Okumak için TIKLAYINIZ - Köy Enstitüleri

Transkript

Okumak için TIKLAYINIZ - Köy Enstitüleri
TÜRKİYE'DE İLERİ ATILIMLAR
ve
KÖY ENSTİTÜLERİ
Bekir Semerci
"Mantık yoluyla daha insani bir dünya
hazırlamak için uğraşanlar ya öldüler,
yahut da kudret ve itibar sahibi etmek
için çalıştıkları insanlar tarafından
öldürüldüler …"
HENDRIK WILLEM VAN LOON
TÜRKİYE'de atılan ileri atılımlardan yıkılan yalnız Köy Enstitüleri değildir.
Okuyunca anlayacaksınız.
Türkiye'de yapılan ileri atılımlardan kıyıma uğrayan yalnız köy enstitüleri
değildir, okuyun, göreceksiniz.
Önsöz
Kitaba seçtiğimiz konular toplumumuzun en küçük yerleşim birimi olan köy ve Türk
ulusunun genel yaşantısıdır. Avrupa ülkeleri XVl. Yüzyıldan başlayarak sanat, bilim, sanayi ve
ticaret alanlarında ilerlemeye başlar. Osmanlı İmparatorluğu'nda da gerileme. Bu dönemde
devleti ileri götürmeğe kalkan ıslahatçılar, daha sonra da yenilikçilerle varolan, düzenin
değiştirilmesini istemeyen mürteciler (gericiler) çarpışır. XVII. Yüzyıldan günümüze kadar bu iki
zihniyetin devlet yönetiminde ayrı yönde baş çektikleri görülür.
Bizde tarih, yalnız bir kronoloji olarak okutulur, fetih, kahramanlık ve utku bölümleri
öğretilir. Oysa Türk tarihi nice ilerici, yurtsever devlet adamlarının halk yararına gösterdikleri asil
fedakarlıklarla doludur. Mutlakıyet, Meşrutiyet, Cumhuriyet dönemlerinde boy veren bu iki
zihniyetin savaşını açık seçik öğrenmeden Türk tarihi öğrenilmiş sayılmaz, Türk toplumunun da
hangi çıkmazlardan geldiği, nereye götürüleceği bilinemez.
Türkiye'nin kalkınmasında büyük yeri olan Batılılaşma hareketinin, bunlara karşıt olan gerici
tepkilerin belgelerini okuyuculara yeterince sunabilmişsem kendimi mutlu sayarım.
Bekir Semerci
Kitabımın hazırlanmasında yardımlarını esirgemeyen arkadaşım Mustafa Ekmekçi, Mehmet
Başaran, Ali Çiçekli, Remzi Aksal, Mustafa Bakkal ve Süleyman Acar'a teşekkürü borç bilirim.
Yetişmemde büyük emekleri olan annem Kocaoğlanlar'ın Yetim Zeynep, babam Semerciler'in Hacı
Memet'in anılarına...
İÇİNDEKİLER
TARİH BOYUNCA KÖY- KÖYLÜ
Tarihte köy yaşantısına bir bakış ………………………………………………………..7
Eti devrinde köy …………………………………………………………………………………..7
İpek Yolu ................................................................................ 8
Selçuklarda köy ........................................................................9
Ortaçağda köylü V-XV. Yüzyıl ....................................................10
Ağalık düzeninde köylü .............................................................11
Osmanlılarda toprak düzeni ……………………………………………………………….11
Kul taifesi ...............................................................................14
Ruhani derebeylik ................................................................... 15
Reayanın yargılanması ve cezalandırılması ..................................15
Celali İsyanlarının köylere etkisi ................................................ 16
Köylerden kentlere göç .............................................................20
Medrese öğrencileri (suhte taifesi) ..............................................22
Köylerden kaçış-köylerin boşalması……………………………………………………25
Kaçan köylülerin köylerine kimler yerleşti? ..................................28
Köylüyü bunalıma iten Celali isyanları hakkındaki yorumlar ............29
Celali eşkıyalarının valiliklere atanmaları .................................... 30
Yabancı gözüyle köy ve köylü ....................................................32
Tüccar gözüyle köylü ................................................................33
Asker gözüyle köy ve köylü .......................................................33
Yüzbaşı Selahattin’e göre köy ....................................................34
Hukukçu Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'na göre köylü ........... 36
Romancı gözüyle köy ve köylü ...................................................37
Sanatçı Sabahattin Eyüboğlu'na göre köylü ve halk .......................39
Eğitimci Tonguç'a göre köy ve köylü ...........................................40
Mustafa Kemal ve köylü ............................................................42
Köylü Ozanlar ..........................................................................43
OSMANLI DÖNEMİNDE İÇİNDE KÖY BULUNMAYAN "BATILILAŞMA
HAREKETLERİ VE ONUN KADER KURBANLARI:
Çağın getirdiği önemli sorular ………………………………………………………….46
Basım …………………………………………………………………………………………………47
Osmanlı İmparatorluğunda ileri atılımlar …………………………………………50
Tanzimat Hareketi …………………………………………………………………………….51
Jön Türkler ………………………………………………………………………………………..51
Midhat Paşa ……………………………………………………………………………………… 53
ll. Meşrutiyet'in Türkiye yüzeyindeki görüntüsü ………………………………58
31 Mart Olayı …………………………………………………………………………………….62
BAĞIMSIZLIK SAVAŞÇISI- LAİK CUMHURİYETÇİ MUSTAFA KEMAL
Mustafa Kemal gerçeği ……………………………………………………………………66
Amasya Bildirgesi …………………………………………………………………………….68
Erzurum Kongresi …………………………………………………………………………….71
İngiliz gizli belgelerinde Kuvayı Milliyeyi ve Türkiye'yi
parçalama çabaları …………………………………………………………………………..74
Kemalistlere karşı iç ayaklanmalar ………………………………………………….75
İmparatorun astırdığı bir asilzadenin hikâyesi ………………………………..76
Mustafa Kemal’i tanıyor muyuz ? …………………………………………….……. 77
Şeyh Sait ayaklanması …………………………………………………………………….79
İzmir Suikastı …………………………………………………………………………………..80
Gazi seyahatinin sebebi …………………………………………………………..………88
Halkın dertlerini dinliyoruz ………………………………………………………..…….88
Atatürk'ün kamulaştırdığı yabancı şirketler …………………………..……….90
Mustafa Kemal ne yapmış ki ? ………………………………………………..………92
Rauf Orbay ………………………………………………………………………………..…….96
Kâzım Karabekir'e göre Mustafa Kemal ………………………………..……….97
Ali Fuat Cebesoy ………………………………………………………………….……….100
Refet Paşa ……………………………………………………………………………..……..101
Celal Bayar …………………………………………………………………………………...102
MUSTAFA KEMAL'İN BAŞLATTIGI KÖYCÜLÜK HAREKETLERİ ve SONRASI:
Küçük bir atılganlık yaşamı değiştirebilir ……………………………...103
Hafta sonu eğlencelerinden bir kaç örnek …………..………………. 108
Bir santral yapımının öyküsü ……………………………………………….. 110
Orta Asyacılar …………………………………..………………………………….…112
II. Dünya Savaşı ve Çifteler Köy Enstitüsü ……………………. . . .119
Köylünün okutulmasındaki şaşkınlık ……………………………………. 120
Köy. Enstitülerinin açılış nedenleri ………………………………………. 121
Köy Enstitüleri Yasasının BMM'nde müzakeresi ve kabulü... 125
Köy Enstitülerinin Yapısı ………………………………………………………. 129
Köy Enstitüsü Müdürlüğüne …………………………………………………. 130
İş araçları ………………………………………………………….……. . . . …….132
Yüksek Köy Enstitüsü ………………………………………….…………………135
Dergi Kolu ……………………………………………………….……………………..135
Köy Enstitüleri denetleme kurulu …………………….…………………. 136
Köy Enstitüsü Müdürlüğüne ………………………………………….…….. 139
Köy Enstitülü Ozanlar ………………………………………………….………..140
Kitap kitap kitaaaap …………………………………………………….……….146
Yeni Dünya …………………………………………………………………….…….. 151
İnsanlığın Kurtuluşu ……………………………………………………….………154
Köy Enstitüleri hakkındaki eleştiriler ve iftiralar ………….……….159
Mustafa Demir; Köy Enstitüleri ve Solculuk ………………….……..160
Köy Enstitüleri ve Koç Federasyonu …………………………….……..161
İftiralar ………………………………………………………………………….………161
Asılsız eleştirilere gerçek yanıt …………………………………….…….. 163
Sabahattin Eyüboğlu, H.Ali Yücel, Tonguç ……….………………….174
Köy Enstitülerini kuran yapıcı düşünce ………………….…………… 175
Köy Enstitülerine atılan çamurun çukuru ……………….………….. 178
0nyedi Nisan Bayramı ……………………………………………….………… 180
Usta öğreticilerimiz …………………………………………………….……….. 186
Sili Layoş …………………………………………………………………….……….. 187
Demirci Zekeriya Usta ……………………………………………….………..188
Bahçıvan Nuri usta ……………………………………………………….……….188
Arabacı Hamza Aga ………………………………………………………….….189
Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünü gezmeye gelen
çok ünlü bir eğitim bilgini …………………………………………..….……191
İsmail Hakkı Tonguç …………………………………………………….194-197
Köy Enstitülerinin mimarı kimdir ? …………………………..………….198
Özel yabancı kolejler ………………………………………………..………… 200
Eğitimde milli görüş …………………………………………………..…………204
Cumhuriyetin ilk döneminde yabancı okullarına tepki… 204-205
Köy Enstitülerini yıkanların akıl hocaları kim ki ? ……………..206
Kâzım Karabekir Paşa ……………………………………………………….209
Ve Amerika Misyoner Okulları hayranlığı …………………………..216
Bir denetleme ……………………………………………………………………..217
Kâzım Karabekir'in yetim okulları ve Köy Enstitüleri ………..219
Çavuş çıkarılma olayında Hasan Ali - Tonguç
ve başkaları ………………………………………………………………………. 225
Atatürk ve köylü …………………………………………………………………233
1945 BMM Tutanaklarında Çiftçiyi Topraklandırma
Kanunu ……………………………………………………………………………….236
Eğitimci İsmail Hakkı Tonguç'un Çiftçiyi topraklandırma
Kanunu hakkındaki görüşleri ……………………………………………254
KÖYÜMÜN YAŞAMI …………………………………………………………...255
Yağmur duası …………………………………………………………………. 262
Çevirme …….………………………………………………………..…….……. 262
Tekecik …………………………………………………………………………… 262
Saya ………………………………………………………………………………..263
Dini bayramlar ………………………………………………………………..263
Köyde eğlenceler …………………………………………………………….263
İmece ………………………………………………………………………………264
Hastalıklar ve tedavileri ………………………………………………….265
Yağlı Kara ………………………………………………………………………..266
Zengin düğünü ………………………………………………………………..266
Hacılar Dervişler Şeyhler ………………………………………………..267
Eşşekler Kongresi ………………………………………………………… . 269
Alakancık ………………………………………………………………………….271
Devetaşı …………………………………………………………………………..273
Akıllı Gelin ……………………………………………………………………….275
Akıllı Gelin ile kül küpü ve öküz ………………………………….…275
Bir gurbetçinin bayramı ………………………………………………….276
Kalınağıl'da söylenen deyimler, tekerlemeler ve
atasözleri ……………………………………………………………………….276
Kalınağıl'da hırsızlık-aşk ve cinayet öyküleri:
İpe giden iki asker kaçağı …………………………………………….277
Irz sorunu ……………………………………………………………………..277
Sarı Zeynep ……………………………………………………………………277
Sürmeli Gülsüm …………………………………………………………….280
Sonuç …………………………………………………………………………… .281
KAPATILDIKTAN YILLAR SONRA KÖY KALKINMASINDA
UYGULANAN KÖY ENSTİTÜLERİ YÖNTEMLERİNDEN İKİ ÖRNEK:
Manisa'da yetişkinler eğitimiyle köy kalkınması
denemeleri …………………………………………………………………..284
İkinci pilot köyümüz Sancaklıbozköy …………………………. 285
Pilot köy çalışmalarının yankıları ………………………….287-291
Yirmi bir yıl sonra Sancaklıbozköy ……………………………….292
İSRAİL'DE ÇOK YÖNLÜ PLANLI KÖY KALKINMASI ARAŞTIRMALARI:
İsrail hakkında genel bilgi ……………………………………………..298
İsrail'de köy tipleri …………………………………………………………299
İsrail'de bölge köy planlanması …………………………………….301
İsrail’de Köy planlanması ……………………………………………..302
Kibutzlar ve moşavlar …………………………………………………..302
Geri kalmış köyler için gösterilen çaba ……………………..…303
Aile planlaması ………………………………………………………………303
Bir bölge Planlama müdürünün konuşması …………….…..304
Köy planlamasını gerçekleştiren demokratik
kuruluşlar ……………………………………………………..…………....304
Köy sağlık kuruluşları ……………………………………………………306
Köy alanındaki milli eğitim ……………………….………………….306
Bölge yönetim kurulları …………………………………………………307
ANILAR: ………………………………………………………………….……… 308-318
TARİH BOYUNCA KÖY-KÖYLÜ:
TARİHTE KÖY YAŞANTISINA BİR BAKIŞ
Toplumun kökeni olan köy, yerleşim ve yönetim birimlerinin en küçüğüdür. Köyün- geçim
kaynağı tarımdır. Yönetim, alış veriş yönünden kasaba ve kentlere bağlıdır. Devlet yönetiminde
kasaba ve kentli gibi etkinliği yoktur. Eğitim, tarım, ticaret, sağlık ve kullandığı araç, gereç
bakımından örgütlenememiştir. Köylüler çağdaş köycülükten habersizdir. Köyle ilgili yayın çok
azdır. Köye ait yeterli kaynak bulmakta zorluk çekilmektedir. Bununla beraber elde edilen
belgelerle köyün geçirdiği üretim, yönetim evrelerini karşılaştırmak mümkün görülmektedir.
ETİ DEVRİNDE KÖY
"Eti metrukatının (kalıntılarının) okunmuş metinlerinden hakkıyla yararlanmış olan
Albrecht Götze, Anadolu'nun eski kültür tarihi konusunda Hititler devri için bilhassa şu mühim
noktayı tebarüz ettirir: "Baştanbaşa kanunlar çiftçi bir devletin ihtiyaçlarına göre düzenlenmişti.
Ziraat ve hayvan yetiştirme bu iktisadın merkez noktasını teşkil eder".
"İktisadi hayatın en küçük tam cüz'ü (birlik) olarak köylü ailesinin damını ve ekergesini
mütalaa edebiliriz. Bu ister müstakil olsun, ister bir çoklar ile birlikte geniş bir mülkün içinde bir
cüzü (parçası) olarak bulunsun, muhtelif parçalara ayrılırdı. Bu parçalar bazen dağınık ve
birbirinden uzakta bulunabilirdi. Bir parçası tarla, bir parçası bahçe, çayır ve otlak idi. Bunlara
bağ, meyve bahçesi ve koru da dahil olabiliyordu. Çiftçinin bu toprağını,
çiftçinin ailesi efradı ve köleleri işlerlerdi." '''Eti köylüleri sabana öküz koşarlar ve inekle keçiyi süt
için beslerlerdi. Koyun yün almak içindi. Bununla beraber, büyük ve küçük baş hayvanların hepsi
etlik ihtiyacını karşılardı. Bu çiftçi damlarında silahlı kimselerin ve el sanatçılarının bulunması
dikkati çeker". '
"Başlıca tahıl ürünleri arpa ve kızılca buğday idi. Bunlardan yalnız un ve ekmek değil bira
da yapılırdı. Bira, mabede kurban edilmek veya dini törenlerde kullanılırdı. 0, ekmeğin yanı
başında en mühim bir gıda maddesi olarak da yer alırdı."
"Kültür yardımıyla asillendirilmiş üzüm asmasının yurdu küçük Asya'dır. Aynı yardımla
asillendirilmiş elma da bütün dünyaya oradan yayılmıştır ."
"Ata ta eski Hititler devrinde de tesadüf edilir. Mitanilerin yardımıyla Anadolu'da
iklimlenmiş ve gelişmiştir."
"Arıcılık, Anadolu'da önemli bir rol oynadı. Bal, metinlerde çok anılan Bir
üründür." (1 )
(1) Prof. Hasan Reşit Tankut: Köylerimiz, s. 90-91
iPEK YOLU
(ANADOLU'DAN GEÇEN KERVAN YOLLARI)
Aldığımız metinde Eti Köyleri'nin kendi gereksinmelerini ürettiğini gördük. Asya, Avrupa ve
Afrika ile ticari alış verişlerini yansıtan bir açıklamaya rastlayamadık. Çin, Hint ve Asya ülkeleri
sonradan ipek, çay, baharat ve kumaş gibi kıymetli mallarını hayvanlarına yükleyerek
Anadolu'dan Avrupa'ya hatta Afrika'ya kervanlarla ticarete başlamışlardır. Bu
ticaret ilişkileri Asyalı, Avrupalı, Afrikalı tüccarlar arasında uzun zaman devam etmiştir. Asya'dan
gelen kervanlar İran'dan Mezopotamya'dan Anadolu topraklarına girer, yol boyunca hanlar ve
kervansaraylarda konaklar, Anadolu'da eksiklerini tamamladıktan sonra Avrupa ve Afrika'ya
giderlermiş. Tarihte "İpek Yolu" diye adlandırılan bu yolların Anadolu'dan geçmesi köyleri zengin
ettiği gibi Türk ticaret yaşamının da ilerlemesine sebep
olmuştur. Bu savları belgelerden izleyelim:
" …Çobanlar Anadolu’ya lazım olandan çok hem de pek çok miktarda hayvan
yetiştiriyordu. Köylerin üretimi mahalli ihtiyacın çok üstünde idi.
" ... Anadolu en verimli zamanında bile ürününü vatan hududundan dışarıya sürmezdi.
Çünkü onu, ardı arkası kesilmeyen Doğu kervanları ve zengin batı bezirganları Anadolu'nun içine
gelerek tüketirdi."
" ... Yine coğrafi durum Anadolu'yu, bir nakliyeci ve tüccar memleketi haline getirmişti".
Çünkü kervanlar orada, ılıman iklimli mesafeler, insan ve hayvan için gerekli her şeyi bol
menziller bulabiliyordu. Yiyecek ve yem çok olduğu gibi yorgunluk gideren, hasta sağıltan, sakat
onaran, eksik tümleyen maddi, manevi her şey ve her hal yerinde ve yolunda idi.
Kervanların Anadolu'yu üstün tutmasında başka bir sebep daha vardı. O
vakit denizler tekin değildi. Büyüklerinde fırtına, küçüklerinde korsan amansızdı. “... Arap
yarımadasında, eski çöl yollarında emniyetten eser yoktu. Anadolu'da Anadolu kadar büyük bir
ecnebi âlemi vardı. Daima yürüyen, daima alış veriş yapan ve mütemadiyen döviz bırakan bir
ecnebi alemi.
Soğdak, Fars, Bizanslı ve Türk tüccarlar Venedik, Ragoza, Ceneviz
tüccarlarıyla iş üzerine görüşmek, mal mübadelesi yapmak için Anadolu’ya
gelirler ve orada bu maksatla kurulmuş büyük ticaret ve sanayi merkezlerinin
hanlarını, bedestenlerini doldururlardı."
“... Tarihler, yedinci, sekizinci asırlardan başlayarak bu yolun çok ehemmiyet kazandığını
yazarlar. Bu yol, Tarsus'tan Külek Boğazı üzerinden
Konya ovasına iner ve Bursa’ya kadar uzanırdı.
İşte, bu yollar ve üzerinde işleyen, yüz binlerce insan ve hayvan dinlenmek,
yorgunluk gidermek, azık tedarik etmek, giyinip kuşanmak imkanını
ancak Anadolu'da buluyordu. Yolların üzerinde yer yer büyük menziller ve
yanlarında büyük üretici köyler vardı. Yaylacılar kervanların hayvan noksanını
sağlıyordu."
" ... Kervanlar sakat hayvanlarını Çukurova'da değiştirir zayıf olanlarını
orada pansiyona bırakırdı".
"Konya ,ve Afyon'a, kadar olan sahada keçecilik vardı. Sivas tarafında
şal cicim ve Uşak tarafında da halı seccade dokunuyordu".
"Anadolu köylerini tanımak için bu kervan yollarını ve bu yolların toplumsal
yapımız üzerindeki tesirini tanımak lazımdı. Onun içindir ki bu girişi gerekli gördüm.
1489'da Ümit burnu keşfedilip Hint-Portekiz deniz yolu açılınca kervan yolları kıymetten
düştü. İşte Anadolu köylerinin felaketi o tarihten başlar".
1) Prof. H. Reşit Tankut KÖYLERİMİZ S. 9-13
SELÇUKLARDA KÖY
"Büyük Selçuki devleti Anadolu'yu zapt ettiği sırada, "miri toprak sistemi" esasına göre
hareket ederek, her türlü zirai istihsal arazisini devletin malı saydığı için, göçebeler olsun, yerleşik
Türkler olsun, tasarruflarındaki topraklarda devletin kiracı veya yarıcısı kabul olunmuşlardı. Tabii,
Anadolu'nun ziraatçı eski Hıristiyan halkı da aynı kaideye tabi oluyorlardı. Köylüler, devletin ister
yarıcısı, ister kiracısı olsunlar bu sıfatla raiyyet adını almaktaydılar; devlet kendi hizmetinde
bulunan kumandanlara ve Türkmenlerden tutulan süvari askerlerine, nakdi ücret yerine miri
topraklardan alacağı vergileri "iktâ" olarak bıraktığı için, her köy topluluğu veya birkaç köy birden
bir ikta (1) sahibinin raiyyetiydiler. ... Köy topluluğu aşiret karakterini ve teşkilatını muhafaza
ediyorsa, böyleleri, başlarındaki "boy" yahut "ulus" beyleri idaresinde olarak, az çok geniş bir idari
muhtariyete sahiptiler, devlete yahut onun ikta sahibine kanunnamede nevileri yazılı rüsumu
değil, ancak yıllık muayyen miktarda bir "mukarrerat"ı veriyorlardı. Yerleşik ziraatçı köylüler ise,
aile halinde, devlete yahut ikta sahibine tabi olup, vergiyi raiyyetlik kurallarına göre
ödemekteydiler ..." (Prof. Dr. Mustafa Akdağ: Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, C, I, s. 26)
" ... Şehirlerdeki sanayi ve ticaret, köylerdeki ziraat usulleri ve ürün çeşitleri elbette
Türklerin Hıristiyanlardan birçok şeyler almalarına sebep olmuştur. Dokumacılık, maden işçiliği,
madeni eşya yapımı ve inşaat sahalarında yerli Hıristiyan ustalar, Türkler geldikten sonra da
sanatlarını işlemekte devam etmişler ve Türkler onlara bir müddet çırak olmuşlardı... "
(a. g. y. s. II)
(1) Devlete asker yetiştiren, örgüt. Osmanlılardaki has, tımar, zeamet gibi.
ORTAÇAĞDA KÖYLÜ V-XV. YÜZYIL
Feodalizm'de toprak derebeyi'nindir. Derebeyi'nin birçok köyü, çiftliği vardır. Köylü bu
toprakta üretici alarak çalışır. Köylü toprağa sahip değildir. Ürettiği her çeşit toprak ürününü
derebeyine doğal ürün olarak getirir. (Arpa, Buğday v.s.) Derebeyi mülkiyeti kendine ait olan az
bir toprak parçasını köylüye geçimini sağlaması için vermektedir. Köylü geçimini sağlamak için
ektiği bu küçük ekenekten aldığı üründen de derebeyi'ne bir vergi vermektedir. Derebeyi'nin
köyünde çalışan köylüler çiftçilikten başka derebeyinin hayvanlarına ve istediği yere yaptıracağı
bina, yol, bahçe v.s. gibi işlerde de, angarya olarak çalışmak zorundadır. Her derebeyi kendi
bölgesinde egemendir. Bunlar dağınık ve bazen da biri birinin toprağını almak için savaş
yapmaktadırlar. Köylerinde çalıştırdığı köylüler derebeyinin malı gibidir. Bir derebeyi toprağını
sattığı zaman içindeki hayvanlar ve insanları ile beraber satmaktadır. Mal mübadelesiyle alış veriş
yapıldığı zaman derebeylerin katı egemenliği hüküm sürmektedir. Ticaret gelişimi tek derebeyleri
ortadan kaldırmıştır;
"Mübadele ve ticaret inkişaf ettiği nispette dağınık feodaller, bir tek feodalin idaresi altında
(Mutlakıyet-İmparatorluk) toplanmak zorunluluğunu algılamaya başlamışlardır. Çünkü dağınık her
vilayetteki özel idari ve kuruluşlar mübadele ve ticarette birer engel teşkil etmeye başlar.
Feodalizmde mübadele, inkişaf ettikçe feodal için daha fazla mikyasta süs eşyası satın almak
imkanları da çoğalmaktadır. Bu hal ise köylünün daha fazla istismarını gerektirir ... "
Feodal üretim ilişkileri özellikle Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından
sonraki devirde (Ortaçağ dediğimiz V-XV.ci asırlar arasında) en fazla genişlemek
olanağını bulmuştur. Feodalizmin tipik örneğini özellikle Batı Avrupa feodalizminde görebiliriz". (1)
Osmanlı feodalizmi, Avrupa feodalizmine benzememektedir. Osmanlılar
aldıkları ülkelerdeki yerli halkın alışkın olduğu yasa ve gelenekten yararlanmışlardır.
“İsmail Hakkı Uzun Çarşılı, evrak hazinesinde bulduğu vesikalara istinat, ederek diyor ki:
"Osmanlılar sade yine aynı kanunlar dahilinde teşkilat yaparak bu sistemi idame ettirmişlerdi.”
demek oluyor ki reaya (derebeyin toprağında çalışan köylü) efendilerini değiştiriyordu. Küçük bir
aşiret olan Osmanlı beyliği, Orta Çağ feodal kanunlarından istifade ederek inkişaf etmekte idi...
(2)
(1) Hüseyin Avni Şanda Reaya ve Köylü, Tan Matbaası 1-941. s,6-7.
(2) a. g. y. s.16.
AĞALIK DÜZENİ’NDE KÖYLÜ
"Toprağı işleyenlerin emeğinden yararlanan Doğu ülkelerine özgü büyük toprak sahipliği ...
Batı feodalitesinden farklı ve eski Osmanlı derebeyliğine yakın bir toprak mülkiyeti düzenidir.
Özellikle Doğu Anadolu'da elli-altmış köye, bütün toprakları ve içindeki insanlarıyla birlikte sahip
olan ağalar vardır. Kimi bölgelerde dinsel bir yetkiye dayanır. Tarımsal gelişmenin ve toprak
reformlarının başlıca engelleyicisidir". (1)
OSMANLILAR’DA TOPRAK DÜZENİ
Osmanlılar devrinde toprak devletindi. Devlet, bu toprağı işleyerek ekin, sebze, meyve
yetiştiren, meralarında at, eşek, katır, deve, sığır üreten köylüye verirdi. Ayrıca göçebe olarak
yazın yaylalarda, kışın ılık sahil bölgelerinde hayvan üreten yörüklere yazlık, kışlık meralar verirdi.
"(1) Arazi ilk defa padişahlara mahsus haslar, vezirlere ve sancak beylerine mahsus
haslar, zeamet ve tımarlar. Padişahlara mahsus vakıflar öteki bütün vakıflar, mülkler olmak üzere
çeşitli türlere ayrılırdı ... Yıllık geliri 1000 akçe ile 20.000 akçe arasında olan araziye tımar,
20.000 ile 99.999 akçe arasındaki yerlere de zeamet, 100.000 akçeden yukarı olan
yerlere de has denirdi. Tımar ve zeamet sahipleri devletin en iyi askeri sayılırdı ... Has, zeamet ve
tımar olarak ayrılmış topraklar üzerinde iki türlü tasarruf hakkı vardı. Birinci hak toprağı ekip
biçme hakkıydı. Ve ona tapu senediyle tasarruf edenlerin(reaya-çiftçi) elinde bulunurdu. İkinci
hak toprak ürünlerinin onda birini, Öşür ve Örfi vergileri (geleneğe göre alınan) toplama hakkıydı;
bu da has, tımar ve zeamet sahiplerine aitti… Devlet tımar olarak ayırdığı topraklarındaki Şer'i
(Şeriat yasasına göre) ve Örfi vergilerini alır, buna karşılık savaş zamanında tımar sahibi tımarın
gelirine göre yanında silahlı süvariler götürürdü.
Vakıflara ait topraklar da vardı. Vakıf toprakları belli bir para karşılığında köylüye verilirdi. Köylü
yalnız işletme hakkına sahipti. Ölünce işletme hakkı çocuklarına geçerdi.
VERGİLER:
"(2) Vergi alma işinde, nevi ve miktar tayin olunurken iki prensipten.
hareket edilmektedir: Birisi İslam hukuku, diğeri Örf hukukudur."
“TEKALİF-İ ŞER’İYE” (Cizye ağnam, öşür ve saire) tamamıyla İslami kaidelerin vergileridirler.
“TEKALİF-İ ÖRFİ’YE" ise geleneklere dayanarak konmuş "resimler"dir. Mesela, “resm-i mücerret,
resm-i bennak, resm-i arus" ve saire. Tekalif-i örfiyenin o zaman daha çok kullanılan tabiri ile,
rüsum-ı örfiyenin teşekkülüne mahalli gelenekler ehemmiyetle tesir ettiklerinden dolayı bu nevi
verginin çeşitleri pek çoktur."
" ... vergi kanunnamelerine giren "resimler" tahsili hakkı, memura, daha doğrusu tımar
"has, zeamet" sahibine verilmesi adet olan vergilerdir" (3)
Bu vergilerden başka doğrudan doğruya devletin aldığı vergiler de
vardır:
"Burada kaydolunması lazım gelen diğer bir vergi nevi de "tekalif-i divaniye” dir.
Avarız-ı divaniye dahi denen bu vergiler "avarız akçesi" "nüzül", "sürsat", "kürekçi" diye dört çeşit
olarak görülmektedirler. XVII. asır devamınca da adetleri daha çok artmıştır. "Tekalif-i divaniye"
vergileri tamamıyla kanunnamelerin şümulü dışında kalıyorlar. Bu vergiler hiç bir suretle şahıslara
tahsis olunamazlar. İltizama dahi verilmiyor. Devlet bunları bizzat ve şehir-köy farkı
gözetmeksizin bütün memleketten tahsil eder.(4)
(1) Orhan Hançerlioğlu: Ekonomi Sözlüğü, s.9.
"İstanbul'da oturan rical (rütbeli mevki sahibi kimseler), temin ettikleri
iltimaslarla haslarını artırmışlar, kapılarında besledikleri adamlarını tımarlı sipahi gibi göstermek
suretiyle, onlar namına da bir sürü dirlik ele geçirmişlerdi. Fakat, Anadolu'da bilfiil vazifede
bulunan beylerbeyleri ve sancakbeyleri haslarından fazla vergi almak ve "cerime"leri sekiz on
misli istemek gibi yollarla temin ettikleri gelir ile de duramayarak "sekban akçesi", "selâmiye",
"devir akçesi" vesaire... İhtimal maziden beri devam
ettirilen birtakım "bid'atlar"ı yeniden canlandırarak halkla kanunnameler dışında ağır salmalar,
salmaya başladılar."(5)
“Büyük kaçgunluk” devrinde çiftçi halkın kitle halinde topraklarını terk etmeleri
neticesi, tımar ve has sahipleri gelirlerinin azalmasından bahisle tedbir alınmasını istedikleri
zaman, Çiftbozan resmi 75'ten 300 akçeye çıkarılmış. Ayrıca bu hususta da kanunnamelere işaret
olunmak üzere fermanlar yollanmıştı." (6)
"Daha Fatih Mehmet devrinden beri, kanunnameler daima sicillerinde kayıtlı bulunan
kadılara, sık sık, alınacak resimlerin miktarlarını en ince teferruatına kadar hatırlatan fermanlar
yollanması, halkın vergi verme hususundaki aczini ifadeden başka türlü yorumlanamaz.
Bu vergi sistemi birinci derecede zirai ekonomiye dayanmış yalnız çiftçi halkı "raiyyet" yani vergi
mükellefi olarak kabul etmişti. Şehirlerin ticari faaliyeti üzerine konan "resimler" ehemmiyetsiz
kalıyordu. Şu halde, kanunnamelerin akçe ile birlikte değiştirilmeleri çiftçi halkın yükünü
artırmaktan başka bir şey olmayacaktı. Halbuki ileride 'tafsilatını vereceğimiz
üzere zirai ekonomi kriz geçiriyordu ve köylü perişandı." (7)
Yukarıda adını sanını bilmediğimiz ve bugün için bize çok yabancı gelen bu vergiler
çoğunluğuna, zamanla bir bu kadar dahası katıldı. Savaşların çoğalması vergilerin de artmasını
körükledi. Köylü işlediği topraktan aldığı ürünün çoğunu vergiye verirdi. Geçim koşullar güçleşen
köylü erkekleri çiftlerini bırakarak şehirlere göç etti. Bu gibilere çift bozan dendi. Çiftini
bozanlardan da çift bozan vergisi alındı.
"Ayrıca dirlik erbabı "devlet hizmetlisi, küçük memurlar" besledikleri koyun ve öteki
hayvan sürülerinin hizmetleri için, "raiyyet"leri hükmünde olan köylüleri angarya olarak
çalıştırmaya zorluyorlardı.
Kadı, müderris, müftü, naip gibi, hazine veya vakıflardan (vazifecihetmaaş) alan "ehl-i şer"
sınıfı bağ, bahçe, köylerde tarla ve otlaklar edinerek, çiftlik ve hayvan besleme işi yapmaya
başlamışlar idi ki, bu da köylü sınıfını ezen başka bir iktisadi olay idi." (8)
"Naima, tarihinin birinci cildinde (Sayfa 18) cemiyeti bir vücuda benzetir, hazine bu
vücudun bir midesidir, reaya (çiftçi)nin vazifesi, hazine-i amireye gıda mesabesinde olan malı
tedarik etmekten ibarettir" der. (9)
“... devlet gayet kesin tarifli vergi kanunnameleri koymuş olmasına rağmen dirlik sahipleri,
hazinenin mal memurları "cihet-vazife" ehli kimseler, raiyyetten kanuni miktarlar üstünde para
almak için, hile veya zorlamaya başvurmada, yahut ticari, ziraat, hayvan besleme işi ile de
uğraşarak, köylüyü angaryada çalıştırmakta idiler... Ümeradan birisi, herhangi bir hizmet için
yaptığı yolculuk sırasında, konakladığı yerin halkından "kapusu halkına" ve kendisine türlü adlarla
para ödenmesini istemekte erzakını da onlardan toplamakta idi. Öteki memurlar da memleket
içine çıktıkça, aynı şekilde para istiyorlardı." (10)
"Lazkiye (Denizli) kadısı Divan'a yolladığı mektubunda tuttuğu iltizam (Götürü vergi
toplayan) sayesinde üç binlik tımardan otuz bin akçelik zeamete yükselen "Bostan'han zalim”in
tam bir Celali örneği verdiğini anlatan bilgiyi vermekteydi. Zulmü ve saçtığı dehşetle çevreye
kendisini tanıtmış olan bu kişinin uyandırdığı bir sürü yalancı şahitler ile davalar uydurup çıkar
sağladığı gibi, kendisini merkezden mübaşir tayin ettirip, türlü eziyetler yaptığından başka,
birisinin oğlunu öldürse ses çıkaramayacak bir korku yarattığını belirtiyordu". (11)
XVI. asrın ortalarından beri mütemadiyen gelişmekte olan devriye bölüklerinin ve bunların
içinden celali olanların kasaba ve şehirleri bastıkları, veya buralarda oturan halka da köylerde
olduğu gibi, ağır salmalar saldıkları hemen hemen görülmüş değildi. Bunun sebebi en çok birkaç
yüz kişiyi geçmeyen sekban bölüklerinin böyle kalabalık yerlere sokulmalarının imkansızlığı idi.
Bundan başka, sekban bölükleri, ister celali olsun ister, devriye bölüğü olsun, faaliyetlerinde
henüz meşru bir kisveye bürünmekten kurtulamamışlardı. Soygunlarını daima bir sebebe istinat
ettirmekte idiler. Sarı ve kırmızı bayrak kaldıranlar sefer hazırlığı yaptıklarını iddia ediyorlardı.
Beylerin kapu ağaları, beye ait hassın resimlerini, bilhassa "Cürüm ve cinayet"ini "Cürüm ve
cinayet vergisi" alır gibi hareket ediyorlardı. "Selamlık" "Sekban akçesi, devriye" gibi
kanunnamede olmayan "bid'at"lar, artık "adet" olarak kabul edilmekte idi:" (12)
(1) Meydan Larus Cilt 9 S. 659
(2) Prof. Mustafa Akdağ: Celali İsyanları S. 45
(3) Prof. Mustafa Akdağ: Celali İsyanları S. 46
(4) Prof. Mustafa Akdağ: Celali İsyanları S. 48
(5) . Prof. Mustafa Akdağ: Celali İsyanları S. 59
(6) Prof. Mustafa Akdağ: Celali isyanları S. 53
(7) Prof. Mustafa Akdağ: T.H.D. ve D. Kavgası S. 53-54
(8) Prof. Mustafa Akdağ: T.H.D. ve D. Kavgası S. 94
(9) Hüseyin Avni: Reaya ve Köylü S. 29
(10) Prof. M. Akdağ: Celali İsyanları S. 95
(11) Prof. M. Akdağ: Celali İsyanları S.142
(12) Prof. M. 'Akdağ: Celali İsyanları S. 377
KUL TAİFESİ
Has, Zeamet ve Tımarlarda çalışan reaya (çiftçi) Osmanlı topraklarına yerleşmiş köylülerdi.
Bunlar, has, zeamet ve tımar sahiplerinin emrinde çalışan ve onlara tabi köylülerdi Onların deyimi
ile o devrin köylüleri Sipahi beyinin raiyyeti (Sipahi’ye vergi veren köylü) idi. Sipahi ise işveren
idi. Reaya’ya toprak veren kişi idi. Buna sahibi arz deniyordu. Padişah tarafından (Sahibirarz)
tanınan kimsenin tımar ve zeametinde yerleşen her adam onun reayasıdır. Eğer müşterek
yaşıyorsa çocukları kardeşleri, sipahi beyinin defterine kayıtlı bulunmaktadır... Sipahi beyinin emri
altındadır. Ona tabidir. Reaya bu toprakları tasarruf etmek hakkını haizdi: Bunun İçin tapu
resmini öşür hasılatını, ayniyat olarak, sipahi beyinin tensip (uygun bulduğu) ettiği bir yere teslim
etmeğe mecburdu.
Reayadan başka çiftçilik yapan bir de “Kul taifesi” vardı. Bunlar reayadan daha ağır
koşullar içinde olan kimselerdi.
“Osmanlı imparatorluğunun feodal nizamı, içinde reayadan farklı olarak “Kul taifesi,
Ortakçı Kullar” diye esaret sisteminin tatbik edildiği devirden kalma, toprak köleleri de vardı.
Bunlar, harp esnasında yakalanan esirlerdi ki, ekserisi İstanbul civarındaki topraklarda iskân
edilmişti.
Bu gibi kullar, içinde bulunan kul ve , cariyelerin evlatları, çift ve eşyaları ile birlikte vakıf
ve temlik edilmekte idi. Buna bir misal olarak evrak hazinesinde “Ayas Ağa” köyünün, bu şekilde
Çukurcu Zade Defterdar - Mehmet Çelebi’ye temlik (mal olarak verildiği’ni) edildiğini gösteren bir
vesika bulunmaktadır....
İstanbul haslar defterinin ‘başında (904) bir kanunnameye göre kullar, ancak kul olan bir
kadın ile evlenmek hakkına haizdi.” (1)
(1) Hüseyin Avni: Reaya ve Köylü S. 26-27
RUHANİ DEREBEYLİK
Osmanlı imparatorluğunda Fener Patrikhanesine ait vakfın birçok malı bulunduğu
bilinmektedir. Bunun ne kadarı toprak, ne kadarı mesken ve iş yeri olduğu konumuz dışıdır. Yalnız
Mevlevi tekkeleriyle Hacı Bektaş Veli namlarına ait köyleri gösterebiliriz.
“Bunlardan Mevlevi tekkeleri büyük Anadolu şehirlerinde taraflar bulmuşlar ve
hükümdarlar tarafından himaye edilmişlerdir. Mevlevi şeyhleri de mevcut siyasi ve içtimai nizamın
muhafazasına, merkezi idarelerin idame-i nüfuzuna çalışarak siyasî ve içtimaî nizamın
muhafazasına, merkezi idarelerin idame-i nüfuzuna çalışarak siyasi ve dini kıyamlardan
(ayaklanmalardan) daima uzak kalmışlardır. Konya Mevlevi dergahına ait Cumhuriyet devrine
kadar yüzlerce vakıf köyler bulunmakta idi. Muncur kasabasına tabi Hacı Bektaş köyündeki Bektaş
tekkesi de 362 köye malikti.” (1) Gelibolu’da ve Varna’da da tekkelere ait köylerin olduğu aynı
yapıtta ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.
REAYA’nın YARGILANMASI ve
CEZALANDIRILMASI
Osmanlılarda: “Hakimler, padişahtan başka idare amirlerinin de emir ve nüfuzları altında
bulunuyordu. Zaten yüksek devlet memurları idare ve adliye işlerini ellerinde toplamışlardı. Bu
memurlar hiçbir usule riayete ve alakadarların müdafaasını dinlemeğe mecbur olmadan, bazen da
şahsi çıkarlarının icabına kapılarak, idam gibi ağır cezaya bile derhal karar vermek ve bunu
istedikleri şekillerde bizzat tatbik edebilmek kudretini haizdiler.” (2)
Büyük Köprülünün Celali tenkili (örnek, olacak bir ceza verme) bu bakımdan daha az yıkıcı
ve dağıtıcı değildi. Her vilayetten Celali istiyordu.
(1) a. g. y. S.23-24 .
(2) Hüseyin Avni: Reaya ve Köylü, ş. 41
Onlar da rastgele insan toplayıp gönderiyorlardı. İki sıra cellat bu elleri bağlı sözde Celalileri dizi
halinde, yürürken ağaç yarar gibi parçalıyordu. Bu yüzden zavallı köylüler hem zorbalardan, hem
hükümet kuvvetlerinden kaçıyorlardı.” (2)
“Bu cezaların ve işkencelerin nevileri hakkında şimdiye kadar yeni vesikalar
neşredilmemiştir. Fakat halk edebiyatı bizi kafi derecede tenvir etmektedir. . “Köroğlu”
destanında, gözlere mil çeken eyalet paşalarından, beylerden çok bahsedilir. Yine vak’a nüvis
tarihlerinde sık sık görülen “mil çekme vak’aları da bize gösteriyor ki, bu ceza usulü, ortaçağ
feodalitesinde çok taammüm (genelleşmiş) etmişti. Ayrıca “kazığa vurmak” vak’aları, eyalet
paşalarının şahsen verdikleri idam cezaları bu devrin işkence ve ceza usulleri hakkında bize bir
fikir vermeğe kafidir.” (3)
CELALİ İSYANLARI’NIN KÖYLERE ETKİSİ
Celali isyanları 1512’den 1575’e kadar sürmüştür. Tam 63 yıl. ‘Bu olayı’ bütünü ile
kavramamız gereklidir. Kentlerin kale içinde oluşları, ayrıca güvenlik kuvvetlerine sahip bulunması
kentleri saldırılardan korumuştur. Köylerin açıkta kuruluşu ve güvenlik kuvvetlerinden de yoksun
olması köylülerin yaşamını zehir etmiştir. Çoğu köylüler yurtlarını bile terk etmişler. Yaşam
koşulları çok kötü, sarp kayalık, ormanlık, kuş konmaz, kervan geçmez yerlere yerleşmişlerdir.
Bugün bile o bozgunun kahrına uğramış olan köyler dağ köyleri, orman köyleri olarak kırsal
alanın yoksulluğuna katlanmaktadırlar.
Şimdi belgelerden Celali isyanlarını ve onun köylerdeki yıkımını tanıtmağa çalışalım:
“Yavuz Sultan Selim zamanında başlayıp Kanuni Sultan Süleyman saltanatının ilk on yılını
dolduran köylü isyanlarına gelince onları ne özgenlikleri ve ne de oluş biçimleri yönünden şu
araştırmasını yaptığımız (Büyük Celali Karışıklıkları) türüne başlangıç yapamadığımız gibi
aralarında bir bağlantı da kuramıyoruz. Çünkü Kanuni Süleyman’ın vergileri artırmak amacı ile
giriştiği “arazi tahriri” sıralarında en yüksek kertesine çıkan kimi bölgelerin “raiyyet-çiftçi”
ayaklanmalarında başbuğ olan Şeyh Celal, Baba Zinnun, Süklün Koca, Kalender, Seydi v.b. genel
olarak halkın tarikat ve Kızılbaşlık duygularını kullanmışlardı. Kendileri ve ayaklandırdıkları
yığınlar da Osmanlı düzenliğine karşı çıkıyorlardı. Onun için, Anadolu’nun ancak şurasında
burasında olup geçen bu tür hareketlere “İsyan” demek zorunluğu vardır. Öyle olduğu şundan da
bellidir ki, bu ayaklanmalara katılan bölgeler ve bu bölgelerin halkı, çoğunlukla Kızılbaş, Türkmen
kökenli olduklarından yapısal derinliklerine ve hele siyasal devlet örgütlerine işleyememişler;
böylece devlet kendini oluşturan gücün desteği ile sözü geçen ayaklanmaları zoru zoruna da olsa
bastırabilmiştir.
Görülüyor ki bizden önceki yazarların tarihi gerçekler üzerine yeteri kadar varmamaları
dolayısı ile çözümü çatallaşmış gibi gözüken bu sorunun açıklığa kavuşturulması sanıldığı kadar
güç değildir. Ve kısaca özetlersek iki ayrı türdeki tarih olaylarından bizim konumuz olan “Büyük
Celali Kavgası”nı ötekisinden şu biçimde ayırt edebiliriz:
(1) Hüseyin Avni: Reaya ve Köylü, s.4 1.
(2) Hasan Reşit Tangut: Köylerimiz, s. 24.
(3) Hüseyin Avni: Reaya ve Köylü, s. 39-40.
Şeyh Celal, Baba Zinnun, Süklün Koca, Kalender gibilerinin çıkardıkları isyanlar belli bölgelerin
Osmanlı-Türk Sosyal-Siyasi evrimi içinde hep ayrıksı bir yaşantı süregelmiş topluluklarından çıkıp
duran kısa süreli birer başkaldırma idi. 0 zamanki deyimle cemaatlerinden biri başarıya ulaştığı
takdirde Türkiye’de toplumsal yapının ve hele siyasi düzenin bütünüyle değişeceği doğal bir
sonuçtu. Halbuki “Büyük Celali Kavgası” olarak nitelediğimiz sürekli iç karışıklıklar serisi köyden
kasabaya ve kasabadan şehre, hatta başşehre kadar Türk toplumunun ekonomik, sosyal ve siyasi
bütün örgütlerini derinlemesine, genişlemesine kapsayan büyük çaplı toplumsal kavga idi.
“Raiyyeti” (çiftçisi), “Şehirlisi”“Askeri”si ve hatta “Mürtezika”sı (vakıftan para alanlar) ile devleti
oluşturan bütün fonksiyonel ve toplumsal sınıflar toptan bu büyük kanlı bunalımın içinde
bulunuyorlardı. Düşünsel hazırlayıcılığın hiçbir payı olmaksızın Türk toplumu kendi doğasına, hatta
derneşim kurallarına ters yönde gelişmiş Osmanlı siyasi, ekonomik ve sosyo-ekonomik’ yürüntüsü
üzerinde bilinçsiz bir dönüşüme uğramış bulunduğu için, aldığı yeni kalıbın benzerini, biz insanlık
tarihinin ancak eski dönemlerinde bulabiliriz. Böylece, sosyal tarihimizin en az altmış yıllık
felaketli olayı diye değerlendirdiğimiz Büyük Celali Kavgası’nın verdiği sonuç, her yönden tam bir
gerilikti.” (1)
Celali isyanlarına ait kitapları okuduğumuzda köylerin yağma edilmesinde kadınların,
kızların, oğlanların ırzına geçilmesinde, hatta dağa kaçırılmasında, canlarına acımasızca
kıyılmasında medrese öğrencilerini, Yeniçerileri başka başka semtlerden gelmiş çiftini çubuğunu
bozmuş öpe öz köylüleri, (Lelent’leri) ne idüğü belirsiz eşkıyaları, beylerbeyi ve sancak beylerini,
tımar ve zeamet sahiplerini, mahalli mütegallibeleri bu acı olayların içinde görüyoruz.
Soyguncuların Ehl-i Örf (Yürütme Hizmetlileri) kesimi
“Ehli-Örf deyiminden beylerbeyleri, sancak beyleri, şehirlerdeki subaşılar ile bunlara bağlı
bütün polis güçleri, köy kasaba gibi yerlerde valilerin, subaşıların kişisel adamları demek olan
köy, kaza ve il subaşıları, kethüdaları, kaymakamları (vekil olarak yerlerine bıraktıkları kişiler)
hükümetin merkezden atadığı mübaşirler (bir iş halletmeye memur kişiler) yasakçılar anlaşılır.”
(2)
Ehl-i Örf’ün de olaylara karıştığı bölgelerden bazı belgeler veriyoruz:
“Ehl-i Örf’”ün gittikçe halkı daha açıktan soyma ve köyleri, özellikle varlıklı çiftlik ve
sürülerle koyun ve benzeri hayvan sürüleri ya da emlak ve arazi sahibi zenginleri sanki haraca
kesme, varlıklarını talan etme eylemleri doğal olarak öteki soygun ve isyan gruplarınki gibi,
1555’ten ve hele 1559’dan sonra iyice hız kazanmış ve daha çok gelişmiş, bağlı bulundukları
vilayet valileri isteseler bile önü alınmaz bir zorunluk biçimine dönüşmüşlerdir.”
“.... İspir tımarlı sipahileri ve halk, kadıya gelerek, İspir sancak beyi’nin kanun dışı
işlemlerini ve soygunlarını sayarak İstanbul’a bildirmesini istemişlerdi. Belirttiklerine göre, Sinan
adındaki bey, “Vilayetten mihayetsiz yağ, bal, koyun, tavuk, odun salup Tarubzondan 150 at
iletüp bir akçe vermeyüp hamrin (Şarabın) batmanı dört akçe iken haslarında hasıl olan hamrin
batmanını” halkın üzerine onar akçeye bırakmıştı.” (3)
“Kırşehir kadısı da bu sancağın beyi seferli olmakla yerine bakan kaymakamı (vekili) Piri ile
Subaşı Hüseyin’in halk üzerine çıkıp soyguna başladıklarını, halkın acı şikayetleri üzerine
İstanbul’dan cevap olarak “umumi teftişlerine emr-i şerif” geldiğini usul gereğince bütün
şikayetçilerin mahkemeye gelmeleri için nida ettirip (çağırtılıp) yargıya başlandığında soyguncu
kaymakam, ve subaşının itaat etmemeleri yüzünden
fukaranın hakları alınmadığı gibi” kaymakam Piri’ye ve Hüseyin Subaşı’ya da hiçbir. işlem
yapılamadığını haber vermesine karşılık olarak olaya Karaman Beylerbeyi’nin el koyması emri
verilmek zorunluğu duyuldu.” (4)
“.... Azir Sancağı ahalisi divan’a “rik’alar” sunup (hallerini arz edip) sancak beyleri İskender’in
kendilerini ne yollarla soyduğunu anlatıyorlardı. İleri sürdüklerine göre adı geçen vali “yağ, bal,
tavuk, koyun, pirinç ve sair gibi kendisine ve atlarına yarayan ne varsa” zorla alıp ahalinin ehl-i
iyâlini (aile halkını) nafakasız bırakmakta idi. Bunlardan başka adamlarından bazı kimseleri
yollayıp halkın atlarının, ineklerinin kuyruklarını kestirip sonra bu suçu ahaliden kimselerin
işlediklerini iddia ederek yapanları bulmak bahanesi altında “nice kimseleri hapsedip mücrimleri
bulacaksınız deyü” işkencelere girişiyor. Herkes canını kurtarmak için akçe ödüyor, geceleri de
gene kendi adamlarına bazı evleri ateşe verdirdikten sonra sabahleyin nice kimseleri zincire
vurup, evleri yakanları bulun diye dayak atarak 1000-2000 akçelerini almadan bırakmıyordu.
Halkı zorla toplayıp on, on beş pare evler yaptırıyor, karşılığında da hiçbir ücret ödemiyordu.” (5)
“Bolu sancak beyi Mehmed’in de bu sancakta yaptığı yağma ve ahlak dışı davranışları
olduğu 1575’te sık sık şikayet konusu edilip durulmuştur. Belirtildiğine göre halk’a çok zulüm
eden bu vali köy köy gezerek, reayayı ehl-i iyâlleriyle birlikte ava çıkarmakta bu suretle yazıda ve
yabanda adamlarını ve sekbanlarını üzerlerine bırakarak ırzlarına geçmekteydi. Atlarını ve
kendilerinin yem ve yiyeceklerini de hiç para ödemeksizin halktan almakla yetinmeyen Mehmet
Bey, 30 kadar varlıklı kişinin her birinden
yüzer flori almıştı.” (6)
Celali ayaklanması perdesi arkasında devlet hizmetlilerinin de köyleri yağmaya giriştikleri
görülmektedir. Biz bunlardan birkaç tanesini vermekle yetinirken köylerin geri kalmasında, fakir
ve sefil bırakılmasında ne yazık ki yönetici zümrenin de payının bulunduğu dikkati çekmektedir.
Bu konuda birkaç örnek daha verelim:
(7)”..Suhte ayaklanmalarının bir türlü yatışmayışında, ehl-i Örfün soygunculuğunun da
rolü olduğunu, padişah ve rical biliyorlardı. Keza reayanın gittikçe itaatten çıkmaları
mahkemelerin basılmaya başlanması, çift bozanların artması, hep aynı şey ile izah olunmaktaydı.
Onun için Kanuni Süleyman, ölümünden bir yıl önce, Adaletname adı ile meşhur bir ferman Halep
dahil, Van hariç olmak üzere, bütün Anadolu vilayetlerine ve vilayetlerdeki sancaklara
dağıttırarak, Devlet memurları tarafından halka yapılan zulümleri anlatmak zorunda kalmıştır.
1565 tarihinde yayınlanan bu adı geçen ferman da halka zulüm yapmakla itham olunanlar, ümera
adamları, naipler, sipahiler, voyvodalar ve reayadan “kudretlû” olanlardan ibaretti. Görülüyor ki,
burada kadılara ve ümeraya bir kabahat yüklenmemişti.
Küçük ehl-i Örf diyebileceğimiz kimselere ve halkın ileri gelenlerine iki suç yükleniyordu.
Bunun birincisi, reayanın kızlarını, velilerinin rızası olmadan, kendi istediklerine vererek para
kazanmak ve nikahlı kadınları, zorla boşatarak başkalarına nikahlamaktı. İkincisi daha da
önemliydi bütün davalar satılmaya başlanmıştı. Birtakım zorbalar yanlarında yalancı şahitlerle
dolaşarak, kendileri ile hiç ilişiği olmayan davaları takip suretiyle para kazanmayı iş edinmişlerdi.
Bunun neticesi olarak adaletsizlik artmış bulunuyordu; fukara haklarını koruyamaz olmuştu…
Diğer taraftan faizcilik ile reayanın elinden mal ve mülklerinin çıkmaya başlaması gibi,
iktisadi darlığın neticesi olan olaylar, hem Anadolu’da hem de tabi memleketlerde alıp yürümüş
bulunuyordu. Bundan da baş rolü, gene hükümet mensupları oynuyordu.
Şu halde, Kanuni’nin bu fermanı yaşanan bütün bozuklukları saymış olmaktan uzaktı.”
(8) “İçel sancağı muhafızı Mehmet bey “birkaç yüz atlu ve sekban ile ve Ermeneklü Seydi
ve yerlüden Ali Çavuş, Cafer, Derviş Çavuş, Süleyman Çavuş, Candır Osman, Şerefoğlu Nabi,
Bozkırluoğlu Muslu Çavuş ve Ammisi Mahmut ve bunların emsali eşkıya ile il üzerine çıkup”
ahalinin mallarını ve erzaklarını yağma etmiş, evlerini de yakmıştı. Katlettiği insanların sayısı iki
yüzü geçiyordu. “Müslümanların emred oğlanların ve bakire kızların ve avratların levendeta
tasarruf ettirüp ve 50 binden ziyade koyun ve keçilerin ve beygir ve iyi deve ye 2 bin sığırların
sürüb ve mevcut bulunan arpa ve buğday ve yağ ve bal ve sair zahirelerin alup ve üç yüzden
ziyade adamı tutup hapsedüb gece ve gündüz işkence idüp nakid 7 yük (700 bin) akçeye kesüb
alub ıtlak eylemiş (salıvermiş) iken badehu yine mezkûrları tutup hapsedüb her birinin yüzer ve
yüz ellişer kuruşların alub külli teaddii (hepsine düşmanlık) etmişti...”
“…1603’ten sonra Anadolu’da hükümet idaresi diye bir şey kalmadı.
Devletin resmi sancakbeyleri ve beylerbeyleri bile, “Kapularında” toplanan sekbanların esiri
oldular. Bu suretle, Devlet’e sadık olan ümera ile resmen Celali olanlar arasında büyük bir fark
görülmüyordu. Devlet Celali şeflerinden daha fazla Sancakbeyi ve Beylerbeyi idam etmiştir” (9)
Bu belge de o günkü yöneticilerin Devlet yanındaki yerini yansıtmaktadır.
(1) Prof. M. Adağ: T.H.D. ve D.K. “Celali İsyanları” S. 14-15
(2) Prof. M. Adağ: Aynı kitap S. 242
(3) Prof. M. Adağ: Aynı kitap S. 245
(4) Prof. M. Adağ: Aynı kitap S. 246
(5) Prof. M. Adağ: Aynı kitap S. 247
(6) Prof. M. Adağ: Celali İsyanları S. 248
(7) Prof. M. Adağ: Aynı kitap S. 284
(8) Prof. M. Adağ: Aynı kitap S. 427
(9) Prof. M. Adağ: Aynı kitap S. 389
KÖYLERDEN KENTLERE GÖÇ
Hiçbir yorum yapmadan bir belge ile bu konuya girelim:
Fatih Sultan Mehmet devrinden itibaren, millet Türk Toplumunun “Gazilik-Cihat” ruhu
yerine her çeşit din ve milliyeti bir araya getiren imparatorluk ruhu geçince, Anadolu’dan türeyen
Çiftbozanları iş alanlarına doğru götüren kanallar tıkanmaya başladı. imparatorluk siyasetinin
etkisinde kalan Türk-Osmanlı hükümet düzeninin dört bir tarafına, yalnız Türk değil Arnavut,
Rum, Bulgar, Kafkasyalı ve başka milliyette insanlar da akıyorlar idi. (1)
Bir başka belge de:
“Bir taraftan büyük, şehirlerde lüks ve ihtişam artarken, diğer taraftan bütün bunların
masraflarını ödemek için, reayayı daha ziyade istismar etmek icap ediyordu. Mükellefiyet ve
angarya usuller ile madenler işletiliyor, saray ve konaklara ait çiçekler yetiştirmek için bazı
tımarlara vazifeler tahmil (yükleme) edilmekte idi. Taşralardaki sipahi beyleri de, sancak beyleri
de saraya karşı günden güne artan taahhütlerini ifa etmek için reayayı daha fazla tazyik etmekte
idiler. Fakat reaya derebeylerin, kadıların zulmünden kurtulmak için büyük şehirlere iltica etmekte
idi.” (2)
Yüksek ve orta dereceli devlet memurlarının, yeniçerilerin, vergi memurlarının köylüler
üzerindeki olumsuz davranışları köylüyü köyünden usandırmıştı. Devletin koyduğu vergilerin
ağırlığı, vergi toplayan devlet memurlarının köylünün toprağı üzerinde çiftlik, mera edinmesi.
Sürülerini angarya olarak köylülere besletmesi, eşkiya baskınları köylüyü köyünde yaşayamaz
hale getirmişti.
Köylerden pek çok delikanlılar iş bulmak amacıyla kentlere göç etmişti. Bunlara çiftbozan
deniliyordu. Kentlere yığılan köy gençlerine boş gezen anlamında “Levend” deniyordu. Köylü
çaresiz bir durumda idi, ne yapacağını bilmiyordu.
“Ayrıca kendi ihtiyaçları için de para bulmak zorunda olan köylülerin çiftçilikten elde
ettikleri mahsul ile bu kadar parayı sağlamaları imkansızdı. Pek kanaatkar ve sefil hayata razı
oldukları halde yukarıda anlatılan durumlarından dolayı, gene de para aramak zorunda kalan
köylüler, ya faizli borca girdikleri, veya tarladaki mahsullerini “muhtekirler’e” bağlamak yolunu
tuttukları için, köylerin derneşim hayatı yıldan yıla çöküntüye doğru gidiyordu.
Bu şekilde gerek devlet çarkından gerek öteki, özel iş alanlarından, doğruca köy
topluluğunun omzuna kaydırılan iktisadi darlık çiftçiye ziraat hayatını zehir ettiğinden itibaren
“Çiftbozanlık” denen olay; köylerden kasaba ve şehirlere doğru yıldan yıla artan bir insan akını
yarattı.” (3)
“Şurada burada yığılan işsiz güçsüz insanlar, ahlak düzeni yönünden de yıkıcı
olmaktaydılar. Bunların pek Çoğu köylerinden ve yurtlarından “bekar” halde çıkıp geldikleri’ için
ahlakın da bozulmasına neden oluyorlardı. “Bekar odaları” şeklinde yapılan hanlar pek karlı icar
yeri oluvermişti. Bursa, Edirne ve İstanbul gibi, üç büyük şehirde yirmi otuz veya daha çok odalı
hanlarda bazen üç beş bekar bir odada kalmakta idiler ki bu durum fuhuş ve homoseksüelliği de
artırıyordu.” (4)
“...1550 de köyde, şehirde, dağda ve bayırda çıkan ve bütün “harami” levend ve suhte
bölükleri tamamıyla bekar insanlardan ibaretti. XVI. yüzyılın Osmanlı sosyetesinin ortasında, bu
kadar kalabalık genç kitlenin toplu bir şekilde sonu gelmeyen bir bekarlık hayatı sürmeleri elbette
bunların köydeki sağlam ahlaki niteliklerini devam ettirmelerine imkan bırakmıyordu Nihayet
köylerden şehirlere geçinmeye gelen pek çok insan da buralardaki ömrünü bekar geçirmekte idi.
Hulasa, gerek devlet hizmetlerinin zarureti ve gerek çiftbozan reayanın içine atıldıkları yeni
hayatın icabı olarak, XVI. asrın ortalarında, pek çok insanlar ömürlerinin en genç çağında bekar
yaşamak mecburiyetinde idiler. Bu anormal vaziyet levendleri, suhteleri hatta devletin ve
ümeranın resmi askerlerini toplumun ahlak düzeni için muzır yapmıştı. Celali vekayiini izah
ederken görüleceği üzere resmi hüviyetli şahısların emrinde hizmet eden insanların ve devletin
askerlerinin köylerde yaptıkları zulümlerden en çok şikayet
konusu olan hal de, bu “bekar” kimselerin gelip halkın evlerine konmaları ve bu şekilde
kadınlarına ve oğullarına tecavüz etmeye kalkmalarıdır.
“Bekarlık” İstanbul, Bursa, Ankara gibi büyük şehirlerde ahlakın düşmesine neden olmakta
idi. 1553’te açılan kahvehaneler, levendlerin genç erkek çocuklarla içip eğlendikleri birer
batakhane haline gelmişlerdi. Bu sırada Anadolu’nun her tarafında dolaşan “furbet ve çingeniyan
taifesi” güzel kadınlar tedarik ederek levendleri çadırlarında topluyorlar, alet-i lehiv u luup ile
eğlenceler tertip ediyorlardı. Hemen Anadolu’nun her tarafından bunların ahlakı bozduklarına dair
şikayetler duyulmakta idi.” (5)
“17 Şubat 1574 yıl günü ile yollanan bir padişah hükmü bu sırada Silivri kadılığında geçen
bir eşkıya karışıklığı hakkında bilgi vermiştir. Burada anlatıldığına göre, adı geçen kadılığın Küçük
Sekidli köyünden Köle Kasım “Uluyola” yakın olan kendi evinde bir sürü Müslüman ve Hıristiyan
levendlerle toplantı yaparak ‘yapacağı baskın ve soygunları planladıktan sonra harekete geçmiş
“Halkallu” köyünün zenginlerinden Mürüvved adlı sipahinin evini basıp ırgatlarını öldürdükten ve
cesetlerini de suya attıktan sonra bölüğü ile dağa çıkmış Kovuşturma sonucu altı Hıristiyan levend
yakalanmış, içlerinden Bostancı Poli İstanbul’a getirilerek olayı olduğu gibi anlatmış, bütün
arkadaşlarının adlarını ve köylerini de saymıştı. Müslüman olanları arasında “hoca” olan kişiler de
vardı “ (6)
“Aydın Sancakbeyine ve kadısına yollanan başka bir emirde de beyin yolladığı mektup ve
verdiği belge üzerinde durulmuştur. Bu sözü geçen mektupta, “harami firkate (deniz eşkıyaları)
levendatından Tireli Mahmut, Ahmetçik, Arnavut Hasan” gibi tanınmış levendlerin bir sürü
levendlerle “üç ve daha ziyade firkatelerle Ayapürük, Taşlıyük ve Karaca limanlarında
demirledikleri, şehir ve köylerinden zorla para, buğday, un ile oğlan ve kız çocukları”nı da alıp,
gündüzün de Sisam adasına geçtikleri açıklanmıştı.”
(7)
Bu arada çiftbozanlardan oluşan işsiz levend sürüleri köy, kasaba ve kentlerde türlü
soygun, hırsızlık, ırza geçme, kıtallık gibi toplumun ahlak düzenini alt üst ederken diğer taraftan
da medreselerde okuyan suhteler (öğrenciler) de levendlere paralel olarak yurdun çeşitli
yörelerinde aynı suçları işliyorlardı. Medrese öğrencileriyle levendler bazen de aynı ahlaksızlıkları
beraber yapıyorlardı.
“... 1546’da İznik’in Söğütlü köyünü basarak bir de adam öldürmek suretiyle yağma yapan
levend bölüğü içinde yedi kişilik bir de suhte grubu vardı.(8)
“...Gerçekleyin yolların güvenliğini bırakmayan, kervanları vuran, köy, kasaba ve şehirde
gözlerine kestirdikleri zenginleri öldüren, hırsızlıkların türlüsünü yapan, fuhuş, içki, kumar vb. gibi
genel ahlakın çökmesine baş etken durumunda bulunanlar hep bunlar, yani çiftbozan ya da
genellikle levendler diye sözünü ettiğimiz kişilerdi.” (9)
“1550 sıralarına kadar ki sürede çiftbozan-levend artışının yarattığı huzursuzluk siyasi
değil toplumsal idi. Bundan da hükümet idarecileri değil şehir, kasaba ve köy toplulukları bir
sözcükle reaya (köylü-çiftçi) sınıfı büyük ıstırap çekiyor idi:” (10)
(1) Prof. Mustafa Akdağ: Celali İsyanları S. 97
(2) Hüseyin Avni: Reaya ve Köylü S. 97
(3) Prof. Mustafa Akdağ: Celali İsyanları S. 96
(4) a. g. y., s.100
(5) a..g. y., s.73-74
(6) a. g. y., s.138-139
(7) a. g. y., s.148-149
(8) a. g. y., s.159 .
(9) a. g. y., s.123
MEDRESE ÖĞRENCİLERİ (SUHTE TAİFESİ)
“Yarım yüzyıllık Celali kavgası süresince bu olayların en özgen eylemci grubu medrese
öğrencileri (Talebe-i ulûm, ya da suhteler) olmuşlardır. İmarette (öğrenci yurtlarında) ve
medreselerde büyük bir öğrenci yığılması, buna karşıt öğrenimlerini bitirenlere iş
verilmemesinden dolayı büyük ruhsal ve maddi bunalım içine düşen bu genç insanlar arasında
önce ahlak dışı bir takım olaylar görülmüş, halkın, kız ve genç çocuklarına tecavüzleri artmış,
köylere kasabalara gruplar halinde çıkan suhteler zorla yiyecek, para v.b. şeyler toplamaya
başlamış ve hükümet de haklarında kovuşturmaya geçince eyleme girişmişlerdir. Öğrenci
ayaklanmalarındaki özellik şuradadır ki, bunların kimi bölgelerde ve arada çiftbozanlarla
(Leventlerle) birleşip ortak hareket ettikleri görülmekle birlikte, suhte bölükleri hemen bütünü ile
yalnız medreseli öğrencilerden olmuş bulunmakta idi. Doğal olarak bu okumuş yazmışlar
kendilerini yöneten, önderler de kendi içlerinden sivrilmiş kişilerdi. Öğrenciler karşılarında baş
düşman ehl-i örfü görüyorlardı. Genel olarak kadı, naip (kadı vekili) müftü v.b. medrese kökenli
görev sahiplerinden açık ya da kapalı destek gördükleri seziliyordu”. (1)
“...Sivrihisar medrese öğrencilerinin 1573’te düzenledikleri hareketi bu kez hocalarından
17 akçe vazifeli (ya da ulufeli) Müderris Resul Faik’in kendisi yönetiyordu. Anadolu Beylerbeyi’si
hocayı Kütahya’da ye öğrencilerden ele geçen ikisini Bursa’da zindana attı. Fakat bunların
hapishaneden kaçarak tekrar hareketin idaresini ele almaları üzerine kadı’nın sanıkları
mahkemeye çağıran davetiyesini (müraselesini) kendilerine vermek için beylerbeyinin güvenlik
güçlerine de saldıran, müderris ve öğrenciler askerlerden bir çoğunu yaraladılar ve birisini de
öldürdüler.”
(2)
“Muhafız Mütekait Vezir Mustafa Paşa’ya 1568 yılı 12 Nisanında yazılan hükm-ü
hümayunda belirtildiğine göre, Bolu Sancakbeyi ve tımarlı sipahilerin Donanma seferine memur
oldukları ve yerlerinde bulunmadıkları 1567 ve 1568 (II. Selim saltanatı yıllarında) Bolu
sancağının birçok yerlerinde suhteler toplanmışlardı ve bölükler halinde harekete hazırlanıyorlardı.
Sinop kadısı’nın İstanbul’a yolladığı şikayet mektubu üzerine Bursa Sancağı beyi Abdurrahman
bey’e 25 Nisan 1567 yıl günlü bir emir yazısında bildirdiğine göre Mudurnu nahiyesinde her biri
30-40 kişiden oluşmuş iki suhte bölüğü dolaşmakta imiş, içlerinden 15-20’şeri “tüfenklü olup
birbirimizle cengimiz vardır deyü fukaradan avarız”
(Olağanüstü alınan geçici vergi) adı altında hane başına 30 akçe toplarken, güvenlik kuvvetlerinin
üzerlerine yürümesi karşısında çekilerek “mübarek ramazanda Sinop’a varmışlar”, bu kez de o
çevre kadılıklarında evler basup, “yollar kesüp” türlü fesada girişmişler.” (3)
“1568’deki kadar olmamakla beraber 1569 ve sonraki yıllarda da gerek Sinop ve gerek
Kastamonu çevrelerindeki öğrenci hareketleri bir türlü durdurulamadan sürdü gitti. Ve hatta
müderrislerin (Medrese dersi veren) de öğrencileri yanında yer aldıkları görüldü. Kastamonu
halkının da çok şikayet ettiği üzere, 20’şer kişilik öğrenci bölükleri köylere çıkıp zekat diye para
toplamakta, salgınlar salmakta, misafir oldukları evlerde kimi zaman ırza geçmekte, karşı
koyanların evlerini bile yakmakta idiler”. (4)
Suhte hareketlerinden göze batan iki olay da kentlerden verelim:
“Öğrenci hareketlerinin yayıldığı ve sürekleştiği bölgelerin şehirlerinde ve kasabalarında,
suhteleri, yani medrese öğrencilerinin insan doğasına aykırı bu utanç verici alışkanlıkları pek açığa
dökülmüş bulunmakta idi. Örneğin, 3 Ocak 1524’de “beş kişilik” suhte kafadarlar bir oğlanın
boğazına tülbent takmışlar, kiminin elinde ok ve yay, kiminin elinde kılıç olduğu halde, sözü geçen
oğlanı alıp giderken “Bursa halkı yollarını kesip Cenkle oğlanı alıkoydular. Suhtelerden ikisi
kaçmayı başardılarsa da üçü mahkemeye getirilerek tutuklandılar.” (Bu alıntının altında belge
numaraları kayıtlıdır.) (a. g. y., s.158)
“....17 Mart 1571 yıl gününde geçen bir yargılama:
Beş-altı suhtenin ellerinde ok ve yay ile Mehmet kızı Müslime’nin kapısına dayandıklarını
oğlu, Mehmet oğlu Habib’i çeküp alup gitmek isteyüp elbette bir mehil oğluna! çıkar” diye
zorladıklarını, mahalle halkının genç oğlunu alıp gitmelerine zor engel olduklarını tesbit etmişti.
Bursa zaimi, yani Subaşısı Nebi bin Abdullah’ın 7 Temmuz 1572’de çırılçıplak olarak mahkemeye
getirdiği Ayşe ve Erhine adındaki kadınlar ifadelerinde:
Hamamdan dönerken “Hüsreviye medresesinde oturan Kara Bostan, Hüseyin Pir’emir” adlı
suhtelerin bıçak çekip korkutup akşam namazından sonra medreseye kapadıklarını, bütün giysi ve
hamam takımlarını aldıktan, kendilerini anadan doğma soyduktan sonra sabaha yakın öldürmek
üzere ikin,” öylece kaçmayı başardıklarını, kopardıkları çığlık üzerine mahalle halkının imdatlarına
yetiştiğini anlattılar”. (5)
“Bu tür ahlak dışı açıktan olaylar alıp yürüdüğü halde, imam, müezzin, müderris ve
benzerleri hacı-hoca takımı nasıl olup ta önleyici büyük tepkiler gösterecek bir insani duygusallık
göstermediler, anlamak güçtür. Halbuki, ayni çevreler kadın-erkek cinsel buluşmaları açığa
dökülecek kerteyi bulduğunda hemen toplu halde mahkemeyi boylayıp kıyamet
koparıyorlardı”.(6)
“1571 yılının en büyük olayı, Karahisar (Afyon) Feke (Antalya) naiplerinin (kadı
vekillerinin) İstanbul’a yolladıkları ayrıntılı arz mektuplarında belirttikleri üzere, Alaiye ve
Manavgat suhtelerinden 200 kişilik bir öğrenci grubunun Karahisar’a bağlı Karatay köyünü
basmaları ile başlayan karışıklık olmuştur. Sözünü ettiğimiz arz’lar baskının köye gece yapıldığını
kaydediyorlardı. Köy halkının malları yağmalanmış, “avrat ve oğulları” ellerinden alınmış, nice
kimseler katledildiğinden başka, birçok köy erkeği de kelepçe vurularak Manavgat’a
götürülmüşlerdi. Karatay’ın tüy ürpertici görüntüsünden korkuya kapılan o çevrenin diğer
köylerindeki halkın “ehl-ü iyallerini”, (karılarını) alıp ev-barklarını terk ile dağlara sığındıkları
durumlarının yürek sızlatıcı olduğu belirtiliyor idi. Alaiye ve Manavgat medreselilerinin adı geçen
köye yaptıkları baskını kendileri için haysiyet kırıcı sayan Tek öğrencileri hemen toplanarak
Manavgat önlerinde hasım öğrencilerle “harp”e tutuştular. Karatay’dan götürülen kadınlar ve genç
erkek çocuklar kurtarıldılarsa da iki taraftan pek çok öğrenci hayatlarını kaybettiler. Suhte
kitlelerinin karşılarına bu olayda da ne güvenlik güçleri, ne de halktan kişiler çıkabildi”. (7)
Gene de Alaiye, Yalvaç yörelerinde geliştirmelerini sürdüren bölüklere rastlamaktayız.
Örneğin, 13 Nisan 1574 yıl günü ile Alaiye Sancak Beyine ve kadısına yollanan bir padişah hüküm
yazısında adı geçen Bey’in Kıbrıs muhafazasında bulunduğu 1573 yılı öğrenci olayları, alınan
raporlara dayanılarak şöyle özetlenmiştir:
“Bu sancakta 200-300 miktarı suhte namına cemolup fesad edüp 50-60 oğlan çeküp, atası
saklasa zorla alup, köy köy akçe salıp bazı kimseler de muin (yardımcı) olup ve bazıları da
akrabalarından olup destek oldukları bey dönünce fukara ve ayan (ileri gelen) ceman (hep
beraber) haber verüp suhteler bu kez teftiş sözünü duyunca hepsi dağılıp bazılarını
destekleyicileri olan sipahi ve il erleri ve akrabaları saklayup” bu biçimde kovuşturmadan kolayca
kurtulma yolunu bulan suhtelerin beş yükten (500.000’den) fazla akçe topladıkları” .. (8)
“Anadolu Beylerbeyi’sinin kendi vilayetinin suhteleri hakkında yolladığı arz, hükümete
hepsinden fazla etki yaptı. Beylerbeyi, her tarafta suhtelerin kılıç ve kürde taktıklarını, ok ve yay
kullandıklarını, fesat çıkarmak üzere olduklarını söylemekte idi. Diğer iki vilayette de, bütün
medreselerin her türlü “harp aleti” tedarik ettikleri, hatta, Amasya tarafında, sipahilerden süslü at
takımlarını parasız aldıkları şikayet olunuyordu. Bu durum karşısında, her üç beylerbeyliğini
yollanan fermanda, suhtelerin silahlarının toplatılması ve cemiyetlerinin dağıtılması, eğer karşı
duranlar olursa “siyaset (öldürülmeleri) olunmaları için sıkı talimat verildi....” (9)
(1)
(2)
(3)
(4)
(5)
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
Prof.
M.
M.
M.
M.
M.
Akdağ:
Akdağ:
Akdağ:
Akdağ:
Akdağ:
Aynı Kitap S. 20
Aynı Kitap S. 189-190
Celali İsyanları S. 185
Celali İsyanları S. 187
Celali İsyanları S. 192-193
KÖYLERDEN KAÇIŞ - KÖYLERİN BOŞALMASI
Köylü doğduğu büyüdüğü köyünü, baba ocağı evini, keyfinden terk etmedi. Çoluğunu
çocuğunu toplayıp malını mülkünü köyde bırakıp canını dağ başlarına atması onun için bir
kurtuluştu. Köylünün -oğlu “levent” olmuş köyü soymuş, eşkıya ile bir olmuş köylünün malını
yağma etmiş, canına kıymış, ırzına geçmiş. Eşkıya baskınları ardı arkası kesilmeden köylüyü
soymuş soğana çevirmiş. 0 da köylüyü öldürmüş, haraca bağlamış, oğlunu, kızını dağa kaldırmış.
Suhteler (medrese öğrencileri) köyleri basmış, insan sanıp evlerine Tanrı konuğu etmişler,
köşelerine oturtmuşlar, yedirmişler içirmişler, yatak serip dinlensin demişler. Ama bu ne idüğü
belirsiz, aşağılık konuklar köylünün bu iyiliklerine karşılık karısına, kızına, oğluna saldırmışlar.
Irzına geçmişler. Malını yağma etmişler.
Devlet hizmetlileri de köye gelmişler. Eşkıyalar, suhteler, leventler gibi onlar da soygun,
salma ve yağma yapmışlar. Kendi çıkarlarına çiftliklerinde angarya olarak çalıştırmışlar. Kâşaneler
yaptırmışlar ve sürülerini güttürmüşler, köylüyü canından bezdirmişler. Anasından doğduğuna
pişman etmişler. Tek cümle ile aşını zehir, dünyasını başına zindan etmişler. Yorganını
omuzlayan, tenceresini tavasını kapan kuş uçmaz kervan geçmez sarp dağlara canını atmış. Bu
görüşü kanıtlayan belgeleri başkaca bir yorum yapmağa gerek görmeden okuyucuların
değerlendirmelerine sunuyorum:
“Ankara’nın Bacı kazası kadısı tarafından hükümet merkezine yollanan bir liste bizim için
ehemmiyetlidir. Karakaş ve Çörekoğlu’nun buraları istilalarından sonra yollandığı anlaşılan bu
listede “defter oldur ki Bacı kazasının hala mevcut olan kurralarıdır” başlığı konduktan sonra
kadılık merkezi olan Bacı da dahil olmak üzere, beş köy sayılmıştır. “Defter oldur ki, Kaza-i
mezburenin perakende ve perişan olan kurralarıdır” başlığı altında ise 33 köyün adı yazılıdır. Şu
halde 38 köyden 33’ü kaçmış bulunmakta idi.
Sadrazam Yavuz Ali Paşa’nın vefatı üzerine, kendisine ait Ankara’nın Haymana Nahiyesi
hasılatını miri için zapt etmek üzere yollanan Mehmet Çavuş ile, 1603’te buranın Voyvodası olan
İbrahim Ağa arasında, Ankara mahkemesinde cereyan eden hesaplaşmada, köylerin dağ ima
nispetlerini gösteren rakamlar veriliyor. Kendisinden hesap istenen İbrahim Ağa, voyvoda olup
geldiği zaman, Ankara’nın o yaz bir defa Karakaş ve iki defa Çörekoğlu, birkaç defa da sipahi
zorbaları tarafından istila olunduğunu, bu yüzden reayanın tamamıyla köyden kaçtıklarını ve akçe
alacak insan kalmadığını, bir sene sonra, yani, 1604’te hala 36 köyün boş bulunduğunu ifade
ederek, mevcut köylerden ancak 70127 akçe topladığını bildirmişti. Büyük Haymana Voyvodası
gibi, Küçük Haymana Voyvodası da aynı şeyleri söyledi. Buradaki ifadeye göre iki Haymana’nın
seksenden fazla köyünden yetmiş kadarı bir sene sonra da yerlerinde yok idiler.”
(6) Prof. M. Akdağ:
tarih ve numaraları
(7) Prof. M. Akdağ:
(8) Prof. M. Akdağ:
(9) a. g. y., S.259
Celali İsyanları S. 158-159 (Bu alıntının mahkeme tutanaklarına ait belgelerin
aynı sayfanın altına yazılmıştı.
Celali İsyanları S. 201
Celali İsyanları S. 202
“Arabacı Süleyman, Karahisarısahip’in Şeyhli kadılığını talan ederek çekildikten sonra,
kadının ancak on köyde insana tesadüf ettiğini ve diğer köylerde hasar miktarını soracak adam
bulamadığını...” (1)
“Ankara Sancağında daha bazı köylülerin köylerinde hane adedinin ancak üçte bire indiğini
iddia etmeleri, bunun üzerine, kadılara tahkik için emirler yollanması ve nihayet avarız
hanelerinin üçte bire indirilmesinin kabul edilmesi gibi hadiselere bakarak köylülerin de büyük
çoğunluğunun yerlerinden ve yurtlarından kaçmış olduklarını kabul edebiliriz.” (2)
“Mehmet Paşa, Orta Anadolu’dan ve Maraş taraflarından Doğu’ya olan bu muhaceretin on
beş seneden beri devam ettiğini söylüyor ki, bu müddet içinde sekbanların faaliyeti çok artmış,
kıtlık tahammül edilmez bir şekil almış ve avarız vergileri reayanın ödeme kudreti üstüne
çıkmıştı.” (3)
“1635 yılına kadar 12 sene Anadolu’yu dolaşan Katip Çelebi köylerinin çoğunun harap
olduğunu, İran’da ise yirmi menzilde bir harap köy görmediğini söylüyor.” (4)
“...Osmanlı miri toprak düzeni ile çelişmesine rağmen, reayanın topraklarını yok pahasına
ele geçiren “askerilerin” (Askeri deyimi resmi kişileri ifade etmekte olup, Beytül’mâl ve Kadı
askerlere ait tereke işlemleri dolayısıyla, bu terim hukuki anlamı belirtmektedir. Örnekleyin,
servetlerini devlet hazinesinden aldıkları ile edinmiş olan kadı, müderris, tımarlı sipahi ve öteki
dirlik sahipleri ile ümera, hep “askeri taifesinden” idiler) ve “yerlüden kudretli olanların” geniş
ölçüde çiftlikler kurmaları olmuştur. Özüne bakılırsa, daha, Selçuki rejiminden beri, başta sultan
olmak üzere, bütün devlet büyüklerinin, memleketin, beğendikleri en verimli yerlerinde çiftlikleri
vardı. Buralarda ekim ikinci sırada kalıyor, hayvan sürüleri besleme önde geliyordu. Osmanlılarda
“hassa çiftliklerin” başlangıcı böyle idi. XVI. yüzyılın, ortalarından sonra, “ekabir çiftlikleri”nin
yanında Kapıkullarının (çoğuncası yeniçeriler ile sipahi ve silahtarların) kadı, müderris gibi elinde
para toplanabilenlerin köylerde toprak ele geçirerek, “çiftlik” yoluyla üretime geçtikleri
görülmektedir.” (5)
“Sekban, levend ve suhte bölüklerinin köyler üzerine, o zaman kullanılan deyim ile “birer
muklacı” gibi (Trabzon soyguncusu) üşüşmeleri de, çiftçinin yerinden yurdundan kaçmasına az
etki yapmamıştır. Bundan önceki araştırmalarımızın gözden geçirilmesinden anlaşılacağı üzere,
yukarıda adlarını saydığımız soyguncu ve yiyici kişilerden birikme bölükler, uğradıkları köylerde
birer süre konakladıkları sırada, fakir-zengin, hemen herkes bu zorlu konakçıları ağırlama
külfetine katılıyordu. Bölüğün levend veya suhtelerinden, çoğu ergen (evliler de evlerinden uzun
süreler ayrı kaldıkları yüzünden bekar sayılırdı) olduğu için, köylünün ırzına iliştikleri de az değildi.
(1606’da İran seferine gitmekte olan Deli Ferhat Paşa, Bursa’dan geçerken, halk, askerden
bazılarının kadın kaldırmakta olduklarını şikayet edince, Paşa cevabında “ya beni mi kaldırsınlar”
demişti (Hammer, Osmanlı Tarihi C.8,S.74) Buna göre, soyguncu bölüklerin, köy insanını
yerinden oynatmadaki etkilerinin, bir yandan, ortada, mal, can ve ırz güveni diye bir şey
bırakmamaları, öte yandan da, levendliğin, kazancı kolay ve her türlü sosyal kayıttan uzak hür bir
yaşantı türü görünmesinin ömürlerini hangi şartlar içinde geçmekte olduğunu belirttiğimiz köy
insanına imrendirici gelmesi şeklinde iki yönlü bulunduğunu kabul edebiliriz.” (6)
“...Celali Fetreti ve büyük kaçkunluk sırasında köylülerin, hatta kasabalıların, canlarını
kurtarmak için, göze görünmez ormanlık, kayalık, dağ kovukları gibi yerlere kaçtıklarını, bazen
vakit bulamadıkları yüzünden, eşya yiyecek, ekim ve hayvan sürülerini bile ortada koyduklarını
kadılar şikayet yazılarında veya resmi raporlar sayılan “kazâyi defterlerinde kaydetmişlerdir
Topçular Katibi Abdülkadir Efendi de, “Vakayı’name”sinde, halkın dağlara ve balkanlara” (dağlık
ve ormanlık insanın kolay giremeyeceği karışık ve görünmez yerlere) sığınarak, palamut ile karın
doyuracak bir yaşantı sürmeye başladıklarını tekrar tekrar söyleyip durmuştur.” (7)
“...Erzurum defterdarlığı ile birlikte, Karahisarışarki Beylerbeyliği de ,üzerinde bulunan
Mehmet Paşa, 1602’de İstanbul’a yolladığı adam eliyle Divan’a sunduğu yazısında, Erzurum
“aklâmına dahil mukataa yerlerinin reayası perakende olmağla” buraların gelirinin “Serhat
kullarının mecaviplerini, (ulûfelerini) ödemeye yetmediğinden, yakınırken, Anadolu’dan doğu
illerine olan göçleri de sözlerine eklemişti. 0, yazısında, “on beş yıldan mütecavizdir Sivas ve
Maraş, Erzurum ve sair memalikten cilây-i vatan eyleyen reaya Çıldır ve Kars ve Kiçivan ve
Kağızman ve Diyadin ve Eleşkirt ve Zaruşat (Zaişat) ve Şüregel ve Göle ve Tekman ye İspir ve
sair Gürcistan beylerinin eyaletlerine” gidip yerleştiklerini uzun uzun anlatıyordu.” (8)
“Boğazlıyan Kadısına 1 Nisan 1608 tarihli mektubunda, “Celali taifesi istilasında mezbur
zeametin reayası bilkülliye terk-i’ vatan edüp harap ve yebap” olmuş bulunduğunu yazıyordu.
Ladik kasabasının, kadı, müderris ve öteki ileri gelenleri de adı geçen kasabanın yarısını
Gurguroğlu’nun yaktığını ileri sürerek, bir dahaki baskına karşı bir palanka (küçük kale) yapma
izni isterken, köylerin harap ve insansız kaldıklarını Divana duyurmuşlardı.” (9)
“Evliya Çelebi “Anadolu’da Abaza Hasan Paşa’nın seksen bin askerle sefere memur padişah
kuluyla asi olup sefere gitmediğinden maada Sekban, Saruca haşeratıyla memleketi nehbügarete
başlayıp yüz bin askerle Bursa şehri üzerine yürüdüğü’nü tarif ederken şöyle bir lisan kullanır:
“Ahirkâr bu kadar eziyetten sonra reaya ve berayâ bu hale fakat getiremeyüp cemi Anadolu,
Karaman, Maraş, Sivas eyaletlerinin ahalisi ekip biçmeyi, yiyip içmeyi şehirlerde bırakıp,
götürmede yengli ve bahada ağır zikıymet mallarını, ehl-ü ayallerini alıp kimi diyarı Acem’e, kimi
Bağdat Çölü’ne, kimi Erzurum yoluna vilayet vilayet gidip, vilayet perişan ve perakende olunca
Hasan Paşa askeri içre kahtı galayı azim oldu. Guya Kahtı Mısır idi.”
…Bu çarpışma Bursa’dan, Erzurum’a ve Bolu’dan, Haleb’e kadar asırlarca devam etti. Artık
Anadolu’da bozgun ve bir iç muhaceret başlamıştı. Şehirler, kabil olduğu kadar korunabiliyordu.
Çünkü kaleleri ve ulûfeci muhafızları vardı. Fakat zavallı köylü sahipsizdi. Mallarından
vazgeçmişler, canlarını düşünüyorlardı. Hürriyete kavuşabilmek için açlığa ve sefalete razı idiler.
Zorbaların gelemeyecekleri yerlere çekiliyorlar, onların katlanamayacağı hayata intibak
ediyorlardı. Böylece köyler beşer, onar evlere dağılmıştı. Ovalarda sular yatağını bırakmış,
köylüler gibi serseri olmuştu. Herkes yollardan kaçıyordu. Evliya Çelebi Tosya civarında Bir Hacı
Hamza köyünden bahsederken derki: “Ahalisi dağda mamur (şenlikli) kurrada (köyde) sakin
(kımıldanmaz) olur, tarik-i am (cadde) üzre ancak bir cami kalmıştır.”
Kervansaraylar ıssız kalmıştı. Şenlikli kervan yolları artık mamur köylere uğramıyordu.
Onlar köy ortalarından geçip gidiyordu. Bu çölün ortasında en korkunç bulut, silahlı kuvvet atlısı
idi. Atlının tırmanamadığı ve barınamadığı taş içleri, çıplak dağ dorukları, yol vermeyen orman
izbeleri ve susuz step otları... Ah bunlar mukaddes yerlerdi! Oralarda ne Sipahi, ne Celali, ne
Levent, ne Saruca, ne Deli vardı. Çünkü şehirlerin ve hükümetin bulunduğu yerde hayat boğucu
ve öldürücü idi.” (10)
(1) Prof. . M. Akdağ: CeIâİî İsyanları S. 446-447
(2) a. g. y., S. 448
(3) a. g. y., S. 449
(4) a. g. y., S. 450
(5) a. g. y., S. 490-491
(6) a. g. y., S. 491-492
(7) a. g. y., S. 4 95-496
(8) a. g. y., S. 496-497
(9) a. g. y, .S. 492-493
(10) Prof. H. Raşit Tangut: Köylerimiz, S. 24
KAÇAN KÖYLÜLERİN KÖYLERİNE
KİMLER YERLEŞTİ?
Eli bıçaklı cani, soyguncu, evleri ateşe veren çapulcu, çıkarcı sürülerinin baskısından kaçan
köylülerin bıraktıkları köylerine kimler yerleşti? Celali İsyanlarını köylü isyanları diye
değerlendirenler yanılmıştır. Sahnede oynayanlar ise köyün toprağına çullanmış Celalilerin ta
kendileridir:
“....Bu denli geniş göçmelerin sonucu olarak, bir haylisi ıssız kalan köylerden toprakları
verimli olanların büyük çoğunluğunda, kapu kulları, ümera (beylerbeyleri ve üst rütbeli memurlar)
çavuş, müderris (medreselerde ders verenler) ve halktan güçlü olanlar çiftlik kurmuşlardır. Çiftlik,
sahipleri, üretimde, ekinciliği değil, hayvancılığı Üstün tuttukları için, kaçan köylülerin, kerpiç
harçsız duvar ve başka şeylerden yapılmış harap kılıklı konutları yerine, bu gibi köylerde
çiftliklerin haremlik-selamlık bölmeli konakları, ahır, samanlık ve öteki yapıları yükselmiştir.” (1)
(1) Prof. M. Akdağ: Celali İsyanları S. 449
1. Ahmet tarafından çıkarılan bir fermanla bu çiftliklerin yıktırılması, sürülerin uzaklaştırılması, kaçan köylülerin
köylerine dönmesi hakkında bir de dip not vardır.)
KÖYLÜYÜ BUNALIMA İTEN CELALİ İSYANLARI
HAKKINDAKİ YORUMLAR
Tarihçi Mustafa Akdağ’a göre: “XVI. yüzyılın başlarından beri imparatorlukçu Osmanlı düzenin
değiştirmeye başladığı siyasi ve sosyal koşullarla at başı yürüyen ekonomik darlığın üzerine
çöktürdükleri ağır bunalımın bütün Türkiye üzerinde yarattıkları büyük bir karışıklığın her sınıftan
insanları birbirleriyle kanlı kavgaya tutuşturmasından çıkan olayları anlamak gerekir İlk Celali
bölükleri hükümet’ten hoşnutsuz kalan tımarlı sipahiler (özellikle küçük dirlikler) başbuğluğunda
doğmuş idiler. Fakat, onlar bunu fazla geliştiremediler. Bunların yerine, devletin yürütme görevi
kendilerinde olan vilayet idarecileri işe karışınca Türk halkının tarihinde bir benzeri bulunmayan
bu incelediğimiz iç kavga doğmuş oldu... …Sosyal tarihimizin en az altmış yıllık felaketli olayı diye
değerlendirdiğimiz. “Büyük Celali Kavgası’nın verdiği sonuç, her yönden tam bir gerilikti.” (1)
A.S. Tveritinova’ya göre: “Osmanlı İmparatorluğu ekonomik bir bunalım içinde olması
yüzünden, köylülerin Vergi yükü çok ağırlaşmıştı. Ayrıca, memurlar, da görevlerini kötüye
kullanarak soygunculuğa ya da rüşvete sapıyorlardı. Köylüler buna dayanamamakta idiler. Türk
küçük askeri feodalleri de murabahacı ticaret sermayesinin ve saraydaki büyük feodallerin
sömürgenlikleri karşısında fakir düşmüşlerdi; isyan için fırsat arıyorlardı. Nihayet Eğri seferi
yoklaması olunca, seferden kaçan ya da hiç gitmeyen küçük. feodaller (Tımarlı sipahiler) isyan
ettiler. Hoşnutsuz köylüler de kendilerine katıldı. Ancak, köylülerin çıkarları ile onlarınki birbirine
çeliştiğinden dolayı bu isyandan bir netice çıkmadı.” (2)
Amasya Tarihi yazarı Hüseyin Hüsamettin’e göre: Osmanlı sarayına ve çevresine köle-kul
olarak girip gittikçe kalabalıklaşan “dönmeler” kapıkulu kadrolarını doldurmuşlar, sancakbeyliği,
beylerbeyliği, vezirler vb. görevler, yavaş yavaş Türklerden bunlara geçmiş, böylece devletin
kurucusu olan bir halk kendi devletinin yönetimini bu sonradan gelenlere - dönmelerekaptırmakla onlar efendi ve asıl sahip, (Türkler) reaya durumuna düşmüştür.” (3)
(1) Mustafa Akdağ: Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası; s.14,18,15
(2) a. g. y., s. 27
(3) a. g. y., s. 26
KÖYLERİ HARABEYE ÇEVİREN, HALKINI DAĞLARA KAÇIRAN, GERİDE
KALAN TOPRAKLARINA AĞA, KADI, MÜFTÜ, BEY ve PAŞALARIN
YERLEŞMESİNE NEDEN OLAN ESKİ TÜRK BEYLERİNİN (CELALİ
EŞKİYALARININ) VALİLİKLERE ATANMALARI
Celali İsyanlarını yürütenlerin birincisi dirlikleri ellerinden alınan Sipahi beyleri idi. Bunlar
aynı zamanda savaş sipahileriydi de. İkincisi de hükümetin yönetiminden hoşnut olmayan reaya
toplulukları idi. Beyler yönetimden anladıkları için kendi adlarına asker yazıp topladılar. Bu
askerlerin-altına at, eline silah verdiler. Bunlar atları köylülerin elinden zorbalıkla aldılar.
Askerlerinin yiyecekleri için köylülerin sürülerini, tahıllarını bal, yağ ve tavuklarını yağma ettiler.
Karşı gelenleri öldürdüler. Köylüler (reaya) ise yönetimden anlamadığı gibi başsız yığınlardan
ibaretti. Ama köyleri soyup soğana çeviren, kentleri yağma eden, gerektiğinde yakıp yıkan savaş
kaçkını beylerin, sancak veya beylerbeyinin kendilerine verdikleri maaş karşılığında onların her
türlü eylemlerinde ellerini kana bulaştırdılar. Denilebilir ki zavallı köy delikanlıları beylerin isteğine
uyarak
bilinçsizce karın tokluğuna kendi adamlarının kanına girdiler, malını yağma ettiler. Okuma yazma
bilmeyen zavallı insanlar bir de baktılar ki köylerinin nüfusu yarıya düşmüş. Birçoğu da dağlara
kaçmış.
Tımarları ellerinden alınan beylerin ise arazileri mültezimlere (götürü vergi toplayıcılara)
verilmişti. Tımar sahipleri eski yetkilerini ve gelirlerini yitirmişlerdi. Bu hakkı hükümete zor
kullanarak geri almak istiyorlardı. İşte bu amaçla yola çıkan eski Sipahi beyleri azılı birer Celali
Başbuğu olarak Anadolu’nun çeşitli yörelerinde etkinliklerini göstermeğe başladılar. Hükümet bu
azılı Başbuğlarla başa çıkamayınca sonunda onları en fazla yakıp, yıktığı, talan ve katliam yaptığı
bölgelere beylerbeyi olarak atadı. Şimdi bunların isimlerini vermeden birkaçının etkinliğin örnek
olarak sunmakta yarar görmekteyim:
“Karayazıcı, dimekle maruf bir şaki kimesne ağa tayin olup varid olan evamir-i şerifeye
amel itmeyüp şekavet ve ifsat üzre olan etrak (köylüler) ve ekrad (Kürtler) eşkıyasından havasına
tabi kimseleri tama’-ı hamı içün gönüllü yazmakla şer-i şerife müracaat itmeyüp etraf ve eknaftan
olan bigünah Müslümanların cemiyet ile üzerlerine vurup nicelerini katledüp emval ve erzaklarını
garet (yağma) idüp davarlarını sürüb bu makule fesadına nihayet olmayup günden güne fesad ve
şenaatlerini izdiyed (çoğalma) bulmuştur”.
“İbrahim Peçevi, Karayazıcı’nın Sivas sancaklarının birinde (belki de Malatya”da) bir
mirlivaya kaymakamlık yapmakta iken, sancak başka bir beye verildiğinde, yeni gelen
mütesellime (memur edilen kimseye) sancağı teslim etmek istemeyerek isyan ettiğini yazıyor”
“Celali şefleri içinde en çok tanınmış olan bu kimse, öyle anlaşılıyor ki, önce, bir beyin
“kapusunda” sekban, yahut bölükbaşı olarak bulunuyordu. Sonra o zaman Anadolu’da moda
olduğu üzere, bölüğe geçerek, Altı-Bölük halkından olan ve Şam, yahut başka bir hudut kalesine
muhafız olarak gitti. Celali Fetreti başlayınca, Malatya taraflarına geldi. Celalilere karşı her tarafta
teşkil olunan gönüllü bölüklerinden birinin başına ağa oldu. Kapıkulluğu sıfatı dolayısıyla, ihtimal
bu arada bir beyin kaymakamlığını kabul ederek, bu sefere gittiğinde, sancağının idaresini eline
aldı ve pek çok maiyet, memurları gibi o da, devriye bölüğü ile beraber, herhangi bir hadiseyi
bahane ederek Celali oldu”. (a. g. y., s.380)
“1598’den itibaren vaziyet değişiyordu. Karayazıcı’nın etrafında toplanan büyük kalabalığa
mensup ağalar, artık hareketlerini ağası oldukları bir beyin “cürüm ve cinayet resmi”ni tahsil
etmek veya sancakta asayişi korumak gibi bahanelerle örtemezlerdi. Çünkü hiçbir sancak beyinin
sancağında ağa değillerdi; yani açıktan açığa Celali olmuşlardı. Çok oldukları için, fakir köylerden
bütün sekbanları doyuracak ulûfeyi toplayabilmeleri mümkün değildi. Onun için, kasabalara ve
şehirlere tecavüzden başka çare yoktu”. (a. g. y., s.384)
“Karayazıcının etrafında, Abdülkadir Efendinin tabiri ile, “Yemen ve Hind’den firar eden”
pek çok insan toplayıp da Maraş taraflarına geçtikleri zaman, bu müellif bunların yekûnunun 20
bin sekban olduğunu ve mîrimiran (devletin tahsildarlarıyla) mütesellimleriyle, Harput, Malatya,
Maraş, Kars , mirlivaları (beylerbeyleri veya eyalet valileri)nin, birbirleri ile birleşerek Celalilere
hücum ettiklerini ve mağlup olmaları üzerine, Yazıcı (Karayazıcı)nın büyük bir şöhret kazandığını
ve bunun üzerine İstanbul’a arzlar yolladığını söylüyor...” a. g. y., s.83. “Karayazıcı, Çorum’da
yine Celali olduğu zaman yaptığı gibi halktan kanunlu, kanunsuz salmalar toplamaya devam etti.
Sekbanları da grup grup köylerde soygunculukla ve “misafir” olarak günlerce oturmakla meşgul
idiler...”(a. g. y., s. 388).
“Vezir Mehmet Paşa’nın, Yazıcı’yı Urfa kalesinde kuşattığı sırada, İstanbul’a yolladığı
adamları’nın söylediklerini kaydediyor. Bunların ifadesine göre, Karayazıcı Urfa’yı zaptetmiş ve
padişahlık iddiasına başlamış;...” (a. g. y., s. 440)
Birkaç örnek daha: “... Yularkastı; kalabalık bir levent kitlesi ile oralarda idi. Sinop,
Çerkeş, Kastamonu, Taşköprü gibi kasabalar mütemadiyen bu meşhur Celali’nin tahribine ve
yağmasına maruz bulunuyorlardı”.
(a. g. y., s.414)
“Büyük Celali kitleleriyle Çorum üzerinden geçen Deli Hasan, Ankara önlerinde görününce,
şehir ahalisi, kendisiyle anlaşarak, Celalilere 80 bin kuruş (resmi rayiç 9 milyon 600 bin akçe)
vermek suretiyle bu büyük şehri yağma ve tahripten kurtardılar...” (a. g. y., s.402-403)
“Deli Hasan’ın Anadolu’dan Rumeli’ye hareketinden uzun bir zaman sonra bu tarihi realite
kendisini göstermekte gecikmedi. Karakaş, Tavil, Yular kastı, Yıldızlı İbrahim, Gunguroğlu gibi
tanınmış Celali şefleri her tarafı ateş ve kan içinde bıraktılar...” (a. g. y., s. 435)
Karakaş’ın Celali kitleleri, aşağı yukarı 1603 Haziranında o zaman Anadolu’nun en büyük
ve zengin şehirlerinden birisi olan Ankara’ya girdiler. Büyük bir yağmadan sonra, Karaoğlan ve
Tahtakale çarşıları kamilen yakıldı… “ (a. g. y., s. 413).
Celali Başbuğlarını III. Mehmet tarafından Beylerbeyi (Genel Vali) olarak
görevlendirilmeleri:
“...her Celali başını, imkanı varsa, kendi memleketi olan veya onu iyi tanıyan sancağa
vermekle, öyle sanıyoruz ki, hükümet böyle bir çevredeki diğer Celali veya zorbaları eski bir celali
ve yeni durumu, ile onlardan iyi anlayan bir sancak veya beylerbeyi sayesinde öteki asileri itaate
alma usulünü Anadolu düzeni için faydalı görmüş olmalı idi”. (a. g. y., s.483)
“Karayazıcı, kendi çevresi olduğu sanılan Amasya ve sonra Çorum’a; Kalenderoğlu
Mehmet, memleketi olan Ankara’ya; Neslioğlu, Isparta’ya; Kınalıoğlu, Afyonkarahisarı’na; Erzâde,
Kırşehir’e; Yularkastı, Kastamonu’ya... beylerbeyliği tevcihinde, aksine, asiyi uzak bir eyalete
yollamanın daha uygun olduğu düşünülmüş olacak ki, Deli Hasan Bosna’ya; Tavil Mehmet;
Şehrizol’a, Karakaş Ahmet, Çıldır’a beylerbeyi yollanmış idiler...” Yalnız Yıldızla İbrahim; Rum’a
(Sivas’a) verilmiş olarak görülmektedir. (a. g. y., s. 484)
Celali başbuğları, bu şekilde, sancakbeyi olarak kendi memleketlerine, beylerbeyi olarak ta
uzaklara verilirken, bunların başbölük başıları, bölükbaşıları ve öteki gözde; adamları da başbuğ
yanındaki itibarına göre, ya sancakbeyi ölüyorlar veya Altı-Bölükten birine (özellikle Sipahi ve
Silahtar bölüklerine) yazılıyorlar, bu suretle, ulûfeye, aynı zamanda, yükselme yolu açık bir
göreve kavuşmuş oluyorlardı....” (a. g. y., s. 484)
“...Ancak bir çok Celali başlarına isyanı bıraktırdığı, ya da böylelerini devletin yetkili kişileri
kılarak öteki Celalileri, içlerinden “en zorbasının” gücü ile indirdiği için, günü kurtarıcı faydaları
olan bu usul, sekiz onbin. Celali sekbanının başı olabilme başarısını göstermiş olanlara, sanki
isyan yolundan gidilince bu işin sonunda “şanlarına layık bir mansıp” (büyük memuriyet) ‘elde
etmek var gibi çekici bir başarı anlamına geliyordu,” (a. g. y., s. 487) .
YABANCI GÖZÜYLE KÖY VE KÖYLÜ
On sekizinci yüzyılın sonlarına doğru İstanbul’da İsveç Sefiri olan D. Ohsson, valilerin
köylüye yaptıkları zulümleri açıklamasında: “Bir paşa, bir eyalet valiliğini para ile kazanmış olduğu
için eyalet halkını büyük bir tehalükle olduğu kadar cüretle soyup soğana çevirmeye başlar.
Çünkü mevkiini muhafaza edeceğinden emin olmasına karşı hareketinin cezasız kalacağından
emindir. Gadre uğrayanların şikayetleri iktidar membaına güçlükle ulaşır. Ulaşsa bile, paşanın
merkezdeki hamileri (arkası) bu şikayetlerin etkisini gidermeye muvaffak olurlar. Haris bir vali
tarafından zengin bir adamı soymak için en çok kullanılan vasıta bu adamı herhangi bir cinayetle
itham etmek (suçlandırma) ve hayatını kurtarmak için servetinin bir kısmını çıkarmaya onu
mecbur etmektir. Bu valilerin ihtişam ve debdebesi bu nevi adaletsizlikleri yapmaya onları mecbur
eder. Üç tuğlu bir vezirin maiyeti en az 500 kişiden oluşmakta idi. Aralarında muhafızlarından
başka 2000 kişilik maiyeti olanlar da vardır. Harem daireleri de birçok kadınlarla doludur.
Ahırlarında iki veya üç yüz at bulunur. Bundan başka bulundurdukları mevkileri elde etmek için
mühim paralar verirler. Ve yerlerinde kaldıkça her sene birçok paralar göndermek zorundadırlar.
Makamlarını elde etmek, orada tutunmak ve zulümlerinin gerekçesi olan şikayetleri susturmak
için sürekli olarak para vermek zorundadırlar... Bir vali düşerek malları elinden alınsa da eyalet
halkı için bundan bir teselliye nail olmak umudu yoktur. Çünkü paralarını gasp ettiği kimselere
tazminat verilmez...”
“İkinci Mahmut devrinde Anadolu’da incelemeler yapmış olan Tchihatchcf yazdığı yapıtta
çiftçi köylülerin emniyet altında bulunmadıklarını bir takım aşiretlerin tecavüzünden ne kadar
zarar gördüklerini, açıklar: “Sivas ve Maraş Paşalıklarında ve daha birçok yerlerde Kürt ve Afşar
aşiretleri tarafından birçok köylerin soyulup soğana çevrildiklerini gördüm. Bu aşiretler, köylerden
geçtikleri zaman çiftçilerin haksız birtakım paralar almakla kalmazlar, köylerden geçtikleri zaman
çiftçilerin buğday tarlalarında; develerini Ve koyunlarını otlatmakla onların ürünlerini
mahvederler”... “Sivas eyaleti dahilinde bulunan ve Rişvan adlı Kürt aşiretine kışlak olan bozok
taraflarında köylülerin bu aşiretten çektiği ıstıraptan söz ederken: “Yedi sekiz bin kişiden az
olmayan bu çapulcu sürüsü yılda iki defa -biri baharda- çadırlarını Sivas ve Erzurum’un yüksek
yaylalarına taşıdıkları diğeri sonbaharda- yaylalarını bırakıp kışlıklarına döndükleri zaman
eyaletten geçerler. Bu iki göçün her biri köylerde oturan halk için, gerçek bir beladır...
Hükümetin, yüzlerce zavallı köyü eşkıya sürülerine karşı, korumak için, paşaya verdiği vasıtalar
nelerdir bilir misiniz? Elli kişi. Bunlar yarı piyade, yarı süvari gelişigüzel askerden oluşmaktadır...
Bu 50 askere 32 atlı zaptiye de eklenirse yedi sekiz bin haydut Kürt’e karşı kanunu saydıracak ve
onları yola getirecek 83 kişilik silahlı kuvvet ne yapabilir?” (1)
(1) Hakkı Tonguç: .ilköğretim kavramı, s. 130-132).
TÜCCAR GÖZÜYLE KÖYLÜ
“... Mihalaki Hacistavri, benden de erkenciydi. İşçilerden önce gelmiş, mağazayı açıyordu.
— Uyuşuk bin çocuğa benzemezsin... Seni yanıma, teraziye alacağım. Daha geceden gelip
mağazanın önünde konaklamış Türk köylüleri vardı. Uzun yolculuktan iyice sersemlemiş olarak
ürkek ürkek giriyorlardı içeri ve patron tarafından büyük dostluk gösterileriyle karşılanıyorlardı.
Böyle günlerde özel bir kahveci kiralıyordu patron. Hoş geldin deyip, hal hatır sorduktan, kahve
ikram ettikten sonra, çuvalları açıyor, üzümün kalitesini muayene ediyordu. Sonra da başlıyordu
satışların kötülüğünden şikayet edip tüccarın omuzlarına çöken masrafın ağırlığından dem
vurmaya:
— Ah, ah arkadaşlar! derdi hep... Eğer sizi düşünmemiş olsam, dükkanı çoktan kapatmam
gerekirdi. Tek kuruş kazanamadığım bir yana, derdi yanıma kir kalıyor bu işin!
Ve zavallı köylüler de “ah” çekip şaşkınlık içinde dinlerlerdi. İşte o vakit pazarlığa girerdi
patron. Değerin iyice altında bir fiyat verir, aldığı tepkiye göre de metelik metelik yükselmeye
başlardı.
Kuzum Mihalaki Efendi... diye yalvardı köylüler... Gel sen birkaç kuruş daha ilave et
şuna... Gündüz gece anamız gevriyor, bilmez değilsin. Allah senden razı olsun, hadi!.
Çok geçmeden, patronun imansızın biri olduğunu anlamış bulunuyordum. Tartıya çuvalı astığı
vakit, gözlerini köylünün gözlerinin içine dikip:
— Doksan beeeşşş! diye haykırıyordu.
Oysa terazi, yüz onu göstermekteydi.!
“Herhalde ‘yanlışlığa geldi...” demiştim” ilk defasında ve tam uyarmaya hazırlanıyordum
ki, bakışı, beni tuttu. Aynı şey ikinci köylüye de tekrarlanmıştı: El terazide, gözler adamın
yüzünde geziniyor ve okkanın sayısı azaldıkça azalıyordu... Bir an geldi tutamadım kendimi;
tartıda bir bozukluk olup olmadığını, niçin köylülerin gözünün içine baktıktan sonra yanlış bir
rakam söylediğini sordum...
— Farkına varıp varmadıklarını anlamak amacıyla bakıyorum gözlerinin içine, dedi. Çoğu
ayakta uyuyor, sıfır okka desem kabul edecekler!
Pek memnun görünüyordu hilesinden, bense neredeyse kusacaktım... Farkına varmış
olmalı ki, hemen kendini haklı çıkarmaya girişti.!
— Ticaret yapan adamın kafası sağlam olmalı, kafan sağlam değil mi, halin dumandır!! Bak,
bizim köylülerimize nasıl açıkgözdürler... Elindeyse bir Rum köylüsünü uyut bakayım! Türk
devletinin beni soyup soğana çevirmesi anında, benim bu avanaklardan çaldığım birkaç okka
nedir ki?... (Dido Sotiriyu: BENDEN SELAM SÖYLE ANADOLU’YA; s. 33-34. Türkçeye çeviren Attila
Tokatlı, Alan Yayıncılık, ikinci baskı)
ASKER GÖZÜYLE KÖY ve KÖYLÜ
“Erzurum’da Kale muhitini bir daha gözden geçirdim. 13 Haziran da Erzoni köyü
batısındaki Yılanlı Tepeyi gezdik. Erzoni’de Durak isminde bir ihtiyar 1334 (1918) senesindeki
Ermeni fecayiini anlattı: Erzurum’un istirdat günü on beş kadar Ermeni askeri bu köyün bütün
erkeklerini süngülemiş, koyun gibi kimse müdafaa etmemiş. Bu ihtiyar yaralılar arasında ölmemiş
kurtulmuş. Bu vak’a olurken yarım saat mesafedeki (Umudum) köyüne askerlerimizin geldiğini de
görmüşler... İhtiyara: “Taşla, sopa ile mukavemet edebilirdiniz, Erzurumlular böyle mi olmalı
idi?...” dedim. İhtiyar:
“Paşam gençlerimiz de vardı ama ne bileyim koyun gibi hepsi boyun büktü.” Cevabını
verdi. (1)
Yüzbaşı Selahattin’e Göre Köy
“1912 Şeker Bayramı Çıplak köyü (Çanakkale’nin) ve benim subaylığımda ilk bayramım.
Sabahleyin kalktım, giyindim, namaza gittim. Köylüler mescidin çevresinde oturmuşlar,
bayram namazı vaktini bekliyorlardı. Mescide girdim. Karanlık ve ışık yok. Sabah namazını kıldım.
Ve oturdum. Baktım,
İmam:
— Bayram namazına daha vakit var, çıkın da konuşalım, dedi.
Çıktık. Köylüler etrafımı sarmışlar, şaşkınlıkla bakıyorlar. Genç subay namaz kılıyor, onların
gözünde subay, hele mektepli subay, dinsiz ve gavurdur. Konuştuk, sohbet ettik. Sonra
beraberce bayram namazını kıldık… (2)
“Çıplak köyü benim için bir örnek olmuştu. Hemen her gece yatsı namazı için mescide
giderdim. Oradan köy kahvesine geçeriz. Köylülere gazete okurum. Onlarla konuşurum. Hepsi
beni candan severlerdi. Ben küçük köy çocuklarına da ders veriyordum.
Kitabını alan çadırıma gelirdi. Zavallı köylü... Yediği arpa ekmeği ve yağı alınmış sütün
yoğurdundan ibaretti. Bulgur ve yumurta büyük günlerde ortaya çıkardı. Evlerinde yatak yoktu.
Pencerelerinde cam yoktu. Cam yerine yağlı kağıt koyuyorlardı. Lambaları yoktu. (Dipnotta da)
1931 yılının sonunda Karaman’a gitmiştim. Orada Konya’nın Hadim ilçesinin Ekeret köyünde
gördüm: Bütün bir evin tek odası var. Bu odada her iş bittikten sonra yatıyorlar. Yatan bütün bir
ailedir. Yere kendi dokudukları kilimleri (kıldan dokunmuş çulları) seriyorlar. Bir ağacı oymuşlar,
yastık olarak o ağacı kullanıyorlar. Oyuğa başlarını uydurup uyuyorlar. 1935 yılının Kasım ayında
Malatya ilinin Adıyaman ilçesinin Koçali bucağının Rezip köyüne uğramıştım. 1931’de Ekeret’de
gördüğümü aynen orada da gördüm. (a. g. y., s. 61-62)
“Günlerden bir gün Çıplak köyü muhtarı koşarak talimhaneye geldi. Ben erlere talim
yaptırıyordum. Beni bularak dedi ki:
— Aman efendi, imdadımıza gel, köyde kan çıkacak!..
—Ne var?
— Efendi! Köye tahsilata gelen jandarma, çeşme başında köy kızlarından birini görmüş... İlle o
kızı bana verin, kasabaya götüreceğim, diyor. 0 kız nişanlıdır. Nişanlısı gayet yiğit bir delikanlıdır.
Nişanlısına söyledik. ikisini de öldürürüm, diye diretiyor: Jandarmaya da laf
anlatmaya imkan yok. Jandarma: “Kızı vermezseniz hepinizi eşek sudan gelinceye kadar döver,
toplayıp Çanakkale’ye götürürüm” diyor. Şaşırdım, sana koştum.
Muhtarın söylediklerini masal gibi dinledim. Böyle şey olabilir miydi?
Devletin bir kuvveti olan jandarma böyle bir şey yapabilir miydi?
Hemen yanıma birkaç er alarak köye girdim.
Jandarmalar muhtarın odasında soyunmuş, yan gelmiş oturuyorlar. Odaya girdim. Benim
subay olduğumu görmelerine rağmen vaziyetlerini bozmadılar. Yalnız içlerinden biri, lütfen:
“— Buyur otur, dedi. Ve köy muhtarının odasında kendilerinin yanında oturmama izin verdi.
(1) Kâzım Karabekir:İstiklal Harbimiz 3. 1066.
(2)-ilhan Selçuk: yüzbaşı Selahattin’in Romanı 1. Kitap dördüncü basım 5. 59
Remzi Kitabevi 1984
Sordum.
Siz kimsiniz? Biri yanıtladı:
“— Jandarma!
“— Ben neyim?
“— Subay.
“— Size bir subay görünce ne yapacağınızı öğretmediler mi? Yanıt yok.
“—Kalkın! Kalktılar. Hepsini aldım. Köyün ortasına getirdim. “— Kızı isteyen hangisi?
İçlerinden birisini gösterdiler.
Ona sordum.
“— Ne istiyorsun?
Yanıt:
“— Sana ne
Ötekilere sordum:
“- Bir arkadaşınız böyle yaparsa, siz ne yaparsınız?
Yanıt yok.
Üzerlerinden silahlarını, kasaturalarını aldım. Hepsini köy meydanında yere yatırdım. Epey
sopa. attım. Ellerini iple bağladım. Ordugaha getirdim. Alaya teslim ettim.” (a. g .y., S.62-63).
“Askerle çok haşır-neşir olmuştum. Her gün öğle ve akşam yemeklerini onlarla yiyordum.
Köyden gelen mektupların okuyor memleketlerine yazacakları mektupları ben yazıyordum.
Akşamları çadırımın önüne bazen yirmi otuz neferin mektup yazdırmak için gelişini gören alay,
bana hayretle bakıyordu. Neferlerime köyden gelen mektuplar, o kadar acı ve eziyet vericiydi ki,
çoğunu okurken ağlardım. Vergi memurunun zulmü, eşkıyanın zulmü, köy ağasının zulmü... Hele
hiç unutamıyorum, bir köy kızından nişanlısına gelen mektup vardı. Kız yalvarmış, bu mektubu
gizlice köy hocasına yazdırmış. Özü şuydu:
“Beni ağanın oğluna alacaklar. Vermezse öldüreceklerini babama söylemişler. Seni
bulabileceğimi bilsem, köyden kaçıp yanına geleceğim, ne yapayım, bana bir akıl öğret.”
Nefer titreyerek: .
“— Kumandanım, yavuklumu alacaklarmış, bana bir çare bul.... diyordu.
Er mektupları bana memleketimin içinde bulunduğu, sefaleti, açlığı, cehaleti ve zulmü
öğretiyordu. Ben yavaş yavaş memleketimi daha iyi tanıyordum. Her dakikamı beraber geçirdiğim
asker, bana milletimin ne halde olduğunu gösteriyordu. Bu zavallı ne kadar cahildi. Hayat namına
hiçbir şey bilmiyordu. Dünyayı bilmiyordu. Vatanını bilmiyordu. Köyünde doğmuş, ne bulduysa
yemiş, ne bulduysa giymiş ve işte o kadar.” (a.g. y., s.60-61)
Hukukçu
Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’na
Göre Köylü
Bir gün Çubuk’tan Ankara’ya gelirken bir pınarın başında mola verdik. Ben pınarın
üstündeki tümsekte oturup, alt yandaki olukta buğday yıkayan bir kadınla bir kız çocuğunu
seyretmekte olan orta yaşlı bir köylünün yanına gidip oturdum, selamlaştık, testisinden su içtim;
konuşmaya başladık; oluğun başındaki kadın kendi karısı, on - on bir yaşlarında görünen çocuk
da kızıymış. Kışlık buğday ve yarma için buğday yıkayıp hazırlıyorlarmış. Kadın hem iş görüyor
hem de bizim konuştuklarımıza kulak veriyordu. Bir ara adama, kızını okula yollayıp yollamadığını
sordum. Üçüncü sınıfa kadar okuduğunu, bunun yeterli olduğunu, şimdi Kuran okumayı
öğrendiğini söyleyince, yazık değil mi? dedim, okuyup bir meslek sahibi, mesela bir-öğretmen
olsa fena mı olur? Adamın yanıtı şöyle oldu:
0 zaman kocasına itaat etmez. Siz şehirliler karılarınızı dövebilir misiniz? Biz döveriz. Konuşmanın
bu noktasını, oluk başındaki kadın ve kız gülerek dinlediler. Yaşmaklı köy kadını: Beyim,
köylülüğün hali başkadır, şehirlininki de başkadır diyerek kocasının sözlerini doğruladı; ondan
dayak yemeyi kabullenmişti bir kez. İleride kendi kızı da kocasından dayak yiyecekti ve bu anababa o durumu doğal bulacaktı. Kadının bedence erkekten zayıf olduğunu, zayıfları dövmenin bir
kahramanlık olmadığını dilimin döndüğünce bu köylü yurttaşa anlatmaya çalıştım. Ama
inandıramadım. “Kadını dövmek Kur’anda varmış, imam söyledi; Allah’ın emrine karşı gelinmez”
deyip duruyordu ve bunları dinleyen kadınla kızı gülümsüyordu.
İşte Türkiye’de siyasal haklara kağıt üzerinde sahip olan kadının genel durumu buydu.
Şimdi de Anadolu’nun birçok köy ve kasabasında herhangi köklü bir değişiklik yok.
18 Haziran 1989
Cumhuriyet
ROMANCI GÖZÜ İLE KÖY ve KÖYLÜ
“Salih Ağa, köyün en zengin adamlarından biridir. Lakin, kılık kıyafet itibariyle, bir
dilenciden hiç farkı yoktur. Kışın en soğuk günlerinde bile, onun çorap giydiğini hatırlamıyorum.
Ökçesi basık bir yemeninin içinde, kara ve çatlak topuklu ayakları, ellerinden ziyade ortadadır...”
(1)
“Şeyh Yusuf, benim yüzümden, bu yıl köyü çabuk terk etti. Fakat, giderken gördüm
Köylülerden aldığı hediyelerin yükü altında, hem kendisinin, hem eşeğinin beli bükülmek
raddesine gelmişti. Her ikisi de, birbirinin ardı sıra, sendeliye sendeliye gidiyorlardı.” (2)
Köylüler;
“Dün, uzaktan uzağa top sesleri duyuluyor ve ara sıra gökyüzünün uzak bir noktasından
birkaç tayyarenin geçtiği görülüyordu. Şimdi artık, barut kokusu bütün havayı sardı. Kulaklarımız,
tayyare seslerini, eşek anırmalarından, köpek havlamalarından daha sık işidir oldu.
Tayyarelerin gelip geçişi, köylüleri eğlendiriyor. Hepsi sırtlarını duvara dayayıp ağızları bir
karış açık seyrediyorlar ve bir: “Viyy viyy viyy, anacağım!” dır gidiyor...”
“Ayıptır. Düşman böyle seyredilmez, dedim. Kümenin içinden bir ses:
“Ne olacak, bize dokunmuyor ki” dedi.
Bunun üzerine, keyifleri bozulmuş insanlar gibi homurdanarak, dağıldılar. İçlerinden yalnız
Salih Ağa pabuçlarını sürükleyerek benden yana geldi. Sırıtarak ve biraz da hışmımdan korkarak:
“Sen öyle diyon emme, bunların bize faydası oldu. Görmüyon mu, hiçbir yanda kuştan
eser kalmadı. Harman yerinde, tahılı hep yirlerdi.”
“Bir gün tayyareler, gene aşağıya kağıt atmaya başladılar. Sanki havadan kudret helvası
yağıyormuş gibi kapışan kapışana...
Bazısı gidip imamı buluyor.
“Okuyuversene, bakalım, ne diyor.
İmam hecelemeğe başlıyor:
(1) Yakup Kadri Karaosmanoğlu: YABAN, S. 23.
(2) a. g. y.,s. 59
“Muhterem Anadolu ahalisi. Kemal çeteleri mahvolmuştur. Adım adım bütün şehirleri,
kasabaları zapt ettik. Şimdi, Ankara üzerine yürüyoruz.
Sakın bize karşı düşmanca harekete kalkmayınız. Biz, sizi Halife tarafından kurtarmağa
geliyoruz.”
“Ne diyor? Ne diyor? İmam tekrar ediyor:
...“Biz sizi, Halife tarafından kurtarmağa geliyoruz.”
“Ne Halifeyi, ne de peygamberi bildikleri var, Fakat, bu ‘O’ kurtarmağa geliyoruz” sözü,
bilmeksizin pek hoşlarına gidiyor.” (3)
...“Bir gün Bekir Çavuş, yüzüme fena fena bakarak söylendi.”
“Düşman, tee İzmir’de idi. Sağdan sataştılar, soldan sataştılar. Herife rahat vermediler.
Buralara kadar gelmesine sebep oldular. Ne diyeyim bilmem ki, Allah sebep olanları...”
Bir Türk için İzmir ne ise Sivas da odur. Diyarbekir ne ise Samsun’da odur. İzmir zaptoldu
mu, bütün Anadolu’nin imiği düşmanın elinde demektir.
Orası kurtulmayınca burası kurtulmaz.”
“Bekir Çavuş, aklını başına al, yoksa kafana birşey indiririm, dedim.”
Derhal, benim zabitliğim ve kendi çavuşluğu hatırına gelmiş olacak, hemen toplandı:
...Biliyoruz, beyim sen de onlardansın, emme.
Onlar kim?”
“Aha, Kemal Paşadan yana olanlar..”
“İnsan Türk olur da, nasıl Kemal Paşa’dan olmaz?”
Biz Türk değiliz ki, Beğim?”
“Ya nesiniz?”
“Biz İslam’ız; elhamdülillah...O senin dediklerin Haymana’da yaşarlar. (4) ,
Köye gelen düşman subayı köylülerin hakkını arayacakmış süsüyle onları sorguya çeker:
“Adın ne? Kaç yaşındasın? Seni döven veya yakınlarından birine bir fenalık eden oldu mu?
Bir şeyden şikayetin var mı?”
...Köylülerin kimi kekeliyor. Kimi, aklınca, bir politika yapmak için hiçbir şeyden şikayeti
olmadığını söylüyor. Kadınlar ise hemen umumiyetle ağlamağa başlıyordu.
Yalnız Zeynep kadın ağlamadı. Bir Orta Anadolu manzarasını andıran çehresi her
zamankinden daha sert, daha yalçın idi. Ve sesi bir dişi kurdun ulumasına benziyordu:
“Evimi yaktınız. Harman yerindeki buğdayımı yaktınız. Bütün paramı altınlarımı aldınız.
Gelinlik kızlarımın boyunlarındaki Mahmudiyelere kadar neyimiz varsa çaldınız. Şimdi de
gelmişsiniz şu altımızdaki yatağı, yorganı almaya çalışıyorsunuz. Donguztar, donguzlar...
Mal gittikten, yiyecek içecek kalmadıktan sonra canın ne hükmü olur? Şimdi de namusumuza,
ırzımıza el uzatmağa başladınız...” (5)
“... Bu viran ve yoksul insan kitlesi için ne. yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca, onun kanını
emdikten ve bir posa halinde kanını toprak üstünde akıttıktan sonra, şimdi de gelip ondan
tiksinme hakkını kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası
vardı, aydınlatamadın. Bir vücudu vardı, besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı,
işletemedin. 0, katı toprakta kuru göğün, arasında bir yabani ot bitti. Şimdi elinde orak buraya
gelmişsin, ne ektin ki ne biçeceksin? (6)
(3) a.g. y., s. 231-233.
(4) a.g. y., s. 235-237.
(5) a.g.y. s.292-294.
(6) a.g.y.s.95.
Yazar bu gözlemlerinden sonra yaptığı yorumda:
“...Eğer, bize zafer müyesser olsa bile kurtaracağımız şey, yalnız bu ıssız topraklar, bu
yalçın tepelerdir. Millet nerede? 0 henüz ortada yoktur ve onu, bu Bekir çavuşlar, bu Salih ağalar,
bu Zeynep kadınlar, bu İsmailler, bu Süleymanlarla yeni baştan yapmak lazım gelecektir.
Ben Kemal Paşa’dan yana olmam da kimden yana olurum?...” (7) demektedir.
SANATÇI SABAHATTİN EYÜBOĞLU’na
GÖRE KÖYLÜ ve HALK
“Köylü çoğunluğumuzun perişan halini görmek ve göstermek nerdeyse suç sayılacak. Oysa
ki Cumhuriyeti en çok bunun için kurduk ve bugüne kadar görülüp gösterilen dertler
gösterileceklerin yanında hiç kalır...”
“Ey halk Ana, Güzel Ana, Cömert Ana, Kör Ana, bütün aldanışların yıkmadı seni’ çünkü hep
hak uğruna, doğruluk adına aldattılar seni. Düştüğün bataklarda özlediğin mutlu dünya hep kaldı
önünde çoban yıldızı gibi. Aldandığın için seni övecek değiliz, ama yermeğe de hakkımız yok.
Çirkin aldanış, iğrenç aldanış, seni aldatmakla mutluluğa ereceğini sananların aldanışıdır. Sen
uyandıkça sırtından sapır sapır dökülen o sürüngen, o genci aldanışlardır. Hak uğruna
mutsuzluğu, hak adına. aldatanın mutluluğundan yeğdir.”
“...Halk dayakla adam olur diyenler yok mu, onları dokuz köyden koymakla kalmamalı,
onuncu köye girmemeleri için sıkı tedbirler almalı.
Halkı küçümseyen ve aldatanların sağı solu yoktur. Bence. Böylelerinin sağcısı da solcusu
da gericidir, kendini beğenmiştir, hizmet etmek değil hizmet görmek isteyendir, başa geçer
geçmez başımızın belasıdır. Çağımızın kılığına giren bu ortaçağ kalıntıları, bu kuzu postlu kurtlar,
hasta kişiler, içleri zehir dolu bencillerdir çoğu zaman. Ezmek için yükselir ve yükselmek için
ezilmeyi de göze alırlar. Dürüst halk adamları, gerçek bilginler, gerçek sanatçılar alnı açık
memurlar, işini bilen işçiler pir aşkına, fakir aşkına çalışadursunlar, böyleleri hiçbir işin ehl
olmadan en büyük işin başına geçebilir, değil bir memleketin, koca bir dünyanın kaderiyle
oynayabilirler...”
“... Sanat, edebiyat ağaların, beylerin övgülerini yapmak, evlerini süslemekle mi
yetinecek? Hacının hocanın elleri öpülmeğe değer de yediğimiz ekmeği taştan çıkaranların elleri
değmez mi?. .“
(Sabahattin Eyüboğlu: Mavi ve Kara; s. 59-60, 52, 56,209).
(7) a. g. y., s.292-237.
EĞTİMCİ TONGUÇ’a GÖRE KÖY ve KÖYLÜ
“Bugünkü köylü, bir karşılık istemeden, devlete istediklerini veren kötü kılavuzların peşine
düşmediği takdirde hiçbir sorun karşısında yaygaracılık etmeyen, memleket işleriyle ilgili her türlü
yükü sırtına alıp ses çıkarmadan taşıyan bir insandır. Bu karakterdeki insanlar nüfusun % 80’ini
oluşturmakta ve (40.000) köye serpilmiş küçük sosyal kuruluşlar halinde yaşamaktadırlar.” (1.
Hakkı Tonguç: Canlandırılacak Köy; s. 61)
“Yeterli toprağı olmayan veya toprağı verimsiz olan köylü mutsuzdur. Köylülerimizin
oldukça önemli bir kısmı topraksızlık veya toprak azlığı sıkıntısı çekmektedir. Yine birçok köylerde
toprak darlığı yanında merasızlık veya meraların azlığı üzüntüsü vardır. Nüfusa oranla miktarı
pek çok oran verimli topraklarımızın çoğu bunları işletemeyen veya bu vasıta ile köylüleri
sömürenlerin elindedir. Cumhuriyet’in halletmeğe mecbur olduğu en büyük iş, toprak sorunudur.
Bu iş düzenlenmedikçe, Türk halkını mutlu bir hale getirmenin imkanı yoktur.” (a. g. y., s. 41).
“İnsan ne yapsa meyveleri vaktinden çok evvel olgun bir hale getiremez. Köylü,
örgütlendirilmedikçe, bir iş nizamına tabi tutulmadıkça, kuraklığın önüne geçemez, çekirge ve sel
gibi felaketler karşısında aciz kalmaya mahkumdur. Bu gibi olaylar, köyde birçok dramatik
sahneler doğururlar; köylüyü kadere boyun eğen bir adam haline getirirler.” (a. g. y., s. 46).
“Kış aylarında, pazara giden yolları kapanan köylerin sayısı pek çoktur. Tren, vapur,
kamyon gibi modern taşıtların taşıma ücretleri pahalıdır. Ürünün satış fiyatları birçok yerlerde bu
gibi taşıma- araçlarıyla yapılan masrafı koruyamamaktadır... Taşıma ve ambalaj işlerinde
karşılaşılan engeller yüzünden birçok yerlerde sebze ve meyveler de geniş sahaya
yayılamamaktadır.” (a. g. y., s. 49).
“Köylünün kendi hayatını, bağlı, olduğu pazarı organize etmesi, fiyatların inip çıkmasına
etkili olabilmesi de mümkün değildir. Bugünkü kültür seviyesi ile onun bu gibi işleri
kavrayabilmesi akla bile getirilemez. Onu yaşamı yenebilecek bir insan haline getirmek için bu
koşullara göre forme etmek zorunluğu vardır...” (a. g. y., s. 50).
“Kredi kuruluşlarının çoğu köy yaşamının özellikleri bilinerek kurulmadıkları, işletilmedikleri
için gerçek amaçlarına hizmet edememişlerdir.” (a. g. y., s. 51).
“Nüfusunun yüzde sekseni köylerde yaşayan bir millet için bilinmesi ve memleket bu
karakterini muhafaza ettiği müddetçe hiç hatırdan çıkarılmaması gereken en büyük ve basit
hakikat köyün her işe temel olması gerektiğidir.
Köye dayanmayan hiçbir kuruluşun verimli, yararlı olmasına olanak yoktur. Köyden kuvvet
almayan hiçbir iş normal bir şekilde geliştirilemez. Köylünün katılmayacağı hiçbir hareketin güzel
ve kuvvetli olması mümkün değildir. Köylüsüz yeni bir uygarlık yaratılamaz, devam ettirilemez.
Köylüyü bir değer olarak almayan, köye yönelik her girişim, şehir ve kasabadan dışarı çıkamaz.
Köylüye güvenilmeden kurulan ve doğrudan doğruya köyün yararlanmasını hedef bilen bir
kuruluştaki bütün insanlar, bulundukları yerlerde ilgi çekmeyen; anlamı bilinmeyen, gereksiz birer
heykelden farksız kalmaya mahkumdurlar.
Köy güzelleşmedikçe bütün memleket güzelleştirilemez. Köy çiçeklendirilmedikçe kasaba
ve şehirler çiçeklenemezler. Köylü gülmedikçe şehirli de gülmez. Köylü doymadıkça millet
doyamaz. Köylü topraksız kalırsa şehirli halkın da büyük çoğunluğu evsiz ve yurtsuz kalır.
Köylü hastalıklı ise memleket de hastalıklı demektir... Köyde mezarlıklar büyürse
kasabalarda da büyür. Köylü sağlıklı, gürbüz, neşeli bir hale gelmedikçe şehirli de gelemez.
Köylü köleleşirse millet de köle olur. Köylü sürünürse millet de sürünmeye mahkumdur. Köylü
çıplak kalırsa şehirli de çıplak kalır. Köylü, ekmeğine kepek katarsa kasabalı da bunu yapmaya
mecbur olur. Köye dayanılmazsa dayanılacak temel bulunamaz. “Halkçılık” ve “Milliyetçilik”
demek, manivela rolü görecek bu iki ana prensibe halka ve köylüye dayanarak bu telakkileri
tahakkuk ettirmek demektir...
Köy imar edilmeyince memleketin bayındırlaşması mümkün olamaz.
Köylü topraksız, araçsız kalırsa sürünmeye mahkumdur.. Milletin fukara kalmasının hakiki
sebebi budur. Köy varlıklı olmazsa millet zengin olamaz. Köylü adalet şarabını içerek zevkini
duymazsa, temeli sağlam bir hukuk teşkilatı kurulamaz. Milli yaşamın ve öz kültürümüzün
kıymetler ile örtülü bir hukuk cihazı yaratılmazsa hukuki müeyyideler, istismar eden tabakanın
elinde köylüyü soyma, ezme, yıpratma, çökertme vasıtası olmağa mahkumdur.
Toprakla insan, vatandaşla iş, servetle vatandaş arasındaki münasebetler ahenkli bir
şekilde kurulamayacak olursa, genel yaşamın akışına yol olan bütün kanallar tıkalı kalmaya
mahkumdur.
Köylü bilinçlenecek şekilde okutulmazsa, köylünün arasına yeni değerler yayılmazsa
devrim kentin dışına çıkamaz ve kökleşemez.
Köylü halkın yaşam standardı yükselmedikçe memleketin yaşam düzeyi yükselemez.
Devletçilik teori olarak kalır...” (Canlandırılacak Köy; s. 21- 23.)
MUSTAFA KEMAL ve KÖYLÜ
“...Mustafa Kemal Paşa Üçüncü Ordu Müfettişi olarak Erzurum’a geliyor. Erzurum’un eski
ve güzel bir geleneği vardır. Erzurumlular Batı semtinden gelen misafirlerini şehrin ilk göründüğü
nokta olan Ilıca’dan karşılar. 0 gün Mustafa Kemal Paşa’yı da küçük bir kafile burada karşıladı...
Mustafa Kemal Paşa ile arkadaşları, ikindi üstü Ilıca’ya varmışlardı.
Kaplıcaların önünde düşman baltasından kurtulmuş birkaç söğüdün gölgesinde misafirlere birer
kahve sunuldu. Sekiz on kişilik bu küçük grup kahvelerini içerken günün durumu konuşulmaya
başlandı. Mustafa Kemal Paşa, bu birkaç dakikalık görüşmede sözü hep milli hareket etrafında
dolaştırıyordu. Bu sırada gözleri Ilıca’nın batısındaki sırtlara ilişti. Sıcak yaz güneşi bu sırtların
arkasına doğru çekiliyor ve sırtın üzerini ışıklarıyla süslüyordu. Bu arada, tam yolun geçtiği yerde
bir adam ufka resmi düştüğü için çok irileşiyor ve arkasına güneşi aldığı için de koyu renkli ve
pırıltılı bir cevherden dökülmüş bir heykel gibi görünüyordu.
Bu güzel ışık ve gölge oyununu ilk gören Mustafa Kemal Paşa olmuş ve yanındakilere göstermişti.
Orada bulunanların hepsi birden o tarafa baktılar. Heykel sırtlardan aşağı doğru yürüyor, onu
ufkun arkasından çıkan yeni heykeller ve Anadolu ovalarının cefakeş (eziyete katlanan) kağnıları
takip ediyordu. Bu kafilenin ucu sırtların yarı beline yaklaştığı sırada sonu da ufuktan ayrılmış
bulunuyordu. Bu beş on kağnı ile kadın, erkek, çoluk çocuk yirmi otuz kişilik bir muhacir kafilesi
idi. Kafilenin önünde yürüyen heykel, yavaş yavaş söğütlüğe doğru ilerledi. Bu diri ve dinç bir
ihtiyardı. Gür ve aksakalı göğsünü doldurmuş; Anadolu ovalarının güneşi, Anadolu dağlarının
rüzgarı çehresini tunçlaştırmıştı. Omuzlarına kartal kanat attığı paltosu ve elindeki asasıyla bir
yolcudan ziyade şark mitolojisindeki yarı Tanrı kabile reislerine benziyordu.
Misafirlerin önemli kimseler olduğunu anlayan ihtiyarın zeki gözleri parladı. İri ve ak
tüylerle örtülü elini geniş göğsünün üstüne koyarak oturanları selamladı. Mustafa Kemal Paşa ta
yanı başına kadar geldiği halde heykelliğinin azametini kaybetmeyen bu ihtiyarın hatırını soruyor;
o da gövdesine yaraşan derin ve gür sesiyle teşekkür ediyordu. Bu kısa hoşbeşten sonra, Paşa
ihtiyara:
— Ağa, böyle nereden geliyorsun?
İhtiyar:
— Paşam, Rus gelirken muhacir olmuştum. Çukurova’da idim. Şimdi köyüme dönüyorum.
Paşa, zamanın nezaketini, halin ehemmiyetsizliğini ileri sürerek böyle bir zamanda
buralara dönmesinin pek yerinde olmadığını, kışın sıkıntı çekeceğini anlatmak istedi. Sonunda da:
— Ağa, yoksa oralarda geçinemedin mi?
Ağa derhal karşılık verdi:
— Hayır Paşam, Çukurova cennet gibi bir yer. Bir eken yüz biçiyor. Allah millete zeval
vermesin. Bize tarla da verdiler, çayır da... Hamdolsun uşaklar da çalışkandırlar. Değil Çukurova
gibi bir yerden, taştan bile ekmeklerini çıkarırlar. Geçimimiz padişahta bile yoktu. Çok rahattık.
Yalnız son günlerde işittim ki, İstanbul’daki ırzı kırıklar bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş.
Geldim ki göreyim, bu namertler kimin malını kime veriyorlar?
Tunç çehreli, ak sakallı, gün görmüş ihtiyarın iman dolu göğsünden gelen bu ses, yine
onun gibi tunç çehreli kahraman askerin, gözlerini yaşarttı. Bu eski Türk kalesine millet işi için
milletle beraber çalışmaya gelen büyük devlet adamı yaşlı gözlerle arkadaşlarına döndü ve “bu
milletle neler yapılmaz!” dedi. (Cevat Dursunoğlu: Milli Mücadelede Erzurum, s. 87-90)
KÖYLÜ OZANLAR
Halkımızın yüzyıllarca gözü, kulağı ve dili olan Köylü Ozanlar kıtlık, bolluk, pahalılık,
yoksulluk, sevda, yakarı, soru, gurbet, bit, pire, hastalık, ölüm, zulüm, rüşvet, para, öküz, at
...üstüne taşlamalar, destanlar, ağıtlar yazıp, sazlarıyla söylemişlerdir. Bunların bir çoğunun
okuyup yazması yoktur. Ama kitapları halkımızın yastık altında sakladıkları kitaplardır. Köylüler bu
kitapları sevinerek ve severek okutup dinlemektedir. Dr. M. İlhan Başgöz’ün Türk halk Edebiyatı
Antolojisi’nden aldığımız kısa alıntılarda köylünün yaşam kesitlerini görebiliriz. (1)
Uyur idik uyardılar
Diriye saydılar bizi
Koyun olduk ses banladık
Sürüye saydılar bizi
Sürülüp kasaba gittik
Kanarada mekan tuttuk
Didar defterine yettik
Ölüye saydılar bizi (36)(Pir Sultan Aptal)
Ne acayip hallerin var
Türlü türlü dillerin var.
Ne kararlık yolların var
Sırat köprün nerde senin
Veysel niden. aklın ermez
Uzun kısa dilin durmaz
Ademi sürdün bakmadın
Cennette de bırakmadın
Şeytanı niye yakmadın
Cehennemin var da senin
Eller tutmaz gözler görmez
Bu acayip sır da senin (48)(Aşık Veysel)
Beni kıya kıya bakan
Kor muyum seni kor muyum
Bakışı ciğerim yakar
Kor muyum seni kor muyum
Ölüm yelleri esmezse
Ömür ekinin kesmezse
Ecel leşkeri basmazsa
Kor muyum seni kor muyum (53) (Usüli)
(1) Kıtaların sonundaki numaralar Türk Halk Edebiyatı Antolojisi’ndeki sayfa numarasıdır.
Düz yere gelirse gayet tellenir
Yokuşa çıkarken gitmez yellenir
Yavaş gider beşik gibi sallanır
Ürgüleyim seni nenni boz öküz
Talibim der ki bu nasıl alamet
Ellerin içinde olduk malamat
Şükür olsun eve geldik selamet
Bize zahmet verdin şanlı boz öküz (210)
Acep şu yerde var mo’la
Şöyle garip bencileyin
Bağrı başlı gözü yaşlı
Şöyle garip bencileyin
Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin(115)(Yunus Emre)
Telli sazdır bunun adı
Ne yet dinler ne kadı
Bunu çalan anlar kendi
Şeytan bunun neresinde
Dertli gibi sarıksızdır
Ayağı da çarıksızdır
Boynuzu yok kuyruksuzdur
Şeytan bunun neresinde (185)
Eşeği saldım çayıra
Otlıya karnın doyura
Gördüğü düşü hayıra
Yoranın da avradını
Münkir münafıkın soyu
Yıktı harap etti köyü
Mezarına bir tas suyu
Dökenin de avradını
Müfsidin bir de gammazın
Malı Vardır da yemezin
İkisinin meyyit namazın
Kılanın da avradını
Kazak Abdal söz söyledi
Cümle halkı dahleyledi
Sorarlarsa kim söyledi
Soranın da avradını (147)
Yetim gömleğini diken iğneyi
Her gün yal verdiğin topal ineği
Ayran topladığın şu ak küleği
Mahşer yığnağına sakla sar götür
Üç kot arpa beş kot çavdar ekerdik
Kesmik ekmeğine hasret çekerdik
Namertlere ağı merde şekerdik
Sözünü tekrar et iftihar götür(154 Celali)
Uyuz derler bir illete uğradık
Al kan ettik tırnak ile doğradık
Zeytin yağın ilaç ettik bağladık
Tesir etmez hidayet kıl ilahi
Fısır fısır her taraftan kalkıyor
Bir hararet ciğerimi yakıyor
Kaşınırken hep el alem bakıyor
Bu derdime dermanı ver İlahi(188)Aşık Mehmet
Dinleyin efendiler şikayetim var
Yandı canım pirelerin elinden
Sizlere bir güzel şikayetim var
Yandı canım pirelerin elinden
Benim yatak bilemedim neresi
Ne azgındır şu Göçünün piresi
Her yanlarım oldu hançer yaresi
Yandı canım pirelerin elinden
Pireli yatağı ben de nidecem
Yataktan kalkıp ta koyup gidecem
Gidip mahkemede dava edecem
Yandı canım pirelerin elinden
Nerde gezer pirelerin sürüsü
Rahvan attan iyi yürür tırısı
Kovalarken karşı koydu birisi
Yandı canım pirelerin elinden (197) Aşık Mehmet
Sabahaca kandilleri yanardı
Soytarılar fırıl fırıl dönerdi
Ha, deyince beşe yüz atlı binerdi
Sana inip konan beyler nic’oldu
Mistik Paşa gitmiş odası yaslı
Hatunları vardı, hep turna sesli
Toptop zülüflü de İstanbul fesli
Usul boylu hatunların nic’oldu
Saçı altın, bağlı fesler sırmalı
Lahuri şal giymiş, gümüş düğmeli
Gözleri kudretten siyah sürmeli
Mor belikli güzellerin nic’oldu
Derviş Paşa yaktı yıktı illeri
Soldu yurdumuzun bütün gülleri
Karalar geydik de attık alları
Altınımız geçmez akça, tunç oldu
(Üç Kahraman Şair: Cahit Öztelli s. 217, Milliyet yayınları) (Dadaloğlu)
Kesende yok ise köprüden geçme
Tezden tutulursun bir yana kaçma
Parasız hükümet kapısın açma
Kadı müftü emr ü ferman paradır
Fakir olan ne iş tutsa sonu yok
Üç gün aç ta kalsa zengin gene tok
Pulsuz bilse aşçı derki yemek yok
Yemek ekmek peynir ayran paradır
Para Destanı
Fakir olan her dem gider engine
Parasız bellidir baksan rengine
Her mecliste buyur derler zengine
Yaran ahbap lütfu ihsan paradır
Nice ocakları yıkar söndürür
Nice müşterinin aklın kandırır
Nice şahitlerin ağzın döndürür
Eğri doğru yalan bühtan paradır
(Zuhuri)
(T. H. Ed. Antolojisi: s.207-208)
OSMANLI DÖNEMİNDE İÇİNDE KÖY
BULUNMAYAN BATILILAŞMA HAREKETLERİ
ve
ONUN KADER KURBANLARI
ÇAĞIN GETİRDİĞİ ÖNEMLİ SORUNLAR
Avrupa’da doğan Rönesans ve Hümanizm hareketleri yönü öte dünyaya dönük olan
eğitimin yönünü deneysel eğitime çevirmeyi başardı. Deneysel eğitimin amacı, insanı yaşamda
mutlu etmekti. Batı toplumları yeni eğitimin ilkelerini benimsedi. İş eğitimi içinde insanı yoğurdu.
Daha çok, daha kaliteli mal üreten “ekonomik insan” tipini yarattı. Ekonomik insan da, insan
gücüyle az üretim yapan üretim araçları yerine, doğa gücüyle çalışan makine sanayiini kurdu.
Birinci sanayi devrimini buhar gücüyle çalışan makinelerle, ikinci sanayi devrimini hem ışık, hem
de enerji olarak kullanılan elektrikle, üçüncü sanayi devrimini de petrolle işleyen araçlarla başardı.
Buharla işleyen lokomotifler demiryollarında, vapurlar da büyük okyanuslarda yolculuğu ve yük
taşımacılığını kolaylaştırdı. Uluslararası ticaret gelişti. Avrupa ülkeleri ordularını vurucu gücü çok
olan silahlarla donattı. Tıp, mühendislik, iktisat, askerlik.., dallarında modern okullar açıldı.
Matbaacılık yaygınlaştı, basım gelişti.
Siyasi alanda önce ABD, sonra Fransa devrimleri oldu. Cumhuriyet yönetimi ortaya çıktı.
İnsan hakları bildirileri yayınlandı. Siyaset alanındaki bu yenilik insan emeğini en çok sömüren,
özgürlükleri kısıtlayan, asilleri sınırsız varlık sahibi yapan, zevk, sefa içinde günlerini geçirten
şahlık, padişahlık ve krallık yönetimlerini sarstılar. Osmanlı yönetimini elinde bulunduran
padişahların bir kısmı dünyadaki bu baş döndürücü gelişmeyi kavramaktan acizdi. Avrupa
ülkeleriyle yapılan savaşlarda peş peşe yenilgiler sürmekteydi. Devlet yönetiminin çağın
koşullarına göre düzeltilmesini, ordunun çağdaş ordular düzeyine çıkarılmasını isteyen Genç
Osman, I. Mahmut, III. Mustafa, I. Abdülhamit, III. Selim ve II.Mahmut gibi devlete sahip çıkan
ileri görüşlü padişahlar da Vardı. Mithat paşa ve Mustafa Kemal gibi yenilikçileri de içine alırsak
bunlara “Türkiye’nin beyin takımı” demek yerinde olur. Beyin takımından olan Osmanlı
padişahlarının el attığı ilk konu devleti ayakta tutacak ordunun düzene konması idi:
“Bir defa tımarlı sipahilerin, hatta kapıkullarının yoklamada bulunmamaları, yahut sefere
gitmeden kaçmaları ilk defa 1596’da görülmüş (Eğri Seferi sırasında) bir hal değildi. Daha Yavuz
Selim’in Şah İsmail üzerine açtığı İran seferi esnasında, Kemah’ta yapılan yoklamada, birçok
tımar erbabının sefere gitmedikleri, bir kısmının yerlerine başkalarını gönderdikleri, bazılarının da
bedel yolladıkları anlaşılmıştır...” (1)
“Vakayinamelerden ve arşivde mevcut perakende vesikalarla, ahkam defterlerinden
faydalanılmak suretiyle elde ettiğimiz bilgileri burada. kaydedeceğiz. Ümeranın, bütün
sekbanlarıyla yerlerine dönmelerini (Eğri Seferi dönüşü), köylere devre çıkma işini yeniden
artırmış olduğunu tabii saymak lazımdır. Çünkü beylerin kapularındaki sekbanlar (Yeniçeri
kurulunca hafif asker) ancak reayadan alınan erzak ve salmalarla besleniyordu. Hatta bunların
hususi kışlaları da mevcut değildi...” (2)
“Peçevi, III. Mehmet’in cülûs bahşişi verdiği 80 bin kişiyi aşan kapıkulundan, 50 binden
fazlasının Eğri Seferine gitmiş bulunduklarını, vilayet askerlerinin de, yüz bin değilse, elli altmış
bin kadarının seferde mevcut bulunmuş olduklarını tahmin etmektedir. Eğer Paçevi’nin verdiği bu
rakamlar hakikate yakın ise, her iki sınıf askerden de ortalama otuzar bin kişi seferden kalmış
demektir. Fakat Vilayet askerlerinin yüz bin ve ‘kapıkullarının seksen bin kişi olarak ifadesi,
şüphesiz, devletin resmi defterlerine dayanmaktadır. Çünkü, Kapıkullarından sayıları binlerce aşan
bir zümre vardı ki, şehirlerde ve kasabalarda kasaplık, fırıncılık ve öteki esnaflıkları yapıyorlar,
köylerde ortakçılık veya çiftliklerinin sahibi olarak,
geniş miktarda, çiftçilik ve hayvancılık ile uğraşıyorlardı. Yaşlı başlı olan ve geniş birer işin
başında bulunan bu insanların zaten hiçbir harbe iştirak ettikleri yoktu”...
Tahminen yüz bin kişi kabul olunan vilayet askerlerinden ümeranın şahsi
askerleri olan sekbanları çıktıktan sonra, tımarlı sipahilerin ne kadar tuttuğunu bilmiyoruz. Yalnız
bunlardan da pek çokları resmi defterlerde sipahi görünmekle beraber, hakikatte, her biri birkaç
tımar birden elinde toplamak imkanlarını bularak, bu dirliklerinin mahsulünden sırf bir mültezim
gibi istifade eden, fakat iltizam bedelini, devlete değil de, nüfuzlu bir takım ricale (rütbeli mevki
sahibi kimselere) rüşvet olarak veren ve bu yoldan geniş kazanç imkanları bulan kimselerdi.
Bunlar da, kapıkullarının iş tutan zümresi gibi, hiçbir sefere gitmiyor, hükümet çok sıkıştırdığı
zaman “bedel vermek” veya “cebeli yollamak” (silahlı ve zırhlı asker-atlı inzibat kuvveti) gibi
kaçamak vasıtalarla yakalarını kurtarıyorlardı”. (3)
“Avusturya Ordusunda büyük bir panik çıktı. Pusuda bulunan Tatar ordusu, ile Çağalazade
Sinan Paşa kuvvetleri düşmanı çevirdiler. Avusturya ordusu bozguna uğradı. Çoğu kaçarken o
çevredeki bataklıkta boğuldu. Bu suretle III. Mehmet Haçova meydan savaşını kazanmış oldu.
Zaferden sonra yoklama yapıldı, bulunmayan 30 bin kadar askerin dirlikleri kesildi. Yakalananlar
da öldürüldü. Dirlikleri kesilen askerler Anadolu’ya giderek oralarda eşkıyalık yapmaya başladılar”.
(4)
XVII. Yüzyılda ise Yeniçeri ve eyalet askerleri büsbütün çığırından çıktı. Devletin başına
sallanan bir kılıç haline geldi.
“Gerek merkezde bulunan kapıkulu askeri ve gerekse Eyalet askerleri, bu devirde
disiplinden tamamen yoksun idiler. Yeniçerilerle Sipahiler devlet işlerine karışıyorlar istediklerini
veziriazam yapıyorlar, istemediklerini öldürüyorlardı”. (5)
Yeniçeri ocağı bozulduğu gibi Eyaletlerdeki örgütler de bozulmuştu. Tımar ve zeamet usulü
çığırından çıkmıştı.
“Altı-Bölük Sipahileri ve yeniçeriler Avusturya Seferine. gitmemek için ağalarıyla beraber
yollarda, şehir ve kasabalarda eğlenerek çadırlarda çokça vakit geçirmekte ve sefer mevsimini
atlatmakta idiler...” (6)
Osmanlı ordusunun ve idari yönetimin geliştirilmesi uğrunda ileriye dönük hareketlerin
baltalanması kolay kolay önlenemedi. Bunları çağdaşlaştırmaya kalkan padişahlar da çok büyük
genci direnmeleriyle karşı karşıya geldiler. Bir kısmının da fikirleri uğrunda kelleleri kesildi.
BASIM
Basım, basılması istenen metnin, haritanın, desen veya resimlerin kalıplarını özel
mürekkebiyle mürekkepledikten sonra kağıt, deri, ve kumaş üstüne istenilen sayı kadar çıkarma
sanatıdır. 1370 Yılında Burgonya’da bir sayfalık tahta üzerine yapılan kabartma yazının basımı,
basımın ilk başlangıcı olmuştur. (1)
“Tipografi basım yönteminin bütünü; ana kalıpların yapımı, döküm işliklerinin kurulması,
metinlerin dizilmesi ve el baskısıyla basım Gütenberg tarafından gerçekleştirildi. Gutenberg’in bu
yolda ilk denemelerini 1436 da Strasburg’da yaptığı sanılır. 1450 yılına doğru Mainz’da varlıklı
Fust ve Peter Schöffer ile 1455 yılına kadar süren bir ortaklık kurdu. Birlikte din kitapları, Latince
gramerler, takvimler bastılar.” (2)
Basım sanatı, yetersiz el yazmalarını iterek hatta atlayarak toplumların okuma
gereksinmelerini hemen karşıladı. Fikir ve düşüncenin ana kaynağı olan insan’ın birdenbire bilgi
ve kültürü ilerledi. Matbaanın kurulduğu Avrupa ülkelerinde cehaletin ortadan kalkması yolunda
kitlelerin eğitiminde büyük gelişmeler sağlandı.
(1) Mustafa Akdağ: Türk Halkının Dirlik ve Düzen Kavgası; s. 371.
(2) a. g. y., s. 369.
(3) a. g. y., s. 373.
(4) Niyazi Akşit: Tarih III., s. 372
(5) a. g. y., s. 136.
(6) Türk Halkının Dirlik Düzenlik Kavgası, S. 372
Türkiye’de matbaanın kurulması Ahmet III devrinde oldu. Aslen Macar olan İbrahim
Müteferrika 1727 yılında Sultan Ahmet’teki evinde ilk matbaayı kurdu. 1729 yılında da Kitab-ı
Lügat-ı Vankulu Sözlüğünü bastı. Yaşamı boyunca 16 adet kitap bastı. Avrupa matbaayı 1436
yılında hiçbir güçlükle karşılaşmadan kurup ilerlemeler sağlamakta büyük adımlar atarken
Türkiye’de el yazması ile kitap yazan ne kadar olduğu bilinmeyen bir kısım softa bozuntusu
“Hattatlar” matbaanın gelişini 291 yıl geciktirdi. Üç yüz yıl gecikmeden sonra matbaayı
çalıştırmaya başlatan İbrahim Müteferrika’nın basım işini de rahatlıkla uygulatmadı. Padişah III.
Ahmet din kitapları basmayacaklarına dair şeyhülislam Abdullah Efendi’nin fetvası ile bir de
ferman çıkararak softaları susturdu.
1831 de “Takvimhane-i Amire” adındaki basımevinde Takvim-i Vakayi gazetesi basıldı.
Bundan sonra Harbiye, Tıbbiye okullarında basımevleri kuruldu. 1727-1901 yılları arasında 10
civarında özel ve resmi kuruluşlara ait basımevleri açılabildi. Bu konu Türk toplumunun kara
cahillikte 300 yıl bekletildiğinin ve ilerlemenin gerisinde kalındığının bir belgesi olarak tarihe
girmişti. Bu yenilik hareketleri güzel sanatlar dalında nesilden nesile anılacak hangi sanat ve fikir
adamlarını yetirtilmişti?
“Alman Jan Gutenberg her harfin ayrı kalıbını yaptırdı. Antimuan ve kurşun karışımından
kolay kolay aşınmayan harfler dökerek matbaayı esaslı bir şekilde kurmuş oldu ve ilk önce İncil’i
bastı.
Bu zamana kadar kitaplar elle yazılıyor ve çok emek sarf ediliyordu; aynı zamanda kağıdın
pahalı oluşu, yazma kitapların fazla fiyatla satılmasına sebep oluyordu. Bu yüzden ancak
zenginler ve asiller öğrenim yapabiliyorlardı. Matbaanın icadı ve kâğıdın bol miktarda yapılması
kültür alanında önemli bir dönüm noktası oldu. Bazı tarihçiler matbaanın icadını yeni çağın başı
saydılar. Kitaplar çok sayıda basıldı ve ucuza satıldı. Okuma yazma bilmek bir imtiyaz olmaktan
çıktı. Okuyucuların sayısı arttı. Bilgi ve edebiyatın geniş ölçüde yayılması imkanı hasıl oldu. Fikir
hayatı gelişti; Hümanizm, Rönesans ve Reform meydana geldi”. (3)
“Matbaanın bulunması insanların bol ve ucuz kitap almalarına, Tevrat ve İncil gibi kutsal
kitapların çok sayıda basılmasına yardım etti. Hümanizma hareketleri, sırasında İncil ve Tevrat’ın
milli dillere çevrilmesi bu gibi kitapların herkes tarafından okunmasını sağladı. Halbuki Orta Çağda
halk bu kitapları ancak rahiplerden dinleyebilirdi. 0 zamanlar, rahipler Tevrat ve İncil’i ne şekilde
açıklar ve yorumlarsa halk da onu öylece kabul eder ve aksini iddia edemezdi.
Din kitaplarının milli dillere çevrilmesi sonunda halk bu kitapları artık aracısız okumaya
başladı. 0 zaman Musa ve İsa Peygamberlerin ne demek istedikleri daha iyi anlaşıldı”. (4)
Matbaa yoluyla okuma ve yazma bilenlerin sayısı arttı. Batı dünyasında doğaya dönüş, doğayı
inceleme, yoluyla yeniden doğuş denen Rönesans hareketi doğdu. Her şeye körü körüne inanma
yerine, herşeyi inceleme, bulma ve yaratma prensibi öne alındı. Eski Yunan ve roma yapıtları da
incelenerek onlardan daha görkemli yapıtları meydana getiren pek çok sanat adamı yetişti.
Resimde: Giotte, Betticelli, Leonardo da Vinci;
Mimarlıkta: Brunelleschi, Bramanat ve Mikelanj;
Heykelde: Jacopo Della Kersiya, Donalelle, Giberti ve. Mikelanj gibi birçok ünlü sanatçılar
yapıtlarıyla insanlık tarihinde yerlerini aldılar.
Reform dalında bir köylü çocuğu olan din adamı, felsefe öğretmeni Luther, afname adıyla
para karşılığı günah çıkaran din sömürücüsü Papanın bu eylemine karşı çıktı. İncili Almanca’ya
çevirdi, Tanrı ile kişi arasına bir aracının giremeyeceğini iddia etti. Kutsal kitaba aykırı olan
Papa’nın afnamesine inanan kimse kalmadı. Herkes İncil’i ana diliyle okudu ve gerçeği anladı.
Edebiyat alanında: Cervantes, Donkişot yapıtı ile, Shakespeare, Hamlet, Othello, Romeo
ve Juliet’i ile, Montaigne Denemeleriyle, Rable, Gargantua yapıtı ile Erasmus, Deliliğe Övgü
yaptığı ile insanlığa kültür açısından “Hümanizm” kapılarını açtılar.
(1)
(2)
(3)
(4)
Server Tanilli: İnsanlık Tarihine giriş S. 600
Meydan Larus, C.II. S, 177
Niyazi Akşit. Tarih S. 81-82
Emin Oktay: Tarih III S.70
OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA İLERİ ATILIMLAR
VE YENİLİK TARAFTARI PADİŞAHLAR
Avrupa bu, atılımlarla hızla ilerlerken Osmanlı İmparatorluğu tersine her alanda hızla
çöküyordu. İmparatorluğun geri kalmışlığının nedenleri üzerine eğilen ilk padişah Genç Osman’dı.
(1618-1622) 0, devletin geri kalmışlığını disiplinsiz, savaş kaçkını, talancı, yeniçeri ocağında
arıyordu. Yeniçeri ocağı karşısında halka dayanan yeni bir ordu kurarak imparatorluğu
gerilemekten kurtaracağına inanıyordu. Bu düşüncesini öğrenen ulema sınıfı Genç Osman’ı
ortadan kaldırmak için yeniçerilerle harekete geçti. Genç Osman tahtından indirildi. Yedikule
Zindanında öldürüldü.
1. Mahmut, III. Mustafa, I. Abdülhamit, III. Selim ve II Mahmut da yenilik taraftarı
padişahlardı.
1. Mahmut, Avrupa ordularının düzenini oluşturan bölük, tabur, alay örgütlerini kurdu.
Subayların yetiştirilmeleri için Mühendishane okulunu açtı. (1)
III. Mustafa, sürat topçuları adında bir askeri örgüt ile Deniz Mühendis Okulunu kurdu.
Avrupa’dan uzman asker eğitimciler getirtti.
I. Abdülhamit iki bin kişilik sürat topçuları ocağını geliştirdi ve İstihkam okulunu açtı. Bu
padişahların üçü de yeniçeri ocağı ile ulema sınıfını karşısına almaya cesaret gösteremedi. Orduda
yapılan yeni gelişmeler yeniçeri ocağını disipline etmeye yeterli değildi. Bu değerli girişimler
ulema sınıfı ile yeniçeri ocağı tarafından da kuşku ile izlendi. Bunların hiçbirisi yeni bir ordu
kuramadı. Uyanış çağı olan 18. yüzyıldan Osmanlı İmparatorluğunu yararlandıramadı, yeni
gelişmelerin tümünü de kavramaktan acizdi.
III. Selim, yenilikçi padişah III. Mustafa’nın oğlu idi. İyi bir eğitimle yetiştirilmişti. Fransız
Devriminin getirdiği düşünce akımını, Avrupa’da yapılan sanayi devriminin yarattığı ekonomik
atılımdan geri kalmışlığımızı ve yeniçeri ocağının disiplinsizliğini biliyordu. Kendisinden önceki
padişahlar gibi yalnız ordunun düzeltilmesiyle devletin bütün kuruluşlarından istenilen işlerliğin
kazanılacağına inanmıyordu. Nizam-ı Cedit hareketini başlattı. Bu hareket, Osmanlı Devleti’nin
“...mülki, zirai, ticari sanayi, Ordu (Yeniçeri Ocağı) ve ulema sınıfını ıslah etmek isteyen bir
programın adıydı.” (2)
Gene bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu, Batıyı küçük görmek siyasetini terk etti Avrupa’nın
dengeli siyasetine girdi. Bu özelliği Nizam-ı Cedit hareketi sağladı.” (2)
III. Selim Nizam-ı Cedit hareketini ayakta tutabilmek için Nizam-ı Cedit adında bir asker
ocağı kurdu. Ocağın subaylarını yetiştirmek için İsveç’ten, Fransa’dan öğretmen subaylar, Ustalar,
ders araçları ve kitaplar getirtti. Bu kitaplar dilimize çevrildi. Yeni öğretimle yetiştirilen Nizam-ı
Cedit askerlerinin sayısı 20 000’i buldu. Avrupa’daki ileri hareketleri izleyebilmek için elçilikler
kurdu. On beş tersanede 45 parça gemi yaptırdı. Yeniçeri ocağı ise “Reayadan zorla alınan
beygirlerle harbe gidiyordu. Harp sanatından hiçbir anlayışı yoktu. Deniz erleri de yeniçerilerin
durumunda idi. Zaten deniz eri diye de birşey yoktu. Donanma denize açılacağı zaman ömründe
silah kullanmamış, savaş görmemiş dilenci ve fukara makulesi ve çoluk çocuk gemilere
dolduruluyordu.” (3)
Ulema sınıfı ile yeniçeri ocağı Nizam-ı Cedit hareketinin kendilerini ortadan kaldıracağı
düşüncesi bu yeni hareketi Kabakçı Mustafa ayaklanması ile ortadan kaldırdı. Nizam-ı Cedit
ordusu dağıtıldı. III. Selim’in en değerli devlet adamları öldürüldü. Bir yıl sonar da kendisi
öldürüldü. Yerine yarı deli olan IV. Mustafa tahta çıkarıldı.
II. Mahmut’u Osmanlının aydın kesiminin hakimiyetini kuran bir padişah olarak tanıtan
ulema sınıfı ona “Gavur Padişah” diyordu. Aydın kesimi ise ulema sınıfına yenilik düşmanı diyordu.
II. Mahmut padişah olunca III. Selim’in ileri atılımını yerle bir eden ulema sınıfı ile yeniçeri
ocağına çok içerledi. Kendisi yenilik taraftarı inançlı bir devlet adamı idi. Yeniçeri ocağını ortadan
kaldırmadan Batılı anlamda bir yeniliğin yapılamayacağına inanıyordu.
Prusya’dan getirttiği subaylarla Asakir-i Mansure-i Muhammediye adında eğitimli birer ordu
kurmaya girişti. İstanbul halkının, ulema, medreseli yardımlarıyla “Testiye kurşun, keçeye pala
sallarız” diyen talancı, yenilik düşmanı yeniçeri kışlalarını topa tutturdu, ocaklarını söndürdü
(1826). Yeniçerilerin boşluğunu doldurmak için kıta hizmeti gören erlerin yetenekli olanlarından
“Alaylı subaylar” diye yeni bir subay sınıfı türetti. Ama bu kuruluş subayları “Alaylı, mektepli” diye
ikiye bölünmesine neden oldu. Alaylı subaylar yeniçeriler gibi ulema sınıfı ile işbirliği yaptı. 31
Mart olayı bu düşüncenin ürünüdür. II. Meşrutiyetin en büyük iyiliği ordudaki subay ikiliği yaratan
bu sınıfı ortadan kaldırması oldu.
II. Mahmut, Harp Okulunu, Askeri Tıbbiyeyi, posta teşkilatını sivil hastaneleri Orduya
kumaş sağlayan fabrikaları kurdu. İlköğretimin zorunlu olmasını, Batı ülkelerine askeri öğrenci
gönderilmesini, yabancı dillerde Türkiye hakkında yazılan kitapların dilimize çevrilmesini, Takvim-i
Vekayi adında bir gazetenin çıkarılmasını, askeri bando ve sivil orta dereceli okulların açılmasını
sağladı. II. Mahmut en devrimci padişah olarak tanındı.
Tanzimat Hareketi 1839-1876
Tanzimat hareketi II. Mahmut’un oğlu olan Abdülmecit devrinde hazırlanan ıslahat
fermanının adıdır. Abdülmecit ve Mustafa Reşit Paşa ileri görüşlü devlet adamları idi. Fransız
Devrimini, insan haklarını, kendilerinden önce ilerici padişahların başlattığı Ordu, sivil ve askeri
okullar hareketiyle devletin ,geri kalmışlıktan kurtarılamayacağını biliyorlardı. Tanzimat devlete
hizmet veren bütün kurumların yenilenmesinin gerekçesini hazırlayan, araştıran, modern devlet
olma düşüncesini içeren bir hareketti.
Bu gerekçeyi gerçekleştirebilmek için Tanzimat Fermanında şu ilkelere yer verildi: Bütün
uyrukların ırz, namus, can, ve mal güvenliği, vergilerin gelir gücüne göre toplanması, askere
alınma ve terhis işlemlerinin bir esasa bağlanması, herkesin yasalar önünde bir olması,
mahkemelerin açık olması, yargı hükmü olmadan kimsenin idam edilmemesi, herkesin mal
edinme, alıp satma ve miras bırakabilmesi, zorla mal alımının kaldırılması, rüşvet alanların
cezalandırılması, memurların maaşa bağlanması, suçlu ailesinin miras hakkından yoksun
bırakılmaması, yasaların bir kurala göre yapılması, Hıristiyanların devlet memuru olması, her çeşit
okullara girebilmesi, işkence, dayak ve angaryanın kaldırılması, Hıristiyanların il meclis üyesi
olması, özel teşebbüs şirketlerinin kurulması, bu koşullara padişah ve halkın uyması...
Tanzimat Fermanında ortaya atılan düşünce özetlenirse meşrutiyet ve cumhuriyet gibi yeni
bir rejim isteği yok. Padişahlık devam etsin ama padişah ve yöneticilerine tanınan aşırı yetkiler
sınırlandırılsın, yurttaş hakkına saygı gösterilsin, zorba yönetime yer verilmesin... Bu gibi
düşünceler yeni kuşaklarda düşün yaşamı yaratmaya neden olduysa da padişahlar pek çoğunu
uygulamadan çekindi.
Jön Türkler
Abdülaziz 1861-1876 yılları arasında padişahlık yaptı. Tanzimat hareketini aldığı yerde
bıraktı. Zevk alemine daldı. Ama yaşadığı çağ dünyada düşünce hareketlerinin alabildiğine
hızlandığı bir dönemdi. Yüzyıl önce Amerika ve Fransa devrimleri oldu. Cumhuriyet ilanı, İnsan
Hakları Evrensel bildirgeleri insanoğlunu durgun düşünce yaşamından sıçrattı.
Sömürgecilere karşı bağımsızlık savaşları başladı . İmparatorluklar parçalandı . Özgür yaşamak
insan yaşamında yer etmeğe başladı. Osmanlı imparatorluğunda da meşrutiyet düşüncesini “Jön
Türkler” başlattı. Amaçları meşruti bir hükümet kurarak Rus baskısına karşı imparatorluğu
güçlendirmekti. Abdülaziz meşruti hükümeti kavramaktan uzaktı. Jön Türkler hareketi onun
zamanında ortaya çıktı.
Mithat ve Ziya Paşaların katıldığı bir saray darbesiyle Abdülaziz tahtından indirildi, yerine
V. Murat geçirildi. V. Murat hasta ve yarı deli bir kişiliğe sahipti. Üç ay padişahlık yaptı. Padişahlığı
yapamayacağını gören Mithat Paşa ve arkadaşları onu tahtından indirdiler. Yerine meşrutiyeti
kuracağına söz veren II. Abdülhamit’i tahta çıkardılar. Günümüzde de adaletsizliği ile anılan II.
Abdülhamit, Jön Türklerin baskısını azaltabilmek için Mithat Paşa’nın başkanlığında bir encümen
tarafından hazırlanan Anayasa ile I. Meşrutiyeti 23 Aralık 1876’da top sesleriyle ilan etti. Ama
sözünde durmadı. 5 Şubat 1877 tarihinde iki padişahı tahtından indiren Midyat Paşa’yı kendisi için
tehlikeli gördü, Taif’e sürgüne yolladı. Meclisi de dağıtarak meşruti yönetime son verdi.
İmparatorluğun her köşesinde baskı ve korku yaratan gizli bir polis düzeni kurdu. Jurnalciler,
dalkavuklar çoğaldı. Özgürlük için çalışanları zindanlara attırdı. Sansür baskısıyla yazı yazma
özgürlüğünü zedeledi, yok etti. Romenler, Sırplar, Bulgarlar, Ermeniler ve Yunanlılarla yakından
ilgilenmeğe başladı. Köylü onun gözünde vergi veren, ham madde üreten bir yığındı.
“Orduda terfi, yeteneklere dayanan bir işlem değildi. Dayanılmaz casusluk ağı ordunun her
kanadına işlemişti. Terfi etmenin tek yolu diğer subayları jurnal etmekti. Aylıklar her zaman
vaktinde ödenmezdi”. (1)
Türk Subayları “Avrupalı subayların pırıl pırıl üniformaları ve sürdürdükleri yaşam
karşısında kendi kılık, kıyafetlerinden ve Abdülhamit idaresi altındaki süfli yaşantılarından utanç
duyuyorlardı. (2) Erler de para yüzü görmemekteydi. Yiyeceği kötü, üstü başı bakımsız, sürdüğü
yaşam bir hayvanınkinden az farklıydı “. (3)
Avusturya ve Prusya gibi iki güçlü devlet Osmanlı topraklarına göz dikti. Balkanlarda
bağımsızlık hareketleri başladı. Ermeniler de Abdülhamit’e karşı idi. Türk halkı savaşlardan yenik
çıkmanın yükü altında ezikti.
Abdülhamit donanmayı Haliç’e hapsetti. Gemilerin önemli makine parçalarını çıkarttırdı,
donanmaya cephane girmesini yasakladı. (4)
Ordu huzursuzdu. İlerici Türkler (Jön Türkler) Yurtsever subaylar, Askeri Tıp ve Harp Okulu
öğrencileri bu durumdan kurtulmanın yolunu yeniden meşrutiyeti kurmakta arıyordu. Londra’da
Hürriyet, Paris’te Meşveret içerde de Şüra-yı Ümmet dergileriyle meşruti düşünceyi yaymaya
başladılar. İlerici Türklerin dışarıda bulunan kanadı Mason Localarıyla ilişki kurdu. (5) İçerdekiler
de Mason Locaları ve Bektaşi tarikatçıları ile işbirliği yaptılar. (6) İlerici subayların kurduğu İttihat
ve Terakki Cemiyeti silah ,gücü ile II. Abdülhamit’e II. Meşrutiyeti 1908 yılında ilan ettirdi. II.
Abdülhamit Selanik’e sürgüne gönderildi. Ordu içindeki alaylı subayların bir çoğunun da işine son
verildi.
İttihat ve Terakki Cemiyeti liberal görüşlü idi. Sanayi ve ticaretin Türklerin elinde olmasını
istiyordu. Modern bilim ve düşüncenin laik bir anlayışla gelişmesini istiyorsa da bunu
gerçekleştiremedi. İmparatorluk düzeyinde meşrutiyetçi kadrosu olmadığından devlet yapısına
işlerlik kazandıramadı. Yalnız aydın kesimde cumhuriyet özlemi yarattı.
Görülüyor ki buraya kadar değindiğimiz Osmanlı döneminin bilimsel, askeri ve siyasi
gelişmelerde hep Ordunun sözünün geçtiği dikkati çekmektedir. Halk bilinçsiz ve öğrenimsiz
bırakıldığı için bu onurlu uğraşılardan haberi bile yoktu. II. Meşrutiyetin ilanında gücünü
gösteremeyen ulema sınıfı ile alaylı askerler (subaylar) Harp Okullu subaylardan öfkelerini almağa
kalkıştılar ve iğrenç yüzlerini bir daha gösterdiler.
Yararlanılan kaynaklar:
Meydan Larus c. XI, VII,
Niyazi Akşit: Yakınçağ Tarihi
Emin Oktay: Yakınçağ tarihi
Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya: Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma
Hareketleri
Prof. Dr. Enver Ziya Karal: Osmanlı Tarihi
Prof. Dr. İlhan Başgöz: Türkiye Cumhuriyeti’nde Milli Eğitim ve Atatürk
l. Hakkı Tonguç: İş ve Meslek Terbiyesi, Canlandırılacak Köy
Vehbi Belgil: Tanzimat taklitçilik miydi?. (Cumhuriyet 8.2.1986)
E. E. Ramsur: Jön Türkler, Sander yayınları 1982 İstanbul
MİDHAT PAŞA
Danıştay başkanlığında, Tuna, Bağdat, Suriye, İzmir valiliklerinde bulundu. Ordu
müfettişlikleri yaptı. Avrupa başkentlerindeki incelemeleriyle yetenekli ve dürüst bir devlet adamı
olarak ün kazandı. Padişah Abdülaziz’in sadrazamı oldu. Onun katı yönetimini beğenmedi. İki
buçuk ay sonra istifa etti. Adalet ve dışişleri bakanlığı yaptı. İmparatorluğun kurtuluşunu
meşrutiyette görüyordu. Meşrutiyet için çalışmalara başladı. Padişah Abdülaziz’in tahttan
indirilmesini gerçekleştirenler arasında yer aldı. V. Murat padişah oldu. Ama sinir hastasıydı. Onun
uzun zaman devleti yönetemeyeceği belli idi.
Abdülhamit, Midhat Paşa’ya meşrutiyet yanlısı göründü. Murat V. de tahtından indirildi.
Abdülhamit II, padişahlığa getirildi. (28/Ağustos/1876) Herkes, devleti bulunduğu kötü durumdan
Midhat Paşa’nın kurtarabileceği inancındaydı. II. Abdülhamit, Midhat Paşa’nın içte ve dışta çok
sevildiğini biliyordu. Onu sadrazamlığına getirdi. Ona “yüksek vasıflı vezirim diyordu” (1) “Sen
benim babamsın” (2)diyordu.
Midhat Paşa İmparatorluğun bütün kentlerinde aydınlar tarafından selamlandı. Abdülhamit
II ise 34 yaşında, içe dönük herkesçe güvenilmeyen bir kişi görünümündeydi. Böyle bir zamanda
anayasa hazırlığına başladı. Midhat Paşa, Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın da bulunduğu bir
komisyonun hazırladığı. İlk anayasa’yı Abdülhamit beğenmedi. Yeni bir komisyona verildi. Bu
komisyon 140 maddelik anayasa’yı padişaha verdi. Abdülhamit 119 maddeye indirdi. Midhat Paşa
yeni anayasa’ya padişahlara istedikleri kimseleri sınır dışı etmek hakkını veren 113. maddenin
konmasını istemiyordu. Ne yazık ki madde anayasaya kondu. 1876 yılında Beyazıt’ta anayasa
halka ilan edildi. Her tarafta toplar atıldı. Halk bu yeniliği coşku ile karşıladı. Midhat Paşa
anayasanın ilanıyla dışta ve içte büyük ün kazandı. İngiliz elçisi hükümetine gönderdiği raporda
“Midhat Paşa’yı “Hürriyet ve Meşrutiyet Türkiye’sinin yetiştirdiği en büyük adam” olarak tanıttı.”
(3)
Bu sevgi ve saygıya karşın Rusya, Midhat Paşa’nın en amansız düşmanıydı. “Hasta adam”
diye tanıtılan Osmanlı İmparatorluğunun yeni yönetimlerle kuvvetlenmesini çekemedi.
Balkanlarda kanlı ayaklanmaların, İslavlık rüzgarlarının esmesini isterdi. Bu kanlı çalkantılarla da
Türkiye’nin devamlı uğraşıdan başını kaldırmamasından yanaydı. Buna paralel olarak Abdülhamit
de meşrutiyeti istemiyordu. Meşrutiyet öncülerinden “Ziya Paşa’yı Suriye Valiliği ile İstanbul’dan
uzaklaştırdı. Namık Kemal, Erzurum’a gönderiliyordu. Midhat Paşa Sadrazamlığa getirilmişti.
Fakat bu bir göz boyamasıydı.” (4)’
Ziya Paşa ile Namık Kemal’in böyle bir göreve atanmaları onları İstanbul’dan uzaklaştırıp
etkisiz hale getirmekti. Meşrutiyet, Padişahlığa göre yeni bir düzendi. Çağdaş fikirlerin memlekete
yayılmasını, ekonomik kurtuluşu, teknolojik çalışmalarla fabrikaların kurulmasını, aydınlar sınıfının
yaratılmasını, ağalığın, feodal kalıntıların tasfiyesini gerçekleştireceği sevinç ne kadar sürecekti.
Padişah ise her şeyden kuşkulanıyordu.
Ne aydınlara, ne de yöneticilere içtenlikli bir güven veremiyordu. Halka, toplarla, davul
zurna ile sevinç dalgalarıyla duyurulan anayasa uygulamaya konabilecek miydi? Memlekette bir
hürriyet havası esebilecek, halk derin bir nefes alabilecek miydi? Herkesi kara kara düşündüren,
kuşkulandıran ve korkutan Padişahın içtenliksizliğiydi!.
Midhat Paşa aldığı tüm görevlerde ve çalıştığı yerlerde yönetimde geniş görüşlülüğünü üstün
yetenekleriyle kanıtlamış bir kişiliğe sahipti. “Okullar, yollar, hastaneler, fabrikalar, vergi ve
tahsilatın ıslahı gibi alanlarda çok başarı kazandı”. (5) Böylesine yetenekli az bulunan bir yönetici
olan Midhat paşa’ya çalışma olanağı verilmedi. Abdülhamit tarafından Sultan Aziz’in tahtan
indirilmesiyle suçlandı. Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi yakın fikir arkadaşları da Anayasanın eksik
çıkarılmasından Midhat Paşa’yı sorumlu tutuyorlardı. Abdülhamit de Midhat’ Paşa’nın sevmediği
adamları bir bir atamaya başladı. Midhat Paşa’nın karşıtlarının ve düşmanlarının sorumsuzca
eleştirileri Abdülhamit’in işine yarıyordu. Midhat Paşa ise fikri sorulmadan kabineye atanan karşıt
ve düşman görünüşteki bakanlarla çalışamazdı. Meşruti yönetimde Padişahın ve kendisinin
sorumluluklarını belirten bir mektubu Padişaha verdi. Üzüntü içinde evine döndü. Üzüntülü bir
yaşam sürmeye başladı.
Abdülhamit saraydaki danışmanlarının da fikrini aldıktan sonra Midhat Paşa’yı
Sadrazamlıktan uzaklaştırdı. Karşıt görüşte olan düşmanları Midhat Paşa’nın Cumhuriyet ilan
edeceğini ve Cumhuriyet’in başına Mekke Şerifini getireceğini ortalığa yayıyorlardı. Midhat Paşa
bu uyduruk dedikodulara çok üzüldü. Abdülhamit’le görüşmek istedi. Abdülhamit konuşmayı
reddetti. Ve tutuklattı. Avrupa’ya sürgün etti. (1877) Meclisin açılışını bile göremedi.
19/Mart/1877 de Dolmabahçe Sarayı büyük merasim salonunda, Padişahın huzurunda
açılan Mebusan Meclisi, Padişahın başkatibi Sait Bey (Paşa) tarafından okunan nutkunu
dinledi....1876 Anayasası, zamanın ölçüleri içinde makul ve muvazeneli bir anayasadır. Ve halkın
oylarıyla seçilmese de, Mebusan Meclisi, ciddi, vakarlı, mazbut bir mebuslar topluluğu hali arz
etmektedir. Disiplin ve devamlılık tamdır. Mecliste kavgalar gürültüler görülmez. Karşılıklı bir
saygı, müzakerelere hakimdir. Bugünün ucuz ve seviyesiz tartışmaları, çatışmaları bu mecliste
yoktur.” (6)
Meclis iyi niyetli ve ahenk içinde çalışmağa başladı. Bir taraftan Ruslarla savaş yapılıyordu.
“Abdülhamit 13/Şubat/1878 de süresiz olarak Meclisi kapattı.” (7)
Midhat Paşa sürgünde bulunduğu 1877-1878 yıllarında Türk toprakları üzerinde olan Rus
saldırısının önlenmesi yolunda Avrupa başkentlerinde de sevilen bir devlet adamı olarak Türkiye
yararına etkili çalışmalar yaptı. Padişaha da dilek ve tavsiyelerini ulaştırdı. Türkiye’deki kötü
gidişten üzgündü. Rus-Osmanlı savaşına gelince:
“24/Nisan/1877’de başlayan muharebeler daha yılını doldurmadan, karşı tarafın zaferiyle
sonuçlandı. 3/Mart/1878’de Osmanlı devleti hem de İstanbul’un bir mahallesi demek olan
Ayastafanos’a (Yeşilköy) yerleşmiş Rus karargahında “Ayastafanos Antlaşması ile yenilgiyi ve
ülkenin nice değerli parçalarının kaybını kabul etti”. (8)
Abdülhamit, Midhat Paşa’nın Avrupa’daki saygınlığından bile kuşku duydu. 1878 de onu affetti.
Midhat Paşa çok sevdiği yurduna hemen döndü. Padişah onu ailesiyle birlikte Girit’te oturma
zorunda bıraktı. “10/Aralık/1878 Suriye ve 4/Ağustos/1880 de Aydın (İzmir) valiliklerine tayin
edildi”. (9) Her iki vilayette de dilediği gibi çalışma fırsatı verilmedi. Abdülhamit Midhat Paşa’nın
başarılarından, halkın onu çok sevmesinden, meşrutiyetçi olmasından korkuyordu. Açıkçası onun
bir yolunu bulup yaşamasına son verilmesini istiyordu. 1881 yılında İzmir’de vali olan Midhat
Paşa’ya tertip şöyle başladı: “Mahmut Nedim ve Cevdet Paşalar ile Surun Efendiden kurulan bir
heyet Abdülaziz’in öldürülmesiyle ilgili olanların mahkemeye verilmesi için delil toplamağa başladı.
Bu kişilerin hemen hepsi Midhat Paşa’ya düşmandı”. (10)
“Padişah bütün tertiplerini almıştı. Bir mahkeme kurulacaktı. Bu mahkemeye, Sultan
Aziz’in intihar etmediği, öldürüldüğü davası getirilecekti. Neticede en ağır kararlar alınacaktı. Bu
arada Midhat Paşa’dan da kurtulunmuş olacaktı. Nitekim öyle oldu.
23/Mayıs/1881’de ve alınan bir takım tedbirler sonunda Midhat Paşa’nın İzmir’de tevkifine
geçildi. Paşa zaten kuşkudaydı. Paşa’nın ailesiyle kaldığı hükümet konağı 3 tabur askerle
sarılırken Paşa atik davrandı, konaktan ayrılabildi. Fransız Konsoloshanesine sığındı.. Bu arada ve
esası kesinlikle tespit edilemeyen bir rivayeti de burada belirtmek yerinde olur:
Midhat Paşa’nın Fransız Konsoloshanesine sığınmasından sonra Saray ve Fransız, Sefareti
arasında cereyan eden temaslar neticesinde, Fransa’nın bu himayede gevşek davrandığı, çünkü
Abdülhamit’le bir taviz üzerinde anlaştığı, söylene gelmiştir. Bu taviz; Türkiye’nin Tunus
üzerindeki şekli hükümranlık hakkından Fransa lehine vazgeçmesiydi”. (11)
Abdülhamit adalet bakanı Cevdet Paşa aracılığıyla Fransız hükümetine Midhat Paşa’nın
hayatına dokunulmayacağı hakkında güvence verdi. Midhat Paşa İstanbul’a getirildi.
“Yıldız’da yargılanmasına başlandı. Yargılama sonunda Mahmut ve Nuri Paşalarla birlikte
Midhat Paşa, Abdülaziz’i öldürmek fiiline katıldıkları gerekçesiyle ölüme mahkum edildi...”
“Abdülhamit II. istediği ilamı ve bilgileri aldıktan sonra cezaları ölümden müebbet sürgün
ve hapse çevirdi. Bu surette Midhat Paşa’yı öldürmek istemediğini kamu oyuna göstermeğe
çalıştı. Midhat Paşa ve arkadaşları hükmün bildirilmesinden 31 gün sonra Taif’e sürüldüler. 28
Temmuz 1881.
Mahkumlardan Damat Nuri Paşa vapurda delirdi. Taif’e varınca paşalar kerpiçten yapılmış,
köhne Taif Kışlası’na hapsedildiler. Hava almak için güneşe bile çıkarılmadılar. Padişaha yaranmak
için baskıları artırdılar. Paşaların yanında olan bir kısım mahkumların ayakları prangalandı.
Paşaların, kağıt, kalem ve hokkaları ellerinden alındı. Aileleri tarafından gönderilen eşyalar
(“Mahmut Paşa’ya ailesi tarafından gönderilen eşyada mendil,
gömlek, çorap, fes gibi eşyalarla elmaslı bir çift kol düğmesi muhafazalarına memur Merkez
Kumandanı Ömer Paşa tarafından aşırılmıştı) verilmemekteydi. (13)
25 Nisan 1884 gecesi Midhat Paşa’nın yattığı odanın kapısı kırıldı. Yanında yatmakta olan
Ali Bey çıkarıldı. Midhat Paşa zayıf ve halsizdi. Edirne’nin Beyazıt mahallesinden Berber İsmail’e
boğdurtuldu. (14)
Batı dünyasında ve Osmanlı ülkesinde yenilik taraftarı, örgütçü, yönetici, kendine
güvenilir, sevilir bir devlet adamı olan Midhat Paşa’nın kellesi ortadan kaldırılırken yenilik ve
özgürlük düşmanı II. Abdülhamit’e meydan açıldı.
“II. Abdülhamit, otuz üç yıllık saltanatı zamanında memleketi istibdat usulleriyle
yönetmiştir. Gayet vehimli bir hükümdardı. Hal edilmekten korkuyordu. Geniş bir hafiye örgütü
kurarak şüphelendiği kimseleri zindanlara attı. Yemen ve Fizan gibi uzak illere sürdü. Bu zamanda
halk büyük korku içinde yaşıyordu. Söz ve yazı hürriyeti diye birşey kalmamıştı. Üç kişi bir yerde
toplanamazdı.” (15)
“Abdülhamit II.’nin şahsiyeti ve idaresi hakkında bir hayli şey söylenmektedir. Osmanlı
ülkesinden hiçbir fedakarlıkta bulunmadığı bu arada belirtilmektedir. Ne var ki, bu rejim geniş bir
ülke üzerinde hürriyetleri ortadan kaldırmaya yöneltilmiş, sesiz kitleler üzerinde tesis edilmek
istenen bir idareden başka bir şey değildi”. (16)
Cumhuriyet okurlarından Oktay Sevinç’in, Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinden Dr.
Mim Kemal Öke’nin büyük bir II. Abdülhamit hayranı olduğu bir yazısına verdiği yanıtta konuyu
şöyle özetlemektedir:
“1- O tarihe kadar, İmparatorluğun yetiştirdiği en büyük devlet adamı olan Midhat Paşa’yı
öldüren II. Abdülhamit değil midir?
2- Tahta çıkmak için kabul ettiği Kanuni Esasi’yi ve Meşrutiyet’i daha yaşı dolmadan
ortadan kaldıran, yok eden II. Abdülhamit değil midir?
3- Sultan Abdülaziz’den devraldığı zamanın üçüncü büyük donanmasını, yalnızca
donanmadan korktuğu için Haliç’e kapatıp çürüten ve 1897 Osmanlı-Yunan savaşında donanmaya
gereksinim duyduğunda bu gemilerin Galata köprüsünden ileri gidememesine neden olan II.
Abdülhamit değil midir?
4- imparatorluk, 33 yıl hafiyelerin düzenledikleri akıl almaz .ihbarlarla II. Abdülhamit
zamanında yönetilmedi mi?
5- Padişah ödeneğinden istenilen kişilere her hafta başında gene istenilen ücret ödenirken,
maaşlarını ne zaman ve nasıl alacaklarını bilemeyen ve bu nedenle gayr-ı Müslim tebaaya
gırtlağına kadar borçlanan memur ve asker II. Abdülhamit çağında yaşamadı mı?
6- Sınırlarda vatan için çarpışıp ölen ve yaralanan subaylar bir üst dereceye
yükselmezken, fiili askerlikle ilgisi olmayan, ancak saraya girmiş veya saraya damat olmuş kişiler
rütbe üstüne rütbeyi II. Abdülhamit zamanında almadılar mı?
7- Yıldız Sarayı’nda savaş yönetme taktiği sonucu, Rus ordularının Ayastefanos’a
(Yeşilköy’e) kadar gelmelerine yol açan dönem II. Abdülhamit dönemi değil midir?
8- Bulgaristan’a 69000km2- toprak ve 2.700.000 nüfus, Romanya’ya 14.400 km2 toprak ve
170.000 nüfus, Sırbistan’a 7.200 km2 toprak ve 280.000 nüfus, Avusturya’ya 58.700 km2 toprak
ve 1.100.000 nüfus, Karadağ’a 4.700 km2 toprak ve 50.000 nüfus, Yunanistan’a 13.400 km2
toprak ve 300.000 nüfus, Rusya’ya 36.000 km2 toprak ve 70.000 nüfus, İran’a 150 km2 toprak
ve 5.000 nüfus, İngiltere’ye 10.300 km2 toprak ve 150.000 nüfus II. Abdülhamit çağında
kaybedilmedi mi?.
“Allah aşkına, tarihe olumsuz yönleriyle geçmiş olan II. Abdülhamit’in “Ulu Hakan’lığını bir
yana bırakalım “ (17)
Cumhuriyet’in ünlü yazarlarından Oktay Akbal, 6/Mayıs/1984 günü kendi köşesinde “Katil
ile Kurban uzlaşabilir mi?” adlı yazısında Mithat Paşa’nın boğulması olayını ayrıntılı anlatır:
“Tam yüzyıl önce bugün 6/Mayıs/1884 gecesi sabaha karşı Midhat Paşa Taif zindanında
boğularak öldürüldü. Tarih kitapları, olayı şöyle anlatır: Sabah saat 6.30’dur. Midhat Paşa’nın
kapatıldığı odanın kapısı vurulur. Yüzbaşı İbrahim, Teğmen Nuri, Edremitli Ahmet Çavuş, İsmail,
Mehmet, Ahmet, Recep- Osman adlı erler odaya dalarlar. İçlerinden biri Çankırılı Osman dışarı
kaçmış, helaya saklanmıştır. Ötekiler Paşa’nın etrafını alırlar. Paşa etkileyici sözler söylemek ister,
vatan savunmasıyla görevli erlerin bu tür cinayetlerde kullanılmasının yanlışlığını belirtir. Kimse
dinlemez, oracıkta işini bitirirler. Kementle boğarak, hayalarını sıkarak...
Korkunç bir olaydır bu. Abdülhamit’tir Midhat Paşa’yı ortadan kaldırtan, öldürme
buyruğunu veren... Abdülhamit, kendisini tahta çıkaran Midhat Paşa karşısında küçüklük
duygusundan kendini kurtaramamaktadır. Özgürlük kahramanı, ilk Anayasamızın, Midhat Paşa’nın
yok olmasını özlemektedir... 6/Mayıs sabaha karşı Taif’teki odasında Midhat paşa ile başka bir
odada bulunan Mahmut Celalettin Paşa’yı da en acımasız biçimde öldürten Abdülhamit’tir. Hani
son zamanlarda , birtakım çevrelerin ‘Ulu Hakan’ diye adlandırarak yüceltmeye çabaladıkları zorba
‘Padişah’...
Sonra da sahte bir rapor düzenlenir. Buna göre Mithat Paşa 26/Nisanda şir-i pençeden,
Mahmut Celalettin Paşa da mayısta tifodan ölmüşlerdir!
Katil subaylar ve erler Padişah tarafından ödüllendirilir. Katil teğmen Nuri birden albaylığa
yükseltilir. Ödemişli Teğmen Mehmet Binbaşı oluverir. Midhat Paşa’yı İstanbul’dan, Taif’e getiren
geminin komutanı Karzek Süleyman da, Paşa yapılır. (Bu Karzek ‘Paşa İstiklal savaşında Padişah
güçlerine komuta edecek, Kuvva-yı Milliye’nin eline tutsak düşecek ve İstanbul mahkemesi
kararıyla asılacaktır.)
Osmanlı Devletinin ilk Anayasasını hazırlatan, çağdaşlaşma eyleminin öncüsü, özgürlük
düşüncesinin savunucusu Midhat Paşa’nın kesik başı İstanbul’a gönderilir. Abdülhamit gözüyle
görmek istemektedir Paşanın kesik başını. İyice inanmak, büyük düşmanından kurtulduğunu
bilmek için... Kafayı kesip bir kutuya koyarlar, gemiyle İstanbul’a gönderirler. Süveyş kanalı
İngilizlerin kontrolündedir, kutunun üstüne Zat-ı Şahaneye takdim edilmek üzere fildişinden
yapılmıştır, etiketini koyarlar. Koca kutu Padişahın huzuruna getirilir, Padişah açar, kesik başa
bakar bakar sonra da “Gördün mü Paşa, sonuç nasıl oldu?” diye konuşur... Öykü burada bitmiyor!
Kesik başı ne yapacaklar? Lağıma atalım derler öyle de yaparlar. Yıllar sonra Midhat Paşa’nın
Taif’teki mezarını açmışlar başsız bir ceset bulmuşlardır!...
Yüzyıl geçmiş... Midhat Paşa’nın koca bir resmi İstanbul’un Çadır Köşkü’ne asıldı geçenlerde. İyi
yaptılar, diyeceksiniz, Anayasa kahramanı bir büyük adam her zaman anılmalı, yaptıkları
değerlendirilmeli. ama yanı başına da Abdülhamit’in portresi konuldu! Kurbanla katil yan yana!...
Böyle birşey nasıl olur, nasıl yapılır? Gerçekten şu -hem de en yetkili ağzın yaptığı açıklamadır bu:
“İyi ve kötü yanları olan iki insan bahis konusudur. Bunlar bizim insanlarımızdır. Devirlerini
tamamlamış, tarihe mal olmuşlardır. Bugün acaba Ulusumuza daha iyi bir yaşam hazırlama
borcumuz içerisinde bu zıt kutupları bir noktada bağdaştırmak yolları açılamaz mı? En azından
denenemez mi?” Böyle diyor bir yetkili kişi... Abdülhamit’in “Olumlu yanları da çoktur”
kanısında!.. ‘Midhat Paşa’nın da kuşku uyandıran yanları da yok değilmiş ayrıca!.. İşte ikisini yan
yana getirip portrelerini astınız mı uzlaşma havası yaratılıp gitti demektir.
Midhat Paşa’nın olumsuz yanları varsa, niye açıklanmaz? Abdülhamit’in olumlu yanları
varsa, neden gösterilmez? Abdülhamit de, Midhat Paşa da tarih yapraklarında yerlerini
almışlardır. Biri insandan, Özgürlükten, Çağdaşlıktan yanadır, öbürü despotluktan, gerilikten,
ilkellikten, halkın karanlıkta kalmasından yanadır... Biri halkını sever, kurtarmak ister; biri halka
uyruk, gözüyle bakar.. Her şey tartışılacaktır, tartışılmalıdır. Ama Midhat Paşa ile Abdülhamit’in
resimlerini yan yana asarak uzlaşma, havası yaratıldığını söylemek büyük bir yanılgıdır. Katille
kurban uzlaşabilir mi? Yoksa Abdülhamit, Midhat Paşa’nın katili değil mi? Anlatsınlar da
öğrenelim...
Öldürülmesinden yüz yıl sonra özgürlük kahramanı Midhat Paşa’yı saygı ile anmak hem bir
borç, hem de görevdir.”
Yoksul, yetim halk çocuklarına sanat okullarını açan, çiftçilere Ziraat bankasını kuran, Türk
halkının özgür yaşaması yolunda arkadaşları ile ilk Anayasa’yı yürürlüğe koyan, 1. Meşrutiyetin
kurulmasını sağlayan Abdülhamit’in despot yönetimine karşı HÜRRİYET BAYRAĞINI ÇEKEN Midhat
Paşa’yı saygı ile anmak özgür yaşama bilincine kavuşanlar, İçin bir onurdur.
(1) Şevket Süreyya: Enver Paşa; C. 1., S. 62.
(2) a. g. y., S. 50.
(3) Meydan Larus: C. VIII., S. 758.
(4) Ş. Süreyya Aydemir: Enver Paşa; C. 1., S. 53.
(5) a. g. y., s.93..
(6) a. g. y., s.65-68.
(7) a. g. y., s.77.
(8) a. g. y., s.77.
(9) a. g. y., s.93.
(10) Meydan Larus: C. VIII., S. 758.
(11) Ş. Süreyya Aydemir: Enver Paşa; C. 1., S. 93-96.
(12) Meydan Larus: C. VIII., S. 758.
(13) Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Mithat Paşa ve Taif Mahkumları (Türk Tarih Kurumu
Basımevi-Ankara)(1985) s. 30.
(14) a. g. y., S. 57-58.
(15) Niyazi Akşit, Tarih III.S. 241.
(16) Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’nin Siyaset Hayatında Batılılaşma ve Kaynakları. S.
158.
(17) Oktay Sevinç, Cumhuriyet Gazetesi,. 9 Kasım 1983.
II. Meşrutiyet’in Türkiye Yüzeyindeki
Görüntüsü (*)
Meşrutiyet düşünü Yenilikçi (Jön Türkler) Türklerden doğdu. Birinci ve ikinci meşrutiyeti
gerçekleştirenler askerlerdi. I. Meşrutiyetin kahramanları Mithat Paşa ve arkadaşları idi. Bu
uğurda da boğazlandılar ve asıldılar.
I. Meşrutiyetin doğması ile ölmesi bir oldu. Ama Türk aydınlarında ve halkında ölmeyen bir
hürriyet isteğini doğurdu.
II. Meşrutiyet bu doymayan hürriyet isteğinden patladı çıktı. Padişah II. Abdülhamit
tahtından indirildi, sürgüne yollandı. Türk halkı hürriyet... hürriyet... diye bağırdı, kimi yurttaşlar
çocuklarının adını hürriyet koydu. Mal ve can güvenliği bakımından ağanın, eşkıyanın baskısından
kurtarılacaklarını sandılar. Devlet dairelerinde işlerinin zengin, yoksul demeden yapılacağına,
adalet, eğitim, sağlık hizmetlerinden herkesin yararlandırılacağına inandılar.
Bu iyi niyetli atılımdan bir yıl sonra meşrutiyetçileri tutan Tanin Gazetesi’nin yazarlarından
Ahmet Şerif, meşrutiyet hükümetinin Anadolu’daki görüntüsünü büyük bir umutla incelemeğe
çıktı. Gezi gözlemlerini kapsayan yazılarını Tanin Gazetesi 6 Temmuz 19O9-7 Mayıs 1910 tarihleri
arasında yayınladı, sonra da “Anadolu’da Tanin” adında bir kitapta topladı.
Kitaptaki yazılar meşrutiyet’i halkın nasıl karşıladığının belgeleri: (alıntıların sonundaki
sayılar da adı geçen kitabın sayfa numarasıdır.)
“Bursa’da eskiden geceleri gezmeyen Hıristiyanlar şimdi geziyor. (14)
“Bigadiç’te Müderris Hacı Nuri Efendi, belediye katibi Fahrettin Efendi İttihat ve Terakki
adına güzel konuşmalar yaparken ulemadan bir kişi de padişahın saltanattaki ömrünün uzun
olmasını diledi. (24)
Mihaliç’te “Köylü, hak, adalet istediği bu heyetin karşısına çıkınca o debdebeli hakim
koltuklarını işgal edenlerin fırıncı, bakkal ve benzerleri gibi hayatlarının kötü taraflarını pek
yakından tanıdığı adamlar olduğunu görüyor... Anlamıştır ki, para ile bu memlekette her iş
görülebilir.. Parası varsa vermekten çekinmiyor ve ahlaksızlık başlamış oluyor. Adliyesi böyle olan
bir ilçenin diğer devlet daireleri de aynı şekildedir.. (16)
Meşrutiyetçiler, milleti pençesi altına alan zulümden kurtarmak için ayaklandı. Kendisini tutan
hükümette de bu dinçliği aradı. Üzülerek görüyoruz ki, mahkemelerinde (Kirmasti), vergi
idaresinde, zabıtasında ve memurlarında görev duygusu yok... Büyük zorluk icra dairesinde
başlıyor... Kayıtların zorluğu nedeniyle köylü mahkemeye gitmekten, hakkını aramaktan
vazgeçmektedir... (1 9-22)
“Nallıhan hükümetine ve mahkemesine layık bir hapishane. Sağlam bir adamın hasta ve
sarı benizle çıkacağına şüphe yoktur,.. (127)
“Osmani’ye... Kadıların yetkilerini kötüye kullandıklarını, hala para. aldıklarını dinledim.
(239) ‘
“Sis... Ceza mahkemesine girdim. Reis sigarasının dumanını savuruyor, vakit buldukça
sorguya devam ediyordu. Kendi kendime “Ben de bir davacı, ‘yahut sanık’ olsam şimdi tabakamı
çıkarır ve bir sigara yaparak reis efendinin keyfine iştirak ederdim” dedim. (251)
“Ayaş’a bir doktor gelmiş, bir ay sonra Ankara’ya, oradan da İstanbul’a kaçmış... Zavallı
halk doktora olan ihtiyaçlarının farkında değiller ki, “doktor isteriz” diye feryat etsinler. (108)
“Hassa ilçesinde tehlikeli ve bulaşıcı hastalıklar meydan okuyor, köylünün bir doktor
araması, kendisini tedavi ettirmesi olanaksız... Hele frengiye tutulmuş olanlar için hükümetin elini
çabuk tutması gerekiyor.” (238)
(*) Ahmet Şerif: Anadolu’da Tanin; Baskıya hazırlayan, Çetin Börekçi, 1977
“Köylüler... Bizim gibi olanları muayene için Devlet her sene buralara hekimler gönderiyor,
fakat bunlar Feke’de iki günden fazla oturmuyorlar. Biz haber alıp gelinceye kadar gidiyorlar.”
(257) diyor.
Haçin’den Frengi köylere yayılıyor. Doktorlar nüfusun % 80’inin frengili olduğunu
söylüyorlar. Hastalığa karşı halk kadar hükümet de ilgisiz. “En büyük önlem hocaya okutmak,
yahut bir muska bağlamaktır. Zavallı insanlık. Sen cahil oldukça ne kadar biçare ve basitsin, ne
kadar iğrençsin. (265) ,
Haçin’e (Samibeyli) geleceği için mutlu dilekler sunarak, Osmanlı memleketlerinin bugün
frenginin savaş dalgaları arasında kaptansız, dümensiz, başıboş bir gemi gibi çalkalanan ünlü
sefaletinden adeta kaçtım. (270)
“Bigadiç’te halk, cahillikten,zulüm ve zorbalıktan, adaletsizlikten feryat ediyor, halk birçok
yerde tohumluk bulamıyor... (26)
“Simav’da derin bir gaflet uykusu var. Yalnız uyumayan birşey var ki o da cahillik.” (30)
“Şarkikaraağaç: Halk içtenlikle teşvik edilirse içlerinden dünyanın en” yetenekli, en fedakar
insanları, bulunur. Fakat bunu bu memurlar, bu hoca, bu eşraf ve zenginler yapacaksa, bu görev
onlardan bekleniyorsa, Türkiye geleceğine veda etmelidir. Bu adamların idare ettikleri günün
ertesi sonsuzluğa kadar zulmettir, uçurumdur.” (54)
Bahçe’de “Bir iki köyden başkasında okul adına birşey yoktur...Onların başlıca görevleri
hayvanlara bakmak, çobanlık etmektir.” (229)
“Kars’ta (Kadirli) ilerlemeyi ve yeniliği isteyen bazı eşraf ve ağaları var. Her şeyi hazır
olduğu halde bir kız okulu kurmak ve açmak bu ağaların işe karışmasından mümkün olamıyor.”
(243)
Feke, “On sekiz bin kadar tahmin edilen genel nüfusun oturduğu köylerde okul adına
birşey yoktur... Cehalet bütün ağırlığıyla kalplere, ruhlara hakimdir... İslam okulu diye bir yere
gittim. Ufak bir oda, içinde erkek kız otuz kadar çocuk. Bu çocuklar ile hoca yerin darlığı
nedeniyle o kadar sıkışmışlar ki, sanki bir vücut haline gelmişler. Okul, bilgi yerine pis bir koku
yayıyor. (258)
“Mersin’de lise değil ortaokul bile yoktur. (227) Silifke’de ise teselli verici ise de ilkokulun
durumu üzüntü vericidir... Üst katta elli altmış kadar çocuk var, fakat bina yıkılmak üzere Işık ve
hava yok, rutubet ve pis koku var. (289)
“Karaman milli eğitimi ölü bir durumdadır. Eğitim gelirinden binlerce kuruş komisyon eski
reisin zimmetinde kalmış...” (321)
“Gediz’de hiçbir zaman müşterisiz kalmayan kahveler. Başları öne eğik makine gibi
konuşan insanlar; size hep bu gevşeklik, tembellik, usanç ve bıkkınlığı söylüyor... Bunlar birer
okul, kara, uğursuz bir ümitsizlik ve elem böceği ile örtülü bulunan memleketin hayatını
kurtarmak için ona metin, azimli, boynunu eğmez zekalar meydana getirecek binalar arıyor. Ve
bunu bulamamaktan doğan acı duygular insanı, üzüntü veren bir neşterle yaralıyor. Birçok yıl
çalışarak memleketi bu perişan duruma sokanlara lanet!.. (34-35)
“Feke’deki üç kahvede köylüler dağdan getirdiği odunu satıp kumar oynuyor. Tavla ve
kağıt oyunlarının hükümetçe yasaklanması hoşuma gitti... İşte küçük bir şehrin safdil köylülere
öğrettiği fesat ahlak, gösterdiği uygarlık örneği. (261)
Mihalıç’ta “Galip Paşa adında biri devlet işlerini eline geçirmiş. Bütün memurlar bu adamın
yanındaymış. Meşrutiyet ilan edilince kamuoyu bu adama karşı ayaklanınca onbeş yirmi gün
ortalıkta görünmemiş. Mihaliç halkı meralarını zorla eline geçiren Galip Paşa’yı hükümete şikayet
etmişler. Sonuçta zabıtanın güveni, ile meraların Galip Paşa’ya verilmesi kararlaştırılmış. (18)
Bursa’da bir tüccarın yolunu kesen iki kişi kırk elli lirasını almışlar. Bu olay jandarma
karakolunun yakınında olduğu halde soyguncular bulunamamış, (20)
Bursa’da birkaç kere belediyeye uğradım. Memurlar salondaki kahve ocağında kendileri
kahve pişirip içiyor. (15)
Bigadiç dairelerinde halkı memnun edici bir çalışma görülemiyor, eski alışkanlıkları
etkisiyle memurlar bildikleri havayı çalıyorlar... Memleket haraplıktan, cahillikten, zulüm ve
zorbalıktan, adaletsizlikten feryat ediyor, halk birçok yerde tohumluk bulamıyor. Suçun işlendiği
anda hemen yetişecek bir idare gereklidir. Şiddetli ve kuvvetli bir idare; fakat arkasında adaletli
bir hükümet bulunmak şartıyla... (25-26)
Sındırgı da birçok yıldan beri zulümle, keyifle idare edilmiş hükümetin en büyük kalıntısı olan
memurların elinde kararsızlık içinde bir idare... Köylüyü daha çok ezmek için ondan kuvvet alan
bir sürü zorba... Ezilmişliğinden habersiz, cahil, zavallı ve saf yürekli civanmert memuruna tapar,
zorbalardan korkan, bu iki boyunduruk altında inleyen köylüler... Bu köyün tarlalarında sürüsünü
otlatan bir müftü var... Anadolu’da okul yok, gereken hükümet yok... Halkın erdemine dayanan
makine dönmeye çalışıyor... Halk zavallı perişan, nereye gittiğinden habersiz. Cahilliğin pençesi
altında eziliyor... (28-29)
Her posta ile memura yığın yığın parlak, şiddetli bir dille yazılmış emirler bildiriliyor. Bu
emirlerin % 80’inin paketlerde, masa gözlerinde unutulduğunu gönderenler de bilirler...
(30)
Sis’te tapu kayıtları karışık ve düzensizdir. Eşraftan bir kimseye on dönümlük bir tarla için
verilen tapu senedinde çok kere yüzlerce dönüm arazi bulunduğu görülmüştür. (247)
Silifke’de ... halk memurlara ait şikayetlerini üst makamlara bildirdikleri halde dikkate
alınmadığını, işlerinin zorlaştırıldığını, memurların düşmanlığını çekmeye neden olduğunu ileri
sürdüklerine göre hükümet, zavallı cahil halkı hiç düşünmüyor, hala eski devir devam ediyor, hala
iltimas, rüşvet yürürlüktedir... Haniya meşrutiyet, hürriyet nerede?
(kısaltılarak alındı.) (284)
Evvelce şöyle böyle bir yolu bulunarak işleri gördürürdük. Şimdi bu da mümkün değil,
adalet kapıları her bakımdan kapalı... Bugün idare meclisine, mahkemeye, belediyeye seçilen
üyeler hep rüşvet yiyici, ahlaksız adamlar. Bunlar yeni gelen memurları sanki seçiyorlar,
meşrutiyet, hürriyet bu muydu? (285)
Ermenek’te pek bol olan meyveler çürümektedir. (313)
Bursa’da köylü vergisinin kolay ödenmesini, tarlasını güvenle sürmesini, malının ve canının
emniyet altında olmasını istiyor. (15)
Simav’da köylü kışın mısır koçanlarını dibekte döverek, arpa, darı ve palamut pelitleri ile
karıştırarak değirmende öğütüp yiyor... Köylü bu besini de bulamaz... Kırlardan topladığı otları bir
miktar unla karıştırıp kaynatarak bulanık bir su durumunu alan bir çorba ile açlığını gidermeye
çalışıyor. (33) .
Yalvaç’ta. . .köylüler jandarma ve tahsildardan şikayetçi. Bu adamlar kuzu kestirirler,
hayvanlarına zorla yem alırlar. Köylünün her şeyinde gözleri vardır. Yerler içerler beş para
vermeksizin giderler. Jandarma kasabada oturmaktansa köylerde gezmeyi minnet bilir, para
harcamaz, hatta geçende köye gelen jandarmalar içecekleri rakının parasını bile bize verdirmek
istediler. (47-48) Kazamızda öyle bir kaymakam var ki, derdimizi bildirmeye gitsek hep sert bir
çehre ile bizi koyar, sanki karşısındaki bir hayvan imiş gibi olmayacak hakaretler eder... (48)
İslahiye... Köylüler ormanı istedikleri gibi tahrip ediyorlar... İslahiye bataklık, rutubetli...
Halk sazdan yapılmış kulübelerde oturur. Bunların içinde sağlıktan başka her şey vardır. Hela
bilmezler, gereksinmelerini rastgele yerlere yaparlar... (213)
Kars’ta (Kadirli) işsizlik, halkı birbirini şikayet etmeye sevk ediyor. (144)
Haçin’de geçim sıkıntısı halkın bir çoğunu başka yerlere gitmeye zorluyor... (273)
Ermenek’te kötü alışkanlıklara sahip olan halk birbirine, memurlara iftira etmekte, yalan
yere tanıklık yapmakta, yargıçlar bunu bile bile yanlış hüküm vermek zorunda kalmaktadırlar.
(314-315)
Karaman’da iftira, yalan yere yemin etmek geçerlidir. Bu kötülüklerin anası cehalet ve
işsizliktir.... (322)
Maden’de son derece pislik, sefalet ve yoksulluk hüküm sürüyor. Evlerin önünde helalar
var. Pislikler dereye akar, sulara karışır... (335)
Gediz idaresi yukarıdan gelen kararsızlık ve durgunluk altındadır. Kağıt üzerinde yapılan
parlak işlemler uygulamada sönüyor. Bunda küçük memurların da etkisi var. Uzun, zaman
kayırılmalara, rüşvete, etek öperek bir parça ekmek bulmaya alışmış olan memurların
alışkanlıklarını, ruhsal durumlarını değiştirmek pek kolay bir iş değildir... Kaza kaymakamı hukuk
mezunu. Kendini bile idareden aciz bulunan bu kişi, bu gibi memurları kendi çıkarlarına alet
yapmak yolunu pek iyi bilen yerli eşrafın esiridir... (35)
Aynı kaymakam eşraftan Mustafa Efendinin oğlunu askere çağıran makamlara Gediz’de
olduğu halde bulunmadığını bildirir, kumandan da askere alınmış ise bile terhis edilmesini
emreder. Fakir halk zenginin memurlara yaptığı baskıyı görerek hükümete olan güvenini yitirir...
(37-38)
Nallıhan’lı Çayırhan köylüleri vergisini verdikleri, tapulu tarlalarını Beypazarı eşrafından
Hilmi Efendinin ekip kaldırdığını, meralarında hayvanlarını otlattığını, komşu köylerin de tarla ve
meralarına sahip çıktığını, ilçe ve vilayet memurlarına sahip çıktığını, ilçe ve vilayet memurlarının
kendisinden korktuğunu, eski hükümetin devrilip hürriyetin ilan edildiğinde yeni hükümetten
haklarını istediklerini, Dahiliye Nazırı Talat Bey’in bile Hilmi Efendi’yi haklı çıkardığını söylüyorlar...
(özetlendi) (129-131)
Bugün İslahiye zaptiyelikten yetişen Hacı Ağanın sömürgesi demektir... Hacı Ağa yirmi iki
sene evvel bir Ermeni’nin çobanıdır... Adam buna acır. İltimasla zaptiye eri yazdırır... Zamanla
onbaşı olur. Başka bir yere gönderilir... Adana Valisi Bahri Paşa’nın kapısını çalar, İslahiye’ye
gelir. Çavuş ve ilçenin zabıta memuru olur. Valiye yağlar, hediyeler ufak tefek paralar verir. Onun
içten bağlı taraflısı olur. İlçenin aşarını alır, istediği araziyi, hayvanları elde eder. Hakkında bir
şikayet olunca vali “Onun vücudu İslahiye için gereklidir.” der... İlçeye halkın yardımı ile okul,
hükümet binası yapılırken kendisine de birkaç ev yaptırtır...
İşte İslahiye’de bugünkü Hacı Ağa bu adamdır. Diğer ağaların durumu da buna benzer.
Abdülhamit’in bahtı, şansı ve parlaklığı söndü gitti. Fakat bugün mülkün her tarafında o devrin
mirası olan küçük Abdülhamitler vardır ki, bütün kuvvetleriyle ilerlemeye, yeniliğe engeldirler...
(213-215)
* Mithat Paşa, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Ziya Gökalp, cömert: ruhlarıyla Türk milleti için nasıl
olacağını bilmedikleri bir cennet istiyorlardı. Öyle bir cennet ki, içinde köylüler yine köylü,
devletliler yine devletli kalacak,
31 MART OLAYI
31 Mart olayını hazırlayan nedenlerin ilki ikinci Meşrutiyetin ilanı idi.
Buna hürriyetin ilanı da deniyordu. İkinci neden ise Harp Okullarından çıkmış Kurmay Subayların
bu hareketi gerçekleştirmesi ile hem yönetime, hem de orduya yeni bir düzen getirmeleriydi.
Aslında II. Meşrutiyet 1876 Anayasası çerçevesi içinde ele alınmıştı. Ne köylüye toprak reform’u
vadediyordu, ne de halkın oyuna dayanan bir Cumhuriyet yönetimi. Padişahlık gene vardı.
Seçimle gelen millet vekilleri yasaları yapacaktı. Padişah bu yasalara göre devleti yönetecekti.
Bununla beraber tek elden ulusu yöneten Padişah elinden birçok yetki alınacak, meclisin
verdiği kararlarla yeni bir yönetime girilecekti. Yeni partiler kurulacak, memleket çok partili
sisteme geçecekti. Padişahlığın despot yöntemi yanında elbette çok ileri bir atılımdı. Cumhuriyet
yönetimine geçmek için de bir basamak olacaktı. Prof. Tarık Tunaya’nın deyişiyle:
“Meşrutiyet bütün yönleriyle, Batının fikirlerine ve müesseselerine ardına kadar açık bir
kapı olmuştur Milli ve. Layik bir devlet formülüne varmak için bütün hazırlıklar ve denemeler
İkinci Meşrutiyet adını verdiğimiz siyasi laboratuvarda yapılmıştır. Meşrutiyet uzun zamanlar bir
türlü cesaret edilemeyen kararları alabilmiştir” (1)
Meşrutiyeti ilan eden subaylar hemen harekete geçti. Ortada gerekli ilgi gösterilmeyen pir
ordu vardı. Subay kadrosunun bir bölümü okuma bile bilmeyen alaylı denen subaylardı. Ordu her
türlü donatım için dışarıya muhtaç bir halde idi. Yeteneksiz subaylar yüzünden savaş gücünü bile
yitirmişti.
Orduyu ve memleketi ayakta tutmak için yeni yasalar çıkarttı. Bu yasalara göre ordu
yeniden etkin bir düzene kondu. Eğitim ve komuta tamamı ile generalliğe hatta mareşallığa kadar
terfi ettirilen ve Padişahın sadık kulları durumunda bulunan, askerlik bilgileri yönünden yetersiz
olan bu subayların. tasfiyesine girişildi. Çıkarılan yasalara göre siyasi, ekonomik, mali idari, milli
düşünceleri kapsayan yeni bir atılıma geçildi Katı bir padişahlık yönetiminden kısmen hürriyet
havası esen bir duruma girildi.
Bunu hazmedemeyen gericiler toplumun dengesini yıpratmak için ayrılıkçı kazanlarını
kaynatmağa başladı. Her tarafta Kürt, Arnavut, Arap kulüpleri kurdu. Genci çevreler “Cemiyeti
İlmiye-i İslamiye”, “Cemiyet-i Naciye-i Milliye”, “İttihadı Muhammedi Cemiyeti”, “Fedkran-ı Millet
Cemiyeti” gibi cemiyetler kurdu.
Meşrutiyet aleyhtarı Derviş Vahdeti Volkan gazetesini, Prens Sabahattin de “Hukuk-u
Beşer” gazetesini çıkardı. Derviş Vahdeti Kıbrıslı bir gerici idi. Volkan gazetesinde ortalığı
şeriatçılığı körükleyen, kin ve intikam kusan, halkı ve ordu birliklerini siyasi kışkırtmalarına alet
etmeğe çalışan yazılar yayınladı.
“23 Ocakta Harbiye Mektebinde karışıklıklar çıktı. Nümayişler tertiplendi. Neticede 60
öğrenci Harbiye’den çıkarıldılar. Bu da Cemiyet aleyhine havayı karıştırdı. 6 Şubatta ise 13 Nisan
(31 Mart) olaylarının en önemli körükleyici merkezi olan İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti kuruldu.
Bu cemiyetin kurucusu Derviş Vahdeti Volkan gazetesinde bütün askerleri, birlikleri halkı ve
vilayetler ahalisini kendileriyle beraber gösteriyordu. 19 Şubatta aynı Derviş Vahdeti şeriata
dönülmesini ve başka memleketlerden kanun alınmamasını isteyen beyannameler yayınladı 28
Martta “Beşinci Alay namına” imzalı ve bu alayın tümünün İttihad-ı Muhammedi Cemiyetine bağlı
olduğu, onu desteklediği hakkında gene Volkan’da bir bildiri çıktı.” (2)
Harbiye nezareti askerlikten muaf olan medrese öğrencilerinin bu muafiyetten
yararlanabilmeleri için bir okuma, yazma sınavına tabi -tutulmalarını istedi. Okuma yazmadan
aciz medrese öğrencileri bu kararı protesto eden gösteriler yaptılar.
fakat mucizeli bir nefesle hepsi iyi niyetli, temiz vicdanlı, mutlu ve ileri insanlar oluverecekti...”
(Sabahattin Eyuboğlu: Mavi ve Kara; s. 236)
“Ordu teşkilatında düzeltmeler talim-terbiye işlerine el atışlar başladı. Eski silahların tasfiyesi;
yeni silahlara geçiş, seri ateşli topların büyük ölçüde orduya verilişi önemli işlerdi. Donanmaya
yöneliş ve “Osmanlı Donanma Cemiyeti”nin teşkili suretiyle halkda-donanmaya, denizciliğe karşı
uyandırılmaya çalışılan geniş ilgi, toplanan önemli yardımlar havayı değiştiriyordu... En önemlisi
de orduda girişilen tasfiyelerdi. İlk kanun rütbelerin tasfiyesi kanunu oldu. Ehliyetleri olamadığı
halde büyük rütbelere çıkarılan iltimaslı insanların, mesela birçok saray generallerinin ve
yakınlarının rütbeleri birkaç derece birden indirildi. Birçokları büsbütün tasfiye edildiler...
Harb okullarına değerli hocalar atandı. Derslere yeni bir yön verildi. Çünkü okullar aslında
meşrutiyet fikir ve mücadelesinin dayanağı idiler.”
(3) Bu tutarlı girişime karşı okuma, yazma bilmeyen ve ordudan tasfiyesi istenen “alaylı” subaylar
da bir toplantı yaptı.
Derviş Vahdeti ve taraftarlarının kurduğu “İttihad-ı Muhammed? Cemiyeti” Ayasofya’da
mevlütler, törenlerle muazzam bir kuruluş gösterisi
yaptı.” (4)
Derviş Vahdeti ve Bediüzzaman Said-i Kürdi (Said-i Nursi) korkunç derecede kışkırtıcı
nutuklar söylediler. İttihat ve Terakkinin karşısında “Ahrarı Fırkası (Partisi) ve Cemiyet-i
İttihadiye-i İslamiye adında din sloganlarına dayanan siyasi bir teşekkül kuruldu. Bundan sonra
cinayetler başladı. İsmail Muhtar Paşa, gazeteci Ahmet Samim ve Hasan Fehmi gibi tanınmış
kişiler öldürüldü. Padişahın varlığı ile yokluğu beli değildi.” (5) “Padişah zaten tükenmişti.
Abdülhamit, arkasında binbir ihmalin, - binbir zulmün sorumluluğunu taşıyordu. Hanedan
çürümüştü.”
Bu olgular sonunda 31 Mart 1909 olayı patlak verdi. Kendilerine meşrutiyet bekçileri adı
verilen Taşkışladaki avcı taburları ayaklandı. “30 Martı 31 Marta bağlayan gece Taşkışla
kaynıyordu. Çavuşlar hareket saatinin geldiğine karar verince, evvela kapılar tutuldu. Ne içeri, ne
dışarı kimse bırakılmıyordu. Asker silahlandırıldı. Mektepli subayların kimisi ağaçlara bağlandılar.
Bir aralık ortada bunların kurşuna dizilecekleri havası esti. Bir kısım subaylar da odalarına
hapsedildiler. Şimdi kışla avlusunda subaysız, kumandansız bir asker kalabalığı kaynaşıyordu. Söz
artık çavuşlarındı. Hamdi Yaşar ismindeki bir çavuş başta görünüyordu. Bölük Emini (bölük
yazıcısı) Mehmet ve Tüfekçi ustası Arif bu Hamdi çavuşun yardımcıları
gibi görünüyorlardı.
Vakit gece yarısını geçiyordu. Hazırlık tamamdı. Kışla kapıları açıldı. Asker kapıdan akmaya
başladı. Hedef Ayasofya meydanıydı.
Gariptir ki 4. Avcı taburu harekete geçip kışladan çıkmaya başladığı zaman kışlanın önünde,
ellerinde yeşil bayraklar bulunan bir takım sarıklı hocalar dolaşıyor ve: — Ey Kahramanlar, şeriat
elden gidiyor, ne duruyorsunuz? diye sesleniyorlardı.” (6)
“Şeriat isteriz, şeriat isteriz:.. Padişahım çok yaşa çığlıkları arasında kışladan çıkıldı..;
Ellerinde yeşil bayrak taşıyan sarıklılar da katıldı. Askerin önüne katılan bu sarıklılar tekbir
getirerek Meclisi Mebusan’a doğru yürümeğe başladılar.... Kısa sürede asker ve medrese
öğrencilerinin sayısı 6000’i geçti. Hocalar, ordudan ayrılan alaylı subaylar, mektepli subayların
orduyu gavurlaştırdığını ve şeriatın elden gittiğini ileri sürerek bunların sorumlusu olan
ittihatçıların cezalandırılmasını istiyorlardı.
İsyancılar Şeyhülislamın aracılığıyla Padişaha iletilmek üzere şu tekliflerde bulundular:
1- Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa ile Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa görevlerinden çekilecek.
2 Ali Rıza bey, Talat Paşa, Hüseyin Cahit, Dr. Burhaneddin Şakir, Dr. Nazım beyler sınır
dışı edilecek.
3- Şeriat hükümleri değişikliğe uğramadan uygulanacak.
4- Mektepli subayların yerleri değiştirilecek, açığa çıkarılan alaylılar yeniden orduya
alınacak.
5- Bunlar yerine getirildiği takdirde isyana son verilecek ve isyancılar hakkında herhangi
bir soruşturmaya girişilmeyecek” deniyordu. (7)
İsyancıların sözcüsü Hoca Rasim adında biri idi. Bu muhtırayı büyük bir coşku içinde
okumağa devam ediyordu:
“Kanunlar fıkıh kitaplarından (dini hukuktan) alınmadıkça bu askerler sükun bulmazlar Yeni
yetişme bazı kimseler var. Ne yazık ki milletvekilleri içinde de var. Bunlar memleketi
gavurlaştırmak istiyorlar. Yeni kız lisesi bu maksatla açılmıştır. Bu hal, İslam Hıristiyan olsun
demektir. Şeriata aykırıdır böyle şeyler, böyle okumalar... Asker adına söylüyorum; Meclisi
Mebusan ve Nazırlar Heyeti (kabine) dindar adamlardan seçileceklerdir (8)
Hoca Rasim Efendinin okuduğu muhtıra Şeyhülislam tarafından hükümete bildirile dursun,
isyancılar da bir taraftan katliama girişti.
Lazistan Mebusu Aslan bey, Adliye Nazırı Nazım Paşa, Harbiye Nazırı Rıza Paşa süngülendi.
Katip Esat, Şefik Sadık Paşa, Yüzbaşı İpoteri, Teğmen selahattin Mümtaz, Üsteğmen Yusuf ve
Nurettin, Sarı Tevfik, savaş gemisinin kumandanı Ali Kabuli beyler öldürüldü...
Tanin ve Şurayı Ümmet gazetelerinin binaları yağmalandı. Bundan sonra hareket ordusu
isyanı bastırmakla görevlendirildi. İsyan bastırıldı. İsyanın elebaşları bir bir yakalandı. İsyancı avcı
taburlarının askerleri İstanbul’dan uzaklara ve daha ağır hizmetlere sürgün edildi. Padişah
Abdülhamit suçlu görüldü ve tahttan indirildi. Yerine V. Mehmet Reşat Padişah oldu. İsyancı
elebaşılar askeri mahkemede yargılandı. Onüç kişi idam edildi. 31 Mart’ın kışkırtıcısı ve baş
sorumlusu Derviş Vahdeti kaçtı. İzmir’de yakalandı.
Yargılanması sonunda o da idam edildi.
“Derviş Vahdeti mesleksiz, kültürsüz aradığını bulamayan bulmasına da bilgi ve
yetişmesinin imkan vermediği bir yoksul adamdı. Yalnız gözü yükseklerdeydi. Meşrutiyetin
ilanından sonra İstanbul’a gelen Kıbrıslı Mahmut oğlu Derviş, şimdi işte bu yükseliş yolunu
arıyordu.Hatta onun bir İngiliz ajanı olduğu, İngiliz gizli servisinden emir ve direktif aldığı
Yazılmıştır…. “
“...divanı harbin Derviş Vahdeti hakkındaki karakter değerlendirmeleri.. “Kıbrıslı Mahmut
oğlu Derviş adındaki şahıs, hiçbir ilim ve içtiamai terbiye görmemiş olup, şimdiye kadar içki ve
şarkıcılıkla serseri bir hayat geçirmiş olduğu, sorguları sırasında kendi ifadeleri ile meydana
çıkmıştır.”
“Evet, devleti gavurlaşmaktan kurtaracak, aleme nizam verecek, hulasa din bayrağını açıp
Mehdi (kurtarıcı) olarak İslam’a yol gösterecek olan Vahdeti budur.” (9)
II. Meşrutiyet ilan edilmiş, seçim yapılmış, milletvekilleri göreve başlamış, Padişahlığın
yetkilerinin pek çoğu meclisin eline geçmiş, laçkalaşmış eski yönetimin ıslahı ele alınmış, ihmale
uğramış koca bir orduya yine silahlar verilmiş, harp okulları ve ordunun bütün sınıfları yeniden
teşkilatlandırılmıştı. Okuma yazma bilmeyen ehliyetsiz alaylı subay ve generallerin rütbelerinin
indirilmesi veya ordudan tamamen tasfiyeleri, yeni bir kız lisesinin öğretime başlaması, okuma ve
yazmaktan aciz medrese öğrencilerinin askerlikten muaf sayılabilmeleri için öğrencilerden yalnız
sınav kazananların bu haktan yararlanması gibi ele alınan girişimler Abdülhamit ve genci
çevrelerce iyi karşılanmadı....
Abdülhamit 1. Meşrutiyet gibi, II. Meşrutiyet’i yıkamadı. Eski saltanatını yitirmemek için
yaralarına dokunulan alaylı subayları, medrese öğrencilerini, kendi taraflısı, yenilik düşmanı birçok
ne idüğü belirsiz dernek mensuplarını, hocalarını, dervişlerini, molla bozuntularını el altından
ayaklandırdığı sorguların sonunda belli oldu.
İkincisi de öteden beri Türkiye’nin ilerlemesini istemeyen, daima geri kalmasını içerdeki
genci çevrelerce devam ettirmede parmağı olan İngiliz siyaseti idi.
(1) Prof.Dr.Tarık Zafer Tunaya: TÜRKİYE’nIn SİYASİ HAYATINDA BATILILAŞMA HAREKETLERİ S.
159.
(2) Ş. Süreyya Aydemir: TEK ADAM, c.I S. 154.
(3) Şevket Süreyya Aydemir. Enver Paşa; C. II. S. 348.
(4) Ş.S. Aydemir: TEK ADAM, C. I. S.155.
(5) Ş.S. Aydemir: TEK ADAM, . I. S.155.
(6) ŞS. Aydemir: EN VER PAŞA C. II. .132433
(7) Meydan Laros, C. VIII. 417.
(8) Ş.S.Aydemir: Enver Paşa, c. II.S.142.
(9) Ş.S.Aydemir: Enver Paşa, c. II.S. 146.
BAĞIMSIZLIK SAVAŞÇISI-LAİK
CUMHURİYETÇİ
MUSTAFA KEMAL
MUSTAFA KEMAL GERÇEĞİ
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı İmparatorluğu yenildi. 18 Ekim 1918 de Mondros
Mütarekesinin çok ağır koşullarını kabul etti. Bu mütarekenin yedinci maddesinde: “Müttefikler
kendi emniyet ve selametlerini tehdit altında gördükleri takdirde askeri noktaları işgal etmek
hakkına sahip olacaklardır.” denilmekteydi. Bu madde gereğince Osmanlı İmparatorluğunun
toprakları düşman devletlerce paylaşılmaya başlandı:
“13 Kasım 1918 sabahı itilaf devletlerinin 60 parça savaş gemisinden oluşan filosu İstanbul
limanına girdi. Bir kısım azınlıkların sevinç gösterileri arasında karaya ayak bastılar. Bu olay
üzerine İstanbul’da ilk milli tepkiler baş gösterdi Mütareke hükümlerine göre önemli demiryolu
istasyonları, telgraf merkezleri, silah depoları İtilaf Devletlerine teslim
edildi...(1)” İtilaf Devletleri, . Adana, Maraş, Antep, Urfa, Antalya, Konya, Söke, İzmit, Eskişehir,
Samsun, Merzifon ve Bartın yörelerini işgal ettiler. .
Emperyalist devletlerin Türk ülkesine zoraki yerleşmeleri birer yağma niteliğindeydi. Her
devlet kendi ekonomik çıkarına uygun yerlere hemen yerleşiyordu. . Padişahlık yönetimi de
antlaşmada var diye ses çıkarmıyor, kimsenin tepkisini de istemiyordu.
Amerika Cumhurbaşkanı Wilson da 21 Nisan 1919’da: “Yunanlıları kendi
yurtlarında her şeye hakim yapabilmek için İzmir ve civarının Yunanistan’la
birleştirilmesini....” istiyordu. (2)
Yunan ordusu, 15 Mayıs 1919’da kendisine çıkacağı yeri hazırlayan İngiliz, Fransız ve
Amerika’nın desteğiyle leş bulmuş karga gibi İzmir’e saldırdı. “... İki büyük, iki küçük dört Yunan
vapuru ile İzmir limanına girdi. Bu vapurlara bir İngiliz ve birkaç Yunan torpidosu eşlik ediyordu.
Bu iki kafilenin 10 mil kadar gerisinden on iki. Yunan nakliye gemisi belirdi. İlk vapurdan dubalar
vasıtasıyla karaya asker çıkmaya başladı. İzmir toprağına ayak basan Yunan askerlerini, İzmir
Rum Metropoliti Hristostomas, rıhtımda kutluyor, takdis ediyordu. Rıhtımlar, Rum askerleri, yollar
Yunan bayraklarıyla bezenmişti.” (3) İngilizler, İzmir’e . çıkarttıkları Yunan ordusunun insan
kasaplığını da utanmadan sorumlu başkanlarına bildiriyorlardı:
“.. Ermeniler Erzurum’a hücuma hazırlanıyorlar. Yunanlılar İzmir’i bir mezbaha haline
getirdiler...” (4) Padişah da sanki bu İngiliz gizli raporundan haberliymiş gibi, düşmanı koruyan ve
halkımıza kurbanlık koyun gibi uysal olmalarını öğütleyen bildiriler yayınlıyordu?
“Galip devletlerle yapılan mütareke; millet ve memleket için hayırlı olacaktır. Mütarekenin
hükümlerine uymak, millet ve memleketin selamet ve emniyeti için elzemdir. İşgal kuvvetleriyle
iyi münasebet tesis olunarak bunların memlekete medeniyet, halka refah getireceklerini, bu
itibarla, gelecek yabancı işgal kuvvetleri hangi din ve millete mensup olurlarsa olsunlar,
kendilerine karşı Türk misafirperverliğine yakışır bir tarzda karşılanmaları lüzumu, şunun bunun
tahrik, teşvik ve iğfaline kapılarak bu misafirlere karşı herhangi suret ve şekilde muhalefet ve
düşmanlığa girişilmemesi. (5)” istenmekteydi!. Padişahın bildirisi tüm yurtseverlerde nefret
yarattığı gibi topraklarımız için yüzyıllar boyunca kanları akıtılan savaşçı şehitlerimizin de
kemiklerini sızlatmaktaydı.
Ne yazık ki, ordumuzun silah ve cephanesi de elinden alınmakta idi. İşte böyle başsız bir
zamanda halk kendine sahip çıkacak bir lider arıyordu. Halk çaresizdi. Padişah kendi tahtı için
düşmanı tutuyordu. Halkın en küçük bir direnmesine bile kızıyordu, karışıyordu. Düşman
zulmünde yaşamamış bir ulus bu kadar kanlı bıçaklı, toplu tüfekli düşmanların zulmü altında nasıl
yaşayacaktı?
Bu zamana kadar kendi öz yurdu üstünde uyruğu olan küçük toplulukların kuracakları
devletlere nasıl göz yumabilirdi? Türk ulusu huzursuzdu. Tek beklediği, tek gözlediği ve tek
istediği kendine güven verecek atılgan bir liderdi.
Bu acılı günlerde memleketin umutsuz gidişine çözüm arayan değerli komutanlar da vardı.
Mustafa Kemal Paşa Şişlideki evinde Ali Fuat Paşa Ve bir kısım arkadaşlarıyla durumu
değerlendirip bir karara varmaya çalışıyordu. İstanbul’da kalmakla Türkiye’yi içine atılan
uçurumdan çıkarmanın olanaksızlığına inanıyorlardı. Anadolu’ya geçmek gerekti. Anadolu’daki
kuvvetleri birleştirmek, ulusa güven vermek gerekti. Ulusun tabanı olan köylü, kentli, zengin,
yoksul, yazar ve din adamları ile, kabile reisleriyle düşmanla savaşma amacında anlaşmalıydı;
silaha sarılmaya hazırlanmalıydı. . Ulusun egemenliği bunların elbirliğiyle sağlanabilirdi. Bu
güçlerin bir taraftan örgütlenmesi, bir taraftan da orduyu donatmaları gerekliydi.
“En önemli sorun Mustafa Kemal’in Anadolu’ya atanması idi. Ne yazık ki, o zamanki
hükümet adamlarında büyük hizmet ve etkinlikleri ile tanınmış olan bu genç kumandanı
Anadolu’da önemli bir işin başına getirebilecek bir cesaret ve ruh görülemiyordu. (6)
Bu günlerde Karadeniz Bölgesinde Rum çeteleri Türk halkına silahla saldırılarda
bulunuyordu. Karadeniz halkı da umutsuzdu. İtilaf Devletleri ise padişaha “Karadeniz Bölgesinde
Rumlara saldırılıyor; bu saldırıları önlemezseniz hemen bölgeyi elimiz altına alacağız” diyorlardı.
Hükümet hem Karadeniz Bölgesi’nde hem de Anadolu’da asayişi sağlamak için en güvenilir kişi
olarak Mustafa Kemal’i seçti. Hem IX. Ordu Müfettişi, hem de devletin en yüksek sivil ordularına
emir verme yetkisiyle Anadolu’yu bir düzene koymak üzere görevlendirdi. Mustafa Kemal Paşa
Yunan ordusunun İzmir’i işgalinden dört gün sonra 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastı.
Samsun’dan sonra “25 Mayıs 1919’da vardığı Havza’da bir genelge hazırladı. Bunu IX. Ordu
Müfettişi imzası ile bütün yurttaki askeri ve sivil makamlara gönderdi. Bu genelge ile bütün askeri
ve sivil yöneticilerden, bulundukları yerlerde bir an önce işgal olaylarını protesto etmek için
heyecanlı mitingler tertip etmeleri, ulusal dernekler kurup halka felaketin büyüklüğünü
anlatmaları ve bu işleri köylere kadar yaymaları isteniyordu. 28-29 Mayıs günü gönderilen bu
genelgeye pek çok yerlerdeki yöneticiler uydular. Mitingler düzenlediler. Özellikle İstanbul’daki
miting pek heyecanlı oldu. İşgal devletleri buna sert tepki gösterdiler. İngilizler tutuklu bulunan
67 Türk devlet adamını Malta’ya sürdüler. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın geriye çağrılmasını
istemeye başladılar. Paşa kendisine duyurulan bu istekleri ret etti. Mitingler, İzmir’in işgaline
gösterilen olumlu tepkilerle birleşince O’nun umudunu daha da artırmıştı.” (7)
Mustafa Kemal paşa, yurdun her tarafından halkın, ordu mensuplarının ve yöneticilerin
milli çıkarlarımız doğrultusunda kamuoyu oluşturmaya bilinçli olarak uğraştıklarını görünce
hazırlamakta olduğu Amasya Bildirgesini de yayınladı.
(1) Neriman Serdarlar-Fahriye Çetinkanat: T. C. Tarihi; s. 14-18.
(2) Şevket Süreyya Aydemir: Tek Adam; c.2,s. 63-64.
(3) a.g.y.s.72.
(4) Erol Ulubelen: İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye; s. 193.
(5) Ş. Süreyya Aydemir: Tek Adam; c.2, s. 73-74.
(6) a.g.y.c.1, s.373.
(7) Doç. Dr. Ahmet Mumcu: Tarih açısından Türk Devriminin Temelleri ve
Gelişimi. 4. baskı. S.37-38.
AMASYA BİLDİRGESİ
“...Bunun için 18 Haziran 191 günü Trakya’ya verdiğim yönergede işaret ettiğim bir
noktanın uygulanması zamanı gelmiş bulunuyor. O nokta, Anadolu ve Rumeli ulusal örgütlerini
birleştirerek, bunları bir merkezden yönetmek ve adlarına iş görmek üzere, Sivas’ta genel bir
ulusal kurultay toplamaktı. Bu amaçla emir subayım Cevat Abbas Bey’e 21-22 Haziran 1919
gecesi Amasya’da söyleyip yazdırdığım genelgenin başlıca noktaları şunlardı:
1- Yurdun bütünlüğü, ulusun bağımsızlığı tehlikededir.
2- İstanbul’daki hükümet üstlendiği sorumluluğun gereklerini yerine getirmemektedir. Bu durum
ulusumuzu yok olmuş gibi gösteriyor
3- Ulusun bağımsızlığını yine ulusun dayanç ve kararı kurtaracaktır.
4- Ulusun durumunu ve davranışını göz önünde tutmak ve haklarını dile getirip bütün dünyaya
duyurmak için her türlü etkiden ve denetimden uzak ulusal bir kurulun varlığı çok gereklidir.
5- Anadolu’nun her yönden en güvenli yeri olan Sivas’ta ulusal bir kongrenin tez elden toplanması
kararlaştırılmıştır.
6- Bunun için bütün illerin her sancağından halkın güvenini kazanmış üç delegenin, olabildiğince
çabuk yetişmek üzere hemen yola çıkarılması gerekmektedir.
7- Her hangi bir kötü durumla karşılaşılabileceği düşünülerek bu iş, ulusal bir giz gibi tutulmalı ve
delegeler gereken yerlere kimliklerini gizleyerek gelmelidirler.
8- Doğu illeri adına 10 Temmuz’da Erzurum’da bir kongre toplanacaktır.
O güne değin öteki il delegeleri de Sivas’a ulaşabilirlerse, Erzurum kongresinin üyeleri de Sivas’ta
yapılacak genel toplantı’ya katılmak üzere yola çıkarlar.” (11)
Ali Fuat Paşa ile Rauf Bey beraber Amasya’ya geldiler. Refet Bey de Samsun’dan geldi.
Mustafa Kemal Amasya bildirgesini imzalamaları için önlerine koydu. Ali Fuat Paşa. derhal imzayı
bastı. Rauf Bey, Mustafa Kemal tarihsel bir değeri olacağını üsteleyince imza etti. “Refet Bey
imzadan kaçındı ve böyle bir kongre toplamaktaki amaç ve yararı anlayamadığını söyledi.” (12)
Mustafa Kemal’in Amasya bildirgesi yeni kurulacak olan Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci
temel taşı idi. Halk, Ordu ve yöneticileri el ele birleştiren büyük bir bağlılığı oluşturmaktaydı.
İleriyi gören bir kişi olarak Erzurum ve Sivas kongrelerini oluşturma heyecanı içindeydi. 12
Haziranda Amasya’ya geldiği gün halk onu şehrin girişinde karşıladı. Coşkuyla selamlandı.
Mustafa Kemal Amasya belediye balkonundan halka karşı ilk konuşmasını yaptı:
“Amasyalılar!
Padişah ve hükümet, İtilâf devletlerinin elinde esirdir. Memleket elden gitmek üzeredir. Bu kötü
vaziyete çare bulmak için sizlerle iş birliği yapmaya geldim.
Amasyalılar!
Düşmanlarımızın Samsun’dan yapacakları herhangi bir çıkartma hareketine karşı, ayaklarımıza
çarıklarımızı çekerek, dağlara çekilerek vatanımızı en son kayasına kadar müdafaa edeceğiz.”
Amasya halkı bu cesaret verici konuşmadan çok duygulandı. Din adamı Abdurrahman
Kâmil Efendi Camide halka “İcabederse vatanın son ferdine kadar ölmeyi göze almak lazımdır.”
diye konuştu. Ayrıca “22 kişinin imzasıyla çekilen bir telgraf, Amasyalı’ların hürriyet ve istiklâl için
birleştiklerini, Mustafa Kemal Paşa’n in etrafında elbirliğiyle çalışacaklarını İstanbul’a bildiriyordu.”
(13)
Maya tutmuştu. Yurdun her tarafında halk mahalli dernekler kanalıyla savaşa
hazırlanıyordu. Öte yandan yurdun her tarafında askeri komutanlar ve inançlı yöneticiler işe dört
elle sarılıyordu. İstanbul hükümetinin Dahiliye Nazırı Ali Kemal’in Mustafa Kemal Paşa’yı
görevinden aldığını bildiren genelgesine (24.6.1919) vatansever komutanlar ve yöneticiler hiç bir
değer vermiyorlardı. Mustafa Kemal’cilik resmen tutunmaya başladı. Mustafa Kemal halka ve
Anadolu’daki arkadaşlarına güveniyordu. 25-26 Haziran 1919’da Amasya’dan Sivas’a doğru yola
çıktı.
İlk hedefi Erzurum kongresini yaparak hemen Sivas’a dönmekti.
Mustafa Kemal söylevinde Erzurum’a varışını şöyle yazmaktadır.
“3 Temmuz 1919 günü, halkın ve askerlerin içten gösterileri arasında Erzurum’a varıldı. İstanbul
Hükümeti’nden gelebilecek yıkıcı bildirileri denetlemek ve durdurmak için haberleşme kanalı olan
önemli merkezlere gereken önlemlerin alınması için bütün komutanlara 5 Temmuz 1919 tarihinde
buyruk verdim. (Belge: 29).”
Komutan Vali ve Vilayet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi ile
görüşüldü...”
Bu sırada Erzurum Valisi Münir Bey ile Bitlis Valiliğinden ‘ayrılıp İstanbul’a gitmek isteyen
Mazhar Müfit Bey, Mustafa Kemal’in Erzurum’a gelişini beklediler. Atatürk her iki valiyi yanında
alıkoydu. Ulusal amaç yolunda yapacağı Erzurum Kongresini 15. Kor. Komutanı Kâzım Karabekir
Paşa, Rauf Bey, İzmit Mutasarrıfı Süreyya Bey, Kurmay başkanı Kâzım Bey, Kurmay Hüsrev Bey
ve Dr. Refik Bey’lerle görüştü:
“Ulusal amaçlarla ortaya atılacaklarını yok edilmesini düşünenler bugün yalnız Saray,
İstanbul Hükümeti ve yabancılardır. Ama bütün halkın aldatılabileceğini ve bize karşı çevrilme
olasılığını da düşünmek gerekir. Önder olacakların, her ne olursa olsun, tutulan yoldan
dönmemeleri, yurtta barınabilecekleri son noktada son nefesini verinceye dek amaç uğrunda
özveriyi sürdüreceklerine işin başında karar vermeleri gerekir. Yüreklerinde bu gücü
duymayanların işe girişmemeleri çok daha iyi olur. Çünkü böyle bir durumda hem kendilerini,
hem de ulusu aldatmış olurlar” diye açıkladı. (14)
Mustafa Kemal Paşa’yı büyük bir sevinç coşkusuyla karşılayan Erzurumluların tutarlılığı
Padişahça iyi karşılanmadı. Amasya bildirgesinden pirelenen Padişah ve hükümet Mustafa
Kemal’in İstanbul’a geri dönmesi için harekete geçti:
“Paşa 7-8 Temmuz 1919’da Erzurum’a geldiğini beşinci gecesi makine başına çağrıldı.
Biz de yani “Erzurum Faal Komitesi” diye vasıflandırmakta mahzur bulmayacağım bütün
arkadaşlar Paşa ile beraber telgraf makinesinin başında bulunuyorduk... Mustafa Kemal Paşa’yı
çağıran Padişahtı. Muhabere saraydan cereyan ediyordu.
“Paşa’nın İstanbul’a dönmesi emrediliyor, her türlü vaatlerde bulunuluyor:
— İsterseniz uzun bir tebdil-i hava maksadıyla istediğiniz yere de gidebilirsiniz. . . .
Teklifinde bulunuyordu ve Padişah bilhassa bu teklifinde ısrar ediyordu.
— İstanbul’a dönünüz ve istediğiniz yerde istediğiniz kadar tebdili havada bulununuz..
Paşa, bütün bu teklifleri reddediyor ve muhabere bir saati geçmiş olmasına rağmen sertleşerek
devam ediyordu.
Paşa için hedef tekti: Her türlü feragat ve fedakârlığa katlanarak ölümü göze alarak vatanı
kurtarmak...
Nihayet telgraf muhaberesinin sonu gelmiş ve Paşa’nın:
— Kat’iyyen reddediyorum, İstanbul’a dönmeyeceğim...
Demesinden sonra Padişah da Paşa’ya:
O halde, resmi vazifeniz sona ermiştir.
Tebliğini yapmış bulunuyordu. Yani Mustafa Kemal, Ordu Müfettişliğinden azlediliyordu.
Paşa, bu anda demir bir iradenin ve kesin bir kararın tesiri altındaydı, bize:
— Arkadaşlar mesaimizin en ciddi ve en açık safhası işte şimdi başlıyor. Diyerek tebliğ etti.” (15)
Mustafa Kemal, Padişahla yaptığı konuşmadan sonra istifa etti. Yaldızlı sırmalı Padişahın
fahri yaveri elbisesini çıkardı. Paşa bir don, bir gömlek kaldı.
“Bütün ömrü askerlikte geçen Paşa’nın sivil elbisesi yoktu. Derhal bir yeni elbise temini de
mümkün olamamıştı.
Sabahleyin:
— Elbiseyi ne yapacağız Mazhar?.. Der demez:
— Kolay Paşam... Dedim. Aklıma geldi. Hemen Valiye gittim. Paşa için sizin elbiselerinizden bir
tane istiyorum.
Münir bey bir hayli sıkıldı.
— Evet amma Paşa hazretlerine layık, temiz bir elbise bende de yok, dedi. Haksız değildi. Harp içi
ve harp sonrası kimsede el dokunulmamış elbise kalmamıştı. Bununla beraber hemen akıl etti:
“Gayet iyi. Diyerek hemen jaket atayı aldım. Bende de temiz bir fes
vardı. Gömlek, yaka ve kravat da uydurmuştum. (6)
Mustafa Kemal, Vilayet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi’nin
doğu ve komşu illeri uyararak her türlü düşmana karşı birlikte saldırma ve direnme yolundaki
bilinçli kararlarından çok etkilenmişti. Bundan sonra yapılan toplantıda:
“Mustafa Kemal Paşa, on beşinci kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir Paşa, Hüseyin Rauf Bey,
Erzurum Valisi Münir Bey, İzmit Mutasarrıfı Süreyya Bey, Kâzım Dirik, Hüsrev Gerede, Dr. Refik
Saydam ve Mazhar Müfit Kansu bulunuyordu.
Mazhar Müfit Kansu bu gizli toplantıyı Mustafa Kemal Paşa’nın milli tarih huzurunda Türk
Milleti’nin kurtuluşu için riyaset ettiği ilk özel komite toplantısı olarak niteler; Mustafa Kemal Paşa
komitesine memleket sorunlarını kavratmak için o günkü durumu yaptığı açıklamada:
Düşman devletlerin yurdumuzu bölüşmek ve mahvetmek için her türlü saldırıyı
yaptıklarını, padişahın ise unvanını korumak için her şeye boyun eğdiğini, ulus ise umutsuzluk
içinde, kurtuluş çaresi olarak dernekler kurarak örgütlenme yolunu tuttuğunu, ordunun
yenilmesine karşın ulusu kurtarma yolunda içten uğraşı içinde olduğunu, yurtta üç fikrin
çarpıştığını;
a) Yenik düştüğümüz devletlerle savaşamayacağımıza göre uysal davranalım,
b) Düşman devletlerin padişah ve halife için egemenlik hakkı tanıdığı bölgede Osmanlı devletini
devam ettirelim;
c) Osmanlı devletinin bölüşülmesi kararlaştırıldığına göre ırk ve bölge özelliklerine önem vererek
kurtuluş çareleri arayalım...
Buna karşın ne yapmak gerektiği sorusuna da:
“Arkadaşlar, tek yol halkın buyruğuna dayanan bağımsız bir Türk Devleti kurarak hedefe
ulaşmaktır.” yanıtını verir. (7)
“Paşam,’ arkadaşlar hep birlikte düşündük, kararımızı verdik. Amaç uğrunda ölmeye -hazır olarak’
göreve hazırız. Kararımız sizi şef olarak tanımaktır” derler. “Bunu duyan Mustafa Kemal
arkadaşlarını kutlar ve teşekkür eder, kendilerinden bir ricada bulunur:
“Üstlendiğim sorumluluğu bir koşula bağlamak istiyorum. Emirlerimin ayırımsız, üst derecede bir
kumandan emri halinde yerine getirilmesi. Başarı için bu koşuldur.” der. Arkadaşları adına
konuşan Mazhar Müfit:
“Bu savaşta doğal olarak başarıya ve utkuya ulaştığımız takdirde hükümet şekli ne olacak?
deyince Mustafa Kemal Paşa gülerek:
“Ne olmasını tasavvur buyuruyorsunuz?” der. Mustafa Kemal’in bir önceki toplantısında:
“Hakimiyet-i Milliye’ye dayalı, kayıtsız, koşulsuz, bağımsız bir Türk Devleti kurmak” demesini,
Mazhar Müfit, bağımsız bir Türk Cumhuriyeti olarak anladığını belirtince Mustafa Kemal, bu sorun
hakkında şimdiden bir şey söylemek doğru olmaz. Karar verilen bir şeyin uygulanması için
zamanını beklemek ve o zamanın geldiğini bilmek gerektir. Şimdi düşman baskısı altında bulunan
padişah ve düşman güçlerin saldırısına uğramış olan yurdumuzu kurtarmak için çalıştığımızı
anlatmada yarar vardır.” der. (8)
Bugünlerin en önemli konusu Mustafa Kemal Paşa’nın askeri görevine son verilmesi ve
Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa’nın Üçüncü Ordu kıtaatı müfettişlik vekâletini Kâzım
Karabekir’e teklif ederek Mustafa Kemal Paşa’yı sivil çalışmaktan men etme emridir. Mustafa
Kemal bu son durumu bildiği için Kâzım Karabekir’den kuşkulanmaktadır. Kâzım Karabekir ise
Mustafa Kemal’in gizli toplantılarına katılır. Onun bütün girişimlerinden haberi vardır Hatta
Mustafa Kemal’in en kuşkulu günlerinde konuk edildiği konağa gelir ,karşısında esas duruşa
geçer:
“Kumandamda bulunan subay ve eratın hürmet ve tazimlerini arza geldim. Siz bundan evvel
olduğu gibi bundan böyle de bizim saygı değer kumandanımızsınız. Kolordu kumandanına özel
araba ile buyruğunuza bir takım süvari getirdim. Hepimiz emrinizdeyiz Paşam.” (9) diyerek
selamlar, kendisine sevgiyle sarılarak öpen Mustafa Kemal’e Erzurum Kongresi ve ondan sonraki
çalışmalarında yanında olduğu güvencesini verir. Padişahın ve Harbiye Nazırı’nın “Mustafa Kemali
tutuklama emrini” uygulamaya koymaz. Bu yiğitçe davranış Kâzım Karabekir’in o gün için en
soylu bir davranışıdır.
ERZURUM KONGRESİ
“23 Temmuz 1919 günü saat on buçuğa doğru Mektebin kapısında kolordunun ihtişamlı
arabası önde olmak üzere üç araba durdu. Öndeki arabadan Mustafa Kemal Paşa ile Kâzım
Karabekir Paşa ve bir yaver indiler... Öbür arabalardan da arkadaşları indi. Mustafa Kemal Paşa
jaketatay giyinmiş ve başına al’a yakın bir fes örtmüştü. Kâzım Karabekir Paşa üniformalı idi...”
(10)
Mustafa Kemal Paşa bu kıyafeti ile kongre salonuna girdi. Kongreye gelen temsilcilerin
oybirliğiyle başkanlığa seçildi. Delegelerin kendisine gösterdiği sevgi ve bağlılığa teşekkür etti.
Günün önemini belirten konuşmasını özetle şöyle belirtir:
“Tarih ve olayların getirdiği kanlı tehlikeler karşısında bütün yurtseverler üzgünüz. Genel
savaşın sonunda ulusların anlaşma kuralları gereğince barışa kavuşmak için anlaşmaya razı olduk.
Bağımsızlık uğrunda yiğitçe savaşan ulusumuz 30 Ekim 1918’de imzalanan anlaşma ile silahları
bıraktı. Bu anlaşmayı dinlemeyen İtilaf Devletleri İstanbul’u işgal etti. Gün geçtikçe artan bir
şiddetle padişahın hukukuna, hükümetin haysiyetine ve ulusal onurumuza saldırdı. Azınlığımız
olan Rum ve Ermenileri kışkırttı. Bu küstahlar da halkımızı kılıçtan geçirmeye kalktılar. Biri
diğerinden daha güçsüz hükümetlerin gösterdiği yılgınlık, Kuvva-yı Milliye’yi savsaklama, ulusal
vicdanı inkâr yüzünden bazı basın çevrelerinin gösterdiği çirkin hırslar yaygınlaştı.
İstanbul’un kuşatılması, padişahlığın denetim altına alınması yüzünden ulusun kutsal
haklarına ve yazgısına sahip çıkacak milli bir gücün olmadığı inancı halka yayıldı. Cansız bir vatan,
kansız bir ulus neye layıksa İtilaf Devletlerince o yapılmaya başlandı. Doğu ve Adana yörelerinde
Ermenistan, Karadeniz sahillerinde Pontus Krallığı kurulması, İzmir, Aydın yöresiyle İstanbul
kapısına kadar Trakya’nın Yunanistan’a verilmesi, geri kalan vatan parçalarının işgali, halkının
yabancı kanadı altına alınması planlanmaktadır. Doğuda Hindistan, batıda Macaristan ve güneyde
Afrika ortalarına kadar 650 yıl bağımsız saltanat sürmüş bir Türk Ulusu’nu tutsaklık derecesine
indirip, tarih sayfalarına kapatıp mezara gömmek gibi bayağı bir karar uygulanmaya başlanmıştır.
Yunanlılar Manisa, İzmir, Aydın illerini yakıp yıkmakta, ortalığı kana boyamaktadır.
Baylar! Belli bir gerçektir, tarih hiçbir zaman bir ulusun hakkını, kanını, varlığını inkar edemez.
Kararlarının sonu kesin iflastır. Devletten umudunu kesen halk kendini kurtarmak için yurdun her
köşesinde milli dernekler kurdu. Burada toplanan yiğit direnişçiler kutsal vatanın ve ulusun
haklarını almak için son sözü söyleyecek ve kararını uygulayacaktır.
Baylar! Mısır, Hint ve Afgan ulusları İngilizler’in kendilerini sömürme siyasetine karşı bağımsızlık
savaşı yapmaktadır.
Bütün Arabistan yabancı boyunduruğunu reddetmektedir.
Ruslar memleketlerinde karşı gelen ulusların saldırılarını önledi ve onları, yönetimi altına
aldı.
Kafkasya, Azerbaycan ve Gürcistan Denikin ordusuyla savaştı, onları Karadeniz sahillerine
sürdü.
Ermenistan topraklarını genişletmek amacıyla Nahcivan’dan Oltu’ya kadar İslam halka
.baskı yapmaya ve bazı yörelerde de kılıçtan geçirip mallarını yağmaya koyuldu...
İstanbul’dan çıkmadan önce vatan ve ulusun kurtarılması hakkında bir çok yetkililerle
görüştüm. Çabalarının düşman baskısı altında sonuçsuz kalacağından üzgünler. Ulusu kurtaracak
olan buyruğun Anadolu’dan gelebileceği inancındalar.
Üzülerek söyleyeyim ki, yurdumuzda çok miktarda yabancı parası ve propagandası
dolaşmaktadır. Bundaki amaç açıktır. Ulusal hareketi yok etmektir, felce uğratmaktır, Yunan ve
Ermeni işgaline kolaylık göstermektir. Buna alet olan bir takım bilinçsizler, karaktersizler, kendi
çıkarlarını ve mutluluklarını yurdun ve ulusun çıkarlarından üstün tutan aşağılıkları ele geçiren
yabancılar bunları kendi amaçları doğrultusunda örgütlemiştir. Kutsal amaçla kendini kurtarmaya
kalkan ulus bunları kıracak ve ortadan süpürecektir..
Son dileğim şudur ki, Yüce Tanrı Türk ulusunu, padişahın saltanatını kurtarmaya kalkan
kurulumuzu bütün girişimlerinde başarılı etsin. (11)
On dört gün süren Erzurum Kongresinin aldığı tarihi kararın özetini şöyle sunabiliriz:
Ulusal sınırlarımız içinde vatan bir bütündür. Doğu illerimiz ulusça savunulacaktır. Doğu ve
bütün vatanın bağımsızlığını Osmanlı Hükümeti sağlayamazsa kongrece seçilecek bir hükümet
kurulacaktır. Ulusal kongre toplanamazsa Heyet-i Temsiliye bu görevi üstlenecektir. Milli güç
birliğini sağlamak, çalışmalarımızın özüdür. Hıristiyan azınlıklara egemenlik ve aşırı ayrıcalıklar
tanınamaz. Yabancı devletlerin manda, ve koruyuculuğu kabul edilemez. Osmanlı Meclis-i
Mebusanı’nın hemen toplanması ve hükümeti denetimi altına almasına çalışılacaktır....(12)
Kongrece seçilecek olan Temsilciler Kurulu çok önemli idi. Yeni kurulacak olan bağımsız
Türk devletinin beyin takımı bu kurul olacaktı. Mustafa Kemal’in komitesi kendisini Temsilciler
Kurulu Başkanlığı’na seçmekte kuşkuya düştü. İki görüş tartışılıyordu; birinci görüş, Mustafa
Kemal istifa etmiş, ulusu kurtarmaya girişmiş bir asi lider durumundadır. Onu seçersek hem
padişah, hem de düşman devletler ona karşı ayaklanır; sivillerden seçelim ki milli birlik hareketi
halktan gelmiş desinler...
İkinci görüş ise: Temsilciler olarak kongreye gelenler doktor, avukat, davavekili, hoca,
müftü, öğretmen, çiftçi, tüccar, eşraf, tarikat şeyhi, gazeteci, emekli memur ve subaylar. Bunların
hangisi Türkiye’yi bu durumdan kurtarabilecek yeteneğe sahiptir? Oysa ulus orduyu ele katacak,
halkla birleştirecek, düşmanı yurttan söküp atacak bir lider aramaktadır. Bu lider ise Mustafa
Kemal’den başkası olamaz, onu seçmekte yarar görmekteyiz...
Bunu duyan Mustafa Kemal arkadaşlarını kuşkularından kurtarmak için bir toplantı yapar:
“Ben perde arkasında çalışmak gibi faaliyetin manasını anlayamam. Ordudan perde arkasında
kalmak için çekilmedim! Askerlikten istifa etmemin tek sebebi sine-i millete atılmak ve sine-i
millette açıkça çalışmak içindir. Kuşkuya itibar yoktur. İstanbul Hükümeti, yabancılar, muhalifler,
hainler, şunlar ve bunlar elbetteki aleyhimizde propaganda yapacak, bizi başarısızlığa uğratmak
için ellerinden gelebilen her şeyi yapmaktan çekinmeyeceklerdir. Bizim de görevimiz bunlara karşı
mücadele etmek ve kesin sonucu almaktır...” der. (13)
Kongrenin son günü Mustafa Kemal ile beraber 10 kişi Sivas Kongresi temsilciliğine
seçildiler. 23 Temmuz 1919 günü Sivas Kongresinin hazırlıklarına başlamak üzere Erzurum
Kongresi dağıldı.
Bir de “Mustafa Kemal ne yapmış ki, diyen karşıtlarıyla durmadan şahlanan Osmanlı
hayranlarına doğunun Paris’i olan Erzurum’u, Osmanlı’nın nasıl da bir ekonomik çöküntüye
uğrattığını yansıtan o günlerden bir örnek verelim:
Mustafa Kemal devrimci bir atılım içindedir. Maaşı kesilmiştir. 1000 lira harçlığa
gereksinmesi vardır. Arkadaşlarından birisiyle Erzurumlulardan bu parayı istetir. Doğu iyi
savunulmadığı için Erzurum Ermeni kıyımına uğrar. Halk başka illere göç eder. Açlık başlar.
Karılarının gözyaşına bakmadan altın takılarını alıp satarlar ve ekmek parası yaparlar. Kimsede
kırk para yoktur. Ama Erzurum’un devrimci Dadaşları için Paşa’ya 1000 lira sağlanmaması bir
onur sorunu olur. Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin de parası kalmamıştır. Olan parasını da
Kongre’ye gelen delegelere harcamıştır. Arkadaşlarının sıkıldığını gören emekli binbaşı Süleyman
Bey hemen işe karışır:
“Çocuklar, ben bu işin çaresini buldum. Benim tasarruf edilmiş 900 liram var. Ben altmış yaşını
geçmiş bir adamım. Allah’ın rızasından, milletin selametinden başka bir dileğim yok. Ben, bu
parayı size veririm. Fakat bu parayı verdiğimi ne Paşa ve ne de başka hiçbir kimse bilmeyecek...”
der. Arkadaşları da kendi aralarında üçer beşer lira vererek yüz lira toplarlar ve Mustafa Kemal’e
ulaştırırlar. (14)
(1) Gazi Mustafa Kemal: Söylev. Basına hazırlayan: Ord. Prof. Dr. Hıfzı
Veldet Velidedeoğlu. C. 1-2. S.53-54.
(2) a.g.y.s.64.
(3) Ş. Süreyya Aydemir: Tek Adam, C. 2.S.37-38.
(4) G. Mustafa Kemal: Söylev. Basına hazırlayan: Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, C. 12.5.64.
(5) Mazhar Müfit Kansu: Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le, S.37-38.
(6) a.g.y.S.40-41. ‘‘
(7) a.g.y.S.30-33.
(8) a.g.y.S.34-38.
(9) Kâzım, Karabekir: İstiklâl Harbimiz, 5.1.104. İkinci baskı.
(10) Cevat Dursunoğlu: Milli Mücadelede Erzurum, 5. 108.
(11) Mazhar Müfit Kansu: Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le,S.80-85.
(12) Doç. Dr. Ahmet Mumcu T.D. Temelleri ve Gelişimi, 5.44.4. baskı.
(13) Mazhar Müfit Kansu: a.g.y.s.106-107,109.
(14) Cevat Dursunoğlu: a.g.y. 5.137-138.
İngiliz Gizli Belgelerinde Kuvayı Milliyeyi ve
Türkiye’yi Parçalama (1)
Çabaları
30 Eylül 1919.. Belge: 530,S.201.
Amiral Sir F. de Robeck’ten Lord Curzon’a:
Mustafa Kemal’in etkisi gittikçe yayılıyor. Sultan İngiliz otoritelerinden kuvvet alınarak
milliyetçileri durdurmalarını istedi.
11 Nisan 1920. Belge: 48,S.260.
Amiral Sir F. de Robeck’ten Lord Curzon’a
Damat Ferit 7 Nisanda bana geldi. Millî hareketi bastırmak için her çeşit moral baskıyı
kullanacağını söyledi. Millî harekete karşı organize edilen Anzavur, hükümetin elinde ilk silahtır.
Anzavur Bandırmayı işgal etti. Hükümet onu Balıkesir Valisi tayin etti ve ayrıca İngilizlerden
yardım istedi. Ben milliyetçileri ezmek için yeni hükümete her yardımı yapacağımı söyledim.
17 Temmuz 1920. Belge: 99,5.264.
Amiral Sir F. de Robeck’ten Lord Curzon’a:
Ferit Paşa beni ziyaret etti. Türkiye’ye imza ettirilmek istenen sulh şartlarının bir, ölüm fermanı
olduğunu söyledi. Halkın bütün ümidi İslam ‘dünyasında ve Bolşeviklerdedir. Kemalistlerin Yunan
ilerlemesine dayanmasına olanak yoktur. Köylüler çok yorgundur. Yunanlılar Ankara’ya, Sivas’a,
hatta Erzurum’a kadar karşı koyma olmadan ilerleyeceklerdir. Bunun için hiçbir çare
görmediğimden anlaşmayı imzalayacağım. dedi...
28 Temmuz 1920. Belge: 103,S.24.
Amiral Sir F. de Robeck’ten Lord Curzon’a:
Kürt liderleri Mustafa Kemal’i sevmezler, çünkü Bolşevikliği getirmek istiyor. Siz Mustafa
Kemal’den nefret ediyorsunuz çünkü o sizin yaptığınız anlaşmayı kabul etmiyor, o halde Kürtleri
Mustafa Kemal’e karşı birlikte kullanalım, dedi...
8 Haziran 1919. Belge: 447,S.193.
Amiral Sir A.Calthorpe’den Lord Curzon’a:
Ermeniler Erzurum’a hücuma hazırlanıyorlar. Yunanlılar İzmir’i bir mezbaha haline getirdiler...
3 Aralık 1920. Belge: 98,S.238.
...Lloyd George, Bolşeviklerle Milliyetçi Türkler arsında bir çıkar ayrılığı yaratmalı. Türk fikri Pan
Turanizm’dir, yani Türkistan’a geri gitmektir. İzmir ve Trakya’ya bakmazlar...
6 Kasım 1920. Belge: 171,S.270.
Albay Stokos’tan Lord Curzon’a:
...Sünniler ile Şiiler arasındaki zıtlık büyüktür, biz bu zıtlığı daha da geliştirebiliriz...
(1) ,Erol Ulubelen: İngiliz Belgelerinde Türkiye, Çağdaş Yayınları (Yukarıdaki belgeler bu yapıttan
alınmıştır.)
2. Eylül 1984 günü Cumhuriyet Gazetesinde şu haberi okuyoruz:
“ABD Temsilcileri Meclisi’nin önceki gün kabul ettiği yasa ile 24 Nisan .‘Ermeni soykırım günü” ilan
etmesi Dışişleri Bakanlığı’nca “teessür ve esefle” karşılandı. Yapılan açıklamada, “karar yeni vahşi
cinayetlere zemin oluşturacak bir ortama yardımcı olacaktır” denildi. (Yukarıda verdiğimiz
belgelerden tam 64 yıl sonra)
5 Nisan 1920. Belge: 46,S.259-260.
Mr. Lindsay’dan (Washington) Lord Curzon’a:
..Amerikan Senatosu Ermenistan’ın mandası işini görüştü. Beş yılda 757 milyon dolar verecekler,
ilk başlangıçta 50.000 kişilik bir ordu yollanacak daha sonra 200.000 kişiye çıkacak. Amerikan
kuvvetlerinin başına General James G. Harbord getirilecek, ayrıca bütün Türkiye’nin mandası için
de görüşmeler yapılmaktadır... (2)
Kemalist’lere Karşı İç Ayaklanmalar
1919-1920 yılları arasında Yunancı, İngilizci, Padişahçı güçler Midyat, Bozkır, Çanakkale,
Balıkesir, Bursa, Bayburt, Koçhisar, Zara, Suşehri, Erzincan, Ovacık, Kemah, Refahiye, Düzce,
Yozgat, Zile, Garzan, Viranşehir, Denizli, Burdur, Kütahya taraflarında ayaklandılar, kardeşi
kardeşe vurdurttular. Pontus çeteleri de Trabzon, Samsun, Amasya, Tokat illerinde ayaklandılar.
Bunların hepsinin tek amacı Yunanlı’larla dövüşe kalkan Mustafa Kemal’in orduları’nı yok etmekti,
Anadolu’da da Yunan Ordusunun egemenliğini güçlendirmekti.
Padişah Vahdettin, Mustafa Kemal’i halkın gözünden düşürmek için bayağı bir
propagandaya girişti: “Ankara liderlerinin Türkiye ile hiçbir gerçek bağlantıları yoktur. Ne kan
bağıyla, ne de başka bir şeyle ülkeye bağlıdırlar. Mustafa Kemal, kökeni belirsiz bir Makedonya
ihtilalcisidir. Kanı Bulgar, Sırp, Rum her şey olabilir. Daha çok Sırp’a benzer... Ankara liderleri
arasında hiçbir gerçek Türk bulunmaz...” (1) derken Bolşeviklikle karalamayı da elden
bırakmamaktadır:
“Dış destek aradılar, bunu Bolşevikler’de buldular. Müslüman Türklerin Bolşeviklerle hiçbir
ilgisi olamaz. Ama bu onlara zorla kabul ettirilirse ne olacak? Benden bir avuç isyancıya boyun
eğmem istendi. Her türlü kişisel özveride bulunmaya hazırım, fakat böyle bir utanç verici boyun
eğişle şerefimi feda edemem, mirasımı ve tahtımın çıkarlarını tehlikeye atamam” (2)
Mustafa Kemal, iç ve dış düşmanların ne altınlarına, ne altınlarla yapılan (ayaklandırıcı
satılmışlara İngiliz altınları verildiği birçok tarihi kaynaklarda geçmektedir) ayaklanmalarına ve ne
de çamurlu balçıklı propagandalarına pabuç bırakmadı. Dış düşmanı yok etmek için önce iç
düşmanları yok etti. Millî bütünlükten kurduğu ordularını çelik kale gibi düşmanın karşısına dikti.
“23 Eylül 1 920’de Afyonkarahisar, ilerisinde Dumlupınar-Sarayköy-Denizli Cephelerini
görmeye götürülen ve millî kuvvetlerin Yunanlılarla nasıl çarpışmakta olduğu hakkında bilgi
edinmeleri istenilen Konya ileri gelenlerinden 30 kişilik heyet cephede dolaşıp geriye döndükten
sonra bunların büyük bir kısmının, milli kuvvetlerin Yunanlılarla muharebe edecek yerde Türk
köylerini soydukları tarzında, Milli Ordu aleyhinde propaganda... yaptıkları... Diğer taraftan
Yunanlılar’ın Halife Ordusu namına Anadolu’ya geldiklerini söylemekten çekinmeyecek kadar
hayasızca yalan söylüyorlar ve halkı kandırma yoluna gidiyorlardı.” (3)
Siyasî şeriatçı eğitimle yetiştirilenlerin, tarihimizin ileri adımlar atıldığı dönemlerinde
olayları böylesine saptırdıkları çok ‘görülmüştür. Türkiye’nin ileri gitmesine yardım eden laik
eğitim geliştirilmezse bu sakar katırlar çiftelerini geri geri atmaktan alıkonulamazlar.
(1) Doğan Avcıoğlu: Millî Kurtuluş Tarihi, 1. kitap, s.207.
(2) a.g.y.s.208.
(3) Türk İstiklal Harbi: CVİ.S. 119.- 129 (Genel Kurmay Başkanlığı Yayınları
Seri No: 1 İç Ayaklanmalar 1919-1921)
İmparatorun Astırdığı Bir Asilzadenin Hikayesi
Bir gün İmparator Frederik, bir büyük derebeyini yaptığı fenalıklardan dolayı, astırdı.
Adaletini herkes görsün diye onun cesedini bir asil şövalyeye bekletti. Ve ona -büyük bir cezaya
çarptırıldığını istemiyorsa- bu cesedin oradan kaldırılmasına müsaade etmemesini emretti. Fakat
şövalye dikkatsiz davrandığı için ölüyü kaçırdılar. Şövalye bu işin farkına varınca, kafasını
kurtarmak için çare düşünmeğe başladı. Bu suretle pek ıstıraplı bir gece geçirdi ve kaçırılan
ölünün yerine darağacına asılacak bir taze öleni bulurum ümidiyle oralarda bulunan bir manastıra
doğru gitti. Sabah olmadan manastıra vardı. Orada, saçları darmadağın, elbisesi altüst, hep
ağlayan bir kadın buldu. Bu kadın hiç avunamadan gündüz ölen sevgili kocasına ağlıyordu.
Şövalye tatlı tatlı ona sordu:
“Madam siz ne ağlayıp duruyorsunuz?
“Kocamı o kadar seviyordum ki, artık hiçbir vakit avunamayacağım, ömrümü gözyaşları
içinde geçireceğim.
“Madam ne diyorsunuz. Siz ıstıraptan ölmek mi istiyorsunuz? Sizin ağlamanız ölüyü
diriltmez. O halde yaptığınız çılgınlık değil mi? Böyle ağlayıp duracağınıza ben bekarım, bana
varın, bu suretle hayatımı kurtarın. Zira başım tehlikededir ve ne yapacağımı şaşırdım.
İmparatorun emriyle boynundan asılı olan bir şövalyeyi bekliyordum. Oysa bu şövalyenin
adamları onun cesedini kaçırdılar. Hayatımı kurtarmak sizin elinizdedir. Siz bana yardım edin. Ben
de sizin kocanız olur sizi mutlu ederim.
Kadın bu sözleri işitince şövalyeye aşık oldu ve ona dedi ki:
“Seni o kadar seviyorum ki ne emretsen yaparım. Kocamı mezardan çıkaralım ve çalınan
ölünün yerine asalım.
Kadının gözyaşları hemen dindi ve kocasının mezardan çıkarılmasına ve ölü boynundan
asılmasına yardım etti.
Şövalye ona dedi: Madam, öteki ölünün bir dişi eksikti, gelip farkına varırlarsa rezil
olurum.
Kadın bunu işitir işitmez kocasının ağzını açarak bir dişini kırdı ve kendisinden daha başka
bir şey isteseydi onu da yapmamazlık etmeyecekti.
Kocasına yaptıklarını gören şövalye: Siz bu kadar sevdiğinizi söylediğiniz kocanıza bunları
reva gördükten sonra bana neler yapmazsınız? dedi ve kadını orada bırakarak savuştu... (1)
(1) Yusuf Şerif: Avrupa Edebiyatı; 1930, İstanbul, Devlet Matbaası. S. 104- 105
Bu öykü, tarih boyunca memleketimizin çok acısını çektiği vefasız, çıkarcı bir karaktersizi
sergilediği için alınmıştır.
MUSTAFA KEMAL’İ’ TANIYOR MUYUZ?
Mustafa Kemal’in Amasya Bildirgesi’nin amacı. Yurdun bütünlüğünü ve bağımsızlığını
İstanbul hükümeti koruyamamaktadır. Bu görevi üstlenecek her türlü etki ve denetimden uzak bir
kurulun varlığı gereklidir. Bu kurul da halkın temsilcilerinden oluşacak Sivas Kongresince
gerçekleştirilebilir.
Sivas Kongresi 4 Eylül 1919 da toplandı. Amasya Bildirgesini gerçekleştirmek için Anadolu
ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni kurdu, Türkiye’yi dünyaya karşı temsil edecek olan
Temsilciler Kurulu’nu seçti. Bu Kurul Türk Ulusu adına işe başladı. Orduyu halkla bütünleştirdi.
TBMM’sini kuran, düşmanı yenen, Cumhuriyet’i ilan eden de Mustafa kemal’in kurduğu Anadolu ve
Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu idi. (29 Mayıs 1921) Bu Grup Cumhuriyet Tarihi’nde 1. Grup diye
anılmaktadır.
Sivas Kongresinde Mustafa’ Kemal’in en yakın silah arkadaşı paşalar, subaylar ve aydınlar
(Osmanlı, aydınları) (1) Kurtuluş Savaşı yapmanın sonuçsuz kalacağı düşüncesindeydiler. Tek
umutları Amerika mandacılığını kabul etmekti. Mustafa Kemal ve arkadaşları ise bu düşüncenin
karşısında idiler.
TBMM’si kurulup Sakarya Meydan Muharebesi kazanıldıktan sora (13 Eylül 1921) bile
Mustafa Kemal’e karşı direnmeler, onun Başkumandan olmasını istemeyenler vardı. Bu
milletvekillerinin sayısı ne yazık ki O’nun kurduğu TBMM’inde çoğunluktaydı. (Bunların bir kısmı.
17 Kasım 1924’te kurulan Kâzım Karabekir’in Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na (partisine) üye
idi. O’nu milletvekili seçtirmemek için yasa çıkarma çabasına giriştiler. (2) Padişah ve adamlarıyla
dış düşmanların iç ayaklanmaları kışkırttığı, Şii, Sünni, Kürt, Türk gibi ayrıcalık yaratarak
yurttaşları birbirine düşürmek isteyen İngilizler ve uşakları: Sait Molla, Damat Ferit Paşa,
Şeyhülislamlardan Mustafa Sabri, Zeynel Abidin gibi sözde din adamları vardı. (3) , .
Pan Turanizm düşüncesiyle yurt savunmasına katılmayarak, Orta Asya’ya dönük planlar
düzenleyip orada ölenler vardı. En garibi de yurdumuzu Ege’den-Polatlı’ya kadar istila eden
Yunan’a karşı gelmekten kaçınılmasını, hatta, İstanbul’u ve Anadolu’nun birkaç bölgesini askerle
baskı altına alan İngilizler’e “Bilhassa karşı gelinmekten kaçınılması” emrini veren onursuz bir
padişah vardı. Bütün bunlara karşı gelen Mustafa Kemal ve kuvvetlerine “Sergerde” demekten
çekinmeyenler vardı. Ne yazık ki, göz baka baka İngilizler Yunanlılara İzmir’e asker çıkarmada
yardım ettikleri ve İzmir’e çıkma emrini Yunan’a biz verdik dedikleri halde o günün İstanbul basını
Kemalist akıncıları durmadan kötülüyor, İngilizlerin üstüne toz kondurmuyordu. İngilizler ise
İstanbul basınının budalalığına tıs tıs gülüyordu.
Büyük lider Mustafa Kemal ise böyle civcivli bir zamanda emperyalistlerle savaşmak için
ölümden korkmayan Türk halkını yanına çekti. Bütün bölücü güçlere karşın Kuvvay-ı Milliye
güçlerini ulusun kendisiyle birleştirdi. Yurdun düşmandan kurtarılması yolunda her il ve ilçelerde
kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti şubeleri de Mustafa Kemal’in çalışmalarını
destekledi, yeni bir Türk Ordusu kuruldu. Türk Ulusu yurduna saldıran emperyalist güçlere bu
Ordu ile saldırdı. Savaşan ordumuza kadın, erkek, yaşlı ve çocuklar yardım etti. Sırtıyla,
kağnısıyla, öküzü ve eşeği ile cephane, yiyecek, giyecek taşıdı. Bu savaş Türkün ölüm kalım
savaşıydı. Türk halkı Mustafa Kemal’in emrinde büyük utkuyu kazandı. Lozan anlaşması yapıldı.
Kemalistler cumhuriyeti ilan etti. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti dünyada onurlu yerini aldı.
(1) G. M. Kemal: Söylev, C. 1-2, S.87 Basıma hazırlayan Ord. Prof. Dr. Hıfzı
Veldet Velidedeoğlu, 13. baskı
(2) a.g.y.s.394-396.
(3) a.g.y.s. 172-1 73.
Sivas Kongresi’nde hortlayan mandacılar bu sefer de Mustafa Kemal’e devrimleri uygulama
fırsatı vermemek için kuvvetli bir karşıtlık oluşturdular. Bu grup ikinci grup olarak Sivas
Kongresinde kendini göstermişti. Yalnız o zaman Kâzım Karabekir Paşa Mustafa Kemal’i
destekliyordu. Şimdiyse İkinci Grubun başkanıydı. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdu.
Partiyi oluşturanlar, padişahçılar, İttihatçılar, mandacı ve Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı olan 2.
Grupçu Paşalardı: Bundan sonrasını Mete Tuncay’ın Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti
Yönetiminin kurulması adlı kitabının 104-105. sayfalarından izleyelim:
“Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Reisi Kâzım Karabekir Paşa, Başkan yardımcıları: Dr. Adnan
ve H. Rauf Beyler, Genel sekreteri Ali Fuat Paşa, Merkez Üyeleri: Muhtar, I. Canbulat, Halis
Turgut, A. Şükrü, Necati, Faik beylerle Rüştü Paşa’ydı. Bu on bir milletvekilinden başka 18
milletvekili daha partiye üye olmuştu.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası inanç bakımından gericiydi. Kuruluş nedenleri olarak
şunlar gösterilebilir: Saltanatın kaldırılması, Lozan antlaşması, Halifeliğin kaldırılması, Anayasa’da
Cumhurbaşkanına meclisin kararlarını tekrar meclise geri çevirme ve gerektiğinde meclisi
dağıtarak milletin oyuna başvurma yetkisi tanınması, öğrenimin birleştirilmesi.”
C.H.P. ile T.C.F.’sını inanç bakımından a.g. yapıtın belirtilen sayfalarından izlemeğe devam
edelim: “İnkılap rehberlerinin tensip ve tayini ile millet tarafından seçilen MM üyesi, devrimcilikte
en yüksek tanınanlardan başlayarak birer ikişer ayrıldı. Adı “Terakkiperver” hakikatte ise
oportünist (ecnebi sermaye, kara kuvvet, tagallüp önünde ser fürû (baş eğme) etmeğe müsait)
bir fırka teşkil etti... Bizde Cumhuriyet İnkılabını halk eden Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti o devrimin
daha ortalarında iken iki gruba ayrılmıştı; biri, başında Gazi ve, İsmet Paşalar olmak üzere radikal
ve entransijan (yani irticaın, tagallübün ecnebi sermaye tahakkümünün önünde ser fürû etmeğe
(baş eğmeğe) azimkar, diğeri mütegallibenin, softanın, muhtekirin, yabancı sermayenin
istediğine, iradesine itaate mail, oportünist, bu son grup tabiatıyla mürteci, yobaz unsurunu da
içinde bulunduruyordu. Bu grup “diktatörlük” aleyhinde mübareze ve hakimiyet-i milliyeyi
müdafaa şiarlarıyla çıkmışlardı, fakat bu avamfirip şiarlar hakiki bir oportünizmi örtüyor, arkadan
gelen irticaa siper oluyordu.” (adı geçen yapıtta bu son alıntının Ahmet Cevat Emre’ye ait olduğu’
kaydı vardır.)
Yazar bu yazısında Mustafa Kemal ile İsmet Paşa’nın kurduğu CHP ile Kâzım Karabekir ve
arkadaşlarının kurdukları partilerin zihniyetleri bakımından portrelerini çiziyordu.
Kâzım Karabekir ve arkadaşlarının kurdukları Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın görüş
ve düşüncesini Mustafa Kemal’den dinleyelim:
“Bu gensorudan sora karşıcılar maskelerini atmak içinde kaldılar. Bilindiği üzere, “Terakkiperver
(yani ilerici) Cumhuriyet Partisi” diye bir parti kurdular. Gizli ellerin düzenlediği parti programını
da ortaya attılar Cumhuriyet sözcüğünü söylemekten bile çekinenlerin; Cumhuriyet’i, daha
doğduğu gün boğmak isteyenlerin kurdukları partiye “Cumhuriyet”, hem de “İlerici Cumhuriyet”
adını vermeleri içten gelme ve inanılır bir davranış sayılabilir mi?
Rauf Bey ve arkadaşlarının kurdukları parti “tutucu” diye nitelendirilseydi, belki anlamı
olurdu. Ama bizden daha çok Cumhuriyetçi ve bizden daha çok ilerici olduklarını öne sürmeye
kalkışmaları elbette doğru değildi.
“Parti, dinsel düşünce ve inançlara saygılıdır” sözlerini ilke edinip bayrak gibi kullanan
kişilerden, iyi niyet beklenebilir miydi? Bu bayrak yüzyıllardan beri, bilisizleri, bağnazları ve boş
inanlara saptanmış olanları aldatarak özel çıkarları sağlamaya kalkışmış kimselerin taşıdıkları
bayrak değil miydi? Türk Ulusu yüzyıllardan beri, sonu gelmeyen yıkımlara, içinden çıkabilmek
için büyük özveriler isteyen pis bataklıklara, hep bu bayrak gösterilerek sürüklenmemiş miydi?
Cumhuriyetçi ve ilerici oldukları sanısını vermek isteyenlerin,’ yine bu bayrakla ortaya
atılmaları; dinsel bağnazlığı coşturarak, ulusu, Cumhuriyet’e, ilerlemeye ve yenileşmeye karşı
kışkırtmak değil miydi? Yeni Parti, dinsel düşünce ve inançlara saygı perdesi altında: “Biz
Halifeliğin yeniden kurulmasını isteriz. Biz yeni yasalar istemeyiz. Bize eski yasalar yeter.
Medreseler,tekkeler, bilgisiz softalar, şeyhler, müritler, biz sizi koruyacağız; bizimle birlik olunuz!
Çünkü Mustafa Kemal’in partisi Halifeliği kaldırdı. Müslümanlığı zedeliyor. Sizi gâvur yapacak, size
şapka giydirecek!” diye bağırmıyor muydu? Yeni Parti’nin ilke edindiği sözler, bu gerici
haykırışlarla dolu değil midir? (4)
Atatürk devrimlerine karşı bir tepki olarak ortaya çıktığını bütün araştırmacılarca kabul
edilen Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Şeyh Sait Ayaklanması (13 Şubat-31 Mayıs 1925) ile
İzmir suikastında (15 Haziran i926) eli olduğu ileri sürülmektedir. Bu olaylardan kısaca söz ederek
geçelim:
Şeyh Sait Ayaklanması
Bu konunun açıklanmasını da kendi devrimleri yıkılmak istenen Mustafa Kemal’den
dinleyelim: “Baylar,yeni parti, adındaki “İlenici” ve “Cumhuriyet” sözcüklerinin tam karşıtı olan
kavramlarla gelişmiştir. Bu partinin ileri gelenleri, gericilere, gerçekten güç vermiştir. Buna örnek
vereyim:
“Ergani’de, başkaldırıcıların valiliğini kabul eden ve sonradan asılan Kadri, Şeyh Sait’e yazdığı bir
mektupta: “Millet Meclisinde, Kâzım Karabekir Paşa’nın partisi, din kurallarına saygılı ve din
severdir. Bize yardım edeceklerine kuşkum yoktur. Dahası, Şeyh Eyüp’ün yanında bulunan Parti
Sorumlu Yazmanı, Partinin tüzüğünü getirmiştir...” diyor. Şeyh Eyüp de, yargılanması sırasında:
“Dini kurtaracak biricik partinin, Kâzım Karabekir Paşa’nın kurduğu parti olduğunu; din kurallarına
uyulacağının, parti tüzüğünde bildirildiğini” söylemiştir.
Baylar, “İlerici” ve “Cumhuriyetçi” sözcüklerini kullanarak, bizden ve ulus aydınlarından din
bayrağını gizlemeğe çalışanların, memlekette genel bir gerilemeye ve başkaldırıya yol açmak için
içeride ve dışarıda, türlü düzen ve kışkırtmalarla uğraşanlar bulunduğunu bilmedikleri
düşünülebilir mi? Yeni Parti’ye girenlerin tümünün değilse bile, dinsel konulardaki söz verileri,
başarı için, çok yararlı bir etken sayan ve bununla ilgili ilkeyi tüzüklerine koyan kimselerin yurda
karşı, bize karşı hazırlanan cana kıyıcı düzenlerden habersiz oldukları kabul edilemez! (5)
Mustafa Kemal’den dinlediğimiz bu açıklamalar ordumuzun gücü ile 3 ay 18 günde
bastırılan Şeyh Sait Ayaklanmasıdır. Bu ayaklanmada Mustafa Kemal, Terakkiperver Cumhuriyet
Partili’leri suçlu saymaktadır. Şeyh Sait Ayaklanması tertipçileri bu ayaklanma ile Türk Ulusuna
büyük zarar vermişlerdir. Mete Tuncay, Türkiye Cumhuriyeti -Tek Parti Yönetimi’nin Kurulması
(1923-1931) adlı yapıtının 136. sayfasında “Bastırma harekatının (Şeyh Sait Ayaklanması’nı)
boyutları hakkında kesin bir bilgim yok. Fakat ordumuzun Şeyh Sait karşısında bütün Kurtuluş
Savaşı’ndakinden daha çok kayıp verdiği ve paraca maliyetinin de 60 milyon lirayı aştığı yolunda
iddialar vardır.” diye kaynak göstermektedir. Gene aynı yapıtta Şark İstiklal Mahkemesi’nin icraatı
bölümünde 92 kişinin idam ve ağır cezalar istemiyle yargılandıklarına değinilmektedir.
(4) a.g.y. S. 452.
(5) a.g.y.s. 453-454.
İzmir Suikastı
Mustafa Kemal Anadolu gezisine çıkar. Eskişehir, Afyon, ‘Konya, Adana, Tarsus, Mersin ve
Silifke’yi gezer. Köylü kentli bütün halkla görüşür.
Cumhuriyetin 1925 ve 1926 yılı çok direnmelerle karşılaşıldığı yıllardır. Şeyh Sait Ayaklanması,
şapka yasası, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması, Şeyh Sait Ayaklanması
elebaşlarının idamı, Takrir-i Sükûn Yasası’nın yürürlüğe girmesiyle yatıştırılmış ise de memlekette
bir suskunluk havasını estirmektedir, halk kuşkulu günler yaşamaktadır.
Mustafa Kemal Paşa böyle bir zamanda İç Anadolu ve Akdeniz Bölgelerini gezdikten sonra
İstanbul, Bursa, Mudanya, Balıkesir. ve İzmir illerini de gezi programına almıştır.
İzmir Valisi Kâzım Paşa 17 Haziran 1926 günü Mustafa Kemal Paşa’ya İzmir’de yapılacak olan
suikastın meydana çıkarıldığını haber verir. Suikastçılar saldırı araçlarıyla yakalanırlar. İstiklal
Mahkemesi suçüstü gerekçesiyle hemen konuya el atar. Yakalanan tertipçilerin eski ittihatçılardan
ve kapatılan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mensuplarından olduğu tespit edilir. Mahkeme 15
kişiye idam cezası verir ve cezalar infaz
edilir.(6)
Mustafa Kemal, halkı yanına almadan hiçbir atılımcının başarıya ulaşamayacağını
kanıtlayan büyük bir liderdi. O öldükten sonra laiklik ilkesinden ödün verildi. Türk halkını ve
camilerini hurafeci, bilgisiz din adamlarından kurtarmak amacıyla, aydın din adamları
yetiştireceğiz diye İmam Hatip Okulları açıldı. Yarım milyona yakın mezun verdi. Ama onu
kuranların art niyetleri Türkiye yönetimini bu okulların mezunları ile ele geçirmek olduğu için
(nitekim Ordu bunun farkına vardı ve Harp Okuluna giren İmam Hatip Okulu çıkışlıları okuldan
uzaklaştırdı) halkımız ve camilerimiz gene hurafeci eski imamların ellerinde kaldı. İmam Hatip
Okulları da aydın din adamı yetiştirmekten ziyade öğrencilerini yüksek okullara göndermeğe
kalkan bir atlama tahtası haline geldi. Bu sapmalar başka meslek okullarına da sıçradı. Öğretmen,
tarım, polis ve sanat okulları gibi meslek okulları da yüksek okullara öğrenci hazırlayan birer
liseye dönüştü. Üzülerek söylemek gerekirse toplumumuzun kaldıracı olan öğretmen, tarım, polis,
zanaat meslekleri yüksek okullara gidemeyen, geçim sıkıntısı yüzünden çalışmak zorunda kalan
düşük puanlı, az yetenekli elemanların ellerinde kaldı.
Okuduğumuz Köy Enstitülerinde öğretmenlerimiz bize Atatürk’ü eşsiz bir komutan, büyük
bir devlet adamı, Osmanlı toplum yapısını devrimleriyle çağdaşlaştıran, halkçı bir lider olarak
tanıttılar. Biz de otuz yıl çalıştığımız mesleğimizde öğrencilerimize böyle tanıttık. Yıllarca Onuncu
yıl marşı’nı “İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” diye öğrencilerimizle beraber coşku ile
söyledik. Bunun gerçek olup olmadığını toplumumuzda aradığımızda üzülerek söyleyelim ki
göremedik. Ortada savsaklanmış bir eğitim ve savsaklanmış bir köy gerçeği ile karşılaştık.
İnsanları çoban, çırak, hamal, kapıcı, hizmetçi, tutma, kahya, dilenci, amele, odabaşı, lağımcı,
baltacı, çöpçü, maraba... (*) gibi niteliksiz işlerde çalışan topraksız kitleler gördük. Diyeceksiniz
ki, toplumda bu işleri kim yapacak. Bu işlerin adamı
(6) Şevket Süreyya Aydemir: Tek Adam, C.3,S.273-274.8. basım.
(*) Bugün Türkiye’mizin geri kalmışlıktan kurtarılması için döviz girdisine büyük gereksinmesi
vardır. Türkiye ‘de işsizlik vardır. Birçok köylü yurttaş yabancı ülkelerde ekmeğini kazanmak için
çalışmak zorunda kalmıştır. Ailelerine gönderdikleri dövizler Türkiye’miz için göğüs kabartıcıdır.
Ama çalıştıkları yerler pistir, tozludur, radyasyonludur, deneysel ilaç yutulan laboratuarlardır.
Buralarda çalışanların pek çoğu sigortasızdır. İçlerinde kansere yakalananlar vardır. Kaza ve
hastalıklarda sakat kalanlara hakkı olan paralar verilmemektedir. Çok çalıştırılıp az ücret
verilmektedir. Dostumuz Almanlar bu kötü koşullar altında çalıştırdıkları işçilerimize paralarını
istedikleri vakit hakaret etmektedirler. Böylesine sıkıntılı koşullar içinde yaşam savaşı veren
işçilerimizin durumlarını Alman yazarlarından Günther Wallraff, “En Alttakiler” adlı kitabında
sergilemiştir. (Milliyet Yayınları. 13.baskı) Bu
(*devam) kitaptan aldığımız her alıntı işçilerimizin günlük yaşamlarının renkli bir perdesidir.
Okuyucularımızla bu renkli perdeleri birlikte izlemekte yarar görmekteyim:
(Alıntıların sonundaki sayılar bu kitaptaki sayfa numaralarıdır.)
İş bulma ilan!arı: “Sağlam yapılı yabancı işçi iş arıyor. Ağır ve pis işlerde de çalışabilirim.
Ücret önemli değil. “(11). 11 yıldır Almanya’dayım. Türk’üm ve işsizim... sağ ol. (23)
Kaldıkları . konutlar: “Duvar kağıtları dökülmüş, . pencereleri ışık geçirmez olmuş, helası
bile bulunmayan bir yer burası. (43). “Çiftlik sahibi kadın bana evin önünde duran pas tutmuş bir
arabayı gösterdi. Beğenmezsem arka taraftaki ıslak kokuşmuş ağılı oradaki kediyle
paylaşabilirmişim. (21)
İş yerleri ve çalışma koşulları: “Helalar temizlenmemiş! İşçilere ayrılan bölümdekilerin
bazıları belli ki en az bir haftadır tıkalı. Diz boyu dışkının içindeyim. Kovayı, küreği al, temizle
şurayı. Fazla sallanma.” (45) “Öyle maskesiz falan çalışacaksın; istersen geber git. Onları
ırgalamıyor. Tek dertleri iş görülsün...” (102). Üç saat! Bu en az üç bin kez soluk almak,.
ciğerlerini kömür tozu ile doldurmak demek! Üstelik bayıltıcı bir havagazı kokusu yayılıyor
ortalığa. Korunma maskesi soruyorum; Mehmet yanıtlıyor: “Bize vermiyorlar.” (98).
Dökümhanede temizlik yaptırdılar. Aletleri, makineleri bir bir temizledik. Tozu, isi mecburen
yutuyorsun içine. Kimisi kustu. Birisi bayıldı... Soluk alamadıkları için ayakta duramayan, düşenler
oldu...” (143) “...Üç dört yıldır buralarda çalışan otuz-kırk yaşlarında adamlar var; en az elli
yaşında gösteriyorlar. Bazısı sanki altmışında. Tepesinde saç kalmamış. yüzünün kemikleri
fırlamış...” (143)
Kobay insanlar arasında: “... İki hapı da onların gözleri önünde yutmam gerekiyormuş. Önce
bakış açımın daraldığını seziyorum. Avluya -bakmaya çalışıyorum, ama güneş gözümü alıyor.
Gözlerim acıyor. Yatağa uzanıp uyuklamaya başlıyorum Saat başı kan vermeye giderken
uyurgezerler gibi sallanıyorum. Herkesin beti benzi atmış. Çökmüş gibiler. Saat başlarında kalkıp
gelemeyenlerin sayısı her seferinde biraz daha artıyor. Yataklarından kaldırıp getiriyorlar. Bir
kadın ateş basmasından, baş dönmesinden, tansiyon bozukluğundan şikayetçi. Kolu buz gibi
olmuş; derisi sertleşmiş, canlılığını yitirmiş gibiymiş...” (163) “...Aşırı bir bezginlik, şiddetli baş
ağrıları, söküp atamadığımız bir sersemlik, algılamada ciddi bozukluklar ve sürekli uykuya dalma
eğilimi. Dişetlerinde şiddetli bir kanama başgösteriyor. Yedi defa, kan alındı.” (163) “Bizim
taşeron şirketinin 2500 kadar işçisi var. En az 1500’ü yabancı. İşler onlara gördürülüyor. Yıllık
revizyon bitince de kapı dışarı ediyorlar. Zaten çoğu birkaç haftalığına işe alınıyorlar. En çok
“kavrulanlar” da onlar oluyor. Hiç bir şeyin farkında olmadan santrallere dalıyor, yiyorlar
radyoaktif ışını, oldu bitti.” (213) “İşçiler, işe ilk alınırken taşeron firmalarca sözde bir sağlık
denetiminden geçiriyorlar. Ama iş bittikten sonra kimse bu noktayla ilgilenmiyor. Taksitle cinayet
değil mi bu,?’ Gizlice kimse görmeden, tanığı, kanıtı olmayan, yığınların kurban gittiği bir cinayet.
...“ (217-219)
Bir atom santralı sorumlusu, işçi komisyoncusuyla şöyle konuşmaktadır:
H. Hassen: “t.. Borunun iyice kıvrıldığı bir yer var. Dikkat edelim de çok iri yapılı adamları
almayalım...”
Adler: “Hiç biri öyle pek iri yapıtı değil. Karınlarını bile doyuramayan zavallı hayvancıklar
bunlar. Bir deri bir kemik hepsi.”
H. Hassen: “İnşallah hemen düşüp kalmazlar. Radyoaktif ışınlama açısından
deneyimlerimiz şöyle: Aşırı bir ışınlama söz konusu olup da bir arıza ortaya çıkarsa, bu adamlarda
en geç dört hafta içinde bazı belirtiler baş gösterebilir. . Saç dökülmesi, iktidarsızlık, kusma, ishal,
bezginlik... Uzun vadeli zararlara gelince: Bunu kontrol etmek zaten elimizde değil. Yıllar sonra bir
kanser belirecek olursa bu iş çoktan unutulmuş olur...”
(245)
Sigortasızlar: “Yalnız inşaat sektöründe 200.000 kaçak işçi çalıştırılıyor. Bunların çoğu Türk
ve sigortasız...” (46)
Paraya gelince: “Otuz yıldır inşaatlarda çalışırım, ilk kez burada büyük apteste giderken
kalfadan izin almam buyruldu... Günde on beş saat ayakta. Paraya geldi mi, yalnız çalıştırdıkları
on saati ödüyorlar. Yol için bir kuruş bile verdikleri yok.” (44). “Çat kapı çıkıp geldin demek! Ar
damarınız patlamış sizin! Utanmazlık bu!” (138)
“Ne yapayım, yarın sabah Türkiye’ye yola çıkıyorum. Gitmeden bir iki parça bir şey alırım,
diye düşündüm. Hiç param kalmadı da.”
“Akşamın yedisinde ne bok yemeye benim evime geliyorsunuz? Terbiyesizliğin daniskası
bu!”
Osman’ın göz pınarlarında iki damla yaş beliriyor:
“İç etti paramı. Türkiye’den bir daha gelemem buralara... “ (138-139)
Çalışma saatleri: “Yirmi yaşına yeni girmiş bir işçi arkadaş, her ay 300-500 saat arası
çalışıyor...”“...Haftada 15-16 vardiyadan fazlasına dayanılmaz diyorlar...” (107) “Her gün on altı
saat, yada 12-13 saat. Cumartesi, pazar tatil günü; hiç değişmiyor...” Bizimkiler bu saatlere
kuzu gibi ses çıkarmadan çalışırken bakınız Cezayirli işçi nasıl tepki gösteriyor:
“Şerif: Tekrar iş başı, gece ona kadar çalışacaksınız bugün!” Cezayirli: “Kıçımı yalarsınız.
Çalışamam artık. Robot değilim ya ben!... (110)
“Hastalıklar, kazalar ve ölüm: “Mannesman’a gönderilen bir ‘arkadaşımız vardı. Ateşçi
olarak çalışıyordu. Demir parçalarını indirip yüklerken zincirlerden biri, olanca hızıyla dizlerine
çarpmış. İki’ bacağı da kırıldıydı. Altı yedi ay hastanede kaldı... İyileştikten sonra Mehmet bir ara
uğradı. Dört beş saatliğine de olsa işe alıp alamayacaklarını sordu... İşletme şefi dinlemedi bile ne
dediğini. Kapı dışarı etti adamı.” (125)
“Yüksek fırında meydana gelen bir kazada bir işçinin nasıl korların ortasına düşüp, bir anda
bir yumuşak ateş haline geldiğini anlatıyor. Geriye bir şey kalmadığı için, alev alev korlardan
küçük bir parça alıp onu vermişler yakınlarına, gömsünler diye. Aslında ölen işçinin vücudu çeliğe
karışmış, teneke levhalar biçiminde preslenmiş; kim bilir, otomobil yapımında mı kullanılmıştır,
tava, tencere mi olmuştur, yoksa bir tank parçası mı.’..” (156)
“Her taraf donmuştu zaten. Türk arkadaşlardan biri kaydı, kolunu kırdı. Altı hafta sonra
yine aynı yerde işbaşı yaptırdılar. Kırığına, yarasına falan aldırış eden olmadı.” (203)
“Doktora gitmek isteyen oldu mu, menecerin yanıtı hazır: “Kimin, ne zaman doktora
gideceğini ben bilirim!” (42)
Ali, asbest işleyen fabrikada kanser olur. Doktorlar iki ay yaşayabileceğini açıklar. Ali,
ölüsünün nasıl gömülürse ucuza çıkacağını sormaya çıkar. Ölüsü yakılırsa 2500 mark derler.
Külümü kardeşime verin der. Onu biz göndeririz, ayrıca posta parası da alırız derler. Tabut
fiyatlarını sorar. 3600-5700 mark arasındadır, parayı peşin alırız derler. Ölüsünün memlekete
gönderilmesini sorar. On bin marklık bir hesap çıkarırlar. Gösterişli bir vazo alır ve adamlara
gösterir:
“Yakılmaya karar verirsem, buna koyar mısınız küllerimi?” (84-90)
İşverenlerin ve Almanların hakaretleri:... “İlerideki bir masada olayla ilgilenmiyormuş gibi
oturan bir adam yavaşça kalktı, bira tezgahına yaklaştı ve cebinden çıkardığı bir bıçağı tezgaha
sapladı: “Çekil git buradün, Türk domuzu!” (24) Bir olimpiyat stadyumunda:
“Hitler zamanından kalma “Zafer kutsaldır!” - Kahrolsun kızıl cephe!” gibi bağırtılar gırla
gidiyordu. Sürekli tempo tutularak” Türkler dışarı!” “Almanya Almanlarındır!” (26)
“... Yaşlıca Türk, işini Alman işçilerine göre en az iki kat daha çabuk görüyor. Ama kalfa
sürekli ensesinde: “Kokuşmuş Türk! Böyle ağırdan alacaksan, gelecek sefere molozları alıp
götüren kamyona yükletirim seni de!” (44)
“...Taze beton yerlere saçılıyor... Kalfa başında bitiveriyor:
“Yeter be Allah’ın belası kokuşmuş hayvan! Üçe kadar saymasını bilmezsiniz, bari önünüze
bakmasını öğrenin! Bir daha olursa karışmam; çeker Anadolu’ya döner, orada kumla oynarsın!
(48-49)
“Almanca konuşsanıza be! Burası Almanya, bu ülkede Almanca konuşulur, anlaşıldı mı! O
Allah’ın belası dilinizi de inşallah yakında gider, o Allah’ın belası ülkenizde konuşursunuz! (99)
“Posta başı Alfred tepemizde... Allah’ın belası işe yaramaz maymunlar! Sizi bok soyu
çingeneler! Pis Türkler! Sarımsak kokulu Yahudiler sizi! (148)
olmayacak mı? Elbette olacak. Ama neden köy insanları hep bu işlerin adamı olsun? Köylüye
demirbaş mı bu gibi işler? Köylerde nice yetenekli çocuklar var. Neden bu yetenekli çocuklar
okutulup nitelikli meslek sahibi olmasınlar? Mustafa Kemal’in Türkiye’sine böyle köylü yakışır
denebilir mi? Eğitimimizin ve köylümüzün geri kalmışlığında devrimci Mustafa Kemal’i ortadan
kaldırmak için dini siyasete alet edenlerin, bu yönde parti kuranların, iç ayaklanmalar
çıkaranların, suikastlar düzenleyenlerin, ilerici devlet adamlarını tarih boyunca öldürenlerin,
matbaa gibi ileri bir kültür tekniğini üç yüz yıl yurda sokmayanların, niteliksiz insanlar yetiştirerek
gününü gün eden medrese ulemalarının, Ordu’nun ve toplum düzeninin ileri uluslarınki gibi
olmasını isteyenlerin kuyusunu kazan dalkavukların, kovcuların, satılmışların payı yok mudur?
Köylerin kalkınması hani? Toprak reformu hani? Mustafa Kemal de milli gelirin hakça
paylaştırılmasını, sağlayamadı diyenler neden her şeyin yapılmasını Mustafa Kemal’den
bekleyenler ne yazık ki, bu acı gerçekleri de çok iyi bilenlerdir. Bakınız uzun zaman milletvekilliği
yapmış bir yazar bu konuda ne diyor:
“Eğer bu parlak sonuca ulaşmak nasip olmamış ise bunun sorumluluğu; Atatürk’ten sonraki
hükümetlerin ödüncü ve yılgın idaresine aittir. Mustafa Kemal’in ışık tuttuğu yolda yürümekten
ürkenler utansın!” (7)
Atatürk’ün başlattığı eğitmen kursları, köy öğretmen okulları (bu okullar 1940’ta köy
enstitülerine dönüştürüldüler) Köy enstitüleri, halkevleri Türkiye halkı için yararlı ve dünyaya
örnek kurumlardı. Bunlar Atatürk ilkeleri doğrultusunda TBMM’nin uzun deneyimlerinin yapıtı idi.
İleride Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun çıkış seyrini TBMM’nin zabıtlarında büyük toprak
sahiplerinin topraksız köylülere toprak verilmemesi yolundaki inançlarını, sahip oldukları
toprakları ve onlarla elde ettikleri itibarlarını yitirmemek. için nasıl direndiklerini göreceğiz. Büyük
toprak sahibi milletvekillerinin ellerinde olan toprağı kaçırmamak için
“Hayvanlar üzerinde tıp denemelerine son. Onların yerine Türkleri kullanın.” (155)
“Bir Türk kadın işçisinin durumu çok kötü. Bazıları kadın olduğu için asılıyor; kimi yabancı
oluşu nedeniyle dalga geçiyor. İzmarit dolu kül •tablasını önüne boşaltanlar da çıkıyor.” (40)
“Adam köpürüyor, ille Ali’nin damarına basacak: Haydi oradan! Sizin o Anadolu’dan gelme
kadınları üste para versen de almam zaten! Pis kokularına kim dayanır onların,? İşe girişmeden
kirlerini keselemek lâzım! Zaten şalvarını indirinceye kadar seninki, de düşer aşağı!” (112)
Evet, bu alay edilenler, hakaret edilenler bizim köylü Ali’ler, Memet’ler ve onların kızlarıdır.
Eğer okutulsalardı, bir meslek sahibi edilselerdi bu aşağılamalar başlarına gelmezdi, hem de
emeklerinin karşılığını tam tamına alırlardı. Kendilerine yapılan hakaretin altında kalmazlardı.
Alman yasalarının yabancı işçilere tanıdığı haktan yararlanırlar, onları mahkemelerde
süründürürlerdi.
Köylümüz gerçekçidir, dindardır, çalışkandır. Yurdunu, ulusunu sever, devletine bağlıdır.
Devlet, bu kişiliğe sahip olan köylüye yalnız bir Kur’an kursu açmayı yeterli görmemelidir. Onun
çocuklarının da bir iş ve meslek sahibi edilmesi, yüksek okullarda okuması, okutulması gereklidir.
Bu durum bir düzene sokulursa köylü çocukları da çağdaş bilgi ve becerilerden kör, kütük
kalmaktan kurtulurlar. Bu bireylerden oluşan köylü de yeni silahlarla donatılmış ordu gibi kendi
sorunlarını yener. Demek oluyor ki, köylüyü kalkındıracak olan güç onda yaratılacak çağdaş
düşünce kaldıracıdır Bu kaldıraç, iş okullarıdır, üniversitelerdir.
Eğer köylünün geri kalmışlığına hiç dokunmadan onun yalnız hoşuna giden dinî ve
kahramanlık duygularını okşayarak oylarını alma yolunu tutarsak bilelim ki bizim bu davranışımız
kendi çıkarımızın üstünlüğünü sağlamak içindir, onu, eski yerinde mıhlamaktır. Yalnız BEN’in
çıkarı için bu aksak gidişe devlet dur diyemezse “Köylüsü kalkınamayan bir ülkenin, kentlisi de
kalkınamaz, böyle bir toplumda uyumlu bir denge de sağlanamaz.” varsayımı karşımıza dikilir!?.
(7) Avni Doğan: Kurtuluş Kurtuluş ve Sonrası, s. 154
yaptıkları bu direnmeler kendi çıkarları açısından yadsınamaz. Onların karşısında olan o günün
hükümeti ve TBMM üyeleri işe toprak kanununun gerekçesini şöyle dile getiriyorlardı:
“Köy düzeyinde görüleni .işsizliğin, ahlaksızlığın ve yoksulluğun temelinde topraksızlık
gelmektedir. Hiç toprağı olmayana, az toprağı olan çiftçilere toprak verirsek bunlar ortadan
kalkar. Bu bakımdan kişi çıkarlarından kamu yararını üstün tutmak zorundayız” diyorlardı.
Buradan önemli bir gerçeği vurgulamadan geçemeyeceğim; toprak yasasını çıkaran iktidar
topraksız köylüye toprak edinme eğitimi vermedi. Onda toprak edinme özlemi yaratmadı. Toprak
yasasının kendilerine kazandıracağı hakları tanıtmadı. - Köylü de Çiftçiyi Topraklandırma
Kanunu’nun kendileri için yararlı mı zararlı mı olduğu bilincinden yoksundu.
Bunu nereden biliyorsunuz diyeceksiniz. Köylüler 1950 seçimlerinde kendileri için toprak
yasası çıkaranlara oylarını vermediler, kendilerine toprak vermemek isteyenlere oy verdiler. Bir
ana bile çocuğuna yeni bir oyuncak vereceği zaman onu kendi eliyle oynatır, çocuğu güldürür,
arkasından koşturur, çocukta isteme hevesi yaratır ve çocuğun eline yeni oyuncağı verir. Çocuk
da bu oyuncağı kimseye vermeden oynar, elinden alınırsa ağlar.
Topraksız köylüye böyle bir eğitim verilmediğinden onlar da bu yasaya sahip çıkmadılar.
Oylarını alanlar da onların bu durumundan yararlanarak Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nu
yürürlükten kaldırdılar. Köy Enstitülerinin kaldırılışı da böyle oldu. Köylü kendisi için açılan Köy
Enstitülerinin yararını kavrayacak düşünsel yapıdan yoksundu. Kapatıldıkları için de herhangi bir
tepkide bulunmadı. Hâlâ da köylüde köy enstitüleri, halkevleri, toprak yasası için açılsın diye bir
uğraşı görülmemektedir. Türk Halkı, öteden beri yapıla gelen ordunun modernleştirilmesinde,
matbaanın gelişinde veya geç kalışında, Tanzimat, Meşrutiyet, hatta Cumhuriyet hareketlerinde
söz sahibi değildi. Bu çağdaşlaşma hareketlerinde en büyük güç ordudan geldi. Sivil aydınlar da
onu destekledi. Burada haklı olarak kazanılmış bir hak var. O da demokrasi. Demokrasi
yönetiminin yasalarına göre halkın hakları yasal kuruluşlarca ele alınır oldu. Bu kuruluşlar Atatürk
halkçılığından doğan halkevlerinin, köy enstitülerinin, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun
işlevlerini halkımıza kavratırlarsa, halkı ister duruma getirirlerse o zaman bu kurumlar yeniden
kurulabilir ve kurulduklarında da ömürlü olabilirler. Burada bazı gerçekleri daha vurgulamakta
yarar var. Köylü çağdaş ve yasal haklarını bilmiyor diye bulunduğu düzeyde tutulmasının hoş
karşılanıp karşılanmama sorunu, toplamı milyonları bulan bu büyük kitlenin okutulmamalarından
kaynaklanan düşün yaratamama sorunu, geri kalıp gelişememe, hatta kalkınamama sorunu,
devlet yönetimine katılamama sorunu, öte yanda varlıklı ailelerimizin Türkiye, Avrupa, Amerika
üniversitelerinde çocuklarını okutup devlet yönetiminde söz sahibi etmeleri sorunu, bunların
karşısında köylü çocuklarının ana dilini bile doğru dürüst konuşamaz halde oluş sorunu...
Demokrasinin çok sesliliği, hukukun üstünlüğü açısından bu sorunlara nasıl bir çözüm getirme
sorunu da kendiliğinden ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Bu sorunları çözmek zor değildir. Topraksız köylülerin topraklandırılması Atatürk’ün bir
emanetidir. Onunla milyonlarca köylüye iş sağlanmış olacaktır. Toprak yasasının
savsaklanmasında yurdumuz ekonomik, sosyal ve ahlaksal yönden kolay kolay yerine
getirilemeyecek değerler yitirdiği (geçim sıkıntısından böbreğini, çocuğunu satışa çıkaranlar,
homoseksüellik, fuhuş, cinayet, hırsızlık, haneye tecavüz.., gibi. Belge günlük gazeteler)
görmemezlikten gelinemez. Nasıl ki Mehmetçik yurduna saldıran düşmanı koymak için ölümden
korkmadan silaha sarılıp savaşta utku kazanıyorsa devleti yönetenlerde de önce Mehmetçik’teki
içtenlik gibi içtenlik olması gerekir. Devlet eğitimde fırsat eşitliğini uygularsa milli gelir
dağılımımızdaki adaletsiz dağılım dahil bütün sorunlara çözüm getirilebilinir. Hele öğrencilerini
üretici eğitimle yetiştiren -köy enstitüleri deneyiminden yararlanılırsa yaşamdan kopuk tüketici
eğitimin getirdiği bütün olumsuz sorunlarımız devlete az bir yükle çözüm sağlar. Diyecekler ki “O,
okullar bilgisizdi. Onlarda bilim adamı yetişir mi?” Evet o günkü savaşın getirdiği yoksullukta
(1939-1946) köy enstitülerinin yetiştirdiği öğrencilerden İstanbul, Hacettepe ve Ortadoğu Teknik
Üniversitelerinde öğretim görevlisi
pröfesörler vardır. Bugünkü koşullarda açılırlarsa neler yetiştirmez ki?
Bugün KİT’ler zarardadır. KİT’ler yarardadır diyenler çoğaldı. En yalın tanımıyla KİT’ler
halkımızı ve ordumuzu en ucuz giydirip kuşatmaktadır. Evimizin, kışlamızın, fabrikamızın yapı
demirini, gerekli olan çeliği, yuvamızın, kışlamızın, fabrikamızın yakacağı kömürü en ucuz o
üretmektedir. KİT’e sahip çıkmakta toplum yararı yok denebilir mi?
Buraya kadar Atatürk’ün devrimlerini belirtmeğe çalıştık. Biraz da Türkiye’mizin
canlanması için kurduğu KiT’lerin hangi gerçeklerimizden doğduğuna değinelim. Birincisi
Meşrutiyet döneminde:
II. Abdülhamit’in Seraskeri (M.S.Bakanı) Rıza Paşa’ya ilgililer işe başladığı gün ordunun
buğdayının olmadığını bildirirler. Kara ordusunun kasasında ne kadar para olduğunu sorar “264
kuruş” derler. Osmanlı Ordusu o zamanlarda giyeceği çuhayı, ayakkabıyı, kullanacağı koşum
derilerini, fes, buğday, arpa, ... gibi gereksinmelerini hep dış ülkelerden sağlamaktadır. (8)
1908 devrimini yapan İttihat ve Terakki liderleri padişahlıktan en küçük yönetim
birimlerine kadar siyasi iktidarı ele aldıklarında “Beyoğlu ve Galata hakiki bir sömürgeciler yatağı,
Osmanlı-Müslüman sınıfı ise bir proletarya ezginliği içinde...dir... İttihatçılarda da “zenginler bir
gün işe yarar” düşüncesi vardır. Onların bu düşüncesinden yararlanmaya çalışanlar hemen
kendilerine sokulurlar. Kısa zamanda harp zengini olurlar. I. Cihan Savaşı’nda yenilen bu iktidar
liderleri ekonomik yönden acınacak bir yoksulluğa düşerler. İttihatçıların en ünlülerinden Talat
Paşa’nın anası ev kirasını veremez. Talat Paşa Berlin’den yazdığı mektupta kendi koltuklarında
palazlanan zenginlerin “Pek az bir borç yüzünden anasının kira evinden atılmamasına yardım
etmeyenlerden” yakınır.
Bir başka vezir de vaktiyle kendi himayesinde palazlanan bir zengine İsviçre’de okuttuğu
çocuklarına yol parası versin diye yazar Falih Rıfkı’yı gönderir. O da “Nerede bende para?” diyerek
bürosunun kapısını yüzüne kapatır.
Bu kayırmalı zenginlerden Selanikli Karasu ise İngiliz donanması İstanbul’a girdikten sonra İtalyan
uyrukluğuna geçiverir... (9)
İkinci gerçeğimiz Kurtuluş Savaşıdır. Mustafa Kemal, düşmanı yurttan atmak için
yurttaşlar birliğini sağlamıştır. Askerinin ayağında çarığı, sırtında gömleği, kıçında donu yoktur.
Ordusu yiyecek tahıla, cephane yükletecek hayvana, günlük kullanacağı kösele, deri, kayış,
kurşun, kalay, bakır, barut... gibi birçok şeylere, gereksinmesi vardır. Devlet ise bunları
sağlamaktan acizdir.
Üçüncü gerçeğimiz tek partili CHP yönetiminin 1930’lu yıllardaki görüntüsüdür:
“1930 sıralarında CHP halktan kopmuştu. Halkın dışında, dar, basit bir bürokrat hizbi ile,
ancak seçim ve çıkar bağıntıları olan mahalli fakat dar taşralı taraftarlardan oluşmaktaydı. Partiyi
vilayetlerde yüksek kademelerde temsil eden “mutemetler” (inanılanlar) aşırı tahakküm ve çıkar
yollarına pek sapmamakla beraber, ne merkezin, ne de halkın benimsediği insanlardı... Halk
tedirgindi. Bilhassa ihracat malları yetiştiren uyanık bölgelerde; Karadeniz, Ege, Akdeniz
mıntıkalarında iktisadi buhran bütün şiddetiyle hükmünü sürdürüyordu. Fiyatlar sıfıra düşmüş
gibiydi. Ona karşın malın alıcısı yoktu.. Hele ihraç mallarının aracılığı ile geçinen kent ve kasaba
orta sınıfları, açıkça şikayetçiydi. Orta ve Doğu Anadolu’nun yalnız tahıl ve hayvan yetiştiren köylü
ve kentli halkı ise, gerçi uysal, sessiz, ama bitkindi. Birçok yerlerde buğdayın fiyatı 2 kuruşun
altında, bir davarın fiyatı 4 lira etrafında idi. Hükümet ve parti ise, halka inemiyor ve gerçekleri
halka anlatamıyordu... Hükümet başkanı, aynı zamanda parti başkanı idi. Amma, daha önce de
belirttiğimiz gibi o, partiyi aktif ve önce bir halk organı olarak almıyordu. 0 daima hükümet
başkanı olarak konuşuyordu. Bu ise biraz da, halktan kopmak demekti...” Şevket Süreyya (Tek
Adam: c.3,S. 380-381)
(8) Şevket Süreyya Aydemir: Enver Paşa,c.I.s.218-219.
(9) Falih Rıfkı Atay: Çankaya,,c.I.s.24-26.
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, memleketin içine düştüğü ekonomik
bunalımı görür. Türkiye’yi demokratik ve varlıklı bir ülke durumuna sokmak amacıyla kendi partisi
olan CHP karşısında yeni bir parti kurdurmaya girişir. Gümüşhane Milletvekili Ali Fethi Bey’in
insanî ve siyasî ahlâkına güvenmektedir. Fethi Bey ile Yalova’da buluşur. Ona laik cumhuriyet
temeline dayanan ve bu temelden ayrılmamak koşulu ile yeni bir parti kurmasını teklif eder,
konuşma sonunda (7 Ağustos 1930) Fethi Bey’in “Serbest Cumhuriyet Fırkası (partisi) adında bir
parti kurması kararlaştırılır. Fethi Bey başkanı olduğu bu partiyi 12 Ağustos 1930 da kurar., Genel
sekreterliğine. de Mustafa Kemal’in çocukluk arkadaşı olan Kütahya Milletvekili Nuri Bey’i
(Conker) getirir.
CHP’nin karşıtsız, eleştirisiz, yasaklı yönetiminden memnun olan eşraf takımı bu partiye
cephe alır; Sivas’ta 8 Ağustos 1930 günü bir gövde gösterisine girişir. Başbakan İsmet Paşa da
Sivas’a demiryolunun varm3sı dolayısıyla orada toplanan halka yaptığı konuşmasında özetle:
“Türkiye’de ilk demiryolu, yapımı 1860 da başlamıştır. 1920 de BMM 4000 km. yol
bulmuştur. Padişahlık yönetimi yılda 66 km yol yapmıştır. Biz 1920’den bugüne kadar 1800 km
demiryolu yaptık. Eski yolların tamiri de bunun dışındadır. Bir yılda yaptığımız yol ise 180. km’dir.
Konya – Afyon -Eskişehir - Ankara demiryolu, padişahın Türkiye Büyük Millet Meclisini
kurdurmamak için başlattığı iç ayaklanmaları bastırmakta ve bağımsızlık Savaşımızda çok işimize
yaramıştır. Eğer Erzurum - Ankara demiryolu olsaydı Avrupa, Sakarya Savaşı’na belki de
giremezdi. Demiryolu politikasına devletimizin bugün ve yarın millî varlık, millî bağımsızlık ve millî
birlik sorunumuz olarak yönelinmiştir…” der ve Serbest Cumhuriyetçi Fırkası’nın dış borç sağlama
ve liberalizm ilkesine de çatar:
“Liberalizm teorisi bu memleketin güç anlayacağı bir şeydir. Biz ekonomide ılımlı
devletçiyiz. Bizi buna yönelten, bu memleketin gereksinimi ve bu milletin düşünce eğilimidir.
Memleketin gereksinmeleri için herkes ve her yer Hazine’den çare arar. Elektriği yapılmayan kent,
limanı kötü olan yer, iş bulamayan adam Hükümeti kabahatli tutar. Devletçilikten büsbütün
vazgeçip her nimeti sermaye sahiplerinin gayretinden beklemeye yöneltmek bu memleketin
anlayacağı bir şey midir?... Bize yabancı sermaye istemiyor zehiri akılıtıyor. Uzun süreli ve uygun
koşullarda borç verme isteği oldu da kabul etmedim mi? Öyle koşulları vardı ki, bunları ancak
akşama yiyeceği olmayan, kapısında alacaklıları zorlayan, gözü kararmış bir çaresiz adam kabul
edebilirdi.” İsmet Paşa’nın başarısı, ne pahasına olursa olsun milleti böyle bir duruma
düşürmekten korumuş olmasıdır. - (Mahmut Goloğlu: Devrimler ve Tepkileri,s.282-283)
Fethi Bey de 7 Eylül 1930 günü İzmir’de partisinin düzenlediği mitingde İsmet Paşa’yı
yanıtlar. İzmir mitingi çok görkemli olmuştur, yüz binden fazla insan katılmıştır. Ama bunlar ne
CHP’nin ne de SCP’nin programını bilen kişiler değildir. Ama içlerinde “idealistler, dargınlar,
içtenlikçiler, demokrasi aşıkları, öç alma heveslileri, kötü niyetliler, fedakârlar, çıkarcılar,
anarşistler,kışkırtıcılar, özgürlük özlemi çekenler, özgürlükte aşırı istekliler, aşırı solcular ve
sağcılar, geçim sıkıntısı çekenler vardır”. (a.g.ys.287) Fethi Bey kendisini alkışlayan bu kalabalığa
iktidara geldiklerinde vergi adaleti sağlayacağını, dairelerde işlerin kolayca yapılacağını, rüşveti
kaldıracağını... vaat eder.
Bugünlerde belediye seçimleri de başlamıştır. Halk partililer oy vermekte şaşkınlık
içindedir. “Halk Partisine oy vermenin utangaçlığını” duymaktadır. Serbest Cumhuriyet partililer
ise “kendilerini bütün bir hoşnutsuzluk zümresinin temsilcisi durumuna sokmuştu”. Serbest
Partiye oy vermek isteyenler, birbirleriyle yarışırcasına büyük bir hevesle sandık başına
koşuyorlardı. Bu umulmadık ilgiyi gören Halk Partililer de, halkın değer bilmezliğinden üzülüyor ve
yakınıyorlardı. (Hilmi Uran: Hatıralarım: 215-217), (Mahmut Goloğlu: Devrimler ve Tepkileri:
s.286). Seçim sonunda ise 502 belediyeden yalnız 22’sini Serbest Parti kazanmıştır.
Bu durumu gören Serbest Parti Başkanı ve Gümüşhane Milletvekili Fethi Bey, 15 Kasım
1930 günü TBMM’ne bir önerge verir. Belediye seçimlerinde seçmenlerinin oy vermelerinin
engellendiğini, seçime hile karıştığını, İçişleri Bakanlığı’ndan gensoruda bulunmak üzere görüşme
açılmasını teklif eder TBMM 16 Kasım 1930 günü konuyu görüşmek üzere toplanır. ilk sözü Fethi
Bey alır: “Partisine oy vermek isteyenlerin polis ve jandarma tarafından belediye dairelerine
sokulmadığını, zorla dağıtıldıklarını, yaratılan bütün zorlukların yetmediği yerlerde birçok yurttaşın
tutuklanıp hapse atıldığını, teşekküre değer ki, içişleri memurlarının bu kanunsuz davranışlarına
alet olmayan adliye memurları ellerinden geldiğince yurttaşları serbest bırakmaya çalıştığını, eğer
bu haksız tecavüzler karşısında daha acıklı olaylar olmamışsa, bunu halkın siyasî eğitimine ve
kanunlardan ayrılmamaktaki kararlılığına borçlu olduğunu... söyler. CHP adına konuşan Konya
Milletvekili Refik (Koraltan) Bey de:
“Fethi Bey’in zehirli kışkırtıcılardan nefretini belirtmediği için işin çığırından çıktığını,
cumhuriyetten ve devrimlerin koruyucusu olmaktan uzaklaştığını, çabuk ve kolay başarı için
halkın saflığından yararlanılmak istendiğini, bunun için her çareye başvurulduğunu, şapkanın
kaldırılacağından, yeni Türk harflerinin atılacağından, medreselerin açılacağından, okullara Kur’an
dersi konacağından, Halifenin getirileceğinden söz edildiğini...”. ileri sürer. (a.g.y.,s.295)
Serbest Parti milletvekilleri görüşmelerden sonra partilerinin yaşayamayacağını anlarlar. Feshine
ait aldıkları kararı imzalayıp Mustafa Kemal Paşa’ya verirler. 17 Kasım 1930 günü Serbest
Cumhuriyet Partisi’nin resmen feshedildiği ilan edilir... Böylece üç aylık Serbest Cumhuriyet
Partisi ortadan kalkar, tek parti sistemine yeniden dönülür..
1930 olayları yalnız Serbest Parti olayı değildir. Ağrı ve Menemen olayları da vardır;
“Eskiden Hamidiye Alayları gibi özel silahlı birlikler kurulması ve öteki sebeplerle, Doğu illerinde
yaşayan halkın ileri gelenlerine bazı imtiyazlar verilmişti. Böylece; Doğu Bölgesinde ortaçağ tipi
derebeylikler türemiş, aşiret teşkilatı güç kazanmış ve bunların devlete bağlılıkları zayıflamıştı.
Vergi vermiyor, askere gitmiyorlardı. Cumhuriyet yönetimi bu imtiyazları kaldırma, eşitliği kurma
yoluna gidince, çıkarı bozulanlar Hükümete başkaldırmaya, çevrelerinde soygunlar yapmaya
başlamışlar ve Ağrı Dağı’nı bir yuva, bir sığınak gibi kullanmışlardı... Bütün bu nedenlerle; bir
hafta süren Ağrı Harekatı ile buradakilerin bazısı yok edildi, bazısı kaçtı, bazısı da devletin affına
sığındı”. (Z.C.:22.9.1930. a.g.y.s.276).
Kuvayı Milliye’ye karşı, Bayburt (26 Ekim 1919) Şeyh Eşref ayaklanması ile Bozkır
ayaklanmalarını (27 Eylül-20 Ekim 1919) yapanların elebaşlarının Nakşibendî Tarikatı’ndan
oldukları saptanmıştı. Laikliğe karşı Menemen olayını (23 aralık 1930) çıkaranların da Nakşibendî
oldukları saptandı. “Ölülerin dirileceği Kıyamet Günü ortaya çıkacak olan Mehdi benim” diyen”
esrarkeş” Giritli Mehmet ve müritleri yeşil bayraklarıyla Menemen sokaklarını dolaşırlar,
bayraklarını Belediye Meydanı’na dikerler. Sabah namazından çıkanları bayrakları altında
toplanmaya çağırırlar. Birkaç yüz kişi toplanır, zikre başlarlar. İlçenin jandarma komutanı bu olayı
bastıramayacağını anlar, alaydan askeri yardım ister. Alay komutanı da öğretmen asteğmen
Kubilay’ı bir müfreze ile yollar. Kubilay askerlerini kalabalığın yanına koyar, Giritli Mehmet’e
yaklaşır, yakasından tutar, dağılmalarını emreder. Giritli Mehmet sıkıya geldiğini anlar,
tabancasını çeker, ateşler, Kubilay’ı vurur. Komutanlarının yaralandığını gören askerler kaçar.
Kimseden yardım göremeyen Kubilay camiye sığınmaya çalışırken başını keserler, yeşil
bayraklarının direğine bağlarlar “En acı taraf, Derviş Mehmet bu cinayeti işlerken halkın içinde
bazı kimselerin onu alkışlamasıdır.”
Olayı bastırmaya gelen askerler ayaklananları çevirir, kaçmaya çalışanların beşi öldürülür.
Yakalananlar mahkemeye verilir. 28’i asılır, ötekiler de çeşitli cezalara çarptırılırlar... (10)
Birinci Dünya Savaşı, iç ayaklanmalar, Kurtuluş Savaşı, Osmanlı Hükümetinden kalan dış borçlar,
1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’nın etkileri ve siyasî dalgalanmalar yüzünden Cumhuriyet
Hükümeti sanayiye yatırım yapamaz. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, memleketi içinde
bulunduğu ekonomik bunalımdan kurtarmak amacıyla Anadolu illerine geziye çıkar.
Dördüncü gerçeğimiz de Gazi Mustafa Kemal, Serbest Fırka olayından sonra cumhuriyet
yönetiminin Anadolu illeri üzerindeki görüntüsünü incelemek üzere bir geziye çıkışıdır. Gezide
bulunan Ahmet Hamdi Başar, Atatürk’le Üç Ay adlı kitabında bu gezideki izlenimleri anlatır:
(10) Doç. Dr. Ahmet Mumcu: Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi, S.151:
“Atatürk, “İstilânın acılığını tatmış bir çevrede genç ve kahraman Asteğmen’in uğradığı saldırıyı”
Cumhuriyet’e karşı bir suikast olarak görür .
GAZİ SEYAHATİNİN SEBEBİ
“Atatürk’ün. geniş ölçüde yapacağı bu seyahatin hususi bir hedefi vardı:
Serbest Fırka hadisesi memlekette idareden memnun olmayanların çokluğunu ortaya koymuştu.
Her taraftan şikayetler yükselmekteydi. Bunların hepsini hocalar, mürteciler ve saire yapıyor
denmezdi. Çünkü her şikayet madde gösterilerek yapılıyordu. Vergilerin ağırlığı, tahsil edenlerin
yaptığı suiistimallerden (yetkilerini kötüye kullanmalarından) şikayet umumî idi. Devlet otoritesini
temsil eden memurların yaptıkları. haksızlıklar ve kanunsuzluklardan her tarafta, geniş ölçüde
misaller getirilecek, konu oluyordu. İnkılapçı elemanın merkezi olması lazım gelen Halk Fırkası,
birçok yerde çıkarcıların elinde ve emrinde çalışıyordu. Her devirde Fırkaların başına geçerek ve
arasına karışarak sözü geçen ve onunla geçinen profesyonel eleman, mütegallibe ve saire fırka
teşkilatını da idare etmekteydi. Belediyelere, Ticaret Odalarına, serbest meslek teşekküllerine,
hayır cemiyetlerine, şirketlere, özetle her nerede bir topluluk varsa oraya fırka namına bu
adamlar burunlarını sokuyorlar; istediklerini “fırka emridir” diye seçtiriyorlar; iş başlarına
geçiriyorlardı. Bu yolla yapılan sömürme ve zulüm gün geçtikçe şiddetleniyor, dolambaçlı
şekillerden sıyrılarak apaçık gözüküyordu...
Yeni Türk Cumhuriyetinin kurulmasından sonra geçen sekiz yıl içinde ne çok iş yapılmıştı?
Saltanatın baskısı kalkmış, dini taassubu kalkmış; demiryolları yapılmış, birçok imar hareketi
olmuş, iki seneden beri ise gümrük elimizde olduğundan yeni uygulanan himayeli gümrük tarifesi
ile ürünlerimiz yabancı rekabetine karşı korunmuş, yer yer sanayi canlanmağa başlamıştı. Her
gün halkın fikirlerini yansıtan gazeteler övgüden, memnuniyetten, iyilikten, başka bir şey
yazmıyorlardı...
Meğer herkes şikayetçi, herkes bitkin haldeymiş!. Müthiş bir aldanış, bir hayal yıkılışı karşısında
idik!..” (a.g.y.s24-25).
HALKIN DERTLERİNİ DİNLİYORUZ
Serbest Fırka ile beraber ortaya çıkan fenalıkların ve şikayetlerin kök sebebi neydi?
Atatürk yurtta yapacağı geziyle, başkalarının ayrıntılara (teferruata) gömülerek giremeyecekleri
bu kök sebebi bulmağa karar vermişti.
İlk konakladığımız Kayseri’de bir şikayetle karşılaşıyoruz: Doğudan her yıl Kayseri’ye on
beş bin büyük baş hayvan gelirmiş... Sığır vebası var diye Kayseri’ye sokmuyorlarmış. Bu
hayvanlardan on bini pastırma yapılmak için... “sığır vebası” lafı bir bahane.. Ortada böyle bir şey
yokmuş! Memleketin niçin fena idare edildiğine dair en kuvvetli ve canlı bir örnek bulunmuştu...
1930 yılı Kasımın on dokuzuncu günü 14:30 da Kayseri’den hareket ettiğimiz zaman, Şef’e
bu gerçeği açık bir örnekle gösteren olaya içten teşekkür ediyordum.
Gezimizin ilk merhalesi Kayseri - Sivas ve oradan Tokat - Amasya yolu ile Samsun’a
gitmek, Ege vapuru ile Trabzon’a uğradıktan sonra İstanbul’a dönmek oldu. Bu zaman içinde
halkın bir takım şikayetlerini dinledik; bir takım yolsuzluklara şahit olduk. Her yerde işlerin
gittikçe azaldığından şikayet ediliyordu. Kayseri’de harpten evvel halı dokuyan 12 bin tezgah
varmış; şimdi yedi bine düşmüş. Amerika halılarımıza ağır gümrük koymuş; halı ihracı durmuş.
Yine örneğin Kayseri’nin Develi ilçesinde yılda 150.000 okka kitre çıkar ve okkası 100-350 kuruşa
satılarak bu kaza halkına bir gelir olurmuş. Şimdi fiyatlar düşmüş; çünkü Amerika çekmez olmuş;
rençper de bu işi bırakmış.
Halı gümrüğü neden artmış; Kitre niçin gitmiyor? İlgili devlet memurlarına soruyoruz;
“Bilmeyiz beyim, diyorlar, biz de şimdi işittik. Bize hiçbir şikayette bulunan olmadı.”
“Şikayet olsaydı ne yapardınız?”
“Bizi ilgilendirmez; tabi? dinlemezdik...”
Kayseri harap, bakımsız, pis.. Bütün Anadolu’dan farklı olarak Kayseri’yi mamur, halkını
uyanık, çalışkan bulacağımızı sanmıştım... Fakat buna mukabil ticari ehliyetleri, kombinezon
kudretleri açık şekilde gözüküyor. Memleketlerine dertlerini dinlemek üzere, Gazi heyetinin
gelmesinden yararlanarak şu pastırmalık öküz sorununu ne güzel ortaya koydular! Bankalarda
Kayseri tüccarlarının muamelelerine de dikkat ettim; pek muntazam; hiç protesto yok...
Kayseri’den sonra gezimizin ilk devresine ait işittiğimiz şikayetlerden birkaç misal:
Vagonsuzluktan, istasyonlarda vagon kantarı olmamasından ve tahıl koyacak yer
bulunmamasından, taşıt tarifelerinin ağırlığından...
Geçen yıl meselâ, bankadan sekiz yüz kilo tohumluk alıp yüz lira borçlanan köylünün bu
sene aldığı bütün ürün tohumluk borcunu bile karşılayamıyor. Çünkü geçen yıl buğdayın kilosu 15
kuruştu, şimdi 4 kuruşa alıcı yok...
İşin can alıcı noktası, köylünün zararda oluşudur. Köylü çalışıyor, çabalıyor, eğer onu
piyasa münasebetlerine mecbur eden şartlar varsa, neticede elinde avucunda hiçbir şey
kalmadığını görüyor. Varını satıyor, yoğunu satıyor, yine olmuyor; en basit yaşam koşuluna razı
oluyor; yine olmuyor. Dâvanın başı köylüyü zarardan kurtarmaktır. Hiçbir üretim, hiçbir el emeği
köylünün, hele şu buğday ve tahıl üreticisi köylünün, ürün ve el emeği kadar değersiz olamaz.
Onun için köylüyü kurtarmak, Ziraat Bankasını onun bankası haline koymak ancak köylüyü
kazandırmakla mümkündür.
Banka yerine köylünün murabahacıdan, tüccardan para aldığı ve onun esiri gibi çalıştığı da
doğru... Bu. konuda bir çırpıda ve hükümet yasağı ile halledilecek işlerden değil... Meşrutiyet ve
hatta Cumhuriyet hükümetleri bu alanda sadece hükümet yasakları koyabildiler. Niçin, köylü’
mütegallibenin elindedir; onu oradan kurtarmak yolu nedir; bunun sebeplerini henüz anlamış
değiliz.
Köylüyü kurtarmak, onu efendi haline getirmek yalnız temennilerden, hayallerden öteye
geçemediği ve sosyal davalar ve münasebetler edebî ve hissî görüşler altında mütalaa olunduğu
ve hükümetçe, memleketin bu derin derdine çare bulunacağına inanmak çok güçtür.... .
Vergi işi... Her nereye gitmişsek vergilerin ağırlığından, alınma tarzının kötülüğünden, bu
suretle yapılan zulümlerden şikayet edildiği görülüyor... Ekseriya vergisini ödeyemediği için
tarlası, evi barkı satılmış olanların geçirdiği hayat faciaları, onları dinleyenlerin vicdanlarında acı
tepkiler yaptığı halde, konmuş yasalar bu usullere göre bir şey yapılamıyor...“du. (a.g .y.s.40-45)
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa bu gezisinden sonra memlekette işsizliği önlemek,
devletin satın aldığı çiftçi ürünlerini depolamak amacıyla planlı bir sanayi atılımına girişti. 1933’de
Sümerbank, 1935’te Etibank, 1938’de de Toprak Mahsulleri Ofisi işletmeye açıldı. Bakırköy Bez
Fabrikası 1934’de genişletildi ve geliştirildi. 1935’te Kayseri Dokuma, 1936’da İzmit Kağıt,
1938’de Bursa Merinos Fabrikaları işe başladı. 1937’de Ereğli, Malatya Dokuma ile Nazilli Basma,
1938’de Gemlik Yapay İpek fabrikaları işletmeye açıldı. 1939 da Karabük Süper Fosfat, Hamızı
Kibrit sülfürik, Keçiborlu Kükürt, Isparta Gülyağı, 1943’te de Sivas Çimento Fabrikaları işe başladı
Atatürk’ün birinci beş yıllık sanayi planının biraz gecikmesine karşın o günün yoksulluğu
içinde ele alman işler gerçekleştirildi. Şeker fabrikalarından Alpullu, Uşak 1926’da, Eskişehir
1933’te, Turhal 1934’de işletmeye açıldı. Türkiye dış ülkelerden şeker, kumaş, kağıt alımından
kurtuldu.
Madencilik alanında da: Şark Kromları, Kütahya’da Kromit, Ergani Bakır, Murgul Bakır,
Simli Kurşun, Demir, Maden Kömürü, Ereğli, Kütahya, Soma kömür havzaları; Zonguldak
Çata[ağzı ve Kütahya Mıntıka santralı; ev yakıtı sanayii ve petrol rafinerileri, sentetik benzin
sanayii, Kütahya ve İzmit’te Azot sanayii, makine eşya, kalay, boru, denizcilik, sünger, balık
sanayii, deniz ve liman işletmeciliği v.b. değerli işletme ve kuruluşlara memleketimiz sahip oldu.
(1) Burada Atatürk’ün kurduğu KİT’lerin kara günlerimizdeki hizmetlerine de değinmenin yerinde
olacağı kanısındayım:
İkinci Cihan Savaşı yıllarında devlet ordunun ve halkımızın yiyecek sıkıntısını önlemek
amacıyla çiftçilerden T. M. Ofisi’ne belli bir oranda tahıl vermesi için bir bildirim vermelerini
zorunlu tuttu. Bazı zorluklarla karşılaşıldı. Zengin bir çiftçi olan Milletvekili Emin Sazak bile eksik
bildirimde bulunduğu için önemli bir tahıl ambarına el konuldu. (4) Gene bu yıllarda devlet aynı
amaçla 118.368 varlıklıya 465.348.820 lira varlık vergisi koymak zorunda kaldı. Bu vergiyi de
tam tamına tahsil edemedi. (5)
O günleri yaşayanlar çok iyi bilirler; her şey karaborsa idi. Devletin kurduğu şeker
fabrikaları, Sümerbank dokuma fabrikaları, Toprak Mahsulleri Ofisi olmasaydı halkımız çayına
şeker, eskiyen giysilerine yamalık, sofrasına ekmek, ölüşüne kefen bulmakta zorluk çekecekti..
Oysa tüccarın ambarında, mağazasında her şey yığılıydı, karaborsaydı, ateş pahasınaydı. Halkın
alım gücü yoktu. Devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 1 Ekim 1942 nutkunda karaborsacı çiftlik
ağalarından ve tüccarlardan şöyle yakınmaktaydı:
“Bilinçsiz bir ticaret havası, haklı nedenleri çok aşan bir pahalılık belası, bütün vatanımızı ıstırap
içinde bulunduruyor.”
Acı ile hatırlamalıyız ki, milletin iaşe işlerini tanzim etmek yolunda cumhuriyet hükümetinin
sarf ettiği gayretlere, iki seneden beri toplumumuz tarafından hiç yardım edilmemiştir.
Bulanık zamanı, bir daha ele geçirmez bir fırsat sayan eski batakçı çiftlik ağası ve elinden
gelse, teneffüs ettiğimiz havayı ticaret malı yapmaya yeltenen gözü doymaz vurguncu tüccar ve
bütün bu sıkıntıları politika ihtirasları için büyük fırsat sayan ve hangi yabancı milletin hesabına
çalıştığı belli olmayan birkaç politikacı, büyük bir milletin bütün yaşamına küstah bir surette
kundak sokmaya çalışmışlardır.” (6)
Yüce Atatürk’ün başlattığı Kooperatifçiliğe ‘kentlerde ve köylerde işlerlik kazandırılırsa
KiT’lerin halka dönük hizmetlerinde daha olumlu gelişmeler sağlanacağı kuşkusuzdur.
Atatürk’ün camilerimizde Türkçe okuttuğu ezanı, Arapça’ya çevirenler, halkevlerini, köy
enstitülerini kapatanlar, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nu ortadan kaldıranlar, yıllarca Atatürk’ün
kabrini ziyaret edip, çelenk koyanlar, saygı duruşunda bulunanlar O’nun anıt defterlerine övgülü
yazılar yazdılar. Böylesi içtenliği kafamın kalınlığından mı bilemiyorum bir türlü kavrayamadım.
Atatürk’ün Kamulaştırdığı Yabancı Şirketler
1849-1918 yılları arasında Osmanlı ülkelerinde kurulan ve etkinliğini gösteren yabancı
anonim şirketlerin sayısı 332’dir. Bunlardan 290’ı bugünkü topraklarımızda, 42’si de I. Cihan
Savaşında elimizden çıkan ülkelerde etkinlik göstermekteydi.
Bu şirketlerin yapacağı işleri Türk halkı başarıyla yapabilirdi. Osmanlı’nın eğitim kurumları
“kara kaplı kitaba ve kara tahtaya” dayanmakta, yaşamdan kopuktu. Elinden iş gelmeyen insanlar
yetiştirmekteydi. Ama bu kurumlar bu durumlarıyla gene de yönetime egemendi. Osmanlı bu
zavallı eğitimin işe yaramadığını algılamaktan yoksundu. İş eğitiminde çok ileri gitmiş Batı
ülkelerine sanayi ve ticaret işletmelerini kendi eliyle teslim et menin gönül rahatlığı içindeydi. Acaba Türk
Halkı geri zekalı mı idi? Osmanlının yabancı şirketlere ruhsat
(1) Şevket Süreyya Aydemir: İkinci Adam; c.I.s.436-440.6. baskı.
(4) Şevket Süreyya Aydemir: İkinci Adam. C.2, S.202.
(5) a.g.y.s.233.
(6) a.g.y.s.334-345.
verdiği işletmeleri Türk Halkı yapıp işletemez miydi? Bunların adlarını biraz olsun sergileyelim.
Mustafa Kemal’in Türk Halkına iş yaşamımızda kazandırdığı güvenin değerini de unutmayalım:
Yabancıların yurdumuzda kurduğu şirketler: Tuhafiye, saraciye, ecza, basım ve kâğıtçılık,
İstanbul Telefon, İzmir dış alım ve dış satım, hazır giyim, banka, kambiyo tütün, içki, kibrit,
değirmencilik, ekmekçilik, süs eşyası, balıkçılık, Aydın-İzmir incir, İstanbul peynir, yapağı,
çimento, tuğla, kireç, taş ocakları, mermer taşı, arazi ve inşaat işleri, sinema ve tiyatro, orman
ürünleri, lastik, halı, Boğaziçi Beykoz Parkı, dört mevsim giysi, havagazı ve kok, elektrik tesisatı,
Yeşilköy ve Yalova Hamamları, İstanbul tramvay ve otobüs, Bursa tramvay ve elektrik, Osmanlı
genel taşımacılık, yağ üretim, fes yapımı, İstanbul, Konya elektrik, soğuk hava, buz, İstanbul
kaynak suları, İzmir su, İzmir Rıhtım ve Körfez vapuru, dericilik, yağ ve sabun, çeşitli dokuma,
pamuk ve yün iplik, kendircilik, züccaciye, Büyükada Yat Kulübü, İstanbul Boğaziçi vapur, Haliç
vapur, doklar ve tersaneler, dalgıç ve cankurtaran gereçleri, Trabzon vapur yükleme ve boşaltma,
İzmir-Aydın demiryolu, Doğu demiryolları, Anadolu demiryolları, Mersin-Adana demiryolu,
şimendifer kumpanyası, boraks, Balya-Karaaydın madenleri, İzmir antimuan, Çamlı kömür
madenleri, Kozlu kömür madenleri, Eşya-ı Askeriye Anonim Osmanlı Ticaret Şirketi, gibi çeşitli
adlar altında kurulan yabancı işletmelere bütün sanayi ve ticaret yaşamımız teslim edilmişti.
1535’de kabul edilen kapitülasyonların devamı idi bu. (1)
Buna nasıl katlanılıyordu? Teknemizdeki unumuzun değirmeni yabancıların elinde,
Ordumuzun kullandığı tüm donatım eşyasını satın alan şirket onların elinde, peynirimiz,
üzümümüz, incirimiz onların elinde. Kentlerimizin ekmek fırınları onların elinde. Demiryolları,
denizyolları, kara taşımacılığı onların elinde. Soframızdaki tabak, sırtımızı yıkadığımız hamam
onların elinde. Tiryakimizin tabakasındaki tütün, anamızın ocak yaktığı kibrit, kentlimizin
bardağındaki bir yudum içki onların elinde. Sırtımıza giydiğimiz giysi, kıçımıza giydiğimiz donun
bezi onların elinde. Kentlerin elektrikleri, bardaklarındaki sular onların elinde. Denizlerimizdeki
balıklarımız, toprağımızdaki madenlerimiz ve taş ocakları onların elinde. Mollamızın fesi, evimizin
tahtası, sobamızın kömürü onların elinde. Dış alım, dış satım onların elinde. Düğmemizi diktiğimiz
iplik, ayakkabımızın derisi onların elinde. Bankalar, sigortalar, gemilerimizin yüklenip boşaltılması
onların elinde. En acısı aşımıza koyduğumuz bir kaşık yağ, sırtımızın kirini yıkadığımız sabun
onların elinde. Sen nasıl olur da hak vermezsin Mustafa Kemal’e:
“Efendiler, ... Egemenlik hiç kimsece, hiç kimseye, bilim gereğidir diye, görüşmeyle,
tartışmayla verilmez. Egemenlik, güçle, erkle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk Ulusu’nun
egemenliğine el koymuşlardır. Bu yolsuzluklarını altı yüzyıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk
Ulusu bu saldırganlara artık yeter, diyerek ve bunlara karşı ayaklanıp egemenliğini eylemli olarak
kendi eline almış bulunuyor...” (2)
Evet ense kökümüze dalan, kanımızı emen bu yabancı kenelere bizi teslim eden
Osmanlı’dan kurtaran Mustafa Kemal’dir. Cumhuriyetin kuruluşunu sağlayan Mustafa Kemal’in,
yaşasın cumhuriyet diyenlerin karşısında saygıyla eğilmek bir insanlık borcudur. Sivas
Kongresi’inde:
“... Beş yüz milyon lira borcu, yıkık bir yurdu, pek verimli olmayan bir toprağı ve ancak on,
on beş milyon lira geliri olan bir ulus, bir dış yardım olmaksızın yaşayamaz... Yunanistan’ın bile
saldırılarına karşı kendimizi savunamayız. Amerika mandası her şeyden evvel yardım eden ve
kefil bulmak için gereklidir.” diyen (3) Osmanlı Paşalarının gözleri önünde Yunan ordularını
Mustafa Kemal’in nasıl denize döktüğünü dünya tarihleri yazdı, bize okuttular ve biz de okuttuk.
(1) Zafer Toprak: Türkiye’de Milli İktisat; 1908-1919.
(2) Gazi Mustafa Kemal: söylev;
(3) Mazhar Müfit Kansu: Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le; s.224.
Cumhuriyeti kuran kuşaklar, Balkan, 1. Dünya ve Kurtuluş Savaşlarında dövüşürken
yorgun ve yoksul düştükleri halde yurtseverlik ve bağımsızlık aşkıyla yüreklendiler. Yabancı
şirketlerin elinde bulunan Adana - Fevzipaşa, İzmir Kasaba, Aydın ve Şark demiryollarını, İstanbul
Rıhtım Şirketini 1933-1937 yılları arasında kamulaştırdılar. (4) Padişahların aldığı “düyunu
umumiye” borçlarını da Lozan antlaşması gereğince ödemek zorunda kaldı.
Mustafa Kemal Ne Yapmış ki?
Süper sağcılar ve solcular böyle diyorlar yeni bir Türkiye yaratan Mustafa Kemal’e. Her
yerde adaletsizce bağırıyorlar:
“Fesi çıkar şapkayı giy. Yırtmaçlı ‘entariyi çıkar pantolonu giy. Abayı çıkar ceketi giy.
Peçeyi çıkar yüzü açık gez. Ezanı Arap diliyle değil Türk diliyle oku. Arap alfabesini bırak Latin
alfabesiyle okumaya başla. Saati akşam 12’ye ayarlama gece yarısı bire ayarla. Bir marttaki sene
başını bırak bir ocağı sene başı yap. Buna da takvim devrimi de. Okka ile tartma kilo ile tart.
Arşın ile ölçme metre ile ölç. Kadıyı mahkemeden kov yargıcın egemenliğine teslim et. Padişahlığı
kaldır cumhuriyeti ilan et. Eğitimde medreseleri kapa okulun egemenliğine gir. Bunların-hepsi
kolay şeyler.” diyorlar. Gerçekte görünen ise biri birlerine sırt dönüşleridir. Aralarında kardeşçe,
uygarca bir diyalog bile yoktur.
Oysa Mustafa Kemal millî bağımsızlığımızı sağlamak amacıyla düzenlediği Erzurum ve
Sivas Kongrelerinde eski ordu müfettişi, eski bahriye nazırı, eski milletvekili, hazine vekili, tüccar,
çiftçi, davavekili, emekli memur, müftü, öğretmen, avukat, gazeteci, tarikat şeyhi, eski vali, alay
sekreteri, doktor, hoca, il genel meclis üyesi ve askeri tıp öğrencilerden oluşan, karşıt görüşlü
delegelere Mustafa Kemal şu parolaları vermekteydi: Tek tepe, tek kuşun kalıncaya kadar
mücadele, yahut ta: Ya istiklal ya ölüm.” (1) İşte biri birine zıt düşen katmanların temsilcileri
Mustafa Kemal’in - ilkelerini yurttan düşmanı atmak ve bağımsızlığımızı kazanmak için kabul
ettiler. Sivas kongresine katılan, Amerikan mandası taraftarlarına karşı çıktılar. Düşmana karşı
sorumsuz ve ilgisiz kalan İstanbul Hükümetine karşı geldiler, Mustafa kemal’i tuttular. Açıkçası
yurdun sorumluluğunu üstlendiler. “Heyet-i Temsiliye’yi seçtiler. Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i
Hukuk Cemiyeti’ni onlar kurdular. Bütün illerde bu cemiyetin şubelerini açtırdılar. Bu gizemli
başarılar halkın tabanı ve üst katı olan katmanların başarısıydı. TBMM’ni onların gücüyle kurdu.
Ordularını onların gücünden oluşturdu, onların gücüyle donattı. Halkın imeceleriyle orduların
ikmallerini yaptı. (Bir çift çarık, bir çift çorap, bir kat çamaşır hazırlamak için her evi
görevlendirdi. Savaşta ordunun işine yarayan her türlü eşyanın ‘hükümetin tespit ettiği bir kurula
teslim etmesi için halka emir verdi. Türk halkı Başkumandan Mustafa Kemal’in bu isteklerini seve
seve yerine getirdi. (2) Bütün utkularını da halktan oluşturduğu ordularla kazandı.
Mustafa Kemal bu imeceleri yaptığı günlerde Türkiye düşman elinde idi. Halk yoksuldu,
Trablusgarp, Balkan, Birinci Cihan Savaşlarında kaybı büyüktü. Savaştan dönenlerin birçoğu
sakattı. Birçok evin ocağı sönüktü. Yüz binlerce şehidin karıları dul, ‘çocukları öksüzdü.. İngilizler
doğu illerimizde yaşayan kardeşlerimizi bizden ayırmak için Kürtçülük yapmaktaydı. Karadeniz
kıyılarında Rum Pontus devletinin kurulmasını desteklemekteydi. A.B.D. de doğu illerimizde bir
Ermeni devletinin kurulmasını istiyordu.
“Adapazarı, Düzce, Hendek, Gerede’de padişahçı ayaklanmalar başladı. Nallıhan,
Beypazarı üstünden Ankara’ya yaklaşacak gerici ayaklanması yeni açılacak meclisin toplanmasını
engellemek amacındaydı.. (3)
(4) Şevket Süreyya Aydemir: İkinci Adam; c. 1 s.430.
“... Ayaklanmaları hazırlayan ve merkezden yöneten padişahçı, İngiliz’ci din adamlarıydı.
“Zeynellabidin, Hoca Sabri, Sait Molla gibi kimselerin padişahın isteğine uyarak Kuvvay-ı Milliye’yi
düşürmek maksadıyla her yerde vücuda getirmeğe çalıştıkları Tali-i İslam Cemiyeti adı altındaki
tertiplerle millî teşkilata karşı fiilen taarruzlara’ başlamışlardı.” (4)
BMM’nde ise Mustafa Kemal’in rahatsız olduğu bir günde onun başkumandanlığının
uzatılmamasını isteyenler oldu. Yaptığı imece ile ordunun giydirilmesi ve donatılmasına “ulusa
zorla parasız iş yaptırıyor” diyenler oldu. Bunlar Mustafa Kemal’in karşıcılları idi. 6 Mayıs 1922
günü BMM’ne gelen Mustafa Kemal kendisini çekemeyen karşıcıllarına şu yanıtı
verdi:
“Hayır baylar, ödevimiz siyasa yapmak değil, bizim ve ulusun biricik ödevi topraklarımızda
bulunan düşmanı, süngülerimizle kovup atmaktır. Ulusal amaca ulaşmanın yolu budur. Bütün
gücümüzü ve kaynaklarımızı orduya vereceğiz. Bunun dışındaki sözlerin Başkomutanlık Yasası’yla
ne ilgisi vardır. “Paramız vardır, ordu yaparız. Paramız bitti ordu dağılsın...” Benim için böyle bir
sorun yoktur. Para olsa da olmasa da ordu vardır. Başlangıçta (Sivas kongresinde mandacılar)
bilgiç geçinenler de paramız var mı? Silahımız var mı? Diyorlardı. Ben de yoktur diyordum.
Öyleyse ne yapacaksın? Görüyorsunuz hepsi oldu.
“Birtakım baylar da ulusa zorla parasız iş yaptırıyor demişler”
“Ulusa parasız iş yaptırmak gerektiriyorsa bunu yapıyoruz ve en doğru yasa budur. Ulus’un
ve ordunun yenilmemesi için “yasa buna engeldir” diye gerekli gördüğüm önlemde
duraksamayacağım.” (5)
Sivas Kongresine İstanbul’dan gelen ünlü yazarlar İsmail Hami Danişment, Halide Edip ve
paşalar İsmail Fazıl Paşa, Refet Bey siyasetçiler: Bekir Sami, Rauf Orbay Türkiye’nin kurtuluşunu
Amerikan mandasını kabul etmekte arıyorlardı. Mandacıların sözcüsü durumunda olan Refet Bey
(Paşa) mandacılığı şöyle savunuyordu: Amerika kefaletini kabul mecburiyetindeyiz. Bu asırda beş
yüz milyon borcu, harap bir memleketi, pek bitek olmayan bir toprağı, on – on beş milyon geliri
olan bir kavim için, müzahereti hariciye (dış yardım) olmadan yaşamak imkanı olamaz. Böyle bir
dış yardım ile, ileri gidemezsek gelecekte ihtimaldir ki Yunanistan’ın saldırısına bile kendimizi
savunamayız.” (6)
Türk halkı yıllarca yaptığı savaştan yorgun çıktığı için yeni bir savaşa girmek istemiyordu.
Okuması yazması yoktu Memleketin genel siyasetinden habersizdi. Yeni bir düşün yaratacak gücü
yoktu. İşte bütün bu olumsuzlukları yenecek gücün ulusun kendisinde olduğuna inanan tek lider
Mustafa Kemal idi. Türk halkını düşman karşısında birleştirdi. Yurdumuza yerleşen düşmanları
halkın yorgun gücüyle yendi. Meşrutiyetçiler yaptıkları Anayasa’da padişaha Millet Meclisini
dağıtma yetkisini verirken Mustafa Kemal’in halkla bütünleşerek kurduğu TBMM padişahlığı hiçbir
silahlı direnmeye hedef olmadan ortadan kaldırdı.
Cumhuriyetin yasaları Batılı demokrasi ülkelerinden alındı. Türkiye’nin sosyal, yapısına
göre uyarlandı. Medreseler kaldırıldı. Eğitimde birlik, devlet yönetiminde ve düşüncede laiklik
kabul edildi. (7) Arap alfabesi bırakıldı, Latin harfleri kabul edildi. Yeni yazı ile başlayan eğitim ve
öğretim bilim alanında yurdumuza birçok bilim adamının yetişmesine neden oldu. Birçok kuşaklar
orta ve yüksek öğretimden yararlandı. Laikliğin kabulü Cumhuriyet Türkiye’sinde kadın haklarını,
hukuk, eğitim ve bilim dallarında gelişmeler sağladı. Yurttaşları çağdaş düşünceye kavuşturdu.
Burada kendimize bir soru soralım. Genç Osman ve 3. Selim gibi yenilikçi padişahlar neden
başarı gösteremedi de Mustafa Kemal kendisine ölüm fermanı çıkaran padişah ve onun
ayaklandırdığı gericiler, cumhuriyet yönetimini, devrimleri istemeyen silah arkadaşları karşısında,
kelle koltukta halkı yanına alarak devrimlerin bir çoğunu gerçekleştirebildi?
Genç Osman ve 3. Selim yapacakları yenilikler için halkı yanlarına almayı düşünmediler.
Yalnız padişahlık iradesine güvendiler. Oysa savaş kaçkını, yağmacı, disiplinsiz Yeniçeri Ordusu ve
ona destek olan ulema sınıfı bütün silahlarıyla padişahların gözünün içine bakmaktaydı. Genç
Osman tek başına halktan bir ordu kurmaya kalktı. Ama yanında halk yoktu. III. Selim, Nizam-ı
Cedit Ordusunu yeniçeriler her tarafta cirit atarken kurmaya kalktı. Yönetimde yenilikler yapmaya
başlandı. Bu iki padişah eskinin yanında yenisi de olabilir gibi ikircikli düşüncelerinin kurbanı
oldular. Mustafa Kemal ise eskimişleri atarak yerine yenilerini koydu. Eski ile yeninin bir arada
yaşayamayacağını çok iyi biliyordu.
“Yeni Türk Devletinin siyasi hayatı vatandaşın saltanatı temeline oturtuldu. Batı uygarlığı
müşterek bir uygarlık olarak kabul edildi... Bütün fikir hareketleri çeşitli açılarına karşın Batı
uygarlığının üstünlüğünü kabul etti. Kemalist devrimciler özgürlükçü bir hukuk düzeni kurdu. Türk
halkını modern bir topluluk olarak bu düzenin içine yerleştirdi.” (8)
Mustafa Kemal’in yurtta işsizlik, toprak reformu, kooperatifçilik, köylünün okutulması,
köyden kente göç salgını gibi ana sorunları bir düzene koymağa ömrü yetmedi. Herkesin dediği
gibi bu sorunların üstesinden Mustafa Kemal gelebilirdi, Türkiye o zaman çok daha kuvvetli
olacaktı...
Evet ama İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı zamanında köylü çocuklarının okutulması
için Köy Enstitüleri açıldı. Topraksız köylülerin topraklandırılması için Çiftçiyi Topraklandırma
Kanunu çıkarıldı. Bunları kimler ortadan kaldırdı? Dünyada toprak reformu yapan demokratik
ülkeler yok mu? Bir başka açıdan söyleyelim. Türkiye’de milyonlarca topraksız köylü üretken bir
duruma geçirilseydi, milyonlarca köylü çocukları okutularak meslek sahibi edilseydi Türkiye güçlü
mü olurdu güçsüz mü olurdu?
Bu gerçekler bilindiği halde neden bu konulara el atılmıyor? Neden bu konuların üstüne
gitmeyen yöneticilerden bu Anayasal haklar istenmiyor? Bunları yaşamını yitiren Mustafa
Kemal’den beklemekte haksız değil miyiz? Yurttaşlar yurttaşlık hakkını, yöneticiler de yurttaşların
haklarını bilinçli olarak kavramadıkça bu memleketin temel sorunları çözülemez. Devrimlerin veya
reformların tamamlanmasını yalnız Mustafa Kemal’den beklemek insafsızlık değil midir? Önce
bilim adamı yetiştirelim. Sonra kendi hakkına sahip çıkacak yurttaş yetiştirelim. O, kendisine
sahip çıkacak Mustafa Kemal’i arar, bulur. Ama bu davranışı okumasız köylü ve kentli sosyal
haklar bilincinden yoksun bırakıldıkça kazanamaz. Memleketin baş sorunlarının çözümüne yüksek
okullar ve üniversiteler içtenlikle sahip çıkmalıdır. İktidarlar, çocuklarımızı yeteneklerine göre
okutmalıdır. Üniversiteler dünyanın neresinde olursa olsun bilimsel görevlerini yapmışsa o
ülkelerde yurttaşlar mutlu bir yaşama kavuşmuştur. Üniversiteler ne zaman iktidarların oydaşı
(muvafık) olmuşlarsa orada yurttaşlar mutsuz bir yaşama sürüklenmişlerdir.
Demek oluyor ki yükseköğretim kurumlarımızın öğretim görevlileri ve iktidarlar. bu
konuların başlıca sorumlusudurlar: Milli gelirin bütün yurttaşlara hakça yansıtılmasının mutlu bir
yaşam sağlayacağı herkesçe bilinen bir gerçektir. Bunu da iktidarların iki dudağı ile bilim
adamlarının kalemleri yaratabilir. Üniversiteler ve iktidarlar bu gerçekleri rayına oturtmayınca
yurttaşlar arasındaki istenmeyen sen ben uyumsuzluklarını sonu gelmez ve bunun sorumluları da
iktidarlar ve üniversiteler olur. İktidarlar kendi çıkarları için bilim adamlarını “kara cüppeliler”
diyerek küçültmeye kalkışırsa memleket sorunları hiçbir zaman bir çözüme kavuşturulamaz. Oysa
toplum onları ayakta selamlamalıdır. Mustafa Kemal neden “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”
demiş? Bilim’i kimler üretecek?
Bir de aramızda Atatürk’ün heykelini, büstünü bütün yerleşim birimlerine dikmekle,
yakalara rozetini takmakla kendilerini Atatürkçü sayanlar vardır. Bu, Atatürkçü’lük yüzeysel bir
görüştür. Köklü görüş ise bu eylemlere paralel olarak laik bilim adamları yetiştirmektir.
Çocuklarımıza laik eğitim vermektir. Yurdumuzda aç, işsiz, mesleksiz, topraksız insan
bırakmamaktır.
Bugün din görevlilerinin ödevine el atarak televizyonda dini sohbetlere kalkışan tıp
profesörleri, iktisat profesörleri görmekteyiz. Bu tutumları bilim dallarındaki yetersizliklerinin bir
görüntüsü mü dersin, yoksa yeniden laik eğitim ilkelerini delip, eğitimde ikiliği yaratmak
isteyenlere biz de sizin yanınızdayız, biz de sizdeniz mi demek istiyorlar? Her ne ise kimsenin
özgürlüğünü kınamaya hakkımız yok. Ama kendileri memleketin hangi sorunları için
yetiştirildiklerini bilmeleri gereklidir.Köylü, kentli hastane kapılarında ne idüğü belirsiz
hastalıklarından kurtuluş beklerken köylü yetiştirdiği ürünleri kooperatifsizlikten aracıya çok
düşük fiyatla satmak zorunda kalırken halkımız bu profesörlerden hangi hizmeti beklemektedir?
Cumhuriyeti kuran kuşaklar padişahlık ve ikinci meşrutiyet dönemlerini yaşamış
kuşaklardı. Onlar doğa yasasının acımasız gereği olarak aramızdan ayrıldılar. Hizmetlerine saygı
duyarız. Mustafa Kemal Atatürk devrimlerinin devam etmesini ‘ve korunmasını gençliğe ve
ehliyetli yöneticilere emanet etmedi mi? Kooperatifçiliğin geliştirilmesi, işsizliğin önlenmesi,
toprak reformunun yapılması, köylerden kentlere göçün önlenmesi, köy çocuklarının eğitimde
fırsat eşitliğinden yararlandırılması neden gerçekleştirilmiyor? Yurt sorunları bütün çıplaklığı ile
ayakta dikilirken cumhuriyet rejimi rayına oturtulabilir mi? Bu problemlerin çözümlenememesi
cumhuriyet rejiminin yapısından kaynaklanamaz. Ancak onu yöneten çoğunluğun sosyal adalet
ilkelerinin uygulanmasını istemediklerinden kaynaklanabilir. Anayasa’da (Madde 2) “Türkiye
Cumhuriyeti, insan haklarına dayalı, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir.” denilmiyor mu?
Bu vazgeçilmez ilke Anayasa’ya uygulanmak için konmadı mı? Öyleyse cumhuriyetimizi yöneten
hangi düşün eğiliminin iktidarı olursa olsun bu maddenin içeriğini halka, insan hak ve
özgürlüklerine yaraşır şekilde kazandırmakla görevli değil midir? Cumhuriyet yöneticileri Anayasa
ilkelerini uygulamadıkça, toplumumuzda dalgalanmaya başlayan hırsızlık, cinayet, soygun, rüşvet,
fuhuş, intihar.., gibi insan benliğini laçkalaştıran gelişmeler Türk toplumunun ‘soylu yapısını
soysuzlaştırmayacak mıdır? Kemalistler Kurtuluş Savaşı’nın en kanlı, en yoksul günlerinde
Türk’lüğü diriltirken bugün 55 milyonluk koca bir Türkiye’nin yöneticileri çığ gibi gelişen bu
uğursuzlukların üstesinden neden gelemiyorlar? İşte bu gidiş cumhuriyet, rejimini rayına
oturtamaz.
Bugün Mustafa Kemal’ciyiz diye bar bar bağıranlar Mustafa Kemal’in gözü ile gidişatlarının
bir özeleştirisini yaparak uğursuz tırmanışların getirdiği soysuzlukları ortadan kaldıracak olan
yarım kalmış Atatürk devrimlerinin devam ettirilmesinde yarar yok mudur?
Burada bir konuya daha değinelim. Mustafa Kemal’e devrimlerini tamamlamak için gerekli
fırsat verildi mi? Silah arkadaşları, din adamları, İttihat’çılar, Babıali yazarları devrimleri yaparken
onu desteklediler mi, yoksa karşısına, geçip yeni bir parti kurarak iktidara gelmeye mi kalkıştılar?
Biraz da karşıcıllarını tanımaya çalışalım. (9)
(1) Mazhar Müfit Kansu: Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le s.193.
(2) G. M. Kemal: Söylev s.326-327 Ord.Prof. H. V. Velidedeoğlu’nun Türkçeleştirdiğinden.
(3) G. M. Kemal: Söylev c. 1, s.240-241 a.g. yazarın Türkçeleştirdiğinden.
(4) Türk İstiklal Harbi, C.2, 2. kısım, S.152-153 Genel Kurmay Başkanlığı Harp Dairesi yayını.
(5) G. M. Kemal: Söylev, C. 2, S. 352 a. g. yazarın Türkçeleştirdiğinden.
(6) a.g.y. S. 93.
(7) Kemalist din reformunun başlıca anlamı inancın, inananların kendi Özgür istekleriyle
benimseyeceği bir iş olarak sayılmıştır. Yasalarla tanınan dinler (İslamlık, Hıristiyanlık, Yahudilik)
yasa koruyuculuğu altına alınmış bu dinlerin herhangi biriyle bağlantısı olan siyasal örgütleri bu
dinlerde kurulmuş ya da kurulacak propaganda organları yasaklamıştır...” Niyazi Berkes: Teokrasi
ve Laiklik, S.69.
(8) Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya: Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri ve
Kaynakları, S.166.
(9) “Diyorlar ki, Atatürk tepeden inme yaptı yaptıklarını. Evet, Kocatepe’den inerek, yaptı, doğru;
ama halkla birlikte baştakilere, halkı bırakıp saraylara tünemiş olanlara karşı çıkmıştı o tepeye.
Halkın ve hakkın kazandığı o zaferin tutarlı, zorunlu sonuçları olan devrimlerde neler oldu tepeden
inen? Halkı satmış, atalarının yüzkarası olmuş bir sultanlığın, din adına ve bir avuç devletlinin
çıkarına halka dünyayı cehennem eden, din kardeşlerini bile biri birine kırdıran, yaşamak için ister
istemez halka karşı sömürücü kara güçlerden yana olan bir halifeliği kapı dışarı etmek...”
(Sabahattin Eyuboğlu: Mavi ve Kara;. s. 38.)
Rauf Orbay
Mustafa Kemal’in Amasya bildirgesine imzasını koydu. Erzurum ve Sivas Kongrelerinden
başlayarak en başta görünmeğe uğraşan bir kişiliğe sahipti. Kongre başkanlığına kendisinin
seçilmesini isterdi. Mustafa Kemal’in kongre başkanlıklarına ve Temsilciler Heyetine seçilmesini
istemezdi. (1) Sivas Kongresinde Devletin bağımsızlığı ve toprak bütünlüğünü sağlamaya çalışan
Mustafa Kemal grubuna karşı olan Amerikan mandacılarının yanındaydı. Bu grup sonradan 2.
grup diye anılan grubun ilk çekirdeği idi. Ona göre Padişahlık varken Cumhuriyet yönetimi
gereksizdi. Bunu Mustafa Kemal’e açık açık söylüyordu. Padişahlık ile halifeliğin ayırt edildiği 1
Kasım 1922’li günlerde geçen bu olayı Mustafa Kemal’in kendi ağzından dinleyelim:
“Rauf Bey, bir gün Meclis’teki benim odama gelerek benimle önemli bir takım işleri
görüşmek istediğini, akşamleyin Refet Paşa’nın Keçiören’deki evine gidersem daha güzel
konuşabileceğimizi söyledi. Fuat Paşa’nın da orada bulunmasına izin vermemi istedi. Kabul
ettim... Refet Paşa’nın evinde dört kişi toplandık... Rauf Bey’den Padişahlık ve Halifelik
konusundaki düşüncesini ve kanısının ne olduğunu sordum:
“Benim babam, Padişahın ekmeğiyle yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ileri gelen adamları
arasına geçmiştir. Benim de kanımda o ekmekten vardır. Ben iyilik bilmez değilim ve olamam.
Padişah’a bağlı kalmak borcumdur... BU orunu kaldırmak, onun yerine başka nitelikte bir orun
koymaya çalışmak, yıkıma yol açar...” Rauf Bey’den sonra karşımda oturan Refet Paşa’dan
düşüncesini sordum:
“Rauf Bey’in bütün düşünce ve görüşlerine katılırım. Gerçekten bizde padişahlıktan
halifelikten başka bir yönetim biçimi söz konusu olamaz”.
Ondan sonra Fuat Paşa’nın düşüncesini öğrenmek istedim... Moskova’dan yeni
geldiğinden.., görüşülen konu üzerinde kesin bir kanı ve düşünce ileri süremeyeceğini bildirdi...”
(2)
Rauf Orbay, son Osmanlı Meclisi’ne girdiği zaman Mustafa Kemal’in bütün tembihlerine
karşın “Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun kurulmasına çalışmadı Bu Grubun yerine “Felâh-ı Vatan” diye
bir grup kurdu. Mustafa Kemal Rauf Orbay’ın bu girişimini söylevinde şöyle alaya almaktadır:
Erzurum’da, Sivas’ta söylenmiş ve saptanmış, bir unvanı (yani Müdafaa-i Hukuk Grubu adını)
olduğu gibi kabul etmek, küçüklük olmaz mıydı?! O addan daha anlamlı ad mı yoktu?!
Evet, işittik baylar; varmış: Felâh-ı Vatan Grubu”. (3)
Rauf Orbay, arkadaşlarıyla kurduğu “Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırkası” ile de Mustafa
Kemal’in karşısında yer aldı. Bu parti İttihatçı ve gerici partilerin katıldığı bir parti idi. Devrimci,
laik ve Cumhuriyetçi Mustafa Kemal’in çalışmasını baltalamak isteyen Şeyh Sait ayaklanmacıları
ile İzmir suikastçıları kendilerini bu partiden sayıyorlardı.
(1) Mazhar Müfit Kansu: Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le, C. 1, S. 106.
(2) G.M. Kemal: Söylev, C. I-II, S. 369. Türkçeleştiren Ord. Prof. H. V. Velidedeoğlu.
(3) a.g.y. S. 197.
Kâzım Karabekir’e Göre Mustafa Kemal
Erzurum Kongresi günlerinde Padişah’ta Mustafa Kemal’in kendisini devireceği kuşkusu
belirir. Mustafa Kemal İstanbul’a çağrılır. Mustafa Kemal bu çağrıyı reddeder. Sivil bir yurttaş
olarak Türk Ulusunun kurtuluşu için çalışmaktan vazgeçmeyeceğini bildirir. Padişah da “Görevine
son verdim” der. Mustafa Kemal asker giysisini soyunur, sivil giyinir. İstanbul’da iken Şişli’deki
evinde kendisini ziyaret ettiklerini, Türkiye’nin kurtarılmasının Anadolu’dan sağlanabileceğini, bu
konuda kendisine yardımcı olacaklarını kitaplarında işaret eden Ali Fuat Paşa ile Kâzım Karabekir
Paşa bu günlerde Mustafa Kemal’i yalnız bırakmazlar. Örneğin, Kâzım Karabekir Paşa Mustafa
Kemal’e Erzurum Vali Konağı’nı tahsis eder. Onun korunması için gerekli önlemleri alır. Harbiye
Nezaretinden gelen tutuklama emrine şu yanıtı verir:
“Ulusun bir bireyi olarak vatanın selamet ve kurtarılmasına çalışan. Mustafa Kemal Paşa’yı
ve arkadaşlarını tevkif edemem. .“ (1)
Erzurum ve Sivas Kongrelerinde Amerikan mandacılarına karşı da Mustafa Kemal’i
destekler. Kolordusunun olanaklarıyla gereksinmelerini Sağlar. Bugünlerde Rauf Orbay’la yaptığı
bir sohbette de Mustafa Kemal’i över: “Rauf, bu dava her cephede saldırganlar ile vuruşmakla
başlayacak ve askeri yetenekle memleketimiz kurtulacaktır. Bu halde bize kumanda etmek
meziyet ve kudretine sahip tek kişi de Mustafa Kemal Paşa’dır.” (2)
Mustafa Kemal Heyet-i Temsiliye başkanı olduktan sonra ona her yazdığı yazıda akıl’
hocalığı yapmaya kalkışır. Kendisi de bu durumu şöyle açıklar: “Mustafa Kemal Paşa’nın işi
vurmak, kırmak,ezmek, çiğnemek gibi noksanlıklarını münasip düştükçe samimi nasihatlerimle
düzeltmeye uğraşıp duruyordum...” (3) Örneğin Mustafa Kemal Heyet-i Temsiliye (Temsilciler
Kurulu) başkanı olarak yazılarına imza koyar.Kâzım Karabekir hemen bir yazı ile “Aman
sakıncalıdır, Heyeti Temsiliye adına imza at.” Mustafa Kemal Sivas’tan Ankara’ya Temsilciler
Kurulu’nu taşımak ister. O, hemen “Sivas’tan batıya bir adım bile atmak sakıncalıdır” diye yazıyı
yollar. Mustafa Kemal TBMM’yi kurmuştur. 0, buna paralel bir de ihtisas meclisi kurulmasını ister.
BMM kurulmuş, Mustafa Kemal Başkanlığa seçilmiştir, Başkumandanlık da üzerindedir.
Başkumandanlık süresinin BMM’ce uzatılması gereklidir. O, hemen muhalifler arasında yer alır.
Mustafa Kemal BMM’de Anadolu ve Rumeli Müdafaa-yı Hukuk Grubunu kurar. O, “Bu Sivas
Kongresi’nin akdine aykırıdır” yazısın yollar.
Mustafa Kemal emperyalistleri yurttan çıkardıktan sonra bütün güçlere egemen olup
cumhuriyeti ilan eder. Padişahlığın devamını isteyen Kâzım Karabekir ve arkadaşları liderlikten
uzaklaştırıldıklarını görür, Mustafa Kemal’e karşı açıkça cephe alırlar. Bu durumu Kâzım Karabekir
Paşa Erzurum Kongresinden beri sezdiği için Mustafa Kemal’i adım adım izlemeye başlar. Bu
konuyu kendi kitabından (İstiklal Harbimiz, 2. baskı 1969) biraz izleyelim:
“Mustafa Kemal Paşa’yı daha İstanbul’da iken milli harekata reis olmasını teklif eden,
Erzurum Kongresine -her, yere karşı müşkül vaziyette iken- kabul ve reis olmasına etkili olan,
Sivas Kongresini temin ve sonuna kadar koruyan bana, itimatsızlığına dilim varmıyor...” (a.g.y. S.
656)
“Daha üç ay evvel selâtü selamlarla, kurban keserek dindarane bir huşu ile Meclisin
açılacağını ilan eden ve böyle de yapan ve her taraftan Mevlûtlar, Buhari-i Şerifler, Hatimat-ı
Şerife okunmasını en ücra köylere kadar genelge gönderen Mustafa Kemal’in karargahı bir
kumarhane, bir sefahat’ yuvası olması doğru mu idi?”. (a.g.y., S. 795)
“...Ankara, başta Başkumandan, Genelkurmay Başkanı ve cephe kumandanı olduğu halde
resmi serpuş yerine kalpağı bir türlü çıkarmamışlar ve rastgele palto giymişler, pala
(1) M. Müfit Kansu: E. Ö. Kadar Atatürk’le, C. 1, S. 88.
(2) Kâzım Karabekir: İstiklâl Harbimiz, S. 1103.
(3) Apti, İpekçi: İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, S. 88.
takmışlardır. Kalpak Ankara’ca Kurtuluş Savaşı’nın sanki belli bir simgesi sayılmıştır.” (a.g.y., S.
807)
“Mustafa Kemal Paşa bir zaman hocalardan mutaassıp bir halde hutbe ve söylevlerle
hilafet ve saltanatı almaya uğraştı. Başarılı olamayınca müthiş sola kaydı. Dinî ve an’anevî
varlıkları kanla yıktı. (a.g.y., S. 917)
Kâzım Karabekir Paşa, 11 Temmuz 1921 de BMM Başkanı Mustafa. Kemal Paşa’ya yazdığı
yazısında:
“...Halk idaresinin hakimiyet ve inkişafına müsait surette Anayasa’da yapılacak değişiklik
ile temin ve hukuk-u padişahîyi tahdit edecek tarzda yaparak memleket ve alemi İslam’ın hayat-ı
hazıra ve geleceği için azim teşettüt ve mahzurlar davet eden Cumhuriyet şeklinden kat’iyyen
sakınmak lâzımdır.” (a.g.y., S. 919)
“Halkçılık Bolşeviklerken ve muhafaza-i mukaddesat da İstanbul’dan cereyan alıyordu.
(a.g.y., S. 924)
“Sakarya Meydan Savaşı’nın son günü Mustafa Kemal Paşa muharebeyi kaybettiğine
hükmederek geri çekilme emri vermiş ise de Fevzi Paşa bunu sabahki vaziyeti gördükten sonra
kumandanlara tebliği münasip görmüş. Halbuki sabahleyin düşmanın geri çekilmesi görülünce
zaferin bizde kalması bu suretle temin olunmuş.. Fevzi Paşa bana bu muharebeden bahsederken,
bunu kendi kazandığını, fakat herkesin Mustafa Kemal kazandırdı zannettiğini söyledi...” (a.g.y.,
S. 934)
“Mustafa Kemal Paşa’nın sarıklı milletvekilleri arasında aynı kıyafetle çıkarttığı fotoğrafın
altında mefkûre hatırası cümlesi geleceğimiz hakkında iyi bir tasavvur değildir...” (a.g.y., S. 998)
Kâzım Karabekir Paşa, Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’ya TBMM’den başka bir de
mütehassıslar meclisi kurulmasını teklif eder. Mustafa Kemal bu teklifi kabul etmeyince de: “İkinci
meclisin seçim komitesinde Mustafa Kemal Paşa ile fikirlerimiz ayrıldı. O istediği şekilde tek
meclisle istediği hükümeti kurdu. Nihayet ben de takımından ayrıldım ve muhalefete geçtim.”
(a.g.y., S. 1000) .
“Erzurum’un aklı başında namuskâr insanlarının benden bir dilekleri vardı: Mustafa Kemal
Paşa’yı idare etmekliğim. Bu husustaki endişe heyet-i zabitanda dahi vardı. Hilafet ve saltanatı
kaldırarak Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhuriyet’i ilan edeceği endişesi.” (a.g.y., S. 1062)
“1928 yılında Gazi Paşa’nın Sarayburnu Parkında (Latince’yi kabul etmekle ancak
medeniyete gireceğiz) sözleri üzerine dilbilgisiz, tetkik ve tartışmaları tam yapılmamış bir alfabe
ile Latin harfleri kabul olundu.” (a.g.y., S. 1064)
Yeni Türkiye’nin yönetim biçimi hakkındaki yorumunda da Mustafa Kemal için şöyle bir
yargıya varmaktadır:
“Cumhuriyetçiler üstün gelirse cumhurbaşkanı, hilafet ve saltanatçılar için de halife ve.
padişah,..” (a.g.y., S. 1065)
“Hilafet bir köşede hanedanda kalmalı. Artık hilafet ve saltanatın Oyuncak olmaktan
kurtarılması ve bilhassa Osmanlı hanedanından alınarak Mustafa Kemal Paşa’ya veya herhangi bir
kimseye tavizine meydan verilmemesi taraftarı idim. (a.g.y., S. 1O5)
Mustafa Kemal taraftarları için söylenen Kemalistlik hakkında da:
“Kemalist tabirinin sakatlığını... Bursa’da Gazi Paşa’ya Fevzi Paşa’nın yanında izah ettim.”
(a.g.y., S. 1001)
İstiklâl marşı için bir şiir yarışması açılır. Kâzım Karabekir de bir şiiri ile bu yarışmaya
katılır. Ama jüri, ozan Mehmet Akif’in şiirini beğenir, onun bestelenip milli marşımız olmasını
kararlaştırır. Bunun hakkında devrin başbakanı Rauf Bey’e bir yazı yollar:
“Milletimiz muazzam eserler ve emsalsiz fedakârlıklarla tarihini doldurmaktadır. Gerek
kendisi gerekse ahfadı muazzam tarihini okurken iftihar duyacağı gibi terennüm edeceği İstiklâl
Marşı ile de gurur duymalı... Akif Bey’in şiiri pek yüksek ve muhteremdir.. . Halk bunu okurken
şahsiyetini küçültecektir...Düşmanlarımız “Türkler yeteneksizdir,uygarlık kabul etmez” diye iddia
ederken milletimizi (evet medeniyet canavardır) diye bağırtmak doğru mudur?... İstiklâl Marşı’nı
milletimizin ağzı ve ruhu terennüm etmelidir. Yoksa anlamadığı, sevmediği bir şey zorla
söyletilemez.” der, kendi yazıp bestelediği, sonunu da “Hür yaşar, hür ölür, nurlu ümmetiz” diye
bitirdiği marşını ulusal yapımıza daha uygun olduğunu savunur:
“Marş şudur, notası ile takdim olunmuştur:.
Ya istiklâl ya ölüm
Ya istiklâl ya ölüm
Vatanım, milletim, sancağım, evim
İstiklâlsiz yoktur yerim
Zincir vurulur mu Türkler boynuna
Varlığı fedadır vatan yoluna
Biz tarihin Türk dediği yılmaz milletiz
Hür yaşar hür öl)r nurlu ümmetiz.
Bu istiklal marşını ve Türk Yılmaz marşını İsmet Paşa’ya ve Ankara’ya muhtelif kişilere
gönderdim. (Düşmana salsa, tek bile kalsa, Türk hiç yılar mı Türk yılmaz) parçasını çoluk çocuk
herkes doğuda haykırıyordu. Bu düsturu kabul etmeyene TÜRK dememelidir...Ankara gerek milli
eğitim programıyla, gerekse İstiklâl Marşıyla dehşetli geriye gidiyor. Lâyihalarım bunu protesto
demektir.” (a.g.y., S. 1055-1057)
Aldığımız alıntılarda Kâzım Karabekir Paşa, Mustafa Kemal’e kişisel inançlarına göre yol
gösteriyor. İnançlarına ters düşünce de onu en ağır bir dille eleştiriyor. Çeşitli kaynaklardan
edindiğimiz bilgilere göre Kâzım Karabekir’in Mustafa Kemal’le uyuşmazlığı kendisine Kurtuluş
Savaşı sonunda etkin bir görevin verilmeyişindendir. Bu iki silah arkadaşlarını yakından bilen eski
bir parlamenter onların kişiliklerini şöyle tanıtıyor:
“Kâzım Karabekir Paşa’nın milli mücadele ruhuna ön ayak olan sayılı kahramanların en
temiz ve en yurtsever, örneklerinden biri olduğunda kuşku yoktur. Onun bu içerleme ve
titizlenmesini çok görmeyelim. Çünkü insanlar, kendilerini yetiştiren çevrenin etkisinden
kurtulamazlar. Kâzım Karabekir Paşa formasyonu bakımından, hilafet ve saltanatı, ulusça
kurtuluşun emniyet ve selâmet şartı sayan muhafazakar bir Osmanlı yurtseveri idi. Büyük alıştığı
ve değer verdiği esasların kökten değişmesine tahammülü yoktu.
Mustafa Kemal’e gelince O, bambaşka bir insandı. Herkes gibi düşünmesi, sürüp gelen
geleneklere bağlı kalması beklenemezdi. Bağımsız bir Türk devleti kurmak yolundaki büyük
idealini gerçekleştirmek ve o ideale şekil vermek için, başkalarının değer verdikleri düşüncelere
uyması söz konusu değildi. Ruhunun durup dinlenme bilmeyen dinamizmi onu hamleden hamleye
zorluyordu. Kendini halkın seviyesine indirmekten ziyade halkı kendi seviyesine çıkarmayı
hedeflemişti...” (4)
(4) Avni Doğan: Kurtuluş Kuruluş ve Sonrası, S.35-36.
Ali Fuat Cebesoy
Ali Fuat Cebesoy Mustafa Kemal’in en yakın düşün arkadaşıdır. Ona Türkiye BMM’sinin
kuruluşuna kadar en tutarlı yardımlarda bulundu. 24 Ekim 1920’de Genel Kurmay Başkanlığının
emirlerine karşı yaptığı Gediz Savaşı’nda Yunanlılara yenildi. Mustafa Kemal, Ali Fuat Paşa’nın bu
girişimini şöyle değerlendirmektedir:
“Baylar, Gediz Savaşından, onun nesnel ve tinsel, can sıkıcı sonuçlarından sonra, Fuat
Paşa’nın cephedeki komutanlık etkinliği ve erki sarsılmış gibi görülüyordu. Baylar, artık Ali Fuat
Paşa’nın Batı Cephesi’ne komuta edemeyeceği kanısına varmıştım...” (1)
Ali Fuat Paşa bundan sonra Moskova Büyük Elçiliğine atandı. Türkiye’ye dönüşünde “İkinci
Grup’ta” yerini aldı. Siyasi Hatıralarım adlı kitabının 242. sayfasında: “Atatürk, vatanın kurtuluşu
için beraberce çalıştığı arkadaşlarıyla dargın kalmak istemezdi. Benim de emelim ve temennim
bunun meydana çıkması idi. Bahsettiğim arkadaşlar Hüseyin Rauf Bey (Orbay), Kazım Karabekir
ve Refet Paşalardı. Milli Mücadele’nin başlangıcından beri Atatürk’ün en yakın yardımcılarından
olan bu üç değerli arkadaş, benim gibi ifratçıların entrikaları yüzünden Atatürk’le dargın vaziyete
gelmişti.” demektedir.
Ali Fuat Paşa, Kazım Karabekir Paşa’nın, Mustafa Kemal’in C.H.Partisine karşı kurduğu
Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırkası’nın genel sekreterliğini yaptı. İzmir suikastı’nda Kazım
Karabekir ve Refet Paşa’larla birlikte tutuklandı. Atatürk araya girerek bu paşaları aklattı. Ali, Fuat
Paşa bu olayı şöyle anlatmaktadır:
“Sekiz ay sonra Gazi’nin sofrasında, 18 Mart 1927 akşamı, Bayındırlık Bakanı Behiç Bey
vasıtasıyla ve onunla birlikte Gazi’ye davet edilmiştik. Sofrada Meclis Reisi Kazım Paşa ile İstiklâl
Mahkemesinin Reisi ve bazı üyesi, Ankara Belediye Reisi, karısı, kızı vardı.. Gazi beni yemek
salonunun bir köşesine götürdü. Orada bana nazikane ikazlarda bulunurken her hakikati
tamamıyla bildiğini, bu esnada, haksızlığa da uğradığımızı söyledi”..
“Üzülmeyiniz, dedim. Olan oldu ve geçti. Beni en çok üzen, sizin benim hakkımda yanlış
bir kanaate sahip olmanız endişesiydi. Görüyorum ki, bana karşı emniyetiniz devam ediyor. Bubeni teselli etmeğe kafidir... Biz iki eski arkadaş gibi yerlerimize oturduk. Bir aralık Gazi herkesin
huzurunda bana: Paşaları senin hatırın için affettirdim... dedi.” (2)
Ali Fuat Paşa’nın safına geçtiği arkadaşları Padişahçı idi. Mustafa Kemal gibi Cumhuriyetçi
ve devrimci değillerdi. Kazım Karabekir Paşa hariç çoğu mandacı idi. Ali Fuat Paşa, “Sınıf
Arkadaşım Atatürk” adlı kitabının 159. sayfasında:
“Başımızdan siyaset. fırtınaları ve aramızdan kara kedilerin geçtiği oldu. Fakat
dostluğumuz asla bozulmadı. Ölünceye kadar arkadaş olarak kaldık. Ben bu arkadaşlıktan daima
gurur ve iftihar duydum” demektedir.
(1) G. M. Kemal: Söylev, C. I-II, S. 268-269 Türkçeleştiren: Ord. Prof. H. V. Velidedeoğlu.
(2) Ali Fuat Cebesoy, Siyasi Hatıralarım, S. 223-224.
Refet Paşa
Refet Paşa, Mustafa Kemal tarafından aranan bir arkadaştı. Mustafa Kemal 21/22 Haziran
1919’da Amasya Bildirgesi’ni imzaya hazırlamıştı. Ali Fuat Paşa kalemi eline aldığı gibi imzayı
çaktı. Rauf Bey nazlandı. Mustafa Kemal’in:
“Bu tarihi bir belgedir; imzan bulunsun” demesi üzerine imzasını. attı. “Refet Bey (Paşa)
imzadan kaçındı, böyle bir kongre toplamaktaki amaç ve yararı anlayamadığını söyledi.” (1)
Sivas Kongresine katılması beklendiği halde ortadan kayboldu. Sonra Ankara’da olduğu
anlaşıldı. Mustafa Kemal “Ali Fuat Paşa’ya: Hemen ve hiçbir “özür dilemeksizin Sivas’a
gönderilmesini” emretti. 7 Eylül 1919 da Sivas’a geldi. (2)
Sivas Kongresinde mandacıların sözcüsü idi. Amerika’nın her türlü desteğine
gereksinmemiz olduğu düşüncesine herkesin katılmasını istiyordu:
“Beş yüz milyon lira borcu, yıkık bir yurdu, pek verimli olmayan bir toprağı ve ancak on,
on beş milyon lira geliri olan bir ulus, bir dış yardım olmaksızın yaşayamaz...
Tanrı korusun, eğer İzmir Yunanlılarda kalsa ve aramızda bir savaş açılsa, düşmanımız,
Yunanistan’dan vapurla asker getirecek durumda iken, acaba biz Erzurum’dan hangi trenlerle
ulaştırmamızı yapabileceğiz? Bundan dolayı, Amerikan güdümü her şeyden önce bir güvence ve
destek bulmak için gereklidir.” Bu savlara karşı Mustafa Kemal şöyle çıkışıyor:
“Baylar, bu konuşmanın son cümleleri dikkat çekicidir. Refet Beyefendi Yunanlıları İzmir’de
geçici sayıyor ve onlarla savaşmakta olduğumuzu kabul etmiyor. Yunanlılar İzmir’de kalırsa ve
savaş durumuna girilirse başa çıkamayacağımız kanısında bulunuyor.” (3)
Avni Doğan, “Kurtuluş Kuruluş ve Sonrası” adlı kitabında (S.103) bize şu bilgiyi
vermektedir: Mustafa Kemal, Refet ve Ali Fuat Paşa’ları büyük taarruza iştirak ettirmek için ‘birer
suretle teşebbüste bulunduğu halde başarı sağlayamadığını ileri sürer...” derken aynı kitabının 65.
sayfasında da şu bilgiyi verir:
“Erzurum kongresinden başlayarak Paşa’ya (Mustafa Kemal’e) karşı cephe alanların hemen
hemen hepsi, müdafaa-i milliye ruhunun yarattığı mukavemeti, eski Osmanlı Padişah ve Halifesi
hesabına kullanmak ve Atatürk’ün tasarladığı “Cumhuriyet İdaresi”nin vücut bulmasına engel
olmak gibi ikili sebebe dayanıyordu.”
Bununla beraber Refet Paşa’nın Konya’daki 12. Kolordu Kumandanı Fahrettin (Altay)
Bey’in Kuvva-yı Milliye saflarına katılmasında, Konya ve Yozgat ayaklanmalarında gösterdiği
başarılar Harp Tarih’lerimizdeki yerini almıştır. (4)
(1)
(2)
(3)
(4)
G. M. Kemal: Söylev, C.I-1I, S.56. Türkçeleştiren: Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu.
a.g.y., S.82.
a.g.y., S. 93-94.
Türk İstiklâl Harbi Vİ. C., S. 126. Gnkur. Basımevi Ankara 1964.
Celal Bayar
Celal Bayar, ilkönce tarihimizde olumlu ve olumsuz yanları ile ün kazanan İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin İzmir sorumlu sekreteri olarak tanındı. Birinci Cihan Savaşı yenilgisinden
sonra ‘İzmir’in Yunanlılarca işgal edileceği’ günlerde, İzmir’de kurulan Redd-i İlhak Cemiyeti’nin
de. yöneticiliğine seçildi. Burada halka umut vermeyen bir konuşma yaptı. (1) İşgal edilmeden
İzmir’den ayrıldı. Nazilli ve Menderes taraflarında Galip Hoca adıyla dolaştı. Son Osmanlı
Meclisi’ne milletvekili olarak katıldı.
Mustafa Kemal hareketi gibi hareketlerin padişahlığa ve millete zarar vereceğine
inanlardan bir kısmı ile TBMM’ne girmeyi başardı.
Atatürk ‘döneminde İktisat ve, Başbakanlıklarda bulundu. İş Bankası’nı Atatürk’ün emri ile
kurdu. İsmet İnönü devrinde köylünün okutulması ve kalkınması için çıkarılan Köy Enstitüleri ve
Çiftçiyi Topraklandırma kanunları BMM’nde görüşülürken tek sözcük bile söylemedi. Bu Kanunların
uygulanmasını istemeyen büyük toprak sahibi milletvekilleriyle CHP’den ayrılarak onun karşısında
Demokrat Parti’yi kurdu. 1950 de iktidara geldi. Bu dönemde I. İnönü döneminde çıkarılan Çiftçiyi
Topraklandırma ve Köy Enstitüleri kanunu ile Atatürk’ün kurduğu Halkevlerini ortadan kaldırdı.
İdari uygulamalara “görülen lüzum üzerine” ilkesi getirildi. Bu ilke ile istemedikleri memurlar işten
uzaklaştırıldı veya açığa alındı. Danıştay’a başvurma hakları da ellerinden alındı. Geçici bir
ekonomik uygulama ile
halka ferahlık getirdi. Sonradan halk sıkıntıya düştü. Üniversite ve yüksek okul öğrencileri uyarıcı
gösteriler yaptı. Bu gösterilerde öğrencilerinden öldürülen ve yaralananlar oldu. Üniversite
profesörlerine “kara cüppeliler” denildi. 27 Mayıs 1960 ta Ordu tarafından iktidardan düşürüldü.
Yassıada Mahkemesi bakanlarından üçünü astı. 1980’li yıllarda öldü. Cenazesi devlet töreni ile
kaldırıldı.
(1) Şevket Süreyya Aydemir: Tek Adam: C.2, S.68-69: (Anılarını Çankırı ve Dünya
Gazetelerinde yayınlayan) Ş. Oğuz Alpkaya ‘ya göre konuşmanın metni şudur: “Arkadaşlar
heyecanınıza hak veriyor, ben de iştirak ediyorum. Fakat ordusu dağılmış, elinden silahı
alınmış, merkezi hükümeti işgal edilmiş bir millet, galip devletlerin destekleyecekleri
Yunan ordusuna karşı neyle ve nasıl mukavemet edebiliyor? Sonra elde bir mütarekename
vardır. Bunun hükümlerini yerine getirmekle mükellef bir hükümet var. O dahi bizim bu
hareketimize müsaade etmez. Çünkü mütareke ahkamına göre, galip devletler istedikleri
takdirde, lüzum görecekleri yerlere kuvvet çıkarmak yetkisini haizdirler. Bu durum
karşısında ve bugünkü şartlar dahilinde, bizim karşı tasavvurumuz cinnetten başka bir şey
olamaz. Memleketin harap olmasına sebep olmaktan başka da bir netice vermez. Şayet bu
şayia tahakkuk eder ve Yunanlıların İzmir’e çıkması gibi bir hal vaki olursa, bize düşen
vazife, gelecek kuvvetin mümkün mertebe zarar vermeyecek halde ve kansız olarak vuku
bulmasını temin etmektir.” (Fazla bilgi isteyenler aynı yapıttan yararlanabilirler)
MUSTAFA KEMAL’İN BAŞLATTIĞI
KÖYCÜLÜK HAREKETLERİ
VE SONRASI
KÜÇÜK BİR ATILGANLIK YAŞAMI
DEĞİŞTİREBİLİR
İlkokulu bitirdiğim yıl iki devlet okulu sınavına girdim. Birini kazanamadım. Birinde de
“kazananlar çok oldu, senin kur’ana çıkmadı” dediler. Konya Karmaortaokulu’na girdim.
Okuduğum Hadim İlkokulu’nda on bir köyün çocukları vardı. Resim yapamazdım. Hocalar’lı Ahmet
Sert çok güzel resim yapardı. O fakir bir arkadaştı. Ona kendime aldığım gibi çok güzel bir resim
defteri aldım. O benim resimlerimi yapıverirdi. Müzik dersini de beğenmezdim. Sesim hiç de güzel
değildi. Öğretmenimiz sınıfta beraber şarkılar söyletirken hep bana bakar gülerdi. Sesim
arkadaşlarımın güzel söyleşileri arasında parazit yapıyordu. Üçüncü sınıfa kadar köyde
okumuştum. İmam Hatipten geçme bir öğretmenimiz vardı. Durmadan sigara içerdi. Konuşurken
bile ses tonu kalınlı inceli çıkardı. Boğuk mu desem, yoksa kısık mı desem, tarifi güç bir şeydi.
Bize de hiç şarkı, türkü söyletmezdi; Kendisi de öğretmedi. Oysa Hatim İlkokulu’nun çocukları çok
güzel şarkılar söylüyorlardı. Müsamerelerde rontlar, türlü oyunlar oynuyorlardı. Bu iki dersin
dışında öbür derslerimde sınıfımın en yetenekli çocuğuydum. En zor konuları arkadaşlarıma ben
anlatırdım. Her derste parmağım havadaydı.
İlkokuldaki başarım beni okumağa yöneltmişti. Ortaokulda okurken köyden dayım
Konya’ya katırla üzüm satmağa gelmişti. “Baban bildiğin gibi değil, çok hasta” .dedi. Okulumu
bırakıp köye döndüm. Babama iki ay baktım. Köyüm Toroslar’ın içinde kara gömülmüştü. Yol yok,
doktor. yok, ilaç yok. Hastane dersen yaya tam dört günlük yol. Nasıl götürebilirim yatağa
düşmüş bir hastayı. Her şey oluruna bırakılırdı bizim oralarda. Ben de uydum çevrenin bu mutsuz
kuralına.
Ama doğanın insafı yoktu. Babacığım önceleri haftada bir, sonraları iki üç günde bir
komaya giriyordu. Babamın her komaya girişinde annem Hoca emmimi çağırtır okuturdu. Evcek
neşemiz kırılmıştı. Yeyip içtiğimizin tadı, tuzu kalmamıştı. Ölüm durmadan kapıyı çalıyordu. Yıl
1937, aylardan Şubat insan boyu yağan karlı bir günde öldü babam.
Beş kardeşim beni okutmak istemiyorlardı. Kendi olanaklarımla da okuyamazdım. Okuma
kapım kapanmıştı. Kendime yeni bir iş bulmalıydım.
İlkbahar geldi. Bazı pratik şeyler düşündüm. On altı yaşındaydım. Köyde askerliğini yapmış
çok doğru kişiler vardı. Bunlardan üç tanesiyle iş yapmayı tasarladım, Kendileriyle teker teker
konuştum. Düşündüklerimi beğendiler. Sonra bunları bizim konuk odasına çağırdım. Onlarla güzel
bir yemek yedik. Gülüşe oynaşa sohbet ettik. Hepimiz on beşer lira ile ticarete başlayacaktık. Biri
birimize güveniyorduk. “Kazanırsak işimizi geliştiririz, kaybedersek ölecek değiliz ya, gene eski
işimize devam ederiz” diyorduk.
Hasan Hüseyin ağabeyle arkadaşlardan on beşer lirayı aldık. Tam altmış lira paramız vardı.
Önce onunla Gevenli Yörükleri’ne gittik. Kasaplık davar aldık. Davarın, tanesini iki yüz kırk altı
kuruşa aldık. Köye yirmi dört davarla geldik. Bizden önceki kasaplar etin kilosunu on beş kuruşa
satıyorlardı. Biz on ört kuruştan et satmağa başladık. Elimizdeki davarları komşu köylere de
götürdük. Çok çabuk sattık. Davar başına yüz, yüz yirmi kuruş kalıyordu. Köydeki arkadaşlara
durumu anlattık. “Devam edelim” dediler. Tekrar, tekrar davar aldık kestik. İş iyi gitti.
1938 Ağustosuna geldik. Üzümler erdi. Ben, “Hasan Hüseyin ağa, yaş üzüm alalım
Konya’ya götürüp satalım” dedim. O da uygun buldu. Köylülerle konuştuk. Satıp parasını vermeğe
anlaştık. Herkes küfeleriyle üzümünü şoseye çıkardı. Tartıp teslim aldık. Kiraladığımız bir
kamyonla yaş üzümü Konya pazarına- indirdik. Satış umduğumuz gibi olmadı. Konya esnafında
para yoktu. Üzüm satışı çok durgundu. Halkın alım gücü de düşüktü. Konya gibi bir ilde beş altı
günde bir kamyon yaş üzümü zor erittik. Masraflarımızı düşersek zararına geliyordu. Hasan
Hüseyin ağaya:
“Köye kuru para götürmeyelim. Tuz, sabun, nal, mıh, çivi alıp götürelim. Köylülere bunlar gerekli
şeyler. Borçlarımızın yerine onları veririz” dedim. “Çok iyi olur” dedi. Onunla beraber demirciler
çarşısından geçiyorduk. Çok zengin demir aksamı satan tüccarlar teli kaşnaklara çakarak elek ve
kalbur yapıyorlardı. Çok kolay bir işti. Hesap ettim tel, çivi ve kasnak oniki kuruş tutuyordu. Oysa
onlar yaptıklarını elli altmış kuruşa satıyorlardı. Hasan Hüseyin ağa:
“Bekir, öteki dediklerini alalım. Amma teli, kasnağı bırakalım. Sonra adımızı ELE
K Ç İ - (Çingene) korlar. Bu adı köylüye on kazan et yedirsek sildiremeyiz” dedi. Ben:
“Konyalı zengin tüccarlar yapıp satarken çingene olmuyorlar da biz mi çingene olacağız”
dedim. Onu dinlemedim. Tam yüz eleklik malzeme aldım. Köyde satılacağını çok iyi biliyordum.
Borçlu olduğumuz köylülere satacağımız malları yattığımız Hadim Oteli’ne getirdik. Tam arabaya
bineceğimizde bir okul müfettişi geldi.
“Beni de arabanıza alın. Ben de Hadim’e gideceğim” dedi. Araba gidiş, dönüş bizim
emrimizdeydi.
Onunla yan yana oturuyorduk. Üstüm başım kaldırıp indirdiğim üzüm küfelerinden şıra
olmuştu. Ne kadar ıslak mendille sildiysem de Konya’nın tozu ile karışık bir renk almıştı.
Müfettiş’le konuşmağa başladık. Ben tüm geçmişimi ona anlattım. Yaptığımız işleri de anlattım. O:
“Sen cesur bir çocuksun. Okuma çağın daha geçmiş sayılmaz. Köy öğretmen okulları
açıldı. Ben oraya öğrenci yazmak için Hadim’e gidiyorum. Seni de yazayım. Git oku” dedi.
Teklifi uygun buldum. Bu benim için son bir umuttu. Arabamız Hadim’e vardığında yatsı
ezanı okunuyordu. Arkadaşım ve köylüler üç saatlik köyümüze yaya gittiler. Ben Hadim’de
kaldım. Geceyi orada geçirdim.
Sabah olunca eski ilkokuluma yardım. Başöğretmenim Ali Galip Ulutan beni müfettişe çok
övdü. Eskişehir Hamidiye Köy Öğretmen Okulu’na yazdılar. Daha pek çok çocuk yazıldı. Bana:
“Sen köyüne git. Sonra seni çağırırlar. Gidersin” dediler.
Ben köyüme gittim. Eski işlerime devam ettim. Borçları temizledik. Köylüler getirdiğimiz
tuzu, sabunu, nalı, mıhı paylaşıverdi. Elekleri hep ben çakıyordum. Köylü ortaklarım ne yapmaya,
ne de satmaya cesaret edemediler. Meğer herkesin eleği eskimiş Kenarlarını falan bezle
yamamışlar. Ben bir yandan yaparken bir yandan satılıyordu. Yüz elli haneye tuz yerine bile
gelmedi. Alış verişi kârıyla kapattık. dört köylü arkadaş gülüşe oynaşa hiçbir dargınlık olmadan
işimizi yürütüyorduk..
Bir sabah öküzlerimle ekin ekmeğe gidiyordum. Muhtarın evinin önünden geçerken, karısı
Alime abla seslendi:
“Bekir’imiz, sana bir kağıt geldi. Eskişehir’e okumağa gidecekmişsin. Dur hele getireyim”
dedi. Kağıdı aldım. Okudum. Doğruydu. Öküzlerimi geri çevirdim. Eve geldim. Anam:
“Neden çifte gitmedin guzum” diye sorunca:
“Ana ben Eskişehir’e okumağa gidiyorum. Amma “Otuz lira alet parasıyla hemen okulda
bulun” diyorlar. Bu parayı, nasıl bulacağız” der demez anam başından terliğini çıkardı. Alnına
gelen yerine diktiği altınları kopardı koparttı elime verdi.
“Yetti mi bu” dedi. Ben:
“Yaşa be anacığım. Yeter de artar bile. Sen sağ ol” dedim. O: “Baban görmedi senin
okuduğunu. Belki ben görürüm. Gözü kör olsun feleğin. Ne güzel okuyordun. Babanın ölümü seni
okulundan etti. Sakın bu fırsatı kaçırma” dedi.
Dünyalar benim oldu. Köyden çıktığım gün çok ağladı. Konya’da altınları bozdurdum. Yol
paramı, harçlığımı ayırdıktan sonra otuz liradan fazla param vardı.
Eskişehir Hamidiye Köy Öğretmen okuluna akşam yemeğinden önce yardım. Karşıma
kabadayı bir delikanlı çıktı. Ben Ahmet Ertaş diye kendini tanıttı. Bana:
“Hoş geldin arkadaş. Nerelisin?
“Sağ ol kardeşim. Konyalıyım. Siz nerelisiniz?
“Kütahyalıyım. Dur sana bir hemşerini çağırayım da tanış” dedi. Ahmet
Ertaş bana hemşerimi çağırmağa gidince ben onu büyük salonun önünde bekledim. Aşağıdan dişi
aralıklı birisi ile merdivenden çıktılar. Dişi aralıklı olan:
“Hani hemşerim, diye sordu Ahmet Ertaş’a.
“İşte bu arkadaş” deyince hemen gerisin geri dönüverdi. Çıktığı merdivenden baş aşağı
koşarak yıldırım gibi indi. Bu arkadaşın Bozkırlı Veli Demiröz olduğunu öğrendim. Ahmet Ertaş:
“Kusura bakma kardeşim. Sizin buradaki Konyalılar çok övüngeç. Senin üstün başın
benimki gibi el dokuması ya. Adamın hoşuna gitmedin. O herhalde süslü püslü kumaştan giyimli,
kravatlı birisini bekliyordu. Seni yün dokumadan yapılmış kaba saba dikişli bir kılıkla görünce
tanışmağa tenezzül etmedi. Boş ver böylelerine. Buranın adeti yeni geleni nöbetçi öğretmenine
götürürler. Gel seni bizim Aydın Bey’e götüreyim.
Aydın Bey, elindeki listeye baktı, baktı.. “Ha.. ha tamam. Bekir Semerci var.” dedii. Bana
yeni çamaşır, havlu verdiler. Yatacağım yatağı gösterdiler. Bir zil çaldı. Akşam yemeği ziliymiş.
Ben de yemeğe gelenlerle bir masaya oturdum. Herkesin tabağına yemekleri kondu. Bu
yemek sekiz yıllık Köy Enstitüsü yaşamımın ilk yemeği idi. Ekmekleri bizim Konya’nın’ ekmekleri
gibi çok hastı. Kaba kaba pamuk gibi yumuşacıktı. Tam bir kiloymuş. Altına yapışık kağıdı
okudum. “Eskişehir Ekmek Fabrikası”: Demek ekmek, ta Eskişehir’den geliyormuş dedim. .
Sabah erkenden zil çaldı. Herkes yatağından doğruldu. Giyinen omzuna havlusunu aldığı
gibi “Seydisuyu”na yüzünü yıkamaya gidiyordu.. Okulun su tesisatı vardı ama çeşmelerden su
akmıyordu. Okulun mutfak ve içecek suyu bir tulumbadan sağlanıyordu.
İş saatinde tüm öğrenciler okulun önünde toplandık. Yanı başımızda köstebek yığını gibi kerpiçten
yapılmış evler görünüyordu. Burası Kırım’dan Kazan’dan gelen Tatarların yerleştiği “Hamidiye”
köyü idi. Okulumuz üç katlı betonarme, çok görkemli bir yapıydı. Köy evlerinin yanında koca bir
saray gibi görünüyordu.
Sıraya giren öğrencilerin başına öğretmenler dağıldı. İçimizde çok küçük çocuklar vardı.
Ben on yedi yaşındaydım. Gün aşırı sakal tıraşı oluyordum. Öğretmen Hikmet Özmen:
“Gocaman sen gel, gocaman sen gel” diye iri yapılı olanlarımızı yanına seçerek aldı. Okulun
suyunu sağlayacak kuyunun başına götürdü,
Toprağın üstünde silindir şeklinde, üç metre çapında, otuz santim kalınlığında, dört metre
yüksekliğinde betonarme bir kasnak vardı. Bu kasnak olduğu yerin toprağı kazılarak içine
gömülecekti. Bu kasnağın üstünde makaralı yüksek bir iskele vardı. Kasnağın içine halata bağlı bir
varil makaradan iniyordu. Tel halatı dışardan bir çift at çekiyordu. Dolan varil yukarı çıkınca
kasnağın dışına kaldıraçlı bir kuruluşla çekiyorduk. Atlar yavaş yavaş geri geri itilerek varil yere
iniyordu. Biz yere inen varili deviriyorduk. Boşalan varil tekrar dolup gelinceye kadar dökülen
balçığı uzaklara kürekle dağıtıyorduk. Başımızda usta öğretici Macar Sili Layoş vardı. Değme
mühendisin yapamadığını yapan, kafası işleyen, işten yılmayan bir adamdı. Bir gün okul
müdürümüz Remzi Özyürek’in “bana on mühendis verseler ben gene Sili’yi tercih ederim” dediğini
duymuştum.
Yeni okulumuzun suyu yoktu, kanalizasyonu yoktu. Elektriği yoktu. Öğretmen, öğrenci
durmadan kuyu ve kanal kazıyorduk. Kuyu işi atların çekim gücünden yararlandığımız için sekiz
on gün içinde bitti. O koca beton kasnak toprağın içine gömüldü. Kocaman bir kuyu oldu. İçi ayna
gibi dupduru suyla doldu. Demirci arkadaşlar santrfüj tesisatını yaptı. Önce at gücüyle, sonra
motor gücüyle santrifüj çalıştırıldı. Su deposu okulun arkasındaki tepedeydi. Her zaman dolu
bulunurdu. Okula su gelince her şey düzene girdi. Lavabolara sabunlar kondu. Helalarda
musluklar, rezervuarlar çalıştı. Her taraf tertemiz oldu. Musluklardan su içiyorduk. Mutfağımız,
bulaşıkhanemiz, hamamımız, çamaşırhanemiz saat gibi çalışıyordu.
Üçüncü hafta Sili usta, beni, Ahmet Ertaş’ı, Hüseyin Elmasyazar’ı büz dökmeğe ayırdı.
Demir kalıp içine nemli beton döküp tokmağı ile iyice sıkıştırıyorduk. Büzleri Seydisuyu’nun
kenarında döküyorduk. Kum, su dereden kolayca sağlanıyordu. Günde on beş büz döküyorduk.
Büzler birkaç gün içinde sertleşiyordu. Beton yanmasın diye ara sıra suluyorduk.
Yaptığımız büzlerle okulun kanalizasyonunu döşedik. Yalnız elektrik işi bir çözüme
kavuşmamıştı. Akşam ve sabah okulda lüks lambaları ile aydınlanıyorduk.
Konya’daki okulum gibi sınıflarda hep öğretmen ders verip evlerimize dağılmıyorduk.
Günümüzün yarısı dersle, yarısı da tarım ve sanatla geçiyordu. Tarım dersinde konumuz arı ise
arılığa, tavuksa kümese, at, inekse ahıra hayvanların yanına gidip ders görüyorduk. Sıra ile
sabahları erken kalkıp hayvanların altını temizliyorduk. Onları kaşağı ile kaşıyorduk.
Tüyleri’ parlasın diye gebreliyor ve fırçalıyorduk. At, inek ve boğalarımız dışarı çıkınca tüyleri parıl
parıl parlıyordu. Besiliydiler, yürüyünce etleri bıngıl bıngıl oynuyordu. Hepsi tombul ve
sevimliydiler. Tarla ziraatı işlerimizi de tarlada yapıyorduk.
Kışın sanat derslerimizi yapı, marangoz ve demircilik işliklerinde yapıyorduk.
Kuramsal derslerimizi sınıfta’ ve laboratuarımızda deneylerle öğrenmeğe çalışıyorduk.
Akşam ve sabah sessiz okuma çalışmalarımız da çok yararlı oluyordu. Üçüncü sınıfa kadar
çalışmalarımız böyle geçti. Yalnız yaz çalışmalarımız değişiyordu.
Hamidiye Köy Öğretmen Okulu 1937 yılında açılmıştı. Okulumun müdürü Remzi
Özyürek’ti. 1937-1940, yılları arasında dört yıl bu okulun müdürlüğünü yaptı. Müdürlüğü
döneminde 1 arılık, 1 kümes, büyük bir ahır, üç işlik, 4 lojman, okul binasının su kuyusu, su
deposu, okulun kanalizasyonu ile iki tuğla ocağı gibi yapı ve tesisleri yaptırmıştı.
Okulun yüzlerce dekar ekim alanı vardı. Buralara yazlık sebze, mısır ekiyorduk. Sebzeler
atla çevrilen dolaplarla ve Seydisuyu’ndan gelen kanalla sulanıyordu. Ayrıca elma, armut, kiraz,
vişne bahçemiz vardı.
Yaz çalışmalarında tuğla kesip pişiriyorduk. Bu tuğlalarla yukarıda sözünü ettiğim binaları
yapmıştık. Seydisuyu kıyılarından yapıların kum ve çakıllarını at arabasıyla, okulun kamyonuyla
taşıyorduk. Yapı gereçlerinin tüm doldurma ve boşaltma işlerini biz yapıyorduk.
Yapıların cam, çimento, çivi, kereste gereçleri hariç hepsini biz üretiyor, tüm duvar, kalıp, çatı,
tavan, badana boya işlerini hep biz yapıyorduk.
17 Nisan 1940 ta Türkiye B.M.M. tarafından çıkarılan 3803 sayılı bir yasa ile Köy Öğretmen
Okulları, KÖY ENSTİTÜLERİ adını aldı.
Bir kısım bozguncu ve ayrılıkçı eski kafalı eğitimciler Köy Enstitüleri’ni dolaşarak öğrencileri
“20 lira maaşla çalışılmaz. Köyde çoban durun bundan daha iyi” diye okumaktan uzaklaştırmağa
çalışıyorlardı. Bunlardan bazıları Köy Enstitüleri kapandıktan sonra bu okullara müdür
atanmışlardı. Demek ki öğrencilerde panik yaratarak Köy Enstitülerini kapatma planı sökmeyince
ikinci aşama olarak C.H.P. yönetimini ele geçirerek Köy Enstitülerini temelinden yıkmak
denenecekti!?..
Köy Enstitüsü düşüncesi İ. Hakkı Tonguç’un beyninin ürünüydü. Bu kurumu kuran oydu.
Yasalar T.B.M. Meclisi’nden çıkmıştı. Amacı:
“Kurulduğu bölge köylerinin üretim ve uğraşılarını daha verimli daha yararlı bir hale
getirmek için onlara örnek olabilecek bilgiyi, beceriyi ve tekniği kavramış öğretmeler
yetiştirmekti. (1)
Köy Enstitülerinin öğretim programını M. Eğitim Bak. Talim Terbiye Dairesi hazırlamıştı.
Köy Enstitülerinin öğretim ve eğitim programları da bu ilkeler ışığında kurulduğu bölgelerin
koşullarına ve üretim ilişkilerine göre uygulanıyordu. Örneğin:
Antalya Aksu Köy Enstitüsü pamuk, şeker kamışı, turfanda sebze yetiştirmekle,
Kastamonu Gölköy arıcılıkta, Malatya Akçadağ kayısıcılıkta, Samsun Ladik Akpınar ve Trabzon
Beşikdüzü balıkçılıkta, Ankara Hasanoğlan tiftik keçisi ve büyük baş hayvan yetiştirmede, Kayseri
Pazarören Koyunculukta, Arifiye sebze ve balıkçılıkta, Çifteler tuğla,
tahıl, sebze, meyve ve büyükbaş hayvan üretmede çok başarı elde etmişlerdi. Burada adını
saymadığım diğer Köy Enstitüleri de çevrelerinde emsali görülmemiş üretim elde etme tekniğini
uyguluyorlar ve bol ürün elde ediyorlardı.
Köy Enstitüleri çok kritik bir zamanda kurulmuştu. II. Cihan Savaşı dünyayı sarmıştı. Bir
yanda faşistler (Almanya, İtalya, Japonya) diğer yanda demokratik ülkeler (A.B.D., S.S.C.B.,
İngiltere, Fransa) kıyasıya dövüşüyorlardı. Kentler bombalanıyor, yanıp yıkılıyordu. Milyonlarca
askerler birbirlerine kurşun sıkıyordu. A.B.D. Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom
bombası attı. 200.000 den fazla insan birden öldü. Dünyanın tüm cephelerinde milyonlarca insan
(çocuk, kadın, erkek) ölüyordu.
Türkiye’nin başında maceraperest olmayan deneyimli bir kumandan Cumhurbaşkanıydı. Bu
deneyimli insan İsmet İnönü idi. Memleketi II. Dünya Savaşına sokmamıştı. Kendisinden 40 yıl
sonra Cumhurbaşkanı olan bir zat, cumhurbaşkanının yetkisizliğinden dert yanıyordu. Demek ki
bu yüksek makam bile kişilerin sahip olduğu görüşe ve güçlü yeteneğe göre uygulamada
farklılıklar gösteriyordu.
İsmet İnönü’nün, Atatürk zamanında başlatılan Köy öğretmen okullarını kendi döneminde
KÖY ENSTİTÜSÜ olarak yasallaştırmada büyük yardımları olmuştu. Üç Köy Öğretmen Okulu, 21
KÖY ENSTİTÜSÜ’ne çıkmıştı. Bu enstitülerde 17.000 öğrenci okuyordu.
Dünyanın en uygar ülkeleri acımasızca birbirini boğazlarken, her gün oluk gibi insan kanı
akarken Türkiye nüfusunun % 80’nini oluşturan okumasız köylüsünün eğitimi için seferberlik ilan
etmişti. On yılda öğretmensiz ve eğitmensiz, okulsuz köy kalmayacaktı. Okul yapımı imece ile ele
alındı. Bölgelerin iklimine göre okulların planları çizildi. Okulların yapımı en üstteki yöneticisiyle,
eğitimcisiyle, kadın, erkek okul yapımında küreğe, kazmaya sarılan köylüsüyle uygulamaya
kondu. Beş yılda 5.000den fazla okul, işlik ve öğretmen evi yapıldı. İmece ile okul yapımında
Türkiye dünyaya, örnek bir başarı gösterdi. Dün Kurtuluş Savaşında kağnısıyla, sırtıyla cephede
düşmana ateşler yağdıran Mehmetçik’e cephane taşıyan ana, baba ve köylü kardeşlerimiz bugün
köylerinin okulunu yapan ustasına taş, tuğla, kereste taşıyordu. (1) Dava benimsenmişti. Türk
köylüsü kara cehaletten kurtarılacaktı. Bu dava, bu emek, bu amaç insan kesen uygar ülkelere
örnek bir çalışmaydı. Türkiye’ye bakıp yaptıkları cellatlıktan utanmalıydılar.
Köy Öğretmen Okulundan Köy Enstitülerine geçişte saptanmasında yararlı bir olgu vardı.
Köy Öğretmen Okullarında orta dereceli okulların kitaplarına çok çalışılıyordu.. Okul
yönetimince ele alınan işler aralıksız çalışmalarla başarılıyordu. Serbest kitap okumağa önem
verilmiyordu. Ele alınan işlerde öğrencilere açıklamalarda bulunulmuyordu. Öğrenci yaptığı işin
anlamını kavramadan çalışan bir yapı işçisi gibiydi, öğrencilerin fikri alınmıyordu. Birlikte
düşünme, çözüm arama, danışma toplantılarına önem verilmiyordu. Eğlencelere sahne
yapılıyordu. Dekor aranıyordu. Güzel sesli öğrencilere türküler söyletiliyordu. Konyalı, misket gibi
oyunları bilenler oluyordu. Yönetim Enstitülere geçince, zorunlu dersler dışında işi tüm
öğrencilerle ele aldı. Örneğin her öğrenci okul kitaplığında bulunan kitaplardan ayda bir kitap
okuyup özetliyordu. Daha çok kitap da okuyabilirdi.
Yapılacak olan işler için toplantılar yapılırdı. Konu derinlemesine ve genişlemesine
tartışılırdı. En olumlu fikir uygulamaya konurdu. Öğrenci yapacağı işe bilerek başlardı. (2)
Eğlenceler gelişigüzel yapılmıyordu. Müzik öğretmeni Mehmet Öztekin türküleri, şarkıları
korolara söyletiyordu. Mandolin konserleri veriyordu. Şarkı ve türküleri tek tek okuyanlar da
olurdu. Halk oyunlarına çok önem verilmişti. Zeybekler için Kütahya’dan bir usta öğretici
getirtilmişti. Konyalı yahut Hüdayda oyunları gibi bir iki kişi değil sınıfça, okulca kızlı, oğlanlı
oynuyorduk. Halayları da kol kola girerek hep beraber oynuyorduk.
Köylerde geçen olayları orta oyunu şeklinde herkesin ortasındaki boşlukta oynuyorduk.
Oyuncular, ceketin tersini giyerek, kasketi yana çevirerek kömürden bıyık, elde bir değnek,
tespih, omuzda odundan bir tüfek gibi görüntülerle oyuna en basitinden bir dekor vermeğe
çalışıyordu. Oyuncular, biraz da olayın çevresine özgü şiveyle konuşmağa başladı mı seyircileri
gözleri yaşarana kadar güldürürdü.
Enstitüde somurtkanlık pek görünmezdi. Baştan başa bir coşku kendini gösterirdi. İş
alanlarındaki dinlenmelerde şarkılar, türküler, oyunlar gırla giderdi. Bu türkülere ve oyunlara
başımızdaki öğretmenler de katılırdı. Öğretmen, öğrenci arkadaş gibiydik.
(1) Atatürk ilkelerine göre imece ortak işlerin başarısında en iyi uygulama idi. Türk köylüsü
yüzyıllarca bu geleneğiyle ayakta kalabilmişti. Kurtuluş Savaşını da bu imeceler kazanmıştı.
(2) Çifteler Köy Enstitüsünde akasya ormanlığı, yatakhane yolu, santral ve arazi sulama bendinin
yapılması öğrencilerin kararı ile gerçekleştirilmişti.
Hafta Sonu Eğlence Konularımızdan Birkaç Örnek:
Kentli ÇÖMLEKÇİ İLE KÖYLÜ
(Sahneye koyan Azmi Erdoğan)
“Selamınaleyküm çömlekçi.
“Vealeykümüsselam koca dağlı. Ne istiyorsun bakalım?
“Ağzı var haho (geniş), deliği var vızzo (küçük). Destinin kulpi (testi gibi kulplu). (Elini ileri
uzatıp geri geri çeke çeke) Zartala zırto, zartala zırto” deyince, kentli omuz silkerek “anlamadım
anlamadım” der. Köylü ise kentliye alacağını tanıtmak için:
“Hani bizim karı var ya. İştekene onun önüne şöyle varır varır gelir” der. Elini ileri uzatıp uzatıp,
geri geri çekmeğe başlar. Aklınca, karısının çömlekle yayık yaydığını kentliye anlatmak, tarif
etmek ister. Çömlekçi ise köylünün kadınla seviştiğini anlatmaya kalktığını sanır.
“Defol defol. Benim dükkanımda öyle şeyler olmaz” der.
Ama bizim köylü, çömlekçinin öfkesine aldırış etmez. Çünkü onun aklında kentlinin aklına
gelen yoktur. Alacağı çömleği dükkandaki çömleklere baka baka bulmaya koyulur. Ve:
“Var var senin dükkanda bu. Bulmadan gitmem ben. Hem bulacak, hemi de alacak”
deyince kentli başını sağa sola sallayarak köylünün araştırmasını seyreder, ona:
“Be adam, söyle ne alacağını. Ben sana bulup vereyim. Benim sinirlerimi ne hoplatıp
duruyorsun?” deyince köylü aradığı çömlek yayığı çömlekçiye gösterir.
“Aha... Aha... İşte budir. Ne istiirsen al paranı.
“Ulan be adam beni sabahtan beri deli dana gibi hoplattın. Yayık alacağım desen de ben de
senin işini bir dakikada yapsam olmaz mıydı?
“Ben bilirem böyle. Al sen de paranı şöyle.” diyerek yayığı omuzlayıp dükkandan çıkar.
HÜKÜMET DOKTORU İLE HAVA DEĞİŞİMLİ ASKER
(Sahneye koyan Bekir Semerci)
1939 yılı yazında köye izinli gittim. Konya Motorlu Top Taburunda asker olan ağabeyim
Mustafa Semerci zatürree olmuş. Bir yıl hava değişimi vermişler. Eve varınca yatakta inler
buldum. 0 zamanlar antibiyotik ilaçlar yoktu. Zatürree, zatülcenp gibi ateşli hastalıklara
yakalananlardan kurtulanlar şanslı sayılırdı. Ağabeyim gün geçtikçe ağırlaşıyordu. Ben askerlik
şubesine başvurarak hasta askerin askeri hastahanelerde parasız tedavi edildiklerini de
bilmiyordum. Köye hükümet tabibi geldi. Köyodasına gittim. “Hastamı var bir bakıver’ dedimse de
doktor bey hiç oralı olmadı. Para ile muayene ettirmeye kalksam belki de muayene ederdi. Ama
ben öğrenci idim. Ağabeyim asker hastası idi. Anam da yaşlı bir kadındı. Babam, üç defa
Seferberliğe (1. Dünya Savaşına) gitmemek için altın para ile bedel verdiğini, iki defa da hacca
gittiğini övüne övüne anlatırdı. Ama öldüğünde bize hiç para bırakmamıştı. Bu nedenlerden ötürü
doktora verecek paramızda yoktu.
Ağamın iniltisi dayanılacak gibi değildi. Hükümet doktoruna tekrar gittim, yalvardım.
“Ağam çok hasta. Bir yıl hava değişimiyle evine git demişler. Elinizden gelen bir şey. Bir muayene
ediver doktor bey” diye durmadan yalvardım. Doktor köyodasından kalktı. Ben önde, o, arkamda
bizim eve girdik. Ağamın iniltisi ıkıltısı herkesi üzüyordu. Anam, ağamın başından kalktı. “Doktor
geldi. Seni muayene edecek” dedim. Ağam başını sağa sola çevirdi. Gelen adama bir baktı. Ondan
bir kurtuluş bekliyordu. Doktor:
“Ne olmuş buna” dedi.
“Zatürree olmuş doktor bey. Size iki kere anlattım.
Doktor hastamıza elini bile dokunmadan evden çıktı. Biz ardından bakakaldık. Ben bu olayı
arkadaşlarımla olduğu gibi sınıfımızın eğlenti gününde oynadık. Enstitü müdürümüz Rauf İnan,
eğlence bitince beni çağırdı. Bütün öğretmenlerimin yanında:
“Bekir, çok iyi oynadınız oyunu. Seni kutlarım. Ama hastanı doktora muayene ettiremedin.
Oyun, hep realiteye uyularak yazılmaz ve oynanmaz. Sanatta bir idealizm vardır. Yazar olaylara
olduğu gibi uymak zorunda değildir. Seyircileri etkilemesi bakımından olayları kendi görüşüne
göre uyarlar. (Adapte eder). Sen bu oyunu. arkadaşlarınla bir daha oyna. Hastanı muayene ettir.
Zavallı bir köylü gibi umutsuzluk içinde doktorun. arkasından korkak korkak bakma. Devletin
kanunları var. Onlardan, doktorların Hipokrat yemininden, özellikle kamu hizmeti gören bir asker
hastasının ihmal edilmesinin millet, vatan duygusundan yoksun olan kimselerin yapabileceği
şeyler olduğundan söz ederek doktora hastanı mutlaka muayene ettireceksin dedi. Bir başka
eğlenti sıramızda u oyunu bir daha oynadık. Bu sefer seyircilerimiz bizi çok alkışladı. Köylü rolü
oynayan hasta ziyaretçileri de doktora “Allah ömür versin toktur Bey” dediler. Seyircilere de köye
gelen devlet hizmetlilerine gerektiğinde nasıl davranılacağını öğretmeye çalıştığımız gözlendi.
MAHALLE MEKTEBİNİN ACEMİ HOCASI
(Sahneye koyan Durali Öztürk)
Durali Öztürk Ankara’nın bir köyündendi. Köyünde açılan Kur’an kursuna gittiğinde,
hocanın alfabeyi öğretecek yetenekte bir adam olmadığını görür. Köylüden para alıp gününü gün
eden bir hocadır bu hoca. Eskiden başka hocalardan Kur’an öğrenen çocuklar da vardır içlerinde.
Adam dershanede Arapça alfabe öğreteceğim diye çocuklarla işe girişir:
“Bebeyni balabayni bumbulbali bep büp. Tı teyni talateyni tombultali teptüp. Ceceyni
calaciyni cumbulcali cepcüp. Ze zeyni zalazeyni zombulzali zepzüp” diyerek alfabe öğretmeye
kalkınca çocuklar gülüverirler. Hoca da çocukları döver. Çocuklar evlerine yemeğe gittiklerinde
analarına, babalarına bu olayı anlatırlar. Kiminin anası “hocanın dövdüğü yerde gül biter” diyerek
çocuğunu yatıştırmaya kalkar. Kiminin babası da “Yahu bu adamda hocalık filan yok. Biz de
vaktiyle Kur’an kurslarına gittik. Böyle acayip bir öğretimle eğitilmeye de çalışılmadık” der. Sonra
ehliyetsiz hocayı köyden koyarlar.
BİR SANTRAL YAPIMININ ÖYKÜSÜ
Enstitümüzün elektriği yoktu. Bir ilkokul öğretmeni olan Talat Tarkan fizik öğretmenimizdi.
Kendisini yetiştirmiş çok yönlü bir öğretmendi. Matematik dersimize de gelirdi. Enstitünün
önünden Seydisuyu diye bir su akardı. Su ve elektrik konularında bu suyun kenarına giderdik.
Elimizde kronometre, ip, dekametre, çekül, flâma görevi yapacak uzun sırıklar ve su düzeci
alırdık. Seydisuyu’nun enini, kesitini, saniyede akıttığı suyu m3 olarak hesaplardık. Bir zamanlar
bu suya kurulmuş yıkık bir değirmen vardı. Arık yeri belliydi. Suyun döküldüğü yerle türbin
konulacak yer arasındaki yüksekliği bulur, suyun kaç beygir gücünde olduğunu hesap ederdik.
Talat Bey, bu hesaplamaları yalnız bizim sınıfla değil enstitünün bütün sınıflarıyla yapardı.
Tüm öğrencilere bir elektrik santralı kurulması düşüncesini benimsetirdi. Enstitü yöneticileriyle,
usta öğreticilerimizden Sili Liyoş ve Gaspar ile bu konuyu iyice etüt etmişlerdi.
Savaş tüm şiddetiyle dünyayı kasıp kavuruyordu. Türbin bulmak bir sorundu. Usta
öğreticimiz Gaspar “ben bulurum” demiş. Sevindik. Sonra Denizli’de yıkılmış bir un fabrikasının
türbininin bir yere atılmış olduğu öğrenildi. Enstitü onu ucuz aldı, Paslarını ve tortularını kazıyıp
temizledik.
Gaspar Usta bir Macar yurttaşı idi. Aramızda Türkçe öğrenmişti. Bizi çok severdi. Bilgiliydi.
Kendisinden çok teknik bilgiler öğreniyorduk. Ele aldığı her işi başarırdı. Tutarlı bir çalışması vardı.
Bütün Köy Enstitüleri onun kişiliğinden, ustalığından yararlanmıştı. Biz ona öğretmenim diyorduk.
Gaspar’ın sevinci okula yayıldı. Elektriğe kavuşacağız. Değirmen yapacağız. İşliklere
elektrik gücü ile çalışan makineler konacak. Su elektrik gücü ile çekilecek. Köye de geceleri
elektrik verilecek.., daha neler de neler söyleniyordu.
Santral yapımına başlandı. Söğütler arasında Seydisuyu’nun kıyısında kırmızı kiremitli
güzel bir villa gibi görünüyordu. Santral iki kısımdı. Bir tarafında elektrik üreten dinamo ve
aksamı vardı. Diğer tarafta değirmen. Değirmen, hem enstitünün, hem de çevre köylerin ununu
öğütecekti.
Santralın türbini, su oluğu ve dinamo tertibatı yapılırken bir taraftan da Seydisuyu’nun
üstüne bent yapılacaktı. 2 km kadar bir de kanal açılacaktı.
Müdürümüz Rauf İnan, öğrenci arkadaşlarımızla bu konuyu tartıştı. Kanalı nasıl çabuk ve
kolay açabiliriz-? Hepimiz “tüm işi bırakıp kanalın üzerine çullanalım. Fazla enerji israfını önlemek
için kanalın geçeceği yeri iplerle, kazıklarla su akıntısına göre saptayalım. Bunu öncelikle ele
alalım. Ondan sonra kürek kazma manivela, balyozlarla kanalın başına gidelim. Büyüklü küçüklü
arkadaşlardan oluşan iş kümelerine ayrılalım. Her kümeye ölçülü yerler verilsin. Beraber diye
kazmayı vuralım” dedik.
Kanalın geçeceği yer boyunca kazıklar çakıldı. Ertesi gün enstitüde kanal kazma
seferberliğini ilan ettik. Kanal açma araçlarını omuzladığımız gibi Yeşilyurt köyünün yolunu
tutmamız bir oldu. Ölçülü olarak kümelere açacakları günlük kanal yerleri gösterildi. Müdür Rauf
İnan askerliğini topçu birliğinde yapmış. Ağır topları çamurdan çıkarırken. hep birden hareket
etmek için “BERABERRR” diye bağırırlarmış. Bize de öyle yapmamızı öğretti. Kanal boyunca
dizildik. Arkadaşlarla kazmalarımızı kaldırdık. “Beraberrr... “ diye bağırarak toprağın bağrına
sapladık; “Beraberrr” sesiyle kazmaların şakırtısı Seydisuyu vadisini inletti.
2 km. kanal kazma işinde epeyce ter döktük. Her küme işini erken bitirmek için canla
başla çalışıyordu. Hep neşeliydik. Dileyen küme dinlenmeye geçiyordu. Türküler, şarkılar kümeleri
coşturuyordu. Yorulduğumuzun farkına bile varmadan kanal kazımını sanırım bir hafta içinde
tamamlamıştık. Sıra bent yapımına gelmişti.
Bent yapımına kanalın ağzını açmakla giriştik. Seydisuyu kanalımıza biraz akmağa başladı.
Su yatağından ve kanal kazımından çıkardığımız taşları bendin temeline sıraladık. Eski sebze
sulama bendimiz çok uydurma bir şeydi. Yeni bendin ,temeli çok taş yutuyordu. Arabalarla Kırgız
Dağı’ndan taş taşıdık. Taş duvar yapılırken arasında kalan boşlukları doldurmak için sırtımızla
getirdiğimiz çakıl çuvallarını gene “tempo” diye bağırarak dökerdik. Bir anda, üst üste dökülen
çakılları su götüremiyordu. Aralıksız olarak günlerce sırtırnızla çakıl taşıdık. Bendin boyunca
sıralanan arkadaşlarla çuvallarımızı “tempo...” diye bağırarak birden boşaltırdık. Bu sesin hâlâ
kulağımda çınladığını söylersem abartmamış olurum.
Seydisuyu’nu, yaptığımız bentle santralımıza çevirmiştik. Bazı denemelerden sonra
santralımız verimli çalışmağa başladı. (2) Alın terimizle başardığımız elektrik üretimiyle
enstitümüzle Hamidiye köyünü karanlıktan kurtarınca bir anda yorgunluğumuzu da unutmuştuk.
(3)
(2) Santralımız çalışmadan önce Hamidiye Köyü’nün sokaklarına enstitümüzün girişimiyle öğrenci
arkadaşlarımız tarafından elektrik direkleri dikildi. Gerekli teller çekildi. Ben yıllık izindeyken bir
akşam arkadaşlarımız ve öğretmenlerimiz ellerinde meşalelerle Hamidiye Köyü’nün sokaklarında
“ışık var!.. Işık var!.. Işık var!..” diyerek köylülere coşkularını duyurmuşlar. Bu meşaleli topluluğu
görünce onlar seyretmek için sokaklara dökülmüş/er. Tam bu sırada santraldeki nöbetçi
arkadaşımız şaltere dokunmuş, Hamidiye Köyü birdenbire ışıyıvermiş. Köylüler de “Işık var!.. Işık
var!.. Işık var!..” diyerek bizimkilere katılmışlar. Bu coşkuyla da:
Seydosman Sarayı saldırganay tonganda boyga
Sen bayramda cokidin ay hoş geldin toyga
Seydosman Sarayı saldırganay tepesi şişe
Sen bayramda cokidin ay—kaytaydın Haşşe...
Gibi türkülerini kendi dilleriyle (Tatarca) söyleyerek yarattıkları coşkuyla karanlığı boğmuşlar...
(3) Bizim okuduğumuz Çifteler Köy Enstitüsünde okuyan Fethi Esendal, Yalnız Kalanlar adındaki
kitabının (s. 207-211) “Çifteler Günü” öyküsünde 1948- 1949 (Köy Enstitülerini biz ıslah
edeceğiz” deyenlerin öğretim programından İş Eğitimi, İş Eğitimi Tarihi, Ziraî İşletme Ekonomisi
derslerini çıkarıp attıkları dönemdir bu dönem) kışı Seydisuyu’nun üstünün donduğu, bentten
santrale gelen kanalda buz tıkanıklığı görülür. Santral çalışmadığı için okul ışıksız ve susuz kalır.
Mutfak, hamam, lavabo, hela ve çamaşırhane çalışamaz bir duruma girer. Öğrenciler yüzünü
yıkamak için Seydisuyu’nun kıyısındaki buzları kırıp ellerini, yüzlerini yıkarlar. Okul yönetimi bu
duruma seyirci kalır. Aşık Veysel’in de katıldığı bir cumartesi eğlence toplantısında bu durumun
dedikodusu yapılır. Sahneye sazıyla çıkan Aşık Veysel; “Ben bu Çiftelerin çok gününü bilirim. Ama
böylesi olmadı!. İçim sıkılıyor dostlar...” deyip sazını alıp çıktığı görülünce okul müdürü hemen
sahneye çıkar, bu durumu öğrencileriyle görüşmek ister. Ama öğrenciler kendi aralarında şöyle
bir konuşmaya girişirler:
“Bu halimiz yürekler acısı!”
“Üç haftadır kirden koktuk. Banyo ne zaman ?“
“Karanlıkta ders çalışamıyoruz.”“Şimdiye dek bu kanal hiç mi donmamış?”
“Üç beş yılda bir donmuş.” diyerek yanıtladı müdür.
“Donunca ne yapmışlar? Bizim gibi oturup dua mı etmişler, kendi kendine açılması için?”
“Hayır,” dedi Müdür: “Gidip açmışlar.”
“Biz neden gidip açmıyoruz?”
“Hazırsanız gider açarız.”
“Bugüne dek niçin bekledik?”
“Sizin hazır olmanızı. “...
“Deseydiniz biz giderdik!”
“Diyemezdim. Bu isteyerek katılma işi...”
Ertesi gün öğrenciler kendi girişimleriyle okulda bulunan kazma, balyoz, tırmık, yangın
çengelleri ve kalaslarla kanalın boyuna dizilip buzları temizlerler, okulu ışığa ve suya
kavuştururlar, bugüne de “ÇİFTELER GUNU” derler. Eski Çifteler Köy Enstitüsü’nü gönüllerinde
yaşatmak için.
Öğrencilerimizin kendi kendine yaptıkları bu girişim övgüye layıktır. Ne yazık ki, memleketimizin
gerçeklerini bilip onu kalkındırmak için okul, ahır, kümes, arılık, santral,bağ-bahçe, ormanlık
yapan ve yaptıranları istemeyenler onlara “Gomonist” dediler. Sonrakilere de “Milliyetçi”. İşte bizi
geri kalmışlıkla uğraştıran bu çatal kafa (zihniyet) dır!?...
Çifteler Köy Enstitüsüne Konuk Gelen
ORTA ASYACILAR
Okulu bitirmemize- üç ay vardı. 1943 yılının yaz sıcağında kimimiz sebze bahçelerimizin
otunu alıp gübreliyor ve suluyordu. Sanat işliklerinde çalışan arkadaşlarımız da bu yıl okulu
bitirecekleri için pulluk, at arabası, yapı, demircilik takımları yapıyorlardı. Böyle işten başımızı
kaldıramadığımız, bir günde Okul Müdürümüz Rauf İnan beni çağırttı. Odasına gittim. İçerde
lacivert, füme renkli elbiseli pırıl pırıl temiz taranmış uzun saçlı, üç genç oturuyordu. Müdüre,
tepeden bakarmış gibi gururlu, kendilerine güvenli bir halleri vardı. Daha önce neler konuştular
bilemiyorum. Ben kapıdan girince Müdürümüz bana:
“Semerci, sen bu ağabeylere okulumuzun iş alanlarını gezdir, gerekli açıklamaları yap”
dedi. Ben:
“Ağabeyleri tanımak isterim. Nereliler ve kimler olduklarını öğrenirsem daha iyi olur”
dedim.
“Ankara üniversitesinde okuyorlar. Yarın bizim ……larımız olacak bu arkadaşlarımız. Ben
kendilerine doğru yaklaşarak, hoş geldiniz diyerek ellerini sıktım. Buyurun gidelim diyerek,
konukları alıp okulun önüne indim. Kendilerine:
“Hiç bir hazırlığım yok. Nereden başlayacağımı bilemiyorum. Şu kanepelere oturup bir gezi
tasarısı yapsak iyi olur gibime geliyor.
“Bizim de konuşacaklarımız var. Oturalım biraz, konuşalım”. Ben içimden okulun
etkinliklerinden söz edeceklerini beklerken birisi hemen konuşmağa başlayıverdi: ,
“Senin adın ne kardeş?“
“Bekir Semerci,
“Bekir kardeş, okulda size Türkçülükten söz ederler mi?
“Ne gibi?
“Biz Türk olarak yalnız Türkiye’deki Türklerden ibaret değiliz. Yunanistan’da,
Bulgaristan’da, Romanya’da, İran’da, Suriye’de, Irak’ta ve en Çoğu da Orta Asya’da
yaşamaktadır. Bizce en büyük sorun da Orta Asya’dakileri kurtarmaktır. Bunlar hakkında sizin
okulda Türklerin kurtuluşuna ait hiç bilgi verilmez mi?”
“Oyy! dedim içimden. “Bunların ayağı yere basmıyor. Türkiye savaşa girmediği halde bin
bir sıkıntı içinde. Ayakkabımızın altına çakacak gön yok, çivi yok. Kentlerde ekmek karne ile.
Kentten kente yiyecek taşınması yasaklandı. Her bölge ne üretiyorsa onu yiyor. Köylere
Sümerbank’ın ayırıp verdiği basma, pazen, kaput bezi köylünün yamalığına yetmiyor. Biz bu
haldeyken başımıza bir de Orta Asya Türklerini kurtarmak mı çıktı?” dedim. Ama adam benden
yanıt bekliyor.
“Haydi kalkalım. Hem konuşalım, hem de gezelim” dedim. Konukları kanepeden kaldırdım.
Köye doğru yürümeğe başladık. Okul ile Bekir Ağanın evinin arası yüz metre kadar bir şey. Kerpiç
duvardan yapılmış bir avlu içinde. Kapısı çok kere açık durur. Konukları eve doğru götürdüm. Ne
diyeceğimi bekliyorlar. Evin avlu kapısına varınca:
“Bekir Ağa!” diye seslendim. Bizim Konya’daki gibi Hamidiye köy evlerinde köpek
beslemiyorlar. Evlen çıkan olmadığı gibi, ses veren de olmadı. Konuklara döndüm:
“Bakınız şu eve. Bizim Hamidiye köyünün evleri aşağı yukarı hep böyle. Şimdi içinden
geçerken de ayrı ayrı izleyeceğiz. Evler kerpiçten yapılmış. Yüksekliği bir adam girecek kadar.
Üstü çamur sıvalı çatı. Pencereler küçük, kimisi yuvarlak bir daire, kimisi küçük küçük kare,
dikdörtgen şeklinde. Bir ikisi camlı. Bazıları kağıt yapışık. Işık girsin diye kağıdı da yağlamışlar.
Hayvan ahırı ile ev bitişik. Gübre avlunun içinde. Hayvanlar yesin diye kavun karpuz kabukları da
atılmış bir köşeye. Kara sinekler avluda cirit atıyor. Sanki arı kovanı mübarekler. Görüyorsunuz
sevilmeyen bir koku da geliyor burnumuza. “Buyurun şimdi de köyü gezelim” dedim, yürüdüm.
Konuklar sus pus oldular. Köyün içini sokak sokak dolaştırdım. Evler hep anlattığım gibi kerpiç, iç
düzeni aynı. Yalnız köye okuldan gelen yol cadde gibi düzgün. Elektrik direklerini biz diktik. Hepsi
abajurlu. Okul içinde yaptığımız elektrik santralından köyün içine de cereyan verdik. Akşamları
Hamidiye köyünün içi pırıl pırıl aydınlanıyor. Okul bu aydınlatmayı köye bir hizmet olsun diye
yaptı. Karşılığında bir kuruş para da almıyor. Belki elektriğin girdiği ilk Anadolu köyü.
“Bu köyün aslı ne? diye soruyorlar.
“Kırım, Kazan Tatarları.
“Yani göçmen.
“Evet göçmen.
“Acaba ne zaman gelmişler? “Köy, öğrendiğime göre, Osmanlılar zamanında kurulmuş. Yalnız köyün en zengini Raşit
Ağa sonradan gelmiş. Hemşerilerini aramış bu köyde bulmuş. Buraya yerleşmiş. Bu köyün en
zengini yine onu sayarlar. Milli bayramlarda hep bizim törenlerde bulunur.
Konukları köyden alıp Seydisuyu Vadisine doğru götürüyorum. Tozlu yollarda ben iş ayakkabım ve
iş elbisemle, başımda geniş güneşlikli Panama tipi kendi kızlarımızın diktiği keten şapka ile, onlar
ise ütülü elbise, boyalı iskarpinleriyle başları açık, sıcak yaz güneşi altıda yürüyoruz. Seydisuyu
köyün iki yüz metre kadar altında. Suyun kıyısında durduk. Konuklara anlatıyorum:
“Şimdi buradan köyü bir seyredelim. Köy kupkurak kerpiç yapılardan ibaret. Yalnız bir iki
akasya ağacı görüyoruz. Bu da köy için bir yeşillik sayılmaz. Köy bu kızgın güneş altında cayır
cayır yanıyor. Şimdi bu tarafa dönelim. Bu suyun adı Seydisuyu. Yaz, kış akar. Değirmenler
döndürür. ördüğünüz şu söğütler kendiliğinden yetişmiştir. Burada söğüt ağaçlarından başka
hiçbir ağaç yok. Söğüt ağaçları dere boyunca uzayıp gider. Ta Sakarya nehrine kadar. Karşı taraf
okulun tarım alanı. Biraz sonra oraya götüreceğim sizi. Orası ise yemyeşil. Meyve bahçesi,
sebzelik, arılık, tavuk kümesleri. Şurası köyün harmanları. Şu piramit gibi yığılmış saplar
köylülerin kış yakacağı. Köylüler buna “toban” diyorlar. Suyun akışına doğru baş aşağı bu taraf
hep böyle kupkurak düzlük devam eder gider. Köyün doğusundaki yamaçta yeşeren bağ da
okulun. Köylüler bağ dikmesini de bilmiyorlar, meyve dikmesini de. Hele sebze ekip yetiştirmesini
hiç bilmiyorlar. Bir kök yeşil soğanları bile yok. Bildikleri yalnız kuru tarım. Tarlayı nadas etmek,
ekin ekmek, harman kaldırmak. Biraz da koyunları, inekleri var. Geçimlerini bunlardan sağlıyorlar.
Şu çalışanlar bizim arkadaşlar. Tuğla kesiyorlar. Şimdi onların çalışmalarını göreceğiz. Biraz
aşağıda köprü var, köprüden karşıya geçer, okulun tarım alanların da inceleriz” dedim.
Tuğla kesen topuluğa doğru yürüdük Tuğla harmanına. gelince:
“Kolay gelsin arkadaşlar” dedim.
“Sağ ol” dediler.
“Konuklarımız Ankaralı. Yakında okullarından ……….. çıkacaklarmış. Okulumuzun
çalışmalarını görmeğe gelmişler. Ben de iş alanlarımızı gezdiriyorum. Biriniz çalışmalarınız
hakkında bize bilgi verirseniz memnun oluruz” dedim. Biri birlerine baktılar. Ahmet Ertaş bize
yaklaştı:
“Benimle gelin öyleyse” dedi. Arkasından yürüdük. Çamur çukurlarının başında durduk.
Çamur karan arkadaşlara da
“Kolay gelsin” dedik. Onlar dizkapaklarına kadar çıplak bacakları ile çamurun içinde, tuğla
kesen tezgahların tezkerelerini dolduruyorlardı. Su gibi ter içindeydiler. Ahmet Ertaş konuşmaya
başladı:
“Bu çukurlara dün akşamdan toprak doldurduk. Tuğlalar çatlamasın diye üstüne gübre
attık, su döktük. Sabaha kadar gübreli su ile toprak bir bakıma mayalanır, suyu emer, olgunlaşır.
Sabah biz iyice karıştırırız. Bundan yapılan tuğlalar kaya gibi sağlam olur. Tezgahlara yaklaşalım.
Bu tezgahta bir kişi tuğla keser, iki kişi kalıp atar. İki kişi çamur taşır. İki kişi çamur karar,
doldurur, böylece yedi kişi bir kümedir. Bir sınıf günde 6000 tuğla kesmiş olur. Yeni kesilen
tuğlalar bu harmanlarda kurutulduktan sonra şu ocaklarda pişirilir. Tuğlaları pişirirken hep sap
yakarız. O da tarlamızın ürünüdür. Tuğla pişirme işi geceleri yapılır. Bunun birçok yararları vardır:
Birincisi tuğla yakanlar gece ateşin karşısında serinlikte çalışmış olur, yanmazlar.
İkincisi çıkan zehirli duman gece herkes uykuda iken kimseyi rahatsız etmez.
Üçüncüsü gündüzleri bu harmanlarda devamlı çalışıldığı için duman kokusu çalışanları
engellemez. Bu gördüğünüz ocağın üçü de bir yandan doldurulur bir yandan yakılır. Soğuyunca
pişkin tuğlalar yapı yaptığımız yere at arabalarımız ve kamyonumuzla taşınır. Binalarımızı hep
tuğladan yaparız. Bu tuğlalar döner sermayeye giriş yapılır. Okulun birçok inşaatı vardır. Tuğlaya
para vermez. İnşaattan fazla tuğlamız olursa kesime ara
veririz.
Konuklardan biri sordu:
“Tuğlayı hep buradaki arkadaşlarınız mı keser?”
“Hayır hayır. Bizde yazları üç çalışma alanı vardır. Bir kısmımız tarımda, bir kısmımız
inşaatta, bir kısmımız da tuğlada çalışırız. Şimdi size arkadaşım herhalde oraları da gezdirecektir.”
Ben Ahmet Ertaş arkadaşıma teşekkür ettim. Konuklarımız da buradaki çalışmayı izlediler.
Ahmet’in elini sıkarak tüm tuğla kesenlere “kolay gelsin” deyip ayrıldık. Köprüden tarım alanına
geçerken dereden kamyona kum, çakıl dolduranlara da “kolay gelsin” dedik. Bunlar da paçaları
sıvamışlar. Ha bire kamyona kum dolduruyorlardı. Konuklar:
“Bunlar da sizden mi?” diye gülmeğe başladı.
“Elbette bizden. Biz yapılarımızın çivi, cam, kereste ve çimentosuna para veririz. Diğer
gereçleri kendimiz üretir ve yaparız”
“Burası bambaşka bir okul. Şimdiye kadar bildiğimiz okulların hiç birisine benzemiyor”
dediler:
Köprüyü geçince, ateş yakıp mısır pişirenlere rastladık. İnek güdüyorlardı. Canları taze mısır
istemiş olacak ki bizim mısır tarlalarından kopardıkları mısır kundaklarını pişirip yiyorlardı. Onlara
doğru yaklaştım:
“Yarasın arkadaşlar” dedim. Konuklar dikildiler. Seyretmeğe başladılar. Onlara vermek için
pişmiş mısır istedim.
“Ağabeyler Ankara Üniversitesi’nden” der demez hepsi mısır kabuğuna birer kızarmış mısır
sararak konukları ağırlamaya koştular. Konuklar ve çoban arkadaşlarla beraber gülüşerek sıcak
mısırı üfleye püfleye yedik. Aslında böyle şeyler yasak. Hiç kimse kendi keyfine göre okul
malından yararlanamaz. Konuklar:
“Şimdi bu hırsızlık mı sayılır?” dediler.
“Biz köylü kökenliyiz. Bizim köylüler de kendinde olmayan bk ürünü komşuların
ürünlerinden alıp yerler, hatta sahibine “senin bostanın yanından geçiyordum, maşallah bir
dökmüş bir dökmüş, çakıl taşı gibi. Canım çekti, bir karpuz kopardım yedim. Helal et” der. O da
“Helal olsun,eşin dostun yediği de bizim” diye konuşarak gülüşüp geçerler. Bizimki
de böyle bir şey. Biraz delikanlılık çağını yaşamak gerek” dedim.
Bu konuşmalardan sonra, inekler konu oldu: “Tarla tarımı kadar hayvancılığımız yok. Bir
sürü koyunumuz var. Bir büyük ahır dolduracak kadar atımız, ineğimiz var. Bunlardan hem
yararlanıyoruz, hem cins oldukları için çevreye örnek oluyorlar. Bir taraftan da üreyip çoğalıyorlar.
Üretimimizin büyük ağırlığı şu gördüğünüz ekini biçilmiş tarla. Burasının uzunluğu Mesudiye
köyünün altına kadar varır. Bizim Toroslarda çok köyün bu kadar tarlası yoktur: Taşların,
derelerin kısıklarında oylum oylum ekenekler. Ara sıra biraz düzlükler vardır. Oysa biz burayı
traktörle ekeriz. Biçerdöverle de buğdayımızı kaldırırız. Sapları da deminki gördüğünüz tuğlaları
pişirmede kullanırız”
“Pekiyi bu kadar buğdayı nereye dolduruyorsunuz?”
“Şu karşıki binaları vaktiyle Tarım Bakanlığı yapmış, Bu tarlalar da Tarım Bakanlığının imiş.
Hükümet sonra bu tarlaları Millî Eğitim Bakanlığı’na tahsis etmiş. Bakanlık da bizim enstitüye
verdi. Beş senedir biz ekip kaldırıyoruz. Kaldırdığımız buğdayı da biz tüketiyoruz.
“Yılda kaç ton buğday kaldırıyorsunuz?”
“Onu okulda döner sermaye saymanından öğrenebilirsiniz?”
“Bu ürünler döner sermayeye mi giriyor?”
“Okulun ürettiği kum, çakıl, taş, kireç, tuğladan tutun da tarlada biten sebze, meyve, tahıl
ve. hayvan ürünlerinin tümü döner sermayeye girer çıkar. Kârı saymanlık bilir.”
Sebze bahçesine doğru ilerliyoruz. Önümüze kabak tarlası geldi. Kabaklar öyle bir dökmüş ki, her
kökenin arasında beş on tane kabak var. Konukların dikkatini çekti.
“Bekir kardeş, kabak bu kadar da ürün verir mi? Maşallah ne kadar da bol. Bir memlekete
yeter.” .
“Bu gördüğümüz tarla hep sebzelik. Hem. konuşalım, hem gidelim. Burası domates tarlası.
Domatesler de iyi. Bizim Tarım öğretmeni Mustafa Şölen. Hep cins tohumları arar bulur. Şu
patlıcanlara bakın, hepsi yay gibi. Her kökende üç, beş tane var. Çiftlik gübresi veriyoruz.
Seydisuyu’ndan kanalla buraya su geliyor. Su da bol. Sebzenin istediği de gübre, su, güneş ve
bakım. Hepsi de yerinde oldu mu ürün dökülüp kalıyor. Dolma biberlere bakın, her biri yumruk
gibi. Burada size bir konuyu daha tekrar etmek istiyorum. Demin köyü ve köy tarafını gezdik. O
taraf kupkuraktı.. Bir kök domates, bir kök soğan, bir dikili meyve ağacı görmedik. Ortadan
Seydisuyu geçiyor. Bu tarafı okul canlandırırken, bin bir türlü ürünü yetiştirirken, karşı taraftaki
bizim Hamidiye köylüleri yalnız kupkuru tahıl üretiyorlar.
Ben bu okula geleli beş yıl oldu. Bu köy, okulun çalışmalarından hiç bir şeye sahip çıkmadı.
Burada kendimize bir dikkat çekmeliyiz. Yüzyılların uyuşuk ihmaline uğramış Türk köylüsünün
elinden tutulması gerekiyor. Biz, bak ektik, diktik haydi sen de ek dik dersek köyde hemen
diriliverecek bir hareket göremeyiz. Onlara kurslar açmalıyız. Üretim ve tüketim bilgileri
vermeliyiz. Bir kişinin sağlığı için neler yemesini, bunların eksikliğinin insan bedeninde yarattığı
hastalıkları, insan ömrünü artırmada sebze, meyve ve bunlarla gelen vitaminin önemini, sebze ve
meyvenin ekonomik yönden tahıldan daha fazla para getirdiğini köylüye kavratmalıyız. Köylü
kendisi için bu ürünleri bir ihtiyaç olarak bir kere benimsedi mi bir daha onun elini tutsan ayağıyla
eker, diker. Bizim köylü halk çok yönlü eğitime muhtaç.
Öğretmen, doktor, tarımcı, bankacı, biyolog, sosyolog, sanatçı.... hep köyü yetiştirici bir misyoner
gibi köy alanında çalışmalıdır. Ne dersiniz? Bu iş yalnız öğretmenin altından kalkacağı bir soruna
benzemiyor. Bizim konuklar sanki benim bu sorumu bekliyorlarmış gibi tekrar “Orta Asya’yı önce
kurtarmalıyız, sonra bu işler bir an meselesidir” gibisinden işi hafife alıverdiler. Ben de
konuştuklarını duymamazlıktan geldim.
Şimdi de bizim arılığa ve kümeslere bakalım diye yürümeye başladım. Kaşları çatık çatık
arkamdan geldiler. Ne yapsak gözleri görmüyor Başka türlü şartlandırılmışlar galiba. Kümese
gelince:
“Bakınız iki cins tavuk var. Hemen renkleriyle gözümüze çarpıyor. Bu beyazlar Legorn, şu
kümesteki kırmızılar Rodeyland. Beyazlar yumurta tavuğu. Her gün yumurtlar. Kırmızılar bunlar
kadar yumurta vermez ama etlidirler. Şu kümeste de hindilerimiz var. Okulun yumurta
tüketiminin çoğunu da hayvanlarımızdan alıyoruz. Arılarımıza gelince, bunlar deneme devresinde.
Arıcılığımızla öğünecek duruma gelmeğe daha çok zaman ister. Sizi yordum, epey gezdirdim.
Daha çok gezecek, inceleyecek yerimiz var. İsterseniz biraz. dinlenelim. İsterseniz gezimize
devam edelim. Belki bu kadarını da yeterli görürsünüz”
“Daha neniz varsa görelim. Köy Enstitüsü hakkında tam bir bilgimiz olsun”
“Buyurun öyleyse; kendi elimizle yaptığımız elektrik santralini, değirmeni görerek gezimizi
sürdürelim. Şu söğütlerin arasındaki kırmızı kiremitli, beyaz bina bizim elektrik santralı.”
“O, çok yakınmış. Kendimiz yaptık diyorsunuz. İçinizde elektrik mühendisi var mı?”
“Santralın yapısını biz yaptık. Kanal 2 km kadar uzunlukta. Onu da biz açtık. Aslen ilkokul
öğretmeni olan öğretmenimiz Talat Tarkan kendisini yetiştirmiş bir kişi. Değme elektrik
mühendisini cebinden çıkarır. Santralı onun ustalığı ve öncülüğü ile yaptık. Tüm elektrik tesisatını
biz yaptık. Bu konuşmayı sürdürürken santralin kapısından giriverdik. Santralde sınıf arkadaşım
Bekir Serin bizi karşıladı Talat öğretmenimizin en candan yardımcısı Bekir Serin. Hoş beşten sonra
santralin okul yaşamındaki önemini anlatmaya başladı:
“Burada dinamo var. Elektrik üretiyor. Un değirmenimizi çalıştırıyor. Burası da hem
okulun, hem komşu köylerin buğdaylarını öğüten un değirmenimiz. Bakınız bir tek taş. Ama
fabrika gibi un öğütüyor. Gelin şimdi şu köprüden geçelim, size okulun su tesisatının çalışmasını
göstereyim.”
Tahta köprüye gelince:
“Bu köprüyü de biz yaptık” dedim.
Konuklar sağına soluna baktılar. Sessizce köprüden geçtik. Su motoru kulübesine
gelmiştik. Bekir Serin kapıyı açtı. Şaltere bastı. Motor vınlayarak çalışmağa başladı.
“Şimdi bakın motoru çalıştırdım. Ona bağlı olan kayış santrifüjü çevirmeğe başladı. Santrifüj de
kuyudan suyu ta şu tepedeki depoya çıkarıyor. Burayı sıfır sayarsak tam yirmi dört metre
yüksekliktedir. Su tüketimimiz çok fazladır. Arkadaşlar işten dönünce temizliklerinde harıl harıl su
kullanıyorlar. Akşamları da elektriği aydınlatmada kullanıyoruz. Hem okul aydınlanıyor, hem de
köyün cadde ve sokakları.”
Bekir Serin’e de teşekkür ettik. Konuklarla beraber elini sıktık. Okulun akasya ormanlığına
doğru adımlamağa başladık.
“Akasya ormanlığının toprağı, Atatürk orman çiftliği toprağından çok daha verimsizdi.
Kumlu, çakıllı, yıkanmış gibi bir topraktı. Kışın biz buraları belle kirizma ede ede yumuşattık.
Eskişehir fidanlığından kamyonlarla binlerce akasya fidanı getirdik. Ağaçlara su yürümeden tüm
arkadaşlarla beraber günlerce diktik. İşte burası akasya ormanlığımız. Ağaçlar daha üç yaşında.
Hepsi yemyeşil tuttu. Demek ki bozkırlara kirizma yapılsa, fidan dikilse pekala ağaç yetişecek.
Bizim Köy Enstitüleri’nin böyle örnek çalışmaları giderek bütün köylerimizde kendini gösterecek.
Belki köyler bozkır olmaktan kurtulmak için birbirleriyle yarışa bile girişecekler.”
Konuklar ağaçlara bakıyor, bir de etrafı gözlüyorlar. İnsan eliyle dikilmiş ağaçları başka bir
yerde göremiyorlar. Gene de çalışmamızın yararlı olduğuna dair bir çift sözcük ağızlarından
çıkmıyor. Sanki dut yemiş bülbül mübarekler. Ben gene:
“Şu kırmızı kiremitli, badanalı, boyalı evleri de biz yaptık. Öğretmenlerimiz oturuyor. Bir
köy evlerine bakın bir de bizim öğretmenlerimize yaptıklarımız evlere. Onların yanında konak gibi.
İçi dışı kireç sıvalı boyalı, badanalı, kullanışlı. Yanı başlarında ahır, kümes gibi ek yapılar da yok.
Memur evleri olduğu nasıl da 6elli.”
Ben gene konuşmamı sürdürüyorum:
“Bu tepelerde Türk ordusu sömürgecilerin kışkırttığı Yunan Ordusu ile göğüs göğüse
çarpışmışlar. Şu dikilen ağaçların yerinde hep kazılmış siperler vardı. Toprağı bellerken tek, tek,
bağ, bağ hiç atılmamış mermiler çıkıyordu. Kim bilir buralara ne kadar şehit kanı döküldü.
Kolaylıkla mı gitti gavur oğlu gavur? Kafaları kırıldı da öyle bırakıp kaçtılar bu topraklardan. Bu
ağaçlar dallanıp yemyeşil bir orman olunca. Mehmetçiğin ruhu da şad olacak. Derken konuklardan
birisi hemen konuşmamı kesiverdi:
“Bizim Mehmetçiğin daha kurtaracağı, şehit olacağı çok yerler var. Türklüğü kurtaracağız,
Türklüğü. Yer yüzünde başka devletlerde, milyonlarca Türk kardeşimiz var. Onlar hep bizi
bekliyor.”
“İşte gösteriyorum. Şu köy var ya adı Yeşilyurt. Halbuki dikili bir ağacı bile yok. 0 da
Hamidiye köyü gibi, Seydisuyu’nun kenarına yerleşmiş. Su var, toprak var, ağaç yok. Taaa şu
ileride görünen köy, Mesudiye. Bakınız o da yalnız sıcakta yanan kerpiç yığını. Hiç yeşilliği yok. Şu
arkadaki tepelere gitsek daha birçok köyler görürüz, hep böyle. Ben Konya’lıyım. Bizim Konya
ovasında tek ağacı olmayan pek çok köy var. Hele ovada bir yumurta diksen görünür. Öyle uçsuz
bucaksız bir ova ki, her taraf, bomboş ilkbaharın otlar çıkınca biraz yeşillik olur. Hazirandan sonra
her taraf bomboz kuru bir toprak. Yollarda araba ile giderken insanın her tarafı toz içinde kalır.
Bizim dağlılar bu yüzden ovada yaşayanlara “kulağı tozlu” derler. Bir tek yavşan otu vardır ovada,
susuzluğa dayanabilen. Ondan başka bir yeşillik göremezsiniz. Baştan başa kır. Beyşehir gölünden
bir kanal gelir. Onun da ovanın neresine gittiği belli olmaz. Kocaman ova sulansa dokuz Türkiye’yi
besler. Her taraf emek istiyor.”
Konuklarla ormanlıktan çıkarken aklıma bir şey geldi.
“Burayı bellerken enstitü müdürüm Rauf İnan’la bir tartışmam oldu. Bizim Eskişehir’in kışı
çok serttir. Eksi 28’lerde biz buraları belledik. Belledik ama titreye titreye. Ellerimizi ovuştura
ovuştura. Kulaklarımızı ovuştura ovuştura. Öyle soğuk bir günde arkadaşları burada bırakıp
müdüre gittim:
“Hava çok soğuk, içimizde en güçlü Ahmet Ertaş var. Ona dedim ki “belini olanca gücünle
tep bakalım. Kaç tepmede bir bel toprak çıkarabileceksin?” Ahmet olanca gücüyle bel’i tepmeye
başladı. Tam on dört vuruşta bir bel toprak kazabildi. Küçük arkadaşlarsa hiçbir iş yapamıyorlar.
Böyle soğuk günlerde. hep ders yapalım. Ilık günlerde de hep tarımda çalışalım” dedim.
Müdürümüz Rauf İnan:
“Osmanlılarda ordu savaşa gireceği zaman Şeyhülislamdan fetva çıkartılırdı. Bayram günü
ise fetva vermezdi. Peygamberin veya Padişahın doğuş günü gibi kutsal günlerde ordunun savaşa
girmesi için fetva verilmezdi. Düşman ise bizim bu boşluğumuzdan yararlanarak Osmanlı ülkesine
saldırırdı. Öyle şey yok Semerci. Biz doğa ile savaşa çıktık. Bu toprakların yazgısını değiştireceğiz.
Bugün soğuk, okulda çalışalım, şu gün ılık tarımda çalışalım diye bir korkaklığa giremeyiz.
Programımız hangi gün ne yapmamızı gösteriyorsa biz onu yapacağız. Böyle bozgunculuk
istemem. Doğru arkadaşlarının yanına çalışmaya, marş, marş!..” İşte öyle soğuk günlerde doğa
ile savaştık. Buraları belledik, çukur açtık, fidan diktik. Şimdi koca bir ormanlık oldu buraları.
Konuklar dinlemesine beni dinledi ama yine de konuşmadılar. Yüzlerinde yalnız bir sırıtma
görülüyordu. Bizim atların ineklerin ahırına gelmiştik:
“Koca kapıyı açtım, bu tarafta atlarımız yatıyor, bu tarafta da ineklerimiz. Bu koca binayı
da biz yaptık. Şurası atların koşum takımları için özel olarak yapılmıştır. Arabacılar da buradadinlenirler. Ot, samanlık ve yemlik gibi bölümler. Hepsi bu kadar. Büyük bir ahır.”
Şimdi de işliklere geçiyoruz. İlk vardığımız yer araba işliği. Burada arkadaşlarımızla çalışan
usta öğreticimiz Hamza Ağa’yı tanıtıyorum:
“Merhaba Hamza Ağa.”
“Merhaba Bekir’im. Sen gelmez oldun buraya?..”
“Ağabeyler Ankara’dan. Çalışmalarınızı görmeye geldik.”
“Bildiğin gibi her gün işimiz gücümüz araba yapmak. Haftada iki, bazen üç araba yapoyriz.
Elle bu kadar oliyri. Marangoz makineleri bir takılsa bak sen iş nasıl fırleyri.”
Konuklar bitmekte olan bir arabayı inceliyorlar. Ama beğenip beğenmediklerini
söylemiyorlar. Hamza Ağa söze karışıyor:
“Şıngır mıngır bir araba oliyri. Neredeyse kendisi gidecek. Hafif mi hafif. Atlara hiç yük
olmaz bu araba” diyor.
Köylüler de Hamza Ağa ile yaptığımız arabaları çok beğeniyorlar. Bunlar bu yıl öğretmen olacak
arkadaşlarımıza verilecek. Kimin şansına düşerse yaşadı. Teker dönmeyen nice köylerde teker
döndürecekler. Hamza Ağa’ya da kolay gelsin diyoruz, elini sıkıp demircilik işliğine geçiyoruz.
“Kolay gelsin Zekeriya Usta.”
“Hoş geldiniz.”
Ağabeyler Ankara üniversitesinden. Bizi görmeye gelmişler. Neler yaptığınızı anlatır
mısınız?”
“Sen biliyorsun Bekir; bu yıl okulu bitirecek öğretmen arkadaşlara pulluk yapıyoruz.
İşliğimizde çeşitli pulluklar var. Bir kısmı tek bıçaklı, bir kısmı sandıklı traktör pulluğu. Bunların
tohum ayarlaması var; dört ve altı bıçaklıları da var. İşte bu gördükleriniz müşterilerin. Sen
biliyorsun, bizim işlikte çevremizde, bulunan on yedi köyün pulluklarım da biz yapıyoruz. Eskilerini
de onarıyoruz. Öğrencilerimiz bunları öğrendiler.” dedi. Konuklardan biri:
Burası bir okul. Köylülerin pulluklarını nasıl yapıyorsunuz?
Zekeriya usta:
“Benim şu yukarı tepede demirci dükkanım vardı. Bu çevre köylerin tarım aletlerini hep
ben tamir ederdim. Bizim İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç geldi. Yaptığım işleri
gördü, beğendi. Bana:
“Sen gene burada yılda eline geçen parayı hesap et. Dükkanını kapa. Bizim okula gel. Hem
bizim çocuklara bu zanaatını öğret. Hem de buradakinden daha fazla para al” dedi. Ben de okulun
usta öğreticisi oldum. Çocuklar köye gideceği için benim yanımda çalışanların tümü bu pulluklarını
hem yeniden yapıyorlar, hem de eskilerini onarıyorlar. Okul, köylülere daha ucuz iş yapıyor.
Sebebine gelince benim dükkanda yalnız ben çalışıyordum. İş az çıkıyordu. Burada çalışan çok. İş
çok çıkıyor. Köylüler benim yıllar yılı sağlam iş yaptığımı biliyor. Gelen iş o kadar çok ki
yetiştiremiyoruz.
Köyün işini okulun yapıp yapmayacağına gelince; bizim enstitüde para kazanma amaç
değil. Köylü ile öğrencileri kaynaştırma prensibi önde gelir.
Çocuklar şimdiden çiftçinin ne gibi tarım aletleriyle tarlasını sürüp ektiğini, ne gibi tamirleri
olduğunu her gün görüyorlar. Onlar için bu aletlerin yenisini yapmak, eskisini tamir etmek peynir
ekmek gibi bir şey oldu”.
Zekeriya Usta’ya da teşekkür edip demircilik öğretmenimiz Mustafa Karaman’ın çalıştığı
bölüme geçiyoruz:
“Kolay gelsin öğretmenim. Konuklarımız Ankara Üniversitesinden. Bize neler yaptıklarınız
hakkında bilgi verir misiniz? Mustafa Karaman:
“Hoş geldiniz arkadaşlar. Öbür işliklerde olduğu gibi biz de bu yıl okulu bitirip köye
öğretmen olacak arkadaşlara demircilik araçları yapıyoruz. Yaptıklarımızdan sizlere göstereyim.
Çekiç, kıskaç, demirci körüğü, demir testeresi kolu, nokta. Biz de bunları yapıyoruz.
Yapamadığımız demircilik takımları da piyasadan satın alınacak.”
Demircilik öğretmenimize de “kolay gelsin” deyip marangozların işliğine geçiverdik.
Marangozlar yeni yapılan işliğin çatısını yapıyorlar. Yapıcı arkadaşlar duvar işlerini su
basman seviyesine kadar taştan, üstünü de tuğladan yapmışlar. Duvarlar kıpkırmızı tuğladan.
Tam şakulünde örülmüş.
Marangozlar koca koca çatı makaslarını yerde çatmışlar. Halatla binanın üstüne
çıkarıyorlar. Başlarında okul müdürümüz Rauf İnan var. Ben:
“Kolay gelsin arkadaşlar” diyorum.
“Kolaysa başınıza gelsin” diyor Hüseyin Elmasyazar. Ötekiler de “Sağ olun” diyorlar.
Biz çatı makasının binanın üstüne çıkarılmasını seyrediyoruz. Makası iki tarafından halatla
bağlamışlar. Baba Fatih’in Kağıthane sırtlarından koca gemileri Haliç’e indirdiği, aklıma geliyor.
Yukarı duvarların üstüne birçok arkadaş çıkmış. Okul müdürümüz Rauf İnan onlara sesleniyor:
“Beraberrr!.. Beraberrr!..” komutu olan arkadaşlar halata asılınca koca makas binanın
üstüne doğru kayıyor. Halatlara sımsıkı sarılan arkadaşlar yukarı çekilen çatı makasını doğrultup
yerine oturtuyorlar. Ben konuklara:
“Bizim müdür askerliğini topçu olarak -yapmış top arabalarını atlar çamurda, kumsalda,
yokuşta çekemezse erat hemen atların çekmesine yardım edermiş. Komutan bütün erlerini
arabaları itmede, atları çekmede yerlerini alınca “Beraberrr!.. Beraberrr!...” diye komutu verdi mi
çamura saplanan toplar birden çıkarılıverirmiş. Burada da aynı komutla kocaman makas çatıya
fırlayıverdi” diyorum.
Konuklarla arkadaşlara “Kolay gelsin” deyip okula döndük. Onları öğretmen odasına
götürdüm.
“Biraz sonra paydos zili çalacak. Öğretmenlerimizle beraber bir de yemeğimizi yersiniz.
Hoşça kalın” deyip ayrıldım.
Konuklarla, Enstitünün bu kadar değerli işlerini görüp de hiçbir takdir edici konuşma
yapmadıklarını görünce çok üzüldüm.
Memleket kalkınmasında paçaları sıvamış olan bu gençlerin kan ter içinde. nasıl
çalıştıklarını gördüler. Neler yaptıklarını, neler ürettiklerini gördüler. Ama hiçbir şeyi gözleri
görmemiş gibi bir halleri vardı. Biz Anadolu’nun ortasında köylerimizi sefaletten kurtarmanın
sancılarıyla kıvranıyoruz, beylerin aklı dış Türklerde; varsa Orta Asya, yoksa Orta Asya!.. .
II. DÜNYA SAVAŞI ve ÇİFTELER KÖY
ENSTİTÜSÜ
Tarım Bakanlığı, büyük bir devlet çiftliğini Çifteler Köy Enstitüsü’ne devretmişti. Bu çiftlik
arılık, tavuk kümesleri, meyve, sebze bahçeleri, tahıl için ayrılan bölümlerden oluşmaktaydı.
Traktörlerle günlerce ekin ekilir, biçerdöverlerle günlerce harman kaldırılırdı. Kaldırılan tahıllar
“Kurs binaları” denilen ambarlara kamyonlarla doldurulurdu. Savaşın Yurdumuza sıçrama
tehlikesine karşı genç kuşak silah altına alınmıştı. Yurtta çalışacak gençler asker olunca tarım
üretiminde de büyük düşüş oldu. Ekmek karneye bindi. Köylerde ve kentlerde yiyecek sıkıntısı
baş gösterdi. Enstitümüz, öğrencilerin açlık çekmemesi için yiyecek üretim seferberliğine girişti.
Enstitünün değirmenin kamyonlarla tahıl öğütüldü, ambarlara taşındı. Öğretmen Hatice Sökmen
kız öğrencilerle Enstitünün önüne koca koca kazanlar koydu. Öğretmen Hamit Özmenek’in
köylerden satın alıp arabalarla getirdiği tenekelerle yoğurt da ambarlara, indirildi. Öğretmen
Hatice Sökmen bir kumandan gibi kız öğrencilerine emir veriyordu. “Kazan başına! İçlerine biraz
su koyun! Yoğurt koyun! Un ilave edin! Karıştırın! Durun! Ellerinize bıçaklarınızı alın Yıkanmış
biberleri, domatesleri kazanların içine kıyın. Bu işlemden sonra kız öğrenciler ellerinde marangoz
işliğinde özel, yapılmış tarhana karıştırıcıları ile kazanlarını durmadan karıştırırlardı. Tam olgun bir
hamur kıvamına gelince Hatice Sökmen seslenir. Tarhana kazanlarının ağzını kapayın! Kızlar
yanıma! Şimdi de bulgur kazanlarını çatın! Temizlenmiş buğdayları koyun içine! Su dökün üstüne!
Yakın kazanların altını!..”
Bu girişimle günlerce Enstitüye yetecek kadar tarhana, bulgur, erişte, kuskus üretildi.
Bunlar temiz çarşaflarda kurutuldu. Tarhana, kuskus, erişte enstitünün ambarına yığıldı.
Enstitünün yıllık kuru yiyeceğinin büyük bir bölümü böylece tamamlandı. Yazlık sebzemiz bize
yettiği gibi öğretmenlerimize ve Hamidiye köylülerine de satılıyordu.
Sıra kışlık sebze dikimine geldi. Başımızda bahçıvan Nuri Usta ve tarım öğretmenimiz
Mustafa Şölen ile dönümlere pırasa, lahana diktik. lahanalar koca koca oldu. Pırasalar saplık gibi
gelişti. Kış boyunca lahana sarması, kapuska ve pırasa yedik. “Sebze gereksinmemizi de böylece
karşıladık. Nohut, fasulye, mercimek, yanında kuru yiyecek olarak bulgur, erişte, tarhana ve
kuskusumuz mutfak kazanlarımızda günlük yiyeceklerimiz olarak soframızı güldürdü.
Enstitümüzün müdürü Rauf İnan, bu başarılı çalışmamızdan ötürü zaman zaman bizi
kutladı. Arı gibi çalışan kızlı erkekli arkadaşlarımız sayesinde enstitümüze II. Cihan Savaşı içinde
açlık giremedi.
Bir gün İşbölümü için enstitünün önünde toplanmıştık. Müdürümüz elinde bir zarfla
enstitünün dış merdiven sahanlığında göründü.
“Günaydın arkadaşlar”
“Şimdi enstitünün birinden arkadaşlarınız size mektup yollamışlar. “Açız. Yiyeceğimiz bitti.
Bakanlık tahsisat gönderemiyor. Sizin ekim tarlalarınız çok. Çok da ürün kaldırdınız. Bize yiyecek
yardımı yapın. Biz bu iyiliğinizin altında kalmayız. Dilerseniz gelir size tohum ekip kaldırmada
yardımcı oluruz. Hepimizden hepinize kucak kucak selamlar, saygılar” diyorlar. Ne dersiniz? Biz
bir ağızdan “Hangi Enstitü” söyleyiniz. Kamyonumuza çuvallarla ürettiğimiz tarhana, bulgur, un,
kuskus ve erişteden doldurup hemen yollayalım. Bizi lahana, pırasa tarlalarımız bile aç koymaz.”
diye bağırdık.
Mektup çok acıklı idi. Kepirtepe Köy Enstitüsü öğrencileri yollamışlardı. İlk işimiz
kamyonumuzu erzak ambarımızın önüne getirmek oldu. Ambardan çuvallar yıldırım hızıyla,
kamyona yığıldı. Şoför Behsat gazladı. “Hepimizden Kepirtepe Köy Enstitüsüne selam” diye
bağırdık. Müdürümüz bizim bu davranışımızı kutladı. Bize sevgiyle seslendi:
“Arkadaşlar, ben müdür olarak yollayabilirdim. Ama bu bizim eğitim kurallarımıza ters düşerdi.
Neden derseniz. Ürünü kaldırmak için çalışan, ter döken sizlersiniz. Ben sizlerin oylarını almadan
emeklerinizi başkalarına nasıl verebilirim. Şimdi gördüm ki bizim eğitim ve dayanışma
uğraşılarımız boşa gitmemiş. Sizde bir olgunluk, yardım severlik karakteri yaratmış. Ben sizlerde
bu iki yönünüzü gören bir öğretmeniniz olarak çok mutluyum. Öğretmen ve yönetici arkadaşlarım
da mutludurlar. Sizleri de bu iyiliksever duygulara sahip arkadaşlar olarak kutlarım” dedi. İkinci
Dünya Savaşı içinde açlık ve kıtlığı biz Çifteler Köy Enstitüsü’nün kapısından içeri sokmadık. Hem
de hiç bir kuruluş ve kişiden bir kuruş yardım ve bağış almadık.
KÖYLÜNÜN OKUTULMASINDAKİ ŞAŞKINLIK
Kurtuluş Savaşı kazanıldı. Köylü bitkindi. Devlet eğitim alanında çok edilgindi.
Cumhuriyetin ilk yıllarından 1939 yılına kadar köy ilkokulları 3 sınıftı. Kasaba ve kent okulları ise
5. sınıfa kadar eğitim yapıyordu. İlköğretimde buz gibi köy-kent ayırımı göze batmaktaydı. Hiçbir
köy çocuğu kendi köyünün okulundan aldığı diploma ile orta dereceli okullara gidemiyordu. Bu
okullara girebilmek için 4-5. sınıfı kasaba veya kent okullarında okumak zorundaydı. O yıllarda
ayağına çarık bulamayan köylü, çocuğunu hangi para ile kent ilkokullarında okutabilirdi? İlçem
olan Hadim’in 50’ye yakın köyünün yalnız 8’inden Hadim İlkokulunda 13 öğrenci yatılı olarak
(1934-1936) okuyorduk. Bu 13 öğrenciden 5’i de yoksuldu. Onlar da bizim aramızda köyden
getirdiğimiz un, bulgur, patates,mercimek, nohut, fasulye... gibi yiyeceklerle okumuşlardı. Köylü
için okumak çok lükstü. O, ekmek derdindeydi.
13 Mart 1934’te Başbakan İnönü CHP Grubunda yaptığı bir konuşmada bu konuda çok acı
bir istatistik rakamları vermişti: “Kentlerde okuyan 257.000 öğrencinin beşte biri olarak 50.000,
köylerde de 313.000 öğrenciden (3 sınıflı olduğu için) yılda 100.000’i okulu bitirmesi gerekirken
ancak bunun yarısını görmekteyiz köylünün okutulmasını nasıl yapacağız?” diyordu. Bundan da
anlıyoruz ki, öğretimde randıman çok düşüktü. Nedenleri olarak da İmam-ı Hatip ve Tarım okulu
çıkışlıların geçici olarak öğretmeliklerde çalışmaları gösteriliyordu. Çağın eğitim, öğretim ilkelerini
kavramış nitelikli bir öğretmen kadrosu yoktu. Tek amaç okuma ve yazmayı öğretmekti.
Öğretmen sayısı azdı. Köylü, yeni yazı ile öğretime başlayan okullardan kendi üretim alanında işe
yarayacak bilgi ve yenilikler beklemekteydi. Çocuklarının kitaplarında okuduğu kedili, köpekli
yazılara çok içerliyordu. Onlar anlaşılmayan şeylerin okunmasını dinlemeye alıştırılmışlardı. Yeni,
okuldan yepyeni bir şeyler bekliyorlardı. “‘Kedi, köpek okulunun bana ne yararı var?” diyorlardı.
Çocuklarının okula devam etmesini de istemiyorlardı. Öğretmen de elindeki kitabı okutmak
zorunda idi, devam takip yapmıyordu. Bundan da anlıyoruz ki, köylü, alışılmışın üstünde
çocuklarını kendi işine yarayacak şekilde yetiştirecek bir okul istiyordu. Köylü eğitimde şeyhin,
hurafecinin baskısından kurtarılmalıydı. Bu hedefe ulaşabilmek için de üretici iş eğitimine
sarılmaktan başka çare yoktu.
İş eğitiminin kazandırdığı üretimin artmasıyla köylü, laik cumhuriyetin yarattığı yeni bir
kişiliğe sahip olacaktı. Toprağında çalışarak kendi ekmeğini kazanacak, yabanın işinde
çalışmaktan kurtulacaktı. Bu düşüncenin arkasından devlet, topraksız köylüye toprak yasası
çıkararak onu toprak sahibi edecekti. Bu düşünceleri gerçekleştirmek için de köyde kalkınma
hareketini başlatacak yeni bir iş okulu açmada kararlıydı.
KÖY ENSTİTÜLERİ’NİN AÇILIŞ NEDENLERİ
Mustafa Kemal yurdu düşmanlardan temizledi. İç düşmanları sindirdi. Cumhuriyeti ilan
etti. Saygın bir Türk devleti kurdu. Yabancı şirketlerin kurdukları işletmeleri kamulaştırdı.
Dokuma, şeker, çimento, kimya fabrikaları kurdurdu Karabük demir çelik gibi dev bir işletmenin
temelini attı. Kuş uçmaz kervan geçmez Anadolu köşelerini demir ağlarla ördü. Nice uçkun akar
suların üzerine köprüler kurdurdu. Kentler arasına şoseler yaptırdı. İstanbul ve Ankara’da
üniversiteler, yüksek okullar açtırdı. Kentli çocuklar buralarda okumağa başladı. Ziraat Bankası,
zirai kooperatifler, Sümerbank, Etibank gibi halkın kalkınmasını sağlayacak nice kurumlar
kurdurdu. Orduyu modernleştirdi. Yurt içinde eşkıyayı temizletti.
Yüzyıllardır halkın kanını içen, mezarlıkları büyüten sıtma, frengi, çiçek, verem gibi
hastalıkların kökünün kazınması için sağlık hizmetlerini seferber etti. Bataklıkları kurutturdu. Ama
bütün bunların yanında Mustafa Kemal’in uykusunu kaçıran bir konu vardı. 0 da yüzyıllardır en
büyük hizmeti yapan, en çok vergiyi ödeyen, Osmanlı’nın sonu gelmez savaşlarında kemiklerini
yabancı topraklarda bıraktırdığı köylünün kara cahil durdurulmasıydı. Hâlâ buna bir çözüm
bulunamamıştı. “Devlet Baba” köylünün okutulmasına nedense bir türlü uğurlu elini uzatamadı.
Mustafa Kemal Cumhuriyeti kurarken nice güçlüklerle karşılaştı. Köylünün, tefeci, mültezim, ağa
elinde ezildiğini gördü. Türkiye’nin güçlü bir devlet olması için bu büyük kitlenin çağın koşullarına
göre bilgi ve teknikle donatılmasını istiyordu. Büyük bir atılımla ilk iş olarak onu mültezimin
elinden çekti aldı. Aşarı kaldırdı. Hiç beklemediği silah arkadaşlarının çelmeleriyle karşı karşıya
geldi. Nice gerici ayaklanmalarına tanık oldu. Ne yazık ki, bu ayaklanmaların içinde en çok
kendilerinin bulundukları geri bırakılmış bataklığından kurtulması gereken köylüler de vardı. Kendi
zoru ile Fethi Okyar’a kurdurduğu Serbest Fırka nice Anadolu yiğitlerinin kanıyla, canıyla
beraberce dün Yunanlının süngüsünden, zulmünden kurtardığı İzmir’de yaptığı mitingde (ki
bunların çoğu köylüydü) kendi aleyhinde yapılan gösteriye tanık oldu. Bu köylü kitlesinin
tarikatçılarla kandırılmaya, çıkarcı tarafından dindirilmeye, mütegallibe tarafından sindirilmeye
alışkın olduğunu da gördü. Köylünün okutulmasını ve kişilik kazanmasını istiyordu. Kendi çıkarını
bilmesini, çağın kültür seviyesine ulaşmış Avrupa köylüleri gibi okumuş, tarımda ilerlemiş, yaşam
düzeyi yükselmiş, onun bunun kötü fikrine alet olmayan düşünce sahibi aydın bir köylü olrnasın
istiyordu.
İlkel sabanını bırakıp, makineleşmeye sıçramış, gelişmiş tarım tekniğini kavramış,
topraktan daha çok ürün alan, daha çok harman kaldıran bir köylü istiyordu.
Kaldırdığı ürünlerle hem yoksulluktan kurtulan, yurdun ekonomik kalkınmasında tarım
endüstrisi ürünlerini yetiştiren hem de Türk halkının beslenmesinde en çok ürünü pazara süren bir
köylü kitlesi istiyordu. Köylü çocuklarının da kentli çocuklar gibi okumasını istiyordu. 1933 yılında
Millî Eğitim Bakanı Doktor Reşit Galip zamanında köylünün bu amaçlar doğrultusunda
okutulmasını sağlayacak yeni bir okul açılması için bir komisyon kurdurdu. Bu komisyonda
bulunan Şevket Süreyya Aydemir, bu değerli başlangıcı şöyle dile getirmektedir:
“Gazi Mustafa Kemal’den ve İsmet Paşa’dan aldığı direktiflerle hareket ettiği göze çarpan
Dr. Reşit Galip, bir taraftan üniversite işleriyle meşgul olurken, diğer taraftan da Vekâlette,
muhtaç olduğumuz köy muallimlerini süratle başka bir takım metotlarla yetiştirme yollarını
araştırmak üzere özel bir komisyon kurdu.” Komisyonda Necip Ali Küçükağa, Hayrettin Karan,
Afet Hanım da vardı... Çalışmalar sıkı ve zevkli geçiyordu... Nihayet şunu da biliyordum ki,
Çankaya’da oturan insanın gözleri, sanki her dakika üstümüzdedir. Ve hizmet beklemektedir.
Hakikaten de her günkü çalışmalar, hemen her akşam oraya ulaştırılıyor ve her gün yeni bir hava
ile kendimizi işimize veriyorduk…”
“Bu komisyonca hazırlanan rapora göre yeni açılacak öğretmen okulları mıntıka okulları
olacaktı. Öğrencileri köyden alacaktı. Kent dışına kurulacak bu okullarda günün yarısı dershanede,
yarısı da iş ve uygulamada geçecekti. Her mıntıka muallim mektebi, bölgenin hususiyetine göre
bir zirai işletme olacaktı. Mezunlar, fevkalade bir zaruret hasıl olmadıkça, yalnız o bölgenin
köylerinde ve köye yerleşmiş olarak çalışacaklardı... Bu neticelere vardığımız zaman hepimizin
duyduğumuz fakat özellikle Dr. Reşit Galip’in duyduğu ferahlığı hala hatırlarım. Rapor okunup
kabul edildikten ve protokol imzalandıktan sonra, bu malzemeyi, adeta kaybetmekten, yollarda
kaptırmaktan korkar gibi bir dikkatle derledi toparladı. Görünür bir heyecan içinde Çankaya’nın
yolunu tuttu...”
“Ama ne yazık ki Dr. Reşit Galip’in sevinci ilk kuruluş için hazırlıkları uzun sürmedi. Bir
süre sonra doktor, Vekâletten ayrılmak zorunda kaldı.. Az sonra da öldü... Kaybolan bu ümidin
yerini, bir süre sonra, çok daha güçlü, çok daha cesur önderler buldu. İsmail Hakkı Tonguç ve
arkadaşları ile bunları anlayan, destekleyen İsmet Paşa... tarafından olan “...köyde öğretmen
davasını çözümlemek işi böylece, 1934-1935’te yeniden ele alındı. Benim bildiğime göre İsmail
Hakkı Tonguç’u, ‘Saffet Arıkan’a “İlköğretim Umum Müdürü” olarak tavsiye eden Cevat
Dursunoğlu’dur.” (1)
İsmail Hakkı Tonguç’u İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne getiren o günün, Millî Eğitim Bakanı
Saffet Arıkan’dı. Tonguç’u ne Arıkan, ne İnönü ve ne de Atatürk daha iyice tanımıyorlardı. Ama
kendisinin kültürlü becerikli ve yaratıcı bir adam olduğunu Nafi Atuf’tan öğrendiler. (2) Köyü
eğitim yolu ile kalkındırma görevini ona güvenerek verdiler. Tonguç bu kutsal görevi yüklendi.
İçinde mutluluk duydu.
Ama Atatürk ve İnönü gibi Türk toplumunun ender yetiştirdiği saygın kişiler karşısında
kendisine emanet edilen bu görevin altından nasıl kalkabileceğini düşünmeye koyuldu. Onlara
şimdiye kadar yapılmamış ve yaratılmamış yeni bir okul açıp öğrencisiyle, öğretmeniyle, ustasıyla
işçisiyle köyün sorunlarını çözmeğe yönelik bir okulda işlerin tıkır, tıkır coşku içinde işlediğini
göstermesi gerekti. Atatürk ve İnönü, alışılmış ezberci, tahta. sıralara mıhlanmış, kara tahta ve
kara kaplı kitaba bağlanmış ortaçağ kalıntısı eğitim yapan, hiçbir gelir ve değer yaratmayan kara
bahtlı gençlerin yetiştirilmesini istemiyordu.
Tonguç, üç çetin gerçekle karşı karşıya idi. Birincisi: Türk Ulusunu, Osmanlı laçkalığından
dışa bağımlı bir devlet olmaktan kurtaran Atatürk ve İnönü’nün “Silah başına!” der gibi
kendisinden başarılı bir eğitim hamlesi beklenmesiydi. ikincisi: Yüzyılların kahrına uğramış
köylünün kalkınmasında, eğitim kaldıracını kullanabilecek köy çocuklarını en az para ile devlete
yük olmadan yetiştirilmesiydi. Üçüncüsü: kendisini çekemeyen ve köylünün okutulmasını
istemeyen meslektaşları ile köylünün okutulmasını istemeyen sözüm ona okumuşlarla, onları
sömüren tefeciler, toprak babaları vardı. Bu sonunculara göre Tonguç’ta, böylesine güçlü bir işi
yapacak öğrenim ve kültür yoktu. Tonguç bu gerçeği masaya oturarak çözümlemeğe kalkmadı.
Ayağına postalı giydi. Yurdun iklim yörelerini adım adım gezdi. ilk atılımı nerelerde
başlatabileceğini saptadı.
İzmir’de eğitimden terkedilmiş Kızılçullu Amerikan Koleji binalarını, Manisa’da Horoz Köy’ü,
Eskişehir’de Çifteler Devlet Çiftliği binalarını, Kastamonu’nun Gölköy’ünde devlet malı olan Şeyh
Ziya Efendi’nin evi ile eğitim yapılmayan Ziraat okulunu, Edirne Karaağaç’taki yatılı okulu saptadı.
1936 yılında Eğitmen kurslarının buralarda açılması için Bakan Saffet Arıkan’a kendi soğuk
kanlılığı, gösterişsiz köylülüğü ile girişime geçeneğini bildirdi. Saffet Arıkan çevrenin dedikodusuna
değer vermedi. Tonguç’a büyük bir güvenle hemen eğitmen kurslarını açtırdı
Mustafa Kemal, kendisine Kurtuluş Savaşını kazandıran köylünün içten desteğini
unutamıyordu. Hep onların yaptığı gözünün önüne geliyordu. “Anadolu köylüsü en yorgun, en
düşkün, en bitkin bir durumda olmasına rağmen, bu savaşların en ağır yükünü, malı ve canı
pahasına sırtına yüklendi.
(1) Şevket Süreyya Aydemir: İkinci Adam C.İİ. S. 376-380.
(2) Ferit Oğuz Bayır: Köyün Gücü Ankara 1971 S.111: Nafi Atuf onun Adana’dan Ankara’ya
öğretmen olarak gelme yolunu açmasaydı, Köy eğitimi işinde tanınan Ilköğretim Genel Müdürü
Tonguç olmayacaktı.
Karısı, kundaktaki çocuğu, kağnısı, eşeği, atı, katırı ile -birçok okur yazar Osmanlıların
saklanacak delik aradıkları sırada- savaşa katıldı; dünyayı hayretler içinde bırakan kahramanlıkları
göze alarak memleketi düşmanlardan temizlemek için var kuvvetiyle uğraştı. İstiklâl savaşları
devam ederken, Anadolu’da yeni bir. halk devleti kuruldu.. .(3) Mustafa Kemal bu olguyla
gerçekleştiren kahraman köylü kitlesinin okutularak aydın ve görgülü olmasını, tekniğin,
uygarlığın bütün nimetlerinden onların da yararlanmasını istiyordu. Eğitim eşitliği yalnız kentlinin
yararına işletilen bir düzenle memleketin kalkınacağına inanmıyordu. Eğitmen kurslarının açılışı
bunun ilk somut kanıtıydı.
Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından 25 Ağustos 1924’de Türkiye Muallimler Birliği (ne yazık ki
bugün böyle bir öğretmenler birliği yoktur) kongresinde, üyelerin şerefine verdiği şölende
söyledikleri nutuk’ta:
“Hanımlar, Beyler!
Türkiye Muallimler Birliğinin bütün memlekette taazzuvuna, (organlaşmasına) Konya’yı
olduğu gibi Van’ı Hakkari’yi de teşkilat dahiline almasına ve her köyde azaya malik (üyeye sahip)
bulunmasına derin bir alaka ile intizar edeceğim.
Muallimler! Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakar muallim ve mürebbileri, sizler
yetiştireceksiniz. Ve yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Eserin kıymeti, sizin maharetiniz. ve
fedakârlığınız derecesiyle mütenasip bulunacaktır.
Cumhuriyet; fikren, ilmen, fennen, bedenen kuvvetli ve yüksek seviyeli muhafızlar ister!
Yeni nesli bu evsaf ve kabiliyette yetiştirmek sizin elinizdedir. Mümtaz vazifenizin ifasına âli
hizmetlerle kasrı mevcudiyet edeceğinize asla şüphe etmem...
Muallimler, erkek ve kız çocuklarımızın aynı suretle bütün tahsil derecelerindeki talim ve
terbiyelerinin ameli (uygulamalı) olması mühimdir. Memleket evladı, her tahsil derecesinde
iktisadî hayatta âmil, (yapıcı) müessir (etkili) ve muvaffak olacak surette teçhiz (donatılmış)
olunmalıdır. Bu çok mühimdir; bilhassa nazar-ı dikkatinizi celbederim, tehdit esasına müstenit zora dayanan- ahlak; bir fazilet olmaktan başka itimada da şayan değildir...
Arkadaşlar!
Yeni Türkiye’nin birkaç seneye sığdırdığı askerî, idarî inkılâbat çok büyük, çok mühimdir.
Bu inkılâbat, sizin, muhterem muallimler sizin; içtimaî ve fikrî inkılâptaki muvaffakiyetlerinizle
teyit olunacaktır. Hiçbir zaman hatırınızdan çıkmasın ki, Cumhuriyet, sizden “fikri hür, vicdanı hür,
irfanı hür” nesiller ister!” (4)
Gazi Mustafa Kemal, 25 Eylül 1925’de Samsun İstiklâl Okulunda kendi onuruna verilen bir
şölende de öğretmenlerle yaptığı söyleşide eğitim görüşünü şöyle açıklar:
“Terbiyedir ki bir milleti, ya hür, müstakil, şanlı, âli bir heyet-i içtimaiye (yüksek bir
toplum) halinde yaşatır, ya da bir milleti esaret ve sefalete terk eder...”
Tafsilata girişilirse terbiyenin hedefleri, maksatları tenevvü eder. Mesela dini terbiye, milli
terbiye, beynelmilel (uluslararası) terbiye... Bütün bu terbiyelerin hedef ve gayeleri başka
başkadır. Ben burada yalnız yeni Türk Cumhuriyetinin yeni nesle vereceği terbiyenin millî terbiye
olduğunu katiyetle ifade ettikten sonra diğerleri üzerinde tevakkuf etmeyeceğim (durmayacağım).
Yalnız işaret ettiğim manâyı kısa bir misal ile izah edeceğim. Efendiler! Yeryüzünde üç yüz
milyonu aşkın İslam vardır. Bunlar ana, baba, hoca terbiyesiyle terbiye ve ahlak almaktadırlar.
Fakat ne yazık ki hakikat-i hadise şudur ki, bütün bu milyonlarca insan kütleleri şunun veya
bunun esaret ve zillet zincirleri altındadır.. Aldıkları manevi terbiye ve ahlak onlara bu esaret
zincirini kırabilecek meziyet-i insaniyeyi vermemiştir, veremiyor. Çünkü hedef-i terbiyeleri millî
değildir...”
(3) İsmail Hakkı Tonguç: Canlandırılacak Köy S.258
(4) Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve Millî Eğitim Bakanlarının Millî Eğitimle İlgili Söylev ve
Demeçleri (Ankara 1946) S. 19-20.
“Milli terbiye ile geliştirmek ve yükseltmek istenilen genç dimağları paslandırıcı,
uyuşturucu, hayali şeylerle doldurmaktan dikkatle çekinmek gerekir...” (5)
Tonguç Mustafa Kemal’in eğitim ilkelerinin eri idi. Kendisini batı eğitimi alanında yetiştirmiş
gösterişsiz ama yapıcı, yaratıcı bir eğitimci idi. Öncelikle becerikli, çalışmalarını uygulayarak
herkese kavratan bir öğretmendi. Bu eğitim ustası işine girişirken Türkiye’deki eğitim durumu ile
Avrupa’daki eğitim durumunu sergileyen kitaplar yazdı.
Türkiye’de 1933-1934 yıllarında eğitim ve öğretim durumu:
“Şehirlerde 1192 okulda 6851 öğretmenle 254.517 öğrenci, köylerde 4.999 okulda 6.786
öğretmenle 313.169 öğrenci okutulmaktaydı.(6)” Burada gösterilen rakamlara göre 40.000
köyün 35 bininde öğretmen yoktu. 1935 nüfus sayımı istatistiklerine göre “Türkiye’de erkek
nüfusun % 23.3’ü, kadınların % 8.2’si okuma yazma bilmekte idi. Okuma zorunluluğunda olan
ilkokul çağındaki çocukların % 80’i kentlerde okutuluyordu. Köy çocuklarının ise % 26’sı
okutulabiliyordu. (7) Tonguç bu durumda ilköğretimi teslim aldı. Bakalım 1946 da nasıl teslim
edecek. Bunu değerlendirmemizde dikkate alalım.
İlkokullarda öğretim, çağın terkettiği kuramsal bilgilere gereğinden fazla yer veriyordu,
ezbere dayanıyordu. “Öğretmen edilgin bir vaziyette mümkün olduğu kadar yumuşak huylu
metotlarla öğretim programını tamamlamayı kendisi için en büyük amaç sayan sadık bir işçi idi.”
(8)
“Öğretmenleri köylerde uzun müddet tutabilmek başlı başına önemli bir işti. Sağlık, geçim,
çocuk sahibi olma ve yetiştirme bakımından köy öğretmeni büyük fedakarlıkları göze almağa
mecburdu. Öğretmen kadın olunca büsbütün önem kazanıyordu” (9)
Erkek öğretmen okulu 1848 de Fatih’te rüştiyelere (ortaokul) ders vermek üzere
kurulmuştu. Kız öğretmen okulu ise 1 870’te kuruldu.
“Önce vilayet, aradan uzun bir zaman geçtikten sonra ilçe merkezlerinde açılmaya
başlayan köylere asla yayılmayan Ortaokullar için öğretmen yetiştirmek amacıyla kurulan bu
okulların mezunlarından köyde eğitim ve öğretim işleri bakımından yararlanmak mümkün
olamadı.” (10)
Vilayetlerde de öğretmen okulları açılmıştı. Örneğin, Edirne Öğretmen Okulu 1882 de
açılmış meşrutiyetin ilanına kadar geçen 25 yılda 775 sarıklı mezun vermişti. (11) Bu duruma
göre ortalama yılda 31 öğretmen yetiştirilmekte idi. Verim çok düşüktü. Devlete de çok pahalıya
mal olmaktaydı. Böylesine düşük bir verimle Türkiye’nin milli eğitim seferberliği elbette
gerçekleştirilemezdi. Diğer illerdeki öğretmen okullarının durumları da buna benzemekteydi.
Atatürk ise Türk egemenliğini güçlendirmek için iş içinde, köye göre yetiştirilmiş bir öğretmen
kitlesi istemekteydi.
(5) İ. H. Tonguç: Canlandırılacak Köy, S. 302-303-304.
(6) İ. H. Tonguç: İlköğretim Kavramı, S. 267-268.
(7) İ. H. Tonguç: İlköğretim Kavramı, S. 315-316.
(8) İ. Hakkı Tonguç: İş ve Meslek Terbiyesi, S. 156-157.
(9) İ. Hakkı Tonguç: İlköğretim Kavramı, S. 281.
(10) İ. Hakkı Tonguç: Canlandırılacak Köy, S.109.
(11) İ. Hakkı Tonguç: Canlandırılacak Köy, S.141-142.
Köy Enstitüleri Yasasının BMM’inde Müzakeresi ve Kabulü
(Devre: VI. Toplantı: 1, Kırk birinci birleşim. 17-4-1940 Çarşamba.)
Gündemde Köy Enstitüleri Yasa Tasarısı vardır.
Başkan-Encümen, KÖY Enstitüleri yasasının bugün ve ivedilikle müzakere edilmesini teklif
ediyor. Bu teklifi yüksek oyunuza arz ediyorum. Kabul buyuranlar... Etmeyenler.. Kabul edilmiştir.
Başkan-Tasarının tümü hakkında mütalaa var mı?
Dr. Osman Şevki Uludağ (Konya)- Arkadaşlar, Konya ili bütün illerin en büyüğüdür. 48990
km2’dir... 890 köye sahiptir. 155 köy okulunda 225 öğretmen vardır... Konya’da okuma yazma
oranı % 18’dir. Konya ili eğitime susamıştır...
Emin Sazak (Eskişehir)- Bu mesele hakikaten bugün bayram yapacak kadar
memleketimizde çabuk meyvesini veren hadise olmuştur. Eskişehir’de şahidi olduğum için
hakikaten minnet ve şükranla söylerim. Galiba adına eğitmen diyorlar, bunların bulunmadığı köy
bizim tarafta 10-15 tane kalmıştır... Her şeyden evvel bir işin kurucusu olan Saffet Arıkan’a
şahsen minnet ve şükranlarımı arz ederim... Bu buluş mucize gibi bir şeydir...
Gl. Kâzım Karabekir (İstanbul)- Yasa tasarısı büyük bir gereksinmeyi karşılayacağından
hakikaten her türlü şükrana lâyıktır... Bir kere bu kurumlar kurulurken savaş halinde dahi bir
üretim merkezi olarak etkinlikte bulunması düşünülmeli ve savaşta üretimi artıracak tedbirler
almalıdır...
Bendeniz bu yasada bir noktayı sakıncalı görüyorum: O da 3. maddesi hükmiyle Köy
Enstitülerini yalnız köy okullarını bitiren çocuklara ayırıyor. Kent ve kasaba çocuklarının köylerle
temasını kesiyor... Biz kent ve köy çocuklarına böyle biri birleriyle kaynaştıracak yerde safiyeti
fikriye ile ayırırsak, sonra acaba bu köylere başka taraflardan yapılacak telkinlerle günün birinde
biz bu kentlilerin karşısında başka fikirlerle onları donanmış bulmaz mıyız?...
Feridun Fikri (Bingöl)- ... Bazı arkadaşların açıkladıkları gibi Muğla’nın Datça’sı, Kâhta,
Karaisalı, bunlar gibi ilçe merkezleri vardır ki bunlar köy gibidir... Vilayet merkezi denirse bizim
Bingöl de bunun içerisinde kalır... Buna bir formül bulmak gerekecektir. Sanayi merkezleri
olmayan çiftçi merkezlerini bunun kapsamına almak gereklidir...
Kazım Nami Duru (Manisa)- Arkadaşlar, gerek köy eğitmenleri,. gerek Köy Enstitüleri
yasası parti programının belli bir maddesini gerçekleştirmek içindir. İlk evvel Saffet Arıkan Köy
Eğitmen Kurslarını açtı, orada yetiştirdiği eğitmenlerle köyleri birer nur ve yaşam kaynağı
yapmağa çalıştı...
Gelelim Köy Enstitülerine: Arkadaşlar, Köy Enstitüleri şöyle kafadan düşünülüvermiş,
memleketin yaşam ve çalışması genelinde uğraşılmamış olarak meydana getirilmiş bir eser
değildir. Köy Enstitüleri yasası öncelikle Köy Eğitmenlerinin işe başlamasından sonra açılmasına
şiddetle ihtiyaç olduğu görülerek kuruluşuna çalışılmış bir kurumdur...
Bendenizce Köy Enstitüleri, memlekette bilimsel olarak köylüyü. kalkındırmak ve köylüyü
eğitmek, köylüye cihanı anlatmak için büyük bir girişimdir. Fakat bu girişim köylüyü kente
getirmek girişimi değildir. Köylünün köyüne, toprağına sevgi ile bağlı olarak köyünde çalışması
için yapılmıştır.
Dr. Ali Süha Delilbaşı (Kütahya)- Yüksek katınıza büyük bir sevinç duyarak çıkmış
bulunuyorum. Özlediğim bir hasrete kavuşmak duygusu var. Çünkü memleketle ilgisi olan,
memlekete bağlı olan herkes gibi bendeniz de kendimi bildiğim zamandan beri en büyük davanın
köy davası olduğunu anlamış bulunuyorum...
Açık bir gerçektir ki, köy okullarında öğretilen klasik öğrenim, çok defa yaşam değeri
olmayan değeri olmadığından unutulmaktadır... Köy okullarında okumuş çocuklar, orduya
çağrıldıklarında ne yazık ki okuma ve yazmayı bilmeyen bir niteliktedirler. Bu bakımdan köy ve
eğitmenli okullardan ziyade uygulama değeri olan, gerçek işe yararlı olduğuna kesinlikle
inandığım enstitü yasasını çok büyük takdirle karşılarım...
Bizim köylümüz uygarlığın her belirtisini çoğunlukla özenerek benimsemeye eğilimlidir...
Yeter ki biz köylüye iyi bir yol gösterelim... Ahlak. yönünden bendeniz böyle kentli, köylü diye iki
topluluğun varlığına inananlardan değilim... Nasıl kentli baştan başa bir melek değil ise, köylü de
baştan başa melek değildir. Kentli nasıl baştan aşağı ahlaksız değilse, köylü de baştan aşağı
ahlaken düşük değildir. Kaldı ki, memlekette, köylerde ahlak bozukluğu, bulaşıcı hastalıkların bir
çoğu gibi kentlerden köylere doğru gitmiştir ve bu itibarla köylüde eğer bazı ahlak düşüklük
görüyorsak bunları doğrudan doğruya köylünün kendi psikolojik yapısında aramamalı, kentten
bulaştığını düşünmelidir...
Maarif Vekili Hasan Ali Yücel (İzmir)- Muhterem arkadaşlar, bizim nüfusumuz 17
milyondur. ‘Yuvarlak bir hesapla 4 milyona yakın insanımız kentlerde oturur ve 13 milyon
halkımız köylerdedir...
….. Kentlerde oturan yurttaş çocuklarının % 80’i okuldadır. % 20’si okumaktan
yoksundur. Köylerde oturan 13 milyon yurttaşımızın çocuklarını da göz önüne alırsak bunun
ancak % 25’ini okutabiliyoruz... Hükümetimiz durumu bir yoluna koymak için çalışmış ve 13
milyon gibi büyük bir kütlenin oturduğu, yaşadığı köydeki evlatlarımızı yüzde yüz okutmak için
emek vermiştir. Bu yasa o emeğin ifadesidir...
“... Köylümüzün gerek öğrenim, gerek geçim yönünde seviyesini yükseltmeyi. başlıca
hedef tutacağız...” diyen Milli Şefimizin bize direktif olarak verdiği bu esaslar doğrultusunda
ilköğretim davasını çözümleyeceğine inandığımız bu yasayla huzurunuza gelmiş bulunuyoruz...
Burada iki arkadaşımın işaret ettiği bir noktaya cevap vereyim!
Ziraat Enstitüsü bir yüksek okuldur. İçerisinde pratik çalışmalar vardır Bilimsel
araştırmalar yapılır. İsmet Paşa Kız Enstitüsü sonuç olarak orta bilimsel derecede bir okuldur.
Buna enstitü denilmesinin nedeni öğrencisini iş üstünde çalışmağa sevk edici, uygulatarak ve
meslek kazandırıcı bir takım işlerin ve çalışanların bulunmasıdır. Biz Köy Enstitüsünü sadece
içerisinde kuramsal öğrenim yapılan bir kurum olarak almadık. İçerisinde tarım sanatları,
demircilik, basit marangozluk gibi iş üstünde bir takım çalışmalarda bulunduğu için okul adı ile
anmadık, enstitü diye adlandırmayı
uygun bulduk.
Enstitüde yetişecek öğretmenlere genel ve mesleki kültür bakımından gerekli olan bilgiyi
vereceğimiz gibi, bunlara köye gittiği vakit köy yaşamında etken, prestij sahibi, kendisine fikir
sorulabilecek insan olabilmesi için iş üstünde bilgi verilecektir...
Enstitülere alınacak öğrencilerin seçiminde düşündüğümüz şu olmuştur; şimdiye kadar ilk
öğretmen yetiştirmekte uğradığımız yanlışlığa şu veya bu düşünce ile yeniden düşmemek için
kesin olarak köyde yaşamış ve köy okullarının her iki devresini bitirmiş çocukları almayı doğru
bulduk...’
Sosyal bir sınıf doğurması söz konusu olamaz. Partimizin programında da yazıldığı biçimde
esasen rejimimiz sınıf ve ayrıcalık kabul etmez...
Köylü ve çiftçilik etmekle uğraşan yurttaşlarımızın çocuklarını okutmak için onların
yaşamından başka bir yaşamla kaynaşmamasını istediğimiz ve o bakımdan yetiştirdiğimiz
insanları yeni bir sınıfın doğuşu saymayı bendeniz doğru bulmuyorum... Bizim istediğimiz bir
arkadaşımın da burada açıkladığı gibi, köyün içerisinde bilgili, sağlıklı, memleketine bağlı ve
üretici yurttaş yetiştirmektir. Yoksa köylüyü, bilginize sunduğum bilgi ve yetenekle donatıp onları
kente akın eder duruma getirmek değildir. Onları üretici, kendi tarlasında ve çevresinde güçlü
yapmak ye üretim becerisini artırıp memleketin sosyal seviyesi kadar ekonomik seviyesini de
yükseltmektir. Bundan ötürü sınıf oluşturması hatıra gelemez.
Halil Menteşe (İzmir)- Tasarısının bir maddesinde gördüm. Kız çocuklarına çocuk doğumu,
ev işleri ve saire gibi işleri de bu enstitüler gösterecektir. Çiftçinin yarısı kadındır. Kadın çocuğunu
sağlıklı yetiştirir, evin yönetimini ekonomik bir şekilde yürütürse çiftçi yarı yarıya kalkınmış
demektir... Şimdi bu yasayı getirdiğinden dolayı Hasan Ali’yi ve hükümeti bir çiftçi sıfatıyla
candan kutlarım.
Bundan sonra tasarı üzerindeki genel görüşme yeterli görüldü, Köy Enstitüleri Tasarısının
maddelerine geçildi. Meclis başkanı maddeleri okutarak oylamaya başladı. Yasanın, birinci ve
ikinci maddeleri olduğu gibi kabul edildi, üçüncü maddenin birinci, fıkrası hakkında konuşmak
isteyenler oldu:
Feridun Fikri (Bingöl)- Bu maddede iki noktayı arz edeceğim: Birincisi Bingöl’ün merkezi
Çapakçur, Tunceli’nin merkezi Hozat’ta olduğu gibi, bunlar gerçek durumda kasabadan bile
sayılmaz, köydür, hatta güçsüz bir köy niteliğindedir. Bundan dolayı bunların çocuklarının bu
nimetten yoksun bırakılması doğru değildir...
Gl. Kazım Karabekir (İstanbul)- Bugün her milletin bütün kültür vasıtalarını kullanarak
tesisine çalıştığı bir milli vicdan ve milli bilinç vardır, biz ise, bütün uygarlık dünyası, ile temasta
bulunan, kent ve kasabalardaki koşullara sahip olan çocukları köylere göndermeyeceğiz, yalnız
köy yaşamını gören, gözünü köyde açmış, uygarlık dünyası ile hiçbir teması olmayan, bu çağın
kültürünü taşımayan bir kısım vatandaşları alacağız. Onlara özel öğrenim vererek götürüp
köylerimizde milli vicdan uyandıracağız. Sebep yalnız tarım yapmak yaşamını sağlamak değildir.
Bugün bir milletin fikrinin ve vicdanının aynı surette çarpması gerekir. 40- 50 yıl sonrayı tasavvur
buyurun. Kent ve kasabalardaki uygarlık âlemi, ile ailelerinin görgüleri ile hiç teması olmayan bir
öğretim kurulunun yetiştirdiği köylü sınıfının taşıdığı ruh ile kasabalılar ve kentliler arasında derin
uçurumu tasavvur buyurun...
Onun için bendeniz Maarif Vekili arkadaşımızın fikrinde bulunmuyorum. Parti
programımızda sınıf yok diyoruz, fakat elimizle kuruyoruz kanısındayım... Bugün Erzurum’u alınız,
Sivas’ı alınız, orada memur çocukları, tüccar çocukları hariç hepsi tarım ve köy yaşamıyla
meşguldürler. Köylere bakarak onların uygarlık alemiyle biraz daha teması vardır. Onun için
köylerimizi böyle kültür sahasında az görgülü yarı aydınların nüfuzuna hatta- maddi manevi
tahakkümüne bırakmağa bendeniz gelecek için çok tehlikeli görüyorum...
İbrahim Alaaddin Gövsa (İstanbul)- ... -Şimdi katınıza sunulan yasa köylere yalnız
ilköğretim ve eğitimin gerekliliği değil, aynı zamanda meydana gelmiş olan büyük devrimlerin
toplumsal, siyasî değişikliklerin esasını da aşılamakla ödevlidir... Köyler için. yetişecek
öğretmenlerin ne yapıp yapıp köylerde yaşamış çocuklardan oluşması esasını göz önünde
bulundurmak istedik. Hükümetin bu teklifi, yasanın ruhu için zorunlu bir koşul olarak görüldü...
Kazım Nami Duru (Manisa)- Arkadaşlar ben de önergeler üzerinde söz söyleyeceğim. Bazı
il merkezlerinin köy benzerinde olduğunu söylediler. Çiftçilik bakımından bu memlekette,
kentlerimiz dahi köy gibidir... Manisa, İstanbul, İzmir gibi ticari kentlerde dahi yakın yerler
çiftçilik, yaparlar, bahçıvanlık ederler. Eğer, biz bu köy okullarını kentlere de yayarsak işin
altından kalkamayız... Onun için maddenin burasını değiştirmemelidir... Millî kültür hiç bir zaman
ayrı değildir, kent okullarında da köy okullarında da aynıdır, öyle gidecektir. Millî vicdana ilişiği
olan şeyler kurumlarında dahi aynı süratle ilerleyecektir. Çünkü kültüre ilgisi olan dersler
ilkokullarda ne ise -ki coğrafya; tarih, yurt bilgisi gibi dersler ki bunlar kültür dersleridir- köy
okullarında da aynı olacaktır. Yalnız teknik değişecektir. Onun için bunlar memlekette ayrı bir
vicdan yaratacaktır, iki türlü millî vicdan olacaktır endişesi yerinde değildir... Emin Sazak (Eskişehir)- Bendeniz köylere kentliler girerse ne olur onun sakıncasını arz
edeceğim:
Şimdi köy katibi diye bir şey türettik. Köylerde okumuş, yazmış insanlar varken
kasabalarda ne kadar kahveci çırağı, boyacı, serseri varsa köylere katip olmuştur. Kasabalılar
köylere gitti mi ve bunların adedi çoğaldı mı bunların her birisi köyün başbakanı, cumhurbaşkanı
olur... Eğitim sorunu denince muhterem Paşa Hazretlerinden bunu beklemezdim. Çünkü bütün
beraber çalıştıkları köyden yetişen aslanlardır, onlarla çalışmıştır; köylünün kasabalı ve kentliden
nesi eksiktir? Kültür denince okulda öğrenim görecek, memleket duygusunu, vatan sevgisini,
milliyetini bütün aşılayacaktır. Bundan dolayı hem dilleri ile, hem hareketleriyle memleket
sevgisini ne olursa olsun çok fazla aşılayacaktır. Onun için ben- denize göre bu maddeyi buradan
kaldıracak olursak ben bu yasaya Allah rahmet etsin diyeceğim.
Feridun Fikri (Bingöl)_ . .. Memleketin birçok ilçeleri, illeri vardır... Bunlar köydür ve
köyden başka bir şey değildir. Şimdi biz istiyoruz ki, oradaki çocuklar da bu okullarda
okutturulsunlar...
Maarif Vekili Hasan Ali Yücel (İzmir)- Evvela General Kâzım Karabekir arkadaşımın bir
sözüne cevap vermek istiyorum: Bu yapılacak Köy Enstitüleri ayrı, bir eğitim prensibine tabi
tutulmayacaktır. Mevcut Eğitiminde Birlik Yasası’nın ve onun ruhu uygulama durumunda olan
insanlara emrediyor; ki, bu memleket içerisinde bir eğitim esası vardır; köy, kasaba, kentte ve
bunların dışında başka bir yer varsa oralarda da ancak bu prensip uygulanır.
Bundan dolayı, Köy Enstitülerinde ayrı bir eğitim prensibi, diğer okullarda ayrı bir eğitim
prensibi güdülemez... Bunun için köy, kent ayrılığı konu edilemez...
Bundan ötürü eğitim birliği bugün vardır, yarın da var olacaktır, böyle bir ayrılık yoktur...
İkinci noktaya ve itiraza gelince:
Bu maddede “Beş sınıflı köy ilkokullarını bitirmiş köylü çocukları alınır” denilmesinin nedeni
bu çocukların esasen başka yerden gelmesine olanak olmamasıdır... Bir sene sonra bütün köy ve
kentlerdeki ilkokullar beş sınıflı olacaktır... Dava şudur: Şimdiye kadar kent öğretmen okullarına,
hatta köyden gelmiş çocukları aldığımız halde kaloriferli, fazla konforlu tertibatları ile, bildiğimiz
yaşam biçiminde yetiştirdiğimiz çocukları (yine tekrar edeyim idealizm eksikliğinden değil,
alışkanlık olmadığından dolayı) köye gönderemedik, çokları bu işi yapamadılar. Aynı alışkanlığa
düşürülmesin diye bu kaydı kesin olarak koyduk... Esasen yasanın adı Köy Enstitüsü’dür. Burada
yetişecekleri, köye göndermek istiyoruz. Köyü yasa tarif etmiştir. Bugün köye benzer kasabadır,
köye benzer kenttir diye kişisel görüşe dayanan bir tasnif yapmağa hakkımız yoktur. Nahiyeler
köylere dahildir. Yasa nüfusa göre bir tasnif yapmıştır, neresi köy, neresi kasabadır... Davanın
esasını bozmayalım ve bozmamak için maddeyi olduğu gibi bırakalım...
Gl. Kâzım Karabekir(İstanbul)- ..Biz bu usulü ilerlemiş memleketlerden veya herhangi bir
yerden, denenmiş bir yerden mi alıyoruz, yoksa bir çok işlerimizde olduğu gibi bir çok zan ve
tahminlerimiz üzerine onun iyi sonuçlar vereceğini düşünerek mi alıyoruz?
Maarif Vekili Hasan Ali Yücel (İzmir)-’ Derhal arz edeyim ki, bir yurttaş kentte yaşam
sürdürüyor ve köyü tanımıyorsa o, millî bilinç ve, vicdan bakımından ayrı bir nitelik gösteriyor,
köyde oturmuş kenti tanımıyorsa o millî bilinç ve vicdan bakımından ayrı bir varlık gösterir,
şeklinde bir dava söz konusu olamaz. Kentte otursun, köyde otursun ülkümüz birdir... Onun için
enstitüleri köy yakınında kuruyoruz. Onlara kenti hiç göstermeyeceğiz sanısını nereden çıkardılar?
Sonra demin konuşurlarken köy öğretmeni için yarım aydın demişlerdi. İlköğretimini bitirmiş, beş
yıl da enstitüde okutmuşuz, demek bu insan yarım aydındır? O halde Türkiye’de yarım aydın
olmayan, tam aydın kaç kişidir? Bunun dozu nedir? İlköğrenimini bitirmiş, beş yıl da ayrıca
öğrenim görmüş insan yarım aydın değildir, aydındır.
Arkadaşlar; bu yasa ile bizim yaptığımız şey, bir kopya değildir... Bizim yaptığımız bü işi
Bulgaristan’da başka nitelikte görürsünüz, Meksika’da başka şekilde bulursunuz. İlköğretim
sorunlarını bundan yüz yıl önce çözmüş memleketlerde de başka şekillerde rastlarsınız... Bunları
kendi memleketimizin sözde kalmayan gerçeklerine ve toplumsal realitesine uyarak yapmış
bulunuyoruz. Bu bizimdir, kimseden almadık; başkaları bizden alsınlar.
“Bu başarılı olacak bir şey. midir? Bunu nereden biliyorsunuz? Hayalidir” demek istediler.
Emin Sazak arkadaşımın burada gayet güzel söylediği gibi saygı değer selefim Arıkan tarafından
nüvesi kurulmuş bir şeyin olgunlaşmasıdır. Bugün İzmir’de, Eskişehir’de, Kastamonu’da ve
Trakya’da... Üç seneden beri Köy Öğretmen Okulu halinde işleyen bu kurumlarda bir tek öğrenci
bir disiplin olayı çıkarmamıştır, çıkarmamışlardır. Değil ahlâksızlık, en küçük bir terbiyesizlik
hareketine Millî Eğitim Bakanlığı tanık olmamıştır. Bunu söylemekle bu köylü çocuklarımızın
kendilerinin ve ailelerinin temizliğini bir kere daha millet karşısında belirtmiş oluyorum.
Rasih Kaplan (Antalya) -Irk temizliği, kan temizliği.’
Bu sırada müzakere yeter diyenler oldu. Meclis Başkanlığına verilen üç önergenin
okutulmasına geçildi:
1. önergeyi millet vekillerinden Feridun Fikri, II. önergeyi H. Ekşi, S. Tekelioğlu, Abidin
Binkaya, Dr. A. Arkan, Feridun Fikri beraber, III. önergeyi de K. Karabekir Meclis Başkanlığına
verdiler. Bu üç önerge “Kent, kasaba ve nahiyelerin tam devreli ilkokullarını bitirmiş olanlarla,
ortaokulu bulunmayan -il, ilçe ve nahiye çocuklarının isteklilerinden yasal koşullara uygun olanları
da enstitülere seçilerek alınır” anlamını taşıyordu.
Meclis Başkanı önergeleri teker teker okuttu ve oylamaya koydu. Önergelerin üçü de
reddedildi. BMM’si Başkanı 3. maddeden başlayarak maddeleri oya sundu. 24 maddeden oluşan
Köy Enstitüleri yasa tasarısı encümenlerden geldiği gibi kabul edilerek yasalaştırıldı. (1)
KÖY ENSTİTÜLERİNİN YAPISI
Yüzyıllardır savsaklanan köylerin insanlarını eğitim, tarım ve el zanaatları yönünden
nitelikli bir üretici olarak yetiştirmek amacıyla Türkiye’de Köy Enstitüleri açıldı. 17 Nisan 1940’tan
sonra “...Doğanın ortasına çadırlar kurulmaya başlandı. Bütün binaları öğrencilerle öğretmenler
beraber yaptılar. Her Enstitüye sağlanan geniş tarla ve bahçeleri birlikte işlediler. Birçok
kurumlara kilometrelerce uzaklardan sular getirdiler. Her Kurum, mümkün olan yerlerde türbin,
diğer yerlerde de motor vasıtasıyla elektriğe kavuşturuldu. Binaları dağınık olarak yapılan
Enstitüler genel görünüşleriyle birer modern köye benziyorlardı... Bu binaların arasına yolları ve
kanalizasyon tesislerini öğrencilerle öğretmenler beraber yaptılar. Her yıl Enstitülere alınan 3.000
çocuğun giyim eşyası Enstitülerin işliklerinde dikildi. Bu kurumlar için gereken masa, karyola,
sandalye, dolap gibi, tesis eşyası da Enstitü işliklerinde meydana getirildi. Enstitüler yakınlarında
bulunan istasyonlara, iskelelere ve ana yollara iyi ve temiz yollarla bağlandılar Birçoklarında posta
ve telgraf merkezleri açıldı. Göl veya deniz sahilinde kurulan Enstitüler denizciliğe ve balıkçılığa
önem vererek bunun için gereken su taşıt araçlarını sağladılar. Ve öğrencilerine bunların nasıl
kullanılacağını öğretmeye başladılar. Enstitülerin çoğunda spor ve oyun alanları, bazı Enstitülerde
de açık hava tiyatroları yapıldı. Bir kısım Enstitüler sinemaya ve küçük birer basımevine
kavuştular.
Bu çalışmalar devam ederken bir mesele daha ortaya çıktı. O da: Enstitülerden mezun
olacakları iş başında verimli bir şekilde çalıştırmak ve sürekli yetiştirmek. Bu sorun Enstitülerden
mezun olacakları iş başında verimli bir şekilde çalıştırmak ve sürekli yetiştirmek. Bu sorun
Enstitülerden mezun olacak 50.Q00 öğretmeni ve 40.000 köyü ilgilendiren çok yönlü sorunlardan
biridir. Öğretmen gidecek, her köye okul yaptırmak, öğretmen için gereken uygulama ve geçim
arazisini sağlamak, başarılı öğretmenlerle başarısızları ayırt ederek mükafatlandırma veya
cezalandırma, üstün başarı gösterenleri değerlendirmek, bütün bu işlerde rol alan ilgililere
görevlerini tam olarak, yaptırmak, şayet yapmayanlar çıkarsa onları cezalandırmak. Enstitülerle
köy okulları arasında bağlılık kurmak...” (H. Tonguç: İlköğretim Kavramı; s. 339-340)
“Köy Enstitüleri mezun ettiği öğretmeni, Öğretmen Okullarını yaptığı gibi güzel bir törenle
ellerine diplomalarını ‘verip eli boş olarak uğurlamaz. Onlara iş ve meslek yaşamlarında gerekli
olan 150’ye yakın kitap, tarla ziraatı için at, araba, pulluk, arı kovanları, damızlık inek verir.
Bayan öğretmenlere dikiş, nakış makinesi, örgü makinesi, dokuma tezgahı, ütü takımları verir.
Öğretmen kendisine verilen bu araçlarla, üretim hayvanlarıyla köylerde üretici eğitim atılımını
göstermek ve gerçekleştirmek zorundadır.
(1) Köy Enstitüleri Kanununun TBMM’nce 17 Nisan 1940 tarihinde tetkik ve kabulüne ait müzakere zabıtları
ve kanunu tetkik eden encümen zabıtları TBMM Matbaası 1940 Ankara.
Köylerde çalışmaya başlayan öğretmenlerimizi işbaşında takip etmezsek kendimizi aldatmış
oluruz. Onun gelişigüzel çalışmasından da bir verim sağlayamayız. Köy öğretmeninin dersliği,
tarla-bahçe ve sanat kurslarıyla beraber yürür. Böyle çalışmak yorucudur, verim almak zaman
işidir. Öğretmen bazen bu gibi işlerde yalnız başına bıkkınlığa, kötümserliğe düşebilir. Öğretmeni
bu duruma düşürmemek için Köy Enstitüleri kendi kesimlerinde görev yapan öğretmenleri emekli
oluncaya kadar işbaşında takip eder. Ona, usta öğreticileriyle, müfettişleriyle, öğrencileriyle, iş
araçlarıyla ekipler halinde yardımda bulunur. Öğretmenlerimiz işbaşında böyle denetlenir ve
yetiştirilirlerse bitkinlikleri önlenmiş olur. Köyün kooperatifini, açtığı sanat kurslarını, köyün
ağaçlandırılmasını başarıyla yürütür, köyün güvenini kazanır. Devlet de köy kalkınmasında plana
aldığı eğitim ve öğretimden istediği randıman alır..” (B. Semerci: Hakkı Tonguç ve Köy
Öğretmenleri; Cumhuriyet, 24 Haziran 1988)
Köy Enstitülerini kuran Hakkı Tonguç, köyün istediği öğretmenin niteliğini belirtirken, iş
araçlarının köydeki önemine de değinir:
“Köy, işten kaçan, nefret eden pasif öğretmene değil, işi seven, ona sarılan, iş vasıtasıyla
yurdu şenlendirecek olan canlı, hareketli öğretmene muhtaçtır. Yeni öğretmenler, bireyleri iş
içinde yoğura yoğura, sakinleri (oturanları) saadet denizinde yüzen bir vatan yaratmalıdırlar. Yurt,
yoksul insanların değil, varlıklı ve mutlu insanların yurdu haline gelmeli; onun her tarafından
neşe, sağlık, ve mutluluk fışkırmalıdır. Bu ülküye yaklaşmanın ana koşullarından biri, köye iş
yapmasını bilen öğretmeni ve iş araçlarını sokmaktır...” H. Tonguç: Canlandırılacak Köy; S. 616)
Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ocak 1946 gün ve 6/021133 sayılı yazısıyla Köy Enstitülerine,
köylere gönderecekleri mezunlarına verilecek olan iş araçları listesini yolladı. Listede X işaretle
gösterilen iş araçlarını da Köy Enstitülerinde yapılmasını istedi.
(Bugün köylülerin değil kullanmak, adlarını bile pek çoğunun bilmediği iş araçlarının listesini
aşağıda sunuyoruz).
Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla, köy okullarında işlikler,. tarla-bahçe çalışmaları, sanat
kursları da kaldırılmış oldu. Okullar yaşamdan kopuk eğitime döndürüldü.
T.C.
Millî Eğitim Bakanlığı
İlköğretim Umum Müdürlüğü
Sayı: 6/02133
Ankara: 25/1/1946
Uygulama okullarına sağlanacak eşya h.
Köy Enstitüsü Müdürlüğüne
Enstitünüzde yapılan uygulama okuluna lüzumlu eşyanın adlarını sayısını bildiren çizelgeler ilişik
olarak gönderilmiştir. Bu çizelgelerde okula sağlanacak eşya asgari ve azamî hadlerle
saptanmıştır. Bu yıl bütçeden gönderilen ödenekle bunların asgari haddekileri tedarik edilecektir.
Çizelgelerde (X) işaretiyle gösterilen eşya Enstitünüzde yapılacaktır. Geri kalanları dışarıdan satın,
alınacaktır. Yukarıda yazılı esaslara göre eşya yapılıp satın alındıktan sonra uygulama
okullarından şu şekilde faydalanılacaktır.
1- Enstitünüz 4.,5. sınıf öğrencileri, bu sınıflarda dersi bulunan öğretmenler tarafından sık
sık uygulama okulunda ders vermeye sevk edilecektir. Ders verecek Köy Enstitü öğrencisinin
eskiden olduğu gibi bir kişi olması şart değildir. Köy okullarında bir öğretmene düşen öğrencilerin
yarısı derse diğer yarısı da diğer işlere sokularak çalıştırıldığına göre ders verecek öğretmenler bu
düzene göre tertiplenen ders konularına uyarak birkaç kişiye çıkarılması cihetine gidilecektir.
Öğretmen adayı veya adayları ders verirken bunlara Başkanlık eden Köy Enstitüsü öğretmeni
onların durumlarını dersten sonra tenkit etmek üzere edilgin bir tavır takınması da uygun değildir.
Dersin icaplarına göre öğretmen adayı ile birlikte başkanlık eden öğretmen de çalışmalara
katılacaktır.
2- Dersten önce veya sonra derste gözlemci olarak bulunan öğrencilerle görüşülerek
hazırlanan plana, bunun gerçekleştirilmesi için çatışan öğretmen adayının derse katılan Köy
Enstitüsü öğrencileri iştirak edeceklerdir. Bir öğretmen adayını ders verici, onun sınıf arkadaşlarını
da bu dersi tenkit edici duruma sokmak yolu terk edilecektir. Bunun yerine ders konularını
özelliklerine ve ders arasındaki çalışmalara göre öğretmen adayları küme halinde işe sokulacaklar
tenkitler, tek kişiyi tenkit etme şeklinden çıkarılarak işe katılan kümelerdeki tenkit şekline
getirilecektir. Öğretmen adayları 4. sınıftan bu şekilde iyice yetiştirildikten sonra beşinci sınıfta
bulundukları zaman arada sırada tek başlarına ders vermeye de sevk edileceklerdir. Bu takdirde
onların ders verecekleri sınıfın yetişkin ve becerikli çocuklardan yardımcı olarak faydalanmaları
sağlanacaktır.
3- Öğretmen adaylarının ve onlara başkanlık eden Köy Enstitüsü öğretmeni yerine ders
vermesi uygun görülen Köy Enstitüsü öğretmenlerinden veya ders konusunun özelliklerine göre
onu en iyi bilen köylülerden faydalanılacaktır. (İstiklal savaşına katılanların hatıralarını
anlatmaları, bağcılığı veya sebzeciliği iyi bilenlerin bu konularla ilgili ders yapmaları) gibi.
4- Köy Enstitüsü öğrencilerinin uygulama okullarında yukarıda saptanan esaslara göre
verecekleri derslerin planları dersten sonra münakaşaların özeti, özel bir dosyada saklanacak,
bunları denetleme salahiyeti bulunanların bakmalarına hazır bir duruma getirilecektir.
Bu esaslara göre iş yapılmasının ilgililere duyurmanızı rica ederim.
İlk Öğretim Umum
Müdürü
25/1/1946
I-
A.
Köy okulları, meslek kursları için, lüzumlu ve asgari
sayılara göre kız, erkek her Köy Enstitüsü mezunu
öğretmene verilecek iş araç ve gereçlerinin çizelgesi.
Eşyayı ölçmeye,
işaretlemeye, bir
yerde tutturmaya
yarayan edilgin iş
vasıtaları
a) Eşyayı ölçmeye yarayan vasıtalar:
10-20 Şerit metre
5-10 Ağaç ve demir
pergel (*)
10-20 Ağaç ve demir
gönye
2-5 Kumpas
b) Eşyayı işaretlemeye
yarayan vasıtalar:
10-20 Demir ve tahta
cetvel (*)
2-5 Biz (*)
2-4 Nişangeç (*)
10-15 Isteka (Kemik
kalem) (*)
c)
Eşyayı bir yere tutturmaya veya sıkıştırmaya yarayan
araçlar:
5-10 Marangoz tezgâhı
veya masa mengenesi
3-5 Demirci mengenesi
2-4 Tesviye mengenesi
4-6 Kıl testere tezgâhı
(*)
1-2 Gönye kutusu (*)
2-4 Pres tahta veya
madeni levha (*)
4-8 Yassı ve yuvarlak
uçlu karga burnu
2-4 Pens
2-4 Cilt tezgâhı (*)
1-2 Ciltçi mengenesi
(*)
Not: (*) işaretli araçlar
Enstitülerde
yaptırılacaktır.
B.
Eşyaya şekil
vermeye ve onu
delmeye yarayan
etkin iş araçları
a)
Eşyayı kesmeye,
düzeltmeye,
koparmaya, bükmeye yarayan araçlar:
10-20 Kâğıt bıçağı (*)
2-3 Arabacı baltası (*)
4-6 Keser (*)
2-4 Kıskaç (*)
4-6 Kerpeten
8-12 Kâğıt makası
2-4 Tenekeci makası
4-6 Keski (*)
2-4 Bıçkı (*)
2-4 Oymacı tokmağı
(*)
10-20 Oymacı kalemi
3-5 Kaba rende (*)
2-3 Planya
4-6 Tornavida (*)
2-4 İngiliz anahtarı
2-4 Testere
4-8 El testeresi
2-4 Kırklık yaylı davar
makası (*)
4-8 Takım (üç çeşit
törpü)
4-8 Takım (üç çeşit
eğe)
1-2 Etmas traş
1-2 Çivi sökme
manivelası (*)
b)
c)
C.
Eşyayı delmeye
yarayan araçlar:
2-4 Cırcırlı matkap
kolu
2-4 Matkap kolu ve
kalemleri
4-8 Türlü işlere göre
zımba (*)
4-6 Oluklu baskı (*)
2-4 Sağlı sollu yan
baskı (*)
Eşyayı döverek,
yapıştırarak
şekillendirmeye
yarayan araçlar:
6-10 Ağaç ve maden
işleri için çekiç
(*)
2-4 Camcı çekici (*)
2-4 Küçük örs
2-4 Bavya (*).
İş araçlarını ve
eşyanı bilemeye,
boyamaya,
temizlemeye,
yapıştırmaya
yarayan vasıtalar:
1-3 Kösele taşı ve
tezlâhı (*)
1-2 Bileyi taşı
4-10 Boya fırçası
2-4 Toz alma fırçası
1-2 Eğe fırçası
3-4 Tutkal ve kota
kabı, bunların
fırçaları (*)
2-6 Badana fırçası
(*)
1-2 Çapraz
1-2 Yağdanlık (*)
II- Köy Enstitüsü mezunu öğretmenlere sanatlarına göre ve bu
çizelgede saptanan sayıda verilecek işlik takımlarının çizelgesi.
A.
Araçların adları ve sayısı:
1 Demirci örsü
3 Varyos
1 Kollu demirci matkabı ve uçları
1 Demir metre (açılır kapanır)
6 Eğe (pus 38 vasatî 10 pus)
1 Demirci körüğü (*)
1 Demirci testeresi kolu (*) ve testere
ağzı
2 Nokta (*)
Lehim (Enstitüde tayin edilecek
miktarda)
Nişadır (Enstitüde tayin edilecek
miktarda)
Zımpara bezi (10 tane)
2 Kıskaç (*)
1 Küçük pafta takımı
(Bölge okullarına gideceklere)
1 Kordon makinesi (Bölge okullarına
gideceklere)
1 Boru mengenesi ve kumpası
B- YAPICILIK, DÜLGERLİK VE
MARANGOZLUK TAKIMI:
Araçların adları ve sayısı:
1
1
1
1
1
1
1
1
1
1
1
1
1
3
2
2
2
1
1
İşkence (*)
Çekül Nişangeç (*)
Elburgusu
Madırga (*)
Mala (*)
Tuğla çekici (*)
Demir makara
Halat
Zımpara kâğıdı
2 Murç (geniş ağızlı ve sivri ağızlı
(*))
1 Alçıtaşı (*) (Tas)
Mozaik zımpara taşı
1 Hortumlu su terazisi (Bölge
okullarına gideceklere)
DEMİRCİLİK TAKIMI:
Tek yaprak rende
Düztaban (*)
Sıçan kuyruğu
Lâmba rendesi (*)
Sistire
Fıçıcı rendesi
Sikaço
Çifte rende
Ağaç metre
Su terazisi
C-
KIZ ÖĞRETMENLERE VERİLECEK
ARAÇ VE GEREÇLER
Araçların adları ve sayısı:
1 Dikiş makinesi
5 Deste dikiş iğnesi
Biçki makası
1 Mazura
1 Rulet
1 Ütü
1 Kol tahtası (*) (Ütü için)
10 Örgü şişi
5 Örgü tığı
1 Dokuma tezgâhı veya çorap örme
makinesi
1 Yün örgü makinesi (Bölge
okullarına gideceklere)
(Not: (*) İşaretli araçlar Enstitülerde
yaptırılacaktır.
III- Köy Enstitülerinde yapılan uygulama okulları için alınacak
ziraat vasıtaların ı gösteren çizelge
1- TOPRAĞIN
İŞLENME
SİNDE
VE HARMAN İŞLERİNDE
KULLANILAN
ARAÇLAR:
A- Ekime yarayan iş
vasıtalarının adları
ve sayısı:
1-2 Pulluk (*)
1
Mibzer (*)
1-2 Tırmık ()
1
Sürgü (*)
1
Kaz ayağı (Bölge
okulu için)
B- Ekini biçmeye ve
toplamaya yarayan iş
vasıtalarının adları
ve sayısı:
2-4 Tırpan
2-4 Kosa (*)
3-6 Orak(*)
1
Biçme makinesi
(Bölge okulları
için)
2-4 Dirgen
1-2 Ananat (*)
2-4 Ağaç tırmık(*)
2-4 Urgan
C- Taşıma vasıtaları:
1
Araba veya yalkı
(*)
1
Çift koşum
1-2 El arabası (*)
D- Harman Aletleri:
1-2 Döven
1-2 Dişli taş
2-4 Yaba (*)
1-2 Büyük yaba(*)
1
Savurma makinesi
(Bölge okulları
için)
2-4 Kilbur
2-4 Holoz (Gözer)
II- SEBZE VE
MEYVECILIKTE
KULLANILAN
ARAÇLAR:
A- Bitkiyi tımar etmeye
ve ona şekil vermeye
yarayan vasıtaların
adları ve sayıları:
4-6 Kazma(*)
4-6 Bel (*)
2-4 El tırmığı (Demir
(*))
4-6 Çepin (*)
4-6 Çapa (*)
1-2 Gelberi (*)
4-8 Makas
2-4 Aşı çakısı
1 kilo rafya
2-4 Çatalbel (*)
2-4 Süzgeç (*)
3-6 Bağcı meyveci
testeresi
1
Üzüm sıkma ve
kurutma aleti
(Bölge okulları
için)
B- İlaç ve ilaçlama
vasıtalarının adları
ve sayısı:
1
pülverizatör
(Bölge okulları
için)
2
Varil
1 kg Kükürt
2 Kg Göztaşı
500 gr DDT.
1 kr. Kroolin
2 kr. Celâsan
2 kr. Carbolinium
2 kr. Albolineum
2 kr. Saçıkıbrıs (Demir
sulfat
2 kr. Kreozat)
III- ZİRAAT SANATLARINDA KULLANILAN ARAÇLAR:
A- Sütçülükte kullanılan
yasıtaların adları ve
sayısı:
1
Ekremüz
1
Yayık
1
Telsüzgeç (*)
B- Arıcılıkta kullanılan
araçların adları ve
sayıları:
1
Güneşte balmumu
eritme aleti (*)
2
Basit tahta pres (*)
2-4 Körük (*)
112 Eldiven
1
Gözlük
1
Petek makinesi
(Bölge okulları için)
1-2 Fırça (*)
2-4 Bıçak (*)
2-4 Kovan (*)
C- Tavukçulukta
kullanılan vasıtaların
adları ve sayısı:
2-4 Suluk (*)
1
Yemlik
IV- HAYVANCILIKTA
KULLANILAN ALET
VE İLAÇLAR:
1 Adet Bortya
1
Troko
1
Şırınga
1 kg İspirto
400 gr Tentürdiyot
5-10 Sargı bezi
1 kg Pamuk
200 gr Köfurun
1 kg Ketentohumu
Not: (*) işaretli
araçlar Enstitülerde
yaptırılacaktır.
YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜ
Yüksek Köy Enstitüsü’nün amacı, köylerimizi eğitim, öğretim, el sanatları ve tarım
yönünden kalkındıracak nitelikte öğretmeni yetiştirmeye çalışan Köy Enstitülerine öğretmen, köy
öğretmenlerine. yardım edecek gezici öğretmen, gezici başöğretmen, müfettiş yetiştirmekti. Köy
Enstitüsü öğretmenlerini yetiştirici nitelikte kurslar açardı. Bu kurslardan yalnız bütün illerden
gelen bir kısım ilköğretim müfettişleri için ilkokulların yapımını uygulamaları yönünden yapıcılık
kursu açılabilmişti.
Yüksek Köy Enstitüsü’nde, Güzel Sanatlar, Yapıcılık, Maden İşleri, Hayvan Bakımı, Kümes
Hayvancılığı, Tarla ve Bahçe Ziraatı, Köy, Ev ve El Sanatları olmak üzere sekiz kol vardı.
Öğretmenleri, Gazi Eğitim Enstitüsü, Devlet Konservatuarı, Dil, Tarih ve Coğrafya
Fakültesi, Yüksek Ziraat Enstitüsü, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Talim Terbiye Kurulundan
gelmekte idi.
Yüksek Köy Enstitüsü’nün öğrenim süresi en az üç ders yılı idi. Her yılda dörder aylık iki
sömestr vardı. Öğrencilere her ders yılı sonunda meslekleriyle ilgili iki ay staj yaptırılırdı.
Hasanoğlan Köy Enstitüsü Müdürlüğü dışında “Yüksek Köy Enstitüsü Yönetim Kurulu” diye
bir kurul vardı. Bu kurul, öğrencilerden üç, illerin müfettişlerinden iki, Millî Eğitim Müdürlerinden
iki, öğretim üyelerinden iki, Yüksek Köy Enstitüsü yöneticilerinden de bir temsilci seçilen on kişilik
bir kuruldu. Öğrenci temsilcilerinden seçilenlerin arasında ben de yardım. Bu kurul Yüksek Köy
Enstitüsünün yıllık bütçesini, eğitimin araç ve gereçlerle donatılmasını, eğitimdeki yeni gelişmeleri
saptayarak yönetime bildirirdi.
Yüksek Köy Enstitüsü, “Köy Enstitüleri Dergisi”ni Sabahattin Eyüboğlu’nun öncülüğünde
“Dergi Kolu” ile çıkarırdı. Dergi Kolunda, Mehmet Başaran, Ali Dündar, Tevfik Uğurlu, Yıldız
Kırtepeli, Isa Öztürk, Bekir Semerci vardı. Arkadaşlarım beni başkan seçmişlerdi. Yüksek Köy
Enstitüsündeki konferansların konularını seçip öğretmenlerimize konferans verdirirdik;
Arkadaşlarımızın kendi seçtikleri önemli kitaplardan da kitap tanıtmalarını sağlardık.
Bu dönemde Millî Eğitim Bakanlığı -Köy Enstitüleri aracılığıyla köylerde üretici eğitim
uygulanmasına başlamıştı. Köy öğretmenleri Enstitülerden büyük destek görmekte idi. Biz de
Dergi Kolu olarak Köylerdeki arkadaşlarımızla ilgi kurmak istedik. Onların çalışmalarını
yayınlayarak bütün köy öğretmenlerine yeni başlattıkları eğitim düzenini en iyi uygulayanlardan
dergimizde örnekler vermenin yararlı olacağı inancıyla onlara aşağıdaki mektubu yazıp yolladık.
Bu, arada 1946 genel seçimi yapıldı. Yeni kurulan hükümette Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel
yoktu. Hakkı Tonguç da görevden uzaklaştırılmıştı. Köy öğretmenleriyle Köy Enstitülerinin de sıkı
bağları kopmuştu: Hasanoğlan’a köylerdeki arkadaşlarımızdan gelen mektuplar da elimize
geçmedi.
Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü
DERGİ KOLU
Hasanoğlan - Ankara
Arkadaş,
Beraberce yetiştiğimiz enstitüden ,mezun olunca bütün işlerimizi daha kolay başarabilmek
için birbirimize iyice bağlanmamız icap ediyor. Köy davasını cesaretle gerçekleştirmeye giriştiğin
bu günlerde karşılaştığın çetin meseleleri, yalnız başına nasıl halletmeye çalıştığından daha çok
alakadar olmak istiyoruz. Şüphesiz yaptığın işlerle köyün ve muhitin halkının takdirini kazandın.
Bunların içinden size güçlük çıkaranlar da oldu.
Tabii onları iyilikle yola getirmeye gayret ediyorsun.
Bir taraftan da komşularının, öğrencilerinin öğretim ve eğitim işlerini esaslı bir şekilde
yürütmeğe çalışıyorsun. İşliğini kuruyor, toprağını ekiyorsun. Sanatınla, kültürünle, çeşitli
alanlardaki çalışmalarınla köylüne örnek oluyorsun. Enstitüdeki hayatı tek başına yaratmağa
çalışıyorsun. Diğer taraftan komşularının arasındaki devam ede gelen ikilikleri uzlaştırıyor,
hükümetle olan işlerinde onlara kolaylık gösteriyorsun. Köyünün temizliğine, düzenine bakıyor,
salgın ve yıpratıcı hastalıklara yakalananların tedavisi için komşularına yardım ediyorsun. Yakın
köylerdeki öğretmen - arkadaşlarınla fikir alışverişi yapıyor ve yardımlaşıyorsun. Köylülerinle,
öğrencilerinle her zaman beraber çalıştığın gibi beraberce oynuyor ve eğleniyorsun. Hülasâ
başarılmasını istediğimiz daha bir çok şeylere el attın ve onlar için emek sarf ediyorsun. Çok
çeşitli hadiselerle karşılaşıyor iyi kötü birçok insanlarla düşüp kalkıyorsun. Elbette bunlar için
yaptığın planlar, etütler, giriştiğin teşebbüsler, yazdığın hikayeler ve şiirlerin var. Okuduğun
kitaplar hakkındaki tahlil ve tenkitler, açtığın kurslar, kurduğun fidanlık ve köyüne yeni ektiğin bir
bitki için yazdığın yazılar sence basit görülebilir. Fakat bizce çok kıymetlidir. Onları bütün
öğretmen arkadaşlarımızın okudukları Köy Enstitüleri Dergisi’nde yayınlayalım. Bu saydığımız
işlerin bazılarını türlü sebeplerden başaramamış da olabilirsin. Bunların sebeplerini bilmek bizim
için başarılarını öğrenmek kadar faydalı olacaktır. Biri birimizin tecrübelerinden, buluşlarından,
fikirlerinden, çalışmalarından, karşılaştığımız ve halledemediğimiz güçlüklerden hepimiz haberdar
olalım. Bunları beraberce çözelim. Dergimizde köyde çalışan siz arkadaşlarımızın yazıları için Köy
Çalışmaları, diye bir bölüm de açtık. Sabırsızlıkla yazılarını bekleriz. Dergimiz her an
mektuplaşmanıza hazırdır. Yüksek Kök Enstitüsünün selamını bildirir, sonsuz başarılar dileriz,
Sevgili Kardeş.
KÖY ENSTİTÜLERİ DENETLEME KURULU
Aslında “Köy Enstitüleri Denetleme Kurulu” adında gerçek bir kurul yoktu. 1944 yılında
öğretmenlik stajını Köy Enstitülerinde yapan Yüksek Köy Enstitüsü öğrencilerinden Mustafa
Buğday, Mehmet Toydemir, Veli Demiröz, Bekir Semerci enstitülerde öğretmen-öğrenci
durumlarını gördükten sonra böyle bir kuruluşun yapabileceği görevi kendiliklerinden üstlendiler.
Resmî bir nitelikleri yoktu; bir oruna (makama) karşı da sorumlu değillerdi. Onlar için bu girişim
vicdani bir sorumluluktu. Bu düşünün dört kişiden başka üyesi de yoktu. İşlevlerini de
kendilerinden başka kimse bilmezdi. Amaçları Köy Enstitülerini yasalarından, programlarından,
Millî Eğitim Bakanlığı’nın direktiflerinden saptırmamak için Bakanlığa yardımcı olmaktı.
Köy Enstitülerine alınan çocuklar keçinin, öküzün arkasından küçük yaşta yaşam savaşına
katılan köylü çocuklarıydı. Bunlar işi, ailesini, komşusunu, köyünü, yurdunu seven çocuklardı. İşe
alışkınlardı. Kumar, içki, bozgunculuk, zevzeklik, dangalaklık gibi toplumu çürüten alışkanlıkları
yoktu. Köy Enstitülerinin amacı da bu çocukların karakterini, değer yargılarını bozmadan üretici iş
eğitimiyle yoğurarak kişilik sahibi, laik bir öğretmen yetiştirmekti. Cumhuriyet köylüsünü de
kendileri gibi yetiştirmesi için köylerde görevlendirmekti. Köy Enstitülerini gönüllü olarak
denetlemeyi üstlenenler için enstitülerin kişilik sahibi öğretmen yetiştirmesi en önde gelen
koşuldu. Nedeni de köylü insanı yüzyıllardır ağanın, ümeranın, dirlik beylerinin (has, tımar,
zeamet), eşkıyanın baskısı altındaydı. Bu zorbalar köylüleri angarya işlerinde çalıştırıyor,
kendilerine evler, ahırlar, çiftlikler yaptırtıyor, atlarını, seyislerini, uşaklarını onlara parasız
besletiyordu. Bunun dışında tahsildarın, jandarmanın baskısı da köylülerin kişiliksiz yetişmesine
neden oluyordu. Köylülerin bugün bile devlet memurlarıyla konuşmalarında eski yıllardan
süregelen yalvarmalı konuşmalardan kendilerini kurtaramadıkları görülür: “Emredersiniz efendim.
Baş üstüne efendim. Bir emriniz var mı beyim... Bize düşene Allah kerim...” gibi ezilmiş insan
konuşmalarından hâtâ sıyrılamamışlardır. Onun için enstitülerde okuyan çocukları kendilerinin
mirası, oldukları despot baskılarla değil, demokratik eğitim ilkeleriyle yetişmeliydi. Bilgili,
becerikli, laik ve saygın öğretmenler olmalıydı. Onları döven, küfreden, kendi işlerinde çalıştıran,
onlara serbest kitap okutmayan, onları, güldüren, coşturan, dinlendiren eğlencelerden yoksun
bırakan onur kırıcı, saygınlık düşmanı işlerle oyalayan öğretmen ve müdürlerin çağdışı eylemlerini
Bakanlık gücü ile önlemeye çalışarak Köy Enstitülerini yozlaştırmaktan kurtarmak, ona yeni bir
canlılık kazandırmak öğrenci denetleyenler için en büyük hizmetti.
Yüksek Köy Enstitüsünde okuyan dört öğrenci Anadolu’ya serpilmiş 20 Köy Enstitüsü’nü
nasıl denetleyecekti? Enstitülerin yasalarından, programlarından ve Millî Eğitim Bakanlığının
direktiflerinden sapanlar, bunlara ait veriler nasıl elde edilecekti? Toplanan veriler gerçeğe
dayanmazsa işin içinde rezil olmak da vardı. Bir iftira şebekesi durumuna düşmemek için Yüksek
Köy Enstitüsü’nün, uygulamalarından yararlanmayı düşündüler. Yüksek Köy Enstitüsü, Köy
Enstitülerine öğretmen yetiştiren bir kurumdu. Fonksiyonlarını gerçekleştirmede ne gibi
uygulamaları vardı:
1- Yüksek Köy Enstitüsü öğrencileri kendi öğrenim kollarını ilgilendiren konularda, her ders
yılı sonunda inceleme ve araştırma yapmak üzere yurt içi bölgeler gruplar halinde geziye
çıkıyorlardı. Bu gezilerde o bölgelerdeki Köy Enstitülerine uğranılır, konuk olunur, öğretmen ve
öğrencileriyle tanışılır ve kurumun genel işlerliği kavranmaya çalışılırdı. Yüksek Köy Enstitüsüne
dönüldüğünde bütün gruplar gezilerini ilgilendiren gözlemlerini okulun düzenlediği toplantılarda
anlatırdı. Bu toplantılara iş eğitimi öğretmenimiz, ilköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç
da katılırdı. Enstitülerde görülen ilerlemeler, duraksamalar, aralarındaki kalkınma yarışları
değerlendirilirdi.
2- Yüksek Köy Enstitüsü gezilerin arkasında 1. sınıf öğrencilerini stajyer öğretmenliklerini
yapmak üzere Köy Enstitülerine staja yollardı. Stajyerler gittikleri enstitülerde kendi kollarıyla
ilgili ders, işlik, inşaat ve tarım alanlarında öğrencilerle birlikte çalışırdı, anlarla beraber serbest
kitaplar okur, enstitünün problemlerini konuşurlardı. Hafta sonu toplantısında okulun
problemlerine bir çözüm bulmak için öğrencileri yönlendirirlerdi.
3- Yüksek Köy Enstitüsü II. sınıf öğrencileri köy okullarının yapımını denetlemek, köylülere
ve idareye yardım etmek amacıyla kendi ilçelerinde görevlendirilirdi. Köylüler kendi okullarını
imeceyle yapardı. Kendi evlerini çamurla sıvamaya, üstünü düz dam yapmaya alışkındı.
Okullarına çatı yapmak, üstünü kiremitlemek, sıvasını kireç harçla yapmak onlar için büyük bir
dertti. Yüksek Köy Enstitüsü öğrencileri bu gibi işlerin içinde yoğrulduklarından köylüleri kereste
sağlamakta orman idaresinden yararlandırırdı. Okulun çatı profilini 1/1 ölçeğinde yere çakılan
tahtalara çizer, köylülere çatı yapmasını öğretirdi. Yapılan çatı makaslarını okulun üstüne planına
göre sıralayarak çaktırırdı. II. Dünya Savaşı, köylüleri yoksullaştırmıştı. Bazı köyler okullarının
kiremidine, sıvasına para bulamıyordu. Stajyerler Köy Enstitülerinden yapıcı ekipler ister,
köylülerle beraber yerli kiremit keser, okul çatısını kiremitlerdi. Hadim-Kalınağıl köyü okulunun
çatısını köylülerimle beraber yaptım. Kolumu sıvayıp onlarla beraber yerli kiremit kestim. Kendi
elceğizimle yaptığım kiremit ocağında pişirdim, okulun çatısını kiremitledim. O günün yokluğu
içinde hem köyü kiremit borcundan kurtardım, hem de köyümün çocuklarına okumaları için
okullarını hazırladım. Köylülerimle de işte kiremit böyle kesilir, siz de evlerinizi kiremitleyin dedim.
4- Yüksek Köy Enstitüsünün III. sınıfı ise İlköğretim Genel Müdürlüğü’nde idarî staj
yapardı. İlkokul öğretmenlerinin atama, nakil, becayiş, disiplin, terfi emeklilik v.b. işlemler
hakkındaki yazışmaları öğrenirdi.
Yüksek Köy Enstitüsü öğrencileri 1944 yılı yazında Köy Enstitülerine staja gittiklerinde
enstitülerin düzenine aykırı olaylarla karşılaştılar. Örneğin İvriz Köy Enstitüsü’nde içme suyu 2 km
açıktan ve bir köyün içinden geliyordu. Çocuklarda ishal vardı. Tuvalet kapılarında apdest yapmak
için sıra beklerlerdi. Yemeklerde tatlı çıkmazdı. Enstitünün nohut ürünü çok olduğundan sabah
nohutlu çorba, öğle ve akşam nohut yahnisi verilirdi. Öğrencilerin ellerinde ders kitaplarından
başka okunacak kitap görülmezdi. Eğitimbaşı, öğretmen odasının hokkasından kendi hokkasına
birkaç damla mürekkep damlatan öğrenciyi acımasızca dövüyordu. Bu sorunları enstitü müdürü
ile görüştüğümüzde:
Açıktan gelen su sorunu için Bakanlıkça boru ödeneği verilmediği anlaşıldı. Buna geçici bir
çözüm yolu önerdik; büyük bir havuz şeklinde
çukur açalım. İçine kat kat kalın çakıl ve ince kum döşeyerek su ile gelecek
kaba katkıların önlenmesini sağlayalım. Bu teklifimiz uygun bulundu. Bu işi yapmayı Veli Demiröz
üstlendi, başardı. Daha duru su içme olanağına kavuşuldu, ishal da azaldı. Yemeklerde tatlı
verilmeme sorunu usta bir aşçının olmamasındandı. Helvayı biz aşçı ile beraber yapalım. O da
öğrensin, öğrencilere sık sık helva yedirilsin dedik. Helva yapmayı ben Çifteler Köy Enstitüsünde
mutfak başkanlığımda aşçı Kadir Usta’dan öğrenmiştim: Helva yapmayı da ben üstlendim.
Ambardan un, yağ, şeker çıkarıldı. Helva karıştırılacak büyük ağaç karıştırıcıları marangoz
işliğinde yaptım. Enstitünün aşçısı ile bir kazan helva pişirdik. Herkes seve seve yedi. Aşçı helva
yapmayı öğrendi. Öğrencilere de sık sık helva verildi.
Öğrencilerin serbest kitap okuyamamalarının nedeni de kitapların ciltsiz oluşlarıymış. Okulun
ambarından her öğrenciye, birer kitap verildi. Cilt işini de üstlendim. Yaz günü idi. Öğrencilerle
binaların gölgesine oturduk. Kitapları dizimizin üstünde ciltledik, kitap okuma kampanyasını
başlattık. Sonra bu ciltleri yapan, bu kitapları okuyan çocukların içinden öykücü Mahmut Makal,
Millî Eğitim Bakanı Mustafa Üstündağ, Prof. Ayşe Baysal ve Yayıncı
Süleyman Ege’ler çıktı.
Cumartesi hafta sonu toplantısında nohut yemeği gündeme geldi. Öğrencilerden birisi:
“Eğer nohuttan başka yiyeceğimiz yoksa nohudu biraz da kavurup yemeyi deneyelim” dedi. Bu
durumu gören okul yönetimi araya etli sebzeler koyarak yemek çeşitlerini çoğalttı. Çocukların
morali de düzeldi. Eğtimbaşının mürekkep için dövdüğü öğrenci olayı bütün öğrencilerce kınandı.
Öğrencilere yeteri kadar kırtasiye verildi.
Yüksek Köy Enstitüsüne staj sonu döndüğümüzde kendilerine güvendiğimiz arkadaşlardan
bunlar gibi sorunları araştırdığımızda: Bazı bayan öğretmenlerin kız öğrencilere bulaşık, çamaşır
yıkama ve ütü yapma, bazı öğretmenlerin de erkek öğrencilere odun kestirdikleri, evlerine su
taşıttıkları anlaşıldı. Bir kısım öğretmenlerin de derslere geç girmeyi alışkanlık haline getirdikleri,
içki içtikleri, kumar oynadıkları, öğrencilere kötü örnek oldukları, öğrencileri dövüp küfür ettikleri,
hakaret ettikleri, okul mutfağından evlerine yemek götürdük[eri, bir kısım enstitülerde de
öğrencileri eğlendirecek oyunlar, konserler, türkülü şarkılı eğlentiler düzenlenmediği, okulun bağbahçe, santral, mutfak, tuğla ocağı, davar çobanlığı, kümes başkanlığı gibi iş yerlerinde hep aynı
öğrencilerin süresiz çalıştırıldığı, serbest okumaya önem verilmediği anlaşıldı. Bu olayları çıkaran
öğretmen ve idarecilerin adlarını, çalıştıkları enstitüleri içeren geniş kapsamlı bir araştırma yazısı
hazırladık. İş Eğitimi Öğretmenimiz ve İlköğretim Genel Müdürü Hakkı Tonguç’a verdik. Hakkı
Tonguç denetlediği bu enstitülerde yazımızda belirttiğimiz oyların gerçeğe uyup uymadığını
araştırdı. Bizim göremediklerimizi de gördü. Bir suretini aşağıya aldığımız Bakanlık genelgesini
Bütün Köy Enstitüleri müdürlüklerine yolladı.
1945 yılındaki araştırmamız ise 2 enstitü müdürü ile ilgiliydi. Birincisi hiç hazırlanmadan
derse girip, dersin konusu ile ilgisi olmayan şeylerle vakit geçirmesi, öğrencilerin derslerinden hiç
yararlanamaması, öğrencileri otorite sağlamak için dövmesi, onları büyük bir suç işlemiş gibi
bütün öğrencilerin, karşısında teşhir (hakarete uğratmak için halka gösterme) etmesi, öğrenciler
yanında saygınlığını yitirmesi. Bu müdür enstitüler dışında bir göreve atandı.
İkinci müdürün olumsuzluğu karma öğretimin en iyi uygulandığı Köy Enstitülerinde kız ve
erkek öğrenci dersliklerini ayırması idi. Bu müdür de başka bir enstitüye atandı. Bakanlık Köy
Enstitülerinde kişilik sahibi öğretmen yetiştirmeyi her şeyin üstünde tuttu: Burada bir vurgulama
yapmak gerekmektedir; Yüksek Köy Enstitüsü öğretmenleri içinde Köy Enstitülerinin düzenine
saygılı, onun bozulmamasına çok önem veren öğretmenlerimiz vardı. Biz bu dört arkadaş tarafsız
olarak yaptığımız Köy Enstitülerindeki araştırma ruhunu Hakkı Tonguç, Hürrem Arman,
Sabahattin Eyüboğlu, Saffet Korkut, Vedat Günyol, İbrahim Yasa gibi öğretmenlerimizden aldık.
Onlar bizi temiz düşünleriyle yoğurdular. İnsan sevgisini de onlardan öğrendik.
1950’li yıllarda Köy Enstitü çıkışlı birçok öğretmen Bakanlık emrine, açığa alınma,
öğretmenlikten uzaklaştırılma gibi haksızlıklara uğratıldı. Burada sevinilecek bir olay var,
Mesleklerinden edilen öğretmenlerden hiç biri kendilerini meslekten edenlere yalvarmadı. Onların
kapısından iş beklemedi. Yaşamlarını emsallerinin üstünde kendi işlerinde çalışarak kazandılar.
Bunlardan “Yeter” şiirini yazdı diye işe almadıkları Cesarettin Ateş hava alanları yaparak
fabrikatör oldu. Ruhi Su’ya Alevi türküleri derleyiverdi diye her anlamda cephe alınıp meslekten
uzaklaştırılırken, o hem yurt, hem dünya çapında üne kavuşan bir müzik otoritesi oldu. Yeşil
Yurtlu Azmi Erdoğan traktörü ile çiftçilik, yaparak çocuklarına yüksek öğrenim yaptırdı. Gaybili
Süleyman Ege de kitapçılık yaparak ekmeğini kazanmaktadır. Bunlar benim usuma hemen
geliverenleri. Daha böyle niceleri de kimseye avuç açmadı. Kişilik her dönemde insanı ayakta
tutan bir nitelik olagelmiştir. Kişiliği olmayana insan demek biraz güç. Özgür yaşama mutluluğunu
insanlığa armağan edenler kişiliği olanlardır. Kişiliği olmayanlar ise her türlü baskı altında,
yaşamayı bile hoş görürler. Toplumların mutlu yaşama özlemini de çelmeleyenler bu bilinçsiz
hoşgörülülerdir.
“… Köy Enstitüsü Müdürlüğü’ne:
Köy Enstitülerinin iç yapılarında (öğrencilerin kendi kendilerini idare etmeleri) ilkesine
dayanan bir gelişim sağlanacaktır. Onun için bu kurumları her türlü şahsi ve indi idare tarzından
kurtarmak enstitülerde vazife gören bütün aşağıdaki tedbirlerin alınması uygun görülmüştür.
Madde madde yazılan bu tedbirler öğretmen ve öğrencilerin hepsine müdürler tarafından aynen
okunacak ve manaları onlara iyice anlatılacak, bunlar gerek öğretmenlerin, gerekse öğrencilerin
cep defterlerine aynen yazdırılacaktır:
1. Köy Enstitülerinde her türlü yapım, ziraat, sanat, idare işleriyle öğretmen ve öğrencileri
ilgilendiren, resmi işler nöbetle öğretmen ve öğrenciler tarafından görülür. Nöbette
bulunmayanlara bu işlerin gördürülmesi, öğrencilerin öğretmen veya usta öğreticilerin özel
işlerinde çalıştırılmaları yasaktır. Kendi işini kendi göremeyecek derecede hasta olan kimsesizlerin
işleri de nöbette bulunan arkadaşları tarafından yapılır.
2. Derse ve vazifeye geç gelmek, öğretmenliğe yakışmayacak laubali hareketlere girişmek,
sarhoş olmak, kumar oynamak gibi öğrencilere fena örnek olabilecek hareketlerde bulunmak,
öğrencileri dövmek, onlara hakaret etmek yasaktır.
3. Tabelaya giren öğretmenler istihkakları olan yemeği öğrencilerle birlikte Enstitüde
yemeye mecburdurlar. Hususi evler veya odalara yemek götürmek yasaktır.
4. Enstitü işleri en az on beş günde bir, bütün öğretmen ve Öğrenciler bir araya gelerek
konuşulur. Ve bu konuşmalarda -imkanlar, Vekillikten verilen direktifler göz önünde tutularakverilen kararlara uygun olarak yürütülür.
Enstitülerde en az on beş günde bir eğlenti tertip olunur. Bu eğlentilere öğrencilerin ve
öğretmenlerin katılmaları şarttır.
5. İş bölümüne göre türlü işlere dağılacak kümelere yapacakları işin önemi, memlekette,
millete ve onların şahıslarına temin edeceği faydalar anlatılarak iş gördürülür. Öğrencilere
angarya şeklinde, manası anlaşılmayan işlere bu kurumlarda asla yer verilmeyecektir. Bir
Enstitüde işlerin soysuzlaştığı görülürse bundan birinci derecede öğretmenler sorumlu
tutulacaktır.
Her çocuk öğretim programında tespit olunan şekillere göre kültür, ziraat ve sanat
çalışmalarına mutlaka katılacaktır. Belli çocukları yalnız terzilik, şoför muavinliği, davar çobanlığı,
tuğlacılık gibi belli işlerde uzun müddet çalıştırmak yasaktır.
6. Şartlar ne olursa olsun, mevsim hangi mevsim bulunursa bulunsun öğrencilere her gün
serbest okuma yaptırılacak ve onlara kitap okuma alışkanlığı mutlak surette kazandırılacaktır.
7. İşin yukarıda belirtildiği gibi ilgililerce aynen duyurulduğu altı madde halinde yazılan
kısmın onların defterlerine her zaman görülebilecek şekilde yazıdırıldığı idaremize bildirilecektir.
Bu emirlere uygun hareket etmeyenlerin durumları Enstitü Müdürlüklerince saptanacak
Vekilliğe resmi yazı ile bildirilecektir. Enstitü direktörleri bu direktiflere uygun hareket etmeyenler
hakkında gerekli tedbirlerin alındığını ilgililere vaktinde bildirmedikleri ve durumu düzeltmedikleri
takdirde şikayetçilere, şikayetlerini yazıyla Vekilliğe bildirmek hakkı verilecektir. (Yazarın notu:
Burada Öğrenciler kastediliyor)
Onun için yukarıda yazılı meselelerde çok titiz davranmanızı, icap ederse muvakkat bir
zaman için birkaç öğretmenle kalmayı bile göze alarak hareket etmenizi ve Köy Enstitülerine
hakiki çehrelerini vermenizi, gerçek manayı kazandırmanızı, öğrencileri şahsiyet haline
getirmenizi önemle rica ederim.”
“İlköğretim Umum Müdürü
Hakkı Tonguç”
Köy Enstitülü Ozanlar
Aşağıdaki şiirler 1945-1946 yıllarında Milli Eğitim Bakanlığı Matbaasında basılan Köy Enstitüleri
Dergisi’nden alındı. Bu şiirlerin yazarları öküzün, eşeğin ardından alınıp devletçe Köy
Enstitülerinde okutulan köylü çocuklarıdır. Eğer Köy Enstitüleri kapatılmasaydı bu kurumlarda
okutulan köylü çocuklarından yüzlerce ozan yetişecekti. (Tırnak içindeki sayılar şiirlerin alındığı
sayfa numaralarıdır.)
Köylüm’e,
Köylüm sen yılma yakan sıcaktan
Orakla tırpanı atma kucaktan
O senin paslanmış eğik tırpanın
Sınırı bekleyen süngüyle birdir.
Bekleme sabahı erkenden uyan
Kollarına güven tırpana dayan
Elinde şemsiye efendi olan
Yatılışında seninle birdir.
Yolun uğrar ise bir gün cepheye
Kaçma geriye tırman tepeye
O zaman de ki düşman kahpeye
Senin toplarınla yumruğum birdir.
Çıkmadık sade bir canın da kalsa
Kalbinde yurdunun sevgisi varsa
Ey köylüm sana da soran olursa
De ki Cumhuriyet’le imanım birdir.
(Gölköy Köy Enstitüsü öğrencilerinden: Mustafa Kahraman. (sayı: 1, s.124)
Hâlâ
Daha yaramızı saramadık
Kümeslerimizi tilkiden
Tarlalarımızı ayrıktan
Kurtaramadık...
Bulamadık, aramadık başımıza çare!
Hâlâ benzimiz sarı
Gözler dayanmıyor görmeğe
Sıtmalıları ...
Hâlâ korkumuz bir sinekten.
Ey toprak!
Bağrı yanık dostum;
Serinlemek istersen,
Bağrını rüzgâra aç.
Bak,
Tarlamızın adı hâlâ
Boz, kepir, yoz, kıraç.
(Yüksek Köy Enstitüsü öğrencilerinden: Mehmet Başaran. Sayı: 1, s. 131)
17 Nisan Diyor Ki
Çalışıp bozkıra can vereceğiz
Bu yurda’ durmadan şan vereceğiz
Bu dava uğrunda can vereceğiz
Söyleyecek sözüm şimdilik sondur.
(Meliha Bölük, Hasanoğlan K. E. Öğr. sayı: 1, s.152)
Bilsin Ki Dünya
Heyelân ne, deprem ne bilsin ki bunu dünya
Bizde bu ruh oldukça bir iman taşıyacak
Yer, volkanlar püskürse, gök cehennem yağdırsa
Bu millet yaşayacak, bu millet yaşayacak!
(Abdullah Özkucur, Yüksek Köy Enstitüsü öğrencilerinden. Sayı: 1.: s.153)
Avşar Kızı
Bulursan edik giy, bulmazsan çarık
Tabanların yarık, ellerin yarık
Göksün toprak koksun nemli kabarık
Yazın ol tarlada ter Avşar Kızı.
Güneşten kızaran pudrasız yüzle
Boyasız dudakla içtenli sözle
Yarın kuracağın yuvayı gözle
Dilerim murada er Avşar Kızı.
Püsküllü poçulu gel çık oyuna
Doya doya dostun baksın boyuna
Bilirim ebene çektin soyuna
Derler alın teri yer Avşar Kızı.
Vücut gümrah, gönül, sevgi, yepyeni
Giyin onu çek sırtına çepkeni
Tanımazsın yağmur, sulu sepkeni
Cepkeniyle güzel bir Avşar Kızı.
(Mehmet Gökdemir. Yüksek Köy Enstitüsü öğrencilerinden. Sayı: 2, s. 288)
YETER
I
Yüzyıllarca çektin bitmedi derdin
Gitmedi alnından çamurlaşan ter
Sesin duyulmadı göğsünü gerdin
Yeter artık bugün çektiğin yeter
Her sabah yol aldın türkü dilinde
Tırpan omzunda orak belinde
Ektin. Biçtin nasır kaldı elinde
Yeter eller için ektiğin yeter.
II
Yazlar geldi orağını biledin
Biçemedin, bahtım böyledir dedin;
Buğday ektin arpa ekmeği yedin;
Yeter artık arpa yediğin yeter.
On koyunun çoban oldun peşinde
Baharın da dağda kaldın, kışın da;
Boyun eğdin daha küçük yaşında,
Yeter beyim paşam dediğin yeter.
(Cesarettin Ateş, Yüksek Köy Enstitüsü öğrencisi S.2, s.313)
ANAM
Anam,
Garip anam,
Bu yıl yağmur yağmamış;
Tarlada kalmış attığın tohum
Küçük kardeşim,
Yumruk kadar çocuk,
Gurbetlik olmuş.
Çamaşır yumak,
Çorap örmek,
Geçinmek için;
El kadar ekmek için,
El eline bakmak
Ne zor.
Bir de harçlık yollamışsın
Halin böyleyken bana.
Ana, çekilmez dert bu!..
Ama ne gelir elden.
(Turan Aydoğan, Yüksek Köy Enstitüsü öğrencisi. Sayı: 2, s.319)
GÖNEN MEKTUBU
Sarı yapraklı, boz topraklı
Bizim İller!..
Güneşin dua ile çekildiği,
Çifte minarelerin dikildiği,
Diyardır burası.
Hayat tatsız, tuzsuz burada
Yağmur yağsa rüzgâr esmez.
Kaderi kul eker, Tanrı biçer.
Kavlak yüzlü, küt burunlu insanların,
Koca yılı,
Kavlak yüzlü tarlada
Didinmekle geçer.
………………………….
Baharı sarı açan, yokluk kokan
Bizim iller,
Burada örneğini yiyen az
Umduğunu geveliyen,
Taliine el açar...
(Geleceğe inanmak)
Tüü...
Gönen’de o da var.
(Tahir Baykurt Gönen Köy Enstitüsü Öğr. S. 5-6. s. 81-82)
BOZKIR
İçinde uyuduğumuz,
İş yapıp karın doyurduğumuz,
Binaların altında otlar vardı.
Toprağı rüzgâr,
Toprağı koyun kuzu yalardı.
Göğümüzde kuş uçmaz,
Bulut dolaşmazdı.
Yoldan geçenler,
Başını çevirip bu sırtlara bakmazdı.
Terle nasıl bulut olur,
Bina kurulur,
Kuş uçurulur,
Yıldız böceği gibi elektrik parlatılır,
Uğramayan yollar uğratılır,
Bitmeyen bitirilir,
Bozkıra nasıl can getirilir,
Bozkır nasıl kâbe’leşir
Bozkırda nasıl birleşilir gösterdik.
(Haşim Kanar, Y. K. E. Öğrencisi, Sayı:3, s. 417)
KUDRET
Üç gündür dünya
Hoş gelir oldu gözüme
Apaçık her gün değiştiğimiz
Ve çocukların her an büyüdüğü muhakkak.
Her şeyi görmek ve yapmak
Mümkün bu dünyada,
Hepsi elimizin altında.
(Talip Apaydın, Y. K. E. Öğrencisi, Sayı: 4, s. 543)
EL NE DER BİLMEM
Kazmayı, küreği alınca ele,
Nasırlı tabanım inince bel’e,
Alnımdan toprağa dökülen sele,
Kan mı der, can mı der, el ne der bilmem?
Ne zaman baş eğdim söyleyin güce?
Bende bulunanlar ele bilmece,
Kalkarım yataktan karanlık gece
An mı der, tan mı der, el ne der bilmem?
Elimde meşalem, köylere gitsem,
Ne mutlu yurt için, ben bir ümitsem,
Can mı der, şan mı der, el ne der bilmem?
Dileğim: her köyü bir cennet etsem,
Kazmamın ucunda düz olur dağlar,
İçimde ideal köy aşkı Çağlar.
Beş asır rehbersiz, nice köy- ağlar
Susturam, çoşturam, el ne der bilmem?
Kalemim, kitabım bir eşim gibi,
Mandolin, kemanım kardeşim gibi..
Bir ülkü peşinde gidişim gibi
Coşsam mı, Koşsam mı, el ne der bilmem?
(Arif Arslan, Pamukpınar Köy Enstitüsü öğrencisi Sayı: 4, s. 551)
KÖR MEHMET
Babasının meslektaşı,
Bizim köyün sığırtmacıydı.
Ona Çoban Mehmet derlerdi,
Vücudu zayıf, gözünün biri kördü,
Fakirdi,
Her yıl sığır güderdi.
- Tufan Mahmut Makal (Çifteler Köy Enstitüsü Öğrencisi, Sayı:5-6, s. 125)
ÜÇ KARDEŞLER
Üçümüz üç kardeştik
Bir baktık ki elden gitmiş yurdumuz
Gelip konmuş tepemize eloğlu
Ne padişah kalmış ne ordumuz
Davran dedik gayri namus günüdür
Çağrılmadan atıldık en ileri
Şahanlar örneği döne döne
Birer birer tuttuk tepeleri
Düşmanın topu vardı uçağı vardı
Bizim bir şeyimiz yoktu ama
Ellerimiz yüreğimiz kadardı
Çekilmedik bir tek adım geri
Sonra Kemal Paşa el eylemiş
Ordu etmiş başıbozuk efeleri
Üçümüz üç yerden emret dedik
Olduk Mustafa Kemal’in neferleri
O Akdeniz’i gösterdi bize
Biz Ege’yi tuttuk bir gecede
İzmir İstanbul derken
Hatay’da aldık soluğu
Çizdik haritamızı yüz akıyla
Yurtsuz komadık çoluğu çocuğu
Birimizin kolu gitti gitsin
Birimizin başı gitti gitsin
Birimizin kendi yitti yitsin
Yurt sağ olsun ulus sağ olsun
Yeter ki bin yıllık çile bitsin
Bir daha yitirmeyelim mutluluğu
Düziçi Köy Enstitüsü Öğrencilerinden Ali Çiçekli
KİTAP KİTAP KİTAAAAP
Kitap deyince hep aklıma kasap Gök Durmuş gelir. Bu adam bizim Hadim ilçesinin
İlicepınar köyündendi. Her zaman elinde bir sürü kasaplık keçi ve tekesi bulunurdu. İlçenin bütün
köylerinin gezgin kasabıydı. Bizim köye hep cuma günleri gelir, caminin yanındaki büyük çınar ile
kara dutun gölgesine sürüsünü sürerdi. Hayvanlar yorgunluklarını çıkarmak için hemen gölgeye
sergi gibi serilir yatardı. Köylüler caminin yanına koşuşur, Gök Durmuş’la et pazarlığına
tutuşurdu. Gök Durmuş, heybesinden satırını, bıçağını çıkarırken keçiler de hep geviş getirmeye
başlarlardı. Gök Durmuş, masadıyla, eğesiyle geviş getiren keçi ve tekelerin gözleri önünde onları
boğazlayacağı bıçaklarını ve etlerini parçalayacağı satırını bilerdi. Zavallı hayvanlar kendilerini
boğazlayıp derilerini yüzecek, etlerini parça parça edip satacak kasabın bıçak ve satır bilemesine
avurtlarını şişire şişire başlarına geleceği düşünmekten yoksun el gözleriyle güzel güzel
bakarlardı. Köylüler kasaba:
“Şu koca boynuzlu tekeyi getir, şu ak keçiyi getir” derlerdi. Gök Durmuş gider o hayvanları
tuttuğu gibi kenara çeker boğazlar, derisini yüzer, gövdesini kara dutun dalına asardı. Satırla
çinte çinte parçalar satardı. Ağaçların gölgesinde yatan keçiler ve tekeler hiçbir şey olmamış gibi
geviş getirerek biraz sonra kendilerinin de böyle olacağının bilincinde olmayarak hiçbir tepki
göstermeden eli kanlı kasaplarına gene güzel güzel bakarlardı. Rahat rahat yatarak ve kıçlarından
pıtır pıtır dışkılarını döküştürerek sıralarını beklerlerdi.
Kitap, dergi ve gazete okumayan insanların gönül rahatlığıyla dünyadan habersiz yaşamaları da
bana hep bu olayı anımsatıyor.
Bizim köylüler de birbirlerine kızdı mı “git hay kitapsız” derler.. Köy Enstitüleri de kitaplı bir
okuldu (*) Öğrencilerine kitap okumasını öğreten kültürlü öğretmenler vardı. Ama diyeceksiniz ki,
Köy’ Enstitüleri Öğretmenlerinin Çoğu İlkokul öğretmeni ve usta öğreticilerdi. Sanat ve Yapı Usta
Okulu mezunu öğretmenlerdir. Evet öyleydi. Bunların içinde Avrupa eğitimi, görmüş, Rus, Bulgar,
Yunan baskısından kaçıp gelmiş, İlkokul öğretmeni de olsa Atatürk ilkeleriyle yoğrulmuş, yaşamın
amansız koşulları içinde kendilerini yetiştirmiş kültürlü öğretmenler de vardı. Köy Enstitülerinde
sırtına pelerini giyip, eline beli alıp, öğrencileriyle bahçede kirizma yaparken kitap okumanın
iyiliğinden söz eden İzzet Palamar bunlardandı. Ömründe mandolin nedir, mızrap nedir bilmeyen
köylü çocuklarına mandolin konserleri verdiren Mehmet Öztekin, Hamdi Daner bunlardandı.
Öğrencileriyle bir kardeş gibi söğütlerin gölgesindeki kara toprağın üstüne oturup kitap okutan,
yorulunca da hep beraber:
Bülbülün giydiği yaşıl
Kırmızı güle dolaşır
Ağlamak bana yaraşır,
Sen ağlama ben ağlarım
Bülbülün giydiği sarı
Ben ağlarım zarı zarı
Yitirmişim nazlı yarı
Sen ağlama ben ağlarım
(*) Kara kitapların yüzyıllarca tekrarlanan kalıplaşmış bilgilerin yenileşmesini, yaşayıp gelişmesini
istiyordu. Montaigne İyi kafa dolu kafa değil, işleyen bir kafaydı onun için. Eğitim ve öğretim
bilgiç yetiştirmeyi bırakıp insan yetiştirmeye bakmalıydı. İnsansa artık ne Tanrı’nın, ne kralın
kuluydu: İnsan kendini ve dünyayı kavrayan, alın yazısını değiştire bilen insan demekti. Kitabın işi
insanı belli bir düşüncenin kölesi, hamalı yapmak. değil, tam tersine özgürce düşündürmek... “ti.
(S.Eyüboğlu: Mavi ve Kara; s. 221).
Bülbülün giydiği kara
Yüreğimin başı yara
Hasret kaldım nazlı yara
Sen ağlama ben ağlarım
Türküsünü söyletip öğrencilerini coşturan, onlara kitap okuma alışkanlığı kazandıran Ayhan
Karasu onlardandı.
“Çocuklar, klasikler birer çelik leblebi gibidir. Dişleriniz onları bir ezmeğe başladı mı (klasik
kitapları anlamağa başladınız mı) tadına bir daha doyamazsınız” deyip okuma yorgunluğumuzu
çıkarmak için:
Ben de gittim bir geyiğin avına
Geyik çekti beni kendi dağına
Tövbeler tövbesi geyik avına
Siz gidin kardaşlar kaldım yollarda.
Aman aman dağlarda..
Martinim kayada asılı kaldı
Nişanlım evinde küsülü kaldı
Al bohçam sandıkta basılı kaldı
Siz gidin kardaşlar kaldım yollarda
Aman aman dağlarda.
türküsünü söyleterek “klasik”leri sevdiren Rauf İnan onlardandı.
Mustafa Kemal’in öğretmen derneklerinde “Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır”.
“Cumhuriyet Sizden fikri hür, vicdanı hür nesiller ister” demeçlerini ve eğitim görüşlerini okutan
Hürrem Arman onlardandı.
Eflatun, Aristofanes, Plautus, Sophokles, Euripides, Moliere, Voltaire, Balzac, Montaigne,
Rabelais, Rousseau, Cervantes, Erasmus, W. Shakespeare ... lerin kitaplarından seçtiği metinleri
öğrencilerine, okutarak kaldıraçla taş sökercesine anlamlarını yargı ve yargılamalarıyla kavratan,
Batı edebiyatı sevgisini kazandıran Sabahattin Eyüboğlu onlardandı.
Köy Enstitülerinin hepsinde böyle değerli öğretmenler kitap okuma sevgisi ile öğrencilerini
serbest kitap okuma alışkanlığına kavuşturmuşlardı. İlkeleri şu idi: “Kitap, insan düşüncesinin
ürünüdür. Her kitap insana, yeni bir görüş kazandırır. Yeni bir yol yöntem gösterir. Kitap okuyan
kendini yenileyen kişidir. Öyleyse biz bu ilkenin adamı olmaya çalışalım. Kitap okumayan kişi işe
gak gak gak diye öten kargalara benzerler. Ömürleri boyunca aynı sesi çıkarırlar. İlkellikten
kurtulmanın tek yolu çok kitap okumak, çevreye yararlı insan olarak kendimizi yetiştirmektir...”
Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü öğrencileri olarak öğretmenlerimizin bu ilkelerine işlerlik
kazandırmak için “Kitap tanıtma kampanyasına” başladık. Buna paralel olarak öğretmenlerimize
de istediğimiz konularda konferanslar vermelerine giriştik. Aklımda kaldığına göre ilk konferansçı
öğretmenlerin ve işledikleri konular şunlardı:
Şükrü Arseven : İnsan psikolojisinde Müziğin yeri.
Ferruh Sanır : Doğa mı İnsanlara egemendir; yoksa insan mı doğaya egemendir?
Şükrü Arseven, Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası Kemancısı, Konservatuar ve Yüksek
Köy Enstitüsü’nün Güzel Sanatlar Kolu Keman Dersleri Öğretmeni idi. Konferansını çağların
yetiştirdiği ünlü müzisyenlerin yaptığı etkinliklerle evrensellik kazandıklarını, yapıtlarının çağlarca
sevilip hayranlık kazanacağını, halk müziğinin de bütün toplumların kitle müziği olduğunu, kitleleri
ağlatıp, coşturduğunu, müziğin insan yaşamının en büyük bir dinlenme, coşma, bir psikolojik
yenilenme olarak vazgeçilemeyen bir güzel sanatlar dalı olduğunu belirtti...
Coğrafya öğretmenimiz Doç. Ferruh Sanır (1) da konferans günü Dil Tarih ve Coğrafya
Fakültesinden sırtlanıp geldiği Projeksiyon ve diyapozitif filmlerle Eskimoların Kutup soğuklarına
karşı kürklü, kalın giysiler giydiklerini, kardan evlerde barındıklarını, köpeklerin çektiği kızaklarla
taşıt işlerini gördüklerini, yiyecek için balık ve dağ hayvanları avladıklarını, Ekvator insanlarının
ise yalnız Edep yerlerini örtüp çırılçıplak yağmur yağmayan geniş yapraklı ağaçlar arasında meyve
toplayarak, avlanarak yaşadıklarını, bunlar için ne bağ bahçeye, ne kumaş fabrikasına, ne de
terziye bir gereksinme olmadığını gösterrek doğanın insan yaşamında açıkça egemenliğini
kanıtlamağa çalıştı Biz öğrencisi olarak konferansını dikkatle izledik. Kendisinden çok
yararlandığımızın ifadesi olarak alkışladık, teşekkür ettik. Ferruh Sanır da bize teşekkür etti.
Tanıtılan kitaplar ve tanıtıcıları:
Freudizm
: Tanıtan İsa Öztürk
Sosyalizm Herold Lasci : Tanıtan Şükrü Koç
Sosyalizm ve Sosyal Mücadelelerin Umumî Tarihi (Max Beer. Çeviren Zühtü Uray, Riyaset-i
Cumhur Genel Sekreteri. Mahmut Esat Bozkurt’un ön sözüyle. Milli Eğitim Bakanlığı Basımevi
1941.) Tanıtanlar: Mustafa Buğday, Veli Demiröz, Mehmet Toydemir.
Yeni Dünya (Aldous Huxley. Çeviren Orhan Burian. Milli Eğitim Basımevi 1945.) Tanıtan:
Bekir Semerci.
İnsanlığın Kurtuluşu; (H.W.Van Loon. Çeviren Nüvit Osmay. İstanbul Üniversite Kitapevi. 1
945) Tanıtan: Haşim Kanar.
İsa Öztürk, Freud’un Psikanaliz hakkındaki teorisini açıkladı. “Cinsel yaşamı düzenli
olmayan bir kişi dengeli bir yaşam süremez.” ilkesini vurguladı. Başarılı konferansından ötürü İsa
alkışlandı.
M. Şükrü Koç, Demokrasi ve Sosyalizm adlı kitabı tanıttı. Laski’nin “Her toplumda
hürriyetin bir hududu vardır. Planlı, bir çalışmaya girişilince insanlar yoksulluk ve güvensizlikten
kurtulacaktır” savlarını vurguladı. Konferansının sonunda alkışlandı.
Haşim Kanar, İnsanlığın Kurtuluşu adlı kitabı tanıttı. Hendrik Willem Van Loon’un
“Toplumları yönetmek için çarpışan nice devlet adamlarının başlangıçta insanlara özgürlük ve
adalet vaat ettiklerini, iktidarı ele katınca birer diktatör olduklarını, toplumlarda hoşgörü
gelişmedikçe insanlığın kolay kolay kurtulamayacağı savını” vurguladı. Başarılı bir kitap
tanıtmasından ötürü Haşim de alkışlandı.
Mustafa Buğday da kendilerine ayrılan kitap tanıtma gününde arkadaşı Veli Demiröz ve
Mehmet Toydemir adına hazırlandığı Sosyalizm ve Sosyal Mücadelelerin Umumî Tarihi adlı kitabı
kendisinden ve başka yapıtlardan hiç bir katkıda bulunmayan bir tarihçi gözüyle olduğu gibi
tanıttı. Bir kısım arkadaşlar Mustafa Buğday’ı (ne yazık ki, vatani görevini er olarak yaparken
yitirdik) alkışlarken bir kısım arkadaşlar “Bu kitap böyle şeyler yazmaz. Sen kafandan
uyduruyorsun. Sol propaganda yapıyorsun” diye suçladılar. Mustafa Buğday:
“Böyle her kafadan bir ses çıkmakla, bağırıp çağırmakla bir şey anlaşılmaz. Teker teker
sorun. İstediğiniz yanıtları sözlü olarak değil, kitaptan okuyarak yanıtlayacağım” deyince: “Oku
oku” diye bağıranlar oldu. Mustafa Buğday kitabı açtı, soru sahiplerinin istediği yanıtları okudu.
Karşı çıkanlar: “Öyleyse bu kitap Komünist kitabıdır. Böyle bir kitabı burada tanıtamazsınız” diye
bağırdılar. Mustafa Buğday da:
“Bu kitabı ben yazmadım. Ben çevirmedim. Ben yayınlamadım. Cumhurbaşkanı’nın Genel
Sekreteri çevirmiş. Milli Eğitim Bakanlığı yayınlamış. Üstelik mahkemelerce de yasaklanmamış.
Siz Cumhurbaşkanlığı’ndan, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan, Türkiye Cumhuriyeti Mahkemeleri’nden
üstün bir makam mısınız ki, beni ve bu makamları suçluyorsunuz.” dedi. Suçlayıcı arkadaşlar (2)
başkaca bir tutanak bulamayınca yobazın silahını kullanmaktan çekinmediler. “Bu komünist
propagandasını dinleyemeyiz” diyerek salonu terk ettiler. (*)
Başımızda bulunan eğitim şefimiz Hürrem Arman bu durumu Milli Eğitim Bakanlığı’na
duyurdu. İlköğretim Genel Müdürü İ. Hakkı Tonguç ertesi akşam Yüksek Köy Enstitüsüne geldi.
Bu kitabın tartışmasını yeniden yapmak üzere Yapı Kolu dersliğinde toplandık. İ. H. Tonguç Okul
Yöneticileri ve öğretmenlerimizle salona geldiler, aramıza oturdular. İ. H. Tonguç öğretmen
masasına geçti:
“Ben buraya dünkü tanıtılan kitabın eleştirisinin yeniden yapılması için geldim. Bir Yüksek
Okul öğrencisine yakışır bir davranış içinde biri birinizi suçlamadan, biri birinizi dinleyerek kitabın
metinlerinin dışına çıkmadan sizi dinleyeceğim” dedi.
Karşıcıların en büyük silahı çamur atmaktı. Aslında içlerinde kitabı anlayarak okuyan tek
kişi bile yoktu. Şimdi ise kitabın sözünü ettiği ilginç sosyal olayların dışında hiçbir uyduruk
konuşma olmadan buna nasıl yanıt vereceklerini kara kara düşünmeğe başladılar. Bilimsel bir
yanıt veremeyince gene çamurlama atağına geçtiler. Aklımdan hiç çıkmayan çamurlamayı Recep
Türköz yaptı:
“Yılanın başı küçükken ezilmeli” diyerek atağa kalkınca. H. Tonguç:
“Olmadı işte. Senin bu yaptığını hiç okumamış ama kendisini her şeyi bilirim sanan yobaz
yapar. Oysa sen bir yüksek okul öğrencisisin. Devletin sakıncasız olarak herkesin okuması için
yayınladığı bir kitap var elimizde. Hangi yılandan söz ediyorsun? Yılan kim? Sen bu kitabı okudun
mu? Bana bu kitaptan söz et” deyince karşıcılar kitaba hiç girmeden “Biz böyle kitapları
okumayız. Böyle kitaplardan da söz etmeyiz. Bu kitap Komünist kitabıdır” diye gene çamur
atağına geçince İ. H. Tonguç:
“Yavaş olun bakalım. Burayı biz bir bilim yuvası, Yüksek Okul olarak açtık. Sizin gibi dipsiz
temelsiz, biri birini dinlemeyen her yeniliğe karşı çıkan Yeniçeri Ocağını II. Mahmut, medreseleri
de Atatürk ortadan kaldırdı.
Şimdi beni bütün dikkatinizle dinleyin. Burası bir yüksek okuldur. Devletçe okunmasında
sakınca görülmeyen her kitap bu okulda okunacaktır. Bir doktor Trahom kitabını okur, Frengi
kitabını okur, Kanser kitabını okur, Veba kitabını okur. Bu kitapların hepsi en korkunç hastalıkların
kitabıdır. Eğer doktor bu kitapları okumazsa hastalığa yakalananları kurtaramaz. Eğer bir biyolog
bu hastalıkların mikroplarını mikroskopta incelemez, onların yok edilmesi için ilaçlarını bulamazsa
insanlar kitle halinde ölür. Nitekim
(2) Şemsettin Sirer’in M. E. Bakanlığı döneminde Yüksek Köy Enstitüsü Dergi Kolu’nun giriştiği
kitap tanıtma ve konferanslar tahkikat konusu edildi. Oysa dünyanın neresinde olursa olsun
devletin yasaklamadığı kitapların yüksek okullarda okunup, tanıtılması hatta konferanslar
verilmesi birer kültür hamlesi olarak nitelenmektedir. Rönesans’tan sonra bilim ve kültür dünyası
böyle konuları toleransla karşıladığı için eski çağların katı baskısından kurtulan insanlığın derin bir
nefes aldığı okumuşlar dünyasınca da bilinmektedir. Adı geçen kitaplardan yalnız İnsanlığın
Kurtuluşu ile Yeni Dünyayı bulabildim. Bunların özeti yeri gelince görülecektir.
(*) “İmece dergisinin son sayısında Faik Amaç Düşünce Özgürlüğü üstüne bir yazısında Mahmut
Esat Bozkurt’un yirmi dört yıl (1941) önce söylediği şu unutulmayası sözleri değerlendiriliyor:
“Fikrin en tehlikelisi gizli kalanıdır. Herhangi bir fikri açıkça ortaya koymak ve eleştirmek, eğer
muzır ise, onu önleyecek çarelerin başında, en başında gelir... Fikirler işkence ile imha
edilemezler. Tek çare herhangi bir fikrin karşısına daha kuvvetli fikirlerle çıkmaktır. Tarih böyle
diyor... Clémenceau der ki: Cumhuriyetçi ve demokrat doğdum ve öyle öleceğim; fakat itiraf
etmeliyim ki demokrasinin haykıran ızdıraplarını Marx’ı okuduktan sonra duyabildim.”
Mahmut Esat Bozkurt bunları Adalet bakanı iken söylemişse bakanın böylesine merhaba!”
(Sabahattin Eyüboğlu: Mavi ve Kara; s.29-30).
tıbbın böyle araştırmalar yapmadığı dönemlerde insanlar kitle halinde salgın hastalıklardan
öldüler. Demek istiyorum ki, biyologlar mikroskopta yıllarca en iğrenç en korkunç en öldürücü
hastalıkların mikroplarını tiksinmeden ve yılmadan nasıl incelemiş ve insanlığa yararlı olmuşlarsa
siz de aynı soğukkanlılıkla şu kitap kötü, şu görüş kaka diye bir ayırım yapmadan okuyun ve
inceleyin. Siz kitapları bile okumaktan kendinizi men ederseniz devlete, millete, hatta insanlığa
yararlı olamazsınız. Bilim adamı çıkarcı bir politikacı gibi işine geleni göklere çıkaran, işine
gelmeyeni yerin dibine batıran, güneşi balçıkla sıvayan nitelikte bir kişi değildir. Fikrimi şu
düşüncelerle pekiştirerek sizleri de alın teri, göz nuru dökerek devletçe sakıncasız görülen her
türlü kitabı çekinmeden ve ayırım yapmadan okuyun. Neyin ne olduğunu öğrenin. Tıpkı bir
biyologun mikroskopta iğrenç ve tehlikeli mikroplardan tiksinmeden bir sonuç almak, bir bulgu
elde etmek, insan yaşamını kökten kazıyan tehlikeleri ortadan kaldırmağa çalıştığı gibi çalışın.
Eğer böyle alın teri ve beyin yorucu bir çalışmayı görmezlikten gelip hurafe ve soytarılığa
çevrilmiş bir görüşle genç dimağlarınızı yanlış yollara sürüklerseniz kendinize yazık edersiniz. Ulus
da gerilikten kurtulamaz. Çağımız Ortaçağ değil, yirminci yüzyılın atom çağı. İyi düşünelim. İyi
çalışalım. Biz sizlerin çağdaş görüşlü, çağdaş düşünceli insanlar olarak yetişmesini istiyoruz. Ayak
takımı değil, beyin takımı olmağa çalışalım”.
Kitabın ikinci hikayesi olan Fayton edebiyat değeri bakımından daha zayıf görünüyor. Daha
çok mizahî bir hikaye. Ama onda da aynı kudretli görüşü hissediyoruz. Yazar, zaman zaman, öyle
bir iki şeye dokunuyor ki:
“Hah! İşte diyoruz, gerçekten böyledir.”
(1) Doç. Ferruh Sanır ; 1952 yılında İlköğretim Genel Müdürü idi. Ben de Konya’nın Hadim
ilçesinin Kongul Köyünde öğretmendim. Yaz tatilimi köyümde geçiriyordum. Tatil hakkımı
elimden alarak Kayseri ilkokullarının yapım, onarım ve keşiflerini kontrol etmekle
görevlendirdi. Öğretmen eşim kucağında bir yaşındaki çocuğumla ekim ayında Kongul
köyünde tek başına işe başlamak zorunda bırakıldı. Kayseri Valisi Ahmet Kınık’a durumu
anlattım “Bakanlıktan işini hallet” diye bana izin verdi. Bakanlığa gittim. Kapısını çaldım,
durumumu anlattım. Öğretmenim beni Kongul Köyüne gönderin deyince hemen parladı.
“Ben ne zaman s!zin öğretmenin olmuşum” dedi. Ben de siz istediğiniz kadar inkar edin.
Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünün maaş bordroları sizin bizim öğretmenimiz
olduğunuzu kanıtlar. Hatta Kastamonu’ya geziye götürdüğünüz arkadaşlarımla Ilgaz
Dağı‘nda yakalayıp Hasanoğlan’a getirdiğimiz ayı bile sizin bizim öğretmenimiz
olduğunuzun tanığıdır dedim. Uzun tartışmalardan sonra beni Kongul’a yolluksuz olarak
yolladı. Boşuna söylememiş koca Mevlana ”elinde yetkisi olmayan adama iyi demeyin”
diye.
YENİ DÜNYA1
Aldous Huxley bu eserinde bize iki dünya tanıtır. Birincisinde ilim ve teknik, insan
yapabilecek kadar ilerlemiş, bireysellik ortadan kalkmış, her şeyi maddi refaha dayanan istikrar
bulmuş bir dünya. İkincisi de ilim ve teknikte geri, hürriyete, şahsiyete, sanata, dine önem veren,
hastalıklı, yoksul bir bireysellik dünyası. Yazar istediklerini iyice anlatmak için bizi yüzlerce sene
ileriye götürüyor. Onun için kitap bir ütopyadır. Ortaya iki mesele atmıştır:
1- İki dünyanın hangisi insanlar için daha iyi?
2- İlim ve tekniğin ilerlemesi insanları makine köleliğine doğru götürmeyecek mi?
Huxley yeni dünyayı şöyle düşünüyor:
Ford’tan sonra yüz kırk birde dokuz sene süren büyük bir harp başlıyor. Bu harbi yapanlar,
dünyada istikrar, yahut yok olmaktan birini gerçekleştirmek istiyorlar. Dokuz sene harbi insan
oğlunun o ana kadar meydana getirdiği sanat, ideoloji, din, hurafe, gelenek, tarih, ilim gibi kültür
unsurlarını ortadan kaldırıyor. Pfitzner ve Kavagebi isminde iki kişi şişede çocuk yapma usulünü
buluyorlar. Fakat ilk anda Hıristiyanlığın tesiri ile uygulanamıyor. Daha sonraları bu iş yeni
dünyada gerçekleşiyor. Canlı çocuk doğurmanın aleyhinde propagandalar yapılıyor. Pek çok çocuk
bakım kurumları kuruluyor. Bakansvisky usulüne göre yumurtalar üretiliyor. Bir yumurtadan 96
çocuk yapılıyor. Böylece birbirine benzeyen yüzlerce ikiz insan görülmeğe başlanıyor. Çıkan
çocuklar beş artı-eksi, alfa, beta, gama, epsilon, delta grubuna ayrılıyor, Meslek gruplaşmaları
toplumsal hayatta değil, şişelerde iken istatistiklerle belli olmuş olan ihtiyaca göre yapılıyor. Her
grup insanları ağır hafif, sıcak, soğuk, pis işler göreceğinden vücutları için ayrı ayrı formüller
uygulanıyor ve bu işler için şartlandırılıyorlar. Çocuklar uykuda iken kulaktan eğitiliyorlar
(Hipnopedia) radyo ve gramofon vasıtasıyla bir ders yüzlerce defa tekrar edilerek tabiat, kitap,
tarih ve güzellikten de nefret ettiriliyorlar. Mesela bir sürü çocuğu türlü renkte güzellerin,
çiçeklerin ve kitapların arasına bırakıyorlar, onların güzelliği çocukları kendisine çekince elektrik
düğmesine basarak korkunç bir çıngırakla çocukları ağlatıyorlar. Böylece çocukların kitaba,
güzelliğe ve tabiata karşı olan insiyakları körletilerek değişmeyen bir nefret insiyakları haline
getiriliyor. Buna şartlanma deniyor. İnsanlar bütün ömrünce şartlanmalarının dışına çıkamıyorlar.
Yeni dünya’da mülkiyet devletindir. Cinsî münasebet serbesttir; herkes herkes içindir.
Rekabetçi-hırs, çekememezlik yoktur, İstihsal toplum içindir. Dilenci, kötürüm, asker, hafiye, ana,
baba, orospu, şair, cani, avukat, tüccar, v.s, gibi toplumsal tipler de yoktur. Halkın üçte biri
toprakla uğraşır, diğer kısmı da endüstri, idare vesaire gibi çeşitli işlerde çalışır. Yeni dünya
insanı, Allah, din, cennet, cehennem, hurafe, içki ve sanatı tanımaz. Bireyler bunların boşluğunu
doldurmak için soma denilen bir ilaç kullanırlar. Yeni Dünya’da, insanların büyümesi ve yaş haddi
bu günkü gibidir. İnsanlar genç ve taze bir yüzle ölürler. Ezici ve salgın hastalıklar, sinekler yok
edilmiştir. İlmî araştırmalar, yeni buluşlar ve görüşler yasaktır. Eğer serbest olursa bilginler yeni
bir görüşle ortaya çıkacaklarından şefler istikrarın bozulacağına inanırlar. Burada insanlar sıhhatli
ve temizdir. Elektrikli, banyolu evleri, taksi, tayyareleri, duy-gör-dey sinemaları, radyo ve
televizyonları vardır.
Vahşiler dünyası:
Vahşiler dünyasının tabii yapısı çok dağlık, kayalıktır. Kartal, yılan gibi yabani hayvanlar
vardır. Arazileri çıplaktır. Burada altı bin seneden beri insanlar bulunmaktadır. Evleri basık,
karanlık, döşemeleri de basit hasır ve dokumalardır. İnsanların yüzleri genç denecek yaşta
katmer katmer kırışmış, gözleri kanlanmış, dişleri dökülmüş, belleri bükülmüştür. Ayaklarında
çarık, üstlerinde başlarında yırtık pırtık elbiseler vardır. Medeni
(1) Yazan Aldous Huxley, Çeviren: Orhan Burian, Milli Eğitim Basımevi, 1945.
insanlar görünce onlara bön bön bakarlar. Temizlik ve düzenlikleri azdır. Yanlarına ve evlerine
yaklaşınca pis pis kokarlar. Bitli ve kirlidirler. Salgın hastalıklar, ölüm, mahrumiyet insanları
kemirmektedir. Hastaları kocakarı ilaçlarıyla tedavi ederler. Sokaklarında hayvan leşleri,
karasinekler vardır. Her aile şahsi mülke sahiptir. Kadın erkek, ölünceye kadar nikahla beraber
kalırlar. Kadınlar çocuk doğurur. Allaha, dine inanırlar. Yağmur yağması için genç çocukları
kırbaçlıya kırbaçlıya öldürerek ayinler yaparlar. Teknik, ilim ilerlemiştir. Buna karşılık insanlar
bütün hareketlerinde serbesttirler.
Bu iki dünyayı kısaca tanıdıktan sonra Yeni Dünya’nın sivrilmiş tiplerinden Mustafa Mont’u,
Vahşiler Diyarı’ndan da Bay Vahşi’yi alarak toplumlarının dünya görüşlerini anlamaya çalışalım:
Mustafa Mont Yeni Dünya’nın şeflerinden biridir. İnsanlarda refahı, saadeti yalnız madde
ile ölçer. Dinsizdir. Toplumun rahatını, düzenini bozacak ilmî araştırmaları yasak eder. Kanunlar
yapar. Mustafa Mont Yeni Dünya’nın kuruluşu icabı bireylere teker teker kıymet vermez. Bir
insanın istidadı ve kabiliyeti ne kadar çok olursa başkalarını yoldan çıkarma kuvveti de o derece
artar. Birçokları baştan çıkacağına bir kişi ızdırap çeksin daha iyi. Bir insan nedir ki! İnsanlar
toplumun saadeti için şartlandırılırsa gideceği rayları kendisi döşediğinden şahsî menfaatleri için
bu yoldan dışarı çıkamaz. Ondan sonra başkalarının saadeti emrinde çalışması işten değildir.” der.
Bay Vahşi heyecana, fikir hürriyetine, şahsiyete, sanata, dine, Allaha, kahramanlığa,
fedakarlığa inanan bir adamdır. Bunlar olmayınca maddi refahın insanları asla mesut edemeyeceği
kanaatindedir. Annesi hastanede ölüm halinde iken onun başucunda ağlar. Vahşi bu ızdıraptan
adeta zevk duyar. Şartlanmağa gelen yedi sekiz yaşlarındaki çocukların buruşuk yüzlü anasına
hayretle bakmalarına kızar. Ve çocukları döverek uzaklaştırır. Orada bulunan insanların soma
kullanımlarını, zevkleri ve ızdırapları unutturacağı için onlara acır ve soma kutularını kaldırdığı gibi
dışarı fırlatır. Bay Vahşi, ruhu eğlendirici, hüzünlendirici şeyleri sever.
Shakespeare’i de okumuştur. Fakat elinde belli başlı kıymet yaratacak bir sanatı yoktur.
Mustafa Mont’a “Shakespeare’i okudunuz mu?” diye sorar. Mustafa Mont:
— Eski şeylerle bir alışverişimiz olmadığı için yasak ettim, der.
Bay Vahşi:
— Güzel olsalar da mı? der.
— Bilhassa güzel oldukları için. Güzellik her şeyi kapıp sürükler. Bizse halkın yeni şeyleri
sevmemesini istiyoruz.
Bay Vahşi, oyunlarını, tayyarelerini, herkesin öpüşmesini saçma bulur. Othello’nun halka
gösterilmesi ve yazılması bahsini açar. Fakat Mustafa
Mont:
— Nasıl. çeliksiz otomobil yapılamazsa,. toplum düzensizlik olmadan da Tragedina
yazılamaz. İnsanların artık hastalıktan, ölümden, ihtirastan, ihtiyarlıktan, ana, baba olma
belasından pervaları yoktur. İnsanlar istediklerine kavuşabilirler, der. Bay Vahşi:
— Othello, bu duy-gör-dey’lerden daha iyi, der. Mustafa Mont:
— Saadet ile insanların eskiden yüksek sanat dedikleri şeyden birini seçmek lazım.
İstikrara karşılık her şeyi feda etmek zorundayız. Onun için duy-gör-dey’ler güzeldir. Etrafta
antrakas bombaları patlayıp dururken hakikatin, güzelliğin yahut bilginin ne manası kalır?
Hakikatte rahatı güzellikten ziyade toptan istihsal mümkün kılıyor. Umumun bahtiyarlığını
çarkların intizamla dönmesi temin eder. Siyasi iktidar ne zaman büyük kütlelerin eline geçtiyse
ehemmiyet kazanan hakikatle güzellikten ziyade saadet oldu. İstikrarın bozulmaması için yalnız
sanatı değil ilmin de gemini tutmak lazım. Yoksa insanlar harplerle ezilip gider, der. Vahşi, hissi,
sanatı sevdiği kadar da Tanrıya bağlıdır. Yeni Dünya’da Tanrı inançsızlığını, ıztırabı, gözyaşını
eksik sayar. Bunların dolduracağı boşluklar vardır, der. Mustafa Mont:
— Kabahat medeniyetindir. Tanrı tıpla, bahtiyarlıkla bağdaşamaz. Bizim medeniyetimiz
makineyi, tıbbı, bahtiyarlığı seçti. Hem bir kaybımız yoktur ki onlara inanalım, der. Bu
tartışmalardan sonra Vahşinin rahatlık hürriyet anlayışını ve dünya görüşünü bize verecek itirafı
şudur:
— Ama ben rahatlık istemiyorum. Şiir istiyorum, sahici tehlike istiyorum.
Hürriyet istiyorum. İyilik istiyorum. Günah istiyorum.
Mustafa Mont’un:
— Öyle ise sen çirkinliği, yoksulluğu, kir içinde yüzmeyi, hastalığı türlü acı ve korkularla
işkenceyi istiyorsun, demesi üzerine; Vahşi, hepsini! diye haykırır.
Bu iki tipi de görüşleri ile tanıdıktan sonra Aldous Huxley’in endişesine dönelim. A. Huxley
insanların Allaha, dine inanmalarına, fikir ve şahsiyet hürriyetini, sanatı, güzelliği, fedakarlığı,
kahramanlığı, sevmesini istemektedir. Mustafa Mont’tan ziyade Bay Vahşi bunun belirtilmiş bir
tipidir.
Fakat pisliği, korkuyu, tifoyu, yoksulluğu, ihtiyarlığı isteyen bireylerin meydana getirdiği
dünyanın nesine hayran olunabilir? Eğer makine ve motor insanları diktatörlerin elinde köle
yapacak endişesi gerçekleşirse aynı şartlar altında yaşayan, istihsali kendisi için olan, hastalıktan,
sinekten, bitten, sefaletten kurtulmuş bir toplum da esir sayılamaz. Bugün türlü sistemlerin
yüzünden gece gündüz boğaz derdi için çalışan insanlara karşılık Yeni Dünya’da günlük çalışmayı
dört beş saate indirmişlerdir. İnsanlara günde on dokuz yirmi saat zaman kazandıran bir makine
dünyasından korkmak yersizdir. Belki bir gün makine insan için bir tehlike olabilir. Fakat o gün
daha çok uzaktır. Şimdi, esas tehlikeler henüz vahşiler dünyasındaki tehlikelerdir: Pislik, sefalet,
hastalık, v.s. (2) Makineyi icat eden insan zekası onu saadet için kullanmanın yolunu herhalde
bulacaktır.
Bekir Semerci
Yüksek Köy Enstitüsü
Öğrencilerinden
(2) Bu yazımın öyküsü:
Yeni Dünya’yı tanıtmaya başlamıştım ki arkadaşlarım birden ayağa kalktılar. Salona öğretmenimiz
Sabahattin Eyüboğlu girdi. Karşıma oturdu. Heyecanlandım. Ütopya olan bu kitabı tanıtmak bir
hayli güçtü. Kendime göre hazırlanmıştım. “Ya bir de kitabın tezini yanlış ortaya koyarsam,
Hocam bana ne der” diye düşünmeye başladığımda Eyüboğlu; “Bekir devam et” dedi. Kitabı
yazıdaki hayaliyle tanıttım. Sonunda arkadaşlarım beni soru yağmuruna tuttular. Anladığıma göre
yanıtlamaya çalıştım. Eyüboğlu kitap tanıtmamı ilgiyle izledi. Ama hiçbir girişimde bulunmadı.
İçimden “Hocam, seni beğenmedi” dedim. Salondaki öğretmenlerimi ve arkadaşlarımı
selamlayarak tanıtmamın bittiğini söyledim. Onlar dışarı çıkmaya başlarken Eyüboğlu elimde iç içe
kıvırdığım sunuş notlarımı bana ver dedi. Hocam bunlar kargacık burgacık yazılar. Temize çekip
vereyim dedim. Hiçbir değişiklik yapmadan yazıp vereceksin dedi. Ertesi günü notlarımı (yazıdaki
gibi) yazıp verdim. Tercüme dergisinde yayınlanmış. (Sayı: 38, 19 Mayıs 1946 cilt. 7 s.75-78)
Hocam yazımın çıktığı sayısını bana getirdiğinde “Bu kitabı tanıtmaları için ünlü kalem sahibi
arkadaşlarıma söyledim. Kimse üstlenmedi. Kitabı çeviren Orhan Burian da; “Sabahattin, ben bu
kitabı çevirmek cesaretini kendimde buldum. Ama tanıtma cesaretini kendimde göremiyorum”
dedi. Seni kitap tanıtırken dinledim. Oldukça tanıttın. Ben de arkadaşlarıma; “Bakınız sizin
tanıtmaktan çekindiğiniz kitabı öğrencilerim kendiliklerinden tanıttılar” dedim.
İNSANLIĞIN KURTULUŞU (1)
H.W. Van Loon’un bu ünlü kitabını tanıtmağa başlarken içinde geçen ilke ve özdeyişleri bir
bir ayağa kaldırarak okurların anlayışına sunmağa çalışacağız: “Biz bütün varlığımızla terakkiye,
büyümeye, daimi ve arası kesilmeyen bir tekamüle inanırız” “Modern tabiat âlimlerinin bilgilerine
göre hayat, ilk canlı hücrenin doğması için lazım olan bütün fiziki ve kimyevi unsurların ideal
nispette mevcut olmasından sonra başladı”. Eski Yunan bilgesi Protogoras Atina’da “İnsanın her
şeyin ölçüsü olduğunu, hayatın, kıymetli zamanların ilahların şüpheli varlıklarını araştırmak
uğrunda sarf edilmek için çok kısa olduğunu ve bütün enerjilerin hayatı daha güzel ve daha çok
zevkli yapmak gayesi uğrunda kullanılması icabettiğini ilan etti”.
Sokrat “İnsanın görünmeyen vicdanı her şeyin son ölçüsüdür. Kaderimize şeklini veren
Allahlar değil, ‘biz kendimiziz” diye vazetti. Bu ilkeleri de senatoda onu ölüme mahkum etti.
Eflatun “İnsanlığın devamlı bir inkişafına inanırdı.” Roma İmparatorluğu İrlanda
Denizi’nden Hazar Denizi’ne kadar uzanan bir sömürge İmparatorluğu olarak zeki beyinleri israf
etti. Genç askerlerinin kemiklerini binlerce harp meydanlarında bıraktı. Bütün bir ulus yaşamaktan
yoruldu. Ve yaşamak zevkini kaybetti. Neron Roma’nın Hıristiyan mahallelerini yaktı. Hıristiyan
cemaati hasta ve fakirlere yardım ediyorlar, günlük işlerine bakıyorlardı, Roma İmparatorları
Ortodoks olan ve olmayan Hıristiyanların kavgalarında taraf tutuyordu. Büyük bilge Themistius
İmparatora vazifesini şöyle hatırlattı:
“Hiç kimsenin, üzerinde otorite temin etmeği ümit edemeyeceği bir ülke vardır. Bu,
faziletin ve bilhassa fertlerin dini inançlarının ülkesidir... Bundan dolayı bir hükümdara yaraşacak
en doğru hareket bütün inançları müsamaha ile karşılamaktır...” M.S. 378 yılında Putperestlik
kaldırıldı. Katolik kiliseleri İmparatorların himayesine girdi. Putperestlerin İtalya, İspanya Gal ve
İngiltere’deki tapınakları yıkıldı. İskenderiye’de Romalılar, Mısırlılar, ve Yunanlılar tarafından
kutsal sayılan Serapeum tapınağı da yerle bir edildi. Büyük İskender tarafından, kurulan, ünü
dünyayı tutan İskenderiye Üniversitesinin de kapatılması istendi. İskenderiye Piskoposunun emri
üzerine kapatılmayınca kilise papazları Eflatun’u öğreten büyük öğretmen Hypatia’yı linç ettiler,
parça parça olan cesedini sokaklara attılar. Köpeklerin merhametine bıraktılar.
(1) H. W. Van Loon: İnsanlığın Kurtuluşu. Çeviren Nüvit Osmay.’ Üniversite Kitabevi 1945,
İstanbul.
Yüksek Köy Enstitüsünde tanıtılan kitaplara ve özellikle İnsanlığın Kurtuluşu’na haksız
çamur atıldı. Okuduğum yılların anılarını yazarken elbette kitap tanıtma konusunu atlayamazdım.
Ama bu kitap elimde yoktu. Sahaflar’da ararken bir kitapçı bana bir anısını anlattı. Bir gün
kütüphanesine ünlü yazar Halide Edip Adıvar gelmiş. Yanında müşterilerinin işini görüyormuş.
Yeni gelen bir müşteri de İnsanlığın Kurtuluşu’nu istemiş. Hailde Edip Hanım kütüphanede
bulunanlara; ‘Sizler bu kitabı okudunuz mu? Eğer okumadınızsa sırtınızdaki gömleğinizi satın, bu
kitabı alın, okuyun” demiş. Ben de kitabı buluunca tanıtılmasından kırk bir yıl sonra okudum. İki
sayfa tutan önsözünü Halide Edip Adıvar yazmış. Son paragrafında şöyle. diyor:
“Gerçi Van Loon terazinin fert gözüne biraz daha ağır bastırıyor, fakat buna rağmen tarih bize
gösteriyor ki, ferdi ezen herhangi nizam insaniyetin emniyetle beklediği ve kendine mal edeceği
bir nizam değildir. Bundan dolayı Van Loon’u dikkatle okumak hem faydalıdır hem de belki
elzemdir, çünkü mesele fert denilen insaniyet parçası ile cemiyet denilen kollektif insaniyetin
dünyadaki mevkiini ve ölçüsünü bulmaktır.”
Tarafsız olarak özetlemeğe çalıştım. Değerlendirmesini okuyucularıma bırakıyorum.
395 yılında Olimpiyat oyunları yasaklandı. Atina- üniversitesi kapatıldı. Maaşları kesilen
üniversite Profesörleri İran’a kaçtı. Cicero, Sokrat, Virjil, Homer, matematikçiler, doktorlar,
astronomlar Hıristiyanların kin ve nefretleriyle altı yüz yıl unutturulmağa çalışıldı. Ruhani
meclislerin bütün yetkileri Papanın iradesine verildi. Fizik, tıp ve astronomi yararlı şeylerdi. Ama
dünyaya yalnız Cennetin bir bekleme odası gözüyle bakanlar için bu gibi şeylerin çok az önemi
vardı. Bunların çok az kitabı vardı. Okuduklarının da cahili oldukları bilinmekteydi. İsa ile
Muhammed aynı soydan, aynı dille konuşan insanlardı. Atalarının İbrahim Peygamber olduğunu
iddia ediyorlardı. Bu iki büyük öğretmenin izdaşları birbirlerini on iki yüzyıldan fazla süren ve hâlâ
bitmeyen bir savaş içindedirler.
Orta çağın engizisyon yöntemi çok acımasızdı. “Jurnalci ile sahtekar daima sıkı birer
dosttu”.
“On üç, on dört ve on beşinci yüzyıllarda Güney ve Batı Avrupa’sı özel hafiye ve casusların
bu alçak sürüleri tarafından istila edilmişti”.
Onlar kiliseyi eleştirdikleri zannedilen veya dinin bazı noktalarına karşı kuşkularını
açıklamış olanları mahkemeye haber vererek geçinirlerdi. Diyen yazar engizisyon konusunu yedi
ciltlik kitaptan özetlediğini yazıyor.
Engizisyon mahkemelerinin en ünlüleri İspanya Krallık engizisyonu ile Roma Kutsal
Engizisyonu idi. İspanya mahkemesi Amerikan sömürgeleriyle kendi yarımadasındaki Rafızileri
yargılardı. Roma mahkemesinin ise bütün Avrupa ülkelerinde şubesi vardı. Verilen cezalar çok
ağırdı. Bir kazık üzerinde yanarak öldürmek, kayalık bir şatonun karanlık odasında delirmeğe
bırakmak en korkunçlarıydı. Beş yüz yıldan fazla yüz binlerce insan gecenin bir saatinde suçsuz
günahsız evinden kaldırılarak hiç tanımadığı tanık ve yargıç karşısına çıkarılırdı. Bunları buralara
sevk eden boşboğaz komşularıydı. Aylarca, yıllarca pis hücrelerde yatırılırdı.Kimse suçunu
bilmezdi. Akrabalarıyla görüştürülmezdi. Bir avukatın fikrini bile almağa müsaade edilmezdi. “...
eğer masum olduklarını iddia ederek protesto etmekte devam ederlerse vücutlarının kemikleri
parça parça oluncaya kadar işkence edilecekleri... ölüme gönderilecekleri insana inanılmaz gibi
görünür.. .“dü.
Velhasıl insanların ilgi merkezi bu dünyadan öte. dünyaya çevrilmişti. Cahil bir insan
dindarlık maskesi altında etrafa, dehşet saçan granit kafalı sofuluğun kalesinden insanların özgür
düşüncelerini silip süpürmeğe çalışıyordu. Eski Yunan bilim adamlarının kitaplarını kimse eline
almıyordu, adlarını bile anamıyordu. Ama insanlık bu karanlıktan kurtulmalı, onlara bir ışık deliği
açılmalıydı. Sekiz yüz yıl süren bu korkunç yaşamın sonunda Frankların kıralı Kısa Pepi’nin karısı
bir erkek çocuk doğurdu.’ Çocuk vaftiz edilerek Carolus adını aldı. Carolus elli yıl sonra bilimin
değerini takdir etti. Sarayını kendi çocukları ile memur çocuklarını okuması için bir üniversiteye
çevirdi. Akademik demokrasiye karşı saygısı arttı. Eski saray usullerinin dokunulmazlığını bir
tarafa iterek Profesörlerin derslerini ve eleştirilerini dikkatle dinledi. Skolastizm denen ortaçağın
kısır düşünce fidanı büyümeğe başladı.
İsa “öküz veya keçi keserek Cenab-ı Hakkın lütuf ve keremi satın alınamaz” diyordu. Bu
fikrini yaymak için Kudüs’e geldiği zaman mabetlere kesilen kurban etlerinden geçinenler ona
sövdüler ve ihtilalci saydılar. Sonra da ölümüne sebep olmuşlardı. Carolus’un girişimi bu acı
olayları tekrarlatmayacak bir sevinç görüntüsü idi.
Yazar tüm insanlara şöyle bir vurgulamada bulunuyor:
“Yirminci Yüzyılda bizler yanlış veya doğru ilerleme fikrine içtenlikle inanıyoruz. Bu dünyayı
kusursuz bir şekle sokup sokamayacağımızı bilmiyoruz. Fakat bu esnada bunu tecrübe etmemizin
en kutsal bir vazife olduğunu hissediyoruz”.
Sonra büyük Rus devrimcileri kendilerinin çok eziyet çektiklerini, sosyalizm hakkındaki
gazete yayınlarının sıkı bir kontrolden geçirdikleri için Çarlık döneminden dert yanıyorlardı. 1918
yılında kendileri işbaşına geçince ne oldu? Özgürlüğün üstün, dostları basının sansürünü
kaldırdılar mı? Yeni yönetimin yaptıklarını anlaşılacak bir dille yazmayan gazete ve dergilerin
kapılarını kilitlemediler mi? Bir çok talihsizi Sibirya ve Arkanjel’e sürmediler mi? Çarın çok kötü
bakan ve polisinden yüzlerce defa daha taraflı hareket etmediler mi? demektedir. Yazar, sansür
edilecek konuyu da şöyle dile getirmektedir:
“Bence Polis, fuhşa teşvik ederek özel kazanç sağlayan gazete ve dergileri kontrol
etmelidir. Geriye kalanlar istediği şeyi basmalıdır. Ben bunu bir idealist olarak değil, son beş yüz
yılın tarihini iyi bildiğim için söylüyorum”.
J. Gutenberg matbaayı bulunca 1453-1500 yılları arasında insanoğlunun eline kırk binden
fazla kitabı bir çırpıda veriverdi. Kilise bu gelişmeyi kuşku ile karşıladı. Çıkan kitaplardan işlerine
gelmeyenler için bir kara liste çıkardı
Renaissance’çılar hakkındaki görüşünü de yazar şöyle noktalıyor:
“.. eski olayları anlamak için gösterdikleri doymak bilmez gözetlemeleri, yeni heyecanlar
uğrunda giriştikleri devamlı araştırmaları ve asıl rahat durmayan dimağlarının kararsızlığı “biz
biliyoruz” kanaatiyle eğitim görmüş ve büyümüş bir dünyanın “acaba gerçekten ‘biliyor muyuz?”
sorusunu sormasına neden oldu”.
Reformasyoncuların da çıkış noktası şuydu:
“Biz atalarımızın yaptıkları hatalar üzerinde saplanıp kalmak ve ısrar etmek zorunda
değiliz. Kendi düşüncelerimizin sonuçlarını kendimiz serbestçe çıkarabiliriz.” Diyen Protestanlar
Papa’yı protesto etme cesaretini gösterdikleri için Reform hareketi’nin sonuçları ilerlemeye yardım
etti. Kilisenin herkese kendi diliyle okutamadığı İncil’i fırıncı, kunduracı, terzi, değirmenci
dükkanında kendi diliyle korkusuzca okudu ve anlamağa çalıştı. Bu Protestanlığın tolerans
davasına ettiği en büyük bir hizmetti.
Van Loon, Rönesans’ın insanlığa getirdiği yeni düşünce yaşamını getiren bilgin ve
sanatkarların rolü olduğuna inanmaz: “Umumi uyanış daima asırlarca süren ıstırap verici
hazırlıkların sonucudur”. “Renaissance şuurlu ilmî bir çalışma devri değildir”.
“Eğer bütün bunlara rağmen Renaissance vicdan hürriyeti, tolerans ve genellikle daha iyi
bir dünya için kudretli bir darbe indirmişse, bu, yeni hareketlerin önderleri sayılan insanların hiçbir
rolü olmadan yapılmıştır” der. Ama bu dönemin getirdiği sanat, bilim ve basım gibi tekniğin
gelişmesi sonucunda Ortaçağın yetiştirdiği ajan, cellat, zindancı ve çanak yalayıcı papa; papaz,
rahip kafilesine karşılık Erasmus, Rabelais, Montaigne, Luther, Bruno, Voltaire... özgürlük ve
insanca yaşamak için savaş veren insanların yanında yer alan evrensel kişiler olarak ortaya çıktı:
Erasmus, okuyucuların hep bir ağızdan “yere batsın bu baş belası artık yetişir, bırakın bizi
tolerans sahibi olalım!” diye bağırıncaya kadar körü körüne inançları suçlarım ve onunla alay
edebilirim derken Rabelais’le de “On altıncı yüz yılın ilk elli yıllarında Papazların hesapsız sefalete
sebep olan o kimseye söz hakkı tanımayan yönetimden sorumlu kimseleri karikatürize ederken
tolerans uğrunda cesaretle bir darbe indirmiş”ti. Kitaplarını Paris Parlamentosu toplattı ve yaktı.
Sorbonne da ne yazık ki kınadı.
Montaigne; kendisinden önce ve devrinde herkesin anlayabileceği şekilde yazıp
konuşmayan ünlülere karşın, herkesin anlayıp eleştirebileceği bir dille eleştiren kitaplar yazdı. 0
günden bu yana Montaigne’in yapıtları geniş ve hoşgörülü olduğundan birçok dillere çevrildi,
eleştirisi devam etti. Kendisi bir Katolik idi. Hatta “Katolik Asilzadeleri Cemiyetinin etkin
üyelerindendi”. Amma 1572 Ağustosunda Papa Gregory XIII’ün otuz bin
Fransız Protestanı’nın katlini olağan üstü bir coşku içinde kutladığını duyunca olayı çok iğrenç
buldu, bir daha da kiliseye gitmedi.
Giordano Bruno, kişi özgürlüğüne önem verenlerden biriydi. “Devletin insanlara ne
düşünmeleri icap ettiğini söylemeğe hakkı yoktur” veya “toplum herkesin kabul ettiği
dogmalardan ayrılanları kılıçla cezalandırmamalıdır” düşüncesini savunabilen bir yürek sahibiydi.
Aynı zamanda Dominiken rahibiydi.
Bruno’nun acı, alaylı, taşlamalı ve yergili bir yazı biçimi vardı. Günün yöntemlerini altüst
eden; kimsenin hoşuna gitmeyen bir sınavdan geçiren, dinî, felsefî ve siyasî nitelikte diyaloglu
eserler yazdı. Bilgin olmağa çalışması kendisine güven veriyordu. Papa ile arası serseriler
yüzünden bozuldu. Yedi yıl Engizisyon hapishanesinde yattı. “1600 yılında kazık üzerinde yakıldı
ve külleri havaya savruldu...”
Voltaire, bilgin, yetenekli ve atılgan bir kişiydi. El attığı konuyu başaran bir iradeye sahipti.
Kırk yaşına bastığı zaman dünyanın en ünlü yazarları seviyesinde herkesin anlayacağı bir dille
öyküler, trajedi ve komediler yazdı. “Elimde bir hükümdar asası yoksa ne ehemmiyeti var? Benim
bir kalemim vardır” demişti. “Ahmaklığın’ her biçiminden, her şeklinden ve her çeşidinden nefret
ediyor ve iğreniyordu”. Yazdığı oyun kitaplarından birisi on sekizinci yüzyılın rekorunu kırdı. Kırk
beş gün aralıksız oynandı. Bu sıralarda Fransa’da tanıksız, dipsiz temelsiz suçlamalardan birçok
vatandaş ölüme mahkum edilmişlerdi. Voltaire bunları duyunca ezilen ailelere yarım elini uzattı.
Bunlardan birincisini kısaca sunmağa çalışalım;
Jean Calas adında Protestan bir esnaf vardı. Onun Marc Antoine adında 29 yaşındaki oğlu,
Hukukçu olmak istiyordu. Protestanlara ise bu meslek yasaktı. Marc Calvinist oldu. Dengesiz
melankolik bir durumdaydı. Bir gün babası evlerinde misafirlerini ağırlarken o dükkana gidip iple
kendisini astı. Katolik komşuları bu olayı polise haber verdiler. Altmış üç yaşındaki baba
mahkemeye verildi. On iki yargıç davaya baktılar. Jean Calas’ı oğlunun katili olarak hiçbir delile
dayanmadan ölüme ve mallarının ailesinden alınmasına karar verdiler. Baba Jean Calas’a itirafta
bulunması için işkence edildi. Adam suçsuzum dedi. Karnı su içirilerek dolduruldu. Bedeni iki kat
şişti. Adam gene suçsuzum dedi. Cellada emir verildi. Cellat kol ve bacaklarını iki yerinden
parçaladı. Adam gene suçsuzum diye bağırdı. Bu sefer kızan yargıçlar boğularak öldürülmesine
karar verdiler. Cellatlar adamcağızı boğarak öldürdüler. Ailesinin elinden malları alındı. Kızı ve
çocukları manastırlara dağıtıldı.
Voltaire, yaşamakta olan ikinci oğlu ile karısını buldu. Açtığı yardım kampanyasına
İngiltere Kralı ve Rus İmparatoriçesi yardım etti. Bunu duyan Louis XV. Voltaire’in bu davranışına
içerledi. 1763 yılında davanın yeniden incelenmesine izin, verdi. Davayı Jean Calas ailesi kazandı.
Yargıçlar görevlerinden uzaklaştırıldı. Kral, Jean Calas ailesine ufak bir yardımda bulunmayı kabul
etti. Bunun gibi daha üç haksız davayı yeniden yargılattı, kazandı.
Fransız halkının gözünde büyüyen Volter için yazar şöyle demektedir:
“Dini ve şahsî maksatlarına hizmet eden yüksek mahkemeler işlerini karanlıkta
görebildikleri ve etraflarını bir esrar perdesiyle çevirmeğe muktedir oldukları takdirde ancak
muvaffak olabilirler. Voltaire tarafından kullanılan taarruz usulüne karşı böyle mahkemelerin
ellerinde hiçbir müdafaa silahı kalmıyordu.
Voltaire bütün ışıkları yakıyor, kalabalık bir orkestra kiralıyor, bütün halkı seyirci olarak
davet ediyor ve bundan sonra da düşmanlarına ellerinden gelen her türlü kötülüğü yapmalarını
emrediyordu”.
Gelelim yirminci yüzyılımıza: Cihan savaşları yapıldı. Milyonlarca insan öldü. Milyonlarca
ana, baba ağladı. Milyonlarca genç kadın kocasız kaldı. Milyonlarca çocuk yetim ve babasız kaldı.
Toplama kampları kuruldu. İnsanlar gaz fırınlarında yakıldı, yağlarından sabun yapıldı. Atom
bombaları patlatıldı. Yüz binlerce insan bir anda yok edildi. Yüz binlercesi de hala nükleer ışınların
gazileri olarak sürünüyorlar.
İnsanoğlu çok değerli bir yaratıktır. Korkusuz bir yaşam sürmek onun en doğal hakkıdır.
İki bin yıl boyunca sürüp gelen kölelik, işkence, toptan yok etme, asılma, yakılma, parçalanma
gibi korkulardan kurtarılması onun hakkıdır. Bu olanakları sağlamak için tüm bilim adamları el ele
vererek hiçbir çıkar çevresine boyun eğmeden insanlara yaraşır bir dünya bulmaları gereklidir.
Eğitim, insanlığa mutluluk getirmesi amaç edinilmedikçe ne yazık ki insanoğlu eski korkulara
rahmet okutturacak kitle kıyımlarının korkusuyla, toleranssız yönetimlerin korkusuyla, din ve
ideolojik görüşlerin, bölücülüğün getirdiği korkularla daha nice yıllar uçuklamaktan, rüyalarında
karabasanlardan, zindan ve cellat görüntülerinin korkusundan kurtulamayacaktır.
Van Loon’un ilginç bulduğum şu kanılarına da değinmeden geçemeyeceğim:
“Bu dünyada korku egemen oldukça Altın Çağlardan, Modern yüzyıllardan ve ilerlemeden
söz etmek zamanın boş yere harcanmasıdır”. “İnsan elinin yaptığı şeyi, gene insan eli bozabilir.
Bu bir cesaret ve cesaretten sonra eğitim sorunudur...”. der.
Van Loon’un kitabı hakkındaki görüşünü de şöyle özetleyebiliriz: “İnsanlar iki bin yıldan
önce çok Tanrılı dönemlerde ilahlara taparlarken fikir hürriyetine sahip bir öğreti içindeydiler.
(eski Yunan gibi) Bugün o çağların altın kitapları elimizde hâlâ yol gösterici niteliktedir. Oysa tek
Tanrı dönemi iki bin yıla yakın bir zamandan beri insanları çeşitli görüşlerinden ötürü savaşlara
itmiş, yok yere biri birlerinin kanlarını akıtmıştır. Egemen çevreler durmadan hafiye, karaçalıcı,
casus, cellat yetiştirmiştir. Engizisyoncu Papa ve Papazlar din perdesine bürünerek egemen
çevrelerin yanında yer almış, özgür düşünmeye çalışanlara kan kusturmuştur.
Bireyci düşünen egemen çevreler insanlara söz hürriyeti, güzel sanatlar, insan hakları
anlayışını getirirken buna karşılık kendileri ekonomik kanallara sahip olmuş, insanları yoksulluktan
kurtaramamıştır.
Kitlelerin mutluluğunu düşünenler de insanların karınlarını doyururken özgün düşünce
özgürlüklerine dayanamamış, kısıtlamıştır. Ben insanların hem söz hürriyetine, hem de ekonomik
ve siyasal özgürlüklerine sahip olunmasından yanayım. Bilmem ki buna insanlık ne zaman
kavuşacaktır”. diyen yazar düşüncelerini böyle sergilemektedir...
KÖY ENSTİTÜLERİ HAKKINDAKİ
ELEŞTİRİLER ve İFTİRALAR
“Köy Enstitüsü ile İ. Hatip Okulu bir önemli noktada birleşiyorlar: Her ikisinin kaynağı da
köy, yetiştirdiği köy çocuğudur... Köy Enstitüsünün kuruluşu memleketimizdeki geleneğe
uygundur, yani yönetici ve aydın kafasında % 100 kendi düşünce ve kaygılarını yoğurarak bu
okulları tasarlamış ve kurmuştur...”
“İmam Hatip Okulları özellikle köy çocuğu için değil, bütün çocuklarımız içindir; ama bu
okullara % 95 köy çocuklarımız, bir de ilçelerde, şehirlerde millî töre ve benliğimize titizlikle bağlı
kalmak isteyenlerin çocukları girerler. Köy Enstitüsüne karşı şikayet, hatta isyan halktan gelirken,
İ. Hatip’ten şikayet “aydın”dan gelmesinin nedenini burada aramak gerekir...”
“Köy Enstitülerine “Komünist Yuvası” diye saldırılıyordu, şimdi de İ. Hatip Okullarına
“Medrese hortlağı”, “yobaz yuvası” v.b. diye saldırıyorlar.”
“Köy Enstitülerinin kuruluşunda düşünülmesi gereken iki nokta unutulmuştur: Birincisi,
yari öğretmende bilgi yetmezliğinin İnönü İsmet Paşa’ca bir önem taşımadığını biliyoruz. Bilgisi kıt
öğretme, Paşa’nın öğretmen anlayışına uygundur. Daha önce, Başbakanlığı sırasında da okuma
yazma öğrenmiş kıt’a çavuşlarını birkaç ay eğitimden geçirdikten sonra, köy okullarına eğitmen
olarak tayin ettirmişti. İkincisinde de şaşılacak bir şey yoktur; çünkü “halk acaba ne ister” sorusu
akla gelmez...
Köy Enstitüleri gülünç, beceriksizce bir eğitim denemesi, bir eğitim sefaleti idi... ‘Bazı
Enstitülerde dördüncü sınıfa, yani lise bir seviyesine geldikleri halde, okuma yazmayı doğru
dürüst sökemeyen öğrenciler görülüyordu...” (Sabri Akdeniz: Milli Eğitimimizde İmam Hatip,
Okullarının Yeri ve Köy Enstitüleri; s. 69-70, 65,. 78-79). Beyaz Saray 17 Beyazıtİstanbul)
Mustafa Demir; KÖY ENSTİTÜLERİ ve SOLCULUK
(Fakülteler Matbaası, İstanbuI - 1959)
“Hasanoğlan kızılların geniş bir çiftliği, idi... Bir müdür, üç müdür yardımcısı, üç eğitimbaşı,
18 baş, 20 kümebaşı, 60 öğretmen, 30 usta öğretici, 30 ar memur ve 30 işçi ... Türk köylüsünün
dinini, mukaddesatını, ailesini, milliyetini yıkabilmek ve onun Moskof’a teslim edebilmek için
çalıştılar... Çanakkale şehitlerinin kahramanlıklarını bir aptallık olarak telkin ettiler... Askerlik
derslerini muvazzaf Türk subaylarına değil, terhis edilmiş solcu ihtiyat zabitlerine okuttular... Çok
tabanca, silah, makineli tüfek ve cephaneyi depolarında sakladılar. Bu, onlara güya dahili ihtilalde
lazım olacaktı... Ustabaşı olarak aldıkları öğretmenler umumiyetle, ayyaş, ahlaksız, proleter
ihtilalinin hazırlayıcı tipleri idi. (S. 2-15)
Tarım derslerinde şarap hazırlanmasını öğrettiler. Hasanoğlan’a İzzet Palamar’ın Bağevi
namındaki meyhanesine şarap imâl ettiler. Bağı öğrencilere bellettiler; sebze bahçesinde
öğrencileri çalıştırdılar ve ürünlerini Tonguç Baba ile yaranına hediye edip dağıttılar.” (S. 15)
“İdareciler Hasanoğlan Köy Enstitüsünde, öğretmeninden öğrencisine kadar herkesin,
mevcut hamamda çırılçıplak yıkanma adetini ihdas ettiler...”İslamiyet irticadır” parolasını tam bir
kızıl taktikle ve İnönü devrinin din düşmanlığından kuvvet alarak tatbik ve telkin- ettiler”. (S. 1516)
“Yine Tonguç devrinde öğrenciyi, bu işte usta solcu unsurlar, tıpkı devşirme usulünde
olduğu gibi köy köy dolaşarak topluyorlardı. Bu işlerde bilhassa Kızılbaş köylerinden fazla öğrenci
almışlardı.” (S. 22)
“Her enstitüye içkiyi, şarabı soktular, öğretmenler ailece öğrencinin önünde ve hatta
öğrenci ile beraber şarap içtiler. Güzel kız, öğrenci ve öğretmenlere şarap dağıttılar... Kızıl renge
o kadar aşık oldular ki kantin duvarlarını bununla boyadılar. . .“ (S. 24-25)
Öğretmen (..) öğrencileri toplamış: Siz köy geleceğinin büyük ihtilal bayrağını
taşıyacaksınız. Siz yıllarca, hatta asırlarca köylüye zulmederek onun sırtından geçinmiş olan
şehirliden köyün intikamını alacaksınız... Köyün öcünü şehirliden alacağınıza ant içiniz.” (S. 25)
“Öğrencinin köyleri ihya edeceği, okudukları kuruluşları kendilerinin yaptıkları, ziraatı
rasyonel esaslara göre ayarladıkları, köylüye yeni bir ruh verdikleri ise düpedüz yalandı. İçinde
oturdukları binalar mütehassıs ustalar tarafından yapılmış, öğrenciye Türk adet ve irfanıyla
alakasız bir kültür aşılanmak istenmiş, hatta ziraat bile köylülere yaptırılmıştı (1). Köy Enstitüleri
kendilerini doğuran ihtiyaca cevap vermediği için, bir kızıl yuvası olduğu için kapatıldı... Kapatma
şerefi komünistlikle mücadele eden bir iktidara, Menderes hükümetine aittir.” (S. 74-75)
(1) Köy Enstitüleri, kendi kuruluşlarını ve tarım işlerini kendisi yaptığı gibi yeni kurulan Köy
Enstitülerinin kuruluşlarına da imece ile katılırlardı, tamamlarlardı. Bunların dışında köy okullarını
yapımına da yardım, ederler, afete uğrayanların da imdadına koşarlardı,
20 Haziran 1943’te Adapazarı’nda çok şiddetli bir deprem oldu. Kentin yıkımını köylere dağılan
yardımseverler “İmdaat!. İmdaaat!!.. İmdaaaat!.. Yanıyor Adapazarı yanıyoooorrr!.. Bitti Koca
memleket!.. Çabuk yetişinnn!..” diye bağırırlar, halktan yardım isterler.
Evleri yıkılanlar içinde 20 de öğretmen vardır. 0 zaman “ÖĞRETMENLER YAPI SANDIĞI”
vardı. Ama bu öğretmenlere evlerini hemen yapacak gücü yoktu. Köy Enstitüleri “biz öğretmen
arkadaşların evlerini yaparız. Bize yapı gereci verin yeter” dediler. Öğretmenler Yapı Sandığı yapı
gereçlerini üstlendi. Yıldızeli, Kepirtepe, Çifteler, Savaştepe, Hasanoğlan ve Arifiye Köy
Enstitülerinden birer yapıcı ekibi Adapazarı’na yollandı. Evlerin planı 2 oda, mutfak, hela ve
banyodan oluşmaktaydı. Ekipler 25 Ekim 1943 günü öğretmen evlerinin temelinden başladılar. 25
Ocak 1944’te tam 3 ayda su, elektrik tesisatları, badana ve yağlıboyası yapılmış olarak
depremden yıkıma uğrayan öğretmenlere evleri “güle güle oturun” diye teslim edildi., Bu evler
5000 liralık gerece mal oldu. (S. Edip Balkır: Arifiye Köy Enstitüsü; s. 296-298. Hür Yayınevi
1974-İstanbul)
KÖY ENSTİTÜLERİ ve KOÇ FEDERASYONU
- İçyüzleri(Fasikül: 10. Ayyıldız Matbaası A.Ş. 1966 - Ankara)
“Enstitülere, Halk Partisi’nin vatansever ve milliyetçi bakanı merhum Şemsettin Sirer’in
maarif vekilliği sırasında tırpan atılmıştır. (S. 55). (53) numaralı belgede Hatay İli Altınözü
İlçesinde Gezici Başöğretmen bulunan ve Hasanoğlan Yüksek kısmından mezun bulunan İbrahim
Türk, Yüksek kısımda iken kitap tanıma saatlerinde (Sosyal Mücadelelerin. Tarihi, İnsanlığın
Kurtuluşu, Demokrasi ve Sosyalizm) gibi kitapların başta bulunduğunu ifade etmektedir...
İbrahim Türk bu ifadesinin bir yerinde (öğrenciler toplanmış başkan seçiyorlardı. Bu seçimde sol
tarafı tutan öğrenci grubunun seçimi kaybetmesi üzerine koro halinde üstatlarının (yani Nazım
Hikmet’in) şiirlerini okudular. İdare buna kulak asmadı. İsimlerini Bakanlığa verdik) diyor...”
(S.140)
“Köy Enstitülerine köy ilkokullarını bitiren müstait çocukların alınması... köy-şehir ikiliğini
meydana çıkaran, ilk adım olduğu anlaşılacaktır. Çünkü, köyde yalnız köy çocuğunun öğretmenlik
yapması millî bütünlüğümüzü parçalayacak ve sınıf mücadelesine yol açacak psikolojik, sosyal ve
kültürel faktörlerin kaynağı olma kabiliyetindedir. (S. 120)
Bu alıntıdaki düşünce Köy Enstitüleri Kanunu görüşmelerinde geçmiştir. Konuşan General
Kâzım Karabekir: “... Şehir ve kasabadaki aynı şartları haiz olan çocukları köylere
göndermeyeceğiz, yalnız köy hayatını gören, gözünü köyde açmış, medeniyet alemi ile hiçbir
teması olmayan bu asrın kültürünü taşımayan bir kısım vatandaşları alacağız. Onlara özel
öğrenim vererek götürüp köylerimizde millî vicdan uyandıracağız... Parti programımızda sınıf yok
diyoruz. Fakat elimizle tesis ediyoruz... Onun için köylülerimizi böyle kültür sahasında az görgülü
yarı aydınların nüfuzuna hatta maddî tahakkümüne bırakmağa bendeniz gelecek için çok tehlikeli
görüyorum.” (Köy Enstitüleri Kanunu, (S. 101-102) TBMM Matbaası, 1940-Ankara)
“... Bütün okul kategorileri içinde Köy Enstitülerimizin faaliyetlerine, çalışma programlarına
hakim olan görüş, ilmin de vardığı neticelere uygun olan bu görüştür. Milletler arası terbiye
kongrelerinde Köy Enstitülerimizin bünyesini, çalışma tarzlarını haklı bir öğünme ile, izah
edebiliriz ve bilhassa burada yetişen gençlerimizi ileri kültürlü, ileri vazife ve mesuliyet duygulu
gençler olarak takdim edebiliriz...”
(Prof. Dr. M. Şerif Başoğlu: Değişen Dünya, S. 107.)
İftiralar
Ferit Oğuz Bayır: KÖYÜN GÜCÜ: (ULUSAL BASIMEVİ; ANKARA 1971) Hele ahlak konusunda ileri
sürülen iddialar, doğrudan iftiradır. Buna dilleri nasıl varıyor? Bu alanda Allah huzurunda da
göğsümü gere gere şahadet ederim ki bu köylü çocukların bizi üzecek, ahlak dışı hareketleri
olmamıştır. Sığırların arkasında dolaşırken Enstitülere getirdiğimiz kızlı erkekli köy çocukları, ideal
öğrenciler olmuşlardır. Bir arada yattıklarını bile yazıp söylemekten çekinmeyenler hesabı
sorulacak manevi bir günah işlediklerini olsun hesaplamışlar mıdır? Memleketin yirmi yerinde
binlerce öğretmenin, 1O.000’lerce, öğrencinin ve nihayet 100.000’lerce vatandaşın gözü önünde
bu gibi bozuk hallerin yıllarca sürüp gideceğini akıl alır mı? Durumun yaygınlığını düşünerek âlem
önünde kendi kendimizi bu derece kötülemekte ne fayda var? (S. 238)
Hürrem Arman: Piramidin Tabanı; İş Matbaacılık ve Ticaret Ankara - 1969 s. 473-474:
“...
Piramidin üst katlarını ele geçirmiş olan sömürücüler, daha ilk yıllarda, kendi çıkarları açısından
tehlikeyi sezdiler. İkinci Dünya Savaşı sonrası, demokrasi oyunu düzeninde, bütün müttefikleriyle
beraber Köy Enstitüleri örgütüne ve bu çocuklara saldırdılar, durdurulması ellerinde olmayan
tarihsel gelişimi böylece geciktirmede başarı gösterdiler.
Tonguç’a, kuruculara ve Köy Enstitülerinden yetişenlere 1946’dan sonra uygulanan türlü
yönlü zulüm ve teröre rağmen büyük çoğunluğu ile bunlar ayakta kaldılar ve eylemlerini
sürdürdüler. Sistem, planlı bir tutumla yok edildi.... Çocuklar,. “her koyun kendi bacağından
asılır”, “gemisini kurtaran kaptandır” inanışına zorlandılar. İçlerinden küçük bir azınlık karşı
cepheye geçti. Ama büyük bir çoğunluk, .Tonguç Baba’nın çocukları olarak dimdik ayakta kaldı.
Cahil oldukları söylendi, onlar girdikleri. bütün sınavları kazandılar, en yüksek öğrenim
basamaklarını aştılar. İçlerinden uluslararası çapta profesörler, hukukçular, yazarlar, şairler,
eğitimciler çıktı...” . –
Şevket Gedikoğlu: “.. Hemen şunu da belirtelim ki, Köy Enstitülerine karşı olanlar dün olduğu
gibi bugün de eğitimciler, düşünürler değil, politikacılar, din ve mukaddesat bezirganları ve sözde
ulusçulardır. Bunlar alt yapıdan gelenlerin, alt yapıyı düşünmelerini istemezler. Bunlar için Köy
Enstitüleri İmam Hatip Okullarıdır. Onun için harıl harıl kuran kursları, İmam Hatip Okulları ve
İslam Enstitüleri açılmaktadır. Köy çocuklarına verilen yön, gösterilen yol bu kurumlardır. Bu
kurumların müşterileri % 95 köylü çocuklarıdır. Acıklı olanı, bu çocukların, gençlerin köyler için
kurulmuş Köy Enstitülerini ve buralarda yetişmiş ağabeylerini kötülemede sistemli olarak
özendirilmiş, harekete geçirilmiş olmalarıdır.
(Evreleri, Getirdikleri ve Yankılarıyla Köy Enstitüleri: s.350).
Cevdet Kudret: Benim Oğlum Bina Okur: “Yüksek Köy Enstitüsü’nde yetişen elli kadar genç,
“yabancı esinti” kuşkusuyla, yedek subay okulunda çavuş çıkarıldı; köylerde: kimi öğretmenlerin
vurulmasına, dövülmesine göz yumuldu; kimileri başka yerlere sürüldü.” (s.107)
Cavit Orhan Tütengil: Köy Enstitüsü Üzerine Düşünceler: “1940 yılına kadar olagelenler köyden
kaçmayı başlıca amaç edinen öğretmenlerle memleket davası halletmenin bir hayal olduğu
hakikatini ortaya koymak olmuştur. İstisnalar hiçbir vakit neticeleri değiştiremezler...” (s.7)
“Maarif hayatında hazır elbisecilikten kurtuluş Köy Enstitüleri ile başlamıştır. İlk defa
topraktan, insandan, memleketten hareket edilmiştir. Soyut bir hayat anlayışı yerine gerçek
hayatın içinden fışkıran, düşünce ve iş öğesini gerçek yaşamda olduğu gibi bir arada bağrın
basan, bize has kuruluşlara imkan verilmiştir. Gelecek nesiller, Köy Enstitülerine vücut veren
ruhtaki bu “bize göre”yi daha iyi fark edeceklerdir.” (s.8)
“Enstitüleri kuranların karşılaştıkları güçlük, çeşitli imkansızlıklar, mücadele azimleri ve
elde ettikleri başarı yeni bir kahramanlar devriminin onurlu sayfalarını oluşturur... Dünkü boş
arazide binalar yükseliyor.. Getirilen su, kiri ve susuzluğu gidermiştir... Gölgesinde cıvıl cıvıl
gezinilen ağaçlar yetiştirilmiştir.. İsli çadırlardan elektrikle aydınlanan binaya geçiş... Fakat,
dikkat ediniz; bu köyde müteahhit yoktur, gündelikle çalıştırılan yüzlerce işçi yoktur, devlete yüz
binlere mal olan bir masraf yoktur. Taşlarını kendileri taşıdılar, kireçlerini kendileri yaktılar,
tuğlalarını kendileri keştiler, kumlarını kendileri elediler, temelini kendileri kazdılar. Köy
Enstitüleri, en küçük öğrencisinden usta öğreticiler, öğretmenler ve müdürüne kadar Enstitü
topluluğunun malı oldu...” (s.13).
Türkiye’deki öğrenim kurumları içinde, millî vasfına en ziyade layık olan Köy Enstitüleridir.
Köy Enstitüleri halk kültür hazinesinin yaşayan kıymetler sahasıdır. Millî oyunların, Anadolu’nun
her köşesinden ses ve ritim taşıyan heyecan verici gösterileri oradadır. Memleket özlemi, tabiat
güzellikleri, sevgi ve kahramanlık türküleri oradadır...
Altı yüz kişilik bir topluluğun, müziğin ahengine hep birden ayak uydurarak oynadığı zeybeği hiç
seyrettiniz mi? Alim Kalemlerin, üzerinde çekişip durdukları “milliyet”in en doğru tarifi bence
oradadır. Tanrı dağları’nda hayali fetihlere çıkanlar, şecere defterleri ve kan tahlili raporlarıyla,
sözüm ona, ilmi hareket edenler, içinde yaşadıkları deryayı bilmeyen balıklardan hiç de farklı
değiller.” (s.19).
Hayale kapılmayalım. Demokrasinin memleketimizde gerçekleşmesi
şartı, ilköğretim seferberliliğinin nüvesi olan Köy Enstitülerinin başarısına ve gelişmesine sıkı
sıkıya bağlıdır...” (5.21).
“Köy Enstitüleri, Türk devriminin, millet temelinde başlamış olan hayırlı Rönesans
hareketidir. Türk aydınının görevi, bu hayırlı Rönesans’ın üzerine titremek olmalıdır.” (s.17)
Asılsız Eleştirilere Gerçek Yanıt
Yukarıda Köy Enstitüleri’ni özellikle Yüksek Köy Enstitüsünü konu edinip yazılan bir bakıma
da yazdırılan kitaplarda öğrenciler, öğretmenler, yöneticiler gerçek dışı, ahlak dışı olaylarla
karalanmaktadır. Köy Enstitülerinin amacı, yüzyıllarca savsaklanan 40.000 köyün insanın okur
yazar, el sanatları öğrenmiş, aydın bir yurttaş, iyi bir üretici olarak yetiştirmekti, onlara çağdaş
bir davranış kazandırmaktı. Kuruluşuna da yalnız köy çocuğu alıyor, onları köy koşullarına göre
yetiştiriyordu. Bu amacı o güne kadar köyde görevlendirilen Şehir Öğretmen Okulları
gerçekleştirememişti. Nedeni de köyün yoksulluğuna alışmamış bir çevrede yetiştirilmeleri idi.
Köy Enstitülerine köyden gelen çocuklar işe köyün yoksulluğuna alışmış çiftçi, bekçi, amele,
sığırtmaç, çırak, tutma ve çoban çocukları idi. Köylerdeki yaşam koşulları iç açıcı değildi. Örneğin
doğduğum Kalınağıl köyü ile Gaziler köyü, bir köy ağasının yok yere çıkardığı mera kavgasından
iki köy biri birinin davar sürüsünü, kuru üzüm sergilerini çalıp ortadan kaldırmakta, biri birini
bıçaklayıp dövmekte idi. Kalınağıl köyünde 60 kadar çocuk yaz ishalinden ölmüştü. Bir oğlak
sürüsü de burunlarında çıkan çıban nedeniyle kırılmıştı. Alata köyünde frengi insanları yamuk
yumuk etmişi. Frengili kadınlar ve erkekler imam nikahı ile evlendirilip frengili insan
üretmekteydi. Bu köyden bir de Nakşibendi şeyhi vardı kendisi Arabistan’da yaşadığı halde
müritleriyle öteki köylere tarikatçılık yaymaktaydı.
Kongul köyünde Cıvdırların Hamza ekmek parası kazanmak için gurbette iken, karısı,
çocuk ters geldiği için doğuramamıştı. Köylü ebeler iyi niyetle yardımcı olmaya çalışırken doğacak
bebeğin kolunu koparmışlardı. Bu bilgisiz çaba hem bebeğin, hem de ananın ölmesine neden
olmuştu. Kösenin Halil de kışın gurbette iken karısı 6 çocuk birden doğurmuştu. Doğum kanamalı
geçmişti. Zavallı Kadın kimsesizlikten, yoksulluktan 120 km. uzakta olan Konya Doğumevi’ne
ulaştırılamamış, doğurduğu 6 bebeğiyle beraber ölmüştü.
Köylerin suyu, elektriği, yolu, doktoru, ebesi, veterineri... yoktu. Kalınağıllı bir çiftçi, bir
katır yükü üzümü dört günde Konya’ya indirir, satar, alışverişini yapar, 9 günde köye dönerdi.
Köylünün aldığı pahalı, sattığı ucuzdu. Aracı, tefeci, muskacı, tarikatçı... köyleri sömürmekte idi.
Köy Enstitülerine alınan çocuklar işte benim doğup büyüdüğüm köyler gibi binlerce yaşam belası
görmüş köylerdendi.
Köy Enstitülerinde dersler hep araştırma ve incelemeye dayanırdı. Tarih kronik olaylar
olarak okutulmazdı, tarihsel olayların nedenleri araştırılırdı. Türkiye’de yenilik hareketlerinin
neden geç geldiği üzerinde durulurdu. Geri kalmışlığımızın nedenleriyle ilgili kitapların okunması
öğütlenirdi. Yurttaşlık Bilgisi bilinçli olarak okutulurdu, kavratılırdı. Kooperatif çalışmalarının
yararları üzerinde durulurdu, çiftçi mallarının değeriyle satılması için kooperatiflerin gereğine
inanılırdı. Enstitülerde kurulan kooperatifin sattıklarıyla piyasa karşılaştırılırdı... Bu bilinçle
yetiştirilen çocuklar kendi doğdukları köyün dertlerini dile getiren öyküler, şiirler, kitaplar
yazmaya ve çevirmeye başladılar. Köy Enstitülerine kadar Türkiye’de hiçbir okulda öğrencilerin
böylesine köy ve memleket sorunlarını bilinçli olarak yazdığı da görülmemişti. Asıl önemli olan
nokta bu yazıların konusunun köyün sömürülmemesi için canlandırılması idi. Topraksızlıktı. Ekmek
parası kazanmak için gurbetlerde bit atan mutsuz insanlardı. Salgın hastalıklar ve getirdikleri
yoksulluktu, felaketti. Oysa kendi çıkarını köylünün olduğu gibi kalmasında gören toprak ağaları,
derebeyi kalıntıları, (1) onların beslemeleri ve aracılar Köy Enstitülerinin yarattığı düşünceyle
köylü yapısının değiştirilmesine karşıydı. Köylü çocuklarının bu yöndeki bilinçlenmesine karşıydı.
Onun için Köy Enstitüleri’ne, öğretmenlerine, yöneticilerine, kurucularına ve öğrencilerine hep bir
ağızdan “dinsizler, donsuzlar, gomonistler, ahlaksızlar, Moskof uşakları” diye basında sloganlar
atmaya başlamışlardı.
Cağalaoğlu’nda her tür görüşün kitapları yayınlanmaktaydı, alınıp satılmaktaydı, herkes
bunları alıp okumaktaydı. Ama ne zaman ki Köy Enstitüsü öğrencileri de bu kitapları okumaya
başladı, adamlar birden kıyameti kopardılar. (*) Oysa fakültelerde okuyan varlıklı çocukları her
tür ekonomik ve siyasî doktrinleri okuyup araştırmalar yapmaktaydı.
Köy Enstitülerinde tarım derslerinde sütten tereyağı, peynir, tahıldan nişasta, bulgur,
erişte, domatesten salça, sebzelerden turşu, üzümden sirke, şarap yapımı öğretilirdi. Bu
ürünlerden şarap hariç ötekiler soframıza konurdu. Yalnız 1944 yılbaşında Hasanoğlan Yüksek Köy
Enstitüsü öğrenciler öğretmenleri ve İlköğretim Genel Müdürü Hakkı Tonguç kendi yaptığımız
şaraptan birer bardak içerek sağlıklı ve başarılı yıllar dileğiyle yeni yılımızı kutlamıştık. Sakiliği de
kara yüzlü Hüseyin Atmaca ile soğuk yüzlü Mehmet Pekgirgin yapmışlardı. Sakilik yapan güzel
kızımız yoktu. Gelişmiş ülkelerin sofralarında ise şarap, ayran, bira, meyve suyu besin maddesi
olarak tüketilmekteydi. Bunun çığırtkanlığını yapmak görmediklik değil miydi? Şimdi anımsıyorum
da çok saygın davranışlar içinde geçen gecemizde şarkılar türküler söyleyip halaylar, zeybekler
oynayıp şen bir gün geçirmiştik. Düşünelim bir kere. Köy Enstitülü öğrenciler böyle bir olgunluğa
kavuştukları sırada iktidar köyde yapması gerekli hizmetleri yapmamışsa köylerde çocuk, hayvan
kıranlarından bile habersizse, işsizliğe, topraksızlığa bir çare bulmamışsa Köy Enstitüsü öğrencileri
bunların bir memleket derdi olduğunu yazmasın mı? Cumhuriyet ile yönetilen Türkiye’de aydın
yurttaşlar gibi onlar da köylülerin Cumhuriyetin nimetlerinden yararlanmasını istemesinler mi?
Bunların köy şehir sınıflaşmasını yaratmak neresinde. Köylülerin meslek okullarında, yüksek
okullarda ve üniversitelerde fırsat eşitliğinden yararlanmasını istemek neye komünistlik olsun?
Hastane, veteriner, mühendislik hizmetlerinden yararlandırılmasını istemek, toprak reformu
istemek neye Moskof uşaklığı olsun? Köyler kalkınmadan kent ve kasabalar kalkınabilir mi?
Köylülerin de kasaba ve kentliler kadar Cumhuriyet nimetlerinden yararlanmasını yazılarıyla,
kitaplarıyla dile getiren Köy Enstitüsü öğrencileri neye Atatürkçü sayılmıyorlar da “Moskof uşağı”
olarak niteleniyorlar? Bir de Köy Enstitüsü çıkışlı köylü öğretmenlere güvensizlik kuşkusu
yayıyorlar. Örneğin babası köylü olan, Osmanlı’nın kolordu komutanlığına kadar çıkardığı bir
paşanın (Kâzım Karabekir), köy yaşamı ile meşgul, uygarlık dünyasıyla biraz daha fazla ilgisi olan
kasaba ve şehir çocukları dururken “.. köylülerimizi böyle kültür alanında az görgülü yarı
aydınların nüfuzuna hatta maddi manevi tahakkümüne bırakmağa
(1) Cevdet Kudret: Benim Oğlum Bina Okur; s. 113. Varlık Yayınları : “7 eylül 1949 tarihli
Diyarbakır Gazetesinde şöyle bir ilan çıktı: “Acele satılık köy – Diyarbakır’a bağlı ve üç saat
mesafede sulu ve susuz 10.000 dönüm tarlayı havi Paşaköyü’nün tamamı satılıktır. Tafsilat almak
isteyenler avukat Agâh Arman’a müracaat edebilirler.”
(*) “... Günün birinde İngiliz memurunun refakatinde topluluğa giderken, (Filistin İngiliz
sömürgesi iken) yolda, bir taşa oturmuş genç bir çobana rast gelmişler. Çocuk, okuduğu kitaba o
kadar dalmış ki, geçenlerin farkında bile olmamış.
İngiliz demişti ki: Bu çoban çocuğu ne okuyabilir? Onu görmek isterdim. Arabadan inen
Ussichkne kitabı almış ve İngiliz’e uzatmış. Bir de, ne görsünler? Schopenhaur’un “İRADE ve
TEMSİL BAKIMINDAN DÜNYA”. İngiliz, buna benzer adamlarla sömürge siyaseti yapmak zordur,
demekten kendini alamamış...” (Magnus Hirschfeld: CİNSİYET DÜNYASI, s. 309. Tanin Matbaası
1946.
Köy Enstitülerinde kitap okuyan köylü çocuklarını da bu gözle görenler kendilerini Mustafa
Kemal’in Türkiye’sinde olduklarını unutuyorlar gibime geliyor. B.S.
bendeniz gelecek için çok tehlikeli görüyorum” diye TBMM’inde dikilmesi Köy Enstitülerinde
okumuş köylü öğretmenleri aşağı görmek değil de nedir? Kendisi bir köylü çocuğu olarak Doğu
illerinde Kolordu Komutanlığı yaparken memlekete ihanet mi etti de Köy Enstitüsü mezunu
öğretmenler köylerde yoksunluklar içinde öğretmenlik ederlerken memlekete ihanet etsinler?
Köylülerin okutulmasından yakınan Kâzım Karabekir Paşa’nın heykelini köylüleri büyük bir
hoşgörü ile köylerine diktiler!.. Paşa ise köylü çocuklarına köyde öğretmenlik yapmayı bile çok
görüyordu. Onların hakimiyetine köyü terk edemeyiz diyordu. Şimdi köylerde büyücü, muskacı,
cinci ve üfürükçüler köylerin yanında doktorlardan bile üstün tutulmaktadır. (2) Köylüyü geri
kalmışlığa terk etmeye çalışanlar ölseler de, kalsalar da vicdan azabından kendilerini
kurtaramazlar.
Nazım’ın şiirlerini okuyan Yüksek Köy Enstitülerinin “isimlerini Bakanlığa verdik” diye
övünenlere, Köy Enstitülerini tırpanlayan Reşat Şemsettin Sirer’e, kapatan Adnan Menderes’e
rahmet okuyanlara da bir belge verelim:
“Reşat Şemsettin Sirer 1933’ yılında düzenlenen ”Seyyar Terbiye Sergisi” konferansçısı idi.
Bakanlık İzmir’deki ilköğretim uygulamaları yönünden beni de “Seyyar Terbiye, Sergisi”ne
ilköğretimci olarak görevlendirmişti. Bakanlıktan Sağlık Müfettişi Celal, Mektep Müzesi Müdürü
Hakkı Tonguç, Gazi Terbiye Enstitüsü İş Şubesi öğretmenlerinden Hayrullah Örs, basından Sadri
Ertem’le birlikte beş görevli idik. ..Projeksiyon, sinema ve bir gramofon da öğretim aracı olarak
vagonda yerini almıştı. Plaklar arasında Nazım Hikmet’in Salkım Söğüt, Hazar şiirleri de vardı. Bu
plaklarla bu beş kişi,’ Nazım Hikmet’in sesinden dinliyor, şiir ihtiyaçlarını da gideriyorlardı.” (3)
1945 yılında Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu çıktı. toprak ağaları, “önlem almazsak
topraklarımız elden gidecek” düşüncesiyle Demokrat Parti’yi kurdular. İktidarı 14 Mayıs’ 1950’ de
eline alan Adnan Menderes’e topraksız köylüler oy verdiler. Bu kanunu çıkaran CHP hükümeti
“seçimi kaybederiz” diye Kanunu yürürlüğe koymamıştı. DP ise “topraklarımızı kurtardık” diye
ortadan kaldırmıştı. Her iki parti de köylüyü aldatmıştı. Ama yüzyıllarca köylünün okumasını,
toprak edinmesini savsaklayanlara karşı CHP Köy Enstitülerini ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu
çıkarmıştı. Köylü bilinçli olmadığı için bu iki köylü anıtını yıkandan hesap sormadı, hakkını
istemedi. Bunda hayret edecek bir şey yoktu. Okutulmayan köylü Cumhuriyetin kendisine tanıdığı
hakkı bilemezdi. Zavallı köylünün öteden beri alışık olduğu bir deyim vardı. “Şeriatın kestiği
parmak acımaz” yani onlar verirler, onlar alırlar. Kendisi istemedi ki? Hakkını arasın. Bu gibi
sorunları bilenlerle tartışan köylüler şöyle demektedirler: “Biz yeri eşek, bokundan, göğü de
yıldızlardan fark ederiz” diyen köylüyü bu durumda bırakanlar utansınlar. Utansınlar da onları
Cumhuriyet, yurttaşı yapmaya çalışan Köy Enstitülülere “Moskof uşakları” demesinler, onları da
bulundukları sıkıntılı, yaşamdan kurtarmaya çalışsınlar, yararını, zararını bilmeyen köylü
okutulmalıdır. Köylüsü okutulmayan memleketler demokrasiye kavuşamaz, tutucuların
zorbalığından kurtulamaz, çağdaş uluslar yanında hak ettiği yerini alamaz.
“Askerlik derslerini muvazzaf Türk subaylarına değil, terhis edilmiş solcu ihtiyat zabitlerine
okuttular” denilmektedir. Bir defa Türkiye genelinde solcu ihtiyat zabiti olamaz. Yüksek Köy
Enstitüsü’nün askerlik dersi öğretmenleri ise General Nuri Teoman’la Sıtkı Ulay’dı, hem de
kurmaydılar.
(2) “Cinli, şeytanlı çıngıldaklar daha da artar”. Son 24, saat içinde 4 benzer olayla yakınlarını
öldürenlerin durumunu inceleyen Prof. Dr. Özcan Köknel, “Toplumda geçerli olan mistik
düşünceler yüzünden,. bu tür olayların günden güne artması kaçınılmazdır... Maalesef son
günlerdeki bu olayların ardında 1980 yılından bu yana Toplumumuzda egemen ve etken olan
mistik düşünceler yatıyor...” Günaydın Gazetesi: s.1-9. 27 Ekim 1988.
(3) Ferit Oğuz Bayır: Köyün Gücü; 5. 280. Ulusal Basımevi Ankara-1971.
Bir de Köy Enstitülerinde tarımı köylülere, binaları da uzman ustalara yaptırttıkları ileri sürülüyor.
Yeri geldikçe bu çalışmaların nasıl yapıldığına değindik. Akasya ormanlığından, inşaat
çalışmalarından ötürü şehitler de verdik. Mehmet Ünver, Abdülkadir Çatlı, Abdurrahman Alanya,
Hüseyin Çiğdem tarım, inşaat ve hayvan yetiştirme yolunda ölen arkadaşlarımızdı. (Çifteler Köy
Enstitüsünde, ötekilerde de nice kardeşlerimi bu yolda şehit oldular.) Soğukta, sıcakta inşaat,
tarım, tuğla harmanlarında çalışırken ellerimiz kireçten çimentodan çamurdan takla takla çatlar
büzülürdü. Revire koşardık. Sağlık memuru Mustafa Kara ellerimizin içine dışına gliserin damlatır
iyice ovuşturturdu. Yirmi Köy Enstitüsündeki arkadaşlarımız da bizim gibiydi. 1000’e yakın bina,
kilometrelerce yol, yüz binlerce meyveli, meyvesiz ağaç, sürülerle hayvan, yüz binlerce ton çeşitli
ürünler hep bu ellerle meydana gelmişti.
“Tarım köylülere yaptırılmıştı” diyen bay yazar “Bağı öğrencilere bellettiler, sebze
bahçesinde talebeleri çalıştırdılar ve mahsullerini Tonguç Baba ile yaranına hediye edip dağıttılar”
demektedir. Bunda bir gerçek payı var ama onun anlattığı gibi değil. 1947 yılında Arifiye Köy
Enstitüsünde öğretmendim. Arkadaşım Turan Aydoğan ile Yedek Subay Okulu’na çağrıldık. Bu
haberi duyan Tarım öğretmeni Mustafa Eyüboğlu yanımıza geldi. Size bir sepet erik ile bir kucak
gül vereyim Tonguç’a götürün. Selamımı söyleyin. Benim için de elini bir öpün dedi. 12 Mayıs
1947 günü Tonguç’un üyesi olduğu Talim Terbiye Kurulu’nun çalıştığı Yüzbaşıoğlu Apartmanına
gittik. Odasında yalnız çalışıyordu. Bizim geldiğimizi görünce kucaklayıp bağrına bastı öptü.
Getirdiğimiz bir kucak gülü defalarca kokladı, kokladı. “Bu güllerin kokusu bizim karaoğlanların
kokusu Eyüboğlu’nun kokusu” dedi. Dolapların arasından tozlar içinde kocaman bir Çin vazosu
getirdi. Zile bastı. İçeri giren odacı hanıma; “Şu vazoyu iyice su, temizle. İçine de biraz su koy
getir” dedi. Biraz hoşbeş ettik. Kadının getirdiği vazoya bir tutam gül koydu. Gül goncalarını eliyle
okşadı. Ne de güzel şeyler bunlar, allı pembeli, kokulu kokusuz, renk renk. Biraz biraz da
arkadaşlara dağıtayım” dedi. Güllerle erik sepetini alıp arkadaşlarının odalarına gitti biraz sonra
geldi. Arkadaşlarının da çok hoşuna gittiğini anlattı. Oturduk. Mustafa Eyüboğlu’nun selamını
söyledik. Tonguç Arifiye’den gelen enstitü ürünlerinden çok duygulandı. Tavana doğru epey bir
baktıktan sonra: “Arifiye’de köylüler hep mısır, patates ekiyorlar. Güzel. Ama Enstitü olarak bizim
onlara bazı yenilikler getirmemiz gerekli. Eyüboğlu’nun öğrencileriyle ektiği sebze bahçesini
gezdim, beğendim. Mustafa, İstanbul buraya yakın. Sen bahçende çok güzel gül ve çiçekler
yetiştirebilirsin. Hem çevrenizde örnek bir çalışma olur, hem de okula ve köylülere yeni bir kazanç
kapısı açabilirsin dedim. İşte bu allı pembeli goncalar 0 günkü düşüncemizin ürünü” dedi. Tonguç,
Köy Enstitülerinden gelen gülleri böyle koklar, meyvelerin de böylesini “yaranları” ile tadardı.
Köy Enstitülerini eleştirenler enstitü yanlılarını kasıtlı olarak kendi ringlerine çekip
dövüşmek istiyorlar. Köy Enstitüleriyle İmam Hatip Okullarını karşılaştırıyorlar: “Köy Enstitülerine
% 100 köylü çocuğu alınmaktadır. Oysa İmam Hatip Okuluna % 95 köylü, % 5’te şehirli çocuğu
alınmaktaydı. Köylüler Köy Enstitülerinden çok İ. H. Okullarını sevmektedir. Köyde yalnız köy
çocuğunun öğretmenlik yapması milli bütünlüğümüzü parçalayacak ve sınıf mücadelesine yol
açacak psikolojik, sosyal ve kültürel faktörlerin kaynağı olma kabiliyetindedir.” denilmektedir.
Köylünün Köy Enstitülerini beğenmeyip İmam Hatip Okulunu beğenmesi çağdaş bir ölçü
olamaz. Okumuşlar öğrenimleri için işleri ve gezmeleri için Avrupa’ya, Amerika’ya giderler, oraları
beğenirler. Köylüler ise hacca giderler, Arabistan’ı beğenirler. Köylünün oldum olası yönü öte
dünyaya çevrilmiştir. Üzerine bastığı, sürüsünü otlattığı, ekip biçtiği dünya onun dünyası
edilmemiştir. Ona “yalancı dünya” denmiştir. Eğer köylüye laik eğitimle öğrenim yaptırılırsa onun
değer yargıları daha realist olacaktır. Onun saflığından yararlanılarak Köy Enstitülerini kötülemek
ve kapatma bahanesi yaratmak memleket yararına değil, kendi çıkarlarınadır.
Yüz yıllardır hurafe görüşler içinde bırakılan köylü açılalı 5-6 yıl olan Köy Enstitülerinin ne olup ne
olmayacağını kavrayacak durumda değildir. Köylüyü boşuna bu işte olumsuz değerlendirmeye
kalkmayalım. Sayın eleştiriciler bu konuda yanılıyorlar. Biz kendi gözümüzle gördük. Köy
Enstitülerinde okuyan çocuklarını görmeye gelen ana ve babaları. Zavallılar Köy Enstitülerinin
kötülendiğini duyunca geldiler. Enstitüler onları konuk etti. Günlerce yatıp çocuklarının
dersliklerini, işliklerini, tarlada çalışırken, bina yaparken, dikiş dikerken, arı, kümes ve hayvan
sürüleriyle uğraşırken gördüler. Enstitü müdürlerine “Allah sizden razı olsun, çocuklarımızı tam
bizim istediğimiz gibi yetiştiriyorsunuz” dediler, enstitülerden sevine sevine ayrıldılar.
Bizim köylü aslında tutucu da değildir. Bir zamanlar bit köylerde çoktu. “DDT” diye bir ilaç
çıktı. Bu ilaç anında bitlerin kökünü kazıyordu. Ona sahip çıktı. Köylü kendisine yarayan her şeye
sahip çıkar. Eğer Köy Enstitüleri köylerde planladığı tarım, kooperatifçilik, yetişkinlerin sanat
kursları gibi işleri gerçekleştirseydi köylüler ona öyle bir sahip çıkarlardı ki ellerinden kolay kolay
kimse alamazdı. Yıkıcılar, köylünün uyanmasından ve bu kurumlara sahip çıkacaklarından
korktular.
Şimdi bizim köy gerçeği üzerine biraz düşünelim: Köylere kooperatif gerekli mi değil mi?
Köylü kadınlara dikiş, erkeklere marangoz, yapı ve demircilik zanaatları gerekli mi değil mi? Köylü
kaldırdığı ürünleri hep ham madde olarak ucuz ucuz satmıyor mu? Bu tür satıştan köylü zararda
değil mi? Köylünün işi mevsim işidir. Onun çok boş zamanı vardır. Köylü boş zamanlarını kendi
ürünlerini değerlendiren ve daha çok para kazandıran peynircilik, turşuculuk, sirkecilik,
meyvelerin soğuk hava depolarında korunması, pamuklu, yünlü dokumalar, örgü işleri, kümes ve
süt hayvancılığıyla doldurması olası değil mi? Böyle bir çalışmayla köylü daha mutlu bir yaşama
kavuşmaz mı? Bu saydığımız tarım sanatları Köy Enstitülerinde öğretiliyordu. Bu sanatların
köylüye ulaştırılmaması köy ve memleket için büyük bir kayıp değil mi? Bir şeyi yıkmak çok
kolaydır. Ama onun yerine ondan daha iyisini koymak çok zordur. Köy Enstitülerinin memlekete
sağlayacağı kazancı durduranlar, yukarıda saydıklarımızı köylüye kazandıramadılar. Köy gene geri
kalmışlığın içinde yuvarlanmaktadır.
Köy Enstitüleriyle İmam Hatip Okulunu karşılaştıranlar şu iki gerçeği bilmemezlikten
geliyorlar:
1- Köy Enstitülü öğretmenler köyün kalkındırılması için yetiştirildikleri bilinçle köye sahip
çıktılar. Kol ve kalemleriyle köylünün yanında onu geri kalmışlıktan kurtarmak için yerlerini
aldılar. Ne öğrenciliklerinde, ne de meslek yaşamlarında alnının teri olmayan kurulu sofralara
oturmadılar. Okullarını yaptılar, hayvan yetiştirdiler. Binlerce dönüm toprağı ekip ürün kaldırdılar.
Bağ, bahçe ürünleri yetiştirdiler. Ve bu ürünlerle beslenmeye çalıştılar. Okullarını temizlediler.
Sofralarını kurup kaldırdılar. Giysilerini diktiler. Devlete yük olmadan yaşam savaşını kazanmak
için doğa ile savaşa alıştırıldılar.(4) Köylülerle konuşmaya, köylerde araştırmalar yapmaya
yönlendirildiler. Enstitüler köyden hiçbir zaman kopmadı,
(4)
“Kooperatifimiz halka, köylüye ve memura çevrede bulunmayan besin maddelerini
motorumuzla getirip en ucuz fiyatlarla satıyordu... Hamsinin bolluğu bizi kendiliğinden
tuzlamacılığa yöneltti. Tuzlama için kap gerekliydi. Gaz tenekesi tüm ortadan kalkmıştı. Karaborsa
bile bulunmuyordu. Tuzlamayı fıçılarda yapmak gerekiyordu. Bu iş için fıçı tenekeden daha iyi idi.
Bu zorunluk bizi bir fıçıcılık işliği kurmağa yöneltti. Bu işten anlayan bir ustayı usta öğretici olarak
aldık. İşe giriştik. Bir yandan da diğer Enstitü idareleriyle haberleşerek, döner sermayemizin
kendilerine tuzlu balık gönderebileceğini, fiyatlarını, sipariş beklediğimizi bildirdik. 5 Köy
Enstitüsüne 3.800 kilo tuzlu balık gönderdik... Kısa bir süre sonra temizleme, tuzlama, fıçılara istif
işleri… yapılmaya başlandı.”
“Balık üretimi 250 ton hamsi, 45 ton çeşitli balık olmak üzere 295 tona yükselmişti...”
“Balık ağları Ticaret Bakanlığından sağlanan ipliklerle Enstitümüzde yapılmaya başlandı.
Enstitü işliklerinde 10 tonluk bir avcı motoru inşa edilmişti. 1945 yılında balık
işletmesi, 2 balıkçı motoru, 1 taşıt motoru, 18 kayık ığrıpı, 1 palamut gırgırı (sürü balıklarını
eğitimini de köy koşullarına göre sürdürdü. Köy eğitimi hiçbir zaman şehir eğitimiyle bir değildir.
Bu gerçeği bizim yaşamdan kopuk eğitimcilerimiz kabul etmezler. Bu problemin kavranması için
çok açık bir örnek verelim; ordu, kara, deniz, hava eğitimi okullarıyla askerlerini eğitmiyor mu?
Neden köy eğitimi için ayrı okullar olmasın? Şehirlinin geçimi zanaat ve ticaret üzerinedir.
Köylülerinki ise tarım üzerinedir. Köy eğitimi tarımdan koparıldığı gün denizden çıkan balık gibi
öldü. Bu eğitimi ancak Köy Enstitüleri yaşatabilir.
2- İmam Hatip Okulları konusu gereği yaşamdan kopuktur. Tüketicidir. Yani hazır yiyicidir.
Bu okulların amacı aydın imam, hatip, köy hocası, halk vaizi yetiştirmekti. Meslek liselerine
çevrilerek amacı dışında meslekler için eleman yetiştiren birer okul durumuna geldiler. Harp
Okullarına kadar bütün okullara sıçramaya kalktılar. İslami alanda görev yapanların sayıları % 3’ü
bulduğu ilgililerce bildirilmektedir. % 951 köy çocuğu olan bu okulun öğrencileri okulu bitirince
köy alanında imamlık yapmayı bile düşünmemektedir. (1. H. Okullarında 3 yıl öğretmenliğim
vardır.) İmam Hatip Okulları bütün meslek liseleri gibi kendi amaçları dışında başka mesleklere
eleman yetiştiren birer hazırlık okulu durumuna gelmişlerdir. Öğrenciler için buralar birer atlama
tahtası olmuştur.(5) Eğer meslek liseleri atlama tahtası olmaktan kurtarılmazlarsa meslekler gün
geçtikçe yozlaşacaktır. Bu da
memleketin zararına işleyen bir durumdur. Hani İmam Hatip Okulları hurafeci imamın yerine
aydın imamı geçirecekti? Açılış amacı da bu değil miydi? Öğrencilerinin % 95’i köylü olan,
avlamakta kullanılan ağlar), 3 manyat, 3 barabat, 3 molozma ve 30 kalkan, ağı ile Kara denizin
en güçlü ve örgütlü bir balıkçılık kuruluşu haline gelmişti. Bütün bu varlıklar elde edilen deniz
ürünleri ile sağlanmıştı. 1945 yılında 500 ton hamsi, 60.000 çift palamut, 45 ton diğer balık
ürünleri ile rekor bir düzeye ulaşmıştı...”
“..Klasik ders kitaplarının pek çok konuları türlü işler içinde, ezberlenerek değil, sonuç
alınmak amacıyla uygulanarak öğreniliyordu. Enstitülerde yurt sevgisi,, millet sevgisi, insanlık
sevgisi ve bütün toplumsal değerler, nutuklarla, havada kalan sözlerle değil; iş başararak, yurdun
bütün varlıklarını, güzelliklerini görerek, bunları değerlendirerek eserler yaratarak ve topluma
sürekli yararlar sağlayarak veriliyordu...” (Hürrem Arman: Piramidin Tabanı, Köy Enstitüleri ve
Tonguç; s.407-409).
(5) “Ankara SBF öğretim üyelerinden Prof. Dr. Cemal Mıhçıoğlu’nun yaptığı bir araştırmada, geçen
yıl SBF kamu yönetimi bölümüne kayıt yaptıran öğrencilerin % 40’ının İmam hatip liseli kökenli
olduğunun saptandığını duyurdu.
Gencay, istatistiklere dayanarak, 1970 yılında 40 tane imam hatip lisesi varken bu okul
sayısının bugün 384’e ulaştığını yazıyor.
1983 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı’nda çalışanların yarısının ilkokul mezunu olduğunu
ortaya koymuştu.
Oysa her yıl imam-hatip lisesini binlerce genç bitiriyor. 1988 verilerine göre imam-hatip
lisesi mezunlarının sayısı 290.000’i buldu. Bunların bir kısmı İslam enstitülerine ve ilahiyat
fakültelerine gidiyor. Geriye kalan büyük kısım çeşitli üniversitelere girip yarının “İslamcı
bürokratları” olmaya hazırlanıyor.
Din hizmetleri ilkokul mezunlarına bırakılırken, din eğitimi görenler de kaymakam, vali,
emniyet müdürü, televizyon programcısı, öğretim üyesi, yargıç, savcı, daire başkanı, genel müdür
ve müsteşar oluyorlar.
Ve olacaklar...
Bir ucu Suudi sermayesine bağlı İslamcı finans kurumları... Al Baraka’lar, Faisal Finans
kurumları... Bu finans kurumlarından aldıkları kredilerle gelişen gazete, dergi ve yayınevleri,
dinsel amaçlı vakıflar...
…Ve İslamcı kadroların 2000 yılına doğru devlet bürokrasisini ele geçirme amacıyla
örgütlenmeleri...” Uğur Mumcu, II Ocak 1989 Cumhuriyet Gazetesi’ndeki “Din ve Felsefe” başlıklı
yazısından.
sayıları 100. 000’leri bulan imam hatiplilerden 40 000 köyde kaç tanesi imamlık yapmaktadır?
Köyde imamı bile olmayan bir okulu savunanlar köylünün İmam Hatip Okulunun Köy
Enstitülerinden daha çok sevdiklerini nereden biliyor ki? İmam Hatip Okulları dini konular gereği
olarak öte dünyaya dönük İslami bilgilerle öğrencilerini eğitmektedir. Bu okullar halkın İslami
duygularından kopan bağışlarla ve kurbanlarla yaşamaktadır. (6) Köy Enstitülerinin eğitimi ise
doğa ile yaşam kavgasıdır. Bu iki okul nasıl olur da biri birine benzetilir. Birinin elinden iş araçları,
üretim arazileri ve işlikler yasalarla alınır, benimsediği işler yaptırılmaz. Öbürü üstlenmesi
gereken dini hizmeti gereğince üstlenmez, selameti başka mesleklerde arar.
Kıta çavuşlarından yapılan eğitmenler mesleklerini benimsedi. 60-150 nüfuslu köylerde
okuttukları çocukları yetiştirdiler. Tekrar da olsa bir daha söyleyelim; yüzyıllarca okumasız
bırakılan bu köylerden üniversitede kürsü hocaları, iktisatçı, veteriner, subay, mühendis ve
öğretmenler yetiştirildi. Bu eğitmenlerin utkusudur. Böyle kıta çavuşları nasıl küçümsenir? bilgisiz
diye. Bu eğitmenlerin eli öpülmeli. Şimdiye kadar küçük köylerden çıkmış bilim adamları görülmüş
müdür?
Trakya Genel Valisi General Kazım Dirik 1937’de eğitmenlerle bir toplantı yapar.
Eğitmenler 3 aylık kursiyerdir. Köylerine izinli gittikleri zaman köylülerle yaptıkları konuşmaları
Paşaya anlatır:
Abdullah Baş, Meşeliler köyü kursu duymuşlar. Bana sordular, “bizim aşılanacak çok
ağacımız var.., kaça aşılayacaksın” dediler. “Ben devletten yiyorum. Parasız aşılayacağım” dedim.
Onlar da “eh öyleyse biz de sana çil avlarız” dediler.
(6) Muallim Cevdet: Mektep ve Medrese, s. 48-49. Çınar Yayınları, -378 İstanbul: “Şu cetveli
Nazım merhum zamanında, Fatih vakfiyesinden çıkardım ki, kısaca birkaç kelimeyle aşağıya
alıyorum:
I
1. Bit pazarı, Fatih vakıflarınındır.
2. Fatih medreseleri etrafında tadil edilmiş durumdaki 286 dükkan
3. Mahmutpaşa’da 265 dükkan
4. Saraçlar çarşısında 110 dükkan
5. Unkapanı çarşısı
6. Sur haricinde Yedikule dibağhane havzası
7. Ayasofya çarşısında dükkanlar
8. Balık pazarı
9. Balıkçılar çarşısı
10. Dikilitaş çarşısında dükkanlar.
11. Odunkapısı pazarında dükkanlar.
II
Mahmutpaşa hamamı kurbunda Dadı Hatun mescidi mahallesindeki kervansaray civarında
Bodrum kervansarayı, Odunkapısı’nda eski han, Tahtakale’de Yemişkapanı Hanı.
III
Tahtakale hamamı, Yahudi hamamı, Sinanpaşa Hamamı, Alaca hamam, Sırt hamamı, Kazasker
Hamamı, Araplar Hamamı, Çavuşbaşı Hamamı, Kale hamamı, Galata’da Üçhamam.”
Not: Medreseler böyle akarlara sahip oldukları halde tüketici ve yaşamdan kopuk eğitimle
Osmanlı’yı borca soktu. Osmanlının borcunu Cumhuriyet hükümeti ödedi. Bu tip eğitime
özenenlere bunlar değerine paha biçilmez bir örnek.
Eğer Köy Enstitülerinin eline böyle kaynaklar geçseydi üretici eğitimle Türkiye’yi dünyaya
borç para veren bir ülke haline getirirdi.
Mustafa Vatan; köyde faizciliğe değinir: “Faizle borç para verdiği köy delikanlısına bu faizci
“ya parayı, ya karıyı” diye haber gönderdiğini anlatır.
Mustafa Umarca, köy kahvesinde köylülerle konuşurken 55 yaşındaki ağa bana, “Köylü
çocuklara okumak lazım değil. Okuyacak çocuklar şehirlerde olur” dedi. Ben de ona “yalınayak,
başı kabak çocuklar çok cevherlidirler dedim” der. İşte kıta çavuşlarından oluşan, bilgisiz diye
küçümsenen eğitmenler. Memleketin dertlerini Kazım Dirik gibi saygınlığı olan bir paşaya
çekinmeden böyle anlatabiliyorlar. Yapılan iyi işleri boşuna kötülemeyelim. Anlatılanların hangisi
yalan, bilgisiz adamlar bu gerçekleri cesaretle anlatabilirler mi? (7)
Köy Enstitülerine kasıtlı olarak Kızılbaş köylerinden çok öğrenci alındığı söyleniyor. Bu tam
bir bölücülüktür. Rum ve Ermeni köylü çocuklarını bile okuttular. Ortadoğu Teknik Üniversitesinde
bunlardan birisi emekli oluncaya kadar kürsü hocalığı yaptı. Onu YÖK bile atmadı. Bu kişiyi
gözünüz neden görmedi ki?
Köy Enstitülerinin şehir ve köy ayırımı yaptığı ileri sürülüyor.. Onlar böyle bir bölücü
anlayışa sahip değillerdi. Şu herkesçe bilinmesi gereken bir gerçektir; köy, dünya genelinde bütün
ülkelerde şehirlere bakış savsaklanmıştır. Uygarlığın bütün kuruluşları şehirlere kurulmuştur.
Yüksek okullar, hastaneler, fabrikalar, posta, liman ve havaalanları... Köylere bunların bir tanesi
bile sektirilmemiştir.
Yüksek Köy Enstitüsünde kitap tanıtmak kınanmaktadır. Devletçe sakıncalı görülmeyen,
her yerde herkesin okuduğu kalbur üstü kitapları Yüksek Köy Enstitüler tanıttılar. Bunların
özetlerini de verdik. Yüksek bir okulda kitap tanıtmak bir üstünlük göstergesidir. Kitabı yırtmak ve
yakmak kınanabilir ancak. Köy Endüstrilerini ve mezun ettiği öğretmenleri küçük görmeyelim.
Türkiye’de demokrasinin işlemesine onların büyük katkıları olmuştur. Köy Enstitülü öykücüler,
ozanlar ve romancılar köy gerçeklerini, güle, bülbüle, kanaryaya şiir yazan şehirli ozanlara, hem
de iktidarlara gösterdiler. Bu etkinin en büyük göstergesi devlet yönetiminde Köy İşleri Bakanlığı
gibi bir Bakanlığın kurulmasıdır. Diğer bir yönüyle de “demokrasi” denen yönetimin yalnız
şehirliler yararına değil köylülerin de yararlanmasına, yurdun bir bütün olarak ele alınmasına
büyük katkıları olmuştur. Demek oluyor ki, Köy Enstitülüler, köy-şehir-ayırımından yana değil
aralarındaki uçurumun kaldırılmasından yana olduklarını göstermeye çalışmışlardır. Bu çabadan
sonradır ki, köylerin sağlık, yol, su, elektrik gibi gereksinmeleri gündeme gelmiştir. Ama köylü
hala eğitimde fırsat eşitliğinden gereğince yararlandırılamamıştır “Köylü eğitilmedikçe memleket
varlıklı ve mutlu olamaz”. “Köylüsü gülmeyen memleketin şehirlisi de gülemez”.
Hani ölecek olanlara, öldürülecek olanlara “bir diyeceğin var mı?” diye sorarlar. Ben de
Köy Enstitüleri hakkında bildiklerimi söylemek isterim:
Onlar, (Köy Enstitüsü karşıtı olanlar hariç) ömrünce alın terlerinin ürünü dışında bir külah
kapmaya uğraşmadılar. Hep insanlarımızın iyiliğini istediler. Bunun için şuraya buraya sürüldüler.
Kendi kültür düzeylerinin altındaki işlerde çalıştırıldılar. Hak etmedikleri suçlamalarla
mahkemelere verildiler. Ama aklandılar. Tarih boyunca insanları bir sülük gibi emen çıkarcıların
yanına ise asla yanaşmadılar, onların karşısında yer aldılar. Bunların hepsinin elinde bir de
sanatları vardı. Durmadan okurlardı, kendilerini yetiştirmeğe çalışırlardı. Onlara emredenlerin ise
ellerinde hiçbir sanatları yoktu. Köylüye kalkınmada yeni bir davranış kazandıracak eğitim
ilkelerinden bile habersizdiler. Atalarımız “Kol kırılır, yen içinde kalır” demişler. Evet Köy
Enstitüleri yıkıldı. Ama onun köycülük konuları el atılmadık dimdik ayakta duruyor. Jurnalcinin
ağzına bakan yönetimler hep yıkılmıştır. Çünkü “jurnalci ile sahtekar daima sıkı bir dostturlar”
Bunlar hiçbir zaman insanlığın yanında yer almamışlardır. “Eğitim pastasının iyi pişip pişmediği
yiyince belli olur” demiş bilge İspinoza. Köy Enstitüleri yıkılalı çok oldu. Onun yaptıkları ise hem
bizim, hem de dünyanın gözü önünde bütün canlılığı ile duruyor. Köy Enstitülerini kuranlar bütün
varlığıyla ilerlemeye, büyümeye, sürekli ve arası kesilmeyen, bir evrime inanırlardı. “bilimin aşıkı”
idiler. Fakat yaşamın sırrının yaşamakta bulunacağı hakikatine karşı da gözlerini kapamamışlardı.
(7)
Ferit Oğuz Bayır: KÖYÜN GÜCÜ; S. 151-158.
Ve “ilim için ilim”, “sanat için sanat” veya yemek için yemek kadar tehlikeli olacağını bilenlerdi.”
Günümüzde yapılan değerli bir atılıma da değinmekte yarar görmekteyim:
Son yıllarda İstanbul Belediyesi Haliç’in kokusunu, pisliğini İstanbul’a yakıştıramadı. Burayı
kirletenlerin gözyaşına bakmadan Haliç’i ,“Altın boynuzu” kirletip “Kokar boynuz” yapanların
barınaklarını, dükkanlarını, fabrikalarını yıktı. Bedellerini ödedi. Koku kaynaklarını kuruttu.
Buraları halkın dinlenmesi için yeşillikli, çiçekli parklarla, çocuk bahçeleriyle süsledi. Banklar
koydu, İstanbul’a yakışır sevimli bir seyrangâh, bir gezinti yeri yaptı.
Ya toplumu kokutan kaynaklar? Asıl üzerinde durulması gereken önemli konu bu.
Topraksızlık, işsizlik, yaşamdan kopuk tüketici eğitimle yetişen işsizler ordusu! Bu ordu öyle bir
ordu ki, güzel yemesini, süslü püslü giyinmesini, cafcaflı şatafatlı gezmesini, bunalımsız
yaşamasını isteyenlerin ordusu. Bu güzel yaşamı sürdürebilmek için bu görkemli kitle çıktığı
kabuğu beğenmeyen, babasının, anasının yanında onların zahmetli yaşam savaşlarına da uyum
sağlayamayan demir bir kitle olma niteliğindedirler. Pekiyi bunlar bu güzel yaşamı nasıl
sürdürecekler? Gazetelere bakınca bunların büyük bir kısmının hangi dallarda boy verdikleri
görülmektedir. Kumar oynamak için para vermeyen babasını, anasını. döven oğullar, toplumda
mayası olan batakhanelere düşen kadınlar, tele kızlar, otostopçular, gece, gündüz, işyerlerini,
evleri basıp soygun yapanlar, hırsızlık şebekeleri, eşcinseller... “Şeyhim, bana rüyamda en
sevdiğini kurban et dedi” diye evlatlarını kesenler, hurafeciler... Bunlar da Türk toplumunun
yaşamını kokutanlardır. Bunların sayısı milyonları bulmaktadır. Her yıl eksileceği yerde
artmaktadır. Bu gidişi gören bilim, siyasa adamları bunları toplumun olumsuz bir patlaması olarak
nitelemektedir. Bu olumsuz patlama, sosyal ve ekonomik bir patlamanın ürünüdür. Bir başka
yönüyle de bunlar yaşamdan kopuk eğitimin kader kurbanlarıdır. Bunların içinde mum yakıp
arasanız bir tane Köy Enstitülüye rastlayamazsınız. Bu olumsuz patlamanın bir düzene konması
devlet işidir. İşsizler için toprak reformu, çocuklar ve gençler için üretici iş okullarıdır.
Tüketici eğitimle bunların yarınlarını sağlayacak bir mesleğe kavuşturulmaları olası
görülmemiştir. Devlet, bu kötü gidişi iş ve meslek okulları ile önleyebilir. Aksi halde işsizler
kitlesini oluşturan kendi çocuklarımızı kendi elimizle bile bile karşımızda soysuzlaşmış demir bir
yığın gibi görürüz. Bu da toplum düzenini bozan, kendileriyle savaşılması gereken büyük bir güç
olur. Toplumun dirlik ve düzenliğini bozar. Batı, bu bozguncularla savaşmayı engizisyonla (işkence
ile) baş edememiştir. İş ve meslek okullarıyla baş edebilmiştir. “İşin etkinlik kökeninde mutlu bir
yaşam sürdürmek içgüdüsü vardır. Eğitim ve öğretim demek bir insanın yeni davranışlar
kazanması demektir. Varlığın devamı ancak sürekli yeniliklerle sağlanabileceği için yaşam
kendiliğinden bir yenilik sürecidir. Bu süreç de işin, içinde vardır. Beslenme ve soyun çoğalması
yaşam için ne ise, iş de toplumun yaşaması için odur.” Türk eğitimi de bu ilkeleri yadsıyamaz. İş
eğitimiyle, kader kurbanları kazanılır.
Köy Enstitüleri davası, iş eğitimi davasıdır. “Güneş, evren için ne ise öğretmen de okul için
odur.” Öğretmen toplumun değerlerine göre yetiştirilmelidir. İş yapmadan, bir değer yaratmadan
insanın bir karakter kazanması olanaksızdır. Köy Enstitüleri öğretmenlerini bu amaçla
yetiştirmiştir. Burada yetişen öğretmenler hiçbir zaman şu veya bu kuruluşun görüşüne göre
hizmet etmeye yanaşmamıştır. Devletçe hedefi çizilen ilk milli eğitimin, yönetmelik ve
programlarının adamı olmuşlardır. Eğer bu yönetmelik ve programlarda toplumun milli eğitim
isteklerini gerçekleştirmede yetersizlik görmüşlerse mesleki gücünü kullanarak çağdaş eğitim
ilkelerini içeren yazılar yazıp devleti uyarmaya
çalışmışlardır. Çağdaş eğitbilim, tüm insanların özgür ve mutlu yaşamının hedeflerini çizmiştir.
Öğretmen, her şeyden önce bir bilim adamıdır. Yurttaşlarının yarınlarını mutlu yaşamaları için
onları bir meslek sahibi yapan kişidir. Öğretmen, okuyan, okutan ve yazan bir kişidir, mesleğinde
okumaları ve araştırmaları ile kendisini yenileyen kişidir. Uyguladığı eğitimle topluma özgür eğitim
ilkelerini ileten ve onlara benimsetmeye çalışan kişidir. İçinde yaşadığı toplumun insanlarına,
kalkınma, insan olma ve insanca yaşama kaldıraçlarını veren de o dur. Bu ilkeleri benimsemeyen
bir kısım kuruluşlar öğretmenlerin kendi düşüncelerinin adamı olmasından yana olagelmişlerdir.
“Dadı” görüşlü öğretmen yetiştirenler ise hiçbir zaman toplumlarına karakterli nesiller
yetiştirememişlerdir. Demek oluyor ki, öğretmen, topluma karakterli (sorumluluk taşıyan, elinden
iş gelen) insan yetiştirme mesleğidir. Karakter de durup dururken olduğun yerde kazanılıverecek
bir nitelik değildir. Karakter, iş eğitimi içinde iş yaparak, zihinsel ve bedensel etkinliğin yarattığı
bir olgudur. Bu olgu insanı yaşamda güçlü olmaya yönlendirir.
Köy. Enstitüleri milli niteliği icabı hiçbir kuruluşun yanında yer almamıştır. Onlara “tu..
kaka... tu.kaka...” denmesinin nedeni de bu niteliğindendir. Köy Enstitülerini 1946’dan sonra
kuranların elinden alan iktidarlar, onu kendi düzeninden saptırınca kuşa çevirdiklerini gördüler.
Eski düzeniyle de kendilerine eğmeye güçleri yetmeyince de kapattılar. Tarih her dönemde halkın
çıkarına olmayan iktidarlara hizmet yerine, memleketine, insanlığa hizmet ettiği için asılan, kazık
üzerinde yakılan, ipe çekilen, boğazlanan nice kader kurbanlarından yana olduğunu göstermiştir.
Halkı dışlayan çıkarcıların lanetleyip öldürdüğü bilim adamları veya öldürmeye güçleri yetmeyen
kahramanlar insanlığın veya kendi insanlarının benliğinde karakter örneği olarak yaşaya
gelmişlerdir. Köy Enstitülerini kuranlar da bütün uygulamalarında halka hizmeti önde
tuttuklarından kadre uğrayan kader kurbanlarıdır.
Köy Enstitüleri II. Dünya Savaşı gibi yıkıcı, insanlığı ezici, yakıcı, öldürücü, açlıkla ve atom
bombaları radyasyonlarıyla süründürücü bir savaştı. Bu savaş Türkiye’yi de etkiledi. Türkiye
güvenliğini sağlamak bakımından seferi ordularını hazır tuttu. İş görecek gençler askere
gittiklerinden yaratacakları değer azaldı. Kentlerde ekmek karneyle verildi. Yoksullar ve ortadirek
çay, şeker, kahve, gaz, giyecek sıkıntısına düştü. Her şey karaborsaya düştü. Şehirlerde yoksul
kadınlar bir ekmeğe fit oldu. Şehirlerdeki sefalet halkın dilinde “asker ağa, tayın da bayatmış
amma neyse” diye acı acı söylendi. Köy Enstitüleri bu korkunç yaşam içinde kuruldu. Her şeyini
kendi eliyle üretti, ürettikleri ile geçimini sağladı, devlete yük olmadı. Eğitim uygulamalarıyla
kendini eğitim dünyasına tanıttı.(8)
(8) 1987 kurban bayramında Hasanoğlan’a gittim. Okulun kapısında arabamızı durdurdular.
Okulun çevresi yüksek duvarlarla çevrilmiş. Kapıda bir bekçi kulübesi var. İçinden 7-8 kişi çıktı.
Bunlar öğrenci değillerdi. Özel resmi görevlilerdi. “Ben yüksek Köy Enstitüsü’nün 1946
mezunuyum. Okulumu gezmek istiyorum” dedim. “Yasak gezemezsiniz” dediler. Ta.. İstanbul’dan
geldim. Okulumu görmeden dönemem. Bizi müdüre götürün” Öyleyse hüviyetinizi verin” dediler.
Verdik. Bir üstümüz başımız kaldı aramadıkları. Görevlilerden iki kişiyi arabamıza aldık. Kendi
yaptığımız idare binası önünde arabadan indirdiler. Müdür yardımcısına teslim ettiler. Adam bize
hoş geldiniz bile demedi. “Ne istiyorsunuz” dedi. Ben gene Yüksek Köy Enstitü mezunlarındanım.
Okulumu gezmek istiyorum” dedim. İstemeyerek “gezelim” dedi. Anlamsız bir yürüyüşe başladık.
Bizi diktiğimiz çamlığa götürüp çevirmek istedi. Açık hava tiyatrosuna gidelim, işliklerinizi,
laboratuarlarınızı, kütüphanenizi, uygulama okulunuzu, sağlık ocağını, Yüksek Köy Enstitüsü
binasını gezelim dedim. “Olur” dedi. Açıkhava tiyatrosuna varınca bir grup fotoğrafı çektim.
Tiyatronun bizden sonra hiç kullanılmadığı belliydi. İçine dışarıdan rastgele taşlar atılmış. Bir
basamağının taşı düşmüş. İçinde otlar bitmiş. Bizim tarafta kocakarılar biri birlerine ilenirken
“Yurdunda otlar bite” diye söylenirler. Bin bir emekle yaptığımız, 17 Nisan Köy Enstitülerinin
kuruluş günü kutlamalarında Ankara’dan Cumhurbaşkanı, BMM Başkanı, Başbakan, Bakanlar,
üniversite, basın mensupları, yazarlar, üniversite ve yüksek okul öğrencileri trenlerle, otobüslerle
Hasanoğlan Köy Enstitüsünü şenlendirirlerdi. Bizim Güzel Sanatlar Kolu arkadaşlarımız
konuklarımıza hazırladıkları tiyatro oyunlarını oynarlar, onların onuruna konserler verirlerdi. Bu
açık hava tiyatromuz her yıl bu gibi sanat etkinlikleriyle hem enstitü öğrencilerini, öğretmenlerini,
hem de Hasanoğlanlı’ları yararlandırırdı. Oysa şimdi sahibi ölmüş bir viranelikti. Yalnız burada
sevindiren bir durum vardı. Diktiğimiz çamlar açık hava tiyatromuzun çevresinde yükselmişler,
dalları biri birini kucaklıyor, rüzgarın esmesiyle çıkardıkları uğultularla sanki bizi selamlıyorlardı.
Temmuzun sıcağında serin gölgelerinde
Köy Enstitülerini kuran Tonguç öldü. Onunla çalışan enstitü müdürlerinin de bir kısmı
öldü. Mezun ettiği öğretmenler yaşlandı, emekli oldu. Köy Enstitülerinin program ve
yönetmelikleri, yasaları arşivlere kaldırıldı. Bugün Köy Enstitülerinin kurulmasında memleket için
büyük yarar var. Yasalarını, yönetmeliklerini, programlarını değiştirmeden dilediğiniz eğitimcilere
teslim edin ve çalıştırın. Memlekette iş hacmi gelişir, istihdam artar. Köylüye toprak reformu
yapılmak koşuluyla…
dinlenip tanışmak istiyorlardı. Onlara baktıkça “ne anlamlı çalışmaları varmış Köy Enstitülerinin
yaşam kokuyor diktikleri çamlarda bile” diye kendi kendime söylendim. Yarım yüzyıl oldu onlar
dikileli. Gövde kalınlıklarını kucakladım, elimin uçları biri birine değmiyordu, çok kalınlaşmışlardı.
Onlar yemyeşil dallarıyla tiyatromuzu şenlendirmişlerdi. Bir kaçının dallarını tutup öptüm. Oradan
geri dönüşümüzde gezdirici: “Şu binayı Ruslara yaptırmışlar, tam orağa benziyor” demesin mi?
Hayır burasını biz yaptık. Hasanoğlanda bizim terimizle yapıldı bütün binalar. Onun neresi orağa
çekice benzermiş? Burasını müzik kolu için yapmıştık. Mimar güneş görsün diye yarım daire
şeklinde çizmiş planını. Siz bir öğretmensiniz. Gözünüzle görmediğiniz bir şeyi nasıl Ruslara mal
edersiniz? 4 metre yüksekliğindeki bir küçük binayı, yüzlerce bina yapan Köy Enstitülüler
yapamamışlar da ta Rusya’dan usta getirtip yapmışlar öyle mi? Bunu burada yetişenlere bari
söylemeyin” dedim: Gezdiricinin yüzü asıldı. Geri döndük. Yol üstünde yeni bir bina yapılıyordu.
Burasını da görelim dedim. Kırmadı. Binanın inşaatında saçlı sakallı ustalar, işçiler çalışıyordu.
Okulu bilmem kaç yüz milyona müteahhit yapıyormuş. Oysa bütün Köy Enstitülerinin 1 000’e
yakın binasını 44.000.000 a mal etmiştik. Hasanoğlan’ın binalarının bir kısmını da 20 Köy
Enstitüsü öğrencileri ekipler halinde yapmıştı. Yapılarının kapı üzerinde de o enstitünün adı
yazılıydı.
Hasanoğlan Meslek Lisesi öğrencilerinden ortada bir tek kişi bile görülmüyordu. “Okul tatil”
diyorlardı. Köy Enstitülerinde izinler birer ay sıra ile verilirdi. Enstitünün inşaat, tarım, ders
çalışmaları aralıksız devam ederdi. Gezdirici bizi ilk geldiğimiz yere götürdü. “Hani okulu tüm
gezecektik” dedim. “Anahtarlar yok” dedi. Hiçbir yer göstermemişti. Bizi, “başyardımcımız” diye
bir arkadaşa teslim etti. O da “Hasanoğlan’ı gezelim” dedi. Köyü gezdik. Hasanoğlan belediye
olmuş. Gözle görülür bir yeni iş kuruluşları yok. Bankalarca yapılmış yeni bir mahalle var.
Enstitümüzün Hasanoğlan’ın altında bir sağlık ocağı vardı. Burada Köy Sağlık Memurları çıkacak
arkadaşlarımız okuyordu. Dr. hocalarını S.S.Y. Bakanlığı gönderiyordu. Burada biz ve köylüler
karşılıksız tedavi oluyorduk. Sağlık ocağının önünde bir de çocuk bahçesi vardı. Son sınıf
öğrencileri burada okul öncesi çocuk eğitimiyle ilgili staj görürdü. Bizi gezdiren Başyardımcı “bizim
okulun da Hasanoğlan Belediyesi’nin de doktoru yok” dedi. İşçi kadrolarını da 40’a indirildiğinden
dert yandı. Eskiden 240 işçileri varmış. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün ise çamaşırcı, şoför, çoban,
aşçı, bulaşıkçı, gece bekçisi ve arabacıdan başka işçisi yoktu. Üstelik enstitünün tüm kuruluşunu
biz yapıyor, biz temizliyorduk dedim. Bizi evine yemeğe çağırdı. Kendisine teşekkür edip ayrıldık.
Yanımdakiler arabaya bindiler, ben istasyona doğru biraz yürüdüm. Onlara sırtımı dönerek yerden
bir avuç toprak alıp öptüm... öptüm... Eski Hasanoğlan Köy Enstitüsüne doğru serptim,
selamladım...
KÖY ENSTİTÜLERİNİN KARAGÜN DOSTU
(SABAHATTİN EYUBOĞLU)
Köy Enstitülerinin kuruluşunda sayıları binleri aşan öğretmen, mimar, mühendis, doktor,
sanatkar, Talim Terbiye üyesi, doçent, profesör öğretim üyesi olarak çalıştılar. Enstitülerin ününü
dünyaya duyurdular. Ama karanlık güçler burada yetişenleri laik, cumhuriyetçi ve Atatürkçü
olarak görünce çağlar boyu hizmetlerinde olan köylünün uyanmasını istemedi. Köy Enstitülerini de
çeşitli iftiralarla yıkmaya girişti ve yıktı. Bu durum karşısında Köy Enstitülerine emek vermiş nice
kariyer sahibi öğretim üyeleri seslerini çıkarmadılar. Bunların içinden horlanmış köylü çocuklarını
okutan, Köy Enstitülerini savunan yalnız Sabahattin Eyüboğlu çıktı. Çeşitli dergi ve gazetelerde
yazılar yazdı. Ölümünden sonra (1973) dostları bu yazıları Mavi ve Kara adındaki bir kitapta
topladılar. Bu kitaptan aldığımız alıntılarda insanı değil, doğayı sömürtmeye kalkan Köy Enstitüleri
düşüncesiyle karşıtlarının düşünceleri izlenebilir:
HASAN ALİ YÜCEL
“Her düşüncesi, her savaşı yeni ve mutlu bir Türkiye’ye çevrikti. İnsan olaraksa dünyaya,
hiçbir sınır tanımayacak kadar açıktı...”
“Eğitimci olarak İnönü’ye yaranmak değil inanarak tuttuğu yol açık ve seçik düşüncesiyle
belirttiği, savunduğu, gerçekleştirdiği görüş şuydu: Bir yandan Batı’nın kültür kaynaklarına, bir
yandan Türkiye’nin insan kaynaklarına, daha kısacası, bir yandan hümanizmaya, bir yandan
köylüye gitmek. Karanlıklar içinde bir çoğunluk ve yarım yamalak bir Tanzimat aydınlığıyla Yeni
Türkiye’nin kurulabileceğine inanıyor, eğitim ve öğretim ilkelerinin bu iki acı gerçeğe çevrilmesini
istiyordu. Köy Enstitüleri ve Dünya Klasikleri için yıllarca, geceli gündüzlü, cenkleşe tartışa, Büyük
Millet Meclisinden köy kahvelerine kadar her yerde giriştiği savaşın özü sözü buydu. Ona çatanlar
düşüncelerini açıkça söylemiyor, hangi ilkelere dayandıklarını açıklamıyor, sadece çelme
atıyorlardı. Ne kazandık bu iki seferberliğin gevşetilmesinden? Bir başka Yücel, bir başka
Tonguç’la eğitim ve öğretim işlerimize daha hızlı bir akış mı kazandırdı? Kimin dili varsa söylesin,
kazandırdı diye...”
(a. g. y., S. 227 - 230).
TONGUÇ
“Köylünün şartları bilinmeden, Ankara’nın yanı başındaki köylere öğretmenler bile
görevlerini gereğince başaramamakta, Cumhuriyetin elçisi olamamakta, öğrettikleri okuma,
yazma da bir kaç yıl sonra silinip gitmektedir. Buna karşılık Osmanlı İmparatorluğunun, kendi
dünya görüşünü, isteklerini benimsetmek üzere köylere yerleştirmiş olduğu medrese kalıntıları
bile, köyün şartlarına uydukları, köylünün dertlerine kendilerince deva oldukları için, hâlâ etkin
olmaktadırlar. Köyde yerleşecek, devletçe desteklenecek, işini sevecek, köyde sözü geçecek bir
yeni köy öğretmeni tipi yaratmak zorundayız. Bu tipi yetiştirecek okul, şehir koşullarına göre
kurulmuş eski öğretmen okulu olamaz. Sözden çok işe bakan köylüler için işle eğitimi uzlaştıran
bir yeni okul kurmak gerekir. (a. g. y., S. 250 - 251).
“Yeni Türkiye sözcüsünün köyde kalabilmesi için en az imam kadar köylü olması, köyün
geçmişine, yaşamına karışması,çifti çubuğu, çoluğu çocuğuyla köylünün kaderini paylaşması ve
değiştirebileceği kadar değiştirmesi gerekiyordu. Bu sözcüyü yetiştirenler idealist oldukları kadar
da gerçekçi olmak zorundaydılar: Yoksa köyün gerçekleri üstüne bağdaş kurmuş olan imam yeni
Türkiye’nin soluğunu bir üfürükle kesebilirdi. Köy Enstitüleri onun için yeni bir öğretmen tipi
yaratmaya çalıştılar, içine kapanık okul ve kara tahta geleneklerini kırdılar, işe dayanan bir eğitim
ve öğretim yolu aradılar ve buldular Hiçbir eğitim kurumumuz Köy Enstitüleri kadar kendi
gerçeklerimizden, sosyal, ekonomik koşullarımızdan doğma, dolayısıyla onlar kadar özden, verimli
ve yapıcı olmamıştır. Gördükleri tepki de bu nitelikleri ölçüsünde büyük oldu... Köy çocuklarının
kapanık, kuşkulu, umutsuz yüreklerini dünyaya açıyordu. Köy Enstitülerinin ve okullarının birer
imece, işletme olmaları, öğretmen ve öğrencilerinin aydın birer işçi niteliği kazanmaları böylece
gerçekçi olduğu kadar ahlakçı bir görüşe dayanıyordu. İşbirliğinin millî birliği sağlayacağına
inanıyordu...” (a. g. y., S.218 - 219).
“Köy Enstitülerinin doğması, yasalaşması, kurulması, yaşaması kuşkusuz, başta İnönü
olmak üzere devlet adamlarımızın, Saffet Arıkan, Hasan Ali Yücel gibi bakanlarımızın önderliği,
sayısız öğretmen ve öğrencilerin destanı yazılmaya değer çalışmalarıyla mümkün olmuştur; ama
en ağır yükü Tonguç seve seve kendi geniş omuzlarına yüklemişti. Bu okulların bize göreliğini,
köye göreliğini, yeni pedagoji ilkelerine göreliğini iş üstünde, masa başında, şura’larda, köy
kahvelerinde, şoför uyumadıkça durmayan ciplerde sağlayan oydu. İş eğitimi ilkelerini on binlerce
insana yazıyla, sözle tükenmez inancı, sevgisiyle benimseten o oldu... Her türlü övünmeden,
övülmekten kaçınan, gördüğü işin keyfiyle yetinen, kendinden yüz çevirenlere bile kolay kolay
küsmeyen de oydu. Onunla ve onsuz Köy Enstitüleri’nin farkını bu destanı yaşamış olanlar bilir ve
herhalde yazacaklardır....”
“Türk köyünün koşulları henüz değişmemiş, kolay kolay da değişecek değildir. Bunca
emek, bunca umut, bunca bilimsel göz nuru ve alın teriyle girişilen bu plan neden yarım kaldı?
İşte, her Türkün tanıdıkça seveceği, geç de olsa kadrini bileceği Tonguç Baba, bu soru üstünde
durmamızı istiyor bizden...” (a. g. y., S. 252 - 253).
KÖY ENSTİTÜLERİNİ KURAN YAPICI DÜŞÜNCE
“...Kısaca şöyle diyebiliriz: Devletin ekonomik kalkınmamız için bulacağı çözüm ne olursa
olsun, en kestirme, en gerçekçi yollardan temel aydınlığımızı sağlamak, yani Türkiye’nin en büyük
insan tarlasına yeni dünya ve yurt görüşünün, yeni bilim, sanat ve tekniğin tohumlarını götürmek
tutturmak zorunda...yız.” (a. g. y., S. 215 - 216).
“Yeni Türkiye Batılı filozofların etkilerinden çok, hızlı kalkınma zorunluluğunun dürtüsüyle
bir iş eğitimi denemesi yapmış ve destanı yazılmaya değer sonuçlar elde etmiştir. Bu denemenin
adı Köy Enstitüleridir. Nice aydınlarımızın uzaktan bakıp göremedikleri ya da yanlış gördükleri bu
denemede sözden çok işe dayanan eğitimin çok kısa bir zamanda ve türlü baskılara karşın
kazandığı başarı Bergson’a (1) hak verdirir niteliktedir. Okulunun
(1)
“Klasik kültürün çağımızdaki belli başlı temsilcilerinden biri olan bu filozof bile lafazan insan
yetiştiren ezberci eğitime çatıyor, okullarda elle çalışmanın, iş eğitiminin daha önemli bir yer
tutmasını istiyor ve şunları söylüyor: “Elle çalışma bir eğlence sayılıyor yalnız. Unutuluyor ki,
zeka, özünden, madde ile oynama gücüdür, hiç değilse, öyle başlamıştır, doğa da onu bu iş için
yaratmıştır. Böyle olunca zeka nasıl olur da eğitiminden yararlanmaz? Daha ileri gidelim. Çoğunun
eli kendiliğinden bir şeyler kurmaya yeltenir. Ona bu kuruculuğunda yardım etmekle hiç değilse
ona kurma fırsatları vermekle çok daha verimli bir insan olması sağlanabilir. Çoğunun bu kurucu
yanını beslemekle insanlığın yaratma, bulma gücü şaşırtıcı ölçüde artabilir dünyada. Hemen
kitapla başlayan bilgi insanın serpilmeğe hazır nice yapıcı çabalarını körletip yok eder. Çocuğu işe
alıştıralım ve bu iş eğitimini herhangi bir işçiye bırakmayarak gerçek bir ustaya verdirelim ki,
çocuğun maddeye dokunuşu hoyratça değil usturupluca olsun: Zeka o zaman elden kafaya doğru
çıkacaktır. Ama fazla durmayacağım bunun üzerinde. Doğrusu, fende olsun, edebiyatta olsun,
bizim öğrettiğimiz sözel (verbal) kalıyor. Oysa, bugün artık zaman insanın kibar çevrelerde
parlamakla, her şeyi, güzel konuşmakla, yetinebileceği zaman değildir. Okullarda bilim alanında
yapılan nedir? Her şeyden çok bilimin vardığı sonuçları öğretiyoruz. Oysa gençleri metotlara
alıştırmak daha iyi olmaz mı? Hemen uygulamaya geçersiniz, gençleri gözleme, denemeye,
yeniden bulmaya çağırırsınız. Bakın nasıl can kulağıyla dinlerler o zaman sizi, nasıl anlarlar ne
istediğinizi! Çünkü, çocuk arayıcı ve bulucudur, hep yeniliğin peşindedir.
Kurallar sıkar onu. Kısacası çocuk yetişkin insandan daha yakındır doğaya. Yetişkin insansa
doğadan çok toplumdan yanadır, öğretme işi de onun elindedir. İster istemez, öğretimde,
topluma miras kalan ve kendisinin de haklı olarak övündüğü gibi kazançlarına, varılmış bütün
sonuçlarına en büyük önemi verecektir. Oysa öğretim programını istediğiniz,
duvarlarını kendi yapan, kendi ektiğini kendi biçen Anadolu köylüsü Köy Enstitülerinde beş yıl
içinde ve üstelik üretici bir insan olabilmiştir. 1940-1946 yılları arasında yetişen Köy Enstitüleri iş
eğitiminin acıyı tatlı, güçsüzü güçlü, sıkıntıyı eğlence, öğretmeni dost, dostu öğretmen, kara
tahtayı toprak, toprağı kara tahta yaptığını görmüşlerdir. Bugün Türkiye’nin dört bir yanında güler
yüzle savaşanların çoğu onlardır.
Köy Enstitüleri bizim için biçilmiş kaftandı, iş eğitimiyse dünyanın. Er geç gideceği yoldu.
Beş altı yıl içinde alınmış sonuçlara bakılacak olursa Enstitüler bugüne dek millete okur
yazarlığımızı sağlamakla kalmayacak, belki ezberci eğitimin bütün okullarımızdan kalkmasına da
yol açacaktı. Yetiştirdiğimiz kadroları yerleştirmek, işlerine ve çevrenin yaşamına alıştırmak bir
sorun olmayacaktı.” (a. g. y., S. 225 - 226).
“Köy Enstitüleri, şımarık, saygısız, dinsiz gençler yetiştiriyor; köylüye zulüm yapılıyor;
zavallı insanlara zorla, kırbaçla okul yaptırılıyor; öğretmene tarla diye fakir fukaranın tarlaları
ellerinden alınıyor; Enstitüleri komünistler idare ediyor; öğrencilere ayaklanmak üzere silahlar
dağıtılıyor; hepsi mahsus işçi kılığına sokuluyor; kız erkek evlenmeden birbirine katılıyor...” Ne
yazık ki, ne utanılacak şey ki bu yaygaraları duyup da susan, ya da bilimsel terimlerle Köy
Enstitülerinin ilkelerini çürütmeye çalışan aydınlarımız da çıktı. Bunlar köyün, enstitülerin semtine
uğramadan, köyde ejderha ile pençeleşen öğretmenler ya da başlarındaki insanlarla konuşmaya
tenezzül bile etmeden eğitim tarihimizin en temiz, en uyanık, en ışıklı atılışını cahil sömürgenlerle
birlikte baltaladılar...” (a. g. y., S. 254).
“Şimdi sorarım size: Padişahını, halifesini kapı dışarı eden, yazısını, yasalarını, kılığını
kıyafetini, düğününü derneğini değiştiren yeni Türkiye’nin ataları gibi yaşamak isteyenin sağcıya
benzer bir yanı var mıdır? Atatürk’e, eski düzeni sürdürmek, ya da yeniden kurmak isteyen bir
insan denebilir mi? Hem Atatürk’ten yana hem de sağcı, yani devrimcilere karşı olmak mümkün
müdür? Atatürkçü ancak yarının Türkiye’sinde daha ileri devrimlere karşı koyduğu zaman sağa
kayabilir.
Köy Enstitüleri Atatürk ilkelerine harfi harfine bağlıydı. Ve bu varlığı ölçüsünde de
solcuydu. Bununla beraber Atatürk’ün çevresinde olduğu gibi Köy Enstitülerinde de için için ya da
açıkça sağcı olanlar da vardı. Hatta sonunda ağır basanlar da onlar oldu. Çamur atanlar, kara
çalmalar onlardan geldi. Memleket ölçüsünde sağa kaymanın, Atatürk devrimlerini yaratma
hareketinin ilk kurbanı Köy Enstitüleri oldu. Niçin ilk kurban? Çünkü bugün alıp yürüdüğüne
vahlandığımız gericiliğin karşısındaki ilk engel, yeni Türkiye’nin adsız öncüleri olarak köylere
dağılmaya başlayan Köy Enstitüsü mezunlarıydı. Üstelik kolaydı da bu öncüleri vurmak.
Kendilerini savunabilecek durumda değillerdi. Onları savunabilecek aydınlarsa ya olan bitenden
habersiz ya da aldatılmışlardı. Hâlâ bugün bile Köy Enstitülerinin niçin nasıl doğduklarını bilenler
çok azdır. Oysa bunları bilmek yarınki mutlu Türkiye’yi kurmanın koşulları arasındadır. (a. g. y.,
S. 219 - 220).
“Köy Enstitülerine en çok niçin çamur atıldı, bilir misiniz? Bu kurumlarda iş ilkesi öne
sürüldü. İş eğitimi yapıldı, öğrenciler duvar ördü, ağaç dikti, işçilere benzedi diye. Ne demekmiş
okulda işçilik? Okul efendi yetiştirirmiş, ter kokulu, eli nasırlı işçi değil. İşçiyi köle sayan
düşünüşün tepkisiydi bu. Okulun üretici değil tüketici olmasını istiyordu. Ağaç dikme aşı yapma
kara tahtada öğretilebilirdi yalnız öğretmen olacak efendiye Hasanoğlan gençlerinin su çıkmaz
denen kıraç dağlarda şu bulup kendi döktükleri borularla bu suyu köye ve enstitülerine
getirmeleri, bu sudan elektrik çıkarmaları sevinç yaratacak yerde kuşku yarattı. Aynı gençlerin
kendi elleriyle yaptıkları tohum atan köylü heykeli bir umacıya benzetilip yıktırıldı. Çalışan köylüye
heykel ha? Ne demekmiş bu? Çalışıyor diye elin ayısını,
(1) (devam) kadar geniş tutun, öğrencinin benimseyebileceği hazır lop bilim pek sınırlı olacak,
hiç de seve seve öğrenilmeyecek ve hep çabuk unutulacaktır.” (a. g. y., S. 223 - 225).
İstanbul’da Kültür Özgürlüğü Kongresinin bir toplantısında, ‘insan yetiştirme konusunun can
damarına basan Profesör Vehbi Eralp’ın konuşmasından alındığı kaydı vardır.)
kölemizi baş tacı mı edecektik?
Bu düşünüş kolay kolay kafalardan söküleceğe benzemiyor. Sökülmeyince de kırk bin
köyümüzün asıl şeneltiriz bilmem.” (a. g. y., S. 209 - 210).
“Türkiye’de Köy Enstitülerinin rahatsız ettiği insanlar, bütün devrimlerin rahatsız ettiği
insanlardır. Hacılar, ağalar, para babaları, eski bey, paşa oğulları, medrese kalıntıları, ulema
bozuntuları ve bunlara yaranan veya kananlar. Atatürk Anadolu halkıyla birlikte İstiklal Savaşını
yalnız dış sömürgenlere karşı değil, bu iç sömürgenlere karşı da kazanmıştı. O sağken süt
dökmüş kedi gibiydi hepsi... Kendilerini kurtarmak için Köy Enstitülerini
feda edenler bindikleri dalı kesmiş oldular; Devrimleri büyük çoğunluğun yaşadığı köyde
tepkicilere karşı koruyabilecek öncü güçler orada yetişiyordu. Yalnız onlar kara tahtadan kara
toprağa inip, sözden işe geçip devrim düşmanının, yani sömürgenin karşısında ayakta
durabileceklerdi.” (a. g. y., S .1 98).
“Kırk bin köyün her birine bir nefes devrim götürmenin en kestirme, en ucuz, en mütevazi
yolu olarak kanunlaşan Köy Enstitüleri karşısında bazı okur yazarlarımız niçin ya öfkeli, ya
duraksar, ya küçümser, ya kötümser bir tavır takınıyorlar? Niçin ortaokulda, lisede, üniversite ve
yüksek okullarda hoş gördükleri kusurları Köy Enstitülerinde tehlikeli sayıyorlar? Niçin kendi
çocuklarında meziyet saydıkları türlü çocukluk ve gençlik hallerini köylü çocuklarında
affetmiyorlar? Niçin bunca zamandır bütün dertlerine sağır kaldıkları köylülerden bazılarının köy
okulu hakkındaki haklı haksız şikayetlerini sorgusuz sualsiz destekliyorlar? Niçin camilerini
kendileri yapan köylülerin ortak malları olarak gözlerinin önünde duracak olan okullarını, zaruretin
karşısında, kendilerinin yapmasını adaletsizlik saymağa kalkışıyorlar? Niçin işi idare edenlerin
hangi koşullar içinde neler yaptıklarını sormağa bile lüzum görmeden dedikoduları can kulağıyla
dinliyorlar? Niçin aralarından, on yıldır (bu yazı 1948’de yazıldı.) yirmi bin gencin giriştiği bu, işin
dört yanını yakından incelemek isteyenler çıkmıyor?” (a. g. y., S. 237).
“Köy Enstitüleri Türk eğitimcilerinin ilk orijinal büyük eseri ve köy çocuklarının yaratıcılık
destanı olmuştu. Hiçbir eski modele uymayan yeni tip öğretmenin köyde kentte yadırganacağı,
eski toplum yapısının ve eğitim anlayışının tepkisiyle karşılaşacağı pek doğaldı... Bu arada kendi
davalarını baltalayan, kendi dostlarını satan köylü kentli yurttaşlarımızı ibretle gördük... İnsan
şeftali ağacına düşman olur mu? Enstitülerin diktiği şeftali ağacına düşman aydın kişiler çıktı...”
(a. g. y., S. 248).
“Köyün karanlığına gitmekte yarışı gericiler kazanıyor eskisi gibi. Yılmamak, susmamak,
halkı uyarmanın yollarını aradıkça aramak gerek. Halkın isteğiyle yeniden açılacak olan Köy
Enstitülerine selam. (a. g. y., S. 199).
KÖY ENSTİTÜLERİ’NE ATILAN ÇAMURUN ÇUKURU
Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940’ta TBMM’nin çıkardığı 3803 numaralı Köy Enstitüleri Kanunu.
ile kuruldu Bu dönemde İkinci Dünya Savaşı var gücü ile insan boğazlamakta, kentleri, kasabaları
ve köyleri yakıp yıkmakta idi. Bir akşam ajansını dinlerken “Alman uçakları Yugoslav davar
çobanlarını makineli tüfeklerle taradı” deniyordu. ‘Dünya iki düşman kampa ayrılmıştı. Birinci
kampın cephesi Alman, İtalyan ve Japonya’dan oluşmakta idi. Bir cephede savaşanların başı
Alman diktatörü Hitler’di. Hitler’e göre: “Alman ırkı bütün ırkların en temizi, en ahlaklısı, en
çalışkanı idi. Öteki ırklar ise kanı bozuk ahlaksız ve sahtekarlardan oluşmuş ne idüğü belirsiz
sürülerdi. Onun için dünyada yaşama hakkı ancak “üstün ırk olan Alman ırkınındı”. Bu üç devlet
de diktatörlükle yönetiliyordu, “arî ırk” sloganı ile silaha sarılmışlardı.
İkinci kampı oluşturanların cephesinde ise Meşrutiyetle, Cumhuriyetle yönetilen İngiltere,
Fransa, SSCB, ABD vardı. İkinci cephenin insanları melezdi. Bunlara göre: “İnsanlar, arı kanla,
soyaçekimle insanlaşmazlar, bilim, teknik ve kültür ile anlaşırlar. İnsan nesli, milyonlarca yıl biri
biriyle savaşmış, ticaret ve tarım işleriyle ilgi kurmuş, biri birinden kız alıp vermiş ve bütün insanî
ilişkiler içinde kendi uygarlıklarıyla yoğrulmuşlardı. Hiçbir insan, rengine, kanına, boyuna, bosuna
göre değerlendirilemez, ancak yarattığı değere ve bulgulara göre değerlendirilebilir. Onun için
dünyada yaşama hakkı tüm insanlarındır. İnsanın insan tarafından ezilmesine ve sömürülmesine
karşıyız.” diyorlardı.
Aslında, ırkçılık, sloganı, bir göz boyaması idi. Bunun altında yatan dünya pazarlarını,
yeraltı, yerüstü kaynaklarını ele geçirmekti. İkinci cephe bunu çok iyi biliyordu.
Ve savaş 1939 güzünde Avrupa’da patladı. Fransa, Polonya, Çekoslovakya, Estonya,
Litvanya... bir çırpıda Alman ordularının çizmesi ile çiğnendi. Koca Alman orduları yerden
tanklarla, havadan uçaklarla SSCB’ne var gücüyle saldırdı. Ruslar, Kafkaslara doğru geri çekildi.
İtalyanlar Yunanistan’a, Japonlar da ABD’ne saldırdılar. Radyolar savaş alanlarının yıkım ve kanlı
olaylarını vermeye başladı. Türkiye’de köy kahvesinden üniversiteye, hatta BMM’ne kadar savaş
haberlerine kulak vermeye başladı. Bir stadyumda oynayanların kulübünü, hidopromlarda yapılan
at yarışlarında, yağız veya kır atı, horoz dövüşlerinde beyaz veya kırmızı horozu, deve
güreşlerinde, boks veya güreşlerde seyirciler nasıl ayrı ayrı tarafları tutarsa İkinci Dünya
Savaşında da örneklerde dediğimiz gibi köy kahvesinden üniversitelere kadar herkes dövüşen
devletlerden taraf tutmaya başladılar. Türkiye’de demokrat ve faşist cepheleri tutan iki uç
belirmeye başladı.
Devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, İkinci Dünya Savaşına katılmayıp tarafsız kaldığı için
stadyum seyircisi gibi savaşı uzaktan izleyen hoyhoycularca sevilmiyordu. Gazeteler, dergiler,
eğitim kurumları, halktan okumuşlar ve okumamışlar da dövüşen devletlerden bir tarafı tutmaya
başlamışlardı. Köy Enstitüleri de bu ikiliğin dışında sayılmazdı.
Başlangıçta Hitler’ci orduların saldırganlığı çok vurucu idi. Hitler tarafını tutanlar radyo
haberlerini dinlerken “Yaşasın Almanya” diye alkışlıyorlardı. Bu Nazi Alman sempatizanları
kendileri gibi düşünmeyenlere komünist damgasını vuruyorlardı. Diktatör ordularının kazandığı
utkuyu sanki kendileri kazanmış gibi taşkın sevinç nöbetleri geçiriyorlardı. İnsanlık ırkçılıkla ikiye
bölünüyordu. (1)
Demokratik Cepheyi tutanlar ise kara kara düşünüyorlardı: “Eğer, faşistler demokrat
ülkeleri yener, dünyayı ele katarlarsa ortaçağın engizisyonu yeniden hortlayacaktır. Bunlar kendi
düşüncelerine uymayanlara kan kusturacaklardır. İşte herkesin gözü önündeki
(1) “...“Aşağı ırklar”, “üstün ırklar’: Kapitalist dünyanın gericilerinin, başka halklara saldırmak,
onları kendi egemenlikleri altına alıp sömürmelerini haklı göstermek için ortaya attıkları bir
zırvadır...” (Server Tanilli: Yüzyılların Gerçeği ve Mirası İnsanlık Tarihine Giriş, C.LS. 10)
toplama kampları. Burada insanlar aç bırakılıyor, işkence ile öldürülüyor, kitaplar meydanlarda
ateşe veriliyor, bilim adamları kurşuna diziliyor... Bu kanlı terör böyle giderse insanlığın bugüne
değin yarattığı uygarlık yerle bir edilecektir. Dünya dikta rejimi altında yeniden kölelik yaşamında
inim inim inletilecektir...” (2) korkusu içinde idiler. Bunlar Yüksek Köy Enstitüsünde “Köy
Enstitüleri Dergisi”ni çıkaranlar, kitap tanıtanlar, hocaların ilginç buldukları konularda konferans
vermelerini sağlayanlar, açık hava tiyatrosunda Kral Oidipus, Müfettiş, Çömlek gibi oyunları
oynayan, binlerce kişiye mandolin konserleri veren kişilerdi. Bugün Köy Enstitülerini savunan,
yazarlar, ozanlar, çevirmenler, ansiklopedi çıkaranlar, kitapları yabancı dillere çevrilenlerdi. Ama
bunlara iftira edenler, yaptıkları kültür etkinliklerini jurnalleyenler çoktan unutuldular. Onların
insanoğlu için hiçbir mesajları ortada yok.
Burada bir saptama yapmamız gerekmektedir: Köy Enstitülerinde okuyanlar yoksul köylü
çocukları idi. Aydın insanların yaşadığı kasaba ve kentlerde de orta dereceli ve yüksek okullarda
okuyan öğrencileri, aynı şekilde suçlandılar Bunların okulları kapanmadı. Köylünün uyanmasını
istemeyenler Köy Enstitülerini kapatmak için pusuya yatmışlardı. Onlar için böyle suçlamalar,
bahaneler, vehimler, iftiralar yeter de artardı. Nitekim diktikleri iftira fidanları yeşillendi.
Çukurlarında bulunan iftira balçığını köyden yetişmiş yurtseverin yüzüne attılar. En sonunda Köy
Enstitüleri ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu yerle bir edildi. Haydi Köy Enstitüleri kötü idi,
kapatıldı. Topraksız çiftçinin ekmeğini bütünleştirecek, yaban ellerine bit atmaktan kurtaracak,
yaşadığımız toplumda sosyoekonomik dengeyi sağlayacak olan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu da
mı komünist idi? Bu iftiralar, kurdun koyuna: “Suyumu bulundırdın” demesine benzemektedir.
Tarih, Türkiye’de yıkılan, kapatılan her yeniliğin zamanla yeniden daha usta ellerle, daha iyisinin
kurulduğunu göstermiştir.
(2) “... Faşizmin bütün dünya için barbarlık ve kabus olduğuna inanıyorlar. Uygarlığın, tekniğin,
bilimin, kültürün hiçbir ırkın, hiçbir milletin tekelinde olmadan bütün insanlığın çalışmalarının
müşterek ürünü olduğuna, uygun koşullan bulduğu zaman vazifesini başaracağına inanıyorlar.
Milletlerin, halk yığınlarının gerçekleşmiş ve gerçekleşmemiş olanaklarına, yeteneklerine
inanıyorlar. Yeni koşullar içinde gerçek demokrasinin boş ve kağıt üstünde kalan bir özgürlüğe
değil, her yerde halk yığınlarına eşit gelişme ve çalışma olanakları sağlamakla kurulacağına
inanıyorlar...” (Prof. Dr. Muzaffer Şerif Başoğlu: Değişen Dünya; S.11 Arpad Yayınevi, 1945.
Ankara)
ONYEDİ NİSAN BAYRAMI
1946 yılında Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nün son sınıfındayım. O yıl iş Eğitimi
derslerimize en çok ilköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç gelirdi. Vereceği dersin yazılı
teksirini sınıfa dağıtırdı. Büyük bir emek ürünü olan bu yazılarını okuduğumuz zaman iş’in toplum
kalkınmasındaki yerini, çocuğun ye meslek edinen kişinin işle gelişen üretici, yaratıcı
yeteneklerinin insana bir karakter kazandırdığını, toplumda ayrı bir saygınlığa sahip olduğunu
seve seve okurduk. Dili öz Türkçe idi. İş’in bölümlerini, örneklerini, dersle ilgili olayları, ilkel
toplumlardan günümüze kadar kullanılan araçları tekniğin buhar ve elektrik enerjisi ile
makineleştiğini, buna karşın eğitilecek olan çocuk ve kişinin elinin iş yapacak beceriyi kazanıncaya
kadar el araçları ile eğitildikten sonra makinelere geçebileceğini, bizim işliklerimizde de ilk sınıflar
için bu alışkanlığın kazandırılması bakımından el araçları kullandırıldığını, çalışacağımız alanın köy
olduğunu, köyde ise el araçları ile köye ait işlerin yapılabileceğini, aracı iyi kullanamayan, ele
aldığı işi, işe yarar duruma getiremeyen bir öğretmenin veya bir ustanın toplum yanında gülünç
duruma düştüğünü... doyurucu bir dille kavratırdı.
17 Nisan Köy Enstitülerinin kuruluş yasasının Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edildiği
gündü. Her 17 Nisan Köy Enstitülerinin kuruluş gününü Hasanoğlan’da bir bayram havası içinde
yaşardık. Ankara’dan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, T.B.M.M. Başkanı, milletvekilleri, dış ülkelerin
temsilcileri, gazeteciler, yazarlar, ozanlar... saygın bir aydınlar topluluğu Hasanoğlan’a gelirdi.
17 Nisan günü gelen konuklar bizim toplandığımız okul alanına büyük bir halka
oluştururlardı. Enstitü çalışmalarımızı, köylerin ilkokul yapımını, açılmış ve açılacak köy okullarının
durumunu, bu okullarda okutulmağa başlanıldığı günden bu yana köy çocuklarından ne kadarının
okutulabildiğini, daha ne kadar köyün okulsuz olduğunu... belirten konuşmayı her yıl İlköğretim
Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç yapardı. Bir bayram hayası içinde bütün, öğrenciler
konuklarımızın şenlenmesi için halay çeker, zeybekler oynardık. Şiirler okur, koro halinde türküler
söylerdik. Konuklarımız enstitünün etkinlik gösterdiği dikiş, dokuma, marangoz, demircilik,
arabacılık, işlikleri bağ ve bahçemizi gezer, damızlık inek, boğa ve Ankara keçilerimizi gözlerler.
İstasyon-Hasanoğlan yolunu süsleyen Türk büyüklerinin büstlerini, tohum saçan köylü anıtını,
Venüs ve Efebos yontularını, açık hava tiyatromuzu ve duvarlarını süsleyen frizleri büyük bir
coşku içinde incelerlerdi. Bazen da Vedat Nedim Tör, Cevdet Kudret, Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Bedri
Rahmi, Malik Aksel, Pertev Naili, Ulvi Uraz, Sabahattin Eyüboğlu, Enver Ziya Karal, Hikmet Birant,
Saffet Korkut, Vedat Günyol, Falih Rıfkı, Ahmet Emin Yalman gibi aydınlar çalışmalarımızı yapıcı
yönde eleştirirlerdi.
Öğle yemeğini konuklarımızla yerdik. Biraz sonra açık hava tiyatromuzda güzel sanatlar
bölümümüzün tiyatro oyunlarını seyrederdik. Konuklarımız akşam üzeri Ankara’ya dönerken
çalışmalarımıza sempatilerin içtenliklerinden midir nedir bizlerden ayrılmak istemezlerdi. Bin yıllık
ahbap gibi yürekten gelen bir sevgi ile karşılıklı el sallayarak onları
uğurladık. Hele Dil Tarihin kızlı erkekli öğrenci grupları bizlerden ayrılırken göz yaşlarımızı
tutamazdık.
Cumhurbaşkanımızla beraber gelen konuklarımızı Enstitü Müdürümüz, Tonguç Baba,
Hasan Ali Yücel beraber gezdirirlerdi. İsmet İnönü her yıl 17 Nisan’ı bizimle beraber kutlardı. Biz
de bundan mutluluk duyardık.
Öğretmenim İsmail Hakkı Tonguç derslerimizin birinin sonunda beni çağırttı. Yöneticiler
odasındaymış. Kapıyı çaldım girdim. Tek başına oturuyordu. Otur diye yer gösterdi. Konuştuğu
insanları ayakta tutmak adeti değildi. Ben bir öğrenci olarak oturmaktan çekindim. Tekrar
oturmamı isteyince onu üzmemek için kapıya yakın bir sandalyeye sıkılarak oturdum. Tonguç
Baba:
“Bak Semerci, benim bu sene 17 Nisan Bayramı konuşmasını yazacak vaktim yok. Sen
Sabahattin (Sabahattin Eyüboğlu) gelince ona söyle Başaran’ı da çağır. Üçünüz bir olun. Benim
okuyacağım konuşmayı yazın. Şu kağıtlardaki notlardan da yararlanın. Yazıyı bitirince sen onu
bana al gel” dedi.. Ben bu görevi almakla seviniyordum. Nasıl olsa başımızda Sabahattin Eyüboğlu
gibi bir usta vardı. Biz bu konuşmayı yazarız diye içimden geçirdim. Tonguç Baba’nın elinden
notları aldım.
“Haydi bakalım Semerci, Sabahattin’e benden selam söyle” dedi. Başüstüne, diyerek
selam verdim, yanından ayrıldım.
Sınıfa gelince Başaran’a bu görevimizi söyledim.
O:
“Ulan bizim yapacağımız iş mi bu? Nasıl yazarız biz Tonguç gibi saygın bir adamın
konuşmasını” dedi.
“Aman” dedim. “Yalnız değiliz ki, Sabahattin Eyüboğlu gibi bir usta var başımızda.
Umutsuzluğa gerek yok”.
Birkaç gün sonra öğretmenimiz Sabahattin Eyüboğlu Hasanoğlan’a geldi. İstasyonda
karşıladım. Gülerek elini uzattı.
“Hoş geldiniz hocam” dedim.
“Hoş bulduk Semerci. Ne var ne yok bakalım?”
“Hocam, Tonguç Babanın selamı var. (Onu çok sevdiğimiz için kendi aramızda hep “Tonguç
Baba” diye konuşurduk) 17 Nişan Bayramı konuşmasını yazmağa vakti yokmuş. Sabahattin’e
selam söyle. Başaran’ı da çağır. Üçünüz bir olun benim konuşmamı yazın. Şu kağıtlardaki notları
da yazının arasına serpiştirin” dedi.
“Aleykümselam. Ama bu ısmarlama bir yazı. Çok zor yazması. Gelişigüzel bir konuşma da
değil. Bütün devlet adamlarına, diplomatlara ve aydınlara okunacak bir konuşma. Çok zor bir iş.
Düşünelim. Bu bize bir emanet. Ne yapalım, yazabildiğimiz kadar yazacağız. Beğenirse okur.
Beğenmezse kendisi yeniden yazar” dedi.
Dersinden sonra arkadaşım Mehmet Başaran’ı da çağırdım, bir odada toplandık.
Sabahattin Eyüboğlu derslerinde bize hep “yaşanmayan konuların yazılışı bayat olur, zorlama
olur, okuyanı etkilemez. Yazılacak olan konular yaşantımızdan kesitler olmalı. Düşüncelerden,
ısmarlamalardan, çalıntılardan oluşan yazılar tatsız tuzsuz olur, bir değer de taşımaz” derdi.
Şimdi ise ısmarlama bir yazı yazacaktık. Hem de 17 Nisan bayramı için.
Sabahattin Eyüboğlu:
“Anlatın bakalım çocuklar. Yazımız nasıl olmalı?” deyince Başaran hemen konuşmağa
başladı:
“Bizim Trakya’da köylü gaz bulup yakamıyor.Akşamları tavuk gibi karanlıkta evine
tünüyor. Köylü, kentli zenginler Alman korkusundan Anadolu’ya göç etti. Yiyecek sıkıntısı çok.
Köylünün en ezik bir zamanında bir de imeceyle okullarını yapmağa başlattılar. Ortada kimin ne
olduğu belirsiz kişiler, köylüler, kentliler okul yaptıran Milli Eğitim Bakanlığını çok ağır bir dille
eleştiriyorlar. Halkın yaşamı böyleyken ne yazabiliriz ki” dedi.
Ben de, Konya tahıl ambarı olduğu halde yiyecek sıkıntısı orada da var. Dağ köyleri
ilkbahara doğru tükenen yiyecek sıkıntısından olacak tarlalardan ot toplayıp otlu pilav pişiriyorlar,
otlu aşlarla besleniyorlar. Elbiseler hep yamalıklı. Kentten uzak köylerde ölülerine kefen bulmakta
güçlük çekiyorlar. Şeker diye bir şey yok. “Devlet memura çay, şeker, kumaş, yağ, un veriyor,
halka, bir şey vermiyor” diye dertleşiyorlar. Konya tarafında halk imeceye alışkın. Camisini,
Okulunu, Çeşmesini, kuyusunu, köy okullarını, çamaşırlığını hep elbirliği ile yapar. Yalnız
yönetime karşı olanlar Başaran’ın da dediği gibi savaşın getirdiği sıkıntıları bayrak gibi sallayarak
köylüleri sıkıştırıyorlar.”Okullar köylü için bir angaryadır. Biz başa geçersek bütün köy okullarını
devlet parasıyla yaptıracağız. Yaşlı demeden, gebe demeden köy kadınlarına taş, ağaç
taşıtıyorlar. Köylü işinden gücünden kalıyor, yoksullaşıyor” diyorlar. Propagandalar hep böyle.
Köylümüz de kentlimiz de bu bozguncuların sözüne inanıyor. Bilmem ki bu yokluk bu pahalılık
içinde nasıl olumlu bir konuşma yazabiliriz” dedim.
Sabahattin Eyüboğlu acı acı güldü: “Bu söylediklerinizin hepsi doğru. Ne güzel konular
bunlar. İşte bunları yazıp Tonguç’un eline vereceğiz Yeni değil ki bu konuşmalar.
Vaktiyle Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşında savaşacak askerin ayağına çorap, çarık, sırtına
çamaşır dikip vermesi için bütün Türk ailelerini seferber. etti. Her aile çorap ördü, çarık, çamaşır
dikti. Hükümete teslim etti.. Asker giydirildi, kuşatıldı, savaşa hazırlandı.
Sözüm ona o devrin aydınları M. Kemal’in yaptığı bu onurlu imeceye bile “angarya”
dediler. Kurtuluş Savaşı başladı. Köyün gebe kadınları, çocuklu kadınları, yaşlı anaları, babaları
diyebiliriz ki yaşlı dedeleri ve nineleri bile sırtlarıyla, kağnı, eşek, katır ve devesiyle cepheye
mermi taşımadı mı? O zaman bu beylerin bir çoğunun yakınları Mustafa Kemal’in gene
karşısındayken köylü onun yanındaydı. Eğer köylünün bu içten tutumu, ölümden korkmayan
tutumu, Mustafa Kemal’i desteklemeseydi. Kurtuluş Savaşı’nı kimse kazanamazdı. Nitekim,
Mustafa Kemal nutuklarında köylümüzün içtenliğini övmüştür. Ulustaki anıtta da ‘köylü kadınların
çalışması övgü ile belgelenmiştir. Köylü için okul yapım savaşı kendilerini kör kütük eden
bilgisizlikle savaştır. Bu savaş köylü için Kurtuluş Savaşı kadar kutsaldır. Kadınlı, erkekli köylü
çalışması okul yapım savaşımı da utku ile sonuçlandıracaktır. Bu onurlu çalışmayı biz yürekten
kutlarız. Amma bunların yanında köylülerin v halkın bilip de değerlendiremediği bir konu var.
Onun da sözünü edeceğiz. O da İkinci Cihan Savaşına büyük devlet adamımız İsmet İnönü’nün
Türkiye’yi savaşa sokmamasıdır. Bu ne büyük mutluluktur. Köy Enstitülerinin kuruluşu, köy
okulları seferberliğinin şanssızlığı böyle bir zamanda ele alınmasındandır.
Nasıl Atatürk’ün önderliğinde yokluk içinde, hastalık içinde, düşman çizmesi altında, dış
düşmanın para desteğiyle içteki yobazın yurtta çıkarttığı ayaklanmalarla ezilen halk yeniden
Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuşsa ki, bugün yaşayanlar bu gerçeği çok iyi bilirler. Atatürk’ün en
yakın silah arkadaşı büyük insan İsmet İnönü de köy okulları yapımında büyük başarılar
kazanmıştır. Köy eğitim seferberliği altın çağını yaşamaktadır. İsmet İnönü’nün bizi İkinci Dünya
Savaşına sokmadığını bilmemezlikten gelmek budalalıktır, nankörlüktür.
Uygarlığı kendi tekellerinde gören büyük devletler şarıl şarıl kan dökerken, kentleri köyleri
yerle bir ederken, İsmet İnönü Osmanlının bilgisiz, körkütük bıraktığı köy halkının gözlerini
dünyaya açmak için okul yapma seferberliğine girişti. Dünya yakılıp yıkılırken, her tarafta
milyonlarca insan öldürülürken biz bu dedikoduculara pabuç mu bırakacağız? Sonra
T.B.M. Meclisi’nin çıkardığı bir köy kanunu var. Bu kanuna. göre köylü şimdiye kadar imece ile
okulunu, camisini çeşmesini, çamaşırlığını, yolunu, köprüsünü yapmaktadır. Bana kalırsa bu
anlattıklarımızı yazmağa başlayalım, Bir da köy kanunu bulalım.“ Hemen bir köy kanunu bulduk.
Madde 13’te köylünün yapması zorunlu olan tam 37 iş vardır. Bunların en önemlisi şunlardır:
Köye kapalı yoldan su getirmek, kuyu ağızlarını kapatmak. Köy içi ve komşu köy sınırına kadar
olan yolları yapmak. Köye bir köy odası yapmak, ahırlı ve ocaklı bir konuk odası yapmak, bir
mescit yapmak, köye maarif idaresinin vereceği örneğe göre. bir okul yaptırmak; askerde
bulunanların, öksüzlerin tarlalarını ekip harmanlarını kaldırmak. Köy namına bakkal, nalbant,
arabacı dükkanları imece ile yapmak.
“Tamam” dedi Sabahattin Eyüboğlu. İşte veriler. Yazmaya başlayalım”.
Sabahattin Eyüboğlu bize karşı bilgiçlik, büyüklük göstermezdi. Onunla imece çalışmasına
alışkındık. Onunla beraber çıkardığımız Köy Enstitüleri dergisinde anlayış birliği içinde seve seve
çalışıyorduk. Tonguç Babanın konuşmasını da bu anlayışla kaleme aldık.
Anımsadığıma göre şöyle yazmıştık:
Bugün 17 Nisan 1946 Köy Enstitülerinin kuruluşunun 6. yıl dönümüdür. Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nin çağların ihmaline uğrayan köylerimizin aydınlanmasına elini uzattığı gündür.
Yüce Meclis mensuplarını burada saygı ile selamlıyorum. Köylünün eğitim yolu ile kalkınmasında
görevlendirdiği Milli Eğitim Bakanlığı görevlisi olarak köy okullarının yapımına büyük bir hızla
başlamış bulunuyoruz. Her ilde plana alınan köy okullarını köylümüz seve seve yaptı. Bütün
illerde yapım sırası gelen köy okullarımızın yapımları bir gün bile aksamadan devam etmektedir.
Bu uğurlu girişime başladığımız yıllarda büyük uluslar topyekun bir savaşa girdi. Bu
savaşın yayılması yurdumuzu da etkiledi. Milli güvenliğimizi sağlamak amacıyla ordularımızı
donatmak ön sırayı aldı. 0rdularımıza yeniden asker alındı. Yurtta üretim düştü. Giyecek, yiyecek
sıkıntısı baş gösterdi: Elimizde bulunan petrolün çok önemli yerlerde kullanılacağı hesap edildiği
için köylerin lambalarında yakacak gaz darlığı ortaya çıktı. Kentlerden uzak köylerde bu sıkıntılar
büsbütün arttı. Öyle günler oldu ki bazı köylerde ölülerine kefen bile zor sağlandı. Trakya
bölgesinde açıkgöz varlıklılar Anadolu’ya göç etti. Halk yeteri kadar şeker bulamadı. Devlet bu
sıkıntıların bilinci içinde Osmanlının ihmal ettiği köylere okul yaptırarak cehaletle savaşa girdi.
Büyük Millet Meclisi’nin açış nutuklarında “Büyük Ata bir Kasım 1928’de Büyük Türk Milletinin
okuma yazmayı öğrenmekle yeni bir nur alemine gireceğini” 1933’te de Cumhuriyetin 10. yıl
dönümü nutuklarında: “Eğer milletimizin askeri azimesi çiftçi olmasaydı bugün dünya yüzünde
bulunmayacaktık”.
“Selamet-i hakikiyeye ermek istiyorsak çok kan dökerek kazandığımız muzafferiyetlerden
sonra çok fedakarlık yaparak ziraat, ticaret, sanat sahasında emniyetli adımlarla yürümeğe
bakalım” demişlerdi.
Hükümetimiz büyük Ata’nın bu sözlerini bir vasiyet olarak yerine getirmeye koyuldu.
Büyük bir atılımla binlerce köy okulu yaptırdı ve yaptırmakta da devam ederken topyekun savaşın
yurdumuzdaki ekonomik sarsıntısını fırsat bilen bazı çevreler köylüyü kendi okulunu yapmaktan
soğutmağa, hükümetin köye uzattığı uğurlu eli geri çektirmeğe kalkıştı.
“Bütün köy okullarını devlet kendisi yapsın. Kentli, kasabalı okul yapıyor mu? Kentlerin
okulunu devlet yapar da köylünün okulunu köylü mü yapar? Hem karnı çocuklu kadınlara taş,
ağaç taşıtıyorlar. Yaşlı demeden, yoksul demeden herkesi okul yapmağa -zorluyorlar. Bunlar
‘angaryadır. Angarya ise yasaktır. Köylü zorla okul yapmağa sürüklenemez... Köye giden
öğretmene bir de toprak veriyorlar. Köylünün ekeceği toprak elinden, alınır da nasıl öğretmene
verilir... Köylü çocukları öğretmene verilen tarlada çalıştırılacak. Kalkan ürün öğretmenin olacak.
Bu nasıl anlayış. Köylü çocuğunu okula okusun diye yollar, öğretmenin tarlasını ekip biçsin diye
değil. Biz bu uygulamalara karşıyız” diyorlar.
Bütün bunlar bugün Türk yaşamının realitesidir.. Ne yazık ki bu propagandaları yapanlar
okumuşlardır. Bunlara en çok inananlar da okumuşlardır. Devlet hangi parayla 40.000 köye okul
yaptırabilir? Köylünün imece gücü nasıl küçümsenebilir?
1935 yılında ilköğretim davasını yüklendiğimiz zaman köylerde 4.999 okul, 6.786
öğretmen vardı.
Erkek nüfusun % 23,-3’ü, kadınların ise % 8,2’si okuyup yazabiliyordu…. Erkeklerin %
76,7’si, kadınların % 91,8’i okuyup yazma bilmiyordu; Kent çocuklarının % 75’i beş sınıflı
ilkokullarda okurken, köy çocuklarının % 25’i üç sınıflı okullarda okumakta idi. Bu yanlış tutumdan
ötürü köy çocuklarının orta dereceli okullara devam etmesi büyük bir sorundu.
Köylü nüfusun % 89,5’i ise okuyup yazma bilmiyordu. Okuyup yazanlar ancak 13 milyon
köylünün % 20,4’ü idi. Türk Milletini çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkarmayı amaçlayan
büyük Atatürk bu acı duruma son vermek için köy eğitimi seferberliğimi 1936’da başlatmadı mı?
Anadolu yüzeyine rastgele yerleşmiş 40.000 köy’e doktor, ebe, veteriner hizmet
verebiliyor mü?
Postane, telefon, ilaç, motorlu araç gibi uygarlık araçlarından köy yoksun değil mi?
Köylümüzün pek çoğunun Türkçe konuşması bile anlaşılabiliyor mu? Halen 26.347 köy okulsuz
değil mi? Köyde devlet hizmetini yürüten öğretmenden başka bir eleman daha var mı? Köyün
kalkınması ise bir tek öğretmenle olacak iş değildir. Tüm devlet kuruluşlarının işbirliği ile köy
kalkınabilir. Bugün devlet memurlarından köyde mezarı bulunanlar yalnız öğretmenlerdir. Ne
zamanki, doktoru, veterineri, mühendisi, ekonomisti, tarımcısı, sanatkarı köye hizmet ederken
köy mezarlığında yer alırsa o zaman köy kalkınabilir. Teknik elemanlar köyde çalışmadıkça çağın
bilgi ve tekniğini köye kimse götüremez. Köy daha çağlarca yerinde sayar. Türk halkı da çağdaş
ülkelerin düzeyine çıkarılamaz. Biz Millî Eğitim Bakanlığı görevlisi olarak köy eğitimi davasını
devraldığımız on yıl içinde okul sayısını 4.999 dan 13.653’e, öğretmen sayısını 6.786’dan
25.626’ya, öğrenci sayısını 313.169’dan 1.359.034’e çıkardık. Diyebiliriz ki, Osmanlının 624 yılda
Türk köyüne götüremediği eğitim hizmetinin üç kat fazlasını on yıl içinde biz köye götürdük. Hem
de çağın en ileri iş eğitimi ilkeleri ile.
Köylüye okulunu yaptırdığımız için en ağır dille eleştiriliyoruz. “Köylü angaryaya zorlanıyor.
Köylüye zorla okul yaptırılıyor. Çocuklu kadınlar, yaşlı insanlar, yoksullar okul yapımında zorla
çalıştırılıyor” deniyor. Köylüyü bakar körlükten kurtarma, çağdaş insanlığın yaşam düzeyine
çıkarmak en büyük davamızdır. Öteden beri köylünün ürününü ucuza alıp, pahalıya satan
köylünün okumasını elbette istemez. Tefecinin, şeyhin, cincinin, muskacının “köylüyü okutun”
dediği nerede duyulmuştur? Hurafecinin, şeriatçının “köylüyü okutalım dediğini duyanınız var mı?”
Köylü Türk ulusunun en büyük varlığıdır. O, okutulmadıkça memleketimiz kalkınamaz, geri
kalmışlıktan kurtulamaz. Biz köylünün eğitimi yolunda büyük adımlar attık. Bu uğurda atılan
çamurlar ancak çamurcuyu etkiler. Biz doğru yolda olduğumuzun bilincindeyiz. Bu bakımdan bizi
eleştirenlere gerekli cevabı şöyle verebiliriz:
T.B.M. Meclisince 1924 yılında kabul edilen ve halen yürürlükte olan Köy Kanununun 13.
maddesi köylünün kapalı yoldan içecek su getirmesini, kuyu ağızlarına kapak, evine kuyulu hela,
Köy ve konuk odası, mescit, milli eğitim idarelerinin vereceği örneğe göre bahçeli bir okul
yapmak, adım başına bir ağaç dikmek, köyden hükümet merkezine veya komşu köy sınırına
kadar yol yapmak, askerde bulunanların, öksüzlerin ekinlerini ekmek, harmanlarını kaldırmak,
köy namına nalbant, bakkal, arabacı dükkanları, çamaşırlık... yapmak zorunluğu koymuştur. Bu
kanun Cumhuriyetimizin ilanından beş ay sonra çıkarılmıştır. 22 yıldan beri bu işler yaptırılırken
köylü angaryaya mı zorlanıyordu? Eğer zorlanıyorsa neden 22 yıldır sesleri çıkmıyordu? Köylü
kendi geleneği olan bu işleri çağlarca yapmadı mı? Geri kalmış bir ulus olarak 4O.OOO köyün
okulunu hangi bütçe ile yapabiliriz? Büyük Ata Kurtuluş Savaşında orduların çarığını, çamaşırını,
çorabını bir anda halkın yardımı ile sağlamadı mı? Kendisinin ve çocuğunun kör cahillikten
kurtulması için seve seve giriştiği okul yapımını baltalamayı kendinize nasıl yakıştırıyorsunuz?
Halkın okulunu yapma gayreti devletimizi güçlendirmiyor mu? Türk köylüsünün görkemli ve
onurlu imece çalışmasını nasıl küçümseyebiliriz?
Biz halkla devletin işbirliğiyle dirilmiş bir ulusuz. Biz köylü ile devletin köy okul yapımı
seferberliğinde başarıyla sonuçlanacağına inanıyoruz. On beş yıllık bir planımız var. Bunun altı
yılında elde ettiğimiz başarıları sizlere sundum. Önümüzde kalan dokuz yıl içindeki planlı
çalışmamızın sonu olan 1955 yılında Türkiye’de okulsuz ve öğretmensiz bir tek köyümüz
kalmayacaktır. İlköğretim seferberliğimizin başarıyla sürdürülmesindeki gücümüzün en büyük
desteği Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’dür. Bu desteğine her zaman ihtiyacımız vardır. Şimdiye
kadar 20 köy enstitüsünü başarıyla çalışma yoluna koyduk. 21. köy enstitüsünü de Van da
açıyoruz. Bugün köy enstitülerimizde okuyan öğrenci sayısı 16.000’e’ yaklaşmaktadır.
Önümüzdeki beş yıl içinde en az 16.000 öğretmen ve 2500 eğitmen daha köylerde öğretime
başlayacaktır. Öncekilerle beraber sayıları 31.500’ü bulacaktır. Bu. öğretmenlerimizin göreve
başlamaları sayesinde okula kavuşacak öğrenci sayısı 1.575.000’i bulacaktır. Beş yıl içinde köy
enstitüsünü bitiren öğretmenlerimizin sayısı 22.000 olacaktır. Bunlar, 150.000 büyük ve küçük
baş damızlık hayvan ve 1.5 milyon dönüm toprakla köyde örnek bir çalışmaya girişeceklerdir.
Ayrıca köyün ihtiyacı olan iki milyon parça marangoz, demirci, yapıcı ve dikiş makinesi gibi araçlar
da köye girmiş olacaktır. Bu araçlar okula devam eden öğrencilere iş derslerinde pek çok beceri
kazandıracaktır. Okulu bitiren köylü çocuklarımız kendi iş hayatlarına dönünce üretici çalışmaları
daha da verimli olacaktır.
Diğer taraftan köyün. yetişkin delikanlılarını da okullarımızda sanat kursları açarak
yetiştireceğiz. Kız öğretmenlerimiz de okulda hem kız öğrencilerine hem de köyün yetişkin
kızlarına dikiş, çocuk bakımı, yemek yapma ve sağlık bilgilerini öğretecektir.
Son olarak çok önemli ‘bir gerçeğin hepimiz tarafından unutulmaz değerinin bilinmesini
istiyorum. Bu da Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün İkinci Cihan Savaşına’ Türkiye’yi
sokmamasıdır. Topyekun İkinci Dünya Savaşı Türkiye’mizi de yokluklar içine ittiğini’ hepimiz
biliyoruz. Ama Türk halkı sağ salim işinde gücündedir. Kimsenin burnu kanamamıştır. İçimizde
ağlayan analar, ocağı sönen babalar, öksüz kalan çocuklar, dul kalan gelinler yoktur. Kolsuz,
bacaksız, kör, sakat yoktur. Oysam savaşa giren ülkelerde kentler, kasabalar, köyler yerle bir
edildi. Milyonlarca insan öldürüldü. Milyonlarca insan sakat kaldı. Japonya’nın iki kentine atılan iki
küçük atom bombası iki yüz bine yakın insanı bir anda öldürdü. Bir o kadarını da iyi olmaz,
radyasyon hastası yaptı.
Gazetelerden okuduklarımıza ‘göre Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atılan atom
bombalarından sağ kalan insanların bütün bedeni yanmış, sağ iken kokmağa başlamışlar. Atom
ışınlarının çok şiddetli oluşundan pek çok insanların gözleri bir anda yere akmış. Göz çukurları
insan iskeleti başlarında görüldüğü gibi bomboş birer çukur haline gelivermiş. Evler yanmış
yıkılmış, hastaneler hastasıyla, doktoruyla imha edilmiş. Ortada kalan radyasyon hastalarına
bakacak doktor ve sağlıkçı hatta ilaç bile bulunamamış. Kentlerin telefon direkleri bile yanmış kül
olmuş. Elektrik santralleri, yerin dibindeki su yolları on bin lerce yerinden patlamış, evlerin
tuğlaları bile erimiş, yerlere serilmiş. Birçok insan çıldırmış. Her tarafta ölü yaralı yan yana sergi
gibi serilmiş, kan, kusmuk kokusundan durulmaz bir hale gelmiş. Değil ölüleri kefenleyip
gömmek, onulmaz yaralı insanların bile imdadına kimse yetişememiş. Biz bu savaşta Türk milleti
olarak böyle acıları görmedik ve yaşamadık. Bu bizim için büyük bir mutluluk değil mi? Dünyanın
en uygar, en zengin ülkeleri olan Almanya, İtalya, Japonya faşist diktatörlerinin terörlü emirleriyle
sömürge haline getirmek istedikleri Rusya, Fransa, İngiltere ve A.B.D. gibi demokratik ülkelerin
işgaline uğradılar.
İşte böyle bir zamanda Kurtuluş Savaşımızın ölmez kahramanlarından büyük Ata’nın
“Yurtta sulh, Cihanda sulh” ilkesine sahip çıkan onun en değerli arkadaşı Cumhurbaşkanı İsmet
İnönü çağların bakar kör haline getirdiği Türk köylüsünü okutmak için, onları çağdaş birer insan
olarak yetiştirmek için köylünün eğitilmesi seferberliğine girişti.
Başbakanlığı sırasında köylünün okutulmasını önce C.H.P. Parti grubuna daha sonra T.B.M.
Meclisi’ne getirdi. Bu yönde değerli gayretler gösterdi. Yüce Meclis ve hükümet bu konu üzerinde
çalışmayı benimsedi. Biz bu inançla Köy İlköğretim seferberliğini başlattık. Köylümüzün bilgi ve
üretim yaşamını geliştirerek iş eğitimi ilkelerine sahip, nitelikli öğretmenlerin yetiştirilmesinde
büyük bir başarı kazandık. Köylerde okul yapımına dört elle sarıldık. Savaşın getirdiği sıkıntılar
içinde bu işe girişmekten yılmadık. Kurduğumuz Köy Enstitülerinde balıkçılığı geliştirdik.
Ürettiğimiz ürünleri yedik, kullandık. Devlete fazla yük olmadık. Enstitülerin bir çoğuna çadırdan
başlayarak büyük binalar yaptık. Enstitülerin kuruluş ve işleyişinde insanın insan tarafından
sömürülmesini değil, doğanın insan tarafından sömürülmesini ilke olarak kabul ettik. Köy
Enstitülerinin bir çoğunu çadır kurarak açtık. Kısa zamanda yetiştirdiğimiz becerikli
öğrencilerimizin başarılı çalışmalarıyla büyük okullar yaptık. Yaptığımız binaların sayısı 750’ye
yaklaştı. Bunların yanında elektrik santralleri, kooperatif ve uygulama okulları gibi tesislerimizi de
kullanmağa başladık. Yüz binlerce meyveli, meyvesiz fidan diktik, yetiştirdik. İklim bölgelerimize
göre enstitülerde sebze, meyve, et, süt, yumurta ve bal gibi ürünler yetiştirmeğe büyük önem
verdik.
Önümüzdeki yıllarda savaş felaketinin getirdiği yoklukları ortadan kaldırmak başlıca
hedefimizdir.
Köylerin eğitim seferberliği yeniden yaptığımız binlerce okulda yeni yetiştirdiğimiz
öğretmenlerle, açtığımız dershane, işlik ve uygulama tarlalarında meyvelerini vermeğe başladı.
Türk köylüsü ilk olarak Cumhuriyetin kendilerine verdiği bu hizmetle mutlu bir güne kavuşmağa
adımını attı.
İlköğretim seferberliğimizin başlatıldığı köylerde okuma-yazma çalışmalarımız başarıyla
sürmektedir. Bu okullarda Tarım ve iş derslerimiz de köylümüzün tarla, bahçe hayvan
yetiştirmelerine paralel olarak öğretilmektedir.
Milli Eğitim Bakanlığı’mız, Tarım ve Sağlık Bakanlığı’mızla koordine bir çalışma içindedir.
Tarım bakanlığı, tarım çalışmalarımızı teknisyenleri ile desteklemektedir. Köy sağlık
memurlarımızın yetiştirilmesinde de Sağlık Bakanlığı doktorları, laboratuar ve hastaneleriyle
büyük yardımlarda bulunmaktadır. Bu değerli katkılarından ötürü her iki bakanlığın köy kitlesinin
kalkınmasına uzattığı eller öpülecek ellerdir. Bu hizmetlerinden ötürü her iki bakanlık
mensuplarını kutlamak en büyük insanlık borcudur.
İkinci Dünya Savaşını başlatan sözde uygar devletler milyonlarca insanın kanını döktü.
Yurdunu yuvasını yıktı. İnsanların yok edilmesi uğrunda milyarlar, trilyonlar harcadı. Tam bu
zamanda Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü çağlarca bilgisiz bakar kör bırakılmış köylümüzün
kalkınması için köy okulları yapımı ve eğitim seferberliğini başlattı. Böyle yıkıcı bir savaş devrinde
köylümüzün eğitimi gibi soylu bir çalışmayı başarabilmek her kişinin harcı değildir. Bugün böyle
bir çalışmanın dünyada bir eşi daha yoktur.
Büyük Atatürk’le beraber savaştıkları Kurtuluş Savaşı’nda, Lozan Barışı’nda,
Cumhuriyetimizin kuruluşunda, devrimlerimizin yapılışında büyük utkular kazanan İsmet İnönü,
Köy İlköğretim seferberliği ile yeni, bir utku daha kazanmıştır. Çalışmalarımızı yerinde görerek
bizlere ışık tutmuştur. Köy Enstitüsü başarısında yapıcı eleştirilerinin payı büyüktür.
Çalışmalarımızı içtenlikle desteklemelerinden çok mutluyuz. Bu mutlu günümüzde’ de aramızda
görmenin sevincini yaşamaktayız. Gelecek yıllardaki başarılarımızın daha verimli olacağına
inanıyoruz. Bütün Köy Enstitüleri adına 17 Nisan bayramımıza katılan devlet yöneticilerimizi, yerli
ve yabancı konuklarımızı en içten saygılarımla selamlarım.
USTA ÖĞRETİCİLERİMİZ
“Osmanlı Anadolu’su, her türlü sanayi tesislerinde, teknik takım taklavattan, santrallerden
ve bu arada sanayi ve teknik alanlarında yetişkin insan kadrosundan yoksun bir ülkeydi... Bir açık
pazar, bütün endüstriyel gereksinmelerini yabancı ülkelerden satın ‘alan ilkel bir tarım hammadde
üreticisiydi. Bir yarı .sömürge idi... Fevzi Paşa’nın Harbiye Nazırlığı sırasında, düşmana en az
200.000 piyade silahının mekanizmaları ile, topların kamaları teslim edilmek, mütareke
icaplarından görülmüştü. Büyük cephane stoklarına düşman el koymuştu...” (1)
Oysa Mustafa Kemal bugünlerde Türkiye’yi emperyalistlerden kurtarmak için sonsuz silah
gereksinmesi içinde kıvranıyordu. Eldeki silahlar ise mekanizmasız ve kamasız kullanılamaz bir
hurda yığını halindeydi. Ordunun İmalatı Harbiye denen bir tamir ve bakım ocağı vardı. Buraya
alınan çıraklar ustalarına baka baka iş yapmayı öğrenirlerdi. Ahmet Akar adında bir silah ustası da
bu ocakta böyle yetişenlerden biriydi. Milli Mücadele başlarken Eskişehir Demiryolu Atölyesinde
çalışmaktaymış. Bir gün ona bir binbaşı gelir... Kamasız toplar vardır. Bunlara kama yapılacaktır.
Fakat kama yapabilmek için demiryolu atelyesinde ne malzeme, ne de bu iş. için kuruluş vardır.
Derken iki İmalatı Harbiye subayı da işe’ katılırlar. Torbalarından işçi önlüklerini çıkarıp bu işler
için pek de uygun olmayan şahmerdanın başına geçerler. Atölyedeki Rum, Ermeni işçiler bunlarla
alay etmektedir. Akla gelmez zorluklarla savaşırlar. Sonunda 10.5-22 çapında ilk kama
yapılmıştır. Kama topa takılır. Kırda deneme atışı yapılacaktı.r. Yapılır da. 10,5’Iuk top ovaları
inletir. Ahmet Akar’ın ve arkadaşlarının mükafatı sel gibi boşanan sevinç gözyaşlarıdır... Seri
halinde üretime geçilir. 7,5’luk Krupp Cebel, 1,77’lik Erhard Cebel toplarının kamaları meydana
çıkar...” (2)
Kamaların yapımından sonra “ilk deneme atışları Karacaşehir doğrultusundaki dağlara
yapılır. Ahmef Akar usta sevincinden şöyle der:
“Gürleyen topların sedaları bütün yorgunluklarımızı unutturdu...” (3) Bu düşünceli atılımdan sonra
bütün ordunun silahları onarılır, işler hale getirilir. Mustafa Kemal’in ordularının silahları daha nice
Ahmet Akarların eliyle tamamlanır.
Türkiye’mizin gelişmesindeki her türlü ileri hamleler hep ordudan gelmiştir. Silah altına
alınan erlerin marangoz, demirci, terzi, şoför, kalaycı, dökümcü ve teknisyen olanlarından en iyi
şekilde yararlanan gene ordumuzdur.
(1) Şevket Süreyya Aydemir: Tek Adam, c.2, S. 438,
(2) a. g. y., S. 439.
(3) a. g. y., S. 440.
9. baskı.
SİLİ LAYOŞ
Köy Enstitülerinde de köylü ustalardan yararlanıldı. Çifteler Köy Enstitüsünde Macar asıllı
Sili Layoş adında bir usta öğreticimiz vardı. inşaat, demircilik ve marangozluk işlerinden çok iyi
anlardı. Onunla okul, ahır, santral, köprü, öğretmen lojmanları, işlik, arılık ve kümesler yaptık. İş
yaparken yaptığımız işleri hep gözetlerdi. Harcın gramını, kerestenin santimini boşa verdirtmezdi.
Bize yaptığımız işi sevdirirdi, gülüştürücü fıkralarla çalışmamızı sağlardı. Yorulduğumuzu bile
bilmezdik. Bir gün öğretmen evlerinin tavanlarını çakıyorduk. Çivinin birisini yana eğik
bırakmışım. Yanı başımda bir kahkaha attı. Arkadaşlarıma: “Çocuklar, çocuklar, hepiniz gelin
buraya. İçimizde bir nalbant var... Bakın şu Bekir’in çaktığı çiviye. Oldu mi bu? Marangoz hiçbir
zaman çiviyi yana eğmez, tam ,çakar Nalbant ise nal düşmesin diye çivin,in ucunu biraz eğer.
Sen nalbant mısın be kuzim? Düzelt bu çiviyi, bir daha böyle çivi çakma.” deyince çivinin tavanı
çirkinleştirdiğini gördüm, işimdeki çirkinliği giderdim.
Sili Layoş, değerli bir usta öğreticiydi. Yirmi Köy Enstitüsü’nün kuruluşunda onun çok
emeği vardır. Bütün enstitülüler ondan pek çok şeyler öğrendik. Onu hiç yadsımadan severdik.
İkinci Cihan Savaşı’nın yokluklu yıllarında onun pratikliğinden, zekasından çok yararlandık.
Atatürk öldüğü gün okula geldim. Enstitümüz susuzdu. Sili, Seydisuyu’nun kıyısına bir
kuyu kazdırdı. Atla çevrilen dişli çarktan alınan kayışla santrifüj döndürüldü. 24 metre yüksekliği
olan Çiğdem Tepesi’ne yaptığımız su deposuna su çıkarıldı, oradan da okula bağlandı, suya
kavuştuk.
Enstitümüz yıllarca lüks lambalarıyla aydınlanırdı. İllerimizin birinin hurdalığından yok
pahasına aldığı hurda tribünle Seydisuyu kenarına yaptığımız santralı arkadaşı Gaspar’la çalıştırdı.
Okulumuz ve Hamidiye Köyü ışıklandırıldı. (Öğretmenlerimizden Talat Tarkan ve Raşit Toygan da
bu çalışmanın içindeydi.)
Köy Enstitüleri yapıcı ekiplerle biri birinin kuruluşlarına yardım ederdi. 1940 yazında
Çifteler Köy Enstitüsü’nden yirmi beş kişilik bir yapıcı ekibi olarak başımızda Sili ustamızla beraber
Savaştepe Köy Enstitüsüne gittik. Ekibimiz marangoz, demirci ve duvarcı arkadaşlardan
oluşmaktaydı. Savaştepe’nin yeni alınmış 50 kadar kızlı, erkekli öğrencisi ile bir o kadar da
eğitmeni vardı. Onlar köyden yeni geldikleri için yapıcılık bilgileri yoktu, bize yardım ediyorlardı.
Yaptıklarımızdan da bir çok beceri kazanıyorlardı. Enstitü’nün eğitimbaşısı İsmet Kültür:
“Kocaman İzmir’de, Balıkesir’de bir sandık çivi bulamadım. Boşuna geldiniz” diyordu. Elimizde
iskele yapacak kadar çivi vardı. Sili: “Yollar mısınız beni İstanbul’a. İstemediğiniz kadar çiviyi size
getireyim” diyordu. Enstitü yöneticileri ona para verdi. Sili üç gün sonra inşaatlardan sökülmüş
paslı çivi sandıklarıyla Savaştepe’ye geldi. Bütün öğrenciler ve eğitmenler eğri çivileri birkaç
günde düzelttik. Enstitü bir bayram havası yaşıyordu. Köy okulu yazın tatil olduğundan orada
kalıyorlardı. Yeni yapacağımız okul, yemekhane, ambar ve hamama seviniyorlardı. Sili, her
zamanki gibi alçak gönüllü haliyle: “İstanbul, dünya şehirlerinden biridir. Orada her şey vardır.
Yalnız yerini bilmek gerek. Anladiniz mi? Şimdi yapın yapinizi, çakin çivinizi. Biter diye korkmayin
ha...” diyordu. Hepimiz gülüşüyorduk onun bu şakacı, gerçekçi konuşmalarına.
Yaptığımız binaların çoğu bir, iki katlıydı. Asma makaslarını yerde bir profil üzerinde
yapardık. Onu urganla çatıya kaldırırdık. Sili başımızda bir komutan gibi şöyle komut verirdi:
“Heyyyy, (ipe iyi sarılın, makası kaldırmaya hazırlanın demekti onca) Hop: Deyince de bütün
öğrenciler makasa bağlı ipleri çatıya doğru çekmeye başlarlardı. Koca çatı makası Fatih’in gemileri
gibi duvara yaslanan ağaçlar üzerinden kaydırılarak çatıya çıkarılırdı.
DEMİRCİ ZEKERİYA USTA
Çifteler Köy Enstitüsü’nün kurulduğu Hamidiye köyündendi. Çifteler havalisinin 15-20
köyünün tarım avadanlıklarını ve pulluklarını onarır veya yeniden yapardı. Ustalığıyla o köylere
ünü yayılmıştı. Köylüler: “İlle Zekeriya Usta’nın pulluğu. Çok. hafif, atlara eziyet etmez, kolu
yormaz, toprağa’ - iyi batar. Tohumu çok güzel karıştırır...” diye öve öve bitiremezlerdi. Zekeriya
usta, bütün çevre köylülerce tutulduğu için işi çoktu. Enstitümüze de böyle bir usta gerekliydi. Biz
öğrenci olarak Ankara, Eskişehir, Konya, Afyon ve Kütahya gibi beş çiftçi yatağı köy çocuklarıydık.
Onun sanatını öğrenmemiz gerekliydi. Onun gönlünü edip enstitüye alan müdürümüz Rauf İnan
bize: “Çocuklar size iyi bir demirci ustası getirdim. Hepiniz çiftçi çocuğusunuz. Köylere öğretmen
olarak gideceksiniz. Tarım ürünleri iyi araçlarla elde, edilir. Eğer siz Zekeriya ustanın pulluklarını
köylerinizde elinizle yaparsanız köylüler sizi başında gezdirir...” diyordu.
Zekeriya usta demircilik işliğinde işe başladığı zaman sanat enstitüsü mezunu. Mustafa
Karaman adında bir demircilik öğretmenimiz vardı. Çiftçi avadanlıklarının yapımından,
onarımından anlamazdı. Basit iş resmi çizdirirdi. Cıvata yaptırır, teneke büktürür, su tesisatı,
oksijen kaynağı gibi pratik işler yaptırırdı.
Zekeriya usta boynuna iş önlüğünü taktığı gibi örsün başına geçti. Demirci
arkadaşlarımızla beraber tek atla, çift atla ve altı atla çekilen pulluklar yaptılar. Zekeriya Usta’nın
müşterisi olan bütün köylüler enstitümüzün işliğine gelmeye başladı. Köylülerin avadanlıkları daha
ucuz yapıldı. Enstitümüzün döner sermayesine daha çok gelir sağladı. Arkadaşlarımız eski
pullukların onarılmasını, yeni pullukların yapılmasını öğrendiler. Ben marangoz işliğinde
çalışıyordum. Bir gün demircilik işliğinin önünde büyük bir kalabalık vardı Geniş bir halka
olmuşlar, ortada bir şeye bakıyorlardı. Koşarak yanlarına gittim. Tekerlekler üzerinde tohum
sandığı ve altı bıçağı, olan bir mibzeri sevinçle seyrediyorlardı. Bu arkadaşlarımızın yaptığı ilk
büyük pulluktu. Sandığına tohum dolduruluyor, yere serpilmesi. ayarlanıyordu; altı at tarafından
çekilerek toprağı sürüp ekiyordu. Bir gidişte bir traktör? kadar yer sürüyordu. Bu bizim için büyük
bir mutluluktu. Köylerimizde bir çift öküzün çektiği sabandan başka bir tarım aracı görmemiştik.
Arkadaşlarımız yıllarca Zekeriya Usta’dan çok pratik beceriler kazanmışlardı. Köylere de bu
güvenle gitmişlerdi.
BAHÇIVAN NURİ USTA
Bahçıvan Nuri Usta bahçe tarımında gözbebeğimizdi. Pratik ve uygulamalı çalışmalarımızda
sırtına yakası kürklü gocuğunu geçirdiği gibi sınıfımızı doğru bahçeye götürürdü. Hepimizin eline
bel, kürek, kazma, çepin verir bizi ekilecek veya bellenecek olan bahçeye götürürdü. lk
acemiliğimizde “Bana bakın. Beli sık sık vurun. Toprağı bulgur bulgur dağıtın” derdi. Zamanla
kirizma yapmanın ustası olmuştuk. Beli toprağa iyice saplayıp toprağı deviriyor, kışın rutubetini
yaza saklıyorduk. Akasya ormanımız için bu kirizma çok yararlı oluyordu. Fidan dikerken yaralı
kökleri, gereksiz dalların budanmasını bize gösterirdi. Bir tek fidanı arızalı kökü ile diksek hemen
bizi uyarırdı. “Bana bak delikanlı, iş devletinse öğrendiğin senin. Sök o fidanı. Köklerini buda,
yeniden dik...” diye uyarırdı. Cins patlıcan, domates tohumlarını erkenden sıcak yastıklara eker,
yetişince açtığımız karıklara diktirirdi. Kabak, mısır ektirtir, soğan diktirtirdi. Bunların
çapalanmasını, gübrelenmesini, sulanmasını bize öğretirdi. Enstitümüzün öğrenci, öğretmen,
usta, bekçi, arabacı, şoför, eğitmen sayısı binin üzerindeydi. Bütün yaz ve güz aylarında sebze
gereksinmelerimizi bahçemizden sağlardık. Kış mevsimi için lahana, pırasa dikerdik. Sebzelerimizi
at arabalarıyla enstitümüze taşırdık. Bahçemizin bakımını zamanında yaptığımız için sebzeler çok
verimliydi. Yay gibi patlıcanlar, uzun uzun kıl biberler, tombul tombul dolma biberler, elma gibi
sırık domatesler yemekle bitmezdi. Öğretmenlerimize, köylülere sebze satardık. Hele kabakların
verimi bir afattı. Bir gün sofrada arkadaşlarla şöyle bir konuşmam oldu.
“Kabak yemekten usandık. Sabah kabaklı bulgur çorbası, öğleyin yoğurtlu, kabak
kızartması, akşam kabak musakkası, kabak yiye yiye kabak gibi olacağız. Elimize birer bıçak
alalım (oysa İkinci Cihan Savaşı içinde aç kalmamak ne büyük bir mutluluktu) gece tüm
kabakların kökenlerini keselim” dedim. Ertesi gece biri beni yatağımda sarsıyordu. Başımı
çevirdim. O: “Geç kaldık yahu. Kalk çabuk giyin. Hani kabak kökenlerini kesecektik.” diyordu. Bu
arkadaşım Bozkırlı Ahmet Ocak’tı. Ben de:
“Sen deli misin kardeşim! Hazır kabaklarıyla bizi, köyü, öğretmenlerimizi besleyen
kökenleri kesip de bizi kuru pilava mı muhtaç edeceksin? Ben onu sizleri güldürmek için söyledim.
Hadi yat, rahatına bak “deyince Ahmet Ocak:
“Aptallık bende. Seni ağabey bilerek sözüne inandım...”
Gelelim Bizim Nuri Usta’nın bahçıvanlığına. Hani bir deyim vardır. Her adam yapar kürek
sapı ortasına gerek. Nuri Usta’nın becerikliliği de böylesine ortadaydı. Beraber yetiştirdiğimiz bol
ürünler bize de bir bahçıvanlık kişiliği kazandırıyordu. Kendimizi onun gibi görmeye başlamıştık.
0, bir tarım ustasıydı. Tonguç’un derslerimizde bize dediği gibi “lnsan insanı değil, toprağı
sömürmeli”. Nuri Usta da toprağın sömürülmesini bize öğreten bir üretimciydi.
ARABACI HAMZA AGA
Arabacı Hamza Aga, Bulgaristan göçmeniydi. Onunla köylere öğretmen olarak gidecek
arkadaşlarımıza verilecek arabalar yapardık. O zaman işliklerimizde elektrik yoktu. Hep el
araçlarıyla çalışırdık. Haftada iki at arabası yapıyorduk. Ustamın sıvalı kolları benim boynumdan
kalındı. Eline arabacı baltasını bir aldı mı tekerlek parmağını bir vuruşta yukardan aşağı yontardı.
iş arasında dinlenme filan yaptırmazdı, sigara bile içmezdi. Durmadan hem kendisi, hem de biz
çalışırdık. Her parça, el ile işlendiği için haftalık araba üretimimizi üçe çıkaramıyorduk. Bir gün
eğitimbaşımız Nazif Evren işlikleri denetliyordu. Bize de geldi. “Bana bak Hamza Aga, ne zaman
sen bu araba yapım sayısını üçe, dörde çıkaracaksın?
“Olmuyor be Nazif Bey. Hep elden çıkıyeri bu mübarekler. Benim burda bir tek soluk
almam belki boş geçer. Canımız çıkıyeri şu çocuklarla. Gene de çok zor çıkarıyeriz iki arabayı.”
Nazif Bey:
“Sen benden öğrenci iste, gereç iste, ne yap yap haftada 5-6 araba çıkar” deyince Hamza
Aga patladı:
“Sen öldürecen mi beni. Bilekten çıkıyer bu iş. Koy işliğine elektrikli makineleri, yapayım
sana her gün bir kaç araba. Nazif Bey:
”Makineyi çalıştıran da insan,Kendi kendine makine iş yapamaz ki? Çok çocukla çalış, çok
araba yap. Hamza Aga:
“Sen ne demeye getiriyen benim çalışmayı? Beni sırtüstü yatar mı sanıyersin?” Nazif Bey:
“E e e e ...çok uzattın. Yapamazsan çeker gidersin.” Hamza Aga:
“Sen beni buradan kovusan ben bu ellerimle nerede olsa ekmeğimi kazanırım. Amma seni
işinden atsalar sen çocuğunun bezini bile yıkayamazsın...”
Bu tartışmayı Nazif Bey uzun sürdürmedi. Hamza Aga’ya hak vermiş olacak ki ona yanıt
bile vermeden işine döndü. Hamza Aga’yı çok severdik. Enstitülerin Usta Öğreticileri almasının
nedeni:
Köy Enstitüleri’nde her branşta usta öğreticiler vardı. Bunlara toplum kalkınması
çalışmalarımızda “konu lideri” diyorduk.. Sözünü ettiğim ustalar da kendi dallarında birer konu
lideridir. Gene usta öğreticilerimizden Aşık Veysel, halk türkülerini sazıyla çalıp söyleyen bir konu
lideridir. Kütahyalı Aşık Mehmet, hem çalıp hem oynayan bir halk oyunları lideri. Beşikdüzü Köy
Enstitüsü’nde hamsiden, gübre yapan Aziz Ağa, Karadeniz’i balık tarlası yapan ve bir günde
öğrencilerle 13 ton balık tutan Fehmi Reis de bir konu lideriydi. Balıkçılıktaki bu başarıyı
Beşikdüzü K. Enstitüsü müdürü Hürrem Arman İlköğretim Genel Müdürü İ. H. Tonguç’a duyurur.
Tonguç da bu başarıyı “Doğayla savaşta, sayısız başarılarınızdan sonra, Karadeniz’i de fethe
başladınız. Bu savaşın öncüleri olan çocuklarımızı, sizleri, hepinizi daha büyük başarılar
bekleyerek kutlar, ayrı ayrı gözlerinizden öperim.” diye (1) telgrafla kutlar.
Bu usta öğreticilerimiz kollarına taktıkları altın bilezikleri sayesinde kendilerine çok
güvenen bir karakter örneğiydiler. Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenler meslek yaşamlarında çok
kötü koşullarla karşılaştılar. Sürüldüler, görevden alındılar, öğrenim düzeylerinin altında işlerde
çalıştırıldılar. Ama Hakkı Tonguç’un insan yaşamına dayanan ve doğayı sömüren iş eğitiminin
kazandırdığı üretkenliğin içinde yoğrulmanın yarattığı karakterlerin hiçbirisi bir lokma ekmeğin
tutsağı edilemediler. En kötü koşullar içinde mesleklerini başarıyla sürdürdüler. Bu dirençli ve
onurlu çalışma karakterlerinin geliştirilmesinde, hatta yaratılmasında alın teriyle ekmeklerini
kazanan usta öğreticilerimizin de payı vardır. Ama bu dizgenin sahibi gene Hakkı Tonguç’tur. O,
onları bu kurumlarda çalıştırmasaydı onları biz nerede görecektik.
(1)
Hürrem Arman: Piramidin Tabanı, S. 379-380.
HASANOĞLAN YÜKSEK KÖY ENSTİTÜSÜNÜ
GEZMEYE GELEN ÇOK ÜNLÜ BİR EĞİTİM BİLGİNİ !
Arabacı Ahmet Usta enstitümüzün usta öğreticilerindendi. 1946 ilkbaharında işlik stajımı
onun işliğinde bir hafta çalışarak tamamladım. İşliğin bir iş defteri vardı. Hafta sonu işlik
sorumlusu ne iş yaptıysa sayısıyla, cinsiyle yazardı. Ahmet Usta benim enstitü öğrencileriyle
yaptığım çalışmayı çok beğenmişti. Bana kendi eliyle yaptığı bir ışkı (gelberi) aracını “hatıram
olsun” diye vermişti. Haftanın son gününe gelmiştik. Ekibimle 23 at arabasının parmaklıklarını,
teker, lobut, söve, yastık, ok, falaka, makas
ve sandık tahtalarını hazırlamıştık. Bunları ayrı ayrı istif ettirmeye başladım. Beraber çalıştığım
öğrencilerim yorulmuşlardı. Haydi hepimiz biraz dinlenelim dedim, tezgahın üstündeki kitabı alıp
oturduğum yerden okumaya başlamıştım ki işliğin kapısı birden açıldı. Önde müdürümüz Rauf
İnan, bir grup yetişkin insanla içeri giriverdi. Ayağa kalkıp karşıladık. Bunların konuk bir gezi
grubu oldukları belliydi. Başı fötr şapkalı, gri pardösülü, kır- saçlı, kısa boylu, dimdik yürüyen
birisi bu grubun önündeydi. Hoş geldiniz diyerek hepsiyle el sıkıştık. Müdürümüz Rauf İnan:
“Bekir, sen Halil Fikret Kanad Hocayı tanır mısın?”
“Kitaplarıyla tanırım öğretmenim”.
“Hangi kitaplarını okudun?”
“Pedagoji, Terbiye ve Tedris Tarihi, Milliyet İdeali ve Topyekun Milli Terbiye adlı kitaplarını
okudum.”
“Elinde okuduğun kitap ne?”
“Sokrates’in Müdafaası.”
“İşte bu gördüğünüz öğrencim Bekir Semerci hem Eflatun’u okur, hem Halil Fikret Kanad’ı.
Hem Shakespeare’i okur, hem Goethe’yi. Hem Mevlana’yı okur, hem de Mustafa Kemal’i... Hem
Montaigne’i okur, hem Erasmus’u... Öğrenci toplantılarında okulun müdürü olan beni çatır çatır
eleştirir, sorguya çeker. Şimdi soralım bakalım bu hafta ne yapmış”
“23 çift atlı arabanın bütün parçalarını monte edilecek şekilde hazırladık. İşte gördüğünüz
gibi her parçayı ayrı ayrı istif etmeye başladık” dedim. Halil Fikret Kanad yaptığımız yığınla işleri
gördüğü halde iyi veya kötü bir çift söz söylemedi. Birtecik olsun soru sormadı. Ben onun iş
eğitimi prensiplerini çok iyi biliyordum. Onca iş, üretime dayanan, yaşam değeri olan işler
yapmak pedagojik değer taşıyan işler sayılmazdı. Dr. Eduard Burger’den dilimize çevirdiği İş
Pedagojisi adlı kitabının üçüncü baskısının önsözünde kendi iş eğitimi prensiplerini tam anlamıyla
görebiliriz:
“1940 Köy Enstitüleri Kanununun, mezunlar hakkındaki kırıcı ve eşitlik hukukuna aykırı
ağır hükümleri 1948 yılında kaldırıldıktan sonra, gerçekleşme yoluna girmişti. (1) İyi niyetle ve
büyük bir şevk ve heyecanla çalışan bazı müdürlerin, öğretmen ve müfettişlerin iş
(1) 28 Nisan 1947’de yayınlanan yeni yönetmeliğin getirdiği düzenlemeyle, Köy Enstitülerindeki ÜRETİM
İÇİNDE DEMOKRATİK EĞİTİM’e son verildi. İnceleme, araştırma ve tartışma yoluyla bilginin, üretim içinde.
işin ve becerinin elde ettiği, birlikte çalışarak başarma davranışlarının kazanıldığı üretken ve demokrat
eğitimden geri dönüldü...
1947’deki bu değişiklikle, 4274 sayılı yasanın köy için öngördüğü hizmetten; eğitimden,
kooperatifleşmekten, donatımdan, köye bu işler için üretken, demokrat öğretmen yetiştirmekten
vazgeçilmişti.
Böylece, hiç bir Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenin, 4274 sayılı yasanın belirlediği ortamda hizmet
etmesi kısmet olmadı. Tasarlanan ve hazırlanan ne varsa ortadan kaldırıldı. Geriye Köy Enstitülerinin
kuruluşlarıyla bu kuruluşlardan yetişen ter ve yetişmekte olanlar kaldı; her türlü uyum sorunları, değişim
sorunları, alt üst çlmuş sorumluluklarıyla.. yapayalnız!..
Oysa ki bu yalnız bırakılan gençler köyün içinden canlandırılması olarak nitelenen büyük amaç için,
yılların deneyimi ile geliştirilmiş bize özgü bir eğitimden geçirilmişlerdi...” (Fethi Esendal: Yalnız Kalanlar;
s.11-12. Memleket Yayınları Ankara-1983.)
okulları hakkında aydın fikirleri olması dar anlamlı işle, aktiflikte nihayet bulan geniş anlamlı işin
mahiyetini bilmemesi ve özellikle işlerin ve aktifliğin pedagoji değerini ve uygulaması şeklini
benimsememiş bulunması, doğal olarak bazı aksaklıklara sebep olmuştur.
Mesela, müdür ve öğretmenlerden bir kısmı (bugün bile) çocukların makasla kağıttan
fener, sepet, kayık, uçurtma ve basit tahta parçalarından uçak ve küçük ev yapmalarını alay
konusu yapmakta ve dinleyenleri güldürmeğe çalışmaktadırlar. Bu zavallıların, küçük adaletleri ve
mafsalları harekete getiren el ve parmak faaliyetlerini hakir görmeleri, buna karşı, odun kesmek,
çapa kazma, kürek kullanmak gibi büyük adale ve mafsal faaliyetlerine özel değer vermeleri,
bunların işin pedagojik ve fizyolojik değeri hakkında sağlam ve aydın bir fikre sahip
olmamalarındandır. Bunun için Köy Enstitülerinde bazı öğretmenler, çok zaman, dar anlamlı
beden işlerine saplanıp kalmakla yetinmişler, bu anlamın hududunu aşamamışlardır.
1942 yılında Eskişehir’de Çifteler Köy Enstitüsünde 100 metrelik bir ark veya evlek
açmağa çalışan zayıf bir öğrenciyi gören İsmet İnönü, etrafındakilere, bu çocuğun böyle bir işi
yapmağa gücünün yetip yetmeyeceğini sorduğu zaman, Köy Enstitüleri müfettişlerinden biri:
“Evet, Paşam, çocuk belki yorulacak, fakat eninde sonunda bu işi mutlaka başaracaktır. Eğer işini
bitirmeden ölecek olursa biz onu bütün kalbimizle takdis edeceğiz” demiş ve bu olayı bana
övünerek anlatmıştır.
Ben, eski öğrencilerimden olan bu müfettişe, derslerimde kendilerine böyle bir iş şeklinden
bahsettiğimi hatırlamadığımı, kendisinin çok yanlış ve çok hatalı bir yolda yürüdüğünü, bu
anlamda yapılan işlerin ruhlarda kin ve nefret duyguları uyandırdığını, halbuki işin gerçek
değerinin ruhları asileştirmede ve iç kuvvetleri geliştirmede olduğunu söylemekle yetinmiştim...”
diyor.
Oysa Köy Enstitüleri köylünün yaşamını sürdüren tahıl, sebze, meyve, hayvancılık,
barınma, giyinme ve bunlarla ilgili zanaatı öğrencilerine öğreten, çağın gelişmiş araçlarıyla
öğrettiklerini uygulayarak en iyi ürünü kaldıran iş eğitimi kuruluşlarıdır. Köy Enstitülerinde
öğrenciler, değil işten nefret etmek, üretimi az yapan iş gruplarını, iş yapmada beceriksiz
öğretmen ve yöneticileri kıyasıya eleştirmiştir. Örneğin A sınıfı haftada bir ocak tuğla (30.000 –
35.000) keserken, C sınıfının 15.000 tuğla kesmesi hiç bir zaman hoş görülmemiştir. B sınıfı bir
öğretmen evinin duvarlarını belli bir zamanda tamamlarken, D sınıfı aynı işi yapamamışsa hem
sınıf, hem de başında bulunan öğretmene yağmur gibi sorular yağdırılırdı. Sınıflar arasında
kendiliğinden yarışırcasına bir çalışma ahengi geliştirilmişti. Öğrenciler bir zanaat öğrenmenin
sevinciyle mutluydular. Böyle bir çalışma tarihi olan Köy Enstitülerinin müdür, öğretmen ve
müfettişlerini (Köy Enstitülerinde yalnız kesim müfettişi vardır) çok acı bir dille bu zavallılar...”
diyerek gerçek iş eğitimi bilgilerinden dolayı hor görmek büyük bir insafsızlıktır. Adı Köy Enstitüsü
olan bir iş eğitimi yuvasında balta, kazma, kürk, çapa, tırmık gibi olan tarım ve inşaat
araçlarından nasıl vazgeçilir? Köylü bugün karanlık, havasız, viran evlerde oturmaktadır. Onun
yapısını değiştirmek için çocuklarının beceriksiz ellerine zanaat öğretilmesin mi? Düşünmeyen
kafalarına bilgi görgü verilmesin mi? Bozkırları ağaçlandırarak sulamasın mı? Bu işler hangi
araçlarla yapılacak?
Köy Enstitüleri programı 1947 yılında değiştirildi. Bu değişikliği yapanlar Köy Enstitülerine
daha iyi işlerlik kazandıracakları savındaydılar. Değiştirdikleri programda İş Eğitimi, İş Eğitimi
Tarihi yok. Kooperatif dersi kuşa benzetilmiştir. Ziraat Ekonomi dersleri kaldırılmıştır. Böyle iş
eğitimi kıyımına bile tahammül edemeyen egemen çevreler Köy Enstitülerinin kapılarını
kapatmışlardır. Amma köy hâlâ kalkınma istemektedir. Ünlü eğitimcimizin önerdiği oyuncakçılıkla
da köylerin kalkınması sağlanamaz. “Emeksiz yemek olmaz” özdeyişimiz bunun kanıtıdır. Biz
öğretmenin tek başına da köyü kalkındıracağına inanmıyoruz, bu savda da değiliz. Köy kalkınması
bir ekip işidir. Tarımcı, veteriner, doktor, mimar, mühendis, sosyolog, kimyacı, işletmeci... ler
hani? Bunların köydeki yerleri doldu mu? Köyde yalnız öğretmenin mezarı vardır. Türkiye’nin
kalkınması için, daha mutlu yaşaması için köye hizmet verirken köyde ölmek değmez mi?
Halil Fikret ve onun gibilerin beğenmediği, ama dünyanın beğendiği Köy Enstitülerinde on
yıl içinde 20.000’e yakın öğretmen, 2.000’e yakın sağlık memuru, 750.000 meyveli, meyvesiz
ağaç yetiştirildi. 723 bina, 100 km yol yapıldı. Bunlara, karşılık devletin verdiği para 44.293.179
liradır. (2) Türkiye’de bu kadarcık parayla şimdiye kadar hangi okullar (Osmanlı dönemi dahil)
devlete bu kadar yapıt kazandırmıştır? Radyo ve televizyonlardan sık sık “Vatandaş, ağaç dik.”,.
“İyi Ahlak Derneği.” Yahut, “Vatandaş, çevreni temiz tut, yeşili koru”. Bir de çocuklara güzel bir
şarkı söyletiyorlar: “Kazmalar elimizde, çukur açalım / Yaz demeden, kış demeden ağaç
dikelim...” kazmanın sapına tükürmeden, el nasırlaşmadan, bel ağrımadan, alın terlemeden,
avuçlar takla takla çatlamadan ağaç dikilip yetiştirildiği nerede görülmüş? Hani diktikleri ağaçlar?
Laf bunlar.
Gelelim Halil Fikret Kanad’ın 1942 yılında Çifteler Köy Enstitüsünde bir öğrenciye 100
metre ark açma ödevi verilmesi sorununa. Bu öykü tamamıyla bir kuyruklu yalandır. 1942 yılında
ben Çifteler Köy Enstitüsünde 4. sınıftaydım. Müdürümüz Rauf İnan (3), Eğitimbaşımız Nazif
Evren, benim gibi öğrenci olan arkadaşlarımın bir çoğu daha sağız. Köy Enstitülerinde büyük
işlerde bireysel iş yoktu. Tarım alanına bir sınıf tümüyle giderdi. Ark açılacaksa tüm öğrenciler ark
boyuna dizilir, ikişer üçer metre verilen yeri açarlardı. Diyelim ki bir öğrenci küçüktür, zayıftır,
güçsüzdür; bu öğrenci ark açmakta geri kalmıştır. Yanındaki arkadaşları hemen ona yardım
ederler. Çok kere de üç beş kişilik kümelere ayrılarak iş verilir. 100 metre ark açma işi Çifteler
Köy Enstitüsünde verilmediği gibi hiçbir Köy Enstitüsünde de verilmemiştir. Çünkü Köy
Enstitülerinde böyle bireysel iş yapma şekli yoktur. İsmet Paşa Cumhurbaşkanı olarak Çifteler Köy
Enstitüsünü denetlerken 100 metre ark açacak çocuğa acımış. Yalan. Ama İsmet Paşa’nın Ç. K.
Enstitüsüne geldiği doğru. İsmet Paşa, Enstitüyü gezdi. Mevsim yaz idi. Bahçelerde sebzelerimizi
çok verimli buldu. Santralımız gece gündüz çalışıyordu. Değirmenimizde hem Enstitünün, hem de
köylülerin un!arı öğütülüyordu. Öğrenciler işliklerde, inşaatlarda, tuğla harmanlarında, kum
ocaklarında harıl harıl çalışıyordu. Hamidiye köyüne bedava elektrik verilmişti. Yetiştirdiğimiz
sebzeler, meyveler sofralarımızı güldürüyordu. İkinci Cihan Savaşı içindeydik. Memlekette yiyecek
kıtlığı vardı. İsmet Paşa, Enstitü’de yaratılan bu bolluğu ve verimli çalışmaları çok beğendi;
Müdürümüz Rauf İnan’a: “Benden istediklerin var mı?” dedi. Rauf İnan da “Doktorumuz yok
Paşam” deyince yanındaki yetkiliye: “Hemen Eskişehir Hava Alanına emir ver, doktorları, buraya
doktor atanıncaya kadar birer ay nöbetle çalışsınlar” dedi. İsmet Paşa’nın emirleri derhal yerine
getirildi. Eskişehir Hava Alanı’nın doktorları Enstitümüzde birer ay nöbetle sağlığımıza baktılar,
derslerimize girdiler.
Şimdi de makasla kağıttan yapılan sepet, fener, kayık, uçurtma, tahta çıtalardan ev ve
uçak yapmanın, el ve parmak eklemlerini eğittiğine değinelim. Bu ilkeyi Köy Enstitülerinin bütün
öğretmenleri bilmekteydi. Milli Eğitim Bakanlığı Sait Yada’nın YARATICI İŞ adlı kitabını Enstitülere
dağıtmıştı. Sait Yada, ‘kitabında parmak eklemlerinin eğitimine önemli bir yer vermiştir. Bu. ilke
eğitimin ilk kademelerinde üzerinde durulmaya değer. Okul öncesi ve ilkokullarda özellikle bu tür
çalışmalar da öteden beri uygulana gelmektedir. Köy
Enstitülerinde ise el ve parmak eklemlerini eğitecek ve geliştirecek çok seviyeli işler vardır.
Örneğin, meyve ağaçlarını aşılamak, doğramaların zıvanasını açmak, alıştırmak,
(2) Şerif Tekben: Neden Köy Enstitüleri, s.29-30.
(3) Öğretmenim ve müdürüm Rauf İnan’ın BİR ÖMRÜN ÖYKÜSÜ-!- adlı kitabını okuduğumda
kendisine bir kutlama mektubu yazdım; içine H. F. Kanad’ın İş Pedagojisi çevirisine yazdığı
önsözün fotokopisini de koydum. “buna bir yanıt yazarsanız kitabıma koyarım” dedim. İstediğim
yanıtı KÖY ENSTITÜLERİ ve SONRASI adlı kitabına koymuş. S. 110 - 111:
“40-45 yıllarında öğrencim, bugün meslektaşım olan arkadaşım Bekir Semerci, son aylarda
aldığım mektubuna, Gazi Eğitim Enstitüsü öğretmenlerinden Halil Fikret Kanad’ın Türkçeye
çevirdiği... Prof. Dr. Burger’in İş PEDAGOJİSİ kitabına yazdığı “önsöz” deki şu bölümün tıpkı
çekimini eklemiş: “... Bir bilim adamı olarak geçinen için, yüzkarası olan bu kara çalmadan H. F.
Kanad’ın kendi aklınca, amacı ne idi.. ne olabilirdi? Belki salt kötülemek...”
motor, bisiklet, araba onarmak, cıvata ve su tesisatı yapmak, kaynak yapıp taşlamak,
marangozluk ve demircilik araçlarının ağızlarını bilemek, testereleri çaprazlamak, elektrik tesisatı
yapmak, radyo, ütü, musluk ve gaz ocaklarım onarmak, fide, dikmek, sebze ekmek, toplamak,
duvar örmek, tavan, taban çakmak, kilit ve menteşe vidalamak, tahta geçmeli arı kovanı, sandık,
bavul yapmak, fırça ile gerekli işleri boyamak, harita ve levhaları çıtalamak, bezlemek, kitap
ciltlemek, okulun askılıklarını yapıp yerlerine yerleştirmek, dikiş dikmek, örgü örmek, halı ve bez
dokumak, pulluk, keser, tırmık, zımba, çekiç gibi iş araçları yapmak... Evet, bu saydıklarımız
acaba’ el ve parmak eklemlerini eğitmiyor mu? Gerçek’ yaşamın gerçek gereksinmeleri ‘dururken
Köy Enstitülerinde elinden iş gelecek öğrencilere elbette makasla kağıttan uyduruk işler
yaptırılamazdı. Ünlü eğitimci Halil Fikret Kanad pekala öğütlediği işlerle köylerin
kalkındırılamayacağını da bilirdi!.
Çağımız değer çağıdır. Köy Enstitüleri değer yaratan okullardı. Bize geri kalmışlıktan
kurtulmanın tek yolu, çocuklarımızı yaratıcı iş eğitimiyle yetiştirmenin örneğini göstermişlerdi.
Ezber eğitimin tüketiciden başka bir şey yetiştirmediği de gerçekti. İş eğitimiyle yetiştirilen
toplumlar yaşamlarını mutlulukla sürdürürken, yaşamdan kopuk ezberci eğitimle yetişen
toplumlar onlara el açmaktan kendilerini kurtaramamakta. Türkiye’nin bolluğa kavuşması için
yalnız köylü değil bütün halkın iş eğitimiyle yoğrulması da gerekmektedir. Bunu algılayan TBMM
17 Nisan 1940’da çıkardığı Köy Enstitüleri kanunu ile milli eğitimcilerimize şu görevi vermişti:
“Köy Enstitülerinin kurulması ve her yerde muhite ve iklime göre kabiliyetler göz önünde
tutularak iktisadi kullanmaya yarayacak ve üretimi artırarak köylerimizin refahını temin edecek
yeni ve verimli ziraat usullerini öğretmek ve köylü ihtiyacına yarayacak sanatları talim etmek gibi
gayeleri istihdaf eden layiha encümenimizde de takdirle karşılanarak esas itibarı ile kabul
edilmiştir.” (4)
Biz Köy Enstitülüler olarak Yüce Meclisin verdiği görevi amacına göre seve seve yaptık.
Türkiye’yi sevenler Köy Enstitülerine yeniden sahip çıkmalıdır. (5)
İSMAİL HAKKI TONGUÇ
1893 - 23 Haziran 1960. Bugün Romanya yönetiminde olan Dobruca bölgesinin Tatar
Atmaca köyünde doğdu. Çocukken yurt hasretiyle okumak üzere Türkiye’ye geldi. 1918 yılında
İstanbul Öğretmen Okulunu bitirdi. Yetenekli bir öğretmen olduğu için yüksek öğrenim yapmak
üzere Almanya’ya gönderildi. Ettlingen’de Resim-Elişi, İş Eğitimi, Beden Eğitimi seminerlerine
devam ederken Birinci Cihan Savaşında yenilmemiz nedeniyle öğrenimini tamamlayamadan yurda
döndü. 1919 da Eskişehir Öğretmen Okulu’nda Resim-Elişleri ve Beden Eğitimi öğretmeni oldu.
1921-1922’de öğrenimini tamamlamak üzere Almanya’ya ikinci defa gönderildi. Karlsruhe’de
Baden Güzel Sanatlar Okulu ile Güzel Sanatlar Akademisine ve Karlsruhe Beden Eğitimi
Enstitüsünün seminerlerine devam etti. 1922-1925 yıllarında Konya Lisesi, Ankara, Adana Erkek
Öğretmen Okullarında Resim, Elişleri ve Beden Eğitimi öğretmenliği yaptı. 1925’de üçüncü kez
Almanya’ya gönderildi. Leipzig Pedagoji Enstitüsünün İş Eğitimi seminerlerine devam etti.
1926 yılında Milli Eğitim Bakanlığı Ders Araçları Müzesi Müdürlüğüne atandı. Derslerinde
her zaman araç kullanırdı Adana Öğretmen Okulunda çalışırken öğrencileriyle hasırdan şapkalar
örüp (şapka devriminden önce) giydiklerini elimizde olan fotoğraflarında görüyoruz. Koyu bir
Atatürkçü idi. Onun ilke ve devrimlerine yürekten bağlıydı.
(4) KÖY ENSTİTÜLERİ KANUNU: S. 54-55. TBMM Matbaası 22 Nisan 1940,
(5) Köy Enstitüleri, Columbia Üniversitesinde DOKTORA TEZİ yapıldı. (Fay Kirby: Türkiye’de Köy
Enstitüleri, İmece yayınları 1962. Ankara. Japonya’dan da Nahoko Tawaratani Köy Enstitülerini
tez alarak çalışmaktadır. Gelişmiş ülkelerin ‘bile Köy Enstitülerine sahip çıkması bizim için bir onur
kaynağı olurken Türkiye’de kapatılması büyük bir yanılgıdır.
1932 - 1933 ders yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Şubesini kurdu.
1934 - 1935 te Gazi Eğitim Enstitüsü Müdürlüğüne vekalet etti.
3 Ağustos 1935’te de İlköğretim Genel Müdürlüğüne atandı.
1936’da Eğitmen Kurslarını, 1937 de Köy Öğretmen Okullarını açtı.
1938 de İlköğretim kuruluşlarını incelemek üzere Bulgaristan, Macaristan, Yugoslavya,
Avusturya ve Almanya’ya gitti. Buralarda eğitimin son aşamalarını inceledi. Aynı yıl yurda döndü.
1940’ta Köy Enstitülerini açarak Köy Öğretmen Okullarını Köy Enstitülerinin içine aldı. 21
Eylül 1946 da başarıyla yürüttüğü İlköğretim Genel Müdürlüğü görevinden alındı.
DÜŞÜNCELERİ
Atatürk, Osmanlı İmparatorluğunun ihmal ettiği köylerimizin kalkınmasını istiyordu. Milli
Eğitim. Bakanlıklarının bu konuya eğilmelerini önerdi. Bu görevi önce üstlenen Saffet Arıkan oldu.
Bu çok zor bir konu idi. Köylüyü eğitip kalkındırabilecek uzman bir eğitimci aramaya başladı.
“... Çocuğun kendiliğini buldurmayan, aklı bir kağıt sepeti gibi doldurmaktan ibaret. bir
eğitimden ne çıkar? Bir tahta saban, sıtma, her şeyin en gerisi bütün Asya, Anadolu köylerinde
bağdaş kurmuş keyfine bakıyor” diye feryat ederek Türk köylerini işe, üretime dayanan fikirleriyle
yüklü bir eğitime kavuşmasını isteyen Nafi Atuf Kansu, Atatürk’ü Erzurum Kongresinden beri
destekleyen Cevat Dursunoğlu ile beraber etkin bir eğitimci bulmakta Saffet Arıkan’a yardım
ediyorlardı. Ortada çağın gerisinde kalmış, okumasız, yoksul, sıtmanın, sökelin, tefecinin kanını
emdiği bir köylü kitlesi vardı. Bu köylü eğitilip canlandırılmalıydı.
Okuma yazma bilmeden savaşlarda kahramanca dövüşen, harikalar yaratan, pratik askeri
eğitim yeteneği ile İngiliz zırhlılarını Çanakkale sularına gömen topçu Mehmetçikler, bu topların
276 kiloluk mermilerini sırtında yiğitçe taşıyan Mehmet Oğlu Seyit, köylü idi. (1) Bu yiğitleri
yetiştiren köylüler çağın üretime dayanan eğitimi ile yetiştirilirlerse yurdumuzu cennete çevirirdi.
Ama onlara beraber çalışacakları yürekli bir eğitimci gerekliydi.
Nafi Atuf Kansu, Cevat Dursunoğlu, Saffet Arıkan köy kalkınmasında uygulanacak eğitimi
köylülere kazandıracağına inandıkları Resim Elişleri Öğretmeni İ. H. Tonguç’u
3 Ağustos
1935’de İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne getirdiler.
İ. H. Tonguç’un bu görevden önce ileriye gitmiş Avrupa ülkelerinin milli eğitim dizgelerini
incelediğini yukarıda görmüştük. O, insanoğlunun ilkçağdan bu yana elini ve düşüncesini
kullanarak bir meslek edindiğinin ve bu meslekleriyle utku kazandıklarını n bilincindeydi.
1933 yılında iş ve MESLEK TERBİYESI adlı kitabını yayınladı. Yeni yüklendiği köylünün
eğitilmesi konusuna bu kitabındaki fikirleriyle hazırlıklı idi. Köylünün eğitilmesi konusunu
gerçekleştirmek ise zaman, yer ve olanaklar bakımından çok zor bir konu idi. Bu konuya kollarını
sıvayan İ. H. Tonguç’u adı geçen kitabından izlemeğe çalışalım:
“İnsan, onurlu bir yaşam sürdürebilmek için ilkçağlardan beri iş ve meslek sahibi olmaya
uğraştı. El araçlarıyla çalışan ustalar toplumların gereksinmelerini üretti. Bunların kalite ve fiyat
kontrolünü yapan “lonca” örgütleri kurdu. Bir zanaat öğrenmek için ustalara yıllarca çıraklık
etmek gerekliydi. Böyle bir çalışma ise çocuğun ve gencin uzun yıllarını alıyordu. Buhar ve
elektriğin endüstriye uygulanması ile üretime geçen toplumlar XVII. yüzyıldan sonra sanayide
uygulanan iş eğitimi dizgesinde bir devrim yaptılar. Sanayi
(1) Şevket Süreyya: Enver Paşa, S. III, S. 217.
makineleştirildi. Bu güce sahip olan Avrupa ülkeleri makineleştirdikleri sanayinin yüksek
üretimiyle birdenbire zengin oldular.. El sanatlarının pazarlarını da ellerinden aldılar. El sanatları
dükkanlarının karşılarına teknik bilgiler ve araçlarla donatılan iş ve meslek okulları açtılar. Bu
okullarda mühendis, ressam, işletmeci... gibi nitelikli elemanlar yetiştirildi. El sanatlarını kontrol
eden “lonca” örgütleri ortadan kalktı. Bunların yerine ticaret ve sanayi odaları, esnafı destekleyen
ve kredi veren bankalar kuruldu. Kalkınmak için makineleşmek zorunlu oldu. Makineleşmiş iş
alanı İçin yetiştirilmek istenen çocuk ve gençler önce el araçları ile yetiştirildi. Daha sonra
makinelerde çalıştırılarak uzmanlaştırıldı. .
Kısacası iş, insan yaşamında cinsel istek, soyunu üretme, kendini savunma, beslenme ve
barınma gibi, doğal içgüdülerimiz arasına girdi. Ekonomik ve sosyal yaşamımızda da iş eğitimi
vazgeçilmez bir amaç kazandı. Toplumda ana ve babaları çocuklarına nitelikli bir meslek
kazandırması onlara bırakacakları en büyük servet oldu.
İş, insanlara yeni yeni çalışma alanları sağlamasıyla toplumlara mutluluk getirdi. Bu
mutluluklardan biri de köleliğin kalkmasına neden oluşuydu. Artan iş hacmi kölelere toprak, mal
ve ücret vermek zorunluluğunu getirdi. Bunun sonucunda da köleler özgürlüklerine kavuştular.
İş’in diğer bir yönünün de kültür ve uygarlık alanı yaratmasına, yeni dönemler açmasına da neden
oluşuydu. Bu dönemleri açan kişiler de eğitkenlerdi. XIX. yy.da İsviçreli Pestalozzi, XX. yy. da
A.B.D. den J. Dewey ve Almanyalı Kerschensteiner eğitime büyük bir dinamizm kazandırdılar”
dedikten sonra iş dizgesini niteler:
“İş, insanda bir sorumluluk yaratır. İnsan, iş ve meslek sahibi olmadan. değer yaratamaz.
Değer yaratmayan. kişilerde sorumluluk olmadığı için de karakter oluşamaz. Çocuk, ister zengin
çocuğu olsun, ister yoksul çocuğu olsun el ve düşüncesiyle bir iş yapmadan ve bir değer
yaratmadan karakter sahibi, olamaz... ilkeleri, bu eğitimcilerin ortaya koydukları anonim
ilkelerdir.”
Türk yazın yaşamında onun yazdığı iŞ ve MESLEK TERBIYESI kitabının ne bir benzeri, ne
de ondan daha üstünü yazılabildi.
İ. H. Tonguç’un köylüyü eğitebileceğine inananlar, onun fikir ve düşünce yapısını çok iyi
bilenlerdi. 1. H. Tonguç, İlköğretim Genel Müdürlüğüne getirildiği zaman iş eğitimiyle ilgili beş
kitabı vardı.
Görülüyor ki, İ. H. Tonguç sıradan bir Resim Elişleri öğretmeni değildi. Çağların eğitim,
sağlık, siyaset, din, sanat ve ekonomi akımlarını yerli yerinde bilen bir eğitkendi. Toplumda
insanın insan tarafından sömürülmesine karşıydı. İnsanın doğayı sömürerek, insanca yaşaması
için uğraş verenler arasında yeri olan, iş, eğitiminde beyin takımından bir karakter örneği idi. Ne
çağımızda, ne de kendisinden önceki çağlarda onun Köy Enstitüsü çalışmaları ayarında başarı
göstermiş bir eğitken daha çıkmadı. Buna karşın İ. H. Tonguç Pestalozzi’yi, John Dewey ve
Kerschensteiner’i kendisinin ustaları sayardı. Kitaplarında onların iş eğitimindeki fikirlerine en
onurlu sayfalarını ayırdı.
KİŞİLİĞİ
İ. H. Tonguç Köy Enstitülerini denetlerken öğrencilere ne yaptıklarını sorardı. Tahta
rendeliyorum diyene değil, masa, dolap yapmak için tahta rendeliyorum diyene değer verirdi.
Kirizma yapıyoruz diyenlere değil, akasya dikmek için veya sebze ekmek için kirizma yapıyoruz
diyenlere değer verirdi. Öğrencilerine amaçsız iş yaptıranlı affetmezdi. Ona göre iş, zaman
doldurmak için yapılan bir uğraşı olamazdı. İş kesinkes bir amaç için- yapılmalıydı ve amacına
ulaşılmalıydı. Öğretmen öğrencilerine yaptıracağı işi veya deneyi daha önceden hangi amaç için
yaptıracağını benimsetmeliydi. Yeri gelmişken İ. H. Tonguç’a Köy Enstitüsü öğrencilerinin Tonguç
Baba” demelerinin nedenine de değinelim. Bu gibi içten sevgi ve bağlılık gösteren seslenişler
boşuna söylenmemişlerdir. Örneğin, Ordumuzda bir paşamıza “Cemal Ağa”
(Cumhurbaşkanlarından Cemal Gürsel’e) denirdi. Gürsel Paşa, eğer beraber çalıştığı personele,
sevgi ve bilgisiyle arkadaş ve kardeş yakınlığı göstermeseydi, ona kimse “Cemal Ağa demezdi.
Öldüğünde de onun ardından gözyaşı dökmezlerdi. İsmail Hakkı Tonguç da böyledir. Türkiye
genelinde iki kurumun arkadaşlığı ve anıları unutulmamaktadır. Bunlardan birincisi Asker Ocağı,
ikincisi de Köy Enstitüleridir.
EĞİTİMCİLİĞİNİN KÖKENİ
İ. H. Tonguç’un çok okuyan, çok araştırma yapan bir eğitimci olduğunu biliyoruz.
Kendisinin başarılı bir köy ve iş eğitimcisi olmasının nedeni köylü ve köycü olmasıdır. Köy,
yokluklar ülkesidir. Ümera, ağa, bey, eşraf, eşkıya ve salgın hastalıklar elinde yüzyıllarca ezik bir
yaşam sürdürmüştür. Bunlar neden köylerini terk edip de kasaba ve kent kalıbına dökülmemişler?
Bunca ezikliğe karşın köylü yaşamına katlanmışlar? yurt savunmasında asker, şehit, tarlada,
çiftçi, dağda çoban, denizde balıkçı, mezarlıkta ölü gömücü, fabrikada işçi, sokakta süpürgeci,
gurbette hamal ve çapacılar da köylüdür. Bunların köylerine vurgun olmalarının gizi nedir?
Köylünün bu bozuk düzeni yaşayagelmesi ilk atalarının savaşçı yaşamına benzemektedir.
İlk insanlar doğa ile savaşmakta idi. Açlığını gidermek, yağmur ve fırtınadan etkilenmemek, yırtıcı
hayvanlara parçalanmamak için onlarla savaşmak zorundaydı. Örneğin, balık avına, eti yenen ve
yırtıcı hayvanların avlanmasına, yabani meyve ve otların toplanmasına hep beraber giderlerdi.
Aralarında aylak gezen, aracı, asalak olan yoktu. Birlikte kazanmayı gelenekleştirmişlerdi. Daha
sonra toprağı ekmeye, hayvanları evcilleştirmeğe, köyler halinde yerleşmeye başladılar. İmece
çalışması da bu dönemde başladı. Köylüler ortak bir yaşantı, ortak bir kader içinde olageldi.
Bugünkü köylüler de askerlik, gurbetlik, sayrılık, yetimlik, yangın ve sel baskını gibi
durumları olan ailelerin ekinini ekerler, bağını tımar ederler, harmanını kaldırırlar. Evi yananın
evini yaparlar. Köylü bu çalışmalara içten gelerek katılır. “Bugün ona ise yarın da bana” derler.
Düşkünlerin durumuna göre para, yiyecek, giyecek yardımı da yaparlar.. Onun için köyde “Aç
mezarı yok” derler. Bu demek değildir ki köyde herkes mutludur. Ne yazık ki köylerde herkes
mutlu değildir. Ama köyün düzenini devam ettirici, ahlakını koruyucu, geçici sıkıntılarını giderici
yardımlaşmayı zorlayan gönüllü bir imece alışkanlığı vardır. Köyü ayakta tutan da bu imece
geleneğidir.
İ. H. Tonguç’un Köy Enstitülerinde uyguladığı iş Eğitimi dizgesi de İMECE geleneğinin
teknik ve bilgi ile yoğrulmuş biçimidir. Örneğin köylü, Köy Enstitüsü öğrencilerinin bildiği
kuramsal bilgileri bilmez. Onların kullandıkları iş araçlarının pek çoğunu katlanamaz. Sanatı da
yoktur. Tarımda teknik bilgilerden yoksundur.
İşte İ. H. Tonguç’un amacı, köylere modern tarımı bilen, kolunda altın bileziği (sanatı)
olan, Türkiye Cumhuriyeti yasalarında saptanan nitelikte yurttaş yetiştiren, yetenekli öğretmenler
göndermekti. Onun için Köy Enstitülerini köylerde kurdu. Köylülerin sahip oldukları her türdeki
üretim üniteleri onların kuruluşunu oluşturdu. Öğrencilerini tarla, bağ, bahçe, ahır, ağıt, kümes,
anlık, balık avlama, dokuma, arabacılık, dikiş, marangozluk, demircilik, işliklerinde ve yapı
yapmada kümelere ayırarak çalıştırırdı. Birlikte çalışan kümeler, çabuk ve güzel iş yapmakta yarış
ederdi. Hafta sonu Enstitünün salonunda toplanılır, bir hafta boyunca yapılan işler
değerlendirilirdi. Kümelerin çok güzel iş çıkaranlarına teşekkür edilirdi. Öğrenciler beraber
çalışmada elde ettikleri başarı ve başarısızlıklarını görürdü. Başarıya ulaşamamanın nedenini
saptardı. Bu düzenle çalışan öğrenciler iş içinde yoğrula yoğrula işten yılmayan, doğa ile savaşan,
bilgili, araştırıcı, elinden iş gelen birer köy öğretmeni olarak yetiştirilir ve köylere gönderilirdi.
Böylece İ. H. Tonguç, dünyanın gözünü, çok başarı ile uyguladığı iş eğitim alanı olan Köy
Enstitüleri’nin üzerine çevirdi. Köy kalkınmasında başarı ile izlenecek yolu da göstermiş oldu.
KÖY ENSTİTÜLERİNİN MİMARİ KİMDİR ?
Köy Enstitüleri 17 Nisan 1940’da 3803 sayılı yasayla kuruldu. Köylümüzü kalkındırmak
amacıyla, üretici eğitimle işe başladı. II. Cihan Savaşının bunalımlı günlerinde tarlasında . ürettiği
kabağı, baklayı, domatesi, biberi, üzümü, kayısıyı... hayvanlarından sağladığı et, süt yumurta,
bal, denizden tuttuğu on binlerce ton balıkla öğrencilerini besledi. Yirmi Köy Enstitüsü bulunduğu
bölgede yetiştirilen üretim çeşitlerini en iyi şekilde geliştirmenin yollarını aradı. Ankara
Hasanoğlan Köy Enstitüsünde tiftik keçisi, Avrupa’dan getirtilen çok sütlü inek, Pazarören,
Çifteler, Akçadağ da koyun ve keçi sürüleri, Kars Cılavuz’da da inek sürüleri üretilmekteydi.
Arifiye, Sapanca Gölü’nde, Ladik, Beşikdüzü Köy Enstitüleri de Karadeniz’de balıkhaneler yaparak
motorlu kayıklarıyla balık ayında, diğer Köy Enstitüleri de tarla-bahçe tarımında doğayı
sömürmede çevrelerine örnek oluyorlar, devlete yük olmadan ürettikleri besinlerle geçinmeğe
çalışıyorlardı. Zanaat alanında da taş, kireç, kum ve tuğla ocakları, marangoz, demircilik,
arabacılık işlikleri, yapıcılık durmadan harıl harıl çalışmaktaydı. Diğer okullarımızda ise kara kaplı
kitaplar ezberlenmekteydi, öğretilenler yaşamdan kopuktu. Askeri okullarımız hariç, diğerleri
amaçlarını Köy Enstitüleri kadar açık seçik başarılarla ortaya koyamadı. (Ne yazık ki, Osmanlı
döneminde’ devleti geri kalmışlıktan kurtarmak isteyen Genç Osman’lar, Mithat Paşa’lar, III.
Selim’lerin başına gelenlerin bir başka türlüsü Köy Enstitüsü kurucularının başına da geldi.
Kurdukları enstitüler kapatıldı.)
Tonguç, bu okulları kurmadan önce 1918, 1919, 1925 yıllarında Resim Elişleri, Beden
Eğitimi ve iş Eğitimi dallarında öğrenimini tamamlamak üzere Almanya’ya gönderildi. 1929 yılında
gene devletçe ders araçları almak ve incelemeler yapmak üzere İtalya, Fransa, İngiltere, Almanya
ve Avusturya’ya gönderildi.
1933 yılında Gazi Eğitim Enstitüsünde Resim-İş şubesini açtı. 1934, 1935 yılında Alman
Maarifi adlı kitabını (R. Ş. Sirer’le beraber) yayınlandı. 1935’te İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne
vekaleten atandı., 1936-1937 ders yılında Mahmudiye Eğitmen Kursu, 1937’de Mahmudiye ve
Kızılçullu Köy Öğretmen Okullarını, 1933 de Kepirtepe, 1939’da da Kastamonu Gölköy Köy
Öğretmen Okullarını açtı. 1938’de Köyde Eğitim adlı kitabını yayınladı. 1938’de İlköğretim
kurumlarını incelemek üzere devletçe Bulgaristan,
Macaristan, Yugoslavya, Avusturya ve Almanya’ya gönderildi. 1939’da Canlandırılacak Köy adlı
kitabını yayınladı.
Tonguç, bu kadar deneyimlerden sonra Köy Enstitülerini kurdu. Yukarıda adı geçen Köy
Öğretmen Okulları da enstitüye dönüştürüldü, sayıları 20’ye çıkarıldı.
Tonguç, Köy Enstitülerinde “iş içinde, iş için, işe göre eğitim” ilkesiyle işe başladı. Bu onun
iş eğitimi ilkesiydi. Amacı üretimdi. Devlet, altı yıl başarılı bir eğitim çalışması gösteren Köy
Enstitülerine genel gider, donatım ve yatırımlar için 38.145.691 lira para verdi. (1) Oysa öğrenci
ve öğretmen gayretleriyle 723 binalı 20 Köy Enstitüsü kuruldu. 5525 öğretmen, 521 sağlık
memuru yetiştirildi. Yapılan yollar, kümeslerle tavuklar, arılıklarla fenni kovanlar, sürülerle inek,
at, sığır, koyun, keçi üretildi. On binlerce dönüm arazide yetiştirilen tarım ürünlerinin bugünkü
para ile değeri trilyonların üstündedir.
Bunlar hep köylü çocuklarının alışkın oldukları imece ile Tonguç’un üretici iş eğitiminin
yoğrulmasıyla meydana gelen büyük ve onurlu bir kazançtı. Tonguç bu imece eğitimini Köy
Enstitülerinde uygulayan, köyün iş eğitimi imecesiyle kalkınabileceğini dünyaya gösteren, iş
içinde, işe göre, iş için eğitim ilkesinin babasıydı. Tonguç’un Köy Enstitülerinde uyguladığı iş
eğitimi başarısı, öğrenimini Avrupa’da tamamlaması, Avrupa ve köylerimizde yaptığı incelemeler
sayesinde meydana geldi. Tonguç atak bir kişi değildi. Bastığı yeri, tuttuğu dalı, giydiği pabucu
bilen bir kişiydi. Üç ünlü eğitimciye tutkundu. Bunlardan birincisi: İsviçreli Pestalozzi’dir (17461827). O, iş okulunun babasıdır. Ona göre iş, eğitimin temel taşıdır, iş soysuzlaştırılmamalıdır.
Yapılan iş ekmeği çıkardığı gibi kalbi de
yönetmelidir. İş, insana yaşamın zevkini tattırmalıdır. Gözlem ve kişisel etkinlik her türlü eğitimin
temelidir. (1)
İkincisi: Almanyalı Kerschensteiner’dir (1854-1 932). Tonguç, Kerschensteiner’in
Mürebbinin Ruhu adlı kitabını 1933 yılında dilimize çevirdi. Sağlığında onunla buluşmuş, onun
eğitim sistemini Almanya’da izlemiştir. Kerschensteiner, iş okulu adıyla anılan Pedagoji akımını
geliştirmiş, okulda iş ile meslek arasında bir köprü kurmuş, mesleğe eğitim teorisi yönünden yeni
bir değer kazandırmış, “İdeal insana götüren yol, sadece işe yarar insan üzerinden geçer” ilkesini
ortaya atmıştır. (2)
Üçüncüsü de A.B.D’li John Dewey’dir. (1859-1952). XIX. ve XX. yüzyılın en ünlü
eğitimcisidir. Eğitimin teknik Ve demokratik nitelikleri taşımasını, okulun işliği, kitaplığı, ve
laboratuarı ile yaşamın bir parçası olmasını isteyen, eğitimin esasını yaparak öğrenmek olduğunu
ortaya koyan pragmacı eğitimin, daha açıkçası bir düşünün doğruluğunu, sağladığı yararla ölçen
bir felsefe sisteminin babasıdır. (3) Dewey ve Kerschensteiner bile, Pestalozzi’yi kendileri için bir
kılavuz sayarlar.
Üretim Okulu düşünü 18-19. yüzyılda ortaya atıldı. Bunlara göre eğitim üç ana ilkeye
dayanmaktadır: 1. Zihni eğitim, .2. Beden eğitimi, 3. Politeknik eğitim. Bütün üretim süreçlerinin
genel bilimsel ilkelerini öğretecek, çocukları ve gençleri pratik çalışmalara sokacak, her türlü
işlerde yararlanılacak temel araçlarını öğretecektir. (4)
Tonguç’u en çok etkileyen PESTALOZZI, KERSCHENSTEINER ve J. DEWEY’dir; Türkiye’nin
köy gerçeğidir. Eğer Türkiye’den onu etkileyen eğitimciler bulmak istersek Eskişehir Öğretmen
Okulu öğretmeni iken beraber çalıştığı Eskişehir Milli Eğitim Müdürü Etem Nejat, bacanağı Nafi
Atuf Kansu ve Yüksek Köy Enstitüsü Öğretmenlerinden Yazar Sabahattin Eyüboğlu’dur.
Gelelim Köy Enstitülerine “baba” bulmak isteyenlere:
Rauf İnan; KÖY ENSTİTÜLERI ve SONRAŞI, s. 441. “Bu büyük davanın, bu büyük tarihsel
işin düşünürlüğü, kurumsallaştırıcılığı gibi, kuruculuğu, uygulayıcılığı, gerçekleştiriciliği ve
izleyiciliği İlköğretim Genel Müdürü Hakkı Tonguç’undu.” demektedir.
Köy Enstitüsü müdürlerinden Emin Soysal ve yandaşlarına göre de Halil Fikret Kanad’dır.
“H. F. Kanad Kurun Gazetesinde dört makale yayınlamıştır. Tonguç hemen bunları kaptığı gibi Köy
Enstitülerini kuruvermiştir. Onun için Köy Enstitüleri Halil Fikret Kanad’ındır. Tonguç bunu
uygulamaya koyan bir ameledir. Amele ise bir emir kuludur; düşünce ve iradeden yoksundur...”
Bir kısım okuryazarlara göre de İ. H. Baltacıoğlu Köy Enstitülerini gezdiğinde diyesiymiş ki
“Bu okullar benim rüyamda gördüğüm okullardır.” Baltacıoğlu, eğitimde yenilik isteyen bir
eğitimciydi. Çifteler Köy Enstitüsüne geldi. Bize konferans verdi. Tonguç’un ustalığını belirtmek
için bir anısını anlattı: Çamlıca’lı bahçıvan Mehmet Efendi bir gün pazara gitmiş. Enginarın iyi para
ettiğini görmüş. Kendi kendine: “Benim bahçemde bunların on binleri yetişir. Gelecek şene
bahçeyi hep enginarla dolduracağım. Götürüp pazarda satacağım. Ömrümce kazanamadığım
parayı bir yılda kazanıp zengin olacağım” demiş. Ama Mehmet Efendi enginarı pazarda görmüş.
Gübrelenmesini, çapalanmasını, ilaçlanmasını, vaktinde sulanmasını bilmiyormuş. Ertesi yıl
bahçesinde enginar üretmeye başlamış, ama istediği ürünü alamamış, sıkıntıya düşmüş. ‘Tonguç
Mehmet Efendi gibi bahçıvanlardan değil, pazara ürün çıkaran bahçıvanlardan” diyordu.
Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünde “İş Eğitimi Sözlüğü” çıkarmaya başladığımızda
Ankara’da Kendisinden “Cinsel Eğitim” hakkında bilgi istediğimiz zaman sizleri bu konulara
yönlendiren Tonguç’u kutlarım” diyordu.
(1) İ. H. Tonguç Öğretmen Ansiklopedisi ve Pedagoji Sözlüğü, S. 303-304, Osman Bey Mat.
T.L.Ş. İstanbul 1952
(2) a. g. y., S. 106 - 107.
(3) Prof. Dr. Kemal Aytaç: Çağdaş Eğitim Akımları, Ankara Üniversitesi Basımevi. 1976.
(4) a. g. y., S. .111-112.
Halil Fikret yanlıların savları da dayanaktan yoksundur. İş okulları düşünü XVI.. yüzyıldan bu yana
boy göstermiştir. Hangi teoriler Halil Fikret’indir? Bunu açıkça ortaya koyabiliyorlar mı?
Şimdi Halil Fikret’in 1935’te yayınladığı “dört makalesine”, üçüncü basımı yapılan İş
Pedagojisi çevirisine 1963’te yazdığı önsöz de eleştirdiği Köy Enstitülerine bir göz atalım:
Kurun Gazetesinde yayınlanan dört yazısında özetle şöyle demektedir:
“Kent Öğretmen Okulları kentin lüksüne göre kurulmuştur. Öğretmenler kuramsal bilgilerle
yetiştirildikleri için işten kaçmakta, köylüyü sevmemekte ve Türk devrimini de Türkiye’ye
yayamamaktadır.. Yeni öğretmen okulları ise geri kalmış köylerde kurulmalı. Bu okulların her
türlü el işleri için işliği, tarım için arazisi, kooperatifi, uygulama okulu bulunmalıdır. Öğretmen,
tarım, marangozluk, demircilik, tenekecilik ye duvarcılık gibi zanaatlardan bir parça beceri sahibi
olmalıdır...” İş Pedagojisi çevirisinin önsözünde de “1940 Köy Enstitüleri Kanununun, mezunlar
hakkındaki kırıcı ve eşitlik hukukuna aykırı ağır hükümleri 1948
yılında kaldırıldıktan sonra, gerçekleşme yoluna girmişti..” diye övmektedir. Oysa 1948 ders yılı
başında Hakkı Tonguç’un hazırladığı Köy Enstitüsü programı değiştirildi. İş Eğitimi ve iş eğitimi
tarihi dersleri kaldırıldı. Ziraat işletme ekonomisi ve kooperatifçilik derslerinin kapsamı daraltıldı.
İşlik, yapı ve tarım çalışmaları dersliklerde kuramsal olarak yapılmaya başlandı; Yüksek Köy
Enstitüsü de kapatıldı...
Köy Enstitülerine “baba” arayanlar boşuna endişelenmesinler. Dünyamızda hangi yenilik ve
buluş olduysa hepsinin inceden onun bir tasarımı, tahayyülü veya dizgesi ortaya atılmıştır.
Örneğin İş Okulları düşünü Rönesans’la başlamıştır. Endüstri Okulları 18. yüzyılın ikinci yarısında,
Üretim Okulları düşünü de 18. yüzyıldan beri devam edip gelmektedir.
Köy Enstitülerini kurup geliştirdiği herkesçe bilinen ve bu okullardaki çalışmalarından ötürü
bakanlık emrine alınan Hakkı Tonguç, bakınız alçak gönüllülüğü ile bu konuda ne diyor:
“... Yeri gelmişken, bir noktayı açıkça belirteyim ki, Köy Enstitüleri, bazılarının iddia ve
zannettikleri, sürekli olarak etrafa yaymaya çalıştıkları gibi, bir tek şahsın verdiği ilhamla
meydana gelivermiş kurumlar değildir. Esasen bu mümkün de değildi. Onlar, Türk eğitmen,
öğretmen ve aydınlarının müşterek çalışmasından, millet enerjisinden doğmuş tam manasıyla
millî kurumlardır.” (İ. H. Tonguç: Canlandırılacak Köy, s. 575-576) (5).
ÖZEL YABANCI KOLEJLER
Köy Enstitüleri Türkiye Cumhuriyeti’nin yasaları ile kuruldu. Çalışma yönetmelikleri,
programları da Milli Eğitim Bakanlığı’nın Talim ve Terbiye Kurulunca hazırlandı. Çağlarca
eğitimden yoksun bırakılan köylü çocukları bu okullara alındı. Köye göre önder öğretmen
yetiştirmeğe elverişli beldelere çadır kurarak başlayıp tüm kuruluşları tamamlandı. Kuruluşunu
tamamlayan Köy Enstitüleri kuruluşunda gecikenlere yardım etti. Devletin. yaptığı para yardımı
Köy Enstitüleri’nin kuruluşunun % 27’si kadardı; diğerleri öğrenci ve öğretmenlerinin emeğiyle
gerçekleşti. Köy Enstitüleri’ne hiçbir kimse tarafından bir kuruş olsun bağışta bulunan olmadı.
(5) 17 Nisan 1966, Köy Enstitülerinin kuruluş günü yıldönümünde İsmet Paşa yaptığı konuşmada:
“Köy Enstitülerinde çalışanları, Hasan Ali Yücel’i, Hakkı Tonguç’u rahmetle anmak isterim. Ben
devletin başındaydım. Köy Enstitülerinin. asıl zahmetini çekenler, bu eserin mimarları ve onun
tutunması için çalışanlardır. Eser onlarındır...” der. (Ş. S. Aydemir: İkinci Adam; C.2, S. 385).
Tarım, el sanatları, hayvancılık, balıkçılık, ormancılık alanlarında girişilen üretken çalışmalar
bulunduğu çevrelere örnek oldu. Köy enstitülerine alınan köylü çocukları köyün iş alanlarında
yetişkin köylüyü ve çocuklarını yetiştirmek için çağdaş bilgi ve sanatlarla donatılan öğretmenler
olarak köylere gönderildi. Köylerde, çağlarca görülmemiş bir eğitim uygulamasına başlandı. Ama
köylüye bu eğitim ilkelerini çok gören genci çevrelerce “tu kaka” denip kapatıldı. Oysa aynı
çevreler yıllarca Türkiye’yi parçalayıp toprakları üzerinde bağımsız Kürdistan, Ermenistan ve Rum
Pontus Cumhuriyeti kurmak için eğitim yolu ile yurdumuzda etkinlik gösteren Fransız Cizvit
Okulları’na ve Amerikan Kolejleri’ne, hatta sözde tedavi kurumu olarak açılan, birer silah deposu
olan hastanelerine hiçbir tepkide bulunulmadı.
“Türkiye’de Amerikan misyonerleri etkin bir çalışma yapmışlardır. 1914 yılında, bugünkü
Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yalnızca Amerikan misyonerler kurulu örgütüne bağlı 174
misyonerlik vardır. Kurul, 17 büyük misyonerlik merkezine ve 9 hastaneye sahiptir. 426 okulu ya
doğrudan doğruya işletmekte, ya da kontrolü altında tutmaktadır. Bu okullardaki öğrenci sayısı 25
bindir. (1)
“Amerikalı Profesör Earle’ün sözleriyle: “Amerikan misyonerlerinden ve misyoner
okullarından Ermeniler, dillerini ve tarihsel geleneklerini yeniden üstün tutmayı öğrendiler,
Batı’nın siyasal, toplumsal ve ekonomik ilerleme ideallerini tanıdılar, bulundukları duruma karşı
daha etkin bir hoşnutsuzluk duymayı ve köylü Müslüman komşularına karşı keskin bir üstünlük
duygusu beslemeyi elde ettiler.” (2)
Merzifon Amerikan Koleji’nin çalışma yöntemini, anaları RUM, babaları TÜRK olan bu
kolejin iki öğrencisinin anne ve dedeleriyle konuşmalarından öğreniyoruz: Bu öğrenciler
Amasya’nın Rum ve Türk karışımı bir köyündendirler. Çocukların babaları Arnavutluk isyanında
ölmüştür. Rum dedeleri Yanko efendi yetim kalan torunlarını büyütür, Merzifon Koleji’ne yatılı
olarak verir. İkiz kardeş olan Mehmet’le Ahmet öğrenimlerine kolejde başlarlar. Ahmet okulun
prensiplerine uyarak Hıristiyan olur. Rum Pontus gerilla örgütüne okulca sokulur. Adı Sokrat
olarak değiştirilir. Örgütten, çıkarsa vurulacağının bilincindedir. Mehmet ise Mustafa Kemal’cidir.
Kardeşini bu sapıklıktan kurtarmak ister. Okul sözde İngilizce öğrenim yapmak amacıyla
açılmıştır. Oysa okul bir silah deposudur. Rum Pontus Cumhuriyetini kurmak için gizli vurucu
saldırgan örgüt yetiştirmekle uğraşmaktadır. Adını verdiğimiz iki kardeşin söyledikleri çok
çarpıcıdır. Mehmet:
“Artık anadan, babadan öksüz iki kardeştik. Yine Ahmet, Mehmet’tik. Kışın kimi zaman
dedem, kimi zaman da annem gelip, bizi görüyor, yazın da yanlarına alıyorlardı..” (3) “Amerikan
kolejinde yine bir dramla karşılaştık: Burası bir Amerikan kültür ocağı adı altında çalışıyorsa da
gerçekte Amerika’ya göç etmiş Rumların gizli amaçlarla açtığı tehlikeli bir ocaktı...
Papaz Klomatyos’un duvarlardaki kocaman sakallı resmi, sakallarının altında yalnız ve
yalnız eski bir Pontus düşü gizliyordu. Daha ilk sınıflarda bunu anlamıştım. Bizi hem birer
Hıristiyan çocuğu olarak yetiştirmeğe çalışıyorlar, hem de gizli ve açık Pontus düşü
seyrettiriyorlardı. İngilizce öğretimi, salt bir paravanaydı:. .(4)
“Biz, bu saçma sapan yaşayışımızı, sürdürüp dururken savaş bitti. Osmanlı devleti yenildi.
Amerikalılar, yenenler safında olduğundan, bütün kaçıp giden papazlar, öğretmenler ve ihtilâlciler,
Pontus ihtilâlcileri, tabancalarıyla, tüfekleriyle, bombalarıyla geri döndüler. Merzifon Amerikan
koleji yeniden açıldı... Amerika’dan dönen kardeşim Ahmet’i birdenbire tanıyamadım. Zavallı
çocuk, artık bir Rum delikanlısı, bir Amerikan vatandaşı, bir Pontus ihtilâlcisi...” (5)
(1)
(2)
(3)
(4)
(5)
Doğan Avcıoğlu: Millî Kurtuluş Tarihi C. I, S. 289, (TEKİN Yayınevi 1981 İstanbul)
Doğan Avcıoğlu: a. g. y., S. 289
H. İzzet Dinamo: Ateş yılları (Yalçın Yayınları 1. Basım Aralık-1980, İstanbul), S. 41
Doğan Avcıoğlu: a. g. y., S. 41
Doğan Avcıoğlu: a. g. y., S. 45
“... Kardeşimi bir türlü kandıramadım. Artık, dağa çıkmaya, eylemci olarak ihtilâle
hazırlanıyorlardı. Bir gün kardeşimi bir kenara çektim. Ahmet, dedim, (yüzüme ters ters baktı)
sen benim için hep Ahmet’sin ve her zaman Ahmet olarak kalacaksın. Şimdi beni dinle: Bir
Türk’ün burnunu kanattığını işitirsem, alimallah, dağlarda arar bulur, seni öbür dünyaya
yollarım... beni çabucak buradan kovun, yoksa bütün okulun, kilisenin, bahçedeki mahzenlerin
silah ve bomba ile dolu olduğunu son ayakta kalan devlet kapısına haber veririm!” (6)
“Ben sana Hıristiyan oldun diye kızmıyorum. Sen, burnunu çok kötü bir siyasete soktun.
Türk vatanında Pontus’çuluk, Pontus Krallığı ya da Cumhuriyet ne demek? Burası senin baba
yurdun, ana yurdun. Evet, hem babamın, hem anamın yurdu. Sense Venizelos’un Yunanistan’dan
ya da dünyanın birçok yanlarından toplanıp gönderdiği komitacılarla işbirliği yaparak kendi
vatanında yabancılarla, dışarıdan gelecekler için yeni bir devlet kurmak hülyasındasın. Sen
şaşırmışsın Ahmet...” (7) “Dışarıdan gelen komitacılar, Türk ve Müslüman köylerini yakıp
yıkmağa, canlara kıymağa başladılar...” (8)
“Amerika’daki Yunanlı milyarderler, Bazil Zaharof Venizelos Konstantin hep Pontus
rüyasının peşinde... İngilizler, bütün Canik bölgesindeki kilise, okul ve Rum köylerini, dağlardaki
mağaraları birer cephanelik, arsenal haline getirmekteler. Türk köyleri ve köylüleri vahşice
yakılıyor. Ben buna alçaklık, vahşilik derim.” (9) “Şimdiye dek yüze yakın Türk köyü yaktılar, on
binlerce Müslüman’ı yaktılar, ya da kıtır kıtır kestiler...” (10)
“Ahmet bunları dinlerken hep acı acı gülümsemişti.”
Mehmet: “Sokrates adının sana bir yararı dokunabilir.. Bir de madalyanın tersini hesaba
katalım. Ya bu yoğurt tutmaz da Pontus’çuların bütün gemileri bu denize batıp giderse sen hangi
deliğe girersin?” (11)
“Ahmet: “Biliyorsun, belli bir işe sürüklendim. Beni Pontus işinin askersel örgütüne
soktular...” (12) “Bana dinimi değiştirttikten sonra milliyetimi de değiştirmek yoluna gittiler...”
(13)
“Birçok Osmanlı padişahı Hıristiyan kızlarıyla evlenmiş ve onlardan doğan erkek çocukları
da öz be öz Türk sayılmış ve Türkün başbuğluğunu yapmışlardır. Bizim babamız da en sonra bir
akıncı ulusun çocuklarından biriydi. Güzel bir Rum kızı gördü. Sevdi ve onu kaçırıp Müslüman
ederek evlendi. Bu yüzden de seninle ben öz be öz Türk çocuklarıyız.” (14) “Yorulduysan sözümü
kısa keseyim. Pontus örgütlerine kuru kafalar ve tabanca üzerine ant içirip korkutarak soktular.
Ufak bir ihanet kuşkusunun sonu ölüm!” (15) “Biricik koruyucum, beni Hıristiyanlığa sokan bir iki
Amerikalı öğretmenimdir. Pontus örgütü bana teğmenlik rütbesi verdi...” (16)
“Ben bir lokma ekmek ve bir dağarcık bilgi verdiler diye bunun karşılığında nasıl bir Türk
köyünü yakar ve masum Türk çocuğunu öldürebilirim? işte, bu cinayet kışkırtmalarından
kurtulmak uğruna papaz olmağa karar verdim.” (17)
(6)
(7)
(8)
(9)
(10)
(11)
(12)
(13)
(14)
(15)
(16)
(17)
Doğan Avcıoğlu: a. g. y., S. 45-46
Doğan Avcıoğlu: a. g. y., S. 59-60
Doğan Avcıoğlu: a. g. y., S. 60
Doğan Avcıoğlu: a. g. y., S. 60
Doğan Avcıoğlu: a. g. y., S. 60
Doğan Avcıoğlu: a. g. y., S. 62-63
Doğan Avcıoğlu: a. g. y., S. 101
Doğan Avcıoğlu: a. g. y., S. 101
Doğan Avcıoğlu: a. g. y., S. 101
Doğan Avcıoğlu: a. g. y., S. 101-102
Doğan Avcıoğlu: a. g. y., S. 102
Doğan Avcıoğlu: a. g. y., S. 102
Mehmet: “demek seni Türk köylerini yakmağa, Türkleri öldürmeğe göndermek istiyorlar.
Bu, çok kötü. Öyleyse kolejin bütün çocuklarını bu amaç uğruna kullanıyorlar...” (18) Ahmet:
“Büyükçe çocukları kimi günler, çetelere katarak tatbikat yapmak üzere
uzak dağlara gönderiyorlar. Ben de bunu geciktirmek ve uzaklaştırmak üzere bir papazlık dalgası
çıkardım. İncili ezberlemeye başladım:” (18)
Mustafa Kemal’in yurdun bütünlüğünü sağlamağa çalıştığı günlerde Mehmet kendisine bir
komplo yapılıp öldürüleceğinden korkar. Amasya sultanisine (Lise) naklini düşünür. Kendisi
Kemalist, görüşlüdür. Eve sık sık uğrar, Ahmet ise örgütçe izlendiği için okuldan ayrılamaz.
Mehmet eve gelince dedesi Yanko efendi ona güzel bir sofra hazırlar, dede torun yemekte güzel
güzel şarap içip acılı sohbet ederler. Dede Yanko efendi:
“Evet sevgili torunum, ülkemizin dışından ipleri çekenler, rahatımızı temelli bozdular... Mustafa
Kemal Paşa, Amasya’ya gelip de Türk ulusunu kurtarma kararlarını almak üzere arkadaşlarıyla
konuşmağa başlayınca: Tamam demiştim, İngilizler ondan daha atik davranıp cahil Müslüman
yığınları ve ağa, eşraf zümresi arasına Kemal Paşayla adamlarının Bolşevik olduğunu, Türkiye’yi
Bolşevikleştirmek istediği masalını yaydılar. Bunda başarıya ulaştılar. Bütün eşraf ve ağa malını,
mülkünü korumak uğruna ona sırt çevirdi. Bizi ancak dinlerin ve ırk kavgalarının üstünde bir
atılım, bir yeni insanlık atılımı kurtarabilir...” dedikten sonra konuyu değiştirerek:
“Sevgili torunum... “Çocuk kafanla Hıristiyanlık propagandasına karşı geldin...”
“Gelgelelim, şu ahmak diyeceğim senin ikizin papazın tuzağına düştü. O, nerede?”“Aklım,
düşüncem hep oğlanda..: Ne yapalım; sen ne düşünüyorsun?” (19) Mehmet:
“Sen ne diyorsun dede, herifçioğulları onu birkaç yerden sağlam kazığa bağladılar. İlkini
biliyorsun: Onu vaftiz ederek Hıristiyan yaptılar. Hıristiyan yapmak yetmiyormuş bir de Pontus’çu
örgüte sokmağa çalışıyorlar. Bu, korkunç bir şey Onun bir Pontus’çu subay olarak çalışmak
zorunda kalacağını sezersem kendi elimle kafasına bir kurşun sıkacağım...” (20) Annesi:
“Aman yavrum Mehmet’im, aklını başına al. Hiç kardeş vurulur mu? Onu hep birlikte doğru
yola getirmeğe çalışalım. Vuracaksan onu yoldan çıkaran o haydut papazları vur” (21)
Burada izlediğimiz okul, kardeşi kardeşe düşman ederken Yunan emperyalizminin eline
silah ve cephane de veriyordu. Türk eğitimini İngilizler 1906-1907 yıllarında şöyle tanımlıyorlardı:
“Türkiye’de teorik olarak tahsil zorunluğu vardır. Çocuklarını okula göndermeyen aileler
cezalandırılacaktır. Türk Ordusu subaylarının bir kısmı okuma yazma bilmez, tamamen cahil
valiler vardır. Buna karşı memleketteki Hıristiyanların hemen hepsi tahsillidir, bu tahsilleri de
onları Müslümanlara karşı üstün yapmaktadır. Müslüman dini: özellikle bu sultan’ın idaresi altında
Türkiye’deki her çeşit ilerlemeği durdurmuştur. Okullarda ise süslü İslam kuralları öğretiler. Türk
tarihi sadece bir kronoloji olarak okutulur ve ancak zafer bölümleri öğretilir. Tarihsel felsefe Türk
okullarında yer almaz. Kapitülasyonlara hiç dokunmadan devletler hukuku öğretilir. Bu bilgiler ise
Sultan’a hiçbir zarar vermez. Üst tabaka Türkler bir yabancı dil öğrenebilir. Şayet Türkler de tahsil
yapabilselerdi diğer insanlar gibi zeki olabilirlerdi. Türk kızlarının tahsili ise çok kötüdür. Hiçbir işe
yaramayan Fransız romanlarını edebiyat diye öğrenirler...” (22)
Bu belgede cahil gösterilen Subaylar, Valiler, kentli varlıklılar bugün okumuş kişilerdir. Din
eğitimi ve tarih görüşümüz hâlâ aydın bir görüşe kavuşturulamamıştır.
Köylünün erkek ve kız çocukları çağın eğitiminde fırsat eşitliğinden yararlanamamaktadır. Onlar
da okusalardı her halde çok zeki olurlardı.
Bir başka yabancı aydının görüşüne göre ise yabancı okullar Türk eğitiminde bugün
ayrıcalık yaratmaktadır:
(18)
(19)
(20)
(21)
(22)
Doğan Avcıoğlu: a. g. y., S. 102
Doğan Avcıoğlu: a. g. y., S. 160-161 (ara ara alındı).
Doğan Avcıoğlu: a. g. y., S. 162
Doğan Avcıoğlu: a. g. y., S. 162
Erol Ulubelen: İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, Çağdaş Yayınları, II. Baskı, S. 31-32.
“EĞİTİMDE MİLLÎ GÖRÜŞ..”
Yabancı okul, gençlik üzerinde bir siyasal etki yoludur. Tarihi, yabancı kaynaklara
dayanarak, yabancı görüş açısından öğretir... Tek kelimeyle, bu okullar, dersleri ve yetiştirme
usulleriyle, Türk gençliğini, ait olduğu toplumdan uzaklaştırıp başka bir topluma sokan ve onu
yabancı bir ülkeye doğru götüren kurumlardır... Yabancı okulların ötekilerden daha az önemli
olmayan başka bir zararı, onların ancak yüksek ve zengin aile çocuklarının gittiği kurumlar
olmasıdır. Bir demokrasi için, sınıf eğitiminden daha zararlı bir şey yoktur. Zengin sınıfların
çocuklarının herkesten farklı biçimde eğitimi, sonucu çok tehlikeli sosyolojik bir yanlıştır...
Türkiye’nin en büyük liderlerine bak: Hiçbiri yabancı bir okulda tek saat okudu mu?
Karakter, büyük ölçüde bir milliyet sorunudur. Yalnızca milli ortamda biçimini alır... Yabancı okul,
ancak ülkelere göre bir ideal biçimlendirir. Bu karakter, ister dinsel, ister siyasal biçimde olsun,
milli Türk ülkülerine zararlıdır.” (23).
CUMHURİYETİN İLK DÖNEMİNDE YABANCI OKULLARA TEPKİ
İkinci Meşrutiyet döneminde yaygın olan yabancı okulların “eğitim yoluyla” Türkiye’yi
parçalama çabalarına tepki gösterilmemiştir. Cumhuriyet döneminde bunun tahribatını gören Milli
Eğitim Bakanı Mustafa Necati konuya el atmış, iki yabancı okulu kapatmıştır. Bu millî tepki bizi
zayıf yanımızdan çürütmeye kalkışan yabancı eğitimin gerçek amacını da açığa çıkarmıştır.
Kapatılan Birinci okul Bursa Amerikan Kız Koleji’dir. Bu kolejde okuyan kızların
Hıristiyanlaştırıldığı, Hıristiyan olan kızların arkadaşları tarafından. Milli Eğitim Bakanlığına haber
verilir. Yıl 1928’dir. Bursa Maarif idaresiyle İstanbul Maarif Emini Behçet Bey ve Müfettiş-i Umumi
Hasan Ali Bey Bakanlıkça bu olayın araştırılmasında görevlendirilirler. Araştırmaları sonucunda
Yabancı Okullar Yönetmeliği’nin 41. maddesince okulu kapama kararı vermeye yeterli iki bayağı
olayla karşılaşırlar.
Birinci Olay: Hıristiyan edilen Türk kızları Hıristiyan edildiklerini açıklarlar, okul idaresinin
de dini propagandalarda bulunduğu kanıtlanır.
İkinci Olay da “Deneyimsiz, ateşli genç kızların mahrem ve cinsi temayüllerinden
(eğilimlerinden) istifade (yararlanma) tarikinin (yolunun) ihmal olunmadığı...”dır. Bunu içeren
raporlarını Bakanlığa sunarlar.
Müdürler Encümeni, bu raporu ele alır. Öğrencinin içtenlikli inanışlarıyla oynayan bu
kuruluşun sürüp giden zararına mani olunmak üzere, adı geçen yönetmeliğin 41. maddesi
hükmüne uyarak kapatılmasına karar verir. (24)
(23) Doğan Avcıoğlu:. Millî Kurtuluş Tarihi, C. I, Tekin Yayınevi 1981, S. 376
(Bu alıntı dip notta, Grew, Turbulent Era, S. 781 den alındığı kayıtlıdır.)
(24) Bu yazı, abece dergisinin Şubat 1988, sayı 23. s. 38-39 da yayınlanmış, kaynakçayı Maarif
Vekâleti Tebliğler. Mecmuası sayı 25-26, 15 Mart 1928 s. 109-110 olarak göstermiştir.
İKİNCİSİYSE ÇANAKKALE FRANSIZ MEKTEBİ’DİR
Devletin düzenine aykırı hareket ettiği gerekçesiyle Müfettiş-i Umumi Ali Canip Bey’in ve Edirne
Mıntıkası Maarif Eminliği raporlarında adı geçen okulun kapatılması hakkındaki on iki madde tespit
edilir.
Müdürler Encümeni bu raporlara göre okul binasının elverişsizliği, sınıf teşkilatının
belirsizliği, eğitim ve öğretimin metotsuzluğu, bütçesinin yetersizliği, sicil ve kayıtların
tertipsizliği, öğretmen olarak görevlendirilen üç Ermeni bayanın “cahil ve menşelerinin
bilinmediği”, renksiz, bilgisiz, öğrenci yetiştirmekten başka bir işe yarmadığı ve
kendi yurdumuzda çocuklarımızın kafalarına Fransız zihniyeti sokmağa çalıştığı gerekçesiyle bu
muzır kurumun Yabancı Okullar Yönetmeliği’nin 41. maddesine uyarak kapatılmasına karar verir.
(a. g. y., S. 39, Kaynakça: a. y. s. sayı: 21-24, 15 Ocak 1928, S. 195-196.)
KÖY ENSTİTÜLERİNİ YIKANLARIN AKIL HOCALARI KİM Kİ?
Yeni Türkiye Cumhuriyetini kuranlar topraklarımıza saldıran emperyalist güçleri yurdumuza
mezar eden kahramanlardı. Bunların en çoğu Kurtuluş Savaşı’mızda şehit düşen üretici köylülerdi.
Yeni kurulan Kuvva-yı Milliye Ordusu’nun da temel direği bu Mehmetçik’lerdi. Mehmetçik, Kuvvayı Milliyeci’lerin yanında yer almasaydı ne Kurtuluş Savaşı kazanılabilirdi, ne de cumhuriyet
kurulabilirdi.
Osmanlı Hanedanı kurulduğundan ortadan kaldırıldığı güne kadar yüzyıllardır zapt ettiği
ülkeleri hep Mehmetçiklerin gücüyle aldı. Onların kemiklerini yabancı ülkelerde bıraktı. Bunların
dul karıları, öksüz çocukları, gözü yaşlı anaları ve babaları şehit düşen evlatlarının soğuk yüzünü
bile göremediler. Onların acılarını bağırlarına basıp memleketin tarım ürünlerini alınlarının teriyle
yetiştirdiler. Yoksulluk, hastalık, gurbet kahrı altında ezildiler. Ama yok olmadılar. Her türlü
güçlüğe karşı direndiler. Devlet ellerinden tutmadı, okumasız kaldılar. İşsiz kaldılar. Jandarmanın,
tahsildarın baskısıyla ezildiler. Kanlarıyla kazanılan toprakların ne ekonomik, ne de kültürel
nimetlerinden yararlandırılmadılar. Köylünün ezilmişliğini, görgüsüzlüğünü bilen Mustafa Kemal 1
Mart 1922’de TBM Meclisi’nin 3. toplantı yılını açış konuşmasında:
“... Türkiye’nin sahibi ve efendisi kimdir? Bunun cevabını derhal birlikte verelim.
Türkiye’nin hakiki sahibi ve efendisi, hakiki üretici olan köylüdür. O hale herkesten, daha çok
refah, mutluluk ve servete müstahak ve layık olan köylüdür. Binaenaleyh, Türkiye Büyük Millet
Meclisi Hükümetinin iktisadi siyaseti bu asli gayeyi sağlamaya yöneltilmiştir. Efendiler, diyebilirim
ki, bugünkü felaket ve sefaletin tek sebebi bu gerçeğin gafili bulunmuş olmamızdır. Filhakika yedi
asırdan beri cihanın dört bir köşesine sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini yabancı
topraklarda bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna
karşılık daima tahkir ve terzil ile mukabele ettiğimiz ve bunca fedakarlık ve ihsanlarına karşı
nankörlük, küstahlık, cebbarlıkla uşak seviyesine indirmek istediğimiz, bu gerçek sahibin
huzurunda bugün utanç ve saygı ile hakiki durumumuzu alalım...” demişti.
Atatürk bu ilkeleri doğrultusunda 1933 yılından başlayarak milli eğitim yöneticilerine
köylünün okutulmasını emretti. 1936’da Eğitmen Kurslarını, 1937’de de Köy Öğretmen Okulları’nı
açtırdı. Bu okullar ve kurslar 1940 yılında TBM Meclisi’nin çıkardığı 3803 sayılı yasa ile Köy
Enstitüleri’ne devredildi. Köy Enstitüleri etkin bir iş eğitimiyle yetiştirmek için çocukluğunu
gübrelikler içinde, ana ve babasından ve çevresinden, doğayı gözlemden aldığı bilgilerden başka
hiçbir görgü ve bilgisi olmadan, adeta bitkisel bir ömür geçiren köylülerin çocuklarını aldı.
(“...Yapılarında çekül işlerinde testere, rende, matkap kullanmayı, hatta böyle aletlerin
bulunduğunu bilmeyen köylüler... Gençli-ihtiyarlı, ‘kadınlı erkekli, dedeli nineli, torunlu, kalabalık
ailesi, hepsi bir arada, dar bir odada ve yerde, bir kilim, çul veya hasır üzerinde yatan, en gerekli
ev yasından yoksun köyleri.’..”) (1) Yeniden kuracak, kalkındıracak bilgi ve sanatla, iş araçlarıyla
donatılmış bir öğretmene kavuşturmaya başladı. Köy Enstitüleri yalılı-konaklı, yatlı-otolu, çiftliklifabrikalı çevreler yanında bu kadar çelişkili ömür törpüleyen bir köylü kitlesinin yaşamını insanca
bir yaşama kavuşturmaya çalışıyordu. Yüksek okullarımızda, Avrupa ve Amerika. okullarında
çocuklarını okutanlar öteden beri varlıklı bir kısım kent kökenli ailelerdi. Köylü kitlesinin çocukları
ise çağlar boyu okumasız, yazmasız, ruhsuz bir kütük gibiydi. Devlet Köy Enstitülerini köylü
çocuklarını okutmak için, cumhuriyetin eğitimde fırsat eşitliği ilkesine dayanarak açtı. Tek amacı
köylüyü okutmak, tarım, sanat ve kooperatifçilik çalışmaları ile köyün yaşamını çağdaşlaştırmak
ve köyleri mutlu bir yaşam yuvası yapmaktı. Çıkarcı çevreler bu güzel kuruluşları köylüye çok
gördü,
(1) M. Rauf İnan: V. İskan ve Şehircilik Haftası Konferanşİarı adlı yapıttaki konferansı, s.226,
Seviç Matbaası, Ankara 1962.
onların okutulmasını istemedi. “Dinsiz, gomonist, solcu yuvaları” iftiralarıyla kapattırdılar.
Atatürk’ün köylüye getirdiği eğitimde fırsat eşitliği yeniden bozuldu. Köylerden devlet yönetimine,
sanayi, eğitim, ticaret, ordu, sağlık ve adalet sektörlerine katılanların sayısı çok azaldı. Köylü
yeniden kendi başının, ağrısı olan “kara bahtı”na terk edildi. Oysa tarih gösterdi ki, Osmanlı’nın
medresede okuttuğu kentli Osmanlı’yı mutlu edemedi. Devletin sırtı borçtan, insanı frengiden,
sıtmadan, sökelden ve veremden kurtulamadı. Uluslararası adı “Hasta Adam” oldu. Osmanlı’nın
okumuş medreselileri yeniliklere karşı devleti daima oyaladı, hatta geri bıraktı. Eğer ordudaki bir
kısım uyanık askerler olmasaydı İmparatorluk çoktan ortadan silinirdi.
Dünyadaki okulların eğitimi ve öğretimdeki etkinlikleri hükümetlerin siyaset göstergesidir.
Bir hükümet, tüm halkı okutmaya kalkarken bir başka hükümet yalnız alışılagelmiş varlıklının,
bürokratın çocuklarının okumasını yeterli bulmaktadır, bir kısmı da kendi iktidarını. destekleyen
zihniyette okulları çoğaltmaktadır. Böyle bir uygulamada toplumlar düzeyinde sosyal adaletten,
hukukun üstünlüğünden, eğitimde fırsat eşitliğinden söz edilemez. Okullar, tüm toplumun sosyal
ve ekonomik yaşamını mutlu edecek düzeyde çalışmalıdır. Okul hiçbir zaman dört duvardan
oluşan bir yapı sayılamaz. Dört duvar tanımı toplumdan kopukluğun bir göstergesidir. Toplum
yaşantısından kopuk bir yaşantı içinde yetiştirilen gençler toplumun renkli yaşam koşullarından
soyutlandırılmışlardır. Böyle bir eğitim dizgesi ne tam olarak okuyanın ve ne de içinde yaşanılan
toplumun sorunlarını omuzlayamaz. Ancak topluma üretici bireyler yerine tüketici bireyler
yetiştirir Bunlar bir işe yerleştirilmedikleri takdirde yaşamla savaşacakları yerde psikolojikman
çöküntüye uğrarlar. Tüm halkın çocuklarını okutmak devlet için pek de kolay bir iş değildir. Onun
okuyacağı okul, yatakhane, revir, sinema, eğitim ve öğretim alanları olan laboratuar, kütüphane,
işlik, arılık, kümes, tarla, ahır, ağıl, balıkhane, garaj, cins, et, süt, tüy hayvanları, makine ve
motorlu araçlar, her çeşit iş ve onarım araçları, beslenme, sağlık, giyim-kuşam ve öğretmen
lojmanları giderleri (bunların yeniden yapılması) çok büyük bir külfettir. Okullara öyle bir işlerlik
kazandırılmalı ki, hem tüm halkımızın çocuklarını okutabilsin, hem de devlete yükü en aza
indirilsin. Çocuk ve genç gördüğü eğitimle yaşama bağlansın ve toplumun dinamik bir elemanı
olsun. Köy Enstitüleri dizgesi devlete olan yükünü % 30’lara indirmişti. Bu okullar devlete yük
olmaktan çıkmış örnek çalışmalarıyla halka yardımcı olmaya bile başlamışlardı. Köy Okullarının
yapımlarında; bağ, bahçe kurmada, ormanlık çalışmalarında köylüye örnek işler göstermekteydi.
Atatürk sağlığında yakın geleceği görüyordu. Köylü çocukları öyle bir okulda okutulmalı ki,
onun okulu köy yaşamının bir parçası olmalı. Bu okulun eğitim alanı dört duvarın içi olmamalı.
Okul,eğitim ve öğretim etkinliklerinin ürünleriyle kendi gereksinmelerini en aza düşürerek devlete
yük olmamaya çalışmalı. Köye gidecek öğretmen adaylarını sınıfta bilgiyle, tarlada tarım
üretimiyle, işlikte bir zanaat becerisiyle ve inşaat alanlarında köy yapı ve tesislerini yapabilecek el
becerileriyle yetiştirerek köylere göndermeli. Öğretmen olarak köyde işinin başına geçtiği zaman
köyün çocuklarını köylünün üretim alanlarına göre iş içinde yetiştirmeli. Bu çocuklar okulu
bitirince okulda öğretmenleriyle yaptıkları uygulamalı çalışmalarından elde ettikleri becerilerle
ailelerinin işlerinde daha çok ürün almak için gönüllü olarak ve istekle çatışmalı.
Öğretmen, köylünün bin bir uğraşıyla elde ettiği ürünlerin pazarlanmasında, tüketeceği
malların birinci elden sağlanmasında köylüleri kooperatif yasalarına göre yetiştirmeli, köylülerin
kurduğu kooperatifler aracıların sömürüsünü ortadan kaldırmalı.
Atatürk köylere gidecek öğretmenlerin bu nitelikte yetiştirilmesini istiyordu. Köy Enstitüleri
de köy öğretmenlerini tam bu nitelikte yetiştirmişti. Köy Enstitüleri de birdenbire mantar gibi
bitivermedi. Atatürk 1933’lerde Dr. Reşat Galip Millî Eğitim Bakanı iken bilim adamlarından ve
eğitimcilerden oluşan bir kurul ile böyle bir araştırma başlatmıştı. (2) Bu araştırmaların sonucunu
Atatürk göremedi. Ölümünden sonra cumhurbaşkanı olan İsmet
(2) Şevket Süreyya Aydemir: İkinci Adam, C. 2, S. 378, 4. Baskı.
İnönü’nün girişimleriyle Köy Enstitülerinin kuruluşunu eğitimci İ. Hakkı Tonguç gerçekleştirdi.
Atatürk’ün 1933-1934’lerde başlattığı kitle eğitimi çalışmaları sırasında A. B. Devletleri’nde
de onurlu eğitimciler ve bilim adamları yürürlükteki eğitim düzenlerinden çok üzgündü. Yalnız
varlıklı ailelerin çocukları okuyabiliyorlardı. Oysa A. B. Devletleri bir devrimle doğmuştu. Bu
devrimin getirdiği prensiplerin en önemlisi A. B. D. insanlarına mutlu bir yaşam olanaklarını
sağlamaktı. A. B. D. Atlas Okyanusu’ndan başlayarak Büyük Okyanus’a kadar yerleşmiş büyük bir
devletti. 1860 yıllarında başlayan sanayi atılımı baş döndürücü bir güce kavuştu. 1929’un büyük
ekonomik bunalımı Amerikan bankalarını çökertti. Otuz kırk milyon insan korkunç bir yaşam
güvensizliği içine düştü. Karşılarında küçük bir milyarder ve milyoner çemberini gördü Geniş
alanların egemenliği, baş döndürücü zenginlik, büyük mal birikimine sahip insanlar, bunalımlı
zamanlarda büyük kitlelerin gereksinmelerine bir olanak. sağlayamadı. Bu olay bireyci eğitimin
iflas ettiğini göstermekteydi. Bir çok bilim adamları bu konuda dergilerde yazılar yazmaya başladı.
Bireyci eğitimin yerine kitlelerin kalkınmasını amaçlayan eğitimin başlatılması için Amerika’nın en
bilge kişilerinden olan büyük eğitimci John Dewey ve arkadaşları “Social Frontier-Sosyal Cephe”
dergisinde buluştular. Derginin her sayısında yazı yazdılar, sonra da John Dewey Kurumu (John
Dewey Society) adında bir dernek kuruldu. Bu derneğin amacı büyük kitlelerin okutulup meslek
sahibi yapılmasıydı. Dergilerinde çıkan yazıları savunduğu düşünceleri’ öğretmenler arasında
yaymak ve gereken ilgiyi sağlamaktı. Bunları düşünleri dogmatik değildi. Amerikan tarihinin
seyrindeki kaynaklardan alınmaktaydı.
“Tarihçi Beard, derginin ilk sayısında çıkan yazısında geçen yüzyılın başında Amerika’nın
en büyük kişilerinden biri olan Webster’in sözlerini aktarıyor: “Dünyanın bir yerinde en özgür bir
hükümet kurulmuş olsa bile, eğer o toplumu yöneten yasalar mülkün, servetin süratle birkaç elde
toplanmasına müsaade ediyorsa ve bu yüzden insan yığınlarını muhtaç bir halde bırakıyorsa,
aradan çok zaman geçmeden bu topluluğun kabul edilecek bir tarafı olmadığı görülür.” (4)
Sosyal Cephe Dergisi’nin karşısında Amerika’nın zengin sanayi, servet ve iş adamları
vardır. Bunlar “Sosyal Cephe” düşüncelerinin geleceğinden korkmaktadırlar. Geniş olanaklara
sahip olan bu kişilerin ellerinde gazeteler, radyo istasyonları ve kendi paralarıyla yaşayan
kiliselerden başka bir de “Libert League-Hürriyet Birliği’ dernekleri vardır. Bunlar merkezi
hükümetin milyonlarca işsizi ve işsiz çocuklarını sefaletten kurtarmağa ve bir öğrenim sağlama
çalışmasına şiddetle karşıdırlar. Merkezi hükümetin geniş ölçüde endüstri geliştirmesine
girişmesinden dolayı bunlar cumhurbaşkanı Roosevelt’i sosyalist, kızıl komünist, demokrasi
düşmanı gibi sıfatlarla nitelediler...” (5)
Köy Enstitüleri’ni yıkanlar onları kuranlara aynı silahlarla saldırdılar. Yüzyıllarca okumasız
bırakılan köylünün gözünün ve gönlünün açılmasını sağlayacak olan bu bilim yuvalarını acımasızca
ortadan kaldırdılar.
KAZIM KARABEKİR PAŞA
Kazım Karabekir Paşa 1946 yılında TBMM Başkanı iken Ankara Hasanoğlan Köy
Enstitüsü’nde yaptığı denetlemede, köylünün okutulmasını istemeyenlerce ortalıkta kaynatılan
“komünizm” kazanlarının kokusunu bu okulda araştırdı. Öğrencilerin yazdıkları yazılarda, şiirlerde,
okudukları kitaplarda, söyledikleri türkülerde, marşlarda ve oynadıkları
oyunlarda aradı. Ama aradığını bulamadı. Yapılan asılsız iftiraların kuşkusunu da gönlünden silip
atamadı. Hasanoğlan Köy Enstitüsünün gözle görülen sayısız başarılı çalışmalarını görmezlikten
geldi; okulun öğretmenlerini ve yöneticilerini kutlamadı.
Kazım Karabekir Paşa’nın askerlik yaşamının anılarını, Kurtuluş Savaşı’mızın tarihi
belgelerini içeren büyük boy bir kitabı (İstiklâl Harbimiz,. 2. baskı, Türkiye Yayınevi, 1969
İstanbul) vardır. Bu kitaptan aldığım dört belgeyi yorumsuz olarak sunuyorum:
(4) Prof. Dr. Muzaffer Şerif Başoğlu: Değişen Dünya, S. 118. Arpad Yayınevi 1945.
(5) a. g. y., S. 120.
Zata Mahsustur:
Erzurum:5 Mart 1336
Ankara'da 20. Kolordu Kumandanlığına
C. 3 Mart 1336- Hey'eti Temsiliyeyedir. Kara Vasıf Beyden gelen tafsilat bu babdaki mutalaai
kıymettar buraca kemali dikkatle nazarı dikkate alındı.Vasi olan bu siyaset ve mülahazat
hakkındaki noktai hazar acizanem bervechiati serahaten tesbit edilmiştir: Bolşevizmin sari olan
kudret ve harekatı bahusus böyle itilaf devletlerinin aleyhimizdeki tazyikatı bu şekilde tecelli
ettikçe er geç memleketimizi dahi sürükleyecek ve yegane aman ve halasın o kuvvetle beaber
tevhidi mukadderat olunmasını icab ettirecektir.Bir kere bu fikri adeta bir esas olarak kabul
ettikten sonra bir de hedefi visul için yapılacak yanlış ve vaktinden evvel müstacel harekatın intac
edeceği en büyük felaketleri ayrı bir safha olarak tetkik etmelidir.Bunu kat'i bir surette bilmelidir
ki Bolşevizmin bizi kurtaracak bir surette girmesi ve onun icab ettirdiği harekatın tervic edilmesi
ancak ve acak şarki vilayyattan yani Erzurum kapısından olabilir.Ve orada böyle uzak nazariyatı
mühlike ile değil,Bolşevizmin nüfuz ve kuvvasının Kafkasları aşıp hudutlarımıza dayanması ile
tecelli edecektir.Ve böyle bir harekettir ki Bolşevizmin dairei istilasına girince memleketimizi de
cihan nazarında mağdur ve harekatını da zaruri gösterecektir.Buna mebnidir ki İstanbul'daki
teşkilatın bir patlak vermesi veyahutta işe ve taahhüdata girişmesi esasen hilafi selahiyet
olduğundan gayrı muta'dır. Ve muhakkak düşmanların büyük mikyasta hücumunu,binnetice
İstanbul 'da İtilaf kuvvası,Rum ve Ermeni anasırının ittihadile bolşevizm bühtanı altında anasırı
İslamın pek fena halde tazyik ve imhasını ve artık Türk payitahtının Türk tarihinden uzaklaşmasını
icab ettirecektir.Hatta daha evvel payitaht Rumeli cihetinden bolşevizm ile temasa gelse dahi
aynı eşkal tahtında gafletle olacak bir kıyam;payitahtı ve unsuru İslamı aynı tehlikelerin tahtı
tesirinde bulunduracaktır. Bu cihet böyle olmakla beraber bolşevik ordularına da memleketimiz
tarafından lakayit ve müstağni davranılmayarak kendilerinin ümit ve emniyetli tesis ve muhafaza
ve teşabbüsattan geri durmamak ve fakat arz ettiğim vechile bir güna angajmana girişmeyerek
işi manevi revabit ile idare etmek lazımdır.İstanbuldaki Kara Vasıf ve rüfekası bu noktai nazar
etrafında ikaz ile müttehit olan meslek ve harekatı itidale sevk etmek ve kendilerini red ve iğmaz
suretile meyus etmemek fikrindeyim.Ve muhakkak olan bir cihet var ki o da balada arz ettiğim
vechile Erzurum mıntıkai hududiyesi esasen Baku havalisi ve alakadarile muntazam ve asalı bir
temasta bulunduğu ve burası ne Almanyanın ne de Rusların müfrit ve Harbi Umumide olduğu gibi
sürüklemek şanında olan cereyanlarına kapılmayıp vakayii salihe ve menafii
hakikiye üzerine cereyana nazım olacağı cihetle Kara Vasıf Bey rüfekasından arzu ve hey’eti
muhteremlerine de tasvib edilen bir iki zatın doğruca sırf bu işler hakkında görüşmek ve
müştereken takip etmek üzere Erzuruma gelmelerinin teklif buyurulması mavafık olur. Baha Sait
Beyin tekzib selâhiyetini şimdilik muvafık göremiyorum. Onu cereyanına bırakmak fakat bu işi de
İstanbul Şubesi nezdinde ikaz ve tadil suretinde düzeltmek daha münasip olacağını arz eylerim.
Kızıl orduya mensup olduğu bahsolunan Rus Miralayı. İlyaçef’in, İngilizlerin keşfi esrarı için her
vakit her yerde müracaat ettikleri vechile bizim içimizi derinden tahlil ve ihbar için bir casus
olmaması ve bunun hakkında pek nafiz ve dakik davranılmasını ve bu babda icab edenlerin ikaz
buyurulmasını temenni eylerim. (a. g. y., S. 482-483)
15. Kolordu Kumandanı
Kâzım Karabekir
Müstaceldir:
Erzurum: 13/Nisan/1336
Ankarada Hey’eti Temsiliyeye
C. 11/4/1336— Bolşeviklerle bir an evvel fiilen tesisi münasebat elzem olmak hasabile
keyfiyet 8/Mart/1336 tarihinde Hey’eti Temsiliyeye yazılmış ve alınan cevapta muvafakat beyanile
beraber bu hususun Dersaadete yazıldığı bildirilmiş idi. Mahaza memleketin içinde bulunduğu...
ahval lâzımı gibi tasvir olunarak Kızıl ve Yeşil orduların hududlarımıza doğru tevsii herakâtları
lüzumunun istikmâlini ve Nuri Paşanın Azerbaycan rical ve ağnıyasına müstenit hükümeti hazıra
ile hemfikir olarak bolşeviklere mümaşatkâr olmadığını Batum menabiinden haber alınca derhal
bu fikrin vehameti ve atiyen araya cebir ve kan girerse Azerbaycanın tamamile süpürülmek ve
istiklâllerini gaip etmek tehlikesinin muhakkak olduğu beyanile seri bir uzlaşma lüzumunu yazmış
idim. İşte Bakû’ya bu muhaberatı götüren zabitimiz bu kere avdetinde hey’eti temsiliye namına
Bakû Komünist Fırkasından getirdiği cevabı takdim ettim. Ayrıca zabitimizin oradaki zevat ile
görüşerek not ettiği malumatından ve istıtlaatından aksamı mühimmeyi de naklen arz ettim.
Münderecatı vaziyeti tamamile ve alınması lazım gelen tedbirleri göstermiştir. Buna nazaran ve
esasen kızılların eline İstanbul murahhası vasıtasile gitmiş olduğu anlaşılan talimat ve mukavele
ahkâmına nazaran âcizlerin tesrii hareket hakkında gösterdiğim talep ve lüzumun gayri kâfi
olduğu ve herhalde selâhiyettar olan hey’eti temsiliyenin buna bir cevap ve talimat vermesi icab
edeceği, nitekim Halil ve Nuri Paşalar namile hiçbir adresin olmadığı, ve bundan sonra mutlaka
kızıllarla müslümanların müştereken dahil olduğu Bakû Türk Komünist Fırkası namına yazılmasını
talep ve tasviye etmekte ve paşalar namına yazdığım muharreratın mezkûr komite nezdinde hal’
ve müzakere ve tevessülâtta bulunduğu anlaşılmaktadır. Bittabi bundan sonra Bakûdan hiçbir
şahsı münferidin imza ve selâhiyeti kabul edilmeyerek daima komitenin müşterek karar ve
selâhiyeti tebliğ olunmalı ve oradaki Baha Sait Beyin de ancak o komitenin bir ferdi ve şayet
intihaba mazhar olmuşsa o komitenin reisi unvanını taşıması ve böyle iblâğ buyurulması lâzımdır.
Şu takdirde muktezi cevap ve talimat Hey’eti Temsiliye tarafından ihzar edilmek ve vesateti
âcizile yine Batum ve Trabzondaki emniyetli zevat vedaatile gönderilmek üzere işbu talimat metin
ve münderecatına girmesi lâzımgelen mevad hakkındaki mutalâatımız bervechiâti arz olunur:
a) Anlaşılıyor ki Kızılordular Azerbeycan ve hatta Dağıstan içine gerek ellerindeki mukavele
metnine sadık kalmak ve gerekse bilhassa oralarda akacak islam kanı veyahut yanlış bir harekat
yüzünden Türkiyenin ve alemi islamın ve kendi ordularının mühim kısımlarını teşkil eden islam
kuvvetlerinin teessür ve infialini ve suinazarlarını celp ile binnetice planlarını bozdurmamak için
teenniye ve bizim tarafımızdan istihsale muvafakat ve talimata lüzum gösteriyorlar. Bu pek
muvafıktır. Azerbaycanın bir darbei hükümet ve dahilî infilâk ile komünist partisinin devamı
idaresine geçmek ve bu suretle bir istilâ harekatının yapabileceği tahribattan masun bulundurmak
bizim de noktai nazarımıza tevafuk eder. Böyle bir inkilâbı dahiliye boğmak için İngiliz ve Gürcü
ve Ermenilerin bir hareketi müşterekesi vukuunda kolbaşı (Petrofsk) cenubunda olan hakiki
Kızılordunun cenuba inmesini tasvib etmek de muvafık olur.
b) Azerbaycanı canlandırmak ve harekete getirmek ve komünist idaresini tasvibkâr bir
safhaya sokmak için hemen bizim harekata geçip Ermenistanı çiğnememize lüzum gösteriliyor. Ve
buna Kızılların muvafakati bildiriyorsa da bu şekil tıpkı eski vaziyet gibi efkârı umumiyei cihan
karşısında mühnasıran tarafımızdan ve Ermeniliği izale noktai nazarından telâkki edileceği cihetle
bu muvafık değildir. Bu hareket ancak iki başlı olur. O da Kızılordu Vildikafkas ile Karadeniz suhili
arasından Tiflis ve Batum istikametinde bir hareket yaparak Gürcistanı işgal ve bolşevizm
kuvvetine tamamii riayetine icbar ederken bizim de muayyen olan plan dairesinde Ermenistan ve
Elviyei Selse üzerine hareketi mütekabile ve müşterekemiz başlarsa o zaman bizler Kızılordu
hesabına çalışan bir pişdar veya alet mevkiinde kalmamış ve bilâkis müşterek bir halâs planı
etrafında müşterek hareketlerle bir hedef üzerinde çalışmış ve böylece cihan enzar ve vekayiine
kaydetmiş oluruz. Kızılların bu hareketi yapmasına mukabil biz de Ermenistanı çiğnemekle
beraber Azerbaycanı ayaklandırmayı ve komünist kudreti idaresinin teessüsünü taahhüt ederiz.
c) Malûm buyurulduğu vechile mevsimin bilhassa Van ve Beyazit arasında on gün
mukaddem düşen karın yaptığı müşkilât mayısın on beşinden evvel bizi harekat devresine
geçirmeyecektir. Fakat mayısın iptidasında her taraftaki kuvvetler bulundukları garnizonlardan
yürüyüşe başlayarak Beyazit ve Hasankale havalisinde tahaşşüt harekâtına başlayacaktır. Bu
istihzarat yapılmakta ve ikinci (b) fıkrasındaki muhaberat icra edilmekte iken Azerbaycan
dahilindeki komünist partisinin şiddetli harekat ye asarı istihzaratı başlamalı ve bunda da mesela
ricalinin ve yeni gelen Rus amiralinin süikastle itlâfı ve herhalde İngiliz nüfuzunu şiddetli kırıp bazı
ricali tedhiş ve fikirlerini imale gibi kat’i teşebbüslerde de bulunmalıdır.
d) Ruslardan Bakû’ya iltica eden filonun satın alınması ve mevcut eslâhanın Azerbaycan
eline geçmesi muvafık ise de bu eslâha ile Rus ve Denikin taraftaranının teslihi veyahut Karabağ
mıntakasında Ermenilere muavenet ihtimali olacağı cihetle bu eslâhanın ancak komünist kuyvetin
mürakabesine alınması ve Gence civarında hali istirahata geçirilmesi arzu edilen silahsız Rus
askerlerinin Ermenistana firar ve orada silahlanmaları muhtemel idiğinden yakın komünist ahali
mıntakasına naklettirmek ve zabitlerinden ayrılmaları lâzımdır. Bahren Enzeliye çıkan bir kısım
Rus askerlerinin Miyane tarikile Tebrize gelip Nahcivan Ordubad mıntakasını tazyik ve Ermenilerle
elele vermesi muhtemeldir. Bahusus Azerbaycanın ergeç komünistler tarafından işgal edilmesini
nazarı dikkate alan İngilizler Enzeli ve Lengeran sahillerini tutmak ve Bahri Hazerin garp
sahillerine hakim olan Şuşa ve Karabağ silsilesini elde bulundurmak iştemeleri de muhtemeldir.
İşbu hususat bizce de nazarı dikkate alınarak tedabir yapılacaktır. Yakın günlerde Nahcivan
havalisinde de bilfiil daha kuvvetli ve emniyetbahş bir şekli idare de tesis edeceğiz.
e) Daha amühim bir maddeye gelince Moskovaya millet namına selâhiyettar bir hey’eti
murahhasa isteniliyor. Bu pek doğrudur. Çünkü bütün harekat ve emeli müstakbele planları
vesaireyi konuşmaya ve bu babda alacağı talimat üzerine müzakereye velhasıl temamii emniyeti
haiz bir irtibatı husule getirmeye memur ve selâhiyettar bir hey’eti, murahhasa istiyorlar ki bu
pek mühimdir ve pek istical edilmelidir. Herhalde Moskovaya gidecek insanların akıl ve ulûm ile
müzeyyen olması ve bir mevcudiyeti temsil ve izhar edebilmesi pek mühimdir. Mutlaka iki
hukukşinas, bir de muktedir erkanıharp, diğeri de malî, idarî, millî işlere vakıf zevattan mürekkep
olması pek arzu olunur. İstanbuldaki birçok rical ve rüfekamızı bir vechile oradan çıkaramadığımız
daima kara bir elem noktasıdır. Maahaza Hey’eti Temsiliye Anadoluda ve elinde bulunan meratibi
muhtelifedeki nical ve zevatı tetkik ederek bu hey’eti imkan ve sür’ati azamî ile yola çıkarması
büyük faidemiz icabıdır. Böyle bir hey’etin yola çıkmak üzere olduğu da Bakû komünist fırkasına
verilecek cevaba derc edilmelidir. Bu heyet ağlebi ihtimâl zamanın geç kalması itibarile
Moskovadan evvel mesela Bakûda dahi Moskovanın selâhiyettar murahhaslarile birleşerek birçok
hututu asliye müzakeratını daha evvelden küşad edebilir.
f) Bu hey’et giderkeı en mühim nıkatı asliyeyi hal’ ve iblâğ ve müşavere edeceğinden bu
nıkatı mühimmenin şimdiden tesbit buyurulması lâzımdır. Şimdiye kadar bolşeviklerin hakiki
programını ve ayrıca alemi islam içindeki programlarını okumadık. Ahiren Trabzona Rusca bir
program geldi. Tercüme edilmektedir. Alınınca aynen ve şifre ile takdim edilecektir. Maahaza bu
babdaki mutalâamız da bervechi âtidir: Memleketimiz kapitalist değildir. Zürra memleketidir.
Fabrikalarımız da yoktur. Emperyalist olan İngiltere ve Fransa alemi islâmı Asyada ve Afrikada
boğmuş ve her yerde esir mertebesine getirmiştir. Binaenaleyh bolşevik gayelerinde bir milletin
diğer millet toprağına göz dikmesini ve emperyalizm tahribatının yıkılarak umum milletleri kardeş
gibi yaşatmak varsa biz emperyalist olan bu devletlerin ve hassaten İngilizlerin düşmanıyız ve bu
noktalarda bolşeviklerle nihayete kadar beraberiz. Bizde bir padişahlık ve bir de hilâfet vardır.
Meşrutî idare bütün mes’uliyeti hükümete verdiği cihetle padişahlar gayri mes’ul ve müdahale
hakları da yoktur. Halife bütün islam aleminin tanıdığı ve tazim ettiği bir makamdır. Bizde ne
padişahlık ne hilâfet ile oynanmamalıdır. Çünkü biz padişahlığı ıskat edersek hilafet kalkacak
hilafet ıskat edilirse padişahlık kalmayacaktır. Halbuki bugün İngilizlerin tekmil gizli emelleri
dahilde ve haricte yaptığı ve çizdiği planları halife ve padişahı eline almak ve alemi islam üzerinde
İngilizlerin hesabına ve kuvvetlenmesine muvafık bir tarzda propaganda ettirmektir. Binaenaleyh
bu kuvveti biz bozarsak kendi elimizle İngilizlerin eline silah makamında vermiş olacağız. Biz
padişahlığı ve hilafeti devirirsek bunu cihanı alemi islamı hiçbir vechile hazım ve kabul etmeyecek
ve edemeyecektir. Binaenaleyh bizim mevkii ictimai dinimiz Asyanın sair müslümanlarına
benzemez. Biz metbu’, onlar tabi vaziyetindedir. Akaidi islamiye cihetlerini de tamamile serbest
ye muhtar bırakmalı çünkü Kur’anı Kerim fıkaraya, ameleye ve saigayrete müteallik ve bizce
malûm olabilen ne kadar bolşevik prensipleri varsa hep ihtiva ediyor. Ondan dolayı da
müslümanlar bolşevikliği kolay vemunis kabul ve telakki etmektedir.
g) Bunun gibi ictimaî ve idari işlerimizde dahi muhtar bulunmalı ve bolşevik prensiplerinin
icab ettiği tadilat ve tahavvülatı memleketimizin münevveran ve zimamdaranı peyderpey ve
tedricen tatbike başlayıp milletin ve islam milletlerinin hazım ve kabule alıştırarak tevsi etmelidir.
h) Mali, sınaî, iktisadî bir çok muavenetlerin memleketimize bolşevik menabiinden seri bir
surette akıttırılması ve bu suretle itilaf devletlerinin bahri ablokasından ve memleketin varidatı ve
ihracatı olamamasından mütehassil tazyiki iktisadi kariben buhran şekline girmemek için evvel
beevvel mebzul parayı, ondan sonra da fıkaramızı doyurmak ve memleketimizde işlememiş refah
yollarını kurmak için dünyanın her yerinde fakir olan madenlerimizin işletilmesi için ilim ve fen
hey’etleri vesaireyi göndermek ve fakat bu para mes’elesini şimdiden ve ehemmiyetle Bakû
komünist fırkasına ve Moskovaya iblağ ettirmek elzemdir.
i) Bizim hudutlarımız ırk ve din esasatını takip etmelidir; Ve bu da zaruridir. Bu noktai
nazardır ki Kızılordularla birleşmek üzere şark cephemizden vaki olacak harekatın hudutları
Gürcistan hududunda nihayet bulacak ve ırkdaşlarımızın esareti zail ve bunun yerine huzur ve
emniyetleri kaim olacaktır.
j) Moskova komitesile resen veya bilvasıta olacak selâhiyettar müzakerelerde İstanbulun,
Adananın, Irakın, Suriyenin, Mısırın vesairenin halâsı hakkında safha safha görüşülerek buna
muktezi menabiin isal ve hassaten bolşeviklerin islam kuvvetlerinin alemi islam bekalarına memur
edilmesi.
k) Yazılacak mevadın Moskovada sovyet hükümetine hitaben yazılması ve Bakû
komitesinin vasıta olarak kabulünü müvafık görüyoruz.
ı) Hatırımıza gelen mevaddı mühimme ve mutalamız balâdadır. Artık kabul tadil ve tevsi
olunması hey’eti muhteremlerine taallûk eder. Herhalde milletin ve islâmların bolşevizm
prensiplerini kendi tarzı kabulüne göre tesbit ve kabul ve iblâğ etmesi ve bu kabul ve iblâğ
keyfiyetinin de milletten eshabı selâhiyetten alınması lâzımdır.
Haşiyedir: Azerbaycanın Türkiyeye paraca muavenet etmesi lüzumunu tekrar yazmış idim.
Türk komünist fırkası yazdığı cevapta bundan bahsetmiyor ise de Baha Sait Bey hususî
mektubunda para mes’elesinin bir hafta sonra halledileceğini yazıyor. Gerek tahriren ve gerekse
telsiztelgrafla resen muhabere imkanı tahassül edince muhabere etmek üzere Bakûya bir şifre
miftahı göndermiş idim. Bu miftahın vüsulünü ve oradaki harflerimizin mukabillerinde fransızca
rakamlar yazılarak Astrahandaki bolşevik telsiz telgrafı merkezine gönderildiği ve kariben
Demirhan Şûrada dahi bir bolşevik telsiz merkezi küşad edeceği cihetle bugünlerde o merkeze atfı
nazar ve ehemmiyet olunması Baha Sait Beyden gelen mektupla izah olunmuştur. Bizden arzu
ettikleri tayyareci zabit aramaktayız. Bulamazsak bir tayyare zabiti kolordudan göndereceğim.
Nuri Paşa hakkındaki müessif izahata gelince, Nuri Paşa Bakûya gittiği zaman müsavat fırkası
kendisine yüz vermemiş olduğu cihetle kendisinin Batumdan firarına sanki fedakârlarda bulunmuş
olan musavat partisine bir mukabelei şükran olmak üzere partinin bolşevizme mugayir âmaline
ram ve bu suretle hükümet fırkasına alet olduğunu tahmin ediyoruz. Esasen de sinninin
küçüklüğü, dimağının ve tecrübesinin darlığı buna sebebtir. (a. g. y., S. 584 - 587).
Kazım Karabekir
Erzurum: 6/Mayıs/1336
Rus Millet Komiserliği Sovyetinin ahiren elde edilen tamimidir:
1—Rusyanın ve şarkın bütün müslümanlarına: Kolçak ordularının ve Denikin ordularının
mahvolmasından daha ehemmiyetli bir mesele Asiyai bütün akvamın ve bütün mileli
Muhammediyenin uyanması ve harekete gelmesidir. Şarkın taksimi için başlayan kanlı
muharebelerin sonu gelmek üzeredir. Dünyanın bütün akvamını kendi boyundurukları altına alan
İngiliz yağmacılarının kudretleri, efendilikleri sukut etmektedir. Artık, Rus inkilâbı kebirinin
darbeleri sayesinde dünyada köleliğin ve esaretin eski binaları yıkılıyor. Hükümetler, milletlerin
eline geçecektir. Rusyanın alın terile ve kan bahasına çalışan bütün milletleri Dünyanın esir
milletlerine hürriyet kazandırmak için şerefli bir sulh akdettirecektir. Rusya, bu mukaddes emel
peşinde yalınız değildir. Avrupanın cihan harbi yüzünden bitkin bir hale gelmiş olan milletleri de
ellerini bize uzatmışlardır. Keza Avrupanın meşhur yağmagerlerine asırlarca esir olan büyük
Hindistan dahi kendi meb’uslarını intihab ederek ve menhus esareti yıkarak ve şark akvamını
hürriyete davet eyleyerek kendi elile isyan bayrağını kaldırmıştır. Yağmagerlerin ayağı altındaki
emperyalizm toprağı yanmaktadır. Ey Rusyanın ve Şarkın Islâmları: Ey camileri, ibadethaneleri,
meskenleri tahrib ve hakları gasbedilen kimseler, sizin dininiz ve ibadetleriniz, milli meskenleri
tahrib ve hakları gasbedilen kimseler, sizin dininiz ve ibadetleriniz, milli ve medeni hürriyetiniz
serbest ve el sürülmez bir halde kalacaktır. Serbestce ve maniasız hayatı milliyenizi tanzim ediniz.
Buna hakkınız vardır. Biliniz ki Rus inkilâbı kebirinin sovyetleri sizin hukukunuzu bütün kuvvetle
himaye edecektir. Binaenaleyh bu inkilâba ve onuh selâhiyettar hükümetine yardım ediniz. Ey
şarkın müslümanları: Türkler, Araplar, Iraniler, Hintliler! Ey kendi memleketleri, malları, canları
taksim ve harab edilmek üzere bulunan kimseler!!!... Sukut eden çarlık tarafından tanzim edilen
İstanbulun cebren işgali muahedesi yırtılmış ve mahvedilmiştir. Rus cumhuriyet ve millet
sovyetleri memleketlerinizin cebren işgalini red ile ve ilân eyleriz ki: İstanbul müslümanların
elinde kalacaktır. Türkiyenin taksimine ve Türkiye arazisinden bir Ermenistan teşkiline dair olan
muahede de yırtılmış ve mahvedilmiştir. Yine ilan ederiz ki Iranın imhasına dair yapılan muahede
de yırtılmıştır. Yağmağerleri ve memleketinizi boyunduruk altına alan zalimleri tard eyleyiniz.
Artık susulacak devir geçmiştir. Memleketinizin efendisi kendiniz olunuz. Arkadaşlar, kardeşler
dünyanın esir milletlerinin tahlisini bayraklarımıza yazalım.
2— Büyük Millet Meclisi riyasetine, Kolordulara, Miralay Refet Beye, Trabzon, Van
vilâyetlerile Erzincan mutasarrıflığına, 15. Kolordu kıtaatına. . . (a. g. y., S. 664)
15. Kolordu Kumandanı
Mirliva
Kâzım Karabekir
Zata mahsustur.
Hasankale: 3/Ağustos/1336
Büyük Millet Meclisi Riyasetine
Zor mutasarrıfı sabıkı Salih Zeki Yoldaşla görüştüm. Ağustosta Erzurum - Sivas tarikile
Ankaraya hareket edecek ve mutalâatını zatı samilerine bildirecektir.
Beyanatı hülâsaten şudur:
1— Mevcudiyetimizi muhafaza ancak Bolşevik tarzı idaresini kabuldeder. Meclisi Millinin
icraatına halel getirmemek şartile yapılacak bir esas dahilinde memleketimiz dahilinde komünist
teşkilatı yapmak ve bu suretle sesimizi ve şeklimizi harice duyurmak ve göstermek. Nihayet
münasip bir zamanda dahi Bolşevik tarzı idaresini kabul etmek.
2— Eylülün 1 inde Bakû’da bir Türk Komünist ictimai yapacaklarından bu kongreye âzâ
olmak üzere Anadolu’dan sekiz on murahhas celbetmek.
3— Anadolu’nun bazı yerlerinde komünist teşkilatına girmiş kimseler varmış. Erzurum’da
dahi kendisi alenî veya hafi teşkilat yapmasına müsaade etmekliğimdir.
Bendeniz bunların Meclisi Millinin haberi olmadan iş görmelerini zararlı gördüğümden evvel
emirde Ankaraya gidip anlaşmalarını daha evvel teklif etmiştim. Onlar da bunu hüsnü kabul
ettiler. Teferruatlı olarak görüşülür. Erzurumda teşkilâtı şimdilik Ermeniler ile karşı karşıya
olduğumuzdan mahzurunu anlattım. Fakat zaten münever kimseler selâmeti Bolşevik tarzı
idaresinde bulduğundan kongre için gidebilecek Albayrak gazetesi hey’etile görüşmelerini ve bunu
da hafi olarak yapması lüzumunu izah ettim. Esasen selâmetimizin bolşeviklerle ittifakta ve
münasip zamanda aynı tarzı idareyi memleketimizin hazim ve tahammülüne göre tesiste
bulunduğumuzu binaenaleyh her bir hususu Hükümeti Milliyemiz ile birlikte yapmak lüzumunu ve
bu suretle tarzı idaremizdeki köhne mülkî ve adlî teşkilatının bir taraftan Hükümet vasitasile yeni
nazariyeler tarzında tertibi yapılacak her islâhatı kolaylaştırabileceğini anlattım. Bugün
topraklarımızı istilâ eden emperyalistlere karşı mukavemet eden Kuvvayı Milliyeyi İngilizler halife
kuvveti ile dağıtmak için var kuvvetlerile çalıştığından Rusya’da olduğu gibi gizli teşkilat yapmak,
sonra da ihtilâl planları hazırlamak İngilizlerin ekmeğine yağ sürmek olacağını yani İngilizlerin
hilâfet kuvvetinden daha kolay istifade edebileceklerini, binaenaleyh Hükümeti Milliyemizin arzu
ve planile ve kemâli samimiyetle çalışmak lüzumuna kani oldular. Bendeniz istirham ederim ki
Rus Sovyetlerile çalışan bu zatlerle iyice anlaşılarak ve bunlara lâzım gelen mevkii ihtiram
verilerek tab’ı beşerde menkuz olan hırs ve intikam gibi fena hisler uyandırılmasın ve bu zatler
mefkûrelerini Rus Soyyetlerine istinaden icraat yapacağız diye zavallı vatana bir menhus darbe
vurmalarına mahal kalmasın. Aynı zamanda bu zatlerin şimdilik naçar kuvvetimizden istifade ile
münasip bir zamanda iş başına çıkmak gibi emelleri de unutulmasın.
Bekir Sami ve Yusuf Kemal Beyler nezdimde iken istikbalimiz hakkındaki münakaşalarda
ne Avrupanın esasen bir türlü anlaşamadığımız tarzı idaresinde ve ne de çoktan modası geçmiş
islam veya Türk ittihadında bizim için selâmet olmadığını ve mümkün olduğu kadar az zamanda
bize kabili tatbik bir bolşevik idaresinin kabulü mecburiyetinde olduğumuzu ve bunun da mümkün
olduğu kadar gürültüsüzce tesisini müttefikan muvafık bulmuştuk. Bittabi cephelerdeki vazifeler
ehvenleşmedikçe fiilî bir teşebbüsün de tehlikeli olacağını da kabul etmiştik. Arz ederim. (a. g.
y., S. 780-781)
Kâzım Karabekir
İmzasının altında devam eden yorumunda da:
“Türk Yoldaşların Ankara’ya gidip komünizm nedir? Kendileri nasıl adamdır? Esaslıca
hükümet ve Millet Meclisince tanınmaları ve sonra da muvafık görürlerse bazı teşkilât ve
kanunlarda tadilat yapılmasını veya bir fırka halinde görülmek harici siyasetimizde İtilâf
Devletlerine müessir olabilecek bir vaziyette bulunduğumuzdan buna teşebbüs edilmesi ve
bilhassa millî hareketimizin vechi muvaffakiyetine göre Itilâf Devletleri ile anlaşmak müyesser
olacaksa böyle bir idareye doğru meyledilmesi gibi mes’elelerin Ankara’da günün işleri meyanına
girmesini münasip gördüm. Aksi halde ne Ruslardan para ve silâhca muavenet görmek mümkün
olacak ve ne de bu gibi adamların külliyetli para vesair iğfalkâr vasıtalarla hükümetin haberi
olmadan tehlikeli teşebbüslerinden haber alabileceğiz...”
VE AMERİKA MİSYONER OKULLARI HAYRANLIĞI
“Kars ve Gümrü’yü işgal ederek oradaki Amerika hey’etlerinin muazzam çalışmalarını da
görmüştüm. Tiflis, Gümrü, Erivan’da tam on sekiz bin Ermeni çocuğunu toplamışlar. Beherinde
altı bin çocuk değişik yaşlarda kucaktan on altı on yedi yaşa kadar. Bunlardan bir kısmı Ermeni
hükümetinin programiyle eğitiliyor, büyük’ bir kısmı protestan yapılmış... Amerikalıların yardımları
korkunç, kusursuz giydirilmiş ve yedirilip içiriliyordu. Görkemli kışlalar bunlara ayrılmış, kadınlı
erkekli her türlü öğretmen, doktor ve bakıcı Amerikalılar aralarında Ermeni öğretmenleri ve
hizmetlileri ile çalışıyorlardı. Korkunç bütçeleri vardı... Bu Amerikalıların nasıl çalıştıklarını, ana
okullularından başlayarak esaslıca tetkik ettim. Eğitkenleriyle sık sık görüştüm. Amerikalıların ne
pratik adamlar olduğunu ve çocukların ruhlarını öldürmeksizin nasıl hür ve yaratıcı insan
yetiştirdiklerini işitirdim. Şimdi içlerinde gözümle görüyordum. Daha ana okulundan yaşamla
mücadeleye nasıl hazırlandıkları şayanı hayretti. Büyücek kız çocuklarının dikiş makineleri salonu
bir fabrika gibi idi Belki yüz dikiş makinesi birden işliyor, eller ayaklar sürekli iş çıkarıyordu.
Halbuki bizim en zengin yerlerdeki kız okullarımızda sağlam bir dikiş makinesi görmek bir varlık
sayılır!.. Ana okulu şayanı hayret!.. Bizde yavrucakları nazlı, içkilli, temiz, süslü velhasıl yaşamla
mücadeleden uzaklaştırmaya çalıştıklarını görmüştüm. Okullar bile dışarıya dikiş vesaire, yaparak
yaşamlarına yaşam katıyorlar. Öğrencisiyle, öğretmeniyle hepsi bir makine gibi işliyor. Hem de
eski püskü, paslı makine değil. Son sistem parıl parıl yanıyor, yağlar içinde işliyor. Ufak tefek
işler, tamirler örneğin kaldırım, hendek, cam, pencere. . hep içlerinden yapılıyor. Giysiler,
kunduralar da böyle...” diyerek övgüsünü’ sürdürüyor. (a. g. y., S. 968-969)
BİR DENETLEME
Bu övgüleri yapan merhum Kazım Karabekir Paşa 1946 Eylülünde Ankara Hasanoğlan Köy
Enstitüsüne geldi. O zaman T.B.M.M. Başkanıydı. Yanında Feridun Fikri Düşünsel, Şemsettin
Günaltay, Denizli Milletvekili Kemal Cemal ve bunlarla çalıştıkları söylenen bazı kişiler de vardı.
Enstitüyü gezdiler. Marangoz işliğinde yeni yapılan yapıların doğramaları
yapılıyordu. Arabacı işliğinde enstitüyü bitirip köye gidecek öğretmenlere at arabası, demircilik
işliğinde bu öğretmenlere verilecek keser, kıskaç, keski, kırklık, çivi manivelâsı, zımba, oluklu
baskı, çekiç, havya, pergel... gibi işlik araçları yapılıyordu. Küme küme öğrenciler yeni yapılarda
su ve elektrik tesisatları yapıyorlardı. Kız öğrenciler halı, bez dokuyor, okulun iç çamaşırlarını ve
çarşaflarını dikiyorlardı. İnşaatlarda ve tarımda öğrenciler arı gibi çalışıyorlardı. Ders yapan
sınıflar dersliklerde, kütüphanede ve laboratuarda etkinliklerini sürdürüyorlardı.
Dönümlerle, bağ, bahçe, köylere örnek olarak yapılmış bahçeli, ahırlı ve kümesli uygulama
okulu, Hasanoğlan köylüsünü parasız tedavi eden sağlık ocağı, okul öncesi çocuklarını eğiten
çocuk yuvası Türk eğitim tarihinin yeni bir ürünü idi.
Yüksek Köy Enstitüsü öğrencilerinin ikinci mezunları mezuniyet tezlerini birer süslü kapak
içinde kendi okullarının giriş holüne renk renk sergilemişlerdi. Eğitim başımız Hürrem Arman:
“Bekir, Kâzım Karabekir Paşa yanındaki heyetle beraber Yüksek Köy Enstitüsüne gelecekler.
Çıkardığınız Köy Enstitüleri Dergisi’nden birer takım paketleyerek hediye et” dedi. Sekiz on paket
yaptım, Yüksek Köy Enstitüsü’ne gelen konuklarımıza hoş geldiniz dedikten sonra: “Köy
Enstitülerinin çıkardığı dergidir efendim” diyerek konuklara birer paket verdim. Kazım Karabekir
Paşa hepimize asık bir yüzle kuşkulu kuşkulu bakıyordu. Kapı girişindeki Yüksek Köy Enstitüsü
öğrencilerinin mezuniyet tezleri sergisi ona çok çekici geldi. Tezlerin kapaklarını önemseyerek
okumaya başladı:
“Halil Basutçu: Köyde kapı ve pencereler, Azmi Erdoğan: Eskişehir’in beş köyünde Alevi
Müziği, Z. .Kayhan: Köy Evlerinde Ocaklar: H. Orhan: Yonca, M. Top: Ödemiş kendirciliği,
Emrullah Öztürk: Tütün, Hüseyin Elmas Yazar: Toprak Türleri, Ali Özcan: Bitki Kökleri, Mehmet
Başaran: Kolza Ziraatı, Y. İçli: Elektro Motorla, İ. Ertur: Akümülatörler, Mustafa Buğday: Köy
İşçilerinin Çalışma ve Yardımlaşma Durumları...”
Haha ha dedi ve yanındaki bey’e; “Aç bakalım şu paketi” Bey dergileri sırayla Paşa’ya
uzattı. Kâzım Karabekir dergi yazılarının ilginç bulduğu başlıklarını okumaya başladı: Patateslerde
Kabuk Lekesi, Danaburnu, Geven, Toprak Meselesi, Aç Harmanı, Boz Eşeğimiz, Koyun Ahmet,
Bitki Bitleri, Kocakarı İlaçları, Hamsi, Heybe, İreşidin Kızı, Kavlak Öküz, İki Balıkçı Reis, Tütmeyen
Bacalar, Bir Çift Çarık” dedikten’ sonra birden bire öfkelendi:
“Ne maksatlı çalışma değil mi? Ne maksatlı çalışma. Çocuklar hep saptırılmış. Hani millet,
hani bayrak, hani sancak? Eğer bu çalışmalar milli duygularla yaptırılsaydı çok değerli bir çalışma
olurdu. Ama maksat başka” dedi. Yanındakiler suskun puskun evet dercesine başlarını salladılar.
Bize hiçbir şey sorulmadı. Her yerde kendisi konuştu. Köy Enstitüleri’nin kapatılmasına bayrağı
çeken bir durumu vardı sanki. İsmet Paşa ise bizim bu çalışmalarımızı gördüğü zaman şöyle
coşardı:
Köy Enstitüleri’ni. cumhuriyetin eserleri içinde çok verimli laik ve en değerli kurumlar
olarak tanıyorum. Ömrüm oldukça bu güzel eserleri yakından takip edeceğim” derdi.
T.B.M.M.’inde Köy Enstitüleri yasası görüşülmeye başlandığı gün Kâzım Karabekir ve
arkadaşları 1924’lerde kurdukları Terakkiperver Cumhuriyetçi Partisi ile Mustafa Kemal’in
karşısına dikildikleri gibi “Bu kanunla Köy ve şehir ayırımı yaratılıyor” diyerek İsmet Paşa’nın da
karşısına dikilmişlerdi. (1) Bu çıkışın nedeni kanımca köylüyü kalkındıracak Türk milletini laik bir
kitle yaratmak korkusuydu. Kemalizm’i güçlendirmek korkusuydu. Kendilerinin yalnız
(1) Yıllardır kentlerde, açılan okullarla köy-kent ayırımı yapılmamış da 1940 ta açılan Köy
Enstitüleriyle yapılıvermiş!..
kalacağı korkusuydu. Bir vehim, bir kuşku yüzünden ölünceye kadar da Köy Enstitüleri’nin
karşısına dikilip kapanmasında karanlık güçlerle beraber oldu.
Oysa onun hayran olduğu Amerikan eğitkenleri Türkiye’ye koşup Köy Enstitülerini nefes
nefese incelediler ve doktora tezleri yaptılar. Japonlar da yaptı. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nün
meydanında Amerikalı (Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi öğretim üyesi) Ord. Prof. Dr. Prat
öğrencilerle sevinerek omuz omuza halay çekti. İşlikleri, kitaplıkları, laboratuarları, derslikleri,
ahır, kümes, ağıl, bağ, bahçe, açık hava tiyatrosu, sağlık evi, çocuk bahçesi, uygulama okulu ve
öğrencilerin dinlenme kantinlerini büyük bir ilgi ile inceledi ve şaşakaldı. Kâzım Karabekir ve
arkadaşları ise Köy Enstitüleri Türkiye’yi güçlendirecek diyemediler. Aksine Türkiye’yi batıracak
vehimlerini yaydılar. Köy Enstitüleri Kemalist bir hamleydi. Bundan korktular. Tıpkı Kemalist
devrimlerden korktukları gibi.
Kâzım Karabekir yukarıdaki alıntısında “Amerikan eğitkenleri Ermeni okullarında çocukların
ruhlarını bozmadan yaşam savaşına hazırlıyorlar. Ellerine her türlü beceriyi kazandırıyorlar. Bizim
çocuklar ise nazlı yetiştiriliyor. En zengin okullarımızda işler bir dikiş makinesi bile yok” diye iş
eğitiminin hasretini çekmiyor muydu? Köy Enstitülerinde öğrencilerin yaptığı bin bir çeşit işleri
gördü. Neden bu okulları övmedi? Neden kendi öğretmenlerimizin ve öğrencilerimizin yaptıkları
onurlu işleri beğenmedi? Köy Enstitüleri kentin fuhuş, kumar ve moda salgınlarından uzak
köylerde kurulmadı mı? Öğrencilerine yeteneklerine göre bilgi ve sanat öğretmedi mi? Köylü
çocuklarının ruhları öldürülmeden özgür, laik ve cumhuriyetçi bir eğitimle yetiştirilmedi mi?
Öyleyse neden bu güzel yuvaların eğitimini ve eğitimcilerini övmedi de hep kötüledi?
Köy Enstitüleri’nin amacı neydi? Geri kalmış köyleri iş eğitimi yoluyla kalkındırmak,
Türkiye’yi geri kalmışlıktan kurtarmak, ekonomide, milli savunmada, eğitimde devleti
güçlendirmekti. Bunu gerçekleştirmek yoluna da girmişti.
Köy Enstitüleri’ni kapatanlar ne yaptı? Köylüden on liraya aldığı domatesi kentli tüketicilere
yüz elliye satan aracıyı tuttular, köy kalkınmasını oluruna bıraktılar. Eğitimde her çeşit sanat
araçlarını, tarım araçlarını eğitimin dışına attılar. Örneğin; traktörü, pulluğu, kazmayı, beli, keseri,
testereyi, malayı, körüğü ve kıskacı... Öğrencilerin elinden alıp attılar. Tıpkı I. Cihan Savaşındaki
düşmanların ordumuzun elindeki silahlarımızın kamalarını ve mekanizmalarını alıp askerlerimizi
güçsüz bıraktıkları gibi. Bununla da kalmadılar iş eğitimini, iş eğitim tarihini ve zirai işletme
ekonomisi derslerini de programdan çıkarıp attılar Daha daha: dokuma, dikiş, marangoz, demirci,
duvarcı, araba ve trikotaj işliklerini, tohum ekip ürün kaldırdığımız canım toprağı, açık hava
tiyatrosunu, ahırı, kümesi, ağılı, sağlık evini okulun dışına attılar. Yapıcı, yaratıcı, yaşam savaşı
veren öğretmenler yerine, yaşam savaşından yoksun, ezberci, tüketici öğretmenler
yetiştirdiler.Bunlar da istedikleri gibi olmadı. Enerjisi tükenmiş emekli öğretmenleri işe çağırdılar.
(2) Türkiye’de hangi sektörde görülmüş emeklilerin tekrar işe başladığı? İşte eğitimde vardıkları
sonuç bu oldu.
(2) TRT’de Millî Eğitim Bakanlığı’nca verilen bir haber okundu: “Emekli öğretmenler istedikleri
takdirde yeniden okullarda görev alabilirler...” (M.E.B. Emiroğlu döneminde)
KAZIM KARABEKİR’İN YETİM OKULLARI ve KÖY ENSTİTÜLERİ
Kâzim Karabekir Erzurum’da 15. Kolordu kumandanı iken şehit ve yoksul çocuklarının
2000 kadarını toplamış. Kolordusunun, devletin tahsisatından ve halkın verdiği ianelerden onları
yedirmiş içirmiş, giydirmiş kuşatmış ve himayesine almış.
“...Renkli önlük, dört parmak enli kuşak ve başlık, çocuklar tarafından büyük bir zevkle
artık cuma ve merasim günleri için üniforma oldu” diyor.. (a. g. y., S. 664)
Korunmaya muhtaç yavrucuklar kendilerine gösterilen bu sıcak yakınlığa çok sevinmişler.
Gülmeyen yüzleri gülmüş, verilen emirleri tutmuşlar. Kendilerine öğretilen bilgi ve sanatı çabucak
kavramışlar, kendilerini sevdirmişler...
Kâzım Karabekir Çocuklar Ordusunun kuruluşunu şöyle anlatıyor:
“1 Mayıs 1336 günü Erzurum Çocuklar Ordusu’nun teşkilatı yapılmıştır. Bu ordunun nizamı harbi şimdilik dört gürbüz alayından meydana gelmiştir isimleri leylî (yatılı) iptidaî askeri kolordu
sanayi takımları, tesviyeci, demirci ve kuyumcu sınıflarını içine alan alay okulu, şümendöfer
okulu, ve ana okulu gürbüzlerinden meydana gelen ve mevcudu bin yüz gürbüz olan Birinci Avcı
Gürbüz Alayı, yüz seksen mevcutlu İkinci Sultani Gürbüz Alayı ve yüz elli mevcutlu Üçüncü
Albayrak Gürbüz Alayı ve iki yüz yirmi mevcudundaki Dördüncü Dört yeşil bayrak Gürbüz
Alayıdır.”
Bu alaylara askeri eğitim için Kars Kapısı girişi talimgâh olarak seçilmiş. Buraya bir de atış
poligonu yapılmış. Alaylara her cuma günü top, makineli tüfek ve tüfek üzerinde uygulamalı
eğitim yaptırılmış. Ayrıca tahta bomba ve süngü ile de savaş deneme eğitimleri yaptırılmıştır.
Gürbüz Alaylarına manej, bisiklet, kızak, futbol gibi sportif çalışmalar ve milli oyunlar da
öğretilirmiş. .
“Her alayın sancağı makamında birer Osmanlı bayrağı vardır. İptidailerden mürekkep Yeşil
Alayın ise yeşil Osmanlı bayrağıdır. Alaylar tahta tüfeklerle donatılmıştır. Birinci Avcı Alayının her
türlü teçhizatı mükemmeldir. Bombaları tahtadır. Bu alayın gürbüzleri yatılı kolordu okullarında
eğitim, ve öğretim görmektedirler...” (a. g. y., S. 644)
Öğretim kadrosunun düzenlenmesine gelince:
“...Terhisler dolayısıyla sanat erbabı da azaldığından mevcut ustaları iş öğretmeni,
subaylardan da eğitim ve okutma öğretmenleri seçerek asker kadrosunu çocuklarla
doldurmuştum... Ana ve babadan yoksun olanların gerçekten nazlanacak ve dayanacak yerleri
olmadığından müthiş kabiliyet gösterdiklerine şahit oluyordum.” (a. g. y., S. 968)
“İşte bugünkü mevlit kandili günü 12 Kasım 1921 Sarıkamış’ta Çocukları Himaye
Cemiyetini resmen kurduk ve kutladık... Bugünden bir hafta öncesine de “Çocuklar haftası” dedik.
Bu hafta içinde cemiyetin mensupları ve hariçten arzu edenler tarafından çocuklarımıza kitap
hediye edilecek. Fakir ve kimsesiz çocuklara iane toplanacaktır... Cemiyet himayemde
olacaktır...” (a. g. y., S. 969)
Kâzım Karabekir korunmaya gereksinmesi olan varlıklar için kurulan insanî dernekler
hakkında da okurlarına bilgi vermektedir: “... Dünyanın ilerlemiş ve yükselmiş milletleri himayeye
muhtaç olan her varlık için bu gibi cemiyetlere pek büyük ehemmiyet vermişler, bu insanî
faaliyetlerini hayvanları koruma cemiyetleri kurulmasına kadar götürmüşlerdir... Kuşları himaye
cemiyeti gibi...” (a. g. y., S. 970) Sarıkamışlılara da kurduğu dernek hakkında şöyle sesleniyor: “Bize geleceğin değerli üretim öğesi olacak olan binlerce çocuk himaye bekliyor. Bunlara
ölmek veya sefil yaşamak mukadder olmasın. İşte bu acı hakikatleri şimdiden gördüğümüz için
peygamberimizin doğduğu bu mübarek günde hayır ve faziletten, büyüklerimizin sahabetinden
istiane ederek ve hüsnü niyetle başladığımız bu işler için onların ruhlarından hayırlar dileyerek
Çocukları Himaye Cemiyetini bugün kurmuş bulunuyoruz. Herkesin az çok kudretine göre
yapacağı yardım bu önemli girişimin başarısını sağlayacaktır... Burada bulunan askerleri, ahaliyi
ve memurları bu cemiyete ilk yardıma davet ediyoruz.” (a. g. y., S. 971)
Kâzım Karabekir şehit ve yoksul çocuklarının iş ocakları çalışmalarını, kendi yazıp
bestelediği Türk Yılmaz marşını söylemeleri, Makina-Mikrop piyesini oynamaları hakkındaki
etkinliklerini övgü ile dile getiriyor: “Vilayet sanat okulu açmış. Şayan-ı esef bir halde. Bizim iş
ocağı karşılarında makinelerle mükemmel bir etkinlik gösterirken vilayetinki - (Erzurum) ilkel bir
durumda”. (a. g. y., S. 1066)
“Türk Yılmaz” marşını İsmet Paşaya ve Ankara’ya muhtelif kişilere gönderdim. (Düşmana
salsa, tek bile kalsa, Türk hiç yılar mı Türk yılmaz, Türk Yılmaz Cihan yıkılsa Türk yılmaz)
parçasını çoluk çocuk herkes haykırıyordu. Bu düsturu kabul etmeyene Türk dememelidir.” (a. g.
y., S. 1057) diyor.
“Çocuklarımız temsilde benim -Makine Mikrop- piyesini de oynadılar. Erzurum’un müftüsü
ve uleması da vardı. Cin ve peri demek mikrop demektir, bundan korunma için lazım gelen
tedbirler de korku değil temizliktir... Bu sırada sahnede köylülerden biri diyordu:
— Yoh... ahan bunu bilemedin, o insanı çarpan iyi saatte olsun ecinnilerdir, o senin mikrop
dediğin şeylerden daha fena çarpar...
Mektepli İsmail efendi cevap veriyordu: — Ne acaba bu iyi saatte olsunlar nerede bulunur
ve kimleri çarparmış ve her mevcudu bize bildiren Kur’anı Kerimimizde acaba mikrobun ismi ne
imiş? (a. g. y., S. 1061)
Erzurumlular kentlerinden ayrılıp da sonra teftiş amacıyla kentlerine gelen Kazım
Karabekir’i Karskapısı dışında büyük bir sevinçle karşılıyorlar. Şölen veriyorlar, oyunlar oynayıp at
yarışı yapıyorlar. Kendi kurduğu Gürbüz Alayı’ndan da bir grup katılıyor. On üç yaşında bir
çocuğun atışını çok beğeniyor. Amma gösterilerde hiç kız öğrencilere ve ailelere rastlanamıyor. K.
Karabekir buna kızıyor:” “... Ben Erzurum’ bu halde bırakmamıştım, her cuma şefkat bacılarımız
(kz okulu öğrencileri) da çocuklar ordusu talimhanesine gelir yara sarmak, bayılanlara, güneş ve
sıcak çarpanlara, donanlara yardım eğitimleri yaparlar, geçit resimlerine onlar da katılırlardı”
diyor. (a. g. y., S. 1059) Ve nedenini vali ve kumandandan soruyor: “Hani benim şefkat
bacılarım, Erzurumlu hemşirelerim? Neden dün de bugün de bu güzel tabloya can vermiyorlar?
Uyuşuk bir sesle aynı şeyleri mırıldandılar: “Halkın taassubuna dokunuyorlar da...” (a. g. y., S.
1061) diye yanıtlıyorlar. “1919-1920 seneleri yani ben Erzurum’da iken halkın taassubuna
dokunduğunu kimseden işitmemiştim... “
(a. g. y., S. 1060) diyor ve yöneticilere kızıyor: “. .
Elbirliğiyle Erzurum’da müthiş, bir irtica yapmışlar ve bana haber de vermemişler. Çok canım
sıkıldı., Bayan öğretmenlerimiz de yine peçeleri takmışlar, her şey dönmüş aslına... Gerçi bir
yabancı küçük kitapta bu’ teoriyi çoktan öğrenmiştim: Türkiye’de her iş onu yapanın
mevcudiyetine veya kudretinin devamına bağlıdır...” (a. g. y., S. 1060-1061)
Kâzım Karabekir okulunu kendi anlayışına göre bir düzene koyuyor. Çocuklara görkemli
gösteriler ‘yaptırtıyor, resimler çektirtiyor. İsmet Paşa bir ‘mektubunda “Kardeşim... senin
okullarını ve senin şehit evlatlarının menakıbını işiterek kıvanıp ve gurur duyuyorum. Fotoğraflar
işittiklerimden daha iyi ve daha olağanüstü şeyler yaptığını gösteriyor. İçimizde senden daha
müspet ve daha payidar ve ebedî iş yapanımız var mıdır? Gürbüz,” akıllı ve öğrenimli çocuklar
geleceğimiz için güçlü bir dayanak olacaktır.” diyor.
(a. g. y., S. 1054)
Kâzım Karabekir kurduğu “Şark Çocukları Himaye Cemiyeti”nin kurumlaşmasını
hükümetten istemiştir. Mustafa Kemal ve İsmet İnönü ise tüm memleket çocuklarını doğu, batı
gibi bir bölgeselliğe meydan vermeden laik Çocuk Esirgeme Kurumunun korumasını istiyor. Kâzım
Karabekir ise mevlitli, kandilli kendi cemiyetinin devamlılığını istiyor. Kabul edilmediği için de
İsmet Paşa’ya veryansın ediyor:
“Bu okullara darbe İsmet Paşa hükümeti zamanında vurulmuştur. Yukarıki samimi
mektuptaki samimi takdirle mevkii iktidardaki fiili darbe ancak İsmet Paşanın izah edebileceği
mühim bir hadisedir. Benim muhalefete geçmem üzerine kuvvetli mesnetten tevehhümden başka
acaba ne olabilir. Zan ve vehimle ele gelmiş yüzlerce şehit yavrularına bu darbe medenî ve insanî
bir marifet midir?” diyor. (a. g. y., S. 1054) Mustafa Kemal Paşa’ya da çatmadan duramıyor:
“Bu güzel teşkilatı ve teklifi Ankara’ya bildirdim. Ankara yalnız (Himaye-i Etfal - Çocuk
Esirgeme Kurumu- cemiyeti kurmuş. Biz mecburen (Şark Çocukları Himaye Cemiyeti ismini aldık.
Teklimi Ankara’ya geldiğim zaman Cemiyeti İlmiyeye alkışlarla kabul ettirmeme rağmen Mustafa
Kemal Paşa taraftar görünmedi ve kitap bayramı, çocuklar haftası gibi bizler için pek gerekli olan
bu güzel kuruluşa yol verilmedi.” (a. g. y., S. 969) demekle kalmıyor, İstiklal Harbimiz adındaki
kitabının birkaç yerinde Kâzım Karabekir gene “Bu okullara darbe İsmet Paşa zamanında
vurulmuştur. Mustafa Kemal Paşa Taraftar görünmemiştir...” diye öfkesini sürdürmüştür.
Köy Eğitiminin temelini atan Atatürk’tür. Onun zamanında iki defa Köy Öğretmen Okulu
açılmıştır. Birincisinde Denizli ve Kayseri Zincidere’de, ikincisinde Eskişehir, Hamidiye, Lüleburgaz
Kepirtepe, İzmir Kızılçullu’da. İkinciler 1940’ta T. B. M. Meclisi’nin çıkardığı 3803 sayılı yasa ile
Köy Enstitülerine dönüştürülmüştür. Atatürk ölünce de onun kaldığı yerden köy eğitimini, köy
kalkınmasını ele alıp Köy Enstitülerini kuran da İsmet Paşa’dır.
Kâzım Karabekir’in Köy Enstitülerinin karşısında olma nedeni buradan kaynaklanıyor. 1940
ta Köy Enstitüleri Yasası T. B. M. Meclisi’nde müzakere edilirken Kâzım Karabekir ve arkadaşları,
yasanın İsmet Paşa hükümetinin istediği gibi değil de kendi istedikleri gibi çıkması için ellerinden
gelen bütün engellemelerde bulundular. Ama başaramadılar. Yasa çıktı. Köy Enstitüleri de
kuruldu. Öğretmen ve öğrenciler dünyada eşi görülmemiş bir başarı sağladılar. Yirmi Köy
Enstitüsünün kuruluşunu hiçbir kimseden ve hiçbir kuruluştan bir kuruş iane almadan, alınlarının
teriyle tamamladılar. İş eğitiminin yararını bütün dünyada kanıtladılar. Dünya eğitimcilerinin ve
siyasa adamlarının gözlerini Türkiye’ye çektiler. Eğitim yoluyla köylerimizin kalkınmasında Tarım,
Sağlık ve Sosyal Yardım ve Milli Eğitim Bakanlıkları koordine bir çalışmaya giriştiler. Tarım
Bakanlığı, tarım teknisyenleri ve tarım öğretmenleriyle Köy Enstitülerinin tarım eğitimine güç
kazandırdılar. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı da hastaneleri, laboratuar ve doktorlarıyla
yüzyıllardan beri köylerimizin hiç yararlanmadığı köy sağlık memuru ve ebelerini yetiştirdiler. Milli
Eğitim Bakanlığı da milli eğitimin amacı doğrultusunda köylerimizin kalkınmasını sağlayacak
yapıcı, yaratıcı bir öğretmen kütlesini yetiştirmeğe başladı. Türkiye milli eğitim tarihinde ilk olarak
üç bakanlık köylerimizin kalkınmasında çok gerekli ve çok yönlü bir planla köylerde çalışacak
öğretmen, ebe ve köy sağlık memurlarının yetiştirilmesi uğrunda böylesine onurlu bir uğraş
verdiler.
Kâzım Karabekir, askerlik mesleğinde sivrilmiş bir paşadır. O, Mehmetçik’lerle uzun yıllar
beraber çalıştı. Mehmetçik, denince akla ilk gelen köydür, köylüdür. O, köylerin ve köylülerin
durumlarını bilmez değildi.
Kâzım Karabekir, T. B. M. Meclisi’nde ikinci grubu kurup Mareşal Gazi Mustafa Kemal’e
karşı muhalefete geçince yaptıklarına ve kurduğu kuruluşlara da karşı çıkıyordu.
“Köy Enstitülerini tek başına Kazım Karabekir yıkmadı ki?” Evet bu say doğrudur. Ama
Kâzım Karabekir muhalefet gücü ağır basan bir kişiydi. Köy Enstitülerine çamur atanların
çamurlarından yararlanacağı yerde onlara karşı çıkabilirdi. O da Mustafa Kemal gibi “Köylerimiz
yüzyıllarca eşkıyanın, ümeranın, kadı’nın, müftünün tahsildarın baskısı altında kalmıştır.
Yüzyıllarca yapılan savaşlar köy gençlerini eritmiştir. Köylünün çoğu topraksızdır. Köylü
yoksuldur. Bunların kalkınması için bizim gibi paşalar ve aydınlar elbirliğiyle çalışmalıyız”
diyebilirdi. Demedi. Çamur atanlara karşı gelmedi. Çamur atanlarla beraber oldu. Eğer karşı
çıksaydı çamurcular bu kadar yüreklenemezlerdi. Üzücü olan köyden çıkmış bir paşanın yoksul
köylünün kalkınması yolunda yer almayıp da ona karşı çıkan çıkarcıların yanında yer
almasındadır. Kentlerimiz bizim de köylerimiz bizim değil mi? Eğer köy kalkınmasını yapanların
yanında yer alsaydı Köy Enstitülerini zor yıkarlardı.
İsmet İnönü, Kazım Karabekir’in geçmişini herkesten daha iyi bilen büyük bir devlet
adamımızdı. Kendi dönemindeki küskünlüklerin unutulup daha iyi bir hizmet verilmesi için eski
silah arkadaşı Kazım Karabekir’i milletvekili seçtirdi. Kazım Karabekir, T. B. M. Meclisi Başkanı
oldu. Eski karşıtlığını unutmadı. İsmet İnönü’nün en başarılı yapıtı olan Köy Enstitüleri’nin
kapatılması yolunda karşıtlığını sürdürdü. İsmet Paşa Büyük Ata’nın ileri görüşlülüğünü unuttuğu
için kendi kurduğu Köy Enstitüleri’nin yıkılışında Kâzım Karabekir’in en önde geldiğini gözleriyle
gördü. Kendi hükümeti (Atatürk döneminde) devrinde Gürbüz (şehit çocukları) okullarının
kurulmaması cezasını kırk bin köyün çocuğunu okutan Köy Enstitüleri çekti. Kâzım Karabekir de
kendi kuruluşlarına yer verilmediği için günün modası olan “Gomonizm” iftiralarının ve zanlarının
aslı var sandı. Onun okutmak istediği çocuklar şehit çocuklarıydı, yoksul halk çocuklarıydı. Onlar
da okutulmalıydı. Kâzım Karabekir bu çocukları laik bir öğretim sistemiyle değil şeriatçı bir
öğretiyle okutmak istiyordu. İsmet Paşa ise Atatürk’ün “Köylü efendimizdir. Onu çağın en güçlü
eğitim ve kültürü ile yetiştirmek bizim en büyük görevimiz olacaktır” ilkesine dayanarak kırk bin
köyün çocuğunu okutup geri kalmış köylümüzü çağdaş bir kültüre kavuşturacaktı. Köylüyü aydın
bir vatandaş, güçlü bir üretici yapacaktı. Köylünün zengin ve bayındır olması bütün memleketin
de zengin ve bayındır olması demekti. Köylüyü kalkındırmak, aracıdan, tefeciden kurtarmak
memleketi de aracıdan ve tefeciden kurtarmak demekti.
Köy Enstitülerinin kapanmasında en büyük rolü oynayan Kâzım Karabekir kendi ününü
doğuda artırmak için laik bir kuruluş olan Çocuk Esirgeme Kurumuna karşın kurduğu Şark
Çocukları Himaye Cemiyeti’ni Mustafa Kemal ve İsmet Paşa’nın kabul etmemesinden ötürü İsmet
Paşa’ya:
“Zan ve vehimle ele gelmiş binlerce şehit yavrularına bu darbe medeni ve insani bir
marifet midir?” (a. g. y., S. 1054) diyordu.
Peki, kırk bin köyümüzün çocuğunu okutan Köy Enstitüleri’ni kapatmak, köylünün kalkınmasını
engellemek, zan ve vehimle, ele gelmiş on binlerce köylü çocuğuna bu darbe medeni ve insani bir
marifet midir? Köylüyü kalkındıracak olan Köy Enstitülerinin yerine hangi çağdaş okulu açtınız?
KÖY ENSTİTÜLERİNİN KÖYLERİMİZ İÇİN
YAPTIĞI ÖRNEK ÇALIŞMALAR
Köy Enstitüleri iş eğitimi ile köylerin günlük işlerini daha verimli bir düzeye çıkarmak için
yirmi köyde kurulmuş, köylere öğretmen yetiştiren okullardı. Burada öğrencilere öğretilen
kuramsal derslerle beraber yürütülen dikiş, yapıcılık, marangozluk, demcilik sanatları da vardı.
İkinci Cihan Savaşının getirdiği bunalıma yenik düşmemek için dokuma işlikleri de kuruldu. Bu
işliklerde çarşaflık, çamaşırlık bez, hali, kilim dokunur, çorap ve kazak da örülürdü. Enstitülerin iş
giysileriyle çamaşırlarını kız öğrenciler dikerlerdi. Erkek öğrenciler yaptıkları binaların su ve
elektrik tesisatlarını da yapardı.
Her enstitü kendi iklim bölgelerine göre örnek çalışmalar yaptı. Örneğin Savaştepe,
Kızılçullu ve Ortaklar’da bağ, sebze ve zeytin yetiştirmek, Aksu ve Düziçi’nde pamuk, şeker
kamışı, sebze, Çifteler, Pazarören, Hasanoğlun, Pulur ve Cılavuz’da küçük ve büyükbaş et ve süt
hayvancılığı, Arifiye, Ladik ve Beşikdüzü’nde balıkçılık, Gölköy ve Cılavuz’da arıcılık, Gönen’de
gülcülük çok ileri gitmişti. Beşikdüzü, balık mevsiminde gününe göre 3-10 ton balık tutardı. Yıllık
balık avı 600 ton civarındaydı. (Hürrem Arman Piramidin Tabanı s. 378-408) Bu. enstitülerde çok
balık yenirdi. Beşikdüzü’nde eğitim amacıyla tutulan balıklar enstitü ile Sinop arası kıyı köylerinde
25-50 kuruş arasında da satıldığı zamanlar oldu. Bu yüzden enstitü müdürü Hürrem Arman balık
ticareti yapıyor diye aracılar tarafından şikayet edildi. Kıyı köylüleri ise Beşikdüzü Köy Enstitüsüne
çok teşekkür ettiler. (a. g. y., S.383) Akçadağ kayısı üretiminde, Çifteler tahıl ve tuğla üretiminde
ileri gitti. Ayrıca her enstitünün kavak ormanlığı da göğüs kabartıcı idi.
Çocuk velileri enstitülere geldiklerinde günlerce konuk olarak ağırlanırdı. İş alanlarını
gezerler, çocukların yaptıkları işleri beğenirler, öve öve sözünü ederlerdi. “Köylerimize hiç böyle
öğretmen gelmedi. Ah bir an evvel Enistos mektebini (onlarca Köy Enstitüsü demekti.) bitirip de
bizim köylere bir dağılsanız, iki eliyle bir şey tutamayan öğretmenlerden köyleri bir kurtarsanız”
derlerdi.
Enstitülerin tarım araçları kazma, kürek, bel, çapa, tırmık, çepin, orak, pulluk, traktör ve
biçerdöverdi. Öğrenciler tarım alanlarında bu araçları kullanırdı. Verim oranı köylerinkinden çok
yüksekti.
Bütün Köy Enstitüleri, mezunları için işliklerinde at arabası, demircilik, marangozluk,
yapıcılık ve ütü takımları yaptırırdı. Enstitülü öğretmen köylere giderken öğretmen okullarından
giden öğretmenler gibi yalnız ve yatak yorganla gitmez (türlü iş ve üretim donatımı devletçe
temin edilmişse) atıyla, arabasıyla, sanat araçlarıyla, pulluk ve kitaplarıyla, inek ve koyunlarıyla
beraber giderdi. Üretim, donatımlarını sağlamak, yeni öğretmene köy eğitiminde işlerlik
kazandırmak biraz güçtü. Nedeni de İkinci Cihan Savaşının yarattığı ekonomik bunalımdı.
Köy Öğretmenlerini denetlemek, yetiştirmek, çalıştığı köyün koşullarına göre başarılı
kılmak enstitülerin önde gelen görevlerinden birisiydi. Her Enstitünün birer kesim müfettişi vardı.
O, illerin müfettişleriyle işbirliği ederdi. Başarısız öğretmenleri saptar, Enstitüye bildirirdi. Enstitü
başarısızları çağırır, iş alanlarında ve derslerde yetiştirip tekrar köyüne yollardı. Köy öğretmenleri
tıpkı yetiştirildikleri enstitüler gibi hayvanlarının bakımında, tarlalarının ekiminde, daha çok üretim
elde etmede yarış ederdi. Bunun yanında donatımları sağlanamayan öğretmenlerin acemiliği, il
yöneticilerinin yetersizliği, isteksizliği, hatta çaresizliği, öğretmene verilecek toprak için köylülerin
gösterdiği tepki, köylünün uyanmasını istemeyen aracının, tefecinin, toprak ağasının ve siyasa
madrabazlarının ekmeklerine yağ sürdü. Eski öğretmenlerin yüz seneden beri beceriksiz, pısırık,
ezberci eğitim yaşantılarını görmezlikten gelen bu kişiler topraksız, araçsız işe başlayan Köy
Enstitüsü çıkışlı öğretmenlerden anında başarı bekledi. Göremeyince de. “Hani yeni öğretmenlerin
başarısı? Bunlar hiçbir şey bilmiyorlar. Bize eski öğretmenler yeter” diye bağırmaya başladı. Oysa
eğitimde başarı zaman işiydi, birdenbire görülüverecek bir şey değildi.
Köy Enstitülerinin amacı, köylünün çocuğunu, köylünün iş ünitelerine göre, çağın teknik,
bilgi ve becerisiyle yetiştirip köylere yollamaktı. Bunda da başarıya erdi. Köylünün uyanması
Türkiye’nin uyanması demekti. Köylünün ekonomik gücünün geliştirilmesi Türkiye’nin kalkınması
demekti. Köy insanının dünyanın kaç bucak olduğundan, dönen dolapların, çevrilen dişlilerin
kimler için döndüğünden habersiz olması ise Türkiye için büyük bir kayıptı. Köylü ekonomik ve
sosyal yönleriyle kalkındırılmadığı müddetçe kent sanayi ürünlerinin alıcısı da olamazdı. Yalnız
şunu açıkça söyleyelim ki, Köy Enstitüleri iş eğitimi ilkeleriyle yetiştirdiği öğretmenlerle kurduğu
düzeni dünya eğitim tarihine yazdırdı. Bu utku, başta Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Milli Eğitim
Bakanı Hasan Ali Yücel, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç, Köy Enstitülerinin fedakâr
eğitim kadrosu ve bu kadro ile yılmadan çalışan köylü çocuklarınındır.
Köylü okutulan çocuğu ile okumayan çocuklarının yaşam görüşlerini gördü.
Okutulmamanın insanları güçsüz koyduğunu anladı. Ama iktidarda olanlar onun yönünü devamlı
öte dünyaya çevirmeğe başladılar. İletişim araçlarının etkin olduğu çağımızda bu aldatış ortaçağ
gibi uzun süremez. Bir gün köylü devletin karşısına dikilecek, eğitimde fırsat eşitliğinden kendi
çocuklarının da yararlanmasını isteyecektir. Köy Enstitülerinde okuyanlardan T. B. B.Meclisi’ne
seçilenler oldu. Bu milletvekillerinden bakan, grup başkanları, parti genel sekreterleri olanlar
görüldü. Bütün Köy Enstitülü öğretmenler çocuklarını yüksek okullarda okuttu. Okuyan çocuklar
öğretmen, subay, hukukçu, iktisatçı, mühendis, doktor, kimyager, ressam, tiyatro sanatçısı...
oldu. Demek ki Köy Enstitülü öğretmenler köylü atalarının binlerce yıl okumasız kalışlarının
hasretini eğitimde yukarı tırmanmakla giderdiler.
Köy Enstitülerini kuranlar, köylüyü kalkındırmak için onun yaşam koşullarını göz önüne
aldı. Köyle ekin ekiyor, bağ, bahçe yapıyor, hayvan, arı, tavuk yetiştiriyor, balık tutuyordu.
Köylünün bir kısmı da toprak altında, mağaralarda oturuyordu. Bu üniteleri eğitimde ve öğretimde
birer birer ele, aldı. Köylünün yetiştirdiği ineğin sütü azdı. Tarlasına ektiği tohumlar verimsizdi.
Meyveler aşısızdı. Konutların yapısı ilkeldi. Yaşam koşullarına elverişsizdi. Köylerde zanaatkar çok
azdı. Dikiş dikmesini bilen yoktu. Filoksara, küf, mantar ve böcekler ürünlere büyük zarar
veriyordu. Köylü okumasızdı. Salgın hastalıklar köylüyü ve hayvanlarını öldürüyordu. Köylü bir yıl
uğraşarak kaldırdığı ürünü aracıya ucuz satmak zorundaydı. Kooperatif nedir bilmezdi. Tefeci,
üfürükçü, şeyh, cinci, muskacı köylerde cirit atıyordu. İşte Köy Enstitüleri, köyleri kalkındırmak,
bu olumsuz durumları düzeltmek, üretici eğitim yapacak öğretmen yetiştirmek için paçaları sıvadı.
Öğrenci olarak köyün kız ve erkek çocuklarını aldı. Onlara beş yıl boyunca sanat, tarım ve teorik
bilgiler öğretti. Köyün problemleriyle uğraşacak on beş bin öğretmeni Türk Eğitim Tarihi’nde ilk
olarak işe başlattı. Köylerin sağlığını düzeltmek için Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı ile beraber
yetiştirdiği bine yakın sağlık memurunu köylerde görevlendirdi.
Köy Enstitülerinin yetiştirdiği öğretmenler arasından çeşitli dallarda uzman öğretmenler
ortaya çıktı. Örneğin, Ozan ve öykücü Mehmet Başaran, Talip Apaydın, Mahmut Makal. Fakir
Baykurt, bunların en ünlülerindendir. Bunlardan başka kendisini iyice tanıtamamış yazarlar,
ozanlar, köylerde işe başladıkları günden bugüne kadar ilk, orta ve yüksek öğrenime tırmanan
binlerce öğrenci yetiştiren çok değerli öğretmenler de vardır. Köy Enstitülerini. ölümsüzlüğe
kavuşturanlar da bunlardır. Potasında kaynadıkları Köy Enstitülerinin kazandırdığı bilgi ve
becerileri tüm meslek yaşamlarında başarıyla uygulayanlar da bunlardır.
Köy Enstitüleri öğrencilerine bir düziye yapı yaptıran, tuğla kestiren, kireç yaktıran, balık
tutturan, işlikte, tarlada ve derslikte durmadan bıktırıcı bir çalışma sürdüren, onları yorgun,
bitkin, coşkusuz yetiştiren bir okul değildi. Her öğrenciye mandolin çalmayı, (1) teker teker veya
koro halinde şarkı, türkü söylemeyi, meydanlarda yüzlerce öğrencisine haydaaa!.. diyerek zeybek
oynatmayı, Hoy Hoy Hoy!.., hey heyhey!.. diyerek omuz omuza halay çekmeyi öğreten coşkulu
eğitim yuvalarıydı. Türkiye’de karma eğitimin, uygulandığı en iyi okul Köy Enstitüleriydi. O
zamana kadar kız ve erkek öğretmen okulları hep ayrıydı.
Bugün devlet televizyonunda kızlı erkekli toplulukların halk oyunları oynamasının yolunu
Köy Enstitüleri kendi kuruluşlarında, Ankara’da On dokuz Mayıs Stadyumunda elli yıl öncesinden
başlatmıştı. 0 zaman omuz omuza, karşı karşıya, kardeş kardeş oynayan enstitü öğrencilerine bir
kısım karaboya çalıcılar “Bunlar gomonist, ehlâksız” dediler. Oysa şimdi kendi kızları ve oğlanları
omuz omuza ve karşı karşıya aynı oyunları hem de stadyumlarda, hem de televizyonda kardeş
kardeş oynuyorlar. Ben bu tür oyuncu toplulukları görünce duygulanıyorum. Kendimi onların
içinde görüyorum. İçim gülüyor. Herkes oynamalı diyorum. Ama neden bu karaboyacılar
(iftiracılar) köylü çocuklarına, omuz omuza oynarlarken, türkü söylerlerken, o zaman neden
çekemediler? Onlar, bizim insanlarımız değiller mi? Onlar oynayıp gülmesinler mi?
Ah, o enstitülü arkadaşlarımla bir buluşabilseydim. Hemen bir halay çekerdik. Derdik ki
İbrahim Tuna’lıya çal arkadaş akordiyonunla!..
Amman yamman tandır yaktım terledim, tandır yaktım terledim
Amman yamman hiç halimden bilmedin, hiç halimden bilmedin
Amman yamman dediler yar geliyor, dediler yar geliyor
Amman yamman çıktım seyran eyledim, çıktım seyran eyledim...
Hah hah hah.. hey hey hey... diyerek eski günleri bir daha yaşardık.
(1) Çifteler Köy Enstitüsü müdürü Rauf İnan, 1942 yıllarında halk oyunlarını oynayamayan,
mandolinle İstiklâl Marşı’nı çalamayan, motor kullanamayan son sınıf öğrencilerini bütünlemeye
koyardı. Diğer Köy Enstitüleri de bu konuda yarış halindeydiler.
ÇAVUŞ ÇIKARILMA OLAYINDA HASAN ÂLÎ - TONGUÇ ve BAŞKALARI
Yedek Subay Okulu’nda fen taburundaydım. Ekim ayının son günlerinden birisiydi . Yıl
1947. Öğle yemeğimizi yer yemez bizim tabur her zamanki gibi Ankara’ya cumartesi tatilimizi
geçirmek üzere izinli bırakıldı. Ulus’a vardığımız zaman bir arkadaş bana:
“Piyade ve topçu taburlarından çok çavuş çıkardılar. Hüseyin Elmasyazar, Ali Özcan,
Mehmet Başaran, Turan ve Mustafa Aydoğan, Veli Demiröz, Emrullah Öztürk, Mehmet Toydemir,
Azmi Erdoğan, Süleyman Koyuncu, Talip Apaydın...” diye bir çok adlar saydı. Hemen alnımın
damarı attı. Kendi kendime konuşmağa başladım. “Hey Bekir Semerci! Akşam okula varınca sen
de postalanacaksın. Hazır ol. Bu arkadaşlar senin en çok sevdiğin, canciğer arkadaşların. Onları
çavuş çıkaranlar seni subay mı yapacaklar sanırsın?
Gene hiç neşemi bozmadan her zamanki gibi sinemaya gittim. Ulus’ta bir, pastanede
keşkül yedim. Gençlik Parkı’na gidip biraz dinlendim. Okula dönmek zamanı gelince kalktım,
tabana kuvvet yola düştüm. Okula varınca sınıfıma girip oturdum. Yemek saati geldi. Herkesle
beraber yemekhaneye indim. Yemeğimi yedim. Tekrar sınıfa gidip oturdum. Kapıdan bir ses:
“Bekir Semerci!. Bekir Semerci!. Nizamiyede konuğun var. Nizamiyeye git” diye bana
seslendi. Yerimden kalktım. Yürüdüm. Nizamiyeye varınca nöbetçi kulübesinde arkadaşım Hüsnü
Yalçın’ı gördüm. Kapıdaki nöbetçi asker hemen adımı sordu. Bekir Semerci der demez eliyle işaret
ederek “Kulübeye gir” dedi.
Nöbetçi kulübesinde çok beklemeden askerler bizi her tarafı kapalı bir arabaya bindirdiler.
Bizimle beraber bir de teğmen bindi. Kendisine “Sınıftaki arkadaşlarıma hoşça kalın diyemedim.
Müsaade edin bir Allahaısmarladık diyeyim” dedim. Çok centilmence: “Buyurun” dedi. Sınıfa
döndüm. Kapıdan “Hoşça kalın arkadaşlar. Sizlerle belki bir daha konuşmak nasip olmaz. Sizlere
iyi günler...” dedim, kapıda beni bekleyen arabaya doğru yürüdüm. Araba bizi bir yere götürdü.
Arabadan indik. Başımızdaki’ teğmen bizi konuklayacağımız yerin subayına teslim etti. O da “Gelin
arkadaşlar” diyerek bizi kapısında iki nöbetçi bulunan bir yere götürdü. Nöbetçiler hemen kapıyı
açtılar. Bizi içeri aldılar. içerdeki arkadaşlarımız bizi görünce kapıya doğru koştular. Birbirimize
sarılıp öpüştük. Koğuşumuzun içinde de iki tane nöbetçi asker vardı. Boş yatakları bize
gösterdiler.. Ranzalara oturup sohbete başladık. Hiç birimize çavuş, çıkarılışımızın nedeni
bildirilmemişti. Hangi suçun sahibi olduğumuzu bilmiyorduk. Bir hafta kadar burada konakladık,
yiyip içtik. Bir gün elinde bir kâğıtla koğuşumuza giren bir subay bazılarımızın adlarını okumaya
başladı. Adları okunan arkadaşlar ilk giden Erzurum grubu idi. Dışarı çıkarıldılar. Biz onları
uğurlarcasına koğuşun önüne kadar çıktık. Gidecek arkadaşlardan birisi sesinin çıktığı ‘kadar
bağırmaya başladı. “Yok!.. Yok!. Yok!.., yok yok yok yok!...” diye. Yüzü sapsarı ve gözleri dışarı
fırlamış gibiydi. Asabi bir bunalıma girdiği görülüyordu. Hemen bir sağlık astsubayı geldi. Bağıran
arkadaşla ilgilendi. “Bunun hastaneye yatması gerek. Sevk edemeyiz” dedi. Öbür arkadaşları bir
subay, iki inzibat eri alıp götürdüler. “Yok yok” diyen arkadaşın acıklı ve garip sesi ortalığı
üzüntüye boğmuştu. Zavallı bir hali vardı. Sanki aklı fır etmişti. Onu hastaneye kaldırdılar.
Biz psikolojikman başımıza geleceği Yedek Subay Okulu’na geldiğimiz günden itibaren
biliyorduk. Sınıf subayımız yok yere ikide bir hak etmediğimiz laflar dokunduruyordu. Verilen her
dersi, her ödevi, her nöbeti seve seve yapıyorduk. Buna karşın bilgisiz, kültürsüz sayılıyorduk.
Zaman zaman Yüksek Köy Enstitülü arkadaşlarla ‘bir araya gelip dertleşirdik. “Bizim
durumumuz iyi değil. Emrullah Öztürk’ü ihbar etmişler. Bakanlıkça çıkarılacak “iş eğitimi sözlüğü”
için O, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde -eğitim ve işbilimi- konusunu işledi” diye.
Emrullah’ı da askeri mahkemeden çağırmışlar. Soruşturma başlamış. Oysa tüm sözlüklerde,
ansiklopedilerde böyle konular bilimsel olarak dünya yazın geleneğinde işlenmektedir. Tarih
boyunca bilgi edinmek için bu tip araştırmalar hoşgörüyle karşılanmaktadır. Sözünü ettiğimiz
sözlükte Iran, Finlandiya, Habeşistan, Amerika, Fransa, İngiltere, Almanya... da eğitim ve bilim
konularını- işleyenler için bir soruşturma açılmıyor da Emrullah sorguya çekiliyor!?.. Elbette bunda
bir kasıt var” diyorduk.
Sonra öğrendik ki askeri mahkeme Emrullah’ı suçsuz bulmuş , konuyu kapatmış.
Köy Enstitülü öğrencilerce yazılan ve Milli Eğitim Bakanlığınca çıkarılan KÖY ENSTİTÜLERİ
DERGİSİ’nin 3. sayısında iş Eğitimi Sözlüğü konuları yayımlanmıştı. Bu sözlüğün çıkarılma fikri
Tonguç’tan gelmişti. Türkiye’de böyle bir sözlük yoktu. Bu gereksinmeyi karşılamak için bu sözlük
ele alınmıştı. Ama içinde bulunduğumuz askeri okulda bu konu iyi karşılanmadı. Herkes rüzgârdan
nem kapıyordu. Köy Enstitülü öğrenciler durmadan huzursuz ediliyordu. Hor görülmekten
kurtulamıyorduk.
Bir gün arkadaşlara bir öneride bulundum. “Gelin aramızdan birkaç arkadaş seçelim. Rauf
İnan’a, Hakkı Tonguç’a, Hasan Ali’ye gitsinler, çavuş çıkarılmamızı önlesinler” dedim. Arkadaşlar
sessiz sessiz başlarını salladılar. Kimse gitmez. Kimse de önleyemez” dediler.
Ben gene köylülüğün verdiği bir bağlılıkla ve kişilere olan güvenle “Başımızda İnönü var.
Köy Enstitülerini o kurdurdu. Her gittiği ve uğradığı Köy Enstitüsünde “Cumhuriyetin en güzel ve
en çalışkan kurumları Köy Enstitüleridir. Ömrüm oldukça bu güzel eserleri yakından takip
edeceğim” diye demeçler veriyordu. O, bizi unutamaz, bize gelecek bir felaketi ancak O, önler”
dedimse de herkeste bir umutsuzluk, bir kötümserlik vardı. Çoktan vurgun yemiş gibi kara kara
düşünüyorlardı. Teklifimle baş başa kalmıştım. Sonra hiç ummadığım Şevket Hızal arkadaşım:
“Ben seninle giderim” dedi.
Bir tatil günü tek başıma öğretmenim ve müdürüm Rauf inan’a uğradım. Saraçoğlu
Mahallesinde oturuyordu. Evinin bahçesine domates dikmiş. Onları çapalıyordu. “Bak ben
başkent’in göbeğinde bile üretim yapıyorum” diyerek övünüyordu. Ben derdimi anlatınca çapa
elinden düştü. “‘Ben sizin için hiç bir şey yapamam” diyordu. Kendisini çok severdim.
Konuştuğumuz zaman da Milli Eğitim Bakanlığı Müfettişi idi. Türkiye’de “Viyanacılar” diye adı
anılanların başında gelen eğitimcimizdi. Kitaplarını, derslerini ve konuşmalarını çok severdik. Bir
felaket anında da yanımızda olacağını umardık. . .
“Biz sizi çevresi çok geniş bir kişi olarak tanıdık. Bize elinizden geldiğince yardım
etmelisiniz. Bizim konumuz baştan savuşturulacak bir konu değil” dediğimde, Rauf Hoca:
“Bak ben sana bir şey söyleyeyim. Sen Saffet Arıkan’a git. O, Köy Enstitüleri’ni çok sever.
Köy Öğretmen Okulları’nı kuran o dur. Şimdi de CHP’nin genel sekreteridir. Sen durumunuzu ona
anlat. O, size sahip. çıkacaktır. Bence en iyi çare budur” dedi. Ben:
“Öğretmenim, mademki siz onu tanıyorsunuz sizinle beraber gidelim. Ben onu
tanımıyorum. Tanımadıkları adamlara onlar sahip çıkmazlar” dedimse de Rauf Hocam: “Beni
dinle. Sana ona git diyorum. Benim gitmeme gerek yok.. 0, size yardım elini uzatır” diye
dayatınca ben gene:’
“Siz beni savuşturmak istiyorsunuz. Yardımınızı esirgiyorsunuz” deyip yanından ayrıldım.
Bir başka gün de İş Eğitimi ve İş Eğitimi Tarihi dersi öğretmenim ve genel müdürümüz İ..
Hakkı Tonguç’a gittim. Durumumuzu anlattım. Talim Terbiye üyesiydi.
“Yüksek, Köy Enstitüsünün öğretim üyelerinin çoğu ordinaryüs, profesör, doçent ve uzman
öğretmenlerdi. Türkiye de hangi yüksek okulda bu kadar kaliteli öğretim üyesi var? (1) Biz bu
hocaların öğrencileriyiz. Oysa bizleri lise mezunlarından bile aşağı görüyorlar” dedim. Tonguç
Baba:
“Her yenilik, Türk tarihinde kötülene gelmiştir. Vaktiyle erlerden yetiştirilmiş subaylar ve
paşalar vardı. Bunların okuması yazması yoktu. Bunlara çarıklı erkân-ı harp derlerdi. Ordu dilinde
“Alaylı” denen bu subaylar bilgisizliklerini bilmezlerdi. Harp Okul’unda okumuş, bilgili yeni
subayları çekemezlerdi. Oysa kendilerinin önüne bir harita konsa anlamazlardı. Bir hareket
planında düşman ve dost kuvvetlerin yeri, kuvvetleri, ağırlıkları, savaş durumları anlatılsa veya
bir hareket planı istense anlamaktan ve yapmaktan acizlerdi. Bu halleriyle
(1) 2 Ordinaryüs Profesör, 13 Prof., 3 Doç., 30’u aşkın uzman öğretmeni vardı.
Harp Okulu mezunu subaylarımıza karşı gerici güçlerle birleşerek yıllarca onların aleyhinde
çalıştılar. “31 Mart Olayı”nda “mektepli subaylar”ı öldürdükleri bile görüldü. Ama Türk
ordusundaki yenilikçi hamle onları uzun bir uğraştan sonra ordudan temizledi. Yenilikçi atılımıyla
dünyanın en ileri askeri eğitimine kavuştu. Bugün Alaylı”ların adı bile anılmaz oldu. Ordu, Harp
Okullu subayların eline geçti. Ordu dinildi. Silahları geliştirildi. Siz de yeni bir deneme
dönemindesiniz. İş Eğitimi içinde yetiştirildiniz. Elinizde sanatınız var. Tarımdan, anlarsınız. 2.
Cihan Savaşı içinde Köy Enstitüleri’nin yiyeceklerinin, inşaatlarda kullanılan yapı gereçlerinin
çoğunu sizler ürettiniz. Size verilen bilgi ve beceriyle yalnız okuduğunuz okulu değil köyü de
bütün olarak kavrar duruma geldiniz. Sizi tenkit edenler eski eğitimle yetiştirildiler. Herkes onları
tanıyor. Sizler zamanla çevrenizde büyük etkinlikler göstereceksiniz. Bu etkinlikleriniz zamanla
halkımız tarafından anlaşılacak. İşte o zaman ezberci eğitimin yerini işe ve üretime dayalı eğitim
alacak. Bu da, ha dediğin zaman
gerçekleşivermez. Ancak güçlü ve verimli çalışmalar sonunda kendini kabul ettirebilir. Bu da
zamanla olgunlaşır. Şimdi sizi sevmeyenler, sizi eleştirenler, sizin bilgili olduğunuzu pekala
bilirler. Siz kâğıttan bina yaptıran öğretmen değilsiniz. Sebzeyi, meyveyi manavda gören
öğretmen değilsiniz. Bu dediklerimi öğrencilerinizle yapan ve yetiştiren öğretmensiniz. Siz hiç
merak etmeyin onlar sizin yanınızda kendilerinin kaç okka geldiğini çok iyi bilirler. İşe yarar bilgi
yönünden de geri olduklarını biliyorlar. Kendilerini sizinle bir teraziye koyup tartıyorlar. Bu
eleştirilerin sonunda kendilerinin yetersiz olduklarını da anlıyorlar. Asıl korkuları da buradan
geliyor. Onun için size çalışma fırsatı vermek istemiyorlar. Siz, Harp Okullu uzman ve kurmay
subaylar gibi kendinizi kabul ettirinceye kadar epey bir uğraş vereceksiniz. Kendinizi bütün bilgi,
görgü ve sanatınızla üretici, yaratıcı bir eğitimci olarak kabul ettirdiğiniz gün ezberci öğretmenin
pabucu dama atılacaktır. Dünyanın ileri gitmiş ulusları iş eğitimiyle gelişmişliğe kavuştular.
Toplumların kalkınmasını engelleyen geri hamleleri kaldırmada epey yol aldılar. Biz ise
toplumumuzun kalkınmasını ele alan atılımlarımızın engellenmesinden hâlâ kurtulamadık. Bu olgu
açık seçik ortadayken aksini iddia etmek yurda ne yarar getirir?
Biz Türk Ulusu olarak iş eğitim ilkelerine göre çocuklarımızı yetiştirmek zorundayız. Varlıklı
ve onurlu ulus olmanın da yolu budur, bizim amacımız da budur. Açın Türk eğitim tarihini. Bizim
kurduğumuz Köy Enstitüleri gibi üretimi amaç edinmiş etkin bir eğitim düzenini görebilir misiniz?
On yıl gibi kısa bir zamanda yurdun çeşitli bölgelerinde 21 Köy
Enstitüsü kuruldu. İşe çadırla başlandı. Öğretmen, öğrenci emeğiyle modern okullar tesislerle
yapılıp donatıldı. Bölge okulları, uygulama okulları işlik, ahır, kümes, arılık, balıkhane, ağıl,
çamaşırlık, santral, öğretmen lojmanı, değirmen, bağ, bahçe, orman, açık hava tiyatrosu gibi
tesisler hep öğretmen ve öğrencilerin emekleriyle meydana getirildi. Bunların hiç birisi yükleniciye
yaptırılmadı. Oysa köy enstitülerinin dışında kalan devlet
okulları yüklenici marifetiyle yaptırıldı. Devlet bize cam, çimento, kereste demir parası verdi.
Kum, çakıl, taş, tuğla, kireç gibi yapı gereçleri gene öğretmen ve öğrenci emeğiyle sağlandı.
Köy Enstitüleri’ni görmek için dünyanın bir çok ülkelerinden ünlü eğitkenler geldiler.
İncelediler. Değişik yenilikler gördüler. Yapılan çalışmaları takdirle karşıladılar. Dünya basınında
Köy Enstitüleri için olumsuz bir yazı çıkmadı. Aksine herkes övdü. Öğretmenlerimiz köylere
sevinerek gitti. Köy bir üretim topluluğudur. Bizim öğretmenimiz de bu üretim ailesine yeni
bilgileriyle katıldı. Köyde bir yabancı gibi durmayacak. Çevre koşullarına göre kendisini yetiştiren
enstitüsünde yaparak öğrendiği bilim, sanat ve tarım çalışmalarıyla köyleri canlandıracak.
Gücünün yetmediği konularda enstitüsünden yardım görecektir.
Köy Enstitülerinde hayvancılık desen var. Tarla-bahçe-tarımı var. Sanat eğitimi var.
Balıkçılık, arıcılık, tavukçuluk var. Kitaplıklar, laboratuar çalışmaları var. Okul yaşamla yan yana
yürüyor. Emek çekiyor, üretiyor ve ürettiğini yiyor. Ya sizleri kötüleyenlerin okullarında ne var?
dört duvar, karatahta, kara kaplı kitap!. Yaşamdan kopuk bilgiler. Bunlar çağın hangi sorunlarını
çözecektir? Bu tür bilgilerle memleketin hangi sorunlarını gençlerimiz omuzlayacaklardır? Eğitimin
genel amacı gençleri birer tüketici değil üretici niteliklerle yetiştirmektir. Lafla değirmen
dönmez...
Şimdi ezberci eğitimcilerimiz, onları tutan eleştiriciler, kötüleyiciler ne yapsınlar da sizleri
etkisiz hale getirsinler. Kendileri gibi edilgin hale getirsinler, kendilerine uydurabilsinler. Bunların
amacı bellidir. Kendilerini önce cihanın bilgini, sizleri de bilgisizi olarak tanıtmaktır. Bunu
başaramazlarsa ellerini karaya bulaştırıp yüzlerinize çalmaktır. Kendilerinden üstün olanları
baltalamak için başvurdukları yöntem budur. Her türlü iftirayı yapan nice okumuşları
görmekteyiz. Siz böyle bir zamandasınız. Yobaz, tarih boyunca çamur atmıştır, şakşakçılık
yapmıştır, hâlâ da yapmaktadır. Bunları desteklemek de bu düzenin marifetidir. Ama Türk
Ulusu’nu temiz, yürekli aydınlara iftira ederek daha kaç yıl kandırabilecekler? Memlekette nüfus
artıyor, üretim düşük, kalkınmamız çağdaş ulusların gerisinde. İşsizler iş, bozkırlar yeşermeyi
beklemektedir. Bu da alın teri ile çalışarak olur. Ne demiş Koca Goethe “Dostum, lâf kurudur.
Hayatın altın renkli ağacı “iş” ise daima yeşildir” yaşamdan kopuk eğitimle dünyanın neresi
kalkınmış ki, Türkiye kalkınsın? (2) Köy Enstitülerini yıkmaya kalkanlar, onların yetiştirdiği
çalışkan öğretmenleri edilgin etmekle memleketimize bir iyilik yaptıklarını sanıyorlarsa
aldanıyorlar. Vaktiyle matbaayı yıkıp parçalayanlar asırlar sonra yeniden kurmak zorunda
kalmışlardır.
Gelelim sizin güncel konunuza: CHP hükümeti yönetimde’ (1946 da) ne kadar yenilikçi
yönetici varsa hepsini işten uzaklaştırdı. Benim de size yardımını isteyeceğim tek kişi bile yetkili
makamlarda bırakılmadı. Benim gibi geri hizmetlere verildi.Telaşlanmanıza gerek yok. Sizleri er
olarak kıtalara sevk edebilirler. Siz koşullar ne olursa olsun dürüstlüğünüzü, çalışkanlığınızı
göstereceksiniz. Hizmeti seveceksiniz. Dil bilmeyen erlere Türkçe öğretecek ve dilimizi
sevdireceksiniz. Sizleri sevmeyenler olduğu gibi sevenler de vardır.
“Şimdi size düşen görev yaşamın acımasız çarklarıyla bilenmektir. Kendinizi yetiştirmektir.
Çalışma aşkınızı ve aslınızı yitirmemektir. Arkadaşlarına selamımı söyle. Hepsinin gözlerinden
öperim” dedi.
Okula varınca Tonguç Baba ile yaptığım konuşmayı arkadaşlarıma anlattım. Hiç lâf
karıştırmadan beni dinlediler. Kimisi: “Moralimizi bozmadan çavuş çıktığımızı şimdiden kabul
edelim”. Kimisi: “Dedelerimiz, babalarımız, ağabeylerimiz askerliklerini er olarak yapmadılar mı?
Kutsal görevimizi yaparken rütbemiz ne olursa olsun bizi hizmeti sevmekten alıkoyamazlar.”
Kimisi de köyde geçim sıkıntısı çeken ailesinin üç yıl daha bu sıkıntıyı çekmek zorunda olduklarını
kara kara düşünmeye başladı.
Sıra Hasan Âli Yücel ile konuşmaya gelmişti. Bir pazar günü arkadaşım Şevket. Hızal ile
Hasan Ali Yücel’in Sıhhiye’deki evini bulduk. Kapıyı çaldık. İçerden tanımadığımız, boylu poslu bir
adam çıktı. Sanırım koruma polisi idi. Kendimizi tanıttık. “Hasan Âli Hoca ile görüşmek istiyoruz”
dedik. Adam:
“Bekleyin” dedi. Kapıyı yüzümüze kapattı. Biraz sonra elinde kalem ve kâğıtla geri geldi.
Adlarımızı, mezun olduğumuz okulu, şimdi nerede bulunduğumuzu sordu ve yazdı. içeri girip
kapıyı gene kapattı. Biz getireceği haberi epeyce bekledik. Neden sona adam kapıyı açtı. Saat
birde burada bulunun dedi. Teşekkür ederek ayrıldık. Karnımız da acıkmıştı. Sıhhiye’de yemek
yedik, dinlendik. Tam saat bir de Hasan Âli Hoca’nın kapısını çaldık. Kapıyı açan Hasan Âli Hoca
idi. Bizi gülerek karşıladı. Elimizi sıktı. Önümüzden yürüyerek evin salonuna buyur etti. Oturduk.
O da yanımıza gelip oturdu. ‘Biz daha konuyu açmadan O konuşmaya başladı:
“Öğleden önce siz geldiğinizde ben evdeydim. Bugünlerde bende. bir avukatla
mahkemeliğim. Ne idüğü belirsiz kişilerle karşılaşıyorum. Bana sövenler bile oluyor. Şimdi sizi
görünce Hasanoğlanlıları da hatırladım. Siz kapıda beklerken Hakkı ile (Hakkı Tonguç) telefonla
görüştüm. Sizleri sordum. Bekir hanginiz?”
“Benim efendim.”
(2) Tonguç’un öğretmeni iş içinde yetiştirme prensibi vardır. Ona göre okul, öğretmeni mezun
edip işe yollamakla görevini bitirmiş sayılmaz. Mezun ettiği öğretmeni mesleği boyunca takip
etmesi, ona yardımcı olması gerektir.
“Sen Köy Enstitüleri Dergisini çıkaranlardanmışsın. Sen de Şevket. Sizin çıkardığınız dergi
bir harika idi. Türk yazın tarihinde böylesine köye, topluma, bilime içtenlikle girmiş bir öğrenci
dergisinin benzeri yoktur. Nasıl organize ettiyseniz çok özverili, çok geniş kadrolu bir dergi. Hem
de yazarlarının tümü deyivereyim Köy Enstitüsü öğrencisi. Dedim ya yazarları hep öğrenci diye.
Şimdi karşı taraf, oysa bizim için şu, bu taraf yoktur. Ama böyle bir taraf yaratanlar ne yazık ki
vardır. Bunlar sizleri çekemeyenlerdir. Bunlar dergilerinizi okuyorlar ve basıyorlar yaygarayı.
“Efendim, Freudizm’i benim diyen psikoloji hocaları zor tanıtır. Oysa Köy Enstitüleri Dergisi’nde bu
karmaşık ruh konusunu gayet güzel açıklayan bir yazı var. Altındaki imza kimin dersiniz? Yüksek
Köy Enstitüsü öğrencilerinden birisi!.. Ben:
“Bu arkadaşımız İsa Öztürk. O da dergi kolumuzdan” diyorum. Hasan Ali Hoca devam
ediyor:
“Vay Efendim, bir Köy Enstitüsü öğrencisi böylesine karmaşık bir ruh konusunu enine
boyuna, hem de herkesin anlayabileceği bir dille nasıl anlatabilirmiş?!.. Ne haddineymiş. Üstelik
kültürlü bir şehirli aile çocuğu, bile değilmiş. Öküzün, eşeğin, koyunun, keçinin ardından gelen
köy çocukları böyle bilimsel yazıyı nasıl yazarlarmış.” derken, bir başkası da köylerde yaptığınız
sosyolojik araştırma yazılarınıza takmış kafayı. “Bunların altında da öğrenci imzaları var” diyor.
“Ben üniversite bitirmiş bir kişiyim. Böyle bir yazı yazamam. Yüksek Köy Enstitüsü öğrencileri
nasıl yazabilir” diyor. Bir başka zat:
“Efendim, edebiyat, botanik, tarla-bahçe ziraatı üzerinde çok güzel yazılar var. Köy
incelemeleri var. Hepsinin altında ya Yüksek Köy Enstitüsü öğrencisi adı yazılı, ya da Köy
Enstitüsü öğrencisinin adı yazılı. Çok rica ederim efendim. Nasıl yazabilirmiş bunlar. Bunlar kültür
tabanı olmayan köylü çocukları değil miymiş! Bunlar birdenbire bu konularda nasıl kalem
oynatabilirlermiş.
Evet Köy Enstitüleri öğrencilerinin kültürü böylesine gelişti. Bu yeni bir yaratıcı eğitim
düzeni. İnanmayan gitsin Enstitülerimize. Konuğumuz olsunlar, çocuklarımızla konuşsunlar,
öğretmenlerimizle konuşsunlar, onların yaptıklarını incelesinler, yazılarını alsınlar okusunlar.
Üretim alanlarımız olan tarım, yapı, işlik çalışmalarını görsünler. Ondan sonra enstitülerin gidişinin
Türkiye’mize yararı mı olacak, zararı mı olacak yazsınlar. Bunu yapmazlar. Bir defa kötü dedi ya
bu görüşünü tekrarlayıp duracak. Karganın gaak gaak dediği gibi saldırısına devam edecek:
“Bir defa Köy Enstitülerinde tarım var, sanat var, kısmen de kültür dersleri var. Düşünün
bir kere!.. Bir çocuk hem tarım dersinde bağ-bahçe, arı, koyun, keçi, inek, ekin işleriyle
uğraşacak, hem sanat derslerinde yapı, tesisat yapacak, araba, pulluk, tuğla, işlik araçları
yapacak, öte yandan da en güzel şiirleri, incelemeleri ve bilimsel konuları en usta, en kültürlü bir
kişi gibi işleyecek!.. Olacak şey değil. Köy Enstitüleri Dergisi’ndeki yazılar kesinlikle öğrenci yazısı
değildir. Bu yazılar Hasan Ali’yi, Hakkı Tonguç’u destekleyen uzman kişilere yazdırılmış ve
altlarına da bilmem falan Köy Enstitüsü’nün öğrencisi, filan Yüksek Köy Enstitüsü’nün öğrencisi
diye adlar yazılmış. Olamaz böyle, şey. Bu yazılar kesinlikle öğrenci yazısı değildir ve olamaz!..
Olmaz..” diyorlar.
Hakkı (İ.H.Tonguç) ile telefonla görüştüm. Size Yedek Subay Okulu’nda kültürsüz
diyorlarmış. Size de anlattığım gibi pek çok kişiler Köy Enstitüsü öğrencilerini küçük görüyorlar.
Kültürü, bilgiyi sizlere yakıştıramıyorlar. Başarılarınızı hep inkar ediyorlar. Evet, tekrar ediyorum.
Körü körüne Köy Enstitüsü öğrencileri kültürsüz diye aşağılayacağınıza kalkın gidin görün. Bu
okullar hâlâ etkinliklerini koruyorlar. İnceleyin, araştırın, öğrencilerle konuşun, kültürlü mü
kültürsüz mü olduklarını anlarsınız. Ama kimse yerinden kalkıp da gitmez. Kötülemeye gelince
daniskasını yaparlar. Eğer gitmiş olsalardı oradaki insan sevgisini, toprak sevgisini görürlerdi.
Yapılan ormanlıkları, bağı, bahçeyi, savaş yılları içinde kendi ürettikleriyle devlete yük olmadan
nasıl insanca yaşadıklarını görürlerdi. İşte bu gerçek çalışmalarınızı görmek istemiyorlar. Eğer
içtenlikle görselerdi sizin çalışmalarınızı överlerdi. Yurdun çıkan için de böylesi bir davranış
gerekliydi. Demek oluyor ki Köy Enstitülerini kötüleyenlerin bir art niyeti var. Öyleyse neden
övsünler Köy Enstitüsü mezunlarını?!.. Elbette sizleri kötüleyecekler. Siyaset çamuruna
bulayacaklar. Demagoji yapacaklar. işlerine gelen de bu. Tekrar ediyorum, Köy Enstitülerini
kötüleyenlerin amacı yalanla ortalığı bulandırmaktır. Utanmadan kötü ideolojilerin çamurlarını
sizlere atmaktır. Yüzlerinize sıvamaktır. Enstitüleri kuran bizleri de yerden yere çalmaktır.
Karalamaktır. Nedeni?!.. Nedeni?!.. Nedeni bilinmeyen bir şey değildir. Açık seçik ortadadır. Köylü
kitlesinin uyanmasını, kalkınmasını amaç edinen Köy Enstitülerini kapatmak, köylünün
uyanmasını önlemek. Eğer Köy Enstitülerini kapatmazlarsa bir gün bu yazıları yazanlar
memleketin yönetimini elinde tutan TBMM’ne seçilecekler. (3) Bakan olacaklar. Köylülerin
sorunlarına öncelik sağlayacaklar. Şimdiye kadar ihmale uğramış köylü kitlesinin çaresiz kalan
sorunlarına çözüm getirecekler. Köylü çocukları da kentli çocuklar gibi eğitimde fırsat eşitliğinden
yararlandıracaklar. İşte uykularını kaçıran sorun bu!.. Ne yapıp yapıp köyü eğitim yoluyla
kalkındırmaya çalışanları bu kurumlardan uzaklaştırmak. Sonra da Köy Enstitülerinde yetişmiş
köycü aydın gençleri çalışamaz hale getirmek. Arkasından Köy Enstitülerini bir çırpıda kapatmak.
Yerlerini tüketici yığınlar yetiştiren eski sisteme devretmek. Bütün sorun bu. Bütün amaç bu.
Bunu böyle bilelim. Köy Enstitülerini ve ondan yetişen aydınların böyle olmasını isteyen iki grup
var. Birincisi köylünün eğitilmesiyle, kalkındırılmasıyla ondan gelen çıkarlarının kesileceğini
bilenler. Bunlar aracılardır. İkincisi de memleketin zarara uğrayacağını bilmeyen ve çıkarcıların
kötüleme kampanyasına alet olanlar. Ben şerefli Türk Ordusu’nu bu iki düşünceden tenzih ederim.
Ordumuza böyle art niyetli düşünceleri konduramam.
Gelelim sizin çavuş çıkarılma kaygınıza: Bizim başımıza kakılan bir Çifteler Köy Enstitüsü
olayı vardır. Bu olaya adı karışanlar kesin bir iftiraya uğramışlardır. Mahkemeye verilmişlerdir.
Mahkeme muhakemeye bile gerek görmemiştir. İftiranın ana konusu şudur: Karamazof Kardeşler,
Serseriler, Ana, Sarı Esirler, Baraganın Dikenleri, Kuyucaklı Yusuf gibi bir kısım kitapları öğrenciler
okumuşlar. Arkadaşlarına vermişler. İşte kıyamet koparan olay bu.(4) Ben şahsen bir kaç kere bu
konuya muhatap oldum. Bu kitapların hiç birisi yasak değildir. Tüm kitapçılarda alınıp
satılmaktadır. Ve gene bütün okulların kitaplıklarında, genel kitaplıklarda bu tür kitaplar
bulunmaktadır. Devletçe okunmasında sakınca görülmediğinden herkes okumaktadır. Eğer yasak
olsaydı biz bu cins kitapları öğrencilerimize okutmadığımız gibi devlet kitaplıklarına da
koydurtmazdık. Hem bu kitaplar komünizmi öven, propagandasını yapan kitaplar da değildir. Ben
şahsen Karamazof Kardeşler’i okudum. Bir karakter kitabıdır. Çok güçlü bir eserdir. Her aydın
okumalıdır. Öteki adı geçen kitapları vaktim olmadığı için okuyamadım. Vaktim olsa onları da
okurdum. Sonra şunu da açıkça söyleyelim. Bu kitapları Türkiye’de yalnız Çifteler Köy
Enstitüsü’nde 8-10 çocuktan başka kimse okumamış mı? Bu kitapları bastıranlar, satanlar yalnız
Çifteler Köy Enstitüsünün 8-10 çocuğu için mi bastırmışlar? Dünyanın neresinde böyle özel bir
yayıncılık görülmüştür?
(3) Köy Enstitüleri mezunlarından: Hüseyin Kaleli, Tevfik Elmasyazar, Hüseyin Öztürk, Mustafa
Üstündağ, Hayrettin Uysal, Necati Cebe, Hüseyin Dolun, Tufan Doğan, Hüseyin Atmaca, Şükrü
Koç, Necati Kalaycı, Niyazi Unsal, Mehmet Kahraman, Mahmut Bozdoğan, Nuri Çelik Yazıcıoğlu,
Fahri Özçelik. Milletvekili seçildiler. M. Üstündağ Bakan, H. Uysal da CHP grup başkanı oldular.
Ama Hasan Ali Yücel ve Tonguç baba onları TBMM’inde göremedi.
(4) “Enstitülerde öyle her kitap okunmamalıymış, her ileri fikir söylenmemeliymiş. Ya Allah
korusun bu çocuklar solcu olurlarsa ne yaparmışız! O zaman ve vatan sevgisi kalırmış, ne millet
düşüncesi. Bu solcu sözünü, gerçek anlamını, iyi veya kötü niyetli insanların eline silah olarak
verenler Türk köylüsüne ve Türk devrimine dostluk etmiyor. Halkın kafasında az belirsizlik varmış
gibi bir de bu çıktı. Dünyaya açılmış olduğumuz için sağ sol gibi milletlerarası davranış
kavramlarının bize de girmesi tabii idi. Fakat her nedense bu iki söz hemen kanun dışı bir renk
alıverdiler. Kimse bunları rahatça benimseyemiyor. Okur yazar ancak tarafsız, renksiz kalmakla
şerefini, rahatını ve iş görme gücünü koruyabilir.
Oysa renksizlik, tarafsızlık en azından toplum hayatına ilgisizlik sayılmaz mı? Madem ki,
sol ve sağ dünyada iyi kötü bir ölçü olmuştur, Türk okur yazarı da siyasî düşünüşünü dilerse bu
kelimelerden faydalanarak anlatabilmelidir...” (Sabahattin Eyüboğlu: Mavi ve Kara; S. 241. Çan
Yayınları, Ahmet Sarı Matbaası, İstanbul, 1973).
Bunun neresi inandırıcıdır? Herkesin serbestçe okuduğu kitaplardan ötürü Köy Enstitüsü
öğrencilerini damgalamak insafsızlık değil de nedir? Bu haksız bir saldırı değil midir? Bu kitaplar
Türk çocuklarının okuması sakıncalı kitaplar değildir. Onun için biz Çiftelerde iftiraya uğrayan
çocukların hepsini Yüksek Köy Enstitüsü’nde okuttuk. Yurtsever birer öğretmen olarak yetiştirdik.
Hiç birinin, hiç bir mahkemece sabıkası yoktur. İftira edenler utanmalıdır dedim.
Dedim ama bu iftirayı durmadan tazeliyorlar. Ekşitip kokutuyorlar. Köy Enstitüleri bir
ihanet yuvasıymış gibi millete göstermeye çalışıyorlar. Evet şunu da acı acı söylemeliyim ki, Türk
Tarihinde her yenilik, her ileri adım böylesine kötülendi. Ama Atatürk Türkiye’sinde bunun
olmasını ben kınıyorum. Atatürk, cumhuriyetin ilanından başlayarak eğitimde işe ve üretime
dayalı adımların atılmasını istedi. Onun sağlığında eğitmen kursları açıldı. Köy Öğretmen Okulları
açıldı. (1936-1937). 1940’ta da TBMM’sinin çıkardığı bir kanunla bu okullar ve Eğitmen Kursları
Köy Enstitüsü olarak çalışmasına devam etti. Atatürk sağ olsaydı elbette bu okulların
öğrencilerinin başına bu tür iftiralar gelmezdi. Ömründe bir tek bile kitap okumayan adamların
aslı faslı olmayan dedikodularıyla daha yeni okumaya başlayan köylü çocukları damgalanmaya
kalkışılmazdı. Eğer kitap okumayla kötü propaganda yapılıyorsa Türkiye’de yalnız Köy Enstitüsü
öğrencileri mi kitap okuyor? Üniversitelerde ve diğer okullarımızdaki çocuklarımız ve gençlerimiz
hiç kitap okumuyorlar mı? Kitap okumadan, inceleme ve araştırma yapmadan bilgi nasıl edinilir?
Bilgisizlik, geri kalmışlık nasıl yenilir? Bir başka deyişle bilgisizlikten ve geri kalmışlıktan nasıl
kurtulunur? Bunlar çok acı şeyler.
Bir de tüm Köy Enstitülerine atılan çamurlar var. Bunda da deniyor ki:
“Çocuk, (yani öğrenci olan sizler) inek güdüyor, kitap okuyor, koyun güdüyor, kitap okuyor,
işlikte çalışıyor, biraz dinlenme verilince kitap okuyor. Kümeste tavuklara bakıyor, kitap okuyor.
Santral çalıştırıyor, kitap okuyor. Revirde hasta yatarken kitap okuyor, Tuğla ocağında tuğla
pişiriyor, kitap okuyor. Bağ-bahçe çalışmalarında ağaçların dibine uzanıp kitap okuyor... Hiç bir
okulda böyle bir kitap okuma hastalığı yoktur. Bizim bildiğimiz okullarda yalnız ders kitapları
okutulur. Köy Enstitülerinde bu kadar çok iş ve ders, arasında bu kitap düşkünlüğünün yeri nedir?
Sonra bu kitaplar kimlerin kitaplarıdır? Acaba Namık Kemal’in, Abdülhak Hamit’in, Peyami
Sefa’nın, Necip Fazıl’ın... kitapları okutuluyor mu?” diye soruyorlar.
Ben bunlara diyorum ki, okunmasını istediğiniz kimselerin kitapları sizce çok önemliyse
neden bir Köy Enstitüsüne gidip de kitaplık defterlerini incelemiyorsunuz? Ben şahsen
denetlediğim Köy Enstitülerinde Namık Kemal’in Vatan yahut Silistre adlı kitabının temsillerini çok
kere seyrettim. Biz bu kurumlarda şu yazarların kitaplarını okuyun, şu, şu yazarların kitaplarını
okumayın diye bayağı bir ayırım yapmıyoruz. Böyle bir prensibimiz de yoktur.. Mademki devlet bir
kitabın okunmasını serbest bırakmıştır, biz, o kitabı okuturuz. Okunmasını sakıncalı bulmuştur.
Biz, o kitabı okutmayız. Okullarımızın kitaplıkları da bu ilkelere göre kurulmuştur. Her öğrenci
okulunun kitaplığında bulunan kitapları okumakta serbesttir.. Dileyen dilediği yazarın kitabını, -da
okumakta serbesttir diyorum. Daha nelerde neler. Diyorlar ki, daha okul sıralarında okuyan
Yüksek Köy Enstitüsü öğrencileri klasikler serisinden kitaplar çeviriyorlarmış. Nasıl
çevirebilirlermiş. Yüksek Köy Enstitüsünde böyle yetenekli, yabancı dil bilen öğrenciler var
mıymış? (4) Başkalarının çevirdikleri kitaplara bunların adları yazdırılıyormuş... Evet aklınıza ne
gelirse yahut da hiç gelmeyen şeyler hep bana soruluyor. Ben de gidin sorunlarınızı Köy
Enstitülerinde inceleyin. Yanıldığınızı göreceksiniz diyorum. Ama kimse zahmet edip de gitmiyor.
Bu davranışlar yüzkarası davranışlardır. Hiçbir kişi, öncelikle kitap çevirenler diye şartlı
konuşanlar enstitülerimize gidip de kitap çeviren öğrencilerimizle konuşmamış, onların
çalışmalarını görmemiş, ama kötülemekten geri , kalmamışlardır. Aslında istedikleri de budur. Köy
Enstitüleri’nde incelemeler yapsalar, yapılan işlerin fotoğraflarını çekseler, yöneticilerle,
öğretmenlerle,
(4) Yüksek Köy Enstitüsü öğrencilerinden klasikler serisinden kitap çeviren arkadaşlarımız:
Süleyman Adıyaman, Rıza Dönmez, Mehmet Başaran ve Tevfik Uğurlu idi.
öğrencilerle konuşsalar, edindikleri bilgileri vicdanları gibi değil de gerçekte olduğu gibi yazsalar
bu kurumlara açtıkları kötüleme kampanyalarını yürütemezler. Herkesin zihnini bulandıramazlar.
Bir çok kötü şeyler var sanısını yaratamazlar. Öz be öz Türk Milli Eğitim felsefesine uygun olarak
kurulan Köy Enstitüleri’ni temelinden yıkamazlar. Eğer bu demagoji kampanyalarında başarılı
olurlarsa sizlerin çavuş çıkmasına da bunlar alet olacaklardır. Ben ordumuzu bu demagoji
kampanyalarının karşısında bilirim. Ordu mensuplarımıza da böyle bir düşünceyi konduramam.
Öyleyse, şimdi ben bu anda sizler için ne yapabilirim?.. Okul Komutanınız İsmail Hakkı
Tunaboylu’yu çok iyi tanırım. Ona gider durumu anlatırım. O, bana bir yol gösterir. Birrr... Salih’e
(Genelkurmay Başkanı Salih Omurtak) gider durumunuzu ona anlatırım. O, da bana bir yol
gösterir. İkiii... Paşa’ya (Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye) gider durumunuzu bir de ona anlatırım.
Paşa da bize bir yol gösterir. Üççç... Arkadaşlarınıza selamımı söyleyin. Üzülmesinler. Derslerine,
talimlerine neşeyle devam etsinler. Dörttt...”
Bu sevindirici konuşmalardan sonra Hasan Âli Hoca’nın elini öptük, O da bizi kapıya kadar
uğurladı. Okula dönme vakti yaklaşmıştı. Doğru Yedek Subay Okulu’na geldik. Akşam yemeği
paydosunda arkadaşım Şevket Hızal’la beraber bütün bölüklerdeki arkadaşlarımıza Hasan Âli
Hoca’nın selamını ve yaptığımız konuşmaları söyledik. Arkadaşlarımız başımıza geleceği çok iyi
tahmin ettiklerinden mi, nedir bu girişimimize hiç sevinmediler. Hepimiz okulun eğitim
çalışmalarının sonunu büyük bir sabırla beklemeğe koyulduk. Altı aylık eğitimimiz sona erince
Yüksek Köy Enstitüsü mezunu 20 öğretmen çavuş çıkarıldık. Üç yıllık kıta hizmetimizi seve seve
yapıp kendimizi milli eğitim hizmetine adadık. Uzun yıllar biri birimizle görüşme olanağımız
olmadı. Uzaktan uzağa selamlaştık, ölüm haberleri duyduk. Böyle bir zamanda arkadaşım
Mehmet Başaran’ı gördüm. O, bana Hasan Âli Hoca ile yaptığımız konuşmanın sonunu şöyle
anlattı:
“Ben İstanbul’a 1950’li yıllarda geldim. Hasan Âli Hoca o günlerde Cumhuriyet’te güzel
yazılar yazıyordu. Ara sıra kendisini ziyaret ediyordum. Bu ziyaretimin birinde adını bilmeden
senden söz etti: “Sizden karayağız, kara kaşlı candan bir çocuk bana bir arkadaşıyla gelmişti.
Benden çavuş çıkarılmamanız için yardım istiyordu. Ben de onlara çavuş çıkarılmamanız için
gereken yetkili kişilerle durumunuzu görüşüp sizlere yardım edeceğim dedim. Yedek Subay Okulu
Komutanı İsmail Hakkı Paşa’ya gittim. Çavuş çıkarılma endişenizi ona anlattım. Yardımını istedim.
Hakkı Paşa benim dostumdu. O, bana kardeşçe: “Biz Genelkurmaydan ne gibi bir emir gelirse onu
uygularız. Bu emir sizin çocukların lehinde de olabilir aleyhinde de.” dedi. Ben oradan doğru Salih
Paşa’ya (Gn. Kur. Başkanı Salih Omurtak) gittim. Onunla da dostluğumuz çok iyi idi. Çavuş çıkma
durumunuzu ona da anlattım. Paşa beni çok iyi dinledi. İkramlarda bulundu. “Olmaz böyle şey”
dedi. Çok sevindim “Çok yaşa” dedim. Ayrılırken beni kapıya kadar uğurladı. İltifatlarda bulundu.
El sıkışıyorken “Benden bir isteğiniz mi vardı” dedi. Hemen alnımın damarı attı. Paşa’da bir
unutkanlık olduğunu anladım. Üzülerek eve döndüm. Paşa’dan (İsmet İnönü’den) randevu
istedim. “Görüşelim” dedi. Sevindim. Aslında tek ve en güvenilir umudum da O idi. Köşk’e
vardığım zaman ilgililer “Paşa yok” dediler. Umduğum dağlara kar yağmıştı. Ben de sizin kara
oğlan gibi kara kara düşünerek eve döndüm. Gördüğün arkadaşlarına hem selamımı söyle hem de
bunu anlat” dedi. Hasan Âli Hoca’yı ve Tonguç Baba’yı bir daha rahmetle andık...
ATATÜRK ve KÖYLÜ
Trablusgarp, Balkan, 1. Cihan ve Kurtuluş Savaşlarından sonra “Köylü düpedüz bitkindir.
Köyler boşalmıştır. Arap Körfezinden Kafkasya’ya, Yemen sınırına, Süveyş kanalına,
Makedonya’ya, Romanya’ya, Galiçya’ya kadar bütün cepheleri yıllarca ve yıllarca kanı ile besleyen
asıl kaynak odur. Jandarma ile asker kaçakları ve eşkıya elinde de perişandır. Harbin lafını
duymak istemez. Bütün dileği, kimsenin ona gelmemesi, kimsenin ondan bir şey istememesi,
toprağına, davarına dönmesi ve asırlık sefaletini devam ettirebilmesinden ibarettir. (1)
Mustafa Kemal, köylünün durumunu çok iyi bilir, köylüye yaraşır devlet babalığının da
gösterilmesini isterdi. Bu isteğini ilkönce Kurtuluş Savaşından sonra 17 Şubat - 4 Mart 1923’te
İzmir’de yapılan İktisat Kongresinin açış konuşmasında şöyle dile getirdi:
“Bir milletin, doğrudan doğruya hayatı ile alakadar olan, o milletin iktisadiyatıdır. Çöküş
sebepleri, iktisat meselelerinden başka bir şey değildir. Zamanımız tamamen bir iktisadî, devirden
başka bir şey değildir. Kılıç kullanan kol yorulur. Fakat saban kullanan kol her gün daha çok
kuvvetlidir. Toprağa her gün daha çok sahip olur. Osmanlı fatihleri, unsuru aslî ile beraber
sabanın karşısında mağlup olup geri çekildiler Felaket o zaman başladı.
Kılıçla fütuhat yapanlar, sabanla fütuhat yapanlara, sonucunda mevkilerini terk etmeğe
zorunludurlar. Milli egemenlik, iktisadi egemenlikle sağlamlaştırılmalıdır.”
“Siyasî ve askeri zaferler ne kadar büyük olursa olsun iktisadi zaferle taçlandırılmadıkça
semere vermez ve sonucu devamlı olmaz.”
“Halk devri, iktisat devri, kavramı ile ifade olunur.” (2)
Mustafa Kemal, köylünün sabanın kuyruğuna sarılıp yurdun kalkınmasındaki büyük
ekonomik kaldıraç olmasını istemektedir. Ama köylü bu zamana kadar hep sömürülmüş,
kendisinden yana bir destek bulamamıştır. Okumasızdır, yoksuldur, devlet kapısından
korkmaktadır. Mustafa Kemal köylünün bu durumunu 1 Mart 1922’de TBMM’nin üçüncü toplantı
yılını açış konuşmasında şöyle dile getirmektedir:
“...Türkiye’nin sahibi ve efendisi kimdir? Bunun yanıtını hemen birlikte verelim. Türkiye’nin
gerçek sahibi ve efendisi gerçek üretici olan köylüdür. O halde herkesten daha çok refah,
mutluluk ve servete müstahak ve layık olan köylüdür. Binaenaleyh, Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükümetinin iktisadi siyaseti bu asli amacı sağlamaya yöneltilmiştir. Efendiler, diyebilirim ki,
bugünkü felaket ve sefaletin tek sebebi bu gerçeğin gafili bulunmuş olmamızdır. Filhakika yedi
asırdan beri cihanın dört bir köşesine sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini yabancı
topraklarda bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna
mukabil daima tahkir ve terzil ile mukabele ettiğimiz ve bunca fedakarlık ve ihsanlarına karşı
nankörlük, küstahlık ve zorbalıkla uşak menzilesine indirmek istediğimiz, bu gerçek sahibin
huzurunda bugün utanç ve saygı ile hakiki durumumuzu alalım...”
Bu zamana kadar hiçbir devlet adamı köylüden yana Mustafa Kemal’in yaptığı böylesine
içtenlikli bir konuşmayı yapmadı. Türkiye’yi yoktan var eden, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu
büyük devlet adamı Mustafa Kemal yüzyıllardır ezilmiş, okur yazarlıktan yoksun, sırtına giyeceği,
boğazına yiyeceği bulamayan ‘köylünün okutulmasını, topraksızların topraklandırılmasını
istiyordu. Ama ömrü yetmedi. Onun direktiflerine sahip çıkan İsmet İnönü Cumhurbaşkanı iken
bu konulara sahip çıktı.
Köylü toprağa bağlı idi. Ekiniyle, bağıyla, bahçesiyle, hayvanıyla gününü geçirmekteydi. Bu
kaynaklara sahip olamayan köylüler ise şaşkınlık içinde amelelik, çıraklık, hizmetkarlık, sanayi
işçiliği, çobanlık, hademelik, kapıcılık, hamallık, seyyar satıcılığı, tellaklık... yaparak ekmeğini.
kazanıyordu. Günümüzde de köylüler Avrupa, Arabistan, Avustralya ve Afrika ülkelerinde
çalışmaktadır. Başkasının işinde çalışanlar bir bakıma emir kuludur. Pis işleri bile yapmak
zorundadırlar. Böyle işlerde çalışanlarda ise kişilik yok olmaktadır. Kazanç düşüktür, yaşam
güvencesi yoktur. Tapulu toprağında çalışan köylü kendi işim diye’ çalıştığından kazancı çoktur,
yarın güvencesine ve kişiliğe sahiptir. Mutludur.
(1) Şevket Süreyya Aydemir: Tek Adam C.3, S. 521.
(2) (a. g. y., S. 346).
Topraksız köylüler topraklandırılırlarsa onlarda da coşkulu bir çalışma başlayacak, gelir
artacak, işsizlik ortadan kalkacak, milli gelir yükselecek, köyden kente ve başka ülkelere göç
azalacaktır. Köylü okuyacak, çağdaş, düşünceli bir adam olacaktır. Gurbetlik ortadan kalkacaktır.
Yıllar yılı ağlayan “kara bahtım” diye ağlayan analar, gelinler, kızlar, babalar, nineler, dedeler
ağlamaktan kurtulacaktır. Mustafa Kemal’in deyimi ile “kemikleri bile yabancı ülkelere”
bırakılmayacaktır.
Köylünün kentlere gelişigüzel göç etmesinden doğan gecekonduculuk duracak, yığınlarla
gelen köylülerin kentlerde yarattığı üzücü ahlaksal olaylar da ortadan kalkacaktır. Türkiye’nin gelir
düzeyi artacağından yurtta yeni bir kalkınma atılımı başlayacaktır. .
Diyelim ki, bu saydıklarımız bilinen toprak edinme yasasının gerekçesidir. Devlet bu konular
üzerine hiç mi eğilmemiştir?
1937 yılında köylüler Türkiye nüfusunun % 78’idir. 38.500 köyümüz muhtarlıkla
yönetilmektedir. Türkiye’de toprak düzeni “Celâli İsyanları” döneminde bozulmuş, bir daha da
düzelememiştir. Köylüler eşkıyanın ve ümeranın (buyurucu) şerrinden kuş uçmaz, kervan geçmez
beldelere yerleşmek zorunda kalmışlardır. Bugünün en yoksul ve ezik olan dağ köyleri işte
bunlardır. 11.175 köyün nüfusu da 150-300 kişi arasındadır. 8.655 köy de ova, vadi ve deniz
kıyısı köylerdir. Son kategorideki köylerin insanları varlıklıdır. Bunların dışında kalan köylerde
topraksız köylüler pek çoktur.
Toprak sorunu dünyada yalnız Türkiye’nin değil yüzyıllardan bu yana bütün ulusların
sorunudur. Mal, mülk tatlı şeydir. Bir kere ele kattı mı insanoğlu büyük mülkleri ne topraksızı
düşünür, ne de devletin düzenli gitmesini: Roma’da malikânelerin çoğu zengin patricilerce
(asiller) ekilirmiş. Savaşa köylüler giderlermiş. Köleler de tarımda çalışırlarmış. Zenginler
savaşlarda devlet malı olan, ekilmeyen araziyi, yoksul ve orta halli olanların arazilerini de satın
alıyorlarmış. Ama çok kölesi olmayanlar iyi ürün kaldıramıyorlarmış. Bunun iki nedeni varmış:
Birincisi: Köylüler hep savaşa gittiklerinden çalıştıracak işçi bulamıyorlarmış. Savaşa
gidenlerin çoğu da geri dönmediklerinden toprakları büyük malikâne sahipleri tarafından satın
alınıyormuş. Bu savaşlar sonucunda Roma köylüsü ve kasabalısı tarlalarında üretim yapamazken
malikâne sahipleri çok gelirli üretim yaptıklarından varlıkları alabildiğine
artıyormuş. Buna karşın köy ve kasabalarda işsizlik ve yoksulluk alabildiğine çoğalıyormuş.
Günlük geçimini sağlayamayan köylü ve kasabalı işsizler Roma kentine akın etmişler. Roma’ya
gelen bu göç akını kentte sosyal ve ekonomik bunalımlar, yaratmış.
İkincisi: Belli malikâne sahipleri askere giden köylülerin topraklarından elde ettikleri ürün
kadar verimli ürünü köleler elde edememişler. Kısaca saptanan bu nedenler, Roma devletini,
Roma’yı ekonomik ve sosyal bunalımdan kurtarmak, Roma’ya akın eden özgür ve işsiz Roma’lıları
köy ve kasabaya döndürmek için toprak yasası çıkarmak zorunda bırakmış. (3) Roma
Parlamentosu tartışmalı, kavgalı anlaşmayla bir toprak kanunu çıkarmış. Bu kanunu çıkaranların
başına neler gelmiş:
“Spirius Cassius Kanunu: Amacı, devlete ait olan toprakların topraksız, özgür, Roma
vatandaşlarına dağıtılması.”
Roma’nın bu ilk toprak kanunu çok kanlı bir olaya sahne olmuştur. Kanunun çıkmasını
sağlayan patrici sınıfından öp öz Roma yurttaşları zümresinden olup üç kere
(2)
Prof. Dr. Şakir Berki: TOPRAK HUKUKU; 3. Baskı, S. 51-52. Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Yayınları No. 215. 1967. Yargıçoğlu Matbaası 81 numaralı dip notunda: “Asrımızda
asıl mesele, köy ve kasabalarda işsizlik yüzünden içtimaî ve iktisadî tehlikeler belirip
kökleşerek kangren haline gelmeden köylü ve kasabalıyı köy ve kasabasından kendisinin
hizmetkarı olan efendi hallnde yaşatacak olan sınaî veya ziraî tedbirleri almaktan ibarettir.”
demektedir.
Konsüllüğe seçilmiş bulunan, konsüllük süresi bittikten sonra başı gövdesinden balta ile ayrılarak,
dokuz toprak kanunu komisyonu arkadaşı da diri diri yakılarak ödüllendirilen Cassius
Viscellinus’dur.” (4) Cassius Kanunu da yürürlükten kaldırılmıştır.
Gelelim kendi ülkemizin toprak sorununa. Toprak kimlere ve ne kadar verildi? Pulluk,
gübre, tohum, su veya kredi verildi mi? Köylü tükettiği ve ürettiği ürünleri pazarlayacak
kooperatife kavuşturuldu mu? Köylü aracıdan kurtarıldı mı? TBMM’nin çıkardığı Çiftçiyi
Topraklandırma Kanunu bu önemli verilen kapsıyor mu? Bu yasa hazırlıksız mazırlıksız çıkarılı mı
verdi?
(4) (a. g. y., S.52’de, 84 no’lu dip notta da: Tarih, bir kanun komisyonunu bütün üyeleri ile diri
diri yakan hukukçu katliamını Roma’da kaydetmiştir. Kayıt ettiğimiz hadise, toprak davasında
hunhar hareketlerden ancak biri ve en tipiğidir.” demektedir.
1945 BMM TUTANAKLARINDA ÇİFTÇİYİ TOPRAKLANDIRMA KANUNU
Devlet, çiftçiyi topraklandırma kanununu çıkarabilmek için yurdumuzun toprak sorunlarını
15 yıl inceletti. Milletler Cemiyeti’nden raporlar getirtti. Avrupa’ya uzmanlar gönderdi. Hükümet
tasarı hazırladı, BMM’ne verdi. Tasarı encümende incelendi. Komisyonda üç ay tartışıldı. Meclis’te
de beş ay görüşüldükten sonra 11 Haziran 1945’te 3753 numaralı “Çiftçiyi Topraklandırma
Kanunu” adıyla milletvekillerimizin elbirliğiyle ve çoğunluğu ile çıkarıldı. Ama çok partili döneme
geçmemize neden oldu. Bin bir emekle çıkarılan ve yurdumuzun bir numaralı önemli sorunu olan
toprak yasası çoğunluğun oyu ile çıktığı halde azınlığın direnmesiyle işlerliğini yitirdi. Aradan kırk
iki yıl geçti. 0 günün sorunları ve düşünceleri acaba ne idi? Bugün bu sorular ortadan kalktı mı,
yoksa dimdik ayakta mı?
Şimdi bu tasarının görüşülmesini (310 büyük sayfa) TBMM Tutanak Dergisinden özet ve
alıntılardan izlemeye çalışalım:
İlk sözü Tarihi Bakanı Manisa Milletvekili Şevket Raşit Hatiboğlu aldı. Çiftçiyi
Topraklandırma Kanunu tasarısını sunuş konuşmasını şöyle sürdürdü.
“Arkadaşlar, topraksız çiftçiler ve toprağı yetmeyen çiftçiler Osmanlı devletinden beri
vardır. CHP memleketimizde yeter toprağı olmayan çiftçileri mülk sahibi yapmak davasını bütün
parti kongrelerinde ele aldı. Atatürk 1936-1937 Meclis açış konuşmalarında bu konu üzerinde
durdu. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunumuzla çiftçiliği meslek edinen ve toprağı yetmeyenlere
toprak vererek, onların üretim ve tüketim olanaklarını geliştirmek, memleketimizin geleceğini
ekonomik yönden güçlendirmek, elimizde bulunan ve işlenmeyen toprağı sürekli olarak işletmek,
işsizliği önlemek, milli geliri artırmak, topraksızları kendi mülkü üzerinde, çalıştırmak, ekonomik
güçlerini yükseltmek, büyük kuvvetli bir köylü tabakasının yaratılmasına devletçe yardımcı
olmaktır. “TBMM Tutanak Dergisi C. XV, S.59-63)
Hatipoğlu’ndan sonra yasa tasarısının yanında ve karşısında olan milletvekilleri
görüşmelerinin gerçekleşmesi bakımından iki gruba ayrıldıkları dikkati çekti.
Birinci grupta olanlar toprak dağıtımını geniş, orta ve dar bölge diye üç bölümde
gerçekleştirilmesini istediler. Kamulaştırılacak araziyi yüzölçümü bakımından küçük, orta ve
büyük olmak üzere üç boya ayırdılar. Küçük arazi 500, orta arazi 501-5000, büyük arazi de 5000
dönümü geçen arazi olarak nitelediler.
Devletin, özel idarenin, belediye ve vakıfların toprakları, yarıcı, kiracı ve toprak işçilerine
dağıtılacaktır, “Esasen büyük toprak sahiplerinin mülk edinmesi hilelidir” görüşünü paylaştılar.
Tasarının karşısında olan 2. gruba göre ise:
Bu kanunda büyük mülk düşmanlığı vardır. Büyük ve orta işletmeleri ortadan kaldıracaktır.
Savaşta bile devleti ayakta tutan bu işletmelerdir. Yasa toprağı küçük işletmelere ayırmaktadır.
Bu yüzden memleket ekonomisi güçsüz kalacaktır. Öteden beri büyük mülk sahipliği ile itibar
kazanmış ailelerin toprağı ellerinden alınırsa itibarları sarsılacaktır... savını ileri sürdüler. Bu
kanun Nasyonal Sosyalist Almanya’dan alınmıştır. Bizim bünyemize uygun değildir. Büyük
işletmelerde işçi, kiracı, ortakçı olarak çalışanların kazancı iyidir.. Bu şekilde işletme yöntemi bir
çok ülkelerde vardır. Eğer kiracıya, ortakçıya ve ameleye toprak verilirse bugünkü kazançlarını
bulamazlar. Bunlara topraksız gözüyle bakılamaz. Hiç toprağı olmayan amelelere ise toprak
verilmesi taraftarı değiliz. Ortakçı, icarcı ve az toprağı olanlara toprak verilmesi taraftarıyız.
Bunlara da devletin, evkafın, belediye ve özel idarelerin elinde bulunan topraklar: yeterlidir.
Halkın elindeki toprakları dağıtmak isteyen toprak kanununa da gerek yoktur... dediler.
Her iki grup da konuşan arkadaşlarını bol bol alkışladılar.
Cavit Oral (Seyhan) Bugünkü ‘Türkiye. mümkün olan kuvvetleriyle çok ekmek, çok
yetiştirmek, çok ucuza mal etmek ve bol üretimle dünya pazarlarına çıkmak, çok mal satmak ve
memlekete çok döviz getirmek sıkıntılarıyla karşı karşıyadır. Bu tasarı ise aksine işleyecek, üretim
yapacak kaynakları huzursuzluğa sevk etmekte ve düzenli işletmeleri de ortadan kaldırmak,
amacını gütmektedir...” (a.g. y., C. XV, S.66) Devamla “Bir memlekette küçük veya orta ve yahut
büyük işletmelerin kanuni müeyyidelerle yaşatılabileceğine inanmak da doğru olmaz... Bu
memlekette ıslah edilecek bir çok arazi varken nüfusu belli mıntıkalarda yoğunlaştırmaktan ve
araziyi çok parçalamaktan çekinmelidir. (a. g. y., C. XV, S. 67) “... Ortakçılık ve icarcılık .nihayet
ekonomik bir iş anlaşmasıdır. Ve böyle olduğu için de tarım aleminde esaslı bir yer almakta
üstelik dünya memleketlerinde bir yöntem; edinile gelmektedir..” a. g. y. C. XV, S. 68 “... Biz
diyoruz ki, sabanı, pulluğu, taşıtı olan çiftçilere, üreticilere toprak verelim. Az toprağı olanların
toprağını artıralım, bunları daha rasyonel çalışır bir duruma getirelim. Fakat buna karşı diyoruz ki,
şurada düzenli çalışmakta olan, memleket üretimine yararı bulunan bir işletmeyi bozarak bir
tarım biliminin amele olarak nitelendirdiği insanlara, her birinin üzerinde 40-50 şer bin liralık
kuruluşlarını hiçe sayarak parçalayıp bunlara vermeyelim. Ortakçılara verelim, kiracılara verelim.”
(a. g. y., C.18, S. 33) “... Çukurova’da amele üretici tarafından sömürülüyor denilmektedir.
İnanın ki arkadaşlar böyle bir şey yoktur.” (a. g. y., C. 18, S. 34)
Refik Koraltan (İçel) “. . . Arkadaşlar, bu tasarının ruhu kim ne derse desin, Ali’nin malını
alıp Veli’ye vermektir. (a. g. y., C. 15, S.70) “... Arkadaşlar, bir derdi tedavi edeyim, bir yarayı
kapayayım derken bütün bünyeyi tehlikeye koymak gibi bir duruma girilmiş olur ki, esasen
hürriyet haklarını uzlaştırma mevkiinde bulunan devletin böyle bir eylemi yapmağa hakkı ve
yetkisi yoktur. Böyle bir düşünce her şeyin ve bütün hak ve hürriyetlerin temeli sayılan güveni
sarsar.” (a. g. y., C. 15, S. 71) (*)
Halil Menteşe (İzmir) “.. Bugünkü Türk toplumu özel mülkiyet prensipleri üzerine
kurulmuştur. Kuşkusuz arazi mülkiyeti rejiminin temeli de özel mülkiyet prensipleridir.” (a. g. y.,
C. 15, S. 76) “... Çiftçiliğin diğer ekonomik çalışmalara oranla verimi azdır. Onu kendi kendine
meslek yapmak, herkesi ona bağlamak, özellikle küçük çiftçi için yani toprağının bulunduğu
köyünde yaşamak için, buna katlanmak için köy adamının ocağının başında doğmak, o çevrede
yaşamak, sonra toprağını sevmek, köyünün havasını çevreleyen ufukları bir şair ruhla seyreden
bir insan olması gerekir. İşte bu tip bizim köylümüzün tipidir. Yamama çiftçi yapamazsınız.
Yaparsanız köye ve çiftliğine bağlı duramaz.
Nitekim bir çok insanları Doğudan naklettik. İçlerinden çoban vesaire gibi toprağa bağlı
bulunmayan elemanlar tarlasını, yüzüstü bırakıp kaçtılar ve kasabada amelelikle uğraştılar. Bu
göçmenlerden yalnız çiftçi olanlar toprakta çalıştılar... Bundan dolayı hukukunu, kimliğini ve
mülkiyetini kayıtlara bağlayarak zoraki tedbirlerle çiftçi tarlasında zorla tutulamaz. Bizim çiftçi bir
kere tarlasına sahip olan çiftçi ise tarlasını satamaz. Çünkü o onun aşığıdır. Çünkü o onun
şairidir... Satmaz, bundan ötürü böyle başka memleketlerden eğreti şeylerle memleketimizin
koşullarını hesaba katmadan birtakım gözdağımsı, zoraki işlerle ova düzenimizi bozmayalım...”
(a. g. y., C. 15, S. 77)
“Kanunu medenimizin saptadığı mülkiyet ve hürriyet rejimini tasfiye edip yeni mülkiyet
rejimini memlekette kurmak bence bir atılganlıktır, çok’ tehlikelidir.” (a. g. y., C. 15, S. 77) “...
Demin Refik Koraltan’ın söylediği gibi 0 zorlama dedi. Açık söyleyelim bir türlü zoralımı
(müsadere) tehdidi altında bu memleketin arazisi sonsuza dek kalabilir mi?” (a. g. y., C. 15, S.
77) “... Size
(*)
“Daha dün Osmanlı devleti Tanrının saydığı topraklarda yalnız çalışanlara hak tanıyordu. Bu
toprak ağaları nerden, ne çabuk babalarının çiftliği yaptılar güzelim Anadolu ovalarını? Niçin
kendilerini ve çocuklarını bol bol geçindirecek kadar toprakla yetinmeyip sürüyle yoksul
salıyorlar devletin başına? Beş kişiyi kral Faruk gibi yaşatan bir ova beş bin kişiyi insanca
yaşatsa daha mı zor önleriz ihtilâlı, gomonistliği? Ey ovaların bereketini gerçek sahiplerinin
elinden alıp karaborsalara süren hacıağa! Aklını başına topla, yoksa seni biz solcular bile
kurtaramayız.” Sabahattin Eyüboğlu: Mavi ve Kara; S. 157):
arz edeyim arkadaşlar rakamlar şunu gösteriyor: 120-130 bin, şu yaptığım tahkikata göre arazisiz
halk var, nitekim 36 vilayette 61 bindir. Ona göre encümen demiştir ki, 130 bin. Bunları toprak
sahibi yapmak için efendiler, bu biçimde tedbirlerle memleketin üstüne çökmek doğru bir şey olur
mu?” (a. g. y., C. 15, S. 78)
Emin Sazak (Eskişehir): “... Arkadaşlar eski bir deyim vardır, leş atlamış insanlarız.
Padişah devirdik, halife koyduk,’ şapkayı giydik, Latin harflerini kabul ettik, tekkeyi kapattık. En
sonra bazı gerçeklerle varlık vergisini de kabul ettik. Fakat bunu kabul edemiyorum..” (a. g. y., C.
15, S. 80) “... Çanakkale Savaşı sırasında bir telgraf geldi. Topal İsmail Hakkı Paşa’dandı, aman
ordu açtır, yiyecek yetiştirin diyordu. Çıktık dolaştık, sen bir vagon, sen şu kadar ver dedik ve o
günkü gereksinmeyi sağladık, yolladık. Kurtuluş Savaşı oldu. Milli Şefimiz Garp Cephesi
kumandanı idi... Şu kadar elbise, bu kadar zahire istendi, birader hiç acı duymadan toprak
sahipleri istenenleri hem verdiler, hem de gönüllü olarak bunun bekçiliğini yaptılar. Toprak
sahibini devletin yaşatması, koruması gerekir... Toprak dağıtılması bu yerde oturan ameleye de
kabul edildi. Ben anlayışıma sığdıramadım... Hükümet toprağı elinden alacak, o adama verecek,
hem nasıl, adama toprağı veriyor? En yeteneksiz, en zavallı ve beceriksiz bir adama... İnsanın
çamurunu değiştiremeyiz ki. Birisi kumandan olur, mareşal olur, öbürü de er olur. Hepsini de
mareşal yapamayız. Arkadaşlar bu amele işi bütün köyleri altüst eder. (*) (a. g. y., C. 15, S. 81)
Adnan Menderes (Aydın) “... Geçici komisyonun beni sözcü seçmesinin bir yakınlık duyma
eseri olduğunu kabul ediyor ve bu yakınlık duymalarının minnettarı bulunuyorum. (a. g. y., C.
15, S. 112)
“... Yurdumuzda çok egemen bir durumda bulunan küçük işletmelerin yanında orta
işletmeleri belli sınırlar ve koşullar altında muhafaza etmek ve bundan sonra da bunların
kurulmalarına olanak vermek ve hatta teşvik etmek üretimimizi artırmak bakımından zorunludur.
Esasen dünyanın her yerinde küçük, orta ve büyük işletme yan yana yaşamaktadır. (a. g.
y., C. 15, S. 113) “... Tasarıdaki ve gerekçedeki çiftçi ocakları kurmak ve çiftçiliği meslek haline
getirmek ekseni etrafındaki düşünce ve hükümlere gelince: Sabrınızı fazla tüketmemek için bu
konuyu uzun boylu incelemeye tabi tutmaksızın diyebilirim ki, ocak kuruluşları ileriye değil de
modern ekonomik yaşamın, getirdiği bir iş bölümü kavramı ile izah olunamaz. Bunlar Nasyonal
Sosyalist rejimin İskân Toprak Kanunu olan Erhhof Kanunundan hemen aynen aktarılmış düşünce
ve hükümlerdir. (a. g. y., C. 15, S. 116).
Adı geçen tasarı hükümetçe TBMM’ne verilir. Tasarı komisyonda üç ay görüşülür. Adnan
Menderes’i kanun sözcüsü olarak seçer. Tasarının 17. maddesi çiftlik üzerinde çalışan ortakçı,
kiracı, tarım işçisi ile az toprağı olan çiftçilerin topraklandırılması hakkındadır. Yasa tasarısı
lehinde konuşan milletvekilleri bu maddeden sayıları 1 .073.000’i tutan tarım işçisi ailelerinin
çıkarıldığını ve bunu Andan Menderes’in etkisiyle olduğunu öğrenirler. 17. Maddenin hükümetten
geldiği gibi yasalaşması için Meclis Başkanlığına 323 imzalı bir önerge verirler: .
Adnan Menderes (devamla) “. .. Bu önerge olayını ben. Devletimizin esas kuruluşuna
temel olan prensiplere ve Anayasanın esprisine uygun görmemekteyim.” (a. g. y., C. 18, S. 37)
“... Bu önergenin ana hedefi kiracılık veya ortakçılıkla işletilen bütün işletmeleri tasfiye olduğu
kadar düzenli ve sürekli işletiliyor dahi olsa genişliği 50 dönümden fazla olan ve sahipleri
tarafından bizzat değil kısmen dahi olsa amele çalıştırmak yoluyla işletilen bütün küçük işletmeleri
dahi tasfiye etmektir.” (a. g. y., C. 18, S. 38).
“.. Komisyon çalışması hakkında ve komisyondan sonraki tarzı hareketim hakkında
konuştuklarıma gelince; bunların hesabını sayın Alaettin Tiridoğlu’na vermek zorunda değilim...”
(a. g. y., C.18, S. 68).
(*) “... Doğu Anadolu’da 50-60 köye, bütün toprakları ve içindeki insanlarıyla birlikte sahip olan
ağalar vardır. Kimi bölgelerde dinsel bir, yetkiye dayanır. Tarımsal gelişmenin ve toprak
reformlarının başlıca engelleyicisidir.” Hançerlioğlu: “Ekonomi Sözlüğü; S. 9. (Ağalık Düzeni
sözcüğü) Remzi Kitapevi. I. Baskı, 1973.)
“Türkiye’de toprak istenildiği gibi, her istenildiği miktarda alınır, satılır ve mal edinilirken
bunun mal edinmek ve tasarruf şekillerini düzenleyen yeni yeni hükümler koymak toprak
mülkiyet rejiminde bir değişikliği ifade etmez mi?” (a. g. y., C. 17, S. 149).
Hikmet Bayur (Manisa) “.. Mülkiyet saygı görmezse, değerinden çok aşağı sahibinin
elinden alınabilirse birçok meseleler ortaya çıkmaz mı? Apartmanlar, şehir servetleri, büyük
arsalar söz konusu olmaz mı? Şu veya bu şekilde servetler söz konusu olmaz mı? Muhtekirin, .
.vurguncunun ve sairenin parası rahat rahat elinde kalırken 2.000 dönümden aşağıya dahi toprak
sahibinin elindeki toprak elinden alınırsa bu vicdanları tahriş etmez mi? Hepimizin içinde bir
haksızlık duygusu uyanmaz mı?... Topraksız köylüler için , çok heyecanlı, çok düzgün sözler
söylenmiştir. Bunlara ben de katılıyorum. Ama niçin orada duruluyor?
Büyük emlak ve apartman sahipleri tarafından sömürülen işçi için aynı içtenlikle ve aynı
coşkuyla düzgün sözler söylenemez mi? (a. g. y., C.18, S. 54)
“.. Ben diyorum ki, hangi bir rejimi kabul edersek edelim, bu bütün yurttaşlara biri birine
denk uygulamak koşuluyla düşünülerek tartışılarak, uygulayarak, yaraşanı kabulümdür...” (a. g.
y., C.18, S. 55).
Recai Güreli (Gümüşhane) “... Bazı arkadaşlar, devlete ait topraklar geniştir. Bu
topraklarla belediyelere, vakfa, özel idarelere ait topraklar vardır, buyurdular. Ve evvela bunları
dağıtmaya başlayalım. Ondan sonra gerekirse çiftliklere geçelim diye düşündüler... Şimdi
bendeniz bu noktaya biraz değinmek istiyorum... Köyceğiz Kazasının topraklarını ele alacağım.
Köyceğiz Kazası 43 köydür. Bu 43 köy 18 çiftlik içinde oturmaktadır. Bu çiftlikler içinde oturan
köylünün bir santim dahi toprağı yoktur. Bu arazi çiftlik sahiplerinin ellerine’ nasıl geçmiştir?
Zeamet ve tımar zamanında bu çiftlikler arazisi Dalaman çiftliği de dahil, Bekir Ağa adında bir
vergi tahsildarına padişahlar tarafından hediye edilmiştir. Bu adam devlete isyan etti. Bundan
dolayı öldürüldü. Öldürüldükten sonra arazi padişaha intikal etti. Bu sefer oğulları İstanbul’da
başlarını şuraya buraya-vurdular... Süreyya Paşa adında bir zatı buldular. Süreyya Paşa padişahın
saray kâhyası idi. Bu adam padişaha iltimasta bulunarak öldürülen Bekir Ağanın oğullarının bu
topraklardan yararlanmasını sağladı... Oğulları araziyi aldıktan sonra orda 43 parça köyün, ki
nüfusu o zaman fazla idi, yüz bin nüfusla halka zorbalık ettiler... Topraklar içinde oturan bu hayli
kalabalık nüfus ağaç bile dikemez durumdadır. Evinin akan damını çiftlik sahibine müracaat
etmeden, onun müsaadesini almadan yaptıramaz... Toprak Kanununun biran evvel çıkarılmasını
son derece gerekli buldum. Köylü çiftçi bunu dört gözle beklemektedir...” (a. g. y., C. 15, S. 79)
H. Şarlan (Ordu) “... Şimdi lehte ve aleyhte olan örneklerle arz edeyim. Öyle bir vatandaş
vardır ki rençperdir, servet, sahibidir. Kendi çevresinde serveti olmayan, tarla almaya gücü
yetmeyen bir vatandaşa tarla almıştır. Ek, yarısını bana ver demiştir... Yine öyle vatandaş vardır
ki dağın yamacında 80-100 sene evvel 15-20 hane olarak gelip oturan, dağda arazi açan ve bu
araziyi imar edip orda bina yapan, ağaç diken ve en sonra üreyerek 15 hane iken 80 hane olan ve
adına köy denen bu yerin yanındaki bir köyde yaşayan ağa tarafından o zamanki tapu memuruna
verilen herhangi bir çıkar karşılığı dağları hudut göstermek suretiyle hakkı karara bağladığı bir
arazi durumu var. Kendim gittim, baktım, işe vakıf oldum... Mal sahibi vatandaş orada bir ambar
yapmıştır ve oradakilere ürünlerinizden şu kadarını buraya vereceksiniz, hayvanlarınızdan şu
kadarını vereceksiniz, şu kadar yağ vereceksiniz, burada da yaşayacaksınız demiştir... Arkadaşlar,
ben de bu işe herkes gibi duygulandım, gücendim, üzüldüm.” (a. g. y., C. 15, S. 102 - 103)
Besim Atalay (Kütahya) “... Arkadaşlar, bu asırda Ahmet, Mehmet çalışsın da ben yiyeyim
diye bir şey yoktur. Benim çiftliğim olsun, ben şehirde rahat oturayım. Ahmet, Mehmet çalışsın.
ben yiyeyim, bu asrın zihniyetine yaraşmaz, yakışmaz şeylerdir. Belki elli defadır arkadaşlar 25
seneden beri hükümet toprak kanununu niçin getirmiyor diye bu kürsüden sordum. İşte toprak
kanunu geldi. Elbette her kanun gibi, her devrim hareketi gibi, bazı şeylere dokunacaktır. Beri
kimseye dil uzatmak istemiyorum. Mal canın yongasıdır arkadaşlar. Kendi gözümü, kendi bilgimi
söylüyorum burada. Doğu illerinin birisinde Milli Eğitim Müdürü idim, her yıl pirinç sulamak sorunu
için idare meclisi toplaşır, teklifler yapılır, kavga diz boyu. Tanıdığım bir adam karşısında rakip
olan bir adamı yenebilmek için evine iki adam gönderdi, kıtır kıtır kesti. Karısını, kendisini,
beşikteki çocuğunu, ondan sonra meramına nail oldu. İstediği gibi araziyi aldı, istediği gibi suladı.
Arkadaşlar, bu şekilde toprak edinenin toprağını elinden almaz da. ne yaparsın? Bir daha arz
edeyim. Her nasılsa büyük bir servet edinmiş bir adam, ismini söylemeyeceğim, sorarsanız
söylerim. (soruyoruz sesleri). Burada söylemem. Bir yere gidiyor, orada arazi, toprak edinmek
istiyor. Üç yıl evvel satılmış, üç yıldan beri adamcağız üzerine ekmiş, dikmiş olduğu bir arazi.
Tapusu verilmediği için fazla para veriyor. Bununla kalsa iyi ya çıkmış gelmiş de bana bir oturum
yer ver
demiş, rica etmiş. Öbür ortağı koymuş, çıkarmış. Şimdi iki tanık buluyor, bilirkişi hazırlıyor, bunun
hududu Aktaş’a kadar gider, Karataş’a kadar gider. Şu çayırlık yerler var, onlar da buraya dahil,
diyerek 50 dönüm yer alıyor, 150 dönüm oluyor.
Sonra ötede bir değirmen var, geniş de toprakları var,. haber gönderiyor, satın bana bu
değirmeni diye. Öbürü satmam diyor. Sen görürsün ben senin yuvanı yaparım diyor. Değirmenin
yedi kilometre devam eden arkı kendi arazisinin içinden geçiyor. Gidiyor diyor ki, bu ark benim
tarlamı harap ediyor. Ekinlerim, fidanlarım harap oluyor diye bir dava açıyor. Zararı tabii tespit
ediliyor, diyorlar ki sen buraya betonarme bir kanal yapacaksın. Betonarme kanal yapmanın
olanağı yok. Su kesiliyor, değirmen durmak üzere. Gördünüz ya toprak nasıl genişliyor. Öteki
derleyip toplayıp satmağa razı oluyor.
Tekrar arz edeyim arkadaşlar, hiçbir toprak sahibine dilimi uzatmak istemiyorum ... (a. g.
y., C. 18, S. 45)
F. Uslu (Manisa) “... Küçük işletme yararlıdır. Neden?
1. Bir toprak yabancı ellerden ziyade sahibi tarafından idare edilirse daha verimli olur;
2. Küçük arazi işleri zamanında görülür;
3. Küçük arazide, büyük arazide yapılması olanaksız olanları yapmak olanaklıdır;
4. Küçük arazide hava durumundan daha iyi yararlanılır, tohumunu kendisi seçer ve
toprağını dahi iyi gübreler;
5. Küçük arazi sahibi bunalıma büyük çiftçiden daha çok karşı koyar.. Açıkça görülüyor ki,
arkadaşlar bu tasarı, düzensizliği veya servet düşmanlığını ifade eden bir hüküm taşımak şöyle
dursun aksine düzen aşığı çalışma ve gayretli çalışmayı benimseten ye teşvik eden hükümlerle
dopdoludur. (a. g. y., C. 15, S. 99)
H. Ulusoy (Niğde) “... On hanelik bir köy vardır, etrafında on bin dönüm arazi vardır. Hepsi
bir adamın elindedir. Oradaki köylüler araziyi ortakçılık ve yarıcılık suretiyle işletmektedirler.
Burada toprak bunalımı vardır. Ve bunu bu açıdan düşünmek gerekir... Bugünkü bir avuç toprağa
sahip olmayan binlerce çiftçi ailesinin acıklı durumu devam edip gitsin mi? Yazık ki, istemeyerek
arz edeyim ki, bazı yurttaşlarımızın aleyhinde dahi olsa bugün bu davayı halletmek ve bu
zorunluluğu herhalde kabul etmek zorundayız... Cumhuriyetin en büyük dayanağı varlıklı,
yurduna bağlanmış, sonunda kendi emeğini kendi mülkünde işletebilir maddi bir sembol ile yurt
sevgisi yaratmaya elverişli yurttaşlardır... (a. g. y., C. 15, S. 105-106).
Emin Erişirgil (Zonguldak) “... Topraksız köylüye toprak vermek sorunu nereden çıkıyor?
Topraksız köylüye toprak verme sorunu bir kere sizin inanınızdan çıkıyor. Hepiniz Halk
Partisi’ndensiniz. Halk Partisi’nin programında topraksız köylüyü topraklandırma bir ilkedir... Yirmi
seneden beri bizim halkımızın, yurttaşlarımızın istediklerine bakınız. Bunları dört şeyde
toplayabiliriz. Yol, okul, doktor, toprak. Demek ki toprak isteme arzusu ve isteği memlekette
yerleşmiştir. Şimdi bu durum karşısında topraksızlık sorunu bizde önemli bir sorun değildir. İvedi
edilecek bir sorun değildir diyebilir misiniz? Topraksız köylüye toprak verme sorunu şu halde ne
yabancı bir ideolojiden geliyor, ne de şu veya bu zaman ölçüsünden geliyor... Siz daha 1937
senesinde bunun çaresini bulmak için Anayasaya bir fıkra koymuşsunuzdur...
Dahası var; siz haklı olarak kamu yararı için en önemli bir özgürlük ve hak olan iş hakkını
sınırladınız. Bir adam Zonguldak’ta doğmakla altı ay toprak altında sizin ısınmanız için taşımanız
için, memleketin genel yararı için kömür çıkarmakla yükümlüdür. Siz o zaman bu yurttaşların
hakkı namına bunu kabul ederken ne dediniz? Kamu yararı için hak ve mülkiyet sınırlandırılır
dediniz... Şu veya bu esasa göre bedelini vererek arazisini istimlâk ediyoruz. Budur emniyete
dokunan. Bu hal en sıkıntılı zamanımızda hukuki devlet prensiplerinden ayrılmadığımız için asla
bu yaptığımız işi emniyete dokunur görüşünde olmayacağız... (a. g. y., C. 15, S. 118)
“... Arkadaşların bazısı toprak aşk ister, arazi sahibinin aşkı vardır, toprak üzerinde, iyi
üretim bununla olur dediler. Çok doğru. Onun içindir ki, bu kanun çıkıyor. Toprak veriyoruz, aşk
veriyoruz, bağlılık veriyoruz ve dolayısıyla üretim de çoğalıyor... (a. g. y., C. 15, S. 120)
“.. Üçüncü bir teklif var; (bu iyi bir iştir amma zamanı değildir, efendim henüz zamanı
gelmemiştir.) ... Fakat artık zamanı gelmediği görüşü bence yanlıştır. Özellikle ki, siz köylüyü
okutmaya doğru gidiyorsunuz. Köyde okul açıyorsunuz, köyde düşünme yeteneğini
geliştiriyorsunuz. Bunu yaparken zamanı değildir diye yakın bir tehlikeye göz yummak olur... Ona
bu iş için her yönde yardım etmek memleketin kalıcılığı ve düzen ve esenliğini korumak
bakımından her yurttaş için kesin bir borçtur... (a. g. y., C. 15, S. 121)
Dr. Osman Şevki Uludağ (Konya) “... Toprak işini çok kişi anlar ve toprak çok geniştir.
Onun için dağıtılacaktır. Dağıtılsın fakat adaletle. Şahsi teşebbüsten söz ettiler. Kendileri
Psikoloji’den anlarlar. Şahsi teşebbüs herkesin karı değildir. Zaten şahsi teşebbüs sahibi olsaydı
gündelikçi olmaz, amele olmazdı. O, bütün başka bir şeydir, efendiliktir... (a. g. y., C. 15, S. 121)
Toprak Kanununa zorunluluk vardır. Zorunluluklar adaletle önlenebilir... Arazi sahipleri
sahip oldukları toprakların ancak binde birini işletmektedir. Diğer araziyi sorduğumuz zaman orası
meradır, der. Hayvanlarını sorarsanız 3-5 yüzü geçmez. 300-500 keçinin veyahut koyunun
25.000 dönüm merası olmaz arkadaşlar... (a. g. y., C. 15, S. 122)
Hıfzı Oğuz Bekata (Ankara) “... Hükümetin gerekçesinde şöyle yazılıdır: “Bugünkü Türkiye
Cumhuriyeti özel mülkiyet prensipleri üzerine kurulmuştur. . . .
Bir tarafta çok büyük toprağa sahip insanlar ve çok defa doğrudan doğruya bunların
işletmedikleri büyük topraklar vardır. Öte yanda ise bir karış toprağı veya yeter toprağa sahip
bulunmayan milyonlarca vatandaş var. Bu milyonlarca yurttaş yaşamlarını arazi sahiplerine
vakfetmişlerdir... Milletin çabuk ve sağlam çoğalması, ekonomik ve sosyal yapısının daha çok
teminat altına alınması, eşit ve gönençli bir düzenle olabilir. Demokrat Türkiye, sayılı insanların
çıkar emirlerine, hizmetlerine, hem de vasiliklerine yaşamlarını vakfeden yurttaşlara eşit ve özgür
yurttaş gözüyle bakamaz. Onun içindir ki, bu kanunu milletin yapısını ve halkçılığımızı
güçlendirici, kendi toprağını kendi işleten mutlu ve efendi çiftçi ailelerini çoğaltmak, Türk halkının
yurt bağını daha çok güçlendirmek yolunda ana bir tedbir sayıyoruz... (a. g. y., C. 17, S. 125)
Fikret Yüzatlı (Giresun) “Muhterem arkadaşlar, bu elimizde incelemekte bulunduğumuz
kanun, ne dünün tımar ve zeametinden haksız alınmış toprakların bölünmesi, ne de sağ, sol
ideolojilerin bir özentisi değil, Türk devriminin gerçek anlamında kendisidir...
… Büyük toprak sahiplerinin toprağını almak ve dağıtmak her halde zorunlu ve gereklidir...
İki bin dönümlük bir veya bir kaç orta işletmeyi toprak darlığı varken dağıtmazsak asıl hedefimiz
olan köylüyü topraklandıramayız...
Arkadaşlar, bu dağdaki çiftçi elindeki toprak yeter toprak değildir. Bugün ormandan,
fundalıktan açtığı ufak parçalar üzerinde tarım yapmaktadır. Bunu bütün arkadaşlar gittiği zaman
her yerde görüyorlar. Dört parmak toprak altı taş Üzerinde mısır yetiştireceğim diye bütün yaşamı
boyunca uğraşmaktadır. Bu kanunda bu yurttaşın payı yok mu arkadaşlar?... (a. g. y., C. 17, S.
128-129)
17. madde demincek arz ettiğim sorunlar dolayısıyla kanunun ruhunu oluşturmaktadır.
Eğer şuradaki toprağı alıp buradaki yurttaşa vermeyecek ve bunlar böyle cüce bir tarım içinde
bırakılacaksa kanunun ayağına köstek ve çalışanların eline de kelepçe vurmuş oluruz...
Arkadaşlar;, son söz olarak kürsüden inmeden söyleyeyim. Üç milyon çiftçi ailesini
oluşturan 15 milyon Türk halkı bundan, sizin vicdanınızdan gelecek olan oyların sesini bekliyor.
Bunları ümitsiz boş çıkarmayalım. (a. g. y., C. 17, S. 130)
Sedat Çumralı (Konya) Menderes Arkadaşımız kanun tasarısının çarçabuk hazırlandığını ye
bir ivedilik havası içinde Büyük Meclis’e ve komisyona geldiğini söyledi. Yıllardan beri sürüp gelen
bu divanın hallinde acele mi edildiğinin, yoksa geç mi kalındığının muhasebesini tarih yapacaktır.
(a. g. y., C. 17, S. 133)
Toprak, bir yurttur. Umumî Harpte, Millî Mücadelede memleketin sıkıntılı günlerinde para
yardımı, buğday yardımı yapan yurttaşların yanında bu topraklar için kanını dökenler de vardır.
(*) Çıkaracağımız kanunu, sessiz sedasız bekleyenler de vardır. Bunların da hakkını gözetmek
milletvekillerine düşen ödevlerin en büyüğüdür... (a. g. y., C. 17, S. 134)
Alaettin Tiridoğlu (Kütahya) “... Bu kanun arkadaşlar bilirsiniz ki, Cumhuriyet Halk
Partisinin kurulmasıyla rejimimizin kurulmasıyla başlayan bir konudur.
R. Kaplan (Maraş) Nazilikten sonra mı?
A. Tiridoğlu (devamla) Nazilik olmadığını Atatürk’ün bir sözü ile şimdi ispat edeceğim: 1
Kasım 1936 Atatürk’ün nutku: Toprak Kanununun bir neticeye varılmasını Kamutayın yüksek
hizmetinden beklerim. Her Türk çiftçi ailesinin geçinecek ve çalışacak toprağa malik olması
elbette gereklidir. Vatanın sağlam temeli ve imarı bu esastadır.
(*)
ÜNYE’Lİ RIZA
Beş Karadenizliydiler,
Yaşları elliden öte köy köy,
Köylerinde duymuşlardı Çanakkale Savaşlarını,
Başvurdular komutanlığa gönüllü oldular,
Verildiler 21. Alayın 1. Bölüğüne,
Üstleri başları köy köy.
Gözetlemelerde, keşiflerde çalıştılar
On gün içinde ikisi şehit düştü köy köy.
Üçü, dediler ki öğrendik şu kan yiyen düşman makinelisinin yerini.
Aşacağız tel örgülerden siperlerden, ulaşacağız,
Tüfeği alıp getireceğiz, ha yüzbaşım?
İstediler, dayandılar, direndiler köy köy.
Kasaturalarını, kamalarını, beşer de bomba aldılar yanlarına,
Saat 1.30, karanlıkta yok oldular, düşmana doğru köy köy.
Bütün İngiliz Siperlerinde fırladı silahlar uykularından;
Tıs yok. Gece daha gece. 2.45 de bomba patlamaları kocaman göklerce.
15 dakika toprak ateşle kükredi orda,
Sonra en kalın bir sessizlik sardı yeryüzünü köy, köy.
Bizimkiler bekliyordu göz kesilip, kulak kesilip varlığın öbür ucuna dek,
Biraz sonra sürünen bir karaltı, köy köy.
Bu Ünyeli Rıza, kucağında düşman makinelisi, kan içinde,
Anlattı: Bombalardan sonra arkadaşları gırtlak gırtlağa boğuşurken, şehit olurken,
O makinelinin dört erini kamalamış, almış tüfeği,
Dönüvermiş Yüzbaşım köy köy.
(Fazıl Hüsnü Dağlarca: ÇANAKKALE. DESTANI, S. 32-33. Kitap Yayınlan, Ekin Matbaası İstanbul1965.)
Atatürk’ün 1937 deki açılış nutku: Milli ekonominin temeli tarımdır. Bunun içindir ki,
tarımda kalkınmaya büyük önem vermekteyiz. Köylere kadar yapılacak programlı - ve pratik
çalışmalar bu maksada erişmeyi kolaylaştıracak. Bir defa memlekette topraksız çiftçi
bırakmamalıdır. Bundan daha önemli olanı ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilecek toprağın hiç bir
neden ve özellikle bölünmez bir nitelik almasıdır... (a. g. y., C.17, S. 140)
… Arkadaşlar bazı arkadaşlarım bu kanunla mülk sahibi güvenliğine sarsıntı geldiğini ifade
ettiler. Bendeniz aynı fikirde değilim. 4500 yurttaş tarafından savunulan bir mülkiyeti mi hepinize
sorarım? Bu mülkiyet mi daha kuvvetli savunulur? Yoksa yarın sahip olacağı topraklar üzerindeki
milyonlarca ailenin varlığı ile savunulan bir toprak mı daha iyi savunulur? (a. g. y., C. 17, S. 140)
Adnan Menderes arkadaşım, hepiniz biliyorsunuz ki bu kanun tasarısını komisyonda ve bir
günde Meclis’e geçmesinden sonra resmî sözcüsü idi. Bu sayın arkadaş üç ay komisyonda kanunu
işlemez bir hale getirtmek için ince ve nükteli zekasını kullandıktan sonra başbakanın 17. madde
hakkındaki girişimi üzerine bir usul sorunu ele alarak muhalefete geçti... (a. g. y., C. 18, S.65)
H. Tugaç (Ağrı) “... Hasım bir memleket, her şeyden evvel karşı tarafta millî birlik ruhunu
ve tesanütü bozmaya uğraşır ve bunun için elverişli bulduğu her konudan ve özellikle sosyal ve
ekonomik düzensizliklerden yararlanmak ister.
İşte muhterem arkadaşlar, bu kanun tasarısı, bizi şimdi böyle bir sorunla yüz yüze
getirmiştir. Bugün açık bir tehlike şeklinde görünmeyen fakat yarının çok önemli bir davası olan
topraksız çiftçi sorununu halletmek istiyor. Yani toplumsal yapımızda gittikçe büyüyen çelişkileri
ve büyük çıkar farklarını uzlaştırmaya çalışarak millî birliğimiz için tehlike oluşturacak olayları
önlemek amacını güdüyor...
Atılan bu adımlardan geri dönmek memleket savunması sorununun dayandığı temeli
sarsmak demektir... (a. g. y., C. 17, S. 141)
Dr. R. Barkın (Zonguldak) “... İşletilen toprak çiftçinin geçimine yetmediği hallerde çiftçi
köyündeki işiyle gerektiği gibi uğraşamıyor. Büyük şehirlerimizde elinde bir iple sefil ve perişan
bir halde dolaşan, yüklerimizi ve paketlerimizi taşımak isteyen köylüler işte bunlardır. Bunlar
öküzü öldüğü, vergi sıkıştırdığı, ayağına bir pabuç veya sırtına bir
mintan almak zorunda kaldığı zamanlar şehirlere geliyorlar... Bu arada köydeki işleri de yüzüstü
kalıyor, ne iyi işçi ve ne de iyi köylü olabiliyor. Çoğunluğunu köylüler oluşturan toplumumuz
büyük ilerlemeler kaydedemiyor. Bu nedenle köylünün şehirlerde etkisi altında kaldığı bedeni ve
ahlaki hastalıklara, korkunç enfeksiyonlara da işaret etmek istiyorum...”
(a. g. y., C. 17, S. 143)
Dr. M. Canbolat (Gaziantep) “. . 17. madde ne diyor?. Bir çiftliğin üzerinde toprağı
tırnaklarıyla deşeleyen, alnının teri ile sulayan yurttaşlar varsa bu yurttaşa bu toprağı kanun
dairesinde kamulaştırıp dağıtacağız.” diyor. Çiftçileri, tırnaklarıyla kazdıkları, alın terleriyle
suladıkları toprağa sahip etmek neden üretimi azaltıyor? Kanun bu kadar açık, bu kadar soylu ve
bu kadar haklı bir gereksinmeyi de doyurmazsa bu kanunun gülünç olmaktan başka ne niteliği
kalır?... (a. g. y., C. 17, S. 147)
Mardin Milletvekili General S. Düzgören (Köylülerin toprağa, sabana, öküze aşık
olduklarını, yurdun ve milletin savunmasında silaha sarılıp kendini ateşe attığını, tarım işçisinde
toprak aşkı, toprak sevgisi yoktur diyen ve büyük toprak sahiplerini savunan milletvekillerine
askeri meslek yaşamında “Mehmetçik”lerde gördüğü toprak, saban ve öküz aşkını anlatıyor.)
“Sayın arkadaşlar, ben toprak işletmedim, toprak işletmenin yöntemlerini güçlüklerini pek
bilmem. Ancak 40 yıl süren Ordu hayatımda, eli, yüzü, nefsi toprak kokan askerlerle koklaştım.
Onların toprak hasretiyle kavrulan, kıvılcım saçan gözlerinin üzgün bakışlarının acıklı tanığı
oldum. Askere yeni gelenleri toplar, onların yurt sevgisini kuvvetlendirmeğe çalıştığımız sırada,
onların dertlerini, gereksinmelerini öğrenmeyi ve mümkün olan yardımlar yapmağı ödev
edinmişizdir. Topladığımız acemileri önce rençperler bir tarafa, sanatkarlar bir tarafa diye ayırırız.
Bakarız onda dokuzu rençperdir. Bu rençperlerden kendi toprağını işletenler bir tarafa, ortakçılık
yapan, marabacılık yapan, amellik yapanları bir tarafa ayırırız. Bakarız oran yarı yarıya düşer.
Ortakçılık yapanla kendi toprağında ortakçılık yaptıran büyük toprak sahibi yan yanadırlar.
Ortakçının yüzü saz rengi olmuştur. Bedeni kavrulmuştur. Öteki ise gürbüz, benzi kan dolu bir
yurttaştır. Ortakçıya sorarız oğlum evli misin? Başını eğer, yaşlı gözlerini saklar. Çenesinden tutar
kaldırırız, oğlum evli değil misin? Efendim. Nasıl evleneyim, bir ayalım (karım) var köyde filanın
çiftliğinde çalışıyor. Ben yorganımı iple boynuma sarar, günlerce yürür filan beyin çiftliğinde
çalışırım. Ben nasıl olur da çoluk çocuk yetiştirebilirim...?
Aziz arkadaşlarım, bu seviyede ve bu ruhta milletin savunmasında ateş hattında birleşen
bu kişilerin duygularını ve bunların silaha sarılma ve kendini ateşe atması için maneviyatlarının ne
derece olacağını yüksek takdirinize havale ediyorum...”
“... Herhangi bir adamın bir apartmanı olabilir? O apartmanın boyunu azaltır, kısaltır,
keyfine göre her istediğini yapar. Fakat toprak bu milletin kanıdır. Bu toprak üzerine keyfi hareket
ve keyfi mülkiyet olamaz. Sahibi apartmanını yıkarsa Mehmedin, Ahmedin umurunda değildir.
Yalnız bu milletin beşiği olan, yani kan damarı, can damarı olan toprak üzerinde oynamak
kesinlikle doğru değildir. Eğer toprak üzerinde mülkiyeti başka şekilde görür de keyfe bırakırsak
bu harp sırasında toprak ürününün yoksulluğu yüzünden çektiğimiz sıkıntıyı hepimiz biliriz.
Zaman geldi yabancıya el uzatmak gereksinmesinde kaldık. Bir millet ki, gereksinmesini yani
karın doyurma gereksinmesini yabancının kaşığına uzatarak beklerse o milletin bağımsızlığı daima
o yabancının dizgini ve gemi altında sallanır, sürünür kalır.
Askerlerin mektuplarını okurdum. Öteden beriden sorar soruşturur, ferada ferada selamları
arasında topal öküzüme dahi selamımı söyleyin der. Üç dönümlük tarlasını süren öküzüne dahi
selam söyleyen askerlerimiz vardır. Ara sıra karasabanımı okşayın diyen askerin mektubunu
okurken gözlerimiz yaşla dolardı..
Onun için bu tasarıyı yüksek Kamutayın huzuruna getiren Hükümetimize teşekkürlerimi
bildiririm...’ (a. g. y., C. 17, S. 155)
M. Ökmen (Ankara) “... Cumhuriyetin hiçbir devrim hareketi yoktur ki, toprak davası kadar
gecikmiş olsun. Toprak davası kadar direnmelere karşı çıksın. Toprak davası kadar millete en
azından, 15 senedir vaat ettiği halde tahakkuk ettirilmemiş olsun...
Şeyh Şait ayaklanmasının nedenlerini incelerken, daha halk dileklerinin birer yankısı olan
Kurultayların ilki olan 1927 Kurultayını burada yaptığımız zaman milletin milli bir çığlık halinde bir
sesi ile karşılaştık. Bu ses bir kısım yurttaşların bazı yerlerde toprak sahiplerinin zorbalığı altında
çektiği acının sesi idi. (Bravo sesleri alkışlar)
Arkadaşlar sayısı az da olsa, fakat inkar edemezsiniz, ki bu memlekette ana rahminden
toprağa kundaksız düşen ve gece gündüz ölünceye kadar toprakta, toprak içinde ömrünü tükettiği
halde öldüğü zaman toprak altına kefensiz giren Türk çocukları vardır...
R. Kaplan (Maraş) “Mekansızdır, evsizdir, yuvasızdır.
M. Ökmen (Devamla) Arkadaşlar, toprak işi şapka işi değildir, toprak işi herhangi bir
devrimin bir hamle ile yere serebileceği bir iş değildir. Elbette araştırma ister, elbette inceleme
ister, elbette ki uygulama yeteneği isterdi. Biz de öyle yaptık. 15 yıl uğraştık, 20 bin köyde
incelemeler yaptırdık. Milletler Cemiyetinden raporlar getirttik, Avrupa’ya heyetler gönderdik.
Nihayet arkadaşlar, bu kadar çalışmalardan sonra bu kanayan, bu kanadıkça en önce toprak
sahiplerini boğacak olan yaraya bir merhem sürelim dedik. Uygulama alanına geçtik, beş aydır
uğraştık..” (a. g. y., C. 18, S. 69)
“... Tasarının her şeyden önce 17. maddesi iyi bir hal olmadıktan sonra köylünün yıllardan
beri hasretini çektiği toprak konusunda ona ne veriyoruz?...” (a. g. y., C. 18.,
S. 69)
“... Milletin verdiği bu unvanla diyorum ki, komisyonun verdiği eser iyi bir eser değildir. O
halde arkadaşlar bu önerge nerden çıktı ve niçin çıktı bu açıklamakla daha iyi anlaşılır.
Arkadaşlar, milli gereksinmenin yanında hepimizin bu millete verilmiş bir şeref sözü vardır. O
halde biz bu eseri bu haliyle millete sunamazdık. Bu eseri gördükten sonra bu Meclisin geleneğine
uyarak, Meclisin müşterek vicdanı, müşterek bilinci harekete geldi.
Bu müşterek vicdan, bizi tahrik eden bu ileri vicdan, bu ana sütü gibi ak ve pak olan
vicdan, hiç bir iftiranın kirletemeyeceği vicdan, bizim gururumuzdur, bizim erdemimizdir. O
vicdanın yola çıkmasıyla millete bu kanunu hediye için bu önergeyi meydana getirdik.” (a. g. y.,
C. 17, S. 69-70)
“... Naçiz bir Hukukçu, Anayasa Komisyonunun bir üyesi ve Anayasa hakkında alçak
gönüllü bilgiye sahip bir arkadaşınız olarak iddia edebilirim ki, önerge milli iradenin bir ifadesi,
milletin biricik temsilcisi olan Meclis’in şahlanmış bir simgesidir...” (a.g.y.,C.18,S.70)
(Mümtaz Ökmen, Adnan Menderes’in içtenliğinden kuşku duymadığını, ama 323
milletvekilinin yüce Meclis’e verdikleri önergeyi Anayasaya aykırı savında bulunduğunu kastederek
konuşmasını bitiriyor)
“... Hata ettiniz Adnan Menderes, günahkarsınız Adnan Menderes,
Arkadaşlar, bir kaza ettiniz, peygamberi bilmem, Türk Milletini hoşnut etti. (Bravo sesleri
alkışlar) (a. g. y., C. 18, S. 70)
H. Pekcan (Kütahya) “... Arkadaşlar, yurdumuzda geçimlerini toprağa bağlamış (125.000)
topraksız, 800.000’i yetmeyen topraklı çiftçi ailelerinin bulunması sosyal ve ekonomik bakımdan
derhal tedbir alınmasını gerektiren acı bir durumdur...
… Son sözüm arkadaşlar; 17. maddenin yarattığı küçük köylü işletmeleri, küçük köylü
yuvaları Türkiye’mizin milli yapısına temel olacak; köy ekonomisinin kalkınmasında aziz
yurdumuzun topraklarını verimlendirmede, bütünlüğünü kuvvetlendirmede gerçekten büyük
yararlar sağlayacaktır. Köye doğru atılan öz varlığımızla, bütünlüğümüzle ilgili
kültür, bayındırlık, sağlık adımları kuşku yoktur ki, bu devrim hamlesiyle bir kat daha güçlenmiş
olacaktır...” (a. g. y., C. 18, S. 76-77)
A. R. Erem (Çoruh) “... Kanun ve önergenin aleyhinde söylenen sözler arasında deniyor
ki,’”.. Toprak sahibi olanlar bu memlekete yarı ile yoğu ile daima yardım etmişlerdir.” Pek
doğrudur. Öyle olduğu için değil midir ki, Toprak Kanunu topraksız çiftçiyi toprak sahibi yapmak,
mülkiyet sahibi yapmak ülküsünü güdüyor...
Yine önerge aleyhinde söylenen sözler arasında “memlekette en büyük çoğunluğu
oluşturan toprak sahiplerinin topraklarını almak doğru değildir” düşüncesi de vardır. Bu da doğru
değildir. Yasa ve önerge toprak sahiplerinin topraklarını ellerinden almak değil, hiç veya yeter
topraksız çiftçi bırakmamayı hedef tutuyor...” (a. g. y., C. 18, S. 88)
Başbakan Şükrü Saraçoğlu (İzmir) “... Arkadaşlar, ben toprak üstünde çalışan çiftçilere
toprakları yoksa veya toprakları azsa toprak vermek istiyorum. O toprak ister özel kişilerin olsun,
ister devletin olsun, isterse evkafın olsun bunda uyuşmuş muyuz? (a. g. y., C. 18, S.1O5)
…
1- Bir adamın ne kadar toprağı olursa olsun, o adamın’ toprağını alabileceğiz. Ancak ona
bırakacağımız toprak köylülerin aldığının üç katı olacaktır.
2- Alınan topraklara en çok iki misli bedel verileceği kabul edilmişti, ben üç misli
verilmesine razı oldum.
3- Amele sorununda, eğer temelli olarak çalışan amele ise, orada yerleşmiş amele ise,
seve seve, bunların da toprak almaları gerekir kanısını edindik...
.. Adnan Menderes son bir gayretle ameleye toprak vermemek için, ameleye toprak
verdirmemek için elden gelen gayreti sarf etti.
... Dağda oturan köylü vardır, çiftlik de ova da oradadır, bu köylüler bu çiftlikten toprak
alacaklar mı, almayacaklar mı? Kanuna göre fikriniz nedir? Diye birer birer fikirlerini sordum.
Arkadaşların hepsi alacaktır dediler. Yalnız Emin Sazak; bunu kavrayamadığını söyleyerek “Eyvah
asıl şimdi yanmışız” dedi... (a. g. y., C. 18, S. 106)
... Millet bizi buraya inat koşusu yapsın diye göndermiş değildir. Biz aklımızın erdiği gibi iş
yapmakla yükümlü adamlarız...
Çünkü bizim. en büyük varlığımız Büyük Millet Meclisi’mizdir. Çünkü Büyük Millet Meclisi’ne
dil uzatmak kimsenin haddi değildir...
İki arkadaşımız bu kanunun genel görüşmesi yapılırken birisi fikirlerine olabildiği kadar
elbise giydirmeğe çalışmakla beraber oldukça açık bir fikir ortaya attı. Ona göre bizim bu
yaptığımız Bolşevikliktir, komünizmdir. Diğer bir arkadaşımız da bu kanunu nitelendirirken
doğrudan doğruya Nazi sistemi unvanını vermekte duraksamamıştır. Garibi şudur ki, iki uçta
oturan bu adamların ikisi de aynı şeyi istedikleri halde birisinin doğunun son basamağını, birisinin
de batının son basamağını görmesi, gösteriyor ki, gerçekten yaptığımız kanunun tamamıyla
memleketin gereksinmesine yetecek bir kanundur. Arkadaşlar bu kanunda bir tek koku vardır:
Türk kokusu.
Bu kanunda bir tek iyilik vardır; Türk iyiliği ve Türk köylüsüne doğru olan iyilik...”
(Alkışlar) (a. g. y., C. 18, S. 107-108) (*)
Alkışlarla kabul edilen Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, TBMM’de görüşülürken karşı
çıkanlar-görüşlerini savunduklarında:
“Türkiye Cumhuriyeti aile mülkiyeti üzerine kurulmuştur. Ailelerin elinde bulunan topraklar
bu ailelerin itibarını sağlamıştır. Toprakları ellerinden alınırsa itibarları sarsılacaktır. Bunun için
yasalarımız aile mülkiyetini korumak zorundadır. Biz Birinci Cihan ve Kurtuluş Savaşlarında
askere istenen buğdayı verdik. Toprak Kanunu Tasarısının amacı ise kişilerin elinde bulunan
büyük çiftlikleri gasp etmektir. Oysa büyük çiftlikler memleketin yararınadır, bölünmemelidir...”
Toprak Kanunu Tasarısını destekleyenler de: “Topraksız yurttaşlara toprak, verilmesi için
1937’de ANAYASA’ya bir fıkra kondu. Büyük toprak sahibiyiz diyenler her devirde devletin
güçsüzlüğünden yararlanarak toprak sahibi oldular. (1) Kendilerine geçinecek kadar
(*)
“Türk köylüsünün, memleketin efendisi sayılıp üstünde çalıştığı toprağa hak kazanması.
(İstiklâl Savaşını kazanır kazanmaz Türk Köylüsüne toprak kanununu söz veren ve bu sözünü
gerçekleştiremeyen Atatürk’ü ülküsüne yan çizmekle suçlandıran aydınlarımıza şunu sormalıyız:
Bu kanun tasarlamakla toprak ağalarına ilk şamarı vuran Mustafa Kemal’in ardından siz, hangi
gerçekçi yollardan, hangi savaşı açtınız ve halkın “makus talihini” yenip de toprak ağalarını
yenemeyen Mustafa Kemal’e hangi köyde, hangi silahlarla, nasıl yardım ettiniz? Atatürk’e toprak
kanununu gerçekleştirmedin, demek kolay amma Atatürk’e bu kanunu gerçekleştirmekte yardım
etmek zordur. Bu iş toptan çözümlenir diyenlerse, devrim yapmayı başkalarına bırakanlardır.
Atatürk yapabileceği kadarını başkasına bırakmadan yapan adamdı.” (Sabahattin Eyüboğlu: Mavi
ve Kara; S. 40).
(1) 1- Celâli İsyanları döneminde kadı, müderris, tımarlı sipahi ve dirlik sahipleri ile ümeralar
(binbaşı, yarbay, albay rütbelerinde bulunan fermanlı subaylar) yerli halktan kudretli olanlar geniş
ölçüde çiftlikler kurdular; hatta bu gelenek Selçuklular döneminde de vardı. “İstanbul çevresi,
Bursa, İzmit, Balıkesir, Trakya gibi verimli toprak bölgelerinde “ekâbir, çiftlikleri” sanki biri
birlerine çitili idiler... ‘ (Prof. Mustafa Akdağ: Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası “Celâli
İsyanları”, S. 490-491, Bilgi Yayınevi, 1. Basım, 1975 Ankara.
2- Tanzimat döneminde “... Aşar ticaretini elinde tutan bir eşraf sınıfı türedi. Bu sınıf, aynı
zamanda tefeci, murabahacı; halkla hükümet arasında aracı ve nihayet borçlandırmalar yoluyla
köylünün toprağını yok bahasına kapatan toprak ağaları, toprak beyleri şeklinde gelişti..” (Şevket
Süreyya Aydemir: İkinci Adam, C. 2, S. 308, İkinci Baskı.)
3- İkinci Meşrutiyet döneminde; Galip Paşa adında biri Mihaliç ahalisinin merasını zorla ele geçirir,
devlet de onu korur. (Ahmet Şerif: Anadolu’da Tanin; 5.18. Kavram Yayınları. Hilâl Matbaacılık,
İstanbul 1977.)
a) Nallıhan’ın Çayırhan köylüleri: “Ankara ‘da Sevdaviyye (?) ve Seyfiyye Medrese/eri
vakıflarından 140.000 dönüm meramız vardı. Burada vaktiyle 20.000 hayvanımız otlardı. Fakat
mütevellisi olan Tevfik Efendi vakfiyenin şartları gereğince alım ve satıma yetkisi olmadığı halde,
burasını 500 liraya Hilmi Efendi’ye sattı... Hürriyet oldu. (Meşrutiyet ilan edildi) biz artık her şeyin
yoluna gireceğini sandık, sevindik. Hilmi Efendi’nin meralarımıza soktuğu dayanan çıkardık...
Dahiliye Nazırı Talat Bey bile bizi haksız çıkardı. Meranın Hilmi Efendi’ye teslimi ve
hayvanlarımızın meraya sokulmamasını bildirdi...” (a. g. y., S.129-131.)
4- Cumhuriyet döneminde: “Medeni Kanunun 639. maddesinin bıraktığı açık noktalardan
yararlanan azılı toprak ağa/arı bilhassa Güneydoğu Anadolu’da boş ve tapusuz toprakları kendi
mülkiyetlerine geçirebilmişlerdir. Bu suret/e de, bu bölgelerdeki derebeylik kalıntısı hâkimiyetlerini
kanunla da pekiştirmek imkanını bulmuşlardır..” (Ş.Süreyya: İkinci Adam, C.2, 5.339).
(5 000 dönüm) toprak verilecektir. Alınan toprakların bedeli günlük rayicin kat kat fazlasıyla
devlet tarafından ödenecektir. Gasp bunun neresinde? Devlet düzeninin güçlü olması için bu
tasarının gerçekleşmesi gereklidir. Toprak kanununa zaruret vardır. Zaruretler, adaletle bertaraf
edilir. Savaşlarda buğday yardımı yapan yurttaşların yanında bu topraklar için kanını dökenler de
vardır. Bunların da hakkını gözetmek milletvekillerine düşen ödevlerin en büyüğüdür...”
BMM’nin üç aydan fazla bir uğraşısı ile Çiftçiyi Topraklandırma Tasarısı kanunlaştı.
Hükümet uygulamaya başlamadan karşıtlar Demokrat Parti’yi kurdular. CHP’nin içindeki toprak
ağalarının çoğu ve onları destekleyenler de “Çok partili dönemi yaratacağız” diyerek DP’ye
geçtiler. Hükümet CHP’nin zayıflayacağı kanısıyla ÇTK’nın uygulanmasını savsakladı. Bunu gören
Tarım Bakanı Şevket Hatiboğlu istifa etti. Yerine Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nun çıkarılmasını
istemeyen ve Çukurova’nın toprak ağalarından olan Cavit Oral Tarım Bakanı oldu. 1946
seçimlerinden sonra hükümet CHP’nin sağ kanadından oluşturuldu. Onlar da bu Kanunu yürürlüğe
koyamadılar. 1950 seçimini Demokrat Parti kazandı. Bu parti
de öteden beri istemediği Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’nu uygulamadı. Köy Enstitülerini de
kapattı. Kalkınmaya muhtaç olan köylü çocuğunun, devletçe okutulmasından ve topraksız
insanların toprak sahibi edilmemesinden ötürü gene kendi kaderine terk edildi. 1960’dan sonra
“Devrim yaptık” diyen ve Atatürkçülüğü ile övünen Komutanlar, ne de iktidar partilerinin liderleri
topraksız köylüyü topraklandırma reformunun sözünü bile ağızlarına almadılar. Oysa bugün
Türkiye’de milyonlarca insan açık ve gizli işsizlik yüzünden sıkıntı çekmektedir. Bunların, günlük,
aylık ve yıllık iş gücü kaybından ötürü memleketimiz her yıl milyarlarca liralık değer yitirmektedir.
Eğer toprak reformu uygulansa idi çiftçiyi destekleyen üretim kooperatifleri, ürettiği malları en
azından % 80 kâr ile satış kooperatifleri, tüketeceği malları en ucuza sağlayarak tüketim
kooperatifleri ve köy birlikleri kurulup gelişecekti. Böylesine örgütlenen çiftçi daha çok kredi
kullanarak daha çok ürün üretip tüketecekti. Kentlerimizdeki sanayi ürünleri her köylünün evine
girecekti, sanayi gelişecekti. Burada bir kısım gerçeklere daha dokunmak gerekmektedir: Atatürk
döneminde illerde Ziraî Kombinalar kurulmuştu. Bunların işlerliğini Mahmudiye çevresinde
gördüm. Kombinanın traktörleri, biçerdöverleri, kamyonları, çeşit çeşit pullukları, mibzerleri...
vardı. İsteyen köylülerin ekinlerini zamanında eker, harman zamanı ekinlerini biçer, döver ve
nadaslarını yapardı. Bu hizmet karşılığında uygun bir ücret alırdı. Kombinanın araçları için bakım
işlikleri, ustaları, şoförleri ve ekip başları vardı. Araçlar harıl harıl iş görmekteydi. Bu yararlı
kuruluşlar da ne yazık ki, gene genci zihniyet yüzünden Toprak reformu gibi kurban edilmişti. Bir
bakıma birer tüketim ürünleri kuruluşu olan Toprak Mahsulleri Ofisi ile Et Kombinalarına sahip
çıkıldı da milyonlarca çiftçinin iş gücünü ve üretimini artıracak olan Ziraî Kombinalara, milyonlarca
işsizi el kapılarında kul olmaktan kurtaracak olan Çiftçiyi Topraklandırma Kanununa sahip
çıkılmadı?..
Tarihi bilinçli olarak okumak, öğrenmek güzel şey. Herkes kendi tarihimizi bilelim ki neyi
yapacağımızı, neyi yapmayacağımızı da bilelim der. Ne güzel yargı. Acaba bunu diyenler ve biz
gerçekten tarihimizi biliyor muyuz? Bu açıdan bakarak köyden başlayıp günümüze kadar
geldiğimiz tarih? yaşantımıza bir göz atalım. Eti köyünü gördük. Köylünün toprağı var. Toprağında
köleleri ile beraber çalışır. Arabası var. Mabedine gider, orada birasını içer. Evde sofrasında aşının
yanında bira içer. Başkasının işinde çalışmaz. Yasalar baştanbaşa çiftçi bir devletin
gereksinimlerine göre düzenlenir.
Osmanlı’da köylü dirlik sahiplerinin (has, tımar, zeamet) toprakları ile kendisine işletme
hakkı verilen toprakları eker. Ağır vergiler verir. “Celâli İsyanları” döneminde ümera (binbaşı,
yarbay, albay ve dirlik beyleri) bitek topraklara yerleşen köylüleri yurtlarından kaçmaya zorlarlar.
Kaçan köylülerin topraklarına yerleşirler. Bu topraklar hiç bir dönemde köylülere geri verilmez.
Zavallı köylü, “Padişahım çok yaşa” diye bağırır...Dünyada büyük devrimler olur. (A.B.D., Fransız)
Hürriyet, adalet, kardeşlik bildirileri yayınlar. İlkeleri Osmanlı ülkesine de sıçrar. Genç Türkler;
(Jön Türkler) “Hürriyet!. Adalet!.. sesleriyle ortalığı uyarır. İlkeleriyle Meşrutiyeti ilan eder. Köylü
yeni doğan çocuğunun adını “Adalet, Hürriyet” koyar. Ama öteden beri süregelen köydeki ağa
egemenliği köylünün tapulu mülküne, hayvanını otlattığı meraya gene sahiptir. Hakkını arayan
köylüye hükümetçe kendi hakkı olan merası ve toprağı zorbanın elinden alınıp verilmez.
Meşrutiyet Hükümeti de ağayı tutar. Bilinçsiz köylü yine “Padişahım çok yaşa” dileğini sürdürür.
Hasreti çekilen Cumhuriyet’e kavuşulur. Üst yapı devrimleri yapılır. (KİT)ler kurulur. Yollar
yapılır. Ordu modernleştirilir... Ama köylü okutulmaz. Topraksız köylü için toprak yasası
çıkarılmaz. Mustafa Kemal, cephelerde beraber savaştığı köylü için “Köylü bizim efendimizdir” der.
Onun ayak direnmesiyle köylü okutulmaya başlanır, toprak reformu yasası çıkarılır. Yasa toprak
ağalarınca işletilmez. (İleride bu konulara yine değineceğiz) Topraksız köylü ekmeğini kazanmak
için yorganını sırtına alır, kente göçer? Hazine arazisine bir gecekondu yapar, içine tüner.
Gecekondusu başına yıkılır. Ekmek derdiyle yad ellere gider:
“Gurbet elde baş yastığa düşünce
Hecetaşı bir çalıdır garibin...”
Türküsünü çağırır. Köyde kalan analar da: “El kapısında kul, parası pul, karısı evde dul kalan
oğlum.. yiğidim.. koçum..” diye bağrını döver. Çözüm. Çözüm gökte değil, Cumhuriyet’in
ilkelerinde. Köylünün okutulmasında, toprak reformunda, Kaldırdığı ürünü değeriyle satacak,
tüketeceği malları birinci elden alıp köylüye ucuza tükettirecek kooperatifçilikte. Bu aşama
köylüye neyi kazandıracaktır? Cumhuriyet yönetimine katılmayı, aracıya, hurafeciye
sömürülmemeyi, kişilik sahibi olmayı, çağın getireceği daha iyi yönetimlere katılmayı...
Çağın getirdiği sorunlara gelince: Osmanlı İmparatorluğunun geri kalmışlığını yeniçeri
ordusunun disiplinsizliğinde arayanlar onun yerine güçlü bir ordu kurulunca her şeyin
düzeleceğini, devlet düzeninin kurulu bir saat gibi tıkır tıkır işleyeceğini sanırlar. Oysa XVII.-XVIII.
yüzyıl Avrupası’nda devletlerin gelişip varlıklı olmasının nedenleri başkadır. Avrupa, Papalığın
engizisyonlarından (işkencesinden) yılmaz. “Düşüncede uyanış, yaşama dönüş” denen Rönesans’ı
yaratır. Matbaanın gelişmesine hız verir, kitaplar yüz binlerce basılır, okunur. Halkın okuması
kolaylaştırılır. iş ve meslek okulları XII. yüzyılda açılmaya başlamıştır. Yeni yeni üniversiteler
açılır. Halkın kültür düzeyi yükselir. Hümanizm e reform hareketleri başlar. Bir çok sanat ve düşün
adamları yetişir. ABD’de daha sonra Fransa’da devrimler olur. Bu devrimler özgürlük, adalet,
kardeşlik ilkelerini insan lığa duyururlar. Krallıklar sallanmaya başlar, derebeylik yıkılır. Merkezi
hükümetler kurulmaya başlar. Devletin başına her yönüyle güçlü kişiler geçirilir. Din ve devlet
işleri biri birinden ayrılır. Laiklik devlet yönetiminde yerini alır. Ünlü yazarlar insanlığın dertlerini
kitaplarında dile getirirler. Buhar makinesi bulunur. Sanayide kullanılması ile sanayide birinci
devrim başlar. Makine ile üretim yapan ülkeler el sanatlarında kalan ülkeleri pazar yapar. Kıtalar
arası ticaret gelişir.. Sanayi ülkeleri mallarını pazarlara ulaştırmak için buharla işleyen lokomotifli
trenler, buhar gücüyle işleyen gemiler taşımacılıkta kullanmaya başlanır.
Uluslararası diplomasi, ticaret ve sanayi örgütleri kurulur. Kapitalist bir sınıf türer. Yeni
sanayisi ile güçlü silahlar yapar, ordularını bu silahlarla donatır. Üniversite ve meslek okullarında
yetiştirdikleri uzman elemanlarla ordularının her daldaki kadrolarını doldurur. Afrika, Asya,
Avustralya ve Amerika kıtalarında geri kalmış ülkeleri sömürge yapar, insan emeğini ve doğa
kaynaklarını sömürür, dünyaya egemen olmaya başlar.
Osmanlı İmparatorluğu’nda ordudaki ilk değişikliği yapmayı düşünen Padişah Genç Osman
(1618-1622) yeniçeri ve ulema gücüyle hemen boğulur. Matbaa ulemanın oluru ile 277 yıl sonra
İstanbul’a sokulabilir. Medreselerde iş eğitimi yoktur. Arap harfleriyle Kur’an, tecvit, ilmihal
okutulur. “Dersler çocuğu yaşama hazırlamaktan çok ahrete, Tanrı’nın selametine vardırmak için
yapılır...” Ulema, şeriat ve adalet işleri için yetiştirilir. “Ulema gerçek bilginin cahilidir.” Orduda
“Yeniçeri ocağı devletin otorite kaynağı olmaktan çıkar. Ocak, devlet içindir prensibi yerine devlet,
ocak içindir formülünü koyar.” Yeniçerilerin oluru alınmadan hiç bir yenilik yapılamaz. Bu durumu
bilmezlikten gelerek yenilik yapmaya kalkanların mevkileri, kelleleri gider. Genç Osman, III.
Ahmet, Sadrazam Halil Hamit Paşa, III. Selim bunlardandır.
Osmanlı imparatorluğu el sanatlarıyla elde ettiği pazarları Avrupa’nın makineleşen sanayii
karşısında yitirir, koca imparatorluk Avrupa’nın pazarı olur. Ulema, “devletlerarası ilişkilerde;
“İslam bir devletin Hıristiyan bir devletle eşit esaslar içinde, imparatorluğun ilişki kurduğu
Batılıların daima kâfir olduklarından, uygarlıklarının küfür sayıldığından dem vurarak
imparatorluğun İslam kamuoyunu Batılı olan her şeye düşman yapar...”
Osmanlılarda padişahlar bilgi, cesaret, otorite .ve yetenekli oluşlarına göre taht’a
çıkarılmaz. Padişah adayı şehzade kudretsiz, otoritesiz, bilgisiz ve aklından zoru da olsa sırası
gelince padişah olur. (1)
III. Selim (1789-1807) “Testiye kurşun, keçeye pala sallarız” diyen yeniçeri ve ulemayı,
devlet kuruluşlarını ıslah etmeye kalkar. Nizamı Cedit askerlerini bu iki sarı arı ocağı yanında
kurar, yetiştirmeye başlar. Eskiyle yeninin uzlaşmazlığını önemsemediğinden kellesi gider. Yaptığı
ıslahat da ortadan kaldırılır.
II. Mahmut ulemayı yanına alır, yeniçeri kışlalarını başlarına yıkar. Kendisinden önceki
padişahların açtığı mühendishane, tersane ve harp sanayiini geliştirir, Harp ve Tıbbiye okullarını
açar, devlete çekidüzen verir. Ulema ona da “Gavur Padişah” der.
Tanzimat hareketi daha çok gayrimüslimlerin bağımsızlık savaşını önlemek amacıyla imparatorluk
genelinde mal, can, ırz, namus ve devlet katlarında bütün yurttaşların çalışma haklarını
güvenceye almaya çalışan teokratik bir hareketti. İmparatorluk parçalanır korkusuyla Türklere
“ben Türküm, Türk milletindenim dedirtilmez, köylülere işe “eşek Türk” denir. (2)
“Genç Osmanlılar” (Jön Türkler) hareketi, imparatorluğu içerden gayrimüslimlerin
parçalamaya, dışarıdan düşman devletlerin yıkmaya çalışmasını önlemek için Meşrutî bir yönetim
getirmeyi amaçlar. Bu yüzden I. Meşrutiyetin önderlerinden Mithat Paşa ve arkadaşlarının kelleleri
II. Abdülhamit’in tepkisiyle uçurulur. Mebusan Meclisi dağıtılır. II. Meşrutiyeti Genç Osmanlıların
asker kanadı gerçekleştirir. Bu da 31 Mart Vakası ile tepelenmek istenir. Bir kısım Harp Okullu
subaylar öldürülür. II. Meşrutiyeti gerçekleştiren askerî güç 31 Martçıları ezer. Ulema ümmetçiliği
karşısında, Türk milliyetçiliğini, yabancı ortaklığı ticaret yanında, ekonomide devletçiliği,
şeriatçılığa karşı, laikliği benimser. Ama yönetimde şeriatçı kadro ile işbirliği eder; ödüncül ve
çekingen uygulamadan kendini kurtaramaz. Bu yüzden de Türkiye genelinde meşrutî bir
yönetimin ilkelerini gerçekleştiremez, gene ezilen köylü eski ezikliğini yaşamında çeker. Osmanlı
yönetiminde Batılılaşma (ıslahat) hareketleri açıkça imparatorluktaki Batıcı, Doğucu güçlerin
çarpışmasıdır. (3) Doğucu güç, var olanın savunucusudur. Batıcı güç ise durmadan değişen,
gelişen yeniliğin yanındadır. Doğucu güçlerin kanlı tepkilerine karşın orduda, teknikte, eğitimde
ve yönetimde özledikleri yeniliği devletin koşullarına göre yılmadan yapmaya devam eder. Ulema
gücü ise her zaman yitirdiği eski dönemin hasretini çeker, eskiye kavuşmak için yenilik
düşmanlığından vazgeçmez.
Sonuç: Osmanlı İmparatorluğunda ulema-padişah, Meşrutiyet döneminde laik
meşrutiyetçi-şeriatçı ikilisi de imparatorluğu kurtaramaz “Roma gider, papalığın tutuculuğu
yerinde kalır” durumu ortaya çıkar.
Koca imparatorluk, 400 yılda Genç Osman’ın boğulmasıyla, Lale Devri’nin yıkılmasıyla,
matbaanın 300 yıl geciktirilmesiyle, Nizamı Cedit’in kanlarla çiğnenmesiyle, Jön Türkler
hareketinin sürgünlerle, zindanlarla, cellatlarla durdurulmasıyla çöker. Buna karşın I.
ve II. Meşrutiyet döneminde Türk toplum yaşamına yön verecek Batıcı görüşte çok değerli
yazarlar, ozanlar, askerler, siyasa adamları yetişir. Halka yönelik eğitimin savunucuları da bu
dönemde ortaya çıkar. 1911’de Maarif Nazırı olan Emrullah Efendi, İttihat ve Terakki’nin eğitim
programı hakkında yayınladığı broşürde: “ ... Evet bir milletin ahlâkça derece-i
tekamülünü arar mısınız? Mahakim-i cezaiyenin fezlekelerine bakınız. Dünyanın her
(1) Prof. Enver Ziya Karal: Yakınçağ Tarihi, S. 7-13.
(2) Ziya Gökalp: Türkçülüğün Esasları, s. 31-32.
(3) Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya: Türkiye’nin SiyasîT Hayatında Batılılaşma Hareketleri,
S. 160-161.
tarafında bu fezlekeler irae ve ispat eder ki, bir kavmin ahlâkı maarifin derecesiyle mütenasiptir.
Okullar mamur oldukça hapishaneler harap olur… Memleketin her tarafında okuyup yazmayı
bilmez yüzlerce çocuk vardır ki, serseriyane bir hayat sürüyorlar, her cihetten habaset ve cinayet
dersleri alıyorlar Sanki her gün kesbi vahamet eden bu şey, bu fenalık bütün raporlarımızda
mezkur değilmiş gibi. Çocuklarımızı ne yapalım? Bu soruyu kimse düşünmüyor, fakat belki diğer
bir soru, yani o çocuklar bize ne yapacak? Hiç olmazsa bu bizi düşündürmelidir.
Bir bakıma haif kimseler diyecekler: “Ne yapalım, bu çocukları cebren okula yollayacak bir
kanun yapamayız, hakkımız yok.” Nasıl? siz bir adamı hapishaneye gönderiyorsunuz, bunda
hakkımız var da onu şeref ve namus iel yaşatacak bir kanun yapmaya hakkımız mı yok?” (4)
Mustafa Kemal gerçeğine gelince:
I. Cihan Savaşı yenilgisiyle yurdu işgale kalkan düşmanlara karşı bağımsızlık savaşını göze
alan Mustafa Kemal, kendi karargahı ile Anadolu’ya çıkar. Erzurum, Sivas Kongreleriyle halkı
yanına alır. Bunu gören Padişah onu görevinden uzaklaştırır. Sarayın anlaşmaz tutumu karşısında
Heyeti Temsiliye ile TBMM’ini açar. “Ya istiklal ya ölüm” sloganı ile halkı ve orduyu yanına alan
Mustafa Kemal, manda düşüncesini ret eder. Cumhuriyetle yönetilen, bağımsız Türk devletini
kurmak için emperyalist güçlerle savaşır. Bağımsızlık savaşı İzmir’de utku ile biter. Yanında
bulunanlara “Yunanlıları denize döktük. Şimdi asıl düşman üzerine yürüyeceğiz...” der. (5) Bu
düşman, Genç Osman’dan bu yana her yeniliğe karşı çıkan “kara kuvvet”tir. Ulemayı yanından
uzaklaştıramayan ilerici padişahlar dönemi hatta II. Meşrutiyet Batılı anlamdaki devrimleri
gerçekleştiremez. Bunların yıllarca bir arpa boyu yol almadıklarını gören Mustafa Kemal,
Cumhuriyeti laiklik temeline oturtur. BMM’inin gücüyle saltanat kaldırılır. (1 Kasım 1922). 29 Ekim
1923’te de Cumhuriyet ilan edilir. Teokratik yönetimin kuruluşları olan medreseler, tekke ve
zaviyeler kapatılır. Eğitimde birlik sağlanır. Şer’iye mahkemeleri kaldırılır, bağımsız mahkemeler
kurulur. Bu gidişi gören silah arkadaşları, Mustafa Kemal’e karşı dinî inançlara saygılı dedikleri
Terakkiperver Fırkasını (Parti) kurarlar. Doğuda Şeyh Sait ayaklanması baş gösterir. Arkasından
İzmir suikastı hazırlanır. Bu tepkilerin Cumhuriyete karşı yapıldığı ileri sürülür. Terakkiperver
Cumhuriyetçi Fırkası kapatılır. Ayaklanmalar ve suikastlar bastırılır, Mustafa Kemal alnının teriyle
kurduğu Cumhuriyetin kurbanı olmaktan kurtarılır.
Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşını kazanmak için aşiret reisiyle, Nakşibendi şeyhiyle,
dağdaki Yörüklerle, hoca, ağa ve mütegallibe ile işbirliği yapar, onları dinler. Ama devrimlerini
yaparken kendi düşüncesine uymayan hiç bir kimsenin dediğini dinlemez, devrimlerini
gerçekleştirir. Türkiye Cumhuriyeti çağdaş devletler arasında hak ettiği yeri alır.
Cumhuriyet kurulunca her iş bitivermez.. Memlekette sanayi yoktur, sanayi kuracak zengin de
yoktur. Devlet halkın parasıyla Sümerbank, Etibank ve Toprak Mahsulleri Ofisini, kimya, şeker,
kâğıt ... sanayilerini kurar. Demir, deniz yollarına önem verilir. Kentlerde liseler, meslek okulları
ve üniversiteler açılır. Köyler yüzyıllarca eğitimde savsaklanmışlardır. Yurt için canını veren
Mehmetçik’in bir çoğu topraksızdır, gurbetçidir. Mustafa Kemal köylünün değerini bilen bir devlet
başkanı olarak Osmanlı güzidesinin (seçkininin) eşek Türk dediği (6) köylüye “Efendimiz” der.
Köylünün okutulmasını, toprak sahibi olmasını ister. Bu konuda bir vurgulama yapmamız
gerekmektedir. TBMM’ine girenlerin hepsi Mustafa Kemal gibi değildir. (O dönemdeki CHP’de
olanlar) Kendi eliyle kurduğu CHP’sini oluşturanların bir kısmı toprak ağası, aşiret reisi, derebeyi
kalıntısı mütegallibe, tarikat şeyhidir. Bunlar cumhuriyetin niteliklerini, işlevlerini gereğince
bilmezler. Köylünün okutulması, toprak sahibi yapılması,
(4) Hakkı Tonguç: Canlandırılacak Köy; s. 189-191.
(5) Falih Rıtkı Atay: Kurtuluş; s.28.
(6) Ziya Gökalp: Türkçülüğün Esasları; S. 38, “Eski Osmanlı güzideleri köylüleri eşek Türk diye
tahkir ederdi.”
ekonomik ve sosyal yönden kalkındırılması onların sorunu olamaz. Ama bunların arkasında
cumhuriyeti bilip de işlevlerini işlemez hale sokmak isteyen hocalar, paşalar ve siyasa adamları da
vardır.
CHP’nin öbür kanadı ise II. Abdülhamit’in, II. Meşrutiyetin çekişmeli dönemlerini bilinçli
olarak yaşamış, laik görüşlü kişilerdir. Bunlar Cumhuriyetin adaletinden herkesin yararlanmasını
isterler.
Köylü kitleleri ise yüzyıllarca okutulmadıklarından siyasî düşünden yoksundur. Kurtuluş
Savaşı günlerinde köylülerden İngiliz altınlarıyla Kuvva-yı Milliye’ye karşı ayaklandırılmış Sait
Mollaların, Zeynel Abidinlerin, Anzavurların, Delibaşıların... yanında dövüşenler vardır. Onların ve
dış düşmanların karşısında dövüşenler Kuvva-yı Milliye’yi canıyla, malıyla destekleyenler ise
sayılamayacak kadar çoktur. Köylünün düşman saflarda dövüşmesi onun okumasızlığındandır,
düşünceden yoksun bırakılmasındandır.
Atatürk, 1933’lerden sonra köylünün kesinlikle okutulmasını ve toprak sahibi olmasını
ister, hükümeti bu yönde harekete getirir. 1936 yılında ilk olarak Milli Eğitim alanında öğretmen
gönderilmeyecek kadar küçük köylerde okuma ve yazmayı öğretecek Eğitmen Kursları açılır. Bu
kurslara askerliğini çavuş, onbaşılıkla geçirmiş, okuma yazma bilen, becerikli kişiler alınır. 10 lira
ücretle köylere atanan eğitmenler eğitim ve öğretimde başarılı da oldular. 1940’ta da büyük
köyler için Köy Enstitüleri açılır. Bu dönemde II. Cihan Savaşı yapılmaktadır. Savaşta, atom
bombalarına varıncaya dek öldürücü silahlar kullanılır. Köyler, kasabalar, şehirler harabeye döner.
Milyonlarca insan ölür, milyonlarca insan sakat kalır. Japonya’da Hiroşima ve Nagazaki kentleri
A.B.D. tarafından atomla yok edilir. Sağ kalanlar da radyasyon etkisiyle sürünmeye terk edilir.
CHP Milli Eğitim Bakanlığı, yüzyıllarca okumasız bırakılan 40.000 köyü okula, öğretmene
kavuşturmak amacıyla 10 yıllık bir eğitim planı yapar; köyde eğitim seferberliği ilan eder. Bu işin
başında Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İ. Hakkı Tonguç vardır.
1944-1946 yıllarında köylü-devlet işbirliği ile 5.000 den çok lojmanlı, işlikli, derslikli, kümesli
okullar yapılır. 20 Köy Enstitüsünden 20.000’i aşkın öğretmen, 2000 sağlık memuru köylerde
görevlendirilir. Türkiye milli eğitim tarihinde ilk defa Sağlık Sosyal Yardım, Tarım ve Milli Eğitim
Bakanlıkları koordine çalışmaya girer. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı köy Sağlık memuru
yetiştirmek için Köy Enstitülerine doktor verir. Köy sağlık memuru olacak öğrencileri
hastanelerinde, laboratuarlarında uygulamalı olarak yetiştirir. Tarım Bakanlığı da eğitmen ve
öğretmenlerin yetiştirilmesi için tarım öğretmenleri verir, toprak sağlamada, veteriner
hizmetlerinde haralarıyla ve üretme çiftlikleriyle Köy Enstitülerine yardım eder. Köylünün
kalkınması için hem köylü, hem de bakanlıklar köyde etkinliklerini sürdürürken karşıt parti olarak
DP’liler biz iktidara gelince köy okullarını yapacağız. Köylüyü angaryada çalıştıramazsınız” diye
okul yapımını aksatırlar. Evet çok hızlı bir gidişti bu. 600 yıl iktidarda kalan Osmanlı
İmparatorluğunun 1912-1913 ders yılında bütün sınırları içindeki ülkelerin köy ve kentlerinde
4194 ilkokul, 7.260 öğretmeni vardır; 242.069 da öğrencisi. Tonguç’un görevden alındığı 1946
ders yılında 13.653 ilkokul, 25.000 öğretmen ve eğitmen, 1.393.034 de öğrenci vardır. Savaşın
etkisiyle millet yoksullaşır. Ordusunu bile gereğince donatamaz. İngiliz ve A.B.D. hükümetleri
Türkiye’ye giysi ve postal gönderir. İngiliz postallarının adı “Çörçil”, A.B.D. postallarının adı da
Ruzvelt konur. Biz Köy Enstitülerinde Çörçil de giydik. Buna değinmemin amacı yokluk içinde olan
memleketimizin II. Cihan Savaşına sokulmaması, yüzyıllarca savsaklanan köyler için çok onurlu
ilköğretim seferberliğine başlanması ve bunlara işlerlik kazandıran Cumhurbaşkanı İsmet İnönü,
Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü Hakkı Tonguç ve bunların
karargahında çalışan adsız yıldızların 5-6 yılda yarattıkları köy eğitimindeki altın çağa değer
biçmek her babayiğidin harcı değildir.
1945 yılında Çiftçiyi Topraklandırma Kanununu TBMM çıkarır. CHP’deki toprak ağaları
yasanın çıkarılmasını Meclis’te önleyemeyince DP’yi kurar, karşıtlığa geçer. CHP’de aynı görüşü
paylaşanlar 1946 genel seçimi sonunda Köy Enstitülerini kuran Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel
ile İlköğretim Genel Müdürü Hakkı Tonguç’u Enstitülerin yöneticilerini görevden alır. Milli Eğitim
Bakanlığına, Köy Enstitüleri Kanunu, TBMM’inde görüşülürken bir çift söz söylemeyen Reşat
Şemsettin Sirer, Köy Enstitülerinin işlevlerinden hiç anlamayan, bir derste 2.000’den çok
“efendim.. efendim..” diyen (psikoloji öğretmenimizdi) Yunus Kazım Köni de İlköğretim Genel
Müdürlüğüne atanır. Amaçları “Enstitüleri milliyetçi, bilgili olarak yetiştirmekmiş” Köy
Enstitülerinin programını değiştirirler. İş pedagojisi, iş pedagojisi tarihi kaldırılır. Ziraî işletme ve
kooperatifçilik dersleri yaşamdan koparılır. İşlik, tarım, inşaat çalışmaları pratikten teoriye çevrilir.
Milliyetsizlikle itham ettikleri Köy Enstitülerinin diktikleri ormanlıklara, bağ ve bahçelere bakılmaz
kurutulur. Merinos koyun, Ankara tiftik keçisi, Hollanda inek ve boğa sürüleri savsaklanmaktan,
hastalıktan ölürler. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne atanan bir veterinere eski öğretmenlerden Nazif
Balcıoğlu: “Veteriner Bey, bu Hollanda inekleri, boğaları yoksul memleketimizin dövizi ile getirildi.
Siz, bu hayvanları pekâlâ tedavi edebilirsiniz” diye rica ettiğinde: “Ben her şeyden önce bir
milliyetçiyim” diyerek hayvanları ölüme terk eder. Eski öğretmenlerden Hidayet Gülen’e bu olayı
sorduğumuzda: “Bekir, Bekir, beni bir daha mı ağlatacaksın. Biz öğrencilerimizle, ölen dev gibi
boğaların, ineklerin başında saatlerce ağladık. Ölenler, kırılıp dökülenler yalnız bunlar mı
sanıyorsun? Yüksek Köy Enstitüsü öğrencileri, olarak Hocamız Prof. Nusret Suman’la beraber
kopya ettiğiniz ünlü Nike ve Efebos heykelleri, Türk büyüklerinden İsmet İnönü’nün büstünü,
kendi elinizle yapıp istasyon alanına diktiğiniz Tohum Atan Köylü heykeli hep yerle bir edildi.
Fatih, Barbaros, Mimar Sinan, Mithat Paşa, Namık Kemal ve Atatürk’ün büstlerine dokunmadılar”
dedi. Bu bayağı öyküyü 1950’li yıllarda Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nde resim-iş öğretmenliği
yapan, 1960’lı yıllarda da beraber Konya Karma Ortaokulu öğretmenleri olarak çalıştığımız
dönemde Ali Birizkent’ten dinlemiştim.
Prof. Heykeltıraş Nusret Suman Güzel Sanatlar Akademisi öğretim üyesi idi. Tonguç’un,
Sabahattin Eyüboğlu’nun hatırı için Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne gelmişti. Kendi seçtiği
Türk Büyükleri büst kalıplarını, Nike ve Efebos heykel kalıplarını da getirtmişti. Yapı Kolu ve Güzel
Sanatlar Kolu öğrencileri olarak Nusret Hoca ile beraber bu kalıplardan kopyalar aldık. İstasyon Hasanoğlan caddesine sıra ile ve muntazam aralıklarla dikmiştik. Hoca ile beraber bir de Tohum
Atan Köylü heykeli yaptık. Onu da istasyon alanına dikmiştik. Ayrıca açık hava tiyatromuzun
cephesini kabartma frizlerle süslemiştik. 1950’li yıllarda Tohum Atan Köylü heykelini Lenin’e
benziyor diye parçalamışlar. Oysa Nusret Hoca ile biz, hatta Sabahattin Eyüboğlu bu heykelin
bizim tohum atan köylülere benzemesi için günlerce araştırma yaptıktan sonra heykelin yapımına
geçtik. Tonguç ve Eyüboğlu’nun eleştirilerinden sonra da heykel son şeklini almıştı. Hiç kimsenin
aklının ucundan bile Lenin geçmemişti. Bu tam anlamı ile bir iftira idi. Nike heykeli, kadın beden
ölçülerinin güzelliği ile sanat dünyasında tanınan bir heykel. Biz bunun kopyasını konuk kantininin
önüne dikmiştik. Bunu da fahişeye benziyor diye parçalamışlar. (7) Nusret Hoca’nın bize
anlattığına göre Efebos heykelini de erkek beden ölçülerinin güzeli olarak dünyaca ünlü imiş.
Efebos Heykelini de Yüksek Köy Enstitüsü binasının önüne dikmiştik. Onu da “Bu bir
homoseksüele benziyor” diye parçalamışlar. Kurtuluş Savaşı Kumandanlarından ve
Cumhurbaşkanlarımızdan İsmet İnönü’nün büstünü de yok etmişler. 1987 kurban bayramında
Hasanoğlan’a gittim. Öğretmen lisesine çevrilen Köy Enstitüsü yerleşim alanını gezdiğimde kendi
gözümle gördüm ki bu değerli yapıtlar yerlerinde yoktu. Açıkhava tiyatrosunun cephesindeki
frizler de yoktu. Hasan Ali-Tonguç dönemlerinden sonraki dönemlerin yaptıkları bu aşağılık yıkıma
ağladım. Cumhuriyet dönemindeki Patrona Halil yıkımcılarının zihniyetinden de iğrençlim.
(7) NİKE: Yunan mitolojisinde Zeus’un kanatlı, kadın habercisi ve Athena’nın arkadaşı, zaferi
Tanrı’ların bir armağanı olarak Olimpos’ta ve yeryüzünde siyasi bir görev yapıyordu.
1- Bergama Müzesinde kanatlı heykeli,
2- İstanbul Arkeoloji Müzesinde Roma devri kolsuz heykeli var (Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ndeki
kopyamız bu heykelin kolsuzu idi.) Meydan Laros: Cilt IX. S. 351.
1947-1950 yılları arasında da tarımda çubuk dikip bağ, fidan dikip bahçe, tarlayı ekip
ürün kaldıran, işlikte çocuklara sanat öğreten öğretmene bu işler yaptırılmaz. 1943-1946
yıllarında Enstitülerden mezun olan öğretmenlere verilen damızlık hayvanlar, at, araba, pulluk, 46
marangoz, 25 yapıcılık, 39 demircilik, 45 dikiş nakış aracı da ellerinden alınır. Bu tutum köyü,
köylüyü bilmemezlik değil mi? Şimdi açıklayalım, bu araçlar köy öğretmenlerine neden verildi:
1946 şubatında İlköğretim Genel Müdürlüğünde staj yapıyordum. Hocam Hakkı Tonguç beni
çağırdı.. Gittim:
“Köyünde zanaatla ilgili ne gibi iş araçları var? köylüler işlerini hangi araçlarla görürler, herkesin iş
aracı var mı?” diye sordu.
“Hayvan nallamak için çekiç, kerpeten, saç kesmek için tıraş makinesi, saban kurmak için
testere, keser, eydemiri varlıklı ailelerde bulunur. Köylüler komşularından isteyerek işlerini
görürler. Bu araçları yoksullara vermeyenler kınanır. Hayvanı herkes nallayamaz. Saçı herkes
kesemez. Sabanı herkes kuramaz. Onu da bilenlere yaptırtırlar. Bu işleri yapanlara para verilmez.
“Allah razı olsun, eline sağlık” denir.
“Demek ki senin köyünde 5 iş aracı var. Köylerin çoğu da böyle. Bu araçları da herkes
kullanamıyor. Şimdi biz köylere gidecek öğretmenlere sanatlarına göre iş aracı vereceğiz. Tarım,
arıcılık, marangozluk, yapıcılık, demircilik, dikiş-nakış, dokuma, örme sanatlarını bu araçlarla hem
öğrencilerine, hem de yetişkin köylülere öğretecekler. Bir kaç yıl sonra köy halkı makine ile dikiş
dikmesini, dokuma, örme işlerini, yapı, sıva işlerini, demircilik, tesisat işlerini kendileri
yapabilecekler. Köyde işsiz olanlar bundan sonra gurbete amele, hamal, çöpçü, kapıcı, hizmetçi...
olmaya değil, kolunda altın bilezikle gidecek. Daha sağlıklı çalışacak, daha çok para kazanacak.
Ben bir araç listesi yaptım. Bak bakalım köye gerekli başka araçlar var mı?”
“Hocam, yaylı kırklık, çivi sökme manivelasını göremedim.” dedim. Onları da araç listesine
aldı.
“Bunlar köylerde yeni bir yaşam yaratacak Semerci. Her öğretmen köyünde beşer
zanaatkar yetiştirse köylü ustalar yanına aldıkları çıraklarla bu sayıları 5-6 yılda 2-3 katına
çıkarırlar. Böylece köyde dikiş diken kadın, yapıcı, marangoz, demirci ustaları sayısı her yıl artar.
Köylünün giyinişi düzelir. Sağlıksız evleri yeni bir biçimle daha sağlıklı yapılır. Öğretmen işlik
çalışmaları ile öğrencileri sanata yönlendirir. Onlar da sanat okullarına gider, bir meslek sahibi
olur. Tarımla uğraşan köylüler de günlük işlerinde okuldan öğrendikleri pratik işleri uygularlar. Biz
her köye aşağı yukarı 100-200 iş aracı yolluyoruz. Okul bu araçlardan köylüleri yararlandıracak.
Tarla-bahçe, hayvancılık çalışmalarını da bunlara eklersek okul-köy işbirliği köylüye daha çok
üretim yapmayı sağlayacaktır.”
Atatürk’ün sağlığında yeraltına inen “kara kuvvet” onun ölümünden sonra yeniden
canlanır. 1945’lerde demokrasi maskesi takınarak çok parti döneminde boy verir. 1950’lerden bu
yana da köy alanında eğitim ve toprak reformu iktidarlarca unutturmaya çalışılır. Laiklikten ödün
verilir. DP hükümeti Köy Enstitüleri ile öğretmen okullarını birleştirir, işlevlerini ortadan kaldırır.
Köylerde araştırma yapan, tarlada, işlikte, inşaatta denizde, gölde ve derslikte çalışan
öğretmenler dört duvar arasına dizilen sıralara oturtulur. Ellerine kara kaplı kitaplar, karatahta
verilir. Üretici - eğitim yerine kuramsal eğitime dönülür. Köy eğitiminde reformu kimse ağzına
almaz. Toprak reformundan yararlanacak olan topraksız ve az topraklı yurttaşlar da yurtiçi göçe,
yurtdışı iş aramaya yönlendirilir. Ne yazık ki, işlevleriyle kendini dünyaya tanıtan Köy Enstitüleri,
onu kuranlar, memlekette düzen dengesini sağlayacak olan toprak reformu yasasını çıkaranlar
yaşasalar bile Cumhuriyet döneminde yaptıkları ileri atılımlar yüzünden “kara kuvvet’lerce kurban
edilirler. Ama bu memleketin kaynaklarından varlıklı olanlar çocuklarını yerli-yabancı kolejlerde ve
üniversitelerde okuturlar. Nedense yoksul aile çocukları eğitimde fırsat eşitliğinden gereği kadar
yararlanamazlar. İşsizlik, sağlık sigortaları bir türlü gerçekleştirilemez. Genç Osman’dan bu yana
tutucu düşünce yüzünden laik düşünceye tam bir işlerlik kazandırılamaz. Bütün bu katliamlara
karşın Genç Osman’dan Mustafa Kemal’e kadar tutucu güç Batılılaşma hareketi karşısında hep
yenik düşer, kurumları ortadan kaldırılır, istenen yenilikler yapılır. Son bir defa daha tekrar
edelim: Katliamcı yeniçeri ocağı topla yıkıldı. Yerine modern halk ordusu kuruldu. Matbaa
çalıştırıldı, kitaplar basıldı. Padişahlık kaldırıldı, Cumhuriyet ilan edildi. Yeniçerici ulema
medreseleri kapatıldı, laik okullar açıldı. Ömrünce bu memleketi canıyla, malıyla yaşatmaya
çalışan topraksız, okumasız bırakılan köylüler için Köy Enstitüleri ve Toprak Yasası da bir gün
yeniden gerçekleşecektir. Bunları yapacaklara şimdiden selam olsun...
EĞİTİMCİ İSMAİL HAKKI TONGUÇ’UN
ÇİFTÇİYİ TOPRAKLANDIRMA KANUNU HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Eğitimci H. Tonguç, İlköğretim Dergisinin 183-185. sayfalarında yayınlanan yazısında
toprak sorununu üç ana görüşte incelemektedir.
A- Tarih yönünden:
Mısır, Asur, Babil, Eski Yunan, Bizans ve Osmanlı devletleri bağımsız bir irade ile
yurttaşlarına topraklarını hakça işlettikleri. dönemlerde çok güçlendi. Bireylerinin ellerinde büyük
toprak bulundurmamağa çalıştı. Düzenli tuttukları kayıtlar sayesinde köylüyü toprak kiralamak
durumuna sokmadı. Ne zaman ki sarayın himayesine dayananlar ortaya çıktı, işte o zamandan
sonra toprak düzeni bozuldu. Bu insanlar türlü türlü iğrenç yollarla devletin toprağından büyük
çiftlikler elde etti.Topraklarını kendileri işletmedi. Topraklarında çalışanları köleleştirdi, arazi
sorununu da soysuzlaştırdı.
B- Sosyal ve ekonomik yönden:
Bir ülkede köylerin bakımsızlığı, susuz, ağaçsız kalışı toprağın ve suyun belli ellerde
toplanmasından iler geldi. Toprağa ve suya sahip olanlar topraksızları tarlalarında köle gibi
çalıştırdı, emeklerini acımasızca sömürdü. Toprak kölesi olan köylüler toprak sahibi tarafından
dövüldü, sövüldü, hayvan gibi alınıp satıldı, toprakta çalışmaya zorlandı. Zora dayanan çalışma
ise insanlarda angaryayı doğurdu. Bu tür çalıştırmanın verimsiz ve kalitesiz olduğu ortaya çıktı,
gelir düştü, toplumlarda açlık tehlikesi baş gösterdi. Açlığın egemen olduğu toplumlarda devletin
egemenliği de, bağımsızlığı da gücünü yitirmeğe yüz tuttu. Diğer taraftan büyük toprak sahipleri
köylerden göçtü, kasaba ve kentlere yerleşti. Ellerindeki olanaklarla kent-köy arasındaki
kazançlara el atmağa başladı. Devlet nüfuzunu ellerine geçirmeğe kalkışanları emici ve ezici oldu.
Bu nedenle toplum yaşamındaki denge bozuldu. Çalışan halka dayanmayan toplumlarda halk
yönetimi gerçekleştirilemedi.
Türkiye’de uzun yıllar uğraştıktan sonra millet yaşamının yarınını sağlayıcı temellerini atan İNÖNÜ
devrinde Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu (Cumhuriyetin yirmi ikinci yılında) çıkarıldı.
C- Eğitim ve öğretim yönünden:
“Bir yasanın yaşaması onu candan benimseyip besleyecek taraftarlarının var olmasına
bağlıdır. “Çiftçiyi Topraklandırma Kanununu gelişip gürbüzleşmesini sağlayacak insanları
yaratmak için Siyasal Bilgiler Okulunda, Hukuk, İktisat Fakültelerinde, Köy Enstitüleri ve köy
okullarında kanun ve uygulamasıyla ilgili canlı sorunlar konuşulmalı, bu kurumların yetiştirdikleri
çocuklar ve gençler onun gerçek taraftarı olarak yaşama atılmalı ve uygulamasında etkin roller
almalı. Öğretmenlerin, profesörlerin toprak kanununun amacını, niteliklerini öğrencilere iyice
kavratmaları için her dereceli okulların ders programlarında. bu konulara yer verilmeli.
Kararsızlık, kuşku telkin edenlerin olumsuz etkileri önlenmeli, kanunun uygulanmasında ana
ruhunu baltalayıcı davranışlara yer verilmemeli. Bilim ve sanat adamlarımız çiftçilerin
yararlanmaları yolunda araştırmalar yapmalı, çiftçilerimizin yeni gelişmeleri sahnelerimizde yer
almalı...
KÖYÜMÜN YAŞAMI
I.
1929 da ilkokula başladım. Yeni harflerle okumaya gelenler benden bir yıl önce okumayı
söktüler. Hasbi Bey adında bir öğretmenimiz vardı. Onun okulu açmasıyla köyden gitmesi bir
oldu. Ortada kaldık. Ertesi yıl Mehmet Tevfik adında bir öğretmen geldi. Kasabalıydı. (Kâzım
Karabekir’in köyü) İki yıl bizi o okuttu. Deveci’nin odasında yatıp kalkıyordu. Odanın helâsı yoktu.
Öğretmenimiz odanın ahırını helâ olarak kullanıyordu. Köylüler bu yüzden ona “Sıçağan”
diyorlardı. İkinci sınıfta iken o da başka bir yere atandı. Biz gene öğretmensiz kaldık. İki yıl sonra
Kavak’tan bir öğretmen geldi. Köyün çocuğunu sınavdan geçirdi. Çoğunu birinci sınıfa indirdi. Ben
ikinci sınıfa ayrılanların içindeydim. Öğretmenlerimiz köyümüzü beğenmedikleri için sık sık yer
değiştirdiklerinden üç yıllık köy ilkokulunu beş yılda bitirebildim.
Bizim köy bağcı bir köy. Her tarafı ormanlık, dağlık, bir tarafı Göksu, yaylaları buz gibi
akan kaynakları, çayırı, çimenleri olan bir köy. Öğretmenlerimizin hiç birisi bizi buralara geziye
götürmediler. Okulun önünde şarıl şarıl akan bir çeşmemiz ve ağaç dikecek bahçemiz vardı.
Buraya da bir tek fidan diktirmediler. Oysa okulumuzun kitap dolabında arıcılık, tavukçuluk,
bahçecilik adında kitaplar vardı. Biz okulu temizlerken kitap dolabını açar korka korka bu kitaplara
bakardık. Öğretmenimiz “dolabı kim karıştırdı” demesin diye kitapları eskisi gibi yerine düzgünce
koyardık.
Okulumuzun koridor duvarına çakılı levhalar vardı. Başı sarıklı, eli tespihli bir adam önde,
arkasında yüzleri simsiyah örtülü beş altı kadın, onların arkasında da bir sürü çocuk. Bu resimlerin
altında “Cumhuriyetten önceki aile” yazılıydı. Öteki levhada da başı şapkalı bir erkekle yanında
güzel giyimli, başı açık bir kadınla iki de çocuk vardı. Hepsi güler yüzlü ve sağlıklıydı. Bunların
altında da “Cumhuriyet devrinde de böyle oldu” yazılıydı. Okulda bir Türkiye haritası bile yoktu.
Öğretmenimiz okulun kapanmasına .. gün kaldı diye sık sık söyler dururdu. Pek hakkını
yemeyelim:
Gün doğdu hep uyandık - Siperlere dayandık.
İstiklâlin uğruna - Al kanlara boyandık ...
diye başlayan güzel bir marş öğretti. Bozuk ve müzikal olmayan kalın boğuk sesiyle de olsa biz bu
marşı seve seve söylerdik.
II.
Bu yıllarda geçim bir felâketti. Ekinler az oluyordu. Harmandan kalkan köylünün yiyeceğine
yetmiyordu. Biz köyün en varlıklı bir çiftçisiydik. Subasar tarlalarımız, Göksu boyunda büklerimiz
vardı. Babam harmandan sonra hepsine darı ekti. Güzün darıları biçtik. İkinci bir harman daha
kaldırdık.
Bu yıllarda bizden gören komşular da ektiler. Biz iki harman sayesinde hiç sıkıntı
çekmedik. Ama yiyeceği tükenen komşular her gün evimize boş bir çuval yahut heybe ile gelmeye
başladılar:
“Yiyeceğimiz bitti. Çoluk çocuk açız. Bize arpa, çavdar, buğday, mısır, darı ne verirseniz
verin” diyorlardı. Anam aç kalma korkusundan çok tutumluydu. Geleni boş göndermezdi ama azar
azar verirdi. Babam bu verileni kendine yakıştırmazdı. O daha çok vermesini isterdi. Bu
verdiklerimiz ödünç değil, onların deyimiyle “Allah rızası” içindi. Bu yüzden bir gelen bir daha
gelmeğe utanırdı.
İlkbahar gelince eline sepetini, beline uzun bir iple bıçağını bağlayan kızlar, kadınlar hep
tarlaların yüzüne yayılır, gelincik, ilibicce, sakızlık, ebegümeci, yılancık, ısırgan, tere, yarpız,
horozibiği, kirten, tekesakalı, lâbada ve kuzukulağı denen yenecek otlardan sepetlerini
doldururlardı. Otlarını çeşmelerde yıkayanlar büyük bir sevinç içinde evin yolunu tutardı.
Artık açlığı yenmişleridi. Dünya onların olmuştu. Analar tencereyi ocağa koyar, içine bir
avuç bulgur atar, otlu aş pişirirlerdi. Karakıştan kurtulup ota kavuşmak ne büyük mutluluktu.
Ekinler biçilinceye kadar otlar, asma yaprakları, yeşil soğan mideyi körlemede en büyük besin
kaynağıydı. Sırt baş hep yamalıklıydı. Ayağında sağlam çorabı olan (800 nüfuslu köyde) bir kişi
bile yoktu. Beş altı kişi gözenmiş çorap giyerdi. Çarıklar gözenirdi. Varlıklı olanların ayağında
meşin mestler vardı. Yoksullar ayaklarına birer çaput dolayarak pabuçlarını giyerlerdi. Çıplak
kalmamak için analarımız, bacılarımız el tezgâhlarında hasıllı iplikten bez, alaca, işlik kumaşları
dokurlardı. Koyunlarımızın yünlerini eğirir, dokur, aba, şalvar dikerlerdi. Evlerimizin en güzel
sergisi olan çul kanatlarını (yarım çul) da keçilerimizin kıllarından dokurlardı. Hayvanları olmayan
yoksulların ocak başlarına partal denen çul, çuval eskileri serilirdi.
III.
Bu yıllarda hayvan vergisi de köylünün başına dertti. Köylülerin pek çoğunun kesesinde
kırk para yoktu. Tahsildar gelince köye bir sessizlik çökerdi. Kimse köy ortasında görünmezdi.
Herkes tahsildardan köşe bucak kaçardı. Görünse para isteyecekti... Ama tahsildar da işin kolayını
bulmuştu. Köyün koyun keçi sürülerini dağa salmaz, caminin önünde bekletirdi. Ağzı var dili yok
hayvancıklar yanlarından geçen insanlara kara kara bakardı. Parası olan davarının vergisini verir,
tutuklu sürüden mallarını alır götürür, yiyecek verirdi. Tutuklu sürü ikindiye doğru köyde ağzı laf
yapan kişilerin araya girmesiyle dağa salınırdı. Bir gün akşamüzeri bizim eve bekçi geldi. “Yarın
sabah tahsildara dağan (dama atılan yuvarlak ağaç) götürülecek. Dağanlar caminin önünde
hazırlandı. Sabahleyin erkenden katırınızla siz de Hadim’e (ilçeye) götüreceksiniz” dedi.
Sabahleyin anam beni erkenden kaldırdı. “Haydi, katırı çek git cami önüne. Al şu azık peşkirini de
bağla beline. Sen de el ile Hadim’e varıver gel” dedi. Ben katırı çektiğim gibi cami önüne yardım.
Köyün güçlü kuvvetli delikanlıları hayvanlara uzun uzun dağanları yüklediler. Hadim’in yolunu
tuttuk. Yolda katırları biraz cuvgala (yaş ince meşe sürgünleri) dik. Zavallı katırlar, dağanların
yere değen yerlerinin çıkardığı gürültülerle göm gök ter içinde tahsildarın evine vardılar. Öteki
köylerden de gelen olmuş. Adama bir evlik bedava kereste yıktık, köye döndük. Yolda giderken
köylüler: “Çok iyi oldu. Herkes birer yük dağan yıktı, amma bizim davarlar hapis yatmaktan
kurtuldu. Ağnam vergisini de yaş üzüm çıkınca satıp vereceğiz. Tahsildar çok iyi adam” diyorlardı.
Bu yapılan işin adı da angarya imiş. Babam 1937 yılında öldü. Bekçi gene bir kış günü
pencereden “yarın sabah karakola odun gidecek. Odunlar cami önünde yüklenecek. Sabahleyin
erkenden siz de geleceksiniz.” dedi. Bekçinin sözü muhtarın emriydi. Muhtarın emrine kimse karşı
gelemezdi. Angarya defterinde sırası gelen söylenen işi yapardı. Sabahleyin erkenden gene azık
peşkirimi belime doladım. Ahırdan katırı çekip cami önüne yardım Yerler karlı. Odunları herkesin
katırlarına, eşeklerine yüklediler. Yol kardan açılmış bir çığır. 5 saat sonra karakola vardık. Günler
kısa ortalık ikindi oluverdi. Aksi bir jandarma “herkes getirdiği odunu sobaya girecek şekilde
kesecek” dedi. Benden başka beşinci sınıfı bitiren kimse yok aramızda. Ben 4. ve 5. sınıfı Hadim
ilçe ilkokulunda okudum. Öğretmenimiz bize angarya yasak diye bir şeyler öğretmişti. Odun
kıyacak baltamız da yoktu. Karakolun bir baltası varmış. Biz karın üstünde hayvanların saman
torbalarını taktık. Biri birimize baktık: “Nöğreceğiz (ne yapacağız) şimdi? Akşam yakın. Gece yaktı
ayazda yollarda kurt var. Hayvanlar terledi. Hasta olacaklar” demeye başladık. Bir tanemiz de
jandarmanın getirdiği baltayla odun kesmeye girişti. Bu sırada aklıma Hadim’deki başöğretmenim
Ali Galip Ulutan’ın “angarya yasaktır” dersi geliverdi. Yavaşçacık bucak müdürünün odasına
yardım. Bir selam verdim: “Biz Kalınağıllıyız. Size odun getirdik. Müdür bey, akşam oluyor. Ortalık
kış. Yollar tek çığır, kar. Jandarma “getirdiğimiz odunları kıymadan sizi bırakmam” diyor. Ortalık
akşam oluyor. Köyden tam beş saatte geldik. Bizi de düşünün” dedim. Müdür, bana aşağıdan
yukarıya bir baktı. Ayağımda çarık, üstüm başım pek kavi değil. Yüzüm asık.
“Sen Kalınağıl’lı mısın?”
“Evet.”
“Okumuş bir çocuğa benziyorsun.”
“Hadim İlkokulunu bitirdim”
“Neden okumadın ya?”
“Babam öldü.”
“Acıdım. Gözü açık bir çocukmuşsun.-Talih..” demesiyle kapıya doğru yürümesi bir oldu. O
önden, ben arkadan bizim köylülerin yanına vardık. Jandarma köylülere tek balta ile odun
kestiriyor. Müdür karın üstündeki hayvanlara ve balta bana gelse de ben de odunumu kessem
diye sıra bekleyen köylülere baktı, baktı, başını jandarmaya çevirdi:
“Bırak bu adamları. Yarın karakola işi ‘düşenlere de odunları kestirirsiniz.” dedi. Bizim
köylüler ‘‘
“Allah ömür versin müdür bey” diye dua ettiler. Köye geldiğimiz zaman yalnız köpeklerin
sesi duyuluyordu. Evlerin ışıkları sönmüş, herkes çoktan uykuya dalmıştı. Eve gelince katırı ahıra
çektim. Kendi kendime: “Oğlum Bekir, baban öldü. Okuma şansın güme gitti. işte angaryadır,
mangaryadır derken ömrün böyle geçip gidecek köyde” dedim.
IV.
Ne zaman başımı yastığa koysam Gökmen Mehmet’in:
“Yandım... Yandım...” dediği aklıma gelir. Gökmen Mehmet öleli 50 yılı geçti. Kapı
komşumuzdu. Köyde en son devesi kalan onlar denirdi. Benim aklım erdiğinde köyde hiç deve
kalmamıştı. Yalnız her yıl Kasım ayında davarlar çobandan ayrılıp sürülere tekeler katılırken
köyün delikanlıları “Tekecik” denilen geleneğe göre ellerinde çanlar, her evin kapısına akşamları
gelir, ev sahibine’ şöyle sesleniverirdi:
“Koç, teke kattım kutlu olsun,
Bal yiyenin ağzı tatlı olsun
Oğlancığın ölmesin
Düşman sana gülmesin
Kırkı alıp getirsin
Kırkı yiyip otursun
Aşkılan Allah diyelim h a a a a ...!
Gökmenoğlu devesine, Numanoğlu eşşeğine, Caburoğlu köpeğine sahip olsun h a a a ...“ diye
bağırırlar ve ellerindeki çanları hep birlikte çalarlardı. Ev sahipleri de onlara yılın ürünlerinden
bahşiş vererek ağırlarlardı. Demek ki yürük olduğumuzu belli eden son ailelerden biriydi Gökmen
Mehmet. O, çok hastaydı. Bedeni kor gibi yanıyordu. Köyün doktorluk taslayanlarının hepsi
yanındaydı. Mevsim kıştı. Terletilerek iyi edeceklerine karar verdiler. Sular ibriklerde, testilerde
kaynatıldı. Sıcak kaplar adamcağızın yorganının altına, sağına soluna, ayakucuna dizildi. Gökmen
Mehmet’ten ter zırıl zırıl akmağa başladı. Sesi de “Arşı Alayı” tutuyordu:
“Yandım! Yandım! Yandım! Yok, mu içinizde bir ümmeti Müslüman? Kurtarın beni!” diye
bağırırken. Koca karı doktorları:
“Korkma.. Korkma.. İyi olacaksın. Korkma..” diye teselli etmeye çalışıyorlardı. Ben
adamcağızın acılı bağırmasına dayanamadım, ağlamaya başladım. Beni çocuk diye odadan
koydular.
Sabah namazına kalkan anamla babam Gökmen Mehmet’in öldüğünü konuşuyorlardı.
V.
Hacı Bekir’in Ahmet benim adını aldığım emmi’min oğluydu. Emmim Arabistan
savaşlarında Filistin’de Araplar tarafından öldürülmüş. Babam “kardeşimin bana emanetidir” diye
onu büyütmüştü. Askerliğini Atatürk’ün Muhafız Alayında çavuş olarak yaptı. Köye gelince
köylerin kâtipliğini yapmağa başladı.
Bir gün o da ateşli bir hastalığa tutuldu. Yatağa düştü. Anası Zahide Ninem (bizde emmi
karılarına nine denir) ile teyzesinin oğlu Telefoncu Ahmet kendilerini pek bilmiş sayarlardı. Ahmet
ağamı iyi etmek için Assalacak bağlarının içinde çok görülen “Yelimkara” adındaki bir otun
köklerini kaynatıp içirmeğe karar verdiler. Bağa adam yollandı. Kalın, salkın saçak köklü bir kaç ot
söküp getirdiler. Kökler yıkandı. Koca bir tencereye girecek şekilde doğrandı. Bol suda kaynatıldı.
Soğutuldu. Ahmet ağama akşam bardak bardak “iyi olacaksın” diye zorla içirildi. Konu komşu
yatmak için evlerimize dağıldık. Sabahleyin Ahmet ağamın acı haberi köye yayıldı. “Hacı Bekir’in
Ahmet gece öldü” diyorlardı.
Bizim dama iki büyük taşın üstüne kazan kondu. Su kaynatıldı. Uğursuz teneşir tahtası
damımıza kondu. Ahmet ağam döşeğinin üstünde evinden çıkarıldı. Teneşire uzatıldı. Karnı su
tulumu gibi şişti. Hoca Emmi’min Ali, Ahmet ağamı yıkamağa başladı. Karnına eliyle basınca
ağzından, burnunun deliklerinden şırıl şırıl sapsarı sular akıyordu....
VI.
Tımbıllar Abdullah’ın Mustafa da yakalandığı ateşli bir hastalıktan öldü. Benim en büyük
Ahmet ağam da Şeyh Sait İsyanından felçli olarak köye dönmüştü. Ben beni bileli eli titrer,
ağzından salyası akardı. Babam: “Bu çocuğu iyi edemedim diye dövünürdü, “götürmediğim
doktor, götürmediğim ocak kalmadı.”
Kocakarılar: “Tımbıllar Abdullah’ın Mustafa’nın ölüsü yıkanırken onun teneşirden akan
suyunu leğenlere biriktirelim ölü suyu ile Ahmet’i yıkayalım. Ölü suyu bu titreme illetini keser.
Ahmet de kurtulur” diye karar verdiler. Ölü yıkanan teneşirin altına leğenler kondu. Sabunlu pis
sular doldu. Bu su tekrar ılıtıldı. Ahmet ağam bu su ile evimizde yıkandı. Yıkandıktan bir zaman
sonra o da ateşli bir hastalığa yakalandı. Kokar bir ishale tutuldu. Bedeni cayır cayır yandı. Çok
dert çekmeden o da öldü.
VII.
1943 yılında Çifteler Köy Enstitüsünde okuyordum. Köyde iki salgın olmuş. 60 çocukla bir
sürü de oğlak kuzu ölmüş. Birkaç evde hiç çocuk kalmamış.
1944 yılında Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünde okurken okulumuza Devlet istatistik
Genel Müdürü ve yardımcıları geldi. Bizi büyük bir sınıfta topladılar Genel Müdür ve yardımcıları
Okul Müdürümüz Hürrem Arman’la beraber sınıfımıza geldiler “Köy Araştırma Anketi” yazılı birer
defter verdiler.
Araştırma metodu olarak da “hiç bir şeyden çekinmeden gördüğünüz olayları olduğu gibi yazın.
Hiç bir sorumluluk altında kalmayacaksınız. Yeter ki doğru olsun. Bizce köydeki gerçek yaşamın
bilinmesi gerekli.
Ben köye gelince bu anketi köylülerle beraber doldurdum. Ankara’da Yüksek Okullar
kampında Dikmen sırtlarında eğitim subaylarımızla askeri eğitim yaparken bir asker bölükleri
dolaşarak komutanlara selam verip sizde Bekir Semerci var mı? diye soruyordu. Bizim komutan:
“Kim istiyor’?” deyince, Asker:
“Komutan istiyor, Komutanım” dedi. Komutan da bana:
“Git” dedi.
Karargâha gelince çok güzel giyimli, sivil bir kişinin yanına götürdüler. Adam elini uzattı:
“Ben istatistik Genel Müdür Yardımcısı Şefik Bilkur.” Ben de:
“Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü öğrencilerinden Bekir Semerci” diyerek tanıştık. Çadır
içinde bir portatif masa başına oturduk. Şefik bey, çantasından benim köy anketimi çıkardı.
“Bu sizin dosya değil mi Bekir bey?”
“Benim dosya efendim.”
“Sizin doşyada hiçbir arkadaşınızın dosyasında rastlamadığımız olaylar var. Burada
diyorsunuz ki “Muhtar Ahmet Yılmaz zamanında yani 1943 yılında köyde bir salgın hastalık olmuş.
Bu kıranda köyünüzde tam 60 çocuk ölmüş. Gebeş Mustafa gibi bir kaç ailenin ise çocuklarının
hepsi ölmüş.” Diğer bir maddede de “köyde bir sürü oğlak kuzu salgın bir hastalıktan ve kötü bir
tedaviden kırılmış.” diyorsunuz. Bunlar doğru mu?
“Doğru. Dilerseniz ölen çocukların ailelerinin adlarını da verebilirim”.
“Pekiyi. Sizin köylü bu kadar cahil mi de hükümete haber vermiyor? Salgın hastalıkların
haber verilmesi zorunludur”.
“Doğru söylüyorsunuz ama onlara yasaları kim öğretti ki bu zorunluğu bilsinler?”
“Bizim köylüler hastalığın da, ölümün de, doğumun da Allahtan geldiğine inanırlar. Doktora
falan inanmazlar. Hayatta sizin gibi doktor hükümet lafı edenlere verecekleri yanıt da şudur-:
“Allah verdi. Allah aldı. Hükümet ne yapacaaak, toktur ne yapacaaak.” derler.”
“Sizce bu gibi salgın ölümler nasıl önlenebilir? Çok acı olaylar bunlar.”
“Hükümetle köyün arasındaki diyalog kopuk. Birincisi bilim inancı ile bu afetleri önleme
eylemine inanırken köylü tam tersine elinden bir şey gelmeyeceğini gördü mü her şey Allahtan
der, kestirir atar. İkincisi devletin veteriner ve sağlık kuruluşları köylerdeki bu gibi olayları anında
izlemezler. Bu kopukluğu ortadan kaldırmak için köylünün okutulması gereklidir. Hükümetin de
köye hizmet götüren kolları her an köydeki olaylara anında el koyabilecek kadar köyle her gün iç
içe, iş ve anlayış birliğinde olması gerekir.”
“Yeterli bilgiyi sizden aldım. Bu dediklerini ne bizim kurum önleyebilir, ne de şimdiki bilim
adamı kıtlığı ile hükümet önleyebilir. Köyler en azından sizler gibi anlayışlı öğretmenlere
kavuşursa salgın hastalıklar anında hükümete haber verilir. Hükümet de var gücü ile böyle
kıranların üstüne gider. Ne yazık ki bu zihniyetin yıkılması çok zaman işi. Zaman bulabilirsem
köyünüze kadar geleceğim” dedi. Biri birimize teşekkür ederek ayrıldık.
VIII.
Aradan zaman geçti. Bana bir mektup geldi. Şefik Bey beni bir Pazar günü Ankara’ya
çağırıyordu. Ulus’ta bir kahveye oturduk. Adamcağızı benim anlattıklarım büyülemiş. Taaa., bizim
köye kadar konuyu araştırmaya gitmiş. Köylülerle konuşmuş. Hoş beşten sonra birer çay içtik. O:
“Bekir kardeş; sizin köye vardım. Senin anlattığın konuları inceledim. Yahu sen o köyden
nasıl çıktın? Otuz yaşındakilerin birçoğu sakallı. Hepsinin elinde üç otuzüçlük koca tespihler.
Kimisininki zeytin çekirdeğinden. Durmadan tespih çekiyorlar. Çok konuksever insanlar. Beni nasıl
memnun edeceklerini şaşırdılar. Yemek zamanı konuk olduğum mahallenin her evinden bir sini
yemek geldi. Ben köyden ayrılıncaya kadar her öğün böyle devam etti. Anlattığın konular olduğu
gibi doğru. Köylülerle konuştum. Neden bu çocuk kırımını, oğlak, kuzu kırımını hükümete haber
vermediniz? dedim. Ayağinda çorabı bile olmayan üstü başı yamalıklı birisi: “Ben Eyvaz
Mustafa’yım. Beyim bunlar küçük şeyler. Biz ölüme de zulüme de alışkınız. Biz bu köyün her
evinden bir, iki üç şehit verdik harplerde”.
“Hangi savaşlara katıldı sizin köy?
“Cezayir, (Trablus Garp) Balkan, Çanakkale, Arabistan, Yunan (Kurtuluş Savaşı), Kürt
isyanı hepsine katıldık. Nice babayiğitler gitti. Şimdi gördüğün bu sakallılar onların çocukları.
Mustafa Kemal’den, İsmet Paşa’dan Allah razı olsun. Onlar bizi bir daha harbe sokmadı da Köyde
biraz insan türedi.
“Ben Arabistan’da esir oldum. İngilizler bizim Türk esirlerini Hindistan’a götürdü. Sonra
devletler anlaşmış. İngilizler bizi Türkiye’ye geri verdi. Köye geldiğim zaman akranlarımdan bir
kaç kişiyi bulabildim. Bu savaşlar bizim ocaklarımızı söndürdü. Gene de şükür. Sen kalkmışın bir
sürü oğlak ölmüş, eceliyle elli, altmış çocuk ölmüş. Biz doğduk doğalı alışkınız böyle şeylere.
Çocuk dediğin ne ki, bir ibrik suyun (Seviştikten sonra yıkanma) başına gelir. Allah kökünü
(anasını babasını) eksik etmesin” dedi. Ben de:
“Savaşlar bir memleketin var olma kavgasıdır. Onun için hepimiz ölümden korkmadan
savaştık. Ama elimizdeki varlığımızı yitirmemek için de her türlü önleyici tedbiri alacağız” derken,
Deli Muharrem diye biri:
“Beyim, biz köylüyüz. Ağzı var dili yok insanlarız. Bakma seninle böyle konuştuğumuza.
Bizden, bir babayiğit gidip de hükümetle konuşmaz. Hâlbuki onlar da bizim gibi insan. Amma bir
kere bir soğukluk var yüzlerinde. Köylü onun için hükümetten yılmış. Biz kapalı bir kutu gibi
kalmışız kendi kendimize. Bize devlet sahip çıkmalı. Biz devletin kapısını çala çala felaketleri
haber vereceğimize devlet bizim kapımızın felâketlerini izlemeli. Yok, böyle bir şey. Askere git
der, gideriz. Vergi ver der, veririz. Son yıllarda oy ver demeye başladılar. Onu da verdik. Amma
devlet bizim dertlerle ilgilenmiyor. Bak şimdi. Elini öper çocuklarımız var. Fakiriz. Okutamıyoruz.
Neden bizim çocukları okutmaz devlet? Konyalıyız. Bizim Konya ovası bir memleketi besler.
Kırımdan, Bulgaristan’dan, Yugoslavya‘dan velhasıl pek çok yabancı ülkeden göçmenler geldi.
Konya ovasına yerleştiler. Az zamanda traktör, kamyon, otobüs sahibi oldular. Biz hâlâ güdük
eşekle, kara öküzle bu dağda yoksuluz.
Bize gelince toprak yok. Biz bir kayanın başına yerleşmişiz, hep gurbetçiyiz. Konya
ovasının harmanını biz kaldırırız. Bostanlarını biz bekleriz. Aydın’a İzmir’e tütün, pamuk çapasına
biz gideriz. Köyden gidip de bir daha hiç dönmeyenler var. İspitiren’in İsmail, Yangal Ahmet,
Abbas Mustafa, Bağdatlı Ali, Petlek Mustafa gitti gider. Yok. Yok... Bunları bir buluveren olsa da
ellerini öpsek.
Bunların hepsi babayiğit insanlar. Toprak olsa onlar bu köyü terk eder miydi? El işinde
ezile büzüle çalışır mıydı? Gurbet ellerinde bit atar mıydı? Köyün yarısı kendi başına Konya’ya,
Çumra’ya göçer miydi? Yaban köylere hep bizim köyden kızlar gidiyor. Onlar da bizim köyde yuva
kurmazlar mıydı?” Eyvaz Mustafa:
“Biz beyim, var ya, köylüyüz köylü. Köylü okutulmazsa her gün çift sürdüğümüz öküz,
sırtına bindiğimiz eşek, sırtına yük vurduğumuz katırla günümüzü gün ettiğimizden midir nedir
kendimizi onlara uyduruyoruz.
Onların nasıl ağzı var dili yoksa, biz de onlarla bir ömür boyu çalışırken dilimizi,
düşüncemizi unutuyoruz.
Evet ağzımız var dilimiz yok. Devlet baba elimizden tutmalı. Biz okumadık. Hiç olmazsa
çocuklarımızı okutmalı, bize toprak vermeli. Kim ister gurbetçiliği? Kim ister doğduğu köyü terk
etmesini? Kim ister köyün uğradığı felaketleri hükümete haber vermemeyi? Biz cahiliz, cahil.
Okutulmayan insanın hayvandan farkı yok vesselam... Ben okuyanların hayatına bakıp da
imreniyorum. Onlar tertemiz giyiniyorlar. Yüzleri kıpkırmızı. Belli ki besleniyorlar. Kanundan,
hanyadan Konya’dan haberleri var. Bir adam yoksul mu, deme gitsin. O irezildir irezil... Cahillik
gurbetçilik, hastalık ona hak vergisi sanki” dedi. Adamın konuşması kafama bir taş gibi geldi. Ama
ben ne yapabilirim buna karşın? Senin köylülerle konuşmalarım bir hayli tatlı geçti. Çok da sıcak
insanlar. Sana da selam söyleyenler oldu. Okumak isteyenlerden daha çok okumak istemeyenler
var gibime geldi” Ben
“İyi sezmişsiniz. Ben beni bileli bizim köyde Kur’an kursu var. Bu kurs için köylü yardım
kampanyası açar. Yurdun her tarafına adam salar, para toplar. Bu kurs yatılıdır. Komşu köylerden
de yatılı öğrenciler gelir. Siz gördünüz. Bizim köy yoksul bir dağ köyü. Öteden beri köylü din
duyguları ile yoğrulmuş. Tarikat şeyhi din telkin eder. İmam, vaiz, müftü din telkin eder. Politikacı
din telkin eder. “Bu dünya yalancı dünya, gerçek dünya öteki dünya” diye onların kafalarını öte
dünyaya çevirince kurtuluşu Kur’an kurslarında arıyorlar. Ama Kur’an kursu bir meslek okulu
değil. O yalnız kolayca öğrenilebilecek İslami bilgileri öğreten bir kurs. Onun öğrettiğini biz
anamızdan babamızdan öğrendik. Oysa bu kursa giden erkek çocuklar askerlik çağına kadar
devam ediyorlar. Askerden dönünce evlenme çağı gelmiştir. Evlenir. Kadın tuz deyince adamın da
arkası CIZ demeye başlar. Elde avuçta bir şey yok. Yuva para ile yaşar. Bu sefer hayda yallah
ameleliğe, çobanlığa, çıraklığa, bekçiliğe... Çocukların yaşamına yazık oluyor. Kent çocukları hem
din? bilgilerini öğrenip hem de çeşitli okullarda okuyup yüksek orunlara tırmanırken bizim köyün
çocukları ellerin işinde sürüm sürüm sürünür. Bir hastalık gelir hayvanları öldürür. Bir başka
hastalık çocukları süpürür, toprağa gömer.. Zavallı köylü bilgisizlik içinde bu salgınlardan ezilir.
Oysa Kur’an kursuna topladıkları paranın yarısını köyün yetenekli çocuklarını okutmak için
harcasalar köylerinin veterinerini de doktorunu da öğretmen ve tarımcısını da yetiştirip çağdaş
insan düzeyinde bir yaşama kavuşabilirler. Köylünün böyle bir girişime geçmesini çıkar çevreleri
ister mi? Eğer isteriz derlerse neden köylüleri böyle bir atılıma sevk etmiyorlar?” deyince Şefik
Bey:
“Deli Muharrem ile Eyvaz Mustafa konuşup odadan çıkınca eli tespihli, sakallı, çirkin takkeli
bir adam yanma sokuldu”:
“Beyim bu konuşanlar var ya iki tane baldırı çıplak. Deli bu herifler deli. Bizim köyden
göçenler de deli. Hele Bekir diye bir çocuk vardı köyde, babası köyün ağasıydı. Herkes onu sever
sayardı. Fakirin elinden tutardı. Kara gün dostuydu. Neden babasına çekmedi de köyü terk etti? O
da deli. Ne yapıyormuş? Okuyormuş? Okuyup da kimin elinden tutacak? Okuyanlar ne olmuş ki!”
demesin mi? Adama ha haaa dedim. Kendisiyle konuşmayı sürdürmek istemediğimi anlayınca
belki de bana; “Bu da o delilerden birisi” dedi kalktı gitti. Bu sefer Ali Çavuş Mustafa yanıma
yanaştı:
“Bak beyim, bu adam var ya Nakşibendi Tarikatından. Şimdi köy bunların elinde. Elinde
dedimse bunların bilmem nerede bir şeyhi vardır. Oradan haber yollar. Onun bir oyuncağı bu
herifler. Şeyh ister mi köylü çocukları okusun adam olsun? Bunu gören duyan var mı? Hele yeni
okulları, bu okullarda okuyanları hiç sevmezler. O “Deli Bekir” dediği çocuk var ya. Aşkolsun ona.
O köyde beş sınıflı okul yokken ilçeye kaçıp babasına kendisini zorla okutturdu. Babası ölünce de
gene bir yolunu bulup Köy Enstitüsünde okuyor. Köyümüzde ondan başka okuyan çocuk yok.
Onlar için kendi tarikatlarına girenler hep akıllı. Onları dinlemeyip de kendisini, köyü ileri
götürmeğe çalışanların hepsi deli. Tuttururmuş bir “fukarayi sabirin!” Herkes yoksulluğa
dayanacakmış. Tanrı, yoksullara bu dünyanın nimetlerini yemesin dememiş ki? Yoksulların hakkı
değil mi insanca yaşamak? Yoksulluğa boyun eğmek budalalık. Tanrı insana akıl vermiş, düşünce
vermiş. Herkesin okuyup adam olmak hakkı değil mi? Şehirlinin çocukları doktor, mühendis,
hakim olurken bizim çocuklar neden çoban, çırak olsun? Tanrı mı yazmış alınlarına bu yazıyı?
Devlet çocuklarımızı okutursa elimizden, tutmuş olur. Bize toprak verirse elimizden tutmuş olur.
Bunları istemek bizim hakkımız değil mi? Bunlar bizi uyutuyorlar vesselam uyutuyorlar!
Ben Mustafa Kemal’le. Afyondan İzmir’e kadar Yunanlıya kılıç vurdum. O, kurmuş diyorlar
bizim Bekir’in okuduğu Köy Enstitülerini. İnşallah bütün köylerden çok çocuk okuturlar da bizi bu
tarikatçıların elinden kurtarırlar. Bilmem İsmet Paşa bizim köy çocuklarını okutabilecek mi?
Mustafa Kemal Paşa bambaşkaydı. Şimşekti beyefendi şimşek. Dört günde Yunanı denize döktük.
Aş yoktu, ekmek yoktu. Ama bize Kemal Paşa öyle bir kufet (güç) verdi ki, dört gün ne
açlığımızdan haberimiz oldu, ne de yorgunluğumuzdan. Düşmanı bir kattık mı önümüze, alimallah
soluğunu kestik. Döktük denize. Elbette bir Mustafa Kemal daha çıkar içimizden de bu köylülerin
çocuklarını okutur. Bak beyefendi. Mustafa Kemal dedim ya onunla beraber Afyon’dan İzmir’e
doğru kan ter içinde üç yıl bize kan kusturan gâvur’a (kafir’e) kılıç sallıyorduk. Savaş bu. Adam
öldürmek daldan armut koparmak gibi geliyor insana. Sen onu öldürmezsen o seni öldürecek.
İçinden geçtiğimiz köylerde düşmana yataklık yapanların evlerini basıyor, sakladıkları gavurları
gözlerinin önünde temizliyorduk. Kendini bilmez bir kısım aşağılık avratlar “Allah belâcuğunuzu
versin. Ne istersiniz elin adamlarındaaan.. Gül gibi geçinip gidiyorduk.” diyorlardı. Bizim köyün
tarikatçılarını da ben onlara
benzetiyorum. Köyde bir yenilik isteyen oldu mu hemen ağızları açılır. Deli derler, kanaatsiz
derler, imansız derler... Bana sorarsanız bu söyledikleri bizim köyün ilerlemesini isteyenler değil,
tam kendilerine yakışır” dedi. Şefik Bey:
“Bana kalırsa seni savunanlar da var haa..” diye sırtımı okşadı.
Kendisine köyümdeki araştırması için teşekkür ettim. El sıkışarak ayrıldık. Onun temiz
yürekliliğini hiç unutamıyorum.
BELLİ GÜNLERİMİZ
I. YAĞMUR DUASI
Anlatan: Semercilerin Hacı Mehmet Ağa.
Biz atalarımızdan gördüğümüz yağmur duasını her yıl haziran başlarında yaparız. Köyde
varlıklı kişiler bu gün için birer kurban keserler. Varlıklı olup da kurban kesmeyen kınanır.
Kurbanların sakatatları ile etlerin birazı köyde kalan kadın, kız, yaşlı ve küçük çocukların yemesi
için bırakılır. Köyde elinden iyi aşçılık gelen kadınlar bunların hepsini bir yerde toplarlar.
Kazanlarda pişirirler, hep beraber yerler.
Erkeklerin tümü sabahleyin güneş biraz yükselirken hazırlanır. Herkes ekmeğini, bulgurunu
bohçalar. Kurban kesenler etleri kazanlara koyarlar, eşeklere yükletirler. Yağmur duasına
katılanlar bir şenlik, bir gülüşme ile bazen ilahiler söyleyerek, bazen dua okuyarak, amin diyerek
“Erenler Dede”nin yolunu tutarlar. Erenler Dede, Erenler Dağının gediğindedir. Burada bir düzlük
vardır. Bu düzlüğün dibinde oturulabilecek büyük bir ardıç ağacı vardır. Erenler Dedenin ‘mezarı
bu ardıcın dibindedir. Bundan başka dibine oturulabilecek pek çok ardıç vardır. Köylüler bu
ardıçların dibine azıklarını koyar, oturur, biraz dinlenir. Buradaki aşçılığı ben yaparım. Eşeklere
yüklü kazanlar her yıl et pişirdiğimiz yere iner. Eski ocaklara kazanlar çatılır. Karamuklu suyundan
sular getirilir. Ormandan toplanan odunlar çatılı kazanların altında ateşlenir. Etler pişer.
Herkes azığında getirdiği bulguru bir çarşafın üstüne döker. Etin suyuyla pilav pişirilir. Sini
gibi taşlardan kurulu hazırlanmış sofralar vardır. Bu taş sofraların üstleri yıkanır. Herkes oturduğu
yerden kalkar. Erenler Dede’nin mezarının başında toplanır. Dedenin mezarı çevresinde üç kez
dolaşılır. Hoca yağmur duasını okur. Herkes elini yere çevirir. Dua dinlenir. El parmaklarının
aşağıya doğru sarkık tutulması “Tanrım parmak gibi bereketli yağmur ver” demektir. Dua biter.
Köylüler büyük, küçük taş sofralara oturur. Taş sinilerin üzerine leğenlerle pilav dökülür. Sonra
ortası açılır. Buraya da leğenlerle et dökülür. Büyük bir coşku içinde etli pilav yenir.
Aslında bizim yağmur duası ister yağmur yağsın, ister yağmasın her sene yapılır. Bu bizim
ekinlerimizin, otlarımızın bereketli olması dileği ile varsıl, yoksul iyi bir gün geçirmek
istememizden doğmaktadır.
II. ÇEVİRME
Çevirme bizim bağbozumu bayramımızdır. Çevirme, ekini otu biçtik, harmanı kaldırdık,
buğdayı, bulguru ambarladık, işler çevrildi demektir. Çevirme bağbozumundan bir gün önce
yapılır. Çevirme, etli üzümlü bir bayramdır. Çevirme günü herkes kendine yetecek eti, bulguru,
ekmeği ve birer sepet üzümü heybesine koyar. Güneşin doğmasından biraz sonra gene köyün
erkekleri köye bir saat uzaklıktaki Çevirme adı verilen Ardıçlı Tepe’de toplanır. Bu tepede her
sülalenin bir ardıcı vardır. Herkes kendi sülalesinin ardıcının dibine oturur. Etler, pilavlar
pişirilmeye başlanır, herkes heybelerindeki üzüm sepetlerini çıkarır, sular. Bol bol üzüm yenir.
Komşu sülalelerden kişiler biri birlerinin ardıcının dibine konuk olarak gelir. Hal hatır sorulur. El
sıkışılır. “Tanrı bugünlere bizleri bir daha kavuştursun” denir. Gelen konuklar leğenlerde
sepetlerde sulanmış üzümlerle ağırlanır. Çevirmeye gelenler yemekten önce Çevirme Gediği’nde
Karamuk çalılarının dibinde yatan Çevirme Dede’sinin mezarı başına otururlar. Nice çevirme
günlerine kavuşmak ve üzümlerimizin bereketli olması dileği ile dualar edilir.. Dua bittikten sonra
hazırlanan etli pilavlar yenir. Dileyen aynı gün, dileyen ertesi günü bağbozumuna başlar.
III. TEKECİK
Keçilerin kasım ayında döllenmeğe başladığı günün akşamı köyün bekar delikanlıları köyün
ortasındaki bir odada toplanırlar. Delikanlıbaşı, delikanlıların postalara ayırır. Onlara birer mahalle
verir. Herkes mahallelerine dağılır. Her postanın elinde biri birine bağlanmış sekiz on çan vardır.
Sıra ile evlerin kapısına gelirler. “Esselamün aleyküm beyler, bir birini eyler. Koç, teke kattım
kutlu olsun. Bal yiyenin ağzı tatlı olsun, oğlacığın ölmesin. Düşman sana gülmesin Aşkıla Allah
diyelim haaaaa!” diye bağırarak ellerindeki çanları bütün kuvvetleriyle çalarlar, üzüm isterler.
Ev sahibi delikanlılara “sağ olun” der. Tabakla kuru üzüm getirir, çuvallara döker.
Delikanlılar bunu az bulurlarsa bir tabak daha getirip dökerler. . . .
Postalar topladıkları üzümü oturdukları yere getirirler. Satarlar. Parasıyla en iyi davarı
alırlar. Kesip kazanla ocağa vururlar. Et pişinceye kadar davul çalarlar, türkü söylerler, oynarlar.
Et pişince yiyip dağılırlar. Bu eğlenceli güne “Tekecik” derler. Bu da keçilerin döllenme bayramıdır.
IV. SAYA
Keçilerin doğmasına yakın bir günde gene köyün bekâr delikanlıları bir odada toplanırlar.
Delikanlı başı delikanlıları gene postalara ayırır. Her postaya ağzı kapaklı tas, tencere verir.
Taslar, tencereler birer bohçaya sarılı olarak uzun iple bağlı torbaların içine konur. Postalar
kendilerine ayrılan mahallenin evlerinin bacasında ipli torbalarını sarkıtarak:
“Saya geldi sarkıtalım. Demir düdük taktıralım. Çok verenin keçileri doğursun, sürüleri
artsın. Az verenler pahalılıktan patlasın. Sürüsü ortadan kalksın” gibi tekerlemeler söylerler. Ev
sahipleri bacadan sarkan torbayı odanın içine doğru çeker. Torbanın içindeki kapaklı kabın içine
gönüllerinden kopan yağ ve kavurmayı koyar. Bohçasına sarar, torbaya yerleştirir, ipi sarsar. Bu
ip sarsma, yağı koyduk torbanızı çekin demektir. Delikanlılar torbayı çeker, açar. Verilen yağ
miktarı o eve yakışır çokluktaysa giderler. Az bulurlarsa torbayı tekrar bacadan sarkıtırlar. Ev
sahipleri delikanlıları gönülleyecek kadar yağı kor, tekrar ipi sarsar. Torbayı çeken delikanlılar
verilen yağı az bulsalar bile bir daha sarkıtmazlar.
Evlerden toplanan yağlarla poğaça yaparlar, yerler. Poğaça yapılıncaya kadar davul çalar,
türkü söyler oynarlar. Keçilerimizin doğurmaya başladığı günler böylece kutlanmış olur. Yağmur
duası, Çevirme, Tekecik ve Saya bizim üretimimizin bol olması dileğiyle yaptığımız kutlama
günleridir. Köylü bu kutlamaları her yıl hiç bir zorlama olmadan seve seve yapar.
V. DİNİ BAYRAMLAR
Anlatan: Deli İbiş
Dinî bayramlar yoksullar için oldukça acı geçer. Varlıklı insanların karıları, gelinleri, kızları,
çocukları kendileri yoksullara göre çok göze batan bir güzellikte giyinirler.
Bayramların arife günü ikindi namazından sonra camiden çıkan erkeklere dışarıda bekleyen
erkek çocuklar da katılır. Büyüklü küçüklü kalabalık bir topluluk köyün mezarlığına doğru sessiz
sedasız saygılı bir yürüyüşe geçer. Mezarlığa varınca, ziyaretçisi olmayan, nesli tükenen ölüler
adına topluca dua edilir. Dua bitince herkes yakınlarının ve dostlarının kabirlerini ziyaret ederler.
Bayramlarda zenginlerin yoksullara verdiği fitreler yahut kurban payları derde derman olur
şeyler değildir. Çok kez bir gösterişten ibarettir. Yoksulun karnını doyurmaz. Her mahallenin bir
konuk odası vardır. Bayram namazından sonra her evin erkekleri bir sini yemekle konuk odasına
gider. Konuk odasında karma karışık oturulur. Evlerden gelen yemekler de sofralara karışık olarak
dağıtılır. Şakalaşarak, gülüşerek yemek yenir. Kadınlar ve küçük çocuklar evlerde yemek yer.
Yemekten sonra el öpülür, tokalaşılır. Şeker tutulur. Çay, kahve içilir. Bayram süresince, köy halkı
biri birini odalarında ziyaret eder. Yakın akrabalar, dostlar biri birini ziyaret eder. Bu ziyaretler çok
kere evlerde yemekli olur. Bayramlarda hem dinlenilir, hem ziyaretlerle yenilenen hem istenilen
günlerdir bayramlar.
VI. KÖYDE EĞLENCELER
Anlatan: Deli Muharrem.
“Ben size bir fıkra anlatarak konuşmağa başlayacağım:
Bizim köyde eskiden gerdek gecesinde bir adet varmış. Gelin güveyiden para almadan
konuşmazmış. Konuşma olmayınca elbette sevişme de olmaz. Gelin bekler, güveyi para versin de
sevişmeye başlayalım. Güveyi bekler, para vermeden gelin konuşmaya yanaşsın da muhabbete
geçelim. Gelin inatçıdır. Parayı almadan bir dilsiz gibi susar. Konuşmaz da konuşmaz. Güveyi
bakar olacak şey değil. Sol elini def gibi tutar, sağ eliyle def çalarmış gibi çalmaya başlar. Bir de
türkü tutturur:
Kız allı gelin gelin...
Kız domuz gelin gelin...
Olmuyor sabahlar...
Gel al parayı...
Gelin parayı görünce dilleniverir. Bir cümbüştür başlar. Gerdek odasının duvarları bile
güler. Bizim köyün eğlenceleri hep para işi. Parası olan dillenir, eğlenir, coşar. Parası olmayan
dilini yutar. Başını kaşır susar...
Ferfene, poğaça, peşmani, arabaşı, günleridir bizim eğlenceler. Ferfenede iyi bir davar
kesilir. Eti pişinceye kadar davul çalınır, oynanır Uzun havalar söylenir. Ferfene yazın da kışın da
yapılır. (1) Et yenildikten sonra ne tuttuysa ortaklaşa ödenir.
“Poğaça, peşmani, arabaşı, ceviz oynama” günleri hep kışın yapılır. Bugünlerde de davul
çalınır, oynanır. Bizim köyde çalgı çalan bulunmaz. Hep bildiğimiz davul çalmaktır. Ama biz kendi
davulumuzu çalarız. İçimizden başkasının davulunu çalanlar da çıkar, çıkmaz değil. Neyse lafı
fazla uzatmayalım. Bu günlerde de yenen şeyler kaça alınmışsa hesaplanır, kişi başına ne düşerse
ödenir. Bu eğlencelere köyün yetişkin erkekleri katılabilir. Evlilik bekârlık ayrımı yoktur. İşte bizim
sinemamız teyeturamız da bundan ibarettir. Hâlbuki insan hanyadan, Konya’dan haber veren
şeylerle eğlenmeli, hem de fikir sahibi olmalı. Bize de onları öğretecek adam ister.
“Bu da böyle olsun dal boyunlu Ayşam” demiş bizden birisi. Şimdilik
böyle olsun bakalım.”
VII. İMECE
Anlatan: Dervişlerin Hüseyin.
Ben beni bileli bizim köyde bir çok işler imeceyle yapılır. Köyün bağ yollarının, değirmen
yolunun yapılması, köprülerin onarımı, hayvanların su içeceği, çeşmelerin önüne konan sekiz on
metre uzunluğundaki teknelerin, su bentlerinin yapılması, su arklarının açılması, okul, cami
yapımı ve onarımı, evi yananın, evi yıkılanın evinin hangi mevsim olursa olsun hemen yapılması,
ağılların ve çeşmelerin yapılması hep “İmece” ile olan işlerdi.
Sonra particiler oy almak için köyleri sardı. “Biz, sizin yolunuzu yaptıracağız, okulunuzu
yaptıracağız, suyunuzu getireceğiz” diye bastılar yaygarayı. Bizim İmece ile yaptığımız birçok
işleri baltaladılar. Şimdi bir yağmur yağsa yollar selden bozulsa, haydin yollarımızı
onaralım dense köylülere, cevap hazır; “hökömet gelsin yapsın”. Hükümet yapmasına yapar.
Amma bunların bir kısmı da ihale işi. Okul akar, herif sırtüstü yatar, köprü onarımı öylesine.
Çeşmelerin yolları bozulur, kimsenin gözü bile görmez. Devlet bunları nasıl yapacak? Önce
köylerdeki bu çeşit işleri sıraya koyacak, bütçede parası varsa ihale edecek, yüklenici gelip
yapacak... Bekle babam bekle. İşler devletin sırtına yüklenirse sıra işi, para işi derken işler
yüzüstü yattı.
Gene eskiden biri birimizin ekinlerini çift öküzlerimizle ekerdik. Ekinlerimizi işlerdik.
Harmanlarımızı yardımlaşarak kaldırırdık. Bağ yalaklarını açar, bağ dikerdik. Tımarda, ot, filiz
almada, üzüm sermede, pekmez kaynatmada, odun kesmede hep biri birimizin işini ta gönülden
seve seve yapardık. Bu alanda da imece işleri kalmadı gibi bir şey artık. Her şey paraya bindi.
Paran varsa amele tutup yaptıracaksın. Yoksa koluna kuvvet. Canın isterse çalışma da gör. Kimse
sana elini uzatıvermez. Kötü particilik güzelim adetlerimizi işlemez hale getirdi. Asıl büyük
sorunumuz olan topraksızlıktı, işsizlikti. Politikacı neden bu derdimize el atmadı. Bizim gücümüzün
yettiği konuları da Arap saçına çevirdi.
(1) Ferfene: Ortak bir davar alıp yemek ve eğlenmek geleneği.
HASTALIKLAR ve TEDAVİLERİ
Anlatan: Eyvaz Mustafa
Köylülerin hasta umutsuz günleri de olur. Bu günlerde kentten uzak köylerde doktor yok,
sağlık memuru yok, ilaç yok. Hasta ne yapsın, hasta sahibi ne yapsın? Ortalık kıştır, yol yok. Bir
de yoksulsa vay haline? Böyle zamanlarda köylünün imdadına koşanlara bir bak sen.
Kocakarı ilaçları: Nane, Kekik, Ihlamur bunların en iyileri. Eşek sidiği, insan pisliği, katran,
zift ve bilinmeyen sayısız otlar. Bunların bir kısmı yaralara sarılır, bir kısmı ezilir yedirilir, bir kısmı
kaynatılıp, suyu içirilir. Dozunu bilene aşkolsun.
Bilinmeyen otlardan yapılan kaynatılmış suların içilmesi çok kere ölümle sonuçlanırdı. Ama
hiç kimse kocakarı ilaçlarından dolayı ölen hastaları için ihbarda bile bulunmaz!
Bir de dalak kesme, sarılık kesme diye yapılan uygulamalar var. Bir hastanın dalağı şişti
diyelim. Köyde çok bilgiç kocakarılar vardır. Bunlardan birisi çağırılır kadın hastayı yere yatırır.
Karnının üstüne bir senit (ekmek tahtası) koyar. Eline de bir odun baltası alır, tahtaya birkaç kere
vurur gibi yapar. Hasta derdinden kurtulacak umuduna düşer. Bazen iyi bakılan hastalardan iyi
olanlar çıkabilir. Birçoğu da ölür. İyi olanı falan kocakarı iyi etti denir. Onun namı yürür...
Bir de sarılık kesme vardır. Sarılığa tutulan yetişkin ise dilinin altı kesilir. Kurtulan az olur.
Kurtulan için de falan sarılığa tutuldu da, falan kocakarı onu iyi etti denir. Onun da namı yürür...
Eğer sarılığa tutulan çocuksa bir leğene oturtulur. Ilık su ibriği leğenin yanına konur.
Çocuğu anası veya çok konuşkan bir kocakarı tutar. Dışarıdan bir elinde makas, bir elinde ılık su
dolu bir maşrapa ile bir kocakarı çocuğun başında olan dilli karı dışarıdan gelen kadına sorar:
“Nerden geldin ebesi (anneannesi)?” O:
“Gaf dağının ardından geldim”.
“Neye geldin?”
“Memedin sarılığını kesmeye geldim”.
“Kesme ebesi, kesme ebesi” derler. Eli maşrapalı kadın çocuğun tam tepesine dikilir. Bir
eliyle maşrapadan azar azar çocuğun başına ılık suyu dökerken makaslı ebe eliyle de dökülen
suyu keser gibi makası şıkıdık mıkıdık açar kapar, açar kapar
“Kestim keserim, kestim keserim” derken: Dilli karı:
“Kesme ebesi, kesme ebesi.”
“Kestim keserim, kestim keserim.” “Kesme ebesi,- kesme ebesi.” .
…………………………………………….
“Tamam, çocuğun sarılığı iyi olacak gayri” denir.
Bekle iyi olmayı. Bir gün çocuk ansızın ölür. Ama bu kötü adet bir türlü ölmez. Ne değeri
var bu hokkabazlığın. Neden boyun eğiyor insanlar böyle uydurma şeylere?! Yok, mu bunların
sorumlusu? Bunlarla kalsa iyi. Bir de muskacılar, üfürükçüler, cinciler var. Çocuğu olmayanlara
çocuk doğurtan bilgiçler var! Kurşun dökenler, kan alanlar, sülük yapıştıranlar var. Bir sürü can
alıcı, saymakla bitmez...
Düşünün bugün bir uzman profesörün muayene ücreti 35 bin lira. Tahliller, yol parası, otel,
lokanta, ilaç parası, ağı pahasına. Toplasan 150.000 lirayı geçer. Nasıl versin yoksul hastalar bu
parayı? Bir de hastaneye, ameliyata ihtiyaç olursa yandı çırası!.. Altından kalkılır şey değil. Bir de
tutturmuşlar Atom çağı. Bizim hiç mi nasibimiz yok bu yeniliklerden? İşte böyle zamanda hasta
sahibinin başvuracağı yerler ya dedelerin mezarına çaput bağlamak, ya muskacı kapısını çalmak,
ya da hastayı üfürükçüye okutmak. Kim iyi olmuştur şimdiye kadar bu türlü tedavilerden? Ama
çaresiz kalınca bile bile biz bunları yapıyoruz. Hangi okulda okumuştur bu madrabazlar?
Bir de bunlardan kadınların şurasına burasına yazı yazanlar var. Sinir hastası olanlara
“Seni cinler çarpmış. Ben onları toplayıp seni ellerinden kurtaracağım” diyen soytarılar var. Bunlar
kendilerini doktorlardan bile üstün tutmaktadır. Neden köylünün yoksulları bu ne idüğü
belirsizlerin elinden kurtarılmaz?
YAĞLI KARA
Sen bizim köyü bilmezsin. Hele hele Eşşe ile Delibaşı Memed’i hiç bilemezsin. Eşşe,
Memed’in anası. Kocası Birinci Dünya Savaşı’nda ölmüş. Eşşe taze gelin iken dul kalmış, Memed
de yetim. Eşşe yoksul bir kadın. Memed’ini bin bir sıkıntı içinde büyütüp geleceğine güvenmeye
başlamış. Ona umutla, güvenle bakmış. Kendini böyle avutmaya çalışmış. Oğlu büyüyecek, çalışıp
yurt yuva kuracak, çoluğa, çocuğa kavuşacak. Eşşe de bu mutlu yuvada oğlunun sefasını
sürecek... Kimseye de muhtaç olmayacak.
Eşşe kadın bu mutlu yaşamı özlerken bir gün Memed hastalanmış. Doktor yok, ilaç yok.
Hatta doğru dürüst yiyecek bile yok. Çift, çubuk yok. El kadar soğan dikecek bir toprağı ile beş on
sepet üzüm veren bir de bağı var. Gel sen geçin bu olanakla... Bereket köy yeri, odunu sırtı ile
getirir. Yabani elmalar, armutlar, palamutlar vardır dağlarda. Komşu kadınlarla gider, onları
silker. Bütün kadınlar çuvallarını doldurduktan sonra biri birine seslenirler, çuvalını
dolduramayanın çuvalını doldururlar, hep beraber köye dönerler.
Eşşe kadın hasta Memed’iyle böyle yaşarken, Memed’in hastalığı ilerler. Çocuğa bir titreme
gelir, çarpık çurpuk yürümeğe başlar. Elleri tutmaz olur.Karın ekmek ister, boğaz aş ister. Memed özel bakım ister. Yokluğun gözü kör olsun. O da
beslenmek ister. Amma evde yiyecek bir şeycikler yok işte. Kendini satamaz Eşşe. Uçkuru çok sıkı
bağlar. İş? İş yok. İş tutturan yok. Konu komşudan yaşam sürdürecek yardım yok. Elinden
tutacak akraba yok. Dost yok. Yok... Yok... Ne kaldı geriye? Ya dilenecek, ya çalacak. Eşşe ve
oğlu hırsızlığa başlarlar... Eşşe tencere çaldıysa oğlu tabak çalar komşulardan. Eşşe entari
çaldıysa oğlu ayakkabı çalar. Tas çalar, tava çalar... Çalar... Çalar... Yokluk bu alçaltır adamı.
Bağdan üzüm çalar, tarladan patates, evden yağ... Harmandan buğday çalar. Pekmezde pekmez.
Bulgurda bulgur çalar. Çalar... Çalar... Çalar...
Bir gün köylü bunun farkına varır. Muhtar, bekçi, hacı, hoca evini arar. Ooo... Herkesin
yitiği evde bulunur. Ne olacak şimdi’? Götürürler muhtar odasına. Önce ikisine de iyice bir dayak
atarlar. Eşşe ile oğlu yalvarırlar. Yardım edin. Bizi koruyun; Muhtacız... Açız... Affedin derler...
Dinleyen kim, anlayan kim? Akıllının biri “Götürün bunları evlerine. Çaldıklarını iki sepete
doldurun. Yüzlerine çaldıkları tavadan, tencereden kara sürün. Köy içinde dolaştırın. Bakalım bir
daha hırsızlık edebilirler mi? der.
Eşşe ile oğlu evlerine götürülür. Yüzleri yağ tavalarının yağlı karasıyla karalanır... Çaldıkları
şeyler sepetlere doldurulur, sırtlarına iple bağlanır... Köyün içinde kapı kapı dolaştırılır. Herkes
yitiğini sepetlerden alır, Eşşe ile Oğluna küfreder... Onlar da alnımızın yazısı diye ağlarlar!..
ZENGİN DÜĞÜNÜ
Zenginle yoksulun düğünleri harcamalarda gözle görülür. Fakirler çabuk nişanlanırlar, konu
komşu düğün evine uğrarlar, hayırlı olsun derler. Fakir düğünlerinde yalnız köyün kadınları davul
çalıp oynarlar. Yemek içmek, çalgı malgı yoktur. Başladığı ile bittiği pek belli olmaz. Zengin
düğünlerinde önce dama bir bayrak dikilir. Davullar çalınır, tüfekler atılır. Bayrağı dama diken
delikanlı güveyiye sağdıç olur. Bayrağı bayraktar taşır. Sağdıç güveyi gezdirir. Bir de Delikanlı
başı vardır. Düğünde onun sözü geçer. Bütün delikanlılar onun sözünden çıkmazlar. Düğün sahibi
bayrak dama dikildiği gün komşu köylerden gelen davetlilere ve köyün tüm delikanlılarına yemek
vermeye başlar. Akşamları sazlar çalınır, davullar gümbürder. Türküler çağrılır. Kaşığı eline alan
ortaya çıkar, oynamaya başlar. Zenginlerin birçoğu Bozkır köylerinde saz çalan, oynayan
köçekleri para ile getirir. Gündüzleri ve akşamları sazlı sözlü cümbüşler başlar. Sofralar kurulur.
Yemekleri DELİKANLIBAŞI yerse herkes yer, yemezse kimse sofradaki yemeklere kaşık
batıramaz, onu bekler. Düğün sahibi yemeğinin yenmediğini görünce DELİKANLIBAŞI’nın yanına
adamlarını yollar, ne istediğini öğrenir. Yemeklerdeki eti, tabaklardaki helvayı çoğalttırır. Bazen
içilecek şeyler de verilir. Delikanlıbaşı’nın gönlü olmuşsa yemeye başlar. Onun yemeye başladığını
görenler de yemeye başlar. Sofranın zengin olması sofraya oturanların işine de geldiğinden
Delikanlıbaşı’nın istediklerine kimse karışmaz. Bir hafta süren düğün günlerinde bol bol yiyecek,
içecekle sofralar dolar, taşar, yenen içilen şeylerin haddi hesabı yoktur. Düğün sahibi de
konuklarını memnun ettiği için mutludur. Eğer düğün sahibi hık mık eder isteneni vermekten
çekinirse Delikanlıbaşı sözü çakıştırır: “Hamama giren terler ahbap” der... Önemli olan bunu
dedirtmemektir, düğüne çağrılanları hoşnut etmektir. Güle oynaya sevinçli günler yaşatmaktır.
Düğünün son günü “kına gecesi”dir. Bugünün değeri büyüktür. Düğün sahibi sofrasına
oturacak adam sayısını hesaplar. Beş on davar keser. Kazanlarla etler, pilavlar pişirilir. Öğleyin
kurulan sofralarda köyün bütün erkekleri yemek yer. Sonra gelin almaya gidilir. Kız evinde gelin
ata bindirilir. At yoksa katıra bindirilir. Oğlan evine doğru yürünür. “Gelin alayı” derler buna. Av
tüfeği olan her erkek düğün alayında yerini alır. Bunların sayısı 50–60 arasında değişir. Alay eve
gelinceye kadar 5–10 yerde durulur. Davullar çalınır, tüfekler atılır, köçekler oynar, gelin eve
indirilir, düğün de bu akşam biter.
Düğünün birinde köylülerin kendi üzümlerinden yaptıkları şaraplardan sofralara helkelerle
konur. Sofranın birinde Nakşibendî tarikatına giren bir konuk vardır. Şarabı görünce sofradan
kalkmak ister. Yanı başında oturan “Sofu” diye anılan şakacı biri vardır. Hemen adamın elinden
tutar: “Otur hele babayiğit, sen bizim konuğumuzsun. Bu kadar adamı tepip nereye gideceksin?
Her şeyin bir yakışığı vardır.” diye iyi yanından gelip, okşayarak sofraya oturtur. Sofu, herkesi
güldüren şakacının biri. Herkese maşrapalarla şarap dağıtılır. Şerefe bardaklar kaldırılır. Sofu,
bardak kaldıranlara seslenir: “Konuğumuz içmeyince içmek yok.” Konuk diretir “içmem” der;
Sofu: “Şaraba tuz dökülürse sirke olur. Sirke içmek haram değil ki? Getirin oğlum oradan bir
kaşık tuz” der. Tuz gelir. Konuğun bardağına biraz dökülür. Sofu yine: “Ne var bunda
içilmeyecek? Bizimki şarap, seninki şirke. Kaldırın delikanlılar bardakları. Konuk sen de kaldır.”
Ne yapsın konuk? Bu kadar hoş karşılanmaya dayanamaz, bardağı kaldırır: “Sirke
niyetine” içer. Yenilip içilme devam eder. Konuk, ömründe şarap içmemiştir. Koca maşrapayı
devirince kafayı bulur. Bardağı tekrar doldurulur. Sofu sorar: “Ağam” der tarikatlı konuğa. “Tuz
dökelim mi? Tarikatlı, şarapla, düğünün şenliğinden coşmuştur. Sofuya döner:
“Tuzlu da gelsin, tuzsuz da”.
HACILAR – DERVİŞLER – ŞEYHLER
Bizim köyde dindar bir köy. Ben küçükken Arap yazısı okuduğumuz bir okul vardı. Emmim
köyün hocasıydı. Köylü çocuklarını bu okula yollardı. Büyük bir dershanemiz vardı. Bir tarafta
kızlar, bir tarafta da erkek çocuklar otururdu. Namazda okunacak sure ve duaları yaşlı kalfalar
yeni gelenlere ezberletmeye çalışırlardı. Sonra da hocanın önünde okurduk. Daha yetenekliler
Kur’ana çalışırdı. Kur’anı söken ve bitirene “başa çıktı” derlerdi. Kim başa çıkmışsa onun anası,
kazanla bulgur pişirir, tüm okul çocuklarına ve konu komşuya dağıtırdı. Hocaya da para verirlerdi.
Başa çıkan, büyüklerinin elini öperdi. Onlar da ona sevinsin diye para, verirdi. Analar, babalar ve
çocuklarda bir sevinçtir giderdi.
Bizim köyde çok hacı vardı. Hâlâ da var. Hicaz’a ancak varlıklılar gidebilirmiş. Vapurla,
deveyle gidip gelişlerini ballandıra ballandıra anlatırdı. Babam iki kez gitmiş. Üç emmimi de hicaza
götürmüş.
“Köyde zengin olan hacılar mevlit okuturlardı. Mevlitte köyün tüm erkeklerine yemek
verilirdi. Yemekten sonra kahve içilirdi. Mevlit okunmaya başlanınca şerbetler hazırlanır herkese
bardak bardak verilirdi. Baharat kokulu pekmez şerbeti seve seve içilirdi. Her hacı biri birinden
zengin yiyecekler hazırlayarak bir cömertlik yarışına girerlerdi. Köylüyü en iyi yiyeceklerle
doyuran en iyi mevlit okutmuş sayılırdı. Köyde en az 15 zengin hacı mevlit okuturdu. Bir de
Konya Ovası’nda dilenip köyde mevlit okutan
Kör Emin vardı. Eti, helvası çok olduğu için köylüler onun mevlidini severlerdi. Zenginler ise buna
kızardı. Bu yıl mevlidinden memnun edemeyenler gelecek yıl okuttukları mevlit yemeklerini daha
iyi çıkararak özürlerini örterlerdi. Hatta siz de böyle okutabilin bakalım dercesine meydan okurdu.
Ve mevlitler yıldan yıla böyle devam eder giderdi.
Mevlit okutan zenginler yalnız bu cömertlikleriyle kalmazlardı. “Mevlidimiz şenlikli olsun”
diye Konya’dan Mevlevi dervişleri de çağırırlardı. Arif Dede, Mehmet Divane, Gazileli Kör Raşit
Dede hemen hemen her yıl çağrılırlardı. Bunlar ilahiler söylerler, sema ederlerdi. Köylüler
dervişlerin ilahilerini, dönerek yaptıkları ayinleri severek seyrederlerdi. Bu dervişler ta Konya’dan
boşuna kalkıp gelmezlerdi. Mevlit okutanlar kesenin ağzını açar, onları memnun edecek paralar
verirlerdi. Ayrıca köyün varlıklı aileleri de birer batman (9 kg.) üzüm verirlerdi. Dervişler iyi
harman kaldırmış köylü gibi yüzleri gülerek uğurlanırdı.
Mevlevi dervişlerin köyde sevilmesinden sonra, bir de Nakşibendi tarikatı çıktı ortaya.
Nakşibendi liderleri çok kurnaz kişiler. Nereye kanca atacaklarsa oranın sözü geçen kişilerini
önceden öğrenirler. ondan sonra o köye kendi misyonerlerini yollarlar. Bizim eve bir akşamüzeri
sakallı atlı geldi. Kıpkırmızı yüzlü, başı ustura ile kazınmış, göbekli bir adam. “Karamanlı Kalaycı
zade Mustafa ‘Efendi” olarak tanıttı kendisini. Babam bana işaret etti. Adamın atını tuttum.
Sırtından eyerini aldım. Adam bana:
“Az gezdirirsen iyi olur” dedi. Ben atı ileri geri döne döne gezdirdim, sonra ahıra bağladım. Atın
kaşağılanması, torbasına ot yahut arpa samanı konması, üzerine de arpa doldurulması gerekmiş.
Bunları da yaptım. Akşam yemeğinden sonra babam beni çağırdı.
“Bu adam tarikatçı” dedi. Benden köyün ileri gelenlerini toplamamı istiyor. Sen yarım saat sonra
misafir odasına gel. “Dediğin adamları çağırdım. “İşimiz var” dediler de. O da yarın defolsun
gitsin” dedi.
Ben yarım saat sonra odaya geldim. Komşulardan kimse gelmiyor. “İşimiz var” dediler...
Babam Konya medresesinde okumuş. Yirmi beş yıl köyün muhtarlığını, padişahlık
döneminde de aşar memurluğu yapmış, Hanya’dan, Konya’dan haberi olan bir semerci ustasıydı.
Adam benim komşular gelmeyecek dememi duyar duymaz kızıl bozul oldu. Ben odanın gerisinde
diz çöküp oturdum. Odada sinek sesi bile yoktu. Adam “Şeyh Esat Efendimiz” derken, babam
adamın konuşmasını kesti:
“Sen benim tozlu çulumun üstüne oturdun. Konuğumsun. Benim odamda şeyhlerin, Esat
Efendilerin yeri yok. Onları başka bir yerde konuşursun” dedi. Adam ikinci kez kızıl bozul oldu.
Yatak serdik. Yattı. Sabah erkenden kalktım. Konuk tarikatçının atını yemlemeye gittim. Ne ahırda
at, ne de odada konuk var. Adam geceden kalkmış gitmiş. Meğer adam babama söz
geçiremeyince bizim sevmediğimiz bir adamın evine gitmiş. 0 adam köydeki cöm cöm sakallıları
toplamış. Onlarla ayin yapmışlar. Sonra da onları tarikata sokmuş. Her şey kendi aralarında
kalacak, Şeyh Efendiden. ne emir gelirse herkes biri birine duyuracak. Gerektiğinde herkes gücü
yettiğince Şeyh Efendi’ye yardımda bulunacak... mış.
Bizim köyde gizliden gizliye Nakşilik aldı yürüdü. Gizli ibadetler yapılmaya başlandı. Bir gün
köye “A. köylü Şeyh Efendi gelmiş, oraya gideceksiniz” diye bir haber dolaştı. Bizim tarikatçılar
hemen heybelerine en iyi kuru üzümleri doldurarak gece A köyünün yolunu tuttular. Öteki
köylerden de bal, pekmez, yağ tenekeleriyle gelenler olmuş. Şeyhin elini öpmüşler. Hediyeler
harman gibi yığılmış. Şeyhten derslerini almışlar. Meğer Şeyh Efendi Atatürk karşıtıymış.
Türkiye’den kaçıp Suudi Arabistan’a yerleşmiş. Orada iki kadınla yaşıyormuş. Köydekiler de
köyde. Köyümüzden para yardımı istenince bizim Gökmen Ali “Avratını … ettiğimin adamı.
Hicaz’da iki avratla keyif çatacak da ben de ona para mı yollayacağım? .... mı alsın. Para
vermeyin pezevenge” diyordu. Ama onun adamları el altından her köyden para toplayıp
gönderiyorlardı. Bununla kalsa iyi. Bir de ona vekâlet vererek kendi yerlerine Hicazı ziyaret ettirip,
Hicaza gitmeden hacı oluyorlardı. Buna, “bedel” diyorlardı. Şeyh Efendi’yi bedel tayin edenler ona
çok para yollayıp hacı oluyorlardı.
EŞŞEKLER KONGRESİ
Dünya eşekleri bizim köyün Çukurpınar yaylasında toplanmışlar. Önce aralarından eşekler
kongresini yönetecek kurulu seçmişler.
Kurul da aralarından en yaşlı eşeği kongre divan başkanı seçmiş. Kongre başkanı koca
eşek Yazının burnuna çıkmış bütün eşeklere:
“Sevgili eşek kardeşlerim! Önce beni kongre başkanlığına seçtiğiniz için sizlere teşekkür
ederim. Beni bu göreve getiren tüm eşek kardeşlerime sonsuz şükran ve minnet duygularımı
belirtmek isterim. Bizim bütün problemlerimizi, halletmek için benim biraz hazır olmam gerekiyor.
Şu anda dünyanın dört bucağından kalkıp gelen eşek kardeşlerimin dinlenmelerini, hem de
kongrede yapacakları konuşmaları hazırlamalarını istiyorum. Hepiniz hazırlanmadan önce de şimdi
sayacağım otlaklara Ve güzel su içeceğiniz pınarlara yerli eşek kardeşlerimiz tarafından
götürülmenizi istiyorum. Şimdi sizlere sesleniyorum:
“Yerli eşek kardeşlerim, hepiniz yanıma gelin”.
Yerli eşekler dörtnala başkanın yanına gelirler. Başkandan verilecek görevi yapmak üzere
hazır olduklarını ai... ai... ai... ai... diye anırarak belli ederler.
Başkan tekrar konuşmaya başlar:
“Konuksever yerli eşek kardeşlerimin şu andaki davranışları beni çok, hem de çok
mütehassıs etti. Sizlere nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Şimdi siz konuk eşek
kardeşlerimizi Akçapınar’a, Kaynarcı’ya, Kuruçam Arası’na, Ekşi Elma’ya, Gürlevik’e
götüreceksiniz. Güzelim ilkbahar mevsimindeyiz. Buralardaki yeşil çimenlerin, otların, çayırların
hatta boğa dikenlerinin en bol olduğu yerleri konuk eşek kardeşlerimize göstereceksiniz.”
Yerli eşekler verilen görevi yapacaklarını belirten sevinçlerini tekrar ai… ai... ai... diye hep
beraber anırarak başkana duyururlar. Başkan koca eşek, tüm dünya eşeklerine karşı
konuşmalarını sürdürür:
“Bu dağların otları, eşeklerin cinsel gücünü de arttırır. Hele boğa dikeni yiyenleriniz
durmadan sevişmeye kalkarsanız şaşırmayın. Sevgili eşek kardeşlerim. Biz, hepimiz dünya
eşekleri olarak kardeş sayılırız. Sizden çok rica ediyorum. Aranızda hiç bir ayrım yapmadan, şu
Amerikan eşeği, şu Rus eşeği, şu Çin, Hint, İngiliz, Fransız, Güney Afrika, Avustralya hatta Yunan
eşeği demeden hepiniz doya doy sevişiniz.” deyince dinleyici eşekler bağırırlar: “Biz insan mıyız
ayırım yapacak?.. Başkan kaldığı yerden: Yiyiniz, içiniz, dinleniniz. Sorunlarımızı saptamak üzere
oturuma iki gün ara veriyorum” der.
Yerli eşekler, konuk eşekleri adı geçen otlaklara götürürler. Tüm eşekler taze otları iştahla
yerler. Karınlarını tıka basa doyururlar. Soğuk sulardan içerler. Kancık eşekler, erkek eşekler
başlarlar anırmaya. Başkanın dediği gibi hiç bir ayırım gözetmeden hep beraber yerler, içerler,
hem de doya doya sevişirler. Bir taraftan da insanoğlunun kendilerine yaptığı kötülükleri,
haksızlıkları içeren ortak imzalı bir dilekçenin seçilecek güvenilir bir koca eşek tarafından Tanrıya
iletilmesine karar verirler,.iki gün sonra da Çukurpınar yaylasında yapacakları kongreye katılırlar.
Başkan Yazının burnuna çıkar. Var sesiyle:
“Sevgili eşek kardeşlerim! İnsanoğlunun bizi kötü yönettiğinden, kazandığımız hakları bize
yedirmediğinden, şikâyetçiyiz.” Tüm eşekler başkanın söylediklerini doğrularcasına, ai... aai...
aai... aai... diye durmadan başlarlar anırmaya. Başkan:
“Sevgili eşek kardeşlerim. Hepiniz anırarak beni alkış yağmuruna tuttunuz, gözlerim
yaşardı. Bu, bizim davamızda çok üstün bir birlik içinde olduğumuzu gösteriyor. Bundan sonra, bu
birlik ve beraberlik duygusu içinde birleşeceğiz. Bölünmeyeceğiz. Birlik ve beraberlik duygusunu
yaşattıkça biz tüm haklarımızı insanoğlundan çatır çatır koparacağız.” Gene aai... aai... aaa
anırma alkışları gökleri çınlatır.
Kongre başkanı: “Eşek kardeşlerim, eşek kardeşlerim, biraz beni dinleyin... Gündemi
açıklıyorum. Ondan sonra hepinize konuşma hakkı vereceğim.” Deyince eşekler susar. Başkan
gündemi okumağa başlar:
“1- İnsanların eşeklere yaptıkları tüm kötülüklerin açıklanması.
2- İnsanoğlundan isteklerimiz.
3- İnsanoğlunun bize vermesini istediğimiz hakları içeren dilekçemiz, aramızdan
seçeceğimiz güvenilir ve çok yetenekli koca bir eşek eliyle Tanrıya gönderilmesi.
4- Dilekler ve kapanış.
Şimdi oturumu açıyorum. Sıra ile konuşacaklara söz vereceğim. Konuşulanların iyi
dinlenmesini, konuşmacılara geçiyorum. Konuşmak isteyenler adlarını yazdırsınlar” der.
Konuşmacı eşekler adlarını sıra ile yazdırdıktan sonra, konuşmalar başlar. İlk konuşmacı:
“İnsanoğlu bizim sırtımıza çok yük yüklüyor” der demez öteden bir eşek: “Sırtımıza
yüklenen bu yükün ortasına da kendisi biniyor.”
Bir başka eşek: “Karısı sırtındaki Çocuğu sırtımıza binen herifin kucağına veriyor.” Bir
başkası: “Evet elinde bir sopa ile arkamıza vura vura sürüyor. Gel ölme bu yükün altında” derken,
Başkan:
“Arkadaşlarım, çok muhterem eşek kardeşlerim, lütfen bir eşek konuşsun. Anlıyorum
hepiniz bu konuda çok dertlisiniz.” Derken, bir başka konuşmacı: “Bizi öküzün yanında çifte
koşuyorlar, harmanda dövene koşuyorlar. Öküzler çok kuvvetli. Biz onlarla aynı yükü
çekemediğimiz için kıçımızın şaklarını bizle delik deşik ediyorlar. Bizi insanoğlu, öküzle bir
tutmasın.”
Bir başka konuşmacı: “Sahiplerimiz bizim ırzımıza geçiyorlar. Eşek olduk diye her işlerini
yaparken bir de namusumuzla oynuyorlar” der, demez hemen bir konuk dişi eşek konuşmacı
erkek eşeğin sözünü kesmiş: “Siz erkek eşekler var ya çok adi hayvanlarsınız. Kendi cinsinizi
bırakıp kısraklarla, kancık katırlarla aşk yapıyorsunuz” derken bir başka konuşmacı eşek, “Sanki
insanlar pek mi namuslu? Onlar da erkek erkekle, kadın kadınla eşcinsel yaşam sürdürüyorlar.
Onlar biz eşeklerden daha kötü alışkanlık içindeler. Bu sapıklıkların tümü ortadan kalkmalı.”
Başkan konuşmacıları uyarır: “Konumuz dışı konuşmayalım. Lütfen konumuza dönelim” der. Bir
başkasına söz verir: Konuşmacı:
“Sayın eşek arkadaşlarım, çok muhterem eşek kardeşlerim, biz bütün bu yükleri taşırken,
her türlü hakaretlere katlanırken, tam anlamıyla karnımızı da doyurmuyorlar. Aç eşek istenilen işi
yapabilir mi? Biz sahiplerimizin iş yerlerinin kazançlı olmasından en çok yükü çekenlerdeniz.
Kazandığımız yiyeceklerden daha iyi beslenmek hakkımızdır. Oysa sahiplerimizin pek çoğu
önümüze bir kalbur kes yahut bir sepet kuru saman dökmektedir. Harmanı biz kaldırıyoruz, yem
vermiyorlar. Sergiyi eve taşıyoruz, üzüm vermiyorlar. Tüm meyveleri, kabakları biz taşıyoruz bize
yedirmiyorlar.” der demez bir başka eşek, divan’a doğru koşarak
“Yalan söylüyor, yalan söylüyor. Önümüze dökülen samanın üstüne bir avuç yem
dökmüyorlar mı? Başımıza taktıkları torbanın içindeki samanın üstüne biraz yem serpmiyorlar mı?
Rica ederim nankör olmayalım” derken, konuşmacı eşeği aaa... aaa... aia... aia... diye anırarak
kınarlar. Tüm eşekler konuşmacı eşeğe: “Biz eşeğiz ama, insanlar biri birine kızdıkları zaman
“eşek oğlu eşek” diye küfrederler. İşte o eşek tam bu eşek” derler.
Başkan konuşmaları yeterli bulur:
“Şimdi içimizden en yetenekli, en kocaman ve en kuvvetli bir eşeği bizi temsil etmek üzere
seçeceğiz. Bu eşek arkadaşımızın eline konuştuğumuz haksızlıkları içeren bir dilekçe vereceğiz.
İnsanoğlunun bize haklarımızı vermesi için Cenabı Allaha yollayacağız. Yüce Allah da insanların
bize iyi davranmalarını, haklarımızın bize verilmesini, insanlara elbette emredecektir. Bu dilekçe
eşekleri daha özgür, daha mutlu yaşama kavuşmalarını isteyen bir dilekçedir” der. Hemen
kendilerini temsil edecek olan yetenekli koca eşeği seçerler. Eline dilekçeyi verirler. Herkesin
kulağı bu güvenilir eşeğin getireceği haberdedir. Kongre dağılır. Bütün eşekler eski yerlerine
giderler. Konuşulanlardan, alınan kararlardan oluşan dilekçeyi alan koca eşek Erenler Dağı’nın
yolunu tutar.
Tanrı ile Erenler Dağı’nın tepesinde buluşmak umudundadır. Amma yolda giderken karnı
acıkır. Dilekçeyi yiyiverir. Acıkınca, dilekçeyi yiyiverdiğini de unutur. Bu yüzden Tanrının katına da
çıkamadığını tüm dünya eşeklerine duyurur ve ortadan kayboluverir.
Bütün eşeklerde bir telaş başlar. 0 günden bu güne... bir aramadır gider.
Her eşek önüne gelen eşek kakalarını koklamağa başlar. “Acaba bizim koca eşeğin kakası
bu mudur? Acaba bizim dilekçe bunun içinde midir? diye. Amma hiç bir eşek dilekçeyi kokladıkları
kakanın içinde bulamaz. Eşek inadı buya. Bulacağız umuduyla durmadan gene koklarlar, gene
koklarlar. Sonunda aklı başına gelen eşekler:
“Yahu bu alınan kararlar her türlü zora ve acılara katlanan eşekler başının aklıyla alınmadı
mı? Eğer bir kurtarıcı yanını bilseydi bu eşek oğlu eşek, kendini kurtarırdı. Biz ne diye onun
arkasından koşup, olmadık kakaları koklayıp duruyoruz? Eğer bizde biraz akıl olsaydı, başkasının
emrinde olan eşeğin arkasından gitmezdik. Durmadan da önüne gelen eşek kakalarını koklamaya
da katlanmazdık. Demek ki biz eşek aklıyla kaldıkça, eşek inadımız yüzünden başka eşeklerin
bokunu koklamaktan kurtulamayacağız” derler.
ALAKANCIK
Vaktiyle bizim köy göçebe imiş. Yazın yaylalara, kışın kışlıklara göçerlermiş. Sürülerle
hayvanları varmış.
Bir zaman gelmiş ki göçebelikten usanmışlar. Şimdiki köyün olduğu yere gelmişler.
Parmak, kol ve bacak kalınlığında akan sular çokmuş. Çevre ormanlıkmış. Burada da yazın,
yüksek otlaklarda, kışın da Göksu kenarındaki kar düşmeyen vadi ve yamaçlarda hayvanlarını
otlatırlarmış.
Bu güzel yeri sevmişler. Ve “Kalalım ağalar” demişler. Köyün adı da Kalınağıl olmuş. Kalın,
varlıklı (ensesi kalın gibi) ağıl da hayvanlarının yatıp kalktığı barınak. İki adı birleştirmişler. Köyün
adını “Kalınağıl” koymuşlar.
Dağlık bir köy. Ne ayakları çarıktan kurtulmuş, ne de sırtları yamalıklı giysilerden. Gene
yoksul bir yaşam sürmeye başlamışlar.
Köyde de kötü bir görenek varmış. İnsanlar iş yapamayacak kadar yaşlanınca Alakancık
adındaki taştan atarlarmış. Hiç bir yaşlıya kendi kendine ölümü bekletmezlermiş.
Yorulmaz Koca adında dinç, yaşlı bir adam köylüleri bir gün toplamış:
“Buraya konduk, yerleştik. Ama bizim üzüm veren bağımız yok. Meyve veren ağacımız
yok. Ekin ekip harman kaldırmıyoruz. Tencereye vuracak patatesimiz, patlıcanımız, fasulyemiz
yok. Kuru ekmeğe katık edecek soğanımız yok, domatesimiz yok. Çocukların eline verecek bir
salkım üzümümüz yok. Görüyorsunuz, yalnız hayvancılık karnımızı doyurmuyor. Gelin sizinle
köyün topraklarını ekelim. Bağ dikelim, sebze yetiştirelim. Göksu’yun önüne bentler yapalım.
Suyun kenarındaki bükleri ekelim. Oralarda kan damlasa can biter. Su var, toprak var. Oraya
kışın iklim güzel. Göksu’yun yamaçlarına bağ dikelim. Üzümler erken çıkar. Tabandaki yerlerde de
ekin, sebze, meyve yetiştirelim. Gene hayvancılığımız devam etsin. Üretim artsın. Yoksulluktan
kurtulalım. O zaman daha sağlıklı daha mutlu oluruz” demiş.
Köylüler kara kara düşünmeğe başlamışlar. İçlerinden biri:
“Şimdiye kadar hep hayvan güttük, hep hayvan yetiştirdik. Başka bir göreneğimiz yok,
başka bir sanatımız yok. Bu saydığın işler çok iyi, güzel, amma nasıl yapacağız? Hiç bilmediğimiz
bu ürünleri nasıl yetiştireceğiz?” deyince: Yorulmaz Koca: Önemli olan bilinmeyeni öğrenip yapabilmek. Bilinmeyen yararlı şeyleri öğrenmek ve işe
yaratmak. Yaşam seviyesini yükseltmek. Bilineni herkes yapar. Herkes’in yaptığı işler kolay
işlerdir. Kolay işlerin kazancı da azdır. Biz kendimizi zorlayacağız. Zor işleri yapmasını
öğreneceğiz. Bu saydığım işleri bir gerçekleştirdik mi yepyeni bir yaşama kavuşacağız.” Yorulmaz
Koca’nın dedikleri bir kulaktan girmiş, ötekinden çıkmış. Bunu gören Yorulmaz Koca, toprağa ağaç
dikmenin, ekin ekmenin yollarını aramaya başlamış. Bir kış günü katırına binmiş, köyden çıkmış.
Bağcı bir köye varmış. Çubuk köklüsü lamış. Meyveli bir köye varmış, meyve köklüleri almış
yüklemiş katırına köklüleri, köyüne getirmiş. Köklüleri toprağa gömmüş. Köyün güçlü, kuvvetli
gençlerini toplamış:
“Bana bakın, hayvan güde güde burnumuz kokudan yirildi. (Yirik - Yırtık) Köylü olduk
gayri, hiç köylü topraksız olur mu? Biz de insanız. Neden meyve bahçelerimiz olmasın? Bizim
elimiz yok mu? Bizim beynimiz yok mu? Herkes anasının karnında öğrenmedi ya bu işleri. Önemli
olan bir işe istekle sarılmak. Arkası kendiliğinden gelir” demiş. Yanına aldığı gençlerle beraber bağ
yalakları kazmışlar, meyve fidanlarına çukur kazmışlar, köklüleri, fidanları dikmişler.
Aradan yıllar geçmiş. Köyde bağcılık, bahçecilik ilerlemiş. Çubuklarda küfelerle üzüm,
meyve ağaçlarından sepetlerle meyveleri evlerine taşımağa başlamışlar.
Köylü üzüm, kiraz, elma, armut yemeğe başlamış. Bunu gören köylüler kendilerinin boşagiden zamanlarına acımışlar. “Şimdiye kadar niye bu ürünlerden yoksun kaldık” diye yakınmışlar.
Yorulmaz Koca’nın köyde yeni bir yaşam yarattığını görmüşler. Tüm köylü var gücü ile kendini
toprağa vermiş. Dün dağ olan yerler bugün bağ olmuş. Dün boş su kenarları, bugün bahçe olmuş.
Meyve, sebze bollaşmış, köyün ağzına yeni bir tad gelmiş. Ekin ekip harman kaldırmışlar.
Yorulmaz Koca bu kez “Her akarsuyun önüne bir havuz yapalım, ektiğimiz ekinleri
sulayalım. Sebze ekelim, havuzda biriken sularla onları sulayalım, yetiştirelim. Köyün altından
Göksu akıyor. Göksu’yun üzerine bentler yapalım. Oradaki bükleri tarla haline getirelim. Göksu
kenarına kar düşmez. Buradan yılda iki ürün alınabilir. Uyuşukluğa paydos. Tüm köylü buraları
bölüşelim, hemen işe başlayalım” demiş.
Köylüler, Yorulmaz Koca’nın kendileri için düşündüklerinin yararlı olduğuna inanmışlar.
Göksu’yun kenarındaki bükleri paylaşmışlar. Göksu’yun üzerine bentler, kurmuşlar, arıklar
açmışlar. Bu tarlalara kışın ekin ekmişler, haziranda harman kaldırmışlar. Ekinlerin yerine fasulye,
patates gibi sebzeler ekmişler. Domates, patlıcan, biber, soğan dikmişler. Köylünün yiyecek çeşidi
artmış. Satacak, para getirecek ürünü çoğalmış. Kendilerinin tüketim fazlası ürünlerini başka
köylere satmaya başlamışlar. Eskisinden kat kat zengin olmuşlar.
Yorulmaz Koca da çalışa çalışa yorulmuş. Yaşlanmış. İş tutamaz hale gelmiş. Oğlu bir gün
ona:
“Baba hazırlan seni bugün Alakancıktan atacağım” demiş. Bu haberi köylü duymuş. Herkes
Yorulmaz Koca’nın evine toplanmış. “Ne yapalım âdetimiz bu. Vaktin geldi. Seni de olun
Alakancıktan atacak. Hakkını helal et. Sen köye çok hizmet ettin. Bizi zengin ettin; bilmediğimiz
şeyleri öğrettin, kalkındırdın. Eğer dinçliğinden düşmeseydin kim bilir daha uzun yıllar bize neler
öğretecektin” deyince Yorulmaz Koca köylülere:
“Çok iyi konuştunuz. Ben ne dedimse yaptınız. Sözümden çıkmadınız. Ben de sizi
göçerlikten kurtardım. Buraya yerleştirdim, çift çubuk sahibi oldunuz. Amma ben-size insanlığı
öğretememişim. Bu kadar size yararlı olan bir adam Alakancık’tan atılır mı? İnsan taş mı? Ne
‘kadar yaşlanırlarsa yaşlansınlar çocukları onlara bakmalıdır. İnsan yaşlanınca fikirleri kocamaz
ki? Aklımız erdikçe kötü adetlerimizi bırakmasını bilmeliyiz.” demiş. Amma âdetlerine çok bağlı
olan köylü erden hiç ses çıkmamış. Onlara kızan oğlu da: “Eski köye yeni adet mi getireceğiz”
deyip babasını sırtladığı gibi Alakancık’ın yolunu tutmuş. Epeyce yol aldıktan sonra Yorulmaz Koca
oğluna:
“Bak benim yiğit oğlum. Şu kızılçamın gölgesine beni indir. Ben de vaktiyle babamı
Alakancık’tan atmaya giderken bu çamın gölgesinde biraz dinlendirmiştim. Zavallı babamın dili mi
tutulduydu ne bileyim hiç konuşmazdı. Onu dinlendirdikten sonra omzuma hopucuk edip
Alakancık’tan aşağı atmıştım.” Bunu duyan oğlu babasını kızılçamın gölgesine indirir:
“Demek ki, ben de kocayınca oğlum beni Alakancık’tan atmaya giderken bu çamın
gölgesinde bir nefes almak için ondan izin isteyeceğim öyle mi?
“Ne sandın. Eski köyün eski âdetleri bu! Böyle âdetler sürer giderse her yaşlı bu felakete
göz göre göre katlanacak”. Sonucu gören oğlu:
“Baba, ben seni Alakancık’tan atmazsam ne olur?”
“Yaşlandığın zaman oğlun da seni atmaz.”, demiş.
Oğlu da babasını dalına aldığı gibi köye dönmüş. Ona ölünceye kadar hizmet etmiş. Bunu
gören köylüler de yaşlıları Alakancık’tan atmaktan vazgeçmişler. (1)
(1) Bu masal Kalınağıl köyünde Mehmet Gümüştekin’den alınmıştır.
DEVETAŞI
Erenler bağı’nın böğründe bir yarılganın adıdır Devetaşı. Vaktiyle Hazreti Ali’yi düşmanları
sıkıştırmış. Ali, devesinin sırtında düşmanların kendisine doğru gelmekte olduklarını görmüş.
Devenin sırtından inip kılıcını kalkanını eline alıp, düşmanları ile savaşmağa hazırlanıyormuş.
Deve, Ali’nin bu durumunu sezmiş. Ali’ye:
“Yalvarırım ‘sana, sırtımdan inme. Ben bütün gücümle seni kaçırırım. Etrafını saran
düşman o kadar çok ki. Sen ne kadar savaşçı olsan da onlarla başa çıkamazsın” demiş. Ali, deveyi
dinlememiş. Düşmanları ile savaşa tutuşmuş. On bin kişiyi kılıçtan geçirmiş. Arkasından bir on bin
düşman daha saldırmış, Ali bu on bin kişiyi de kılıçtan geçirmiş. Bakmış ardına bir on bin kişi daha
kılıçlarıyla üstüne geliyor. Ali kaçmayı kendine yedirememiş. Onlarla da savaşa girişmiş. Ama çok
yorgun düşmüş. Azgın düşmanları Ali’yi öldürmüşler.Ali’nin ölümünü uzaktan üzülerek izleyen
devesini düşmanın elebaşı görmüş. “Bu deve Ali’nin devesi. Koşun tutun şunu. Kesip yiyelim”
demiş.
Deve Ali’yi öldüren düşmanların kendisine doğru ellerinde kılıçlarıyla koştuklarını görmüş.
Bacaklarına kuvvet öyle bir koşmuş, öyle bir koşmuş ki, ta Arabistan’dan bizim köyün Erenler
Dağı’na gelmiş. Dağ, devenin bu telaşını görünce sormuş:
““Mübarek hayvan, neye bu kadar telaşlısın? Yoksa arkandan seni öldürecek düşmanların
mı var?” Deve, Erenler Dağı’na yalvarmış:
“Erenler, Erenler, Büyük Erenler! (Bir de Küçük Erenler dağı var.) Ekmek yiyip su içtiğim
yarenler! Ben Hazreti Ali’nin devesiyim. Ali’mi düşmanları öldürdü. Gözlerim kan ağlıyor. Şimdi de
beni öldürmek için arkama düştüler. Sana sığınıyorum. Sen beni bir kovuğunda sakla” deyince.
Erenler Dağı böğründeki kayaya:
“Yarıl ortandan. Deveyi yarılganına al. O bize sığındı. Düşmanları senin yarılganına
çıkamaz. Sen onu böğründe konuk et, sakla” deyince taş böğründen yarılmış, deveyi yarılganın
içine almış. Deve bu taş yarığının yüksek bir yerindeki ine konuk edilmiş. Hemen bu güzel yere
çökmüş, taş olmuş. Düşmanları ne kadar aradılarsa da bulamamışlar. Erenler Dağı’nda devenin
çöktüğü taşa da o zamandan beri “Devetaşı” denmiş. Erenler Dağı taş olan deveye: “Senin ömrün
de benim ömrüm gibi uzun olsun” demiş.
İşte bu Devetaşı yakın köy kadınlarınca dilek taşı oluvermiş.Bu öyküyü okuyanlar soracak:
“Hiç taş deveden dilek dilenir mi? Taş insana ne verebilir ki? İnsanlar yoksa taşa bile yalvaracak
kadar umutsuzluğa mı düşürülmüşlerdir? Yoksa onu canlı iken öldürtmeyen kuvvet, kadın
dilekçilerin dileklerini de yerine getirecek kadar gizli kuvvet mi? Köy kadınlarının dileği de ne ola
ki?” diyecekler. Neye yalan söyleyelim; ben de bu soruları soracaklar gibi düşünüyorum. Ama
köylüleri buna ten bir neden var elbette: Huzuru yerinde olanlar hiç dilek dilerler mi? Onlar ancak
kahve falına baktırırlar. Neden durup dururken bir yörenin kadını işini gücünü bırakıp her yıl böyle
bir tören yapsın? Koca yılın bir iş günü taş deveye dilek dilemekle geçirsin?
Şimdi bu karşılıklı sorulardan sonra genel olarak önce tarihimizin, sonra da dilekçi
köylünün durumuna bir göz atalım:
Selçukluları bozguna uğratan Moğol’ların istilasında, Timur’un istilasında, Osmanlı
İmparatorluğu’nun genişleme ve gerileme dönemlerinde köylerden çok asker alınmış, bunların
birçoğu da şehit düşmüş. Sonra içimizdeki uyruklar bağımsızlık savaşlarına başlamış. Daha sonra
Alman çıkan uğruna 1. Dünya Savaşına girilmiş. Bunun ardından sömürgecileri yurdumuzdan
temizlemek için Kurtuluş Savaşı’na girmişiz. Bu savaşlar da köylerin erkek nüfusunu kırmış. Ne
olmuş? Köylü kadınlar kocasız kalmışlar. Buna bir diyelim.İkincisi de yüz elli haneli Kalınağıl
köyünün ekonomik yapısıdır: Çift öküzü olan 23, tek öküzü olan 67, hiç öküzü olmayan 73 ailedir.
Binek ve yük hayvanlarından bir katırı olan 67, 1 eşeği olan 43, 1 atı olan 2, hiç hayvanı olmayan
38 ailedir. Bu ailelerin çoğunun toprağı da yetersizdir.
(1) Öykünün sonunu: “Görgülü kuşlar / Gördüğün işler’ diye bitiren Kalınağıllı Zeynep Semerci
(anam) 93 yaşında idi.
Köyün erkek nüfusu bugün Almanya’ya, Avustralya’ya, Libya’ya, İskandinav ve Avrupa’nın
diğer ülkelerine ve Suudi Arabistan’a işçi olarak gitmektedir.
Köyde kalan kadınlar yakacakları odunları sırtlarıyla dağdan getirmek, toprağı az da olsa
bir şeyler ekip üretmek zorunda kalmıştır. Boş zamanlarında onun bunun verdiği yünü, kılı,
kirmanıyla eğinip çul, çuval, heybe, şalvarlık dokumuştur. Bunlardan da az da olsa bir ekmek
karşılığı para alarak geçimini namusuyla sağlamaya çalışmıştır.
Yoksul aile kadınlarının, kızlarının ve dul kalan kadınların bir ömür boyu kocasız kalmak
yazgı olagelmiştir. Kadın kocalı da olsa işsizlik, yoksulluk onu uzun zaman kocasız bırakmaktadır.
Dışarıda çalışan kocalarının yıllarca gelmedikleri, bir kısmının da gittikleri ülkelerde evlenip para
yollamadığı da görülmektedir. Aile bölünmesi, köyde erkeğin azalması, kocasız kalan kadınlarda
ve kızlarda bir bunalım yaratmaktadır. Zavallı köyümün kadınları bu bunalım günlerinde
“Devetaşı”ndan dilek dilemek zorunda kalmıştır. İşte köyün kocalı kocasız tüm kadınları ve genç
kızları yaz mevsiminin ilk günlerinin birinde “Devetaşı”na dilekte bulunmak üzere azıklarını
yanlarına alarak köyden iki saat uzakta olan Büyük Erenler Dağı’na çıkarlar. Dağın eteklerindeki
gedikte büyük bir ardıç vardır. Bu ardıcın dibinde de büyük bir mezar vardır. Üstüne çaput
bağlanmış birçok odun ve çalılar doldurulmuştur. Bu erkeklerin yağmur duasına çıktıkları “Erenler
Dede”nin mezarıdır. Kadınlar bu dedenin mezarının çevresinde üç kere dolaşırlar. Dualar okurlar,
çaput bağlarlar, elleriyle mezarın altından aldıkları toprakları yalarlar Sonra ardıcın gölgesinde
kendinden geçmişçesine serin serin, sessiz sessiz oturup dinlenirler. Bu olayın ayrıntılarını Emin
Memed şöyle anlatır:
“Bizim köyün kadınları Erenler’e varınca (Erenler Dağına) tam öğlen olur. Herkesin karnı
acıkır. Kimisi Karamuklusu’yun, kimisi Küçüksu’yun başına doluşurlar. Ellerini yüzlerini soğuk su
ile yıkarlar. Ardıçların gölgesine geçip otururlar. Abdest alanlar namazlarını kılar. Herkes azık
çıkılarını açtıkları gibi birer sofra kuruverirler. Ardıçların dibinde püfür püfür serin rüzgâr eser.
Sofraya oturanlar köyden getirdikleri keşleri, bir yufka ekmeğin üstüne dökerler. Yumurtaların
kabuklarını ayıklarlar. Yıkanmış taze soğanla yufkaların üzerine koydukları keş ve yumurtadan
sıkma yapıp yemeğe başlarlar. Üstüne de buz gibi soğuk su içtin mi deme gitsin... Keş çok,
yumurta çok, taze soğan çok. Ye babam ye Yemekten sonra biri birlerine hazır mısınız diye
seslenirler. Herkes hazırsa Küçüksu’yun başında toplanırlar. Oradan hep beraber “Devetaşı”na
doğru yürürler.
Devetaşı’na varınca herkes devenin bulunduğu koca yarılgana bakar. Deve yerden on beş
metre kadar yüksekteki yarılganın içindedir. Sarp bir yolu vardır. Bizim köyün kadınları bu
uçurumlu yoldan yürümesine alışkındır Bir kadın dua okur:
“Koca Tanrım, Yüce Mevla’m, içimizde kızoğlankız kaşlı kızlar var. Kocası ölen dullar var.
Kocası gurbette evlenip ersiz kalanlar var, savaşlarda kocaları şehit olan dullar var. Sana
yalvarırız, bu masumlara hayırlı birer koca ver. Hepsinin çoluğu çocuğu çakıl taşı gibi dökülsün
kalsın. Yüzleri gülsün bu masumların. Yüzlerini güldür Tanrım bu talihsizlerin. Kiminin hiç oğlu
yoktur. Onlara da oğlan ver Allah’ım. Ne olursun talih kapılarını açıver. Onların da yalan dünyada
bir güler yüzle yaşamaları için dileklerimizi kabul et. Hiç birimizi ersiz, çocuksuz koyma. Sana
yalvarırız. Bizim de- bu dünyada yurt yuva kurmak hakkımızdır. Sen büyüksün bizi ağlatma...”
“Er ver Allah: Er ver koca Tanrım. Koca ver Büyük Mevlam. Çatal daşşaklı bir oğlan ver
Allah’ım... Çatal daşşaklı oğlan...”
Teker teker dilek dileyenlerden sonra Devetaşı’na çıkılır. Ortaya çökmüş bir deveye
benzeyen bir taştır. Vaktiyle başı boynu varmış. Kırmışlar. Herkes devenin sırtına biner. Taş solku
ile devenin sırtını omzundaki dibeğe vurur. Un gibi ince taş tozunu parmağını ıslatarak alır ağzına
koyar. Herkes aynı deveye biner. Taş tozu yalar. Deveden inen önümüzdeki yılı sevinçle bekler.
Her yıl mutsuzların mutluluğa kavuşması için bu ziyaret yenilenir. Sevindirici günler beklenir de
beklenir.
Ben bu konuşmayı bir fıkra ile bitirmek istiyorum: Birkaç arkadaş dağa gezmeğe gitmişler
İçlerinden birisi her koyakta abdeste oturuyormuş. Arkadaşları ona sormuşlar: “Arkadaş başında
bir hal mi var? Her koyakta abdeste oturuyorsun?” Abdest bozan da: “Bu dert bende olduktan
sonra daha çok koyaklar b..larım” demiş.
AKILLI GELİN
Akşehir’in Nasrettin Hoca’sı, Eskişehir’in Yunus Emre’si olur da koca Kalınağıl köyünün
“Akıllı Gelin”i olmaz mı? Mezarını aradım bulamadım. Köylü mezarları birer toprak öbeği;
başucunda da bir çalı. Yıllar geçer, toprak öbekleri yağan yağmurun, esen rüzgârın etkisiyle
dümdüz olur, çalılar çürür. Garip mezarı da silinir gider. Ama onun güzel öyküleri köylünün
gönlünde yaşar. Akıllı Gelin de ölmez.
Varlıklının biri köyün ileri gelenlerine bir şölen verecekmiş. Çağrılılar gelmişler. Sofralar
kurulmuş. Konuklar sofraların çevresine oturmuşlar. Ev sahibi hangi yemekten başlanacağını
bilmiyormuş. Aklına “Akıllı Gelin” gelivermiş. Konuklar sofrada bekleyedursun, koşmuş “Akıllı
Gelin”e. “Akıllı Gelin” de abdest almış, namaz kılacakmış. Varlıklının karısı:
“Bana bak “Akıllı Gelinim”. Bizim herif köylüye şölen verdi. Herkes sofraya oturdu. Ben
hangi yemekten başlanacağını bilmiyorum. Haydi, güzelim, benimle gel de yemekleri sırayla
veriver” demiş. 0 da:
“Pilavla turşuyu koyun yiyedursunlar. Ben namazımı kılıp hemen geliyorum” demiş.
Akıllı Gelin ile Kül Küpü ve Öküz
Deterjanın bulunmadığı dönemlerde Kalınağıl’ın kadınları çamaşırlarını kaynatılmış küllü su
ile yıkarlarmış. Kadının biri çamaşırlarını çeşmede yıkarmış. Tasını tarağını toplamaya başlamış.
Öte yandan bir öküz geldiği gibi kafasını kül küpüne sokmuş, bir türlü de çıkaramamış. Bunu
gören kadın erkek öküzün başına toplanmış. Küpten başını çıkaramaya uğraşmışlar. Ama
çıkaramamışlar. İçlerinden biri:
“Varayım “Akıllı Gelin”i çağırıp geleyim. O bu öküzün başını çıkarır” demiş. Akıllı Gelin
gelmiş. Bakmış ki öküzün başı küpten çıkmıyor:
“Kesin öküzün başını” demiş.
Köylüler öküzün başını kesmişler, baş gene küpten çıkarılamamış. Akıllı Gelin bu kere de:
“Kırın küpü” demiş.
Köylüler küpü kırmışlar. Öküzün kesik başı kırılan küpten çıkıvermiş. Köylüler biri birlerine
bakarak:
“Ulaaa... Gördün mü aklı! Bunu hiç birimiz akıl edemedik. Koliyine ona Akıllı Gelin
dememişler”...
BİR GURBETÇİNİN BAYRAMI
Kurban bayramının birinde köyün zenginleri kurban kesmeye başlamışlar. Köy yerinde et
yüzü göremeyen nice yetimler ve yoksullar varmış!.. Zenginler kurbanlarını yüzüp bitirdikten
sonra kurbanın başını, bağırsağını, karnını, kıçlarını, bir kısım etlerini yoksullara dağıtmışlar.
Kocası gurbette olan kadının birisine de keçi kıçlarını vermişler. Amma bu kadıncağız ömründe
paça pişirmesini görmemiş. Et yemek sevinciyle hemen keçi kıçlarını yumuş, tencereye koymuş.
Vermiş altına ataşı, yemiş altına ateşi, et pişmiş. “Aşım çoğalsın” diye tencerenin içine biraz da un
salmış, bulamış, bulamış.. Aklınca güzel bir etli bulamaç olmuş... Sofrasını kurmuş… Kıllı keçi
kıçlarıyla pişirdiği bulamacı şapır şupur bir güzel yemiş... Karnı doyunca da: “Oh… Oh... Canıma
değsin... Keşke her gün bayram olsa” demiş... Demiş amma akşama doğru kadıncağızın
karnından bir sancı tutmuş... Başlamış ağlamaya... Karnı tulum gibi de şişmiş... Nefesi daralmış…
Kocası da “Karımla geçireyim bayramı” diye gurbetten yola çıkmış. Akşam evine gelmiş...
Kapıyı açmış... Karısı döşekte çırpınıp çırpınıp ağlar.
Adam: “Ne oldu sana karıcağız.. Bir derdin mi var” diye sormuş... Kadın kocasının
geldiğine sevinememiş... Başından geçenleri başlamış anlatmaya:
“Kurban kesen komşular bana keçi kıçlarını verdiler... Allah razı olsun... Pişirdim... İçine birazcık
ta un saldım. Yenek bir aş oldu... Yedim... Akşama bu dert başıma geldi...” demiş.. Kocası karısını
teselli etmek istemiş, amma ‘aklına da hiç bir şey gelmemiş.. Başlamış ağlamaya.. Söylenmeye:
“Keçi kıçı kıllangıç
Bir çencere bullangıç
Çık gel karının karnından
Çık gel karının karnından
....................................(1)
Kalınağıl’da Söylenen Deyimler, Tekerlemeler ve Atasözleri
Bey de ölür aptal da…
Çingen hırlayı hırlayı.
Aklı ermez götü sakız çiğner.
Öleyim desen geberenden gün yok.
Damardına ayı gelmiş - Seni beni yiye gelmiş - Uyu büllü uyu büllü (piliç).
İyilik iyilik olsaydı, kara öküze bıçak olmazdı.
Göğü yıldızlardan, yeri eşek bokundan fark eder.
Oğlun olsun, kızın olsun. Kara kara gözün olsun.
Kıtlık yıllarından da bir yakım
Yağmur yağar gün ışılar
Öküz ahırda muşular.
Samanı olmayan komşular
Haydin geene gidelim
(1) Bu öykü Kalınağıl (Konya-Hadim) köyünden Zeynep Semerci’den (anam) derlendi
KALINAĞIL’da HIRSIZLIK-AŞK ve CİNAYET ÖYKÜLERİ:
İPE GİDEN İKİASKER KAÇAĞI
Kuvva-yı Milliye döneminde padişahçı ayaklanmaların bozgunculuğu orduya da sıçrar.
Kalınağıllı Üçdiş Seydali, Güdük Hasan ve Abbas askerden kaçarlar. Yolda rastladıkları süvari bir
jandarmaya yol sorarlar. Jandarma bunların perişan kılığına acır. Atından iner. Onlara karınlarını
doyuracak bir köy tarif eder. İyiliksiz kaçaklarda Üçdiş Seydali ile Güdük Hasan jandarmayı
hemen yere yatırırlar. Abbas, onlara ne kadar yalvardıysa da dinlemezler; jandarmayı
boğazlarlar. Sırtından soydukları giysileri giyerler. Atina binerler Abbas yaya katiller atta kaçmaya
devam ederler.
Jandarmanın çıplak ölüsünü gören köylüler karakola haber verirler. Kaçakların yolu kesilir,
yakalanır. Askeri mahkeme kararıyla Üçdiş Seydali ile Güdük Hasan asılır.
IRZ SORUNU
Kalınağıl’da evli bir kadına tecavüz eden akrabası, kocası ve oğlan kardeşi tarafından
kazığa oturtularak öldürülür.
SARI ZEYNEP
Köyü tir tir titreten bir zorbanın kızıdır Sarı Zeynep. Evlenme çağı geçmiş bir kız. Yaşıtları
iki üç çocuk anası olmuşlar. Kendisinden küçükler bile evlenmiş. Nice çirkin kızlar koca sahibi.
Oysa köyün en güzel kızıdır Sarı Zeynep.
Sarı Zeynep’i herkes almak ister. Amma başı belalı bir zorba. Köylü ona “Kocaoğlan” der.
Kocaoğları, çam yarması bir adam. Dağan (dama atılan yuvarlak ağaç) gibi bacaklar. Saban oku
gibi kollar. Tokmak gibi yumruklar. Dev gibi gövde üstünde kocaman bir kelle. Fıldır fıldır bakan
koca koca gözler. Hele bir bağırsın... Köyde herkes sokulacak delik arar. Sanki yırtıcı bir aslan!...
Kocaoğlan her yıl bizim köyün ekin, sebze bekçiliğini yapar. Herkes onun korkusundan
davarına, sığırına sahip olur. Elin ekinine, bağına, bahçesine, otluğuna girmemesine çalışır. Hele
birisinin öküzü veya keçisi bir ekine, bir bağa girsin. Yıldırım gibi koşar, o hayvanı yakalar,
muhtar odasının ahırına kilitler. Bu sefer hayvan sahibini arar bulur. Kadınları hiç karşısına almaz.
Onlara “Kanayaklı” der. Hayvan sahibi erkekse vay haline. Adamın elinden tutar, ite kaka köy
odasına getirir. Elindeki değneği adamın kıçına bir iki aşırır. Adamın kıçındaki değnek yerleri
çoktan şişmiştir. Günlerce kıçının üstüne oturamaz. Bu değnek korkusu köylüleri hayvanlarına
sahip olmaya zorlar. . .
Kocaoğlan’ın köy önünde tarlaları vardır. Tarlaları sulayan sular havuzlarda biriktirilir
Köylüler sıra ile ekinini, sebzelerini sular. Delioğlanın sırası yoktur. Aklının estiği zaman sırası
gelenin elinden suyu alır ekinini, sebzesini sular. Kimse ona ses çıkaramaz. Eğer birisi kalkar da
“Benim ekinim yahut sebzelerim kuruyup gider, yalnız senin mi sebzen ekinin var” deyiverirse.
Adam yandı. Kaç değnek yer bilinmez.
Kocaoğlan’dan başka herkes sırasına uyar. Yıl olur yağışlar az olur. Akarsular da azalır.
Böyle yıllarda köylüler sıra ile suladıkları halde ekinler sebzeler suya daralır, verimden düşer. Kele
hıyar ve kabakların çiçekleri solar, dökülür. Çalı fasulyelerinin dip yaprakları kurur, patates, mısır
evleklerinin içi takla takla ayrılır.
Kocaoğlan’ın sebzeleri, ekinleri yemyeşildir. Sebzeler çiçeklidir. Salatalıklar yay gibi
evleklerin içine uzanmıştır. Çalılarda fasulyeler torba torba dökmüştür, ekinler insan boyunu
geçmiştir. Köylüler: “Bizim sebzeler, ekinler susuzluktan gazel olurken Kocaoğlan’ınkilerin içinde
kurbağalar öter” derler.
Kocaoğlan’ın eli de biraz uzundur. Gündüzden kimin tarlasında güzel sebze var, kimin
bağında güzel, olgun üzüm var. Yerlerini beller. Akşam olunca evine sepet sepet domates,
patlıcan biber, fasulye, üzüm taşır... Herkes yiyecek sıkıntısı, sebze, meyve sıkıntısı çekerken
Kocaoğlan’ın evine kıtlık girmez. Herkes bunu bilir amma hiç bir kimse yüzüne söyleyemez. Hele
bir söylesin, vay haline. Değneğin önünde çevire çevire hoplatır adamı.
Sarı Zeyneb’in evde kalışının nedeni babasının böyle bir zorba oluşudur. Amma sarı
Zeyneb de kocasızlıktan koca bir karpuz gibi içini yiyip bitirmektedir. Ne yapıp yapıp birisiyle
sevişmeyi kafasına koymuştur. Babası seviştiğini duyunca satırla doğrasa bile gözüne ölüm
korkusu görünmez. Artık Sarı Zeyneb’i kimse evde tutamaz. Vaktiyle onun bunun işini yapan,
Dağdeviren adlı bir adamın oğluna yangındır. Dağdeviren öleli çok olmuştur. Oğlunu anası yokluk
içinde büyütmüştür. Yakışıklı bir delikanlıdır. Yoksulluk onu da babası gibi el işine muhtaç etmiştir.
Amelelik yapmaktadır.
Sarı Zeynep bir gün Dağdeviren’in oğlunun kapısını açar, içeri girer.
Aslan Sarı Zeyneb’i görünce yüreği hop hop hoplar. Belli babası aklına gelir. Amma
erkekliğine de yediremez. O da Zeyneb’e sarılır. Sanki bin yıllık âşıkmış gibi yere uzatıverir.
Sevişirler...
İki aşık bu sefer kara kara düşünmeğe başlarlar “şimdi ne yapacağız? Kocaoğlan bir
duyarsa ikimizi de yaşatmaz. Amma olan oldu!” derler.
Sarı Zeynep keyiflidir. Ömründe yiğit bir oğlan sevmiştir. Aslan’a akıl vermeğe başlar:
“Bana bak Aslanım, babam beni öldürmez. Ne de olsa evlat sevgisi vardır. Amma seninle
anlaşma yolunu tutmazsa seni yaşatmaz Ona öldürtme kendini. Dul bırakma beni. Eğer sen bu
yolda babamı öldürürsen Allah seni kahretsin. Amma başa gelen çekilir. Seni hapisten çıkıncaya
kadar beklerim. Eğer senden başkasına gidersem iki gözüm kör olsun. İki düzine inmeler insin”
der. Dağdeviren’in oğlu:
“Keçi doğururken bağırır ya: İşte o zaman dermiş ki kendi kendine: “Bir daha tekenin
önüne durmayacağım... Vallahi de durmayacağım, billahi de durmayacağım. Bu çektiklerim hep
benim gevşekliğimden” Amma kasım geldi mi keçiler doğum acısını unutur, teke ile sevişmek
istermiş. Tekeler kendilerine doğru yaklaşıp: “Üüee... Üüee” diye keçilerin şurasını burasını
koklamağa başladı mı, bu sefer de keçinin canı teke istermiş: “Yeminim boynuzumun dibinde...
Yeminim boynuzumun dibinde” dermiş. Senin de ne olacağın ben hapsi boylayınca belli olur” der.
Sonra hiç bir şey olmamış gibi Sarı Zeynep evlerine döner. “Yaptığımızı bir Tanrı bilecek, bir de
biz. Kimseye söylemeyeceğiz” diye ant içerler.
Aslan kuşkuludur. “Kadın kısmının ağzı gevşek olur. Gider bir arkadaşına benimle
seviştiğini söyler. Babası da dar kafalı bir eşkıyadır. Seviştiğimizi duyarsa beni bir yumrukta yere
serer. İyisi mi hazırlıklı olayım” der. Seviştiği günden sonra kendi evine uğramaz olur.
Sarı Zeynep çok geçmeden bir arkadaşına: “Ben Dağdeviren’in oğlu ile seviştim. Yakında
evleneceğiz” der. Kimseye söylememsi için yemin de ettirir. Sanki kendisi kimseye söylememiş
gibi gönlü rahattır. Arkadaşı durur mu? O da birine anlatır, başkasına söylememesi için o da
yemin ettirir.
Yeminliler kimseye söylemeyeceklerine yemin ede dursunlar dedikodu köye yayılır;
duymayan kalmaz.
Kocaoğlan da duyar kızının marifetini. Dağdeviren’in oğlu çoktan başka köylere çalışmağa
gitmiştir. Kocaoğlan köyün muhtarını, birkaç ileri gelen adamını evine çağırır. Adamlara içini açar.
Zeyneb’i balta ile doğrayacağını, Dağdeviren’in oğlunu da yaşatmayacağını söyler. Dışarıdan Sarı
Zeyneb’in ağlamaklı sesleri duyulur.
Köyün ileri gelenleri Kocaoğlan’a:
“Bir defa da kızı dinleyelim. Belki bunun aslı yoktur. Senin iyiliğini kimse istemez.
Dedikoduya değer verme” deyince, Kocaoğlan onları aldığı gibi kızının yanına götürür.
Sarı Zeynep öbür odada bir direğe iple bağlanmış, yanına da bir balta konmuştur. Adamlar
bu durumu görünce korkarlar. Muhtar kurnaz, zeki bir adamdır. Kızı dinlemeye yanaşmaz. Hemen
Kocaoğlan’ın kolundan tutar, onu oturdukları odaya götürür.
Sarı Zeyneb’in durumu yürekler acısıdır. Muhtar onu kurtarmaya çalışsa başlarının belaya
gireceğini bilir. Öfkeli adamın balta ile hem Zeyneb’i, hem de kendilerini doğrayacağını düşünür.
Zeyneb’i direkte bağlı olarak bırakıp oturdukları odada Kocaoğlan’ı kandıracak bir yol gelir aklına.
Odaya otururlar. Muhtar:
“Bana bak Kocaoğlan, sen kabadayı bir adamsın. Bizim köyde kimin doğru söylediğini,
kimin yalan söylediğini bilirsin. Ben diyorum ki, Hacı Yusuf’un, Hacı Osman’ın, Hacı Memed’in,
imam Veli efendi’nin karılarını çağıralım. Gözümüzün önünde onlara abdest aldırtalım. Doğru
söyleyeceklerine ant içirelim ve Kur’ana el bastıralım. Bu kadınlar Zeyneb’i muayene etsinler,
konuştursunlar. Eğer durum dediğin gibiyse, ırzına geçirilmiş bir durum varsa biz sana yardımcı
olalım. Değilse suçsuz kızcağızı affedelim.”
Kocaoğlan teklifi yerinde bulur. Kadınlar çağırılır, Muhtar durumu ustalıkla onlara anlatır. .
“Bana bakın bizim kızlar. Sizi Zeyneb’i muayene edesiniz diye çağırdım. Çocuk bir iftiraya uğramış
olabilir. Hepiniz abdest alın, Kur’ana el bastırıp ant içireceğim. Her şeyi doğru söyleyeceksiniz”
der.
Kadınlar abdest alırlar, Kur’ana el basarlar. Doğru söyleyeceklerine ant içerler. Sarı
Zeyneb’in yanına gönderilirler. Kızcağızın gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştür. Kadınlar
onu direkte bağlı görünce bir analık duygusuyla ağlarlar. İpi çözerler. Onu korkma yavrum
korkma kuzum diye okşarlar. Onun gözünün önünden baltayı alıp bir tarafa atarlar. Onu
incitmeden konuştururlar. Konuşmayı iyi bir sonuca bağlamak için çözüm yolu düşünürlerken
Kocaoğlan baltayı ister. Kadınlar baltayı vermemeğe uğraşsalar sonucun kötü olduğu kanısı
uyanacak herifte diye hemen baltayı koydukları yerden alıp verirler. Kocaoğlan eline bir eğe alır
başlar baltayı bilemeye.
İçerden kadınların vereceği yanıtı bekler. Kadınlar Sarı Zeyneb’e: “Kızım baban sana korku
vermeye çalışıyor. Isıracak köpek dişlerini göstermez Seni öldürecek olsaydı bu zamana kadar bin
kere öldürürdü. Sonra balta bilemekte neymiş, kör bir balta adamı bin parça eder. Korkma Yalnız
bir suç işlemişsin. Babana anlattın mı bunu?” deyince. Sarı Zeynep:
“Hiç böyle şeyi babama söyler miyim? Hep inkâr ettim, iftira dedim. O beni söyletmek için
direğe bağladı, gözümün önüne bir balta koydu Seni parçalayacağım dedi. Ben gene söylemedim.
Hep ağladım... Suçsuzum dedim... Ağladım. Ne yapabilirim ki? Benim de yazgım böyleymiş.
Dağdeviren’in oğlunu seviyorum. Babamın gönlünü edin, beni ona versin” der.
“Şimdi bu dediğin olacak şey değil” der Hacı Memed’in karısı. “Neden değil” dersen
vaktiyle baban Dağdeviren ölünce Aslanın anasının ırzına geçti. Bunu herkes bilir. Irzına geçtiği
bir kadının oğluna seni vermez. Sen bunu bilmediğin için seviştin. Eğer bilerek yaptıysan
Dağdeviren’in oğlu anasının öcünü babandan almış oldu Şimdilik bunu inkâr edeceksin. Biz de
seni kızoğlankız diye savunacağız. Kız tertemiz diye gene Kur’an-a el basacağız. Seni babanın
zulmünden kurtaracağız. Nasıl olsa senin de bir nasibin çıkar. “Delikli taş yerde kalmaz” demiş
atalarımız. “Zaman her şeyi halleder” diyerek erkeklerin bulunduğu odaya geçerler.
“Ağam” derler Kocaoğlan’a;
“Biz kızı dinledik. Muayene ettik. Tanrı bir hakkı için Kızın tertemiz. Kulağına gelenler hep
seni sevmeyenlerin uydurması. Hem sen bu köyün en babayiğit erkeğisin. Kim sana kötülük
edebilir? Getir Kur’anı hepimiz abdestimizle duruyoruz. Söylediklerimizin doğru olduğuna el
basalım.”
Kocaoğlan bu sözlere inanır. Kadın erkek ayağa kalkar. Sarı Zeyneb’i çağırırlar. Önce
babasının elini öptürürler, barıştırırlar. Sonra da kendi ellerini öptürerek evlerine dönerler.
Fakat Kocaoğlan rahat değildir. Dağdeviren’in karısını kıstırıp eskisi gibi ırzına geçmek
ister. Kadıncağız evine giremez olur. Ona buna yalvara yakara sığınır. Başına geleceği bilir.
Kazandığı parayla bir silah alır. Gece köye döner.
Dağdeviren’in oğlu artık pusudadır. Nasıl olsa Kocaoğlan evlerinin yanındaki koca havuzun
suyunu salmaya gelecektir. Evlerinin altından geçen su arkı boyunca Kocaoğlan da su ile beraber
arkın yanı başından yürüyecektir. Dağdeviren’in oğlu da arkın üstündeki helaya silahıyla girecek,
Kocaoğlan kendine doğru yaklaşırken tahta heladan kurşunu sıkacaktır. Korku içini sarmış.
Çaresiz elini kana bulaştıracaktır.
Durmadan etrafı gözetlemektedir. Bir gün Kocaoğlan elinde küreği ile Kocahavuza doğru
giderken Dağdeviren’in oğlu pusu kuracağı helanın altından geçen arığın su gelecek tarafında bir
kaç yerini kürekle çar çabucak yıkar. Silahıyla birlikte hemen tahta helaya girer. Kocaoğlanı
gözetlemeye başlar. Yüreği güm güm atmaktadır.
Kocaoğlan elinde küreği arıktan akan su ile beraber ağır ağır tahta helaya doğru
yürümektedir. Helaya yaklaşınca yıkılan arıktan su akmaya başlar.Kürekle yıkılan arığı yapmaya
uğraşır. Tam bu sırada Dağdeviren’in oğlu tetiğe asılır. Kocaoğlan “anam yandım” diye bağırır.
Gidiş o gidiş.
Dağdeviren’in oğlu hapishaneyi boyladı. “Namusumu temizledim” diyormuş. Sarı Zeynep,
babası çürümeden bir kocaya vardı.
Kocaoğlan’ın arkasından ileri geri çok konuşanlar oldu. Kimisi “eden bulur” dedi. Kimisi
“Korkusuz yaşayacağız.” dedi. Kimisi de “Malımızı çalardı amma başkalarına çaldırmazdı. Keşke
her bekçi böyle olsa.” dedi!...
SÜRMELİ GÜLSÜM
“Bana bak sen Sürmeli Gülsüm’ü yolla” der Delioğlan emmisinin oğluna. Emmisinin oğlu bu
sözü duymamazlıktan gelir, içine atar. “Belki bir daha söylemez.” der. Ciddiye almaz. Ama adam
koymuş kafasına Sürmeli Gülsüm’ü. Her rastladığı yerde Emmioğluna “Sürmeli Gülsüm’ü bana
yolla diyorum sana” diye tutturuverir.
Delioğlan emmisinin oğlunu çok kıskanır. Geçimini sağlayacak kadar tarlası bağı vardır.
Amma geçimini ucu ucuna zor getirir. Cebinde her zaman parası bulunmaz. Evine kendisi gibi deli
dolu insanlardan başka uğrayan olmaz. Sofrası meydanda bir adam değil. Ekmeği yenmez. Alım
gücü yok. Yerli yersiz ona buna bağırır, hır gür eder. Herkes ona uymamağa çalışır. Onu gören
yolunu değiştirir.
Delioğlan’ın üç kızı, kara kuru, sırık gibi bir de karısı vardır. Çökük avurtlu, sarkık göğüslü,
konuşmasını bilmez, kimse ile kaynaşamaz, herkese küskün gibi, eski püskü giyinişli, mutsuz
görünüşlü bir kadın.
Delioğlansa boylu poslu, güçlü kuvvetli, dev gibi bir adam. Güzel giyinmek, güzel yemek
ister. Herkesin içinde en yakışıklı kendisinin olmasını ister. Gel gelelim cep delik!..
Onun bunun sergisinden, tütün, üzüm de çalar. Mal sahipleri görseler bile bu zorba ile
başa çıkamayacaklarını bildikleri için görmemezlikten gelirler. “Kalanı bize yeter de artar da.”
derler. Uymazlar.
Emmi Oğluna gelince:
Emmioğlu zeki bir insan. Her şeyi düşünen, konuşurken bile karşısındakini incitirim
korkusu ile sözlerini tarta tarta söyleyen uysal yaradılışlı, zorbalığı olmayan, sevimli bir
adamcağız.
Bağı, bahçesi, tarlası, değirmeni vardır. Delioğlan’a göre ölçülemeyecek kadar varlıklıdır.
Geleni gideni vardır. Çevresi geniştir. Herkes onu sever; Ekmeği yenir. Kaldırdığı ürünler,
değirmenin geliri ona hem iyi bir geçim sağlar, hem de her yıl başkalarının sattığı iyi bağ, bahçe
ve tarlaları alarak yatırım yapar. .
İki oğlu ile güzel bir karısı vardır. Karısına “Sürmeli Gülsüm” derler.
Sürmeli Gülsüm ceylanlar gibi kudretten sürmelidir. Simsiyah saç, karakaş, el göz, uzun
kirpikler, pembe yanaklar, kiraz gibi dudaklar, ince uzunca boyu ile bir güzeller güzeli. Gören ya
“maşallah” der, ya da içini çeker. Bazıları da “Allah sahibine bağışlasın” der. Sürmeli Gülsüm’se
kocasından başka kimsenin yüzüne bile bakmaz. İki oğlu, kocası ve evi onun dünyasıdır.
Emmioğlu güzel karısı ve iki küçük oğlu ile, kavuştuğu varlığı ile, mutlu bir yaşam sürmeğe
çalışırken, Delioğlan başına bela olur. Her karşılaştığı yerde “Sürmeli Gülsüm’ü bana yolla” diye
tutturur. Emmioğlu çok sabırlıdır. Başını belaya sokmak istemez. Amma bazen de “Bu adam
kanına susadı” galiba demekten kendini alamaz. Zaman zaman kötü şeyler düşünür. “Öldüreyim
şu pezevengi.” der. Gene usunu elinden bırakmaz, elinden bir kaza çıkmamasına çalışır.
Amma karşısındaki Delioğlan belanın ocağı... Aklına koymuş bir kere, Sürmeli Gülsüm’ü
dilinden düşürmez... Köyün içinde bu durum çalkalanmaya başlar... Emmioğlunun onurunu kırıcı
dedikodular alır yürür... Bu dedikodular sürüp gittikçe Delioğlan iyice şımarır. Görünmez
eylemlere girişir. Emmioğlu’nun bir gün bağ evini ateşe verir, başka bir gün büyük bir tarladaki
tütününü doğrar, değirmenini yakar...
Bu kötü olaylar Emmioğlu’nu iyice düşündürmeğe başlar. “Sıra bana geliyor, yuvam
yıkılmadan ben de harekete geçmeliyim” der.
Kendine en yakın teyzesinin oğlu, o gözünü budaktan esirgemeyen bir delikanlıdır. İçini
ona açar. Delioğlan’ın karısına göz koyduğunu, açık açık kendisinden karısını istediğini, şimdi de
bağ evini değirmenini yaktığını, tütününü kıydığını anlatır.
Teyzesinin oğlu: “Akraba isem benim de yardım etmem gerekir” diye düşünür. Bana bak
ağa” der. Emmioğlu’na. “Bu adam kanına susamış. Gebertmek gerek. Hemen iki silah, bir torba
da mermi. Gerisi ne olursa olsun. Başa gelen çekilir. Ben bu yolda seninleyim. Ne dersen
yaparım. Sen de korkak korkak düşünmeyi bırak. Duracak vaktimiz kalmadı.”.
Emmioğlu el altından soruşturur. Hangi köyde ne çeşit silah var, kaça alınır, vuruş gücü
nasıldır, atarken tutukluk yapar mı? Kısa bir araştırmadan sonra bir torba mermi, bir mavzer, bir
de tabanca alır. Teyzesinin oğlu ile dağa çıkar. Küçük büyük, yakın uzak hedeflere atış yaparlar.
İkisi de askerlik görmüş insan. “Pire bile elimizden kurtulamaz.” derler.
Emmioğlu bir türlü kan dökmek istemez. Silahlarını, mermilerini saklar. “Belki Delioğlan
ettiklerinden utanır da bir daha benim üstüme gelmez.” der. Yakılan değirmeni yaptırır. Günlük
yaşamına hiç bir şey olmamış gibi devam eder... Gözünün önüne hapishaneler, mahkemeler gelir
gider. Yıllarca kalın duvarlar içinde kalmanın sıkıntısını duyar. Arkada bırakacağı iki küçük oğlu ile
güzel karısının ne olacağını düşünür... Bir türlü eli tetiğe varmaz. Teyzesinin oğluna da
“Sabredelim hele, bir saat değiştirelim hele.” der durur.
Bir gün Sürmeli Gülsüm sırtında üzüm sepetiyle bağdan evine dönerken Delioğlan ona
sataşır:
“Bana bak Sürmeli, doğru bizim eve” der.
Sürmeli Gülsüm evine ağlayarak gelir. Kocasına olanları anlatır. Kocası onu teselli eder.
“Her şeyin bir çaresi vardır. Ben onun ettiklerini yanına koymayacağım.” der. Karısını yatıştırmağa
çalışır... Aradan bir kaç gün geçer. Delioğlan değirmenini gene yakar. Onu da önemsemez. Birkaç
gün sonra da bağ evini bir daha yakar...
Emmioğlu teyzesinin oğlunu evine çağırır. Delioğlanın karısına iyiden iyiye göz koyduğunu,
değirmen ve bağ evini yeniden yaktığını anlatır. “Bu kadarı da fazla. Başa gelen çekilir” derler…
İkisi de Delioğlan’ı gizliden gizliye izlemeye balarlar, bir gece vakti tenha bir yerde kıstırıp
temizlemeyi düşünürler: “Karar bu karar, dönüşü mönüşü yok artık. Bekledikçe herif kuduruyor.
O bizi rezil edeceğine biz onu gebertelim” derler.
Delioğlanın köye üç saat uzaklıkta dere kenarında bir tütün tarlası vardır. Nasıl olsa bir gün
tütün çapalamaya gidecektir. Köye uzak olduğu için de tarlanın başındaki söğütlerden birinin
dibinde yatacak. Ateş yakacak, pilav pişirecek, sigara içecek, çakmak çakacak. Üç beş gün tütün
çapasıyla, suyuyla uğraşırken orada yatıp kalkacak… Emmioğlu ile Teyzeoğlu gecenin ıssız bir
saatinde silahları ateşleyecek, Delioğlan da danalar gibi böğüre böğüre can verecek. Düşündükleri
gibi olur.
Emmioğlu ile Teyzeoğlu çoktan ayaklarında lastik pabuç, ellerinde silah, bellerinde azık
peşkiri, yavaş yavaş gecenin karanlığında Delioğlan’ın yattığı yere doğru gelip çalıların arasına
gizlenirler. O kadar yaklaşırlar ki, attıkları her mermi şaşmadan Deli oğlanı delik deşik edebilecek
bir yere pusu kurarlar. Hiç uyumadan Delioğlanın uyanmasını beklerler. Silahlarını onun
bulunduğu yöne doğru çevirirler. Sessiz sedasız korkulu gözlerle adamı gözetlerler.
Delioğlan bu bekleyiş içinde uyanır. Bir sigara sarar, çakmak çakmaya başlar. Tam bu
sırada kendisini gözetleyenlere oturma hedefinde görünür. İkisi de tetiğe basar. Delioğlan’a
durmadan ateş ederler. Delioğlan gecenin ıssızlığında danalar gibi böğürür. Kimse imdadına
yetişmez. Neden sonra sesi kesilir.
SONUÇ
Sonuç olarak Kalınağıl Köyü için şunlar söylenebilir:
Evler, bundan 50 yıl öncesi gibi değil. Yağlı kâğıt yapışık pencerelerin yerini camlı
pencereler almış. Ama evlerin altında hayvanlar, üstünde de insanlar hâlâ yaşamaktadırlar. Köyün
toprak yolunda yazları motorlu taşıtlar işlemektedir. Köyde kendisine güvenen gençler, işini
düzene koya cağına inanan yetişkinler Konya’ya, Çumra’ya göç etmektedirler. Bunlar, köyde sözü
geçen, sözü dinlenen kişiler olarak anılmaktadırlar. “Köyde eski dirlik ve düzenlik kalmadı. İyiler
hep göçtü. İş bilmezler, dangalaklar, dalgacılar, güçsüzler, işe yaramazlar, biri birini dinlemezler
kaldı...” diyorlar.
Kalınağıl köyü dağ köyü olduğundan toprağı azdır. Mülkiyet durumu dolayısıyla çiftçi
işletmeleri daha da küçülmüştür. Köye uzak, yolu sarp dere mevkiindeki tarlalar ve bağlar terk
edilmiş bulunmaktadır. Köy, her gün sanki göçe hazırlanmış gibi bir görüntü içinde yaşamaktadır.
1927’den beri ilkokul olmasına karşın ortaöğrenim görmüş gençlere rastlanmaz. El sanatlarında
da gerileme göze çarpmaktadır. Eskiden köylünün giydiği pabuçları diken ustalar köyde vardı.
Bugün bir eskiciye bile muhtaçlar.
Köyde yoksul insanlar yaşamlarını sürdürebilmek için Konya ovası köylerine çoban,
harmancı, bostan, bekçisi, (Kur’an kursundan yetişme) imam, hizmetçi, kentlerde ve kasabalarda
kapıcı, amele, mübaşirlik... gibi hizmetlerde çalışmaktadırlar.
Köyde, radyo ve televizyonu bulunanların sayısı % 1O’u bile bulmaz. Elektrikle işleyen bir
un değirmeni göze çarpmaktadır. Köylüler yoksul olmasına karşın çok konuk severdirler.
Köylülerde sabır ve kadere boyun eğme sonsuzdur: Her türlü yıkıma katlanmaya alışkındırlar.
“Yarın belki daha iyi olur.” umudu, kara bahtına güvenmeyenlere rastlanamaz. Yüreklerinde yatan
inançlarına ve değer yargılarına dokunanlardan nefret ederler. Bilmeyerek kendilerine karşı, kötü
çıkarcıların yanında olma geleneğinden kurtulamamışlardır.
Köyün, büyük ve küçükbaş altı sürüsü, sekiz yüzden çok nüfus veterinersiz, doktorsuz,
ebesiz yaşamaktadır. Ama vergi tahsildarı, Kur’an kursu hocası, köy imamı ilkokul öğretmeni
köyde her zaman görülmektedir. Günlük gazete de köye girmemektedir.
Köyde pahalılık üzerine konuştuklarını dinledim. Akıllı saydıklarından birisi: “Ne var ne var?
Pahalılık adam mı yer? Pahalılıktan korkmayın. Yarın mahşer yerinde bin ayak bir ayağın üstünde
olacak, siz ondan korkun.” diye komşularına sabırlı olmalarını öğütlemeğe çalışıyordu... Bu
insanlardan yaşam dünyasının düşüncesi neden kıskanılıyor ki? Yurttaşlık ve devletle olan
ilişkilerine gelince:
Köylü topraksızdır. Toprağın verileceği de yoktur. Ellerinde olan topraklar da sarp ve uzak
olduğundan kaldırılan ürün, çekilen emeği karşılamadığından çoğu köylüler bu mülklerini terk
etmişler. Buradaki bağ ve bükler Göksu kıyısında olduğu için ılık iklimlidir. Buraya Dere derler.
Dere’de kışlık ve yazlık olmak üzere iki ürün kaldırılır. Ürünler eşek ve katır sırtında köye taşınır.
Yol sarp olduğu için yüklü katırlar dik yokuş ve sarp yollarda dengesini kaybedince kayadan
uçuruma yuvarlanırlar. Kalınağıl ile Dere arasındaki semtin adı Küçük Katırdüştüğü, Büyük
Katırdüştüğü diye adlandırılmıştır.
Köylü devlet kapısından korkmaktadır. Bu yüzden önemli sorunlarını bile devlete haber
vermemektedir; bir yardım da beklememektedir. 1920’li yıllarda kuduz bir kurt köyde bir kadınla
bir erkeği ısırır. Isırılanlar kudurur ölür. Devlete haber verilmez. 1940’lı yıllarda ishalden 60 çocuk
ölür; devlete haber verilmez. Aynı yıllarda bir oğlak sürüsü salgın hastalıktan kırılır; devlete haber
verilmez...
1945’te devletçe Hadim ilçesi ilkokullarının yapımlarını denetlemek ve geliştirmekte
görevlendirildim. Kendi köyüm olan Kalınağıl köyünün okulunu köylülerle yapmaya başladık.
Köyde yetişkin insanlarda ateşli hastalık birçoklarını yatağa düşürdü. Muhtara Kaymakamlığa
iletilmek üzere bu hastalığı belirten bir dilekçe verdim. “Köylülere danışalım” dedi. Köylüler
toplandı. “Sen bizim işimize karışma. İlçeden toktur gelirse bizim karımızın, kızımızın göğsünü
açtırır iğneler. (Tifo iğneleri o dönem göğüsten yapılırdı) Biz kadınlarımızın harama gösterilmesini
istemiyoruz. Hastalık da, ölüm de Allahın emridir. Sen, Allahın işine karışma. Git okulunu yaptır”
diyerek dövmeye kalktılar. Ben gene : “Salgın hastalıkların görevlilerce hükümete haber verilmesi
zorunludur. Haber vermeyenler cezaya çarptırılırlar” dediğimde muhtar korkusundan yazdığım
dilekçeyi korucuya verdi. “Çabuk Kaymakam bey’e ulaştır” dedi. Öğleden sonra ilçeden sağlık
memuru geldi, köylüler aşılandı, hastalık önlendi.
1987’de köy bir çiftçi köyü olmaktan çok bir amele köyü olma görünümdeydi. Köyde
telefon 1930’lu yıllardan bu yana vardı. Şimdi daha bakımlı hale gelmiş. Telefonla Çumra’dan,
Kulu, Cihanbeyli ve Konya’dan amele isteniyor. Köylüler ekin biçmeye, inşaatlara ve kanal işlerine
çağrılıyor. Köylüler bu gibi günlük işlerde sigortasız migortasız çalışıyorlar. Eskiden köyde bu
kadar amele yoktu. Herkes kendi toprağında bir bağ-bahçe edinmeye uğraşır ve onun ürünü ile
geçimini sağlardı. Geçmiş yıllarda köyde “Kocakafa” diye anılan “Kara Hacca’nın İsmail” çalıştığı
su kanalının kapanmasında ölmüştü. Sigortasız olduğu için çoluk çocuğu yokluk içinde öldüler.
Kimse onların gözyaşlarına bile bakmadı. Bugün yarın için güvenliksiz çalışan işçilerin sonu da
bundan ayrık düşünülemez.
Köyde yetişkinlerin eğitimi için marangozluk, demircilik, yapıcılık, dikiş nakış kursları
açılmadığından nitelikli işçi yoktur. Denilebilir ki günlük geçimi için gereksinmesi çok olan köylü
yarını hiç düşünmeden gününü gün etmektedir.
1987’de köye gittim. Köylüleri topladım. Ameleliğin sonu yok Üstelik çalıştığınız her iş
sigortasız. Devlet Su İşlerine bir dilekçe verelim. “Dere”deki verimli topraklarınızı ekin, dikin. Sizin
yarınınız için bir gelir güvencesi olur. Oranın sarp yolunu devlet “Tarım yolu” diye size yapıverir.
Su altında kalan tarlalarınızı sel baskınından da kurtarır” dedim. “Dilekçe yaz verelim” dediler.
Dilekçeyi yazdım, muhtara mühürlettim, imzalattım. Konya Devlet Su işleri Bölge Müdürlüğüne
verdiler. Ben köyden ayrıldıktan sonra aylarca sonra bu işin sonunu köydeki akrabalarıma
sorduğumda:
“Sen bizim köyün işlerini oldum olası bilemedin gitti. Onların sen varken “yapalım edelim”
dediklerine sen ne bakarsın? Sen gittikten sonra o işi unuturlar, bir daha da ardını aramazlar.
Onların ipiyle kuyuya mı inilir? Sen kendini düşün, bizim işler battı balık yan gider.” dediler.
Dilekçelerinde istedikleri işlerin yapılmasını takip etmediklerinden Devlet Su İşleri de
önemsememiş.
Kalınağıl’da padişahlık döneminden bu yana Kur’an kursu var. Bu kurstan bir müftü, iki
hafız, beş imam yetişmiştir. İlkokul da 1927’den beri var. Kalınağıllı’lar çocuklarının tabiat bilgisi
kitaplarında kedi köpek resimleri gördükleri için bu okula “kedi köpek okulu” diyorlar. Köyde
ilkokul üçüncü sınıfı bitirdikten sora okuyan yalnız Semerci Memed’in Bekir’dir. O da köyden
kaçarak okumuştur. Köyden kaçıp okuduğu için de ona “Deli Bekir” demişlerdir. “Hiç aklı olsa
köyden kaçar mı?” demişlerdir.
“Demokratik toplumlar özgür düşünceye, özgür insan iradesine dayalı toplumlardır.
Dogmatik bir eğitimle bu yetileri ortadan kaldırılmış kişiler toplumda belirli otoritelere köle olmaya
mahkûm…” durlar.
KAPATILDIKTAN YILLAR SONRA KÖY KALKINMASINDA UYGULANAN KÖY
ENSTİTÜLERİ YÖNTEMLERİNDEN İKİ ÖRNEK:
MANİSA’da PİLOT KÖY;
İSRAİL’de: ŞÜMULLÜ KÖY KALK!NMASI ÇALIŞMALARI
MANİSA’da
YETİŞKİNLER EĞİTİMİYLE KÖY KALKINMASI
DENEMESİ
1963–1965 yılları arasında Manisa’da Halk Eğitimi Başkanı idim. Köy işleri Bakanlığına
bağlıydık. Bakanlığımız illerde “Pilot Köy” çalışmalarına girişmişti. Ben de merkez ilçede en yoksul,
orta halli ve zengin üç köyü pilot köy olarak seçtim. En yoksul köy Yunddağı’nın yürük
köylerinden Madan Köyü idi. Toprağı az ve susuzdu. Geçimi hayvancılık, çok az kuru tarım ve
Manisa Oyası’nın tarım işçiliğindendi. Köyün görünüşü üst üste yığılmış taşlı bir kepire benziyordu.
Damları düz, sokakları dardı, pencereleri küçük küçüktü.
Kadınları boş zamanlarında halı, kilim, seccade, yolluk, yastık, torba dokuyarak bir yan
gelir sağlıyorlardı. Kendilerine göre çok tipik motifleri vardı. Bu motiflerle dokunan el ürünlerini
turistler çok beğeniyorlardı. Bunu bilen İzmir’in hali tüccarları Yunddağı köylülerinin dokumalarını
ucuz ucuz alıp, pahalı pahalı satıyorlardı. Köylülerin emekleri boşa gidiyordu Bu durumun
önlenmesi için bir kooperatif kurulması, devletten kredi alınması, dokumaların pazarlanması
gerekliydi. Devlet, kooperatif kuran köylülerin dış ülkelere işçi olarak gönderilmesinde de öncelik
tanıyordu. Bu yararlı durumları köylülere açıkladım. Köyün ileri gelenlerinden yedi kişiyi kendi
dokumalarını satan İzmir halı tüccarlarının satış fiyatlarını incelemek üzere İzmir’e yolladım. İzmir
dönüşlerinde dokumalarının 5-10 katına satıldığını bana anlattılar: “Biz bir dokuma kooperatifi
kuracağız, yardım et” dediler. Ticaret Bakanlığından kooperatif statüsü getirttim. Maldan Köyünün
yiğit gençlerinden Hilmi Gencer, Mehmet Yaçıner, Hamza Çoban, İbrahim Kazak, M. Ali Avcı,
Şevki Güvenç ve Sait Altay 27 Kasım 1964 tarihinde Mahdut Mesuliyetli Yunddağı Köylüler
Dokumacılık Küçük Sanat Kooperatifi’ni kurdular. Sanayi Bakanlığı halıcı ustası verdi. Yetişkin
kadınlar kursa alındı. Yeni model ve motiflerle daha gelişmiş halı tezgâhlarıyla kursa katılanların el
becerileri artırıldı. Ticaret Bakanlığı, kursu bitiren kadınlara birer halı tezgâhı ile takımlarını
parasız verdi. Vali Niyazi Araz, Milli Eğitim ve Tarım Müdürleri Tümen Komutanlığının bandosuyla
Maldan Köyü’ne gittik. Köylüler bizi sevinçle karşıladılar. Bando marşlar çalarak köyde bir bayram
havası yarattı. Bakanlığın yolladığı tezgâhlar ve takımlar kamyonlardan indirildi. Valinin başarılı
konuşmasından sonra halı dokuma kursiyerlerine tezgâhları dağıtıldı.
İsmet Paşa Başbakandı. Sanayi Bakanı da Muammer Erten’di. Manisa Ovasının büyük
toprak sahipleri Sanayi Bakanı Muammer Erten’e telefon etmişler: “Vaktiyle bizim üzüm, tütün,
pamuk, zeytin ürünlerimizi Demircili işliler kaldırırlardı. Orada halı kooperatifleri kuruldu, işçi
gelmez oldu. Yunddağı Köylülerinin işçileri işlerimizi görmeğe başlamışlardı. Şimdi de Yunddağı
köyleri bir kooperatif kurdular. Bizim ürünlerimizi kim kaldıracak? Halk eğitimi başkanı mı,
öğretmen mi Bekir Semerci diye birisi var köylülere yol gösteren. Alın onu buradan.” demişler.
Muammer Erten Manisa’ya geldi. Kendi teşkilatına beni sormuş. Güvendiği kişiler
çalışmalarımdan övgü ile söz edince beni Manisa Ticaret Odası’na çağırdı:
“Kooperatif çalışmalarını herkes beğeniyor, ben de memnun oldum. Yunddağı Köyleri
Kooperatifinin iyi çalışması için kaç lira krediye ihtiyacın var?” dedi. “Üç milyon verseniz yeter”
dedim.
“Ben de verdim gitti” dedi.
Krediye almadan İsrail’e Şümullü planlama çalışmaları için Köy İşleri Bakanlığınca
gönderildim. Oradaki çalışmalarımız çok, geniş kapsamlı köy planlaması idi. İsmet Paşa kabinesi
biz orada iken düştü, yerine özel teşebbüsçü S. Hayri Ürgüplü kabinesi geçti. Yeni sanayi bakanı
kredi verilebilmesi için Manisa Ticaret Odasına kayıtlı muteber tüccarlar Maldan Kooperatifi adına
kefil oldukları takdirde yirmi beş bin lira, kredi verilebileceğini bir emirle vilayete bildirdi. On
köyün ortak olduğu bir kooperatife bu para çok yetersizdi. Vilayet makamı, tüccarın Bakanlığınız
yanında kredisi var da Yunddağı köylerinin hiç mi kredisi yok gibilerden bir yazı yazarak
kooperatif adına yeterli bir para verilmesi, tüccar kefaletinin kaldırılması hakkında itirazda
bulundu. Bakanlık bu sefer kooperatife para yollamayacağını, gereksinmesi olan ip ya ipliğin
Isparta Sümerbank’ından almasını, dokunan halıların Sümerbank’a verilmesini” istedi. Kooperatif
Sümerbank’tan ip ve iplik aldı. Ama Sümerbank köylülerin halılarını almadı. Köylüler kendi
olanaklarıyla üretime geçtiler, ürettiklerini de sattılar.
Maldan köyünün geçim koşulları çok yetersizdi. Köylüleri çocuklarını meslek okullarında
okutmaları için yönlendirmeğe çalıştım. Köylüler bu uğraşıma acı acı gülüyor “Bizi çocuklarımızı
okutmak istemez mi sanıyorsunuz? Ama nasıl okutacağız? Fakiriz işte. Aklımız erer ama elimiz
ermez” diyorlardı.
Çocuklarınızı okumaya teşvik edin. Çocuklarınız biz okuyacağız diye karşınıza dikilsinler.
Devlet okullarının kapılarını yumruklayın, elbette bu kapılar sizin çocuklarınız için de açılacaktır
diyordum. Bir taraftan da dış ülkelerde çalışabilecek yetenekli delikanlıları İş Bulma Kurumuna
başvurmalarını öğütlüyordum.
İKİNCİ PİLOT KÖYÜMÜZ SANCAKLIBOZKÖY
Köylüler köylerini bana anlatıyorlar:
Sancaklıbozköy de bir yürük köyüdür. Kendine yetecek kadar toprağı vardır. Geçimini
üzüm, tütün, pamuk, susam ve zeytin gibi ürünlerden sağlanmaktadır. Gençler boş zamanlarında
kahvede kumarlı, kumarsız oyunlar oynamaktadır, biri biriyle kavga etmektedir, öküzlerinin
kuyruklarını kesmektedirler. Anaya, babaya, karşı sorumluluk duymamaktadırlar.” diyerek
gençlerden dert yanmaktaydılar.
Pekiyi bu durumu düzeltmek için ne yapalım? dediğimde:
“Sen bize iyi bir vaiz yolla. Çocuklarımızı doğru yola sevketsin. Senden başka bir şey
istemeyiz” dediler.
Ben bir eğitimciyim. Siz vaizi müftü efendiden isteyin. Çalıştığım dairenin elinde dikiş,
marangoz, demirci, yapıcı ve halıcılık öğretmenleri var. İsterseniz bu öğretmenleri köyünüze
veririz, kurs açarlar, gençlerinizi zanaatkâr olarak yetiştirirler. Bu sanatları iyi öğrenirlerse
ekmeklerini de kazanabilirler. Bizim vereceğimiz kurs diplomaları ile dış ülkelere nitelikli, işçi
olarak da gidebilirler. Ama bu kursları açabilmemiz için öğretmenlerimize ev, çocuklarınıza işlik
bulmanız gerekli” deyince muhtar Ahmet Kabasakal:
Biz bunları yeniden yaparız. Şimdiye kadar köyümüze çok memur geldi gitti, hiç birisi
dediğini, gerçekleştiremedi, hep lafta kaldı. Bize senin saydığın kursların hepsiciği gerekli.
Kadınlarımız dikiş bilmezler. Köyümüzde bir tek dikiş makinesi bile yok. Hele siz bize yapıcılık,
dülgerlik, demircilik, marangozluk ve dikiş kursu öğretmenlerini resmen verin, onların oturacağı
evleri ve çalışacakları işlikleri kısa zamanda temin ederim” dedi. Öte yandan köyün Hafız Bey’i
söze karıştı:
Siz kanmayın bu beyin sözüne. Ben bu köyde çok muhtarlık yaptım. Nice devlet
memurlarıyla köyümüzün işlerini görüştüm. Zaman zaman hepsiciği köyümüze geldi, yaparız,
ederiz dedi. Ne yaptılar köyde? Ayranı içen kaçtı, tavuğu yiyen uçtu...” dedi.
Biz Halk Eğitimi kuruluşu olarak istenilen kursların öğretmenlerini Sancaklıbozköy’e verdik.
Köylüler el ele vererek briketten beş işlik yaptılar. Öğretmenlerimize de ev buldular. Kurslar
zamanında açıldı. Dikiş kursu öğretmenimiz otuz beş kızla işe başladı. Önce kızların kendilerine
yeni giysiler diktirdi. Saçlarını başlarını taradı, giydirdi, kuşattı. Kızların anaları ve babaları
öğretmenin bu tutumuna çok sevindiler. Bir gün kurs çalışmalarını görmeye gitmiştim, durmadan
tüfekler atılıyordu.
Ne oluyor muhtar dedim. Adam hazır duruyormuş, bir kahkaha attı:
Beyim, koç katımı koç katımı. Köye bir dikiş kursu açtın otuz beş kız birden kapışıldı.
Kızlarımızı dikiş öğretmeni şehir kılığına soktu, güzellikleri ortaya çıktı. Bunları gören delikanlılar
sanki cennet hurileri görmüş gibi birden düğüne başlayıverdiler” dedi. Ben de:
“Köy gençlerine büyük bir hizmet ettik desene” deyince köylüleri bir gülmedir tuttu...
Yapıcılık kursu ile dülgerlik kursu köye örnek bir ev yaptılar. Muhtarlık sonra bu evi
köylülerden insan kıymeti bilen H. İbrahim Gürbüz’e iyi bir fiyatla sattı. Demircilik kursumuzla da
köy çocuklarına güzel bir çocuk bahçesi yaptık. Tahterevalliler, tırmanma araçları, atlama havuzu,
salıncaklar köy çocuklarının sevinçlerine sevinç kattı. Kızlı erkekli çocuklar köyde her gün bir
bayram havası estirmeğe başladılar.
Marangozluk kursu öğrencileri evlerine gerekli ekmek senidi, dolap, masa, sandalye, kapı,
pencere, sandık gibi şeyleri yaptılar. Yapıcılık kursu öğrencileri işlik çalışmalarında portatif bir helâ
taşı kalıbıyla günde üç - dört tane helâ taşı döktüler. Köyün dağınık ve pis helâlarını bir düzene
sokmaya çalıştılar. Bir torba çimentodan üç helâ taşı çıkıyordu. Köylüler ucuza mal olduğu için
hepsi bu girişime katıldı. Köyün kokması ve sinek önlenmeğe çalışıldı.
Demircilik kursu öğrencilerinin işleri de köylülerce çok seviliyordu. Şimdiye kadar yapımını
hiç görmedikleri pulluklar, sobalar, borular, mangallar, kürekler, çapalar, demir doğramlar
köylerinde kendi çocukları tarafından yapılıyordu. Kaynak ve lehim işlerini kursta olmayanlar bile
öğrenmeye çalışıyordu.
Ders yılı sonunda kurslar yaptıkları işleri sergilediler. Sergilerin açılışına Manisa’nın yüksek
düzeydeki yöneticileri, gazeteciler, çevre köylerden gelenler de katılmışlardı. Bu kurslar üç yıl
boyunca böyle devam etti... Sancaklıbozköy muhtarı Ahmet Kabasakal çok anlayışlı ve kafası her
şeye işleyen bir kişiliğe sahipti. Köye dört gözlü bir genel helâ ile etlik hayvanların kesimi için bir
de mezbaha yaptırdı, içlerine su getirtti. Bunlar da köy için çok gerekli şeylerdi. Bu güzel
çalışmalara paralel olarak köy halkının gereksinmesine yarayacak üretim ve tüketim
kooperatifleri, ekmek fırını, çırçır işliği gibi devamlı işe yarayacak kuruluşlara köyün sahip
olmasını istiyordum. Köylüler bu tekliflerimi benimsemediler.
Köylülerle yaptığım bir toplantıda kurs çalışmalarımızın yanında köyün kültür etkinliğini
Türkiye köyleri arasında örnek bir çalışma ile gösterebilmemiz için bir köy tiyatrosu yapmayı
kararlaştırdık. Köy tiyatrosunun ustası Köy İmamı Hasan Dağ’dı. Köylüler el ele vererek, kayak,
zeytin, zeytinyağlarını satarak hiç bir makamdan bir zorlama olmadan kendi istekleriyle
tiyatronun yapı gereçlerini satın aldılar. İmece ile işçiliğini de yaptılar. İki ayda üç yüz kişilik
tiyatroyu hizmete soktular. Muhtar Ahmet Kabasakal ile beraber Manisa Tekstil Fabrikasından
ucuza perdelik aldık. Kızılay’ın elinde eski sandalyeler varmış, verecek yer arıyorlarmış. Gidip
görüştük. Köy tiyatrosuna verdiler. Toprak Su Başmühendisliği de kamyonlarıyla sandalyeleri
Sancaklıbozköy’e iletti. Sançaklıbozköy tiyatrosunu bu sandalye ve aldığımız perdelerle donattık.
İçlerinde on beş kadar da döşemeli sandalye varmış. Onları da konukların oturması için ön sıraya
dizdik. Tiyatromuz yeni perdeleri ile bağışlanmış sandalyeleriyle oturulacak duruma geldi. Halk
eğitimi Başkanlığımızın klasik Türk musikisi ve halk türküleri saz ekipleri vardı. Bu ekiplerin
konserleri Sancaklıbozköy Tiyatrosunun sahne çalışmalarında bir renk ve bir coşku kaynağıydı.
Vali Niyazi Arat ve Manisa’nın il müdürleri tiyatronun açılışına davetliydiler. Tümen Komutanlığının
bandosu ve başın mensupları tiyatronun açılışını onurlandırdılar. Devletin ve basının etkinliğini
gören köylülerin sevinçten gözleri yaşarıyordu.
Bando coşkulu marşlar çaldı. Dört yüz elli haneli köyün karısı-kızı, çoluğu-çocuğu, yaşlısı
genci hep tiyatro açılışına katıldılar. Vali yapıcı bir konuşma yaptı:
“Türkiye’de ilk olarak köy kesiminde Sancaklıbozköy Tiyatrosu sahnesini halka açtı.
Dileğim bütün köylerimizin de böyle bir kültür kuruluşuna sahip olmalarıdır...” diyerek
Sancaklıbozköy Tiyatrosunun kapışını halka açtı.
Konuklar ve köylüler tiyatroda yerlerini aldılar. Köylülerin kadın erkek yan yana oturmaları
konukların dikkatini çekiyordu. İlk oynanan oyun Şehit Fatma idi. Konusu Ege Bölgesinin Kurtuluş
Savaşında başına gelenlerdi. Yaşlılar çocuklarının ve gençlerinin oyunu eski acı günlerini
anımsayarak gözlerini sile sile seyrettiler. Köy oyuncuları bu yapıtı çok güzel oynadılar. Halk
Eğitim Başkanlığının Halk Türküleri Kolu da coşturucu türkülerle başarılı bir konser verdiler.
Konuklar ve köylüler şenlikli bir köy gecesi geçirdiler.
Sancaklıbozköy gençleriyle Manisa, Halkevi gençleri iki yılda Şehit Fatma, Koyun Çalan
Kavalcı, Adalı Halil, İstiklâl, Pusuda, Ağzı Çilekli Adam oyunlarını Sancaklıbozköy Tiyatrosunda
oynadılar. Bu oyunların hepsini Manisa Valisi, Belediye Başkanı, il müdürleri ve basın mensupları
izlediler. Tiyatro üç yüz kişilikti. Köylülerin hepsini almıyordu. Parasız da olduğu için herkes
tiyatroya geliyordu. Zengin ve yoksul ayırımı da yoktu. Köylüler kadın-erkek, çoluk çocuk kapı ve
pencerelerden, biri birinin omuzlarından oyunları seyrediyorlardı. Bu coşkulu oyunların sonunda
Hafız Bey beni çağırdı.
“Sen benim bildiğim devlet memurlarından değilsin. Köyümüzün kalkınmasındaki
başarılarınızı bütün kalbimle kutlarım. Sen ayran içip kaçan, tavuk yiyip uçan memurlardan
değilsin” diyerek boynuma sarıldı, öpüşerek köyün başarısını kutladık.
Sancaklıbozköy oyuncularının oyunları herkesçe beğeniliyordu. Manisa’lılar oyuncuları
illerine çağırdılar. Köylü oyuncular Kız Enstitüsü salonunda iki defa ayrı ayrı zamanda oyunlarını
oynadılar, Manisalılar oyunları ve oyuncuları çok beğendiler, elleri patlarcasına alkışladılar.
Bundan başka Karaağaçlı, Mütevelli Köylerinde de oyunlarını oynadılar. Köylüler bin birlerini
köylerine çağırdılar, şölenler verdiler, köylerinde karşılıklı oyunlar oynadılar. Karaağaçlıların Yarım
Osman’ı da çok sevilmişti. Biri birleriyle kaynaşan, dost olan bu köylülerin kültür etkinlikleri diğer
köylerce de sevgiyle karşılandı. Onları da böyle bir çalışmaya yöneltti. On altı köy biri bininin
köylerinde şölenlere çağrıldı ve oyunlar oynadı.
Sancaklıbozköy tiyatrosu oyunlarını geceleri oynayadursun gündüzleri düğün, nişan,
toplantı ve devlet kuruluşlarının eğitim merkezi haline geldi. Ana ve Çocuk Sağlığı doktoru belli
günlerde muayenelerini burada yaptı. Tarımcılar köylülerle yaptıkları zeytincilik, tavukçuluk, zirai
mücadele ve ev ekonomisi çalışmalarını burada yaptılar. Manisa Tarım Müdürlüğü yüz tavukluk
örnek bir kümes çalışmasına girişti. Toprak Su Baş Mühendisliği de iki bin dekar arazide
teraslama çalışması yaptı. Bugün bu arazi köyün kiraz bahçesidir.
Pilot köy çalışmamızın yankıları
Bakanlıklarda:
Köylüler tiyatrolarına Başbakan İsmet İnönü ve bakanları da çağırdılar. Hiç gelen olmadı.
Köy işleri Bakanı Lebib Yurdoğlu, Milli Eğitim Bakanı Ibrahim Öktem, Ulaştırma Bakanı Ferit
Alpiskender, Sanayi Bakanı Muammer Erten Sancaklıbozköy oyuncularına birer kutlama teli
yolladılar. Biri birine benzeyen bu tellerden Muammer Erten’in teli:
Sancaklıbozköy oyuncuları-ManisaSancaklıbozköy’ün kültürel gelişmesinde çok yararlı olacak örnek davranışınızı sevinçle
karşıladım. Bu olumlu davranışınızın bütün Türk köylerine örnek olmasını ve başarılarınızın
devamını dilerim. Bütün arkadaşlarıma selam ve sevgiler.
4.11.1964-Ankara
İller Bankasında:
Sayın Ahmet Kabasakal (muhtar)
Bankamızın bir ortak idaresi olan Sancaklıbazköy’de yapılmasına öncü olduğunuz kamu
hizmetlerin iz takdir ve teşekkürlerle karşılanmış, size İller Bankası başarı armağanı ilişikte
gönderilmiştir. Başarılarınızın sürekli olmasını dilerim.
İller Bankası Genel Müdürü
Salahattin Babüroğlu
Örnek Köy İmamına madalya verildi:
Manisa-Nejat Toksoy bildiriyor
Sancaklıbozköy’ün örnek imamı Hasan Dağ ile muhtarı Ahmet Kabasakal’a İller Bankası
tarafından altın madalya, takdirname ve “Yazılmayan Yönleriyle Atatürk” adlı birer kitap önceki
gece köyde yapılan büyük bir törenle verilmiştir. 17 Mart 1964-Milliyet
Radyo’da Sancaklıbozköy:
Sancaklıbozköy’le ilgili röportaj İzmir Radyosunda
Manisa İli Halk Eğitim Başkanlığınca pilot köy olarak ele alınan Karaoğlanlar Bucağına bağlı
Sancaklıbozköy’de açılan üç yüz kişilik tiyatronun töreninde Vali Niyazi Araz’ın açılış konuşması ile
okuma odası yönetim kurulunun sahneye koyduğu “İstiklal” ve “Kahraman Fatma” piyeslerini
oynayan oyuncuların kendi sesleri bu akşam saat 19.45 de İzmir Radyosunun Gençlik saatinde
röportaj olarak yayınlanacaktır. 18 Ocak 1964 Işık Gazetesi-Manisa
Basında Sancaklıbozköy:
Sancaklıbozköyümüz’de
Atatürk devrimlerinin bekçisi Sancaklıboz köyümüzde dün yaşayan Atatürk ile baş başa bir
gece geçirdik. Türkiye’nin hiç bir köyünde olmayan tiyatro binasında toplandık. Alman Kalkınma
mucizesi de böyle bir gerçeğe dayanıyordu. Yanmış, yıkılmış, bombardımanlarla dümdüz edilmiş
Almanya’da bu dost millet de ilk iş olarak kendilerine yer yer kentten en ufak köylere kadar
tiyatrolar yapmışlardı. IŞIK, 12 Kasım 1964
YENİ OYUNCAKLAR
Rıfat Ilgaz:
Manisa’nın 27 km ötesinde bir köy... Köylülüğü ile övünen 1700 nüfuslu Sancaklıbozköy...
Köyün bir imamı var. Pırıl pırıl kafalı aydın bir imam Hasan Dağ... Dilinin döndüğü kadar
Bozköylülere bir okuma odasından bir de tiyatrodan söz açıyor. Köylerine mutlaka bir tiyatro
yapılmalı. Tiyatrosuz köy de olmaz, köylü de...
Bugünlerde sayıları az da olsa aydın imamlarımızın köylerimizi kalkındırma yolunda
getirdikleri yenilikleri gazetelerde okuyor, övünüyoruz. Hasan Dağ da bunlardan biri işte.
Bozköy’ün onun kadar ileri bir de yedek subay öğretmeni var. Neler söylüyor Hasan Dağ için:
Tiyatro binasını imam, muhtar ve köylüler yaptılar... Hasan Dağ aydın bir imam... Bir
ustabaşı gibi geçti köylülerin başına, bu tiyatroyu kurdu. Tiyatro bir okuldur” sözünü düşürmedi
dilinden.
Bertrand Russel’in bir sözü geldi aklıma:
“Çocuklara yeni oyuncaklar vermeden eskisini ellerinden almayın sakın” diyor... İşte
gençlere yepyeni bir oyuncak. Köylüye yepyeni bir okul tiyatro. Eski, kötü, küf kokan, insanın içini
karartan, adımlarını çelmeleyen, miskinleştirip uyuşturan ne varsa artık ellerinden alabilirsiniz.
Nasıl bu tiyatroyu kimseye bir şey vermeğe zorlamadan kendi istekleriyle seve seve
verdikleri kavak ağaçlarını satarak, peynirlerini, zeytinlerini pazara çıkararak yapmışlar bu işi...
İyi niyetli insanlar kendi emekleriyle ödemesini bilirler. 17 Ocak 1964-Demokrat İzmir
Sancaklıbozköy’de 300 Kişilik Köy Tiyatrosu
Halk Eğitimi Başkanı Bekir Semerci yaptığı konuşmada...” Merinos koyununu domuza
benzeten, doktorun, öğretmenin aleyhinde olan, “Bu dünya yalan dünyadır diye vatandaşlarımızı
çalışmaktan alıkoyan, ilerlememize çelme takan sözde dindarlar gelsinler de Sancaklıbözköy’deki
imam Hasan Dağ’ı görsünler” dedi.
Köylü kadınların kucaklarında küçük çocuklar olduğu halde tiyatroyu ilgi ile seyretmeleri
özellikle dikkati çekmiştir... Manisa Halk Eğitim Merkezi müzik kolu Manisa folkloruna ait parçalar
çalmışlar... Köylülerin müşterek rol aldıkları” Şehit Fatma ve İstiklâl piyesi başarıyla oynanmıştır.
Sabah Postası İzmir. 17 Ocak 1964.
Köylülerin Tiyatrosu Üstüste Temsil Veriyor
Sancaklıbozköy Tiyatrosunda “Şehit Fatma, İstiklal piyeslerinden sonra Pusuda ve Ağzı
Çiçekli Adam eserleri de sahneye kondu.
Namık Kemal’in “Tiyatro edep okuludur” sözünü düstur edinerek önce 300 kişilik tiyatro
salonu kuran Sancaklıbozköylüler bundan sonra sahnelerinde şık sık temsil vermeyi
kararlaştırdılar ve böylece 20 gün içinde 4 eser oynadılar. Buyurun gelin yandaki oyunları
oynevecez gari” şeklindeki davetiyelerini Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e, Başbakan İsmet
İnönü’ye, TBMM üyelerine, Bakanlara ve sanatçılara gönderen Sancaklıbozköylüler” Şimdi
oyunları oynayıverdik ama gelmediniz. Sizlere dargınız gari” diyerek üzüntülerini bildiriyorlar. 8
Şubat 1964-Milliyet.
‘İlgili Beyler’ Bu Sizin İçin
Hikmet Çetinkaya (IŞIK 16 Ocak 1964)
Buyurun beyler Sancaklıbozköy’e gidelim. Yooo eğer gözleriniz miyop ve kulaklarınız paslı
ise size bir şey söylemeyeceğiz. Yine eskisi gibi hareket etmekte serbestsiniz.
Manisa’nın yirmi kilometre ötesinde bir köy var. Bu köyde tiyatro salonu açıldı... Beyler
sizler hiç bir sorumluluk duymadınız mı bu tiyatro salonu açılırken?... Belli duymadınız...
Avuçlarımın İçi Patlayıncaya Dek Alkışlamak
İstiyorum Bu Sancaklıbozköy’ü..
Onların bu içten gelen sanat zevkini... Tiyatronun bir okul olduğunu bu beylerden daha iyi
sezip ve ivedilikle bunu gerçekleştirdiklerini... Daha önce yazmıştım Manisa’da bir tiyatro salonu
açılsın diye. Eğer bir tiyatro salonu açılsaydı amatör ruhla oynayacak kişiler çıkardık. Açıkçası
çıkmıştı ‘bile. Ve şu anda onlar Bozköy’deki tiyatro salonunda bir oyun vermek için çalışmaya dahi
başladılar...
Manisa’daki nasırlaşmış zihniyeti kazımak için tüm güçleriyle çalışıyorlar. Onlara kim
destek olacak? Peşin söyleyeyim hiç kimse...
Bir de şu var... Şehrimizde bir gazete bir okulun geceye dört sütun başlık atarken,
Sancaklıbozköy’de açılan tiyatro salonuna sütunlarında yer vermiyor. İstanbul, İzmir, Ankara
gazetelerini temsil den arkadaşlarımız o gece İzmir’den kalkıp Sancaklıbozköy’e geldiler. Ama bir
mahalli gazete ortada hiçbir sebep yokken bu alkışlanacak çalışmaya bir satır dahi yer vermemesi
Sançaklıbozköylüleri üzdü...”
Dün Akşam Sancaklıbozköy’de İlginç ve Güzel Bir Temsil Verildi.
H. Açıksöz
(9 Nisan 1964 Memleket Gazetesi -Manisa-)
Dün akşam, Karaağaçlı’nın düzenleyip, Sancaklıbozköy tiyatrosunun verdiği temsil çok ilgi
çekiciydi. Temsilde rol alan gençler başarılıydılar. Davetli olarak gittiğimiz Sancaklıbözköy’den çok
iyi duygularla ayrıldık. Temsil ve gösteriler çok kalabalık bir davetli topluluğu tarafından takip
edildi. Pilot köylerimizin bu başarısı bizi çok memnun etti. S. Bozköy’ün kalkınmasıyla ilgili destanı
neşrediyoruz:
Sancaklıbozköy Destanı
Gün gördü Sancaklı Bozum.
Kini hırsı söndürecek
Kalktı gericinin buzu
Parlayacak milli arzum
Olup köylerin nevruzu
Yemedi muhtar yemedi
Kalkındı Sancaklı Bozum
Kölü dedi şahsım demedi
27 Mayıs’tandır hızım
Mehmet izledi Ahmet’i
Kalkındı Sancaklıboz’um
Kalkındı Sancaklı Bozum
Elimizle yazılacak
Alnımda sandığım yazım
Bağdır meyvadır ovası
Dağdır yayladır havası
Özgür köylünün yuvası
Kalkındı Sancaklıboz’um
Reform’a ulaşacak
Düzelecek elbet nabzım
Uzanan eller motora
Gitme dağdaki yatıra
Yaptı köye tiyatura
Kalkındı Sancaklı Bozum
Kalkınmanın yollarından
Eksilmeyecek ayak tozum
Köylü bulunca muhtarı
Bilindi gelir miktarı
Kovanına olup arı
Kalkındı Sancaklıboz’um
Demokrasi anlamında
Anlaşılacak rumuzun
Eğitim Başkanı Semerci
Sunar Köylere enerji
Müspet ilim olup merci
Kalkındı Sancaklıboz’um
Hürriyete adalete
Semboldür iki omuzum
Takdir teşvik şart herkese
Getirdi köyü hevese
İmam oldu şavk herkese
Kalkındı Sancaklıboz’um
Medeniyet göklerinde
Parlayacak ay yıldızım
Modern çok şey yapıldı köye
Ad kondu pilot köy diye
Duyuruldu tüm Türkiye’ye
Kalkındı Sancaklıboz’um
Mistik aşktan müspet aşka
Kavuşacak oğlum kıza
Kesildi hırçın hırsları
Çın çın ötüyor örsleri
Kalkındı Sancaklıboz’um
Kurulan Köy Bakanlığı
Doğan kuyruklu yıldızım
Valimiz Niyazi Araz
Özü Atatürk’ten miras
Ar altını tutar mı pas
Kalkındı Sancaklıboz’um
Partizanı mimleyecek
Yurttaşlıktan gelen hızım
Öğretmenler düştü öne
Köy değişti günden güne
İnanarak herkes fenne
Kalkındı Sancaklıboz’um
İnsanlıktan insanlığa
Yol alacak aklım pazım
Atatürk’ün ilkeleri
Ne sağ ne sol ne de geri
Kalkındı Sancaklıboz’um
Atatürk’ün öz evladı
Olur, artık oğlum kızım
(Sancaklıbozköylü,
Mehmet Özanak)
Sancaklıbozköy’ü görmeğe gelen konuklar anı defterine neler yazdılar? (Pilotköy
Sancaklıbozköy’ün çalışmalarını 1 vali, 2 vali yardımcısı, 1 belediye başkanı, 1 veteriner, 3
profesör, 1 müsteşar, 3 genel müdür, 1 albay, 1 bankacı, 1 emniyet müdürü, 3 üniversite
öğrencisi, 1 toplum kalkınması uzmanı inceledi; İstanbul, İzmir ve Manisa’da çıkan 12 gazete 89
yazı yayınladı.)
Sancaklıbozköy’e gelen konuklar ve devlet üst düzey yetkilileri köyün anı defterine
gözlemlerini yazdılar. Kendilerine karşı sorumlu olduğum Manisa Valisi, bağlı olduğum Köyişleri
Bakanlığının Halk Eğitimi Genel Müdürü ve Müsteşarı köy anı defterine yazdıkları gözlemlerinde
pilot köy çalışmalarımı nasıl değerlendirdiler:
“Halk eğitimi teşkilatınca, pilot bölge olarak seçilen Manisa’ya bağlı Sancaklıbozköy’de, köy
muhtarı, köy öğretmenleri, köy imamı ve köyün diğer aydın liderleriyle, ileri hareketlerin daima
destekleyicisi olan köy halkının Halk Eğitim Başkanlığı ile iş ve gönül birliği yaparak meydana
getirdikleri uygarlık eserlerini bugün hizmete açmaktan büyük gurur ve sevinç duyuyorum.
Köylerimiz maddi ve manevi varlıkları ile, milli hayatımızın feyizli kaynağını teşkil ederler. Burada
tamamen mahalli imkân ve araçlarla gerçekleştirilen köy odası, mezbahası, tiyatro ve kitaplığı,
bütün milletçe köyde ulaşmayı özlediğimiz olumlu neticelerdir.
Sancaklıbozköy’lüleri, uygarlığın zevk ve görüş ölçüsüne yükselmiş bulunduklarını görmek
her Türk’e gerçekten derin bir haz ve gurur veren büyük değer taşımaktadır.
Biz bu çeşit çalışmaları, gerçek ve ideal anlamda bir vatandaş eğitimi sayıyoruz.
İdealist Türk vatandaşları olarak görevlerini bu mükemmel bir şekilde yaptıklarına
inandığım Halk Eğitimi yöneticileriyle Sancaklıbozköy’ün aydın liderlerini yürekten tebrik eder,
başarılarının devamını dilerim.
13 Ocak1964
Manisa Valisi
Niyazi Araz
Sancaklıbozköy’ün kalkınma planımızın bütün Türk köylerinde yaratılmasını istediği
tutumu, çalışkanlığı, heyecanı görmem bir Türk olarak beni çok heyecanlandırdı.
Bütün dileğim bütün köylerimizin ve köylülerimizin Sancaklıbozköy’ü ve köylüleri
seviyesine ulaşmış görmektir. Gönüller dolusu tebrikler ve çalışkan köylü kardeşlerime en içten
saygılar. 20.5.1965
Necati Mutlu
Halk Eğitimi Genel Müdürü
Sancaklıbozköy’ün büyük bir heyecan ve takdir hisleri içerisinde gezdik. Manisa ilinde
yapmış olduğumuz toplum kalkınması ve çok yönlü köy planlaması semineri vesilesi ile bu örnek
ve çalışkan köyü gezmiş ve incelemiş olmamız ayrı ve özel bir anlam taşımaktadır. Bu köy bize
çalışkan bir muhtarın, başarıya ulaşmaya azmetmiş köy liderleri ve kalkınma yardımcılarının
azimli çalışmaları ve işbirliği gayretleri ile neler yapılabileceği hakkında çok güzel bir örnek
vermektedir.
Okulu ile iş yerleri, sanat eğitim faaliyetleri ile ve örnek tiyatrosu ve halk odası ile köy
kalkınmasının çok ümitli yolunu aydınlatmaktadır. İleriye daha başarılı çalışmalarla dopdolu olarak
bakan bu köyün çalışkan halkını ve bu gayretlerde emeği geçen ilgilileri candan tebrik ederim. Bu
köyün çalışmalarından elde edilen büyük tecrübelerden köy kalkınması çalışmalarında çok değerli
sonuçlar çıkarılabilecektir. İlgililerin bu tecrübeleri değerlendirmelerini de ayrıca tavsiye ederim.
20.5.1965
Köy İşleri Bakanlığı Müsteşarı
Prof. Dr. Necmi Sönmez
YİRMİ BİR YIL SONRA SANCAKLIBOZKÖY
İkinci zenginlikte olan pilot köy Sancaklıbozköy’e gitmek için Manisa Köyler Garajı’na
yardım. İki arabanın levhasında Sancaklıbozköy yazılıydı. Birisinin içinde 5–6 kişi oturuyordu. Ne
zaman gideceklerini sordum.
“Buyurun oturun.. Biraz sonra kalkacağız” dediler. Aralarında bir, şeyler konuşarak
gülüşüyorlardı. Arabaya girer girmez şişman bir delikanlı boynuma sarıldı. Ben de ona sarıldım
öptüm:
“Ben İsa Taşlıca’nın oğluyum” dedi. Yanında yer verdi. Babası Sancaklıbozköy’de pilot köy
çalışmalarımı destekleyen sözü tutulur bir kişiydi. Kendisini çok severdim.
“Ziya, baban nasıl?”
“Babam sizlere ömür öğretmenim.”
“Çok üzüldüm. Baban a kavuşacağımı sanıyordum. Senin ömrün çok olsun” dedim.
Arabamız hareket etti yanımda Maldan’lı arkadaşım Mehmet Yalçıner’in oğlu öğretmen Halil
Yalçıner vardı. Bize hoş geldiniz dediler Şoföre para vermeğe davranırken hepsi birden:
“Şiz bizim öğretmenimizsiniz. Şimdi de misafirimizsiniz. Burada sizin paranız geçmez”
dediler, araba paralarımızı verdiler. Köye girince Yapıcılık Kursumuzun yaptığı örnek köy evinin
yanında Halil ve Ziya ile beraber arabadan indik. Amacım evde oturanlarla konuşmaktı. Bu ev
köylülerle yaptığımız örnek evdi. Köy liderlerinden rahmetli arkadaşım Halil Ibrahim Gürbüz
muhtarlıktan bu evi satın almıştı. Evin kapısını çaldık. İnsancıl bir kadın açtı kapıyı:
“Buyurun” dedi.
“Halil İbrahim yok mu? Ben onun arkadaşıyım.” deyince kadının gözleri birden sulandı,
eliyle gözlerini sildi, boğuk bir sesle:
“Ben onun karısıyım. Onu kaybedeli çok oldu.” dedi. Halil İbrahim’in öldüğünü bana eski
muhtar mektubunda bildirmişti. Ben bilerek bu ziyareti yaptım.
“Başın şağ olsun bacım, eve dışarıdan bakabilir miyiz?”
“Siz bir zaman bizimkilerle köye tiyatura yapan Bekir Bey değil misiniz?
“Evet tanıdınız.
“Tanımaz olur muyum? Bizim köyde sizin çok emeğiniz var. Rahmetli Halil Ibrahim sizi çok
severdi. Beraber kurslar açtınız. Köy tiyaturasını çalıştırdınız. Köyümüze gelip gidenin hesabı
yoktu. Köylü kendi oyununu Manisa’ya seyrettirirdi. O günler hep yalan oldu. Ahmet Kabasakal
muhtarlıktan ayrıldı. Yeni gelenler sizlerin yaptıklarınızı devam ettiremediler...
Ziya ve Halil Yalçıner’le beraber evi dışarıdan gezdik. Bahçesine sebze ekmişler, çiçek
dikmişler. Ev kireç badanalı ve sapasağlam. Her şey güzel ama içinde Halil İbrahim’in kahkahası
eksik. Evin bahçe kapısına doğru yürüyerek H. Ibrahim Gürbüz’ün karısından izin istedik.
“Bir kahvemi içmeden sizi salmam. Hem toprak size gönül koyar” diye tutturdu. Bir suyunu
içerek gönlünü aldık.
Köy meydanındaki kahveye gelince köylüler bütün ayağa kalktı, hepsiyle kucaklaşıp, sarılıp
öpüştük, oturduk eski günlerimizi konuşmaya başladık. Çay söyleyen söyleyene. Dururken çaylar
artarda gelmeyi başladı. Ben bu içtenlikten yararlanarak:
“Sizinle 1963–1965 yıllarında onurlu bir pilot köy çalışması yapmıştık. Acaba dibekte su
mu dövdük”, yoksa bugün yararlandığınız tarafları var mı?” diye bir soru yöneltiverdim:
“Mehmet Gül: “Kadın kursları köyümüzün çok işine yaradı. 0Üç senede üç kurs açtınız. Bu
kurslarda yetiştirdiğiniz kızlarımız sayesinde bugün köyümüzde üç yüz dikiş makinesi harıl harıl
çalışıyor. Çoğumuz dikişe para vermiyoruz.”
Mehmet Emin Turgut: “Benim kız da dikiş kursunu bitirdi. Kocasıyla Istanbul’da Neyir
Triko’da çalıştılar. 1968 yılında Almanya’ya gittiler. İstanbul ve Manisa’dan birer daire ve iş yerleri
aldılar. Avrupa’dan örnek dikiş makineleri gönderdiler. Halen çalışmaktadırlar. Kurslar olmasa
bizim çocuklar bu duruma gelemezlerdi.”
Ahmet Odabaşı: “Yapıcılık kursu çok yararlı oldu. Bugün hepsi yapı yapıyor. İyi de para
kazanıyorlar. Dört tanesi Almanya’ya nitelikli işçi olarak gitti. Bunlar Almanya’dan getirdikleri
parayla Sancaklıbozköy Ovasında ellişer milyonluk arazi aldılar. Hepsinin arabası da var parası
da...
Mehmet Emin Turgut: “Ben Sancaklıbozköy’ün’ muhtarıyım. Sizin demircilik kursuna benim
oğlum da gitmişti. O da Almanya’ya nitelikli işçi olarak gitti. İyi para kazanıyor. Köyümüzün demir
doğramasını yapan da o kurstan, İzmir Demir Çelik’te çalışan da o kurstan. Hepsi zanaatlarından
ekmek yiyorlar.”
Fethi Türkoğlu: “Ben 1964’te açılan marangozluk kursunu bitirdim. Biz on kişiydik. Bir
arkadaşımız İzmir’de dükkân açtı, bizim köyün bütün doğramalarını da o yapar. Çok iyi işi var.
Diğerlerimiz kendi işlerimizde çalışıyoruz. Tarım aletlerinde, motorlu taşıtlarda, sebze ve meyve
sandıklamada, üretim araçlarını kullanmada kursa katılanlar katılmayan köylülerden çok farklı.”
Ahmet Kabasakal (Köy lideri ve eski muhtar): “1960 yılında muhtarlık görevini aldığım
zaman bunca yıllar köyümün işlerinin ihmal edilip çalışılmadığını, gelirlerine sahip çıkılmadığını
gördük. İhtiyar heyeti arkadaşlarımla koordine bir çalışmaya başladık. Köy sandığında epey bir
paramız oldu.
1963’te sizinle tanıştık. Halk Eğitimi Başkanı olarak sizin önderliğinizde köylümüzün ve
ihtiyar heyetimizin beraberliğinde çalışarak elimizdeki para ile bir köy tiyatrosu, köye örnek
modern bir ev, beş işlik binası meydana getirdik. Köy tiyatromuzda öğretmenimizle, halkımızla bir
anlayış içinde temsiller verilmesi, bunun yanında ayrıca beş adet demirci, marangoz, yapı ve
dülgerlik kursu ile biçki dikiş kursu açıp köylünün köydeki kurs çalışmalarını benimseyerek, o
zaman Halk Eğitim Başkanlığınızın gayretleriyle köyümüz Manisa ilinde pilot köy olarak kabul
edildi. Üç sene tutarlı bir çalışma yaptık. Sizin 1965 yılında tayininiz İstanbul’a çıktı, bizden
ayrıldınız. Siz gittikten sonra Manisa Halk Eğitim Başkanlığından hiç bir kimse bizim köye
uğramadı.
Müsaadenizle ben size “bizim Bekir” diyeceğim. Siz bize demek istiyorsunuz ki:
“Sizinle pilot köy çalışmalarımızda dibekte su mu dövdük, yoksa O çalışmalarımızın
devamında bir yarar görüyor musunuz?”
“Evet, halk eğitimiyle başlattığımız çalışmalarımızın boşa gittiğini iddia edemeyiz. Çünkü
köyde açılan kurslardan başarılı olan gençlerimiz bugün Almanya’da, köyde, İzmir ve Manisa’da
sanatkâr olarak çalışmaktadırlar. Ayrıca bir de dikiş kursundan üç yıl boyunca mezun olanbaşarılı kızlarımız bugün köyümüzde terzilik yapmakta ve köyde en aşağı üç yüzün üstünde dikiş
makinesi -bulunmaktadır. Eskiler yenilere sanat öğretmektedir. Böylece köyümüzde o zamanın
çalışmalarında değerli bir çalışma sürüp gitmektedir. Şimdi ben size sorayım:
“Pilot köy çalışmalarımız olmasaydı bu etkinlikler olacak mıydı?
İlk yıllar Sancaklıboz köylüleri, beş işlik-, bir köy tiyatrosu, bir genel helâ, mezbaha, çocuk
bahçesi, basketbol, voleybol ve futbol sahalarının işlerliğini kazandırmalarında çok yormuştum.
Köyü gezmeye gelenler hep yapılan işleri övüyorlar ama bize daha, iyisini yapmak için bir fikir
veremiyorlardı.”
1964 yılında Prof. Fehmi Yavuz ile Cevat Geray araştırma yapmak için Manisa’ya gelmişler.
Çarşıyı pazarı gezerken caddelerdeki belediyenin camlı reklam panolarında sergilediğimiz seccade,
torba, heybe, yastık, yolluk gibi yün hali dokumaları görmüşler. Sonra vilayet makamına
gitmişler. Vali Niyazi Araz’a:
“Manisa’nızın caddelerinde kilitli cam panolar içinde çok güzel hali dokumalar gördük.
Bugüne kadar hiç bir vilayette böyle güzel bir sergiyi görmedik. Bu dokumalarınızı kim yapıyor?”
diye sormuşlar. Vali Bey de:
“Bu dokumalar bizim pilot köylerin. Köylülerle halk eğitimi başkanımız uğraşıyor, ondan
öğrenelim” demiş. Vilayete çağrıldım. Vali Niyazi Bey konukları bana tanıttı. Prof. Fehmi Yavuz:
“Bekir, senin hali sergini ilgiyle gözledik, çok beğendik. Bu nasıl bir çalışma ürünüdür?
“Hocam, Pilot köy çalışmalarım var. Yunddağı Köyleri için bir hali dokuma kooperatifi
kurduk. Merkez Maldan Köyü, sizin sergide gördüğünüz dokumalar bu kooperatifimizin
ortaklarının ürünü. Vaktiniz varsa sizinle bir pilot köy gezisi yapalım” dedim. Teklifimi iyi
karşıladılar. Ertesi gün konuklarımızı Sancaklıbozköy’e götürdüm.
Köylüler iki bilim adamını saygı ile karşıladılar. Beş kurs işliğimizde basketbol, voleybol,
futbol sahalarında, köy tiyatrosu ve çocuk bahçesinde gençler ve çocuklar harıl harıl çalışıp
oynuyorlardı. Hepsini yerlerinde ilgiyle gözlediler. Köy odasına dönünce izlenimlerini sordum:
“Çok güzel çalışmalar ama yetersiz” dediler.
“Ben de sizlerden bunu bekliyordum. Sizler deneyimli bilim adamlarısınız. Pilot köy
çalışmalarımda hangi konulara yer vermeliyim” deyince Fehmi Hoca:
“Kooperatiflere öncelik vermelisiniz. Köylere ekmek fırını yaptırmalısınız. Evlerinin
ekmeğini yapmak için bütün köylü kadınlar şafakla kalkıp saatlerce emeklerini boşa harcıyorlar.
Oysa bu işi bir ekmek fırını yapar, kadınlarımızın yüzlerce iş saati da kazanılmış olunur.” dedi.
“Haklısınız. Bu konuları iki yıldır köylülere benimsetmeye çalışıyorum. Maldan Köyünde
dokuma kooperatifi kurdum. Bu köye ne ekmek fırınını, ne de kooperatifi benimsetemedim.
Toplum kalkınmasında da zorlamanın yeri yok. Benimsetinceye kadar çalışacağız” demiştim.
Bu gün köyde hem tüketim kooperatifini, hem de fırınını işler buldum. Demek ki köylüye
bir şeyin kendi yararına olduğu içtenlikle öğretilebilir ve benimsetilirse, köylü er veya geç o işin
üstesinden gelir.
Maldan ve Sancaklıbozköylü’leri göreceğim gelmişti. Özlemimi onları iş içinde görerek
giderdim. Köylüler de beni özlemiş olacaklar ki gece yarılarına kadar söyleşilerimizi gülüşe gülüşe
sürdürdük.
Her pilot köy çalışmasından bu sonuçlar alınabilir iddiasında değiliz. Yatırım olmadıkça,
toprak reformu olmadıkça, yalnız iş eğitimi ilkeleri ile üç yıllık bir çalışmayla gene de köylüye yeni
bir davranış kazandırılabileceğini göstermiş olduk…
Köylüler diyorlar ki: “Biz kiraz, şeftali bahçeciliğinde çok ileri gittik. Kiraz mevsiminde
kilosu 500.- liradan günde hale 5–6 kamyon yükletiyoruz. İstanbul ve İzmir aracıları ise bizim
kirazı 1.200.- ile 1300.- liradan satıyorlar. Bu satışlardan hem biz, hem de tüketici zarar
görüyoruz. ‘Pamuk, üzüm, zeytin, susam v.b... satışlarımız da hep böyle… Tarlayı süren biz,
gübreleyen, eken, sulayan, ilaçlayan biz, ürünü kaldırıp pazara götüren biz, bizden kat kat fazla
kazanan aracı...
Bugün köye elektrik ve yol götürdük, telefon da götüreceğiz diye övgülerini bitiremeyenler,
köylünün aracıya sömürülmesini bir önlesinler de görelim, bağrımıza basalım onları, davullarla
zurnalarla karşılayalım, gelsinler de görsünler yaptıkları yoldan, telefondan köylüler mi çok kâr
ediyor, aracılar mı? Kazancımızın karı ne zaman bize kalacak?”
Köyde insanın işgücü en az 330 gün değerlendirilmedikçe, elektrik varan köylere yem,
meyve suyu, şarap, sirke, bira, salça üreten işyerleri kurulmadıkça, meyve, yağ ve peynir için
soğuk hava depoları yapılmadıkça, trikotaj, tekstil, mutfak eşyası, ayakkabı, iplik ve deri
fabrikaları, tarım araçlarının bakım işlikleri kurulmadıkça, köylüyü aracıdan kurtaracak
kooperatifler işler hale getirilmedikçe, köylünün çocuklarını çağın iş eğitimi ilkeleri ile okutup
yetiştirmedikçe gerçek anlamda köylü” kalkınamaz. Köylüsü kalkınmayan bir ülkenin kasabası ve
kenti de kalkınamaz...
Pilot köy çalışmalarımın üstünden tam yirmi bir yıl geçti. Maldan dokuma kooperatifini
kuranlardan Hilmi Güncer ile Mehmet Yalçıner’e birer mektup yolladım. Köylerinde beraber
kurduğumuz dokuma kooperatifinin ne gibi bir yararı oldu? Köyünüzde ne gibi bir değişiklik
yarattı? Bana bildirin dedim. Yüreğim güp güp atmaya başladı. Ya başladığımız işler o zaman
sırtüstü yatmışsa! Bana bir de sövgü mektubu yazarlarsa Kadere kırk beş”, dedim, mektupları
postaya attım...
Hilmi Gencer’den mektup geldi, hastaymış. İstediğim bilgiyi veremedi. Komşu Yayla Köyü
sağlık ocağında hemşerim Mehmet Gürbüz’ün oğlu Dr. Erdoğan Gürbüz çalışıyordu. Maldan
Köyüne gidip köylülerden değerli köy lideri Hilmi Gencer’i tedavi etmesi için telefonla ricada
bulundum. Sevinerek üstlendi. Aralıksız sağlık kontrolüne almış. Astımı çok ilerlediği için
üstesinden gelememiş. Hilmi’nin acı haberi geldi, ona çok üzüldüm.
Mehmet Yalçıner’in mektubu ise şöyle:
“Değerli Abiyimiz Bekir Semerci;
Hilmi Gencer (merhum), Hamza Çoban, İbrahim Kazak, M. Ali Avcı, Şefik Güvenç ve Sait
Altay adlarına yazıyorum. Hepsinin ayrı ayrı selamlarını sunarım. Biz sizden ayrılalı yirmi bir yıl
oldu. Bu kadar yıllar geçse de biz ve Maldan halkı sizi hiç unutmadık. Bunca yıl sonra bizi
hatırlamanızdan çok çok duygulandık. Siz bizlere önderlik yaparak kooperatifi kurdunuz. Ne yazık
ki çalışmalarınızın semeresini göremeden tayininiz çıktı.
Kooperatifimizin Maldan halkına ve yöremize ne gibi yararları oldu? Bu konuları size zevkle
gururla aktaracağım.
1963’te diktiğiniz ağacın meyvelerini görmek için sağlığınız elverirse aramızda görmekten
gurur duyarız:
1) Kooperatifimiz 1963 yılından itibaren halıcılık kursu açtı. Köylümüzü halı dokuma araç
ve gereçleriyle donattı. Üretim hızla devam etti. 1974 tarihinde Üyeler arasında çıkan
anlaşmazlıktan dolayı kapandı. On yıl içerisinde çok yararlı işler başardı.
2) 1966 yılında kooperatif ve işçi bulma kurumu aracılığı ile köyden 14 kişi işçi olarak
Almanya’ya gönderildi. 1968 yılında 16 kişi ve daha sonra toplam 55 aile kooperatif adına işçi
olarak gittiler. Bu kişiler Almanya’da 10–15 yıl çalışarak biriktirdikleri parayla Manisa Ovasından
30–50 dönüm toprak satın aldılar. Toplam 300 dönüm tarla, 15–20 traktör ve Manisa’da ev sahibi
oldular. Bununla kalmayıp esas siz aydınların istediği eğitim düzeyimiz yükseldi. Köyümüzden
yetişen mühendis, doktor, öğretmen ve imam sayısı Manisa köyleri içinde ilk sırayı aldı. Dahası
var Bekir beyim; Köyümüz 1981 yılında, Atatürk’ün doğumunun 100. yıl dönümünde vilayetçe
ATATÜRK KÖYÜ seçildi. 80 milyon lira harcanarak yolumuz asfaltlandı.
3) Halıcılık köyümüzde yine filizlendi. Bu kez daha modern, daha incelikte her evde bir
tezgâh var, çalışıyor. Halının metre karesi 55 bin liradan müşteri buluyor. Şu anda İzmir tüccarı
ve İzmir Güzel Sanatlar Akademisi aracılığı ile Almanya, Amerika ve diğer ülkelere satılıyor.
Köyümüze araştırmak ve halı almak amacıyla turistler geliyor. Bu konuda sana yardımcı olduysam
ne mutlu bana.
Adı geçen arkadaşlar ve ben selam eder işlerinde başarılar dileriz.
Maldan köyünden Mehmet Yalçıner
Bu mektubu bir çağrı olarak kabul ettim. Beni Manisa’da karşılayan arkadaşım Mehmet
Yalçıner ile beraber 14 Ekim 1986 günü Maldan köyüne vardık. Köylü dostlarım bizi karşıladılar
Biri birimize sarılıp hasretliğimizi gidermeğe çalıştık. Ne yazık ki çok sevdiğimiz köy liderimiz Hilmi
Gencer aramızda yoktu. Önce onun kabrini ziyaret ettik. Köy kahvesine oturduk. Köylü dostlar bir
bir gelip odayı doldurdular, hoş beşten sonra dertlerini anlatmaya başladılar:
“Bizim kooperatif 1974’te kapandı. Başkanı çok çıkarcı bir adamdı. Gençlerimizi
Almanya’ya yollayacağım diye kandırdı. Onlardan çok para topladı. Sonra da kooperatif iflas etti
dedi, köyden kaçtı. O uğursuzun yüzünden kooperatifsiz kaldık. Şimdi komşu köyde kooperatif
kuruldu. Biz halıların metre karesini 55-60.000 liradan satarken onlar kooperatifleri sayesinde
115-130.000 lira arasında satıyorlar. Kooperatif bildiğiniz gibi köy adına iş yapıyor. Köylülerin
halılarını değeriyle satıyor. Biz şimdi tek tek dokuyucu aileler olduğumuzdan maddi bakımdan
sıkıntılıyız. Kooperatif desteğimiz yok. Gelen tüccara istediği fiyattan halı satıyoruz. Piyasayı da
bilmiyoruz. Tüccar bizi sömürüyor. Bizden metre karesini 55.000 liradan satın aldığı halde 90.000
liradan satmışız gibi bir belge alıyor.” dediler.
Biz konuşmalarımızı böyle sürdürürken İsmail Çoban da köylülerle beraber kurduğumuz
Yunddağı Köyleri Dokumacılık Kooperatifinin kontenjanından Almanya’ya işçi olarak nasıl
gittiklerini yazıp getirdi. Buraya olduğu gibi aktarıyorum:
“Ben Manisa’nın Maldan Köyünden İsmail Çoban’ım. Köyümüzde kurulan halıcılık
kooperatifine 50 lira ile üye oldum. O zaman köylerinde kooperatif kuranlar Almanya’ya ve
Fransa’ya işçi olarak gönderiliyorlardı. Ben ve benim gibi yoksul kişiler bu işe talip çıktık. Yirmi
beş kooperatif üyesi Almanya’ya gittik. Seviniyorduk. Çalışmaya başladık. Yoksul olan ailelerimiz
bizden para bekliyorlardı. İlk ay biner lira gönderdik. Bu para çok para idi. Köylüler şaşırmıştı.
Herkes Almanya’ya gidebilmek için kooperatife üye oluyorlardı. Ailelerimiz de “Ne olur bizi de
yanınıza alın” diye mektup yazıyorlardı. Ailelerimizi de yanımıza aldık. Onlar da işçi olarak
çalıştılar. Çok yoksulduk. Para kazandık. Manisa’dan arsalar, araziler satın aldık. Evler yaptırdık.
Köyde ilkokulu zor bitiren çocuklarımız bugün üniversitelerde okuyorlar. Velhasıl Maldan
köyünden seksen kadar kişi Almanya’da çalıştık. Kardeşlerimizi da Almanya’ya aldık. Etrafımız
genişledi. Ben on sene Almanya’da kaldım. Bazı arkadaşlarımız, yirmi sene kaldı. Halen
çalışanlarımız da var. Daha evvel biz Manisa ovasında ameleydik. Ben ve benim arkadaşlarım
Almanya dönüşümüzde Manisa Ovasından üç bin dönüm arazi satın aldık, traktörler aldık,
arabalar aldık. Şimdi Manisa Ovası’nın işvereni olduk. Bağlarda, tarlalarda işçi çalıştırıyoruz.
Almanya’ya giderken bizler biner lira harçlığı 3 – 5. aileden zor bulabilmiştik.
Almanya’ya gidip gelenlerin çocukları bugün Ege Ziraat Fakültesinde, Edirne Tıp’ta, Ege
Tıp’ta, İstanbul Hukuk’ta, Demirci Öğretmen Okulunda, İslam ve Sağlık Enstitülerinde, İktisat,
Maden, İnşaat Fakülteleri’nde okuyorlar. Köyümüzün okumuş doktor, mühendis, mimar, imam ve
öğretmen epey genci var. En çoğu imam. Altmış kadarı köy ve kentlerde imam olarak
çalışıyorlar...”
Bu bilgilerin ışığında şu olguları da gözledim:
Maldan köyünde yirmi bir yıl önce betonarme, tuğla ve kiremitli tek bina yoktu. Şimdi köy
evlerini tümü kiremitli. Tuğla yapılar çoğalmış, köyün giyimi düzelmiş, halıları para ediyor. Alman,
Fransız ve Amerikalı turistlerin siparişlerini dokuyorlar.
Maldanlı’lar eskiden iplerini Avrupa boyasıyla boyuyorlardı. Bu boya çok çabuk soluyordu.
Kooperatifin bir armağanı da ip boyacısı Recep Karaman olmuş. Maldanlı Recep usta kök
boyacılığını gizlice bir yerden öğrenmiş. Şimdi köyün bütün iplerini kök boya ile boyuyor, halılar
solmuyor ve daha çok para ediyor. Recep Karaman köyde sevilen bir usta. Kapanan dokuma
kooperatifini yeniden kurmak, köye yün ve tiftik tarama makinesi almak istiyor. Manisa’da yün
tarama makinesine köylü çok para veriyormuş. O, bu paranın köylerinde kalmasını istiyor.
Köylüler benden iki konuda yardımcı olmamı istediler: Birincisi yün tarama makinesinin en ucuz
bir fiyatla köylerine temin edilmesi veya nerede yapıldığı, kaça yapıldığının bildirilmesi;
İkincisi de köylerinde bir maden bulmuşlar. Bu madenin ne işe yaradığını, değerli bir
maden ise köyün bundan nasıl yararlanabileceğinin uzman kişilerden öğrenip kendilerine
bildirmemi istediler. Ben de bu bilgileri kendilerine ulaştırmayı üstlendim. Ertesi gün biri birimize
sarılarak Konya’ya gitmek üzere Maldan’lı dostlardan ayrıldım.
Konya’ya vardığımda keçe yapanlara gittim. Onlar keçe yapmak için yün tarama
makineleri kullanıyorlar. Makinelerini Bursa ve Susurluk atölyelerinde yaptırmışlar. Bugünkü fiyatı
dört milyon liraymış. Ellerinde halen çalıştırdıkları iki makineleri var. Tanesine 2–3 milyon lira
istiyorlar. Bu konuyu tarım makineleri yapan çocukluk arkadaşım Ahmet Güven’e açtım. O:
“Yün tarama makinesi bu kadar para tutmaz. Biz onu çok daha ucuza mal ederiz siz
Maldan’lılara haber verin” dedi. Hepsinin adreslerini ve edindiğim bilgileri Konya’dan Maldan’lı
dostlarıma postaladım. Köylülerin bana örnek olarak verdikleri madeni de Ankara’ya uğradığımda
M.T.A. da çalışan yüksek jeoloji mühendisi (Ibrahim Sarı) bir yakınıma gösterdim. Önemli bir
madenmiş. Değeri hakkında ondan aldığım bilgileri, kooperatiflerini yeniden kurmalarını, emekli
olduğum halde gene kendilerine yardımcı olabileceğimi içeren mektubunu İstanbul’dan yolladım...
İSRAİL’de ÇOK YÖNLÜ PLANLI KÖY KALKINMASI ARAŞTIRMALARI
Köy İşleri Bakanlığı 2 Ocak 1 965’te 37 kişilik bir “ŞÜMULLÜ PLANLAMA EKİBİ” gönderdi.
Ben de bu ekibin içindeydim. Ekibimiz İzmir-Ödemiş, Uşak, Manisa Çok Yönlü (şümullü) Planlama
Gruplarından oluşuyordu.
“Manisa Çok Yönlü Planlama Grubu Başkanlığı” Halk Eğitimi Genel Müdürlüğüne verilmişti.
O sırada ben Manisa’da Halk Eğitimi Başkanı idim. Genel müdürlüğümüz Manisa Çok Yönlü
Planlama Grup Başkanlığını görevini bana vermişti. Ödemiş ve Uşak Çok Yönlü Planlama Grup
Başkanlıkları da Bakanlığın diğer Genel Müdürlüklerine verilmişti.
İsrail’e vardığımız 2 Ocak 1965 günü öğleden sonra Aşkelon’da bir hamamın oteline
yerleştik. Otele İsrailli uzman köy plancıları hemen geldiler. Hoş beşten sonra planlama
çalışmalarına başladık. İlk planlama konferansını Mr. Armoni verdi. Türkiye’ye gelmiş. Köy İşleri
Bakanı Lebit Yurdoğlu ile görüşmüş. Bakanlığın köye hizmet götüren kuruluşlarını ziyaret etmiş.
Köylerimizi gezip incelemiş. Dr. Lebit Bey de İsrail’de incelemelerde bulunmuş. Köy alanındaki
çalışmalarını beğenmiş. Bu amaçla İsrail’e Çok Yönlü Planlama Grupları gönderilmesini
gerçekleştirmiş. Köy planlama uzmanı Mr. Armoni diyor ki:
“Türkiye’de plan köye inmemiştir. Köyler gelişigüzel yerleşmiştir. Köyler için gözle görülür
bir iskân çalışmasına rastlanılamamıştır. Bakanlıkların yaptıkları planlar köye, aileye ve bireylere
kadar gitmiyor. Bakanlıklar arasında koordine bir çalışma yok...
İsrail’de ise plan bölge planlaması ve aile planlaması olarak köyün günlük yaşamında yer
almaktadır. Köy alanındaki planı gerçekleştirmek için tarımcı, veteriner, doktor, ebe, hemşire,
(yol, su, elektrik ve iskan Yahudi Ajansına aittir) taşıt işleri, köylülerin topraklarını işleyen traktör
istasyonları uzmanları, sanayi teknisyeni hep birlikte köye hizmet götürmektedir. İşte bugünkü
İsrail köylerini ayakta tutan bu timlerdir.”
Bu sözlerde benim için hemen hiçbir yenilik yoktu. Biz bunları yıllar önce Köy
Enstitülerinde düşünmüş, tartışmış, bir kısmını da Türkiye yüzeyinde uygulamıştık. Mr. Armoni
belki bu gerçeği bilmeden tereciye tere satıyordu.
İSRAİL HAKKINDA GENEL BİLGİ (1)
Anlatanların dediklerine göre İsrail 4000 yıllık bir ulusmuş. İnsanları alın teri ile
kazançlarını sağlarmış. Filistinli ataları çiftçilikle geçinirlermiş. Kuyulardan su çıkarırlar.
(1) Türkiye’miz ve İslam alemi öteden beri İsrail’in kanlı Filistin eylemlerine karşı haklı olarak
tepki göstermektedir. İsrail’in kendi kanlı eylemlerini haklı göstermek için yaptığı propagandaya
(orada bulunduğum sırada sezdiğim gerçeğe) değinmeden geçemeyeceğim:
Yahudilerde İsrail’in kuruluşundan bu yana: Filistinlilere ve komşuları olan Arap ülkelerine
yaptıkları emperyalist saldırılarını onların topraklarına zorla yerleşmelerini haklı göstermek için
memleketlerine gelen yabancıları etkileri altına alma çabası vardır. Örneğin araziye çalışmaya
çıkıyoruz. Arabamız çölün bir yerinde durduruluyor ve aşağı inmemiz söyleniyor. İniyoruz. Yerde
yanık, paslı bir oto hurdası görülüyor. Hemen söze başlıyorlar: “Bu gördüğünüz bize saldıran Mısır
Ordusu’nun zırhlı bir aracıdır. Ordumuz tarafından tahrip edildi... . İçimizde çok şakacı ziraat mühendisi bir arkadaşımız vardı. Yolda giderken arabamızı
durdurdu. Aşağı inmemizi söyledi. Yahudi kılavuzda sempatik bir davranış görülüyordu. Hepimiz
aşağı indik. Kılavuzu yanına çağırdı, yolun kıyısına atılan eski bir asfalt tenekesini göstererek bu
hangi saldırgan Arap ordusundan alındı. Bunun hakkında bilgi verir misiniz?” deyince herkesi bir
gülme tuttu. Kimisi mendiliyle gözlerinin yaşını silmeye başladı. Onlar da gülmeye başladı. Ama
bu konudaki duyarlığımızı anladılar.
Başka bir gün Kudüs tarafında çalışmamız vardı. Yola çıktık. Bir yerde gene arabadan
inmemiz söylendi. İndik. Onlar da önde, biz arkada gidiyoruz. Toprak içine yaptıkları bir fırını
gösterdiler: (*) “Bu fırın, Hitler’in Yahudileri yaktığı fırının benzendir. İnsanlarımız şuradan içeri
atılıyor burada yakılıyordu.” Kudüs’te çalışmalarımız bitince kentin önemli yerlerini gezmeye
çıktık. Vardığımız bir müzede Almanların yaktıkları kutsal kitaplarının parçalarını, lüks ambalajlı,
üzerinde “Halis Yahudi yağından imal edilmiştir” yazılı kokulu sabun paketlerini gösterdiler.
Vaktiyle Hitler’in Yahudilere yaptıklarını bütün insanlık kınadı. Yahudilere acıdı. Şimdi ise
İsrail Siyonist siyasetiyle askerlerine bağımsızlık isteyen Filistinli gençleri ve çocukları
kurşunlatmakta, kameralar önünde taşlarla kol ve bacak kemiklerini kırdırmakta, en vurucu
silahlarla kurşunlatmaktadır.
İnsanlık tarihi, insanları mezbaha hayvanı yerine koyan, astıran, kestiren, tekerlekler
arasında kollarını, bacaklarını kırdıran, toplama kamplarında, zindanlarda ezen, gözlerine mil
çektiren, iğneli beşiklere yatıran, fırınlarda yaktıran Neron‘ları, Sezarları, Hitler’leri affetmedi.
İsrail’i de affetmeyecektir.
Türk hükümeti, İsrail’e “Şümullü Planlama Grupları” gönderirken onların emperyalist
siyasetini bir tarafa bırakarak köy alanındaki başarılı, planlı çalışmalarını araştırmak amacındaydı.
(*) İsrail “Gaz Odası” Kullanıyor.
13 aydır süren Filistin direnişini kıramayan İsrail, kol kırma, plastik mermi gibi yöntemlerden
sonuç alamayınca “Gaz odası”nı kullanmaya başladı:60 kadar Filistinlinin İsrailliler tarafından “Gaz
odaları”nda öldürüldüğü açıklandı.Uluslararası Af Örgütü’nün Cenevre’de yapılan toplantısında
konuşan FKÖ temsilcisi Nebil Ramlevi, “Gaz odası”nda öldürülenlerin arasında çok sayıda çocuğun
da bulunduğunu söyledi.
Toplantıda İsrail Hükümeti Kınandı
43 ülkenin katıldığı toplantıda, İsrail’in uyguladığı terör ve şiddetin Savaş suçu boyutlarına
ulaştığı hatırlatılarak İsrail hükümeti kınandı.
Nebil Ramlevi ayrıca binlerce Filistinlinin kayıp olduğunu ve aylardır izlerine
rastlanmadığını, büyük bir ihtimalle İsrailliler tarafından öldürülmüş olduklarını söyledi. Bazı
gözlemciler de hamile kadınların dövülerek zorla düşük yaptırıldığını, ölen Filistinlilerin bazı
organlarının çalınarak İsrail hastanelerinde organ naklinde kullanıldığını anlattılar.
Günaydın Gazetesi
arazi sularlarmış. Halkı on iki boydanmış Süleyman ve Davut hem peygamber, hem de kralmış.
Tek Tanrı’ya inanmaları üç- bin yıl önce başlamış. Daha sonra ülkelerini ele geçiren Romalılar
büyük bir katliama girişmiş. Bunun için Yahudiler 2000 yıl önce dünyaya dağılmak zorunda
kalmışlar. Kutsal kitapları olan Tevrat ana dilleriyle yazıldığı için din ve dilleri Yahudi ulusu bilincini
ayakta tutmuş, dilimizi ve dinimizi bunun için unutmadık. Yahudi benliğini yitirtmeyen dört öğe
vardır. Dil, din, bütün Yahudilerin çektiği zulüm ve vatan özlemi. Ayrıca Yahudi soylu bilim ve
sanat adamları da bütün dünyada ünlü kitaplar yazmışlar, teoriler ortaya koymuşlar, Nobel
ödülleri almışlar. Bir taraftan da Yahudileri Filistin’e yerleştirmek için bulundukları ülkelerin
kaynaklarından aldıkları paraları gizli bir fonda toplayıp harcayan SİYONİZM örgütünü kurmuşlar.
Bütün bu çalışmalar dünyada bir kamuoyu yaratmış. 1881 de Rusların, İkinci Dünya Savaşı’nda
Almanların Yahudi katliamları dünya üzerindeki Yahudilerin eski vatanları olan Filistin’e yerleşme
çabalarını hızlandırmış.
1900 yılında Teodor Herzl “Siyonizm”i kurmuş. Herzl bir Macar Yahudi’si imiş. Siyonizm,
dünyadaki zengin Yahudileri Filistin’de toprak alıp ortaya yerleşmeğe zorlamış. Zengin Yahudiler,
idealist ve kültürlü üniversitelilere para vererek Filistin’e yollamışlar. Bu Yahudi gençleri Araplara
çok para vererek toprak satın almağa başlamışlar.
İlk önce Filistin’e gelen Yahudi gençleri “kibutz” ve “moşav”ları (köy tipleri) kurmuşlar.
1912 de Filistin’de 58.000 Yahudi varmış. 1920 den sonra okul ve yol yapımına, toprak
erozyonunun önlenmesine, toprağın daha verimli olması yolunda çalışmağa başlamışlar. 1944
yılında Filistin’deki Yahudi sayısı 650.000’i bulmuş. 1947 yılında süper devletlerin yardımı ile
bugünkü İsrail devletini kurmuşlar. Yahudiler memleketlerinin kutsal kitaplarında “süt ve bal
ülkesi” olarak yazıldığının propagandasını yapıyorlar. Oysa başka kaynaklarda (1) İsrail
kabilelerinin Filistin’in güneyinde yarı çöl bir bölgeye yerleştikleri yazılmaktadır.
Kendilerini ezilmiş, masum göstermeğe çalışan Yahudiler bir taraftan da “Araplar bize kılıç
sallıyorlar, kurşun atıyorlar. İnşallah bir gün silahlar eritilip pulluk olunca bütün komşularımızla
kardeş gibi geçineceğiz” demektedirler. Oysa gerçek hiç de öyle değildir. Filistin’de her gün Arap
kanı akıtılmaktadır. Yarım milyon Arap sahip oldukları topraklarından silah zoru ile göç
ettirilmiştir. Dünyada yaşayan 13 milyon Yahudi nüfusunun üç milyon kadarı Filistin’e
yerleşmiştir. Yaşlıları, geldikleri ülkelerin hasretini çekmektedirler. “Biz çocuklarımızın geleceği
için buraya geldik. Onlar bari Yahudi atalarının çektiklerini çekmesinler. Biz onlar için birer
fedaiyiz” demektedirler.
İSRAİL’DE KÖY TİPLERİ
İsrail’de altı tip köy olduğu söylenmektedir:
Birincisi özel köyler. Filistin’e ilk yerleşenlerin ailelerine verilen köyler. Diğer köy ailelerine
verilen topraklardan daha çok toprak verilen köyler. (Bu köyleri incelemeye götürülmedik)
İkincisi Arap köyleri. Bunlar da özel köylerdir. Kooperatifçilik ve toprak reformu bu köylere
girmemiştir. Varlıklısı varlıklı, yoksulu da yoksuldur. “Arap köylerinin % 55’i tarımla uğraşır, %
45’i ise tüketicidir. Nüfusun % 28’i toprağın % 68’ine sahiptir. Toprağı çok olan Araplar toprak
reformuna karşıdır” denilmektedir.
Üçüncüsü güdümlü moşavlar. Bu köylerin halkı Afrika, Güney Amerika, İran, Irak ve
Yemen gibi geri kalmış ülkelerden gelmişlerdir. İsrail’e geldiklerinde pek çoğu okuma ve yazmayı
bilmiyorlarmış. Köy yönetimini, kredi alıp ödemeyi, komşuluk ilişkilerini, toprağın işlenmesini
ürünlerin pazarlanmasını, diğer köylerle kooperatif, köy birlikleri çalışmaları gibi örgütlenmeyi de
bilmiyorlarmış. Tohum, sulama borusu, damızlık inek verilse pazara götürüp satıyorlarmış. Bu
nedenlerden ötürü devlet böyle köylere muhtarlık görevini yapacak yöneticiler atamış. Yönetici
memur köylülere yönetim işlerini kavrayıncaya kadar köyde kalıyormuş.
(1) Server Tanilli: İnsanlık Tarihine Giriş C.l, S.150.
Dördüncüsü Moşavlar: Moşavları kuranlar bireysel yaşamı seven, orta kültürlü kişilerdir.
Moşavlar kooperatif köylerdir. Araziyi süren, ürünü kaldıran “Traktör ve Taşıt İstasyonları” hep
kooperatif ortaklığı ile yürütülmektedir. Giyim, evde ve çiftlikte kullanılan araç ve gereçlerin satın
alınması için 3–5 köy beraber bir satın alma komisyonu kurarak köylerinin gereksinmesi olan
mallarını birinci elden satın alınmasını sağlamaktadırlar. Bunlara “Köy Birlikleri” de denilmektedir.
Tarım ürünleri, süt ve yumurtalarını da kooperatifler yoluyla pazarlamaktadırlar.
Beşincisi Moşav Şutufi: Toprak, hayvanlar köyün ortak malı imiş. Ürünleri beraber
kaldırırlar, aileler arasında bölüşerek ayrı tüketirlermiş. Bu köylere de bizi götürmediler. Onun için
gerektiği kadar bilgi veremiyoruz.
Altıncısı: Kibutz’lar: Bunlara kollektif köyler diyorlar. Köyün arazisi, hayvanları kibutzlu
ailelerin ortak malıdır. Köyün bir kasası vardır. Kazanılan para bu kasaya konulur. Köyün yemeği
bir mutfakta pişirilir. Köylü yemeğini büyük bir yemekhanede yer. Köyün sahip olduğu malların
tümünün bakımında, ambarlanmasında köylü hep beraber çalışır. Ürünlerin toplanmasında,
hayvanların bakımında, sağımında, kümes hayvanlarının yumurtalarının toplanmasında, yemek,
bulaşık, çamaşır yıkama ve temizlik işlerinde iş bölümü yapılarak çalışılır. Köylü tüm kazanca
ortaktır. Beraber kazanıp beraber tüketilmektedir.
Kibutz’larda oturan her bireyin lise bitirmiş olması zorunludur. Köyün yetenekli çocukları
köyce okutulmaktadır. Gerektiğinde Avrupa ve Amerika’da okutulan çocukların eğitim giderleri
köy kasasından ödenmektedir. İsrail genelinde her çocuğun ortaokulu bitirmesi zorunludur.
Kibutzlarda kültür düzeyi diğer köylerden yüksektir. Eski başbakanlardan Bengüryon, Seydiboker
Kibutz’lardandır. Gidip gördük. Necef çölünün kumlu bir arazisinde kurulmuş. Ağaçlandırılmış,
çimenlikli yeşil bir köy. Gene eski başbakanlardan Levi Eşkol da kibutzlu imiş. Onun köyüne
gidemedik. İsrail’in üst düzey yönetim organlarında birçok kibutzlu elemanlar varmış…
Kibutzlular köylerine rastgele göçmenlerin yerleşmesini istememektedir. Bu köylerin halkı
Avrupa’dan gelmiş kültürlü göçmenlerdir. Kibutz toprakları bütün olarak işlendiği için verim diğer
köylerden üstündür. Kredi alırken köye bir tek çek verilmektedir. Ödeme zamanı da köyün
sekreteri (muhtarı) bir elden ödemektedir Devletin sağlık, vergi, askerlik gibi genel hizmetleri bu
köylerde çok çabuk yerine getirmektedir. Çoğu Arap sınırlarına yerleştirilen Kibutzlara devlet
tarafından silah verildiği de söylenmektedir.
Kibutzlarda süt ve okul öncesi çocuklar için özel çocuk bakımevleri vardır. Çocuklara bakan
bayan eğitimciler özel olarak yetiştirilmektedir. Analar işte çalıştıklarından köyün çocukları bu
bakımevlerinde yetiştirilir. Süt çocuklarından hasta ve süresiz ağlayanlar olursa bunların anaları
gece de olsa telefonla çocuğuna bakması için çağrılır. Okul öncesi çocuklar için çok oyuncaklar
var. Bakımevinin çocuk bahçesi, tahterevalliler, salıncaklar, kayma ve tırmanma araçlarıyla
donatılmış. Çocuklar eğiticileriyle burada oynuyorlar.
Ana baba ailede bir otoritedir. Her ailenin bağımsız bir konutu var. Hiç bir konutta çay
kahve bile pişirilemez. Kibutzlular yemekhanelerinde yemekten sonra dinlenir. Çay ve kahvesini
burada içer. Yemekhane onlar için bir dinlenme ve eğlenme yeridir. Film, konser, koro, temsil,
milli oyunlar gibi gösteriler burada yapılmaktadır. Bazen köyü ilgilendiren bilimsel konferanslar da
verilmektedir. Kibutzlar için moşavlılar güldürücü fıkralar da anlatmaktadırlar:
“Kibutzlu bir genç Amerika’ya okumaya gitmiş. Öğrenimini başarı ile bitirmiş. İsrail’e
dönecekmiş. Anasına, babasına çok güzel bir hatıra eşya almak istemiş. Çarşıya çıkmış. Zengin
bir markete girmiş. Çok güzel bir çay, kahve takımında gözü kalmış. Onları alıp paketletmiş.
İçinden ne güzel şeyler aldım diyerek kasaya para ödemeğe giderken “Eyvah, ben ne yaptım? Biz
Kibutzluyuz. Evimizde çay, kahve yapacak bir ocak bile yok” demiş. Parayı ödemeden, paketi
almadan dışarı çıkmış.”
Moşavlıların Kibutzlular için anlattıkları başka bir fıkra da şu:
“Moşavlarda kadın kocasını evinde ve sofrasında bulduğu için ailede mutlu bir yaşam
vardır. Kibutzlarda ise bir köyün ailesi bir yemekhanede yemek yedikleri için
kadınlarda kocalarını kıskanma var. Bu yüzden aile dırdırlıdır.” (*)
İsrail genelinde özel köyler hariç moşav ve Kibutzlarda yaşayan her aileye yatak arazide
30 dekar, kırsal bölgelerde 50–60 dekar toprak verilmektedir. Toprak tüm devletindir... İşleme
hakkı köylülerindir. Köylüler 49 yıllığına bu toprakları kiralamaktadır. Kimse toprağını satamaz.
Toprağını kendileri işlemek zorundadır, İşçi tutamaz. Köyde kazanıp da kente yerleşemez. Ölen
babanın malı bölüşülemez. Ailede yaşayanlar bu malın sahibidir. Eğer bir aileden çocuklar
okuyarak doktor, mühendis, sanatkar olmuşlar, kentlerde çalışmağa başlamışlarsa, bunlar sektör
değiştirdiklerinden köydeki baba malında ortaklıkları kalmaz, mal köyde yaşayan aile bireylerinin
olur.
İsrail’de Bölge Köyler Planlaması
Bölge köyler planlamasını o bölgeye hizmet götüren sağlık, eğitim, enerji ve sanayi’
bakanlıklarının uzmanları, sosyologlar, ev ekonomistleri, köy ürünlerini pazarlayan kooperatif
uzmanları birleşerek yaparlar. Planlamada üstünde durulan veriler şunlardır: Bölgenin toprak
genişliği, verimi, gübre, su toprak tahlil istasyonu, tohum temizleme ve ilaçlama istasyonu,
toprağı işleyecek traktör, biçerdöver, ürün toplama makineleri, taşıtlar, meyve ve sebze
standartlama istasyonu, nüfus, çalışan insanların yıllık iş gücü, toprağın işlenmesinden fazla kalan
iş gücünün köylerde kurulan ve kurulacak olan mutfak eşyaları, iplik, kontrplak gibi köy sanayi
kuruluşlarındaki hizmetlerde kullanılması, bölge hayvanları için meraların planlanması, bölgenin
tarım ürünlerine göre tarımcı yetiştiren bölge tarım okulları açılması, tarımda verimi artırmak
amacıyla araştırma merkezleri kurulması, bu merkezlerin kuracağı fidanlıklar ve fideliklerin elde
ettiği yüksek verimli tohumlardan, fidanlardan, doktor, ebe, hemşire, sağlık memurları
bulundurulması, halkın eğitimi için gerekli okulların açılması, sulama gereksinmeleri. vb.
Eğer bu saydıklarımızın bir çoğu önceki yıllar açılmış ve işler hale getirilmişlerse halkın
gereksinmesine karşı daha iyi işlerlik kazanmaları için gereken ödeneğin sağlanması bölge
planlamasında yeniden yerini alır, bu plan kesinkes uygulanır.
(*) Profesör Rasim Adasal, CİNSİYET DÜNYASI adlı kitaba yazdığı önsözde:
“… En mühim ve uluslararası ündeki eseri Berlin’de Prens Hatzfelt sarayında kurduğu ve 1919 da
da eski Prusya hükümeti tarafından resmen
“Doktor Magnus Hirschfeld” adı verilen, her memleketten hastaları koşan,
seksolojik tetkikler yapan, uluslararası kongreleri izleyen, gelişmiş laboratuarları, kitaplıkları,
patoğrafik dokümanlara sahip enstitüsüyle ün kazanan Dr. Magnus Hirschfeld’in bu kitabının
(305–309. sayfalarında, Filistin‘de gördüğü kolektivist topluluklarda (Kibutzlarda) aile ilgileri
hakkındaki olumsuz rivayetlere değinir: “... Kadınlar genel bir mal değildir. Başka kadın veya
erkeklerle temas etmek ihtiyacı, çok karılı adamlar veya çok kocalı kadınlar görülmez...
… İki birey evlenmeye karar verince…, eve yerleşme ve gelin çeyizi işi Merkez Komitesine aittir.
... Yaşamın en büyük gereksinmesini toplum temin ettiğine göre, bu endişeler en aşağı haddine
varır. ... Evlenmeler yalnız doğal cazibeye dayanıp, “yağlı kuyruk” teorisi mevcut değildir, ahenkli
bir yaşam geçireceklerini ümit ettikleri için evlenirler. Ayrılmalar, belli evlilik rejimlerinde
olduğundan daha çok değildir… Bununla beraber, bu bireyleri, dinsiz eğilimlerle suçlamak
çirkindir.
… Para; topluluğun gençleri için bilinmeyen bir kavramdır. Besin, giysi, banyo, sigara gibi
bütün tüketim maddeleri ortak sandığın parasıyla alınır. Tasarruf edilen paralarla yeni binalar
yapılır. Herkesin mutluluğuna yarayacak makineler ve diğer üretim araçları satın alınır. Bütün
bunlar takdire şayan bir kolaylıkla cereyan eder...” demektedir.
İsrail’de Köy Planlaması
İsrail’deki başarı, A dan Z ye kadar köy tarımının planlanmış olmasındandır. İsrail’in işgal
ettiği Arap köylerinde planlama yoktur. Kendi köyleri ile Arap Köyleri arasında her bakımdan bir
ayrıcalık vardır. Örneğin, kredi, kooperatifleşme, sulama, iskan gibi konularda Arap köyleri akla
bile gelmez.
İsrail’de köy alanındaki planın başarı ile uygulanmasında koordinasyonu sağlayan
kurumların yapısında şu dört etkinlik göze çarpmaktadır:
1) Etüd araştırma, 2) Planlama, 3) Uygulama, 4) Sektörlerin kendi konusu ile ilgili
eğitsel yayınların tutarlılığı.
İsrail’de köylüyü ayakta tutan dört büyük organize edilmiş kurum vardır:
1) Tarım Bakanlığı. 2) Yahudi Ajansı’na bağlı iskân şubesi. 3) İsrail toprakları yönetim örgütü. 4)
Çiftçi örgütleri: Kooperatifler ve Köy Satınalma Birlikleri.
Tarım Bakanlığı: Tarım politikası, pazar, dış alım, dış satım, kredi, bitki ve hayvan
hastalıkları ile ilgili çalışmaları gerçekleştirir. Yalnız yeni kurulan köylerle ilgilenmez.
Yahudi Ajansı: İsrail’e gelecek Yahudilerin tüm yerleşim yerlerini yapar. Yeni gelen
göçmenleri yaptığı konutlara yerleştirir. 40 yılda ödemek için onlara kredi verir. Resmi bir kuruluş
değildir. Halk dilinde Siyonizm’in görünen eli kolu olarak anılmaktadır. Köylerin yol, su, elektrik,
konut, drenaj gibi alt yapı kuruluşlarını yapan güçlü bir kuruluştur. Yeni gelen acemi göçmenlerle
eskiden yerleşmiş köylülerin uyumlarını sağlar. Bu konuda uzman sosyologları çalıştırır. Tarımdan
anlamayan köylüleri kendi topraklarında ücretle çalıştırır, elde ettikleri ürünleri de onlara verir.
Tam bir üretici ve çevre köylerle uyumlu, sosyal ve ekonomik çalışmalara girişimleri sağlanınca bu
köylülere verdiği ücreti keser, Tarım Bakanlığı’na devreder.
İsrail toprakları yönetim örgütü: Toprağın % 90’ını millileştirmiştir. Örgüt bu toprağın
sahibidir. Bu kurumun üç ödevi vardır: a) Ekime yararlı toprakları kiraya verir. Yahudi Ajansı’na
da toprak verir. Köylüye toprak dağıtır. b) Toprağı iyileştirir. c) Toprağın iyileşmesi olanaksız ise
ormanlaştırır.
Çiftçi örgütleri: Moşav ve Kibutzlar kendi kuruluşlarına bağlıdırlar. Orta katmanların
yerleşmiş köyleri özel çiftçi kuruluşlarına bağlıdır Bunların hepsi sendikalıdır. Sendikalar üyelerine
en üstün yararları sağlamak amacını güderler.
KİBUTZLAR ve MOŞAVLAR
Bu köyler işçi kuruluşuna bağlıdırlar. Memurlar, moşavlar, kibutzlar işçi sendikasının
üyeleridir. Moşav, kibutz ve orta katman üreticiler işçi sendikasından yardım alabilir. Özel çiftçi
kuruluşu işçi sendikasının dışındadır. Bunlar kendi çıkarları için kurulmuştur, daha çok fiyat ve
kredi isteme amacı gütmektedir. Her kuruluş kendi propagandasını yapar. Dış ülkelere gider.
Kendi inancında üye çoğaltmak için göçmen getirir. Bu göçmenler kibutz, moşav ve özel köylere
yerleşme seçimini yapmakta serbesttir. Yerleştiği köy kuruluşları yeni göçmenleri kendi
amaçlarına göre eğitir. Yahudi Ajansı’ndan yardım ister. Her çiftçiye ev, toprak, araç ve bir defaya
özgü 1200 dolar karşılıksız kredi verilir.
İsrail topraklarının % 20’si ekilmektedir. Sulama ve içme sularının 150–200 metre
derinlikten çıkarıldığı söylenmektedir. Eğer sulama geliştirilire daha çok toprak ekilebilir. Ekilen
toprağın yarısı yağmurlama şeklinde sulanır. Tüm nüfusu üç milyon kadardır. Arapların tümü
İsrail’e düşmandır. Silahlanmaya çok para ayırmaktadır. Onun için daha çok umulan huzurlu
kalkınmayı gerçekleştirememektedir, Arap ülkelerini de pazar olarak kullanamamaktadır. Araplar
bu durumu sürdürmekte de kendileri için yarar sağlamaktadırlar.
GERİ KALMIŞ KÖYLER İÇİN GÖSTERİLEN ÇABA
İsrail’de pasaklı köyler varmış. Bu köyleri çağdaş insan yaşamına kavuşturabilmek için
şöyle bir planlama uygulamışlar:
Sağlık ve eğitim bakanlıkları, bölge yönetim kurulu, belediyeler birlikte çalışmaya
kararlaştırmışlar. Belediyeler köylere çöp kutuları vermiş, eğitimciler bilgi ve görgülerini artırmaya
girişmiş, sağlıkçılar temizlik çalışmalarını yaptırtarak öğretmişler pisliğin zararlarını ve ondan
korunmayı. Tarımcılar evlerin çevresini köylülere çiçeklendirmeyi ve ağaçlandırmayı yaptırtarak
ve devamlı bakımlarını izleyerek evlerin konumlarını güzelleştirmişler. Her kuruluş kendi konuları
ile ilgili köy liderlerini seçmişler. Seçilen kadın ve erkek konu liderlerinin de yardımlarından
yararlanmışlar. Devlet memurları, konu liderleri köylülerle beraber çalışarak pasaklı köyleri
güzelleştirmişler. Her köyde birer tarım kulüpleri kurmuşlar. Pis köy, adını ortadan kaldırmışlar.
AİLE PLANLAMASI
Köylü ailelerin planlamasında iki önemli konuya işlerlik kazandırmak başlıca amaçtı:
Bunlardan birincisi “insan kaynağı”, ikincisi de “toprak”tır. Köylü ailesi için düşünülen ilke kentli
bir işçi ailesi kadar rahat yaşamasının sağlanmasıdır. Bu ilke İsrailli plancılar için tutarlı bir
ölçüdür. Bu bakımdan doğa ile savaşarak üretim yapan köylülere günün bilgi, görgü, teknik araç
ve sosyal örgütlenmede gerekli davranışların kazandırılması öngörülmektedir.
Toprağa gelince: Çiftçiye geçinebileceği kadar toprak verilmektedir. İsrail köylü ailesine
sulanabilen yatak arazili yerlerde 30 dönüm, birazı sulanan, çoğu kıraç arazide 50-6O–100
dönüme kadar toprak verilmektedir. Toprağın tahlili, işlenmesi, gübrelenmesi, cins tohum, fidan
ve fidelerin temini, dikimi, sebze ve meyve bahçelerinin sulanması, tavuk, koyun ve ineklere yem
ve yonca temini için ekim yapılması, yetişen ürünlerin, zararlı böcek ve mikroplara karşı
ilçlanması. Kaldırılan ürünlerin aracıya kaptırmadan soğuk hava depolarına konması, zamanı
geldikçe değeri ile satılması...
İsrail köy aile planlama uzmanları bu konuları nasıl planlamaktadırlar?
İsrail’de köylü aile ana, baba, iki de çocuk olmak üzere dört kişi sayılır. Kadın, erkek işte
beraber çalışır. İsrail’de çiftçi için iş günü 350 gün olarak hesap edilmiştir. Köylü tarlasında 10–12
saat çalışmaktadır. Bir kişi ortalama 11 saat çalıştığına göre dört kişilik bir ailenin (çocuklar
yetişkinse) yılda 11 x 4 x350 = 15.400 saat iş gücü vardır. Köylü 30 dönüm toprağa sahiptir.
Bunun bir kısmı narenciye veya meyve bahçesidir. Geri kalanına sebze, yerfıstığı, pancar, pamuk,
yonca ve ekin ekmektedir. Bu bitkilerin bir dönümü kaç iş saati gücü ile elde edilmektedir; bunlar
birim olarak hesaplanmıştır. Diyelim ki, bu aile işletmesinin hepsi bir yerdedir. Ailenin iş gücünün
7.700 saatini ancak kullanabilmektedir. Üretici insan topluluğunun en küçük ünitesi olan köylü
ailesi yarı iş gücünü kullanılamamıştır. Plan gereğince bu aileye 5–6 inek, 200–260 tavuk kredi ile
verilir ve bu hayvanlar sigortalattırılır. Köylü ailenin işletmesinden artan iş gücü kümes ve ahır
hayvancılığında kullanılır. Eğer bunlarla da iş gücü doldurulamazsa bütün bölge köylerinin artan iş
gücü köy bölge planlama müdürlüğünce kurdurulan trikotaj, mutfak eşyası, iplik, kontrplak, yem,
meyve suyu ve süt fabrikalarında kullanılır. Gördüğümüz ve izlediğimiz köylerde köylü sabah
erkenden kalkmaktadır. İneklerini sağıp bakraçlarını evinin önüne ağzı kapalı olarak koymaktadır.
Kümesin yumurtalarını kartonlara dizip hazırlamaktadır. Bahçesinden getirdiği meyve ve sebze
sandıklarını evin önüne dizmektedir. Sabah, öğle ve ikindi köye gelen süt tankerleri sütleri kontrol
ederek almaktadır. Bunlara paralel olarak Tnuva (ana kooperatif örgütü)nın sebze meyve ve
yumurta taşıtları gelip köylülerin yumurta, sebze ve meyvelerini alıp, fişlerini kesmektedirler.
Böylece köylü için ürün satmak problemi de planlama yolu ile çözümlenmiştir. Demek oluyor ki
İsrail köylüsünün başını kaşıyacak boş vakti yoktur. Bütün yıl boyunca iş gücü değerlendirilmiş.
İşsiz, sefil, serseri, dalgacı köylüye rastlamak olanaksızdır.
Her köyde okul yoktur. Köylü çocuklar bölge okullarına otobüsleriyle okula gelip giderler.
Ama her köyde devamlı kalan bir tarım öğretmeni vardır. Köylülerin çiftlikleri için onun dairesinde
bir planlama dosyası vardır. Çiftçiler topraklarına sebze, sanayi bitkisi ekmektedir. İkinci sene bu
bitkiler yer değiştirilerek ekilmektedir. Tarım öğretmeni bu kuralı devamlı olarak köylülere
uygulatmaktadır.
Çiftçiye kredi para olarak verilmez. Onun gereksinmesi olan çiftlik işletmesinin gelişmesini
sağlayacak şeyler verilir. Örneğin; yem, tohum, tarım mücadele ilaçları, tarım araçları, inek,
tavuk olarak verilir. Çiftçinin aldığı kredi çarçur edilmekten kurtarılmış olunur. Çiftçinin bu
gereksinmesini de köyün tarım öğretmeni saptar.
Ailelerin tavuk ve inekleri sigortalıdır. Bu hayvanlar çitiliğin demirbaşı gibidir. Çiftçi bunları
satamaz. Tavuk yumurtadan kesilirse, inek sütten düşerse sigorta tarafından verimlileri ile
değiştirilir. Köylü de üretimini verimli olarak devam ettirir.
Tarım öğretmeni, bölge tarım planlama müdürlüğünün köydeki eli, kolu, gözü ve beynidir.
O, köylülerin su kotasını verir. Bir aile çiftliğinin yıllık su kotası 15.000–22.000 metre küp sudur.
Hangi ürüne, hangi ayın hangi gününde ne kadar su verileceği su çizelgelerinde belirtilmiştir.
Köylü su çizelgesine göre ürünlerini sürekli olarak yağmurlama sulama yöntemiyle sular.
Tarım öğretmeninin gördüğü önemli işlerden birisi de her yıl ailelerin toprak tahlillerini
yaptırtır. Tahlil istasyonlarını gerekli gördüğü gübrenin alınıp tarlaların gübrelenmesini sağlar. Her
ailenin çiftliğini gezer. Köylülerin dileklerini saptar. Toprak, su bitki hastalıkları, pazarlama, verim
düşüklüğü, hayvan hastalıkları, cins tohum veya iyi cins sağılır hayvan gereksinmelerini bölge
planlama müdürlüğüne iletir. Bölge müdürlüklerinde her konunun (tavuk, koyun, inek yerfıstığı,
pamuk, pancar, patlıcan, patates, domates, zeytin ve narenciye gibi ürünlerin) uzmanları vardır.
Köylü hangi konuların çözüme ulaştırılmasını istemişse o konuların uzmanları bir tim halinde köye
gider, köylüyü toplar, gerekirse onları çevrede verimiyle tanınmış. Örnek bir çiftliğe götürür.
Çiftlik sahibinin ağzından bu başarıyı nasıl elde ettiği öğrenilir, sorular sorulur, tartışılır ve
gereken bilgi köylülere kavratılır. Köylü bu gibi örnekleme çalışmalarla yetiştirilir.
BİR BÖLGE PLANLAMA MÜDÜRÜ’NÜN KONUŞMASI:
“Köy alanındaki planlamanın başarı ile sonuçlanması hem köylüyü hem de devleti zengin
eder. Köylüyü oluruna bırakmak memlekete ihanettir.
Köylünün planla kalkınmasının gizemi, plancının köylü ile beraber çalışmasıyla gerçekleşir.
Köylü bizim çırağımız değildir. Biz onların hizmetkârıyız. Raftaki planla, dairesinden çıkmayan
plancı ile köylü kalkındırılamaz. Köylüyü çağdaş insan olarak yaşatmak istiyorsak, köyde köylü ile
beraber çalışmak zorundayız. Aksi halde onları içgüdüleriyle yaşayan yoksul birer insan yığını
olarak bırakırız ki, bu da yurtseverliğe yakışmaz. Biz de yalancı plancının pir’i oluruz.
Memleketimiz de geri kalmışlıktan kurtulamaz. Biz köy plancıları olarak köylü ile beraber her
konuda köyde el ele çalıştığımız için bu ihanetten kendimizi kurtardık...”
KÖY PLANLAMASINI GERÇEKLEŞTİREN
DEMOKRATİK KURULUŞLAR:
I- TRAKTÖR VE TAŞIT İSTASYONLARI:
3-5 moşav birleşerek bir traktör, bir de taşıt istasyonu kurmuşlar. Hiç bir köylünün traktörü
yoktur. Traktör ve taşıtı olanlar da bu istasyonlara kira ile verirler, vakti gelince kiralarını alırlar.
İstasyonlar uzman kişilerin elindedir. Köylüler bu teknisyenlerin çalışmalarından çok memnundur.
İstasyonların petrol istasyonları ile bir de bakım istasyonu vardır. Taşıt ve traktörlerin bakımlarını
anında yapmaktadır. İstasyonların usta ve dinamik ekipleri köylülerin ekim ve ürünlerini bir
programa göre zamanında ekip kaldırmaktadırlar.
Köylülere “4-5 köyün kooperatif ortaklığı ile bu örgütlenme fikrini nereden aldınız?” diye
sorduğumuzda: