Pişman Çocuk Dergisi
Transkript
Pişman Çocuk Dergisi
Derginiz Pişman, içeriğiyle hepinizin dersler çıkarabileceği, anlamlar yüklü, belki de hayatınıza yön verecek nitelikte dopdolu bir sayıyla yine sizlerle buluşuyor. Dergimizin bu sayısında çağımızın son dönemdeki en önemli sorunlarından biri olan Tüketim Çılgınlığı konusuna değinip, tasarrufun öneminden bahsedeceğiz. Yavrularım, yaşamımız boyunca hepimiz yeni şeyler almak isteriz ve aldığımızda da seviniriz. Ama bunların ihtiyaç önceliğini ve gerekliliğini çoğu zaman önemsemeyiz. İhtiyacımız olmamasına rağmen satın aldığımız ve o anda bizi mutlu eden şeyler bütçemize zarar vermektedir. Bu durum hayatımızda tüketim kültürü oluşturmaktadır. Anne-babalar kendi tüketim alışkanlıklarının çocuklarını nasıl etkilediğini düşünmeden hareket ettiklerinde, çocukların bu kültürün içine sürüklenmeleri kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü çocuklar, hayatı ve onu nasıl yaşayacağını anne babasını taklit ederek, onları gözlemleyerek öğrenir. Onlarla birlikte yaşadıklarını ve gördüklerini içselleştirir. Zamanla bu yaşanmışlıklar temel alışkanlıklara ve tutumlara dönüşür. Özellikle okul öncesi dönemde ailenin hayat tarzı, eğlenme ve harcama alışkanlıkları çocuğun zihnine yerleşir ve onun bir parçası haline gelir. Eğer bu dönemde aile tüketim merkezli bir hayat sürüyorsa, evdeki konuşmalar tüketmek Hava ne k adar güzel! Bizse içerde tıkıldık k aldık . Bir an olsun k afanı o bilgisayardan uzaklaştır. Niye akıl verdim ki? Peki! © Strip Art Features, 2014, www.safcomics.com üzerine bina ediliyorsa, birlikte geçirilen vakitler tüketim çılgınlığının yaşandığı AVM’lerde oluyorsa haliyle çocuklar, vermeyi bilmeyen, bencil, üretmenin kıymetini bilmeden, faydalandığı şeyin zevkine eremeden tüketen bireyler haline dönüşür. Doğru ebeveyn olmanın, çocuğunu hiçbir şeyden mahrum bırakmamak olduğunu düşünen anne babalar çocuğun isteklerini hiç bekletmeden, biraz olsun ertelemeden alır hale gelmiştir. Bunun neticesinde tatminsiz ve doyumsuz çocukların sayısı her geçen gün artmaktadır. Şunu bilmeliyiz ki çocuklarımızın sorumluluğu bizim üzerimizdedir. Onlar hayatı, dünyayı, insanı ebeveynleri aracılığıyla tanımaktadır. Onların sağlıklı bireyler olmaları ve sağlıklı toplumda yaşamaları için bilinçli tüketici değil, bilinçli kullanıcı olmalarını sağlamak gerekir. Sevgili çocuklar sizlere dinleneceğiniz, gezeceğiniz, gezerken de öğrenip, dilediğinizce eğleneceğiniz bir tatil diliyorum. Tabi ki bunları yaparken ailelerinizi üzmeyeceğinizden ve bol bol kitap okuyacağınızdan da eminim. Hepinize iyi tatiller, gözlerinizden öpüyorum. STEPHEN HAWKİNG: BİN YIL İÇİNDE DÜNYAYI TERK EDİN! TÜRKİYE’NİN EİNSTEİN’I OKTAY SİNANOĞLU YAŞAMA VEDA ETTİ... Ünlü Fizik Profesörü Stephen Hawking, önümüzdeki bin yıl içinde, dünyayı terk etmemesi halinde insanlığın yok olacağını iddia etti. Avustralya’nın Sydney şehrindeki Opera Evi’ndeki programa hologram görüntüsüyle katılan Hawking, “İnsanlığın geleceği için uzayı keşfetmeye devam etmeliyiz. Başka gezegenlere gitmeden, üzerinde yaşadığımız bu kırılgan gezegende bir bin yıl daha var olabileceğimizi zannetmiyorum.” dedi. 73 yaşındaki Hawking’in iki kamerayla hologram efektiyle Amerika’daki evinde çekilen konuşması, San Jose’de işlenerek, Sydney Opera Evi’ne aktarıldı. TÜBİTAK’IN BEĞENMEDİĞİ PROJE DÜNYA BİRİNCİSİ OLDU. Dünyada en genç yaşta profesör unvanını alan, 60 yıldır çözülemeyen bir matematik kuramını çözerek adını matematik tarihine yazdıran, DNA sarmalını açıklayan, katıldığı tüm konferanslarda iyi derecede İngilizce bilmesine rağmen sunumunu Türkçe yapmasıyla bilinen bilim dünyasında ismi tüm dünyada şöhretle anılan ama maalesef ki ülkemizde değeri yeterince bilinmeyen, “Türk Einstein”ı olarak adlandırılan kuramsal kimyacı ve moleküler biyolog Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, 19 Nisan 2015’te tedavi gördüğü hastanede yaşama veda etti. Hayatından kısa kısa… 4 - 1956’da ABD Kaliforniya Üniversitesi Berkeley Kimya Mühendisliği’ni birincilikle bitirdi. - 1957’de Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nü sekiz ayda bitirerek yüksek kimya mühendisi oldu. Alfred Sloan ödülünü aldı. - 1959’da Kaliforniya Üniversitesi Berkeley’de kuramsal kimya doktorasını tamamladı. 1960’ta Yale Üniversitesi’nde öğretim üyesi (asistan profesör) oldu. - 1963’te 50 yıldır çözülemeyen bir matematik kuramını bilim dünyasına kazandırarak 28 yaşında “tam profesör” unvanını aldı. 20. yüzyılda Yale Üniversitesi’nde bu unvanı kazanan en genç öğretim üyesi oldu. - 1962’de ODTÜ mütevelli heyeti yalnız Oktay Sinanoğlu’na mahsus olmak üzere kendisine Danışman Profesör unvanını verdi. Yale Üniversitesi’nde ikinci bir kürsüye daha profesör olarak katandı. - 1973’de Almanya’nın en yüksek dereceli bilim ödülü olan Aleksander von Humboldt Bilim Ödülü’nü ilk kazanan kişi oldu. - 1975’de Japonya’nın Uluslararası Seçkin Bilimci Ödülü’nü kazandı. - 1975’de özel kanunla Oktay Sinanoğlu’na ilk ve tek Türkiye Cumhuriyeti Profesörü unvanı verildi. - Amerikan Bilim ve Sanat Akademisi’nin ilk ve tek Türk üyesidir. - Meksika hükümeti tarafından yüksek Bilim Ödülü Elena Moshinsky ile ödüllendirildi. - Dünyada yeni kurulmaya başlayan moleküler biyoloji dalının ilk profesörlerinden biri oldu. - DNA sarmalının çözelti içinde o biçimde nasıl durduğuna açıklama getirdi. Yaşamı boyunca kuantum mekaniğine birçok katkıda bulunmuş bir bilim adamıdır. P.A.M. Dirac’in de üzerinde uğraştığı ancak çözümleyemediği bir problemi, “Kuantum mekaniği”nde, Hilbert uzayının topolojisi ve içerdiği yüksek simetrileri çözdü. Özel MEF Lisesi 12. sınıf öğrencisi İlayda Şamilgil, “First Step To Nobel Prize In Physics” yarışmasında, 70’e yakın ülkeden 5 bin fizik projesini geçerek dünya birincisi oldu. Daha önce TÜBİTAK’ın yarışmasına da gönderdiği projesi, burada dereceye giremedi. İlayda Şamilgil, Polonya’da bu yıl 22’ncisi düzenlenen yarışmaya, üzerinde 1 yıldır çalıştığı “Sıvılardaki Su Oranını Mıknatısla Ölçebilen Ucuz, Hızlı ve Taşınabilir Bir Sistem” adlı projesi ile katıldı. Şamilgil, fizik alanında dünyanın en prestijli fizik proje yarışması olarak kabul edilen yarışmanın dünyaca ünlü akademisyenlerden oluşan jürisinden tam puan aldı. KAYIP KİTAPLIKTAKİ İSKELET EN İYİ 6 KİTAP ARASINDA! Found in Translation tarafından dünya çocuk edebiyatının en başarılı kitaplarının yer aldığı uluslararası antolojiye Türkiye’den Kayıp Kitaplıktaki İskelet seçildi. Çocuk edebiyatında dünyanın en prestijli projelerinden Found in Translation tarafından düzenlenen, dünyanın bütün ülkelerinden yayınevlerinin katılabildiği, ABD ve İngiltere’nin önde gelen yayıncı ve çevirmenlerinin seçici kurulunda bulunduğu yarışmada, Mavisel Yener ve Aytül Akal’ın birlikte yazdıkları, Tudem Yayınları’nın okura ulaştırdığı, Kayıp Kitaplıktaki İskelet (Skeleton Of The Lost Library) Canan Maraşlıgil’in çevirisiyle yüzlerce kitap arasında seçilen 6 kitap arasına girdi. Sonuçlar 2015 Bolonya Çocuk Kitapları Fuarı’nda duyuruldu. 5 Prof. Dr. Kemal Sayar: “Hiçbir ürün, bir cansız nesne bizi tek başına mutlu etmez, daha değerli kılmaz; bizi yapıp ettiklerimiz değerli kılar.” — Marka bağımlılığı nedir? İnsanların marka tercihleri ne zaman bağımlılık olarak değerlendirilebilir? — Marka bağımlılığı belli etiketleri taşıyan ürünlerin özellikle tüketilmek istenmesi durumudur. Kişinin o etiketleri taşıyan ürünler dışında herhangi bir ürün tüketmek istememesine bağımlılık adını verebiliriz. Genellikle ergenlik yaş döneminde bizim karşımıza çıkıyor. Ergenlik yaş döneminde bazı gençlerimiz belli bazı markalara adeta bağımlı oluyorlar ve onlarla kendilerini özdeşleştiriyorlar. O marka ile kendilerini çok daha güçlü hissedebiliyorlar, çok daha mutlu hissedebiliyorlar. Hâlbuki bir ürünün taşıdığı etiketin insanı tek başına mutlu etmesi mümkün değildir. — Günümüz toplumunda insanların tüketim alışkanlıklarının değişmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Anne ve babalar, çocuklarına olumlu bir tüketim alışkanlığı kazandırılabilmek için nasıl bir yol izleyebilirler? — Günümüz toplumu maalesef bir kanaat toplumu olmaktan çıkıyor bir aç gözlülük toplumuna dönüşüyor. Hayattaki en iyi şeyler, paraya dönüştürülemeyen değerlerdir. Dostluk, arkadaşlık, sevgi gibi değerler parayla satın alınamaz, paraya da dönüştürülemez. Anne babaların çocuklarına hayatta her şeyin maddi olmadığını, manevi lezzetlerin sevgi, dostluk, arkadaşlık gibi manevi lezzetlerin mutlaka en ön planda yer alması gerektiğini öğretmeleri gerekir. İnsanlar zaten o manevi lezzetleri tadamadıkları için çok fazla tüketimciliğe yönelebiliyorlar ve anne babaların çocuklarına her istedikleri şeyi de almamaları gerekir. Bazı şeylere sınır koyabilmeleri, bazı şeyleri de hak ederek almalarını teşvik etmeleri gerekir. — Günümüzde insanlar birbirlerini tüketim, güç ve alışkanlıklarına göre mi değerlendiriyor? — Günümüz toplumu bir statü toplumu oldu. Herkes bulunduğu makam ve güce göre maalesef daha fazla itibar görüyor. Bizim geleneksel toplumlarımızda ise insanların sahip olduğu ilim, irfan, edep gibi temel bazı değerler çok daha fazla itibar görürdü. İnsanın güce ulaşması her zaman çok meşru yollarla da olmayabilir. Dolayısıyla güç bizim için saygınlık kazandırıcı bir şey olmaması gerekir. Belki her şeyi yeniden geçmişinde, o eski bilgeliğinde olduğu gibi ruh eksenli olarak yeniden anlayabilmemiz, tanımlayabilmemiz gerekir. Ruhun ihtiyaçlarını öncelediğimiz zaman zannediyorum insanlara faydalı olan daha büyük rütbe kazanacaktır gözümüzde. Yani kendisine değil insanlara faydalı olan kişinin daha yüksekte ve yüce tutulacağı bir ruh iklimi oluşturmalıyız. 9 Sadece kendisine değil, bütün Aileler çocukların isteklerini yerine insanlara faydalı olan bir insan getirirken bazı şeylere sınır olmaya çalışmalıyız. koyabilmeleri, bazı şeyleri de hak ederek almalarını teşvik — Marka kültürünün insan benliği üzerindeki etkilerinden biraz bahsedebilir misiniz? — Bu susayan bir insanın deniz suyu içmesine benzer. Onun susuzluğunu gidereceğini zanneder ama içtikçe daha fazla susar. Tüketim bağımlısı olan insanlar her alışverişlerinde bunun dineceğini zannederler ama o sadece birkaç dakika belki birkaç saat sürer daha sonra daha büyük bir hedefe yönelirler. Buna haz veya haz yokuşu diyorlar. Haz yokuşunu tırmanmaya başladığınız zaman hiçbir zaman bitmez. Hep daha yukarı doğru gitmek istersiniz ve bitimi olmayan bir yolculuktur bu. İnsanlar bunda çok yoruluyorlar. İnsan ruhunda sahip olduğu şeyleri kanıksama, benimseme ve onlara alışma ilkesi işler. Adaptasyon ilkesi diyoruz buna. Bir süre sonra sahip olduğumuz şeyler zaten bize mutluluk vermez hale gelir. Hep daha fazlasını isteriz. O yüzden maddi yarışın sonu yok bu haz yokuşu hiçbir yerde bitmez. — Gençler marka bağımlılığından kurtulmayı isteseler de akran baskısı ile ailelerinin alım gücünü zorlamaktadırlar. Bir psikiyatr olarak gençlere bu konuda neler söylemek istersiniz? — İnsanlara gösterdiklerimiz veya onlara nasıl göründüğümüzle değil kendi ruhumuzun herkes tarafından fark edilemeyecek mücevherleri ile var olduğumuzu hissettirmemiz lazım. Bizler sahip olduğumuz zekâyla, akılla, cesaretle, merhamet duygusuyla, adalet duygusuyla diğer insanlardan farklılaşabiliriz. Pahalı bir kıyafeti herkes giyebilir. Mesela parayı yasal olmayan yollardan elde etmiş biri dünyanın en pahalı giysilerini giyebilir ama bu onun özde iyi bir insan olduğunu göstermez bize. Bizim başka insanlardan alkış beklemeden özde iyi insanlar olmaya gayret etmeliyiz. Bu hayatta en önemli şey insanın kendine, değerlerine yabancılaşmaması ve başka insanlara da zarar vermemesidir. — Aileler çocuklarını daha bilinçli, güçlü bireyler olarak yetiştirmeye çalışırken doğru alışveriş alışkanlığı kazandırmak için ne yapabilirler? — Anne-babalar, çocuklarına yetinmeyi ve kanaat duygusunu öğretmeliler. Bizler çocukluğumuzda alet edevatı oyuncak haline getirebiliyorduk fakat günümüzün çocukları çok elektronik oyuncaklara sahip olmalarına rağmen onlarla yeterince oynamıyor, mutlu olamıyor. Kanaat duygusuna sahip olmazsa, sahip olduklarımıza sevinmeyi öğrenemezsek bize hiçbir şey yeterli gelmez. 10 etmeleri gerekir. Anne babaların çocuklarına hayatta her şeyin maddi olmadığını, manevi lezzetlerin sevgi, dostluk, arkadaşlık gibi manevi lezzetlerin mutlaka en ön planda yer alması gerektiğini öğretmeleri gerekir. Psikiyatrist Prof. Dr. Kemal SAYAR Kimdir? Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu olan Kemal Sayar, uzmanlığını Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı’nda tamamlamıştır. Halen Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Başkanı’dır. Çeşitli gazete ve dergilerde köşe yazarlığı yapmış, radyo ve televizyonlarda da programlar hazırlamıştır. TRT’de “İnsanlık Hali” adlı programı bir yıl yapmıştır. Yirminin üzerinde kitabı olan Sayar, edebiyatla da yakından ilgilenmektedir. Eserlerinden bazıları: Yavaşla, Ruh Hali, Kalbin Direnişi, Hüzün Hastalığı, Kendine İyi Bak… Bir evin içinde de o tüketim ahlakının iyi yerleşmesi lazım. İnsanların sahip olduklarıyla yetinmeyi çocuklarına göstermeliler. Her sene cep telefonunu değiştiren bir anne-baba çocuğuna iyi örnek olamaz. Mızmızlanan, ağlayan çocuğun ağlaması kesilsin diye istediğini maddi olarak veren bir anne-baba, iyi örnek olamaz. Çocuğuyla yeterince zaman harcamadığı için suçluluk duyan ve onu oyuncaklara boğan bir anne baba iyi örnek olmayacaktır. Bir çocuk için en önemli şey anne ve babanın kendisine nasıl örnek olduğudur. Bizler önce sade hayatı, mütevazı hayatı kendi hayatımıza mihenk taşı yapacağız ki çocuklarımıza iyi örnek olalım. — Çocuklar artık kendilerine ne alınırsa alınsın mutlu olamıyor. Tüketerek mutlu olmayan çocuklarımıza üreterek mutlu olmayı nasıl öğretebiliriz? — Bu maddileşme anne ve babaların çocukları ile yeterince zaman harcamamasından kaynaklanıyor eğer bizler çocuklarımıza hikâyeler anlatabilirsek onlarla mesela marangozluk yapabilirsek ortak bir şeyleri beraber tamir etmeye çalışabilirsek onlarla bir oyuncak yapmak için bir atölyeye girebilirsek çocuklarımız yapma becerisine de sahip olabileceklerdir. Ama günümüzde anneler reçel ve turşu yapmıyor, babalar evdeki bozulmuş şeyleri tamir etmiyor. Çocuklar da kendi yaptıkları oyuncaklarla değil, hazır oyuncaklarla yetinmek zorunda kalıyor. Anne ve babanın çocuklarıyla zaman geçirmeyi, yüz yüze konuşmayı başarabilmesi lazım. Çocukları ve gençleri yapmak, üretmek, kendilerini değerli hissetmek mutlu eder. Şimdi, modern kapitalist kültür çocuklara gençlere diyor ki şu ürünü giyersen, şu marka ayakkabıyla dolaşırsan değerlisin. Bu bir aldatmaca. Hiçbir ürün, bir cansız nesne bizi daha değerli kılmaz; bizi yapıp ettiklerimiz değerli kılar. Dolayısıyla, çocuklarımızı ve gençlerimizi daha aktif bir hayata davet etmemiz lazım. Düşünceleri ile var oldukları, içlerindeki güzellikleri dış evrene yansıtabildikleri, başka insanlara yardım edebildikleri, iyiliği içlerindeki iyiliği toplumsal sahada görünür kıldıkları bir ortam oluşturmamız lazım. Biz bu imkânları oluşturabilirsek gençlerimize onlar da marka bağımlılığına veya tüketime daha az yöneleceklerdir. Yani onlara kendilerini gerçekleştirebilecekleri alanlar açmamız lazım. Tabi gençlerin öncülük ettiği yardım kuruluşları olabilir, gençlerin birbirine destek olduğu dayanışma grupları olabilir bütün bunlar yerel yönetimler tarafından da organize edilebilir. — Geçmişte pahalı giysilerin, değerli takıların zenginlik ve statü göstergesi olarak kullanıldığı gibi günümüzde de belirli markalara sahip ürünler bir statü göstergesi olarak kullanılıyor mu? Örneğin Nasrettin hocanın “Ye kürküm ye!” fıkrasındaki kürküm yerine günümüzdeki pahalı ve markalı ürünler mi aldı? — Bu benzetme çok güzel. Hakikaten bazı insanlar çok pahalı ürünler tüketerek toplum üzerinde bir etki uyandırmak istiyorlar. Ama toplumda yine maddi güce çok değer veren insanlar üzerinde o etkiyi uyandırıyorlar. Böyle yapmak isteseler de bizler bu zinciri bir yerinden kırmalıyız. Mesela Naomi KLEİN diye bir yazar bundan yıllar önce önemli bir kitap çıkardı. No Logo diye. No Logo kitabının temel tezi şuydu bizler etiketsiz ürünler kullanacağız yani marka olmayan ürünler kullanacağız. Bu modern, bizi aldatan cebimizdeki son parayı da son kuruşuna kadar alan aldatma tezgâhına karşı işte perşembe pazarından aldığımız marka olmayan ürünleri giyeceğiz ve bu akışa karşı direneceğiz diye. Buna aslında bütün dünya karşı koyabiliriz, çünkü bu bize çok çok pahalı satılan ürünler aslında Vietnam’da, Bangladeş’te, Hindistan’da, Çin’de çok çok ucuz fiyatlara ve çok ucuz işçiliklerle imal ediliyor. Yani biri bine satıyorlar neredeyse ve oradaki işçilerin sağlığını kimse düşünmüyor. Bu ürünleri giyerken nerede üretildiğine dikkat etmek gerekir. Çoğu zaman orada yoksul halkların sömürülen alın terinin izlerini görürüz. Bu da bizi bilinçlendirmelidir. — Yazılı, görsel ve sosyal medyanın bu değer yargılarımızı kaybetme sürecini tetiklediğini düşünüyor musunuz? — Elbette. Reklam endüstrisi olmasa bu söylediğiniz yerler de olmayacaktı. Dolayısıyla buna yönelik bir eleştirinin oralardan boy verdiğini görmek imkânsızdır çünkü onlar zaten reklamlar vasıtasıyla o kültürün taşıyıcılarıdır. Hatta magazin eklerinde bu kültürü allayıp pullayarak bize takdim ederler ve bizi kandırmanın vasıtalarından biri olurlar. Alışveriş tutkusu, susayan bir insanın deniz suyu içmesine benzer. Onun susuzluğunu gidereceğini zanneder ama içtikçe daha fazla susar. Röportajı yapan: Ece Arslan 11 KARGA İLE TİLKİ Bir varmış bir yokmuş, iri mi iri bir karga varmış. Bir gün karga, bir dilim peynir bulmuş ve onu sakin sakin yemek için, bir ağacın dalına tünemiş. Oradan geçen aç bir tilki, peynirin kokusunu almış ve onu kargadan almak için planlar yapmaya başlamış. Dalın tam altında durarak kargaya seslenmiş: “Günaydın, Sayın Karga! Ne kadar güzel, parlak ve kalın tüyleriniz var. Bacaklarınız ne kadar da ince... Soylu bir kuşa yaraşır şekilde! Hele gaganız, tam da krallara lâyık bir gaga!” Bu kadar övgü, karganın göğsünü kabartmış. Tilki, sözlerine devam etmiş: “Elbette, siz harika bir hayvansınız! Böyle mükemmel bir kuşun, harika bir sesi olduğuna eminim... Ah, keşke onu duyabilme şansım olsaydı!” Karga, sesinin güzel olabileceği düşüncesi, aklının ucundan bile geçmezken bu övgüyle havaya girmiş... Böylece ağzını açıp o berbat sesiyle gaklamaya başlamış: “Gaak, gaak!.. Gaak, gaak!..” Tabii o anda peynir dilimi de gagasının arasından fırlayıp hazır bekleyen tilkinin ağzına düşüvermiş. Tilki, “Peynir için teşekkür ederim.” demiş. Sonra da yalanarak sözlerini sürdürmüş: “Sen gördüğüm en bet sesli ve en çirkin hayvansın... Ayrıca hiç de akıllı değilsin!” © 2013 Giunti Editore S.p.A., Milano-Firenze DAMI INTERNATIONAL, a brand of Giunti Publishing Group 13 ALLESSANDRA LOLITA Yalvaç Ural OSWALDO Bizlerle Allessandra Lolita Oswaldo, telefonu icat eden Graham Bell’in sevgilisinin adıydı. Atölyesinde çalışırken her telefon çaldığında, tek bağlantısı onunla olduğu için, arayanı biliyor ve telefonu açınca da adını ve soyadını söylüyordu. Daha sonra bu uzun addan vazgeçip, “Ale Lolos” demeye başladı. İşte onun, telefonu her açtığında söylediği bu söz, daha da kısaltılarak “alo”ya dönüştü. Hatta daha sonra bizde, sanırım Türkçemizin ikileme kuralından yola çıkılarak “alo alo” olarak kullanılmaya başlandı. “Alo”yu, benim bilgi sınırlarım içinde yalnız Japonların kullanmadığını biliyorum. Onlar “moşi” diyorlar. Bir gün, Türkçe bilen bir Japon gazeteciye sormuştum, “Alo alo demek için moşi moşi mi demem gerekiyor?” diye. Gülerek, “Hayır, moşi, alo alo demektir, moşi moşi dersen dört kez alo demiş oluyorsun,” dedi. O ciddi adam kendini tutamayıp, “Moşi moşi!” diyerek neredeyse on dakika gülmüştü. Bütün dünya, bugün telefonu açtığında Graham Bell’in karısının adını söylüyor. Bütün icatlar ve buluşlar kitaplarında telefonun bulucusu olarak Graham Bell yazılıdır. Biz de böyle öğrendik; herkese böyle anlatıyor ve böyle öğretiyoruz. Bütün dünya böyle bilse de; 2001 yılında yapılan Amerikan Kongresi’nde telefonu bulanın aslında Antonio Meucci adlı kişi olduğu kabul edildi ve onaylandı. Meucci’nin, Bell’den on altı yıl önce bir telefon sistemini denediği kanıtlanmıştı. 16 Jean Bernard Pouy, S. Bloch ve Anne Blanchard’la birlikte hazırladıkları “Haylazlar Kitabı”nda Graham Bell’i anlatırken özgeçmişine şöyle başlar: “Büyükbabası doğru sesletim konusunda ünlü bir uzman, babası güzel konuşma öğretmeni, annesi sağır olursa ve bir de kendisi sağır dilsiz bir kadınla evlenirse böyle bir adam, zırrr zırrr diyen bir telefonu icat etmekten başka ne yapabilir?” Graham Bell ilk gençlik yıllarında sert karakterli, disiplinli babasıyla pek anlaşamadığı için kaçıp Londra’ya gider ve dedesinin yanında üç yıl kalır. Onunla birlikte, hem eğlenceli hem bilgi dolu bir üç yıl geçirir; sonra da babasının yanına döner. Kardeşini bulur, ama babasıyla arası yine iyi değildir. Fakat babası, ne düşündü bilinmez, iki oğluyla bir iddiaya girer. Sanki onlara bir görev yükler gibi, onların hiçbir zaman konuşan bir otomat yapamayacaklarına iddiaya girer. İki kardeş, inanılmaz bir çalışma içinde bulurlar kendilerini: Ameliyatlara girerler, bir kasaptan anatomisini incelemek için dana gırtlağı satın alırlar, hatta köpekleri Found’a A ve O seslerini söyleme denemeleri yaptırırlar... -Merhaba , Allessand ra Lolita O beni duyu swaldo, yor musun uz? Alo al o... Graham Bell’in dedesi de, babası da yıllarını işitme engellilere adamış saygın bilim adamlarıdır. Graham Bell’in iki kardeşi veremden ölünce, babası kalan tek oğlunu da yanına alıp Kanada’ya göçer. Graham Bell kendisini dedesi ve babası gibi, hem işitme fizyolojisinde hem de müzik sesinin bir tel aracılığıyla aktarılabileceği düşüncesinde yoğunlaştırır. Sonuç ne olursa olsun, sonunda Graham Bell, Thomas Watson adlı bir elektrik mühendisiyle çalışmaya başlar. Bu çalışmalarda avukat Gardnier Greene Hubbart da onlara maddi destek verir. Bell ve Watson, 1875 yılında tel üzerinden sesin bir yere ulaşabileceğini kanıtlarlar. Ancak ses anlaşılmaz bir durumdadır. Ve 14 Şubat 1876 yılında New York sokakları örümcek ağı gibi çapraz tahtalı direklerle dolar. 17 Market Arabası Kot Pantolon (Jean) Kot pantolon 1853 yılında Oscar Levi Strauss tarafından Amerika’nın batısındaki çiftçiler için tasarlanmıştır. Bu dayanıklı pantolon, Başlangıçta at arabalarında çadır ya da branda bezi olarak kullanılan mavi bezden kesilip yapılmıştır. İlk modeli önlük şeklindeydi ve düğmeleri vücuda göre ayarlanabiliyordu. Kullanılan beze ‘denim’ deniyordu ve bu bezin mavi rengi Cenova mavisi (Blu di Genova) adlı boyadan kaynaklanıyordu. İşte Blue-jean sözcüğü de bu blu di Genova sözünün bozulmuş biçimidir. Başlangıçta pantolonlar sarı dikişlerle, cepli, perçinli ve düğmeli olarak yapıldı. Orijinal ruhu günümüzde de değişmeden kalmıştır. O zamanlar bu kotlar çoğunlukla el işçileri, madenciler, altın arayanlar tarafından kullanılıyordu. Moda bu giysiyi hızla markalaştırdı. 1853 Oscar Levi Strauss Alışveriş arabası 1937 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin Oklahoma City şehrinde gün ışığına çıktı. Sylvan Goldman adında bir süpermarket yöneticisi, müşterilerinin paketlerini taşımakta zorlandıklarını ve ellerindeki sepetler dolduğunda da alışverişi kestiklerini tespit etti. İşte o zaman aklına, aldıkları ürünleri taşıyabilmeleri için, katlanabilir sandalyelere küçük tekerlekler eklemek ve üzerlerinde de birer sepet yerleştirme fikri geldi. Rafları gezip ürünleri doldu rurken bu arabaları öne doğru itmek yeterliydi. Başlarda erkekler, çocuk arabası sürüyormuş hissine kapılarak, bu şekilde alışveriş fikrine pek alışamadılar. Ama sonra buluşun pratik yönü ağır bastı ve buna hızla alışmaya başladılar. 1946 yılında ABD’li desinatör Orla Watson, alışveriş arabalarına açılıp kapanabilen bir kapak yerleştirerek bu arabaların iç içe geçip az yer kaplamalarını sağladı. 1937 Slyvan Goldman 1899 Tişört 18 Şüphesiz, tişört günümüzde dünya çap›nda en yayg›n ve popüler olan giysidir. XIX. yüzy›lda ABD’de özellikle halk›n giydiği bir giysi olarak ortaya ç›kt›. 1899 y›l›nda ABD Deniz Kuvvetleri’nin resmi üniformalar›ndan biri oldu. Ard›ndan özellikle de spor yoluyla yay›ld›. 1930’lu y›llara doğru, ilk kez bir reklam arac› olarak kullan›ld›. Bugün tişörtler, reklam mesajlar›n› taş›malar›n›n yan› s›ra, üzerine bas›lan kişiselleştirilmiş sloganlarla yaln›zca kendini ifade etmek üzere bir iletişim arac› olarak da kullan›lmaktad›r. 19 PAZAR GÜNÜ PAZAR GÜNÜ Elif, Ateş ve Fındık’ın Maceraları “Ben sizi görmedim. Hem bir şey de yok. Anlaşılan İkimiz de birbirimizi, yanlış anlamışız. Annemler size gittiler. Fındık ortalıkta yok. Kırtasiyeci Pazar günleri de açıyor. Biz de çarşıya gidelim mi diyecektim sana” dedi Elif. O gün günlerden pazardı. Elif’in annesiyle babası komşularına kahve içmeye gitmişlerdi. Ateş ortalıkta yoktu. Fındık suratı bir karış, bahçede dolaşıyordu. Elif oldum olası Pazar günlerini hiç sevmezdi. Elif içinden, “ Acaba Fındık da bugünün Pazar olduğunu biliyor mu?” diye düşündü. Elif onu yanına çağırdı ve mama tasına iki tane kemik koydu. Ama nerde… Fındık kemiklerin yüzüne bakmadığı gibi, kemikleri alıp, sonra bir gün yerim diye bir yerlere gömüp saklamadı bile. Bunları düşünürken birden Ateş geldi yanına. O daha ağzını açmadan, Elif “Sen sabahtan beri neredesin?” diye çıkıştı ona. Ateş, “Ben buradaydım. Asıl sen neredeydin? Demin çocukların yanına kadar geldin. Ben Ayşe’yle konuşuyordum. Bizi gördün, bir merhaba bile demeden çekip gittin, ben de ne oldu diye sana sormaya geldim,” dedi. 24 “Olur!” dedi Ateş de. Elif çantasını aldı ve yola çıktılar. Fındık ortalıkta yoktu. Ateş, “Onu almıyor muyuz,” diye sordu. “Bulabilirsek alalım…” dedi Elif de. Çevreyi biraz dolaştılar, sonunda aşağıki parkta, Fındık’ı yeni arkadaşıyla oyun oynarken buldular. Öylesine neşeliydi ki, Fındık, açlığını unutmuş, yeni arkadaşıyla koşuşturup duruyordu. Birkaç kez ıslık çaldılar ama iki köpek onları duymadı. Yazan: Edith Soonckindt / Maatthieu Couplet Çizen: Lombar © Marsık Yayıncılık, ©Editions Caramel 25 PAZAR GÜNÜ PAZAR GÜNÜ Koşarak eve geldiler. Önce biraz top oynadılar, sonra da, bir köşeye çekilip dinlendiler. Oyun sırasında Fındık kitapla ilgili aklına gelen bütün soruları sormuş ama hala bir yanıt alamamıştı. Elif’le Ateş çarşıyı bir boydan bir boya dolaştılar. Herkes sanki sokaktaydı. O kadar çok tanıdığa rastladılar ki, onlar da buna şaşırdılar. Herkes, anneniz nasıl diye sorduktan sonra, unutmayın selam söyleyin onlara diyordu. Dolaşmaktan ve konuşmaktan bıkmışlardı ki birden önlerine, Fındık çıktı. Üstelik tek başınaydı. Elif gülerek, “Arkadaşını mı kaybettin Fındık?” diye sordu. Fındık havlayarak, “Koşmaktan başka bir şey bilmiyor. Sıkıldım ve sizi bulmaya geldim” dedi. Ateş de ona; Hoş geldin!” dedi. “Bir tane kitap aldım. Onu okumaya eve gidiyoruz,” dedi Elif. “Yaşasın!” diye öyle bir bağırdı ki Fındık, bütün çarşı duydu. Eve dönerken, Fındık durmadan Elif’le Ateş’e kitabın adının ne olduğunu sorup durdu. Onlar da en küçük bir ipucu vermediler. 26 Meraktan neredeyse çatlayacaktı Fındık. Ama boşuna söylemediler. Çünkü çarşıya giderlerken, kaç kez onu çağırmışlar ama Fındık onlara ne bir yanıt vermiş ne de yüzlerine bakıp, havlamıştı. “Şimdi sıra bizde,” dedi Elif. Bir köşeye oturdular. Elif kitabın kapağını açtı ve okumaya başladı. “Evet arkadaşlar, kitabımızın adı, “Arkadaşlarını terk eden bir küçük köpeğin maceraları,” dedi ve kıkır kıkır gülmeye başladı. Tabi ardından Ateş de, Fındık da… 27 Portekiz’in başkenti Lizbon’da bulunan hayvanat bahçesinde yaşayan Afrika fili Jonas kumbara görevi görüyor! Bir ziyaretçi ona belli bir değerde bozuk para attığında, parayı hortumuyla alıp bekçisine veriyor ve bir çanı çalıyor. Atılan bozukluk yeterli miktarda değilse, parayı geri atıyor ve çanı da çalmıyor. Herhalde avro ile hesap yapmayı da çabuk öğrenmiştir, yoksa uzun süre kimse hayvanat bahçesini ziyaret edemezdi! Tek hörgüçlü develer Avustralya’ya, 1866 yılında, meraktan getirilmişti. Bugün sayıları o kadar fazla ki! Sirk terbiyecilerinin başına gelen ölümcül kazaların çoğu aslan ve kaplanlar değil, filler yüzündendir! 28 Maymun kendisini aynada tanıyabilen tek hayvandır. Bu yüzden, erkekler, tıpkı insanlardaki gibi, belli bir yaştan itibaren “saçlarının” dökülmeye başladığını gözlemleyebilirler. Mavi balinalar çok gürültücü hayvanlardır: Çığlıkları 188 desibele ulaşabilir. Bu gürültü de, tepkili bir uçağın havalanması sırasında çıkan gürültüye (120 desibel) eşdeğerdir ve ses kaynaklı acıya dayanma eşiğinin de (140 desibel) çok üstündedir. Denizyıldızı besinini sindirebilmek için midesini gövdesinden çıkaran tek hayvandır. Güvelerin midesi yoktur, atlarınsa mideleri vardır ama kusamazlar. Atkuyruklu soreks dünyadaki en küçük memelilerden biridir. Burnunun ucundan kuyruğunun bitimine kadar olan uzunluk 6 santimetredir. Yani yetişkin bir erkeğin başparmağı kadar. Ağırlığı ise yaklaşık 3 gram’dır. Bu da bir parça kesme şekere eştir. Bir yarasa türünün gövdesi daha da küçüktür (3,8 cm) ama kanat açıklığı 15 cm’dir. Bir madeni paradan daha düşük ağırlıktadır, yani 1,5 gramdan hafiftir. İnekler burunlarını dilleriyle temizler, zürafa da kulaklarını 40 cm uzunluğundaki siyah diliyle temizler. Onlar gibi yapsaydık, mendile ya da kulak çubuğuna ihtiyacımız olmazdı. Pratik, değil mi? 29 TURNAYI GÖZÜNDEN VURMAK Zaman Yolcuları Çanakkale Savaşında Mustafa Orakçı / Genç Timaş Alp’in annesinin ve babasının bir patlamada öldüğü sanılmaktadır. Zaman içerisinde bulduğu ipuçları Alp’i onların yaşadığına dair umutlandırır. Bunun için bir zaman makinesiyle geçmişe yolculuk yapması gerekmektedir. Alp’in annesini ve babasını bulmak için Çanakkale Savaşı’nın en hararetli günlerine giderler. Orada Seyit Onbaşı’dan, Ezineli Yahya Çavuş’a; Yüzbaşı Hakkı Bey’den, Saka Hüseyin’e kadar birçok Çanakkale kahramanıyla tanışırlar ve Çanakkale ruhunu iliklerine kadar hissederler. Kayıp Kitaplıktaki İskelet 2 - Yaşayan Ölüler Mavisel Yener - Aytül Akal / Tudem Yayınları Found in Translation tarafından dünya çocuk edebiyatının en başarılı kitaplarının yer aldığı uluslararası antolojiye seçilen Kayıp Kitaplıktaki İskelet’in ikinci macerasında heyecan doruk noktasına ulaşıyor. Efes’in bilim ve kültürünü gelecek kuşaklara taşımak amacıyla inşa edilen görkemli Selsus Kütüphanesi’nden Antik Tiyatro’ya uzanan gizemli geçidin ardında yatan sır ne? Efes Antik Kenti’nin altında var olduğuna inanılan altın duvar efsanesi gerçek mi? Piranalarla Yüzen Çocuk David Almond / Günışığı Kitaplığı Balıkların dilinden anlayan “sıradan” bir çocuğun öyküsü! Kitap, işsiz kalan amcasının ve tekdüze yaşama hapsolmuş bir çocuğun evden çıkış ve değişim öyküsünü anlatıyor. Stanley, işsiz kalınca evi konserve üretim işliğine çeviren amcasının yanında, birbirinden farksız uzayıp giden saatler boyunca çalışmaktadır. Ama bir gün bu tekdüzelik yerle bir olur. Doğum gününde kasabada yeni kurulan panayır, kahramanımızı daha önce hiç karşılaşmadığı tuhaflıkta insanlarla buluşturur. Okumayı Sevmeyen Çocuğun Hikayesi Miriam Dubini / Yapı Kredi Yayınları Okumayı sevmeyen, kitabın büyülü dünyasında dolaşmaktan hoşlanmayan çocuk var mı? Kitap okumayı çok sıkıcı bulan Anna’nın görüşü, kütüphanede gördüğü “o” kitaptan sonra bambaşka bir boyut kazanır. Hayal bile edemeyeceği şeylerle karşılaşır çünkü... Yazar, kitapta sadece hikâye anlatmakla kalmamış, çeşitli oyun ve bulmacalar da hazırlamış okuyucularına… Profesör İyon İle Fen - 5 Kitap Birsen Ekim Özen/ Timaş Çocuk Fen konularını bir de Fen Gezegeni’nin başkanı Profesör İyon’dan dinleyin. O ve ekibi, tasarladıkları çeşitli çözüm yollarıyla çocukları, fen konularıyla yaşadığı problemlerden kurtarıyor. Profesör İyon ve ekibinin tek amacı evrende fen konusunda sorun yaşayanlara yardımcı olmak; onların fen derslerinden korkmamalarını sağlamak ve fenin hayatın bir parçası olduğunu göstermek. Herhangi bir hususta uzun süre suskun ve hareketsiz kalındıktan sonra gerek tesadüfen, gerekse bilinçli olarak büyük bir başarı elde edildiğinde, “Durdu, durdu turnayı gözünden vurdu” deriz. Deyimin ortaya çıkışı, bir avcı mübalağasına (abartmasına) dayanmaktadır. Avcılar meclisinin en yaşlı üyesi olan Şikarizade Sayyat Ağa, mecliste anlatılanların hepsini sessizce dinler ama hiçbir şey anlatmazmış. Bu durum diğer avcıların dikkatini çekince, aralarında karar alıp demişler ki: — Bunca yıllık avcısın, bir hatıra da sen anlat. Şikarizade, nazlanmış, olmaz falan demiş ama sonra derin iç geçirip başlamış anlatmaya: — Ne olursunuz beni konuşturup meclisinizi yasa boğmayın ve beni gençliğimin en hazin hatırası ile yeniden yüzleştirerek derdimi tazelemeyin. Çevresindekiler, ‘Demek ki ortada çok duygusal, acıklı bir av hikayesi var,’ diye düşünüp anlatması için ısrar etmişler. Bizimki eski meddahlar gibi oturuşuna çeki düzen verip anlatmaya devam etmiş: — Avcılığa başladığımın ilk günlerindeydi. Biraz gittikten sonra gökte bir turna gördüm. İçimden, “Şunu, zararsız bir yerinden, ayağından vurayım.” dedim. Tam sağ ayağına nişan alıp çektim tetiği. İşte, ne olduysa o anda oldu. Zavallı turna, gagasıyla ayağını kaşımaya yeltenmez mi? Kuşcağız şöyle iki yüz üç yüz metre kadar bir mesafeye düştü. Köpeğim kuşu aldı getirdi. Baktım saçmalarımdan yalnızca biri, ayağına isabet edecek yerde, başı siper olduğu için sağ gözünden girip sol gözünden çıkmış? İki gözü iki çeşme kanıyor. Ben hayatımın en büyük pişmanlığı ile ne yapacağımı şaşırdım. Kan tutmuş gibi donakalmışım. Kuş çırpınıyor, benim içim sızlıyor. Böyle ne kadar zaman geçti bilmiyorum; asıl hüzünlü sahne o zaman yaşandı... Sayyat Ağa sözünün burasında, bir ara verip önce iki kez bağrını yumruklar ve ağlamaklı bir eda ile iç geçirerek bir bardak su içer; sonra da acıyla yutkunup anlatmaya devam eder: — Nasıl geldiler, nereden geldiler, ne kadar zamanda geldiler, bilemiyorum, baktım çırpınan kör turnanın üstünde bir bölük turna toplanmış dönüp durmakta. Bana doğru öyle bir ötüyor ve öyle kanat çırpıyorlar ki hayatımda öyle bir dehşeti başka bir gün yaşamadım. Af dilesem, hangisinden dileyeceğim. Konuşsam ne diyeceğim!.. Tam bir şaşkınlık hâli, sizin anlayacağınız. Birden, onların kendi dilleriyle ötüşüp anlaştıklarını gördüm. Hayret ki hayret! Kör turnaya bir şeyler anlatıyorlardı. Sonra onu aralarına aldılar ve yıldırım gibi havalandılar. Dinleyenlerin şaşkın ve hayret dolu bakışları arasında Sayyat Ağa sözlerini bitirdi: — İşte arkadaşlar!.. Turnalar, bir arada uçmaya o günden sonra başladılar. Aralarına aldıkları kör turnaya ses vererek uçuş yönüne yöneltmeyi o gün keşfettiler. Şimdi turnalar sırf o uğursuz günü bana hatırlatmak ve benden intikam almak için bir arada uçuyorlar. Hatta bu haber dünyadaki bütün turnalar arasında yayıldı ve onlar benim yüzümden hep beraber uçmayı alışkanlık haline getirdiler. Geçenlerde o kör turna ki epey yaşlanmış, rüyama girdi ve dedi ki: — Ey bütün zamanların en büyük avcısı! Biz, senden sonra bu cihanda böyle nazik, düşünceli ve hassas bir avcı görmedik. İki gözüm senin sanatına feda olsun! Şikarizade Sayyat Ağa’yı dinleyenlerden biri hayretinden patlar ve: — Peehhhhh!! BİL . BUL . EĞLEN OYUNLAR - BİLMECELER - BULMACALAR - LABİRENTLER - YAPBOZLAR YALAN YANLIŞ MANTIK OYUNU Hangi sporcu hangi formayı giyiyor bul. Ressam bu sayfayı çizerken sporcuların bacaklarını birbirine karıştırmış. Rakamlarla harfleri eşleştirerek resimleri düzelt. Ben sarı giymek istemiyorum. Ben ne sarı ne de mavi giymek istiyorum. Ben mavi giymek istemiyorum. 32 33 BİL . BUL . EĞLEN OYUNLAR - BİLMECELER - BULMACALAR - LABİRENTLER - YAPBOZLAR İŞLEMLER BADMINTON Bu sporcu badminton oynuyor. Buradaki badminton toplarını sayması için ona yardım et. İşte karşınızda Doktor Olimpikenştayn. Bu işlemleri öyle rakamlarla tamamla ki sonuç hep aynı olsun. 6 10 1 11 - 10 11 + 2 22 x 6 34 35 LİMANDA BİR GÜN Elif, Ateş ve Fındık limandaki balıkçılarla çok eğitici bir gün geçiriyorlar. Denizciler onlara mesleklerini ve denizlerdeki seyahatlerini anlatıyor. Acele et, sende onlara katıl. 500 gr. 15 TL. 250 gr. 5 TL. DAİRELER Sence bu yelkenlinin üzerinde kaç daire var? RÜZGÂR Sence limanda rüzgâr hangi yöne esiyor? Bu resime dikkatle bak. 100 gr. 4 TL. LEZZETLİ BALIKLAR Bir balık satın almak istiyorum. Ama fazla param yok. Hangi balığın daha ucuz olduğunu hesaplamama yardım eder misin? A B C LİMANDAKİ RESSAM DİKKATSİZ KAPTAN Bu ressam limandaki gemilerden birinin resmini yapıyor. Sence hangi geminin? Sence bu kaptan teknesini nereye bağlamış olabilir? KAPTAN NEREDE? Yola çıkmak istiyoruz. Ancak geminin kaptanını bulamadım. Onu gördün mü? TAC MAHAL ÜLKESİNDE GEVEZE BULUTLAR H M T A C A A L Elif, Ateş ve Fındık bu kez kutsal ineklerin, fillerin ve yılanların ülkesi Hindistan’ı geziyorlar. Sen de onlara katıl ve ihtiyaçları olduğunda onlara yardım et. S İ Bu bulutlarda, Hindistan ile ilgili 2 kelime gizli. Harfleri doğru şekilde sırala ve bu iki kelimeyi bul. R A YILAN OYNATICISI Sepetlerin üzerindeki sayıları toplayın. Hangi sepetler aynı sonucu veriyor? 4 7 2 6 2 1 3 5 A B 2 3 6 4 C 4 1 7 4 8 3 2 4 E 4 1 6 7 GİZLİ ÜÇGENLER F Halının üzerindeki resimde birden fazla üçgen bulunuyor, fakat ben hepsini bulamadım. Siz bulabilir misiniz? D KIRIK ÇÖMLEK Şu çocuk ne kadar da dikkatsiz. Çömleği taşırken düşürmüş ve çömlek kırılmış. Ona yardım et ve kırılan parçayı bul. FARKLI OLANI BUL 1 Taştaki çizimlerin biri hariç tamamı bu sayfada tekrarlanmıştır. Tekrarlanmayan çizim hangisi? 2 1 4 5 3 4 5 3 2 6 42 43 44 45 AKL l N l ZDA BULUNSUN! Astronotlar Ay üzerine yalnızca ayak izlerini ve bayraklarını değil, 3 tane de golf topu bırakmışlar. Yani günün birinde Ay’a gidecek olursan, küçük bir karşılaşma yapmak üzere yanında golf sopası götürmeyi unutma! Pişman Dergisi 16. sayıdaki ‘Atasözü Bulmaca’nın yanıtı: AVCI NE KADAR HİLE BİLSE AYI O KADAR YOL BİLİR. Geçen sayıdaki Atasözü Bulmaca’ya doğru yanıt vererek tablet bilgisayar almaya hak kazanan öğrencilerin adları: Albay İbrahim Karaoğlanoğlu İlkokulu 3.Sınıf öğrencisi Efe Ünlütürk Hızır Reis İlköğretim Okulu 8. Sınıf öğrencisi Ayber Erdik 50.Yıl Cumhuriyet İlköğretim Okulu 4.Sınıf öğrencisi Furkan San YANlTLAR Sayfa 32 YALAN YANLIŞ 1E, 2D, 3A, 4B, 5C Sayfa 33 MANTIK OYUNU 1C, 2A, 3B Sayfa 34 BADMINTON 25 Adet Sayfa 35 İŞLEMLER 22-10 = 11 +1 = 2 x 6 Sayfa 36-37 Sayfa 38-39 DAİRELER: 13 LEZZETLİ BALIKLAR: Ortadaki. LİMANDAKİ RESSAM: Sarı-yeşil renkte ve bayrağı olan gemi. RÜZGÂR: Rüzgâr soldan sağa doğru esiyor. (Bayraklara, Yelkene ve dumanlarar bak.) KAPTAN NEREDE: Geminin bayrağındakiyle aynı sembolü taşıyan bir kasket ve sarı renkli uzun kollu bir tişört giymiş. DİKKATSİZ KAPTAN: B YILAN OYNATICISI: B ve D KIRIK ÇÖMLEK: 4 GEVEZE BULUTLAR: Tac Mahal ve Sitar GİZLİ ÜÇGENLER: 20 üçgen FARKI OLANI BUL: 1 RESMİ TAMAMLA Parçaları doğru şekilde sıralayarak resmi oluştur. 1 2 3 4 5 6 7 8 9 49