa, halkın sağlık hizmetlerinden
duyduğu memnuniyet düzeyini olumsuz
etkileyebilir. Nitekim TÜİK Yaşam Memnuniyeti Araştırması 2012 verilerine göre
bireylerin kamu hizmetlerinden genel
memnuniyet düzeylerine bakıldığında, 2012
yılında sosyal güvenlik, eğitim ve ulaştırma
hizmetleri ile adlî hizmetlerden memnuniyet 2011 yılına göre artarken, sağlık hizmetlerinden memnuniyet ise azalmıştır. Sağlık
hizmetlerinden memnuniyet, 2011 yılında
yüzde 75,9’dan 2012 yılında yüzde 74,8’e
düşmüştür (TÜİK 2013).
Bu somut durumlar dikkate alınarak pratikte karşılaşılan olumsuzlukların hızlı bir
şekilde giderilmesi elzem olmaktadır. Sağlık, çağın vazgeçilmezi ve toplumların siyasetle sıkı bağ kurduğu alanların en başında
gelmektedir.
eylül 2014
107
haberajanda
Teknoloji
TÜBİTAK ve “YENİL
TÜBİTAK
bu çalışmaların yanı
sıra son 3 yılda yapılan
çalışmalarla sektörlerin
problemlerini AR-GE ile
çözmüş, proje
değerlendirme süreçlerini daha etkin
hale getirmiş, bürokrasiyi azaltmış,
süreci şeffaf hale getirmiş, projeleri daha hızlı
sonuçlandırmış, TÜBİTAK
Çağrı ve Destek Merkezi’ni
kurarak araştırmacıların
tüm sorularını anında cevaplandırmaya başlamış,
proje başvuru sayılarını
önemli ölçüde arttırmış
ve en önemlisi de daha bilimsel bir Türkiye için ve
herkesi bilimle tanıştırmak
için önemli bir çaba sarf
etmiştir.
108
eylül 2014
B
İLİM, teknoloji, AR-GE, yenilik ve girişimcilik alanlarındaki gelişmeler,
değişim etkisine sahiptirler. Bilim,
Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, şimdiye kadar yaptığından daha çok
olmak üzere TÜBİTAK, KOSGEB ve
TPE ile birlikte ülkemizin bilim, teknoloji ve yenilik ekosistemini daha etkin çalıştırmaya yönelik önemli program ve teşvikler vermeye devam ediyor. Bu durum, ülkemizin 2023, 2053
ve 2071 hedeflerine daha güçlü” şekilde hazır olması, insanımızın yaşam standardının yükseltilmesi
ve evrensel bilime katkı sağlanması gibi sonuçlar
meydana getirecektir.
>> TÜBİTAK, ülkemizin gelecek vizyonunu daha hızlı sağlamak için 2012 yılından
itibaren yaptığı yeniliklerden öne çıkanları
“Yenilikler” adlı kitapta toplayarak kamuoyuyla paylaştı.
Kitaptaki yenilikler, sadece bilim ve teknoloji alanında değil, tüm alanlardaki gelişime
ivme kazandıracak nitelikte. Bu yeniliklerden
araştırmacıların azami ölçüde yararlanmaları
ve bunların katkısıyla ülkemizin bilim ve teknoloji alanında yaşadığı atılımın hız kazanması
hedeflenmektedir. Kitapta yer aldığı itibariyle
TÜBİTAK’ın son birkaç yılda yaptıklarına sırasıyla bir bakalım.
Dr. Nurettin Alabay
[email protected]
İKLER”
Bilimsel bir yarış başladı
TÜBİTAK, aslında bir bilimsel yarış başlatmıştır. Kaliteye göre teşviklerin arttığı,
yayınların kendi alanlarındaki diğer yayınlarla karşılaştırıldığı, objektif kriterlere göre
değerlendirmeler yapıldığı ve araştırmacılara 50 bin TL yayın desteğinin verildiği
bilimsel bir yarış... Bu yarışla birlikte araştırmacıların daha çok uluslararası endeksli
yayınlar çıkarması bekleniyor.
Projelerin kalitesini artırmak için, proje
performanslarına endeksli olarak 100 bin
TL doğrudan ödül vermekte TÜBİTAK.
Bu teşvik, proje bitiminden itibaren 3 yıl
içerisinde müracaat edilmesi durumunda
36 farklı kritere göre elde edilen performans
dâhilinde verilmektedir. Projelerde üniversitelerin rolünü arttırmak için AR-GE fonlarının üniversite bütçesi içindeki oranını
yüzde 25’ler seviyesine çıkarabilmek ve bu
yolla üniversiteleri AR-GE’ye yönlendirmek için projelerde kurum hissesi yüzde
50’ye yükseltildi. Bu sayede bir üniversite,
proje bütçesi dışında 10 milyon TL ek gelir
elde etmiş olacak.
Ülkemizin otomotiv, sağlık, enerji, bilişim
ve gıda sektörlerinde öncelikli alanları tespit edilerek son 2 yıl içerisinde 44 ayrı proje
çağrısı yapılmıştır. 2014 yılı içerisinde 59
proje çağrısı yapılmış olup, toplam 2,5 milyon TL destek verilmiştir. İlk defa AR-GE
projesi hazırlayacaklara 60 bin TL destek
verilmektedir.
Teknoloji bağımlılığımızı azaltacak, ülkemize özgü, rekabet gücümüzü artTıracak
teknolojiler için, “Yerlisini yaparım” diyene
200 bin TL’ye kadar AR-GE desteği verilmektedir. Savunma sanayiine yönelik 100
milyon TL’lik projelerin yüzde 100’ü desteklenmektedir.
Özgün iş desteği
İlk kez bir iş fikri olan girişimcilere destek
verilerek, onların hayallerini gerçekleştirmesinin önü açıldı. Lisans mezunu olan bireysel girişimcilere 100 bin TL hibenin yanı
sıra, her aşamada rehber desteği verilmektedir. Bu tür bir girişimcilik desteği firmalar
için de bulunmaktadır. Firmalara yapılan
destekler çeşitli başlıklar altında toplanmakta olup, sermaye desteğinin yanı sıra uzman
desteği de verilmektedir.
Tekno-girişim sermayesi desteği alan 10
girişimciyi bir aylık eğitim ve yabancı girişimcilerle buluşması için ABD’deki Silikon
Vadisi’ne gönderiyor TÜBİTAK. Üniversite
mezunlarının daha girişimci olmaları için,
üniversitelerin lisans ve lisansüstü girişimcilik programları düzenlemesi destekleniyor.
Destek süresi 36 ay olup, tüm masraflar da
karşılanıyor. Bu destekten ilk yılında 14 üniversite yararlandı.
Yenilik yarışı
Üniversitelerde girişimcilik ve yenilikçilik odaklı rekabeti arttırmak amacıyla her
yıl Türkiye’nin en girişimci ve yenilikçi 50
üniversitesi belirlenerek üniversitelerin bir
girişimcilik ve yenilikçilik yarışına girmesi
amaçlanıyor. Bu sıralama da 5 ana kritere
göre yapılıyor.
Her yıl 10 adet olmak üzere, her üniversite için “Teknoloji Transfer Ofisi”ne 10
milyon TL’ye kadar destek verilmektedir.
Bu çerçevede yeni teknoloji transfer ofisleri
kuruldu ve eskileri yenilendi.
Türkiye’de ilk defa risk sermayesi fonlarına destek vererek başlangıç aşamalarındaki
şirketlerin finansman ihtiyaçlarını karşılıyor
TÜBİTAK ve firmaların yaşam sürelerini
arttırıyor. Risk sermayesi, iyi bir girişim fikri
olup sermayesi olmayan kişilere verilen fondur. Bu fonun yüzde 20’si kadarlık kısmı 12
yıl süreyle verilmektedir.
Ulusal ve uluslararası patent başvuru sayısının arttırılması amacıyla başvurudan
tescile kadar tüm süreci destekleyen yeni bir
program başlatıldı. Başvuru sonucu tescil
edilen ulusal patente 3 bin TL, uluslararası
patente ise 10 bin TL ödül verilmektedir.
Öncelikli alanlar AR-GE Destek Programı çerçevesinde, ürün ve teknoloji odaklı başlıklar altında proje çağrısı yapılmıştır.
Proje çağrısı özel sektöre yapılmış olup, özel
sektörün belirlenen ülke önceliklerine yönelik çözümler getirmesi hedeflenmektedir.
Belirlenen önceliklerse şunlar: Otomotivde
elektrikli araçlar, sağlıkta biyomalzeme, makina imalatında mekatronik, enerjide kömür teknolojileri, bilgi ve iletişimde mobil
teknolojiler ve gıdada ise yerli tohum şeklindedir. Son 2 yılda 56, 2014 yılında ise 39
çağrıya çıkılmıştır.
KOBİ’lerin AR-GE ve yenilik faaliyeti
yapabilme kapasitelerini arttırmaya yönelik
ulusal ölçekli mentörlük (rehberlik) mekanizmasının geliştirilmesini ve uygulanmasını destekliyor TÜBİTAK. İlk aşamada verilen rehberlik desteği sonrası, ikinci aşamada
ise 100 ve 400 bin TL’den oluşan 500 bin
TL destekle karşılanıyor.
Burslar
LYS sınavında matematik, fizik, kimya ve
biyoloji gibi temel bilimleri okumak isteyen
öğrencilerden ilk 10 bine girenlere 750 TL
ile 2 bin TL arasında burs verilmektedir.
Hatta diğer alanlarda okuyan, temel bilimlerde çift anadal yapmak isteyen lisans öğrencilerine de burs verilmektedir.
Ayrıca LYS sınavında tarih, felsefe, sosyoloji, coğrafya, arkeoloji, sanat tarihi gibi
sosyal bilimler alanında okumak isteyen öğrencilerden ilk 10 bine girenlere bin TL ile
2 bin TL arasında burs verilmektedir. Hatta
diğer alanlarda okuyup sosyal bilimlerde çift
eylül 2014
109
haberajanda
Teknoloji
Bilim insanı açığının kapatılmasına yardımcı olmak amacıyla yurtdışındaki Türk ve
yabancı araştırmacıların ülkemizde istihdamı için yeni bir destek programı da başlatıldı. Bu başlıkta 2 ayrı program ile 12 aydan
24 aya kadar destek verilmektedir. 3 bin 500
dolar ücretle yol desteği verilmekte ve sağlık
sigortası yapılmaktadır. Bu sayede deneyimli uluslararası araştırmacıların Türkiye’ye
gelmesi ve deneyimlerini paylaşmaları da
hedeflenmektedir.
Üniversite öğrencilerine yönelik yazılım,
girişimcilik ve sanayi odaklı proje yarışmaları da düzenliyor. Yapılan yarışmalarsa 3
başlık altında yapılıyor. Bunlar, “girişimcilik
ve yenilik”, “yazılım projeleri” (bu iki başlık
için 5-10 bin TL ödül verilmektedir- ve bir
de 15-30 bin TL ödül verilen “sanayi odaklı
lisans bitirme projeleri” yarışmaları yapılmaktadır.
Bilim merkezleri
TÜBİTAK, herkesi bilimle tanıştırmak için 81 vilayete 2023 yılına kadar
bilim merkezleri kuruyor. Böylece herkesin bilime olan ilgi ve merakının
arttırılması hedefleniyor. 1 milyar TL bütçesi olan bu program çerçevesinde
Bursa ve Konya’da bilim merkezleri açıldı, Kayseri ve Kocaeli’de ise açılma
hazırlıkları yapılıyor.
anadal yapmak isteyen lisans öğrencilerine
de burs verilmektedir.
Doktora veya doktora sonrası çalışmalarını yurtdışında yürütecek araştırmacıların
süreçlerini kolaylaştırmak amacıyla verilen yurtdışı araştırma bursu miktarları da
arttırıldı. Bu burs için dil şartı kaldırılmış
olup, 2 ayrı program ile aylık 2 bin 500 dolar veya bin 900 avro destek verilmektedir.
Ayrıca yurtiçi lisansüstü burs programı ile
6 bin öğrenciye 300 milyon TL burs verildi. Bu, ülkemizdeki bilim insanı sayısını
arttırarak, sayıları 200’e ulaşan üniversiteye
öğretim üyesi de yetiştirecektir. Ayrıca bu
programla yurtiçinde yüksek lisans için bin
ve doktora için bin 800 TL burs verilmektedir.
Ayrıca Türkiye’nin kritik alanlarda ihtiyaç
duyduğu araştırmacı ve akademisyenlerin
yetiştirilmesi amacıyla yurtdışında doktora
yapmak isteyenlere yıllık 60 bin dolara kadar burs imkânı sunuluyor. Belirlenen kritik
alanlarsa uzay aracı, yenilenebilir enerji, yazılım, biyoteknoloji, biyomalzeme, elektrikelektromanyetik malzemeler şeklinde. 2
yıl süreyle aylık bin 800 dolar veriliyor ve
dönüşte de TÜBİTAK’ta çalışma imkânı
sunuluyor.
110
eylül 2014
Yurtdışındaki Türk araştırmacıların geri
dönüşü (tersine beyin göçü) için başlatılan
çalışmalar da meyvesini veriyor. 2013 yılında geri dönmek isteyen araştırmacıların
sayısındaki artış, önceki yılın 5 katına ulaştı.
Geri dönenler için -2 yıl sürmek üzere- maaşlarına ek olarak 3 bin 250 TL veriliyor.
Dönen araştırmacılar için 30 bin TL destek
de verilmektedir.
Küresel etkinlikler
TÜBİTAK, ulusal ve uluslararası bilimsel etkinlikleri de desteklemektedir. Bu etkinliklerde ulusal ve uluslararası işbirlikleri
kurulmakta ve ortak araştırma projeleri geliştirilmektedir. Bu kapsamda kongre, sempozyum, çalıştay gibi faaliyetler desteklenmektedir. Ulusal ve uluslararası etkinliklere
15-200 bin TL arasında bir destek verilmektedir.
TÜBİTAK, doktora öğrencileri ile araştırmacılara, ulusal proje çağrılarına yönelik
eğitim verilmesini de destekliyor. Bu başlıkta desteklenen katılımcı sayısı yüzde 235,
etkinlik sayısı ise yüzde 143 arttı. Bu başlıkta katılımcılara proje yazma, proje yönetimi ve bütçelemesi konularında eğitimler
verilmektedir.
TÜBİTAK, herkesi bilimle tanıştırmak
için 81 vilayete 2023 yılına kadar bilim
merkezleri kuruyor. Böylece herkesin bilime
olan ilgi ve merakının arttırılması hedefleniyor. 1 milyar TL bütçesi olan bu program
çerçevesinde Bursa ve Konya’da bilim merkezleri açıldı, Kayseri ve Kocaeli’de ise açılma hazırlıkları yapılıyor.
Öğrencilerin proje yapma kültürünü geliştirmek ve “Bilim Fuarları Destekleme
Programları” çerçevesinde proje yapma kültürünü ilkokuldan başlayarak aşılamak için,
ilköğretim okullarında düzenlenen bilim fuarları destekleniyor. Bu program çerçevesinde bin 92 okulda bilim fuarı yapıldı, 64 bin
öğrenci katıldı, 30 bini aşkın proje yapıldı ve
953 bin ziyaretçi bu fuarlarda bulundu.
Ülke genelinde doğa, bilim ve teknoloji
ile ilgili konularda farkındalık meydana getirmek ve bilimsel bilgiyi topluma eğlenceli
ve anlaşılır şekilde aktarmak için bilimsel
içerikli şenliklerin düzenlenmesini destekliyor TÜBİTAK. Bu sayede doğa, bilim ve
teknoloji farkındalığı artacak. Katılımcılara
disiplinler arası bir bakış açısı kazandıracak
olan bu başlıktaki projeler için proje başına
200 bin TL verilmektedir.
TÜBİTAK, popüler bilimi yaygınlaştırmak ve herkesi bilimle tanıştırmak için 587
kitap yayınlayarak 15 milyon okuyucuya
ulaştı. Ayrıca Türkiye’nin en çok okunan bilim dergileri de TÜBİTAK tarafından yayınlanıyor. Bu bağlamda Bilim-Teknik dergisi
30 bin, Bilim Çocuk dergisi 100 bin, Meraklı
Minik dergisi ise 35 bin adet basılıyor.
E-ders
Milli Eğitim Bakanlığı ile yaptığı işbirliği protokolüyle ilk kez eğitim müfredatı
hazırlayarak inisiyatif alabilen, girişimci,
özgüveni yüksek öğrenciler yetiştirilmesine
katkı sağlıyor. TÜBİTAK bu bağlamda, 51
ders müfredatını güncelledi ve 56 müfredatı
daha güncelleyecek. 15 ders kitabı yazıldı ve
yayınlandı, 76 ders kitabı ise yazılacak. Bu
kitaplar analitik düşündüren, rasyonel karar
verdiren, kendini iyi ifade etmeyi sağlayan,
teknolojiyi efektif kullanmayı sağlayan, bireysel öğrenimi kolaylaştıran bir formatla
hazırlanmaktadırlar.
Eğitimde fırsat eşitliğini ve öğrencilerin
eğlenerek öğrenmelerini sağlamak amacıyla
e-ders videoları, bilimsel animasyon senaryoları ve yabancı dil öğrenimini kolaylaştırmayı hedefleyen bir model de geliştirildi.
E-ders çerçevesinde 2 bin 500 animasyonla
alanının en iyi öğretmenleri tarafından hazırlanan 649 ders videosu herkes tarafından
ücretsiz erişilebilmektedir.
TÜBİTAK, e-ders projesini üniversite
ders kitaplarına da taşımak için akademik
ders materyallerinin hazırlanması ve zenginleştirilmesi ile üniversitelerde anlatılan
derslerin herkese ücretsiz paylaşılmasını
amaçlıyor. Bu bağlamda, hazırlanan ders
kitapları için 120 bin TL destek, 50 bin
TL telif ücreti ödüyor. Bu sayede herkesin ücretsiz erişebileceği akademik kitaplar
hazırlanması sağlanırken, akademisyenleri
Türkçe kitap yazmaya teşvik ediyor.
TÜBİTAK, bilim ve teknoloji alanında
kurulan ikili ve çoklu işbirlikleri ile Türk
araştırmacıların, dünyanın önde gelen araştırma merkezleri ve organizasyonlarından
yararlanmasına imkân sağlıyor. Bu bağlamda, 24 ülkede 28 kuruluşla ikili ve çoklu
işbirlikleri yapılarak uluslararası araştırma
merkezlerine Türk araştırmacılarının erişimini sağlamanın yanı sıra, araştırmacı değişimi imkânları da sunuluyor.
Türkiye, AB 7. Çerçeve Programı’nda gösterdiği başarıyı 2014-2020 yılları arasında
sürecek Horizon 2020 Programı’nda daha
ileriye taşımayı hedefliyor. Bu çerçevede 80
milyar avroluk bütçe ile enerji, biyoteknoloji,
ulaştırma, nanoteknoloji gibi alanlarda özel
sektör ve KOBİ’lerin uluslararası işbirliği ve
ortaklıkları hedeflenmektedir.
TÜBİTAK, tersine beyin göçünü arttırmak ve hızlandırmak amacıyla Avrupa ve
Amerika’da düzenlediği 12 çalıştay ile bin
500 Türk bilim insanına ulaştı. Böylece çok
sayıda bilim insanının Türkiye’ye dönmesi
sağlandı.
TÜBİTAK, yurtdışında bulunan Türk
araştırmacıların envanterini de çıkardı. Bu
çalışmada, 47 ülkede bulunan bin 437 Türk
araştırmacıya ulaşıldı. Oluşturulan bilim
insanı veritabanı ise Türkiye’nin hizmetine
sunuldu.
Araştırma merkezlerinde performans
ölçümlerine başlandı. Bu amaçla özgün bir
model geliştirildi. 5 pilot merkez seçildi ve
bu merkezlere saha ziyaretleri yapıldı. Bu
ziyaretlerde nicel performans kriterlerinin
yanı sıra, performans esaslı yeterlik değerlendirmesi ve sonuç olarak da merkezlerin
performanslarına göre kaynak aktarılması
hedefleniyor.
Ülke genelinde ilk defa 9 farklı alanda
“Teknoloji Yol Haritaları” belirlendi. Bu
kapsamda geliştirilmesi gereken ürün ve
teknolojilerin teknik özellikleri ile giderilmesi gereken teknolojik boşluk ve hedeflerin iş paketleri hazırlandı. Teknoloji haritaları hazırlanırken, 2000’in üzerinde öneri
toplandı, odak grup toplantıları ve Delphi
anketleri yapıldı.
TÜBİTAK bu çalışmaların yanı sıra
son 3 yılda yapılan çalışmalarla sektörlerin
problemlerini AR-GE ile çözmüş, proje
değerlendirme süreçlerini daha etkin hale
getirmiş, bürokrasiyi azaltmış, süreci şeffaf
hale getirmiş, projeleri daha hızlı sonuçlandırmış, TÜBİTAK Çağrı ve Destek
Merkezi’ni kurarak araştırmacıların tüm
sorularını anında cevaplandırmaya başlamış, proje başvuru sayılarını önemli ölçüde
arttırmış ve en önemlisi de daha bilimsel bir
Türkiye için ve herkesi bilimle tanıştırmak
için önemli bir çaba sarf etmiştir.
TÜBİTAK akademik anlamda Bilim,
Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın en önemli
fonksiyonlarından biridir. Son 3 yılda yapılanlar, TÜBİTAK’ı daha da güçlendirmiş ve
bu gücü Türkiye’ye kazandırmayı başarmıştır. Üniversitelere uluslararası araştırmacılar
kazandırmanın yanı sıra, onları önemli bir
bilim yarışına sokmuş ve her şeyden önemlisi de sanayi ve iş dünyasıyla araştırmacıları
ve üniversiteleri projeler etrafında bir araya
getirmiştir.
TÜBİTAK’ı başarılarından dolayı kutluyor, yöneticilerine teşekkür ediyor ve başarılarının devamını diliyorum.
eylül 2014
111
Yurtiçi ve yurtdışı vip turlar…
Yurtdışı ve yurtiçi tüm havayolları
ve hızlı tren yetkili acentası…
Alemara Turizm Seyahat Acentası
İzmir Cad. Arık İş Merkezi No: 36/22-23 Kızılay-Ankara
Tel: 0312 4241323 - 0553 2812737 - 05324044237
E-mail: [email protected]

Benzer belgeler