Aykırı Bakışlar: Prof. Dr. Haydar Kazgan

Transkript

Aykırı Bakışlar: Prof. Dr. Haydar Kazgan
Aykırı Bakışlar: Prof. Dr. Haydar Kazgan
Ertuğrul Tokdemir
Prof. Dr. Haydar Kazgan, Türkiye’nin düşünce hayatında iz bırakan öğretim üyeleri, bilim
insanları ve yazarlar arasında ön sıralarda yer alır. Onun eğitim dünyasındaki yerini ve
konumunu, başta İstanbul Teknik Üniversitesi olmak üzere, İstanbul Üniversitesi’nde ve diğer
üniversitelerde verdiği lisans ve lisansüstü derslerinde ve seminerlerindeki öğrencileri
değerlendirecek ve takdir edeceklerdir. Eğitimdeki rolü ile bilim insanlığı arasındaki ince
çizgiyi ya da içiçeliği göz ardı etmeden Prof. Kazgan’ın öğrencileri yanında meslektaşları,
daha genel anlamıyla da ülkenin aydınları, düşünürlerinin yanı sıra siyasal, ekonomik,
toplumsal ve bilimsel çeşitli kurumlarının onun katkılarını, bir kadirbilirlik ve vefa duygusu
ile anacakları şüphesizdir. Sözlü anlatımının bütün renk ve inceliklerini aynı sıcaklık ve
yalınlıkla yansıttığı kitapları, dergi ve gazete makaleleri Prof. Dr. Haydar Kazgan’ı sadece
zihinlerde ve belleklerde yaşatmakla kalmayacak, ona zamanın savurucu rüzgârı karşısında
yazdığı eserlerle bir anıt gibi ayakta durma imkânı verecektir. Bu satırların okuyucuları, Prof.
Dr. Haydar Kazgan’ın kişiliği hakkında bir yazı kaleme almanın güçlüklerini kolayca hatıra
getirebilir. Ne var ki bu güçlüklerin aşılmasında çabamızı kolaylaştırıcı birçok olanağa sahip
olduğumuzu da düşünebiliriz.
Bunlardan ilki Prof. Dr. Haydar Kazgan’ın müstesna bir bilim insanı olan eşi Prof. Dr.
Gülten Kazgan’ın, Prof. Dr. Haydar Kazgan hakkında kaleme aldığı özlü yazıdır. Prof. Dr.
Haydar Kazgan’a ithaf edilen bu kitapta yer alan bu yazı, kitabın içeriğine uygun olarak onun
“Osmanlı Finans Tarihi”ne yaptığı katkıları, ülkemizde bu alana duyulan ilgi ve merakın
artmasındaki payını ortaya koymaktadır. Prof. Dr. Haydar Kazgan ile uzun bir akademik
ortam beraberliği yaşamış ve onun birikiminden yararlanma olanağı bulmuş olan herkes bu
yazıda çizilen çerçevenin sınırları dahilinde ifade edilen hususların, onu anlamlı bir şekilde
okuyucuya anlattığını kolayca görebilir.
Prof. Kazgan’ı anlatabilmede, ikinci olanak ise kendisi ile İstanbul Teknik
Üniversitesi’nde yıllarca beraber çalışma, onun öğrencisi ya da meslektaşı olma,
seminerlerini, konferanslarını ve konuşmalarını izleme ve en önemlisi de üniversitede aktif
1
görevde iken ya da emekli olduktan sonra olsun onunla bilimsel tartışma ve sohbetlerde
bulunma fırsatına erişmenin getirdiği yakınlık ve ayrıcalıktır. Bu ayrıcalık bize hem böyle bir
armağan kitap çıkarma yükümlülüğü getirmekte, hem de Prof. Dr. Haydar Kazgan’ı bize
verdikleriyle ve bizim tarafımızdan algılanan fotoğrafıyla okuyucuya tanıtma vesilesi
yaratmaktadır. Ancak bu tanıtmanın, yakın çevresinde yer almış olan ve onu izleyen
meslektaşları ve öğrencileri olarak bizlerin algıladığı ya da bizden yansıyan görüntüye bağlı
olacağı açıktır.
Prof. Dr. Haydar Kazgan’ın kişilik özelliklerinin başında bilgelik gelir. Bilimsel
konuların tartışılmasında takındığı ciddiyet, gösterdiği titizlik yanında tezlerinin veya
bulgularının başkalarınınkiyle çatışması halinde benimsediği alçak gönüllü yaklaşım
neredeyse bir tezat oluşturur. Ona göre “bilimde herkes için yapacak bir şeyler vardır.
Birilerinin çıkıp da bütün tartışmaları sona erdirecek bir analiz geliştirmesi veya bir açıklama
önerisinde bulunması söz konusu değildir”. Bu, onun bilimsel sorunlara yaklaşım ciddiyeti ve
gerçekçiliğinin de bir sonucudur. O, bilimsel çalışmaların, bugünün dünyasında saf bir
idealizmle, gönüllülükle yürüyemeyeceğini, bu alana tahsis edilecek kaynaklara, bilimsel
çalışmaların maddi karşılık bulmasına bağlı olduğunu ifade eder. Bu yolda öyle karmaşık
gerekçelere, akıl yürütmelere başvurma ihtiyacı da duymaz. Her şey çok açıktır; kişi başına
gelirin birkaç bin dolar civarında seyrettiği bir ekonomide demokrasi olmayacağı gibi karın
tokluğuna da bilim olmaz.
Prof. Dr. Haydar Kazgan, gerçeğin en yalın şekilde ifadesini, bilgileri, düşünceleri,
bilimsel analiz ve bulgularına da yansıtır. Başta Galata Bankerleri olmak üzere kitapları
sıradan insanların, halkın rahatlıkla ve zevkle okuyabileceği bir üslup ve anlatımla yazılıdır.
Hatta zaman zaman anlatımdaki incelikler, olayların kurgusunu, bir öykü sürükleyiciliği
içinde sunulması onların son derece karmaşık ve girift mali, parasal, iktisadi ve siyasi
ilişkilerle iç içe oluşunu unutturuyor gibi gelebilir. Ne var ki Prof. Kazgan’ın bu eserlerdeki
kurgusunda, bilimsel yaklaşım bir arka plan şeklinde daima kendini hissettirir, canlı tutar.
Eserlerinde Prof. Kazgan’ın hareket noktası, somut sorunların bilimsel bir yaklaşım ışığında
incelenmesi, buna karşılık, anlatımın konuyu merak eden herkesçe anlaşılır, nüfuz edilebilir
bir sadelik ve berraklıkta olmasıdır. Konuşma ve yazı dili gayet zengin ve renkli olan Prof.
Kazgan’ın bu noktadaki görüşü de çok nettir: “Bu şekilde yazılmasa, okunmazdı”. Bilimsel
yayınlarının, bilimsel niteliğini ve özünü kaybetmeksizin önce aydınlara sonra daha geniş
kitlelere ulaştırılması bu sayede mümkün olmuştur. Onun bilginliğinin ötesinde bilge kişiliği
bu noktada kendini göstermektedir: Karmaşık mali, iktisadi sorunları, herkes tarafından
2
anlaşılabilir bir sadelikte sunmak; anlaşılabilir hale getirilmiş eserleri bir de hikayeler,
nükteler ve fıkralarla süsleyerek merakla, ilgiyle okunur kılmak. Burada onun bilgi birikimi
ve konularına hakimiyeti kendini göstermektedir. Buna zengin kültürü, yaşam deneyimi ve
dervişçe sabrını eklemek yerinde olur. Kendisi de nice yıllarını verdiği iktisat tarihi alanında
konuşulduğunda hep tarihçiliğin diğer toplum bilimlerine göre karşılaştırılamayacak derecede
zamana ve sabra ihtiyaç gösterdiğini ısrarla belirtmekten geri kalmaz. O, yeterli donanıma
sahip olmadan, fikri olgunluğa erişmeden bir şeyler yazmak, ne pahasına olursa olsun eser
vermek aceleciliğini gösterenler için “iki kitap okuyup da bir kitap yazanlar” yakıştırmasını
yapmaktadır. Gerçi bugünlerde Y. Hakan Erdem’in Tarih-Lenk1 adlı eserini okuyunca, daha
önce bildiklerimizle de birleştirerek bu yakıştırmanın ne kadar insaflı ve ölçülü bir yargı
olduğu anlaşılıyor. Belki burada Bağdatlı Ruhi’nin şu beyti daha uygun düşecektir2:
Gör zahidi kim sahib-i irşat olayın der,
Dün mektebe vardı, bugün üstad olayın der!
Ülkedeki entelektüel yaşam sığlığının bu tür aceleciliklere zemin hazırladığı
düşünülebilir. Hızlı toplumsal ve ekonomik gelişme ve dönüşümlerin yarattığı karışıklık
ortamında düşünce dünyasının yeterince seçici ve ayıklayıcı olmadığı ileri sürülebilir. Böyle
bir önermedeki geçerlilik payının ne kadar yüksek olduğu da açıktır. Ancak burada hesaba
katılması gereken bir husus da bu konularda birçok kimsenin kendini fikir ortaya koymaya
yetkili görmesidir. Bu durum bilimsel konuların sıradan, harcıalem konuşmalara, tartışmalara
malzeme oluşturmasına yol açmakta, tıpkı ekonomide Gresham Yasası3 gibi, bilim ve kültür
ortamında basit, yanlış ve sıradan bilgiler gündemi kaplamakta, belli bir zihni emek ve
birikim ürünü olan bilimsel açıklama ve muhakemeyi sahneden çıkarmaktadır. Bu olguya
başka ülkelerde ve dönemlerde de rastlamak mümkündür. Ünlü Fransız düşünürü Maurice
Duverger, bundan yarım yüzyıl önce, Paris’te, Fransız Üniversite Yayınları arasında basılan
Toplum Bilimlerinde Metotlar adlı eserinin girişinde şu cümleye yer vermişti: “Düşünsel,
ahlaki ve siyasi bilimler de nihayet diğerleri gibidir; yalnız küçük bir farkla: bu bilimleri hiç
okuyup öğrenmemiş olanlar bile bunları bildiklerine o kadar içten inanırlar ki kendilerinin bu
konularda fikir beyan edebilecek durumda olduklarını zannederler.”4 Bu ifadenin kaynağı ise
1
Y. H. Erdem, Tarih-Lenk, Kusursuz Yazarlar, Kâğıttan Metinler, Doğan Kitap, İstanbul, 2008.
M. Uraz, Bağdatlı Ruhi, Hayatı, Şahsiyeti, Şiirlerinden Seçme Parçalar, Tefeyyüz Kitaphanesi, İstanbul,
1941, s. 13.
3
Bu yasanın ifadesi şudur: “Kötü para, iyi parayı tedavülden kovar”.
4
M. Duverger, Méthodes des Sciences Sociales, Presses Universitaires de France, Paris, 1964.
2
3
Destutt de Tracy’nin 1801 tarihinde yayımlanmış eseridir5. Toplum bilimleri alanındaki
büyük gelişmeleri ve uzmanlaşmaları göz önünde tutunca bu saptamanın şimdi taşıdığı önem
daha iyi anlaşılıyor. Artık düne oranla daha karmaşık olan olayları, daha karmaşık ve
özelleşmiş analiz araçlarıyla anlamaya çalışmak yanında, bilinen konuları yeni bir yaklaşım
ve metodolojinin ışığında açıklamak gerekiyor. Prof. Dr. Haydar Kazgan, bilimsel yaklaşımı
ve analitik bakış açısı ile en sıradan, gündelik, bizler için veri sayılabilecek olayları temel bir
saptama veya bulgusunun somut bir kanıtı veya gerekçesi şeklinde kullanabilmektedir. Bu
bağlamda verebileceğim en anıtsal örnek Ahmet Cevdet Paşa’dan okuduklarını anlama
şeklidir. Gerek Cevdet Tarihi, gerekse Maruzat ve Tezakir’i tarihçiler ve geniş bir kamuoyu
fevkalade iyi bilir ve bu eserler elbette zengin içeriğiyle hâlâ geniş bir yankı bulmaktadır. Ne
var ki Prof. Dr. Haydar Kazgan’ın Maruzat’ta okuyup ön plana çıkardığı temalarda Osmanlı
toplumunun Avrupa ile karşılaştırması, Osmanlı tebasının kendi içindeki heterojen yapısı, bu
heterojen yapının dini, kültürel, siyasal ve askeri açıdan nasıl sonuçlar doğuracağı
vurgulanmaktadır. Ama Osmanlı milletleri özellikle müslüman ve gayrimüslim ahali
arasındaki refah düzeyi farkı, gayrimüslimlerin de içinde olduğu bir ordunun nasıl işlemez
hale geleceği gerçeğini yine Cevdet Paşa’nın anlatımına sadık kalarak olağanüstü bir
berraklıkla ortaya koyan da odur. Cevdet Paşa’nın neredeyse matematiksel bir doğruluk ve
kesinlikle tasvir ettiği konuları ve formüle ettiği tespitleri biz Prof. Dr. Haydar Kazgan’ın
rehberliğinde hem bir tarihsel akışın ulaştığı evre, hem de bu akışın niteliği ve gelecekteki
doğrultusunun şaşmaz bir hareket noktası olarak görüyoruz:
“Kaldı ki harekât-ı askeriyye esnâsında asâkir-i İslâmiyye fevka’l-‘âde
metâ`ib-i seferiyyeye mütehammil [askeri harekât esnasında islam
askerleri sefer yorgunluklarına fevkalade tahammüllü] olup, hele
burunlarına barut kokusu gelince, cebehâne [cephâne] ile kuru
peksimedden başka bir şey istemezler. Ammâ hıristiyanlar bu mertebe
meşakkatlere dayanamazlar. Her ay başında aylıkları verilmek ve her
gün mekûlât ve meşrûbâtları [yiyecek ve içecekleri] mükemmelen
tedârük ü ita [tedârik edilmek ve verilmek] lâzım gelür”.6
Bu gözlem ve tespitler, gayrimüslim ahalinin askere alınmasına karşı Cevdet Paşa’nın ileri
sürdüğü gerekçeler dizisinin bir bölümüdür. Bu saptamanın altını çizen Prof. Dr. Haydar
Kazgan, bu ifadelerde İslam ahalisinin yaşam düzeyini, tüketim kalıplarını, yaşam standardını
5
6
M. Duverger’deki kaynak bilgisi Destutt de Tracy, Elements d’idéologie, Première Partie (1801) şeklindedir.
A. Cevdet Paşa, Ma’rûzât, haz.Yusuf Halaçoğlu, Çağrı Yayınları, İstanbul 1980, s. 114-115.
4
görmektedir. İktisadi gelişme ve kalkınma sorunlarının, daha genel bir deyişle ilerleme,
batılılaşma özlem ve tartışmalarının kuşaklar boyu devam ettiği bir dünyada ve özellikle
Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nde meselenin esası gerçekten yukarıdaki
satırlarda saklıdır: İslam ahalisinde tahammül ve tevekkül, Hıristiyan ahalide aksine yüksek
bir hayat standardı, tüketim ve refah arzusu. Kazgan, burada Cevdet Paşa’nın Hıristiyan
ahaliyle ilgili hükmünü kendi zevkli üslubu ile süsleyerek, “onları askere almayalım, onlar
günde üç öğün taam [yemek] ister” ifadesine dönüştürür.7 Bu iki zıt karakterin, neredeyse
bütün Osmanlı topraklarında müslim ve gayrimüslim toplulukların yaşadıkları yerlerdeki
yerleşim mekanlarına tamamen yansıdığını görmekteyiz. Osmanlı döneminin Maraş’ı
“Ahırdağı” adı verilen yüce bir dağın eteğine yaslanmış yeşil ve bitek bir ovayı kucağına
almış, harap ve perişan bir halde uykuya dalmış bir kasabadır.8 Bu harap ve perişan kasabanın
ibadethaneleri içinde camiler, dünyada hiçbir dinin mabedi için düşünülemeyecek derecede
ihmal edilmiş iken kiliselerin en kötüsü, en mühim camimizden daha muntazam ve temizdir.
Tek hastane, Alman misyonerlerine aittir.9 Benzer farklılık doğuda Ardahan’ın müslim ve
gayrimüslim mahalleleri için de geçerlidir.10 Edirne köylerinin anlatımında da aynı açıklık
vardır. Buraları Osmanlı ülkesinden çok, Bulgaristan’ın sömürgesi gibi görünmektedir.11 Bu
tespitler çoğaltılabilir. Ama bu tespitlerden hareketle karmaşık ilerleme sürecine yalın bir
açıklama unsuru oluşturmak kanımca bilimsel bir yaklaşımın ürünüdür.
Prof. Kazgan’ın bilinen olayları bir iktisadi açıklama çerçevesi içine oturtmasının,
bilimsel konuları günlük olaylarla bağlantılı şekilde ele almasının başka örnekleri de vardır.
Bu örneklerin çoğu onun derslerini süsleyen ve zihinlere yerleşen örneklerdir. Zonguldak
kömür havzasında maden işçisi bulmakta güçlükler yaşanmakta, kısa bir süre çalışanlar,
maden ocaklarını terk etmektedir. Bu sorunu aşmak üzere çeşitli tedbirler düşünülmüş,
özellikle yabancı uzmanların ısrarları sonucunda ücretlerin arttırılmasına karar verilmiştir.
Ücret artışları, beklenenin tam aksi yönünde sonuç vermiş, işçilerin maden ocaklarında
çalıştıkları süreler daha da kısalmıştır. Çünkü, bu bireylerin ihtiyaç duydukları nakdi gelir
önceden bellidir ve ücretler yükselince bu tutarı daha kısa sürede kazanacakları tabiidir. Daha
yüksek gelir ile talep edeceği mal veya hizmet mevcut değildir. Prof. Dr. Haydar Kazgan’a
7
H. Kazgan, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk Bankacılık Tarihi, Türkiye Bankalar Birliği Yay., İstanbul
1997, s. 37.
8
B. Atalay, Maraş Tarihi ve Coğrafyası, Matbaa-i Amire, İstanbul, 1339, s.153.
9
a.e., s.155.
10
Ahmet Refik, İki Komite İki Kıtal, İstanbul, 1335, s.72.
11
Naci Kasım Açık-El, Türk Alfabesinin Islahı, Türk Dili ve Türk Dili Diksiyoneri, Maarif Matbası, 1939, s.7.
5
göre asgari düzeyde yaşamaya tahammül ve onun ile yetinme tevekkülü veya talebin gelir
esnekliğinin bir anlam taşımamasıdır söz konusu olan.
Prof. Dr. Haydar Kazgan’ın iktisat bilgilerini hayatın akışı içinde test etmesinin bir
örneği de yine kömür madenciliğinden, ücret sendikacılığına ilişkindir. Zonguldak’ta kömür
ocaklarında ölümlü kazaların sıklığı ve üretimi arttırma çabasına girildikçe daha da sıklaştığı
yakın zamanlara kadar bilinen olaylardı. Prof. Kazgan bu konudaki tartışmalarda iktisat
bilimindeki tercih ve alternatif maliyet kavramlarını kullanarak sendikaların, ücret artışları mı
yoksa iş güvenliği mi seçenekleri arasından ücret artışlarını hedeflediklerini bildiriyordu.
Ülkenin olanakları her iki amacı gerçekleştirmeye yetmeyeceğine göre birinden vazgeçilmesi
gerekliydi. Kısa dönemde ücret artışlarının cazibesi, henüz bir olasılıktan ibaret olan kaza ve
ölümlere karşı alınacak güvenlik önlemlerinin cazibesinden daha yüksekti. Başka bir deyişle
sendikal mücadele ile kazanılan ücret artışları, iş güvenliği konusunda yeterince ısrarlı
olunmaması, kaza ve ölümlere duyarsız kalınması pahasına gerçekleşiyordu. Alternatif
maliyete ilişkin başka bir açıklama da iptal edilen bir tramvay hattında rayların sökülmesi
veya dökülecek asfaltın altına gömülmesi konusundaki tartışma üzerinedir. Yerel
yönetimlerin harcama olanaklarının günümüze oranla son derecede kısıtlı olduğu 1960’lı
yıllarda Kazgan’ın, İstanbul Belediyesi’ndeki bu tartışmada, rayların asfaltın altında
kalmasına gönlü razı olmayan bazı meclis üyelerine verdiği fikir inanılmaz derecede basittir:
“Döşeli rayı sökmekle, bir kg çelik için yapılan harcama piyasadaki çelik fiyatının iki katı da
olsa, onları topraktan çıkarmak daha iktisadi davranıştır. Zira bu ülkede kazma kürekle çelik
üretmiş oluyorsunuz!”12
Bu örnekler onun üzerinde çalıştığı, incelediği konuyu somut şekilde tanımladığını ve
konunun açıklanmasında doğrudan etkisi olan unsurlara yer verdiğini; çok genel, ikinci,
üçüncü derecede faktörlere başvurmadığını göstermektedir. Kısaca o, ortalama kabul görmüş
ya da görebilecek görüşlerin dışında, ama konuyla yakın ve doğrudan ilişkili muhakemede
bulunur. Bu, konunun doğru seçimi veya sorunun doğru sorulması, açıklama unsurlarının
doğru tespiti ve çizilen analiz çerçevesinin dışına çıkılmaması ile gerçekleşir. Burada da tarihi
bir örneğe başvuralım ve Prof. Kazgan’ın Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması olayını
açıklamasını izleyelim.13 O, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasında, ders kitaplarından başlayarak
daha ayrıntılı eserlere kadar tekrar edilen yerleşmiş açıklamaların dışında, olayı 19. yüzyılın
12
Bu konuşmayı 1977 yılında göreve başladığım İTÜ Temel Bilimler Fakültesi’ndeki meslektaşım, sonra da
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zafer Tunca’dan dinlemiştim (E.Tokdemir).
13
Bu eserde yer alan Gedikler ile ilgili makaleye gönderme yapılmaktadır.
6
başında artan dış ticaret hacmi, limanda yükleme, boşaltma faaliyetleri ve bu işlerle ilgili
lonca, gedik gibi esnafla yeniçeri beraberliğinin yol açtığı yüksek fiyatlar çerçevesinde ele
alır. Batı Avrupa’nın dünya üzerinde ticaret karşısındaki engelleri kaldırmaya azmettiği bir
dönemde, İstanbul gibi büyük bir ithalat limanında hamal, kayıkçı ve benzeri esnafın
yeniçerileri arkasına alarak bir tekel oluşturmaları kabul edilebilir değildi. Böyle bir tekelin
devlet açısından yarattığı sıkıntı ise ithalat hacmi ile günlük vergi gelirleri arasındaki yakın
ilişkiden kaynaklanıyordu. Kazgan Gedikler üzerine yaptığı incelemede, bu tekelin kalkması
ile hamallık tarifesinin asgari yaşam düzeyine düşeceğini ifade etmektedir. Prof. Ortaylı’nın
da İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı’nda belirttiği üzere 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret
Antlaşmasından önce ticaret hacmi zaten artmış, fiilen Osmanlı pazarı Avrupa mallarına
açılmıştı.14 Kapitalizm, kendinden önceki sistemlere ait yapı ve kurumları bertaraf ettiğine
göre lonca tipi örgütlenmelerin de ortadan kaldırılması tabiidir. Kazgan’ın bu çerçevedeki
bakışını destekleyen ve anlamlı kılan başka görüşler de vardır: “Yeniçerilerin bu kadar yoğun
bir biçimde zanaat ve loncalarla ilişkisi göz önüne alındığında, kurumun 1826’da
lağvedilmesinin Osmanlı kentlerinin sosyo-ekonomik gelişimini nasıl etkilediği yeniden
değerlendirilmelidir”.15 Arkasından önemli gelişmeleri harekete geçirecek bu olayla doğrudan
ilişkili iki neden, ticaretin gelişmesini engelleyen tekelin kırılması ve artacak vergi
gelirleridir. Yeniçeri Ocağı’nın her türlü ilerleme ve yenilik karşısında engel oluşturması,
isyanlar çıkarması olgusu ve buna dayalı egemen söylemin, daha temeldeki dinamikleri
yansıtmadığı görülüyor.
Burada yerleşmiş birtakım düşünce şekilleri ve açıklamalarla analitik yaklaşım
arasındaki farkla karşı karşıyayız. Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve dağılma
sürecini objektif bir yaklaşımla, tarihsel bir gerçeklik şeklinde kabul etmenin güçlüğü açıktır.
Onu, önlenebilir, başka bir yöne çevrilebilir hadise olarak algılamak, diğer bir deyişle
hafifletici gerekçeler aramak çekici gelebilir. Ne var ki, böyle bir çabanın analiz değeri
olmayacaktır. Prof. Dr. Haydar Kazgan’ın 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’na ilişkin
açıklamalarını alalım.16 Bu açıklamalar arasında tarih kitaplarında uzun uzadıya üzerinde
durulan uzak cephelerdeki harekâtın Saray’dan idare edilmesi, Gazi Osman Paşa’ya gerekli
yardımın gönderilmemesi, savaşın başlangıç aşamasında Serdar-ı Ekrem’in hareketsizliği vb.
yoktur. O iktisat bilgilerini kullanarak Rusların savaş ilanını, tam da Osmanlı Devleti’nin
“moratoryum” ilan ettiği bir zamana tesadüf ettirdiğini belirtir. Bu tarihsel olay, sadece
14
İ. Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, Hil Yayın, İstanbul, 1983, s.77.
O. Yıldırım, Osmanlı Esnafında Uyum ve Dönüşüm: 1650-1826, Toplum ve Bilim, 83, 1999-2000, s.170.
16
H. Kazgan, Osmanlı’da Avrupa Finans Kapitali, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1995, s.14.
15
7
cephelerde değil, bütün Osmanlı vilayetlerinde lojistik faaliyetlerinde karşılaşılan mali
sıkıntılarda ve bu sıkıntıların Osmanlı savaş gücü üzerindeki yıkıcı etkilerinde yansımasını
bulmuştur. Bu konuyu bütün ayrıntılarıyla ve yönleriyle göz önüne seren Osmanlı ve yabancı
kaynaklar çoktur.17 Bir kere moratoryumla bu boyutlardaki bir savaşın eşanlılığı
vurgulanınca, savaş süresince ve savaşın arkasından baş gösteren bütün iktisadi ve mali
olaylar da belli bir açıklama zeminine oturmuş olur. Biz Prof. Dr. Haydar Kazgan’dan da ileri
giderek, bu savaşın finansmanı için gösterilen çabaların, kullanılan finansal çözüm yollarının
ve finansal araçların ve dahası ateşli silahlarda Rus tarafı ile az çok baş edilebilecek bir
donanıma sahip bulunmanın olağanüstü başarılı bir organizasyon örneği olduğunu
düşünüyoruz. Bu savaşı dünyada I. Dünya Savaşı’ndan önceki son büyük savaş olarak
değerlendiren yazarlar vardır.18 Ama hareket noktası olarak savaşı, devletin iflası ile birlikte
analiz etme gereğini vurgulayan Prof. Kazgan’dır. Öyle olduğu içindir ki ağır yenilgisine
rağmen imparatorluğun gösterdiği direniş, aynı zamanda istisnai bir finansal seferberlik
örneğidir. Prof. Kazgan, paradoksal görünse de savaşın finansmanı ve sonrasında devleti
ayakta tutan unsurun Galata sarraflarının açtığı krediler olduğunu vurgulamaktadır. Galata
sarraflarının da, vatandaşları elinde Osmanlı borçlanma senetleri bulunan, Avrupa
devletlerince desteklendiği aksi takdirde zaten moratoryum ilanıyla değer yitiren tahvillerin
bir kağıt parçasına dönüşmesinden korkulduğu açıktır19. Bu görüşü doğrulayan, dayanak
oluşturan sayısal veriler birçok kaynakta yer almaktadır.
Tarihsel olguları, yerleşmiş açıklamalar ve peşin hükümlerle değerlendirmenin
kolaylığı yaygın bir kabule yol açmaktadır. Bunlar kuşaktan kuşağa tekrarlanabilir; araya yeni
nüanslar ve komplo teorileri eklenerek zenginleştirilebilir. İster bilgilenmenin, araştırma
yapmanın maliyeti, külfeti yüzünden ister yüzyıllardır devam eden gerileme karamsarlığının
sonucu oluşan défaitismeden (yenilgi, bozgun psikolojisi) olsun, genel geçer görüşlerin
analitik niteliğinin bulunması düşük ihtimaldir. Çünkü bilimsel çalışma, soru sormaya,
sorgulamaya ve sorgulanan konu etrafında bilgi sahibi olmaya bağlıdır.
Prof. Haydar Kazgan, iktisat ve işletme alanlarındaki genel bilgilerini, mikro ölçekte
firma, işletme, tüketici ile tek tek üretim faktörleri çerçevesindeki bilgiler ile birleştirmekte ve
aralarındaki ilişkiyi kolayca kurmaktadır. Bilimsel anlamda konuya hakimiyet, onda, ayrıca
17
Ahmet Mithat, Zübdetül Hakayık, İstanbul, 1295; H.O. Dwight, Turkish Life in War Time, J.J. Little&Co.,
New York, 1881.
18
M.P. O’Connor, The Vision of Soldiers: Britain, France, Germany, and United States Observe the RussoTurkish War, War in History, 1997, 4, s.264-295.
19
H. Kazgan, Osmanlı’da Avrupa Finans Kapitali, s.14.
8
Batı dünyasında ve Osmanlı-Türk toplumunda toplumsal yaşayışa ve onun evrimine yakından
aşinalıkla birleşmektedir. O, Galata Bankerleri’ni yazarken imparatorluğun özellikle II.
Mahmut döneminden başlayarak nasıl bir değerli metal darlığı yaşadığını, Darphane’de
basılan paraların, kalpazanlar tarafından basılan paralara kıyasla daha az gümüş içerdiğini ve
kalpazanların kötü para bastıkları için değil devletten daha iyi para bastıkları için
cezalandırıldıklarını, bu olağanüstü para buhranı yüzünden II. Mahmut döneminden kalma
gümüş paraya nadiren rastlandığını, okuduğu gezi notları, hatıralar, gazeteler vb. birinci el
kaynaklardan bilir. Bu bilgilerini Avrupa ülkeleri ya da Çarlık Rusya’sındaki durumla
karşılaştırabilecek donanıma da sahiptir.
Prof. Kazgan’ın sahip olduğu birikim ve donanım, son dönem Osmanlı İmparatorluğu
ve Türkiye Cumhuriyeti ile aynı dönemlerde dünyada gündemde olan iktisat ve işletme
konularındaki gelişmelerle ilgilidir. Onun Cumhuriyetle yaşıt oluşu ve yaşamını, II. Dünya
Savaşı yıllarındaki askerlik dahil, İstanbul’da sürdürmesi, ailenin Kapalıçarşı’da önde gelen
tüccarlar arasında yer alması, ona ülkenin iktisadi ve ticari yönden en faal ortamı içinde
gözlemler yapma olanağı vermiştir. Antika merakı, ailenin ihtişamlı ticari ve entelektüel
geçmişine ek olarak ondaki öğrenme ve sorgulama eğilimi ile birleşince, Cumhuriyet yanında
geniş bir 19. yüzyıl Osmanlı kültürü aşinalığı ortaya çıkar. Mikro düzeydeki bu bilgilerin
başta Cevdet Tarihi, Tezakir, Maruzat gibi eserlerinden Servet-i Fünun Mecmuaları’nın bütün
sayılarını içine alan tam takımına; yerli ve yabancı çok sayıdaki eserlere ve çeşitli dillerdeki
gazete ve mecmualara kadar uzanan geniş yelpazedeki kaynaklarla birleşmesi ona toplumun
dokularına her yönüyle nüfuz etme olanağı tanımıştır. Onun muazzam arşivi içerisinde
kartpostallar, fotoğraflar, şehir planları, haritalar, ticari senetler, bonolar, hisse senetleri ve
tahviller de vardır. Bunlar toplumun o günkü manzarasını aksettirirken, aynı zamanda
toplumun kendi içinde ve dış dünya ile hangi kanallar aracılığıyla, ne şekilde ve hangi
boyutlarda ilişkide bulunduğunu ortaya koymaktadır.
İstanbul’un nüfusu, büyümesi, rıhtım
ve liman inşaatını o, günlük gazetelerde, dergilerde, broşürlerdeki bilgilerle sorgulamakta,
öğrenmekte ve teyid etmektedir. Onda şehir içi, şehirler, bölgelerarası ve yabancı ülkelerle
vapur seferlerinin saatleri, tarifeleri vardır. Bankalarla, borsalarla ilgili bilgiler, olaylar, para
piyasası verileri daima günlük gazetelerden izlenebilmektedir. Bütün bu olaylar ve veriler
serisinin, tarihsel bir eşzamanlılık içinde Fransızca, İtalyanca ve İngilizce dillerinde roman,
hikaye, tiyatro, sinema ve nihayet gezilerle tamamlandığını da hatırlatmak yerinde olur.
Prof. Kazgan’ın bu birikimini verimli kılan onun bilim insanı kimliğidir. Bize göre bu
kimliğin oluşumunda yukarıda değindiğimiz hususlara ek olarak kendi gözlemci kişiliği,
9
analitik yaklaşımı ve son olarak eşi Prof. Dr. Gülten Kazgan önemli bir yer tutar. Gülten
Kazgan Türkiye’de ve Türkçe’de İktisat biliminin kavramlarını en zengin ve rahat şekilde
kullanan birkaç iktisatçıdan biridir. İktisadi düşünce tarihinden tarım ekonomisine ve
uluslararası iktisadi ilişkilere geniş bir ilgi alanına sahip Gülten Kazgan’ın çalışmalarında aynı
zamanda bir tarihsel boyut ve arka plan vardır. Türkiye Ziraatında Arz Fonksiyonu (19271957) ile Tanzimat’tan 21. Yüzyıla Türkiye Ekonomisi buna örnektir. Burada bu iki bilim
insanının, bilimsel anlamda birbirlerine ne oranda destek olduklarının değerlendirilmesi
yazının konusu dahilinde değildir. Ancak birçok ortak çalışmalarının da bulunduğunu ve
bilimsel araştırma amacıyla yurtdışında önemli kuruluşlarda yer aldıklarını hesaba katarsak bu
iki bilim insanının arasında dikkate değer bir etkileşimin olduğunu söyleyebiliriz.
Prof. Haydar Kazgan’ın için bilim aynı zamanda bir yaşam tarzıdır. Bunun en açık
ifadesi Galata Bankerleri kitabının iç sayfasında yer almıştır20: “Eşim Prof. Dr. Gülten
Kazgan’a, Galata Bankerleri’ne ulaşmak için her iki evimize yığdığım kitap, dergi, gazete ve
belge ile onun kadınca ev düzenini altüst ettim. Beni affetmesi dileğiyle bu kitabı ona
armağan ediyorum.”
Kazgan’ların ortak çalışmaları ve Haydar Kazgan’ın bilimsel konuşma ve
tartışmalarındaki örneklerde Prof. Gülten Kazgan’ı da referans göstermesi bu bilimsel
alışverişin anlamlı bir göstergesidir. Bu alışveriş Prof. Haydar Kazgan’ın iktisadi konulara
nüfuz etmedeki üstünlüğüne katkıda bulunan en önemli hususlar arasında yer alır. 1928 yılı
sonuna doğru gerçekleşen Harf İnkılâbı’nın iktisadi açıklamasını Kazganlar birlikte yaparlar.
Onların düşüncesine göre yazı değişmiştir, ama tek başına bu değişiklik Türkiye’de kısa
zamanda okuma yazma öğrenilmesine yol açmayacaktır. Çünkü Kazganlar’ın hesabına göre
herkes okuma yazma öğrenmek için kaleme ve kağıda sarılsa ülkede yeterince kalem ve kağıt
bulmak olanaksızdır.21 Eğitim istatistiklerine göz atınca karşılaştığımız manzara da
Kazganlar’ı destekler niteliktedir. 1927-1928 öğretim yılında Türkiye’de ilk öğretimde 6.000
dolaylarında anaokulu ve ilkokul, 12.000 civarında bu okulların öğretmeni ve 430.000
civarında öğrencisi vardır.22 Okuma yazma bilenlerin oranı İstanbul’da %40’ın, İzmir’de
%20’nin altında, Türkiye genelinde de %10’un altındadır. Siyasi irade harf devrimini
başarıyor, entelektüel tartışmalar bu gelişme etrafında gelişiyor. Oysa harfler değişince
problem de değişmiş, bu hareketin finansmanı yeni bir problem olarak karşımıza çıkmıştır.
20
H. Kazgan, Galata Bankerleri..
H. Kazgan, Türkiye’de İktisadi Gelişmenin Kültürel Gelişmeye Katkısı, İktisat Dergisi, Eylül-Ekim, 1986,
Sayı: 262-263, s.40.
22
T.C. Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğü, İstatistik Yıllığı, İkinci Cilt, Ankara, 1929, s.68-69.
21
10
Kazganlar’ın üstünlüğü bir sorunun, bir konunun diğer aydınlar ve bilim insanları tarafından
dikkate alınmayan evrelerini, yönlerini bir sorun olarak, bir analiz unsuru olarak dikkate
almalarındadır.
Toplumsal ve iktisadi yaşama kendi içinde odaklanarak nüfuz etmenin bir diğer örneği
1930 yılının Serbest Cumhuriyet Fırkası ile çok partili yaşama geçme dönemidir. Partinin
vesile olduğu karışıklıkların boyutları ve sonuçları her düzeyde tarih kitaplarında yer
almaktadır. Ama Prof. Kazgan olayların özellikle
Ege Bölgesinde İzmir’de çığırından
çıkmasında bu bölgenin İzmir limanı aracılığıyla dünya ticaretine açık oluşunun ve 1929
bunalımının yıkıcı etkilerine doğrudan maruz kalmasının önemine değinir.23 İktisadi
daralmanın devletin vergi gelirlerinde yol açtığı düşüşü telafi etmek üzere hükümetin 1932
yılında uygulamaya koyduğu “İktisadi Buhran Vergisi” ve “Muvazene Vergisi”ni aramızdaki
tartışma toplantılarında, iktisadi yönden analiz eden ve talebin keskin düşüş gösterdiği bir
dönemde, bu düşüşün daha da şiddetleneceğine dikkat çeken de, yine Prof. Dr. Haydar
Kazgan olmuştur. O, kişisel konuşmalarında 1929 bunalımını, dünya, Türkiye ve nihayet
çeşitli bölgeler ve sosyal sınıflar ve tabakalar açısından ele alırken, konuyu günlük gazetelere
varıncaya kadar çeşitli kaynaklardan edindiği bilgileriyle tamamlıyor; Kapalıçarşı esnafının
yaşamı idame ettirme güçlüklerini, dünün varlıklı kesimlerinin yerine, bugünün farklı
gruplarının gelişini kendi hatıralarıyla ve çevresinden ona yansıyan anlatım ve nakillerle
iktisadi bir gözlem ve değerlendirme çerçevesine oturtuyordu.
Prof. Haydar Kazgan’ın toplumsal ve siyasal olayları tarihsel iktisadi çerçevede aykırı
bir yaklaşımla sunmasının başka bir örneğini, gayrimüslim unsurların bağımsızlık kazanma
yolundaki mücadelelerinde görüyoruz. Prof. Kazgan, İmparatorluğun 19. yüzyıldaki altüst
oluşunda, müslim ve gayrimüslim ahalinin gelişme ve değişimdeki farklılıklarını ön plana
çıkarır. Bu konudaki tespitlerine yukarıda yer vermiştik. Prof. Kazgan’ın bu alandaki
yaklaşımı son derecede açık, anlamlı ve tutarlıdır. O, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
hızlanan Ermeni toplumundaki kıpırdanmalarda diğer gayrimüslimlerde olduğu gibi
entelektüel ve iktisadi ilerleme boyutlarının rolüne dikkat çeker. Van’da Ermeni okulunun
yemekhanesinde tanık olunan temizlik, tertip, düzen ve seremoni, Ermeni din adamlarının en
sarp dağ köylerinde bile merkep üzerinde taşıdıkları kitaplarıyla bir gezici kütüphane hizmeti
görmeleri, eğlence ve kültürde dış dünyayı izlemeleri, onları sadece geleneksel yaşamlarından
23
H. Kazgan, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Sanayi Tarihi, Görüş, Türkiye Sanayicileri ve İşadamları Dergisi,
Temmuz 1995, Sayı: 21, s.72.
11
değil, geleneksel anlamla birlikte, yan yana yaşadıkları topluluklardan da uzaklaştırıyordu.24
Prof. Haydar Kazgan’ın bu gözlem ve saptaması, İmparatorluk’tan ilk ayrılan Yunanistan için
de geçerlidir. Sir Adolphus Slade, Yunanlıların konumunu ele alırken, onların toplum olarak
iktisadi, kültürel vb. her türlü ilerlemeyi gerçekleştirdiklerini, tek eksikliğin siyasal alanda
olduğunu, bağımsızlıkla onun da tamamlandığını ifade etmektedir. Burada, bir açık oturumda
Prof.
Gülten
Kazgan’ın kendisine
yöneltilen soruya
verdiği cevaba değinmeden
geçemeyeceğim. Bir dinleyici II. Dünya Savaşı’nda ağır bir yıkıma uğrayan Yunanistan’ın bu
savaşa hiç katılmamış Türkiye’ye savaş sonrası dönemde kısa zamanda yetiştiğini ve onu
geçtiğini hatırlatarak, bu gelişme farkının nasıl açıklanabileceğini sordu. Cevap bu gelişme
farkını açıklamaya yönelik değil aksine bizatihi bu farkın niteliğini anlatmaya yönelikti. Prof.
Gülten Kazgan, karşılaştırmada hareket noktası olarak II. Dünya savaşı ve izleyen dönemlerin
değil, her iki ülkenin bağımsızlığına kavuştuğu tarihlerin alınması gerektiğini belirtti. Yunan
bağımsızlık hareketinin 1820’lerde doğduğu ve sonuçlandığı dikkate alınırsa Türkiye’den
neredeyse yüzyıl önce yola çıktığı anlaşılmaktadır. Bu kaynaklardan söz etme nedenim,
Kazganların tespitlerindeki isabet derecesini belirtmektir.
Prof. Kazgan, yaşamının faal ve verimli çağları kontrollü bir döviz kuru rejimi altında
geçmiş olmasına rağmen, parasal işlem ve ilişkileri ulusal ve uluslararası düzeyde olağanüstü
bir aşinalıkla bilir. Burada kuramsal bilgilerle pratik bilgilerin ve olayların iç içe geçmişliği
şaşırtıcı bir tamamlayıcılık gösterir. Para darbı ve nümizmatik hususunda başvurulabilecek
birtakım kaynaklarda Darphane yerine Tophane’den bahsedilmesine25 yüklenebilecek
anlamlar arasında, eğer bir sonuca ulaşamayıp Prof. Haydar Kazgan’dan bir açıklama
talebederseniz, o sırada Darphane’nin yanmış olması ve imalatın Tophane’de yapılması
vardır.
Fransızların Cezayir’e müdahalesindeki asli nedenin siyasi değil ekonomik olduğu
açıklamasını da Prof. Kazgan’a borçluyuz. Prof. Kazgan, Cezayir’in Fransızlar tarafından
işgal edilmesinde, Fransa’dan Cezayir’e tek taraflı nakit hareketinin belirleyiciliğine değinir.26
Gerçekten, Fransa’ya hububat ihraç eden Cezayir halkı, ödeme aracı olarak sadece geçmişte
de alışkın oldukaları, tanıdıkları metal paraları kabul ediyordu. Ne var ki bu ödeme tek taraflı
bir akımdı. Bu gelirleri Cezayirliler dış mübadelelerde kullanmak yerine Osmanlı yönetimine
24
H. Kazgan, Türkiye’de İktisadi Gelişmenin Kültürel Gelişmeye Katkısı, İktisat Dergisi, Eylül-Ekim, 1986,
Sayı: 262-263, s.36-37.
25
C. Ender, Başbakanlık Devlet Arşivleri, Osmanlı Arşivindeki Nümismatik ile İlgili Belgeler Kataloğu,
Türk Nümismatik Derneği Yayınları, Özel Sayı, No:3, İstanbul 1996, s.125.
26
H. Kazgan, Osmanlı’da Avrupa Finans Kapitali, s.11-13.
12
vergi ödemede ya da gömülemede kullanıyordu. Fransa’nın Cezayir’le ticari ilişkilerini
karşılıklı mal mübadelelerine dönüştürme çabaları sonuç vermemişti. Prof. Kazgan’ın
açıklaması, Fransızca kaynaklarda tam anlamıyla doğrulanmaktadır.27 Kazgan, Rebuffat’yı
okumadı. Ama tarih bilgisi ve o bilgilerden hareketle bir senteze ulaşmadaki üstünlüğü, onu
kolaylıkla böyle bir sonuca ulaştırıyordu. Rebuffat’nın makalesinde anafikir, Cezayir’le
ticaretinde Fransa’nın gümüş kuruşlar yerine mal kullanma, ürün ihraç etme imkânından
mahrum bulunmasıdır. Bu imkânsızlık hep giderek artan bir aşılmazlık derecesindedir. Prof.
Kazgan da zaten bu durumu Fransız bilim adamının itiraf edemediği o savaş ve işgal
gerçeğine bağlamaktadır.
Prof. Haydar Kazgan, parasal ilişkilerin niteliğinde -18. yüzyıl ortalarından
başlayarak- görülen değişmelere ilgi duymuş; para ve kredi mekanizmalarındaki gelişmelere
dikkat çekmiştir. O, sanayi devrimiyle gelen dış mübadele hacmindeki artışın, Batı Avrupa’da
olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da ekonomide parasallaşmaya, para kullanımının
artmasına yol açtığını kaydetmektedir28. Batı Avrupa’da para kullanımı yaygınlaşırken,
tedavüldeki para hacmi de, para sistemindeki dönüşümlerden yararlanarak artmıştır. Burada
Prof. Kazgan, sistemdeki değişme ve esnekleşmeyi firmalar, çalışanlar, esnaf ve dolayısıyla
yerel piyasalar çerçevesinde sunmaktadır. Ders kitaplarında bulabileceğimiz bu konuları,
zaman ve ülke boyutlarıyla ve iktisadi mantığıyla Prof. Kazgan’da görmekteyiz. O, piyasanın
talebi üzerine, metal değerinin çok üzerinde bir para hacmi yaratılabileceğini, parasal
genişlemenin kredi hacminde de genişlemeyi beraberinde getirdiğini, böylece Batı Avrupa’da
faiz oranlarının Osmanlı İmparatorluğu’ndakine oranla çok düşük düzeylerde oluştuğunu
belirtmektedir. Artan faaliyet hacminin yol açtığı ödeme aracı ihtiyacını karşılamada bazı iş
adamları “…. bakır para ile ödediği yevmiyelerini, istenildiği anda bakıra çevirmeyi garanti
ettiği kağıt karşılıklar, yani bonolar ile ödemeye başlamıştı”.29 Sanayi firmalarının ücret
ödemelerinde başka yollar da söz konusuydu. Bazı kuruluşlar kendi adlarına metal para ihraç
etmişler, bazıları da doğrudan doğruya kağıt para bastırmıştı. Bu kağıt paralar aslında
işletmelerin ücret ödemelerinde işçilerine verdikleri senet ve bonolardı; işte bu senet ve
bonolar çevredeki esnaf tarafından küçük bir iskonto ile para yerine kabul ediliyordu. Köylere
adam yollayarak bozuk para toplatan sanayiciler yanında sabahleyin işçilerin bir bölümüne
ücretlerini ödeyen, işçiler bu ücretlerle alış veriş yaptıktan sonra bu ufak paraları altın para
27
F. Rebuffat, Les Piastres de la Compagnie Royale d’Afrique, Université de Nice, Centre de la Méditerranée
Moderne et Contemporaine Commerce de Gros, Commerce de Détail dans les Pays Méditerranéens (XVI-XIX
siécles), Actes des Journées d ‘Etudes, Bendor, 25-26 Avril 1975.
28
H. Kazgan, Osmanlı’da Avrupa Finans Kapitali, s. 49-51.
29
a.e., s.24.
13
karşılığında toplayıp diğer işçilerin ücretlerini ödeyen sanayiciler de vardı.30 Prof. Kazgan,
ödeme araçları yaratmada Batı’daki bu ilerlemeye karşılık, Osmanlı İmparatorluğu’nun altın
ve gümüş para dışında bir manevra alanının bulunmadığını, hatta bu metal paralar cinsinden
gelir yaratmak için bir bahane ile devlet adamlarının idam bile edilebildiğini ifade
etmektedir.31 Kazgan, Batı Avrupa ile Osmanlı İmparatorluğu karşılaştırmasında, Osmanlının
senyoraj geliri yaratamadığını yani para hacmini arttırarak bunu bir kredi şeklinde
kullanamadığını, devletin mallara, servetlere el koymasının ekonomiyi daralttığını vurgular.
Bugün hâlâ, en azından zihinlerde devam eden bir düşünceyi devletle ekonomi arasındaki
karşılıklı ilişkinin anlamlı bir ifadesini onda buluyoruz: “…. Devlet hazinesinin açıkları,
örneğin, dış ticaret açıkları, tediye [dış ödeme] açıkları yanında daima önceliğini korumuştur.
Bu sebeple devlet kendi gelir giderlerini dengelemek için zaman zaman ekonominin
dengelerini altüst etmiştir”.32 Bu ifadenin arkasında, çok azı yatağında ölmüş, 18. yüzyılın
ikinci yarısı ve 19. yüzyılın ilk çeyreğindeki büyük sarrafların başına gelenleri33 ve para
keşmekeşini34 bulabiliriz.
Burada, Prof. Kazgan’ın aydın kişiliğine ilişkin bir yönünden bahsetmenin bir görev
olduğu kanısındayım. O, bilge, zaman zaman derviş, mutedil kişiliği yanında eğilmeyen
dimdik bir duruşa sahiptir. Öğrencileri ve meslektaşlarının oluşturduğu sevgi ve saygı
çemberi, onun asla eksiltmediği vefa ve paylaşma duygusu, kendini bilmeyenler karşısında
azarlamaya dönüşür. Bu da bir bilgelik gereğiydi. Sadi de Gülistan’da hikmet başlığı ile şöyle
yazar: “Yumuşak davranıp cahilin hafifliğini hoş görmek bilgine yakışmaz. Bu, her iki tarafa
zarar getirir: Bilginin heybeti azalır, cahilin cahilliği daha sağlam olur”35. 1980
Müdahalesi’nden sonra Atatürk ve Cumhuriyet tarihi üzerine düzenlenen çok sayıdaki
faaliyetten birisi de Boğaziçi Üniversitesi’nde yer almıştı. İTÜ’de bu konuda ders veren iki
öğretim üyesi olarak toplantıya katılmıştık. Toplantı eski kampüsteki tarihi Kütüphane
binasının birinci katındaydı. Ben tarihçi olmamanın ve genç yaşımın telkin ettiği duruşla Prof.
Kazgan’ın uzağına, yaşça bana daha yakın Prof. Toktamış Ateş’in yanına oturmuştum. Son
gün, son saatlerdi. Oturumu Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal yönetiyordu. Günlerce süren
30
a.e., s.49-51.
a.e., s.24.
32
H. Kazgan, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Türk Bankacılık Tarihi, s.15.
33
O. Jamgocyan, Les Finances de l’Empire Otoman et les Financiers de Constantinople 1732-1853,
yayımlanmamış doktora tezi, Nouvea Régime, Université de Paris I, Paris 1888.
34
E. Eldem, Osmanlı Bankası Tarihi, çev. Ayşe Berktay, Osmanlı Bankası Tarihi Araştırma Merkezi, İstanbul
1999, s.89-123.
35
Sadi, Gülistan, çev. Hikmet İlaydın, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Bilim ve Kültür Eserleri Dizisi, İslam
Klasikleri, İstanbul, 2001, s.273.
31
14
toplantıların sonunda dilekler görüşülüyordu. Özellikle meslekten tarihçiler tarafından, artık
üniversitelerde Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi derslerinin daha yoğun bir şekilde okunması,
bütün üniversitelere bu yönde kadrolar açılması ve öğretim üyeleri alınması, ders saatlerinin
arttırılması ve derslerin modern teknikler kullanılarak işlenmesi gereği dile getiriliyordu. O
günün siyasal ortamının da etkisiyle bu konuşmalar hiç bitmeyecek gibi görünüyordu. Prof.
Kazgan –şimdi söz isteyip istemediğini dahi hatırlamıyorum- bir anda- “siz ne sanıyorsunuz,
biz, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde,” beni işaret ederek “bu genç meslektaşımla bu dersleri
veriyoruz; ama bu mühendislik öğrencileri bizi İktisat ve İşletme derslerinden de tanıdıkları
için hürmeten derslerimize geliyorlar. Bakın bu öğrenciler çok zeki, seçilmiş gençlerdir.
Karşılarına çıkaracağınız herkesi hoca diye dinleyeceklerini mi düşünüyorsunuz?” Ortalıkta
buz gibi bir hava oluştu. Prof. Toktamış Ateş, Prof. Kazgan’ı tanıdığı ve herhalde deneyimli
bir akademisyen olduğu için pek etkilenmiş görünmedi. Başkan bir şeyler söylemiş olmak için
Prof Kazgan’ın veciz ifadeleriyle Şura’nın tamamlandığını bildirdi. Dışarı çıktığımızda
“Hocam, başka türlü müdahalede bulunamaz mıydınız?” dediğimde, “Hayır sadece bu şekilde
anlatılabilirdi” dedi. Çok daha sonraki bir dönemde eşi Prof. Gülten Kazgan’la birlikte
katıldıkları bir toplantıda sanatta, edebiyatta, siyasette ve gazetecilikte öne çıkmış tanınmış bir
yazara bilgisizliğini öylesine bildirmiş olmalı ki adı geçen kişi izleyen günlerde gazetedeki
köşesinde boş yere mukabelede bulunmaya çalışıyordu.
Şu olay onun renkli ve çok yönlü kişiliğinin anlamlı bir yansımasıdır: Üniversite
içinde yöneticilik yaptığı sırada bir gün, kendisinden sert müdahalelerde bulunmasını
bekleyen bir meslektaşına “ben, senin gibi köşeli konuşamam!” demişti. Tartıda yanılmazdı.
Ama günümüzde, düşündüğünü söyleyebilme medeni cesaretinin ve erdemliliğinin özlenen
bir haslet olduğu bir ortamda Prof. Kazgan kişiliğine daha çok ihtiyacımız var.
Görüldüğü üzere burada Prof. Kazgan’ın bilim adamı kişiliği üzerine öne çıkan
yönlerini sunmaya çalıştık. Bu yazılanlar, otuz yılı aşan bir mesleki ilişkinin bize
öğrettiklerinden bazı örnekler olarak algılanmalıdır. Bu öğrenme ve algılama, onun babacan
tavrı, sıcak ve kendiyle barışık, zengin kişiliğinden bize yansımalardır. Kitaplarını kaynak
olarak göstermek, bilimsel şekil şartlarının yerine getirilmesinden ibarettir. Zira Prof.
Kazgan’ın bir konuyu ele alışında bir tereddüt, karmaşa ve bulanıklık söz konusu olmayıp, su
gibi duru ve yalın anlatımı ve nükteli konuşmaları dimağlarımızda bütün berraklığı ile
varlığını sürdürmektedir. Görüşleri hakkında daha fazla açıklama, ülkemizin entelektüel
ortamına mal olmuş eserlerinin önüne geçmek, onları yeniden yorumlamak olur ki bizim için
öyle bir amaç ne vardır ne de mümkündür.
15
16

Benzer belgeler