Politika - Ertuğrul Kürkçü

Transkript

Politika - Ertuğrul Kürkçü
lo vamos a
4No
olvidar
yüzler,
Yeni kuşak
4filmlerde
4Sesler,
sınıf
sokaklar...
duyarlığı
Ariel Dorfman444
Necati Sönmez 443
Ekin Demirci447
EKMEK & ÖZGÜRLÜK
A Y L I K
S İ Y A S İ
D E R G İ
S A Y I
u
1 2
u
E K İ M
2 0 1 0
u
2 T L
Yeni “gizli anayasa”nız
mübarek olsun!
n Referandum ve
‘açılım’ın yeni perdesi
Ertuğrul Kürkçü
Referandumun ardından sosyalistler:
SP Genel Başkan Yardımcısı Kadir Akın
4Emek, barış
demokrasi
bloku
417
EMEP GYK üyesi
İskender Bayhan
4Kürtleri de
kapsayan geniş
ittifak
416
4 Pensilvanya, Hanefi
Avcı ve ‘Haliçtekiler’
AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın
kendilerinden “yeni anayasa”
ve “demokrasi” bekleyenlere
iki küçük hediyesi var: Bir
“gizli anayasa” ve yanında bir
de fırça: “Kimse bize 2011
içinde yeni bir anayasayla ilgili 'yok komisyon kuralım, yok
şu, yok bu' filan gibi tekliflerle
gelmesin, çünkü bizim artık
2011 seçimi öncesi gündemimizde böyle bir çalışma yok.”
“Demokrasi” yok ama, müjdeler olsun “küçük kırmızı kitabımız”, Milli Güvenlik Siyaset
Belgesi yenilenmiş! “Araştırmacı gazeteciler”e belge ile ilgili “bilgi veren önemli bir yetkili”ye göre “Bu kez kuşkucu
bir şekilde kimse en baştan
potansiyel devlet ve millet
düşmanı olarak” görülmemiş.
Tabii küçük bir istisna ile: “Aşırı sol örgütlerle birlikte PKK
terör örgütünün faaliyetleri,
alınması gerekli tedbir42
ler ve yarattığı bölücü
4 Tophane saldırısı
geçmiş olmasın
Kenan Kalyon49
n ‘Değişim’ ve
‘ileri demokrasi’
Tektaş Ağaoğlu414
n Referandumdan
kadın manzaraları
Nihal Tümay419
n Referandum:
Kazananlar,
kaybedenler, Aleviler
Esat Korkmaz420
4 Yetmez Roni Abi,
biraz daha oku
AKP yanlısı bilumum sağ
güçlerin gündemini,
düşünme tarzını üslubunu benimsemenize
değiyor mu?
Sinan Yıldırmaz 424
Besime Şen 428
Burak Cop444
2 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Türkiye
tehdit olarak ayrı başlık altında analiz
edil”miş! Ama “İrtica ve tehdidi” ifadeleri
tarihte ilk kez tehdit olmaktan çıkmış…
Post-referandum siyasi düzenimizin ana
hatları böylece belirmiş oluyor. Daha, Mart
2008’de gerçekleşmekte olduğunu gözlemlediğimiz siyasal denklem şimdi kendi
“gizli anayasa”sına kavuşuyor: “[…] AKP
hükümeti iktidar olanaklarını, özellikle dış
politika alanında ısrarlı bir biçimde kullanarak, “Kürt Sorunu”na ilişkin yaklaşımını
Washington arabuluculuğuyla Genelkurmay’a benimsetmeyi başardı. Yeni bir denge
oluşuncaya kadar Silahlı Kuvvetler ile hükümet artık elele yürüyecekler.
“Bu sonuç, bir cümlede özetlememiz gerekirse ordunun gücüyle paranın ve dinin gücünün halkın tepesinde birleşmesi demek.
“Geçmişte bu güçler arasında belli bir gerilimin mevcudiyeti, kırılgan da olsa bir denge
olanağı sunuyordu. Bu aralıktan işçi hareketi ve öteki ezilenlerin toplumsal muhalefeti uç verebiliyordu. Oysa şimdi bütün çatlakların ta en aşağıdan muhtarlıklar düzeyinden başlayarak Siyasal İslam’ın gökkuşağı koalisyonunun oluşturduğu dokuyla tıkanacağı, sıvanacağı bir yeni sürece evriliyoruz: Bir kez daha 1930-45 ve 1950-60 arasındaki statükoya farklı koşullarda iade oluyoruz. Bir tek parti devleti kuruluyor tepemizde.” (Ertuğrul Kürkçü, Yeni Egemen
Blok: Asker-İslamcı İttifakı, “Sosyalist
Emek”, Mart 2008)
Eylül sonunda Sosyalist Demokrasi Partisi
(SDP) Genel Başkanı, Toplumsal Özgürlük
Platformu (TÖP) sözcülerinin tutuklanmasıyla sonuçlanan “Devrimci Karargah operasyonu”, bu düzenin nasıl işlemekte olduğuna dair yeni ve açık bir kanıt; “Yetmez
ama evet” mahmurluğundan hala uyanmayanlar için uyarıcı bir şaplak sadece.
Türkiye’nin politik hayatının İçişleri Bakanlığı’nın “tehdit” değerlendirmesine göre ve “hiçbir yasa tarafından sınırlandırılmamış” birimlerince düzenlendiğini, yargı
gücünün hükümete bağlı medya tarafından devralındığını hala kavramış olmayanlar için bu operasyon da uyarıcı olmamışsa, “Ekşi Sözlük”teki şu sözleri gerçekten hak ediyorlar demektir: “Bunlardan
bazıları, sıranın kendilerine gelmemiş olmasından hareketle, ‘demek ki içeri tıkılanlar, sadece, birtakım karanlık işlere bulaşmış olanlar’ diyecek... İnşallah bir dahaki sefere talih kuşu onların kapısına gelmez! Ne de olsa, salaklık, kötü bir şey olsa
da, içeri tıkılmayı haklı çıkaracak bir suç
değil! Ama özgürlük, demokrasi, insan
hakları, hukuk, adalet, ‘vesayet’ karşıtlığı
vs. edebiyatı yapanların bu olup bitenlere
doğru dürüst tepki vermemesi, resmen,
mide bulandırıcı.”
İş başa düşüyor: Hiç değilse “küçük kırmızı kitap”ta kapladığımız kadar yeri topluımsal mücadelede de kaplayalım!
Referandum ve “açılım”ın yeni perdesi
Kenan Kalyon4Sayfa 9
İzmir Büyükşehir
Belediyesi Kürtleri
umursamıyor..!
Büyükşehir Belediyesi, Kadifakele’yi boşaltmak ve orada yaşayanları Limontepe’de kurulan TOKİ konutlarına taşımak
istiyor. Kürtler semti terketmeyince tren ulaşımını kısıtlıyor.
Gençler kendilerini taşımadan geçen treni taşlayınca kimi İzmirliler ise belediyeyi eleştirecek yerde gençleri kınıyor
Şirinyer, Yeşildere, Gürçeşme, Kadifekale… İzmir’de Kürtler’in yoğun olarak yaşamlarını sürdürdüğü gecekondu bölgeleri bunlar. Özellikle Kadifekale bölgesi,
İzmir polisinin arasının hiç iyi olmadığı,
Newroz’un sokaklarda en coşkulu kutlandığı bölgelerden.
Hedef Kadifekale
Yaklaşıkbir yıl önce Türkiye’nin genelinde uygulamaya konulan, İzmir’de de
hedefini Kadifekale olarakbelirlemiş
“Kentsel Dönüşüm projeleri” çerçevesinde Büyükşehir Belediyesi ve TOKİ bir
operasyon başlattılar.
TOKİ, Buca’nın Limontepe semtine (ve
şehrin tamamen dışına) büyük bir site
inşa etti. Kadifekale halkını bölgeye taşımak istiyorlardı. Ancak şimdiye kadar
iki-üç aile dışında sitelere yerleşen olmadı. Kadifekale’yi boşaltmak istiyorlardı. Çünkü Kadifekale, şehir merkezine
çok yakın, tüm İzmir’i tepeden gören ve
adeta kale gibi bir tepe üzerine inşa edilmiş bir gecekondu bölgesi ve yoğun olarak Kürtler oturuyor. İzmir’in tam ortasında böyle mutena bir bölgede “gecekonduların” oluşu da CHP’li Belediye
Başkanı Aziz Kocaoğlu’nu hayli rahatsız
etmiş olmalı. Kadifekale yıllardır İzmir’in “çıbanbaşı” olmuştu.
Tren hattı açılınca
Eylül başlarında belediye İzban Banliyö
Trenleri projesini bitirdi ve büyük bir
tren hattını açtı. Aliağa’dan Menderes’e
kadar uzanacak olan 80 kilometrelik
hattın 25 kilometresi (Alsancak-Menderes) hattı açıldı ve çalışıyor.
Ancak projenin yarım yamalak yapılması nedeniyle hat boyunca semt sakinleri
3-4 kere Aziz Kocaoğlu’nu deneme seferleri sırasında durdurdular ve “üst geçit yapılmadığı için karşıya geçemediklerini” belirterek uyardılar.
Kimi bölgelerde üstgeçit inşaatlarına
başlandı ancak o da çok yavaş. Tren hattı Menderes Hava Limanı’ndan başlayarak, Gaziemir, Karabağlar, Şirinyer, Yeşildere, Gürçeşme, Kadifekale’nin arka vadisi, Kemer, Alsancak bölgelerini izleyen
bir hattan geçiyor. Neredeyse her bölgede bir istasyon var. Ancak yol boyunca
bir şey dikkat çekiyor. 25 kilometrede 12
istasyon bunmasına rağmen, Şirinyer’den Kemer’e kadar yakşalık 7-8 kilometre boyunca istasyon olmadığı için
tren hiç durmuyor.
Bölge sakinlerinin anlattıklarına göre
belediyeye dilekçe vererek ve başka yollarla ulaşmaya çalışmışlar. Ancak cevap
veren olmamış. Bunun üzerine bölgede
oturan bazı gençler deneme saferleri sırasında treni taşladılar. Üç-dört trenin
kimi camları çatlak. İzmir’in daha elit
semtlerinde oturan kimi İzmir’li ise bu
saldırıyı “kınadılar”… Kürtler belediyenin iş yapmasını istemiyormuş..!
Belediyeye yazılı olarak başvuran Kürtler semtlerinden çıkmadıkları için Aziz
Kocaoğlu tarafından böyle cezalandırıyorlar. Trenin diğer semtlerden binen
yolcuları ise Kürtler’in bu eylemini “kınıyorlar”…
Şu anda Şirinyer’den Kemer’e kadar onbinlerce insan trenden yararlanamıyor.
Yeşildere Vadisi’nden her geçişimde bir
yandan trene doğru bakan mahalle çocukları, bir yandan da geçtiğimiz yıl elinde taş ve sopalarla Kürtlere saldırıların
olduğu İzmir/Üçyol olayları geliyor aklıma…
İzmir Halkı bu defa bu sınavdan nasıl geçecek, Belediyeye karşı tepki gösterecek
mi, yoksa “Kürtler kötüdür (!)” demeye
devam mı edecekler? Benim için önemli
olan bu sorunun yanıtı...
Fırat Can Kalyon
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 3
Türkiye
Pensilvanya, Hanefi Avcı ve Haliçtekiler
Sinan Yıldırmaz4Sayfa 24
SDP ve TÖP’e Avcı üzerinden
Fethullahçı komplosu
SDP Genel Başkanı Rıdvan
Turan ve TÖP sözcüsü Oğuzhan Kayserilioğlu’nun da
aralarında bulunduğu 13 kişi
uydurma suçlamalarla “Devrimci Karargah” üyeliğinden
cezaevine konuldu. Operasyon sosyalist harekette ve
kamuoyunda nefretle karşılandı
21 Eylül 2010 günü sabaha karşı "Devrimci Karargah Örgütü"yle sözde irtibatlı oldukları iddiası ile SDP İstanbul İl Binası’na,
Kadıköy İlçe Merkezi’ne ve Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) ve Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) üyelerinin evlerine” terörle mücadele” güçleri tarafından baskınlar düzenlendi. Yüzleri kar maskeli, çelik yelekli özel harekât timleri parti binalarını
darmadağın ettiler, bu binalarda bulunan
bilgisayarlara, çok sayıda görsel ve yazılı
malzemeye el koydular.
Operasyonlarda, SDP Genel Başkanı Rıdvan
Turan, Toplumsal Özgürlük platformu sözcüleri Oğuzhan Kayserilioğlu ve Tuncay Yılmaz, SDP Genel Başkan Yardımcısı Günay
Kubilay, SDP Genel Başkan Yardımcısı Ecevit Piroğlu, SDP MYK Üyesi Ulaş Bayraktaroğlu, SDP PM Üyesi İbrahim Turgut, SDP
PM Üyesi ve İHD İstanbul Şube yöneticisi
Sultan Seçik, SDP Üyesi Özgür Cafer Kalafat
İstanbul’da evlerine baskın yapılarak, Toplumsal Özgürlük okurlarından Semih Aydın
da Bursa’da gözaltına alındılar.
22 Eylül günü operasyon kapsamında, RED
dergisi yazarı Hakan Soytemiz ve Demokratik Dönüşüm dergisi yazı işleri müdürü
Özgür Aytukum da gözaltına alındı.
13 kişi tutuklandı
"Devrimci Karargah Örgütü"yle irtibatlı oldukları gerekçesiyle mahkemeye çıkarılan
17 kişiden 13'ünün tutuklanmasına karar
verildi.
SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan'ın avukatı Gülizar Tuncer “soruşturmada "illegal
faaliyet" diye yöneltilen soruların tamamının SDP'nin eylem ve etkinlikleri olduğu,
söz konusu 'Devrimci karargâh örgüt' ile ilgili tek bir soru yönetilmediğini” belirtti.
Tutuklananlardan Günay Kubilay (1), Rıdvan Turan (2), Tuncay Yılmaz (3), Oğuzhan Kayserilioğlu (4)
Baskınlarla ilgili bilgi veren SDP İstanbul İl
Başkanı Yasemin Deliduman, iddiaların
gerçek dışı olduğunu belirterek: "Asıl olarak
boykota verdiğimiz destekten dolayı partimiz üzerinde bu şekilde baskı kurmaya çalışıyorlar. Referandumdan sonra baskınlar
ve gözaltılar bekliyorduk fakat bizim düşündüğümüzden daha hızlı oldu.” dedi
SDP ve TÖP tarafından operasyonlara karşı yapılan açıklamada Referandum sürecinde Kürt özgürlük hareketiyle ortaklaşa boykot tavrı alan devrimci güçlere saldırıların
devam ettiği vurgulanarak şöyle denildi:
“Referandum akşamı boykot tavrının demokratik olduğunu kabul eden hükümet,
her zamanki gibi ikiyüzlü ve haince davranarak, referandum sürecinde boykot cephesi bileşenlerine başlattığı saldırıları sürdürmektedir.”
Mahir Sayın: Operasyon
Filadelfiyada’ki ağlayan adamdan
Öte yandan hükümet yanlısı basın kuruluşları SDP ve TÖP’e karşı gerçekleştirilen operasyonu uydurma haberlerle devrimci güçlere karşı bir kampanyaya çevirmiş durumda. Ortaya atılan iddialardan biri de yurt dışında bulunan Mahir Sayın’ın Devrimci Karargâh örgütünün üst düzey yöneticilerin-
den biri olduğu yalanı.
İddialarla ilgili Basel’den bir açıklama yapan Mahir Sayın Devrimci Karagah adı altında devrimcilere karşı girişilen operasyonun Referandum sonrasında Kürt ve Türk
halklarına karşı başlatılan yeni sürecin bir
parçası olarak okunması gerektiğini belirtti. “Karargâh davası tüm sosyalistlerin, devrimcilerin, demokratların ortak çabalarıyla
birleşik bir karşı çıkışa dönüştürülmeli ve
komplo üreticilerinin suratına çarpılmalıdır” dedi.
Sosyalist Parti lideri Sevim Belli de yaptığı
açıklamada 'Yetmez ama evet' diyerek AKP
eliyle demokratikleşmenin önünün açılacağını düşünen dostlarımız, sosyalistlere yönelik bu saldırılar karşısında herhalde 'artık
yeter' diye harekete geçeceklerdir" dedi.
Tutuklanan SDP ve TÖP’lülerin derhal serbest bırakılması ve yaşanan hukuksuzluğa
son verilmesi çağrısı ile basın açıklamaları,
yürüyüşler ve imza kampanyaları devam
ediyor. Konu ile ilgili olarak bir araya gelen
siyasi gruplar dayanışmayı büyütmek ve
devrimcilere karşı girişilen kampanyayı boşa çıkartmak için çeşitli düzeylerde temaslarını sürdürüyor.
4 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Türkiye
Tutuklamalara
her yerde protesto
‘
Sosyalist Demokrasi Partisi ve Toplumsal Özgürlük Platformu yönetici ve üyelerine kaşrı girişilen saldırı, İstanbul’da sosyalistlerin geniş
katılımıyla protesto edildi
İstiklal Caddesi’ndeki eyleme bin dolayında protestocu katıldı
SDP ve TÖP Yönetici ve üyelerine karşı yürütülen operasyon
İstanbul’da yapılan yürüyüşle
protesto edildi. BDP, EHP, ESP,
Sosyalist Gelecek Parti Hareketi, Sosyalist Parti, TKP, DİP-G,
SKM, Halkevleri, KESK İstanbul
Şubeler Platformu ve SDP, TÖP
ve SBH’nin bini aşkın üyesinin
katıldığı yürüyüşte tutuklananların kelepçeli fotoğraflarının
bulunduğu ve SIRA KİMDE? yazılı pankart taşındı.
2 Ekim, saat:19.00’da Tünel’de
toplanalar Taksim tramvay durağına doğru yürüyüşe geçti.
Yürüyüş boyunca “Sosyalistler,
susmadı susmayacak; Komplolar sökmedi sökmeyecek; AKP,
Polis, Medya, Bu abluka dağıtılacak” sloganları atıldı. Yürüyüşte “İşte AKP demokrasisi; Sıra Kimde?” yazılı pankart taşındı. Yürüyüş Taksim tramvay durağında sonlandı.
Yürüyüşten sonra ESP MYK
üyesi Ongun Yücel, EHP Genel
Başkanı Sibel Uzun, Sosyalist
Parti Genel Başkan Yardımcısı
Kadir Akın ve BDP İstanbul İl
Yöneticisi Hülya Yel tutuklananların serbest bırakılması
gerektiği yönünde açıklamalar
yaptılar.
Sibel Uzun “8 yıldır açık alanda faaliyet yürüten SDP’nin
Devrimci Karargah örgütüyle
hiçbir alakası yoktur. Bu tamamen AKP’ye muhalif olanlara
karşı yapılmış bir saldırıdır.
AKP sadece kendinden oluşan
bir siyaset kurma çabası içersindedir. “ dedi.
Sosyalist Parti’den (SP) Kadir
Akın da “Bu saldırı tamamen
bir komplodur.Bizim bu kurguyu tersine çevirmemiz gerekiyor. Bu kurguyu dağıtacağız ve
teslim olmayacağız.” dedi.
BDP İstanbul İl yöneticisi Hülya
Yel ise “Bu saldırılardan önce
BDP’ye yönelik KCK adı altında
bir operasyon düzenlenmniş ve
1500’e yakın parti çalışanı tutuklanmıştı. 20 Eylül’de bitecek
olan ateşkesi uzatan PKK’nin bu
kararı ardından 21 Eylül’de
Kürt dostlarına ve sosyalistlere
yönelik bir komplo düzenlendi.
Dostlarımıza yönelik ciddi bir
komplo ile karşı karşıyayız. Buradan AKP’ye sesleniyorum bu
komploları boşa çıkartacağız.”
dedi.
Basın açıklamasından
n Referandumun önemli bir
sonucu, AKP’nin, kendisini
“hükümet” olmaktan “iktidar”
olmaya geçmiş olarak hissetmesidir.
n
AKP en önemli iktidar
odaklarından “yargı” kurumunu kontrol altına almış oldu.
Bu hamleyle AKP “iktidarlaşma” yolunda belirleyici önemdeki bir dönüm noktasını geçti ve artık daha da “devletleşti”.
n AKP “devletleşmenin sorumluluğu” ile devrimci ve
sosyalist güçlere saldırıyor.
Daha önce KCK operasyonu
adı altında Kürt siyasetçileri-
ne, Halkevleri üyelerine, Odak
dergisi okurlarına, ESP üyelerine vb saldırmıştı, şimdi de
referandumun hemen arkasından hedefe SDP ile TÖP’ü
koydu.
n Arkadaşlarımızın serbest
bırakılmasını istiyoruz.
n “Terör örgütü üyesiymiş gibi davranmak” diye tanımlanan ve herkesi zan altında bırakan yasaların da kaldırılması için mücadele edeceğiz.
Susmayacağız.
n Saldırı hepimizedir. Birlikte püskürteceğiz. Komploların
boşa çıkartılması görevimiz-
Futbol
taraftarları
UPS direniş
çadırında
Üç büyükler ve Sakaryaspor taraftarları direnişçi işçilere moral
verdi
Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe ve Sakaryaspor taraftar
grupları direnişteki UPS işçilerini İstanbul Mahmutbey’deki
UPS Aktarma merkezi önündeki direniş çadırında ziyaret etti.
151 gündür, anayasal hakları
için mücadele ettiklerini belirtenTÜMTİS Genel Başkanı Kenan Öztürk, “İşten çıkarıldığımız UPS’ye yeniden sendikalı
olarak dönene kadar mücadelemizi sürdüreceğiz” dedi.
Beşiktaş Halkın Takımı taraftar
grubundan Yılmaz Bozkurt,
Beşiktaşlılar olarak UPS işçilerinin ve tüm işçi sınıfının mücadelesine destek vermeye devam edeceklerini söyledi. Tek
Yumruk Galatasaray taraftar
grubu temsilcisi de “Tüm renkleri yaratanın emek olduğunu
biliyoruz ve emeğin mücadelesinin sonuna kadar yanındayız” dedi.
Eylem sonrası işçilerle
maç
Konuşmalar sırasında her taraftar grubu kendi takım formasını işçilere hediye etti. Taraftarlar, açıklamaların ardından UPS işçileriyle futbol maçı
yaptı. Taraftar gruplarından
oluşan takım ile UPS işçilerinden oluşan takım arasındaki
maç 2-2 berabere sonuçlandı.
Maçın ardından taraftar grupları ziyaretini sonlandırdı ve işçilerle vedalaştı. Taraftar gruplarının ziyaretinin ardından 1
yıldan uzun süre direnerek
hakkını kazanan DESA işçisi
Emine Aslan UPS işçilerini ziyaret etti.
TÜMTİS’e üye oldukları için işten çıkarılan UPS işçilerinin direnişi 151 günü geride bıraktı.
İstanbul Mahmutbey, Kurtköy’deki ve İzmir’deki aktarma
merkezleri önünde toplamda
160 işçinin direnişi sürüyor.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 5
Türkiye
Kot taşlama işçisi 44 ölümden
sonra hakkını kazandı
Sigortasız çalıştırıldı. Silikozis hastası oldu. Tedavi masraflarını kendi karşılamak zorunda
kaldı. Mahkeme işçi Dımbır'ın iş göremezlik maaşı almasına karar verdi. Prof. Dr. Kılıçaslan
"SGK mahkemeleri beklemeden tüm silikozis hastalarına aynı hakkı tanımalı" dedi.
Erhan Üstündağ
Güvencesiz şekilde çalıştırıldığı kot kumlama atölyesinde tedavisi olmayan silikozis hastalığına yakalanan bir işçi beş yıllık yargı sürecinin sonunda sosyal güvenceden yararlanma hakkını kazandı.Kot
taşlama işçilerinin hakları için kampanya
yürüterek konuyu gündeme getiren isimlerden, Kot Taşlama İşçileri Dayanışma
Komitesi üyesi Prof. Dr. Zeki Kılıçaslan,
bundan sonra Sosyal Güvenlik Kurumu'nun (SGK) bürokratik süreçleri beklemeden tüm silikozis hastalarına aynı hakkı vermesi gerektiğini söyledi.
"Bu önemli bir karar, sevindirici. Fakat her
davanın aynı şekilde sonuçlanacağının garantisi yok. İnsanlar 5-10 yıl süründürülmemeli."
Kılıçaslan'ın gerekçesi de basit: Silikozis
bir meslek hastalığı, bu hastalık devlet
hastanelerindeki uzmanlarca belgeleniyor. Dolayısıyla istismar edilmesi mümkün değil.
Kılıçaslan'ın dikkat çektiği bir diğer nokta
da, kot taşlama işçileri öne çıksa da, kumlamanın cam, seramik, metal sanayisi gibi alanlarda da kullanıldığı ve daha seyrek
olsa da buralarda çalışan işçilerin de silikozise yakalandığı. "
"İşveren tehdit etti"
17 yaşından itibaren -askerlik için verdiği
ara hariç- yedi yıl bir atölyede çalışan Yılmaz Dımbır'ın sağlığı 2001'de bozuldu.
Tüberküloz teşhisi konuldu, sosyal güvencesi olmadığı için kendi imkanlarıyla
tedavi oldu. 2004'te durumu kötüleşti, silikozise yakalandığı belirlendi.
Dımbır'ın yine sigortası yoktu, ücretsiz tedaviye erişemiyordu. 2005'te çalıştığı dönemin sigortalı sayılması için dava açtı.
Mahkeme Ekim 2009'da lehine karar verdi. Ağustostan itibaren aylık 565 TL sü-
rekli iş göremezlik geliri bağlandı.
Avukatı Ali Osman Odabaş, "Sorun sadece müvekkilimi değil, çok geniş kitleyi ilgilendirmekte. Sektörde sigortasız işçi çalıştırılması üst düzeyde olmasının yanı sıra koşullar işçi sağlığına yüzde 100 aykırıdır. İş yeri sahipleri çok sık yer değiştirdiğinden tazminat davaları konusunda
ulaşmak mümkün olmayabiliyor. Ancak,
biz bu konuda da hukuki mücadele vereceğiz."
Dımbır da "Merdivenleri çıkarken zorlandığımı gören işyeri yetkilileri hastalığımdan şüphelenmişler. Ancak beni özel muayenehaneye götürüyorlardı. Daha sonra
sen köyünde dinlen biraz, diyerek memleketime gönderdiler" dedi.
"Benim durumumda çok sayıda arkadaşım var. İşveren tarafı bizleri korkutarak,
ölümle tehdit ederek dava açmamızı engellemeye çalışıyordu."
"1200 kişi"
İstanbul Tıp Fakültesi'nde göğüs hastalıkları uzmanı olan Kılıçaslan, hastanelere
başvurdukları için bilinen 1200 kadar silikozis hastası olduğunu belirtti; yeni hastaların başvurduğunu da ekledi. Bugüne
kadar 44 işçi hayatını kaybetti.
Sağlık Bakanlığı martta yayınladığı genelgeyle kumlamayı yasaklamıştı. Levi's ve
H&M firmalarının bu yöntemi kullanmayacağını açıkladığını, Uluslararası Çalışma
Örgütü'nün de çalışma yürüttüğünü belirten Kılıçaslan, kumlamanın tamamen
yasaklanmasının gündemde olduğunu belirtti. (bianet)
BDP kadın meclisi kadın kongresine gidiyor
BDP Kadın Meclisi, "Kadının komünal bilinciyle siyaseti örelim, demokratik özerkliği
inşa edelim" şiarıyla 31 Ekim'de Diyarbakır'da gerçekleştirecekleri kurultay için hazırlıklara başladı. BDP Kadın Meclisi Sözcüsü Şükran Dikmen, BDP Kadın Meclisi olarak 1. olağan kongrelerini Türkiye'de son
derece önemli siyasal ve toplumsal gelişmelerin olduğu bir süreçte gerçekleştirdiklerini belirterek, Kürt sorununun çözümü
konusunda tartışmaların geliştiği tarihi bir
süreçten geçildiğine dikkat çekti.
Yeni anayasanın 2011 yılında yapılacak olan
genel seçimler sonrasına bırakılmasının
Türkiye'nin acil ihtiyacı olan demokratikleşmeye değil, AKP hükümetini iktidara taşıyan bir araç olarak görüldüğünü belirten
Dikmen, bu politikaların sonucunun çözümsüzlükte derinleşme ve sonuç olarak
sonu görülmeyen çalışmalar olduğunu be-
lirtti. Sorunun en ideal ve Türkiye koşullarına uygun çözümünün Demokratik Özerklik modeli olduğunu belirten Dikmen, bu
noktada muhatabın Abdullah Öcalan olarak
görülmesinin ve diyalog sürecinin başlamasının anlamlı olduğunu kaydetti. Kongreden önce 28-29 Ekim tarihinde Batman'da
konferans yapacaklarını belirten Dikmen,
bu konferansın da kongreye hazırlık anlamında önemli olduğunu vurguladı.
6 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Dünya
Avrupa işçileri ayakta
Hükümetlerin kemer sıkma politikaları tüm Avrupa’da protesto edildi: İspanya genel greve
gitti, Brüksel son yılların en büyük işçi gösterilerinden birine ev sahipliği yaptı
cisi olacağı konusunda uyardı.
İngiltere’nin yedi milyon üyeli
en büyük işçi konfederasyonu
TUC’nin genel sekreteri Brendan Barber da gönderdiği destek mesajında, kemer sıkma
politikalarının yol açtığı talep
daralmasının Avrupa’nın krizden çıkmasını zorlaştırdığını
ileri sürdü. Barber, “hükümetlerden bütçe açığını göz ardı etmelerini isteyemeyiz ancak büyümeye ve işsizliğe odaklanmaları gerekiyor” dedi.
Yunanistan
Eylemlerin adresi Belçika’yla sınırlı kalmadı. Öteki ülkelerde
de gösteriler ve grevler vardı.
Yunanistan’ın en büyük işçi
konfederasyonu, Çarşamba akşamı iş çıkışında parlamento
binasını hedef alan bir yürüyüş
düzenledi. Ne var ki bazı küçük
sendikaların çağrısıyla hastenelerde çalışan doktorlar 24 saatlik greve gitti, otobüsler ve
tramvaylar birkaç saat boyunca
çalışmadı, Atina metrosu da öğle saatlerinde kapalı kaldı.
İrlanda ve Portekiz
Brüksel’de onbinler, yoksullaştıran ekonomik politikalara karşı yürüdü
Avrupa İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ETUC) tarafından
yapılan çağrı karşılık buldu ve
29 Eylül Çarşamba günü Avrupa sokağa döküldü. Eylemlerin
merkezi Belçika’nın başkenti
Brüksel’di. Otuz ayrı ülkeden
gelen yaklaşık yüz bin emekçi
burada toplanarak AB kurumlarına doğru yürüyüşe geçti.
Avrupalı emekçiler hükümetlerin krizi bahane ederek uygulamaya soktukları emek karşıtı
politikaları, işten çıkarmaları,
ücret indirimlerini, sosyal yardımların kesilmesini protesto
etti. Rengarenk balonlar ve pan-
kartlar eşliğinde yürüyen göstericiler, “krizi biz çıkarmadık,
faturayı halk değil bankalar
ödesin” dedi.
Sendikaların mesajı
Brüksel’deki mitinge temsilci
gönderen sendikaların sayısı elliyi buldu. Fransız sendikacı Jean Claude Mailly yaptığı konuşmada, hükümetlerin çok geç olmadan kemer sıkma önlemlerini geri almasını talep ettiklerini
söyledi ve aksi takdirde doğabilecek sosyal hareketliliğin önümüzdeki haftalarda ve aylarda
daha büyük eylemlerin haber-
Belfast’ta ve öteki şehirlerde
yüzlerce kişinin katıldığı gösteriler düzenlendi. Bir gösterici,
banka karşıtı sloganlarla süslediği beton mikserini meclisin
önüne çekerek bankaların İrlanda halkının cebinden çıkan
paralarla kurtarılmasını protesto etti.
Başkent Lizbon ile Portekiz’in
en büyük ikinci kenti Porto’dan
muhalif sesler yükseldi. Lizbon’da akşam saatlerinde düzenlenen mitinge yirmi bin kişinin katıldığı bildirildi.
Doğu Avrupa
Varşova’da binlerce gösterici,
vergileri arttırmayı ve ücretleri
dondurmayı planlayan Polonya hükümetini protesto etti. Dile getirilen talepler arasında
çalışma hakkının güvence altına alınması, yani iş garantisinin
sağlanması da bulunuyordu.
Slovenya’da 29 Eylül, süresi belirsiz bir grevin üçüncü gününe
denk geldi. Çalışanlar, hükümetin ücretleri iki yıllığına dondurma kararından geri adım
atmasını istiyor.
İspanya’da genel grev
İspanyol emekçilerinin başarılı
eylemi tüm dünyada yankılandı. Çalışanların yüzde 70’ini
oluşturan on milyon kişi, sendikaların ve komünistlerin çağrısına uyarak 29 Eylül’de genel
greve gitti. Madencilik, metal,
otomobil, elektronik, balıkçılık
gibi kimi sektörlerde katılım
yüzde 100’e ulaştı.
Genel grevin hedefinde başbakan Jose Zapatero ile 22 Haziran’da meclisten geçirdiği
emek düşmanı reform paketi
vardı. Reform paketi istihdamı
esnekleştiriyor, kayıt dışı ve güvencesiz işçi çalıştırmanın önünü açıyor, tazminatları düşürme yoluyla işten çıkarmayı kolaylaştırıyordu. Hükümet reformları yaz başına denk getirerek toplumsal tepkiyi zayıflatabileceğini sanmıştı. Ne var ki
İspanya’dan yükselen protesto
tüm Avrupa’yı etkisi altına alarak çığ gibi büyüdü.
Bankacıdan uyarı
Önde gelen bir Avustralya Bankası olan Westpac yetkilisi, süregiden kısıntıların toplumsal
gerilim ve öfkeyi arttıracağı, gelecekte çok daha büyük protestolara kapı açabileceği konusunda hükümetleri uyardı:
“Taşrada hastaneler kapanıyor,
emekli maaşlarında kesintiye
gidiliyor, ücretler düşürülüyor;
önümüz kış ve besbelli ki evlerini ısıtmakta güçlük çeken yaşlıların hayatını kaybetmesiyle
ölüm oranları artacak ve bütçe
kesintilerinin insanları öldürdüğüne dair hikâyeler anlatılacak. Yunanistan’ı, Portekiz’i, İspanya’yı ve belli bir ölçüde de
olsa İtalya’yı bekleyen akıbet
budur.”
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 7
Dünya
Kolombiya: FARC liderlerinden
Briceno katledildi
Kolombiya Başkanı Santos, “tarih yeniden yazılıyor” derken ABD Başkanı Obama 57 yaşındaki
liderin öldürülmesiyle “bölgede istikrarın sağlanacağı yeni bir dönem” açılacağını söyledi
Geçtiğimiz ay yemin ederek göreve başlayan yeni devlet başkanı Juan Manuel Santos, Briceno’yu “terörün sembolü” olarak
karalamaktan kaçınmadı.
ABD Başkanı Obama da Santos’a tebriklerini iletti. Obama’ya göre FARC liderinin ölümü, bölgede istikrarın sağlanacağı “yeni bir dönem”in inşasına
yardımcı olacak.
FARC kayıpla baş
bilecek mi?
Briceno gerilla kampında birliklerini denetleme hazırlığında
1960’lardan bu yana Kolombiya’da silahlı mücadele yürüten
Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri (FARC) örgütünün liderlerinden Jorge Briceno, gerilla
kampına düzenlenen bir askeri
operasyonda öldürüldü. Aynı
saldırıda en az yirmi gerillanın
daha hayatını kaybettiği tahmin
ediliyor. Kod adı ‘Mono Jojoy’
olan Briceno 57 yaşındaydı.
Kolombiya Savunma Bakanı,
uçakların ormandaki kampa
yaklaşık elli bomba yağdırdığını; çok geniş bir alana yayılan
devasa genişlikteki kampın, beton sığınaklar ve yer altı tünelleriyle tahkim edilmiş olduğunu
açıkladı.
ede-
Briceno’nun ölümünün FARC
içerisinde büyük bir boşluk yaratacağı öngörülüyor. Zeki bir
askeri stratejist olarak bilinen
Briceno, Mart 2008’de kalp krizi geçirerek ölen örgütün kurucu lideri Manuel Marulanda’ya
yakın bir isimdi. Neredeyse bütün hayatını, aşçılık yapan annesiyle birlikte çocuk yaşta geldiği
gerilla kamplarında geçirmişti.
Jorge Briceno’nun başka bir
özelliği de, tutuklu FARC üyeleriyle değiş tokuş edilmek üzere
insan kaçırma eylemlerinin
planlayıcısı veuygulayıcısı olma-
sıydı. Örgütün kaçırıp yıllarca
alıkoyduğu rehineler arasında
Kolombiyalılar’ın yanısıra yabancı uyruklular, özellikle de
Amerikalılar da var. Briceno’nun rehin alma yöntemi o
kadar çok tepki gördü ki ki
komşu ülke Venezüella devlet
başkanı Hugo Chavez, Kolombiyalı isyancılardan artık buna bir
son vermelerini istemişti.
FARC, ABD destekli Kolombiya
ordusunun askeri operasyonları dolayısıyla yıllardır kan kaybediyor. Sekiz yıl önce 17 bin silahlı kadroya sahip olan örgütün bugün yalnızca 8 bin üyesi
olduğu tahmin ediliyor. Örgütün lider kadrosu da darmadağın. Marulanda’nın ölümünden
sonra başa geçen Alfonso Cano’nun batı Kolombiya’daki
dağlık bölgede gizlendiği ve
FARC’ı buradan yönettiği ileri
sürülüyor. Ancak Sekretarya’nın öteki iki üyesi, Kolombiya
askeri yetkililerinin verdiği bilgiye göre Venezüella’dalar.
Almanya: Nükleere karşı yüz bin kişi
Nükleere reaktörlerin kapatılması 2035’e ertelenince ekolojist muhalefet ayaklandı
18 Eylül’de Berlin’de bir araya
gelen protestocular nükleer
santrallerin önceden öngörüldüğü gibi 2021 yılına kadar kapatılması için saatlerce yürüdü
ve slogan attı. Kalabalığın taşıdığı ve nükleer karşıtlarının
sembolü haline gelen sarı bayrakların üzerinde, “Nükleer
enerji mi? Hayır, teşekkürler!”
yazılıydı. Çernobil santralinde
yaşanan feci kazayı hatırlatan,
“Başka Çernobiller olmasın” diyen pankartlar da dikkat çekiyordu.
On yıl önce Sosyal DemokratYeşiller koalisyonu zamanında,
Almanya’daki nükleer reaktörlerin tamamının 2021’e kadar
kapatılması öngörülmüştü. Doğabilecek enerji açığının rüzgar
ve güneş enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanması planlanıyordu. Ne var
ki Angela Merkel’in liderliğindeki muhafazakâr-liberal hükümet Eylül ayı başında aldığı kararla bu süreyi 2035 yılına kadar uzattı.
Hükümetin alelacele aldığı bu
kararda nükleer lobisinin parmağı olduğu düşünülüyor. Yeşiller Partisi sözcüsü yaptığı açıklamada, Almanya’nın şu anda
rüzgar ve güneş enerjisi üretiminde dünya birincisi olduğunu, bunu çıkarlarına uygun bulmayanların para kazanmak için
nükleer enerji kullanımını desteklediğini söyledi.
Dört büyük enerji şirketiyle
Merkel hükümeti arasında, nükleer yakıttan alınan vergileri
arttırmak üzere anlaşmaya varıldığı söyleniyor.
Çevreciler öfkeli
Hükümetin 13 santralin kullanım süresini on dört yıl daha
uzatma kararı büyük tepkilere
neden oldu. Farklı şehirlerden
gelerek Berlin’in merkez istasyonunda buluşan göstericiler.
“Hükümet mahallesi” olarak
anılan Federal Meclis ve Başbakanlık binalarının olduğu semti
kuşattı.
Hükümet büyük katılımı havanın güzelliğine bağlasa da gelecek ay da Stuttgart ve Münih’te
dev gösteriler bekleniyor.
8 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Dünya
Venezüella:
Bolivarcı Devrim
yoruldu ama
yenilmedi
Znet yorumcusu Gregory Wilpert’e göre, Chavez hükümeti
görece güçten düşmüş olsa da Venezüella’nın dış mahalleleri
ve kırsal alanlarında halk “Komutan” Chavez’e bağlılığını sürdürüyor
ra almaları. Yakınlarda yayınlanan bir rapora göre geçtiğimiz yıl muhalefete bağlı
gruplar ABD’den10 milyonlarca dolar para aldılar.
Dahası, muhalefetin parti içi demokrasiden pek nasibini almamış olması. Son seçimlerde iktidardaki Venezüella Birleşik
Sosyalist Partisi (PSUV) bütün seçim bölgelerinde adaylarını önseçimle bilirlerken muhalefet yalnızca seçim böllgelerinini yüzde 18’inde ön seçim yaptı.
Yoksullar ve köylüler Chavez’le
Bolivarcı devrim yorgunluk belirtileri
gösterse de Venezüella’nın dış mahalleleri (barrios) ve kırsal alanlarında halk “Komutan” Chavez’e bağlılığını sürdürüyor.
Toprak reformu, yurttaşlara kendi yörelerinde daha çok iktidar veren yerel konseyler, ve sosyal yardım programları bu
kesimlerde çok takdir ediliyor. Her ne kadar pek çok insan gündelik sorunların çözülmemiş olmasından bıkkınlık getirmiş
olsa da yüzlerini büyük ölçüde yıpranmış
eski politikacılardan oluşan muhalefete
dönmüyorlar. Muhalefetin Chavez ülkeyi
Castro komünizmine sürüklüyor iddialarına omuz silkiyorlar. Öte yandan Chavez’in muhalefetin kapitalist faşizmi temsil ettiği iddiasına inandıkları da kuşku
götürür.
Başka bir deyişle Venezüella siyasetin aşırı kutuplaştığı ama halkın o kadar kutuplaşmadığı bir ülke. Kamu oyu yoklamalarına göre, nüfusun üçte birinden biraz
fazlası sıkı Chavez destekçilerinden ve üçte birinden biraz azı Chavez karşıtlarından oluşuyor. Üçücü üçte bir ise kararsız
görünüyor ve “ne o-ne o”culardan oluştuğu kabul ediliyor. Chavez’in ve muhalefetin yanına çekmesi gereken kesim bu.
PPT umduğunu bulamadı
Chavez yandaşları başkan seçim sandığında oy kullanırken gösteri yapıyor
Venezüella seçimlerinin sonuçlarının başkan Hugo Chavez’in partisinin seçmenlerin yalnızca yüzde 50’sinin oylarını alabilmesine karşın sosyalistler ve Chavez
yanlıları için oldukça sevindirici olduğu
söylenebilir.
Herşeye rağmen başarı
Neredeyse iktidarda 12. yılını dolduran
ve ekonominin daraldığı, ağır kuraklık
yüzünden hidroelektrik enerji santrallerinin çalışmamasının elektrik kesintilerine yol açtığı, suç işleme oranlarının tavana vurduğu, hükümetin ihmalleri yüzünden onbinlere ton gıdanın çürütüldüğü
çok kötü geçen iki yılın ardından toplumun yüzde 50’sinin hala Chavez’e oy vermesi göz kamaştırıcı bir başarı. Bu iktidardaki sosyalistlerin geçmiş hatalardan
ders almaları ve 21. yüzyıl sosyalizmini
inşa programlarını yürütmeleri için yeni
bir fırsat.
Muhalefet güç topluyor
26 Eylül seçimleri, öte yandan, muhalefetin güç topladığını ve Chavez hükümetinin görece güçten düştüğünü de gösteriyor. Muhalefet 2002’deki başarısız darbe
girişimi, 2003’teki petrol sanayisi lokavtı,
2005’teki seçim boykotunun ardından,
2006 başkanlık seçimlerine, 2008 bölgesel yönetim seçimlerine ve son milletvekili genel seçimlerine katılarak kendisini
gitgide Venezüella siyasal hayatıyla bütünleştiriyor. Ayrıca, muhalefet Demokratik Birlik Koalisyonu’yla (MUD) geçmişe
oranla çok daha bütünleşmiş görünüyor.
Bununla birlikte Chavez karşısında istedikleri ölçüde etkili olamamalarının en
önemli nedeni yabancı kaynaklardan pa-
Son seçimlerde bir parti hem Chavez’e
hem muhalefete karşı çıkarak bu kesime
seslenmeye yöneldi. Bu parti, uzun süre
Chavez’i destekledikten sonra bu yıl başlarında Chavez yanlısı koalisyondan ayrılarak Lara eyalet valisi Henri Falcón’un
desteğiyle ülkedeki üçüncü gücü oluşturmaya girişen Herkesin Anayurdu (PPT)
partisi. Bu girişim pek çok yorumcunuın
öngörülerinin aksine şimdilik başarısızlığa uğramış görünüyor. PPT yalnızca iki
milletvekili çıkardı ve Lara’da hiçbir şey
elde edemedi. Görünen PPT’nin oylarının
büyük bölümünü Chavez yanlılarından
değil muhalefetten aldığı. Bu da Chavez
cephesinde seçmen sadakatinin muhalefetten daha güçlü olduğunu gösteriyor.
Doğrusu, toplumun kutuplaşmamış olması poltik alana yansımıyor gibi görünüyor. Çünkü seçim bölgelerinde kazananın bütün iskemleleri almasına dayalı seçim sistemi üçüncü taraflara fırsat tanımıyor.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 9
Politika
Referandum ve
‘açılım’ın yeni perdesi
Boykotun başarısının ve CHP-MHP blokunun dağılmasının yol açtığı bir dizi değişkiliğe karşın bütün kurumsal ve toplumsal dirençler, bütün “kırmızı çizgiler”, devletin sahici bir barış
korkusu, yani sorunun “sert çekirdeği” yerli yerinde duruyor
BDP Eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak referandum sonrası AKP ile görüşmeye giderken
Kenan Kalyon
Boykot ve karmaşık olmayan
bir oylamada çoğunu bilinçli
saymamız gereken geçersiz
oylar hesaba katıldığında, anayasa değişikliği paketinin yurttaşların salt çoğunluğunun
onayını alıp almadığı tartışmaya açık bir konu olmakla birlikte, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) 12 Eylül’deki referandumdan galibiyetler dizisine bir yenisini ekleyerek çıktığı apaçık bir gerçek.
29 Mart yerel seçimlerinin doğurduğu “inişteki parti” algısını telafi etmek, karşısındaki
yargı direncini etkisizleştirerek hâkimiyet alanını biraz daha genişletmek, Türk sağını
büyük ölçüde kendi etrafında
toplamak, buna direnen Milliyetçi Hareket Partisi’ni (MHP)
hırpalamak ve ülke genelinde
olmasa bile tabanının Türk-İslam sentezine göre biçimlendiği geleneksel milliyetçi-mukaddesatçı yataklarında anlamlı
oranda çözmek, Kürt burjuvazinin siniklikten sıyrılarak ayrı ve
“evetçi” bir ses vermesini sağlamak, çiçeği burnunda Kılıçdaroğlu’na erkenden yelken şişirme fırsatı tanımamak, Mavi
Marmara kara kedisinin ardından Cemaat’le güven tazelemek, seçim sath-ı mailine bir
tür güvenoyunu cebine koyarak
girmek… Bunlar referandumun
AKP’nin hanesine yazılması ve
hafife alınmaması gereken kazançları.
İki galibi olan
referandum
İlk bakışta bu, neredeyse tam
ve mutlak bir galibiyet gibi duruyor. Ama bütünsel ve gerçek
tablonun böyle tecelli etmediği, referandumun, AKP’nin başarısını bir “Pirus zaferi”ne çevirmese de en azından ciddi biçimde gölgeleyen veya kısmileştiren iki aykırı sonucunun
bulunduğu malum. Kürt hareketinin AKP ile parlamenter
zeminlerde girdiği üçüncü bir
muharebeyi de kazanarak referandumun diğer galibi olarak
ortaya çıkması, bağımsız bir
üçüncü odak olarak yeni bir
başarıya imza atması bu aykırı
sonuçlardan ilki.
Üstelik parlamenter zeminlerdeki bu galibiyet, Kürt hareketi bakımından “münferit” bir
olay değil, son zamanlardaki
taktik başarılar silsilesinin son
halkası. Yakın dönemde olup
bitenleri şöyle bir gözümüzün
önüne getirecek olursak; Kürt
hareketi açılım kisvesi altında
kendisine yöneltilen tasfiye
tehdidine ve çatışmasızlık kararının “sözde” yaftasıyla görmezden gelinmesine “dördüncü stratejik dönem” hamlesi ile
karşılık vererek AKP’yi ve rejimi yeni arayışlara girmeye
mecbur etti. Muhatap alınmamaya ve hükümetin müzakereden kaçınan keyfiliğine demokratik özerkliği fiili ve tek taraflı adımlarla hayata geçirme
çıkışıyla cevap verdi. İnisiyatifi
elde tutuyorken ve AKP’nin
çok ihtiyaç duyduğu bir süreçte yeni bir çatışmasızlık kararı
aldı. Bu kararı ilk kez, “ne yani,
ordu silah mı bırakacak” türünden mugalâtalara artık aldırmayan ve Başbakan Erdoğan’ı “gerekirse operasyonları
minimize ederiz” demek zorunda bırakan “çift taraflılık”
yönünde güçlü ve aleni bir kamuoyu beklentisini arkaladıktan sonra aldı. Bu arada, Öcalan’la doğrudan (Başbakan, hükümet/devlet ayrımıyla tevil
yoluna sapsa da, doğrudan) görüşmelerin başlamasını ve psikolojik bir eşiğin aşılmasını
sağladı. Bir tür açık diplomasi
tercihiyle bu görüşmeleri alenileştirdi. İşte, boykot bütün
bunların bir devamı olarak
gündeme geldi ve Kürt hareketinin kendi taleplerine tamamen sağır ve kapalı bir anayasa
değişikliği paketine tepkisinin
ifadesi oldu.
Coğrafi bölünme
Öte yandan, “evet” oyları ve
oranlarının ülke geneline az
çok eşbiçimli olarak dağılmaması, tersine, referandumun
Türkiye’deki nispeten süreğen
kutuplaşmaların izdüşümü
olan bir bölünmüşlüğü yerel
seçimlere kıyasla daha kristalleşmiş biçimde bir kez daha
4
10 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
gözler önüne sermesi AKP’nin
4galibiyetini
coğrafi bir kısmilik-
le malul hale getiren ikinci etken. Bunun AKP’yi bir hayli rahatsız ettiği, parti sözcülerinin
“hayırın ardındaki kaygıları anlamamız gerekir” yollu açıklamalarından, “empati”den söz
etmelerinden ve Aydın Menderes’in kapısının çalınmasında
da belli zaten. Yani, AKP’nin
yüzde 58’lik galibiyeti, bizatihi
bu parti nezdinde de biraz kek-
remsi bir galibiyet. Zira ardında bölünmüş bir harita var.
Kendine özgülüğü ile boykotçu
bölünme hattı bir yana, hayırcı
bölünme hattı (yani, Ertuğrul
Özkök’ün toptan “beyaz Türk”
tavrı addederek ve “az şey mi”
diyerek kendini rahatlattığı
yüzde 42 içinde, seçmen sayısına nispetle en yüksek paya sahip Trakya ve Ege/Akdeniz kıyı
şeridi), daha şimdiden iki karşıt seçim taktiğine yol açmış
bulunuyor: CHP’nin kıyılardan
Anadolu içlerine yayılma ve
AKP’nin hayırcı kıyıları çözme
taktiği… Ankara ve İstanbul’un,
Ali Bulaç’ın kısmen haklı olarak
“CHP’nin ayak sesleri”ne yorduğu ülke geneli ortalamasının
altında kalan “evet” oranları da,
ciddi bir çekişmeye konu olacak bir tür “gri bölge”ye işaret
ediyor.
Yeri gelmişken belirtmeden
geçmeyelim, Ertuğrul Özkök
yanıldığı gibi, referandumdan
sosyalist solda, “ülke 1970’lerdeki sağ / sol dengesine oturdu; bu yüzde 42’nin içinde ihmal edilebilir oranda sağ oy
var” mealinde sonuçlar çıkaranlar da yanılıyor. Bu tarz değerlendirmelerin yüzde 42’nin
içinden ve üzerinden yürümeyi
ima etmesinin sakıncaları bir
yana; dikkatli bir tahlil
MHP’nin yeni zeminlerinde çözülmediğini; bir dizi ildeki yük-
Boykot başarısız mı?
Referandumun Türkiye sosyalist hareketini “boykot”,
“hayır” ve “yetmez ama
evet” tavırları biçiminde ayrıştırdığı malum. Ama bu ayrışmanın ardında verimli ve
geliştirici bir tartışma bıraktığı söylenemez. Özellikle
“boykot” ve “hayır” tavırları
arasındaki tartışmanın verimsiz geçtiğini, tarafların
birbirlerinin gerekçeleri üzerinde hakkıyla durmadıklarını söyleyebiliriz.Bu yazı bu
tartışmayı yeniden açmak
ve sürdürmek amacı taşımıyor. Sonuçların yorumlan-
masıyla, referandumda takınılan belirli bir tavrın yanlış
bir biçimde olgusal değerlendirmeye de yansıtılmasıyla ilgili.
Sendika.org’da yayınlanan
ve Kürt hareketinin boykotunun başarısız olduğunun ileri sürüldüğü “Daha Fazla
Hak Mücadelesi-Aktüel Gündem” başlıklı yazıda bu yapılıyor. Önce iddiayı dinleyelim:
Başarısızlığın üç temel kanıtı mevcut. İlk kez Kürt coğrafyasında farklı bir siyasal
tavır deklare edilmiş ve bu
12 Eylül 2010, Hakkari’de bir oy verme merkezi
tavır örgütlenmiştir. “Evet”
tavrı Kürt burjuvazisinin
önemli bir kesimi için birlikte
davranma nedeni sağlamıştır. Boykot sayısal olarak başarısız olmuştur. Bir önceki
seçime katılmayanlar oranı
düştüğünde BDP’nin aldığı
oya yaklaşamamıştır. Son
kanıt anayasa maddelerinin
yorumlanmasında kendini
göstermekte ve Öcalan’ın
şaşırmasında saklı. Hatırlanacağı gibi Kürtçe eğitim
hakkı için yapılan bir haftalık boykot üzerine Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu,
“bu eylemin yeni anayasa
değişikliklerine göre çocuk
istismarına girdiğini ve
anaysal suç olduğunu” söyledi. Bunun üzerine Abdullah Öcalan, “böyle yorumlanacağı hiç aklıma gelmemişti, kafamdan aşağı kaynar sular boşaldı” şaşkınlığını yaşadı.
İki zorlama kanıt ve
bir iddia
Doğrusu, başarısızlık iddiasının birinci ve üçüncü kanıtına şaşırmamak elde değil.
Genel ve yerel seçimlerde
AKP’yi -kale düşürmek için
didinip duran AKP’yi- destekleyenler farklı bir siyasal
tavır bildirimi yapmıyorlar
mıydı? Yerel seçimlerde Diyarbakır, Siirt, Van ve Tunceli’de dişe diş bir mücadele
yaşanmadı mı? Kürt burjuvazisinin ağırlıklı olarak nerede saf tuttuğu bir sır mı?
Demek ki, iddia edildiği gibi
bir “ilk”le yüz yüze değiliz.
Kaldı ki, ilk bile olsa, gerektiğinde hayra da yorulabilecek böyle bir gelişme neden
başarısızlık kanıtı oluyor?
Üçüncü kanıt da tamamen
zorlama ve adeta olaylardan
bihaber. Şu basit nedenle:
Gösterilerde çocukların tutuğu yer nedeniyle Kürt hareketi öteden beri “çocuk istismarı” ile suçlanmaktadır.
Adana valisinin konuyu nereye vardırdığı hatırlansın.
Yani “çocuk istismarı” suçlaması Nimet Çubukçu’nun
aklına anayasa değişiklikleri paketinin kabulü dolayı-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 11
sek “hayır” oranlarının CHP,
MHP ve hatta yer yer Demokrat
Parti (DP) oylarının birbirine
eklenmesinin ürünü olduğunu
hemen gösterir.
AKP’nin ihtiyacı “negatif
barış”
Referandumun kekremsi galibiyetini arkasına alan AKP’nin
önümüzdeki döneme ilişkin
hattıhareketi az çok belli. AKP,
göreli ekonomik toparlanma-
sıyla gelmiş değil.
Bu zorlama kanıtları elersek
geriye bir iddia kalıyor: Bilerek iddia diyoruz; zira “Bir
önceki seçime katılmayanlar
oranı
düştüğünde
BDP’nin aldığı oya yaklaşamamıştır” önermesi sadece
bir iddiadır. Verilere dayalı
bir kanıtlamayı ise, yazıda
bulamıyoruz.
İki çalışma aksini söylüyor.
Bu iddia konusunda ilk yapabileceğimiz, az çok emek
harcanmış iki çalışmayı salık vermektir. Bunlardan ilkini Ahmet Kardam yaptı. Kardam’ın bianet.org’da yayınlanan vargısı şöyle özetlenebilir: Boykot çekirdek illerde
yüzde 100, çeper illerde yüzde 100 ve göç illerinde yüzde 118 başarılıdır.
Prof. Dr. Nazım Kadri Ekinci’nin yaptığı ve gene bianet.
org’da yayınlanan araştırma
da daha başlığıyla aynı şeyi
söylüyor: “Referandumda
Boykot Başarılı, Batıda Daha Başarılı”. Üstelik bu ikinci çalışma, tam da sendika.
org’un istediği gibi, bir önceki seçime katılmayanları düşüyor.
Eklenecekler var
Boykotlu bir referandumda
gerçek katılım oranını belirlemenin bir güçlülüğü olduğu aşikar. Ama bu büsbütün
imkansız değil. Yapılacak ilk
şey, boykotun en az etkili olduğu illerin katılım oranına
bakmaktır. İşte bunlardan
bazıları (yüzde olarak):Ço-
dan da yararlanarak 2011 seçimlerinde tek başına iktidarı
garantiye almaya odaklanacaktır. Bununla ve sağı kendi etrafında toparlama hedefiyle çelişen (örneğin, seçim barajını düşürmek gibi) her hangi bir
adımdan kaçınacaktır. Referandum provasından hareketle,
enerjisini bölünmüş bir Saadet
Partisi’nden (SP), lidersiz kalmış bir Büyük Birlik Partisi’nden (BBP) ve gelecek vaat
rum: 88; Afyonkarahisar:
87,2; Kastamonu:84,9; Edirne: 86; Tokat: 84,9; Amasya: 88,5; Kütahya: 89,3;
Kırklareli: 87,6; Bartın:
86,8;Nevşehir: 85,7; Uşak:
88,4; Burdur: 89,1; Çanakkale: 87,1; Bolu: 86,6; Karaman:86,5; Bilecik: 88,4;
Kayseri: 85,1; Düzce: 84,7.
Yüzde 84-89 arasında dalgalanan bu rakamlar bize,
referanduma katılımın 29
Mart yerel seçimlerinden
(yüzde 85,3) aşağı kalmadığını, hatta daha yüksek olduğunu gösteriyor. Genel ortalamayı boykot aşağı çekmiştir. Hatta yüksek siyasallaşma düzeyi ve bütün tarafların tam saha yüklenmeleri nedeniyle Kürt illerinde gerçek katılımın görece daha yüksek olduğu dahi
ileri sürülebilir.
Çeşitli il içi karşılaştırmalar
da fikir verici olabilir. Örneğin, alalım Mersin’i: Mut:
86,1; Erdemli: 85,1; Gülnar:
87,6; Silifke: 85,5; Tarsus:
74,6; Akdeniz (merkez ilçe):
56,3; Toroslar (merkez ilçe):
64,9; Mezitli (merkez ilçe):
71,2;
Alalım Şanlıurfa’yı ve gerçek
katılım oranı konusunda fikir vermesi için önce Kürt
hareketinin ihmal edilebilir
bir etkiye sahip olduğu iki ilçeye, sonra da diğerlerinden
birkaçına bakalım (hatırlatalım; DTP’nin 29 Mart’ta il
geneli oy oranı 19,6’dır):
Harran: 97,3; Akçakale:
91,2; Ceylanpınar: 64,2; Bi-
etmeyen bir Demokrat Parti’den (DP) olabildiğince çok oy
devşirmeye harcayacaktır. Hırpalanmış MHP’yi baraj altına itmeye çalışacaktır. Kürdistan’daki toplumsal tabanını korumak ve Kürt burjuvazisini
daha yaygın biçimde içermek
için dört bir koldan seferber
olacaktır. Dolayısıyla, seçimlerden önce “yeni anayasa” sorunu, AKP açısından bir
“tuzak”tır. AKP, bu tuzaktan ka-
recik:63,9; Viranşehir: 59,7;
Suruç:32,2.
Alalım Erzurum’u ve yine
gerçek katılım oranı ve
boykotun ne oranda karşılık
bulduğu konusunda yaklaşık bir kanaate varmak için,
önce Kürt hareketinin etkisiz olduğu, ardından ciddi
bir tabana sahip olduğu dörder ilçeye bakalım:
İspir: 93,5; Horasan: 87,2;
Aziziye: 85; Oltu: 84,6;
Hınıs: 70; Tekman: 65,4; Karayazı: 53,4; Karaçoban:
53,1;
İl içi karşılaştırmalarda listeyi uzatmak mümkün. Örneğin İzmir-Ödemiş’te katılım yüzde 89, buna karşılık
Menemen’de
yüzde
77,4’tür.
Ankara-Elmadağ’da yüzde 88, buna karşılık Şereflikoçhisar’da yüzde 73,6’dır. Konya-Kadınhanı’nda yüzde 88,9, buna karşılık Cihanbeyli’de yüzde
71,9’dur.
Kısacası, Türkiye sosyalist
hareketinin ve toplumsal
muhalefetinin boykota katkısından bağımsız olarak,
Kürt hareketinin referandumda sayısal olarak da başarısız olduğu iddiası doğru
değildir. Evet, Bingöl ve Bitlis gibi yerlerde istenen karşılığı bulmasa da, Kürt hareketinin boykot çağrısı Kürdistan’da, mücavir illerde,
göç alan illerde ve hatta Orta Anadolu Kürtleri arasında
ciddi bir karşılık bulmuştur.
Titiz bir tahlille bunu iller ve
çınacak, yeni bir anayasa vaat
edip, meseleyi seçimler sonrasına öteleyecektir.
AKP’nin yürüyüş, ilerleme ve
fütuhat stratejisi bunları gerektiriyor. Kendisine bağımsız bir
alan açmaya çalıştığı iddia edilen Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül’ün de bu stratejiyi çelmeye
hiç niyeti yok. Meğerse yeni yasama yılının açılış konuşmasının çoğulculuk ve temsil adaletine dair tumturaklı sözleri, seçim barajıyla alakalı değilmiş!…
Ama bütün bunların olabilmesi
için, AKP’nin başka bir koşula
da şiddetle ihtiyacı var: Çatışmasızlık ortamını, kendi önceliklerinden sapmayarak, dolayısıyla, Kürt sorunu cephesinde top çevirerek, Kürt hareketini bir “negatif barış” (yani, sorunun çözümü yönünde adımlar değil sadece silahların susması) ve beklenti hali içinde tutuklayarak, hiç yoksa seçimlere
kadar korumak.
Açılımın ikinci perdesi:
Değişen ne?
“İkinci perde”, AKP’nin Habur’dan sonra rafa kaldırdığı
“açılım”ı raftan indirmesi demek.
Olay basit bir deja vu olarak görülemez elbette. İlk perdeye
göre hemen kaydedilmesi gereken farklar var.
n AKP, iktidarının uzunca bir
dönemi boyunca kulağının üstüne yatarak tepe tepe yararlandığı çatışmasızlık ortamının
değerini, hiç yoksa kendi çıkarları ve iktidarının dayandığı
güç dengeleri bakımından şimdi daha iyi anlamış bulunuyor.
Bu birinci fark.
n Çözüm ve “pozitif barış”
için olması bile, silahların susması yönünde, eskiye kıyasla
daha ciddi bir toplumsal basınç
ve beklenti oluşmuş durumdadır. Tetiğe basacak tarafı bunun
toplumsal onayını ve desteğini
üretme sorunuyla yüz yüze bırakan bir basınç. Bu ikinci fark.
n Olası provokasyonlara ve
savaş suçlarına karşı, gene eskiye kıyasla, daha güçlü bir hassasiyet, uyanıklık ve bağışıklık
mevcuttur. Bu üçüncü fark.
n Hükümet, muhatap almama ve süreci müzakeresiz biçimde kendi bildiği gibi götürme inadından vazgeçmek zo-
4
12 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
kalmıştır. Bu dördüncü
4 runda
fark.
n Öcalan, kapalı kapılar ardında değil, kamuoyu önünde
açıkça ve bir muhatap olarak
devreye girmiştir. Bu beşinci
fark.
n CHP-MHP bloku dağılmıştır. Şimdi ortada çözümsüzlüğe
oynayan değil, AKP’den rol çalmaya çalışan ve Öcalan’ın temas kurmayı teklif ettiği bir
CHP vardır. Bu da altıncı fark.
Bunların dışında, bütün ihtilaflar, bütün mesafeler, bütün açı
farkları, bütün engeller, bütün
kurumsal ve toplumsal dirençler, bütün “kırmızı çizgiler”,
devletin sahici bir barış korkusu, vb; yani sorunun “sert çekirdeği” yerli yerinde duruyor.
Bu ne hız ve el çabukluğu
AKP’nin Kürt sorununu çözecek halisane niyetler taşıdığına
kefil olan liberal ve siyasal İslamcı çevreler, bugüne kadar
habire özür üretip durdular. Bu
özürlere kanacak olursanız,
AKP’nin, henüz tam iktidar olamamak, hassas dengeler üzerinde yol almak, hala söz geçirilemeyen kurumlardan gelen
sabotajlarla
karşılaşmak,
TSK’nin direncini aşamamak,
CHP-MHP blokunun milliyetçi
basıncından ve tahriklerinden
ürkmek gibi nedenlerle yeterince cesur davranamadığına
da kani olursunuz. Hatta daha
ileri gidip, durumu doğru okuyamadığı ve çözüme giden yolda biricik muhatap olan
AKP’nin elini güçlendirecek şekilde davranmadığı için Kürt
hareketini de suçlayabilirsiniz.
Hal böyleyse şayet, şu anda karşımızda daha az mazeretsiz bir
AKP var demektir. Hele de Yüksek Askeri Şuradan (YAŞ) ve referandumdan sonra…
Yüzde 58’lik “evet” gazıyla coşan bu aynı çevre ve kalemlerin
şimdiki marifeti ise, sorunu bir
çırpıda ve el çabukluğuyla çözüvermek: “Balıkçı”dan gelen
haberlere göre, İmralı’daki görüşmeler birkaç güne sonuçlanıyor, PKK sınır ötesine çekiliyor; Mahmur bir geçiş ve (Kürtlerin duymak dahi istemeyecekleri tahkir edici bir sözle)
rehabilitasyon merkezi haline
geliyor; Barzani tam destek veriyormuş, vs. Hasılı, Cemil Ertem’in sözleriyle “kalıcı bir barışın hemen arefesinde” imişiz.
Öyle ki, liberalizmi ufkunu ne
kadar sınırlarsa sınırlasın, du-
Öcalan kamuoyu önünde ve halkın gözünde açıkça muhatap kılındı
ruma ve soruna, örneğin bir
Ahmet Altan’ın büyüklere masallar ve Polyannacılık kokan
yüzeyselliğine göre, kıyas kabul
etmez ölçüde daha derinden
vakıf olan Cengiz Çandar, “daha
seyahatin başı, çözümün eşiği
değil...” başlıklı uyarıcı bir yazıyla, bu desteksiz iyimserliğe
itiraz etmek zorunda kaldı:
“…eli kulağında bir çözüm beklemek, çıtayı gerçekçi olmayan
biçimde çok yükseğe koymak
demek olur ve o yükseklikten
düşülmesinin hayal kırıklığı da
o ölçüde şiddetli olur.
“O yüzden, iyimserlik besleyelim ama ihtiyatı elden bırakmamak ve hatta daha da arttırmak
kaydıyla.”
Üstelik tam o sırada, görüşmelerin odağındaki kişi, Öcalan,
Aysel Tuğluk aracılığıyla temkinliliğin ötesinde endişelerini
ifade ediyordu:
“Başbakan ne yapmaya çalışıyor? Bu kadar dış seferler neyin nesi? Dışarıda ne var, sorun
ancak burada çözülür.”
“Yeni hegemonya”,
sadede gelmek ve Kürt hareketi
Acelecilerin hilafına ve açılımın
ikinci perdesinin ilkinden farklılıklarına rağmen yerli yerinde
duranlara gelince:
n Hükümet, devlet ve TSK
Kürt hareketini tasfiye etme niyetinden ve zihniyetinden vazgeçmiş değil. Daha incelikli
yöntemlerle, daha kuşatıcı bir
stratejiyle ve zamana yayarak
aynı hedefi gütmeye devam
ediyorlar.
n Kürt halkı için barış ve çözüm bir özgürleşme ve öz-yönetim arayışı; oysa devlet ve
hükümet meseleye bir güvenlik
operasyonu zaviyesinden bakmakta ısrarlı. Açılımın ilk perdesini kazaya uğrattığı iddia
edilen Habur; aslında bu iki anlayışın karşı karşıya gelmesiydi.
n Aynı nedenle, Kadri Gürsel’in haklı olarak dikkat çektiği gibi, konu Türklerle tartışılmıyor ve bir “terör belasından
kurtulmak” olarak takdim ediliyor. Zira aksi, yüzleşme, tarihsel hataların kabulü, öz-eleştiri, ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı
net bir tavır alış, Allah vergisi
bir meşruiyet duygusuyla her
gün bir marifet sergileyen linççiliğin mahkum edilmesi, vb
demek. Oysa Kürt hareketinin
teklif ettiği “hakikatleri araştırma komisyonu” pekala bu kapıyı açan bir anahtar olabilir.
n Hükümet çatışmasızlık halini elverişli bir barış iklimi yaratmak için değerlendirmek
yerine, Kürt hareketini açmaza
alma fırsatı olarak kullanmak
istiyor. KCK’nin ateşkesi bir ay
daha uzatma kararının ertesi
günü başlatılan BDP’lilere yönelik polis operasyonu bu anlama geliyor.
n Egemen güçlerin yenilmemiş bir isyana ödün vermekten
olabildiğince sakınma tutumu
henüz kırılmış değil. Bunun
cumhuriyet tarihinde bir ilk olması ve gelecek için emsal teşkil etmesi, başlı başına bir korku kaynağı.
n Kürt halkının ve hareketinin talepleri ile devletin vermeye hazır olduğu ödünler
arasında şimdilik derin bir mesafe var. Başbakanın anadilde
eğitim konusunu kestirip atması, demokratik özerkliği
duymak dahi istememesi bunun işareti.
n Özel olarak AKP-Cemaat ittifakı, Kürt hareketini kendi
muhafazakar-liberal dönüşüm
projesinin önünde bir engel,
bir direnç, bir yavaşlatıcı ve
hükmedilemeyen ama bir şekilde üstesinden gelinmesi gereken bağımsız bir değişken
olarak görüyor. Nitekim Öcalan
da durumu böyle okuyor: “Daha önce de değinmiştim, 75 yıl
Beyaz Türk Faşizmi egemendi
şimdi ise Yeşil Türkçü Faşizm
her yönüyle örgütlenmiştir. Bunun içinde ABD'si de Irak'ı da
var. Bir ucu okyanus ötesindedir, bir ucu Kürdistan'da Güneydedir. Ben buna 'yeni hegemonya' diyorum.”
Şu halde, meselemiz bir iyimserlik/kötümserlik meselesi
değil, durumu olduğu gibi gören ve bütün imkanları değerlendiren bir barış mücadelesidir. Bir emek ve özgürlük blokuyla seçim sath-ı mailine taşınması ve süreklileştirilmesi
gereken bir mücadele.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 13
Politika
Boykot ve demokratik bir
anayasanın olanakları
Sandıktan birden fazla “boykot” çıkmıştır. “Boykot” bu halleriyle bir karşı duruştur, önaçıcı
bir zemin, toparlanmanın, örgütlenmenin enerjisidir
B oykot açtığı kanallarla milyonlarca insanın enerjisini düzen dışı mücadele olanaklarına kavuşturdu
Fikret Karafâki
Referandumun “evet”le nihayetlenmesi, kazanç olarak sunulanın sadece “hayır” karşısındaki duruşunu belirlememektedir. AKP iktidarının buradan sayısal bir değer elde etmesi, yazıktır ki her daim yapageldiği gibi, demokratik bir
anayasa yapımı üzerindeki
vurguyu, sayısal değerler üzerinden görmesini de beraberinde getirdi. “Evet” ve “hayır”
çatışması şeklinde başlayan,
referandumla sonlandığı düşünülen çatışma, referandum
sonrasında da, ders alan ve
ders verenler çatışmasına dönüşmüştür.
Referandumun esas belirleyeni olarak karşımıza “boykot”un
çıkması, “evet ve hayır” arasındaki süregiden çatışma halini,
demokratikleşme yolundaki
esas işlevine dönüştürebilme
gücünü kendinde barındırdığı
için önemlidir. Referandumdan
“boykot” çıkmıştır. Referandum
öncesinde kimi unsurların “hayır”, kimi unsurların “evet ama
yetmez haline büründürdükleri
evetleri”, “boykot”un edilgin bir
anlayış olduğuna vurgu yaparak “boykot”a sahip çıkanları,
kendi mecralarına çekmek isteyişleri, referandum sonucu
konusundaki yaygın “evet” öngörüsünü bertaraf etmek için
istenmedi yalnızca. “Hayır” ve
“evet ama yetmez”cilerin, “boykot”u benimseyen unsurları
saflarına çekemeyişleri, referandumun sonlanmasıyla birlikte “boykot” saflarına imrene-
rek bakmalarını da beraberinde getirdi. İmrenme gösterdi ki,
demokratik bir anayasanın vücut bulmasında “boykot” esaslı
bir işleve sahip olabilir; bu anayasanın temellerinin atılmasını sağlayacak bir kurucu meclisi doğurabilir.
Hükümetin “evet”i,
sermayenin “hayır”ı
Referandumun “evet-hayır” çatışmasına odaklanan yanı, iktidarın ve sermayenin çıkarlarının yeniden olumlanmasının
delili olarak görmek de işin
başka bir yanı. Siyasi iktidar,
Kürtlerin “boykot” tavrının
görmezden gelinemeyeceğini,
referandumdan önce algılamakta sıkıntı çektiyse de, şimdilerde bu sıkıntıdan kurtulma
yolları araması, AKP’nin “liberal esnekliği”nin, türlü hallere
bürünerek yol alacağını göstermektedir.
TÜSİAD temsilcilerinin çekindikleri de, her daim kendilerine sadık bir siyasi iktidar yerine, siyasi iktidarın “liberal esnekliği”nin kendileri yerine
başka bir sermaye zümresinin
çıkarlarını daha fazla gözeterek, kendilerinin yerini alacağı
endişesiydi. TÜSİAD’ın, referandum öncesinde “hayır”a
göz kırpan tavrının, referandum sonrasında “hayır ama
yan cebime koy” tavrına dönüşmesi; borsanın hızlı yükselişini, rekorlar kırmasını “ferahlama” olarak karşılaması ile
kanıtlamıştır. Referandumun
son uçlarını kendi çıkarları lehine çevirmeye çalışan TÜSİAD
önderliğindeki sermaye çevrelerinin, “hayır ama yan cebime
koyu” da seçenekleri arasında
değerlendirdiğini gösterdi.
Bu çerçeveden bakıldığında, siyasi iktidarın ve sermayenin çıkarlarının örtüştüğünü, sermayenin, askeri vesayet ve yarattığı bürokrasiyi kendi çıkarları
doğrultusunda muhafaza edemese de; siyasi iktidarın “liberal esnekliği” vasıtasıyla şekillendirmeye çalıştığı yapının
orasına burasına yanaşmaktan
geri durmayacağı da açıktır.
“Boykot”un emeğe
sunduğu imkanlar
Sandıktan “boykot” çıktığının
farkına varamamak ise bir talihsizliktir. Bu türden bir talihsizliğin “boykot”un dayanılmaz
çekiciliğine kapılacağı aşikârdır. “Boykot”un müdahale
eden, değişimi emekten ve sınıftan yana bir tavırla önüne
koyan pek çok unsuru da, müdahil olma hallerini çeşitlendi-
4
14 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
yakınlaştıracağını ve so4rerek
kakların örgütlülüğünün yolla-
rını açabilme olanaklarını taşıyacağı da göz önünde bulundurulmalı, gözden ırak tutulmamalıdır. Emekten ve sınıftan yana bir tavrın, “boykot”un bir
olanak, demokratik bir anayasanın oluşumunda bir fırsat olduğunu görerek, hâlihazırdaki
muhalif tüm unsurların ortaklaşacakları önaçıcı fikirleri ortaya koyabilecek enerjiyi de doğurabilir.
Referandum, sistemin sermaye
ile eklemlenmiş karakterini ortaya koyan, siyasi iktidarın ve
sermayenin taleplerine “evet”
diyen bir anlayışı oylamıştır.
“Boykot” bu türden talepler öngören, asıl gerçekleştirmek istediklerinin üstünü cilalayan,
makyajlayan fikirleri ifşa etmek
için de bir olanaktır. “Boykot”
belirli bir zamana sığdırılamayacağı için, referandumun öncesinde, referandum anında ve
referandum sonrasında sürdürülebilme olanaklarını içinde
barındırmasıyla da önem arz
eder. Bu sürekliliğin yarattığı
olanaklar, emekten ve sınıftan
yana taleplerinin önünü açabilme umudunu içinde barındırdığı için önemlidir.
“Hayır”ın “evet” oylarınca engellendiği ve “evet”le mücadeleyi sürdürmedeki argümanlarının zayıflığı; referandum sonrasında, siyasi iktidarın “yetmez
ama evet”çilerin taleplerini yerine getireceğine dair emarelerin zayıflığı, “boykot”un kapılar
aralayacağının, demokratik bir
anayasa
oluşturulmasının
önündeki esaslı müdahale yollarından biri olduğunun kanıtlarını ortaya koyar. Kurucu meclis fikriyatının dillendirilmesi
için bir olanaktır. Görüldüğü
üzere sandıktan birden fazla
“boykot” çıkmıştır. “Boykot” bu
halleriyle bir karşı duruştur,
önaçıcı bir zemin, toparlanmanın, örgütlenmenin enerjisidir.
Bu enerjiyi doğru kullanmak
“boykot” karşıtlarının da çok
geçmeden “boykotun dayanılmaz çekiciliği”ne kapılacağını
göstermektedir.
Karikatür: Leman Dergisi
“Boykot”un
sürdürülebilirliği
‘Değişim’ ve
‘ileri demokrasi’
Tayyip Bey’in başkanlık hevesinin altında ne yattığını iyice
anlamak lazım: Türkiye’de
devlet, sermayenin geleneksel
“merkez” kanadı ile bir süredir hızla palazlanan “çevre”
kanadının küresel çıkarları gereği, seksen milyon insanın
ezici çoğunluğunun karşısına
dikilmek üzere yeniden yapılanıyor
Tektaş Ağaoğlu
Referandum oylamasının sona erdiği akşam saatlerinde konuşan Başbakan, “Hayır
diyenler cuntacıdır” anlamına gelen birtakım lafları yine “ağzından kaçırdı”. Ardından, tüm yandaş medya ve AKP zimmamdarları (önde giderleri) önümüzdeki bir veya bir buçuk yıl içinde yepyeni bir özgürlükçü ve sivil bir anayasa yapılması ve o
arada kesine yakın bir ihtimalle bir rejim
değişikliğine gidilerek başkanlık sistemine
geçilmesi perspektifini gündeme taşıyıverdiler.
Aynı gün ya da ertesi gün yine Başbakan’ın
bir sözü dikkati çekti:
“Referandumlara alışacağız.”
Bunu AKP kodamanlarından birinin “Parlamento” (yani TBMM) “AKP ile işbirliği
yapmazsa” (kastedilen şimdiki mi, yoksa
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 15
2011genel seçiminde seçilecek olanı mı, belli değildi)
“AKP işini halkla görür,” demesi izledi.
Başbakan’ın yine o akşamki
konuşmasında, böyle bir yeni
anayasa hazırlama işini hemen sıcağı sıcağına Prof. Dr.
Burhan Kuzu’ya ısmarladığı
görüldü. Bay Burhan Kuzu
AKP genel başkanının has
bendelerinden biri. Bir zamanlar Turgut Özal merhumun da hukuk danışmanlığını
yapmış, hazretin bugünlere
ışık tutacak nice akilane düşünce ve tasavvurlarının yakından tanığı olmuş. Yeri geldikçe övünerek anlatır. Hızlı
ve hırslı bir başkanlık sistemi
yanlısı. Parlamentocu sistemden nefret ediyor; başkan demokrasisi istiyor. “Bizim halkımıza lazım olanı ve en yakışanı odur,” diyor.
O nedenle, “AKP çalsın, halkımız oynasın!” anlayışı ve tarzının geçerli olacağı, halkın
doğrudan seçtiği bol yetkiyle
donatılmış bir Başkan ve bol
referandumlu bir “ileri demokrasi”yi getirecek bir Esas
Teşkilat Yasası’nı hazırlama
görevi ile şereflendiriliyor.
Ülkenin “verim”i
artacakmış!
Yani öyle görünüyor ki, “DEĞİŞİM” kavramının nakarata dönüşüp sokağa düştüğü bir dönemde, bütün yollar “sistem
değiştirme”ye çıksın isteniyor.
İleriki aylarda ve bir yıl içinde
ülke gündemini besbelli bu sorun işgal edecek. Bütün damardan AKP yandaşları ve
“yeni” anayasa değişikliğine,
“Yetmez ama Evettt!” diyerek
2010 Eylül Referandumu’nda
AKP’nin halktan onay almış
görünmesine doğrudan katkıda bulunanlar, belki üç beş istisna dışında, “statüko güçleri”ne inat, tercihlerini başkanlık sisteminden yana yapacaklar. İhtimal o ki, Tayyip Bey de
parlamentocu sistemi savunanların statükodan yana cuntacılarla aynı safta olduklarını
eline geçen her fırsatta tekrarlamaktan geri durmayacak.
Tayyip Bey’in bir başka bakanı
referandum sonrasında şöyle
diyordu: “Bizim istediğimiz ülkenin verimini arttırmaktır.”
Evet, tam işte öyle! Ülkenin ve
ülke insanlarının “VERİM”ini
arttıracaklar. Ayıptır söylemesi, “Anasını ağlatacağız!” demek gibi bir şey…
İki noktaya dikkat edelim:
nParlamento, yani TBMM, yani egemenliğin sahibi olduğu
söylenen milletin temsilcisi,
halka muhatap olmaktan çıkmaktadır. Daha doğrusu, “biraz daha” çıkmaktadır. Zira
son otuz yıldır yüzde 10 seçim
barajı nedeniyle büyük ölçüde
çıkmış bulunmaktadır. Şu son
sekiz yılda da bunun somut,
çarpıcı tecellileriyle hemhal
olmuş bir halde yaşamaktayız.
Çok geçmeden muhatap,
TBMM ve onun içinden çıkan
başbakan ile hükümet değil,
Adalet ve Kalkınma Partisi ve
onun başındaki zat (her kimse) ile Partinin merkez yöneticileri olacaktır. En azından, istenilen budur ve ülkenin verimini huzur ve istikrar içinde
arttırmak için bunun şart olduğu düşünülmektedir. Milli
irade ve milletin temsili (sandık) üzerinde bu kadar vurgu
ve sahiplenme, işi oraya kadar
vardırır. İş oraya vardığında,
kayıtsız şartsız milli egemenliğin “halkın seçtiği” başkan
eliyle kullanılacağını, bunun
da demokrasinin icabı olduğunu anayasa profesörü Dr. Bay
Kuzu’nun ağzından günü gelir
işitirsiniz.
“Millet” ve “Biz” özdeşleşmesi demokrasinin içini AKP ile
doldurmaya teşne ve hevesli
bir ruh ve düşünce halini yansıtmakla kalmıyor, böyle bir
şeyin adeta anayasal bir olguya dönüşmesine zemin hazırlıyor. AKP dışındaki siyasi partilere ve sair siyasi ve mesleki
örgütlenmelere yer de, lüzum
da kalmıyor. Silivri’de cunta
yargılamaları sürer ve bir türlü bitmezken AKP sözcülerinin ve yandaş medyanın AKP
muhalifi siyasi partileri ikide
bir cuntacılıkla ve 12 Eylül
darbesinden yana olmakla
suçlaması kadar, Başbakan’ın
mesela Yar-Sav’ı kastederek,
“Onu da halledeceğiz!” demesi
budur.
Mesaj çok açık. Yüzde 10 seçim barajının kalkmasından
(öyle yüzde 7’ye filan inmesi
yetmez. Sıfıra kadar inmeli.
Buna karşı ileri sürülen “istik-
rar” gerekçesi, yavuz hırsızın
ev sahibini bastırmasından
başka bir şey değildir) vebadan kaçar gibi kaçanların ağzında büsbütün manidardır:
Meclis’e güven olmaz. Oraya
kimlerin geleceğini bilemezsiniz. AKP’nin ipine tutunun!
Bunun bir değilse birkaç adım
ilerisi, sandığı emanete (ya da
yeddi emin’e) almak olacaktır.
nHedef, yazılı basında, ekranlarda, orda burda sık sık dile
getirildiği gibi kişi kültüne, tek
adam sistemine filan gitmek
değil. Askeri/bürokratik vesayetin yerine yeni bir sivil vesayet sistemini ikame etmek de
değil. Böyle bir şey zaten olamaz, zaten sivilsiz askeri, askersiz sivil vesayet olacak şey
değildir ve hiç bir yerde hiçbir
zaman olmamıştır. Kısacası,
sorunu illa başkan olmak istediği söylenen Tayyip Bey’in kişisel kariyer sorunu olarak
görmemek gerekir. Siyaset, sığ
bir bakışla öyle görünse de, kişiler ve kişilikler arasında hırs,
ihtiras, iktidar oyunu değildir.
Yukardan beri sözünü ettiğim
sürecin, Recep Tayyip Erdoğan’ın bundan sonraki siyasi
geleceğine hazırlık değil, başka bir şeye hazırlık olduğunu
görmek gerekiyor: Uzun zamandır – nerdeyse yirmi yıldır– şöyle ya da böyle işlemekte olan bir sürecin bugünkü
evresi.
Tayyip Bey’in 2002 genel seçiminde 12 Eylül cuntasından
kalma seçim barajı sayesinde
AKP’nin Meclis’te mutlak çoğunluk olarak yer almasının
sağlanmasıyla başbakan olmasının, ya da ondan çok az bir
süre önce parti genel başkanı
olarak, daha milletvekili dahi
değilken taa Vaşington’a kadar
giderek ABD başkanıyla ve daha başka mahfillerle Irak savaşına hazırlık müzakerelerine
oturmasının üzerinde ne yazık
ki şimdiye kadar yeterli hassasiyetle durulmadı. O günlerde
akla gelen ve kısmi polemik
konusu olan kimi hususlar çabucak unutuldu, birçok şeyin
üstü örtülüp geçildi ve bir daha hiç hatırlara gelmedi, getirilmedi.
Ulus-devlet
küçülüyor mu?
Son çeyrek yüzyıldır bütün
dünyaya yayılan -ve bizde de
özellikle AKP gibi siyasi oluşumlara özel bir ilgi ve yakınlık duyan “kanaat önderi” sıfatlı kişilerin ağızlarında çiğneyip durdukları- bir sakız
var: Ulus-devlet küçülüyor ve
tarihe karışıyormuş! Tam ve
tipik bir şehir efsanesi.Yaşanan ve giderek güçlenen süreçte maddi/örgütsel yapısı
ve ideolojik techizatı revizyondan geçirilmiş ulus-devlet,
kapitalizmin gelişmekte ve gelişkin halinin inceltilmis yöntemlerle sıkıya alınmakta olduğu her yerde, küçülmek
şöyle dursun, uluslararası
ekonominin yenilenen ihtiyaçlarını ve gereklerini karşılamak üzere, yeni global taahhütler altına girerek gitgide
büyüyor.
Türkiye’de sermayenin geleneksel “merkez” kanadı ile bir
süredir hızla palazlanan “çevre” kanadı, ikisi bir arada,
uluslararası sermaye ile gitgide bütünleşerek yeni ufuklara
açılmanın eşiğinde böyle bir
yenilenmiş devlet yapısına
şiddetle ihtiyaç duyuyor: Giderek bütünsel bir parçasına
dönüştüğü global sermaye çıkarlarının realize edilmesini
sağlamak ve sağlam kazığa
bağlamak için her türlü örgütsel, ideolojik ve baskıcı donanımı kuşanmış haliyle seksen
milyon insanın ezici çoğunluğunun karşısına dikilen bir
devlet!
Bunu bilelim. Statüko denilen
bir şey de vardır, onu da bilelim,
ama
o
statüko,
“değişim”le getirilmek istenen
neyse onun öbür yüzünden
başka bir şey değildir. Çünkü o
statükonun arkasında çıkarını
ona bağlamış başka bir sermaye yoktur.Başkanlık sistemi
tartışması bunun için, 2010
Eylül
referandumunda
AKP’nin elde ettiği başarının
hemen ardından yine gündeme getirilmiştir. Önümüzdeki
süreçte patlayacak kavga Tayyip Erdoğan’ın “ padişah” olma kavgası değil, sözgelimi
yüzde 10 seçim barajı gibi bir
yezitliğe ülkede ihtiyaç bırakmayacak bir tür “sıkı rejim”e
geçiş kavgası olacaktır.
16 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
EMEP: 2011
seçimlerinde
Kürtleri de
kapsayan daha
geniş bir ittifak
gerek...
Mustafa Bayram Mısır, EMEP Genel Yönetim Kurulu üyesi
İskender Bayhan ile
2011 seçimlerine gidilirken ittifaklar sorunu üzerine görüştü
EMEP, daha önce kamuoyunda “Çatı Partisi Girişimi” olarak bilinen girişim içinde
yer alıyordu. Kürt Özgürlük
Hareketi ile stratejik bir ittifakı savunan sosyalistler yanında, emeğin haklarını, demokratikleşmeyi ve Kürt Sorununun demokratik siyasi
çözümünü savunan en geniş
demokratik güçlerle partileşmeyi hedefleyen bu girişimden, girişimin yetersiz
kaldığı gerekçesi ile çekildiğini biliyoruz. Referandum
sürecinde ise, Kürt Özgürlük
Hareketi ile sosyalist hareketlerin bir kesimi boykot siyasi tutumunu geliştirirken,
EMEP , ÖDP, TKP ve Halkevleri ile birlikte dörtlü bir
blok oluşturarak hayır siyasi tutumunu savundu. Bu
Kürt Özgürlük Hareketi ile
ilişkileri bakımından, E-
MEP'te bir çizgi değişikliği
anlamına mı geliyor?
Elbette ki bir çizgi değişikliği
anlamına gelmiyor. Partimiz,
AKP hükümetinin sistemi ve
kendisini yenileme ve güçlendirme amacıyla gündeme getirdiği anayasa değişikliğine hayır
demiştir. Bu politik tutumuna
uygun bir ittifak içerisinde yer
almıştır.
Partimizin bu tutumundan,
Kürt sorununun eşit haklara
dayalı, demokratik ve halkçı çözümü için mücadelesine ve
Kürt hareketiyle ilişkilerine dair bir değişim yaşandığı sonucu
çıkarmak doğru olmaz.
Kürt sorununun çözümü dün
de bugün de, demokrasi mücadelesinin temel gündemlerinden birisidir. Kürt hareketi de,
demokrasi mücadelesinin en
önemli ittifaklarından birisi olmaya devam etmektedir. Partimiz de buna uygun bir politik
tutum almayı sürdürmektedir.
Referandum sonuçları, AKP
Hükümetleri eliyle bir tek
parti devletine doğru olan
dönüşümün hızlanacağına,
buna karşın rejim içi muhalefetin CHP etrafında öbekleneceğine dair bazı işaretler
sundu. Böyle bir süreçte,
Kürt Sorununun çözümü ba-
EMEP’liler Dersim’de bir yürüyüşte
kımından egemen sınıfların
güçlenmiş AKP Hükümeti
eliyle bazı adımların -geleneksel havuç sopa siyasetleri eşliğinde- atılmasından
yana olduğuna dair de işaretler var. Daha önce de ihtiyaç buydu ama bugünde,
böyle bir eşikte emek ve demokrasi güçlerinin, Kürt Özgürlük Hareketi ile birlikte
bir üçüncü siyasal kutup
oluşturması gerekmez mi?
Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP
Genel Başkanı olmasından bu
yana, CHP de bir değişim yaşandığı değerlendirmeleri de
gündeme gelmiştir. Aslında bu
yönlü değerlendirmeler Deniz
Baykal’ın son dönemleri içinde
yapılmaktaydı.
Bütün bu değerlendirmeler,
sistemin kendi alternatif arayışları çerçevesinde bir politik
değer taşıyabilir. Ama son noktada AKP-CHP arasındaki
kamplaşma, sistemin yenilenmesi ve güçlenmesi konusunda düzen partilerinin bir iç
kavgası-yarışı olarak yaşanmaktadır. Bu kavgadan, yarıştan, Kürt ve Türk işçi sınıfının,
emekçilerinin demokrasi taleplerini karşılayacak bir sonuç çıkmaz.
Gerçek bir demokratikleşme
ve demokrasiye ulaşmak, Türk
ve Kürt kökenli işçi ve emekçilerinin birliği ve ortak mücadelesiyle mümkün olabilir. Birlik ve ittifaklarda bu mücadeleyi güçlendirmek üzere işlev
görmelidir.
Bu kapsamda emek, barış ve
demokrasi güçlerinin kalıcı bir
mücadele ittifakı, bir güç birliği oluşturma ihtiyacı dün olduğu gibi bugünde devam etmektedir.
Böyle bir ittifak ve güç birliği
elbette ki, referandumda oluşan EMEP, ÖDP, TKP ve Halkevleri ittifakının ötesinde, daha
geniş ve özellikle Kürt hareketini de kapsayan bir genişlikte
olmalıdır.
Dahası böyle bir ittifak ve güç
birliği siyasi parti ve örgütlerin
dışındaki güçleri de bir araya
getirmelidir. Sendikalar, meslek odaları, emek örgütleri,
çevre ve kadın örgütleri, alevi
örgütleri, aydınlar, bilim insanlarının da içinde yer aldığı bir
ittifak ve güç birliği olmalıdır
bu. Seçimler için oluşacak bir
bloğun kapsamı ve ufku da bu
olmalıdır.
Partimiz, böyle bir ittifakın
oluşması için girişimlerini, çabalarını sürdürmektedir.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 17
Politika
SP: Emek, barış, demokrasi
blokunu hedefliyoruz
Osman Ersoy Sosyalist Parti
İstanbul İl Örgütü Başkanı
Kadir Akın ile referandum
sonrası soldaki dizilişi ve
sosyalist yeniden kuruluş
sürecinin sorun ve imkanlarını konuştu
Referandum sürecinde Sosyalist
hareket içinde evet, hayır ve boykot tavrını alan özneler AKP ile
CHP arasında bir tercihe dönüşen
referandum atmosferini kırabilecek bir etkinlik sağlayabildiler mi?
Bence süreç buna izin vermedi. Daha doğrusu böyle bir zemin yaratıp bu zemini kullanabilecek bir güçte değildi sosyalist hareket. Dolayısıyla onun evet, hayır ya da
boykot tavrı aslında kendini görünür kılan
geniş kitleleri etkileyen bir konumda değildi. Bunu kabul etmek gerekiyor. Burada
tabii Kürt hareketini ayrı ele alıyorum.
Ama zaten Kürt hareketi evet de, hayır da
dese ya da bir başka şey yapsa bunu görünür kılacaktı ve öyle de oldu. Kürt illerinde ciddi bir başarı yakaladı boykot. Ama
batı’da aynı şey söylenemez. Boykot için de
hayır için de bu böyle. Belki “yetmez ama
evet” diyenlerin biraz da hükümetin onları görünür kılması ve yarattığı imkânlar ile
bir pozisyon elde ettikleri düşünülebilinir.
Hâkim kutuplaşmayı kıracak bir
politik hareket örmenin imkânı
nasıl gözüküyor?
Şimdi bizim durumumuza gelince. Aslında
ne yapacağımıza dair bir formülasyonumuz var. Biz bunu 15-20 yıldır da uygulamaya çalışıyoruz. Bunu iki halkın mücadele birliği olarak daha çok da seçim dönemlerinde Emek – Barış - Demokrasi bloğu
olarak bir yan yana gelişle, bir ittifak ile
yapmaya çalışıyoruz. Son 15-20 yılda bütün seçimler boyunca aşağı yukarı bu gerçekleşti ve burada önemli ölçüde Kürt hareketinin yanında dizilen, bununla ittifak
içine giren politik güçler de bence billurlaştı. Bunun kalıcı hale getirilebilmesi sadece seçim dönemlerinde değil her zaman
kalıcı hale getirebilmek çok mümkün. Bunun arayışları sürüyor. İşte Demokrasi İçin
Birlik Hareketi sizin de bizim de içinde olduğumuz bu zemin aslında bu ittifakın da-
SP Genel Başkan Yardımcısı Kadir Akın, Ekmek &Özgürlük bürosunda soruları yanıtladı
ha kalıcı hale getirilmesine ilişkin bir fikrin ürünü olarak ortaya çıktı. Henüz başarılı olamadı ama bu fikir hala canlı. Buna
ne derseniz deyin ister “üçünce cephe” deyin ister bir odak deyin isterseniz Emek –
Barış - Demokrasi bloku deyin bunu oluşturabilme zemini bence var. Ve bu bir ihtiyaç olarak hala önümüzde duruyor.
Referandum’dan istediğini alan
hükümet Kürt sorununda kritik
bir süreç örgütlüyor. AKP bu süreçten ne umuyor?
Burada bu oyalamanın bir parçası olarak
değerlendiriyorum ben bu durumu. Ama
yine şunu yapmak gerekiyor. Demokratik
anayasa hareketini Kürt Özgürlük Hareketi ile birlikte örebilirsek, eğer bu konuda
yani AKP’nin kendileri için kabul edilebilir
ama Kürt Özgürlük Hareketi için asla kabul edilemeyecek bir noktada çözme girişimlerine bir gedik açılabilir. Bu kanal büyütülebilir. Toplumsal muhalefet Kürt Özgürlük Hareketi ile birlikte akan kanın durması, savaşın sona erdirilmesi Kürtlerin kimi taleplerin kabulü açısından AKP’nin
zorlanması işini becerebilir. Bunun yolu
sosyalist hareketin Kürt hareketi ile birlikte güçlü bir kuvveti ortaya çıkarabilmesinden geçer. Burada en gerçekleşebilir görünen demokratik anayasa hareketini refe-
randumdaki tutumları ne olursa olsun demokratik bir anayasa konusunda anlaşılabilecek tüm kuvvetler ile Kürt Özgürlük
Hareketini birlikte seferber etmek ve devreye sokmaktan geçer. Yüzde 58 evet çıktı
bu AKP açısından bir başarı, bunu kabul
etmek gerekiyor. Fakat “seçimlere zaten 89 ay kaldı seçimleri de görelim ben yeniden güçlü bir şekilde geleyim ondan sonra
yeni anayasaya bakarız” aldatmacası ile
karşı karşıya kalabiliriz. Dolayısıyla bunu
boşa çıkartmak için şimdiden böyle bir hareketin devreye sokulması gerekiyor. Bizim önümüzde duran temel görevlerden
bir tanesi özellikle de seçimi gören bir yerden bir birliktelik. Bu birliktelik son derece güncel görevlerimizden biridir.
Sosyalist hareketin iddialarını geniş bir zemine yaymak ve güçlendirmek için çeşitli adımlar atılıyor.
Sosyalist hareketin bir araya gelme
zemini nedir?
Bir tür 21. yüzyıl sosyalizminin imkânları
çerçevesinde bir yeniden bir araya gelme,
yeniden yapılanma ya da yeniden kuruluş
imkânlarının ortaya çıkartılması üzerinden Sosyalist Koordinasyon biraraya geldi.
Bir ihtiyaç olarak ortaya çıktı. Eğer sosyalist hareketin yeniden yapılanmaya ihtiyacı olduğunu saptıyorsak, yeniden kuruluş
4
18 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
diyorsak bunun üze4ihtiyaçtır
rinden bir tartışma sürdürmek,
bunu anlamlı bulan bu ihtiyacın gerekliliğini düşünen bütün
geçmiş deneylerden dersler çıkardığını iddia eden bütün politik öznelerin bir Sosyalist Koordinasyon kurmak için bir
araya gelmesinde fayda var. Biz
1,5 yıl öncede bu duygularla bu
fikir ile bir masa kurduk. Ama
aradan geçen 1,5 yıla baktığımızda burada bir başarı yakaladığımızı söyleyemeyiz. Bunun nedeni şu; Sosyalist Koordinasyon bir ittifak değildir, bir
cephe de değildir. Biz o cepheyi biraz önce konuştuğumuz gibi Emek – Barış - Özgürlük cepheleri ya da Demokrasi İçin
Birlik Hareketi gibi zeminlerde
kuruyoruz. Dolayısıyla Sosyalist Koordinasyon deyince cephe ve ittifak tanımlamalarını
kullanmamak gerekiyor. Bizim
burada ihtiyaç duyduğumuz
sosyalist hareketin yeniden yapılanmasına evet diyecek ve bu
işin fikri yanını ortaya koyan,
bunun olabilmesi için temel
köşe taşlarını –program demiyorum buna, program öncesi
bir tanımdan söz ediyorum- çıkartan bir hareket. Bu politik
öznelerin hem kendilerini hem
de bu yeniden yapılanmadan
ne anladıklarını ortaya koyabileceklerini düşündük. Ve buna
dair görüşlerimizi ortaya koyduk. Biz bütün bu sosyalist koordinasyon tartışmaları süresince tartışmaya zemin oluşturabilecek dokuz maddede hem
sürece nasıl baktığımızı hem
de muhataplarımızın bu soruna nasıl yaklaştığını anlayabilmek bakımından bunu yazılı
olarak verdik ama şunu söyle-
yeyim ki bizden başka kimse
kendisini yazılı olarak ifade etmedi. Sosyalist Koordinasyon
bileşiminde olması gereken
bazı öbekler açısından aktüel
meseleler ve kimi gelişmeler
bunun önünü tıkadı ve engelledi. En son görüşmemizde Sosyalist Birlik Hareketi, Sosyalist
Demokrasi Partisi (SDP) ve
Toplumsal Özgürlük Platformu’da (TÖP) bu masanın etrafına geldi. Halihazırda bu arkadaşların takvimini işlettikleri
bir süreç mevcut fakat bu bir
engel değil.
Kadir Akın: Önceki bütün birlik
girişimlerini değerlendirmede
ortaklaşmazsak olmaz...
Kuruçeşme’den başlayan BSP, ÖDP ve
bizim için SDP ile devam eden tüm girişimlerin konuşulması gerekiyor. Bunlar
geride bıraktığımız yıkıntılar değildir. Bu
işe yeniden giriştiğimizde önümüze çıkacak enkaz ve yıkıntılardır. Bu enkazı
temizlemeden, bir arazi açmadan, bir
zemin temizliği yapmadan yol alabilmemiz mümkün değildir. Çünkü bizim
ve sizin de içinde olduğunuz bu süreçlerin başarısızlığını tartışmak aynı zamanda yapmaya çalıştığımız iş konusunda bize müthiş bir tecrübe verecektir. Nerede hata yaptığımızı bilince çıkarmamızı sağlayacaktır. Bunları es geçen bunların fikri zeminini konuşmadan
sadece pratikte yan yana gelerek birleşik bir sürecin örülebileceği fikrine sıcak bakmıyoruz. Çünkü daha önceki
bütün birlik girişimlerinde ayağımız tökezledi. Dolayısıyla bunlardan ders çıkartmadan girişilecek bütün girişimler
aynı sonla sonlanacaktır. Hiç kimse ile
yeniden ayrılmak ya da kavga etmek
için bir araya gelmeyeceğiz. Yani bir araya gelişimiz bir fikri tartışmanın üzerinden eylemlilik ile birlikte devam eden,
her sorun çıktığında sorunun çözümünü
geçmişin deneyimleri ile müzakere ettiğimiz bir süreç olarak düşünülmelidir.
Özellikle ÖDP sürecine burada değinmek gerekiyor. Çünkü belki de 12 Eylül’den sonra Türkiye sosyalist hareketinin en kitlesel, en ciddi birlik girişimidir ÖDP. Ve bunun yarattığı hayal kırıklığı sol kamuoyu üzerinde etkisini sürdürüyor. Aslında ÖDP’yi ÖDP yapan birlik
fikrinin kendisidir. Yoksa ÖDP’yi oluştu-
ran politik öznelerin başarısı değildir.
ÖDP içindeki özneler bunu kullanamamışlardır, başarılı olamamışlardır. Hatta kolektif bir yalanın parçası olmuştuk.
Örneğin “partinin grupları” falan denmişti aslında alakası yok bir tür “grupların partisiydi” o. “Burada gruplar var
arkada karar alıp dayatıyorlar” diyenlerin bile grupları vardı. Kolektif yalan derken bunu kastediyorum. Bu bir tür etik
sorun da yaratıyor tabii.
Aslında sosyalist harekette bir bütün
olarak reel sosyalizmin çöküşü sosyalizmin bir alternatif olmaktan çıkışı konusunda kapsamlı, kendisini sorgulayan bir süreç yaşamadığını kabul etmek
gerekiyor. Özel olarak ülkemize bakacaksak kendisini 70’li yılların ortasında
kurmuş birçok politik özne kendini kurarken yaslandığı orijin fikirlerle hiç alakası olmayan fikirler savunmasına rağmen aradan geçen zaman zarfında neyin değiştiğini neden görüşlerinin farklılaştığının hesabını muhasebesini yapmış değil. Bu çok enteresan bir durum.
Vakti zamanında dünyadaki kutuplaşmaya göre kendisini konumlandırmış;
diyelim ki ÇKP’nin ya da SSCB’nin görüşlerinden etkilenmiş kümeler kuruldukları tarihlerde savunmadıkları fikirleri savunuyorlar. Ama değişenin ne olduğunun bir izah çabası yok. Bu konuda kapsamlı analizlerini görmüyorum
okumuyorum. Biz bu bakımdan sosyalist hareketi sıkıştırabilir ve zorlayabiliriz. Onlara anlamlı sorular sorabiliriz onların kendilerini yeni baştan gözden geçirmelerine sebep olabilir ve gelecek ta-
savvuru üzerine bir tartışma açabiliriz.
Yani şunları tartışmıyor sosyalist hareket; tasavvur ettiğimiz sosyalizmde kadınların konumu ne olacak, gelecek
toplum tasavvurunda ordunun rolü ne
olacak? Hatta zaman zaman duyuyorum sosyalist idealleri gerçekleştirdiğinde idam cezasını uygulayabileceğini
çok rahatlıkla söyleyebilen politik özneler var.
Mevcut örgütlerin iç işleyişleri karar alma mekanizmaları sahip oldukları sosyalist demokrasi anlayışı kadın sorununa bakışları, dışlarındaki sol ile kurdukları bütün ilişkiler onların gelecek iddialarının aynası. Dolayısıyla biz onların
geleceğe erteledikleri şu an çok manasız buldukları soruları onlara sormak ile
başlayabiliriz işe.
Eğer aktüel olan bizi teslim almayacaksa sosyalist hareketin yeniden yapılanması aktüel sorunlardaki saflaşmanın
dışında bir meseledir.
Aslında son derece anlamlı bir ihtiyaç
olarak önümüzde duran sosyalist hareketin yeniden yapılanması meselesi henüz yeterince yol alamamış olsak da ihtiyaç olarak önümüzde duruyor. Sosyalist hareketin yeniden yapılanması yaklaşan seçimler ya da şuan kestiremediğimiz ama yarın öbür gün önümüzde dikilecek bütün sorunların dışında temel
görevlerimizden bir tanesi olarak ele
alınmalıdır. Bir yeniden kuruluş sosyalist hareketin yeniden yapılanması gerçekleşmeden de başarıyı gelecek yıllara ertelediğimizi düşünüyorum.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 19
Politika
Referandumdan kadın
manzaraları
Kadınların “evet” inin Karadeniz’de yüzde 18’i, Kürdistan’da ise yüzde 14’ü koca, baba zoruylaydı
“Hayır” diyen kadınlar yükselen muhafazakârlıktan, “evet” diyenler ise başörtüsü
yasağı yüzünden kamusal alana çıkamamaktan tedirgindi.
Sonuçta kadınların
yönelimini geleceğe
dönük korkuları ve
patriyarkal dayatmalar belirledi
Nihal Tümay
Referandumun sayısal sonuçlarına bakıldığında, kasabın “et”
derdinde olduğu; “can” derdindeki Kürtlerin, Alevilerin, emekçilerin, kadınların , eşcinsellerin, travesti ve transseksüellerin, kısacası tüm ezilenlerin
oluşturduğu Boykot Cephesi’nin en anlamlı mesajı verdiği
görmezden gelinemeyecek kadar ortada.
Referandumda kullanılan ya da
kullanılmayan oyların dağılı-
mında, siyasal eğilim ve partiler,
coğrafi bölgeler üzerinden değerlendirmelerin çokluğuna
karşın, seçmenlerin cinsiyetleri
üzerinden kapsamlı bir değerlendirmeye henüz rastlanmıyor.
Kadınların Anayasa değişikliğini nasıl gördüğü, neye göre
“evet”, “hayır” ya da “boykot” dediğini irdeleyen kapsamlı bir çalışma yapıla(cağını ümit ederek)na kadar, kadınların yönelimleri hakkında, referandum
sürecindeki birebir temaslar,
konuyla ilgili sohbetler ve hatta
özellikle referandumu tartışmak üzere bir araya gelişler, tanıklıklar, yazılı ve görsel basında kamuoyu paylaşımına sunulan düşünceler üzerinden birkaç şey söylemek mümkün. Elbette Türkiye’ye genelleme iddiası taşımadan.
“Evet” oyu kullanan (muhafazakâr) kadınların iş yaşamının
içinde olanları, olası bir iktidar
değişikliğinden ötürü tedirgindiler. Özellikle vurgulamak istediğim, kamuda çalışan ve halihâzırda işe başörtüsüyle giden
kadınların “evet” demelerinin
en önemli gerekçelerinden biri-
nin bu meseleye dayanıyor olması. Muhafazakâr kadınlar, değişen anayasa ile güçlenecek
AKP iktidarının, kamu kurumlarında inançlarına uygun giysiler giyerek ve özellikle başörtüsü takarak çalışmalarını tamamen yasallaştıracağını düşünüyor ve endişelerinden ancak yasal güvenceye kavuşarak kurtulabileceklerini ifade ediyorlar.
Giysi/örtünme meselesinin dışında kalan, iş güvencesi, sosyal
haklar, kadınlara pozitif ayrımcılık, kota, kadın-erkek fırsat
eşitliği ve benzeri konularda
ise, “mevcut hükümet ne yaparsa bizim için hayırlıdır” inancındalar.
“Hayır” mührü basan kadınların, özellikle de kamu kurumlarında çalışanların gerekçelerinde, AKP yönetimlerinin kadrolaşmasına duyulan tepki öne çıkıyordu. Kadın çalışanlar, önce
yerel yönetimlerde, ardından
AKP’nin hükümet olmasıyla
birlikte tüm kamu kurumlarında yaşanan antidemokratik uygulamalara öfkeli; “AKP’nin
adamları”nca eski yönetim tarafından işe alınmış personele
reva görülen sürgün, kıdem
ilerlemesi durdurma gibi haksız
idari cezalardan şikâyetçiler.
Bunun yanısıra muhafazakâr
sistemin, kadınların iş yaşamı
da dahil her alanda gelişmesinin ve ilerlemesinin önündeki
en büyük engel olduğunda neredeyse hemfikirler. Sosyal ve
sendikal haklar, iş güvencesi,
pozitif ayrımcılık, fırsat eşitliği
vb. konularda ne mevcut anayasanın ne de AKP’nin değişiklik önerilerinin yeterli olmadığını kabul etmekle birlikte, rejimin tehlikede olduğu, olası bir
şeriat düzeninde kadınların zaten yetersiz olan tüm özgürlüklerinin ortadan kalkacağı inancıyla boykot alternatifini şiddetle reddediyorlardı. Keza iş
hayatında olmayan, kendini “laik”, “ulusalcı” olarak tanımlayan
ev kadınlarının “hayır” deme
gerekçeleri de buna denk düşmekteydi ve özünde şeriat korkusuna dayalıydı.
A&G şirketinin Hürriyet Gazetesi adına referandumda oy
kullananlarla sandık başında
düzenlediği ankette ise, örneğin
Karadeniz Bölgesi’nde kadınların “evet” inin yüzde 18’inin,
Güneydoğu Anadolu’da ise yüzde 14’ünün, koca, baba tavsiyesi /isteği ile olduğunu beyan etmeleri patriyarkal sistemin bir
başka göstergesi. Aynı sistemden kaynaklanan baskı “hayır”
diyen kadınlar için de geçerli elbette.
Sadece yukarıda paylaşılan örnekler bile, ideolojik farklılıklardan çok, geleneksel yetiştirilme kuralları içinde doğup büyüyen kadınların, sürekli baskı
altında suskunluk yasası ile eğitilmeleri sonucunda, yaşamlarını düzenleyen idari mekanizmaların yazılı kurallarının tespitindeki söz haklarını hangi
kriterlere göre kullandıkları
hakkında fikir edinebilmemizi
sağlamakla kalmayıp, kadınların kurtuluş hareketinde patriyarkanın nasıl zorlu bir mücadele alanı olduğunu bir kez daha gösteriyor.
20 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
Referandum: Kazananlar,
kaybedenler, Aleviler...
Unutmayalım ki Türkiye tarihi
inkârlarla doludur. Her şeyden
önce toplumsal farklılıklar ve
eşitsizlikler yok sayılır. Daha en
başından millet imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle kabul
edilmedi mi? Sonraları Türkeş,
bu imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış kitleyi, “mozaik” olarak niteleyenlerin gözüne sokarak
mermere benzetmedi mi? Ötesinde Alevilerin sevdalısı sosyal
demokratlar ve onların lideri
Baykal mermeri betona dönüştürmedi mi?
Bu harç nasıl karıldı?
Alevi Bektaşi Dernekleri Federasyonu Başkanı Ali Balkız CNNTürk’te “hayır”ın gerekçelerini anlatıyor
Aleviler, kaybeden “Hayır Cephesi”nde kaybolup gittiler. Alevilerin işi
yaşama müdahale ederek toplumsallığı üretmek, toplumsallıkla politikayı terbiye etmek, içi boşaltılmış kavramlarla değil; farklı eylemler zemininde yeni terimleşme/kavramlaştırmalara girişmek olmalıydı
Esat Korkmaz
Çeşitlenemeyen ve güncel
ideolojiler üretemeyen, kendisini o ideolojilerin çoğulcu yanıyla bütünleştiremeyen bir
toplum olup çıktık. Bu durum,
siyaseten özürlü olmak anlamı-
na gelir. Bu tür koşullarda, kendisini “sol” diye tanımlayan siyaset hızla tükenmeye başlar.
Cehenneme mahkûmiyetimiz
kesinleşmiş durumda ve biz,
mahşerin üç atlısından (evethayır-boykot) hangisinin bizi
kurtuluşa taşıyacağını, esenliğe
çıkaracağını tartışıyoruz.
Referandumu, tüm kesimler,
kazanımlarını öne alarak yorumluyor. Ancak görünen köy
kılavuz istemez; kendisini ölçüp biçecek bir sonuç üreten
örgütlü “Kürt Hareketi” en kazançlı kesim, kazananı bile kaybeden durumuna düşüren bir
başarı gösterdikleri söylenebilir.
Şimdi bu betonun harcının nasıl yoğrulduğuna bakalım. Türkiye’de milliyetçiliğin temeli
Mustafa Kemal’in, “Ne mutlu
Türküm diyene” sözleriyle atıldı. Amaç, toplumsal farklılıkları Türklüğe dönüştürmekti
ama karşıtını üretmekte gecikmedi. Çünkü Kemalizm’in kazanım olarak devraldığı Türklük,
toplumsal farklılıkları içinde
barındıracak denli boş bir sözcük ya da terim değildi. Laiklikle terbiye edilmiş olmasına karşın, Sünni Müslüman Türklük
anlayışı, Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası’nda
tanımlanan
Türklük anlayışını önceliyordu.
Bu nedenle, milliyetçilik hiçbir
zaman vatan toprağı üzerinde
halkları, bir halka çevirme kıvraklığını gösteren egemen bir
ideoloji yaratamadı.
Kendini, iç düşmanlardan ayırarak oluşan ya da oluşturulan
bir topluluk bilincine dayalı bütünleşme anlamına gelen etnopopülizmin yapısı çoğulculuğu
içermez; daha doğrusu çoğulculaşma olanağı yoktur. Toprak
üzerinde-vatan üzerinde azınlıklar var olabilir ancak ana etnik gruba göre onların yaşamı
kıyıda-köşede, belirsiz ve kırılgandır: Görülmek istendiğinde
ya da bir zorunluluk doğduğunda şöyle bir bakılır onlara;
olağan zamanlarda da onlardan sakınılır.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 21
Türk milliyetçiliği kapsamında,
öteki düşman olarak görülünce, Türk kanı temiz, ötekinin
kanı zehirli olarak algılanır:
Çokkültürlülük, kültürlerarasılık ve kültürel farklılık tartışmaları arasında hasara uğrar. O
zaman da öteki Türk’ten vazgeçer; Türk’ün etkisini kendinden
atar, farklı bir diyalogun oluşmasını önerir. Anayasal demokrasiler de bu konuda iyi sınav veremediler. Birçok kültürel kimliğe saygı göstermekle
birlikte onları koruma, onlara
yaşam alanı yaratmakta pek de
istekli olmadılar.
Kazananlar ve
kaybedenler
Referandumun kazananı, “Kürt
Hareketi” ve bu harekete destek verenlerdir. Örgütlü Kürt
hareketi karşısında kaybeden
durumuna düşen AKP’nin başını çektiği “Evet Cephesi” ise bir
şeriatın izinde geleceğe yürüyor, % 58 onları daha atik olmalarına yardım edecektir. Biz,
şimdi, kendi yazgımıza egemen
olacağımız bir çağı yaşamaya
hazırlanıyoruz. Apansız yakalandık çünkü şeriatçı değerlerle, burjuva demokratik devrimi
zemininde ustalıkla hesaplaşamadık.
Günümüze uzanan, ötesinde iktidara taşınan kökten dinci bağnazlık, bizi yolumuzdan çevirmeye çalışıyor. Şeriatçı bir geçmişten gelerek, yaşanan anı ve
geleceği şeriatçı biçimde üretmeye soyunuyor. Sünni Ortodoks inancını, toplumun tümüne, hatta doğaya dayatıyor; bireyin, toplumun ve doğanın bilincini silmeye, onun yerine yaratan ve yok eden bir Tanrı’yı
yerleştirmeye çalışıyor. Aydınlanmayı ortadan kaldırarak, aklı kuşatma altına alarak, insanlığın ürettiği tüm değerlere saldırıyor. Peki, insanlığın aydınlanma ile birlikte elde ettiği değerleri inkâr mı edeceğiz? Yanıtsa açıktır. Bunu yapmak insanı özgürleştiren değerlerden
uzak düşmek olur.
Düşünmenin kesintiye uğramasına izin vermeyelim. Biliyoruz
ki, kökten dinci zihniyet, sorgulamanın son bulduğu noktada
başlar. Kesin ve değişmez doğrulara dayanarak, düşünme yetisini körleştirir. Bu nedenle şeriatçı inancın zaman içinde bir
ilerleme göstermesi düşünülemez. Öyleyse, ne yapmalıyız?
Şeriatçı inancın kesinliğine ve
ödünsüzlüğüne karşı durmak,
düşüncenin engellenemez evrimini koşulsuz benimsemek durumundayız. AKP’ye karşı ciddi
bir muhalefet örgütlemeliyiz.
Referandumda kaybetmese de
kazanan durumda da bulunmayan ve başını CHP’nin çektiği,
örgütlü Alevi hareketin üst düzeyde destek verdiği “Hayır
Cephesi”, güncel ideoloji üretemediği için tümüyle ulusçuluğa
yatırım yapmış görünüyor.
ze, iki seçenek dayatıyor. Bu seçenek dayatmalara direnemezsek ya yaşamımızı bir içgüdüye
teslim edeceğiz ya da yalnızca
başkalarını değil bizi de tahrip
edecek bir şiddet dilinin içine
taşınacağız.
Böylesi durumlarda, yasaların
öngördüğü vatandaşlıkla milliyetçiliğin dayattığı topluluk
arasındaki uçurum gittikçe artar. Bu yüzden, “benim toprağım”da evrensel savlı ilkeler,
milliyetçilik söylemi içinde tutunma olanağı bulamadı.
Atatürkçülük ve
milliyetçilik
“Sınıfsal yanı görülmeden ırkçılık anlaşılamaz” yargısını ölçü alırsak çoğunlukla cahil ve
eğitimsiz kitlelere yaslanan ırkçılık tehlikesi, sınıf egemenliğini doğallaştıran bir bakışı yansıtır. Günümüzde, ırkçı milliyetçilik ideolojisinin asıl üreticileri, eğlence gecelerini 10. yıl
marşıyla kapatan, yakalarında
Atatürk rozetleri taşıyan, bölünme tehlikesi karşısında
Kürtlere, Alevilere her türlü
şiddeti mazur gören eğitimli
orta sınıftır.
Orta sınıf mensubu eğitimli insanlar ya iktidarlarının korunması ya da iktidar olabilmek
için her türlü ırkçı şiddete gözlerini kaparlar. “Faili meçhul”lerin yakın zamanlara kadar
hasır altı edilmesi, bu durumun
bir göstergesidir.
Artık durum değişti. Özellikle,
Hrant Dink’in öldürülmesinden
sonra “faili meçhul”ler, “meçhul” kalmakta zorlanmaya başladı. Irkçılık söyleminin kurguladığı ayrışma, etno-popülizmin ve yedeğindeki ırkçılığın
meydanlara çıktığına tanık oluyoruz. Bir millet yaratma görevinin ağırlığını üzerinde hisseden “Kemalist” seçkinlerden
farklı olarak, bugünün seçkinleri, küreselleşmenin getirdiği
tüketim ve aidiyet kazanımları
zemininde milliyetçiliğin genelleştirici söylemini terk etmekte bir sakınca görmediler.
Uzunca bir süredir de üst sınıflar ve onlara özenenler, seçkin
markaların yanı sıra ırkçılıkla
belirginleşen bir anlayışa sahip
olmaya başladılar. Kamusal hizmetlerin giderek özelleştirilmesi ve kent içinde kendini hissettiren toplumsal ayrışma,
zengin ile yoksul yaşamların
Gerçek Atatürkçüler ile sahte
Atatürkçüler arasındaki farkı
anlamakta hep zorluk çekmişimdir. Bu ayrımın zorluk derecesi, Atatürkçülük ile başımızın
dertte olduğunu gösterir. Bunu
söylemek cesaretini gösteremeyenler, Atatürkçülük ile bir
sorunumuz yok; bizim sorunumuz milliyetçilikle diyorlar.
Çünkü Atatürkçülük iyi, milliyetçilik ise kötüdür. Atatürkçülük her türlü milliyetçiliği meşrulaştırıyor.
Atatürkçülük, Türk milliyetçiliğinin temeli, verimli toprağıdır.
Öyle görünüyor ki, Atatürkçülük ile hesaplaşmadan milliyetçilik ile hesaplaşamayacağız.
Milliyetçilikle hesaplaşmadan
Atatürkçülük yanında durmak
ve kötü olan milliyetçilikten sakınmak, Atatürkçü olmanın zorunlu tamamlayıcısı olarak
“ulusalcılık”ı ortaya çıkarıyor.
Ulusalcılık, benim toprağımda,
vatanını seven ve vatanı uğruna her türlü insanlık dışı davranışı yapmaya hazır milliyetçi ile
vatanını seven ve vatanı uğruna her türlü insanlık dışı davranışı yapmaya hazır solcuyu birbirinden ayırmak için benimsenmiş bir kavramdır. Çünkü
böyle bir ayrım gözükmüyor.
Vatanını seven ve vatanı uğruna her türlü insanlık dışı davranışı seve seve yapan kişi solcu
değildir, milliyetçi ya da faşisttir. Bu açıdan baktığımızda “Hayır Cephesi”nin kazanan durumda bulunmaması, esenliğimiz açısından hayırlıdır.
Gelelim referandumun gerçek
kaybedenine, yani Hayır Cephesinin yardımcı elemanı
MHP’ye. MHP milliyetçiliği, bi-
Irkçılık ve sınıf
birbirinden iyice uzaklaşması,
“ırkçılık”a maddi bir zemin sunuyor.
Öte yandan, 1980 sonrasının
vahşi rekabet koşulları, geniş
bir kesimi şiddetle tanıştırdı.
Kürt kimliğinin, Alevi kimliğinin görmezden gelinemediği
günümüz koşullarında, milliyetçilik, şiddeti türlü biçimlerde dayatarak yaşam alanı bulmaya çalışıyor.
Bir zamanlar, meçhule yaslanan toplumsal şiddet, kendini
açıkça ifade etmekten kaçınmıyor. Bu eylemler, devletle-toplum arasındaki sınırı giderek
silikleştiriyor. Devlet toplumu,
toplum da devleti yutma çabasında. Seçeneksiz kaldıklarını
düşününler ise tetiği çekmekten imtina etmiyorlar. Bu noktada, şiddet ya da ırkçı şiddet,
bir düşünsel davranışın sonucu
olmaktan çok kişinin izlemeye
zorunlu olduğu bir eylem olup
çıkıyor.
Alevilere gelince, kaybeden durumundaki “Hayır Cephesi”nde
kaybolup gittiler. Böyle mi olmalıydı? Hayır. Yaşama müdahale ederek toplumsallığı üretmek, toplumsallıkla politikayı
terbiye etmek, içi boşaltılmış
kavramlarla değil; farklı eylemler zemininde yeni terimleşme/kavramlaşma çalışmalarına girişmek olmalıydı Alevilerin işi. Böylesi bir çalışmanın
kazanımı anlamında, referandumda, kendi toplumsal gücünü ve siyasetini terbiye etme
gücünü ölçecek bir sonuç yaratabilirlerdi. Devletle ilişkiyi “zina yapmak”la eş kabul eden bir
kültürün evlatları, Cumhuriyetle birlikte devleti sevme karasevdasına tutuldular. Kurucu
ideolojinin egemenliğinden
kendilerini kurtaramadılar.
Ağırlıklı olarak, sınıfsal bir alana taşınamadıkları için “küçük
mülk”ün siyaset alanında, yani
sosyal demokrat bir zeminde
gezinmekten hoşlandılar.
Bütün bunlara karşın benim
toprağımın en gerçekçi siyaseti
Alevi tarihidir. İnsanlığa kesin
kurtuluşu getirecek düşlerin
taşıyıcısı oldukları için, kimi
durumlarda kendi olumsuzluklarından bile “Anka” gibi doğarlar.
22 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
Yetmez Roni Abi,
biraz daha oku!
Solun tamamından kendinizi tecrit etmenize, anti-kapitalist
eylemliliği tamamen terk etmenize, AKP yanlısı bilimum sağ
güçlerin gündemini, vokabülerini, düşünme tarzını, analiz
tarzını, üslubunu olduğu gibi benimsemenize değiyor mu?
Ne güzel abimizdin bir zamanlar Roni ... Sana mı düşerdi Fettulahçıların avukatlığı?
Burak Cop
Başlıkta kullandığım ifade Roni Margulies’i
tanımlıyor. Bendeniz buldu, bir kez de
Twitter’da kullandı. Suret-i haktan görünüp haktan olmayanı savunmak, demagojik üslup, indirgemecilik, yerine göre çarpıtmacılık, birilerini veya bir şeyleri aşağılamayı huy hâline getirmek ve Türkiye soluna düşmanlık konusunda Ardıç’la benzeşiyor Roni Ağabey, maalesef. İlkinin daha
doğrudan ve daha hakaretamiz yazdığı
şeyleri, kısmen sol bir içerik ve üslupla, sü-
rekli soldan alıp sağa vererek yazıyor ikincisi.
Ağabey diye hitap ettiğim, sevip saydığım,
üzerimde emeği olan bu yazar/şairle ilgili
böylesi bir tanımlama her şeye rağmen biraz ağır mı kaçar acaba diyordum ki, 8 Eylül tarihli Taraf’ta çıkan yazısıyla kendini
(bir kez daha) aştı Margulies. Ben de ondan küçük ve zararsız bir intikam alıp almama konusundaki tereddüdümden sıyrılıverdim.
Roni Ağabey’e geçen ayın sonlarında email yoluyla, uzun bir mektup yazmıştım. Aşağıda okuyacağınız ilk paragrafta yer alan,
“meğer ki…” diye başlayan cümlecik üzeri-
ne mektubun gerisini okumanın içinden
gelmediğini belirten bir yanıtla karşılık
vermişti. “Senin gibi gerçek devrimcilerle
yazışmaya layık görmüyorum kendimi” diyerek bendenize ironik bir dokundurmada bulunmayı da ihmal etmemişti. Eh, madem öyle, ben de Margulies’e yazdığım
mektubu hakiki devrimcilerle paylaşıyorum. Sanırım bunun için doğru yerlerden
birindeyim. Kendisiyle hukukumun öznel
kısımlarını ilgilendiren, yani kişisel yerleri
üç noktayla geçiyorum. Okuyacağınız metin kişiye yahut kişilere ilişkin değil; salt
politikaya, bilimum paradigmaya, hatta
ideolojiye ilişkindir.
Sevgili Roni Abi,
(…) Yazılarına baktıkça, defalarca sana bir
şeyler yazmayı düşündüm ama nedense
elim klavyeye gitmedi. Bozuşuruz diye
korktum. Yani ben sana -görüşlerine katılsam da katılmasam da- saygıda kusur etmem, ama senin çok sekter ve farklı düşüncelere saygı göstermekten hoşlanmayan bir insan olduğunu düşündüğüm için
-meğer ki karşındaki liberal veya İslamcı
olsun- bir tartışmaya girmek istemedim.
Fethullahçılara tek dertleri inançlarını yaşamak olan bir grup mümin muamelesi
yaptığın yazı üzerine sanırım sana ilk defa
gerçekten kızdım. Hem de çok kızdım. Ardından, tahmin ettiğim gibi, kısmen çark
ettiğin bir yazı daha kaleme aldın. Bu son
yazıyı yazman bence iyi oldu. Yetmez ama
iyi oldu.
Sevgili Roni Abi, her şeyi anlıyorum da,
vakt-i zamanında Fethullahçı diye suçlanmış bir polis şefi şimdi bu cemaati devlet
içindeki örgütlenmesinden dolayı eleştirdi diye hükümete ve cemaate yakın medyanın karşı-propaganda hamlesine dâhil
olmana hiçbir şekilde anlam veremedim.
Yani, sana mı kaldı bunu yapmak? Hatırlarsan Taraf'ta yazmaya başladığında sana
"Abi o gazetede 'artı bir' olma, 'farklı bir' ol"
demiştim. Sen ne yazık ki artı bir olmayı
tercih ettin. Anti-kapitalist içerikli yazıların tüm yazılarının herhalde yüzde 3'ünü
anca teşkil ediyordur. Hâlbuki 50 bin tirajlı bir gazetede yazı yazma şansı bulmuş 50
kişilik bir Troçkist çevrenin önde gelen siması, çok sayıda insana sosyalizm penceresi açabilirdi. Sen ise polis yazarların,
AKP'lilerin ve AKP'cilerin, liberallerin ve
ne olduğu belli olmayanların yazdıklarını,
belli belirsiz bir sol sosla, aynen yazmayı
tercih ettin. Biliyorum şu yazdıklarım senin üzerinde zerre kadar bile etkili olmuyor ama ben samimiyetle bunları düşünüyorum.
Üzerimde emeğin var, bana vaktinden, ilginden ve sevginden ayırdın. (…) Sana özellikle yaklaşık son 6 aydır- çok kızmama rağmen işte bu yüzden seni eleştirmekten hep kaçındım. (…)
Yeri geldi Kuran'dan ayetlerle İslamcılara
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 23
Müslümanlığı öğrettin, yeri geldi evrim
konusunda senin gibi birinin bile yüzleşmek zorunda kaldığı ilkel tepkilerin üzerinden atladın. CHP bile Kemalizm’den
kısmi ve sınırlı bir çark etme manevrasına girerken, komutanlar artık susmak zorunda kalmışken, muvazzafıyla emeklisiyle birçoğu hâkim karşısına çıkarken; sen
hâlâ Cumhuriyet mitingleri sanki iki gün
önce tertiplenmişçesine, sanki Nisan
2007'deymişiz gibi, İzmir'deki Atatürk
dövmeli kız hakkında yazı yazabildin, tüm
esaslı konuları bir kenara bırakıp...
Nisan-Temmuz arası İngiltere'deydim. Socialist Workers Party üyelerinin, British
Airways yönetimiyle çalışanların sendikası arasındaki görüşmeleri bastığı militanca eylemi televizyonda görünce içim burkuldu. Samimiyetle. Çünkü o anda DSİP'in
yapıp ettikleri geldi gözümün önüne. Bir
oraya bak bir buraya diye hayıflandım.
Roni Ağabey, biliyor musun sana soracağım soruların başında ne geliyor? (…)
(…) Değiyor mu?
Neye değiyor mu diyeceksin. Solun tama-
mından kendinizi tecrit etmenize, iktidarın medyasında köşe ve ekran elde etmenize, anti-kapitalist eylemliliği tamamen
terk etmenize, AKP yanlısı bilimum sağ
güçlerin gündemini, vokabülerini, düşünme tarzını, analiz tarzını, üslubunu olduğu gibi benimsemenize değiyor mu? Yani
son 3 yıl zarfında mesela 50 kişiden 1500
kişiye çıktınız mı? Yoksa 50 iken anca 100
mü oldunuz? (…)
Durduğunuz tribün enikonu kalabalık (ya
da öyle görünüyor). Sesi ise çok güçlü çı-
4
Referandum: Murat Belge ve toptancılık
Murat Belge’nin
referandumda “evet” oyu
verilmesi gerektiğini
söylemesine saygılıyım,
fakat “evet”i savunmak
için geçmişimize sataşmasına saygım yok
Nevzat Yüce
Bir yazıya böyle bir başlık atılabileceğini hayalimden bile geçirmezdim. Benim
için Murat Belge’nin toptancılık kavramı ile birlikte anılabileceğini düşünmek
olmaz bir şeydi, ama bu da oldu. Referandum sürecine ilişkin analizlerinde
bir “evet”i savunma histerisi ile karşı
karşıyayız sanki... Murat Belge sanki
teorik analiz yeteneklerinin sonuna gelmiş. Gerek referanduma ilişkin analizlerinde, gerekse geçmişe ilişkin analizlerinde sapla samanı bir araya getirerek
olayı basitleştiriyor, ayrıntıları gözden
kaçırıyor, gri tonları gizliyor. Bence kendisinin bile inanmadığı yargılara ulaşıyor. Bunun sebebi “evet”i savunma histerisi olsa gerek
Ben solun referandumda “evet”, “hayır”,
“boykot” tavrı alarak üçe bölünmesini
olağan buluyorum. Ancak bu tavırlardan herhangi birinin yaftalanmasını veya açıklanan savların dışında gizli bir
ajanda vehmedilmesini anlayamıyorum. Bunu ancak Stalinist geleneğin
kodlarının sol düşüncenin genetiğinde
sağlam bir yer edinmişliği ile açıklamaya çalışıyorum… Bu açıklama bile yetersiz kalıyor.
Biraz gecikerek de olsa ele almak istediğim yazı Murat Belge’nin Taraf gazetesinde yayınlanan “Bolu Üstünden Ankara” başlıklı yazısı. Belge yazısına şöyle giriyor:
“12 Mart’a giden günlerde adı ‘Türkiye
Halk Kurtuluş...’ diye başlayan irili ufaklı çeşitli örgütler vardı ve bunların hepsi
ordu içinde çeşitli cuntalarla ilişkiler
kurmuştu. Sanırım bu gibi ilişkiler açısından en yoksul olanı, asıl ‘cuntacı’
olan Doğan Avcıoğlu idi. Onun yüksek
rütbeyle emekli olmuş birkaç subayla
yakın ilişkisi vardı ama o zamanın ‘rahatsız genç subaylar’ı daha militan örgütlerle
içiçeydi.”
(http://www.taraf.com.tr/murat-belge/makale-bolu-ustunden-ankara.htm)
Yazının girişinde bahsedilen ve çok fazla sayıdaymış intibaı verilen örgütlerin
sayısı ikidir: THKP-C ve THKO (Murat
Belge THKP-C örgüt davasında yargılananlardan biri idi. Sanırım Bolu Ankara
metaforu ile ilgili yazdıklarını dayandırdığı yarım yamalak bilgileri de bu yargılanma vesilesi ile edinmiştir). Ben bu
sürecin THKP-C tarafında, Murat Belge’nin nitelemesi ile kendini “Marksist
sananlardan” (biz kendimizi “Marksist
olmaya çalışan” olarak niteliyorduk) biriyim. Ve yazının başındaki hiçbir dayanağı olmayan ifadeden dolayı Murat
Belgeyi kınıyorum…
O dönemdeki bilinç ve anlayışımızla
oluşturulan HKPDÖ (Hava Kuvvetleri
Proleter Devrimci Örgütü) cuntacılarla
mücadele ederek ve cuntacılara rağmen kurulmuştur ve bilahare bu örgütlenme, THKP-C’nin kuruluşunda özne
olarak yer almıştır. Yani Doğan Avcıoğlu’nun masum kalacağı cuntasal ilişkiler tamamı ile hayal mahsulüdür. Bu konuda önemli bir tanıklık da Atilla Özsever’in Saffet Alp’le ilgili bianet’te yayınlanan tanıtım yazısında yapılmaktadır:
“Havacı teğmen Saffet, Kemalist subayların sosyalist dünya görüşüne çekilmesi için uğraşıyordu.'' (http://bianet.org/bianet/siyaset/121048-saffetalp-basegmeyen-ve-magrur-bir-yuz)
Elbette ordu içinde cuntacı subaylar vardı. Murat Belge’nin tanımladığı özellikte
gruplar vardı ama sosyalizm için çarpan
yürekler de vardı. Elbette bizlerin de Kemalist eğilimlerin Stalinist eğilimlerle
kaynaşmasıyla oluşan bir sentezin hegemonyasının etki alanında olduğumuzu belirtmek gerek. Bir dönemi anlamaya yönelik analizler tüm bunları kavrayarak yapılabilir. Bu gibi ayrıntıları sıradanlaştırarak yapılan bu yorumlar
Murat Belge’ye hiç yakışmıyor.
Yazıda “sol jargonda” bir “Bolu-Ankara”
metaforu çıktığı söylenmekte. Bu konuyu da yukarda belirttiğim gibi yarım yamalak biliyor Murat Belge. Bu “sol jargonda” değil cuntacı jargonda ortaya
çıkmış bir metafordur. Cuntacılıkla işbirliğini savunan sol bunu sonradan
kendilerine mal etmişse bilemem.
Bu metaforun kaynağı şu: Bizim arkadaşlardan biri cuntacılarla bir toplantıya katılır. Tartışmalar sonunda cuntacı
''bunların hepsi komünist, bunlarla beraber olunmaz, olunsa bile biz Ankara
trenine bindik, bunlardan bizle beraber
binen olursa onlarla Bolu’ya kadar beraber olup Bolu’da trenden atmak gerek''demiş. Sanırım (yanlış hatırlıyor olabilirim) bu konu iddianameye de geçti.
Yani solun herhangi bir kesiminde hedef Ankara gibi bir söylem duymadım.
Cuntacılarla işbirliğini savunan sol hariç. (Bunlarla diyaloğumuz yoktu, bilemem)
Murat Belge böyle bir yazı yazdığı ve
ben de böyle bir yanıt yazmak zorunda
kaldığım için son derece üzgünüm. Murat Belge’nin referandumda “evet” oyu
verilmesi gerektiğini söylemesine saygılıyım, fakat “evet” oyunu bu şekilde
savunmasına saygım yok. Üzgünüm
çünkü Murat Belge bence ülkemizde
sol düşün hayatının en önemli aktörlerinden birisi ve bundan sonra da bunun
değişeceğini sanmıyorum, ancak referandum üzerine yazdığı yazılar Murat
Belge'ye gölge düşürmüştür.
Demokrat tavır örneği isteniyorsa refe-
24 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Politika
Ama o ses, o tezahürat sizin,
4 kıyor.
bizim değil. Kendinize ait olmayan
şarkının yüksek volümüyle kendinizden geçiyorsunuz.
Roni Abi, dost acı söyler. Yukarıdaki
genel eleştirilerime ek olarak, sana
dair, sübjektif birkaç eleştiri de getirmek istiyorum. Taraf'taki yazılarının yüzde 70-80'ini okumuşumdur herhalde. Eleştirilerim şunlar:
Çoğunlukla, indirgemecisin. Basitleştiricisin. Demagojiye de başvuruyorsun. Bunlar yazının okunurluğunu arttırırlar, ama kalıcılığına ve entellektüel derinliğine olumsuz etkide bulunurlar.
(…) Aklına fikrine çok güvendiğim
(ve önyargısız tanısan senin de güveneceğine emin olduğum) bir arkadaşım, Ekşi Sözlük terminolojisiyle "troll" diye adlandırdı seni. Ne kadar derin olduğunu bildiğim entellektüel birikimine tezat oluşturur
biçimde, kimi zaman çok basit akıl
yürütme biçimlerine dayanan yazılarında gerçekten de bir troll olma
hâli söz konusu, kanımca.
(…) Ben senin aslında karmaşık meselelere sofistike bakabilmeni sağlayan, derin bir entellektüel birikime
sahip olduğunun birinci elden tanığıyım. Ancak, (…) yazılarına bakarak, izin verirsen birkaç yapıcı eleştiri daha seslendirmek istiyorum.
Kanaatim o ki; 1945-1989 arası Türkiye siyasal tarihine yeterince hâkim
değilsin. Bazı şeyleri eksik biliyorsun, bazılarını da ‘non-Kemalist, alternatif resmi tarih'in savunucularının (yani bazı sağ yazarların) yorumladığı gibi yorumluyorsun. Sana,
müsaade edersen, birkaç kitap
önermek istiyorum (…) :
- Feroz Ahmad, ‘Demokrasi sürecinde Türkiye 1945-1980’
- Cem Yayınları'ndan çıkan Türkiye
Tarihi'nin 5. cildinin Bülent Tanör
tarafından yazılmış ilk bölümü
(1980-93). 93 sonrasını Sina Akşin
yazmıştır, ve iç bayan Kemalist klişelerle dolu bir bölümdür.
- ‘1982 Anayasasına göre Türk anayasa hukuku’ kitabının Bülent Tanör
tarafından yazılmış ilk bölümü.
- Baskın Bıçakçı ve Alper Aslandaş'ın ‘Popüler siyasi deyimler sözlüğü’. Adının belirttiğinden çok daha
fazlasını içeren, sürprizli bir kitaptır.
(…)
Sevgilerimle,
Burak
Pensilvanya,
Hanefi Avcı ve
‘Haliçtekiler’
Tutuklanması, Avcı’nın hedef aldığı cemaatin “Haliç’te yaşayan üyeleri”nin devlet içerisindeki yerinin zannedildiğinden
çok daha kuvvetli olduğunu da ortaya koyuyor
Hanefi Avcı’nın tutuklanması cezalandırmadan çok bir itibarsızlaştırılma operasyonunun parçası
Sinan Yıldırmaz
Fettullah Gülen cemaatinin devlet içindeki
faaliyetleri ve etkisi konusu hem seçimlerin
hem de yeni anayasa tartışmalarının yaratacağı politik atmosferi hâkimiyeti altına
alacak gibi görünmektedir. Referandumun
“Evet” yönünde sonuçlanacağının belli olmasının ardından Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın yaptığı konuşma yeni dönemde,
yeni politikaların belirlenmesi sürecinde işbirliğine gidilecek ve dışarıda tutulacak kesimlerin de bir listesini içermekteydi. Başbakan, demokratik çoğulculuk yanılsamasının yaratılmasına meşruluk kazandıracak
olan “Yetmez Ama Evet” bloğuna yönelttiği
teşekkür yanında, konuşması sırasında "12
Eylül'de 'hayır' oyu vererek tokat atın, okyanus ötesinden de duyulsun" diyen Kemal
Kılıçdaroğlu’na gönderme yaparak Fettullah Gülen’e de referandumda verdiği destek
için de teşekkürlerini iletti. Deniz Baykal’ın
CHP genel başkanlığını bırakırken yaptığı
konuşmada “Pensilvanya”ya da özel bir
imada bulunması, siyasetin her alanında
Gülen cemaatinin bundan böyle doğrudan
ve açık bir biçimde meşru ve kabul gören
bir mevkide yer alacağını ortaya koymaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla Gülen cemaati, yalnızca laik hassasiyetlerin önem verdiği bir
alan olmaktan çıkmış, devletin ve siyasetin
meşruluğunu da dayandırdığı bir odak olarak yerleşik hale gelmeye başlamıştır.
Hak mücadelesi yerine cemaate
başvuru
Toplumun yalnızca yüksek siyaset mercilerinin değil, demokratik örgütlenmenin bir
unsuru olması gereken kesimlerini de cemaatin yönlendiriciliğini kabul etmeye ve
toplumsal hayatın bütün aşamalarında kendi meşruluğunu cemaate yakın olmak üzerinden kurguladığını söyleyebiliriz. Örneğin
yakın zamanda Türkiye Emekliler Derneği,
emekli maaşlarının arttırılması talebi için
Fettullah Gülen’e, Erdoğan’a bu isteklerinin
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 25
iletilmesini içeren bir mektup yazabilmektedir.
(http://www.cumhuriyet
.com.tr/?hn=173686) Toplumsal hak ve
taleplerin gerçekleştirilebilmesi için bunun mücadelesini vermek veya bu yönde
örgütlenmelere gitmek yerine, toplumun
geneline yaygınlaşmış olan yozlaşma, yolsuzluk ve adam kayırmacılığın yerleşik bir
toplumsal norm olmaya başladığını görebilmek mümkündür. Cemaate yakın olanın
işlerinin kolaylıkla halledilmesi, bertaraf
olmamak için taraf olmaya yönlendirilen
kesimler cemaat tipi örgütlenmelerin en
tipik özelliklerinden biri olan “kendinden
olmayan herkesi kendine düşman görmek” anlayışının da yerleşikleşmesine yol
açmaktadır. Aslında geçen ay yayınlanan
Hanefi Avcı’nın Haliç’te Yaşayan Simonlar:
Dün Devlet Bugün Cemaat isimli kitabı da,
cemaatin devlet içindeki faaliyetlerini ifşa
ediyor gözükse bile, bir yanıyla Gülen cemaatinin toplumsal meşruiyetinin yaygınlaşmasını da sağlamaktadır.
Kısa bir süre içinde tükenen ve yeni baskıları yapılan fakat yine de kitapçılarda bulunamadığı söylenen kitabın akıbeti konusunda çeşitli dedikoduların çıkması gecikmedi. Kitabın toplatıldığı, yeni baskılar için
bandrol verilmediği gibi söylentiler, kamuoyunda hem kitabı daha da merak
uyandıran bir konuma yükseltti, hem de
kitabın içinde yer alan iddiaların, yayınlanmasını ve yaygınlaşmasını engellemeye bile etki edecek düzeyde olduğu tartışmalarını da başlattı. Uzun zamandır Fettullah Gülen’e ve Gülen Cemaati’ne karşı
eleştirel olmaktan kaçınan veya düpedüz
övgüler düzen medyadaki hâkim söylem,
kitabın yayınlanması karşısında da benzer
tepkiler verdi. İlk olarak röportaj vermek
için CNN Türk’e çıkacağı söylenen Hanefi
Avcı’nın daha sonra kanalın herkesin peşinden koştuğu bu röportajdan vazgeçmesi üzerine NTV’ye çıkması da bu şüpheleri
iyice arttırmıştır. Zaman, Taraf, Radikal gibi gazetelerde Hanefi Avcı’nın “tam da referandum öncesinde” bu kitabı yayınlamasının çok manidar olduğu dile getirilirken, kitabı yayınlayan yayınevinin özellikle bu kitap için kurulduğu, -elbette ki- ardında “Ergenekon”un olduğu, Hanefi Avcı’nın İstanbul İstihbarat’tan sorumlu müdür Ali Fuat Yılmazer’i yıpratmak için bu
“kurgu”yu yazdığı dile getirildi.
Kitaba soldan tepkiler
Referandum sürecinde Hanefi Avcı’nın
yazdıkları “Hayır” cephesinde AKP’ye neden karşı koymak gerektiğinin açık bir belgesi olarak algılandı. Fakat bu meseleye
daha çok adına “ulusal-sol” denebilecek
olan cephe önem veriyor gözükmektedir.
Fakat giderayak “Pensilvanya”ya selam
gönderen Baykal’ın Kılıçdaroğlu’na miras
bıraktığı CHP, bu meselenin üzerine nedense pek gitmemektedir. Yine de Avcı’nın
anlattıkları, “Hayır” cephesinin içindeki
Simonlar’ kim?
Kitaba ismini veren “Simon”, Avcı’nın
yazdığına göre PKK üyesi Yılmaz Çelik’in kod ismiydi ve Çelik özellikle PKK
içindeki yargılamalarda etkin rol almaktaydı. “Gizli örgüt” üyesi olsa bile
inancında samimi olan ve buna göre yaşayan, davrananlara karşı çok saygı
duyduğunu belirten Avcı, bu inanca sahip olanlara karşı onları yok etmeye çalışanlara, Çelik’ten yola çıkarak “Simonlar” ve davranış biçimine de “Simonlaşmak” demektedir. Yine Avcı’nın
kitabının başlığında yer alan “Haliçte
Yaşayanlar” ifadesi ile, Haliç’in pis kokulu sularının yanında, kokuya artık
alışmış oldukları için hiçbir rahatsızlık
duymadan gezinebilen ve piknik yapabilen kesimlere gönderme yapılmaktadır. Avcı kitabında, temelde Fettullah
Gülen’le veya Gülen Cemaati’yle bir sorunu olmadığını, hatta bu türden örgüt-
“ulusalcı” cephenin iddialarına belli bir
meşruiyet kazandıracaktır. Bu meşru söylem umut edelim ki, referandumda “hayır”
diyen olan sosyalist unsurları etkisi altında
bırakmaz. Zira sosyalistler açısından kitapta bahsedilen unsurların neredeyse
hiçbiri bilinmedik meseleler değildir. Sosyalistler, Gülen cemaati gibi devlet içindeki örgütlenme biçimlerinin, yalnızca ideolojik bir mücadele vermediklerini, burjuvazinin belli kesimlerinin bu ideolojik kimlik altında dikensiz bir gül bahçesi yaratma sevdasıyla her türden baskı, sindirme
usüllerini kullandıklarını bilmektedirler.
Cihan Tuğal’ın çok doğru bir biçimde “pasif devrim” olarak adlandırdığı burjuvazi
içindeki bu yeni yapılanma, bu süreçte
devlet mekanizmasının en derinlerinde
kendilerine destekçi bulabilecek bir zihniyeti yerleşik hale getirmiş, kendi güvenlik
mekanizmasını da polis ve istihbarat içinde örgütlenerek çözme yoluna gitmiştir.
Sermaye birikim sürecinin bir unsuru olarak da bu ilişkiler yeri geldiğinde “pis işler”ini yaptırabilmek için mafya-tipi usülleri sıklıkla kullanmaya başlamışlardır. Hanefi Avcı’nın Haliç’te pis kokular içerisinde yaşamaya alışan ve bunu normalleştirmiş yandaş kesimleri ise yukarıdan aşağıya bir örgütlenme ile cemaate ne kadar yakınlaşır ve bu ilişkiler ağının devamı için
ne kadar çaba gösterirse elde edilecek faydadan o kadar çok yararlanmaya başlamıştır. Eskilerin, en kaba tabiriyle “haramilerin saltanatı” dediği düzen aslında çok
da değişmemiş, günümüzdeki ideolojik
konumlanışı içerisinde görünüşte bir cemaatin üyeleri üzerinden meşru bir biçime sokulmuştur. Elbette ki Avcı’nın kitabı,
lenmelerde yer alanlara “inanç ve idealleri için savaşanlar” gözüyle baktığı
için saygı duyduğunu, fakat bu idealleri sömüren, bundan haksız kazanç sağlayanlara karşı çıktığı için bu kitabı yazdığını söylemektedir. Bu “yozlaşmış”
ilişki biçiminin artık bütün kesimler tarafından benimsendiği için de “pis kokulara alışmış” bir toplum yaratıldığını
eleştirmek istediğini söylemektedir.
Böylelikle aslında kitabın Gülen Cemaati’ne karşı değil Cemaati “yozlaştıranlara” karşı yazıldığını söylemek daha doğru olacaktır.
Avcı’nın NTV’ye verdiği röportajda Fettullah Gülen’in bu kitabın yazılmasından haberinin olduğunu söylemesi, aslında kendisinin de devletin içindeki örgütü değil “örgütün içindeki pisliği temizlemek” amacında olduğunu gös-
bütün bu bilinenlerin daha yüksek sesle
söylenebilmesi için gerekli olan bilgi ve
belgeleri içermesi açısından önemlidir.
Soruların altındaki gerçek
Kitap ve dile getirdikleri üzerinden çok söz
üretmek mümkündür. Neden bu kitabın
referandum öncesinde yayınlandığı, henüz
görevdeyken Hanefi Avcı’nın böyle bir kitabı yazabilecek cesareti ve desteği nereden bulduğu, daha önce Gülen Cemaati’ne
yakın olduğu iddia edilen Avcı’nın neden
cemaate karşı bu türden bir karşı faaliyet
içine girdiği, devlet içerisinde ve Avcı’nın
da iddia ettiği gibi “aslında” cemaat içerisinde farklılaşmaların ya da hesaplaşmaların mı yaşandığı, Erdoğan’la arasının açık
olduğu söylenen Fettullah Gülen’in kendi
hareketini yozlaştırdığını düşündüğü için
mi aslında Erdoğan’a yakın cemaat üyelerinin bu kitap ile suçlanmasına yol verdiği
ya da tam tersinin olup olmadığı sorgulanabilir. Erdoğan’ın referandum sonrasında
Fettullah Gülen’e selam göndermesi daha
önceden bozulmuş bile olsa ilişkilerin yeniden ihdas edilmiş olduğunu göstermektedir. Böylelikle Gülen cemaatinin toplumsal meşruiyetinin de yeni dönemde güçlenerek yerleşikleştiği iddia edilebilir.
Hanefi Avcı’nın, geçtiğimiz günlerde “Devrimci Karargâh” davası çerçevesinde tutuklanmasını da bu çerçevede ele almak
mümkündür. Avcı’nın bu kadar “cüretkâr”
bir kitap yazabilmesini cemaat içinde görülen farklılaşmanın ve hesaplaşmanın bir
görüntüsü olarak görebiliriz. Fakat referandum sonrasında iktidarın Fettullah Gülen ile ilişkilerini düzeltmeye başlamasıyla
birlikte bir yandan kitabın cemaatin top-
4
26 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
meşruiyetini sağlam4lumsal
laştırmaya dönük amacı ger-
çekleşirken, diğer yandan da
yeniden oluşturulan ittifakı
sarsabilecek ve süreç içerisinde kontrolü altından çıkabilecek olan Avcı gibi unsurlar yeniden merkezde toparlanmak istenmektedir.
Avcı’nın tutuklanması cemaat içinde görülen bu farklılaşma sürecinde, Avcı’nın
hedef aldığı cemaatin “Haliç’te yaşayan üyeleri”nin
devlet içerisindeki yerinin
zannedildiğinden çok daha
kuvvetli olduğunu da ortaya
koymaktadır. Öte yandan iktidar ile yeniden kurulan işbirliği bu anlamda Avcı’nın
misyonunu da gereksizleştirmektedir. Bu anlamda Ertuğrul Mavioğlu’nun da söylediği gibi: “zamanla taşlar
yerine oturur ve Hanefi Avcı’nın soyadı gibi ‘avcı’ mı
yoksa ‘kurban’ mı olduğunu
daha net anlayabiliriz belki.”
(Ertuğrul Mavioğlu, “Ne zaman devrimci oldu?” Radikal, 30 Eylül 2010.)
Fakat bütün bu sorgulamaların üstünü örtmemesi gereken bir gerçeğin her zaman altının çizilmesi gereklidir. Mesele ne İslamcı bir
cemaat örgütlenmesinin “laik” cumhuriyeti ele geçirmesi, ne de AKP iktidarının bu
ideolojik savaşın en başta
gelen örgütleyicisi olmasıdır.
Temel mesele burjuvazinin
sermaye birikimi için bu dönemde bu türden bir ideolojik örgütlenmeyi araç olarak
kullanmasında ve önüne çıkabilecek olan engelleri de
bu yolla aşmaya çalışmasında yatmaktadır. Haliç’tekiler
ise, André Maurois’nın söylediği gibi “soyguncularıyla
başa çıkamayan bir toplum,
soyguncularına karşı hayranlık duyar” çıkmazında sıkışmış, normalleşmiş hayatları içerisinde debelenenmektedirler. Bu durumda
sosyalistlerin yapması gereken ise, Haliç’tekilerin bu pis
kokuları içlerine daha ne kadar çekmek istediklerini
sorgulatmaktır.
Emek
‘Esnek istihdam’a
karşı...
Taşeron şirketler çökse de taşeronluk konum değiştirerek sürüyor,
önemli olan kazanımları paylaşarak sistemin bütününe yönelmek
Direnişi başarıyla tamamlayan işçiler Dev-Sağlık İş’e üyelik formlarını dolduruyor
Ali Cevat Paloğlu
İki yıldır ücretlerini düzenli bir
şekilde alamayan, Hacettepe
Üniversitesi hastanelerinin taşeron sağlık işçileri, Şeker Bayramı öncesinde alamadıkları
ücretlerinin tamamını alana kadar, 6 Eylül’den başlayarak aralıklarla, iş bırakma da dâhil olmak üzere hastane önünde eylem yapma kararı almışlardı.
Eylemin 3. gününün sonunda
ücretlerinin tamamının ödenmesi suretiyle, aralıklarla iş bırakmaya kadar varan eylemler
sonlanmış oldu. İşçiler, alacaklarının tamamını aldıkları gibi
bir de ücretlerinin taşeronca
değil de, hastane yönetimince
ödenmesini de sağlayarak
önemli bir kazanım elde ettiler.
Eylemin son günü, eylem alanına gelen noter masrafının temininde yaşanan zorluklara rağmen, 500 işçinin “Dev Sağlıkİş”e üye olması, eylemin önemli kazanımlarından biri oldu.
Aslında, son dönemde benzer
talepleri dile getiren “taşeron
işçi eylemleri”yle sıkça karşılaşıyoruz. Bu tür eylemlerin özellikle “sağlık iş” kolunda gündeme gelmesi öncelikle, bu iş kolunun ihtiyaç duyduğu “vasıflı
emek gücü”ne dayanıyor. Alanda faaliyet sürdüren “Dev Sağlık-İş” aktivistlerinin kamuoyu
oluşturma becerisinin yanısıra,
neredeyse sabit fikirlilik düzeyindeki alan sürekliliği de gözden kaçırılmaması gereken diğer bir etken. Sınıfın geleneksel
örgüt birikiminin, “Dev Sağlıkİş” içinde hâlâ bir saygınlık unsuru olarak, kısmen de olsa,
varlığını koruyor olması da
önemli.
Özellikle, bu tür işyerlerinin
hemen hepsinde, kamu çalışanları sendikaları içinde Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) yetkili sendika konumunda. Mücadelenin
yükü de büyük oranda SES’in
omuzlarındadır. Hacettepe’de
noter giderlerini denkleştirmeye kadar varan alandaki birçok
sıkıntı SES’in yardımları ile gi-
derilmiştir.
Sınıf hareketinin bu yeni bileşeni, sınırlı bir iş kolunda da olsa, olanakları itibariyle sınıf hareketine daha büyük zihinsel
imkânlar sunuyor. Taşeron işçiler, hem sayısal olarak önemli
bir hacme ulaştılar, hem de yarattıkları olanaklarla emekten
yana mücadele alanlarını da
genişlettiler.
Taşeron işçiler, asgari ücret düzeyindeki ücretlerle çalıştırılıyor olmalarına rağmen, ücret
sürekliliği, iş garantisi, yemek,
servis haklarından yararlanma
ve hatta kreş gibi uzun zamandır unutulmuş geleneksel talepleri sınıf hareketinin gündemine yeniden taşıyorlar.
Bardağın bir de boş
tarafı var!
Bardağın boş tarafında ise, elde edilen kazanımların aynı sorunları yaşayan benzer eylemliklere aktarılamayışı; işyerinin gündemine taşınamaması
gibi sorunlar var. Alan, tamamen profesyonellerin öznel ko-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 27
Emek
şullarına eşlik eden bir süreç içinde ilerlemek durumunda kalıyor.
Bu durum, sayıları on binlere varan, bir zamanlar sendika üyesiyken kazanımlarının büyük kısmını kaybetmiş, sağda solda unutulmuş yüzer, iki yüzer kişilik gruplar halindeki işçileri de beraberinde sürüklüyor.
Özellikle, sağlık işkolunda uç veren taşeron işçi eylemleri, kendi
önderlerini devşirebilmiş değil.
Hareketin yükü büyük oranda,
kendi sorunlarıyla dahi başa çıkmada zorlanan “KESK”in işyeri
şubelerinin çabalarıyla sürdürülmeye çalışılıyor. İlk bakışta, bu
durumun yarattığı engeller görünmüyor ama hareketin özgün
dinamiklerinin açığa çıkarılması
için sürdürülen arayışların üstünü perdeliyor.
Bir eylemle sistem
çökmez
Hacettepe Üniversitesi hastanelerinde olduğu gibi, çeşitli kazanımlarla sonuçlanan taşeron işçi
eylemlerinin ardından sınıf siyaseti adına kamuoyuna yansıtılan
sistemin çöktüğü yönündeki propaganda gerçeği yansıtmıyor;
güç kazanarak genişleyen yeni bileşenlerin bütüne sunduğu imkânların açığa çıkmasını da zorlaştırıyor.
İhtiyacımız, oluşan kamuoyu ile
açığa çıkan imkânların üzerine
oturmak değil; sınıfın irili ufaklı
tüm bileşenlerinin reflekslerini
ve deneyimlerini birleştirmenin
olanaklarını yaratmak. Bu tür
arayışlar hâlihazırda var olmakla
birlikte yeterince birbirine eklemlenebilmiş değildir.
Herhangi bir taşeron yapının çökmesinden ne elde edilebilir ki?
Olsa olsa tıpkı, Hacettepe Üniversitesi hastanelerinde olduğu gibi
en fazla taşeronun görevi değişebilir. Ücretler üniversite döner
sermayesince üstlenilir. Taşeron
işlerini üstlenen “Anadolu Grup”
gibi işverenler de eylem sonrası
işçilerden taahhütname toplamakla meşgul olur, “Bir daha herhangi bir eyleme katılırlarsa iş
akitlerine son verileceği”ne dair
bir tehdidi devreye sokar.
Tüm bunlar olurken şu soru akla
gelir: “Esnek istihdam” kıskacı altındaki sınıf hareketi, imkânlarının toplamını tüm bileşenleriyle
paylaşabilecek mi?
KESK’i ‘başlangıç
ruhu’na iade
edebiliriz...
KESK ciddi bir tıkanıklıkla karşı karşıya. Bu bizi KESK’i belirli
eksenler üzerinden yeniden
kurmaya ve buna önayak olacak kurucu bir iradeyi elbirliği
ile şekillendirmeye çağırıyor…
Şaziye Köse
KESK, eğreti tedbirlerle, günü kurtaran manevralarla, konjonktürün bizi aşan olumsuzluklarını birer bahane ve mazerete dönüştüren tutumlarla geçiştirilemeyecek ve üstü örtülemeyecek ciddi bir tıkanıklıkla karşı karşıyadır.
Evet, bizce durum budur ve bunun bizi davet
ettiği yakıcı görev bellidir: KESK’i belirli eksenler üzerinden yeniden kurmak ve buna önayak olacak kurucu bir iradeyi elbirliği ile şekillendirmek…
Taşıdığımız ad ve tüzel kişilik itibarıyla bir sendika olduğumuza, daha ötesi, örneğin, bir zamanların TÖS’üne ve TÖB-DER’ine göre daha
sendikal bir karakter ve kimlik edindiğimize
şüphe yok. Ancak, fiili durumumuzu, iç ortamımızın sendikal pratiklerle yoğrulma düzeyini, bağlı sendikalarımızın ve üyelerimizin işyerlerindeki konumunu, ilgi ve duyarlılıklarını,
üye bağlarının bir ideolojik tercihin ötesinde
bir sınıfsal çıkar algısına dayanma derecesini,
yeni üyeler kazanmamızı sağlayan faaliyet türlerini, gündelik hak ve çıkar mücadelelerinin
gündemimizdeki ağırlığını daha yakından
mercek altına aldığımızda, kat edilecek hala
çok yol ve bu yolda aşılması gereken dirençler,
alışkanlıklar, uyumcu tavırlar ve ezberler var.
Bir yeniden kuruluş hamlesinin olmazsa olmaz eksenlerinden biri budur: Geçmişin ayak
bağlarından kurtularak gerçek bir sendika haline gelmek…
Bizler potansiyelleri uyarıldığı ve tutarlı bir
sendikal mücadele programına kavuşturulduğu takdirde, KESK’in Türkiye sendikal hareketinin kendisini bu doğrultuda dönüştürmeye
en müsait kolu olduğu görüşündeyiz. Üyelerimizin veya emekli eski üyelerimizin bir bölü-
münün farklı türden anti-kapitalist mücadelelere katılmaları bunun bir kanıtı.
“Başlangıç ruhu”na geri dönmek ve sendikalarımızı emeğin öz-örgütleri olarak ihya etmek
durumundayız. Bizler, yeniden kuruluşla ve
bunun taşıyıcısı olacak bir kurucu iradeyle aynı zamanda bunu kastediyor ve bu doğrultuda
atılacak başlangıç adımları olarak şunları öneriyoruz:
nTemsil ilişkilerini çarpıtan, dışlayıcı ve zoraki ittifaklara zorlayıcı mevcut seçim sistemi
terk edilmeli; daha kapsayıcı ve adil bir temsile olanak tanıyan nispi temsil sistemine geçilmelidir.
nOlanaklı her düzeyde doğrudan demokrasi
uygulanmalı; özellikle şube kongreleri bütün
üyelerin katılımıyla yapılmalıdır.
nŞubelerde ve bağlı sendikalarda temsilciler
kurulu; bütün yönelim, perspektif ve eylem kararlarının alındığı asıl karar mercii olarak kabul edilmeli; yönetim kurulları kendi uhdelerindeki teknik kararlar dışında, temsilciler kurulunun aldığı kararları uygulamakla yükümlü olmalı.
nKonfederasyon düzeyinde de bugünkü karar
alma usul ve usulsüzlükleri değiştirilmeli; bütün eylemli süreçlerin öncesinde şubelerden
ve bağlı sendikalardan gelen önerilerin dolaşıma sokulmasını takiben alınacak kararlar bir
tür eğilim yoklamasına dayandırılmalı.
nKESK’teki bütün eğilimler, bu çağrıyı çıkaranların yaptıkları gibi, öneri ve görüşleriyle
bütün KESK üyelerinin karşısına çıkmalı ve
kendilerini isteyen herkesin katılımına açık
olarak yeniden kurmalıdırlar.
nBütün üyelerin erişimine açık tam bir mali
şeffaflık sağlanmalı; harcama öncelikleri karar
mercii olduğu düzeylerde temsilciler kurulu
tarafından, konfederasyon düzeyinde ise kongreden geçirilecek bir çerçeve karar gereğince
belirlenmelidir.
nGeleneksel sendikaların yaptığını andırmaya başlayan ve tam bir israf kapısına dönüşen
bugünkü yayın ve matbuat politikası terk edilmeli; etkin ve işlevli bir emek yayıncılığı ve
medyası yolunda gelecek vaat eden mütevazı
adımlar atılmalı; bütün işçi hareketinin yararlanacağı emek araştırmaları teşvik edilmelidir.
28 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Kent Mücadelesi
Tophane saldırısı:
Geçmiş olmasın!
miş olduğunu bir düşünün. En çok da sanatçılara soralım bu soruyu? Çünkü bu tür
tehditlere en çok onlar maruz kalacaklardır. Bu konuda siyasal tavırları ve duyarlılıkları nedir, hala bilmek istiyoruz.
Koca bir yalan
Tophane olayları ertesinde mahalle dernekleri, hemşeri çevreleri bir açıklama yayınladılar: “…Bu semtin asırlık kültürüne,
tarihine uygun yaşayan ailelerin huzurunun korunması tek dileğimizdir. Tophane
olarak bugüne kadar her görüşten insanlarla, Musevilerle, Ermenilerle ve Rumlarla barış içerisinde yaşadık ve hiçbir kültürel
çatışmaya girmedik. Yetkilileri, Türk aile
yapısını semtimizde korumaya ve kollamaya çağırıyoruz. İnsanların yaşam alanını bugüne kadar ihlal etmedik, kimsenin de bizim yaşam sınırlarımızı ihlal etmesini istemiyoruz."
Yukarıdaki açıklama kimi nasıl ikna eder
bilemeyiz. Kocaman bir yalan üzerine kurulu bu nakaratla yüzyıllardır yaşıyoruz.
Demek ki olması gerekeni herkes biliyor.
Neymiş: “Yetkilileri, Türk aile yapısını semtimizde korumaya ve kollamaya çağırıyoruz.” Bu çağrı kime yapılmıştır sizce? Hangi durumda işe yarar? Düşünüyoruz ve ürküyoruz doğrusu.
Tophane’nin Balat’tan farkı ne?
Tophane’de saldırıya uğrayan sanatçılardan “Extramücadele”nin “bütün azınlıklar için afiş”i
Tophane saldırısını geri püskürtmeye, Tarlabaşı yıkımlarına “sanatçılar”la birlikte
“dur” diyerek başlayabiliriz
Besime Şen
21 Eylül’de, İstanbul, Tophane’de sanat galerileri açılışlarına bir saldırı düzenlendi.
Ellerinde levyeler, sopalar olan 20-30 kişinin saldırısının planlı olarak gerçekleştirildiğini öğrendik sonradan. Olaylar kınandı,
çözüm için “özür”ler üzerinden diyalog arayışları formüle edildi. Ama geçip gitmedi,
gitmemeli de.
Bu olayın en ilginç tarafı, saldırının beklenmedik biçimde toplumsal bir değişimle, yani “kentsel dönüşüm”, “soylulaştırma” gibi
aslında itinayla genel siyasal gündemin dışında bırakılan bir konuyla ilişkisinin de ilgi uyandırması oldu. Bu şaşırtıcı. Buna sonra değineceğim.
“Sonradan gelenler”
Bir kere bu “sonradan gelenler” ve onlara
saldırma bizim memleketimizde kritik bir
sosyal meseledir. Bu “sonradan gelme unsurlar” her durumda yerleşik muhafazakar
yaşamı tehdit ederler. Tehdit, kimi zaman
etnik, kimi cinsel kimlikler üzerinden ya da
sınıfsal olarak gündeme gelir. Ama hem et-
nik, hem sınıfsal hem de toplumsal cinsiyet
kimliğinin örtüştüğü vakalar daha da fecidir. Kürt, işsiz ve transseksüel bir vatandaşa on beş milyonluk “dünya kenti” İstanbul’da hangi mahalleden ev bakarsınız, bir
düşünün. Ayrıca çalışma hayatını da içine
alan kapsamlı bir “sonradan gelenler tehdidi” düşünün. Bütün bu “tehdit” formülasyonlarını kim, niye yapar, bunu da düşünelim bir taraftan. Zorunlu göçle büyük kentlere yığılmış Kürtler ile mevsimlik tarım işçilerine Kürt oldukları için yapılan kahredici siyasal ve toplumsal dışlamalara; Romanların acımasızca yerlerinden edilmesine, saldırılara uğramasına ya da her durumda “suç unsuru” olarak gösterilmesine
karşı kim ne yapabildi? Kimse kimseden
özür bile dilemedi.
Sanatçılar
Şimdi, başka bir “sonradan gelenler” kategorisine geçebiliriz: Sanatçılar. Bu kesim etnik değil ama sınıfsal bir temsille kafamızda yer ediyor mu diye zorlayalım. Yok, bu
kesim galiba en çok “yaşam biçimi, kültür”
sahibi olarak kafamızda oluşuyor. Kendileri de kendilerini o şekilde ortaya koymayı
tercih ediyor.
“Sivas olayları” gibi sanatçıya saldırma ve
yakarak öldürme konusunda tarihinde kocaman bir kara leke olan bu ülkenin, olayların üzerinden neredeyse 20 yıl geçmesine
rağmen kimlerin olayla ne düzeyde yüzleş-
Şimdi bu saldırı ile gündeme gelmiş ikinci
boyuta geçelim: İktidarın sermaye çevreleri ile birlikte kenti daha yüksek bir ekonomik getiri uğruna yukardan aldığı kararlarla ve neoliberal ekonomi politikalarına uygun bir şekilde dönüştürme çabaları usul
usul yol alacak sanırken birden gürültü
koptu! Daha önce Sulukule, Fener Balat ve
Tarlabaşı gibi örneklerin her biri başka bir
mevzuyla bağlantılı olarak anılıyordu.
Kentsel dönüşümün, soylulaştırmanın aynı zamanda sınıfsal bir tahliyeye neden olduğu, bunun da aslında toplumsal çelişkileri gereceğine dair bugüne kadar başarılı
biçimde manipüle edilebiliyordu.
“Ülker Sokağı”nı hatırlayalım
Fakat Tophane farklı oldu. Mahalleli-gerici
ve faşist teşkilatlarının sonradan gelme ve
de “...Türk aile yapısını tehdit eden unsurlar”a saldırabilme refleksi ilginç bir biçimde gidişatı ülkenin ekonomi politiği ve de
özelinde bir kent politikasıyla; onu eleştiren bir yerden görmeye çalıştı. Bunu, çok
uzak olmayan farklı örnekleri hatırlayarak
dikkate almak gerekir: Cihangir’de “Ülker
Sokağı Temizliği” arkasına emniyet güçlerini alarak buraları fuhuştan, transseksüellerden “arındırmaya” semtin mutena sakinleri ve de sanatçıları nasıl tepkiler verdiler, hangi yaşam biçiminden, özgürlüğünden bahsettiler?
Siz hafızanızı yoklarken ben bu semtin soylulaştırmayla nasıl da rant kapısı haline getirildiğini hatırlatayım. En çok da bu toplumun bir “Türk-Müslüman-erkek” tahayyü-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 29
lüyle mayalanmasının ve bu maya ile türlü
zamanlarda türlü hallerde nelerin olabildiğini gözden kaçırmamak gerektiğini bilelim. Kimin ne zaman hangi nedenle kimin
yanında yer aldığı meselesini asla geçmeden ve belki de isabetli bir örnek olarak Ülker Sokağı deneyimini hatırlayıp tartışarak
ufkumuzu geniş tutabiliriz. Ne de olsa tarihsiz düşünceler sadece vitrin süsler.
Neoliberal dayatmaya gerici tepki
Kentsel dönüşüm ve soylulaştırmaya dönük
tepkilerin bu konuyla dahi gündeme taşınmasını, alttan alta neoliberal politikalara
dair tepkisel bir tavrın oluşması ile yorumlayabiliriz. Bu neoliberal ve anti de- mokratik kent politikalarının yerel halkı sorunu kendi yaşam biçimleri üzerinden çözmeye iten bir baskıya da neden olduğunu
görmek gerekiyor. Bu çok sorunlu bir eğilim. Yani mahallenin gerici ve teşkilatlı unsurları dayatmacı neoliberal politikalara
tepki verirse ne olur? İşte gördük Tophane’de.
Nasıl bir kent istiyoruz sorusunu bütünsel
bir “karşı” siyaset argümanı içinde yani politik olarak formüle etmeyi başaramazsak,
yerel unsurların yaşam tarzlarına güzellemeler içinde döner dururuz. Herkesin yaşam biçimi kıymetli ama bazılarının sopaları var. Bunu ne yapacağız?
Tophane olayları sanat ve sanatçıların var
oluşlarına yönelik bir saldırı biçiminde gelişti ve bu saldırı sonuna kadar da kınanmalıdır. Hiçbir gerekçe sokakta “içkili” bir
açılış yapmaya yönelik planlı bir kabadayı
saldırısını haklı çıkaramaz. Olayın mağdurları, sonrasında bir özeleştiri yaparak mahalleli ile diyalog arayacaklarını belirtiler.
Bu özeleştiri neden saldırıganlardan önce
gelmedi bir düşünelim. Mahalleye sonradan gelenlere her durumda geldikleri yere
“uyum sağlama” dayatmasının siyasal ve
sosyolojik açılımı nedir, bunu da düşünelim.
Ama başka şeyleri de düşünelim. Örneğin
kentsel dönüşüm ve soylulaştırma mevzusu Tarlabaşı’nda topyekün bir yıkıp-yeniden yapmaya ve orada yaşayan yoksulları
doğrudan yerinden etmeye yönelmişken,
neden bu konuyla ilişkisi kurularak gündeme gelmiyor?
Bunu belki de Tophane’de saldırıya uğramış
sanat çevreleri ile birlikte düşünmeye çalışmak lazım. Onlara Tarlabaşı hakkında ne
düşündüklerini, geçmişte kalmış gibi duran
Ülker Sokağı vakasını ne şekilde hatırladıklarını, duygularının ne olduğunu; memlekette bolca boy vermiş linç girişimleri hakkında ne düşündüklerini sorarak bir ”diyalog” arayışı başlatabiliriz. Yani türlü türlü
diyaloglarla belki gerçek bir yerde buluşma
imkanı olabilir. Mesela Tarlabaşı yıkımlarına dur diyerek başlayalım. Geç olmadan!
Sosyal Haklar Derneği’nin
“Ekonomi-Politik-Kentsel Siyaset Deklarasyonu”
Yeni kentleşme dalgası, sınıf sömürüsünü ve sermayenin doğa üzerindeki hakimiyetini artırıken
politik alanda örgütsel yapılar ve temsil kanalları emekçi sınıflar aleyhine daraltılmakta, kentsel
uygulamalarda halkı pasifize eden bürokratikleşme ve teknik bilgi yoğunluğu öne çıkmaktadır.
Sosyal Haklar Derneği (SHD) , AKP iktidarının merkezi ve yerel düzeyde yürüttüğü kentsel politikalarını “engellemeyi,
yavaşlatmayı ve -başka alanlardaki politikalarla birlikte- durdurmayı temel hedef olarak belirleyen” bir deklarasyon yayınladı.
AKP siyasetlerinin üzerinde yükseldiği dinamikleri çelmeyi “mümkün kılacak
sosyo-mekansal ilişkileri her düzeyde öncelikli” gören SHD “Kentsel politikaları
aynı zamanda kır-kent ve insan doğa ilişkileri üzerindeki etkileriyle birlikte değerlendiren ekolojik bir perspektif”le
“eko-sosyalist” bir mekansal ütopyayı
gündeme getirmeyi amaçlıyor.
SHD “ekonomi-politik- kentsel siyaset”
yaklaşımı”nı ve öncelikli taleplerini şöyle
sıralıyor:
Yaklaşım
n Devleti kolektif hak taleplerinin genişleyen biçimde örgütleneceği ve yürütüleceği stratejik bir erk alanı olarak görmekten vazgeçmez. Fakat bu sürecin sınıfsal ve her türlü toplumsal denetim kanallarıyla örülmesini gerekli gören bir demokrasi anlayışından hareket eder. Dolayısıyla Sivil Toplum Örgütü öncülüğünde yürütülecek bir politika talebinin bir
tür elitizm yaratmasının yanı sıra teknik
bilgi yüceltmesi ile toplumu apolitikleştiren bir teknik-kurgusal sürece davet ettiğini tespit eder.
n Merkeziyetçi-kurumcu bir devlet vurgusundan farklı olarak, kentsel/toplumsal hak taleplerinin -genişleyen bir perspektifte olmak şartıyla- mahalli düzeylerde dahi örgütlenebileceğini düşünür
ve yerel toplumsal örgütlenmeler yoluyla
kapitalist devlet içerisinde ve ona karşı
politik güç alanları açılabileceğini savunur.
n Kentsel dönüşüm karşıtı mücadelelerin daha çok yerinden edilme/barınma
hakkı meselesine ve AKP karşıtı bir siyasal eksene sıkışmış biçimde geliştiği
görülmektedir. SHD, bu sıkışmışlığı aşmayı hedefler. Çünkü kentsel politikalar
sadece yapılı çevre üretimine yönelik değil, aynı zamanda kentlerdeki iş, eğitim,
sağlık, ulaşım, insan-doğa ilişkileri alanlarında yaşanan çelişkileri ve çatışmaları da içermektedir.
Öncelikli talepler
n Kentsel politikalarda piyasa dinamiklerini değil, toplumsal ihtiyaçları ve
kolektif hakları esas alan bir politikayı;
n Toplumsal cinsiyet perspektifine sahip kentsel politikaları ve belediyeciliği;
n Kolektif olarak erişilebilir ve adaletli olarak dağıtılan kamusal hizmetleri;
n Tüm emekçiler ve kentliler için ucuz
ve ulaşılabilir kentsel hizmetler sunan;
kolektif tüketimde aktif sorumluluk
alan; kentsel rantları özel mülk sahiplerine devreden değil, topluma kazandıran; taşeron çalıştırmaya son veren ve
karşı duran bir sosyal belediyeciliği;
n Nitelikli kiralık sosyal konut uygulamalarını;
n Mevsimlik tarım işçilerinin yaşam
koşullarının yerel ve merkezi düzeydeki
politikalarla kalıcı biçimde düzeltilmesi
ve yasal kurallara bağlanmasını;
n İşyeri ile konut alanı arasında artan
ulaşım zamanının çalışma zamanına dahil edilmesini talep eder!
n Kentsel dönüşüm projelerin yol açmakta olduğu barınma sorununu öne almakla birlikte, daha geniş ölçekteki işleyen diğer kentsel çelişkileri ve gerilimlerin de bu mücadelelere içerilmesini savunur.
n Bu çerçevede kentsel yaşama dair
çatışma alanlarını birleştirme ve kentsel
yaşamı kökten değiştirmeyi talep etme
anlamında “kent hakkı” kavramını, kent-
30 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Uluslararası
Küba’da pazar sosyalizmi
Kapitalist dünyada sosyalist ekonomiyi yaşatmaya çalışan Küba çaresiz: Devlet işletmelerinde çalışan 500 bin kişi işten çıkarılacak ve küçük işletmeler yaygınlaşacak
Havana’da bir pazarda “kendi hesabına çalışan” bir satıcı müşteri bekliyor: İşten çıkarılacak yüzbinler için daha iyi bir hayat söz konusu olacak mı?
Engin Erkiner
Küba, tarihe karışan öteki sosyalist ülkelerle benzer bir yapıya sahiptir. Farklı yanlarını; sosyalizmle ulusal bağımsızlığın
birleştirilmesi ve küçük bir ülke olması nedeniyle dünya çapındaki dayanışmanın işlevli olması oluşturur.
Küba’nın sosyalist sistemin yıkılmasından
sonra ABD’nin yanı başında ve katı ambargoya karşın yaşamayı sürdürmesi, bu saptamanın bir dönem kuşkuyla karşılanmasına yol açtı. Küba, 21. yüzyıl sosyalizmine
örnek bile gösterildi.
Kısa süre önce açıklanan bir kararla, adada
pazar ekonomisinde ve özel küçük üretimde büyük bir genişlemeye gidileceği duyuruldu. Küba yönetimi, bu kararı, 1990’lı yıl-
ların başındaki oldukça sıkıntılı yıllarında
değil, Latin Amerika ülkelerindeki sol iktidarlar nedeniyle ekonomisinin görece rahatladığı bir dönemde alıyordu. Venezüella’dan alınan ucuz petrol ve bölge ülkeleriyle gelişen ticari ilişkiler, ada ekonomisindeki büyük sorunları saklayamıyordu.
Ekonomide verimlilik sorunu
Önümüzdeki aylarda devlet işletmelerinde
çalışan 500 bin kişi işten çıkarılacak. Son-
Che’nin sosyalizmi
Küba’nın bugünkü sorunları yeni değil.
1960’ların başlarında Che, Sanayi Bakanı ve Merkez Bankası Başkanı olduğu yıllarda da benzer sorunlardan söz
eder. Che, sorunların aşılabilmesi için
gelişmiş teknik kullanımının yanı sıra,
moral değerlerin geliştirilmesinin öneminden söz eder. Toplum için karşılıksız çalışma ve enternasyonalizme özellikle vurgu yapar. Che’nin ölümünden
yirmi yıl sonra yaptığı konuşmada Fidel
Castro, gelişmemiş teknik kullanılarak
fazla çalışmanın önemli sonuçlar ortaya çıkarmadığını söyleyecektir.
nChe; değer yasasının genişletilmiş
kullanımı ve devlet sektöründe merkeziyetçiliğin azaltılmasıyla sosyalizmin
inşa edilemeyeceğini savunur.
nChe’nin en önemli vurgusu, yeni insanın (komünist insan) gelişmesiyle ilgilidir.
nChe’ye göre; üretim araçlarında kolektif mülkiyet ve eğitim de dahil değişik toplumsal kurumların buna göre
şekillenmesi, yeni insanın gelişmesi
için yeterli değildir. Yeni insan, karşılıksız çalışma ve gelişmiş bir enternasyonalizm gibi ek faaliyetleri gerektirir.
nKoşulların değişmesi insanı değiştirir,
ama bu değişim hiç de beklediğimiz
yönde ve düzeyde olmayabilir.
nChe, ABD’nin sürekli istila tehdidi altında yaşayan Küba’da devletin giderek sönümlenmesinin fanteziden ibaret olduğunu biliyordu. Devrimin yayılmasını tek çare olarak gördü, ama ne
Kongo’da ne de Bolivya’da beklediği olmadı.
Geriye büyük soru kaldı: Güçlü bir emperyalizmle yıllarca birlikte yaşamak
zorunda olan sosyalist ülke ya da ülkeler ne yapacaklar, nasıl ayakta kala-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 31
Sonraki yıllarda sayının bir milyona kadar
yükselmesi bekleniyor. Bu ise 4,9 milyon
çalışanın yaklaşık yüzde 20’sini oluşturuyor. (Küba’da çalışanların yüzde 90’ı devlet işletmelerinde bulunuyor.)
İşten çıkarılanlar, normal durumda olduğu
gibi, işsizlik yardımından ücretlerinin yüzde 60’ını alamayacaklar. Bunun yerine kendilerine yeni gelir kaynakları aramaları gerekecek. Hükümet 460 bin kişiye “kendi
hesabına çalışabilmesi için” gerekli izin
belgesi hazırlamış durumda. Bu kişiler
özellikle tarım, inşaat ve hizmet sektöründe küçük işletmeler açabilecekler.
Küba’da “kendi hesabına çalışma” özellikle
tarım sektöründe yeni değil. Üretim araçlarında özel mülkiyet yok, kendi işletmesini açan kişi yanında işçi çalıştıramıyor, belirli bir vergi ödüyor ve ürününü pazara
kendisi sunabiliyor.
Hükümet bu radikal önleme gerekçe olarak; sürekli zarar eden bazı devlet işletmelerinin ekonomiye yük olmasını, verimin
ve ürün kalitesinin düşük olmasını ve bazı
çalışanların zararlı alışkanlıklarını (az çalışmak, sık sık işe gelmemek gibi) gösterdi.
Küba ekonomisi özellikle tarım ve küçük
hizmetlerde kötü durumda. Her yıl yüksek
miktarda yiyecek ithal ediliyor. Küba, tarım
üretimini artırmak için, 1960’lı yıllarda
Macaristan’ın uygulamasının benzerine
yönelmekten başka çare bulamadı: tarımda kendi hesabına çalışan işletmeler… Macaristan bu uygulamayla tarım üretimini
önemli oranda artırmıştı. Küba da aynı sonucu bekliyor.
Soruyu doğru sormak
Güçlü emperyalist ülkelerle birlikte –bugünün koşullarından bakıldığında- uzun
süre birlikte yaşamak zorunda olan sosyalist –ya da kapitalizme alternatif- ülkeler
ne yapmalılar?
Bir cevap, devrimin yayılması için çalışmaksa, Küba bunu Latin Amerika ve Afrika’da (özellikle Angola) fazlasıyla yapmış
durumda… Bir diğer cevap, ülkenin bulunduğu bölgede örnek olması ise, Küba yıllardır bunu da yapıyor. Halkı refah içinde
yaşamıyor ama yoksul değil ve yüksek eğitim standartlarına sahip örnek bir ülke.
“Sovyet demokrasisi” en azından belediyeler düzeyinde uygulanmaktadır.
Bütün bunlar ülkenin işleyen bir ekonomiye sahip olmasına yetmiyor. Küba yıllarca
önce sosyalist sistemin desteğiyle, ardından da geniş çaplı dayanışmayla ayakta
kaldı. Latin Amerika ülkelerindeki gelişmeler nedeniyle bugün durumu eskisi kadar zor olmasa bile, ekonomisini düzeltemezse daha büyük sorunların kaçınılmaz
olduğu görülüyor.
Küba yıllarca direndikten sonra, devrimin
51. yılında, egemen devlet sektörünün çok
sayıda kendi hesabına çalışan küçük mal
ve hizmet üreticisi işletmelerle birlikte olduğu bir sisteme geçmeye karar verdi. Bu
sistemin adı –doğal olarak Küba koşullarına uyarlanmış- pazar sosyalizmidir.
Değer yasasının etkinlik alanı genişlemiştir
ve geniş bir kesim “kendi hesabına çalışacak” ve ürününü pazara sunabilecektir.
Küba yönetimi bu yönelimi nedeniyle eleştirilebilir; ne ki, eleştirenlerin uygulanabilir bir seçenek sunmaları gereklidir.
Küba’nın geleceğini Macaristan ya da benzeri bir sosyalist ülkeyle karşılaştırmak
doğru olmaz. Her şeyden önce, sosyalist ülkelerde özel küçük üretimden burjuvazi
çıkmadığını belirtmek gerek. Eski sosyalist
ülkelerdeki burjuvazi, komünist partisinin
üst ve orta yöneticilerinin dönüşümüyle
ortaya çıkmıştır. Küçük üretimden büyüyerek doğan burjuvazi sözü edilemeyecek kadar zayıf kalmıştır.
Küba’da Komünist Parti yöneticilerinin
burjuvaziye dönüşmesi de hayli zor. En
başta, meydan boş değil: Küba burjuvazisi
Florida’da oturuyor ve yıllardan beri rejimin yıkılmasını ve ardından adaya gelerek
eski mülklerine el koymayı bekliyor.
Eski sosyalist ülkelerde burjuvazinin geri
dönüp yıllar önceki mallarına el koyması
söz konusu olmamıştı. Küba’da ise kapitalizme geçilir ve uluslararası kapitalizmin
yasal dünyası içinde yer alınırsa, çok kişi
evini ve küçük bahçesini bile kaybedecektir.
Küba halkı için şöyle ya da böyle sosyalizmden başka seçenek bulunmuyor.
Küba ekonomisinde
reformlar
Küba’nın bugüne kadarki uygulamaları “bir ileri bir geri” olarak tanımlanabilir.
1986’da SSCB’nin yoğun desteğine
rağmen Küba’nın dış borcu 6,1milyar
dolara yükselir. Küba da diğer sosyalist ülkeler gibi ürettiğinden fazlasını
harcamakta, açığı dış borçla kapatmaktadır. 1970’li yıllarda başlayan tarımda küçük özel işletmelere sınırlı izin
verilmesi uygulamasından vazgeçilir.
Beklenen sonuç alınamamıştır.
1990 sonrasında SSCB’nin tarihe karışmasının ardından aynı uygulamaya
geri dönülür. Yarım hektardan fazla
toprağa sahip olmamak ve işçi çalıştırmamak koşuluyla izin verilen özel işletmeler, bu kez de ürünlerini yüksek
fiyatlarla satmaları nedeniyle sorun
olacaklardır.
1993’te dolar, pesonun yanında resmi
para birimi olarak kabul edilir.
ABD’de yaşayan Kübalılar adadaki akrabalarına havale göndermeye başlar.
Bu durum giderek halkın içinde önemli bir gelir farklılaşmasına neden olur.
Sadece dövizle alışveriş yapılan dükkanlar açılır.
Küba artan oranda turizme önem vermeye başlar. Ülkeye giren dolar miktarı ve turizm gelirleri döviz sıkıntısı hafifletir. Buna karşılık ABD’de akrabası
olanlar ve turizm sektöründe çalışanlarla bu durumda olmayanlar arasında
önemli bir gelir farklılığı ortaya çıkar.
2004’te biriken sorunları çözmek için
yeniden merkezileşmeye gidilir.
Doların resmi para birimi olmasından
vazgeçilir, ne ki, ülkeye giren dolarların
nüfus içinde oluşturduğu büyük gelir
farklılığı ortadan kalkmaz.
2006’da devlet başkanı olan Raul Castro, geniş çapta reform yapılacağını belirtir.
Küba tarım, inşaat ve turizm için özellikle gerekli olan küçük hizmet sektöründe “kendi hesabına çalışma”nın
önemli oranda genişletilmesine yönelecektir.
Küba ilk adımda yüksek miktarda yiyecek ithalatını azaltmayı amaçlıyor.
Küba’ya ambargonun kaldırılmasını
özellikle ABD yiyecek tekellerinin istemesi boşuna değil… “Yanımızdaki ülkeye Kanada yiyecek satıyor, biz satamıyoruz!”
Küba’da petrol bulunma ihtimali var
ama bunu çıkarabilecek teknoloji bulunmuyor.
Önceki yıllarda özellikle turizm alanında yabancı yatırımcıları özendirecek
yasalar çıkarılmış ve özellikle Kanadalı şirketler bundan yararlanmıştı. Yeni
yasalarla yatırım kapsamı genişletildi.
ABD’nin bütün engellemelerine rağmen, kazancın iyi olması durumunda,
artan sayıda şirket adaya yatırım yapmaya yöneliyor.
32 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Uluslararası
Lübnan: Sanki ateşten
hınçtan, taştan yapılmışlar
Hizbullah’ın lideri Nasrallah’ın 18 yaşındaki oğlu, 1997’de çatışmada ölmüş. Nasrallah haberi aldığında televizyonda bir konuşma yapıyormuş, çok metin karşılayıp Arap dünyasında meşhur
olmuş. Başsağlığına gelenlere de demiş ki “ne diye geldiniz, çocuğu ölen bir ben miyim”
Elif Köksal
Sabah sabah Latife teyzenin evindeyim.
Faruk’un halası, ben kısaca habibi diyorum. Lübnan dağlarında tanıştığım bütün
kadınlara habibi diyorum.
Habibi teyze elinde bir tutam çiçekle geliyordu beni sokakta gördü evine götürdü.
Dün akşam yukarda Farukların verandasında beraber oturmuştuk, ağaçları çiçekleri işaret edip Türkiye’de bu var bunun
böyle pembesi yok kırmızısı var diye konuşmuştuk yanlış kullandığım üç beş
arapça kelimeyle. Sonra dindar Dürzilerin
usulü siyah uzun eteğini sıyırıp altındaki
dantelli iç eteği göstermişti, ben de benimkini sıyırmıştım, altında iç etek yok demiştim, onunkinin kumaşı inceymiş. Sonra
da bütün kumaşlar her yerde aynı demişti, bu konuda söylenebilecek her şeyi toparlamıştı.
Ayakkabı sahiden çıkarmıyorlar şimdiye
kadar gittiğim evlerde, Faruk diyor ki insanın iç temizliği önemliymiş, dışının da
zaten temiz olması beklenirmiş.
Alçak tavanlı, ihtiyar bir ev. Habibi teyze
evine gelince çoraplarını çıkardı siyah örgü patiklerini giydi uzun uzun, bir eli hep
titriyor. Ayaklar ne güzel yaşlanıyor. Evi
gezdik.
Aileden birinin yaptığı hamurdan gülleri
güllü kuşlu iki aynayı birinin bir yerlerden
getirdiği midye kabuklu bibloyu, yeğenlerinin çocukluk ve düğün resimlerini, dantellerini, bacağındaki sıyrığı, hırkasını kaldırıp altındaki beyaz tığ işi kazağın örgüsünü, evin ambarındaki zeytin kavanozlarını, depoyu, depoda şimdi büyümüş yeğenlerin sallanan atını, bahçedeki ağaçları,
saksılarda yetiştirdiği kekik nane mercanköşkü, bahçe kapısının altındaki deliğe fare girmesin diye sıkıştırdığı naylon torbayı gösterdi. Televizyonun üzerine serili
danteli ben yaptım dedi ya da bak bu kahve lekesi çıkmıyor bir türlü dedi. Evinin
kıymetli şeylerini gösterirken hep bir şeyler anlatıyor, hepsinin hikayesi var ama
Güney Lübnan’da Deyr-ül Zeyrani köyünde İsrail’in öldürdüğü bir askerin aliesinin yas tutan kadınları
Arapça. Bense hiç Arapça bilmiyorum,
Türkçe’den bildiğimi sandığım kelimeler
burda işe yaramıyor. Maşallah bile burda
maşa-allah.
İkram olarak kahve, kuruyemiş, kek, kahve. Burda kahveyi kocaman bir cezvede yapıyorlar, yanında kulpsuz, bizimkinden küçük fincanları ters çevirip dantel serilmiş
tepside getiriyorlar, kahve bittikçe yenisini
dolduruyorlar. Kahveyi bir kişi içecekse yine büyük, beş altı fincanlık bir cezvede yapıyorlar, fincanı tabağında ters çevrilmiş
olarak cezvenin tepesine koyup getiriyorlar. Bu hikayenin geçtiği pazartesi günü galiba onbeş fincan içtim sahiden.
Habibi teyze karşıma oturup kocaman bir
elma soydu, yarısını kendine ayırdı. Gördüğüm en büyük elma, bahçedenmiş. Bahçeden portakal. Meyvayı soyup insanın eline veriyorlar bu köyde, sonra giderken de
bir iki elma portakal yolluk veriyorlar.
Televizyonda bıyıklı bir ahçı, yemek pişirirken tatlı tatlı anlatıyor, müzikle sağa sola sallanıyor. Şıkır şıkır sesli bir kadın arıyor. İkisi sohbet ediyorlar, ahçı ellerini çırparak kahkahalar atıyor. Karşılıklı hamdurillah diyorlar. Bir paralel evrende o şıkır
sesli kadın olmak istiyorum neşeyle hamdurillah demek istiyorum o huzur çeşidini
merak ediveriyorum.
Klip seyrediyoruz. Kırmızı bir gül alev alev
yanıyor. Adam evindeki amerikan barın
üzerinde duran iki şişe şarabı ve bir kadehi elinin tersiyle süpürüp yere atıp kırıyor,
şarkı biterken gülün külleri dökülüyor.
Köşedeki bakkal kız Rana dükkanın önüne bir iskemle atmış oturuyor, önünden
yaşlıca biri geçerken her seferinde ayağa
kalkıyor. Siyah saçlarında sarı röfle var. İskemle çekip buyur ediyor, gözünün boyası
akmış git içerde ayna var diyor. Arapça diyor ama insan anlıyor. Tavanından et askıları sarkan öyle kokan bir odada aynaya
bakıyorum, arkamdan gelmiş bir paket ıslak mendil uzatıyor, hediye.
Faruk’la Beyrut’a iniyoruz. Üç sene önce
İsrail’in bombaladığı güney Beyrut’taki
Hariri Hastanesi’nde hastamız var. Hastaneye yenilerde bombayla ölen eski başbakanın adını vermişler. Güney Beyrut, Hizbullah kontrolünde. Bir şehrin sağının solunun başkalarına ait olması, savaşın şehrin sokaklarında olup bitmesi ne demek
biz bilmiyoruz ama Lübna iç savaşı da böy-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 33
le yaşamış. Yolda billboardlarda ağaçlarda
duvarlarda Hizbullah afişleri var. Gözalıcı,
kocaman billboardlarda kalaşnikoflu Hizbullah amblemleri. Dolmuştan kafamı uzatıp fotoğraf çekiyorum, dolmuştakiler çekme çekme diyorlar. Ne olabilir ki. Hastaneye gidiyoruz, Faruk’un beklemesi lazım.
Dolaşayım diyorum. Sakın fotoğraf çekme
diyor Faruk, pasaportun yanında mı, yok,
ne sanıyorsun buraları, yanımdan ayrılma
bir yere gitme diyor.
Karşıya geçince çay içecek bir yer var, siyah dantel çarşaflı bir kadın oturuyor. Büfenin kapısında Hizbullah için bağış kutusu asılı. Büfeci, kutuya para atar gibi yapıp
poz veriyor. Kahve ikram ediyorlar, biz bunu şekersiz içeriz ama sen iki şeker at bak
diyorlar galiba. Dantelli çarşafın içinden
teyze royal marka sigara çıkarıyor. Bir genç
kız geliyor, başı iyice örtülü, bir beyaz başörtüsü onun üzerinde siyah türbanı var,
ama üstü çiçekli altı pembe pijama giymiş,
gözünü de benden güzel boyamış. Ortada
oynayan iki oğlan çocuğunu alıp götürüyor,
az sonra ellerinde felafel sandviçlerle geliyorlar. Felafel, nohut köftesi, kızarınca tadı
köfte gibi. Çocuklardan biri sandviçin kağıdını yemiş biraz, babası peçeteyi düzeltiyor. Çocuğun adı Vehbi. Babası da sanki
ondokuz yaşında yakışıklı bir delikanlı.
Burda Hizbullah var mı diye soruyorum,
temkinli cevap, herkes var yanyana yaşıyoruz diyor teyze.
Daha dolaşıp Hizbullah kimlerse onları
görmeye gidiyorum. Boynumda fotoğraf
makinesi var. Bir eski mersedes taksi korna çalıyor. Lüzum yok diyorum, o tarafa
gitme diye işaret ediyor gibi geliyor.
Karşıda aşağıya dar bir sokak iniyor, sokağın sanki kapısı var, yolun iki yanındaki
yüksekçe direklere siyah bir pankart asmışlar. Ne yazdığını kenardaki temiz yüzlü
çocuğa soruyorum, İmam Hüseyin hakkındaymış. Resim çekmeseniz iyi olur diyor, çocuğun ruh halini anlamadığım için
resim çekiyorum. Sokağa giriyorum, pankartın altında dört bıçkın delikanlı oturmuş nargile içiyorlar.
Ayakkabıcının vitrininde pembe sarı çocuk
ayakkabıları, camda Hizbullah liderinin
resmi var. Yan tarafta manavın duvarında
Hizbullah posterlerinin üzerinde bir hevenk muz asılı. Fotoğraf çekmek için izin
istiyorum, vermiyorlar. Esnaftan birileri
geliyor, necisin ne işin var diyorlar, sağ ellerini sol avuçlarına lüzumsuz sertlikte vurup pasaport istediklerini işaret ediyorlar.
Kalabalık etrafıma toplanıyor. Pasaportumun yanımda olmadığına eminim. İsrailli
olmadığını nerden bilelim diyorlar. Hiç bilmediğim bir sertlik çeşidiyle konuşuyorlar. Tanımadığım bir insan enerjisi, sanki
aynı şeyden yapılmamışız. Bilmediğim bir
ruh haline yakalanıyorum, kafam karışıyor.
Pasaportumun numarasını soruyorlar, ha-
tırlamıyorum. Söylediklerime inanmıyorlar, dağda bir köyde kaldığıma inanmıyorlar. Bırakmıyorlar. Azarlıyorlar. En çok orta yaşlı bir adam var o bağırıyor, arkamdaki gençler de bağırıyorlar. Beni çekiştiriyorlar. İçimde her zamanki ben olmayan
birisi sordukları bütün sorulara uysalca
cevap yetiştirmeye çalışıyor ve korkuyor.
Ben sanki seyrediyorum, merak da ediyorum, ben de korkuyorum. Bizimle geliyorsun diyorlar, elim çantamın içinde paraların olduğu ejderhalı kesede pasaportu hissediyor mucize gibi. Pasaportu bulduğuma
sevinemiyorum, karışığım. Elimden alıyorlar her sayfasını inceliyorlar. Ne sorsalar bu cevap verme mecburiyeti halini hiç
tanımıyorum.
Sonunda halas, tamam git diyorlar, böyle
sarsılmış gitmek istemiyorum. Beni sorgulayan ihtiyarın yanına oturuyorum, kalbime indirdiniz şimdi bir sigara ikram etmeniz lazım diyorum. Yüzünün çizgileri
derin, gözleri sert bakan ihtiyar adam özür
diliyor. Ağır olan, en çok bağıran adam gelip anlatıyor, Lübnan seçimlerine az kaldı-
ğı için dikkatli olmak zorundaymışlar.
Özür dilemiyor. Kimse hala gülümsemedi.
İhtiyar adam bu arada, excuse me, ha, diyor durup durup, ben de elimi kalbime götürüp başımı eğiyorum her seferinde. Cevabımı beğenmiş gibi, daha daha excuse
me, ha, diyor. Güney Lübnan’da İsrail’in
yirmi iki senelik işgalden sonra 2000’de
çekildiği köylerinden buraya otuz sene önce gelmişler.
Hizbullah’ın lideri Nasrallah’ın 18 yaşındaki oğlu, 1997’de çatışmada ölmüş. Nasrallah haberi aldığında televizyonda da yayınlanan bir konuşma yapıyormuş, çok
metin karşılayıp Arap dünyasında meşhur
olmuş. Başsağlığına gelenlere de demiş ki
ne diye geldiniz, çocuğu ölen bir ben miyim.
Sanki ateşten hınçtan kalpten kızgınlıktan
taştan yapılmışlar ben karışıklıktan huzurdan uykudan kuşkudan yapılmışım.
Sabah dünya ağır bir yer, ateşim var.
Kalkıp sedir ormanına gidiyorum, üçbinbeşyüz yaşında bir ağacın kucağına tırmanıp uyuyorum.
Nasrallah: Herkesin sevgilisi
Bir Lübnanlı Hıristiyan “Kudüs günü”nde Nasrallah’ın resmiyle Müslümanlar arasında
Nasrallah hayatını anlatırken ailesinden
bahsediveriyor, buraya almak lazım:
“… 11 kişilik bir ailenin en büyük oğluydum. Dokuz kardeşim vardı. Benden
sonra Hoseyn, sonra Zeynab, sonra Fatemeh, ki o hala evde.Sonra Mohammad, işadamı, sonra Jafar, çalışıyor. Sonra hepsi evli olan Zakiyeh, Ameneh, ve
Sa’ad. Kızkardeşlerimin hepsi Hizbullah’ın aktif üyeleri. Erkek kardeşlerim önce Amal örgütündeydiler, Hoseyn dışındakiler ayrıldı. Mohammad politikayla ilgilenmiyor; Hizbullah üyesi değil ama bizi takdir ediyor. Ne var ki Jafar şu anda
politik olarak kararsız; bir zamandır bu
konuda konuşup fikir alışverişinde bulunuyoruz…”
Evine geldiğinde işini ve dertlerini kapıda bırakırmış, evde iyi bir baba ve koca
olabilmek için.. Özel hayatına ve inancına kıymet vermeye çalışırmış. Çok
okurmuş, politikacıların maceralarını
okumayı severmiş. Şaron’un biyografisini okumuş, bir daha okuyacakmış.
Oğlunu kaybetmiş bir baba olarak kalbinde hiç kaygı yokmuş, çocuğun cennette Allah’ın yanında olduğuna eminmiş. Ölümün iki dünya arasında bir geçit, ebedi dünyaya geçmenin en iyi yo-
34 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Uluslararası
İsveç: Refah
devletinin son
kalesi de çöktü!
Faşistlerin seçim zaferi, işsizlik ve yoksulluğun sorumluluğunu bizzat
kapitalizmden alarak yabancıların omuzlarına yükleyen politik düzenbazlığın sonucu
Irkçı partinin meclise girmesini “Halkın yüzde 94,3’ü ırkçı değil” pankartıyla protesto edenler
Nazan Meriç Olgaç
Bir zamanlar ‘refah toplumu’nun zirvedeki örneklerinden biri sayıldığı için kimilerinin finans-kapital sosyalizmi
olarak adlandırdığı İsveç, son
seçimlerle Avrupa trenine iyice
yerleşmiş oldu. İsveç Sosyal
Demokrasisinin savaş öncesi
önderlerinden Per Albin’in sosyal adalet ve dayanışma örneği
olarak Halkın Evi (Folkhem) diye adlandırdığı İsveç, Avrupa
ve dünya kapitalizmine eksiksiz olarak endekslenme sürecini tamamlamış oldu.
‘Sosyal demokrasi’nin
sonu
İsveç’le sosyal demokrasinin
eşleştirildiği bu modelin mima-
rı, İsveç İşçi Partisi (SAP) bu seçimlerde ancak yüzde 30 oy
alarak 96 yıllık bir sürede bu
düzeye ilk kez düştü ve yükselen liberal Moderat partiyle eşit
duruma geldi. Modern çağda
ilk kez burjuva blokunun iki
kez üst üste seçim kazanmasıyla, geçen yüzyılın İsveç’inde,
diğer kapitalist ülkelerden
farklı olarak, beşikten mezara
kadar ülke insanlarının yaşamına eşlik eden sosyal demokrat hareket artık bu anlamda
tarihe gömülmüştür. Aslında
bunda şaşacak bir şey de yok.
1970’lerin ortalarından itibaren üç kez aralıklarla iktidara
gelen burjuva blokun, dünya
kapitalizminin gereksinmelerine göre gerekli düzenlemeleri
yaptıktan sonra, iktidarı bir
sonraki seçimlerde Sosyal De-
mokratlara terk etmesi neredeyse alışkanlık haline gelmişti. 90’lı
yıllarda bir dönem İsveç Başbakanlığı yapan burjuva blokun lideri Carl Bild’e Alman başbakanı
Kohl, “Siz bu sistem değişikliğini
hiçbir direnmeyle karşılaşmadan
nasıl başardınız?” diye sorarken,
yeterince budanan ‘refah devleti’nin son kırıntılarını da kemirmeye aday yeni dönemin İsveç’ini anlatır gibiydi.
Retorik olarak burjuva blokuna
karşı muhalefet eden sosyal demokratların, dünya kapitalizminin krizine, hızla artan işsizliğe,
yükselen yabancı düşmanlığına
karşı hiçbir reçeteleri yoktu ve
olamazdı da. Onlar kapitalizmin
göreceli olarak stabil göründüğü
günlerde pastadan yığınlara pay
veren bürokratik ve hantal yapı-
larıyla can çekişmekte olan bir
hastanın son çırpınışlarını andıran bir muhalefet sergilediler.
Bugünkü örgüt yapıları bile bunu doğrulamaktadır. 1990’ların
başlarında 250 binin üzerinde
olan üye sayısı bugün 100 binlerin
altına
düşmüştür.
1970’lerde 50 bin üyesi olan
Sosyal Demokratların gençlik
örgütünün üye sayısı 2 bin 500
civarındadır. Kadın örgütündeki üye sayısı 35 binden 6 bine
düşmüştür. Bir zamanlar sayısı
100 binleri bulan işyeri temsilcilerinden bugün eser yoktur.
Aktif üyeler yerini, profesyonel
politikacılara, maaaşlı fonksiyonerlere ve reklam bürolarına
terk etmiştir.
Son otuz yıldır Sosyal Demokratların azınlık hükümetlerini
dışarıdan desteklemekle yükümlü Sol Parti’nin durumu daha iç açıcı değildir. Yıllarca yüzde 4 barajıyla başa çıkmaya uğraşan, Gudrun Schyman’ın başkanlığı döneminde feminist
kimliğe bürünerek oylarını yüzde 11’lere çıkaran ve son seçimlerde yüzde 6’ya yakın oy
alan Sol Parti ilk kez hükümete
ortaklık sözü almıştı. Eski Moskovacı komünistler, reformist
sosyalistler, sol çevreciler ve tatminsiz radikallerden oluşan bu
cephe partisi, eski “refah” devletinin sadık bir koruyucusu
fonksiyonundan öteye gidebilecek bir perspektif ve projeye sahip değildi. Oyların yüzde 7’sinden fazlasını elde eden toplumsal bir projeden yoksun olan Yeşiller ise, büyük ölçüde sosyal
demokrasiden umudunu kesen
kesimlerin desteğini aldı.
Yabancı düşmanlığı
İsveç seçimlerinin en önemli
ama diğer yandan da en doğal
sonucu, yabancı düşmanlığı ile
öne çıkan İsveç Demokratları’nın (Sverige Demokratarna)
yüzde 5,7 oyla parlamentoya
girmesidir. Herkesi korkutan ve
şaşırtan bu sonuç aslında çok
doğaldı. Şimdiye kadar gerek
Sosyal Demokratlar ve gerekse
diğer burjuva partilerinde yabancılara ilişkin tüm olumsuz
birikimler bu partinin seçimlere katılmasıyla gün ışığına çıkmış oldu. Diğer Avrupa ülkelerindeki bu tür partilerin aldığı
halk desteğine bir göz attığımızda İsveç’teki sonucun o kadar ayrıksı bir durum olmadı-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK
35
Uluslararası
ğını farkederiz. İsveçlilerin, ister
devrimci isterse muhafazakar,
radikal çıkışlara karşı çok dikkatli yaklaşan özellikleri nedeniyle, bu şaşırtıcı sonucu hazmetmeleri pek kolay olmayacak.
Avrupa Birliği’ne ezici bir çoğunlukla olmasa da ‘Evet’ diyen
İsveç’lilerin Avrupa para birimi
Euro’ya ‘Hayır’ diyerek kendi
para birimleri Kron’u korumaları da bu dikkatli yaklaşımlarının bir ürünüydü.
Sosyal Demokratların feci yenilgisini kapitalizmin zaferi gibi
görmek yerine halkın bu partiyi
cezalandırması gibi de algılayabiliriz. Reformist bir yaklaşımla
da olsa geleneksel eski sosyal
demokrat ideallerin yerine globalizm döneminin liberal diline
sarılan sosyal demokrasiyi İsveç
halkı inandırıcı bulmayarak bu
dilin sahtesini değil hakikisini
seçti. Aynı gelişme diğer Avrupa
ülkeleri için de geçerlidir. Sosyal
Demokrat ve Sosyalist partiler
sağa savruldukça halk onları değil, bu cephenin hakikisine iltifat etmiştir. Büyük bir kriz yaşayan Avrupa’da güney hariç radikalizm yerine muhafazakar sağ
partiler yükselişe geçiyor. Bir
zamanlar Avrupa sosyal demokrasisinin popüler isimleri
olan Willy Brant, Olof Palme,
Mitterand, Felipe Gonzales’lerin
yerini, Merkel, Sarkozy, Berlusconi gibi sağ kesimin katı muhafazakarları aldı. Kapitalizmin
krizinin genel bir radikalizme
dönüşmek yerine, önceleri geleneksel sol partilere oy veren işçi sınıfının bir kesiminin popülist ve yabancı düşmanı partilere yönelmeleri gibi trajik sonuçları oldu. Fransa’da Front National, İtalya’da Lega Nord, Danimarka’da Folke Parti ve şimdi
de İsveç’de Sverige Demokratarna bu gelişmelerin ürünüdür.
Krizin sonucu olan işsizlik ve
yoksulluğun sorumluluğunu
bizzat kapitalizmden alarak, yabancıların omuzlarına yükleyen
bu politik düzenbazlığı bozacak
devrimci önderlik henüz ortada
yoktur. Avrupa’nın geleceği ve
kaderi Yunanistan, İspanya ve
Portekiz’deki radikalleşmenin
Avrupa’nın kuzeyine doğru yayılması ve devrimci önderliğin
oluşmasına bağlıdır. Sınıf mücadelesi dünün değil yarının melodisidir.
İsrail – Filistin doğrudan barış görüşmeleri
Ya başarılı olursa?
İsrail ve Filistin yönetimi ABD’nin baskısıyla doğrudan barış görüşmelerini başlattı. İşi zora sokma eğilimindeki İsrail, masaya gelen iki
devletli çözümü engelleyerek iki uluslu tek devlet çözümünün
kaçınılmazlaşacağı koşulları kendi elleriyle hazırlıyor olabilir.
Netanyahu ve Abbas, Hillary Clinton ile 14 Eylül’de Mısır’ın sayfiyesi Şarm el Şeyh’te görüşmelerde
Harun Turgan
İsrail’in 2008 sonundaki Gazze saldırısının
ardından Filistin Yönetimi tarafından askıya
alınan Filistin – İsrail doğrudan görüşmeleri
2 Eylül’de yeniden başladı. İsrail’in Oslo Antlaşması ile Filistin Yönetimi’ne bırakılan topraklar üzerinde Yahudi yerleşimleri inşaatını on aylık kısmi dondurma uygulamasından
sonra 26 Eylül’de yeniden başlatmasıyla görüşmelerin geleceği belirsizleşti. Dergi elinize geçtiğinde belki Mahmud Abbas inşaatlara resmen devam edilmesi üzerine görüşmelerden çekildiğini açıklamış, belki de Netanyahu kendisinden de sağcı olan koalisyon ortaklarını İsrail’e verilecek ek ödünler karşılığında yerleşim inşaatlarının bir süre daha
dondurulmasına razı ederek görüşmelerin
ömrünü yeni bir tıkanma noktasına dek uzatmış olacak. Süreç tasarlandığı gibi gelişirse 2
Eylül 2011’de, Filistin’in 1967’de işgal edilen
parçasının görüşmelerle belirlenecek bir
parçasında kurulacak Filistin devleti karşılığında Filistinlilerin İsrail’i Yahudi devleti olarak tanımasını içeren bir çerçeve anlaşma
imzalanacak.
Abbas Filistin’i ne kadar temsil
ediyor?
Yaygın kanı, görüşmelerin en çok Kasım’daki
seçimlerde Kongre çoğunluğunu kaybetmekten korkan Obama’nın elini güçlendirmeye yarayacağı. İsrail ve Filistin Yönetimi kendi toplumları içinde olgunlaşmış bir çözüm arayışından çok ABD’nin baskısıyla masaya oturuyor.
Oslo’nun mimarı olan “Sol Siyonizm”in silindiği İsrail’de 1,5 milyon İsrail yurttaşı Filistinlinin, kurulacak Filistin devletine yerleştirilmesini öneren Lieberman gibi siyasetçiler de, onları üreten ve yönetimlerine teslim olan toplum da görüşmelere kuşkuyla bakıyor. Artık
norma dönüşen bu tür aşırılıklar görüşmeleri
çerçeveleyen “Yahudi devleti olarak İsrail” düşüncesiyle mantıksal süreklilik içinde olsa da,
öncelikle çözülmesi gereken sorunun İran olduğu, Filistin’de yeni bir Filistinli kuşağı yetişinceye dek hiçbir görüşmeden sonuç çıkmayacağı gibi açıklamaları BM’de de tekrarlayan
bir dışişleri bakanıyla görüntüyü kurtarmak da
zor oluyor. Oysa özellikle Gazze saldırısı ve Mavi Marmara baskınından sonra Batı’daki algılanışının değişmesinden korkan İsrail’in görüşmelerden öncelikli beklentileri arasında, Filistin heyeti masadan kalkıncaya kadar sabret-
4
36 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
dışında taviz vermeden, barışı iste4mek
meyen tarafın kendisi olmadığını göster-
mek var.
Filistin Yönetimi de Filistinli siyasal ve toplumsal güçlerin büyük bölümünün onayından yoksun olarak masaya oturuyor. FHKC
ve FDKC’den Hamas’a, Mustafa Barguti’nin
Filistin Ulusal İnisiyatifi’nden el-Fetih içindeki muhaliflere uzanan geniş bir cephe
görüşmelere karşı. Filistin Yönetimi’nin AB
ve ABD’nin mali desteğine bağımlı bürokrasisi içinse görüşmeye hazır olmak varlık
sebebi. 2008’de kendi görev süresini ikinci kez uzatan, her düzeydeki seçimleri süresiz erteleyen Abbas için büsbütün öyle.
Ancak bu meşruluk sorunu görüşmeler yoluyla Filistin’e dayatılabileceklere de bir sınır çiziyor. Filistin Yönetimi görüşmelere
karşı düzenlenen mitingleri dağıtarak, Hamas’ın yerleşimcilere yönelik askeri eylemlerinin sorumlularını arama gerekçesiyle mülteci kamplarını basıp tüm örgütlerin sıradan üyelerine ve örgütsüz gençlere yönelik kitlesel tutuklamalara başvurarak İsrail’in ve yerleşimcilerin güvenliğini
sağlama kararlılığını kanıtlayabilir ama Filistinlileri temsil yeteneği konusunda inandırıcılığını bu yollarla artıramaz. Görüşmelerin çerçevesini sorgulamayan Mahmud
Abbas o çerçeve içinde kararlılık gösterilerine ihtiyaç duyacak.
Zihniyet
Liberaller
annelerinin
beşiğini sallar
iken...
Filistin halkı temelli
parçalanabilir
Eğer yerleşim inşaatları sorunu bir şekilde
aşılırsa, İsrail’in güvenliği, Filistin’in sınırları, Kudüs ve mülteciler gündeme gelecek.
Filistinlilerin temel haklarını konu etmeden tanımlanan bu başlıkların temsil yeteneği olmayan bir heyet tarafından görüşülmesiyle bir anlaşmaya varılsa bile, anlaşmanın Filistin’de hayata geçirilmesi zor.Peki, Nadia Hijab’ın al-shabaka.org’da sorduğu gibi: “Ya görüşmeler ‘başarılı’ olursa?”
Mültecilerin geri dönüş hakkını içermeyen,
İsrail yurttaşı Araplara eşit yurttaşlık hakları tanımayan bir çerçevede “bağımsız” Filistin devletinin kurulması, Filistinlilerin
uluslararası hukuka başvurmasını zorlaştıracak, Filistin halkını temelli parçalayacak, bölge ve dünya halklarının dayanışma
duyarlığını söndürecek.
İsrail’in açmazıysa masaya gelen her ikidevletli çözümü daha büyük üstünlük sağlamak üzere engellemekle belki de en istemediği sonucu, soya değil yurttaşlığa dayalı, iki uluslu tek devlet çözümünün kaçınılmaz olacağı koşulları kendi elleriyle hazırlaması. Ehud Olmert’in 2007’deki sözleriyle:
“Gün gelir de iki devletli çözüm çöker, Güney Afrika tarzı bir eşit oy hakkı mücadelesi ile ([67 işgali altındaki] topraklarda yaşayan Filistinliler için de) karşı karşıya kalırsak, bu gerçekleştiği anda İsrail Devleti
biter.”
Liberal dogmalar birer birer yıkılırken, Türkiye’de yeni
yetme bir kuşak bu söylemlerle AKP’nin payandalağını
yapıyor
Murat Bjeduğ
Liberalizm, bireyin inanç ve düşünce
özgürlüğünü, devlet–toplum–birey ilişkilerinde bireyin hak ve özgürlüklerini
öne çıkarma, devletin hiçbir belirleyici
rol almaması gerektiğini savunan bir
düşünce sistemi olarak tanımlanır.
Türkiye’de liberalizmin geçmişine bakıldığında ilk akla gelenler, adem-i
merkeziyetçi vurgulu düşünceleri ile
Prens Sabahattin ve yukarıdaki tanımlamaları daha pür savunan İttihat ve
Terakki’nin maliye nazırı Cavit Bey’dir.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 37
Büyük mason locası üyesi de
olan Cavit Bey’in 1925 yılında
İstiklal Mahkemelerince yargılanıp idam edilmesinden sonra uzun yıllar liberalizm bir
akım olarak ülkenin siyasi –
ekonomik - entelektüel hayatında güçlenememiş, bu her iki
isim de ancak bu tür tartışma
veya inceleme - araştırma çalışmalarında figür olarak yer
almışlar.
Ancak Cavit Bey, farklı görüşlere tahammülsüzlüğü, rakip
olarak gördüklerine karşı geliştirdiği kişisel politikalar, savunduğu görüşler ile tam zıt
bir tavır ve tutumla bugünkü
liberallerin soy atası olma özelliğini kazanmıştır denebilir.
Liberalizmin esamisi
okunmazken
1950 Demokrat Parti/Menderes dönemi ekonomi politikalarının, liberal olarak tanımlanabileceği iddia edilmekte ise
de, bu dönemde liberalizmin
evrensel prensipleri açısından,
“gurur” duyacaklar şeyler yapılmamıştı.
1960 ve 70’lerde, ülkede çok
önemli bir hegemonik güç haline gelen solun gündeminde
liberalizm ve liberaller hiç yer
almadı. Çünkü yok gibiydiler,
esamileri okunmuyordu. Bu 20
yıl, faşist ve şeriatçı güçlerin
yoğun saldırılarıyla mücadele
eden sol, ülkedeki özgürlük taleplerini de daha fazla demokrasi mücadelesi ile birlikte sürdürmeye çalıştı.
12 Mart 1971 darbesinin hedeflerinde liberaller hiç olmadı; sola, emekçilere, demokrasi
güçlerine inen balyoz yetmedi.
İdamlar, Nurhaklar, Kızıldereler ile imha ve tenkil politikaları uygulanıp, özgürlükler askıya alınırken, aydınlar, sendikacılar, öğrenciler cezaevlerine tıkılırken liberaller hiç ortalıkta
yoktu.
12 Eylül 1980 askeri darbesi,
12 Mart’a rahmet okutacak uygulamalara başladığında, cezaevlerinde işkenceler, faili malum cinayetler, partilerin kapatılması, bireysel özgürlük alanlarının alabildiğine daraltılması, yayın yasakları, siyasi yasaklar, ekonomik tedbirlerin tüm
yükünün emekçilerin sırtına
yıkılması, sendika ve grev yasakları, işçi haklarının gaspı ve
daha birçok uygulamarı ile yaratılan darbe dönemi kaosunda
da liberalleri hiç görememiştik.
Özgürlükleri sol savundu
En temel demokratik hakların
talep edilmesinde ve bu uğurda
mücadelede sadece sol vardı.
Askeri darbe döneminin dinmez bir hınçla yöneldiği solun,
emekçilerin ve Kürtlerin nefesi
kesilmeye çalışılırken, Can Yücel’in adlandırmasıyla Kamil
Kâinat (Kenan Evren) paşa, hiçbir sanat değeri olmayan uyduruk tablosunu Sakıp Sabancı’ya
16 milyon TL gibi çok yüksek
bir fiyata satıp kolkola resimler
çektirerek gerekli mesajı da
vermiş oluyordu.
1983 seçimlerinin galibi Anavatan Partisi (ANAP) lideri Turgut
Özal, Prens Sabahattin ve Cavit
Bey’in izinden gittiğini söyleyerek liberalizmi savunuyor, liberal politikalar izleyeceğini vurguluyordu. “Ben zenginleri severim” sözünü kamuoyu önünde fütursuzca söyleyen Özal,
serbest piyasa, rekabet ve devletin özellikle ekonomideki rolünü en aza indirgeyip iktisadi
liberalizmi uygulamaya koyuldu. Türkiye’nin tarım toplumundan sanayi toplumuna geçmesinin gerekliliği tartışmalarına “artık tüketim toplumu
olacağız’’ diyerek dalan Özal ve
ekibinin morali de çok yüksekti. Çünkü Helmut Kohl (Almanya), Ronald Reagan (ABD), Margareth Thatcher (İngiltere) ile
politik ve ekonomik görüşler/politikalar senkronizasyonu iyi işliyordu. Korkut Boratav’ın ifadesiyle, Cumhuriyet tarihinde hiçbir hükümete nasip
olmamış muazzam dış destekle
ve batı dünyasını yakalamış olmanın özgüveniyle anti-statükocu, değişimci ve yenilikçi lider olarak sosyal devlet anlayışının bittiğini de ilan ediyordu.
2000’lerde, dünya çapında neo
liberal politikaların sonuçları
ortaya çıkıp, liberalizm çekim
merkezi olma özelliğini yitirirken, anakronik bir şekilde Türkiye’de neoliberaller türedi.
Hem de, tarihin sonunun serbest piyasa – liberal demokrasi
– kapitalizmi ile geldiğini ilan
eden Fukuyama, kendi tezinin,
ABD’nin Irak’a girmesiyle Irak
çöllerinde boğulduğunu itiraf
etmesine rağmen.
Solun etkilenişi
Lenin’in, devleti, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı ve tahakküm aracı olarak tanımlamasının 20. yüzyıldaki gelişmelerin ardından sorgulanması
gerektiği, Marksizm içerisinden
Poulantzas, Laclau gibi düşünürlerce öne sürülmeye başlandı ve “devletin görece ö-zerkliği” kavramı yeniden yorumlandı. Batıda devletin, artık bürokrasisi ile, kurumları ile sınıftan
bağımsız görece özerk bir yapı
haline geldiği tezi etkili oldu.
80’lerin ilk yarısında, Kürşat
Bumin, Sivil Toplum ve Devlet
isimli kitabını yayınladı. Bir entelektüel çevrede “sivil toplum”
kavramı Gramsci’nin teoriye
dahil ettiği anlamda tartışılırken, uyarılara rağmen, bir ilgisi
olmadığı halde askeri toplum
karşıtı bir kavram olarak yaygın
bir şekilde kabul gördü. Sivil
toplum –piyasa– demokrasi
kavramları üzerinden liberalizm servis edilmeye başlandı.
Bireysellik
Bireyselliğin gelişmesinin önemi üzerine vaazlardan sol da
nasibini aldı. Örgütlerde, partilerde bireyselliğin ezildiği, yok
sayıldığı tespitleri seslendirildi
bu sorunun sol içinde zaten tartışılan bir konu olduğu görmezden gelinerek. Reel sosyalist ülkelerde rejim değişiklikleri, duvarın yıkılması, Sovyetlerin çöküşü ile birlikte, girilen yeni
arayışlarda referans kavram
haline geldi sivil toplum. Soldan
kopanları, işçi sınıfı uvriyerizmi
özeleştirisi yapıp bu defa da sınıf gerçekliğinden uzaklaşanları bu momentte iki tren bekliyordu; biri anarşizme diğeri liberalizme giden bu trenler yeni
yolcular ile dolmaya başladı. Liberalizme bileti kesilenler pusulalarını o kadar şaşırdılar ki,
dün ANAP’ı destekleyenlerin
hüsranını, utançlarını unutarak
bugün AKP ile simbiyoz halinde
var olmaktan ar bile duymaz oldular..
Şu son 30 yıllık zaman içerisinde, liberal –neo’su da dahil– politikaların ne Batıda ne de burada, sadece emekçiler, yoksullar,
korumasızlar, çocuklar, yaşlılar,
çalışanlar, işsizlere değil, toplumun çok az bir kesimi hariç tamamı için mutsuzluk yaşattığı
apaçık ortada. Kapitalizm, küresel düzeyde ağır bir kriz için-
de debelenirken, bu sistemin
ideolojisi ve akıl veren yönlendiricileri liberalizm ve liberaller, bu yaşananlardan muaf, bu
vebalden yalıtık görülebilir mi?
Son zamanlarda Taraf gazetesi
çevresinde kümelenen yaşları
küçük liberal köşe yazarları, bazen TV programlarına çıkıyorlar. Snob, ukala ama son derece
cahil, formasyonsuz, pantalonlarının ütüsü bozulmadan ve
her lafı döndürüp askeri vesayet ve “Ergenekon”a getirerek,
darbe karşıtı ve demokrasi
yanlısı pozlar takınıyorlar. Aralarında sola sataşmayı alışkanlık haline getirenleri de var.
Ağızlarının payını alıp, yine Ergenekonlarına dönüyorlar.
Liberalizm, insanın mutluluğunu ve özgürlüğünü özel mülkiyet–az devlet–bireysel özgürlükler üzerine kurarken, sosyalizm toplumsal mülkiyet–devletin sönerek ortadan kalkması–ve özgürük amacına odaklıdır. Troçki’nin deyişiyle, komünizmde mülkiyet ve işbölümünün ortadan kalkmasıyla en sıradan insan bir Marx, bir Goethe durumuna gelir. Marx’ın
mükemmel ifadesiyle “sabah
balık tutmak, öğlen piyano çalmak, akşam da roman eleştirisi
yapmak” sosyalizmin vaadi ve
nihai amacıdır.
En ağır badireler atlatıldı, en
büyük bedeller ödendi, hayatlar birer namus abidesi olarak
feda edildi, yenilgiler yaşandı,
tarihsel mücadelenin yenilgiyle sonuçlanmasının umutsuzluğu yaşandı, ama devrimci enternasyonalistler, yeniden insanlığın umudu olmak üzere
kapitalizmin küresel krizinde,
küresel bir yenilenme ile “bir
kez daha” diyerek harekete geçiyorlar.
Kapitalizmi bu defa şu ya da bu
ülkede yıkmak için değil, bu gezegene daha fazla zarar vermeden topyekün kökünü kazımak
için kollar çemreniyor. Neoliberal saldırılarda artık bir değer
ve anlam taşımadığı vehmedilen, otuz yıldır unutturulmaya
çalışılan o güzel sloganı gür
sesle haykırıyorlar: Yaşasın
Devrim ve Sosyalizm.
38 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Zihniyet
Türkiye Solu’nda
eskiye dönüş mü?
Türkiye solu, bir kez daha yerel dinamiklerden hareket eden,
ortak terimlerle belirlenen politik tavır alışlara yöneliyor: Bu
değişimin olumluluklarından beslenmek gerek
Sosyalist Gelecek eylemcileri, sosyalist “yeniden kuruluş”u pratik bir gerçek kılma çabasında
Selçuk Eralp
Başlığı kasıtlı attım. Burada konu Kürdistan solu değildir. Kürdistan solunun dinamikleri daha farklı olduğu için ayrı ele alınması gerekiyor da ondan.
60’lar
Hepimizin bildiği gibi 60’ların ortamında
doğan partiler ve hareketlerin - ana odaklarıyla TİP, Mihri Belli ve Aydınlık Sosyalist
Dergi çevresi, Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Sosyalist Gazetesi çevresi ile Dev-Genç- ortak
özelliği, Türkiye’deki iç çelişkilerin ve çatışmaların ürünü olan program ya da stratejilere sahip olmalarıydı. Tabii ki, hepsi
değişik şekillerde ve düzeylerde dünyanın
o günkü atmosferinden etkilendiler.
Türkiye İşçi Partisi’ni sendikacılar kurmuştu. Zamanla Sovyet blokunun bu parti
üzerindeki etkisi daha hissedilır bir hale
geldi ama, Türkiye'nin iç problematiklerinin sonucu olarak, legal, parlamenter, sendikal, işçi sınıfının fiili öncülüğüne dayanan
bir sosyalist devrim çizgisi izliyordu.
Dev-Genç'te Vietnam savaşı ve 68 hareketlerinin etkisi hissediliyordu ama, hareketin güdücü dürtüsü içten geliyordu. Gençlik
(buna ordu gençliğini de dahil etmek gere-
kir), işçi, yoksul köylü, küçük üretici mücadelerinin getirdiği ivme onu sadece basit
bir etkilenme düzeyinde dışsal atmosferle
ilişkilendiriyordu.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı çevresi, Vatan partisi programı (örgütsel olarak var olmasa
da) ve İPSD, YİS gibi örgütlenme tarzlarında ifadesini bulan Türkiye'deki sınıflar
mevzilenmesine dayanıyor, işçi sınıfına öncülük rolü biçiyor, demokratik halk devrimi çizgisi izliyordu.
Mihri Belli çevresi de bağımsızlık şiarını
öne çıkarıyor, işçi sınıfı ve asker-sivil aydın
zümrenin önderliğinde milli demokratik
devrim öngörüyordu.
70’ler
70'lerden itibaren ise, THKO, THKP-C ve
TKPML/TİKKO' nun ortaya çıktığı silahlı
mücadele stratejilerine dayanan bir geçiş
sürecinden sonra, durumda nitel bir değişiklik gözlemlenmeye başlandı. Sovyet-Çin
çatışması sol örgütleri ve hareketleri yeniden konumlandırdı. Artık Türkiye'deki asıl
ve hakim ayrılık noktası bu çatışmadaki tutum olmaya başlamıştı. Faşist güçlerin saldırganlığına karşı direnişi esas alan DevYol gibi örgütler daha otantik bır zeminde
kalmış olsalar da, asıl kutuplaşma, bu dünya çapındaki çatışmadaki tavır alışla ilgi-
liydi. Bir tarafta TKP, ona ya da Sovyetler
Birliği'ne yakın duran kesim, diğer tarafta
Çin ya da Arnavutluk ekseni vardı. Bu partiler, guruplar ve hareketlerin programatik
ayrılıkları, farklı stratejileri artık Türkiye'nin sınıflar mevzilenmesine, sosyoekonomik yapısına dayanmıyor, kaynağını
uzantısı oldukları “uluslararası” güçler
oluşturuyordu.
80’lerden bugüne
80'lerde askeri rejim altında, dağılma, bocalama, direnme ve yeniden toparlanma
yılları yaşandı. Üstüne Sovyet bloğunun
dağılması ve Çin'in kabuk değiştirmesi eklendi, Türkiye'de ve birçok ülkede otantikliği kısıtlayan çatışma zemini kayboldu.
90'ların ortaları ve özellikle 2000’lerden
başilayarak tablo değişmişti. 90'larda, bir
dönem bir derece umut kaynağı olan ÖDP
gibi hareketlerde cunta döneminin geriye
ittiği solda, Avrupa tipi demokrasi etkin bir
rol oynarken, 2000'lerde bu tarz bir uzantı da etkisini yitirmeye yüz tuttu. 2000'lerde sol, adeta yeniden eski otantik hüviyetine dönüş yoluna girdi.
Bugünki partiler, gruplar ve hareketler yeniden programatik ve taktiksel yaklaşımlarını, Türkiye'deki iç problematiklerden,
ama esas olarak da siyasal kutuplaşmalardan almaya başladılar. Siyasal polemiklerin ana odağını “laiklik” kisvesi altındaki
orducu çizgiyle, “demokrasi” kisvesi altındaki siyasal islamcı akım karşısındaki tutumlar oluşturmaya başladı; adeta 60'ların
Kemalizmi ile muhafazakarlığının iki egemen siyasi kutbu oluşturduğu bir çatışma
ortamındaki yer alışlar gibi. O zamanlar,
soldaki otantiklik, toplumsal gücün kaynağını oluşturuyor, bir üçüncü kutbu mümkün kılıyordu.
Yeniden...
Şimdiki sollar yeniden aynı zemini çıkış
noktası alarak tavır belirlemeye başladılar.
Yalnız önemli bir farkla: 60'larda devrim
yakın göründüğü için ayrılıklar, sosyoekonomik yapı analizinden kaynaklanan devrim stratejilerinde ifadesini buluyordu:
Sosyalist devrim, milli demokratik devrim,
demokratik halk devrimi gibi. Şimdilerdeyse, uzak göründüğü için devrimle ilgili
konumlanmalar değil, sol olmakla ilgili, daha ziyade siyasal kutuplaşmalarla ilgili yer
alışlar önem kazanıyor. Bugün sol, kendini, devrim stratejileriyle değil, program anlayışı, bakış açısı, paradigmalar gibi kavramlarla tanımlıyor. Bu yeniden ortak zemine dönüş, birbirini 70'li yıllarda artık
dinleme ihtiyacı hissetmeyen, medyanın
askeri-polisiye takibat, işkence, yargılanma haberleri dışında bir konusu olmayan
solu, yeniden ortak tartışır, fikirlerinin toplumsal ve dolayısıyla medyatik önem kazandığı bir duruma getirdi. Bu değişimin
olumluluklarından yararlanabilirsek, umut vaat edici gelişmeler yaşayabilıriz.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 39
Zihniyet
Cumhuriyet işine
bulaşmasak!?
Paris’te 18 Mart 1871’de iktidarı ele geçiren işçi ve askerler: Sosyal Cumhuriyet’in fotoğrafı
Hüseyin Hasançebi
87. yılını deviren Kemalist Türk
Cumhuriyeti’nin Türkiye soluna karşı siyasal pratiğini bile
bile hâlâ, “Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkalım!” diyen solcuların-sosyalistlerin olabileceği ihtimaline karşı bir hatırlatma yazısıdır. Referandum’da
“hayır!” diyen solcularımızınsosyalistlerimizin, kullandıkları “hayır” oyunu, “Cumhuriyet’in değerleri”ni koruma ekseninde kalıcı bir siyasi konum
haline getirme hevesine kapılacakları hesaba katılmamıştır.
“Cumhuriyetin değerlerine sahip çıkılmadan solcu olunamaz!” fikri solda, gizli-açık şekliyle yaygın ve derindir. Bu nedenle, “Sen sahip çık istiyorsan
ama, beni bu pis işe karıştırma!” diyerek geçiştirilecek türden değildir. Cumhuriyet değerlerini savunan solculara ve
sosyalistlere göre mesele şu
imiş: 1923’te, Kemalistlerin öncülüğünde saltanat devletinden çıkıldı, cumhuriyet devletine geçildi. Hilafet kaldırıldı, laik olundu. Yarı sömürge Os-
manlı’dan bağımsız, hatta antiemperyalist yeni bir Türkiye
kuruldu.
Egemenlik
“kur’an”dan alınıp “kitap”a,
“imam”dan alınıp “halk”a verilerek demokrasiye giden yol
döşendi. Kişi kulluktan çıkarıldı, yurtdaşlık mertebesine yükseltildi. Başka?.... Özgür düşüncenin önü açıldı. Modernleşme
ve çağdaşlaşma yürüyüşü başlatıldı. Milli ekonomik kalkınmanın temelleri atıldı. Ulusal
çıkarlara titizlenildi. Kadınlara
seçme ve seçilme hakkı verildi.
Fikir Hürriyeti, Örgütlenme
Hürriyeti vb... Başka?... “Başka
yok!” Bu (gibi) “Cumhuriyet
değerleri”nin kim tarafından,
kime ve niçin verildiğini kavramaksızın Cumhuriyet bahsini
açmanın bir anlamı yoktur.
“Cumhuriyet değerleri”, işte al
ye diye önümüze konulan
şey(ler) midir ki, sahip çıkıla?
Marks; bizleri ahmak yerine
koymadığını göstermek için
daha fazlasını söylememiş, “Bu
devlet, bu toplum” deyip geçmiştir. Aklı olan herkes, bu ikisinin birbirini ne tür bir diyalektik bağla karşılıklı olarak temellendirdiğini ve toplumsal
evrimin bu kuralla işlediğini
hemen anlar. Monarşi veya
cumhuriyet, kul veya yurtdaş,
kadın veya erkek ve bütün sair
şeyler olmak-olmamak bununla ilgilidir. İnsanların “statü”,
“ilke”, “hak” gibi yenmez içilmez şeyler için değil, bunların
tutulur somut içerikleri için
savaştıklarını anlamadan, daha
ötesi anlaşılamaz.
Cumhuriyet’e kulluk
Türk solcu veya sosyalistlerinin kendi tarihlerini çözümleme kapasitesine güvenerek sorabiliriz: 1905-1907 arasında,
vergiye karşı isyanlar kronikleşmeseydi 1908’de devleti
“cumhuriyet” yoluna sokmak
yapanların aklına düşecek miydi? Ya da örneğin yaklaşık aynı
zamanda (1912-1915), Balkanlar ve ardı sıra Kafkaslar’dan milyonlarca “ters göç”menin fizik varlığı bastırmasaydı, cumhuriyetçi siyasi akım
(İttihat ve Terakki) azgın Türk
şovenizmine dönüşüp Rumların ve Ermenilerin varlık koşullarına yönelir miydi? Bir
adım daha; 1918-23 arasında
dünyanın emperyalist egemenleri Anadolu’yu Rusya sosya-
lizmine karşı bir “ara devlet”
olarak dizayn etmeselerdi, il il
kendi devletini kurmaya meyleden “gerilla”ya meydanı boş
bıraksalardı neler olurdu? Ya
da Türkler Kürtlere, örtülü bir
federe siyasi yapı içinde kader
birliği önermeselerdi, cumhuriyet bugünkü Cumhuriyet olacak mıydı? Bir sınıf cumhuriyetini ancak kuruluş pratiği ile
birlikte savunursunuz. Kemalist Cumhuriyet, aynı zamanda
onun kuruluş pratiği de olan,
toplamı üç milyondan fazla Ermeni, Rum ve Süryani’nin mahvından soyutlanarak savunulamaz. Yoksa sen “Cumhuriyet”in
kendisini değil de, seni kulluktan çıkarmasını mı savunmaktasın? Al sana işte Cumhuriyet’e kulluk! Bir sınıf cumhuriyeti, kendi tarihsel temelini inşa ederken seni de inşa etmiş,
fark etmediğin budur. O sınıfın
“topluma verdiği” her şey gerçekte o sınıfın, sınıf savaşından
kendisi için kurtarabildiğinden
başka bir şey değildir. Seni kulluktan yurtdaşlığa çıkarmakla
kendi varlığını ve sınıfsal gelişmesini garanti altına almıştır.
Solcular ve sosyalistler için savunulmasının vacip olduğu
söylenen, bağımsızlık, laiklik,
yurtdaşlık, eşitlik ve bunların
hukuki ifadesi olan şey(ler), yani “Cumhuriyet’in değerleri”,
gözünü dört aç bak farkedeceksin, bir açıdan nasıl Türk
burjuvasının sınıf savaşından
kurtardığı şeyler ise, aynı şekilde, senin de o savaştan kendin
için kurtarabildiklerindir. Kazandıklarını daha da geliştirmeye, hatta her şeyi kendine
almaya, burjuvayı mülksüz ve
iktidarsız bırakmaya gerçekten
niyetin varsa, yani hakikaten
solcu ve sosyalist isen, bunu
“Cumhuriyetin değerlerini” savunarak değil, Cumhuriyet’ten
koparak, gitmek istediğin yer
gerçekten de orası, yani bir
“Demokratik Cumhuriyet”, bir
“Sosyalist Cumhuriyet”, bir
“Emekçi Cumhuriyeti”, yani reel olarak bir “Sosyal Cumhuriyet!” ise, ona atfettiğin değerleri savunmalısın.
Sosyal Cumhuriyet
Solcular ve sosyalistler arasında, aslında bir fikir ayrılığı olarak değil, kafa karışıklığı olarak
bir de şöyle bir tartışma doğuyor: “Demokratik Cumhuriyet”
4
40 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
“Sosyalist Cumhuriyet” var,
4var,
“Sosyal Cumhuriyet” var. Hangi-
si? Hiçbiri ve hepsi. Ne demek
bu? Türkiye eğer yeni bir anayasa tartışması içine girer ve bu
tartışma devletin kendini yenilemesine doğru beklenmedik
ölçüde derinleşirse ve (örneğin
27 Mayıs’ta olduğu gibi) bunun
varsayım olarak bir önemi varsa, “hangi cumhuriyet?” tartışması da önem kazanacak demektir. Sadeleştirelim: “Demokratik Cumhuriyet” veya
“Sosyalist Cumhuriyet” adını
vermekle o devlet hakkında bildiğimiz tek şey adından ibaret
kalacak. Adını bilmekle bir şey
hakkında bilgi sahibi olmayız.
Ama hedeflenmiş bir tarihsel
süreci az çok tanımlamaya, uğruna mücadeleyi bir “sosyal -sınıfsal- kurtuluş mücadelesi”
olarak betimlemeye en uygun
devlet tasarımı olarak “Sosyal
Cumhuriyet”, hem kendini açıklayıcı ve hem de genel olarak
açıklayıcı olduğu için önerilmiş
içi en dolu kavramdır. Marks’ta
bu kavrama, Paris Komünü
bağlamında şöyle rastlarız:
“Sosyal Cumhuriyet, Komün’ün
yaptığı gibi, sermayenin ve toprak sahiplerinin devlet makinesi üzerindeki gücünü tanımaz
ve onun yerini alır; Cumhuriyetin temel amacının "sosyal kurtuluş" olduğunu samimi bir şekilde ve açıkça ilan eder ve böy-
lece sosyal dönüşümün komünal örgütlenme yoluyla gerçekleşmesini garanti altına alır.”
Bugünkü sosyalist mücadele
“sosyalizm için mücadele” olmak zorundadır. Fakat toplumun gündeminin “nasıl bir
cumhuriyet?” sorusunca işgal
edildiği koşullarda “sosyalizm
için mücadele”, aynı zamanda
“belli bir cumhuriyet için mücadele” şeklinde yeniden kurulacaksa Marks’ın “Sosyal Cumhuriyet” tanımı yardımcı olabilir.
Buna göre, “Demokratik cumhuriyet” veya “Sosyalist cumhuriyet” bize sadece cumhuriyet
olarak görünürken “Sosyal
Cumhuriyet” bize aynı zaman-
da “sosyal kurtuluş” olarak görünür. Solcu ve sosyalist olana
“cumhuriyetçi” denmesi, o
“sosyal kurtuluş”tan başka ve
önceki tüm basamakları, sürekli eylemi ile reddetmiş olduğundan yakışık almaz. Lakin “Sosyal Cumhuriyet” için mücadele,
salt sosyal kurtuluş eksenli bir
mücadeleyi mayalandıran bir
genelleme olarak ve Türkiye’nin bugünkü özgün gündemi
bağlamında anlamlı olabilir. Şu
lafa bakın: “Türkiye’de sol adına mücadele verenler hiçbir şekilde 1923’ün gerisine düşmemelidir.” Sen orda kal fakat bu
pis işe bulaştırma!
Sahne-i Fecai:
Ermeni meselesinde Alman devletinin rolü
Hüseyin Hasançebi, Sahnei Fecai olarak anılan
felaketin sorumlularını
araştırdı. Yazara göre,
tehcir kararını Almanya aldı
ve uygulama ortak yönetilYeşim Dinçer
Büyük Ermeni felaketinin utancını yaşamak zorunda olan yalnızca bizler miyiz?
Hüseyin Hasançebi, geçtiğimiz ay okurlarına ulaşan kitabında tarihimizin karanlıkta bırakılan bir dönemine ışık tutmayı
deniyor. Pencere Yayınları tarafından basılan Osmanlı Ermeni Olayı, Sahne-i Fecai’nin temel tezi, tehcir kararının Almanlar tarafından alındığı ve tehcir uygulamasının ortak yönetildiği üzerine.
Hüseyin Hasançebi, Almanya’nın savaş
koşullarının doğal örtüsü altında hemen
her alanı yönettiğini, fakat oyunda baş aktör olduğu halde, edilgen bir seyirciymiş
gibi görünmeyi amaçladığını ve bunu başardığını öne sürüyor. Ne var ki Osmanlı
Devleti’ne ait çok sayıda belgenin 1. Dünya Savaşı’ndan sonra imha edilmiş ve
yağmalanmış olması tarihçilerin işini zorlaştırmakta. İttihat ve Terakki Partisi’yle
Teşkilat-ı Mahsusa’nın kendi belgelerini
imha ettikleri ya da kaçırdıkları, Alman
komutanların da kendi alanlarıyla ilgili
tüm resmi evrakı Almanya’ya kaçırdığı biliniyor. Yazara göre bu, “tarihin en büyük
arşiv yağması”.
“Aynı boyalardan başka bir resim”
Hüseyin Hasançebi, “Ermeni ve Türk tarih
kaynakları ve tarihçileri genel olarak bu
olayı bize, Türkler ile Ermeniler arasında
ama dünya tarihinden kopuk, özel olarak
hazırlanmış hijyenik bir tarih platformunda yaşanmış vahşi bir oyun gibi sunmaktadırlar” diye giriyor söze. “Aynı olaya bir
taraf ‘tehcir’, diğer taraf ‘soykırım’ demektedir. Tarafların Tehcir ve Soykırım
kavramları konusunda gösterdikleri agresif hassasiyet, tarihin en doğru resmini
yapmak için değil, muhtemel bir mahkemede davayı kazanmak içindir.” (s.8)
Hasançebi, yine kendi deyimiyle, bu kitapta “aynı boyalardan (belgelerden) başka bir resim yapmayı deniyor. Yaşanan
acıları azımsamak, mecrayı değiştirmek,
sorumluluğu Alman devletinin üzerine
atarak Osmanlı’nın bu işteki rolünü küçültmek için değil; tam tersine, asıl failleri bulmak ve “gerçek”i ortaya çıkarmak
üzere.. Çünkü hep söylenegeldiği gibi,
“gerçek devrimcidir” ve halkların kardeşliğinin sonsuza dek sağlanması insanlık
tarihinde bir devrim olacak.
Kitapta, Küçükasya’nın Müslüman bir
Türk kalesi olarak inşa edilmesi fikrinin,
Türkler kadar Alman devletinin de 1890’lı
yılların ortasından itibaren benimsediği ve
geliştirdiği stratejiye dayandığı ileri sürülüyor. Ermeni tarihçi Dadrian’ın 1916’da
açıkça yazdığı gibi, “Bağdat demiryolunu
bir kolonizasyon ve nüfuz alanı yapan Almanlar’ın Ermeni kırımında siyasal çıkarları var.” (s. 137)
Kaldı ki tehcir yıllarında, bütün Osmanlı
ordularında ve kolordularında, “kumandan mevkiinde değilse eğer, kurmay başkanı olduğu kesin olan birkaç bin Alman
subayı” görev yapmakta. Soykırımın idare edildiği merkezde, yani Umumi Savaş
Karargâhında, tehcirin imha yönüyle ilgilenen II. Şubenin başında bir Alman subay
bulunuyor. “II. Şubenin işlevlerinden biri,
ölüm tarlalarındaki operasyonları gerçekleştiren Teşkilat-ı Mahsusa çetelerinin tertiplenmesi, konuşlanması ve yönetilmesi.” Hasançebi’nin altını çizdiği gibi, Teşkilat-ı Mahsusa sokaktaki adam için “gizli
örgüt” ama Alman subaylar için değil. (s.
143)
Yaptık ama sor bakalım neden yaptık?
Resmi Türk tarih tezi, katliamı yıllarca “inkâr” etmiş olsa da Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında “Sahne-i Fecai” olarak anılması manidar. (Hasançebi’nin kitabı da
adını buradan alıyor zaten.) Cumhuriyet
kuşaklarının pek az nasibini aldığı bir farkındalığın yanısıra ölçülü bir suçluluk duygusunu da içeriyor bu adlandırma. Ermeniler ise “Büyük Felaket” olarak anıyorlar
yaşadıkları tarihsel travmayı.
Olayların yüzüncü yıldönümü yaklaşırken
topyekun “inkâr”dan, “Yaptık ama sor bakalım neden yaptık?” noktasına gelmiş olmamız bir ilerleme sayılabilir mi? Diasporanın dünya kamuoyunu harekete geçirmek için girişimleri olmasa kendi iç huzursuzluğumuzla “gerçeklere göz atma”
noktasına hiç gelemeyecektik. Oysa bundan daha fazlasına, “gerçekle yüzleşebilme”ye ihtiyacımız var. Hüseyin Hasançe-
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 41
Zihniyet
Her sınıfın
cumhuriyeti
kendine
Anayasa Referandumu tekrardan Cumhuriyet değerleri tartışmasını alevlendirdi.
Burjuva muhalefetin yanı sıra, ‘sosyalist’
solun da bir kısmı “cumhuriyet değerleri”
elden gidiyor argümanını öne çıkarmakta.
Sermaye egemenliğinin değerlerini elbette
sermayenin siyasal temsilcileri sahipleneceklerdir. Bunda bir beis yok. Ama bunu
komünist sıfatıyla sahiplenen, dolayısıyla
komün/proletarya demokrasisi/sosyal
cumhuriyet değerleri yerine sermaye cumhuriyetinin değerlerini ikame edenlere diyeceğimiz var: Siz ezberinizi değil proletarya demokrasisinin/Komün’ün değerlerini bozuyorsunuz.
Yere göğe sığdırılamayan Cumhuriyetin 86
yıllık değerlerinin ne olup olmadığını anlamak için resmi ideoloji ve resmi tarihin
koçbaşı “Varlığım Türk varlığına armağan
olsun” ve “Ne mutlu Türküm diyene” sözleri bile yeterlidir.
İttihat ve Terakki’den devralınan şoven ve
ırkçı değerler; homojenleştirilmiş bir ulus
yaratmak amacıyla milliyetçiliğin/Türkçülüğün yüceltilmesi, Mustafa Suphilere yapılanlar, Nazım’dan Orhan Kemal’e aydınlarımızın hapislerde çürütülmeye çalışılması; Kürtlerin asimilasyonu, dahası red,
inkar ve imha politikaları; devletçi laiklik
ve burjuvazinin sermaye birikimi adına
devletçilik midir Cumhuriyet değerleri?
Öyleyse; cumhuriyet değerleriniz sizin olsun ama sosyalizmin değerlerine gölge etmeyin!
mücadelesi sürmektedir.
Cumhuriyet Erkektir! Ama erkek egemen
ideolojinin iktidarına rağmen kadın mücadelesi yoluna devam etmektedir.
Cumhuriyet sunnidir! Devletçi bir laiklik
anlayışına sahiptir. Farklı inançlara kapalı
ve baskıcıdır. Ama bugün aleviler başta olmak üzere farklı inanç grupları hak mücadelelerini yükseltmektedirler.
Artık bu coğrafyanın işçileri ve ezilen halkları TC değerlerinin/ toplumsal sözleşmesinin/ anayasasının anlamını kavramış durumdadırlar. Sermaye dönüşüm zorunluluğunu görmüştür. Bu nedenle statükoda
diretmektense dönüşümü kendi lehine
sağlama telaşındadır. Bunun karşısında işçiler ve ezilen halklarında kendileri için bir
dönüşümü yaşama geçireceklerinden kuşku duyulmamalıdır.
Referandumun ardından AKP, BDP eş başkanlarıyla görüştü. Görüşmede, yeni bir
anayasa üzerinde durulduğu basına yansıyanlar arasında. Demokratik bir cumhuriyetin toplumsal sözleşmesi olacak bir anayasanın önünün açılıp açılmayacağını zaman gösterecektir. Bizlere düşen, Kürt sorunun çözümünün önünü açacak demokratik ve özgürlükçü bir anayasa hareketini geliştirmektir.
TC’nin kuruluştan bu güne gelişine baktığımızda sermayenin demokrasiye ne kadar uzak olduğu açıktır. Ulusalcı rüzgarlara yelken açmış TKP vb. kimi sosyalistlerin
bile TC değerlerine sahip çıktığı günümüzde; sistem içinde demokratik bir toplumsal sözleşme zor. Dolayısıyla, Kürt sorununun da nihai olarak sistem içinde çözülebileceğini düşünmek bir o kadar zor. Ama
bu tespitten, demokratik bir cumhuriyet
için yeni bir toplumsal sözleşme mücadelesini sırt çevirmek gerektiği sonucu çıkmaz. Çıkacak olan reformlar mücadelesini
göz ardı etmeden, devrimci demokrasi
mücadelesini sosyalizme kadar kesintisiz
olarak sürdürme zorunluluğudur.
Sermaye egemenliği de Cumhuriyetinin değerleri de sallanıyor!
Devrimci demokrasi mücadelesinden proletarya demokrasisine
“Cumhuriyet değerleri”niz sizin olsun ama sosyalizmin
değerlerine gölge etmeyin!
Muhsin Dalfidan
Cumhuriyet Türk’tür! Kürtler başta olmak
üzere farklı ulusal kimlikleri tarihi boyunca yok saymıştır. Ama bugün devletin politikası iflas etmiştir. Kürtler mücadeleleriyle kendilerini kabul ettirmişler ve özgürlük
Demokratik cumhuriyet kapitalizmin en
iyi devlet biçimidir. Bu öncelikle kapitalistler adına böyledir. Çünkü, burjuva iktidarını en güvenli şekilde sağlayan, sınıf karakterinin “görünüşte” gizleyen bir devlet bi-
çimidir. Demokratik Cumhuriyetteki genel
oy hakkı burjuvazinin egemenlik aracı olarak işlev görür. Özel mülkiyete dayalı devlet
biçimlerinin en ileri olanı, demokratik cumhuriyettir. Ama bilinmelidir ki, bu da burjuva için demokrasidir. Sömürülen sınıflar
için diktatörlükten başka bir şey değildir.
Demokratik cumhuriyet, bir dizi mücadelenin sonunda genel oy hakkı, parlamento
vb. ile burjuvazinin sınıf egemenliğini içerir. Engels “genel oy hakkı işçi sınıfının olgunluğunu ölçmeyi sağlayan bir göstergedir. Bugünkü devlet içinde bundan daha
çok bir şey olamaz ve hiçbir zaman da olmayacaktır” der. Yine Lenin “biz proletarya
için, kapitalist rejimde en iyi devlet biçimi
olarak demokratik cumhuriyetten yanayız;
ama unutmaya da hakkımız yoktur ki, hatta en demokratik burjuva cumhuriyetinde
bile, halkın nasibi, ücretli kölelikten başka
bir şey değildir. Sonra, her devlet, ezilen sınıfa karşı yöneltilmiş ‘özel bir baskı gücü’dür. O halde hiçbir devlet, ne özgürdür,
ne de halk devleti” sözleriyle demokratik
burjuva cumhuriyetinin sınıf mücadelesi
için olanaklar sunduğunu ama devlete karşı sınıf tutumunun özünde değişiklik yaratmasının asla söz konusu olamayacağını işaret etmekle, reformlar için mücadele ile reformistliğin farkını, dolayısıyla demokrasi
mücadelesinin devrim mücadelesiyle olan
kopmaz bağını da işaret etmiş oluyor.
Bu gün reformlar için mücadeleyi küçümsemeden, burjuva demokratik bir dönüşüm için yeni bir anayasa mücadelesini
yükseltmeliyiz. Ama yetmez. Sosyalizm için
iktidar perspektifiyle devrimci demokrasi
mücadelesinde birleşmeliyiz. Ancak bu yolla, sermaye ile birlikte Parlamentarizminde ortadan kaldırıldığı, sınıfsal ve ulusal
kurtuluşun tam anlamıyla gerçekleştiği
proletarya demokrasisi/sosyal cumhuriyet
kurulacaktır. T.C. değerleri yerine Komün
değerlerinin egemen olduğu proletarya demokrasisi; Marx’ın ifadeleriyle, “sosyal
cumhuriyet, komünün yaptığı gibi, sermayenin ve toprak sahiplerinin devlet makinesi üzerindeki gücünü” bertaraf ederek
onun yerini alacaktır.
Bu başka türlü bir cumhuriyettir. Sömürünün olmadığı, işçi sınıfı ve ezilenlerin egemenliklerini kendileri dışında bir güce terk
etmedikleri, uzmanlaşmış şiddet aygıtlarının olmadığı; söz, yetki, karar ve iktidarın
işçi ve ittifakları ezilen sınıflarda olduğu
sosyalist demokrasi/proletarya demokrasisi/gerçek sosyal cumhuriyet/proletarya
diktatörlüğüdür. Bu tam demokrasinin ama
yine de kaçınılmaz olarak sınıf diktatörlüğü
olan diktatörlüğün neye benzediğinin cevabını Engels, “Eh peki, baylar, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz? Paris Komününe bakınız, Paris Komünü, proletarya diktatörlüğü idi.” sözleriyle
veriyor.
42 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Zihniyet
Eski filmin kötü bir
kopyası
Bir zamanlar Habertürk’te, Yalçın Küçük’le...
Merdan Yanardağ,
benimsediği galiz dille milliyetçi militanlık gösterisine soyundu: Kendinden öncekiler, Perinçek ve Küçük gibi
Ersen Olgaç
Türkiye’de 1960’ların ortalarında başlayan siyasi polemik dilinin düzeyini hatırlamak gereği
duyduk. TKP’nin uzun bir dönem en başta radyosu aracılığıyla muhaliflerine karşı sürekli olarak kullandığı “ajan”, “provakatör”, “satılık”, “dönek”,”kalpazan” gibi yaftaların yerini,
60’ların ortalarından itibaren
siyasi içerikli polemiklerin alması olumlu bir gelişmeydi. Önceleri TİP-MDD, daha sonraları
MDD-THKP-Kıvılcımlı polemikleri zengin siyasi içerikleriyle
bugün bile izlenmeye değer tartışmalar içermekteydi. Bugünün
neo-faşist İşçi Partisi’ne dönüşen o yılların Beyaz Aydınlık’ı
bile oyunu, bu polemik dilinin
kuralları içinde oynamak zorundaydı. Şimdi TKP taraftarı
Haber Sol adlı bir sitede, eski
TKP’nin galiz dilini anımsatan
biriyle karşılaştık. Olayın kendisi çok yalındır:
Türkiye solunun bir dizi siyasi
eğilim ve örgütleriyle aramızda
derin bir siyasi ayrılık olduğunu
gizleyecek değiliz. Biz bu ayrılıkları ne ilkesiz uzlaşmalarla ve
ne de anlamsız çekişmelerle
çözme yolunu tercih ettik. En
başta bugünün temel stratejik
hedefi olarak “üçüncü cephe”
tespitini yaptık ve bunun gereklerini yerine getirme arayışına
girdik. Türkiye’de milyonlarca
ezilen yoksul insanı sermayenin
AKP-CHP eksenli ayrışmasının
dışında bir emek ve özgürlük
cephesinde birleştirmek için
üçüncü kutbu gündeme getirdik. Bu yaklaşımımızda yanlız
değiliz. En başta Kürt Kurtuluş
Hareketi olmak üzere bir dizi
devrimci örgüt de aynı ihtiyacın
sözcüleri durumundalar. Sermayenin Türkiye toplumunda
yarattığı tarihinde görülmemiş
bir ayrışma, toplumun bütün
katmanlarını kucaklayacak bir
kutuplaşmayı da beraberinde
getirerek, neredeyse iki ‘ulus’
yarattı. Çeyrek yüzyıldır Kürt
halkının sürdürdüğü silahlı mücadelenin ürünlerini de eklediğimizde üçüncü ulusun ise, tarih
yazdığına tanığız.
Bu ayrışma sadece ekonomik ve
toplumsal çelişkiler düzeyinde
değil, aynı zamanda kültürel düzeyde, dünya görüşü düzeyinde,
yaşam tarzı düzeyinde, ruhsal
şekillenme düzeyinde süren pasif bir iç savaşa dönüşmüştür.
Bu tespitin sonucu olarak bu
kutuplaşmanın dışına taşınacak
ezilenlerin ve yoksulların Üçüncü Cephe’sini gündeme taşıdık.
Bu devrimci tutuma milliyetçi
bir söylemle karşı çıkan ve
“Üçüncü Cepheye Hayır” şiarını
atan Merdan Yanardağ’da en
açık ifadesini bulan sol milliyetçiliği eleştirdik. “Cumhuriyet’in
kazanımları”nı savunmaya kendini adayan bu kişi, tahrifat, saldırı, küfür ve hakaretlerin arkasına saklanarak, galiz bir dille
miliyetçi militanlık gösterisine
soyundu. Kendisiyle teorik bir
tartışma ve siyasi polemik yapma olanağının olmadığı ortaya
çıktı.
Yarım yüzyıla yakın bir süredir
Türkiye ve dünyadaki sol polemiklerin yakın bir izleyicisi ve
bir ölçüde katılımcısı olarak, bu
galiz ve saldırgan dilin sahibinin
siyasi grafiği, davranışının nedenleri konusunda yeterli ipuçlarını veriyor. 1990’ların başlarında desteklediğimiz ve izlediğimiz Kürt kurtuluş hareketinin
o yıllardaki legal gazetesi Özgür
Gündem’in yazı işleri müdürünün, bugün “Cumhuriyetin kazanımları”nı savunmaya soyunan Türk milliyetçiliğinin şampiyonu Merdan Yanardağ olduğu gözümüzden kaçmış.
Aynı kişinin mesleki serüveninin 2000’lerin ortasında tam
karşıt kutupta Türk şövenisti
Tuncay Özkan’ın Kanal Türk’ün
de kesintiye uğraması ise nefesleri kesen bir thrilleri hatırlatıyor. Bu, eskiden izlediğimiz bir
başka filmin kötü bir kopyası
olarak karşımıza çıktı. Filmin
bu yeni kopyasının aktörüyse
bütün çabalarına rağmen üçüncü rolden yukarı çıkamamıştır.
Eski filmin ilk büyük aktörü Bekaa vadisinde elindeki gülleri
Abdullah Öcalan’a verip, PKK’lılarla halay çeken Doğu Perincekti. Bugün kendisinin ve partisinin nerede durduğunu anlatmaya hacet yok.
İkinci aktör yıllarca Öcalan’ın
dizinin dibinde oturmakla kalmayıp, Roj TV’de Kürt kurtuluş
hareketinin ideolojik önderliğine soyunduğunu herkesin bildiği Yalçın Küçük’ten başkası
değildir.
Şimdi karşımızdaki bu eski filmin yeni figüranın, ustaları gibi,
devrimci Marksizmin savunucularına karşı kullandığı galiz ve
saldırgan dilin nedenleri anlaşılıyor.
Bu aslında tarihsel bir kuraldır.
Geçmişiyle sorunları olanlar,
kendilerini ispat edebilmek ve
yeni konumlarında inandırıcı
olabilmek için saldırganlığı ilkeselleştirirler.
Yarım yüzyıla yakın bir süre
devrimci politikayla uğraşan ve
açık bir politik tartışma yürütme çabasındaki muhataplarına
“kendini devrimci sanan yeni
beslemeler” gibi bir dil kullanmak onlara hayati önemde bir
gereksinme gibi görünür.
Burası sözün bittiği yerdir!
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 43
Sinema
Yeni kuşak filmlerde
sınıf duyarlığı
Türkiye'de adeta bir
senaryo devrimi
yaşanıyor son birkaç
yıldır. Ve kameranın
bakışı derinleştikçe
de, sinemanın ufku
sınıfsal çelişkilere
doğru genişliyor.
Necati Sönmez
Türkiye sineması, 1990'larda
kökten bir kabuk değişimi yaşadı. Alıcısını tümüyle yitirmiş,
miadı çoktan geçmiş olan Yeşilçam'ın son mirasçıları, bir önceki on yılda yaptıkları gibi
90'larda da “kadın” temalı kaçış
filmleriyle vakit geçirirken; “bu
esnada, başka bir yerde” bazı
genç yönetmenler dişiyle tırnağıyla kendilerine yeni bir alan
açmaya çalıştı. Bu bireysel çabalardan bir süre sonra yeni bir
kuşak zuhur etti ve alan iyice
genişledi.İlk yapıtlarını ciddi
bir altyapı yoksunluğuna rağmen yoktan var eden, bir süre
kendi yağıyla kavrulan, sonradan uluslararası arenada işbirliğine yönelen ve son 5 yıldır
Türkiye sinemasını daha önce
hiç olmadığı kadar dünyaya
açan post-Yeşilçam kuşağı, hala
bu sinemanın en aktif ve en
üretken damarını oluşturuyor.
Son iki yılda çıkan yeni yönetmenlerin filmlerine bakınca,
Necatigil’in dizeye döktüğü o
duyguya kapılmamak elde değil: “Çünkü asıl şiirler bekler
bazı yaşları.” Bazı filmler de, bazı zamanları bekliyor anlaşılan.
Şimdilerde karşımıza, “Hah! İşte bu...” dedirten filmler daha
sık çıkmaya başladı. Toptancı
yaklaşmanın sevimsizliğini göze alarak, bu yeni kuşağın sosyo-politik yönden daha zinde
ve cesur olduğunu, bilinçli veya
bilinçsiz sınıfsal bir duyarlılık
taşıdığını iddia edeceğim. Bu-
Belma Baş’ın Zefir’inden bir sahne
günün yeni yönetmenleri 10 yıl
önce olsa, yine bu filmleri böyle
yapar mıydı kestirmek zor; ama
onların önünü açan ve bugüne
kadar en çok sesi duyulan sinemacıların, üretkenlik ve sanatsal yetkinlik açısından hayli girişken olmakla birlikte, sosyopolitik yönden çekimser davrandıkları; istisnai örnekler dışında genelde suya-sabuna
uzak durdukları bir gerçek. Bu
durum kısmen anlaşılabilir, 12
Eylül'ün depolitizasyon politikasının ve her türden muhalif
sesi sindirmiş olmasının doğal
bir sonucu olarak görülebilir tabii. Ama bu, aslında kendilerine
ait olan bir borcu sonraki kuşağa devrettikleri gerçeğini değiştirmez.
“Sosyo-politik”ten kasıt, ajitatif
bir kaba-solcu söylem olarak
anlaşılmasın sakın. Sağlam sosyolojik ve sınıfsal tahlillere dayalı bir bakıştan söz ediyoruz.
Hikayesini, sanki Ay'dan gelmiş
-ama Allah için son derece gerçekçi- karakterlere indirgemek
yerine, o karakterlerin sınıfsal
kökenine de inebilen, hikayeyi
sosyal bağlamına oturtan bir
bakış... Toplumsal gerçekliklerle
yakından alakalı olup sinema
estetiğinde de çıtayı yüksek tu-
tan bu genç yönetmenlerin filmlerine -derinlemesine tahlillere
girmeden- değinmekle yetinelim şimdilik.
Sözkonusu eğilimin en olgun örneğini Özcan Alper'in ilk filmi
“Sonbahar”da görmüştük. Yakın
tarihte yaşanmış bir cezaevi
katliamıyla başlayıp ruhu zedelenmiş bir bireyin iç dünyasına
doğru yol alması, memleketin
katı gerçeklikleri ile şiirsel bir
anlatımın aynı filmde kolkola girebilmesi, ama en önemlisi 12
Eylül cenderesinden geçmiş bir
karakteri merkezine alması, filmi benzerlerinden ayırıyor.
Devrimci abilerinden hayli uzak
bir noktada olmakla birlikte,
başka türlü 'kayıp' olan 12 Eylül
çocuklarının dünyasına ayna
tutmasıyla, İnal Temelkuran'ın
“Bornova Bornova”sı da sinemacıların pek görmediği bir kuşağı görünür kılıyordu.
Aynı şekilde Taylan Kardeşler'in
“Vavien”i, her gün sokakta yanından geçtiğimiz ama bizdeki
senaryolara pek konu olamayan
karakterleriyle öylesine sağlam
bir sosyal portre çiziyordu ki,
bir yerli filmde kendimizi hiç bu
kadar evimizde hissetmemiştik.
Aynı şey, “Bahtı Kara” için de
söylenebilir. 'En alttakiler'e dair müthiş bir gözlemcilikle ve
çok iyi oynanmış karakterlerle
Theron Patterson, buraları anlamak ve anlatmak için bu topraklarda doğup büyümüş olmak gerekmediğini kanıtlıyor.
Tıpkı Ben Hopkins'in 2008 tarihli “Pazar” filminde ve ondan
önce çektiği “Ölmüş Bir Koyunu
Değerlendirmenin 37 Yolu” belgeselinde olduğu gibi.
Söz belgeselden açılmışken, yeni kuşağın ayırt edici özelliklerinden biri belgesele yakın durması. İşte Aslı Özge'nin “Köprüdekiler”i ve orada çizilen karakterlerin son derece inandırıcı
sınıfsal aidiyetleri... 'Tek dil, tek
din, tek millet' ırkçılığına çomak
sokup şimdilerde yeniden alevlenen anadili tartışmalarında
kralı cıscıbıldak gösteren, Türkiye'deki yeni kuşak belgeselcilerin medar-ı iftiharı Özgür Doğan ve Orhan Eskiköy'ün “İki
Dil Bir Bavul”u da var elbette.
Venedik'te Geleceğin Aslanı
ödülünü kazandıktan hemen
sonra Toronto Uluslararası Film
Festivali'nde gösterilen “Çoğunluk” ise, Özal döneminde iyice
semirtilen kentli orta sınıfın
röntgenini çekiyor, üç kişilik bir
aile üzerinden. Yine sinemacıların bugüne dek pek ilgi duymadığı bu sınıfın babadan oğula aktarılan ahlaki değerleri,
duygudan yoksun dünyası, muhafazakarlığı ve çıkar temelli
yaşam felsefesi, hayli gerçekçi
bir hikayeyle yansıtılıyor.
Toronto'da izlediğimiz bir diğer
ilk film, Belma Baş'ın “Zefir”i ise
bir çocuğun, yetişkinlere hayli
uzak iç dünyasını anlamaya çağırıyor bizi. (“Bal”daki babaoğul ikilisinin anne-kız versiyonu gibi.) Burada sınıfsal analizlere değil ama psikolojik kazılara müzait bir arazideyiz. Ve kesinlikle bakir bir alan... Yunan
mitolojisindeki Electra karakterini andıran hikayesi ve sonundaki beklenmedik “twist”iyle
çokça tartışılmayı hak eden cesur bir film.
Bana kalırsa, Türkiye'de adeta
bir senaryo devrimi yaşanıyor
son birkaç yıldır. Ve kameranın
bakışı derinleştikçe de, sinemanın ufku sınıfsal çelişkilere doğru genişliyor.
44 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Tarihimizden
"No lo vamos a olvidar"
(*)
Che Guevara'nın sabırsız gözleri onu içine tıkmaya çabaladığımız tişörtün bağrından alev
alev bakmaya devam ediyor
Ariel Dorfman
“Che” diye bildiğimiz Ernesto
Guevara, 9 Ekim 1967'de Bolivya ormanlarında katledildiğinde yalnızca Latin Amerika'da
değil bütün dünyada da benim
kuşağım için zaten bir efsaneydi.
Efsane...
Che Guevara, öldürüldükten az sonra, celladını küçümseyen bakışıyla
İşini ve ülkesini yeryüzünün
yoksullarının kurtuluşu için terkeden bu meçhul Arjantinli
doktorun öyküsü de birçok destan gibi bir yolculukla başlamıştı. 1956'da Fidel Castro ve bir
avuç savaşçısıyla birlikte, çılgınca bir planla Küba'ya çıkartma
yapıp diktatör Fulgencio Batista'yı devirmek üzere salaş Granma yatı üzerinde Karayip Deni-
zi'ni aşmıştı. Karaya ayak bastıklarında geçit vermez bir bataklığa düşüp müfrezedekilerin
çoğunu kayıp veren savaşçılardan sağ kalabilenler çatışa çatışa Sierra Maestra'ya tırmanmayı başardı. İki yıldan biraz fazla
süren, Guevara'nın gözünü budaktan sakınmadığı cesareti ve
maharetiyle parlayıp komutan
unvanını aldığı gerilla harekâtının ardından isyancılar Havana'ya girdiler ve Kuzey ve Güney Amerika'nın ilk ve tek muzaffer sosyalist devrimini başlattılar. Che'nin imgesi devasaydı: Yeryüzünün egemen gücü
Yankiler'e meydan okuyan mitolojik dev Che. Bencillikten
arınmış ve başkalarını tutkuyla
seven Yeni İnsan'ın eskinin yıkıntıları içinden, güç kullanıla-
Che’den celladına: “Sadece bir adam
öldürüyorsun, hepsi bu!”
[...]Guevara ve "Willy" 8’i öğleden sonra, Churro Deresi’ndeki çatışmanın ardından La Hiquera’ya geri götürüldü.
Guevara’nın baldırındaki yara sarıldı.
Teğmen Espinoza onunla uzun uzun konuştu ama Guevara işe yarar hiçbir bilgi vermedi. Espinoza, Guevara’ya insan
olarak da asker olarak da çok saygı duyuyor ve bu “efsanevi şahsiyet” hakkında daha çok bilgi edinmek için sabırsızlanıyordu. Guevara onun bütün sorularına, “belki”, “olabilir” diye yanıt veriyordu. 9 Ekim sabah erken saatlerde
birlik, Guevara ve öteki tutsakların infaz
edilmeleri emrini aldı. Daha önce, 8. Tabur Komutanı Albay Santana sıkı sıkıya
tutsakların hayatlarının korunmasını
emretmişti. Emri alan subaylar emrin
kaynağı bilmiyor, ancak en yüksek kademeden geldiğini seziyorlardı. Yüzbaşı Frado, Teğmen Perez’e Guevara’nın
öldürülmesini emretti, ancak Perez,
emri kendisi yerine getiremeyince Başçavuş Terran’ı görevlendirdi. Perez, Guevara’ya infaz edilmeden önce bir diyeceği olup olmadığını sordu. Guevara
“karnım tok ölmek istiyorum” diye yanıt
verdi. Perez sadece yemek yemek istemesinin “maddeci olması”yla bir ilgisi
olup olmadığını sorunca Guevara o sakin haliyle “belki” demekle yetindi. Bunun üzerine Perez ona “zavallı bok” diye
küfretti. Bu arada Başçavuş Terran birkaç bira içip cesaretini toplamıştı ve
Guevara’nın elleri önden bağlı olarak
ayakta durduğu odaya geri geldi. Guevara, “Neden geldiğini biliyorum ve ben
hazırım” dedi. Terran ona birkaç dakika
bakakaldıktan sonra “Hayır yanılıyorsun, otur” dedi ve birkaç dakika için
odadan ayrıldı.
Guevara ile birlikte tutsak alınan “Willy”
birkaç metre ötedeki küçük bir evde tutuluyordu. Terran dışarıda sinirlerini top-
lamak için beklerken Başçavuş
Huauca eve girerek "Willy"yi kurşuna
dizdi. “Willy” Kübalı’ydı ve haber kaynaklarına göre Bolivya madencilerini isyana kışkırtıyordu. Guevara tutulduğu
odada tarama seslerini duydu ve ilk kez
irkilmiş göründü. Başçavuş Terran Guevara’nın odasına döndü. Guevara ayağa
kalktı ve onun karşısına dikildi. Başçavuş Terran Guevara’ya oturmasını söyledi ama o bunu reddetti ve “bunu ayakta karşılayacağım” dedi. Başçavuş öfkelenerek ona oturmasını söylediyse de
Guevara kıpırdamadan durdu. Sonunda
Guevara ona “Sadece bir adam öldürüyorsun, hepsi bu” dedi. Terran bunun ardından M2 piyade tüfeğiyle Guevara’yı
taradı ve küçük evin duvarına yapıştırdı.
28 Kasım 1967 tarihli CIA raporu:
2. Avcı Taburunun Faaliyetleri ve
“Che”Guevara’nın Ölümü,
Santa Cruz, Bolivya,
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 45
rak yaratılmasını savunan ahlak
timsali Che. Astım hastası olmasına karşın, baskı ve zulme karşı mücadeleyi sürdürmek için
Küba Devrimi’ni bırakarak sırra kadem basan romantik Che.
39 yaşında Vallegrande'de kurşuna dizilmesi Che'nin efsanevi
yüceliğine sadece yücelik katmış oldu. O ölüm döşeğinde neredeyse açılacakmış gibi duran
kısık gözlerle yatan İsavari beden; ona yakıştırılmış mıydı,
ondan nakledilmiş miydi tam
olarak bilemediğimiz o korkusuz son sözler -"Ateş et korkak,
yalnızca bir insan vuracaksın”;
katillerinin onun ölüsünden dirisinden daha çok korktuklarını ele veren o bilinmeyen mezar
ve o kesilmiş elleri: Bunların tümü o dikbaşlı zamanların zihnine ve belleğine kazındı. “O dirilecek”, diye bağırıyordu 60'lar
sonu gençliği; bunu Şili'nin başkenti Santiago sokaklarında
avazım çıktığı kadar haykırırken bütün Latin Amerika'yı da
benzer andların kat etmiş olduğu bugün gibi hatırımda: "No lo
vamos a olvidar"! Onu unutturmayacağız!
Tanrısallaşan imge
Otuzu aşkın yıl geçti ve hakikaten de ölü kahraman kolektif
belleğimizdeki yerini korudu
ama çoğumuzun tam olmasını
beklediği şekilde değil. Che şimdi her yerde ve her zaman hazır
ve nazır: Kahve fincanları ve
posterlerden bize bakıyor,
anahtarlık ve takıların ucunda
sallanıyor; rock parçalarının ve
resim-heykel sergilerinin orasından burasından çıkıyor. Efsanenin yuttuğu gerçek kişinin
ortadan kayboluşu, imgesinin
böylesine tanrısallaşmasına eşlik ediyor. Beresi yıldızlı isyancı
gerillayı idolleştirenlerin çoğu
onun aramızdan ayrılışından
çok sonra dünyaya geldiler ve
yaşamı ile amaçları hakkında
sadece kabataslak birşeyler biliyorlar. Düşman askerlerinin
yarasını saran şefkatli ve cömert Che yok artık; daha sıkı bir
muharip olmasını önlüyor diye
yaşam sevgisini törpülemeye
çabalayan yılmaz savaşçı yok
artık; Küba hapisanelerindeki
tutsakları adil bir yargılama olmadan kurşuna dizme emirlerine imza atan daha bulanık ve
karışık Che de yok.
Şahsiyetindeki karmaşıklığın
böylesine silinip gitmesi her
ikonun kaderi aslında. Ama
şimdi Che'ye tapınan insanlığın,
onun inandığı herşeye neredeyse tamamen sırt çevirmiş olması çok daha çapraşık bir durum.
Ulaşmayı umduğu gelecek,
Che'nin ideallerine ve fikirlerine saygılı çıkmadı. 60'larda,
onun kendini feda edişinin toplumsal eylemle, ezilenlerin sisteme karşı ayaklanarak -Che'nin kendi sözleriyle- “iki, üç, daha fazla Vietnamlar” yaratmasıyla selamlanacağını varsayıyorduk. Özellikle Latin Amerika'da pırıl pırıl binlerce genç insan onu örnek alarak çıktıkları
dağlarda ya da kentlerin karanlık hücrelerinde, kendi topyekun kurtuluş hayallerinin de
Che'ninkiler gibi gerçekleşmeden kalacağını asla bilmeksizin
boğazlandılar yada işkencelerde öldürüldüler. Vietnam bugün, sadece isyan ateşiyle pişmiş bir ülkenin küresel piyasayla aktif bütünleşme arayışının örneği olarak taklit ediliyor.
Guevara'nın uzlaşma bilmeyen,
gerçeklere boyun eğmeyen mücadele tarzı da, ahlaki mutlakçılığı da geçerli değil artık. Arkamızda bıraktığımız çeyrek yüzyılda Latin Amerika, Doğu Asya
ve komünist dünyada demokrasiye barışçı geçiş örnekleri bir
yana kalsın, dönemin büyük
devrimlerinden (Güney Afrika,
İran, Filipinler, Nikaragua) de
çıka çıka eski hasımlarla pazarlıklar, al gülüm ver gülüm hesapları çıktı. Hiçbirşey Che'nin
bıkmadan usanmadan ölüme
meydan okuyuşuna bunlar kadar uzak olamazdı. Karizması
ve ahlaki tavrıyla bize Che'yi
anımsatan Chiapas Maya ayaklanmasının sözcüsü komutan
yardımcısı Marcos'un bile kahramanının ekonomik ya da askeri teorileriyle boy ölçüşmesi
olanaksız.
Günümüz gençliğinin
Che'si
O zaman, Che'nin özellikle hali
vakti yerinde gençler arasındaki
yaygın popülaritesini nasıl açıklamalı?
Durmaksızın yer değiştiren
kimlikler ve ittifaklar çağında,
bir kez olsun davasına sadakatten şaşmaksızın bir ülkeden
ötekine koşan, hudutlar aşan, sınır tanımayan maceracı fantezi-
Ariel Dorfman kim?
Ariel Dorfman bu makaleyi
ABD'de yayımlanan haftalık
haber dergisi TIME'ın 20. yüzyılın yüz önemli insanı arasında yer verdiği Che Guevara
anısına 14 Haziran 1999'da
kaleme almıştı. Makaleyi Ertuğrul Kürkçü İngilizce'den çevirdi.
Bugün 68 yaşında olan Dorfman Arjantin-Şili kökenli bir
yazar, romancı, oyun yazarı,
öğretim üyesi ve insan hakları
savunucusu.
Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Arjantin'de dünyaya gelen
Dorfman doğumundan kısa
süre sonra ailesiyle ABD'ye
göç etmiş, 1954'te de Şili'ye
geri dönmüştü. Dorfman, Şili
Üniversitesi'nde öğrenim gördü, daha sonra bu üniversitede profesör oldu ve 1967'de
Şili yurttaşlığına geçti.
Dorfman 1970'ten 1973'e kasi belki de çağımızın huzursuz
gençliğine tutkulu bir ahlaki
bağlanışla çağdaş göçebe ruhunun optimal bir bileşimini sunuyordur. Boylu boyunca bir siniklik, çıkar ve çılgın tüketim
dünyasına gömülmüş oldukları
için asla onun ayak izlerini takip
etmeyecek olanların gözünde
hiçbir şey Che'nin maddi refaha
ve gündelik arzulara sırt çevirişi kadar hoş olamaz. Che'yi bu
kadar çekici kılanın, onun bize
bu kadar uzak, onun hayatını
tekrar etmenin imkansızlığının
bu kadar aşikar oluşu olduğunu
söyleyebiliriz. Ve Che de hippi
saçları ve seyrek devrimci sakalıyla kural tanımaz, isyancı
60'lara, şimdi jestler ve modaya
indirgenmiş olan o fırtınalı geçmişe açılan mükemmel bir postmodern kanal değil mi? TIME'ın
20. yüzyılın en önemli yüz kişisi
arasına ancak girebilen iki Latin
Amerikalı'dan birinin de kolayca bir isyan simgesine dönüştürülebilir olmasının nedeni acaba onun artık hiç tehlikeli olmayışı olabilir mi?
Ben bundan o kadar emin olmazdım. Dünya gençliğinin,
posterleri duvarlarından kendilerini selamlayan bu insanın,
dünyanın yoksullarının, yerinden yurdundan edilmişlerin, los
dar Başkan Salvador Allende
yönetiminde kamu görevlisiydi. Augusto Pinochet'yi iktidara getiren askeri darbenin ardından sürgüne gitmek zorunda kaldı.
1985'ten bu yana ABD'de Duke Universitesi'nde öğretim
üyesi olan Dorfman halen
Walter Hines Page Research'te bölüm başkanı, edebiyat ve Latin Amerika araştırmaları profesörü. Şili'de demokrasiye geçildiği 1990'dan
bu yana ABD ile Şili arasında
gidip gelerek her iki ülkede de
öğretim üyeliği yapıyor.
Dorfman yapıtlarında çoğunlukla diktatörlüğün zulmünü,
son dönemlerinde de sürgün
sorunlarını işlemişti. En ünlü
oyunu Ölüm ve Genç Kız ("Death and the Maiden")1994'te
yönetmen Roman Polanski tarafından filme alındı. Son romanı Dadı ve Buzdağı (“The
pobres de la tierra'nın sonsuza
kadar kendi kaderlerine terkedildikleri bir dünyaya katlanamadığı için ölmeye hazır bu
dünyevi azizin kendileriyle bu
denli ilintisiz olamayacağını
kavrayacaklarını düşünüyorum.
Yaşamayan kahramanlardan ve
onların şahadetlerinin yaşayanların omuzlarına yıktığı büyük
yüklerden ne kadar çekinsem
de bir kehanette bulunmaksızın
edemeyeceğim. Bunu bir uyarı
da sayabilirsiniz. Bu gezegende
3 milyarı aşkın insan yaşamlarını sürdürmek için günde 2 doları bile bulamıyor. Ve doğan
her günle birlikte 40 bin çocuk yani her saniyede bir çocuk!süreğen açlıkla ilintili hastalıklara yakalanıyor. On yıllar önce
Che'yi, kendisini Bolivya'da
bekleyen mermiye ve o fotoğrafa götüren yolculuğa çıkartan
dehşetengiz adaletsizlik ve eşitsizlik hep orada, olduğu yerde
durmaya devam ediyor.
Dünyanın kudret sahipleri akıllarından çıkartmasalar iyi olur:
Che Guevara'nın sabırsız gözleri onu içine tıkmaya çabaladığımız tişörtün bağrından alev
alev bakmaya devam ediyor.
* Onu unutturmayacağız (İsp.)
46 EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Tarihimizden
Diyarbakır 1980:
İnsanlığa karşı suç
Diyarbakır Askeri cezaevinde “talim” işkencesi: 461 mağdur gördükleri zulmü 800 saat anlattı
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve Diyarbakır Barosu’nun
ev sahipliğinde, 78'liler Girişimi'nin desteği ile gerçekleştirilen “Türkiye Diyarbakır Askeri
Cezaevi Gerçeği ile Yüzleşiyor”
Sempozyumu, 25-26 Eylül
2010’da Diyarbakır’da yapıldı
78’liler Girişimince oluşturulan Diyarbakır
Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu’nun üç yıldır sürdürdüğü çalışma
nın ön değerlendirmeleri üzerine şu görüşler dile getirildi:
n Türkiye, 1980 Darbesi ile tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşadı. Diyarbakır 5 Nolu Askeri Cezaevi, bu dönemin en
önemli tanıklarından biridir. Bu cezaevinde
yaşananlar Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
bir utancıdır. Bu utançtan kurtulmak için
gerçekle yüzleşilmeli ve sorumlular cezalandırılmalıdır.
n Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan tekil bir
olay değil, etnik hınç ve öfkenin askeri bir
sistem içersinde uygulanmasıdır.
n Uygulanan vahşet ve zulmün amacı aşağılamak, kişiliksizleştirmek, Kürt kimliğini
yok etmek ve Türkleştirmedir.
Sempozyuma katılan hukukçular Diyarbakır’da yaşananların “insanlığa karşı işlenmiş
bir suç” olduğu, yapılan çalışmalardan elde
edilen anlatımlardan ortaya çıkan gerçeğin;
Kürt halkının kimliğine, onuruna ve varlığına saldırının utanç belgesi olduğu konusunda görüş birliğine vardı.
Yol haritası
nBaşta Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu’nda dinlenen tanıklar olmak üzere, tüm mağdurlar, özel konumlarını, şikâyetlerini, koğuşlarını ve bildiği görevlilerin kimliklerini açıklayarak
savcılık şikâyet dilekçeleri hazırlamalı; yapılan bu hazırlıklar tamamlanınca aynı anda, faillerinin tespiti ve cezalandırılması için
Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı’na başvurmalıdır.
nTBMM’de Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini
Araştırma Komisyonu kurulması sağlanmalıdır. Komisyona Diyarbakır Cezaevi Gerçeğini Araştırma ve Adalet Komisyonu elinde
bulunan tüm belgeleri vermeli;
nÖzellikle 1980-1986 ve sıkıyönetimin kaldırıldığı 1987 yılı dahil olmak üzere Diyarbakır Cezaevi ile ilgili tüm bilgilerin Jandarma Genel Komutanlığı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı, İçişleri ve Adalet Bakanlıklarından, cezaevinde görev yapanların kimler olduğunun, giriş çıkış kayıtlarının, müddet nameler ve cezaevinde tutuklu ve hükümlülerle ilgili bilgilerin kayıtları talep edilmelidir.
nDiyarbakır Cezaevi’ndeki disiplin soruşturması, idareye yapılan başvurular, sonuçları, cezaevi ile bakanlıklar ve sıkıyönetim
komutanlığıyla ilgili yazışmalar istenerek
incelenmelidir.
nAraştırma Komisyonunun; faillerin kimler
olduğunun mümkün olan en geniş inceleme
sonucunda tespiti sağlanmalıdır.
nMeclis Araştırma Komisyonu’nda, mağdurların tanık olması sağlanmalıdır.
nMeclis Araştırma Komisyonu, raporunu
dört aylık yasal süresi içerisinde tamamlamalı ve rapor TBMM Genel Kurulu’nda Genel Görüşme’ye açılmalıdır.
nMeclis Araştırma Komisyonu Raporundan
hareketle TBMM İnsan Hakları İnceleme
Komisyonu’na yapılacak başvurularla mağdurların zararlarının devlet tarafından giderilmesi talep edilmelidir.
nTBMM’nin harekete geçmesini sağlamak
ve kamuoyu duyarlılığını arttırmak için en
kısa sürede Ankara’da düzenlenecek bir
toplantı ile konunun ilgili sivil toplum kuruluşları, milletvekilleri, grup başkan vekilleri,
parti temsilcileri ve TBMM’de kurulan eski
ve yeni araştırma komisyonlarında görev
alan parlamenterlerin katılımıyla hukuki ve
teknik boyutları tartışılmalıdır.
nÖzellikle dönemin Diyarbakır Sıkıyönetim
Komutanlığı’nın kapsadığı illerdeki baroların genel kurullarında karar alarak Diyarbakır Cezaevi ile ilgili bilgi ve belgelerin bir
araya getirilmesi sağlanmalıdır. Öncelikle sıkıyönetim döneminde görev yapan avukatların deneyimleri, yaşadıkları, dava dosyalarındaki şikayet ve başvurularının bir araya getirilmesi, rapora dönüşmesi, yasaya aykırılıkların ve sıkıyönetim dönemindeki hak
ihlallerinin tespiti için bölge barolarına yönetim kurulu veya genel kurul kararıyla komisyon kurulması önerisi yapılmalıdır.
nDiyarbakır Cezaevi’nin bir utanç, yüzleşme ve insan hakları müzesine dönüştürülmesi için başlatılan kampanyalar artırılmalı, ulusal ve uluslararası düzeyde bir projenin gerçekleştirilmesi için konunun ilgililerine çağrı yapılmalıdır.
nDiyarbakır Cezaevi’nde yaşananların tüm
Türkiye ve dünya tarafından bilinmesi, buradan hareketle kamuoyunun ve medyanın
konuya ilişkin duyarlılığını artırmak amacıyla yapılan kayıtların gezici bir sergiye
dönüştürülmeli ve bu sergi kent kent gezdirilmelidir.
n“Birleşmiş Milletler İşkenceye ve Diğer Zalimane, Gayriinsani veya Küçültücü Muamele veya Cezaya Dair Uluslararası Sözleşmesi”nin ek ihtiyari protokolü için onay kanunu çıkarılarak, bu protokol Türkiye’de
derhal yürürlüğe konulmalıdır.
nDiyarbakır Cezaevi gerçeğinden hareketle, öç alma duygularından arındırılmış bir
yaklaşımla; dehşet ve vahşetin yeniden yaşanmaması ve gerilerde kalması, işkencecilerin mahkûm edilmesi ve bu gerçeğin asla
unutulmayacak bir olguya dönüştürülmesi
için; yapılacak demokratik ve sivil bir anayasada “insan onurun korunması ve asla
çiğnenmesi” temel insan hakkı olarak yer almalıdır.
EKMEK & ÖZGÜRLÜK 47
Tarihimizden
Sesler, yüzler, sokaklar...
Ankara’da açılan 12 Eylül Utanç Müzesi’nde öğreniyorum Karadenizli devrimci Yusuf Ziya
Örün’ü. Sorgu hücrelerinde seslenirmiş “eleğun ustunde kalun ha uşaklar, elenmeyun,” diye
Ekin Demirci
Müze gezmeyi sevmem, sıkılırım, çok fazla şaşıranlardan da
değilim, konu bir de utanç müzesi olunca…
Utanç müzeleri siyasal iktidarlar tarafından haksızlık ettiğini
düşündüğü kişilerden ve toplumlardan özür dilemek maksadıyla açılır; bir tür barışmayı
içerir, tanımayı, empati kurmayı, yaptıklarından pişman olmayı da kapsar. Asıl mesele barışmaktır, “canınızı çok sıktık ama
bakın utanç müzesi kurduk ya,
hem bunu size yapanlar artık iktidarda değiller bunu size yapanlardan hesabını sorduk”.
“Olanları unutalım” demeye getirirler. 2. Dünya Savaşından
sonra Almanya’nın kurduğu
soykırım müzeleri Yahudilerle
barışırken, Almanya yakın zamanda Yugoslavya’nın parçalanışında üstlendiği rolle pişmanlık konusundaki “samimiyetini”
insanlık önünde bir kez daha
göstermekten geri durmamıştır.
Galeano’nun dediği gibi “Egemenler, tarihi ezilenlere bir müzeyi gezer gibi okutur. Ezilenlere, ezenlerin yarattığı uzak, sersemlemiş ve kısır bir bellek maledilmeye çalışılır.”
12 Eylül Utanç Müzesi de ismindeki bu sorun dolayısıyla ilk
başta insanı kavramsal bir polemiğin tarafı olmaya zorlayarak
gündemimize girmeye müsait.
Projenin sahiplerini bilmesek
bu kavram üzerinde bayağı tepinmek isteriz ama neyse ki
müzeyi kuranların niyetleri bu
müzeyi “onlar utansın diye hayata geçirdik” olduğundan mesele üzerinde fazla durmadan
müzeyi gezmeye başlayalım.
Sevimsiz darağacı
Girişte sevimsiz bir darağacıyla
karşılaşıyoruz, bu acaba gerçekten o darağacı mı diye sormadan, idam edilerek hayatını kay-
Necdet Adalı 8 Ekim 1980’de diktatörlüğün idam ettiği ilk devrimciydi
betmiş genç devrimcilerin fotoğraflarının olduğu bölüme dalıyoruz. Tanıdığımız, isimlerini
ezberlediğimiz, son mektuplarını defalarca okuduklarımız,
Hepsi…İdama giderken dimdik
ve tarihe son sloganlarını atanlar orada. Denizden, Necdet’e,
Hıdır’dan Veysel’e. Bu siyah beyaz fotoğraflar, her birinin yüzüne birkez daha, birkez daha ,
birkez daha bakma isteği uyandırıyor.
Tüm kaybettiklerimiz
Üst katta tüm “kaybettiklerimiz”
var. Mustafa Suphi’den Engin
Çeber’e kadar herkes orada. Cezaevi ve ölüm orucu direnişlerinde “düşenler” ve devlet tarafından veya faşistler tarafından
öldürülenler. Hepsinin ismini
bilmek için kendinizi zorlamanız gerekiyor. İsmini bildiklerinizi gördüğünüzde sanki yıllar
önce kaybettiğiniz bir arkadaşınızı bulmuşçasına seviniyorsu-
nuz. Bir de daha önce hiç ismini
duymadıklarımız var, onların fotoğrafları önünde acaba kim?
Nereden? Neci? gibi sorular sormadan geçemiyoruz. Uzunca bir
yüzler geçidinden sonra bir fotoğrafın önünde takılıp kalıyorum. Garip sakalları, garip bıyıkları ile Dostoyevski romanlarından fırlamış bu orta yaş üstü
adamın adına bakıyorum. Yusuf
Ziya Örün. Bana hiçbirşey çağrıştırmıyor. Soruyorum ve öğreniyorum. Karadenizliymiş, Kurtuluşçuymuş. Vay be! diyip ayrılıyorum fotoğrafın önünden
sonra birkaç cümle öğreniyorum onun hakkında. 12 Eylül'de
yüzlerce “uşağıyla” birlikte gözaltına alınıp, işkence görürken:
Hücreden hücreye 'Sözüm sizedur, eleğun üstünde kalun ha
uşaklar, elenmeyun' diyerek yoldaşlarına seslenirmiş. Onun bir
zamanlar aramızda olduğunu
bilmek, bizimle birlikte omuz
omuza olduğunu bilmek gerçekten iyi geliyor insana.
Temsili işkence maketlerine fazlaca bakmadan geçiyoruz, “Adressiz Sorgular” ve devamında
yazılan birçok kitap bu konuda
hepimizin beynine o kadar işlemiş ki burada temsil edilmeye
çalışılan şey, gerçeklerinin yanında “temsili” kalıyor.
Sonra kitlesel eylemler ve direnişler, “ne kadar da çokmuşuz,
ne kadar da kalabalık”. Cezaevi
fotoğrafları da öyle. Erkekler
pos bıyıklı, kadınlar kısa saçlı
uzun etekli. Hepsi gülümseyerek kolkola çektirmişler birçok
fotoğrafı. Tek tip direnişleri kazanılmış, F tipi faciasından tabii
ki önce, içeride dayanışmacı bir
hayat kurulmuş uzun cezalar
yatılır hale gelmiş. Yüzleri umutlu, çoğu genç değil artık, 30’larını geçmeye başlamışlar. 20’lerinde girdikleri cezaevleri 30’larında sadece evleri olmuş. Çıkınca ne oldular bilmiyoruz ama
o fotoğraflarda hepsi iyi görünüyor. Cezaevleri tarihi Türkiye’deki siyasal mücadelenin de
tarihi. 12 Eylül’de cezaevinde
değilseniz ya iyi saklanıyorsunuz ya da hiçbir şey yapmamışsınız manasına geliyor. Cezaevlerinden çıkan kuşaklar, sinemada Tarık Akan’lı Hale Soygazi’li Zuhal Olcay’lı sinik ve Eylülist filmlerle tarif edilmeye çalışıldılar ancak bugünlerdeki
meşhur “12 Eylül hesaplaşması”
meselesi bu müze ile bir arada
düşünüldüğünde yüzleşmeyi,
hatırlamayı zorluyor.
Müzenin ikinci isim kataloğuna
geçiyoruz. “Suçluyoruz” bölümünde 12 Eylül işkencecilerinin, cezaevi müdürlerinin kısaca sorumlularının isimleri var.
Birçoğunun ismini bilmiyoruz.
Ama unutmamak lazım diyorum ne bizimkilerin ne onların
adlarını ve Yusuf Ziya Örün’le bitirelim istiyorum. “Eylül ile bozulduk” demiş ne güzel de demiş.
İllüstrasyon: Ufuk Suçsuzer
EKMEK & ÖZGÜRLÜK
Yerel süreli yayınu Ortaklaşa Yayıncılık u Sahibi ve Sorumlu Md. Erdal Çınar, 847 Sk. No.:14/201 Kemeraltı/İzmir u Yazı Kurulu: Tektaş
Ağaoğlu, Yeşim Dinçer, Ertuğrul Kürkçü, Osman Soyer, Ersen Olgaç uYayın Kurulu: Yeşim Dinçer, Erdal Çınar, Besime Şen, Ertuğrul Kürkçü, Nevra Akdemir, Mustafa Bayram Mısır u Basıldığı Yer: Ezgi Matbaacılık,Tel: 0212 452 23 02, Çobançeşme Mah., Sanayi Cad., Altay
Sk., No. 10-A Blok, Yenibosna - Bahçelievler/İstanbul u Yönetim Yeri: Katip Mustafa Çelebi Mahallesi, Tel Sok. No. 28, Kat 3, Beyoğlu-İstanbul u Mali İşler: Şaban Devrez, Hesap No: İş Bankası 10420711753 uİnternet sitesi: www.ekmekveozgurluk.net u Tel: 0212 293
Marx’tan feyz almış her tarihçi için sınıf mücadelesi, onlar olmaksızın hiçbir ince
ve menevi şeyin var olamayacağı kaba ve maddi şeyler uğruna mücadeledir. Ama
bu ince ve manevi şeyler kendilerini, sınıf mücadelesinin galibinin payına düşen
ganimetler olarak değil, mücadele içinde cesaret, mizah, kurnazlık ve yiğitlik
olarak gösterir, geçmişe dönük güçleriyle egemenlerin bugün ya da geçmişteki her
zaferini durmaksızın sorgularlar. Geçmiş, tıpkı çiçeklerin yüzlerini güneşe dönmesi
gibi, içinde bir günebakan saklıymışçasına, tarih göğünde yükselmekte olan bu
güneşe döner. Tarihsel maddecilerin bu usul usul süren dönüşümü hiç gözden
kaçırmamaları gerekir.
Walter Benjamin
Tarih Üzerine Tezler, 1940

Benzer belgeler

Politika - Ertuğrul Kürkçü

Politika - Ertuğrul Kürkçü 12 Eylül sonrası yedi yıl sürgünde yaşadıktan sonra TKP ile TİP'in birleşmesinden doğan Türkiye Birleşik Komünist Partisi kurucusu olarak Türkiye'ye döndü. Tutuklandı.  TBKP'nin  kapatılmasından  s...

Detaylı