İndirmek için tıklayınız.

Transkript

İndirmek için tıklayınız.
. . .
IYI KITAP
Subat 2012
Sayi 36
. .
Ücretsizdir
www.iyikitap.net
.
.
.
.
Aylik Okul Öncesi, Çocuk ve Gençlik Kitaplari Gazetesi
Bir atın gözünden
savaşı anlatmak...
I. Dünya Savaşı’nın
ölümün kol gezdiği
kaotik ortamında bir
at savaşın gerçeğine
iki cepheden de
tanık oluyor. Top
ateşi altında kalan,
binicileri vurulan
Joey, korkunç
zamanlara direnen
gerçek dostluğun
hikâyesini anlatıyor.
Morpurgo’nun
kaleminden,
Spielberg’in
vizöründen:
Savaş Atı
İngiliz çocuk edebiyatının önde gelen
yazarlarından, 1943 doğumlu Michael
Morpurgo, otuz yıllık yazarlık yaşamına
yüzden fazla kitap sığdırdı. Üniversiteden sonra bir süre öğretmenlik yapan
Morpurgo ilk kitabını 1974 yılında yayımladı. Eserleri çok sayıda ödül aldı.
Günümüzde gençler için yazan çoğu
yazarın aksine, Morpurgo boşanma,
yetersiz ana babalar ya da kentin sosyal sorunları gibi çağdaş meselelerden
ziyade, tüm zamanlara damgasını vuran evrensel değerlere dair büyüleyici
hikâyeler anlatıyor. Şüphe, cesaret, güven, insaniyet, dayanışma ve başkalarına kulak vermek gibi evrensel değerleri
etik bir bakış açısından yansıtıyor ve
günümüzün pek çok sorununun bu etik
zeminle olan bağlantısına işaret ediyor.
Yazarın 1982 yılında yayımlanan Savaş Atı adlı kitabı İngitere’de Ulusal Tiyatro tarafından başarıyla sahnelendi.
İyi Kitap’ta bu ay...
Spielberg’in beklenen filmi Savaş Atı bu
ay nihayet sinemalarda. Eserin yazarı
Morpurgo’yla tanışmamış olanlar için film
iyi bir fırsat olabilir.
14 Şubat Dünya Öykü Günü dolayısıyla
bu ayki dosyamızı öykü türüne ayırdık.
Geniş bir yelpazeden öykü türünün
örnekleri üzerine yazılara yer vermeye
çalıştık. Halikarnas Balıkçısı, Shakespeare
oyunlarının öyküleri, Kemal Özer, Hidayet
Karakuş, Zeynep Cemali, Seza Kutlar Aksoy,
Nur İçözü dosya kapsamında sayfalarımıza
konuk oluyor.
SineKitap köşesinde, sevilen kahraman
Saftirik Greg’in vizyondaki ikinci filmi
var. Anne Baba Köşesi’nde ebeveynlerin ve
eğitimcilerin ilgisini hak edecek, uygulamalı
bir kitaba yer verdik: Çocukta Benlik Saygısı.
Ve eski dostumuz Garfield, yeni bir görsel
estetik anlayışla, daha küçük okurlar için
resimli kitap formatında arzı endam etti.
İyi okumalar, iyi tatiller!
Eserden yalnızca tiyatro camiası değil,
sinema dünyası da etkilenince, dünyaca ünlü yönetmen Steven Spielberg işe
el attı. I. Dünya Savaşı’nda yük ve binek
hayvanı olarak kullanılan, büyük çoğunluğu da savaşta yaşamını yitiren yüz
binlerce hayvandan biri olan at Joey’in
gözünden anlatılan hikâye, savaşın acımasızlığını ve anlamsızlığını çarpıcı bir
dille ortaya koyuyor. Hikâyenin sağlamlığına Spielberg’in efsanevi sinema
dilinin ustalığı da eklenince insan gerçekten heyecanlanıyor.
Kendini yazardan çok bir “hikâye
anlatıcısı” olarak gören Morpurgo’yla
edebiyat, hayat ve tabii ki Savaş Atı
üzerine bir söyleşi…
Sanıyorum, yazarlık yapmaya
başlamadan önce ilkokul öğretmenliği yaptığınız bir dönem var. Bir
söyleşinizde, öğretmenlik yaparken
gerçekten ne istediğimi fark ettim,
diyorsunuz.
Öğretmenlik yaparken çocuklara
her gün bir hikâye okumak zorundaydık. Okuduğum kitapların çoğundan
sıkılıyordum. Bir şey yapmam gerektiğini düşündüm ve onlara, çocuklarıma
anlattığım türde bir hikâye anlattım.
Pembe dizi türünde bir şeydi, çocuklar
pürdikkat dinlediler. Hikâyenin içinde
onlar için bir büyü olduğunu gördüm.
Benim için de bir büyü vardı.
Yazmaya başladınız, tamam. Biraz
da yazma sürecinizden bahsedelim.
Nasıl yazıyorsunuz? Önce bir taslak
hazırlayıp iyice ayrıntılandırıyor musunuz? Yoksa fikir kafanızda yazarken
mi gelişiyor? Mesela bir kitabı yazmak
ne kadar vaktinizi alıyor?
Genelde yazmaya başlamadan önce
kitabın hikâyesini aylarca hayal ederim.
karıştırıyoruz. Eğer derinden hissediliyorsa ve sömürü amaçlı değilse duygusallık güzel bir şey. Karanlık, çocuk
edebiyatının gerekli bir unsuru. Ben
bunda ısrarlıyım. Şimdiki çocuklar ne
bilmek istiyorlarsa zaten rahatça öğrenebiliyorlar. Bir düğmeye basıyorlar
ve yetişkin dünyasının tüm dehşetini
karşılarında buluyorlar. Bu dünyanın
zaman zaman çok karanlık, zor ve karmaşık bir yer olduğunu çok erken yaşta öğreniyorlar ve okudukları edebiyat
eserleri de bunu yansıtmalı. Diğer türlü onları sadece zaman öldürmeleri
için eğlendirmiş oluruz. Öyle olsaydı
bırakırdık televizyon seyrederlerdi,
ama edebiyat diye bir şey var.
Buna “hayal kurma zamanı” diyorum.
Hikâyenin asıl oluşma zamanı budur.
Olayları bir araya getiririm, araştırma
yaparım, öykünün gerçek sesini bulurum. Sonra yumurtanın çatlama zamanı geldiğinde, bunu hissederim. Yazmaya başladığımda hızlıyımdır, kitabı
iki, üç ayda bitiririm.
Çocuklara yazmak niçin hoşunuza gidiyor?
Ben çocuklara yazmıyorum, onlar
hakkında yazıyorum. Kendim için yazıyorum, çünkü hikâye anlatmayı seviyorum, hep sevmişimdir.
Peki, sizin en sevdiğiniz yazarlar?..
Robert Louis Stevenson (Hazine Adası), Rudyard Kipling (İşte Öyle Hikâyeler)
ve Ted Hughes (Demir Adam). Oscar
Wilde’ın Mutlu Prens adlı öyküsü herhalde beni ağlatan ilk hikâyeydi. İlginç
olan, onu defalarca, tekrar tekrar okuma isteği duymamdı. Okudukça hâlâ
etkilenirim. Mutlu Prens sevdiğim ilk
hüzünlü öyküydü. Hikâye, bir kuşun bir
heykel prense duyduğu sevgiyi anlatır.
Kuş, heykel prense duyduğu sevgi nedeniyle onun yanından ayrılmaz ve sonunda, göç etmekte geciktiği için orada
soğuktan ölür. Gerçekten yürek burkan
bir öykü. Bir sebeple insan tekrar tekrar
okumak istiyor.
İnsanda tekrar tekrar okuma isteği uyandıran hüzünlü kitaplar için
ne düşünüyorsunuz?
2
Sanırım, gerçekten bir fark yaratan
kitaplar içimizin en derinlerine dokunanlar. Gülmeyi seviyoruz ve gülmeye
ihtiyacımız var. Ama acıyı ve kaybı da
biliyoruz, bunları da hissedebiliyoruz.
Diğer insanların acılarını ve kayıplarını içimizde hissedebiliyoruz. Belki de
bu yalnız olmadığımızı hissetmenin
bir yolu.
Çocukların onları üzen, ağlatan
kitapları okumaması gerektiğini savunanlar var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Çocukların sadece gülmesi gerektiğini düşünenler bence onları hor görüyor. Acı ve kederin büyüyünce birdenbire tanışılacak bir şey olduğunu,
öncesinde sürekli gülüp eğlenmemiz
gerektiğini düşünmek bence hayata
dair çok yanlış bir kavrayış. Çocuklar
hem neşeyle hem de kayıplarla karşılaşmak durumundalar ve okudukları
şeyler de bunları yansıtmalı.
Çocuklarla bebekmiş gibi konuşup
öyle davrandığımızda, aslında onların
büyümesini engelliyoruz. Ama çocuklar ister istemez büyüyor, bir gün
geliyor, etraflarına bakıp dünyanın ne
kadar karmaşık bir yer olduğunu anlıyorlar. Küçükken mutlu aileler iyi, fakat
gerçek hayatta her zaman böyle olmuyor. Bu dünyada büyümenin güçlüklerini görüyorlar, savaşla ya da başka sorunlarla yüzleşmek zorunda kalıyorlar.
Sanırım biz gerçek duygusallıkla vıcık vıcık duygusallığı birbirine
Biraz da Savaş Atı’ndan bahsedelim. Tiyatroya ve en son da sinemaya uyarlanan bu eseriniz, çiftlikte
yaşayan bir çocuğa aitken, I. Dünya Savaşı’nda cephede kullanılmak
üzere İngiliz ordusuna satılan bir
atın hikâyesini anlatıyor. I. Dünya
Savaşı’na olan ilginiz nereden geliyor?
Tuhaftır ama I. Dünya Savaşı’na
olan ilgim II. Dünya Savaşı’ndan kaynaklanıyor. Ben savaş döneminde
doğdum, bombardıman altındaki bir
Londra’da büyüdüm. Annem savaşta
kardeşini kaybetti. Evde şöminenin
üzerinde savaşta ölen kardeşinin bir
fotoğrafı vardı. Annemin kederini hatırlıyorum. Sonrasında o fotoğrafa her
baktığımda annemin ömür boyu taşıdığı o kederi hatırladım hep. Ölümüne
kadar bu yas onu bırakmadı. Bu bana
savaşın gelip geçen bir şey olmadığını
düşündürdü. Yas ve keder devam ediyor; acılar savaş sonrasında da sürüyor. Ölen milyonlarca insanla ilgili bir
şey değil bu; hayatta kalan ve acı içinde yaşayan milyonlarca insanla ilgili.
İlk düşündüğüm şey buydu.
Sanırım içimde öyle bir şey var; savaşın yalnızca binalara değil, insanlara
da yaptığı bir şey bu. Sonra karımla
birlikte Devon’a taşınmaya ve büyük
şehirlerde yaşayan çocuklar için bir
çiftlik açmaya karar verdik.
Bir köyün yakınına yerleştik. Bir
gün köyde yaşlı bir köylüyle konuşuyordum. I. Dünya Savaşı’na katılmıştı. Savaşa gittiğinde 17 yaşındaymış.
. . .
IYI KITAP Aylık Yaygın Süreli Yayın / 30.000 adet basılmıştır. Ücretsizdir. ISSN: 1308 - 8866
İmtiyaz Sahibi: Tudem Eğitim Hizmetleri Sanayi ve Ticaret A.Ş. adına İsa Aykanat / Yayın Yönetmeni: İlke Aykanat Çam
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Zarife Biliz / Grafik Tasarım ve Uygulama: Armağan İnci
Baskı ve Cilt: Ertem Matbaa 0(312) 284 18 14 / İrtibat Adresi: Bahariye Cad. No: 47 Kat: 4 Daire: 6 Kadıköy - İstanbul / Tel: 0(216) 418 16 17- 12
www.iyikitap.net - e-posta: [email protected]
İyi Kitap • Gençlik Kitaplığı • Sayı 36 • Şubat 2012
“Nasıl bir birlikteydin?” diye sordum.
“Atlarla birlikteydim,” dedi ve başladı
anlatmaya.
Söylediğine göre, aklını yitirmesini
engelleyen şey atlarla konuşmasıydı.
Bunu duygusal bir tavır olarak düşünmedim o zaman, çünkü zaten köyde
yaşamış biriydi. Ama şöyle dedi: “Beni
hayatta tutan buydu. Her gece atların
yayına gidip onları yemliyordum. Atımla
konuşuyordum, ona annemden, sevgilimden, evimden bahsediyordum. Korkudan, dehşetten… Özellikle de son ikisinden. Savaşta, silah arkadaşlarınıza korku
ve dehşetten bahsedemezsiniz. Çünkü
zaten herkes korkuyordur. İnsanlar yanı
başınızda ölüyor ve bunun hakkında konuşamayacağınızı görüyorsunuz.”
O konuştukça bunun, genci, yaşlısı,
insanların hakkında pek bir şey bilmediği bir durum olduğunu fark ettim ve
atların durumu, daha doğrusu atların
gittiği yer üzerine düşünmeye başladım.
Birkaç hafta sonra Londra’daki Savaş
Müzesi’ne telefon açtım, “İngiltere’den I.
Dünya Savaşı’na kaç atın gittiğini biliyor
musunuz,” diye sordum. “Evet, yaklaşık
1 milyon atın gittiğini düşünüyoruz,” dediler. Kaçının geri döndüğünü sordum.
“65.000,” dediler.
Bu, aşağı yukarı, savaşta ölen İngilizlerin sayısına eşitti. Yaklaşık 1 milyon kişi ve 1 milyon at ölmüştü.
Daha korkunç bir şey daha öğrendim. Hayatta kalan bu 65 bin atın büyük çoğunluğu ülkeye geri getirilmemişti. Hükümet, atların fiyatı çok ucuz
olduğu için onları geri getirmeye değmeyeceğine karar vermiş, Fransız kasaplara satılmış ve kesilmişlerdi. Dört
yıl boyunca onca eziyete, kötü koşullara katlanmış, nice felaketlerden hayatta
kalmış, insanlara hizmet etmiş ve tüm
bunlarım karşılığında kendilerin kasabın bıçağı altında bulmuş, et parçası
olarak değerlendirilmişlerdi.
Bunun çok trajik bir hikâye olduğunu düşündüm. Bu aynı zamanda
savaşa gidip geri dönmeyen insanların
trajedisini de temsil ediyordu.
Top ateşiyle, bombalarla, makineli
tüfeklerin kurşunlarıyla öldüler. Çamurun içinde boğularak, gazla öldüler. Bu korkunç şeylerin hepsi insanların başına geldi. O zaman insan, bunun tüm savaşlar için bir metafor olabileceğini düşünüyor. Bunun üzerine,
savaşı o ya da bu tarafın, diyelim bir
İngiliz, Fransız, Alman, Belçikalı ya
da Amerikalının gözünden değil de,
bambaşka türlü anlatacak bir hikâye
yazmaya karar verdim. Evrensel bir
bakış açısından yazacaktım savaşı. Bir
atın gözünden yazacaktım.
Savaşta önce bir tarafta yer alan,
sonra diğer tarafın eline geçen bir atın
gözünden... O topraklarla, üzerinde
savaşan insanlarınki gibi bir ilişkisi
olmayan, ama gene de tüm korkunçluklara maruz kalan, kullanılan bir
varlığın gözünden. Bugün bile, hiçbir
şekilde durduramayacağımız, buna
gücümüzün yetmediği bir savaşın ortasında olmak ne kadar korkunç bir
şey! Orada bulunanlar için bu ne kadar
korkunç bir şey! Ve tabii geri dönenler
için de... Hikâye işte böyle doğdu.
I. Dünya Savaşı’na giden insanların çoğu öldü. Genç okurların I.
Dünya Savaşı hakkında bilmediğini
düşündüğünüz ve bilmelerini istediğiniz şey neydi?
Onlara böyle özel bir mesaj vermek istediğimi sanmıyorum. Asıl ben
bilmek istedim. Bir hikâye yazarken
aslında bu benim için bir öğrenme
sürecidir. Kendi kendimle konuşmaya çalışırım. Yaptığım araştırma da
kendim içindir. Bu dediğiniz, hikâyeyi
başkalarına anlatmaya karar verdiğinizde önem kazanır.
Demek istediğim, bütün hikâye anlatıcılarını yaptığı budur; ister çocuklara ister yetişkinlere yazın, yaptığınız
aynı şeydir; bir hikâyeyi başkasına aktarmak… Ve o hikâyeye kendiniz inanmadan, onu başkasına aktaramazsınız.
İngiltere’de biz çok insan kaybettik,
evet, ama Fransa’ya ya da Almanya’ya
da gitseniz, köylerdeki şehitliklere
baksanız, ufacık, ücra köylerden ne
kadar çok insanın savaşta yok olup
gittiğini görürsünüz. Savaştan sonra
ortadan tamamen kalkan pek çok köy
var her yerde.
Savaşta o kadar çok atın öldüğünü öğrendiğinizde ne hissettiniz? Bu
sersemletici rakamın gerçek boyutunu idrak ettiğinizde?
Bütün düşündüğüm, onlardan birinin hikâyesini anlatmanın önemiydi.
Ama bir anlamda, rakamları düşünebilmek, onlarla başa çıkmak imkânsız.
Soykırımda ölen altı milyon Yahudi’yi
düşündüğümde altı milyon insanı birden düşünemem. Anne Frank’ı düşünebilirim. Primo Levi’yi düşünebilirim. Ancak bunu yapabilirim.
İyi Kitap • Gençlik Kitaplığı • Sayı 36 • Şubat 2012
Zarife BİLİZ
Türkçede Michael Morpurgo
Savaş Atı
Çeviren: Arif Cem Ünver
Tudem Yayınları, 160 sayfa
Kelebek Aslanı
Resimleyen: Christian Birmingham
Çeviren: Arif Cem Ünver
Tudem Yayınları, 104 sayfa
Kayıp Zamanlar
Çeviren: Arif Cem Ünver
Tudem Yayınları, 192 sayfa
Tekboynuzlara İnanıyorum
Resimleyen: Gary Blythe
Çeviren: Ekin Gökovalı
Tudem Yayınları, 160 sayfa
Satranç Şampiyonu
Çeviren: Uğur Önver
Çizmeli Kedi Yayınları, 80 sayfa
3
Çoğul Kütüphane
Behçet ÇELİK
Yekta Kopan’dan kısacık öyküler
Yekta Kopan, son kitabı Kediler Güzel Uyanır’da kısa öykünün sınırlarını araştırdığı gibi, okuru an
denilen zaman diliminin olanakları üzerine düşünmeye de çağırıyor. Kopan’ın öyküleri gündelik hayat
içerisinde algımıza girmeyen ya da girer girmez çıkıveren ayrıntılara odaklanıp, zamanı yavaşlatıyor.
anladığımız arasında çok büyük farklar
olduğu anlamına gelmez.
Kopan, kısacık öykülerinde, içerisinde “bildiğimizi okumamız” için
geniş alan bırakmakla birlikte, anlattıklarının duygusunu birkaç cümleyle
aktaran yazarlardan. Çok çarpıcı olmayan, neredeyse rastgele seçilmiş sanacağımız anlar yeğlediği halde onun metnindeki havayı anında soluyuveriyoruz.
Bunu sağlayan öykülerin kısalığı elbette. Her şeyin çok ayrıntılı tasvir edildiği öykülerin aksine, kısacık öykülerde
bize kalan alanın genişliği metne daha
kolay dâhil olmamız için önemli bir
imkândır. Sadece bu değil ama; bunu
sağlayan başka etmenler de var.
Yekta Kopan, kısacık öykülerden
oluşan Kediler Güzel Uyanır adlı son kitabındaki “Ünlem ve Mat” adlı öyküde,
çok kısa ya da minimalist olarak tanımlanabilecek öykü tarzına ait önemli bir
noktanın altını çiziyor: “Yazarın net bir
şekilde belirtmek gereksinimi duyduklarının dışında her şeyle oynayabilirim.”
Aslında öyküye ve edebiyatın geneline
de genişletilebilecek bir nokta bu.
Çoğu zaman edebi metinlerin içine,
bizim tamamlamamız için bırakılan
boşluklardan sızarız. Yazarın bıraktığı
boşlukları kendimizce (Kopan’ın anlatıcısının belirttiği gibi “bildiğimizi okuyarak”) doldururuz. Elbette, yazar boş
bir sayfa sunmamıştır bize; onun belirttiklerinin sınırıyla çizili bir alanda at
koşturur, “bildiğimizi okuruz.” Çok kısa
öyküde metnin uzunluğu daha fazlasına
izin vermeyeceği için yazarın net bir şekilde belirtmek gereksinimi duydukları
daha az, “bildiğimizi okuma” alanımız
daha geniştir. Bu nedenle, okuyanların
farklı şeyler anladıklarına tanık olduğumuz gibi, farklı zamanlardaki okumalarımızda da aynı şeyleri hissetmez,
sezmeyiz bazen. Elbette bu durum,
yazarın metni ile bizim okuduğumuz,
4
EKSİLTEREK ANLATMAK
Kopan’ın kısacık öykülerinde zamana yapılan belli belirsiz vurgu mesela.
Öykülerin çoğunda, şimdiki zaman
kipi geniş zaman gibi kullanılıyor.
Böylece anlatıcının tam o anda tanık
olup anlattığı olay, birdenbire bütün
zamanlara yayılıyor. Örneğin, “Ağaçlara bakmaya korkuyorum,” cümlesi,
anlatıcının sadece o andaki korkusunu
değil, bu korkunun sürekliliğini, benzer
durumlarda duyduğu daha geniş bir
zaman yayılmış korkusunu, korkularını duyuruyor. Şimdiki zaman böylece
uzar, genişlerken, kendi korkularımızı
da duyuruyor bize, böylece yazarın o
an ne anlattığını tam olarak bilemesek
bile nasıl bir histen söz ettiğini sezecek
ölçüde metnin içine girmiş oluyoruz.
Bunu sağlayan sadece seçilen zaman kipi değil, ayrıntıların seçimi de
zamanın durduğu ya da anlatılan anın
yavaşlayarak uzadığı izlenimi yaratıyor.
Kopan’ın öyküleri gündelik hayat içerisinde algımıza girmeyen ya da girer
girmez çıkıveren ayrıntılara odaklanıp,
dikkatimizi bunlara yönelttiği için zamanın yavaşladığını, neredeyse durduğunu hissediyoruz. Geçmiş zaman
kipinde anlatılan öykülerde de olmuş
bitmiş bir olay anlatılmıyor; her zaman
olabilecek, “geniş” bir zamana yayılmış
olayları okuduğumuzu hissediyoruz.
Belki sürekli değil, ama yinelenen olaylar. İnsanın zihnini, kalbini olur olmaz
yerde ayartıp hatırlanan anlar.
Yekta Kopan hayat-edebiyat-dil ilişkisini sorguladığı bu öykülerde, olan
biteni nasıl anlattığımızın, gerçekliği
algılayışımızı ne ölçüde değiştirebileceğine yanıtlar arıyor. Bir şey anlatırken
seçilen kelimelerdeki ünlü harflerin
incelik-kalınlığının ya da belirli bir
harfle başlayan kelimeler yeğlenmenin
neyi, nasıl değiştirebileceği gibi soruların izini sürüyor. Kopan’ın bu kitaptaki
öykülerinde eksilterek anlatmayı yeğlediği söylenebilir. “Matruşka” adlı öykü
ise eksiltmenin varacağı en uç noktaya
dikkat çeken bir ironi üzerine kurulmuş; bir metnin neler içerdiği ya da o
metnin eksildikçe neye dönüşeceği gibi
soruları akla getiriyor.
“Piknik Havası”ndaki anlatıcının
babasından aktardığı, “Hayat da öyledir, geçer gider, iyi dinlemezsen, ne dediğini duyamazsın,” öğüdünü hatırlatıyor
öyküler. Sanki Kopan, hayatın geçip giderken ne dediğini iyi duyabilmek için
kimi öyküde hayatın belirli bir anına,
kimi öyküde hayatın ifade edilişinin
neleri değiştireceğine odaklanıp, bunların dışındaki her şeyi dışta bırakarak,
tam o anda “orada”, “o noktada” olmanın vereceği yanıtlara kulak kabartıyor.
Kediler Güzel Uyanır
Yekta Kopan
Can Yayınları, 128 sayfa
İyi Kitap • Çoğul Kütüphane • Sayı 36 • Şubat 2012
“Ona duyduğum
öfke
çoktan uçup gitmişti.„
Zeynep Cemali’nin Patenli Kız kitabından.
Gençleri öykü yazmaya
davet ediyoruz!
2012
.
için son başvuru
SEÇ‹C‹ KURUL
18 MAYIS
Necati Tosuner
Hacer Kılcıoğlu
Süleyman Bulut
Prof. Dr. Nuran Özyer
Dr. Müren Beykan
2012 Teması: HOŞGÖRÜ
Çocuk edebiyatımızda silinmez izler bırakan deerli yazar
Zeynep Cemali’nin anısına, Günııı Kitaplıı tarafından bu
yıl ikincisi düzenlenen Zeynep Cemali Öykü Yarıması’na
bavurular baladı. Yarımaya tüm Türkiye’den ilköretim
ikinci kademe örencileri, 2012 için belirlenen “hogörü”
temasında yazacakları öykülerle katılacaklar.
[email protected]
www.gunisigikitapligi.com
[email protected]
facebook.com/gunisigi.kitapligi
twitter.com/_Gunisigi
Profilo Plaza, Cemal Sahir Sok. 26/28 B3 Mecidiyeköy 34387 ‹stanbul
T: 0212 212 99 73
F: 0212 217 91 74
Büyük konulara
küçük kahramanlar…
Nurduran DUMAN
Okul öncesi döneme hitap eden nitelikli yayınlarıyla dikkat çeken Kır Çiçeği Yayınları’ndan iki
güzel kitap daha… En Güçlü Benim, okul bahçelerinde sık yaşanan kabadayılık konusunu ele
alırken, Yavru Baykuşlar anneden ayrı kalma temasını işliyor.
Birçok masalın güçlü kişisi, başkahramanıdır kurt. Genelde de Batı
edebiyatında –başta Ezop masalları
olmak üzere– birçok metinde kötü
adam rolünü üstlenir. Kötü adam olmasının başlıca nedeni ise güçlü, kurnaz vb. olması olarak gösterilir. Mario Ramos’un yazdığı, Fransızca’dan
Yıldırım Türker’in çevirdiği En Güçlü
Benim ise hem en güçlü hem de nazik
olunabileceğinin altını çizen bir öykü
işlemekte. Ramos, birden fazla meseleye değindiği öyküyü bir okul bahçesinde izlediği çocukların davranışlarından esinlenerek yazmış. Özellikle
de güçlü olanın zayıfa karşı tutunduğu
tavırdan, kabadayılıktan.
KÖTÜ KURDUN İÇ YÜZÜ
Kırmızı Başlıklı Kız, Yedi Cüceler,
Üç Küçük Domuzcuk gibi masallara
göndermeler yapıp selam çakan yazar,
bir yandan da oradaki kötü kahraman kurdun iç yüzünü ortaya seriyor.
Ramos’un kahramanı kurdun karnı
öyle tok ki bir lokma daha yiyecek
hali yok ama egosu çok aç ne yazık
ki! Durmadan övülmek istiyor: “Hah,
tam da düşündüğüm gibi, en güçlü benim! Söylesin istiyorum herkes, her an,
durmandan. Övülmeye bayılıyorum,
hiç bıkıp usanmadan.”
Bu öyküdeki kurt komik, şaşkın biraz. Mutluluğu başkalarının övgüsüne
6
bağlı olanın durumu komikten
de ötedir aslında, acıklıdır.
Ramos, kitabı aynı zamanda
resimlemiş de. Son sayfaya kadar kurdu diğer kahramanlara
karşı özellikle abartılı biçimde
büyük tutmakta. Son sayfadaki boyutları ise küçük. Kurdun
bu boyutu okurlarına önemli
bir mesaj veriyor. Büyüklenmek
isteyen, büyük görülmek istenen bunu ancak karşısındakinin kabulüyle gerçekleştirebilir
çünkü. Mario Ramos’un yazıp
çizdiği bir başka kitap daha yolda. En
Yakışıklı Benim’i ve yazarın bu konuya
getireceği alternatif yaklaşımı merakla
bekliyoruz.
ANNEDEN AYRI KALMAK
Yavru Baykuşlar da Kır Çiçeği
Yayınları’nın yenilerinden. Günümüz
çocuk edebiyatının önemli yazarlarından, 2004 Andersen Ödülü sahibi
Martin Waddell’in “Küçük Ayı, Büyük
Ayı Dizisi”nden sonra dilimizde basılan en son kitabı. Yavru Baykuşlar, çocukların annelerinden ayrı kaldıkları
zaman yaşadıklarını, hissettiklerini
konu alıyor. Özellikle çalışan annelerin çocuklarına okumak isteyebileceği
bu öykü, Patrick Benson’un resimleriyle yorum, zenginlik ve derinlik
kazanıyor, hatta tamamlanıyor. Şöyle
de denebilir, bu hikâye başka resimlerle başka şekilde anlatılabilirdi, ama
bunlarla harika anlatılmış. Bu yüzden
özellikle resimlere baka baka ilerlemek gerek.
Anneleriyle birlikte bir ağaç kovuğunda yaşayan üç yavru baykuş Sedef,
Bulut ile Can bir gece uyanıyorlar ve
annelerinin evde olmadığını görüp düşünüyorlar. Sedef annenin avlanmaya
gittiğini, Bulut ise yiyecek getireceğini
düşünüyor. En küçükleri Can ise hem
düşünüyor hem de “Annemi istiyorum!”
diyor. Çünkü yavru baykuşlar ağlayıp
sızlanmak yerine oturup düşünürler,
zaten yazara göre tüm baykuşlar çok
düşünür. Sonra üçü birden yuvanın dışına çıkıp farklı dallara otursalar da, bir
süre yine düşünüp, bekledikten sonra
aynı dalda birbirlerine sokuluyorlar.
“‘Ya kaybolduysa?’ demiş Sedef / ‘Ya bir
tilkiye yakalandıysa!’ demiş Bulut / ‘Annemi istiyorum!’ demiş Can / Ve baykuş
yavruları baykuş gözlerini kapatıp, baykuş annelerinin gelmesini dilemişler.”
Üçünün, ormanda, gecenin büyük
karanlığı içinde, tedirginlikten endişeye, sonra da korkuya doğru yaptığı
yolculuk, resimlerde gittikçe koyulaşan renklerde ve gölgelenen ışıkta da
görülüyor. Anne geri gelince görüyoruz ki zifiri karanlık gök meğer pırıl
pırıl yıldızlarla dolu. Aslında daha önceki bir iki resimde parçalı olarak var
bu gece mavisi gök, ama yavru baykuşlar –korkmakla değil elbette– “düşünmekle” meşgul oldukları için göğe
bakmaya vakit bulamıyorlar.
Geri dönünce, “Nedir bu şamata?”
diye soran ve “Eve döneceğimi biliyordunuz,” diyen annelerinin tepkisi tüm
diğer yavru baykuşlara ve bu kitabı
okuyan çocuklara ders olsun; annelerin mutlaka eve döneceğini bilsinler,
ona güvensinler.
En Güçlü Benim!
Mario Ramos
Çeviren: Yıldırım Türker
Kır Çiçeği Yayınları, 26 sayfa
Yavru Baykuşlar
Martin Waddell
Resimleyen: Patrick Benson
Çeviren: Aslı Motchane
Kır Çiçeği Yayınları, 26 sayfa
İyi Kitap • Okul Öncesi Kitaplığı • Sayı 36 • Şubat 2012
Miskinler Prensi’nin
yeni serüvenleri
Kutlukhan KUTLU
Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan yeni Garfield kitapları, Fransız yapımı yeni bir çizgi diziden
uyarlanmış. Bir sayfası resim, bir sayfası yazı olacak şekilde düzenlenmiş olan kitaplar, gerek
kaliteli baskısı, gerekse rahat okunan Türkçesiyle küçükleri Garfield’la tanışmaya çağırıyor.
Kedilerle uzun vakit geçirmiş, özellikle de bir kediyle aynı evde yaşamış
olanlar bilir: Patisi çabuk, kuyruğu oynak, bedeni kıvrak, sesi tırlak bu dostlarımız, bize hem çok tanıdık hem de
alabildiğine yabancı görünebilmek gibi
büyüleyici bir özelliğe sahiptirler. Belki
biraz da bu yüzden ister istemez kafamızda resmi tamamlar ve onlara insanların dünyasından yığınla özellik yansıtırız. Miskinlikten umarsızlığa, başına
buyrukluktan fırsatçılığa, uyanıklıktan
inada envai çeşit “huy” görürüz onlara baktığımızda. Biraz da bunun sonucunda, kedilerle haşır neşir olanlar
onların hikâyelerini anlatmaktan hiç
vazgeçmez. Tabii onların yaptıklarına gülmekten de. Bir kedide bulmayı
bekleyebileceğiniz en güvenilir şeyler
gizem ve komedidir çünkü.
Kedi komedisinden bahsedince de
bu işin hayali piri Garfield’ı anmamak
mümkün mü? Jim Davis’in 1978’de bir
çizgi bant kahramanı olarak yarattığı
bu ünlü kedi karaktere aşina olmayan
pek azdır, ama yine de kısaca tarif edelim: Kedilerin “avcı” kökleriyle köprüleri tamamen atmış gibi görünen,
modern hayatın konforuna alabildiğine adapte olmuş, uyku ve yemek için
yaşayan, tombul mu tombul, tembel
mi tembel ve işlerin kendi çıkarına
göre gelişmesini sağlayabilecek kadar
kurnaz bir sarman Garfield.
Bu miskinlik abidesi kedinin yaptıklarını, yumuşak başlı sahibi Jon’la
için için alay edişini, evin iyi huylu
köpeği Odie’yle uğraşmasını, hayatındaki bu iki karaktere düşünce balonlarıyla bol bol tepeden bakışını okumaktan bıkmadık yıllardır. Bu arada
Garfield karakteri de gazetelerin çizgi
bantlarıyla yetinmedi, yakaladığı müthiş popülerlik sonucunda başka mecralara da geçiş yaptı: sinema, bilgisayar
oyunları, televizyon, kitaplar...
MİSKİN VE MUZİP KEDİ
Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan
yeni Garfield kitapları da bundan
iki-üç sene önce başlayan, Garfield et
Cie (Garfield ve Arkadaşları) adındaki Fransız yapımı yeni bir çizgi diziden uyarlanmış. Bir sayfası resim, bir
sayfası yazı olacak şekilde düzenlenmiş, otuzar sayfalık resimli hikâyeler
bunlar. Tıpkı uyarlandığı dizi gibi,
bilgisayar ürünü 3D resimlere sahipler. Elbette gazetelerdeki çizgi bant
ve 80’lerdeki çizgi dizide görüp alıştığımız resimlerden hayli farklı, ama
“Arabalar” ve “Kayıp Balık Nemo” gibi
çizgi filmlerle büyüyen bir neslin kolaylıkla benimseyeceği bir estetik bu.
Kitaplarda genellikle tek bir sorunun çözümü üzerine kurulu, yalın
öyküler anlatılıyor ve bu öyküler hep
karakterlerinin sivri yanlarını, yani gayet iyi bilinmesine rağmen hâlâ bol bol
kahkaha attıran özelliklerini öne çıkarıyor. Bunların başında da Garfield’in
boğazına düşkünlüğü, tembelliği ve
bencilliği geliyor tabii.
Mesela Hırgür’de Garfield, bir saat
boyunca hiçbir şey yemeden durabileceğine dair bir iddiaya giriyor. Sadece bir saat! Ve resmen kıvrım kıvrım
kıvranıyor. Ava Giden Avlanır’da ise
İyi Kitap • Çocuk Kitaplığı • Sayı 36 • Şubat 2012
Garfield’ın hınzırlığı tutuyor ve evin
naif köpeği Odie’yi sincaplarla birbirine düşürmeye çalışıyor. Kedi Avı’nda
Garfield ile Odie hırsızlık yapıp başlarını derde sokuyorlar: Önce barınak
görevlileri, yetmeyince, onlarla aynı
işi yapmak üzere geliştirilmiş, Hayvan-Tutan adında kocaman bir robot
peşlerine düşüyor. Odie Hapiste’de ise
Odie tasması olmadığı için yakalanıp
barınağa kapatılıyor, bunun üzerine
Garfield, “Odie evde olmazsa akşam
yemeğe oturamayız,” diyerek onu kurtarmak üzere yollara düşüyor.
Şimdiye kadar Garfield’ın birçok
farklı mecrada çeşit çeşit serüvenlerini
gördük. Bu yeni kitapların özelliği ise
gazetedeki çizgi bantlarla TV’deki çizgi
filmler arasında bir yerde durmaları:
Epey kısa olmakla birlikte “macera” anlatabilecek yere sahipler. Açıkçası, Garfield gibi “hareket etmeme taraftarı”
olan bir kediye de hareketsiz resimler
daha bir yakışıyor! Daha yetişkinlere
yönelik olan çizgi bantlardaki kadar
yüksek dozda kara mizah yok burada,
ama yine de klasik “Garfield anları” sık
sık karşımıza çıkıyor. Gerek bu yönleriyle, gerek kaliteli baskısı, gerekse Elif
Gökteke’nin rahat okunan Türkçesiyle bu yeni seri, özellikle küçükler için
Garfield’a iyi bir başlangıç noktası.
Garfield 3 – Odie Hapiste
Gilbert Delahaye, Marcel Marlier
Çeviren: Elif Göktepe
Yapı Kredi Yayınları, 32 sayfa
Garfield 4 – Kedi Avı
Gilbert Delahaye, Marcel Marlier
Çeviren: Elif Göktepe
Yapı Kredi Yayınları, 32 sayfa
7
Anne baba köşesi
Asuman Zeynep GÜNAYDIN
Benim bir hayalim var…
Klinik psikolog Deborah M. Plummer, benlik saygısının çocuklarda nasıl
geliştirileceğini konu aldığı kitabında, yaratıcı etkinliklerle hem çocukların
hem ailelerin kendilerine duyduğu saygıyı güçlendirmeyi amaçlıyor.
Yaşlı bir büyükanne ile büyüyordu.
Büyükanne titizdi, özenliydi. Her gün
onu öğle uykusuna yatırırdı. Uyumayı
sevmezdi ama büyükanneye uyumak
istemediğini de söyleyemezdi. Büyükanne, “Uyumazsan büyüyemezsin cüce kalırsın, aklın da çalışmaz, zihnin de açılmaz,” derdi. Boyum uzasın, aklım da büyüsün diye yatağında dönenir dururdu.
Bir gün hayal kurmak geldi aklına.
“Hayal, yaşamımızın doğal bir parçasıdır ve bebeklik dönemimizde dünyayı
algılama biçimimizdir.”
Büyüdüğünü hayal etti, boyunun
uzadığını, zihninin (büyükannesinin dediği gibi) açıldığını hayal etti.
Büyüdükçe...
Bazen olmak istediği gibi oldu, bazen
ona söyledikleri gibi, hayal ederken…
Bazı hayalleri resim gibiydi, bazıları
film, bazıları müzik, bazıları dokunuş
gibi...
Akla hayale gelmeyen hayaller kurduğu da oldu; yaşadığını hayal edip tekrar yaşadığı da.
Bazı hayalleri gerçek oldu; bazı “gerçek olmayanlar” da hayali kaldı...
Birçok defa duydu “Bu benim çocukluk hayalimdi,” cümlesini, yanında bir
orkestranın çaldığı, gür bir sesin söylediği şarkı eşliğinde… Birçok defa da “Ama
o benim hayalimdi,” cümlesini duydu,
yanında cılız sesler eşliğinde...
Hepsinin içinde “Benim bir hayalim
var,” cümlesi en çok sevdiği oldu. Yanında ümitle birlikte çalan tüm sesleri duyabildi, yine hayalinde…
“Bu benim çocukluk hayalimdi,” sözünün yanındaki güçlü orkestra, “Ben
değerli biriyim, yapabildiklerim ve yapamadıklarımla kabul görüyor ve seviliyorum,” şeklinde sözleri olan bir şarkı
çalıyordu...
“Ama o benim hayalimdi,” sözünün
yanındaki orkestra ince, tiz, kıyıcı,
“Zaten beceriksizim, kimse beni sevmiyor, onlar kadar iyi değilim, aptalım,
8
sersemim,” şeklinde sözleri olan bir
şarkı çalıyordu…
İkinci şarkıyı çok duyar oldu, çoğunlukla çocuklardan. Düşündü. Neden?
“Bunlar çocuğun anlık sözleri değildir, öğrendikleri, duyumsadıkları ve başkalarına da anlattıklarıdır. Gelecekte de
aynılarını söyleyecektir, çünkü ne kadar
çok yinelerse hayalleri bundan o kadar
etkilenecektir. Böylece gerçekle bir ilgisi
olmasa da kendisi bunların doğruluğuna
öylesine derinden inanır ki başka türlü
düşünemez.
“Hiç kuşkusuz çoğumuz tüm yaşamımız boyunca başkalarının bizim için
yaptığı değerlendirmelerden bir dereceye
kadar etkilenmişizdir. Ama genelde, çocukluğumuzda yaşadığımız deneyimler
olumlu ise, o zaman kendimizi gerçekçi değerlendirebilir ve benlik değerimizi
özümseyebiliriz. Böylece başkalarının
onayına daha az gereksinim duyarız.
Benlik saygısının temel öğeleri özgüven ve
kendinin farkında olmaktır…
“Çocuklarda sağlıklı bir benlik saygısı yerleştirilmesinde ve sürdürülmesinde
önemsedikleri kişilerin etkisi çoktur. Benlik saygısı doğuştan beraberimizde getirmediğimiz, zaman içinde edindiğimiz bir
olgudur.”
O bir eğitimciydi ve farklı bir şeyler
yapmayı hayal etti. Daha önce bunu hayal etmiş ve yapmış bir yazarın kitabını
gördü bir gün: Benlik Saygısı - Çocuklarda Nasıl Geliştirilir?
hepsi de hayalgücünü devreye sokarak
uygulanmak üzere hazırlanmış. Her bölümün sonunda verilen kaynaklar, daha
detaylı incelemeye kapı açılıyor.
Sihirbazın hazine sandığına sırayla
yıldız, zümrüt, yakut, gümüş altın, inci,
safir, gökkuşağı, ayışığı toplanıyor. Hazine sandığı fikri, daha büyük çocuklar için
“becerilerin toplandığı sandık”, aile için
de “alet kutusu” olarak değiştirilebilir.
Etkinlikler sıralı düzenlenmiş, ancak
bireysel farklılıklar gözetilerek yeniden
düzenlenebilir. Kolay ulaşılabilir malzemelerle kısa bir hazırlık süreci gerekiyor.
Çoğu malzeme fotokopi ile çoğaltılmaya
uygun. Ayrıca ufak tefek değişikliklerle
çalışmalar, konuşma ve dil bozukluğu
olan çocuklarla da kullanılabilir.
Ayrıca tüm etkinlikler çok eğlenceli:
Hayal gücünüzü biraz zorlamanın zamanı geldi. Kedi olduğunuzu düşünün.
Konuşabiliyorsunuz. Ne hissediyorsunuz?
Birisinin gazeteye sizinle ilgili bir yazı
yazacağını düşünün ne yazmasını isterdiniz?
Aşağıdaki çiçeği boyayın ve mutluluk
duygusunu büyütmek için nelere ihtiyaç
duyduğunu yazın.
Bir eğitimci olarak hâlâ en sevdiğim
cümlelerden biridir: “Benim bir hayalim
var öğretmenim.”
Benim de bir hayalim var: “Kendi olmaktan sessizce hoşnut olan” daha çok
çocukla karşılaşmak ve onları desteklemek...
***
Klinik psikolog Plummer’ın yıllarca süren klinik deneyimlerine ve farklı
psikolojik yaklaşımlara dayanarak kaleme aldığı Benlik Saygısı adlı bu kitap,
kısa bir teorik altyapı ile başlıyor. İkinci
bölüm, etkinlik yönergeleri ile devam
ediyor. Üçüncü bölümde egzersizler
var. Tüm etkinlikler, sihirbazın hazine
sandığına değerli taşlar toplama amacı etrafında sekiz bölümde veriliyor ve
Benlik Saygısı
Deborah M. Plummer
Çeviren: Emel Aksay
Sistem Yayıncılık, 296 sayfa
İyi Kitap • Anne Baba Köşesi • Sayı 36 • Şubat 2012
Modern çağın
çocukları…
öykü
Ecem Nida DİNÇTÜRK
Çocukların Nobel’i olarak anılan Astrid Lindgren Anma Ödülü’ne aday gösterilen Seza Kutlar
Aksoy’dan psikolojik irdelemelerin gözden kaçamayacağı, samimi çocuk öyküleri... İçinde beş
öykünün yer aldığı Düşler Tramvayı hüznü umutla ve düşlerle harmanlıyor.
Çocuk olmanın en büyük keyfi hayal dünyanıza sınırlar koyma gereği
duymamaktadır. Gerçekçi olmak için
hiçbir sebep yoktur ve bir çocuğun
mutluluğu hayallerinde gizlidir. Seza
Kutlar Aksoy Düşler Tramvayı adlı
kitabında, birbirinden farklı ama ortak paydalarda buluşan beş çocuğun
öyküsünü anlatıyor bizlere. Çaresiz
görünen ama aslında sadece kafası karışmış ya da yolunu kaybetmiş çocuklar bunlar… Matematikten anlamadığı için “tembel” yaftası yiyen Mutlu,
yalnızlığının çaresini televizyonda
arayan Serin, mendil satarak yaşadığı
dünyasını kırmızılarla ayakta tutmaya
çalışan Fadime, “insanlığı” sorgulayan
İlker ve hiçbir masalın sonunu mutlu
bitiremeyen Bade.
MODERN ÇAĞDA ÇOCUK OLMAK
Her şeyden önce hakkını teslim
etmek gerekir ki öyküler kuvvetli bir
psikolojik algının üzerinde yükseliyor.
Böylece okura da kendi sıkıntıların aşmak üzere bir yol açılmış oluyor. “İnci”
adlı öyküdeki Mutlu’yu ele alalım mesela. Mutlu, matematikten anlamadığı
ve hep uydurmaca hikâyeler anlattığı
için gözde bir öğrenci olmaktan uzaktır. Sınıfta kendisinden parlak arkadaşları, evde ise notları hep “pekiyi”
olan ablası vardır. Aslında Mutlu’nun
cevheri anlattığı hikâyelerde gizlidir. Öyküde basit bir ayrıntı olarak
Mutlu’nun bir dönem karın ağrıları
çektiğinden ve sonrasında bu ağrıların sinirsel olduğunun anlaşıldığından
bahsediliyor. Bu çok tanıdık bir tepki
değil mi? Mutlu gibi ilgi görmeyen çocukların hep bir yerleri ağrımaz, acımaz mı?
Bir de Serin var tabii. Serin, bahsettiğimiz modern çağ kuşağının “yalnız
apartman çocukları” kısmını temsil
ediyor. Resim yapmayı sevmesine
rağmen televizyon ile vakit geçirmeyi
tercih ediyor. O kadar ki zamanla tek
10
arkadaşı televizyona dönüşüyor. Yorgun düşüp uyuyakaldığında ise kendini tuhaf kabusların ortasında buluyor.
Kabusunun sonunda “televizyon kafalı” bir çocuğa dönüşmesi de Serin’in
kabuslarının ipucu. Serin’in kabusları,
annesinin yanında uyanması ile sona
eriyor. Aslında öykü, başlangıç ve bitişiyle Serin’in yaşadığı sıkıntının sebebini zaten ele veriyor.
“Kiraz Kırmızısı” için ise modern
bir Polyanna öyküsü demek mümkün.
Küçük yaşına rağmen mendil satarak
yaşamak zorunda olan Fadime’nin
mutlu olması için kırmızı bir şeylerin
varlığı yeterli. Kırmızı ayakkabılar, kirazlı pastalar, en çok da Beyoğlu’nun
ortasından gün aşırı geçip duran o
cânım tramvay! Küçük şeylerden mutlu olabilmeyi henüz unutmamış yaşlarında Fadime. Ve hayata bağlılığını bu
küçük, kırmızı mutluluklar kuvvetlendiriyor.
SADECE İNSAN OLMAK
Kitaptaki beş öyküden en iyisini
seçmeye kalkmak büyük bir adaletsizlik olur. Çünkü gerçekten hassas olan
konular oldukça gerçekçi ve yumuşak
bir dille anlatılıyor. Yine de kendi adıma, son iki öykünün favorim olduğunu söylemekte sakınca görmüyorum.
Çünkü küçük bir çocuğun gözünden
insanlığı ve toplumda hüküm süren
kadın-erkek ayrımını sorgulayabilmek
gerçekten etkileyici.
“İnsanlık”, on iki yaşındaki İlker’in
basit bir otobüs yolculuğuyla başlayan
ve sonrasında “büyüme yolculuğu”na
dönüşen hikâyesi. Ama en önemlisi,
birer karakter olarak “kadın” veya “erkek” olmanın farkını irdeliyor olması.
Bu çetrefilli konuya ise İlker, yetişkinliğinde nasıl biri olacağını düşündüğünde kurduğu bir cümle ile ışık
tutuyor: “İnsanlık öldü mü! Neymiş?
İnsanlıkmış… İşte bu hepsinden iyi.”
Son öykünün kahramanı Bade ise
kitapta öyküsü anlatılan çocuklar arasında hayal gücü en kuvvetli olanı.
Öte yandan da en umutsuzu. Bade de
öyküler uydurmayı seven, hayal dünyası sınır tanımayan bir çocuk. Ama
bir problemi var: Bade’nin hiçbir masalı mutlu sonla bitemiyor. Yazarın
Bade’nin hayatına dair verdiği ayrıntılar ışık tutuyor sonrasında duruma;
Bade aslında mutluluğu tanımıyor. Bu
yüzden öykülerinde ona yer veremiyor. Oysa ki Bade’ye masallarını mutlu
bitirmesi karşılığında harika bir ödül
vadediliyor: tüm okul masraflarının
karşılanması! Bade çaresiz kalıyor, ne
kadar çabalarsa çabalasın mutlu bir
son uyduramıyor masallarına. Ama
Seza Kutlar Aksoy, Bade kadar çaresiz
bir öykücü değil neyse ki! Kendi masalını, Bade’nin masalına bir mutlu son
bulabilmesi ile mutluluğa erdiriyor.
Seza
Kutlar
Aksoy
Düşler
Tramvayı’nda yeni yüzyılın tipik çocuk hallerini irdeliyor. Fakat sımsıcak
öyküleriyle bize durumun o kadar
umutsuz olmadığını hatırlatıyor.
Düşler Tramvayı
Seza Kutlar Aksoy
Resimleyen: Saadet Ceylan
Tudem Yayınları, 72 sayfa
İyi Kitap • Dosya • Sayı 36 • Şubat 2012
Çocuk (da) yazar
Ezel Dağlar ERGÜDEN
Felaket Henry’nin
arkadaşı Belalı Charlie…
Haşarı kahramanların köşesine kurulduğu eğlenceli serilere bir yenisi daha eklendi: “Belalı Charlie”.
Çocukların sevdiği, kendine yakın bulduğu bu kahramanlar, seri halindeki eğlenceli kitaplarıyla
çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmada önemli bir rol oynuyor.
Charlie’nin yakın arkadaşı Henry’ye gelince, o da genelde Charlie’ye destek
oluyor, ama konu aşk meşk olduğunda
ortalık biraz karışabiliyor. Tetikte olun
yani.
Veeeee, işte karşınızda Belalı Charlie!
Yanındakiler de ağabeyi Max ve belalı
mı belalı Charlie’nin en yakın arkadaşı
Henry. Geliyorlar geliyorlar geliyoooorlarr. Sessizlik, sessizlik.
Anladığınız gibi, bu ayki kitaplarımız
“Belalı Charlie” serisine ait. Eh, kabul
ediyorum, Felaket Henry’ye biraz benziyor (geçen aylarda yazmıştım, hatırladınız mı?). Ama sadece adı benziyor.
Felaket Henry’ciğimin biraz kasıtlı olabilecek kötülüğü, bu kitapta zavallı Belalı Charlie’nin iyilik yapmaya (tamam,
biraz abartmış olabilirim, ama kimseye
zarar verme amacı da yok sonuçta) çalışırken yol açtığı saçmalıklarla yer değiştiriyor.
Biraz Belalı Charlie’yi ve arkadaşlarını tanıtalım size. Belalı Charlie, yedi
yaşında, okulda notları pek de iyi olmayan, yemek yemeyi çok seven küçük
bir çocuk. Her çocuk gibi, yaptığı küçük
yaramazlıklar yüzünden anne babasıyla
takışabiliyor. Ağabeyi Max on bir yaşında. Belalı Charlie onunla da arada
takışabiliyor. Ama aslında Max ile araları iyi. Çünkü tahmin edebileceğiniz
gibi, “belalı” bir çocuğa sahip her ailenin
ikinci çocuğu “melek” gibi olur (bakınız
Felaket Henry&Mükemmel Peter). Eh,
bizim Max de biraz mükemmel. Ama iyi
anlamda. Belalı Charlie’ye hep yardım
ediyor, onu zor durumlardan kurtarıyor.
Fakat çok sinirlendiğinde Belalı’mıza
küçük dersler vermeyi de ihmal etmiyor.
12
BELALI ÂŞIK OLUYOR
Şimdi de bakalım Belalı Charlie’nin
maceralarına. Mesela Belalı Charlie’nin
peynirli soğanlı cips macerası var (Belalı
Charlie ve Peynirli Soğanlı Cips). Zavallı
Belalı’cık âşık oluyoooor. Hem de ağabeyi Max’in âşık olduğu kıza. Sorun şu ki
kız ağabeyiyle aynı yaşta. Üstüne üstlük
ağabey Max’in Charlie’ye göre pek üstün özellikleri var: “Parmaklarını ağzına
sokup ıslık çalabiliyor, tek bir kaşını kaldırabiliyor.” Sorun da burada başlıyor.
Ancak Charlie bu arada ağabeyinin yapamadığı yegâne şeyi keşfediyor ve kızı
kendi çapında tavlamaya çalışırken, kız
da Charlie’ye küçük bir tuzak hazırlıyor.
Charlie ona akşam kendi evinde buluşmayı teklif ediyor. Sonra da… Sonrasını söylememm, süprizzz. Kendiniz
okuyun.
Belalı Charlie - 4 Macera Bir Arada
adlı kitapta, ilk macera oyuncak ayısına
hâlâ çok bağlı olan Belalı’nın okul arkadaşları tarafından alaya alınması ve ağabeyi “melek” Max tarafından son anda
kurtarılmasını anlatıyor. İkinci macerada, Charlie ve Henry yeni zengin komşularıyla küçük takışmalar yaşıyorlar.
Ama “ağaçta mahsur kalma” macerası
sonucunda, “zengin” çocuğunun gerçek yüzünü keşfediyorlar. Yeni arkadaşlar… Ne mutlu Charlie, Henry ve yeni
çocuğa! Üçüncü macera, saç uzatmayı
sevdiğini sanıp aslında berbere gitmekten korkan çocuklara geliyor. Charlie,
berberin korkunç aletlerinden korktuğu için uzun, lüle lüle saçlara sahip
oluyor. Sonra ağabeyi ve annesi saçını
kestirtmeye çalışınca, Charlie çözümü
bitlenmekte buluyor ve olaylar yine sarpa sarıyor. Dördüncü macerada Charlie,
evinde bir hayvanat bahçesini dolduracak kadar çok hayvana bakan arkadaşı
Lulu’nun hemstırına bakmaya karar
veriyor. Hemstır sırra kadem basınca,
Charlie’nin başı gene belaya giriyor. Eh,
sonunu da siz tahmin edin artık. O kadar zor değil.
Anlayabileceğiniz
gibi,
Belalı
Charlie’nin genelde birbirine benzeyen
pek çok kitabı var. Tam tamına yedi
tane. Canınız sıkılıyorsa ya da hayatınız
çok tekdüzeyse, alın Belalı Charlie’nin
kitaplarını, hazır yarıyıl tatili de geliyor,
okuyun hepsini, rahatlayın. Dediğim
gibi, bu seri bana Felaket Henry’den
esinlenilmiş gibi geldi. Aradaki benzerlikler belirgin. Ama yine de ikisi de eğlenceli halleriyle kalbimizde yer ediyor.
Felaket’çiğimi okuyup sevdiyseniz, Belalı Charlie’yi de okuyun, seversiniz. Ne
de olsa sömestre tatilinde bol bol zaman
var. Hadi size bol kitaplı tatiller! Unutmayın bizi sakın!
Belalı Charlie ve Müthiş Kaçış
Hilary Mckay
Resimleyen: Sam Hearn
Çeviren: Bülent O. Doğan
İş Kültür Yayınları, 60 sayfa
Belalı Charlie - Hayaletli Çadır
Hilary Mckay
Resimleyen: Sam Hearn
Çeviren: Bülent O. Doğan
İş Kültür Yayınları, 68 sayfa
İyi Kitap • Çocuk da yazar • Sayı 36 • Şubat 2012
Bançocu olmak
ya da olmamak...
Tuğba ERİŞ
Kanadalı yazar Cary Fagan’ın esprili üslubuyla kaleme aldığı Yol Arkadaşım Banço, sevdiğimiz
şeylerin anlamı üzerine güzel bir öykü anlatıyor ve soruyor: Hayatta en çok istediğimiz şeyi
yapamıyorsak zengin ya da başarılı olmanın ne anlamı var ki?
Anne babalarımızın yapmamızı, olmamızı istediği şeylerle bizim yapmak
istediğimiz, olmak istediğimiz şeyler
bazen uyuşmayabilir. Çocukken hepimiz yaşamışızdır; sokakta oynamak
isteriz ama akşam yemeği saati gelmiştir, en sevdiğimiz çizgi film başlamıştır televizyonda ama yarınki sınava
çalışmamız gerekmektedir vb. Bu naif
anlaşmazlıklar, kendi kararlarımızı alacağımız, hayatımız üstünde söz
sahibi olacağımız yaşa geldiğimizde,
sürtüşmelere dönüşebilir. Sözgelimi
heykeltıraş olmak isteriz, ama ailemiz
hukuk okumamızda ısrar eder. Evet,
belki de en ciddi uyuşmazlık, “olmak”
istediğimiz meslek erbabı konusunda,
üstünde çalışmak istediğimiz ve hayatımızı geçireceğimiz meslek seçiminde
yaşanır.
Ebeveynlerimiz nihayetinde iyiliğimizi isterler tabii ki. Kendi anne babamdan da benzer cümleler duyduğum
için sanırım, bu olası anlaşmazlıkların
altında, onların çocukken yapmak isteyip de yapamadıkları şeyleri, kendi
çocuklarının yapabilmesini istemelerinin yattığını düşünürüm. Ama bu her
zaman sağlıklı bir yol mu acaba?
,
Cary
Fagan’ın Yol Arkadaşım Banço
adlı kitabının başkarakteri Jeremiah
Birnbaum’un en büyük isteği banço çalmak. Ama anne babası piyano öğrenmesinde ısrar ediyor. Ortaçağ kalesine
benzeyen bir evde yaşıyor Jeremiah.
Aslında ev demek doğru olmaz. Etrafında çepeçevre bir hendek ve dört dönümlük bir arazi var, hendekteki suda
kuğular ve flamingolar yüzüyor. İçinde
dokuz banyo, antika langırt makineleriyle dolu bir oyun odası, tam donanımlı bir spor salonu, bir sanat galerisi,
bir sinema, bir de bovling salonu var.
Jeremiah’nın anne babası servetlerini, banyo duvarına raptedilmiş diş ipi
kutusu sayesinde yapmışlar. Bu nedenle Jeremiah istediği her şeye sahip şanslı bir çocuk. Son model bir masaüstü
bilgisayarı var, tek başına minyatür bir
elektrikli Rolls-Royce kullanabiliyor,
tenis kortunda yenebileceği robot bir
rakibi bile var. Her gün okuldan sonra
salon dansları, görgü kuralları, suluboya resim, golf ve piyano dersi alıyor. Babası sürekli hatırlatıyor ona, “Senin sahip olduklarına sahip çocuk azdır,” diye.
JEREMIAH BAŞKA NE İSTER
Anne babası büyürken çok az şeye
sahip olduğundan, şimdi onun için en
iyisini istiyorlar, ama Jeremiah halinden
memnun mu acaba? Evet, kendisi de
farkında şanslı olduğunun. Ama bazen
okuldaki en iyi arkadaşı Luella gibi olmak
istiyor. Önünü ardını fazla düşünmeden,
başkaları ne der diye dertlenmeden, aklına eseni yapabilmeyi diliyor; onun gibi
cesur, yaratıcı ve bir parça da çılgın olabilsem, diye düşünüyor. Salon danslarından
nefret ediyor, görgü kuralları dersini çok
sıkıcı buluyor, resim dersleri şöyle böyle
idare etse de onun için en kötüsü piyano
dersleri. Çünkü Jeremiah müziği gerçekten seviyor; pop, caz, rap, heavy metal,
klasik rock dinliyor ve anne babasının
yalnızca klasik müzik öğrenmesi konusunda ısrarcı olmalarını anlayamıyor.
İyi Kitap • Çocuk Kitaplığı • Sayı 36 • Şubat 2012
Banço, Afrika kökenli, gitar biçiminde, madeni gövdesi olan beş ya da daha
çok telli bir müzik aleti. Amerika’da ilk
çalanlarsa köleler. Jeremiah banço çalmak istediğini söyleyince, anne babasının tepkisi elbette olumsuz oluyor. Klasik müziğin çok gelişmiş, çok entelektüel bir tür olduğunu söylüyor ve banço
çalmasını yasaklıyorlar. Ama Jeremiah
içindeki müziğe uyan sesi bulduğunu
düşünüyor, banço dinlemek mutlu ediyor onu. Ama dinlemek yetmiyor, çalmak da istiyor.
Sonunda Luella’nın önerisiyle kendisi bir banço yapmaya karar veriyor.
İnternetten indirdiği banço fotoğrafları ve şemalarıyla gerekli malzemeyi de
toparlıyor ve teknik uygulama öğretmenin de yardımıyla bançosu hazır!
Banço Çalmanın Temelleri DVD’siyle
akşamları odasında gizlice çalışıyor,
müzik setinden banço ustalarının albümleri eksik olmuyor.
Jeremiah’nın hikâyesindeki en
önemli nokta, anne babasının yasağına
aldırmayarak istediği şeye kendi çabalarıyla ulaşması, bir şeyi başardığını görmesi kanımca. Zaten bir insan hayatta
en çok istediği şeyi yapamıyorsa zengin,
başarılı vb. olmasının ne anlamı vardır
ki?.. Yol Arkadaşım Banço insanın sevdiği şeylere sıkı sıkıya tutunması gerektiğini öğreten müzik dolu bir kitap. Ve
bence tam da bu nedenle, çocuklar kadar anne babalara da hitap ediyor.
Yol Arkadaşım Banço
Cary Fagan
Resimleyen: Selçuk Demirel
Çeviren: Sumru Ağıryürüyen
Hayykitap, 104 sayfa
13
Denizin aynasında
bir yazar...
öykü
Şeref BİLSEL
Bodrum sürgünü, uslanmaz deniz aşığı Cevat Şakir Kabaağaçlı, namı diğer Halikarnas Balıkçısı,
edebiyatımızın her dem taze yazarlarından. Onun büyüklere olduğu kadar çocuklara da yazdığı
öykülerde mitoloji, tarih ve insan sevgisi dünyanın sisini pusunu temizliyor.
Edebiyat tarihi kronolojik silsile
içinde değil de tematik planda bölümlenmiş olsaydı “deniz” deyince akla
gelecek ilk isimlerden biri –belki de
ilki– Halikarnas Balıkçısı olurdu kuşkusuz. Asker kaçaklarıyla ilgili bir yazısı yüzünden, İstiklal Mahkemesi tarafından 1925 yılında Muğla’nın Bodrum ilçesine sürgüne gönderilen Cevat Şakir Kabaağaçlı, bu tarihten sonra
Bodrum’un antik çağdaki adı olan
Halikarnas’ı mahlas olarak benimsemiştir. Cevat Şakir, o vakitler balıkçılık ve sünger avcılığıyla günlük nafakasını çıkartmaya çalışan Bodrum’un
gelişip tanınması ve bugün bir cazibe
merkezi olması yolunda ilk harcı koyanlardan biridir.
Yazar; öykü, roman, inceleme, anı
türlerini barındıran pek çok eser
vermiştir. Roman ve öykülerinde yer alan
kahramanlarının
çoğu
denize
aşina, denizle
mesaisi olan
insanlardır:
kaptan, tayfa, balıkçı,
süngerci,
dalgıç... Bu
insanlar hayat doludur;
büyük beklentiler,
umutlar peşinde gezinmezler. Okuduklarımızda mitolojik unsurlar,
söylenceler önümüze çıksa da, sanki
yazar “yaşadıklarına” bakarak bunca
eseri oluşturmuş izlenimi bırakır. Bu izlenimin oluşmasında, yazarla okur arasında kurulan samimiyetin önemli bir
yeri olsa gerektir. Nedir bu samimiyeti
kuran? Kuşkusuz yazarın çok iyi bildiği bir ortamı retorik kaygısı gütmeden
anlatıyor olması. Balıkçı, her şeyden
önce çok cepheli bir kültür insanıdır;
tarihe düşkündür; tayfaları arasında
14
Sabahattin Eyüboğlu, Sabahattin Ali,
Bedri Rahmi Eyüboğlu, Necati Cumalı, Ezra Erhat, Erol-Dora Güney’in de
bulunduğu Mavi Yolculuk’a ilk hareketi veren odur. Yazdıklarının merkezinde kıyılarıyla, deniziyle Ege vardır.
Bütün kıyılarıyla Ege. Yazar, gerek romanlarında gerekse öykülerinde tasvire yönelirken, sanki kurguya ihtiyaç
duymuyor, yaşadığı, göz kulak olduğu
coğrafyayı bir aracı, bir tanık olarak
aktarıyor gibidir. Balıkçı’nın yazdıklarının muhatapları çoğunlukla yetişkin
insanlar olsa da çocuklar için yazılmış
metinleri de vardır.
ARŞİPEL’İN IŞILTISI
Bilgi Yayınevi, Çocuk Kitaplığı başlığı altında Balıkçı’nın Gülen Ada, Yol
Ver Deniz ve Denizin Çağırışı adlı öykü
kitaplarının yeni basımlarını okurlara
ulaştırmayı sürdürüyor. Önce şunu
söyleyelim: Üç kitabın da kapak ve resimleri Cavit Yaren’e ait. Her üç kitapta
sayfalar arasına serpiştirilmiş çizimler,
kitapların endamı ve kâğıt tercihi arasında kaybolup gitmiş. Keşke çocuklara yönelik olarak düşünülmüş bu kitaplar daha özenle tasarlanmış olsaydı.
Çünkü Halikarnas Balıkçısı’nın çocuklar için yazdığı öykülerde de yetişkinlere bakan –özellikle sözcük tercihi
bağlamında– bir taraf hep vardır; belki bu katılık kitabın özenli tasarımıyla
bir ölçüde aşılabilirdi.
On iki öyküden oluşan Gülen Ada’da
birbirinden ilginç konular etrafında kaleme alınmış öyküler var. “Hayatımın
Romanı” adlı öykü bir eşeğin yaşamöyküsünü ustalıkla resmediyor; tabii eşek
bahane. Yazar bu öyküsünde olduğu gibi
diğer öykülerde de söz sanatlarından incelikle yararlanıyor. Neyzen Tevfik’i alıp
Bodrum’un gölge salmayan havasında
yağızlaşan, kara kuru bir çocuk olarak
karşımıza çıkartıyor ve Arşipel’in (Ege
Denizi) ışıltısı karşısında ney’e doğru
yürüyüşünü anlatıyor. Bahçe küreğini
kayık küreği yapıp
çamaşır teknesine binmiş çocuğun neden
“Turgut Reis”
olabileceğini
de anlıyoruz
sayfalar arasında. Güney
A k d e n i z ’d e
“miho”
adı
verilen, martılardan çok daha
büyük ve kanatları çok daha uzun açık
deniz martısından söz açtığı “Gündüzü
Kaybeden Kuş” adlı öyküde de olduğu
gibi, birçok öyküsünde şiirsel söyleyiş
dikkat çekicidir: “Sanki kuş değildir de,
kanatlanmış bir köpük parçası –ne bileyim– bir ıssızlık parçasıdır. Denizin o
hırlayan uçurumları…” Bu alıntıda yer
alan bir arasöz (ne bileyim) gibi, bazı öykülerde yazar araya girer, daha doğrusu
“içini” araya sokar; hissettiğini, hissettiği gibi yazmaktan, açıklamaktan geri
durmaz. Bu yönüyle Balıkçı’yı Ahmet
Mithat’a benzetenlere de rastlarız.
Yol Ver Deniz on öyküden oluşuyor. Öykülerin tamamı denizle
alışveriş içinde. Deniz ve denizcilik
terimlerinin bir kısmı dipnotlarla
açıklanmış: küpeşte, alabanda, camadan, girdap, babafingo, dumbuço,
frişka, farş, gabya, flok, randa, kadırga… “Açıklıklar Yolcusu”nda, Hasan
Usta’nın uzun yıllar sonra bitirdiği
Halikarnas Balıkçısı
Denizin Çağırışı
Resimleyen: Cavit Yaren
Bilgi Yayınevi, 78 sayfa
İyi Kitap • Dosya • Sayı 36 • Şubat 2012
kayığının denize ilk açılışı ve beraberinde gelen trajik son
karşılıyor bizi.
Denizin Çağırışı, Halikarnas Balıkçısı’nın eserlerinden
derlenerek hazırlanmış. Biçim olarak (daha enli ve kâğıdı
kalın), diğer iki kitaptan daha özenli hazırlanmış. Kitapta
yer alan çizimlerin atmosferini bir anda değiştirmiş bu birkaç dokunuş. Kitabın ilk öyküsü –belki de en etkileyicisi–
“Hoşbulduk Selim Dede” adını taşıyor. Martı yavrularına
uçmayı öğretirken uçurumu aştığını fark etmeyen Hoşbulduk Selim Dede… Üç arkadaşın balık avına çıkışını anlatan
“Koca Orfoz”, soluk soluğa okunan bir hikâyeye dönüşmüş.
Gülen Ada’daki “Turgut Reis” bu kitapta Bodrum’un Gümüşlük köyünden 13 yaşında bir çoban olarak karşımıza
çıkıyor. Yazar, bu hikâyede de mitolojik göndermelerden
yararlanmış. Ve sevgi hikâyelerde daima dokunulacak bir
mesafede bekliyor. Bizim hikâyeciliğimizde biri İstanbul içlerinden, adalardan (Sait Faik); diğeri Ege önlerinden (Cevat Şakir) olmak üzere, insana ve denize ısrarla ve sevgiyle
bakan iki iyi yazar vardır.
BALIKÇI’NIN MERHABASI
Halikarnas Balıkçısı’nın yazdıklarında yer yer biçimsel
sorunlar öne çıksa da bu sorunlar hikâyeyi yaralamaz, çünkü Balıkçı’nın önceliği “anlatmak”tır; “nasıl anlatacağı” ise
daha sonra gelir. Bazı hikâyeler daha kısa tutulabilirdi ya da
kimi tekrarlardan vazgeçilebilirdi belki. Ama bütün bunlar
üslûba dâhil. Balıkçı’yı Balıkçı yapan biraz da bunlardır;
çalkalanan bir deniz gibi, planlamadan, sınırlandırmadan
anlatmak. İçine doğduğu gibi, bozmadan, çarpıtmadan anlatır. Balıkçı’yı en güzel Sabahattin Eyuboğlu anlatır: “Bilmeyene zor anlatılır Balıkçı’yı dinlemenin ne demek olduğu.
Derin mağaralara kapatılmış rüzgârların birden boşanıvermesi gibi konuşur desem edebiyat sanırsınız. Ama gerçekten
bir rüzgâr olur Balıkçı konuşurken. Yıllar yılı içinde birikmiş
yıldızlı karanlıklar, masalı ve gerçeğiyle Akdeniz, yaşanmış, tadılmış
mavilikler, bir başka türlü yeşil deniz dipleri,
bütün bunlar içinde
öpülesi, dövülesi, övülesi insanlar, yaratan
ve sömüren insanlar
Balıkçı’nın ciğerinden
palas pandıras, üfürüle
tükürüle, çevrile savrula
dökülür ortalığa. Dünyanın sisini pusunu ne temizler? Poyraz bir, Balıkçı’nın
merhabası iki!”
Ödüllü yazardan
unutulmaz bir kitap!
Bebeğe benzeyen bir kuş,
peşinde dört kişi,
sıradışı bir öykü...
C
M
Y
CM
MY
CY
CMY
K
Halikarnas Balıkçısı
Gülen Ada
Resimleyen: Cavit Yaren
Bilgi Yayınevi, 112 sayfa
Halikarnas Balıkçısı
Yol Ver Deniz
Resimleyen: Cavit Yaren
Bilgi Yayınevi, 120 sayfa
Dürbünlü adam, karısı, uçmak isteyen bir
çocuk ve ülkenin en ünlü kurtarıcısı...
Kanatlı tuhaf bir ku bebekle birlikte
onların da de¤ien hayatlarını anlatan
Cik!, sevgi, aile, özgürlük, arkadalık,
dayanıma üzerine de sözü olan ça¤da
bir klasik.
Yayımlandı¤ı ülkelerde çok severek
okundu, ödüller aldı; tuhaf, sıradıı,
komik ama sevgileri, korkuları, hayalleriyle
bir o kadar da sıcacık kahramanlarıyla
unutulmazlar arasına girdi...
www.hayykitap.com
15
[email protected]
öykü
Öyküler
Shakespeare’i söyler…
Nilay KAYA
16. yüzyılda yaşamış ünlü İngiliz şair ve oyun yazarı William Shakespeare, öykü tarzında yazmamış
eserlerini, ama edebiyat eleştirmeni ve yazar Lamb kardeşler, genç okurları Shakespeare’le
tanıştırmak için oyunlarını öyküleştirmenin iyi bir yöntem olduğunu düşünmüşler.
İngiliz yazar William Shakespeare
yüzyıllardır oyunlarıyla düş gücümüzü
etkin kılmaya, insana ve dünyaya bakışımızı şekillendirmeye devam ediyor.
Üstelik defalarca okuduğumuz ve her
okuyuşumuzda yeni katmanlar bulabildiğimiz oyunlarını tiyatro sahnesinde
izlediğimiz gibi, oyunlarından uyarlanan filmleri değişik dönemlerde, farklı
yorumlarla izleyerek de Shakespeare’in
dâhiyane dünyasını ziyaret etme fırsatı
bulabiliyoruz.
Oyunların metinlerini okumasak
bile mutlaka bir yerlerde meşhur Danimarka prensi Hamlet’in “Olmak ya da
olmamak” şeklindeki “büyük” varoluşsal
sorusuyla başlayan, unutulmaz tiradıyla
karşılaşıyoruz. Hamlet’in mezarlık sahnesinde elinde kurukafayla duruşu, tiyatronun simgesi haline gelen, gülen ve
ağlayan masklar kadar etkili bir tiyatro
levhası haline gelmiş durumda.
Gelmiş geçmiş en tutkulu aşk deyince
aklımıza Romeo ve Juliet geliveriyor. Sevgili kocasının arkadaşını ölümden kurtarmak için avukat kılığına girip kıvrak
zekâsıyla bir mahkeme dolusu adamı ve
dönemin yasalarını alt eden Portia gibi
güçlü kadın karakterlerine ne demeli?
Ölüm, varoluş, sözcüklerin anlamı ya da
anlamsızlığı, insana dair zaaflar, erdemler, yalnızlık, iktidar hırsı, maddiyat, gerçek aşk, aile, arkadaşlık; Shakespeare’in
oyunlarında her okunuşta yeniden anlam bulan, kendini sorgulatan kavramlardan, değerlerden sadece bir kısmı.
Küçükken, yaşlı bir kralın üç kızını
yanına çağırarak en çok hangi kızının
onu sevdiğini sınamaya çalıştığı ve
yanılgıları yüzünden yaşadığı trajediyi anlatan Shakespeare oyunuyla bir
çizgi roman olarak tanıştığımı hatırlıyor ve Kral Lear’ın insanın önyargılara
olan büyük zaafına dair bu hikâyesini
o yaşlarda okumuş olduğum için kendimi şanslı hissediyorum. Bugünlerde çeşitli yayınevlerince çizgi roman
olarak basılan klasiklerin arasında yer
16
alan Shakespeare uyarlamalarını gördükçe, yazarla tanışmak için ne kadar
erken olursa daha iyi, bunun için ise
her yol mübah diye düşünüyorum.
Shakespeare’le tanışmak için öyküler
kadar güzel bir yol olabilir mi örneğin?
Shakespeare’in sonelerinde kafa yorduğu, yazının ölümsüzlüğü fikrinin
ispatı, bizzat kendi eserleridir de denebilir. Bu anlayış yüzyıllar boyunca devam etmiş ve etmekte ki Shakespeare’in
yazdığı dönem olan 16. yüzyıldan birkaç
yüzyıl sonra, İngiliz edebiyat eleştirmeni
ve yazar olan ağabey-kızkardeş Charles
Lamb ile Mary Lamb, genç okuyucuları Shakespeare’le tanıştırmak için onun
oyunlarını öyküleştirmenin iyi bir yöntem olduğunu düşünmüşler.
ERDEMİ GÜÇLENDİRMEK
Lamb kardeşlerin bu çalışması ilk
olarak 1807 yılında yayımlanır. Kardeşler, bu öyküleri yayımlarken kitabın
önsözünde Shakespeare’in oyunlarında
bulunan sonsuz çeşitlilikteki şaşırtıcı
olayların, oyunların, entrikaların, nüktelerin, komik ve ilgi çekici karakterlerin bu öykülere doğal olarak sığdırılamayacağının altını çizerler. Bununla
birlikte, başlıca niyetlerinin genç okurları Shakespeare’in dünyasına adım atmaya teşvik etmek olduğunu belirtirler.
Çünkü kendi deyişleriyle, “Yazarların
dileği, gerçek Shakespeare oyunlarının
büyüdüklerinde onlar için hayal gücünü
zenginleştirici, erdemi güçlendirici, bütün bencil ve maddiyatçı düşüncelerden
uzaklaştırıcı, bütün tatlı, hoş, onurlu düşünce ve davranışlarda ders verici, nezaket, iyilikseverlik, cömertlik ve insanlıkta
öğretici olması”dır. Zira Shakespeare’in
sayfaları onlara göre bu erdemleri öğreten örneklerle doludur. Bu eserlerle
ya da herhangi bir edebiyat eseriyle yeterli miktarda erdem aktarımı ne kadar
gerçekleşir, tartışılabilir, ancak şurası
kesindir ki insan oluşa dair her türlü
durum, iyisiyle kötüsüyle, olabilecek en
dâhiyane olay örgüleri ve karakterlerle,
kuru öğreticiliğin akla bile gelmeyeceği
bir ustalıkla ozanın yazın dünyasında
mevcuttur.
Lamb kardeşlerin Shakespeare’den
Hikâyeler’i, yazarın bazı oyunlarını,
öykü formatının el verdiği ölçüde tanıtma görevi görüyor. Kitabın, çocuklar için her güne bir masal, hem çocuk
hem de yetişkin okuyucular için bir
“yeni başlayanlar için Shakespeare”
rehberi işlevi gördüğünü söyleyebiliriz.
Her durumda, bu öyküleri okuyanlarda Shakespeare’in dünyasının derinliklerine dalma isteği uyandırıyor olması,
bu çalışmanın en güzel tarafı. Bu öyküler sayesinde Macbeth’den Portia’ya,
Prospero’dan Ophelia’ya gelmiş geçmiş
en ilgi çekici karakterlerle tanışabilir;
aşk, sadakat, merhamet, intikam, hırs,
kibir ve daha nice duygunun, dünyaya
gelmiş en yetkin yazarlardan birinin
elinde bize tutulmuş bir insan aynasına
kavramsal olarak nasıl dönüştüğünü deneyimleyebilirler.
Shakespeare’den Hikâyeler
Charles Lamb, Mary Lamb
Çeviren: Rana Tekcan
İş Kültür Yayınları, 292 sayfa
İyi Kitap • Dosya • Sayı 36 • Şubat 2012
Küçük filozoflar sorularına
devam etsin diye...
Işık ERGÜDEN
“Küçük Filozoflar” dizisinin büyük boy, hoş çizimlerle resimlenmiş, rahat okunur kitapları,
“meraklı çocuklar için” ibaresiyle yayımlanmış olsa da aslında her yaştan “meraklı”ya hitap ediyor.
Lao-Tzu, Leibniz ve Paul Ricoeur’le tanışmak isteyenler, haydi kitap başına!..
anlamda; çünkü insanlığın onuru olabilmiş bu düşünürler ve filozoflar da çocukluklarının, gençliklerinin sorularıyla
aramışlar buldukları ya da bulamadıkları yanıtları...
Metis Yayınları’nın “meraklı çocuklar” için hazırladığı “Küçük Filozoflar”
dizisi yoluna devam ediyor. Daha önce
tanıttığımız Profesör Kant’ın En Çılgın
Günü, Bilge Sokrates’in Ölümü, Karl
Marx’ın Hayaleti ve Descartes Amca’nın
Kötü Cini’nin ardından, bu kez de elimizde Lao-Tzu: Ejderhanın Yolu, Leibniz: Mümkün Dünyaların En İyisi ve Paul
Ricoeur’ün Baykuşu var... Her biri ayrı
bir hikâye etrafında örülmüş kitaplar,
bir yandan ele aldıkları filozofun yaşamını ya da yaşamından bir kesiti gözler
önüne sererken, diğer yandan da düşüncesinin ana hatlarını, peşinde koştuğu
temel soruları vurgulamakta. Böylece
genç okurların filozoflarla bağ kurması,
kavramlarına, uslamlamalarına aşinalık
kazanması amaçlanmakta.
Felsefenin önemsenmediği ve değersizleştirildiği; basmakalıp düşünce ve
davranış modelleriyle kendine bakan,
soru sormayan insanların yetiştirildiği;
eğitim sisteminde eleştirel ve yaratıcı düşünceye yer vermediği bir ülkede
gençlere, çocuklara dönük felsefe kitaplarının yayımlanması hem çok önemli
hem de kapsamlı bir çaba elbette. Yetişkinlerin felsefeye, hatta bırakalım felsefeyi, kitaba ilgi duyduğundan bile ne kadar söz edebileceğimizi bilemediğimiz
bir ortamda, gençlere başka dünyaların
kapısını açan böyle yayınlar umudun da
yolu olabiliyor. Felsefenin yaşayabilme,
insanlığa ışık tutabilme imkânı, felsefi
sorular soracak, bu soruların peşinden
gidecek gençlerin varlığına bağlı bir
YETİŞKİNLERE DE İŞ DÜŞÜYOR
Giderek bir külliyat oluşturan ve devamı da gelecek bu dizinin özellikle lise
çağındaki gençlere hitap etme olasılığı da güçlü. Daha genç yaştakiler belki
daha çok kavramlarla tanışmayı, yaşamölüm, iyilik-kötülük gibi ikilikler üzerinde kafa yormayı tercih ederken, ergenler
isimlerini duydukları ya da eserlerini
okumaya cesaret edemedikleri filozofları
tanımanın iyi bir yolunu bulabilirler bu
diziyle.
Ama işin çetrefil yanı belki de, başlangıçta bu kitapları gençlerle buluşturacak ebeveynlerin, eğitmenlerin,
yetişkinlerin omuzlarında. Bu kitapları
keşfedecek, gençlerle birlikte okuyacak,
öğrenecek, soruları soracak, tartışacak,
başka kaynaklara onlarla birlikte yönelmeyi göze alacak yetişkinlere ihtiyaç olabilir! Aslında, laf aramızda, yetişkinlerin
de bu kitaplara ihtiyacı olabilir: Asla vulgarize edilmemiş ama yalınlaştırılmış ve
hikâyelendirilmiş düşünce ilmeklerinin
peşinden gitmek, hem de bunu çocuklarla, gençlerle birlikte yapmak yepyeni
düşünce pratiklerinin yolu olabilir; belki
de ertesi gün hayata farklı bir gözle bile
bakılır, kim bilir...
OLABİLECEK EN İYİ DÜNYA
Dizinin yeni kitaplarına şöyle bir
göz atacak olursak, beşinci kitap olan
Lao-Tzu: Ejderhanın Yolu, Çin edebiyatı
eğitimi görmüş, Asya’da uzun yolculuklara çıkmış Miriam Henke’nin yazdığı ve
Jérôme Meyer-Bisch’in resimlediği bir
eser. Taoculuğun kurucusu Lao-Tzu’nun
bilgelik Yol’undaki ilerleyişine hem gerçek hem de mecazi anlamda tanıklık
ederken, kendi iç yolculuğumuzun kapılarını da zorlama imkânını edinebiliriz.
İyi Kitap • Başvuru Kitaplığı • Sayı 36 • Şubat 2012
Altıncı kitap, Leibniz: Mümkün
Dünyaların En İyisi, filozof Jean Paul
Mongin’in metniyle Julia Wauters’in resimlerini bir araya getiriyor. Ömrünün
son demlerini yaşayan Alman filozof
Leibniz’in küçük dostu Théodore’un “kötülük” sorununu anlayamaması üzerine
yaptığı açıklamaları takip ederek, Tanrı,
insan iradesi ve eylemi, olabilecek en iyi
dünya temaları etrafında zengin örnekler ve uslamlamalarla dolu mitolojik ve
tarihsel bir gezintiye çıkıyoruz. Yedinci
kitap olan Paul Ricoeur’ün Baykuşu’nu
felsefe profesörü Olivier Abel kaleme
almış, çocuk kitapları ressamı Eunwha
Lee resimlemiş. Filozof Paul Ricoeur’ün
baykuşuyla yaptığı söyleşi, bir yandan
filozofun anılarıyla, diğer yandan hayatı
boyunca üzerinde durduğu, kimi zaman
çözümleyebildiği, kimi zamansa soru
olarak bıraktığı sorunsallarıyla dolu bir
güzergâh boyunca gezdiriyor okuru...
Büyük boy, hoş çizimlerle resimlenmiş, rahat okunur bu kitaplar, “meraklı
çocuklar için” ibaresiyle piyasaya sürülmüş olsa da, yukarda farklı açılardan
vurguladığımız gibi, aslında her yaştan
“meraklı”ya ve her yaştan “çocuğa” hitap
ediyor. Müptelası olmak için daha fazla
vakit kaybetmemeli.
Lao-Tzu: Ejderhanın Yolu
Miriam Henke
Resimleyen: Jérôme Meyer-Bisch
Çeviren: Akın Terzi
Metis Yayınları, 80 sayfa
Leibniz: Mümkün Dünyaların En İyisi
Jean Paul Mongin
Resimleyen: Julia Wauters
Çeviren: Zeynep Direk
Metis Yayınları, 64 sayfa
17
öykü
Anıların hikâyesi…
Ceyhan USANMAZ
“Hepimiz bir ebru tablosunu oluşturan farklı renkleriz,” sözüyle yola çıkan Nur
İçözü’den geçmişteki kültürel zenginliğiyle capcanlı bir İstanbul’a dair öyküleşen
anılar… Ena Mena Dosi, anıyla öykünün buluşabileceği o kavşağın da bir işareti.
Nur İçözü, çocukluk zamanlarıyla
bugünü buluşturan öykülere yer verdiği Ena Mena Dosi kitabını tam da bu
amaca hizmet edecek şekilde iki bölüme ayırmış. “Dün – Ben de Çocuktum” başlığı altında yazar, Bakırköy’de
geçen çocukluğundan kimi anılarını
hikâyeleştirerek aktarıyor. Kitabın
ikinci bölümü ise “Bugün – Çocuklar
Öykülerimde” ismini taşıyor.
Kitaptaki “dün” anlatılarının ortak özelliği, “farklılıklar”ın bir arada
yaşama kültürünü yansıtıyor olmaları. Örneğin “Hristo’nun Kedileri”yle
ilgili bölümde –ağız sulandıran– şu
cümlelerle karşılaşıyoruz: “Bazen kandillerde anneannemin pişirdiği helvayı
ya da döktüğü lokmayı dağıtıyorum
bütün komşulara. (...) Doğrusu bu işi
pek seviyorum. Çünkü götürdüğüm tabağın Hristo’nun evinden mutlaka çok
sevdiğim kolivayla [geleneksel bir Rum
tatlısı; tadı irmik helvasına benzer]
dolu olarak döneceğini biliyorum. Hele
paskalyalarına rast geldiysem, sakızlı
çöreğim de hazır demektir.” Yalnızca
geleneksel tatlar değil, mahallede her
an kulaklara çalınabilecek sözcükler
de türlü çeşitli: “‘Kalimera’, ‘Kalispera’, ‘Ela’, ‘Oriste’, ‘Timporta’, ‘Pariluys’,
‘Kişerpari’, ‘Yegur’ ve daha pek çoğu...”
Belki bazılarının anlamını o zaman
için öğrenememiştir Nur İçözü, ama
hemen hemen hepsi bir melodi gibi
belleğinin bir köşesine gizlenmiş bu
sözcüklerin.
Ena Mena Dosi kitabının ilk bölümündeki anlatılardan, yukarıdakilere benzer daha birçok örnek vermek
mümkün. Ancak yalnızca bu iki örnek bile, geçmişten günümüze yakın
çevremizdeki değişiklikler hakkında
durup düşünmemiz için yeterli. Nur
İçözü’nün çizdiği mahalle tablosu, maalesef bazılarımız için birer anıdan çok
masal gibi. Meydanda kurulan büyük
çadırda cambazın incecik bir tel üstündeki gösterisinin heyecan ve korku
18
içinde sessizce izlenmesi, KaragözHacivat’ın gölgelerinin küçük bir perdeye yansımasının sabırsızlıkla beklenişi, bizlere sanki çok da uzak olmayan
geçmişe ait birer anı, birer hikâye gibi
değil de masal gibi geliyor ister istemez.
ENA MENA DOSİ SAFRANBOSİ
Komşuluk ilişkilerinin giderek zayıflaması; sorunların, hüzünlerin ya
da sevinçlerin paylaşılmasının, birlikte hareket etme gücünün giderek
unutulması gibi, “farklılıklar”ın bir
arada yaşandığı bir mahallede oturma ayrıcalığını da giderek kaybediyoruz. Dolayısıyla İçözü’nün Ena Mena
Dosi kitabının ilk bölümündeki bu
otobiyografik anlatıları, dün’ün unutulmaması açısından önemli birer
hatırlatma niteliğinde. Diyebiliriz ki,
böylelikle adı yalnızca bir sokak tabelasında asılı kalmış olmayacaktır kimi
yalıların, kimi kelimelerin ya da cadde genişletileceği için yıkılan kitapçı
dükkânlarının... Belki bu sayede bazı
“karanlık geceler”in yeniden yaşanmasının önüne geçebilir, büyümenin
nasıl bir şey olduğu konusunda şüpheye düşüp kendimize şu soruyu sormak
zorunda kalmayız hiçbir zaman: “Zaman geçip de mahallemizdeki değişiklikler gözüme çarpmaya başladıkça, o
karanlık geceyi düşünmekten kendimi
alamadım. Boşalan her evle birlikte
çocukluğumun neşeli anılarından birini daha yitirdiğimi hissettim. Neler
oluyordu böyle? Büyümek böyle bir şey
miydi?”
Anıların ardından gelen ikinci
bölümdeki hikâyeler de benzer bir
duyarlılıkla kaleme alınmış. Örneğin
“Çamları Kim Boğdu?” adlı hikâye...
Yazlık bir sitedeki amber ağaçlarını
deniz manzarasını engelliyor diye
kesen bazı site sakinlerini “cezalandırmak” için bir araya gelen çevre
gönüllüsü çocuklar, ne kadar haklı olsalar da, harekete geçme noktasında
düşünceli davranmaktan uzaklaşmadan, uzlaşmacı bir tavır sergiliyorlar:
“Ağaç düşmanlarına hadlerini bildirirken zorbalıktan kaçınmalıyız. (...)
Annem hep, her insanın içinde hem iyi
hem de kötü duygular olduğunu söyler. Biz ağaç katillerine iyi duygularını
anımsatma yolunu seçmeliyiz.”
Kısaca, Ena Mena Dosi kitabı, çocuk kitaplarında pek işlenmemiş konulara bir çocuğun gözünden bakarak
el atmasıyla bile dikkate değer. Nur
İçözü’nün bu kitabıyla birlikte, “dün”
ile “bugün”ü bir araya getirme çabasının nedenini de kendi cümleleriyle
aktaralım: “Hepimiz bir ebru tablosunu
oluşturan farklı renkleriz. Dün’ü unutmadan bugün’ü kucaklayarak tablomuza yeni renkler ekleyebiliriz. ‘Ena Mena
Dosi’ bu renklerden biri... Dün çocukluğumda yaşadıklarım bugün, öykülerimdeki çocukları buluşturuyor.”
Ena Mena Dosi
Nur İçözü
Altın Kitaplar, 152 sayfa
İyi Kitap • Dosya • Sayı 36 • Şubat 2012
İklimleri barıştıran
bir yazar…
öykü
Simla SUNAY
Yazar Hidayet Karakuş, Türkçe öğretmenliğinin de verdiği dil ustalığını, 1980 sonrası yoğunlaştığı
çocuk yazınında sürdürüyor. Kâh bir ağacın ağzından kâh bir kedinin ağzından engin bir Türkçe
ile gözlem gücü yüksek, ılık ılık, sevgi dolu öyküler anlatıyor.
Tanımlamaya kalkınca, ikisinin de
niteliklerini sıralamak gerekir ama çocuklara tanımlar çoğu kez soyut gelir.
Zihinsel bir etkinlik olarak okuduğunu karşılaştıran çocuk, iki tür arasındaki ayrımı çok daha güzel anlayabilir.
Yine de böyle bir ayrımı anlatmayı denersek öykü kısa, roman uzun; öykünün çevresi dar, romanın çevresi geniş; öyküde kişiler az, romanda fazla;
öykünün örgüsü yoğunluk içerir; romanda örgü biraz daha rahat olabilir;
öykü de roman da bütün zamanları
kuşanabilir… Bu gibi ortak özellikler
ya da ayrımlar üzerinden anlatılabilir
aralarındaki benzerlik ya da ayrılıklar.
Deneyimli yazar Hidayet Karakuş,
çocuk okuru sıkmayan geleneksel anlatımı, sıcak, samimi uzun cümleleri,
geniş sözcük çeşitliliği ve hem kenti
hem kırsalı inandırıcı aktarması ile
Türkiye çocuk yazını için önemli bir
değer taşıyor. Neredeyse hiçbir olumsuz öğe kullanmadan öykünün akışına
bırakıyor okuru. Her öykünün bir meselesi var, ancak bu öyle bir ağla gizlenmiş ki okuru rahatsız etmiyor, kim
suçlu dedirtmiyor, kimseyi doğrudan
yargılamıyor. Güçlü bir adalet duygusuyla yeryüzündeki her şeye eşit mesafede kalmış yazar. Çevre temalarına
değinirken didaktik olmadan doğanın
yanında yer alabiliyor. Keşke çocuklar
sular seller gibi okusalar öykülerini…
İyilere yenilen kötüler, soluksuz maceralar, fantastik canavarlar içermese de
okusalar keşke.
Ben hep zorluk çekerim; siz çocuklara öykü ile romanın farkını anlatmak isteseniz nasıl anlatırsınız?
Doğrusu, tanımlayarak anlatmak
yerine okutarak bu ayrımı göstermeyi
daha doğru bulurum. Roman da öykü
de kendi içlerinde bütünlük taşır.
20
Edebiyat yarışmalarının jürilerinde yer aldığınızı biliyoruz. Siz bir
öyküyü, öykücüyü değerlendirirken
hangi kriterlere dayanıyorsunuz?
“İşte bu iyi bir öykü,” demenin ölçütleri sizin için neler? Soruyu bir de
tersten sorarsak; ya kötü bir öykünün
kriterleri?
Ben çocuk öyküleri yazıyorum; büyüklere öykü yazmadığım için öykücü
saymam kendimi. Yetişkinlere öykü
yazmıyorsanız öykücü sayılmanız için
bir neden yok. Edebiyatta böyle bir genel görüş var.
Çocuklar için açılan yarışmalarda
seçici kurul üyeliklerim oluyor. Yine de
küçükler için olsun, büyükler için olsun, öykülerde en önemli ölçütüm önce
yazanın dili, anlatımı, sonra özgünlüğüdür.
Yakaladıkları konuyu çocuklara
önce yanlışsız bir Türkçeyle, sonra da
birikimlerini barındıran bir kurguyla, yoğunlukla anlatıp anlatmamaları önemli. Ne yazık ki okullarımızda
Türkçenin tadını duyuran eğitim izlenceleri yok. Yıllardır yok. Yaşanılan her
olay yazılınca öykü olur diye düşünen
öğrenciler, öğretmenler ya da yetişkinler çok. Özgünlük yetişkinlerde daha
çok aranmalı. Türk öykücülüğünden,
dünya öykücülüğünden habersiz insanların öykü yazması ne kadar olanaklıdır?
Elbette öyküyü öykü yapan dil, anlatım, kurgu, yoğunluk, okuyanda yaratacağı ya da yarattığı heyecan önemli
ölçütlerdir.
Okuyamadığım, diline takıldığım,
ne söylemek istediği belirsiz, yavan konuları işleyen yazılara öykü diyemiyorum. Böylesi öyküler daha ilk tümceden kendilerini ele veriyorlar.
Yetişkinler için yazdığınız Şeytanminareleri adlı romanınızla 2010 yılı
Orhan Kemal Roman Armağanı’nı aldınız. Bu romanınızda, Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında aydınların diri
diri yakıldığı 1993 Sivas Katliamı’nı
anlattınız. Bu örnekten de yola çıkarsak, çocuklara ya da yetişkinlere yazmak sizin için nasıl ayrılıyor. Mesela
aynı konuyu çocuklara yazmayı düşünseydiniz, burada ne gibi kaygılar
ya da güçlükler dikilirdi karşınıza?
Bu durum içinizde bir otosansüre yol
açar mıydı?
Yetişkinler için yazarken onları korumak gibi bir kaygım yok. Yetişkin
insan, yaşamın gerçekliğiyle baş edebilecek güçtedir. Ancak çocuklar öyle değil. Onlara yazarken acılarla, korkularla
dolu bir gerçekliği vermeyi değil, onları
geleceğe dair daha umutlu kılacak, diliyle, göstergeleriyle onları bilinçle donatacak bir öykü kurmayı amaçlarım.
Şeytanminareleri’ni çocuklar için yazamazdım. Oradaki gerçeklik tarihsel,
toplumsal, ruhsal birçok etmenin iç
içe geçtiği bir gerçekliktir ki çocuğun
bunu kavraması zordur; kavrasa da onu
örseleyecek bir gerçekliktir. Burada
özdenetimden çok öğretmenliğimden
gelen bir korumacı tutum olduğu kadar, ondan da çok çocuğa göre yazmak
düşüncesi söz konusu. Onun dil dağarcığını dikkate almak, onu geliştirirken
dil tadı vermek, düş gücü kazandırmak,
düşünmesini sağlamak…
İyi Kitap • Dosya • Sayı 36 • Şubat 2012
Öykülerinizde kahramanların çoğunun adı geçmiyor. Mavi tulumlu
adam, yaşlı adam, baba, dede, anne
gibi ifadeler yoğunlukta. Bu öykü ile
okurun kısa birlikteliğinde metne
inandırıcılık katıyor. Bunu kasıtlı mı
tercih ettiniz?
Yakınlarımızın adları ortaktır, sizin
de sorunuzda belirttiğiniz gibi. Herkesin dedesi, ninesi, amcası, babası vardır.
Adlarıyla yazdığımızda özelleştiririz
çoğu kez. Ancak öyleyken bile güzel
yazılmış bir öyküde kahramanlarla özdeşleşir okuyan. Yine de genel adlarla
gerçeği somutlamak, inandırıcı kılmak
daha kolay sanki.
Kahramanlarımın adlarının geçmemesi gerçeğini sizin sorunuzla ayrımsadım. Bilinçli bir seçimden çok, yaşamın
içinden çıkan bir sonuç sanıyorum.
Böylesi bana daha doğal geliyor.
Çoğu yerde söyledim; insan davranışlarının temelinde iki güdü vardır:
Biri korku, öteki gereksinmeler. Gereksinmeler doğal ama korkular çocuğu
ömür boyu gölge gibi izleyecek duygulardır. Onu ruhsal yönden etkileyecek,
yaşamını karartacak tepkilere götürecek korkulara, çocuklar için yazdığım
öykülerde, romanlarda yer vermedim.
Bu konu, çocukların da dikkatini çekmiş olmalı ki okullardan birinde kitaplarımda neden korku olmadığını sordu
çocuklardan biri. Ben de size söylediğim gibi yanıtladım çocuğumuzu. Onların korkularla büyümelerini doğru
bulmuyorum.
Sizce her öykünün bir meselesi olmalı mıdır?
Ben hiçbir sorunu olmayan öykü
yazmak istiyorum, diyen yazarın da bir
sorunu vardır. Her öykünün şöyle ya da
böyle bir sorunu olmalıdır. Çocuğun
dünyayı, evreni, insanı doğru kavramasını sağlayacak öykülerin her zaman bir
sorunu işlediği görülür. Sorunsuz bir
öykü olabileceğini sanmıyorum. Yazar,
bilinçle seçer konusunu en baştan. Seçtiği konu nasıl bir konu olabilir? Çevreyle, uzayla, köyle, kentle, hayvanla, insanla, çocukla ya da benzer bir konuyla
ilgili kurulacak öyküde, yazar alttan alta
bir şey söyler. Onun öyküsünde söylediği, suyun içindeki oksijen gibidir.
Çocuk öğüt istemez ama yazarın söylediğini içer ayrımında olmadan. Bu onu
zihnen yaşatır. Çocukta duyarlık başka
türlü nasıl geliştirilir?
Yurdunu Yitiren Ağaç adlı öykünüzde, güney ülkesinden kuzey ülkesine satılan bir fidanın hikâyesini okuyoruz. Uçakla “kışın üzerinden” geçerek bambaşka diyarlara gelir fidan ve
gurbet acısı başlar. Fakat en sonunda,
taşındığı toprağa, iklime alışır ve yurdunu unutmasa da mutlu olmaya çabalar. Yeni ülkesindeki bahçıvan onun
bu uyum sürecini, iklimleri barıştırdın sen, diyerek anlatır. Artık apartman boyunda bir ağaç olan öykü kahramanı şöyle der: “Dünyanın bütün
toprakları benim yurdumdur.” Ben ilk
defa savaşın olmadığı bir barış öyküsü okudum ve çok etkilendim. Öyküyü okuyanda kurgulatmak istediğiniz
dikenli tellerle çevrilmemiş barış dolu
bir dünya mıdır? Toprak bizi zaten
birleştiriyor, diyebilir miyiz?
Her canlı barış içinde büyüyebilir.
Bunun tersi düşünülemez. Dünya çok
güzel. Ruhi Su, bir türküsünde “Herkese yeter dünya / Herkese yeter ekmek” diyor. Daha geçen gün gazetede okudum;
dünyanın beslenme kaynakları on iki
milyar insanı doyurmaya yetecek kadar
boldur. Peki, neden yetmiyor? Neden
bir milyara yakın insan aç? Çünkü dünya gıda üretimini uluslararası şirketler
denetliyor, büyük kazançlar için insanlığı bir kıyıya itiyorlar. Ben öykülerimde bir anlamda seçenek oluşturacak bir
dünyayı sezdirmeye çalışıyorum. Toprak, hava, su insanı birleştirmezse ne
birleştirebilir? İnsanoğlu aklını, bilimi
kullanarak bu açmazdan kurtulacaktır.
Yazar da yazdıklarıyla akla, bilime aykırı düşmeyecektir.
İyi Kitap • Dosya • Sayı 36 • Şubat 2012
Sahibini Gezdiren Kedi adlı öykü
kitabınızda, kentte yaşamak zorunda kalan sokak hayvanlarına çeviriyorsunuz bakışınızı. Yine gözlem
gücü yüksek öyküler bunlar. Kedi
Kehribar’ın sahipleri önce ona miyavlamayı öğrenmesi için öğretmen
tutmak istiyor, sonra kaçmasın,
ezilmesin diye tasma ve grip olmasın diye bir de maske takıyorlar…
Bir kediniz olduğunu tahmin ediyorum. Yani kedilerle yaşaya yaşaya
kedileşenlerdensiniz sanırım. Sahi
kedilere tasma takılabilir mi? Biraz
Kehribar’dan konuşsak…
Doğrusu Kehribar’ı çok özlüyorum. Gerçekte adı Paşa’ydı.
Şeytanminareleri’nde Beybaba’nın kedisiydi. Öyküde Kehribar olmuştu.
Çok uslu, algılaması yüksek bir kediydi. Altı yaşında birdenbire hastalandı,
on beş gün içinde öldü gitti. Bembeyaz
bir kediydi Paşa; öyküdeki gibi. Benim
kedileştiğim doğru; kedimiz de insanlaşmıştı. Evin bir bireyi idi. Bir yere
giderken bizi hüzünle izlemesi, dahası
ağlaması; geldiğimizde evin hangi kuytusundaysa koşarak gelip, konuşarak
bizi karşılaması; gösterdiğimiz sevgiyi
öperek ödüllendirmesi… Üç katlı bir
evden altı katlı bir apartmanın en üst
katına taşındığımızda iki yaşındaydı
Paşa. Çok sıkılıyordu. Altıncı kattan
sokaktaki kedileri gözler, sanki atlamak
ister gibi balkon demirlerinin arasından
başını çıkarırdı. Biz bahçelerde özgürce
büyümüş kedimizin bu durumuna çok
üzüldük; trafiğin çok yoğun olduğu
bir yerde oturduğumuz için de ona bir
tasma aldık. Hiç yadırgamadı. Birlikte
sokakta çok dolaştık. Özellikle akşamüstleri onu dolaştırmaya bayılırdım.
Ben mi onu gezdirirdim, o mu beni…
Görüyorsunuz öykünün yaşanmışlığı
çok fazla. Gerisi kurgu elbette…
Yurdunu Yitiren Ağaç
Hidayet Karakuş
Resimleyen: Murat Sayın
Bilgi Yayınevi, 85 sayfa
Sahibini Gezdiren Kedi
Hidayet Karakuş
Resimleyen: Murat Sayın
Bilgi Yayınevi, 99 sayfa
21
Zeynep Cemali’nin
kıpır kıpır öyküleri
öykü
Müge İPLİKÇİ
Çocuk edebiyatına geç girmiş ve aramızdan erkenden ayrılmış olan Zeynep Cemali, sıcacık
hikâyelerle dolu sekiz kitap bıraktı geride. Çocuklar için yazmanın keyfine varmış bir yazardan
büyüklenmeyen öyküler…
Cemali’nin öyküleriyle geç tanıştım!
O bu dünyayı terk edip gittikten sonra
kısmet oldu onları okumak… Bu kadar
verimli bir yazarın, öykülerinden birinde bahsettiği “çınar ağacına konan” bir
kuşun peşi sıra gitmiş olmasını biraz
buruklukla yâd ettim. Keşke “buralarda” biraz daha oyalanma şansı olsaydı
da bizlere o unuttuğumuz oyun parkının rüyalarından seslenebilseydi diye
düşündüm. Ancak yaşamın kurgusu
edebiyatın kurgusuna pek benzemiyor!
Canı ne zaman isterse orada bitebiliyor.
Cemali’nin yazdıklarıyla tanıştıktan sonra çocuk dünyasını anlatmanın
nasıl olabileceğine dair düşüncelerim
epey değişti. Bir yazar olarak çocuklara
seslenmenin esaslarının ne olabileceğini daha net seçebildim. Bunu bu kadar
samimiyetle yapabilmek Cemali’nin
ustalığıydı ve sanırım, büyümenin prizmasından ışığına ışık katarak geçmiş bir
yaratıcılığın da kanıtı.
İYİLİK İLE HINZIRLIK ARASINDA
Yoksa çocukluğunda kendini yetişkin gibi hisseden, yaşıtlarına biraz
tepeden bakan o kızın, yaşı alıp başını
giderken içinin kıpır kıpır, gözü ve gönlünün çoluk çocukta olmasını başka
nasıl açıklayabilirdik? Kısacası, büyümeye tuhaf anlamlar ve bu anlamlara
manasız baskılar yükleyen bir toplumda, büyümeden yaşlanmak durumunda
kalanlardan biri değildi Cemali… Çocuklarla parlak bir iletişim kurmasının
nedeni buydu galiba: Kendi çocukluğunu unutmamış olması!
Günışığı Kitaplığı tarafından
1999 yılında yayımlanan ilk
öykü kitabı Ben, Çınar Ağacı ve Pufböreği okurları
ile buluştuğunda, çocuk edebiyatımız için
yeni bir sayfadan söz
etmek de mümkündü. Cemali ilk öykü
kitabı ile öyküdeki
22
ustalığını kanıtlarken, çocuk edebiyatına
getirdiği yeni ışıkla da dikkat çekiciydi.
Sonra kitaplar birbirini izledi. Hemen
her temasında çocukların dünyasına içtenlikle eğilmeyi başardı.
Bu içten ve sevgiyle örülmüş dil,
tonton bir teyzenin çocuklara sesleniş
dili değildi, bunu hemen belirtelim. Bu
dilde, onların cephesine uzanmaya cesaret etmiş, iyilik ve hınzırlık kavramları
(ve bu kavramlar arasında salınan diğer
kavramlar) arasında, bahçedeki salıncak
ipinden köprü kurmayı başarabilmiş bir
yetenek söz konusuydu.
Dahası, çocuklara, gençlere neyi nasıl
anlatacağız sorusuna Cemali’nin verdiği yanıt, onların yeryüzündeki varlığını
fark ederek başlayabileceğimiz yönündeydi. Dünyaları yetişkin dünyasından
çok farklı, apayrı renklerde çizilmiş olan
bu grup için öğüt okları gereksiz yere
yaralayıcı ve bıkkınlık verici olabilirdi.
Oysa onların bakış açısıyla netleşen bir
dünyanın içine serpiştirebileceğiniz büyüme tozlarının tılsımı harikalar yaratabilirdi! Hemen olmasa bile ilerde!
VİRAJLARA DİKKAT!
Cemali’nin öyküleri bizlere, büyüklerin gözünde önemsiz sayılabilecek
çocuk deneyimlerini aktarıyordu. Çocukların dünyasında fırtınalar koparan,
yaşamı allak bullak eden o deneyimler
okundukça hatırlanan, hatırlandıkça da
insanı çocukluk günlerinin sıcaklığına
(zaman zaman burukluğuna) götüren
kurgulardı. O kurgularda çocuğun yaşamla girdiği sınavda keskin virajlar
yoktu belki, ama bu özellikle dikkatli
okurlar için virajlardan yoksun bir metinle karşı karşıya olduğunuz anlamına
da gelmemeliydi. Sakin bir atmosferin
içinde kâğıt kesiği gibi bir gerçekle de
karşılaşabilirdiniz. O yüzden Cemali’nin
her sözcüğünü ve cümlesini bir gölge
gibi takip etmek gerekiyordu. Torununun kibrinden şikâyet eden bir büyükannenin aslında torununun kendisine
benzediğini anlaması
türünden
virajlardı
bunlar. Küçük ama derinliği saklayan virajlar.
Bu yüzden yelkenleri
suya indirerek okumakta
fayda vardı Cemali’nin
yazdıklarını. Öğüt veren
büyüğün ortadan kalkması, bunun yerine yaşamı çocukla birlikte sınayan büyüklerin varlığı her şeyi
değiştirebiliyordu. İyi ki de öyleydi…
İç içe öyküleri anlatmayı seven
Cemali’yi daha yakından tanımak istiyorsanız onun ilk kitabı olan Ben, Çınar
Ağacı ve Puf Böreği ile başlamanızı öneririm. Özellikle bu kitaptaki “Kaku Kite,
Tako Tike, Mano Maki” adlı öyküyü
okumanızı! Bu eğlenceli yolculukta bir
de yanınıza Öykü Öykü Gezen Kedi’yi
almanızı da isteyebilirim sizlerden. Siyam kedisi Siyami Bey’in öykülerin arasında gezinen ruh halini bakalım neye
ya da kime benzeteceksiniz?
O kurgular arasında gezinir, etrafındaki çocukları, kalbi çocuk kalmış
büyükleri, erkenden büyümüş kimilerini takip ederken bir köşede kendinize rastlarsanız sakın şaşırmayın! Küçük bir okurunun dediği gibi: “Zeynep
Cemali’nin öykülerini çok beğendim.
Sanki ben de o öykülerin içindeyim. Sanki
öykülerdeki kahramanlardan biriyim…”
Ben, Çınar Ağacı ve Pufböreği
Zeynep Cemali
Resimleyen: Mahmut Cemali
Günışığı Kitaplığı, 144 sayfa
Öykü Öykü Gezen Kedi
Zeynep Cemali
Günışığı Kitaplığı, 192 sayfa
İyi Kitap • Dosya • Sayı 36 • Şubat 2012
İnsan olmayı öğreten
bir anneanne...
öykü
Zarife BİLİZ
Kemal Özer, Güneş Arkasına Baktı adlı kitabında, günümüzün artık giderek değişen insan
tiplemelerine karşın hiç eskimeyecek pek çok karakteri, sokağı, komşuluğu, insanlığı öne çıkarıyor.
Gerçekliğinden zerre ödün vermeden, masal tadında hikâyelerle roman lezzetinde bir anlatı sunuyor.
Edebiyatın içinde çocuk edebiyatı/yetişkin edebiyatı diye ayrı alanlar
açmak anlamlı mıdır, değil midir
tartışmaları süredursun, bir çocuk
kitabıyla yetişkin kitabını ayıran
birtakım unsurlar sayılabilir elbette. Ama diğer yandan tek bir ortak
nokta var ki hangi eserde varlığını
gösteriyorsa oraya “edebiyat” damgasını vurmaya yeter. Zaman zaman
bazı çocuk kitaplarını elime alıp
görev gibi, içten içe, bir an önce bitsin diye okurken, ilk soru işaretleri
de kafamda belirmeye başladı. Bir
edebiyat eseri çocuklara yazıldı diye
“çocuk işi” muamelesi görüyorsa, bu
sebeple beklenti düzeyi düşürülerek
okunup değerlendiriliyorsa işte o
noktada bir sorun var demekti. Nitekim Kemal Özer’in Güneş Arkasına
Baktı adlı kitabın okurken, soru işareti bir yanıta dönüştü somut olarak.
Bir yapıt ister çocuğa ister yetişkine
yazılmış olsun, okuyan kişi olarak
bize bir tat, bir duygu iletiyor, bir tür
heyecan veriyorsa, kendini “iş gibi”
okutmaktan öte bizi içine çekiveriyorsa, edebiyat denilen büyücünün
külahının ucu görünmüş demekti.
Külahın altındaki sihir dolu kafanın
içinde nelerin olması gerektiği ya da
okurun orada gördükleri ise şüphesiz kişiden kişiye değişebilirdi.
TÜRLERİN KARDEŞLİĞİ
Özer’in Güneş Arkasına Baktı adlı
kitabının edebiyatımızda ilk belirişi
değil bu; daha önce iki kez basılmış.
Okura verdiği edebi tada bakılırsa
daha nice kez basılacağına da şüphe
yok. Eserin edebi olarak hangi türe
girdiğine kafa yormak ise aslında
hayli verimli bir fikir jimnastiği.
Zira kitabı oluşturan öykülerin genel
bir çatı altında birleşmesiyle, mekân
ve karakter bolluğuyla ve farklı olay
örgülerine yer verilmesiyle eser bir
romana yakın duruyor. Ancak romandan ayrıldığı nokta tüm bunlara
rağmen onu öyküye yaklaştırıyor.
O da kitabın her bir bölümünde
bir hikâyeye konu olabilecek farklı
bir olaya yer verilmesi ve bu olaylar arasında ortak bazı karakter ve
mekânlarla bütünlük sağlansa da,
eserin, romanın o örgün yapısındansa, bu parçalar aracılığıyla bir
hikâyeler toplamına yakın durması.
Edebi türler konusunda eserin
bize düşünme alanı sunduğu diğer
nokta ise söz konusu olay ve anlatıların, usta yazarın çocukluk anılarına dayanması. Duymuşluğum
vardır; gayet nitelikle bir eser için,
24
“Ama o anılarını yazmış, hikâye
sayılmaz,” sözünü. Bir kişi anlatılarında anılarına yer verdi ya da öykülerini anılarından yola çıkarak kaleme aldı diye o eser edebi olmaktan,
yazdıkları hikâye olmaktan anında
azledilebilir mi? Hiç sanmıyorum.
Kaldı ki Özer’in kitabı bunun canlı
bir örneği. Kaynağı nerede olursa
olsun, ister hayal dünyamızda isterse gerçek yaşantılarımızda, bir anlatıyı öykü yapan şey bambaşka bir
Güneş Arkasına Baktı
Kemal Özer
Resimleyen: Reha Barış
Tudem Yayınları, 64 sayfa
İyi Kitap • Dosya • Sayı 36 • Şubat 2012
yaratı ve duyarlılık gücünde çünkü. Çocuklara yazılmış
bile olsa, anlatılan şeyi, her yaştan okura merak, heves
ve keşif duygusuyla bir solukta okutabilmekte.
Özer bu kitabında bize Balkan Harbi’nden II. Dünya
Savaşı’na uzanan bir zaman dilimini, bir çocuğun gözünden, duyarlılık ve duygu yüklü, dupduru ama incelikli
bir dille anlatmış. Tüm mahallelinin hayran olduğu bir
anneanneye sahip olan kahramanımız, anneannenin zor
koşullarda geçen yaşamı aracılığıyla Balkan Harbi’ne,
Balkan topraklarından Anadolu’ya yapılan göçe tanık
oluyor. II. Dünya Savaşı’nı ise bizzat kendisi yaşıyor.
Babası bir makinist olduğu için sık sık evde olmayan,
kendisinden önceki çocukları öldüğü için oğluna aşırı
düşkün annesinin baskısı altında yorulan küçük kahramanımız, anneannesinin sırf onun değil, herkesin takdirini kazanan erdemleri ve kişiliği sayesinde paha biçilmez bir çocukluk yaşıyor. Masalları, anlatıları komşuları
kış geceleri eve toplayan; sürekli sokağa karşı oturduğu
minderinin yanı başında mangalı, üzerinde her an gelebilecek bir misafirle paylaşılmak üzere kahve cezvesiyle
hazır bekleyen;
sarma sigarasını
keyifle tellendiren, çok görmüş,
çok yaşamış bir
anneanne
bu.
Çok iyi bildiği el
işlerini, yemek
tariflerini tanımadığı insanlarla bile çekincesizce paylaşan;
“bir hüneri öğreterek başkalarını
da hüner sahibi
yapmakla insanın
değerinin
azalmadığını,
tersine daha da
arttığını,” söyleyen; kendisine
akıl danışmaya
gelenlere önce bir hikâyeyle meseleyi açıp, sonra “onların da dedikleri üzere” ya da “o gün nasılsa yine öyle”
diyerek diyeceğini diyen, nasihatini bile kendine mal
etmeyen edepte bir anneanne. Hayatımızda çoktan yitip gitmiş, kaybolmuş ama aslında hep örnek alınması
gereken insan karakterlerinden… Edep, terbiye, paylaşma, dayanışma, komşuluk bilen; zorlukları, direnmeyi
ve umudu hayatın içinde öğrenmiş, doğallığında kendi
varlığıyla gösteren…
Güneş Arkasına Baktı günümüzün artık giderek değişen insan tiplemelerine karşın böyle hiç eskimeyecek
pek çok karakteri, sokağı, komşuluğu, insanlığı öne çıkarıyor. Gerçekliğinden zerre ödün vermeden, masal tadında hikâyelerle roman lezzetinde bir anlatı sunuyor.
Sevgili Kemal Özer’in bu incelikli ve tatlı dilli, zamanlar
ötesine uzanan edebi gücünü nereden aldığını anlıyoruz
böylelikle. Onun anneannesine verdiği selamı biz devralıyor, kendisi hiç itiraf etmese de edebiyat kokan ellerinden sevgiyle öpüyoruz.
25
SineKitap
Banu BOZDEMİR
Greg büyümek istiyor, ama
lütfen kimse karışmasın!
Çocukların pek sevdiği “Saftirik Greg” dizisinin ikinci filmi Saftirik Greg’in Günlüğü 2: Rodrick
Kuralları vizyonda. Artık bir yedinci sınıf öğrencisi olan Greg’in gönül ilişkilerinin de yer aldığı
öyküler güldürüyor. Hadi bakalım karar verin: Kitap mı, yoksa film mi daha matrak?
Bizler daha çok fantastik kitapların
sinemaya uyarlanmasına alışkınız; kitapta tasvir edilen fantastik dünyanın
filmlerde önümüze bir rüya âlemi gibi
serilmesine. Ama bu kez kitaptan sinemaya uyarlanan farklı bir görsel algı
var. Kitapta Cin Ali serisi gibi bolca
resmedilen karakterler, filmde ete kemiğe bürünüyor. Kitap daha gelişmiş
bir animasyon tekniğiyle sinemaya
uyarlanabilirdi ama yapımcıların tercihi kurmaca film olmuş anlaşılan.
Yani filmde Greg’i sevimli mi sevimli
Zachary Gordon canlandırıyor ve rolünün hakkını fazlasıyla veriyor!
“Saftirik Greg” serisini bilmeyeniniz yoktur. Jeff Kinney’in 2007 yılında
yaratmaya başladığı bu kahramanın
maceraları seri halinde devam ediyor. Kinney aslında hayatı boyunca
karikatürist olmak istemiş. Karikatürist olamayınca da karikatür tadında
yazan bir yazar olmuş. Çizimlerinin
pek iç açıcı olduğu söylenemez, ama
kitabı farklı ve sevimli kılan taraflardan biri de kesinlikle çizimleri! Serinin başkahramanı Greg’in, annesinin
zoruyla tutmaya başladığı günlükleri
kitapların akışını oluşturuyor. Karşımızda “yaramaz”mış gibi aksettirilen,
ama aslında yaptıkları aile fertleri tarafından fazlasıyla engellenen, şanssız
bir Greg var. Saftirik yakıştırmasının
altında kesinlikle bu şanssızlık ve kendini ifade edememe hali yatıyor.
26
HAŞARI VE SAKAR GREG
İlk kitapta Greg’in ailesi ve arkadaş
çevresiyle tanışmıştık. Altıncı sınıfa
başlayan Greg çocuklukla ergenlik
arası çizgide gidip geliyor ve bu belirsiz
durumdan memnun olmadığını her
koşulda dile getiriyordu. Örneğin, en
yakın arkadaşı Rowley’i fazla çocuksu, ama büyüklerin dünyasını da fazla ciddi buluyordu. Kardeşi Manny’ye
gösterilen aşırı ilgi ve anlayışı anlayamıyor, abisi Rodrick’le ise hiç anlaşamıyordu. Anne ve babasının mükemmel bir birey olması için verdikleri
öğütler ise bir kulağında girip öbür
kulağından çıkıyordu. İşte kitaplar bu
sevimli boğuşmalar eşliğinde, Greg’in
büyüme ve çevresindekileri keşfetme
maceralarını anlatmaya devam ediyor.
Hem de çok sevimli bir şekilde! Kimsenin başucu kitabı olmasa da çocukların çok sevdiği, esprilerine ve yapılan
haşarılıklara bayıldığı bir dizi “Saftirik
Greg”. Okuyan ve beğenmeyen çocuk
görmedim henüz!
İkinci kitap daha çok Greg ile abisi
Rodrick arasında yaşanan atışmaları
ve annelerinin onları “uyumlu” hale
getirme çabalarını kapsıyor. Tabii bir
de Greg biraz gönül ilişkilerine dalıyor bu sene, zira o artık kocaman bir
yedinci sınıf öğrencisi! Abisi Rodrick
bir rockçu ve Greg’le dalga geçmekten
acayip keyif alıyor. Onu “küçük kardeş” olarak ezme çabaları kimi zaman
başarılı oluyor, kimi zaman ise başarısız. Bu atışmalar eşliğinde geçen kitapta şimdilik “mutlu son” diyoruz, ama
seri önümüzde uzadıkça, Greg’in de
büyüme dertleri ve buna eklenen sorunları devam edecek gibi!
İlk kitabın sinema uyarlamasında
kurmacayla animasyonun uyumu daha
fazlaydı. Yani kitabın çizgilerinden daha
fazla geçiş yapılıyordu filme. Ama ikincisinde sadece ilk başta böyle bir geçiş
var. Bu da filmleri farklı yönetmenlerin
çekmesinden kaynaklanıyor olabilir. Ya
da kitaptaki karakterlerin ikinci filmde
dönüşümünün tamamlanmış olmasından! İlk filmi, aynı zamanda “Köpek
Oteli”ni yönetmiş olan Thor Freudenthal, ikincisini ise “Astro Boy”un yönetmeni David Bowers çekmiş.
Her biri farklı bir renk taşıyan kitapları okurken çok eğleneceğiniz kesin,
çünkü bu kitaplar hayatın haşarılık kısmını anlatıyor ve Greg’e bu haşarılıklar
dünyasında genelde sakar bir rol çiziyor.
Saftirik Greg’in Günlüğü:
Rodrick Kuralları
Jeff Kinney
Çeviren: İlker Akın
Epsilon Yayınları, 216 sayfa
İyi Kitap • SineKitap • Sayı 36 • Şubat 2012
Hiçbirimiz göründüğümüz
gibi değiliz!
Yankı ENKİ
Amerikalı yazar Kiersten White’ın Paranormal adlı romanı, gene fantastik bir dünyadan ses veriyor.
Bu kez sıradan bir genç kız ile doğaüstü bir kahramanın imkânsız aşkı yerine, sıradan olduğunu
sanan ama kendisinin de “normal” olmadığını öğrenen bir genç kızın hikâyesini anlatılıyor.
Vampirler ve kurtadamlar gibi doğaüstü varlıkların ne kadar romantik
olduklarını anlatan roman serilerine
bir yenisi daha mı eklendi diye düşünürken, Amerikalı yazar Kiersten
White’ın Paranormal’i genç okurlara
yeni bir bakış açısı sunuyor gibi gözüküyor. Bu kez sıradan bir genç kız ile
doğaüstü bir kahramanın imkânsız
aşkı yerine, sıradan olduğunu sanan
ama kendisinin de “normal” olmadığını öğrenen, onun gibi “paranormal”
olmasına rağmen daha normal bir
yaşamı olan sevgilisi ile yeni bir sayfa
açmaya çalışan Evie’nin macerasıyla
karşı karşıyayız.
Kahramanımız Evie, Uluslararası
Paranormal Tecrit Ajansı ya da kısaca UPTA için çalışan on altı yaşında
bir genç kız. Vampirler, kurtadamlar,
zombiler, troller, cadılar ve perilerle
iç içe yaşadığımız alternatif bir dünyadayız bu romanda. Yine de yazar
White’ın, bize benzemeyen insanların
ya da normal insanlar olduğunu sandığımız paranormal varlıkların birbirleriyle kurdukları ilişkilerden hareketle romanda bize göstermek istediği
asıl nokta, tam da gerçek dünyada
deneyimlediğimiz bir hakikate işaret
etmek. White’ın romanının bize kısaca söylediği şey şu aslında: Hiçbirimiz
göründüğümüz gibi değiliz.
HERKESİN İÇ YÜZÜNÜ GÖRMEK
Eğer göründüğümüz gibi olmamaktan bahsedeceksek, fantastik edebiyatın bunun için biçilmiş kaftan olduğunu biliyoruz. İşte kahramanımız
Evie’nin de paranormalliği burada
anlam kazanıyor. Evie, insanlara ya
da dışarıdan insan gibi gözüken varlıklara baktığında onların iç yüzünü
görebiliyor. Günümüzün popüler fantastik romanlarındaki gibi yakışıklı
ve çekici vampirler ya da güçlü kurtadamlar gördüğünde, onların aslında
nasıl göründüklerini bilmek Evie’yi
gibi değil ve bunu fark ettiği anda herkesin, “ben de” diye eklemesi gerekiyor
bu romanı okuduktan sonra.
paranormal yapan özelliği. Bu yüzden
Evie’nin gönlünü böyle bir doğaüstü
varlığa kaptırması zor, ama onun karşısına tam da bu yeteneğine uygun
biri çıkıyor. Sevgilisi Lend’in yeteneği,
istediği kişinin dış görünüşünü taklit
edebiliyor oluşu. Tabii ki onun bu özelliğinin farkına varabilecek tek kişi de
Evie. Lend kendinden başka her şekilde görünüyor dışarıdan bakıldığında;
hâlbuki Evie bütün maskelerimizin, sihirli kılıklarımızın ardına kadar bakıp,
herkesi ruhuna kadar çıplak bırakabilecek biri. Lend’in annesi Evie’ye diyor
ki: “Ne kadar da güzel bir denge. Lend
dünyaya göstermek istediği şeyi gösteriyor ve sen dünyanın sana göstermek
istediğinin arkasını görüyorsun.” Bu
yüzden birbirlerini tamamlamalarına
şaşmamak gerekiyor. Ayrıca Lend’in
yeteneği sayesinde Evie’nin kılığına
girip, kahramanımızı kendisiyle yüzleştirmek gibi bir özelliği de var. Lend,
Evie için bir ayna adeta. Tabii ki her
ayna gibi kusurlarıyla yansıtmak zorunda gerçekleri.
Dediğimiz gibi, Evie herkesin iç yüzünü görebiliyor, ancak kahramanımızın bu özelliği bizi sıradan bir vampir
avcılığı öyküsüyle baş başa bırakmıyor.
Paranormal, Evie’nin kendi içine dönüp bakabilme yetisini kazanmasının
öyküsü. Bu özellik de sadece fantastik
dünyalarda, perili-cadılı romanlarda
olacak bir şey değil. Kiersten White, bizim gerçek dünyamızda da karşılığını
bulacağını düşünerek anlatıyor bu içgörü öyküsünü. Hiç kimse göründüğü
KENDİNİ KABULLENMEK
Evie’nin içgörü kazanması onun
için kolay bir şey değil elbette. Artık
başkalarının iç yüzünü gördüğü gibi
kendi gizli gerçeklerinin ve sırlarının
da farkına varıyor. Aslında kendisinin
de bir paranormal olduğunu, vampirlerle, kurtadamlarla ve yakalamakla
görevli olduğu birçok farklı doğaüstü
varlıkla ortak bir kader paylaştığını
öğrenmesi bir yana, görev aldığı tecrit ajansının da yapısını ve iktidarını
sorgulamaya başlıyor. O da tecrit edilen paranormal varlıklardan biri mi
acaba? Ya ailesi? Ona ailesi hakkında
söylenenler ne kadar doğru? Doğaüstü
yeteneğinin kaynağı nerede gizli?
Bu soruların yanıtını yavaş yavaş
bulurken, Lend’in yaşamındaki normallik de onu bu paranormal kahramana çekiyor. Alıştığımız üzere doğaüstü özellikler değil Lend’i Evie’nin
gözünde çekici kılan. Tam aksine,
onun normal yaşam şartları, evi, odası,
okulu, arkadaşları...
Bu kitap paranormallikten normalliğe doğru bir öykü anlatsa da, serinin
devam romanlarının yolda olduğunu
ve işlerin değişebileceğini belirtmek
gerekiyor, çünkü kitabın kapağında
da yazıldığı gibi, “normallik de bir yere
kadar...”
Paranormal
Kiersten White
Çeviren: Barış Emre Alkım
Dex Yayınevi, 285 sayfa
İyi Kitap • Gençlik Kitaplığı • Sayı 36 • Şubat 2012
Hakikati örten karanlık
Şadiye NARİN
Mortimus Clay’in Karanlıklar Ülkesi, her yaştan okuyucunun rahatlıkla okuyabileceği heyecan
dolu bir serinin ilk kitabı. İçinde mitoloji ve felsefe bulunan, akıcı anlatımıyla rahat okunan,
doğruyu ve iyiliği anlatan kitabı fantastik macera severler kaçırmasın.
Fantastik edebiyat, özellikle son
yıllarda hem çocukların hem de yetişkinlerin ilgisini çeken bir tür haline
geldi. Evrensel bir dili olan, herhangi
bir kültürün sınırlarına hapsolmadan
yazılan ve hayali bir dünyada geçen bu
edebiyat türünün bütün dünyada ilgi
görmesinin nedeni ise hayal kurmaya
olan ihtiyacımız olmalı.
Fantastik edebiyat da dâhil olmak
üzere, karanlıkla aydınlığın, iyilikle
kötülüğün konu edildiği yüzlerce kitap
yazılmıştır edebiyat tarihi boyunca.
Karanlıkla aydınlık, iyilikle kötülük bu
kitapların pek çoğunda iç içe geçmiş,
birbirlerinden ayrılmaları mümkün
olmayan kavramlar olarak çıkarlar
karşımıza. Bazen de kötü olan, kötü
bitmiş gibi görünen bir şey, aslında
iyiliğin yolunu açmak için bir neden
verir kahramanlarına. Kötülük, karanlığıyla hakikatin ışığının üzerini örter
ve bu kötülüğün zaferi olur. Bu zafer
sadece hikâyenin başlangıcıdır oysa;
iyilikle kötülüğün, karanlıkla aydınlığın savaşının başlangıcı.
Küçük bir bebekken hayaladamlar
tarafından kaçırılıp Karanlılar Ülkesi’ne
getirilen Trevor Upjohn’un, nerede
olduğunu bilmese de bir evi olduğunu hatırlamasıyla başlayan Karanlıklar Ülkesi, Mortimus Clay’in Tramvay
Yayıncılık’tan çıkan “Gizem Çemberi”
serisinin Türkçeye çevrilmiş ilk kitabı.
Karanlıklar Ülkesi, ailelerinden kaçırılan çocukların gardiyanlar gözetiminde
30
yurtlarda tutulduğu, boyun eğen çocukların büyüyüp gardiyan olmasına izin
verildiği, eğmeyenlerin veya ailesinden
bahsedenlerin Lord Lucian’a ve hayaladamlara yem olduğu bir yer. Bir de bu
çocuklara yardım etmek, onları Karanlıklar Ülkesi’nden kaçırıp güvenli Hakikat Bölgesi’ne getirmek isteyen Esnaf Birliği var. Esnaf Birliği’nin başı olan Epiktetus, onun torunu Maggie ve küçük bir
fare olan Zefir sayesinde yem olmaktan
son anda kurtulup Hakikat Bölgesi’ne gelen Trevor, Zefir’in gelip onu evine götüreceği günü beklemeye başlar. Ama işler
ne Trevor’un ne de diğerlerinin beklediği
şekilde gider.
MÜCADELE BİTMEDİ
Hakikat Bölgesi, hakikat ağacı denen, etrafına ışık saçan bir ağacın
bulunduğu geniş bir bahçenin çevrelediği evlerden oluşan bir bölgedir. Bu
ağacın ışığı, bu bölgenin Esnaf Birliği
dışındakiler tarafından görülmesini
engeller. Ama Karanlıklar Ülkesi’nin
Lordu Lucian’ın, yurtlardaki çocukları
kurtarmak için gizli geçitleri kullanan
Maggie’nin peşine taktığı, Trevor’un
da yurttan tanıdığı üç çocuk, hakikat
ağacının ışığını örtmeyi başarırlar ve
Hakikat Bölgesi korumasız kalır. Esnaf
Birliği ile Karanlıklar Ülkesi’nin giriştikleri savaşı da böylece Karanlıklar
Ülkesi kazanır. Esnaf Birliği’nin başı
olan Epiktetus bu savaşta ölür, hakikat ağacı Lord Lucian tarafından kesilip yaktırılır. Sağ kalanlardan önünde
diz çöküp ona itaat etmelerini isteyen
Lord Lucian, kendisine itaat etmeyenleri öldürür. Ve böylece Hakikat Bölgesi de Karanlıklar Ülkesi’ne katılmış
olur.
Başta da belirttiğim gibi, bazen
kötü olan kazansa da bu mücadele
henüz bitmemiştir. Başından beri her
şey, Trevor’ın kaçıp Hakikat Bölgesi’ne
gelmesi bile, bu planın bir parçasıdır,
ama Lord Lucian’ın bilmediği bir şey
vardır: Trevor özel bir çocuktur. Küçük fare Zefir ve Epiktetus’un da gördüğü üzere, üstlerine çöken karanlığı
yeniden aydınlığa çevirecek güç Trevor’dadır. Epiktetus ölmeden hemen
önce, bütün bu olanları geri çevirebilecek olan tek şeyin doğru erkek çocuk tarafından kullanılabilecek Narin
Nişan olduğunu ve o çocuğun da Trevor olduğunu söyler. Lord Lucian’ın
zaferi ise bu hikâyenin sadece başlangıcıdır.
İyi çocuk ve gençlik kitapları, okurlarının hislerine ulaşabilen, hayal
dünyasını renklendirip harekete geçirebilen ve kendisini özel hissetmesini
sağlayabilen kitaplardır. Bütün çocuklar özeldir ama bazen bunu unutup
kendilerini yalnız ve güçsüz hissedebilirler. İyi bir kitap, bu yalnızlık ve
çaresizliğe kahramanları üzerinden
yardımcı olabilir. Ailesinden uzakta,
istemediği, sevmediği bir hayatın içine
hapsedilmiş sıradan bir çocuk olduğunu düşünen Trevor Upjohn’un ona
yardım eden bir grup insan sayesinde
kendisinin özel bir çocuk olduğunu
öğrenmesiyle tersine dönen hikâyesi
gibi...
Karanlıklar Ülkesi’nin, her yaştan
okuyucunun rahatlıkla okuyabileceği,
heyecan dolu bir serinin ilk kitabı olduğunu belirtelim. İçinde mitoloji ve
felsefe bulunan, akıcı anlatımıyla rahat
okunan, doğruyu ve iyiliği anlatan Karanlıklar Ülkesi fantastik macera kitaplarını severler için de kaçırılmaması
gereken bir roman. Hayal kurmayı seven ve macera duygusunu kaybetmek
istemeyen çocuklar, gençler ve bunları
hatırlamak isteyen yetişkinler için çok
şey vaat ediyor.
Karanlıklar Ülkesi
Mortimus Clay
Çeviren: Mehmet Gürsel
Tramvay Yayıncılık, 304 sayfa
İyi Kitap • Gençlik Kitaplığı • Sayı 36 • Şubat 2012
GÜLTEN DAYIOĞLU ÇOCUK VE GENÇLİK EDEBİYATI VAKFI
•
2012 İlkgençlik Romanı Ödülü
•
SEÇİCİ KURUL
Ödüle ilişkin daha geniş bilgi
Çağdaş Türk Çocuk ve Gençlik Edebiyatına özgün
Emin Özdemir ( Yazar )
www.gultendayioglu.com adresinden,
İlkgençlik Romanı kazandırılması için yazarların
Prof.Dr.Sedat Sever (Ankara Üniversitesi )
Gülten Dayıoğlu Çocuk ve Gençlik Edebiyatı
özendirilmesi.
Yard.Doç.Dr. Necdet Neydim ( İstanbul Üniversitesi )
Vakfı Ödül Yönetmeliği’nden edinilebilir.
ÖDÜLÜN AMACI
Dr.Kemal Ateş ( Ankara Üniversitesi )
İLKGENÇLİK ROMANI ÖDÜLÜ 2012
• Başvuruda bulunacak İlkgençlik Romanlarında
dil, anlatım, içerik açısından ilkgençlik dönemi
gerçekliğine uygunluğu koşulu aranacaktır.
• Yazarlar, 2012 yılı İlkgençlik Romanı ödülüne,
12 ve üstü yaş okurlara yönelik yazılmış ve
yayımlanmamış bir ya da daha fazla roman ile
katılabilirler.
• İlkgençlik Roman ödülü için konu sınırlaması
yoktur.
• Eserlerin şiddet, cinsiyet, ırkçılık ve ayrımcılık
yanlısı ya da destekçisi bir içeriği yansıtmaması
Dr.Fatih Erdoğan ( Yazar - Yayıncı )
BAŞVURU ADRESİ
Perihan Sok. No: 4
GENEL KOŞULLAR
34381 - Şişli – İstanbul
• Ödüle son başvuru tarihi 31 Aralık 2012’dir.
• Adaylar eserlerini altı kopya olarak, gerçek
Tel:0212 240 12 07 Belgeç:0212 231 48 40
ad ve adresleri, özgeçmişleri, bir fotoğrafları
Elmek: [email protected]
ile iadeli taahhütlü olarak, aşağıdaki adrese
göndereceklerdir.
• Ödül bir tek esere verilir.
• Ödül sonuçları 23 Nisan 2013’da açıklanacak;
ödül töreni 15 Mayıs 2013’de gerçekleşecektir.
gerekmektedir.
• 2012 yılı İlkgençlik Romanı Ödülü tutarı
• Eserin roman türünün bütün özelliklerine ve tek
8000 TL’dir.
başına kitap olmaya uygun olması gerekmektedir.
• Eserler A4 boyutunda kâğıda 11 punto ile
2012
ilkgençlik
romanı
ödülü
yazılmalıdır.
Vakfımızca önceki yıllarda ödüle değer bulunan yayımlanmış eserler.
Yeşilin bütün tonları
tüylerinde...
Anneannesini çok seven Fatoş, ona yeni evinde arkadaşlık etsin diye yeşilin
bütün tonlarını tüylerinde taşıyan güzel bir hediye alır. Eski günlerini hatırlayan
anneannesi Fatoş’a anılarını anlatır. Fatoş sadece dinlemekle mi kalacak dersiniz?
Yeşilcik, usta öykücü Cemil Kavukçu’nun çocuklar için kaleme aldığı altıncı kitap.
Belirli bir duyarlılıkla yazıldığı hemen fark edilen romanda, Kavukçu’nun önceki kitaplarından
bildiğimiz karakterlerle de yeniden karşılaşıyoruz. Bir Öykü Yazalım mı? kitabından
hatırlayacağımız Fatoş’la Yeşilcik’te de beraberiz; Bopato serisinden Burcu ve sevimli
köpeği Topik de göz kırpıyor sayfalar arasından...
ÇAĞDAŞ TÜRK EDEBİYATI
Yeniçarşı Caddesi No:74, 34430 Galatasaray,İstanbuL
F.: 0212 245 6082
T.: 0212 245 8292
[email protected]
www.cancocuk.com
http://www.facebook.com/cancocukcom
http://twitter.com/Can_Cocuk

Benzer belgeler

Grup Katalog

Grup Katalog IYI KITAP Aylık Yaygın Süreli Yayın / 30.000 adet basılmıştır. Ücretsizdir. ISSN: 1308 - 8866 İmtiyaz Sahibi: Tudem Eğitim Hizmetleri Sanayi ve Ticaret A.Ş. adına İsa Aykanat / Yayın Yönetmeni: İlk...

Detaylı