avkae dergisi (2011)1:8-14 - Veteriner Kontrol Enstitüsü Müdürlükleri

Transkript

avkae dergisi (2011)1:8-14 - Veteriner Kontrol Enstitüsü Müdürlükleri
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:8-14
Atık Sığır Fetüslerinde Brusellozisin Patolojik, Ġmmunohistokimyasal, Mikrobiyolojik
Yöntemlerle ve Gerçek Zamanlı PZR ile TeĢhisi
Mehmet TUZCU1, Murat ÖZMEN1, Nevin TUZCU1
Atila YOLDAġ1 , Hüseyin TOPÇUOĞLU1
---------------------------------------------Özet:
Brusellozis, sığır yetiştiriciliğinde önemli ekonomik kayıplara sebep olan zoonoz bir hastalıktır. Bu çalışmada brusellozise bağlı
atıkların dokularında belirlenen patolojik ve immunohistokimyasal boyama sonuçları ile atık dokularında Gerçek zamanlı PZRile hesaplanan
brusella genomik DNA miktarları arasındaki ilişki araştırılmıştır. Çalışmanın materyalini 105 adet atık sığır fetüsü oluşturdu. İncelenen atık
sığır fetüslerinin 11’inde gerçek zamanlı PZR ile 8 tanesinde immunohistokimyasal metotla, 4 tanesinde de mikrobiyolojik yöntemlerle
brusellozis belirlendi.
Brusellozis belirlenen atıkların deri altı dokusunun ödemli olduğu, göğüs ve karın boşluklarında koyu kırmızı renkli bir sıvının
bulunduğu, akciğerlerinde renkleri griden koyu kırmızıya kadar değişen, sert kıvamlı alanların olduğu dikkati çekti. Mikroskobik
incelemelerde bronşiyol epitellerinde dejenerasyon ve dökülmeler belirlenirken, lümenlerinde nötrofil lökosit ve makrofaj birikimleri
görüldü.
Sonuç olarak; brusellozisin patolojik, immunohistokimyasal, mikrobiyolojik ve gerçek zamanlı PZR ile yapılan karşılaştırmalı
tanısında: Gerçek zamanlı PZR teşhiste, daha duyarlı olduğu ve kısa sürede sonuç verdiği; ancak bu imkâna sahip olmayan laboratuarlarda
immunohistokimyasal yöntemlerin de mikrobiyolojik yöntemler kadar güvenle uygulanabileceği kanısına varıldı.
Anahtar Kelimeler: Brusellozis, İmmunhistokimya, Mikrobiyoloji, Patoloji, Gerçek zamanlı PZR
Diagnosis of Brucellosis in the Aborted Bovine Fetuses by Pathological,
Immunohistochemical, Microbiological and Real Time PCR Methods
Abstract:
Brucellosis which causes economic losses in cattle breeding is breeding problems. In this study is determined to relationship of
between the pathological findings in tissues of aborted fetus due to brucellosis and brucella genomic DNA which is calculated by the amount
of real time PCR of this tissues. The material of this study constituted the number of 105 aborted bovine fetuses. Brucellosis was determined
by Real Time PCR in 11 of 105 aborted bovine fetuses, by immunohistochemical method in 8 of them and microbiological medhod in 4 of
them.
In aborted fetuses which determined of brucellosis were seen to edema of subcutaneous tissue, find a dark red fluid in the chest and
abdominal cavities. In addition to this lung color ranging from gray to dark red with hard consistency areas. In microscopic examinations,
bronchioles epithelial degeneration and desquamation with neutrofil leukocyte and macrophage accumulation were determined in lumen.
As a result; comparative diagnosis of brucellosis with pathological, immunohistochemical, microbiological and Real Time PCR
methods: Real Time PCR is more sensitive for diagnosis of Brucellosis and respond in a short time, but immunohistochemical method was
concluded to in the laboratories which don’t have this opportunity so confidently to microbiological methods
Keywords: Brucellozis, Immunohistochemistry, Microbiology, Pathology, Real Time PCR
----------------------------------------------Giriş
Atık olguları, sığır yetiştiriciliğinde önemli ekonomik
kayıplara sebep olan yetiştiricilik problemlerindendir.
Atıkların ancak %50-65’inde etiyolojinin belirlenebildiği;
etiyolojisi belirlenen olguların
%67’sinin bakteriyel,
%5’inin viral, %11’nin mantar kaynaklı olduğu
kaydedilmiştir (3). Sığırlarda bakteriyel nedenlere ilişkin
atıkların dağılımını ortaya koymak üzere Kuzeydoğu
Anadolu Bölgesinde yapılan bir çalışmada Kars bölgesinde
görülen sığır atıklarında %40 oranında Brucella ssp tespit
edilmiştir (23). Arjantin’de 354 atık sığır fetüsü üzerinde
yapılan bir araştırmada, 193 olgunun etiyolojisi herhangi bir
nedene bağlanamazken, etiyolojisi saptanan 161 (%45.5)
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
olgudan 80’inde (%22.6) bakteriyolojik etken belirlenmiş; en yaygın
bakteriyel etkenin 28 olguda (%7.9) Brucela abortus olduğu
açıklanmıştır (4). Ülkemizde çeşitli bölgelerde abortlar üzerinde
yapılan izolasyon çalışmalarında ruminantlarda brusellozise bağlı
abortların %15-40 oranlarında olduğu bildirilmektedir (19,14). Yine
ülkemizde çeşitli serolojik yöntemler kullanılarak yapılan bölgesel
çalışmalarda ise brusellozis seroprevalansının %1-70 arasında
değiştiği rapor edilmiştir (7,8,19,11)
--------------------------------------1
Adana Veteriner Kontrol ve Araştırma Enstitüsü, 01122 Adana,
Turkiye.
Sorumlu Yazar: Mehmet TUZCU
E-mail:[email protected]
Ulaşma tarihi: 12.12.2010
AVKAE Dergisi 2011 1:8-14
8
8
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:8-14
Brusellozise ilgili şekillenen atıklarda fötus
çoğunlukla ödemlidir ve deri altında kanlı bir sıvı
toplanır. Benzeri sıvı karın ve göğüs boşluklarında da
bulunabilir. Brusellozda abomazum sıvısı bulanık, limon
sarısı renginde ve pıhtılıdır. Atık fetuslarda şekillenen
bronkopnömoni en sık gözlenen lezyon olup brusella
enfeksiyonu için diagnostik olarak kabul edilmektedir
(5,15,17,20). Ayrıca fötusda özellikle akciğerde nekrotik
arteritise, lenf düğümleri, karaciğer, dalak ve böbreklerde
fokal nekroz odakları ile dev hücrelerine rastlandığı bir
çok araştırıcı tarafından rapor edilmiştir (14,15,19,26,).
Dalakta beyaz pulpada azalma, germinal merkezlerde
mitoz ile hafiften orta dereceye kadar değişen lenfositik
hiperplazi ve fokal nekroz odakları görüldüğü
bildirilmiştir (13,26).
Hastalığın klinik teşhisi mümkün değildir. Kesin
teşhis için laboratuvar muayenelerine ihtiyaç vardır.
Brusellozisin laboratuar teşhisi direk yada indirek
laboratuar metotlarıyla yapılmaktadır (2). Etkenin
mikrobiyolojik izolasyonu ve identifikasyonu en geçerli
yöntemdir. Bunun yanında lam aglutinasyon, tüp
aglitinasyon ve ELISA gibi serolojik testler de tarama
testleri olarak sıklıkla kullanılmaktadır (6,11). Brusella
ssp. antijenlerinin tespitine yönelik immunohistokimyasal
teknikler ile yapılan çalışmalarda da yüksek oranda
spesifite (%94) ve sensitivite (%82) bildirilmektedir
(1,17,20). Son yıllarda hastalıkların tanısında kullanılan
moleküler yöntemlerin gelişmesine paralel olarak
brusellozisin teşhisinde başarı ile kullanılan farklı PZR
protokolleri bildirilmektedir (22,25).
Bu çalışmanın amacı; sığırların önemli atık
sebeplerinden biri olan bruselloziste atığa ait dokularda
belirlenen patolojik bulgular ile bu dokularda Real Time
PZR ile hesaplanan brusella genomik DNA miktarları
arasındaki ilişkiyi ortaya koymak ve brusellozisin
teşhisinde patolojik immunhistokimyasal, mikrobiyolojik
yöntemler ile gerçek zamanlı
PCR
metodunu
karşılaştırmaktır.
Materyal ve Metod
Çalışmanın materyalini Adana Veteriner
Kontrol ve Araştırma Enstitü Müdürlüğü’ne sorumluluk
alanında bulunan illerden (Osmaniye, Gaziantep,
Kahramanmaraş, Şanlıurfa, Kilis, Mersin, Hatay) 20072009 yılları arasında getirilen 105 adet atık sığır fetüsü
oluşturdu. Nekropsiyi takiben fetüslerin akciğer,
karaciğer, dalak, abomazum, böbrek, kalp, mediastinal
lenf bezleri ve beyninden alınan doku örneklerinin yarısı
mikrobiyolojik ve PZR muayeneleri için ayrıldı. Diğer
yarısı %10’luk tamponlu formalin solüsyonunda tespit
edildi. Tespit edilen dokular bilinen yöntemlere göre
işlendi ve parafinde bloklandı. Parafin bloklardan 5 µm
kalınlığında alınan kesitler, hematoksilen eozin (HE) ve
immunohistokimyasal boyamalarda kullanıldı.
Öncelikle bütün fetüslerin akciğer ve
abomazum sıvılarında Gerçek zamanlı PZRmetodu ile
Brucella ssp. nükleik asitleri aranarak pozitif bulunanlar
ayrıldı ve bu atıkların diğer dokuları da gerçek zamanlı
PZR ile Brusella ssp
nükleik asitleri
yönünden
araştırıldı.
İmmunhistokimyasal muayene
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
İmmunhistokimyasal incelemeler için avidinbiotin-peroksidaz kompleks (ABC) yöntemi kullanıldı.
3-aminopropyltriethoxsilane ile kaplı lamlara alınan
kesitler, ksilol serilerinden geçirilerek parafini giderildi
ve alkol serilerinde rehidre edildi. Endojen peroksit
aktivitesini gidermek için hidrojen peroksid’in %70’lik
metanoldeki %3’lük çözeltisinde 15 dakika bekletildi.
PBS (phosphate-buffered saline; pH:7.3) ile yıkanan
kesitler % 0.1’lik tripsin ile oda sıcaklığında 10 dakika
inkübe edildi ve tekrar PBS ile yıkandı. Daha sonra,
kesitlerin üzeri 1/1000 sulandırmadaki poliklonal rabitanti Brucella (Becton Dickinson and Company Kat No:
240934) primer antikoru ile +4°C’de 1 saat inkübe
edildi. PBS ile yıkanan kesitler
1/300 oranında
sulandırılmış biotinle işaretli tavşan anti-keçi sekonder
antikoru (Santa Cruz Biotechnology; Kat No: sc 2774) ile
oda sıcaklığında 30 dakika inkube edildi. Lamlar PBS ile
yıkandıktan sonra 1/300 oranında sulandırılan
avidinperoxidase (Sigma; Kat No: E-2886-250UG) ile 1
saat süreyle oda sıcaklığında inkübe edildi.
Kromojenik
substrat
DAP
(3.3’diaminobenzidine tetrahydrocholoride, (Sigma; Kat No:
D 3939-SET) ile renk reaksiyonu sağlandıktan sonra
Mayer’in hematoksilen boyasıyla karşıt boyamaya tâbi
tutulup alkol serilerinde dehidre edildi ve lamelle
kapatılarak ışık mikroskobunda incelendi.
Reaktif kontrol olarak mikrobiyolojik metotla
etken izole edilen atıklardan birine ait karaciğer kesitleri
kullanıldı. Bu kesitlere boyama prosedürü sırasında
poliklonal keçi-anti Brucella spp. antikoru yerine PBS
uygulandı.
PCR analizleri
Gerçek zamanlı PZRanalizlerinde
ticari
brucella genus tespit kiti (Way2Gene; Kat No:
WG40-0294-16)
kullanıldı. PCR
işlemleri
kit
prosedürüne uygun olarak gerçekleştirildi.
Kültür örneklerinden DNA ekstraksiyonu
amacıyla High Pure PCR template (Roche Katolog no:
11796828001) DNA ekstraksiyon kiti kullanıldı. Bakteri
kültüründen eppendorf içerisine 200 μl alınarak 13000
rpm de 5 dakika santrifüj edildi. Santrifüj işleminden
sonra süpernatat uzaklaştırıldı ve pellet üzerine 200 μl
PBS eklendi. Karışıma 5 μl lizozim katılıp 37°C’de 15
dakika inkubasyona bırakıldı. İnkubasyondan sonra
karışıma 200 μl binding buffer ve 40 μl proteinaz-k
eklenerek
70°C’de 10 dakika tekrar inkübasyona
bırakıldı. İnkübasyondan sonra süspansiyona 100 μl
isopropanol eklenerek iyice karıştırıldı.
Süspansiyon filtreli tüplere konularak 8000
rpm 1 dakika santrifüj edildi ve süpernatat uzaklaştırıldı.
Filtreli tüpler collection tüpün içerisine yerleştirilip 500
μl inhibitör removel buffer ilave edildi ve 8000 rpm de 1
dakika santrifüj edildi. Filtreli tüpler collection tüplerin
içerisine yerleştirilip 500 μl wash buffer ilave edilerek
8000 rpm de 1 dakika santrifüj edildi. Filtreli tüpler
collection tüplerin içerisine yerleştirilip 500 μl wash
buffer ilave edilerek 8000 rpm de 1 dakika ve 13000 rpm
de 10 saniye santrifüj edildi. Son aşamada filtreli tüpler
temiz bir eppendorf tüpünün içerisine yerleştirilerek 70
°C ısıtılmış 100 μl elution buffer eklenerek 8000 rpm de
9
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:8-14
1 dakika santrifüj edildi. İzole edilen DNA lar -20 °C de
PCR yapılıncaya kadar saklandı.
Doku örneklerinden DNA ekstraksiyonu
amacıyla HighPure PCR template DNA ekstraksiyon
kiti (Roche; Kat no:11796828001) kullanıldı. DNA
izolasyonu için doku örneklerinden 25-50 mg alınarak
üzerine 200 μl doku Lysis Buffer ve 40 μl Proteinaz K
ilave edildi. Daha sonra 55°C’de 1 saat inkübe edildi.
200 μl Binding Buffer ilave edilerek 70°C’de 10 dakika
tekrar inkübasyona bırakıldı. İnkübasyondan sonra
süspansiyona 100 μl isopropanol eklenerek iyice
karıştırıldı. Süspansiyon filtreli tüplere konularak 8000
rpm de 1 dakika santrifüj edildi ve süpernatant
uzaklaştırıldı. Temiz collection tüpün içerisine
yerleştirilip 500 μl İnhibitör Removel Buffer ilave edildi
ve 8000 rpm de 1 dakika santrifüj edildi. Daha sonra iki
defa temiz collection tüplerin içerisine yerleştirilip 500
μl Wash Buffer ilave edilerek 8000 rpm de 1 dakika
santrifüj edildi. En son aşamada filtreli tüpler temiz bir
eppendorf tüpünün içerisine yerleştirilerk 70 °C ısıtılmış
100 μl Elution Buffer eklenerek 8000 rpm de 1 dakika
santrifüj edildi. İzole edilen DNA lar -20 °C de PCR
yapılıncaya
kadar
saklandı.
DNA
miktarı
spektrofotometre (NanoDrop ND-1000) ile 260 ve 280
nm de ölçülerek belirlendi.
Macfarland
yöntemi
ile
mililitredeki
8
konsantrasyonu 3x10 CFU/ml olarak belirlenen Brusella
abortus kültüründen elde edilen genomik DNA'nın 10'lu
0
7
dilüsyonları ve 3x10 'dan 3x10 ' e kadar olan kopya
sayıları standart eğrinin oluşturulmasında kullanıldı.
Brusella
ssp.
nükleik
asitlerinin
amplifikasyonları gerçek zamanlı PZR cihazı (Roche
Light Cycler 2.0) kullanılarak 95°C 10 dakika
inkubasyonu takiben 95°C 3 saniye, 60°C’de 30 saniye
ve 72°C 1 saniye olacak şekilde 45 döngülük inkubasyon
ile gerçekleştirildi.
PCR'nun tüm aşamalarında pozitif kontrol
olarak Pendik Veteriner Kontrol ve Araştırma Enstitüsü
Brusella Referans Laboratuarı tarafından doğrulanan
Brucella abortus suşu ve negatif kontrol olarak da distile
su kullanıldı.
Mikrobiyolojik muayene
Atık fetuslardan aseptik şartlarda alınan doku
ve abomazum içeriklerinden Brucella izolasyon ve
identifikasyonu amacıyla %7’lik kanlı agar ve selektif
(Oxoid; SR209E) ilave içeren Brucella agarlara ekim
yapıldı. Agarların aerobik ve mikroaerofilik ortamda 37
0
C’de 48-72 saat inkübasyonundan sonra üreyen
kolonilerin Brucella ssp. yönünden makroskobik
görünümü, gram boyama, oksidaz, H2S,üreaz, katalaz
üretimi, boyalara duyarlılık ve monospesifik serumlarla
aglütinasyon gibi konvansiyonel yöntemler kullanılarak
identifikasyonu gerçekleştirildi (2).
Bulgular
Çalışmada incelenen 105 atık sığır fetüsünün
laboratuar incelemelerinde atıkların 11’inde brusellozis,
13’inde listeriozis, 7’sinde kampilobakteriozis, 2’inde
klamidiozis, 1’inde leptospirozis, 3’ünde salmonellozis,
7’sinde streptokokkozis, 2’sinde toksikozis, 2’sinde IBR
ve 1’inde de mikozis belirlendi.
Çalışmada gerçek zamanlı PZR ile Brucella
ssp. nükleik asitleri belirlenen 11 olgunun 8 tanesinde
immunhistokimyasal yöntemle, 4 tanesinde de
mikrobiyolojik olarak brusellozis belirlendi. Atıkların
geldiği odaklar ile teşhis metotlarına göre brusellozisin
belirlenme oranları Tablo 1’de verilmiştir.
Geldiği Odak
n
PZR
İH
M
17
3
2
2
Gaziantep
9
3
2
1
Kahramanmaraş
12
2
2
Şanlıurfa
15
1
1
1
Mersin
14
1
1
Hatay
16
1
Adıyaman
Tablo 1: Atıkların geldiği odaklar ile brusellozisin teşhis
metotlarına göre belirlenme oranları
Çalışmada brusellozis belirlenen atıklarda
makroskobik olarak derialtı dokusunun ödemli olduğu,
göğüs ve karın boşluklarında koyu kırmızı renkli bir
sıvının bulunduğu görüldü. Akciğer loblarında farklı
büyüklüklerde renkleri griden koyu kırmızıya kadar
değişen, sert kıvamlı alanlar belirlendi. Bütün olgularda
abomazumda sarı-bulanık renkli sıvı tespit edildi.
Brusellozis belirlenen atıkların tamamında mikroskobik
olarak bronşiyol lumenlerinde ve alveollerde nötrofil
lökosit ve makrofaj infiltrasyonu tespit edildi (Resim
1A). Atık olgularının hepsinde farklı şiddetlerde olmak
üzere bronşiyol ve alveol epitellerinde dejenerasyon ve
dökülmeler
tespit
hepatositlerinde
edildi.
vakuoler
İncelenen
dejenerasyonun
4
atığın
geliştiği,
remark kordonlarının dizilişinin bozulduğu, sinuzoidlerin
genişlemiş
ve
hiperemik
oldukları
dikkati
çekti.
Dejenerasyonlara ek olarak atıklardan 2 tanesinde
karaciğerde fokal nekroz alanları ile mononükleer hücre
infiltrasyonlarının bulunduğu belirlendi (Resim 1B). Yine
bu
atıkların
böbreklerinde
yaygın
konjesyon
ve
intertubuler kanamalar ile birlikte tubulus epitellerinde
dejenerasyonlar tespit edildi. İncelenen atıkların 4
tanesinde dalakta beyaz pulpada atrofi ve fokal nekroz
alanları dikkati çekti. Gerçek zamanlı PZR ile brusellozis
belirlenen 11 atıkta belirlenen patolojik bulgular ve bu
bulguların görülme oranları tablo 2 de gösterilmiştir.
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
10
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:8-14
Patolojik Bulgu
Makroskobik bulgular
Vücut boşluklarında serohemorajik eksudat
Akciğerde sertleşmiş, griden koyu kırmızıya kadar değişen alanlar
Karaciğerde farklı büyüklükte sarı-boz renkte alanlar
Kokuşma
Deri altında yaygın ödem
Abomazumda sarı bulanık renkli içerik
Mikroskobik bulgular
Adet
Oran(%)
8
8
2
3
6
8
72
72
18
27
56
72
Karaciğerde fokal nekroz ve hepatitis
2
18
Kataral bronkopnömoni
8
72
Karaciğerde vakuoler dejenerasyon
4
36
Böbreklerde intertubuler kanama
2
18
Dalağın beyaz pulpasında atrofi ve nekroz
4
36
Tablo 2: PZR ile Brusellozis teşhis edilen sığır atıklarında belirlenen patolojik bulgular ve görülme oranları
Spesifik antikorlar kullanılarak yapılan immunhistokimyasal incelemelerde 8 atıkta brucella spesifik reaksiyonlar
belirlendi. Brusella antijenleri akciğerlerde kahverengi ve küçük granüller şeklinde olmak üzere makrofaj ve nötrofillerin
sitoplazmalarında tespit edildi. Makrofajların sitoplazmalarının koyu boyanmış, amorf görünüşteki antijenler ile dolu
oldukları görüldü (Resim 1C).
Brucella
Karaciğerde immunhistokimyasal pozitiflik 3
olguda tespit edildi. Bu atıklarda brusella antijenlerinin
hepatosit
ve
Kupffer
hücrelerinin
sitoplazmalarını
doldurduğu tespit edildi.
Atığa ait organlardan ve abomazum sıvısından
hazırlanan inokulumlardan brusella besi yerine yapılan
ekimlerde etken izole edilen 4 olgunun Brusella abortus
olduğu belirlendi. Dört olgunun 3 tanesinde akciğer,
karaciğer ve abomazum sıvısından, 1 olguda ise akciğer
ve abomazum sıvısından Brusella abortus izole edildi.
Çalışmada sığır atıklarının akciğer, karaciğer,
dalak,
Genomik DNA
CP Değerlerin
Kopya Sayıları(Kop/ml)
Ortalamaları
4
27.23
4
28,04
4
28,08
Dalak
1.29x 10
14,6 x100
Kalp
-
-
Mez. Lenf Yum.
-
Akciğer
Karaciğer
Böbrek
Abomazum
2,74x 10
1,33x10
4
1,86x10
35.70
27,76
Tablo 3: Çalışmada Real-Time PCR ile atık dokularında
belirlenen Brucella genomik DNA kopya sayıları ve CP
Değer ortalamaları
abomazum,
böbrek, kalp, beyin
ve
lenf
yumrularından
alınan
doku
örneklerinde Gerçek
zamanlı
PZR
belirlenen
ile
Brusella
genomik
kopya sayıları ve CP
değerlerinin
ortalamaları Tablo 3
de verilmiştir.
A
DNA
B
C
Şekil 1: Bronkopnömoni, akciğerde bronşiol ve alveol lümenlerinde nötrofil lökosit ve makrofaj
infiltrasyonu (A) Hematoksilen Eozin, x200, Karaciğerde fokal nekroz (B) Hematoksilen Eozin x260,
Akciğerde makrofaj stoplazmalarında Brucella spesifik boyanma (C) x380 İmmunperoksidaz
Hematoksilen.
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
11
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:8-14
Karaciğer
Akciğer
Böbrek
Dalak
Beyin
Kalp
Abomasum
Mez. Lenf
Yum
P
C
R
İ
M
H
P
C
R
İ
M
H
P
İ
M
C
H
R
P
C
R
İ
H
P
M C
R
İ
H
P
İ
M C
H
R
M
P
İ
C
H
R
G.Antep 1
-
-
-
+
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
G.Antep 2
+
+
+
+
+ +
+
-
-
+
-
-
-
-
-
-
-
-
+
-
+
-
-
-
G.Antep 3
+
-
+
+
+ +
+
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
+
-
+
-
-
-
K.Maraş 1
+
-
-
+
+
-
+
-
-
+
-
-
-
-
-
-
-
-
+
-
-
-
-
-
K.Maraş 2
-
-
-
+
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
+
-
-
-
-
-
K.Maraş 3
-
-
-
+
+
-
-
-
-
+
-
-
-
-
-
-
-
-
+
-
-
-
-
-
Ş.Urfa 1
+
+
-
+
+ +
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
+
-
+
-
-
-
Ş.Urfa 2
-
-
-
+
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
+
-
-
-
-
-
Mersin
+
+
+
+
+ +
+
-
-
+
-
-
-
-
-
-
-
-
+
-
+
-
-
-
Hatay
-
-
-
+
+
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
Adıyaman
+
-
-
+
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
+
-
-
-
-
-
TOPLAM
6
3
3
11
7
4
4
-
-
4
-
-
-
-
-
-
-
-
9
-
4
-
-
-
M
P
İ
M
C
H
R
Tablo 5: Real Time PCR ile Brusellozis belirlenen sığır atıkların immunhistokimyasal (IH) ve mikrobiyolojik (M)
muayene sonuçlarının dokulara göre karşılaştırılması.
Tartışma ve Sonuç
Sığırlarda atıklara sebep olan bakteriyel
hastalıkların klinik belirtileri atipik olduğundan bu
hastalıkların laboratuar tanısı oldukça önemlidir. Bu
bağlamda, sunulan çalışmada belirlendiği üzere, atık
fetüslerin nekropsileri sırasında tespit edilen vücut
boşluklarında
birikmiş
serohemorajik
eksudat,
karaciğerde belirlenen nekroz odakları, deri altında
şekillenen yaygın ödem, abomasumda sarı bulanık renkli
içerik ve akciğerlerde şekillenen griden kırmızıya kadar
değişen renk değişiklikleri gibi makraskobik bulgular ile
histopatolojik incelemelerde farklı yoğunluklarda
belirlenen
kataral
bronkopnömoni,
böbreklerde
intertubuler kanama, dalağın beyaz pulpasında atrofi ve
nekroz ile karaciğerdeki nekroz ve hepatitis gibi
bulguların
sığırlarda
atıklara
sebep
olan
kampilobakteriozis, listeriozis ve klamidiozis gibi
hastalıklarda da bildirilmiş olması (9, 12) patolojik
tanının
etken
izolasyonunun
yanında
immunohistokimyasal ve moleküler yöntemlerle de
desteklenmesi gereğini ortaya koymaktadır.
Brusellozis nedeniyle meydana gelen atıklarda
en fazla bildirilen patolojik bulgu bronkopnömonidir
(5,15,17,20). Bu çalışmada da gerçek zamanlı PZR ile
brusellozis belirlenen atıkların hepsinde en sık
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
karşılaşılan patolojik lezyon benzer çalışmalarda da
bildirildiği gibi bronkopnömoni oldu (14,19,26). Diğer
çalışmalarda bildirilen bronşiyal nekrozis (15,20) ve
yangısal hücre infiltrasyonları içerisinde görülen dev
hücreleri (5) bu çalışmada tespit edilemedi.
Gerçek zamanlı PZR ile akciğerlerde belirlenen
brusella genomik DNA sayısının diğer dokulara
nazaran daha fazla olması ve akciğerlerin tamamında
patolojik olarak pnömoni belirlenmesi
brusella
etkenlerinin yavruya
annede gelişen nekrotik
plasentitis sonucu amniyotik sıvıya dökülen etkenlerin
fetus tarafından aspire edilmesi sonucu geçtiği fikrini
kuvvetlendirmektedir (15).
Çalışmada karaciğerde belirlenen ortalama
4
brucella genomik DNA sayısı (1,33x10 kopya/ml)
akciğerlere
nazaran
daha
düşüktür.
Ancak
karaciğerlerin patolojik muayenesinde
4 atıkta
hepatositlerde farklı şiddetlerde vakuoler dejenerasyon
belirlenmiş olması ve bu atıklardan sadece 2 tanesinde
hepatitis belirlenmesi, oluşan hasarın brusella
etkenlerinden ziyade korionik trofoblastlarda şekillenen
nekroz sonucu bozulan dolaşıma bağlı gelişen hipoksi
ile ilgili olabileceğini düşündürmektedir.
Çalışmada Gerçek zamanlı PZR ile 11 atıkta
brusellozis belirlenmesine rağmen 4 atığa ait iç
organlarından ve fötal abomasum sıvısından
bakteriyolojik olarak Brusella abortus izole edilebilmiş
12
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:8-14
olması, PCR yönteminin bakteriyolojik yönteme göre
daha duyarlı olduğunu düşündürmektedir (4,21). Ancak
bu durum laboratuara teşhis için getirilen atıkların çoğu
kez kokuşmuş yada dondurulmuş olması ile de ilgili
olabilir.
Brusellozis zoonoz bir hastalık olmasından
dolayı etkenin izolasyon ve identifikasyonunu yapan
laboratuarlar açısından da yüksek düzeyde biyolojik
risk oluşturmaktadır. Bunun yanında brusellozisin
mikrobiyolojik teşhisinde kullanılan etken izolasyon ve
identifikasyonuna yönelik yöntemlerin uzun zaman
alması, tecrübeli personel gerektirmesi, etkenin nükleik
asitlerini belirlemeye yönelik PCR temeline dayanan
teşhis metotlarını ve tespit edilmiş dokularda etkeni
belirlemeye
yönelik
immunohistokimyasal
yöntemlerini
atıkların
teşhisinde
ön
plana
çıkarmaktadır.
Yapılan çalışmalarda Brucella antijeninin
immunohistokimyasal yöntem ile tespitinde yüksek
oranda duyarlılık bildirilmesine rağmen (1,10,17,26),
bu çalışmada Brusella antijeni için spesifik
immunohistokimyasal boyanma 7 olguda akciğerlerde
makrofajların sitoplazmalarında, 3 olguda da akciğerle
birlikte karaciğerde
hepatositlerde ve kumpfer
hücrelerinde tespit edildi. Çalışmada PZR ile akciğer,
karaciğer, dalak, böbrek, abomazum gibi dokularda
brusella nükleik asitleri belirlenmiş olmasına rağmen
immunhistokimyasal metotla incelenen dokulardan
sadece karaciğer ve akciğerlerde brucella antijenlerinin
belirlenmiş olması, atık dokularında Brucella
antijeninin immunohistokimyasal yöntemlerle tespit
edilebilecek eşik seviyesinin altında olması veya
otolizin bakteri antijenleri üzerindeki olumsuz etkisi ile
açıklanabilir. Benzer şekilde Meador ve ark (1986)
ABC immunohistokimyasal boyama yönteminin
kullanıldığı çalışmalarda pozitif sonuç elde edilebilmesi
için bir gram dokuda en az 106 adet bakterinin
bulunması gerektiğini bildirmektedir.
Otoliz ve kokuşmaya bağlı değişikliklerde
etkenlerin nükleotid yapılarının antijenik yapılarına
göre daha uzun süre dayanıklı kalması etkene özgü
nükleotidlerin belirlenmesi esasına dayanan polimeraz
zincir reaksiyonu (PZR) yöntemleri ile kokuşmuş
dokularda da teşhisi mümkün kılmaktadır (24). Bu
durum çoğunlukla otolitik olarak atılan fetuslarda
gerçek zamanlı PZR ile teşhis için önemli bir avantaj
sağlamaktadır.
Bu çalışmada gerçek zamanlı PZR ile
incelenen atıkların 11 tanesinde Brusella ssp nükleik
asitleri belirlenmiştir. PCR ile brusellozis belirlenen
atıkların
tamamında
akciğer
dokusunda
ve
abomazumdan alınan örneklerde, yüksek oranda bakteri
nükleik asitleri amplifiye edilmiş olması ve benzer
şekilde çalışmada akciğer, karaciğer ve abomazumdan
alınan örneklerden etken izolasyonu ve identifikasyonu
yapılabilmiş olması mikrobiyolojik teşhis için
örneklerde yüksek miktarlarda etkenin bulunması
gerektiğini ortaya koymakla birlikte mikrobiyolojik
muayenelerde akciğer ve abomazumdan alınan
örneklerin etken izolasyonunda kullanılmasının başarıyı
artırabileceğini göstermektedir.
Sonuç olarak; bu çalışma ile sığırların önemli
atık sebeplerinden olan brusellozisin patolojik,
immunohistokimyasal, mikrobiyolojik ve gerçek
zamanlı PZR ile yapılan karşılaştırmalı tanısında:
Gerçek zamanlı PZR’ın daha duyarlı olduğu ve kısa
sürede sonuç verdiği, ancak bu imkâna sahip olmayan
laboratuarlarda immunohistokimyasal yöntemlerinin de
mikrobiyolojik
yöntemler
kadar
güvenle
uygulanabileceği
kanısına
varılmıştır.
Kaynaklar
1.
Alberts JN, Erasmus, J, (1995). Detection of
Brucella abortus antigens by immunoperoxidase
histochemical
staining
of
lochia
smears.
Onderstepoort J Vet Res. 62: 147-150
7.
Genç O, Otlu S, Şahin M, Aydın F,Gökçe HI,
(2005). Seroprevelance of brucellosis and
leptospirosis in aborted dairy cows.Türk J
Vet.Anim.Sci. 29:359-36
2.
Arda M, Minbay A, Leleoğlu N, Aydın N,
Kahraman M, Akay Ö, Ilgaz A, İzgür M, Diker KS,
(1999). Özel Mikrobiyoloji, 5. Baskı, Medisan
Yayın Evi, Ankara
8.
3.
Augustine TP (2000). Abortions in dairy cows: New
insights and economic impact. Advances in Dairy
Technology 12: 233-244
Gürtürk K, Alan M, Boynukara B, Solmaz H,
(1994). Van ve yöresinde koyun ve sığır
Brucellozis’inin
insidensi
üzerinde
seroepidemiyolojik araştırmalar. YYÜ Vet Fak Derg, 5,
121-125
9.
Hazıroğlu R ve Milli ÜH, (1998). Veteriner Patoloji,
Cilt II, Tamer Matbaacılık, Yayıncılık, Tan Hiz Tic
ve Paz Ltd, Şti, Ankara
4.
5.
6.
Campero CM, Moore DP, Odeon AC, Cipolla AL,
Odriozola E, (2003). Aetiology of bovine abortion in
Argentina. Vet Res Commun 27(5):359-369
Enright FM, Walker JV, Jeffers G, Deyoe BL,
(1984). Cellular and humoral responses of Brucella
abortus-infected bovine fetuses. Am J Vet Res
45:424-430
Fidancı HA, Akın S, Alabay M, Güvener N, (1995).
Sığırlarda Brucella abortus’a karşı oluşan antikorları
saptamada ELISA ve diğer serolojik tekniklerin
karşılaştırılması. Ankara Üniv Vet Fak Derg. 42:
553-557
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
10. Ilhan F, Yener Z, (2008). Immunohistochemical
detection of Brucella melitensis antigens in cases of
naturally occurring abortions in sheep. J Vet Diagn
Invest, 20:803-806
11. İyisan AS, Akmaz Ö, Düzgün S, Ersoy Y,
Eskiizmirliler S, Güler L, Gündüz K, Işık N,
İçyerioğlu K, Kalender H, Karaman Z, Küçükayan
U, Özcan C, Seyitoğlu Ş, Tuna İ, Tunca T,
Üstünakın K,Yurtalan S, (2000). Türkiyede sığır ve
koyunlarda
brusellosisin
seroepidemiyolojisi.
Pendik Mikrobiyoloji Der. 31 (1):21-75
13
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:8-14
12. Jerret IV, Mcorist S, Waddington J, Browning JW,
Malecki JC, Mccausland IP, (1992). Diagnostic
Studies Of Fetus, Placenta and Maternal Blood
From 265 Bovine Abortion. J Vet Diagn Invest. 4
(2):175-180
13. Jones TC, Hunt RD, King NW, (1997). Veterinary
Pathology, Sixth Ed., Williams and Wilkins,
Pennsylvania
14. Kıran MM, Baysal T, Gözün H, Güler L, Gündüz K,
Kuyucuoğlu Ö, Küçükayan U, (1997). Konya
yöresinde koyun abortusları üzerinde patolojik,
bakteriyolojik ve serolojik çalışmalar. Etlik Vet
Mikrobiyol Derg. 9:109-127
15. López A, Hıtos F, Perez A, Navarro-Fıerro RR,
(1984). Lung lesions in bovine fetuses aborted by
Brucella abortus. Can J Comp Med 48: 275-277
16. McEntee K, (1990). Reproductive Pathology of
Domestic Mamals, Academic Press, Inc, New York
17. Meador VP, Tabatabaı LB, Hagemoser WA, Deyoe
BL, (1986). Identification of Brucella abortus in
formalin-fixed, paraffin embedded tissues of cows,
goats and mice with avidin-biotin-peroxidase
complex immunoenzymatic staining technique, Am
J Vet Res 47, 2147-2150
patolojik olarak incelenmesi, Turk J Vet Anim Sci
23:177-188
20. Pérez J, Quezada M, Lopez J, Casquet O, Sierra
MA, Martin De Las Mulas J, (1998).
Immunohistochemical detection of Brucella abortus
antigens in tissues from aborted bovine fetuses using
commercially available polyclonal antibody. J Vet
Diagn Invest 10: 17-21,
21. Pritchard G, (1990). Diagnosing thi cause of bovine
abortion, In Practice 12(3):92-95
22. Probert WS, Schrader KN, Khuong NY, Bystrom
SL, Graves MH, (2004). Real-time multiplex PCR
assay for detection of Brucella spp., B. abortus, and
B. melitensis. J Clin Microbiol, 42:1290-1293
23. Sağlam YS, Türkütanıt SS, Tastan R, Bozoglu H,
Otlu S, (1998). Kuzeydoğu Anadolu Bölgesinde
görülen bakteriyel sığır ve koyun abortlarının
etiyolojik ve patolojik yönden incelenmesi Vet Bil
Derg. 14:133-145,
24. Türkyılmaz S, Esendal MÖ, (2002). Polimeraz
zincir reaksiyonu ve mikrobiyolojide kullanım
alanları. Kafkas Üniv Vet Fak Derg. 8 (1): 71-76
18. Murray RD, (1990). A field investigation of causes
of abortion in dairy cattle, Veterinary Record 1:543547
25. Ünver A, Erdoğan HM, Atabay İH, Şahin M, Güneş
V, Çitil M, Gökçe İH, (2006) Sığır atıklarından izole
edilen Brucella türlerinin PAPD-PCR ile
genotiplendirilmesi, Kafkas Üniv Vet Fak Derg. 12
(2):121-127
19. Muz A, Özer H, Eröksüz H, Ertaş HB, Öngör H,
Gülcü HB, Dabak M, Başbuğ O, Kalender H,
(1999). Elazığ ve çevresinde koyun ve keçilerde
abortus olgularının bakteriyolojik, serolojik, ve
26. Yazıcıoğlu O, (1997). Koyunlarda bruselloza bağlı
abortuslarda fötal lezyonlar üzerinde patolojik ve
immunoperoksidaz çalışmalar. Ankara Univ Vet Fak
Derg.44, 291-307
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
14
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:24-29
Babesia bigemina’nın Endemik Durumu
Özlem D. EKİCİ1
Ferda SEVİNÇ1
---------------------------------------------Özet
Babesiosis, ruminantlarda eritrositlerde yıkıma neden olan ve kenelerle bulaşan enfeksiyöz bir hastalık olup, tropikal ve subtropikal
bölgelerde yaygın olarak görülmektedir. Subtropikal iklim kuşağında yer alan Türkiye’de de babesiosis endemik bir hastalıktır. Babesia
türlerini nakleden keneler, Türkiye’nin bütün coğrafik bölgelerinde bulunmakta ve kenelerin aktif oldukları mevsimlerde genellikle her yıl bu
hastalıkla karşılaşılmaktadır. Endemik yapısı sabit olan ülkelerde aşı uygulanmasına gerek duyulmazken; endemik yapısı değişken olan
ülkelerde, mutlaka aşı uygulamaları gerekmektedir. Bu makale, Türkiye’de sığırlarda endemik olduğu bilinen babesiosisin endemik olarak sabit
mi değişken mi olduğunun belirlenmesinin önemine ve aşının gerekliliği konusuna dikkati çekmek amacıyla derlenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Babesia bigemina, endemik durum.
Endemic Structure of Babesia Bigemina
Abstract
Babesiosis is an infectious disease causing to destruction of red blood cells in ruminants. The disease occurs in tropical and
subtropical areas. Turkey is located in a subtropical zone and babesiosis is an endemic disease. Ticks transporting Babesia species exist in
almost all regions of the country and the disease is seen every year during seasons when ticks are active. In regions where babesiosis is
endemic, the most reliable method of protecting animals from the blood parasite infection is vaccination. Vaccination reduces the economical
cost of the disease by achieving immunity of susceptible animals to field challenge. The initial step of deciding whether a vaccination protocol
is required is to assess the endemic status of the disease. Vaccination is usually only required in countries where the endemic status of the
disease is unstable. This review was written to draw attention to the importance of babesiosis is endemic stable or unstable and necessity of the
vaccine.
Key words: Babesia bigemina, endemic structure.
----------------------------------------------Giriş
Babesiosis, tropik ve subtropik bölgelerde evcil ve
yabani hayvanlarda yaygın olarak görülen ve İxodidae
ailesine bağlı vektör keneler tarafından transovarial ve
transstadial nakledilen protozoer bir hastalıktır (15).
Sığırlarda babesiosis; Babesia bovis, Babesia bigemina,
Babesia divergens ve Babesia major’un neden olduğu
protozoer bir hastalıktır (16, 26, 37). Babesia türleri
heteroksen
gelişme
gösteren
protozoonlardır.
Gelişmelerinin bir kısmını koyun, keçi, sığır, at, köpek
ve insan gibi omurgalı konaklarda, bir kısmını da
İxodidae ailesinde yer alan bazı kene türlerinde
(Boophilus microplus, B. annulatus, B. decoloratus,
Rhipicephalus appendiculatus, R. bursa, Hyalomma
anatolicum excavatum gibi) geçirirler (10, 23, 32, 35,
40). Türkiye’de babesiosis, endemik bir hastalıktır ve
ülke genelinde büyük ekonomik kayıplara yol
açmaktadır (7, 12, 13, 18). Babesia türlerinin naklinde
rol alan keneler, Türkiye’de bütün coğrafik bölgelerinde
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
bulunmaktadır. Bu nedenle kenelerin aktif oldukları mevsimlerde
genellikle her yıl bu hastalıkla karşılaşılmaktadır. Endemik durum,
son yıllarda sık sık gündemde olan ve sürü immünitesini
tanımlayan epidemiyolojik bir kavramdır. Sürü immünitesinin
düzeyi genellikle serolojik testlerle ölçülür ve “inokulasyon oranı”
olarak tanımlanan terimle ifade edilir. İnokulasyon oranları, immun
sığırları enfekte edebilecek miktarda olduğu zaman, klinik hastalık
sınırlı düzeyde olmakta ve endemik sabitlik elde edilmektedir.
Bunun aksine, eğer inokulasyon oranı yeterli değilse ve genç
sığırların bağışıklıkları tam şekillenmemişse endemik değişkenlik
şekillenmekte ve bu durum klinik vakalarla sonuçlanmaktadır (16).
Endemik yapısı sabit olan ülkelerde hayvanlar doğal yollarla
aşılanmış hayvan pozisyonunda olduğu için, aşı uygulanmasına
gerek duyulmazken; endemik yapısı değişken olan ülkelerde,
hastalığa karşı korunma amacıyla mutlaka aşı uygulamaları
gerekmektedir.
--------------------------------------Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi, Parazitoloji Anabilim Dalı,
Konya-TÜRKİYE
Sorumlu Yazar: Özlem DERİNBAY EKİCİ
E-mail: [email protected]
Geliş Tarihi: 12.11.2010
AVKAE Dergisi 2011 1:14-29
1
24
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:24-29
Bu makale, Türkiye’de sığırlarda endemik olduğu
bilinen babesiosisin endemik olarak sabit mi değişken mi
olduğunun belirlenmesinin önemine ve aşının gerekliliği
konusuna dikkati çekmek amacıyla derlenmiştir.
Klinik Belirtiler
Hastalığın
endemik
olduğu
bölgelerde,
hayvanlarda yüksek ateş, anemi, sarılık ve
hemoglobinuri
gibi
patognomik
semptomların
görülmesi ve vektör kenelerin mevcudiyeti babesiosisi
düşündürür (35). Bu belirtiler konak ve parazit türlerine
göre farklılıklar gösterebilir, konağa ait faktörlere ve
alınan etken sayısına bağlı olarak, perakut, akut veya
kronik olarak seyredebilir. Sığırlarda Babesia
enfeksiyonlarının inkubasyon süresi yaklaşık 7-14 gün
olup, 41-42ºC’ye çıkan yüksek ateş genellikle 2-7 gün
devam eder. Bu dönemde ileri derecede anemi tablosu
şekillenir. Ayrıca taşikardi ve hemoglobinuri ile
birlikte, önce diare daha sonra konstipasyon gibi
bağırsak bozuklukları görülür. Hastalığın akut
döneminde eritrositler büyük oranda tahrip olur. Daha
sonra akut hastalık tablosu, yerini kronik döneme
bırakır. Kronik dönemde hemoglobinuri görülmez.
Babesia
bigemina
enfeksiyonlarında
beyin
kapillarlarının tıkanmasına bağlı olarak 12-36 saat
içerisinde perakut ölüm şekillenebilir (35).
Teşhis
Babesiosisin teşhisi klinik belirtilerin yanında,
parazitin kendisinin saptanması veya parazite karşı
oluşan özgül antikorların tespit edilmesi ile
yapılmaktadır (5). Hastalığın kesin teşhisi kan
frotilerinde etkenlerin görülmesiyle konur. Bunun için
sığır, koyun, keçi gibi hayvanların kulak uçlarından
birer damla kan alınarak sürme ve kalın damla frotiler
hazırlanır, tekniğine uygun olarak Giemsa solüsyonu ile
boyanır ve mikroskopta immersiyon objektifte
incelenir. Kanda görülen protozoer ve riketsiyal
etkenlerin karakteristik özelliği olarak, hastalık
atlatıldıktan sonra iyileşen hayvanlar taşıyıcı hale
gelirler (29). Taşıyıcı hayvanların, tüm sığır
populasyonu içindeki oranı hastalığın epidemiyolojisi
açısından belirleyicidir. Bu nedenle portör hayvanların
ortaya
konması
hastalığın
kontrolü
ve
epidemiyolojisinin
belirlenmesinde
en
önemli
kriterlerden biridir. Ancak, taşıyıcı hayvanların
kanında, genellikle çok az miktarda parazit bulunur ve
bunlar, frotilerde her zaman tespit edilemezler (14). Bu
tip hayvanlarda etkenin teşhis edilebilmesi için çeşitli
serolojik ve moleküler teknikler kullanılmaktadır.
Babesiosisin serolojik teşhisinde en eski olan ve en çok
kullanılan test, IFA testidir (3).
Tedavi
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
Günümüzde babesiosisde imidocarb dipropionate
hem terapötik hem de profilaktik amaçla kullanılmaktadır
(25, 26, 38, 41). IMDP’nin ruminantlardaki tedavi dozu
1.2 mg/kg olup, kullanıldıktan kısa bir süre sonra kandaki
bütün Babesia’lar etkisiz hale getirilmektedir (4). İlacın
koruyucu dozu ise 2.4 mg/kg olup, koruyuculuk süresinin
iki ay kadar olabileceği belirtilmektedir. İlaç verilen
hayvanların doku ve organlarında 5.5-6 ay süreyle
kalıntılarına rastlanmaktadır. Bu sebeple, süt veren
hayvanlarda ve besi hayvanlarında kullanmaktan
kaçınmalı,
kullanıldığında
ise
hayvanlar
ilaç
uygulamasının
üzerinden
28
gün
geçmeden
kesilmemelidir. Bu süre 90 güne kadar da
uzatılabilmektedir. İlacın karsinojenik olabileceği de
belirtilmektedir (20, 22).
Korunma ve Kontrol
Babesiosisin kontrolü için günümüzde yapılan
uygulamalar, hasta hayvanların tedavisi ve vektör
kenelerle mücadele metotlarından ibarettir. Halbuki
etkenin vektör kenelerde ve sığırlarda güvenilir bir
biçimde teşhis edilmesi ve gerekiyorsa aşı
uygulamalarının yapılması, hastalığın kontrolü için
büyük önem arz eden konulardandır. Bu hastalığa karşı
korunmada kene kontrolü büyük önem taşımaktadır.
Ancak akarisidlerin pahalı oluşu, bazılarına karşı direnç
şekillenmesi, uygulama sırasında sığır hareketleri ile
ilgili düzenlemelerin ve karantinanın tam olarak
yapılamaması ve birçok işletmede akarisidlerin banyo
veya püskürtme şeklinde uygulanacağı sistemlerin
genellikle yetersiz olması gibi sebeplerden dolayı
güvenilir bir kontrol metodu değildir. Babesiosisin
endemik olduğu bölgelerde hayvanları kan paraziti
enfeksiyonlarına karşı korumak için, uygulanması
gereken en güvenilir metot aşı uygulamasıdır. Aşı ile
korumanın en önemli yararı, popülasyonda bulunan
duyarlı hayvanların enfeksiyona karşı direncini
artırarak, akut enfeksiyona bağlı ekonomik kayıpları
azaltmasıdır. Ancak bir ülkede herhangi bir aşının
gerekli olup olmadığına karar vermek için, öncelikle o
hastalığın ülke çapında yayılışının tespit edilmesi ve
hastalığın
endemik
durumunun
belirlenmesi
gerekmektedir. Hastalığın endemik açıdan sabit olup
olmadığının tespiti, farklı yaş gruplarına ait sığırların
enfeksiyon oranlarının belirlenmesi ile mümkündür.
Endemik yapısı sabit olan ülkelerde hayvanlar doğal
yollarla aşılanmış hayvan pozisyonunda olduğu için
genellikle akut enfeksiyonlara rastlanmaz, bu sebeple
de aşı uygulanmasına gerek duyulmaz. Endemik yapısı
değişken olan ülkelerde ise daima salgın çıkma riski
söz konusudur ve bu nedenle hastalığa karşı koruyucu
aşı uygulamaları tavsiye edilmektedir. Endemik sabit
bölgelerde doğan buzağılar maternal antikorlar
sayesinde 6-9 aylık olana kadar enfeksiyona karşı
dirençli olabilmekte ve bu arada enfekte keneye de
maruz
kalarak
koruyucu
antikor
titreleri
25
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:24-29
yükselmektedir. Bu nedenle de aşılamaya gerek
duyulmamaktadır. Ancak, endemik değişken bölgelerde
daima enfeksiyon riski olabilmekte ve bu nedenle 6-9
aydan sonra aşı ile koruma tercih edilmektedir (16, 30,
34, 39).
Endemik Durum
Endemik durum, son yıllarda sık sık gündemde
olan ve sürü immünitesini tanımlayan epidemiyolojik bir
kavramdır. Sürü immünitesinin düzeyi genellikle
serolojik testlerle ölçülür ve “inokulasyon oranı” olarak
tanımlanan terimle ifade edilir. İnokulasyon oranı direkt
olarak kenelerdeki enfeksiyonun yoğunluğu ve
hayvanlardaki enfeksiyon oranı ile ilgilidir. Babesia
türlerinin inokulasyon oranları, doğal ve kolostral
immuniteyle korunan sığırları enfekte edebilecek
miktarda olduğu zaman, klinik hastalık sınırlı düzeyde
olmakta ve endemik sabitlik elde edilmektedir. Bunun
aksine, eğer inokulasyon oranı yeterli değilse ve genç
sığırların doğal ve kolostral bağışıklıkları tam
şekillenmemişse endemik değişkenlik şekillenmekte ve
bu durum klinik vakalarla sonuçlanmaktadır (16).
İnokulasyon oranının formülü, Mahoney ve
Ross (1972) tarafından geliştirilen yönteme göre;
h = (-1)[ln (1-I)] /t’dir.
h = inokulasyon oranı,
I = enfekte hayvan oranı (%),
t = hayvanların yaşlarının aritmetik ortalaması
(gün olarak).
İnokulasyon oranının hesaplanmasıyla, bir sürüde
babesiosisin görülme ihtimali belirlenebilir. Mahoney ve
Ross (1972), inokulasyon oranı 0.05 ile 0.005 arasında
olan bir sığır populasyonunun endemik açıdan sabit
olduğunu, 0.005 ile 0.0005 arasında ise değişken
olduğunu belirtmişler, bu oranın 0.0005’den düşük
olması durumunda ise salgın çıkma riskinin veya hastalık
oluşma ihtimalinin çok az olduğunu bildirmişlerdir.
Endemik sabitliğin olabilmesi için gerekli
minimum inokulasyon oranı 0.005’dir. Başka bir
ifadeyle, dokuz aylığa kadar olan hayvanların en az
%75’inin seropozitif olması, o sürünün endemik sabit
olduğunu göstermektedir. Böyle bir sürünün enfekte
kenelerle enfeste olması durumunda genellikle akut
hastalık tabloları gözlenmez, aksine vücuttaki antibabesia antikorlarının titresi daha da yükselir ve müteakip
kene aktivite sezonlarında da güçlü immüniteye sahip
olmaları dolayısıyla reenfeksiyonlara direnç gösterirler.
Ancak yaşamlarının ilk dokuz aylık döneminde hayvanlar
kene enfestasyonuna maruz kalmaz ise koruyucu
immünite giderek azalmaktadır. Maternal antikorların ve
yaş direncinin azalması dolayısıyla enfeksiyona karşı
daha duyarlı olan dokuz aylıktan büyük sığırlarda,
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
inokulasyon oranı 0.005’den düşük ise primer
enfeksiyonun şekillenme ihtimali yükselir. Bu ihtimal
0.001’lik inokulasyon oranında en yüksek seviyededir
(34). Mahoney ve Ross’un (1972) geliştirdiği model,
kenelerle
bulaşan
diğer
hastalıklar
için
de
kullanılmaktadır (24).
Endemik sabitliğin şekillenmesi, ortamdaki kene
varlığına bağlıdır. İklim veya bilinçsiz akarisid
uygulamaları dolayısıyla kene populasyonunun azalması
durumunda endemik sabitlik, değişkenliğe dönüşebilir.
Bu nedenle sürü bazında stratejik kene kontrol metotları
uygulanarak, endemik sabitlik durumunun gelişmesi
teşvik edilebilir.
Güney Afrika’da, bazı çiftliklerde uygulanan
kene kontrol metotlarının, B. bigemina ve B. bovis’in
endemik sabitliği üzerine etkisini belirlemek amacıyla
yapılan çalışmalar, stratejik kene kontrol metotları
uygulanarak endemik sabitliğin oluşturulabileceğini
göstermiştir (2).
Hastalığın yayılma bölgeleri endemik, marjinal
ve enfekte olmayan bölgeler olarak üç grupta
sınıflandırılabilir. Endemik bir bölgeden endemik
olmayan bir bölgeye hayvan nakilleri ile hastalık
yayılabilmektedir (39).
Carrique ve ark (2000), yaptıkları bir çalışmada,
yaşları dokuz aya kadar olan sığırların bulunduğu
sürülerde inokulasyon oranını 0.0005 ile 0.005 arasında
tespit ederek, bu sürülerin, ilk dokuz aylık dönemde
etkene maruz kalmamaları dolayısıyla, endemik açıdan
değişken olduğunu belirtmişler ve buna göre etkene ilk
defa maruz kalabilecek olan yaşlı sığırlarda enfeksiyonun
öldürücü olabileceği üzerine vurgu yapmışlardır (6).
Ndou ve ark (2010), Kuzey Afrika’nın Mafikeng
bölgesinde anaplasmosis’in seroprevalansını tespit etmek
için cELISA testini kullanarak seroprevalans değerini
%96.4-100 bulmuşlar ve hastalığın endemik sabit
olduğunu belirtmişlerdir (27).
Norval ve ark (1983), seropozitif hayvanların
oranını baz alarak, hastalığın endemik yapısını
belirleyecek
beş
farklı
epidemiyolojik
durum
geliştirmişlerdir (28). Bunlar:

Endemik sabit durumlar (%81-100 pozitif
serum)

Yaklaşık endemik sabitlik (%61-80 pozitif
serum)

Endemik değişken durumlar (%21-60 pozitif
serum)

Minimum hastalık durumu (%1-20 pozitif
serum)

Hastalıksız alanlar (%0 pozitif serum)
26
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:24-29
Güney Afrika’da yapılan bir çalışmada, yaşları
7, 8, 10, 17, 20 ay ile 30-120 ay arasında değişen
sığırların serumları IFA testi ile B. bigemina antikorları
yönünden incelenmiş ve hayvanların sırasıyla %46,
%70, %90, %92, %54 ve %82 oranlarında seropozitif
oldukları tespit edilmiştir. Endemik sabitliğin,
hayvanlar dokuz aylık olduğunda şekillendiği
bildirilmiştir (30).
Yaş, sığır babesiosisinde önemli bir faktördür
ve ciddi Babesia vakalarının sayısı yaşla birlikte
artmaktadır. Enfeksiyonu daha önceden geçirmemiş
annelerden doğan iki aylıktan küçük buzağılar, B bovis
ve B. bigemina enfeksiyonlarına karşı oldukça
hassastırlar. İmmun annelerden doğan buzağılar ise
kolostrum yoluyla pasif bağışıklık kazandıklarından
dolayı her iki parazite karşı da dirençlidirler. Buzağılar
iki aydan sonra en az 4-6 ay devam eden non-spesifik
doğal dirençle korunurlar. Bu nonspesifik direnç,
annenin immun yapısına bağlı değildir. Buzağıların
yaşamında 6 ile 9 ay arasındaki dönem kritiktir. Bu
dönemde Babesia enfeksiyonuna maruz kalırlarsa
endemik sabitlik oluşur. Daha sonraki dönemlerde
ortaya çıkan primer enfeksiyonlar ise öldürücü olabilir
(16). Swai ve ark (2005), Tanzanya’da, kenelerle
nakledilen enfeksiyonların (Theileria parva, T. mutans,
Anaplasma marginale, Babesia bigemina ve B. bovis)
özellikle iki yaşından büyük sığırlarda görüldüğünü,
maternal antikorların da hayvanlar 18 haftalık olana
kadar tespit edilebildiğini bildirmişlerdir. Çalışmada bu
parazitler için seroprevalansın yaşla birlikte arttığı
tespit edilmiştir (36).
Türkiye’de, babesiosis endemik bir hastalıktır.
Babesia türlerini nakleden keneler, Türkiye’nin bütün
coğrafik bölgelerinde bulunmakta ve kenelerin aktif
oldukları mevsimlerde genellikle her yıl bu hastalıkla
karşılaşılmaktadır (8, 11, 17, 19). Akut enfeksiyonlar
veteriner hekimler veya hayvan sahipleri tarafından,
klinik veya mikroskobik metotlarla teşhis edilip antibabesial ilaçlarla tedavi edilmektedir. Türkiye’de sığır
babesiosisinin serolojik metotlarla teşhisi ve hastalığın
yaygınlığı yönünde yapılan serolojik çalışmalar sığırlarda
Babesia seropozitifliğinin değişik oranlarda görüldüğünü
ortaya koymaktadır (1, 8, 13, 17, 19, 21, 31, 33). Yapılan
bir çalışmada, Konya bölgesi Babesia bigemina
yönünden endemik değişken olarak değerlendirilmiş ve
bu hastalıktan korunmada etkili bir aşının gerekliliği
konusu önem kazanmıştır (9). Ancak, diğer bölgelerde
farklı yaş gruplarına ait sığırlarda endemik durumun sabit
mi, yoksa değişken mi olduğu ve aşı uygulamalarının
gerekli olup olmadığı konusunda yeterli bilgi
bulunmamaktadır.
Bundan sonra yapılacak çalışmaların, çeşitli
yörelerle sınırlı kalmayıp tüm Türkiye çapında yapılması,
hastalığın endemik durumunun ortaya çıkarılması
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
açısından oldukça önemlidir. Türkiye’nin coğrafik
suşlarından hazırlanmış bir aşı bulunmamaktadır. Bu
nedenle en yakın zamanda aşı çalışmalarının yapılmasına
ihtiyaç duyulmaktadır.
Kaynaklar
1.
Aktaş M, Sevgili M, Dumanlı N, Karaer Z ve
Çakmak A, (2001) Elazığ, Malatya ve Tunceli
illerinde sığırlarda BabesiaTürlerinin SeroPrevalansı. Turkish Journal of Veterinary and
Animal Sciences, 25: 447-451.
2.
Ardington PC, (1982) The benefits of intensive
tick control. The proceedings of a Symposium
on Ecto-parasites of cattle, South African
Bureau of Standarts, Pretoria, 136-140.
3.
Bidwell DE, Turp P, Joyner LP, Payne RC,
Purnell RE, (1978) Comparisons of serological
tests for Babesia in British cattle. Veterinary
Record, 103: 446-449.
4.
Blood DC, Radostits OM, (1989) Veterinary
Medicine: A Textbook of the diseases of cattle,
sheep, pigs, goats and horses. Seventh ed ELBS,
Bailliere, Tindall, London.
5.
Bose R, Jorgensen WK, Dalgliesh RJ, Friedhoff
KT, De Vos AJ, (1995) Current state and future
trends in the diagnosis of babesiosis. Veterinary
Parasitology, 57(1-3): 61-74.
6.
Carrique JJ, Morales GJ, Edelsten M, (2000)
Endemic
instability
for
babesiosis
and
anaplasmosis in cattle in the Bolivian Chaco.
The Veterinary Journal, 160: 162-164.
7.
Çakmak A, (1990) Ankara yöresinde bir sığır
sürüsünde
hemoparazitlerin
insidensinin
araştırılması. AÜ Veteriner Fakültesi Dergisi,
37(3): 632-645.
8.
Çakmak A, Öz İ, (1993) Adana yöresi
sığırlarında
Kan
protozoonlarının
Serodiagnozu. Ankara Üniversitesi Veteriner
Fakültesi Dergisi, 40 (1): 70-77.
9.
Derinbay
Ekici
O,
Sevinç
F,
(2009)
Seroepidemiology of Babesia bigemina in cattle in
the Konya Province, Turkey: Endemic status. Bull.
Vet. Inst. Pulawy, 53: 645-649.
27
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:24-29
10. Dik B, Sevinç F, (2002) Veteriner Protozooloji.
21. Karatepe B, Karatepe M, Nalbantoğlu S, Karaer Z,
Selçuk Üniversitesi, Veteriner Fakültesi Yayın
Çakmak A, (2003) Niğde Yöresinde Sığırlarda
Ünitesi, Konya.
Babesiosis’in Prevalansı. Türkiye Parazitoloji
11. Dumanlı N ve Özer E, (1987) Elazığ yöresinde
sığırlarda görülen kan parazitleri ve yayılışları
üzerinde
araştırmalar.
Selçuk
Dergisi 27 (4): 243-246.
22. Kaya S, Pirinçci İ, (2002) Protozoonları Etkileyen
Üniversitesi
İlaçlar. “Veteriner Hekimliğinde Farmakoloji” Ed,
Veteriner Fakültesi Dergisi, 3 (1): 159-166.
Kaya S, Pirinçci İ and Bilgili A, Cilt 2, Baskı 3,
12. Düzgün A, Alabay M, Çerçi H, Emre Z,
Çakmak A, (1992) A serological survey using
Medisan Yayın Serisi, 55: 483-510.
23. Kreier JP, Baker JR, (1987) Parasitic Protozoa.
ELISA for Babesia bovis infection of cattle in
Turkey. IAEA-TECDOC-657: 175-177.
13. Eren
H,
(1992)
babesiosisi
Ankara
üzerinde
yöresinde
serolojik
Allen and Unwin. Inc., Boston.
24. Mahoney DF, Ross DR, (1972) Epizootiological
sığır
factors in the control of bovine babesiosis. Aust
survey
çalışmaları. Doktora tezi, Ankara Üniversitesi,
Vet J, 48: 292-298.
25. Merck,
Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Ankara.
Veterinary
February
http://www.merckveterinarymanual.com/mvm/
14. Figueroa JV, Precigout E, Carcy B, Gorenflot
A, (2006) Identification of common antigens in
(2007)
index.jsp?cfile=htm/bc/10402.html.
26.
Minjauw B, McLeod A, (2003) Tick-borne
Babesia bovis, B. bigemina, and B. divergens.
disease and povert. Research report, DFID
Ann NY Acad Sci, 1081: 382-396.
Animal Health Programme, Centre for Tropical
15. Friedhoff KT, (1988) Transmission of Babesia.
Veterinary Medicine, University of Edinburgh,
In “Babesiosis of Domestic Animals and Man”
Ed by Ristic M, CRC Press, Inc Boca Radon,
Florida, 23-52.
UK.
27.
Ndou RV, Diphahe TP, Dzoma BM, Motsei
LE, (2010) The seroprevalence and Endemic
16. Geleta AR, (2005) Antibody response to
Stability of Anaplasmosis in Cattle Around
Babesia bigemina and Babesia bovis by
Mafikeng in the North West Province, South
vaccinated and unvaccinated cattle in an
Africa. Vet. Res., 3: 1-3.
endemic area of South Africa. Master thesis,
University of Pretoria etd.
17. İça A, Vatansever Z, İnci A, (2005) Bovine
Babesiosis in Turkey. Babesia World Summit,
Buenos Aires, Argentina, 9-10.
18. İnci A, (1992) Ankara’nın Çubuk ilçesinde
sığırlarda Babesiosis’in seroinsidensi üzerine
araştırmalar. Doktora tezi, Ankara Üniversitesi
Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Ankara.
28. Norval RAI, Fivaz BH, Lawrence JA, Dailecourt
T, (1983) Epidemiology of tick-borne diseases of
cattle in Zimbabwe. 1. Babesiosis. Tropical
Animal Health and Production, 15: 87-94.
29. Purnell RE, (1981) Babesiosis in variosis host.
In “Babesiosis” Ed by, Ristic M, and Kreier PJ,
Academic Pres, Newyork, 25-39.
30. Regassa A, Penzhorn BL, Bryson NR, (2003)
Attaintment of endemic stability to Babesia
19. İnci A, Çakmak A, Karaer Z, Dinçer Ş, Sayın F,
bigemina in cattle on a South African ranch
İça A, (2002) Kayseri yöresinde sığırlarda
where non-intensive tick control was applied.
Babesiosis’in seroprevalansı. Turk J Vet Anim
Veterinary Parasitology, 116: 267-274.
Sci, 26: 1345-1350.
31. Sayın F, Dinçer Ş, Karaer Z, Çakmak A, İnci A,
20. Karaer Z ve Nalbantoğlu S, (2005) Protozoon
Yukarı BA, Eren H, Friedhoff KT, Miller I,
Hastalıklarında Tedavi. “Parazit Hastalıklarında
(1996) Studies on Seroprevalence of Babesia
Tedavi” Ed, Burgu A ve Karaer Z, Türkiye
Infection of Cattle in Turkey. In “New
Parazitoloji Derneği, Yayın No 19: 1-19.
Dimensions in Parasitology” Ed by, Özcel MA,
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
28
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:24-29
Proceedings of the VIII International Congress
parasite of veterinary and zoonotic importance.
of Parasitology ICOPA VIII, Acta Parasitologica
Clinical Microbiology Reviews, 16: 622–636.
Turcica, 505-516.
32. Sevinç F, (1996) Konya yöresi koyunlarında
Babesia ovis’in ELISA ile teşhisi. Doktora Tezi,
Selçuk Üniversitesi, Sağlık Bilimleri Enstitüsü,
Konya.
33. Sevinç F, Sevinç M, Birdane FM, Altınöz F,
(2001) Prevalence of Babesia bigemina in
cattle. Revue Med Vet 152 (5): 395-398.
34. Smith RD, Evans DE, Martins JR, Ceresér VH,
Correa BL, Petraccia C, Cardozo H, Solari MA,
Nari A, (2000) Babesiosis (Babesia bovis)
stability in unstable environments. Ann N Y
Acad Sci, 916: 510-20.
35. Soulsby EJL, (1987) Helminths, Arthropods
and Protozoa of Domesticated Animals, 7th Ed
Bailliere Tindall London UK.
36. Swai ES, French NP, Beauchamp G, Fitzpatrick
JL, Bryant MJ, Kambarage D, Ogden NH,
(2005) A longitudinal study of sero-conversion
to tick-borne pathogens in smallholder dairy
youngstock
in
Tanzania.
Veterinary
Parasitology, 131: 129-137.
37. Tonnesen M, (2005) Distrubution of Boophilus
microplus and Boophilus decoloratus and
associated occurrence of babesia species in
cattle in the Soutpansberg region, northern
province, South Africa, Master thesis, University
of Pretoria etd.
38. Vial HJ, Gorenflot A, (2006) Chemotherapy
against babesiosis. Veterinary Parasitology,
138: 147–160.
39. Young ER (1988) Epidemiology of Babesiosis.
In “Babesiosis of Domestic Animals and Man”
Ed by, Ristic M, CRC Pres, Boca Raton,
Florida, 81-98.
40. Yukarı BA, Karaer Z (1996) Babesiosis. Vet
Hek Derneği Dergisi, 67: 46-54.
41. Zintl A, Mulcahy G, Skerrett HE, Taylor SM,
Gray JS (2003) Babesia divergens, a bovine blood
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
29
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:1-7
Devekuşunun (Struthio Camelus) Koroner Arterleri Üzerinde Makroanatomik Bir
Araştırma*
Atila YOLDAŞ1
Memduh GEZİCİ2
---------------------------------------------Özet
Bu çalışma devekuşu kalp atardamarlarının makroanatomik özeliklerini belirlemek için yapıldı. Kalp ağırlığının vücut
ağırlığının %0,99’nu teşkil ettiği görüldü. Devekuşlarında kalbin A. coronaria sinistra (ACS) ve A. coronaria dextra (ACD)
tarafından beslendiği ve dallanmanın memelilerdeki duruma daha çok benzediği gözlendi. A. coronaria sinistra (ACS) ve A.
coronaria dextra (ACD)’nın r. profundus’u verdikten sonra r. superficialis olarak devam ettiği, a. coronaria sinistra (ACS) daha
sonra r. circumflexus sinister ve r. interventricularis paraconalis’e ayrıldığı a. coronaria dextra (ACD) ise r. circumflexus
dexter olarak devam edip, r. interventricularis subsinuosus’u (RIS) oluşturduğu belirlendi. ACS ve ACD’dan ayrılan r. conales,
conus arteriosus ve conus arteriosus’a yakın ventriculus dexter bölümünü beslediği tespit edildi. Septum interventriculare’nin
vaskularizasyonunu ACS’nın ve ACD’nın r. profundus’ları tarafından yapıldığı, ayrıca r. interventricularis paraconalis ve r.
interventricularis subsinuosus’dan ayrılan rr. septales’lerin de yardımcı olduğu belirlendi.
Anahtar kelimeler: Devekuşu, Anatomi, kalp, koroner arter
A Macroanatomic Investigation on the Coronary Arteries of the Ostrich
Summary
This study was performed to investigate the macroanatomy of coronary arteries in the ostrich. Its weight was 0.99% of
the total body weight. The heart was found to be noursihed by the right and left coronary arteries, and the branch distribution
resembled that of the mammal heart. It was observed that the left coronary atery (ACS ) continued as r. profundus and r.
circumflexus sinister; and was then divided into r. circumflexus and r. interventricularis paraconalis (RIP). The right coronary
artery (ACD) was found to be divided into r. profundus and r. superficialis; and the latter continued as r. circumflexus dexter
which later became r. interventricularis subsinuosus. R. conales that arised from ACS, and ACD was found to feed conus
arteriosus and ventriculus dexter area nearby the conus arteriosus. Septum interventriculare was vascularized by r. profundus of
the ACS and ACD, also by rr. septales that originated from r. interventricularis paraconalis and r. interventricularis subsinosus.
Key word: Anatomy, Ostrich, Anatomy, Heart, Coronary arteries
----------------------------------------------Giriş
İlk çağlardan beri eti ve tüylerinden yararlanılan
devekuşunun evcilleştirilmesi ile günümüzde sağlık
sektöründen (16) sanayi sektörüne kadar birçok alanda
yararlanılmaktır (6,8). Bunun yanında Dünya
nüfusundaki hızlı artış, hayvansal kaynaklı protein
ihtiyacnı artırmıştır. Bu durum insanları yeni kaynak
aramaya ve alternatif besin maddelerine yönelik
araştırmalar yapmaya yöneltmiştir. Bu amaçla uzun
yıllar yaşayabilen iri, cüseli gelişim hızı yüksek olan
devekuşlarının önemini artırmıştır (8). devekuşlarının
önemini artırmıştır (8).
Devekuşu kalbinin beslenmesi ile ilgili az çalışma
yapılmasına rağmen (4), farklı kanatlı (1,15,17,19)
türleri ve memelilerin (2,9,10,28) koroner arterlerin
orijin dağılımı hakkında bir çok çalışma mevcuttur.
Dünyada farklı farklı alt türleri bulunan
devekuşunun, ülkemizde yetiştirilmesi yapılan, Doğu
Afrika (Redneck) ile Güney Afrika (Blueneck)
devekuşlarının melezleştirilmesinden elde edilen Afrika
_____________________
*Doktora tezinden özetlenmiştir.
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
siyahı olarak adlandırılan alt türürünün (6,13), korener arterleri
anatomasi çalışılmıştır.
Materyal ve Metod
Araştırma materyalleri Adana ve çevresinde devekuşu üretim
çiftliklerinden elde edildi. Bu amaçla cinsiyet ayrımı yapılmadan toplam
25 adet kalp kullanıldı.
Çalışma bu alt alttür ile memeli ve kantlıların koroner arterleri
arasındaki bezerlikler veya farklılıkları ortaya koymayı ve kısmende bu
konudaki eksikliği kapatmayı amaçlamaktadır.
Kesim anında canlı ağırlıkları tartılan devekuşlarının
kesimden sonra içi boşaltılmış kalplerin ağırlıkları %0,1
hassasiyetindeki terazi (Shimadzu EB-3200H) ile ölçüldü.
-----------------------------------------1
Adana Veteriner Kontrol ve Araştırma Enstitüsü, 01122 Adana, Türkiye
2
Selcuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi Anatomi ABD, Konya, Türkiye
Sorumlu Yazar: Atilla YOLDAŞ
E-mail:[email protected]
Ulaşma tarihi: 12.12.2010
AVKAE Dergisi 2011 1:1-7
1
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:0-0
Kesim anında canlı ağırlıkları tartılan
devekuşlarının kesimden sonra içi boşaltılmış
kalplerin ağırlıkları %0,1 hassasiyetindeki terazi
(Shimadzu EB-3200H) ile ölçüldü.
Kesimden hemen sonra alınan kalplere
arcus aorta düzeyinden yerleştirilen uzun bir
kateter aracılığı ile Na heparin (5000) verilerek
koroner arterlerdeki kanın pıhtılaşması önlendi.
Daha sonra kalpler 45-50 ºC sıcaklığındaki su
içinde bekletilirken, aorta ascendens’de bulunan
kateter yardımı ile fizyolojik tuzlu su (%0,9)
enjekte edilerek damarlar yıkandı.
Kaynaklarda belirtildiği gibi koroner
arterleri belirlemek için 15 adet kalbe latex
enjeksiyonu (1,2,10) ve 10 adet kalbe ise
corrosion cast tekniği (20) uygulandı. Bu
amaçla her kalp için %10’luk (250 ml latex ve
25 ml kırmızı kumaş boyası (goya) karışımı
hazırlandı. Kast için kullanılan takilon
karışımı150 ml sıvı (monomethylmetacrylaste),
90 gr. toz (polymethylmethacrylate) ve 20 ml
beyaz tahta kalemi boyası (plan master, TZ 025)
karıştırılarak elde edildi. Hazırlanan bu karışım
aorta ascendens’e yerleştirilen kateter yardımı
ile verildi
Materyaller
diseksiyonu
yapılarak
Şekil 1/A: A. coronaria sinistra ve a. coronaria dextra’nın orijini (Dorsal
Canon D400 marka makine ile fotoğraflandı.
görünüş, Latex)
Çalışmada
kullanılan
anatomik
Şekil 1/B: R. interatrialis orijin ve dallanması (Latex)
isimlendirmeler için Nomina Anatomica Avium
Şekil 1/C: R. circumflexus dexter’in seyri ve ventromedial kökleri (atrium
(1993) temel alındı.
dextrum uzaklaştırıldıktan sonra, dorsal görünüş)
Bulgular
Materyal olarak kullanılan devekuşları
duvarı üzerine uç dallar vermekteydi. Çalışılan
canlı ağırlıklarının 77,70±4,2 kg olduğu pericardium’u
materyallerin % 28’inde r. interatrialis’in ACD’nın sol
ayrılmış atrium ve ventriculus’ları boşaltılmış kalp
lateral duvarından tek kök halinde çıktığı belirlendi.
ağırlığının ise 769,40±40,7 gr olduğu bulundu.
R. superficialis (Şekil: 1/3): A. coronaria sinistra
Kalbin ACS, ACD ve dalları tarafından vaskularize
r.
profundus’u
verdikten sonra sulcus interventricularis
edildiği belirlendi.
paraconalis
seviyesine
kadar devam ettiği belirlendi.
A. Coronaria Sinistra (Şekil: 1, 3/1): Aorta’nın
Buradan
çıkan
ince
1-2
dalın atrium sinistrum’un dış
başlangıç seviyesinde bulunan valvula semilunaris
duvarına
ulaştığı
belirlendi.
sinistra’nın serbest kenarının hemen üzerinden başlangıç
aldığı görüldü. Damarın orijininden sonra, tr. pulmonalis ile
R. profundus (Şekil:1,3,5/4): ACS’nın orijininden
auricula sinistra arasından ve bu oluşumla örtülü durumda,
hemen sonra numunelerin %45’in de güçlü tek kök,
kraniodistale doğru seyrine devam ettiği belirlendi.
%25’inde 2, %30’unda ise 3 kök halinde çıktığı belirlendi.
Damarın orijininden hemen sonra sol lateral duvarından r.
Arter valvula semilunaris dorsalis’in ventralinden ve
interatrialis’i, akabinde ventral duvarından r. profundus’u
bulbus
aorta’nın
komşuluğunda
septum
verdiği belirlendi. ACS, r. profundus’u verdikten sonra r.
interventriculares’e girdikleri tespit edildi. Septum içinde
superficialis olarak sulcus interventricularis paraconalis ile
oblik olarak kaudoventrale doğru birbirlerine paralel
sulcus coronarius’un kesişim seviyesine kadar vardığı
olacak septum interventriculare sonuna kadar ilerledikleri
belirlendi. Burada r. superficialis’in, r. circumflexus sinister
görüldü. Bu dalların birbirleri ile anostomoz yaptıkları
ve RIP olarak iki ana dala ayrıldığı tespit edildi.
belirlendi. Bunun yanında arter RIP’n rr. septales’i ile
R. interatrialis (Şekil:1/2): ACS’in ilk verdiği
daldı. Kraniale doğru bulbus aorta üzerinde oldukça uzun
bir seyir izleyerek atrium dextrum’a kadar vardığı, atrium
dextrum’un arcus tranversus dexter ve mm. pectinati’si
içine dağılarak sonlandığı tespit edildi. Seyri boyunca
atrium sinistrum’un dorsal duvarına, bulbus aorta, septum
interventiculeris’nin proksimal kısmına ve tr. pulmonalis’in
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
anastomoz yaptığı gözlemlendi. ACS’nın rr. profundi’nin
septum interventriculares’in cranial yarımının büyük bir
kısmının vaskulirazasyonunu sağladığı tespit edildi.
Çalışılan materyalerin bazılarında (%20) r.
profundus’un orijin yerine yakın olarak ayrılan ince zayıf
bir dalın hemen üzerinde bulunan atrium sinistrum’a ulaşıp
sonlandığı gözlemlendi.
2
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:0-0
R. circumflexus sinister (Şekil:1,2,4/5): R.
superfacialis’den ayrıldıktan sonra sulcus coronarius içinde
auricula sinistra’nın alt sınırı boyunca ve bu yapı ile örtülü
olmadan caudale doğru ilerlediği belirlendi. R.
circumflexus’un çapının RIP çapından dar olduğu tespit
edildi. R. circumflexus sinister seyri sonunda uç dallarının
r. interventricularis subsinuos’un rr. ventriculares’in güçlü
bir dalı ile anastomoz yaptıkları belirlendi. R. circumflexus
sinister sulcus coronarius’daki seyri boyunca, atrium
sinistrum’a rr. atriales ve ventriculus sinister’e rr.
ventriculares olarak adlandırılmış dalları verdiği görüldü.
Rr. atriales (Şekil:2/7): R. circumflexus sinister’in
dorsal duvarı üzerinden verdiği dallar olarak gözlemlendi.
Sayılarının 3-5 adet olup çapları oldukça dar oldukları
tespit edildi. Orijininden kısa bir seyir sonra atrium
sinistrum duvarı üzerine dağıldıkları ve mm. pectinateae ve
valva venae pulmonalis’e uç dallar verdiği tespit edildi.
Rr.
ventriculares
(Şekil:2,4/11):
R.
circumflexus’un caudal’e doğru seyri boyunca ventriculus
sinister üzerine verdiği dallar olarak tespit edildi. Bu
arterlerin seyir ve orijinleri bakımından r. circumflexus’un
ventral ve medial (Şekil:1/15) duvarından çıkan kökler
olarak iki farklı gurup olduğu gözlemlendi. R.
circumflexus’un
ventral
duvarından
çıkan
rr.
ventriculares’in; çap, uzunluk ve dağılım bakımından 5-8
kökten oluştuğu belirlendi. Bu dallardan 2-3’nün güçlü
olduğu göze çarpmaktadydı. Bu güçlü dallardan birinin,
numunelerin %88’inde r. circumflexus sinister ile RIP
ayırım yerindeki açıdan ya da bu açıya yakın olarak
(Şekil:2,3/10); ikincisinin numunelerin hepsinde r.
circumflexus’un seyrinin orta seviyesine yakın olarak
çıktığı, numunelerin % 32’inde ise ventriculus sinister’in
uzunluğunun orta seviyesine kadar ulaştığı (Şekil:2/12),
üçüncüsünün ise ikinci dalın orijininden yaklaşık 1-2 cm
sonra r. circumflexus sinisterin ayrıldığı görüdü. Ancak
numunelerin %28’inde dalın r. circumflexus’un devamı
şeklinde olduğu görüldü (Şekil:2/14). Bu dalların
ventriculus sinister’in büyük bir kısmınına dağıldığı
belirlendi.
Şekil 2: R. circumflexus sinister ve r. interventricularis
paraconalis’in dalları (latex, lateral)
R. circumflexus’un bu güçlü dallarına ek olarak
sayıları 2-4 arasında değişen rr. ventriculares’i verdiği
gözlemlendi. Bu dalların orijin yerlerine yakın ventriculus
sinister bölümünü beslediği belirlendi (Şekil:2,3/11).
R. circumflexus’un madial yüzünden çıkan rr.
ventriculares’in kalpte 8-9 ince dal halinde oldukları dikkati
çekmekteydi. Dalların orijinlerinden hemen sonra ostium
atrioventriculare sinistrum çevresindeki ventriculus
sinister’e ait myocardium’a girdikleri ve kısa bir seyirden
sonlandıkları tespit edildi (Şekil:1/15).
R.
interventricularis
paraconalis
(Şekil:1,2,3,4,/8): R. superficialis’in sulcus interventricularis
paraconalis içindeki devamı olarak tespit edildi. RIP, sulcus
interventricularis paraconalis içinde apex cordis’e doğru
ilerlediği, seyrinin 2/3’ünden sonra incusurae apex cordis’e
girip ventriculus dexter’in distal sınırını belirleyen septum
interventricularis boyunca oblik olarak kaudale doğru kısa
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
Şekil 3: R. interventricularis paraconalis’in dallanması (kast)
3
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:0-0
bir seyirden sonra, apex cordis düzeyinde uç dallara ayrılarak
sonlandığı belirlendi.
Rr. conales (Şekil:1,3,4/6): Çalışılan numunelerin
9’unda r. Superficialis, r. circumflexus ve RIP ayırım
yerindeki açının kaudalinden orijin aldığı belirlendi.
Devekuşlarında rr. conales’in ventriculus dexter’in
proksimal
bölümünün
sulcus
interventricularis
paraconalis’e yakın kısmının ve conus arteriosus’un
beslenmesinde büyük önem taşıdığı belirlendi. Rr.
conales’in uç dallarının RIS’un homolog dalı olan ve aynı
bölgeye gelen dal ile conus arteriosus’da anastomoz yaptığı
belirlendi.
Bir materyalde rr. conales’ten ayrılan bir dalın
septum interventriculare’yi beslediği görüldü.
Rr. ventriculares (Şekil:2,3,4/13): RIP’in seyri
boyunca sağ lateral duvarında ventriculus dexter duvarına,
sol lateral duvarından ventriculus sinister duvarı üzerine
verdiği dallar olarak gözlemlendi. Ventriculus sinister
duvarı üzerine 5-6, ventriculus dexter duvarı üzerine ise 2-3
kök halinde dağıldığı tespit edildi.
Materyallerin %88’inde RIP’nin proksimal
bölümünden (Şekil:2/13’) ve bununla birlikte materyallerin
tümünde RIP’nin seyrinin distal 1/3’ünden (Şekil:2/13’’)
güçlü iki dalın çıktığı belirlendi. Bu dallın ventriculus
sinister’in üzerinde caudoventral doğru ilerleyip ventriculus
sinister’in uzunluğunun ortasına kadar ilerlediği belirlendi.
Çalışılan devekuşlarının 5 (%20)’inde r. interventricularis
paraconalis’den seyrinin 2/3’ü seviyesinde sol lateral
duvarından çapı oldukça kalın tek dalın çıktığı belirlendi.
Bu dalın ventriculus sinister üzerinden oblik olarak apex
cordis’e doğru ilerlediği ve bu arterlerden çıkan distal
dalların aynı bölgeye kadar ulaştığı görüldü (Şekil: 4/13).
Rr. septales (Şekil:3,4/9): RIP’in sulcus
interventricularis paraconalis’teki seyri sırasında medial
duvarından ayrılan ince çaplı dallar olarak göze
çapraktaydı. Rr. septales sayıları 8-10 kadar oldukları
belirlendi. Çıkışından sonra septum interventriculares
içinde kısa bir seyirden sonlandığı belirlendi.
A. coronaria dextra (Şekil:1,5/I): ACD’nın aorta’nın
başlangıç seviyesinden valvula seminularis dextra
ventralis’in serbest kenarından başlangıç aldığı görüldü.
Arter’in truncus pulmonalis ile auricula dextra arasından
kraniale doğru ilerleyip, daha sonra kaudale kavis yaparak
sulcus coronarius’a vardığı belirlendi. ACD’nın orijininden
sonra r. profundus’u verdikten sonra r. superficialis olarak
devam ettiği belirlendi.
R. profundus (Şekil:3,5/V): R. profundus
orijininden hemen sonra septum interventriculare’in kaudal
bölümüne daldığı, septum boyunca oblik olarak
ventrokaudal yönde ilerlediği belirlerdi. R. profundus’un,
seyri boyunca ACS’nın r. profundus’una paralel olarak bir
seyir izlediği gözlemlendi. R. profundus’un septum
interventriculares’in distal sınırına kadar ulaştığı görüldü.
R. profundus’un kaudaline yönelen uç dalların mm.
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
Şekil 4: R. interventricularis paraconalis’in farklı dallanması
(latex)
papillares’e ulaştıkları belirlendi. R. profundus’un uç
dallarının numunelerin %24’ünde RIS’un septal dalları ve
numunelerin tümünde ACD’nın r. profundus’unun
dallarının anastomoz yaptığı da gözlemlendi. R. profundus
a. coranaria dextra’dan orijin alır almaz, kaudal duvarından
bir kök verdiği belirlendi. Bu kökün 12 (%48) materyalde
a. coronaria dextra’nın r. profudus’u vermeden hemen önce
ventral duvarından ayrıldığı gözlemlendi (Şekil: 1 /IV’). Bu
kökün septum interventriculare’nin proksimal bölümünü ve
aorta kökü ile ostium atrioventriculare dextrum
çevresindeki myokarda uç dallar vererek sonlandığı
belirlendi.
R. superficialis (Şekil:1/III): R. superficialis
başlangıç yerinde hafif kraniale doğru yöneldikten sonra,
kaudale doğru yönelerek truncus pulmonalis ve auricula
dextra’nın arasından sulcus coronarius’a vardığı belirlendi.
Rr. conales (Şekil:1,4,5/II): Yapılan çalışmada
ACD r. profundus’u verdikten hemen sonra dorsal
duvarından rr. conales’i verdiği gözlemlendi. Çalışılan %32
olguda rr.conales r. circumflexus’un lateral duvarından tek
kök halinde çıktığı görüldü.
R. circumflexus dextra (Şekil:1,5/V): R.
superficialis’in sulcus coronarius içindeki devamı olduğu
tespit edildi. Sulcus interventriularis subsinuosus’un
başlangıç seviyesine kadar seyrine devam ettiği belirlendi.
Seyri boyunca rr. ventriculares ile rr. atriales’i verdiği
gözlemlendi.
4
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:0-0
Rr.
ventriculares
(Şekil:5/VI):
R.
circumflexus’un sulcus coronarius içindeki seyri boyunca
ventral duvarından ayrıldıkları tespit edildi. Numunelerde
sayıları 5-6 adet rr. ventriculares’in r. circumflexus’un
ventral duvarından çıktığı, ventriculus dexter’in dış duvarı
üzerinde uç dallara ayrılarak son bulduğu belirlendi.
Rr. septales: RIS’un seyri boyunca ventral
duvarından ayrılan çapları oldukça dar 11-14 adet rr.
septales gözlemlendi. Arterlerin çıkışından hemen sonra
septum interventriculare’ye dağıldığı görüldü.
Tartışma ve Sonuç
Kanatlılarda yüksek bazal metabolizma ile vücut
ısısı ve aktif hareketlilik nedeniyle kalbin ortalama
ağırlığının vücut ağırlığına oranının, memelilere (12)
kıyasla daha yüksek (21)
olduğu vurgulamıştır.
Devekuşunda kalp ağırlığının vücut ağırlığının %0,99’u
kadar olduğu tespit edilmiştir.
Kalbin arterial vaskülarizisyonunu, diğer kanatlı
(1,4,21) ve memeli(22) kalplerinde sunulan çalışmalarda da
belirtildiği gibi aorta’dan çıkan ACS ve ACD tarafından
yapılmaktadır. Lindsay ve Smith (17) kümes hayvanlarında,
Beziudenhout
(4)
devekuşunda
bildirdiği
gibi,
devekuşlarında da, ACD ve ACS’nın dağılım oranlarında
kesin bir fark olmadığı ve örneklerde hemen hemen eşit
dağılım gösterdiği belirlendi.
Çalışmada numunelerin %45’de ACS; r. profundus,
RIP ve r. circumflexus olmak üzere üç dala ayrıldığı
belirlendi. Ancak Kanatlılarda (1,3,15,17,21) ACS’nın r.
profundus ve r. superficialis olmak üzere ana iki dala
ayrıldığı bildirilmiştir. Bunun yanında çalışma materyalinde
olduğu gibi, Dursun ve Türkmenoğlu (10) köpek
materyallerinin %50’sinde, Dursun ve ark (11)
Yenizellanda tavşanında materyallerin %10’nunda, Dowd
(9) keseli sıçanlarda ACS’nın, r. septiventricularis, r.
intreventricularis paraconalis, r. circumflexus sinister olarak
toplam üç ana dala ayrıldığını tespit etmişlerdir.
Myczkowski (19) bazı kanatlılar, Lindsay ve Smith
(17) kümes hayvanları, Kuru (15) tavuklarda bildirdiklerin
aksine, Bezuıdenhout (4)’in devekuşu çalışmasında
bildirdiği gibi, ACS’in r. profundus’u sadece septum
interventriculare dağıldığı tespit edilmiştir.
R. interatrialis kanatlılarda (17,19) geniş bir dağılım
gösterdiğini bildirmişlerdir. Materyallerin %28’inde
Bezuıdenhout (4) bulduğu gibi r. interatrialis çok geniş bir
dağılım göstermediği tespit edilmiştir. R. interatrialis,
Myczkowski (19)’nin değişik kanatlı türleri üzerinde
yaptığı çalışmada bu dalı r. atrialis sinister magnus olarak
adlandırılmıştır. Down (9) ise keseli sıçanın coroner arter
dallanmasını kanatlıların arter dallanmasına benzetmiş ve
adı geçen dalı da r. atrialis olarak adlandırmıştır.
Tecirlioğlu ve ark (29)’nın mandada, Miller ve ark (18)’a
köpek de var olduğunu bildirdikleri ve r. proximalis atrii
sinistri olarak ifade edilen arterin kanatlıda ve çalışma
materyallerinde bulunan r. interatrialis ile fonksiyonel
olarak benzerlik gösterdiği tespit edilmiştir.
Devekuşu çalışmasında, atrium sinistrum ve atrium
dextrum’u besleyen rr. atriales’in, Day ve Johnson (7)
tavşan ve Miller ve ark (18) köpek, Myczkowski (19) bazı
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
Şekil 5: A. coronaria dextra’nın seyri (sağ latera görünüş, kast)
kanatlı türleri, Lindsay ve Smith (17) kümes hayvanı,
Bezuıdenhout (4) devekuşu, Kuru (15) tavuklar için
bildirimleri ile uyum içinde olmasına rağmen, evcil
memeliler (14,22,29,30) için bildirildiği gibi özelleşmiş 3
ana daldan oluşmamaktadır.
Çalışılan devekuşlarında kanatlıda (4,15,17,19)
bildirildiği gibi, r. circumflexus sinister’in rr.
ventriculares’i,
ventriculus
sinister’in
vaskülarizasyonundan sorumludur. Bunun yanında bazı
devekuşu materyallerinde, rr. ventriculus’un kalın köklerin
orijin ve dağılım olarak memelilerde r. proximalis
ventriculi sinistri, r. marginis ventriculi sinistri ve r. distalis
ventriculi sinistri (14,22,29) olarak isimlendirilmiş dalların
orijin dağılımına bezemesi dikkat çekiçiydi.
Çalışma materyallerinde olduğu gibi devekuşunda
(4), memelilerde (5,14,24,29,30) ve kanatlılarda (1,23) RIP
olarak ifade ettikleri ana dalın (Myczkowski (19) tavuk ve
güvercinde, r. descendes cranialis, olarak adlandırılmıştır.
Ancak Lindsay ve Smith (17) kümes hayvanlarında, Nickel
ve ark (21) evcil kanatlılarda, Kuru (15) tavukta bu arterin
varlığından söz etmemektedirler.
Devekuşlarında RIP’in seyri boyunca rr. conales’i,
rr. ventriculares ve rr. septales’i verdiği tespit edildi. Oysa
kanatlıda RIP rr. ventriculares (1, 21) ile r. conales’i (21)
verdiği bildildirilmiştir. Bunun yanında devekuşunda (4) ve
birçok
memelide
(5,10,22,14,18,28,30)
septum
interventriculare’nin beslenmesine RIP’ten orijin alan rr.
septales’in katıldığını tespit etmişleridir. Bunun yanında
memeli (5, 10,18, 22, 28, 29) ve devekuşunda (4)
bildirildiği gibi, çalışmada RIS’dan apex cordis’e seyri
5
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:0-0
boyunca ayrılan rr. septales’in septum interventriculare’ye
dağıldığı gözlemlendi.
R. conalis, çalışma materyallerinin %64’ünde
kanatlı (23) ve memelilerde (12, 22,) bildirildiği gibi RIP’in
orijin almaktadır. Ancak materyallerin %36’sında, Lindsay
ve Smith (17) kümes hayvanları ile Bezuıdenhout (4)
devekuşlarında bulduğu gibi r. superficialis’den orijin
almaktadır. R. conalis’in materyallerin %8’inde geniş bir
dağılım göstererek atrium sinistrum üzerine uç dallar
verdiği tespit edilmiştir. Söz konusu araştırma bulgusuna
benzer literatür bilgilerine rastlanmamıştır. Aslan ve ark (1)
r. conalis’in kaz ve hindi de olmadığını bildirmişlerdir.
Podesser ve ark (26) tavşanda a. coronaria sinistra’dan
ayrılan r. coni arteriosi’nin septum interventriculare’yi
beslediği rapor etmiştir. Bunun yanında ACD’dan orijin
alan rr. conales’in bir dalının çalışma numunlerimizin
%8’inde septum interventriculare’ye kadar ulaştığı
belirlendi. Podesser ve ark (26) tarafından tavşanda septum
interventriculare’yi beslediği bildirimi ile araştırma bulgusu
birbirine benzemektedir.
RIP’den ayrılan rr. ventriculares’inin ventriculus
sinister duvarı üzerinde dağılan dalların orijin, dağılım ve
çap olarak güçlü olması ile kendini gösteren iki ana dalın
memelilerde, r. collateralis sinister proximalis ve r.
collateralis sinister distalis ile (5, 22) benzerlik
göstermektedir.
Yapılan devekuşu çalışmasında birçok araştırıcının
(1,3, 4,15,17, 21) kanatlıda bildirdiği gibi ACD r.
profundus’u verdikten sonra r. superficialis’e olarak devam
eder.
ACD’nın r. profundus’u Lindsay ve Smith (17)
kümes hayvanlarında, NAA (21) kanatlılarda, Kuru (15)
tavuklarda rr. septales ve rr. ventriculares’i verdiğini
bildirmelerine rağmen, Bezuidenhout (4) devekuşunda,
Aslan ve ark (1) hindi ve kazda r. profundus’un rr.
ventriculares’i vermediğini vurgulamıştır. Çalışmada elde
edilen bulgular Lindsay ve Smith (17) kümes hayvanları ve
NAA (23) kanatlı, Kuru (15) tavuk verileri için
bildirdiklerine uymamaktadır. Oysa yazarların devekuşu (4)
,hindi ve kazlar (1) için bildirdikleri ile uyum içindedir.
Araştırmada r. circumflexus dexter seyri boyunca
çap ve uzunluk bakımından hemen hemen birbirine eşit 5-6
kök halinde ventriculus dexter duvarlarına dağılan rr.
ventriculares’i verdiği belirlendi. Çalışma bulgusu,
yazarların kaz, hindi(1,19), tavuk, güvercin (19), kümes
hayvanları (17) evcil kanatlılar (3,21), devekuşları (4),
tavuklar (15) için bildirdiklerini desteklemektedir. Oysa
araştırmacıların (2,14,22,29) memeliler için bildirdikleri ile
uymaması, ventriculus dexter’in kanatlı ve memeli arasında
yapısal farklılığından kaynaklanmış olabilir.
Lindsay ve Smith (17)’in kümes hayvanları ve
Bezuıdenhout (4)’un devekuşları için bildirdiklerine uygun
olarak r. circumflexus’dan çıkan, valva atrioventricularis
dextra’nın cranioproximal’i ile ventriculus dexter’in
medioproximal bölümüne dağılan rr. valvaleris rastlandı.
Devekuşunda,
r.
circumflexus’un
sulcus
interventricularis subsinuosus seviyesine geldiğinde, insan
(25) bazı evcil memelilerde (27,28,31), devekuşu (4), kaz
ve hindide (1) bildirildiği gibi RIS adını aldığı ve apex
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
cordis’e doğru seyrettiği tespit edildi. Ancak hindi ve kazda
(1) zayıf bir dal olduğu bildirilmesine rağmen, devekuşunda
oldukça güçlü bir dal olarak kendini göstermektedir. Bunun
yanında Myczkowski (4) kanatlılarda, Lindsay ve Smith
(17) kümes hayvanlarında, Nickel ve ark (21) evcil
kanatlıda, Kuru (15) tavuklarda, bu durumun varlığından
söz etmemektedirler.
Sonuç olarak; devekuşlarının koroner arterlerinin
orijin, dağılım ve dallanmaları memeliler ile benzerlik
gösterdiği, her iki ana korner arterinin eşit bir dağılım
gösterdiği ve uç dallar arasında anastomozların yoğun
olduğu belirlendi.
1.
Kaynaklar
Aslan K, Kürtül İ, Özcan S, Atalgın ŞH, ( 2009).
The Coronary Circulation of the Heart of the Goose
and Turkey Living at High Altitudes and Cold Climate
Conditions Kafkas Univ Vet Fak Derg 15 (3): 375378.
2.
Aksoy G, Karadağ H, (2002). Evcil Kedi ve Beyaz
Yeni Zelanda Tavşanlarında Kalp ve Kalp Arteriaları
Üzerinde Anatomik bir Araştırma Vet. Bil. Derg. 18,12:33-40.
3.
Baumel J J, (1975). Aves heart and Blood vessels
İn:”Sisson and Grosman’s the Anatomy of the
Domestic Animals” Getty R. (Ed). Vol II. Fifht ed.
W.B: Sounders Company/ Philadelphia.
4.
Bezuidenhout A J, (1984). The Coronary Circulation
of the heart of the ostrich (struthio camelus) J. Anat.
138,3,pp.385-397.
5.
Bhargava I and Beaver C (1970). Observations on
the Arterial Supply and Venous Drainage of the Bovine
Heart. Anat. Anz. 126:343-351.
6.
Cracraft
J,
(1973).
Contenintal
drift,
paleoclimatology and the evolution and biogeography
of birds.
7.
Day SB and Johnson JA, (1958). The Distribution of
the Coronary Arteries of the Rabbit. Anat. Rec.
132:633-643
8.
Deeming DC (1999). The ostrich Biology, Pruduction
and Health Pub. CABI Cambridge
9.
Dowd D, (1991). The Coronary Vessels in the Heart
of a Marsupial (Trichosorus Vulpecula). Am j. Anat.
140:47-56.
10. Dursun N ve Türkmenoğlu İ, (1996). Kangal
Köpeklerinde septum İnterventriculare’nin Arteriel
Vaskülarizasyonu. Vet. Bil. Derg. 12(1):141-144.
11. Dursun N, Yıldız D, Kabak M, (1996). Yeni Zeland
Tavşanında (Oryctolagus
Cunıculus L.) Septum
Intervenriıculare’nin Arteriel Vaskularizasyonu. Vet.
Fak. Derg. Cilt:43, Sayı:4, s.391-395
12. Ghoshal NG, (1975). Sisson an Grossman’s the
Anatomy of the Domestic Animals. Editor: Getty, R. 5.
Edition. Volume 1-2. W.B. Saunders Company.
Philadelpia. London.
13. Jensen J, Johnson J and S. Weiner (1992.) The
Husbandry and Medical Management of Ostriches,
Emus and Rheas. Wildlife and Ex.otic Animal
Teleconsultants, College Station, Texas.
6
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:0-0
14. Karadağ H ve Soygüder Z, (1989). Doğu Anadolu
Kırmızısı Sığırında Kalp ve Kalp Arteria’ları Üzerinde
Anatomik Bir Araştırma. A.U. Vet. Fak. Derg.
36(2):482-495.
23. Ozgel O, Haligür A, Dursun N and Karakum E
(2004). The Macroanatomy of Coronary Arteries in
Donkeys (Equus asinus L.) . Anat Histol. Emryol.
33,278-283
15. Kuru N, (1996). Evcil Tavuk ve Yeni Zelanda
Tavşanında Aortanın Seyri ve Dağılımı Üzerinde
Makroanatomik Araştırmalar. S.Ü Fen Bil. Ens.
(Tez)
24. Raphael MJ, Hawtin, DR and Allwork SP (1980).
The Angiographic Anatomy of the Coronary Arteries.
Br. J. Surg. 67:181-187.
16. Maestro MM, Turnay J, Olmo N, Fernández P,
Suárez D, García Páez JM, Urillo S, Lizarbe MA,
Jorge-Herrero E, (2006). Biochemical and
mechanical behavior of ostrich pericardium as a new
biomaterial. Acta Biomater. Mar;2(2):213-9. Epub
2006 Jan 6.
25. Podesser B, Wollenek G, Seitelberger R, Siegel H,
Wolner E, Firbas W and Tschabitscher M, (1997).
Epicardial Branches of the Coronary Arteries and
Their Distribution in the Rabbit Heart: The Rabbit
Heart as A Model of Regional Ischemia. The
Anatomical Record. 247:521-527.
17. Linsday FEF and Smith HJ (1965). Coronary
Arteries of Gallus Domesticus. Am. J. Anat. 116:301314.
26. Sans-Coma V, Arque JM Duran AC, Cando M and
Fernandez B, (1993). The Coronary Arteries of the
Syrian Hamster, Mesocricetus Auratus (Waterhouse
1839). Annals of Anatomy. 175:53-57.
18. Miller ME, Christensen GC and Evans HE (1964).
Anatomy of the Dog. W.B. Saunders Company.
Philadelpia.
27. Taha AAM and Abel-Magied EM, (1996). The
Coronary Arteries of the Dromedary Camel (Camelus
dromedarius). Anat. Histol. Embryol. 25:295-299
19. Myczkowski K, (1960). Morphology of the coronary
arteries of fowl. and. some wild birds. XI.1.21-31
28. Tecirlioğlu S, Dursun N ve Uçar Y, (1977) Mandada
Kalp ve Kalp Arteria’ları Üzerinde Anatomik
Çalışmalar. A.Ü. Vet. Fak. Derg. 24(3,4):361-374.
20. Nerantsiz C,Antonakis E, Avgaustakis D, (1978). A
New Corrosion Casting Technique. Anat. Rec., 191,
321-325
21. Nickel R, Schummer A and Seiferle E, (1977).
Anatomy of the Domestic Birds. Verlag Paul Parey
Berlin-Hamburg .
22. Nickel RA, Shummer A And Seiferle E, (1981). The
Anatomy of the Domestic Animals.Volume 3 ‘’ the
circulatory system’’ Velag Paul Parey. BerlinHamburg.Nomina Anatomica Avium (1993) Second
Edition. Publ. Nuttall Ornithological Club, No. 23.
Cambridge, Mass
29. Tıpırdamaz S, Dursun N, Yalçın H, (1996). Kangal
Köpeklerinde Kalbin Koroner Arterleri Üzerinde
Makroanatomik Çalışmalar. Vet. Bil. Derg.
12(2):115-120.
30. Weaver ME, Pantely, GA, Bristow JD, and
Landley, H.D. (1986). A Quantitative Study of the
Anatonmy and Distribution of Coronary Arteries in
Swine in Comparison With Other Animals and Man.
Cardiovascular Researc. 20:907-917
Anatomik Yapıların Simgeleri
1: A. coronaria sinistra
2: R. interatrialis
2’’: R. interatrialis’in proximal dalları
2’’’: R. inter atrialis’in distal dalları
3: R. superficialis
4: A. coronaria sinistra’nın r. profundus’u
5: A. coronaria sinistra’nın r. circumflexus’u
6: A. coronaria sinistra’nın rr. coneles’i
7: A. coronaria sinistra’nın r. circumflexus’unun rr.
atriales’i
8: R.interventricularis paraconalis
9: R.interventricularis paraconalis’in rr. septales’i
10: R.cicumflexus’un rr. ventriculares’inin kalın kökü
11: R. cicumflexus’un rr. ventriculares’i
12: R. cicumflexus’un rr. ventriculares’inin kalın kökü
13: R. interventricularis paraconalis’in rr. ventriculares’i
13’:
R.
interventricularis
paraconalis’in
rr.
ventriculares’inin kalın kökü
13”:
R.
interventricularis
paraconalis’in
rr.
ventriculares’inin kalın kökü
14: R. cicumflexus’unun rr. ventriculares’inin kalın kökü
15: R. circumflexus’un ventromedial dalları
I: A. coronaria dextra
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
II: A coronaria dextra’nın rr. conales’i
III: R. superficialis
IV: A. coronaria dextra’nın r. profundus’u
IV’: R. profundus’un caudal dalı
V: A. coronaria dextra’nın r. circumflexus’u
VI: A. coronaria dextra’nın r. circumflexus’unun rr.
ventriculares’i
VII: R.interventricularis subsinuosus
VIII: Rr. ventriculares’in ventromadial kökleri
IX: A. coronaria dextra’nın r. circumflexus’unun rr.
atriales’i
X: R. interventricularis subsinuosus’in trigono
fibrosum’a giden dalı
XI: R. interventricularis subsinuosus’in rr. ventriculares’i
XII: R. interventricularis subsinuosus’in rr. septales’i
XIII: R. interventricularis subsinuosus’in cranioventral
yöndeki devamı
XIV: R. interventricularis subsinuosus’in caudoventral
yöndeki devamı
Ac: Apex cordis
AD: Atrium dextrum dış duvarı
AD: Atrium dextrum duvarı
Ao: Aorta
AS: Atrium sinistrum
7
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:19-23
DERLEMELER
Kanser ve p53 Geni∗
Elif Yılmaz1
Vahdettin ALTUNOK1
---------------------------------------------Özet
Günümüz dünyasında kardiyovasküler hastalıklardan sonra mortalite bakımından ikinci sırada yer alan kanser önemli bir
toplumsal problemdir. Kanser, hücrelerde bir dizi değişim sonucu yeni özelliklere sahip hücrelerin kontrolsüz bölünmesi ile
oluşan bir hastalıklar grubudur. Kanser hücrelerinde bazı moleküler değişiklikler meydana gelir. Kanserde en yaygın görülen
moleküler değişiklikler; onkojenlerin mutasyonel etkinleşmesi, tümör süpressör genlerin inaktivasyonu, DNA tamiri ve hücre
döngüsünün düzenlenmesinden sorumlu genlerin değişmesidir. DNA’daki hasarları önlemek ve düzeltmek için kontrol
mekanizmaları vardır ve p53 geni (tümör baskılayıcı gen) bunlar arasında en önemlisidir. Fakat mutasyona uğradığında
kansere sebep olabilir. İnsan kanserlerinin yaklaşık %50’sinde, p53 geninin mutant olduğu tespit edilmiştir. P53 geni, diğer
genlerin promotor bölgelerine bağlanır ve onların transaktivasyonunu sağlayan nüklear bir fosfoprotein kodlar. DNA’da
oluşan herhangi bir hasarda p53 geni ifadesi artar ve hücreyi G1-S fazında durdurur. Hücrenin DNA tamiri ya da apoptozis
arasında karar vermesi için zaman kazandırır. Genomik dengesizlik p53’ün fonksiyonunun bozulması ile sonuçlanır. Bu da
hücreyi ya malign şekle dönüştürür ya da hücre ölümü gerçekleşir.
Bu derlemede, p53 tümör baskılayıcı genin doğası, morfolojik yapısı ve genetik düzenlenmesi araştırılmıştır.
Anahtar kelimeler: Kanser, p53 geni
Cancer and P53 Gene
Abstract
In today's world cancer is a major public health problem second to cardiovascular diseases for mortality. Cancer is a
multi-step mechanism occurring as a result of serial progressive genetic alterations. Some molecular changes happen in the
cancer cells. The most common molecular changes seen in cancer are the mutational activations of oncogenes, the
inactivation of tumor suppressor genes and the alterations in the genes responsible for cell cycle regulation and DNA repair.
There are control mechanisms to prevent DNA damages and correct them. The p53 gene (tumor suppressore gene) is the
most famous of them. But when mutated, it can cause cancer. Approximately in 50% of human cancers, p53 gene was found
to be mutated. P53 gene binds to the promotor regions of the other genes and encodes a nuclear phosphoprotein which
transactivates them. P53 expression increases when any DNA damage occurs and it arrests cell cycle at G1-S check point and
gives time to the cell to make a decision for DNA repair or apoptosis. Genomic instability results in p53 function loss. This
causes the cell to malign form or the cell death occurs.
In this paper, the nature of p53 tumor suppressor gene, its involvement in morphological structure and genetic regulation
is reviewed.
Key words: Cancer, p53 gene
Giriş
Kanserin keşfi 1911 yılında Rockefeller Medikal
Araştırma Enstitüsü olarak bilinen New York City Rockefeller
Üniversitesi’nde başladı. Baltimor Johns Hopkins Medikal
Okulunda 1908-1909 yılları arasında mikrobiyolojist olarak
çalışan Peyton Rous, Rockefeller Medikal Araştırma
Enstitüsüne asistan profesör olarak gelmiştir. Enstitü Müdürü
olan Simon Flixner, Peyton Rous’tan kanser üzerine
çalışmasını ve nelerin kansere sebep olduğunu araştırmasını
ister.
Çalıştığı ilk yıl, New Jersey’den bir çiftçi elinde bir tavukla
laboratuvara girer. Tavuğun göğüs kasında tümör vardır.
1
---------------------------------------
Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi Biyokimya Anabilim Dalı
Konya, Türkiye
Sorumlu Yazar: Elif Yılmaz
E-mail: [email protected]
Ulaşma tarihi: 12.12.2010
AVKAE Dergisi 2011 1:19-23
*
Yüksek Lisans seminerinden özetlenmiştir.
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
19
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:19-23
Çiftçiyi dikkatli bir şekilde dinledikten sonra bu
tavuğun diğer tavuklarla yaşadığını ve diğer tavuklara
bulaştırma ihtimalini düşünür. Böyle düşünmesinin
sebebi, tavuğun doğadan bir ajan almış ve diğer tavuklara
da bulaştırmış olabileceğindendir. Bu ajanın tümöre
sebep olabileceğini düşünür. Araştırmalarını bu yönde
yapmaya devam eder.
Dr. Yamagima ve Ichikava isimli araştırmacılar,
sigara dumanı veya baca isi kullanarak kömür
katranından kimyasal bir katran elde ettiler. Bu karışımı
farelerin sırtına sürdüklerinde belli bir süre geçtikten
sonra farelerde tümör oluştuğunu gözlemlediler. Bu
araştırma kimyasal maddelerin tümöre sebep olduğunu
kanıtladı. Bu bilgiyi 1914 yılında yayınladılar. Bu
kimyasal maddelere karsinojen adı verildi.
1930’larda ise kanserin bazı ailelerde sıklıkla
görüldüğü dikkati çekti. Kanserin genetik yapıdan
kaynaklanabileceği düşünülerek, araştırmalar bu yönde
yapılmaya başlandı. Yapılan çalışmalarla farelerde
kanserin kalıtsal olabileceği belirlendi. Bundan kısa bir
süre sonra insan genetiği çalışanlar, bazı ailelerde
kanserin görülmesinin sebebini anlamaya başladılar. Bu
ailelerde kansere sebep olan genetik bilgi takip edilmeye
başlandı ve yapılan çalışmalar, bazı genlerin değişimi ve
mutasyonu sonucu insanlarda kansere sebep olan genlerin
transfer edilebileceği gerçeğini ilk defa dar bir açıdan da
olsa gösterdi.
1950’lerde kanserin temelinde kalıtımın olduğuna
dair birçok örnek elde edilmişti.
1960’larda dört kişiden oluşan bir grup epidemiyolog
kanser alanında çalışmaya başladılar. Bu grup, kanserin
daha çok bir yaşlılık hastalığı olduğu fikrini ileri sürdüler
(15).
1960-1970’lerde virüslerin anormal bir etki
yaparak kansere sebep olduğu kanıtlandı. Fakat bu bilgi
insanlarda ve laboratuvar hayvanlarında doğrudan ve
bağımsız olarak yeterli bir kanıt değildi. Çünkü tam
olarak tanımlanmış yüzlerce insan kanserlerinden sadece
birkaçının,
spesifik
viral
infeksiyonlarla
ilişkilendirilebileceği biliniyordu (16). Dolayısıyla bu
bilgi yetersiz bulunduğu için çalışmalara kimyasal
maddeler üzerinde devam edildi.
1979’da Princeton Üniversitesindeki laboratuvarda
çalışan araştırma grubu p53 genini ilk defa keşfetti. p53
geni kanser önleyici özelliktedir. Bu nedenle bunlara
tümör suppressör (tümör baskılayıcı) genler denildi.
Ancak bu genler mutasyona uğradıkları zaman kansere
sebep (onkojen) olmaktadırlar (15).
Genetik bir hastalık olan kanser, hücrelerdeki
genetik değişiklikler sonucu oluşur ve yeni nesillere
kalıtsal olarak aktarılabilir. Kanser doğrudan ve aniden
ortaya çıkan bir durum değildir. Normal bir hücrenin
önce kanseröz duruma, daha sonra metastatik yayılım
yapacak şekilde dönüşüm geçirmesi gerekir (5).
KANSER HÜCRESİNİN ÖZELLİKLERİ
Kanser hücreleri üç nitelik ile karakterize edilir:
1) Büyümenin denetiminde azalma veya ortadan kalkma;
2) Yerel dokuları işgal;
3) Vücudun diğer bölümlerine yayılma veya metastaz
(17).
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
Kanser, hücrelerin sürekli olarak çoğalmasıyla
karakterize olan bir düzen bozukluğudur. Sürekli çoğalan
hücrelere karşılık hücre kaybı aynı oranda olmadığı için
hücreler birikmeye başlarlar. Bu biriken hücreler
invazyon yaparlar ve organizmanın organlarını hasara
uğratırlar. Kanser hücreleri normal hücrelerden daha kısa
ömürlü olmalarına karşın, yeni hücre oluşumu o kadar
hızlıdır ki hücreler devamlı birikirler. Bu dengesizlik,
hem kanser hücrelerindeki genetik anormalliklerden hem
de organizmanın bu hücreleri tanımada ve yok etmedeki
başarısızlığındandır. Bu biriken kütlelere kanser veya
tümör adı verilmektedir (22).
Tümör bening ve malign olmak üzere 2 çeşittir.
Bening tümörde, tümör hücrelerinin büyüme denetiminde
azalma görülse de bunlar yerel dokuları istila etmez veya
vücudun diğer bölümlerine yayılmazlar (invazyon
yapmazlar) (17). Örneğin bening bir akciğer tümörü
akciğerde bulunur. Akciğer dışında başka bir organa
metastaz yapmaz (4). Bening tümörler kapsül oluştururlar
ve canlının yaşamını çok fazla tehlikeye atmazlar.
Bununla birlikte sinir sistemi, damarlar ve kanallara
basınç yaparak hastalık belirtileri oluştururlar. Bu
tümörler genellikle operasyonla alınırlar. Ancak iyi huylu
bir tümör zamanla malign bir değişime uğrayabilir (insan
kolon adenomları gibi), ya da kendiliğinden gerileme
gösterebilir (6).
Malign tümörler hücrelerden ayrılıp vücut içinde
başka bir bölgeye gittiğinde ikinci bir tümöre sebep olur.
Buna metastaz denir (8). Malign tümörler kapsül
oluşturmaz ve başka dokulara yayılmak için dolaşım
sistemine katılır ve gittiği dokularda kansere sebep olur
(4).
ONKOJENLER
VE
TÜMÖR
BASKILAYICI
(SÜPPRESSÖR) GENLER
Onkojenler normal bir hücrenin kanseröz
olmasına neden olabilecek protein ürününe sahip olan
genlere denir. Onkojenler, protoonkojen denen normal
hücresel genlerden gelişir. Tümör baskılayıcı gen ise
hücre büyümesini durduran protein ürününe sahip olan
gene denir ve p53 gibi tümör baskılayıcı genin kaybı
kansere neden olabilir. Normal hücrelerin gelişimi
çoğalmayı artıran onkojenler tarafından düzenlenirken,
büyümeyi kısıtlayıcı tümör baskılayıcı genler tarafından
da dengelenmektedir (3, 5). Kanser, onkojen
ekspresyonunun aktivasyonu ve değişimi ile tümör
baskılayıcı genlerin inaktivasyonu veya kaybı ile
oluşmaktadır (3). Onkojenik değişimler hücreleri farklı
etkileyebilir.
Bunlar, yaşlanma ile hücre kaybı veya
kontrol edilemeyen büyüme, ısrarcı büyümeyi aktifleyen
sinyaller yoluyla kontrol edilemeyen hücre bölünmesi
veya hücre siklusundaki bazı kritik noktalar tarafından
kontrol edilemeyen hücre büyümesi şeklinde olabilir.
Genetik istikrarsızlık, premalignant hücreyi atmadan
malignant hücreyi üretir. Bu düzensizlik mikro seviyede
(DNA sekans kopyasına bağlı tamir) olduğu kadar, makro
seviyede (kromozom) olabilir. Kromozomlarda oluşan
tekrar düzenleme, aktif olmayan (sessiz) onkojenleri
aktifleyebilir veya baskılayıcı genleri içeren bölgeleri
silebilir. DNA’ daki mutasyon, onkojenleri aktive edebilir
veya baskılayıcı genleri inaktive edebilir. Genetik
20
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:19-23
defektlerin sebep olduğu hücre ölüm yolunun inhibisyonu
tümörgenezisde önemli bir mekanizmadır. İnsan
kanserlerinin oluşumunda dominant onkojenler anlamlı
bir rol oynarlar. Örneğin, kanserlerin %10’unda ras
mutasyonu bulunur. Özellikle kolon ve akciğer
adenokarsinomalarında sıklıkla görülür.
Ras geni, c-myc geni, c-erb B-2 ve HER-2/neu geni, Bcl2 geni tanımlanmış onkojen genlerdir. Retinoblastoma
geni, p21(WAF+1/CIF 1), BRCA 1- BRCA 2 ve p53 geni
tümör suppressor (tümör baskılayıcı) genlerdir (5).
P53 GENİ
Yapı ve Fonksiyonları
Memeli genlerinde kanser gelişimine karşı
koruyan bir mekanizma vardır. Bu mekanizmadaki
genlerden biri de p53 genidir. On yedinci kromozomun p
kolunda yerleşen p53 geni, 17q13.1’de lokalize olmuştur.
Kromozomun 7,571,719-7,590,862 bazları arasında yer
almaktadır (24). İnsan p53 proteini 393 aminoasitten
oluşur. p53 tümör süppressor geni, genomun bütünlüğünü
korumada önemli bir rol oynar (14). Normalde çok kısa
yaşayabilen bir proteindir (1).
P53 proteini üzerinde bu kadar çalışılmasının
nedenleri ise; p53 biyolojik mekanizma araştırmalarının,
malign transformasyon, tümör baskılayıcı genler, viral
onkojenler, apoptozis, hücre siklusu regulasyonu,
radyorezistans, moleküler epidemiyoloji ve hatta gen
tedavisinde önemli buluşlara yol açmasıdır.
Genomun gardiyanı olduğu da söylenen p53
suppressor proteini memeli hücrelerinde birçok sinyali
birleştirme özelliğine sahiptir (19). Ayrıca p53 suppressor
geni bu sinyalleri birleştirerek, hücre yaşamını ve
ölümünü kontrol eder (21).
Sekansa spesifik
transkripsiyon faktörü olarak görev yapar (11).
P53 proteini birçok fonksiyonel bölge içerir.
Aktivasyon bölgesi 1 (AD1) 1-42. amino asitlerden
oluşur. Aktivasyon bölgesi 2 (AD2) 43–63. amino
asitlerden oluşur. Prolince zengin bölge (PRD) 64-91.
amino asit arası bölgedir. DNA’ya bağlanan
sekansspesifik bölgesi (DBD) 100-300. Nüklear sinyal bölgesi
(TD) 316-325., ve C terminal bazal (temel) bölgesi (BD)
364-393. amino asitleri kapsayan bölgedir. BD bölgesi
önemli bir düzenleyici bölgedir (9).
p53 tümör baskılayıcı protein hücre siklusunun
kontrolünde, DNA bütünlüğü ve hücre canlılığında çok
işlevli bir transkripsiyon faktörüdür. p53 geni ve onun
fonksiyonlarıyla bağlantılı genler komplike bir gen
şebekesi oluştururlar. Gen şebekesinde oluşabilecek
güçlü bir bağlantı kopukluğu durumunda, engellenen p53
geni birçok bozukluğa neden olur (21).
Apoptozis ve hücre yaşlanması süreçlerinin her
ikisi de hasara uğramış
hücreleri neoplastik
transformasyona geçişini geri dönüşümsüz bir şekilde
koruyan etkili tümör süppressor mekanizmalardır (19).
Hücrede herhangi bir iç veya dış faktör sonucu oluşan
hasardan sonra p53 aktifleşir. Hücre siklusunu G1 fazında
durdurarak ya DNA’nın tamir edilmesine zaman tanır ya
da düzeltilemeyecek bir hata ise hücreyi senesence
(yaşlanma) veya apoptozize yönlendirir. Bu da p53’ün
genomun gardiyanı olduğunu gösterir. Apoptozis ve
hücre siklusu birbirleriyle kompleks ve yakın bir ilişki
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
içinde çalışırlar.
P53 geninin aktiviteleri arasında hücre siklusunun
inhibisyonu, genetik stabilite ve apoptozis vardır. (21).
1.Hücre Siklusunun İnhibisyonu
DNA hasarı durumunda p53 proteini aşırı
exprese olarak, hücre siklusunu G1-S kontrol noktasında
durdurarak, hücrenin DNA tamiri veya apoptozis
yönünde bir tercih yapmasına imkan sağlar. Fonksiyonel
p53 kaybında ise, genomik instabilite sonucu malign
transformasyon veya hücre ölümü gerçekleşir (18).
DNA hasarından sonra birçok hücrede, hücre
siklusu devamlı bir durmaya girer. Deneysel çalışmalar
bu devamlı durmanın sadece p53’ün hücrede hazırken
görüldügünü ve transkripsiyon aktivitesi yapabilen siklinbağımlı p21 inhibitörü varlığında devam ettiğini gösterdi.
Gama ışını verilerek tahrip p53 ve p21 genlerinin tahrip
edilmesi sonrası hücrelerde mitoz gelişir ve sadece DNA
içeren G2 fazı görülür; çünkü hücre sitokinezde
başarısızdır. Böylece p53 ve p21, hücrelerde kaliteli G2
kontrolünü sağlamak için zorunludur (13).
2. Apoptozis
Programlı hücre ölümüne apoptozis denir (23).
Doku homeostazisi yani yeniden yapım ve yıkımın bir
harmoni içinde oluşu apoptozis/ proliferasyon dengesinin
sağlıklı bir şekilde sürdürülmesine bağlıdır. Bu dengenin
apoptozisi
baskılayacak
şekilde
bozulmasının,
karsinogenezisde rol aldığı düşünülmektedir. Apoptozis
çok sayıda ve çeşitli mediatörler tarafından düzenlenir.
Bunlar arasında bazı iyonlar (kalsiyum), moleküller
(seramid), genler (c-myc), proteinler (p53) ve hatta
organeller (mitokondri) bulunmaktadır. Apoptotik hücre
programı, üç ana bileşen içerir. Bunlar Bcl–2 ailesi
proteinleri, kaspazlar ve apoptotik proteaz aktive edici
faktör–1’dir. Bu anahtar bileşenlerin biyokimyasal
aktivasyonu
apoptozda
gözlenen
morfolojik
değişikliklerden, mitokondrial hasarlardan, çekirdek zarı
kırılmalarından, DNA fragmentasyonundan, kromatin
kondansasyonundan
ve
apoptotik
cisimciklerin
şekillenmesinden sorumludur (20).
P53 ayrıca bir transkripsiyon faktörü olan Mdm2
(murine double minute 2) tarafından ya transkripsiyonu
azaltılır ya da kendisine bağlanması ile hem aktivitesi
inhibe edilir hem de yıkımı hızlandırılır. Fakat DNA’da
hasar meydana gelmesi halinde p53’ün fosforilasyonu
artar ve buna bağlı olarak da Mdm2’den ayrılır. Böylece
yarılanma ömrü uzadığı için de aktivitesi artar.
Genotoksik ajanların etkisiyle oluşturulan ağır DNA
hasarına yanıt olarak p53’ün aktivasyonuyla, apoptozis
başlatılabilir.
Apoptozis ayrıca reaktif oksijen radikallerinin (oksidatif
stres) hem mitokondri hem plazma membranı hem de
genom üzerinde oluşturabileceği hasarlara bağlı olarak da
başlatılabilir.
Hücre siklusu ve apoptozisin uyumunda da
anahtar faktör, bir tümör supressör gen ürünü protein olan
p53’dür. Normalde asıl görevi, bir şekilde DNA
(radyasyon veya bazı ilaçların etkisiyle) hasar gördüğü
zaman, hücre siklusunu (proliferasyonu) durdurup
hücrenin hasar görmüş DNA’sını tamir etmesi için ona
zaman kazandırmasıdır. p53 kanser hastalarında
mutasyonu en sık görülen proteindir ve kanserlerin
21
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:19-23
yaklaşık % 50-55’inde mutant’tır.
P53 Gen Ailesi
p51, p63 ve p73’ün gen yapısı p53’e benzer. Onlar p53
gen ailesinin birer üyesi sayılırlar (21). Bunlara p53
benzeri proteinler denir. Büyük bir süper familya
oldukları düşünülen p53-benzeri proteinler benzer yapı ve
fonksiyon içermelerine karşın, bunlar aynı değildirler.
P53 Geninde Mutasyon
Tüm tümörlerin %50’sinde p53 geni mutasyona
uğramıştır. UV ışık, karsinojenler ve sitostatiklerin
DNA’da oluşturdukları hasarı ortadan kaldırmak için p53
hücrenin hasar düzeltme mekanizmasını aktifleştirir.
Hasar düzelmez ise hücre apoptoza yönlendirilir. p53
geninin her iki alelindeki kayıp (heterozigotluk kaybı)
veya nokta mutasyonları meme kanseri gibi çeşitli
tümörlerde gösterilmiştir (10).
Missens mutasyonlar (DNA dizisindeki tek nükleotid
değişimidir, üçlü bazdaki kod değiştiği için gen
ürünündeki aminoasit de değişmiş olur) veya p53’ün belli
bölgelerinin çeşitli proteinlerle etkileşimi, DNA’ya özgü
bağlanan oligomerlerin ortaya çıkmasına neden
olmaktadır. Bu mekanizmaların herhangi birisi p53’ün
işlev kaybına ve dolayısıyla hücrede transformasyona
veya tümörün hızlı büyümesine yol açabilir. Tümör
baskılayıcı genler çekinik özellik gösterdiği için söz
konusu genin iki kopyasının da kaybı gereklidir (12).
P53 ve Mitokondri
Birçok çalışma kanser hücrelerinde mtDNA
mutasyonlarının varlığını göstermiştir. mtDNA’da
oksidatif hasar miktarı, nüklear DNA’dakinden en az 10
kat daha fazladır. mtDNA’daki bu yüksek sayıdaki
oksidatif hasarlar ve mutasyonlar, mtDNA’nın
oksidantların üretildiği iç mitokondriyal membran
yanında
yer
almasına,
koruyucu
histonların
bulunmamasına ve DNA tamir aktivitesinin eksikliğine
bağlanabilir (7). Oksidatif stresin, yaşlanma sürecinde
hücrelerde oluşan hasarı tetiklediği ve
yaşla birlikte
kanser oluşumunu artırdığı düşünülmektedir. P53
oksidatif stresi azaltarak yaşamı uzatabilir (2, 19).
Günümüzde
p53
geni
üzerinde
yapılan
araştırmalar artarak devam etmektedir. Bu derlemede
açıklandığı üzere p53 hücre için önemli bir gendir ve
hücrenin hata mekanizmalarını kontrol etmede anahtar rol
üstlenmiştir.
5-
Devita T V Jr, Hellman S, Rosenberg A S (2001).
Cancer Principle&Practice of Oncology. Sixth
Edition. USA
6-
Erer H, Kıran M M (2005). Veteriner Onkoloji.
3.baskı. KONYA
7-
Fışkın K, Özkan A, Ayhan G A(2004).
Mitokondrial DNA ve Kanser. THOD. 14.(4),232–
240
8-
Gardner EJ, Simmons MJ, Snustad DP(1991).
Principle of Genetics. Eight Edition. CANADA
468
9-
Harms K L, Chen X (2005). The C Terminus of p53
Family Proteins is a Cell Fate Determinant.
Molecular and Celular Biology. 25:5,2012–2030
10-
Hollstein M, Moeckel G, Hergenhahn M,
Spiegelhalder B, Keil M, Werler-Schneider G,
Bartch H, and Brickman J(1998). On the origins of
tumor mutations in cancer genes: insight from the
p53 gene. Mutant Res. 405: 145-154
11-
Jin S, Martinek S, Joo S W, Wortman R J,
Mirkovic N, Sali A, Yandell D M, Pavletich P N,
Young W M, Levine A J (2000). Identification and
characterization of a p53 homologue in drosophila
melanogaster. PNAS. 13:7301-7306
12-
Kars A (2004). Gen Tedavisi. XIII. TPOG Ulusal
Pediatrik Kanser Kongresi, Non-Hongkin Lenfoma.
18–22 Mayıs;59–63.
13-
Kastan M B, Onyekwere O, Sidransky D,
Volgelstein B, Craig R W (1991). Participation of
p53 protein in the cellular response to DNA
damage. Cancer Res. 51,6304-11
14-
Levine A J (1997). P53, the Cellular Gatekeeper
for Growth and Division. Cell. 88, 323-331
15-
Levine AJ (2001). Cancer research in the 21st
century. Commemorative Lecture. USA
16-
Mayers A R(1995). Molecular Biology and
Biotechnology. United State of America.
17-
Murray R K, M D PhD(1996). Harper’ın
Biyokimyası. Yirmidördüncü baskı. İstanbul.
18-
Özdemir E (1998). Üretelyal Karsinojenezin
Anlaşılmasında p53 Anahtarı. T Klin J Med Sci.
18.277–284
19-
Rodier F, Campisi J, Bhaumik D (2007). Survey
And Summary Two faces of p53: aging and tumor
suppression. Nucleik Acids research. 35:22,7475–
7484
20-
Tomatır A G (2003). Apoptoz: programlı hücre
ölümü. T Klin J Med Sci. 23: 499–508
21-
Zhu Z, Zhu MH (2003). Research advances on p53
gene network. Ai Zheng.
22(5): 547–51
22-
Anonim a. Medical Oncology & Principle of
Cancer Biology. Erişim adresi:
Kaynaklar
1-
2-
3-
4-
Arrowsmith CH (1999). Structure and function in
the p53 family cell death and differantiation. Cell
Death and Differentiation. 6:1169-1173
Bokov A, Chaudhuri A and Richardson A (2004).
The role of oxidative damage and stres in aging.
Mech. Ageing Dev. 125; 811-826
Burtis A C, Ashwood R E, çeviri editörü: Aslan D
(2005). Tietz Klinik Biyokimya Temel İlkeler.
Beşinci Baskıdan Çeviri TÜRKİYE
Darnell J, Lodish H, Baltimore D (1990).
Molecular Cell Biology Second Edition. USA.
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
22
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:19-23
http://biyokimya.uludag.edu.tr/SiklusApoptozisKan
ser.pdf. Erişim tarihi: 7.06.2010
23-
Anonim b. Akciğer Kanserleri Tanı ve Tedavide
Temel İlkeler ve Uygulamalar. Erişim adresi:
http://biyokimya.uludag.edu.tr/CellCycleApoptosis.
pdf. Erişim tarihi: 7.06.2010
24-
Anonim
c.
TP53.
Erişim
adresi:
http://ghr.nlm.nih.gov/gene/TP53. Erişim tarihi:
7.06.2010
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
23
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:30-35
Kistik Ekinokokkozis’te Serolojik Tanı Yöntemleri
Nermin IŞIK 1
Feyzullah GÜÇLÜ1
---------------------------------------------Özet
Kistik ekinokokkozis, Echinococcus granulosus’un metasestod formunun neden olduğu, Türkiye’de ve dünyada önemli
ekonomik kayıp ve sağlık sorununa neden olan zoonotik bir enfeksiyondur. Kistik ekinokokkozisde klinik bulgulara
dayanarak tanı koymak çok zordur. Bu nedenle tanıda spesifik antikor yanıtının belirlenmesini amaçlayan serolojik yöntemler
kullanılmaktadır. Serolojik testlerin tanısal duyarlılığı ve özgüllüğü kullanılan antijenin cinsi ve kalitesine, kistin canlılığı ve
lokalizasyonuna göre değişmektedir. Enzime-Linked Immunosorbent Assay (ELISA), İndirekt Hemaglütinasyon (IHA),
İndirekt Fluoresan Antikor (IFA), Western Blot, İmmundifüzyon (ID) ve İmmünelektroforez (IE) kullanılan temel testlerdir.
Bu makale kistik ekinokokkozun tanısında kullanılan serolojik testlerle ilgili bilgileri sunmak amacıyla derlenmiştir.
Anahtar kelimeler: Kistik ekinokokkozis, Serelojik test, Tanı
Serological Methods of Diagnosis in Cyctic Echinococcosis
Abstract
Cystic echinococcosis is a zoonosis, caused by the metasestode form of Echinococcus granulosus and a seriosus
economic loss and health problem in Turkey and in the world. The diagnosis of cystic echinococcosis is difficult using the
clinical findings of the disease and thus use of serological methods aimed at determining the spesific antibody response. The
diagnostic sensitivity and specifity of the serological tests change according to the type and quality of the antigen, the viability
and location of the cyst. Enzime-Linked Immunosorbent Assay (ELISA), Indirect Hemaglutination (IHA), Indirect Fluoresan
Antikor (IFA), Western Blot, Immunodifusion (ID) ve Immunelectroforesis (IE) are primary tests. This review was written in
order to provide relavant information about serological tests for the diagnosis of cystic echinococcosis .
Key words: Cystic echinococcosis, Serological test, Diagnosis
----------------------------------------------GİRİŞ
Bütün dünyada hem insan hem de evcil hayvan
sağlığını tehdit eden hidatidozis (kistik ekinokokkozis)
Türkiye’deki paraziter zoonozların en önemlilerinden
birisi olup özellikle kırsal bölgede yaşayan insan ve
hayvanlarda oldukça sık rastlanan bir hastalıktır. Bu
hastalığın dünyada gelişmekte olan ülkeler başta olmak
üzere özellikle Güney Amerika, Akdeniz ülkeleri, Rusya,
Orta
Asya
ve
Avustralya’da
yaygın
olduğu
bildirilmektedir.
Türkiye’de
de
gerek
kasaplık
hayvanlarda gerek insanlarda yaygın olarak görülen bu
hastalık sağlık ve ekonomik açıdan sorun oluşturmaktadır
(5). Ayrıca koyunlardaki kistlerin organlara göre
değişmekle beraber % 76.47-92 oranlarında fertil olduğu
(17,41) düşünülürse, özellikle koyunların ekinokokkozis
ve kistik ekinokokkozis’in yayılışındaki ve halk sağlığını
tehdit noktasındaki önemi net bir şekilde görülmektedir.
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
Türkiye’de son 15 yılda farklı illerde yapılan çalışmalarda; kistik
ekinokokkozis’in koyunlarda %3.5, %26.6, %51.89, %63.85
oranında, sığırlarda %3.5, %11.2, %11.6, %31.25 oranında yaygın
olduğu bildirilmiştir. Farklı yörelerde yapılan bu çalışmalara göre
kist hidatiğin koyunlardaki oranının %3.5 ile %63.85 arasında
değiştiği gözlenmektedir (10,13,15,38)
TANI
Türkiye’de hayvanlarda oldukça yaygın görülen ve aynı
zamanda insan sağlığınıda tehdit eden kistik ekinokokkozis
enfeksiyonlarında hastalığın arakonak hayvanlarda klinik tanısı
hemen hemen imkansız olup tanıda serolojik testlerden
faydalanılmasına rağmen kesin tanı nekropsi ile yapılmaktadır
(34,42).
---------------------------------------
Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi, Parazitoloji Anabilim Dalı,
Konya-TÜRKİYE
Sorumlu Yazar: Nermin IŞIK
E-mail: [email protected]
Geliş Tarihi: 12.11.2010
AVKAE Dergisi 2011 1:30-35
1
30
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:30-35
Klinik tanı
İnsanlarda
sıklıkla
klinik
belirtiler
gözlenmesine rağmen arakonak hayvanlarda önemli
klinik belirtiler oluşmamaktadır. Kistin bulunduğu organa
bağlı olarak sarılık, solunum yetersizliği, öksürük gibi
belirtiler dikkati çeker ancak hiçbiri kesin tanı için yeterli
değildir (37).
İmmunolojik tanı
Kistik ekinokokkozis’te immunolojik tanı
konağın parazite karşı göstermiş olduğu hücresel ve
humoral immun yanıtı ortaya koyma esasına
dayanmaktadır. Serolojik testlerin, enfeksiyonlu kişilerin
serumundaki spesifik antikorları tespit etme kapasitesinin
(sensitivite) ve kistik ekinokokkozis hastalığı olanları
diğer parazitik ve klinik hastalığı olanlardan ayırma
kapasitesinin (spesifite); kullanılan antijenin cinsi ve
hazırlama şekli, değişik pozitiflik kriterleri, kistin
canlılığı ve lokalizasyonu, parazitin suşu gibi birçok
sebebe bağlıdır (24).
İmmunolojik tanıda en yaygın kullanılan
antijen kaynakları fertil kistlerden elde edilen kist sıvısı,
kist membranı ve protoskolekslerdir. İnsan ve koyun
kistlerinde, sığır ve domuz kistlerine, karaciğer
kistlerinde ise akciğer kistlerine oranla daha fazla
antijenik protein olduğu ve en yüksek antijen
konsantrasyonunun koyun karaciğer kistlerinde olduğu
bildirilmektedir (26). Hidatik kist sıvısı içinde konağa ait
proteinlerin bulunması ve antijenlerin bir kısmının diğer
helmintlerin yapısında da bulunmasından dolayı
hidatidozisin tanısında kullanılan serolojik testlerde
yanlış pozitif reaksiyonlar şekillenmektedir. Serolojik
testlerin tanısal gücünü artırmak amacıyla purifiye
antijenler veya konak komponentlerini minimum düzeyde
içeren kist sıvısı antijenleri kullanılmaktadır (1). En fazla
kullanılan iki büyük hidatik kist sıvısı antijeninin; ısıya
dayanıksız (termolabil) bir lipoprotein olan antijen 5 ve
ısıya dayanıklı (termostabil) bir protein olan antijen B
olduğu bildirilmiştir (26,28). Antijen 5 ilk defa
immunoelektroforez metoduyla at kist sıvısından elde
edilmiş ve hidatidozisin tanısındaki değeri üzerine
durulmuş, ayrıca antijen 5’in çimlenme zarında,
protoskolekslerin parankiminde ve bunların salgılarında
bulunduğu tespit edilmiştir. Antijen 5, parazitin hidatik
sıvısında ve kistin somatik dokularında bulunan 10 veya
daha fazla antijenden biri olup, immunoelektroforetik
çalışmalar bu antijene karşı oluşmuş antikorların hasta
serumunda bulunmasının hidatidosisin tanısında kesin bir
kriter olduğunu göstermiştir (7). Enfeksiyondan sonra ilk
saptanabilir düzeye ulaşan antikorlardan biri de antijen
5’e yönelik antikorlardır. Buna karşın her olguda antijen
5’e yönelik antikor bulunmayabilmektedir (16). Bu
antijene aynı zamanda T. hydatigena sistiserkleri içindeki
sıvıda da rastlandığı ve bu nedenle sistiserkozis ile çapraz
reaksiyona neden olduğu bildirilmiş ve antijen 5’in
spesifikliği tam olarak tespit edilememiştir (39). İkinci
önemli hidatik antijen lipoprotein yapıda, ısıya dayanıklı
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
ve moleküler ağırlığı 12000 dalton olan antijen B
(AgB)’dir. İlk kez Oriol ve ark (1971) tarafından
tanımlanan antijen B hasta kanında ölçülebilmektedir ve
bu da AgB’nin parazitin biyolojisinde ve konakla olan
ilişkisinde önemli bir role sahip olduğunu göstermektedir.
Bununla birlikte AgB’nin SDS-PAGE yöntemiyle
moleküler ağırlıkları yaklaşık olarak 8-12, 16 ve 24 kDa
olan üç alt üniteden oluştuğu bildirilmiş, en küçük alt
ünitesinin 8kDa olduğu ve ekinokok türüne özgü olduğu
gösterilmiştir. AgB kist sıvısı kaynadıktan sonra geriye
kalan en önemli antijenik bileşimdir. Kist membranının
geçirgenliği antijen B için antijen 5’e göre 10 kat daha
fazladır (26,28).
İnsanlardaki çalışmalarla kıyaslandığında E.
granulosus enfeksiyonlarının arakonak hayvanlardaki
immunolojik tanısı amacıyla yapılan çalışmalar daha
azdır. Hayvanlarda serolojik tanıda en büyük sorun
yüksek seviyedeki antikor cevabın görüldüğü insanlarla
kıyaslandığında doğal enfekte hayvanlarda enfeksiyona
karşı oldukça düşük düzeylerde antikor cevabı
oluşmasıdır. Bu nedenle enfekte hayvanlarda sık olarak
yanlış negatif cevap şekillenmektedir. Enfekte
hayvanlarda diğer parazitlerle özellikle T. hydatigena ve
T. ovis gibi tenya türleriyle hidatik kistler arasında çapraz
reaksiyonlar olduğundan dolayı serolojik teşhis
güçleşmektedir. Kistik ekinokokkozis’in ara konaklardaki
teşhisi esas olarak nekropsiye dayanmaktadır (22,42).
Arakonak hayvanlarda immunolojik tanı amacıyla
kullanılan ELISA, İndirekt Hemaglütinasyon (IHA),
İndirekt Fluoresan Antikor (IFA), Western Blot,
İmmundifüzyon (ID) ve İmmünelektroforez (IE) temel
testlerdir (2).
1. Casoni Deri (intra dermal- ID) Testi
İlk kez 1912 yılında Casoni tarafından
kullanılan Casoni deri testinde antijen olarak insan veya
hayvan orjinli steril kist sıvısı deri içine verilmektedir.
Tepkime olumlu olduğunda 15-20 dakika içinde iğnenin
girdiği noktanın çevresinde kızarıklık oluşur. Tepkimenin
erken görülmesi ve sürekli olması tanı için önemlidir, geç
olması
ise
kökeni
parazitten
kaynaklanmayan
albüminlere bağlanır ve önemsizdir (25). Testte
kullanılan antijenin yüksek azot ve protein
konsantrasyonuna sahip oluşu ve kan grubu
maddelerinden zenginliği nedeniyle % 30-40’a varan
yalancı pozitif reaksiyonlar ile karşılaşılmaktadır (19).
Bunlara ek olarak kistin lokalizasyonuna göre Casoni
testinin duyarlılığı değişmektedir. Steril kistlerde
reaksiyon zayıf, fertil kistlerde ise daha güçlüdür.
Deneysel bulaştırmalarda 12 ay sonra bile olumlu alerjik
tepkime oluşabildiği saptanmıştır (25).
2. Komplement Birleşmesi (Weinberg reaksiyonu)
İlk kez 1906 yılında Ghedini tarafından
kullanılan bu test bağışık serumdaki antikorların
komplemanla
karşılaşınca
spesifik
antijenlerle
bağlanması esasına dayanmaktadır. Hidatik kist
31
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:30-35
sıvısındaki bazı bileşikler doğrudan kompleman
aktivasyonuna yol açtığından sıklıkla yanlış pozitiflik
ortaya çıkar (25). Yapılan çalışmalarda %23 yalancı
pozitiflik saptanmıştır (4). Günümüzde daha duyarlı
testlerin geliştirilmesi sonucu Weinberg testi hemen
hemen terk edilmiştir.
3. İndirekt Floresan Antikor Testi (IFAT)
Kist hidatik tanısında IFAT’ı ilk kez 1964
yılında Azevedo ve Rombert kullanmışlardır. Fluoressein
izosiyanat, Fluoressein izotiyosiyanat ve Rodamin B200
gibi fluoresans verici maddelerle işaretlenmiş antikor,
antijen ile bağlanınca fluoresan mikroskop altında
görülebilir hale gelmektedir. Pozitif preperatlar sarı-yeşil
fluoresans vermektedir (25).
Antijenler genellikle mezbahalardan temin edilen
(özellikle hastalıklı koyun karaciğerinden izole edilen)
fertil
kistler
içindeki
protoskolekslerden
hazırlanmaktadır. Kist içine yapılan punksiyonla kist
sıvısıyla birlikte çekilen protoskoleksler, kist sıvısının
santrifüj edilmesiyle sedimentte toplanmakta ve üst
kısmın atılmasıyla kist sıvısından ayrılmaktadır. Daha
sonra 2-3 kez fizyolojik su ile yıkanan protoskolekslerden
mililitrede 4000 veya 6000 adet bulunacak şekilde bir
süspansiyon hazırlanmaktadır. Bu süspansiyondan pastör
pipeti ile alınarak özel boyalı lamlar üzerindeki çukurlara
doğrudan birer damla konup laboratuvar ısısında
kurutulmaktadır. Bu şekilde hazırlanan antijenler 20C’de 6 ay kadar saklanabilmektedir. Bu antijenler %
10’luk formaldehitle tespit edildikten sonra veya hiç
tespit edilmeden IFAT’ta kullanılabilmektedir (29).
Şenlik (2000), antijen olarak fertil karaciğer koyun
kistlerinden elde edilen protoskoleksleri kullanarak
yaptığı çalışmada, pozitif reaksiyonlar için IFAT’ta 1:128
ve daha yüksek titrelerin esas alınması gerektiğini, testin
sensitivitesinin % 78.95, spesifitesinin % 92.57 olduğunu
bildirmiştir. Kistlerin karaciğer ve akciğerde birlikte
bulunduğu durumlarda oluşturdukları antikor düzeyi daha
yüksek bulunmuş, sadece karaciğer veya akciğerde
bulundukları durumlarda ise antikor titreleri daha düşük
düzeyde tespit edilmiştir. Ayrıca kist sayısı ile IFAT
titreleri arasında tam olmamakla birlikte kuvvetli bir
korelasyon bulunduğu ve kist sayısının artışına bağlı
olarak IFAT titrelerinin artış gösterdiği tespit edilmiştir.
Koyunlarda kist hidatiğin teşhisinde, IFAT ile IHAT’a
göre daha güvenilir sonuçlar alınmıştır. Hem IFAT hem
de IHAT’ta düşük sulandırmalarda yüksek düzeyde
yanlış pozitif reaksiyonlar görülmekte olup pozitiflik
titrelerinin
dikkatli
belirlenmeleri
gerektiği
vurgulanmaktadır.
4. Enzyme-Linked Immunosorbent Assay (ELISA)
ELISA testinde polisteren plaklara emdirilmiş
antijen molekülleri ve anti-immünglobulin eklenmiş
renksiz enzimin bulunduğu ortama hasta serumu dökülür.
Serumda antikor varsa antijen-antikor-antiimmunglobulin
kompleksi oluşur ve enzim kromojen madde bağlı
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
substratı ile birleşir. Test spektrofotometre ile
değerlendirildiğinde absorbans ölçümleri kriter alınır ve
belli bir eşik değerin (cut-off) üstü pozitif kabul edilir.
Hidatidozisin tanısında kullanılan ELISA yönteminin
duyarlılığının yüksek olup, çok az miktarda serumun
yeterli olması, kesin kantitatif ölçmeyi sağlaması ve kısa
zamanda çok sayıda serum örneklerinin işlenmesine
olanak sağlaması bakımından rutin kullanıma uygun,
duyarlı, özgül ve ekonomik bir yöntem olduğu
bildirilmiştir (1).
Çeşitli
antijenlerin
kullanıldığı
ELISA
teknikleri kist hidatikli hayvanların immunodiagnozu
amacıyla test edilmiştir. Deneysel enfekte koyunlarda
enfeksiyondan sonraki en erken 4 ve 6. ncı haftalarda
hidatik antijenlerine karşı şekillenen antikorlar tespit
edilebilmiş ve en az 4 yıl kalabilmiştir. Buna rağmen E.
granulosus ve diğer sestodlar arasındaki serolojik çapraz
reaksiyonlar ham parazit antijenlerinin kullanıldığı
ELISA ile hidatik enfeksiyonların spesifik tanısını
güçleştirmektedir (42). Kittelberger ve ark (2002), hidatik
kist sıvısından purifiye edilen 8 kDa antijeni (8 kDa
ELISA), rekombinant EG95 onkosfer proteini (onc
ELISA) ve ham protoskoleks antijenini (prot ELISA)
kullanarak ELISA testini uygulamışlar ve bu antijenlerin
koyun hidatidozisinin tanısındaki yerini araştırmışlardır.
Prot ELISA’nın spesifitesi % 95.8- 99.5, sensitivesi ise %
51.4-62.7 arasında tespit edilmiştir. Türkiye’de ELISA’yı
koyun ham kist sıvısı antijenini kullanarak uygulayan
Şimşek ve Köroğlu (2004), testin sensitivitesini % 60,
spesifitesini % 94 olarak belirlemişlerdir. Organ
lokalizasyonuna bağlı olarak karaciğerdeki kistlerde
sensitivitesi % 47.3, akciğerdeki kistlerde % 60, her iki
organda birden bulunan kistlerde % 69.2, fertil kistlerde
% 67.8, steril kistlerde % 75 ve yeni gelişmeye başlayan
kistlerde % 38.4 olarak tespit etmişlerdir. Şimşek ve ark
(2006), yaptıkları bir diğer çalışmada koyun ham kist
sıvısı antijeni ile kısmi purifiye kist sıvısı antijenini
kullanarak her iki antijenin sensitive ve spesifite
oranlarına ELISA ile bakmışlardır. Kısmi purifiye kist
sıvısı antijeninin (agB) sensitivitesi % 91.6, spesifitesi %
77.1 olarak belirlenmiş; ham kist sıvısı antijeni (cAg) için
ise bu oranların sırasıyla % 79.1 ve % 60.4 olduğu tespit
edilmiştir.
5. İndirekt Hemaglütinasyon Testi (IHAT)
İndirekt Hemaglütinasyon testi indirekt
aglütinasyon testleri arasında arakonaklarda hidatik
kistlerin tanısı amacıyla en fazla denenen serolojik
testlerden birisidir. Hidatidozisde IHAT yöntemi,
önceden tannik asitle duyarlılaştırılmış
koyun
alyuvarlarının uygun antijen ve hasta serumu ortamında
birbirine yapışıp kümelenerek (aglütine olmalarıyla)
çökmeleri kuralına dayanmaktadır (25).
Lightowlers ve ark (1986), hidatik kistlerle enfekte olan
ve hidatik kist sıvısı antijeni ile immunize edilen
koyunlarda oluşan spesifik serum antikorlarını
incelemişler ve tüm enfekte koyunlarda IHAT ile yüksek
32
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:30-35
antikor titreleri belirlediklerini bildirmişlerdir. Sweatman
ve ark (1963), yaptıkları deneysel çalışmada 20 koyunun
18’ini IHAT ile tespit etmişler ve pozitiflik sınırını 1/400
olarak belirlemişlerdir. Nijeruh ve Gathuma (1987)
hidatik kistli koyun ve keçi serumlarında yaptığı
çalışmada 1:256 titrede testin sensitivitesini % 92.7,
spesifitesii % 99 olarak tespit etmiştir. Conder ve ark
(1980), yaptıkları deneysel çalışmada koyun serumlarına
IHAT uygulamışlar ve düşük titrelerde yanlış pozitif
reaksiyonların görülebileceğini belirtmişlerdir. 1:1024 ve
daha yukarı titrelerin pozitif kabul edildiğinde ise çapraz
reaksiyonları
elimine
ettiğini
gözlemlemişlerdir.
Türkiye’de ise IHAT ile koyunlarda yapılan çalışmalarda
Dik ve ark (1999), % 91.04 sensitivite, % 80.72 spesifite
elde etmişlerdir. Bazı araştırıcılar akciğer kistlerinin %
73’ünde, karaciğer kistlerinin % 89’unda IHAT pozitif
bulmuş iken (21), bazı araştırıcılar akciğer kistlerinin %
59’unda, karaciğer kistlerinin ise %76’sında IHAT
pozitifliğine rastlamışlardır (40). Şenlik (2000),
koyunlarda yaptığı çalışmada 1:256 ve daha yukarı
titrelerde testin sensitivitesini % 78.29, spesifitesini %
77.03 olarak tespit etmiştir. Araştırmada C. tenuicollis ve
Monezia türleri ile enfekte koyun serumlarında IHAT ile
çapraz reaksiyonlar görülmüştür. Ayrıca fertil kistlerde
daha yüksek antikor cevabı oluştuğu, kalsifiye kistlerde
ise antikor cevabının daha düşük düzeyde kaldığı tespit
edilmiştir.
6. Lateks Aglütinasyon Testi (LAT)
İlk kez 1960 yılında kullanılan bu testte
ekinokok antijenleri ile kaplanmış lateks partikülleri
kullanılmaktadır. Hasta serumu ile karşılaşan lateks
partikülleri 10 dakikada çökmektedir. Force ve ark (1992)
yaptıkları çalışmada testin duyarlılığının % 83,
özgüllüğünün % 94 olduğunu bildirmişlerdir. Picardo ve
Guisantes (1981)’de yaptıkları çalışmada LAT
duyarlılığının % 86.7, özgüllüğünü % 99 olarak ifade
etmişlerdir.
7. Sodium Dodecyl Sulfate Polyacrylamide Gel
Electrophoresis (SDS-PAGE)
Protein karışımlarının polyacrylamide jel içinde analizine
dayanan bu yöntem oldukça hızlı ve mikrogramla ifade
edilebilecek bir hassasiyete sahip olduğu gibi boyama
veya otoradyografi ile jeldeki proteinlerin teşhisinde son
derece hassas bir yöntemdir. Yöntemin en önemli
özelliklerinden biri de çok sayıda komponent içeren
proteinlerin
kompleks
karışımlarının
ayrılmasını
sağlamasıdır (3).
Burgu ve ark (2000) koyun hidatik kist sıvısının SDSPAGE ile analizinde dokuz farklı spesifik protein bandı
elde etmişler ve 116 kDa’lık bantın koyunlarda spesifik
tanı koyulmasında en önemli bant olduğunu
belirtmişlerdir. Aynı yöntemi kullanan Şimşek ve
Köroğlu (2004) ise altı farklı polipeptid bandı tespit
etmişler ve bunlar içerisinde en belirgin olanın yine 116
kDa’lık band olduğunu bildirmişlerdir.
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
8. Western Blot (İmmunoblot)
Ayrıştırılan proteinlerin jellerden membranlara
transfer yöntemlerinin geliştirilmesi, proteinlerin
elektroforetik analizi için yeni bir devir açılmasına neden
olmuştur. Immünoblotting ya da Western blotting adı
verilen bu immünokimyasal yöntemler bir membran
üzerine
sabitleştirilmiş
proteinleri
tanımlamada
kullanılmaktadır. Bu transfer yöntemi blotting,
proteinlerin membranlara transferi ise ‘western blotting’
olarak isimlendirilmiştir (31).
Elazığ yöresindeki koyunlarda yapılan bir
çalışmada Western Blot’un sensitivitesi %88, spesifitesi
%84 olarak belirlenmiş, karaciğerdeki kistlerde
sensitivite % 84.2, akciğerdeki kistlerde % 80.2 her iki
organda birden bulunan kistlerde % 92.3 olarak tespit
edilmiştir. Ayrıca bu çalışmada testin sensitivitesi fertil
kistlerde % 92.8, steril kistlerde % 75, kalsifiye kistlerde
% 100 ve yeni gelişmeye başlayan kistlerde % 84.6
olarak saptanmıştır (36). Koyunlarda EITB (Enzyme
linked immunoelectrotransfer blot) testini kullanan
Dueger ve ark (2003) ise sensitiviteyi % 91.4 olarak
tespit etmişlerdir. Ayrıca yalnız karaciğeri kistli
koyunlarda % 81.8, yalnız akciğeri kistli koyunlarda
%84.8, hem karaciğeri hem de akciğeri kistli koyunlarda
% 94.4 olarak tespit etmişlerdir.
9. İmmundifüzyon (ID) ve İmmunoelektroforez (IE)
Bu testler antijen ve antikor moleküllerinin jel
içinde optimal konsantrasyonda yayılırken karşılaştıkları
bölgede presipitasyon oluşturarak çizgi şeklinde görülür
hale gelmesi esasına dayanmaktadır. İlk kez Chordi ve
Kagan hasta serumuyla karşılaşan kist sıvısı antijenlerinin
aynı bölgede çok belirgin bir presipitasyon bandı
verdiklerini gözlemlemişler, bu banda ‘Arc5’ ve bunu
yapan antijene de antijen 5 adını vermişlerdir (8).
Hamel ve Ris (1982) doğal enfekte, deneysel enfekte ve
enfekte olmayan koyunlarda yaptıkları çalışmada
İmmunoelektroforezis (IE) de kullanılan katodik antijene
karşı oluşan antikorların tanıda kullanılabileceğini
bildirmişlerdir. Çalışmada ortaya çıkan yanlış
pozitifliklerin çoğunun T. ovis veya T. hydatigena
larvalarının hafif enfeksiyonlarıyla ilişkili olduğu
düşünülmüştür. İnsanlardaki kistik ekinokokkozis
enfeksiyonları için en spesifik immunodiagnostik test
olan IE testinin koyunlardaki enfeksiyonların kesin
teşhisinde kullanışlı olmadığı bildirilmiştir.
Kistik ekinokokkozis’in tanısında tek bir altın standart
yöntem bulunmamakla birlikte serolojik yöntemlerin
birlikte kullanılması duyarlılığı artırmaktadır. Serolojik
olarak özellikle karaciğer kist hidatiğinin tanısında
duyarlılığı yüksek olan IFAT ile duyarlılığı ve özgüllüğü
kullanılan antijene ve hazırlama yöntemine bağlı olan
ELISA ve duyarlılığı yüksek fakat özgüllüğü düşük olan
IHA yöntemlerinin kullanılmasından iyi sonuçlar
alınacağı anlaşılmaktadır. Serolojik tanıda daha iyi
sonuçlar alabilmek için birden fazla testin kullanılması ve
33
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:30-35
pozitif sonuçların Western Blot veya İmmunelektroforez
yöntemlerinden biriyle doğrulanması gerektiği ortaya
çıkmaktadır.
15.
Kaynaklar
16.
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
9.
10.
11.
12.
13.
14.
Altaş K, (1981) İnsan Hidatidozunun Tanımında
ELISA (Enzyme Linked İmmunosorbent Assay)‟nın
Değeri. Doçentlik Tezi, İstanbul: İ.Ü. Cerrahpaşa
Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji.
Altıntaş
N,
Yazar
S,
(1999)
Cystic
Echinococcosis‟de tanı, T Parazitol Derg, 23(2):
160-168.
Altıntaş N, Yolasığmaz A, (1997) Proteinlerin
analizi ve SDS-PAGE, In ‘Parazit Hastalıklarında
Tanı”, Ed by Özcel MA ve Altıntaş N, 321-341
Türkiye Parazitoloji Derneği Yayını no 15.
Baldelli F, Papili R, Francisci D, Tassi C, Stagni
G, Pauluzzi S, (1992) Postoperative surveillance
of
human
hydatidosis:
evaluation
of
immunodiagnostic tests, Pathology, 24: 75-79.
Budak S, (1991) Kist Hidatik‟in Epidemyolojisi.
‘İnsanlarda ve Hayvanlarda Kist Hidatik
(Echinococcosis) T. Parazitol. Derg. Yay. No:10
Ege Ünv. Ofset Basımevi, İzmir, p. 55-64
Burgu A, Doğanay A, Gönenç B, Sarımehmetoğlu
HO, Kalınbacak F (2000) Analysis of Fluids of
Hydatid Cysts from Sheep by SDS-PAGE, and
Determination of Specific Antigens in Protein
Structure by Western Blotting, Turk J Vet Anim
Sci, 24: 493-500.
Capron A, Yarzabal LA, Vernes A, Fruit J, (1970)
Le diagnostic immunologique de I‟echinococcose
humaine. Pathologie Biologie, 18: 357-365
Chordi A, Kagan IG, (1965) Identification and
characterization of antigenic components of sheep
hydatid fluid by immunoelectrophoresis. J
Parasitol, 51: 63-71.
Conder GA, Andersen FL, Schantz PM, (1980)
İmmunodiagnostic tests for hydatidosis in sheep:
an
evaluation
of
double
diffusion,
immunoelectrophoresis,
indirect
haemagglutination and intradermal tests, J
Parasitol, 66(4): 577-584.
Dik B, Cantoray R, Handemir H, (1992) Konya Et
ve Balık Kurumu Kombinasında kesilen küçük ve
büyükbaş hayvanlarda hidatidozun yayılışı ve
ekonomik önemi, T Parazitol Derg, 16: 91-99.
Dik B, Sevinç F, Köse M, (1999) Koyunlarda
kistik ekinokokkozun indirekt hemaglütinasyon
(IHA) testi ile teşhisi, 11. Ulusal Parazitoloji
Kongresi, 6-10 Eylül, Sivas.
Dueger EL, Verastegui M, Gilman RH, (2003)
Evaluation
of
the
enzyme-linked
immunoelectrotransfer blot (EITB) for ovine
hydatidosis relative to age and cyst charactristics
in
naturally
infected
sheep,
Veterinary
Parasitology, 114: 285-293.
Esatlıgil UM, Tüzer E, (2007) Prevalence of
hydatidosis in slaughtered animals in Thrace,
Turkey, Türkiye Parazitol Derg, 31(1): 41-45.
Force L, Torres JM, Carrillo A, Busca J, (1992)
Evaluation of eight serological tests in the
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
17.
18.
19.
20.
21.
22.
23.
24.
25.
26.
27.
28.
29.
diagnosis of human echinococcosis and follow-up,
Clin Infect Dis, 15, 473-480.
Gıcık Y, Arslan ÖM, Kara M, Köse M, (2004)
Kars ilinde kesilen sığır ve koyunlarda kistik
ekinokokkozisin yaygınlığı, T Parazitol Derg,
28(3): 136-139.
Gottstein B, (1992) Molecular and immunological
diagnosis
of
echinococcosis,
Clinical
Microbiology reviews, 248-261.
Güralp N, (1981) “Helmintoloji”, 2.Baskı Ankara
Üniversitesi Veteriner Fakültesi Yayınları No 368,
Ders Kitabı, No 266, Ankara.
Hamel KL, Ris DR, (1982) The use of cathodic
antigen
in
the
immunoelectrophoretic
serodiagnosis of echinococcus granulosus in
sheep, Vet Immunol Immunopathol, 3(4): 419425.
Kagan IG, Osimani JJ, Varela JC, Allain DS,
(1966) Evaluation of Intradermal and Serologic
Tests for the Diagnosis of Hydatid Disease, Am J
Trop Med Hyg, 15(2) p. 172-179
Kittelberger R, Reichel MP, Jenner J, Health DD,
Lightowlers MW, Moro P, Ibrahem MM, Craig
PS, O’Keefe JS, (2002) Evaluation of three
enzyme-linked immunosorbent assays (ELISAs) for
the detection of serum antibodies in sheep infected
with echinococcus granulosus, Veterinary
Parasitology, 110, 57-76.
Kuru C, Baysal B, (1999) Uniloküler kistik
ekinokokkozis‟in
tanısında
indirekt
hemaglütinasyon yönteminin değeri, T Parazitol
Derg, 23(3): 251-254.
Lightowlers MW, Gottstein B, (1995) Antigens,
ımmunological and moleculer diagnosis. In
Echinococcosis and Hydatid Diseases”, Ed. by
Thompson RCA and Lymbery AJ, p.355-410,
CAB International Oxon.
Lightowlers MW, Rickard MD, Honey RD, (1986)
Serum antibody response following parenteral
immunization with hydatid cyst fluid in sheep
infected with Echinococcus Granulosus, Am J
Trop Med Hyg, 35(4): 818-823.
Mattosian RM, (1977) The immunological
diagnosis of human hydatid disease. Trans R Soc
Trop Med Hyg ,71:101-104.
Merdivenci A, Aydınlıoğlu K, (1982) Hidatidoz,
İstanbul Ünv Cerrahpaşa Tıp Fak Yayınları
Rektörlük No 2972.
Musiani P, Piantelli M, Lauriola L, Arru E,
Pozzuoli R, (1978) Echinococcus granulosus
spesific
quantification
of
the
twomost
immunoreactive antigens in hydatid fluids. J Clin
Pathol, 31:475-478.
Nijeruh FM, Gathuma JM, (1987) Serodiagnosis
of hydatidosis in livestock by the indirect
haemagglutination test (IHA) and enzyme-linked
immunosorbent assay (ELISA), Bull Anim Health
Prod Afr, 35, 124-129
Oriol R, Williams JF, Perez Esandi MV, Oriol C,
(1971) Purification of lipoprotein antigens of E.
granulosus from sheep hydatid fluid Am J Trop
Med Hyg 20: 569-574
Özcel MA, Üner A,
Ertuğ S, (1997)
İmmunofloresans
Yöntemi
In
”Parazit
Hastalıklarında Tanı”, Ed by Özcel MA ve
34
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:30-35
30.
31.
32.
33.
34.
35.
36.
37.
38.
39.
40.
41.
42.
Altıntaş N, p. 215-239 Türkiye Parazitoloji
Derneği Yayını no 15.
Picardo NG, Guisantes JA, (1981) Comparison of
three immunological tests for seroepidemiological
purposes in human echinococcosis, Parasite
Immunol, 3: 191-199.
Stott DI, (1989) Immunoblotting and dot blotting.
J Immunol Methods, 119: 153-187
Sweatman GK, Williams RJ, Moriarty KM,
Henshall TC, (1963) On acquired immunity to
Echinococcus granulosus in sheep, Res Vet Sci, 4:
187-198.
Şenlik B, (2000) Koyunlarda hidatidoz‟un
teşhisinde indirekt floresan antikor (IFA) ve
indirekt hemaglütinasyon (IHA) testlerinin
kullanımı, T Parazitol Derg, 24(4): 408-413.
Şenlik B, (2004) Echinococcosis‟de hayvanlarda
tanı In” Echinococcosis” Ed. by Altıntaş N, Tınar,
R Çoker A, p.295-316, Hidatidoloji derneği Yayın
No1 Ege Üniversitesi Matbaası Bornova, İzmir.
Şimşek S, Köroğlu E, (2004) Evaluation of
enzyme-linked immunosorbent assay(ELISA)and
enzyme-linked immunoelectrotransfer blot (EITB)
for immunodiagnosis of hydatid diseases in sheep,
Acta Tropica, 92: 17-24.
Şimşek S, Ütük AE, Köroğlu E, (2006) Hidatik
kist sıvısından antijen B (agb) „ nin kısmi
purifikasyonu ve koyun hidatidosisinin tanısındaki
etkinliği, Fırat Üniversitesi Sağlık Bilimleri
Dergisi, 20(5): 337-340.
Tınar R, Coşkun ŞZ, (1991) Hayvanlarda Kist
Hidatik (Echinococcoses), In: Unat ve ark. Eds.
İnsanlarda
ve
Hayvanlarda
kist
hidatik
(Echinococcosis), T Parazitol Dern Yay. No:10,
E.Ü.ofset Basımevi, Bornova-İzmir, p. 157-196
Umur S, (2003) Prevalence and economic
importance of cystic echinococcosis in slaughtered
ruminants in Burdur, Turkey, J Vet Med, B, 50:
247-252.
Varela-Diaz VM, Coltorti EA, Rickard MA,
Torres JM, (1997) Comperative antigenic
charecterization of Echinococcus granulosus and
Taenia
hydatigena
cyst
fluids
by
immunoelectrophoresis. Res Vet Sci, 23: 213-216.
Wattal C, Malla N, Khan IA, Agarwal SC, (1986)
Comparative
evaluation
of enzyme-linked
ımmunosorbent assay for the diagnosis of
pulmonary echinococcosis, Journal of clinical
microbiology, 24: 41-46.
Yıldız K, Gürcan S, (2003) Prevalence of
hydatidosis and fertility of hydatid cysts in sheep
in Kırıkkale, Turkey, Acta Vet Hung, 51: 181-187.
Zhang W, Li Jun, McManus DP, (2003) Concepts
in immunology and diagnosis of hydatid disease,
Cilinical Microbiology reviews, 16: 18-36
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
35
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:15-18
Pnöymonili Koyun Akciğerlerinden İzole Edilen Mannheimia haemolytica Izolatlarının
Bazı Antibiyotiklere İn Vitro Duyarlılıklarının Belirlenmesi
Hasan SOLMAZ1
Ziya İLHAN2
---------------------------------------------ÖZET
Bu çalışmada, pnöymonili koyunlardan izole edilen Mannheimia haemolytica izolatlarının çeşitli antibiyotiklere in
vitro duyarlılıklarının saptanması amaçlandı. Çalışmada materyal olarak, 2009 yılında Et ve Balık Kurumu Van Kombinasında
kesilen 165 adet koyundan alınan akciğer örnekleri kullanıldı. Örnekler kısa sürede Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Veteriner
Fakültesi, Mikrobiyoloji Anabilim Dalı laboratuarına getirilerek ekimleri yapıldı. Ekimler %7 koyun kanlı agara yapılarak,
37°C’de ve aerobik atmosferde, 48-72 saat inkube edildi. Konvansiyonel testlerle yapılan identifikasyonda, materyallerin
21’inden (%12.7) M. haemolytica identifiye edildi. Kirby-Bauer Disk Difüzyon Yöntemine göre yapılan antibiyogram testinde;
enrofloksasin (5 µg), sulfametaksazol/trimetoprim (25 µg), eritromisin (5 µg), kloramfenikol (30 µg, Oxoid), oksitetrasiklin (30
µg), gentamisin (10 µg), ampisilin/sulbaktam (10 µg), linkomisin (2 µg) ve penisilin G (10 units) diskleri kullanıldı. İzolatlardan
19’u (%90.4) enrofloksasin ve sulfametaksazol/trimetoprime; 16’sı (%76.1) eritromisine, kloramfenikol ve oksitetrasikline; 15’i
(%71.4) gentamisine, 10’u (%47.6) ise ampisilin/sulbaktam (10 µg), linkomisin (2 µg) ve penisilin G’ye duyarlı bulundu. Sonuç
olarak, Van ve yöresindeki pnöymonili koyunlardan izole edilen M. haemolytica izolatlarının tamamı, test edilen antibiyotiklerin
hiç birine %100 duyarlı bulunmadı.
Anahtar Kelimeler: Akciğer, Koyun, Mannheimia haemolytica, Pnömoni,
Determination of in Vitro Susceptibility of Mannheimia haemolytica Strains Isolated
from Lung Samples of Sheep with Pneumonia to Some Antibiotics
Abstract
In this study, it was aimed to detect in vitro antibiotic susceptibility of Mannheimia haemolytica isolated from lung
samples of sheep with pneumonia to some antibiotics. A total of 165 lung samples from sheep with pneumonia collected from
Van Meat and Fish Institution and the samples were immediately transferred to Department of Microbiology, Faculty of
Veterinary Medicine, Yüzüncü Yıl University in 2009. The samples were inoculated in 7% sheep blood agar and incubated
aerobically at 37°C for 48-72 h. Identification was performed by conventional biochemical tests and M. haemolytica was
isolated from 21 (12.7%) samples. Kirby-Bauer Disc Diffusion Methods was applied and enrofloxacine (5 µg),
sulfamethoxazole/trimethoprim (25 µg), erythromycin (5 µg), chloramphenicol (30 µg, Oxoid), oxitetracycline (30 µg),
gentamicin (10 µg)), ampicillin/sulbactam (10 µg), lincomycin (2 µg) ve penicilin G (10 units) discs were used in this study. By
antibiotic sensitivity test, out of 21 M. haemolytica strains, 19 (90.4%) were found to be susceptible to enrofloxacine and
sulfamethoxazole/trimethoprime; 16 (76.1%) to erythromycin, chloramphenicol and oxitetracycline; 15 (71.4%) to gentamicine;
10 (47.6%) to penicilin G, ampicillin/sulbactam and lincomycine. In conclusion, M. haemolytica strains isolated from sheep
with pneumonia in Van region were not susceptible against tested antibiotic discs as 100%.
Key Words: Lung, Mannheimia haemolytica, Pneumonia, Sheep
----------------------------------------------Giriş
Mannheimia
haemolytica
koyunlarda
pnömoni
vakalarından izole edilen en önemli mikroorganizmadır.
Etken ayrıca septisemi ve mastitis olgularından da izole
edilmektedir (4). Etken sebep olduğu hastalıklardan
dolayı koyun yetiştiriciliğinde önemli ekonomik
kayıplara neden olmaktadır (4, 7, 9, 10). Koyun
pnömonilerinde çevresel faktörlerle (taşıma, sütten
kesme, kalabalık, yetersiz beslenme, ani iklim
değişiklikleri gibi stresfaktörleri) birlikte birden fazla
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
infeksiyöz etkenin (çeşitli bakteriler viruslar, mantar, parazit v.s.)
rol oynadığı kabul edilmektedir (19).
-------------------------------------------------Mustafa Kemal Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Mikrobiyoloji Anabilim
Dalı, Hatay, Türkiye
2
Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Mikrobiyoloji Anabilim
Dalı, Van, Türkiye
Sorumlu Yazar:Hasan SOLMAZ
E-mail: [email protected]
Geliş Tarihi: 12.11.2010
AVKAE Dergisi 2011 1:15-18
1
16
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:15-18
Bu çalışmada, Van ilinde mezbahada kesilen
pnöymonili koyunların akciğerlerinden izole edilen M.
haemolytica izolatlarının çeşitli antibiyotiklere in vitro
duyarlılıklarının saptanması amaçlandı.
Materyal ve Metot
Çalışmada materyal olarak, 2009 yılında Et ve
Balık Kurumu Van Kombinasında kesilen 165 adet
koyundan alınan akciğer örnekleri kullanıldı. Pnömoni
lezyonlu akciğer örnekleri kısa sürede Yüzüncü Yıl
Üniversitesi, Veteriner Fakültesi, Mikrobiyoloji Anabilim
Dalı laboratuarına getirildi. Akciğerin lezyonlu kısmı
sıcak spatula ile dağlandıktan sonra dağlanan bölge steril
bistüri ile açıldı ve açılan yüzeyden %7 koyun kanlı agar
üzerine direkt olarak ekim yapıldı. Ekim yapılan kanlı
agarların 37°C’de ve aerobik ortamda 48-72 saat
inkubasyonu sonucu üreyen bakterilerin koloni
morfolojileri, hemoliz özellikleri, gram boyama, oksidaz,
katalaz, indol ve Mac Conkey agarda üreme gibi
özellikleri incelenerek standart metodlara göre
identifikasyonları yapıldı (14, 18). Kirby-Bauer Disk
Difüzyon Yöntemine (5) göre yapılan antibiyogram
testinde;
enrofloksasin
(5
µg),
sulfametaksazol/trimetoprim (25 µg), eritromisin (5 µg),
kloramfenikol (30 µg, Oxoid), oksitetrasiklin (30 µg),
gentamisin (10 µg), ampisilin/sulbaktam (10 µg),
linkomisin (2 µg) ve penisilin G (10 units) diskleri
kullanıldı.
Bulgular
Konvansiyonel testlerle yapılan identifikasyonda,
165 adet pnöymonili akciğer örneğinin 21’inden (%12.7)
M. haemolytica identifiye edildi.İzolatlardan 19’u
(%90.4) enrofloksasin ve sulfametaksazol/trimetoprime;
16’sı
(%76.1)
eritromisine,
kloramfenikol
ve
oksitetrasikline; 15’i (%71.4) gentamisine, 10’u (%47.6)
ise ampisilin/sulbaktam (10 µg), linkomisin (2 µg) ve
penisilin G’ye duyarlı bulundu.
Tartışma ve Sonuç
Solunum sistemi hastalıkları koyunlarda önemli
verim kayıplarına neden olup dünyanın birçok bölgesi ile
beraber ve Türkiye’de de görülmektedir. Koyun
pnömonilerinin oluşmasında hayvan nakilleri, ani iklim
değişiklikleri, beslenme şartları, aşılamalar ve stres gibi
faktörlerin yanı sıra, bakteriyel ve viral ajanların da rol
oynadığı bilinmektedir (24). Yapılan araştırmalar sonucu
koyun pnömonilerinin nedenleri arasında bakteriyel ve
viral ajanların rol oynadığı ortaya konmuştur (1, 13).
Koyun pnömonilerinden M. haemolytica
izolasyonuna yönelik yapılan çalışmalarda, Kaya ve
Erganiş (16) pnömonili koyun akciğerlerinden %5.8 ve
kuzu akciğerlerinden ise %32.0 oranında, Hazıroğlu ve
ark. (12), 500 pnömonili koyun akciğerinin 258
(%51.6)'inde M. haemolytica izole etmişlerdir. Tel ve
Keskin (19) yaptıkları benzer bir çalışmada 240 adet
pnömonik koyun akciğerinin 76 (%31.6)’sından P.
multocida, 30 (%12.5)'undan M. haemolytica, İlhan ve
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
Keleş (15) Van bölgesinde yaptıkları çalışmada 584
örneğin 66 (%11.3) adedinden M. haemolytica izole ve
identifiye ettiklerini bildirmektedirler. Kırkan (17), Aydın
yöresinde bulunan mezbahalardan topladığı pnömonili
200 adet koyun akciğerinden 24 (%12) adet M.
haemolytica izole ettiğini belirtmiştir. Bakke (3), 126
pnömonik koyun akciğerinden 47 (%37.3) adet, Güler
(11), pnömonili koyun ve keçi akciğerlerinden %29.7
oranında P. haemolytica suşu izole ettiklerini
bildirmişlerdir.
Bu çalışmada Et ve Balık Kurumu Van
Kombinasında kesilen 165 adet koyundan alınan
pnömoni lezyonlu akciğer örneklerinin mikrobiyolojik
incelemesi sonucu örneklerin 21’inden (%12.7) M.
haemolytica izole ve identifiye edildi. Pnömonili koyun
akciğerlerinden M. haemolytica izolasyon oranı İlhan ve
Keleş (15), Kırkan (17) ile Tel ve Keskin (19)’in
bulgularına benzerlik gösterirken diğer araştırmacıların
bulgularından farklı bulunmuştur.
Pnömoni vakalarında korunma tedbirlerine
rağmen infeksiyon meydana geldiğinde hastalığın
antimikrobiyel maddelerle sağıtımı yoluna gidilmektedir.
Diker ve ark. (8) yaptıkları çalışmada,
pnöymonili koyun akciğerlerinden izole ettikleri P.
haemolytica suşlarının hepsinin kloramfenikol’e duyarlı,
ama yine aynı suşların hepsinin linkomisin’e dirençli
olduğunu ifade etmektedirler.
Tel ve Keskin (19) koyunların pnömonik
akciğerlerinden yaptıkları izolasyon çalışmasında izole
ettikleri 30 adet M. haemolytica suşunun yapılan
antibiyogram testinde, 30 (%100) suşun tamamının
sülfametaksol-trimethoprim ve norfloksasin’e duyarlı
olduğunu, ayrıca 9 (%30) suşun amoksisilin’e, 29 (%97)
susun gentamisin'e, 27 (%90) suşun eritromisin'e, 29
(%97) suşun streptomisin'e, 26 (%87) suşun tetrasiklin'e,
18 (%60) suşun ampisiline duyarlı olduğunun tespit
edildiğini bildirmektedirler
Berge ve ark (6) koyun ve keçilerin akciğer
örneklerinden izole ettikleri 39 adet M. haemolytica
suşunun tamamının amoksasilin-klavulanik asit, ceftiofur,
siprofloksasin ve florfenikol’e duyarlı olduğunu rapor
etmektedirler.
Bu çalışmada izole edilen izolatlardan 19’u
(%90.4) enrofloksasin ve sulfametaksazol/trimetoprime;
16’sı
(%76.1)
eritromisine,
kloramfenikol
ve
oksitetrasikline; 15’i (%71.4) gentamisine, 10’u (%47.6)
ise ampisilin/sulbaktam (10 µg), linkomisin (2 µg) ve
penisilin G’ye duyarlı bulundu. Bu çalışmanın antibiyotik
duyarlılığı sonuçları ile diğer çalışmaların antibiyotk
duyarlılıkları arasında farklılıklar bulunmaktadır.
Sonuç olarak, Van ve yöresindeki pnöymonili
koyunlardan izole edilen M. haemolytica izolatlarının
tamamı, test edilen antibiyotiklerin hiç birine %100
duyarlı bulunmadı.
Kaynaklar
1- Adlam C, Rutter JM, (1989). Pasteurella and
Pasteurellosis, Academic Press Inc, NewYork.
17
AVKAE
DERGİSİ (2011)1:15-18
2- Aydın N, Paracıkoğlu J, (2006). Veteriner
Mikrobiyoloji, İlke-Emek Yayınları, Ankara.
3- Bakke T, (1982). The occurence of
Mycoplasma and bacteria in lungs from sheep in Soutern
Norway, Acta Vet. Scand. 23: 235-247.
4- Barbour EK, Nabbut NH, Hamadeh SK, AlNakhli HM, (1997). Bacterial identity and characteristics
in healthy and unhealthy respiratory tracts of sheep and
calves. Vet. Res. Commun. 21: 421-430.
5- Bauer AU, Kirby WM, Sherris JC, Tack M,
(1966). Antibiotic susceptibility testing by a standardized
single disc method. J. Clin. Pathol. 45: 493-494.
6- Berge ACB, Sischo WM, Craigmill AL,
(2006). Antimicrobial susceptibility patterns of
respiratory tract pathogens from sheep and goats.
JAVMA. 229(8): 1279-1281.
7- Bowland SL, Shewen PE (2000). Bovine
respiratory disease: commercial vaccines currently
available in Canada. Can. Vet. J. 41:33-48.
8- Diker KS, Akan M, Haziroglu R, (1994).
Antimicrobial Susceptibility of Pasteurella haemolytica
and Pasteurella multocida Isolated from Pneumonic
Ovine Lungs, Vet. Rec. 134(23): 597-598.
Determinative Bacteriology. Williams and Wilkins,
Baltimore.
15- İlhan Z, Keleş İ, (2007). Biotyping and serotyping of
Mannheimia (Pasteurella) haemolytica isolated from
lung samples of slaughtered sheep in the Van region.
Turk J. Vet. Anim. Sci. 31 (2): 137-141.
16- Kaya O, Erganiş O, (1991). Koyun ve kuzu
pnömonileri üzerinde etiyolojik survey. Veterinarium. 2
(3-4): 27-29.
17- Kırkan Ş, (2003). Aydın Yöresinde Koyunların
Solunum Sisteminde İnfeksiyon Nedeni Mannheimia
(Pasteurella) haemolytica’nın Biyotip ve Serotip Tayini,
Elektroforez ve PCR İle Tanısı, Doktora Tezi, ADMÜ
Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Aydın.
18. Koneman EW, Allen SD, Janda WM,
Schreckenberger PC, Winn WC, (1997). Miscellaneous
Fastidious Gram-Negative Bacilli. Andrew Allen eds.
Color Atlas and Textbook of Diagnostic Microbiology
(fifth edition). Lippincott-Raven, Philadelphia.
19- Tel OY, Keskin O, (2010). Koyun Akciğerlerinden
Pasteurella multocida ve Mannheimia haemolytica
İzolasyonu ve Antibiyotiklere Duyarlılığı, YYÜ Vet. Fak.
Derg. 21 (1): 31 – 34.
9- Diker KS, Akan M, Kaya O, (2000).
Evaluation of immunogenicity of Pasteurella haemolytica
serotypes in experimental models. Turk. J. Vet. Anim.
Sci. 24: 139-143.
10- Gilmour M L, Wathes CM, Taylor FGR,
(1989). The airborne survival of Pasteurella haemolytica
and its deposition in and clearance from the mouse lung.
Vet. Microbiol. 21:363- 375.
11- Güler L, (1993). Pnömonili koyun ve
keçilerden mikoplazmaların izolasyonu, identifikasyonu
ve bazı antibiyotiklere duyarlılıklarının belirlenmesi.
Doktora Tezi, SÜ Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Konya.
12- Hazıroğlu R, Diker KS, Gülbahar MY, Akan M,
Güvenç T, (1994). Studies of pathology and microbiology
of pneumonic lungs of lambs. Dtsch. Tierarztl. Wschr.
101: 441-443.
13- Hindson JC, Winter AC, (2002). Manual of Sheep
Diseases, 2. Ed., Blackwell Publishing Company,
Oxford.
14. Holt JG, Kreig NR, Sneath PHA, Staley JT, Williams
ST, (1994). Facultatively Anaerobic Gram-Negative
Rods. Hensley W.R. eds. Bergey’s Manual of
http://www.adanavet.gov.tr/tr/e-dergi.php
18

Benzer belgeler

Kıvırcık Koyunlarında Koroner Arterler Üzerine Makroanatomik

Kıvırcık Koyunlarında Koroner Arterler Üzerine Makroanatomik between the pathological findings in tissues of aborted fetus due to brucellosis and brucella genomic DNA which is calculated by the amount of real time PCR of this tissues. The material of this st...

Detaylı

22 Number: 2 2011 2011_2

22 Number: 2 2011  2011_2 Yazar(lar)ın, ad(lar)ı küçük, soyad(lar)ı büyük harflerle yazılmalı ve unvan belirtilmemelidir. Özet, Türkçe ve İngilizce olarak, tek paragraf halinde ve en fazla 500 sözcük olmalıdır. Anahtar keli...

Detaylı