View/Open - Okan Üniversitesi eArşiv
Transkript
View/Open - Okan Üniversitesi eArşiv
GENÇ ARAŞTIRMACILAR TARTIŞIYOR Siyasi İlimler Türk Derneği VIII. Lisansüstü Konferansı Bildirileri Seçkisi Editörler Şule Kut Hasret Dikici Bilgin Zeynep Alemdar Umut Azak OKAN ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI: 26 1 OKAN ÜNİVERSİTESİ-Ocak 2014 Adres:Okan Üniversitesi, Akfırat Kampusü Tuzla-İstanbul Tel Faks e-mail Web :0216 677 16 30 :0216 677 16 47 :[email protected] :www.okan.edu.tr Editörler Şule Kut Hasret Dikici Bilgin Zeynep Alemdar Umut Azak Üretim Sayfa Düzenleme Kapak Tasarım Basım ve Ciltleme : es yayınları : es yayınları : es yayınları : es yayınları Bu kitabın her türlü yayın hakkı Okan Üniversitesi Yayınevi’ne aittir. Okan Üniversitesi Yayınevi’nden yazılı izin alınmaksızın alıntı yapılamaz, kısmen veya tamamen hiç bir şekilde çoğaltılamaz, basılamaz, yayımlanamaz. Kitabın, tamamı veya bir kısmının fotokopi makinesi, ofset, bilgisayar veya internet ortamında kullanılması, kaset veya CD’ye kaydedilmesi yasaktır. Okan Üniversitesi Yayınevi, anılan türden yasa dışı davranışta bulunan kurum ve kişilere karşı her türlü hakkını korur. GENÇ ARAŞTIRMACILAR TARTIŞIYOR Siyasi İlimler Türk Derneği VIII. Lisansüstü Konferansı Bildirileri Seçkisi İstanbul: Okan Üniversitesi Yayınları, 2014 xii,210 s. ; 24 cm. ISBN 978-605-5899-24-0 1.Siyaset Bilim 2.Türk Dış Politikası 3. Türkiye’de Sosyal Politika 1.Title. 2 İÇİNDEKİLER Önsöz 5 Şule Kut Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” F. Aslı Ergül 7 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) 29 Şeyda Barlas Sovyet Dil Politikaları ve Özbek Kimliğinin Oluşumu Mustafa Murat Yurtbilir Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) Burcu Çulhaoğlu 61 77 Uygulanmayan Bir Girişim: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Ne Anlama Geliyor? Gökhan Umut 99 Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Toplantı Tutanaklarında Militarizasyon Süreçleri Erol Subaşı 113 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi U. Sercan Gidişoğlu ve Kerem Rızvanoğlu 129 Linç Kültürü ve Milliyetçilik Üzerinden Türkiye’ye Bakmak Suna Yılmaz Açıkel 155 3 Milliyetçiliğin "Sıradan" Yüzleri Tebessüm Öztan 171 Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi Şermin Korkusuz 191 Türkiye’de Sosyal Politika ve Milliyetçiliğin Kesişmesinde 1934 İskan Kanunu ve Çingeneler Özlem Bayraktar Akkaya 211 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri Damla Bayraktar 227 Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler Kadir Aydın Gündüz Yurttaşlık ve Toplumsal Hareketler: Toplumsal Mücadeleler Bağlamında Gelişen ve Değişen Hakların Tarihsel Değerlendirmesi Ezgi Pınar 4 249 269 Değerli Okurlar, Türkiye’de 1960’lı yıllardan bu yana siyaset biliminin gelişimi ve üniversitelerimizin uluslararası bilimsel ağların bir parçası olması yönünde çalışmalar yapılmaktadır. Siyasi İlimler Türk Derneği (SİTD) bu çabaların sonucunda, aralarında Fethi Çelikbaş, Fadıl Hakkı Sur, Yavuz Abadan, Zeki M. Alsan, Bedri Gürsoy, Ahmet S. Esmer, Sadun Aren, Aziz Köklü, Turhan Feyizoğlu, Bahri Savcı, Seha L. Meray ve Suat Bilge’nin bulunduğu, dönemin önde gelen akademisyenleri ve büyükelçileri tarafından kurulmuştur. Derneğimiz siyaset bilimi alanında ulusal ve uluslararası araştırmalar yapmak, yapılan araştırma ve çalışmaları teşvik etmek ve çalışma sonuçlarını kamuoyu ile paylaşmayı hedeflemektedir. Bu kapsamda SİTD Türkiyeli genç araştırmacıları teşvik etmek ve genç nesille deneyimli akademisyenleri bir araya getirmek amacıyla Türkiye’nin tek düzenli ve ulusal çaptaki Lisansüstü Konferansı’nı düzenlemektedir. SİTD Lisansüstü Konferansları 2003 ve 2004 yıllarında İstanbul Bilgi Üniversitesi, 2005 yılında Hacettepe Üniversitesi, 2006 yılında Süleyman Demirel Üniversitesi, 2007 yılında Erciyes Üniversitesi, 2008 ve 2009 yıllarında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde, 2010 ve 2011 yıllarında Okan Üniversitesi’nde ve 2012 ve 2013 yıllarında Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde düzenlenmiştir. Diğer bir deyişle on yıldır, bu konferanslar yoluyla başta siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler olmak üzere tarih, sosyoloji, felsefe, hukuk ve iktisat gibi çok sayıda bölümde yüksek lisans ve doktora yapan öğrenciler araştırmalarını birbirleriyle ve öğretim üyeleriyle paylaşma fırsatı bulmuştur. 2010 yılında yedincisi düzenlenen konferansın akabinde bildirilerden oluşacak bir seçkiyi basılı hale getirme fikri ortaya çıkmıştır. Bu kitapta sizlerle Türkiye’nin genç araştırmacılarının gündeminin en azından bir kısmını paylaşabilmekten mutluluk duyuyoruz. Saygılarımla, Şule Kut Siyasi İlimler Türk Derneği Yönetim Kurulu Başkanı 5 6 TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA GÜVENLİKLEŞTİRME VE YUNAN “ÖTEKİSİ” F. Aslı Ergül ÖZET Uluslararası ilişkiler disiplininin gözde çalışma alanlarından olan güvenlik çalışmaları, Kopenhag Okulu’nun kimlik ve söylem analizi getiren eleştirel yaklaşımıyla yeni bir boyut kazanmıştır. Güvenlikleştirme çalışmaları da diyebileceğimiz bu eleştirel yaklaşım, tarihsel söylem ve pratikler bütünü haline gelmiş olan klasik güvenlik anlayışında konuların nasıl bir süreçten geçerek politize olduğunu ve sorun haline ge(tiri)ldiğini çözümlemeyi amaçlar. Bu makalenin temel sorunsalı, klasik güvenlik anlayışının hakim olduğu Türk dış politikasının toplum tarafından nasıl algılandığını incelemektir. Bu çalışmada, Türkiye’nin jeostratejik “hassasiyetleri” sebep gösterilerek çeşitli olağandışı politik uygulamaların normalleştirilmesi, Sevr Anlaşması’ndan bu yana “dış mihrakların gizli bir planı olduğu” yönünde toplumda var olan endişe, bazı uluslararası konuların neden Türkiye için “milli dava” haline geldiği konuları tartışılacaktır. Türk dış politikasında Yunanistan’ın yeri çalışmanın en önemli hareket noktalarından biridir. İki ülke arasında çözülmeyi bekleyen Ege Denizi, adalar, Kıbrıs veya kara suları gibi konuların siyasi çevreler tarafından topluma nasıl yansıtıldığı ve tarihsel önyargılarla bezenmiş bakış açılarının iki ülke ilişkisine etkisi bu çerçevede ele alınacaktır. Güvenlikleştirme söyleminin etkisinden sıyrılmış, Yunanistan’ın “öteki” olmaktan çıkıp sadece bir “komşu” olarak algılandığı ve dokunulmaz olarak görülen çeşitli uluslararası sorunların irdelenebildiği bir dış politika analizi, verimli bir entelektüel zemin hazırlayarak Türkiye’nin bölgesinde ve dünyadaki yerini anlamaya yardımcı olacağı konusuna yapılan vurgu ile makale sona erecektir. Anahtar kelimeler: Türk Dış Politikası, Yunanistan, Güvenlikleştirme, Söylem Analizi 7 SECURITIZATION IN THE TURKISH FOREIGN POLICY AND THE GREEK “OTHER” ABSTRACT Security studies, one of the popular research areas of international relations discipline, is developed with the critical view point of the Copenhagen School based up on the analysis of identity and rhetoric. This critical approach which can be called as securitization studies aims to figure out how topics are politicized and turned into problems within the classical security understanding whole of historical rhetoric and practices. To this extent, examining the social perceptions of Turkish foreign affairs’ classical security is the main problematic of this article. In this study, the normalization of several extraordinary political applications with the excuse of Turkish geopolitical “vulnerabilities”, the existence of social anxiety about the “hidden agenda of foreign powers” since the Treaty of Sevrés and the reasons of why some international law issues become such “national thesis” of Turkey are going to be discussed. Thus, the place of Greece in Turkish foreign policy is the most important subject-matter of the act-rhetoric analysis. In this regard, the ways of the political elites’ representation of the bilateral issues such as the Aegean Sea, islands, Cyprus or territorial waters to their societies and the mutual perceptions of each nation grounded on historical prejudices are going to be handled within their effects on the relationship of these states. The article will conclude with pointing out the foreign affairs analysis purified from the influence of securitization rhetoric, accepting Greece as a “neighbor” instead of “other” and able to touch the untouchable international problems may help to prepare a fruitful intellectual ground for understanding the place of Turkey in its region and the world. Keywords: Turkish Foreign Policy, Greece, Securitization, Rhetoric Analysis 8 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” Güvenlikleştirme, uluslararası ilişkiler disiplininde özellikle 1980’lerden sonra kullanılmaya başlanan bir kavramdır. Güvenlikleştirme yaklaşımı, 1983 yılında Kopenhag Okulu’nun temsilcilerinden Barry Buzan’ın “People, States and Fear: The National Security Problem in International Relations” kitabında güvenlik çalışmalarına sosyal bakış açısı getirmesi ve devamında aynı okulun Ole Waever ve Jaap de Wilde gibi diğer temsilcilerinin yaptıkları yayınlarda bu bakış açısını derinleştirmesi ile literatüre kazandırılmıştır. Güvenlikleştirme çalışmaları, klasik güvenlik çalışmalarını farklı bir boyuta taşımakta; savaş, barış, ulusal güvenlik veya dış tehdit gibi sık sık gündeme gelen güvenlik konularını inşacı (constructivist) bir bakış açısı ile sosyal ve tarihsel yönlerden de ele alarak bu konulardaki kemikleşmiş düşünce yapısının temellerini sorgulayarak analiz etmektedir. Klasik anlamdaki güvenlik çalışmalarına bakıldığında; güç, ordu, kontrol yeteneği veya ittifak gibi materyalist kavramların altının çizildiği görülür. Örneğin neo-realist yaklaşımın temsilcilerinden Stephen Walt’a (1991, 212) göre, güvenlik çalışmaları temelde tehlike, fayda ve askeri güç kontrolünü inceler. Dolayısıyla, gücün devletler tarafından savaşa hazırlık, savaşı engelleme veya savaşa girmek için nasıl kullanıldığını anlamak, güvenlik çalışmalarının ana konusunu oluşturur. Bu bağlamda düşünüldüğünde, güvenliğin, özellikle gücün meşru kullanımı hakkına sahip olan devletler ve devlet politikalarına odaklandığı görülür. Güvenlik çalışmalarının, neo-realist yaklaşım çerçevesinde devletleri, grupları veya bireyleri tehditlerle örülü bir dış dünyaya karşı kendini koruma rasyonalitesi ile hareket eden “verili” (given) varlıklar olarak görmesi durumuna yapılan en yerinde eleştirilerden biri olan güvenlikleştirme çalışmaları ise; verili kabul edilen ve bir rasyonaliteye bağlanan bu davranış biçiminin, nasıl ve hangi aşamalardan sonra “sosyal gerçekler” olarak algılandığını araştırır (Krause ve Williams 1996, 242). Güvenlikleştirme çalışmalarının amaçları arasında güvenlik konusunun niye sadece belirli kesimlerce “uygulanabilir” veya “konuşulabilir” olduğu konusundaki anlayışı irdelemek ve güvenlik tehdidinin nereden geldiğiyle ilgili ortak inanca sahip izleyici topluluğunun bu kanıya nasıl vardığı üzerine analizler yapmak sayılabilir (Wæver 1995, 4). Dolayısıyla burada üzerinde durulan, güvenlik adı altında ele alınan bir konunun kendisinden çok, o konunun aktörler tarafından nasıl ele alındığı ve güvenlikleştirildiğidir. 9 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” Kavramlara siyasi boyut katarak, kişileri bu konudaki siyasi tutumlarını açıklamaya yöneltmek demek olan politizasyon, aslında güvenlikleştirme kavramı ile iç içe geçmiştir. Politizasyon sürecinin ileri bir boyutu olarak düşünebileceğimiz güvenlikleştirme, var olduğuna inanılan bir tehlikeyi, acil müdahale gereksinimini veya politikanın normal işleyişinin dışına çıkılmasının meşru görüldüğü bir durumu tanımlamak için de kullanılabilir (Buzan, Waever ve de Wilde 1998, 23-24). Güvenlik kavramının kurumsal düzeyde paylaşılan tarihsel söylemler ve pratiklerin bütünü olduğundan hareketle, Ole Waever’ın da altını çizdiği gibi, güvenlikleştirme çalışmalarının amacı, “tehlike veya tehdit” algısının nasıl bir süreç içerisinde politize edildiğini belirlemektir. Anti-demokratik olmakla veya gereğinden büyük bütçeye sahip olmakla eleştirilen bir politikanın veya askeri müdahalenin, siyasi aktörler tarafından “ulusal güvenlik” söylemi ile toplumun gözünde meşrulaştırılması bir güvenlikleştirilme uygulaması olarak ele alınabilir. Bu uygulamanın başarısı öncelikle hitap edilen toplumun bu konuda iyi ikna edilmiş olması ile ölçülür. Toplumun işaret edilen konunun ulusal güvenlik için stratejik bir öneme sahip olduğunu düşünmeye başlaması ve alınan olağanüstü tedbirlerin güvenlik nedeniyle bir zorunluluk olduğuna inanması; güvenlikleştirilen bir konu ile ilgili aktörlere geniş bir hareket alanı sağlar. Wolfers’ın da belirttiği gibi, bir politik formül olan “milli güvenlik”, bir taraftan geniş tabanlı konsensüs için sağlam bir altyapı oluştururken, diğer taraftan da uygulayıcıların istedikleri her türlü politik aracı kullanmasına olanak sağlar (Wolfers 1962, 142). Der Derian, her türlü olağandışı uygulamayı mubah kılan bu durum için “güvenliğin metafizik yumruğu” tanımını kullanır (Der Derian 1995, 24-25). Güvenlikleştirme sürecinin üç temel analiz birimi vardır: Aktör, obje ve hedef kitle. Aktör, güvenlikleştirme eylemini yapan birim yani muhtemelen devlet yetkilileri veya politik karar vericilerdir. İkinci birim olan obje, tehlike altında olduğu söylenerek korunması gereken bir toprak parçası, kavram veya söylemdir. Bu obje coğrafi bir alan olabileceği gibi özgürlük, ulusal haysiyet veya tarihi değerler gibi tamamen soyut bir kavram da olabilir. Üçüncü birim olan hedef kitle ise, bahsedilen konunun güvenlik tehlikesi yaratabileceğine inandırılması gerekenler olarak güvenlikleştirme söyleminin dinleyicileridir. Bu kitle de genel olarak millet veya halk diyebileceğimiz geniş bir tabana yayılabilir. 10 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” En önemli güvenlikleştirme aktörü, geniş bir halk kitlesine ulaşabilme olanaklarıyla devlettir. Devletin bürokratik kurum ve çevreleri, uygun güvenlik söylemleriyle, bir konuyu veya objeyi olduğundan daha hassas bir şekilde sunabilmektedirler. Bu çevrelerin politik tercihleri, kuralların dışına çıkabilme kapasiteleri ve normal politikaya ara verilmesi ile ortaya çıkan güvenlikleştirme (Williams 2003, 518) sürecinde yaşanan, güvenlik söyleminin olduğundan daha hayati veya politik bir mesele şeklinde aksettirilmesidir. Bu tarz bir güvenlik algısında, bürokratik elitler tipik veya olağan olmayan bir güvenlik söylemi ile vatandaşları var olan veya kendilerince “yaratılan” bir dış güce karşı sürekli uyarmaktadırlar. Nitekim güvenlikleştirme de aslında reel anlamda gerçekleşen olaylardan çok, söylemin elitler ve karar alıcılar tarafından sürekli gündemde tutulması ile bu konuda atılan doğru ya da yanlış bütün adımların halkın gözünde meşruiyet kazanmasıdır. Dış politika alanında bir “ulusal güvenlik problemi” olarak güvenlikleştirilen bir konunun gerçekte devletin veya milletin varlığını sürdürebilmesi için hayati bir gereklilik olması şart değildir. Güvenliğinin sağlanmasına çalışılan “şey” çoğu zaman aslında sadece bir “düşünce”dir. Önemli olan, toplum üzerinde etkili olan güç sahibi kişilerin güvenlik objesi haline gelen düşünceyi veya konuyu toplum huzuru için “hayati değerde bir sorun” olarak şekillendirerek topluma sunabilmektir. Başarılı bir güvenlikleştirilme, bunu yapan aktör veya aktörlerin konumu ve halkı etkileme kapasitesi ile doğrudan bağlantılıdır. Eğer süreç başarılı işlediyse, sıkı ekonomik tedbirlerden olağanüstü hal ilanına, seferberlikten savaşa kadar her türlü karar ve uygulama, halk tarafından bu kapsamda meşru araçlar olarak kabullenilebilir. Bu “meşruiyet” algısı öyle bir konuma getirilebilir ki, güvenlikleştirilen konunun akademik veya politik anlamda tartışmaya açılması bile sanki ulusal güvenliğe karşı bir tehdit veya yasadışı bir girişim olarak algılanmaya başlanabilir. Böylece, bir dış politika meselesi, ülkenin bağımsızlığını ve bütünlüğünü tehdit eden bir hassasiyet haline dönüştürülebilir. Buzan, Waever ve Wilde “Security: A New Framework for Analysis” (1998) adlı kitaplarında güvenlikleştirmenin uygulanabildiği beş alana işaret etmektedirler: Askeri, politik, ekonomik, toplumsal ve çevresel alanlar. Güvenlikleştirme söylemleri aynı anda birden fazla alanı içerebilir. Örneğin, bir ülkeye komşu bir ülkeden gelen çok sayıdaki göçmenin varlığından duyulan bir rahat11 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” sızlık karşısında, toplumun huzur ve güvenliği için bu göçmenlerin ülkelerine geri gönderilmesi gerektiği şeklinde bir söylem geliştirilebilir. Bu propaganda sırasında, göçmenlerin ekonomik anlamda yük oluşturması bağlamında bir söylem geliştirilirken; aynı zamanda toplumsal huzur ve güvenliğin tehdit altında olduğu da ifade edilebilir. Güvenlikleştirme söylemi böylece hem politik hem de askeri alanları da içine alacak şekilde genişletilebilir. Farklı sebepler öne sürülse de temelde söylem “ulusal güvenlik” çerçevesinde değerlendirilebilir ve devletler “güvenlikleştirme” yoluna giderek azınlıklar, sınır güvenliği veya enerji ihtiyaçları gibi birçok değişik alanda halkı etkilemeyi seçebilirler. Bir konunun gerçek politik çerçevesinin dışına çıkarılarak farklı alanlara kaydırılması ve böylece bir güvenlik hassasiyetine dönüştürülmesi temeline dayanan güvenlikleştirmenin, aslında bir eylemden çok söylem üretme olduğunu söylemek mümkündür. Bundan dolayıdır ki, her güvenlikleştirme eylemi özünde “söz-eylem” (speech-act) barındırır. Başka bir deyişle, bir konunun “hassas” olduğunun söylenmesi, gerçekte o konuya “hassasiyet” kazandıran en önemli eylemdir. Böylece söylem kendi eylemini doğurur. Konunun önemine vurgu yapılması ile konu önemli hale gelerek belleklerdeki yerini alır ve buna uygun bir toplumsal davranış oluşur. Böylece her türlü önlem ve müdahale de meşruiyet kazanmış olur. Güvenlik kaygısı ile yapılanlardan çok, yapılması gerekenler ile ilgili söylenenlerin altı çizilir. Yapılması gerekenler o anda sahip olunandan daha fazla yetki kullanımı gerektirdiği için, devlet ve elitlerin yetkilerinin üzerine çıkabilmesi için halktan bir nevi özel yetki talep etmesinin önü bu şekilde açılmış olur. Her toplumun veya milletin, tarihsel ve sosyo-psikolojik gelişimi içerisinde geliştirmiş olduğu kalıplara veya toplumsal hafızaya uygun olarak kendine özgü güvenlikleştirme gelenekleri olabilir. Bu yönüyle güvenlikleştirme kavramı, uzun bir süredir güvenlik çalışmalarından gizliden gizliye aforoz edilmiş tarih, kimlik ve kültür gibi sosyal analiz düzeylerini güvenlik çalışmalarına eklemleyerek daha geniş bir bakış açısı sunar. Güvenlikle ilgili söylemlerin, seslendiği toplumda nesilden nesile aktarılan önyargı, deneyim ve birikimler üzerine inşa edildiği düşünüldüğünde; her milletin kendine özgü kimlik ve kültürü içerisinde oluşturulmuş farklı güvenlikleştirme örnekleri ile karşılaşılacağını söylemek yanlış olmaz. Kimlik kavramı ve toplumsal kimlikler güvenlikleştirme çalışmalarının temel araştırma alanlarındandır. 12 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” Kimlik kelimesi “kim olmakla” ilgili olduğu kadar, “kim olmamakla” da ilgilidir. Toplumsal boyuttaki kimliklerin tarihten gelen ortak deneyim ve kültürel birikimle yakından ilişkisi vardır. Benzerlikler ve farklılıklar dünyasında “yaratılmış” olan toplumsal kimlikler, “biz” ve “öteki” ikileminden beslenir. İyi, güzel ve faydalı olan özellikler ile tanımlanan “biz” algısı, ontolojik olarak bu pozitif değerleri anlaşılır hale getiren ve çoğu zaman negatif vurgularla anılan “öteki”ne ihtiyaç duyar. Bütün kültürel kimliklerin içerdiği bir “başkası” vardır (Yurdusev 1997, 20). Genellikle kötülenen, küçük görülen veya sevilmeyen özellikler ile tanımlanan “öteki”, çoğu zaman bir “dış tehdit” olarak algılanır. Birbirinden haberi bile olmayan iki farklı kimlik yerine, yakın çevrede bulunan ve benzer çıkarları olan iki kimliğin birbirini ötekileştirmesi kimlik oluşumlarında oldukça sık rastlanan bir durumdur. Bir dış tehdit tarafından bölünme veya saldırıya uğrama tehlikesi, toplumların birlik ve dayanışma duygusunu kuvvetlendiren bir etkendir. Aynı coğrafi bölgede bulunan ve bağımsızlık mücadelesi çerçevesinde aynı topraklar üzerinde hak iddia eden milletlerin kimlik inşalarında, “öteki” milletlerin ayrı bir önemi vardır. Toprak bölüşümü konusunda tarihten gelen anlaşmazlıklar, nüfus sorunları veya coğrafi alanlardan faydalanma konularındaki rekabet, bu milletlerin birbirlerini ötekileştirmeleri ile sonuçlanır. Milli güvenlik kaygılarının altını çizen “biz” ve “öteki” ikilemi, aynı milli kimliği taşıyan insanların, diğer kimliğe karşı çıkarlarını koruması temelinde yükselir ve iki kimlik arasında anlaşılması kolay sınırlar çizer. Ötekileştirme, Türk milli kimliğinin oluşumunda milli güvenlik algısında da önemli bir yer tutar. Osmanlı İmparatorluğu’nun altı yüzyıl süren kozmopolit yapısı içinde farklı kültürler, diller ve dinler ile bir arada yaşamış olan Türklerin sonrasında bu çoğul yapının çökmesi ile birlikte üniter bir ulus-devlet kurma mücadelesi içine girdiğini biliyoruz. Çoğulcu yapıdan üniter yapıya geçişin sancılarının yaşandığı bu süreçte, “biz”i tanımlamak için “öteki”nin altı çizilmiştir. Bu vurgunun sebebini tarihte aramak gerekir. İmparatorluğun son yüzyılı içinde Müslüman Türk bürokrasinin toplumları bir arada tutma çabasının sonuçsuz kalacağının anlaşılmasıyla, Osmanlılık çağrısının Türklük çağrısına dönüşmesi çok fazla zaman almamıştır. Gayrimüslim veya Türk olmayan halkların milliyetçi direnişlerine karşı devlette ve Müslümanlar arasında gelişen kızgınlık, Türk milli kimliğinin ve psikolojisinin geli13 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” şiminde büyük önem taşır. Ötekileştirme duygusunu körükleyen bu düşüncelerin yanında, “Misak-ı Milli” sınırları üzerinde başka kimlikler tarafından hak iddia edilmesi ve hatta çeşitli sıcak çatışmalar da, önemli bir itici güç olarak, Türk milli kimliğinin birden çok “öteki”ye sahip olmasına zemin hazırlamıştır. Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi sırasında toprak mücadelesine giriştiği Yunanistan belki de en ilgi çeken “öteki”dir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki sosyal sistemde Millet-i Hakime yani egemen ulus olarak daha üstün olarak kabul edilen Müslüman-Türkler için, bir zamanların Millet-i Sadıkası olan Ortodoks-Yunanlıların Anadolu’yu işgal etmesi çok travmatik bir deneyim olmuştur (Çalış 2001, 62). Dönemin “Düvel-i Muazzama” olarak adlandırılan ülkelerinden olan İngiltere, Fransa veya İtalya’nın Anadolu’ya çıkmalarına karşı büyük çapta toplumsal bir direniş oluşmamışken Yunan ordusunun Anadolu’ya çıkışı karşısında topyekün bir mücadele başlatılmasının altında bu psikolojik motivasyon yatar. Anadolu’nun kaybedilmesi tehlikesi karşısında milliyetçi uyanışın simgesi sayılabilecek İttihat ve Terakki Partisi’nin önde gelen asker ve bürokratlarının liderliğinde geniş tabanlı bir halk hareketi oluşturulması sırasında geniş kitlelere kimlik merkezli bir söylem ile ulaşılmıştır. En temel güvenlik ihtiyacı olan bağımsızlığın ve toprakların kaybedilmesi korkusu, askeri ve sivil elit tarafından yürütülen bir bilinçlendirme çalışması ile Anadolu’nun en ücra köylerine kadar ulaşan bir savunma hareketini başlatmış ve Kurtuluş Savaşı’nın fitili ateşlenmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzlerce yıllık mirası ile çağdaş Batılı medeniyet anlayışını harmanlayan Türkiye Cumhuriyeti’nin milli kimlik ve güvenlik anlayışında bu tarihsel sentezin varlığı hissedilebilir. İmparatorluk düzeninin kemikleşmiş devlet geleneğinin devam ettiğini halen gözlemleyebildiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nde, dış politikanın devlete yakın çevrelerin ve bürokratik elitlerin kararları ile yürütülmesi durumu hala değişmemiştir. Dolayısıyla Cumhuriyet dönemi boyunca da, Türk dış politikası devletin ve elitlerinin özel alanı olarak kabul edilmiştir. Türkiye’nin ulusal çıkar ve güvenlik hedeflerinin bu elitler tarafından belirlendiği konusunda toplumda da bir kanıksama mevcuttur. Bu bağlamda Türk dış politikasının yapısal sorunlarından biri olarak, karar alma süreçlerine geniş toplum kesimlerinin veya bireylerin katılımının eksikliği dikkat çekicidir. Bürokratların tekelinde olan Türk dış politikasında, tarihsel veriler veya klişe bilgiler ile oluşturulmuş güvenlik kaygısı temelli “öteki” figürünün, 14 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” başka kesimler tarafından eleştirilmesi veya değişime açılması olasılığı oldukça düşüktür. Dolayısıyla Türkiye’de dış politikanın güvenlik söyleminin askerî ve sivil bürokratik elitin denetiminde olduğunu söylemek yanlış olmaz (Bilgin 2005, 183). Bu noktadan hareketle, Türkiye’deki güvenlikleştirme söylemleri üzerinde vatandaşlar veya karar alıcı olmayan toplumsal kesimler tarafından değişiklik yapılmasının zor olduğu sonucuna varılabilir. Askeri ve bürokratik elitler tarafından belirlenen ve milli güvenlik kaygıları ile hareket eden geleneksel dış politika söylemi bağlamında, Türkiye’nin yaklaşımını etkileyen belli başlı iki bileşen vardır: Coğrafi determinizm ve toprak kaybı korkusu. İlk bileşen olan coğrafi determinizm güvenlikleştirme süreci içerisinde önemli bir psikolojik faktör olarak yer alır. Türkiye’nin jeopolitik önemi ve bölge coğrafyası içindeki hassas konumu söylemi ile her türlü dış siyaset konusu büyük bir ulusal güvenlik tezi haline dönüştürülebilir. Böylece “Türkiye’nin coğrafi konumundan kaynaklanan hassasiyetler” tezi ile birçok iç ve dış siyasi uygulama, antidemokratik veya olağandışı olsa da, toplum tarafından onay görmesi gereken birer “milli dava” olarak meşrulaştırılabilir. Demokratikleşme veya refah düzeyi ile ilgili birçok eleştiri, Türkiye’nin Orta Doğu, Kafkaslar ve Balkanlar gibi istikrarsız bölgelerin ortasında yer almasından kaynaklanan “özel” konumundan dolayı “farklı” demokrasi uygulamalarını gerektiren bir ülke olduğu ileri sürülerek geçiştirilebilir. Örneğin eski milli savunma bakanlarından Sabahattin Çakmakoğlu Türkiye’nin milli güvenliğini “komşu ülkelerdeki istikrarsızlıklar ve belirsizlikler” üzerine kurarken (Çakmakoğlu 2002); veya Bülent Ecevit demokratikleşme için ortaya çıkan toplumsal baskı karşısında Türkiye’nin coğrafi konumunun “özel bir demokrasi” gerektirdiğini (Aydınlı ve Waxman 2001, 385) söylerken; tam da coğrafi determinizmin üslubuna uygun açıklamalarda bulunmuşlar ve günün getirdikleri ve ihtiyaçlar ile değil, “coğrafi durumun yarattığı güvenlik hassasiyeti” ile temellendirilmiş söylemler kullanmışlardır. Bu konudaki örnekler çoğaltılabilir. Örneğin Halil İnalcık’a (2005, 20) göre, “Türkiye’de hükümetler ve politikalar değişebilir, fakat uzun vadeli jeostratejik güvenlik gerekleri değişmez”. Bu çerçevede, Türkiye’nin, Ege’deki adalar, Kıbrıs veya Orta Doğu konularında, her türlü uluslararası durumda var olduğu kabul edilen ve tartışılmayan jeostratejik amaçlar doğrultusunda hareket etmesi beklenir. Uzun süre önce saptanmış ve değişime açık olmayan amaçlara odak15 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” lanmış dış politika manevralarında, ayrıca sorunların da içiçe geçmiş olduğu görülebilir. Türk-Yunan ilişkilerinde Kıbrıs ve Ege Denizi birbirinden farklı iki konu olsa da, her iki ülkenin dış politikasında birbiriyle bağlantılı olarak ele alınır. Birinin çözülmesinin diğerinin çözümünü direk etkileyeceği yönünde psikolojik bir bağ olduğu açıktır (Larrabee 1990, 188). Özünde statükocu bir politikayı beraberinde getiren bu tarz yaklaşımlar, coğrafi determinizm ile beslenir. Ulusal güvenlik çıkarları ile örtüşmeyen değişim veya yenilik istekleri politik çevrelerce ağır bir dille eleştirilebilir. Dil, toprak bütünlüğü veya ulusal birlik gibi konularla ilgili değişim talepleri kimi zaman “vatan hainliği”ne varacak düzeyde suçlamalara maruz kalır. Ulusal güvenliğin olmazsa olmazları olan bu tarz hassasiyetler çoğunlukla coğrafi determinizmin sert kabuğunun içinde hapsolmuştur. Coğrafi determinizmin kıskacında kalan Türk dış politikası, böylece Türkiye’nin sosyo-ekonomik veya politik ihtiyaçları doğrultusunda geliştirilen bir strateji olmaktan çıkıp; bölgesel dinamiklere endeksli ve değişime kapalı bir tablo çizer. Hatta Türkiye’ye gerçekte olduğundan daha büyük bir “bölgesel güç” kaftanı biçilmesi; dış politika manevralarında esnek çıkar analizleri yerine, “büyük hedefler” dışına çıkamayan dar bir bakış açısı sunar. Sander’in (1994, 419), Türkiye ve bölgesel dinamikler ile ilgili olarak, “Türkiye, Doğu Avrupa ve Batı Asya alt-sistemleri ile Körfez, Doğu Akdeniz, Balkanlar ve Kafkasya bölgelerinin kesişme noktasındadır. Hem Soğuk Savaş döneminde, hem de bugün dünyanın bu coğrafi bölüntülerinde bir ‘mihver’ görevi üstlenmiştir. Dolayısıyla, dünyanın bu bölgelerindeki köklü değişikliklerin Türkiye’nin dış politikasının planlanması ve uygulamasında belirleyici olması kaçınılmazdır” şeklinde ifade ettiği bakış açısı, Türk dış politikasının ne denli deterministik algılandığına örnek olarak gösterilebilir. Türk dış politikasının ilk bileşeni olan coğrafi determinizme yer yer benzeyen ikinci bileşen de, toprakları kaybetme veya terk etmeye zorlanma korkusudur. Bu korkunun Osmanlı tarihine ve Sevr Anlaşması’na uzanan köklü bir geçmişi vardır. Azınlıkların Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında patlak veren milliyetçi ayaklanmaları ve imparatorluktan kopmaya başlamaları, sosyal ve ekonomik sorunlarla birleştiğinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünün sona ermesi ve Devlet-i Âliye’nin güvenlik anlayışının sonu anlamına geliyordu. Bu bağlamda, azınlıklarının kendi kaderlerini tayin hakkı ile 16 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” ilgili olarak Osmanlı tarihinden gelen olumsuz kanı, Türk devlet geleneğinde ve toplumsal hafızada hala yer yer farkedilebilir. “Ülkenin iç ve dış düşmanlar tarafından parçalanmak istenmesi” şeklinde de özetlenebilecek bu düşünce, dolaylı veya dolaysız yollarla sürekli işlenen bir korku şeklinde bilinçlerdeki yerini almıştır (Bilgin 2005, 183). Realist bakış açısının bir ürünü olan bu anlayışa göre; Türkiye sürekli tehdit altında bulunmaktadır ve “dış güçler” ya da “ bazı dış mihraklar” olarak nitelenen bazı kesimlerce gelişimin daima önü kesilmektedir ( Uzgel 2004, 416-417). Reelpolitik anlayışın etkili olduğu bu tarzdaki bir Türk dış politikasında, Türk-Yunan ilişkilerinde kangren olmuş çeşitli sorunların bulunması da kaçınılmazdır. İkili ilişkilerde uluslararası hukuk ve diplomatik diyalog ile kolayca aşılabilecek pek çok konu, kolayca birer güvenlik problemi haline gelebilir. Türkler ile Yunanlılar arasındaki karşılıklı güvensizlik algısı, iki ülkenin stratejik davranışlarını derinden etkilemektedir. Her iki ülkenin de dış politikalarını belirlerken karşısındakine göre karar aldığı düşüncesi egemendir (Moustakis 2003, 77-78). Türkiyeli ve Yunanlı politikacılar, milli çıkarları ile uyuşmayan birçok gelişmenin nedeni olarak rakip devleti görür. İki ülke arasında tarihten ve bulundukları coğrafyadan kaynaklanan ve yer yer çatışmaya da dönen anlaşmazlıklar, ister istemez birbirlerini “tehdit unsuru” olarak algılamalarına neden olur (Büyükçolak 2002, 82). Türkiye ve Yunanistan ilişkilerindeki bu güvensizlik üzerine kurulu olan anlayış, birçoklarına göre gerçekte var olanın görünmesinden başka bir şey değildir. Öyle ki, Yunanistan’ın ortaya çıkan her türlü güvensizlik artırıcı olayın baş aktörü olduğu ve iki ülke ilişkilerini sürekli gerginleştiren taraf olduğu iddiası azımsanmayacak bir destek bulmaktadır (Kurubaş 2006, 325). Türkiye’de Yunanlılara karşı oluşan bir güvenlik endişesinden söz etmek mümkündür. Ancak, kısa bir literatür incelemesi veya milli söylemleri konu alan bir araştırmayla, Türklerle ilgili güvenlik kaygılarının Yunanistan için daha ağır bastığını söyleyebiliriz (Büyükçolak 2002, 82). Çünkü Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparak kurulduğu günden beri güvenlik anlayışı içinde Türkiye’nin yeri, Türkiye’nin güvenlik anlayışı içinde Yunanistan’ın işgal ettiği yerden nispeten daha fazladır. Karşılıklı güvensizlik problemi tam anlamıyla bir türlü aşılamamış; Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan yumuşama dönemlerinde bile Kıbrıs, azınlıklar veya karasuları gibi ciddi sorunlara eğilebilinecek bir aşamaya bir türlü geline17 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” memiştir. Taraflar sorunların neler olduğu konusunda bile uzlaşmaya varamamaktadırlar. Görüşmelerin sıklaştığı dönemlerde bile, 2000 yılının Ekim ayında Türkiye’de yapılan NATO tatbikatı sırasında çıkan gerginlikte olduğu gibi, yakınlaşma sürecinin bir anda ortadan kalkması olasılığı her zaman vardır (Demirtaş-Coşkun 2006, 291). Aslında belirtilen sorunlardan hiçbiri çözülemeyecek durumda değildir. Sorunları bu kadar çözümsüz kılan, her iki tarafın da önyargı ve güvensizliklerinden bağımsız hareket edemiyor olmalarıdır. Ne yazık ki Ege Denizi’nin her iki yakasında da, iki ülke arasında var olan sorunların yakın zaman içerisinde ve kolayca çözülme olasılığı olmadığı ve bu sorunlarla birlikte yaşanması gerektiği yönünde bir anlayış hâkimdir (Aydın 2004, 43 ve 46). Bu süreci incelemek için, yukarıda belirtilen coğrafi determinizm ve toprak kaybı korkusu gibi faktörlerle birlikte, Türkiye’nin Yunanistan ile ilişkileri ele alınabilir. Uluslararası ilişkiler literatüründe de “Sevr Sendromu” olarak bilinen ve Türkiye’nin “dış mihraklar” tarafından parçalanmak istendiği şeklindeki toprak kaybı korkusuna dayanan komplo teorisi, Türk toplumunun ve Türk dış politikasının anlaşılması için incelenmesi gereken bir konudur. Erol Manisalı’nın “AB Süreci mi? Sevr Süreci mi?” kitabında (2006) bu konuyu işleyiş biçimi, bu düşünceye örnek teşkil eder niteliktedir. Manisalı, AB’nin Türkiye’yi üyelik sürecinde Lozan Anlaşması’nın şartlarından uzaklaştırıp yavaş yavaş Sevr’e adapte edeceğini ve böylece ülkeyi böleceğini iddia etmektedir. Birgül Demirtaş-Coşkun da AB üyelik süreci ve Yunanistan’ın nihai hedefleri konusunda bezer bir şüphecilik göstererek şöyle söylemektedir: “Atina’nın Ankara’ya yönelik politikasında meydana gelen değişim, Yunanistan’ın Türkiye’yle müzakere masasına oturarak sorunları çözmek istemesinden değil, Türk tarafıyla görünüşte yakınlaşarak, AB perspektifi sunarak Ankara’dan tek taraflı tavizler almak istemesinden kaynaklanmaktadır. Gerçekte Yunanistan’ın Türkiye’ye yönelik dış politika amaçları önceki dönemle aynıdır, sadece amaçlarına ulaşmada kullandığı yöntemi değiştirmiştir” (Demirtaş-Coşkun 2006, 291). Yunanistan ile ilgili olarak Türk toplumunda ve hükümetlerde yerleşmiş olan şüpheciliğin köklerini tarihte arayabiliriz. Osmanlı İmparatorluğu son dönemlerinde hızla büyük bir daralma yaşarken, Yunanistan’ın eski Osmanlı toprakları üzerinde genişlemesi; Türk toplumunda toprak kaybı paranoyasının en 18 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” önemli unsurlarından biri olarak neden Yunanistan’ın görüldüğü konusunda ipucu olabilir. Yunanistan topraklarını beş genişleme süreci sonucunda genişletmiştir. Birinci genişleme 1864’te İngiltere’nin İyonya adalarını (Yedi Adalar) vermesiyle, ikinci genişleme 1881’de Teselya ve Epir’in bir kısmının verilmesiyle, üçüncü genişleme Balkan Savaşları sonrasında Girit, Güney Epir, Selanik, Makedonya’nın büyük kısmının ve bazı Ege Adalarının ele geçirilmesiyle, dördüncü genişleme Lozan anlaşması sonrası Batı Trakya ve Doğu Ege Adalarının verilmesiyle, beşinci genişleme ise 2. Dünya savaşı sonrasında Oniki Ada ve Meis’in İtalya’dan alınarak Yunanistan’a verilmesiyle olmuştur (Kurubaş 2006, 322-323). Batılı ülkelerin de desteği ile topraklarını genişletmiş olan Yunanistan’ın bağımsızlık sonrası dinamik bir seyir izleyen dış politikası karşısında; Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan beri durağan ve korumacı bir dış siyaset izlemektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile elde kalan toprakların korunması ve her türlü savaş ihtimalinin bertaraf edilmesi genel olarak Türk dış politikasının en önemli stratejilerindendir. Lozan Anlaşması sonrası bölgede kurulmuş olan hassas sistem, kurulan bu düzenin değişmemesi anlayışındaki Türk hükümetleri için büyük önem taşır. Ege Denizi’nde Lozan Anlaşması ile yürürlüğe konulan sistemin bozulması düşüncesi, iki ülkenin ilişkilerini olumsuz yönde etkileyecek bir gelişme olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla, Ege Denizindeki adaların kıta sahanlığı ve kara suları konusunda değişim talep eden Yunanistan’ın bu tavrı, “tek taraflı uygulamalar ile sistemi kendi lehine döndürme telaşı” ve “Türkiye’nin Ege Denizi’ndeki varlığını en aza indirmeye çalışması” olarak görülmektedir (Aydın 2004, 44-45). Yunanistan’ın Türkiye aleyhine genişlemesi konusundaki paranoya, özellikle realist dış politika anlayışında geniş yer bulmaktadır. “Yunanistan’ın kuruluş temeli atılırken (bunun altında) Türk halkına saldırı, Türk topraklarını sahiplenme niyeti yatmaktadır.” diyen emekli General Hamdi Ertuna, bu bakış açısı düşünüldüğünde bir istisna değildir (Uzgel 2004, 420). Sadece aydın çevrelerde değil Türk toplumunda da “bölünme” ve “dış düşmanların gizli gündemleri” ile ilgili bir paranoya söz konusudur. 2005 yılında yapılan geniş tabanlı bir ankete katılanların yüzde 72’si, “Türkiye’nin dış düşmanlarca bölünmek istendiğine inandığını” belirtmiştir. Yüzde 40 gibi bir kesim aynı zamanda “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” deyişinin halen geçerli 19 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” olduğuna inandıklarını söylemiştir (USAK 2005). 1920 yılında imzalanması gündeme gelen ancak sonrasında fesh edilen Sevr Anlaşması’nın, neredeyse bir yüzyıl sonra halen Türk milli kimliğinin toplumsal hafızasında bu denli etkili olması düşündürücüdür. “Dış ve iç mihrakların Türkiye’yi bölmek ve topraklarını paylaşmak konusunda hala gizli bir anlaşmanın hükümlerini yerine getirdikleri” konusundaki inanç, milli güvenlik ile ilgili olarak, toplumda bir “güvensizlik kompleksi” gelişimine de zemin hazırlar. Toplumda oluşmuş olan bu güvensizlik zemininin anlaşılabilmesi için, toplumsal hafızada önemli bir yeri olan Birinci Dünya Savaşı’na ve devamında imzalanan anlaşmalara bakılabilir. Savaştan sonra galip devletler tarafından Anadolu’nun işgal edilmesi ve Sévr Anlaşması ile doruk noktasına çıkan toprak kaybı korkusunun oluşmasında, Türkler için belki de en önemli aktör Yunanistan’dır. 1821 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun idaresinden kopan Yunanistan için, tarihi Helen İmparatorluğu’nun sınırlarına yeniden ulaşmak arzusu, uzun süre dış politikalarındaki itici güç olmuştur. Yunancada “Megali İdea” yani “büyük hayal” denilen bu düşünceye göre Mora, Trakya, Teselya, Batı Anadolu, Ege Adaları, Girit, Kıbrıs ve İstanbul’u da içine alan geniş bir coğrafyanın Yunan idaresine geçmesi hedeflenir (İnalcık 2005, 13). Yunan milliyetçiliğinin Osmanlı İmparatorluğu içinde canlanmaya başladığı zamanlardan beri Yunanlılar arasında etkili olan bu düşünce; imparatorluğun savaşta yenilip İtilaf güçlerince Yunanistan’a Anadolu’dan pay alma ayrıcalığı tanındığı zaman, artık hayata geçmeye hazır görünüyordu. 1919 yılında Yunan ordusunun İtilaf devletlerinin de beklediğinden daha büyük bir coşku ve acelecilik ile başlattığı Batı Anadolu’nun ve İzmir’in işgali, “Megali İdea”nın sınırlarına ulaşmak için atılan en net adımlardan biriydi. Anadolu’da büyük bir karşı halk hareketinin oluşması ve Yunanlıların geri çekilmesiyle sonuçlanan bu girişim, iki ulus tarafından farklı şekilde anılan bir tarihsel olaydır. Yunanlıların “Küçük Asya Felaketi” olarak andıkları bu askeri başarısızlık, Türkler için bağımsızlık mücadelesinin ve Anadolu topraklarının kazanıldığı “Kurtuluş Savaşı”dır. “Seçilmiş travma” olarak her iki toplumda da nesilden nesile aktarılan ve simgeselleşen bu olay, bir toplumsal kimlik ifadesi olarak belleklerdeki yerini korumaktadır. Yunanlılara karşı girişilen toprak mücadelesini kazandıktan sonra imzalanan Lozan Anlaşması (1923) ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasında, bu olay kuşkusuz ki bir dönüm noktasıdır. “Megali İdea” düşüncesinin artık 20 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” Yunanistan’da gündemden düşmüş olması ve uzunca bir süredir bu yönde bir girişim bulunmamasına rağmen; Türkiye’de Yunanistan ile ilgili kuşkucu yaklaşım hala mevcuttur. Cumhuriyet tarihi boyunca Yunanistan’a karşı takınılan bu tutum, zamanla hafifleyen, bazı olaylarla tekrar canlanan, ama çoğunlukla hiç kaybolmayan bir seyir izlemiştir. Ulusal güvenlik kaygıları ile beslenen bu tutum Anadolu’daki Rum azınlık ile ilişkilerde de önemli yer tutar. Osmanlılar zamanında ilk büyük çaplı milliyetçi bağımsızlık ayaklanmalarını başlatarak diğer halkların da İmparatorluktan kopmasına önayak olan Rumlar için kulaktan kulağa dolaşan “içimizdeki düşman” (Belge 2003, 181) söyleminin etkileri cumhuriyet döneminde de devam eder. Yunanistan ile ilgili Türkiye’deki realist söylemin en önemli parametreleri şöyle sıralanabilir: 1. Yunanistan kurulduğu günden beri Türkiye sınırları aleyhine genişlemektedir ve genişlemeye devam etme arzusu içindedir. 2. Yunanistan kuruluşundan itibaren başta Batılı devletler olmak üzere büyük devletlerin desteğini hep arkasında bulmuş ve bu rahatlıkla hareket etmiştir. 3. Yunanistan Türkiye’yi kuşatmak ve zayıflatmak için düşman ülke ve gruplarla işbirliği yapmaktadır (Uzgel 2004, 419-425). Yukarıda ana hatları ile verilen bu önyargılara Türk tarihi, Türk-Yunan ilişkileri gibi konuları anlatan herhangi bir tarih kitabında açık veya üstü örtülü bir şekilde rastlamak mümkündür. Yunanlıların kurdukları devletin en önemli amacı, Türk topraklarını da içine alan yeni bir imparatorluk kurmak olarak resmedilirken; Osmanlılar zamanında onlara tanınan esnek ve huzurlu ortamın değerini bilememiş ve isyan etmiş olmaları konusu da gizliden gizliye işlenmektedir (Millas 2004, 54). Türklerin tarih boyunca yaptığı başarılı işler, kazandığı savaşlar veya yardım ettiği halklar konusunda uzun anlatımlar mevcutken, eski Yunan tarihi, Bizans İmparatorluğu veya Anadolu’daki Rum etkisi gibi konular oldukça aza indirgenmiştir. Böylece Türk tarihinde ve sosyo-kültürel mirasında izleri gözlemlenebilecek Yunan etkisi, bu şekilde bir sırt çevirme veya önemsizleştirme ile ortadan kaldırılmış olmaktadır. Farklı bakış açısından kaynaklanan sorunların, ikili ilişkilere çeşitli konular ekseninde yansıdığı görülmektedir. Kıbrıs, Ege adaları, kara suları veya azın21 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” lıklar gibi iki ülke arasında yıllardır süregelen tartışmalar; Türkiye’nin hassas coğrafi konumu ve değişmez ulusal çıkarları söylemi ile iç içe geçmiştir. Kıbrıs sorununu adanın kendi iç dinamikleri, sosyal yaşamın gereklilikleri veya uluslararası hukuk ile ele almak yerine, Türkiye’nin savunması için asla vazgeçilmemesi gereken stratejik bir kara parçası veya uluslararası alandaki önemli bir kozu olarak görmek; sorunu çözümden tamamen uzaklaştıran bir yaklaşım olsa da tercih edilebilmektedir. Kıbrıs sorunu, Türk-Yunan ilişkilerinde belki de üzerinde en çok tartışılan ama çözüme en uzak görünen konudur. Türkiye ve Yunanistan ile sosyal, kültürel ve siyasi olarak yakın bağları olan bu Akdeniz adasının her iki ülke için önemi; her türlü ulusal veya uluslararası toplantıda sıklıkla dile getirilen bir konudur. “…Yunanistan ile Türkiye arasında başka sorunlar bulunsa da, Kıbrıs 1950’lerden bu yana iki ülke arasındaki ilişkilerde belirleyici bir öneme sahip olmuştur… Kıbrıs’ta ortaya çıkan her çatışma ve bunalım doğrudan Türk-Yunan ilişkilerinde yansımasını bulmuştur” (Uzgel 2004, 314). Türk dış politikasında hem Yunanistan’la hem de AB ile ilişkilerin önemli bir kısmını Kıbrıs ile ilgili görüşmeler oluşturmaktadır. Kıbrıs’ta 1984 yılında bağımsız bir ülke olarak kurulmuş olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, teoride Türkiye’den siyasi ve ekonomik anlamda ayrı olarak tanımlansa da, pratikte Türk siyasetinin hem iç hem de dış konularından biri olarak kanıksanmış bir durumdadır. İlhan Uzgel, Kıbrıs sorununu, Türkiye’nin ABD’den Avrupa’ya, Orta Doğu’dan Balkanlar’a kadar herkesle ilişkilerini etkileyen bir dış politika unsuru olarak tanımlar (Uzgel 2004, 317-326). Türk hükümetlerinin zaman zaman bütün Türk dış politikasını kaplar hale gelen Kıbrıs sorunu ile ilgili takındıkları tutum “Türkiye’nin izlemekte olduğu dış politikanın başarısının bir ölçüsü olmuştur” (Gönlübol 1996, 337). Kıbrıs konusu Türk-Yunan ilişkilerinde de değişmez bir dinamik ve pazarlık malzemesi olarak varlığını sürdürmektedir. Kıbrıs, Türkiye’nin güneyinde yer alan bir komşu veya sosyo-kültürel bağlarının olduğu bir ada olmaktan daha çok, Türkiye’nin savunmasında stratejik öneme haiz bir kara parçası şeklinde değerlendirilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca her ne kadar Akdeniz’den bir askeri saldırı yaşanmamış da olsa, bu adanın jeopolitik olarak Türkiye için vazgeçilmez olduğu konusunda geniş bir anlayış mevcuttur. Gerçekten 22 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” de İnalcık “Kıbrıs’ı savunmak aynı zamanda Türkiye’yi savunmaktır” (İnalcık 2005, 26) derken, adanın Türkiye’ye bağlı kalmasını bir milli dava haline getirmekte ve Türkiye’nin güvenliği için asla ödün verilmemesi gereken bir konu olarak sunmaktadır. Benzer ifadeleri geniş siyasi çevrelerde veya halk arasında da görmek mümkündür. Adanın coğrafi, ekonomik veya siyasi anlamda Türkiye için getirileri ve götürülerini “Kıbrıs Türklerindir” benzeri bir söylem ile tanımlamak, çözümsüzlüğe eş değer bir anlayış yaratmaktadır. Kıbrıs’taki Türk varlığı ve iki toplumlu yapılanma, muhafazakâr kesimler için, Yunanistan’ın Türkiye aleyhine topraklarını genişletmesi projesinin engellenmesi konusunda hayati önemdedir. Onlara göre “Dış güçler tarafından desteklenen yıkıcı ve bölücü mihraklar planlı ve programlı olarak hareket etmektedirler (…) Batılı devletler (…) Türkiye’ye karşı her zaman Yunanistan’ı ve Rumları desteklemekte ve Kıbrıs’ın Rum egemenliğine geçmesi için baskı yapmaktadırlar” (Uzgel 2004, 417 ve 420). Dolayısıyla, Kıbrıs sorunu ile ilgili herhangi bir olumlu gelişme, adadaki Rum halkı veya Yunanistan için de olumlu bir nitelik taşıyorsa; bu kesimler tarafından büyük bir şüpheyle karşılanabilir ve Türkiye için Yunanistan karşısındaki kalelerinden birini kaybetmesi şeklinde algılanabilir. Kıbrıs sorununda Yunanistan’ın izlediği politika konusunda Türkiye’de ciddi bir güven eksikliği mevcuttur. Emekli Korgeneral İhsan Gürkan, Türk ordusunun 1974’te Kıbrıs’a yaptığı müdahalenin “iyi niyetinin” tersine, Yunanistan’ın o dönemdeki tutumunu “tümüyle saldırgan” olarak nitelemektedir. Bu görüşünü şöyle temellendirmektedir: “1954 tarihli Beyaz Kitap’ta, yani Yunan Hükümeti’nin izlediği politikayı içeren belgenin 3’üncü sayfasında, Yunan Devleti’nin kuruluşundan beri, halkı tümüyle ya da büyük bölümüyle Yunanlı olan adaların kurtarılması ve Yunanistan’a ilhak amaçladığı açıkça yazılıdır. Kitap bu adaları şöyle sıralamaktadır: İonien Denizi Adaları; Girit; Ege Adaları; Onikiadalar ve Kıbrıs” (Gürkan 1994, 140). Türkiye’de Yunanistan’a karşı var olan güvensizlik, aynı zamanda Kıbrıs Rumlarına karşı da söz konusudur. Kıbrıs Rumları ile Yunanlılar arasındaki farklar göz önüne alınmadığı gibi; Kıbrıs’ta Rum kesiminin izlediği politikalar, Yunan dış politikasının bir uzantısı olarak görülür (Uzgel 2004, 355-356). Kıbrıs meselesine benzer şekilde, Ege adaları ile ilgili olarak Türkiye ve Yu23 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” nanistan arasındaki tartışmaların genellikle meselenin özünden uzaklaşılıp “ulusal güvenlik” temelli pazarlıklar haline gelmesi de zaman zaman rastlanabilen bir durumdur. Örneğin, Kalolimni Kayalıkları’nın 5 km doğusunda ve Muğla’nın 7 km batısında olan Kardak Kayalıkları, 1995 yılı sonunda Türk bandıralı bir geminin orada karaya oturması ile, bir anda, sadece keçilerin yaşadığı ve kimselerin uğramadığı bir kayalık olmaktan çıkmış ve iki ülkenin, uğruna savaşın eşiğinden döndüğü önemli bir kara parçası haline gelmiştir. O tarihe kadar kimsenin adını bilmediği Kardak Kayalıkları, her iki ülkenin karşılıklı restleştiği ve asker çıkardığı bir rekabet alanına dönmüştür. Kriz özellikle ABD’nin araya girmesiyle diplomatik yollarla çözülmüş olsa da, her iki ülkenin de toplumsal hafızasında derin izler bırakmıştır. Kardak Kayalıklarının ne Türkiye ne de Yunanistan için gerçekte ekolojik veya ekonomik bir değer taşımadığını söylemek yanlış olmaz. Ancak bu Kayalıklar, bir anda bir “ulusal güvenlik” meselesi haline gelmiş ve Ege Denizi’nde karşılıklı hak iddialarının sembolü olmuştur. Tam da “güvenlikleştirme”nin ruhuna uygun olarak, Türkiye ve Yunanistan Kardak Krizi’nde kayalık için değil kayalığın temsil ettiği “düşünce” için savaşmaya hazır hale gelmişlerdir. Devlet adamları, bürokratik çevreler ve medyanın o dönemde geliştirdikleri söylemler, konuyu ulusal güvenliğin hayati bir sorunu haline getirerek süreci işletmiştir. Güvenlikleştirme ekseninde çeşitli dış politik gerginliklere sahne olmuş olan Türk dış politikası yanında, iç politikanın da zaman zaman benzer söylemlerin etkisiyle şekillendiği görülür. 1942-1944 yılları arasında gayrimüslimlere uygulanan ve büyük kısmının iflas etmesiyle sonuçlanan Varlık Vergisi uygulamasının “meşruiyetinin” sağlanması sırasında kullanılan söylemin de güvenlikleştirme olduğu açıktır. İsmet İnönü 1942 yılında mecliste halkı “yabancı ülkelerin çıkarları için çalışan açgözlü iş ve toprak sahiplerine karşı” uyarırken (Aktar 2004, 83); ülkedeki Rum ve Ermeni azınlığın “ulusal güvenlik için yarattıkları tehdit” vurgusu ile Varlık Vergisinin uygulama zeminini hazırlamıştır. Uygulama 1944 yılında durdurulmuşsa da, ülkedeki sermayenin Varlık Vergisi’nden sonra büyük oranda Müslüman ve Türk işadamlarının eline geçmesi düşündürücüdür. Güvenliğin tehlikeye düştüğü iddiasıyla ortaya atılan söylem, temelde sermayenin el değiştirmesini sağlayan bir araç olmuştur. Güvenlik kaygılarının devlet adamları ve bürokratlar tarafından öne sürülen 24 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” amaçtan başka amaçlar için kullanılmasına verilebilecek bir başka örnek de, 1955 yılında yaşanan ve Rum azınlığın büyük oranda yurt dışına göç etmesiyle sonuçlanan olaylardır. 6-7 Eylül Olayları olarak anılan bu toplumsal hezeyanın, Yunanistan ve Türkiye arasında Kıbrıs konusunun sorun haline gelmeye başladığı 1955 yılına rastlaması tesadüf değildir. Rumlara karşı medyada oluşturulan saldırgan tavır, 1955 yılının 6 Eylül sabahında “Selanik’te Atatürk’ün evine Yunanlılar tarafından bomba atıldığı” söylentisi ile halk arasında bir infialin oluşmasına sebep olmuştur. Giderek büyüyen olaylar sonucunda İstanbul’daki Rumların işyerleri ve evleri talan edilmiş, birçok Rum baskılara dayanamayarak göç etmiştir (Akar 2003, 86-93). Olaylardan beş yıl sonra dönemin başbakan yardımcısı Fuat Köprülü verdiği bir demeçte, dönemin dış işleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun önerisi ile, aynı gün Kıbrıs konusunun görüşüldüğü Londra Konferansı’nda Türkiye’nin Yunanistan’a karşı elini güçlendirmek için, resmi makamlar tarafından 6-7 Eylül olaylarının fitilini ateşleyen olayların tezgâhlandığını anlatmıştır (Köprülü 1960). Olayların failleri konusunda hala tartışmalar sürse de, sonuç olarak 6-7 Eylül olaylarında yine Türkiye’deki ulusal değerler ve güvenlik ile ilgili hassasiyetin, dış politik manevralar için bir araç olarak kullanıldığı söylenebilir. Hem Varlık Vergisi uygulamaları, hem de 6-7 Eylül olaylarında resmi makamlar veya bu makamlara yakın medya çevreleri tarafından ulusal değerlere saldırı ve güvenlik temelli geniş bir kampanya yürütülmüş, halk çeşitli söylemlerle yönlendirilmiştir. Aradan geçen 50 yılın ve dönem dönem yaşanan yakınlaşmaların ardından, Yunanistan ile ilgili olarak Türkiye’de hala bir güvenlik endişesi devam etmektedir. 2003 yılında Ali Çarkoğlu ve Kemal Kirişçi’nin yönetiminde hazırlan bir ankette “Türkiye’nin uluslararası camiadaki en kötü ‘dostu’ kimdir?” sorusuna yüzde 36,1 ile en çok Yunanistan cevabı verilmiştir. Devamında sorulan “Eğer bir askeri saldırı olsa sizce hangi ülkeden gelme olasılığı en yüksektir?” sorusunda da yüzde 29 ile Türkiye’nin “potansiyel düşmanı” olarak yine en çok Yunanistan başı çekmiştir (Çarkoğlu ve Kirişçi 2005, 126 ve 131). Elbette ki o dönemde yaşanan çeşitli siyasi gerginliklerin ve hala hatırlanan Kardak Krizi’nin verilen cevaplarla yakından bağlantılı olduğu açıktır. Ancak bu durum bile, Türkiye’de Yunanistan ile ilişkilerde varlığını sürdüren kuşkuyu ortaya koyan örneklerdendir. Günümüzde AKP’nin “Komşularla Sıfır Sorun” stratejisinin Türk-Yunan 25 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” ilişkilerinin normalleştirilmesi ve diğer ülkelerle de iyi ilişkiler kurma ekseninde devam ettiğini görüyoruz. Özellikle Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabında da anlattığı, “sınırları müdafaa dürtüsünün yönlendirdiği bir statükoyu muhafaza stratejisi” (Davutoğlu 2001, 117) yerine, komşularla sorunları ortadan kaldırmak amacına odaklı bir dış politika oluşturma niyeti dikkat çekicidir. Türk-Yunan ilişkilerinde sorun haline gelmiş birçok konunun masaya yatırılarak tartışılmasına ve çözülmesine dayanan bu strateji, geleneksel dış politika anlayışını temellerinden değiştirebilecek bir uygulama olarak, hem ulusal hem de uluslararası arenada takdir görmektedir. Ancak söylem olarak güçlü görünen bu yaklaşımın, somut adımlarla desteklenmesi gereklidir. Ruhban okulu ve kültürel değişim gibi birkaç sorunda diyalog yoluna gidilmiş olsa bile, Kıbrıs veya adalar gibi önemli sorunlar henüz tam olarak tartışmaya açılmamış ve daha çok bir bekleme sürecine girilmiş gibi görünmektedir. Sorunların aşılabilmesi için konuların tartışmaya açılabilmesi kadar, söylem düzeyinde etkili olan güvensizlik algısının çözümlenmesine de ihtiyaç vardır. Sonuç olarak, Türk dış politikasının anlaşılabilmesi için, güvenlik kaygısını tetikleyen araçların nasıl, kimler tarafından ve ne amaçla kullanıldığına bakmanın daha sağlıklı bir politik atmosfer yaratabileceği söylenebilir. Güvenlikleştirme manevralarıyla güvenlik kaygılarının yönetici elitler tarafından manüple edilmesi ve çözüm yerine sürece odaklı politikalar yaratılması gerçeği, Türk dış politikasının yeniden okunmasını gerekli kılar. Siyaset bilimcilerin bu noktada yapması gereken de, güvenlik konuları olarak ileri sürülen “milli davaların” içeriğini anlamak kadar, toplum için nasıl “önemli” hale getirildiğini ve nasıl kullanıldığını anlamaktır. Türk milli kimliği için vazgeçilmez bir “öteki” haline gelen Yunanistan’la ilişkiler konusunun, kimlik ve kültür temelli yeni düşünce araçlarıyla yeniden yorumlanması bu konuda yapılabilecek aydınlatıcı çalışmalardan biridir. Türklerin yüzyıllardır süren Batı sevdasında, en batılı komşusu olan Yunanistan ile ilişkilerinin, “öteki”ne karşı sürdürülen bir mücadele şeklinde devam ettiği ve tartışılan konuların bu çerçevede çözümsüzlüğe sürüklendiği unutulmamalıdır. Bugüne kadar birçok güvenlik çalışmasında incelenen Kıbrıs, Ege adaları, azınlıklar veya kara suları gibi kritik konuların Türkiye için neden ve nasıl “hayati konular” haline geldiğini yani nasıl “güvenlikleştirildiğini” görebilmek, Türk dış politikasında mümkün olabilecek yeni açılımlar ve 26 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” ilerlemelerle ilgili önemli ipuçlarını barındırır. Türkiye’nin Yunanistan ile ilişkilerine malzeme olan konuları “milli dava” anlayışından çıkarıp, günün getirdiklerine ve toplumların ihtiyaçlarına göre ele alıp çözüm arayışına girmek etkin bir dış politikanın öncülüdür. Bu bağlamda, soruna değil çözüme odaklı bir Türk dış politikası, çözümsüzlüğe terkedilmiş ve uluslararası ilişkilerde engel haline gelmiş birçok sorunu Türkiye’nin önünden kaldırarak ilerlemenin de önünü açabilir. Kaynakça Akar, Rıdvan. 2003. “İki Yıllık Gecikme: 6-7 Eylül 1955”. Toplumsal Tarih. 19 (117). Aktar, Ayhan. 2004. “Varlık Vergisi’nin Hikayesi”. Toplumsal Tarih. 20 (121): 82-87. Aydın, Mustafa. 2004. “ContemporaryTurkish-GreekRelations: Constraints and Opportunities”, Turkish-Greek Relations: The Security Dilemma in the Aegean içinde, der. Mustafa Aydın ve Kostas Ifantis. London and New York: Routledge.21-52. Aydınlı, Ersel ve Waxman, Dov. 2001. “A Dream Become Nightmare? Turkey’s Entry into the European Union”, Current History, 100 (649): 381-388. Belge, Murat. 2003. “Türkiye’de Zenofobi ve Milliyetçilik”. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Milliyetçilik 4. Cilt içinde, der. Tanıl Bora. İletişim: İstanbul. 179-192. Bilgin, Pınar, 2005. “Turkey’s Changing Security Discourse: The Challenge of Globalisation”, European Journal of Political Research. 44 (1): 175-201. Buzan, Barry, Waever, Ole ve de Wilde, Jaap. 1998. Security: A New Framework for Analysis. Boulder, London: Lynee Rienner Publishers. Büyükçolak, K. Mehmet. 2002. “Yunanistan’ın Stratejik Analizi: Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Yunanistan’ın Savunma Politikaları, Güvenlik Stratejileri, Askeri Doktrini ve Silahlı Kuvvetleri”, Türkiye’nin Komşuları içinde, der. Mustafa Türkeş ve İlhan Uzgel. Ankara: İmge Kitabevi. 75-115. Çakmakoğlu, Sabahattin. BBC Monitoring International Reports, http://www.monitor.bbc.com (erişim tarihi 25 Temmuz 2002) Çalış, Şaban. 2001. Hayalet bilimi ve Hayali Kimlikler: Neo-Osmanlıcılık, Özal ve Balkanlar, Konya: Çizgi Kitabevi. Çarkoğlu, Ali ve Kirişçi, Kemal. 2005. “The View from Turkey: Perceptions of Greeks and Greek-Turkish Rapproachment by the Turkish Public”. Greek-Turkish Relations in an Era of Détente içinde, der. Ali Çarkoğlu ve Barry Rubin. New York: Routledge. 117-153. Davutoğlu, Ahmet. 2001. Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu. 13. Baskı. İstanbul: Küre Yayınları. Demirtaş-Coşkun, Birgül. 2006. “Değişen Dünya Dengelerinde Türk-Yunan İlişkileri”, 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası içinde, der. İdris Bal. Ankara: Ankara Global Araştırmalar Merkezi. 273-292. Der Derian, James. 1995. “The Value of Security: Hobbes, Marx, Nietzche and Baudrillard”, On Security içinde, der. Ronnie D. Lipschutz, New York: Colombia University Press. 24-45. 27 Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” Şemsi Kuseyri’nin Fuat Köprülü ile yaptığı Röportaj. 5 Haziran 1960. “Fuat Köprülü 6-7 Eylül Olaylarını Açıkladı” Yeni Sabah. Gönlübol, Mehmet ve diğerleri. 1996. Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995). Siyasal Kitabevi. Ankara: Gürkan, İhsan, E. Korgeneral. 1994. “1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nda Siyasal İradenin Oluşumu ve Askeri Uygulama”, Türk Dış Politikası’nın Analizi içinde, der. Faruk Sönmezoğlu. İstanbul: Der Yayınları. 133-142. İnalcık, Halil. 2005. “Helenizm, Megali İdea ve Türkiye”, Doğu Batı Düşünce Dergisi: İdeolojiler 4. Ankara: Doğu Batı Yayınları. 9-26. Krause, Keith ve Williams, Michael C. 1996 “Broadening the Agenda of Security Studies: Politics and Methods”. Mershon International Studies Review, 40 (2): 229-254. Kurubaş, Erol. 2006. “Türk-Yunan İlişkilerinin Psikopolitiği ve Sorunların Çözümü Üzerine Düşünceler”, 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası içinde, der. İdris Bal. Ankara: Ankara Global Araştırmalar Merkezi. 313-330. Larrabee, Stephan F. 1990. ‘The Southern Periphery; Greece and Turkey’, Problems of Balkan Security: Southeastern Europe in the 1990s içinde, der.Paul S. Shoup. Washington: Wilson Center Press. Manisalı, Erol. 2006. AB Süreci mi? Sevr Süreci mi?. İstanbul: Derin Yayınları. Millas, Hercules. 2004. “National Perception of the ‘Other’ and the Persistence of Some Images”, Turkish-Greek Relations: The Security Dilemma in the Aegean içinde, der. Mustafa Aydın ve Kostas Ifantis. London and New York: Routledge.53-66. Moustakis, Fotios. 2003. The Greek-Turkish Relationship and NATO. London, Portland: Frank Cass Publishers. Sander, Oral. 1994. “Yeni Bir Bölgesel Güç Olarak Türkiye’nin Dış Politika Hedefleri”, Türk Dış Politikası’nın Analizi içinde, der. Faruk Sönmezoğlu. İstanbul: Der Yayınları. 419-424. Türkiye’de AB’ye Destek Azalıyor, USAK Stratejik Gündem, 27 Aralık 2005 http://www.usakgundem.com/haber/2387/t%C3%BCrkiyede-abye-destek-azaliyor.html (Erişimtarihi 11 Ocak 2011) Uzgel, İlhan. 2004. Ulusal Çıkar ve Dış politika: Türk Dış Politikasının Belirlenmesinde Ulusal Çıkarın Rolü, 1983-1991. Ankara: İmge Kitabevi. Waever, Ole. 1995. “Security Analysis: Conceptual Apparatus”, Environmental, Economic and Societal Security: Working Papers 10 içinde, der. Barry Buzan, Ole Waever ve Jaap de Wilde. Kopenhag: Centre for Peace and Conflict Research. 4. Walt, Stephen M. 1991. “The Renaissance of Security Studies”. International Studies Quarterly. 35: 211-239. Williams, Michael. 2003. “Words, Images, Enemies: Securitization and International Politics”, International Studies Quarterly. 47 (4): 511-531. Wolfers, Arnold. 1993. Discord and Collaboration: Essays on International Politics. Baltimore, MD: Johns Hopkins UniversityPress. Yurdusev, A. Nuri. 1997. “Avrupa Kimliğinin Oluşumu ve Türk Kimliği”, Türkiye ve Avrupa: Batılılaşma, Kalkınma ve Demokrasi içinde, der. Atila Eralp. İstanbul: İmge Yayınevi. 28 KÜLTÜR DİPLOMASİSİNİN SINIRLARI: TÜRK KÜLTÜRÜ VE SANATININ ULUSLARARASI PLATFORMLARDA TANITIMI (1980-2010) Şeyda Barlas ÖZET Bu çalışma temel olarak 1980 sonrasında yeniden yapılandırılan kültür politikasında, uluslararası siyasetin beraberinde getirdiği dinamikler çerçevesinde, Türk kültür ve sanatının dış tanıtım aracı olarak kullanılmasını ele almaktadır. 1980 sonrası Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın teşviki ile düzenlenen uluslararası sanat sergileri, festivaller ve “Türk yılı” etkinlikleri bağlamında; küreselleşme süreci içinde Türkiye’nin ve Türk kültürünün nasıl ve hangi araçlar vasıtasıyla tanıtıldığı irdelenecektir. Sergilerin ve süreli olarak düzenlenen diğer kültürel faaliyetlerinin uluslararası platformlarda tanıtılmasının, bir çeşit kültürel reklam kampanyasına dönüştürülerek farklı toplumlara sunulmasının açmazları ele alınacaktır. 1980 sonrasında uluslararası platformlarda düzenlenen etkinliklerde meydana gelen içerik değişimlerini, sosyo-politik nedenleriyle açıklamaya çalışılacaktır. Küresel bakış açısı ile ele alındığında, uluslararası sergiler ve Türk Yılı etkinlikleri, farklı kültürlerin bir araya gelmesi açısından bir fırsat niteliğini taşımaktadır. Diğer taraftan Avrupa Birliği sürecinde kültürel ilişkileri geliştirmek için başvurulan bazı stratejiler, Türk kültürünü tanıtmaktan çok pazarlamaya yönelik imgeleri taşımaktadır. Birtakım önyargıları yıkmak için kullanılan imgelerin daha sonra reklam amaçlı olarak yeniden kurgulanarak kullanılması kültür politikasındaki temel sorunların başında gelmektedir. Bu temel sorunsal çerçevesinde, son otuz yıl içerisinde değişen kültür politiklarının milli temsillerde ne şekilde yansıdığı irdelenerek, Türkiye’de kültür diplomasisinin nasıl yönetildiği sorgulanacaktır. Anahtar Kelimeler: Kültür siyaseti, kimlik ve kültürel çalışmalar, uluslararası sergileri, milli temsiller, çağdaş sanat 29 THE LIMITATIONS OF CULTURE DIPLOMACY: PROMOTION OF TURKISH CULTURTE AND ART IN INTERNATIONAL EXHIBITIONS (1980-2010) ABSTRACT This study focuses on the dynamics of cultural policy in Turkey after 1980s. In order to promote Turkish culture and art in international exhibitions, Turkish Ministry of Cultural Affairs and Tourism organized many international activities such as Turkish years or seasons, and festivals. This study explores how and in which ways the Turkish culture and art have been represented in the last thirty years. Analyzing promotional activities of Turkish art and culture in international scale exhibitions lead to negative consequences in terms of false description and oriental identity constructions. This paper aims to give the basic socio-political reasons behind the national representation in international art and culture exhibition. From a global perspective, these exhibitions are a chance to show richness and value of Turkish culture. However, in the EU integration process, strategies that were utilized in international exhibition aimed at promoting certain cultural codes and images. In order deconstruct prototypical image of Turkey, the exhibitions provided a site of constructed nation identity in visual art scene. Keywords: Cultural policy, identity and cultural studies, international exhibitions, national representations, contemporary art 30 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) “Ömür boyu derleyip toparladığımız hazineler değerindeki milli servetimizi, güzel yazılarımızı, ecdat yadigârı halılarımızı, kilimlerimizi, resimlerimizi, değerli eşyamızı gözler önüne seriyoruz. Batı’daki Barbar Türk imajını silmek, bizim de bir medeniyetimiz olduğunu göstermek için çırpınıyoruz.” (Sakıp Sabancı, Sabancı Müzesi açılış töreni konuşması’ndan alınmıştır.) Uluslararası sergiler, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleşen endüstriyel ve teknolojik değişimlerin dünya uluslarına güç göstergesi olarak sunulduğu ulusal temsil mekanları oldular. 1851 yılında Londra Crystal Palace’da başlayan ve 1937 Paris Uluslararası Sergisi’ne kadar olan süreçte gerçekleşen uluslararası sergiler, ekonomik gelişmelerin yanında ulusların kültürel kimliklerini gösterdikleri yerler haline geldiler. Eric Hobsbawm’a göre uluslararası sergiler modernite ve değişime bağlı olarak gelişen kültürel tanımlamaların özellikle doğu toplumlarının kendilerini tanımlamaları ve konumlandırmaları açısından önemli ritüellerdir (Çelik 2008, 1). Uluslararası sergilere ilk kez 1867 yılında katılan Osmanlı devleti, sırasıyla 1873 Viyana, 1893 Colombia, 1900 Paris Dünya Fuarları’nda imparatorluk kültürünü sergileme olanağı bulmuştur. Osmanlı’nın dünya fuarlarına katılmasının temel iki amacı vardır. Birincisi, Osmanlı devletini İslam’ın lideri ve koruyucusu olarak adlandırmak; ikincisi ise Avrupalı devletlerin karşısına modern bir görünümle çıkmak (Deringil 1999,154). Sembolik olarak yansıtılmak istenen Osmanlı imajı ise, ülkenin kültürel çeşitliliğinin bir göstergesi durumundadır. 1867 Paris Dünya Fuarı’nda Osmanlı pavyonunda cami, köy ve hamam üçlemesiyle yaratılan otantik Doğu imajı, Avrupalılar tarafından kültürel ve sosyal hayatın donuk bir temsili olarak görülmüştür. (Çelik 1992,1). Oryantalist tutumlar uluslararası sergilerde sıklıkla kullanılarak “zamansız öteki” yaratılmaya çalışılmıştır (Shaw 2004,58). 1873 Viyana sergisinde, imporatorluğun farklı yüzlerinin yetmiş dört ayrı fotoğraf karesi ile tanıtıldığı ‘Sergi-i Osmaniyye’ adlı bir albüm hazırlanarak Tanzimat reformlarıyla vurgulanmaya çalışılan “birlik içinde çeşitlilik vurgusu” ile bir modern Osmanlı kimliği sergilenmiştir. Edward Said’in değindiği gibi, Doğu ve Batı arasında eşit olmayan güç dengesi, güçlü olan tarafın ötekiyi yargılama, değerlendirme ya da onun üzerinden doğuyu yorumlama şeklinde hegemonya kurmasına neden olmuştur. 31 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) Bu bağlamda uluslararası sergilerle başlayan süreçte, 20. yüzyılda sanat, tarih ve teknoloji sergilerinde ülkeler kendi içlerinde sınıflandırılarak “öteki”nin kurgulanmasına devam edilmiştir. Erken Cumhuriyet dönemine gelindiğinde, 1930’ların başında Türk Tarih Cemiyeti’nin başlattığı “Milli Arkeoloji Seferberliği” ile, yüzyıllardır Anadolu topraklarında yaşayan uygarlıklara ait kalıntıların gün yüzüne çıkarılarak sergilenmesine başlanmıştır. Yeni kurulan düzen içinde ideolojilere sahip çıkılmasının bir yöntemi olarak ele alınan “milli tarih” kavramı, Türk Tarih Tezi’nin oluşturulmasıyla ulusun inşası süresinde işlerlik kazanmıştır. Türk Tarih Tezi’nin ana teması, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu topraklarda daha önce yaşayan ulusların mirasçısı olduğudur ve Türk kimliğine aslında kendinden önceki uygarlıkları koruyucu bir rol atfedilmektedir. Yerel müzelerin kurulmasında Türk uygarlığı vurgusunu bu topraklarda yaşayan halklara benimsetmek ve uluslararası platformlarda kabul ettirmek üzere yapılan girişimler rol oynamıştır. CHP’nin “Tarihi Abidelerimizi Koruyalım” başlıklı bildirimiyle halk nezdinde sistematik bir tarih bilinci yaratılmak istenmiştir (Madran ve Önal 2000,179). 1950’li yıllarda İstanbul ve Ankara’daki müzelerde açılan ve yerel koleksiyonların sergilendiği ulusal sergiler dışında, 1960’lı yıllara kadar tarih ve kültürel mirasın uluslararası platformlarda sergilenmesine önem verilmemiştir. İlk olarak Japonya, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’ye gönderilen tarih sergilerinde “Uygarlıların Beşiği Anadolu” teması işlenmiştir. “Art Treasures of Turkey” (Türkiye’den Sanat Hazineleri) başlıklı sergi, New York’taki Metropolitan Sanat müzesinin ve Washington D.C.’deki National Gallery of Art’ında dahil olduğu on şehri kapsayan ve “blockbuster” olarak tanımlanan büyük ölçekli sanat gösterilerinden ilkidir. Neolitik çağdan başlayarak Osmanlı İmparatorluğu’nun 16. yüzyılına kadar olan sürece ışık tutmayı amaçlayan ve 300’e yakın farklı uygarlıklara ait objelerin bir araya getirilmesiyle oluşan sergi, Anadolu medeniyetleri retrospektifini hatırlatmıştır (Art Treasures of Turkey 1966, 5). 1960’lı yıllarda başlayan dış ilişkileri güçlendirmek amacıyla yurtdışına tarihsel sergiler gönderilmesi, 1971 yılında Ecevit hükümetinin aldığı bir kararla süresiz olarak durdurulmuştur. Bu kararın alınmasının nedeni Amerika Birleşik Devletleri’ne gönderilen sergi sonrasında altı objenin Türkiye’ye geri gönderil32 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) memesi ve Metropolitan Sanat Müzesi’nin yasa dışı yollarla yurt dışına çıkarılan Lidya Uygarlığı’nın eserlerinden olan Karun Hazinesi’ne ait parçaları bir milyon dolara satın alarak koleksiyonuna dâhil etmesidir (T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı 1995, 4). 1983 yılına kadar geçen sürede özel koleksiyonlara ait sergiler dışında, yurtdışına Türkiye’den tarihi eser gönderilmesi engellenmiştir. 1983 yılına gelindiğinde, Özal hükümetinin neoliberal politikalar bağlamında aldığı kararlar, kültür ve sanatın yurtdışında tanıtım ürünü olarak pazarlanmasını sağlamıştır. Dönemin Kültür ve Turizm Bakanı İlhan Evliyaoğlu uluslararası sergiler sayesinde Türkiye’nin tarihi ve kültürel zenginliklerinin yabancı ülkelere tanıtılması konusuna dikkat çekmiştir (Howe 1983, 13). 1980’lerin başlarında İngiltere’de ve Amerika’da düzenlenen büyük ölçekli ulusal sergilerin başında gelen ve Mısır’ın tarihsel zenginliğini yansıtan “Tutankamon Show” ve Yunan ve Hellenistik kültürü anlatan “Büyük İskender’in İzinde” yurtdışında önemli yankı uyandırdı. Eski Kültür Bakanı ve Birleşmiş Milletler delegesi Prof. Dr. Talat Halman, yurtdışı sergi yasağının kaldırılmasını aktif olarak destekleyerek yurt dışına kaçırılan eserlerin geri iadesi için çalışmıştır. 1982 Anayasası’nda kültürel varlıkları korunmasını içeren 63. maddenin dışında, Temmuz 1983’de Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun 32. maddesine göre yeni düzenlemeler yapılarak, yurt dışına sergi gönderilmesinin önündeki engeller kaldırılmıştır. Aynı yıl Avrupa Konseyi kararıyla düzenlenen “Anadolu Medeniyetleri Sergisi” Türkiye’de çağdaş sergileme tekniklerinin görüldüğü ilk etkinlik olması dolayısıyla önem taşımaktadır. Sergi kapsamında İstanbul’un tanıtımının da yapılması ise, Türkiye’de turizm ve kültürün ilk kez bir arada ele alındığının göstergesidir. Bu serginin etkisiyle Anadolu uygarlıkları kavramı daha sonraki yıllarda “Uygarlığın Beşiği Anadolu” veya “Uygarlıkların Kesiştikleri Nokta: Anadolu” sloganıyla kültür turizminin öncü söylemini oluşturmuştur (Yenişehirlioğlu 1999,176). Küratörlüğünü Prof. Dr. Nurhan Atasoy’un yaptığı, 22 Mayıs - 30 Ekim tarihleri arasında Aya İrini Kilisesi ve Topkapı Sarayı’nda ziyarete açılan sergi, Anadolu uygarlıklarının Yunan-Roma-Bizans’ın, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinin üç ayrı seçki halinde verilmesi nedeniyle o tarihe kadar Türkiye’de yapılmış en büyük sergi niteliğini taşımaktadır. 18. Avrupa Konseyi Sergisi’nin ardından Malezya’ya “İslam Sanatları” adı altında ilk uluslararası sergi gönde33 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) rilmiştir. Yurt dışında giderek artan ilgiye cevap verebilmek için, 1990’lı yıllarda her yıl ortalama üç ya da dört sergi açılırken; 2000’lerde bu sayı sekize kadar yükselmiştir. Günümüzde yurt dışında en çok gezici sergi talebinde bulunan ülkeler sırasıyla Almanya, Japonya, Amerika Birleşik Devletleri, İspanya, İtalya, Malezya, Hollanda ve Fransa’dır. Bu çalışmada temel olarak, uluslararası tarih sergilerinin taşıdığı görsel temsiller otuz yıllık süreç içinde resmi ideolojiler bağlamında ele almaktır. Sergilerde doğal olarak görselliğe anlam kazandıran arka planlar bulunmaktadır. Sergilerin geneline bakıldığında görsel anlatım yazılı anlatımın önüne geçmiş olsa da, sergideki objeler gerçek hayattan imgeler taşıyan ve bu vasıtayla tarih bilinci oluşturan kaynaklardır. Hayden White’a göre tarih yazımı doğası gereği araç olarak yazılı olanı seçiyorsa da, sergide yazılı metin görsel olarak temsil edilmekte ve bir öykü (narration) şeklinde ikonlaşmaktadır (1973, 5). Tarih yazımı, sergilerde bir üst dil oluşturarak tematik olan yapıyı kurgular, her bir bölüm ana bütünün bir parçası olarak vardır. Her bir bölüm, serginin bütünden ayrı olarak kurgulanamaz ve bu “plot yapı”yı yani ana öyküyü oluşturan küratör, tarih yazıcısı görevi üstlenir. Sergiyi hazırlayanlar, temsil edilenin bilimsel ve mekansal otorite ile meşrulaşacağının bilincindedirler (Savaş 2000,67). Bu perspektif bağlamında, bu çalışmada 1980 sonrasında uluslararası platformda gerçekleştirilen üç ayrı tarihsel anlatı şekli ele alınmaktadır. Efsaneler: Uygarlıklar Ülkesi Anadolu 1980’li yıllarda Anadolu uygarlıkları temasının temel alındığı Almanya, Japonya, Amerika Birleşik Devletler, Hollanda, Kanada ve İngiltere’de gezici sergiler organize edilerek Türk tarihinin uluslararası düzlemde tanıtılması amaçlanmıştır. “Uygarlıklar Ülkesi Türkiye” başlıklı bu sergilerde Anadolu’nun on bin yıllık tarihi sergi mekanında izleyici ile buluşmuştur. Türk Tarih Tezi’nin de etkisiyle, Anadolu’nun Türklerin anavatanı olduğu ve aslında burada yaşamış olan kadim uygarlıkların bugünkü Türkiye’nin temeli olduğu tezi, bu sergilerin ana temasını oluşturmuştur. “Uygarlıklar Beşiği Anadolu” terimi göz önünde bulundurulduğunda, oniki bin yıllık bir tarihi sürecin, 300-400 kadar objeden oluşan bir koleksiyonla canlandırılmaya çalışılması, bu indirgemeci yaklaşımın bir örneğidir. Bu sergilerde uygarlıklar tarih sırasına göre Paleolitik, Mezolitik, Neolitik, 34 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) Kalkolitik, Eski Bronz Çağı, Orta ve Geç Bronz Çağı, Hitit, Urartu, Frig, Lidya, İyon şehir devletleri, Pers İmparatorluk dönemleri içinde ise Hellenistik Çağ, Roma, Bizans, Selçuk ve Osmanlı İmparatorluğu şeklinde sıralanmıştır. Sergilerde görsel objelerin dönemsel ayrımlara göre dengeli dağılımı anlayışı yeterince dikkate alınmamış; Anadolu uygarlıkları için ayrılan bölüm, Yunan ve Bizans bölümüyle karşılaştırıldığında serginin büyük kısmını oluşturmuştur. 1985 yılında Japonya’ya gönderilen “Anadolu Uygarlıkları” sergisinin kataloğunda, Japonya Ortadoğu Kültür Merkezi Başkanı Prens Takahito Mikasa’nın Türk kültürüne bakışı dikkat çekicidir: “Türkiye çok eski çağlardan zamanımıza kadar Asya ve Avrupa kıtalarını birbirlerine bağlayan bir köprü niteliğini taşımaktadır, tam anlamı ile ‘tüm dünya uygarlıklarının birleştiği bir yol ağzı’dır. Bu yüzden çeşitli ırkların kültür mirasını kendi içinde toplayan (İngilizce çeviride asimile eden kelimesi kullanılmıştır) uzun tarihi gelişim içinde Türk ırkına özgü zengin, şahsiyetli bir uygarlık ortaya çıkarılmıştır” (Uygarlıklar Ülkesi Türkiye 1985, 5). Anadolu topraklarında yaşayan uygarlıklar insanlık tarihi açısından hiç şüphesiz önemli dönüm noktalarını oluşturmuş olsalar da; Türkiye’nin bu topraklar üzerinde yaşamış olan kültürlerin koruyucusu olduğu şeklindeki algılama, Türk Tarih Tezi’nin etkisinin sürdüğünün bir göstergedir. Bu iddia ile uluslararası arenada modern Türk devletini Anadolu’nun “doğal mirasçısı” olarak tanıtmak, 1980’lerdeki sergi politikasının ana eksenlerinden biridir. Bu bağlamda sergiler oryantalist söyleme karşı olarak Avrupa-Mezopotamya-Anadolu devamlılığını ve Türkiye’nin Avrupalı kimliğinin bir parçası olduğunu gösterme çabasının bir unsurudur. Dönemin Dışişleri Bakanı Vahit Halepoğlu’na göre: “Bir dizi medeniyete beşik olan Anadolu, aynı zamanda Doğu ve Batı kültürlerinin de mükemmel bir sentezini oluşturmuştur. Doğu ile Batı arasında işgal ettiği eşsiz coğrafi ve stratejik konumuyla Anadolu, tarih boyunca büyük önem, güç ve zenginlik kazanmış ve sanatın her dalında takdire şayan örnekler yaratmıştır” (Anatolia: Images of Civilizations, 1987). 1986 yılında Hollanda Rijk Müzesi’nde açılan “Türkiye’nin Hazineleri” başlıklı serginin kitapçığının ön sözünde dönemin başbakanı Turgut Özal da Türkiye’nin üstlendiği görevi şu sözlerle vurgulamıştır: 35 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) “Bu sergideki sanat eserleri Anadolu’da yeşerip gelişen uygarlıklara ait güzellikleri gösterir. Türkler bu topraklarda uzun yıllardan beri yaşayan geçmiş uygarlıkları algılayıp değerlendirerek kendi kültürleriyle kaynaştırmışlardır. Bu büyüklükteki kültürel birikimin koruyucusu Atatürk’ün kurduğu altmış küsur yaşındaki genç Türkiye Cumhuriyeti olacaktır” (Schatten 1986, 3). 1987 yılında Turgut Özal’ın imzası ile yayınlanan ve kendi ekibinin kaleme almış olduğu düşünülen “Türkiye Avrupa’da kitabı”, Etienne Copeaux’ya göre Avrupa’daki Türk imajını yenilemeye çalışan propaganda amaçlı bir kitaptır. Türk-İslam sentezinden etkilenen Özal’ın çalışma arkadaşları bu savunmaya Anadolucu bir biçim katarak, Türklerin Anadolu’da kökleşmiş bir halk olduğunu ve Avrupa uygarlığını niteleyen şeyin Yunanistan değil Anadolu olduğunu göstermeye çalışmaktadırlar (Copeaux 1998, 268). Michel Foucault’nun mekan ve güç ilişkilerine olan vurgusu düşünüldüğünde milli sınırların ve milli tarihin ülkelerin birbirlerine olan güç ilişkilerinin bir tahayyülüdür (Rainbow 1984,35). Foti ve Stefo Benlisoy’a (Benlisoy ve Benlisoy 2002, 245) göre bu durum aslında kaçınılmaz olarak az gelişmişlik ya da ulus-devlet sürecini tamamlayamamakla ilgili bir tutumdur. Özellikle Yunanistan örneğinde görüldüğü gibi Avrupa’nın kültürel ve tarihsel bağlarına beşiklik etme savından yola çıkarak tarihsel ve kültürel olarak Avrupalı yani medeni bir ulus olarak algılanmayı beraberinde getirdi. Türkiye’nin geçmişini Hitit Uygarlığı’na bağlama çabasının bir ürünü olarak, Anadolu Uygarlıkları sergilerinde, genellikle Hititlere ait olan güneş, geyik ya da gaga ağızlı testi gibi objeler ön plana çıkarılmaktadır. “Anayurt” merkezli tarihsel bir anlatının içerisinde aslında tarihin farklı dönemlerine ait aktörler olan Troya savaşçıları, Kral Midas, Büyük İskender, Bizans İmparatoru Konstantine, Kanuni Sultan Süleyman gibi figürleri aynı sergide farklı odalarda görmek; toprak bazlı Anadoluluk ve Anadolu uygarlıkları söylemini kurgulayan bu sergilerde gösterilen objelerin aslında insanlık tarihinin gelişiminin bir parçası olduğunu, elde bulunan eserlerin insanlık tarihinin mirası olduğunu düşüncesini ötelemektedir. Aslında farklı uygarlıkların kültürel diyaloğunun bir parçası olması gereken Anadolu Uygarlıkları sergileri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kimliksel politikasının devamını teşkil ederek Anadolu’nun geçmişi “ulusal” bir geçmiş haline getirilmiştir. 36 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) Hayaller: Türk-İslam Uygarlığı’nın Altın Çağ Dönemi 1980’li yıllarda uluslararası tarih sergilerinde görülen ikinci bir konu da Osmanlı İmparatorluğu’nun “altın çağ dönemi” olarak adlandırılan 16. yüzyıldır. Bu bağlamdaki ilk sergi 1987 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin başkenti Washington DC.’de National Gallery of Art’da açılan “Sultan Süleyman Çağı” sergisidir. Bu sergi, Osmanlı dönemine ait o tarihe kadar düzenlenmiş en kapsamlı sergi olmasının yanı sıra, ziyaretçi sayısı açısından da blockbuster (250 bin üzerinde ziyaretçi çeken sergilere verilen ad) statüsüne erişmiştir. Philip Morris’in ana destekleyici olduğu serginin tanıtım kampanyası için 10 milyon dolar harcanmıştır. Sultan Süleyman Çağı sergisi klasikleşmiş bir sergi boyutuna ulaşarak, yedi yıl boyunca ona yakın ülkede sergilenmiştir. 1520-1566 yılları arasında 46 yıl hükümdarlık yapan Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı İmparatorluğu siyasal ve kültürel olarak altın çağını yaşamıştır. 16. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun altın çağ olarak algılanmasının nedeni imparatorluğun askeri ve siyasi bakımdan en yüksek seviyesine ulaşmış olmasıdır. Sultan Süleyman Çağı sergisinde Osmanlı İmparatorluğu’nun üç kıtaya yayılmış haritası ile başlayan sergi kataloğu dönemim ihtişamını ve askeri seferlerin beraberinde getirdiği güç unsurlarını sembolize etmiştir. 1991 yılında ise “Memphis Uluslararası Tarih Sergileri” kapsamında düzenlenen Ramses, Çariçe Katherina, Osmanlı Sultanları’nın İhtişamı, Etrükler, Napolyon, Titanik ve İnkaların Ataları sergileri ABD’de büyük yankı uyandırmıştır. Bu sergiler kapsamında Prof. Dr. Nurhan Atasoy tarafından düzenlenen Osmanlı Sultanlarının İhtişamı (Splendour of the Ottoman Sultans) adlı sergide ağırlıklı olarak 16. ve 17. yüzyıl eserleri sergilenmiştir. Sultan Süleyman sergisi ile ve başlayan Osmanlı imparatorluğunun güçlü merkezi sisteminin tanıtılmaya çalışıldığı sergilerde, Batılı devletler tarafından “agresif askeri güç” ya da “doğulu öteki” olarak görülen Osmanlı padişahları “devlet adamı” ve “sanat koruyucusu” kimliği ile tanıtmaya çalışılmıştır. Diğer taraftan altın çağ dönemi anlatısını içeren ve Osmanlı ve İslam hakimiyetine karşı olan ön yargıyı kırmaya çalışan bu sergide, aynı zamanda mücevherlerle süslü başlılar, hançer ve kılıçların sergilenmesi kendisi içinde ikilem bir yaratmaktadır. Dr. Atasoy’un giriş metinlerinde sultanların gösterdiği askeri kahramanlıklardan bahsedilmesi (İstanbul’un Fethi ve Kanuni Sultan Süleyman’ın Zigetvar Zaferi) bu savı pekiştirmektedir. 37 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) Tıpkı Batılıların yaptığı gibi, 16. yüzyıl başlarında Osmanlı İmpartorluğu’nun Avrupa’ya yaptığı seferleri sergileyerek, geçmişin ziyaretçilerin gözünde korku, derin hayranlık, merak ve şaşkınlık uyandıracak şekilde yansıtılması modern tarih sergilerinin en büyük açmazıdır. Avrupa’da artık oryantalizmden uzaklaşmak için Harem konusunda “peçeli kadın” ya da “hamamda kadın” vb. figürlerden kaçınılmasına karşın, Türkiye’den yurt dışına gönderilen sergilerde bu imgelerin “Doğu’yu Doğululaştırmak” söylemini kanıtlar bir şekilde kullanılması bir ikilem durumu yaratmaktadır. Avrupa sanatında, doğuda büyük bir güç haline gelen Osmanlılar da şüphesiz dikkatleri çekmiş, saraylarda değerli kumaşlar, Türk tiplemelerinin yer aldığı tablolar, silahlar, halılar, padişah portreleri toplanmaya başlanmıştır. Özellikle İtalya merkezli olarak başlayan Doğu tiplemesi bütün Avrupa’ya yayılmıştır. Özellikle gösterişli giysiler içerisinde Yeniçeriler tasvir edilmeye çalışılmıştır (Alarslan 2005, 146). Tarihsel perspektifte 16. yüzyıldan itibaren Avrupa sanatında yaygınlaşmış olan Osmanlı imgesi ve özellikle İtalya’daki Türk imajı (Avrupalı devletlerin en çok etkilendikleri) güçlü doğulu tasviri yüzyıllar içerisinde değişmiştir. 17. yüzyıla gelindiğinde ise artık askeri olarak bir tehdit olmaktan çıkan Osmanlı imajına yaklaşım, siyasi ilişkiler ölçeğinde ele alınmaya başlamıştır. “Turquerie” (Türk Yaşantısına Uygun) modasının başlaması ile birlikte Türk figürü Avrupa’da popüler hale gelmiştir. “Milli tarihi” “gayri milli” öğelerden arındırarak anlatma ve tanıtma çabasının bir ürünü olan sergiler, yurt dışında “Türk ulusunun şanlı tarihi” söylemini pekiştirmek için kullanılmıştır. Osmanlı toplumunun çok uluslu kültürel yapısı göz ardı edilerek, Türk ırkına ve İslamiyete vurgu yapılmaktadır. Türk Tarih Tezi’nde, Osmanlı-İslam geçmesinin reddedilmesiyle oluşan mekansal/zamansal boşluk, 1980’li yılların “Türk-İslam sentezi” ile doldurulmaya çalışılmıştır. Görkemli bir tarih yaratma çabası içindeki Türk entelektüelleri için Osmanlı İmparatorluğu’nun 16. yüzyıl dönemi saygın bir milli mitos olarak görülmüştür. Bu açıdan bakıldığında, Türklerin de Osmanlı’nın şahsında bu şanlı geçmişin kurucu unsuru olarak Batı Dünyası nezdinde ayrıcalıklı bir konuma oturtulması hedeflenmiştir. “Altın çağ” anlatımın dışında Osmanlı tarihi sergilerine egemen olan ikinci bir yaklaşım ise, “primordialist” (ilksel/kadimsel) tarih anlatımıdır. 2005 yılında İngiltere’de Royal Academy of Arts’ta açılan “Türkler: 1000 Yıllık Yolculuk” 38 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) (Turks: A Journey of A Thousand Year) sergisi bunun bir örneği olmuştur. Bu tarih anlatımına göre, Osmanlılar tarihin derinliklerinden ebediyete doğru varlığını ve akışını sürdüren Türk milletinin bir parçasıdır. Osmanlı tarihi Türk ulusunun tarihinde bir aşamadır. Osmanlılar Türk’tür. Kendilerinde Türk milleti bilinci vardır ve bundan gurur duyarlar (Erdem 2005, 13). Orta Asya’dan başlayarak İran, Kafkasya, Anadolu ve Balkanları içerisine alan geniş coğrafyadan derlenmiş, 600’lü yıllardan 1600’lü yıllara uzanan 370 objeden oluşturulan bu sergide “Türk” devletleri retrospektif olarak kurgulanmıştır. Sergi, Avrupa Birliği’ne giriş görüşmelerinin başladığı döneme denk getirilerek, Türk milletinin tarihten gelen gücünü göstermek amaçlanmıştır. Sergi, siyasal güç gösterisinin yanında, Nurhan Atasoy’un bakış açısıyla “Türklerin kültürel açıdan yapıcı oldukları”nı işaret etmekteydi. “İnsanlar hep Türklerin siyasi tarihine bakıyor. Halbuki kültür tarihi olarak bizim onlara verebileceğimiz çok daha sevimli mesajlar var. Mesela Fatih'in bir kültür adamı kimliği var, çiçek kokladığı bir portresi var. Onu gösterdiğiniz zaman herkes etkileniyor” açıklaması; serginin bir savunması olarak Türk devletleri temasını aydınlatmaya çalışmıştır. Gerçeklikler: Çok kültürlü Tarihsel Anlatıma Geçiş Osmanlı İmparatorluğu’nun 700. yılı kutlamaları için Paris Louvre Müzesi’nde organize edilen ve küratörlüğünü Nazan Ölçer’in üstlendiği “Topkapı Versay’da” Sergisi (Topkapı at Versailles), tarihsel sergiler sürecinde yeni bir dönemin başlangıcını işaret etmektedir. Altın çağ dönemi, kadimsel uygarlık vb. anlatılarının dışına ilk kez çıkılabilmiş ve serginin kavramsal çerçevesi tarih yazımını “milli” durumundan uzaklaştırmıştır. Mistik ve oryantalist bakış açısının dışına çıkılarak ve milli bir tarih anlatısını daha da millileştirmeden, uygarlık tarihi altında küresel düzlemde bir tanıtım sağlanmıştır. Sultan ya da Harem’in dışında kalan aktörler (bürokratlar, askerler, sanatçılar ve entelektüeller) Osmanlı tarih anlatısı içinde Topkapı Sarayı’nın içinde canlandırılarak tarihsel kurgunun bütününe odaklanılmıştır. “Palace of Gold & Light: Treasures from the Topkapı Palace” başlıklı sergi, 2000’li yıllara gelene kadar düzenlenen sergiler içinde tarihsel anlatı açısından ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Küratör Dr. Tülay Artan’ın sözleriyle: “Sergilerde şimdiye kadar olan süreçte Osmanlı İmparatorluğu’nun geleneksel doğu toplumu vurgusunun yanında ‘güçlü’ ve ‘yabancı’ tarzı yansıtılmaya çalışılarak Esrarlı Doğu’nun hazineleri görücüye çık[mıştır]” (Artan 2000, 12). 39 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) Artan ise, bu sergide yeni tarihsel yaklaşımların “history from below” anlayışının ışık tutuğu özel bir dil kullanarak, kültürel tarihin egemen olduğu bir sergi anlatısı oluşturmaya çalışmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki güç ilişkilerini, günlük hayatı ele alan ve belki en önemlisi klasik çağın ilk evresi olan 15. yüzyıla ışık tutmaya çalışan bir sergi anlatısı geliştirmiştir. Uluslararası sergilerde gerçeklik bu şekilde efsanelerin ve hayali temsillerin önüne geçmeyi başarmıştır. Son on yıl içinde arkeoloji alanında gerçekleştirilen “Anadolu’nun 12.000 Yıllık Tarihi” (Karlsruhe 2007) ve “Troya: Efsane ve Gerçeklik” (Almanya 2002) sergileri, genel geçer anlatı zincirini kırarak, Anadolu tarihini “Türkleştirme” anlayışının dışında bir uygarlık tarihi yazımı perspektifini yansıtmıştır. Neolitik çağdaki tarım devriminin insanlığın gelişimindeki yerini konu alan “Anadolu’nun 12,000 Yıllık Tarihi” adlı sergi, Türkiye’yi Akdeniz Uygarlıkları’nın içinde konumlandırmıştır. Homeros’un ünlü destanından etkilenerek hazırlanan sergi, aslında bir efsane sayılan Truva şehrinin gerçekte yaşanmış bir yer olduğunun tarihsel kanıtlarını sunmuştur. Kültür tarihi yaklaşımının gündeme getirdiği diğer perspektifler ise çok kültürlülük, cinsiyet, tarih aktörlerinin değişen rolleridir. Bu bağlamda “Analar, Tanrıçalar, Sultanlar: Anadolu Kadını’nın 9000 Yılı” (Brüksel 2004), “Stil ve Statü” (Washington D.C. 2005), “Büyükelçi, Sultan ve Sanatçı: İstanbul’da Kabul Töreni” (Hollanda Rijk Museum 2007) sergilerinde konusal yaklaşım, belirli bir dönem veya temaya işaret eder şekilde kurgulanmıştır. “Büyükelçi, Sultan ve Sanatçı” sergisinde Avrupalı bir gezgin ve ressamın gözünden resmedilen 18. yüzyıl İstanbul saray ve halk yaşantısı, tarihin canlı bir retrospektifini sunmaktadır. 17. ve 18. yüzyıllara odaklanan “İstanbul: Şehir ve Sultan” (Amsterdam 2007) sergisinde günlük hayatın parçaları olan pazar, kahvehaneler, hamam, cami, medrese, derviş locaları, mesire yerlerinin de aralarında bulunduğu şehrin kamusal mekanları kurgulanmış ve yerel kıyafetler, KaragözHacivat tiplemelerine de yer verilmiştir. 2009 yılında Paris’te “Türk Mevsimi” etkinlikleri içinde uzun bir hazırlık evresi sonucunda hazırlanan “Bizans’tan İstanbul’a: İki Kıta İçin Bir Liman” (De Byzance A Istanbul: Un Port Pour Deux Continents) uluslararası tarih sergilerinde Bizans tarihini de kapsayan bir tarih anlatısı sunması açısından belirleyici olmuştur. Avrupa’daki 14 ayrı müzeden getirilen 464 eserin sekiz bin yıllık geçmişe ışık tuttuğu serginin küratörlüğünü Nazan Ölçer üstlenmiştir. 40 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) Ölçer, serginin kurgusu ile ilgili olarak şehrin renkli yüzünü ve çok kültürlü sosyal yapısını gündeme getirerek aslında bahsedilmekten kaçınılan Bizans’ın tarihi mirasını Osmanlı klasik dönem tarihi ile birleştirerek günümüze kadar getirmiştir. Serginin ziyaretçiler için tarihe yeni bir bakış açısı kazandırması hedeflenmiştir. Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde İstanbul’un geçirdiği siyasal, sosyal, kültürel değişimlerin, her dönem için konunun uzmanları tarafından ele alındığı sergi, şehrin her zaman çok kültürlü bir yapıya sahip olduğunun vurgulanmasının ve “Bizans’ın düşüşü İslamiyet’i yükselişi” gibi milli tarih anlatısından kaçınılmasının da bir göstergesidir. Uluslararası Çağdaş Sanat Sergileri’nde Türk Kimliğinin Yapılandırılması Türkiye’nin çağdaş sanat serüveninin 1980’lerin sonunda başlayan önemli bir parçası haline gelen, uluslararası çağdaş sanat platformlarında “temsil sorunu” bu çalışmanın ikinci bölümünün ana temasını oluşturmaktadır. Yurt dışında açılan grup sergileri bağlamında zamansal düzlem üzerinden gidilerek iki ana başlık çerçevesinde ele alınacak olan çalışma, 1990’lı ve 2000’li yıllardaki olgusal dönüşümleri, kopuşları ve süreklilikleri irdeleyecektir. Türkiye’den yurtdışındaki sergilere katılan sanatçılar kimi zaman kendi sanat anlayışlarını temsil ettiklerini düşünseler de, özellikle grup sergileri ölçeğinde Türk sanatını ya da Türkiye’yi ve Türk kültürünü tanıtma zorunluluğu ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Eserlerin küratörlere bağlı olarak öznel bir kavramsal çerçeve yaratılarak seçildiği sergilerde, ulusallık ve kimliksel aidiyet içeren bir alt söylemin kataloglara yansıdığı görülmektedir. Sergilerde eserlerin veya sanatçıların hangi sorunsallar bağlamında tanıtıldığı önem kazanmaktadır. Bu çerçeve içinde bu çalışmada, sırasıyla uluslararası grup sergilerinde temalar ne şekilde belirlendi, sergilere davet edilen sanatçılardan beklentiler nasıldı, klişeleşmiş olguları taşıyan eserlere hangi platformlarda yer verildi, 1990’larda sergilerde verilmeye çalışılan temsil politikaları 2000’li yıllara gelindiğinde nasıl bir değişime uğradı, Türkiye’den uluslararası sergilere katılan sanatçılar kendilerini ve eselerini nasıl kurguladılar şeklindeki sorulara yüzeysel de olsa cevap aramaya çalışılmaktadır. 1980’lerin sonlarında doğru modernizmin getirdiği ve Türkiye’de tartışılmaya geç kalınmış olan Doğu-Batı ve kadın-erkek gibi kurgusal öznelerin üzerinden giderek başlayan temsil sorunu; 2000’lerin sonlarına doğru gelindiğinde, 41 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) kültürel anlamda Avrupa’ya bütünleşmenin göstergesi durumuna gelmiştir. Görsel kimliğin parçası olarak Türkiye çağdaş sanatı, politik bir gösterim içine çekilerek temsil mekanizması olarak uluslararası sanat platformunda sunulmaktadır. Öteki Yabancı: Uluslararası Platform’da Türkiye’den Çağdaş Sanatın Tanınması ve Kabulü 1990’lı yılların başında yurt dışında açılan sergiler, Türk çağdaş sanatının yurt dışında ilk kez tanıtıldığı mecralardır. Sergiler sayesinde sanatçılar yurt dışında sergi yapmanın ve Türkiye’de üretilen çağdaş sanatı sergilemenin nasıl bir olgu olduğunu tecrübe etme olanağı buldular. 1990’lı yıllarda sanatçılar, 1980’lerin siyasal ortamının şekillendirdiği toplumsal değişimin üzerinde ulusal ve uluslararası sanat sistemini sorgulayarak merkez sanatına yaklaşmaya çalıştılar. Çevre ülkelerden gelen çağdaş sanatın, merkez ülkelerde tutunmaya çalışmasında bienallerin belirleyici yönü oldu ve Türk sanatçılar İstanbul Bienali ile birlikte çokkültürlük kavramını yeniden yorumlamaya başladılar. 1990’lı yılların ilk yarısında gerçekleştirilen sergiler küçük bütçeli ve yerel ölçekte organize edilmiştir. Bu sergiler arasında “A Foreign=A Traveler” (Hollanda 1993), “İskele” (Almanya 1994), “Orient Express” (Almanya 1994) yer almaktadır. Türk ve Hollandalı sanatçıların ortaklaşa açtıkları “Yabancı=Gezgin” sergisi, Avrupa sınırlarının dışındaki bir ülke olan Türkiye’den gelen sanatçıların, eserlerini Avrupalı sanatçılarla birlikte sergileme fırsatı yakalamasını sağlamıştır. Gülsün Karamustafa’nın “Mistik Taşımacılık”, Hale Tenger’in “S... Aşşa Kasımpaşa Ekolü”, Mehmet İleri’nin “Osmanlı Minyatür Resimleri” ile katıldığı sergide dikkat çekici unsur, günlük hayatta kullanılan objelere alt anlamlar yüklenerek aslında sanatsal objelerin günlük yaşamda kullanıldığı şekliyle evrenselliğinin vurgulanmasıdır. Gülsün Karamustafa’nın (2008) sergi hakkındaki yorumu bu bağlamda dikkat çekicidir: “1993’te biz Türkiyeli bir grup sanatçı olarak ilk defa Schiedam’da Hollanda’nın küçük bir şehrinde bir sergiye davet edildik. Bu sergiye bizimle aynı zamanda Hollandalı sanatçılar da katılıyordu ve bir eşitlik söz konusuydu. Karşılıklı görüş alışverişini sağlayan bu sergiden memnun kaldık. Çok küçük bir şehirdeydi ama bizi yine de heyecanlandırmıştı. Böyle bir yerde olmak bizim dar alanımızın dışına çıkmamızı sağlayabiliyordu.” 42 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) Yurt dışında açılan grup sergileri, Türk sanatçılar için merkez dışı sanatın tanıtımı açısından belirleyici olmuştur. Aynı yıl Avusturya’dan gelen sanatçılarla İstanbul Resim Heykel Müzesi’nde yapılan “Buluşma: Sanat, Treffen: Kunst” adlı sergide çağdaş sanatın içerdiği kültürel kodlar sayesinde bireye ve bireyin yaşadığı ortama dair referanslar verilmiştir. Serginin Avusturyalı kuratörü Günther Dankl, sergi kataloğunun önsözünde “farklılıkların beraberinde getirdiği çeşitliliğin aslında güçlük olmaktan çok kültürler arası diyaloğu sağladığına” değinmiştir: “Sanat yapıtları birbirleriyle ilişkiye girdiğinde, sözsüz bir konuşma ya da bir diyalog başlar ve bu son derece gerilimli bir olanak yaratır. Kuşkusuz bu arada, “öteki” ve “yabancı” olanı, bir sen ve ben düzeyini, daha doğrusu doğrudan doğruya bir karşı karşıya durmaya indirgemeyip, bunu bir çeşit model olarak algılamak gerekir; kendi varlığının deneyimine olduğu kadar dünya düzenine de yakınlık göstermeyi sağlayan bir model. Ancak bundan sonra farklılıklar farklılık olarak anlaşılır” (Buluşma:Sanat 1994, 5). Her ne kadar Türkiye’den ya da Orta Doğu’dan gelen sanatın çevresi belirli sınırlar içinde tutulmuş olsa da, 90’ların ilk yarısında Türkiye’den giden sanatçılar Batı sanat dünyasının beklentilerinin çok dışında olan ürünler sunmuştur. Bu bağlamda Beral Madra’nın küratörlüğünü üstlendiği “Orient Express” teorik ve sanatsal alt yapısı güçlü olan ilk grup sergisidir. Künstlerhaus Bethanien’de açılan sergi Berlin Belediyesi sanatçılar fonunun katkılarıyla hazırlanmıştır. Müzenin direktörü Micheal Haerdter’e göre, Türkiye’nin 90’lı yıllarda modernleşme ve demokratikleşme çabasının bir sonucu olarak çağdaş sanatçıların yurt dışına açılması sağlanmıştır. İnci Eviner, Serhat Kiraz, Ahmet Öktem ve Erkan Özdilek’in eserleriyle katıldığı “Orient Express”, Türkiye’den çağdaş sanatın Orta Avrupa’nın sanat merkezi olan Berlin’le organik bir bağ kurmasını sağlamıştır. 90’lı ve 2000’li yıllarda Almanya’da açılan Türkiye’den çağdaş sanat sergileri, diğer Avrupa ülkelerine kıyasla Alman sanatçılar ve küratörler tarafından ilgiyle karşılanmıştır. Bu durumunun başlıca sebeplerinden biri Almanya’da yaşayan Türk nüfusudur. Çokkültürlülük bağlamında Almanya’nın 90’lı yıllarda yaşadığı zorlukları göz önünde bulundurulduğunda, merkez dışından gelen çağdaş sanat sergileri “öteki” yabancının algılanmasında da etkili olmuştur. 43 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) Künstlerhaus Bethanien’ın direktörü Haerdter’e göre “iyi sanat direkt olarak olarak politik mesaj veremez” (Orient Express 1994). Orient Express’teki eserler göz önünde bulundurulduğunda, politik, kültürel ve tarihsel yaklaşımların objelerin içinde kodlanmış bir şekilde sergilendiği görülürmektedir. İnci Eviner’in Body-Geo-Graphy adlı enstelasyon çalışması 90’lı yılların popüler konuları coğrafya, kimlik ve kimliksizliği tanımlamaya çalışmıştır. Eviner, günlük hayatımızda sıkça karşılaştığımız vücut, coğrafya, erkek kimliği, köy kültürünün içerdiği kodlardan yola çıkarak Batı’nın değişmeyen doğu ya da “öteki” kimliği üzerinden tanımlamaya çalışmasını eleştirmiştir. Merkez sanatının çevre ülkelerden gelen sanata karşı olan ön yargılarını kırmaya çalışması ve milli, bölgesel ve yerel ayrımlarının farkına varılabilmesi için 90’lı yıllarda yaşanılan tecrübeler; sonraki on yılın temelini oluşturmuştur. 1995 yılında René Block’un küratörlüğünü üstlendiği 4’üncü İstanbul Bienali, Türkiye’deki çağdaş sanatçıların yurtdışına açılması için olanak sağlamıştır. Teması “ORIENT-ATION” olarak belirlenen Bienale 110’nun üzerinde sanatçı katılmıştır. 20. yüzyılın sonunda çağdaş sanat ve sanatçılar için politik ve ideolojik yaptırımlardan uzak bir mecrada üretime katılma şansı tanıyan 4’üncü İstanbul Bienali, doğu ile batı arasında insanların kendilerini konumlandırma zorluluğu üzerine kuruludur. René Block, bienalin ana amacının Batılı olduğu sanılan kültürün kökeninin aslında ne kadar “Orient-Doğu” göstermektir (4. İstanbul Bienali Sergi Kataloğu 1995, 1). Block, İstanbul Bienali’nden önce 1994 yılında Almanya’da Berlin, Stuttgart ve Bonn’da düzenlenen “İskele” adlı çağdaş sanat sergisinin organizasyonunu da üstlenmiştir. Bu serginin hayata geçirilmesinde IFA’nın verdiği parasal destek belirleyici olmuştur. On yılı aşkın bir süredir kendi sanat ortamları dışında eserlerini sergileme fırsatı bulamayan çağdaş sanatçılar için, Avrupa’daki sanat müzeleri ve galeriler çevreden gelen sanatın sergi mekanları haline gelmiştir. Çağdaş sanatın tanıtımı, Avrupa’daki belediyelerin ve Avrupa Birliği’nin kültür fonlarıyla desteklenen ZKM, IFA, MUMOK gibi kültürel merkezlerin desteği sayesinde gerçekleşmiştir. Serginin küratörü Beral Madra’dır. Çağdaş sanat sergilerinin kapitalist dünyanın bir parçası konumunda olduğunu ve çağdaş sanatın, küresel ölçekte politik ve ekonomik olarak güçlü kabul edilen ülkelerin boy gösterdiği bir alan olduğunu belirten Madra’ya göre; Türkiye de yurtdışı sergilerine katılararak sadece çağdaş sanatını değil, aynı zamanda ekonomik 44 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) gelişimini de göstermiş olacaktır (Post Peripheral Flux 1996, 103 ve 104). 1990’lı yıllarda uluslararası sergilere katılımda, sanatçılar için önceden belirlenmiş fonların ayrılmaması ve proje desteğinin yetersiz olması nedeniyle, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın ve Dışişleri Bakanlığı’nın dış tanıtım fonları sanatçıların sadece ulaşım giderlerini karşılayabilmektedir. Beral Madra’nın uğraşları sayesinde Türkiye’nin sanatçı düzeyinde katılımının gerçekleştiği 1991 ve 1993 Venedik Bienali’ne de devlet desteği sınırlı kalmıştır. Türk sanatçılarının Venedik Bienali’ne katılımı, özel sponsorların desteğiyle gerçekleşmiştir. 1996 yılında Habitat II konferansı çerçevesinde düzenlenen devlet destekli ilk çağdaş sanat sergisi “Habiart: Öteki” adlı sergidir. Hüsamettin Koçan’ın küratörlüğünü üstlendiği sergide 179 sanatçının 400’e yakın eseri İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nde gösterilmiştir. İstanbul Bienali’nden sonra ilk kez bu büyüklükte bir çağdaş sanat sergisi organize edilmiştir. Sergi temasının seçiminde Habitat’ın konusu olan insan yerleşimleri konu alınmış ve eser seçiminde ölçüt ise “temaya olan yakınlık” ve “sergilenebilinirlik” olarak belirlenmiştir (Öteki/The Other: Contemporary Art Exhibition, s.7). Sanat eseri seçiminin küratörlüğün ana sorumluluğu olduğu göz önüne alındığında, devletin desteği ile uluslararası bir konferans programı içinde sergilenen eserlerin taşımaları gereken özellikler de bellidir ve politik içerikli, etnik kimliğe dayalı ya da milli tarihin kullanıldığı eserlerden uzak durulması bu açıdan sanatseverler için sürpriz olmamıştır. Rene Block ve Fulya Erdemci’nin küratörlüğünü üstlendiği ve Berlin-İstanbul hattında kültürel birikimin paylaşılması amaçlı “İskorpit” adlı grup sergisinde ise “underground” söylemin izleri görülmektedir. Türkiye’den çağdaş sanatın kendi içinde düştüğü modern ya da post-modern ikileminin dışında temsil sergilerine yeni bir boyut kazandırmıştır. Vasıf Korun’a göre Türkiye’den gelen çağdaş sanat, aslında Batı’da beklenilenin aksine küresel perspektife daha yakın durmaktaydı. Batılı sanatçı, küratör ve eleştirmenlerin Türkiyeli sanatçılardan beklentisi ise, merkez sanat dünyasına çevreden katılan sanatçının eserlerinde geldiği kültürün bir parçasını yansıtmasıydı. Yurtdışında yaşayan Türkiyeli azınlık sanatçılar, uluslararası sanat platformunda iki şekilde görünürlülük kazanıyordu. İlk grup sanatçı küresel sanat pazarında yer edinmeyi amaçlayarak yerellikten sıyrılmaya çalışanlardı. İkinci grup ise uluslararası sanat piyasasında 45 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) kendi cografi ve kültürel kimlikleri ile varolmaya çalışan olarak Türkiyeli sanatçılardı (İskorpit 1996, 15). İşte bu ikinci grup sanatçılar ve eserleri tematik olarak genel kavramlardan alıp bölgesel referanslara görünürlülük kazandı. Bölgesel farklılıkların “global” bakış açısı ile ilk kez çağdaş sanatın içinde temsil edildiği sergide dikkati çeken eserler arasında Hale Tenger’in “Cross Section” (1996), Halil Altındere’nin “Kimlik Kartları”, Bülent Şangar’ın “İsimsiz/Untitled” ve “Aile Salonumuz Yukarıdadır”, Gülsün Karamustafa’nın “Sahne/Stage” (1998), Kutluğ Ataman’ın “Semiha B. Unplugged” (1997) adlı eserleri sayılabilir. Etkileyici çalışmalardan biri olan Hale Tenger’in “Cross Section” (1996) adlı video yerleştirmesi, yer değiştirme ve göç temaları üzerinden kimlik ve güç ilişkilerini Türkiye ölçeğinde anlamlandırmaya çalışmaktadır. Tenger, merkezçevre, Doğu-Batı gibi kavramların ne kadar da anlaşılması güç olduğunu göstermeye çalıştığı video yerleştirmesinde, bu ikilemlerin çıkmazları sergilenmektedir. Kendi portresini çift taraflı ekrana yasıtarak ve altyazılı bir şekilde; ailesinin geçmişte yaşadığı göç deneyiminden başlayarak, gündelik hayatta Doğulu ya da “öteki” olmanın beraberinde getirdiği handikapları anlatmaktadır. Tenger, Murat Belge’nin Helsinki Uluslararası Vatandaşlık Kongresinde yaptığı konuşmadan da alıntı yaparak şöyle demektedir: “Bizlere ilkokulda öğretildiğine göre bütün Türkler Orta Asya’dan gelen göçmenlerdi. Orada meydana gelen iklim değişiklikleri nedeniyle göç etmek zorunda kalmışlardı. Batıya doğru göç edip önce Anadolu’ya, ardından İstanbul’a yerleştiler. İşte o gün bu gündür Murat Belge’nin dediği gibi, yüzümüz hep Batı’ya dönük kaldı ve muhtemelen göç ettiğimiz bu topraklar zaten Doğu Roma olarak anıldığı içindir ki biz de hep Doğulu olarak kaldık” (Tenger 2008, 239). 46 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) Cross-Section (1996) Hale Tenger Aslında Türkiye’ye ya da Türkiye’de yaşayan topluma yapılan “ötekileştirme” yine Batı’nın tarihsel kurguları üzerinden giderek Doğu’yu konumlandırmaktadır. 90’lı yılların sonlarında artık kendi yönlerini çizmeye başlamış olan Türkiyeli çağdaş sanatçılar, geleneksel ve çağdaş sanat kavramlarının iyi bir sentezini yakalamaya çalışmışlar; Batı’nın dayattığı donuk küresel sorun yerine, bölgesel gerçeklikleri de içinde barındıran kavramlara yönelmişlerdir. Yurt dışında tanınmak için yola çıkan ve Türkiye’den dışarı açılan çağdaş sanat, oryantalizmin tuzağına düşmeden kendi yolunda yürümeyi başarmıştır. İçimizdeki Yabancı: İkilemlerin ve Klişelerin Yansıması 1990’lı yılların sonu 2000’lerin başında çağdaş sanat ortamında kadın sanatçıların sayısının giderek artması, kamusal alanda kadın görünürlülüğünü de arttırmıştır. Uluslararası sergilere katılan kadın sanatçılar, Avrupa’da devletin aydınlık ve modern yüzleri olarak gösterilmeye çalışılmıştır. İnci Eviner, çağdaş sanatla uğraşan kadın sanatçıların değişen amacını şu sözlerle aktarmaktadır: “Avrupa’ya, Amerika’ya seyahatlar başladıktan sonra özgüvenimiz arttı. O Batı sanatının ağırlığından kurtulduk. Gerçekten bağımsız sanatçılar olarak var olabileceğimize inanmaya başladık. Sanat ortamı en azından fikir olarak lokal piyasaya bağlı olmak zorunda değildi. Kendi meselemizle bütün bu politik meseleler çok özgün bir yolda buluşmaya başladı” (Eviner 2008, 126). 47 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) 1980’lerde gelişen ikinci dalga feminist akımın etkisinde toplum tarafından “güzel, cesur ve özgür” gibi tanımlamalarla karşılaşan çağdaş kadın sanatçılar, yurtdışı sergilerinde kendi kimliklerinden ödün vermeden var olabilmeye çalışmışlardır (Çalıkoğlu, 2008). Türkiye’de sıra dışı olarak görülmelerine rağmen erkek egemen sanat ortamında varlık gösterme çabaları 2000’li yılların başında sonuçlarını vermeye başlamıştır. Kadın grup sanatçılarının katıldığı “Still, Cut, Fragments” (Almanya, 1999), “Contemporary Turkish Women Artists: As You See Me, But I am not” (Almanya, 2001), “From Far Away to Close” (Almanya 2001), “She Show” (Bulgaristan 2002) gibi Beral Madra, Vasıf Kortun ve Tomu Atagök’ün düzenlediği sergilerin çağdaş sanat temsilinde önemi büyüktür. Dönemin Kültür ve Turizm Bakanı İstemihan Talay, kadın sanatçıların sanata yaklaşımlarının, duygusallığı yansıttığı için insanlığı ve toplumu anlamada olumlu etki yapacağı düşüncesindedir. (Contemporary Turkish Women Artists: As You See Me, But I am not 2001) Aslında kadın sanatçılar kendilerine atfedilen rolün dışına çıkarak ötekileştirilmeden tecrübelerini sanata aktarmışlar ve üzerlerine yapıştırılmak istenen “feminist” damgasının ve reklam amaçlı tasvirlerin dışına çıkarak, kadın vücudunu ya da sanatını oryantalist fantazilerin dışında tutmaya çalışmışlardır. Türkiye’den katılan kadın sanatçıların seçtikleri konular, bu sergilerde, gündelik yaşamın içinden gelen imgelerin politize edilerek farklı boyutlarda sunulmasını sağlamıştır. 2000’li yılların ilk yarısında uluslararası platformda gerçekleşen “Springtime” (Italya 2000), “Between the Waterfronts” (Hollanda 2002), “Where? Here?” (Japonya 2003), “Sisters and Brother and Birds” (Almanya 2004), “Along the Gates of the Urban” (Almanya 2004), “Berlin-İstanbul, Vice Versa” (Almanya 2004), “Call Me Istanbul” (Almanya 2004) önemli temsil sergileri arasında yer almıştır. Temsil sergilerinin ilk on yılından farklı olarak, Türkiye’deki çağdaş sanatın tanıtımı yerine, post-modernitenin beraberinde getirdiği sorunlara değinilerek temsillerde bir öz eleştiri sürecine girilmiştir. Küreselleşme, göç, yoksulluk, soylulaştırma, çok kültürlülük gibi temel problemlerin bölgesel boyutlarına değinilerek işlenen çağdaş sanat; uluslararası platformda öznel kimliği ile yer edinmiştir. İstanbul’un uluslararası platformda küresel kentler içinde yer alma çabası, çağdaş sanat sergilerinde giderek artan İstanbul vurgusuna neden olmuştur. Kültürel kimliklerin renkli bir şekilde yansıdığı İstanbul, Batı’daki sanatçı ve küratörlerin ilgi odağı haline gelmiştir. Te48 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) masını İstanbul üzerinden alan çok sayıda serginin ardı ardına açılmasıyla, uluslararası platformlarda Türkiye’den katılan çağdaş sanatın belirli bir mecraya çekilmek istenmiştir. Zaman ve mekanın geleneksel kullanımının dışına çıkılarak ulusötesi tasvirlerde bulunulmaya çalışılmıştır. Çağdaş sanata verilen devlet desteğinin son derece yetersiz olmasının yanı sıra devlet destekli yurt dışı sergilerinde uygulanan sansür, Türkiye’de çağdaş sanata verilen değeri gözler önüne sermektedir. Tarih, kimlik ve milli değerlerin bir arada post modernite eleştirisi içinde verildiği eserler yurt dışında açılan temsil sergilerinde devlet bürokratlarının gözünde sorun teşkil etmektedir. Hale Tenger küfür içerikli isminden dolayı sansüre uğrayan eseri hakkında iki farklı bürokratın tutumalarına şöyle değinmektedir: “S… Aşşa Kasımpaşa Ekolü” işi yurt dışında Hollanda da sergilenişinde açılışa gelen Türk Konsolos işi hiç mi hiç anlamayıp “Keşke Bunun adı ‘Kosova Meydan Savaşı’ olsaydı” deyivermişti. In the Gorges of the Balkan sergisinin açılışında sanırım bir Türk konsolos yardımcısı gelmişti açılışa, çok genç bir beyefendiydi. Hepimiz tecrübe ile biliyoruz ki genellikle bizim bu türlü eseler resmi makamlarda çok gerginlik yaratıyor sergilerde. Burada ise tam tersini diyorum, iki işinizi de hakikaten çok beğendim”, dedi. Bu beyefendi insanı şaşırtan ama aynı zamanda sevindiren, hiç alışık olmadığımız bir Türk diplomatıydı. (Tenger Çağdaş Sanat Konuşmaları, s.251-252) “S... Aşşa Kasımpaşa Ekolü” (1990) Hale Tenger 49 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) 1990’lı yıllarda Tenger’in karşı karşıya kaldığı durum yakın zamana kadar değişiklik göstermemiştir. ExtraMücadele’nin (Memed Erdener) “Barış Ormanı” adlı animasyon filmi “Index: Today’s Turkey and Views From Everyday” adıyla Avusturya’da açılan devlet destekli çağdaş sanat sergisine küratörler tarafından kabul edilmemiştir. Filmde frak giyen Atatürk, Anıtkabir’den çıkar, ay ve yıldız tersine dönmüştür, arabaya binerek ormana gider. Ormanda çarşaf giymiş Türkan Şoray ile buluşur. Bir süre düşündükten sonra elini tutar. Yarasalar ve baykuşlar uçmaya başlar. Tarihsel sembollerin kullanıldığı bu animasyon film 9. İstanbul Bienali’nde de gösterilmiştir. “Barış Ormanı” (2003), Extramücadele Extramücadele’nin Barış Ormanı adlı işi, serginin küratörleri olan Deniz Ova ve Daniela Gregori’nin “devlet destekli organize edilen sanat sergilerinde eser seçimlerinde daha hasas ve diplomatik davranılması gerektiği ve Türk hükümeti tarafından temsil sergisinde uygun görülmeyeceği” düşünceleriyle sergiden çıkarıldı (Resmi Sergiye Extra Hassasiyet, Radikal, 08.11.2008, p.24.) Dönemin Viyana Kültür Müsteşarı İstem Cırcıroğlu da çağdaş sanatta uygulanan devlet sansürünün doğal olduğunu düşünmektedir. “Bu sergi Türkiye’nin para ödeyip yaptığı bir sergi onun için biz politik şeylerin olmaması konusunda hassasiyet gösterdik, evet. Küratörler de buna dikkat ettiler. Sanatçı Türkiye’de ve yurt dışında her zaman işlerini güzel sergileyebiliyor. Viyana’daki bakış açısını da anlamanız lazım, herhangi bir galeride sergilesinler ben gider izlerim” (age) 2000’li yıllarda Avrupa Birliği’ne kültürel uyum sürecinde Kültür Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı çağdaş sanata yaklaşımlarını yeniden gözden geçirme ihtiyacı duymuştur. Her ne kadar güncel sanatın tanıtım gücü anlaşılmış olsa da, 50 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) sanat üretimiyle ilgili gerçeklerle yüz yüze gelinmemiştir. Bürokratların büyük çoğunluğu güncel sanatı güncel politikanın dışında tutarak estetik değerler üzerinden anlamaya çalışmıştır. Çağdaş sanata devlet kaynakları üzerinden sürekli ve düzenli para aktarımı yapılamamıştır. Bağımsız ve özerk çalışan sanatçılar yurtdışına ancak dış ülkelerden aldıkları burslar ve sergi yardımları sayesinde çıkabilmiştir. Aynı yıllarda Türkiye’den yurtdışına çıkan çağdaş sanat eserleri artık yabancı olarak konumlandırılmamış, Batılı küratörler ve sanat eleştirmenleri tarafından Türk çağdaş sanatı profili yavaş yavaş oluşmaya başlamıştır. Avrupa Birliği süreci de göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’den yurtdışı sergilerine katılan sanatçılara artık içimizdeki yabancı gözüyle bakılmamaktadır. Çağdaş sanat üzerinden ikilemlerin ve ön yargıların vurgulanması artık olağan bir durum haline gelmiş ve en çarpıcı örneklerinden biri Burak Delier tarafından 2005 yılında Türkiye-Avrupa Birliği giriş müzakereleri sırasında sergilenmiştir. Duvar fotografı olarak tasarlanan posterde Avrupa Birliği bayrağından yapılmış bir çarşafı giymiş ve gözleri faltaşı gibi açılmış kız görülmektedir. Posterde yaratıcısını ya da mesajını belirten herhangi bir ibare de bulunmamaktadır. Bu posteri sokaklara bizzat kendi asan sanatçı Delier’in eseri, bir anda Türkiye-AB ilişkilerindeki bütün klişe, önyargı ve tereddütlerin simgesi olmuştur. İsimsiz (2004), Burak Delier Son dönemlerdeki temsil sergilerinin tartışma yaratanlarından biri de, Berlin Künstlerhaus Bethanien’de 9 Temmuz - 3 Ekim 2005 tarihleri arasında düzenlenen “Urban Realities: Focus Istanbul” (Gerçeklikler: Fokus İstanbul) sergisidir. Türkiye’den katılan tanınmış bir grup sanatçının sergiden geri çekilmesi; uluslarası platformdan katılan sanatçıların iş birliğiyle gerçekleşen ve küratörlüğünü Christoph Tannert’in üstlendiği sergiye damgasını vurmuştur. Konusunu İstanbul’dan alan serginin devamı olarak Kahire ve Mexico City’i sanatsal düzleme taşıyacak iki sergi daha tasarlanmıştır. Tartışma konusu, İstanbul’un 51 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) şehir gerçekliklerinin sanatsal düzleme yansıtılması olarak belirlenmiştir. Belirlenen konular şöyledir: 1) Tarih, geçmişin hatırlanması, aile, din; 2) Kent görüntüsü, kent mimarisi, kentsel gelişme, altyapı, yeniden kentleşme, semtleri nezihleştirme süreçleri, kent hayatı, gece hayatı; 3) Kültürel aydınlanma, göç, azınlıkların korunması, demokratikleşme süreçleri, kendi kaderini tayin etme hakkı; 4) Şiddet, kamu güvenliği; 5) İstanbul sanat camiası, sanatçılar arası diyalog, Türk edebiyatı ve Türkiye üzerine edebiyata yaklaşım; 6) Klişelerin sorgulanması, politik doğruluk, değerler sistemi, yeni toplumsal tasarımlar, medya gerçekliği; 7) Farklı pencere: Almanya’daki Türkler (Urban Realities: Focus Istanbul 2005). Konusal olarak sınırlamanın dışında, 2000’li yıllarda sayısı gittikçe artan çağdaş sanat sergilerinin beraberinde kültürel ve ekonomik zorlukların bir yansımasını bu sergi bağlamında görmek mümkündür. Konusunu İstanbul’dan alan sergiyi, Türkiye’den bir grup sanatçı açık mektup yazarak protesto etmiştir. Sergiye katılmamalarına ilişkin olarak yayınladıkları bildiride bahsedilen konular şunlardır: Serginin anlaşılır bir odağının veya temasının olmaması; sanatçı seçimi ve sanatçı listelerinin dağıtımında yaşanan sorunlar (davet edilen sanatçılarla daha sonra temasa geçilmemesi); sergi yapma etiğinin ihlal edilmesi (sergiye destek veren kültür kurumlarından başkalarının sergiye davet edilmesi); fonların eşitsiz, adaletsiz ve yanlı dağıtımı, Türkiye’den maddi destek alınmadığı için Türk sanatçılara projelerini gerçekleştirmeleri için fon ayrılmaması; sanatçılara yol ve konaklama desteğinin sağlanmaması; ulus sergilerine olan genel bıkkınlık ve Türkiye’den gelen sanatçıların aynı sergide yer almamaları için aynı ülkeden gelmeleri dışında başka bir neden görmüyor olmaları; sanatçıların Avrupa Birliği sürecinde araçsallaştırılmalarından duydukları rahatsızlık; sanatçıların coğrafi, ulusal veya bölgesel tanımlamalarla kısıtlanması; serginin Almanca ve İngilizce sayfalarında yer alan metnin Doğu-Batı üzerine klişelerle dolu olması (Urban Realities: Focus İstanbul 2005). Yukarıdaki nedenlerden dolayı sergiye katılmayan sanatçılar arasında Can Altay, Hüseyin Bahri Alptekin, Halil Altındere, Mehmed Erdener, Gülsün Karamustafa, Ahmet Öğüt, Neriman Polat, Canan Şenol, Erinç Seymen, Hale Tenger ve Vahit Tuna yer almaktadır. Bu sergi nedeniyle yayınlanan manifesto, aslında o güne kadar Türkiye’den yurtdışı sergilerine katılan çağdaş sanatçıların karşılaştıkları güçlüklerin kısa bir 52 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) özeti şeklindedir. Mahmut Koyuncu’nun da dikkati çektiği gibi, kültürler arası diyalogda sanatın temsil ettikleri ya da görünür kıldığı kollektif kimliklerin hangi açıdan ele alınacağı hala sorunlu bir alandır (Koyuncu, 2006). Uluslararası piyasada tam anlamıyla güçlü bir şekilde varlık gösterememiş olan Türkiye’deki güncel sanat alanındaki boşluk günümüzde Türk burjuvazisinin kaynaklarıyla kapatılmaya çalışılmaktadır. Sonuç olarak modernizmle başlayan sanatın milli temisili yad a temsiliyetten ayrılması sorunu, Türkiye’deki çağdaş sanatın temsiliyeti açısından sorunlu bir alandır. Yurt dışında eserleri sergilenen sanatçıların bir kısmı sanatta milli temsil görevine karşı çıkmış olmalarına rağmen, eserleri bu amaç için kullanılmaktadır. Batı çağdaş sanatının klasik Doğu imgeleri üzerinden kırmaya çalıştığı Doğu imajını bir şekilde değiştirmeye çalışıyor olmak, çağdaş sanat ve çağdaş sanatçıların üzerlerine yükledikleri bir görevdir. Batı ile Doğu arasında kültürel iletişimin aracısı olmak, diğer bir değişle köprü görevi üstlenmek, çağdaş sanatın en büyük handikapıdır. Sanatçı Batı’nın istediği klasik çerçevede eser vermek yerine, çağdaş sanattaki indirgemeci tutumun dışına çıkarak öznel sanatın temsili için çaba gösterebilmelidir. Sonuç: 1980 Sonrasında Türk Kültür Diplomasisinin Şekillenmesi Sanat ve kültür, ülkeler arasında karşılıklı anlayış, görüş alışverişi ve kültürel ilişkilerin şekillenmesinde bir köprü niteliğindedir. Uluslararası ilişkilerde verilmek istenen mesaj, sanat ürünleri yardımıyla farklı bir yöntemle iletilir. Kültür ve sanat, sanatçılar ve küratörler yardımıyla bir çeşit diyalog yaratır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası düzeyde artan diplomatik ilişkilerin getirdiği motivasyonun etkisiyle, ülkeler kültürel zenginliklerini uluslararası platformda sunmaya çalışmıştır. Tarihsel zenginlikler, güncel politik ortamın içinde geçişken bir atmosferin yaratılmasına neden olmuştur. İlk olarak 1960’lı yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde gösterime sunulan ve “blocbuster exhibition” olarak isimlendirilen sergilerin organizasyonuyla, yüz binlerce ziyaretçi çoğunlukla Asya, Orta Doğu ve Güney Amerika’dan gelen tarihsel eserleri görme olanağına sahip olmuştur. Zamanın koşulları göz önüne alındığında yerinde görülmesi oldukça zor olan eserler, bu şekilde yabancı izleyiciler için sergilenmiştir. Sanat tarihçisi Judith Huggins Balfe’ye göre Amerika’da düzenlenen blocbuster sergilerin dört temel işlevi vardır. Bunlar sponsor devletin politik amacı, eserin estetik açıdan verdiği etki, sanat eserinin gücü, 53 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) elitlerin veya halkın sergiye gösterdiği ilgi düzeyidir. Bu işlevler Türkiye’nin uluslararası sanat platformlarındaki faaliyetlerinde de geçerli olmuştur (Balfe 1987, 197). Özellikle soğuk savaş döneminde milletlerarası ilişkilerde görülen kopmaları biraz da olsa azaltan bir etkiye sahip olan sanatsal faaliyetler, sanatla politik gücün bir arada görülmesini sağlamıştır. Uluslararası politikada, politik figürler tarafından desteklenen tarihsel sergiler ve performanslar, popüler bir medya olayı haline gelerek ülkelerin imajlarını tazelemeleri için bir fırsat oluşturmuştur. Bu tarihsel sergilerin en kapsamlı ve etkileyici olanı “Tut Show” adıyla 1976-1979 yılları arasında düzenmiş ve 1970’li yılların en çok ses getiren sanat olayı olmuştur. Antik Mısır hazinelerinin sergilendiği sergi, üç yıl içinde toplam 8 milyon kişi tarafından ziyaret edilmiş ve 16 milyon dolar hasılata ulaşmıştır. Serginin en önemli etkisi ise Mısır’ın Batı ülkelerinin karşısında milli prestijinin artmasını sağlamış olmasıdır. Tut Show’un getirdiği başarı, 1970’lerin sonlarından itibaren ABD, İngiltere ve Fransa ekseninde devlet destekli tarihsel sergilerin açılmasına ön ayak olmuştur. Bu sayede özellikle üçüncü dünya ülkeleri ve kalkınmakta olan ülkeler, Batı’da yer eden olumsuz imajlarını bir parça da olsa gidermeye çalışmıştır. Milli festivaller kapsamında ABD düzenlenen başlıca sergiler arasında: “Irish Gold: Treasures of Early Irish Art” (1978), “Five Thousand Years of Korean Art”, “Treasures of Kremlin” (1979), “The Treasures of the Kremlin (1979), “The Treasures of Ancient Nigeria” (1980) sayılabilir. Turizm tanıtımı, uluslararası şirketlerin gelişimi ve politik bağlantılar kurması, müzelerin tanıtımı gibi ana fonksiyonları çevresinde toplayan tarihsel sergiler 20. yüzyıl sonunda önemli iletişim araçları haline gelmiştir. Türkiye’de ise uluslararası ilişkilerde dışa açılım bağlamında tarihsel sergilerin yurt dışına çıkarılması için gerekli düzenlemeler Turgut Özal hükümeti döneminde yapılmıştır. 1971’de Bülent Ecevit hükümetince alınan ve tarihi mirasın yurt dışına süreli olarak çıkarılmasını yasaklayan Kültürel Varlıkları Koruma Kanunu’nun 2863 nolu kararı, 1983 yılı temmuz ayında değiştirilerek, yurtdışında tarihsel mirasın sergilenmesinin önü açılmıştır. Dönemin Kültür ve Turizm Bakanı İlhan Evliyaoğlu’na göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin tanıtımı için uluslararası sergi ve sanat festivallerinin önemi büyüktür. Özal hükümeti yabancı ülkelerin vatandaşlarının Türkiye’yi ziyaret etmeden kültürel zenginliklerimizi görmelerine imkan sağlamak ve ülkenin 54 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) 1980’lerin başında Batı’da oluşan olumsuz imajını silmek amacıyla politik girişimlerde bulunmuştur. Türkiye’nin askeri darbe, Kürt sorunu, insan hakları ihlalleri vb. gibi konularla bozulan imajını yenilemek amacıyla ABD’ye sergi göndermek için hazırlıklara başlamıştır. Türkiye’nin yeni imajının yanısıtılmasında temel alınan faktörler tarihsel mirasın koruyucusu, düzenleyicisi ve organizatörü olmaktır. Başbakan Turgut Özal’ın amacı, tarihsel sergiler yoluyla Türkiye turizmini canlandırmaktır. Kültür turizmi fikrinin ilk uygulamaları olarak yurtdışında kültürel temsilciliklerin açılması, Türkiye’nin tarihsel ve doğal zenginliklerini tanıtan el kitapçıklarının basılması ve modern bir ülke olunduğuna dair pozitif imajın yansıtılmaya çalışılması bu yeni politikanın yansımalarıdır. 1987 yılının Aralık ayında Washington DC’de National Gallery of Art’ta açılan ve daha sonra New York ve Chicago’da da Amerikalıların beğenisine sunulan “The Age of Sultan Suleyman the Magnificent” adlı sergi, Türkiye dışında organize edilen sergiler içinde en çok ses getireni olmuştur. Osmanlı tarihinin altın çağı olarak adlandırılan Sultan Süleyman dönemini anlatan sergi, Beyaz Saray ve Metropolitan Müzesi’nin maddi katkılarıyla gerçekleşmiştir. Kültür diplomasisi açısından Sultan Süleyman Çağı Sergisi, uluslararası sanat ortamı için belirli bir strateji üzerine kurgulanmış ilk bilinçli kültürel tanıtım faaliyeti olarak adlandırılabilir. İlk olarak, 1985 yılında Ronald Reagan döneminde Gray Company adlı tanıtım şirketine verilen 600.000 dolar karşılığında Türkiye’nin tanıtılması amacıyla bir kampanya başlatılmıştır. Bu tanıtım sürecinin bir parçası olan Sultan Süleyman sergisi milliyetçi ve emperyalist bir çizgide gerçekleştirilmiştir. Uluslararası kamuoyunda Türk kültür ve tanıtımıın ağırlıklı olarak savaşlar ve kazanılan zaferler üzerinden anlatılması, kültürel açıdan çeşitli sorunlara neden olmuştur. Geçmişin tarih sergisi yoluyla yüceltilerek Batı’ya sunulması bir açıdan abartılabilecek bir tutum olmamakla birlikte, aynı dönemde birçok Orta Doğu ve Asya ülkesinin kullandığı stratejik bir yoldu. Benedict Anderson’a göre milli devletlerin kendi tarihleriyle övünmesi, hatırlanamayacak kadar uzak olan geçmişin ülkenin geleceği ile bağdaştırılmasından ibarettir (Anderson 1983, 19). Serginin geri planında kullanılan milliyetçi yaklaşım, sergi sonrası aktivitelere de yansımıştır. Türk festivali kapsamında Türk kahvesi ve Türk sigarası dağıtılarak Türklük hissi uyandırılmaya çalışılmıştır. 55 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) 1987 yılında turizm faaliyetlerine ağırlık veren Başbakan Turgut Özal’ın Türkiye’yi tanıtım kitapçığında yer bulan sözleri şöyledir: “Bugün Türkiye dinamik ve yaratıcı bir devlet olmasının yanı sıra genç ve modern bir devlettir. Son yıllarda artan ekonomik gücün yanında güven kaynağı olan tarihi mirasıyla da geleceğe güvenle bakmaktadır” (Turkey Bridge to the Continent 1987). 1980’li yıllarda yurtdışındaki kültürel tanıtımın ana amacı, milli başarıların yüceltilmesi ve uluslararası ilişkilerde Türk-İslam sentezi vurgusu yapılarak Türklerin kadim uygarlıklar içerisinde yer aldığının vurgulanması olmuştur. Kültürel tanıtımın ana eksenini Türkiye’nin modern ve gelişmiş bir ülke olduğu vurgusuyla pozitif bir imaj yaratmak ve Türk turizmine katkıda bulunmak oluşturmuştur. Türkiye Cumhuriyeti ve ABD arasında gelişen olumlu siyasi ilişkiler göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’nin gerçekleştirdiği kültürel faaliyetlerin önemi büyüktür. Sultan Süleyman Çağı sergisinin getirdiği başarı üzerine, 1992 yılında küratörlüğünü sanat tarihçisi Prof. Dr. Nurhan Atasoy yaptığı “The Splendour of Ottoman Sultans” (Osmanlı Sultanlarının İhtişamı) adlı sergi, önemli bir kültür diplomasisi örneğidir. Toplam olarak 12 milyon ziyaretçiye ulaşan sergi dizininde Osmanlı İmparatorluğu hazinelerinin de yer alması, Türkiye açısından büyük bir önem teşkil etmiştir. National Geographic Society’nin düzenlemiş olduğu yedi sergiden biri olan sergi, tur kapasamında büyük eyaletleri dolaşmış ve sergi kapsamında katalog ve video kaset basımları da gerçekleştirilerek daha çok kişiye ulaşması sağlanmıştır. 1998’in ikinci yarısında başlayan Osmanlı İmparatorluğu’nun 700. Kuruluş Yıldönümü ulusal ve uluslararası arenada Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa’nın önde gelen şehirlerinde bir dizi etkinlikle iki yılı aşkın sürede gerçekleştirilmiştir. Kültür Bakanlığı’nın öncülüğünde farklı ülkelerden getirilerek sergilenen eserlerin yanı sıra, Sakıp Sabancı’nın özel hat kolleksiyonu da “Türk Hat Sanatının Önde Gelen Eserleri: Altın Harfler” adı altında New York, Los Angles, Boston, Washington ve Paris’te sergilenmiştir. Bütün giderleri Sabancı Holding tarafından karşılanan sergi, özel sektörün kültür mirası sergilerine de ilgi duyduğunun bir göstergesi olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun 700. Kuruluş Yıldönümü kutlamalarının Özellikle 1999’da gerçekleştirilen bölümü Amerika Birleşik Devletleri ile Türkiye arasında gerçekleşen kültürel faaliyetlerin en başarılısı olarak kabul edil56 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) miştir. 1990’lı yılların ortalarından itibaren Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın yurt dışında açtığı turizm ofisleri sayesinde tanınmaya başlayan Türk kültürü ve sanatı, “Avrupa’nın Başladığı Yer”, “Dünyanın En Büyük Açıkhava Müzesi”, “Dünya Tarihinin Merkezi”, “Doğu’nun ve Batı’nın Anahtarı” gibi iddalı reklam başlıklarıyla tanıtılmıştır. Aynı dönemde Batılı toplumlara açılmada Brezilya, Mısır, Iran, Tayland, Fas ve Vietnam gibi ülkeler de benzer turizm stratejilerini kullandığı için, Türkiye’nin de böyle bir yol seçmesi şaşırtıcı değildir. 2000’li yıllarda Dışişleri ve Kültür ve Turizm Bakanlıkları yurtdışı tanıtımında üstlendikleri rolleri özel sektör ve vakıflarla paylaşmayı tercih etmiştir. Bu değişimin en önemli nedeni özel sektörün sanat ve kültür alanında giderek artarak yatırımları ve sanat sponsorluğunun dünyada bir değer haline gelmesidir. Koç, Sabancı ve Eczcıbaşı Holding gibi önde gelen Türk şirketlerinin sanata yaptığı yatırımların özel müzelere dönüşmesi, devletin kültür ve sanat verdiği desteğin etkisini azaltmıştır. Sanat etkinlikleri Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere örneğinden etkilenerek yarı devlet yarı özel kuruluş desteğiyle gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Son on yılda yurt dışında tarihsel sergiler açılmasının yanında “Türk Yılı”, “Türk Mevsimi”, “Türk Haftası” adları altında genellikle uzun süreli olan organize etkinliklere de yer verilmiştir. Karşılıklı olarak kabul edilen kültür anlaşmaları ile yapılmasına karar verilen Türk yılı etkinliklerinin ilki Japonya’da düzenlenmiştir. 2003 yılının Japonya’da Türk yılı olarak kutlanması kararı, 2000 yılında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel döneminde alınmıştır. Sergi, konser, tiyatro, sinema, edebiyat, spor gibi birçok faaliyetin bir arada yürütüldüğü etkinliklerin sunulduğu Türk Yılı, Japonya’da bir yılı aşkın bir süre devam etmiştir. Bu etkinliğin başarı kazanması dolayısıyla 2008’de Rusya’da ve 2009’da Fransa’da daha sonra ismi “Türk Mevsimi” şeklinde değiştirilerek yapılan aynı etkinlikler, kültür diplomasisi açısından Japonya’daki kadar etkili olamamıştır. Bunda hiç kuşkusuz kültürel faaliyetlerin düzenlendiği ülke ile geçmiş ilişkilerin payı da büyüktür. Japonya ile sıkı ticari ilişkiler ve karşılıklı dostluk anlaşmaları bulunduğu göz önüne alındığında; Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde engelleriyle sık sık karşılaştığımız Fransa’nın Türk kültürü ve toplumuna bakış açısının farklı olduğu anlaşılmaktadır. Fransa’da bir yıl sürmesi planlanan ve 23 milyon avro gibi büyük bir bütçe ayrılan etkinliklerin, sonradan dokuz ayla sınırlandırılması ve Fransız medyası tarafından umursanmadığı göz önüne alındığında yeterli başarıyı kazanamadığı ortadadır. İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) ortaklığında düzenlenen Türk 57 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) Mevsimi etkinliği, Eyfel Kulesi’nin görsel bir şova dönüşen bir şekilde Türk bayrağının renkleriyle donatılması ve turizm tanıtımı dışında, kapalı ortamlarda “Türk’ün Türk’e kendi kendini tanımı” olarak görülebilecek etkinliklerle sonuçlanmıştır. Kültür Bakanlığı diplomatik ilişkileri devlet ölçeğinde sınırlamak yerine, İKSV ile ortak bir platformda buluşarak özellikle Avrupa’da gerçekleştirilen süreli festivalleri desteklemeye başladıktan sonra; Türkiye’deki kültür ve sanat ortamının önde gelen aktörlerinden olan İKSV’nin düzenlendiği organizasyonlar, sanatın bir çok alanını bir araya getirmesinin yanında özel sektör destekli olarak yapıldıkları için görece daha modern ve bağımsız sunumları içermiştir. Venedik Bienali, Turkey Now, Viyana 2008, Şimdi Stuttgart, Turks, Bozar gibi kapsamlı etkinliklerde, tarih ve çağdaş sanat sergilerine bir arada yer verilerek, Türk kültürünün modern ve geleneksel yüzü bir arada yansıtılmıştır. Sonuç olarak, küreselleşmenin beraberinde getirmiş olduğu kültürel farklılaşma, kültür diplomasisi bağlamında yapılan sanatsal etkinliklerde açığa çıkmaktadır. 1980’li yıllardan itibaren önce devletin ve daha sonra da devlet ve özel kurumların ortaklaşa desteği ile organize edilen kültürel miras ve çağdaş sanat sergileri, uluslararası platformlarda Türkiye’yi temsil etmiştir. Otuz yıllık uzun bir süreç içerisinde, Türk kimliğinin temsilinde milliyetçi ve tek kültürlü bir yaklaşımdan, kozmopolit ve çokkültürlü bir yaklaşıma geçilebilmiştir. Kaynakça Sergi Katalogları Along The Gates of The Urban. 2004. İstanbul: Ar-ists. Anatolia. Images of Civilizations-Treasures from Turkey -Anatolia: Immagini di civilta Tesori dalla Turchia. 1987. Italy. Art Treasures of Turkey. 1996. Washington D.C: Smithsonian Institution. Berlin-Istanbul: Vice-Versa. 2004. İstanbul: İstanbul Culture and Art Foundation. Between the Waterfronts: İstanbul Rotterdam. 2001. İstanbul: Garanti Galeri Platform. Buluşma: Sanat, Treffen: Kunst. 1993. İstanbul: A4 Ofset. Call Me Istanbul ist Mein Name. 2007. Almanya: Exhibition Hand Catalogue. Contemporary Turkish Women Artists: As You See Me, But I am not. 2001. Berlin, Frauen Museum. 58 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) Dialogues: The lost idea of the order of things. 1996. İstanbul. EurHope 1153.2007. Italy: Villa Manin Centro d’Arte Contemporanea. Im Zeichen Der Stadt Aus Der Türkei. 2001. Istanbul: Lebib Yalkın Yayımları ve Basım İşleri. İskorpit. 1996. Berlin: Berliner Kulturveranstaltungs. Istanbul Diptychs. 2008. Brussels: Istanbul Center in Brussels, 2008. İstanbul Now/C. 2007. İstanbul: Promat Basım Evi. Made in Turkey:Positionen Türkischer Künstler 1978-2008. 2008. Frankfurt. Orient Express. 1994. Berlin: Künstlerhaus Bethanien. Öteki/The Other: Contemporary Art Exhibition. 1996. İstanbul: Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği. Springtime. 2000. Copenhagen: Nikolaj Copenhangen Contemporary Art Center. Stadtansichten Istanbul. 2004. Sttutgart: Ifa Galerie-Sttutgart. Schatten Uit Turkije, Treasure From Turkey. 1986. Holland: RMO. Szene Türkei: Abseits, aber Tor!. 2004. Köln: Buchhandlung Walther König, 2004. Turkey-Holland: A Foreigner-A Traveller. 1993. Amsterdam. Urbane Realiaten: Fokus İstanbul. 2005. Berlin: Künstlerhaus Bethanien GmbH. Uluslararası Dördüncü İstanbul Bienali Sergi Kataloğu.1995.İstanbul: İKSV. Uygarlıklar Ülkesi Türkiye -Land of Civilization, Turkey.1985. Tokyo: Heibonsha Limited, Publisher. Kitaplar Alarslan, Burcu. 2005. “Türk İmajının Görsel Yansımaları”, Dünya’da Türk İmgesi, Özlem Kumrular (ed.). İstanbul: Kitap Yayınevi. Altındere, Halil ve Evren, Süreyya. 2008. Kullanma Kılavuzu: Türkiye’de Çağdaş Sanat 19862006. Frankfurt am Main: Revolver. Anderson, Benedict.1983. Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism.London: Verso Publishing. Benlisoy, Foti ve Benlisoy, Stefo. 2001. “Yunan Tarih Yazımında Geçmiş Algıları ve “Azgelişmişlik Bilinci”, Toplum ve Bilim, Kış 2001-2002 (91). Copeaux, Etienne. 1998. Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993): Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine İstanbul: Tarih Vakfı, Yurt Yayınları. Çalıkoğlu, Levent. 2008. Çağdaş Sanat Konuşmaları 3: 90’lı Yıllarda Türkiye’de Çağdaş Sanat. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Çelik, Zeynep. 1992. Displaying the Orient: Architecture of Islam at nineteenth-century World’s Fair. Berkeley: University of California Press. Deringil, Selim.1999.The Well Protected Domains: Ideology and the Legitimation of Power in the Ottoman Empire, 1876-1909. London and New York: I.B Tauris. Erdem,Yusuf Hakan. 2005. “Osmanlı Kaynaklarından Yansıyan Türk İmajları”, Dünya’da Türk İmgesi. İstanbul: Kitap Yayınevi. 59 Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) Eviner, İnci. 2008. “7 Şubat 2007’de Sanatçıyla Yapılan Konfreans Metni” içinde Çağdaş Sanat Konuşmaları 3: 90’lı Yıllarda Türkiye’de Çağdaş Sanat Levent Çalıkoğlu, (ed.) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Koyuncu, Mahmut. 2007. “Ulus Sergileri ve Temsil” içinde Kullanma Kılavuzu: Türkiye’de Çağdaş Sanat 1986-2006, Halil Altındere and Süreyya Evren (eds.). Frankfurt am Main: Revolver. Howe, Marvine. 1983. “Turkish Art Treasures May Come to USA in ’85”, New York Times (Late Edition), August 29, 1983, p.13. Madra, Beral. 2005. Bir Bilanço: 80’li Yıllarda Türkiye’de Sanat Üretimi. İstanbul: Karşı Sanat Çalışmaları. Madra, Beral. 1996. Post Peripheral Flux: A Decade of Contemporary Art in İstanbul. İstanbul: Literatür Yayınları. Madra, Beral. 2007. “Bir Karmaşa Alanı Olarak Görsel Sanat”. Kullanma Kılavuzu: Türkiye’de Çağdaş Sanat 1986-2006 Halil Altındere, veSüreyya Evren (eds.). Frankfurt am Main: Revolver. Madran, Burçak ve Önal, Şebnem. 2000. “Yerellikten Küreselliğe Uzanan Çizgide Tarihin Çok Paylaşımlı Vitrinleri”, İlhan Tekelli (ed.) Müzecilikte Yeni Yaklaşımlar: Küreselleşme ve Yerelleşme. İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları. Rainbow, Paul. 1984. The Foucault Reader .New York: Penguin Books. Savaş, Ayşen. 2000. “Tarihsel Kesitler: Kurumsal Tarih ve Sergiler”, Müzecilikte Yeni Yaklaşımlar: Küreselleşme ve Yerelleşme, (ed.) İlhan Tekelli. İstanbul Tarih Vakfı Yurt Yayınları. Shaw, Wendy M.K. 2004. Osmanlı Müzeciliği: Müzeler, Arkeoloji ve Tarihin Görselleşmesi. İstanbul: İletişim Yayınları. Tenger, Hale. 2008. “29 Mayıs 2007’de Sanatçıyla Yapılan Konfreans Metni” Çağdaş Sanat Konuşmaları 3: 90’lı Yıllarda Türkiye’de Çağdaş Sanat içinde Levent Çalıkoğlu (ed.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Turkey: Bridge to the Continents. 1987. Ankara: Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı. The Ministry of Culture and Tourism, General Directorate of Monuments and Museums. 1995. Cultural Riches are Best Seen in their Original Settings.1995.Ankara: The Ministry of Culture. Çalışlar Yenişehirlioğlu, Filiz. 1999. “Tarih, Tarihsellik, Tarihselcilik ve Kültürel Tüketim”. Bilanço 1 (1923-1998): Siyaset, Kültür ve Uluslararası İlişkiler, Zeynep Rona (ed.). İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. White, Hayden. 1973. Metahistory: The Historical Imagination in Nineteenth Century Europe, Baltimore: John Hopkins Press. http://sanat.milliyet.com.tr/muzelere-evleri-gibibaktilar/ muze/haberdetay/10.09.2009/532426/default.htm Resmi Sergiye Extra Hassasiyet, Radikal, 08.11.2008 http://www.extramucadele.com/default.asp?Films=1 60 BİR KİMLİK YARATMAK: SOVYET DİL POLİTİKALARI VE ÖZBEK KİMLİĞİNİN OLUŞUMU Mustafa Murat Yurtbilir ÖZET Çarlık Rusyası için Orta Asya, milliyet duygusundan uzak geri halkların yaşadığı bir bölgeydi, ama bundan önemlisi Rus tekstil endüstrisinin gereksinim duyduğu pamuğu sağlayan hammadde deposuydu. Bu nedenle, Çar’ın bazı valilerinin İngiliz sömürgecilerinin kendilerine atfettikleri medenileştirme misyonunu taklit eden söylemleri bir yana bırakılacak olursa, Orta Asya halklarının dil ve yaşam biçimlerine 1917 öncesinde fazla müdahalede bulunulmamıştır. Sovyet ideologlarının gözündeyse Orta Asya, henüz burjuva ulus-devlet aşamasına erişememiş, kabile-aşiret-şeyhlik gibi feodal kalıntıların hüküm sürdüğü karanlık bir bölgeydi. Sovyet devrimcileri, Orta Asya’da feodalizmden sosyalizme kestirme bir yol inşa etmeyi amaçladılar. Sovyet fabrikalarına pamuk sunmaya devam edecek Özbek proleterlerinin ve apparatchik’lerinin Özbekistan’ını oluşturmak ise bu kestirme yolun olmazsa olmazıydı. 1917 sonrasındaki Sovyet yönetimi, Orta Asya’da ulus-devletlerin şekillenmesinde ve ulusal dillerin bugünkü biçimiyle oluşmasında başlıca etken olmuştur. Tarihte hiç var olmamış Özbekistan yaratıldıktan sonra; genel dil politikası araçları olarak eğitimin yaygınlaştırılması, okuma-yazma seferberliği ve alfabe değişiklikleri, yeni sınırları içerisinde Özbek kimliğini pekiştirmek için en kuvvetli silahlar olmuşlardır. Özbek kimliğini güçlendirmek için kullanılan aynı araçlar, ironik olarak, hem Rus dil ve kültürünün yaygınlaşması hem de Özbekistan’ın komşu Türk-dilli halklardan ayrışması amacıyla da etkin olarak kullanılmıştır. 1989’da Sovyetler Birliği dağılırken Özbek milliyetçilerinin caddelerde haykırdığı ilk taleplerin Özbek diliyle ilgili olması şaşırtıcı değildir. Bu çalışmada Lenin, Stalin, Khruşçev ve Brejnev dönemleri başta olmak üzere Sovyet dil politikasının değişimleri gözden geçirilerek; günümüzdeki bağımsız Özbekistan’a dil alanında bırakılan miras ele alınmaktadır. Böylece Özbekistan örneğinde Orta Asya’da oluşturulan dilsel sınırlarla ulusal sınırların nasıl uyumlulaştırıldığı incelenmektedir. Anahtar Kelimeler: Özbekistan, dil, Sovyetler Birliği, ulus inşası, Orta Asya 61 CREATION OF AN IDENTITY: THE SOVIET LANGUAGE POLICIES AND THE MAKING OF UZBEK IDENTITY ABSTRACT For Russia of Tsars, Central Asia was a region predominantly inhabited by backward people who were alien to the idea of nationality. The rhetoric by a handful of Russian officials mimicking British and French colonizers left aside; there were little missionary zeal of “civilizing the primitive” inorodsty in the Russian expansion towards inner Asia. Since chief Russian concern in Turkestan was the extraction of raw materials, especially cotton for textile industry, Tsarist administration has not developed a comprehensive linguistic policy aimed at Russification of the Central Asia. For Soviet revolutionaries the region was the home of feudal elements such as tribes, clans and sheikhs and far back of the level of bourgeoisie nation-state. Soviet leaders attempted to build a short-cut from feudalism to socialism in Central Asia. The aim was to create Uzbek proletarians and apparatchiks which would also continue to produce raw material for Soviet factories. Following 1917 Revolution, Soviet rule has become the chief factor in the formation of the nation-states and the standardization of titular languages. After the creation of Uzbekistan which has never existed before, widening education, literacy campaign and alphabet changes were the chief tools to shapen new Uzbek identity within its delimited borders. Ironically the very same tools were efficiently used both to spread Russian language and culture in Central Asia and also to differentiate Uzbekistan from the neighboring Turkic speaking peoples. Thus it was not surprising that the first demand of Uzbek nationalists was related to the status of the Uzbek language. In this article, the evolution of the Soviet language policy under Lenin, Stalin, Khruschev and Brejnev shall be analyzed. The legacy of the Soviet language policy and efforts for homogenization of the linguistic boundaries with the newly created nationstate borders will briefly be overviewed. Keywords: Uzbekistan, language, Soviet Union, nation-building, Central Asia 62 Bir Kimlik Yaratmak: Sovyet Dil Politikaları ve Özbek Kimliğinin Oluşumu Dil temelli milliyetçilik Avrupa’nın geniş imparatorluklarına ve kadim hanedanlarının mülklerine 19. yüzyılın başlarında Fransız Devrimi’nin dalgalarıyla geldi. Bir zamanların güçlü hanedanlıkları, uyruklarının Fransız Devrimi’nin eşitlik, kardeşlik, özgürlük sloganlarını haykırarak kendi devletlerinin vatandaşı olma talepleri karşısında sarsılmaya başladılar. Ana milliyetçi sav, bir siyasi birimin ancak ve ancak dilsel sınırlarla örtüştüğü ölçüde meşru olabileceğiydi. Fichte’nin bir önceki yüzyılda Alman ulusal birliği hayali ile ifade ettiği “nerede ayrı bir dil varsa orada kendi kaderini bağımsız olarak tayin etme hakkına sahip ayrı bir ulus da vardır” düşüncesi, çok uluslu imparatorlukların yönetimindeki ulusal grupların sahiplendiği bir ilke oldu (Canovan 1996, 8). Yirminci yüzyılda ise, ulus-devletler kendilerini meşru yönetim birimleri olarak pekiştirirken, dil de ulus-devletlerin birincil meşruiyet dayanağı haline geldi. Öyle ki, dilsel sınırların bir ulus-devletin egemenlik talep edebileceği “doğal” sınırları da gösterdiği varsayılmaya başlandı. Ayrıca meşruiyeti tasdiklenmiş ulus-devletler, kendi egemenliklerindeki halkı tektipleştirme ve yönetici ulusal elitlerin mensup olduğu etnik kimliğe dönüştürme hakkını da meşrulaştırmış oluyordu. Bu yolla Fichte’nin formülü, sıkça “Nerede bir ulus-devlet varsa orada hakim dil etrafında tektipleştirme ve azınlık dillerini asimile etme girişimi de vardır” biçiminde yorumlanır oldu. Ozan Erözden (1997), nesnel görünen ve bolca atıfta bulunulan çoğu millet ve milliyetçilik tanımlamalarının, aslında belli ulusal siyasi amaçlarla kendi dönemlerinin siyasi tartışmalarında şekillendiğine işaret etmekte ve bu doğrultuda Renan ve Stalin’in millet tanımlarını incelemektedir. Sovyet Devrimi’nin ardından Milliyet İşleri Komiserliği’nin (People’s Commissariat of Nationality Affairs-Narkomnats) başına getirilen Stalin’in millet tanımı şüphesiz konu itibariyle önemlidir: “Ortak dil, toprak, ekonomik yaşam ve ortak bir kültür olarak ifadesini bulan psikolojik benzerlik temellerinde tarihsel süreç içinde oluşmuş sürekli insan topluluğu”. Ne var ki, bu tanım yapıldığı dönemde esas olarak Bolşevik Partisi’nin sosyalist Yahudi Bund hareketi ile polemiğinde kullanılmak için önerilmişti ve ortak tarih ile dini millet tanımından dışlaması, Yahudilerin ulusluk talebini reddetme amacını taşımaktaydı (Erözden 1997, 104-105). Orta Asya’ya dönecek olursak, 1887’de İngiliz-Rus Komisyonu’nun, İngiliz Afganistanı ile Rus Türkistanı arasındaki sınırı kesinleştirmesiyle, Ak Padi63 Bir Kimlik Yaratmak: Sovyet Dil Politikaları ve Özbek Kimliğinin Oluşumu şah’ın Türkistan’daki halklar ya da Rusların ifadesiyle inorodtsy (ilkel halk) üzerindeki otoritesi Büyük Oyun’daki ezeli rakibi İngilizler tarafından tanınmış oldu. Kendilerini her şeyden önce Müslüman olarak tanımlayan bu halklar, Uvarov’dan ilham alan Rus milliyetçilerinin beklediği biçimde bir ulusal kimlik sahibi değillerdi. Şehirlerde yaşayan nüfus çift dilliydi, Türkî ve Farsî ya da daha dar kapsamıyla Özbekçe ve Tacikçe karışık olarak kullanılıyordu. Sengupta’nın belirttiği gibi, bu coğrafyada çeşitli Türki ve Farsi halk toplulukları birbirlerini asimile etmeden ama kültürel açıdan tam bir ortak yaşamı sürdürerek yüzyıllardır var olduğundan, Tacik-Özbek gibi ayrıştırmaları yapmak kolay değildi (Sengupta 2003, 137). Çar’ın memurları için daha şaşırtıcı olan, yerleşik nüfusun ağırlıklı bölümünün Müslümanlığın yanında kendilerini Sart olarak tanımlamasıydı (Tablo I). Sartlar tarihsel olarak ticaret ve esnaflıkla uğraşan çift ya da çok dilli insanlardı. İlkhamov ise, Sart kimliğinin etnik ve sınıfsal anlamları da kapsamakla beraber esasen bunlardan farklı sosyal-kültürel bir kategoriye denk düştüğünü belirtmektedir (İlkhamov 2004, 297). Şehirlerin etrafındaki bozkırlarda yaşayan göçebelerse genelde Türkî dilli olup; Oğuz, Kıpçak ya da Uygur lehçelerinden olmak üzere bağlı bulundukları boyun veya klanın diyalektini konuşuyorlardı. Tablo I – Çarlık Dönemi Sayımlarında Orta Asya’da Özbek, Sart ve Tacik Nüfusları Özbekler 1897 Sartlar 1914 1897 1914 Tacikler 1897 1 914 Fergana Vilayeti 153,780 30,000 788,989 1,320,000 114,081 1 15,000 Semarkand 507,587 566,400 18,073 28,800 230,384 59,200 Vilayeti Sirderya Vilayeti 2 64,235 * Türkmenlerle beraber. 37,000 144,275 426,000 5557* Kaynak: İlkhamov Aralık 2004, 301. Çar’ın bazı valilerinin İngiliz sömürgecilerinin kendilerine atfettikleri medenileştirme misyonunu taklit eden söylemleri bir yana bırakılacak olursa; Çarlık döneminde Türkistan halklarını dönüştürücü bir siyasetin pek de izlenmediği 64 0 Bir Kimlik Yaratmak: Sovyet Dil Politikaları ve Özbek Kimliğinin Oluşumu söylenebilir. Orta Asya’da Rusçanın ve Rus kültürünün etkisi 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısında şüphesiz artmaktaydı. Ama bu, bilinçli ve kapsamlı bir ideolojiyle desteklenen bir devlet politikasının sonucu olmaktan daha çok, giderek yoğunlaşan ticari ilişkilerden ve sayıları bölgede giderek artan Rus yerleşimcilerden kaynaklanıyordu. Rusya, temel amacı patlayan tekstil endüstrisi için pamuk başta olmak üzere bol hammadde elde etmek olduğundan, bölgeye yönelik masraflı bir dil ve eğitim politikası ve geniş kapsamlı bir Ruslaştırma siyaseti geliştirmemiştir. Rusça imparatorluk çapında idare, yargı sistemi, ordu ve eğitimde kullanılan resmi dil olmasına rağmen; örneğin Orta Asya’da Çarlık Rusyası çok az sayıda okul açmıştır. Üstelik bu okullar da genelde bölgeye yerleşen Rus yerleşimciler içindir. 1876’da tüm Türkistan’da sadece 10 Rus ilkokulu varken, 1884’de Rusya’nın çift dilli eğitime dayanan eğitim reformundan sonra 18 ilkokul daha açılmıştır. Aynı dönemde bölgede etkin olan 1800 mektep ve 185 medrese düşünüldüğünde, 19. yüzyılın sonlarına kadar Rusça eğitimin oldukça kısıtlı kaldığı açıktır (Thomas 1999, 13-14). Ancak mektep ve medreselerin ana dilde okuryazarlığın artmasına ve bölgenin yazı dili olan Çağatay dilinin gelişmesine katkısı da sınırlıdır. Çünkü buralarda verilen eğitim, Kur’an ve hadis üzerine Arapça bir eğitim olup, metinlerin ezberlenmesine dayanmaktaydı. Bu eğitim ek olarak, yine çoğunlukla Arapça olarak dini ritüellerin öğretilmesini de içeriyordu. Bundan dolayı her ne kadar şehirlerde okuryazarlık kırlara nazaran bir miktar daha fazla olsa da, Türkistan’da kendini Özbek olarak tanımlayanlar arasında okuryazarlık oranı 1897 sayımında yüzde 1,9, 1926 sayımında ise yüzde 3,6 olarak belirlenmiştir. Bu veriler nüfusun sözcüğün tam anlamıyla okur-yazar olmadığını, Çağatay dilinin ise ancak çok az sayıdaki okumuş nüfus için yazı dili olabildiğini göstermektedir (Tablo II). Dickens’in hesaplamasına göre bugünkü Özbekistan sınırlarına denk düşen topraklarda 1897’de okuryazarlık erkeklerde yüzde 5,6 kadınlarda yüzde 1,2 olmak üzere, toplam nufüsta yüzde 3,6 oranındadır (Dickens 1988, 20). 1960’ların Sovyet propaganda kitapçıklarından birinde de, Sovyet öncesi dönemde bölgede okuryazarlık oranının ancak yüzde 3 olduğu ve Sovyet Devrimi’nin çok kısa sürede tam okur-yazarlığı başardığı iddia edilmektedir (Alimov 1960, 17). Segars ise, Çağatay dilinin Orta Asya’daki durumunu aynı dönemdeki Osmanlıca’ya benzetmektedir. Buna göre her iki dil de çok miktarda Arapça ve Farsça kelime ve gramer kuralının karıştığı ve çok dar bir çevrede okunup anlaşılan dillerdi. (Segars 2003, 1994) O 65 Bir Kimlik Yaratmak: Sovyet Dil Politikaları ve Özbek Kimliğinin Oluşumu dönemdeki Çağatay dil ve kimliğinin mahiyetinin açıklanmasında kullanılan yaygın bir ifadeye göre; Çağatay olmak, “Toğik bulib toğik bulmajdi, Uzbak bulib uzbak bulmajdi” yani “Tacik olarak Tacik değil, Özbek olarak Özbek değil” biçiminde tasvir ediliyordu (Baldauf 1991, 83). Tablo II – Orta Asya Halklarının Okuma Yazma Oranları Milliyet Yıllara Göre Okuma Yazma Oranları % 1897 1926 1959 Kazak 1,0 25.0 97.0 Kırgız 0,6 4,5 * Tacik 3,9 2,3 96,0 Türkmen 0,7 7,8 95,4 Özbek 1,9 3,6 98,0 * Veri mevcut değil ancak tahminen %95 ve %100 arasında olması beklenir. Kaynak: Dickens 1988, 20. Lenin, 1914’de Proleterskaya Pravda’da yayınlanan bir makalesinde, Rusçanın İmparatorluk çapında resmi dil olmasına karşı en sert eleştirilerinden birini yapıyordu: “Rus Marksistleri herhangi bir resmi dilin varlığına karşıdırlar. Herkes kendi ana dilinde eğitim göreceği okullara kavuşmalıdır ve anayasaya temel bir kanun olarak bir milletin diğeri üzerine her türlü aykırılığının yasadışı olduğunu gösteren bir ibare konulmalıdır” (Lenin 1972, 73). Buna uygun olarak, Bolşevik Devrimi’nin hemen ardından Rusçanın resmi dil statüsü kaldırılmış ve tüm dillerin eşit statüde olduğu ilan edilmiştir. Hem Bolşeviklerin devrim öncesi milliyetler konusuna yaklaşımları, hem de devam eden iç savaşta azınlıkları kendi saflarına çekmek istemeleri nedeniyle, her etnik grubun kendi dilinde eğitim hakkı da tanınmıştır. Stalin’in meşhur Gürcü müdahalesine hasta yatağında sert tepki gösteren Lenin, bu müdahaleye “Rus olmayan cumhuriyetlerde ulusal dilin kullanımı ve eğitimi için en ciddi önlemler alınmalı ve özenle takip edilmelidir” diyerek karşı çıkmıştır. Bu yaklaşımdan dolayı, Bolşevik yönetimin ilk on yılı, pek çok uzman tarafından “dil liberalizmi” dönemi olarak sınıflandırılmıştır (Ornstein 1959, 4). 66 Bir Kimlik Yaratmak: Sovyet Dil Politikaları ve Özbek Kimliğinin Oluşumu Ancak okuma-yazma oranının çok düşük olması ve çoğu dilin yazı dilinin olmaması, Sovyet dil plancıları için sorun oluşturmuştur. Bu nedenle “dil liberalizmi”, Orta Asya’da ulusların oluşturulmasına eşlik eden bir dil inşası süreciyle de beraber yürütülmek zorunda kalınmıştır. Dil komisyonları köylere gönderilmiş, köylülerden dilin en temiz ve saf kullanımını edinmek amaçlanmış, kelimeler derlenmiş, çok hırslı bir okuma yazma kampanyası başlatılmıştır. Kiril alfabesi pek çok etnik grup tarafından Rus yayılmacılığının sembolü olarak görüldüğünden, Sovyet iktidarının ilk dönemlerinde Rus alfabesine geçiş hiç tartışılmamıştır (Conquest 1967). Bundan dolayı her etnik grup için çoğunlukla Latin temelli alfabeler üretilmiş, eğitimde ve idarede kullanılacak tek tip diller oluşturulmuştur. Gürcistan ve Ermenistan gibi kendi özel alfabesi bulunan cumhuriyetlerde ise, ulusal alfabeler kullanılmaya devam etmiştir. Sonuçta 1924 yılında Sovyet okul kitapları 25 dilde basılırken, 1934 yılında 104 ayrı dilde eğitim verilir olmuştur. Bu dönem süresince Orta Asya’da modernist-cedidçi aydınlarla medrese topluluğu diyebileceğimiz mollalar arasında dil ve alfabe konuları üzerine bir mücadele devam etmektedir. Mollalar eğitimde Arap alfabesinin değişmesine sert tepkiler göstermektedirler. Ocak 1921’de Taşkent’te toplanan Bölgesel Özbek Dili ve Ortografisi Kongresi’nde, yeni Özbek dilinin söz haznesi ve yazım kuralları genişçe tartışılmıştır. Abdurrauf Fitrat öncülüğündeki Çağatay Görüngü adlı grup, basım ve okuma-yazmada kolaylık sağlayacak basitleştirilmiş ve reforme edilmiş bir Arap alfabesi önermişlerdir. Batılı ve millici düşüncelerin etkisi altında olmakla beraber bu grup, henüz Arap alfabesinin toptan kaldırılıp Latin yazısına geçişi savunacak güç ve cesarete sahip değildir. Aynı grup Mart-Nisan 1922’te yine Taşkent’te toplanan İkinci Emekçi Eğitim Kongresi’nde ise Arap, Fars ve Rus etkilerinden arındırılmış ve özleştirilmiş Çağatay dilinin tüm Orta Asya milliyetleri için ortak yazı dili olmasını önermiştir (Uzman 2010, 50). Bu dönemde muhafazakar eğilimlerin güçlü olduğu Buhara Halk Cumhuriyeti’nden bir bakan ise, alfabe değişikliğinin İslam toplumlarıyla bağları koparacağını savunmuş ve ardından Buhara Halk Cumhuriyeti, “Buhara bölgesinde Türk dili Arap alfabesiyle yazılacaktır” şeklinde bir karar almıştır. Ancak daha sonra Ekim 1923’de düzenlenen Orta Asya Türkleri Ortografya Kongresi’nde reforme edilmiş Arap alfabesi kabul edilmiştir. Fierman tüm bu mücadele sürecine bolşeviklerin çok az müdahil olduğunu ileri sürmektedir. 67 Bir Kimlik Yaratmak: Sovyet Dil Politikaları ve Özbek Kimliğinin Oluşumu Moskova bu dönemde gerçekten bu dil tartışmalarına katılmasa da, 1920-1923 dönemindeki cedidçi-bolşevik işbirliği sonucunda Orta Asya’da muhafazakar kadrolar tasfiye edilmekte ve bürokrasi giderek bolşevik fikirlere de sempati duymaya başlayan cedidçi yeni kuşak tarafından doldurulmaktaydı (Fierman 1991, 57-58). Moskova’nın bu dönemde tartışmalara katılmaması normaldir. Orta Asya ile diğer Müslüman ülkeler arasındaki bağların zayıflaması cedidciler gibi onların da yararınadır. 1926 Bakü Türkoloji Kongresi ise bu dil tartışmalarında bir dönüm noktası olmuştur. Bu kongrede modernist-cedidçi aydınlar tezlerini kabul ettirmiş ve Bolşevikler de genel bir Latinleşmeye destek vermişlerdir. Kongre’nin sonuç bildirgesinde yeni alfabeye geçişin her Türkî cumhuriyetin kendi görev ve sorumluluğunda olduğu biçiminde bir karar yer almıştır. Latin alfabesi, “Lenin’in alfabesi” ilan edilmiş ve Özbekistan, Latin alfabesine geçişi Kasım 1930’da tamamlamıştır (Fierman 2009, p. 1211). Bu süreç Özbek dilinin Arapça ve Farsça kelimelerden arındırılması çabasını da içermiştir. Stephen ve Ethel Dunn’ın 1923 ve 1940 yıllarında Taşkent’te yayınlanan gazeteleri tarayarak yaptıkları bir karşılaştırma, bu arındırma çalışmalarının sonuçlarını göz önüne sermektedir. Buna göre, 1923 yılında bu gazetelerde Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin kullanım oranı yüzde 37,4 olarak hesaplanırken, Rusça kelimelerin yoğunluğu ise ancak yüzde 2 civarındadır. 1940 yılı için aynı gazetelerde yapılan kelime analizinde, Arapça ve Farsça kelimeler toplam kelimelerin yüzde 25’i civarına düşmüştür. Ancak aynı dönemde Özbek yazı diline Rusça kelimelerin girişi hızlanmış ve bu oran 1923’de yüzde 2’den 1940 yılında yüzde 15’e çıkmıştır (Stephen P. Dunn ve Ethel Dunn 1967, 158). Rusça kelimelerin bu dönemdeki artışında, Özbekistan’da artan sanayileşme ile Özbek diline Rusçadan teknik terimlerin girmesi önemli bir rol oynamıştır. Dilde Arapça ve Farsça’nın etkisini kırma çabasına, 1920’lerin ikinci yarısından itibaren Özbek folkloruyla ilgili araştırmalar eşlik etmiş; pek çok Özbek halk masal ve efsanesi derlenmiştir. Sözgelimi Alpamış ve Gülnar Peri efsaneleri ilk defa Orta Asya bozkırlarını dolaşan dilbilimciler tarafından bu dönemde derlenip yayınlanmıştır (Fedakar 2004, 4-5). Korenizatsiya olarak adlandırılan yerelleştirme politikasının 1930’larda sona erdirilmesi ve Stalin’in 1934 tasfiyeleri ve ardından gelen 1938 Büyük Tasfiyesi sonucu tek güç olarak iktidarı ele almasıyla, dil politikalarının yönü de değiş68 Bir Kimlik Yaratmak: Sovyet Dil Politikaları ve Özbek Kimliğinin Oluşumu miştir. İlk olarak 13 Mart 1938’de tüm ulusal azınlık okullarında Rusça mecburi dil haline getirilmiştir. İlk kuşak Özbek elitleri olan cedidçi aydınlar ve bürokratların yok edilmesi, Feyzullah Hocayev ve Akmal İkramov gibi ulusal komünistlerin öldürülmesi ve Abdurauf Fitrat’ın ortadan kaldırılması; Stalin’in Sovyetler Birliği’nin genelinde uyguladığı 1938 Büyük Tasfiyesi’nin Özbekistan’daki yansımalarıdır. Yeni dil anlayışının Özbek bölümünü, bu tasfiyelerin ardından Özbekistan’da Komünist Parti Genel Sekreteri olan Osman Yusufov idare etmiştir. Rejimin resmi yayın organı Pravda Vostoka gazetesinde dil ve alfabe konularına eğilen sayısız makale yayınlanmıştır. “Burjuva ideolojisinin kalıntılarının alfabenin Kiril’e dönmesine direnmesine rağmen, Özbek halkı Rus alfabesinin dünyanın en devrimci ve ilerici alfabesi olduğunu anlamıştır” tarzındaki yazıları bunlar arasında sayabiliriz (Fierman 1991, 136). On sene önce “Lenin’in alfabesi” ilan edilen Latin alfabesinin, birdenbire anti-proleter olduğu keşfedilmiş ve 8 Mayıs 1940 tarihli değişiklikle Kiril alfabesine geçiş kararı alınmıştır. İkinci Dünya Savaşı sırasındaki nispeten yumuşak politika dışında, Stalin döneminde “burjuva-milliyetçi sapmalara” karşı çok sert tedbirler uygulanmıştır. 1920’lerde gericiliğe karşı ezilenlerin cesur ve dost yoldaşı olarak tanımlanan Alpamış, gerici kana susamış bir tiran olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Özbek Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Yazarlar Birliği’nin 28-31 Mart 1952 tarihlerinde düzenlenen kongresinde Alpamış’ın “halka karşı bir yönelmiş bir zalim” olduğu düşünceleri dillendirilmiştir (Karimov 1994, 43-58). Ardından on sene önce keşfedilmiş efsaneler ardı ardına kütüphanelerden kaldırılmış ve ders kitaplarından çıkarılmıştır. Khruşçev döneminde hazırlanan yeni Komünist Parti Programı’nda SSCB’nin halihazırda sosyalizm aşamasına eriştiği ifade edilmiş ve 1980 yılı komünizm aşamasına ulaşmak için hedef yıl olarak belirlenmiştir. Bu ifadeler, kuramsal olarak tüm sınıfların birleşmesi ve bütün dini, etnik ve milli farklılıkların anlamsız hale gelmesi ile yekpare bir Sovyet milleti elde edileceği anlamına gelmektedir. Bu değişimin uygulamadaki ilk yansıması ise Rusçanın “etnik gruplar arası iletişim dili” statüsüne yükseltilmesi olmuştur. (Hosking 1990, 348) Gerçekten de 2. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra, ama özellikle Khruşçev döneminde daha önceden cumhuriyetlerin kendi dillerinin gelişimi ve kullanımına öncelik veren politika terkedilmiş; Rusça, devlet tarafından Sovyetler Birliği’nin ve yeni Sovyet insanının dili olarak yaygın olarak teşvik edilmeye başlanmıştır (Grenoble 2003, 57). 69 Bir Kimlik Yaratmak: Sovyet Dil Politikaları ve Özbek Kimliğinin Oluşumu Khruşçev yıllarının ideolojik havasını iki kelimeyle formüle etmek mümkündür: Sblizhenie yani Sovyet halklarının yakınlaşması ve sliyanie yani Sovyet milliyetlerinin iç içe geçmesi, birbiri içinde erimesi. Bu amaçla tüm Rus olmayan milliyetler için Rusça ikinci ana dil statüsüne yükseltilmiştir. Bu reformun ardından Rusçanın Özbekçe karşısında statüsü yükselmiş özellikle Özbekistan’da şehir merkezlerinde Rusça eğitim yapan okullara devam edenlerin sayısı artmıştır. Khruşçev’in etnik farkların ve cumhuriyetlerin sınırlarının homo sovyeticus denen üst kimliğin kabul görmesiyle anlamsızlaşacağına dair iyimser inanışı 1958-1959 okul reformuna yol vermiştir. Bu reform metninin 19. maddesi ile ana dilde eğitim mecburi olmaktan çıkarılarak ebeveynlerin tercihine bırakılmıştır. Bu, şüphesiz azınlıklar açısından Lenin’in ana dilde zorunlu eğitim ilkesinden ciddi bir geri adım anlamına gelmektedir (Kirkwood 1991, 64-65). Khruşçev’in görevden alınıp Brejnev döneminin başlamasının hemen ardından, Sovyet milliyetlerinin birbirleri içinde erimesi yani sliyanie gündemden düşmüştür. Etnik kimliklerin kalıcılığı kabul edilerek, edintsvo kelimesiyle tanımlanan entegrasyon ideolojik retoriğin tepesine yerleşmiştir. Brejnev döneminde 1977’de hazırlanan yeni Sovyet Anayasası’nda ana dillerin kullanımı ve ana dilde eğitim bir “hak” olmaktan çıkarılmış ve bir “imkan” olarak yeniden tanımlanmıştır. 1977 anayasasının 36. maddesi “SSCB halkları kendi ana dillerini ve diğer Sovyet halklarının ana dillerini kullanma imkanına sahip olacaktır” biçiminde düzenlenirken; 45. madde de “Sovyet halklarına kendi ana dillerinde eğitim imkanı sağlanacaktır” şekline dönüştürülmüştür. Oysa 1936 yılında kabul edilen Sovyet Anayasası’nda, ana dilde eğitim tüm vatandaşların sahip olduğu bir hak olarak tanımlanmakta ve devlet tüm ana dilde eğitim taleplerini karşılamakla yükümlü kılınmaktadır (Grenoble 2003, 58). Sovyet Bakanlar Konseyi’nin 13 Ekim 1978 tarihli kararı, Rusça için “ileri doğru büyük bir adım” olarak ilan edilmiş ve azınlıkların yönetici elitleri için alarm zillerinin çalmasına neden olmuştur (Solchanyk 1982, 30). Rusça eğitimi bu kararla okul öncesi eğitimde tüm birlik çapında zorunlu hale getirilmiştir. Hosking, 1970 Sovyet nüfus sayımı sonuçlarının parti liderlerinde hayal kırıklığı yaratmış olmasının, bu kararın alınmasında büyük bir rol oynadığını belirtiyor (Hosking 1990, 429). Bu nüfus sayımının sonuçlarında, Brejnev öncesi dönemin yoğun sliyanie ve sblizhenie retorik ve politikalarına rağmen, özellikle Orta Asya ve Kafkaslar’da konuşan bir Sovyet insanı oluştuğuna dair belirtiler 70 Bir Kimlik Yaratmak: Sovyet Dil Politikaları ve Özbek Kimliğinin Oluşumu çok azdır. Özbekler’in yüzde 98,6’sı Rusçayı birinci dilleri olarak belirtirken, sadece yüzde 15 civarı Rusçayı ikinci ana dili olarak görmektedir. Brejnev Mayıs 1979’da Taşkent’te toplanan dil üzerine bir konferansa yolladığı mesajda çift dilliliği destekliyordu. Brejnev’e göre, ana dillerin yanında, Rusçanın etnik ilişkilerin komünizmin inşası yönünde ilerletilmesinde büyük bir rol oynayacağı da görülmeliydi. Diğer yandan Özbek Komünist Partisi genel sekreteri Raşidov da, Rusçayı “büyük Lenin’in ve büyük Rus milletinin zengin demokratik ve devrimci geleneklere sahip dili” olarak onaylarken, çift dilliliğin Rus olmayan milletlerin dillerinin statüsünün düşürülmesine yol açmaması gerektiğini ısrarla vurguluyordu (Bilinsky 1981, 317-318). Bu konferansın ilginç bir yönü ise, Raşidov’un 1979 Sovyet nüfus sayımının henüz açıklanmamış ham sonuçları hakkında bilgiler vermesi ve bir “Özbek mucizesinden” övünerek söz etmesidir. Buna göre, 1970’deki nüfus sayımında Rusçayı ikinci ana dilleri olarak kullandıklarını söyleyenlerin yalnızca yüzde 14,5 olan oranı, dokuz yılda hızla yüzde 49,2’ye yükselmiştir. Özbek parti liderlerinin aynı dönemde pamuk üretim rakamlarını kağıt üzerinde şişirmeleri gibi, Rusça ile ilgili istatistikleri de yüksek gösterdikleri ortadadır. Zira Raşidov döneminin ardından 1989’da yapılan sayımda, Rusçanın ikinci ana dil olarak kullanılma oranı yüzde 23,8’e inmiştir (Grenoble 2003, 195). Brejnev yıllarının resmi politikası olan çift dillilik, ulusal dil ve kimliklerin gelişimi için daha uygun bir ortam sağlamıştır (Micallef 1997, 176). Özbek milli kimliği ile ilgili temalar 1970’lerde Özbek edebiyatında daha sıkça görülmeye başlanmıştır. 1986’da Gorbaçov tarafından başlatılan glasnost ve perestroyka politikaları ise ulusal diller için taleplere politik alanın açılmasına neden olmuştur. Özbek Yazarlar Birliği hemen aynı yıl cedidçi Abdurauf Fitrat ve Abdülhamid Çolpan’ın eserlerini incelemek ve yayınlamak üzere bir komisyon kurmuştur. Aynı dönemde Özbek basınında ana dilin önemi konusunda çok sayıda makale birbirini izlemiştir. Örneğin Mirza Kencebayev Sovyet çift dillilik politikası neticesinde Özbekçenin saflığını kaybettiğini ileri sürmüştür. Mahmud Sattarov ise özellikle Özbek dili ve edebiyatı, geleneği, pedagojisi üzerine çalışmaların sadece Özbekçe yapılması gerektiği üzerinde durmuştur (Sattarov 1987, 5). Sovyet Bilimler Akademisi’nin Mart 1987’deki dil konulu toplantısının ardından, tüm Sovyet cumhuriyetlerinde akademik çevreler ve basın da resmi Sovyet çift dillilik politikasına karşı seslerini yükseltmeye baş71 Bir Kimlik Yaratmak: Sovyet Dil Politikaları ve Özbek Kimliğinin Oluşumu lamıştır. Ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov, 1988’deki Sovyet Yazarlar Birliği toplantısında ana dillerde zorunlu eğitimin kaldırılmasına şiddetle karşı çıkmıştır. Dil tercihinin aileye bırakılmasının Sovyet eliti tarafından demokratik bir seçim olarak savunulmasını eleştiren Aytmatov, ana dilde eğitim seçme konusu olamayacak doğal bir hak olduğunu vurgulamıştır. Sovyetler Birliği Komünist Partisi Kongresi’nde resmi çift dillilik politikasını destekleyen bir sonuç bildirisi yayınlanmış olsa da, ulusal cumhuriyetlerde ülkenin hakim dilinin resmi dil ilan edilmesi için yoğun talep ve eylemler başlamıştır (Kaushik 2000, 125). Özbekistan’da Yazarlar Birliği’nden 15 aydının girişimiyle Birlik Halk Hareketi bu ortamda doğmuştur. Kasım 1988’de kurulan bu hareketin başlıca amacı, Özbekistan’ın resmi dili olarak Rusçanın ilanının sağlanmasıdır (Salih 1997, 34-35). Özbekistan Yazarlar Birliği’nin o dönem başkanı olan Muhammed Salih de, Birlik Hareketi’nin en önemli liderlerindendir. Birlik programı, ilk maddesinde ulusal dilin gelişimi ve milli bir eğitim anlayışına vurgu yapmakta ve 3. maddede birliğin Özbek dilinin devlet korumasına verilmesi ve Özbekistan’ın resmi dili ilan edilmesi için çalışacağı ilan edilmektedir. Birlik Halk Hareketi’nin kurulmasının hemen ardından, 3 Aralık 1988’de Taşkent Üniversitesi’nde yapılan akademik bir toplantı Rusçanın resmi dil ilan edilmesini isteyen bir gösteriye dönüşmüş ve çoğunluğu üniversite öğrencisi olan dinleyiciler “dilimizi mezara gömmeyin” gibi sloganlar içeren pankartlarla bu eyleme katılmıştır (Hiro 1994, 166). Baltık ülkelerindeki popüler halk hareketlerinden esinlenen birliğin ilk mitingi, yeni atanmış Özbekistan cumhurbaşkanı Mirzaalim İbrahimov’un makamı önünde 19 Mart 1989’da düzenlenmiştir. İbrahimov’un Özbekçenin statüsü için çalışma yapacak bir komisyon kurulacağını ilan etmesi eylemleri durdurmaya yetmemiş (Reuters, 20 Mart 1989) ve birlik Nisan ayında Rusçanın resmi dil ilan edilmesi talebine alfabenin Arap alfabesine dönüşmesi talebini de ekleyerek yüz bin kişilik bir yürüyüş düzenlemiştir. Baltık cumhuriyetleri başta olmak üzere diğer Sovyet cumhuriyetlerinde ısınan havadan endişelenen Özbek yönetimi, 18 Mayıs’ta apar topar bir dil yasa tasarısı hazırlayacağını duyurmuş; ayrıca dil yasa tasarısının hazırlanma sürecini ve ardından kamuoyunca tartışılacağı bir dönemi de içeren bir takvim ilan edilmiştir. Critchlow (1991, 101), bu dil yasa tasarısını dil ayrımcılığının ve Rusçanın ayrıcalıklı statüsünün devamını 72 Bir Kimlik Yaratmak: Sovyet Dil Politikaları ve Özbek Kimliğinin Oluşumu sağlamak için zaman kazanma amaçlı bir girişim olarak değerlendirmektedir. Özellikle dil yasası üzerine tartışmaların üniversitelerin tatile girdiği döneme denk getirilmesi, Özbek aydınları ve Birlik tarafından samimiyetsiz bulunmuştur. Görevlendirilen komisyonun bu dil yasa tasarısı üzerinde çalıştığı sırada, 3-4 Haziran 1989’da Fergana’da Mesket Türkleri’ne yönelik saldırılar olmuştur. Yüzden fazla Mesket Türkü’nün öldüğü, binden fazlasının da yaralandığı bu saldırılar, Özbekistan Komünist Partisi genel sekreteri Nişanov’un yerine nispeten daha az tanınan bir isim olan İslam Kerimov’un atanmasına neden olmuştur. Kerimov’un 23 Haziran’da göreve başlamasından hemen önce, 18 Haziran’da bir süredir hazırlanmakta olan Uzbekiston Sovet Sotsialistik Respublikasining Qonuni: Uzbekiston SSRning Davlat Tilleri Haqida başlığını taşıyan dil yasası taslağı ilan edilmiştir. Kendilerini hala Brejnev döneminde sanan Özbek komünist parti memurları tarafından hazırlanan bu taslak, Brejnev’in çift dillilik politikasının bir tekrarını oluşturmaktaydı. Her şeyden önce başlıkta çoğul olarak “dilleri” ifadesinin yer alması, Birlik ve diğer milliyetçi muhalifler için sarsıcı olmuştur. Hatta şair Erkin Vahidov, Rusçanın resmi devlet dili olarak ilan edilmesini bu yasa taslağında “Rusça” kelimesinin “Özbekçe” kelimesinden daha fazla sayıda geçtiğini belirterek, bu taslağın Rusça yazılmış bir asıl metinden çevrilerek oluşturulduğunu iddia etmiştir (Critchlow 1991, 103). Muhammed Salih de bu yasa taslağının Özbekçe yerine Rusçaya devlet statüsü vermek için hazırlanmış izlenimi verdiğini ileri sürmüştür (Critchlow 1991, 104). İslam Kerimov ücra Kashkaderya bölgesi sekreterliğini yürüten, kişisel bir iktidar tabanından yoksun ve parti sekreterliği pozisyonuna esasen güçlü Fergana, Taşkent ve Semarkand klanları arasındaki mecburi ittifak sonucu önerilen bir parti bürokratıdır. Dil yasası üzerine süregelen tartışma, Kerimov için altın bir fırsata dönüşmüştür. Zira Kerimov bu dönemde Birlik Halk Hareketi’nin ve diğer milliyetçi aydınların ileri sürdüğü tezleri çabukça sahiplenerek, kendisini milli davanın gerçek savunucusu olarak sunmayı başarmıştır. En azından reel siyasete göre davranabilme yeteneğine sahip olduğu anlaşılan Kerimov; yasa taslağının başlığındaki “davlat tilleri” ibaresinin “davlat tili” olarak değiştirildiği bir halini sunarak, yalnızca Özbekçenin resmi devlet dili olarak kabul edilmesini önermiştir (Fierman 1995, 206). Kendisine güvenilmez klan dengesi 73 Bir Kimlik Yaratmak: Sovyet Dil Politikaları ve Özbek Kimliğinin Oluşumu dışında bir meşruiyet dayanağı arayan Kerimov, bunu dil yasa taslağında bulmuştur. Bu yolla hem kitle ve klan desteğinin kendi liderliği etrafında toplanmasını sağlamış; hem de Birlik hareketinin temel savlarını elinden alarak, bu hareketin marjinalleşmesinin önünü açmıştır. Baltık ve Kafkas cumhuriyetlerinde çift dilliliğin bu ülkelerdeki hakim grupların ana dilleri yararına kesin olarak reddedilmesinden sonra, Moskova bu fiili durumu kabul etmek zorunda kalmıştır. 20 Eylül 1989 tarihinde Sovyetler Birliği Komünist Partisi Milliyetler Politikası Platformu toplantısında, bir özerk bölgenin ya da Sovyet cumhuriyetinin hakim etnik grubunun dilini resmi dil ilan etmenin ilgili cumhuriyetin yetkisinde olduğu kabul edilmiştir (Kaushik 2000, 128). 21 Ekim 1989 günü Özbek dil yasası “Uzbekiston Sovet Sotsialistik Respublikasining Qonuni: Uzbekiston SSRning Davlat Tili Haqida” başlığı ile yürürlüğe girmiştir. Kerimov aynı gün bir kararname ile ülkede sosyo-politik istikrarı sağlamak gerekçesiyle tüm gösterileri yasaklamıştır (Salih 2006, 196). Kanunun kabulünden iki gün önce Birlik öncülüğünde düzenlenen ve Rusçanın devlet dili olmasını önlemeyi amaçlayan elli bin kişilik bir gösteriye polisin sert müdahalesi, Kerimov’un bu kararnamesinin habercisidir. Birlik hareketinin ve Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecindeki popüler aydın muhalefetinin söylemleri, artık Özbek devletine ve onun lideri İslam Kerimov’a aittir. Sovyet Devrimi ve ardından ortaya çıkan yapı dahilinde uygulanan politikalar, ulus ve ulus yaratma üzerine araştırma yapan akademisyenlere oldukça ilginç ve ayrıksı bir deneyimi inceleme imkanı sunmaktadır. Gerçekten de, Slezkine’nin (1994) de çarpıcı bir biçimde ifade ettiği gibi, enternasyonalist bir ideolojiye sahip Sovyet rejiminin millet temelinde bölümlenmiş “etnik kompartımanları” yaratıp bunları dil ve kültür politikalarıyla desteklemesi diğer ulus yaratma uygulamalarından ciddi şekilde farklıdır. Açıktır ki, Sovyetler Birliği Orta Asya’nın bugünkü mevcut sınırlarıyla ortaya çıkmasına neden olan sürecin yürütücüsüdür. Aynı şekilde, Sovyet rejimi dil ve alfabe üzerine politikalarındaki dönemsel değişikliklere rağmen, bölgede birbiriyle çelişir görünen ikili bir dönüşüme neden olmuştur. Öncelikli olarak Orta Asya’da her cumhuriyet için ayrı alfabeler ile yazı ve kültür dillerini kurumsallaştırarak, ilgili cumhuriyetlerin birbirinden farklılaşmasını kuvvetlendirmiştir. Bu durum Rusçanın Türkmence, Kazakça ve Kırgızca’da da uygulandığı gibi kendi ülke sınırları içerisinde olmak kaydıyla bir dil ve kültür çevresi oluşturmasına izin vermiştir. 74 Bir Kimlik Yaratmak: Sovyet Dil Politikaları ve Özbek Kimliğinin Oluşumu İkinci olarak ise Sovyet dönemi Özbekistan’da Rusça konuşan Özbek nüfusunun artmasına neden olmuş ve ülke aydınlarının medeni dünyaya Rus dili aracılığıyla ulaşır hale gelmesine yol açmıştır. Bu duruma, bütün Sovyet cumhuriyetlerinde olduğu gibi, Rusça kökenli kelime haznesinin Özbekçede de artması eşlik etmiştir. Kaynakça Alimov, Arif. Mart 1960. Uzbekistan: Another Big Leap Forward. London: Soviet Booklet No: 60 D. Baldauf, Ingeborg. 1991. “Some Thoughts on the Making of the Uzbek Nation”. Cahiers du Monde Russe et Soviétique. 32(1): ss. 79-95. Bilinsky, Yaroslav. Temmuz 1981. “Expanding the Use of Russian or Russification? Some Critical Thoughts on Russian as a Lingua Franca and the ‘Language of Friendship and Cooperation of the Peoples of the USSR’”. Russian Review, 40(3): ss. 317-332. Canovan, Margaret. 1996. Nationhood and Political Theory. Cheltenham, UK & Brookfield, US: Edward Elgar. Conquest, Robert (der), Soviet Nationalities Policy in Practice, London & Sydney & Toronto: The Bodley Head, 1967. Critchlow, James. 1991. Nationalism in Uzbekistan: A Soviet Republic’s Road to Sovereignty. Boulder & San Francisco & Oxford: Westview Press. Dickens, Mark. 1988. “Soviet Language Policy in Central Asia”. Erözden, Ozan. 1997. Ulus-Devlet. Ankara: Dost Kitabevi. Fedakar, Selami. Yaz 2004. “Özbekistan’da Destan Çalışmalarının Tarihçesi”. Milli Folklor Dergisi. Sayı: 62: ss. 67-79. Fierman, William. 2009. “Identity, Symbolism, and the Politics of Language in Central Asia”. Europe-Asia Studies. 61(7): 1207-1228. Fierman, William. 1991. Language Planning and National Development: The Uzbek Experience. Berlin & New York: Mounton de Gruyter. Grenoble, Lenore A. 2003. Language Policy in the Soviet Union. New York & Boston & Dordrecht & London & Moscow: Kluver Academic Publishers. Hiro, Dilip. 1994. Between Marx and Muhammed: The Changing Face of Central Asia. London: Harper Collins Publishers. Hosking, Geoffrey. 1990. A History of the Soviet Union, gözden geçirilmiş basım, Glasgow: Fontana Press/Collins. Ilkhamov, Alisher. Aralık 2004. “Archaeology of Uzbek Identity.” Central Asian Survey, 23(3-4): ss. 296-305. Karimov, Naim, 1994. “Exposing the Murderer of Alpamysh”. Central Asia Reader: The Rediscovery of History içinde der. H. B. Paksoy. Armonk, NY: M. E. Sharpe, ss. 43-58. Kaushik, Devendra. 2000. “Cultural Aspects of Soviet Nationalities Policy in Central Asia: Recent Trends”. Ethnicity and Politics in Central Asia içinde der. K. Warikoo & Dawa 75 Bir Kimlik Yaratmak: Sovyet Dil Politikaları ve Özbek Kimliğinin Oluşumu Norbu. Denver, Colorado: International Academic Publishers Ltd. Kirkwood, Michael. 1991. “Glastnost, ‘the National Question’ and Soviet Language Policy”. Soviet Studies, (43)1: ss. 61-81. Lenin, V.I. 1972. “Is a Compulsory Official Language Needed?.” Lenin Collected Works Cilt 20 içinde der. Bernard Isaacs & Joe Fineberg. Moscow: Progress Publishers. Micallef, Roberta Maria. Ağustos 1997. The Role of Literature and Intellectuals in National Identity Construction: The Case of Uzbekistan.Yayınlanmamış doktora tezi. Austin: The University of Texas. Ornstein, Jacob. Bahar 1959. “Soviet Language Policy: Theory and Practice”. The Slavic and East European Journal, 3(1): ss. 1-24. Segars Andrew. “Nation Building in Turkey and Uzbekistan: The Use of Language and History in the Creation of National Identity.” Central Asia: Aspects of Transition içinde der. Tom Everett-Heath. London & New York: Routledge Curzon. Salih, Muhammed. 1997. Devlet Sırları. İstanbul: Toker Yayınları. Salih, Muhammed. 2006. The Opponent. içinde der. Hakan Coşkunarslan. İstanbul: Kömen Publications. Sattarov, Mahmud. 25 Aralık 1987. “Dile Etibar – Ele Etibar”. Özbekistan Adabiyatı ve San’atı. Taşkent. ss. 5. Sengupta, Anita. 2003. The Formation of the Uzbek Nation-State: A Study in Transition. Lanham: Lexington Books. Slezkine, Yuri. Yaz 1994. “The USSR as a Communal Apartment, or How a Socialist State Promoted Ethnic Particularism”, Slavic Review, 53(2) ss. 414-452. Solchanyk, Roman. Ocak 1982. “Russian Language and Soviet Politics”. Soviet Studies, 34(1): ss. 23-42. “Several Thousand Demonstrate in Soviet Uzbekistan”. 20 March 1989. Reuters News. Thomas, Edward H. 1999. “The Politics of Language in Former Colonial Lands: A Comparative Look at North Africa and Central Asia”. The Journal of North African Studies, 4(1): ss. 1-44. Uzman, Mehmet. 2010. “Romanisation in Uzbekistan Past and Present”. Journal of Royal Asiatic Society Series 3, 20(1): ss. 49-60. 76 BİR “GARİP” DEMOKRATİKLEŞME: DEMOKRASİYE GEÇİŞ DÖNEMİNDE İLERİ VE GERİ KAVRAMLARININ KURGULANIŞI VE ORHAN VELİ’NİN YAPRAK DERGİSİ (1 OCAK 1949 - 15 HAZİRAN 1950) Burcu Çulhaoğlu ÖZET Türkiye’de çok partili sisteme geçiş döneminde aydınların rolü ve bu süreci nasıl algıladıkları üzerine bir çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışma, 1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950 tarihleri arasında yayımlanan, Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat’ın kurucusu oldukları ve dönemin birçok sanatçısının da katkıda bulunduğu Yaprak Dergisi’nde yer alan yazılara göre aydınların demokrasiye geçiş sürecini nasıl algıladıklarını incelemektedir. Sanatlarını yeni ve ileri olarak tanımlayan Yaprak Dergisi yazarları; sanatta, günlük hayatta ve siyasette “ileri” ve “geri” kavramlarını kurgulamışlar ve demokratikleşme sürecini, hürriyet taleplerini yine bu kavramlar etrafında şekillendirmişlerdir. Yaprak Dergisi aydının rolü, Halkevleri, Nazım Hikmet davasına destek, demokrasi ve hürriyet konularını bu kavramlar etrafında ele almıştır. Bilimin, basın hürriyetinin, halkın bilinçlenmesinin önemine vurgu yapan Yaprak Dergisi aydınlarının devlet-parti ayrımında bulundukları ve bu yönleri ile devlet ile daha çok organik bağı bulunan Genç Osmanlılar ve Genç Kalemler’den ayrıldıkları görülmektedir. Çalışmanın ortaya çıkardığı bir diğer sonuç, aydınların parti tercihlerini sınıfsal tahliller üzerinden değil, yine ileri-geri tanımları ve partilerin din temelli uygulamaları ile ilişkilendirdikleridir. Anahtar Kelimeler: Yaprak Dergisi, Orhan Veli Kanık, Çok Partili Sisteme Geçiş, İlericilik-Gericilik, Aydın 77 FORMING THE CONCEPTS OF “PROGRESSIVE” AND “CONSERVATIVE” DURING THE TRANSITION TO DEMOCRACY IN TURKEY: THE EXAMPLE OF ORHAN VELI’S YAPRAK PERIODICAL (1 JANUARY 1949 - 15 JUNE 1950) ABSTRACT The role of intellectuals during the transition to the multiparty system in Turkey and how they had perceived this process have been neglected in the literature on Turkish democracy. This article examines how the intellectuals perceived this process by focusing on Orhan Veli Kanık’s Yaprak Periodical, which had been published between 1 January 1949 - 15 June 1950 and to which many wellknown intellectuals of the time had contributed. The writers of Yaprak, who had described their art as new and progressive, had also formed the concepts of ‘progressive’ and ‘conservative’ for art, daily life and politics, and their perception of democracy, their demands for liberty had also been shaped within these conceptualizations. The Periodical had analyzed the topics such as the role of the intellectual, intellectual-ordinary people relations, People’s House, support to the Nazım Hikmet case, democracy and liberty through these concepts. The study finds that the intellectuals of Yaprak who had emphasized the salience of scientific thought, freedom of press and enlightenment of public had distinguished the party from the state, in opposition to the intellectuals of the previous periods, Young Ottomans and Young Pencils (National Literature Movement), who had strong ties to the state. Another finding this work had revealed is that, the intellectuals’ party preferences had not been based on class-lines, but had been determined through their progressive-conservative definitions and related to parties’ politics of religion. Keywords: Yaprak Periodical, Orhan Veli Kanık, Transition to Multiparty System, Progressivism-Conservatism, Intellectual 78 Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) Türkiye’de çok-partili sisteme geçiş siyaset bilimi literatüründe önemli yer tutmaktadır. Çalışmaların genelinde demokratikleşme sürecinde (1946-1950) liderlerin rolü, dış faktörler, ekonomik sebepler, bürokratların ve halkın süreci nasıl algıladığı ve bu sürecin siyasi kültürü ne yönde şekillendirdiği incelenmiş; tek-partili siyasi sistemden çok-partili siyasi sisteme geçen diğer ülkelerle karşılaştırmalar yapılarak Türkiye’nin demokratikleşme literatüründeki yeri anlaşılmaya çalışılmıştır.1 Sınıfsal-tarihsel dinamikleri içeren ve çevre-merkez ilişkisine odaklanan analizlere göre Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), muhalefet ve kitlesellik içermeyen 1923-1946 dönemi sonrasında hiçbir toplumsal sınıfın desteklemediği bir parti konumuna gelerek 1950 seçimleri ile iktidarı Demokrat Parti (DP)’ye bırakmıştır. DP’nin bu siyasi başarısı, “merkez” iktidarının sona ermesini, bürokrasinin etkinliğini yitirmesini ve “çevrenin-taşranın” iktidara hakim olmasını getirmiştir.2 CHP’nin 1946-1950 döneminde ekonomik krizi aşma ve siyasi düzeni getirme yönünde yaptığı birçok uygulama sonucunda büyük burjuvazi, küçük üreticiler, taşra ve halk, orta sınıf, gayrimüslimler CHP’den desteklerini çekmişlerdir. Oysa sadece üretici sınıf ve halk değil, demokrasi arayışı içinde olan entelektüel çevre de, demokrasiye geçişte CHP’nin ve İsmet İnönü’nün rolüne karşın CHP’yi desteklememişlerdir. Ancak, aydınların demokratikleşme sürecini nasıl algıladıkları, demokrasi ve hürriyet taleplerini hangi temellere dayandırdıkları ve CHP’den desteklerini neden çektikleri yeterince incelenmemiştir. 1 2 Hakan Yılmaz, “Democratization from Above in Response to the International context in Turkey, 1945-1950”, New Perspectives on Turkey (Fall 1997), pp.1-37 İlter Turan, “Continuity and Change in Turkish Bureuacracy: The Kemalist Period and After”, Atatürk and the Modernization of Turkey, (Leiden: E.J.Brill, 1984), pp.99-121 Ersin Kalaycıoğlu, “Political Culture and Regime Stability: the Case of Turkey”, Boğaziçi University, Journal of Econmic and Administrative Studies, vol.2, no.2 (Summer 1988):pp. 14979 Sabri Sayarı, İlkay Sunar, “Democracy in Turkey: Problems and Prospects” in Guillermo O’Donnel, Philippe C. Shmitter and Laurance Whitehead, eds. Transitions from Authoritarian Rule, (Baltimore: Johns Hopkins University Press, 1986), pp.165-186 Metin Heper, İsmet İnönü: The Making of a Turkish Stateman, (Leiden: E.J.Brill), 1998 Kemal Karpat, Transition to Multiparty System, (Princeton: Princeton University Press), 1959 Dankward Rustow, "Transitions to Democracy: Toward a Dynamic Model", Comparative Politics, 2 (3), (April 1970): 337-365 Hasan Bülent Kahraman, Türk Siyasetinin Yapısal Analizi, (İstanbul: Agora Kitaplığı), 2008 Şerif Mardin, The Genesis of Young Ottoman Thought: A Study in the Modernization of Turkish Political Ideas, (Princeton : Princeton University), 1962 79 Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) Bunun yanında 1940’ların sonları sadece siyasi rekabetin olgunlaştığı bir süreç değil; fikir çatışmalarının yaşandığı, bugünkü Türkiye siyasetini de şekillendiren laiklik-muhafazakarlık, ilericilik-gericilik, irtica, devletçilik-liberalizm, halkçılık-milliyetçilik temelli tartışmaların başladığı bir dönemdir. Erken cumhuriyet döneminde ilericilik anlayışı kendisini dindışılıkla özdeşleştirmiştir. Aydınlar, biraz da oryantalist bir yaklaşımla, Osmanlı’nın kültürünü, siyasi ve ekonomik başarısızlığını İslam ile aynı kategoride değerlendirmiş ve İslam’dan uzaklaşılmasının öncülüğünü yapmışlardır (Karpat 1963, 58). Bu yaklaşım ise çevreden nispi demokratik direnç ile karşılaşmıştır (Kahraman 2008, 167). 1950’de DP’nin iktidara gelmesi ile taşra, 1908’den 1950’ye kadar kesintisiz devam eden pasif modernleşmeden, aktif modernleşmeye geçmiştir3. Aktif modernleşme gelenekçi, yani din temelli olduğu için gerici olarak nitelendirilmiştir. Diğer bir deyişle, ileri ve geri kavramları, laiklik ve demokrasi ikilemi demokratikleşme sürecinde kurgulanmaya başlanmıştır. Aydınlar demokrasiyi savunurken, aktif modernleşme sürecinden de çekinmişlerdir. Öyleyse neden pasif modernleşmeyi amaçlayan ve uygulayan CHP’yi desteklememişlerdir? Bu çalışmada aydınların demokratikleşme ve hürriyet taleplerini, siyasi tercihlerini ve bu talep ve tercihleri şekillendiren ileri-geri kavramlarını nasıl kurguladıkları; şiirde Garip akımının öncüleri Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat’ın kurucusu oldukları ve dönemin birçok önemli aydınının da katkıda bulunduğu fikir ve sanat yayını Yaprak Dergisi (1 0cak 1949 - 15 Haziran 1950) odaklı olarak incelenmektedir. Yaprak Dergisi, “sanatın, bilimin kaynaklarının sosyal hayatta olduğu, fikir hareketlerinin siyaset düzenine bağlı bulunduğu” savı ile sadece sanat üzerine değil, siyasi ve günlük olaylar, aydın-halk ilişkisi, ilericilik-gericilik, laiklik ve demokratikleşme üzerine yayınlar yapmıştır. Bu nedenle de gerek yayımlandığı dönem aralığı bakımından, gerekse yazarları olan aydınların demokratikleşme sürecini nasıl algıladıklarını ve bu süreçte ne tür rol oynadıklarını anlamak ve demokrasiye geçiş sürecindeki entelektüellerin Tanzimat dönemi (Genç Osmanlılar) ve Milli Edebiyat Akımı döne- 3 80 Garip, şiir akımının adıdır. Türk şiirinde o güne kadar yer etmiş kalıp ve anlayışlardan kurtulmak gerektiğini savunur ve biçimciliğe, duygusallığa karşı çıkıp, söyleyiş güzelliğini esas alır. 1941'de Orhan Veli, M. Cevdet Anday ve Oktay Rifat üçlüsü, şiirde var olan aşırı duygusallığa, şairaneliğe, basmakalıp söyleyişe başkaldıran şiirlerini Garip adıyla bir kitapta toplarlar ve sonrasında kitabın adıyla “Garipler” olarak anılırlar. Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) mi (Genç Kalemler) aydınlarından farklarını görmek açısından önemli bir kaynaktır. Bu amaçla, birinci bölümde Yaprak Dergisi’nin sanatsal ve felsefi düşünce temeli, aydından beklentileri ve halkçılık söylemleri ve Nazım Hikmet’e destek kampanyasındaki rolleri incelenmektedir. İkinci bölüm, CHP ve DP’nin din temelli siyasalarına ve Yaprak Dergisi aydınlarının ileri ve geri kavramlarını kurgulamasına yer verirken; üçüncü bölüm bu kavramlar yoluyla demokrasi ve hürriyet üzerine yazılarına ve son bölüm de 14 Mayıs 1950 seçimlerini ve çok-partili demokrasiye geçişi nasıl ele aldıklarına değinmektedir. Diğer bir deyişle, bu çalışmada demokrasiye geçiş dönemi bir yandan ileri-geri, laiklik-muhafazakarlık gibi kavramların oluşmasında arka planda yer alırken, diğer yandan bu kavramlarla şekillenen bir süreç olarak ele alınmıştır. Yaprak Dergisi’nde Halkçılık, Aydının Rolü ve Nazım Hikmet’e Destek Kampanyası Ortaokul yıllarından beri arkadaş olan ve Garip şiir akımının öncülerinden4 Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat’ın kurucusu oldukları Yaprak Dergisi 1 Ocak 1949’da yayın hayatına başlamıştır. Dergi 15 Haziran 1950 günü 28. sayıda yaz tatili nedeniyle ara vermiş, ancak 14 Kasım 1950’de Orhan Veli Kanık’ın beklenmedik ölümü ile yayın hayatı son bulmuştur. 28. sayı derginin son sayısıdır. En son 1 Şubat 1951’de Orhan Veli anısına Son Yaprak olarak yayımlanmıştır. Arkalı önlü bir yapraktan oluşması nedeniyle adı Yaprak Dergisi olan fikir ve sanat dergisi, yazarlarının birinci sayıda yer alan Alış-Veriş şiirinde belirttikleri gibi yazar-okuyucu arasında sanatta, sosyal ve siyasi hayatta fikir alışverişini önemsemekte, okuyucusunun taleplerini karşılamaya çalışmakta ve dergideki değişikliklerden haberdar etmektedir. Orhan Veli ve arkadaşlarının başlattığı Garip akımı, “teşbih ve istiare”den (benzetme ve eğretileme) kurtulmuş, vezinsiz ve kafiyesiz (ölçü ve uyak) şiiri getirdiği için; şairler “basitlikle, kolay ve ciddi olmayan şiir yazmakla” eleştirilmiştir. Orhan Veli Yaprak Dergisi’nde Yeni Şiir’e gelen bu eleştirileri şöyle yanıtlar: “İlk niyet hiçbir şeyin şiir dışında kalmamasıydı, küçük alelade insanların, olayların [konu 4 Garip, şiir akımının adıdır. Türk şiirinde o güne kadar yer etmiş kalıp ve anlayışlardan kurtulmak gerektiğini savunur ve biçimciliğe, duygusallığa karşı çıkıp, söyleyiş güzelliğini esas alır. 1941'de Orhan Veli, M. Cevdet Anday ve Oktay Rifat üçlüsü, şiirde var olan aşırı duygusallığa, şairaneliğe, basmakalıp söyleyişe başkaldıran şiirlerini Garip adıyla bir kitapta toplarlar ve sonrasında kitabın adıyla “Garipler” olarak anılırlar. 81 Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) alınmasıydı], ama yayınlanınca sandılar ki şiir sadece küçük olayların alelade bir dille anlatılmasıdır. Basitlik, hiçlik meydana geldi ki bizim şiirimiz bu değildir. Kolay okunan mısranın, kolay yazılır bir şey olmadığını pek bilmiyorlar” (Yaprak Dergisi, sayı 5). Oysa, Orhan Veli’nin üç dört mısradan oluşan şiirlerinin üstünde aylarca çalıştığı bilinmektedir (Kanık 1953, 11). 1947’de bir söyleşide Garip akımına yöneltilen eleştirilere karşın söylediği “gördüğüm işin ciddi olduğuna kaniim, yeni şairin şiiri bana latife gelmiyor... Belki günün birinde şiiri bırakır, makaleler, hatta ilmi makaleler yazarım. İnşallah o zaman gördüğüm işin ciddi olduğuna inanırlar” (Akşam Dergisi 1947) ifadesi, Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi’ni çıkarmasında ve fikir yazılarına da yer vermesinde kendisine yapılan eleştirilerin etkisine işaret etmektedir. Batı’dan Sesler (Batı’da çıkan eserler ve gündem), Her Yazıda Bir Kelime (realizm, idealizm, ideoloji, demagoji, dünya görüşü ve hümanizm), Yeni Çıkan Kitaplar, Sanat Eleştirileri ve Siyasi-Fikir Yazıları bölümleri bulunan dergide dönemin önemli yazarları, şairleri, ressamları ve eleştirmenleri yer alır5: Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ahmet Muhip, Cahit Sıtkı, Cahit Külebi, Necati Cumalı, Sabahattin Eyüpoğlu, Sait Faik, Erol Güney, Mahmut Dikerdem (M. Fırtınalı adıyla), Abidin Dino, Bedri Rahmi, Fikret Mualla, Eşref Üren, Arif Kaptan ve Turgut Zaim. Çeşitli bölümlere katkıda bulunan Yaprak Dergisi yazarlarının ortak yönü gerçekçi sanatı benimsemeleri, dünya görüşlerinde laikliğin önemli yer tutması, hümanist olmaları ve halkçılığı savunmalarıdır. Yazarların sanat anlayışı ile fikir yazılarının arkasında yer alan ideolojileri örtüşür, yazıları arasında tutarlılık göze çarpar ve dünya görüşleri bütünlüklüdür. Onlara göre şairin, sanatçının sadece eserleri değil dili, kişiliği de önemlidir (Yaprak Dergisi, sayı 3) ve insan fikriyle bir bütündür (Yaprak Dergisi, sayı 22). Ancak yukarıda da belirtildiği gibi, bu çalışmada Yaprak Dergisi’nde yer alan şiir ve öyküler, ve onların biçimleri değil; fikir yazıları, yazarların kavramları nasıl kullandıkları, demokrasi ve hürriyeti nasıl tanımladıkları ve bu süreçteki rolleri üzerinde durulmaktadır. 5 82 Yaprak Dergisi’nde yer alan makale, şiir ve hikayeler ayrı ayrı yazarları ve makale başlıkları ile verilmemektedir. “Yaprak Dergisi yazarlarına göre” tanımı kullanılmaktadır. Ancak asıl vurgu derginin kurucuları Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat’ın düşündükleri üzerinedir. Fikir yazılarının özellikle laiklik, irtica, Nazım Hikmet’e destek kampanyası üzerine olan görüşlerin önemli bir bölümü derginin sahibi ve yazı işlerini fiilen idare eden Orhan Veli’ye aittir. Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) Yaprak Dergisi yazarlarının, Genç Osmanlılar ve Genç Kalemler’le ortak noktaları pozitif bilimi, modernleşmeyi ve sanatta realizmi benimsemiş olmalarıdır. Buna rağmen sanat ve düşünce yapılarında önemli farklılıklar bulunur. Amaçları, Tanzimat Dönemi aydınlarında görüldüğü gibi “devletin bekası”nı (kalıcılığını, ölmezliğini) değil, halkın eğitim ve bilim yoluyla kalkınmasını sağlamaktır (Mardin 1962, 108). Yazılarında yukarıdan aydınlanmayı sağlamayı amaçlayan “aydın despotizmi” görülmez, bu yaklaşımları Alış-Veriş şiirinde “yonca verir gül alırız” dizeleri ile de göze çarpar. Namık Kemal’in öne sürdüğü Batı’nın teknolojisini ve Doğu’nun kültürünü birleştiren Doğu-Batı sentezi Yaprak Dergisi entelektüellerine göre yersizdir, çünkü onlar hümanistlerdir, öyle ki “hümanizma” tanımında açıkladıkları gibi “gerçek Batılı zihniyet insanı yetiştirmek için onun her cephesini aldığından, bu hususta insanlığa yeni değerler kazandırmış Doğu eserlerini ihmal edemez” (Yaprak Dergisi, sayı 12). Yine Genç Osmanlılar’dan farklı olarak vicdan ve düşünce hürriyetini savunmakla beraber, İslam’a mesafelidirler, partilerin din temelli uygulamalarını ve yayınlarını irtica olarak nitelendirirler. “Dünya görüşü” tanımında “Bizim de dünya görüşümüz var: Bunun içinde laiklik, yani dini devlet ve hükümet işlerimize karıştırmayıp, bireyin vicdan işi kılmak, önemli yer tutar” demişlerdir (Yaprak Dergisi, sayı 9). Milli Edebiyat Akımı’nı getiren Genç Kalemler’den farklı olarak ulus-devlet kurma ve milliyetçilik davaları yoktur (Köroğlu 2004, 25). Batı’yı yeren değil Batı sanat ve fikir dünyasını öven yazılar yer alır. Yaprak Dergisi’ne göre aydın tarafsız olmamalıdır, ama bu Genç Osmanlılar ve Genç Kalemler’de görüldüğü gibi bürokraside yer almak veya siyasi olmak demek değil; haksızlıklara karşı çıkmak, tarihsel sorumluluğunu yerine getirmek, yaptığı sanatta da ideolojisini ve inancını belli etmek, kapalı olmamaktır. Bu tanımları da ileri-geri kavramları ile örtüşmekte; tarafsız ve kapalı sanatçıları “Bugünkü ölüm-dirim savaşında sizin tarafsızlığınız, insanlığı saadet yolundan alıkoymaya çalışan irtica kuvvetlerinin ekmeğine yağ sürmekten başka işe yaramıyor” sözleri ile eleştirmektedir (Yaprak Dergisi, sayı 23). Yine Yaprak Dergisi yazarlarından Sabahattin Eyüboğlu’nun ifadesi ile aydından beklenen kendini bilmek, dünyayı bilmek, bilmediğini bilir görünmemek, bildiğini mertçe ve cömertçe yaymaktır (Mavi ve Kara 1955). Genç Kalemler düşünürleri Türk Ocakları (1912-1931) ile nasıl özdeşleşmişse; Yaprak Dergisi aydınları da 83 Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) Halkevleri (1932-1953) ve Köy Enstitüleri’nin (1940-1954) halkın aydınlatılmasında, güzel sanatların, ulusal kültürün ve bilimsel çalışmaların desteklenmesindeki önemini vurgulamışlardır. Yaprak Dergisi’nde yer alan halkçılık, ileri-geri kavramlarıyla ve yazarların sanat anlayışlarıyla tutarlılık göstermektedir. Nasıl ki ileriliğin, ileri fikrin ilk şartı gerçeğe uygun olmaktır; sanatın merkezindeki de halktır, çünkü halk gerçektir. Yine de Orhan Veli “halkçı” söylemini kullanmaktan kaçınmakta ve onun yerine “halk gibi” yapalım demektedir, halkçı kavramında “yukarıdan empoze bir kültür yaratma” anlamı yatmaktadır (Yaprak Dergisi, sayı 2), gerçek halkçılık “halkın menfaatleri için ve halkın devamlı kontrolü altında çalışır” (Yaprak Dergisi, sayı 15). Halkevleri Genel Başkanı Nafi Atuf Kansu’ya göre, Halkevleri “tüm halk kesimlerinin bir arada ortak bir kültür oluşturmalarına” hizmet ederken, kır-kent, köylü-aydın ayrımlarını azaltmayı hedeflemek[teydi] (Karpat 1963, 61). Yaprak Dergisi’ne göre, halk kültürü ve aydın kültürü arasında fark gözetilmemelidir, çünkü “halk kültürü diye bir şey yoktur, milli kültür vardır”, bu da ileri ve hür bir toplum kurmak için savaşan halk yığınlarının eseridir (Yaprak Dergisi, sayı 25). Bu yüzden Yaprak Dergisi yazarları için Halkevleri ve Köy Enstitüleri, halk ve aydını milli kültür altında birleştirdiği, öğretmen ve sanatçı yetiştirdiği, teknik ve modern tarım yöntemlerini öğreterek köylüyü kalkındırmayı hedeflediği için önemli araçlardır. Orhan Veli’nin tiyatro oyununda ilk yer alışı Ankara Halkevi’nde Moliere’in Zor Nikah oyununda gerçekleşmiştir (Kanık 1953, 9), Kadıköy Halkevi’nde çeşitli konuşmalar yapmıştır (Taşçıoğlu 2004, 48). Dergide de Aşık Veysel’in Güzel Sanatlar Akademisi’nde ve Halkevleri’nde konserler vermesine ve gördüğü ilgiye yer verilmiştir. Köy Enstitüleri, Mahmut Makal gibi öğretmen ve yazar yetiştirdikleri ve “bireyi temelden yaptıkları” için övülürken; Köy Enstitüleri’ni istemeyenler “Türk inkılabını [benimsememek], köy kalkınma davasını kabul etmeyerek köylüyü Osmanlı’nın bir adım ilerisine götürmek isteme[mek]” ile eleştirilirler. Bu eleştirilerin hedefi Köy Enstitüleri’nde milli kültürün din yoluyla desteklenmesini ve ahlak eğitiminden istifade edilmesini savunan ve dönemin İstanbul Üniversitesi akademisyenlerinden olan Ziyaeddin Fındıkoğlu’dur. Köy eğitimi, şehir eğitimi, eğitim politikası ve ekonomi birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır, “Şehirlerde ilahiyat fakülteleri, imam hatip kursları 84 Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) açılır, yani şehir çocuğunun eğitiminde geriye doğru adımlar atılırken köy çocuğunun ileri bir eğitime kavuşması mümkün olmaz”. Fındıkoğlu “ahlak eğitimi için, insanlığın laik ve bilimsel ahlaka varmak için yaptığı savaşları unutmuştur” (Yaprak Dergisi, sayı 21); çünkü Orhan Veli’ye göre “kanun, bilim ve ahlak yolu dururken, insanların sadece dinle düzeltilebileceğini söylemek saf dillilik de değildir” (Yaprak Dergisi, sayı 2). Yaprak Dergisi’nde halkçılık, CHP’nin uyguladığı halkçılıktan sadece aydınlanmayı ve modernleşmeyi yukarıdan empoze etmeyi amaçlamamasıyla ayrılmaz. Yaprak Dergisi aydınlarının halka ve topluma yaklaşımı, “Bizim aramızda, sınıf, din, grup ayrımı yoktur” diyerek sınıfı reddeden CHP siyasetinden farklıdır. Onlara göre, Eski Şiir burjuvazinin, dinin ve feodal zümrenin köleliğini yapmış, yani toplumun egemen sınıflarına hitap etmiştir. Oysa Yeni Şiirin dayanağı “zevk azınlığı teşkil eden bu sınıfın değil, çoğunluğu oluşturan, çalışan sınıfın zevki olacaktır” (Taşçıoğlu 2004, 39). Yani Yaprak Dergisi yazarlarına göre sınıflar vardır, ancak önemli bir farkla Nazım Hikmet’in öncüsü olduğu, devrimci romantizmle geleceği anlatan ve toplumu yansıtan “toplumcugerçekçi” şiirden ayrılmaktadırlar. Onların şiir ve sanatında amaç “bir sınıfın ihtiyaçlarının savunmasını yapmak değil, sadece zevkini aramak, bulmak ve sanata hakim kılmaktır” (Yıldırım 2004, 64). Diğer bir deyişle, Orhan Veli küçük insanın şiirini yazmak peşindedir, çalışan insanlara bakışı yalnızca duygusal bir sempatiden ibarettir, çalışan kesim ve emek idealize edilmemiştir. Nazım Hikmet’ten farklı olarak Orhan Veli örneğin Hardalname, Tereyağı, Festival, Karanfil, Bizim Gibi ve Cımbızlı Şiir’de İkinci Dünya Savaşı’na ve savaşın yıkıcılığına, insanların ilgisizliğine değinse de; bu şiirler siyasi-ideolojik bir tepki değillerdir, mizah, ironi ve parodi içerirler. Yine Vatan İçin, Galata Köprüsü, Bedava ve Kuyruklu Şiir’de göze çarpan esas yön; toplumdaki haksızlıkları, toplum sorunları karşısındaki duyarsızlıkları, eşitsizlikleri eleştirmiş olmasına rağmen “fikri sanatın üstüne çıkar[mamasıdır]” (Taşçıoğlu 2004, 96). Yaprak Dergisi’ne göre “halka hizmet için belli toplumsal konulara bağlı kalmak gerekmez, aşk şiiri de bunu yapabilir” (Yaprak Dergisi, sayı 4). Yine de 1950 yılında “orduyu ayaklanmaya kışkırtma” gerekçesi ile 1938’de 28 yıl hapis cezasına çarptırılan Nazım Hikmet’in ve Mehmet Ali Aybar’ın 1950 Af Yasası’ndan yararlanması için yürütülen kampanyaya ve Nazım 85 Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) Hikmet’in açlık grevine destek vermeleri6 dolayısıyla komünistlik ve “yabancı ülkelerde memleket aleyhinde yapılan menfi propagandalara alet olmakla” suçlanmışlar (Yaprak Dergisi, sayı 26) ve Yaprak Dergisi’nin satılması engellenmeye çalışılmıştır (Yaprak Dergisi, sayı 27). Dergi’nin Nazım Hikmet kampanyasına desteği onların halkçı, hümanist, laik, yurtsever ve tarafsız olmayan sorumluluk sahibi aydın tanımları ile ilgilidir. Yaprak Dergisi’ne göre bir halk sanatkarı, her şeyden önce halk tarafından anlaşılmalı ve halkın sanatkarı olmalıdır. Nazım’ın da onlar gibi şiirleri hakkında en kıymet verdiği ölçü “halktır” (Yaprak Dergisi, sayı 22). Bu destek, sanatçının sorumluluğunun bir parçasıdır; bir haksızlık vardır ve aynı haksızlığa başka bir büyük şair uğrasa da bu sorumluluk alınacaktır ve “eğer Nazım Hikmet ölürse bu sorumluluğa bütün Türk milleti ortaktır” (Yaprak Dergisi, sayı 26). Dergide ele alınan “aydının tarihsel sorumluluğu” düşüncesinin Marx’ın Louis Bonaparte’nin 18. Brumaire’inde ele aldığı “siyasi aktör-yapısal faktör” ilişkisi ve “tarihsel materyalizm” yaklaşımı ile örtüştüğü görülmektedir. Tarih sadece tarihi şahsiyetlere, üstün insanlara has bir imtiyaz değildir, Napolyon ve Mussolini gibi siyasi aktörler kendi devirlerinin nedeni değil, birer neticesidir. Bu sebeple “bütün insanlar tarih karşısında sorumluluk taşır, bu sorumluluk toplumu daha ileri götürmek, toplumun yaşama ve gelişme gücünü beslemektir” (Yaprak Dergisi, sayı 9). Bu yüzden Yaprak Dergisi’ne göre bu hareket siyasi değil, meslek kaygısıyla girilmiş bir harekettir. Onlara göre sol, “memleketin bütün insanlıkla beraber daha ileriye gitmesini isteyen insan demektir ve savaşılacak şeylerin başında yobazlık gelir”. Eleştirileri “Nazım Hikmet davası bizim için sağ, sol değil, insanlık meselesidir” diye cevaplayarak hümanist bir duruş sergilemişlerdir (Yaprak Dergisi, sayı 27). 6 86 CHP seçim öncesi genel af vaadinde bulunmuştur. Vatan Gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman, aftan Nazım Hikmet’in de yararlanmasını talep eder, hükümet reddeder. Bu süreçte Yaprak Dergisi kurucuları Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat da Nazım Hikmet’in açlık grevinin 10. gününde 2 günlük açlık grevine karar verirler. Milli Türk Talebe Derneği ise karşı imza toplayarak Nazım Hikmet’in ve Mehmet Ali Aybar’ın aftan yararlanmasını engellemeye çalışır. Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) CHP ve DP’nin Din Temelli Siyasaları, İleri ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Türkiye’nin tek-partili rejimden çok-partili sisteme geçiş sürecinde, aydının görevini “tarafsız olmamak, tarihsel sorumluluğunu yerine getirmek” olarak tanımlayan Yaprak Dergisi’nde aydınlar demokrasi ve daha fazla hürriyet taleplerini dile getirirlerken ve demokratikleşme desteklenirken, en çok eleştirilen CHP ve DP’nin din temelli siyasi uygulamaları olmuştur. Yaprak Dergisi’nin yayınlandığı dönemde, bir yandan demokrasi ve hürriyet talepleri artarken, diğer yanda iki parti arasındaki rekabet ve oy kaygısı, CHP ve DP’nin dini siyasetler izlemesine yol açmıştır. Yaprak Dergisi’nde de değinilen CHP’nin uygulamaları kısaca şöyledir: 1 Şubat 1949’da ilkokullarda isteğe bağlı olarak din derslerinin başlaması, 13 Haziran 1949’da Osmanlı Hanedanına mensup kadınların Türkiye’ye dönmelerine izin verilmesi, 1 Mart 1950’de sanat değeri bulunan türbelerin MEB tarafından hizmete açılması, 1949-1950 ders yılında imam-hatip okullarının açılması, 31 Ekim 1949’da Ankara Üniversitesi’ne bağlı olarak İlahiyat Fakültesi kurulması. 14 Mayıs 1950 seçimleri öncesi CHP Başbakanı Şemseddin Günaltay partisinin bu uygulamalarını “İşte ilkokullara din dersi koyan bir hükümetin başbakanıyım; imam hatip liselerini açan, dini ihya eden bir hükümetin başbakanıyım” diyerek övmüştür. Mayıs 1950 seçimlerinde iktidarı devralan DP’nin ilk faaliyeti de 1932’de Türkçe okunmaya başlanan ezanın tekrar Arapça okunmasına izin vermek olmuştur. 1951’de din dersleri ilkokullarda eğitim programına alınırken; Köy Enstitüleri ve Halkevleri kapatılmış ve İslam Enstitüleri açılmıştır. Dünya görüşünü laiklik, sanatını realist ve aydının görevini halkçılık olarak belirleyen Yaprak Dergisi yazarları için bu uygulamalar sanat ve fikir anlayışları ile çatışmaktadır. CHP ve DP’ye yönelttikleri eleştiriler dergi yazarlarının ileri-geri kavramlarının tanımı etrafında şekillenmiştir. İleri-geri kavramlarının dergide yer alan kullanımları sanatta, günlük hayatta ve siyasette farklı anlamlar taşısa da tutarlılık içerir. En genel anlamda, ilerilik bilim ile özdeşleşmiştir, bu durumda gerilik de bilim dışı davranmaktır. Dergide irtica, geriye gitmek olarak tanımlanır. Bu yüzden her devirde farklı bir anlamı vardır ve nasıl Meşruti87 Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) yet’ten sonra Abdülhamit devrine gitmeyi istemek irtica anlamına geliyorsa; 1940’ların sonlarında da eski Türkçe yazmak, memlekete bilgi yerine dinle hakim olmaya çalışmak, İslam hayali peşinde koşmak laiklik rejiminde geriliktir (Yaprak Dergisi, sayı 12). Benzer şekilde fabrikaya karşı el tezgahını, diş fırçasına karşı misvakı istemek geriliktir. Türkü ve kilim ileri olarak tanımlanırken; alaturka müzik, divan şiiri ve halı geriyi temsil eder (Yaprak Dergisi, sayı 10). Yeni Şiir şairleri, “insanı put, dünyayı cennet eden” diye sınıflandırdıkları divan şiirindeki benzetme sanatını eleştirerek; kendi yalın, kasidesiz söz sanatını oluşturmuşlardır. Onlara göre halk “edebiyatsız bir edebiyata susamıştır” (Yaprak Dergisi, sayı 4). Bu tanımlardan, Yaprak Dergisi yazarlarının türkü, kilim veya el tezgahını küçümsedikleri sonucu çıkmamalıdır, tüm bu unsurlar insanlık tarihinde modernleşme sürecinin getirileridir, örneğin Batı edebiyatında folklorik ögelerin kullanılması övgü ile anlatılır; çünkü bu eski bir değeri yeniye (yeni yönteme, bilime) mal etmektir ve eski yöntemin veya eski fikrin kullanılmasında ısrarcı olmaktan (irtica yapmak, geriye dönmek) farklıdır. Orhan Veli’nin mektuplarında ve çevirilerinde Osmanlıca yazdığı bilinmektedir (Taşçıoğlu 2004, 30), dergide Osmanlıca yazmak değil, eski Türkçe kullanarak kolay bir düşünceyi güçleştiren ve dil geriliği yapan yazar, şairler ve dergiler eleştirilmektedir. Bunlar arasında dili eski, sade ve gerçekçi olmadığı için Peyami Safa; kapalı ve mistik yazdığı için Ahmet Haşim; Büyük Doğu dergisinde cumhuriyete, inkılaba ve üniversiteli kızlara dil uzattığı için Necip Fazıl Kısakürek; din temelli politikaları için Şemseddin Günaltay gibi yazar ve şairler; laikliği kullanarak laikliğe saldıran Selamet, Hakk’a Doğru ve Sebilürreşad gibi dergiler vardır. Yaprak Dergisi yazarları irtica ve dini yayınların artışına ilişkin bazen şiirlerindeki gibi ironi, mizah ve parodi dili kullanmışlardır: “gazete sergilerinin önünden geçerken kendimizi Karacaahmet mezarlığında sanıyorduk” (Yaprak Dergisi, sayı 8). Bazen de üslupları sertleşmiştir: “Türkiye’nin laik bir devlet olduğunu kabul ediyor muyuz? Ediyorsak, şunu bilelim ki laik devlet vatandaşları dinli, dinsiz diye ayırmaz” (Yaprak Dergisi, sayı 13). İleri fikrin ilk şartı gerçeğe uygun olmaktır, sanatta aranılan realizmdir. Sanatçılar ve siyasiler “dünya ve toplum üzerine görüşlerini, inançlarını anlatırken bilimin çizdiği, sınırladığı yolun içinde kalmalı” yani laik olmalıdırlar. Diğer bir deyişle, ileri fikir dindışılık ve bilim ile tanımlanmıştır. Kurtuluş yolu, bilim 88 Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) yoludur ki bu da “bağımsız, hür ve mesut yaşamak isteyen insan topluluklarına tarihin ve aklın işaret ettiği yol”dur (Yaprak Dergisi, sayı 14). Orhan Veli ve arkadaşları olayların dini kitaplara değil, bilime referansla açıklanması gerektiğini ileri sürmüştür. Marshall Planı’nın Kuran’da yazdığını söyleyenlerle dalga geçerler: “daha önce atom bombası da yazıyor demişlerdi, bu gidişle İngiliz seçimlerini, İtalyanlarla imzalanan ticaret antlaşmasını, Endonezya hadiselerini gene hep Kuran’dan takip edeceğiz demektir” (Yaprak Dergisi, sayı 22). Derginin 22’inci sayısında Orhan Veli’nin “her şey birden bire oldu...yollar, kırlar, kediler, insanlar birden bire” dizelerini içeren Birdenbire şiirini yayınlaması dikkat çekicidir, bir anlamda onun Evrim teorisi-Yaradılış teorisi tartışmalarına ironik yaklaşımıdır. Eski dili kullananlar veya dini yayınlara izin verenler “hem bilim düşüncesini kıymetten düşürmeye, hem de güya ilim taraftarı görünmeye” çalışmakla suçlanır (Yaprak Dergisi, sayı 4). Derginin “Her sayıda bir kelime” bölümünde tanımlanan “demagoji” kelimesi bu görüşleri ile paralellik gösterir: “memlekette hürriyet var diyerek geri fikirlerin yayılmasını, yahut yeniden canlanmasını isteyen demagoglar, hürriyetin yanlış tefsirini yapmaktadırlar” (Yaprak Dergisi, sayı 7). Dergide yayımlanan siyasette gerilik-ilerilik üzerine yazılar, CHP ve DP’nin uygulamalarının yorumlarını içermektedir. Yaprak Dergisi cumhuriyet ilkelerini, yani milliyetçilik, halkçılık, cumhuriyetçilik, laiklik, inkılapçılık ve devletçilik düşüncesini benimsemiştir. Yine de bu ilkeleri parti programına alan ve anayasaya koyan CHP’nin destekçisi değildir. Yorumlarında CHP-devlet ayrımı mevcuttur ve eleştirilerinde veya görüşlerinde “Kemalist laiklik bilimi getirdi” deseler de, Mustafa Kemal’e referans vermemeleri dikkat çekmektedir. Eleştirileri ileri-geri, laiklik-irtica kavramları ve çatışması etrafındadır ve bazen mizah bazen de sert bir dil kullanılarak yapılmıştır. Dergiye göre siyasetçilerin de tarihsel sorumlulukları vardır. Vicdan ve düşünce hürriyetini birbirine karıştırmamak gerekir ve devrim demek, geriliklere hürriyet tanımamaktır. Bu yüzden en başta irticanın canlanması engellenmelidir. “Başkaldırırsa ezeriz” demek yanlış bir tavırdır; çünkü “her aklı başında adam 31 Mart korkusu içindedir” (Yaprak Dergisi, sayı 22). En çok eleştirilen uygulamalar, “ilkokuldakilere peygamber ve mucizelerini ciddiyetle anlatıp, sonra fizik kanunlarına inanmalarını nasıl isteyebiliriz?” sözleriyle eleştirdikleri okullara din derslerinin konulması; “vicdan hürriyeti 89 Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) maskesi altında bilim düşmanlığı yapılıyor ve inkilabın temel direğine [laiklik] kastediliyor” ve “demek ki bugünkü milli ihtiyaçlarımızın başında din alimleri yetiştirmek, gençlere metafizik bilgileri vermek geliyor” sözleriyle karşı çıktıkları Ankara Üniversitesi’nde İlahiyat Fakültesi açılması ve “gerçekten laik ve demokrat bir memlekette ibadetin kanunla bağlanamayacağını” söyleyerek eleştirdikleri ezanın tekrar Arapça okunmasına müsaade edilmesidir. Dergideki en ağır yorum “onlar haklıysa Menemen isyanını çıkarttılar diye darağacına asılan yurttaşların günahı neydi? Kör bıçaklarla boğazı kesilen Kubilay’ın günahı neydi? Şeyh Sait o kadar acele eder miydi?” sözleri ile yine ezan üzerine olmuştur. 1946-1950 yılları arasında uygulanan siyasetler sonucu dini yayınların artması ve buna partiler tarafından müsaade edilmesi, dergide gericilik olarak algılanmış; kendilerini laik, halkçı, hümanist ve ileri fikirli olarak konumlandıran Orhan Veli ve arkadaşları için varlıklarına, sanatlarına, dünya görüşlerine bir tehdit olarak ele alınmıştır. Bu görüşleri savunan aydınların demokrasi ve hürriyet taleplerine CHP’nin çok-partili sisteme geçişi kolaylaştırarak cevap vermesine rağmen; entelektüellerin CHP’den uzaklaşmalarının en büyük sebebi de budur. Geri olarak konumlandırmaya başladıkları bir partinin destekçisi olmak istememişlerdir. Demokratikleşme ve Hürriyet Üzerine Derginin incelemesi, 1970’lerde siyasi İslamın yükselişi ile başlayan demokrasi-laiklik tartışmalarının, 1940’ların sonlarındaki demokrasiye geçiş sürecinde Yaprak Dergisi aydınlarını da laiklik-demokrasi ikilemine getirdiği görülmektedir. Bu dönemde demokrasiye geçiş, tek-partili sistemin eleştirilmesinde farklı kesimlerin görüşlerinin dile getirilmesinde ve dolayısıyla ileri-geri kavramlarının kurgulanmasında arka planı oluşturup katalizör görevi üstlenirken; ileri ve geri kavramlarına göre şekillenen demokrasiden beklenen de çeşitli kesimlere göre farklılıklar göstermiştir. Dergi yazarları bir yandan demokrasiyi savunurken, diğer yandan demokrasinin laiklik karşıtı yaklaşımlara da olanak sağlamasını nasıl önleyeceklerini düşünmüşlerdir. Onlara göre “çok partili demokrasi adı verilen yeni gelişme içinde, yayın serbestliğinden belki de en çok faydalanan dinci çevreler olmuştur” (Yaprak Dergisi, sayı 8). Dinciler devletin uyguladığı laikliği yanlış, dini inanışlara karşı bir zor kullanma, dinsizlik akımı olarak algılamışlardır. Orhan Veli’ye göre bu algıları dolayısıyla “demokrasiden fay90 Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) dalanarak din inanışlarını açıkça yayabileceklerini, bunun irtica değil en kutsal hakları olduğunu” iddia etmişlerdir (Yaprak Dergisi, sayı 5). Derginin bu yaklaşımları yine de demokrasiye ve düşünce hürriyetine sınırlar getirilmesi düşüncesini içermemektedir. Orhan Veli’ye göre düşünce hürriyeti demokrasinin temelidir, bilgi hürriyetinden ayrılamaz. Hatta ulaşılan bilgi milli gururumuzu incitse de tarihimizi inceleyen eserlerin çevrilmesi, okutulması gerekir; çünkü “bilmekten hiç olmazsa kötülük gelmez” (Yaprak Dergisi, sayı 6). Ancak, o dönem bir lisede “kadınlar hekim olmalı mıdır, olmamalı mıdır” sorusu üzerine bir tartışma yarışması yapılması ve tartışmayı “olmamasını” savunan grubun kazanması dergide detaylı eleştirilmiştir; çünkü bu düşünce hürriyeti değil, geriliği savunmaktır. Dergiye göre demokrasi tarihi bir zorunluluktur ve er geç ülkeye yerleşecektir. Bir diğer deyişle siyasal ilerlemenin ve modernleşmenin tartışılmaz sonucudur. Bu anlamda “modernleşme teorisi”ni savunan siyaset bilimcilerin görüşleri ile paralellik gösterir. Bunun yanında Orhan Veli’ye göre siyasetçiler şunu anlamalıdırlar: Türkiye demokrasisi Batı demokrasisinden farklıdır, çünkü diğer ülkelerde tarih ve zamanla olan gelişmeleri Türkiye kanunla, reformla gerçekleştirmiştir. Halkçılık ilkesini savunan dergide, demokrasi de ‘halkın halk için halk tarafından” yönetilmesi olarak tanımlanmıştır. Demokrasi üzerine yazılarda genelde Amerika demokrasisi model alınmış ve Abraham Lincoln’un, Thomas Jefferson’ın söylevlerine yer verilmiştir. Orhan Veli’ye göre demokrasinin sürdürülebilmesi ve siyasetçilerin kişilerin hürriyetini ve mallarını keyfi şekilde idare etmemesi için en büyük güvence basın özgürlüğüdür. Jefferson’ın “fazla hürriyetin mahzurlarını, az hürriyetin mahzurlarına tercih ederim” sözüne katıldığını belirtmiştir. Bu görüşünü “Tanzimat’tan bu yana, düşündüğünü söylemek ilkesine dayanan Batı Edebiyatını benimsemeye çalışıyoruz” sözü ile de desteklemektedir (Yaprak Dergisi, sayı 9). Bu anlamda laik olmakla birlikte totaliter devleti ve “disiplinli hürriyeti” savunan Recep Peker ve Nihal Atsız gibi dönemin diğer fikir adamlarından ayrılır1. Dergi yazarları sansüre de karşıdırlar. Molière’in oyununda mahkeme sahnesinin sansürlenmesi “Fransızlar yıllardır sansürlemezken, bize mi düştü bu” sözleriyle yerilmiştir. Kurumların bu şekilde korunması, devletin otoriterleştiğine örnektir. Nasıl Şarlo eserlerinde yükselen faşizmi ve kendi güvenlik güçleri yardımıyla otoriterleşen devleti konu edinmiş ve “insan yalnız tabiat ve toplum 91 Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) kuvvetlerinin değil, bir de kendi yarattığı kuvvetlerin elinde oyuncak olmuştur” temasını işlemişse; Orhan Veli de derginin o günlerde yayımlanan sayısında demokrasi ve otoriterleşen devlet konusunu ele aldığı Sizin İçin şiirine yer vermiş ve “cephede harcanan kurşun, hapishaneler, kelepçeler, idam cezaları sizin için insan kardeşlerim” demiştir (Yaprak Dergisi, sayı 9). Yaprak Dergisi aydınları, laiklik karşıtı ve irtica olarak tanımlanan yayınların engellenmesini savunmalarına rağmen; düşüncelerin ve demokrasinin aşırı denilerek önünün kesilmesine de taviz vermemişlerdir. Öyle ki “eğer demokrasinin faziletlerine gerçekten inanıyorsak, ilk önce fikir, söz, basın hürriyetlerine halkın hakemliğinden başka hiçbir sınır tanımamayı, memleket evlatlarını “aşırı” adındaki umacının baskısı altında bırakmamayı, vatanseverlik duygusunu kimsenin tekeline vermemeyi göze almalıyız” demektedirler (Yaprak Dergisi, sayı 24). Orhan Veli’ye göre memlekette yazar yetişmemesinin nedenleri halkın okuryazar olmaması, yazarın maddi anlamda kazanç elde edememesi ve en çok da hürriyetsizliğin yazarın elini kolunu bağlamasıdır (Kanık 2004, 45). Yaprak Dergisi’nde de aydının demokrasi kahramanı olduğunu; vatan hainliği damgası yemeyi, türlü iftiralara göğüs germeyi ve sonunda işinden atılmayı göze almadan Türkiye’de bilim düşüncesini savunmanın kolay olmadığını dile getirmiştir (Yaprak Dergisi, sayı 19). Demokrasi bir haklar bütünü olarak ele alan dergi yazarlarının siyasi kuram, sosyoloji ve tarih alanlarına hakim oldukları göze çarpmaktadır Yazılarını bu bilim dallarından kaynaklar göstererek gerekçelendirmektedirler. İnsan Hakları Beyannamesi’ni, bu beyannamenin oluşma sürecinde geçen hak mücadelelerini ve 17. ve 20. yüzyıllar arasında sivil, siyasi, sosyal ve ekonomik hakların güvence altına alınmasını incelemişlerdir. Diğer yandan dergide, yükselen aşırı milliyetçilik ve ırkçılık, gayrimüslimlere yapılan haksızlıklar, Sabahattin Ali’nin 1948’te öldürülmesi yer almamıştır. Ancak yine de Yaprak Dergisi grev hakkı isteyen işçilere destek verdiği, “Türk işçisi anlamış bulunuyor ki, grev teşebbüs edenin elinde patlayan bir bombadır” diyen dönemin Çalışma Bakanı Reşat Şemsettin Sirer’i ve “grev isteyenler Türk değildir” diyen Fırat Erciyes’i eleştirdiği için komünist olmakla suçlanmıştır (Yaprak Dergisi, sayı 19). Bu durum, Orhan Veli’nin belirttiği muhalif duruş sergileyen aydınların siyasi çıkar uğruna kolayca damgalanması sorununa örnek oluşturmaktadır. Yükselen din temelli siyasi uygulamalara yönelik korkusunu 92 Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) şöyle ifade etmektedir: “Memleket yararına görmek istediğimiz işler bugün nasıl komünistlik oluyorsa, o gün kafirlik olur. Milli heyecan yerini dini heyecana bırakır. Hükümet o heyecanı yatıştırmaktan acizdir” (Yaprak Dergisi, sayı 28). 14 Mayıs 1950 Genel Seçimleri Üzerine Cumhuriyet tarihinin açık tasnif-gizli oy yöntemi ile yapılan ilk demokratik seçimleri 14 Mayıs 1950 senesinde yapılmış ve Demokrat Parti oyların yüzde 55’ini alarak mecliste 416 milletvekili ile yer almıştır. Cumhuriyet Halk Partisi oyların yüzde 40’ını almasına rağmen “çoğulcu seçim sistemi” dolayısıyla mecliste sadece 69 sandalye elde etmiştir. CHP’nin uzun tek-parti yönetimi sonrasında, DP’nin iktidarı ezici bir zaferle alması Özbudun’a (2000, 14) göre bir kopuş değil, reformdur. DP kadroları CHP’nin içinden çıkmıştır; hem CHP’de ve hem de DP’de daha ılımlı isimlerin radikallerin yerine geçmesi sağlanmıştır. İsmet İnönü DP’nin parti programını onaylamış, ancak DP lideri Celal Bayar’ın üç şarta uymasını istemiştir: Cumhuriyetin laik karakterinin korunması, dış politikada süreklilik ve ilköğretimin yaygınlaştırılması. Bu şartlar, CHP’nin DP’ye karşı bir güvensizlik hissettiğini göstermektedir. Benzer endişeler Yaprak Dergisi’nde de göze çarpmaktadır. Orhan Veli “Seçimlerden Sonra” adlı makalesinde, “DP, her şeyden önce Atatürk inkılaplarının samimi bir yürütücüsü olduğunu içeriye ve dışarıya göstermek zorundadır” demektedir. Seçim öncesinde ileri-geri kavramlarını kullanır ve laiklik-demokrasi çatışmasını sorgularken Atatürk’e referans vermezken; DP’nin iktidara gelmesi ile yazılarında Atatürk’e daha çok değindiği görülmektedir. Seçimler, Yaprak Dergisi’nde önemli yer tutmuştur. Dergi yazarları bu durumu yadırgayabilecek olan okuyucularına bu davranışlarını “sanatın, bilimin kaynaklarının sosyal hayatta olduğunu, fikir hareketlerinin politika düzeninin bağlı bulunduğunu her zaman tekrarlayan biz değil miyiz?” diyerek cevap vermiş ve “geri kafalılarla, dar fikirlilerle savaşmayı kendilerine dert edinmiş” olduklarını belirtmişlerdir. Dergide iki partinin de parti programlarında “memleketin gelişmesinde yeri olmadığına inandıkları için” ve “küçümsedikleri için” kültür ve sanat konularına yer vermemelerine dikkat çekilmiştir. Seçimle ilgili yazılarda CHP kadar DP de din temelli uygulamaları için eleştirilmeye başlanmış, hatta ezanın Arapça okunması kararlaştırılınca “yağmurdan kaçarken doluya tutulduk” ifadesi kulla93 Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) nılmıştır. Burada yine eleştiri dili mizahtan sert yorumlara kaymakta ve bu siyaset gericilik olarak tanımlanmaktadır: “DP hükümetinin ilk ele aldığı mesele ezan meselesi oldu. En mühim iş buydu, bir hafta daha Türkçe ezan dinlemeye tahammülümüz kalmamıştı. Hep Arapça olsaydı sorun yoktu ama bu geriye dönüş, daha bir sürü geriliğin başlangıcı ve geriye göz yummanın işareti oluyor” (Yaprak Dergisi, sayı 28). Aydınlar, CHP’yi gerici olarak tanımladıkları için desteklememişlerdir. Eski Milli Eğitim Bakanı ve seçim öncesinde CHP Çalışma Bakanı Şemsettin Sirer “geri düşüncelerinden” dolayı dergi için sermaye olmuştur. “Sivas’tan CHP’den aday ama Sivas’ta DP kuvvetli, üzüldük seçilemeyecek diye. Ama üzülmeyin Bursa’dan da Peyami Safa aday olmuş” diyerek CHP’yi değil aslında “ileri fikirli” olmadıklarını düşündükleri siyasetçileri hedef aldıklarını vurgulamışlardır. Diğer yandan, CHP’nin “ileri fikirli” milletvekillerinden Sivas adayı Necmettin Sadak’ın, kaybetse de gazetede yazabileceği, “bir gazetede birkaç yazı yazmak da, geri işler gören bir hükümetin sorumluluğuna ortak olmaktan iyidir herhalde” şeklinde ifade edilmiştir (Yaprak Dergisi, sayı 25). Bu ifade, aydınların neden DP’nin 1950’lerde yürüttüğü politikaları eleştirdiğini ve 1960 darbesini neden desteklediklerini anlamakta yardımcı olur. Dergide halkın DP’yi desteklemesi sınıf tahlili ile açıklanmaz. Daha önce de belirtildiği gibi Yaprak Dergisi’ne göre sınıflar mevcuttur, ancak “ülkede bir köylü-işçi partisi, yani çoğunluğun partisi, ülkenin çıkarlarını en iyi koruyacak parti yoktur”. Orhan Veli’ye göre Türkiye’de halkın oy verme davranışı batıdakinden farklıdır. Bu noktada da Orhan Veli’nin siyaset bilimi literatürüne ne denli hakim olduğu görülmektedir: “Batıdaki demokrasi tarihi, parti denilen siyasi organın, ekonomik menfaatleri aynı olan veya birbirine çok benzeyen vatandaşlara dayandığını söylüyor. Bir partiye seçimleri kazandıran kuvvet, aynı menfaatler etrafında birleşmiş insanların iradesidir” (Yaprak Dergisi, sayı 22). Seçmenlerin CHP-DP tercihinde ekonominin ne anlamda etkili olduğu bugün bile siyaset biliminde tartışılsa da; gerek işçi ve gerekse burjuva sınıfının ekonomik kalkınma beklentisi içinde olduğu ve devletçilik politikasının bu beklentileri karşılamadığı apaçıktır. Orhan Veli’ye göre ise DP’ye verilen oylar geçicidir, halk “negatif oy” kullanmıştır, fikir oyu değildir, yani CHP’ye oy vermek istemediği için DP’den yana tercihte bulunmuştur. Peki halk, neden CHP’ye oy vermek istememiştir? Orhan Veli’ye göre, 94 Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) CHP’nin “altı ok”u yanlış uygulaması bunda etken olmuştur: “İnkılapçılığı fes yerine şapka giymek sanıyorlar. Devletçiliği bir zümreyi zengin etmek, milliyetçiliği ırkçılık ve bölgecilik, laikliği de Atatürk ölene kadar din düşmanlığı yapıp sonradan tekkeleri açmak sandılar”. Diğer yandan DP hükümeti CHP hükümetinin altı okla ifade edilen prensiplerini tamamen tasfiye etmeye başlamıştır. Yaprak Dergisi’nde bu tasfiye devletçiliğin yerini liberalizm, laikliğin yerini dincilik ve inkılapçılığın yerini muhafazakarlık alacaktır endişesi ile belirtilir. Dergi, DP’yi eğer aynı hataları yaparsa, hatta daha da ileri gidip bu ilkeleri tasfiye ederse aynı yenilgiye uğrayacağı konusunda uyarmıştır: “Halk CHP’yi istemedi diye onun şeriat istediğini, yabancı sermayeye esir olmak istediğini sanmak en büyük gaflettir” (Yaprak Dergisi, sayı 28). Yaprak Dergisi aydınlarına göre, arkasında kendisini destekleyen belli bir sınıf olmayan CHP, oy kaybetmemek için “dini dergi yayınlarına göz yummuş, ilahiyat fakülteleri, imam hatip kursları açmış, türbelere izin vermiş, her türlü irticaya hak tanımış[tır]” ama bunların hiçbiri faydalı olmamıştır. Bu fedakarlıklarına (!) rağmen oy alamayan CHP “zavallı” olarak tanımlanmıştır (Yaprak Dergisi, sayı 26). İlginçtir ki, ezanın Arapça okunması DP tarafından onaylandıktan sonra bu kez CHP, DP’yi irtica yapmakla suçlamıştır. Parti lideri ve Başbakan Adnan Menderes, önceki uygulamalarını hatırlatarak asıl CHP hükümetinin irtica yolunda büyük mesafeler aldığını, Atatürk inkılaplarında “rahneler” (gedikler) açtığını ifade etmiştir. Bu açıklama sonrasında Yaprak Dergisi’nde “Peki yeni hükümet irticayı önlemek için ne gibi tedbirler almayı düşünüyor” diye sorulmakta ve “CHP’nin bıraktığı yerden irticaya devam ediyorlar” diyerek kaygılar belirtilmektedir. Dergiye göre, hem CHP hem de DP oy için fidye ödemektedirler. Oysa bu yöntem kalıcı oy için yeterli değildir: “Hatırlatalım ki CHP iktidarının elinde patlayan bu silah DP’yi de paramparça edebilir”. İşçi-köylü sınıfı veya kendi çıkarlarını savunacak herhangi bir sınıf partisi olmadığından ve partilerin oy için çeşitli siyasetler izleyebileceği görüldüğünden, Yaprak Dergisi en doğru yol olarak Mustafa Kemal’i referans almış: “Atatürk’ün tuttuğu yoldan ayrılmamak gerek”, “hep ileri fikirleri savunacağız” demiştir (Yaprak Dergisi, sayı 26). Bu söylemlerden de anlaşılacağı gibi, Yaprak Dergisi din temelli değişikliklerin oy kaygısı ile yapıldığını düşünmektedir. Bu düşüncede doğruluk payı olsa da devlet-din ilişkisini göz ardı etmektedir. İlkay Sunar’a (1990, 10) göre DP 95 Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) gerici politikalar yürütmemektedir. Amacı tam tersine Türkiye’yi tekrar gelenekselleştirmeden ve taşranın din taleplerini de göz önünde bulundurarak modernleştirmektir. Ümit Cizre de devlet-İslam ilişkisine dikkat çeker ve devletin imam hatip okulları, ilahiyat fakülteleri açarak İslamın modern kadrolarla kendi kontrolü altında olmasını amaçladığını belirtir (Cizre 1996, 233). Sonuç 1946-1950 yılları arasında Demokrat Parti’nin Cumhuriyet Halk Partisi’ne rakip çıkması ve siyasette rekabetin oluşması; demokrasi, hürriyet ve siyaset üzerine tartışmaların daha özgür ortamda gerçekleşebilmesi olanağını beraberinde getirmiştir. Yaprak Dergisi’nin incelenmesi, demokratikleşme sürecinde ileri-geri kavramlarının hangi temeller üzerinde kurgulandığının; sanatta, günlük hayatta ve siyasette ne ifade ettiğinin anlaşılması açısından yardımcı olmuştur. İleri ve geri kavramları sanatta biçim ve içerik temelinde ele alınmıştır. Realist, halkçı ve yeni Türkçe kullanan sanat ileri; mistik, kapalı, halktan uzak ve eski dil kullanan eserler geri olarak sınıflandırılmışlardır. Siyasette ise ileri ve geri kavramlarının laiklik ve gericilik anlamlarını içerdiği görülmektedir. Bugünkü kullanımıyla siyasette statükoyu savunan ve değişimin karşısında duran anlamında “muhafazakarlık” kavramının o dönemde kullanılmadığı göze çarpmaktadır. Demokrasiye geçiş sürecinde “türban” konusu henüz gündeme gelmemişse de; okullarda din dersinin olması-kaldırılması ve imam hatip liselerinin işlevi vb. bugün hala tartışılan konular, çok partili sisteme geçiş döneminde de gündemde yer almıştır. Bu konulardaki söylemler ve uygulamalar, Yaprak Dergisi’nde oy için yapılan siyasetler olarak ele alınmış; ancak bu taleplerin nasıl ortaya çıktığı ve halkın neden böyle taleplerde bulunduğu sorgulanmamıştır. Hem demokrasiyi amaçlayan, ifade ve vicdan hürriyeti taleplerini savunan, hem de Batı modernleşmesine şüphe ile bakan ve günlük hayatta dini dışlamak istemeyen muhafazakar kesim ve parti; bu nedenle dergide laiklik karşıtı olmasa da “gerici” olarak tanımlanmıştır. Gerici olan halk değil, bazı yazarlar, partiler ve siyasetçilerdir. İlericiliği bilimsel yol ve dindışılık olarak tanımlayan Yaprak Dergisi aydınları için, devletin veya herhangi bir partinin İslamı devletin kontrolünde tutma stratejisi de yine gericilik olarak görülmektedir. Modernleşmek için dinin de olması gerektiği düşüncesi reddedilir. Aydınların siyasi tercihlerinde sınıfsal tahliller değil, partilerin dini söyleme verdikleri ağırlık etkili olmuştur. Yaprak 96 Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) Dergisi aydınları cumhuriyetin ve CHP’nin “altı ok”unu benimsemiş olsalar da, siyasi tercihlerinde CHP-devlet ayrımının gerçekleştiği görülmektedir. Bu noktada devletin ve Yaprak Dergisi aydınlarının tehdit anlayışının da farklılaştığı görülmektedir. CHP ve DP’ye göre asıl tehdit komünizm iken, Yaprak Dergisi irticayı öncelikli tehdit olarak benimsemiştir; çünkü demokrasinin ve cumhuriyetin temel ilkesi laikliktir. Din kişinin özel hayatı ile sınırlı kalmalı, demokrasi bir araç olarak kullanılarak dini yayınlar yapılmamalıdır; çünkü “cahil halkı avlamaya çalışan gerici simsarlar var[dır], ama inkılapçı-ilerici gençlik bunlarla savaş[maktadır]” (Yaprak Dergisi, sayı 2). Halkın cahil, manipülasyona açık ama masum olduğunu (gerici değil), daha çok eğitilmesi gerektiğini öne sürmek ise, kendilerini “ileri” olarak tanımlayan aydınların Tanzimat’tan beridir her zaman sorun edindikleri bir mesele olmuştur. Teşekkür Yaprak Dergisi’nin zengin dünyası ile tanıştıran, hayatı sanat ile güzelleştiren Mine Çulhaoğlu ve Mutlu Sugan’a, siyaset-tarih-edebiyat ilişkisini kurmamın temellerini atan Hasan Bülent Kahraman, Halil Berktay ve Erol Köroğlu’na, bu çalışmanın düşünceden yazıma dönüşme süresinde desteklerini ve değerlendirmelerini esirgemeyen Ayhan Kaya, Faik Gür ve Boğaç Erozan’a ve en çok da fikir ve sanat eserleriyle her zaman ilham veren Orhan Veli’ye teşekkür ederim. Bu çalışma onun 60. ölüm yıldönümü anısınadır. Kaynakça Yaprak Dergisi. Ankara Güney Matbaacılık ve Gazetecilik. Sayı 1-28. 1 Ocak 1949- 15 Haziran 1950. Eyüboğlu, Sabahattin. 1955. “Halkın Anladığı Aydın”, Mavi ve Kara- Denemeler. Can Yayınları. Kahraman, Hasan Bülent. 2008. Türk Siyasetinin Yapısal Analizi, İstanbul: Agora Kitaplığı. Kanık, Adnan Veli. 1953. Orhan Veli İçin : Bir Biyografi ve Basında Çıkmış Yazılardan Seçmeler. İstanbul: Yeditepe Yayınları. Karpat, Kemal. 1963. “The People’s Houses in Turkey: Establishment and Growth”. Middle East Journal. 17 (1/2): 55-67. Köroğlu, Erol. 2004. Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı 1914-1918 : Propagandadan Milli Kimlik İnşasına. İstanbul: İletişim Yayınları. Mardin, Şerif. 1962. The Genesis of Young Ottoman Thought: A study in the Modernization of Turkish Political Ideas. Princeton: Princeton University. 97 Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) Özbudun, Ergun. 2000. “Democratic Transitions, Breakdowns and Restorations in Comparative Perspective”. Turkish Politics. Boulder: Lynne Rienner, ss.13-48 Sakallıoğlu, Ümit Cizre. 1996. “Parameters and Strategies of Islam- State Interaction in Republican Turkey”. International Journal of Middle East Studies: 231-251. Sunar, İlkay. 1990. “Populism and Patronage: The Democratic Party and Its Legacy in Turkey”, Il Politico, 55 (4). Taşçıoğlu, Yılmaz. 2004. Türk Şiirinde Bir Garip Adam: Orhan Veli Kanık. İstanbul: Beykoz Belediyesi. Yıldırım, Yusuf. 2004. Orhan Veli Kanık ve Garipçiler. İstanbul: Toker Yayınları. 98 UYGULANMAYAN BİR GİRİŞİM: ÇİFTÇİYİ TOPRAKLANDIRMA KANUNU NE ANLAMA GELİYOR? Gökhan Umut ÖZET Sosyal adaletin en önemli araçlarından ve ekonomik kalkınmanın temel bölümlerinden biri olarak adlandırılan toprak reformu, dünyada özellikle Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında tartışılmaya başlanmıştır. En temel anlamıyla az topraklı ya da topraksız kişilere toprak kazandırmak yoluyla üretimi ve verimliliği artırmayı amaçlayan toprak reformu, Türkiye’de de zaman zaman tartışılmıştır. 1920’lerin başında bir miktar toprak dağıtımı ile gündeme gelen toprak reformu tartışmaları, bu tarihlerden itibaren sürekli gündemde olmuştur. Tartışmaların hız kazandığı en önemli dönem, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun çıkarıldığı dönemdir. Cumhuriyet Halk Partisi içinde Adnan Menderes ve Cavit Oral’ın da aralarında bulunduğu gibi bir grup milletvekili, 1945 yılında çıkarılan bu kanuna muhalefet etmiştir. Başta Adnan Menderes olmak üzere muhalif milletvekilleri tartışmaların ardından Cumhuriyet Halk Partisi’nden ayrılmışlar ve Demokrat Parti’yi kurmuşlardır. Türkiye’deki toprak reformu tartışmaları dünyadaki tartışmalardan iki noktada ayrılmaktadır. Birincisi, diğer ülkelerde toprak reformu halk tarafından talep edilirken, Türkiye’de yöneticiler tarafından gündeme getirilmiştir. Diğer bir deyişle, diğer ülkelerde toprak reformu tartışmaları halk tarafından desteklenirken, Türkiye’de halktan destek bulmamıştır. İkincisi, dünyada yapılan tartışmalar sadece fikir ekseninde kalmamış, uygulamaya da geçilmiştir. Oysa Türkiye’de çıkarılan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu hiçbir zaman uygulamaya konmamıştır. Bu çalışmada, bu kanunun ekonomik, siyasi ve sosyal amaçları tartışılacaktır. Bununla birlikte dünyadaki toprak reformu tartışmaları referans alınarak, Türkiye’deki toprak reformu tartışmalarının hangi noktada ayrıldığı analiz edilmeye çalışılacaktır. Ayrıca, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu öncesinde yaşanan gelişmeler ve sonrasında Adnan Menderes ve ekibinin Cumhuriyet Halk Partisi’nden ayrılması konusu ele alınarak, çok partili sisteme giden süreçte toprak reformunun ne anlama geldiği üzerinde durulacaktır. Çalışmanın temel iddiası, çıkarılan bu kanununun ekonomik bir amaçtan ziyade siyasi amaçlarla kabul edilmiş olmasıdır. Anahtar Kelimeler: Toprak Reformu, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, Çok Partili Sisteme Geçiş, Kemalist İdeoloji, Köycü Söylem 99 AN INITIATIVE NOT REALIZED: WHAT DOES THE LAW OF GIVING LANDS TO THE VILLAGERS MEAN? ABSTRACT Land reform which is regarded as one of the most important tools of social justice and one of the basic parts of economic development had been started to discuss especially before and after the First World War in the world. Land reform that aimed in the most basic sense to increase in production and productivity via providing land for people who are landless or have less land has sometimes argued in Turkey. Debates on land reform which came into question with the distribution of a quantity of land in the beginning of 1920s became an important issue after this time. The most significant point of debates is Law of Giving Lands to the Villagers which was put forward in 1945. Some deputies from Republican People’s Party (CHP) such as Adnan Menderes, Cavit Oral resisted to this law that was accepted in 1945. After those debates, Adnan Menderes who was the head of opponent deputies in the Republican People’s Party and they had found democrat party (DP). Debates of land reform in Turkey separate from the discussion in the world at two points. Firstly, whereas land reform was demanded by public in other countries, this reform came into the question by deputies in Turkey. With a further explanation, while land reform discussions in other countries were supported by the public, this idea was not advocated by public in Turkey. Secondly, discussion in the world was not only in theoretical respect, but applied as well. However, Law of Giving Lands to the Villagers has never been applied in Turkey. In this paper, economic, political and social goals of Law of Giving Lands to the Villagers will be discussed. Besides, it will be argued at which points Turkish experience of land reform differ from other ones. What’s more, it will focus on what land reform means in the formation of multi-party system by considering developments before and after Law of Giving Lands to the Villagers and with the resignation of Adnan Menderes and his group after this law. The main claim of this paper is that the Law of Giving Lands to the Villagers should be evaluated politically rather than economically. Keywords: Land reform, law of giving lands to the villagers, transition to multiparty system, Kemalist ideology, peasant expression 100 Uygulanmayan Bir Girişim: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Ne Anlama Geliyor? 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla yeni bir siyasi rejim başlamıştır. Bununla birlikte ekonomik düzenin süreklilik arz ettiği söylenebilir. Türkiye’deki önemli ekonomistlerden Korkut Boratav’a göre de, 1923 yılının ekonomik bakımdan geçmişle bir kopukluk getirdiğini söylemek mümkün değildir (Boratav 2007, 39). Bu anlamda Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde yaşanan sorunlar, Türkiye Cumhuriyeti’nde de ortaya çıkmıştır. Buna ek olarak, yeni kurulmuş olan siyasi rejimin ihtiyaçları da gündeme gelmiştir. Bu sorunlardan birisi, iç ulaşım ağlarının çok zayıf olmasıdır. Örneğin, İç Anadolu’dan İstanbul’a buğday getirmek, New York’tan getirmekten yüzde 75 oranında daha pahalıydı (Boratav 2007, 28). Bu da dışa bağımlılığı artıran ciddi bir faktör olmuştur. Bir diğer sorun ise, erkek nüfusunun büyük bir kısmının askere alınmış ve çoğunun buralarda can vermiş olmasıdır. Bu durum, toprak dağılımındaki eşitsizliğe sebep olmuştur. Erkek nüfusunun ciddi biçimde azalması, topraksız bir kitlenin oluşmasına ve buna bağlı olarak tarımsal üretimin azalmasına yol açmıştır (Boratav 2007, 34). Topraksız köylüler ve toprağın eşitsiz dağılımı, cumhuriyetle birlikte gündemin önemli bir unsurunu oluşturmuş ve 1920’lerde başlayan bir toprak reformu tartışması süregelmiştir. Fazla ve kullanılmayan toprakların az topraklı ya da topraksız köylüye dağıtılmasıyla ilgili bu tartışma, 1920’lerin başında bir miktar toprak dağıtılmasıyla gündeme gelmiştir. 1934 yılıyla beraber tartışmalar hız kazanmış ve 1937 yılında Atatürk’ün görüşlerini beyan etmesiyle devam etmiştir. Bu konuda Atatürk şunları söylemiştir: “Bir defa, memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olanı ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın, hiçbir sebep ve suretle, bölünmez bir mahiyet almasıdır” (Karaömerlioğlu 2006, 122). Bu dönemden sonra güncelliğini sürdüren toprak reformu tartışmaları, özellikle 1945 yılında çıkarılan “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” ile hız kazanmıştır. Bu kanunun çıkarılmasına karşı olan milletvekilleri Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP) ayrılarak yeni bir parti kurmuşlardır. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, CHP’ne karşı kendi içinden gelen bir muhalefet yaratması ve bu yolla çok partili sisteme geçilmesi nedeniyle incelenmeye değer bir durumdadır. Bu çalışma, toprak reformunun ne olduğu tartışmakta ve Türkiye’de toprak reformu tartışmalarının nasıl geliştiğini incelemeye çalışmaktadır. Bununla birlikte Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun siyasal ve ekonomik sebepleri ele alınacaktır. Çalışmanın temel tezi, bu kanunun çıkarılmasındaki temel kaygının 101 Uygulanmayan Bir Girişim: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Ne Anlama Geliyor? ekonomik değil siyasi olduğu yönündedir. Toprak reformu tartışmalarının yaşandığı diğer ülkelerde bu tartışmalar halk tarafından gündeme getirilir ya da halkta bir karşılık bulurken; topraklandırmanın Türkiye’de siyasiler tarafından talep edilmesi bu iddiayı güçlendirecek nitelikte bir gelişmedir. Bu anlamda çalışmanın ilk bölümünde toprak reformu konusunda genel bir literatür taraması yapılmakta; ikinci bölümünde ise, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun gelişim süreci incelenerek, bu kanunun siyasal, sosyal ve ekonomik sebepleri irdelenmektedir. Sonuçta ise, bu kanun çerçevesinde genel bir değerlendirme yapılmaktadır. Toprak Reformu Nedir? Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında çeşitli ülkelerde tartışılan toprak reformu, farklı insanlar için farklı anlama gelebilmektedir. Reform, toprağı olmayan kesim için bir umutken, toprağı olan kesim içinse korku olmuştur. Fakat en genel anlamıyla ifade etmek gerekirse, toprak reformu tecrübesiz üreticiler elinde toplanmış verimsiz alanların, verimli hale gelmesi için küçültülüp dağıtılmasıdır. Daha geniş bir ifade ile toprak reformu tarımsal ekonominin tümden değişimini öngören bir programdır (Tekelioğlu 2010, 44). Toprak reformu, sosyal adaletin en önemli araçlarından biri olduğu gibi, ekonomik kalkınma stratejisinin de önemli ögelerinden birini oluşturmaktadır. Diğer bir deyişle toprak reformu sadece büyük toprakların parçalanıp dağıtılması anlamına gelmemekte, küresel kalkınma sürecinde arzu edilen kazanımların sağlanması için gerekli olan kurumsal karakterli diğer düzenleme ve ek önlemleri de ifade etmektedir (Tekelioğlu 2010, 45). Bu reformdan ekonomik, sosyal ve siyasal sonuçlar beklenmektedir. Özellikle az gelişmiş ülkelerde ekonomik yapının önemli bir kısmını tarım sektörü oluşturduğundan, toprağın düzgün kullanımı ve tarımsal üretimle istihdam arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Çünkü tarım sektörü gizli işsizliğin bulunduğu bir istihdam yapısı barındırmaktadır. Toprağın verimsiz kullanılması, işsizliği artıracağı gibi köylerden kente doğru bir göç yaşanmasına da sebep olacaktır. Bu da çarpık kentleşme sorununu açığa çıkaracaktır. Bu bağlamda toprak reformundan beklenen en önemli sonuçlardan biri de istihdam yaratması noktasındadır. Ziya Gökalp Mülayim’e (1976, 23) göre de toprak reformu, devletin elinde bulunan dağıtıma elverişli topraklar ile çiftçilik yapılmayan toprakların, topraksız veya az topraklı kişilere verilmesidir. Mülayim’e göre toprak reformunun sosyal, ekonomik ve siyasal amaçları var102 Uygulanmayan Bir Girişim: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Ne Anlama Geliyor? dır. Sosyal amaç, toprağın eşit dağıtılarak gelir dağılımındaki eşitsizliğin yok edilmesi yoluyla toplumsal huzuru korumaktır. Zira Cumhuriyet döneminin ilk yılları ve sonrasında, az sayıda insanın geniş topraklara sahip olduğu ve çok sayıda insanın elinde de az toprak olduğu bir gerçektir. Bu durum gelir dağılımında ciddi bir eşitsizlik yaratmakta ve toplumsal gerginliğe neden olmaktadır. Gelir dağılımındaki bu eşitsizlik, toprak reformu ile çözüme kavuşturulmak istenmiştir. Reformun ekonomik amacı, verimsiz toprakların daha verimli hale dönüşmesini sağlayarak ürün (output) miktarını artırmaktır. Verimsizliğin iki ana nedeni vardır. Birincisi, topraksız köylünün başkalarına ait toprakları işlemesidir. Köylüler kendilerine ait olmayan toprakları işlerken gereken özeni göstermemekte ve uzun vadeli düşünememektedirler. Düşünseler bile, toprak kendilerine ait olmadığı için verimliliği artıramamaktadırlar. İkincisi ise, büyük topraklar sahipleri, kendileri bizzat çiftçilik yapmadıkları için verimliliği artıramamaktadırlar. Çiftçilik yapsalar bile, tüm araziye gereken önemi gösteremedikleri için verim düşmektedir (age, 50-51). Toprak reformunun siyasi amacı ise, toprağa sahip olmayan kişilerin bir işverenin yanında çalışmalarından ötürü özgürce düşünememelerinin ortadan kaldırılmasıdır. Eğer toprak reformu gerçekleşirse, gelir dağılımındaki eşitsizlik ortadan kalkacak ve insanlar özgürce düşünebileceklerdir. Doreen Warriner (1969, 14) da toprak reformunu, küçük çiftçilerin ve büyük toprak sahiplerinin yanında çalışanların çıkarları doğrultusunda, mülkiyetin ya da toprak haklarının yeniden dağıtılması olarak tanımlamıştır. Günümüz önemli ekonomistlerinden Joseph Stiglitz, toprağın çok büyük bir kısmının birkaç elde toplanması ve çok sayıdaki köylünün büyük toprak sahiplerinin yanında çalışması durumunu yarıcılık (sharecropping) olarak tanımlamaktadır (2002, 81). Yasal bir şekilde ve barış yolu ile yapılan toprak reformu, ürün miktarında önemli bir artışa neden olarak, toplumda sosyal bir değişmenin yaşanmasına yol açacaktır. Sevgi Korkut’un yaptığı çalışmaya göre ise toprak reformu, büyük arazilerin kamulaştırılması ve bunların işleyenlere, topraksız ya da az topraklı kimselere verilmesidir (1984, 6). Toprak reformu dört aşamada yapılmaktadır. İlk olarak, dağıtılacak topraklar kamulaştırılmaktadır. Ardından, kamulaştırılan topraklar tarımsal yönden ıslah edilmektedir. Islah edilen topraklar topraksız ya da az topraklı kimselere dağıtılmaktadır. Toprak dağıtımıyla beraber çiftçilerin kooperatifleşmesi sağlanmaktadır. Kooperatifler, çiftçilerin üretim için gerekli ihtiyaçlarını karşılamada 103 Uygulanmayan Bir Girişim: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Ne Anlama Geliyor? yarar sağladığı gibi, büyük üreticilerin karşısında ezilmelerine de engel olmaktadır. Kooperatifler ayrıca üretimin kendi içinde denetlenmesine de yardımcı olmaktadır. Toprak reformu, özellikle Birinci Dünya Savaşı yıllarında, İtalya, Japonya, Mısır, Irak, Suriye ve Venezüella gibi birçok ülkede gündeme gelmiş ve reformu başarıyla uygulayan ülkelerde önemli bir ekonomik büyüme gözlenmiştir. Örneğin, İtalya’da reform 15 yılda tamamlanmış, reformla birlikte üretim hektar başına 2,5 misli artış göstermiş ve üretimden elde edilen gelir 22 milyar liretten 93 milyar lirete yükselmiştir (Korkut 1984, 10). Bir başka örnek ise Endonezya ve Güney Kore’dir. 1960’larda ekonomik büyüme hızları aynı olan bu iki ülkeden Güney Kore’nin, toprak reformunu gerçekleştirdikten sonra, Endonezya’da daha hızlı büyüdüğü görülmüştür. Tarihsel sürece bakıldığında da toprak konusunun birçok ülke ve toplum için büyük bir öneme sahip olduğu görülmektedir. Feodalite döneminde Almanya’da toprakların büyük bir kısmı kilisenin elindedir. Kilisenin elindeki bu topraklara prenslerin sahip olmak istemesinin, insanların Katolikliğe karşı cephe almalarına neden olduğu ve bunun da Protestanlığın doğmasında ciddi bir etken olduğu söylenebilir. Buna ek olarak, Fransız İhtilali’nin doğuşu da örnek olarak verilebilir. İhtilal öncesinde asiller, rahipler ve üçüncü sınıf olarak adlandırılabilecek üç sınıftan oluşan Fransız toplumunda, toprakların yüzde 20’si asillerin ve yüzde 6’ya yakını rahiplerin mülkiyetindedir. Toprak yapısındaki bu dengesizlik ve durumu kötüleşen asillerin çiftçilere baskı yapmaları, toplumsal gerilimin yaşanmasına ve çiftçilerin asiller ve ruhban sınıfına karşı durmalarına neden olmuştur (Yakut 1999, 72-73). 18. yüzyılın sonlarına yaklaşırken, kapitalist üretim sürecinin hızlanması çiftçileri çok yoksul hale getirmiştir. Bu durum, kilise ve hanedan düşmanlığını tetiklemiştir. Toprağa hakim olan kesime karşı ayaklanan çiftçiler demokrasinin temsilciliğini yapmıştır (İnce 2008, 7). Türkiye’de toprak reformu tartışmaları, diğer ülkelere göre çok geç bir döneme rastlamaktadır. Bu konuda Ömer Lütfi Barkan’ın şu saptaması toprak reformunun Türkiye’de ne kadar geç tartışılmaya başladığının bir ispatı niteliğindedir: “Toprak reformu memleketimizde tatbikat sahası şöyle dursun, sadece fikir ve mesele halinde ve nazari planda dahi umumi efkarda ve ilim adamlarımızın çalışmalarında kendilerine layık olan mevkileri işgal etmemiştir” (1980, 453). Aşağıdaki bölümde Türkiye’de gündeme gelen toprak reformu tartışma104 Uygulanmayan Bir Girişim: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Ne Anlama Geliyor? ları değerlendirilecektir. Özellikle 1945 yılında çıkan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu üzerinde durulacak, bu kanunun siyasal ve ekonomik sonuçları incelenecektir. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Kanunun Amacı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun çıkarılmasındaki amaçlar ekonomik ve siyasi olarak iki başlıkta incelenebilir. Bu kanun, her ne kadar ekonomik bir kaygı ile çıkarılmış gibi görünse de, siyasi amaçlarının daha ön planda olduğu bir gerçektir. Bu bağlamda ilk olarak kanunun çıkarılmasındaki ekonomik amaçlar incelenecek, ardından da siyasi amaçlar ele alınacaktır. Ekonomik Amaçlar Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun temel amacı, dünyadaki toprak reformu uygulamalarının sonuçlarından esinlenerek beklenilen hedeflere uygun olarak, topraksız ya da az topraklı köylüyü topraklandırmaktır. Bu uygulamayla çok sayıda toprağın az kişide toplanmasının önlenmesi ve bu yolla gelir dağılımındaki eşitsizliğin ortadan kaldırılması beklenmektedir. Tablo 1’e bakıldığında böyle bir uygulamanın o dönem için son derece gerekli olduğu görülmektedir. Tablo 1: 1937-1943 yılları arasında dönüm başına çiftçi aile sayısı (Kaynak: Korkut 1984, 17) 105 Uygulanmayan Bir Girişim: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Ne Anlama Geliyor? 1937-1943 yılları arasında 1000 dönümden fazla toprağa sahip olan çiftçi aile sayısı 1876 iken, 1- 50 dönüm arasında toprağa sahip olan çiftçi aile sayısı 800.000’dir. Görüldüğü gibi, çiftçi ailelerinin çok büyük bir kısmı kendilerini geçindirebilecek toprağa sahip değildir. İşletmeler açısından bakıldığında da bu eşitsizlik çok farklı değildir. Tablo 2’de görüldüğü gibi işletmelerin yüzde 99.75 kadarı toplam toprağın yüzde 86’sına sahipken, yüzde 0.25’i ise toplam toprağın yüzde 14’üne sahiptir. Buradan da anlaşılabileceği gibi işletme başına düşen toprak miktarında önemli bir eşitsizlik görülmektedir. Tablo 2: 1938 Anketine Göre Toprak Dağılımı (Kaynak: Korkut 1984) Bu kanunun bir diğer amacı ise, yeterli arazisi olan ve kendilerine arazi dağıtılan çiftçilere ihtiyaç halinde malzeme ve tarımsal araç-gereç verilmesidir. Bunun yanında bu kanunla topraklar üzerinde sürekli üretim yapılması hedeflenmektedir. Kullanılmayan büyük arazilerin parçalanıp kullanılabilir hale getirilmesi yoluyla toplumsal refahın artırılması istenmiştir (İnce 2008, 20). Üretim ve verimlilik artışına ek olarak toprak reformuyla istihdamda da önemli bir artışın beklendiği bilinmektedir (Tekelioğlu 2010, 49). Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na göre topraklandırma üç yolla yapılacaktır. İlk olarak kamu toprakları, sonra ıslah yoluyla elde edilen araziler dağıtılacaktır. En sonunda ise ihtiyaç halinde, genel olarak 5000, küçük 106 Uygulanmayan Bir Girişim: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Ne Anlama Geliyor? bölgelerde ise 2000 dönümden fazla toprağın kamulaştırılıp dağıtılması yoluna gidilecektir (Karaömerlioğlu 2006, 24). Burada baz alınan nokta toprağın verimliliği olmuştur. Siyasi Amaçlar Yukarıda da bahsedildiği gibi, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun ekonomik amacından çok siyasi amacının ön planda olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü bu kanunun çıkarılmasındaki amaç da ekonomik olmaktan daha çok siyasidir. Günümüz önemli ekonomistlerinden Şevket Pamuk da bu kanunu ekonomik olmaktan çok siyasi bulmaktadır. Bu kanun ile beklenen siyasi amaçları anlayabilmek için, ülkede 1922-1940 tarihleri arasındaki atmosfere bakılması gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte, ülkenin ekonomik anlamda güçlenmesi için bir “burjuva sınıfı” yaratılması hedeflenmiştir. Daha net bir ifade ile belirtmek gerekirse, kapitalist üretim ilişkilerinin güçlenmesi için bir “Türk Burjuvazisi”ne ihtiyaç vardır (Boratav 2007, 39) ve ülkenin gündemindeki konu da bir Türk burjuvazisi yaratmak yönünde olmuştur. Burjuva sınıfının ekonomik pastadan daha fazla pay alması desteklenmiş, buna ek olarak topraksız köylülerin de toprak sahibi yapılmasının gerekliliği sürekli vurgulanmıştır. Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti’nde önemli toplumsal dönüşümlerden biri de Hristiyan azınlıkların mübadele yoluyla ülkeyi terketmesidir. Gidenlerin geride bıraktığı topraklar da dağıtılmıştır. Tarımda aşar vergisinin kaldırılması, çiftçinin üzerindeki büyük yükü kaldırmıştır. Ayrıca Cumhuriyetin ilk yıllarında tarım ürünlerinin fiyatlarında konjonktürel bir yükselme görülmüştür (Keyder 1995, 1259). Böylece tarımsal gelişme ciddi oranda artmış, kâr oranları yükselmiştir. 1930 yılına gelindiğinde ekonomik kriz ile ortaya çıkan büyük bunalım dünyayı olumsuz yönde etkilemiş, tarım ürünlerinin fiyatlarında ciddi bir düşüş yaşanmıştır. Bu olay, yüksek kârlar elde eden çiftçinin, ciddi oranda zarar etmesine sebep olmuştur. 1940’lı yıllara gelindiğinde ise ülkeye korumacılık hakim olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkması ile çiftçiden alınan vergi oranlarında bir artış gözlenmiştir. Aşar vergisinin kalkmasıyla rahata kavuşan çiftçi, yüklenen bu vergi ile tekrar ağır bir yükün altına girmiştir. Toprak dağıtımının gündeme gelmesi, böyle bir sürecin yaşanmasıyla 107 Uygulanmayan Bir Girişim: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Ne Anlama Geliyor? yakından ilgilidir. 1930 yılından itibaren tarımda yaşanan bozulma, topraksız insan sayısını artırmıştır. Bu artışın siyasal ve toplumsal sorunlara yol açacağı endişesi, toprak reformu tartışmalarını canlandırmıştır (Karaömerlioğlu 2006, 126). Bu tartışmaları hararetle yürüten kişiler CHP içinde köycü söyleme inanan milletvekilleridir. Bu milletvekilleri şehirleşmeye karşıdırlar ve onlara göre şehirler her türlü tehlikenin yuvasıdır. Dolayısıyla köylülerin köyünde kalması ülkenin refahı ve huzuru için çok önemlidir. Buna ek olarak, köycü söylemi savunan milletvekilleri sanayileşmeye de kuşkuyla bakmaktaydılar. Onlara göre sanayileşme, büyük bir işçi sınıfı yaratacaktır ve bu da potansiyel bir tehlike arzetmektedir. Hedefledikleri toplum, küçük ve orta mülkiyete sahip olan, statik bir toplumdur. Tüm bunlardan çekinmelerinin sebebi de şüphesiz komünizm korkusudur (Karaömerlioğlu 2006, 133-135). Şehirleşme ve sanayileşme, yaratacağı proleter sınıfla komünizmin yayılmasına ve toplumsal dinamiklerin değişmesine sebep olacaktır. Bu durum, cumhuriyetin ideolojik altyapısı oluşturan Kemalist rejimin toplumsal yapıya yön vermesinde ciddi sorunlar yaratacaktır. Bu bağlamda, toprak reformuyla ülke halkının, bir başka ifade ile kitlelerin rejime kazanılması amaçlanmıştır. Bilindiği gibi Cumhuriyet rejimi, çağdaşlaşma ve “muasır medeniyetler seviyesine çıkma” adına bir takım “inkılaplar” getirmiştir. Bu rejimin devam etmesi için, kitlelerin bu inkılapları benimsemesi gereklidir. Türkiye’de rejimi kabul edip, süreklililiğini sağlayacak derecede bir çokluğa sahip olan halk kesimi ise köylülerdir. Bu anlamda rejimin devamı için köylülerin desteklenmesi ve yapılan inkılaplara ısındırılması gerekmektedir. Köylerin az gelişmiş olması ve ekonomik olarak sıkıntı içinde olmaları, halkın rejimin söylemlerine ilgi göstermemesi gibi bir tehlikeye yol açabilecektir. Dolayısıyla o dönemde halkın çoğunun köylerde yaşadığı düşünüldüğünde, köycü söylemin savunulması anlaşılır bir durumdur. Toprak reformu özellikle doğuda yaşayan Kürt halkının rejime kazandırılması için de gündeme gelmiştir (Karaömerlioğlu 2006, 139-140). Çünkü Kürt meselesi, milli-etnik bir sorundan daha çok bir sınıf sorunu olarak görülmekte ve dolayısıyla bu sorununun ancak toprak reformuyla çözülebileceğine inanılmaktadır. Kanunun bir diğer amacı da, yoksul kesimin gönlünü almaktır. Kazançlarının azalması ve yüklenen ağır vergiler çiftçilerde önemli bir sıkıntı 108 Uygulanmayan Bir Girişim: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Ne Anlama Geliyor? yaratmıştır. Dolayısıyla bu reform, konjonktürel şartlardan dolayı fakirleşmiş halk ile cumhuriyet rejiminin barışmasının bir adımı olarak nitelendirilebilir. Kanunun Çıkışına Kadar Gelişen Tarihi Süreç Türkiye’de toprak reformu tartışmaları, diğer ülkelere göre çok geç bir döneme rastlamaktadır. 1920’lerde çok küçük çapta bir toprak dağıtımı yapılmıştır. Bunun ardından 1930 yılında “Arazi Tevzi Kararnamesi” çıkarılmıştır. Bu kararname ile devletin bir miktar toprağını dağıtmak amaçlanmıştır (Karaömerlioğlu 2006, 121). Toprak reformu ile alakalı asıl tartışma 1934 yılında başlamıştır. Çıkarılan “İskân Kanunu” ile batıya göç ettirilen Kürtler ile doğuya göç ettirilen kişilere toprak sözü verilmiştir. Bu aşamadan sonra toprak reformu Atatürk’ün de gündeminde olan bir konu olmuş ve 1937 yılında yaptığı meclis açılış konuşmasında memlekette topraksız çiftçi bırakılmaması gerektiğini telkin eden tespitlerde bulunmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla gündemden düşen toprak reformu tartışmalarının, 1945’te tekrar ortaya çıktığı görülmektedir. Bu bağlamda, “Çiftçiye toprak dağıtılması” ve “Çiftçi Ocaklarının kurulması” konuları görüşülmüş ve bu konuları ele alan bir kanun çıkarılmıştır. Bu kanunla “ocak” dahilinde olan toprakların satılması, başkasına verilmesi ya da ipotek edilmesi, miras bırakılması engellenmiştir. Bunun yanı sıra baba öldüğü zaman toprak durumu en kötü olan çocuğa verilmekte, diğer çocuklar hak talep edememektedirler. Çiftçi Ocakları da, toprağın dağılmamasını, meta haline dönüşmemesini ve verimli kullanılmasını sağlamak adına ortaya atılan bir fikir olmuştur. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun görüşülmesi CHP içinde büyük tartışmalara neden olmuştur. Bu kanundan önce CHP her ne kadar meclis içinde tek parti gibi görünse de, bazı fikir ayrılıkları belli olmaktadır. İnönü ve ekibi küstürülen halkın gönlünü almak niyetiyle bu kanunu çıkarmaya gayret etmektedir. Çünkü Milli Koruma Kanunu, Varlık Vergisi Kanunu ve Toprak Mahsülleri Kanunu gibi ekonomik kanunları çıkararak toplumdaki tüm kesimler küstürülmüştür. Adnan Menderes başta olmak üzere, Cavit Oral, Emin Sazak gibi büyük toprak sahipleri bu kanunun çıkarılmasına karşı çıkmaktadırlar. Özellikle Adnan Menderes yaptığı itirazlarla bir öncü olmuştur. Menderes ve ekibine göre, Türkiye’de esas sorun çiftçide toprağın olmaması değil; çiftçinin ürettiğinin kâr getirmemesi ve üretim maliyetlerinin çok fazla olmasıdır. Eğer 109 Uygulanmayan Bir Girişim: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Ne Anlama Geliyor? bir sorun varsa bu toprağın olmamasından değil öküzün olmamasından kaynaklanmaktadır. Menderes bu anlamda Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nu gerici bir anlayış olarak tanımlayarak, Almanya’daki Erbhof kanununa benzetmiştir. Erbhof kanunu, çiftçinin kapitalizmin vahşetinden korunması ve emeğini satacak kadar yoksullaşmaması şeklinde idealize edilmiştir. Bununla birlikte, bu yasanın Almanya’da zorla iskan ve mallara zorla el koyma şeklinde bir anlam kazanması, gerici bir adım olarak nitelendirilmiştir. Her ne kadar bu yasanın ırkçı bir kökeni olsa da, İnönü ve ekibinin tasarladığı kanun ile benzer tarafları yok değildir (Karaömerlioğlu 2006, 144-145). Özellikle çiftçi ocakları dahilindeki toprakların alınıp satılamıyor olması, Erbhof kanunu ile önemli ölçüde örtüşmektedir. Bu tartışmalar içerisinde kutuplar iyice belirginleşmiş ve İnönü “Bu kanunu benimsemeyen benim partimden olamaz” diyerek, Adnan Menderes ve birkaç milletvekilinin partiden istifa etmesine neden olmuştur. Böylece kurucu kadrosunda ekonomist Celal Bayar, tarihçi ve önemli entellektüellerden Fuat Köprülü, pamuk yetiştiricisi Adnan Menderes ve yargıç Refik Koraltan gibi isimleri barındıran Demokrat Parti’nin temelleri atılmıştır. CHP içindeki diğer muhalifler de hızla partiden ayrılarak DP’ye katılmışlardır (İnce 2008, 90-96). Demokrat Parti’nin kurulması ve dönem içinde toplum tarafından kabul edilen bir güç haline gelmesiyle de Türkiye’de çok partili hayat başlamıştır. Sonuç Tarihsel sürece bakıldığında toprak konusunun dünyada ve Türkiye’de çok tartışıldığı görülmektedir. Toprak üzerine kurulmak istenilen hakimiyet nedeniyle gelişen tartışmalar, Protestanlığın ortaya çıkışından Fransız İhtilali’ne kadar birçok önemli olayın ardında yatan nedenler arasında sayılabilmektedir. Bu tartışmalar, özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, toprak reformu ekseninde yürütülmüştür. Türkiye’de ise toprak reformu cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren tartışılmaya başlanmış ve özellikle 1934 yılından sonra bu tartışmalar hız kazanmıştır. Tartışmalar sadece o dönemin gündemine özgü kalmayarak yakın tarihe kadar süregelmiş ve siyasi gündemin önemli bir parçası haline dönüşmüştür. Bülent Ecevit, “Ortanın Solu” olarak tanımladığı siyaseti ile toprak reformunu sürekli gündemde tutmuştur. Ekonomik amacın yanında toplumsal dinamikleri sağlam tutmak adına siyasi amaçların da ön planda tutulması, tartışmanın tazeliğini korumuştur. 110 Uygulanmayan Bir Girişim: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Ne Anlama Geliyor? Türkiye’deki toprak reformu tartışmalarıyla diğer ülkelerde yaşanan tartışmalar arasında çok önemli bir fark vardır. Diğer ülkelerde toprak reformu halk tarafından istenirken, Türkiye’de bu konu yöneticiler tarafından gündeme getirilmiştir. Yani diğer ülkelerde toprak reformu tartışmaları halk tabanında destek bulurken, Türkiye’de siyasiler tarafından öngörülen bir proje olmuştur. Bu duruma yol açan nedenler şöyle açıklanabilir: Türkiye’nin kıyı bölgelerinde yaşayan insanların büyük bir kısmı toprağa sahiptir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde ise aşiret bağları güçlü olduğu için üretim birlikte yapılmaktadır. Tarıma traktörün girmesiyle birlikte, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde ortaya çıkan fazla iş gücü şehirlere göç etmiş, köylerde kalan iş gücü ise aşiret ağalarının yanında çalışmıştır. Köylerden çözülen bu nüfusun potansiyel bir tehlike oluşturması ve eşitsiz toprak dağılımdan kaynaklanarak oluşabilecek toplumsal gerilimlerin cumhuriyet rejimine –bir diğer ifade ile ülke bütünlüğüne– verebileceği zararlar nedeniyle toprak reformu siyasilerin düşüncesinde her zaman önemli bir siyasal proje olarak yer almıştır. Sonuç olarak toprak reformu tartışmaları belli bir süre devam etse de, istenilen anlamda bir toprak dağıtımı yapılamamıştır. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu her ne kadar bu amaçla çıkarılmış olsa da, sonucu olmayan tartışmalardan öteye geçememiştir. Bu kanunla ekonomik önceliklerden daha çok siyasi amaçların hedeflenmiş olması ve halkın rejime kazandırılması isteği, tartışmaların gerçek hayatta uygulamaya konmamasının nedenidir. Ayrıca bu kanunla ilgili tartışmalarının başladığı günden itibaren İnönü’ye muhalefet eden Cavit Oral’ın 1948 yılında Tarım Bakanlığı’na getirilmiş olması, tartışmaların uygulama alanı bulmadığının bir göstergesi olabilir. Kısaca bu kanun ekseninde yapılan tartışmalar daha sonra unutulmuş ve konu bir daha tartışılmamıştır. 111 Uygulanmayan Bir Girişim: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Ne Anlama Geliyor? Kaynakça Barkan, Ömer Lütfi. 1980. Türkiye’de Toprak Meselesi, Toplu Eserler I. İstanbul: Gözlem Yayınları. Boratav, Korkut. 2007. Türkiye İktisat Tarihi(1908-2005). İstanbul: İmge Kitabevi. İnce, Erdal. 2008. 1945 Köylüyü Topraklandırma Kanunu ve Türk Siyasal Yaşamına Etkisi. Yüksek Lisans Tezi, DEÜ Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, İzmir. Karaömerlioğlu, Asım. 2006. Orada Bir Köy Var Uzakta: Erken Cumhuriyet Döneminde Köycü Söylem. İstanbul: İletişim Yayınları. Keyder, Çağlar. 1984. “Türk Tarımında Küçük Köylü Mülkiyetin Tarihsel Oluşumu ve Bugünkü Yapısı”. Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi. İstanbul: İletişim Yayınları Korkut, Sevgi. 1984. Toprak Reformu ve Türkiye. Ankara: T.B.M.M. Basımevi. Mülayim, Ziya Gökalp. 1976. Toprak Reformu ve Kooperatifleşme. İstanbul: Tekin Yayınevi. Stiglitz, Joseph E. 2002. Globalization and Its Discontents. New York: W.W. Norton. Tekelioğlu, Yavuz. 2010. “Toprak Reformu ve Türkiye Uygulamaları” Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi 10(19): 43-80. Warriner, Doreen. 1969. Land Reform in Principle and Practice. Londra: Oxford University Press. Yakut, K. 1999. “Fransız İhtilâli”. Çağdaş Dünya Tarihi, Ünite 4. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları, ss. 68-84. 112 MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ (MBK) GENEL KURUL TOPLANTI TUTANAKLARINDA MİLİTARİZASYON SÜREÇLERİ Erol Subaşı ÖZET Askeri organizasyonun tarihin her döneminde şu ya da bu ölçüde etkin bir politik aktör olması bir yana; bugünün karmaşık yapılı kapitalist toplumlarında iç ya da dış savaşın varlığı ya da savaş tehdidinin politikleştirilmesi; ordunun politik, iktisadi ve sosyal süreçlerde etkinliğinin artması ile sonuçlanır. Türkiye’deki politik yaşama bakıldığında da, ordunun göreceli özerk ve ayrıcalıklı bir konumda olduğu görülür. Somut olduğu kadar soyut ögelerle de bezeli ordu-millet mitosunu merkezine alan büyük tarih anlatısından sıyrılabilindiği ölçüde, ordunun bu konumunu kazanmasını sağlayan politik pratikleri anlamlandırma şansını yakalamak olanaklıdır. Öncelikle “her Türk’ün asker doğmadığını” belirledikten sonra, onun hangi mekanizmalar aracılığıyla bir askere dönüştüğüne bakmak gerekir. Bu dönüşümü olanaklı kılan koşulların nasıl yaratıldığı gözler önüne serilebilirse, militarize olmuş bir politik ve toplumsal alanın kodları da çözümlenebilir. Bu çalışmada, militarizasyon kavramının sunduğu olanaklar çerçevesi içinde, askeri kurumsal kolektif belleğin değerlerinin politik ve toplumsal ilişkilerde hegemonik bir konuma yerleşmesinin izleri sürülmektedir. Çalışma, Türkiye’de 27 Mayıs 1960 darbesi ile başlayıp 12 Eylül 1980 darbesi ile en yüksek aşamasına ulaşmış olan bu militarizasyon dalgasının 27 Mayıs 1960 günlerini izleyen uğrak noktalarını gözler önüne sermeyi amaçlamaktadır. Giriş bölümünde Milli Birlik Komitesi’nin (MBK) kurumsal profili ve iktidarının niteliği, dönemin diğer aktörleri ile olan ilişkisi üzerinden değerlendirilmektedir. Birinci bölümde toplumsal ilişkilerin militarizasyonu, buna yönelik olarak dile getirilen önerilerden hareketle tartışılmakta; ikinci ve son bölümde ise, devlet aygıtının ve bürokrasinin personel kompozisyonunun, sayıları arttırılmak suretiyle asker kişiler lehine değiştirilme çabaları sergilenmektedir. Sonuç olarak söylenebilir ki, ortaya koyulan ve gerçekleşen ya da gerçekleşme olanağı bulamayan öneri ve düşünceler, askeri darbe ve müdahalelerle pekişen bugünkü devlet ve toplum yapısının anlaşılmasında önemli ipuçları sağlamaktadır. Anahtar Kelimeler: Militarizasyon, Ordu, Siyaset, Devlet Aygıtı, Toplum 113 THE PROCESSES OF MILITARIZATION IN THE MEETING RECORDS OF NATIONAL UNION COMMITTEE ABSTRACT Apart from the fact that military organization is an effective political actor in every period of history, in today’s complex capitalistic society, the politicization of the existence or threat of an internal/external war leads to increase efficiency of the army in the various political, economic and social process. When we look at the Turkish political life, we consider that Turkish army is in a privileged, and in relatively autonomous position. When we rid of the great historical narrative, placing the army-nation myth at its center, which is decorated with concrete elements as well as abstract ones, we can have a chance to explain political practices of the army by which it reaches its position. Once we define that not every Turkish was born as a soldier, we would able to examine by which mechanisms he/she is transformed into a soldier. If we can reveal the creation of the underlying conditions, which enable this transformation, we can analyze the codes of a militarized social/political area. In this study, through a framework of facilities offered us by concept of militarization, we follow the settlement of values of collective military memory into a hegemonic position in social and political relations. Starting with the coup of 27 May 1960, which has reached its peak in the coup of 12 September 1980; we aim to figure out the phases and the milestones of this militarization process. In the introduction section, the institutional profile of National Union Committee and the quality of its power through its relations with other actors is evaluated. In first section, the militarization of social relations is discussed through an analyses of suggestions made to it. In the second and last section, the efforts to change the personnel composition of state apparatus and bureaucracy in favor of soldiers by increasing their numbers, is examined. As a result of the research; one can conclude that the suggestions and ideas, realized or not, provide important clues to understand today’s structure of state and that of society which are largely formed by military coups. Keywords: Militarization, Military, Politics, State Apparatus, Society 114 Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Toplantı Tutanaklarında Militarizasyon Süreçleri Bu çalışmada “militarizasyon” kavramını genel olarak askeri zihniyet dünyasının (military mind) kavramlarının ve değerlerinin toplumsal ve siyasal ilişkilerde hegemonik bir konuma yerleşmesi olarak değerlendiriyoruz. Askeri gücün tarihin farklı dönemlerinde farklı biçimler altında etkili olması bir yana; modern toplumlarda militarizasyon süreçleri toplumsal ilişkileri ve devlet aygıtını askerileştirerek, bir kurum olarak ordunun çeşitli politik düzeylerde etkinliğinin artması ile sonuçlanır. Türkiye’deki siyasal yaşama bakıldığında, 27 Mayıs 1960 darbesi ile başlayıp 12 Eylül 1980 darbesi ile en yüksek aşamasına ulaşmış olan bir militarizasyon dalgasının varlığına tanık olunur. Bu çalışmanın temel tezi, 27 Mayıs 1960 darbesiyle başlayan militarizasyon sürecinin, askerlerin siyasal alanda göreceli özerkleşmesi ve ayrıcalıklı bir konuma kavuşmasıyla sonuçlandığıdır. Çalışma bu bağlamda 27 Mayıs’ın aktörlerinin, askeri nüfuzun devletin kurumsal mimarisinde ve sosyo-politik iktidar ilişkilerinde arttırılmasının yolunun, devlet aygıtının ve toplumsal ilişkilerin askerileştirilmesi olduğunu düşündükleri ileri sürmektedir. Bu askerileştirme sürecini olanaklı kılan aktörlerin retoriği ve pratiği, sürecin anlaşılmasında önemli ipuçları verecektir. Bu çalışmada Milli Birlik Komitesi (MBK) Genel Kurul Toplantı Tutanaklarından, Bakanlar Kurulu Tutanaklarından, anılardan ve 27 Mayıs üzerine yazılmış değerlendirmelerden yararlanılmıştır. Çalışmanın yöntemi, elde edilen verilerin militarizasyon kavramı çerçevesi içinde değerlendirilmesine dayalıdır. İki ana başlığı oluşturan, toplumsal ilişkilerin militarizasyonu ve devlet aygıtının militarizasyonu bölümlerinde ana izlek, MBK Genel Kurul Toplantılarındaki tartışmalar olacaktır. Konuya MBK’nın genel bir çerçevesini çizerek başlamak faydalıdır. 38 kişilik MBK üye listesinin profiline bakıldığında şunlar görülmektedir: Yaş ortalaması 41,1’dir. En yaşlı üye Cemal Gürsel 65 yaşında, en genç üye Muzaffer Özdağ 27 yaşındadır. 38 subaydan 32’si kurmaydır. Bunlardan dördü Sami Küçük, Ahmet Yıldız, Numan Esin ve Muzaffer Özdağ Harp Okulu’nu dönemlerinin birincisi olarak bitirmiştir. Üyelerinin 32’si karacı subay, üçü havacı, ikisi denizci, biri jandarmadır. Komitede beş general (iki orgeneral, iki tümgeneral, bir tuğgeneral) 9 albay, 6 yarbay, 11 binbaşı ve 7 yüzbaşı bulunmaktadır (Akyaz 2006, 136). 27 Mayıs’ı gerçekleştiren subaylar, müdahale sonrası için ortak bir yol haritası belirlememişlerdir. Böyle olunca komitede farklı görüşler 115 Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Toplantı Tutanaklarında Militarizasyon Süreçleri ve buna bağlı olarak gruplaşmalar ortaya çıkmıştır. Alparslan Türkeş’in adının öne çıktığı ve politik literatürde radikaller olarak geçen grup, çeşitli toplumsal reformları gerçekleştirmek için ne kadar gerekiyorsa o kadar iktidarda kalmaları gerektiğini öne sürmektedir. Başını Cemal Gürsel ve Cemal Madanoğlu’nun çektiği diğer grup ise, askerlerin yönetimi bir an önce sivillere devrederek kışlalarına dönmeleri gerektiğini savunmaktadır. Diğer bir ayrışma da, resmi olarak dile getirilmese de, yüksek rütbeli subaylarla düşük rütbeli subaylar arasındadır. MBK içinde bir orgeneral ile bir yüzbaşının eşit olması, ordudaki hiyerarşi sisteminin bozulması endişelerini beraberinde getirmiştir. Bütün bu ayrıştırıcı faktörlere rağmen, bazı genel konularda MBK içinde fikir birliği oluşmuştur. Bunlar, Atatürkçü düşüncenin çağdaş bir yorumunun toplumsal yaşamda yeniden etkin olabilmesi için gerekli çalışmaların yapılması, planlı kalkınma ve sanayileşme, toprak reformunun yapılması, üniversite özerkliğinin sağlanması, seçim kanununun değişmesi, tıbbın sosyalleşmesi, ikili meclis sisteminin oluşturulması, anayasa mahkemesinin kurulması, işçi sorununun halli, sosyal adaletin sağlanması ve hukuk devletinin oluşturulması olarak sayılabilir. MBK, bakanlar kurulu ve devlet başkanı ile birlikte yürütme erkinin; bakanlar kurulu ile birlikte de yasama erkinin kristalize olduğu merkezdir. Cumhuriyet tarihinde Mustafa Kemal dahil hiç kimsenin sahip olmadığı başbakanlık, devlet başkanlığı ve başkomutanlık yetkilerini elinde bulunduran Cemal Gürsel bile; darbenin örgütleyeni ve gerçekleştireni sıfatını taşıyan MBK karşısında gölgede kalmıştır. Gürsel, birçok kere MBK’yı tasfiye ederek iktidarı kendi elinde toplamak istemiş, ancak bunda başarılı olamamıştır. Bakanlar Kurulu ise MBK ile iktidar arasında bir dolayımdan ibaret kalmıştır. 18 kişilik Bakanlar Kurulu, Başbakan tarafından seçildiği için MBK’dan güvenoyu almak zorunda değildir. Bununla birlikte MBK, bakanları azletme yetkisine sahiptir. Öte yandan, Bakanlar Kurulu’nun MBK tarafından çıkarılan kanunlara itiraz hakkı yoktur. MBK ile Bakanlar Kurulu arasında esaslı bir ilişki de hiçbir zaman kurulamamıştır. Tek ilişki MBK üyesi de olan beş bakan tarafından sağlanmıştır. Cemil Koçak’ın (2010, 16) da belirttiği gibi; bakanlar kurulu görünüşe bakılırsa MBK’nın gözünde teknik konuların danışılacağı bir teknokratlar organizasyonundan başka bir şey değildir. Sonuç olarak, MBK iktidarın temsil edildiği yapı olarak, devlet başkanının ve bakanlar kurulunun üstünde konumlanmaktadır. 116 Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Toplantı Tutanaklarında Militarizasyon Süreçleri Toplumsal ilişkilerin Militarizasyonu Weber bütün örgütsel disiplinlerin askeri disiplinden doğduğunu söyler (Weber 1996, 334). Bu disiplin anlayışı gereğince ordu, darbe dönemlerinde “ortak yaşamın düzene sokulması” görevini bizzat kendi üstlenir. Gerek sahip olduğu ahlaki ve entelektüel birikimler ile gerekse de örgütsel mekanizmasının rasyonel bir şekilde işleyişi ile ordu, toplumsal organizasyonun önünde örnek alınması gereken örgütsel bir yapı arz eder. Ordu mensuplarınca içselleştirilmiş olan bu düşünce biçimi, toplumun ordulaşmasını olanaklı kılan koşulların yaratılmasını öngörür. Toplumun ordulaşması, ordu-millet kurgusuna göre “milletin” orduyu örnek alıp onun gibi örgütlenmesi anlamına gelir. Bu süreçte ordu, askerileştirilmiş toplumsal ilişkiler içinde askeri olanın kurumsal üreticisi ve yayıcısı sıfatıyla ayrıcalıklı bir konuma kavuşur. Demek ki burada ordunun toplumu kendisine benzeterek kendi kendini “değerlendirmesini” (self valorization) sağlaması söz konusudur. Osmanlı Devletinin son dönemleri ile erken Cumhuriyet dönemlerinin ilham kaynağı olan Prusya modelinden devralınan yurttaş ordusu Volk in Waffen ya da Türkçeye geçmiş biçimiyle toplumun bütününü asker olarak kurgulamaya dayanan Millet-i Müselleha, ordu içinde özlemi duyulan bir projedir (Özcan 2010, 178). Bu projeye göre asker ile yurttaş ve ordu ile toplum arasındaki ayrımların silikleşmesi gerekmektedir. Goltz Paşa’nın Millet-i Müselleha’sına göre modern zamanlarda savaşlar yalnızca ordularla kazanılamaz ve topyekûn harb kavramsallaştırması içinde ekonomik, sosyal ve politik süreçler bir savaş tehdidine göre organize olmalıdır. Diğer bir deyişle bir ordu mensubunun sahip olduğu niteliklere sıradan bir yurttaşın da azami ölçüde sahip olması gerekir. Türkiye’nin özgün koşullarında bu durum civis olamadan miles olmak şeklinde okunabilir. 1940’ların sonlarında Prusya modelini terk ederek Amerikan modelini benimsemesine rağmen, Türk ordusu içinde Millet-i Müselleha anlayışının tamamen ortadan kalktığını söyleyebilmek zordur (Özcan 2010, 221). Gerçekten de kimi MBK üyelerinin söylemlerinde bu perspektifin izlerini sürmek mümkündür. Bilindiği gibi MBK, iktidarın sivillere bir an önce devredilmesini isteyen ılımlılar ve iktidarın devrini ileri bir tarihe erteletmek isteyen radikaller arasında bir bölünmeye sahne olmuştur. Özellikle Cumhuriyet Halk Partisi çevrelerinde ve ona yakın duran medyada, daha sonra “Ondörtler” olarak anılacak olan grubun askeri bir diktatörlük peşinde olduğu yönünde bazı haberler yayılmıştır. “Ondörtler”in bazı eylem ve 117 Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Toplantı Tutanaklarında Militarizasyon Süreçleri söylemleri de bu kuşkuları pekiştirmiştir. Bu gruba karşı duyulan güvensizlik öyle bir seviyeye ulaşmıştır ki, söz konusu on dört kişi 13 Kasım 1960 tarihinde MBK’nden tasfiye edilerek çeşitli görevlerle yurt dışına sürgüne gönderilmişlerdir. Bu kişiler arasında yer alan Numan Esin’in gençlerin eğitimi ile ilgili olarak sunduğu kanun tasarısı bu bağlamda anlamlıdır. Buna göre: “Gençliği başı boşluktan kurtarmak ve ciddi çalışmaya teşvik edebilmek için lise tahsili gören gençler, hatta belki de orta okul ikinci ve üçüncü sınıfında bulunanlara da teşmil edilmek suretiyle, yaz aylarında, mevcut izci teşkilatlarını genişletmek suretiyle bir teşkilata bağlamak ve bunların kamplarda az veya çok askeri nizam içinde yetişmelerini sağlamak faydalı olacaktır. Bu kamplara devam etmiş talebelerden liseyi muvaffakiyetiyle bitirmiş gençler yedek subay olabilmelidir” (MBK GNKTT: C: 1 B: 5 O: 1: 4) Günden güne çeşitlenen sınıf yapısı ve bunun doğurduğu çelişkileri, bu çelişkilerin örüntüsü olan parti merkezli ideolojik kutuplaşmaları “disipline” edici bir iradenin yansıması olarak askeri değerlerin dolaşıma sokulması; militer sosyo-politik bir kültür içinde bireylerin “müesses nizama” boyun eğmelerini en yüksek düzeye çıkarır. Huntington’ın toplumun aşırı politikleşmesi olarak kavramsallaştırdığı “pretoryen durum”, askeri müdahale ve orduyu, toplum nezdinde bu duruma son verecek tek meşru eylem olması bakımından olumlar (Huntington 1968, 196). Ordu, darbeyi gerçekleştirenlerin söylemlerinde “kardeş kavgası”na karşılık gelen bu durumu ortadan kaldırma görevini ontolojik bir edim olarak görür. A priori bir koşullanma olarak bu “düzeni tesis etme duyarlığı”, modern militarizme içkin verimlilik, rasyonalite, itaat, bağlılık, görev bilinci, dürüstlük gibi değerler ile iç içe geçerek bir “toplum yönetim tekniğine” dönüşür (Akça 2010, 351). Bu teknik formel ve enformel yollardan uygulamaya konulur. Darbe dönemlerinde formel olarak militarizmi bir yönetim tekniği olarak kullanan subaylar, olası bir muhalefeti sönümlendirme amacını taşımışlardır. 27 Mayıs darbesinden sonra MBK, Demokrat Parti’ye (DP) oy verenlerin ya da 27 Mayıs’a karşı tavır almış ve alacak olanların bütünüyle tasfiye edilemeyeceğini düşünerek; seçimle iş başına gelmiş, en küçük idari birimleri de kapsayacak şekilde, potansiyel muhalefet odaklarını sindirmek istemiştir. Ordunun iç örgütlenme yapısında bulunan itaat, bağlılık, disiplin, otorite gibi kavramlar çer118 Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Toplantı Tutanaklarında Militarizasyon Süreçleri çevesinde, yerel unsurları temsil eden idari birimleri yeni rejime kazandırma yoluna gidilmiştir. Bu amaçla bu idari birimlerin temsilcilerinin 27 Mayıs’a bağlılık andı içmesi gerektiği belirtilmiş ve MBK gündemine bununla ilgili bir tasarı gelmiştir: “Birinci maddede özel idare, belediye ve köylerin seçimle işbaşına gelen uzuvları (Genel meclis, daimi komisyon, belediye meclisi ve komisyonu, köy muhtarı ve ihtiyar meclisi) mahalle muhtar ve ihtiyar heyeti üyeleriyle kurumlar ve derneklerin seçimle iş başına gelen ve fahri olarak çalışan başkan ve idare üyelerinin de ant içmelerinin aynı gerekçe ile zaruri ve lüzumlu görülmesi karşısında maddeye gerekli ilave yapılmıştır.” (MBK GNKTT: C:1 B:7) Ancak 27 Mayıs’a bağlılık andının içilmesi yeterli görülmemiş ve yaklaşık 2 ay sonra “İl genel ve belediye meclisleri ile mahalle muhtar ve ihtiyar heyetlerinin feshine ve görevlerinin ifa şekline dair kanun tasarısı” gündeme gelmiştir: “İl genel ve belediye meclisleriyle il daimi ve belediye encümenlerini, mahalle muhtar ve ihtiyar heyetlerini feshetmeye ve bu meclislerle encümenlerinin görev ve yetkilerini üç kişiden az olmamak, meclis ve encümen için yalnız bir komisyon teşkil edilmek üzere tespit ve tayin edeceği komisyonlara vermeye Mahalle muhtar ve ihtiyar heyetlerinin görev ve yetkilerini de vali ve kaymakamlarca tayin edilecek şahıslara vermeye iç işleri bakanı 1. fıkradaki yetkilerini kısmen veya tamamen valilere verebilir” (Resmi Gazete: No: 10651). Burada dönemin İçişleri Bakanının Tümgeneral Muharrem İhsan Kızıloğlu olduğunun hatırlatılması faydalı olur. İl genel meclisleri ve belediye meclisleri ile mahalle muhtar ve heyetlerinin görevlerine son verilmesine hangi nedenlerle karar verildiğinin ipuçlarına Muhsin Batur’un anılarında rastlanmaktadır: “Muavin Bey ve Hukuk İşleri Müdürü... Hemen ilk gün bana sordular... " İl ve Belediye Encümenini ne zaman toplayalım… Kendinizi tanıtmayacak mısınız diye… Düşündüm… Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedilmişti… Kütahya’da meclislere ne gerek vardı… Kaldı ki Meclis üyelerinin hepsi DP’li idiler. Ankara’da ise DP’liler gözaltına alınmışlardı. Cevap verdim… “lağvedeceğim formül bulun” Formül zaten ya119 Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Toplantı Tutanaklarında Militarizasyon Süreçleri salarda varmış… Buldular… Meclislerin yerini özel şartlarda vilayet ve belediye müdürlerinden oluşan kurullar alabilirmiş” ( Batur 1985, 89). Esnaf dernekleri, Esnaf dernekleri birlikleri, Esnaf ve Küçük Sanatkarlar Teşekkülleri Federasyonu v.b meslek odalarının yürütme ve yönetim organlarının görevden alınması ve seçimlerinin yeniden yapılması; tasfiyenin devletin resmi kurumlarını aşarak dernekleri de içine alacak şekilde yayıldığının bir göstergesi olarak görülebilir. Bu denli geniş bir tasfiye çeşitli kurumlarda köşe başlarını tutmuş DP’lilerin ayıklanması şeklinde yorumlanabilir. Ordunun ulus yaratan ya da yaratacak olan bir okul olduğu yönündeki kurgu sonucunda, subayların da birer öğretmen olarak görülmesi kaçınılmazdır. Emekli subayların Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde öğretmenlik yapabilmeleri için de bir kanun tasarısı hazırlanmıştır. Ancak yine bazı MBK üyeleri bunun kadro bulamayan öğretmenler nezdinde tepkilere neden olacağını söyleyerek bu tasarıya karşı çıkmıştır. MBK üyesi Sami Küçük bu konudaki çekincelerini şöyle açıklıyor: “Efendim emekli subayların maarif ordusuna alınması, katılması çok yerinde ve lazımdır. Yalnız halen maarifte kadrosuzluk yüzünden bekleyen öğretmenlerin sayısı 1040 ve ayrıca 13 bini de terfi edemeyenler var. Eğer biz yüksek kadroları ve Sezai bey’in teklifini kabul ettiğimiz takdirde ve ordudan ayrılan subay arkadaşlara 1500–1000 verirsek, bu durumda öğretmenler arasında bir reaksiyon olacaktır. Ve biz senelerden beridir kadrosuzluktan beklemekteyiz, demek ki istenince de kadro bulunuyor diyeceklerdir” (MBK GNKTT: C:2 B:31 O: 2: 19). Bir diğer MBK üyesi Mehmet Özgüneş’in belirttiğine göre ( MBK GNKTT C: 2 B:31 O:2 : 19) orta öğretimde görev alabilmek için yüksek öğretimi tamamlamış olmak koşulu bulunmasına rağmen, milli eğitimde görevlendirilecek askerler için bu koşul gündeme gelmemiştir. Teklif edilen kadro; 350’si albay, 350’si yarbay, 250’si kıdemli yüzbaşı, 200’ü de binbaşıdan oluşan 1150 kişidir. Ordunun Türkiye toplumunun tebaadan yurttaşa dönüşüm sürecinde kendisine biçtiği veya kendisine biçilen eğitici, yönlendirici, sınırlayıcı paternalist rol Ahmet Er’in şu ilginç önerisinde bir kez daha kendine yer bulmaktadır: “…Muhtelif suretlerle suç işlemiş çocuklar, köprü altı çocukları, dediğimiz çocukların yetiştirilmesi için kurulmuş bu yurtlarda, emekli subay120 Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Toplantı Tutanaklarında Militarizasyon Süreçleri lardan müdür olarak faydalanmak hem yerinde olur hem de netice daha verimli olur, kanaatindeyim” (MBK GNKTT: C:2 B:31 O:2: 22). Seçim kanunu ile ilgili tartışmalar sırasında, subaylardan bazıları, Temsilciler Meclisi tarafından 18 olarak belirlenen seçmen yaşının 21’e çıkarılmasını istemiş ve gerekçe olarak da 18 yaşındaki bir gencin henüz siyasi rüştünü ispatlamadığını öne sürmüşlerdir. Ancak daha sonra anlaşılır ki bu siyasi rüşt (ideolojik formasyon olarak okuyunuz) baba ocağında kazanılacak bir şey değildir. MBK üyesi Muzaffer Yurdakuler’e göre “ Memleketimizin büyük bir kısmını teşkil eden köylülerimizde aile sistemi hala pederşahidir. Onların aileleri örf ve adetlere tabi olarak daha ziyade babasının vesayeti altındadır (MBK GNKTT: C:6 B:76 O:1:2). Eğitimsiz, muhafazakar, rejimin temel değerlerini içselleştirememiş ve potansiyel olarak DP seçmeni olan bu kitlenin güvenilir bir ideolojik formasyondan geçmesi gerekmektedir. Bunun yapılacağı yer ise ordudan başka bir yer değildir. Yurdakuler bu durumu açıkça belirtmektedir: “Bu yaşı biraz daha büyütmek suretiyle daha ziyade Türk gençlerinin askere gidip dönme yaşı olan ve düşünme imkânını eline almış olan 21 yaşını kabul ettik” (MBK GNKTT C:6 B:76: 2). Seçmen yaşının askerden dönüş yaşı olarak belirlenmesinin nedeni, askerlik hizmeti boyunca verilecek eğitimle birlikte yurttaşların belirli siyasal davranış kalıpları edinecekleri varsayımıdır. Bu da zorunlu askerlik hizmetinin aynı zamanda zorunlu bir ideolojik formasyon olarak algılandığını göstermektedir. Zorunlu askerlik hizmeti, elbette ki yalnızca bir ideolojik-politik eğitimden ibaret sayılamaz. Çünkü ordu, temel askerlik eğitiminin dışında okuma-yazma, matematik, tarih, coğrafya gibi farklı alanlarda da yurttaşların eğitimi görevini üzerine almıştır. Ancak burada önemli olan nokta, cumhuriyetin ideolojik aygıtlarının yetersiz gelişiminden dolayı, ordunun -Althusserci terimlerle ifade edersek- ideolojik-politik bir aygıt işlevi de üstlenmiş olmasıdır (Şen 1996, 24). Diğer yandan, okuma yazma bilmeyenler karşısında teknokrat, elit bir tutum takınılmış gibidir. Okuma yazma bilmeyenlerin oy vermemesi ve verecekse bunun çeşitli kurallara bağlanması gerektiği düşüncesi, gerek MBK gerek bakanlar kurulu ve gerekse de temsilciler meclisi toplantılarında dile getirilmiştir. Örneğin devlet, hükümet ve MBK başkanı da olan Cemal Gürsel herkesin değil de eğitim sahibi olanların oy vermesi gerektiğini “Herkes mi rey verecektir, yoksa asgari orta tahsilini ikmal etmiş olanlar mı? Kanaatimce, en az orta tah121 Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Toplantı Tutanaklarında Militarizasyon Süreçleri silli vatandaşların oy vermesi lazımdır.” (Koçak 2010, 637) sözleriyle belirtmektedir. Devlet Aygıtının Militarizasyonu “Bürokrasi ‘toplu eylem’i rasyonel düzenlilik kazanmış ‘toplumsal eylem’e dönüştürmenin başlıca aracıdır. Bu nedenle güç ilişkilerini toplumsallaştırmaya yarayan bir araç olarak bürokrasi, bu aygıtı denetleyenler için birinci derecede önemli bir iktidar aracı olagelmiştir” (Weber 1996, 311). Bu bölüm, Weber’in bu saptamasından hareketle iki olguyu ele almaktadır: Bürokrasinin Personel yoluyla askerileştirilmesi ve bürokrasinin askeri değerlerin hukuki/idari düzenlemelerle onun iç işleyişine aşılanması yoluyla askerileştirilmesi. Bu çalışmada Milli Güvenlik Kurulu, Askeri Yargıtay gibi herkesçe bilinen ve sıkça dile getirilen anayasal kurumlardan daha çok; genellikle pek bilinmeyen, dile getirilmeyen bürokratik yapıların askerileştirilmesini doğrudan ya da dolaylı olarak öngören ve “kuvveden fiile geçmiş” veya geçme şansı bulamamış bir dizi öneri ortaya konmaktadır. Alain Roquié’nin deyişiyle “ İktidarı zorla ele geçiren bir kurum olarak ordu, bir kez iktidara gelince, şeflerinin temsili kurumlara karşı tutumu ne olursa olsun, devleti istila etmeye başlar” (Rouquié 1986, 302). Burada biz bu “istila”yı devletin çeşitli kademelerindeki birimlerine muvazzaf ve emekli subayların yerleştirilmesi olarak ele alıyoruz. Sivil makamların askerlerce işgal edilmesinin hareket noktasını, “O günlerin fevkaladelikleri dolayısıyla resmi gazeteye girmeyen yayınlar” başlığı altında 30 Haziran 1960 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan ve Türkeş’in 27 Mayıs 1960 tarihinde radyodan yapmış olduğu darbe ilanındaki şu ifadeler oluşturmaktadır: “Yurttaki bütün idare amirleri, kaymakam ve nahiye müdürleri, mahalli askeri komutanlıkların emrindedir” (Resmi Gazete: No: 10539). Bu açıklama uyarınca, 27 Mayıs 1960 tarihini izleyen günlerde askerler birliklerinden haberli veya habersiz olarak çeşitli kurumların yönetici makamlarını işgal etmişlerdir. Anılardan öğrendiğimize göre, özellikle İstanbul’da belediyelerden hal müdürlüklerine, itfaiye komutanlıklarından, Kömür Tevzi Müessesesi Müdürlüğü’ne, Belediye Garaj Müdürlüğü’nden Mezarlıklar Müdürlüğü’ne kadar her yer askerlerin tasarrufundadır. (Aytekin 1967, 60). Sıkıyönetimin yalnızca İstanbul ve Ankara’da uygulandığı düşünülürse, o dönem için bu iki şehirde askeri etkinliğin bir kat daha yoğun olduğu sonucu çıkarılabilir. Nitekim Orhan Erkanlı anı122 Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Toplantı Tutanaklarında Militarizasyon Süreçleri larında Darphane Müdürlüğü’nün bir havacı kurmay binbaşı tarafından üstlenildiğini görünce hayretler içinde kaldığını anlatmaktadır (Erkanlı 1972, 62). MBK üyelerinin birçoğu da komite dışında görevler almıştır: Cemal Gürsel Devlet Başkanı, Başbakan ve Başkomutan’dır. Fahri Özdilek Başbakan Yardımcısı, Cemal Madanoğlu Ankara Sıkıyönetim Komutanı ve Sıtkı Ulay Ulaştırma Bakanı’dır. İrfan Baştuğ Ankara Valisi, Alparslan Türkeş Başbakanlık Müsteşarı, Rıfat Baykal Devlet Başkanlığı Özel Kalem Müdürü, Osman Köksal Muhafız Alay Komutanı, Ahmet Yıldız Basın ve Yayın Genel Müdürü’dür. Sezai Okan ve Orhan Erkanlı, Yüksek Adalet Divanı ile ilgili işlerin yürütülmesi görevlerini üstlenmiştir. Özellikle, orduda yapılan büyük tasfiye sonucunda emekliye ayrılan subayların durumları MBK toplantılarında sürekli olarak gündeme gelen bir sorundur. Öyle ki, bazı üyeler zamanlarının çoğunu emekli subayların nasıl istihdam edileceğini tartışarak geçirdiklerini söylemiş ve bu durumdan duydukları rahatsızlıkları dile getirmişlerdir. Emekliye ayrılan 235 general ve yaklaşık beş bin subay, sonraları Emekli İnkılap Subayları (EMİNSU) adı altında dernekleşerek, MBK yönetimine küskün ve potansiyel olarak muhalif bir topluluğu oluşturmuştur. MBK sürekli olarak emekliye ayrılan bu subayları devletin çeşitli kademelerinde değerlendirmek istemiş, böylece hem onların kendisine muhalefet etmesini önlemeye çalışmış hem de söz konusu militarizasyonun personel altyapısını oluşturmaya çalışmıştır. Dündar Seyhan’a göre ordudaki tasfiyesi konusunda “Esas olan düşünce, Silahlı Kuvvetlerin o günkü kadrolarına göre lüzumlu miktar ve vasıfta olanları belli ederek niteliklerine göre gerektikleri yerlerde kullanmak, geriye kalanları, ordu kadar önem taşıyan sivil sektörde ihtisaslarına uygun olarak görevlendirmekti” (Seyhan 1966, 103). Buna yönelik olarak hükümet, bir kanun teklifiyle, emekliye ayrılan veya istifa eden subayların İçişleri Bakanlığınca geçici bir süre için kaymakam olarak tayin ve istihdam edilebilmesinin önünü açmıştır. Öyle ki bütün kaymakamların yerleri değişmiş, ilçelerin 70 kadarının başına asker kişiler yerleştirilmiştir. Kaymakam atanmayan yerlerde ise askerlerin vekâleten bu görevi yerine getirmiş oldukları olasıdır. Bu durumda ilçelerin yaklaşık yarısı asaleten veya vekaleten askerlerin yönetimine geçmiştir (Doğru 1998, 73). Öte yandan İçişleri Bakanlığından yapılan atama tebliğlerine göre altı ilde de rütbeli askerler valilik görevlerini üstlenmişlerdir (Doğru 1998, 111). Bu askeri valilerin denetlenme123 Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Toplantı Tutanaklarında Militarizasyon Süreçleri sinin söz konusu olmadığı MBK görüşmeleri sırasındaki diyaloglardan anlaşılmaktadır. Sami Küçük, kendisi de bir Tümgeneral olan İçişleri Bakanı Muharrem İhsan Kızıloğlu’na yönelttiği “İstanbul valisi Tümgeneral Refik Tulga’ya müfettiş gönderip göndermeyeceği” sorusuna “gönderemeyeceğim” yanıtını almıştır ( MBK GNKTT: C: 2 B:31 O:1: 10). 27 Mayıs 1960 tarihinde İstanbul valiliğini ve belediye başkanlığını üstlenen Refik Tulga, bu görevlerini üç yıla yakın bir süre boyunca sürdürmüştür. İçişleri Bakanı Kızıloğlu partizanlığa meydan vermemek amacı ve prensipleri uyarınca ne DP’li ne de CHP’li vali atamamış, daha çok askerleri görevlendirmiştir ( Ulay 1968, 180). DP’nin iktidarı boyunca rasyonel davranmadığı, politikayı ve bürokrasiyi klientelist ve popülist ilişkiler üzerinden yönlendirdiği iddiası askerler tarafından sıkça dile getirilmektedir. Weberyen bir çerçeve içinden ifade edilirse, bürokrasinin rasyonel olma ve “kişisel olmama” nitelikleri DP dönemi boyunca sürekli bir aşınmayla karşı karşıya kalmıştır. Buna bir tepki olarak idari mekanizmanın rasyonelleştirilmesi gerektiği savunulmuştur. Bu noktada bu rasyonelleştirmenin militarizasyon üzerinden kurgulandığını söylemek mümkündür. Özellikle asker kişiler aracılığıyla bürokrasinin “ıslah” edilebileceği, daha verimli bir hale getirilebileceği gibi yaygın bir kanı söz konusudur. Milli Savunma Bakanı Fahri Özdilek, 11 Ağustos 1960 tarihli bir radyo röportajında, MBK tarafından bürokrasinin kuvvetlendirilmesi için sivil memurlar arasında tasfiyeye gidilmesine ve yerlerine emekli generallerin atanmasına karar verildiğini söyler (Feroz ve Bedia Turgay Ahmad 1976, 221). Dündar Seyhan’ın da anılarında ifade ettiği gibi, silahlı kuvvetlerdeki tasfiye, sivil sektörün reorganizasyonu için bir fırsat olarak nitelendirilmiş ve tasfiye sonucu boşta kalan yetişmiş askeri personel çeşitli sivil kadrolar için düşünülmüştür (Seyhan 1966, 103). Var olan bürokrat kadrolar için de bir bağlılık andı ile MBK yönetiminin “onaylatılması” yoluna gidilmiş ve bununla ilgili bir kanun çıkarılmıştır. Kanunun gerekçesinde: “Bu tasarı kanunlaştığı takdirde, en geniş anlamıyla Devlet teşkilatında vazife almış bulunanların, 27 Mayıs İnkılâbının bütün memlekette estirdiği ulvi hava içinde, bir vicdani yıkanma ameliyesine tabi tutulmaları, inkılâbın felsefesi ile de pek uygun düşecek, memur kitlesinin vazife aşkını kamçılayarak, vatandaşın idareye olan itimadını artıracaktır” (MBK GNKTT C:1 B:7) denilmektedir. Yine büyük tasfiye hareketinin bir parçası olarak Sayıştay ve Danıştay’ın bütünüyle tasfiye edilip yeniden kurulması teklif edilmiştir. Fes124 Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Toplantı Tutanaklarında Militarizasyon Süreçleri hedilen Danıştay üyeliklerine yeni isimler seçileceğinde ise, askeri üyelerin de Danıştay’a seçilebilmesi gündeme gelmiştir. MBK üyesi Selahattin Özgür’ün bu konudaki yorumu şöyledir: “Efendim, askeri hâkimler sivil hâkimlik yapamazlar. Kanun buna manidir. Bunun bir kanunla değiştirilmesi lazımdır. Zannedersem askeri hâkimlerin Danıştay’a seçilememesine tesir eden bu husustur” (MBK GNKTT: C: 1 B:13 O:2: 12) 27 Mayıs öncesinde öğrencilerin hükümeti protesto ettikleri gösterilerde takınılan sert tutum, polisin 27 Mayıs’tan sonra sıkça eleştirilmesine neden olmuştur. Öyle ki, polis “sabık iktidarın bekçisi”, “iktidarın uşakları” gibi nitelemelerle karşı karşıya kalmıştır (Yassıada broşürü 1960). Emekliye sevk edilen subaylar, polisin sahip olduğu bu olumsuz imajı dönüştürmek, içerisindeki muhtemel muhalif eğilimleri denetim altında tutabilmek amacıyla emniyet teşkilatında görevlendirilmiştir. Böylelikle 27 Mayıs öncesinde iktidar ve muhalefet arasında bölünmüş olduğu izlenimini veren iki güvenlik kurumundan ordu, polis üzerinde formel bir gözetim mekanizmasına sahip olmuştur. Bu gözetimi olanaklı kılan kanunla ilgili olarak MBK üyesi Ahmet Er şunları söylemektedir: “Bu kanun emekliye ayrılan subayların Emniyet Teşkilatında vazife almalarını hedef tutmaktadır. Eğer kabul edilecek olursa, emekliye ayrılan bu subaylar Emniyet Umum Müdürlüğü hariç, Emniyet Müdürlüğü, Emniyet Amirliği ve baş komiserlik -tabii hiç biri baş komiser olmayacaktırgibi vazifelere geçebileceklerdir” (MBK GNKTT: C: 2 B:18 O:1: 8) MBK üyesi Sezai Okan’ın 7126 sayılı Sivil Savunma Kanunun bazı maddelerinin değiştirilmesi, kaldırılması ve bu kanuna bazı maddeler eklenmesi hakkındaki 85 sayılı Kanunun değiştirilmesine dair kanun teklifi’nin (MBK GNKTT: C:2 B:26: O:1 : 10) görüşülmesi sırasındaki tartışmalar, emekli subayların değerlendirilebilmesi için ortaya konan ilginç bir uygulamayı gözler önüne sermektedir. Kanun teklifine göre devlete ve özel sektöre ait işletmelerde çalışan her 100 işçi için bir savunma uzmanı bulunması zorunluluğu getirmektedir. İçişleri Bakanlığına bağlı olacak olan bu kadrolara, ücretleri işverenler tarafından ödenecek emekli subaylar atanacaktır. Atamaları yapılan sivil savunma uzmanları için işverenler “ihtiyacım yok” diyemeyecektir. Sivil savunma 125 Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Toplantı Tutanaklarında Militarizasyon Süreçleri uzmanının ücreti ödenmezse, bu tutar yüzde 10 faiziyle işverenden tahsil edilecektir. Kanun teklifinin sahibi Sezai Okan teklifi hakkında şunları söylemiştir: “ … Bu sivil savunma hizmetine tayin edilecek olan arkadaşlarımız bizzat müfettiş gibi çalışacaklardır. Hükümetin gönderdiği bir müfettiş gibi. Fakat şunu da derhal ilave etmek isterim ki, bunlar bir müfettiş değildirler, çünkü müfettiş denetleme yapar. O halde bunlar kontrolördür. Çünkü bu, işveren sünnetli ve sünnetsizin keyfine bırakmamalıdır. Hükümetin sivil savunma mevzuunda kontrolörüdür. Bunun parasını ödemediği takdirde kanunen %10 fazlasıyla ödemeye mecbur tutulacaktır…” (MBK GNKTT: C: 2: B: 26: O:1: 17) Emekli subayların devlet kuruluşlarında çalışabilmesi için Alparslan Türkeş tarafından ortaya konan benzer bir kanun teklifinde, “Topyekûn Savunma ve Milli Seferberlik Yönetmeliği” ile “Topyekûn savunma ve Milli Seferberlik için İş Birliği Yönetmeliği”ne göre bakanlıklarda, genel müdürlüklerde, devlet iktisadi işletmelerinde kurulacak olan “Sivil Savunma Sekreterlikleri” öngörülmektedir. Kanunun gerekçesinden anlaşıldığı kadarıyla (MBK GNKTT: C:2 B:26) bu kanun DP döneminde de var olduğu halde, o dönemde işlerlik kazandırılmamıştır. Türkeş yine bu gerekçede, bu kurum ile birlikte hem ülkenin topyekun savunma ihtiyaçlarının giderileceğini, hem de ordudan ayrılan subayların yeni görevler edinerek çalışma yaşamlarına devam edeceğini belirtmiştir. Teklifte belirtilen kadrolar özel olarak Harb Okulu mezunu emekli subayların görevlendirilebilecekleri uzman personel kadrolarıdır. Bu iki örnek asker kişilerin kamu ve özel ayrımı yapılmaksızın çok çeşitli kurumlara yerleştirilmeye çalışıldığını açıkça göstermektedir. Asker kişilerin çeşitli kurumlardaki sayılarının arttırılması, daha sonraki yıllarda etkinlik alanı çok daha geniş alanlara yayılacak olan milli güvenlik doktrininin yerleşikleşebilmesi için de uygun bir zemin hazırlamaktadır. Özellikle “Savunma Sekreterlikleri” gibi, milli güvenlik doktrinine uygun olarak tasarlanmış kurumlar ve bu kurumlarda görevlendirilen subaylar, iç içe geçmiş güvenlikleştirme ve askerileştirme süreçlerinin aktörleri konumundadırlar. Söz konusu aktörler, milli güvenlik ideolojisinin kurumsal alt yapısını inşa ederek, bugünkü halini almasında önemli roller üstlenmişlerdir. Giriş bölümünde de belirtildiği gibi, Bakanlar Kurulu MBK karşısında sınırlı 126 Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Toplantı Tutanaklarında Militarizasyon Süreçleri bir manevra alanına sahiptir. MBK’nın uygulamaya soktuğu bazı informel mekanizmalar bu etkinlik alanının daha da daralmasına neden olmuştur. Örneğin, 38 kişilik MBK’nın devletin bütün yükünü omuzlamakta başarısız olacağı fikrinden hareketle, kanun yapma sürecinin idari, hukuki vb. teknik boyutlarıyla ilgilenmek üzere meclis komisyonları benzeri komisyonlar kurulmuştur. Geçici Anayasa’nın dördüncü maddesine göre, komisyonlarda bulunan her MBK üyesi, bakanlıkları kontrol için bir veya iki bakanlığın sorumluluğunu üstlenmiştir. Görünürde bu komisyonlar hazırlanacak kanunların teknik alt yapısını oluşturmakla görevlidir. Ancak asıl işlevleri hükümet çalışmalarının MBK’nın tasarrufuna göre yönlendirilmesidir. Kısacası yarı sivil bir hükümet var olmakla birlikte, MBK söz konusu komisyonlar aracılığıyla yasamayı olduğu gibi yürütmeyi de kontrol etmektedir. Bakanlık çalışmalarına müdahale etme noktasında izlenen bir diğer yol da, MBK üyelerinin bakanlıkların genel müdürlerine telefonla doğrudan ulaşarak bazı talimatlar vermeleridir. Böylelikle bürokrasinin iç işleyişine kişiler kanalıyla müdahalelerde bulunulmuştur. Bu durum kimi zaman bakanların şikayetlerine neden olmuştur. Cemal Gürsel, konuyla ilgili olarak verdiği bir emirde, bakanlık genel müdürlerine verilen talimatların dikkate alınmaması gerektiğini belirterek bakanları rahatlatmaya çalışmıştır (Koçak 2010, 476). Sonuç Yerine İktidarın temsil edildiği organ olarak MBK, gücü elinde tuttuğu 27 Mayıs 1960 - 25 Ekim 1961 arası dönemde Türkiye toplumunun ve mevcut devlet bürokrasisinin yapısını doğrudan ya da dolaylı yollarla askerileştirerek, kendi etkinlik alanını olabildiğince genişletmiştir. 27 Mayıs’ı izleyen dönemde oluşturulan Milli Güvenlik Kurulu, Askeri Yargıtay, OYAK vb. gibi anayasal kurumlar aracılığıyla ekonomik, siyasi, hukuki ve idari süreçlerde rol almayı garantileyen ordu; disiplin, verimlilik, bağlılık, itaat, rasyonellik, modernlik, otorite gibi kavramlara dayanarak toplumu ve bürokrasiyi bu kavramlar çerçevesinde şekillendirmek istemiştir. Askeri değerlerin yayılmasının en önemli ve doğrudan aracı, askeri personelin stratejik kurumsal yapılarda görevlendirilmeye çalışılmasıdır. Bürokrasi içinde artan asker sayısı, askeri değerlerin her alanda görünür kılınmasına ve “normalleştirilmesine” neden olmuş; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin devletin kurumsal mimarisinde ve politik bakımdan görece özerk ve ayrıcalıklı bir konuma sahip olmasına hizmet etmiştir. 127 Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Toplantı Tutanaklarında Militarizasyon Süreçleri Son olarak, 27 Mayıs’ı gerçekleştiren kadro içinde yer alan ve fakat “ondörtler”in tasfiyesiyle MBK’dan uzaklaştırılan Orhan Erkanlı’nın 1972 yılında yazdığı anılarından seçtiğimiz çarpıcı bir cümle ile bitirelim: “Türkiye’nin en önemli ve hayati sorunlarından birisi, belki de birincisi, Ordu-İktidar ilişkilerinin dengede tutulmasıdır. Aslında bu problem yalnız Türkiye’nin değil bütün geri kalmış ülkelerin problemidir. Emekli bir amirale atfedilen ‘Geri kalmış ülkeler kendi ordularının işgali altındadır’ sözü gerçeğin en kısa ve doğru ifadesidir” (Erkanlı 1972, 371). Kaynakça Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Toplantı Tutanakları. Cilt: 1–6 27 Mayıs Bakanlar Kurulu Toplantı Tutanakları. 2010. der. Cemil Koçak. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları Yassıada Broşürü. 1960. T.C. Milli Birlik Komitesi İrtibat Bürosu. İstanbul. Resmi Gazete. No: 10539- 10651 Ahmad, Feroz ve Bedia Turgay. 1976. Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi 1945-1971. İstanbul: Bilgi Yayınevi Akça, İsmet. 2010. “ Ordu, Devlet ve Sınıflar: 27 Mayıs 1960 Darbesi Örneği Üzerinden Alternatif Bir Okuma Denemesi”. Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti içinde, der. Evren Balta Paker ve İsmet Akça. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ss. 351-406 Akyaz, Doğan. 2006. Askeri Müdahalelerin Orduya Etkisi: Hiyerarşi Dışı Örgütlenmeden Emir Komuta Zincirine. 2nci Baskı. İstanbul: İletişim Yayınları. Aytekin, M. Emin. 1967. İhtilal Çıkmazı. İstanbul: Dünya Matbaası Batur, Muhsin. 1985. Anılar ve Görüşler: Üç Dönemin Perde Arkası. İstanbul: Milliyet Yayınları Doğru, Osman. 1998. 27 Mayıs Rejimi: Bir Darbenin Hukuki Anatomisi. İstanbul: İmge Yayınları Erkanlı, Orhan. 1972. Anılar… Sorunlar… Sorumlular. İstanbul: Baha Matbaası Huntington, Samuel. 1968. Political Order in Changing Societies. Yale: Yale University Pres Özcan, Gencer. 2010. “ Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi Ordusunda Prusya Etkisi”. Türkiye’de Ordu, Devlet ve Güvenlik Siyaseti içinde, der. Evren Balta Paker ve İsmet Akça. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, ss. 175-221 Rouquié, Alain. 1986. Latin Amerika’da Askeri Devlet. İstanbul: Alan Yayıncılık Seyhan, Dündar. 1966. Gölgedeki Adam. İstanbul: Nurettin Uycan Matbaası Şen, Serdar. “ Türkiye’yi Anlamak ya da Geçmişten Geleceğe Silahlı Kuvvetler”. Birikim No: 96 içinde, 19–27 Ulay, Sıtkı. 1968. 27 Mayıs 1960: Harbiye Silah Başına. İstanbul: Kitapçılık Ltd. Şti. Yayınları. Weber, Max. 1996. Sosyoloji Yazıları. İstanbul: İletişim Yayınları 128 İNTERNETTE MİLLİYETÇİLİĞİN TEZAHÜRLERİ TÜRKİYE’DEKİ TÜRK MİLLİYETÇİSİ SİTELERİN SÖYLEMSEL ANALİZİ Sercan Gidişoğlu ve Kerem Rızvanoğlu ÖZET Bu araştırmanın amacı, internet üzerinde kendisini açıkça milliyetçi olarak tanımlayan Türk milliyetçi sitelerinin hem içerik hem de biçim düzeyinde bütünlüklü bir resmini sunmaktır. Bu anlamda araştırma, öncelikle milliyetçi gruplar için kollektif kimliğin ve topluluğun oluşumunda ve yeniden üretiminde internetin rolünü ortaya koymayı amaçlamaktadır. Buna ek olarak, söz konusu süreçte millliyetçi sitelerde sunulan içeriğin mahiyeti ve bu içeriğin hangi araçlar ve görsel tasarım elemanları aracılığıyla sunulduğu incelenmektedir. Çalışma, sundukları unsurlar üzerinden Türk milliyetçi sitelerinin niteliksel bir söylemsel analizini içermektedir. Analiz kapsamında 121 web sitesi yer almaktadır. Analiz çerçevemizin ilk bölümü Türk siber milliyetçiliğinin ağ yapısını sorgulamayı ve somut bir tipoloji önerilmesini kapsar; ikinci bölümü ise milliyetçi ve ırkçı web siteleri ile ilgili bilimsel çalışmaların taranması sonucu oluşturulmuştur. Buna göre, yalnız web sitelerine odaklanan ikinci bölümde analizimiz iki basamaklı bir araştırma üzerinden ilerlemektedir. İlk basamakta, incelenen web sitelerinde sunulan ‘işlevlere’ odaklanılmakta ve bu işlevlerin sunulduğu araç ve servisler kategorize edilmektedir. İkinci analiz basamağı ise sitelerdeki içeriğin sorgulanmasına ayrılmıştır. Çalışmanın bulguları öncelikle çevrimiçi Türk milliyetçiliğinin ağ yapısının tipolojisini sunmaktadır. Buna ek olarak çalışma, Türk milliyetçilerinin interneti idelolojilerini yaygınlaştırmak, Türk milliyetçi kimliğini ve milliyetçi topluluk yapısını güçlendirmek ve son olarak birbirine bağlı bir sanal topluluk oluşturmak için kullandığını ortaya koymaktadır. Bu amacı gerçekleştirmek için farklı içerik kategorileri kullanılmaktadır. Bulgular, web sitelerinin görsel tasarımlarının da dayatılan milliyetçi ideoloji etrafında düzenlenen yönlendirilmiş bir etkileşimin inşası için olanaklar sunduğunu göstermektedir. Anahtar Kelimeler: Milliyetçilik, İnternet, Siber-milliyetçilik, Söylem, İçerik, Tasarım 129 NATIONALISM ON THE INTERNET: A DISCURSIVE ANALYSIS OF TURKISH NATIONALISTIC WEBSITES ABSTRACT The main aim of this research is to capture a comprehensive picture of the Turkish overtly nationalist sites that define themselves as nationalist on the Internet and to demonstrate their extent as well as different appearances. Therefore, this research aims to answer first, what role the Internet is playing on the formation and reproduction of collective identity and community for nationalist groups; and second, for doing that, what kind of content is presented in nationalistic web sites through which tools and visual layout design aspects. The study attempts to provide a qualitative discursive analysis of Turkish nationalist web sites through the main features they present. A total of 121 web sites are included in the analysis. The first section of the analysis framework includes the investigation of the network structure of Turkish nationalism and the proposition of a concrete typology. The remainder of the analysis framework is derived from the main aspects of nationalist and racist web sites mentioned in the literature review. Accordingly, in this second section, which focused solely on the web sites, our analysis is managed through a three-step investigation. The first step focuses on the ‘functions’ presented in these web sites by categorizing the interactive tools and services provided. The second step is based on the investigation of the ‘content’ of these sites. The study proposes a concrete typology of the network structure of online Turkish nationalism. It also concludes that Turkish nationalists mainly use the Internet in order to diffuse their ideology, to strengthen Turkish national identity and nationalist community structure and finally to build a dedicated virtual community. In order to realize this purpose, Turkish nationalists benefit from various content categories. Findings also reveal that the visual layouts of the web sites provide opportunities for the reconstruction of an oriented and manipulated interaction organized around the imposed nationalist ideology. Keywords: Nationalism, Internet, Cyber-nationalism, Discourse, Content, Design 130 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi İnternet son dönemlerde bireylerin ortak tartışmalara katılıp kendilerini ifade edebildikleri ve bir çeşit kimlik inşası sürecini yaşadıkları sanal bir kamusal alan olarak işlev görmeye başlamıştır. İleri iletişim teknolojileri günümüzde bir yandan toplumsal taleplerin ifade edilmesi ve tartışılması konusunda belirli yöntemler sunan, diğer yandan da yerel ya da ulusal kimliklerin inşası, yeniden üretilmesi veya kuvvetlendirilmesi hususunda önemli avantajlar sağlayan araçlara dönüşmüşlerdir. Bu çalışma en popüler, en çok üyesi ya da en yoğun günlük işlem trafiği bulunan milliyetçi web sitelerinin söylemsel analizi üzerinden internetteki Türk milliyetçiliğini incelemeyi hedeflemektedir. Araştırmanın öncelikli amacı, Türk milliyetçiliğinin internetteki görünümlerinin hemen tamamını kapsayan bir fotoğraf sunmak ve bu web siteleri ile ilgili derinlikli bir söylemsel analiz sağlamaktır. Bu sebeple, araştırmamız birinci olarak internetin milliyetçi gruplar için kolektif kimlik ve cemaat oluşturulması ve yeniden üretilmesi sürecinde nasıl bir rol oynadığı sorusuna cevap aramakta; ikinci olarak ise, bunu yaparken nasıl bir içerik ve retoriğin, ne tür araçlar vasıtasıyla aktarıldığı konusunu sorgulamaktadır. Bu araştırmada öngörülen varsayıma göre internet belirli içerik kategorilerinin (retorik) ve etkileşim araçlarının kullanımı yoluyla milliyetçi söylem ve değerlerin yeniden üretilmesine hizmet etmekte ve bu şekilde milliyetçi aidiyetlikleri kuvvetlendirmektedir. İnternette milliyetçilik olgusunu incelemek, internetin özgürleştirici ve demokratik işlevlerinin yanı sıra farklı toplumsal etkileri olabileceğini de göstermek açısından oldukça önemlidir. Türkiye’deki siber-milliyetçiliği bilimsel anlamda incelemek ise birkaç nedenden ötürü önemlidir. Birincisi, internette diaspora milliyetçiliği sıkça ele alınan bir konu olmasına karşın, ev sahibi milletlerin milliyetçiliğinin izleri yeterince sürülmemiştir. Türkiye özelinde bu durum daha da belirgindir, çünkü Türkiye’de siber Türk milliyetçiliğini inceleyen akademik çalışmalar neredeyse yok denecek kadar az sayıdadır ve bu çalışmanın önemli bir amacı da Türk siber-milliyetçiliğinin bir tipolojisini önermektir. İkinci olarak, milliyetçilik Türk siyasal hayatında her zaman var olmuş en baskın ideolojilerden biridir. Bu bağlamda internetteki “online” milliyetçilik olgusunu incelemek, bunun siyasal dünyada var olan “offline” milliyetçilik ideolojisiyle benzerlik ve farklarını ortaya koymak için de gereklidir. Bu çalışma ayrıca siber-milliyetçilik olgusuna dair iki farklı bilimsel disiplin olan 131 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi siyaset bilimi ve yeni medya çalışmalarından beslenerek, bir söylev analizi ve niteliksel bir içerik analizi sunmayı amaçlamaktadır. Bu çalışma, Türk milliyetçisi siteleri bir sanal kamusal alan olarak değerlendirmekte ve bu siteler tarafından milliyetçiliğin bir söylem olarak hangi mekanizmalarla (yeniden) üretildiğini analiz etmeyi hedeflemektedir. Bu nedenle, araştırmanın örneklemine sadece “kendilerini milliyetçi olarak tanımlayan” siteler dahil edilmiş ve “facebook” ya da “twitter” gibi sosyal paylaşım siteleri ve benzeri popüler siteler dışarıda bırakılmıştır. Belirtilmesi gereken bir başka nokta ise, internetin çok hızlı değişen bir yapıya sahip olması nedeniyle, bu sitelerde zaman içerisinde görülen değişimin ölçülmesinin çok zor olduğudur. Ancak yine de bu sitelerin temel içeriğinin ideolojik ve retorik düzeyde çok fazla değişim göstermediğini, temelde aynı konuların işlendiğini söylemek mümkündür. Toplumsal ve siyasal alandaki aktüel gelişmeler bağlamında bazı geçici içerikler dönemsel olarak sitelere eklenip kaldırılmakla birlikte, temel ideolojik argümanların fazla değişmeden muhafaza edildiği söylenebilir. Bu çalışmada ilk olarak konu ile ilgili bilimsel literatürün bir özeti sunulmakta, daha sonra metodolojik konulara ve tercihlere değinilmektedir. Türk siber-milliyetçiliğinin bir tipolojisi önerildikten sonra çalışma araştırma bulgularının tartışılmasıyla son bulmaktadır. İnternet ve Milliyetçilik İnternetin dünyayı ulusal aidiyetlerin öneminin azaldığı ve küresel kimliklerin öne çıktığı bir “küresel köye” (global village) dönüştüreceğini öne süren tezin karşısında yer alan ve internetin ulusalcı söylemleri ya da nefret söylemlerini güçlendirecek ve farklı topraklarda bulunan milliyetçi grupların organize olmasını kolaylaştıracak biçimde kullanıldığını öne süren yaklaşım, “internetin karanlık yüzüne” (the dark side) vurgu yapmaktadır (Miller ve Slater 2000, Bakker 2001, Diamandaki 2003, Eriksen 2007). Bu yaklaşıma göre, internetin – “küresel köy” teorisyenlerinin iddia ettikleri gibi – milli kimliklerin öneminin azalmasına yol açtığı söylenen özellikleri (küresel etkileşim gücü, görece düşük maliyeti ve merkeziyetçi olmayan yapısı) aynı zamanda milliyetçiliğin yeniden üretilmesine ve hatta kuvvetlendirilmesine hizmet etmektedir. Eriksen (2007), bilgi-iletişim teknolojilerinin ve özellikle de internetin yaygınlaşmasıyla birlikte milliyetçiliğin giderek güçlendiğini ve internette özellikle diaspora milliyetçili132 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi ğinin görünür olduğunu öne sürmektedir. Diaspora milliyetçiliklerinin internet üzerinde bu denli görünür olmasının ana nedeni, misafir oldukları toplumda seslerini duyurma çabaları ve bu topluma karşı bir ana vatan imajı ortaya çıkartma istekleri olarak gösterilebilir. Bu çabalar diaspora gruplarını internette fazlaca aktif ve görünür kılmaktadır. Diaspora milliyetçiliğini inceleyen akademik çalışmaların hemen hepsinin vardığı ortak sonuç milliyetçi kimliklerin diasporalar tarafından internet aracılığıyla yeniden üretilip güçlendirildiğidir. Diamandaki’nin (2003) sınıflandırmasına göre, diaspora toplulukları şu gruplara ayrılmaktadır: Bir devleti olmayan uluslar ya da ulusal topluluklar, var olan bir Ulus-Devlet’ten göçen ya da yurt dışında yaşayan gruplar ve totaliter rejimlerden kaçan ayrılıkçıların oluşturduğu gruplar. Diaspora olmayan topluluklar ise şu alt gruplardan oluşmaktadır: Bir devleti olan uluslar, bir ulusun içerisindeki bölgesel etnik gruplar ve marjinalize edilmiş ya da tehdit altında olan yerli halklar ve kabileler. Bu çalışmadaki örneklemimiz ikinci kategorinin ilk alt grubuna (diaspora olmayan topluluklardan bir devleti olan uluslar) uymaktadır. Diamandaki (2003) bu gruplara ait web sitelerinin, kendi kimliklerine ilişkin, kendi ulusal ve ırksal “biz”ini öven ya da “diğerleri”ne karşı nefret içeren kuvvetli mesajlar yayınladıklarını gözlemlemektedir. Güngör de bu fikri Türkiye örneğinde şu cümleyle desteklemektedir: “İnternetteki Türk milliyetçiliği “Diğerleri”ne düşmanlık çizgisinde derinleşmektedir”1 (2007, 5). Donelan’ın sözleriyle “nefretin artık evlerimize girmek için yeni ve güçlü bir yolu var… İnternet”2 (2004, 22). Web’deki ırkçılık olgusunu inceleyen Rajagopal ve Bojin (2002), beş ana nefret mesajı tipi saptamaktadırlar: Medeni gözüken mesajlar, hiciv içeren nükteler, basit ve ikna edici çağrılar, meşru-müdafaa söylemleri ve ürün reklamları. Bu mesajların her birinin aldığı retorik formlar ise sırasıyla şu şekilde belirtilmiştir: Öğretici anlatı, gizli imaj ve diyaloglar, kodlanmış metaforlar, hayatta kalma söylemi ve pazarlama retoriği. Lynn Thiesmeyer (1999), internetteki ırkçı içeriğe yönelik olarak, bu tarz web 1 2 Cümlenin orijinal metindeki İngilizcesi bu makalenin yazarları tarafından çevrilmiştir ve şu şekildedir: “Turkish nationalism on the Internet deepens along the lines of hostility of the ‘Others’. Cümlenin orijinal metindeki İngilizcesi bu makalenin yazarları tarafından çevrilmiştir ve şu şekildedir: “hate now has a new and powerful way to get into our homes… the Internet”. 133 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi sitelerinin bazı temel özelliklerinin; devamlı kendini tanımlama, çeşitli tehditlerin, düşmanların ve komplo teorilerinin üretilmesi, çürümüş bir düzene yapılan vurgu, v.b. olduğunu öne sürmektedir. Her iki çalışma da, milliyetçi internet sitelerinde içeriği retorikten ayırmanın çok güç olduğunu; çünkü bu ikisi arasında sürekli bir karşılıklı etkileşim olduğunu ortaya koymaktadır. Kısacası, içerik retorik tarafından tanımlanmaktadır. Bu nedenle, bizim çalışmamız da öncelikli olarak retorik elemanlarını incelemeyi hedeflemektedir. İnternetteki milliyetçi ve aşırı radikal gruplar üzerine yapılan akademik çalışmalar incelendiğinde, bu grupların interneti temel olarak propaganda yapmak ve kitleleri şiddete sevk etmek (Caiani and Parenti 2009, Glaser et al. 2002), siyasal uzlaşı arayışına katkıda bulunmak (Hoffman 1996), nefret mesajları yaymak (Barnett 2007), davalarına yeni takipçiler kazandırılmasını kolaylaştırmak (Zhou et al. 2005), kolektif kimlikler (Thiesmeyer 1999) ve kolektif bilinç (Barnett 2007) üretmek, kitlelerin harekete geçirilmesine yardım etmek (Parker and Song 2006, Caiani and Parenti 2009), gelir toplama ve benzeri pazarlama stratejilerini yürütmek, geniş kitlelere ulaşmak, eğlendirmek ve yeni takipçiler kazanmak (Rajagopal and Bojin 2002, Conway 2006, Weimann 2006) ve en önemlisi online kimlik inşa etmek (Caiani and Parenti 2009, Tateo 2005, Diamandaki 2003, Thiesmeyer 1999) gibi amaçlar için kullandıkları ortaya çıkmaktadır. Diğer aşırı radikal gruplara ulaşım linkleri vererek, hem ulusal hem uluslararası düzeyde bir radikal gruplar ağı inşa etmek de bu web siteleri için bir diğer önemli faaliyet olarak öne çıkmaktadır. Burris, Smith ve Strahm (2000), yaptıkları bir sosyal ağ incelemesinde, internetin aşırı radikal gruplara uluslararası bir sanal ağ inşa etmeleri konusunda yardımcı olduğuna dair veriler bulmuşlardır (Bu sitelerde yer alan linklerin üçte ikiden fazlası, kullanıcıları uluslararası sitelere ulaştırmaktadır). Bu tarz sitelerin Gerstenfeld ve diğerleri (2003) tarafından yapılan bir çalışmada ortaya çıkan bir diğer ilginç özelliği ise; şiddete nadiren alenen destek verilirken, kendilerinin tarafsız, ırkçı olmayan ve nefret söylemi içermeyen siteler olduklarının sıklıkla iddia edilmesidir. Bununla birlikte, milliyetçiler çoğu zaman ideolojilerini internette gururla ifşa etmekten çekinmemektedirler. Türkiye örneği üzerinde yapılan çalışmamız da bu anlamda ilgili literatürü doğrular nitelikte sonuçlar vermektedir. Türk milliyetçilerinin internet kullanımı 134 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi ele alındığında, kanımızca yukarıda sözü geçen işlevlerden en çok önem kazananı kolektif öznellik ve kimlik inşasını da içeren “online” cemaat inşa etme işlevidir. İnternetin karmaşık ve muğlak yapısı, Diamandaki’nin (2003) da belirttiği gibi; tanınma taleplerinin dile getirilmesi ve dijital ulus, sanal diaspora ve diğer online etnik/ulusal merkezli topluluklar benzeri melez bazı kolektif yapılanmaların oluşturulması için yeni bir alan sunmaktadır. Bu gibi toplulukların bilgisayar tarafından yönetilen ortamlarda oluşturulabilmesinin ana nedeni, internetin sağladığı esneklik ve açıklıktır. Kendisi mekansız bir araç olan internet, ironik bir biçimde, mekanın yeniden oluşturulmasına imkan sağlamaktadır. Sonuç olarak da bu yeni oluşan alan, yani “online” cemaat yapısı, insanları bir arada tutabilecek sembolik bir yapışkan, kamusal alanda bir görünürlük kazanma mekanizması ve özellikle bir kimlik ve kolektif öznellik inşası aracı olarak işlev görmektedir (Diamandaki 2003). Benzer bir araştırma Caiani ve Parenti (2009) tarafından yakın zamanda, İtalyan aşırı sağ örgütlerin web siteleri üzerine yapılmıştır. Yaklaşık 100 örgütün web sitelerinin linkleri üzerinden bir sosyal ağ ve içerik analizi yapan yazarlar, İtalya örneğinde önemli sonuçlara varmışlardır. Buna göre, aşırı sağcı örgütlerin yalnız sayılarında değil, interneti farklı işlevler için kullanmalarında da artış görülmektedir3. Caiani ve Parenti’nin buldukları sonuçlar aynı konuyu daha önceki yıllarda araştıran (2005) Tateo’nunkilerle uyuşmaktadır. Analiz Çerçevesi Analiz çerçevemizin ilk bölümü, Türk siber milliyetçiliğinin ağ yapısının sorgulamasını ve somut bir tipoloji önerilmesini kapsamaktadır. İkinci bölümü ise milliyetçi ve ırkçı web siteleri ile ilgili bilimsel literatürün taranması sonucu oluşturulmuştur. Buna göre, yalnız web sitelerine odaklanan ikinci bölümde analizimiz iki basamaklı bir araştırma üzerinden ilerlemektedir. İlk basamakta, incelenen web sitelerinde sunulan işlevlere odaklanılmakta ve bu işlevlerin sunulduğu araç ve servisler kategorize edilmektedir. İkinci analiz basamağı ise sitelerdeki içeriğin sorgulanmasına ayrılmıştır. Milliyetçi sitelerde içerik ve retoriğin ayrılmaz bir bütün oluşturduğu fikrinden yola çıkılarak, içerik analizi tasarlanırken literatürde önceki çalışmalarda ortaya konan değişkenlerden yarar- 3 Caiani ve Parenti (2009: 273) bu işlevleri şöyle sıralar; “propaganda yapmak, sanal tartışma cemaatleri oluşturmak, gelir toplamak ve siyasi kampanyalar organize etmek”. 135 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi lanılmıştır. İlgili literatürü taradıktan sonra, Türkiye’deki ağ yapısının özelliklerini de göz önüne alarak belirlediğimiz içerik analizinin değişkenleri şunlardır: Öğretici anlatı, Turancılık ve gelenekler, egemen mit ve sembollerin sürekli kullanımı, üstünlük söylemi ile diğer söylemlerin dışlanması, şehitliğin yüceltilmesi (fetişleştirilmesi), “gerçeklerin” aktarımı, kolektif öznellik ve pazarlama retoriği. İkinci basamaktaki analizimiz içerik ve işlev için sunulan değişkenlerin bağlantısı üzerine kurulmuştur. Yine bu sitelerde içerikle bağıntılı olarak sunulan temel işlevler şu şekilde belirlenmiştir: Sanal etkileşim (interaction), haberler, bilgilendirme linkleri, kullanıcı ikamesi ve bağlılığı, reklam, gelir toplama, link verme, eğlence ve kullanıcı istatistikleri. İçerik Analizi İçin Değişkenler 1- Öğretici Anlatı (Pedantizm); genel olarak potansiyel kullanıcılara, hali hazırda takip edenlere ve sürekli paternalist, otoriter ancak kibar bir söylemin kendilerine iletilmesine ihtiyaç duyan kullanıcılara yöneliktir. 2- Turancılık ve Gelenekler; Türk ulusunun tarihine ve geleneklerine, halk dillerine ve çoğu üretilmiş ya da deforme edilmiş kelime türevlerine referanslar içermektedir. 3- Egemen Mit ve Sembollerin Devamlı Kullanımı; 4- Üstünlük Söylemi ile Diğer Söylemlerin Dışlanması; 5- Şehitliğin Yüceltilmesi (Fetişleştirilmesi); şehitlere adanmış şiirler, şarkılar, marşlar, videolar, v.b. içermektedir. 6- “Gerçeklerin” Aktarımı; bilinmeyen ya da üzerinde bir uzlaşı olmamış kavramların sanki hali hazırda var olan bir gerçeklik olduğu yönündeki öznel algıyı ifade eder (Thiesmeyer 1999: 123). 7- Kolektif Öznellik; gerçek bir cemaat izlenimi oluşturmak için ‘sanal cemaat’ imgesinin kullanımını ifade eder. 8- Pazarlama Retoriği; yalnızca mal ve ürünlerin satışını ya da gelir toplama aktivitelerini değil aynı zamanda propaganda ve kullanıcı toplama araçlarını da içerisine alır. 136 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi Örneklem ve Analiz Metotları Araştırmamız, Türk milliyetçisi web sitelerinin niteliksel bir söylem analizini yapmayı hedeflemektedir. Çalışmamızda bu amaçla 121 milliyetçi internet sitesi incelenmiştir. Örneklem, tasarımı ve yönetimi Türk milliyetçileri tarafından yapılan internet siteleri ile sınırlı tutulmuştur. Başka bir deyişle, yalnızca Türkiye’de yaşayan Türk milliyetçileri tarafından tasarlanmış ve içeriği “Türkiye-merkezli” olan siteler örnekleme alınmış, ancak yine oldukça milliyetçi bir içeriği olan diaspora siteleri alınmamıştır. 121 siteden oluşan örneklemimizi seçmede 3 farklı seçim kriteri kullanılmıştır. İlk olarak Türk milliyetçiliği üzerine anahtar sözcüklerle Google araması yapılmış ve ilk on SERP (search engine result page)’in incelenmesi sonucu bulunan tüm siteler örnekleme eklenmiştir. İkinci seçim stratejisi “kartopu tekniği” (snowball technique, Ciani and Parenti 2009) olarak adlandırılabilir. Buna göre, öncelikle Türk milliyetçi ağ yapısındaki önemli bazı örgütler tanımlanmış; sonra bu örgütlerin sitelerinin linklerine odaklanılarak onlara bağlı yerel/ulusal üniteler ve örgütlenmelere ulaşılmıştır. Bu işleme, örnekleme artık yeni bir site dahil edilemez oluncaya kadar devam edilmiştir. Üçüncü ve son olarak internet trafik istatistikleri sunan referans internet sitelerinde tespit edilen en popüler ve trafik oranları yüksek siteler örnekleme dahil edilmiştir. Bu üç stratejinin de aynı adresleri işaret etmesiyle ve ortaya çıkan 121 sitelik örneklem Türk siber milliyetçi ağ yapısının panoramik bir görünümünün elde edilmesine olanak sağlamıştır (örneklemde yer alan sitelerin listesi için bkz. Appendix). Bunun sonucunda, örneklemimizin Türk siber milliyetçiliği sahnesindeki irili ufaklı tüm aktörleri içerdiği rahatlıkla söylenebilir. Sonuçlar ve Değerlendirmeler Çalışma sonuçları analiz çerçevesi doğrultusunda tartışılmış ve bulgular iki bölümde değerlendirilmiştir: 1. Ağ yapısının incelenmesi ve belli bir tipoloji önerilmesi, 2- İnternet sitelerinin üç aşamada incelenmesi (sitelerdeki işlevler, içerik ve işlev ve içeriğe dair değişkenlerin bağıntısı). Türk Siber-Milliyetçiliğinin Ağ Yapısı ve Tipolojisi İnternet her ne kadar milli kimliklerin yeniden manipüle edilebildiği sanal bir alan olsa da; buradaki milliyetçilik görüntüsü, milliyetçiliğin gerçek alanlardaki tezahürlerinden çok da farklı değildir. Diamandaki’nin (2003) da saptadığı 137 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi gibi, pek çok örnekte milliyetçi “online” cemaatler, “offline” dünyada var olan toplumsal ilişkileri yeniden üretmeyi amaçlayan alanlar olarak işlev görmektedirler. Dolayısıyla, Türk siber-milliyetçiliğinin aslında siyasal alandaki Türk milliyetçiliğinin bir yansıması olduğunu söylemek yanlış olmaz. “Online” Türk milliyetçiliği de tıpkı “offline” Türk milliyetçiliği gibi çoğulcu bir yapıya sahiptir. Tanıl Bora (2003) Türk siyasal milliyetçiliği için şu şekilde bir sınıflandırma önermektedir: Resmi Kemalist milliyetçilik, sol Kemalist milliyetçilik, liberal milliyetçilik (refah ve medenileşmeyi savunan batıcı “pro-western” milliyetçilik dilini kullanır), ve radikal Türk milliyetçiliği (ırkçı-etnik milliyetçi dili kullanır). Türk “online” ve “offline” milliyetçilikleri arasında kesin kesişim noktaları bulunmaktadır. Milliyetçi siyasi partiler ve ideolojileri, aşırı radikal siyasi gruplar ve söylemleri gibi “offline” milliyetçiliğin temel yapılarının yansımaları internette fazlaca mevcuttur. Örneğin, iki ana milliyetçi siyasal parti olan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Büyük Birlik Partisi (BBP) hem “online” hem de “offline” dünyada egemen bir konuma sahiptir; 121 site içerisinde 89 tanesi – doğrudan ya da dolaylı olarak – bu iki partiye bağlı gruplara aittir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, internetteki Türk milliyetçiliği, sınırları ve çeşitliliği bakımından “offline” milliyetçilikten oldukça farklı olup, kendine has özellikler barındırmaktadır. Çalışmamız, bu farklı yapıyı daha iyi anlayabilmek için Türk siber-milliyetçiliğinin beş kategoriden oluşan bir tipolojisini önermektedir: 1- Bir siyasi parti ya da harekete bağlı olan milliyetçi siteler a- Partilerin resmi web siteleri: Türkiye’deki iki ana milliyetçi parti olan MHP ve BBP’nin resmi web siteleri. b- Bir siyasi partiye (açıkça ya da zımnen) ya da harekete bağlı siteler: bu alt-kategori iki milliyetçi partinin yerel örgüt yapıları olan “Ülkü Ocakları” ve “Alperen Ocakları”na ait siteleri içermektedir. Bununla beraber, açıkça bu iki partinin yerel örgütlerinden olmayan ancak bu örgütlerin temsil ettikleri siyasal harekete (Bozkurt ve Alperen hareketi) bağlı olan bazı siteler de bu kategoride incelenmiştir. c- Bir siyasi parti ya da hareketin sempatizanlarına ait siteler. 138 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi 2- Turancı siteler Bu kategori, Turancı ideolojiye destek veren, dolayısıyla Türklerin İslam öncesi tarihi ve geleneklerine kuvvetli vurgu yapan ve tüm Türki ulusların ve halkların birleşmesini öneren pan-Türkist ideolojiyi destekleyen sitelere ayrılmıştır. 3- Ulusal Sol (Neo-Kemalist sol) milliyetçiler Her ne kadar bu gruplar kendilerini politik spektrumun Ortodoks solunda tanımlasalar da retoriklerine bakıldığında Türk siber-milliyetçi siteleri en ırkçı siteler olarak gözükmektedirler. Kendilerini Kemalist ideolojinin ve milliyetçi solun tek gerçek temsilcileri olarak gören bu gruplar kendilerine “Ulusal Sol” adını vermektedirler. 4- “Örtülü” (Cloaked nationalistic) milliyetçi siteler Bu terminoloji Jessie Daniels’ın 2009 tarihli makalesinden alınmıştır ancak bizim tarafımızdan küçük bir farklılıkla yeniden tanımlanark kullanılmaktadır. Daniels (2009) bu tarz siteleri şöyle tarif etmektedir: “Kimliğini gizleyen ya da sahte meşruiyet altında bilerek gizli bir siyasi ajandayı saklayan kişi ya da gruplar tarafından yayımlanan siteler”. Yazarının kimliği açıkça belirtilmiş propagandayı “beyaz” propaganda olarak adlandıran Daniels, “örtülü” sitelerin yaptığı propagandayı ise “gri” ya da “siyah” olarak nitelemektedir. Bizim örneğimizde ise, bazen web sitelerinin yayıncıları ya da yazarları bilinse de, tasarım tarafında ciddi bir gizli siyasi ajandanın varlığı göze çarpmaktadır. Yani bu siteler kuvvetli bir şekilde başka bir amaç için tasarlanmış oldukları izlenimini verseler de (örneğin bir haber portalı, müzik-eğlence sitesi ya da sıradan bir forum sitesi olarak) esas amaçları internette milliyetçi ideolojiyi yaymaktır. Bu nedenle, bizim “örtülü” web sitesi tarifimiz şöyle şekillenmektedir: “Bazen yayıncılarının ve yazarlarının kimliği belli olan, ancak gizli bir siyasi amacı ya da ajandayı saklarken aynı zamanda yaymak için özel olarak tasarımı yapılmış siteler”. 5- Milliyetçi forum siteleri Açıkça ırkçı olan ya da nefret mesajları yayan siteler –ki bunların büyük çoğunluğu kişisel inisiyatiflerce yayımlanmaktadır– sınıflandırmamızın dışında tutulmuştur. Çünkü bu siteler çok fazla sayıda olmamakla beraber internette 139 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi kolay bulunamayan, bulunduklarında da çoğunlukla ya yasaklanmış ya da hacklenmiş durumda olan sitelerdir. Bu nedenle, ırkçı siteler diye ayrı bir kategori oluşturmaktan kaçınılmıştır. Ancak, en açık ve yoğun ırkçı söylemler genellikle forum sitelerinde yer almaktadır. Bu tür sitelerin kontrol edilmesi zor ve anonimliğe olanak sağlayan yapısı onları ırkçı fikirlerin kolaylıkla dile getirilebileceği cazibe merkezleri olarak konumlandırmaktadır. Türk milliyetçisi web sitelerinin analizi İşlevler Türk milliyetçisi siteler farklı konu başlıklarında sınıflandırılacak olan çeşitli web servisleri ve araçları sunmaktadır. Özellikle bir siyasi partiye bağlı olan siteler, forum siteleri ve Turancı siteler bu çalışmada incelenen pek çok işlevi barındırmaktadırlar. Genellikle tek yönlü etkileşim imkanı sunan ulusal sol siteler ise en zayıf işlev spektrumunu sunan siteler olarak göze çarpmaktadır. Bu tek taraflı iletişim özelliği, onların insan hakları ve özgürlükler gibi konularda otoriteryen eğilimler barındıran “offline” ideolojilerini de yansıtmaktadır. Tüm kategorilerde, üyelik sistemi bulunan milliyetçi web siteleri mesaj panosu, forum ya da chat gibi sanal etkileşim araçlarını sunmaktadır. Ancak, bu araçlar kullanıcıların kendilerini ifade etmelerinden çok propaganda yapıp yaymaya yaramaktadır. Buna rağmen, Türk milliyetçisi sitelerin siber tartışma cemaatleri oluşturmak için gözle görünür çaba harcadığı söylenebilir. Yine de, bu sitelerin kullanıcılarla interaktif bir bağlantıyı destekleyecek tüm mevcut multimedya araçlarını kullanmakta hala bazı zorluklarla karşı karşıya kaldıklarını da eklemek gerekir. Eş zamanlı olmayan (asynchronous) tartışma alanları , eş zamanlı olan (chat ya da instant messaging gibi) tartışma platformlarından genellikle daha sık kullanılmaktadır. Bazı web siteleri kullanıcılara yazılar ve yorumlar ekleme imkanı sunmaktadır. Milliyetçi sitelerin ana işlevlerinden biri, kullanıcılara medyada yer alan Türk ve İslam dünyasıyla ilgili konulara referans veren haberleri sunmak gibi görünmektedir. Kullanıcılar haberlere yorum ekleyebilmektedirler ve web sitelerinin büyük çoğunluğu haberleri kullanıcıların yorumlarına göre “en çok okunanlar”, “en çok yorumlananlar”, “en son yorumlananlar” gibi kategorilerde sınıflandırmaktadırlar. Pek çok web sitesi kullanıcı istatistiklerini paylaşarak kullanıcı etkileşimine katkıda bulunmaktadır. “Bilgilendirme linkleri” haber 140 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi servislerinin yanı sıra milliyetçi web sitelerindeki egemen bir başka işlev olarak göze çarpmaktadır. Özellikle bir siyasi partiye bağlı siteler, forum siteleri ve Turancı siteler ağırlıklı olarak bu işlevle donatılmıştır. Yazılı metin, sesli dosyalar ya da görsel malzemeler gibi pek çok farklı formatlarda sunulan “bilgilendirme linkleri”nde genellikle ele alınan en popüler konular Türk tarihi, Türkİslam ilişkisi ve “Bozkurt Hareketi”dir. Atatürk, Nihal Atsız, Alparslan Türkeş gibi ikon haline gelmiş figürler ve Türk milliyetçiliğinin şehitleri de bilgilendirme linklerinde sürekli tekrar edilen diğer konulardandır. Türk milliyetçisi siteler ayrıca radyo, televizyon, video, fotoğraf galerisi ve müzik gibi çeşitli eğlendirici linklerde kullanmaktadırlar. Çok az sayıda web sitesi sadece kullanıcı tarafından eklenen içerikten oluşmakta olup YouTube benzeri bir sitenin dahi görülmesi mümkündür (ulkucutube). Çoğu site, kullanıcılardan gelen tepkilere değer vermekte olup kullanıcılara “RSS”, “site haritası”, “arama motoru” ve “kısayollar” gibi işlevlerle destek sunmaktadır. Hemen tüm kategorilerdeki siteler sayfa arayüzlerinde “banner”lara (web sitelerinde reklam panoları şeklindeki linkler) yer vermektedir. Ancak bu “banner”lar ticari amaçlardan daha çok, resmi ya da gayri-resmi olarak bağlı olunan örgütlerin çeşitli siyasi kampanyalarını desteklemek amacıyla kullanılmaktadır. Örneğin, Bozkurt hareketinin destekçileri sitelerine MHP’nin kampanyaları ile ilgili “banner”lar koymaktadırlar. Bu anlamda “link verme” işlevi, ağırlıklı olarak benzer görüşte olan web sitelerine destek vermeye yarayan bir işlev olarak sıkça kullanılmaktadır. İçerik İçerik, bu içeriğin sağlandığı işlevlerle bağıntılı olarak incelenecektir. Her kategorideki siteler için önerilen içerik-işlev bağıntısı Tablo 1’de görülebilir. Bu aşamada değerlendirme daha önce bahsedilen değişkenlere referans verilerek yapılacaktır. 141 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi Tablo 1. Web sitelerinin içerik-işlev bağıntılı analizi 1) Öğretici Anlatı (Pedantizm): Tablo 1’de görüldüğü gibi, öğretici anlatı milliyetçi kategorilerdeki çoğu web sitesi tarafından “bilgilendirme linkleri” altında verilmektedir. Bu bulgu Caiani ve Parenti’nin (2009, 280) çalışmalarında ortaya çıkardıkları İtalyan bağlamındaki verilerle de örtüşmektedir. Sitelerdeki öğretici anlatı tarzı ve bilgiç (pedantik) üslup incelendiğinde, sitelerin bu mesajları verirken hedef kitlelerini ya siyasi bir eğitim talep eden ya da kendilerinden daha üstün bir otoritenin tavsiyelerine muhtaç kullanıcılar olarak belirledikleri izlenimi kuvvetli olarak hissedilmektedir. Sitelerde yer alan bilgilendirici materyal çok çeşitli konulara değinen dokümanlardan oluşmaktadır. Genellikle Türk ulusunun ve ırkının tarihi, Türk dili, gelenekleri, siyasi milliyetçiliğin manifestoları, öğretileri, ana milliyetçi akımların doktrinleri gibi konulardaki anlatıların yanı sıra Türk milliyetçiliğinin ikonik figürleri olarak 142 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi görülen Nihal Atsız, Alparslan Türkeş ve Atatürk üzerine anlatılara yer verilmektedir. Alparslan Türkeş, ağırlıklı olarak Bozkurt ya da Ülkücü harekete ait sitelerde görülürken; Turancılık akımının teorisyeni olarak kabul edilen Nihal Atsız ise, Turancı web sitelerinde baskın bir figür olarak öne çıkmaktadır. Atatürk ise, iki hareket tarafından da öne çıkarılan bir figür olmakla beraber, esas olarak ulusal sol siteler tarafından “tek ve yegane” ideal ikon olarak kullanılmaktadır. Ulusal sol milliyetçi siteler başka hiçbir ulusal ikonik figüre yer vermemekte; ancak zaman zaman Che Guevara gibi devrimci kahramanlara referans yapmaktadırlar. Öğretici anlatılar çeşitlilik arz etmektedir. Anlatıların birçoğu makale şeklinde yazılmış dokümanlardan oluşmaktadır. Bunun yanı sıra, şiirler, işitsel dokümanlar (konuşma, yemin, v.b.), belgeseller, hatta “genç ülkücülere mektuplar”, “nasihatlar” gibi formlar da anlatıları aktarmak için kullanılmaktadır. Bu nasihatlar genellikle nazik ancak babacan ve kendini üstte konumlayan bir tonda aktarılmaktadır. Ayrıca, özellikle siyasi parti sitelerinin (MHP ve BBP) kendilerini ve söylemlerini diğer (parti sitesi olmayan) sitelerden ayrıştırmak ve farklı göstermek için büyük çaba harcadıklarını belirtmek gerekir. Özellikle, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki üçüncü büyük parti grubu ve ikinci büyük muhalefet partisi olan MHP, stratejik sebeplerden ve imajını koruma kaygısıyla, resmi sitesine propagandist ya da açıkça milliyetçi ifadeler koymamaya özen göstermektedir. Hatta MHP resmi sitesinde partinin yerel örgütlenmesi olan ancak özellikle geçmişte isimleri şiddet olaylarıyla birlikte anılan Ülkü Ocakları’na bile link verilmemektedir. BBP de resmi sitesinde bu konuda özen gösteren bir tavır sergilemekle birlikte, onlar daha çok milliyetçi ideolojinin militanları gibi davranmakta ve kendi yerel örgütleri olan ve Ülkü Ocakları gibi şiddet olayları konusunda sabıkalı bir geçmişi olan Alperen Ocakları’na link vermekten çekinmemektedir. Bu noktada, özellikle MHP’nin bu tavrı Gerstenfeld ve diğerlerinin (2003: 40) tanımladığı “imaj kontrolü” kavramıyla açıklanabilir. “İmaj kontrolü” – tam da MHP’nin yapmaya çalıştığı gibi – web sitelerini ve sahiplerini daha güvenilir ve saygın göstermek için profesyonel bir tasarım ve özenle seçilmiş bir içeriğin kullanılmasını hedeflemektedir. 2) Turancılık ve gelenekler: Yukarıda da belirtildiği gibi öğretici anlatılar genellikle tarih ve geleneklerden beslenmektedir. Bu kategoride özellikle Turancılık ideali üzerinden yapılan Türk ulusu, ırkı ve dili vurgusu öne çıkmakta143 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi dır. Turancı ve gelenekçi web sitelerinde yoğunluklu olarak görülen Turancılık teması, tüm Türk halklarının birleşmesi fikrini benimser. Bu ideal Gök Tengri gibi İslam öncesi Türk tarihine ait sembollere referans veren tarihi metinlerle desteklenmektedir. Turancılık ideali yalnızca Turancı web siteleri kategorisine ait bir simge gibi görünse de, aslında diğer kategorilerdeki siteler de bu fikre önem vermektedirler. Türk Birliği’ne vurgu yapan Turancılık ideali, Türk milliyetçiliğinin çoğunluğunu temsil eden Ülkücü hareket ve Alperen hareketi tarafından milliyetçi söylemin yeniden inşasında kullanılan temel akslardan biridir. Tarihe ve geleneklere vurgu yapan retorik de yine çeşitli formlarda bu sitelerde yerini almaktadır. Bu retorik genellikle epik bir tondaki tarihi anlatılarla sunulmaktadır. Ayrıca, Türk törelerine, halk hikayelerine ve İslam öncesi Orkun dilinden türemiş kelimelere sıkça referans verilmektedir. Bu sonuncu türün çarpıcı örneklerinden biri, Orkun dilindeki “orijinal” Türkçe isimler sözlüğü barındıran bir site olan hunturk.net’tir. 3) Egemen sembol ve mitlerin devamlı kullanımı: Milliyetçi kategorilerdeki sitelerin hemen hepsi egemen mitleri ve sembolleri, sanal interaksiyon, haberler ve bilgilendirme linkleri işlevlerinin altında sürekli olarak tekrarlamaktadırlar. Forumlardaki tartışma başlıklarına, medyadan seçilip yansıtılan haberlere ve bilgilendirmeye yönelik tüm materyale Türk milliyetçiliğinin sembolleri eşlik etmektedir. Bu siteler Türk milliyetçiliğinin ikonografi ve retoriğini içeren çok geniş bir doküman, fotoğraf ve propaganda malzemesinden oluşan antolojiler sunmaktadır. Bu semboller, çeşitli “offline” milliyetçi cemaatlerin internette birleşmesini sağlayan sembolik bir “tarihi ve kültürel yapıştırıcı” görevi görmektedir. Ancak web üzerinde tersini görmek de mümkündür. Yani, bu sembollerin kullanımı aynı zamanda ‘offline’ dünyada kolaylıkla görülemeyecek ya da kurulamayacak bazı yeni cemaatlerin doğmasına da neden olabilmektedir. Örneğin, gerçek dünyadaki siyaset sahnesinde bireylerin İslam öncesi Türk adet ve göreneklerine bağlılıklarını ifade edip bunlar çevresinde siyaset yapmaları çok kolay olmazken; sanal alem, Turancılık fikri ya da benzeri fikirler çevresinde bireylere bunu gerçekleştirme fırsatı sunmaktadır. “Offline” siyasi dünyada bir ülkenin siyasal kültürü ve sosyo-politik şartları doğrultusunda oluşan bazı sınırlar vardır ve bu sınırlar siyasette neyin mümkün ve yapılabilir olup olmadığını belirler. Bu nedenle, bazı hareketler ve söylemler öylesine marjinal hale gelebilirler ki, neredeyse siyasi sahnede varlıkları dahi fark edile144 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi mez olur. Halbuki, bu tarz gruplar ve söylemleri internet dünyasında kolaylıkla görünürlük kazanabilmektedir. En popüler semboller olarak şunlar sayılabilir: Kurt, Türk bayrağı, Asya’daki (eski-yeni) Türki cumhuriyetlerin bayrakları, tarihteki epik masallar ve destanlarla ilgili semboller, Göktürk alfabesi, Türk tarihi ile ilgili metafor (otağ) ve takma unvanlar (soydaş, ırkdaş, kandaş, ülküdaş) ve Atatürk, Nihal Atsız ve Alparslan Türkeş fotoğrafları. Ayrıca Atatürk, Atsız ve Türkeş, Türk ırkı ve ulusunun üstünlüğü üzerine sözleri hemen tüm sitelerin her yerinde beliren, yarı Tanrı kişilikler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Kahramanlık ve şehitlik de yine popüler semboller olarak algılanmaktadır. 4) Şehitliğin yüceltilmesi (fetişleştirilmesi): Bu kategoride sunulan içerik tamamen şehitlerin yüceltilmesi ve kahramanlık hikayeleri üzerinden sağlanan milli gurur hissiyatına yapılan sürekli vurgudan oluşmaktadır. Her iki kavram da zafer için ölümüne çarpışan Türk milliyetçilerinin destanları ve başarılarına vurgu yapar. Çok görünen sembollerden biri de PKK ile savaşta şehit düşen askerlerdir. Sadece şehitlerin anısına atfedilmiş siteler ve şehit ailelerinin iletişim platformu olarak işlev gören forum siteleri bulunmaktadır. Hemen her sitede, Türk ordusu her Türk’ün kendini onun kutsallığına feda etmesi gereken bir kurum olarak yüceltilmektedir. Askerlik hizmeti ve şehitliğin temel bir görev, en yüksek mertebe ve aynı zamanda doğal bir Türklük göstergesi olarak aktarıldığı bu sitelerde, “her Türk asker doğar” cümlesiyle ifade edilebilecek olan temel Türk militarist kültürünün yansımaları yoğun olarak görülmektedir. Türk kimliğinin Türklerin savaşçı doğasına yapılan vurgu üzerinden kurgulanması, çoğu zaman iç ve dış politikada şiddet içeren tavırlarla sonuçlanabilmekte ve bu eğilim, diğer etnik azınlıklara karşı özellikle de forum sitelerinde yer alan nefret mesajlarında somut bir hal almaktadır. 5) Üstünlük söylemiyle diğer söylemlerin dışlanması: Türkiye’de yaşayan azınlıkların ve diğer etnik grupların söylemlerinin dışlanması ve gayri-meşrulaştırılması, Türk milliyetçisi web sitelerinde yer alan temel içerik kategorilerinden (retorik) biridir. Bu bağlamda, ırkçı ve etnikçi söylemin iki tamamlayıcı eğilimi bu sitelerde yer almaktadır. Birincisi Türk milletinin üstünlüğünü yüceltirken, diğeri açıkça diğer etnik grupları (özellikle Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler) aşağılamaktadır. Özellikle Ulusal sol milliyetçi web sitelerinde bu içerik kategorisi Türk dış politikası unsurları üzerinden şekillendiril145 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi mektedir. Bu tarz sitelere göre, Türk dış politikasının ana doğrultusu, PKK’nın ana finansörü olarak görülen ABD’nin ve Türkiye’yi bölmek için gizli bir ajandası olduğu düşünülen AB’nin etkisinden çıkmak olmalıdır. AB üyeliği bu siteler tarafından, özellikle de “Kıbrıs’ın kaybına” sebep olacağı gerekçesiyle, şiddetle reddedilmektedir. Ayrıca, milliyetçi sitelerin forum bölümlerinde, Rusya da Türki Cumhuriyetlere eziyet çektiren bir ülke olarak görülmekte ve yoğun tepkiler almaktadır. İşlevler açısından inceleyecek olursak, bu gayri-meşrulaştırma ve dışlama söylemi, genellikle ya bu sitelerin içerisine entegre bir işlev olarak bulunan ya da tamamen ayrı bir site olarak düzenlenen, forumlarda somutlaşmaktadır. Bu forumlar kimlerin “düşman” kimlerin “dost” olduğunun ve grubun hedeflerinin ne olması gerektiğinin belirlendiği alanlar olarak öne çıkmakta ve bu özellikleriyle kolektif cemaat kimliğinin inşasında önemli rol oynamaktadırlar (Caiani ve Parenti 2009). Moderatörler tarafından diğer etnik gruplarla olan düşmanlıklar üzerine açılan provokatif tartışma başlıkları, kullanıcılara diğer etnik gruplara ve onların söylemlerine olan nefretlerini açıkça ve saldırgan bir tonda ifade etme olanağı sunmaktadır. Diğer yandan, her ne kadar sunumunda benimsenen retorik daha incelikli bir tonda ve kodlanmış metaforlar üzerine kurulu olsa da, bu sitelerde verilen haberler de bu nefret söylemini desteklemektedir. Gerek medyadan seçilip aktarılan gerekse moderatörler ya da kullanıcılar tarafından eklenen haberler tarafsız bir retorik kılıfı altında nefret içeren alt metinler sunmaktadır. Diğer söylemleri gayri-meşrulaştırma ve dışlama tavrının izleri, aynı zamanda, “siyasi eğitim ve aydınlanma” amaçlı bilgilendirme linklerinde de sürülebilmektedir. Bu linkler arayıcılığıyla Ermeni ve Kürt sorunlarına ışık tuttuğu iddiasında olan birçok makale ve dosya dolaşıma sokulmaktadır. “Ermeni Gerçeği” ve “Kürt Sorunu” konulu makalelerin yanı sıra, “Rumların Misyoner Faaliyetleri”, “AKP ve Nur Cemaati Arasındaki İlişki” ve hatta “ABD ile Yahudiler Arasındaki Gizli İşbirliği” gibi konulardaki pek çok komplo teorisi de yer almaktadır. Sitelerdeki bu tarz komplo teorilerini, “gerçeklerin aktarımı” başlığı altında da incelemek mümkündür. Çünkü “gerçeklerin aktarımı” retoriğinin hedefi, uydurulmuş ya da üretilmiş “kanıt”lar ve komplo senaryoları yoluyla; ulusa yönelik tehditlerle dolu çürümüş bir dünya düzeni olduğu algısını; “kabul görmüş bir gerçek” olarak kabul ettirmektir. Bilgilendirici materyallerin 146 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi içerisine yerleştirilmiş bu tarz bir retorik, Ulusal sol milliyetçi sitelerin (özellikle turksolu) temel özelliklerinden biridir. Her ne kadar ismi daha ziyade liberal ve demokratik bir bakış açısını çağrıştırsa da, turksolu web sitesi, örneklemimizdeki tüm siteler arasında en kutuplaştırıcı ve ırkçı söyleme sahip site olarak öne çıkmaktadır. Turksolu ve benzeri milliyetçi siteler Ermenilere ve İslami gruplara yönelik nefret mesajları da içerseler bile, esas hedefin genellikle Kürtler olduğu söylenebilir. Bu sitelerde “Kürtlerin İstila Planları” başlıklı makaleler çeşitli harita ve istatistiklerle desteklenmektedir. Site yazarları hiç çekinmeden ve açıkça Kürtlerin sosyal hayattan dışlanması gerektiğinden bahsemekte; Türk gençlerine Kürt mağazalarından alışveriş yapmamaları, Kürt müziği dinlememeleri, Kürt yemeği yememeleri ve hatta Kürtlerle evlenmemeleri konusunda öğütler vermektedirler. Bu retoriğin içerdiği mesajların genel karakteri bir “alarm” durumu öngörmektir. Her ne kadar babacan bir nezaket içerisinde sunulsa da bu sözde bilgilendirici materyaller, hiçbir şeyden haberi olmadığını öne sürdükleri halkın kullanıldığını ve bilgileri dışında manipüle edildiğini iddia etmektedirler. Ama (yine bu sitelerdeki “bilgilendirici materyallerin” iddia ettiği üzere) bu web siteleri sayesinde “gerçekler” halkla paylaşılmaktadır. Bu bulgularımız Thiesmeyer’in (1999) web’de ırkçılık üzerine olan çalışmasındakilerle benzerlik göstermektedir. Thiesmeyer’e göre, bu strateji muhtemelen kullanıcıları “alarm” durumuna geçirmenin en kolay yoludur. Zaten her şeyin kullanıcıların bilgisinin dışında, kapalı kapılar ardında olup bittiği iddia edildiği için, ispata yönelik fazlaca kanıta ihtiyaç yoktur. Her şey perde arkasında olmaktadır ve bu nedenle daha da korkutucudur. “Web sitesinin kendisi, ileri sürdüğü argümanın kanıtı olarak görülmektedir” (Thiesmeyer 1999: 121). Bu tarz bir yaklaşımın, uzun ve yoğun “bilgi”lerle dolu olan yazılı malzemeler aracılığıyla, olguların yönlendirilmesine ve çarpıtılmasına imkan sağladığı su götürmez bir gerçektir. 6) “Gerçeklerin” aktarımı: Çalışmamızdaki bulgular, bilgilendirme linklerindeki diğer söylemleri dışlamaya yönelik öğretici anlatı retoriğinin, bu sözde “gerçeklerin” aktarımı işlevinden fazlasıyla yararlandığını göstermektedir. Eklektik bir şekilde bir araya getirilmiş argümanlar, “ciddi” iddialarla, ama bunların hakkında bilimsel kanıtlar olmadan, otoriter bir tonla sunulmaktadır. Uzun metinlerden oluşan bu anonim materyallerin hedef kitlesi, muhtemelen çok fazla zamanı olmayan ve internette hızlıca ‘sözde gerçekler’ olarak sunulan 147 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi konular hakkında derinlikli ve bilimsel analizlerden çok genel bir arka plan bilgisi arayan kullanıcılar olarak saptanmıştır. Thiesmeyer’in (1999) de öne sürdüğü gibi, bu noktada sözde “gerçeklerin” aktarımı işlevinin, web’de dolaşırken bir konu hakkında detaylı araştırma yapmak yerine minimum zaman ayırmak isteyen kullanıcıları ikna ve ikame etme işlevine dönüştüğü söylenebilir. 7) Kolektif Öznellik: Kolektif öznellik, öznelliğin kolektif olduğu öne sürülen ayrıcalıklı kullanımı olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle, bizim örneğimizde “sanal cemaatin gerçek bir cemaat algısı yaratmak için kullanılması” (Thiesmeyer 1999, 122) olarak da ifade edilebilir. Özellikle ana milliyetçi akımları temsil eden sitelerde kolektif öznellik Turancılıkla ilgili linklerde gözlenmektedir. Türk birliğine sürekli tekrarlanarak yapılan yoğun vurgu, hem web sitesinin hem de bu idealin arkasında sayısal olarak büyük bir grubun olduğu izlenimini vermekte ve grubun ideolojisini içeren mesajların iletilmesinde kilit rol oynamaktadır. ‘Örtülü’ milliyetçi sitelerde bile (örneğin, doğrudan herhangi bir milliyetçi argüman sunmayıp sadece medyadaki haberleri derleyen sıradan bir haber portalı görünümündeki ozturkler.com) Türk birliğine önemli referanslar bulunmaktadır. Kolektif öznellik algısını kuvvetlendirmek için “Kim online?” linkleri ya da hit sayıları gibi istatistikler kullanıcılara sunulmaktadır. Milliyetçi siteler kullanıcı kitlelerine ne kadar popüler olduklarını göstermek istemektedirler. Ancak şurası kesindir ki, bu istatistikler moderatörler tarafından aynı milliyetçi ideolojiyi paylaşan büyük bir cemaat olduğu algısını uyandırmak için kolaylıkla manipüle edilebilirler4. Bu nedenle, internetteki örgütlenmelerin gerçek gücünü anlamanın zorluğu ve bunların manipülasyona açık olduklarının kabulü gereklidir. 8) Pazarlama retoriği: Çok sayıda bilimsel çalışma, aşırı sağcı grupların bütün dünyada giderek artan bir şekilde, interneti kitlelere ulaşmak, benzeri görüşteki diğer gruplarla iletişime geçmek ve davalarına gönüllüler kazanmak amacıyla kullanmakta olduğunu ortaya koymaktadır (örn. Lee&Leets 2002, Tateo 2005 alıntı Caiani ve Parenti 2009, 274). Thiesmeyer (1999) milliyetçi grupların kullanıcı ikame etme ve pazarlama başarılarını internetin ulusal sınırları aşıp çok sayıda insanı birbirine bağlayabilme gücünde bulmaktadır. 4 Bu tarz manipülasyonların bir örneği için bkz. Gerstenfeld et al. 2003, 40. 148 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi Türk milliyetçisi internet siteleri üzerine bizim bulgularımız da ilgili literatürdeki argümanlarla oldukça uyumlu görünmektedir. Birincisi, kolektif öznellik algısı yeni kullanıcıların ve davaya yeni gönüllülerin ikamesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu algı, “sağlam bir cemaatin içerisinde olma”nın verdiği sözde bir güvenlik duygusu yaratarak, davaya yeni gönüllülerin katılımını ve propagandanın yaygınlaşmasını kolaylaştırır. Bilinen milliyetçi medya kurumlarına ve diğer milliyetçi organizasyonlara verilen linkler ve “banner”lar da bu stratejiyi destekler. Kullanıcı ikamesi “arkadaşına tavsiye et” ya da “favorilerine ekle” gibi sanal pazarlama taktikleriyle sağlanırken, kullanıcı sadakati de RSS gibi web teknolojileriyle desteklenmektedir. BBP’nin bir alt grubu olan Alperen hareketinin web sitesi “bağış yapın” gibi bir seçenek dahi sunmaktadır. Sitelerin çoğunluğu yeni kullanıcı ikamesini kolaylaştıracak multimedya içeriği ve eğlendirici linkler kullanmaktadır. Web teknolojisinin olanak sağladığı multimedya kullanımı, özellikle aşırı radikal grupların öncelikli hedef kitlesi olan gençlerin ilgisini çekebilmektedir (Gerstenfeld et al. 2003, 38). En çok da örtülü siteler kategorisindeki milliyetçi siteler kendini adamış bir kullanıcı kitlesine ulaşmak için bu tarz multimedya araçlarından yararlanmakta ve sonra gizliden milliyetçilik propagandası yapmaktadır. Düşük maliyetinden ötürü internet, yeni ve güçlü bir propaganda aracı olarak ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak, milliyetçi gruplar bu yolla kendi retoriklerini duyurabilmekte, söylemlerini güncelleştirebilmekte ve milyonlarca kullanıcıya sadece birkaç bin propaganda materyali yaymak için yapacakları harcama maliyetiyle ulaşabilmektedirler. Sonuç İnternet bize hem kimliklerimizi yeniden onaylama hem de onlar hakkında eleştirel düşünüp temellerinden sorgulama fırsatı veren güçlü bir araçtır (Diamandaki 2003). Bizim çalışmamız bu bağlamda, Türk siber milliyetçiliğinin ağ yapısını, internetteki farklı tezahürlerini incelemeyi ve somut bir tipolojisini önermeyi hedeflemiştir. Bu makalenin temel argümanı, Türk milliyetçilerinin interneti temel olarak milliyetçi cemaat ağını ve milliyetçi ideolojiyi kuvvetlendirmek adına kullanmakta olduğu; ve bunun da internetin demokratik ifade özgürlüğü sağlayan yeni bir sanal kamusal alan olduğu kadar, aynı zamanda milliyetçilik gibi tartışmalı ideolojilerin kuvvetlenmesi için kullanılan bir araç olduğu gerçeğini gösterdiğidir. 149 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi Çalışmamızda örneklem olarak üç farklı seçim kriteri (Google araması ve ilk on SERP’in değerlendirilmesi, kartopu tekniği (snowball technique) ve trafik verileri sunan sitelerin incelenmesi) kullanarak 5 kategoriye ayırdığımız 121 web sitesini inceledik. Türk siber milliyetçiliğinin 5 kategoride incelediğimiz tipolojisini şu şekilde belirledik: 1- bir siyasi parti ya da harekete bağlı siteler, 2- Turancı siteler, 3- ulusal sol siteler, 4- “örtülü” milliyetçi siteler ve 5- milliyetçi forum siteleri. Örneklemimiz ve onun sınıflandırılması yoluyla yaptığımız inceleme sonucunda, istatistiksel bir program kullanmadan, bir çeşit bütünlüklü sosyal ağ analizi elde ettiğimizi söyleyebiliriz. Daha sonra söz konusu örneklemi iki basamaklı bir analiz çerçevesinde değerlendirdik: 1- ağ yapısının incelenmesi ve belli bir tipoloji önerilmesi, 2- internet sitelerinin üç aşamada incelenmesi (sitelerdeki işlevler, içerik ve işlev, içeriğe dair değişkenlerin bağıntısı). İlgili literatürü taradıktan sonra ve Türkiye’deki ağ yapısının özelliklerini de göz önüne alarak belirlediğimiz içerik analizinin değişkenleri şunlardır; öğretici anlatı, Turanizm ve gelenekler, egemen mit ve sembollerin sürekli kullanımı, üstünlük söylemi ile diğer söylemlerin dışlanması, şehitliğin yüceltilmesi (fetişleştirilmesi), “gerçeklerin” aktarımı, kolektif öznellik ve pazarlama retoriği. Bu sitelerde içerikle korelasyonlu olarak sunulan temel işlevler (fonksiyonlar) ise şu şekilde saptanmıştır; sanal interaksiyon, haberler, bilgilendirme linkleri, kullanıcı ikamesi ve bağlılığı, reklam, gelir toplama, link verme, eğlence ve kullanıcı istatistikleri. Bulgularımız Türk milliyetçilerinin interneti özellikle ideolojilerini yaymak, milli kimlik ve milliyetçi cemaat yapısını güçlendirmek ve kendini “davaya” adamış bir sanal cemaat yaratmak için kullandıklarını göstermektedir. Bunu yaparken, Türk milliyetçileri farklı içerik kategorilerinden yararlanmaktadırlar. “Gelenekler ve egemen sembollere dayanan öğretici anlatı” milli değerlerin ve aidiyetlerin yeniden üretilmesi ve güçlendirilmesini desteklemekte; “Öğretici anlatıcı” içerisinde aktarılan sözde “gerçekler”, verilerimizdeki en önemli retorik (içerik kategorisi) olarak öne çıkan “diğer söylemlerin dışlanması ve gayrimeşrulaştırılması”nı mümkün kılmaktadır. Çoğunlukla “sanal interaksiyon”, “haberler” ve “bilgilendirme linkleri” fonksiyonları ile sunulan bu önemli 150 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi retorik iki türlü söylem barındırmaktadır: İlki Türk ulusunun büyüklüğüne vurgu yaparken, diğeri hem ötekileştirilen “diğerleri”ni (çoğunlukla Kürt ve Ermeniler) dışlamakta, hem de düşman kabul edilenlerden (çoğunlukla ABD, AB, Kürtler ve İslamcılar) gelen tehditlerin altını çizmektedir. “Kolektif öznellik” algısı genellikle yeni takipçilerle sanal bir cemaat inşa etmek ve var olan cemaat yapısını desteklemek için kullanılmaktadır. Bu noktada, yeni kullanıcılar ikame etmek ya da finansman sağlamak amacıyla yeni web pazarlama teknolojileri de yoğun ve etkin bir biçimde işletilmektedir. Sonuç olarak; Türk siber-milliyetçiliğinin, “offline” siyasal milliyetçilikten beslendiğini, siyasal yapıyla pek çok noktalarda benzerlik gösterdiğini (ana aktörlerin aynı olması, ideolojik söylem ve sembollerin aynı olması gibi), ancak kendine has farklı bir ağ yapısı olduğunu ve yeni iletişim teknolojilerinin sunduğu özgürlüklerle “offline” dünyada var olmayan ya da olması düşünülemeyen unsur ve aktörleri de içinde barındırdığını söyleyebiliriz. Her ne kadar eldeki mevcut verilerle –bu veriler özellikle kullanıcı odaklı araştırmalarla desteklenmeden– internetin milliyetçiliği kuvvetlendirdiğini mi, yoksa yalnızca yeniden ürettiğini mi belirlemek oldukça zor olsa da; yine de internetin milliyetçiliğin (yeniden) üretiminde önemli bir rol oynadığı yadsınamaz. Dolayısıyla interneti “milliyetçilikleri zayıflatan yeni demokratik-özgürlükçü kamusal alan” olarak görmek de fazlasıyla iyimser bir bakış olacaktır. Milliyetçiliğin ve cemaatçiliğin sonunu internetin gelişiminde gören teknolojik iyimserlik yaklaşımı, Kluver’in (2001, 8) belirttiği gibi “sadece insan eylemlerinin romantik bir algısı değil, aynı zamanda internetin bir iletişim aracı olarak nasıl işlev gördüğünün gerçekçi olmayan bir algısı”5 üzerine temellendirilmiştir. Wright ve Street’in (2007, 8) de söyledikleri gibi “teknoloji bireylerin kendilerini ifade etmelerini kolaylaştırabilir, ancak bu özgürlüğün hangi yöne doğru gideceğini garanti edemez”6. Bu sanal çarpışmada internetin özgürleştirici ya da karanlık yüzlerinden hangisinin galip geleceğini zaman gösterecektir. Yine de, özellikle kullanıcı tarafında olmak üzere yeni araştırmalar yapmak, “inter- 5 6 Cümlenin orijinal metindeki İngilizcesi bu makalenin yazarları tarafından çevrilmiştir ve şu şekildedir: “not only in a romantic understanding of human motivation, but also an unrealistic understanding of how the Internet functions as a medium for human interaction”. Cümlenin orijinal metindeki İngilizcesi bu makalenin yazarları tarafından çevrilmiştir ve şu şekildedir: “technology can facilitate deliberation but cannot guarantee that it will happen in any one particular way”. 151 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi netin karanlık yüzünün” gerçek boyutlarını ve hangi koşullarda ortaya çıktığını öğrenmek adına kaçınılmazdır. Ancak bu şekilde internetin özgürleştirici ve karanlık yüzü, demokratik ve milliyetçi-ayrılıkçı yönü arasındaki çatışmada gelecekte hangi tarafın ağır basacağına dair daha sağlıklı tahminlerde bulunabiliriz. Kaynakça Bakker, Piet, 2001. “The Internet crusade; new nationalism”. paper prepared for the 2001 International Studies Association Annual Convention ‘International relations and the new inequality: power, wealth, and the transformation of global society at the beginning of the twenty-first century’. Chicago. 20–24 February 2001. Barnett, Brett A., 2007. “Hate Group Community-Building Online: A Case Study in the Visual Content of Internet Hate Sites”. Proceedings of the New York State Communication Association. 2007. Bora, Tanıl, 2003. “Nationalist Discourses in Turkey”. South Atlantic Quarterly. 2003 (Translation by Linda Stark). Burris, V., Smith, E., ve Strahm, A., 2000. “White supremacist network on the Internet”. Sociological Focus. Vol. 33. pp. 215-234. Caiani, M. and Parenti, L., 2009. “The Dark Side of the Web: Italian Right-Wing Extremist Groups and the Internet”. South European Society and Politics. Vol. 14. No: 3. September 2009. pp. 273-294. Daniels, Jessie, 2009. “Cloaked websites: propaganda, cyber-racism and epistemology in the digital era”. New Media & Society. Vol. 11 (5). 2009. pp. 659-683. Diamandaki, K., 2003. “Virtual Ethnicity and Digital Diaspora: Identity construction in cyberspace”. Global Media Journal. Vol. 2. No: 2. Spring 2003. Donelan, Brenda, 2004. “Extremist Groups of the Midwest: A Content Analysis of Internet Websites”. Great Plains Sociologist. Vol. 16. No: 1. Summer 2004. pp. 1-27. Eriksen, Thomas Hylland, 2007. “Nationalism and the Internet”. Nations and Nationalism. Volume 13. No. 1. 2007. pp. 1-17. Gerstenfeld, P., D.R. Grant, and C. Chiang, 2003. “Hate Online: A Content Analysis of Extremist Internet Sites”. Analyses of Social Issues and Public Policy. Vol. 3. No: 1. 2003. pp. 29-44. Glaser, J., Dixit, J. and Green, D.P., 2002. “Studying hate crime with the Internet: what makes racists advocate racial violence?”. Journal of Social Issues. Vol. 58. No: 1. pp. 177-193. Gungor, M., 2007. Nationalism on the Internet: The role of Greek ‘Others’ in the Formation of Turkish Nationalism. Master Thesis, Graduate School of Arts and Sciences of Georgetown University. April 2007. Hoffman, S., 1996. The Web of Hate: Extremists Exploit the Internet. Anti Defamation League. New York. Kluver, Alan R., 2001. “New media and the end of nationalism: China and the US in a war of words”. Mots Pluriels. No.18. August 2001. http://www.arts.uwa.edu.au/MotsPluriels/MP1801ak.html 152 İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi Lee, E. and L. Leets, 2002. “Persuasive storytelling by hate groups online: examining its effects on adolescents”. American Behavioral Scientist. Vol. 45. pp. 927-957. Miller, Daniel and Slater Don, 2000. The Internet: An ethnographic approach. Oxford: Berg. Parker, David and Song, Miri, 2006. “New Ethnicities online: reflexive racialisation and the internet”. The Sociological Review. 54:3. 2006. Rajagopal, Indhu, and Bojin, Nis, 2002. “Digital Representation: Racism on the World Wide Web”. First Monday.Vol.7.No:10.October2002.http://firstmonday.org/htbin/cgiwrap/bin/ojs/index.php/fm /article/viewArticle/995/figure1.html Tateo, Luca, 2005. “The Italian Extreme Right On-line Network: An Explanatory Study Using an Integrated Social Network Analysis and Content Analysis Approach”. Journal of ComputerMediated Communication. 10 (2). article 10. Thiesmeyer, Lynn, 1999. “Racism on the Web: Its rhetoric and marketing”. Ethics and Information Technology. Vol. 1. 1999. pp. 117-125. Weimann, G., 2006. “Virtual disputes: the use of the Internet for terrorist debates”. Studies in Conflict and Terrorism. Vol. 29. No: 7. pp. 623-639. Wright, Scott and Street, John, 2007. “Democracy, deliberation and design: the case of online discussion forums”. New Media & Society. Vol. 9 (5). 2007. pp. 849-869. Zhou, Y., Reid, E., Qin, J., Chen, H., and Lai, G., 2005. “U.S. domestic extremist groups on the web: link and content analysis”. IEEE Intelligent Systems. Vol. 20. No: 5. pp. 44-51. 153 154 LİNÇ KÜLTÜRÜ VE MİLLİYETÇİLİK ÜZERİNDEN TÜRKİYE’YE BAKMAK Suna Yılmaz Açıkel ÖZET Linç pratiğini, yalnızca “azılı bir güruhun” milliyetçilikten beslenerek ve milli duygularına zarar verildiği gerekçesiyle, kendisinden olmayana yönelik bir şiddet eylemi olarak okumanın yerine; bu çalışmada, linç eylemleri ve onun dayandığı linç kültürünün, birkaç olayın detaylı bir incelemesiyle yaklaşılacak ve milliyetçilik kuramına bir yolculuk yapılacaktır. Söz konusu olaylar incelenirken, sık sık kullanılan “münferit olay” tanımının tersine, milliyetçiliğin yaygın ideoloji olarak bunu mümkün kıldığının ve bu olayların milliyetçiliğin modern algısı içinde “kötü çocukların yaptığı kötü bir iş” olmadığının, kuramın ve ideolojinin bunu zaten içerdiğinin altı çizilecektir. Anahtar kelimeler: Linç, milliyetçilik, linç kültürü, modernlik, ulus-devlet. SEEING TURKEY FROM THE PERSPECTIVE OF LYNCH CULTURE AND NATIONALISM ABSTRACT In this study, instead of interpreting lynch culture as a violence act against “other”, fed by nationalism, on the ground that nationalist feeling of “a ferocious group” is harmed. a trip concerning nationalism theories takes place through analyzing in detail various cases of lynch acts and lynch culture it relies on. While analyzing these cases, what nationalism, as an ideology, enables, instead of the term “isolated instance” and that this is not “bad acts of bad boys” in the modern understanding of nationalism but that the theory and ideology already include this, are underlined. Keywords: Lynch, nationalism, lynch culture, modernity, nation-state 155 Linç Kültürü ve Milliyetçilik Üzerinden Türkiye’ye Bakmak İnsan Hakları Derneği (İHD) tarafından 2010 yılının Ağustos ayında yayımlanan “Etnik Linç Olayları” başlıklı raporda, 2005-2010 yılları arasındaki linç olayları komisyonlar aracılığı ile incelenmiştir (İHD, 2010). Beş yılın toplam bilançosunun yerine, daha yakın tarihli olarak sadece 2010 yılına ait rakamlar ele alındığında, olaylara karışan 3836 kişiden sadece 98 kişi gözaltına alınmış ve bunlardan 24’ü çeşitli saldırı nedenleri ile tutuklanmıştır. Bu sayıların oluşmasına konu olan linç olayları arasından ve 2010 yılına ait olanlarından bir kaçını inceleyelim. Rapora göre 6 Ocak 2010 tarihinde Manisa’nın Kula ilçesine bağlı Selendi’de, “yılbaşı gecesi kahvehanede sigara içme meselesinden dolayı çıktığı” iddia edilen tartışma sonrasında MHP’liler tarafından tekbir getirilerek etnik bir provokasyon gerçekleşmiştir. Romanlara ait 25 ev, 10 iş yeri ve birçok araç yaklaşık 1500 kişilik kalabalık bir grup tarafından tahrip edilmiş ve 70 Roman ailesi güvenlik nedeniyle Gördes’te bulunan akrabalarının yanına taşınmak zorunda kalmıştır. Evleri ve araçları ateşe verilen yaklaşık 400 Roman ilçeyi terk etmek zorunda kalmış, olaylarda üç kişi yaralanmış, aralarında çocuk ve kadınların da bulunduğu çok sayıda kişi mağdur edilmiştir. Olaylarla ilgili olarak 5 kişi gözaltına alınmış ve tutuklanmıştır (agr). Olay sonrasında savcıların hazırladığı iddianamede ise “ırkçı öfke teşhis edilmiştir” ibaresi yer almaktadır (Radikal Gazetesi, 2010). Konumuz çerçevesinde bu ırkçı öfkenin, teşhis sürecinin nasıl işlediğini inceleyelim. Soruşturma sonrasında 80 kişi sanık olarak iddianamede yer almıştır. Sanıklar “mala zarar vermek, halkı din ve düşmanlığa tahrik etmek, aşağılamak ve izinsiz gösteri yapmakla” suçlanmıştır. İddianamede “Sanıkların mala zarar verme suçunu birden çok kez, zincirleme olarak tekrarladığı” belirtilerek ceza oranı artırılmış ve 80 sanık hakkında 3 ila 150 yıl arasında değişen hapis cezaları istenmiştir. “Irkçı öfke”nin teşhis edilmesi ise, savcıların linç sırasında ve sonrasındaki görüntü kayıtlarını incelemesiyle iddianameye konu olmuştur (agh). Görüntü kayıtlarında öne çıkan sloganları ve sanıkların görüntülerdeki davranışlarını incelediğimizde bazı önemli noktalar öne çıkmaktadır. Bunlardan birkaçına bakalım: 156 Linç Kültürü ve Milliyetçilik Üzerinden Türkiye’ye Bakmak “Bunlar buradan gidecek, yoksa biz halk olarak gereğini yapacağız. Selendi bizimdir, bizim olacak. Burası Selendi, buradan çıkış yok. Çingeneler buradan gitsin. Saldıralım, bu Romanları sürelim. Çingeneler bizim camimize, dinimize, karımıza, kızımıza küfür ediyor, bunları burada istemiyoruz. Öldürelim. Evlerini yakalım. Bırakın bu şerefsizleri, bunları burada barındırmayalım. Bunlar Çingene, bunlara dersini verelim. Selendi halkı şerefsiz mi? Bunların yaptıkları yeter, Romanlar hırsızlık yapıyor. Bizi rahatsız ediyorlar.” “Bunlar buradan gidecek. Terk etmezlerse biz halk olarak gereğini yapacağız, bunlar buradan gidecek, bunlara günlerini gösterelim” “Vurun Çingenelere”. “Romanların buradan gitmesi gerekiyor. Bunlar bize zarar veriyor, değerlerimize küfür ediyor”, aynı zamanda sanıklardan biri kolluk kuvvetlerine de “Bırakın geçsinler, niye onları koruyorsunuz, Romanları atsınlar, vursunlar, öldürsünler, Çingeneler buradan gidecek” şeklinde sözlerle halkı kışkırtıyor.” Elinde kurusıkı tabanca olduğu anlatılan sanıklardan birisi, silahını havaya kaldırarak “Ulan bunlar buradan gitsin, bunlar Selendi’ye zarar veriyor” diyerek bağırıyor. Fotoğraf 1: 26 Eylül 2010 tarihli Radikal Gazetesi. Manisa Selendi’de Roman vatandaşlara yönelik linç eylemleri sırasında yakılan araçlar. 157 Linç Kültürü ve Milliyetçilik Üzerinden Türkiye’ye Bakmak Fotoğraf 2: 26 Eylül 2010 tarihli Radikal Gazetesi. Linç eylemi sırasında tekbir ve sloganlarla alanda toplanan grup. Bir diğer olayda 25 Temmuz 2010 tarihinde Bursa İnegöl’de "Kürtler saldırdı" provokasyonu sonrasında bir grup, aynı ilçede yıllardır yaşamlarını sürdüren Kürtlere saldırmıştır (İHD, 2010). Kürtlerin evleri, iş yerleri, araçları yakılmış ve taşlanmıştır. Sonrasında polis merkezine yürüyen kalabalık, “gözaltına alınan Kürtlerin kendilerine verilmesi” için eylem yapmıştır. Burada polisle çatışan grup, polis araçlarını ve Kürtlere ait olduğu düşündükleri sivil araçları ateşe vermiştir. Sabaha kadar devam eden olaylar sonrasında 53 kişi gözaltına alınmıştır. 8 kişi yaralanmış, 35 kişi linç girişimine maruz kalmış ve 6 araç tahrip edilmiştir. Raporda linç girişimine katılanların 400-500 kişi civarında oldukları belirtilmiştir. Olay sonrasında ise 11 kişi tutuklanmıştır. Bursa valisinin linç eylemleri sonrasında söyledikleri ise, linç kültürünün nasıl bir düzlemde seyir ettiğine dair iyi bir örnektir. Vali, “linç olayına karışanların, vatanını milletini seven insanlar olduğunu, ancak yüksek oranda alkollü olduklarını" dile getirmiştir. Bu olayın linçe dönüşmesi, “Kürtlerin iki kişiyi öldürdüğü”, “Polis karakolunda göz altında tutulanların PKK’lılar olduğu” söylemi ile başlamış ve atılan “Kahrolsun PKK, Şehitler ölmez vatan bölünmez!”, “Allah’ını seven gelsin PKK’lılar polis karakolunda” gibi sloganlarla toplanan kalabalık linç girişimine davet edilmiştir (agr). 158 Linç Kültürü ve Milliyetçilik Üzerinden Türkiye’ye Bakmak Fotoğraf 3: 26 Temmuz 2010 tarihli Bianet haberi. Bursa İnegöl’de Kürt vatandaşları linç etmek için toplanan grup. Fotoğraf 4: 3 Ağustos 2010 tarihli Etkin Haber Ajansı haberi. Bursa İnegöl’de Kürtlere yönelik linç eylemleri sırasında Kürtlere ait olduğu düşünülen araçlar yakılmıştır. Son olarak, 26 Temmuz’da Hatay Dörtyol’da gerçekleşen en yakın tarihli linç olayında ise; dört polisin öldürülmesi sonrasında, BDP il binası ve Kürtlere ait çok sayıda işyeri ateşe verilmiş, yaklaşık 100 Kürt linç girişimine maruz kalmıştır (agr). Gözaltına alınan 5 kişiye yönelik linç girişiminde bir kişi kara159 Linç Kültürü ve Milliyetçilik Üzerinden Türkiye’ye Bakmak kol bahçesinde silahla vurularak yaralanmıştır. Olaylar devam etmiş ve ertesi gün yine Kürtlere yönelik linç girişimlerinde ve silahlı saldırıda bulunulmuştur. Saldırı sonucunda iki Kürt yaralanmış, birçok işyerinin camları kırılmıştır. Kürtlere ait en az 25 ev ve işyeri ateşe verilmiştir. Yerel kaynakların bildirdiğine göre bu rakam daha da yüksektir ve Kürtlere ait 70-80 işyeri ve ev yakılmış veya talan edilmiştir. Raporda, yaklaşık 1000 kişinin iki gün boyunca linç girişimine maruz kaldığı belirtilmiştir. Yine rapora göre, linç girişimini başlatan ve sürdürenlerin yaklaşık 1500 kişi olduğu iddia edilmiş, olay sırasında ve sonrasında 40 kişi gözaltına alınmış ve 16 kişi dükkânları yağmalamaktan tutuklanmıştır. Ayrıca rapora göre Dörtyol’daki linç eylemleri sonrasında, gözaltında alınanlardan birisinin ifadesinde, JİTEM’le çalıştığına dair bilgiler yer almıştır. Fotoğraf 5: 2 Ağustos 2010 tarihli Radikal Gazetesi. Hatay Dörtyol’da Kürtlere ait olduğu düşünülen işyerleri tahrip edilmiştir. 160 Linç Kültürü ve Milliyetçilik Üzerinden Türkiye’ye Bakmak Fotoğraf 6: 26 Temmuz 2010 tarihli Birgün Gazetesi. Hatay Dörtyol’da Kürtlere ait olduğu düşünülen araçlar yakılmıştır. Öne çıkardığımız bu örneklere ve rapora konu olan diğer linç olaylarına dair genel bir değerlendirme yapalım: Yapılan linç eylemleri örgütlü bir şekilde gerçekleşmiştir. Yapılan eylemlerde toplumun güvenliği ile sorumlu olarak tanımlanan kolluk güçleri, linç edenleri değil daha çok linç edilenleri gözaltına almıştır. Kimi yerlerde kolluk güçleri herhangi bir sorun yoktur yaklaşımı ile müdahale etmemiş ve olay yerini terk etmiştir. Yapılan linç eylemlerinde linç olayına katılanlar hakkında “azılı bir güruh” vb. olarak belirsiz bir tanımlama kullanılmış ve bu yolla olaylara katılan kişilerin tamamının olay sonrasında gözaltına alınıp, yargılanmaların önüne geçilmiştir. Linç gösterisine katılanların bir kısmı göstermelik olarak gözaltına alınmış ve sonrasında bırakılmıştır. Linç olayları belli grupların eylemi olarak başlarken, atılan sloganlar dikkate alındığında milli ve dini duygular harekete geçirilerek “vatanını seven” in- 161 Linç Kültürü ve Milliyetçilik Üzerinden Türkiye’ye Bakmak sanlara davet çıkarılmıştır. Bu nedenle saatler sonrasındaki linç girişimine katılanların sayısı olay başladığındaki sayıdan oldukça fazladır. Kimi linç olaylarında insanlara yönelik şiddet eyleminin yanında araçların ve işyerlerinin yağmalanması da öne çıkmaktadır. Bu eylemlerde gözaltına alınanlar, Türk Ceza Kanunu’nda “linç suçu” ya da “nefret suçu” olarak tanımlanan bir madde bulunmadığı için farklı tanımlamaları içine alan bir düzlemde yargılanmışlardır. Türk Ceza Kanunu’nun 5. bölümünü “Kamu Barışına Karşı Suçlar” oluşturmaktadır. Bu bölümün 213’üncüden 218’inciye kadar olan maddelerine göre; “Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik eden kimse”, “halkı kanunlara uymamaya alenen tahrik eden kişi”, “halk arasında endişe, korku ve panik yaratmak amacıyla hayat, sağlık, vücut veya cinsel dokunulmazlık ya da malvarlığı bakımından alenen tehditte bulunan kişi” bu kanun gereğince suç işlemekte ve bu kanuna göre yargılanması gerekmektedir (Türk Ceza Kanunu). Linç eylemleri sonrasında gözaltına alınanların sayısına ve sonrasındaki mahkeme sürecine baktığımızda bu yasanın bile işletilmediği görülmektedir. Ayrıca, Kürtlere yapılan linç eylemleri sonrasında linçe uğrayanlar, çoğu kez “halkı tahrik etme” suçlamasıyla davalık olmuşlardır. Linç ya da nefret eylemlerini de tarif eden ve kapsayan bir yasanın bulunmayışı, süreci bir çıkmaza dönüştürmektedir. Konu kişi temel hak ve özgürlükleri bağlamında incelendiğinde, bunun da ötesinde, bu konuda önleyici ve cezalandırıcı hiçbir mekanizmanın geliştirilmemiş olması; linç eylemlerine karışanlar açısından bakıldığında, bu tür bir eylemin “aktörü” olmak, “yaşanan olaylara müdahale hakkı” olarak adeta meşrulaştırılmaktadır. Tanıl Bora’nın “Türkiye’de Linç Rejimi” (2008) adlı kitabında dile getirdiği gibi; linç eylemlerinin, tekrarlanabilir bir eylem olarak örgütlenebilir olması ve bunun meşru bir hak olarak kabul edilmesi, linç eylemlerinin rejim haline gelmesine neden olmaktadır. Rejim olarak linç eylemlerinin rutin hale gelmesi ise, ulus-devlet inşası sürecinin nasıl gerçekleştiği ile de birebir ilgilidir. Ulus-devlet ve milliyetçilik kuramı üzerine söylenecek çok fazla şey olmasına rağmen, konumuzun sınırları içinde kalarak, bir toplumun milliyetçilik ideolojisi ile nasıl homojenleştirilmeye çalışıldığına bakalım. Gellner (2008) 162 Linç Kültürü ve Milliyetçilik Üzerinden Türkiye’ye Bakmak milliyetçilik kuramı oluşturmaya yönelik çabasında, linç eylemlerinden, katliamlara kadar birçok insanlık suçunu barındırabilecek eylemlerin nereden beslenebileceğini gözler önüne sermektedir. Ulus-devletin sırtını yasladığı modernitenin, insan hakları ve anayasal haklar gibi kavramları öne çıkardığı bilinmektedir. Ancak modernitenin ürünü olan ulus-devlet, millet kavramı ve vatandaşlık hakları üzerinden şekillense de, egemen “tek bir ulusun” tahayyül edilmesi ile inşa edilmektedir. Egemen bir ulusun olması ve onun egemenliği altında diğer ulusların anayasal haklar ile “eşit” sayılması; linç eylemlerini dikkate aldığımızda, bu eşitliğin suni bir eşitlik algısı yarattığını göstermektedir. Milliyetçiliğin temel argümanı olan “türdeş toplum yaratma” anlayışının, toplumsal hayattaki izdüşümlerini yine Gellner’e kulak vererek açıklayabiliriz. Gellner (2008, 72-73) sağduyu ile yaklaşmayı salık vererek, ulus’un inşasının nasıl gerçekleştiğine dair şunları söylemektedir: “…türdeş bir etnik birimin var olabilmesi, ancak aynı ulustan olmayanların öldürülmesi, ülkeden sürülmesi ya da asimile edilmesiyle mümkündür. Farklı ulusların bu kadere razı olmaktaki gönülsüzlükleri, ulusçu ilkenin barışçıl bir şekilde uygulanmasını zorlaştırabilir. Ulus-devletin üzerinde yükseldiği milliyetçilik ideolojisi, barışçıl ya da savaşçıl çözüm arayışı yükünü yine kendinden olanın değil “öteki”nin üstüne yıkmaktadır. Böylece kendi varoluşunu “öteki”nin asimile olma ya da olmama tercihi üzerinden ifade ederek kendi asimilasyoncu yüzünü örtmeye çalışmaktadır. Milliyetçilik konusu üzerine söz söyleyen Gellner ve diğer kuramcıların ortak noktalarından ilki, egemen ulus kavramıdır; diğeri ise egemenliğin gücüdür. Egemenlik kavramına yöneldiğimizde tam da egemenliğin ne olduğu ve sınırlarının ne olabileceği noktasında karşımıza Carl Schmitt çıkmaktadır. Nazi döneminin ideologlarından biri olan Schmitt (2010) egemenlik kavramının, ulus devlet ve milliyetçilik üzerinden nasıl şekilleneceğine dair önemli bilgiler sunmakla birlikte; egemenlik kuramını –Gellner’in yaptığı sağduyu çağrısı yerine– egemenliğin inşasının her yolu mübah kılacağı öngörüsü ile geliştirmiştir. Ulusdevletin inşası noktasında egemenin belirleyici olduğunun altı çizen Schmitt, devletin ve egemenliğin kurulmasında egemenin “sınırsız” bir yetki zinciri ile sarmalanması gerektiğini ileri sürmektedir. Schmitt’e (2010, 13) göre sınırsız yetkinin en belirgin örneği, egemenin olağanüstü hale karar veren olmasıdır. Egemen, olağanüstü hale karar veren olmasının yanında, hukuku askıya alabilme yetisine de sahiptir. 163 Linç Kültürü ve Milliyetçilik Üzerinden Türkiye’ye Bakmak Buradan hareketle bu çalışmamızda ele aldığımız örnek olaylarda –Tanıl Bora ile ortaklaştığımız bir noktadan devam edersek– egemen, kendi gücünü askıya almamakta; diğer bir ifade ile gücünü linç eylemcilerine devretmemektedir. Linç eylemlerinin aktörleri, devletin şiddet tekeli tanımlamasından yola çıktığımızda, burada egemenin yansımasıdır. Egemen, olağanüstü hale “karar” veren olduğu gibi, burada önemli olan karar verme yetkisidir. Linç eylemlerinde bu olayların meydana gelme koşullarının yaratılması, kimlerin linç eylemlerine maruz kalacağı gibi birçok konu egemenin kontrolü altındadır. Ayrıca egemenin linç anında hukuku askıya alması ve sonrasında hukuki sürecin gerçek mağdurunu, suçlu konuma düşürecek biçimde yargılaması, yine egemenin garantörlüğü altındadır. Bu düşüncemizi destekleyen diğer bir durum ise, linç eylemlerinin sonrasında bu eylemcileri tanımlarken kullanılan “güruh” sözcüğüdür. Burada linç eylemlerinin aktörleri, olaydan sorumlu tek tek kişiler olarak değil, kimliği belirsiz bir “güruh” olarak tanımlanmaktadır, ancak bu belirsizlik ne adına ve kim adına yapıldığı noktasında nettir: “Biz”. Eylemler sırasında hukuk askıya alındığı bir ortamda; bu güruh, “tahrik olma hakkı”nı kullanarak “biz”e yönelik “tehdit unsuru” sayılabilecek her türlü kesime açık bir şiddet uygulamaktadır. Şiddetin “meşru”luğunun bu şekilde tanımlanması, şiddetin normalleşmesini de beraberinde getirmektedir. Bu durum aynı zamanda iki yönlü bir sürecin işlemesine de neden olmaktadır. Birincisinde “biz”den olmayan, yok etme eylemiyle direkt olarak karşı karşıya kalmakta; diğerinde ise “biz”den olmayan ama kısmen egemenin bu terörüne maruz kalmayan kesim açık bir şekilde tehdit edilmektedir. Şiddetin normalleşmesi ya da Tanıl Bora’nın (2008, 9) altını çizdiği gibi “anonimleşmesi”, linç eylemlerini olağan kıldığı gibi linç kültürünün oluşmasına ve bu pratiğin “bizden” olmayana yönelik kültürel bir pratik haline gelmesine de neden olmaktadır. Zeynep Gambett (2007,9) savaş yaşamış toplumların bu tür pratiklerin normalleşmesi açısından uygun bir toplum olduğunu ileri sürerek, savaş pratiğinin kısmen durgunlaştığı dönemde, bu tür eylemler ile şiddetin bir norm haline geleceğini ve kültürel bir pratik olacağını söylemektedir. Gambetti’nin savaş deneyimi üzerinde durması önemlidir. Ülkemizde yirmi beş yıldır süren iç savaş, beraberinde şiddetin gündelik hayatın bir parçası haline gelmesine neden 164 Linç Kültürü ve Milliyetçilik Üzerinden Türkiye’ye Bakmak olmuştur. Savaşın durgunlaşması, toplumsal barışın sağlanmasını tam anlamıyla mümkün kılmamıştır. Dolayısıyla, gündelik hayatın normu haline gelen savaş deneyimi, bu aşamada yerini kendinden olmayana yönelik daha da inceltilmiş eylemler olarak linç eylemlerine bırakmaktadır. Linç eylemlerinde, şiddet tekelini elinde bulunduran egemen, şiddet kullanma gücünü, “sivil” olarak lanse edilmeye çalışılan ama örgütlü olan bir grubun taşeronluğuna vermektedir. Bu durumu “şiddetin taşeronlaşması” olarak tanımlayan Gambetti, devletin ve milliyetçiliğin değişmesinin altını çizerek; egemenin yetkisini “devrettiğini” ileri sürmektedir. Gambetti’nin makalesinde eleştireceğimiz yer de burasıdır ve burada şiddet tekeli devredilmekten öte biçim değiştirmektedir. Linç eyleminin aktörlerinin temsil ettiği ya da meşruluğunu sağladığı nokta “egemen ulus”tur. Bu nedenle gaz odaları ile linç eylemleri arasında biçimsel bir fark olsa bile, yapılanların ne amaçla yapıldığı bizi egemen ulus kavramına geri götürmektedir. Gambetti (age, 157), konu ile ilgili diğer bir makalesinde bu “devretme” durumunu şöyle açıklamaktadır: “Şiddetin taşeronlaşması” olarak ifade edilebilecek bu dönüşüm, devlettoplum ilişkisinin yapı taşlarını yeniden düzenliyordu. Devlet şiddet tekelini artık elinde tutmadığı gibi, insan haklarını ihlal etme tekeli de artık yalnızca devlette değil, toplumsal aktörlerde idi. Devlet iktidarının karşısında erdemli ve eleştirel bir alan açtığına inanılan sivil toplum, devletin bir kolu olma misyonunu üstlenmişti. Bu alıntının ifade ettiği gibi şiddet tekeli devredildi ise –ki Gambetti sivil toplumun şiddet tekeli olan iktidarın alanına çekildiğini ayrıca iddia ediyor (diğer bir makalesinde Foucault’u referans göstererek bunu anlatıyor)– sivil toplum devletin nasıl bir kolu olmaktadır? Şiddet tekeli yalnızca devlette değil, aynı zamanda artık sivil toplumdaysa ve devlet bu kolun işlerliğini kontrol altında tutuyorsa, şiddet tekelini nasıl devrediyor? Dolayısı ile devretmek durumu yerine, şiddeti uygulayanların biçim değiştirdiğini ifade etmek daha açıklayıcı olacaktır. Şiddet tekelini hala elinde bulunduran devletin, egemenin, linç kelimesinin kavramlaştırılması sürecinde nasıl bir rol oynadığı, tarihsel olaylardan örnekler vererek de açıklanabilir. Linç kavramı ilk olarak Amerikan iç savaşından sonra 165 Linç Kültürü ve Milliyetçilik Üzerinden Türkiye’ye Bakmak ırkçı Ku Klux Klan gruplarının, siyahlara uyguladığı şiddeti tanımlamak için kullanılmıştır. Bunlar, bugün linç aktörlerini tanımlamak için kullanılan “azılı güruh” tanımlamasının ötesinde, işinde gücünde olan, sıradan yurttaşların mensup olduğu gruplardır (Bora 2010, 6). Ayrıca daha da ilginç olanı, linç hukuku kavramının oluşmasını sağlayan yargıçların üçünün soyadı Lynch’tir (age, 6). Amerika özgürlükler ülkesi olarak tanımlanırken, linç eylemlerinin bu özgürlük çemberinin dışındakilere yönelik gerçekleşmesi tesadüf değildir. Ulus-devletleşme süreci, Gellner’in de ifade ettiği gibi barışçıl yöntemlerden çok, şiddeti içinde barındıran yok etme ya da asimile etme ile şekillenmektedir. Amerika’da siyah olmak gibi ülkemizde Kürt, eşcinsel, Roman ya da muhalif olmak –bu dizgi çoğaltılabilir– yeterlidir. “Biz” kavramı egemenin tanımlanmasındaki gibi nettir; ancak onun karşısında olan ise “boş gösteren”e tekabül etmektedir (Gambetti 2007, 20). Boş gösteren, duruma göre kendinden olmayan her şeyi içine alarak düşman kisvesi altında toplamaktadır. Bu düşman ki, “biz”den olmayanın tümünü içine almakta ve yok edilme ile karşı karşıya bırakmaktadır. Agamben’in (2001, 98) “kutsal insan” olarak kavramsallaştırdığı durumun, linç eylemlerine maruz kalanlar için kullanılması mümkündür. Agamben, “kutsal insan”ı şöyle tanımlamaktadır: “Kutsal insan, bir suçtan dolayı halk tarafından yargılanan kişidir. Bu kişinin kurban edilmesine izin verilmez. Fakat bu kişiyi öldüren birisi cinayet işlemiş sayılmaz." “Kutsal insan” tanımından yola çıktığımızda, örneklerimizdeki Kürtler, Romanlar, muhalifler ve bu düzlemde yer alan diğerleri, egemen tarafından ya da egemen olan halk tarafından “suçlu” ilan edilmektedirler. Suçlu ilan edilenler, hukuk tarafından “yargılanmak” yerine egemenin ve egemen halkın şiddet ile örülmüş hukuk anlayışları ile baştan yargılanmış ve “suçlu” bulunmuşlardır. Linç edenler ise egemenin ilahi adalet katında suçlu değil, cellat konumunda uygulayıcı pozisyonda yer alarak suçlu ilan edilmemektedir. “Kutsal insan”a dönüşen insanların bedeni, tüm haklarından arındırılarak ve sadece “bütün canlı varlıkların ortak özelliği olan yalın yaşama” yani “çıplak hayata” indirgenmektedir (age, 9). “Çıplak hayat”a indirgenenlerin hayatları ise kolayca vazgeçilen ve vazgeçilmesi egemenin sürekliliğinin sağlanması için gerekli olan hayatlar olmaktadır. Bir anlamda ölü bedenler üzerinden temsiliyetini inşa eden egemen, 166 Linç Kültürü ve Milliyetçilik Üzerinden Türkiye’ye Bakmak vatan kurgusu içinde kimlerin “biz” tanımı içinde yer alması gerektiğini “ayıklama” yöntemi ile teminat altına almaktadır. Sonuç Yerine “Eğer siz vatandaşın camlarını aşağı indirirseniz, vatandaşın hayatına kast ederseniz, hayatına kastettiğiniz vatandaş kalkıp da eğer elinde böyle bir tedbiri, böyle bir imkanı varsa, o da kendini savunma yoluna gidecektir” (Bora 2010,13). Bu sözler Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından Okmeydanı’nda 2008 yılında DTP’lilerin protesto yürüyüşüne pompalı tüfeklerle saldıran insanları savunmak için söylenmiş sözlerdir. Egemen kavramının, bu topraklarda nasıl işlediğine dair ileri sürdüğümüz tüm düşünceleri destekler nitelikte olan bu sözler, “milletin hassasiyetleri” noktasında meşrulaştırılan bir suçun, egemenlik tanımı içerisinde örgütlü bir yok etme planına dönüştüğünün göstergesidir. Bu eylemler bir anda patlak veren olaylar değildir, bilinçli ve örgütlü bir şekilde sürdürülen yok sayma eylemlerinin son noktasıdır. Bu kampanyanın en önemli ayağını medya oluşturmakla birlikte, eylemlerin “meşruluğu”nun en yetkili ağızlardan yukarıdaki şekillerde sağlanması; hukukun adalet kavramı ile olan bağını ortadan kaldırmakta ve bu eylemler sırasında sergilenen “taraf tutma/tutturma” baskısı, egemenin kontrol etme gücünü sergileme olanağı vermektedir. Bu linç eylemleri dünya tarihi açısından çok eskilerde olmayan bir deneyimi hatırlatmaktadır. Nazi döneminin acı deneyimleri, bu tür yok etme planlarının nasıl işlediğini gözler önüne seren örneklerle doludur. Tanıl Bora (2008, 32-33), “aşağıdan yukarıya olağanüstü hal” olarak kavramlaştırdığı, şiddetin tabandan tavana doğru tesis edildiği durumlara örnek olarak Nazi Almanya’sını göstermektedir. Nazi Propaganda Başkanı Joseph Goebbels, linç eylemlerinin nasıl organize edildiğini günlüklerinde şöyle anlatmaktadır: “Gösterileri devam ettiriyoruz. Polisi geri çekiyoruz. Yahudiler milli öfkeyi hissetsinler bir bakalım(…) Şimdi eylem sırası halkta” (age, 33). Bu örnekte görüldüğü gibi egemen, şiddetin tekelini elinde tutmakla beraber, bunu aşağıdan yukarıya doğru tesis ederek –ki bu doğrultu başka durumlarda tersine de işlemektedir– iki uçlu bir hedef planlanmaktadır: Hem “biz”den olmayanı yok edilecek, hem de “biz”den olmayan ama şimdilik pratik anlamda tehlike yaratmayana gözdağı verilecektir. 167 Linç Kültürü ve Milliyetçilik Üzerinden Türkiye’ye Bakmak Tüm bu söylediklerimizin, Nazi Almanyasını hatırlatması elbette ki tesadüf değildir. Modern zamanların “ulus-devlet kurgusu Nazi Almanyası ile kırılmalara uğradı” şeklindeki tezlerini eleştiren Bauman (2007), Holocaust’a dair yazdıklarında, bunun modernizmin ve ulus-devlet projesinin krizi olmadığını, milliyetçiliğin ideoloji olarak zaten bunu mümkün kıldığını ileri sürmüştür. Türkiye’de de yaşanılanlar belli dönemlere özgü krizler olmaktan öte, Holocaust benzeri bir yok etme planının örnekleridir. Kaynakça Kitap ve Makaleler Agamben, Giorgio. 2001. Kutsal İnsan-Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. Çev:İsmail Türkmen. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Bauman, Zygmunt. 2007. Modernite ve Holocaust. Çev: Süha Sertabiboğlu. İstanbul: Versus Yayınları. Bora, Tanıl. 2008. Türkiye’nin Linç Rejimi. İstanbul: Birikim Yayınları. Gambetti, Zeynep. 2007. “Linç girişimleri, Neo-Liberalizm ve Güvenlik Devleti”. Toplum ve Bilim Dergisi. Sayı: 207. Gambetti, Zeynep. 2009. “İktidarın Dönüşen Çehresi: Neoliberalizm, Şiddet Ve Kurumsal Siyasetin Tasfiyesi”. İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi. Sayı:40. Gellner, Ernest. 2008. Ulus ve Ulusçuluk. Çev: Büşra Ersanlı ve Günay Göksu Özdoğan. İstanbul: Hil Yayıncılık. Schmitt, Carl. 2010. Siyasi İlahiyat-Egemenlik Kuramı Üzerine Dört Bölüm. Çev:A. Emre Zeybekoğlu. Ankara: Dost Kitapevi. Raporlar Ve İnternet Siteleri Bianet, “BDP'li Yıldırım: İnegöl'de Kürtlere Karşı Kışkırtma Tesadüfi Değil”, 26 Temmuz 2010, http://bianet.org/bianet/azinliklar/123709-bdpli-yildirim-inegolde-kurtlere-karsi-kiskirtmatesadufi-degil (Erişim Tarihi 6 Mart 2011). Birgün Gazetesi, “İnegöl'de Tehlikeli Kalkışma!”, 26 Temmuz 2010, http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1280136990&year=2010&month=07&da y=26 (Erişim Tarihi 6 Mart 2011). Etkin Haber Ajansı, “Emniyet Amigo Alarmında!”, 3 Ağustos 2010, http://www.etha.com.tr/Haber/2010/08/03/guncel/emniyet-amigo-alarminda/ (Erişim Tarihi 6 Mart 2011). 168 Linç Kültürü ve Milliyetçilik Üzerinden Türkiye’ye Bakmak İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi, “2005-2010 Yılları Arasında Gerçekleşen Etnik Linç Olayları Raporu”, 23 Ağustos 2010, http://www.ihd.org.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=2120:ihd-istanbulsubesi-2005-2010-yillari-arasinda-gerceklesen-etnik-linc-olaylari-raporu&catid=34:el-raporlar&Itemid=90 (Erişim tarihi 6 Mart 2011). Radikal Gazetesi, “Kin Ve Düşmanlığa Sevk Budur”, 26 Eylül 2010, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetayV3&ArticleID=1020750& Date=06.03.2011&CategoryID=97 (Erişim Tarihi 6 Mart 2011). Radikal Gazetesi, “MHP'nin Dörtyol Stratejisi Belli Oldu”, 2 Ağustos 2010, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1011404&Date=0 2.08.2010&CategoryID=78 (Erişim Tarihi 6 Mart 2011). Türk Ceza Kanunu, http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5237.html 169 170 MİLLİYETÇİLİĞİN “SIRADAN” YÜZLERİ... Tebessüm Öztan ÖZET “Hatırladıklarımız kadar unuttuklarımızla da kurulan milliyetçilik” kimi zaman da farkına varılamayacak kadar gözümüzün önünde duran olgular üzerinden kurulur, şekillendirilir ve yeniden üretilir. “Millet” olmayı sürekli çağrıştıran pratikler ve ritüeller, sadece “öteki”ni değil aynı zaman da “bizi” de yaratır. Michael Billig’in ifadesiyle bize “bizliğimizi” hatırlatan dalgalanmalar-imlemeler, onların da “yabancılığını” bizlere hatırlatır. Bizler-onlar ayrımı da aslında dünyanın bizim yurdumuz-ötekinin yurdu tanımları üzerinden bir yurtlar dünyası olarak algılanışına işaret eder. Televizyon haberlerinde hava durumunun sunuluş biçimi, bir basketbol maçında kullanılan dil, her sabah derse girmeden okullarda bir ağızdan okunan “andımız”, banknotların ve metal paranın üzerindeki resim ve semboller; görmeye, işitmeye aşina olduğumuz ve aşina olduğumuz ölçüde de aslında “farkındalığımız” olmaktan çıkan tüm imlemeler, her biri de milliyetçiliği yeniden üreten unsurlardır. Bu çalışmada milliyetçiliğin “banal” yönü kuramsal olarak ortaya konmaya çalışılarak, banal milliyetçiliğin Türkiye’de de tesadüf edilen “yüz”lerine dikkat çekmeye çalışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Ulus-devlet, milliyetçilik, banal milliyetçilik, gündelik rutinler 171 THE “ORDINARY” FACES OF NATIONALISM ABSTRACT Nationalism- rooted from not only ones we remember but also the ones we forgot- is sometimes based on, shaped by, and reproduced from the things we cannot see even they are all obvious. The rituals and practices that associate “being a nation”, not only create “the other” but also “us”. In Michael Billig's words, the references that remind us “our own being”, also remind us “their being strangers”. The division between “us” and “them” refers to how “our country” and “their country” is understood indeed. Presention of weather forecast on tv, the language used in a basketball match, the national oath taken altogether in the schools every morning before classes, the pictures and symbols on the money....references that we are accustomed to seeing and hearing and that the more we are accustomed the more we forget; they are the elements which regenerates our nationalism. In this study, the “banal” side of nationalism will be tried to represent and the banal-by chance- faces in Turkey are going to be indicated. Keywords: Nation-state, nationalism, banal nationalism, daily routines 172 Milliyetçiliğin "Sıradan" Yüzleri… Bir toplumsal oluşumun kendini ulus olarak yeniden oluşturabilmesi, ancak bireyleri doğumlarından ölümlerine dek bir gündelik pratikler ve aygıtlar ağıyla bir homo nationalis olarak –aynı zamanda homo economicus, homo politicus ve homo religious olarak– kurgulayabilmesi ile mümkündür (Balibar 2000, 117). Milliyetçilik çalışmaları, uzun yıllar sosyal bilimler alanının ilgisi dışında kalmış olmasına rağmen günümüzde oldukça popülerdir. İkinci Dünya Savaşı’nı takip eden dönemde, anti-emperyalist mücadelelerin yeni ulus-devletler yarattığı bir politik atmosferde sosyal bilimler dünyasına damgasını vuran modernleşme ekolü, ulusçuluk çalışmalarını da derinden etkilemiş ve bugün halen literatürde dile getirilen temel soruların hararetli bir biçimde tartışılmasına zemin hazırlamıştır. Literatürle ilgilenen her araştırmacının karşılaşabileceği “millet nedir, milletler ‘doğal’, ‘verili’ kategoriler midir yoksa modern çağın ürünü müdür?” sorularının yanına, yavaş yavaş farklı sorular eklenmeye başlamıştır. Sözü edilen yeni sorulara geçmeden önce, üzerinde uzun bir müddettir tartışılan ve bu sorulara zemin hazırlayan teorik yaklaşımlara ve fikirlere kısaca bir göz atmakta yarar var. Modern bir ideoloji olan milliyetçilik, özellikle Fransız İhtilali ile beraber sıklıkla kendisinden söz ettirmiştir. Baskın literatür, milliyetçiliği ulus-devlet inşasında rol alan, duygulara hitap ederek kitleleri “kutsallıklar halesi” etrafında birleştirerek mobilize etmeyi başaran ve kendisine has ritüelleri ve sembolleri olan bir ideoloji olarak değerlendirmiştir. Kimi zaman tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişte rol alan, kimi zaman dekolonizasyon süreçleri çerçevesinde tartışılan ve kimi zaman da mevcut bir yapılanmanın içerisinde ayrılıkçı hareketlerde ifadesini bulan milliyetçilik(ler); her zaman “ulus-devlet” nosyonu ile beraber düşünülen ve “aşırı duygular”la yüklü sancılı süreçlerin acısını dindiren; kimi zaman da bizzat o sancıyı yaratan fakat zamanla sönecek ve ortadan kaybolacak bir unsur olarak düşünülegelmiştir. Söz konusu literatürde, milliyetçiliği tanımlamaya çalışanlar, birbirleri ile mücadele halinde olan karşıt gruplar, çatışan taraflar söyleminden hareket etmişler ve milliyetçiliği gruplar üzerinden (devlet) kurucu bir ideoloji olarak tahayyül etmişlerdir.1 Özellikle birbirlerine tezat olarak kurgulanan etnik-sivil milliyetçilik ayrımı, milliyetçiliği “aşırılıklar” 1 Konu hakkında eleştirel bir değerlendirme için bkz. (Brubaker 1998, 272-307). 173 Milliyetçiliğin "Sıradan" Yüzleri… üzerinden okumanın pratik örneklerinden biri olarak karşımıza çıkar. Benzer şekilde, milliyetçiliğin inşa ettiği milli kimliğin yerini bir zaman sonra “yurttaşlığa” bırakacağı fikri de yine söz konusu düşünceyi besleyen görüşlerden biri olarak düşünülebilir. Yukarıdaki satırlarda anlatılanların her birinin belirli durumlar için doğruluk payları olmakla birlikte, egemen olan milliyetçilik literatürünün milliyetçiliğe bu “dışarıdan” bakışı, aslında onun en önemli ve dinamik yönlerinden birini görmek konusunda başarısız olmuştur: Milliyetçiliğin sıradanlığını… Milliyetçiliği “yapısal” güçler arasında cereyan eden bir mücadele, elitlerin manipülasyonu ya da ulus-devlet kaynaklı bir ideoloji olarak okumak; onun sıradan insanların günlük yaşamdaki alışagelen aktivitelere eşzamanlı katılımı neticesinde de oluşabilen bir şey olduğunu gözden kaçırmamıza sebep olur (Fox ve Miller-Idriss 2007, 29). Milliyetçiliğin İzini Gündelikte Sürmek Bugün her türlü krizine ve krizlerin doğurduğu çalkantılara rağmen ulusdevlet çağında yaşamaya devam ediyoruz. Ulus-devlet anlayışı, bizlerin anlam dünyamıza şekil veren başat kavramlardan biridir. Fakat en az onun kadar etkili bir şey daha var ki, bu da milliyetçiliktir. Hâkim literatürün öğrettiklerinin aksine milliyetçilik tek başına “saldırgan”, “yayılmacı”, kitleleri sokaklara sürükleyen, devlet kurdurtan vb. bir “proje”den ibaret değildir. Dolayısıyla sürekli tümden kötü, hırçın “öteki”lerin, başka grupların sahip çıktığı bir şey olarak görülmemesi gerekir. Batı merkezli milliyetçilik çalışmaları, uzun yıllar boyunca Batı dışı toplumlardaki milliyetçilik hareketlerini “saldırgan”, “şoven”, “etnik” vb. kavramlarla tanımlayarak, bunların zaman içerisinde gıpta edilmesi gereken Batı tipi civic (sivil-medeni) bir milliyetçiliğe doğru evrilmesi gerektiği fikrini empoze etti. Bu fikre göre Batı’da bu anlamda “şeytani” bir milliyetçilikten söz edilemezdi. “Yurttaşlık” esasına dayalı vatanseverlik ile milliyetçilik, aralarına kalın duvarlar örülerek bilinçli bir biçimde karşıt kutuplara yerleştirildiler. Oysa M. Billig’in çalışması, vatanseverlik ile milliyetçilik arasına çekilen çizgiyi sorgulayarak, aslında birbirlerinden çok da farklı olmadıklarını ortaya koymuş, Batı’ya yani bize özgü olan “saygın” vatanseverliğin karşısına “vahşi”, “yayılmacı”, “şiddeti körükleyen” ötekilerin, onların milliyetçiliklerinin konulmasına karşı çıkmıştır. 174 Milliyetçiliğin "Sıradan" Yüzleri… Loughborough Üniversitesi’nde görev yapan ve sosyal psikoloji, siyaset psikolojisi, iletişim-dil, sosyoloji, vb. alanlarda araştırmaları olan Michael Billig’in 1995 tarihli Banal Nationalism (Banal Milliyetçilik) adlı çalışması, mevcut milliyetçilik literatüründe farklı bir pencere açması ve bu meseleye daha önce çok da sorulmamış sorular sorarak yaklaşması bakımından oldukça özgün ve hatta öncü bir çalışma olarak nitelendirilebilir. Bilindiği üzere özellikle 1990’lı yıllardan itibaren giderek yükselen medya araştırmaları, söylem analizleri, kültürel incelemeler vb. alanlara yönelik bir ilginin doğması ve artmasıyla, bu alanda “interdisipliner” çalışmaların sayısı da ivme kazanmıştır. Tarih yazımı, sözlü tarih çalışmaları, toplumsal cinsiyet ve özellikle milliyetçilik, söz konusu çalışmaların en gözde konuları haline gelmiştir (Özkırımlı 1999, 222223). Billig’in günlük gazete ve televizyon programları üzerinden yapmış olduğu medya analizi ve medyada milliyetçiliğin yeniden üretilmesini gösteren çalışması, kendisinden sonraki pek çok araştırmaya ve araştırmacıya da ilham kaynağı olmuştur. Milliyetçiliğin kökenleri hakkında sorulan ezeli sorularla ilgilenmek yerine, yeni sorular sorarak milliyetçiliğin gündelik yaşamda nasıl yeniden ve yeniden üretildiğini açığa çıkaran Billig, medyanın bu üretimdeki rolünü analiz etmeye çalışır. Yöntemsel olarak ampirik verilerden hareket eden her araştırmacı gibi onun çalışmasının da sınırları vardır. Öyle ki, Amerika ve Britanya örneklerine yoğunlaşan Banal Milliyetçilik üzerine yazılmış, ondan esinlenen ya da onu eleştiren pek çok makale mevcuttur. Çalışmanın bundan sonraki kısmında Michael Billig’in Türkçeye 2002 yılında Cem Şişkolar tarafından çevrilmiş olan Banal Milliyetçilik çalışmasından hareketle, milliyetçiliğin gündelik yaşamda yeniden üretilişi, gündelik ve sıradan halleri üzerinde durulacaktır. “Başkaları”nın Milliyetçiliği Modern çağın ürünü olarak millet ve milliyetçilik kavramları, uzun yıllar bu alana hakim olmuş çalışmalar tarafından adeta bir “ihtiyaçlar silsilesi” etrafında değerlendirilmiştir. Dolayısıyla ulus-devlet kurulduğunda, demokrasi ve kurumları tesis edildiğinde, ayrılma, birleşme ya da asimilasyon yoluyla “milli bütünlük” yani toplumsal homojenlik sağlanıp “yurttaşlık nosyonu” oturtuldu M. Billig hakkında detaylı bilgi için bkz. (http://billig.socialpsychology.org/#overview), [03.12.2010]. 175 Milliyetçiliğin "Sıradan" Yüzleri… ğunda, milliyetçilik(ler) de kendiliğinden silinip gideceklermiş gibi düşünülmüştür. Oysa milliyetçilik, hem Batı hem de Batı dışı toplumlarda silinip gitmek yerine fark ettirmeden ya da edilmeden daha da derinlere işlemektedir. Milliyetçiliğin derinlere işleyişini kavrayabilmek için öncelikle birkaç konu üzerinde kısaca durmakta yarar vardır. İlk olarak, hakim düşünce tarafından tanımlanan ulus-devlet inşa süreci, homojenleşme, demokratikleşme gibi kavramların, statik birer unsur olarak ele alınarak kendi içlerindeki dinamizm ve sürekliliğin gözden kaçırıldığı belirtilmelidir. Ulus devlete kavuştuktan sonra milliyetçiliğin kaybolduğu, gündelik yaşamda civic (sivil-medeni) değerlerle rutinleştiği ve hatta böylece milliyetçiliğin “yeniden doğmasına” set çekildiğine dair inanış, milliyetçiliğin yalnızca “olağanüstü” koşullarda ortaya çıkabileceği, çıktığında da adrenalin ve siyaset yüklü olduğu önkabulüne dayanır. Hal böyleyken gündeliğin kendisi, adrenalin ve siyasilikten arınmış bir “rutinler dünyası” olarak kurgulanmıştır (Billig 2002, 57).2 Dolayısıyla aynı bakış açısıyla milliyetçiliğin içindeki değişkenlik ve süreklilik de dikkatlerden kaçmıştır. Bunun sonucu olarak, demokratikleşme tamamlandığında kaybolup gideceği varsayılan milliyetçilik, henüz bu süreçleri tamamlayamadığına inanılan gruplara, toplumlara ötelenmiştir.3 Bu eksende “başkalarının milliyetçilikleri” kötü, saldırgan ve yok edilmesi gereken tehditler olarak yaftalanmıştır. Milliyetçiliğin aktif yapısını, dinamizmini ve sürekliliğini göz önünde bulundurduğumuzda, ötekinin diye yaftalanan milliyetçiliğin “banal” yüzünün en az ötekiler kadar bizim de paylaştığımız bir şey olduğunu ortaya koyar. Milliyetçilik simgeleriyle, sembolleriyle, söylemiyle “milli kimlik” ve “milli devlet”i vb. sürekli yeniden üreten, besleyen bir ideolojidir. İddia edilenin aksine yavaş yavaş sönerek bir gün kaybolup gidecek olan bir şey değildir, kalıcıdır, yerleşiktir (Billig 2002, 16). “Milli devlet”, “milli kimlik”, “milli bilinç” dediğimiz şeyler sadece ulusal sevinç veya kriz anlarında, resmi günlerde ya da ulus-devlet için önemi olan “kutsal günler”de ortaya çıkmaz. Milliyetçilik bunları bize fark ettirmeden her 2 3 Tim Edensor, Billig’in milliyetçilik çalışmalarına dair yaptığı en önemli katkılardan birinin, gündeliğin dinamikliği vurgusu olduğunu söyler (Edensor 2002, 18). J. Hearn, hakim teorinin söylediklerinin aksine liberal demokrasilerin milliyetçiliği aşmadığını, aksine onu rutinleştirdiğini ifade eder. Hatta ona göre milliyetçilik demokrasinin normal bir fonksiyonudur (Hearn, 2006,165). Modern devletlerin meşruiyetlerini sürdürebilmesi için insanların beklentileriyle, duygu ve değerleriyle örtüşmek zorunluluğu vardır ve milliyetçilik görece stabil demokrasilerin meşruluğunu yeniden ve yeniden üretebilmesinin bir parçasıdır (Hearn 2006, 163-166). 176 Milliyetçiliğin "Sıradan" Yüzleri… gün yeniden ve yeniden üretir; gündelik yaşamımızın içinde milliliğin daimi hatırlatıcıları vardır. Folklor, karnavallar, yemek yeme alışkanlıklarımız, tatil için seçtiğimiz mekânlar, paraların üzerindeki sembol ve işaretler, pullar, arma ve çıkartmalar, sinema filmleri, reklamlar, kıyafetler, hediyelik eşyalar gibi gündelik hayatımızda her an temas halinde olduğumuz şeylerle “milli” olabiliriz (Özkırımlı 2010, 174-176). Kullandığımız otomobiller kimi zaman İngiliz olma halinin göstergesi olurken4, kullandığımız cep telefonunun kılıfı ya da içtiğimiz kahve bize Türklüğümüzü ya da Yunanlığımızı çağrıştırabilir. Milliyetçiliğin yaklaşık iki yüz yıldır etkin bir ideoloji olabilmesini sağlayan şey belki de onun bu “görünmeyen” yüzüdür.5 Bir yüzü geleceğe, bir yüzü geçmişe dönük Janus heykeline benzetilen milliyetçilik, Billig’e göre heykelin geleceğe dönük “salim” yüzü olmamıştır hiçbir zaman. Çünkü o, her türden muazzam silahlara ve araçlara sahip kurumların ve bu kurumların mantığının daimi ve değişmez üreticisi olmuştur (Billig 2002, 17). Hatırlama-Unutma Diyalektiği Her ideoloji gibi milliyetçiliğin de kendisine özgü sembolleri, ritüelleri, pratikleri vardır. Milliyetçi ideolojinin en etkili araçlarından biri ise, kullandığı dil ve kitlelere seslenme üslubudur. Milliyetçi dil, bir dizi sembolüyle, pratiğiyle, kutsal günleri ve mekânlarıyla milletin kendi yüceliğini belli periyotlarla hatırlamasına; dahası yüceltmesine ve kutsanmasına olanak tanır (Özkırımlı 2002, 710). Billig’in de ifade ettiği gibi milliyetçilik, sürekli olarak “çoğul şahıs”la konuşur. Çoğunlukla “biz”den, “bizim olan”dan, “bizim olması gereken”den bahseder. “Öteki”ni ise ancak “biz”in olumsuz karşıtı olarak sunar. Milliyetçi ideolojide “biz”, zamandan ve mekândan bağımsız olarak hep var olan bir şeydir; fakat gerçekte “öteki”, “biz”i önceler; bir başka deyişle kurucu olan “biz” değil “öteki”dir. Milliyetçiliğin stereotipleri, varlıklarını aralarındaki dikotomik 4 5 Edensor araba markaları üzerinden milli kimliklerin ve simgelerinin yeniden üretilişini anlattığı bölümde bir İngiliz araba markası olan ve James Bond filmlerinden aşina olduğumuz Aston Martin’in Amerikan devi Ford tarafından satın alınış öyküsünü aktarır. Ford R. Edwards’ın Aston Martin’i her ne kadar “İngiliz (erkeğinin) Ferrarisi” olarak lanse etmeye çalıştığını söylese de; bu cümlenin aslında bir Ferrari’nin bir İtalyan’dan başka bir şey olmadığı, Aston Martin’in de (tıpkı ünlü İngiliz besteci) Edward Elgar gibi bir İngiliz’den başka bir şey olmadığı yorumuyla yüklü olduğunu gösterir (Edensor 2002, 124). Umut Özkırımlı da milliyetçiliğin ortaya çıkış anından itibaren hala bu kadar etkili bir ideoloji olmasını onun çok boyutluluğuna ve yeniden üretilmesine bağlıyor (Özkırımlı 2002, 707). 177 Milliyetçiliğin "Sıradan" Yüzleri… ilişkiye borçludur. “Biz”i var eden şey, “onlar”ın mevcudiyetidir. “Onlar” ne kadar “kötü”, “saldırgan”, “art niyetli”, “barbar” ise; biz de en az o kadar “barışçıl”, “iyi niyetli”, “medeni”yizdir. Söz konusu stereotipler mutlak, değişmez kategoriler olarak sunulsa da aslında dinamiktir. “Biz” ve “öteki” kategorilerindekiler şartlara göre kimi zaman değişebilir. Yaşadığımız coğrafyaya baktığımızda da konjonktürel olarak değişen “biz” ve “ötekiler”e rastlayabiliriz. Hatta bazen milliyetçiliğin kendisi bile bu durumdan etkilenebilir. Milliyetçi olmak bizi “biz” yapan önemli bileşenlerden biri olarak lanse edilirken, bazı coğrafyalarda milliyetçilik ancak “öteki”ne yakışır. Batılı literatürde çoğunlukla “barbar öteki”lerin üzerine yıkılan milliyetçilik, bu toplumlarda “biz”in (öncelikle “kendi”mizin) bir parçası olarak düşünül(e)mez. Medeni “olduğumuz”dan milliyetçilik “biz”e bir tülü yakıştırılamaz.6 “Ötekiler”in davranışlarındaki abartılı saldırganlığı ya da duyguları görmek olağandır. Milliyetçi fikir ve duygular “ötekiler”in duvarları içerisine hapsedilir ve “biz” olana asla dokunmadığı/dokunamayacağı varsayılır. Bu fikir ve duyguların bizim de bir parçamız olduğunu unuturuz. Peki ama böyle bir durumda, milliyetçi olmadığını ileri süren birinin bile, galibiyetin sağlandığı “milli” bir maçın ardından yaşadığı sevincin köklerini nerede aramamız gerekir, duyulan bu mutluluğun kaynağı nedir? Şüphesiz ki bu alana uzun yıllardır damgasını vurmuş olan Batı menşeli milliyetçilik çalışmaları bu soruya cevap vermekte zorlanacaktır. Milliyetçiliğin doğası gereği stereotipleri doğurduğu söylenecektir. Fakat onların herkes tarafından nasıl içselleştirildiğini, sorgusuz sualsiz kabul edildiğini, her gün hiç düşünmeden gazete sütunlarında “biz”lerin başarılarının göğüsleri nasıl kabarttığını okurken duyulan “haklı gurur”u açıklamaya yetmeyecektir. Belki “vatan sevgisi” ya da “yurttaşlık” kavramları yardıma çağrılabilir, ama bunlar da gözümüzün hemen önünde duran gerçeğin sade- 6 Özellikle İkinci Dünya Savaşı yıkımının ardından Avrupa’nın milliyetçiliğe bakışı değişmiş ve milliyetçiliğe hiç olmadığı kadar pejoratif (küçümseyici, aşağılayıcı) bir anlam yüklenmiştir. Savaştan sonra milliyetçilik, ancak Batılı olmayan toplumlara ait olabilecek bir ideoloji olarak benimsenmeye başlanmıştır. 3. dünya ülkelerindeki dekolonizasyon süreci sırasında yaşanan gelişmeler milliyetçiliğin batı-dışı toplumlara dair bir şey olduğu görüşünün pekiştirilmesine katkı sağlamıştır. SSCB’nin ve Yugoslavya’nın dağılışı dikkatlerin yeniden Batılı coğrafyalara kayması ile sonuçlanmışsa da, söz konusu süreçte Balkanlar ve Doğu Avrupa, Batı’nın ötekisi olarak kategorilendirilmiştir. 178 Milliyetçiliğin "Sıradan" Yüzleri… ce üstünü örter. Örtüyü kaldırıp sis perdesini araladığımızda ise –ki bu hiç kolay değildir– bunun apaçık milliyetçilik olduğunu görürüz. Bu milliyetçilik öyle bir anda da ortaya çıkmamıştır; yavaşça, biz farkına bile varmadan derinlere bir yere yerleşmiştir. “Öteki”nin milliyetçiliğini bize hatırlatmak için hazırda bekleyen kavramlar, çoğu zaman bize de kendi milliyetçiliğimizi unuttururlar. “Öteki”ninkini damgalarken kendimizinkini masumlaştırırız. Milli bir kimliğe sahip olmak, ulus-devletle ifadesini bulan milli bir devletin vatandaşı olmak oldukça “doğal”dır. Çünkü bizlerin anlam dünyasını şekillendiren tam da bu kavramların ta kendisidir. Bir zaman sonra bunlar sorgulanmaksızın, hatta sorgulamayı aklımızdan geçirmeksizin “verili gerçekler” halini alırlar. İşte tam da o noktada herkes kendisinin yüceliğini, üstünlüğünü vurgularken milliyetçiliğini unutur; oysa bu “yüceliğin” kaynağı da milliyetçiliğin kendisidir. “Milli” kimliğin oluşumuna, devletin kuruluşuna dair anlatılar sürekli hatırda tutulmaya davet edilirken, anlatının kendisinin doğum yeri ve zamanı da aynı itinayla unutturulur. Ancak altını çizmek gerekir ki bu hatırlanış ve unutuluş her zaman bilinçli bir proje olarak gerçekleşmez. Hatta çoğu kez bilinçsizcedir, farkına varmaksızın cereyan eder. Hatırla(t)ma ve unut(tur)ma bilinçsizleştikçe derinleşir ve o ölçüde doğallaşır, bir zaman sonra sorgulanmadan kabul edilen “gerçekler” olarak karşımızda dikilmeye başlar. M. Billig Amerika’da kamu dairelerinin önünde kendiliğinden dalgalanan bayrakların kimsenin dikkatini çekmediğini ancak bir günlüğüne bu bayrakların hepsinin ortadan kaldırıldığında yokluklarının fark edileceğini söyler (Billig 2002, 53). Bir kamu binasının girişinde ya da bir film karesinde rastlayabileceğimiz ancak dikkatimizi çekmeyen bayraklar, milliyetçiliğin her gün yeniden üretilişinde büyük bir role sahiptir. Ulus devletin en “anlamlı” sembollerinden biri olan “ulusal bayrak”lar birer bez parçası olmaktan çıkarak devletlerin meşruiyetlerini devam ettirebilmesi için “gerekli” ve “kutsal” nesneler haline gelirler. Milli marş, bayrak gibi semboller sadece ulus-devletin inşası sırasında ya da yaygın kanının aksine meşruiyet krizlerinde “bir anda” yeniden sahneye çıkmazlar. Onlar devamlı olarak sahnededirler. Gazetelerin hava durumu sayfasında, “yurt” ve “dünya” haberlerinde, erkeklere hitaben hazırlanmış ve militer metaforlarla bezenmiş kahramanlık hikâyeleri anlatan spor sayfalarında aktarılan “millilik”ler bir kriz durumundan bağımsız olarak gündelik hayatımızın birer parçası halindedirler (Spencer ve Wollman 2002, 60-61). “Millilik” ile örülü ulus-devletlerin şekillendirdiği zihin dünyamızın da birer unsuru haline 179 Milliyetçiliğin "Sıradan" Yüzleri… gelirler, zamanla sıradanlaşır ve sıradanlaştıkça da “doğal”laşırlar. Hep orada bir yerde olmalarına rağmen, bir süre sonra varlıklarının farkına varamamaya başlarız. Milliyetçilik artık zihin haritasının hemen her köşesine sirayet etmiştir (akt. Billig 2002, 64). Uluslararası bir spor müsabakasında, bir güzellik yarışmasında dalgalanan bayraklar ulus-devletlerin birer nişanesi ve yeniden üreticisi olmakla beraber; oturduğumuz sitenin girişinde sallanan bayraklar da ulus-devletin devamlı olarak yeniden üretilebilmesine, kriz anında “çağrılan” milliyetçiliğin davet edilebilmesine olanak sağlayan şeydir. Milliyetçiliğin aşina olduğumuz “sıradan” yüzüdür. Bu aşina olma durumumuz onu önemsizleştirmez, masumlaştırmaz aksine milliyetçiliği daha da tehlikeli bir hale sokar. Kriz anlarında nükseden saldırgan tavırlarla “yükselişe geçen” milliyetçiliğin kalıcı olmadığı, gerekli kurumsal düzenlemelerle bu “taşkınlıkların” üstesinden gelinebileceği düşüncesi ya da Türkiye’de sıkça karşılaştığımız gibi bunların “münferit” olaylar olarak değerlendirilmesi de; milliyetçiliğin “sıradan” yüzleri olan, dinamik ve yaşadığımız dünyayı anlamlandıran çok yönlü bir ideoloji olarak düşünülmediğini gösterir niteliktedir.7 Üstelik “taşkın” milliyetçi duygulardan bahsederken, stereotiplerin de yardımıyla onları kolayca “başkaları”na havale edebiliriz. Ancak milliyetçiliğin bu sıradan, gündelik, tanıdık halini hepimiz paylaşarak, bilinçli ya da bilinçsizce onun sürekli yeniden üretilmesini sağlarız. Ulus-Devlet ve Milleti Yeniden Düşünmek Ulus-devlet dünyasında “toplum”dan bahsederken çoğu zaman kastedilen bir millet olur; milletin kendisi, “verili” bir şey olarak algılanır çünkü adetleşmiştir (Billig 2002, 64-69). Günlük bir gazeteyi elinize aldığınızda ekonomi sayfasında aktarılan haberlerin “sizin ülkeniz”e ait olduğunu, hava durumu sayfasında haritası verilen ülkenin ismi belirtilmese dahi sizin ülkeniz olduğunu, hükümet faaliyetlerinin de sizin ülkenizin hükümetininkiler olduğunu bilirsiniz ve bilmeniz “doğal”dır. Dünyanın kendisi ulus-devletler dünyasıdır, haritalardaki sınırlar ise ulus-devletlerin coğrafi sınırlarını gösterir. Dünya adeta ulusdevletlere bölünmüş bir mekândır (Edensor 2002, 11-12). Milleti hayalinizde bir ulus-devletle beraber canlandırmak, onu yalnızca sınırları belli bir coğrafi 7 Benzer bir yorum için bkz. (Özkırımlı 2002, 713). 180 Milliyetçiliğin "Sıradan" Yüzleri… alanla birlikte düşünmek değildir. Bu, coğrafi bir alandan çok daha fazla bir şeye tekabül eder. Hayalinizde hem bir topluluğun canlandırılmasını, hem de bu toplulukla beraber o topluluğa ait olduğu düşünülen mekânın zorunlu ve rutinleşmiş bir biçimde düşünülmesini de gerektirir. Kamusal alanda bayrak sallayan birine verdiğimiz tepki ile bir dergi sayfasında vatanseverce selamını gördüğümüzde fotoğrafa verdiğimiz tepki arasında bir fark yoktur; çünkü onlara tepki vermemizi sağlayan kavramsallaştırmaların tamamı, ideolojik olarak millet ve milliyetçilik dünyasında yaşıyor oluşumuzdan kaynaklanmaktadır (Hearn 2006, 182-183). Milliyetçilik, ulus-devletin uyguladığı politikalardan biri olarak görülebilir; ancak bu, sanıldığı kadar da ayırt edici bir tanımlama değildir. Milliyetçilik özel bir siyasi strateji olmaktan ziyade her türlü siyasi pratiğin “koşulu” olarak karşımıza çıkmaktadır (Edensor 2002, 117).8 Milliyetçilik, siyasetin sınırlarını çizmekle kalmaz, çoğu zaman konuşulan dili belirler ve hatta toplumsal yaşamı yönlendirebilir. Onun bu kadar etkili bir ideoloji olması, toplum tarafından içselleştirilmesiyle yakından ilişkilidir. Özellikle milliyetçiliğin sıradan halleri, bizim gündelik olağan yaşantımız içinde üretilir. Banal milliyetçilikten söz edebilmek için milliyetçiliği, milliyetçi söylem ve pratikleri (ister bir proje kapsamında olsun, ister olmasın) sorgulamadan ve hatta sorgulamayı aklımızdan bile geçirmeden kabul etmek, onu benimsemek ve icraatına katılarak onun bir parçası olmak büyük bir önem taşır. Banal milliyetçiliğin sürekli üretilmesinde kuşkusuz en önemli unsurlardan biri kullanılan “dil”dir. Dil, her zaman “masum” değildir, bilinçli olarak seçilen kelimeler kadar “bilinçsizce” kullandıklarımız da milliyetçiliği sürekli üretir ve onu canlı tutar. M. Billig çalışmasında, rutin dil alışkanlıklarının milliyetçiliğin sürekli hatırlatıcılarından olduğunu söylemekte ve banal milliyetçiliğin çağdaş yaşantının yüzeyine çok yakın bir yerde durduğunu eklemektedir (Billig 2002, 111). Billig’in araştırması dil konusunda iki noktaya dikkat çekmektedir. Bunlardan ilki, siyasetçilerin kullandığı dil ve siyasi söylemdir. Billig, Amerika ve İngiltere’den, Bush ve Thatcher’ın konuşmalarından çeşitli örnekler vererek banal 8 P. Spencer ve H. Wollman da benzer bir görüşü paylaşarak siyasi partilerin ya da hareketlerin programlarının her zaman sadece belirli bir sınıfa, gruba ya da kitleye hitaben oluşturulmasa da mutlaka “ulusal” farz edilen çıkarları temsil ettikleri inancıyla oluşturulduklarını söylerler (Spencer ve Wollman 2002, 61). 181 Milliyetçiliğin "Sıradan" Yüzleri… milliyetçiliğin çok süslü ya da çok vulgar kelimeler ve cümlelerle üretilmediğini; aksine “küçük” sözcüklerle, konuşma esnasında duyduğumuzda bizlere çok “aşina” gelen, doğallaşmış ve rutinleşmiş sözcükler aracılığı ile üretildiğini göstermektedir. Siyasetçilerin söylemleri bir ulusun nasıl davranması gerektiğine, “bizim” ulusumuzun nasıl davranması gerektiğine ve dünyanın tüm uluslarının nasıl davranması gerektiğine dair kabuller içerir. Billig’in üzerinde durduğu ikinci nokta ise, kitlesel medya bağlamında ulusal gazetelerdir. Ulusal gazetelerin “millilik alâmetleri”ni sorgusuz sualsiz benimseyerek, sayfalarında ulus-devleti ve ulusu sürekli yeniden ürettiklerini, “ulusu dalgalandırdıklarını” anlatır. İngiltere’ye atıfla banal milliyetçiliğin gazetelerde üretildiğini söyleyen Billig, bu durumun sadece İngiltere’ye has olmadığının da altını çizmektedir. Gerçekten de anlam ve anlamlandırma dünyamıza şekil veren ulus-devlet sendromundan gazetelerin azade olmasını beklemek mümkün değildir. Gazete sayfalarındaki iç haberler-dış haberler ayrımı bile tek başına merkeze “bizim” ulusdevletimizin konduğunun görülmesi için yeterlidir. Üstelik banal milliyetçiliğin üretimi sadece iç-dış haber sayfalarında gerçekleşmez; spor sayfaları9, ekonomi haberleri, hava durumu haberleri vb. bile yeniden üretimin sürekli gerçekleştiği yerlerdir. Çalışmasında özellikle vatanseverlik-milliyetçilik ayrımının yapaylığından ve ideolojik bir bakış açısının neticesi olduğundan bahseden Billig, Amerika’nın “yeni dünya düzeni” başlığı altında hegemonya mücadelesine giriştiğini söylemektedir. Her ne kadar Türkçe’ye geç çevrilmiş olsa da, kitabın kaleme alındığı dönemi dikkate aldığımızda, Amerika’nın “Yeni Dünya Düzeni” söylemi ve üzerine yürütülen tartışmaların 1990’ların ilk yıllarından itibaren büyük yankı uyandırdığını ve üzerinde en çok konuşulan konulardan biri olduğunu söylemek mümkündür. SSCB’nin çöküşü ve ardından Soğuk Savaş’ın bitimi, dünya düzleminde yeni bir güç dengesi arayışına sahne olmuştur. Billig, incelemesinde Amerika’nın “Yeni Dünya Düzeni” ile yeni bir kutuplaşma yarat9 Billig, Amerikan güreşinin Amerikan milliyetçiliğinin yeniden üretildiği bir mecra olduğunu aktarırken; Tim Edensor, farklı örneklerle tartışmayı genişletir. (Batı) Hindistan ile İngiltere arasındaki kriket müsabakasının kolonyal bir mücadele olarak zuhur edişi; Alman tenisçiler Boris Becker ve Michael Stich hakkında 1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca İngiliz gazetelerinde “Alman etkisi” başlığı altında benzersiz “merhametsizliklerine” ve birer “makine” oluşlarına dair çıkan yazılar; İsveçli tenis şampiyonu Bjorn Borg’un “insanlıktan yoksun”, mistik kutup soğukluğuna atıfla İce-Borg olarak adlandırılışı, vb. etkileyici örnekler olarak düşünülebilir (Edensor 2002, 78-84). 182 Milliyetçiliğin "Sıradan" Yüzleri… tığını, ABD saflarında olanların dünya düzenini korumaya aday “medeni uluslar” olarak “biz”in içine katıldığını, ABD karşısında olanların ise Körfez Savaşı’nda görüldüğü gibi barbar ilan edilerek düzene tehdit oluşturan ve yok edilmesi gereken varlıklara dönüştürüldüğünü öne sürmüştür. Dikotomik biçimde kurulan yeni “biz”ler ve “öteki”lerin, “yeni dünya düzeni” kapsamında hem siyasilerin dilinde hem de günlük gazetelerin dilinde nasıl oluşturulduğunu ve tartışılmaksızın nasıl yeniden üretildiğini göstermeye çalışmıştır. Bu hegemonik söylem aracılığıyla Amerikan vatanseverliğinin ya da milliyetçiliğinin yeniden üretilmesi ve zaman-mekan sınırlarını aşarak dünyanın dört bir yanına ihraç edilmesi, Billig’in tezinde kapitalizm ve milliyetçiliğin eklemlenişinin tezahürü olarak da kendisine yer bulur. Amerikan vatanseverliği Hollywood sineması, Amerikan güreşi, Coca Cola başta olmak üzere Amerikan bayrağı10 ve Amerikan kültürüne özgü simgelerle donanmış t-shirtler, şapkalar, vb. aracılığıyla tüm dünyaya ihraç edilen bir “meta”ya dönüşmüştür (Billig 2002, 149-176). Billig’in de ifade ettiği gibi, banal milliyetçilik yalnızca İngiltere’de ya da Amerika’da siyasilerin demeçlerinde yahut günlük gazetelerde üretilmemektedir. Yaşadığımız topraklara baktığımızda milliyetçiliğin burada da sürekli olarak 10 Amerikan vatanseverliğinin popülerleşerek küresel çapta yayılması ve meta olarak dolaşması özellikle Amerikan bayrağı örneğinde ciddi anlamda görünürlük kazanmaktadır. Türkiye örneğini ele aldığımızda ise bayrağın “kutsallığı”nı koruduğunu ileri sürebilmek mümkün. Her ne kadar üzerinde bayrak olan t-shirtler, bardaklar, anahtarlıklar, vb. eşyalar ancak “bayrağın kutsallığına halel getirecek” davranışlardan kaçınmak şerhiyle satılıp kullanılabilir ise de; Hollywood sinemasından tanıdığımız boksör Rocky’nin ringe Amerikan bayrağı şeklinde bir şortla çıkması Türkiye’de kabul edilebilecek bir durum olarak görünmemektedir. Cumhuriyet’in 87. yıl kutlamaları kapsamında Beyaz Tv’de “Ayşen ile Neşeli Günler” adlı programın sunucusu Ayşen Gürler’in 29 Ekime ithafen televizyon ekranına Türk bayrağı şeklinde tasarlanmış, kırmızı üzerinde ay-yıldız olan bir tuvaletle çıkması büyük tepki toplamıştır. Programa dair görüntülerin yayınlandığı bir internet sitesine gelen okuyucu yorumları bayrağın kutsallığından, kıyafet üzerindeki ay ve yıldızın konumlarının “yanlışlığına” kadar çeşitli yorumlarda bulunmuşlardır: “Ayşen hanım o güne ithaf olsun diyerek Türk Bayrağı’ndan bir elbise giymiş. İyi güzel de, ay ve yıldızın yerini hiç görmedin mi kızım! Diyeceksiniz ki, yıllar önce Müşerref Akay’da giymişti diyeceksiniz. Ama arada o kadar fark var ki. Kız resmen Türk Bayrağı’nı, ay ve yıldızı baş aşağıya getirdiği yetmiyormuş gibi Yıldız’da nerdeyse göbeğinin altında!.. Bu konularda, daha hassas olun arkadaşlar. O Ay ve Yıldız göğsünden fışkırsaydı daha iyi olmaz mıydı acaba?Ayşen’nin elbiseyi bu şekilde giymesi yakışmamış doğrusu… Ayşen hanım, keşke bu anlamlı günde elbiseyi bu şekilde giyeceğine stüdyoyu bayraklarla donatsaydı.”. Bkz http://www.sacitaslan.com/medya-aysen-gurlerin-ayyildizli-kiyafeti_30920.html, (Erişim Tarihi 26 Kasım 2010). 183 Milliyetçiliğin "Sıradan" Yüzleri… üretildiğini görebilmek mümkündür. Üstelik sadece politikacıların konuşmalarında ya da gazetelerde değil; “Kurtlar Vadisi”, “Muhteşem Yüzyıl”, “Doğu’dan Hikayeler” ya da “Öyle Bir Geçer Zaman ki…” gibi televizyon dizilerinde; izdivaç programlarında; facebook ya da twitter gibi sosyal iletişim ağlarını da içine alan internette; “Mustafa”, “Son Osmanlı Yandım Ali” gibi sinema filmlerinde; “Ah Şu Çılgın Türkler” gibi best-seller romanlarda spor programlarında hem popülerlermiş halleriyle11 hem de satır aralarına sinmiş versiyonlarıyla sürekli olarak üretilmektedir. Kısacası milliyetçilik, onun üreticileri ve hatırlatıcıları gündelik hayatımız içinde temas ettiğimiz her yerde karşımıza çıkmaktadır. Billig’in İngiltere ve Amerika örnekleri için söylediklerinden farklı olarak, Türkiye’de “milliyetçi” olmanın hala önemli bir duruş ve çoğu kez “iftihar vesilesi” olduğunu hatırda tutmamız gerekir. Resmi ideolojinin en önemli parçası ve hatta tanımlayıcı unsuru olarak değerlendirebileceğimiz milliyetçilik diğer ilkelerin üstünde bir yerde konumlanmıştır. Milliyetçilik, erken cumhuriyetin ideolojik çatısı olan “Altı Ok”un yanı sıra, ideolojik billurlaşmanın yaşandığı 1960’lı ve 70’li yıllarda muhafazakârlıktan İslamcılığa hatta Türk soluna kadar birçok ideolojinin ve görüşün de ayrılmaz bir parçası olabilmeyi başarmıştır (Öztan 2007, 461-473). Bu nedenle de çoğu kez siyasi yelpazenin adeta en sağından en soluna varıncaya dek ortak bir paylaşım zemini olarak işleve sahiptir. Politikacıların yahut vatandaşların birbirlerini milliyetçi olmamakla veya vatanını sevmemekle suçlaması ve bunun üzerinden yürüyen tartışmalar, siyasi pratiklerimiz içerisinde önemli bir yer tutmaktadır. Çok kültürlü bir sosyolojik yapıya sahip bu coğrafyada yaşayan insanların dini ya da etnik kimlikleri, konuştukları ya da konuş(a)madıkları dilleri, hem toplumsal, hem kültürel, hem de siyasal olarak birer tehdit olarak algılanabilmektedir. Biz ve öteki stereotipleri kolayca üretilerek dost-düşman ayrımı yapılabilmektedir. Üstelik kategorileştirme mantığının kendisi baki kalırken, kategorileştirilen “öteki”ler zamana, mekâna ve kişiye bağlı olarak değişiklik gösterebilmektedir.12 Hal böyleyken 11 12 Türkiye’de milliyetçiliğin popüler halleri üzerine bir çalışma için bkz. (Türkoğlu 2008). Türk sağında özellikle Soğuk Savaş yıllarından itibaren özellikle “anti-komünist mücadele” çerçevesinde kuvvetli bir müttefik olarak değerlendirilen ve “olumlu” özellikler atfedilen Amerika, bir süredir müttefik olmak bir yana potansiyel bir düşmana dönüşmüş durumdadır. Bu tabloya ulusalcı sol grupları da eklediğimizde durum daha da kritikleşmektedir. Son yıllarda hem “akademik” alanda hem de popüler yayınlar içerisinde sayıları giderek artan komplo teorisi kitaplarının baş aktörlerinin Amerika, İsrail ve “Siyonistler” olması da bu bağlamda anlamlıdır. 184 Milliyetçiliğin "Sıradan" Yüzleri… milliyetçiliğin günlük hayatın ya da popüler olanın içinde yeniden üretilmesi çoğu kez açıktan ve gönüllü bir biçimde yapılmaktadır. Kimin daha milliyetçi olduğu sorusuna şovenist biçimde verilen cevaplar milliyetçi olmanın önemini vurgular niteliktedir. Fark edilmeyen boyutlarını hatırda tutmak kaydıyla, özellikle yeni medya teknolojilerinin yaygın bir biçimde kullanılmaya başlaması ve kapitalist ekonomi ile eklemlenmesiyle beraber milliyetçilik, yalnızca basınyayın yoluyla üretilen ve yayılan bir şey olmaktan çıkmıştır. Türkiye’de özellikle 1980’lerin ortasından başlayarak 1990’larda hız kazanarak yükselen ve 2000’li yıllarda da yükselişini sürdüren yeni medya araçları hem bilinçli hem de bilinçsizce milliyetçiliğin üretildiği merkezler haline gelmiştir. Ülkenin siyasi gündemi ile paralel bir biçimde körüklenen milliyetçilik sinemadan spora, edebiyattan müziğe pek çok alanın içerisine girmiştir.13 Sonuç Yerine Michael Billig’in “Banal Nationalism” adlı çalışmasında dinamik bir süreç olarak ele aldığı ve milliyetçiliğin içinde barındığı, sürekli yeniden üretildiği bir yer olarak işaret ettiği gündelik yaşam ve onun pratikleri, uzun yıllar milliyetçilik çalışmalarının dışında kalmıştır. 1995 senesinde yayınlanan ve bir giriş niteliğinde değerlendirilebilecek olan bu çalışma, milliyetçiliğe ve milliyetçilik çalışmalarına farklı bir gözle bakılmasına olanak sağlamaktadır. Söz konusu tarihten itibaren yayınlanan çeşitli çalışmaların milliyetçiliğin gündelik üretimine de sıklıkla değinmeleri, bu durumun bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Daha genel bir bakış açısıyla, yalnızca milliyetçiliğin değil, onunla rahatlıkla eklemlenebilen başta toplumsal cinsiyet kodlamaları ve militarizm olmak üzere pek çok farklı unsurun gündelik pratikler içerisinde nasıl yeniden üretildiklerini de sorgulayabiliriz. İster ampirik verilerle çalışılsın ister kuramsal perspektiften yaklaşılsın, gündelik yaşamın mercek altına alınması pek çok farklı alanda çalışan araştırmacılara ve sosyal bilimlerin kendisine büyük açılımlar sağlayabilir. 13 1980 öncesi Türkiye’sinde de milliyetçilik bahsi geçen bütün alanlarda karşımıza çıkan bir unsurdu şüphesiz. Ancak 1980’lerde yeni medya teknolojilerinin yavaş yavaş yükselişe geçtiği ve mevcut medya araçlarının da dönüşüme uğradığı bugünkü süreçte milliyetçiliğin dolanımının hızı ve etkisi belki de daha önce görülmemiş bir biçimde artış göstermektedir. 185 Milliyetçiliğin "Sıradan" Yüzleri… Milliyetçilik tartışmalarına farklı bir pencereden yaklaşan Billig’in çalışması kendisinden sonraki pek çok araştırmacıya esin kaynağı olmakla birlikte14 pek çok eleştiriye de maruz kalmıştır ve kalmaktadır. Leicester Üniversitesi sosyoloji bölümünden Michael Skey de “The National in Everyday Life” başlıklı makalesinde Billig’in çalışmasını ele alarak, hem onun literatüre katkısını, hem de çalışmasının zayıf ya da eksik bulduğu yönlerini ortaya koymaya çalışmaktadır (Skey 2009, 331-346). Skey, Billig’in sosyal bilimlerin uzun süre millet ile toplumu eş gören bakış açısına dair yerinde eleştirisinin ve makro düzeydeki milliyetçilik çalışmalarının daha mikro düzeylerdeki çalışmalarla ve ampirik bulgularla zenginleştirebileceğini göstermesinin alana büyük katkı sağladığını ifade etmektedir. Anlamlandırmalar, temsiliyetler, vb. temalara bakarak, kuramsal çalışmaların yanı sıra milliyetçilik konusunda ampirik çalışmaların yapılması için Billig’in kapıyı araladığını söylemektedir (Skey 2009, 333). Skey, sadece Batı’daki “medeni biz ve vatanseverliğimiz”ve “barbar milliyetçi ötekiler” ayrımının değil; bu hegemonik söylemin ve milliyetçiliğin her gün yeniden üretilen bir sürece tekabül ettiğinin gösterilmesi açısından da “Banal Milliyetçilik” çalışmasını kıymetli bulmaktadır (Skey 2009, 334). Öte yandan, Skey, literatüre sunduğu derin katkılarına rağmen Billig’e eleştiriler de yöneltmektedir. Skey, Billig’in tezinin kuramsal yetkinlik ve dinamizmden yoksun, teorik olarak zayıf olduğunu ileri sürmektedir (Skey 2009, 333-336).15 Fakat unutmamak 14 Billig’in gündelik yaşam pratiklerine odaklanarak milliyetçiliğin banal yüzünü deşifre etmeye çalışan incelemesinden esinlendiğini söyleyebileceğimiz iki çalışmanın burada özellikle anılması gerekmektedir. Bunlardan ilki Asu Aksoy ve Kevin Robins’in “Banal Transnationalism: The Difference That Television Makes” adlı çalışmalarıdır. Aksoy ve Robins Londra’da yaşayan Türk göçmenlerin uydu aracılığı ile seyrettikleri Türk televizyon kanallarının “milli kimlik” ve aidiyet hususlarında günlük deneyimlerine etkisini tartışmaktadır (Aksoy ve Robins 2008). Bir diğer çalışma ise Arus Yumul ve Umut Özkırımlı’nın “Banal Milliyetçilik” çalışmasından hareket ederek Türk ulusal basınının bir günlük yayınlarından banal milliyetçiliğin izlerini sürdükleri incelemeleridir (Yumul ve Özkırımlı 2000, 787-804). 15 M. Skey, ampirik verilere dayalı daha yerel ve mikro ölçekli milliyetçilik çalışmalarının alana zenginlik katmasıyla beraber; teorik zaaflarının farkına varılamaması halinde, yapılacak olan farklı incelemelerin toptancı bir bakış açısının tuzağına düşebileceklerinden bahsederek, Arus Yumul ve Umut Özkırımlı’nın Türkiye’deki günlük gazetelerin incelenmesine dair Billig’den esinlenerek hazırlamış oldukları çalışmanın sınırlarını sorgulamaktadır. Skey, Yumul ve Özkırımlı’nın, araştırmalarında ele aldıkları toplumun heterojen yapısını gözden kaçırdıklarını belirterek; nasıl olup da Billig’in Britanya için vardığı sonuçlara Türkiye için varabildikleri sorusunu sormaktadır. Türkiye’nin özgün bir ülke olduğunu, mevcut İslamcı-laik çatışmasına ve Kürt meselesine dair günlük gazetelerin taranmasından herhangi bir veriye ulaşılmadığını; oldukça büyük bir Kürt topluluğunun varlığına rağmen, ulusal seyirciler-dinleyiciler topluluğunun “homojen” bir topluluk olarak ele alınmasının yeterli sonuçlara ulaşılmasının önünde büyük bir engel olabileceğini göstermektedir (Skey 2009, 336). 186 Milliyetçiliğin "Sıradan" Yüzleri… gerekir ki Billig, “Banal Milliyetçilik”te çalışmasının bu alanda bir giriş yazısı, bir taslak olarak düşünülmesi gerektiğini; kuramsal zayıflıkları olduğunu; fakat kendisinden sonra yapılacak olan çalışmaların bunları aşacağını düşündüğünü sıklıkla ve ısrarla vurgulamaktadır.16 Skey, ikinci bir eleştiri olarak ise, Billig’in küreselleşen dünyada milletin değişmekte olan konumunu dikkate almadığını; sıcak milliyetçilikler ile sıradan olan arasında herhangi bir ayrım gözetmediğini; dolayısıyla banal milliyetçilik tezinin sosyo-ekonomik ve politik kımıldanmalara karşı daha duyarlı olması gerektiğini ileri sürmektedir. “Banal Milliyetçilik”te bizi sıklıkla uyardığı “ulus-devlet ve kavramları” ile düşünme penceresinden bakıldığında; Billig’in banal ve sıcak milliyetçilikler olarak tabir edilen milliyetçilik arasında bir ayrım gözetmediği, ya da tüm milliyetçi cereyanları aynı kefeye koyduğu iddiası haksız bir eleştiri olarak değerlendirilebilir. Billig’in amacı çatışmaları yok saymak değildir; aksine bu çatışmaların nasıl doğduğuna, onlara zemin hazırlayan koşulların neler olduğuna dikkat çekmek istemektedir. Kendilerini müesses milletler olarak sunan ve dolayısıyla milliyetçilikle olan ilişkilerini yadsıyan Batılı uluslardaki milliyetçiliğin “masum” görünen sıradan hallerinin deşifresine çalışarak, Batı dışı toplumlara ötelenen “Sıcak milliyetçilik vs. Vatanseverlik” tablosunu çürütmeyi amaçlamaktadır. Skey (2009, 338-339), özellikle Amerikan vatanseverliğinin ve hegemonik söyleminin küreselleşmenin de gücünü arkasına alarak, milliyetçiliği daha da derinlere yerleştirmesine dair genel bir tablo çizmeye çalışan Billig’in, Amerikanlaşma ile küreselleşmeyi birbirine eşitlediği konusunda bir tespitte bulunmaktadır. Hearn (2006, 183-184) ise “Rethinking Nationalism”de, Billig’in küreselleşme hakkında yazdıklarını, Amerika’nın askeri ve ekonomik gücünü yükselmesi, küresel kültürün giderek artan bir biçimde Amerikan rengine bürünmesi ve akademik olarak Amerika’nın postmodernizmin global ölçekte savunucusu haline gelmesinin küreselleşme sürecinin kendisini Amerikanlaştırdığı olarak okumaktadır. Bunun yanında, Amerikan söyleminin egemen hale gelmesiyle Amerikan milliyetçiliğinin de dünya geneline empoze edildiği; Amerikan çıkarlarının ve ideolojisinin sanki tüm dünyanın çıkarıymışçasına sunulduğu konusunda Billig’in verdiği Körfez Savaşı örneğine de katılmaktadır. 16 Tim Edensor da Billig’in kendi ifadelerine başvurarak “Banal Nationalism”in bir giriş çalışması olduğunu, geliştirilmesi gerektiğini ve kendi çalışmasının bir nebze olsun bu alanda atılmış bir adım olduğunu belirtmektedir (Edensor 2002, 12). 187 Milliyetçiliğin "Sıradan" Yüzleri… Skey, çalışmasının esasına ilişkin kısaca değinilen eleştirilerinin yanı sıra, Billig’in ampirik bulguları hakkında da tesbitlerde bulunmaktadır. Britanya’daki günlük gazetelerin bir gününü ve Amerika’daki televizyon kanallarında yer alan siyasetçilerin konuşmalarını inceleyen Billig’in, çok karmaşık olan medya teknolojisini oldukça basite indirgediğini ifade etmektedir. Skey’e göre, hem medya araçları çok çeşitlidir, hem de medya okurları olarak ele alınan gruplar heterojen gruplardır. Ona göre, Billig ulus-ötesi medya konusunu ve medya okurlarının bu heterojen yapısını gözden kaçırmaktadır (Skey 2009, 334335). Skey (2009, 337), “ulusal dinleyiciler” olarak görülen grubun heterojenliğinin dikkate alınmamasının yanı sıra17, dinleyicileri de “pasif bir kitle” olarak değerlendirmenin yanlışlığına dikkat çekmektedir. Dinleyiciler “boş kaplar” değildirler ve verilen her mesajı birbirlerinden farklı algılayabilecekleri gibi, karşı karşıya geldikleri “mesajı” hiç sorgulamadan özümsemeyebilirler. Klasik milliyetçilik çalışmalarının yaptığının aksine Billig, kişilerin nasıl olup da kendilerini millileşmiş özneler olarak görmeye başladıkları sorusunu sormamaktadır. Oysa Skey’e göre, kişilerin sosyal kimliklerine duyarsız kalmak ve onların kendilerini niçin o kimliklerle tanımladıklarını sormamak, insanların günlük gerçekliklerini de gözden kaçırmak demektir. Skey’in altını çizmiş olduğu hususlar Billig’in tezinin kör noktaları olarak değerlendirilebilir. Fakat unutmamak gerekir ki ampirik verilerden yola çıkarak hazırlanan bir çalışmanın kendi içerisinde sınırları vardır. Billig bizlere genel bir bakış açısı sunmaya çalışmışsa da kimi zaman toptancılık tuzağına da düşmüştür. 17 188 Michael Skey, “Billig’in varsaydığı gibi gerçekten milliyetçilik aynı anda aynı coğrafyada olan herkes için banal mıdır” sorusunu sorduktan sonra; Billig’in çalışmasında İngiltere’ye dair incelediği ampirik verilerin, büyük bir nüfusu, o nüfusun içindeki geniş göçmen kitleleri (ki onlar da homojen değillerdir ve göçmen jenerasyonları vardır), bölgesel ve sınıfsal farklılıkların hepsini birden kapsayamayacağını, dolayısıyla analizin de yetersiz olacağını ileri sürmektedir (Skey 2009, 337). Milliyetçiliğin "Sıradan" Yüzleri… Kaynakça Makale ve Kitaplar Aksoy, Asu ve Robins, Kevin: “Banal Transnationalism: The Difference That Television Makes”, http://www.transcomm.ox.ac.uk/working_papers.htm, WPTC-02-08, (Erişim Tarihi 15 Kasım 2010) Balibar, Etienne. 2000. “Ulus Biçimi: Tarih ve İdeoloji”, Irk, Ulus, Sınıf içinde, der Balibar ve Wallerstein. 3. Bs, İstanbul: Metis Yayınları, ss.109-134 Billig, Michael. 1995. Banal Nationalism. Londra: Sage Billig, Michael. 2002. Banal Milliyetçilik. çev. Cem Şişkolar. İstanbul: Gelenek Yayınları Brubaker, Rogers. 1998. “Myths and Misconceptions in the Study of Nationalism”, The State Of The Nation, ed. John A. Hall. Cambridge: Cambridge University Pres, ss. 272-307. Edensor, Tim. 2002. National Identity, Popular Culture and Everyday Life. Oxford: Berg Fox, E., Jon ve Cynthia Miller – Idriss. 2007. “Everyday Nationhood”, etn.sagepub.com/content/8/4/536.full.pdf, (Erişim Tarihi 20 Kasım 2010). Hearn, Jonathan. 2006. Rethinking Nationalism. New York: Palgrave Macmillan. Özkırımlı, Umut. 1999. Milliyetçilik Kuramları. İstanbul: Sarmal Yayınları. Özkırımlı, Umut. 2002. “Türkiye’de Gayriresmi ve Popüler Milliyetçilik”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, der Tanıl Bora, c. 4. İstanbul: İletişim Yayınları: ss. 706-718. Özkırımlı, Umut. 2010. Milliyetçilik Üzerine Güncel Tartışmalar. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları. Öztan, Gürkan, G. 2007 “Milliyetçilik”, Resmi İdeoloji Sözlüğü, der Fikret Başkaya ve Tolga Ersoy, İstanbul: Özgür Üniversite Kitaplığı: ss. 461-475. Skey, Michael. 2009. “The National in Every Day Life: A Critical Engagement with Michael Billig’s Thesis of Banal Nationalism”, Sociological Review, 57 (2): ss.331-346. Spencer, Philip ve Howard Wollman. 2002. Nationalism: A Critical Introduction, London: Sage. Türkoğlu, Didem. 2008. “Snapshots Of Popular Turkish Nationalism: Neo-Kemalism, Bestsellers and Facebook”, Boğazici Üniversitesi, Atatürk İlke ve Inkılapları Enstitüsü. (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Yumul, Arus ve Umut Özkırımlı. 2000. “Reproducing The Nation: ‘Banal Nationalism’ in The Turkish Press”, Media Culture&Society 22(6): ss. 787-804. Basın ve İnternet “Ayşen Gürler’in Ay-Yıldızlı Kıyafeti”, 29 Ekim 2010, http://www.sacitaslan.com/medya-aysengurlerin-ay-yildizli-kiyafeti_30920.html (Erişim Tarihi 26 Kasım 2010). “Michael Billig”, 1996, http://billig.socialpsychology.org/#overview, (Erişim Tarihi 3 Aralık 2010). 189 190 KENDİ ÖTEKİ’SİNE DÖNÜŞMEK: TÜRKİYE’DE KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİ VE KÜRT TARİH TEZİ Şermin Korkusuz ÖZET Türkiye’de programı, hedefleri ve yöntemleri bakımından yekpare bir Kürt milliyetçiliğinden söz etmek mümkün değildir. Daha çok farklı vurgular taşıyan, tarih içinde değişip dönüşen ve birbirleriyle etkileşim içinde olan Kürt milliyetçiliklerinden söz edilebilir. Bu çalışma Türkiye’deki bu hareketlerin ve kullandıkları söylemlerin farklılıklarından daha çok ortak noktalarına odaklanarak, ülkedeki Kürt milliyetçiliği söyleminin ana hatlarını ortaya koymayı amaçlamaktadır. Söz konusu anlatıya ilişkin analiz, Kürt milliyetçiliğinin kurucu aktörleri (agent) olarak işlev görmüş ve kendi dönemlerinde diğerlerine göre daha etkin olmuş derneklerin belgeleri, yayınları, dergiler, gazeteler ve önemli figürlerin yazıları üzerinden yapılmıştır. Çalışmanın arka planında milliyetçiliği modern bir inşa süreci olarak gören yaklaşım bulunmaktadır. Dolayısıyla Kürt tarihyazımı metinleri önemli bir kaynak olarak görülmüştür. Bu doğrultuda, söz konusu söylem ele alınırken A. D. Smith’in neredeyse tüm milliyetçi projelerde bulunduğunu öngördüğü motifler çerçeve olarak kullanılmıştır. Buna göre anlatı, etnik topluluğun başlangıç, soy, göç, kurtuluş, altın çağ, çöküş ve yeniden doğuş mitleri üzerinden ele alınmıştır. Çalışmada, Kürt milliyetçiliği söylemi, Türk milliyetçiliği ile arasındaki bağlantı noktaları dikkate alınarak değerlendirilmiştir. Görülmüştür ki Kürt milliyetçiliği, doğuşuna ve ulus-devletleşme sürecine tanıklık ettiği Türk milliyetçiliği ve Kemalist tarihyazımı ile güçlü bir etkileşim içinde şekillenmiştir. Yer yer onun iddialarına bir tekzip ya da yanıt niteliği taşımıştır. Resmi Türk Tarih Tezi, Kürt Tarih Tezi için biçimi ve içeriğiyle modellik yapmıştır. Anahtar kelimeler: Milliyetçilik, tarihyazımı, Kürt milliyetçiliği, Kürt Tarih Tezi, Türk Tarih Tezi, Türk milliyetçiliği. 191 TRANSFORMING INTO THE OTHER: KURDISH NATIONALISM AND KURDISH HISTORY THESIS IN TURKEY ABSTRACT In Turkey, it is not possible to refer to a monolithic Kurdish nationalism in terms of its program, aims and methods. Instead, we can talk about Kurdish nationalisms having different emphases, changing throughout the history, and interacting with each other. This paper aims to present an outline of Kurdish nationalist discourse in Turkey by focusing on the commonalities of those movements and their narratives. The analyses on these narratives are made by means of the documents and publications of the associations, which were more effective in their time than their counterparts, journals, newspapers, and articles by leading figures. The paper is based on the perspective that sees nationalism as a process of construction. So, texts on Kurdish historiography are seen as important resources. In this direction, the discourse is evaluated in the framework of the motives that are described A.D. Smith as being essential to almost all nationalist projects. Accordingly, the narrative is approached via the myths of origin, lineage, migration, salvation, golden age, descent and regeneration. In the paper, Kurdish nationalism discourse is examined taking into account its links with that of the Turkish one. It is seen that Kurdish nationalism is formed in interaction both with Turkish nationalism whose rising and nation-building process were witnessed by Kurdish nationalism, and with Kemalist historiography. Sometimes, it is a denial of or response to their claims. In terms of form and substance, Formal Turkish History Thesis is a pattern for Kurdish History thesis as well. Keywords: Nationalism, historiography, Kurdish nationalism, Kurdish History Thesis, Turkish History Thesis, Turkish nationalism. 192 Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi ... ve insan bir başkasına, aynı karabüyü ayinlerindeki gibi, dönüşebilir, çünkü insanın tam zıddı gene kendisidir. (Aslı Erdoğan, “Kabuk Adam”dan) Türkiye’de programı, hedefleri ve yöntemleri bakımından yekpare bir Kürt milliyetçiliğinden söz etmek mümkün değildir. Daha çok, sayılan noktalarda farklı vurgular taşıyan, tarih içinde değişip dönüşen ve birbirleriyle etkileşim içinde olan Kürt milliyetçiliklerinden söz edilebilir. Ancak bu çalışmanın amacı, Kürt milliyetçiliğinin tarihi seyrini takip eden bir izlek ortaya koymak ya da birbirinden ayrışan Kürt milliyetçiliği hareketlerine dair kuşatıcı bir resim sunmak değildir. Kürt milliyetçiliğine ilişkin bu türden bir çalışma, hem hayli uzun bir zaman kesitini mercek altına almayı hem de farklı ülkelerdeki hareketleri şekillendiren dinamikleri ve bunların Türkiye’dekilere etkisini dikkate almayı –dolayısıyla çok daha hacimli olmayı– gerektirir. Bu çalışmada amaçlanan ise, Türkiye’deki hareketlerin ve kullandıkları anlatıların, farklılıklarından ziyade ortak noktalarına odaklanarak, ülkedeki Kürt milliyetçiliği söyleminin ana hatlarını ortaya koymaktır. Kürt milliyetçiliği burada, Kürtlüğü temel alan, özerk, federe ya da bağımsız bir idari yapılanmayı amaç edinen, bu doğrultuda kendine özgü semboller ve siyasi bir söylem oluşturan akımı ifade etmektedir. Söz konusu okuma, Kürt milliyetçiliğinin kurucu aktörleri (agent) olarak işlev görmüş ve kendi dönemlerinde diğerlerine göre daha etkin olmuş derneklerin belgeleri, yayınları ve dergiler, gazeteler ve etkili figürlerin yazıları üzerinden yapılmıştır. Çalışmanın arka planında milliyetçiliği modern bir inşa süreci olarak gören yaklaşım bulunduğundan, Kürt tarihyazımı metinleri önemli bir kaynak olarak görülmüştür. Tüm bu malzeme, sahip olduğu milliyetçilik perspektifi açısından kültürel ya da siyasal karakterli olmasına bakılmaksızın kullanılmıştır.1 1 Burada kültürel milliyetçilikle kastedilen Kürt kimliğini ve etnik özelliklerini korumaya yönelik yaklaşım ve siyasal milliyetçilikle kastedilen ise bir Kürt devletinin ya da yönetiminin yapılanması programını benimseyen perspektiftir. 193 Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi Bu doğrultuda, söz konusu söylem ele alınırken Anthony D. Smith’in neredeyse tüm milliyetçi projelerde ve anlatılarda bulunduğunu öngördüğü motifler –bire bir izlenmese ve sıçramalarla hareket edilse de– bir çerçeve olarak kullanılmıştır. Smith’in (2002, 245) işaret ettiği motifler; etnik topluluğun ne zaman ve nerede doğduğu (zamanda ve mekandaki başlangıç miti), kimin soyundan nasıl türediği (soy miti), topluluğun doğuşun ardından nereleri aşıp geldiği (göç miti), nasıl özgürleştiği (kurtuluş miti), nasıl büyük ve kahraman olduğu (altın çağ miti), nasıl bozulup fethedildiği (çöküş miti) ve nasıl eski şanlı günlerine dönebileceğidir (yeniden-doğuş miti). Kürt milliyetçiliği, doğuşuna ve ulus-devletleşme sürecine tanıklık ettiği Türk milliyetçiliği ve Kemalist tarihyazımı ile güçlü bir etkileşim içinde şekillenmiştir; yer yer onun iddialarına bir tekzip ya da yanıt niteliği taşımıştır. Hatta denebilir ki, resmi Türk Tarih Tezi, Kürt Tarih Tezi için biçimi ve içeriğiyle modellik yapmıştır. Zira, Bülent Peker’in ifadesiyle, resmi tarih ile resmi tarihkarşıtı tarih madalyonun iki yüzü gibidir (Peker 1993, 34). Bu çalışmada da, Kürt milliyetçiliği söylemi, yukarıdaki çerçeve içinde Türk milliyetçiliği ile arasındaki bağlantı noktaları dikkate alınarak değerlendirilmiştir. Kürt milliyetçiliğinin uyanışına ilişkin net bir görüş olmamakla birlikte, hareketin Osmanlı’nın son dönemlerinde belirdiği daha yaygınlıkla ifade edilmektedir. Kürt milliyetçiliğinin başlangıcını Ehmedé Xanî’nin Mem û Zîn’inin (1695) milliyetçi bir okunmasıyla 17. yüzyıla dayandıranlar bulunmaktadır. Bu düşünceye en güçlü karşı duruşlardan biri M. van Bruinessen’den gelmiştir. Van Bruinessen’e göre, o dönemde henüz milliyetçi söylemin oluşması ve yayılması için gerekli koşullar ne Kürdistan’da, ne Orta Doğu’da ne de milliyetçi ideolojinin anavatanı Avrupa’da oluşmuştur. Henüz ulus mefhumunun ve ulusdevlet oluşumunun mevcut olmadığı bu yüzyılda, Kürt milliyetçisi söylemlerden bahsetmek doğru değildir (Van Bruinessen 2005, 63-82).2 Osmanlı coğrafyasında 1880’lere kadar egemen olan kültürel milliyetçilik, 1914’teki Barzan, Soran ve Bitlis ayaklanmalarında yerel özerklik gibi taleple- 2 Kürt milliyetçiliğinin kökenlerine ilişkin bir başka tartışma ve mevcut tarihyazımlarının bir eleştirisi için ayrıca bkz. Vali, Abbas. 2005. “Kürtlerin Soykütükleri: Kürt Tarih Yazımında Ulus ve Ulusal Kimliğin İnşası.” Kürt Milliyetçiliğinin Kökenleri içinde, der. Abbas Vali, İstanbul: Avesta Yayınları, ss. 83-134. 194 Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi rin dile getirilmesiyle siyasi bir yön kazanmıştır. İttihat ve Terakki yönetiminin giderek Türkçülüğe daha fazla alan açması ve Müslüman halklar arasında gelişen milliyetçi hareketlere hoşgörü göstermemesi, Kürt milliyetçiliğinin siyasi sivrilişinde etkili olmuştur. Kürt milliyetçiliği, gerek Batı’da gerek Osmanlı’daki Batılı okullarda eğitim görmüş Kürt aydınları arasında yayılmıştır. Hamit Bozarslan’a (2005) göre, bir Kürt devletinin yapılanması programı olarak Kürt milliyetçiliği Birinci Dünya Savaşı ertesinde, 1918-19’da ortaya çıkmıştır. Takip eden yaklaşık yirmi yıla Kemalist hükümet tarafından şiddetle bastırılan bir dizi isyan damgasını vurmuştur. 1938 Dersim isyanından sonra da 60’lara kadar milliyetçi faaliyet yok denecek kadar zayıftır. 1960-1970’lerde Kürt milliyetçiliği yeniden doğmuş ve solla iç içe geçmiştir. 1980 Türkiye’deki Kürt tarihinin bir dönüm noktasıdır. Darbeyle tüm milliyetçi hareketler durdurulmuştur. Ardından sivil idareye dönüş, süregelen bir gerilla savaşıyla mimlenmiştir (Bozarslan 2005, 37). 90’lar Kürt milliyetçiliğinin “Kürt sorunu” olarak dile getirildiği, PKK (Partiya Karkerên Kurdistan) ile anıldığı bir dönümü işaret etmiştir. 1880’lere kadar kültürel ve sonrasında ise özerk, federe ya da bağımsız bir Kürt devletini hedefleme anlamında siyasi olan Kürt milliyetçiliği, metinde yer yer ismi geçen çeşitli örgütler ve yayınlar çevresinde kendini ifade etmiştir. Aşağıda, tüm yoğunluğu, içeriği ve yöntemi bakımından farklılıklar gösteren Kürt milliyetçiliğinin ana temaları en kaba hatlarıyla ortaya konmuştur. Varlığı Göstermek: “Buradayım!” Kürt milliyetçiliği söyleminin en belirgin temalarından biri Kürtlerin ayrı bir ırk; Kürtçenin ise başlı başına bir dil olduğudur. Söylemin bu türden bir ispatlama çabası ile şekillenmesine neden olan etkenlerin başında kuşkusuz Türk resmi söyleminin Kürtlük ve Kürtçeye ilişkin yok saymacı yaklaşımı gelmektedir. Nitekim, Türk ulusal kimliği kendini, Türkiye coğrafyasındaki diğer etnik grupları ötekileştirerek inşa etmiştir. Dahası bu bakış, Kürtlük ve Kürt dilini, ötekileştirmenin ötesinde Türk veya Türk’ün bir türevi varsayarak kategorik olarak reddetmiştir (Yeğen 2003).3 Dolayısıyla, Cumhuriyet tarihi boyunca her 3 Yeğen, “kategorik inkar söylemi”nin varlığına ve niteliklerine Kürtlerin fiziki varlığını reddeden, Kürt sözcüğünü kullanmamak için azami çaba gösteren Cumhuriyet dönemi devlet söyleminin belirdiği metinlerin bir çözümlemesi üzerinden ulaşmaktadır. 195 Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi şeyden önce, var olduğunu kabul ettirme, Kürt milliyetçilerinin en önemli uğraşılarından biri olagelmiştir. Öte yandan belirtmek gerekir ki, bu çabanın doğuşu Türk ulus-devletinin kuruluşu ile eşzamanlı değildir. Cumhuriyet öncesinde gelişen Kürt milliyetçisi hareketlerde de benzer bir uğraşıya rastlanmaktadır.4 1880’de, Kürt milliyetçisi temaların ilk kez su yüzüne çıktığı isyanın lideri olan Şeyh Ubeydullah, Kürt halkının ayrı bir millet olduğunu inançla dile getirmiştir. Şeyh Ubeydullah, Amerikan misyoneri Dr. Cochran’a yazdığı mektupta “Kürt halkı 500.000’den fazla aileyle, ayrı bir halktır. Dinleri diğerlerine göre farklıdır, yasaları ve gelenekleri ayrıdır” (akt. Jwaideh 2009, 163) demektedir. Bütün Kürtleri bağımsız bir devlet çatısı altında birleştirme isteğinin gerekçesini yine bu görüşe bağlamaktadır: Ona göre Kürtler ırk, dil ve yaşam biçimleri olarak kendi içlerinde büyük benzerlikler göstermekte, dolayısıyla ayrı bir topluluk oluşturmaktır. Var olmanın ispatlanışında, Kürtlerin Farslar, Araplar ve Türklerden ayrıştırılması önemli bir noktayı oluşturmaktadır. Bu doğrultuda, daha erken dönemlerde Kürdistan5 dergisinde Kürtlerin Turani kökenli olduğunu reddeden yazılara rastlamak mümkündür (Özcan 2007: 54). Yine Malmîsanij (2002, 17), Kürtlerin Orta Asya’dan göç ettikten sonra yerleştikleri dağlık bölgelerde Türk kültüründen uzaklaşarak, Araplar ve Farsların etkisiyle Türkçeyi unutmuş olan Türkler veya Farsçanın bozuk bir taşra ağzını konuşan Farslar olduğu iddialarına karşı çıkmaktadır Bu yaklaşıma göre, Kürtlerin Araplarla da herhangi bir etnik bağı bulunmamaktadır. İddia edildiği gibi Kürtler, Merep Barajı’nın yıkılmasından sonra meydana gelen büyük selde dağlara çekilip başka kavimlerle karışarak anadilleri olan Arapça’yı unutmuş Araplar değillerdir (akt. Şengül 2003, 53). Yakın tarihli çalışmalarda da, Kürt halkının 1071’den sonra Malazgirt’- 4 5 Osmanlı Devleti’nde Kürt emirliklerin özerklik statüsü ile yer alması, bu noktayı şaşırtıcı kılabilir. Her ne kadar, Osmanlı’nın müslim-gayrimüslim ayrıştırmasına dayalı millet anlayışı içinde etnik kimlik özellikle kabul ya da inkar edilmesi gereken bir kategori olarak düşünülmemişse de; Tanzimat’ın getirdiği merkezileşme çabaları ve Jön Türk devriminin Türkleştirme ve Türk kökenli olmayan Osmanlı milliyetçiliklerini susturma politikası, kimlikleri aşındırıcı pratikler içermekteydi. Dolayısıyla, milliyetçi reaksiyonları tetiklemekteydi. Jön Türk devriminin Kürt milliyetçiliğine etkisi konusundan bkz. Jwaideh, Wadie. 2009. Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi: Kökenleri ve Gelişimi, çev. Alper Duman, İsmail Çekem, 6. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 5. Bölüm. 1898 yılında Kahire’de Bedirhan Paşa’nın oğlu Mikdat Bedirhan tarafından çıkarılan ilk Kürtçe gazetedir. 196 Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi ten Anadolu’ya gelen Türklerle köken olarak hiçbir ilgisinin bulunmadığına ilişkin vurgular yer almaktadır (Bender 2000, 45). Buna göre Kürtler; Hurriler, Kassitler, Mitanniler ve “Kürt kökenli oldukları kuşkusuz kesin olan Urartular” ve Medler gibi tarihin en önemli uygarlıklarının soyundan gelen bir ırktır. Perslerin Medleri yenilgiye uğratmasına kadar da egemen konumunu sürdürmüştür (Bender 2000, 37). Aynı şekilde Kürtçe binlerce yıl öncesinden beri var olan, Orta Doğu’nun en saygın ve kullanışlı dillerinden biridir (Bozarslan 2005, 857). Bu anlatı içinde, Kürtlerin müstakil bir ırk olmayışına ilişkin iddialar, sınırları içinde yaşamakta oldukları ulus-devletler tarafından “uydurulmuş” kimlikler olarak görülmektedir. Özellikle de Türkiye’de Dağ Türkleri, Suriye ve Irak’ta ise –Yezidiler için– Ümmiye Arapları isimlendirmeleri Kürtlere “yamanmış” sahte kimliklerin varlığının bir göstergesi sayılmaktadır (Izady 2007, 343). Tarihi Yardıma Çağırmak Kendimden başkası olmak istemiyorum, nasıl doğmuşsam öyle Kim olduğumu bulacağım (Sophokles) Kürtlerin, çevrelerindeki diğer etnik topluluklardan farklı ve başlı başına bir ırk olduğunun ispatlanmasında tarihe başvurmak, bekleneceği üzere hayati bir önemdedir. Kürtlerin kökenlerini ve tarih içindeki etkinliklerini göstermek açısından tarih çalışmalarının gerekliliği ve önemi, Kürtlerin ise bu konudaki eksiklikleri Kürt aydınları tarafından erken dönem hareketlerden itibaren sıkça vurgulanagelmiştir. 1918’de Kürdistan Teali Cemiyeti’nin gayri resmî yayın organı olarak çıkmaya başlayan ve 25 sayı yayımlanan Jîn dergisi, daha ilk sayısında amaçları arasında Kürt tarihine ilişkin yayın yapmayı saymış ve milli bir tarih oluşturmayı Kürt milliyetçiliğinin en öncelikli hedeflerinden biri olarak gördüğünü ortaya koymuştur: “Jîn şahsi menfaat temini için çıkmıyor. Onun hedefi uzun asırlardan beri ihmal edilen Kürd hayat-ı tarihîyesine, hukuk-ı milliyesine, edebiyat ve içtimaîyatına dair neşriyatta bulunmaktır” (akt. Özcan 2007, 28). 197 Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi Milliyetçiliğin milletler ormanında ancak tarihi bir varlığa sahip olan ve evrensel medeniyete katkıda bulunabilmiş milletlere yaşam hakkı tanıyan perspektifini Kürt milliyetçiliği de kabul etmiştir. Buna göre, milli tarihyazımına aynı zamanda Kürt ulusunun boyunduruk altında olmasını, tarih sahnesinden çekilmesini engelleyecek, geleceğini garanti altına alacak bir görev yüklenmiştir. Zira Jîn’de, “milli tarihin sayfalarını dolduran atalarının şanlı geçmiş eylemlerine ilgi göstermeyen bir milletin torunları[nın], ancak yıkılışa ve yoz bir hayata doğru yürü[yeceği]” dile getirilmiştir (akt. Bozarslan 2005, 46). Yine hemen erken dönem metinlerden birinde, Abdullah Cevdet’in Roji Kürd dergisinde yayımladığı bir yazıda da bu düşünceye rastlamak mümkündür: “Bir milletin ki mazbut ve mükemmel olarak bir tarihi yoktur, o millet hiç yaşamamış gibidir. Kürdlerin tarihi var mı? (...) Yaşadığımız asır şaka değil yirminci asırdır. Mazisinin tarihine müstakbelinin tarihine, mâlik olmayan millet, kendisine mâlik değildir. Kendi kendisine mâlik olmayan milletler, ferdler memluk olur, başkalarının malı olur” (akt. Özcan 2007, 45). Kürt milliyetçiliğinin, Kürtler ve Kürdistan üzerindeki “meçhuliyet perdesini” kaldıracak olan elin hiçbir zaman bir “dest-i ecnebi” olmayacağı, bu görevin “Kürd oğullarına” düştüğü (akt. Özcan 2007, 47) vurgusu ve Kürtleri kendi tarihlerini araştırmaya yönelik çağrısı bir yandan bir başka kabulü barındırmaktadır: Kürt tarihi Kürt olmayanlarca ya kasıtlı olarak yeterince araştırılmamış ya da yanlışlıklarla dolu bir biçimde ve gerçekleri gizleyerek ortaya konmuştur. Gerçekten de Kürt aydınları bu meselede çeşitli sorumluları işaret etmiştir. Üstelik ister daha 1920’lerin başındaki metinlere, ister on yıl bile geri gitmeyen yakın tarihli metinlere bakılsın, görülen sorumlular aşağı yukarı aynıdır: Osmanlı, –Kürt nüfusu barındıran diğer devletlerle birlikte– Türkiye Cumhuriyeti ve Batılı devletler. Kutlay, komşu toplulukların ve yabancıların gerçeğin çok azını söylediğini; Fars, Osmanlı ve Arap tarihçileri tarafından Kürtlerin küçük düşürüldüğünü ifade etmektedir (Kutlay 2006, 180). Jîn dergisi yazarlarından Halil Hayalî, Osmanlıların dört asırdır bu coğrafyaya hakim olmasına ve Kürtlerin kendisine tüm sadakatleri ve bağlılıklarına rağmen onların tarihini merak etmemiş olmasından yakınmaktadır (Özcan 2007, 198 Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi 45).6 Kürt tarihi üzerine dikkat çeken çalışmaları bulunan İhsan Nuri ise şöyle sormaktadır: “Kılıçlarının parıltısıyla tarihin karanlığından aydınlığa çıkmış, bütün yüzyıllarda yiğitlik ve kahramanlıklarıyla düşmanlarını titretmiş olup Kürt lakabıyla mertliğin, savaşçılığın sembolü olan bir ulusun saltanatı ve bağımsızlığının övünçlü dönemleri, dostun düşmanın gözünden saklı mı tutulmak isteniyor” (Nuri 1976, 12) Bu bakış açısından, Kürt nüfusu barındıran ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu modern ulus-devletler ise Kürt tarihini araştırmamakla kalmamış ve Kürtlerin geçmişini karalayarak gizlemişlerdir. Bu antik kültürün kendine özgülüğünü yadsıyarak, etnik Kürtler için ulusal önemi bulunan her türlü konu hakkında araştırma yapılmasını engellemişlerdir. (Izady 2000, 13). Farklı bakış açılarıyla oluşturulmuş Kürtçü tarihyazımlarının hemen hepsinde Kürdistan’ı bölüşmüş olan devletlerin, Kürtlerin tarihini araştırmaktan korktukları için arkeolojik kazıların yapılmasını engellediği, bulunacak yazıtların ve eserlerin incelenmesini istemediği temasıyla karşılaşılmaktadır. Kürt tarihinin sol eksenli bir okumasını yapan Kemal Burkay da Türkiye’nin Kürt tarihini gizlemek için her şeyi yaptığını, Kürdistan’da ya kazılara izin vermediğini ya da bulunan eserleri bilimsel araştırmalara kapalı tuttuğunu, kimi zaman tarihi eserleri barbarca yok ettiğini, Dicle ve Fırat üzerine inşa edilen barajlarla bilinen ve bilinmeyenleri ile zengin bir tarihi sular altına gömdüğünü belirtmektedir (Burkay 1997, 47). Bu anlatı içinde, ayrıca hiçbir ülkenin hiçbir müzesinde en ufak bir arkeolojik objenin dahi Kürt kültürüne ait olarak tanımlanmamış olması; Kürtlerin yalnız Osmanlılar ve ilişkili olduğu modern devletler tarafından değil tüm 6 Resmî Türk tarihyazımı da, Türklerin tarihinin araştırılması ya da çarpıtılması konusunda benzer bir yakınmayı dile getirmiştir. Resmi tarih anlatısına göre, Osmanlı ve Batı yer yer ihmalci yer yer kasıtlı bir biçimde Türklerin şanlı tarihlerini gizlemeye çalışmıştır. Tezin Osmanlı ile ilgili yaklaşımı Şemsettin Günaltay’ın sözlerinde en net ifadesine kavuşur: “İmparatorluk devrinde yabancıların teğallübü altında inleyen ve bütün hakları payimal olan Türk’ün tarihine ancak altı yüz senelik bir kıdem verilmiş, imparatorluğun hakiki müessisleri olan Selçuk Türkleri unutturularak şerefli görülen her şey, imparatorluk camiasının Türk olmayan unsurlarına isnat edilmişti. Bu suretle altı yüz senelik tarihte de Türk’e pek az bir şeref hissesi bırakılmıştı” (Günaltay 1938, 337). Samih Rifat ise “Batı’nın bizi şimdiye kadar yanıltan çok mühim sebeplerden biri de garp müsteşriklerinin Türk adının ancak yedinci asırda Gök Türkler’le meydana çıkmış olmasına ait fikirleridir. Avrupa eserlerinden bizim kitaplarımıza intikal eden bu fikir külliyen yanlıştır” saptamasını yapmıştır (Samih Rifat 1932, 77-78). 199 Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi dünya tarafından görmezden gelindiğinin bir kanıtı olarak sunulmaktadır (Izady 2000, 13). Kürt aydınlarının, yukarıda değinilen nedenlerle gizli kalmış tarihlerinin araştırılmasına ve gerçeklerin apaçık ortaya çıkarılmasına yönelik çağrıları, farklı dönemlerde değişen oranlarda karşılık bulmuştur. Türk ulus-devletinin kurulduğu ve milliyetçi tarihyazımının oluşturulduğu erken Cumhuriyet yılları, Kürt milliyetçi elitin de kendileri açısından benzer çabaların gerekliliğini sıkça vurguladığı bir dönemdir. Ne var ki, Kürt tarihyazımı bu dönemde daha çok milli semboller üretmeye ve edebiyat-tarih temelli bir içerikle şekillenmeye yönelmiş ve 40’lı yıllara kadar tarih araştırmaları ve yazımı ile büyük oranda uğraşılamamıştır (Bozarslan 2005, 48).7 1938 Dersim isyanının şiddetle bastırılmasının ardından Kürt hareketinin derin bir sessizliğe gömüldüğü yaklaşık iki on yıl boyunca da, bir iki istisna dışında bu alanda canlı bir üretim olmamıştır. Ne var ki, gerek isyan ertesinin sürgündeki aydınlarının yazıları, gerek 50’li yıllarda ortaya çıkan “yeni şehirli Kürt entelijensiyası”nın8 (aydınlarının) bu alanda bir görev üstlenmesi, 60’lı yıllarda meyvelerini verecek hareketliliğe zemin hazırlamıştır. Denebilir ki, suskunluk yıllarının eserleri, gerçek yankılarını 60’lı ve 70’li yıllar döneminde bulmuştur. Bu dönemde, önde gelen Kürt klasikleri, hareketin önemli figürleri olagelmiş Kürt aydınlarının eserleri, belli bir etkinliğe ulaşmış gazete ve dergiler yeniden basılmış; çeşitli dillerden Türkçeye çok sayıda çeviri yapılmıştır. Bu ortaya çıkarma sürecinde Kürt aydınları tarafından Kürtçü tarihyazımının ana hatları belirlenmeye başlamıştır. Kürt tarihi ve örneğin bu tarihin önemli bir unsuru olan isyan hareketleri yeni bir okumaya tabi tutularak milliyetçi bir perspektifle yeniden anlamlandırılmıştır. Bu birikimle ulaşılan 90’lı yıllar, Kürt tarihyazımında resmi Türk tarihyazımıyla yer yer çakışan, onunla onun gibi çekişen anlatıların görüldüğü bir dönem olmuştur. 30’ların Türk Tarih Tezi’nin içeriği ve yöntemi9 90’larda adeta Kürtlüğe devşirilmiş olarak yeniden canlanmıştır. 7 8 9 30’ların sonuna kadar olan dönemde Kürt aydınları arasında tarihyazımının arzulanan düzeyde olmaması ve Kürt milliyetçiliğinin bu alanda eksik kalmasına ilişkin olarak Bozarslan’ın gösterdiği en önemli nedenlerden biri, bu dönemde aydınların daha çok askeri eylem üzerine yoğunlaşmış olmasıdır. 1930 Ararat ayaklanmasının şiddetle bastırılmasının ardından öncelik Kürt kimliğinin belirleyici unsurlarının –dil ve kültür– korunmasına verilmiştir. Bozarslan’ın ifadeleriyle bu yeni şehirli Kürt aydını, Kemalist şartlar ve değer yargılarıyla yetişmişti. Kürtlüğünden habersiz olmasa bile eski çatışmalarla organik bir bağı bulunmuyordu (Bozarslan 2005, 55). Bilimleri, özellikle de antropolojiyi ve dilbilimini yardıma çağırarak köken izlemek. 200 Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi Bu organize olmamış, parçalı tarihyazımları, değişen koşullarda, yazıldığı dönemin ihtiyaçlarını karşılamak üzere farklılıklar göstermiştir; ancak genel hatlarıyla üstlendiği en belirgin yükümlülük şu olmuştur: Hem Kemalist ideolojinin iddia ettiği gibi Kürtlerin Turan ve kökleri Orta Asya’dan gelen bir Türk kolu olmadığını ve binlerce yıldır diğer halklarından ayrı kalmış otantik bir topluluk olduğunu; hem de aynı coğrafyada eski, orta ve modern zamanlarda köklerinin bulunduğunu kanıtlamak (Bozarslan 2005, 50). Kürtlerin millet olarak geçmişini, dolayısıyla Kürt varlığını gizlemeye çalıştığına ve Kürt tarihinin çarpıtılması yönünde bilinçli çaba sarf ettiğine işaret edilen sorumlular, aynı zamanda Kürt tarihyazımının Kürtler dışında seslendiği muhataplarını oluşturmuştur. Kadimliği İspatlamak Bilindiği gibi, ulusalcı tarih anlatısı evrimsel ve doğrusal olarak ilerleyen bir zaman algısına sahiptir ve milleti geçmişin verdiği güvenle geleceğe umutla yürüyen bir bütün olarak görür. Milletin ne zaman ve nerede doğduğu (zamanda ve mekandaki başlangıç miti), kimin soyundan nasıl türediği (soy miti) milliyetçi tarih anlatılarının tipik (Smith 2002, 245) ve en iddialı tezlerini sunmaya olanak veren başlıklarıdır. Başlangıca odaklanmak önemlidir, çünkü etnik topluluk kadimliği oranında makbul ve meşru kabul edilir. Böylece, milliyetçi perspektifte kökenlerin olabildiğince eskiye dayandırılması bir gerekliliğe dönüşmektedir. Milliyetçi Kürt tarihyazımları da bir yandan Kürtlüğün müstakil bir varoluşa sahip olduğunu, öte yandan da bu varlığın antikçağlara kadar uzandığını göstermeye çalışmaktadır. Jîn dergisi yazarlarından Süleymaniyeli Tevfik, Nuh’un gemisinin Cudi’ye oturduğunu, burada yerleşmiş olan kavmin de o zamandan beri Kürt olduğunu belirtmektedir (akt. Özcan 2007, 53). Yine aynı dergide yazan Yamulkizade Abdulaziz, Medler ve İraniler ile aynı soydan geldiğini söylediği Kürtleri, “bundan binlerce sene evvel, ve hatta daha evvellerini tarihin bile zapt edemediği zamanlarda mevcudiyeti aşikar” bir kavim olarak tanımlar (akt. Özcan 2007, 52). Kürtlerin kadimliğine ilişkin iddialı bir tarihlendirmeye Nuri Dersimi’nin Kürt Gençliği’ne Söylev’inde rastlanmaktadır. Dersimi, Mustafa Kemal’in Gençliğe Hitabe’sini andıran bu metinde, Kürt gençliğine “insan- 201 Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi lık şafağı ağarırken onun ilk alevleri .... seni doğuran büyük ırkın mağrur alnına isabet etmiştir” diye seslenmektedir. Dersimi’ye göre bu ırk, namuslu ve özgür bir varoluş için kırk asırdan beri mücadele etmektedir (akt. Bozarslan 2005, 56, 57). Daha yakın tarihli metinlerde de kadimlik benzer çerçevede tekrarlanmaktadır. Örneğin Izady, Kürt yaşamının izlerini Orta Kürdistan’daki Erbil şehrinin kuzeydoğusunda bulunan Şanidar mağaralarında yaşayan insanlar tarafından elli bin yıl önce icra edilen gömme törenlerine dek götürür (Izady 2007, 13). Burkay, tarihçilerin hem etnik hem de coğrafi bir terim olarak Kürdistan’ın ilk kez Büyük Selçuklu döneminde ortaya çıktığı görüşünde olduklarına değinmekte; ancak bir etnik grubu ya da milliyeti anlatan terim olarak “Kürt” sözcüğünün antik çağlara uzandığını belirtmektedir. 90’ların popüler Kürt tarihyazımlarından biri olan Cemşid Bender’in Kürt Tarihi ve Uygarlığı’nda ise, Kürtler Anadolu’nun yaşı bilinemeyecek kadar eski olan ilk halkı, MÖ 50.000’lere uzanan Paleolitik çağın mirasçısı ve Mezolitik çağdan yani M.Ö 11.000’lerden günümüze gelebilmiş tek halk olarak tanımlanmaktadır (Bender 2000, 15, 16). Gerikalmışlığın Reddi Geçmişin bu kadar gerilere dayandırılması, yalnız etnik topluluğun meşruluğuna değil, medeniyetle ilişkisine dair de söz söylemeyi olanaklı kılmakta işlevseldir. Çünkü tarih sahnesinin ilk oyuncularından birinin, yüksek uygarlığın gelişiminde en büyük paya sahip olması düşüncesine doğallıkla yaklaşılır. Gerçekten, Kürt milliyetçi tarihyazımı, Kürtlerin resmi Türk anlatısının iddia ettiği gibi dağ insanı olmadığına ve bizzat ileri medeniyetin kurucuları olduğuna yönelik bir vurguyu ağırlıkla barındırmaktadır. Resmi Türk tarih anlatısı Kürtlüğü “medeniyeti, dürüstlüğü, devrimi temsil eden Türk ethnos’una karşı çıkan negatif bir atavizm, vahşeti ve gericiliği temsil eden ve bu itibarla yok edilmesi gereken feodal bir ethnos olarak” tanımladığı (Bozarslan 2003, 848) ölçüde, Kürt tarihyazımı buna verilmiş bir yanıt olarak şekillenmiştir. Kemalist anlatının vurguladığı ve hem ulusal hem uluslararası arenada egemen olan “gerici, feodal, ilerlemeye ve uygarlığa karşı Kürt” imgesine karşı mücadele etmek ve Kürt milletinin uygar olduğunu ispatlamak zorunluluğunu ilk zamanlardan beri duymuştur. Örneğin Jîn yazarlarından Hayalî, Kürt kavminin sınırlarını Belh’e Sind nehrine, Kızılırmak’lara, Habeşistan’a kadar genişletmesini, Tuna nehrini 202 Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi dahi geçmesini Şark’taki nüfuz ve kudreti ile ümran ve medeniyetine bağlamaktadır (akt. Özcan 2007, 53). Modern tarihyazılarının sıkça başvurduğu ilk Kürt tarihi Şerefhan’ın Şerefname’si ve Kürt milliyetçiliğinin belirdiği ilk metin olarak kabul edilen Ehmedé Xanî’nin Mem û Zîn’i10 gibi geçmişi daha çok kahramanlıklar üzerinden yücelten metinlere de rastlamak mümkündür. Bu metinlerde daha çok Kürtlerin kurucu atasının kahramanlığı ve gözüpekliği11; Kürtlerin yiğitliği, kuvveti, cömertliği gibi ırk olarak sahip olduğu üstün özellikler ön plandadır. Daha yakın tarihli ve özellikle 90’lardan sonraki metinlerde, Kürtlerin evrensel uygarlığa katkıları daha yoğunlukla vurgulanmaya başlamıştır. Faik Bulut’un Mem û Zîn üzerinden, Kürt kültürünü okuduğu metinde (Bulut 1995), Kürtler antik zamanlarda dahi günümüz medeni dünyasının sahip olduğu özellikleri taşıyan bir kavim olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, anaerkil olan Kürtler antik çağlarda kadın-erkek eşitliğini yaşamış bir topluluktur. Burkay’a göre de, ilk çağlardan beri ilerici özelliklerini korumuş bir halktır (Burkay 1997). Izady ise, Kürtlerin karakteristik özelliklerini (keyifli, özgür ruhlu, önyargısız, cömert, misafirperver, aşkta aşırı romantik ve pervasız, onurunu yaşamından değerli gören, yaşamak için düzlüklere değil oyuk yerlere meyleden vb.) özcü bir tınıyla sıraladıktan sonra, Kürtlerin toplumsal örgütlenmesinde kadınların komşu topluluklara göre oldukça ileride olduğunu vurgulamaktadır: “Sosyal olarak eşit olmamalarına rağmen, Kürt kadınları bütün komşu toplumların kendi kadınlarına yakıştırdıkları bir harem nesnesi, mutfak hizmetçisi ya da süs bebeği gibi daha aşağı bir sınıf statüsünden çok daha ileri bir noktadadır” (Izady 2007, 326-337). 10 Her iki metnin de çeşitli tarihlerde yeniden basımı yapılmıştır ve eserler en sık başvurulan ve üzerine tartışılan referanslar olma özelliğini korumaktadır. 11 Kürtlerin aslı ve türeyişine ilişkin çeşitli destan ve efsaneler içinde, en yaygın olarak bilineni, değişik şekillerde anlatılan Demirci Kawa efsanesidir. Bu efsane Fars şair Firdevsi'nin en önemli eseri olan Şehname'de yer alır. Şerefname’de de bahsi geçen efsaneye göre, Dahhak adındaki zalim kralın yakalandığı hastalıktan kurtulması için, kanserli çıbanına insan beyni sürülmesi gerekir. Bunun için her gün iki kişi öldürülmeye başlanır. Bu işle görevli kişi bir süre sonra merhamete gelir ve her gün bir kişiyi gizlice salıvererek insansız dağları ve engin yerleri yurt edinmesini öğütler, onun yerine krala koyun beyni verir. Kaçan bu kişiler bir yerde toplanarak bir topluluk oluşturur. Bu insanlara Kürt adı verilir. Bu topluluk Demirci Kawa tarafından gizlice eğitilerek bir ordu haline getirilir. Böylece Kawa'nın liderliğindeki ordu zalim kralın sarayına yürüyüşe geçer ve Kawa, kralı çekiç darbeleri ile öldürmeyi başarır. Şerefhan, Kürtlerle ilgili bir başka rivayeti şöyle dile getirmektedir: “Kürtlerin bu adla anılmalarının tek nedeni, aşırı cesaretleri ve savaşçılıklarıdır. O kadar ki, kavga alanlarında, savaş meydanlarında ve diğer çetin durumlarında tehevvür ve pervasızlıkla nitelendirilmişlerdir.” (Şerefhan 1975, 21). 203 Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi Izady (2007, 340), Kürt kadınının toplumdaki konumunu, Kürtlerin medeniliğine ilişkin kanıtlardan biri olarak görmektedir. Bu doğrultuda, Kürt kadınının genellikle erkeklerin egemen olduğu askerlik, siyaset, ekonomi ve din gibi alanlardaki rollerini ele almıştır. Ona göre, Kürt kadınının erken dönemlerde dahi bu alanlarda önemli roller üstlenmiş olması ve örneğin kapalı aşiretlerde dahi kız çocuğunun doğumunun erkek çocuğunkinden çok daha fazla kutlanması gibi gelenekler, bizi beklenen sonuca ulaştırmaktadır: Kürtlerin ilerici özü. Kürtlerin medeniyete katkıları açısından detaylı bir anlatı sunan Cemşid Bender’in Kürt Tarihi ve Uygarlığı, son dönem milliyetçi Kürt tarihyazımının oldukça ilgi çekici örneklerinden biridir. Metin, Türk Tarih Tezi ile biçim ve içerik açısından taşıdığı benzerlikle de dikkat çekicidir. Kürtlerin kökenlerini bilinmeyen zamanlara, tarihin şafak vaktine dayandırmakta ve medeniyeti mümkün kılan neredeyse tüm icatların ve keşiflerin sahibi olarak Kürtleri işaret etmektedir. Bu teze göre, 80’li yıllardan başlayarak 90’lı yılların sonuna kadar yapılan kazıların bulguları yepyeni gerçekleri ortaya çıkarmıştır. Daha önceleri Mezopotamya’dan dünyaya yayıldığı sanılan medeniyet, esasında Kürtlerin yurtları olan Zağros’un bulunduğu Yukarı Mezopotamya’da doğmuştur:12 “Yazının keşfedildiği yer burası. Atın ilk ehlileştirildiği, ilk tekerleğin döndüğü, gökyüzüne ilkel teleskopun doğrulduğu, ilk destanın söylendiği, ilk şiirin yazıldığı, Tanrı ve Tanrıçaların beğenip seçip ilk ayaklarını bastıkları, aile hayatına karışıp çoluk çocuk sahibi oldukları –dahası var– aritmetik, tıp, ticaret, dış ilişkiler, diplomasi, barış antlaşmaları, ilk türküler, ilk yontular, ilk mutfağın, tiyatronun yaratılması için insanlığa kucağını açmış bir yöre... İşte bunların hepsinde Kürt halkının alın teri var. Her şeyin ilki olmak kolay mı?” (Bender 2000, 11) Bender’in yukarıda sıraladığı ilklerine pek çoğunu eklemek mümkündür: İlk planlı yapılar, ilk tarım, ilk kent meydanı, bıçak, iğne, boncuk, cam eşya... da Kürtlerin ataları tarafından dünya medeniyetine armağan edilmiştir. Anlatı, Türk Tarih Tezi’nin Türkler için uygun gördüğü uygarlık öncülüğünü Kürtlere 12 TTT’nin kamuoyuna sunulduğu bildirilerde de, benzer bir biçimde o güne kadar bilinenlerin yapılan son arkeolojik bulgularla değiştiği, Türklere medeni bir geçmiş kazandıran gerçeklerin gün yüzüne çıktığı sıkça tekrarlanmıştır. Buna göre medeniyet dünyaya Türklerin izlerini taşıyan Mezopotamya’dan yayılmıştır. 204 Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi vermiş, üstelik iddiasını neredeyse aynı sözcüklerle dile getirmiştir: Kürtler insanlığı ilk kez mağara hayatından kurtarmıştır (Bender 2000, 253).13 Kürtlerin parlak, medeni, ileri geçmişleri ile medeniyete katkılarına ilişkin yukarıda genel hatları sunulan anlatı, resmî Tarih Tezi’nin Türkler için kurduğu genel anlatıyla büyük benzerlikler taşımaktadır. Buna göre, Türkler varlıkları milattan önce on iki binlere kadar giden, Orta Asya’da çok parlak medeniyetler inşa etmiş, güçlü ve eşitlikçi siyasi birlikler kurmuş ve hayvanı ehlileştirmeyi, ziraatı, madenciliği ilk öğrenmiş beyaz bir ırktır. Orta Asya’da yaşanan kuraklık Türkleri göçe zorlamış, ana kütleden kopan topluluklar dünyaya dağılarak Çin, Hindistan, Mısır, Mezopotamya, İran, Anadolu, Yunan ve İtalya uygarlıklarının kurucu ataları olmuşlardır. Oysa Afrika’da, Asya’nın kuzeyinde ve Avrupa’daki insan tipleri dolikosefaldir ve bunlar topografyanın özelliği nedeniyle Orta Asya’ya girememişlerdir. Dolayısıyla müstesna olarak brekisefal olan Türk arı kalmış, göç ettiği yerlerde diğer topluluklarla karşılaşmasına rağmen özelliklerini korumuştur (Afetinan: 1939, 245-246). Türk Tarih Tezi, demir çağına ilk önce giren topluluk olarak Türkleri işaret ederken, Bender’in anlatısında demir çağını başlatanlar Kürtlerdir ve uygarlığın gelişiminde en önemli safhalardan birini işaret eden bu çağ, adını Kürtlerin türeyiş efsanesinin kahramanı Demirci Kawa’dan almıştır (Bender 2000, 35). Son olarak, söz konusu Kürt tarihyazımı inandıkları din(ler)in Kürtlerin ilerici yönlerini zedelemediğine ve onları dinin gericiliğine hapsetmediğine yönelik bir vurgu taşımaktadır. Kürtler ilerici ve yenilikçi Zerdüştlük ve Yezidilik inancının yaratıcısıdır. Kürtler görece eski bu inançlarını, tasavvuf yöntemiyle İslamiyet’le uzlaştırmıştır (Bender 2000, 252). Denebilir ki, dinin taşıyabileceği herhangi bir gerici tını ve dinle olası bir çatışma, içerilerek bertaraf edilmiştir. Bu yöntem de, Türk Tarih Tezi’nin İslam’a ilişkin konumlanışını hatırlatmaktadır: İslam medeniyeti Türklerle vücut bulmuştur, bu medeniyete en büyük katkıyı da Türkler yapmıştır. Medeniyete böylesine yoğun katkının sağlandığı, kültürel başarılar, bilgeler ve kahramanlarla ileri ve parlak bu asırlar Kürt topluluğunun görkemli altın çağını işaret etmektedir. 13 Esat Bey, Birinci Türk Tarih Kongresi’nde sunduğu bildiride, Türkler, “Bugün yüksek medeniyetlerini takdir ve takip ettiğimiz Avrupa’yı o zamanlar mağara hayatından kurtarmış-lardı” der (Esat Bey 1932, 6). 205 Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi Altın Çağlara Özlem Doğrusal gelişme fikrini taşıyan milliyetçi tarihyazımına göre topluluklar benzer bir doğuş, gelişme, olgunlaşma, gerileme ve yeniden-doğuş yasalarını izler, bu doğal olandır. Bu ilerleyişte, parlak zamanlardan sonraki gerileme dönemleri, dışarıdan gelen bozulma ve boyunduruk altına girme ya da içerden bir ihanet sebebiyle doğal olmayan bir nedenle gerçekleşir (Smith 2002, 244). Kürt tarihyazımı da, Kürtlerin yeniden parlak zamanlar yaşamasının önündeki kimi iç ve dış nedenlerden, kesinti dönemlerinden söz etmektedir. Osmanlı’nın, Kürt nüfusun sınırları içerisinde bulunduğu ulus-devletlerin ve Batı’nın bu gerilemedeki etkilerinden birinin Kürtlerin şanlı tarihlerini kasten hasıraltı etmesi olduğu tezine daha önce değinildi. Osmanlı’nın meseleye bir başka etkisi, Tanzimat’taki merkezileşme hareketleriyle birlikte, 1514’te özerklikleri kabul edilmiş olan emirlikleri ortadan kaldırarak daha önce emirliklerin kontrol altında tutabildiği aşiret dinamiklerinin etkisiyle birbirinden kopuk yüzlerce fiilî siyasi birimin oluşmasına ve Kürt hareketinin parçalamasına neden olmasıdır (Bozarslan 2003, 844). Türklerin etkisine gelince, Hoybun’a göre, “Türkler ilk Kürt vatanına ayak bastığı günden itibaren, dil, milliyet ve kültürden yana barbar saldırganlıktan başka bir şey getirme[mişlerdir]. Kürtleri kendi seviyelerine indirmek için, ilerleme ve eğitime giden tüm yolları tıka[mışlardır]” (akt. Bozarslan 2005, 50). Mustafa Kemal de Kurtuluş Savaşı sırasında Kürtlere verdiği sözleri tutmamıştır. Milliyetçi Kürt tarihyazımında Kürtlere hak ettiğini vermemekte Batı da sorumlu görülmektedir. Örneğin Avrupalı sömürgeci devletler, daha önce hiçbir zaman devlet olarak hayat bulmamış olan Türkiye, Suriye ve Irak’ı, Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazından yaratmışlardır (Izady 2007, 344). Oysa Kürtler, bağımsız bir devlet olarak sömürge devletlerinin çıkarlarına hizmet etmedikleri için, yeni oluşturulan bu devletlerin sınırları içinde yaşamaya mahkûm edilmişlerdir. Burada bir değinmeyle yetinilen kesintiye uğratmanın hangi dönemlerde ve ne şekillerde gerçekleştiğine yönelik anlatılar çoğaltılabilir. Milliyetçi Kürt tarihyazımında, altın çağların yitirilmesi konusunda Kürtlerin kendilerine dönük sorgulamaları da önemli bir yer tutmaktadır. Resmi Türk 206 Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi tarihyazımı Türkler konusunda kayda değer bir özeleştiri içermezken,14 Kürt tarihyazımı bu konuda daha zengindir. Kürtlerin özeleştirisinde ana temaları vermesi bakımından, kendinden sonra Kürtçü tarihyazımlarına öncülük etmiş olan metin Ehmedé Xanî’nin Mem û Zîn’i olmuştur. Mem û Zîn’in anlatısına göre, güçlü ve yiğit olmalarına ve Arap ülkesinden Gürcü ülkesine kadar Rumları, Acemleri bir kale gibi korumalarına rağmen, Kürtler idare eden olmak yerine yönetilen olmak durumuna düşmüşlerdir. Bunun önemli nedenlerinden biri kendi aralarında birlik olamamalarıdır. Xanî şöyle yazar (akt. Şengül 2003, 50): “Olsaydı bir uzlaşma ve dayanışmamız eğer Ve hepimiz birbirimize itaat etseydik eğer Rum, Acem ve Arapların hepsi Bize hizmetçilik ederdi onların hepsi.” Milli birlik ve güçleri birleştirmek, Abdülhamit döneminde de sıkça vurgulanan meselelerden biridir. Abdurrahman Bedirhan, 1898’de Kürdistan’da şöyle yazmaktadır: “Bunca küçük milletler var ki, mütemadî s’ay-ü gayretleri neticesinde nihayet kendilerini hükümet-i metbualarının gadr-ü itisafından kurtardılar, mesûd bir hale geldiler. Siz ise bunları bu gibi milletleri taklid edecek yerde birbirinizi öldürmek ve bu suretle kuvvetinizi kesretmekle, düşmanı sahîh olan Padişahın mezalimine daha ziyad meydan vermek gibi bir hareket-i amyanede bulunmakla elinizdeki hançeri kendi elinizle kalbinize sokar gibi bir cinayette bulunuyorsunuz” (akt. Bozarslan 2003, 845) Cumhuriyet tarihi boyunca da, Kürt hareketinin toplanıp parçalanmasına paralel olarak birlik konusu değişik oranlarda vurgulanmıştır. Örneğin 80’lerden sonraki siyasi ve askeri gelişmeler içinde15, Kürt tarihyazımı, kardeş kavgalarına rağmen Kürtlüğün tek ve birleşik bir varlığı ifade ettiğini anlatma yükümlülüğüyle hareket etmiştir (Bozarslan 2005, 37). 14 Tarih tezinin getirdiği özeleştiri, daha çok Türklerin Batılı kaynaklara güvenerek tarihlerinin sönüklüğü ve ırklarının ikinci sınıflığı konusundaki yanlış bilgilere inanmış olmalarıyla sınırlıdır. 15 Bozarslan, Türkiye’deki Kürt hareketi için bir dönüm noktası olarak gördüğü 80’lerde, hareketin dönüşmesini etkileyen olayları şöyle sıralamaktadır: İran Devrimi, İran-Irak Savaşı, Irak’taki yeni gerilla hareketi, İkinci Körfez Savaşı ve Irak Kürdistan’ında yeni kardeş kavgaları. Bkz. Bozarslan 2005, 36. 207 Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi Kürtleri bu bölünmüşlükten kurtaracak bir liderin eksikliği yanında, Kürt bilginler ve aşiretler tarafından Kürtçenin korunup geliştirilmesine yeterince önem verilmemiş olması da Kürt tarihyazımında altın çağların yitirilmesinde en önemli iç etkenlerden biri olarak gösterilmiştir (Şengül 2003, 49-53). Yeniden-Doğuş İçin... Beklenmedik kesintiler ve duraklamalar olsa da, milleti parlak bir geçmişten gelip parlak bir geleceğe yürüyen bir varlık olarak tasavvur eden milliyetçi tarihyazımının, eksiklikleri tespit etmekle yetinmesi beklenemez. Milliyetçi tarihyazımında etkili olan romantik anlatı, geçmişi nostaljik bir hayranlıkla yüceltirken, kitleleri tarihin öznesi olarak görür ve kitlelerin kadere karşı verdiği mücadeleyi vurgular. Kitleleri, sorunların üstesinden geldiği, kadere boyun eğmek zorunda kalmadığı için geleceğe iyimser bakan özneler olarak tanımlar (Tekeli 1997, 48). Kürt milliyetçiliği de iyimserdir. Henüz erken dönemlerinde, aralarındaki birliği sağlamakla Kürtlerin aydınlığa çıkacağına inanmıştır. Çözüm, Araplar, Türkler, Arnavutlar, Rumlar ve Hıristiyanlar gibi çalışıp cevherini tanıttırmakla, kan davalarını, düşmanlıklarını silip kardeş olmaktadır (akt. Bozarslan 2003, 845-46). Gerikalmışlık meselesinde de benzer bir iyimserlik bulunabilir: Jîn dergisindeki bir yazıda tüm elverişsiz şartlara rağmen, Kürtlerin üstün Batı medeniyetini süratle benimseme ve onu karmaşık bir gelişme süreci esnasında özümsemeye yetenekli olduğu ifade edilmiştir: “[Zira] bu uygarlık güçlü olmak istemeyenlere felaket getirir ama onu kabul etmeye gönüllü olanlara bir çare vaat eder (...) Oluşum sürecindeki küçük milletler çağımızın gerekliliklerine göre, (...) zihniyetleri ve fikirlerini çağa uydurmayı öğrenmelidir” (akt. Bozarslan 2005, 45). Geri kalmışlıktan hızla ve bir sıçrayışla kurtulma fikri, Türk milliyetçiliğinin sahip olduğu alarmizmin Kürt milliyetçiliğinde de kendini gösterdiğini haber vermektedir. Yalnız erken safhalarındaki medeniyete yetişme fikrinde değil, 70’lerde harekete bir an önce yön verme düşüncesinde de “aciliyet” düşüncesi kendini hissettirmektedir. Yapılan yayınlarda, kurulan dernek ve cemiyet çevrelerinde, Kürtlere milli bilinç kazandırmak ve onları medeniyet açısından geliştirmek üzere eğitimin yoğunlukla vurgulanması da 208 Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi alarmizmin bir belirtisi olarak görülebilir. Ardında aynı zamanda sosyal Darwinist bir yaklaşım barındıran bu alarmizmin nedeni ve hedefi, Kürdistan Teali Cemiyeti’nin amacında görülür: “Yaşam mücadelesinde yeteri kadar donanımlı olabilmek için, karanlığı yıkarak, birlik içinde bir ‘yüksek kültür’ yaratarak, ‘milleti’ güçlendirerek medeniyet yolunu açmak” (akt. Bozarslan 2005, 44). Bitirirken Kürt milliyetçiliği üzerine çalışmak bir hayli zorluğu barındırmaktadır. Bunun en belirgin nedeni, genelde milliyetçiliğin özelde Kürt milliyetçiliğinin birbiriyle çarpışan, çekişen, birbirinin sınırlarını kolaylıkla geçen türlerinin olmasıdır. Burada daha yoğunlukla dolaşımda olan Kürt milliyetçiliği anlatısı en genel hatlarıyla ele alınmıştır. Bir çırpıda özetlemek gerekirse, söz konusu anlatının ana teması şudur: Kendilerini yok ya da başka bir etnik topluluğun türevi sayan görüşe karşın Kürtler, kökleri tarihin en eski devirlerinde olan ayrı bir etnik topluluktur. Kendi tarihlerini araştırmakla Kürtler, soyu Medlere dayanan, uygarlığın en değerli buluşlarını insanlığa ilk armağan eden, medeni ve kahraman bir halk oldukları gerçeğini açığa çıkarmışlardır. Dış ve iç etkenlerle, parlak ilerleyişleri kesintiye uğramıştır, ancak Kürtler birlik beraberlik ve eğitim yoluyla hızla ve acilen arayı kapatacak güçtedir. Kürt tarihyazımının bu anlatısı, Türk Tarih Tezi ile kimi çakışma noktalarına dikkat çekilerek ortaya konmuştur. Elbette bu çalışmada, çakışma ve çarpışmalar tüketilmiş değildir. Ne var ki, önemli olan örtüşen noktaların çoğaltılmasından daha çok, yakın dönem Kürt tarihyazımlarının kendine Türk Tarih Tezi’ni model alışına dikkat çekilmesidir. Bekleneceği gibi, milliyetçi bir tarihyazımı tarih içinden dilediğini seçerek kendince kurgulanmış bir geçmiş üretir. Ne var ki, Kürt tarihyazımının kendine Türk Tarih Tezi’ni model alması, onun bir benzerine dönüşmesi, kendisini “en eski”, “en medeni”, “en kahraman” olmayı kanıtlamanın aşırılıklarına hapsetme, kendi özgün çerçevesini ihmal etme tehlikesini içermektedir. 209 Prof. Dr. Kendi Öteki'sine Atıl Bulu Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve Kürt Tarih Tezi Kaynakça Afetinan, A. 1939. Atatürk ve Tarih Tezi. İstanbul: Maarif Matbaası. Bender, Cemşid. 2000. Kürt Tarihi ve Uygarlığı. 6. Basım, İstanbul: Kaynak Yayınları. Bozarslan, Hamit. 2003. “Kürd Milliyetçiliği ve Kürd Hareketi (1898-2000)”. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-4: Milliyetçilik içinde, 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, ss. 841-870. Bozarslan, Hamit. 2005. “Türkiye’de (1919-1980) Yazılı Kürt Tarihi Söylemi Üzerine Bazı Hususlar”. Kürt Milliyetçiliğinin Kökenleri içinde, der. Abbas Vali, çev. Fahriye Adsay, Ümit Aydoğmuş, Sema Kılıç. İstanbul: Avesta Yayınları, ss. 35-62. Bruinessen, van Martin. 2005. “Ehmedé Xanî’nin Mem û Zîn’i ve Kürt Milli Uyanışının Ortaya Çıkışındaki Rolü”. Kürt Milliyetçiliğinin Kökenleri içinde, der. Abbas Vali, çev. Fahriye Adsay, Ümit Aydoğmuş, Sema Kılıç. İstanbul: Avesta Yayınları, ss. 63-82. Bulut, Faik. 1995. Ehmede Xané’nin Kaleminden Kürtlerin Bilinmeyen Dünyası. İstanbul: Tümzamanlar Yayıncılık. Burkay, Kemal. 1997. Geçmişten Bugüne Kürtler ve Kürdistan: Coğrafya-Tarih, Edebiyat. 2. Baskı, İstanbul: Deng Yayınları. Günaltay, Mehmet Şemsettin. 1938. Türk Tarih Tezi Hakkındaki İntikatların Mahiyeti ve Tezin Kat’i Zaferi. İstanbul: Devlet Basımevi. Izady, Mehrdad R. 2007. Bir El Kitabı: Kürtler. çev. Cemal Atila, 2. Baskı, İstanbul: Doz Yayınları. Jwaideh, Wadie. 2009. Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi: Kökenleri ve Gelişimi. çev. İsmail ÇekemAlper Duman, 6. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları. Kutlay, Naci. 2006. Kürtlerde Değişim ve Milliyetçilik. Ankara: Dipnot Yayınları. Malmîsanij. 2002. Kürt Talebe Hévî Cemiyeti: İlk Legal Kürt Öğrenci Derneği. İstanbul: Avesta Yayınları. Nuri, İhsan. 1976. Kürt Tarihi. İstanbul: Yöntem Yayınları. Özcan, Ahmet. 2007. İmparatorluk Çökerken Yeni Bir Ulus Tahayyülü: Kürt Milliyetçiliğinin Yayın Organı Jîn (1918-1919). Ankara: Lotus. Peker, Bülent. 1993. “Kürt Kimlik Mücadelesi, Hukuk Devleti ve Radikal Demokrasi”. Birikim, 48: 34-43. Samih Rıfat. 1932. “Türkçe ve diğer Lisanlar arasında İrtibatlar”. I. Türk Tarih Kongresi-Zabıtlar, Konferanslar, Münakaşalar Müzakere Zabıtları içinde, İstanbul: BTTK. Smith, Anthony D. 2002. Ulusların Etnik Kökeni. Çev. Sonay Bayramoğlu, Hülya Kendir, Ankara: Dost Kitabevi. Şeref Han. 1975. Şerefname: Kürt Tarihi. çev. Mehmet Emin Bozarslan, 2. Baskı, İstanbul: Yöntem Yayınları. Şengül, Serdar ve Fuat Kardeş. 2003. “Bir Hafızasızlaştırma ve Yeniden İnşa Projesi Olarak Türk Tarih Tezi ve Kürt Tarihyazımı”. Toplum ve Bilim 96 (Bahar): 35-61. Tekeli, İlhan. 1997. “Ulusçu Tarih Yazımı Üzerine”. Toplumsal Tarih, 42. Yeğen, Mesut. 2003. Devlet Söyleminde Kürt Sorunu. 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları. 210 TÜRKİYE’DE SOSYAL POLİTİKA VE MİLLİYETÇİLİĞİN KESİŞMESİNDE 1934 İSKAN KANUNU VE ÇİNGENELER Özlem Bayraktar Akkaya ÖZET Bu makale 1934 İskan Kanunu deneyimi ışığında Türkiye’de tek parti rejiminin sosyal politikalarıyla “homojen bir millet yaratma” hedefi arasındaki ilişkiyi incelemektedir. Makalenin odağını İskan Kanunu’nun çıkmasına yol açan özel tarihsel koşullardan daha çok, devletin sosyal politika girişimlerinin kendi sınırları içinde homojen bir ulusal kimlik yaratma ve sınırlarını göçebe Çingeneler gibi “istenmeyen unsurlara” karşı koruma çabalarıyla ilişkilenme biçimleri oluşturmaktadır. Çalışmada öncelikle İskan Kanunu bir sosyal yardım politikası olarak incelenecek ve Türkiye’deki refah rejiminin belirleyici özelliklerinin kanuna yansıdığı noktalar aranacaktır. Daha sonra ise, milliyetçiliğin ırkçılıkla kurduğu çapraşık ilişkiyi gün ışığına çıkarmak amacıyla söz konusu kanun Türkiye’de resmi milliyetçiliğin bir yansıması olarak değerlendirilecektir. Makalenin son kısmında Çingeneliğin resmi tahayyüldeki tanımında “öteki” ve “yardımı hak etmeyen fakir” kategorilerinin kesişmesi ele alınacaktır. Anahtar Kelimeler: Çingeneler, milliyetçilik, İskan Kanunu, sosyal politika, ötekileştirme 211 SETTLEMENT LAW OF 1934 AND GYPSIES AT THE INTERSECTION OF SOCIAL POLICY AND NATIONALISM IN TURKEY ABSTRACT This article analyzes the relation between the social policies of the state during single party era and its target of “creating a homogenous nation” in the light of the 1934 Settlement Law experience. Instead of the particular socio-historical conditions that led to the enactment of the Settlement Law, the article will focus on the ways by which the social policy actions of the state are interconnected with its urge to create a homogeneous national identity inside its territory and to protect its boundaries against such “undesirable elements” as Gypsies. First, the study analyzes the Settlement Law as a social policy act, and searches for the traces of the defining characteristics of the Turkish welfare regime in the law. Then, the Law will be evaluated as a reflection of official nationalism in Turkey so as to bring into light the ambiquous relation between nationalism and racism. The last part of the article deals with the intersection of the categoreis of “other” and “undeserving poor” in the definition of Gypsy in the general national imaginary. Keywords: Gyspsies, nationalism, Settlement Law, social policy, otherization 212 Türkiye’de Sosyal Politika ve Milliyetçiliğin Kesişmesinde 1934 İskan Kanunu ve Çingeneler Bir Sosyal Politika Girişimi Olarak 1934 İskan Kanunu 1934 İskan Kanunu çıkarıldığında Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’yla İçişleri Bakanlığı bu kanunun amacının göçmenlerin, mültecilerin ve göçebe Çingenelerin iskanını ve bu grupların nüfus hareketlerinin Türk kültürüne bağlılığını sağlamak olduğunu bildirmiştir. Nitekim 1914–1934 yılları arasında göçmenlerin iskanının ve Türkiye sınırları içindeki nüfus hareketlerinin düzenlenmesi amacıyla 53 kanun çıkarılmıştır. İskan Kanunu daha önce çıkarılan kanunları gözden geçirip yeniden düzenleyen kapsayıcı bir kanun olarak kabul edilmiştir. Kanunun yürürlüğe girmesinin ardından 1996 yılı itibariyle Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya, Çin, Yunanistan ve Türkistan’dan göç etmiş ve toplam 714.605 nüfuslu 182.571 ailenin iskanı sağlanmış; göç eden 932.922 kişi ise herhangi bir iskan yardımı almaksızın serbest göçmen olarak kaydedilmiştir. Bu kanuna dayanarak Türkiye içinde de 1071 göçebe ailenin iskanı sağlanmıştır. Ayrıca Doğu Anadolu’daki pek çok aşiret de bu kanun kapsamında Türkiye’nin diğer bölgelerinde iskana zorlanmış, ancak daha sonra çıkarılan bazı kanunlar sonucunda bu ailelerin bir kısmının eski yerleşim bölgelerine geri dönüşü sağlanmıştır. Ancak yine 1996 verileri baz alındığında bu zorunlu göçmen ailelerinden 150’sinin yeniden yerleşimi hala gerçekleşmemiştir (İskan Kanunu Tasarısı 1996). Devletin mültecilerin, göçmenlerin ve göçebelerin ihtiyaçlarını karşılama sorumluluğunu üstlenmesi açısından, İskan Kanunu bir sosyal politika girişimi olarak değerlendirilebilir. Kanunun 15. maddesi bu grupların ulaşım maliyetleri yanında, barınma ve toprak ihtiyaçlarına ek olarak temel ihtiyaçlarının da devlet yardımına ihtiyaçları olmayanlar ve serbest iskan talep edenler dışında devlet tarafından karşılanmasını öngörmüştür. Ayrıca Türkiye’ye girişleri bu kanun uyarınca kabul edilen mülteci, göçebe ve göçmenler; yanlarında getirdikleri malların gümrük vergilerini, devletin kendilerine verdiği hayvan sertifikalarının vergilerini ve vize işlemlerinden alınan vergileri ödemekten bir defaya mahsus olmak üzere muaf tutulmuşlardır. Yine devletin belirlediği mekanlara yerleştikten sonra arazi, bina, ekonomik kriz ve afet vergilerinden ve hava kuvvetlerine ve yol yapımına yardım için ödenen vergilerden 5 yıl süreyle muaf tutulmaları öngörülmüştür. Kanun kapsamında Türkiye’ye göçlerinden sonraki bir yıl içinde nüfus kütüğüne kaydolanlar için iki yıl boyunca askerlik hizmetinden de bazı muafiyetler de söz konusudur (Kökdemir 1952). 213 Türkiye’de Sosyal Politika ve Milliyetçiliğin Kesişmesinde 1934 İskan Kanunu ve Çingeneler Devlet bu kanunla yalnızca “yardıma muhtaç” göçmen nüfusun temel ihtiyaçlarını karşılama sorumluluğunu üstlenmiştir ve göçmenler, mülteciler ve göçebeler arasından “muhtaç” olanların ayrılması için bu kişilerin Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı tarafından bir teste tabi tutulmalarını öngörmektedir. Bu test ise yerel küçük köylü ve işçi ailelerinin gelir sınırları temel kabul etmektedir (Kökdemir 1952, 809). Bu açıdan Kanun, Cumhuriyet tarihinde sosyal politika uygulamalarında hakim olan sınırlı (parochial) anlayışı (Buğra ve Keyder 2006) yansıtmaktadır. Örnek vermek gerekirse, barınma talebini vatandaşlık statüsünden kaynaklanan bir hak olarak gören evrensel ve hak temelli bir sosyal politika yaklaşımının izlerini bu kanunda bulmak imkansızdır. Türkiye’deki refah rejiminde barınma ihtiyacına yönelik evrensel bir yaklaşımın yokluğu, devletin resmi sosyal güvenlik ve yardım sisteminin, kentli nüfusun azınlıkta olduğu yani köyden kente göçün büyük bir “sosyal tehdit” oluşturmadığı ve köylülerin geleneksel yöntemlerle kendi başlarının çaresine bakabildiğinin varsayıldığı bir dönemde tasarlanmış olmasıyla açıklanabilir (Buğra ve Keyder 1996, 4). Hobsbawm (1994, 153) özellikle 1914 öncesindeki 50 yılın Avrupa için kitlesel hareketlilik, göç ve dolayısıyla “yabancı düşmanlığı çağı” olduğunu ve bu dönem boyunca “medeniyeti boğmak isteyen iç ve dış barbarların” özelliklerini kendilerinde birleştiren “yabancı fakirlerin istilasının”, hakim sınıflar açısından giderek büyüyen işçi sınıfının neden olduğu sorunları sembolize ettiğini söylemektedir. Ancak Avrupa ülkelerindekinin aksine, işçi sınıfının nicelik açısından güçsüz olduğu Türkiye’de tek parti dönemi boyunca, devletin bu “barbarları” onlara şehirde önceden belirlenmiş mekanlarda barınma imkanı sağlayarak kontrol altında tutmak ihtiyacını hissetmediği söylenebilir. Üstelik, bu dönem boyunca devlet siyaseti, Köy Enstitüleri’nin açılması ve devlet fabrikalarının tarımsal bölgelere yakın yerlere inşa edilmesi gibi çeşitli kültürel ve ekonomik politikalar aracılığıyla genellikle köyden kente kitlesel göçlerin önüne set çekme eğiliminde olmuştur (Karaömerlioğlu 1998; Bilginsoy 1994). Aslında İskan Kanunu’nda göçmenlerin çoğunlukla kırsal bölgelerde köylü ya da zanaatkar olarak iskanının öngörülmesi de devletin kentleşmeye yönelik bu tutumunun bir yansımasıdır. 214 Türkiye’de Sosyal Politika ve Milliyetçiliğin Kesişmesinde 1934 İskan Kanunu ve Çingeneler Devletin sosyal yardım programlarını finanse etmek amacıyla geleneksel hayırseverlik mekanizmalarını harekete geçirme eğilimi bakımından da Türkiye’de sosyal politika uygulamalarının belirleyici özellikleriyle İskan Kanunu arasında bir paralellik görülmektedir (Buğra ve Keyder 2006). Kanunun 43. maddesinde, gerekli hallerde göçmen ve göçebe grupların iskanı amacıyla belediyelerden, köy yardımlaşma fonlarından ve “imece” şeklinde halktan da yardım sağlanması öngörülmüştür. Ayrıca kanun, iskan edilen kişilerin kendilerinden de kendi evlerini inşa etmelerinin istenebileceğini söylemektedir. Kayıtlı istihdam altında olmayan bireyin geçimini sağlamak için aile ve akrabalık bağlarına bağımlı kılınması, Türkiye’de “toplumun temelini hedefleyen sosyal yardım programlarından yoksun ve istihdam temelli bir sosyal güvenlik sistemine sahip” refah rejiminin belirleyici özelliklerindendir (Buğra ve Keyder 2006, 10). Bu özellik kanunun çeşitli hükümlerinde yansımasını bulmuştur. Kanunda aileler halinde iskan edileceği belirtilen mültecilerin, göçebelerin ve göçmenlerin iskan edildikleri bölgelerin mümkünse akrabalarının yaşam alanlarına yakın olması öngörülmüştür. Ayrıca kanunda sözü edilen sosyal yardımların, birey değil hane bazında dağıtılacağı bildirilmiştir. Hepsinin ötesinde, kanunun iskanı tanımlayan 17. maddesi, devletin sağlayacağı sosyal yardım miktarının ve kapsamının belirlenmesinde birey olarak vatandaşın değil ailenin ihtiyaçlarının ölçüt olarak kabul edileceğini söylemektedir. Sosyal yardım programlarına tahsis edilen ödeneklerin yetersizliği de Türkiye’deki refah rejiminin belirleyici özelliklerindendir ve bu yetersizlik devletten yardım talebinde bulunan mültecilerin ve göçmenlerin serbest iskanı sürecinde önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin, bu nedenle 1970 yılında 1934 İskan Kanunu’na ek bir kanunla bu amaçla devletten borç alınmasına dayalı bir fon oluşturulmuştur (İskan Kanunu Tasarısı 1996, 4). Millet Tahayyülü Ekseninde 1934 İskan Kanunu Genellikle bir sosyal politika girişimi olmaktan ziyade tek parti döneminin milliyetçi politika örneklerinden biri olarak ele alınan kanunun, ilgili dönemde Doğu’da ve özellikle de Ağrı’da meydana gelen Kürt ayaklanmalarına resmi bir tepki olarak doğduğu sıkça dile getirilmiştir. Gerçekten 1924 ve 1938 yılları arasında, resmi tarih yazımında Şeyh Sait İsyanı dışında genellikle görmezden 215 Türkiye’de Sosyal Politika ve Milliyetçiliğin Kesişmesinde 1934 İskan Kanunu ve Çingeneler gelinmiş ve “unutulmuş” olsalar da, bölgede pek çok Kürt isyanı gerçekleşmiştir.1 Bu isyanlara katılanlar göçe zorlanmış ve Batı bölgelerine sürgün edilmişlerdir. 1927 ve 1929 yılları arasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’dan göçe zorlananlardan geride kalan toprakların topraksız köylülere dağıtılmasını öngören kanunlar çıkarılmıştır. Benzer şekilde 1934 İskan Kanunu’nda doğulu aşiret liderleri hakkında son derece sert cümleler vardır. Kanunun 10. maddesi aşiretlerin hiçbir şekilde tüzel kişiliğe sahip olamayacağını hükme bağladıktan sonra, kanunun çıkarılmasından önce aşiretlere ya da liderlerine ait olduğu bilinen kayıtlı ya da kayıtsız bütün gayrimenkullerin devletin eline geçeceğini ve devlet tarafından göçmenlere, mültecilere, göçebelere ve topraksız köylülere dağıtılacağını belirtmektedir. İskan Kanunu, aşiret liderlerinin aileleriyle birlikte “ülke sınırları içinde hükümetin karar vereceği uygun yerlere” yerleştirilmesini öngörmektedir. Bu hükümlerin uygulanmasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki Kürt aşiret liderlerinin ekonomik, kültürel ve siyasi gücünü kırmak ve onları “devlet iktidarına tehdit” oluşturmayacakları mekanlara yerleştirmek amaçlanmıştır. İskan Kanunu’nun milliyetçilikle ilişkisi, Kürt aşiret liderlerinin ve ailelerinin sürgününe ilişkin hükümlerle sınırlı değildir. Bu kanunda “Ulusal topraklar” iskan öncelikleri bakımından üç bölgeye ayrılmıştır. Bunlar Türk kültürünün ve Türk olanların yoğunlukta olmasının tercih edildiği bölgeler, Türk kültürü altında asimilasyonu amaçlanan toplulukların iskanına ayrılan bölgeler ve son olarak yerleşim ve ikametin kültürel, siyasi ve askeri nedenlerle kesinlikle yasaklandığı bölgelerdir. Bu son kategori Kürt isyanlarının gerçekleştiği Doğu bölgelerini içermektedir (Kökdemir 1952, 46). Kanun, Türkiye Cumhuriyeti 1 216 Bu dönemde 17’si Doğu’da olmak üzere 18 ayaklanma yaşanmıştır. Batı’daki tek ayaklanma 23 Aralık 1930 tarihli Menemen Ayaklanması’dır. Bu dönemde gerçekleşen Kürt isyanlarıyla şöyledir: Nasturi İsyanı (12 – 28 Eylül, 1924), Şeyh Sait İsyanı (13 Şubat – 31 Mayıs 1925), Raçkotan ve Raman Tedip İsyanları (9 – 12 Ağustos, 1925), Sason İsyanı (1925 – 1937), Birinci Ağrı İsyanı (16 Mayıs – 25 Ağustos 1926), Koçubey İsyanı (7 Ekim – 30 Kasım 1926), Mutki İsyanı (26 Mayıs – 25 Ağustos 1927), İkinci Ağrı İsyanı (13 – 20 Eylül 1927), Bicar Tenkil Harekâtı (7 Ekim – 17 Kasım 1927), Asi Resul İsyanı (22 Mayıs – 3 Ağustos 1929), Tendürük Harekâtı (14 – 27 Eylül 1929), Savur Tenkil Operasyonu (26 Mayıs – 9 Haziran 1930), Zeylan İsyanı (20 Mayıs – Eylül başları 1930), Oramar İsyanı (16 Temmuz – 10 Ekim 1930), Üçüncü Ağrı Harekatı (7 – 14 Eylül 1930), Pülümür Harekâtı (8 Ekim – 14 Kasım 1930), Dersim Tedip Harekâtı (1937-1938) (Ayrıntılar için bkz. Tuncay 1981, 134 – 135; Oran 1997, 164 – 165). Türkiye’de Sosyal Politika ve Milliyetçiliğin Kesişmesinde 1934 İskan Kanunu ve Çingeneler vatandaşı olduğu halde Türk ırkına ya da kültürüne herhangi bir bağı bulunmayan nüfus gruplarının ilk gruptaki bölgelere yerleşmesine izin verilmemesini ve bu grupların ikinci gruptaki bölgelere yerleştirilmesini öngörmektedir. Türk kültürüne ya da ırkına bağı bulunan Türk vatandaşlarının ise ilk gruptaki bölgelere yerleştirilmesi tercih edilmektedir. Ayrıca Türkiye’ye göç veya iltica edenler, özellikle Türk kültürüyle asimile olabilecekleri ikinci gruptaki bölgelere yerleştirileceklerdir. Türk ırkına mensup ya da anadili Türkçe olan göçmenlerin ve mültecilerin bir grup halinde mesleklerine ve iklim koşullarına uygun olarak yeni kurulan köylere yerleşmelerinin kabul edildiği kanunda; ırksal ya da dilsel açıdan Türk olarak kabul edilmeyenlerin grup halinde iskan edilmeleri yasaklanmıştır. Söz konusu toplulukların, toplam köy nüfusunun yüzde 10’unu geçmemeleri koşuluyla, ana dili Türkçe olan köylerde iskana zorlanması öngörülmüştür (Kökdemir 1952, 57). Kanunun göçebelerin iskanıyla ilgili hükümleri ise şöyledir: Türk ırkına mensup ya da anadili Türkçe olan göçebeler, İçişleri ve Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlıkları’nın belirleyeceği mekanlara toplu ya da dağınık halde yerleştirileceklerdir. Söz konusu “Türklük” tanımına uymayan göçebe gruplar, yine toplam köy nüfusunun yüzde 10’unu geçmemeleri şartıyla Türk köylerine dağıtılacaklardır. Ancak kanuna göre Türk vatandaşı olan göçebe Çingenelerin toplu halde iskanına hiçbir şekilde izin verilmeyecek; bu gruplar yerleştirildikleri köylerde hane sayılarının 5’i geçmemesi ve bu köylerin birbirlerinden uzak olmaları koşuluyla Türk köylerine dağıtılacaklardır (Kökdemir 1952, 133).2 Öte yandan, kanunda Türk vatandaşı olmayan göçebe Çingenelerin iskanıyla ilgili hiçbir hüküm bulunmamaktadır; çünkü bu Çingeneler sınırlardan içeri girmelerine hiçbir şekilde izin verilmeyecek “istenmeyen unsurlar” arasında sayılmışlardır. Böyle kitlesel bir iskan planının, modern devletin nüfusu daha elverişli iktidar mekanizmalarıyla koordine ve entegre etmek kaygısından doğduğu söylenebilir ve sosyal yardım programları da bu kaygının bir parçasıdır. Foucault’ya göre bu şekilde sadece sayısal değişkenleriyle birlikte kontrol altında tutulacak bir sorun olarak değil de bir denetim, analiz ve müdahale nesnesi olarak ele 2 Bu kanunun ulusal toprakların üçe bölünmesi ve bu bölgelerde iskanın düzenlemesiyle ilgili söz konusu hükümleri 1948’de çıkarılan 5098 Sayılı Kanun’la kaldırılmıştır (Kökdemir, 1952). 217 Türkiye’de Sosyal Politika ve Milliyetçiliğin Kesişmesinde 1934 İskan Kanunu ve Çingeneler alınan nüfusun yalnızca itaati değil; bu nüfusun verimliliğinde sürekli bir artış da amaçlanmaktadır (Rabinow 1984, 207 – 208). Ancak İskan Kanunu’nda toplulukların iskanının yetenekleriyle ve meslekleriyle uyum içinde gerçekleştirileceği belirtilmesine karşın; nüfusun üretim kapasitesinin arttırılmasına ve nüfus hareketlerinin kapitalist üretimin mantığına uyumlu haline getirilmesine öncelik verilmemiştir. Aksine çeşitli insan topluluklarını Türk kültürüne sadakat derecelerine göre sınıflandıran ve ulusal toprakları ulusal kimliğin türdeşliği temelinde farklı bölgelere ayıran bu kanunla; devlet elitleri, iskan edilen nüfusu Türklüğün bütünlüğü içinde eritmeyi amaçlamıştır. Gerçekten kanunun gerekçesinde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki “millet sistemi” tebaa arasında etnik, dini ve dilsel farklılıkları keskinleştirmekle eleştirilirken; “Türk Cumhuriyetinin, kendi sınırları içinde, Türk vatandaşı olmanın faydalarından yararlanırken Türk bayrağına bağlılık duymayanların varlığını uygun bulamayacağı ve kendilerini Türk olarak tanımlayan herkesin Türklüğünün açık ve kesin olması gerektiği” dile getirilmiştir (Kökdemir 1952, 45). Başka bir deyişle, devlet elitlerinin “türdeş bir ulusal varlık yaratma” kaygıları iskan projesinin gerekçesini büyük oranda belirlemiştir. Kanunun, iskanları sağlanan mültecilerin, göçmenlerin ve göçebelerin yerleştirildikleri yerlerde 10 yıl boyunca yaşamalarını zorunlu kılmasının yanı sıra, ulusal toprakları iskan öncelikleri bakımından üçe ayırması; “çatışmaların, mücadelelerin bulunmadığı” ve “farklılıklarla parçalanmamış, güvenli bir ev olarak vatan” (Honig 1996, 258) hayalinin ve milliyetçi elitlerin “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış kitle” fantezilerinin kırılganlığını su yüzüne çıkarmaktadır. Kanunda dile getirilen Türklük tanımı da oldukça belirsiz öğeler barındırmaktadır ve ulusal kimliğin ve vatandaşlık statüsünün sınırlarını belirleyen üç temel kıstas vardır: Türk ırkına bağlı olmak, anadilin Türkçe olması ve Türk kültürüne sadakat. Ancak kimlerin vatandaşlık statüsünü ve bu statünün getirdiği hakları talep edip kimlerin edemeyeceğini belirleyen bu kıstaslardan hangisinin diğerine göre daha öncelikli olduğu kanunda açıkça belirtilmemiştir. Örneğin, Türk kültürünün ve Türk olanların yoğunlukta olmasının tercih edildiği ilk gruptaki bölgelere yerleştirilecek toplulukların belirlenmesinde, ana dilin Türkçe olması ya da ırksal köken açısından Türk olmak belirleyici kıstaslar olarak karşımıza çıkar. Ancak Kanun Türk vatandaşlığı statüsünü her koşulda elde edebilecek toplumsal grupları tanımlanırken ise, bu tanımı sadece Türk kültürüne sadakatle sınırlamıştır. 218 Türkiye’de Sosyal Politika ve Milliyetçiliğin Kesişmesinde 1934 İskan Kanunu ve Çingeneler İskan Kanunu bu yönleriyle milliyetçiliğin aynı anda hem dışlayıcı hem de kapsayıcı olmasından kaynaklanan iç çelişkisini gözler önüne sermektedir. Aslında milletin sınırlarının nasıl belirleneceği sorusu elitlerin kendi aralarındaki ve elitlerle diğer toplumsal gruplar arasındaki mücadelelerden bağımsız düşünülemez. Bu sınırların belirsizliği, elitlerin kimlik sorununa pragmatist yaklaşımını yansıtmakla kalmamakta; milliyetçiliğin tek ve mutlak bir kaynaktan beslenmediğini de göstermektedir. Lozan Anlaşması’nın imzalanmasıyla Yunanistan ve Türkiye arasında gerçekleşen nüfus mübadelesi sonrasında mecliste yaşanan tartışmalar buna iyi bir örnektir. Daha önce türdeş bir nüfus yaratacağı gerekçesiyle mübadeleyi desteklemiş olan milletvekilleri, Yunanistan’dan gelen mübadillerin Müslüman olmalarına karşın farklı bir kültüre sahip olduklarını ve farklı bir dil konuştuklarını gördüklerinde “hayal kırıklığına” uğramışlardır. Arka planında Anadolu’dan ayrılan Rumların gayrimenkullerini ele geçirme mücadelesinin bulunduğu bu “hayal kırıklığı”, Türkiye’de milletin tahayyül edilişindeki belirsizliğin altında yatanın özellikle “merkez” etrafında şekillenen tarihsel iktidar mücadeleleri olduğunu göstermektedir (Aktar 2004, 34). 1934 İskan Kanunu’nun Kemalistlerin Türkiye’de ırk temelli sosyal bir yapı inşa girişimlerinin bir örneği olduğu çeşitli araştırmacılar tarafından söylenmiştir. Türk Tarih Tezi’nin ve Güneş Dil Teorisi’nin revaçta olduğu 1930’lu yıllarda, Avrupa’da yükselen Nazizm dalgasının da İskan Kanunu’nun çıkışında etkili olduğu dile getirilmiştir (Karabatak, 1996). Ancak Ayhan Aktar’ın (2004) da Türk milliyetçiliği hakkındaki çalışmasında belirttiği gibi, Kemalist milliyetçiliğin ırkçı bir ideoloji olup olmadığı sorusu, devletin kitlesel bir ırkçı siyaset gütmek için elinde yeterli teknik ve finansal olanağı bulunup bulunmadığı sorusundan bağımsız olarak yanıtlanamaz. Üstelik Aktar’a (2004, 89) göre, Türkiye’deki farklı etnik grupları “Türk kimliğine bir tehdit oluşturmayacakları” bölgelerde iskana zorlayarak Türkleştirmek girişiminin bizzat kendisi, ırkçılıkla örtüşmemektedir. Hatta bazı tarihçilere göre İskan Kanunu’nun da bir parçası olduğu “Türkleştirme politikaları”, Kemalizm’deki “millet tahayyülü”nün kapsayıcılığını yansıtmaktadır. Ancak Türkiye’deki resmi milliyetçiliğin kapsayıcı bir ideoloji olduğu söylenirken, asimilasyon adına “yerlerinden yurtlarından edilen” ve göçe zorlandıkları yerlerle kendilerini özdeşleştiremeyen insanların, yıkıcı bir trajedinin aktörlerine çevrildiği de görmezden gelinmemelidir. Yani milliyetçilik sosyotarihsel olarak kapsayıcı özellikler de taşıyabilmesine karşın, 219 Türkiye’de Sosyal Politika ve Milliyetçiliğin Kesişmesinde 1934 İskan Kanunu ve Çingeneler sadece “dışarıdakilere” değil “içerdekilere karşı da oynanan bir tertiptir” (Lister 2001, 44). İskan Kanunu ve Çingeneler İskan Kanunu’nun 4. maddesi “Türk kültürüne hiçbir yakınlıklarının bulunduğu varsayılamayacak ve dolayısıyla Türkiye’ye göçleri kabul edilemeyecek” grupları göçebe Çingeneler, anarşistler, casuslar ve sürgündekilerle sınırlamıştır. Bu gruplardan sadece göçebe Çingenelerin etnik açıdan tanımlanmış bir kimliği vardır ve göçebe Çingenelerin “vatanın bütünlüğünü tehdit eden istenmeyen unsurlar” sınıfına sokulmuş olması Türk milliyetçiliğin ırkçılığın kıyısında dolaştığı iddiasını da doğrular görünmektedir (Alpman 1997, 129). Nitekim belli başlı sosyal gruplara karşı ulusal sınırların tanımlanması farklı tarihsel koşullarda sertleşebilir ve yumuşayabilir (Duara 1996, 168); bu da milliyetçilik ve ırkçılık arasındaki çizgiyi zaman zaman inceltirken zaman zaman da kalınlaştırır. Bu açıdan göçebe Çingenelerin 1934 İskan Kanununda “Türklüğün telafisi imkansız ötekileri” arasında sayılmasını değerlendirirken; Çingenelerin pek çok Avrupa ülkesinde etnik temizliğe maruz kaldığı 1930’larda, Nazizmin Türk siyasi düşüncesi üzerindeki etkisi de göz ardı edilmemelidir (Alpman 1997, 130). Ancak Avrupa Birliği’ne üyelik için girişimlerin giderek hız kazandığı 1990’larda bile, meclis düzeyinde çeşitli girişimler olmasına karşın, göçebe Çingeneler deyimi İskan Kanunu’nun Türk vatandaşlığı statüsünü talep edemeyecek toplumsal grupların tanımlandığı 4. maddesinden çıkarılmamıştır. Bu deyim ancak 2006’da kabul edilen yeni İskan Kanunu’yla kaldırılabilmiştir. Dışişleri Bakanlığı’nın 2003 yılında yayınladığı bir yönetmelikte bile, yerel devlet yetkililerinin vatandaşlık başvurusunda bulunanların Çingene olup olmadığını araştırmasını istenmiştir. Bir muhalefet milletvekilinin verdiği önerge sonucunda bu yönetmelik değiştirilmiştir (“Çingene Hakları” 2006, 1). İskan Kanununun her türlü göçebeliği yasaklamasına karşın, aslında Türkiye’de bazı göçebe Çingene grupları hala yaşamaya devam etmektedir ve 100.000 göçebe Çingenenin nüfus cüzdanının bulunmadığı, dolayısıyla vatandaşlık haklarından yararlanamadığı tahmin edilmektedir (Söylemez ve Özden, 2005). Bu göçebe Çingenelerin çoğu geçici barınaklarda ve insanlık dışı koşullarda yaşamaya mecbur bırakılmaktadır. Göçebe Çingeneler için en önemli 220 Türkiye’de Sosyal Politika ve Milliyetçiliğin Kesişmesinde 1934 İskan Kanunu ve Çingeneler sorun eğitim ve sağlık alanında yaşanmaktadır. Öte yandan devlet yetkilileri vatandaş sayılmadıkları için her türlü sosyal, siyasi ve sivil haklarından mahrum olan bu göçebe Çingeneleri aradıklarında “elleriyle koymuş gibi bulmaktadırlar” (Alpman 1997, 62). Alpman’ın (1997, 71) aktarımına göre, bir savcı göçebe Çingenelerin hukuksal durumu hakkında şunları söylemektedir: “İşin kötüsü bu Çingeneler hukuken suje değiller... Vatansız olan göçebe Çingeneler, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı sayılmıyor. Üzerlerinde nüfus cüzdanları bile yok. Sadece kimlik kartları var. Onların da çoğu sahte. Bir başka konu ise, suç işlediklerinde ceza görüyorlar. Ama hak aramaya kalktıklarında nüfus cüzdanları olmadığı için haklarını arayamıyorlar. Seçme, seçilme hakları yok. Vergi vermiyorlar.” Türkiye’de özellikle göçebe Çingenelere yönelik baskılar medyaya fazla yansımasa da güncelliğini korumaktadır. 24 Nisan 2004 tarihli ve DHA kaynaklı bir haber şöyledir: “Gediz Mahallesi İsmail Sivri Bulvarı’nda oturan vatandaşların şikayeti üzerine, Buca Belediyesi ve Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü’ne bağlı ekipler, Buca-Aydın otoyolu kenarında, naylon evlerin bulunduğu bölgeye geldi. Görevliler, ailelerden barındıkları naylon evleri tahliye etmelerini istedi. Naylon evlerini tahliye etmek istemeyen aileler, taşkınlık yaparak belediye ve polis ekiplerine karşı çıktı. Ancak zorla araçlara bindirilen göçebe aileler, polislerin nezaretinde şehir dışına çıkarıldı.” Çevik Kuvvet ve polis zoruyla şehir dışına çıkarılan ve naylon evleri “tahliye” edilen bu aileler, göçebe Çingene aileleridir. Yıllardır “istenmeyen unsur” olarak tanımlanan göçebe Çingeneler, buna ilişkin yasal düzenlemenin kaldırıldığı koşullarda bile, vatandaşlık hakları söz konusu olduğunda “görmezden gelinen unsur” olmaya devam etmektedir. Bu durumda Çingenelerin “milletin ötekileri” olarak tanımlanması yalnızca 1930’lara özgü konjonktürel bir sorun olarak görülemez. Çingenelerin durumu, “ulusal kimlikle” vatandaşlık statüsünü tanımlayan sosyal politikalar arasındaki yapısal ilişkiyi gün ışığına çıkarmaktadır. Çingeneler toplumun hem sınıfsal yapısından hem statü düzeninden kaynaklanan eşitsizliklere maruz kalan sosyokültürel gruplardandır. Bir yandan düzensiz işlerde düşük ücretle ve genellikle el emeğiyle çalışan “vasıfsız” işçi221 Türkiye’de Sosyal Politika ve Milliyetçiliğin Kesişmesinde 1934 İskan Kanunu ve Çingeneler lerin oluşturduğu bir emek havuzu ya da düzenli ücret kazanabilecekleri işlerden sürekli uzak tutulan ve hatta sömürülmek için bile değerli görülmeyen bir altsınıf (underclass) olarak tanımlanabilirler. Diğer yandan Çingeneler hakim kültürde genellikle “hor görülen” bir sosyokültürel gruptur. Yani Çingeneler hem kültürel hem de sosyoekonomik açıdan maduniyet yaşarlar (Fraser ve Honneth 2003, 11). Dahası maruz kaldıkları eşitsizliklerin her iki boyutu da birbirini pekiştirmektedir ve bu boyutlardan birinin diğerinin doğrudan sonucu olduğunu söylemek mümkün değildir. Edirneli bir Çingene olan Sedat Bımba aşağıdaki sözleriyle bu durumu ortaya koymaktadır: “Ezilmişiz, çünkü örgütlü topluluk değiliz biz. Sanki dünyanın bütün namussuzluklarını biz yapıyormuşuz gibi muamele görmüşüz. Bizim halkımızı yıldırmış bu aşağılama. Bizim de bir dil yapımız var. Doğamıza uygun yaşama biçimimiz var. Ama her şeyden önce insanız. Maddi gücümüz yok, eğitimimiz yok, kültürümüzü değerlendiremiyoruz. Bir can derdine bir boğaz derdine düşmüşüz, öyle de gidiyoruz.” (Akt. Arayıcı 1999, 135-136) Altsınıf (underclass) kavramı kültürel ya da yapısal sosyal dışlanma (social exclusion) olgusuna dayanmakta ve vatandaşlık statüsünün getirdiği sosyal haklardan gerektiği gibi yararlanamayan toplumsal gruplara gönderme yapmaktadır (Morris 1994). Aslında altsınıf tartışması özellikle 1980’lerle birlikte İngiltere’de ve Amerika’da tam zamanlı istihdama ve işgücünün yeniden üretim birimi olarak çekirdek aileye dayalı sosyal örgütlenmenin çözülmeye başlamasıyla gündeme gelmiştir. Sosyal bilimciler söz konusu toplumsal çözülmeyle birlikte toplumsal yapının dışında kalan grupları, yani “dışarıdakileri” tanımlamak amacıyla altsınıf kavramına dört elle sarılmışlardır. Ancak altsınıf kavramı analitik bir kategori olmasının ötesinde pejoratif anlamlarla da yüklenmiştir. Şöyle ki, altsınıf olarak nitelendirilen toplumsal grupların üyelerinin, sadece toplumsal yapının dışında durmakla kalmayıp, toplumun temel normlarını ve değerlerini reddedettikleri varsayılmakta ve bu gruplar hakim kültürde çoğu zaman bir tehdit unsuru olarak resmedilmektedir (Morris 1994, 1). Diğer yandan altsınıf kategorisi, söz konusu “tehdidin” toplumun dışından geldiği algısını yaratarak, toplumun kaynaşmış bir kitle olduğu fantezisine de dayanak sağlamaktadır. Söz konusu “tehdite” karşı gösterilen tepkiler ise, bu grupları tecrit etme ve kontrol altında tutma eğilimleri şeklinde belirmektedir. “Dışarıdakiler222 Türkiye’de Sosyal Politika ve Milliyetçiliğin Kesişmesinde 1934 İskan Kanunu ve Çingeneler den” duyulan korkular kolayca “suçlamaya” da dönüşebilmekte ve bu gruplar genellikle kendi insanlık dışı yaşama koşullarından sorumlu tutulmaktadır. Dahası, söz konusu gruplara sosyal yardım yapmak yerine onları “çalıştırmak” ya da “balık tutmayı öğretmek” gibi öneriler de bu suçlama eğiliminden kaynaklanmaktadır (Buğra 2005, 3). “Dışarıdakilere” nasıl yaklaşılacağı sorusu, aslında “yardımı hak eden ve hak etmeyen yoksul” arasındaki sınırın nereden geçeceği tartışmasıyla beraber gündeme gelmiştir. Morris’e göre (1994, 2), İngiltere’de 19. yüzyılda sosyal devletin ilk uygulamaları bu ayrım etrafında şekillenmiştir. Buğra’ya (2008) göre, Türkiye’de de yardımı hak eden ve hak etmeyen yoksullar arasındaki ayrım, devletin sosyal politika girişimlerinin temel belirleyicilerindendir. Söz konusu ayrımın yarattığı gerilim, günümüzde küresel gelişmelerin etkisi altında yeniden yapılanma sürecine giren sosyal güvenlik rejimlerinde de varlığını arttırarak sürdürmektedir. Küresel kapitalizm sürecinde evrensel hak ve vatandaşlık temelli sosyal güvenlik rejimlerinin zayıflamasıyla birlikte, “sosyal hak” kavramı yerini giderek kapitalist çalışma etiğinin hakimiyetine bırakmaktadır ve artık sosyal yardımı hak ettiklerini toplumsal üretime katılarak kanıtlayamayanlar liberal pazarın insafına terk edilmektedir. Böyle bir ortamda hem kültürel hem de yapısal dışlanmaya uğrayan sosyokültürel bir grup olan Çingeneler, hakim kültürde toplumun genel normlarına ve değerlerine aykırı tehdit unsurları olarak resmedilirken; “tembellik, sorumsuzluk, düzensizlik ve kirlilik” gibi sözde kültürel özellikleri dolayısıyla da “yardımı hak etmeyen yoksul” kategorisine sokulmaktadır. “Çalışmayana ekmek yok” düşüncesinin hakimiyet kazandığı günümüz liberal toplumunda, “sömürülmek için bile değerli görülmeyen” Çingeneler, toplumdan giderek daha fazla dışlanmaktadır. Üstelik Çingenelerin insanlık dışı yaşam koşullarının kaynağı olarak çoğu durumda Çingene kültürüne işaret edilmektedir. Bu durumda Çingenelerin maduniyetleri hakim kültürde ya tamamen görmezden gelinmekte ya da “kültürel bir hastalık” olarak kodlanmaktadır. Sonuç Yerine Göçmenlerin, mültecilerin ve göçebe Çingenelerin iskanını ve bu grupların nüfus hareketlerinin Türk kültürüne bağlılığını sağlamak amacıyla 1934 yılında çıkarılan İskan Kanunu bir sosyal politika girişimi olarak değerlendirilebilir. 223 Türkiye’de Sosyal Politika ve Milliyetçiliğin Kesişmesinde 1934 İskan Kanunu ve Çingeneler Çünkü bu kanunla devlet mültecilerin, göçmenlerin ve göçebelerin ihtiyaçlarını karşılama sorumluluğunu üstlenmiştir. Ancak bu kanun sadece “yardıma muhtaç” göçmen nüfusun temel ihtiyaçlarının karşılanmasını öngörmüştür ve bu açıdan bakıldığında, Türkiye’deki refah rejiminde evrensel hak temelli bir yaklaşımın yokluğunu örneklemektedir. Devletin sosyal yardım programlarını finanse etmek amacıyla geleneksel hayırseverlik mekanizmalarını harekete geçirme eğilimi, kayıtlı istihdam altında olmayan bireyin geçimini sağlamak için aile ve akrabalık bağlarına bağımlı kılınması ve sosyal yardım programlarına tahsis edilen ödeneklerin yetersizliği bakımından da kanun Türkiye’deki refah rejiminin belirleyici özelliklerini taşımaktadır. Ancak İskan Kanunu genellikle bir sosyal politika girişimi olmaktan ziyade tek parti döneminin milliyetçi politika örneklerinden biri olarak ele alınmıştır. Bu kanunun ilgili dönemde gerçekleşen Kürt ayaklanmalarına resmi bir tepki olarak doğduğu bilinmektedir. Ne var ki, milliyetçilikle ilişkisi söz konusu Kürt ayaklanmalarının sürgün yoluyla bastırılmasıyla sınırlı değildir. “Ulusal toprakları” iskan öncelikleri bakımından üç bölgeye ayıran kanunun amacı, göçmen nüfusu Türklüğün bütünlüğü içinde eritmektir. Öte yandan kanundaki Türklük tanımının barındırdığı belirsizlik, milliyetçiliğin aynı anda hem kapsayıcı hem de dışlayıcı olma halini gözler önüne sermektedir. Kanun bir yandan göçmenleri Türk kültürü altında asimile olabilecekleri bölgelere yerleştirmeyi amaçlarken, diğer yandan ırkçılıkla ilişkili öğeler de barındırmaktadır. Nitekim çoğu tarihçi 1934 İskan Kanunu’nu Kemalistlerin Türkiye’de ırk temelli sosyal bir yapıyı inşa etme girişimlerinin bir örneği olarak değerlendirmekte ve 1930’lu yıllarda Avrupa’da dalgalanan Nazizm bayrağının, bu kanunun çıkışında etkili olduğunu dile getirmektedir. Öte yandan bazı tarihçiler ise, İskan Kanunu da dahil tek parti döneminde uygulanan ve asimilasyoncu eğilimler barındıran “Türkleştirme politikaları”nın Kemalizm’deki “millet tahayyülünün” kapsayıcılığını sergilediğini savunmaktadırlar. Aslında bu tartışma, hangi tarafın haklı olduğundan bağımsız olarak, ulusal kimliğin tanımının belli başlı sosyal gruplara karşı farklı dönemlerde sertleşebildiğini ya da yumuşayabildiğini, dolayısıyla milliyetçilik ve ırkçılık arasındaki sınırın kırılganlığını göstermektedir. Söz konusu sınırın daha da inceldiği 1930’lu yıllarda çıkarılan İskan Kanunu, göçebe Çingeneleri “Türklüğün ötekileri” arasında saymıştır; şöyle ki, 224 Türkiye’de Sosyal Politika ve Milliyetçiliğin Kesişmesinde 1934 İskan Kanunu ve Çingeneler Kanunda “Türk kültürüne hiçbir yakınlıklarının bulunduğu varsayılamayacak ve dolayısıyla Türkiye’ye göçleri kabul edilemeyecek” olarak nitelendirilen gruplar arasında, sadece göçebe Çingenelerin etnik açıdan tanımlanmış bir kimliği vardır. Göçebe Çingenelerle ilgili deyimin kanundan kaldırılması için ise 72 yıl beklenmiştir. Ancak göçebe Çingeneler, kanunun her türlü göçebeliği yasaklamasına karşı varlıklarını devam ettirdikleri gibi, hala vatandaşlık haklarından yararlanamamaktadırlar. Üstelik çoğu zaman sürgün ve tecrit benzeri uygulamaların nesnesi olabilmektedirler. Bu durumda göçebe Çingenelerin “milletin ötekileri” olarak tanımlanmasını yalnızca 1930’lara özgü konjonktürel bir sorun olarak görmek yanıltıcı olacaktır. Hem kültürel hem de sosyoekonomik açıdan maduniyet yaşayan bir sosyokültürel grup olan Çingeneler, zaman zaman bir altsınıf (underclass) olarak tanımlanırlar. Sosyal dışlanma olgusuna dayananan ve vatandaşlık statüsünün getirdiği sosyal haklardan gerektiği gibi yararlanamayan toplumsal gruplara gönderme yapan bu kavram, çoğu zaman pejoratif anlamlarla yüklü olarak kullanılır. Hakim kültürde genellikle bir “korku kaynağı” olarak nitelendirilen Çingeneler gibi altsınıf üyeleri, bununla da kalmayıp kendi durumlarından sorumlu tutulmakta ve bu kişilerin sosyal yardıma hakları olmadığı düşünülmektedir. Yani Çingenelerin hakim kültürdeki imgesinde “öteki” ve “yardımı hak etmeyen yoksul” kategorileri kesişmektedir ve maduniyetlerinin çoğu zaman Çingenelerin kültürel özüne atfedilmesi, onların insanlık dışı yaşam koşullarının hakim kültürde ya “kültürel bir hastalık” olarak görülmesine ya da tamamen görünmez kılınmasına neden olmaktadır. Kamusal yaşama eşit hak sahibi vatandaşlar olarak katılmaktan sürekli olarak alı koyulan Çingeneler; güvenli bir ev olarak vatan fantezisini ve türdeş kimlik hayalini tehdit edemeyecekleri mekanlarda iskana zorlanarak, aynı anda hem “başka bir dünyanın insanları” olarak sunulmakta hem de görülmez kılınmaktadırlar. Kaynakça Aktar, Ayhan. 2004. Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları. İstanbul: İletişim. Alpman, Nazım. 1997. Başka Bir Dünyanın İnsanları: Çingeneler. İstanbul: Ozan Yayıncılık. Arayıcı, Ali. 1993. Çingeneler: Ülkesiz Bir Halk. İstanbul: Ozan Yayıncılık. Bilginsoy, Cihan ve Berik, Günseli. “The Labour Movement in Turkey: Labor Pains, Maturity, Metamorphosis.” The Social History of Labor in The Middle East içinde, der. Ellis Jay 225 Türkiye’de Sosyal Politika ve Milliyetçiliğin Kesişmesinde 1934 İskan Kanunu ve Çingeneler Golderg. Boulder, Colombia: Westview Press, ss. 37-64. Buğra, Ayşe. Aralık 2005. Yoksulluk ve Sosyal Haklar: Sivil Toplum Geliştirme Merkezi İçin Hazırlanan Danışman Raporu. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politika Forumu, http://www.spf.boun.edu.tr/docs/STGP_Bugra.pdf (Erişim Tarihi: 20 Ocak 2010). Buğra, Ayşe ve Keyder, Çağlar. Ağustos 2006. “Turkish Welfare Regime in Transformation,” Journal of European Social Policy 16 (3): 211 - 228. Buğra, Ayşe. 15 Kasım 2008. “Kapitalizm, Yoksulluk ve Türkiye’de Sosyal Politika,” http://www.obarsiv.com/cagdas_turkiye_seminerleri_0809.html (Erişim Tarihi: 25 Ocak 2010). “Çingene Hakları Yargı Yolunda,” Hürriyet, 17 Ocak 2006, http://www.hurriyetim.com.tr/haber/0,,sid~1@nvid~452299,00.asp (Erişim Tarihi: 20 Ocak 2010), s. 1. “Çocuk Yardımı İzdiham Yarattı,” 11 Nisan 2011, http://www.cingeneyiz.org/edriz.html (Erişim Tarihi: 15 Nisan 2011), s. 1. Duara, Prasenjit. 1996. “Historicizing National Identity or Who Imagines What and When.” Becoming National içinde, der. Geoff Eley ve Ronald Grigor Suny. Oxford: Oxford University Press, ss. 151-177. Hobsbawn, Eric. 1994. The Age of Empire: 1875-1914. London: Abacus. Honig, Bonnie. 1996. “Difference, Dilemmas and the Politics of Home.” Democracy and Difference içinde, der. Seyla Behhabib. Princeton, N.J. : Princeton University Press, ss. 257 – 277. Karabatak, Haluk. Ocak 1996. “1934 Trakya Olayları ve Yahudiler,” Tarih ve Toplum 146: 4 -16. Karaömerlioğlu, Asım. Mayıs 1998. “The Village Institute Experience in Turkey,” British Journal of Middle Eastern Studies 1 (25): 47-73. Kökdemir, Naci. 1952. Eski ve Yeni Toprak, İskan Hükümleri ve Ugulama Kılavuzu. Ankara: s.n. Lister, Ruth. 2001. “Citizenship and Changing Welfare Regimes.” Changing Labour Markets, Welfare Politics and Citizenship içinde, der. Jorgen Goul Andersen ve Per H. Jensen. Bristol: Policy Press, ss. 39 - 58. Morris, Lydia. 1994. Dangerous Classes: The Underclass and Social Citizenship. London: Routledge. Oran, Baskın. 1997. Atatürk Milliyetçiliği: Resmi İdeoloji Dışı Bir İnceleme. Ankara: Bilgi Yayınevi. Rabinow, Paul. 1984. The Foucalult Reader. New York: Pantheon Books. Söylemez, Haşim ve Özden, Tuba. 23 Mayıs 2005. “Abe Bir Kimlik Veresin,” Aksiyon 546, http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-14067-34-abe-bi-kimlik-veresin.html (Erişim Tarihi: 12 Ocak 2010), s. 1. T.C. Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü. 10 Mayıs 1996. İskan Kanunu Tasarısı Gerekçesi, http://www2.tbmm.gov.tr/d22/1/1-0352.pdf (Erişim Tarihi: 10 Ocak 2010), s. 5. 226 TÜRKİYE’DEKİ KADIN DERNEKLERİNİN AVRUPALILAŞMASI: KADER VE KAGİDER ÖRNEKLERİ Damla Bayraktar ÖZET 2004 yılından beri Türkiye’deki sivil toplum hareketinin genelinde ortaya çıkan durumlardan biri de, Avrupa Birliği referansının ve Avrupalılaşma söyleminin artarak kullanılmasıdır. Avrupa Birliği’nin sivil toplum kuruluşlarına sunduğu fonların olanaklarından yararlanmak gibi nispeten faydasal ve mekanik beklentilerin ötesinde, Avrupalılaşma söylemi bazı kuruluşlar tarafından bir meşruiyet aracı haline getirilmektedir. Bu durumun nedeni şüphesiz, Türkiye’de henüz gelişmekte olan sivil toplumun Avrupa Birliği’ne adaylık sürecinde, ülke içindeki olanaklar dışında alternatif bir alanla karşılaşmasıdır. Savunuculuk çalışmalarını kuvvetlendirmek için Türkiye’de bu olanağı bir araç haline getiren iki dernek ise Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği (KADER) ile Kadın Girişimciler Derneği’dir (KAGİDER). Her iki dernek çevresel, bilişsel (cognitif) ve etkileşimli (interaktif) mekanizmalar doğrultusunda ve bilinçli olarak bir dizi değişiklik yaşamıştır. KADER ve KAGİDER Türkiye’nin adaylık sürecinde özellikle Avrupa’ya yönelttikleri savunuculuk ve lobicilik faaliyetlerinin etkisiyle, toplumsal cinsiyet alanının şekillenmesinde aktif birer konum edinmiştir. Anahtar kelimeler: Avrupalılaşma, toplumsal cinsiyet, sivil toplum, KADER, KAGİDER 227 EUROPEANIZATION OF THE WOMEN’S ASSOCIATIONS IN TURKEY: THE CASES OF KADER AND KAGIDER ABSTRACT Since 2004, the European Union and Europeanization are increasingly emerging as frames of references within the civil society movement in Turkey. Aside from the utilitarian and mechanic outcomes of the EU harmonization process such as benefiting from funding opportunities, some of the civil society organizations are benefiting from the process by legitimizing their own agenda through the Europeanization discourse. This situation is undoubtedly due to their encountering of new spheres of advocacy which can be accessed during the EU pre-accession process. Two women’s associations, namely Association for Supporting and Training Women Candidates and Women Entrepreneurs Association are analyzed in this article for their similarity in utilizing the EU harmonization process for strengthening their advocacy works. Both associations have consciously experienced numerous changes through environmental, cognitive and interactive mechanisms. KADER and KAGİDER have become agents of the Europeanization in Turkey for fashioning the gender-related agendas by advocacy and lobbying activities directed towards the European spheres. Keywords: Europeanization, gender, civil society, KADER, KAGİDER 228 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri Bu çalışma, Türkiye’de son yıllarda toplumsal cinsiyet politikaları ve sivil toplum diyaloğu açısından bir “Avrupalılaşma söylemi” bağlamında yaşanan değişimlerden yola çıkmaktadır. Türkiye’de bir Avrupa Birliği referansının gerek kamu alanında gerekse kolektif alanda öncelikle 1999 yılında ve sonrasında ise Avrupa Komisyonu’nun sivil toplum diyaloğunu etkin kıldığı 2004 yılından itibaren güçlenerek, artarak kullanıldığı gözlemlenmektedir. Avrupa Birliği’nin sivil toplum kuruluşlarına sunduğu fonların olanaklarından faydalanmak gibi nispeten faydasal ve mekanik beklentilerin ötesinde, Avrupalılaşma söylemi bazı kuruluşlar tarafından bir meşruiyet aracı haline getirilmiştir. Bu durumun nedeni şüphesiz Türkiye’de henüz gelişmekte olan sivil toplumun Avrupa Birliği’ne adaylık sürecinde ülke içindeki imkanlar dışında alternatif bir alanla karşılaşmasıdır. Savunuculuk çalışmalarını kuvvetlendirmek için Türkiye’de bu olanağı bir araç haline getiren iki dernek ise Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği (KADER) ile Kadın Girişimciler Derneği (KAGİDER)’dir. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylık sürecini KADER ve KAGİDER’in bu süreçte aldığı rol üzerinden değerlendiren bu çalışma, Avrupalılaşma sürecinde bu derneklerin toplumsal cinsiyet politikaları açısından nasıl aktif konum edindiklerini ortaya koymak amacını taşımaktadır. Bu çalışmada Avrupalılaşma, Claudio Radaelli’nin (2006) tanımına uygun bir şekilde, etkileşimli bir süreç olarak ele alınmaktadır. Bu tanıma göre Avrupalılaşma, Avrupa kurallarının, değerlerinin, inançlarının ve yöntemlerinin doğrudan aktarılması veya ithal edilmesi değil; karşılıklı etkileşim halindeki bir süreçtir. Bu bağlamda sadece tepeden inme bir transferden bahsetmek doğru değildir. Bu süreç üye (ve aday) ülkeler arasında yatay düzlemdeki yayılmalar, taklitler ve benzeşmelerden oluşmakta ve Avrupa Birliği de bir sosyalleşme aracı görevi görmektedir. Avrupalılaşmanın sivil toplum kuruluşları üzerindeki etkisini inceleyen literatüre göre, bu alanda çalışan Sivil Toplum Örgütleri (STÖ) “Avrupalılaşma” söylemini kendi politik hedeflerini güçlendirmek için bir meşruiyet aracı olarak kullanmaktadır (Tocci 2005, Göksel ve Güneş 2005, Forest 2006). Örneğin Çek Cumhuriyeti’ndeki kadın hareketi, Avrupa Birliği adaylık süreci müzakerelerine katıldığı 1997-1998 yılları itibariyle hem hukuki hem de kurumsal alanlarda yeni araçlar edinmiş ve kazandığı meşruiyeti kamuoyunda daha etkili olmak üzere kullanmıştır (Forest 2006, 172). 229 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri Ancak Avrupalılaşma çerçevesinin kullanılması her dernek için geçerli değildir. Derneklerin yerel ve uluslararası düzeyde ağlara ulaşabilmesini sağlayacak kapasiteye de sahip olmaları gerekir. Bu çalışma iki sorudan yola çıkmaktadır: KADER ve KAGİDER Avrupalılaşma sürecinden nasıl etkilenmekte ve bu süreç karşısında nasıl konumlanmaktadır? Bu iki dernek hangi açılardan diğer derneklerden ayrılmaktadır? Bir arada ele alınan KADER ve KAGİDER çeşitli benzerlik ve farklılıklar barındırmaktadır. İki dernek de Türkiye’de ortaya çıkmış olan toplumsal cinsiyet kolektif hareketinin katılımcılarıdır. Diğer yandan, her iki dernek de Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde toplumsal cinsiyete duyarlı politikalar geliştirerek adaylık sürecine aktif olarak katılmaktadır. İki derneğin de hem ulusal hem de uluslararası düzeydeki katılımlarını kolaylaştırıcı belli bir uzman alt yapısı ve meşruiyeti bulunmaktadır. Ancak bu dernekler hem kuruluş amaçları hem de yönelimleri açısından farklıdırlar. KADER özellikle toplumsal cinsiyet alanında akademik uzmanlıkları olan kadınlardan kurulmuş bir savunuculuk derneğidir ve amacı kadınların karar mekanizmalarına katılımını kolaylaştırmak olarak kurgulanmıştır. KADER’in başlıca faaliyet perspektifi, erkek merkezli yönetişimi yeniden şekillendirmek üzere, eleştirel bir tutum sergilemeyi içermektedir. KAGİDER ise belli bir sayının üzerinde işçi çalıştıran kadın girişimciler tarafından, Türkiye’deki kadın girişimci sayısını arttırmak amacıyla kurulmuştur, Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği’nin (TÜSİAD) kız kardeşi olarak tanınır ve iş dünyası –ve dolaylı olarak devlet kurumlarıyla– sürekli ve yakın ilişkiler kurmayı hedeflemiştir. İki dernek arasındaki benzerlikler ele alındığında, Avrupalılaşma sürecinde benzer mekanizmaların etkili olduğu gözlemlenmektedir. Bu süreçte etkileşimin dozu her aktör için farklı olduğu gibi Avrupalılaşma söyleminin kullanılması da her aktör için mümkün değildir. Kimi aktörler süreç içinde daha fazla söz sahibi olurken, kimileri edilgen kalır. Çalışmamızda ele aldığımız iki dernek, Avrupalılaşma meselesinde etkin rol oynamaları dolayısıyla iki benzer örnek olarak seçilmişlerdir. Her iki dernek de çevresel, bilişsel (cognitif) ve etkileşimli (interaktif) mekanizmalar doğrultusunda ve bilinçli olarak bir dizi değişiklik yaşamış ve toplumsal cinsiyet alanının şekillenmesinde aktif rol oynamıştır. 230 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri Dernekler arasındaki farklılıklar ise Avrupalılaşma söyleminin kullanılmasında farklılıkların ortaya çıkmasını beraberinde getirmektedir. Avrupalılaşma teriminin Avrupa çalışmalarında yer almaya başlaması 1990’ların sonuna doğrudur. Entegrasyon teorilerinden farklı olarak ortaya çıkan “Avrupalılaşma” tepeden inme bir aktarım sürecini değil, dikey ve yatay transferleri içeren bir süreci tanımlamaktadır. Claudio Radaelli (2006) Avrupalılaşma’ya dair tanımında farklı düzeylerdeki etkileşimlerin altını çizmektedir: “formel ve enformel kurallar, usuller, paradigmalar, stiller, yapış biçimleri, ortak inanç ve normların; önce AB’nin karar alma sürecinde ve daha sonra ulusal düzeydeki mantık söylemleri, kimlikler, siyasi yapı ve politikalarında (a) inşa, (b) yayılma ve (c) kurumsallaşma sürecidir” (Radaelli, 2006). Avrupalılaşma sadece Avrupa Birliği kurumları tarafından oluşturulup üye ülkelere ve hatta aday ülkelere benimsetilen kurallar bütünü değil, karşılıklı bir etkileşim sürecidir. Yani Avrupalılaşma sadece Avrupa Birliği ve üye ülkeler arasındaki ilişkileri açıklamak için değil, aynı zamanda Avrupa Birliği ve aday ülkelerin ilişkileriyle Avrupa Birliği ve sivil toplum arasındaki ilişkileri belirtmek için de kullanılmaktadır. Katılım sürecinde aday ülkelerin AB müktesebatına (elde edinilmiş, kazanılmış bilgiler) uyum çerçevesinde, yasalar, kurallar ve normlar açısından belli başlı düzenlemeler yapması beklenmektedir (Diez, Agnantopoulos ve Kaliber 2005, 3). Türkiye de katılım sürecinde hem kurumlarının yapılarını hem de politikalarını uyarlamaya çalışmaktadır. Örneğin 2004 yılında Avrupa Komisyonu’nun “sivil toplum diyaloğu”nun geliştirilmesi önerisi, gerek Avrupalı ve Türk sivil aktörler arasında, gerekse siyasi otorite ve sivil toplum arasındaki iletişimin geliştirilmesi gerekliliğini vurgulamıştır (European Commission 2004). Avrupa Birliği, bu diyaloğu geliştirmek için ulusal kamu kuruluşları ve sivil toplumu bir araya getirecek önerilerde bulunmaktadır. Bu öneriler arasında Avrupa Birliği ve Ulusal Program tarafından finansal olarak desteklenen projeler ve Avrupa Birliği genelindeki sosyal diyalog, istihdam ve sosyal politikalara dair bilgilendirme çalışmaları da yer almaktadır. Natalie Tocci (2005, 81), Avrupa Birliği adaylık sürecinin Türkiye’de sivil toplum açısından iki etkisi olduğundan bahsetmektedir. İlk olarak, bu sürecin yerel aktörlerin güvenilirliğini ve meşruiyetini arttırdığını ortaya koymaktadır. 231 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri Yani ülkedeki politikalara dair değişimle ilgili baskı hem tepeden (AB seviyesi) hem de aşağıdan (sivil toplum) gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında sivil toplumun bir “dış müttefik” edindiğinden bahsetmek mümkündür. Aday ülke, AB üyeliği için söz konusu olan koşulluluk (conditionality) ilkesinden –kendi gündemine uyduğu ölçüde– beslenerek meşruiyetini güçlendirebilmekte ve bu sayede sivil toplum, hükümete yönlendirdiği politik gündemleri konusunda daha ısrarcı olabilmektedir. İkinci bir etki de sivil toplum örgütleri ve çeşitli gruplar için –bu çalışmanın konusu olarak kadınlar için de– yarattığı reform sürecidir (Tocci 2005, 81). Helsinki sonrasında gelişen süreç, Türkiye’de daha geniş bir alanda çalışma yeteneği kazanan yeni STÖ’lerin doğmasına yol açmıştır. Bu sayede Türkiye’deki Avrupalılaşmadan bahsedebileceğimiz gibi, özel olarak Türkiye’deki derneklerde yaşanan Avrupalılaşma deneyimlerinden de bahsetmemiz mümkündür. Bu durum kurumsal düzeyde ve Avrupa kuruluşlarının ülke takibi yaptığı yıllık ilerleme raporlarında da kolaylıkla gözlemlenebilir. Avrupa Komisyonu’nun raporları ve yayınları 2004-2005 yıllarından beri Türkiye’de genel politikalar bağlamında olduğu gibi, kadın hakları ve eşit fırsatlar konuları özelinde de sivil toplumla diyaloğun önemine dikkat çekmektedir. Avrupalılaşma etkileşime dayalı bir süreçtir. Buna uygun olarak, ülkeler arasında politikaların yakınlaşması (convergence), hem mikro hem de makro düzeyde çeşitli mekanizmaların oluşmasına bağlıdır. Bu yüzden bu çalışmada Avrupalılaşma Ulrike Liebert ve Stefanie Sifft’in (2003) çalışmalarında yer alan mekanizma-kökenli modele göre ele alınmaktadır. Bu modele göre, makro düzeyde farklılık gösteren politika rejimleri, makro-mikro-makro düzeylerdeki çeşitli mekanizmalar sonucu yakınlaşabilmektedir. Sivil toplum kuruluşları da bu süreçte hem bilişsel mekanizmaları etkilemek bağlamında yer alabilmekte; hem de yeterli kapasiteye erişmeleri durumunda etkileşimsel mekanizmalara dahil olarak, makro düzeyde oluşabilecek değişiklikleri etkileyebilmektedirler. Bu çalışmada KADER ve KAGİDER örnekleri de bu dinamik model çerçevesine ele alınmaktadır. İki derneği etkileyen Avrupalılaşma sürecinin farklı mekanizmalarını anlamak için öncelikle Türkiye’deki kadın derneklerine kısa bir göz atılacak ve daha sonra da çevresel, bilişsel ve etkileşimsel mekanizmalar doğrultusunda bu derneklerin nasıl bir değişim sürecine uğradığından bahsedilecektir. 232 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri Türk Kadın Hareketinin Kısa Tarihi, KADER ve KAGİDER Türkiye’de kadın hareketinin tarihi, değerler ve özellikle Doğulu-Batılı çatışmasının bir alanı olarak incelenebilir. Kadın hareketinin tarihi, bir grup orta sınıf kadının Hanımlara Mahsus Gazete’yi yayınladığı 1895 yılına kadar uzanmaktadır ve İkinci Meşrutiyet dönemi ile birlikte ivme kazanmıştır. Modern Türkiye’deki kadın hareketi ise cumhuriyetin kuruluşuyla beraber başlamıştır. İlk dönem kadın hareketi, dönemin devlet elitlerinin “modernleşme” söylemi etrafında şekillenmiştir. Bu dönemde, geçmişten gelen din kuralları ve gelenekler gibi “engelleri” aşmak için devlet tarafından desteklenen sosyal liberalizm ve bireysellik gibi yeni kültürel pratikler ortaya konmuştur. Bu pratikleri güçlendiren uygulamalar arasında hiç şüphesiz İsviçre’den ithal edilen ve İslami kuralları ortadan kaldıran 1926 Medeni Kanunu bulunmaktadır (Arat 1998, 118). Medeni Kanun’la birlikte kadınlar boşanma ve mirasta erkeklerle eşit şartlara sahip olmuştur. Kadınların belediye seçimleri ve genel seçimlerde seçilme hakkı, diğer pek çok Avrupalı ülkeden önce, 1930 ve 1934 yıllarında tanınmıştır. Bu reformlar Türkiye’de “kadınların serbest bırakılmasını” (Kandiyoti 1987, 78) sağlamış ve bu gelişmelerin sosyal arenaya pek çok yansıması olmuştur. Cumhuriyet dönemiyle birlikte kadın, kent alanında kocasıyla ve zamanla kocasından ayrı olarak daha görünür hale gelmiş ve Göle’nin (1993, 64) iddia ettiği gibi kadınlar ve erkekler idealleştirilmiş Avrupa modellerine uygun davranış ve jestler edinmeye başlamışlardır. Bu ilk dönem kadın hareketinin güncel feministler tarafından eleştirilen özelliği, Kandiyoti (1987, 2007) tarafından da vurgulandığı gibi, kadınların serbest bırakılmasına yol açarken özgürleşmesini tam olarak desteklememesidir. Çünkü devlet tarafından desteklenen kadın hareketinin belli kurallar içinde kalması istenmiştir. Örneğin ilk Türk kadın derneği olan Türk Kadınlar Birliği (TKB), kuruluş döneminde cumhuriyet rejimine karşı çıktığı için eleştirilmiş ve iç yapısında yaşanan değişimler sonucunda TKB rejime daha paralel, devletçi bir söylem edinmiştir (Zihnioğlu 2003, 223-224). Takip eden süreçte, Şirin Tekeli’nin “devlet feminizmi” ile ilişkilendirdiği, kadın derneklerinin siyasete uzak ve devlete yakın olduğu bir döneme girilmiştir. Bu akımın kadın temsilcileri “devam eden ulusal savaşın askerleri”, cumhuriyet değerlerinin aktarıcısı öğretmenler ve anneler olarak yüceltilmektedirler (Tekeli 2006, 185). 233 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri Türkiye’de kadın hareketi, sakin geçen elli yılın sonunda 1980’lerde yeniden doğmuştur. Batıdaki ikinci dalga feminizminin “özel olan siyasaldır” sloganından etkilenen bu ikinci hareketin başlıca temsilcileri arasında yabancı literatürü tercüme edebilen elitler ve akademisyenler vardır. 1980’lerdeki hareket özellikle sosyal vatandaşlık haklarını (ekonomik, sosyal ve siyasal haklar) vurgulamış ve “ekmeği kazanan erkek modeli”ni eleştirmeye yönelmiştir (Timisi ve Ağduk Gevrek 2007, 14). Feministler 1926 tarihli Medeni Kanun’un yenilenmesi gerektiğini söylemekte, ataerkil aile düzenini eleştirmekte ve kadınların profesyonel hayata katılımını mümkün kılan yasaların geliştirilmesi gerektiğini belirtmektedirler. Ayrıca kamusal alanda cinsel taciz ve ev içi şiddet de üstünde durulan başlıca konular arasındadır (Tekeli 2006, 194). 1990’lara gelindiğinde ise Türkiye’de siyasal liberalizm ve sivil toplumun uluslararası arenaya erişmesi için imkanlar artmıştır. Sivil toplum, artık özellikle 1980 darbesi sonrasında olduğu gibi devlete karşı bir düşman gibi algılanmamakta, liberalleşmenin bir simgesi olarak görülmektedir (Coşar ve Onbaşı 2008). 1996 yılında İstanbul’da gerçekleştirilen Habitat II Konferansı, Türkiye’de dernekleşme açısından bir dönüm noktası olarak kabul edilmektedir, çünkü Türkiye bu sayede daha güçlü bir sivil toplum kültürüyle tanışma olanağı bulmuştur. Kadın dernekleri de bu yeni etkileşim alanından faydalanmış; sadece devlet kurumları ve ülke içinde çalışan kuruluşlarla değil, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği gibi uluslararası aktörlerle ilişki kurma olanağı bulmuştur. 1990’lar aslında sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada kadın hareketinin güçlenmesini sağlamıştır. 1995 yılında Pekin’de gerçekleşen Birleşmiş Milletler Kadın Konferansı’nda dünya çapında “toplumsal cinsiyete duyarlı politikalar” geliştirilmesi kararı verilmiş; karar alma mekanizmalarındaki kadın eksikliği vurgulanarak, bunun önüne geçmek için birlikte hareket etme kararı alınmıştır (Forest 2006, 172). Pekin’deki konferans ve Habitat II Konferansı, kadın derneklerinin uluslararası ağlara katılması ve ulusaşırı projeler düzenlemesi için bir itici güç olmuştur (Kardam ve Ecevit 2007, 91). Bu çalışmada ele alınan iki dernek de bu dönemin sonucunda ortaya çıkmışlardır. KADER, 1997 yılında seçimle ve atamayla gelinen tüm karar mekanizmalarında kadınların eşit temsilini sağlama hedefiyle yola çıkmıştır. KADER’in kurucu üyeleri arasında, başta sosyal demokrat eğilimli feminist bir 234 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri akademisyen olan Şirin Tekeli ve onunla birlikte kadın hareketinde etkili olan on sekiz kadın yer alıyordu (Bora 2007, 111-112). Yola koyulduğu 1997 yılında kadınların parlamentodaki temsili sadece yüzde 2,4 oranındaydı ve KADER hedefini bu oranı en azından parlamentonun yüzde 10’una (yani 55 kadına) çıkarmak olarak belirlemişti. KADER’in oldukça aktif olduğu 2007 seçimlerine gelindiğinde yüzde 9,1 temsil oranıyla bu hedefe epeyce yaklaşıldığını söylemek mümkündür. KAGİDER ise 2002 yılında kadın girişimciliğini ve kadınların ekonomik ve sosyal hayattaki statüsünü geliştirmek için kurulmuştur. Avrupa Birliği’ne adaylık sürecinde kadınların iş gücüne katılımı alanında pek çok kadın derneği desteklenmekte ve güçlenmekte ise de; KAGİDER hem ülke çapındaki amaçları hem de uluslararası ağlardaki etkinliği açısından ön plana çıkmıştır. Sanayici ve iş insanlarıyla yakın ilişkileri bulunan KAGİDER, Türkiye’de bu alanda etkinlik gösteren en büyük kuruluş olan TÜSİAD’ın bir “kız kardeş kuruluşu” olarak kurulmuştur. İstanbul’daki genel merkezi dışında 2008 yılından beri Brüksel’de de faaliyet göstermektedir. Bu iki dernek, Türkiye’deki kadın dernekleri açısından son dönemde öne çıkan ve kimi feminist yazarlar tarafından “proje feminizmi” (Kardam ve Ecevit 2007, 91) olarak adlandırılan dalganın temsilcileri olarak görülebilir. Proje feminizmi, kadın derneklerinin kamusal alanda görünürlüklerinin artmasını, devlet aygıtlarıyla pazarlık kabiliyetlerinde daha güçlü bir pozisyon edinebilmelerini ve kaynak geliştirme imkanları sağlanmasını anlatmaktadır (Kardam ve Ecevit 2007, Sancar ve Bulut 2006). KADER ve KAGİDER de ulusal ve uluslararası kuruluşlar tarafından desteklenen projeler ve fonlardan faydalanabilmeleri ve uluslararası (özellikle Avrupa’daki) ağlara ulaşabilmeleri açısından seçilmişlerdir. Avrupalılaşma’nın Çevresel ve Bilişsel Mekanizmalarının Etkileri KADER ve KAGİDER’in Türk kadın hareketindeki yerini belirledikten sonra, bu bölümde Avrupalılaşmanın etkileri çevresel ve bilişsel (cognitif) mekanizmalar doğrultusunda ele alınmaktadır. Çevresel etkiler özellikle yasal, idari ve ekonomik alandaki değişimlerin yansımaları üzerinden; bilişsel mekanizmalarsa, AB’ne adaylık sürecinde derneklerin iç yapılarında ortaya çıkan profesyonelleşme ve kurumsallaşma gibi eğilimler üzerinden analiz edilmektedir. 235 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri Avrupa Birliği’ne adaylık sürecinin KADER ve KAGİDER üzerindeki yansımalarını anlamlandırmak için öncelikle ülke genelinde yaşanan değişimlerden ve reform süreçlerinden bahsetmek gereklidir. AB-Türkiye ilişkilerinde sivil toplumun müzakerelerde yer almaya başlaması, 2001 yılında Türkiye’nin müktesebatın uygulanmasına ilişkin Ulusal Programı kabul etmesi ile gerçekleşmiştir (Türkiye Ekonomi ve Toplumsal Tarih Vakfı 2004). Sivil toplumun güçlendirilmesi gerektiği konusundaki yorumlar, Avrupa Komisyonu’nun yıllık ilerleme raporlarında sürekli bir yer tutmuş ve Kopenhag Kriterleri’ne uyum sürecinde sivil toplumun desteklenmesi de başlıca konulardan biri haline gelmiştir. 2003 yılındaki Dernekler Kanunu, derneklerin finansal destek alması ve diğer kuruluşlarla ortak çalışmasının önündeki engelleri kaldırmak açısından bir dönüm noktası olmuştur. Kadın hakları açısından da, Anayasa’da (2001, 2004), Medeni Kanun’da (2001) ve Ceza Kanunu’nda (2004) kadın-erkek eşitliğini güçlendirmeye yönelik adımlar atılmıştır. Bu yasal düzenlemeler ülkede savunuculuk ve hizmet sağlamak amacıyla çalışan kadın derneklerinin sayısının ve imkanlarının artmasında etkili olmuştur. Adaylık sürecinde ortaya çıkan bir diğer düzenleme de, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması amacıyla oluşturulmuş idari kurumların daha etkili hale getirilmesi olmuştur. Avrupa Komisyonu’nun Türkiye’ye öneri niteliğinde ortaya koyduğu tavsiyelerde (soft law), özellikle sivil toplumun ve kadın haklarının geliştirilmesinin sürekli olarak vurgulanmaktadır. Bu alanda düzenlemeler adına yapılan girişimlerden biri de, kurulduğu günden beri bir türlü yasal olarak tanınmayan, Başbakanlığa Bağlı Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün (KSGM) yasal statü edinmesi ve müdürlük bünyesinde sivil toplum kuruluşlarını da içeren bir Danışma Kurulu oluşturulmasıdır (Sancar ve Bulut 2006). KSGM’nin daha etkin kılınmasına yönelik bu gelişmeler, uygulamaya yeterince yansımaması nedeniyle kadın sivil toplum kuruluşları tarafından eleştirilse de, sivil toplum kuruluşlarının kamusal hiyerarşide belli bir tanınırlık kazanması açısından önemlidir. Son yirmi yıldır sivil toplum örgütlerinin iç yapılarında yaşanan değişikliklerin ana nedenlerinden biri de, fon imkanlarından faydalanmaya yönelik çalışmaların artmasıdır. Türkiye’de faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerinin Avrupa Birliği fonlarına ilgisi artarak sürmüş ve pek çok kuruluş iç yapı236 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri lanmalarını fonlardan yaralanmalarını sağlayabilecek bir şekilde yeniden düzenlemiştir. Bu fonlar üye ve aday ülkelerde sivil toplumun geliştirilmesinin yanı sıra, kamu ile sivil aktörler arasındaki işbirliğini geliştirmeyi de hedeflemektedir. Konuya Türkiye’deki kadın dernekleri açısından bakıldığında, özellikle Avrupa Komisyonu’nun kadınların iş piyasasına katılımını geliştirmeye yönelik fonlarından faydalanıldığı gözlemlenmektedir. Ancak, bütün kadın derneklerinin fonlardan faydalanma konusunda aynı tavır içinde olduklarını söylemek yanlış olur. Çünkü Avrupa fonlarından faydalanma konusu, farklı ideolojik prensipler doğrultusunda hareket eden kadın kuruluşlarınca farklı algılanmakta ve bazı kuruluşlar tarafından özellikle reddedilen bir durum olmaktadır1 (Gündüz 2010). Buna karşılık KADER ve KAGİDER’in hem Avrupa Birliği’ne adaylık sürecinde edinmeye çalıştıkları pozisyon hem de uluslararası ağlara ulaşma bağlamında imkanlara sahip olmaları nedeniyle Avrupa Komisyonu fonlarına başvurmak konusunda çekimser olmadıkları gözlemlenmektedir. KADER’in Avrupa Birliği fonlarından faydalanmaya başlaması, 2000 yılında AB’nin Akdeniz’deki ortaklığı geliştirmek amacıyla kurduğu MEDA mali destek programına kabul edilmesiyle olmuştur. Bu program KADER için önemli bir adım oluşturmuş ve bu sayede AB kurumlarıyla daha yakın temas kurulması sağlanmıştır. Buna rağmen KADER, MEDA sonrasında (Eskişehir şubesinin daha küçük çaplı bir projesi dışında) Avrupa Komisyonu’nun sunduğu fon imkanlarına başvuruda bulunmamıştır. Buna karşılık KAGİDER, 2004 yılından beri dört Avrupa Komisyonu fonundan yararlanmaktadır. 2009 yılı itibarıyla bunlar arasında Su Damlası Projesi, AB Yolunda Kadın Projesi, Kadın Girişimciler Gelişim Merkezi ve WE Mentor AB Projesi bulunmaktadır. Avrupa Komisyonu tarafından derneklere verilen fon olanakları, hem derneklerin kendi çalışma alanlarındaki projelerini gerçekleştirebilmelerini, hem de Avrupa paradigmaları doğrultusunda iç kapasitelerinin gelişmesini beraberinde getirmektedir. Ancak ele alınan iki dernek açısından bakıldığında, fon imkanlarının finansal destekten daha farklı bir etkileşime yol açtığından söz etmek 1 Gündüz (2010), çalışmasında Pınar İlkkaracan’ın (1997) üçlü tipolojisine değinerek (Kemalist feministler, radikal feministler, İslamcı feministler), Kemalist-cumhuriyetçi prensipler doğrultusunda hareket eden kadın kuruluşlarının, Avrupa Birliği fonlarını bir dışarıdan müdahale unsuru olarak görmeleri nedeniyle reddettiğini belirtmektedir. Benzer bir durum benzer nedenlerle bazı İslamcı kadın kuruluşlarında da gözlemlenmektedir. 237 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri mümkündür. Çünkü Avrupa Komisyonu’nun sunduğu fon olanakları, derneklerin sağladıkları diğer fon imkanlarıyla karşılaştırıldığında, iki dernek açısından da daha düşük kalmaktadır. KADER kendi ağları sayesinde hem uluslararası hem de ulusaşırı kuruluşlardan fon edinebilmektedir. KAGİDER’in ise iş dünyasına yakınlığı, Türkiye’de özel sektörden gelen maddi olanaklara ulaşabilmesini kolaylaştırmaktadır. Yani hem KADER hem de KAGİDER ulusal ve uluslararası platformda AB kurumları dışından fon edinebilme olanaklarına sahiptir ve yerel düzeyde faaliyet gösteren diğer kuruluşlardan bu açıdan farklılaşmaktadırlar. Buna karşılık, AB kurumlarının sunduğu fon olanaklarının iki dernek üzerinde de önemli bir rolü olduğu söylenebilir. Çünkü bu fonlar AB’nin “kurallar, usuller, paradigmalar, stiller, yapış biçimleri, ortak inanç ve normları”yla tanışmak açısından bir ilk temas işlevi görmektedir. Maxime Forest (2006), Türkiye’deki kadın derneklerinin Avrupa fonlarından faydalanabilmek için teknik yetenekler geliştirdiğini vurgulamaktadır. Avrupa fonları, derneklerin sadece fon oluşturma alanlarında gelişmesini değil; daha önemlisi, proje yönetimi yönünde yeni teknikler ve stratejiler geliştirmelerini sağlamıştır. Ayrıca, Avrupa Birliği’nden fon almış olmanın, olası bağışçılar için etkili bir referans olduğu da söylenilebilir. Avrupa Birliği’nin çevresel mekanizmalarının dernekler üzerindeki etkileri, bilişsel mekanizmalar bağlamında bir dizi değişimin ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir. “Bilişsel yan etkileri” (Forest 2006) düşünüldüğünde, Avrupa fonlarının Avrupalılaşma açısından tetikleyici olduğu ortaya çıkmaktadır. Yani dernekler “Avrupalı ve uluslararası kanallar aracılığıyla, toplumsal cinsiyet, yönetişim ve pozitif eyleme dair yayılan ana akım kavramlar ve paradigmalardan” (Forest 2006, 176) ve bunların taşıyıcısı olan “kavramsal ve ideolojik paket(lerden)” de nasibini almaktadırlar. KADER ve KAGİDER’i kadın hareketinin daha önceki dönemlerinde etkili olan kuruluşlardan ayıran özellikler de, profesyonelleşme dinamikleri, kurumsallaşma ve Avrupalı söylemini içinde barındırma gibi bilişsel alanda değişimin göstergesi olan dinamiklerdir. Avrupa kurumlarıyla fon ve lobicilik gibi etkileşim alanlarının kuvvetlenmesi de, Avrupa Birliği’ni adaylık sürecinde bir referans noktası haline getirmektedir. 238 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri Bilişsel mekanizmalar ve yan etkiler, fonların etkili olduğu ilk temas sonrasında iç yapıda ortaya çıkan yeni düzenlemeler aracılığıyla anlaşılabilir. Örneğin daha önce sadece “girişimcilik ve liderlik faaliyetleri” üzerine yoğunlaşan KAGİDER, 2007 yılında misyonuna “toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamayı hedefleyen savunuculuk faaliyetleri” ve Avrupa Birliği savunuculuğunu da eklemiştir. Dernek başkanı Gülseren Onanç, 2007-2009 Raporu’ndaki mesajında, KAGİDER’in Türkiye’deki etkili kadın sivil toplum örgütlerinden biri olduğunu vurgularken, faaliyet alanını iki ana başlık altında toplamıştır: “Türkiye’nin AB’ne üyeliği ve kadınların güçlendirilmesi” (KAGİDER 2009). Dernek son dönemde “Avrupa Birliği yolunda kadın” ve “Tek yol AB” gibi kampanyalar geliştirmiştir. Bu misyon değişikliğinin yanı sıra KAGİDER’in organizasyon şemasının da değiştiği görülmektedir. 2007 yılına kadar yer almayan Brüksel ilişkilerine dair başlık ve AB Çalışma Grubu, bu tarihten sonra eklenmiştir. KAGİDER 2008 yılında Brüksel ofisini açarak, AB’ye yönelik çalışmalarını birliğin merkezinden yönlendirebilir hale gelmiştir. KADER’e bakıldığında ise KAGİDER’den daha farklı bir değişim görülmektedir. Üyelerinin çoğunluğunu akademik çevrelerden kadınların oluşturduğu KADER, kurulduğu dönemden beri akademik alanda ve özellikle toplumsal cinsiyete dair akademik çalışmalar bağlamında söz sahibi kadınlar tarafından yönetilmektedir. 2009 yılına gelindiğinde ise genel merkezdeki yönetim kurulu üyeleri arasında proje yönetimi konusunda uzman kadınların da bulunduğu dikkat çekmektedir. Dernek Avrupalılaşma sürecinde AB terminolojisini ve araçlarını kendi savunuculuk çalışmalarında kullanmaya başlamıştır: “(KADER olarak) AB sürecini 1999’tan sonra başlayan adaylıkla daha sıkı izlemeye başladık. Adaylık süreciyle birlikte Türkiye’nin Kopenhag Kriterleri olsun, müktesebata uyum olsun kadınla ilgili meseleleri daha çok izlemeye başladık. Politik öneriler geliştirdik, istihdam alanında ve siyasi temsildeki öneriler açısından. Savunuculuk ve lobicilik yapıyoruz. Türkiye, Avrupa Birliği uyum sürecinde bir şey değiştirmek zorundaysa onun ne şekilde değiştirileceğine dair politika üretiyoruz. Öneriler yazıyoruz. Avrupa Komisyonu, Türkiye’deki delegasyon, parlamenterler üzerinden de kadın meselesinin öncelikli bir mesele olduğunu ve uyum sürecinde yer alması gerektiğini söylüyoruz.” 239 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri KADER bünyesinde bu alanda yaşanan belki de en önemli gelişme, Ankara ofisinin 2004 yılı itibariyle AB bünyesindeki en etkili kadın şemsiye örgüt olan Avrupa Kadın Lobisi’nin (AKL) Türkiye sekretaryası haline gelmesidir. KADER’in AKL sekretaryası haline gelmesi; sadece Avrupa’dan Türkiye’ye aktarımların hızlanmasını değil, Türk platformunun Avrupa’daki kadının durumuna dair söz hakkı olmasını da beraberinde getirmiştir. Avrupa Kadın Lobisi’yle yakın ilişkiler kurulmasıyla birlikte, derneğin savunduğu toplumsal cinsiyet eşitliği temelli politik yaklaşımlarında da değişim yaşandığı gözlenmektedir. 1997-2005 yılları arasında parlamento ve siyasi partilerde yüzde 33’lük bir kadın kotası olması gerektiğini savunan dernek, AKL’ye üyeliğinden sonra “50/50 Parite” kampanyasını benimseyerek hedefini eşit temsile çıkarmıştır.2 Bilişsel mekanizmaların dernekler üzerindeki etkileri içsel dinamiklerde yaşanan değişimlerin ötesinde, üyelerin bilinçlerinde oluşan Avrupa Birliği imajıyla tanımlanabilir. Görüşmelerde dile gelen önemli bir konu, Avrupa Birliği’nin bir meşruiyet aracı olarak kullanılıyor olmasıdır: “Avrupa Birliği süreci bize bir meşruiyet sağladı. Onu sağladığı için bu zemin üzerinden tanınıyoruz. Bas bas bağırsak da toplumdaki ataerkil yapı yüzünden pek bir şey değiştiremiyorduk. Kanunlar değişmiyordu. Konuştuğumuzla kalıyorduk. Bu süreç bunların değiştirilmesi için bir motor kuvvet oldu.” “Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinin kendisini kadın erkek eşitliğini sağlama açısından bir araç olarak alıp onun üzerine gidiyoruz.” Burada altı çizilmesi gereken nokta, AB adaylık sürecinde yaşanan değişim ve etkileşimin edilgen bir şekilde benimsenmemesidir. Dernekler bu süreçte aktif olarak rol oynamayı hedeflemektedir, çünkü bu meşruiyetin ülke içindeki yönetişim hiyerarşisinin kırılmasında etkili olduğu kabul edilmektedir. Yani adaylık süreci bir demokratikleşme sorunu olarak görülmekte, ancak dışarıdan gelen bir dayatma olarak algılanmamaktadır: “Neden Avrupa? Çünkü o bir demokratikleşme aracı. AB modelini olduğu gibi alalım demiyoruz. Biz AB’ye üye olmak istiyoruz ama bu bir end result (son amaç) değil.” 2 Aysun Sayın (KADER), İstanbul, 3 Şubat 2009, kişisel görüşme. 240 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri Sonuç olarak, derneklerin iç yapısında yukarıda bahsedilen değişimler, derneklerin kendi politika takvimlerini AB adaylık sürecine yansıtabilmelerini olanaklı kılması dolayısıyla önem taşımaktadır. Avrupalılaşma, bu çalışmanın ilk bölümünde de ele alındığı gibi, doğrudan bir aktarım süreci olarak yansımamakta, dernekler araç olarak benimsedikleri mekanizmaları daha etkili kullanabilmek amacıyla bu doğrultuda gerekli düzenlemeleri yaratma yoluna gitmektedirler. Bu düzenlemeler sayesinde Avrupa kurumları ve Avrupa’da faaliyet gösteren diğer benzer sivil toplum örgütleriyle iletişimin artmasının sağlanması ve dışarıdan beslenen savunuculuğun ülke içinde sesinin daha güçlü olması hedeflenmektedir. Etkileşimsel Mekanizmaların Ulusal ve Uluslararası Temsiller Üzerindeki Etkileri KADER ve KAGİDER Avrupalılaşma sürecinde politik hedeflerini genişleterek daha çok uluslararası alana dahil olma yolunda çeşitli adımlar atmıştır. Derneklerin faaliyet alanlarının genişlemesinde, Avrupalılaşma söylemini kullanarak meşruiyetlerini arttırmaları da etkili olmuştur. Ayrıca dernekler yurtdışındaki başka kuruluşlardan da destek alarak etkinliklerini güçlendirme olanağı bulmuştur. Bu açıdan Türkiye’deki kadın dernekleri örneği, Çek Cumhuriyeti’nin Avrupa Birliği’ne katılım süreci sırasında kadın derneklerinin yaşadığı değişimlerle benzerlik taşımaktadır. AB’ye adaylık sürecinde pek çok kadın sivil toplum örgütü “lobiciliğe yönelim” yaşamış, daha önce geniş tuttukları hedef kitleyi daraltarak, “daha spesifik, ve özellikle yönetime ve başlıca siyasi pozisyonlara” yönelmişlerdir (Forest 2006, 177). Bu bölümde Türkiye örneğinden yola çıkarak, derneklerin Avrupalılaşması sürecinde meşruiyet kazanmalarını destekleyen yereldeki ve AB düzeyindeki etkileşimsel mekanizmaları ele alınmaktadır. Burada özellikle vurgulanmak istenen nokta, kadın derneklerinin Avrupa lobi mekanizmalarını çeşitli yollarla aktif birer araç olarak kullanması ve AB-Türkiye ilişkilerinin bu durumu olanaklı kılmasıdır. Avrupa Birliği’nin kadın erkek eşitliği konusunda üye ülkelere yönelik politikalarına bakıldığında, yaptırımlardan çok öneriler dikkat çekmektedir. Ancak bu durum Türkiye gibi aday ülkeler söz konusu olduğunda daha katı kurallar haline gelmektedir. Çünkü ilerleme raporları ve müktesebatın uyumlu hale getirilmesi; koşulluluk (conditionality) ilkesi bağlamında, zorun241 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri luluklar dahilinde geçerli olmaktadır. Bu duruma bağlı olarak, tam üyelik şartlarının uymadığı bu tip örneklerde, politik ve uzmanlığa dayalı kaynakları olan sivil toplum örgütleri, kurdukları ağlar aracılığıyla uyum süreçlerine dahil olabilmektedir. Liebert (2003, 15) kadınlar gibi temsil oranı az olan grupların, savunuculukla çok katmanlı düzeyde koordinasyonu bir araya getirerek, kaynak sorunlarının üstesinden geldiğini belirtmektedir. Liebert ve Sifft’e göre temsil oranı düşük olan gruplar, ortak bir azınlık pozisyonu algısını paylaştıkları için, daha güçlü bir birliktelik ve karşılıklı güven kazanırlar. Avrupa Kadın Lobisi de benzer bir güvenin somutlaşmış hali olarak gösterilmektedir: Bir yandan AB’nin politika geliştirici kurumlarıyla iletişimin güçlendirilmesi ve diğer yandan çok katmanlı düzeyde lobicilik faaliyetlerinin düzenlenmesi. Ele alınan kadın dernekleri de, başta AKL çatısı altına girmeleri aracılığıyla, Liebert’in (2003, 25) sözünü ettiği çok katmanlı koordinasyonun bir parçası haline gelebilmiştir. Ancak Türkiye’deki dernekleri Avrupa’daki benzerlerinden ayıran bir durum söz konusudur ki, bu da Türkiye’nin henüz bir AB üyesi olmamasıdır. Yani Avrupa Birliği üyesi olmama durumu, bir yandan araç olarak kullanılabilirken, diğer yandan dernekler için bir engel teşkil etmektedir. Ancak bu sorunun çözümü de, yine az temsil edilmenin getirdiği karşılıklı empatiye bağlı olarak ortaya çıkan ağlar sayesinde, belli bir ölçüde ortadan kalkmaktadır. Woodward (2000) tarafından “kadife üçgenler” (velvet triangles) diye adlandırılan bu ağlar, hem uluslararası hem de yerel seviyelerdeki toplumsal cinsiyet politikalarını etkilemeyi amaçlayan üç farklı aktör tipinden oluşmaktadır: “kadın bürokratlar ve feminist siyasetçiler”, “uzman akademisyenler” ve “kadın hareketi ve hükümet dışı kuruluşlar” (Woodward 2000; Liebert 2003). Türkiye’de de çok katmanlı bir koordinasyonun yaratılmasında bu “kadife üçgenler”e dahil olan kadınların bir araya getirilmesi ve bu kadınlar arasında ortaklıklar yaratılması etkili olmaktadır. Nükhet Kardam (2005) da Türkiye’deki kadın hakları hareketinin bir açıklık ve geçirgenlik özelliği olduğunu belirtmektedir. Kardam’a göre bu geçirgenlik özelliği, farklı kimlikler taşıyan ve “akademisyen, bürokrat, STÖ liderleri veya aktivistleri” olmak arasında dönüşen kadınların varlığıyla açıklanmaktadır. Çok kimlikli bu kadınlar Türkiye’deki kadın hakları savunuculuğunun “kapı bekçileri” olarak da adlandırılabilirler. 242 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri Bu çoklu kimliklere bir örnek hiç şüphesiz Selma Acuner’dir. Ankara Üniversitesi Kadın Araştırmaları Merkezi’ne bağlı olarak çalışan siyaset bilimci Acuner, geçmişte hem Birleşmiş Milletler’in kadın sorunlarıyla ilgili kuruluşu INSTRAW’da başkanlık hem de Türkiye’de Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nde genel müdürlük yapmıştır. Avrupa Kadın Lobisi Yönetim Kurulu üyesi olan ve KADER Ankara Şubesi Uluslararası İlişkiler ve Avrupa Birliği Koordinatörlüğü’nü yapan Acuner, Demokrat Parti’nin Kadın ve Aileden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı’nda da bulunmuştur. Bir diğer örnek ise Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye Kadın Hakları Raportörü, Hollandalı sosyalist parlamenter Emine Bozkurt’tur. 2005 yılında Bilgi Üniversitesi tarafından düzenlenen bir panelde konuşmacı olan Bozkurt, Türk kadın kuruluşlarının Brüksel ve Avrupa başkentlerinde daha etkili olmasını önermiş, bu öneriden üç yıl sonra KAGİDER Brüksel ofisini açarak Avrupa Birliği’nin merkezine yerleşmiştir. Avrupalılaşma referansının Türkiye’de hem kamu hem de sivil toplum alanında etkin hale gelmesi, derneklerin lobicilik faaliyetlerini gerçekleştirmeleri açısından daha uygun bir ortam yaratmıştır. KADER ve KAGİDER’in Avrupalılaşması sürecinde, savunuculuk faaliyetlerinde başlıca iki alandaki değişimden söz edilebilir: Lobicilik faaliyetleri ağırlıklı hale gelirken, daha “Avrupalı” bir söylemin edinilmesiyle ulusal ve uluslararası koalisyonlara katılma eğiliminde de artış yaşanmıştır. 243 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri Uluslararası & Ulusaşırı Ağlar Ulusal Resmi KAGİDER Dünya Kadın Girişimciler Derneği (FCEM) (2006) Avrupa Kadın Lobisi (EWL) (2004) Akdeniz İş Kadınları Birliği (AFAEMME) Balkan Kadınları İş Kadınları Koalisyonu (2005) KADER CEDAW Sivil Toplum Yürütme Kurulu (2003) Avrupa Kadın Lobisi (EWL)Türk Koordinasyonu Sekretaryası (2004) Balkan Kadın Ağı TCK Kadın Platformu (20032005) Anayasa Kadın Platformu (2007) Kadın Girişimciler Federasyonu (KAGİFED) (Kurucu2006) Medeni Kanun Kadın Platformu (1997-2002) Kadın Koalisyonu Girişimi (Kurucu- 2002) TCK Kadın Platformu (20022004) Anayasa Kadın Platformu (Kurucu-2007) Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü Danışma Komitesi (KSGM- 2008) Türkiye-AB Karma İstişare Komitesi Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü Danışma Komitesi (KSGM- 2008) Tablo: KADER ve KAGİDER’in uluslararası, ulusal ve resmi ağlardaki üyelikleri (Tarihler bu ağlara katılım zamanını belirtmektedir). Bu iki dernek tarafından resmi ve gayri-resmi etkinliklerde (kahvaltı toplantıları, açılışlar ve kutlamalar gibi) “kadife üçgenlerin” bir araya getirilmesi de, derneklerin lobicilik faaliyetlerinin güçlenmesinde etkili olmuştur. Örneğin, KAGİDER’in Brüksel’deki ofisinin açılış gününde Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan Nimet Çubukçu’nun yanı sıra, Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Ria Oomen-Ruijten, yazar Elif Şafak gibi farklı alanlardan kadınlar konuşmacı olarak davet edilerek bir araya getirilmiştir. Brüksel gibi Avrupalı bir alanda temsiliyet sağlayan KAGİDER, bu tip organizasyonlar ile resmi lobiciliği gayriresmi (enformel) lobicilikle birleştirmekte ve Avrupa norm ve değerlerinin aktarılmasına imkan veren ortamlar yaratmaktadır. Bu kadın dernekleri, hem Türkiye çapında hem de Avrupa’da faaliyet gösteren benzer sivil toplum kuruluşlarının yanı sıra Avrupa kurumlarıyla da yakın ilişkiler kurmakta ve bu sayede 244 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri Avrupa Komisyonu İlerleme Raporları’nın yazım süreci gibi Türkiye’yi doğrudan etkileyen konularda etkili olabilmektedir. Sonuç Bu çalışma 1999 ve 2004 yıllarını başlıca değişim noktaları olarak ele almaktadır. Çünkü Türk kamu ve kolektif alanlarında yeni bir Avrupalılaşma referans çerçevesinin, yeni normların, değerlerin ve modellerin etkili olmaya başlaması 1999 sonrasında; sivil toplum alanının güçlenmesi ise 2004 ile birlikte meydana gelmiştir. AB fonlarının bilişsel açılardan daha etkili olduğu ortaya çıkmaktadır. Fonlar da Avrupa Birliği ve dernekler arasında “ilk iletişimi” sağlamıştır. Bilişsel değişiklikler dernekler bünyesinde profesyonelleşme ve hedeflerin genişlemesi gibi yeni dinamiklerin ve yeni yönelmelerin ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir. Etkileşimli mekanizmalar ise derneklerin hem Avrupalı hem de ulusal ağlara daha kolaylıkla ulaşmasını sağlamıştır. CEDAW, Avrupa Kadın Lobisi ve Avrupa Komisyonu gibi uluslararası platformlara katılım, lobicilik ve savunuculuk faaliyetlerinin gelişmesini desteklemiştir. Daha da önemlisi, uluslararası ağlardan alınan destek sayesinde, sivil toplum kuruluşları ülke içinde etkilemek istedikleri politika yapıcıları dolaylı olarak etkileme fırsatı da bulmaktadır. Bu çalışmada ele alınan kadın dernekleri, Avrupa Komisyonu ve Parlamentosu’nun ilerleme raporlarının yazım sürecini enformel lobicilik aracılığıyla etkileyebilmektedir. KADER ve KAGİDER, Türkiye’nin AB’ne uyum sürecinde cinsiyet politikalarının düzenlenmesi açısından etkili rol oynamaktadır. Kendi politik hedeflerini Avrupalılaşma söylemiyle meşrulaştırdıkları oranda daha önemli bir yere sahip olmakta ve dört alandan (siyasi, sivil toplum, akademik, iş dünyası) kadınları bir araya getirerek yeni bir lobi modeli oluşturmaktadırlar. İki gelişme bu süreci kolaylaştırmıştır: KADER’in Avrupa Kadın Lobisi Türkiye koordinasyonunun sekretaryası haline gelmesi ve KAGİDER’in Brüksel ofisini açmasından sonra AB kurumlarına yakınlaşması. Daha genel sonuçlar ele alındığında, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylık süreci, cinsiyet eşitliği politikalarının geliştirilmesi ve uygulanması yönünde bir tetikleyici görevi görmüştür. Bu açıdan bakıldığında Avrupalılaşmanın Türkiye’deki demokratikleşme dinamikleri açısından bir katalizör haline geldiği bir kez daha görülmektedir. Türkiye’nin aday üye olması ve koşulluluk 245 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri (conditionality) ilkesinin geçerli olması, AB’nin cinsiyet politikaları gibi üye ülkelere öneri niteliğinde uyguladığı politikalarının, Türkiye’ye daha “sert” bir şekilde yansımasını da beraberinde getirmektedir. Bu açıdan bakıldığında, Avrupa Birliği toplumsal cinsiyet alanında çift taraflı bir perspektif çizmektedir: Bir yandan politikaların yakınlaşmasına (convergence) ve Avrupa Birliği’ne aday ülkelerin isteğe bağlı işbirliğine izin vermekte, diğer yandan Türkiye gibi aday ülkeler açısından her alandaki kadın-erkek eşitliğini bir olmazsa olmaz olarak vurgulamaktadır. Kaynakça “KAGİDER Faaliyet Raporu”. KAGİDER. 2009. Arat, Yeşim. 1998. “Feminists, Islamists and Political Change in Turkey”. Political Psychology 19(1): 117-131. Bora, Aksu. 2007. “Bir Yapabilirlik Olarak Ka-Der”. 90'larda Türkiye'de Feminizm içinde, der. Aksu Bora and Asena Günal, 109-125. Istanbul: Iletişim Yayınları. Coşar, Simten ve Funda Gençoğlu Onbaşı. 2008. “Women's Movement in Turkey at a Crossroads: From Women's Rights Advocacy to Feminism”. South European Society and Politics 13(3): 325-344. Diez, Thomas, Apostolos Agnantopoulos ve Alper Kaliber. 2005. “File: Turkey, Europeanization and civil society. Introduction”. South European Society and Politics 10(1): 1-15. European Commission. 2004. (COM [2004] 656). Communication from the Commission to the Council and the European Parliament: Reccommendation of the European Commission on Turkey's progress towards accession. Forest, Maxime. 2006. “Emerging Gender Interest Groups in the New Member States: The Case of the Czech Republic”. Perspectives on European Politics and Society 7(2): 170-184. Göle, Nilüfer. 1993. Musulmanes et modernes voile et civilisation en Turquie. Paris: La Découverte, 1993. Gündüz, Kadir Aydın. 2010. A Theoretical analysis of social justice views of republican and Islamic women’s civil society organizations in Turkey: Diverging claims and contending traditions. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi: Sabancı Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü. İlkkaracan, Pınar. 1997. “A Brief Overview of Women's movement(s) in Turkey”. Women for Women's Human Rights Reports No. 2, Women for Women’s Human Rights. Kandiyoti, Deniz. 1987. “Emancipated but unliberated? Reflections on the Turkish case”. Feminist Studies 13(1): 317-338. Kardam, Filiz ve Yıldız Ecevit. 2007. “1990'ların Sonunda bir Kadın İletişim Kuruluşu: Uçan Süpürge”. 90'larda Türkiye'de Feminizm içinde, der. Aksu Bora and Asena Günal, 87-109. Istanbul: İletişim Yayınları. Liebert, Ulrike. 2003. Gendering Europeanisation: EC Norms on Equal Opportunities and Equal Treatment of Women and Men in France, Germany, Italy, Spain, Sweden and the UK in Comparative Perspective. Brussels: P.I.E Peter Lang. 246 Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması: Kader ve Kagider Örnekleri Radaelli, Claudio. 2006. “Européanisation.” Dictionnaire des politiques publiques içinde, der. Laurie Boussaguet, Sophie Jacquot and Pauline Ravinet, 193-203. Presses de la Fondation Nationale des Sciences Politiques. Sancar, Serpil ve Ayça Bulut. 2006. Turkey: Country Gender Profile. JICA. Tekeli, Şirin. 2006. “The Turkish Women’s Movement: A Brief History of Success”. Women in the Mediterranean Mirror Quaderns de la Mediterrania, 7: 193-198. Timisi, Nilüfer ve Meltem Ağduk Gevrek. 2007. “1980'ler Türkiyesi'nde Feminist Hareket: Ankara Çevresi”. 90'larda Türkiye'de Feminizm içinde, der. Aksu Bora and Asena Günal, 13-41. Istanbul: İletişim Yayınları. Tocci, Natalie. 2005. “Europeanization in Turkey: Trigger or Anchor for Reform?”. South European Society and Politics 10(1): 73-83. Woodward, Alison. 2004. “Building Velvet Triangles: Gender and Informal Governance”. Informal Governance and the European Union içinde, der. Simona Piattoni and Thomas Christiansen, 76-93. London. Zihnioğlu, Yaprak. 2003. Kadınsız İnkılap: Nezihe Muhiddin, Kadınlar Halk Fırkası, Kadın Birliği. Istanbul: Metis. Aysun Sayın (KADER), İstanbul, 03.02.2009, kişisel görüşme. Aslıhan Tekin (KAGİDER), Brüksel, 24.03.2009, kişisel görüşme. Benal Yazgan (KADER), İstanbul, 11.05.2009, kişisel görüşme. Christos Makridis (Avrupa Komisyonu Genişleme Dairesi Genel Müdürlüğü), Brüksel, 23.03.2009, kişisel görüşme. Fatma Karakoç (KSGM), Ankara, 11.02.2009, kişisel görüşme. Leyla Coşkun (KSGM), Ankara, 27.02.2009, resmi yazışma. Nalan Özdemir (Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu), Ankara, 11.02.2009, kişisel görüşme. Özgül Erdemli Mutlu (KAGİDER), İstanbul, 06.02.2009, kişisel görüşme. Rana Birden Çorbacıoğlu (KADER), İstanbul, 17.02.2009, kişisel görüşme. Rina Altaras (KAGİDER), İstanbul, 06.02.2009, kişisel görüşme. Zeynep Karadadaş (KAGİDER), İstanbul, 06.02.2009, kişisel görüşme. 247 248 TÜRKİYE’DEKİ CUMHURİYETÇİ VE İSLAMİ KADIN SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİNİN SOSYAL ADALET GÖRÜŞLERİNİN TEORİK ANALİZİ: FARKLI TALEPLER VE RAKİP GELENEKLER K. Aydın Gündüz ÖZET Bu çalışma, kadın sivil toplumunda yer alan iki büyük hareketin –cumhuriyetçi ve İslami kadın sivil toplum örgütlerinin– birbirinden farklılık gösteren adalet taleplerini açıklamayı hedeflemektedir. Bu amaç doğrultusunda, yarı yapılandırılmış mülakatlardan ve ikincil kaynaklardan edinilen veriler, sosyoekonomik adalet - sembolik adalet ihtilafı ve liberalizm - toplulukçuluk tartışması doğrultusunda şekillenmiş olan sosyal adalet literatürü ışığında incelenmektedir. Çalışmanın sonucunda, her iki grubun da kendi taleplerini ifade ederken liberal perspektiften faydalanma isteklerine karşın, Kemalizm’in ve İslam’ın bu gruplar üzerindeki etkisinin belirleyici olduğu ortaya konmaktadır. Kemalizm’in ve İslam’ın liberalizm karşısındaki gücü, cumhuriyetçi ve İslami sivil toplum kuruluşlarının, özellikle, başka grupların taleplerine karşı çıkarken öne sürdükleri argümanlarda belirgin biçimde ortaya çıkmaktadır. Anahtar Kelimeler: Sosyal adalet, sivil toplum örgütleri, sosyoekonomik adalet, sembolik adalet, topluluk, gelenek 249 A THEORETICAL ANALYSIS OF SOCIAL JUSTICE VIEWS OF REPUBLICAN AND ISLAMIC WOMEN’S CIVIL SOCIETY ORGANIZATIONS IN TURKEY: DIVERGING CLAIMS AND CONTENDING TRADITIONS ABSTRACT This study attempts to explain diverging claims of justice generating from two major movements within women’s civil society, namely republican and Islamic women’s activism. Given that purpose, empirical data obtained from semistructured interviews and secondary sources is analyzed under the light of social justice literature which is marked by socioeconomic justice - symbolic justice dichotomy and liberalism – communitarianism debate. The results of the study suggest that although both movements intend to formulate their own claims of justice within a liberal perspective, the impact of Kemalism and Islam on republican and Islamic civil society organizations is decisive. The power of Islam and Kemalism against liberalism can particularly be better observed in the arguments which they formulate for opposing the claims of other groups. Keywords: Social justice, civil society organizations, socioeconomic justice, symbolic justice, community, tradition 250 Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler 12 Eylül Darbesi sonrasında Türk siyasi yaşamında meydana gelen boşluğun, siyasi yasakların ve kısıtlamaların uzun süre devam etmesi nedeniyle, sivil toplum aktivizmiyle doldurulduğu savı yaygındır. Sivil toplumun genelini ilgilendiren ve sivil toplumun işlevsel bir dönüşüm geçirdiğini öne süren bu görüşe karşılık, kadın sivil toplumu özelinde –etkisi bugün de sürmekte olan– niteliksel bir değişim süreci yaşanmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren çağdaşlaşma hedefi ve söylemiyle şekillenen kadın hareketi, 1980’lerden itibaren “toplumsal cinsiyet” üzerinden geliştirilen yeni bir dille kurulan “feminist” bir kadın hareketinin doğuşuyla ve 1990’lı yıllardan itibaren de İslamcı hareketin içinden yeni bir İslami kadın aktivizminin ortaya çıkmasıyla niteliksel bir çeşitliliğe kavuşmuştur (Sirman 1989; İlkkaracan 1997). 90’ların ortasına gelindiğinde, Türkiye’deki kadın sivil toplumu on yıl önce olduğundan daha çeşitli ve çok sesli bir kimlik kazanmıştır. İlkkaracan (1997, 8), bu çeşitliliğin en belirgin unsuru olan hareketleri –cumhuriyetçi, feminist-radikal ve İslami kadın grupları– “üç çelişen kanat” olarak adlandırır. Bu üç kanatlı çeşitliliğin ortaya çıkmasındaki siyasal arka plana ek olarak, siyasal koşullar doğrultusunda cumhuriyetçi kanatta önemli bir değişim yaşanmıştır. Refah Partisi-Doğru Yol Partisi koalisyon hükümeti döneminde ve 28 Şubat süreci sırasında, mevcut siyasal dinamiklere tepki olarak gelişen yeni bir Kemalist akım, cumhuriyetçi kadın sivil toplumu içinde etkin bir rol oynamaya başlamıştır (Seçkinelgin 2006, 760). Kısaca anlatmaya çalışılan bu çeşitlenme süreci, bir parçalanmayı (fragmentation) beraberinde getirmiştir. Bu parçalanma cumhuriyetçi ve İslami kadın kuruluşlarının kurumsallaşma girişimlerine de yansımış ve İstanbul sınırları içinde etkinlik gösteren cumhuriyetçi ve İslami kadın kuruluşları birbirlerini tümüyle dışarıda bırakan iki ayrı platform etrafında örgütlenmiştir. Cumhuriyetçi dernekler 1995 yılında laiklik ve çağdaşlık vurgusuyla İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği’ni (İKKB) kurmuş, kısa bir sürenin ardından da İslami kadın dernekleri Gökkuşağı İstanbul Kadın Platformu’nu (GİKAP) hayata geçirmiştir. Böylece kadın hareketi iki ayrı koldan, dernek-üstü yapılar çerçevesinde organize olmuştur. Söz konusu dernek-üstü yapılar, devlet kuruluşlarıyla girdikleri diyaloglar için de genel olarak farklı kanallar kullanmıştır. İKKB üyesi dernekler çoğunlukla Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü (KSGM) ile temas kurmuş; GİKAP üyesi dernekler ise Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü (ASAGEM) etkinliklerinde varlık göstermişlerdir. Bu bakımdan, gerek geniş 251 Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler çaplı dernek-üstü örgütsel çatıların oluşması süreciyle, gerekse de devlet kuruluşlarıyla kurdukları bağların farklılık arz etmesiyle kadın sivil toplumu içinde iki kutuplu bir ana-akım yapılanmadan söz edilebilir. Bir Anlamlandırma Arayışı Aracı Olarak Sosyal Adalet Literatürü Kadın hareketinde bugün egemen olan görünüş, bu çalışmada sosyal adalet literatürü ışığı altında ele alınmıştır. Bu amaç doğrultusunda, Rawls-sonrası sosyal adalet literatürü, bu çalışmada başlıca iki işlevi yerine getirmektedir: 1.Farklı sosyal adalet görüşlerinin ampirik analizi için bir yaklaşım sunmak, 2.Ampirik olarak gözlemlenen ayrışmanın açıklanmasına yönelik teorik bir zemin sağlamak. Bu bağlamda, ön kabuller ve hedefler doğrultusunda birbiriyle uzlaşmaz görünen iki teorik yaklaşımın incelenmesi oldukça ufuk açıcıdır. Nancy Fraser’in sosyoekonomik adalet ve sembolik adalet ayrımı, ampirik çalışmanın çerçevesinin şekillenmesinde belirleyici olurken; Alasdair MacIntyre’in “gelenekçi” sosyal adalet yaklaşımı, ampirik bulguların anlamlandırılmasında etkilidir. Fraser’a göre, adalet sorunu, adalet arayışının nesnesi bakımından iki farklı biçimde ele alınmalıdır. Sosyoekonomik adalet, dağılım ve toplumsal refah gibi maddi düzlemde ortaya çıkan sorunlara eğilirken; sembolik adalet, maddi düzlem sınırları içinde anlamlandırılamayan kimlik problemine yönelir ve bu çerçevede etnik ve dinsel kimlik, “ırk”, cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet gibi meseleleri konu edinir. Bu ayrım, kadınlar söz konusu olduğunda dikkatle ele alınmalıdır. Çünkü kadınlar genellikle hem sosyoekonomik hem de sembolik adalet açısından dezavantajlıdırlar (Fraser 1997). MacIntyre (1997), insanların sosyal adalet yaklaşımlarında belirleyici unsurun, Rawls ve onu takip eden analitik düşünürlerin iddia ettikleri gibi kişisel arzular ve çıkarlar değil, gelenek olduğunun altını çizer. MacIntyre’ın gelenek kavramı şöyle özetlenebilir: Gelenek, kişilerin kendilerince iyi ve doğru olanı belirlemelerinde rol oynayan tarihsel ve sosyal karşılığı olan argümanlar bütünüdür; insanların kendileri için iyi olana yönelik arayışlarında belirleyici olan bağlamdır. Kısaca ele alınan bu teorik çerçevede, Fraser’ın sosyoekonomik adalet - sembolik adalet ayrımı ampirik incelemenin iskeletini oluştururken; MacIntyre’ın “gelenek” kavramı cumhuriyetçi ve İslami kadın sivil toplumunun sosyal adalete ilişkin gündem ve yaklaşımlarını yorumlamakta etkin bir araçtır. 252 Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Kuruluşlarının (STK) Sosyal Adalet Yaklaşımı Bu bölüm çalışmanın önceki bölümlerde ele alınan hedefleri doğrultusunda, ampirik analizde ana akım kadın aktivizminde etkin rol oynayan iki platforma – İKKB ve GİKAP–odaklanmaktadır. Bu bağlamda, öncelikle söz konusu platformlar kısaca tanıtıldıktan sonra, bu platformların sosyoekonomik adalet ve sembolik adalet ayrımı üzerinden sosyal adalet yaklaşımları ele alınacaktır. Bu ampirik analiz sırasında kullanılan verilerin büyük bir kısmı, 2010 yazında gerçekleştirilen yarı-yapılandırılmış mülakatlardan ve derneklere ait faaliyet raporu ve broşür gibi kaynaklardan edinilmiştir. Son olarak, iki grubun yaklaşım farkının temelinde yatan Kemalist ve İslami geleneklerin etkisine işaret etmeye çalışılacaktır. Bu çalışmanın temel savı, hem Kemalist hem de İslami kadın sivil toplum kuruluşlarının, kendi sosyal adalet savlarında birey vurgusunu esas alarak liberal söyleme yakınlaşmalarına rağmen; özellikle başka grupların adalet arayışlarına yönelik konumlarını belirlemede etkilendikleri geleneğin (Kemalizm ya da İslam) belirleyici olduğudur. Kısacası, her iki grup da kendi adalet söyleminin anlatımında liberal yaklaşımdan faydalanmayı tercih etmekle birlikte –başka grupların taleplerine gösterdikleri dirençte görüldüğü gibi– hak taleplerine dair liberal tutumlarını, belirleyici olan Kemalist ya da İslami geleneğin sınırları içinde kullanmaktadır. İKKB ve GİKAP: İki Ayrı Topluluğu Temsil Eden İki Ayrı Platform İKKB ve GİKAP, İstanbul’daki kadın derneklerini bir araya getirmek için 1995 yılında kuruldu. Şüphesiz bu gelişmede, o tarihteki adıyla Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü’nün (KSSGM), ayni ilde faaliyet gösteren kadın dernekleri arasındaki işbirliğini ve koordinasyonu geliştirmek amacıyla ‘”il platformları” kurulmasına ilişkin tavsiye kararının etkisi bulunmaktadır. Bu kuruluşların mevcut örgütlenme esasları, dernekler yasası çerçevesinde 2004 yılında çıkarılan 5253 sayılı yasayla belirlenmiştir. Yapılan düzenlemeye göre, kendilerini oluşturan dernekler dışında tüzel kişiliğe sahip olmayan platformlar, ortak amaçlara sahip dernek, vakıf ve sendikaların bir araya gelmesiyle oluşan esnek yapılar olarak tanımlanmaktadır. 253 Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler İKKB: Laiklik, Eşitlik, Demokrasi Etrafında Bir Araya Gelen Dernekler Üye dernekler tarafından 17 Şubat 1995’te imzalanan kuruluş protokolüne göre İKKB’nin temel ilkeleri laiklik, eşitlik ve demokrasidir. Üye derneklerin profili çıkarıldığında, İKKB çatısı altında yer alan derneklerin çoğunluğu üç ana başlık altında gruplanabilir: 1. Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan kadın dernekleri ve onların İstanbul şubeleri: Türk Kadınlar Birliği İstanbul ve Adalar Şubeleri, Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği, Kadın Haklarını Koruma Derneği… 2. Mezun dernekleri: Notre Dame de Sion’lular Derneği, Fatih Kız Liseliler Derneği… 3. Siyasi partilerin kadın kolları: Cumhuriyet Halk Partisi, Sosyal Demokrat Halk Partisi, İşçi Partisi… İKKB çatısı altında hazırlanan ve üye dernekleri bir araya getiren etkinliklerin büyük kısmı, Türkiye’de kadının özgürleşmesi adına önemli olduğu düşünülen tarihlerde düzenlenmektedir1. Ana akım kadın hareketine dair daha önce gerçekleştirilen çalışmalarda da yer alan “laiklik” vurgusu ve hassasiyeti, İKKB’nin kurumsal ilişkilerinde belirleyicidir (Sirman 1989; Arat 1991; İlkkaracan 1997). İKKB, 2006 yılından beri, kadın sivil toplumu dışında yer alan ve cumhuriyetçi karakterleriyle ön plana çıkan pek çok derneğin oluşturduğu Ulusal Sivil Toplum Kuruluşları Birliği’nin de (USTKB) üyesidir. Son yıllarda kadın sorunuyla ilişkili olduğunu kabul ettiği başlıca siyasi gelişmelerde de sesini yükseltmeye çalışmaktadır. Örneğin, 2007’de düzenlenen Cumhuriyet Mitingleri’nin Çağlayan ayağının organize edilmesinde büyük rol oynayan İKKB, üniversitelerde türban ve başörtüsü yasağının kaldırılması tartışmalarına kurumsal kimliğiyle yayınladığı “özel gün” mesajlarıyla katılmıştır (İKKB 2008a, 2008b). Bu mesajlarda iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi ve muhalefetteki Milliyetçi Hareket Partisi’nin bu yasağı kaldırma girişimini, Türkiye’nin ılımlı İslam rejimine geçişine yönelik bir adım olarak yorumlamış ve bu gelişmelere karşı başı açık ve başı örtülü tüm kadınları tepki göstermeye çağırmıştır. İKKB, bu mesajların ardından, sıkı iletişim halinde olduğu USTKB 1 “Örneğin, 17 Şubat Medeni Yasanın yıldönümü, kadın haklarını genişleten önemli bir yasa, devrim yasamız; laiklikle ilgili iki önemli tarih 5 Şubat ve 10 Nisan; 24 Temmuz Lozan Barış Antlaşması, kadına karşı şiddetle mücadele için kasımın üçüncü haftası ve 29 Ekim Cumhuriyet haftası…” (İKKB temsilcisi 2010) 254 Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler ve Türkiye Barolar Birliği (TBB) ile birlikte 2 Mart 2008’de ortak basın toplantısı düzenlemiştir. Her üç kuruluşun temsilcileri Türkiye gündeminde ele alınması gereken konuların sürdürülebilir büyüme, refah ve modernleşme olması gerektiğini; bu koşullar altında türban tartışmasının suni gündem yaratma amaçlı olabileceğini ve Türk halkının da dini kuralların tekrar toplum yaşamını belirlemesine neden olacak gelişmelere izin vermeyeceğini vurgulamıştır (Özok, Moroğlu ve Tuskan 2008). GİKAP: Ailenin ve Kadının Korunması İçin Özdeğerlere Sahip Çıkmak GİKAP’a üye olan dernekler, platformun ilkelerinin ve işleyişine ilişkin düzenlemelerin yer aldığı bir protokol çerçevesinde bir araya gelmiştir. Kadınların aile içinde, ekonomik, sosyal ve kültürel hayatta üretken bireyler olmalarını desteklemek, temel hak ve özgürlüklerin toplumda yaygınlaşmasını sağlamak gibi hedeflerin yanı sıra; özdeğerlerin muhafaza edilmesi ve hem ulusal hem de uluslararası platformda tanıtılması GİKAP’ın başlıca amaçları arasında yer almaktadır. Özdeğerler vurgusuna rağmen GİKAP, üye kuruluşların özgün ve bağımsız etkinliklerinden kaynaklanan çeşitliliğin altını çizmektedir. GİKAP üyesi derneklerin çoğunluğunu vakıflar, meslek kuruluşları, aileyi ve çocuğu koruma amaçlı dernekler ve eğitim, haklar ve kültür alanında etkinlik gösteren STK’lar oluşturmaktadır. İKKB’nin aksine, siyasi partilerin veya partilerin kadın kollarının GİKAP üyesi olması, kurucu protokolün ilgili maddesiyle önlenmektedir. Buna paralel olarak, “ortak hassasiyetler ve manevi değerler” ortak paydasında bir araya gelen dernekler arasında bir iletişim kanalı olarak işleyen GİKAP, bir çatı dernek olarak üye dernekleri bağlayan siyasi kararlar almaktan uzak durmaktadır (GİKAP 2010). Üye dernekleri yakından ilgilendiren türban ve başörtüsü sorununda bile, üyelerin kendi kararlarını platformdan bağımsız olarak uygulamaları beklenmektedir. Örneğin, platform üyeleri arasında yer alan ve türban ve başörtüsü yasağı ağırlıklı olmak üzere kadınların maruz kaldığı hak ihlallerine eğilmeye çalışan Ayrımcılığa Karşı Kadın Hakları Derneği’nin (AKDER) düzenlediği ve sonraki bölümde ele alınacak olan “28 Şubat 1000 Yıl Süremez” kampanyası da platformun ilkeleri kapsamında tek tek üye dernekler düzeyinde desteklenmiştir. Ailenin korunmasına yönelik ısrarını, devlet organlarıyla iletişim kanalı olarak kabul ettiği ASAGEM’in aile şûralarında da dile getiren GİKAP, aile vur255 Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler gusunu platform genelinde düzenlenen etkinliklere de yansıtmaktadır (Ataseven 1998). 2007 yılında aileyi ve gençliği madde bağımlılığından koruma amacıyla geniş kapsamlı bir bilgilendirici seminerler serisini (UYMA! Projesi) hayata geçiren platform, GİKAP benzeri bir yapılanmayı çocuklar için çalışan derneklere de uygulamaya çalışmaktadır (GİKAP temsilcisi 2010). İKKB ve GİKAP’ın Sosyal Adalet Sorununa Yaklaşımı: “Sosyal adalet” sorununu kendi faaliyet ve yaklaşımlarında birinci sıraya koymamalarına karşın, platform temsilcileriyle yapılan görüşmelerden hareketle, her iki platformun da belirli ve kendine özgü bir sosyal adalet anlayışına sahip olduğu söylenebilir. Sorunların değerlendirilmesine ilişkin bazı temel farklılıklara karşın, hem cumhuriyetçi hem de İslami kadın sivil toplumundaki aktörler, kadınları sosyal adaletsizliğin başlıca mağduru olarak tanımlar. Öte yandan her iki grubun da, kadınların karşılaştıkları adaletsizliği değerlendirirken “cinsiyetçi iş bölümü” gibi temel feminist eleştirel yaklaşımları ya da “sınıf” gibi Marksist kategorileri kullanılmıyor oluşları; bu çalışmanın ampirik bulguların anlamlandırılması aşamasında faydalanılan –Marksist ve feminist literatürü dışarıda bırakan– sosyal adalet yaklaşımıyla örtüşmektedir. Sosyoekonomik Adalet Görüşme yapılan cumhuriyetçi STK temsilcilerinin tamamı kadın yoksulluğunu, kadının istihdam sorunuyla ilişkilendirdiği gözlenmektedir (Cumhuriyet Kadınları Derneği [CKD] temsilcisi 1 2010; CKD temsilcisi 2 2010; İKKB temsilcisi 2010; Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği [TÜKD] temsilcisi 2010). Bu görüşe göre, kadının formel sektörde istihdam edilmesinin önemi, bireylerin bu yolla elde edecekleri ekonomik faydanın yanı sıra, onların modern toplumun bir parçası olarak edinecekleri rolle de ilgilidir. Bu anlayış, üye derneklerin etkinliklerine de yansımaktadır. Örneğin, İKKB’nin en eski üyelerinden olan Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi, 1997 yılından itibaren kadınlara ev dışında çalışma imkanı tanıyan, piyasa koşullarına uygun iş edindirme kursları düzenlemekte ve katılımcı kadınlara tekstil ve konfeksiyon makinelerinin kullanımı hakkında beceriler kazandırılmaktadır. Bu kurslarda, mesleki derslere ek olarak çağdaş kent yaşamı hakkında bilgiler de verilmektedir. 28 Şubat sürecinde İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü’nün, örtülü kadın kursiyerleri kampüse almama kararının ardından, katılımcılara mesleki bilgi ve 256 Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler “vatandaşlık bilinci” kazandırmayı da hedefleyen bu proje üniversite sınırları dışında gezici olarak sürdürülmektedir (İKKB temsilcisi 2010). Yine benzer motivasyonlarla, TÜKD’nin Kadıköy Şubesi de Ataşehir’e bağlı düşük gelirli yerleşimlerde yaşayan kadınların tekstil sektöründe istihdam edilmesini hedefleyen benzer bir projeyi hayata geçirmeye çalışmaktadır (TÜKD temsilcisi 2010). Meslek edindirme kurslarının yanı sıra, ülke çapında sürdürülen eğitim kampanyalarına destek veren İKKB üyesi dernekler, “kadının ekonomik özgürlüğü”nü sağlamak için burs projeleri de yürütmektedir. İKKB ve üye derneklerin istihdam odaklı sosyoekonomik adalet perspektiflerinden farklı olarak, GİKAP ve üye dernekler genel olarak tüm faaliyetlerine yansıttıkları “aile” vurgusuna uygun olarak daha çok hane bazlı yoksulluğa eğilmektedir. Platform üyesi kuruluşların azımsanamayacak bir kısmını vakıfların ve vakıfların kadın kollarının oluşturuyor olması, bağış ve “hayır” konusunu GİKAP’ın sosyal adalete yönelik etkinliklerinin merkezine yerleştirmektedir. Bu bağlamda, platformun bağış ve yardımların ulusal ölçekte adil dağıtılması için bir “ulusal veritabanı” oluşturma projesi bulunmaktadır. Hazırlanacak veritabanıyla sosyal hizmetlerin ve derneklerin yaptığı hayır işleri ve yardımların sivil toplum - kamu işbirliğiyle denetlenmesi ve doğru yönlendirilmesi amaçlanmaktadır (Çitil ve Akyol 2010). GİKAP’ın gerçekleştirilen ve platform nezdinde sona eren olan bir diğer projesi de kadınların ev içi üretiminin değerlendirilmesini hedeflemiştir. 2004 yılında Üsküdar Belediyesi’yle ortak olarak hayata geçirilen Kadın El Ürünleri Pazar Yeri Projesi (KÜP), cumhuriyetçi kadın derneklerinin “formel sektör” vurgusunun çok dışında, kadının eviyle olan bağını, evi dışarıda para eder bir üretimin merkezi haline getirerek güçlendirmiştir2. Sembolik Adalet: Cumhuriyetçi ve İslami sivil toplum aktivistleri, kadınların sorunlarının yalnızca sosyoekonomik alanda çözülemeyeceği noktasında birleşmekle birlikte, sembolik adalet sorununa ortak bir yaklaşım geliştirmekten uzaktırlar. Cumhuriyetçi STK’ların temsilcileri, kadınların –kadın bireyler olmaları bakımından– 2 GİKAP üyesi derneklerin tamamına yansımamakla birlikte, AKDER kadın istihdamı sorununa ilişkin çalışmalar yürütüyor. Dernek –istatistik kesinlikten ve güvenilir verilerden yoksun olsa da– 28 Şubat süreciyle birlikte katılaştırılan türban ve başörtüsü yasaklarının Türkiye’de cinsiyetler arası gelir adaletsizliğine etkisini sorgulayan bir rapor hazırlanmıştır (Benli 2008). 257 Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler sembolik adaletsizliğe maruz kaldığını kabul ederken, etnik ve dinsel grupların hak taleplerine mesafeli davranmaktadır. Kadın sorununu ele alırken siyasi temsil konusunu sıkça gündeme getiren İKKB ve üye dernekler, ulusal ve mahalli düzeyde kadın kotasını savunmaktadır3. Öte yandan toplumsal katılım ve siyasal temsili içine alacak şekilde sosyoekonomik adaletsizliğin ötesine geçen cumhuriyetçi aktörlerin sosyal adaletsizlik yaklaşımı, aile içi cinsiyet ilişkilerini –örneğin geleneksel haliyle “annelik” kurumunu– sorgulamanın dışında tutmaktadır. İKKB ve üye dernekler gruplara ilişkin adalet taleplerini değerlendirirken –bilhassa Kürt sorunu özelinde– sosyoekonomik düzlemde kalıp, etkili yeniden dağıtım mekanizmalarının olumlu sonuçlar doğurabileceğini iddia etmektedirler (CKD temsilcisi 1 2010; TÜKD temsilcisi 2010). Benzer biçimde, türban ve başörtüsü yasaklarının kaldırılmasına dair tartışmada da şüpheci bir yaklaşım sergilemektedirler. Özetle, “bireysel” bir perspektif içinde “meşru” gördükleri “kadının sembolik adalet talepleri” dışında, “grupsal” düzeyde algıladıkları ve “tanıma” veya benzer biçimde olumlu karşılık verildiğinde kadınların durumunu daha da kötüleştireceklerine inandıkları etnik ve dinsel alanlara ilişkin sembolik adalet arayışlarına şiddetle karşı çıkmaktadırlar. İKKB ve üye derneklerin bu pozisyonlarının savunulması ve meşrulaştırılması için mümkün olduğunca çok ve çeşitli argümanlar sunmaktadırlar: Türban ve başörtüsü yasağının kaldırılması ve Kürt kimliği hakkındaki talepler politikacılar tarafından manipüle ediliyor; bu konular, ekonomik kalkınma ve refah gibi Türkiye gündemini işgal etmesi gereken ‘gerçek sorunların’ yerini alıyor4. 3 4 Kadın kotası vurgusundan hareketle cumhuriyetçi derneklerin, Türkiye’de kadınların siyasi temsili konusunda etkinlik gösteren başlıca derneklerden biri olan Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği (KA-DER) ile yakın ilişkiler kurması beklenebilir. Ancak KA-DER’in, İKKB ve üye derneklerin –laiklik ve ulus-devlet hassasiyetleri nedeniyle– siyasi çizgilerini kabul edilemez bulduğu partilerin kadın adaylarına da destek veriyor olması bu beklentiyi boşa çıkarıyor (CKD temsilcisi 1 2010; İKKB temsilcisi 2010). Üniversitelerdeki “türban ve başörtüsü yasağı” tartışmaları sırasında yayınlanan İKKB basın açıklamalarında türbanın kadınların tek sorunuymuş gibi algılandığına dikkat çekilirken; Kürt sorununun masaya yatırılmasıyla ortaya çıkan ‘demokratik açılım’ tartışmaları sırasında ise İKKB Koordinatörü Nazan Moroğlu, demokratik açılım tartışmalarının gündeme oturmasına karşın kimsenin kadınların siyasi temsil sorununun önlenmesi için izlenmesi gereken “gerçek demokratik açılım”dan bahsetmediğini vurguluyor (İKKB 2008a; 2008b; Bianet 2009). 258 Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler Dinin ve etnik kültürlerin sosyal yaşamdaki etkisini arttırmak, etnik kimliklerin ve dinin etkili olduğu toplulukların içindeki kadınların durumunu daha da güçleştirir5. Bu taleplere verilecek olumlu yanıtlar, laik cumhuriyet sistemini tehdit eder. Atatürk ilkeleri –özellikle laiklik– ve cumhuriyet değerleri kadın haklarının garantisidir6. İslami STK’lara göre kamusal alanda türban ve başörtüsüne yönelik kısıtlamalar kadınların maruz kaldığı sembolik adaletsizliklerin başında gelmektedir. Katılımcılar da, adaletsizlik olarak gördükleri bu durumun bireysel düzeyde gerçekleşen bir insan hakları ihlali olarak ele alınması gerektiğini öne sürmektedirler (AKDER temsilcisi 2010; Başak Grubu temsilcisi 2010; GİKAP temsilcisi 2010). Türban ve başörtüsü yüzünden kadınların maruz kaldıkları ayrımcılığın yalnızca kamu kuruluşlarında işe alınmama ya da devlet üniversitelerine girememekten ibaret olmadığını, örneklendirerek anlatmaktadırlar. Bu noktada, cumhuriyetçi ve feminist kadın aktivistlerle birlikte katıldıkları toplantılarda yaşadıkları deneyimlerden bahsetmektedirler. Örneğin örtünen bir katılımcı, gittiği bazı ulusal toplantılarda toplantı salonuna girince bazı kadın katılımcıların salonu terk ettiğine; yine bir başka katılımcı da kamu kuruluşları dışında düzenlenen bazı toplantılara dahi kıyafeti yüzünden alınmayan örtünen arkadaşları olduğuna dikkat çekmektedir (AKDER temsilcisi 2010; Başak Grubu temsilcisi 2010). Türban veya başörtüsü kullanmayan bir katılımcı ise cumhuriyetçi kadın sivil toplumu içinden kimi katılımcılar tarafından kendisine sıklıkla “onca örtülü kadının arasında ne aradığının” sorulduğunu, buna benzer toptancı yaklaşımların türban ve başörtüsü konusundaki keskin ayrımları daha da pekiştirdiğini söylemektedir (GİKAP temsilcisi 2010). 5 6 Yapılan mülakatlar sırasında bir katılımcı bu yaklaşımı desteklemek için namus cinayetlerini hatırlatırken, bir diğeri güneydoğuda kadın olmanın zorluklarının altını çizdi (TÜKD temsilcisi 2010; İKKB temsilcisi 2010). Ayrıca türban ve başörtüsü konusunu tartışan bir katılımcı da, bu konunun dinin yanlış yorumlandığı baskıcı topluluklarda yaşayan kadınların kurtarılması gereğine dikkat çekerek ele alınmasının şart olduğunu söyledi (CKD temsilcisi 1 2010). İKKB koordinatörü Nazan Moroğlu, türban ve başörtüsü yasağının kaldırılmasına yönelik atılacak bir adımın, beraberinde daha fazla “taviz” talebine neden olacağını vurguluyor (İKKB 2008b). Mülakatlar sırasında iki katılımcı da etnik kimliklere ilişkin taleplerin, ülkenin bütünlüğünü zedeleyeceği görüşünü dile getirmiştir (CKD temsilcisi 1 2010; CKD temsilcisi 2 2010) . 259 Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler İslami kadın kuruluşlarının önemli bir kısmı, üyelerinin mağdur edildiğine inandıkları türban ve başörtüsü sorununa oldukça hassas yaklaşırken, başında eşcinseller olmak üzere başka bazı grupların “sembolik adaletsizlik” mücadelelerine karşı sert ve olumsuz bir tavır sergilemektedir. Örneğin, Mart 2010’da Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf’ın eşcinsel evliliğe karşı olduğuna ve eşcinselliği tedavi edilmesi gereken biyolojik bir bozukluk veya bir hastalık olarak gördüğüne dair yaptığı açıklama, aralarında Birlik Vakfı, Aileyi Koruma ve Destekleme Derneği (AKODER) ve Hayat Vakfı gibi GİKAP üyesi derneklerin de bulunduğunu İslami ve muhafazakar pek çok STK tarafından desteklenmiştir (MAZLUMDER 2010). Buna ek olarak, GİKAP üyesi AKDER tarafından yürütülen ve 28 Şubat sürecinde uygulamaya konan türban ve başörtüsü yasağı ve işten çıkarmalara dikkat çeken “28 Şubat 1000 Yıl Süremez” kampanyası da İslami kadın sivil toplumu içindeki eşcinsel karşıtlığı tartışmalarını açıkça ortaya koymuştur. Feminist yazarlardan popstarlara kadar toplumun farklı kesimlerinden pek çok ismin imzacı olduğu kampanya metnine LGBT örgütü Kaos GL’nin de imza atması, kampanyaya daha önce destek verdiğini duyuran bazı İslami ve muhafazakar STK’ların imzalarını geri çekmelerini gündeme getirmiştir. İslami kadın hareketinin önemli isimlerinden Hidayet Şefkatli Tuksal’ın köşesinde ayrıntılarıyla gözler önüne serdiği polemik, AKDER’den bu yönde bir talep gelmemesine rağmen, Kaos GL’nin kurumsal olarak imzasını geri çekip, kampanyaya desteğini üyelerinin bireysel katılımıyla sürdürmeye karar vermesiyle son bulmuştur (Tuksal 2010a, 2010b; KaosGL 2010). AKDER gibi istisnai bir yaklaşım ortaya koyan derneklere karşın, mevcut manzara İslami STK’ların ve bu STK’ların üyelerinin eşcinsellik ve eşcinseller konusunda adalet arayışlarına ne kadar mesafeli durduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu bağlamda İslami STK’lar, cumhuriyetçi STK’ların türban ve başörtüsü yasaklarında ve Kürt sorununda sergiledikleri tavra benzer biçimde çeşitli argümanlarla bu inkarcı konumlarını savunmaya ve meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar: Eşcinsel haklarını da içine alan toplumsal cinsiyet tartışmaları, dikkatle ele alınması ve takip edilmesi şart olan başka konulara göre önemsizdir7. 7 “Neyi kastettiğini anlıyorum, ‘gender’… eşcinsel ve lezbiyen evliliğini de içeren bu taleplere, onca başka sorun varken katılmıyorum. Bu talepler, açlıktan kıvranan onca insanın yanında frambuazlı cheesecake istemek gibi. Ayrıca eşcinselliğin, evlilik öncesi bilgi eksikliğinden kaynaklanıyor olabileceğini düşünüyorum.” (Başak Grubu temsilcisi 2010) 260 Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler Eşcinsellerin haklarının vurgulanması ve tanınması, aileyi ve gelecek nesilleri tehdit eder8. Bu taleplerin olumlu karşılanması, dinsel ve ahlaki ön kabullerle çelişir9. Kısacası, Cumhuriyetçi ve İslami STK’lar, kendilerini ilgilendiren konularda sembolik adaletin önemini tanımalarına rağmen, başka bazı bireylerin ve grupların sembolik adalet arayışlarını göz ardı etmeyi tercih ederek birbirlerine benzer bir yaklaşım sergilemektedirler. Farklı kitlelerin sembolik adalet taleplerine karşı çıkışlarını temellendirirken de benzer stratejiler izlemektedirler: Karşı çıktıkları grupların taleplerini, başka önemli konularla kıyaslayarak önemsizleştirmeye çalışmaktadırlar. Bu grupların ve bireylerin taleplerinin tanınması, esas göz önünde bulundurulması gereken başka grup ve kişilere (cumhuriyetçi STK’lara göre bu öncelikli grup “kadınlar”ken, İslami STK’lara göre sıklıkla “aile” ve “gelecek nesiller”dir) zarar verecektir. Bu taleplere olumlu karşılık verilmesi, var olan ve korunması gereken sistemin (cumhuriyetçi STK’lar için “laik ve üniter cumhuriyet”, İslami STK’lar için din temelli ahlak) temel ilkelerine ters düşecektir. 8 9 “Fıtrata aykırılık teşkil eden ‘eşcinsellik’in, doğal tercihlerden bir tercih gibi gösterilerek ‘cinsel yönelim’ olarak kabul görmesi ve yaygınlaşmasının meşru görülmesi, zımnen insan neslinin yok olmasını istemekle aynı şeydir. Bir kimse için normal ve doğru olan bir şey herkes için normal ve doğru ise, bir an için herkesin bu normal (!) tercihte bulunduğunu varsayalım; o takdirde yeryüzünde hayat mümkün olabilir mi? Hayatı toptan imha etmek ne kadar meşru ise, bu normal (!) tercih de o kadar meşrudur o halde. İnsan nesliyle ve dünyanın geleceğiyle oynayan lobi, zihniyet ve oluşumlar tarafından da beslenen ve desteklenen eşcinsellik, bize göre de bir anomali durumudur. İnsanlığın geleceğini ve nesil emniyetini tehdit eden eşcinselliğin bir anomali olarak görülmemesi, sorunu yaşayanların tedavi ve terapi talebini köreltecek ve durumun yaygınlaşmasına sebep olacaktır.” (MAZLUMDER 2010) “Bütün ilahi dinler eşcinselliği bir bozulma, sapma, gayri ahlaki bir tutum, tabii olanın dışına çıkma ve günah olarak görür. Birçok İslam ülkesinde de ‘eşcinsellik’ yasal olarak yasaktır ve bu yasaktan amaç toplumun ve insan neslinin korunması ile bu anomalinin yaygınlaşmasının önüne geçilmesidir. Tarihte bu tür sapkınlıklar yaşayan topluluklar, ilahi kitaplara göre ‘çirkinlik ve kötülük üzere oldukları, saptıkları’ için azap görmüş ve helak edilmişlerdir. Müslümanların –İslam barış ve müsamaha dini olmakla beraber her iki normun da sınırları vardır– ve diğer ilahi inanışlara sahip insanların, inanışlarına göre ayıp ve günah olana karşı durmaları çok normal ve sorumlulukları gereği olup bu sorumluluk sadece Müslüman toplumlar için değil tüm insanlık içindir.” (MAZLUMDER 2010) 261 Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler Ana Akım Kadın STK’larının Sosyal Adalet Yaklaşımlarında Geleneğin Etkisi: Gelenekle Liberalizm Arasında MacIntyre’a (1981) göre bireylerin iyi olana dair arayışları, kendi yaşamlarıyla birlikte gelenekler tarafından belirlenen bir bağlam içinde gerçekleşir. Bu bakımdan, hem cumhuriyetçi hem de İslami STK’ların ve bu STK’lara üye aktivistlerin “sosyal adalet” yaklaşımları, belli bir geleneğe bağlı olarak şekillendirdikleri “iyi” ve “iyi hayat” perspektifleriyle yakından ilişkilidir. Kemalizm’in kadın hareketi üzerindeki etkisi, sosyal bilimler için 1980’lerden itibaren ilgi çekici bir konu olmuştur. Mevcut okumalara bakıldığında, Kemalizm ve kadın aktivizmi arasındaki ilişkiyi cumhuriyet tarihinde iki farklı dönemde, iki farklı biçimde görmek mümkündür. Kemalist elit cumhuriyetin ilanından itibaren Türk toplumunun batılı anlamda modernleşmesi için bir dizi reform gerçekleştirmiştir. Bu reformların bir kısmı özellikle kadının yasal statüsünü değiştirirken, aynı zamanda yeni bir “Türk kadını” kimliği inşa etme amacındadır (Arat 1994; Durakbaşa 2000; Arat 2000). Kemalist Devrim sürecinden elli yıl sonra, 1980 askeri darbesinin ardından erkek egemen siyasi ideolojilerden bağımsız olarak yeni bir feminist hareketin ortaya çıkmasıyla birlikte, Kemalizm’le kadın hareketi arasındaki ilişki dönüşmüştür. Kemalizm’in “yeni kadın kimliği” ülküsünü gerçekleştirmek için ilk dönemlerde attığı adımlarla biçimlenen ana akım cumhuriyetçi kadın hareketi; 1980’lere gelindiğinde ortaya çıkan “feminist etki” çerçevesinde, Kemalizm’le olan ilişkisini koparmamamış, bu ilişkiyi bir tür ortaklık şeklinde yeniden yapılandırmıştır. Bu ilişkinin sürüp gitmesinde, Kemalizm’in laiklik ısrarı ve Türkiye’deki ana akım kadın hareketinin, kadının özgürleşmesi için seküler düzenin şart olduğuna dair inancı etkili olmuştur (Sirman 1989). Önceki bölümde yer alan ampirik analize uygun olarak, cumhuriyetçi STK’ların sosyal adalet yaklaşımlarında, Kemalizm’in hem kendine has bir kadın kimliği yaratan bir gelenek olarak ve hem de kadın haklarının yaşanmasına imkan tanıyan bir doktrin olarak etkisi açıktır. Bu etkiyi, cumhuriyetçi STK’ların sosyoekonomik ve sembolik adalet perspektifinde gözlemlemek mümkündür. Kemalist hareketin, ekonomik yapıdan bağımsız olarak yalnızca üstyapıyı değiştirmeye yönelik bir çaba olduğunu öne süren yaklaşımlara karşın, bu hareketin sosyoekonomik sistemde tetiklediği değişim göz ardı edile- 262 Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler mez. Şerif Mardin (2006, 65), bu değişimi ortaya koyarken, Osmanlı döneminde kapalı olan ve cumhuriyetle birlikte Batı Avrupa’dakine benzer biçimde açılan ekonomik faaliyet alanlarına dikkat çekmektedir. Yeşim Arat (1991, 9) ise Mardin’in bu yaklaşımını referans göstererek, Kemalist sosyoekonomik sistemin, genişleyen “fırsat alanı”yla (opportunity space) bireylerin sosyoekonomik konumlarını iyileştirmelerine imkan tanıdığını ve kadınların da bu fırsat alanından faydalanmaya başladığını vurgulamaktadır. Özellikle cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren iyi eğitimli, kentli ve sosyal haklara sahip kadınların toplumda görünür hale gelmesiyle; eğitim, özellikle kadınların sosyoekonomik bakımdan iyileşmesinde belirleyici faktör olarak kabul edilmiştir. Ayrıca, ekonomi ve eğitim arasındaki ilişkinin henüz cumhuriyetin ilk yılında İzmir İktisat Kongresi’nde vurgulanmasıyla, eğitim yalnızca bireylerin sosyoekonomik gelişimi için değil, ülkenin kalkınmasını hedefleyen devlet programlarının da merkezinde yer almıştır (Arat 2000). Bu bakımdan, cumhuriyetçi STK’ların sosyoekonomik adaletle ilgili etkinliklerinin ve görüşlerinin iskeletini oluşturan “eğitim, kalkınma ve sosyal adalet” üçlüsü, cumhuriyetin ilk yıllarında ortaya çıkan Kemalist perspektifle tümüyle örtüşmektedir. Cumhuriyet devrimleri, “aktif kadın”a toplumda yer açtıysa da, geleneksel olanın yerine toplumsal cinsiyetin belirleyici olmaya devam ettiği modern bir toplum inşa etmiştir (Arat 2000; Durakbaşa 2000). Bu nedenle özellikle geleneksel aile içi kadın-erkek rolleri büyük ölçüde korunmuştur. Kadının sosyal hayatta edindiği yeni rol ve buna bağlı olarak yeni kadın kimliği, evde sahip olduğu “anne” kimliğini dönüştürmemiş, ona eklenmiştir. Cumhuriyetçi kadın derneklerinin temsilcilerinin mülakatlarda Kemalizm’in çizdiği kadın özgürleşmesi idealleri ışığında kadın haklarına üzerine yaptıkları yorumlarda –aile içi şiddet konusu ve Medeni Kanun dışında– genellikle ev dışındaki alanı düzenleyen hukuksal çerçeveye işaret ettiği gözlenmektedir10 (CKD temsilcisi 1 2010; İKKB temsilcisi 2010; TÜKD temsilcisi 2010). 10 Ev içi ilişkiler ve cinsiyete dayalı roller feminist literatürde önemli yer tutar. Bu nedenle, feminist akım etkisi altındaki kadın hareketlerinin ev içi ilişkiler ve cinsiyete dayalı rol dağılımı –özellikle cinsiyete dayalı işbölümü– üzerine etkili bir söyleme sahip olması beklenebilir. Bu bakımdan, cumhuriyetçi derneklerin, kadının özgürleşmesi söylemini ev dışı alanı ilgilendiren hukuki çerçeveyle sınırlandırmış olması, feminist tartışmaların bu dernekler üzerindeki etkisinin sınırlı olduğu şeklinde yorumlanabilir. 263 Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler Son olarak, cumhuriyetçi kadın derneklerinin karşı çıktıkları etnik ve dinsel özgürlük taleplerine gösterdikleri tepki de Kemalist devlet anlayışının laiklik ve ulus-devlet prensipleriyle yakından ilişkilidir. Söz konusu ilkelere olan bağlılık, iki temel gerekçeyle açıklanabilir. Cumhuriyetçi kadın dernekleri, bir yandan etnik ve dinsel özgürlük talepleri doğrultusunda tanınacak grup haklarının, dinin ve geleneklerin birincil önemde olduğu cemaatlerde kadınları olumsuz etkileyeceğini öne sürerken; diğer yandan, bu yönde bir değişimin, kadınların daha geniş haklar ve daha iyi bir toplumsal statü edinebilmesini mümkün kılacak siyasi ve hukuki ve altyapıyı yerleştiren cumhuriyet devrimleriyle ters düşeceğini iddia etmektedirler. Kısacası, hem ‘baskıcı cemaat’lerden korunma ihtiyacında olduklarını düşündükleri kadınlara sahip çıkma; hem de genel olarak kadın özgürleşmesinin ön şartı olarak gördükleri rejime bağlı kalma eğilimindedirler. Rejimi korumaya ilişkin iradelerini, USTKB gibi kadın sivil toplumunun ötesindeki cumhuriyetçi ve ulusalcı üst yapılarla kurdukları ilişkilerle de pekiştirmektedirler. Cumhuriyetin ilk yıllarında siyasi elitlerin laik politikalarına ve modernleşme yönündeki isteklerine rağmen, aradan geçen yarım asırlık sürenin ardından, 1980’lerden itibaren Türkiye’de İslam, yeni ve yaygın bir örtünen kadın profili üzerinden, geleneksel İslam’dan farklı bir görünürlük kazanmıştır. Göle (1996), İlyasoğlu (1994) ve Saktanber’in (1996) saptadıkları gibi, siyasi bir hareketin eşlik ettiği yeni bir İslami bakış, cumhuriyet elitlerinin öngördüğünden farklı ve ana hatlarıyla moderniteyle çelişmeyen bir normativite kaynağı olarak yaygınlaşmıştır. Başlangıçta İslami hareket içinde, özellikle siyasi partilerde ve üniversitelerde, bu hareketin erkekleriyle birlikte toplumsal olarak görünür ve etkin hale gelen kentli, örtülü kadınlar; 1990’lardan itibaren, erkekler tarafından yönlendirilen bu siyasi alanın dışında İslami kadın sivil toplum hareketini oluşturdular (İlkkaracan 1997). Kadıoğlu’nun (2005), İslami kadın hareketinin –hareket içinde farklı bir pozisyon benimseyen AKDER örneğinden de görülebileceği gibi– en azından cemaatçi-liberal kutuplar arasında bir çeşitlilik barındırdığına ilişkin tespitine katılmakla birlikte; bu çalışma, İslami kadın sivil toplumundan türeyen “ana akım”ı gözlemeye yönelik amacı doğrultusunda analizin iskeletinde hareket içindeki farklılıklardan çok benzerliklere odaklanmıştır. Bu bağlamda, İslami 264 Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler kadın sivil toplumunun “sosyal adalet” perspektifine geleneğin etkisine dair teorik yorumlamada da, tıpkı ampirik analizde olduğu gibi, GİKAP görünüşünde cisimleşen ortaklıklar ele alınmaktadır. GİKAP’ın, Türkiye genelinde bağışların ve yardımların adil dağılımına ilişkin projesi, Türkiye’deki İslami/geleneksel vakıf kurumunun İslami sivil toplum açısından önemiyle paralellik arz etmektedir. İslam ahlakına göre yardım, Tanrı tarafından bahşedildiğine inanılan “nimet”lerin diğer insanlara, kullara da ulaştırılması anlamı taşır ve bunun ilahi bir görev olduğu varsayılır11. Kadınların ev içi üretimine ekonomik karşılık kazandırmaya yönelik olarak düzenlenen kadın el ürünleri pazarları vb. projelerde de, modern formel çalışmaya alternatif olarak, geleneksel olarak belirlenen ve kadının ev içindeki yeri ve rolüne ters düşmeyen bir gelir imkanı yaratılmaktadır. Ancak bu yolun ne için seçildiğinin, yani kadının formel sektöre çıkışıyla kadına verilen görevlere, onun “fıtratıyla çelişen” ve “yükünü arttıran” cumhuriyet modernleşmesine ve toplum ideallerine bir alternatif olarak mı, yoksa türban ve başörtüsü yasakları nedeniyle iş piyasasında yer alma olanağı azalan kadınlara emeklerini ekonomik olarak değerlendirme alanı açmak için mi seçildiğinin anlaşılması için daha fazla araştırmaya gerek duyulmaktadır. Çoğunluğunu, örtünen kadınların oluşturduğu İslami kadın sivil toplumunun türban ve başörtüsü yasaklarının kaldırılmasına yönelik talebi ise, Saktanber’in (1994) Müslüman kadın kimliğinin belirsizliğine (ambivalansına) dair analiziyle anlamlandırılabilir. Saktanber’e göre, Müslüman kadın kimliği, hem saf ve temiz olanı temsil etmenin getirdiği “gurur”u, hem de aralarında seküler devlet elitlerinin de bulunduğu “ötekiler” tarafından tanınmamaktan ileri gelen “mağduriyet” duygusunu açığa çıkarır. Ampirik analiz bölümünde yer verilen gözlem bulguları Müslüman kadın kimliğinin, yasağı “insan hakları ihlali” olarak alan argümanla “mağduriyet”; yasağa rağmen dini kuralları ve emirleri yerine getiriyor olma durumundan hareketle de “gurur” yönünü ortaya koymaktadır. Son olarak, İslami kadın hareketindeki aktörlerin örtülü kadınları ilgilendiren sembolik adalet taraftarı yaklaşımına karşın, eşcinsellerin sembolik adalet 11 “Gayemiz İnsana hizmet... Kulluk borcunu eda... Ondaki özelliklerden tüm insanları yararlandırmak... Fıtratının gereği iyiyi olduğu gibi, kötüyü de yapmaya meyli olan insanın iyilik özelliklerine işlevlilik kazandırmak... En doğruyu bulmak, en iyiyi yapmaya yöneltmek... Düşünce ufkunu açmak, hizmet yarışına sokmak...” (Birlik Vakfı 2005) 265 Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler arayışlarına gösterdikleri tepkiler gerek tektanrılı dinlerin sıkça rastlanan yorumlarıyla, gerekse de bu aktörlerin açıkça veya dolaylı bir şekilde referans noktası olarak aldığı geleneksel İslam ahlakıyla bağlantılıdır. Sonuç Bu çalışma, hem cumhuriyetçi hem de İslami sivil toplum kuruluşlarının sosyal adalet sorununa yaklaşımlarının, etkilendikleri gelenekler (cumhuriyetçi dernekler için Kemalizm, İslami dernekler için İslam) ile liberalizm arasında gidip geldiğini göstermektedir. İki hareketin sivil toplum kuruluşlarının da – özellikle sembolik adalete ilişkin– sosyal adalet talepleri, “birey” vurgusu bakımından çoğunlukla liberal bir çerçeve içinde kalma isteğini yansıtır. Söz konusu derneklerin, kimi yaklaşımları ise –özellikle sosyoekonomik adalet düzleminde– Kemalizm’le ve İslam’la süregelen bağların devamına işaret eder. Örneğin, cumhuriyetçi kadın dernekleri toplumsal alanda aktif ve görünür bir çağdaş kadın ülküsü doğrultusunda kadınların “formel sektör”e katılmasının gerekliliğine vurgu yaparken; İslami kadın sivil toplum kuruluşları, geleneksel anne rolü ve aile yapısı anlayışı doğrultusunda “ev içi üretim”e ve ailesel yoksulluğa odaklanır. Cumhuriyetçi ve İslami kadın sivil toplumunun kendi taleplerine de yansıyan liberalizm-gelenek ikilemi; “öteki” grupların taleplerine yönelik tepkiler göz önünde bulundurulduğunda birer gelenek olarak Kemalizm’in ve İslam’ın belirleyiciliğiyle daha da derinleşir. Analiz bölümünde ayrıntılı olarak ele alındığı gibi, Cumhuriyetçi kadın dernekleri Kürt sorununa ve başörtüsü ve türban tartışmasına ilişkin yaklaşımlarında; İslami kadın dernekleri de cinsel yönelime ilişkin hak taleplerine yaklaşımlarında, etkisi altında bulundukları geleneğe sıkı sıkıya bağlanırlar. Bu bakımdan, Cumhuriyetçi ve İslami kadın STK’larının sosyal adalet arayışlarındaki farklılığı ve kopukluğu açıklayan “gelenek”, bu hareketlerin içinde bulundukları liberalizm-Kemalizm ve liberalizm-İslam ikilemlerini anlamlandırmak için de zihin açıcı bir kavramdır. 266 Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler Kaynakça AKDER temsilcisi, İstanbul, 9 Haziran 2010, mülakat. Arat, Yeşim. 1991. “1980’ler Türkiyesi’nde kadın hareketi: Liberal Kemalizm’in radikal uzantısı.” Toplum ve Bilim 53: 7-19. Arat, Zehra F. 1994. “Turkish Women and the Republican Reconstruction of Tradition.” Reconstructing Gender in the Middle East içinde, der. Fatma Müge Göçek ve Shiva Balaghi. New York: Columbia University Press. ss. 57-81. Arat, Zehra F. 2000. “Educating the Daughters of the Republic.” Deconstructing Images of “The Turkish Woman” içinde, der. Zehra F. Arat. New York: Palgrave. ss. 157-183. Gülsen Ataseven, “Çağımızda Değişen Değerler ve Aile”, 25-27 Mayıs 1998 tarihli 3. Aile Şurasında yapılan konuşmanın metni, http://www.gikap.org/t1.html (Erişim Tarihi 26.09.2011) Başak Grubu temsilcisi, İstanbul, 10 Haziran 2010, mülakat. Benli, Fatma. 2008. İstatistiki Verilere Göre Türkiye’de Kadınların Genel Konumu ve Başörtüsü Yasağının Cinsiyet Endeksine Etkileri. İstanbul: AKDER. Bianet, “Demokratik Açılım Cinsiyet Temsili Eşitliği Olmaksızın Gerçek Olamaz”, 2009, http://bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/116547-demokratik-acilim-cinsiyet-temsili-esitligiolmaksizin-gercek-olamaz (Erişim Tarihi: 3 Mart 2011) Birlik Vakfı, Birlik Vakfı İnternet Sitesi, 2005, http://www.birlikvakfi.net (Erişim Tarihi: 3 Mart 2011) CKD temsilcisi 1, İstanbul, 2 Haziran 2010, mülakat. CKD temsilcisi 2, İstanbul, 2 Haziran 2010, mülakat. Piyale Çitil ve Funda Akyol, “Sosyal Yardımların Entegrasyonu İçin Ulusal Veri Tabanı Modeli”, 2010, GİKAP İnternet Sitesi, http://www.gikap.org/t3.html (Erişim Tarihi: 3 Mart 2011) Durakbaşa, Ayşe. 2000. “Kemalism as Identity Politics in Turkey.” Deconstructing Images of “The Turkish Woman” içinde, der. Zehra F. Arat. New York: Palgrave. ss. 139-157. Fraser, Nancy. 1997. “From Redistribution to Recognition, Dilemmas of Justice in ‘Postsocialist’ Age.” Justice Interruptus içinde, New York: Routledge. ss. 11-41. GİKAP, Gökkuşağı İstanbul Kadın Kuruluşları Platformu (GİKAP) Mutabakat Tutanağı, 2010, http://www.gikap.org/mutabakat.html (Erişim Tarihi: 26 Eylül 2011) GİKAP temsilcisi, İstanbul, 22 Haziran 2010, mülakat. Göle, Nilüfer. 1996. The Forbidden Modern: Civilization and Veiling. Chicago: The University of Chicago Press. İKKB. 2008a. İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği Basın Bildirisi: Laiklik İlkesine Anayasa'da Yer Verilmesinin 71. Yıldönümü. İstanbul. İKKB. 2008b. İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği Basın Bildirisi: Devrim Yasamız Medeni Kanun'un 82. Yılında Türkiyem Nereye Götürülmek İsteniyor. İstanbul. İKKB temsilcisi, İstanbul, 8 Haziran 2010, mülakat. İlkkaracan, Pınar. 1997. “A Brief Overview of Women's Movement(s) In Turkey: The Influence of Political Discourses.” Istanbul: Women for Women’s Human Rights (WWHR)– New Ways. http://www.wwhr.org/files/2_10.pdf (Erişim Tarihi: 26 Eylül 2011) 267 Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi: Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler İlyasoğlu, Aynur. 1994. Örtülü Kimlik. İstanbul: Metis Yayınları. Kadıoğlu, Ayşe. 2005. “Civil Society, Islam and Democracy in Turkey: A Study of Three Islamic Non-Governmental Organizations.” The Muslim World 95(1): 23-41. KaosGL, Birlikte Pişmeye Kuşkusuz İhtiyacımız Var, 5 Mart 2010, http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=4413 (Erişim Tarihi: 26 Eylül 2011) MacIntyre, Alisdair. 1981. After Virtue. Notre Dame: University of Notre Dame Press. MacIntyre, Alisdair. 1997. “The Virtues, the Unity of a Human Life, and the Concept of a Tradition.” Memory, identity, community: The idea of narrative in the human sciences içinde, der. Lewis P. Hinchman ve Sandra K.Hinchman, Albany: State University of New York Press. ss. 241-63. Mardin, Şerif. 2006. Religion, Society and Modernity in Turkey. New York: Syracuse University Press. MAZLUMDER, “STK'lardan Selma Aliye Kavaf'a Eşcinsellik Açıklaması İle İlgili Açık Mektup”, 2010, http://www.mazlumder.org/haber_detay.asp?haberID=8159, (Erişim Tarihi: 15 Temmuz 2010) TÜKD temsilcisi, İstanbul, 5 Haziran 2010, mülakat. Özok, Özdemir, Nazan Moroğlu, and Aydeniz Tuskan. 2008. Türkiye Barolar Birliği, İstanbul Kadın Kuruluşları Birliği ve Ulusal Sivil Toplum Kuruluşları Birliği Ortak Basın Açıklaması. İstanbul. Saktanber, Ayşe. 1994. “Becoming the "Other" as a Muslim in Turkey: Turkish Women vs. Islamist Women.” New Perspectives on Turkey: 99-134. Seçkinelgin, Hakan. 2006. “Civil Society: Between the State and Society: Turkish Women with Muslim Headscarves?” Critical Social Policy: 748-769. Sirman, Nükhet. 1989. “Feminism in Turkey: A Short Story.” New Perspectives on Turkey: 1-34. Tuksal, Hidayet Şefkatli. 2010a. "Birlikte Pişmeye İhtiyacımız Var!", Star, 3 Mart 2010. Tuksal, Hidayet Şefkatli. 2010b. "Özür ve Teşekkür.", Star, 5 Mart 2010. 268 YURTTAŞLIK VE TOPLUMSAL HAREKETLER: HAKLARIN TOPLUMSAL MÜCADELELER BAĞLAMINDA DEĞERLENDİRİLMESİ Ezgi Pınar ÖZET Bu çalışmada yurttaşlık kavramı, tarihsel bir perspektifle, toplumsal mücadeleler ve çatışmalar bağlamında ele alınmaktadır. Thomas Marshall’ın çerçevesini çizdiği haklar setinden hareketle, bir yandan hak taleplerinin değişimi ve gelişimi tarihsel süreç içerisinde değerlendirilmekte; bir yandan da Marshall’ın çizdiği çerçevenin eksiklikleri ele alınmaktadır. Michael Mann’ın da belirttiği gibi yurttaşlık bir egemen sınıf stratejisidir ve bu durum yurttaşlığın yapısal sınırlılıklarına işaret etmektedir. Öte yandan, yurttaşlık öznel müdahalelerle gelişmeye açıktır. Bu iki olgu arasındaki ilişkinin yurttaşlık haklarının gelişimini belirlediği tezi çalışmanın merkezindeki tezdir. Dolayısıyla, yurttaşlığın paradoksal ve dinamik bir özünün olduğu, yurttaşlık tartışmalarında dikkate alınmalıdır. Çalışma bu ana fikir etrafında şekillenmektedir. Yurttaşlık statüsünün dayandığı formel eşitlik ile maddi eşitsizlikler arasındaki uzlaşmaz ilişki, toplumsal mücadele ve çatışmaları yurttaşlık literatürüne dahil etmemizi olanaklı kılmaktadır. Tarihsel akışı içerisinde yurttaşlık haklarında ilerlemelerin ve gerilemelerin yaşandığı dönemler olmuştur. Bu durum yurttaşlık olgusuna toplumsal mücadele perspektifinden bakmayı gerekli kılan bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Anahtar kelimeler: Yurttaşlık hakları, toplumsal mücadeleler, statü, hukuksal eşitlik ve kapitalizm 269 CITIZENSHIP AND SOCIAL MOVEMENTS: EVALUATION OF RIGHTS IN THE CONTEXT OF SOCIAL STRUGGLES ABSTRACT In this paper, the concept of citizenship is analyzed with regard to social struggle. Departing from the categories of rights drawn by Thomas Marshall, transformation and development of demand for more rights will be evaluated within a historical perspective; and inadequacies of Marshall’s framework will be discussed. “Citizenship as a ruling class strategy” is subject to structural boundaries and at the same time it is open to subjective intervention of different groups of society. Main thesis of the paper is that the relationship between these two contradictory features of the citizenship phenomenon determines the improvement of different types of rights. The fact that citizenship has a dynamic and paradoxical essence is the main theme of the paper. The uncompromising relation between the real and concrete inequalities of the society and the formal and legal equality that citizenship stands for provides the ground for a social conflict perspective. In its historical progress, citizenship rights goes forward or backward and this also illustrates the necessity of a social struggle perspective for a comprehensive analysis of the issue. Keywords: Citizenship rights, social struggles, status, formal equality and capitalism 270 Yurttaşlık ve Toplumsal Hareketler: Toplumsal Mücadeleler Bağlamında Gelişen ve Değişen Hakların Tarihsel Değerlendirmesi Bugün kullandığımız anlamda yurttaşlık, modern ulus-devletlerin ortaya çıkışıyla devlet, sivil toplum ve bireyler arasındaki ilişkiye denk düşen bir olgudur. Yurttaşlığın modern tarihi, geleneksel yurttaşlık hakları kavramı ile ulusdevletin ortaya çıkışının çakışmasına işaret eder. Ulus-devletin ortaya çıkışı, modern anlamda yurttaşlığın kavramsallaştırılmasının temelini hazırlamıştır. Bu noktada, yurttaşlık haklarının değerlendirilmesinin devlet-sivil toplum ilişkisine bağlı olduğu eklenmelidir. Yurttaşlık hakları başlığı altında toplanan haklar seti, kişiler ile devlet arasındaki hak ve görev ilişkisinin çizdiği çerçeve içerisinde belirlenir. Yurttaşlık kavramı, devlet ve sivil toplum arasındaki ayrım üzerinden şekillendirilmesi zorunlu olan bir kavramdır. Devlet-sivil toplum ikiliği, yurttaşlık literatüründe merkezi bir kavramsallaştırma olması itibarıyla yer almaktadır. Bu ikilikten hareketle sivil toplum alanında sürmekte olan ve devlet-sivil toplum çatışması olarak görülen toplumsal mücadelelerin, sınıf çatışmalarının ve ilişkilerin; her türden yurttaşlık hakkı kavramının oluşumunda etkisi olduğu söylenmelidir. Ayrıca, yurttaşlık statüsünün devletle vatandaş arasında mutlak bir uzlaşma anlamına gelmeyeceğini, dahası gelemeyeceğini de eklemek gerekmektedir. Bryan Turner (1990, 189) devlet-sivil toplum ilişkisi bağlamında yurttaşlığın pasif ve aktif doğasından söz etmekte; bu ayrımı da yurttaşlığın devlet tarafından yukarıdan mı verildiğine, yoksa sendikalar gibi daha yerel katılım araçları yoluyla aşağıdan mı elde edildiğine bağlı olarak yapmaktadır. Yurttaşlık haklarının ne kadar alındığı ve ne kadar verildiği sorusu, sosyal bilimlerin temel sorunsalı olarak yapı-özne ilişkisinin yansıma alanlarından bir tanesi olarak görülebilir. Kültürel haklar, göçmen hakları ve kozmopolit yurttaşlık gibi kavramlar, yeni sosyal hareketlerin kazandırdığı devinimle, yurttaşlık litaratürünün kapsamını oldukça genişletmiştir. Demokrasinin gelişimi ve yurttaşlık, anayasal yurttaşlık, yurttaşlık alanının genişletilmesi gibi tartışmalar ve eşit ve özgür yurttaşlık kavramları; Türk siyasetinin gündeminde de yoğun olarak yer alır hale gelmiştir. Yurttaşlık tartışmalarında farklı ölçeklerdeki bu gelişmeler, yurttaşlık kavramının donmuş bir kavram olmadığını bir kez daha göstermektedir. Yurttaşlığın söz konusu edilen değişiminin ve dinamikliğinin arka planındaki etkenlerin ve yurttaşlık olgusunu belirleyen unsurların neler olduğu, bu çalışmaya yön verecek sorulardandır. Ortaya belirli bir yurttaşlık tanımı koymak, var olan tanımlardan birini benimseyerek savunmak, ya da daha fazla 271 Yurttaşlık ve Toplumsal Hareketler: Toplumsal Mücadeleler Bağlamında Gelişen ve Değişen Hakların Tarihsel Değerlendirmesi yurttaşlık hakkı için önerilerde veya çağrıda bulunmak bu çalışmanın amacının dışındadır. Burada öncelikli olarak yapılmak istenen şey, siyasal bir olgu olan yurttaşlık kavramına yaklaşımda izlenecek perspektif ve yöntemleri tartışmaktır. Yurttaşlık kavramsallaştırmasında, yurttaşlığın ulus-devletler tarafından tanınan bir statü olmasının yanısıra, sınıfsal ve toplumsal mücadelelerle etkileşim içerisinde geliştiğini göz önünde bulunduran ve yapı-özne dengesini gözeten bir yöntem izlenmesi gerektiği vurgulanacaktır. Öznellikle yapısallık arasındaki ilişkinin karşılıklı bir belirlenim ilişkisi olduğu tezinden hareketle yurttaşlık ve yurttaşlık hakları kavramı tarihsel gelişimi içerisinde değerlendirilecektir. Yurttaşlık hakları, Thomas Marshall’ın yurttaşlık literatürünün yapı taşlarından olan ünlü Citizenship and Social Class (1992) adlı kitabında formüle ettiği ve insan hakları, siyasal haklar ve sosyal haklar olarak ayrı ayrı ele aldığı haklar setini işaret etmektedir. Marshall’ın formülasyonunda bu haklar belirli tarihsel süreçlerin ürünü ve elbette aynı zamanda sonucudur. Bunun yanında haklar birikerek ilerlemekte, tarihsel olarak gelişmektedir. Marshall’ın yurttaşlık haklarını ilerlemeci bir biçimde ele alması evrimcilik eleştirilerini; formülasyonunu İngiltere referansıyla temellendirmesi ise özgücülük eleştirilerini gündeme getirmiştir. Michael Mann ve Bryan Turner, bu eleştirilere öncelik ederken, yurttaşlık literatüründe ve yurttaşlık haklarının gelişimindeki çeşitliliklere dikkat çekmiştir. Bu eleştirilere, Marshall’ın yurttaşlık ve toplumsal sınıflar ilişkisini sınıfların yurttaşlık hakları üzerinden değil, yurttaşlık kurumunun sınıflar üzerindeki etkisi açısından incelediği (Kartal 2010, 45) de eklenmelidir. Filiz Kartal (age) bu noktada Marshall’ın toplumsal mücadelelerin sınıf üzerindeki etkisini bilerek göz ardı ettiğini iddia etmektedir. Bu çalışmada, Marshall’a ve onun tarihsel analizi ve haklar dönemlemesine, kısaca sözü edilen bu eleştiriler akılda tutularak referans verilecektir. Marshall’ın İngiltere üzerinden şekillendirdiği yurttaşlık tarihi anlayışının farklı eleştirilere maruz kaldığını belirtmiştik. Ancak İngiltere gibi tarihinin kanlı devrimlerle değil evrimler ve sınıf uzlaşmalarıyla şekillendiği iddia edilen bir toplumda, yurttaşlığa toplumsal hareketlerden yaklaşmak bu yaklaşımı olsa olsa güçlendireceğinden, bu noktada Marshall’a referans vermek bir gerekliliktir. Marshall’ın 18. yüzyılı sivil haklar, 19. yüzyılı siyasal hakları ve 20. yüzyılı sosyal haklarla tanımlayan yurttaşlık formülasyonun evrimci, ilerlemeci ve hatta 272 Yurttaşlık ve Toplumsal Hareketler: Toplumsal Mücadeleler Bağlamında Gelişen ve Değişen Hakların Tarihsel Değerlendirmesi belki teleolojik olduğunun bilincinde olarak, bu tarihsel çizgi konuyu analiz etmeyi kolaylaştıracak bir hareket noktası olarak ele alınmaktadır. Yurttaşlık iki farklı bağlamda ele alınabilir: Statü ve sınıfsal bağlam. Marshall yurttaşlığı siyasal eşitlik sağlayan bir hukuksal statü olarak ele alırken, Mann (1987) yurttaşlığı farklı sınıf stratejileri bağlamında değerlendirmekte, hatta bu noktadan hareketle Marshall’ı eleştirmektedir. Mann’a göre yurttaşlık durumu-statüsü aşağıdan yukarıya doğru değil, yani toplumsal sınıfların alt katmanlarının –başka bir ifadeyle yönetilenlerin– değil, yönetenlerin –yani egemen sınıfların– etkinlikleri sonucu ortaya çıkmıştır. Yurttaşlık durumu, egemen ekonomik sınıf ile siyasal ve askeri yöneticilerin toplamı olan yönetici sınıf stratejisinin bir parçasıdır (Mann 1987, 340). Marshall ve Mann yurttaşlık olgusuna yaklaşımda iki uç perspektifi temsil etmektedir. Engin Işın (1999, 268) Marshall’ın modern yurttaşlık hakkındaki tezinin Mann ve Turner tarafından genişletildiğini belirtir. Şöyle ki, Mann ve Turner’e göre, yurttaşlık statüsü sınıf çatışmaları yoluyla hak ve ödevlerin dengelenmesi sonucunda tarihsel olarak kurumsallaşmıştır. Işın, bu referansla hukuksal bir statü olan yurttaşlık ile sınıf çatışmaları veya toplumsal mücadeleler ve iktidar mücadeleleri arasındaki bağa dikkat çekmektedir. Her türlü ideal yurttaşlık tipinin –Yunan, Roma, Ortaçağ ve modern yurttaşlık tipleri– ortaya çıkış koşulları grup çatışmalarına ayrılmaz bir biçimde bağlıdır. Bu aynı zamanda belirli bir mekansal formda ifadesini bulur ve bu çatışmalar belirli bir yurttaşlık kurumunu doğurmaktadır (Işın 1999, 268). Dahası bir yurttaşa atfedilen hak ve görevler, dışlama ve içerme kuralları, çatışmaların biçiminden bağımsız olarak, çatışan sınıflar ve tabii sınıf içi çatışmalarla belirlenmektedir (age). Mann ve Marshall üzerinden tariflenen iki temel bakış açısına ek olarak, yurttaşlık literatüründe yurttaşlığın dört farklı aks üzerinden tanımlandığı söylenebilir: “Ulusal kimlik veya milliyetle” özdeşleştirilen yurttaşlık, “belgeler temelinde” tanımlanan yurttaşlık, haklarla – ki bu haklar belirli bir ulusun, ulusdevletin mensubu olanların sahip olduğu ya da olabileceği haklardır– tanımlanan yurttaşlık ve son olarak da yine söz konusu olan bu “mensup”ların görev ve sorumlulukları üzerinden ortaya çıkan yurttaşlık (Kartal 2010, 1). Farklı temellerdeki bu tanımlamalar arasındaki geçiş de –örneğin ödevlerden haklara veya haklardan ödevlere geçiş gibi– bu çalışmanın ana sorunsalıyla, yani yurttaşlığın toplumsal mücadelelerle olan ilişkisi ile doğrudan ilgilidir. Tüm bu farklı ta273 Yurttaşlık ve Toplumsal Hareketler: Toplumsal Mücadeleler Bağlamında Gelişen ve Değişen Hakların Tarihsel Değerlendirmesi nımlamalara genel bir perspektiften bakıldığı ve yurttaşlığı değerlendirmek üzere bir takım ortak ölçütler belirlendiğinde; katılım, mensubiyet ve hak (Yeğen 2005, 69) nosyonlarının, modern yurttaşlık tarihi boyunca değişerek ve dönüşerek, kendilerini yurttaşlığın kurucu unsurları olarak var ettikleri görülmektedir. Kurucu unsurlardaki değişim, Mesut Yeğen’e (age) göre, yurttaşlığa dair başka bir öze yani yurttaşlığın kendini hep bir yurttaşlaşma olarak var eden özüne, ya da başka bir deyişle yurttaşlığın içerilen ve dışarıda bırakılanlar arasındaki çatışmayla beslenen bir özünün varlığına işaret eder. “Dahil etme ve dışarıda bırakma diyalektiği, yurttaş olanlar olmayanlar ayrımı, yurttaşlık durumunun olmazsa olmazıdır” (Yeğen 2005, 72). Yurttaşlık durumunun olmazsa olmazı diye tarif edilebilecek bir diğer boyutu ise, dahil edilenler ve dışarıda bırakılanların kimler olacağının değişime ve dönüşüme açık olmasıdır. Yeğen, Yurttaşlığın Diyalektiği, Yurttaşlığın Trajedisi adlı çalışmasında, yurttaşlık tanımında dışarıda bırakılanların hep var olduğunun ve olacağının altını çizdikten sonra; “daha önce yurttaş sayılmayanların, örneğin kadınlar, mülksüzler, yerliler, yetişkin olmayanlar vb.” yani farklı sosyal grupların, zaman içerisinde yurttaşlık statüsünü kazandıklarını belirtir. Bu çalışmanın ana konusu olan sorumuza dönecek olursak, daha önce yurttaş sayılmayanların neden ve nasıl yurttaş sayıldıkları, tartışmanın ana eksenini oluşturmaktadır. Bu noktada Barbalet (Foweraker and Landman 1997, 31) yurttaşlık belirli bir siyasal komüniteyi tanımladığı ölçüde dışlananları içerilmek için mücadeleye çağırır demekte ve hakların sosyal ve siyasal iktidara sahip olmayanlar için sahip olanlardan çok daha önemli olduğu notunu düşmektedir. Yurttaşlık haklarının tarihsel gelişiminde öznenin rolünü ön plana çıkaran yaklaşım şöyle özetlenebilir: “Haklar madun (subordinate) grupların sosyal mücadelesiyle kazanılır. Toplumun bağımlı ve ezilen kesimleri ‘toplumda paylarına düşeni arttırmak’ (Giddens 1982, 71) için mücadele ederek, ‘kavgaya hazır bulunarak’ (Tarrow 1990, 103) ‘yurttaşlık haklarını talep ve elde etme’ (Clarke 1993, 19) noktasına gelirler” (Foweraker and Landman 1997, 1). Yurttaşlık haklarının kazanılmasına dair bir talep etme ve bir mücadeleden bahsedildiğinde, yurttaşlığın başka bir boyutunu, paradoksal bir eşitlik-eşitsizlik ilişkisine dayanan boyutunu ortaya koymak gerekmektedir. Formel bireysel eşitlik ile maddi toplumsal eşitsizlik, yurttaşlık kavramının bugüne kadar aşamadığı bir paradoks olagelmiştir. Kapitalist üretim ilişkilerinin yön verdiği bir 274 Yurttaşlık ve Toplumsal Hareketler: Toplumsal Mücadeleler Bağlamında Gelişen ve Değişen Hakların Tarihsel Değerlendirmesi toplumsal biçimlenmede ise, bu paradoks yurttaşlık kavramının doğasına ilişkin bir paradoks olarak tanımlanabilir. Yeğen (2005, 76) yurttaşlığın trajedisi kavramsallaştırmasıyla bu noktaya dikkat çekerken, yurttaşlığın bu paradoksal durumu yeniden ürettiğini ifade etmektedir. “Yurttaşlığın trajedisinden kasıt, modern yurttaşlık pratiğinin birbirleriyle uzlaştırılamaz iki sonucu, eşitliği ve eşitsizliği eşzamanlı üretiyor oluşudur. Modern yurttaşlık, siyasi topluluğun mensupları arasında eşitlik tesis ederken, ortaya çıkan durum, eşitlikle birlikte ya da eşitlikten ziyade, eşitsizliği gizlemek, mevcut eşitsizlikleri yeniden üretmek ve türdeşleştirmek olmuştur.” Yurttaşlığın formel eşitlik öngörüsünün, toplumsal eşitsizlikleri ve çatışmaları gizlediği açık bir gerçekliktir. Konu bu çalışmada ele alınırken ön plana çıkarılan toplumsal mücadele yaklaşımı, yurttaşlığın formel eşitlikleri ile mevcut toplumsal (sınıfsal, cinsel, ulusal veya etnik) eşitsizlikleri arasındaki uçurumu kapatma mücadelesi olarak da anlaşılmalıdır. Alev Özkazanç (2009, 250) şu yorumu getirmektedir: “Vatandaşlığın anlamı ve hukuku siyasi iktidar mücadelelerine doğrudan bağlıdır. Vatandaşlığın geri planında, zenginliklerin dağıtımı sorunu vardır ve kurum bu açıdan bir ödül-ceza mekanizması olarak kullanılmıştır. Vatandaşlığın bu siyasi anlamı geri plandaki toplumsal eşitsizlikleri gizleyen bir perde olarak değil, bu toplumsal arka planla gerilimli bir ilişki içinde kendini var eden bir gerçeklik olarak görülmelidir.” Gerilimli ve dinamik bir gerçeklik olarak yurttaşlık olgusunun modern tarihine geçmeden önce; Işın’ın toplumsal mücadelelerle ilgili görüşlerine bir kez daha kulak vermek, çalışmamızda belirtilen yöntemsel gereklilik açısından anlamlı olacaktır: “M.Ö. 8. yüzyılda kentlerde kralların kurallarını tehdit eden yeni bir savaşçı sınıf ortaya çıktıktan sonradır ki, Antik Yunan yurttaşlığı oluşmuştur. Roma’daki yurttaşlık fikrinin temelleri ise, aristokratların M.Ö. 6. yüzyıla kadar Roma’yı yöneten krallardan iktidarı almalarına kadar götürülebilir. Benzer şekilde pleblerin aristokratlarla olan vatandaşlık 275 Yurttaşlık ve Toplumsal Hareketler: Toplumsal Mücadeleler Bağlamında Gelişen ve Değişen Hakların Tarihsel Değerlendirmesi elde etme mücadelesi yüzyıllar boyu Roma’ya egemen olmuştur. Orta Çağ’ın yurttaşlık kavramsallaştırmasına gelirsek, onun kent soylularla lordlar ve krallar gibi toprak sahipleri arasındaki mücadeleyi ve yine kent soylularla, tüccar ve zanaatkarlar arasındaki mücadeleyi ifade ettiğini görürüz (Işın 1999, 268). Yurttaşlığın Modern Tarihi Kapitalizmin erken aşamasında oluşan sivil haklar; özel mülkiyet, ticaret serbestliği gibi klasik liberalizmin çerçevesini çizdiği temel ilkeler etrafında gelişen haklardır. Bireyin özgürlüğü, ifade ve düşünce özgürlüğü, din ve inanç özgürlüğü, özel mülkiyetin korunması bu haklar arasındadır. Kapitalizmin bu dönemi, ticari hareketlerin ve serbest ticaretin artışı ve merkantilizm gibi birçok yeni siyasal ve sosyal düzenlemeyi gerektiren gelişmelerle şekillenmektedir. Ticaret özgürlüğünün ise, ticaret burjuvasının monarklarla karşı karşıya kalmasının bir sonucu olarak elde edildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Foweraker and Landman’ın belirttiği gibi “Sivil yurttaşlık –ki bugünkü yurttaşlığın tarihsel çekirdeğidir– piyasa ve özel mülkiyetin korunması üzerine köklerini salmıştır, ancak sadece devlet aracılığıyla değil ona karşı da haklar yaratmıştır. Yurttaşlığın bu yeni biçimi devletin insanlar üzerindeki imtiyazına yasal sınırlamalar getirmiştir.” (1997, 7) Devlet gücünün sınırlanması fikri veya liberal toplum yaklaşımı, sınıfsal çatışmaların doğrudan bir sonucu olmasa da iktidar mücadelesinin bir parçası olmuştur. Fransız Devrimi bu hakların güvence altına alınması ve yurttaşlığın kutsanmasını anlatırken, yurttaşlık için yeni bir aşamayı da beraberinde getirmiştir. Bu da ulus-devlet merkezli siyasal yurttaşlıktır. Böylelikle, hukuk önünde eşitlik (bunun mevcut eşitsizlikleri gizlemeye yaradığı ve durumun yurttaşlığın paradoksal özünde yattığı belirtilmişti) ve siyasal katılım haklarının kapsamının ve bu haklara sahip olan ve bunu talep eden toplumsal kesimlerin genişlemesi, yurttaşlık kavramı tarafından içerilir olmuştur. Bazı sosyal bilimciler, sivil haklarla siyasal hakların eş zamanlı olarak ortaya çıktığını ve sivil hakların kapitalist gelişimin erken dönemlerinden itibaren siyasal olarak tanımlanan içerikle örtüştüğünü söylemektedirler (Foweraker and Landman 1997, 9). Bu noktada tam bir örtüşmeden söz edilemese bile, siyasi 276 Yurttaşlık ve Toplumsal Hareketler: Toplumsal Mücadeleler Bağlamında Gelişen ve Değişen Hakların Tarihsel Değerlendirmesi hakların sivil hakları desteklediği ve güvence altına aldığı söylenebilir. Fransız Devrimi, anayasalcılık ve siyasal katılımın artması gibi sonuçlarıyla, siyasal haklar kavramının altına imzasını atmış ve bu süreç sivil hakların da desteklenmesi anlamına gelmiştir. Daha doğrusu siyasal haklar yeni birtakım hakların tanımlanmasından çok, nüfusun farklı kesimlerinin var olan hakları elde etmesini ifade etmektedir. Satoshi İkeda (2004, 337) ulusal yurttaşlığın burjuvazinin siyasal süreçlere dahil olma taleplerine bir yanıt olarak ortaya çıktığını iddia etmekte ve bir yandan da bu sınıfın yurttaşlık statüsünü 18. yüzyıl sonlarında Fransa ve İngiltere’de devrimlerle, ABD’de bağımsızlık savaşıyla elde ettiğini söylemektedir. İşçi sınıfı da burjuva devrimlerini tamamlamak için seferber edilmiştir ve yeni haklar talep eden bir sınıf olarak tarih sahnesideki yerini almıştır. Bu gelişmelerle birlikte, devlet hem bir toplumsal mücadele alanı olarak belirmiş hem de iktidar savaşının hedefine konmuştur. Ancak yine de işçi sınıfının mücadelesinin, 1830 ve 1848 devrimlerinin, yurttaşlık haklarının genişletilmesinde etkili bir rolünün olduğu belirtilmelidir. 1830 devrimi İngiltere’de etkisini Chartist Hareketle göstermiştir. Halk Bildirgesi’nin altı ana talebi olan herkese oy hakkı, eşit seçim bölgeleri, meclis üyeliğinin mülkiyet sahipleriyle sınırlandırılmasının kaldırılması, meclis üyeleri için ödeme, yıllık genel seçimler ve gizli oy talepleri, yurttaşlık haklarının siyasallaştığının göstergesidir. Chartist hareket başarılı olamasa ve bastırılsa da söz konusu taleplerin birçoğu kanunlaşmıştır. Yüzyıl boyunca halk hareketleri yurttaşlık biçimlerini genişletmeye, onları siyasal olarak etkin hale getirmeye devam etmiş ve yenilgilere rağmen yurttaşlık hakları evrensel olarak tanınmaya başlamıştır (Foweraker and Landman 1997, 13). Gerekli yapısal değişiklikler olmadan siyasal hakların –tüm hak setlerinin– özünde geçersiz olacağı geçerli ve haklı bir iddiadır. 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyılda eğitimin yaygınlaşması ve sanayi devriminin yarattığı sonuçla örneğin eşit ücret talebi, bu yapısal değişikliklerden sayılabilir. Pınar Uyan-Semerci’nin (2010, 69) belirttiği gibi “…Siyasal ve sosyal olarak tanınmak, yurttaş olmanın tüm haklarından yararlanmak ve ekonomik alanda tam olarak toplumsal yaşama katılabilmek için gereken miktarda geliri olmak olarak da tanımlanabilir. İşgücü piyasası dışında kalma, ekonomik alandan dışlanmanın ötesinde sosyal hayatın dışında kalma, yurttaş olarak tanımlanan kişi ve grupların ‘yurttaş olamama’sıyla sonuçlanır.” Sivil ve siyasal hakla277 Yurttaşlık ve Toplumsal Hareketler: Toplumsal Mücadeleler Bağlamında Gelişen ve Değişen Hakların Tarihsel Değerlendirmesi rın, kaynakların sosyal dağılımı noktasında ne kadar etkili olduğu veya maddi imkanlar yaratılmadan bu hakların varlığının ne ölçüde etkili olabileceği anlamlı bir sorudur ve bu sorulara olumlu yanıt vermek mümkün görünmemektedir. Ekonomik ve sosyal haklar için mücadele de aslında bu amaca yönelmiştir. Sivil ve siyasal hakların kullanımı için gerekli olan zemin; ancak eğitim, sağlık, barınma, sağlıklı beslenme vb. yaşamsal önemdeki hakların sağlanması ile yaratılabilir. Kapitalist toplumsal biçimlenmenin etkisi de düşünüldüğünde, bir statü olarak yurttaşlık haklarının eşitliği ancak vaad edebileceği, fakat asla tam anlamıyla kuramayacağı (Béteille 1996, 520) bir kez daha hatırlanmalıdır. Ekonomik eşitlik için mücadele, işçi hareketini yurttaşlık hareketinin önüne katmıştır. Sendikalar ekonomik mücadelenin ve bu yeni haklar setinin kollektif olarak talep edilmesinin en temel örgütleri olarak, 20. yüzyıl toplumsal mücadelesinde önemli yer tutmuştur. Sosyal hakların gelişmesinde de sendikalar önemli bir rol oynamıştır. Sendikalar Birinci Dünya Savaşı öncesinde büyük grevlere giderek, sosyal hak taleplerinin karşılanması için hükümetleri baskı altına almıştır. Hükümetler üzerinde uluslarası bir otoriteye sahip olan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) bu gelişmelerin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeler kapitalizmin bulunduğu aşamadaki yapısal koşullarının ve buna karşılık gelen bir egemen sınıf stratejisinin sonucudur, ancak egemen sınıfları bu hamleye zorlayan bir sınıfın ve sınıfsal talebin olduğu da tarihsel olarak açıktır. İkinci Dünya Savaşı ile birlikte sosyal haklar mücadelesi sendikaları aşarken ve daha fazla siyasallaşırken, sosyal demokrat partiler bu mücadelenin örgütsel zemini olmaya başladılar. Burada Marshall’ın evrimci anlayışını tekrar hatırlatmak gerekir. Çünkü bu anlayış, kendisinin siyasal vizyonuyla yakından ilgilidir. Marshall sosyal adaletin ve eşitliğin, hakların gelişmesi ve genişlemesiyle elde edileceği düşüncesindedir ve bu anlamda sosyal demokrat bir siyasal zeminde durmaktadır. Hatta Marshall’ın yapıtlarından, daha fazla demokratikleşmeyle sosyalizme yaklaşılacağını ya da ulaşılacağını düşündüğü sonucu çıkarılabilir. Marshall, yurttaşlık kavramıyla liberal kapitalizmin sorunlarına çözüm bulmaya çalışmaktadır (Kaya 2006, 100). Marshall’a göre haklar daima gelişmeye devam ederler. Gerçekten Avrupa sosyal demokrat partileri de bu yönde ilerlemiş ve yapısal bir dönüşümü hedeflemeden, sosyal adalet ve hak mücadelesi vermişlerdir. Hakların toplumsal çatışmalara bağımlı şekilde gelişmesi, yurttaşlığın olumlu bir ilerleme sergilediğini değil; yapısal ve konjonktürel ko278 Yurttaşlık ve Toplumsal Hareketler: Toplumsal Mücadeleler Bağlamında Gelişen ve Değişen Hakların Tarihsel Değerlendirmesi şullara bağlı olarak değişebileceğini ve geriye gitme potansiyelinin olduğunu anlatır. Modernite ve modern yurttaşlığa getirdiği eleştirilerle tanınan Agamben (tarihsiz) bu noktada önemli deliller sunmaktadır: “Birinci Dünya Savaşı ile birlikte birçok Avrupa devletinin vatandaşlarını vatandaşlıktan çıkaran ya da ulusal haklarından mahrum bırakmalarının önünü açan yasalar çıkarmaya başladığını belirtmek önem arz etmektedir. Bunların ilki 1915 yılında Fransa'da, "düşman" kökenlere sahip vatandaşlara ilişkindir; bunu 1922'de savaş esnasında "ulus aleyhinde" eylemlerde bulunmuş olanların vatandaşlığa kabul edilmesini yürürlükten kaldıran Belçika örneği takip edecektir; 1926'da İtalya'daki faşist rejim "İtalyan vatandaşlığına layık olmadıklarını" ortaya koyan vatandaşlar hakkında benzer bir kanun berıimsemiştir; 1933 yılında sıra Avusturya'ya gelmiş ve bu silsile, Alman vatandaşlarını tam vatandaşlar ve siyasal haklardan mahrum vatandaşlar şeklinde ikiye bölen 1935 tarihli Nürnberg Yasaları'na kadar devam etmiştir.” 1945 sonrası dönemde ve özellikle 1960’larda sosyal yurttaşlık fikri refah devletiyle özdeşleşmiştir. Refah devleti, kapitalizmin dönemsel krizine ve özellikle de işsizlik krizine bir yanıt olarak ve Keynezyen ekonomik modele uygun bir siyasal rejim olarak ortaya çıkmıştır. Uyan-Semerci’nin (2010, 58) belirttiği gibi, “…Adil bir ücret, çalışma ve sosyal güvenlik hakkı; grev ve toplu sözleşme hakkı; sendika ve örgütlenme hakkı; iş kazaları ve meslek hastalıkları; çocuk ve genç emeğine dair düzenlemeler sosyal hakların çalışma yaşamına dair kapsadığı alanlardır.” Refah devleti tarafından güvence altına alınan sosyal haklar, sınıflar arası eşitsizliklerin giderilmesi yönünde büyük bir adım olmuştur, ancak bu sadece yöneten sınıfların arzusu ile değil, işçi sınıfının örgütlülüğünün sonucu olarak gerçekleşmiştir. Yurttaşlığı birey ile devlet arasında bir anlaşma olarak görürsek; refah devleti yurttaşlığının, bireyi devlete karşı hakları bağlamında güçlendirdiğini görürüz. Başka bir deyişle, refah devleti ve toplumsal zorlamalar, kurallar ve sınırlar hesaba katılmaksızın yurttaşlığın standartlarını değiştirmiştir. Sosyal yurttaşlık, hükümetleri toplumun bütün üyeleri için asgari bir yaşam standartını sağlamaya zorlayarak, devletin yurttaşa karşı yükümlülüklerini arttırmıştır (Klausen 1995, 249). 1980’lerle birlikte siyasi ve ekonomik politikaları yeni sağ hükümetler belirlemeye başlamışlardır. Bu politikaların temel amacı ise, devletin üzerinde çok yük olduğu ve sistemi krize 279 Yurttaşlık ve Toplumsal Hareketler: Toplumsal Mücadeleler Bağlamında Gelişen ve Değişen Hakların Tarihsel Değerlendirmesi soktuğu gerekçesiyle bir önceki dönemin refah hizmetlerinin kesilmesidir. Bunların başında da işçi sınıfına ve sendikalara verilen ayrıcalıkların kaldırılması gelmektedir. Offe (aktaran Turner 1990,195), bu çalışmada da savunulan ana fikrini destekler bir şekilde, refah devletinin çöküşünün gerekçesi olarak örgütlü işçi sınıfı hareketinin ve sınıf temelli siyasetin geriye düşüşünü görmektedir. Çağdaş Yurttaşlık ve Haklar Yeni sağ ideoloji ve yönetim biçimi ile yurttaşlığa içkin olan içerme ve dışlama mantığında belirgin bir dönüşüm yaşanmaktadır. Özkazanç’ın (2009, 263) ifadesiyle “Modern siyasal toplum tekil çıkarlardan kısmen bağımsız bir ortak alanın varlığına dayanmıştır. Modernliğin başlangıcından bu yana temel yörünge giderek daha fazla kesimi ve tekil çıkarları bu ortak alana çekerek içermek yönünde olmuştur. Refah devleti bu içerme mantığının doruk noktasını temsil eder. Yeni sağ ile birlikte bu tarihsel çizginin tersine çevrilmeye başlanması sözkonusudur.” Bu yeni içerme-dışlama modelinin, yeni yurttaşlık modelinin dışlayıcılığı; refah devletinin içerici sosyal yurttaşlığına tam bir tezat oluşturmaktadır. Yine Özkazanç’tan (2009, 262) alıntılarsak, “…Yeni sağın dışlama söylemleri çoğalıp çeşitlenirken, dışlanan kesimlere ve özellikle kentsel şiddet hareketlerinin arkasındaki güç olan en alttakilere yönelik baskının dozu da giderek artar.” Yeni sağ dönüşüm yurttaşlık haklarının kırılganlığını gözler önüne sermiştir. Neo-liberal hegemonya özellikle işçi sınıfı açısından bir takım kazanılmış hakların sonu olurken, haklardaki bu aşınma toplumsal muhalefetteki düşüşle paralel olarak ilerlemiştir. Bunun yanısıra, özellikle Batı dünyasında 11 Eylül’den sonra hegemonik olan güvenlik vurgusu ile ifade özgürlüğü veya seyahat özgürlüğü gibi en temel sivil hakların bile mutlak mevcudiyetinden söz edilemez olmuştur (Yeğen 2005,75). Bazı hak kategorilerinde aşınma ve geriye gidişler olurken, bugün farklı toplumsal kesimlerin yeni hak talepleriyle gündeme geldiklerini görüyoruz. Yeni sosyal hareketler sivil, siyasal ve sosyal haklar dışında da farklı hak kategorileri ortaya çıkarmıştır. Kültürel haklar, kimlik hakları, çevre hakları ve insan hakları bu yeni talepler arasında sayılabilir. Neo-liberalizme ve küresel kapitalizme karşı sınıfsal, kültürel, cinsel, dinsel, etnik vb. temellerde ortaya çıkan mücadeleler; söz konusu yeni hak taleplerine yön vermektedir. Mevcut eşitsizliklerin giderilmesi isteği, yeni sosyal hareketler ışığında yeni yurttaşlık tanım280 Yurttaşlık ve Toplumsal Hareketler: Toplumsal Mücadeleler Bağlamında Gelişen ve Değişen Hakların Tarihsel Değerlendirmesi larını ve statülerini gerekli kılmaktadır. Yurttaşlık tanımı da değişmeksizin kalmamaktadır. Bölgesel yurttaşlık, küresel yurttaşlık, ulus-ötesi yurttaşlık gibi ölçek temelli ya da çokkültürlü yurttaşlık, radikal demokrat yurttaşlık gibi içerik temelli kavramsallaştırmalar günümüz yurttaşlık literatüründe yerlerini almışlardır. Refah devleti modelinin çöktüğü bu dönemde, küreselleşme karşıtlığı veya neo-liberalizme karşı mücadeleler, toplumsal ilişkilerin yurttaşlığa yansımasının belirleyicisi olmuştur denilebilir. Sonuç Bu çalışmada ana hatları bakımından ve Marshall’ın haklar setine referanslarla hakların ve yurttaşlık kavramının tarih boyunca nasıl ve ne biçimde değişikliğe uğradığı ortaya konulmuş ve toplumsal mücadelelerin ve grup çatışmalarının bu alanda oynadığı rol tartışılmıştır. Marshall, öznelerin etkisiyle hakların sürekli geliştiğinin iddia ederken, Yeğen’in altını çizdiği yurttaşlığın diyalektik ve paradoksal özünü gözden kaçırmaktadır. Buna ek olarak, Marshall’ın yurttaşlık tezi özellikle günümüz yurttaşlık kavramına yön veren kültürel haklar, cinsiyet, din vb. temelli hak taleplerini ve insan haklarını kapsamaktan çok uzaktır (Kaya 2006, 101). Kısacası toplumsal dinamikleri yakalamak noktasında zayıf kalmaktadır. Turner’a (1993, 2-3) göre vatandaşlık analizi, hak ve ödevlerin hukuksal içeriği yanında, bu pratikleri şekillendiren toplumsal güçlerin ve faydaların-kaynakların dağıtılmasını sağlayan toplumsal düzenlemelerin analizini de içermelidir. Dolayısıyla vatandaşlığın siyasal toplumu kuran bir söylemsel pratik olmanın yanısıra, toplumsal iktidar mücadeleleri bağlamında değerlendirilmesi gerekir. Bu anlamıyla Marshall’ın sivil, siyasal ve sosyal hakların ilerlemeci bir çizgide birbirini tamamlayan yurttaşlık tanımı yetersiz kalmaktadır. Diğer taraftan, yurttaşlığı sadece bir hakim sınıf stratejisi ya da kapitalizmin gelişim evrelerinde aldığı çeşitli biçimler olarak görmek; tarihsel süreç içerisine toplumsal aktörlerin rolünü görmezden gelme ve yapısalllığa boyun eğme sonucunu doğurabilir. Balibar’ın da belirttiği gibi “Vatandaşlık salt bir egemenlik aracı olamaz, çünkü tanımı kesin ve sabit olmayıp, sürekli bir mücadelenin konusudur” (Özkazanç 2009, 255). Çalışma boyunca yurttaşlığın toplumsal çatışmalardan beslenen dinamizmine vurgu yapılmış, yurttaşlık haklarının ve ona özgü hak kategorilerinin yapısal koşullar ile öznel müdahaleler arasındaki düzenlilik ve denge arz etmeyen ilişki çerçevesinde şekillendiğinin altı çizilmiştir. Böylelikle hakların alındığı 281 Yurttaşlık ve Toplumsal Hareketler: Toplumsal Mücadeleler Bağlamında Gelişen ve Değişen Hakların Tarihsel Değerlendirmesi mı yoksa verildiği mi karşıtlığı üzerinden oluşan yaklaşımları aşmaya yönelik tartışmaların bir kez daha gündeme gelmesi hedeflenmiştir. Kaynakça Agamben, Giorgio. “Biz Mülteciler”, http://www.scribd.com/doc/28355579/Agamben-BizMulteciler. Béteille, André. 1996. The Mismatch between Class and Status. The British Journal of Sociology v.47, n.3: ss. 513-525. Foweraker, Joe ve Landmann, Todd. 1997. Citizenship Rights and Social Movements: a Comparative and Statistical Analysis. New York: Oxford University Press. Ikeda, Satoshi. 2004. “Imperial Subjects, National Citizenship, and Corporate Subjects: Cycles of Political Participation/Exclusion in the Modern World-System”, Citizenship Studies v.8, n.4: ss. 333-347. Işın, Engin. 1999. “Citizenship, Class and the Global City”, Citizenship Studies v.3, n.2: ss. 267283. Kartal, Filiz. 2010. “Giriş” ve “Dışlayıcı Bir Kurum Olarak Yurttaşlığın Evrimi: Polis’ten Küresel Düzene” Yurttaşlık Tartışmaları : Yeni Yaklaşımlar içinde, ed. Filiz Kartal, Ankara : TODAİE. Kaya, Ayhan. 2006. “Yurttaşlık, Azınlıklar ve Çokkültürcülük” 2006. Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar içinde. İstanbul:İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Klausen, Jytte .1995. Social Rights Advocacy and State Building: T. H. Marshall in the Hands of Social Reformers. World Politics, v. 47, n. 2. (Jan.): ss. 244-267. Mann, Michael. 1987. Ruling Class Strategies and Citizenship. Sociology v.21, n.3:339-354 Marshall, Thomas Humphrey ve Bottomore, Tom. 2006. Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar. İstanbul:İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Marshall, Thomas Humphrey. 1992. Citizenship and Social Class. London: Pluto Press Özkazanç, Alev. 2009. “Toplumsal Vatandaşlık ve Neo-liberalizm Sorunu”, SBF Dergisi, 64\1. Turner, Bryan Stanley. 1990. “Outline of a Theory of Citizenship”, Sociology v.24, n.2: ss. 189217. Uyan-Semerci, Pınar. 2010. “Demokratik ve Hakkaniyetli Bir Toplum İdeali: Ekonomik-Sosyal Haklar ve ‘ Yurttaş Olabilme’” Yurttaşlık Tartışmaları : Yeni Yaklaşımlar içinde, ed. Filiz Kartal, Ankara : TODAİE. Yeğen, Mesut. 2005. “Yurttaşlığın Diyalektiği, Yurttaşlığın Trajedisi”, Amme İdaresi Dergisi v.38, n.1: ss. 69-87. 282