altZine: Üç Aylık Kültür ve Edebiyat Dergisi
Transkript
altZine: Üç Aylık Kültür ve Edebiyat Dergisi
Kahvaltı Simit ile Kuru Mama - Rosalino Levantino Cafe Mandala - Orhan Cem Cetin Ara Sıcaklar Azdan Seçmeli Yemek Listesi - Akın Çetin Rüzgarı Yemek Gerek - Borga Kantürk Çorbalar BM Dünya Gıda Programı’ndan (WFP) Suriyeli Sığınmacılara Gıda Yardımı - Berna Çetin Diktatörler Ne Yer? - Özge Dinç altZine Üç Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi Ücretsiz Yaz 2015 Şehir // Yemek Sayı Editörleri Engin Türkgeldi Özge Calafato Yayın Kurulu Ümit Aykut Aktaş Su Başbuğu Sanem Bozkurt Özge Calafato Hande Ortaç Aylin Sökmen Engin Türkgeldi Tasarım&Uygulama Su Başbuğu Zeytinyağlılar Yemekyemek - Hekim Ali Babacan Ben Gidiyorum - Mevsim Yenice Salatalar Pazar Yerleri - Jasmin Traub Yöresel Tatlar Ne Yersen O’sun - Sanem Bozkurt Sindirim Sistemi - Engin Türkgeldi Yiyon Yiyon Kilo Almıyon - Ümit Aykut Aktaş Etsiz Yemekler Bir Vejetaryenin Paris Sevgisi - Tuğba Çelik Ya Evde Yoksan - Engin Barış Kalkan Etli Yemekler Bayram Sofrası - Hande Ortaç Istanburger - Aylin Sökmen Metropol, Geçmiş ve Roman: Et Üzerine Bazı Geçişler - Mert Tanaydın Tatlılar Andre ile Akşam Yemeği, Nick Cave’le Yağ Sürülmüş Ekmek - Nil Kural Karnı Delik Şehir - Firuz Kutal Soğuk İçecekler Mahrumiyet ve Hasret Anıları - Özlem Yüksel Isırık - Engin Turkgeldi Sıcak İçecekler Nassaulu İsa - Fuat Sevimay Şehrin Oburları - Özge Calafato [email protected] www.altzine.net Şerbetler Bir Tabakta Aynaya Bakmak - Yekta Kopan İşte bir mevsim daha döndü ve yeni altZine ikinci sayısı ile yaza hazır. altZine, 2015 yaz sayısında Şehir ve Yemek ilişkisini masaya yatırıyor. Yemek; temel ihtiyaç, lüks, zevk, ıstırap, mutluluk, eksiklik, kültür, gelenek, değişim, statü, kimlik, üretim ve tüketim olarak karşımıza çıkabilen zengin bir kavram. Biz de meyhanelere, hamburgercilere, kafelere, mülteci kamplarına, pazar yerlerine, bayram sofralarına, işporta tezgâhlarına, tatlıcılara, asker mutfaklarına uğrayan, kimi zaman evlere kimi zaman uzak ülkelere uzanan bu sayımızda yemeklerin şehri, şehrin de yemek alışkanlıklarımızı nasıl tanımladığını ve tabii bu etkileşimin merkezindeki insanı anlamaya çalıştık. Lezzetli olduğu kadar doyurucu bir sayı hazırlamak üzere birlikte yola çıktığımız, altZine’e yazı, çizim ve fotoğraflarıyla katkıda bulunan tüm dostlarımıza ve 2015 yılı itibariyle dönüşen altZine’i bu süreçte yalnız bırakmayan tüm okurlarımıza sonsuz teşekkürlerimizle. Afiyet şeker olsun Engin Türkgeldi & Özge Calafato 2 Simit ile Kuru Mama Metin ve Fotoğraflar: Rosalino Levantino Martıların simide, kedi ve köpeklerin kuru mamaya talim ettikleri dönemden epey önceydi. Babamın eve getirdiği tahin ile pekmezi karıştırmak, lunaparkta yağlı boyalarla simetrik resimler ortaya çıkarmak kadar büyüleyici, kaymağı özenle sıyırdıktan sonra yoğurttan bütün aileye yetecek miktarda ayranı elbirliğiyle hazırlamak, laboratuvarda kimyasal deney yapmakla eşdeğerdi. Adalardaki çam ormanlarına dadanan kese böcekleriyle mücadele o zamanlar DDT ile yapıldığından ilaçlama sırasında biz de nasibimizi alır, pek umursamazdık; biz hâlâ hayattayız, böcekler de büyük yangından geriye kalan tek tük çamda direniyor… Kışın, havanın çok soğuk olmadığı cumartesi veya pazar günleri günübirliğine adaya giderken Mısır çarşısından ucuz balık ne varsa, birkaç kilo alınır, bazen de bir miktar koyun akciğeriyle Sarnıç Sokağı ve çevresindeki kedilerin menüsü hazırlanırdı. Yetmişli yılların sonuna doğru Burgaz’a kasvetli bir hava hâkim olmuş, adayı 74’ten sonra terk eden Rumların gazına gelen babam iki katlı ahşap evimizi satıp istemeye istemeye Yunanistan’a göç etmeye hazırlanıyordu. Adada sık sık toplanan “anarşistler” güvenlik kuvvetlerinin dikkatini çekmiş, ufak çaplı bazı çatışmalar sonrasında Burgaz’ın tekinsiz atmosferi babamın tedirginliğini arttırmıştı. Sait Faik’in bahçesi o zamanlar uzun saçlı bir insanın sevişme sonrası hâline benziyordu, oysa Mehmet bey, döküntüleri mermerlerini lekelediğinden hafta içi biz yokken, bahçemize sızıp ceviz ağacımızı kökünden kesmişti. Bir azınlık olarak fazla söz hakkı olduğunu düşünmeyen babam durumu polislere ihbar etmekten imtina etmiş, oysa yıllar sonra duyduğum kadarıyla aynı komşu akabinde Yıldız’ların koca dut ağacına da kıymıştı. Tabii ki biz 3 çocuklara olumsuzluklar mümkün olduğunca hissettirilmemeye çalışılıyordu ama biz yine de hâlimizde bir eğretilik sezinliyorduk. Her şeye rağmen, kısa bir süre sonra oraları terk edeceğimizi bile bile Sarnıç Sokağında kumanya dağıtmaya aynen devam ettik. Adaya istavrit veya hamsiyle vardığımızda kedileri çiğ balıkla beslemek gayet kolay oluyordu, oysa akciğerlerin fazlasıyla iptidai mutfağımızda haşlanması anneme ekstra bir angarya anlamındaydı, kokusu da cabası… Hiçbir kedinin yazın bile evimizde yaşamasına izin verilmezdi ama mutlaka bir esas kedimiz, bir de yıllardır tanıyıp sevdiklerimiz vardı. Yemek dağıtımı yapılırken tüm bildiklerimizin beslendiğine emin olmak için pisipisi diye nefesimizi tüketene kadar neredeyse bütün mahalleyi dolaşır, bir tanıdığımızı bulamazsak üzülürdük. Tek gözüne perde inmiş kedim Pisinelo bir ara görünmez olmuştu. Siyah ve gri tüyleri uzun, kuyruğu da gayet gösterişli, terbiyeli, sevimli ve sevecen bir yaratıktı. Aradan bir hafta geçtikten sonra ortaya çıktı fakat gayet hâlsiz ve zayıf görünüyordu, üstelik ağzı hep açıktı. Önüne konan yemeğe tenezzül etmemesi de iyiye işaret değildi. Aradan on beş gün daha geçince zayıflık hâli belirginleşti. Miyavlamaya çalışıyor, mütemadiyen açık duran ağzından belli belirsiz bir ses çıkıyordu. Yemeğe deli gibi saldırıyor ama yiyemiyor, su da içemiyordu. Ben onu sevmek ve sakinleştirmek için yakalamaya çalışıyordum ama aynı yerde sabit durması mümkün değildi. Bir hafta sonra huzursuzluğu iyice artmış, oradan oraya koşturuyor, fakat hâlâ ne yemek yiyebiliyor, ne de su içebiliyordu. Bir süre daha 4 5 geçtikten sonra babam Pisinelo’nun ağzında bir sorun olduğuna delalet etti ve artık yakalanması iyice imkânsızlaşmış olmasına rağmen arkadaşım Jean-Luc, atik hareketleri sayesinde onu boynunun arkasından tutarak zapt etmeyi başardı. Babamın amacı ağzına buco bleu damlatmaktı, Pisinelo çırpınıyor, bir deri bir kemik kalmış olmasına rağmen delice bir enerjıyle elimizden kurtulmaya çalışıyordu. Babam, “Çenesini arkadan tut ve ağzını açmasını sağla,” diyordu, ama Pisinelo’yu kontrol etmek imkânsızdı. Jean-Luc kendini tırmalatmamak için uğraşırken söylenenleri uygulamaya çalışıyor, kedinin paniği hepimizi telaş içinde bırakıyordu. Sonra, tam olarak ne olduğunu anlamadığımız bir anda Pisinelo’nun ağzından bir şey havaya fırladı ve aynı anda babam ilaç şişesinin neredeyse tümünü kazara kedinin boğazından aşağıya döktü. Pisinelo aniden sakinleşti, oturarak yutkunmaya başladı, dakikalarca aynı hareketi sürdürdü. Ağzından çıkan, tavuğun boğazındaki kemiklerden biriydi, sonradan öğrendiğimiz kadarıyla yuvarlak şekli ve dört yana ayrılan çıkıntılarıyla kedilerin boğazına da tam oturan ve onlara asla yedirilmemesi gereken bir kemikmiş. Pisinelo bir süre daha yutkunduktan sonra önce uzun uzun su içti sonra ufak parçalara bölünmüş yemeğini yedi, birkaç sene daha yaşamayı başardı ama biz de artık o mahallede yoktuk. Neyse ki ihtilal sayesinde Yunanistan’a göç etmemize gerek kalmamış, sadece Gezinti Caddesi’ne taşınmamız yetmişti. 11 Eylül akşamı doldurduğum hayatımın ilk sportotosu, sokağa çıkma yasağı yüzünden bayiye ulaşmamış, benim de ilk ve son teşebbüsüm olarak kalmıştı… Şimdiki kedilere bakıyorum da, görünüşleri, duruşları, tavırları, hatta pozları bana bildiğim kedilerden farklı geliyor, acaba yediklerinin bunda payı var mıdır acaba? Ya martılara ne demeli? Battal boy olan yerlileri bir tarafa bırakırsak, ufak tefek ve sevimli olan diğer martılar, yazları kuzey ülkelerine göç ettiğinden, susamın ve hamurun bedenlerine etkileri fark edilip bazı bilim odaklarınca incelemeye alınırsa, bu tip beslenmenin tabiatlarına zararları ortaya çıkarılabilir. Bunun neticesinde Türkiye uluslararası bir adalet makamında, bu sefer de doğanın dengelerine zarar vermekten mahkum edilebilir. Bu tazminat ödense de ödenmese de korkarım ki, Şehir Hatları vapurlarındaki alkollü içecek ve sigara yasağına bu vesileyle bir yenisi eklenir, çoğu Arap olan turistleri mutsuz etme pahasına martılara simit atma yasağı çok dilli anonslarla patlak megafonlardan tekrar tekrar duyurulur… 6 Cafe Mandala Orhan Cem Çetin 7 Azdan Seçmeli Yemek Listesi Akın Çetin Sevgili Sevgili, Günün olayına çok güleceksin. Sonrasında gezegende bana en çok değer veren insan olduğun için ülkenin öbür ucundan birkaç kilo mandalina göndermek isteyeceksin. Koltuğunu dik konuma getir lütfen, olay şu: Yapılan aramada üç mandalinayla yakalandım, mandalinalarıma el konuldu ve çöpe atıldılar. İnsanın mandalinayla ne alıp veremediği olur, anlayabilmiş değilim. Manav gibi gezinmeseymişim, hemen yeseymişim. Mutlu zamanlarımda kendimi ödüllendirmek için saklıyordum o mandalinaları! Akşam yemeğinde şunlar vardı: Kıymalı çorba, patatesli börek, mercimek. Evet, Kıymalı çorba (Böyle deyince suratının buruştuğunu görür gibiyim). Bu dediğim şeyin aslının düğün çorbası olduğunu söyledi bir arkadaş. Kıyma yerine et olması gerekiyormuş, öylesi daha güzelmiş. Böyle su gibi değil de daha kıvamlı, pul biberli derken masanın kenarından kaptığı gibi bolca pul biber serpti çorbaya. Karıştırıp tadına baktı ama hoşnut kalmadı. Ben dokunmadım çorbaya. Aslında almazdım bile ama komutan başımızda durup her yemekten almamız konusunda kesin emir verdi. Bu çorbayı niye yaptıklarını bilmiyorum. Her seferinde iki karavana da olduğu gibi çöpe gidiyor. Biz de bir kısmını ayırıp, içlerine ekmek doğrayıp köpeklere veriyoruz. Patatesli böreğin hamuru acayip sertti. Senin dişlerin nasıl keskindir bilirim ama sen bile kemirmekle uğraşmazdın. Patatesin miktarını sorarsan, o konuda hiç de cimri davranmadıklarını söyleyebilirim. Kenarlarından taşıyor. İstanbul pastanelerinin 8 poğaçalarından, böreklerinden yakındığım zamanları hatırlıyorsundur. İçine bir şey koymadıklarını, sadece koklattıklarını söylerdim. Neyse ki burada öyle bir şeyle karşılaşmadım hiç. Kantinin içli simitleri gerçekten içli. Ağzına değişik bir şeyler gelmesi için ortasına ulaşmayı beklemen gerekmiyor. İlk ısırıkta sucuğa, peynire ya da zeytine ulaşabiliyorsun. Geleyim mercimek yemeğine. Burada bulunduğum süre içerisinde mercimek yemeğiyle üçüncü ya da dördüncü kez karşılaşıyorum. Büyüklerimin yıllardır anlattıklarına göre az yani. O değil de geçen gün canım nasıl karışık tost istedi anlatamam! Ve bizim taburda tost satılmıyor! Subay Gazinosu’nda belki vardır ama çevrem o kadar geniş değil. Bizim komutandan istesem yardımcı olabilirdi ama onunla da yüz göz olasım yok. Ben ne yaptım dersin, oturdum karışık tostla ilgili iki sayfalık yazı yazdım. Böyle şeyler geldi mi üst üste gelir, bilirsin. Karışık tosta dair hislerim yerini senin makarna salatana bıraktı. O kırmızı biberleri hoşuma gitmediği için doğramıyordun artık. Fakat sen seviyordun biberleri. Benim için doğramadığın gibi ben de senin için doğramalıydım. Bunu biraz geç fark ettim. Biraz değil epey geç fark ettim. İlk fırsatta makarna salatası yapacağız ve içine o koca kırmızı biberlerden de doğrayacağız. Benim tabağıma karışan biberleri senin tabağına transfer edeceğiz, hepsi bu. Bu kadar basit işte. İnsan kaşarlı kuşbaşılı pideyi özleyip de hüzünlenir mi yahu? Askerdeyken hüzünlenir işte. Zaten insan yanıbaşında ne yoksa onu özlüyor. Yarım günde hazmedemediğimiz, gecenin bir vakti midemizden gırtlağımıza doğru tırmanan lahmacunları bile özlüyorum. Dalgınlığım yüzünden yanında ayran sipariş ettiğim mantıyı, otelin karşısındaki köftecide acı sosla birlikte gömdüğümüz köfteleri, güneşin batışına doğru götürdüğümüz tatlıları... Tatlı deyince burnumun direği sızladı yine bak! Yukarıdan aşağıya üç, soldan sağa dört sıra bisküvi. En alttaki yarımlık yere enlemesine dizilmiş üç adet bisküvi. Üstteki katta aynı mantık tersten işleyecek. Çünkü katlar sağlam olmalı! Yarım tencere süte bir paket çikolatalı, bir paket de bitter çikolatalı dökülmeli ve tozu ciğerlere çekilmeli. Önce açık, sonra kısık ateşte yoğunlaşıncaya kadar karıştırılmalı. “İçine biraz sevgi kattık” esprisi olmazsa olmaz. Burada bisküvi pastası arayacak kadar aklımı yitirmedim henüz. İçinde pirinç tanesi bulduğum sütlacı öpüp başıma koyuyorum zaten. Geneli cıvık pudingden hâllice çünkü. Şöyle bir göz atınca biraz isyankâr bir mektup olduğunu fark ettim. Bakma yazdıklarıma, çoğu abartı, durduk yere haksızlık etmeyeyim şimdi. Birilerinin meslekleri gereği yüzlerce kişiye yemek hazırlaması başka bir şey, karı kocaların yiyecek içecek hazırlama anlarını ufak çaplı bir ayine dönüştürmeleri çok başka bir şey. Sorun biraz da seninle birlikte zirveye ulaşmış olmam. 9 Senden sonra düşüş başladı hâliyle. İnsan senin yemeklerini yedikten sonra buradakilerle karşılaşınca orduya dava açsam kazanırım herhâlde diye iç geçiriyor ister istemez. Bir de ‘sevdiğim herkes ve her şey dünyanın öbür ucunda hissi’ böyle bir şey midir diye düşünüyor. Not: Bakla ile yapılacak kestane şekerine benzer bir şeyden söz etmiş miydin, yoksa bunu şu an ben mi uyduruyorum? Yerim, Sevgilin. 10 Rüzgarı Yemek Gerek Borga Kantürk Her günün sabahı Bir yerden diğerine doğru serilmek. Geceden gündüze başlayan gündelik serüven. İştahsız bir tekrar. Yatağa serilmek ile yeni güne serilmek arasında yaşanan sersemlik hissi… Açlık bile daha başlamamış. Mütevazi bir yelkenli ile denize açılan, üstüne üstlük Okyanus aşırı bir seyahati göze alan o gezgini düşün. Serüven, seyahat fikrine olan açlığını. Zamanı anlamsızca yiyip tüketmek… Aslında burası belirsiz, zamanla beraber sen mi ufak ufak kemiriliyorsun? Parçalara bölünüp yutuluyorsun? 11 Yoksa zorla önüne konan bir zaman aralığı öğütmen parçalaman gereken mesailer mi var. Zaman dâhil herkes birbirini yiyor! Lezzetsiz bir koşuşturma. Senin adına organize edilmiş planlanmış zamanın oburca tüketilmesini Hatta seninle birlikte tüketilmesini seyretmekten bıkkın aynı güne seriliyorsun. Başlangıcı geciktirdikçe, sana ayrılan yeme, atıştırma zamanını bu aralıklarda dalıp gitme, zihninde serüvenlere yelken açma boşluğunu giderek daraltıyorsun. Apar topar bir hazırlık, peynir dilimi, raftaki bıçak, tarihinin geçmediğini umut ettiğin bir dizi sandviç ekmeği, peçeteler, yemeye zamanın kalmıyor çoğunlukla, yolda yanında taşımak için şeffaf plastik torba, her güne bir adet. İş günlerinde hep bir tükenmişlik sendromu, iştahsızlık Yolda acıkırsın, neyse ki vapurla seyahat ediyorsun, Deniz üzerinde mesafeler ve zaman daha da belirsizleşiyor, bir nevi kısa da Olsa gündelik egzersiz olarak o denizci, gezginin hissine yakın olabiliyorsun. Bugünde yaşıyor olmak için, mutlu bir serüven anı yakalamak için. Yemek yemeye girişmek bir çözüm olamaz ancak tek sığındığın kendine ait kopardığın zaman o yeme hazırlığını yaptığın süreçler. Seni ve beynini vahşice yemeye çalıştıkları saatsizce her daim aç gözlü bir şekilde kemirdikleri o kavgacı ortamdan hızlıca uzaklaşmak istiyorsun. Yelken açmak, denizlerin zamansızlığını rüzgârın sakinliğini aramak var zihninde, Sıkılgan rüzgârlar esiyor içerden, sen inatla işe giderken havalanmış, dalgalanan Saçını yatırmaya çalışıyorsun, çantana attığın üçgen tost, unutmaman gereken Anahtar, çünkü diğer güne uyanacağın yer aynı yer, dönüşü olan yolculuğa Çıkıyorsun neticede. Hafta sonunu bekliyorsun. En azından güne serilip engin bir yemek masasında açılmak, çok derine gitmeden, huzurluca kahvaltını bitirmek, peçetelerini sakin sakin tabağa bırakmak. Biraz olsun seni yiyip bitiren zamanı sakinleştirmek. Beraber küçük ısırıklar almak, uzlaşmak... 12 BM Dünya Gıda Programı’ndan (WFP) Suriyeli Sığınmacılara Gıda Yardımı Yazı ve Fotoğraflar: WFP/Berna Çetin Suriye krizi beşinci yılına girerken Suriye içinde yerinden edilen veya komşu ülkelere sığınmak zorunda kalan Suriyelilere yardım için ulusal ve uluslararası pek çok kuruluş seferber oldu. Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı (WFP) da bu kuruluşlardan biri. WFP, Mayıs 2012’de Türk hükümetinin yaptığı çağrının ardından, Ekim 2012’de gıda yardımını uygulamaya koydu. WFP, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı’nın (AFAD) kontrolünde Kızılay ile birlikte gerçekleştirdiği E-Gıda Kartı Programı sayesinde şu an 11 kampta yaklaşık 154 bin sığınmacıya gıda yardımında bulunuyor. WFP, AFAD ve Kızılay ile işbirliği çerçevesinde kamp dışında yaşayan ihtiyaç sahiplerine de ulaşarak benzer bir uygulamayı hayata geçirmeyi planlıyor. Yine yerel ekonomiye katkıda bulunacak bir sistemle en çok ihtiyaç içinde olanları belirleyerek gıda yardımında bulunacak. Yayladağı Kampı 13 Suriye’deki şiddetin artmasına paralel olarak nüfusun diğer komşu ülkeler gibi Türkiye’ye akışıyla kamp ve şehir nüfusları sürekli bir şekilde artıyor. Bugün savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin sayısı 1.8 milyonu aştı. Böylece Türkiye en çok Suriyeli sığınmacı barındıran komşu ülke hâline geldi. Kızılay ve WFP’nin işbirliği, insanların acılarını önlemek, hafifletmek ve saygılı, itibarlı destek programlarıyla insanların hayatlarını ve geçimlerini korumak gibi ortak amaç ve değerlere dayanıyor. Dört yılı aşkın süredir devam eden kriz nedeniyle milyonlarca Suriyeli yerinden edildi ve gıda yardımına ihtiyaç duyuyor. Bu büyük miktardaki yardımlar için de sürekliliği olan kaynaklar gerekiyor. Bağışçıların bugüne kadar yaptığı cömert yardımların artarak devam etmesi hayati önem taşıyor. Çünkü özellikle çocukların sağlıklı bir gelişim göstermesi, insanların sağlıklı beslenmesi için bir defaya mahsus değil her gün, günde üç öğün yiyeceğe ihtiyaçları var. Yayladağı Kampı Hikâyeler ve Umutlar Suriyeli sığınmacıların her birinin benzer kaçış hikâyeleri ve benzer umutları var. Her biri ya bir bombanın evlerini harap etmesiyle ya da ailelerine zarar geleceği korkusuyla bir anda karar verip Türkiye’ye gelmiş. Her ne kadar kamplarda Türk hükümetinin ve BM kuruluşlarının yardım faaliyetleri olsa da sonunda krizin sona ermesini ve kaldıkları yerden hayatlarına devam etmeyi istiyorlar. Hepsinin hayali çocuklarının kendi topraklarına güvenle yaşamaları. Latakya’dan gelen Azize’nin iki çocuğu var, eşi Suriye’de kalmış. En çok zorlandığı şey çocukları hastayken tek başına onlarla ilgilenmek. “Hasta olduklarında günlerce uyumuyorum,” diyor. Kaldığı Islahiye kampı sınıra çok yakın. Bu nedenle onla konuşurken bombalamaları duyuyoruz. “Bomba seslerini duyduğumda sanki benim başıma düşüyor. Sonra eşimi arıyorum, içim biraz rahatlıyor,” diyor. Tüm bu endişeleri arasında onu rahatlatan iki şey var, biri kampta aldığı örgü dersi, diğeri de gıda yardımı: “Örgü örmeyi kampta öğrendim, öğretmenim ve annem çok yardımcı oldu. Kazaklar, şallar örüyorum, beni meşgul ediyor. Gıda yardımı sayesinde de en azından çocuklarımın beslenmesi için endişe etmiyorum.” Boynuyoğun kampında yaşayan Nejla ise iki çocuk annesi ve üçüncüyü bekliyor. Bir ağabeyini kaybetmiş, annesi de bu yüzden 14 Suriye’yi terk etmiyor. Nejla annesi için endişe duyuyor. Nejla için e-gıda kartı programı aynı zamanda geçimlerine yardımcı oluyor, çünkü eşi Nidal, program kapsamında kampta açılan markette çalışıyor. Abdulkerim, karısı ve üç çocuğuyla Suriye’den gelmiş. “Evimize 20 metre uzaklıkta bir tank patladı, biz de kaçmak zorunda kaldık,” diyor. Ancak evli olan üç kızı hâlâ Suriye’de. Ülkesindeki günlerini özlemle anıyor: “Bahçem, zeytin ağaçlarım vardı. Zamanımın çoğunu orada geçirirdim. Şimdi onlara ne olduğunu bilmiyorum. Tüm olanları anlamakta zorlanıyorum. Biz kardeştik. Ama şimdi ülkemizden kaçmak zorunda kaldık. Ve çok özlüyoruz.” Ayyuş, 80 yaşında, sevgi ve umut dolu. Bir oğlunu kaybettikten sonra kendini torunlarına adamış. Fotoğraf çekmek için izin istiyorum, fotoğrafın bir kopyasını da kendisi için istiyor, böylece ülkesine döndüğünde bizi hatırlamak istediğini söylüyor, “Türkiye’yi çok seviyorum. WFP’yi bize gıda yardımı yaptığı için çok seviyorum. Kalbimde herkes için yeterince sevgi var. Burada yiyip içiyoruz, mutluyuz, bir tek ülkemizi özlüyoruz.” Tek isteği torunlarının kötü olan her şeyden uzak olması ve sağlıklı bir şekilde büyümesi. Kendisi için istediğiyse torunlarına bakabilmek için ömür. Yayladağı Kampı Suriye Mutfağının Leziz Yemekleri Sığınmacılara gıda yardımı için verilen e-gıda kartları, onların kendi damak tatlarına uygun yöresel yemeklerini pişirmelerini sağlıyor. Suriye, zengin bir mutfağa sahip. Bu nedenle kamplarda dolaşırken çadırlardan, konteynırlardan yayılan yemek kokularının peşine düştüğümüzde birbirinden lezzetli yemekler piştiğini görüyoruz. Böylece Suriyeli sığınmacıların kamplarda yapmaya devam ettikleri geleneksel yemeklerinden oluşan bir yemek kitabı projesi doğuyor. Kurum içinde proje diğer ülkelerle de paylaşılıyor ve projeyi WFP’nin global web sitesine taşıma fikri ortaya çıkıyor. Her Perşembe www.wfp.org adresinde yenilenen Voucher Chef bölümünde Suriyeli sığınmacıların yaptıkları yöresel yemekler ve aşçının kişisel hikâyesi anlatılıyor. Misafirlere sunulan özel yemeklerden hastalara yapılan şifalı çorbalara, herkesin bildiği falafelden özel baharatıyla yapılan kepsiye kadar birçok yemek tarifi ve bu yemek tariflerini veren aşçıların hikâyelerini web sitesine taşıyoruz. Falafel, kepsi, lahmussiniye, meymuni, mulhiye, shurbitruz, zırhk, kufte, maklube, tebbuli tarifini 15 aldığımız, tadına baktığımız, aşçısının hikâyesini dinlediğimiz yemekler. Suriye yemeklerini merak edenler ve denemek isteyenler için bir tarifi de paylaşalım ama önce aşçımız Nejla’nın hikâyesini okuyalım. Nejla’nın Hikâyesi Nejla 32 yaşında, bir oğlu ve bir kızı var, bir de bebek bekliyor. İdlib’in Cişri Şugur kasabasından 4 yıl önce Boynuyoğun kampına gelmişler. 6 aylık hamile olmasına rağmen çok zayıf olduğu için anlaşılmıyor. Eşi Nidal, çok az yemek yediğinden şikâyet ediyor. Savaşta erkek kardeşini kaybetmiş. Annesi de bu yüzden Suriye’yi bırakmıyor, Nejla annesi için çok endişeleniyor. “Her yerde tanklar vardı ve evlerimize girmeye başlamışlardı. Çok korktuk, kaçmak zorunda kaldık.” Kaçışlarını böyle anlatıyor. Geldiğinden beri hiç Suriye’ye gitmemiş. Annesini ve ülkesini özlese de gidip ziyaret edemiyor: “Annem ve kız kardeşlerim orada. Erkek kardeşim Şam’da öldürüldü, bu yüzden de annem Şam’da kalmak istiyor. Telefonda çok kısa konuşabiliyoruz. Gidip göremiyorum çünkü savaş devam ediyor.” Günleri Suriye’dekine benzer geçiyor: çocuklarıyla ilgileniyor, yemek pişiriyor, temizlik yapıyor, kamptaki komşularıyla sohbet ediyor. Eşi kamptaki markette çalışıyor. E-gıda kartı programı bu yüzden Nejla’nın ailesi için ayrı bir önem taşıyor. Nejla, e-gıda kartını sıcak yemek verilmesine tercih ediyor: “Çocuklarım ne istiyorsa onu pişirebiliyorum. Allah’a şükür istediğimiz yemekleri pişirip yiyebiliyoruz. Suriye’de kalsaydık yemek bulmakta zorlanırdık. Oradaki akrabalarım yiyecek bulmanın çok zor olduğunu söylüyorlar.” Konuşmasından, gözlerinden, ülkesini ne kadar özlediği anlaşılıyor Nejla’nın. Yemek pişirip komşularıyla vakit geçirerek normal bir hayat sürdürmeye çalışıyor. KEPSE Nejla’dan Seviye: Zor Hazırlık Süresi: 15 dakika Pişirme Süresi: 45 dakika Kişi: 6 Malzemeler: Bir bütün tavuk, 5-6 karanfil tanesi, 1-2 defne yaprağı, 1 soğan, karabiber, kırmızı biber, tarçın, 1 kilogram pirinç. Sos: 2-3 soğan, 3 kırmızı tatlı biber, 3 yeşil tatlı biber, 2 domates. Tavuğu büyük bir kaba alın, karanfil, defne yaprağı ve diğer malzemeleri ekleyip haşlayın. Haşlandıktan sonra küçük parçalara ayırın. Haşladığınız tavuğun suyunu saklayın. Soğanları, kırmızı ve yeşil biberleri küçük küçük doğrayın. Bir tavaya yağ koyup doğradıklarınızı tavada çevirin. 5 dakika kadar pişirin. Yarım kilo domatesi rendeleyin. Bunu da tavaya aktarıp 5 dakika kadar pişirin. Tavuk parçalarının yarısını bir 16 tencereye alın. Kepse baharatından ekleyin. Tavuk suyunu tencereye aktarın. 1 kilo pirinci yıkayıp tencereye koyun. Pirinçler pişene kadar orta ateşte ocakta pişirin. Kalan tavuk parçalarını ekleyin. Kepse özel günlerde pişiriliyor. Ama Nejla, çocukları sevdiği için sık sık pişiriyor. Tavuk kullanıldığı için pahalı bir yiyecek: “Bu yemeği Türkiye’ye gelmeden önce bilmiyordum. Suriye’deyken eşim bir restoranda çalışıyordu ve bize oradan yemek getiriyordu. Bu yüzden Suriye’deyken çok yemek yapmazdım. Şimdi yemek pişirmeyi seviyorum çünkü böylece vakit çabuk geçiyor.” Yayladağı Kampı E- Gıda Kartı Programı Nedir? WFP ve Kızılay’ın işbirliğiyle geliştirilen e-gıda kartı programı ile Suriyeli sığınmacı ailelere e-gıda kartı dağıtıldı. 2012’de başlayan program, 2014 yılında tüm kampları kapsadı. WFP tarafından Kızılay kartına aylık kişi başı 50 TL yatırılıyor. AFAD da AFAD kartıyla gıda ve gıda dışı ürünler için 35 TL yardımda bulunuyor. Kamp içinde kurulan ve şehir merkezlerindeki anlaşmalı marketlerden bu kartlarla alışveriş yapılabiliyor. Böylece Suriyeli sığınmacılar kendi damak tatlarına uygun yöresel yemeklerini pişirebiliyorlar. Ayrıca alışverişe gitmek ve yemek yapmak da kamp ortamında yaşayan sığınmacılar için sosyal bir aktiviteye dönüşüyor. Sığınmacılar, sıcak yemek dağıtımı yerine e-gıda kartını tercih ettiklerini belirtiyorlar. Son olarak program direkt olarak yerel halkı etkiliyor çünkü ödenekler tamamen yerel esnaf tarafından sahip olunan, yönetilen ve tedarik edilen dükkânlarda kullanılıyor. 2014 Yılı Rakamları 2014 yılı boyunca Türkiye’de 21 kampta yaşayan yaklaşık 220 bin Suriyeli sığınmacı WFP’nin gıda yardımından yararlandı. Yıl boyunca gerçekleştirilen gıda yardımı, yakla-şık 160 milyon öğüne denk geliyor. Sadece 2014 yılında e-gıda kartına yüklenen toplam para, 65 milyon doların üzerinde. WFP Türkiye Temsilcisi Jean-Yves Lequime, “Suriye krizinden kaçmak zorunda kalanlara gıda yardımında bulunmak için Türkiye’de AFAD ve 17 Kızılay ile işbirliği içinde çalışmaktayız. Bunlar ortaklarımızla birlikte gerçekleştirdiğimiz çalışmalar. Ortaklarımıza ve bağışçılarımıza bu başarıya ulaşmamızı mümkün kıldıklarından dolayı içtenlikle teşekkür ediyorum. Bizim için en büyük ödül ortaklarımızla işbirliği içinde hayatlarına dokunduğumuz çocukların yüzlerinde gördüğümüz gülümsemelerdir,” dedi. WFP global faaliyetlerini desteklemek üzere birçok ülkeden gıda satın alımı yapıyor. Türkiye 2014 yılında gıda malzemeleri satın alıp bunların dağıtılmasında dünyadaki temel ülkeler arasında bir numara oldu. Türkiye’den satın alınan gıda malzemelerinin yaklaşık yüzde 60’ı Suriye içine ve bölgedeki ülkelere gönderiliyor. WFP, 2014 yılında Türkiye’den 273 milyon doların üzerinde gıda satın alımı yaparak global gıda yardımı faaliyetlerinde kullandı. Gıda satın alımı ve e-gıda kartı programıyla birlikte WFP tarafından Türkiye ekonomisine aktarılan miktar, yaklaşık 2014 yılı içinde 340 milyon dolar. 2011’de krizin başlamasından itibaren WFP, savaşa ve ulaşım problemlerine rağmen Suriye içinde yerinden edilmiş milyonlarca kişinin ve Türkiye, Lübnan, Ürdün, Irak ve Mısır’da yaşayan milyonlarca Suriyelinin gıda ihtiyaçlarını karşılamada başarılı oldu. Akçakale Kampı Karkamış Kampı Öncüpınar Kampı Viranşehir Kampı 18 Diktatörler Ne Yer? Özge Dinç Yemek dosyasına daha iştah açıcı bir konuyla katılmak isterdim, ama elimde değil, diktatörlerin nasıl beslendiklerini merak ediyorum. İşte yakınlarda çıkan Diktatörlerin Akşam Yemeği kitabından öğrendiklerimden bazıları: Mussolini’nin canı sadece çiğ sarımsak çekiyor, Ugandalı diktatör İdi Amin, “İnsan eti sevmiyorum, bana çok tuzlu geliyor,” diyor, Hitler vejetaryen olmasına rağmen içi doldurulmuş güvercine dayanamıyordu. Aslına bakarsanız küçücük gezegenimizde hepi topu 7 milyar insanız ve pek çok yönümüzle birbirimize benziyoruz. Ancak bin yıllardır icat ettiğimiz alanlar, birbirimizden ayrıldığımız noktalara odaklanıyor ve böylece farklı yönlerimize bakarak kendimiz hakkında da bir miktar bilgi sahibi olabiliyoruz. İnsanı sınıflandırmak için ırkı, ten rengi, boyu, inancı, dili ve coğrafyası yanında karakteri hakkında sınıflandırma yapabilmek için sevdiği renkten tutun, yüz şekline; tercih ettiklerine ve etmediklerine bakılıyor; el yazısı inceleniyor. El yazısından karakter analizi yapılır da, insanın günde en az üç öğün yaptığı bir eylem karakterini belirlemez olur mu? Gastronom Anthelme Brillat-Savarin, 1826’da söylemişti ilkin: “Bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” Savarin diyordu ki, tercih ettiğin yemek senin kim olduğun ya da en basit hâliyle ruh durumun hakkında bilgi verir. Bugün ise iddianın biraz daha ileriye gittiğini görüyoruz. Son yılların ünlü İngiliz televizyon programının sloganını hatırlayın: You are what you eat. (Ne yersen osun.) Bu söz tercih ettiğimiz beslenme tarzının kimliğimizi dahi belirleyebileceğini söylüyor. Bugün dünyanın her yerinde bu sözü temel alan kitaplar yazılıyor, 19 yayınlar yapılıyor. Vejetaryenlikle ilişkilendirilen ve bu sözü destekleyen teori, et ağırlıklı beslenmenin insanı zamanla hafif anlamıyla asabi kıldığı, sebze ağırlıklı beslenmeninse daha sakin biri yaptığı fikrinde. Nitekim bazı öğretilerde yemek ve iştahla ilgili yasaklar, bu inanışın bir benzeri. İnsanın karakterinin yedikleriyle şekillendiği yahut da karakterimize uygun yediğimizi düşününce akla mühim bir soru geliyor: Peki darbelerle ülkenin başına geçmiş ve nice hayatı karartmış diktatörler nasıl besleniyordu? Beslenme tarzları bizden çok mu farklıydı? Melissa Scott ve Victoria Clark’ın yazdığı Diktatörlerin Akşam Yemeği adlı kitap, diktatörlerin yemek alışkanlıkları, sevdikleri yemekler, sofraları, hatta midebağırsak sorunları hakkında bilgi veriyor; yemeklerin tariflerini de olabildiğince sunuyor. (Niye “olabildiğince” olduğunu yazıyı okudukça anlayacaksınız.) Yemek alışkanlıklarına sahip Avrupa, ABD, Asya, Orta Doğu, Afrika’dan 26 diktatörün yer aldığı kitabı incelediğimizde gördüğümüz şey, dünyanın farklı coğrafyalarında yetişmiş diktatörlerin ortak bir alışkanlıklarının olmaması. Ama nihayetinde Ne yersen osun ya da Neysen onu yersin sözlerini adeta kanıtlayan bir ortak noktaları var: Kesinlikle normal olmamaları… Midemde Bir Tuhaflık Bir diktatör olduğuna kimsenin itiraz etmeyeceği Hitler’in -bütün tezleri çürütecek şekilde- vejetaryen olduğunu duymayan kalmadı. Adolf Hitler’in vejetaryen olmasının birkaç tahmini sebebi var. İlki ıstakoz ve kaz gibi hayvanların soyunun tükenmesi karşısında duyduğu endişe, ikincisi en sevdiği anti-Semitist besteci Wagner’in de tezi olan, insanlığın doğasının vejetaryen olduğu, ama yamyam Yahudiler onları etoburluğa zorladıkları için ete alıştığı ve saflaşması için doğaya dönmesi gerektiği, üçüncüsü ise, bildik bir sebep: Kronik kabızlık sorunu. Ama Hitler’in vejetaryenlik konusunda fanatik olduğunu söylemek güç; çünkü diktatörün en sevRio de Janeiro diği yemek, dil, ciğer ve fıstıkla doldurulmuş güvercin yavrusuydu. Diktatörün sofra alışkanlıkları ise, gerçekten tiksindiriciydi. Sofrada et yiyenlere çatalı bıraktırana kadar mezbahalarda gördüklerini anlatan Hitler, midesini kekle doldurur, kalabalık bir sofrada bile tırnaklarını yer, sık sık burnunu karıştırırdı. 20 En büyük korkusu yemekten zehirlenmek olduğu için on beş kişilik bir çeşnici takımı oluşturmuştu. Korkmakta haklıydı, zira savaştan sonra bu takımdan sadece birisi sağ çıktı. Gürcü asıllı Sovyet diktatör Josef Stalin’in Hitler’in korktuğu şeyi yaşadığı, yani zehirlenerek öldüğüne dair söylentiler varsa da, onun oburluğunu ve ziyafetlerini bilenler rahatlıkla yemekten ve içmekten öldüğünü söyleyebilir. Sabahlara kadar içki içilen, atıştırmak için altı saatte yenebilen yemeklerin piştiği sofralarında, Stalin masadaki misafirlerin kalkmasına izin vermez; kaba konuşur, memurlarına domates fırlatır, masadakilerin dans etmesini ve şarkı söylemesini zorunlu tutardı. Bu ‘Zorla eğleneceksin!’ masalarında Sovyet devlet adamı Kruşçev’in altını ıslattığı bile söylenir. Ünlü İtalyan diktatör Benito Mussolini, İtalyan mutfağına en az Stalin’in Gürcistan mutfağına düşkün olduğu kadar bağlıydı; ama bir obur sayılamazdı. Patates püresinin baş ağrısı yaptığını söyler, Ciambellone kekine bayılırdı. En sevdiği yemek, yağ ve limon eklenmiş çiğ soğanlı salataydı. Kâsenin tamamını yer, canı sadece kâseler dolusu çiğ sarımsak çekerdi. Soğan ve sarımsak yeme işini öyle abartmıştı ki eşi onu odasında yalnız bırakıp çocuklarının odasına saklandığını aşçılarına itiraf etmişti. Sağlıklı beslenmeye özen gösteren Rumen diktatör Nikolay Çavuşesku, yalnız şaraba dayanamazdı. Ancak onun sağlıklı beslenmesinin ardındaki sebep, zehirlenmekten duyduğu korkuydu. Asla bir yabancının yaptığı yemeği yemez, resmi ziyaretlerde kendisine sunulan her şeyi yere fırlatırdı. Yemekler odasına şifresi günlük olarak değiştirilen, kapalı bir el arabasıyla getirilirdi. Yine yurtdışı gezilerine bir kimya mühendisi ve laboratuvarıyla birlikte gider, midesine gidecek her lokmayı analiz ettirirdi. Irak diktatörü Saddam Hüseyin’in zehirlenme korkusuna bulduğu çare, biraz daha ilginçti. Sarayındaki yirmi mutfak çalışanı, bilim adamları tarafından iyice kontrol edilmiş gıdalarla yapacağı yemekleri günde üç kere aynı anda pişirmek zorundaydı. Saddam, formda olmak istediği için yediklerine dikkat ediyordu. Bedevi yemeklerini, deniz ürünlerini ve sebzeleri seven Saddam için gıda malzemeleri dünyanın farklı ülkelerinden gelir; diktatörün takıntısı yüzünden mutfağındaki yemek her zaman taze olurdu. Saddam, her zaman yemeğin yarısını tabağında bırakır, çatal bıçaklar iyice temizlenmemişse yemek yemezdi. Kendisini rahatlattığı için mutfağa girip yemek de yapan Saddam’ın bir keresinde yemek yerken ağzındaki zeytin çekirdeklerini tek tek tükürüp ‘Bir gün İsraillileri topraklarından böyle çıkaracağını’ söylemesi ise unutulmaz anılar arasına girmişti. 21 Libya lideri Muammer Kaddafi’nin yemekte görmeye dayanamadığı şey, Batı’nın ürettiği kola idi. Kaddafi deve sütü, deve etli kuskus ve geleneksel yemeklere bayılır; asla içki içmez, ama İtalyan yemeklerine dayanamazdı. Atıştırmalıklar söz konusu olduğunda hiçbir diktatör Malavi lideri Hastings Kamuzu Banda’nın eline su dökemezdi; çünkü Banda, kurutulan ve atıştırmalık olarak tüketilen mopane solucanlarına bayılırdı. Hatta bu atıştırmalığı gezilerde yanında taşıyıp çocuklara da ikram ettiği söylenir. Diktatörler arasında en gösterişli ve ilginç isimlerden birisi ise, Jean-Bédel Bokassa’ydı. Bokassa, yamyamlığıyla ünlü M’baka kabilesinden geliyordu. Hükümdarlık yıllarında da bu sebeple sık sık buzdolabındaki cesetlerden bahsediliyordu. Bokassa iddiaları reddetse de, bir ziyafette Fransa Gelişme Bakanı’na “Fark etmediniz, ama törende insan eti yediniz,” demesi, kafaları allak bullak etmişti. Yamyam olduğu söylenen bir diğer diktatör de Ugandalı lider İdi Amin’di. Yıllarca İngiltere kraliçesine aşk mektupları yazan İdi Amin, yemek konusunda pek İngiliz âşığı sayılmazdı. Uganda’nın ünlü yemeklerinden kızarmış çekirgeler ve cırcırböceklerine bayılan Amin, özellikle portakala o kadar düşkündü ki cinsel iştah uyandırdığını düşündüğü için günde kırk tane yerdi. Yamyam olup olmadığı sorusuna da “İnsan eti sevmiyorum, bana çok tuzlu geliyor,” cevabını vermişti. Ekvator Gine’nin ilk başkanı Francisco Macías Nguema da yamyam olduğu bilinen isimlerden biriydi. Batı tıbbını yasaklayan, büyücülüğün yeniden yükselmesine neden olan liderin, insan kafataslarından oluşan bir koleksiyonu olduğu söyleniyordu. İboga gibi kök kabuğu olan uyuşturucu maddeleri o kadar çok kullanıyordu ki, sonunda gerçekleşmesi imkânsız absürt emirler veriyordu. Nguema bu uyuşturucu maddeler sebebiyle akşamları hayali misafirleriyle hayali yemekler yiyordu. Etiyopya lideri Mengistu Haile Mariam, Etiyopya’yı kasıp kavuran, bir buçuk milyon insanın ölmesine neden olan kıtlıkta, dünya çapında yapılan yardım kampanyalarına rağmen lüks ihtiyaçlarından vazgeçmemişti. Birleşmiş Milletler yetkilileri, ülkenin üzerinden uçan uçaklarda iskelete dönmüş çocuklar için tahıl yerine, Mariam için lüks viskiler taşındığını görmüştü. Şüphesiz diktatörler arasında en “iştahsız” isim Ganalı diktatör Kwame Nkrumah’tı. Günde 18 saat çalışan, kafası sürekli politikayla meşgul olan Nkrumah, gençliğinden itibaren çok az yemek yemişti. Öğrencilik yıllarında Fransa’nın ucuz kafelerinde çay içmekle yetinen Nkrumah’ın asıl merakı ise çöplerden topladığı balık kafasıydı! Kamboçyalı diktatör Pol 22 Pot’un favori yemeği, Nkrumah’ı aratmıyordu. Geyik eti, yaban domuzu, Çin şarabıyla yıkanmış meyvenin yanında yemeyi en sevdiği şey içine kan konmuş beyaz şarapla sunulan kobra yılanı yahnisiydi. 25 sene yıkanmayan Çin lideri Mao Zedong, yemeğe karşı şaşırtıcı derecede özenliydi. Yiyeceği besinler ve en sevdiği çay olan Dragon Well özel bahçelerde yetiştirilirdi. Diktatör, taze balık yemeye o kadar düşkündü ki uzun süren yolculuklarda balığın canlı kalması için oksijenli torbanın başında duran bir görevli olurdu. Yemeği sipariş ettikten sonra yirmi dakikadan fazla beklemezdi. Ömrü boyunca bağırsak sorunu yaşayan diktatörün bir oturuşta bir kilo yahni ve üzerine bir tavuğu yiyebildiği söyleniyordu. Yemek yerken uyuyakaldığında ağzındaki lokmaları almak görevi ise misafirlere kalırdı. Yine de elbette kapris konusunda kimse Kuzey Kore’de Sevgili Lider olarak anılan, doğumu müjdelenen, üç haftalıkken yürüyen ve sekiz haftalıkken konuşan Kim Jong-il’i geçemezdi. Dünyanın en gurme diktatörlerinden biri sayılan Kim Jong-il’in yemekle ilgili kitaplar içeren geniş bir kütüphanesi vardı. Lider, büyükelçiliklerden yerel lezzetleri göndermelerini istiyor, özel aşçısı onun için dünyanın her yerinden nadir lezzetleri buluyordu. 10 bin şişe iyi şarabın bulunduğu mahzeni kadar sağlığını koruma-sı için yüzlerce çalışanı bulunması da dikkat çekiciydi. Kim Jong-il’in tabağına aynı büyüklük, şekil ve renkte pirinçler konması için bir kadın ordusu işe alınmıştı. Diktatör, dünyanın en lüks suşisini yapması için bir suşi ustasını çağırmıştı. Bu ustaya göre diktatör, balığı hâlâ canlıyken ve hareket ederken yemekten hoşlanırdı. Hepsini okuyunca siz ne düşündünüz bilmiyorum. Bu kadar bilgiden bile pek çok çıkarım yapılabilir. Benim aklıma takılansa, diktatörlerin talihsiz çeşnicibaşılarına sorulsaydı kim bilir daha neler anlatacakları… 23 MUSSOLINI’NİN DAYANAMADIĞI KEK: CIAMBELLONE Malzemeler: 500 gr un 3 yumurta 150 gr şeker 240 ml süt 120 ml zeytinyağı 1 limon kabuğu rendesi 240 ml mistra (anason likörü) 1 paket kek mayası Hazırlanışı: Fırını önceden 180 derecede ısıtın. Yumurta, şeker, süt ve yağı geniş bir kâsede karıştırın. Karışıma limon kabuğu rendesini ve likörü ekleyin. Ardından yavaş yavaş unu ve mayayı ekleyin. Kek kalıbını yağlayıp unlayın. Karışımı kalıba dökün ve üzerine şeker serpin. Kalıbı fırına koyup yarım saat boyunca fırını hiç açmadan pişirin. Keki, kürdan yardımıyla kontrol ederek ortası kuru, üstü altın rengi olana dek pişirmeye devam edin. Dilimleyin ve servis edin. 24 Yemekyemek Hekim Ali Babacan Saçağın altında, yağmuru ve envaiçeşit nemi emmekten iyice mantara dönmüş sebze kasasının üstünde sigarasını içiyordu. Önce sigarasından, dumanı dışarı verdikten sonra da şehrin pisliğini bir anda siliveren sağanak yağmur kokulu havadan derin bir nefes çekti. Yanı başındaki çöp poşetlerinden her daim yükselen ekşi kokuları bile bir nebze olsun azaltmıştı yağmur. Kapıyı açıp içeriye çağırdıklarında sigarası yarı bile olmamıştı daha. Kaldırımdaki eksik parke taşlarından birinin çukuruna dolmuş yağmur suyuna nişan aldı yarısı içilmiş sigarayı. Tutturamadı. İçeri girince hemen duvardaki saate baktı. Daha neredeyse bir saati vardı. Ellerini önlüğüne silip tezgâhta bekleyen siparişleri alırken başka bir garson dışarı sigara içmeye çıktı. Tıpkı pencerelerinin baktığı sokak gibi dar ve uzundu lokanta. Dar ve uzun bir sokaktaki bu dar ve uzun lokanta, yılın hiçbir zamanı güneş almazdı neredeyse. Sadece belli saatlerde, belki yirmi dakika, taş çatlasın yarım saat güneş görürdü. O da doğrudan değil de, karşıdaki iş merkezinin aynalı camlarından yansıyan güneş sayesinde. Siparişi lokantanın en sonundaki cam tarafında olmayan masaya götürdü. Adam başıyla teşekkür anlamına gelen bir hareket yaptı. O da aynen başıyla önemli değil anlamına gelen bir hareket yaparak karşılık verecekti ama birden duvardaki pano aklına geldi. İşe girdiğinden beri bir yıl geçmişti ama bir kere bile ayın elemanı seçilememişti. Başlarda gerçekten istiyordu ayın elemanı olmayı. Orada fotoğrafının bir ay boyunca asılı kalması ufak da olsa gurur veriyor olmalıydı. “Arada sırada uğrayan tanıdıklara gösterir, havamı atarım,” diye düşünüyordu. Hem ayın elemanına yarım maaş ikramiye de veriyorlardı. Başarı belki önemli 25 değildi ama maaşı az bile olsa bu ikramiye çok önemli sayılırdı. Fakat sonraları içine bir karamsarlık çöktü. Her ay seçilmeyi umup seçilmedikçe hevesi daha da kırıldı. Yine de vazgeçmedi. Artık bu onun için onur meselesine dönüşmüştü. Sadece seçilmek istiyordu. Paradan çoktan vazgeçmişti. Para falan istemiyordu. Sadece o panoda bir ay, hatta bir gün asılı kalsın istiyordu fotoğrafı. Belki bu şekilde onu birileri görürdü artık. Artık bu daracık lokantanın içinde kıvrılıp duran bir solucan gibi hissetmek istemiyordu kendini. Adamın baş işaretli teşekkürüne mırıltı hâlinde “Afiyet olsun,”diyerek cevap verdi. Yan masaya bakan garson panodaki ayın elemanıydı. Müşterinin isteklerine bin bir türlü yaltaklanmalar, ezilip büzülmeler, reverans yapmalar, hayhaylamalarla cevap veriyordu. Ayın elemanını boş gözlerle izlerken o da bir anda arkasını döndü ve göz göze geldiler. Kendi gözlerinin aksine cin gibi gözlerle bakıyordu etrafına. “Bak da müşteriye hizmet nasıl oluyormuş öğren!” der gibi küstahça göz kırparak mutfağa yöneldi. Bu sırada az önce dışarı çıkan garson geri dönmüştü. Bir iki dakikadır fıldır fıldır etrafına bakan bir müşteri onu görünce hemen seslendi. Dışarıda ince ince yağmur yağıyordu. Zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. İnsanlar sürekli yiyorlardı. Masalar hiç boş kalmıyordu. Sanki anlaşmışlar gibi daha biri kalkarken kapıdan yeni biri giriyordu. Tıpkı yollar ve arabalar gibi diye düşündü. Bazen sabah erkenden yol kenarındaki bir banka oturur ve yoldan geçen arabaları seyrederdi. Belki saatlerce. Trafik ışıkları da olduğu hâlde yol bir anlığına bile boş kalmazdı. Baktığı yöne doğru hep bir trafik akışı olurdu. Şehirdeki bütün arabaların o yönde gittiğini düşünürdü. Sonra karşı şeride baktığında orasının da hiç boş kalmadığını görürdü. “Yoksa bu arabalar sadece hareket hâlinde olmak için mi hareket ederler? Başka bir amaçları yok mu?” derdi kendi kendine. Ardından da bunları düşünmenin saçma olduğuna kanaat getirince kalkardı banktan. Hava çoktan kararmış olurdu. Hangi arabanın ne zaman ne yöne gideceğini ve hangi insanın ne zaman nerede yemek yiyeceğini bilemezdiniz. Onları izlediğinizdeyse sanki bütün arabaların o yolda, o yöne doğru gittiğini; bütün insanların aynı lokantada yemek yediğini sanırdınız. Bir garson telaşla yanından geçerken düşüncelerinden sıyrıldı. İlk önce ne olduğunu anlayamadı. Müşterilerden biri, garsona çorba çamur gibi olduğu için bağırıyordu; öbür müşterilerse, iyi küçük çocuklar, kötü küçük çocuğun azarlanmasını işitecekmiş gibi afallamış ama sırıtkan bir yüzle adamı dinliyorlardı. Yanından geçen garsondu bu. Ağlamaklı olmuştu. Yenisini getirmeyi teklif eden garson 26 İllüstrasyon: Hekim Ali Babacan hemen masadaki çorbaya saldırdı. Ama o kadar heyecanlıydı ki çorbayı olduğu gibi kızgın adamın kucağına boca etti. Kızgın adam, kucağına dökülen kızgın çorbayla daha da hiddetlenmişti. Eli ayağı titriyordu garsonun. Hemen koşa koşa biri geldi. Ayın elemanı... Artık alenen ağlayan garsonu gönderdi ve kızgın müşteriyle ilgilenmeye başladı. Sonra onu gördü. Yanına çağırdı. Sanki ona emir verme yetkisi varmış gibi. Halbuki aynı pozisyondaydılar. Adamın üstünü temizlemesi için bir bez getirmesini söyledi. Bezi almaya gittiğinde vakit gelmişti. Vardiyayla beraber temiz bezi de yeni gelen arkadaşına teslim etti. Önlüğünü ve iş kıyafetini çıkarıp dolabına astı. Kendi kıyafetlerini giydi. Ortaya genel bir ‘iyi akşamlar’ diyerek dışarı çıktı. Yağmur yağacağını tahmin etmediğinden sadece ceketle gelmişti. Ceketin yakasını kaldırdı. Kız arkadaşı karşı kaldırımda elinde şemsiyeyle bekliyordu onu. Koşarak yanında gitti. Öpüştüler. Küçük bir derenin nehre dökülmesi gibi, daracık sokaktan muazzam geniş caddeye aktılar. “Ne yiyelim?” dedi kız. Kızın elinden tuttu. Cadde üstündeki büyük bir fast food restoranına girdiler. Masaya otururlarken bir garson kız yanlarına geldi. “Nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. * Siparişleri aldı ve mutfağa gitti kız. Saate baktı. Daha iki saat vardı vardiyasının bitmesine. Paketinden bir sigara alıp arka kapıdan dışarı çıktı kız. Bir kişi daha sigara içiyordu kola tüplerinin üstüne oturmuş. Ondan aldığı ateşle sigarasını yakıp telefonunu çıkardı. İki çalmada açıldı telefon. “Ne yemek var anne? Deli gibi acıktım,” dedi selamsız sabahsız. “Sarma yaptım. Yayla çorbası var. Kızartma bi’ de…” dedi karşıdaki ses. “Uff! Çok iyi ya! Gelirken tatlı da alayım. Başka bi’ şey lazım mı?” diye sordu yine. “Yok kızım. Başka bi’ şey lazım değil.” Kapattı telefonu. İçeri girdi. Yağmur incecikten yağarken tıpkı pencerelerinin baktığı cadde gibi geniş ve uzun olan restoranın önünde 17 tane kurye motosikleti 27 duruyordu. Ben Gidiyorum Mevsim Yenice Sabah kalktım, saat yedi, günlerden pazar. Ağzımda, bir gece önce yatmadan yediğim ekşi mandalinanın asidiyle karışmış bir tat var. İştahım yine kapalı. Tatil günlerinde kurulu saat gibi erkenden uyanmak, hayata çakılıp kalmış yarış atlarının makus talihi. Tamamlamam gereken bir sürü rapor var, ayılmam gerek, beceremiyorum. Yarısı soyulmuş, kırmızı ojeli tırnaklarım sefil görünüyor. Mutfak rafına boy hizasına göre dizip ters çevirerek koyduğum bardaklardan en uzun boylusunu çekiyor ısıtıcının düğmesine basıyorum. Bardağın içindeki beyaz zeminde, halka şeklinde bir kahve lekesi kalmış. Beynim dönüyor. Tatil günlerimi bu bardakların içinde çamaşır suyu bekletmekle harcamak zorunda mıyım? Ne kadar uğraşırsam uğraşayım lekelerden kurtulamayacak mıyım? Karar verdim, ben gidiyorum. Raporları pazartesi sabahı masasında göremeyen Hülya Hanım ne yapacak bakalım? Önce asistanına beni aratacak, benim masamdan cevap alamayınca sinir kat sayısı yükselmeye başlayacak. Beyaz spot ışıklarla aydınlatılmış odama göndermeyin asistanınızı Hülya Hanım, bugün raporlardan başlayıp, üstümdeki gömleğin yamuk yakasını bahane ederek, beni o ince ses tonunuza ve ince dudaklarınızın üzerinde bir inip bir kalkan hiç almadığınız bıyıklarınıza maruz bırakamayacaksınız. Ben gidiyorum. Her pazartesi, gardımı alıp o ofise giriyorum. Birileri daha çok para kazansın diye sürekli yurt dışı pazarlama, satış raporları hazırlıyorum. “Hülya Hanım, iyice araştırdım, bu veriler doğru,” diyorum, “Yine kontrol et,” diyor. Şirkettekiler evlerine gidiyor, ben rapor kontrolündeyim. Şirkettekiler gülüyor, ben hep ağlamaklıyım. Sonuç: ertesi sabah Hülya Hanım’ın odasında, elimde hiç değiştirilmemiş verilerle yine merhaba... “Evet dediğim gibi 28 doğruymuş hepsi Hülya Hanım.” İnce sesiyle “Peki,” diyor. “Teşekkürler,” değil, sadece bir “Peki”. Buradan, sevgili aileme telefon joker hakkımla bağlanmak istiyorum Hülya Hanım, üniversite tercihlerimi yaparken, şehir dışını yazamazsın diye baskı kurdukları için, idealim olan tek mesleği, veterinerliği yazamayışım adına, hepsini sevgiyle anıyorum. Hayvanlarla uğraşmak yerine, bugün burada insan suretindeki hayvanlarla uğraşmak zorunda bırakıldığım için hepsine minnettarım ve herkesi bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum. Arkamdan dönecek dedikodu furyası şirketi aylarca oyalar, hadi yine iyisiniz, Sevda, Gamze, Hakan, öğle yemeklerinde sessizce Çin yemeklerinizi çatalla yiyip, telefonlarınızdan sosyal medya fetişliği yapmanıza gerek yok, beni konuşun. Ben gidiyorum. Anneciğim, ikinciciğin gidiyor ama üzülme, biriciğin, oğluşun hâlâ yanında. Gerçi sen ona da ihtiyaç duymazsın, güçlü kadınsın vesselam. Benim gibi her filme gözün dolmaz, her üzüldüğünde kolun kanadın kırık gezmezsin, kalkar savaşmaya devam edersin. Yaşlanınca da kimseye yük olmak istemez, gider bir huzurevine yerleşiverirsin. Ömrünü çocuklarına adamış, çalışkan, fedakar, zeki bir kadının, çocuklarına birazcık naz yapıp, birazcık yük olup belki, “evlat” gibi hissettirmeyi akıl edememesi ne kadar üzücü. Bak yine kolum kanadım kırık gezmeye yeltenecektim, sinir olacaktın, neyse ki ben gidiyorum. Elimdeki sarı kahve fincanıyla aynanın karşısında işte öylece dikiliyorum. Makyajsız yüzüm tam anlamıyla dupduru. Saklayacak bir şey yok, gülmek zorunda olmak yok, ağlarken saklanmak da yok. Ela gözlerim var ya anneannemden aldığım, en çok onları seviyorum kendimde. Ağladığımda, eskiden uçurtma uçurduğumuz bahçelerdeki, yıldız çiçeklerinin yaprakları rengi oluyor, alacalı yeşil. Bir sabah erkenden kalkıp, küçükken anneannemle yaptığımız gibi Kemeraltı’nın altını üstüne getirmek istiyorum. Havra Sokağı’ndan geçerken, köşedeki dükkândan bir kese kağıdı taze fındık alır, dolaşırken yerim. Turuncu turuncu barbunlarla, vantuzlarını ellememek için kendimi zor tuttuğum ahtapotlarla ve bir böceğin lezzetine daha çok küçük yaşlarda erişmemi sağlayan karidesle donatılmış tezgâhların arasında gezinirken, birden aklım başıma gelir, arkamı dönüp telaşlanırım, arkamda ağır ağır yürüyen ve gülümseyen anneannemi görünce içimi ferah bir esinti kaplar, huzur dolarım. Biliyor musun anneanne, en çok buna ihtiyacım var. Gidip, yıllarca tütün dizmekten nasırlanmış pürüzlenmiş sıcacık elini tutarım sonra. Havra Sokağı’nın en ünlü kasabına dalıp, cengaver gibi, beyin, işkembe, paça pazarlığına girişini izlerim gurur duyarak. Bu demektir ki, akşama yine çorba ziyafeti var. Sonra gelip geçenler saçımı okşamak isterse, asarım suratımı, huysuzluk ederim. 29 Ne demişti babam, öyle herkes herkesi öpmez, mikrop kaparız sonra. Beni öpmeye çalışan teyzelerin yanında gezinen mikropları ararım, mikrop köpek gibi bir şey herhâlde. Peynirci amcadan bir parça İzmir tulumu alır atarım ağzıma, eğer ikram eder de, anneannem göz ucuyla alabilirsin derse. Zeytinci teyzeye sordurtur anneannem “Bunlar kırma mı çizme mi?” diye. Kırması bizim hoşumuza gider bol zeytinyağlanmış tutuştururverir. Minik dişlerimle kemirerek, tatlandırırım ağzımı. Ne istersem alır benim şekerparem, birazdan maaşını çekecek ne de olsa. Sonra onun oyuncakçısına gideriz, yani yüncüler sokağına. Rengarenk yünlerin, yumak yumak dizilmiş iplerin arasında bir kedi gibi oynarken ben, o da şişleri, tığları eline alır, bir doktor edasıyla inceler, aralarından en güzellerini seçer. Eski sinagogların arasından geçe geçe ve limonlanmışsa hele... Manavların önünden geçerken, canım çekti diye erik ve acur alırız ama biliriz ki bizim bahçenin eriği de acuru da çok daha güzeldir. Pazı, ebegümeci ve ısırgan varsa tezgâhta, kaçırmaz benim tonton gurmem. Bilir ki beni yemekle fethedeceği son kale pazılı katmerdir. Sonra bir yan sokağa geçince benim yüzümde güller açar, oyuncakçılar çarşısı. Oyuncakçıların şenlikli vitrinlerinde kendimi bulup bulup kaybederken, elime seyyar tatlıcıdan aldığı şambaliyi yürürken acıkır, Kızlarağası’nın taş duvarlarının önüne gelince, içindeki avluya iner, yemek yemeye otururuz. Geçen köpeklere, kedilere boyoz ve gevrek koparır atarız. Ben her zamanki gibi kıymalı pide yerim, o da kendine bir porsiyon döner söyler. Arada da dönerinin yapraklarından ağzıma tıkıştırır. Yemek bitince, anneannem közde pişmiş orta kahvesini içer, ben limonataya talim. Akşama eve gidince de, huzurlu bir şekilde aldığımız oyuncaklara isim koyarız. Ne güzel olur değil mi anneanne? Senin 30 atmışında ölüp de, bu dünyada ki tüm kötülerin bin yaşına kadar yaşaması, bize yapılan bir haksızlık değil de ne, sen söyle? Tüm haksızlıkların gücü adına anneanneciğim, ben gidiyorum. Makyaj yapmak deyince aklıma hep aynı şarkı geliyor. Queen’den, The Show Must Go On’u açıyorum. Evin içi yüksek ses Freddie Mercury ile dolduğunda, kendi sesimi unutuveriyorum. Ahşap boy aynasının karşısına yürürken, dolaptan buz mavi kot ceketimi alıp sırtıma geçiriyorum, elimdeki ince uzun parfüm şişesini mikrofon yapıp, şarkıya eşlik ediyorum. Kalbim parçalanıyor, makyajım dökülüyor olabilir ama gülümsemem hâlâ duruyor derken, boşta kalan elimle ceketimin eteklerini havalandırıyorum ve sonra elimi yumruk yapıp havaya kaldırıyorum. Aynada ağlayacak gibi olan buruşuk yüzüm ve titreyen dudaklarımla karşılaşınca, tüm gazım birden iğne yemiş balon gibi sönüyor. Bu hep oluyor. Müziğin sesini kısıp, yaptığım işe geri dönüyorum. Sakin ol Freddie, tabii ki de şov devam ediyor, ben gidiyorum. Salondaki yarısı kurumuş deve tabanlarının, yaprakları yere dökülmüş benjamin çiçeğinin arasına saklanmış ahşap pikaba ilişiyor gözüm. Bu sefer önünden geçip gitmek yok. Yıllardır gerçek anlamda müzik dinlemiyorum. Belki de en çok bunun için gidiyorum. Hâlâ 60-70’lerin albümlerinden daha iyisini bulamadığım için, yıllardır Pink Floyd’dan bir albüm bekleyip, Endless River’la tüm beklentilerimin boşa çıktığını gördüğüm için... Hatta kesinlikle bir Floydian olabilmek için ya Roger Waters ya da Gilmour’dan birinin tarafına geçmek zorunda bırakıldığımız için gidiyorum. Gilmour, bir elveda mektubunda sana da değinmek varmış bebeğim, ben High Hopes diyeyim, sen anlarsın, ben gidiyorum. Sarman kedim Yoda, Fransız pencerenin yanındaki kahverengi sallanan sandalyede, kuyruğunu bir oraya bir buraya telaşsızca sallayarak, boylu boyunca yayılmış yatıyor. Sokaktan geçen seyyar satıcıların ve hoparlörden verilen belediye anonslarının kesik sesi, hayatındaki en büyük ahenk. Bedenimde birikmiş tüm sevgimin hemen hemen hepsini kendisine vermeme rağmen, beni hiç önemsemeyen, görmezden gelen, tırmalayan, parfüm şişelerimi kıran güzel kedim. Kedilerin sahiplerine benzediğini duymuştum, kendimi sende izlerken kendimden utanıyorum. Bir süre bakışıyoruz, sonra kulakları dikiliveriyor kapı çalınca, kargo gelmiş. Üyesi olduğum aylık dergi. Bir hevesle çeviriyorum parlak kuşe sayfaları, belki bu ay yazımı yayınlamışlardır heyecanı, her ay birbirinin kopyası sahneler... Yine yok. Bir Calvino olamayacağımın artık farkındayım. Bir Kış Gecesi, Eğer Bir Yolcu diyorsun Calvino’cuğum, idolüm, ben de yolcu yolunda gerek diyorum. Yo- daaaa, sarışınım ben 31 gidiyorum. Bir görünüp bir yok olan sevgilim Cemal, yokluğumun farkına ne zaman varırsın kim bilir. Senin için son bir dize kondurmak istiyorum satırlarımın arasına. Mektubun tek duygu dolu yanı sen ol istiyorum. “Eşiklere oturmuş bir dolu insan, keşke yalnız bunun için sevseydim seni.” Sanırım bu olmadı. “Fazıl Hüsnü diyor ki, ne diyor Fazıl Hüsnü?... Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.” Bu da olmuyor Cemal. Adaşının ağzından bir şeyler düzmek yeterli olmuyor senin için. En güzeli yeni bir şeyler üretmek. “Kelin ve göbeğin her genç kızın hayaliydi şüphesiz, ve sarımsak kokulu nefesin. Keşke yalnız bunun için terk etseydim seni.” İşte bu oldu, okudukça pipondan nefes çeker beni anımsarsın, ben gidiyorum. Sancho Panza lakabını taktığım apartman görevlimiz Sabri, artık o çanak anten görevi gören kepçe kulaklarını kapıya dayayıp, içeriyi dinlemene gerek yok. Aidatları gününde ödeyen tek enayi ben olmama rağmen, ayın ikisinde kapıma gelip, “Bu ayki aidat ne olacak?” diye soruyorsun ya, ben söyleyeyim, cehennem olsun. Albay emeklisi yöneticiye de benden selam söyle. Daire iki neden aidatları ödemiyor derse, “Kelimeler, albayım. Bazı anlamlara gelmiyor,” dersin benim yerime, ben gidiyorum. Şimdi babamı arayıp “Baba ben gidiyorum,” desem, “Ne gerek var kızım?” diyecek biliyorum. Tıpkı üniversite son sınıfta, “Londra’ya dil okuluna gönderir misin?” dediğimde, “Sen zaten hazırlık okudun İngilizcen var, ne gerek var kızım,” dediği gibi. Veterinerlik falan desem, açsam mevzuyu, “Bak ne güzel işin var, ne gerek var şimdi eskileri açmaya...” diyecek. “E baba benden kavga dövüşle, sizin verdiğiniz kararlarla çaldığınız gençliğim ne olacak?” desem, “Amaan hepimiz yaşlanıyoruz,” diyecek, neden gidiyorsun diye sormayacak bile. En güzeli siz söylersiniz kendisine. Ama hayat bu ya, bir dişli bozulur da kırılırsa çember, babam “Peki neden gidiyormuş, nereye?” diye sorarsa diye söylüyorum, siz de aynen böylece kendisine iletirsiniz. Sıkıldım... Anneannemin elinden tutup, turşu suyu içmeye gidiyorum. 32 Pazar Yerleri - Jasmin Traub - Barcelona 33 Pazar Yerleri - Jasmin Traub - Katmandu 34 Pazar Yerleri - Jasmin Traub - Ho Chi Minh 35 Ne Yersen O’sun Sanem Bozkurt Televizyonla ilk kez konuşuyor değildim. Sevimsiz politikacılara, bet sesli şarkıcılara ve yeteneksiz dizi oyuncularına pek çok kez laf atmışlığım vardı ama şimdiye kadar karşılık veren olmamıştı. Deli olmadığımı peşinen söyleyeyim. Bazı sorunlarım var elbette. Herkes gibi ben de çok yoruluyorum. Üç vasıta ile işe git, müşterileri, müdürünü memnun etmeye çalış, metro, metrobüs dolmuş üçlemesiyle tekrar eve dön, yalnız yattığın kanepede seril uyu. Üstelik bu tempoyu korkularla yaşa. Dolmuşta son yolcu bensem başıma bir şey gelir mi, metro beklerken biri beni raylara mı iter, işimi bir gün kaybeder miyim, ya kanser olur genç yaşta ölürsem ya çok uzun yaşar elden ayaktan düşersem… Bu şehirde yalnız yaşan bir kadınım neticede, başlı başına stresli bir durum benimkisi ama bu sebeple halüsinasyon falan görmediğimi biliyorum. Ne yersen O’sun! programının sunucusu Oya Fırat benimle gerçekten konuştu, bir çeşit Zeki Müren de beni gördü yani. Yalnız yaşayanlar bilir, masadaki tek tabak zamanla yerini karton üzerinde yenilen pizza, dürüm, köfte siparişlerine bırakır. Benim için de bu durum tam da böyle gelişti; kendim için özenle kurduğum sofra gittikçe eksildi ve sonra tamamen yok oldu. Korkularıma da bir yenisi eklendi: Ya devamlı dışarıdan yediğim için sağlıksız olursam? Böylece hem stres atmama vesile olur hem de sağlıklı bir şeyler yerim düşüncesiyle pazar günleri 16.0018.00 arasında bu yemek programını izlemeye başladım. Ekranda en beğendiğim program olduğu için değil, saati en uygun olanı bu olduğu için daha çok. Steril mavi beyaz karoları, ankastre mutfağı, renkli seramik tencereleri ve bembeyaz dişleriyle Oya 36 Fırat her hafta evde bir ses olsun diye mutfağıma koyduğum 37 ekran televizyonuma konuk oluyor, beraber yemek yapıyorduk. Önceleri gerçekten iyi geldi, sadece yemek yapmak zaman zaman zevkli bir uğraş olduğu için değil, dünya âlem kafayı bununla bozduğu için. Yemek programı sayesinde sosyalleştim desem inanır mısınız? Meğer etrafım gurme doluymuş, ofiste kuşkonmaz yemeyen bir ben kalmışım. Kiraz yaprağı saranlardan ekmeğini kendi yapanlara, kefir mayalayandan balkon saksısında domates yetiştirene, sağlıklı ve lezzetli yemeğin peşindeydi herkes. Tarif alıp vermeler, tavsiyeler derken bir ara “günaydın” ve “iyi akşamlardan” daha fazlasını konuşmaya başlamıştım. Bir çekmece dolusu ıslak mendilin sonuna geldiğime göre bu süre kısa bir süre de değildi üstelik. İtiraf etmem gerekirse benim için bunun anlaşılır bir tarafı yoktu, bu kadar emeğin sonuçta kanalizasyonda biten bir süreç için harcanmasını absürt buluyordum ya, bu konudaki samimi düşüncelerimi bir ben biliyordum bir de Oya Fırat. Bir pazar günü ekranın karşısına geçtim. Oya Fırat dalga dalga inen kumral saçları, uzun kıvrık kirpikleri, kırmızı tırnakları ve porselen beyazlığındaki dişlerini sergileyen gülümsemesiyle karşımdaydı. “Yemek için yaşayanların programına hoş geldiniz. Pilavı lapa yapanlar, al dente’yi masa örtüsü deseni zannedenler burada sizinle yolumuz ayrılıyor. Biz burada ömrünü yemeğe adayan lezzet tutkunlarına sesleniyoruz. ‘Bir yemek yedim ve hayatım değişti,’ demek istiyorsanız doğru yerdesiniz. Geçen hafta hamsi buğulama pişirmiş ve denizlerin küçük ama kıvrak, atletik ve neşeli balığı olan hamsiyi özümsemiş, adeta küçük birer hamsicik olmuştuk. Bugün sizlerle ilk kim geldi? yemeğini pişireceğiz. Malzemeler şimdi ekrana geliyor.” “Ha ha ha! O ne ayol? ” diye kahkahayı patlatırken bu programın diğerlerinden farklı olacağının sinyallerini alamamıştım. “Fesatlık peşindekilere bunun bir yemek programı olduğunu hatırlatmak isterim. Yemeğimiz adını eski bir polemikten alıyor, yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan. Malum önce hangisinin geldiği aklımızı kurcalar, biz burada bu sorunun aslında bir öneminin olmadığını vurguluyoruz.” “Önce hangisi gelmiş olursa olsun midemize indirerek sonlarını beraber getireceğiz ya, belki de adını sona doğru el ele olarak da değiştirebiliriz, ne dersin Oya?” “Çokbilmiş seni.” “Neee?” derken kulaklarıma inanamıyordum. “Evet, tenceremize yağı koyduktan sonra altını iyice açıyoruz. Soğan ve sarımsağı ekliyoruz, üzerlerine bir pinçik tuz atıp orta ısıda on beş dakika kadar pişiriyoruz.” 37 “Neyse yanlış duydum herhâlde,” diye düşündüm. Yine de bu durum beni ilkokul yıllarıma götürmüştü. İlk kez ilkokul öğretmenim bana böyle seslenmişti. Pedagojik formasyondan nasibini almamış bir insandı kendisi. Önce bir hoşuma gitti bana böyle demesi. Her şeyi çok bilen, akıllı falan demek olduğunu zannediyordum. Akşam annem bunun sevimsiz bir yanı olduğunu açıklayınca çokbilmiş olmamaya karar vermiştim ama artık geç kalmıştım. Bütün sınıf bana bu ismi takmıştı bile. Okulda kalan dört senem böyle geçti, çokbilmiş aşağı, çokbilmiş yukarı. Ben de mecburen kendimi bilmeye adadım, teneffüste koşup oynayacak arkadaşınız yoksa oturur kitap okursunuz çünkü. “Bana çokbilmiş dediğini sandım bir an Oya, komik miyim neyim?” “Doğru duydun.” “Hey!” “İşte soğan ve sarımsak transparan bir görüntü aldı bile. Ayrı bir kaba alalım şimdi bunları. Isıyı artırıyoruz ve tavukları ekliyoruz. Bundan önce tabii yağ ilave ediyoruz. Etler renk değiştirene kadar bekliyoruz.” İlkini yanlış anlamaya, ikincisini tesadüfe yorarak tavukları çevirmeye devam ettim ama gözümü Oya’dan alamıyor, bir dahaki cümlesini merakla bekliyordum. “Bütün eti birden boca etmeyin. Eğer tencereniz küçükse et başına düşen ısıyı azaltmış olursunuz.” Etler ve ısı. Fizik kurallarının masumca mutfağa uygulanması durumuydu, şahsıma bir sataşma yoktu. “Nerde kalmıştık? Etlerimiz beyaza dönmüştü. İşte bunun üzerine şimdi biraz un ekliyoruz. Unun tadı gidene kadar iyice karıştırıyoruz. Unun tadı karıştırınca gider tabii, sizin tadınız gitmesin sevgili izleyicilerim. Asıl önemli olan o.” “Un üzerinden hayat dersleri 101.” “Beğenemedin mi Bayan Çokbilmiş?” Bunu duyunca kaşık elimden düştü. Ağzım bir karış açık kalakaldım. “Evet, canım sana diyorum. Kaç programdır sesimi çıkartmıyorum ama ben de insanım. Her davranışıma bir kulp takmalar, dalga geçmeler.” “Ben mi?” “Yok başkası. Sen tabii. Bıçağı tutuşunda meymenet yok, gelmiş bana laf yetiştiriyor oradan.” O şokla bir şey diyemedim önce, konuşmaya devam etti. “Madem burun kıvıracaksın neden seyrediyorsun ki? O unu çek artık ocaktan, tencerenin dibi tutmasın.” Sadece beni duymuyor, aynı zamanda dağınık mutfağımı, gri eşofmanlarım ve lekeli tişörtümle beni karşısında görüyordu. Sırtımı dikleştirdim, boğazımı temizledim. “Bunun için mi para alıyorsun sen? İzleyicilerine laf atmak 38 yerine, yemek yapsan daha iyi olur bence.” “Hayır, küçük hanım, seninle bu meseleyi çözmeden bu programa devam edemem. Nedir derdin? İşte karşındayım seni dinliyorum.” Kavgacı bir insan sayılmam pek. Oya’nın beni duyacağını düşünsem bu kadar sataşmazdım ya, artık çok geçti. “Sen ve senin gibiler. Herkes yani. Derdim bu. Yani dünyanın bütün dertleri bitmiş gibi bunca insan takmışsınız yemek diye. ” “Yumurtalarımızı da çırpıyoruz.” “İşte bak tam da senin yumurtalara yaptığın gibi böyle kafalarınızı birbirlerine tokuşturmak istiyorum sizlerin. Kalın kafalısınız ya bir şeycikler olmaz, siz merak etmeyin.” “Beyaz köpükler çıkana kadar iyice çırpın. “ “Gurmelermiş. Mezar taşınıza da yazdırın: Burada bir gurme yatıyor. Geçenler kerevizin yapraklarını serpsin üzerinize.” “Çırpıcısı olanların işi daha rahat tabii. Olmayanlar da tembellik etmesin.” Artık cevap vermiyordu. Televizyonun sesini açtım. Değişiklik yoktu. Kanal değiştirdim, geri döndüm. Olmadı. Bu neydi şimdi? En iyi bildiğim yerden yorumlamayı denedim. “Bu anlattığım bir öykü olsaydı nasıl okurdum onu?” diye düşündüm. Yemeğin alt metninin mutluluk olduğunu söylerdim şüphesiz. Hatta daha biraz zorlamayla öykü kahramanı bendeniz ile Simonov arasında metinlerarası bir bağ kurup bensiz yemeğe oturan kişilere kızgınlığımla yüzleşmem anlatılıyor bile derdim. Oya’ya baktım, çırptığı yumurtaları tavuğun üzerine boca ediyordu. Televizyonu kapattım. 39 Sindirim Sistemi Engin Türkgeldi 40 Yiyon Yiyon Kilo Almıyon Ümit Aykut Aktaş Otuz iki yıldır İzmir’de yaşamasına rağmen gevrek dememekte direnip simit diyen biri ne derece güvenilirdir bilemiyorum ama İzmir ve yemek (Antep ve Antakya kadar olmasa da) çok iyi dans arkadaşları olagelmişlerdir. Şehir dışından, çok ender de yurtdışından gelen dostlarıma sonradan gurme biri olarak ezberlediğim lezzet duraklarında yarenlik ettim sıklıkla. Merasim sabahın erken saatlerinde başlardı genellikle. Yerine göre havalimanı ya da otogardan konuklarımı alır, özellikle İzmir’e ilk kez gelecek olanları İzmir merkeze yaklaşık kırk dakika uzaklıktaki Çiçekliköy’de (Yakaköy) kahvaltıya götürürüm. Burada ormanla içiçe, zengin kahvaltı sofraları olan pek çok kahvaltı evi vardır. Kapılarında köy kahvaltısı yazar ama köy sakinlerinin kahvaltıda mevsimine göre tarhana, ezogelin ya da yayla çorbası içtiğini iyi biliriz. Buyurgan bir rehber olmadığım için gelen konukların beklentisine uygun olarak Kordon, Alsancak ya da Hisarönü’nde kahvaltı ettiğimiz de olur. Buyurgan bir günümdeysem ilk tercihim Alsancak’taki (artık Yelki’de hizmet veriyor) Dostlar Fırını’dır. Döneminin en önemli boyoz ustaları Yako Abravaya ve Avram Usta’nın yanında yetişmiş olan Mustafa Akar’ın boyoz mirasını artık oğulları devam ettirmekte. Aslında insanlar hep geçmişte takılı kalıyor, yaşayarak tükettiklerini bir de anılarını tazelediklerinde defalarca tüketiyorlar zihinlerinde son tortular kalıncaya değin. İzmir’in alamet-i farikalarından fırından yeni çıkmış çıtır çıtır boyozların yanında fırın sıcağında sarılarının kenarı morlaşmış, sicimle dörde şak edilmiş (bu ifadeyi Vüs’at O. Bener’den aşırdım) bol karabiberli yumurta, mayalanmış Bergama tulumu yanında kısık ateşte demlenmiş sınırsız çay, süslü püslü serpme kahvaltılardan 41 çok daha doyurucu ve lezzetlidir. Fırındakiler kaçak çay diyor ama biz 42 no’lu Tirebolu çayıyla çok az Seylan çayı harmanı olduğunu iyi biliriz. Bu arada ilk kez tadıyorsanız boyozla ilgili beklenti çıtanız çok yüksek olmasın, milföy hamuruna benzeyen, fırından sıcacık çıkmışken çıtır çıtır yenilmesi makbul olan zamanla alışılan ve sevilebilen bu leziz Yahudi yiyeceği. Hemen kabul ettirmeyebiliyor kendisini. İkinci iyi tercih de Hisarönü’ndeki fırından ev poğaçaları ve simit -pardon gevrek olacaktı(aramızda kalsın ama İstanbul simidi her zaman daha lezzetli) alınarak, közde pişen çayla yapılacak sabah kahvaltısı. Kahvaltı olarak ben çok tercih etmesem de bir tür şişmanca, küçük, susamlı sandviç ekmeğinin içine konulan tulum peyniri, domates ve yeşil biberden oluşan İzmir kumrusu da üçüncü bir tercih olabilir. Sonradan İzmir kumrusundan devşirilen Çeşme kumrusu ise kömür ateşinde içi yağlanarak servis ediliyor. İçine konulan malzemede ise yok yok. Tepeleme sucuk, eritilmiş kaşar, salam, sosis, acı biber ve salatalık turşusu isteğe göre ketçap mayonez. Görüldüğü gibi yeşilliklerin cenneti İzmir, sanıldığı kadar ete ve hamura düşman değil. Görsel efekt düşkünü bazı konuklarım ısrarla Kordon’da kahvaltı etmek istediğinde ise elim ayağıma dolaşıyor, zira Kordon’da doğru düzgün kahvaltı verebilen bir yere henüz rastlamadım. Kanımca orası gün batımında yürüyüş yapıp, fotoğraf çekebileceğiniz, yaşamın yorgunluğunu arkadaşlarınızla paylaşıp, demlenebileceğiniz bir yer. Öğle yemeklerinde ise bir numaralı favorim Hisarönü, Mirkelam Han’da 1950’li yıllardan beri hizmet veren esnaf lokantası Bizim Lokanta. Hanın girişindeki eski plak evi ve lokantadan yükselen müzik sesi bir esnaf lokantasından alışık olmadığınız bir havayla karşılar sizi. Küçük bir avlu içinde mavibeyaz masaları, masaların üzerindeki eski siyah beyaz fotoğrafları ve sandalyeleri yemeklerden önce gözünüze takılı verir. Yemekleri inanılmaz lezzetli olup fiyatları da üzmemektedir. Burada İzmirli öykü yazarları Ahmet Büke ve Kerem Işık’a da rastlamanız çok da sürpriz olmayacaktır. Bizim Lokanta vegana bile kalkıp nohutlu işkembe çorbasını, müthiş lezzetli, bol dereotlu, limonlu balık çorbasını sevdiriverir hani. İç baklası, enginarı, nar ekşili yaprak sarması, Girit kabağı, Tire köftesi de nefistir. Tek kötü tarafı porsiyonları dev gibidir, birkaç yemek tadamaz şişer kalırsınız. Tatlı için bırakın midenizi akciğerlerinizde bile zor yer kalır. O yüzden seçme yeşillik tabağı farklı lezzetleri de tatmanızı sağlar. Bünyesine pos cihazını sokmamakta direnen ender mekânlardan biri olup 10 Liraya cacık dâhil sağlam bir ev yemeği yiyip, Bruce Willis gülüşüyle mekândan ayrılmanız mümkündür. Yemeğini yiyen hemen kalkar, öyle çay, sigara faslına, İzmir gevşekliğine 42 ayıracak zaman yoktur, her daim boş masa bekleyenleri vardır ayıp olur. Hızla kalk hesabı öde, bekleyenlerin hiddetini üzerinde toplama… Bizim Lokanta dediysek de senin değil ya… Bir diğer güzel esnaf lokantası da Çankaya’daki eski bitpazarı yeni yapıştırma adıyla İletişim çarşısı içerindeki Mardin Midyatlı Adil Müftüoğlu’nun Uğur Lokantası’dır. O da ellili yıllardan beri hizmet vermektedir. Harikalar yaratırlar ama bazen ödediğiniz hesabın üzüntü-sünü unutmak için Kordon’da çivi gibi bir bira içmeniz de gerekebilir. Ciğer sarması, kuzu tandırı, islim kebabı, lor tatlısı öne çıkan yemekleridir. Kullandıkları zeytinyağı Ayvalık’tan tereyağı ise Urfa’dan gelmektedir. Eğer mevsimindeyse konuklarımla her gittiğimde bol dereotlu, zeytinyağlı enginarını ve şevketi bostanını mutlaka tattırırım. Bezelye çorbasının sırrını sorduğumda da “…Soğanı, havucu ince ince doğrayıp harmanlayacaksın. Bu harman tereyağında pembeleştirilecek. Dikkat et: Kavrulmayacak, sadece pembeleştirilecek,” denmişti. Aram pek iyi olmasa da ısrarla lezzetli Manisa Kebap ve İzmir Köfte tatmak isteyenlere de bu mekânı önerebilirim. Gün batımının kızıllığına bulanan akşam saatlerinde ise buz, rakı, Ezine peyniri, Bergama tulumu, kavun, domates, salatalık, bol limonlu, zeytinyağlı cibes, deniz börülcesi, ısırgan otu, radika, turp otu, roka, şakşuka, midye dolma, kalamar, (Kos’taki kadar iyi servis edilemiyor olsa da) kömürde ahtapot, topik, Rum pilakisi, közlenmiş patlıcan salatası, tahinli humus, tercihi size kalmış balıktan oluşan alkole bulanmış başka bir pencere daha açılır. Özellikle önerebileceğim bir mekân yok, kendinize en uygun mekânı kendiniz keşfetmelisiniz. Zaten bu konunun esas bilirkişisi Aydın Boysan olduğu için daha fazlası da ukalalık olacaktır. Ben az içerim, sizi dinlerim, gece hafif çakır keyif olduğunuzda da aracı kullanacağım için promil sınırını geçmeden sizi güvenle eve bırakırım. Şehir dışından arkadaşlarım ve kardeşimin geldiği bir gece dayanamayıp bir bardak yerine üç bardak votka vişne içmiştim, üç saat sonra mekândan ayrıldık, aracı ben kullanıyordum (kötü bir şoför olsanız da ayıksanız en iyi şoför sizsinizdir) hiç beklenmedik bir yerde polis çevirmesine yakalandık. Eyvah, dedim, damarlarımda gezinen sert içki yüzünden ehliyeti kaptırdık. Polis memuru eğilip o bildik “Alkol var mı?” sorusunu sorarken arka koltukta kucak kucağa oturan arkadaşlar, Trakya ve kıyı şeridinde alkol sınırının seksen promil olması gerektiğini tartışmaya yeni başlamışlardı. “Kâfi miktarda var,” dedim hüzünlü Ediz Hun sesiyle, üflemeli çalgıların en hüzünlüsüne tüm gücümle üfledim. Memur ehliyetim ve cihazla karşıdaki polis aracının yanına geçti parmağıyla komiserine beni gösteriyordu, tutanak tutulacak, barda ödediğimizin dört katına yakın sağlam 43 bir hesap gelecek, araç kapatılacaktı. Araca elinde yasal ölçüm cihazıyla bir komiser yaklaşırken arkadakiler kahkahalarla promil ölçen aleti nasıl kandırdıklarına dair anılarını anlatmaya başlamışlardı. Komiser eski okul arkadaşım İbrahim’den başkası değildi. “Ümittt… Oğlum Türk polisini niye meşgul ediyorsun, alkol var demişsin, cihaz sıfır diyor,” diye her zamanki kötü esprilerinden birini yaptı. Ben de gayri ihtiyari “İyi ama ben üç duble votka vişne içtim, hiç olmazsa otuz falan çıkmalıydı…” derken yan koltuktaki kardeşim uyarı mahiyetinde dirseğini böğrüme geçiriverdi, kısık sesle “Aynasızdan arkadaş olmazzz,” diye. İbrahim sağ elinin arkasını ritmik hareketlerle bana doğru oynatarak “Sana vişne suyunu itelemişler geri dönüp hesaba itiraz et,” deyip kahkahayı patlatırken “İlahi Ümit yiyon yiyon kilo almıyon,” demeyi de ihmal etmedi. Sahte bir Mona Lisa gülüşüyle hoşçakal selamı verdikten sonra arkadakilere “Madem kafamız matiz istikamet çorbacı İsmet arkadaşlar!” diye seslenip direksiyonu tekrar Alsancak’a döndürüverdim. 44 Bir Vejetaryenin Paris Sevgisi Tuğba Çelik Paris değişiyor, ne ki hiçbir şey değişmedi İç dünyamda! Saraylar, yapı iskelesi, taşlar, O eski mahalleler, benim’çin alegori, Ve taştan daha ağır bende aziz anılar. C. Baudelaire/Kötülük Çiçekleri-Kuğu II Vejetaryen gezginler Paris’i sever, çünkü o da yarı yarıya öyledir. Bir vejetaryenin en çok kaygı duyduğu şey tanımadığı bir kente ya da ülkeye gittiğinde aç kalma olasılığıdır. Bizler genelde pek iştahlı tipler değilizdir ama bu da can, yemek yemesi gerekir. Paris’ten önce, başka iki dünya başkentinden; Roma ve Atina’dan söz edersem neden bu kentin vejetaryenlerin cenneti olduğunu anlatabilirim sanıyorum. Öğleden sonra saat üç ila altı buçuk arası restoranların kapalı olduğu Roma’da bir vejetaryen geçici bir süre mutlu olabilir. Çünkü pastalar (makarna), pizzalar gözünüzün değdiği her yerde vardır. Piazza di Spagna’da ya da Trastevere’deki restoranlarda enfes pizza margheritalar, pastalar yiyebilirsiniz. İtalyanlar hamur işine bayılır; ancak karbohidrata canınız tak ettiğinde ona alternatif bulmanız zordur. Roma’dan Türkiye’ye dönüşte karşı karşıya kaldığınız basküle çıkma korkusu “Roma’ya gelen bir daha gelir” deyişini geçersiz hâle getirebilir. Roma’da özleyeceğiniz tek yiyecek belki de Roma dondurmasıdır sevgili vejetaryen. Atina’ya giden bir vejetaryenin durumu Roma’da olduğundan farklı değildir. Orta düzeydeki bir restoranda parlaklığını yitirmemiş bir sebze haşlamaya ya da maş fasulyeli salataya rastlamanız mucizedir. Fakat hakkını yemeyelim, Atina’da neredeyse oturduğunuz her kafede Greek Salad bulursunuz. Malzemeleri çok basittir, ben evde çok yaparım: İri doğranmış kıvırcık marul, domates, salatalık, zeytin ve hepsinin üzerine kalın bir dilim 45 beyaz peynir. Peynirin üzerine kekik, zeytinyağı ve limon. Atina’nın cıvıl cıvıl Kolonaki’sindeki Antica Café Restaurant’taki vejetaryen pizzayı unutamam. Türkiye’de vejetaryen pizza denilince pek çok işletme salçaya dönmüş domates, yanmış yeşil-kırmızı biber dilimleri ve siyah zeytin anlıyor. Oysaki brokoliden tutun havuca kadar pek çok şey eklenebilir pizzaya. Atina’nın meşhur Plaka’sında ise benim gibiler yiyecek bir şey bulamaz; suflaki ve türevleri sarmıştır çünkü bütün meydanı. Yani neyleyim Panteon’u neyleyim Akropolis’i içinde zeytinyağlı ıspanak, enginar vs. olmayınca… Bu yazıyı okuyan kalburüstü tayfadan olan okurlar belki kızarlar bana. “Hadi oradan,” derler, “filanca restoranda falanca marka şarap eşliğinde yenilecek bilmem ne adındaki vejetaryen/vegan yemeği nasıl es geçiyorsunuz?” Eh, kuzum bizde ne gezer o para! Hem vejetaryenlik varlıklı olmayı gerektirmiyor ki! Rahmetli Özal’ın deyişiyle orta direk vejetaryen ne yapacak? Öğretmen, doktor, akademisyen bir kurum/ şirket tarafından finanse edilmiyorsa yemeğini kafelerde, bistrolarda, büfelerde yer. Buralarda vejetaryen yiyecekler bulamazsa da hâli duman olur… Bu kişiler her yurt dışı gezisinde bir kez “Bir de adam gibi bir şey yiyelim,” deyip büyük, şatafatlı bir restorana girer. Alt tarafı bir salata, bir pizza yiyecektir lakin bu gidişlerin pek çoğu da fiyasko ile sonuçlanır. Ağır bir hesap, lezzetsiz bir yemek anısı bellekte kalır. Paris… Bir vejetaryenin çok uzun süre yaşayabileceği harika bir kenttir. Havaalanına iner inmez anlarsınız ki bu kent sizin için yaratılmıştır. Orly Havaalanı’ndan çok güzel mantarlı, peynirli bir tost almışlığım vardır. Fransızlar yeşillik yemeyi çok severler. Peynirlerini ise tüm dünya tanır, benim en sevdiğim peynirleri rokfor ve brie’dir. Porte Dore’den Concorde’a kadar her patisserie’de bu peynirlerden yapılma sandviçlere rastlarsınız. Çıtır baget ekmeklere (kepekli beyaz, esmer vs.) yapılan bu sandviçleri üç ila beş Avro karşılığında alabilirsiniz. Sandviç deyip geçmeyin bu sandviçlerin içinde tazecik domatesler, biberler, salatalıklar, nane yaprakları, yeşil zeytin ezmesi, mayonez vardır. Beyaz önlüğünü beline bağlamış güler yüzlü kadınlar hazırlar onları. Öğle yemeği saatinde pek çok Fransız bu sandviçlerden almak için büfelerin, patisserie’lerin önünde kuyruk olur. Benzer market ya da büfelerde içine peçete, sos, çatal kaşık koymak bile düşünülerek paketlenmiş maş fasulyeli, mantarlı, yumurtalı, iri dilimlenmiş salatalar bulursunuz. Hatta bazı salata paketlerinde taze haşlanmış yumurta bile olur. Şaşırırsınız, bu kadar ayrıntılı düşünmeye… Taze sebzelere bu kadar kolay ve güvenle ulaşabileceğiniz, size “Tatilde olduğum için maalesef kötü besleniyorum,” dedirtmeyecek bir kibarlıktadır Paris. Dünyanın 46 en iyi marketlerine sahip olan bu kent, size meyveli yoğurtlar, meyve ezmeleri, taze sıkılmış meyve sularını özenle kutulayıp sunar. Paris’in fast food’u vejetaryenleri düşünür, hatta önceler, çünkü kendisi yarı yarıya öyledir. Paris’in bana göre en güzel kafelerine metroya binip StGermain-des-Prés ya da Palais Royal duraklarında inerek ulaşabilirsiniz. Kafelerde türlü kahveleri deneyip yanında kruvasan ya da limonlu, vişneli tartalette yiyebilirsiniz. Tartalette mi cupcake mi diye sorarsınız, çıtır ve tırtıklı zemin üzerine taze meyvelerden oluşan (kivi, çilek, muz vs.) Fransız mutfağına ait tartalette tercihimdir. Sanırım Fransız pastacılığının en önemli püf noktası bol bol taze meyve kullanılmasıdır. Meyve demişken Fransız reçellerini, marmelatlarını anmadan edemem. Türk mutfağının şerbetli tatlılarından geçemem diyenlerin Paris’te baklavayı, şöbiyeti bu saydıklarımla aldatmayı göze alabileceklerini düşünüyorum. Yazının başında Baudelaire’in Kuğu şiirinden bir dörtlük aldım. Bu dörtlükte Baudelaire Paris’in çok değiştiğini ama içindeki Paris’in hâlâ aynı kaldığını söylüyor. Çocukluğu seksenlerde Fransa’da geçmiş biri olarak “Fransa değişti ama benim içimdeki Fransa aynen duruyor,” diyebilirim. Bunu kaç ülke başarabilir, gerçekten bilemiyorum. Örneğin yıllar sonra bile Paris’te Carambar marka şekerlere, siyah anasonlu şekere çok rahat ulaşabiliyorum. Onları ağzıma attığımda sekiz yaşıma geri dönüyorum. Varsa tüm kederim, kafamda dönen olmazlarım hepsi bir hiç oluyor. Zaten yemek bir gelenekse bizim her on yılda bir “Aaa evet x marka çikolata vardı değil mi? Ah nasıl da yerdik! Şimdi yok artık!” yazıklanmalarımızın olmaması gerekir. Tat, bizi geçmişe götürür, bizi mekâna bağlar. Proust’un Kayıp Zamanın İzinde dizisinin ana karakterinin yediği kurabiye ile çocukluğuna gitmesi gibi bizim de çocukluğumuza gitmemiz kolayca olabilmeli. Paris benim için salatalar, sandviçler, şekerlerle dolu bir kent. Sanatı, mimarisi ve bütün muhteşem yanları kalbimde, aklımda şimdilik duruversin; sırf beni, bir vejetaryeni böyle güzel, eğlenceli biçimde beslediği için ondan asla vazgeçemem. 47 Ya Evde Yoksan Engin Barış Kalkan Sırasını bekleyen dolmuşlar kontak kapamış. İlk sıradaki dolup da yola çıkınca, geride kalanlar şoför kapısını açıp ön cam çerçevesinden omuzlarıyla itiyorlar. Sağ elleri direksiyonda. Gerekli mesafeyi alınca el frenine asılıp durduruyorlar. Arada bir öndekine tıkladıkları oluyor ama önemli değil. Plastik aksam, sorun olmaz. Sonunda omzunu devirip yüzünü acıyla buruşturmayanı yok. Ne olur bu kadar tasarruftan. Hangi açığı kapatır. Vardır bir hesapları. Kalan zamanda yol boyunca dizili dükkânların saçaklarının altındalar. Bir yağmur yağıyor ki. Ceza gibi. Kaç ay önceydi Zeliş’i bu dolmuşlardan biriyle evine bıraktığım. Bayağı oldu. Bir defa bile aramadı. Tamam, ayrılalım dedim ama bu kadarı biraz fazla. Araya acı girer, özlem girer, her şey daha tatlı olur. En çok da merak. Kiminleyim, neredeyim. Kurar da kurar. İş dönüşü vapurun arka balkonunda karşıma alımlı bir kızın oturduğunu, bankların arasında sallana sallana dolanan görevlinin tepsisinde kalan son çaya aynı anda talip olduğumuzu, bir süre Kadıköy sokaklarında süren arkadaşlığımızın kapalı ve sıcak mecralara aktığını kurabilir. Onunla böyle olmuştu. Dayanamaz. Üçbeş gün sonra arar. Sanmıştım. Kızın hiç şakası yokmuş meğer. Bugün dolmuş kullanmayacağı tuttu. Gidip şoförlere Hale Soygazi’ye benzeyen genç bir kadın gördünüz mü diye sorsam. Çıkaramazlar. Çünkü Zeliş esmer. Az bir şey de tombul. Yüzü uzun değil, yuvarlak. Boyu da kısa, kabul. Ama biraz uzaktan, gözleriniz hafif kısık, görüntüsünden çok hareketlerine odaklanarak bakarsanız, Hale Soygazi’nin tıpkısı olduğunu hemen anlarsınız. Yanındaki sandalyeye asılı kabanını yokluyor. Fena değil. Sırtı, etekleri kurumuş. Bir yanını elektrikli ısıtıcıya çeviriyor. Pantolona, gömleğe yapacak bir şey yok. Onları da çıkarıp asacak 48 değil ya. İçeride uyuz uyuz dolanan garson gelip kollarından masaya damlayan suyu siliyor. Silmek denirse. Kullandığı bezin herhangi bir şeyi daha temiz yapması mümkün değil. “Rakıyı tazelesene.” “Ağbi bu daha bitmemiş ki.” Allah Allah. Niye karasinek gibi etrafımda dönüyorsun o zaman. Bu, dünyanın bütün meyhanelerinde ya bir şeyler ısmarla ya da siktir git demektir. “Olsun. Isındı. Yenisini getir.” “Senin rakı içeceğin yok. İstersen bira getireyim. Ya da çay. Yeni demledim.” Bira veya çay. Kıyak adammışsın doğrusu. Ben yeni bir dubleyle beraber meze tepsisini de getirip çakabildiğin kadar çakmanı beklerken. Meslektaşların ekseriyetle böyle. Ulan resmen utandım. Önyargı işte, bütün kötülüklerin anası. “İyi, bira getir o zaman.” Onu da içmeyeceğim ya. Sonra ha bire çişim geliyor. Bir de köpüğün bıyıklara yapışması yok mu. Ne kadar silersen sil. İlla yıkayacaksın. Bizimki de fırça mübarek. Övünmek gibi olmasın. Şimdi bu kız dolmuşa binmezse. Mecburen evine gideceğiz. Açar mı kapıyı? Açmasın bakalım. Rezillik çıkarırım. Aslında çakırkeyif olsam iyi. Şöyle düşük promilli bir Sadri Alışık sempatik olabilir. Ellerimi kabanımın cebinden çıkarmadan, kaşlarımı ortasından hafif kaldırarak, ağlamakla gülmek arası bir ifadeyle ‘Vallahi öyle değil.’ Burada biraz duraksayıp gözleri yerde gezdirmekte fayda var. ‘Buralardan geçiyordum da, bir ihtiyacın var mı davasına...’ “İstersen ocağın yanına gel. Kurursun, ısınırsın biraz.” “Burası iyi. Sağ ol.” Şimdi kimse yok ama birazdan dolar. Ocağa atarlar adanaları, urfaları, ciğerleri. Cızır cızır. Kuyrukyağı ateşe damladıkça etrafı kıvamlı bir duman kaplar. Saç köklerine kadar işler adamın. Üstü başı hiç söylemiyorum bile. Yanında oturduğu pencerenin üzerine yerleştirilmiş göstermelik çatıdan aşağıya akan su şeffaf bir perde gibi. Görüntüyü süzerek geçiriyor. Perdenin bu tarafında olmak güven duygusuna benzer bir şey hissettiriyor. Şu görüntüye bir baksana. Rahatlıkla bir filmin başlangıç sahnesi olabilir. Karanlık ekranda kastın son isimleri belirir. Görüntü yönetmeni, yönetmen, yapımcı filan. En babaları yani. Ama öyle pat diye değil. İtalik harflerle, yavaş yavaş ve sağdan sola kayarak. Buraya dikkat. Soldan sağa değil, sağdan sola. Baş harfleri de küçük. Öylesi daha havalı. O esnada yağmur sesini duyarız. Koşuşan, bağrışan insan sesleri. Kornalar, işportacı nameleri. Sonra ilk görüntü gelir. Garson gevşek adımlarla masaya doğru yürüyor. Mecburen ona dönüyor, çünkü artık ortak bir mazileri var. Bir kendisine bir camdan dışarı yönelen bakışların 49 önceden çalışıldığı belli. Bir de poz atıyor. Hiç uğraşma, senden meyhaneci olmaz. Bu işten biraz anlasaydın azıcık göbek salar, bir yelek giyer önünü açık bırakırdın. Sonra o boku çıkmış bez devamlı sağ omzunun üzerinde olacak. Durduk yerde masaları, tezgâhı sileceksin. Bitti mi. Bitmedi. Teypte beş yüz yıl öncesine ait bir musiki, raflarda dizili Dimitrokopulo’lar, hâlden anlar bakışlar. Hadi hepsinden geçtim. Tipsizliğin ne olacak. Az önceki şık hareketin açıklarını kapatmaya yetmez. Bence istikbali başka kulvarlarda ara. Git başımdan, meşgul etme beni. Aşk acısı çekiyoruz burada. Adamın ifadesi düşünceli. Dalgınlık filan değil, derin derin düşünüyor. İlim, irfan, felsefe, sosyoloji, aklına ne gelirse. Bir iç geçiriyor ki bu patlayacak bombanın habercisi. Az sonra öyle bir laf edeceğim ki ömür boyu unutamayacaksın, dost meclislerinde anlatacaksın; zamanında Akasya’da bir garson vardı, bir gün bir laf etti, hayatım değişti, diyerek onların da nasiplenmesini sağlayacaksın. Tuttuğu nefesi dudaklarının arasından bir sıkıntıyı atar gibi çıkarıyor. “Ne yağdı mübarek.” Bak şimdi. Tam hayatın sırrına vakıf olacağım derken. Ama adam haklı. İyi yağdı. Yarın haberlerde dinleriz. Metrekareye bilmem ne kadar düştü, yüzyılın yağmuruydu, derler. Şanslı bir nesiliz. Yılda birkaç defa yüzyılın yağmurunu, karını, sıcağını görüyoruz. Bardağın üzerindeki su damlacıklarını parmağıyla aşağıya kaydırırken gözü hâlâ dışarıda ama artık umutsuz. Kabanının öbür yanını ısıtıcıya çeviriyor. Donuna kadar ıslakken kabanının kuru olmasının bir halta yaramayacağının farkında ama en azından görüntüyü kurtarır. Nerde kalmıştık. İlk görüntü gelir. Şemsiyeleriyle arka arkaya dizilen yolcular. Sırayla binerler dolmuşlara. Oturduktan sonra şemsiyeyi arabanın dışına sarkıtıp şöyle bir silkelerler. Yönetmenler böyle ayrıntıları sever. Yolculardan biri tabii ki Hale Soygazi. Değilse bile benzemesinde fayda var. Böyle bir film kesin vardır. Ve güzeldir. Daha fazla beklemenin yersiz olduğuna karar verip kalkıyor. Garsonun hesap esnasında bir defa daha utandıracağı tutuyor. “Bir siftah at yeter ağbi. Ne içtin ki zaten.” Vay namussuz. İlla adam saydıracaksın kendini. Üç kuruşa tamah edip de minnete düşer miyim. İçtiği kadar ödeyip çıkıyor. Sıradaki dolmuşun son yolcusu. Arka sağa oturup kapıyı kapatmadan önce bütün telleri kırılmış şemsiyeyi şöyle bir silkeliyor. İndiğimde atarım artık. İki liralık şemsiye bu kadar olur. * Doğa apartmanı, iki numara. Allahtan cadde üzeri. Kolaçan etmekte sakınca yok. Salon ve mutfağın ışıkları yanıyor. Perdeler de açık. Yapmayacağı şey. Gelmemi bekliyor, ondan. İnsan hep ayrı 50 kaldığı sevgilisi nasıl acı çektiğini bilsin, görsün ister ya. Öyle bir şey herhâlde. Yeni terk edilmiş bir adamın rıhtımın küflü birahanelerinde kafayı çekerken oturduğu taburede belini büktüğünü, başını eğdiğini hiç görmedim. Hep dimdik durur. Masaya dirseklerini usulünce dayaması, sigarayı ağzına götürürken gözlerini kısarak kendisinden başka kimsenin görmediği uzak bir noktaya yüklü yüklü bakması, çok icap ederse etraftaki insanlarla yaptığı kısacık konuşmalardaki vakar, kalpsiz sevgili tarafından izlenmektedir. Bu gerzek ruh durumu üç-beş aydan önce atlatılamaz. Kadınlarda da benzer bir şey var demek ki. Yoksa niye bütün mahalleye canlı yayın yapsın. Kaç gündür böyle, kim bilir. Şimdi sofrayı kurmuş bir köşede oturuyordur. Küskün kadın oturuşu. Bir ayağı altında, öbürünü dizden kırıp sarılmış. Parmağını alışkanlıkla sol gözünün altında başlayıp dudağının kenarına kadar uzanan yara izinde gezdiriyordur. Yara izi dedimse öyle büyük bir şey değil. Suyun yüzeyinde incecik bir dalga. Bir onun bir benim parmaklarımız bulabilir yerini. Sofrada ciğer tava, yoğurt, közlenmiş biber, ufak rakı. Ekmekleri kızartmak için gelmemi bekliyordur. Tabii bu hâlimi görünce sofraya oturtmaz. Önce sıcak bir banyoya sokar. Kemiklerim ısınana kadar. Masanın yerinde olmadığını fark ediyor. Yerine bir şey de konmamış. Bu daha ne ki. Bunalım insana neler yaptırır. Eşyaların yer- lerini değiştirmek mi dersin, hiçbir giydiğini beğenmemek mi. Ama artık bitti. Bugün her şeyin eski hâline döneceği gün. Üstü çıplak bir genç beliriyor camda. Kısa bir süre yağmuru seyredip perdeyi çekiyor. Al başına belayı. Şimdi kapıyı çalsan bir dert, çalmasan başka dert. Ne bok yiyeceğiz bakalım. Ulan vicdansız. Biz hâlâ sokaklarda senin izlerini eşelerken. Yok, böyle olmaz. Apartmanın önünde bir aşağı bir yukarı yürürken geldiği durumu ıslanmak sözcüğüyle açıklamak mümkün değil. O artık dev bir su damlası. Tam niyeti bozup zile asılmaya giderken apartman kapısı açılıyor. Promosyon şemsiyenin altında büyükçe bir çöp kovasını sürükleyen kapıcı çıkıyor dışarıya. Hemen yanında bitiyor. Bir iki kem küm ettikten sonra lafa giriyor. “Ağbi burada bizim bir arkadaş oturuyordu da, daire numarasını unuttum. Zeliş.” “Haa! Zeliş Hanım. Taşındı o. Birkaç hafta oluyor.” “Ne diyorsun?” “Taşındı işte. Burayı da iki talebe tuttu. Yedi yüz kağıda. Bedava valla. Kış günü ev bakan yok.” Sesi soluğu kesilip kalınca kapıcı eliyle şöyle bir kenara itiyor. “Yol ver. Daha teravihe yetişeceğim.” * Dönerken dolmuşa binmeye gerek duymuyor. Zaten yokuş aşağı, yuvarlansam on dakikada rıhtımdayım diyerek yola vuruyor. 51 Yağmur da biraz insaf mı etti ne. Niyeti tipsizin meyhanesinde birkaç bira içmek. Varsın bıyıkları köpüğe bulansın. Şeffaf perdenin arkasından dolmuşları, dolmuş yolcularını seyretmenin yatıştırıcı bir tarafı var. Demek ramazanmış. Hiç haberim olmadı. Meyhaneler ondan boş demek ki. Ey güzel Allah’ım. Yalnız ramazanlarda göz atıyorsan, bakayım hangi kullarım ziftleniyor diye, yanlış yaparsın. Benden söylemesi. Böylesi bir adaletsizlik haşmetine yakışmaz. Sen sor, ben on bir ayın serkeşlerini sayayım sana. Bildiğim kadarıyla. O da bizim kulluk vazifemiz. İstanbul sesleri ve görüntüleriyle başlayan filmler iyi de ben şu sıralar en çok bir taşra minibüsünün içinde başlayanları seviyorum. Ayrıksı bir yolcu. Şehirli, temiz yüzlü. Valizi kucağında. Camdan dışarı şaşkın şaşkın bakar. Artık sürgünde bir memur mudur, kaçak bir devrimci mi. Nerden bileyim. Bu daha başlangıç sahnesi. Öbür yolcuları yadırgamadığını göstermek için fırsat kollar. Misal; Birinci ikram ederler. Gülümseyerek alır, yakar, boğulur. İnatla içer. Küflü peyniri yufkaya sarar verirler, iştahla yer. Yalandan tabii. Çalan türküye, mümkünse Kürtçe, valizin üzerindeki eliyle ritim tutarak eşlik eder. Böyle filmler var. Ama hiçbirinde koltuğa zar zor sığan, dudakları bıyığıyla kapalı, gülümsediği o karalığın altında beliren ön dişlerinden belli olan bir Tarık Akan yok. Keşke olsaydı. 52 Bayram Sofrası Hande Ortaç “Dedeciğim yiyceğimiz hayvanın adı neydi?” “Koyun yavrum.” “Ah anneannesinin bir tanesi, tatlı dilli böcek, püh püh nazarlardan saklansın!” “Anne sen bugün bir havalı, bir başka olmuşsun.” “Ya sağ olasın kızım. Ne bileyim farklı bir şey yapmadım ama.” “Gerçekten Emel Annecim, sizde bir tazelik var.” “Sağ ol Duygu kızım. Sizleri görmek iyi gelmiştir.” “Dedecim bu hayvanın en lezzetli yeri neresi? Dede, dede, bu hayvanın en lezzetli yeri… dedeee, dedeee, dedecim, dede?!” “Batu bırak dedene vurmayı, bak bir şeyler anlatmaya çalışıyor adam! Aaa!” “Kızım hırpalama çocuğu bayram bayram, hadi Batu gel anneanneyle yavrum, ben hayvanın diğer parçalarını sana tencerenin içinden göstereyim, en lezzetli yerini birlikte bulalım, ha, olur mu?” “Anne nereden çıktı şimdi bu, çocuğun aklına böyle abuk sabuk şeyler sokmasanıza! Tencereden et seçmek de ne demek?!” “Abliş sen vejeteryanlığa oynuyorsun diye çocukcağız da et yemesin mi? Annecim sen anlat evladımıza Allah’ın bize bahşettiği bu güzel hayvancıkların lezzetli etlerini. Orta Asya’dan geliyoruz nihayetinde, etoburuz Elhamdulillah, köklerini bilsin çocuk.” “Emre illaki bana zıt git e mi!” “Çişim geldi, anne,” “Ayşe canım, babana biraz daha çikolata getirir misin? Bana da şu leblebi şekerlerinden, hadi tatlım. Ne dersiniz babacığım, 53 yersiniz değil mi?” “Anneee, anneee çişşş!” “Ayy Osman, sen neden kalkıp almıyorsun? Çocuğun peşindeyim ben!” “Tamam kızım sen otur ben Batu’yla ilgileniyorum.” “Anne olmaz öyle şey!” “Yahu şurada muhabbetimiz derinleşmiş, değil mi babacım?” “Osman hazır derin mevzulara girmişken şu mahalleyi kasıp kavuran o belalı serserileri de bir sor bakalım. Son vukuatları neymiş?” “Abla ben de ifrit oluyorum bu heriflere. Mahallenin bütün kadınına kızına yürüdükleri gibi esnafı da haraca kesiyorlarmış.” “Yapma ya! Düpedüz mafya olmuşlar. Osman bir şey yapılamaz mı gerçekten?!” “Batu hadi yavrum önce çişe sonra da tencerenin başına, anneannesinin güzeli.” “Osman abi, ben çerezlerinizi tazeleyeyim, sen babamı bu konuda konuştur. Ablişimin tepesi attı, hoş değil! Tuzlu fıstık da ister misin?” “Yaa anne yaa, bu çocuk beni deli edecek. Yaşı kaç oldu hâlâ bana laf ediyor. Abliş ne yaa, abliş ne?” “Emre Ayşe, çocuklar hadi bakalım sakin olun, bu yaşta bile didişmeniz bitmedi.” “Ya çok şekerler ama Nevzat Baba, değil mi? Benim yakışıklı Emriş’im” “Hah haa nereden çıktığı anlaşıldı. Emrişim sen bu tabakları bir masaya diz bakalım, boyunun ölçüsünü görelim? Anne her şeyi hazırlamışsın, bize bir şey bırakmamışsın, aşk olsun!” “Hadi çocuklar yavaş yavaş masaya geçelim. Emel Hanım siz de oyalanmayın içerde. Gerçekten çok şahane bir kurbanlık et var bugün, parmaklarınızı yiyeceksiniz.” Babamın ete bu kadar meraklı olduğunu bilmezdim daha önce. Memur ailesi öyle her dakika et filan yiyemez şimdi, doğruya doğru. Zirai Donatım’dan emekli olduktan sonra da orta hâlliliğin hâllicesindeler. Çok iyi hatırlıyorum, uzun yıllar kurban kesmeye paramız yetmedi. Yettiğinde de anca dayılar amcalar ortak bir küçükbaşa girildi, bize de baldır bacak bir parça bir şey ancak düştü. Şimdi evde bir kavurma kokusu... Sanki hayatta et yemeden bayram geçmez, boğulana kadar yemeli. Yani kurban kesme işi de bana çok ters geliyor. Ne gerek var hayvancıkları telef etmeye. Efendim neymiş hayvanlar yerine oğlumuzu kesecekmişiz de o yüzden kesmeyelim diye hayvancıkları… tövbe tövbe… Annemle babamın hiç dertleri yokmuş gibi sadece etten bahsetmeleri de çok garip. Ortalığı kasıp kavuran o üç belalı herife ne oldu? Her gün yaka silkerek yakınırlardı, şimdi sanki hiçbir şey olmamış gibi. “Nevzat Bey hadi, alın damadınızı da masaya buyurun, 54 çocuklar oturuyor artık.” “Tamam geldik geldik. Osman, sen de şu leblebi şekerlerinden amma yedin, tıkanacaksın, yemek yiyemeyeceksin oğlum.” “Osman gergin olduğunda yemeğe böyle şuursuzca saldırır. Değil mi hayatım, bari çiğnerken ağzını kapa!” “Bari bayramda bir karışma…” Of Ayşe of. Yine o hafif çekik, güzel gözlerinde onaylamaz, kırılmış bir bakış. Her şeyi kontrol edemeyeceğini bilen ama bunu kabul etmeyen gergin dudakların ve yanağında, sadece benim fark edebileceğim zonklayan bir kas. Emrişle nişanlısı Duygişi de kontrol altına alma çabaların. Bu genç kadının senin sınavını geçme stresi. Emre’nin sana karşı olan alaycı yıkıcılığı, bu soğuk savaşı körüklemesi, annenin ve babanın umursamazlığı. Boş vermeyi ne zaman öğreneceksin. Her şeyden senin sorumlu olmadığını sana kim söylerse ikna olacaksın? Ailenin sınıf başkanı olmayı bırak artık. Hayatım. O kadar zor ki. Sürekli göz hapsinde olmak, beğenilmeyeceğini bilmek, yeterli olamamak. Her şeyi bizim iyiliğimiz için istediğinin farkındayım. Şüphesiz. Ama bak Batu senden müsaade istemeden nefes alamayacak duruma geldi. Topluluk içinde istediğim gibi konuşamaz oldum. Ya politikadan bahsederken lafı çok uzatıp insanları bayıyorum ya aileyle ilgili bütün sırları bir fıstıkla bira yudumu arasında kaçan tükürüp gibi çirkin ve hızla ifşa ediveriyorum ya da işlerimi çok anlattığım için nazar değiyor… Sanki gösterideyiz, tempo düşüp seyirciler bizden sıkılır diye sürekli değişik, enteresan, farklı ve havalı olalım diye konuşma başlıkları açıyoruz, doğaçlama yapamıyoruz, hep daha önce çalıştığımız replikleri sıralıyoruz. Yoksa koskoca Avukat Osman için ne derler?! Dur bakayım; sıkıcı, banal, köylü, görgüsüz, maganda… Amman! Ne derlerse desinler! Hayatım. Bu eve gelirken strese giriyorum evet! Strese girince de dipsomanim azıyor, önümdeki neyse dibini görmeden ruhum huzur bulmuyor. Gerginim, çünkü ailenin karşısında bile her an müsamereye çıkıyorum. Gerginim, çünkü mahalleye dadanmış şu heriflerden hazzetmiyorum. Hapları atmış geliyorlar, bir duvara tünüyorlar, külhan beyi tavırlar. Bana laf söylese bir türlü, karıma laf etse öbür türlü. Bir kere müsamaha gösterdim mi tepeme çıkacaklar. Dayılansam, bana göre değil. Dövüşsem, yakışır mı bana bu yaştan sonra. “Demek o çocuklar birden ortadan kayboldular? Ha anne?” “Vallaha, artık uğramıyorlar mahalleye. Çocuğum çorbayla ekmekle doyurma kendini.” “Anne müthiş olmuş ya. Sen de fıstıksın, çorban da fıstık!” “Afiyet olsun oğlum. Zeytinyağlı sarma isteyen var mı?” “Ver ver, bayılırım bilirsin. 55 Ama ben en başta polise haber verelim demiştim.” “Hayatım, o çocukların zaten polisle yakın münasebeti vardır. Böyle olaylarda, polis çözüm değil ki. Mahalleliyle serseriler arasına pek girmezler. Yahu bu ne lezzetli bir ciğer sarma Emel Anne. Lokum gibi, ellerine sağlık. “ “Ciğer taze olunca tadından yenmez Osmancım?” “Baba peki ne oldu da gittiler?” “Ne kadar da çok meraklılarmış o serseri delikanlılara, değil mi Emel Hanım? Bir gün gittiler işte biz de kurtulduk. İçli köfteyi uzatır mısın bana Duygu kızım? Anneniz yeni bir tarifle yaptı.” “Buyurun efendim. Şu insana yiyecekmiş gibi bakan kafası dumanlı çocuklar değil mi?” “Bunun adı taciz tabii de başımız belaya girmesin diye kimse konduramıyordu.” “Abla, kafa göz girmesi gereken sen değilsin, konuşuyorsun. Sana kalsa ateşe körükle gideceksin. Ohha bu biberler amma acıymış!” “Allah’ın sopası yok! Oh olsun sana! Tacize uğrayan biziz, sokaktan ayağı kesilen biziz, sen kendini düşün sadece.” Dayım annemi üzüyor ben annemi seviyorum dedemi anneannemi babamı Duygu ablayı seviyorum. Ciğer sarmayı sevmiyorum. Kapıdaki ağabeyleri sevmiyorum. Babam da sevmiyor. Annem nefret ediyor. İçerdeki kirli elleri, çirkin yüzleri hiç sevmiyorum. Ayaklarını yıkamadan yatağa girenlerden tiksiniyorum. Mutfaktaki bize bakan gözleri hiç sevmiyorum. Gözlerin biri açık diğeri kapalı. Anneannem uyuyorlar dedi. Ama uyuyanlar bir gün mutlaka uyanır. Uyanacaklar! Bizi hoop diye esir alacaklar. Anneler çocuklarını hiç göremeyecek. Vuuvvvuumuuu uçururum. Vvuuuvuuuu diye gaz veririm hemen, masayla havalanır. Camdan çıkarız. Babam püskülünden tutar, havada ayaklarını çırpar. Vuuuu diye uçarız. Benzin koymam lazım. Anneyi babayı dayıyı Duygişi anneannemi dedemi kurtarırım. “Oğlum n’apıyorsun!? Çorba yere dökülür mü hiç?” “Yeni huylar edindi bu çocuk ya, hiç böyle bir şey yapmazdı.” “Bırak anne yaa. Vuuvvvuma benzin koydum bak. İçerdekiler gözlerini açacak anne! Yaa, yaa bırak!” “Uykusu geldi herhâlde. Ben içeriye yatırayım da geleyim.” “Yaaa anne yaa gitmiycem, içersi olmaz gitmiycem.” “Kızım bu bayram günü çocuğu odaya mı kapatacaksın? Yatıracaksan da burada yatır. Bizim yanımızda olsun çocuk.” “Batu da uyumaz zaten tam yemek üstü şimdi. Koltukta bir şansımızı deneyelim. Oğlum gel hadi.” “Emel Hanım biz de ana yemekleri getirelim.” 56 “Haklısın Nevzat Bey, etler pişe pişe ne hâle geldi acaba? A Duygu niye kalktın kızım? Otur otur biz Nevzat Amca’nla getiririz.” “Anne ben Batu’yu yatırmaya çalışıyorum, Duygu yardım etsin size işte. Ya da Emre Bey bir zahmet ayaklanın da siz de bu evin evladı olduğunuzu hissettirin.” “Çocuklar siz çalışmaktan yorgunsunuz zaten, bugün de dinleniverin. Babanızla biz getiriyoruz. Bir sohbet muhabbet açın, tatlı tatlı, hemen geliyoruz.” Bu kadar çok koşturmadan sonra kesin hastalanacak bizimkiler. Yardım etmeye mi gitseydim, ama gelmeyin dediler. Böyle dediklerinde acaba gelin ama biz kibarlığımızdan sizi çağıramıyoruz mu diyorlar? Ne demek istiyorlar acaba? Ablam böyle konularda daha iyidir. Bakıyorum, onun da pek umurunda değil. Demek ki gerçekten yardım etmeyin demek istediler. Yani pimpiriklidir bizim kız, içi rahat etmez. Kalkar geçerdi. Duygu’nun bu tarz refleksleri pek gelişmemiş. İyi ki de gelişmemiş, onun sapı bunun çöpü ömrümüz başkalarını mutlu etmeye çalışarak geçecekti. “Çocuklar pek içime sinmedi bu adamların ortadan kaybolma durumları.” “Di mi Osman Abi birdenbire! Üstüne gitmek istedik ama annemle babam pek konuşturmadı.” “Batu hadi yavrum kapa gözlerini.” “Uyumayacağım istemiyorum anne. Gelirlerse seni ben koruyacağım, tamam mı?” “Ay ne demek yavrum ya gelirlerse, kimse gelmeyecek. Ancak bayramlaşmaya konu komşu gelir.” “Maşallah Ayşe Abla, Batu’nun hayal gücü pek bir geniş.” “Ya öyle kendi kendine bir şeyler uydurup yaşayıp gidiyor işte gariban. Can sıkıntısından bence. Ben böyle değildim, çünkü Emre hep etrafımdaydı, hayal kurmaya fırsatım olmadı hiç.” “Bu lafınla bana büyük gol attın abla, bravo!” “Anne yaa, içerdeler diyorum sana.” “Annem mızmızlanma artık.” “Ne demek gelirlerse? Oğlum kim gelecekmiş bakayım?” “İçerdekiler baba.” “Kim!!?” “İçerdeki gözler. Biri kapalı şimdi. Ama biri böyle açık. Öbürkünü de açarsa ben sizi vuuvvumla kurtaracağım.” “İçerde birilerinin olduğunu mu söylemek istiyorsun Batucum?” “Daha önce kapıda gördüğün ağabeylere benziyorlar mıydı?” “Duygu yok artık! Gitmiş o delikanlılar, ne işleri var burada aşkım?” “Ya içerdelerse? Baksana sizinkiler bir garip davranıyor, Batu içeride garip şeyler gördüğünden bahsediyor. Adamlar birdenbire 57 ortadan kaybolmuş. Mümkün mü böyle tiplerin bir gün sıkılıp ortadan kaybolmaları? Olamaz.” Korkuyorum. Bu heriflerin ahlakı yok ki. Arsızca baştan aşağıya soyarlar insanı. Ağızlarının içinde ipe sapa gelmez laflar çevirip birbirlerini daha çok kışkırtırlar, omuz atıp gaza getirirler. Yandan bakarlar, yetmez arkadan bakarlar. O da yetmez gelir dokunurlar. Herkesin sahibi onlardır. ‘Ya benimsin, ya kara toprağın!’ ‘Başkasıyla görürsem öldürürüm lan seni!’ Bu cüret duvara dayanmaları ve birbirlerini omuzlamaları yeter. Omuzdan aldıkları destekle ancak güçlü. ‘Hadi kanka, yürü…’ Her şeyde hak iddia edebilirler. Bu eve de gelip bu yaşlı insanları günlerdir rehin almış olabilirler. Onlar da sorun çıkmasın diye katlanıyor olabilir. Her şey yolundaymış gibi. Ben tırnaklarımı avuçlarımın içine batırırım, daha fazlasını yapmamaları için sesimi çıkarmayıp dudaklarımı sıkarım. Buradan geçip gideceğim ve bu işkence bitecek. Görünmez olmayı dilerim içimden. Sırf Emre’nin başını belaya sokmamak için. Bu insanlar da geçmesini bekliyor olabilirler. Birtakım delikanlılar, hıh! Mazur mu göreceğiz yani, kanları kaynadığı için mi? Küçük külhanbeyleri. Korkuyorum. Ya gerçekten içerde… “Belki annemle babamı günlerdir rehin aldılar, işkence ediyorlar insancıklara Osman?” “Ya sevgilim olur mu öyle şey, hemen gaza gelmeyelim rica edeceğim.” “Yahu çocuk da söylüyor Osman abi, babamla annem geldiğimizden beri bizi içeri almadılar. Yardım ettirmediler. Babam hayatta böyle bir şey yapmazdı.” “Emre haklısın, sabahtan beri mutfağa giremedim. Hatırlasanıza Batu’yu bile tuvalete annem götürdü.” “Oğlum içerde gördüklerin sana sus mu dediler?” “Konuşmadılar baba.” “Ya gördünüz mü? Şıp diye ortadan yok olmaları normal değil Emriş. Evde saklanıyorlarmış meğerse.” “Çocuklar salonun kapısını açın da içeri girelim.” “Babacım!” Üstümdeki kanlı önlükle içeri girince çocukların korkması çok normal ama ortalığı birbirine katmak da nereden çıktı? Emre arkamdan kapıyı hızla ittirdi. Annesinin ağzını kapatıp duvara yasladı. Duygu çığlıklar atarak masanın altına saklandı. Zaten Ayşe çoktan Batu’yu kavrayıp salonun en ucuna gitmiş koltuğun arkasına çömelmişti. Bir Osman ortada öyle kalakaldı. Atılgan bir adam olamadı zaten. Her şeyi Ayşe’nin çekip çevirdiğini bir kez daha anlamış oldum. Ama bakma sen mendebura, cebine leblebi şekeri zulası yapmayı bilmiş, o panik içinde bile hâlâ ağzına leblebileri tıkıştırıp duruyordu. Uyduk millete, kana batıp bulandık. İstemeden içinde bulduk kendimizi. Vallaha! Ben cana kıyar 58 mıyım yoksa? Ya Emel? Mümkün değil. Ama oldu bir şeyler. Bari saklayalım, ortaya çıkmasın dedik, onu bile beceremedik. Ahh ahh bu yavrucaklarım da korku içinde, yüreğimin kenarı cız etti. Bu yaşa geldiler insan hâlâ kıyamıyor. “Baba bizi kandırmaya çalışmayın, içerde olduklarını biliyoruz. Batu görmüş her şeyi.” “Kızım içerde kimse yok size diyorum. 3 yaşındaki çocuğun lafına mı inanıyorsun.” “Ama bir şey görmüş işte.” “Bir gözü böyle açıktı, diğer gözü kapalıydı dede.” “Baba eğer bir tehlike içindeyseniz yardım etmek istiyoruz. O herifler içerde mi?” “Anneanne el de vardı, bacak da. Pis diye lavabonun içinde yıkadık ya.” “Adamlar bir de ayaklarını mı yıkatıyorlar! Aman Allah’ım, evladım bu yaşta nelere şahit olmuş!” “Emel Hanım ne yaptın sen çocukla?” “Yıka yıka temizleyemedim bir türlü Nevzat Bey. Yine gözüme kirli gözüktü. Dayamadım. Çocuk anlamaz zannettim, ne bileyim” “Şimdiki çocuklar cin gibi Emel Anne. Anlamış işte. Ne olur anlatın, size ne işkenceler yaptılar?” “Yahu kimsenin bize işkence yaptığı yok, zaten içerde de kimse yok.” “Gördüm diyorum, içerde abi parçaları vardı.” “Batucum neler diyorsun? Anne lütfen her şeyi tek tek anlat bize. Otur sakin sakin.” Bir değişiklik var bende. Bir güzellik, bir hava, başka bir şey. Şimdiye kadar olmayan bir ışık, güç. Kaderime söz geçirdim bu yaşımdan sonra. Asabımı bozanları yerle bir ettim. Değil mi? Hatırlamıyorum. Bu saldırgan gücü nereden buldum bilemiyorum. Körlük oldu, ortalık kaynadı. Yüreğim alev aldı. Aklım kaçtı. Neriman geldi, kapı komşum. Koş, dedi, o mendebur heriflerin ikisi Ayla’nın en küçük kızını market yolunda ellemişler, donunu istemişler. Kafaları güzelmiş. Gözüm karardı. Allah’tan ahh Allah’tan kız uyanık, 13 yaşında ama aferin ona cin gibi, durmamış, ağlamamış kaçmış, bağıra çağıra atmış kendini markete. Kasiyerlerin ödü patlıyor tabii. Bu itler kimseye nefes aldırmıyor ki. Vermemişler kızı ama markette de tutmak istememişler. Kızı arka kapıdan yine sokağa salmışlar. Yavrucak çığlık çığlığa koşmuş sokakta, bu sefer overlokçuya sığınmış, bin şükür. Çığlığı duyan mahallenin kadınları, sanki güdümlü gibi, önce balkona bir bakmaya sonra da mutfağa, kuşanmaya. Artık elimize ne gelirse kapmışız. Bizim de gözümüz karaymış meğer. Üst komşuya koşan, alt balkonda oturana bağırmış. Ben sokağa adımımı attığımda bir kadın kalabalığının arasına düştüm. Ayaklarım yerden kesildi. Sokak boyu sürüklendim. Ta bakkalın kapısına 59 kadar. Kasanın arkasına saklanmış itoğlu itler. Havanla kafasını patlattım birinin, diğerinin tepesine tavayla bindim. Yere düşenin bir bacağını Meliha kapıyor, diğerini Derya. Vur göbeğine, vur karnına… her yer kan… çığlıklar… bir süre sonra çırpınmayı bıraktılar. Neyse… “Anne! Öldürdünüz mü çocukları yoksa!” “Ne! Döve döve mi hem de?” “Ne yaptıysak hiç de fena yapmadık Duygu kızım.” “Resmen cinayet işlemişsiniz be anne? Manyak mısınız?” “Oğlum, hatırlamıyorum diyorum, daha ne diyeyim. Bir delilik hâli içindeydik.” “Bu düpedüz adam öldürme, ömür boyu cezası var.” “Osman öyle şeyler söyleme!” “Anne ikisini hakladık dedin, diğeri ne yaptı?” “Bir daha gözükmedi.” “Ya mahallenin kadınları heriflerin işini bitirirken gördü ve korkup kaçtı,” “Olay bakkalın içinde vuku buldu diye anlattı Emel Anne. Görmüş olma olasılığı düşük.” “Biz de öyle düşünüyoruz. Muhtemelen diğerlerinden haber alamayınca kötü bir şeyler olduğunu tahmin edip bir daha bize bulaşmadı.” “Ne yapacağız şimdi? Yani korkunç bir durum! Nasıl öldürürsünüz? Aklım almıyor? Emre? Ne yapacağız?” “Şişt! Susacağız çocuklar, hep birlikte. Susacaksınız. Mahalle olarak aldığımız karara uymalıyız.” “Babacım karara uymak ne demek? Sessiz kalmak mümkün mü? Toplu bir hezeyan ve sonunda cinayet! Olacak iş mi? Bunu bilen bir adalet adamı olarak gerekenleri yapmalıyım.” “Enişte annemi ispiyonlayacak mısın yani?” “Emre cinayetten bahsediyoruz, adam öldürmekten. Enişten ne yapsın?” “Söylemeyiversin abla. Susuversin. Birisinin ırzına geçmeden, başka birinin kafasını patlatmadan bitirmişler işi, ne güzel!” “Öldürücü darbeyi kim vurdu peki Emel Anne?” “Elbirliğiyle yaptık Duygu, hepimiz diğeri kadar suçluyuz.” “Anne, peki sokakta kamera filan yok mu? Sizi bakkala girerken görüntülemişse. Fark etmeden kameraya çekilmiş olmayın!” “Emre oğlum Amerikan dizisi mi bu? Yok tabii. Her şey bir anda olup bitmiş.” “Anne ne kadar soğukkanlısınız!” “Öyle deme Ayşe, bütün kadınlar şoke olmuştu. Ben olay yerine vardığımda hepsi kan içinde, durmuş yerdeki adamlara bakıyorlardı.” “Konuştuklarımızın hepsini Batu duyuyor! Kelimelerinize dikkat edin lütfen.” “Katil zanlısı kaç kişi aşağı 60 yukarı?” “Osman, ne dedim şimdi?! Anneme katil deyip durma!” “18 kişiler ama yalnız değiller, bütün mahalle, hepimiz arkalarındayız.” “Öyle boş boş yerde yatan cesetlere bakıyorduk. Selahattin Bey hepimizin ağzına kesme şeker verdi de biraz kendimize geldik.” “Anne iyisin değil mi?” “Mahalle konseyi gibi bir şey kuruldu. Anında. Hızla karar aldık. Laf sokaktan dışarıya çıkmadı. Olay olalı beri her şey sütliman.” “Osman Abi, aklından bile geçirme.” “Neyi?” “Sakın ortalığı bulandırma, hâlledilmiş işte.” “Peki cesetleri ne yaptınız? Yani parçalamışsınız tamam da, bavula koyup çöpe mi atacaksınız? Ya da gömdünüz mü?” “Bu riske giremezdik. Yarın öbür gün biri içindeki suçluluk ve pişmanlıkla ortaya çıkıp hepimizin hayatını karartmasın diye parçaları bölüştük.” Hayır, hiç de fena yapmadık. Kesip pişirmeyi pek bilemedik ama mühim değil. Et ateşi görünce hemen sertleşiveriyor. Demin yedin kızım, ciğerini yedin, kıymasını yedin, birazdan da kavurmasını yiyeceksin. Sesini çıkarmayacaksın. Polise gittik, savcılığa şikâyet ettik, çocukların akrabalarını bulduk, bunlar ancak höt zötten anlar dedik. Bir kul bize yardım etmedi, edemedi, sözünü geçiremedi. Biz de üstümüze düşeni yaptık. Güzelce işimizi hallettik. Delilleri yok etmek mahallece toplu kararımızdı, bunun da arkasında duruyoruz. “Bilmek zorunda değilsiniz evladım. Sizlerden bugün olanları göz ardı etmenizi istiyoruz. Görmemezlikten gelmenizi. Yediklerini çıkarmak isteyenler içerdeki tuvaleti kullanabilir artık. Saklayacak bir şeyimiz kalmadı.” 61 İstanburger Aylin Sökmen #foodporn hashtag’i kullanacak kadar bile çalışmıyor kafası. Tek işittiği kahkahalar, küfürler. Üstüne sinmiş sigara kokusu. Sabahın ilk ışıkları. Sonradan sileceği fotoğrafları yüklüyor ha bire. Birkaç boş bira kutusu duruyor girişte. Gelen geçen çarpıyor bazen, devrilen her teneke kutudan çıkan sesle beraber bir lokma daha ısırıyor ıslak hamburgerinden. Kuru mu ıslak mı ayırt edecek hâli yok, en son beraber çıkmışlardı bardan. “Bize gidelim, evim Galata’da,” demişti. “Tamam,” demişti ama nasıl olduysa şu an yanında kimse yok. Salça sosu bileğinden aşağı akıyor. Galata’ya gitmeye karar veriyor, gitmek istediği evin adresini bilmiyor. Düşünüyor, düşünüyor. Bir şekilde bulurum, diye düşünüyor ve ikinci ıslak hamburgerinin son lokmasını yutuyor. Genzini ağır bir baharat tadı sarıyor. 62 AVM’nin üst katında uğultu. Palmiye ağaçları. Sinema kuyruğu. Açlıktan sallanan kısa bacaklar. Gözleri batmaya başlıyor ışıktan. Tepsiyle önüne gelen hamburgere bakıp “Bu değil benim istediğim,” diyor ve reklam panosundaki hamburgeri gösteriyor. “Bunu istiyorum!” Şaşkın anne bir panoya bir önlerindeki hamburgere bakıyor. “Aynısı işte, whooper!” “Hayır, aynısı değil. Oradakinden istiyorum.” Panoya bir daha bakıyor kadın. Parlak-dolgun-düzgün-mükemmelcilalı hamburger. Sinema çıkışı akan insan seli. Önünde duran hamburgeri inceliyor, suratı buruşuyor. Yamulmuş ekmekleri birleştirip bir ısırık alıyor. “Çok güzel, hadi!” diyerek uzatıyor, genzini plastik kokusu sarıyor. 63 IceBurger, MadBurger, ekmek arası Soujouck. Siparişi beklerken tebeşirle yazılmış yazıları inceliyor. Yeni nesil postmodern burger. Aklı ısmarlamadıklarında. Her seçim bir vazgeçiş. Cep telefonu akıllı olmakla kalmıyor, aynı zamanda hayatını da taksitlendiriyor. Anını yaşıyor, nasılsa akan su yolunu buluyor. Karşısında oturan kızın üç ay sonra yanında olmayacağını da biliyor. Önlerine tepsi gelince, “Patates istese miydik?” diyor. Hamburgerin içi kat kat malzeme dolu, ağzına sığmıyor. İçindeki domatesi çıkarıyor, çıkarırken karamelize soğanların bir kısmı da tabağa yayılıyor. Ayakta bekliyor millet. Acele acele tıkıyorlar ağızlarına lokmaları. Konuşmadan, bakışmadan. Hamburgerin son lokmasını da yutuyor, genzini rokfor tadı sarıyor. 64 Hafif yanmış hamburger köftelerini plastik tabağa boşaltıyor. Kaç kişi olduklarını tekrar sayıyor, çocuklar uzakta. Hamburger ekmekleri sıra sıra dizili. İsteyen istediği gibi. Ağaca çarpan top önünde sekiyor. Ketçap-mayonez-hardal’ın kapaklarını açan karısına bakıyor. Tahta masayı kuş pisliyor. Kendin pişir kendin ye. Coca Cola’dan kaçan gaz sesi. Kadın çocuklara sesleniyor. Kimse duymuyor. Yan mangaldan gelen duman öksürtüyor. Boş ver, oynasınlar, diyor. Üç günlük yemek, yeter de artar. Hamburgerinden kocaman bir ısırık alıyor, genzini yanık kokusu sarıyor. 65 Metropol, Geçmiş ve Roman: Et Üzerine Bazı Geçişler Mert Tanaydın Modern etçilin acizliği Bugün yaşantımızda üretimle tüketim arasındaki mesafe muazzam açılmış durumda ve uzmanlaşmış bir eğitimden geçmemişse ya da yine uzmanlaşmış bir kurumda çalışmıyorsa kişi yiyecek madde üretimini kolay kolay gerçekleştiremez. Elbette hâlâ köyde bucakta kendi kendine yeten, hayvanlarıyla ya da bitkileriyle bir ekosistemde yaşayan veya yaşamaya namzet kesimler söz konusu olabilir, ama metropolde ya da şehirlerde ekseriyetle yiyecek üretim sistemlerine bağlıyız. Bu sistemlerin varlığı bizim iştahla yediğimiz yemeklerin sürdürülmesini sağlar, ama sistemlerin işlemeyi aksatması durumunda, distopyalarda hayal ettiğimiz, bazı incelemelerle tarih kitaplarında okuduğumuz vahşi kıtlık koşullarında bizi birbirimize kırdırtacaktır. Yemeklerin ham maddelerine ulaştıktan sonra, bu malzemeleri birbirine karıştırarak, çeşitli işlemlerden geçirerek karnımızı doyurmak ya da keyfimizi almak için kullanacağımız lezzetli –ya da becerememiş de olabiliriz– tabaklara, sofralara varabiliriz. Kişisel olarak yemek yapmayı nereden öğreniriz? Atalarımızdan, çevremizden, eğitim kurumlarından ya da medyadan. Nadiren kişi kendi kendine yiyecek maddeleriyle deneyler yaparak, oyunlar oynayarak yemeklerini geliştirebilir. Bir zamanlar bu deney yapanlara ve kabullenilmiş yiyecekler kullananlara cadı gözüyle bakılıyor, kâfir addediliyor ve gerekirse cezalandırıyorlardı, çevrenin egemenleri. Bugünse füzyon mutfağı tabirini kullanabiliyoruz, gustodan bahsediyoruz, televizyon kanallarında ya da dergi sayfalarında övgülerle dolu tariflerini paylaşıyorlar. Yine de, başarısız deneylerle, insanların damak tadını ve sağlıklı sindirimini zorlayacak tariflerle kabul görmek pek kolay 66 olmayacaktır. Metropol ya da yerleşim yeri, hadi şehir diyelim, artık insanların hücrelerinde –hanelerinde– huzurlu ya da huzursuz hapis kaldıkları, birbirleriyle çatıştıkları ya da ancak çalışarak özgür kalacaklarını sandıkları birer üretim birimi değil, sayısız katmanda irili ufaklı bir sürü değiş tokuşun yaşandığı kültürel aylaklık alanları aslında. İnsanın üretimdeki rolü azaldıkça elde ettiği boş vakti kültürel değiş tokuş imkânlarına dönüştüremediği sürece, yeni tutsaklar ve kısıtlılar arasında bunalacak, paylaşım mücadelelerinde muazzam yoğunlaşan çatışmalarda heba olacak ve uyumsuzluğun bedeli çok yüksek olacaktır. Ama kişi kendisini bir biçimde nitelikli aylağa çevirirse, ortalıkta dolaşması bile kültürel değiş tokuşu, kültürel ögelerin yayılmasını sağlayacağından, hiç ummadığı türlerde üretken kılabilir. Cihazlarıyla ortalıkta dolanan, yediğinin ve gördüğünün fotoğrafını çeken, anlatısını hazırlayan, üreticileri ve işletmecileri memnun edecek oranda tanıtım sağlayan, dolayısıyla kendini kabul edilebilir kılan insanlar, kültürel bir saadet zinciri oluşturabilirler. Yine de temelde modern insanın üretim bilgisinden ve imkânlarından yoksun olması, onu geçmişteki insanların kirli de olsa hayatta kalmasına yardımcı olan deneyimli hâlinden uzak tutuyor. Mesela lüks et lokantalarında, gittikçe çoğalan lüks burgercilerle dönercilerde ya da artık kanıksadığımız küresel zincirlerde kâh bayıla bayıla yediğimiz kâh içimizin kaldırmadığı o et yemeklerinin ham maddesi olan hayvan etlerine nasıl ulaşacağımızı, et işinde çalışanlar, hayvancılar ve kasaplar ve de kurban kesebilecek kadar dini pratiklerini ciddiye alanlar dışında pek bilemeyiz. Büyükbaş, küçükbaş, kümes ya da av hayvanlarını, öldürüp, parçalayıp, çeşitli sağlıklı ya da lezzetli kılma işlemlerinden geçirip, yemeğin bir parçası hâline getirme faaliyetlerini bırakalım yapmayı, aslında bugünkü nezaket seviyemizde görmeyi, düşünmeyi bile içimiz kaldırmaz. Her gün, her öğün et yiyen ortalama insanın, yatkın değilse öldürmeye, bilgili değilse neresinin nasıl yeneceğine, et üretim sistemleri mucizevi bir şekilde ortadan kalksa, ortalıkta yaban ya da ehil sayısız hayvan dolaşsa bile, zarar görmeden, hayatını riske atmadan, paylaşım savaşımına girmeden tek bir hayvanı bile yemeğe çevirmesi çok düşük bir olasılıktır. Etlere kişisel bir bakış Dedemin çok uzun yıllar mezbahada kesicilik ve yöneticilik yaptığını biliyorum, bir dönem babam da kasap dükkânlarında çalışmış, hatta beraber et üreticiliği şirketi kurarak İstanbul’da dâhil olmak üzere çeşitli kentlere sosis, sucuk, vs. et ürünleri tedarik etmişler, ama formülde kâr etmek için malzeme kısmaya kalkınca kaliteleri düşüp 67 ürün iadeleri alınca babasına rest çekmiş, üniversite okumaya İstanbul’a gelmiş, böylece aile mesleğinden çıkıp ilerde kimya ve bilişim alanlarına yöneleceği yeni kariyerine sapmış, dedem de kendisini emekli ederek gittikçe siyasete ve sonunda da Arabistan’da kalp krizinden öleceği dine yönelmiş. Hayvancılık aile mesleği diyorum, çünkü 19. yüzyılın ortasında, muhtemelen Kırım Savaşı dolaylarında, hayvanlarıyla Oltu’dan çıkmış gelmiş Kürt Hasan Ağa ve çocuklarıyla birlikte hem hayvan yetiştiriciliği hem de celeplik yaparak hayatını geçirmiş. Babam dedesinin, yanlış hesaplamadıysam Kürt Hasan Ağa’nın oğlunun, şehrin tepesindeki evlerine at sırtında geldiğini, mahallenin kedilerinin onun geleceği zaman yokuşun iki yanına sıralandığını ve büyükdede yoldan geçerken sağa sola fırlatacağı ciğerleri beklediğini anlatır. Dedemin lakabı da Ciğerci Sadık olmuştur, babam hiç yemez ama ben herhâlde tarihi-duygusal sebeplerden ciğer türlerini severim. Ailenin bu geçmişine rağmen ne babam ne de ben herhangi bir hayvana zarar verebilecek yapıda insanlarızdır, öfke, daha doğrusu çılgınlık hâlleri haricinde, çünkü uç noktaya çıktığımızda önümüzde kimsenin durmamasında fayda vardır, ne de olsa altta canlıları katlederek hayatını kazanan insanların soyu yatmaktadır. Ama hayvanlarla aramız iyidir, sokaklarda karşılaştığım neredeyse tüm hayvanların, en öfkeli hâllerinde bile, benim yanımda sakinleştiklerini, çoğu zaman sevmem için kendilerini teslim ettiklerini bilirim. Tabii kediler ve köpeklerden bahsediyorum, yoksa bir ineğe ya da ne bileyim bir ata temas etmişliğim yoktur, ne de olsa endüstri taşrasına dönüşmüş bir kentin merkezinde doğup büyüdüm ve benim zamanıma gelince şehrin son faytonları bile ortadan kalkmıştı, ancak İstanbul adalarında veya Karacabey haralarında –o da yoldan geçerken– görmüşümdür atları. Halbuki babam, çocukluğunda Adapazarı’ndaki Balkanlardan göçmüş akrabalarına ziyarete gittiğinde, mandanın üstüne oturup yol gittiklerini anlatır. Bu tarz anlatılar nedense Balkan Savaşları esnasında mandalarıyla, öküz arabalarıyla, American wagon’larını andıran araçlarıyla Konstantiniye’ye, mesela bugünkü Eminönü’ne geldiklerinde fotoğrafları çekilen göçmenlerle örtüşür zihnimde. Oltu’dan gelen soy koluna, Novipazar’dan ya da Manastır’dan gelen soy kolu eklenir. Bazen düşünürüm, hayvancılıkla uğraşan, hayvan yetiştiren, besleyen, doğuran, günü geldiğinde şefkatle bu hayvanları öldürerek halkının karnını doyuran, kurbanlarını kesebilen bu insanların, savaş koşullarında ya da çılgınlık anlarında günaha girmek zorunda kalıp kalmadığını. Tabii çok az kişiye nasip oluyordur, Edirne’de bir ciğerciye girmiş ve lezzetli bir yaprak ciğerini ya da Bursa’da üzerine dökülen tereyağının cızırtısıyla İsken68 der kebabını yerken, bu etlerin ve etleri sağlayanların hayatlarını düşünmek. Etten hareketle kimlikleri sarsan bir roman İşte, ailemden ve zaman zaman kapıldığım bu geçmişin sislerine doğru tarihi gündüşlerinden hareketle, hayvancılıkla ya da yemeklerle ilgili yapıtlar ilgimi çekebiliyor. Zamanında Jonathan Safran Foer’nin Hayvan Yemek denemesini okumuş ve hatta üzerine yazmıştım da, yeniden bir yemek konulu yazı yazmam önerisi gelince sevgili Özge Calafato’dan, geçtiğimiz yıl okuduğum, yakınlarda Parodi Yayınları’ndan Türkçeye de Benim Balığım Yaşayacak adıyla aktarılan A Tale for the Time Being’in yazarı Ruth Ozeki’nin bir kitabını odağa almayı seçtim. Söz konusu yazar Ozeki, Japon kökenli Kanadalı-Amerikalı bir kadın, aynı zamanda belgesel yönetmeni ve Zen Budist rahibi (ya da rahibesi, dilin toplumsal cinsel niteliği yansıtmak zorunda olduğu alanlardan biri sanki dinsellik, bizde bile rahip ya da rahibe diye ayrılıyor bu ruhban sınıfı mensubu). Söz konusu kitap ise 1998’de yayımladığı ilk romanı My Year with Meats, henüz çevrilmedi ama dilimize çevrilirse Etlerle Yılım gibi bir ismi olacaktır. Ozeki, muhtemelen kendi kişisel hayatından hareket ederek, Japon kökenli ama Amerikalı bir kadın filmcinin, Japonya’daki ev kadınlarına Amerikan etlerini özendirme amacıyla bir Japon televizyonu tarafından prodüksiyonu yapılan bir belgesel-mutfak projesinde görev yaptığı bir yılı kurgulamış. Çıkış noktası meşhur yastık-altı kitabı: 10. yüzyılda yaşamış bir saray kadını olan Sei Şonagon’un Japon edebiyatının klasiği ve kadınların bir erkek işi olan yazmayı kadınca gerçekleştirebilmesinin ilk örneklerinden Yastıkname’yi epigraflarına serpiştiren Ozeki, belki de o güne kadar bir erkek mesleği olarak görülen filmciliği bir kadının nasıl yorumlayacağını göstereceğini de alt niyetleri arasında tutmuş olabilir. Roman boyunca kadınlığın, kültürel/ genetik melezliğin ve de etleri övmek üzere çalışmasına rağmen etler hakkındaki gerçekleri veya alternatifleri sunmaya çalışmanın arasında kalan başkarakterine bir de Japon bir ev kadını gölgesi yaratır yazar: Japonya’daki prodüksiyon şirketi yöneticilerinden, Japonya’nın 20. yüzyılın sonlarındaki tüm şovenist eril hâllerinden mustarip (sert Japon erkeklik kodu, mecburi Amerikan hayranlığı, aile değerlerini kayıtsız şartsız tekrarlamak zorunda oluşu, vs.) bir adamın, aslında kendi kişisel işi olmasına rağmen toplumsal koşullara uymak için evlenmiş, saygı ve uyum göstermeye çalışırken şiddet ve küçümsemeye alıştırılmaya çalışılan, ama Amerika’daki türdeşinin çektiği yapımı izleyerek kendisini bulacak olan eşi. Roman boyunca, Amerikan mutlu aile yaşantısındaki ev kadınlarının yaptığı 69 lezzetli et yemeklerini tanıtmak için prodüksiyonu yapılacak olan belgeselin her bölümü, Ozeki’nin kurgusunda kattığı acı toplumsal baharatlarla, daha ilk adımda mutlu ailenin aldatmayla çatlamaya başlamasından, Amerika’nın ‘kusursuz’ ve ‘özendirici’ temsilini darmaduman edecek olan, ama bir yandan da modern dünyanın çeşitliliğini ve her türlü cinsel, dinsel, imgesel kombinasyonu barındıran, hem sorunsal gösteren hem de yaşamaya değer kılan pek çok farklı aileye ve ete yönelir. Kitap boyunca toplumun, ilişkilerin, kültürlerin ideal gösterilen hâllerinden yaşanan hâllerine kimi zaman çok sert ama çok kolay anlatılmış gibi gözüken detaylarıyla geçiş yapılırken, bugün bizim metropolümüzde ve medyamızda sık sık reklamı yapılan o devasa etlerin, sanat eseri tabakların ve ballandırılan lezzetlerin arka planındaki hem doğal hem de endüstrinin hırs dolu yanlış uygulamalarıyla dengeleri bozulmuş üretim koşulları serpiştirilmiş. Şimdilik metropolde dolaşırken gireceğiniz bir kitabevinde bulması çok zor olacak bu roman, aslında günümüz koşullarında cihazlar üzerinden bulunması kolay bir eser de. Kültürel olarak küresel dillerden birinde aylaklık yapabilecek donanımdaysanız, metropolün bir köşesindeki kahveye ya da restorana çöküp, cihazınızdan benim yaptığım gibi okuyabilirsiniz Ozeki’nin okuru hemen hemen her bölümünde çok çelişkili düşüncelere yollamaya çalıştığı romanını. Ama henüz kültürel çemberiniz kendi diliniz, kendi mahalleniz, kendi kimliğinizle sınırlandıysa, modern dünyanın, metropolün ve yaşamın kaotik çoğulluğuna geçemediyseniz, günün birinde sizin dilinize de çevrilebilir, mahallenizdeki kitabevine –kaldıysa tabii– gelebilir ve kendi kimliğinizi sarsmaya başlayabilir seçtiğim metin. 70 Andre ile Akşam Yemeği, Nick Cave’le Yağ Sürülmüş Ekmek Nil Kural Nick Cave belgeseli Dünyada 20.000 Gün’ün (20.000 Days on Earth, 2014) bir sahnesinde Warren Ellis’in evindeyiz. Cave ile uzun süredir birlikte müzik yapan Ellis, sahne performansının kendileri için aldığı hâli bir Nina Simone konseri anısıyla birlikte konuşuluyorlar. Bir yandan da denize nazır çiftlik evinin mutfağında Ellis, deniz mahsullü bir makarna pişirmiş, siyah tagliatelle, yılan balıklı. “Aç mısın?” sorusuna olumlu yanıt veren Cave’in önüne bu zahmetli yemek konduğunda, ona itibar etmeyip hatta tabağı kenara atıp ekmeğine yağ sürüp ağzına attığını görüyoruz. İzleyici olarak aklımız ve dikkatimiz elbette konser performansıyla ilgili muhabbette. Ancak belgesel, arka planda olan bu yemek sahnesiyle, iki konuşan kafa yerine çok daha hareketli kadrajlarla çok daha dinamik bir sahne sunuyor ve elbette Nick Cave ve Ellis’in karakterleri ve ilişkileri hakkında bazı ipuçları veriyor. Zahmetli yemeği tercih etmeyip, yemek seçen çocuklar gibi ekmeğine yağ sürmesi Cave hakkında hafif huysuzluk ve iştahsızlıkla ilgili işaretler veriyor. Ayrıca ayıp olmasın diye yemeye çalışmak yerine açıkça kenara atması arkadaşlıklarının samimiyetiyle ilgili bilgilendirici. Diğer yandan Ellis’in pişirdiği yemeğin özeni onunla ilgili bir şeyler söylemiyor mu? Yılan balıklı tagliatelle, Ellis’in hayattan keyif aldığının, misafirine ve kendisine özendiğinin işareti değil mi? Yemekle herhangi bir ilişkisi olmayan 20.000 Days on Earth’ün tek bir sahnesinde yemeğin sinemasal ve karakteri anlatmayla ilgili sunduğu imkânlar ortada. Aynı Dardenne Kardeşler’in, İki Gün ve Bir Gece’de (Deux Jours, Une Nuit, 2014) tek bir sahneyle bilgi vermeleri gibi: Filmin başında Marion Cotillard’ın canlandırdığı Sandra’nın muhtemelen işini kaybedeceğini öğrenmeden önce depresyondan çıkmış olduğunu hemen anlarız. Çünkü çocukları 71 20,000 Days on Earth, Yönetmen: Iain Forsyth & Jane Pollard, 2014 için pişirdiği turtayı fırından çıkarmaktadır. İş riski başlayınca yemekler dışından alınan pizzalara dönüşür. Dünyada 20.000 Gün’de film Ellis ve Cave arasındaki ilişki filmin merkezinde olmadığı için bu sahne küçük bir çeşniydi. Oysa yemekler filmin tam merkezindeki çatışmanın kanıtı da olabilir. Abdellatif Kechiche’in Altın Palmiye ödüllü başyapıtı Mavi En Sıcak Renktir’de (La Vie d’Adèle, 2013) zarifçe yaptığı gibi. İki kadın arasındaki tutkulu aşkın başlangıç ve bitişini işleyen filmde yemekler, iki âşığın ayrılma nedeni ortaya koyar: Sınıf ayrımını ve karakterden birinin yıkıcı bir özelliğini. Film, alt sınıftan mütevazi gelir düzeyli ailenin, para kazanacağı kesin bir iş istediği için öğretmen olmak isteyen kızı Adèle (Adèle Exarchopoulos) ile burjuva bir ailenin ressam kızı Emma (Léa Seydoux) arasındaki ilişki üzerine kurulu. Kechiche, tutkulu bir ilişki yaşayan bu iki insan arasındaki aşkın bitme sebeplerinin ipuçlarını yemekle veriyor. Adèle, Emma’nın ailesiyle tanışmadan önce yiyemediği tek yemeğin istiridye olduğunu söyleye- cek, Emma’larda karşısına tam da bu yemek çıkacaktır. Filmde, Adèle’le özdeşleşen yemek ise onun aile yemeğinde sunulan ve büyük bir iştahla yenen bolonez soslu makarna. İstiridye ve bolonez makarna üzerinden bir yandan onların ‘farklı sınıfların insanı olduğu’ vurgulanıyor. Emma’nın Adèle’in istiridye sevmemesini umursamaması, onu olduğu gibi kabul etmediği ve etmeyeceği, yani değiştirmeye çalışacağına işaret ediyor. İlişkinin sona erme temelleri yemek tercihleri üzerinde kurulmaya başlamıştır bile. Abdellatif Kechiche’in Mavi En Sıcak Renktir’de bu detaya yer vermesi önceki filmlerinden La Graine et Le Mulet’yi izleyenler için sürpriz değil. Yönetmen, yemeğin senaryoda açabileceği imkânlara hâkim. Yemeğin kültürel ve sınıfsal değerini merkeze oturttuğu 2007 yapımı filminde işinden olan Arap kökenli Fransız Slimane Beiji (Habib Boufares), eski bir gemiyi restore ederek eski eşinin dillere destan balıklı kuskusunu satan bir restoran açmak istiyor. Filmde bütün ailenin La Graine et Le Mulet, Yönetmen: Abdellatif Kechiche, 2007 72 bir araya geldiği, kah çatışmalara kah uzlaşmalara yer açan, ünlü balıklı kuskusun yendiği pazar yemekleri geniş yer kaplıyor, bu yemeğin hazırlanış süreci de. Nitekim filmin finali de restoranda bu Tunus mutfağına özgü yemeğin restoranda servis edilmesiyle sonlanıyor. Kechiche, kültürel bir değer olarak yeme kültürünü ve yerel yemeklerin göçmenlerin hayatındaki yerini filmin merkezine oturtmuştur. La Graine et Le Mulet’de yemek nasıl filme bir sıcaklık veren bir detaysa Luis Bunuel’in rüyalar etrafında dönen Burjuvazinin Gizli Çekiciliği’ndesinde (Le Charme Discret De La Bourgeoisie, 1972) o kadar kan dondurucu. Bir grup burjuvanın bir türlü yenemeyen yemeklerle oradan buraya sürüklenmesini konu alan filmde, her yemek burjuva sınıfının alt sınıfa üstten bakmak, emirler yağdırmak ve küçük görmek için kullandığı bir fırsat. İlk gittikleri restoranda fiyatları ucuz buldukları için yemeklerin iyi olmadığına hükmetmeleri gibi. Yemek, Burjuvazinin Gizli Çekiciliği’nde bir iletişim ve kültür aracı değil, bir sınıf meselesi. Yemek sahneleri, Dünyada 20.000 Gün’de olduğu gibi muhabbet eden karakterleri hareketli Le Charme Discret de la Bourgeoisie, Yönetmen: Luis Buñuel, 1972 My Dinner With Andre, Yönetmen: Louis Malle, 1998 biçimde göstermek için yönetmenler için iyi bir fırsat. Bu fırsatın tam tersine bir zorluğa ve meydan okumaya dönüştüğü film ise Yeni Dalga döneminin hakkı yenmiş yönetmeni Louis Malle’ın ABD’de çektiği filmlerden My Dinner With Andre (1981). New York tiyatro sahnesinin tanınmış figürleri Wallace Shawn ve Andre Gregory’nin kendi isimleri ve personalarıyla rol aldıkları filmde, ikili eski arkadaşın buluşması hakkında. Wallace, filmin başında bir yandan restorana gitmek için New York’ta yol alırken iç sesiyle anlatıyor: Kariyerinin başında ona destek olan saygın yönetmen Andre Gregory bir süre ortadan kaybolmuş, ağaçlarla konuştuğu, tuhaflaştığı etrafta konuşulmuş. Wallace bu yemeğe gitmek istemiyor ama gidiyor. Şık ve geleneksel bir restorandaki yemeğe geldiğinde, “Yemeği ancak Andre’ye birkaç soru sorarsam atlatacağım,” diye düşünüyor. Andre her ne kadar ‘tuhaflaşmış’ olsa da restorana Wallace’dan daha iyi uyum sağladığı kesin. Wallace’ın tersine üstü başı uygun, menüdeki Akdeniz yemeklerinin ne olduğu biliyor, uzman gibi telaffuz edebiliyor. Sonuçta film hemen başlarında iki 73 eski arkadaşı masaya oturtuyor, finale kadar da kaldırmıyor. Yönetmen Malle’ın ve elbette Wallace Shawn ve Andre Gregory’nin meydan okuması başlıyor: Giden gelen yemekler, filmin seyir süresine yayılan bir muhabbetle izleyicinin ilgisini ayakta tutmak... Başlangıçlar menüsünden yemekler gelip kaldırılana kadar Andre, Polonya’da bir ormanda dilini bilmediği insanlarla gerçekleştirdiği workshop’dan, spiritüel deneyimlerinden bahsediyor. Wallace çorbasını içip, başta planladığı gibi sorular sorarak Andre’yi konuşturuyor, 40 dakika aralıksız. Ardından ana yemeklerle birlikte muhabbet monologdan diyaloğa dönüyor. İkili insanların üstlendiği rollerin ve sürekli performans hâlinde olmalarının tiyatroyu gereksiz kıldığından, ölüme, aileye uzanan konularda tartışmaya başlıyor; bu sohbetin dinamikleri nefes aldırmıyor. Bu, bir filmin seyir süresinin çoğuna uzanan yemek sahnesi sonlandığında arkadaşlığın yeniden canlanmasına ve Wallace’ın eve dönerken şehre bakışı değiştiğine şahit oluyoruz. Ekip ise hem entelektüel değerini bunca yıldır kaybetmeyen bir metin sunuyor hem de tek bir yemek sahnesiyle sinemasal bir güç gösterisine imza atıyor. My Dinner With Andre, yalnız bir restorana gidip, ikilinin bulunduğu o masayı gören bir yerde oturmuşsunuz ve dünyanın en ilginç muhabbetlerinden birine şahit olmuşsunuz hissi yaratır. O durumda kalsanız, muhtemelen dinlemekten yemeğinizi yiyemezdiniz. 74 Karnı Delik Şehir - Firuz Kutal 75 Mahrumiyet ve Hasret Anıları Özlem Yüksel İlkokul ikinci ya da üçüncü sınıftayım. Ankara’daki evimizin mutfağında sofra başındayım. Öğlenciyim, okul radyosunu dinliyor, bir yandan da okul servisi gelmeden, önümde duran, anneannemin yaptığı, ağız tadıma uymayan tombul sulu köftelerden nasıl kurtulabileceğimi düşünüyorum (Ev halkıyla damak zevkimiz hiç uyuşmuyor, henüz yemek pişirmekten anlamadığımdan köfteyi nasıl sevdiğimi anlatamıyorum). Beni iştahsız sanıyorlar ama sebep yemek zevklerimizdeki farklılık. Birden dâhiyane bir fikir buluyorum. Ocakla tezgâhın arasında küçük bir boşluk var, köfteleri oraya atıveriyorum. Bu çareye menüde köfte çıktıkça başvuruyorum. Gün geliyor, ocak yerinden çekiliyor ve kabahatim gün gibi meydana çıkıyor. Bu anıyı senelerdir düşünmemiştim, ta ki Sovyet Mutfak Sanatı kitabını çevirirken yazarı Anya’nın Moskova’da bazı zaruretler yüzünden gönderildiği parti elitlerinin çocuklarına özel bir kreşte verilen ve halkın erişemediği yiyecekleri dilimli bir radyatörün arkasına attığı bölüme gelinceye kadar. Anya’yı öğürten bu yiyecekler, benim köftelerimden çok farklıydı. Porçini mantarlı soslu dana eskaloplar. İthal beyaz peynirli makarnalar. Morina ciğeri patesi. Radyatörün ardından kötü kokular çıkmaya başlayınca, Anya’nın foyası da ortaya çıkmıştı. Parti elitlerinin kreşinde porçini mantarı vardı, ama halk hemen her şey için kuyruklarda ömür tüketiyordu. Ortalama bir Homo sovieticus çalışmadığı zamanın üçte birini kuyruklarda geçiriyordu. Gıda maddesi kuyrukları da vardı, ayakkabı kuyrukları da. Şostakoviç’in Piyano Beşlisi için de kuyruğa giriliyordu, otomobil ya da televizyon için de yıllarca uzayan bekleme listeleri tutuluyordu. Adını ilk duyduğumda kapsamlı bir yemek kitabı 76 zannettiğim Sovyet Mutfak Sanatı, araştırınca çevirmek için daha da heveslendiğim, yazarının ifadesiyle, “Sovyet ve Sovyet sonrası yaşananları on yıllık dönemler hâlinde ele alan, aile anekdotlarıyla ve tarihsel gerçeklerle örülmüş kurgusal olmayan bir anlatı”ydı. Benim için yıllarca demir perde ardında kalmış bir kültürün, rejimin, haritaların, sosyal yaşantının değişiminin birinci elden tanıklığıydı. Kapağında yazdığı gibi hasret anılarının kitabıydı. Hem rejim yüzünden mahrum kalınan yabancı ve bilinmeyen tatlara, hem de Anya annesi Larisa ile Amerika’ya göç ettikten sonra uzak kaldıkları vatanın tatlarına hasreti anlatıyordu. Mahrum kalınan tatlar onlar için hayalden, kitaplarda okudukları isimlerden (ıstakoz, pizza, pot-au-feu, escargot) ibaretti, ama benim mahrum kaldıklarım her gün gözümün önündeydi. Hemen her şeye karşı alerjim vardı, özellikle de gıda boyalarına, katkı maddelerine, kakaoya, sözün kısası bir çocuğun yemek için can attığı her türlü abur cubura şiddetli tepki veriyordu bünyem. Benim mahrumiyetim, okul kapısına gelen renkli macunlardı; Tunalı Hilmi üzerindeki pastanelerin vitrinlerinde duran kıpkırmızı elma şekerleriydi; bayramda ikram edilen rengârenk jöle şekerlemelerdi; çıtır çıtır kuruyemişler, rafları dolduran çikolatalardı. Anya’nın ülkesinde ise devlet kantinlerinde asla görülmeyen ve sınıfsız, mutlu Sovyet toplumunda statüyü en acımasızca belirleyen şekerlemeler, çikolatalar, Parti kreşinde akşamüstleri dağıtılır, ama radyatörün ardını boylamazdı. O hasretini kreşte avutuyordu, ama Larisa... Lezzetli yemeklerden haz almanın kapitalist yozluğu sayıldığı, ‘Ye ananasını doldur karnını, son günün yakın burjuva asalağı’ diye hicvedildiği bir ülkede, ev kadınlığı ve mutfak kültürü de hor görülüyor, halk ve özellikle de kadınlar yemek pişirmek yerine mutfak köleliğinden kurtulması için toplu yemek yenen halk kantinlerine özendiriliyordu. Benim ülkemde evin kadınının hâkimiyet alanı olan mutfak, Sovyetler Birliği’nde ya terk ediliyor ya da komün apartmanların çarşı, hamam, çamaşırhane, mahkeme salonu işlevi de gören ortak mutfaklarına dönüşüyordu. Zaman içinde benim memleketimin mutfakları gibi Sovyet mutfakları da değişiyor, halk kruşçeba’larda, yani prefabrik konutlarda oturmaya başlıyor, pişirme, 77 yemek odası, ev ödevi yapma alanı, yaşam alanı işlevlerini gören beş metrovki (metrekare) mutfaklara sığışıyordu. Çocukluğumda ithalatın serbest olmaması yüzünden pek çok şeyden mahrum kalsak da, hemen her bakkalda bulunan, üzerinde güzel bir Arap kızı resmi olan Mabel sakızı ve diğer çiklet çeşitleri Anya’nın okulunda santimle paraya çevrilen bir emtia hâline geliyordu (Anya’nın Mabel sakızıyla buluşmasını öğrenmek için kitabı okumalısınız). Kutu kola diye bir şeyin varlığının tevatür olduğu, kolanın bakkallardan depozitolu şişelerden alındığı ya da açtırılıp oracıkta içildiği ilkokul yıllarımda yurt dışından eş dostun getirdiği meşrubat kutuları atılmaz, üst kısmı kesilip kalemlik yapılırdı. İki ülke arasında rekabetin kızıştığı dönemde, bilim, teknoloji ve kültür fuarları değişimi programı kapsamında açılan Amerikan Ulusal Sergisi’nde Moskova halkı, bedava dağıtılan Pepsi Cola’dan içmek için kuyruğa giriyor, içeceğin sarhoş etmediğine şaşıyordu. O karton Pepsi Cola bardağını içen herkes yıllarca saklayacaktı. Yiyecek ve içecek otomatları bizim hayatımıza doksanların başında girmişti, artık kantine gitmeden, fakülte girişindeki otomattan karton bardakta kahve almak ve derse yetişebilmek büyük kolaylıktı benim için. Halbuki yetmişli yıllarda Moskova’nın metro istasyonlarında gazirovka (gazoz) makineleri vardı. Tabii karton bardaktan değil, on iki yüzlü pahlanmış cam bardaktan içiliyordu gazoz. 78 Ve votka. Benim ülkemin rakısının bir içme adabı ve ritüeli olduğu gibi, o soğuk iklim insanı için gıda olarak gördüğüm votkanın da ritüelleri, içme adetleri vardı. Votka Anya’nın tabiriyle “sıvı bir kültürel mihenkti; günlük sosyalist angaryalardan sert bir kaçış aracıydı.” Aynı zamanda da bir takas aracıydı; balla karıştırıp ısıtılınca ilaçtı. ‘Sıkıntıdan ölmektense, votkadan ölmek iyidir’ dedikleri gibi, sıkıntı Sovyet için ayık olmaktı. Ve en korkuncu da ayık ölmekti. En büyük ayıp ise tek başına içmekti. Keza içerken sessiz kalmak da. İki alkogolik sohbete katılması için bir intelligent’e (aydın) nutuk çekerler. Gönülsüz intelligent başından savmak için sarhoşlara 1 ruble verir, ama adamlar payına düşeni içmesinde ısrar ederler. İçer. Kaçar. İçki ortakları peşinden giderek Moskova’nın neredeyse yarısını dolaşırlar. Adamcağız, “Ne... şimdi ne istiyorsunuz benden?” diye bağırır. El cevap: “Popizdet?” Meali: “Geyik yapmaya ne dersin, ahbap?” Anya von Bremzen kitabını annesi Larissa’ya ithaf etmiş. Rüyalarında uçarak başka ülkelere giden, zagranitsa’nın (yurtdışı) tatlarına, hiç bilmediği yabancı tatlara hasret, kızıyla memleketini terk edip zagranitsa’da tek başına bir hayat kurmayı göze alabilmiş, küçücük, ama kocaman yürekli o cesur kadına. Sovyet Mutfak Sanatı bir yemek kültürü kitabından ibaret değil. Bir siyasi, kültürel ve toplumsal tarih an- latısı; hem mahrum kalınan, yabancı tatlara, hem de artık uzakta kalan Rodina (anavatan) tatlarına duyulan hasretin, siyasi akışla ve rejim değişiklikleriyle yeni baştan şekillenen çokuluslu bir ülkenin mutfak macerasının kitabı. 79 Isırık Engin Türkgeldi Herkesin gizli bir zevki vardır. Küçük, ama kendisine yaşadığını hissettirecek kadar heyecanlı bir şey. Benimki vapura son dakikada, koşarak yetişmekti. Hele bir de hemen arkamdan sürgülenen kapının sesini duyarsam keyfim ikiye katlanırdı. O öğleden sonra Beşiktaş’taki şubeyi ziyarete gidecektim. Kadıköy’de dolmuştan indim. Saatime baktım. Vapurun kalkmasına daha yirmi bir dakika vardı. Yani on dokuz dakika sonra yola çıksam yeterdi. Çarşıda gezinmeye başladım. Balık kokuyordu bütün bir sokak. Gündüz vakti yakılan o parlak ampullerin ışığında canlı gibiydiler. Öyle düzgün, öyle tertipli. Arada bir solungaçları oynuyor muydu yoksa bana mı öyle geliyordu? Yaşıyorlar mıydı, ölmüşler miydi anlaşılmıyordu. Cennet Balık Pazarı’nın tezgâhına sıra sıra dizilmiş balıklara bakarken, o an önüme bir levrek gelse onu en iyi nasıl ayıklayabileceğimi aklımdan geçirdim. Küçüklüğümden kalma bir alışkanlık. “Mükemmel olmak istiyorsan Adem,” derdi babam, “her fırsatta çalışmalısın. Gevşekliğe yer yok.” Dokuz yaşındaydım. Bir akşam annem ızgara levrek pişirmişti. Babamın en çok gurur duyduğu becerilerinden biri her türlü balığı mükemmel bir şekilde ayıklayabilmesiydi. Kalkanı, kofanayı, adabeyini bile. “Etin içinde tek bir kılçık kalmaması yetmez Adem, insanlar bununla yetiniyorlar. Yanlış. Çıkardığın kılçığın üzerinde de tek bir parça et kalmamalı. Esas ustalık budur.” İşte o akşam bana ilk defa balığı nasıl ayıklamam gerektiğini bir cerrah titizliği ve öğretmen sabrı ile göstermiş, balığın anatomisini, hangi bıçağı nerede kullanacağımı, et ile kılçık arasına hangi açıyla girip ne yöne doğru kesmem gerektiğini ince ince anlatmıştı. Çatal bıçağı elimde aldım. Elim niye titriyordu, hayatımda bu işi ilk kez 80 yaptığım için mi, yoksa babam beni izlediği için mi, bilmiyorum. Balığı üç hamlede tanınmaz hâle getirdim. Başımı kaldırdım. Babamla göz göze geldik. Sonra onun bir şey demesine gerek kalmadan ben sandalyemden indim, odama gittim ve kapıyı kapattım. Balık tezgâhlarını oradan hızla ayrıldım. Kokoreççilerin olduğu sokağa daldım. Dayımın bana yıllarca etli mantar diye yutturduğu baharatlı bağırsak parçalarını bira eşliğinde mideye indirenlerin yanından midem kalkarak hızlı adımlarla geçtim. Dayıma hep kızardı annem zaten, “Kardeş değil iblissin sen,” derdi, “yalan, dolan, üçkağıt hepsi sende.” Dayım da birayla yerdi kokoreçini. Belki bira bu iğrençliği gizliyordur. Hiç içmedim, bilmiyorum. Midye tavayı ise asla sevmedim. O bulanık sarı sıvıda pişen bir şeyin yenmemesi gerektiğini idrak etmek için yetişkin olmaya gerek yoktu bana kalırsa. Pidecilerin, lahmacuncuların, dönercilerin, hamburgercilerin, tantunicilerin arasından geçtim. Taş fırınların, döner tezgâhlarının, hamburger ızgaraların, sacların, gaz ocaklarının sıcağı sokağa taşıyordu. Yalnızca sıcak değil, yemek kokularıyla beraber müşterilerin konuşmaları da sokağa taşıyor, tümü sokakta birleşip bir bulamaca dönüşüyordu. İşte bu yüzden dışarıda yemeyi sevmezdim. Bir düzensizlikti tüm bu lokantalar. Bir karmaşa, görüntü ve ses ve koku ve tat kirliliği. İçerisi serindir diye bir iş hanına girdim. Test kitapları satan sahafın, cep telefoncusunun ve kırtasiyenin vitrinlerine öylesine bakarak yürüdüm. Kadın çamaşırları satan dükkânın önünden başım aşağıda, hızlı adımlarla geçtim, kendimi bitişiğindeki kitapçıya attım. Kitap kapaklarına göz atıp çıktım. Askeri malzeme satan bir dükkânın içini izledim. Raflarda, Rambo bıçaklarının, copların, kamuflaj boyalarının yanında tırnak kesmek için çıtçıtlar, yeşil donlar ve içlikler vardı. Sivilceli bir oğlan İsviçre çakılarını inceliyordu. Kim bilir ne vardı aklında. Bazen, böyle bir dükkâna girip kamp malzemeleri almayı, sonra da ormana gidip kendimce yaşamayı hayal ederdim. Saatimi kontrol ettim. Koşmaya başlamama daha yedi dakika vardı. Baylan Pastanesi’nin önünden geçerken, ‘Vaktim olsaydı içeri girip kup griye yerdim,” diye düşündüm. Kup griyenin tadı artık eskisi gibi güzel gelmiyordu, ama ahşap kaplı duvarları ve havadaki o şekerli nemli koku küçüklüğümden beri hiç değişmediği için orada ne zaman yesem mutlu hissediyordum. Sonra bir şemsiyeci gördüm. Meteoroloji yağmur yağacak demişti. Islanmayı sevmezdim, hele o ıslak elbiselerden çıkan nem kokusunu hiç. Göğe baktım, tek bir bulut yoktu. Aydınlık, ferah bir gökyüzü. Cennet. Bu havada şemsiye elime yük olacaktı, vazgeçtim. Köşedeki fırından akşam simidi kokuları gelmeye başlamıştı. 81 Canım çekti, hem de çok, ama almadım. Bazen sırf kendimi sınamak, irademi güçlendirmek için kendimi frenlerdim. “İrade kas gibidir Adem,” derdi çünkü babam, “sık sık çalıştırmazsan zayıflar.” Uzaktan vapurun yanaşma düdüğünü duydum. Vakit yaklaşmıştı. Timsah heykelinin yanına gittim. Kravatımın ucunu gömleğimin iki düğmesi arasına sıkıştırdım. Ayakkabılarımın bağcıklarını tekrar sıkıca bağladım. Evrak çantamın fermuarının kapalı olduğunu teyit ettim. Akbilimi sol elime aldım. Tüm bu önlemleri, geçmişteki acı tecrübelerime dayanarak prensip edinmiştim. Saat tam 15:13’ü gösterdiğinde Strabon’un timsahının yanından fırladım, kalabalığın arasında sağa sola manevra yaparak tüm gücümle koşmaya başladım, kaptan bir kez daha düdük çaldı, postaneyi geçtim, vapurun bacasından süzülen siyah dumanlarını gördüm, caddeyi geçerken bir taksici freni kökledi ve muhtemelen arkamdan küfretti, parkı ve diğer caddeyi geçtim, iskelenin elektronik saati 15:14’ü gösteriyordu, benim gibi başka koşanlar da vardı, turnikelere vardım, iskele binasının içi karanlıktı, gözüm alışamadı bir an, akbili bastım ve bunun için kaybettiğim vakit ve hıza her zamanki gibi lanet ettim, filmlerdeki gibi turnikenin üzerinden atlayıp gidebilseydim keşke ama yapamazdım, önüme baktım, üç kapıdan ikisi kapanmış, son kapının da tek bir kanadı açık bırakılmıştı, bir tapınak görevlisinin ciddiyetiyle kapıda bekliyordu iskele memuru, tam çeyrek geçe kapıyı kapatacak ve kutsal görevini yerine getirecekti, son gücümle ışığa doğru bir depar attım, ve tapınak görevlisinin yanından kapı kapanmadan geçmeyi başardım ve aydınlığa kavuştum. Artık koşmama gerek yoktu. Vapura doğru yavaşça, büyük bir huzurla yürüdüm. Kapının kapanma sesini hâlâ duymamıştım, arkama baktım. Kırmızı elbiseli genç bir kadın, elindeki poşeti sallaya sallaya, yürüyerek görevlinin yanından geçti, ve kapı hemen peşinden kapandı. Koşarken görmemiştim bu kadını, nasıl yetişebilmişti? Vapurun kıç tarafına, üst kata yöneldim. Poyraz estiği için biraz serindi, dışarıdaki koltukların yarısı boştu. Can yeleklerinin olduğu sandığın hemen yanındaki üçlü koltuk boştu, mendilimle sildim, oturdum. Terli terli rüzgârda kalıp hastalanır mıyım diye düşündüm, ama sonra vazgeçtim. İçeride otursam terlemem daha da şiddetlenecekti, şube ziyaretime ter kokarak gidecektim ve kim bilir hakkımda neler düşüneceklerdi. Gömleğimin yakasını açmayı veya kravatımı gevşetmeyi aklımdan geçirdim ama vazgeçtim. Lise öğrencileri gibi kendini hemen koyvermemeliydim. Vapurda kimin olacağı belli olmaz. Kravatımı gevşetmeden, sadece en üstteki düğmeyi açmakla yetindim. Vapur, suları köpürtmeye, beyaz bir uğultu çıkartmaya başla82 dı ve biraz oyalandıktan sonra hareket etti. Şube ile ilgili notlarıma bakmayı düşündüm ama vazgeçtim. Damarlarımda hâlâ adrenalin dolaşıyordu, biraz sakinleştikten, şu anın tadını çıkardıktan sonra belki. Vapura binerken gördüğüm kırmızılı kadın geldi, üçlü koltuğun diğer ucuna oturdu. İçeride yer bulamamış olsa gerekti. Elindeki poşeti aramızdaki boş koltuğa koydu. Poşetin üzerinde koyu yeşil harflerle Engerek Büfe yazıyordu. Burnuma sarımsak kokusu çalındı. Kadıköy yavaş yavaş küçülmeye başlamıştı. Haydarpaşa Garı, tacı alınmış bir kral gibi gözüküyordu. Gururlu, yenik. Çatısı yandıktan sonra bir başına kalmıştı sanki. Martılar, çığlıklar atarak vapurun peşinden geliyorlardı. Ne zaman çığlık atan bir martı duysam aklıma Selim gelirdi. Üniversitede, her akşam eve beraber dönerdik. Vapura binmeden önce Eminönü’ndeki bir büfede domatesli-sarımsaklı-biberli tuhaf bir kırmızı sosa bulanmış bir etli sandviçi bayıla bayıla yerdik. Bir keresinde iki lokmam arasında “Abi anlamıyorum, biz de evde tavuk alıp pişiriyoruz, annem bir ton sosa yağa yatırıyor, ama böyle yumuşak olmuyor,” diye boş bir yorumda bulunmuştum. Selim gözlerini bana dikip “Oğlum ne tavuğu!” demişti, “Martı eti kullanıyorlar bütün bu büfeler, bilmiyor musun? Yoksa 1 liraya bunu satıp nasıl kâr edecek? Sırf şu ekmek kaç kuruş. Domatesi, yeşilliği, personeli, ısınmayı, kirayı saymıyorum bile. E bir de üstüne kâr koyacak adam, imaret değil ya burası. Sen var ya, şu iktisatı bitir, saçlarımı kazıtmazsam!” Hemen peşinden de sırıtarak martısından bir ısırık daha almıştı. Ben elimdeki sandviçi yavaşça yüzümden uzaklaştırmış, içindekine tiksinti ve inanamaz gözlerle bakakalmıştım. Sonra da ani bir hareketle çöpe fırlatmıştım. Ne olduğunu sormadan yersen böyle olur işte. O sırada yanımdaki kadın Engerek Büfe poşetini açtı ve içinden bir ıslak hamburger çıkardı. Kokusunun ağırlığı açık havada bile midemi bulandırmaya yetti. Kadın, birkaç saniye boyunca ekmeği elma kırmızısı bir sosa bulanmış hamburgere baktı, hafifçe gülümsedi ve hamburgerden bir ısırık aldı. Ardından büyük bir zevkle, sanki o lokmayı ağzında her çevirişinde büyük bir mutluluk duyuyormuş gibi çiğnedi. İncecik parmakları vardı. Saçları anneminki gibi kızıl mıydı yoksa güneşten mi öyle gözüküyordu? Onu seyrettiğimi fark etmiş olacak ki lokmasını yutarken bana döndü. Hemen bakışlarımı kaçırdım. Rahatsız etmiştim belki. Belki de vapurlarda, otobüslerde önüne gelenle konuşmaya can atan, daha kötüsü olay çıkarmak için fırsat kollayan tiplerdendi. Vapur Beşiktaş’a yaklaşıncaya kadar da denize bakmayı sürdürdüm. Ama onun hamburgeri şu dünyada hiçbir şey umurunda değilmiş gibi ısırması, çiğnerken kıstığı hayat dolu yeşil 83 gözleri ve yerken duyduğu mutluluk aklımdan çıkmıyordu. Kaptan düdüğü çaldı. Vapur yanaşıyordu. İlk inenlerden biri olmak niyetiyle ayağa kalktım fakat kadının yerinde olmadığını gördüm. Ne ara, ne için kalkmıştı, hiç fark etmemiştim. Tuhaf, hamburgeri ise, o tek ısırık alınmış hâliyle, torbanın üzerinde duruyordu. Etrafa bakındım. Kadını göremedim. Belki tuvalete gitmişti, yemeğini oraya götürmek istemediği için burada bırakmıştı. Belki de hamburgeri beğenmemişti. Fakat yüzündeki ifade bu ihtimali zayıflatıyordu. Kaldı ki yemediği bir şeyi koltukta bırakmaktansa çöpe atacak birine benziyordu. En sevdiği şeyleri bile tam porsiyon yiyemeyenlerdendi bir ihtimal. Çımacıların neşeli bağırışları geldi kulağıma. Sonra da iskelenin o metalik sürülme sesi, ve birbirini iterek ilerlemeye çalışan insanların derin uğultusu. Kadın hâlâ ortalıkta yoktu. Oturdum. Hamburgeri incelemeye başladım. Dişlerinin ekmeği ve eti kestiği hat çok netti. Sekiz tane yay saydım, sekizer diş, altlı üstlü. Isırığının çevresindeki elma kırmızısı sos seyrelmişti, dudaklarına bulaşmış olmalıydı. Tekrar etrafa bakındım. Vapur tamamen boşalmıştı. İskele binasının kapılarının açıldığını işittim. Bekleyenlerin, fethetmeye yeminli bir ordu gibi kapılardan boşandıklarını işittim. Hamburgeri elime aldım. Arkama yaslandım. Tam kadının ısırdığı yerden koca bir ısırık aldım. Güneş, bulutların arasında kayboldu. Yağmur yağacaktı. Gülümsedim. 84 Nassaulu İsa Fuat Sevimay İsa, Nassau’nun köşesinde, elinde karton kahve bardağı, üzerinde lacileriyle oturuyor. İşin erbabı, öykülerin çarpıcı, okuru içine alan cümlelerle başlamasını salık verir. Öyküye hemen dâhil olup hızlıca tüketme çağı için yerinde bir öneridir bu. Oysa yukarıdaki giriş cümlesinin alengirli, etkileyici bir tarafı olduğunu söylemek zor. Ve hatta, okumaktan hemen şimdi vazgeçmez de devam ederseniz, birazdan okumayı tamamlayacağınız şeyin öykü olmadığını bile düşüneceksiniz belki de. Haklı olabilirsiniz. Ama mademki ilk cümlesi bir kere yazıldı ve okundu, kelimelerin içine tek tek dalalım bakalım, belki ilginç bir şeyler buluruz. İsa, dini bir çağrışım yapsın diye, söz konusu kahramanın uzun saçları ve sakalı var diye, köşesinde oturmakta olduğu Nassau ile uyaklı olsun diye veyahut laf ola beri gele konmuş bir ad olabilir. Kaldı ki oturan adamın adının İsa olma ihtimali sıfır. Kahraman olup olmadığı bile şüpheli, göreceli bir hâl. Nasıl ve nereden baktığınıza bağlı. Adının Patrik olma ihtimali yüksek, Martin ya da Can’atan da olabilir ama İsa, asla. Neyse. Biz onu İsa diye anmış bulunduk, hadi öyle devam edelim. Nassau, Nasıra’yı çağrıştırsın diye uydurulmuş bir mekân adı değil. Bu sefer, İsa’ya göre daha gerçek bir veriyle karşı karşıyayız. Nassau, Dublin’in gözde üniversitesi Trinity’nin ki bu kelime Türkçe’de “Teslis” anlamına gelir ve İngilizcesi Tiridine Bandım türküsünü, Türkçesi de testisi çağrıştırır, ne diyorduk, işte işbu Trinity Üniversitesi’nin sırtını verdiği caddenin adıdır. Caddenin bir tarafında şık dükkânlar, oturup kahvenizi içebileceğiniz ve sosyalleşebileceğiniz kahvehaneler (kafe yazmamış olduğumun farkındayım), sağlıklı ambalajında, uzun ömürlü, düşük yağ oranına 85 sahip ürünler satan marketler, elbette birkaç pub ve dahası, bir şehirde bulunmasını mutlak surette umacağınız birkaç banka şubesi yer alırken, diğer tarafı boydan boya üniversitenin duvarıdır. Yorgunsanız duvara sırtınızı yaslayabilir, kafanızı kaldırabilir, karşı sıradaki dükkânları seyredebilirsiniz. Gördünüz mü? Dükkânları demiyorum. İsa’yı gördünüz mü? Köşe, denince aklınıza ne geliyor? Benim aklıma gelen birkaç deyim var. Köşeyi dönmek, vardır mesela. Köşe olmak, denir sonra. Önce köşeyi dönersiniz, sonra köşe olursunuz. Her şey sırasıyla, usulünce. Güzel şeydir, köşe olmak. Köşeyi tutmak mı vardı bir de! İşte bizim İsa, bir nevi köşeyi tutmuş ama aklınıza ilk gelen şekilde değil. Tuhaf birisi İsa, köşede olma şekli de tuhaf. Elindeki bardağı sallayıp duruyor, gözleri boşluğa dahi bakmazken. “Köşeli” vardır bir de argoda ki, ne demeye geldiğini şimdi açıklamayayım, hoş olmaz ama şöyle küçük bir ipucu verebilirim; İsa, sol elinin işaret parmağı marifetiyle şu an, sarımtırak yeşil bir köşeli üzerine çalışıyor. İsa’nın elleri iri. Sizin elleriniz nasıllar? Birçok işe yarar, size yardımcı olurlar mı? Klavyeperver ve yumrukşinas mıdırlar? El sıkışmak için sevdiklerinize uzattığınız, tuvalette kıçınızı temizlediğiniz, birbirine çarpıp alkış sesi çıkardığınız, para saydığınız eller, hep aynı eller mi? İsa’nın elleri soğuk. Sizinkiler? Karton üzerinde fazla durmayacağım. Bildiğimiz, mimi mili milimetre kalınlığında, kaliteli tırışkadan mamul, endüstriyel ürün işte. Şu kadarını söyleyeyim, öykümüzün önemli kelimelerinden birisi karton. İsa’yı, Nassau’yu, köşeyi ve elleri unutabilirsiniz ki şu ana kadar en az ikisini unutmuş olduğunuzu tahmin ediyorum. Ama kartonu aklınızda tutun lütfen. Önemli kelimelerimizden bir diğeri de, Kahve. Üçüncü ve en önemli kelimemiz bardak. Bardak, bir öykünün en önemli kelimesi olduğunu bilse ne çok sevinirdi. Yüreği büyük bir ustanın romanının da en önemli kelimesidir bardak ama kendisi bilmez bunları, ne yazık. Onun, yani bardağın toplum içindeki görevi, sıvı bir takım şeyleri sunmaktır ve görevinin dışına çıkmaz. Bu öyküde sunması gereken şey ise kahve. Ama bir tuhaflık var. Öykünün gidişatı doğrultusunda kahve sunmasını beklediğimiz itaatkâr bardağımızın içinde bu kez kahve yok. Bir kahve bardağı, kahve sunmayacaksa ne işe yarar ki? Ben, düzen dışı bir şeyler seziyor ve rahatsız olmaya başlıyorum. Üzerinde, üzerinde durulması gereken bir kelime olsa gerek. Gelin görün ki benim aklım hâlen, içinde kahve olmayan kahve bardağında. Aklıma gelen birkaç ihtimal var. Kahve hepten dökülmüş olabilir ama öyle olsa İsa’nın elleri sıcak olur ve hatta İsa oturmuyor, 86 ayakta canhıraş bağırıyor olurdu muhtemelen. Bardağı sallarken bir miktarını mı döktü acaba? Ama bardakta hiç kahve yok. Ya da İsa kahvesini bitirmiş olabilir ama kahvesini bitirmişse, saniyelerin bile değerli olduğu çağımızda neden zaman öldürsün ki. Lacivert ile laciler, birbirinden farklı şeylerdir. Evet, renk olarak algıladığınızda aynılardır da kavram olarak farklıdır. Kelimeler ne tuhaf değil mi. Kelimenin yarısını atıyorsunuz ve karşınıza başka bir şey çıkıyor. Sonuna çoğul eki koyduğunuzda başka bir şey algılıyorsunuz. Size bir şeyi çağrıştıran bir kelime, bir başkasına bambaşka bir şey anımsatabiliyor. Çok acayip bu kelimeler. Çok. Geldik son kelimemize. Oturuyor. Kubbealtı Sözlüğü–Oturmak: Vücûdun belden yukarı kısmı dik duracak ve vücut ağırlığı kaba etler üzerine binecek şekilde bir yere yerleşmek, kuut etmek. Şimdi pek de havalı olmayan giriş cümlemizi bir kez daha hatırlamakta fayda var. İsa, Nassau’nun köşesinde, elinde karton kahve bardağıyla, üzerinde lacileriyle oturuyor. Yani İsa, hayatının ağırlığı kaba etleri üzerine, oradan da yere binecek şekilde, kaldırımda kuut ediyor. Belden yukarı kısmı pek dik sayılmaz, daha ziyade kaykılmış bir hâli var ama bu durum, gerçekleştirdiği eylemi oturmak diye anmamıza engel teşkil etmeyecek, küçük bir ayrıntı. Biraz oynayalım mı cümlemizle. Adı muhtemelen İsa olmayan İsa, Nassau’nun köşesinde ki bu şehrin bu köşesinde değil de kapitalizmin sömürdüğü bir başka şehrin başka köşesinde de olabilirdi, elinde endüstriyel karton kahve bardağıyla –bu sabit, üzerinde lacileriyle- ki kimi kurumlar evsizler için, logolarının rengi doğrultusunda ve toplumla dayanışma içinde oldukları anlaşılsın diye yeşil, mavi, kırmızı barınma yorganları temin edebiliyor - oturuyor yani kaldırımda, yani dileniyor, yani üşüyor, yani evsiz. Öykümüzün İsa’sı, beş yıl önce işinden çıkarıldı çünkü beş yıl önce ülkede kriz meydana geldi. Nedir acaba bu kriz dedikleri? Sular dondu, erimedi de derelerde içecek su mu kalmadı acaba? Ormanlar oksijen üretmemeye karar verdiler de insanlar nefessiz mi kaldılar dersiniz? Topraktan buğday bitmedi, hayvanlar otlamadı mı? Nedir kriz? İsa, üç yıl önce, kirasını ödeyemediği evinden atıldı. İsa, o gece ve ertesi geceler içti, arkadaşlarında kaldı. İsa, birkaç ay sonra, artık sosyalleşmek istemeyen ve kendilerine has geçim dertleri olan arkadaşları tarafından kovuldu. İsa kovulurken sarf edilen sözler kaba değildi çünkü çağımız insanı kaba davranmaz, sokakta karşılaştıklarına, günaydın bugün hava ne güzel, der, otobüs sürücüsüne teşekkür eder, gerektiğinde selam verip gerektiğinde özür diler. Gerektiğinde de kafasını başka yöne çevirir. 87 İsa, o günden bu yana Nassau’nun köşesini tutmuş durumda. İlk günler çok üşüdü. Sonra bir hayır kurumu, İsa’ya lacivert barınma yorganı sağladı çünkü işbu kurumun logosu da laciverttir ve çünkü biz çok merhametli hayvanlarız. Allah onlardan razı olsun. İsa, o günden sonra daha az üşüdü. Daha sonra İsa, tırışkadan mamul endüstriyel kartondan kahve bardağı edindi. Onu sallamak suretiyle beş on sent topluyor ki aç kalmasın. Ve biz kahve içiyoruz. Çünkü biz kahve seven, kahve içerken döviz kuru, indirimler, kredi oranları, tatil planları ve yüksek sanat üzerine konuşmayı seven hayvanlarız. Öykünün bu kısmını ben uydurdum. Siz dilerseniz, İsa’nın aslında matematik dehası olduğu, aşkından delirip yollara düştüğü yönünde bir hikâye uydurabilirsiniz. Seversiniz böyle hikâyeleri. Toplumun delisinin, evsizinin bile satacak bir öyküsü olmalı zira. Ama değişmeyen bir şey var ki İsa, gündüz ve gece kaldırımda oturuyor. Çünkü İsa evsiz. Meryem ve Muhammed de. İşin erbabı, öykülerin sonunun açık uçlu olması gerektiğini söyler. Doğrudur, o hâlde söz dinleyelim. İsa, oturduğu yerden ayaklandı, üzerinize doğru yürüyor. Yürü İsa. Çünkü İsa aç açık… Dublin Kıtlık Anıtı 88 Şehrin Oburları Özge Calafato Doğu’nun her şehri sanki birer açık hava yemekhanesi gibi. Nereye gitsek bizi içimize alıyor ve durmadan acıktırıyor. Beyrut’tan Kyoto’ya, Dakka’dan Taipei’ye Doğu’nun genelde nemli ve ılık şehirlerinde her mevsim acı tatlı ekşi yiyecek sokak aralarından fışkırıyor, bulvarlara taşıyor. O şehirlere ne zaman gitsek sanki yemek için gitmiş gibi hissediyoruz kendimizi. Yedikçe de oburlaşıyoruz. Ve elbette şişmanlıyoruz. O bal mumu gibi yapışkan havalarda ayaklarımızı sürüye sürüye dolaştığımız şehirlerde sokaklar boyu önümüze çıkan tatlı ve tuzlulara karşı koymamız imkânsız. Tezgâhlarda satılan envai çeşit atıştırmalıktan Avrupai kafelerdeki hamur işlerine, geleneksel aile işletmelerindeki ev yemeklerinden ucuz ve bazen biraz da pejmürde restoranlarda önümüzde tabak tabak atılan mezelere uzandıkça oburluğumuza alışıyoruz. Oburluğumuzdan utanmaz oldukça yemeğe doyamıyoruz. Yemek yemek insana kötü şeyleri güzel unutturur, geçici mutluluk verir. Sarhoşluk gibi. Hele de şehir güzel olunca. Biz de Doğu’nun şehirlerinde yedikçe unutuyor, yedikçe hayatın gizli keyiflerine dalıyor ve çok mutlu oluyoruz. Yemek ve eğlenmek için o kadar çok sebebimiz var ki. Bize her yer, her daim panayır. 89 Oburluklarımız üzerine beş anekdot Balık pirinç ve Japon spagettisi Uzakdoğu kentlerinin plastik modellerin lokanta vitrinlerini süslediği yeraltı klimalı alışveriş merkezlerinde tabağı bir dolardan yediğimiz suşiler gözümüzü bir türlü doyurmuyor. Söylemesi ayıp. Ortadaki bantta öyle garip balıklar dönüyor ki, oburluğumuz her an zehirlendik zehirleneceğiz hissiyle heyecanlı bir hâl alıyor. Ama Japonların koyu kıvamlı körileri, İtalyanlara taş çıkartan makarnaları, kıtır kıtır tavuk şnitzelleri, waffle’ları daha bir ağız sulandırıyor. 90 Levant’ın çukur meze tabakları Ortadoğu şehirlerinin kalabalık çarşılarında humusla yatıp humusla kalkıyoruz. Yanında gelen sıcak puf ekmekleri humus tabaklarına bana bana Feyruz dinleyip, eski günleri yâd ediyoruz. Tabulenin içindeki maydanozlar sürekli dişlerimize girip bizi çıldırtıyor. Nar soslu tahinli ezme mütebbel çok geçmeden midemize oturuyor. Ne de olsa patlıcanın her hâli ağır. 91 Gece pazarlarında birtakım garabetler Doğu şehirlerinin kızarmış yağ kokulu açık hava pazarlarında körlemesine gecelere dalıyoruz. Bu pazarlarda barbekünün dumanından ve aç kalabalıklardan göz gözü görmüyor, timsahtan akrebe sakatattan kuş yuvasına insanoğlunun yenilebilirliğine karar verdiği her türlü et midemizde büyüyor. Zaman geliyor, ne satın alıp, neleri mideye indirdiğimizi birbirimize sormaktan vazgeçiyoruz. 92 Kahvaltılarımız Ama en tatlısı kahvaltılarımız. Sırf daha güzel kahvaltı edebilmek için akşamları kendimizi deli gibi aç bırakıyoruz. Kontrol edilemeyen mide gurultuları okkalı kahvaltı hayallerimizle tadına doyulmaz hazlara dönüşüyor. Ama kahvaltıların en güzeli hep İstanbul’da yaşanıyor. 93 Keyfin nesneleri Neyi ne kadar yersek yiyelim, vazgeçemeyeceğimiz tek şey şehrine göre çay, şehrine göre kahve, çokça da aslında çay üstüne çay, kahve üstüne kahve. O kadar ki, kafeinin miktarı mideyi acıtacak seviyeye çıktığında çaresiz yemeğe devam ediyoruz. Daha çok çay ve kahve keyfi için yiyemeyeceğimiz şey yok. 94 Bir Tabakta Aynaya Bakmak Yekta Kopan Pera Müzesi’nde bir Grayson Perry tablosunun karşısında Ümit Ünal ile oturuyoruz. Yalan söyleyecek değilim; önceden tanıdığım bir isim değil Grayson Perry. Turner ve BAFTA ödüllü bu çağdaş sanatçı konusunda Ümit benden daha bilgili. Onun rehberliğinde British Council Koleksiyonu’nda yer alan ve altı parçadan oluşan Küçük Farklılıkların Kibri serisinin dördüncü adımındaki “Virgin” Anlaşmasının Müjdesi’ne bakıyoruz. Parça dediğime bakmayın, altı halıdan oluşan bir seri bu. Evet, halı. Perry’nin çizimleri Belçika’daki Flanders Halıcılık tarafından dokunmuş. Ama ortaya çıkan eserleri, tam olarak halı diye adlandırmak, alanı daraltmak olacak. Neyse, o kısmını gidince görürsünüz. Grayson Perry bir çağdaş sanatçı olmanın ötesinde, bir toplumbilimci. 2012 tarihli bu seride de, her yönüyle ve keskin hat- “Virgin” Anlaşmasının Müjdesi, Grayson Perry, 2012 95 larla bir sınıf eleştirisi yapmış. Tim Rakewell adlı bir kurgu karakterin hayatını sahne sahne takip ediyoruz. Her sahne, sınıfsal bir değişimin karakterleri, yerleri ve nesneleri ile geliyor. Her şey var bu hayat hikâyesinde. Politika, medya, gündelik objeler, giysiler, teknoloji ve mutfak... Yemek tercihlerinin, sunumlarının ve hatta miktarlarının, modern hayatın sosyo-politik okumasını yapmakta nasıl önemli bir şifre çözücü olduğunu düşünüyorum. Ümit Ünal, İngiltere’de geçirdiği günlerin deneyimini anlatarak, bu düşüncelerimi berraklaştırıyor. “Şu french press’te içilen kahve bile, sınıf atlama çabasını çözmek için yeterli,” diyor Ümit, “İngilizler genelde çay içer, kahve tercihi bile önemli. Arkadaki Aga marka fırın, ancak zengin evlerinde olur. İngiltere günlerinde çok hayalini kurmuştuk ama alamamıştık. Organik gıdalar, organik reçel, döküm tencere... Hepsi bir sınıftan bir diğerine atlamanın olmazsa olmaz nesneleri.” Perry’den aldığımız bilgiyi yaşadığımız coğrafyaya transfer ediyoruz. Balzamik sirkeye bandığı ekmeği açlığını bastırıp şarabının çiçeksi aromasını değerlendiren bireyin, bu bilgiyi arzulaması ile bu bilgiyi satın almayı arzulaması arasında kalın bir çizgi var. Gözle görülecek kadar kalın. Taze domates yemek isteyen bireyle, organik gıdanın popüler ruhuna kapılmış birey arasında bir kol boyu mesafe olduğunu söylemek olanaksız. Aklıma bir başka İngiliz geliyor: John Berger. “Burjuva için yeme oyunu, gevşetici olmak bir yana, bir uyarıcı işlevi görür. Sahnenin teatral çağrısı, öğün zamanlarında aile dramını kışkırtır. Tipik ödipal dramların geçtiği sahne, mantıken tahmin edilebileceği gibi yatak odaları değil, sofralardır. Yemek salonu, burjuva ailenin kendi karşısına ‘elâlem’ kılığında çıktığı ve çatışan çıkarlarıyla iktidar mücadelelerinin son derece resmi bir tarzda yürütüldüğü yerdir,” diyen John Berger. Grayson Perry’nin kurulmamış -ve belki de hiç kurulmayacakolan sofrasına bakarken, sahnenin teatral duruşuna takılıp kalıyorum. Bu teatrallik, sınıfsal bir ayrıcalığın kabulü olarak, bütün şehre yayılmış durumda. Orada olmak ve onu yiyebilmek için çalışıyoruz. Onu yiyebilmek ve ona anlatabilmek için çabalıyoruz. Ona anlatmak ve onlardan olabilmek için savaş veriyoruz. Ümit Ünal, çok güzel yemek yapar. Yemeğini güzelleştiren bir sohbetle sunar. O sofra, onlardan olmanın değil, kendin olabilmenin vahasıdır. İnsan yemekten kalkarken bir aynaya baktığının farkındadır. Sessizce, Grayson Perry halısına bakarken bunları düşünüyorum. Pera Müzesi’ne gelmeden bir esnaf lokantasında bol biberli bulgur pilavı ve kaymaklı yoğurt yemiş olmanın tokluğuyla.... 96