AYNA Klinik Psikoloji Dergisi AYNA Clinical Psychology Journal

Transkript

AYNA Klinik Psikoloji Dergisi AYNA Clinical Psychology Journal
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ
PSİKOLOJİ BÖLÜMÜ
14
20
1
T:
CİL
3
YI:
SA
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
ISS
N:
2
14
8-4
37
6
DERGİ
AYNA Clinical Psychology Journal
KÜNYE
DERGİNİN SAHİBİ
AYNA Klinik Psikoloji Destek Ünitesi Adına
Prof. Dr. Faruk Gençöz
EDİTÖR
Prof. Dr. Tülin Gençöz
YAYIN KURULU (Soyadı alfabetik sıra ile)
Yağmur Ar
Pınar Özbağrıaçık-Çağlayan
Gaye Zeynep Çenesiz
İncila Gürol-Işık
Ayşen Maraş
Filiz Özekin-Üncüer
Ece Tathan-Bekaroğlu
DİZGİ-TASARIM
N. Gizem Akgülgil
HAKEMLER
(Alfabetik Sırayla)
Psk. Dr. B. Türküler Aka
Psk. Dr. Miray Akyunus
Öğr. Gör. Dr. İlkiz Altınoğlu-Dikmeer
Uzm. Psk. Suzi Amado
Uzm. Psk. Yağmur Ar
Doç. Dr. Gülbahar Baştuğ
Psk. Dr. Ali Bayramoğlu
Doç. Dr. Özlem Bozo
Uzm. Psk. Canan Büyükaşık-Çolak
Doç. Dr. Deniz Canel-Çınarbaş
Uzm. Psk. Gaye Z. Çenesiz
Yrd. Doç. Dr. Okan Cem Çırakoğlu
Uzm. Psk. Talat Demirsöz
Öğr. Gör. Dr. Dilek Demirtepe-Saygılı
Prof. Dr. Çiğdem Günseli Dereboy
Doç. Dr. Gülay Dirik
Doç. Dr. Mithat Durak
Prof. Dr. Ayşegül Durak-Batıgün
Yrd. Doç. Dr. Sine Egeci
Prof. Dr. H. Gülsen Erden
Yrd. Doç. Dr. Ekin Eremsoy
Prof. Dr. Neşe Erol
Psk. Dr. Ş. Gülin Evinç
Prof. Dr. Faruk Gençöz
Prof. Dr. Tülin Gençöz
Uzm. Psk. Derya Gürcan
Uzm. Psk. İncila Gürol-Işık
Yrd. Doç. Dr. Olga Selin Hünler
Doç. Dr. Sedat Işıklı
Uzm. Psk. Gözde İkizer
Uzm. Psk. Emine İnan
Doç. Dr. Müjgan İnözü
Prof. Dr. A. Nuray Karancı
Uzm. Psk. Pınar Kaya
Doç. Dr. Aylin Koçkar
Uzm. Psk. Bahar Köse
Uzm. Psk. Ayşen Maraş
Psk. Dr. Özge Mergen
Psk. Dr. İrem Motan Bayraktar
Uzm. Psk. Pınar Özbağrıaçık-Çağlayan
Uzm. Psk. Filiz Özekin-Üncüer
Psk. Dr. Serkan Özgün
Psk. Dr. Nurten Özüorçun
Uzm. Psk. İpek Güzide Pur
Psk. Dr. Neslihan Rugancı
Uzm. Psk. Başak Safrancı
Uzm. Psk. Elçin Sakmar
Uzm. Psk. Sevda Sarı-Demir
Psk. Dr. Dilek Sarıtaş
Psk. Dr. Burcu Sevim
Prof. Dr. Atilla Soykan
Doç. Dr. Çiğdem Soykan
Doç. Dr. Emre Şenol-Durak
Uzm. Psk. Ece Tathan-Bekaroğlu
Uzm. Psk. Merve Topçu
Yrd. Doç. Dr. Ece Tuncay-Şenlet
Uzm. Psk. Duygu Yakın
Doç. Dr. B. Banu Yılmaz
Yrd. Doç. Dr. Adviye Esin Yılmaz
Doç. Dr. Orçun Yorulmaz
Uzm. Psk. Sema Yurduşen
Psk. Dr. Muazzez Merve Yüksell
İÇİNDEKİLER
Bipolar bozuklukta Etkin Olan Psikolojik Mekanizmaların
Anlaşılması: Duygusal ve Bilişsel Süreçler Üzerine bir Vaka
Örneği
B. Safrancı
Winnicott’ın Nesne İlişkileri Kuramı ile Somatoform
Bozuklukların İncelenmesi: Ağrı Bozukluğu Vakası
E. Tathan
Büyüklenmecilik ya da İncinebilirlik: Narsisistik Kişilik
Örgütlenmesinin Şema Terapi Yaklaşımı Çerçevesinde Ele
Alınması
Y. Ar
1
17
29
Öfkeye Farklı Açılardan Bakış: Öfkenin Mekanizması, Farklı
Psikopatolojilerde Öfke ve Terapistin Öfkesi
İ. Dilekler, Z. Törenli, K. Selvi
44
Lars Von Trier’in Antichrist Filminin Görsel ve Psikolojik
Analizi
T. Yılmaz, B. Yılmaz
60
Haber/Yorum: Psikoloji ve Sanat Sempozyumu’nun Ardından
G. Z. Çenesiz
72
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 1-16
Başak Safrancı
Bipolar bozuklukta Etkin Olan Psikolojik
Mekanizmaların Anlaşılması: Duygusal ve Bilişsel
Süreçler Üzerine bir Vaka Örneği
Başak Safrancı
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Özet
Bipolar bozukluk günümüzde iş yaşamı, sosyal yaşam ve insan ilişkileri üzerinde oldukça yıkıcı etkileri
olan yaygın ve kronik bir durum olarak kabul edilmektedir. Klinik raporlarda kaydedilen geç ya da
yanlış tanı oranının yüksekliği, başarısız tedavi sonuçları, eşlik eden diğer sorunların sıklığı ve yüksek
intihar oranları, bipolar bozukluğun tanı ve tedavisinde devam eden sorunlara işaret etmektedir. Bu
sorunları çözme amacıyla yapılan çalışmalar, sadece biyolojiye indirgenen bir bakış açısının bu
hastalığı anlamada yeterli olmadığını göstermekte, sınırlı bilgiyle yapılan farmakolojik tedavilerin de
yetersiz kaldığını vurgulamaktadır. Bu amaçla, bu çalışmada bipolar bozuklukta bilişsel ve duygusal
faktörleri içeren psikolojik dinamiklerin rolü ve bu roller üzerinden yapılandırılan psikoterapinin
bipolar bozukluk seyrindeki etkisi araştırılmış ve vaka örnekleri verilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Bipolar bozukluk, bilişler, duygular, psikoterapi
ISSN: 2148-4376
1
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 1-16
Başak Safrancı
Bipolar Bozuklukta Etkin Olan Psikolojik Mekanizmaların Anlaşılması: Duygusal ve Bilişsel
Süreçler Üzerine bir Vaka Örneği
Bipolar Bozuklukta Etkin Olan Psikolojik Mekanizmalar Nelerdir?
Bipolar bozukluk, manik ve depresif dönemleri içerebilen bir duygu durum bozukluğu
olarak tanımlanmaktadır edilmektedir (American Psychiatric Association - APA , 2000). Kişinin
sosyal, mesleki hatta fiziksel işlevlerini oldukça olumsuz şekilde etkileyen bu bozukluk, kronik bir
durum olarak kabul edilmektedir (APA, 2000). Hastalığın yaygınlık oranı ve başlangıç yaşı ile
ilgili farklı sonuçlar veren çalışmalarda ortak olarak, bipolar bozukluğa major depresyon, madde
bağımlılığı, intihar girişimleri, kişilik ve anksiyetere bozuklulukları gibi eşlik eden diğer sağlık
sorunlarının sıklığı vurgulanmaktadır (Brieger, 2005; Judd ve Akiskal, 2003; Tamam, 2007).
Bipolar bozukluk oldukça karmaşık yapılıdır, öyle ki ortaya çıkışı eski Yunan Dönemi’ne
dayanmasına rağmen; tanımlanması, sınıflandırılması ve tedavisi ile ilgili tartışmalar günümüzde
hala devam etmektedir. Bu karmaşıklık ilk olarak dürtüsellikten, yasal ve sosyal problemlere;
madde bağımlılığından duygu durumunda ve enerji seviyesinde dalgalanmalara uzanan oldukça
geniş bir semptom yelpazesine sahip olmasından kaynaklanır. Bu semptomlar aynı zamanda diğer
bozukluklarda da belirgin olduğu için, genellikle bipolar bozukluktan ziyade kişilik bozuklukları
ya da kaygı bozuklukları gibi başka sorunlarla ilişkilendirilmektedir (Lish, Dime-Meenan,
Whybrow, Price, ve Hirschfeld, 1994). İkinci olarak bipolar bozukluk; hafif depresyon ve
hipomaniden, psikotik özellikli mani ve major depresyona kadar oldukça çeşitli bir görüntü
sergileyebilmektedir (APA, 2000). Tanı kriterlerinde, semptomların süresi ve ağırlığı, neden
olduğu bilişsel, davranışsal ve işlevsel bozulmalar, aynı zamanda eşlik eden diğer sorunlar oldukça
ayrıntılı şekilde belirtilmesine rağmen klinik çalışmalar, yanlış ya da geç tanı oranının hala
oldukça yüksek olduğunu göstermektedir (Hirschfeld, Lewis, ve Vornik, 2003).
Klinik alandaki tutarsızlıkları çözmek amacıyla Bipolar bozukluk başlığı altında, depresif
ve manik dönemlerin sayısı, düzeni ve sırası göz önünde bulundurularak, hastalığın bipolar I
bozukluk, bipolar II bozukluk, siklotimik bozukluk ve başka türlü adlandırılamayan bipolar
bozukluk gibi alt tipleri de tanımlanmıştır (APA, 2000). Buna göre, bipolar bozukluklardaki temel
semptom “mani” olarak adlandırılan oldukça yüksek seviyeden, “depresyon” olarak adlandırılan
oldukça düşük seviyeye gidip gelebilen duygu durumundaki değişimdir. Mani, benlik algısında
aşırı artış, somut bir duruma dayanmayan özgüven artışı, enerji seviyesinde, aktivitelerde ve cinsel
istek gibi dürtülerde artış, düşünce ve konuşmaların uçuşması, uyku ihtiyacında, dikkati toplamada
azalma ve psikomotor ajitasyonla nitelendirilen oldukça yüksek ve huzursuz bir duygu durumunun
hakim olduğu dönemdir. Depresyon ise suçluluk, utanç gibi olumsuz duyguları içeren, düşük
özgüven, ilgi, enerji ve dikkat eksikliği, uyku ve aktivitelerdeki bozulmalara intihar düşüncelerinin
de eşlik edebildiği bir dönem olarak nitelendirilmektedir. Tanımlanan bu dönemlere göre bipolar I
bozukluk en az 1-2 hafta süren depresyondan maniye sürekli bir değişimin olduğu klasik alt
tipidir. Bipolar II bozukluk, hipomanik dönemlerin major depresif dönemlerle değişebilmesi, fakat
ağır bir mani döneminin olmaması olarak tanımlanmaktadır. Yine sürekli olarak hipomanik
dönemlerin, daha hafif depresif dönemlerle değiştiği alt tip, siklotimik bozukluk olarak
adlandırılmaktadır. Ayrıca bu alt gruplara ek olarak, gün içinde depresif ve manik dönemlerin
ISSN: 2148-4376
2
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 1-16
Başak Safrancı
varlığına işaret eden karma durum ile 12 aylık süre içinde dört ya da daha fazla farklı dönemin
varlığını belirten hızlı döngülü bipolar da tanımlanmıştır (APA, 2000).
Ayrıntılı olarak tanımlanan bu alt tiplere rağmen, bipolar tanısının geçerliliği ve tutarlığı ile
ilgili problemler devam etmekte; hatta klasik mani ve depresyon dönemlerinden ziyade
dürtüsellik, ruhsal dengesizlik, huysuzluk ve sinirlilik gibi alt klinik semptomların öne çıktığı
durumlarda bu sorun daha da belirginleşmektedir (Goodwin ve Jamison, 2007). Buna örnek
olarak, yapılan klinik çalışmalar bipolar II bozukluk tanısına sahip hastaların neredeyse yarısının,
başlangıçta major depresyon gibi yanlış tanılar almış olduklarını ve bu yanlış tanılarla yapılan
tedavilerin başarısız olma, aşırı ilaç kullanımı ve intihar girişimi gibi tehlikeler içerdiğini
belirtmektedir (Angst, 2006; Dilbaz, 2013; Youngstrom, van Meter, ve Algotra, 2010).
Bu tartışmalarda, herhangi bir bozuklukla ilişkili geçerli tanı kriterlerine ulaşmak için
temelde, patolojiye dair birçok farklı alandan beslenen kapsamlı bilgi ihtiyacı dikkat çekmektedir.
Bu anlamda sadece farmakolojik alana dayanan gelişmeler, bipolar bozukluğun en çok biyolojik
ve nörofizyolojik boyutuna ilişkin açıklamalar sunmuştur. Bununla birlikte, bipolar bozukluğun
başlangıç ve seyri ile ilgili olarak bu açıklamalrın yanı sıra, olumsuz yaşam olaylarının da oldukça
etkili olduğu, biyolojik gelişmelerin ise bu etkiyi açıklamakta yetersiz kaldığı son çalışmalarda
sıkça gösterilmektedir (Christensen, Gjerris, Larsen, Bendtsen, Larsen, Rolff, Ring, ve
Schaumburg, 2003; Johnson, 2005; Kessing, Agerbo ve Mortensen, 2004). Bu anlamda sadece
biyolojik alana odaklanarak, psikolojik ve çevresel mekanizmaları göz ardı ederek oluşturulan tanı
kriterlerinin oldukça soyut kalacağı ve yanlış tanı riskini arttıracağı vurgulanmaktadır. Tanıda
yapılan bu yanlışlıklar da, başarısız tedavi oranının yüksek olmasıyla ilişkili olarak
değerlendirilmektedir. Buna göre, farmakoloji endüstrisi oldukça yatırım yaparak, duygu durum
bozuklukları tedavisi için çok geniş bir ilaç yelpazesi sunmakta; farmakoterapi de bipolar
bozukluk tedavisinde temel rol oynamaktadır. Bununla birlikte, klinik çalışmalar ilaç tedavisinin
etkinliliği, yan etkileri ve ilaç bağımlılığı gibi çeşitli konularda anlaşmazlıkları dile
getirmektedirler. En doğru ilaç ve doz kullanımı düzenlense ve herhangi bir yan etki görülmese
bile, atakların tekrarlama oranı oldukça yüksek bulunmaktadır. Etkililiğinin yanı sıra, hayat boyu
ilaç kullanımının ayrıca bireye fiziksel, maddi ve psikolojik olarak ağır bir yük olduğu da göz
önünde bulundurulması gereken noktalardan biri olarak belirtilmektedir (Martin, 2007).
Özetle, bipolar bozukluğun sadece farmakolojik perspektiften ele alınması, hastalığının
biyolojiye indirgenmesine ve psikolojik süreçlerin göz ardı edilmesine neden olmuştur. Buna
bağlı olarak da, tedavi aşamasında psikolojik müdahaleler, sadece aile ve hasta eğitimi, hastalık ile
yaşamaya uyum sağlanmasına yardım ile sınırlı kalmıştır. Fakat son zamanlarda tanı kriterlerinin
işlevine yönelik eleştiriler, tekrarlanan atakların yüksek oranı ve klinik vakalarda rapor edilen
başarısız tedavi süreci, bu bozukluğa çok daha derin bir bakış açısıyla bakılmasını sağlamıştır. Bu
arayış da kaçınılmaz olarak, “bipolar bozuklukta hangi psikolojik mekanizmalar hakim ve
psikoterapi tedavi sürecinde nasıl etkin olabilir?” sorularının cevabını aramaya yöneltmiştir. Bu
sorulara cevap bulmak amacıyla bu makalede, bipolar bozuklukta yakın tarihte öne çıkmaya
başlayan bilişsel süreçlere ve hala geri planda kalmaya devam eden duygusal süreçlere ışık
tutulması amaçlanmıştır. Bu amaçla bahsedilen duygusal ve bilişsel teorilerin klinik süreçte
uygulanmasını gösteren bir vaka örneği de incelenmiştir. Bu örnekte, kendisine 4 yıl önce bipolar
teşhisi konulan 23 yaşındaki “A.”nın terapi süreci anlatılmaktadır. “A.”nın tedavisinde, tanıyı
izleyen ilk yıl boyunca lityum gibi çeşitli duygu durumu sabitleyiciler denenmiş, fakat kendisine
göre,durumunda ya da işlevselliğinde bir düzelme kaydedilememiştir. Kullandığı ilaçların fiziksel
yan etkileri ile hızlı duygu değişimleri gibi şikâyetleri üzerine, doktoru tarafından kendisine klasik
bir antidepresan verilerek, psikoterapiden yararlanması önerilmiş ve kliniğimize yönlendirilmiştir.
“A.”nın 4 yıl boyunca deneyimlediği sıkıntılar genel olarak, sık aralıklı depresif dönemler ile
ISSN: 2148-4376
3
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 1-16
Başak Safrancı
seyrek aralıklı ve kısa süreli hipomani ataklarını içermekte, bu anlamda şikayetlerinin bipolar II
bozukluk ile örtüştüğü düşünülmektedir.
1. Bipolar Bozuklukta Bilişsel Mekanizmalar
Duygudurum bozukluklarını bilişsel çerçeveden ele alan güncel araştırmalar hızla
artmaktadır. Bu çerçevedeki teoriler bilişsel faktörleri, hem hastalığa yatkınlıkla ilişkilendirilen
risk faktörleri olarak, hem de hastalık sürecinde değişikliğe uğrayan mekanizmalar olarak ele
almaktadır. Yatkınlıkla ilişkilendirilen bilişsel faktörler işlevsiz tutumlar, şemalar ve yapıcı
olmayan baş etme biçimlerini içermektedir. Hastalık sürecinde değişikliğe uğrayan mekanizmalar
ise olayların ve durumların yorumlanmasında etkili olan düşünceler, beklentiler ve çıkarımları
kapsamaktadır (Abramson, Metalsky, ve Alloy, 1989).
Duygusal bozukluklara bilişsel yatkınlığı açıklayan en geçerli yaklaşım Bilişsel
Stres-Yatkınlık Modeli’dir. Bu model, olumsuz olayların kendisinden ziyade, bu olaylara yönelik
olumsuz bilişsel yöntemlerin ve bu yöntemlere dayanan çıkarımların depresyona yol açtığını
savunan Bilişsel Stres Paradigmasının gözden geçirilmiş halidir (Beck, 1976). Bu paradigmaya
göre olumsuz bilişsel süreçler, psikolojik bozukluklar için gelişimsel yatkınlık faktörü olarak
değerlendirilmektedir. Bu süreçler, genellikle çocuklukta oluşan yetişkinlikte de kişilik, atıflar ve
tutumlar olarak etkisini sürdüren işlevsiz şemalardan beslenmektedirler (Beck, 1987). Daha sonra
bu paradigma, Bilişsel Stres Yatkınlık Modeli olarak geliştirilmiş; özellikle depresyon başlangıcı
ve sürekliliğinde umutsuzluk, ruminasyon ve dikkatte seçiciliğin rolü vurgulanmıştır (Alloy,
Abramson, Walshaw, Keyser ve Gerstein, 2010; Gruber, Harvey ve Johnson, 2009).
Çalışmalar Bilişsel Stres Yatkınlık Modeli’nin bipolar bozukluk için de oldukça geçerli
olduğunu göstermektedir. Öncelikle iki uçlu depresyon dönemindeki bireylerin, tek uçlu major
depresyon dönemindeki bireylerle, olumsuz otomatik düşünceler ve temel inançlar anlamında
benzer bilişsel örüntülere sahip olduğu gösterilmiştir (Alloy, Reilly-Harrington, Fresco ve
Flannery-Schroeder, 2006; Bentall, Myin-Germeys, Smith, Knowles, Jones, Smith ve Tai, 2011).
Ayrıca, bipolar bozukluk tanısı olan hastalarda, özellikle bağımlı kişilik örüntüsü ve başarı ile
ilişkili işlevsiz inançların belirgin olduğu bulunmuştur (Perich, Manicavasagar, Mitchell ve Ball;
2011). Özellikle hastalığın hem akut hem de remisyon döneminde kişisel felaketleştirme,
kötümserlik, aşağılık ve yükseklik kompleksleri arasında gidip gelme ve ruminasyon belirgin
bilişsel stiller olarak tanımlanmaktadır (Alatiq, Crane, Williams ve Goodwin, 2010; Johnson,
McKenzie ve McMurrich, 2008; Knowles, Tai, Jones, Highfield, Morris ve Bentall, 2007).
“A”nın terapi sürecinde bipolar ataklarının başlangıç ve içeriğinin anlaşılmasına
odaklanılmıştır. Sıkıntılarının başlangıcı, üniversiteyi kazanıp ailesinden ayrıldığı döneme denk
gelmektedir. “A.” o dönemde, tanıdığı hiç kimsenin olmadığı yeni bir şehre yerleşmiş ve çevreye
uyum sağlama sürecinde zorluk yaşamıştır. Bu süreç biraz daha detaylı incelendiğinde ilk olarak,
üniversite sınavında aldığı puan yüzünden ailesi tarafından kendisine yansıtılan hayal kırıklığı öne
çıkmıştır. Ayrıca şehir değişikliği nedeniyle erkek arkadaşının kendisinden ayrılmak istemesi de
yine aynı olumsuz sürece denk gelmiştir. Bu anlamda, sıkıntılarının ortaya çıkışı hem kendisine
yönelik hedeflerinde, hem de duygusal ilişkisinde kayıplar yaşamasıyla ve bu kayıp sürecinde aile
desteğinden uzak olmasıyla bağlantı taşımaktadır. Hayatındaki bu büyük stres kaynağı, işlevsiz
baş etme mekanizmalarından ruminasyon ve kaçınma ile birleşince olumsuz duygular kontrol
edilemez olmaya başlamıştır. Bununla ilişkili olarak, terapi sürecinde “A”nın yaşadığı olumsuz
olaylarla bipolar ataklar arasındaki ilişkiyi anlamlandıran önemli işlevsiz bilişlere odaklanılmıştır.
En yüzeyde, stresli durumlarda etkin şekilde baş edebilmesi için, ruminasyon ve kaçınma gibi
işlevsiz tutumlar yerine, sorun ve çözüm odaklı etkin baş etme yöntemleri çalışılmıştır. Ayrıca aşırı
genelleme (“herkes bencildir” “yeterince iyi değilim” gibi), zihinsel filtreleme (örneğin; sadece
ISSN: 2148-4376
4
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 1-16
Başak Safrancı
başarısızlıklarına odaklanıp, yapabildiği şeyleri görmezden gelmesi) gibi mantık hatalarının da ele
alınması, hastanın günlük sorunlarına alternatif çözümler getirerek, rutin aktivitelerini takip
edebilmesinde, ayrıca olaylara yönelik kontrol ve güç algısının pekiştirilmesinde oldukça etkili
olmuştur.
Bir diğer öne çıkan bilişsel model, amaca ulaşma ve ödül kazanmaya dayalı bir motivasyon
sistemini açıklayan Davranışsal Aktivasyon Sistemi’dir (DAS - Behavioral Activation System ).
İlgili çalışmalar, bipolar hastalarının bu tür motivasyona karşı oldukça duyarlı olduğunu ve
olumsuz yaşam olaylarıyla bipolar atakları arasındaki ilişkinin bu hassasiyet aracılığıyla
açıklanabileceğini savunmaktadır. Buna göre, bu sistemin aktivasyonunu engelleyen, kendine
yönelik eleştirel tutum, aşırı yüksek standartlar ve hedefler belirlemek; ve mükemmeliyetçilikle
ilgili bilişsel stillerin, olumsuz yaşam olaylarında bipolar depresif dönemi tetiklediği
belirlenmiştir. Öbür taraftan, bu motivasyon sistemini aktive eden hedefe ulaşma, ödül kazanma
ile ilişkili bilişler ise hem olumlu hem de olumsuz yaşam olaylarında maniyle ilişkilendirilmiştir
(Alloy, Abramson, Urosevic, Nusslock ve Jager-Hyman, 2010). Motivasyon sistemi ve bipolar
ataklar arasındaki ilişki kişisel atıflar, umut ve öz-yeterlilik gibi diğer etmenlerden de oldukça
etkilenmektedir. Bu yan etmenlerin, stres durumlarının kimi hastalarda depresyona yol açarken,
kimilerinde mani ataklarına neden olmasını; ataklarda içerik ve süreç olarak yaşanan bireysel
farklılıkları açıklamada önemli olduğu belirtilmektedir (Alloy ve diğerleri, 2010).
DAS sistemi bu vakada, özellikle performansa yönelik tutumlarda kendini göstermiştir.
Benlik değerini başarı-başarısızlık üzerinden değerlendiren A., hobilerinde bile hırslı bir tutum
sergilemektedir. Hipomani dönemlerinde geleceğe yönelik aşırı yüksek beklentileri, eğitimine
ilişkin çok fazla ders yükü altına girmesi aynı zamanda para kazanmak için çeşitli işlerde çalışması
gibi karşılanması mümkün olmayan standartlar ve hedefler koyması da sıkça görülmektedir. Bu
hedeflerin kaçınılmaz bir şekilde gerçekleşmediğini fark ettiğinde depresif süreci tetiklenmektedir.
Bu süreçte, tüm yaşamını “boşa geçmiş ve anlamsız” olarak genellemekte, başarısızlıkları için
kendisini “aptal, beceriksiz ve yeteneksiz” olarak aşırı şekilde eleştirmektedir. Bununla ilgili
tedavi sürecinde, benlik değeri ile ders başarısı arasındaki çarpık ilişki fark ettirilmeye
çalışılmıştır. Ayrıca beklentilerinde gerçekçi olması, basitten yükseğe doğru kısa süreli hedefler
yapılandırarak basit davranışçı ödevlerle yeterlilik algısının güçlendirilmesi amaçlanmıştır.
Bununla bağlantılı, mükemmeliyetçi (“en güzel, en sevilen, en başarılı olmalıyım” gibi) ve aşırı
öz-eleştirel tutumunun işlevselliğinin sorgulanması, bunlara ilişkin otomatik düşünce ve çarpık
inançların ele alınması da karamsarlık (“çevremde kimse güvenilir değil”) ve umutsuzluğun (“asla
sevilmeye layık olamayacağım” gibi) azalmasında faydalı olmuştur. “Elinden gelenin en iyisini
yapmak” ve “yeterince iyi olmak” kavramlarıyla barışabilmesi, başarısız olduğu dönemlerde
performans değerlendirmesi üzerinden gelişen bipolar ataklarının azalmasına da yardımcı
olmuştur. Çeşitli bilişsel süreçlerin işaret ettiği ortak noktaya bakıldığında tedavi sürecinde,
psikolojik yapının bir alt mekanizması olan kişilik örüntüsünün anlaşılması önem kazanmıştır.
2. Bipolar Bozuklukta Kişilik Örüntüleri
Bipolar bozukluğa kişilik bozukluklarının eşlik etme oranının oldukça yüksek olduğu göz
önünde bulundurulduğunda bilişsel stillerin ötesinde, kişilik örüntüleri de önem kazanmaktadır
(George, Miklowitz, Richards, Simoneau veTaylor, 2003). Çalışmalar, kişilik özelliklerinin;
bipolar bozukluk başlangıcı, seyri, atakların süresi, intihar girişimleri, madde kullanımı ve kaygı
bozukluğu gibi diğer hastalıkların bulunmasında etkili olduğunu göstermektedir (Engstrom,
Brandstrom, Sigvardsson, Cloninger ve Nylander, 2004; Lozano ve Johnson, 2001; Nery, Hatch,
Glahn, Nicoletti, Serap Monkul, Najt, Fonseca, Bowden ve diğerleri, 2008). Bipolar tanısı alan
hastalar ve bir tanıya sahip olmayan sağlıklı bireyler arasında yapılan karşılaştırmada, bipolar
ISSN: 2148-4376
5
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 1-16
Başak Safrancı
hastalarda öne çıkan en belirgin kişilik özelliği nevrotik örüntü olmuştur (Solomon, Shea, Leon,
Mueller, Coryell, Maser, Endicott ve Keller,1996). Hatta nevrotik belirtilerin, bipolar hastalığının
depresyon, mani ya da remisyon döneminde bile sabit olarak yüksek olduğu dikkati çekmiştir
(Jabben, Arts, Jongen, Smulders, ve vanOs, 2012; Strong, Nowakowska, Santosa, Wang, Kraemer,
ve Ketter, 2007). Ayrıca depresif dönemdeki hastaların hastaneye yatma oranı nevrotik kişilik
özelliğiyle olumlu, yeni deneyimlere açık olma ve dışadönük kişilik özellikleriyle ters yönde
ilişkili bulunmuştur (Coulston, Bargh, Tanious, Cashman, Tufrey, Curran, Kuiper, Morgan ve
diğerleri, 2012; Kim, Joo, Kim, Lim ve Kim, 2011). Bu durum, esnek ve girişken kişilik
örüntüsüne sahip kişilerin sosyal destek alma ve çözüme odaklanma gibi daha yapıcı baş etme
yöntemlerini benimsemeleriyle açıklanabilmektedir. Nevrotik örüntü ise ruminasyon, kaçınma,
aşırı öz eleştiri gibi depresyonu tetikleyici hatalı baş etme yöntemleriyle ilişkilendirilmektedir
(Watson ve Hubbard, 1996). Bununla tutarlı olarak, bipolar hastalarda sınır durum kişilik
örüntüleri de major depresif hastalardan anlamlı şekilde daha yüksek bulunmuştır. Özellikle,
bilerek kendine zarar verme, öfke patlamaları yaşama, başını derde sokma dürtüsü gibi sınırdurum
özellikleri bipolar depresyonda olan hastalarda oldukça belirgin olarak gözlenmiş; hatta bu
özelliklerin bipolar depresyonu major depresyondan ayırt etmek için geçerli olabileceği
savunulmuştur (Smith, Muir ve Blackwood, 2005). Ayrıca, kişilerarası ilişkilerde hassasiyet ve öz
farkındalığın da uzun vadede bipolar yatkınlıkla ilişkili olabileceği belirtilmektedir (Lozano ve
Johnson, 2001).
“A.”nın kendisine sıkıntı veren olumsuz her türlü deneyimden kaçınması, kaçamadığı
durumlarda aşırı ruminasyonu ve öz eleştirel tutumu gibi kişilik örüntüleri bu bilgilerle paralellik
taşımaktadır. Hemcinsleriyle sürekli olarak “fiziksel görünüm ve çekicilik” üzerinden bir rekabet
içinde hissetmesi nedeniyle yakın ilişki kuramamaktadır. Örneğin, geçmişte terapistinin kendisinin
sahip olamadığı fiziksel özelliklere sahip olmasına “dayanamadığı için” görüşmeleri
sonlandırmayı talep etmiştir. Bununla tutarlı olarak, erkeklerle ilişkileri de genellikle cinsellik
üzerine kurulu, kişilerarası ilişkilerinde aşırı olarak bir terk etme ve edilme hassasiyetini taşıdığı
gözlenmiştir. Erkek arkadaşı tarafından ihmal ya da terk edilme tehdidi hissettiğinde ya da bir
arkadaş ortamında “yeterince güzel olmadığı için” kendini yetersiz hissetmesi sonrasında ani öfke
patlamaları yaşadığı, aşırı alkol tüketimi, cinsellik ya da alışveriş gibi kaçınmacı ve kendisine
yönelik zarar verici dürtüsel eylemleri dikkati çekmiştir.
Bu kişilik özelliklerinin temeline bakıldığında bipolar bozukluk tanısı alan bireylerde,
sağlıklı bireylere göre çok daha fazla olumsuz erken dönem şeması öne çıkmaktador. Major
depresyon ya da kaygı bozukluğunda etkin olan şemaların çoğunun bipolar hastalarda da aktif
olduğu kaydedilmiştir. Bununla birlikte, depresyon durumu kontrol altına alındığında bazı şemalar
diğerlerinden daha ön plana çıkmıştır. Buna göre depresyonun kontrol edildiği mani ve hipomani
sürecinde, kendini yüceltme, onay arayışı ve fark edilme çabası oldukça belirgin olurken; duygusal
bastırma ve terk edilme oldukça düşük olarak kaydedilmiştir (Hawke ve Provencher, 2012).
“A.”nın ilişkilerinde terk edilme kaygısının aşırı yüksek olması, ihmal ve duygusal
anlamda suistimal edilmesine izin veren tutumu, “yalnız” kalmaya yönelik aşırı endişesi gibi
bağımlı kişilik özellikleri dikkati çekmiştir. Bu örüntülerin kaynağına bakıldığında, kişilerarası
ilişkilerdeki aşırı hassas ve kendisine yönelik aşırı eleştirel tutumuna (“insanlar beni terk etmekte
haklılar” “kimseyi hak etmiyorum” gibi), terk edilme ve reddedilme ile ilgili (“herkes sonunda
beni terk edecek” “terk edilmemek için duygularımı asla belli etmemeliyim” gibi) çok katı
şemalara ulaşılmıştır. Bu örüntülerin işaret ettiği temel nokta, özellikle depresif dönemlerde
oldukça etkin olan değersizlik ve yetersizlik şemalarıdır. Hipomani dönemlerinde de bu şemaların
telafisi ön plana çıkmaktadır. Örnek olarak, fiziksel görünümü üzerinden geliştirdiği “çok güzel,
çok fit, çevresindeki birçok kadından daha çekici ve eğlenceli olduğuna” dair kendini yüceltme
eğilimi oldukça belirginleşmektedir. Bu yüceltmeyi tehdit edecek her türlü hemcinsle temastan
ISSN: 2148-4376
6
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 1-16
Başak Safrancı
kaçınmakta, sürekli olarak karşı cinsten bu yüceltmenin onayını aramaktadır. Bir ortama
girdiğinde, gözlerin kendisine yönelmesi “A.” için aşırı önem taşımakta, bir ortamda “güzelliğinin
ve çekiciliğinin” yeterince fark edilmediğini hissetmesi de depresif duruma geçmesi için yeterli
olabilmektedir.
İşlevsiz şemaların varlığı kaçınılmaz olarak olumsuz aile yaşantısının önemini
düşündürmektedir. Bununla ilgili olarak literatürde, ailesel etkileşimin bipolar atakların başlangıç
ve seyriyle yakından ilişkili olduğu gösterilmektedir. Buna göre aileden algılanan eleştiri, aile içi
çatışmalar hastalığın erken yaşta ortaya çıkıp olumsuz seyir izlemesine etki ederken; aile
bütünlüğü, uyumu ve ebeveynden algılanan sıcaklığın ise hastaneye yatma sayısında azalma,
duygu durum sürekliliği, geç hastalanma yaşı gibi koruyucu etkisi olduğu belirtilmektedir
(Christensen ve diğerleri, 2003; Miklowitz, Wisniewski, Miyahara, Otto ve Sachs, 2005; Sullivan,
2012). Ayrıca ailedeki hırslı ortamın, aileden gelen dış odaklı motivasyonun ve başarıya yönelik
koşullamaların, mani ile ilişkili ödül inançları ve olumsuz bilişleri pekiştirmesi nedeniyle
yatkınlığı arttıran risk faktörleri olarak değerlendirilmektedir (Chen ve Johnson, 2012).
“A.”nın reddedilme, yetersizlik ve değersizlik şemalarını öncelikle fark etmesi, sonrasında
da bu şemaların oluştuğu erken dönem acı verici deneyimlerine ulaşması terapi sürecinde yaşadığı
ilerleme için çok etkili olmuştur. Örnek olarak, hastanın yaşam öyküsünde aile içi geçimsizlik,
ergenlikte babasının kendisinden uzaklaşması, babanın yerini dolduran amcanın ölümü, annenin
sürekli olarak kendisini eleştirmesi, evdeki çatışma ve babasının uzaklaşması için kendisinin
suçlanması ve sürekli daha iyi olan evlatlarla ya da öğrencilerle kıyaslanması gibi olumsuz
yaşantılar oldukça ön plana çımıştır. Bu yaşantılar sonucunda reddedilme, ilişkilerde güvensizlik,
yetersizlik ve değersizlik üzerine benlik ve ilişki örüntüsü inşa edilmiş, manik depresif duygu
yapılanması beslenmiştir. Örnek olarak, “İnsanlar beni gerçekten tanıyınca ne kadar boş biri
olduğumu anlayıp giderler” inancından beslenen suçluluk ve kendisine yönelik iğrenmenin ön
planda depresif bir kişilik yapılanması gözlenmiştir. Bu depresif yapıyla insanların kendisinden
daha da uzaklaşmasını önlemek için diğer uçta, olumsuz düşünce ve tepkilerini bastırma, sürekli
çekici ve neşeli görünme, eğlenceli ve yaratıcı biri olma gibi hipomanik savunmalar
benimsemiştir.
3. Bipolar Bozuklukta Duygusal Mekanizmalar
Bipolar bozukluk bir çeşit duygu durum bozukluğudur; duygudurum da “yaygın ve uzun
süreli duygu” anlamına gelmektedir. Bu duygular hisleri, davranışları ve değerlendirmeleri
etkileyen algı ve bilişle oldukça yakından ilişkilidir (aktaran Martin, 2007). Buna rağmen,
depresyon ve maninin kategorik betimlemelerinde duyguların işlevine oldukça az yer
verilmektedir.
Duygularla ilgili, bütünleşik bilişsel bir model olan Şematik, Orantılı, Benzeşen ve Temsili
Simge Sistemi’nde (Schematic, Propositional, Analogical and Associative Representation System
–SPAARS) mutluluk, iğrenme, korku, üzüntü ve öfke olarak beş temel duygu tanımlanır ve
duygusal bozuklukların bu temel duyguların simgesel biliş düzeyinde işlenmesinden
kaynaklandığı öne sürülür (Power ve Dalgleish, 1997). Bu modelde, üzüntü ve iğrenme
depresyonun temelini oluşturur. Bu ilişki biraz daha detaylandırılırsa üzüntü, fazlasıyla yatırım
yapılmış ve benlik değeri için büyük öneme sahip bir amacın kaybedilmesinden kaynaklanır. Bu
üzüntü kaybın önemi ve sorumluluğu, kişinin geçmiş yaşantıları ve şemalarına bağlı olarak,
simgesel seviyede öfke ve korku gibi diğer duygularla birleşebilmektedir. İğrenme ise suçluluk,
utanç gibi kendine yönelik birçok karmaşık duygunun temeli olarak kabul edilmektedir. Kişinin
kendisini olumsuz değerlendirmesinden kaynaklanan bu duygular genellikle bir amaca
ulaşılamadığında, belirlenmiş bir kural yerine getirilemediğinde ya da standardın altında
ISSN: 2148-4376
7
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 1-16
Başak Safrancı
kalındığında ortaya çıkmaktadır (Power ve Dalgleish, 1997). Temelinde iğrenme duygusunun
olduğu bu benliğe dair negatif değerlendirmelerden özellikle değersizlik ve suçluluk, depresyon
semptomu olarak tanı kriterlerinde yer almaktadır. Bu teoriyle tutarlı olarak bipolar bozukluk
tanısı alan hastalarla yapılan nöropsikolojik çalışmalarda, hastaların genel olarak yüz ifadesindeki
birçok duyguyu tanımada sorun yaşarken, iğrenme duygusunu sağlıklı gruptaki insanlardan çok
daha hızlı ve başarılı bir şekilde bildikleri gösterilmiştir (Harmer, Grayson ve Goodwin, 2002).
Mani ise bu modelde mutluluk duygusuyla ilişkilendirilmekte, fakat buradaki mutluluk,
bireyin amacına ulaştığı zaman etkin olan işlevsel duygu düzenlemesiyle değil, öfke ve iğrenme
gibi olumsuz duyguları bastırma rolündeki ikincil bir duygu olarak açıklanmaktadır (Power ve
Dalgleish 1997). Modelde bahsedilen temel duyguların ve onların bilişsel işlenmesiyle oluşan
karmaşık duyguların varlığı, literatürde bahsedilen depresyon ve mani özellikleriyle oldukça
tutarlı olsa da, bu alanda özellikle bipolar bozukluk için yapılan klinik çalışmalara hala ihtiyaç
vardır.
Diğer taraftan, vaka analizlerine dayanan psikanalitik çalışmalar, bipolar bozuklukta
duygusal yapılanma ile ilgili oldukça önemli teorik ve pratik bilgiler sunmaktadır. İlk olarak,
Freud (1923) melankoli ve mani arasında gidip gelen hastalarıyla olan deneyimlerinden
yararlanarak ego temelli bir teori öne sürmüştür. Bu teoriye göre, melankoli erken dönemde benlik
için çok önemli olan bir objenin kaybedilmesiyle ilişkilendirilmekte, dolayısıyla bir yas süreci
olarak kabul edilmektedir. Kaybın ardından gelen öfke ve nefret gibi olumsuz duygular süper-ego
tarafından kabul edilmediği için içselleştirildiği, böylece benlik için yıkıcı bir duygu olan suçluluk
formu aldığı savunulmaktadır. Freud bu süreçte, süper-egonun bu sert baskısının, ego için ölümcül
olduğunu ve maninin bu yıkıcı saldırılar karşısında korunmak için bir çeşit ego savunması
olduğunu belirtmiştir (Freud, 1923). Bu teoriye katkı olarak Melanie Klein (1994) “depresif
pozisyon” denilen, yaşamın ilk yıllarında benliğin kendisini başkalarından ayrı olarak
algılamasıyla ortaya çıkan kayıp, üzüntü ve yasla ilişkilendirilen bir dönem tanımlamıştır. Klein’a
göre de mani, bu dönemdeki tüm bu olumsuz ve acı veren duygulara, aynı zamanda dışarıdan
gelen tehditlere karşı bir çeşit savunma mekanizmasıdır.
Bu ilk teorilerden yola çıkarak geliştirilen modern perspektifler de, manik ve depresif
benlik örüntülerinde etkin olan duygusal mekanizmalara dair ayrıntılı bir tablo sunmaktadır. Buna
göre, içselleştirilmiş suçluluk duygusu temelinde gelişen benlik algısı, depresif bireylerin
kendilerini temelde “kötü” olarak değerlendirmelerine ve reddedilmelerinin sorumluluğunu
almalarına neden olmaktadır. Hissettikleri öfke, nefret, haset ve cinsellik gibi duygu ve ihtiyaçları,
kötü olan benliklerine atfederler ve onlar için kabul edilemezdir. Bu nedenle, bu duyguları
deneyimlemek ve ihtiyaçları fark etmek depresif kişilerde, çok ciddi bir rahatsızlık ve acı yaratır.
Bu acıdan kaçmak için duygu ve ihtiyaçları tamamen bastırma ve inkar etme tutumunu yoğun
olarak benimseyebilmektedirler. Depresif bireyler, insanların kendisini gerçekten tanıyıp aslında
ne kadar kötü biri olduğunu gördükleri zaman reddedilmenin kaçınılmaz olduğuna oldukça
inanırlar ve kaçınılmaz olan bu sonu en azından mümkün olduğunca geciktirmek için karşı tarafı
memnun etme ya da onay arayışı gibi dış odaklı tutum ve tepkileri benimseyerek fedakâr bir
örüntü sergileyebilirler (McWilliams, 2010). Örnek olarak, depresif bireyler başkalarının
ihtiyaçlarını karşılamaya odaklı ve boyun eğici bir tutum benimseyerek, öfke kızgınlık gibi
olumsuz duygularını genellikle bastırmaktadırlar. Buna karşılık aşırı cömertlik, şefkat ve anlayış
içeren bağımlı ilişki örüntüleri oldukça ön plana çıkmaktadır. Bu örüntü terapide de varlığını
sürdürebilmekte, terapistine kolayca bağlanarak onu idealize eden ve aşırı uyum göstererek onay
almaya çalışan bir tutum sergileyebilmektedir. En ufak bir eleştiri bile depresif bireylerde,
kendilerine yönelik yıkıcı felaket senaryoları tetiklemesine rağmen, çok nadir olarak olumsuz
tepki ve duygu göstermektedirler. Ayrıca her olumsuz mesajı kişiliklerinin bir parçası olarak içe
almaktadırlar.
ISSN: 2148-4376
8
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 1-16
Başak Safrancı
“A.”nın, tipik bipolar atakları gibi görünen depresif dönemleri tetikleyen olaylar
incelendiğinde, her dönem öncesinde erkek arkadaşı tarafından aldatılma ya da terk edilme
örüntüsü dikkati çekmiştir. Aldatıldığını öğrenmesinin ardından uyku düzeninde bozulma,
konsantrasyon sorunu, günlük işlerini ve sorumluluklarını takip edememe, değersizlik, suçluluk ve
ağlama nöbetlerini yoğun olarak gözlenmektedir. Bu nöbetler erkek arkadaşının ilişkiye geri
dönmesiyle ya da kendisinin yeni bir ilişkiye başlamasıyla sonlanmaktadır. Bu örüntünün kaynağı
incelendiğinde yaşam öyküsünde, duygusal olarak bağlandığı insanların hayatından bir şekilde
çıktığını (örneğin “anne modeli” olarak benimsediği öğretmenin başka bir şehre gitmesi, “babası
kadar sevdiği” amcasının kanser nedeniyle vefat etmesi gibi) ya da kendisinden zamanla
uzaklaştıklarını ifade etmiştir. “A.” için bu kayıplar, “sevilmeye layık biri olmadığı” inancının
temelini oluşturmaktadır. Bir önceki terapistinin şehir değişikliği nedeniyle ayrılması da bu inancı
destekleyen kayıplardan biri olmuştur onun için. Yeni terapistiyle başlayan süreçteki ilk sorusu
“siz de gidecek misiniz” olmuş, koşulsuz kabul alabileceğine ve terk edilmeyeceğine güvenene
kadar terapiste olan öfke, hayal kırıklığı gibi duygularını dile getirmekten kaçınarak aşırı uyumlu
bir rol benimsemiştir. Bir başka örnekte, konuşmayıp genellikle sessiz kalmadığı bir seans için
terapistini “yeterince memnun edemediği ya da eğlendiremediğini” düşünüp, sonraki seansa
gelmeyerek terapistin onu düşünmesi ya da araması için denemelerde bulunmuştur. “A.”nın
terapideki bu ilişki örüntüsü, özel ilişkilerinin bir yansımasıdır. Birinin onu gerçekten tanıdığında
“ne kadar boş ve sıkıcı” biri olduğunu anlayacağı ve kendisini terk edeceği inancıyla, her türlü
düşünce ve duygularını bastırarak, karşı tarafı memnun etme üzerine kurulu fedakar bir rol
benimsemektedir. Bu role uygun şekilde de kendisini suistimal eden ve aldatan kişilerle birlikte
olmakta, kendisine değer veren ve ilgilenen insanlarla arasına mesafe koymaktadır. Bu ilişki
örüntüsü kendisinden daha da “iğrenmesine” neden olmakta, bu iğrenme de “sevilemeyecek” biri
olduğu inancını pekiştirerek kısır döngüyü tamamlamaktadır.
Terapide sağlanan tutarlı koşulsuz kabul ve anlayış A’nın “kötü” biri olduğu inancına
neden olan duygu, istek ve ihtiyaçlarını fark edebilmesi ve ifade edebilmesine olanak sağlamıştır.
Güvenli terapi ortamında yapılan aynalamalar, kendisini “keşfetmesine” imkan vermiş ve bu
keşifler sonucunda “hiç de boş biri” olmadığını anlamasını sağlamıştır. Böylece terk edilme
korkusunun altındaki “yalnız kalma” endişesinin zayıfladığı gözlenmiş; tercihlerini, duygu ve
isteklerini ifade edebilme ve gerektiğinde itiraz edebilme cesaretini kazandığı dikkati çekmiştir.
Örnek olarak, erkek arkadaşına karşı çıkabildiği, kendisine iyi gelen arkadaşlarına daha fazla
zaman ayırdığı, terapi ortamında da kendisini daha çok ifade edip, olumsuz duygularını daha rahat
dile getirdiği gözlenmiştir. Bu değişim kaçınılmaz olarak, istismar edildiği ilişkilerden uzaklaşarak
kendisini değerli hissettiği ilişkilere yatırım yapma yolunu açmıştır. İlişkilerinde bu yıkıcı
örüntünün yerini alan besleyici ve destekleyici yeni örüntü, benliğinin temelinde hissettiği
“suçluluk ve tiksinti” duygularının kaynağını sorgulama cesaretini de sağlamıştır.
Duygu odaklı yaklaşımlar için mani, depresyonun diğer ucu olarak değil; depresif egonun
kendisini savunmak için kullandığı bir çaba olarak kabul edilmektedir. Buna göre, neşeli, çekici,
cinsel olarak aktif ve yücelik düşüncelerinin önde olduğu manik ya da hipomanik kişilik
örüntüsünün arkasında suçluluk, reddedilme korkusu, bağımlı kişilik yapısı, uzun süreli ilişki için
gereken beceri eksikliği ve çok kırılgan irade gibi benlik için oldukça yıkıcı olan örüntü ve
değerlendirmeler varlığını sürdürmektedir. Bu iki boyutlu mani yapılanması, temel olarak inkar ve
eyleme koyma savunma mekanizmasıyla açıklanmaktadır: İnkar, çok yoğun ve büyük ölçüde
bilinçdışı olarak her türlü olumsuz ve stresli duyguyu reddetme anlamı taşır. Eyleme koyma ise bir
tür kaçınmacı baş etme biçimidir ve özellikle bir kayıp tehdidi sırasında ön plana çıkmaktadır.
Buna göre manik kişilik, kaybın dayanılmaz acısından kaçınmak için cinsellik, dürtüsellik, alkol
gibi zevk veren aktivitelere yönelme, hatta karşı tarafta öfke oluşturma gibi çeşitli eyleme koyma
davranışlarına başvurmaktadır (aktaran, McWilliams, 2010). Kayba karşı tolerans çok düşük
ISSN: 2148-4376
9
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 1-16
Başak Safrancı
olduğu için, manik kişiler de reddedilmeye karşı aşırı hassastırlar. Fakat depresif kişilerin
başkalarını idealize etme eğilimlerinin tersi olarak, manik kişiler kendilerini kaybın yıkıcı
etkisinden korumak için, karşı tarafı ya da ilişkinin kendisini değersizleştirme eğilimi
göstermektedirler. Bu örüntünün kökenine bakıldığında, manik kişilerin geçmişlerinde sevilen
birinin/nesnenin/durumun travmatik kaybına sıkça rastlandığı, ayrıca bu kayıp karşısında
duygularının rahatça yaşanmasına izin verilmediği, duygularını bastırarak baş etmek zorunda
kaldıkları kaydedilmiştir. Dolayısıyla, sevgi, şefkat, yakınlık gibi ilişkide bağlanmayı işaret eden
duyguların varlığından oldukça rahatsız olduklarına ve bu bağlanmanın hissedilmesi durumunda
alternatif partnerler bulma ya da ilişkiyi birden bırakma gibi diğer eyleme dökme savunmalarına
başvurabildiklerine de dikkat çekilmiştir (Akiskal, 1984; Akhtar, 1992).
“A.”nın duygudurum değişikliği ve dürtüselliğin ağırlıklı olduğu, psikomotor bozulma
içermeyen hipomani dönemlerinin, benzer şekilde terk edilme ve yalnız kalma öyküleriyle ilişkili
olduğu gözlenmiştir. Örneğin, ne zaman erkek arkadaşının ya da babasının artık kendisiyle
ilgilenmediğini düşünse, terk edilme ve değersizlik tehdidi algılasa babasının kredi kartıyla yüklü
miktarda alışveriş yapma, huzursuzluk, sinirlilik hali, aşırı can sıkıntısı, evde kalamama, dışarı
çıkıp alkol tüketme, yoğun sosyal aktivitelerde bulunma ya da diğer erkeklerle tanışıp flört etme
gibi eyleme koyma davranışları öne çıkmaktadır. Bu dönemleri tetikleyen olumsuz yaşantıları
unutma, duygusal tepkileri de bastırma savunmaları ön plandadır.
Mani örüntüsü terapide de varlık gösterebilmekte, dolayısıyla psikoterapi sürecinde çeşitlik
zorluklar yaşanabilmektedir. Öncelikle, hastaların hızlı konuşmalarını takip etmek ve uçuşan
düşüncelerini yakalamak oldukça zor olabilmektedir. Ayrıca terapistin, kendisini hipomanik
hastanın çekici ve neşeli tavırlarına kaptırmaması, inkar savunmasını kaldırarak hastayı acı verici
birincil duygularına ulaştırabilmesi de önemli bir zorluk olarak belirtilmektedir. McWilliams
(2010) bunun için, terapi sürecinde hastayı sürekli olarak olumsuz duygularıyla yüzleştirmenin
gerekliliğini vurgulamıştır. Fakat bu yüzleştirmeler, hasta için oldukça acı verici olabileceğinden,
hastanın mantıksallaştırma, inkar, bastırma, eyleme koyma gibi her türlü kaçınmaya başvurması da
beklenmelidir. Bu kaçınmaların önlenmesi için, yüzleştirmelerde terapistin desteğinin oldukça
faydalı olduğu, fakat o zaman da hastanın terapiste bağlandığını hissetmesiyle birlikte terk edilme
korkularının aktif olabileceği belirtilmektedir. Bu korkuların, terapiyi birden bırakma ya da
terapisti küçümseme gibi savunmaları tetikleyebileceği, bunun önüne geçmek için de terapistin
koşulsuz kabulünün çok önemli olduğu vurgulanmaktadır.
“A.” yaşadığı olumsuz yaşantıları hatırlamakta ya da terapi seansına getirmekte oldukça
zorlanmış, bu yaşantılar dışında gündelik olayları dağınık şekilde anlatmaya odaklanmıştır.
Kaçınma ihtiyacının anlaşılmasının, bu savunmacı tutumun yargılanmadan, terapistin destekleyici
tavrıyla yapılan yüzleştirmelerin ardından “A.” kendisi için önemli olayları anlatabilecek güvenli
ortamdan ve kendisine değer verildiğinden emin olabilmiş ve olaylarla yüzleşmeye hazır
olabilmiştir. Sonraki aşama, yaşadığı olumsuz deneyimlerin onda yarattığı duygusal tepkilere
ulaşmak olmuştur. Kendisi için oldukça sarsıcı olan deneyimleri ustalıkla önemsiz ya da
küçümseyici bir şekilde, sürekli gülerek ya da kendisiyle dalga geçerek duygusal içerikten
kaçındığı gözlenmiştir. Bu süreçte, anlatılan bir olayın “A.” için ne kadar önemli olduğunu ve
kendisinin ne kadar acı çektiğini gözden kaçırmamak için terapist oldukça dikkatli olmak zorunda
kalmıştır. Duygusal deneyimin bu kadar örtük olmasının ardında geçmiş yaşantısında, duygu ve
ihtiyaçlarının reddedildiği, dışlandığı, yargılandığı ya da önemsenmediği yönünde bir algısının
olduğu gözlenmiştir. Terapinin destekleyici ve kabul edici ortamının tutarlı olarak sağlanması,
örtük olarak duygusal deneyimin açık bir şekilde ele alınabilmesine olanak sağlamıştır. “A”nın
sahip olduğu öfke, arzu, kıskançlık, yetersizlik, yalnızlık ve hayal kırıklığı gibi duyguları; sevgi,
şefkat, korunma gibi ihtiyaçları ile yüzleşebildiği ve onları terapi ortamı içinde ve dışında ifade
edebilme cesaretini gösterebildiği gözlenmiştir.
ISSN: 2148-4376
10
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 1-16
Başak Safrancı
Duygularının kendisi tarafından kabulü ve ifadesi “A.”nın, özünde “sevilemez, değersiz ve
yetersiz” biri olduğu inancını terapinin güvenli ortamında sorgulama imkanı vermiştir. Erken
dönem olumsuz deneyimleriyle birlikte bu temel duyguların kabulü ile ilgili çalışmalar başarılı
sonuçlar vermiş, bir yıllık terapi sürecinde aldatılma ya da terk edilme gibi büyük stres
durumlarında herhangi bir depresyon atağı kaydedilmemiştir. Ayrıca başarısızlık ve değersizlik
şemasını aktive eden olaylardan (sınavda düşük not almak, arkadaşı tarafından eleştirilmek gibi)
hipomanik savunmalar kullanarak kaçınmak yerine, ağlama, yas tutma ve kabullenme gibi doğal
süreçleri yaşayabildiği gözlenmiştir. Bu gelişmeler sonucunda, “A”’nın bağımlı örüntüsünün
azaldığı, yaşamının merkezine kendisini daha çok koyabildiği, kendini ifade ederek “var olma”
cesaretinin arttığı dikkati çekmiştir.
Tartışma
Bu makalede bilişlerden duygulara, bipolar bozukluğun başlangıcı, yatkınlığı, devamlılığı
ve seyri ile yakından ilişkili olan psikolojik mekanizmaların rolü araştırılmıştır. Klinik çalışmalar,
sadece fizyolojik, genetik ve stres faktörlerinin bu hastalığı açıklamada yeterli olmadığını
belirtmekte; hastalığın tam anlaşılmadan doğru tanı ve tedavi eksikliğinin giderilmeyeceğini
göstermektedir. Bu nedenle, bipolar bozukluktaki psikolojik etmenlerin araştırılması literatürde
son zamanlarda oldukça ilgi çekmektedir. Özellikle, hatalı baş etme stratejilerinin, olumsuz
tutumların ve olumsuz kişilik özelliklerinin hastalığın oluşumuna ve sürekliliğine etkisi oldukça
destek görmektedir. Bilişsel mekanizmalar ve kişilik özelliklerinin önemini vurgulayan bu
çalışmalardan yola çıkılarak, psikoterapinin bipolar bozukluk tedavisinde psikoeğitim dışındaki
sağaltıcı rolü de araştırmalarda oldukça önem kazanmaktadır (Maçkalı ve Tosun, 2011). Bununla
ilgili, ilaç tedavisinin bilişsel-terapi modeliyle birleştirilmesinin sadece ilaç tedavisine göre; atak
önleme, eşlik eden hastalıkların azalması, hastaneye yatma ve duygu durumu sabitlenmesi
anlamında çok daha etkili olduğu gösterilmiştir (Jones, 2004; Sütçigil ve Cansever, 2006 ).
Buradan yola çıkılarak, bipolar bozukluğun alt tiplerine özgü psikolojik mekanizmaların
belirlenmesi ve onlara yönelik sistemli terapi modellerinin oluşturulması, daha etkin tedavi için
oldukça önemlidir.
Bu makalenin önemli bir diğer katkısı da, bipolar bozuklukta etkin olan fakat kategorik
tanımlarda yer bulamayan duygusal mekanizmaları aydınlatma çabasıdır. Özellikle suçluluk, utanç
gibi bazı duyguların, depresyon ve mani dönemleri için tanı kriteri olduğu göz önünde
bulundurulduğunda, duygusal mekanizmaların göz ardı edilerek tam bir bipolar bozukluk
çerçevesi elde etmenin mümkün olmadığı söylenebilir. Bu anlamda temel duyguların olaylar,
şematik simgeler ve anlamlandırmalarla ilişkilendirildiği güncel bir model, son zamanlarda
oldukça dikkat çekmektedir. Modelin özellikle klinik gruplardaki geçerliliği için hala çalışmalar
gerekmektedir, fakat duygu deneyimleri ile ilgili önermelerinin bipolar bozukluk literatüründeki
bulgularla tutarlı olması açısından gelecek vaat eden bir model olarak kabul edilmektedir. Atakları
önleme ve duygu durumunun dengelenmesi anlamında etkin bir terapi modeli için, sadece işlevsiz
bilişsel mekanizmaların çalışılmasının yeterli olmayacağı, bunların öne çıkan duygusal
deneyimlerle ilişkilendirilerek çalışılması gerektiği özellikle desteklenmektedir (Jones, Sellwood
ve Mc Govern, 2005). Bu alanda, psikanalitik vaka analizleri de mani ve depresif dönemlerdeki
duygu örüntüsüyle ilgili önemli bilgiler sunmaktadır. Özellikle, maninin depresyonun tam zıddı
olarak değil, onun bir savunması olarak ele alınması ve içselleştirilmiş suçluluğun öneminin
vurgulanması, terapi için çalışılacak önemli noktaları göstermekte, ayrıca bu örüntülerin terapiye
de ne şekilde yansıyacağı hakkında rehberlik etmektedir. Bu anlamda, tedavi sürecinde terapi
ilişkisinin önemi de açığa çıkmaktadır. Psikanalitik önermelerin geniş örneklem üzerinde ampirik
olarak desteklenememesi gibi bir kısıtlılık söz konusudur. Bununla birlikte SPAARS modeli gibi
ISSN: 2148-4376
11
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 1-16
Başak Safrancı
bilişsel modeller de dahil olmak üzere birçok farklı psikolojik perspektif tarafından bipolar
bozukluk hakkında bilgi verirken bu psikanalitik yaklaşımların referansından oldukça
yararlanılmaktadır.
ISSN: 2148-4376
12
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 1-16
Başak Safrancı
Kaynaklar
Abramson, L. Y., Metalsky, G. I., & Alloy, L. B. (1989). Hopelessness depression: A theory based
subtype of depression. Psychological Review, 96, 358–372.
Akhtar, S. (1992). Broken structures: severe personality disorders and their treatment. Northvale,
NJ: Jason Aronson.
Akiskal, H. S. (1984). Characterologic manifestations of affective disorders: Toward a new
conceptualization. Integrating Psychiary, 2, 83-88.
Alatiq, Y., Crane, C., Williams, J.M.G, & Goodwin, G.M. (2010). Dysfunctional beliefs in bipolar
disorder: Hypomanic vs. depressive attitudes. Journal of Affective Disorders, 122, 294-300.
Alloy, L.B., Abramson, L.Y., Walshaw, P.D., Keyser, J., & Gerstein, R.K. (2010). Adolescent-onset
bipolar spectrum disorders: A cognitive vulnerability-stress perspective. In Understanding Bipolar
Disorder: A Developmental Psychopathology Perspective, ed. David J. Miklowitz & Dante
Cicchetti (pp. 282-331). New York: The Guilford Press.
Alloy, L.B., Abramson, L.Y., Urosevic, S. Nusslock, R. & Jager-Hyman, S. (2010). Course of
early-onset bipolar spectrum disorders during the college years: a behavioral approach system
dysregulation perspective. In Understanding Bipolar Disorder: A Developmental Psychopathology
Perspective, ed. David J. Miklowitz & Dante Cicchetti (pp. 166-191). New York: The Guilford
Press.
Alloy, L.B., Reilly-Harrington, N.A., Fresco, D.M., & Flannery-Schroeder (2006). Cognitive
vulnerability to bipolar spectrum disorders. In Cognitive Vulnerability to Emotional Disorders, ed.
Lauren B. Alloy & John H. Riskind (pp. 93-134). New Jersey: Lawrence Erlbaum.
American Psychiatric Association (2000). Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders,
(4th ed., text revision). Washington, DC.
American Psychiatric Association (2002). Practice guideline for the treatment of patients with
bipolar disorder (revision). American Journal of Psychiatry, 159 (4), 1-50.
Angst, J. (2006). Do many patients with depression suffer from bipolar disorder? Canadian Journal
of Psychiatry, 51, 3-5.
Beck, A. T. (1976). Cognitive Therapy and the Emotional Disorders. New York: International
Universities Press.
Beck, A. T. (1987). Cognitive models of depression. Journal of Cognitive Psychotherapy, 1, 5-37.
Bentall, R.P., Myin-Germeys, I., Smith, A.,Knowles, R., Jones, S.H., Smith, T., & Tai, S.J. (2011).
Hypomanic personality, stability of self-esteem and response styles to negative mood. Clinical
Psychology and Psychotherapy, 18, 397-410.
Brieger, P. (2005). Comorbidity in mixed states and rapid-cycling forms of bipolar disorder. In
Bipolar Disorders: Mixed States, Rapid Cycling and Atypical Forms, ed. Andreas Marneros ve
Frederick Goodwin (pp. 262-277). UK: Cambridge University Press.
Chen, S.H., & Johnson, S.L. (2012). Family influences on mania relevant cognitions and beliefs: a
cognitive model of mania and reward. Journal of Clinical Psychology, 68(7), 829-842.
Christensen, E.M., Gjerris, A., Larsen, J.K., Bendtsen, B.B, Larsen, B.H., Rolff, H., Ring, G., &
Schaumburg, E. (2003). Life events and onset of a new phase in bipolar affective disorder. Bipolar
Disorders, 5, 356-361.
Coulston, C.M., Bargh, D.M., Tanious, M., Cashman, E.L., Tufrey, K., Curran, G., Kuiper, S.,
Morgan, H., Lampe, L., & Malhi G.S. (2012). Is coping well a matter of personality? A study of
euthymic unipolar and bipolar patients. Journal of Affective Disorders (in press).
Dilbaz, N. (2013). İki uçlu depresyonda doğru tanı koymak: Tek uçlu ve iki uçlu depresyon
ayrımı. Journal of Mood Disorders, 3(1), 545-547.
Engstrom, C., Brandstrom, S., Sigvardsson, S., Cloninger, C.R., & Nylander, P.O. (2004). Bipolar
ISSN: 2148-4376
13
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 1-16
Başak Safrancı
disorder. III: harm avoidance a risk factor for suicide attempts. Bipolar Disorders, 6, 130-138.
Freud, S. (1923). The ego and the id. Standard Edition, 18, 7-64.
George, E.L., Miklowitz, D.J., Richards, J.A., Simoneau, T.L., & Taylor, D.O. (2003). The comorbidity of bipolar disorder and axis II personality disorders: prevalence and clinical correlates.
Bipolar Disorders, 5, 115–122.
Goodwin, F.K. & Jamison, K.R. (2007). Manic Depressive Illness (2nd ed). New York:Oxford
University Press.
Gruber, J., Harvey, A.G., & Johnson, S.L. (2009). Reflective ruminative processing of positive
emotional memories in bipolar patients and healthy controls. Behavior Research and Therapy, 47,
697-704.
Harmer, C.J., Grayson, L., & Goodwin, G.M. (2002). Enhanced recognition of disgust in bipolar
illness. Society of Biological Psychiatry, 51, 298-904.
Hawke, L.D. & Provencher, M.D. (2012). Early maladaptive schemas among patients diagnosed
with bipolar disorder. Journal of Affective Disorders, 136, 803-811.
Hirschfeld, R.M., Lewis L, & Vornik, L.A. (2003). Perceptions and impact of bipolar disorder:
how far have we really come? Results of the national depressive and manic– depressive association 2000 survey of individuals with bipolar disorder. Journal of Clinical Psychiatry, 64(1), 61-74.
Jabben, N., Arts, B., Jongen, E.M.M., Smulders, F.T.Y., & vanOs, J. (2012). Cognitive processes
and attitudes in bipolar disorder: A study into personality dysfunctional attitudes and attention bias
in patients with bipolar disorder and their relatives. Journal of Affective Disorders (in press).
Johnson, S. L. (2005). Life events in bipolar disorder: Toward more specific models. Clinical
Psychology Review, 25, 1008-1027
Johnson, S. L., McKenzie, G., & McMurrich, S. (2008). Ruminative responses to negative and
positive affect among students diagnosed with bipolar disorder and major depressive disorder.
Cognitive Therapy and Research, 32, 702-713.
Jones, S. (2004). Psychotherapy in bipolar disorder: a review. Journal of Affective Disorders, 80,
101-114.
Jones, S.H., Sellwood, W., & McGovern, J. (2005). Psychological therapies for bipolar disorder:
the role of model-driven approaches to therapy integration. Bipolar Disorders, 7, 22–32.
Judd, L.L. & Akiskal, H.S. (2003). The prevalence and disability of bipolar spectrum disorders in
the US population: Re-analysis of the ECA database taking into account subtreshold cases, Journal
of Affective Disorders, 73, 123-131.
Kim, B., Joo, Y.H., Kim, S.Y., Lim, J.H. & Kim, E.O. (2011). Personality traits and affective
morbidity in patients with bipolar I disorder: The five factor model perspective. Psychiatric
Research, 185, 135-140.
Kessing, LV., Agerbo, E. & Mortensen, P.B. (2004). Major stressful life events and other risk
factors for first admission with mania. Bipolar Disorders, 6, 122-129.
Klein, M. (1994). Mourning and its relation to manic-depressive state. In Essential Papers on
Object Loss, ed. Rita V. Frankiel (pp. 95-122). New York ve London: New York University Press.
Knowles, R., Tai, S., Jones, S. H., Highfield, J., Morris, R., & Bentall, R. P. (2007). Stability of
self-esteem in bipolar disorder: comparisons among remitted bipolar patients, remitted unipolar
patients and healthy controls. Bipolar DisorderS, 9, 490-495.
Lozano, B. E., ve Johnson, S. L. (2001). Can personality traits predict increases in manic and
depressive symptoms? Journal of Affective Disorders, 63, 103–111.
Lish, J.D., Dime-Meenan, S., Whybrow, P.C., Price, R.A., & Hirschfeld, R.M. (1994). The national depressive and manic-depressive association (National DMDA) survey of bipolar members.
Journal of Affective Disorders, 31, 281-294.
Maçkalı, Z. & Tosun A. (2001). Bipolar Bozuklukta Bilişsel Davranışçı Terapi. Psikiyatride
ISSN: 2148-4376
14
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 1-16
Başak Safrancı
Güncel Yaklaşimlar, 3(4), 571-594.
Martin, E. (2007). Bipolar Expectations: Mania and Depression in American Culture. UK: Princeton University Press.
McWilliams, N. (2010). Psikanalitik Tanı: Klinik Süreç içinde Kişilik Yapısını Anlamak. İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Miklowitz, D.J., Wisniewski, S. R., Miyahara, S., Otto, M.W., & Sachs, G.S. (2005). Perceived
criticism from family members as a predictor of the one-year course of bipolar disorder. Psychiatric Research, 136,101-111.
Nery, F.G., Hatch, J. P., Glahn, D.C., Nicoletti, M.A., Serap Monkul, E., Najt, P., Fonseca, M.,
Bowden, C.L., Robert-Cloninger, C., & Soares, J.C. (2008). Temperament and character traits in
patients with bipolar disorder and associations with comorbid alcoholism or anxiety disorders.
Journal of Psychiatric Research, 42, 569-577.
Perich, T., Manicavasagar, V., Mitchell, P.B., & Ball, J.R. (2011). Mindfulness, response styles and
dysfunctional attitudes in bipolar disorder. Journal of Affective Disorders, 134, 126-132.
Power, M. & Dalgleish, T. (1997). Cognition and Emotion: From Order to Disorder. UK: Psychology Press.
Smith, D.J., Muir, W.J., & Blackwood, D.H.R (2005). Borderline personality disorder characteristics in young adults with recurrent mood disorders: A comparison of bipolar and unipolar depression. Journal of Affective Disorders, 87, 17-23.
Solomon, D. A., Shea, M. T., Leon, A. C., Mueller, T. I., Coryell, W., Maser, J. D., Endicott, J., ve
Keller, M. B. (1996). Personality traits in subjects with bipolar I disorder in remission. Journal of
Affective Disorders, 40, 41-48.
Strong, C. M., Nowakowska, C., Santosa, C. M., Wang, P. W., Kraemer, H. C., & Ketter, T. A.
(2007). Temperament-creativity relationships in mood disorder patients, healthy controls and
highly creative individuals. Journal of Affective Disorders, 100, 41-48.
Sullivan, A.E., Judd, C.M., Axelson, D.A., & Miklowitz, D.J. (2012). Family functioning and the
course of adolescent bipolar disorder, Behavior Therapy (in press).
Sütçigil, L. & Cansever, A. (2006). Bipolar bozuklukta psikoterapötik ve psikososyal girişimler.
Türkiye Klinikleri Journal of Internal Medical Sciences, 2(29), 46-51.
Tamam, L. (2007). Bipolar bozukluk ile anksiyete bozukluğu birlikteliği: Bir gözden geçirme.
Türk Psikiyatri Dergisi, 18(1), 59-71.
Watson, D. & Hubbard, B. (1996). Adaptational style and dispositional structure: coping in the
context of the five-factor model. Journal of Personality, 64, 737-774
Youngstrom, E., van Meter, A., & Algotra, G.P. (2010). The bipolar spectrum: myth or reality?
Current Psychiatry Reports, 12, 479-489.
ISSN: 2148-4376
15
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 1-16
Başak Safrancı
Summary
Understanding Bipolar Disorder: A Psychological Perspective from Cognitions to
Emotions
Bipolar disorder is a common chronic condition that is associated with major impairments
in daily, occupational and relational functioning. The high rates of misdiagnoses or delayed diagnoses, poor treatment outcomes, comorbid conditions; and also suicide attempts in clinical reports
point to important problematic issues about definition and management of bipolar disorder. Recent
studies discussing these controversial issues indicate that one sided dimension focusing only on
biological mechanisms does not provide a comprehensive framework and this deficiency lead to
poor prognosis in spite of aggressive pharmacotherapy. On the basis of these problems, in the
current study a literature review was conducted in order to investigate psychological dynamics in
bipolar disorder from cognitions to emotions in an attempt to explore the effectiveness of psychotherapy based on these dynamics.
From cognitive perspective dysfunctional thoughts, maladaptive coping strategies such as
avoidance, rumination, cognitive distortion and catastrophizing are found to be significant in both
development and maintenance of bipolar episodes. In addition, hypersensitivity in a motivational
system called Behavioral Activation System (BAS) is considered as an important vulnerability
factor which may include setting too high and unrealistic goals, attitudes of too harsh self-criticism
and attitudes of perfectionism; eventually these features may trigger manic or depressive episodes
resulting from unfulfilled expectations and negative life events. The common point of these cognitive and motivational dynamics indicates the presence of maladaptive schemas; and consistently,
the studies revealed that approval seeking, recognition, emotional inhibition and abandonment are
especially significant in these patients.
Another important psychological mechanism in bipolar disorder is related to emotional
structure. In bipolar depression, self-disgust and guilt have an important role in the evaluation of
self-worth that results from introjection of unacceptable emotions and needs. In contrast to a
common view, mania is not considered the opposite pole of the depression, but rather, it is an ego
defense facet for these depressive and painful emotions.
From the point of these theoretical perspectives, psychotherapy application focusing on
maladaptive cognitive mechanisms and inhibited negative emotions have important implications
for preventing bipolar attacks, increasing functioning as well as interpersonal relations for a long
term period.
Keywords: Bipolar disorders, cognitions, emotions, psychotherapy.
ISSN: 2148-4376
16
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 17-28
Ece Tathan
Winnicott’ın Nesne İlişkileri Kuramı ile Somatoform
Bozuklukların İncelenmesi: Ağrı Bozukluğu Vakası
Ece Tathan
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Özet
Ağrı bozukluğu DSM-IV’de somatoform bozukluklar kategorisi altında yer alır ve psikolojik faktörler,
ağrı semptomlarının başlangıcında, şiddetinde, alevlenmesinde ve sürekliliğinde önemli bir role sahiptir. Klasik psikanalitik bakış açısına göre, bu hastaların psikolojik problemleri bedensel semptomlara
dönüşür ve somatik yakınmalar alternatif bir iletişim yöntemi olarak kullanılır. Bilişsel gelişimsel
modeller ise düşük seviyedeki duygu farkındalığını, duygusal uyarılmayı ayrıştıramamayı, duygu
düzenlemelerindeki eksiklikleri vurgular. Bilişsel davranışçı terapi, antidepresan tedavisi ve psikodinamik terapi, somatoform bozuklukların tedavilerinde etkin müdahale yöntemleri olarak belirtilmiştir. Bu
makalede somatoform bozuklukların temel teorik temelleri ve araştırma bulguları ele alınmakta, Winnicott’ın nesne ilişkileri yaklaşımı incelenmekte, araştırma, teori ve klinik uygulamalar arasındaki ilişkiyi kurabilmek için ağrı bozukluğu yaşayan bir vaka örneklendirilmektedir.
Anahtar kelimeler: Somatoform bozukluk, ağrı bozukluğu, Winnicott’ın nesne ilişkileri kuramı
ISSN: 2148-4376
17
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 17-28
Ece Tathan
Winnicott’ın Nesne İlişkileri Kuramı ile Somatoform Bozuklukların İncelenmesi: Ağrı
Bozukluğu Vakası
1. Araştırma ve kuram temeli
Somatoform bozukluklar birçok fiziksel semptomla karakterize olan psikolojik bozukluk
olarak tanımlanır, ayrıca bu semptomların herhangi bir tıbbi durum, bir maddenin direkt etkisi ya
da başka bir psikolojik bozukluk ile açıklanmaması gerekir (American Psychiatric Association,
2000). DSM-IV'de somatoform bozukluklar kategorisi somatizasyon bozukluğu, farklılaşmamış
somatoform bozukluk, konversiyon bozukluğu, hipokondriyazis, vücut dismorfik bozukluğu,
başka türlü sınıflandırılamamış somatoform bozukluk ve ağrı bozukluğunu içerir.
Somatoform bozukluklar pratisyen hekimlerin karşılaştıkları en yaygın psikiyatrik
bozukluk olarak bulunmuştur ve başvuruda bulunan hastaların %16’sı somatoform bozukluklar
kategorisinde yer alan bozukluklardan herhangi biri ile ilgili teşhis almıştır (de Wall, Arnold,
Eekhof ve van Hemert, 2004). Somatoform bozukluğu olan hastaların semptomlarının sebebi olan
herhangi bir tıbbi durum olmadığı için, rahatsızlıkları sebebiyle oldukça sıkıntı yaşadıkları ve
hastalıklarının şiddeti ile ilgili abartıya kaçtıkları belirtilmiştir (Oyama, 2007). Tüm tıbbi klinik
birimlerinde, tıbbi olarak açıklanamayan semptomların yaygınlığının kadınlarda erkeklere göre
anlamlı derecede fazla olduğu bulunmuştur. Açıklanamayan tıbbi semptomları olan hastaların
yaşadıkları problemleri yaşam tarzı faktörleri yerine fiziksel sebeplere atfetmelerinin daha
muhtemel olduğu belirtilmiştir (Hotopf, Wadsworth ve Wessely, 2001).
DSM-IV'de yer alan ağrı bozukluğu, vücudun bir ya da daha fazla bölgesinde bulunan ağrı
ile karakterizedir, ağrı hastanın ağırlıklı olarak odağıdır ve bu ağrı o kadar şiddetlidir ki tıbbi
yardım gerektirir. Hastanın ağrısı anlamlı derecede ağır yakınmalara ve sosyal hayat ya da iş
hayatıyla ilgili birçok alanda bozulmalara sebep olur. Bu ağrıların başlangıcında, şiddetinde,
alevlenmesinde ve sürekliliğinde psikolojik faktörler önemli bir etkiye sahiptir. Ağrı semptomları
kasıtlı olarak ortaya çıkmaz, herhangi bir başka ruhsal durum, kaygı, psikotik bozukluk ya da acı
veren cinsel ilişki ile açıklanamaz (American Psychiatric Association, 2000).
DSM-IV'de yer alan somatizasyon bozukluğu, farklılaşmamış somatoform bozukluk, ağrı
bozukluğu, hipokondriyazis gibi bozukluklar, tanılar arasındaki örtüşmeleri saf dışı bırakmak için
DSM-V'de kaldırılmış, bu tanıların yerini somatik semptom bozukluğu almıştır. Somatik semptom
bozukluğu DSM-IV’deki somatoform bozuklukların tanı kriterleri gibi bazı semptom gruplarından
belirli sayıda yakınmayı gerektiren katı kriterler içermez. DSM-IV'de somatoform bozukluklar
tıbbi olarak açıklanamayan durumları içerirken, DSM-V tıbbi durumları da içerebilen somatik
semptomları da kapsar. Böylece somatik semptom bozukluğu sıkıntı veren ya da günlük yaşamda
aksamalara sebep olan somatik yakınmalarla belirlenir. Bu psikolojik bozukluk semptomlarla
ilişkili olarak aşırı ve orantısız düşünceler, duygular ve davranışlarla karakterize olup, somatik
semptom bozukluğu olan kişinin en az 6 aydır devamlı olarak semptomatik olması gerekmektedir
(American Psychiatric Association, 2013).
Klasik psikanalitik bakış açısına göre somatizasyon, immatür bir savunma mekanizmasıdır.
Psikolojik semptomlar yerine somatik semptomlarla reaksiyon verebilmek için psikolojik
problemler bedensel yakınmalara dönüştürülür. Diğer bir deyişle, çoklu fiziksel semptomlar; içsel
ISSN: 2148-4376
18
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 17-28
Ece Tathan
çatışmalar ya da depresyon ve kaygı gibi psikolojik problemlerin yerine geçer. Ayrıca fiziksel
semptomlar psikolojik sorunlara yardımcı olduğu kadar günlük hayatta istenmeyen
sorumlulukların gerçekleştirilmemesi konusunda da kişiye yardımcı olur (Güleç ve Köroğlu,
1997). Buna ek olarak, somatizasyonu olan hastalar duygularını tanımlama ve açıklama
becerilerinde güçlükler yaşarlar. Bir başka ifadeyle, bu hastalar duyguları tanımlamada güçlük,
duyguları ifade etmede güçlük ve dış odaklı düşünme olarak üç öğeden oluşan, “aleksitimi” olarak
bilinen bir kişilik özelliği geliştirmeye yatkın olurlar (Bagby, Parker ve Taylor, 1994). Ayrıca
iletişim becerilerinde problemler olduğu için somatik yakınmaları alternatif bir iletişim metodu
olarak kullanırlar (PDM Task Force, 2006). Somatizasyon ile aleksitimi ilişkisindeki benzerlik
gibi, Lane ve Schwartz’ın duygu farkındalığının bilişsel gelişimsel modelinde, somatizasyon
bedensel duyumlara odaklanarak düşük seviyede duygu farkındalığı yaşama ve ayrıştırılamayan
duygu uyarılması ile kavramsallaştırılan gelişimsel bir bozukluk olarak tanımlanır. Benzer bir
şekilde, Waller ve Scheidt’in güncel literatür taramasında (2006), somatoform bozuklukların,
duyguların bilişsel işlemlemesinin azalması ve duygu ifadesinin bastırılması gibi duygu
düzenleme becerilerindeki eksikliklerle ilişkili olduğu açığa çıkmıştır.
Literatürde, somatoform bozuklukların tedavisinde etkili olduğu belirtilen bazı
psikoterapötik müdahale yöntemleri vardır. Öncelikle, bilişsel davranışçı terapi birçok çalışmada
somatoform bozuklukların tedavisinde etkin bir yöntem olarak bulunmuştur (Kroenke, 2007).
Somatoform bozukluklar için bilişsel davranışçı terapi; gevşeme egzersizleriyle fizyolojik
uyarılmayı azaltmayı, aktivite düzenlemesini geliştirmeyi, duygu ifadesini artırmayı, fonksiyonel
olmayan inançları değiştirmeyi, iletişim becerilerini geliştirmeyi ve sosyal çevrede hastalık
davranışını ödüllendiren durumları azaltmayı amaçlayan manualize edilmiş yaklaşık 10 seanstan
oluşur (Allen, Wookfolk, Escobar, Gara ve Hamer, 2006). İkinci olarak, somatoform bozuklukların
tedavisinde antidepresanların faydalı olduğunu gösteren ön çalışmalar vardır. Ancak
antidepresanların kaygı ve depresyonu biçimleyerek somatik yakınmaları azaltıp azaltmadığı ya da
somatik yakınmalara direkt etkisi olup olmadığı gibi konular halen sorgulanmaktadır (Kroenke,
2007). Üçüncü olarak, somatoform bozukluğu olan hastaların duygu farkındalığına ve acılarına
odaklanan psikodinamik terapi tavsiye edilmektedir. Somatoform bozukluğu olan hastaların duygu
farkındalıkları ve içgörüleri olmadığı için geleneksel iç görü kazandırma odaklı psikoterapi
yöntemlerinden daha zor fayda sağladıkları ifade edilmiştir. Bu sebeple, duygu yaşantılarına,
duygu ifadesine, duygu farkındalığına, acının öznel deneyimlenmesine, psikolojik semptomlara ve
kişilerarası problemlere odaklanan psikodinamik müdahaleler de önerilmektedir (Waller ve
Scheidt, 2006).
Somatoform bozukluğu olan kişiler kadar depresif belirtileri ve kaygı bozuklukları olan
kişiler de kendilerini zorlayan somatik semptomlar belirtmektedir. Hastaların yaşam kalitelerine
azımsanmayacak ölçüde etkisi olan bu semptomlarla, klinik ortamda fazla sıklıkta karşılaşıldığı
rapor edilmiştir (Rief, Hessel ve Braehler, 2001). Bu yüzden, kaygı bozukluklarına ve depresif
belirtilere de eşlik edebilen somatoform bozukluklara uygulanan psikoterapötik müdahalelerin
sürecini anlayabilmek oldukça önemlidir. Bu süreci anlamlandırabilmek, kavramsallaştırabilmek
ve tedavi akışını belirleyebilmek için bazı kuramsal çerçeveler kullanılabilir.
Winnicott’un nesne ilişkileri kuramında, bebeğin gelişiminin bir olgunlaşma süreci olduğu
ve bu gelişimin kalitesinin annenin bebeğine olan tutumuyla belirlendiği ifade edilmiştir. Duygusal
olarak elverişli olan, destekleyici ve rahatlatan “yeterince iyi anne” figürünün, bebeğin sağlıklı
gelişimi için kritik bir rol oynadığı belirtilmiştir. Başlangıçta yeterince iyi anne kendisini bebeğine
geçici bir süre verir, narsisistik endişeleri olmaz ve bebeğinde büyümeyi sağlayabilmek için
bebeğinin ihtiyaçlarını karşılar. Böylece bebek öznel tümgüçlülüğü yaşayabilir. Örneğin, bebek
acıktığında ve annenin memesine ihtiyaç duyduğunda, anne memeyi bebeğine hemen sağlar. Bu
ISSN: 2148-4376
19
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 17-28
Ece Tathan
yüzden bebek ne zaman bir ihtiyacı olsa dünyayı kontrol edebildiğine dair bir tümgüçlülük
illüzyonu geliştirmiş olur (Mitchell, 2009; Winnicott, 1965).
Ne zaman bebeğin bir ihtiyacı olursa, başlangıçta annenin orada olması önemlidir. Ancak
bir süre sonra, bebek anneye ihtiyaç duymadığında, annenin bebeğinden uzaklaşması da aynı
derecede önemlidir (Mitchell ve Black, 2012; Winnicott, 1965). Yetersiz koruma ve ilgi, içsel
güven ve koruma konusunda problemlere sebep olsa da, fazla korumacılık ve otorite de bebeğin
çevreyi keşfetme özgürlüğünü kısıtlar (Chescheir, 1985). Bu bağlamda, yeterince iyi anne, bebeğin
anne tarafından fiziksel olarak korunduğu aynı zamanda da anne ve baba dışında tüm çevreyle
nesne ilişkileri geliştirmesini sağladığı “kucaklayıcı bir çevre” sunar (Winnicott, 1965).
Öznel tümgüçlülük sırasında, bebek ihtiyaç duyduğu nesneyi yarattığını ve kontrol ettiğini
düşünür. Buna karşın nesnel gerçeklikte bebek arzu edilen nesnenin dış dünyadan olduğunu,
kendisinin yaratmadığını ve kontrol edemediğini yani kendisinden farklı olduğunu fark eder.
Öznel tümgüçlülük ile çevrenin nesnel gerçekliği arasında, bebek kendi kontrolünde olan ve
özellikle anneden fiziksel ve psikolojik ayrılmaya karşı geliştirdiği savunma ile ilişkili olan bir
“geçiş nesnesine” bağlanma gerçekleştirir. Bu geçiş nesnesi ilk “ben olmayan” nesnedir ve
bebeğin bağımlı olduğu bir bebek bezi, kıyafet, battaniye ya da oyuncak ayı olabilir. Bebek geçiş
nesnesi üzerinde öznel tümgüçlülükten farklı olan bazı haklar talep eder. Bu nesne tutkuyla
kucaklanır, özenle ilgilenilir ayrıca paralanır yani içten gelen sevgi, nefret ve saldırganlığa karşı
dayanır. Yetişkinlerin bakış açısına göre geçiş nesnesi dış dünyaya aittir, fakat bebeğin bakış
açısına göre bu nesne ne dış dünyaya ne de tamamen iç dünyaya aittir. Geçiş nesnesinin kaderi
sürgündür ve anlamını yas tutulmadan kaybeder. Yeterince iyi anne bu nesnenin bebek için
rahatlatıcı etkisini bilir ve bu ilişkiye müdahale etmez (Winnicott, 1965; Winnicott, 2010).
Yeterince iyi anne bebeğin öznel tümgüçlülük ihtiyaçlarını sürekli karşılayıp, spontan
hareketlerine aralıksız olarak cevap verdiği gibi, aynı zamanda geçiş nesnesine ve bebeğin karşı
bağımlılığına saygı duyar. Bebeğin “gerçek kendiliği” annenin sağlıklı ve kendini adamış
pozisyonuyla gelişir (Winnicott, 1965). Anne bebeğin spontan hareketlerine karşılık vermediğinde,
hareketlerini onaylamadığında ve bebeğin boyun eğmesi için kendi hareketlerini bebeğin
hareketlerinin yerine koymaya çalıştığında, bebekte “sahte kendilik” gelişir. Sahte kendiliğin
gelişmesi için, annenin bebeğin ihtiyaçlarını karşılamayan yeterince iyi olmayan bir anne olması
gerekir. Spontan olan gerçek kendilik ile boyun eğen sahte kendilik arasındaki fark anne figürünün
kronik başarısızlığıdır. Sahte kendilikte, bebek güncel ilişkiye hükmeden anne, baba ya da kardeş
figürü gibi büyür, böylece öznel deneyim ve bireysellik bozukluğu geliştirir. Sahte kendilik,
bireyin bebekliğinde sahip olamadığı yeterince iyi anne ve kucaklayıcı çevre niteliklerini elde
edebilmesi için başkalarına olan ilişkiselliğini artırır (Kahn, 1986; Mitchell ve Black, 2012;
McWilliams, 2010; Winnicott, 1965). Gerçek kendilikte, bireyin zihni ile psikosomatik benliği
birbirlerine uyumludur ancak sahte kendilikte, bireyin entelektüel aktivitesi ile somatik varlığı
arasında bir ayırım vardır (Winnicott, 1965). Aşırı kaygılı, talepkar, ilgisiz veya mevcut olmayan
yani yeterince iyi olmayan annelerin çocuklarının somatoform bozukluklarla benzer olarak
gastrointestinal problemler, astım ve bastırılmış tepki örüntüleri sergiledikleri belirtilmiştir
(Chescheir, 1985).
Winnicott’ın nesne ilişkileri kuramında, anne-bebek ilişkisi, terapist-hasta ilişkisine
benzetilir ve terapist anne-bebek ilişkisinin varlığını çoğunlukla hastalarının bağımlı ya da regrese
olmuş dönemlerinde gözlemleyebilir. Winnicott anne olmak ile terapist olmak arasında paralel
noktalar olduğunu ve hem annelerin hem de terapistlerin mükemmel olmayı arzulamamaları
gerektiğini vurgular. Anneler ya da terapistler sadece yeterince iyi, bebeklerinin ya da hastalarının
ihtiyaçlarına duyarlı, kucaklayıcı bir çevre sunan, onların gerçek kendiliklerini kabul eden figürler
olmalıdırlar. Terapötik ortamda, terapistin yeterince iyi olduğu, daimi varlığı, güvenilir ve kabul
eden duruşu ile kucaklayıcı bir çevre sunduğu, daha az eleştirel açıklamalar yaptığı, kendisinin
ISSN: 2148-4376
20
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 17-28
Ece Tathan
değil hastasının ihtiyaçlarına odaklandığı bir tutum, hastanın kendi duygularını ve düşüncelerini
eleştirilme ve reddedilme korkusu olmadan yaşamasına ve açıklamasına olanak sağlar (Winnicott,
1965).
Psikoterapi sürecinde gerçek kendilik ile sahte kendilik arasındaki ikilik vurgulanır. İlk
olarak terapist, hastalarının onlara kucaklayıcı bir çevre sunan, onların bireyselliğine saygı
gösteren, dış dünyanın tehlikelerinden onları koruyan yani yeterince iyi bir anne ya da ebeveyn
figürü olan birine geçmişte sahip olmadıklarını fark etmelerine, anlamalarına ve kabul etmelerine
yardımcı olur. İkinci olarak, hastalar kendi içlerindeki ikiliğin farkında olduklarından, terapötik
ortamda onların gerçek kendilikleri ile sahte kendilikleri arasındaki ayrımı belirginleştirmelerine
yardımcı olmak yararlıdır. Hastaların sahte kendilik örgütlenmelerinde beş kategori belirtilmiştir.
En aşırı uçta, sahte kendilik gerçek kişi gibi görülür ve gerçek kendilik gizlenir. Daha az aşırı
seviyede, sahte kendilik kişiye hükmetse de gerçek kendilik gizli bir hayat yaşar. Bir sonraki
seviyede sahte kendilik gerçek kendiliğin ortaya çıkması için bazı koşullar sağlar. Daha sağlıklı bir
seviyede, sahte kendilik yerine geçecek kendilik deneyimleriyle özdeşime izin verir. En sağlıklı
seviyede ise, sahte kendilik sadece kibarlık gibi kültürün beklentileri ile ortaya çıkar. Terapistler
hastalarında gerçek kendiliğin gelişebileceği ve terapötik ortamda regresyonlarının kabul edileceği
bir ortam sağlarlar. Gerçek kendilik desteklenirken psikoterapi erken dönem anne bebek
ilişkilerinin yeniden canlanmasına şans verdiği ve hastalar terapistlerine “geçiş nesneleri” gibi
davrandıkları için, bir süre regresyon yaşayabilirler. Winnicott’a göre terapist seansta saate dikkat
ederek gerçeklik ilkesini temsil ederken, bir yandan hastanın bireysel beklentilerini karşılayıp
öznel nesnesi olarak “geçiş nesnesi” pozisyonuna sahip olur (Chescheir, 1985; Kahn, 1986;
Winnicott, 1965).
2. Vaka sunumu ve vakanın kavramsallaştırması
Bayan D., 35 yaşında, boşanmış, Ankara’da yaşayan bir kimya mühendisi olup bir firmada
çalışmaktadır. Baş ağrısı, kulak ağrısı, eklem ağrısı gibi şikayetlerle çeşitli uzman doktorlar
tarafından psikologa yönlendirilmiştir. Ayrıca menstrüasyon öncesinde öfke, duygusallık, hissettiği
öfke ile orantısız tepkiler sergileme ve adaptasyon problemleri olduğunu belirterek başvuruda
bulunmuştur. Boşanmasından itibaren geçen 5 yıl süresince belirtilen ağrı problemlerini
yaşamaktadır. Yaşadığı semptomlar sebebiyle birçok doktora başvurduğunu, doktorların herhangi
bir tedavi bulamadıklarını ve kendisini rahatlatacak yöntemler bulması konusunda öneride
bulunduklarını belirtmiştir. Vücudunun farklı yerlerindeki ağrı semptomları sebebiyle, iş yerindeki
projelerini yapamadığını ve günlük hayatında kimseyle görüşmek istemediğini anlatmıştır. Ağrı
semptomlarının yanı sıra menstrüasyon öncesinde öfkeli ve alıngan olduğunu, sosyal çevresine
orantısız bir şekilde tepkisel davrandığını belirtmiştir. Sosyal ortamlarda uyumlu biri gibi görünse
de içe kapanık bir insan olduğunu ve yeni bir çevreye uyum sağlamakta zorlandığını ifade etmiştir.
Terapist Bayan D.’ye terapiden beklentilerini sorduğunda, yaşamının 35. yılını diğer yıllarına göre
daha doyurucu bir şekilde yaşamak istediğini, hayatındaki anlamsızlığın sebebini anlayıp çözmeyi
arzuladığını, fiziksel ve psikolojik problemlerinin üstesinden gelmeyi hedeflediğini söylemiştir.
Bayan D. ailesindeki üç çocuktan ikincisidir. Ebeveynleri ve kardeşleri kendisinden farklı
bir şehirde yaşamaktadır. Annesini “mükemmeliyetçi”, “ilgisiz”, “desteklemeyen” ve “mesafeli”
biri olarak tanımlamaktadır. Kendisini annesinden her zaman ilgi bekleyen bir çocuk olarak
hatırlamaktadır. Hayatının ilk yıllarında kendisinin ve ailesinin, akrabalarıyla birlikte büyük bir
evde yaşadıklarını ve annesiyle babasının ilgisizlikleri yüzünden evde kimin kendi gerçek annesi
ve babası olduğunu bilmediğini ifade etmektedir. Annesinden onay alabilmek için annesi
tarafından kabul edilen ve annesinin istediği gibi “mükemmel” bir şekilde davranmaya çalıştığını
anlatmıştır. Annesinin kendisine her zaman mükemmel davranmasını ve büyüklerinin söylediği
ISSN: 2148-4376
21
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 17-28
Ece Tathan
hiçbir şeye itiraz etmemesini öğütlediğini belirtmiştir. Eğer annesinin kurallarına uymazsa,
annesinin kendisine tamamen ilgisiz bir şekilde davranmasından korkmaktadır. Annesinin duygu
ifadesini, özellikle ağlama ve öfke patlamalarını “kontrolsüzlük” olarak algıladığını, bu yüzden
çocukluğundan beri duygularını ifade etmediğini, içine attığını söylemiştir. 6 yaşındayken
annesinin kendisine ilgi göstermesini sağlamak için hasta rolü yaptığını hatırlamaktadır. Bir süre
annesinin kendisine oldukça ilgi gösterdiğini fakat hasta rolü yaptığını anladığında kendisini
cezalandırdığını anlatmıştır. Bayan D. babasının “otoriter”, “öfkeli” ve “değişken” biri olduğunu
ve babasının tutumlarına karşı “direndiğini” belirtmiştir. Çocukluğundan beri babasının otoriter
tutumuna karşı kendi istediğini yaparak karşılık verse de, babasının bu direnişe kendisini fiziksel
ve sözel olarak cezalandırarak karşılık verdiğini dile getirmiştir. Çocukluğunda babası kendisini
fiziksel ve sözel olarak cezalandırırken annesinin kendisini desteklemediğini, ayrıca annesinin
babasına itiraz ettiğinde cezalandırılmayı hak ettiğini söylediğini açıklamıştır. Son zamanlarda ise
babası kendisine sözel olarak cezalandırıcı bir tutum takındığında cildinde dökülmeler olduğunu
ve menstrüasyon öncesindeki şikayetlerini daha ağır yaşadığını ifade etmiştir. Bu yüzden babasına
“pasif direniş” sergileyen bir tutum geliştirdiğini ve ailesinden uzaklaşmayı tercih ettiğini
söylemiştir.
Eğitimi, kariyeri ve romantik ilişkileri ile ilgili kararlar verirken ailesinin baskısı altında
olduğunu, bu baskının ağrı semptomlarına ve dermatolojik problemlere sebep olduğunu buna
rağmen çoğu zaman “pasif direniş” sergileyen bir tutumu olduğunu belirtmiştir. Örneğin ailesinin
kız meslek lisesinde okumasını ve bu alanda bir kariyer hedefi oluşturmasını beklemesine rağmen
üniversitede kimya mühendisliği bölümünü tercih ettiğini söylemiştir. Ayrıca ailesi üniversiteyi
bitirdikten sonra onlara yakın bir ilde iş bulmasını beklerken, kendisinin dil eğitimi için
İngiltere’ye gittiğini ve orada yaşayan biriyle evlendiğini anlatmıştır. Evliliğinde eşinden kendi
duygularını anlayıp kabul etmesini ve eşinin ailesinin olumsuz tutumlarından kendisini korumasını
beklediğini ifade etmiştir. Farklı bir ülkeye alışamadığı, eşi ve ailesi kendisine karşı ilgisiz olduğu,
kayınvalidesi kendi babasına benzer olarak, kendisi, eşi ve evlilikleri üzerinde otoriter bir tutuma
sahip olduğu için İngiltere’den Türkiye’ye döndüğünü ve işe başladığını belirtmiştir. İş yerine
adapte olamadığında yeni bir departmana geçiş istediğini, iş yaşamında ilgiyi ve onayı alabilmek
için işini en mükemmel şekilde yapmaya çalıştığını söylemiştir. İş arkadaşlarına ve amirlerine
kendisine fazladan verilen iş yükü ile ilgili olarak hayır demek isterken evet diyen biri olduğunu,
ilgiyi ve onayı alamadığında üzgün hissettiğini, ağrı ve menstrüasyon öncesi semptomları ağır bir
şekilde yaşadığını, iş yerinde elinde olan projeleri erteleyerek “pasif direniş” sergilediğini ifade
etmiştir.
DSM-IV’ün perspektifine göre Bayan D.’nin yakınmaları ağrı bozukluğu kategorisinde
kavramsallaştırılabilir. Baş ağrısı, kulak ağrısı, eklem ağrısı gibi semptomları deneyimlemektedir.
Vücudunun farklı bölgelerindeki ağrılar kendisinin odak noktasıdır ve ağrılarının yoğunluğu
sebebiyle birçok uzman doktora başvurmuştur. Yaşadığı ağrı semptomları iş hayatında ve günlük
yaşantısında sıkıntı ve bozulmalara sebep olmaktadır. Ayrıca tıbbi bir durum değil sözel
cezalandırma, annesinin ilgisizliği ya da iş arkadaşlarından ve amirlerinden onay almama gibi
psikolojik faktörler ağrı semptomlarının başlangıcında ve sürekliliğinde önemli bir rol
oynamaktadır.
Winnicott’un kuramına göre, Bayan D.’nin anne figürü mesafeli, duygusal olarak mevcut
olmayan, desteklemeyen ve mükemmeliyetçi bir tutum sergilemektedir bu sebeple büyüme
sürecinde gelişimsel problemler yaşamış olabilir. Erken çocukluk yıllarında akrabalarıyla birlikte
büyük bir evde yaşamıştır ve o evde kimin gerçek annesi ya da babası olduğunu bilemediğini
anlatmıştır. Bu olayın da ışığında, annesinin narsisistik endişeleri sebebiyle kendisini geçici olarak
kızına verememesinin sonucu olarak Bayan D.’nin öznel tümgüçlülük deneyimi yaşayamadığı dile
getirilebilir. Annesinin kendisini bebeğine veremediği, Bayan D.’nin hayatına hakim olduğu,
ISSN: 2148-4376
22
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 17-28
Ece Tathan
çevreyi keşfetme özgürlüğünü kısıtladığı ve babasının fiziksel ve sözel cezalandırmalarına karşı
korumadığı söylenebilir. Bu bağlamda, annesinin Bayan D.’ye öznel tümgüçlülük ve nesnel
gerçekliği deneyimleyebileceği kucaklayıcı bir çevre ortamı sağlayamadığı ifade edilebilir. Bayan
D.’nin de yeterince iyi anneye sahip olamadığı için yaşadığı sağlıksız gelişimsel süreç sebebiyle
sahte kendilik geliştirdiği belirtilebilir. Sahte kendiliğinin boyun eğen ve itaatkar olduğu,
entelektüel ve duygusal yaşantı boyutunu bedensel varoluşundan ayırdığı dile getirilebilir. Sahte
kendiliğinin gerçek kendiliği, gerçek kendiliğinin duygusal yaşantıları ve içindeki potansiyeli
üzerinde egemenlik kurması olasıdır. Kendi duygusal yaşantılarına annesinin ve babasının
tutumları sebebiyle, gerçek kendilik duygularının cezalandırmaya ve reddedilmeye sebep
olacağından korktuğu düşünülmüştür. Erken çocukluk yıllarında annesi ve babasından alamadığı
onay ve kabulü başkalarından alabilmek için sahte kendiliği çevresindekilere bağımlı olabilir.
Sahte kendiliği başkalarıyla olan ilişkilerine egemen olduğu için, yeterince iyi olan anne figürünü
başka bir kişide ya da ilişkide aradığı izlenimi edinilmiştir. Örneğin, evliliğinde bu ihtiyacın ortaya
çıktığı ve eşinin kendi duygularını ve ihtiyaçlarını kabul edip anlamadığı olasıdır. Ayrıca, eşinin
annesinin tutumunun kendi babasını hatırlattığı ve Bayan D.’nin yeniden reddedilmeyi hissettiği
belirtilebilir. Winnicott’un sahte kendilik örgütlenmesi aşamalarına göre, Bayan D. sahte
kendiliğin yaşantı üzerinde hakimiyet kurduğu ancak gerçek kendiliğin gizli bir hayat sürdüğü
daha az aşırı seviyede olan sahte kendiliğe sahip olabilir. Bu gizli yaşantı ailesine sergilediği “pasif
direniş” tutumunda, günlük hayatında ve iş yaşamında aslında hayır demek isterken evet dediği
durumlarda yaşadığı somatik yakınmalarında gözlemlenebilir.
3. Tedavi akışı ve sürecin değerlendirilmesi
Psikoterapötik müdahale yaklaşık bir yıl süren 29 seanstan oluşmaktadır. Somatik
yakınmalarıyla çalışabilmek için terapist duygu farkındalığını, duygu ifadesini ve bunların somatik
yakınmalarıyla ilişkisini geliştirebilmeyi hedeflemiştir. Başlangıçta Bayan D.’nin otomatik
düşüncelerini, duygularını ve davranışlarını belirleyebilmek için terapist bilişsel davranışçı terapi
yöntemlerini kullanmış ve bu teori temelinde Bayan D.'ye psikoeğitim vermiştir. Bayan D.'ye
günlük hayatında önemli duygu değişimlerini yaşadığını fark ettiği zamanlarda hissettiği
duygunun ne olduğu, aklından ne gibi düşünceler geçtiği ve ardından ne gibi davranışlarda
bulunduğunu kaydetmesi, seanslarda örneklendikten sonra istenmiştir. Ancak Bayan D. yaşadığı
duyguları ve sebeplerini anlayabilse hayatında zorluk yaşamayacağını, bu sebeple kayıt tutmak
istemediğini ve seanslarda terapist ile görüşerek ilerlemek istediğini ifade etmiştir. Terapist kayıt
tutmanın önemini ele alıp, seansta tekrar örnekleyip, Bayan D.'nin de kayıt tutmasını istediğinde
Bayan D. bir sonraki seansı iptal etmiştir. Terapist duygu farkındalığı ve içgörüsü yeterince
olmadığı için, Bayan D.'nin bilişsel davranışçı terapiden yeterince yararlanamadığı izlenimini
edinmiştir. Ardından terapist erken çocukluk yaşantılarında Bayan D.’nin sağlıksız anne-bebek
ilişkisini gözlemlemiş ve gerçek kendilik geliştirebilmesi için yeterince iyi anne figürüne ihtiyacı
olan Bayan D.’nin şikayetlerinin kavramsallaştırılması ve tedavisinde Winnicott’ın nesne ilişkileri
yaklaşımının yardımcı olacağını düşünmüştür. Seansların başlangıcından itibaren, terapist kabul
eden ve empatik bir yaklaşımla, güvenilir ve eleştirel olmayan bir ortam sağlamaya çalışmış,
Bayan D.’ye yargılayıcı ve reddedici bir tutumla yaklaşmamıştır.
Tedavinin başlangıcında Bayan D.’nin immatur hareketleri, kendisinin yerine başkalarının
düşüncelerine ve yargılarına olan odağı, üzüntüyü ve öfkeyi deneyimlemede ve açıklamada olan
zorlukları, sahte kendiliğin işaretleri olarak yorumlanmıştır. Sahte kendiliği ile ilgisiz olan annesi
ve öfkeli olan babasıyla yaşadığı patolojik ilişki gibi anormal olan çevresel koşullara uyum
sağlayabilmiştir. Psikoterapötik müdahalelerin başlangıcından itibaren, terapist Bayan D.’nin
çocukluğundan itibaren sahip olamadığı yeterince iyi anne figürü olmaya çalışmıştır. Yeterince iyi
ISSN: 2148-4376
23
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 17-28
Ece Tathan
anne figürü olabilmek için terapist, spontan duyguların ifade edilmesini, kabul edilmesini ve
güçlenmesini desteklemiştir.
Bayan D. seanslara, uzman doktorlar semptomlarına tıbbi bir açıklama bulamadıkları ve
kendisini psikologa yönlendirdikleri için somatik yakınmaları ile başlamak istemiştir. Sahte
kendiliği sebebiyle, gerçek kendiliği ve psikosomatik varlığı arasında ayrım olduğu için terapist
Bayan D.’nin iki farklı boyutunu entegre etmeyi hedeflemiştir. Somatik yakınmalarının sıklığı,
başlangıcı ve sürekliliği seanslarda sorgulanmıştır. Ancak terapist Bayan D.’nin somatik
yakınmaları ve duygu farkındalığını ilişkilendiren yorumlar yaptığında, semptomlarının ortaya
çıkma sıklığı artmıştır. Ardından terapist yaptığı yorumların Bayan D.’nin annesinin ve babasının
tutumlarına benzeyen suçlayıcı bir şekilde algılandığını fark etmiştir. Winnicott’un analitik
pozisyonuna göre, seanslarda terapistin yorumları önemli değildir, önemli olan hastanın gerçek
kendiliğini deneyimleyebildiği, hasta ile terapist arasındaki terapötik ilişkidir. Winnicott’a göre
terapistin yorumları entelektüel süreçler ile psikosomatik varlık arasında ciddi bir ayrıma sebep
olabilir. Bu sebeple, Bayan D.’nin duygularını fark edebilmesi, duygularını ayrıştırabilmesi ve
duygu ifadesi kullanabilmesi için terapist somatik yakınmalara ve duygulara, bu boyutları
bağlamadan odaklanmıştır. Seanslarda terapist öncelikle Bayan D.’nin somatik yakınmalarını,
ardından da duygularını ele almıştır. Süreç içerisinde Bayan D. ilgisiz ve mükemmeliyetçi
annesinin ve sözel olarak cezalandırıcı babasının tutumları, iş yerindeki arkadaşlarından ve
amirlerinden yeterince takdir görmemesi gibi psikolojik faktörlerin ağrı semptomlarının
başlangıcında ve sürekliliğinde rol oynadığını fark etmiştir. Terapist, Bayan D.’nin annesinden ve
babasından edinemediği kabul edici tutumu sergilediğinde, Bayan D. gerçek kendiliği ile
psikosomatik varlığı arasındaki entegrasyonu sağlamayı amaçlayan büyüme sürecine ulaşmaya
başlamıştır.
Bayan D. somatik yakınmalarının yanı sıra, menstrüasyon öncesinde öfke, duygusallık ve
orantısız tepkisellik yaşamaktadır. Menstrüasyon öncesi dönemle ilgili yakınmaları sırasındaki
immatur hareketlerine ve spontan şikayetlerine terapist, odaklanan, anlayışlı ve kabul edici bir
tutum sergileyip şikayeti ele aldığında, Bayan D. menstrüasyon öncesi semptomlar yaşadığı
zamanlar kendisine iş yerindeki projelerini erteleyebilme hakkı tanıdığını fark etmiştir. Bunun yanı
sıra talepkar ve ilgisiz çalışma ortamıyla baş edemediği zamanlar iş yerinde departman
değiştirmek talebinde bulunduğunu gözlemlemiştir.
Gerçek kendiliği ile psikosomatik varlığı arasındaki bağlantılar kurulduktan sonra, Bayan
D. duygularını özellikle de öfkeyi oldukça kontrolsüz bir şekilde ifade etmeye başlamıştır.
Amirlerini, kendisinin çabalarını ve başarılarını takdir etmemeleri sebebiyle suçlamıştır. Bu
suçlayıcı tutum amirlerinde öfkeye sebep olmuştur ve Bayan D. bu öfkeyle nasıl baş edebileceğini
bilememiştir. Çocukluğundan beri kendisine cezalandırıcı bir tutumu olan babası ile de bu tutumu
sebebiyle kavga etmiştir. Bayan D. babasının kendisinin pasif direniş sergileyen tutumu yerine
öfkeli bir şekilde duygularını ifade etmesine alışkın olmadığını, ilk defa babasının kendisine
hissettirdiklerini onunla paylaştığını, bu tutumunun ardından babasının kendisinden özür dilediğini
belirtmiş, babasının kendi babasını ve onun daha da cezalandırıcı olan tutumunu anlattığını
söylemiştir. Amirleriyle ve babasıyla olan görüşmelerinin ardından Bayan D. oldukça üzgün ve
suçlu hissetmiş, çevresine karşı yeni tutumları sebebiyle terapisti suçlamıştır. Fakat Bayan D. ve
terapist sadece duygu farkındalığı ve farklı duyguların ayrıştırılması konularında çalışmışlar ve
duygu ifadesi ile ilgili canlandırmalar yapmışlardır. Seanslarda Bayan D.’nin günlük hayatındaki
önemli figürlerle yüzleşmesi konusunda herhangi bir karara varmamışlardır. Terapist, Bayan
D.’nin seanslarda ele alınmadan kendi kararlarını vererek terapisti manipüle ettiğini ve
davranışlarının olumsuz sonuçlarından ötürü terapisti suçladığını düşünmüştür. Terapistin öfkesi,
kaygısı ve seansta Bayan D. için bulunmayışı, Bayan D. tarafından fark edilmiş ve Bayan D.
“pasif direniş” sergileyerek bir sonraki seansı iptal etmiştir. Seansa yeniden geldiğinde, eskisinden
ISSN: 2148-4376
24
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 17-28
Ece Tathan
daha da fazla bir şekilde ağrı semptomlarından yakınmıştır. Bu seansın ardından terapist, kendisini
Bayan D.’nin bireysel kararlarına saygı duyan, aynı zamanda onu dış dünyanın tehlikelerinden
koruyan, kucaklayıcı ve yeterince iyi olan bir anne figürü olarak sunması gerektiğini fark etmiştir.
Winnicott’ın kuramına göre de, terapist anlamlı ve bireysel deneyimler yaşayabilmesi için hastası
tarafından kullanılmaya ve manipüle edilmeye direnmemelidir. Ardından, terapist ve Bayan D.,
Bayan D.’nin gerçek kendiliğinin oldukça öfkeli bir şekilde ortaya çıkmasını ve bu öfkenin
babasına ve amirlerine sergilenmesini ele almışlardır. Terapist, Bayan D. ile öfkesini ve diğer
gerçek kendilik duygularını uygun şekilde ifade etme yollarını görüşmüştür. Bayan D., duygularını
uygun ve yapıcı bir şekilde ifade ettiğinde, babası ve amirleri tarafından kabul görmüş ve bu kabul
gerçek kendilik duygularından keyif almasını sağlamıştır.
İlerleyen seanslarda, Bayan D. ağrı bozukluğu semptomlarının hem duygu ifadesizliği hem
de ilgi ihtiyacı ile ilişkili olduğunu fark etmiştir. İlgi ihtiyacının temelleri, annesiyle olan ilişkisi ve
çevresinden ilgi alamadığında ne gibi baş etme yolları kullandığı ele alınmıştır. İlgi ihtiyacı
karşılanmadığında hasta hissettiğini, pasif agresif bir şekilde davrandığını, ortamdan uzaklaştığını
ya da annesinin kendisini onaylayacağı şekilde davrandığını belirtmiştir. Bu baş etme
mekanizmalarının evlilik hayatı, amirleriyle ve ailesiyle olan ilişkileri gibi günlük hayatındaki
alanlarda da ortaya çıktığı vurgulanmıştır. Günlük hayatındaki ilgi ihtiyacını fark edip üstesinden
gelmeye çalıştığında, bu ihtiyaç terapötik ortamda ortaya çıkmıştır. Sahte kendilik örgütlenmesi
aşamalarına göre, Bayan D.’nin seanslara başladığında sahte kendiliğinin gerçek kendiliği
üzerinde hakimiyet kurduğu ve gerçek kendiliğin ağrı bozukluğu semptomları sergileyerek gizli
bir hayat yaşamasına izin verdiği belirtilebilir. Seansların ardından ise, sahte kendiliği gerçek
kendiliğine, ilgi ihtiyacını bırakarak ve duygu ifadesinde bulunarak günlük hayatta ortaya çıkması
için bazı koşullar sağlamaya başlamıştır. Winnicott’a göre, gerçek kendilik ortaya çıkarken terapist
hastalarında regresyona karşı hazırlıklı olmalı, bağımlı ve regrese olan hastaya dikkat etmelidir.
Bu süreçte de terapist tatile çıktığında ya da başka bir hastasını klinikten uğurladığında, Bayan D.
terapiste olan ihtiyacını vurgulamış, seansı uzatmış, başka bir gündem ele alınırken ağrı bozukluğu
semptomları ile ilgili konuşmuştur. Bu davranışlar regresyonun ipuçları olarak algılanınca, terapist
Bayan D.’nin gerçek kendiliği ve potansiyeline ulaşabilmesi için, regresyonunu kabul eden bir
terapötik ortam yaratmaya çalışmıştır. Gerçek kendiliğin ortaya çıkacağı bir ortam yaratılırken,
hasta hem regresyon sürecine hem de terapistini kendi “geçiş nesnesi” yapmaya ihtiyaç duyabilir.
Bir geçiş nesnesi olarak terapist, hastasının kendi anne-bebek ilişkisinin yerine geçecek bir
bağ kurmaya çalıştığını kavramalıdır. Böylece erken dönem anne-bebek ilişkisinin geçiş nesnesi
olan terapist, hastasının uyumsuz erken dönem ilişkilerini yeni ve sağlıklı bir şekilde deneyimleme
imkanı olduğunun farkındadır. Bir geçiş nesnesi olan terapist, Bayan D. tarafından manipüle
edildiğini ve suçlu hissettiği zamanlar sözlü suçlamalarıyla karşılaştığını gözlemlemiştir.
Terapistin, hastanın geçmişinde annesinin kendisine sağlamadığı şekilde, hastasının sağlıklı yeni
ilişkiler deneyimleyebilmesi ve keşfedebilmesi için, yapılan manipülasyonlarla ve suçlamalarla
baş edebilmesi ve bunların ardından yaşamına devam edebilmesi oldukça önemlidir.
Seansların ardından, Bayan D.’nin sahte kendiliğinin, gerçek kendiliğinin ortaya çıkması
için ortam sağlamaya başladığı belirtilebilir. Bayan D. halen psikoterapi seanslarına devam
etmektedir çünkü sahte kendilik örgütlenmesi, daha sağlıklı bir gerçek kendilik aşamasına
dönüşebilir. Diğer aşamalarda, sahte kendiliği gerçek kendilik gibi özdeşleşmelerle yer
değiştirebilir. Daha da sağlıklı bir aşamada sahte kendiliği sadece kültürel beklentileri karşılamak
için ortaya çıkabilir. Daha sağlıklı aşamaları deneyimleyebilmesi için, Bayan D. erken dönem anne
bebek ilişkisinin geçiş nesnesi olan, kendisine kucaklayıcı çevre sunarak yeterince iyi bir anne
olan terapist figürüne ihtiyaç duymaktadır.
ISSN: 2148-4376
25
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 17-28
Ece Tathan
4. Sonuç
Bayan D., çevresindeki insanların kendisini reddedecekleri korkusuyla duygularını ve
düşüncelerini ifade edemeyen bir vakadır. Ayrıca ailesinden alamadığı ilgiyi çevresinden alma
ihtiyacı vardır. Duygularını ifade etme ya da ilgi ihtiyacını açıklama yerine, somatik yakınmalar
sergilemektedir. Bu davranış örüntüsü yeterince iyi anne olmayan bir anneyle olan erken dönem
anne-bebek ilişkisine dayanmaktadır ve kendisini cezalandıran babasıyla olan ilişkisiyle
pekiştirilmiştir. Başkalarının ihtiyaçlarına odaklanarak adapte oldukları ilişki örüntüleri sergileyen
hastaların tedavisinde, Winnicott’ın (1965) yeterince iyi anne olmayı, gerçek kendilik ve sahte
kendilik gelişimini vurguladığı kuramının, vakaların kavramsallaştırılmalarında, teşhislerinde ve
tedavilerinde yardımcı olan bir kuram olduğu düşünülmektedir. Winnicott’a göre gerçek kendiliğin
gelişimi için, duygusal ihtiyaçları karşılayan, destekleyici ve rahatlatıcı bir anne figürüne ihtiyaç
duyulmaktadır. Yeterince iyi anne figürünün narsisistik kaygıları yoktur böylece bebeğinin
çevresini keşfetmesini ve sağlıklı gelişimini destekler. Bu anne figürü, bebeğini dış dünyanın
tehlikelerine karşı korur, bebeğinin duygusal ve fiziksel ihtiyaçlarına özen gösterir. Yeterince iyi
anne ile bebeği arasındaki sağlıklı ilişki kucaklayıcı bir çevre ortamı sağlar. Kucaklayıcı çevre
sayesinde bebek gerçek kendiliğini geliştirirken kendi başına yaşayabilir, öznel tümgüçlülüğü
nesnel gerçeklikten ayırabilir ve kendisi ile diğerleri arasında sağlıklı bir sınır ortaya çıkarabilir.
Eğer anne yeterince iyi değilse ve kucaklayıcı bir çevre sağlayamıyorsa, sahte kendilik gelişerek
gerçek kendiliğin duygu ve düşüncelerine hükmeder. Sahte kendilik başkalarının düşüncelerine
boyun eğer, başkalarıyla olan ilişkileri sağlıksız bir yönde destekler. Sahte kendiliği olan
hastalarda, terapist yeterince iyi bir anne gibi hastasının gerçek kendilik duygularının ve
düşüncelerinin anlaşıldığını, kabul edildiğini sergileyebilmek için hastasını eleştirmemeli,
yönlendirmemeli ve yargıda bulunmamalıdır. Hastanın duygularına, düşüncelerine, arzu ve
isteklerine odaklanıldığında, hasta kucaklayıcı bir ortamda gerçek kendiliği üzerinden çevresi ile
iletişime geçebilir.
ISSN: 2148-4376
26
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 17-28
Ece Tathan
Kaynaklar
Allen, L. A., Wookfolk, R. L., Escobar, J. I., Gara, M. A., & Hamer, R. M. (2006). Cognitive
behavioral therapy for somatization disorder. Archives of Internal Medicine, 166, 1512—1518.
American Psychiatric Association. (2000). Diagnostic and statistical manual of mental
disorders (DSM-IV-TR). 4th ed. Washington, DC: American Psychiatric Association.
American Psychiatric Association (2013). Somatic symptom disorder. Retrieved September
23, 2013 from http://www.dsm5.org/Documents/Somatic%20Symptom%20Disorder%20Fact%20Sh eet.pdf
Bagby, R. M., Parker, J. D. A., & Taylor, G. J. (1994). The twenty item Toronto Alexithymia
Scale I. Item selection and cross validation of the factor structure. Journal of Psychosomatic
Research, 38, 23—32.
Chescheir, M. W. (1985). Some implications of Winnicott’s concept for clinical practice. Clinical
Social Work Journal, 13(3), 218—233.
de Waal, M. W., Arnold, I. A., Eekhof, J. A., & van Hemert, A.M. (2004). Somatoform disorders in
general practice: Prevalence, functional impairment and comorbidity with anxiety and depressive
disorders. British Journal of Psychiatry, 184, 470—476.
Hotopf, M., Wadsworth, M., & Wessely, S. (2001). Is “somatisation” a defense against the
acknowledgement of psychiatric disorder. Journal of Psychosomatic Research, 50, 119—124.
Kahn. E. M. (1986). The discovery of the true self – a case study. Clinical Social Work Journal,
14(4), 310—320.
Kroenke, K. (2007). Efficacy of treatment for somatoform disorders: A review of randomized
controlled trials. Psychosomatic Medicine, 69, 881—888.
Lane, R. D. & Schwarz, G. E. (1987). Levels of emotional awareness: A cognitive-developmental
theory and its application to psychopathology. American Journal of Psychiatry, 144, 133—143.
McWilliams, N. (2013). Psikanalitik tanı (Klinik süreç içinde kişilik yapısını anlamak). İstanbul:
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Mitchell, S. A. (2009). Psikanalizde ilişkisel kavramlar: Bir bütünleşme. İstanbul: İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Mitchell, S. A. & Black, M. J. (2012). Freud ve sonrası: Modern psikanalitik düşüncenin tarihi.
İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Oyama, O. (2007). Somatoform disorders. American Family Physician, 76, 1333—1338. Özmen,
E. & Sağduyu, A. (1997). Somatizasyon Bozukluğu. In C. Güleç & E. Köroğlu (Eds.), Psikiyatri
temel kitabı (pp. 527—533). Ankara: Hekimler Yayın Birliği.
PDM Task Force. (2006). Psychodynamic diagnostic manual. Silver Spring, MD: Alliance
of Psychoanalytic Organizations.
Rief, W., Hessel, A., & Braehler, E. (2001). Somatization symptoms and hypochondriacal
features in the general population. Psychosomatic Medicine, 63, 595—602.
Waller, E. & Scheidt, C. E. (2006). Somatoform disorder as disorders of affect regulation: A
development perspective. International Review of Psychiatry, 18(1), 13—24.
Winnicott, D. W. (1965). The maturational process and facilitating environment: Studies in
the theory of emotional development. New York: International Universities Press. Winnicott, D.
W. (2010). Oyun ve gerçeklik. İstanbul: Metis Yayınları.
ISSN: 2148-4376
27
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 17-28
Ece Tathan
Summary
A Review of Somatoform Disorders from the Perspective of Object Relations Theory of
Winnicott: A Case Study of Pain Disorder Patient
Pain disorder is under the category of somatoform disorders in the DSM-IV, and psychological
factors play an important role on the onset, severity, exacerbation, and maintenance of pain symptoms. According to classical psychoanalytic view, psychological problems of somatoform disorder
patients are converted into bodily symptoms; furthermore, somatic complaints can be a tool of an
alternative communication method. Cognitive developmental models emphasize the lower levels
of emotional awareness, undifferentiated emotional arousal, and deficits in emotion regulation.
Cognitive behavioral therapy, antidepressants, and psychodynamic therapy are found to be effective intervention methods in the treatment of somatoform disorders. The current article discusses
the basic theoretical and research basis of the somatoform disorders, reviews the Winnicott’s
object relation theory, and presents a case study of pain disorder patient in order to connect the
associations between research, theoretical basis and clinical practice.
Keywords: Somatoform disorders, pain disorder, Winnicott’s object relation theory
ISSN: 2148-4376
28
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 29-43
Yağmur Ar
Büyüklenmecilik ya da İncinebilirlik: Narsisistik
Kişilik Örgütlenmesinin Şema Terapi Yaklaşımı
Çerçevesinde Ele Alınması
Yağmur Ar
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Özet
Birçok araştırmacı ve klinisyen Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı-IV-R’nin
(DSM-IV-R) Narsisistik Kişilik Bozukluğu (NKB)’na olan yaklaşımını tanı kriterlerinin yalnızca
büyüklenmeci dışavuruma odaklandığı buna karşın bu psikopatolojinin temelindeki kırılgan temaların
varlığını görmezden geldiği gerekçesiyle eleştirmiştir. Çok yönlü bir tedavi yöntemi olarak Şema Terapi
(ŞT) de benzer bir bakış açısını benimsemiş ve narsisistik bireylerin büyüklenmeci davranışları altta
yatan acı verici duyguları engellemek için aşırı telafi stratejileri olarak sergilediklerini iddaa etmiştir.
Etkin tedavi yöntemlerine yön verebilmek için, ŞT yaklaşımı klinisyenlerin dikkatini hastalığın temelinde yatan Yalnız Çocuk moduna çekmiştir. Bu bağlamda, bu makale narsisistik kişilik örüntüsünün
hem kırılgan hem de büyüklenmeci temalarının ŞT bakış açısından bütünleştirildiği bir kavramsallaştırma sunmayı hedeflemiştir. Bu amaçla, klinik düzeyde olmayan narsisistik bir vakaya şema mod
yaklaşımı uygulanmış ve birbirini izleyerek değişen büyüklenmeci ve kırılgan temaların terapötik ilişki
üzerindeki etkileri tartışılmıştır.
Anahtar kelimeler: narsisizm, incinebilirlik, şema-mod yaklaşımı, terapi ilişkisi
ISSN: 2148-4376
29
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 29-43
Yağmur Ar
Büyüklenmecilik ya da İncinebilirlik: Narsisistik Kişilik Örgütlenmesinin Şema Terapi
Yaklaşımı Çerçevesinde Ele Alınması
Narsisistik Kişilik Bozukluğu (NKB), Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El
Kitabı-III’ün (DSM-III) 1980 yılında yayınlanmasından bu yana resmi bir ruhsal bozukluk olarak
kabul edilmektedir. Ancak tanı ölçütlerinin DSM’nin farklı versiyonlarında değişkenlik gösterdiği
dikkat çekmektedir. İlk olarak, DSM-III ve DSM-III-R’de öz-saygı kırılganlığı ve temeldeki
yetersizliği maskeleyen düşmanlık hisleri NKB tanısı için önemli tanı ölçütleri olarak belirtilmiştir
(South, Eaton, & Krueger, 2011). Öte yandan, DSM-IV-R, bu özellikleri NKB’yi paranoid ve
sınırda kişilik bozukluklarından ayrıştırmadıkları gerekçesiyle tanı ölçütlerine dahil etmemiştir ve
sadece bu psikopatolojideki büyüklenmeci kısma vurgu yapan bir kavramsallaştırma sunmuştur
(APA, 2000; South ve ark., 2011).
Birçok araştırmacı ve klinisyen DSM-IV-R’nin NKB’ye olan yaklaşımını tanı ölçütlerinin
hastalığın bütününde yer alan klinik özellikleri yakalamak için sınırlı olduğu gerekçesiyle sert bir
biçimde eleştirmektedir. Bu eleştirilerden biri, narsisistik bireylerin NKB’nin tanı ölçütlerinde yer
almayan bazı spesifik özellikleri göstermeleri üzerine temellenmiştir (Pincus & Roche, 2011;
Ronningtam, 2012; Russ, Shedler, Bradley, & Western, 2008; South, ve ark., 2011). Kişilerarası
incinebilirlik, tepkisellik, acı veren güvensizlik ve kişilerarası rekabet gibi tanı ölçütlerinde yer
almayan ancak narsisistik işleyişe özgü olduğu ileri sürülen özelliklerin varlığı son dönemlerde
klinik örneklemlerde tespit edilmektedir (Cain, Pincus, & Ansell, 2008 akt. Levy, 2012; Levy
2012; Pincus & Roche, 2011; Russ ve ark., 2008).
Gelişmekte olan alanyazın narsisizmin tek boyutlu bir yapı olup olmadığını ya da bu kişilik
işleyişinin farklı dışavurum şekillerinin varlığını araştırmaya başlamıştır. Bir çok araştırmacı ve
teorisyen NKB’nin en az iki alt tipi olduğuna dikkat çekmektedir (Pincus & Roche, 2011;
Ronningtam, 2012; Russ ve ark., 2008; South ve ark., 2011). İlk alt tip, büyüklenmeci ya da
‘kötücül’ narsisizm, DSM-IV-R’nin tanı kriterleri ile tutarlı olarak hak görme, benmerkezcilik,
kibir, empati yoksunluğu ve kişilerarası sömürücülük özellikleri ile betimlenmiştir. Buna karşılık,
ikinci alt tip olan ‘incinebilir ya da kırılgan’ narsisizm, diğerlerinin tepkilerine aşırı duyarlılık,
öz-saygı dalgalanmaları, yetersizlik hisleri ve psikolojik stres ile ilişkilendirilmiştir (Russ ve ark.,
2008; South ve ark., 2011). Her iki tipin de büyüklenmeci ve benmerkezci tutumlar sergilediği
vurgulanmasına karşın, hak görücülük, incinebilir ya da kırılgan narsisistler için altta yatan
yetersizlik duygularının aşırı telafi stratejisi olarak belirtilmiştir. Önerilen bu ayırım bugüne kadar
çeşitli çalışmalarda ampirik olarak da desteklenmiştir (Dickerson & Pincus, 2003 akt. Levy, 2012;
Hendin & Cheek, 1997 akt. Levy, 2012; Rose, 2002 akt. Levy, 2012; Wink, 1992 akt. Levy, 2012;
Russ ve ark., 2008; South ve ark., 2011). Fakat çağdaş araştırmacılar klinisyenleri
büyüklenmecilik ve incinebilirliği farklı alt kategoriler yerine birbiriyle ilişkili boyutlar olarak
değerlendirmeleri yönünde teşvik etmişlerdir. Bu yazarlar, narsisistik bireylerin özdenetim
süreçlerindeki sorunlar ve sürekli değişen kendilik algıları nedeniyle her an öfke, çaresizlik, düşük
kendilik değeri ve utanç duygusu yaşayabileceğini belirtmişlerdir (Levy, 2012; Pincus & Roche,
2011; Ronningtam, 2012). Narsisistik bireylerdeki büyüklenmecilik ve incinebilirlik temalarının
klinik ve klinik olmayan örneklemlerde eş zamanlı olarak görüldüğü rapor edilmiştir ve bu da
narsisistik kişilerin büyüklenmecilik ve incinebilirlik temalarındaki görece seviyeleri bazında
ISSN: 2148-4376
30
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 29-43
Yağmur Ar
farklılaşabileceklerini göstermiştir (Hibbard & Bunce, 1995 akt. Levy, 2012; Pincus, Ansell,
Pimentel, Cain, Wright, & Levy, 2009; akt. Levy 2012; Pincus & Roche, 2011; Ronningtam, 2012)
Uzun süreli kişilik problemleri için geliştirilmiş bir tedavi yöntemi olarak şema terapi (ŞT),
NKB’ye yukarıda sunulan bulgular ve klinik kanıtlara uyumlu bir yaklaşım önermektedir.
Özellikle, şema terapistleri DSM-IV-R’nin NKB için sunduğu tanı kriterlerini yalnızca
gözlemlenebilen aşırı telafi stratejilerini yansıttığı, buna karşın bu kişilik işleyişinin temelinde yer
aldığı düşünülen daha kırılgan temaları ihmal ettiği için eleştirmişlerdir (Rafaeli, Bernstein, &
Young, 2010; Young, Klosko, & Weishaar, 2003). Buna ek olarak, şema terapistleri DSM-IV-R
yaklaşımının terapistlerin narsisizm ile ilgili olumsuz bir görüşe sahip olmalarına neden
olabileceğini ve bunun da terapistleri pek çok narsisist hastanın ortak olarak paylaştığı duygusal
acı ve yalnızlığı anlamaktan uzaklaştıracağını iddia etmişlerdir (Young ve ark., 2003). Bu
bakımdan, bu makale NKB’ye ŞT yaklaşımı temelinde hem büyüklenmeci hem de incinebilir
temaların dikkate alındığı daha kapsamlı bir bakış açısı sunabilmeyi amaçlamıştır. Ayrıca, bu
özelliklerin terapötik ilişki üzerindeki spesifik etkileri şema ve mod terimleri ile tartışılmıştır. Bu
klinik yaklaşımı detaylandırmak ve netleştirmek amacı ile bir olgu örneği de sunulmuştur:
Bayan D. 38 yaşında, evli ve özel bir şirkette üst düzey yönetici olarak çalışan bir kadın hastadır. Bayan D.
eşi ve arkadaşları ile yaşadığı ilişkisel sorunlar nedeni ile daha öncesinde 2 ay süren bir psikoterapi hizmeti
aldığını, ancak psikiyatristini “aptal” bulduğu için süreç sonlanmadan tedaviyi bıraktığını belirmiştir. Bayan
D. psikiyatristinin bir yorumu kafasını karıştırdığı için tekrar psikolojik destek almak istediğini anlatmıştır.
Psikiyatristinin ifadeleri şunlardır: “İnsanları stres topu gibi kullanıyorsunuz, iyi hissetmek için üzerlerine
basmaktan çekinmiyorsunuz.“ Bayan D, ayrıca eşinin de kendisinin insanlara davranış şeklini eleştirdiğini,
şuan bir bebek yapmayı planladıklarını ve bu sebeple de eşinin psikoterapi alması yönünde baskı yaptığını
aktarmıştır.
Bayan D. ilişkilerinde istediğini alamamaya ve özel davranılmamaya tahammül edememektedir. Arzuladığı
şeyi elde etmek için “kitaptaki bütün hileleri” kullanmaktadır. “Mızmız” insanlara dayanamamaktadır ve bu
özellikleri “insan tabiatının zayıflıkları” olarak nitelendirmektedir. İlişkilerinde kendini üstün bir
pozisyonda görmektedir ve birçok arkadaşından daha “zeki, koordine ve ön görüşlü” olduğu için “özel” bir
pozisyonda olmayı hak ettiğine inanmaktadır. Hafife alındığını hissettiğinde daha güçlü ve üstün
hissedebilmek için diğer kişiyi aşağıladığını ve öfke patlamaları yaşadığını dile getirmiştir. Ayrıca, Bayan
D’nin ilgi ve onay kazanmak için rekabetçi bir şekilde davrandığı gözlemlenmiştir. Bayan D. arkadaşlarını
“güdülmesi gereken koyunlar” olarak tanımlamıştır. Bazen içinden bir ses “başkalarının hayatına karışmak
senin işin değil” dese de, dahil olmaktan kendini alamadığını, fakat olaylar bittikten sonra suçlu hissettiğini
belirtmiştir. Ayrıca, bazı arkadaşları “egoist ve bencil” davranışlarından bıktıkları için Bayan D.’ye uzak
davranmaya başlamışlardır. Bayan D. “biraz sert davrandığını” düşünse de, bu davranışlarının kendisini
özel ve üstün pozisyona koyan “akıllıca manevralar” olduğunu dile getirmiştir.
Tanı Tartışması
Bayan D.’nin kendilik büyüklenmeci davranışlarının belirli ilişkiler ile sınırlı olduğu
gözlemlenmiştir. Aslına bakılırsa, kendini yükseltici tavırlarının özellikle güçsüz ve çaresiz
hissedebileceği durumlarda aktive olduğu görülmektedir. Bayan D. ayrıca, seanslarda
büyüklenmeci tavırlarını tartışırken suçluluk hissettiğini sıklıkla dile getirmektedir ki bu da
büyüklenmeci davranışlarına yönelik belirli bir iç görüye sahip olduğunu düşündürmüştür. Bu
bakımdan, Bayan D.’nin mevcut şikâyetleri DSM-IV-R’ye göre NKB tanısı almak için yeterli
olarak değerlendirilmemiştir. Fakat, diğer bir çok insandan üstün olduğuna dair inancı, hak görücü
davranışları, sınırlı empati becerisi ve rekabet/kibir/düşmanlığı özgüvenini arttırmak için çeşitli
araçlar olarak kullanması terapisti vakanın narsisistik kişilik özelliklerine sahip olduğu sonucuna
ISSN: 2148-4376
31
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 29-43
Yağmur Ar
götürmüştür (APA, 2000). Bir çok yazar klinik düzeyde olmayan narsisizmin tanınmasını çeşitli
uyumsuz davranışlarla ilişkisinden dolayı gerekli gördüğü için (Miller & Campell, 2008; Vazire &
Funder, 2006; Young ve ark., 2003; Zegler-Hill & Bosser, 2013), Bayan D. vakasında NKB için
uygulanan bir tedavi yaklaşımının uygun olacağı sonucuna ulaşılmıştır.
Bayan D.’nin kişiler arası ilişkilerde eleştirildiği ya da engellendiği durumlarda öfkesini
kontrol etmekte zorlandığı ve karşı tarafı incitici davranışlar sergileyerek kendini iyi hissetmeye
çalıştığı gözlemlenmiştir. Diğerlerinden gelen geri bildirimlere toleransının düşük oluşu ve bu
geri bildirimleri kendiliğine yönelik bir tehdit olarak algılaması kişilik zemininde temelsiz bir
özgüven yapılanmasını akla getirmektedir. Bir diğer deyişle, Bayan D.’nin diğerlerine göstermeye
çalıştığı ‘güçlü ve bencil’ dış imajının altında özgüven eksikliği ve güvensizlik ile karakterize bir
kişilik örüntüsüne sahip olduğu izlenimi edinilmiştir. Bu bilgiler ışığında değerlendirildiğinde,
DSM-IV-R’de yer alan ve NKB’nin dışa vurumunda önemli rol oynadığı düşünülen büyüklenmeci
özelliklerin yanı sıra özgüven eksikliği, öfke patlamaları ve tutarsız kendilik algısı gibi narsisistik
işleyişe özgü kırılgan temalarında bu vakada bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bu nedenle
terapist, büyüklenmeci tavırların altında yer alan kırılganlık ve yalnızlığı bütünleyici bir bakış
açısı ile ele alan ŞT yaklaşımının söz konusu vakanın tedavisi için etkin bir yaklaşım olduğu
sonucuna varmıştır.
Narsisistik Kişilik Bozukluğu için ŞT Yaklaşımı
ŞT NKB tedavisi için moda dayalı bir yaklaşım benimsemektedir. Modlar “bir birey için o
an aktif olan şemalar, uyumsuz baş etme stratejileri ya da sağlıklı davranışlar kümesi” olarak
tanımlanmaktadır. ŞT, mod yaklaşımı ile değersizlik ve kusurluluk duygularının aşırı telafisinde
etkinleşen büyüklenmeci modu zayıflatmayı amaçlamaktadır. Sağlıklı Yetişkin moduna ek olarak,
üç uyumsuz mod NKB olan hastalar için klinik olarak tespit edilmiştir (Behary, 2012; Rafaeli ve
ark., 2010; Young, ve ark., 2003).
İlk mod Yalnız Çocuk modudur ve temel olarak duygusal yoksunluk ve kusurluluk/utanç
şemalarından meydana gelmektedir. Çocukken ailelerinin beklentilerini karşıladıkça var olabilen
bireyler, Yalnız Çocuk modundayken yalnız, yoksun, boş, aşağılık ve sevilemez hissetmektedirler
(Behary, 2012; Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Yalnız Çocuk modu tetiklendiğinde,
duygusal yoksunluk ve kusurluluk şemalarının yarattığı gerginlikten dolayı hastalar diğerleri ile
yakın ilişkiler kurmak konusunda ikircikli duygular deneyimlemektedirler. Karşılanmamış
duygusal ihtiyaçlarını tatmin etmek için samimiyet ve yakınlık arzulamalarına karşın, algılanan
kusurlarının ortaya çıkması korkusu ile diğerlerine çok yakın olmaktan rahatsızlık duyarlar (Young
ve ark., 2003). Yalnız Çocuk modu çoğunlukla bir onay kaynağı kaybedildiğinde (örneğin, önemli
diğerinden gelen bir eleştiri, bir ilişkinin sonlanması, iş arkadaşları ile yaşanan sorunlar) ya da
algılanan kusurlar ve güçsüzlükler açığa çıktığında tetiklenmektedir (Rafaeli ve ark., 2010; Young,
ve ark., 2003).
İkinci mod, Yalnız Çocuk’un hissettiği acı veren duyguları engellemek için aktive olan
istismarcı, hak gören, rekabetçi, büyüklenmeci ve düşmanca biçimlerde hareket eden
Büyüklenmeci Kendilik modudur. Bu otomatik mod temel olarak hak görme/büyüklenmecilik ve
yetersiz özdenetim/özdisiplin şemalarından oluşmaktadır. Bu moddayken hastalar, aşırı telafi edici
davranışlar sergilemekte (örneğin, küçümseyen bir tarz ile konuşmak, büyüklük taslamak,
başarıları hakkında övünmek), benmerkezci olmakta, ve başkalarının ihtiyaçları ve duyguları için
empati göstermemektedirler (Behary, 2012; Behary & Dieckmann, 2011; Rafaeli, ve ark., 2010;
Young ve ark., 2003). Narsisistik hastaların Büyüklenmeci Kendilik modundayken kullandıkları
baş etme tiplerinden biri saldırganlık ve düşmanlıktır. Bu baş etme stratejisini kullanan hastalar
duygusal ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamak (duygusal yoksunluk hissinin aşırı telafisi) ya da
ISSN: 2148-4376
32
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 29-43
Yağmur Ar
ilişkilerde üstünlük kazanmak (kusurluluk hissinin aşırı telafisi) için diğerlerine baskı uygularlar.
Büyüklenmeci Kendilik moduna özel bir diğer baş etme stratejisi üstünlük ve kendini aşırı ortaya
koymadır. Bu baş etme tipi durumlar üzerinde kontrol sağlamak ve yapay bir üstünlük maskesi
oluşturmak için zorbalık yapmaya, hükmetmeye ve diğerlerini aşağılamaya bir yatkınlık olarak
nitelendirilmektedir. Bu moddayken kullanılan son baş etme stratejisi ise manipülasyon ve sömürü
olarak belirtilmektedir. Bu baş etme stratejisini kullanan bireylerin kendi ihtiyaçlarını gidermek
için diğerlerinden faydalanır konuma geçtiği gözlemlenmektedir (Young ve ark., 2003).
Narsisistik hastaların yalnız ve ilgiden uzak kaldıklarında aktive olan son uyumsuz modları
ise Kopuk Yatıştırıcı Kendilik modudur. Bu moddayken, hastalar, yalnızlık ile tetiklenen
değersizlik ve boşluk hislerini engellemek amacı ile yatıştıracak ya da dikkat dağıtacak
faaliyetlerde (örneğin, işkoliklik, internette sörf yapma, kompulsif oyun oynama) bulunmayı tercih
etmektedirler (Behary, 2012; Young ve ark., 2003).
Narsisizmin Çocukluk Kökenleri
Birçok yazar klinik gözlemlere dayanarak narsisizmin kökenleri üzerine farklı teorik bakış
açıları önermiştir. Fakat bu zamana kadar, önerilen bu kökenleri doğrulayacak sınırlı ampirik
bulgu elde edilebilmiştir (Savage, 2011). Maddi olarak gereğinden fazla olanak sağlama, aşırı
özgürlük tanıma, kural koymama ve çocukların aileye hükmetmesine izin verme gibi tutumlarla
tanımlanan aşırı müsamaha narsisizm ile sonuçlanabilecek bir ebeveynlik tutumu olarak
önerilmiştir. Yetişkinler olarak bu çocuklar isteklerini başkaları için endişe duymaksızın
gerçekleştirmeye hakları olduğuna inanmaktadırlar (Behary, Young, & Siegel, 2013; Millon 1996
akt. Savage, 2011; Young ve ark., 2003). Klinik olmayan örneklemleri kullanan son dönem
çalışmalar bu ebeveynlik tutumunu, narsisistik yetişkinlerin çocukluklarında çok az sınır ve
kısıtlama yaşadıkları bulgusunu ortaya koyarak desteklemişlerdir (Capron, 2004 akt. Savage,
2011; Otway & Vignoles, 2006 akt. Savage, 2011). Diğer teorik bakış açıları ebeveyn ihmali,
kullanılmış olma tarihçesi ve koşullu onaylanmanın narsisistik kişilik gelişimine neden
olabileceğini ileri sürmüştür (Behary ve ark., 2013; Young ve ark., 2003). Bu yetişkinler
çocukluklarında ailelerinin ilgisizliği ve/ya soğukluğu nedeniyle genel olarak yalnız, yoksun ve
kayıp hissetmişlerdir. Fiziksel yakınlık ve yönlendirilme gibi ihtiyaçları yeteri kadar
karşılanmamıştır ve bunun sonucu olarak doğal ihtiyaçlarından utanç duymuşlardır. Öte yandan bu
çocuklar ailelerinin beklentilerini (örneğin, okulda çok başarılı bir öğrenci olmak) ve duygusal
ihtiyaçlarını (örneğin, vekil eş ya da ebeveyn olmak) karşıladıklarında tutarlı olmayan biçimlerde
değer görmüşlerdir (Behary ve ark., 2013; Young ve ark., 2003). Yakın dönem araştırmalar,
ebeveyn ihmali, kullanılmış olma tarihçesi ve koşullu onaylanmanın narsisizmin gelişimindeki
rolünü klinik olmayan örneklemlerde desteklemişlerdir (Horton, Bleau, & Drwecki, 2006 akt.
Savage, 2011; Thomas, Bushman, Orobia de Castro, & Stegge, 2009 akt. Savage, 2011; Otway &
Vignoles, 2006 akt. Savage, 2011). Duygusal ihmalin katkıda bulunan rolü ek olarak klinik
örneklemlerde de rapor edilmiştir (Johnson, Cohen, Chen, Kasen &, Brook, 2006).
Bayan D.’nin şimdiki problemlerinin çocukluk kökenlerine ilişkin klinik bulgular aşağıda
sunulmuştur. Devamında, belirgin modların yapıları ve işlevlerine yönelik bir tartışma ilgili toksik
çocukluk verileri kapsamında ele alınmıştır:
Bayan D. dört kardeşin yaşça en büyüğüdür. Bir çocuk olarak annesi tarafından “güçlü, parlak, yönetici,
bağımsız ve zeki” olarak nitelendirilmiştir. Ancak annesi, Bayan D.’nin belirli koşulları yerine getirdiği
durumlar haricinde duygusal ihtiyaçlarını karşılamak için yanında bulunmamıştır. Kendisini zayıf ve
korunmasız olarak etiketleyen anne, Bayan D.’nin kendisini (anneyi) babasının bencil ve dikkatsiz
davranışlarından korumasını talep etmiştir. Anne sürekli olarak “Ben zayıfım fakat sen güçlüsün. Babana
hükmedip onun davranışlarını kontrol edebilirsin” şeklinde ifadeler kullanmıştır. Annesi özellikle Bayan D.
ISSN: 2148-4376
33
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 29-43
Yağmur Ar
evdeki “efendi rolünü” başarılı oynadığı zamanlarda ona fiziksel yakınlık göstermiştir. Bayan D. annesinin
korunma ihtiyacının ve güç arayışının kendisinde aşırı sorumluluk algısı oluşturduğunu ve babasına olan
öfkesini arttırdığını ilerleyen seanslarda dile getirmiştir. Bayan D. annesi tarafından ‘kullanılmış’ olduğu
algısının ve buna bağlı olarak ortaya çıkan ancak bastırdığı öfke, üzüntü ve ezilmişlik gibi birçok
duygusunun farkına vardığını ifade etmiştir.
Şirket yöneticisi olan babası ise çoğu zaman evde bulunmamıştır ve çocuklarının duygusal ihtiyaçlarını
karşılamak konusunda çaba sarf etmemiştir. Bayan D. babasının kendisi ile ilgilenmeye çalıştığı
dönemlerde öfkelendiğini ve karşı atağa geçtiğini hatırladığını söylemiştir. Bayan D. bu durumu şu şekilde
tarif etmiştir: “Ben artık bir çocuk değildim (13-14 yaşlarında); kendi başıma yaşamaya alışmıştım ve kendi
kurallarımı oluşturmuştum.” Bayan D. ayrıca babasının tüm okul hayatı boyunca en iyi öğrenci olması için
baskı uyguladığını, sık sık “ortalama bir öğrenci olmak için fazla zekisin” gibi ifadeler kullandığını ve
düşük not aldığı zamanlarda kendisi ile haftalarca konuşmadığını anlatmıştır. Terapist bir çocuk olarak
duygusal ihtiyaçlarının karşılanıp karşılanmadığını sorguladığında, Bayan D. durumunu özetleyen şu
anısını seansa getirmiştir: “8 yaşındayken mahalledeki bir çocuk beni hırpalamıştı. Canım yanmıştı ve
korkmuştum. Babama durumu anlattığımda rahatsız olmuştu ve bana ‘Sen ondan her açıdan daha üstün bir
çocuksun. Git ve ona dersini ver’ demişti”. Bayan D. babasının bu tepkisi üzerine kendisini oldukça ‘yalnız’
hissettiğini ve ‘istememesine rağmen güçlenebilmek adına’ duygularını bastırmış olabileceğini dile
getirmiştir. Ayrıca, bugünkü bakış açısından çocukluğundaki bu yaşantıyı değerlendirdiğinde kendisine
‘acıdığını ve üzüldüğünü’ belirtmiş, ‘demek ki ben ilgilenilmeyi hak etmeyen bir çocuktum’ ifadesini
kullanmıştır.
Vakanın Erken Dönem Çocukluk Yaşantıları ve Mod Kavramı Çerçevesinde
Kavramsallaştırılması
Bayan D.’nin dominant, rekabetçi ve güçlü olmanın takdir edildiği bir aile ortamında
büyüdüğü görülmektedir. Onun ‘olgun ve parlak’ tavırlarının ebeveynlerinin duygusal ve pratik
ihtiyaçlarının tatminini sağladığı seanslarda ortaya çıkan önemli bir tema olmuştur. Bayan D.’nin
yalnızca vekil bakıcı rolünü oynadığı ve başarılı bir öğrenci olduğu zamanlarda takdir edildiği,
ancak ailesi tarafından koşulsuz kabul ve sevgi göremediği, bir diğer deyişle, belirli koşulları
sağlayamadığında da değer gördüğü bir aile ortamında büyümediği izlenimi edinilmiştir.
Narsisizmin gelişimsel kökenlerini inceleyen literatür bilgileri ışığında, Bayan D.’nin,
ebeveynlerinden başarısı ve gücü ile ilgili aldığı geri bildirimlerle şişirilmiş bir benlik algısı
oluşturduğu; öte yandan temelde sevgi ve ilgi alamamasına bağlı olarak düşük bir kendilik algısı
geliştirdiği düşünülmektedir. (Bushman ve ark., 2009; Tracy, Cheng, Robins, & Trzesniewski,
2009). Bu bağlamda, abartılmış kendilik imajının diğerlerinden üstün olduğuna inandığı, düşük
kendilik imajının ise Bayan D.’ye sevilemez, güçsüz ve kusurlu olduğunu hatırlattığı sonucuna
ulaşılmıştır.
Annenin diğer kardeşleri tercih eden tavrı, çocuğun aile ilişkilerinde aracı olarak
kullanılması ve babanın güçsüzlüğü cezalandıran tavrının Yalnız Çocuk modunun temelinde yer
alan kusurluluk/utanç, duygusal yoksunluk ve güvensizlik/suistimal edilme şemalarının
oluşumunu tetiklediği düşünülmektedir. Bu ihmal ile ilişkilendirilen acı verici duyguları
engellemek için, Bayan D.’nin yaşı ile uyumsuz denebilecek seviyede bir otonomi geliştirdiği ve
duygusal olarak kimseye bağımlı olmak istemediği gözlemlenmiştir (Young ve ark., 2003). Bunun
yanı sıra, kendiliğinin yoksun ve kusurlu taraflarını gizlemek ve büyüklenmeci kendilik algısını
geliştirmek amacıyla agresyon, manipülasyon ve rekabetçilik ile belirginleşen bir üstünlük
maskesi oluşturduğu sonucuna ulaşılmıştır (örn; Bushman ve ark., 2009, Kealy & Ogrodniczuk,
2011). Dışarıdan yüksek özgüvene sahip olduğu düşünülmesine karşın, narsisistik özelliklere sahip
birçok birey gibi Bayan D.’nin de eleştiriye, ilgi kaybına ve aşağılanmaya karşı aşırı tetikte olduğu
gözlemlenmiştir (Besses & Priel, 2010; Horton &Sedikides, 2009). Ayrıca, yalnız çocuğun
ISSN: 2148-4376
34
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 29-43
Yağmur Ar
kusurlarının ortaya çıkmaması ve duygusal ihtiyaçlarının karşılandığından emin olmak için,
talepkar, düşmanca, manipülatif ve rekabetçi davranarak kendilik büyüklenmeci tavrını
sürdürdüğü düşünülmektedir (Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003).
Her ne kadar büyüklenmeciliği kusurluluk ve duygusal yoksunluk şemalarının aşırı telafisi
olarak gelişmiş olsa da, ailenin fazlasıyla özgürlük tanıyan tutumlarının da Kendilik
Büyüklenmeci modun temelinde yer alan hak görme ve yetersiz özdenetim şemalarının oluşumunu
tetkilediği sonucuna ulaşılmıştır (Behary ve ark., 2013; Young ve ark., 2003). Bayan D.
ilişkilerinde karşılıklılık ilkesini izlememektedir ve diğerlerinin uyduğu kurallara uymak zorunda
olmadığına inandığını pek çok kez dile getirmiştir (Behary, 2012; Young ve ark., 2003).
Psikoterapi Uygulamaları
Narsisistik kişiler büyüklenmeci benlik imajlarını devam ettirebilmek için aşırı telafi
stratejilerini fazlaca kullanırlar. Bu nedenle, incinebilir ve yalnız taraflarını kendilerine ve
diğerlerine – terapistleri de dahil – göstermezler (Behary ve ark., 2013; Rafaeli ve ark., 2010;
Young ve ark., 2003). Narsisistik özellikler gösteren pek çok hasta gibi, Bayan D. de benmerkezci
davranışlarının sonucu olarak bazı onay kaynaklarının (örneğin, arkadaşlarının uzaklaşması)
kaybından dolayı tedaviye başlamıştır (Young ve ark., 2003). Buna rağmen, başvuru problemlerini
tarif ederken oldukça ilgisiz bir tutum sergilediği gözlemlenmiştir. Arkadaşlarının
uzaklaşmasından duyduğu korku ve rahatsızlığı vurgulamak yerine, Bayan D. diğerlerini suçlar
pozisyona sıklıkla geçmiş ya da zekası hakkında övünmeyi tercih etmiştir. Bu bilgilerle tutarlı
olarak, Young Şema Ölçeği’nden elde edilen skorlar sadece büyüklenmecilik, yetersiz özdenetim
ve yüksek standartlar şemalarının varlığına işaret ederek aşırı telafi stratejilerinin seanslar içindeki
fazlaca kullanımını doğrulamıştır. Çoğu narsisist hasta, büyüklenmeci tutumuna dair düşük iç
görüsü nedeniyle terapiyi erken bırakma eğiliminde olduğu için, terapist ilk olarak hastanın
benmerkezci davranışlarının yıkıcı sonuçları hakkındaki (örneğin, yalnızlık, onay/ilgi kaybı)
farkındalığını arttırmaya çalışmıştır (Behary & Dieckmann, 2011; Rafaeli ve ark., 2010; Young ve
ark., 2003). Ancak terapist, büyüklenmeci tutumlara maruz kalan kişilerin savunucusu olmaktan
kaçınmış, bunun yerine hastanın aksi takdirde yaşayacağı duygusal ve pratik yükleri vurgulamaya
çalışmıştır.
NKB hastalarının tedavisinde ŞT’nin temel amacı altta yatan kırılganlıkların görünür hale
getirilmesi ve Büyüklenmeci Kendilik ve Kopuk Yatıştırıcı Kendilik modlarının gücünün
zayıflatılmasıdır (Young ve ark., 2003). En temelde terapistler bu psikopatolojinin özünde yer alan
Yalnız Çocuk’u duygusal olarak hissetmeli ve ona yeniden ebeveynlik yapmalıdırlar. Fakat,
Büyüklenmeci Kendilik modunun otomatik işleyişinden dolayı Yalnız Çocuk terapinin başlangıç
aşamalarında nadir olarak kendini gösterir (Behary, & Dieckmann, 2012; Rafaeli ve ark., 2010;
Young ve ark., 2003). Bu nedenle, terapistlerin Büyüklenmeci Kendilik tutumlarını aktive eden
yaygın temaları detaylandırması önerilmektedir ki bu temaların incinebilirlik temalarının içeriği ile
ilgili de ipucu sağlayacağı vurgulanmıştır (Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003).
Bayan D. diğerleri ile olan ilişkilerini bir “efendi-köle” ilişkisi üzerinden tanımlamış, bu
etkileşim dahilinde kölelerinin ‘cazip’ davranışlarını ödüllendirdiğini, fakat istenmeyen
davranışlarını cezalandırdığını ifade etmiştir. Çoğunlukla kendi bakış açısını diğerlerine “akıllıca
manevralarla” dayattığını ve bunun sonrasında bir “zafer” hissi sağladığını aktarmıştır. “Köleleri”
zekası ve başarısı nedeniyle ona hayranlık gösterdiklerinde özel ve güçlü hissetmektedir. Fakat
“kölelerinden biri” onun istekleri doğrultusunda hareket etmediğinde ya da onun otoriter tavrına
ilişkin “kendine güvenli” bir yorum yaptığında, Bayan D. aşırı derecede öfkelenmektedir ve tekrar
üstün hissedebilmek için diğer kişiyi aşağılamaya başlamaktadır. Bu gibi durumlarda, diğerlerini
değersizleştirmek için karşı tarafı nesneleştiren atıflar kullanmaktadır (örn; ezik, zavallı) ve bu
ISSN: 2148-4376
35
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 29-43
Yağmur Ar
yolla, diğerlerinin azalan öz saygıları üzerinde kendi öz saygısını yükselmektedir.
Üstün olanın psikolojisini detaylandırdıktan sonraki adım aşağılık pozisyonda olanın
psikolojisini anlamak olarak belirlenmiştir. Bayan D.’nin aslında diğerlerinin pozisyonunu
düşünmek konusunda isteksiz olduğu ve bu kişilerin ruh hallerini anlamasını engelleyen tutumlar
sergilediği gözlemlenmiştir (örn; “Ben onların annesi değilim”; “Benim hareketlerim onları
yıkmayacaktır”). Bu noktada terapist en temel haliyle Büyüklenmeci Kendilik modunu tanıtmıştır,
ve bu modun işlevlerine dair farkındalığı empatik yüzleştirme ve sokratik sorgulama yoluyla
arttırmayı denemiştir (Behary, & Dieckmann, 2012; Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003).
Bayan D. bahsedilen yakınlık engelleyici cümleleri büyüklenmeci tutumları ile ilgili suçluluk
duymamak için sarf ettiğini (Lock, 2009 akt. Busman & Thomaes, 2011) ve bu sayede saldırgan
tavırlarını kendine güvenli bir şekilde devam ettirebildiğini fark etmiştir (örn; Čehajićc, Brown, &
González, 2009 akt. Bushman & Thomaes, 2011). Fakat aynı zamanda bu manevralarının
bedelinin uzun zamandır arzuladığı yakın ilişkileri kuramamak olduğunu anlamıştır. Nesneleştiren
atıflarının varlığının ve fonksiyonlarının bir dereceye kadar farkına vararak, Bayan D. Kendilik
Büyüklenmeci modu için bir isim oluşturmuştur: “Acımasız Bayan D”.
ŞT’ye göre, NKB olan hastalar kendi şemalarının aktive olmasıyla tetiklenen duyguları
diğerlerine yaşatmaya çalışmaktadırlar (Young ve ark., 2003). Bu nedenle, diğer kişinin
değersizleştirme, rekabet, aşağılama ve kibirlilik ile ne hissettirildiğini anlamaya çalışmak
hastaların kendi otantik duyguları ile ilgili de ipucu sağlamaktadır (Behary ve ark., 2013; Young
ve ark., 2003). Örneğin, Bayan D. arkadaşlarının aşağılık ve güçsüz hissetmesini istediğini
böylece kendisini önemli, güçlü ve güvende hissettiğini kabul etmiştir. Ayrıca, “güçsüz diğerleri”
kendisine karşı çıktığında önemsenmemiş ve aşağılanmış hissettiğini eklemiştir. Aslında Bayan D.
aşağılanmış, güçsüz ve önemsenmemiş hissetmemek için diğerlerinin aşağılanmış, güçsüz ve
önemsenmemiş hissetmesini sağlamaktadır. Dikkati aşağı ve üstün olanın hislerindeki benzerliğe
çektikten sonra terapist; güçsüz, sıradan ve aşağılanmış olmanın anlamlarını araştırmaya devam
etmiştir.
Bayan D. yakın ilişkilerinde sıkça gözlemlenen incinmişlik temalarını çocukluk
deneyimleri ile ilişkilendirmek konusunda oldukça isteksiz davranmıştır. Böyle zamanlarda
terapist mevcut şikayetleri terapiye olan motivasyonu arttırmak için kullanmış (leverage), ve
empatik yüzleştirme tekniğinden faydalanmıştır (Behary, 2012; Young ve ark., 2003). Bir diğer
deyişle terapist, Büyüklenmeci Kendilik modunu tetikleyen nedenleri (örneğin, kendini tehlikeler
karşısında korumak, diğerlerinin önünde önemli hissedebilmek, kontrolde hissetme ihtiyacı)
empatik bir şekilde anladığını hissettirmiş, fakat aynı zamanda bu modun hastanın duygusal
ihtiyaçları üzerindeki yıkıcı etkilerini ele almıştır (Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003).
Terapist ayrıca her durumda üstün ve güçlü olmak zorunda olmanın getireceği yükü vurgulamış ve
bu yükü terapötik ilişki aracılığıyla paylaşmayı önermiştir. Akılcılaştırmayı ve Büyüklenmeci
Kendilik moduna geçişi engelleyebilmek için terapist, Yalnız Çocuk modunu ŞT yaklaşımının
önerdiği şekilde tanıtmış (Behary, 2012; Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003), sorularını
Yalnız Çocuk metaforik olarak seansta yer alıyormuşçasına sormuş ve bu çocuğun karşılanmayan
erken dönem ihtiyaçlarını empatik yüzleştirme yoluyla vurgulamıştır.
Pek çok seansta gerçekleştirilen ortak sorgulamalar vasıtasıyla, terapist ve hasta modların,
özellikle Yalnız Çocuk modunun, erken dönem kökenlerini keşfetmişlerdir (Young ve ark., 2003).
Bayan D. bir çocuk olarak umutsuzca yoksun olduğunun ve ailesi ihtiyaç duyduğunda yardım
sağlamayacağı için kendi ayakları üzerinde durmak zorunda olduğunun farkına varmıştır. Erken
çocukluk dönemi boyunca bir yetişkin gibi davranmak ve onay kazanabilmek için başarılı ve
güçlü olmak zorunda kaldığını fark etmiştir. Ebeveynlerinin kendisine fazlasıyla özgürlük tanımış
olmalarının denetimsiz olduğu ve ihmal edildiği anlamına geldiğini anladığı seanslarda Bayan D.
oldukça kırılganlaşmıştır. Bu seanslarda terapist ŞT yaklaşımın önerdiği üzere Yalnız Çocuk’un
ISSN: 2148-4376
36
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 29-43
Yağmur Ar
yaşadığı acı ile bağ kurmaya çalışmış ve bu çocuğun yaşadığı yalnızlık ve boşluk duygularını
detaylı bir şekilde ifade edebilmesi için olanak sağlamıştır (Young ve ark., 2003). Bayan D.’nin
ebeveynlerinin ihmali için kendisini suçlama eğilimi nedeniyle, terapist Sağlıklı Yetişkin modunu
terapötik ilişki vasıtasıyla modellemiş, kırılgan tarafa koruma sağlamış ve algılanan kusurları
“doğal insan ihtiyaçları” olarak yeniden çerçevelendirmiştir (Behary, 2012; Rafaeli ve ark., 2010;
Young ve ark., 2003).
Yalnız Çocuk’un acısını anladıktan sonra, duygusal olarak Büyüklenmeci Kendilik
modunda bulunma hali işbirliği içinde araştırılmış ve tartışılmıştır. Bayan D. kusurluluk ve
duygusal yoksunluk şemalarının annesi gibi güçsüz ya da çocukluğunda kendisinin olduğu gibi
çaresiz biri ile karşılaştığında tetiklendiğinin farkına varmıştır. Tekrar çaresiz ve aşağılık hale
gelmemek ve kendisini diğerlerinin “sinsi” zekasından korumak için Büyüklenmeci Kendilik
modunun tetiklendiğini ve bu moddayken insanları, tıpkı çocukluğunda annesinin kendisine
hükmettiği gibi, hükmetmeye çalıştığının farkına varmıştır. Büyüklenmeci tavırların koruyucu
işlevlerine yönelik farkındalık arttırıldıktan sonra, terapist izleyen seanslarda özellikle mod
çalışmasından faydalanmıştır. Bu seanslarda, yalnız taraf kendi kırılganlıklarını ifade etmesi ve
arkadaşlarına gösterdiği fakat ailesine ifade edemediği öfkesini ortaya çıkarması için
desteklenmiştir (Young ve ark., 2003). Bunun yanı sıra, Büyüklenmeci Kendilik modunun
yalnızlık, doğal eğilimlerin üstün olmak uğruna feda edilmesi ve samimiyetin nihai kaybı gibi
olumsuz etkileri empatik yüzleştirme ve sokratik sorgulama yoluyla detaylandırılmıştır (Rafaeli
ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Aslında terapist, tutarlı bir biçimde büyüklenmeci tutumların
nedenleri için sahici bir anlayış sunmuş aynı zamanda bu tutumların hastanın kendisi ve diğerleri
üzerindeki yıkıcı etkilerini sınır koyarak vurgulamaya çalışmıştır (Young ve ark., 2003). Ayrıca,
hastanın kendisi ve diğerleri hakkındaki kutuplaşmış algıları (örn; Yalnız Çocuk modunda aşağılık
hissetmek ya da Büyüklenmeci Kendilik modunda üstün hissetmek) ikili düşünce hatası formunda
tartışılmış, her bir farklı kutbun anlamı araştırılmış, işlevsel olmayan inanışları
doğrulayan/yanlışlayan kanıtlar değerlendirilmiş ve daha az aşırı tanımlamalar iş birliği içerisinde
bir dereceye kadar oluşturulmuştur.
Terapötik İlişki için Uygulamalar
Şema terapistleri terapötik olayları çoğunlukla şema ve mod terimleri ile ifade etmekte, ve
anbean gerçekleşen bu deneyimleri daha geniş kişiler arası örüntüleri anlamak için fırsatlar olarak
değerlendirmektedir (Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Bu terapistler şema değişimi
için özellikle iki ilişkisel tekniği benimsemişlerdir. İlk teknik sınırlı yeniden ebeveynliktir ve
hastaların karşılanmamış duygusal ihtiyaçlarını terapötik ilişkinin sınırları dahilinde gidermeyi
kapsamaktadır. Bir diğer deyişle, terapistler hastaların aileleri tarafından örselenmiş duygusal
ihtiyaçları için “kısmı bir panzehir” sağlamaya çalışmaktadır (Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark.,
2003). ŞT’ye özgü ikinci ilişkisel teknik ise empatik yüzleştirmedir. Bu teknik şema
devamlılığının nedenleri için sahici bir anlayış sağlamayı ve eş zamanlı olarak uyumsuz
davranışların sonuçlarını anlamayı kapsamaktadır (Rafaeli ve ark., 2010). Yani terapist empati ve
yüzleştirme arasında gerçeklik testini mümkün kılabilmek için bir denge kurmaya çalışmaktadır
(Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003).
Er ya da geç narsisistik hastalar terapistleri ile terapi dışı ilişkilerindeki kişilerle etkileşime
girdikleri şekilde iletişime girmeye başlamaktadırlar (Behary ve ark., 2013; Young ve ark., 2003).
Bu hastalar özlerinde kusurlu ve aşağılık hissettikleri için kırılganlıkları ele alındığında utançla
dolmakta ve kendilerinden şüphe etmektedirler. Bu nedenle, büyüklenmeciliği destekleyen
davranışlar algılanan kusurları telafi edebilmek için seanslarda sıkça ortaya çıkabilmektedir
(Bender, 2005; Nicolo, Carcione, Semerari, & Dimaggio, 2007; Ronningstam, 2012). Örneğin,
ISSN: 2148-4376
37
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 29-43
Yağmur Ar
Bayan D. annesi tarafından manipüle edilmesine ilişkin duygularının ele alındığı seanslarda
küçümseyen bir tarz ile sert ve ani çıkışlar yapmıştır. Bu seanslardan birinde, öfkeli bir ses tonu ile
şunu söylemiştir: “Yine aptalca bağlantılar kurmaya başladınız!”. Bu gibi zamanlarda, terapist
düşmanca bir tutumun seans içindeki ani oluşumunun altta yatan bir incinmişliği işaret ettiğinin
bilincinde kalmak için çaba sarf etmiştir. Bu alçaltıcı davranışın içeriğine saplanmak yerine,
terapist, kritik bir çocukluk yaşantısı tartışılırken hastanın düşmanca bir tutum sergilemesi
sürecine odaklanılmaya çalışılmıştır (Young ve ark., 2003). Bayan D. başta bu sorunu
ayrıntılandırmayı reddettiği için, terapist empatik bir şekilde “annesinin ihmali ile ilişkili acı veren
duyguların kendisini kırılgan, güvensiz ve korunmasız hissetmesine neden olmuş olabileceği”
durumunu çeşitli seanslarda gündemlemeye çalışmıştır (Behary & Dieckmann, 2008; Young ve
ark., 2003). Terapistin güçsüz ve kırılgan taraflarını anlaması ve normalleştirmesinin ardından
Bayan D. çoğu zaman Yalnız Çocuk moduna geçebilmiştir ki bu pozisyon ailesi tarafından
güçsüzlük olarak addedilmiştir. Bayan D. annesinin ihmali ile yüzleşmemek ve kusurları açığa
çıktığı için utanç duymamak adına terapiste karşı büyüklenmeci tavırlar sergilediğinin süreç
içerisinde farkına varmıştır. Bayan D.’nin acısını anlayıp kabul ettikten sonra terapist,
burada-ve-şimdi olan terapötik örnekleri terapi dışı durumlar ile ilişkilendirmiş, ve Kendilik
Büyüklenmeci modun yıkıcı etkilerini empatik yüzleştirme yolu ile vurgulamaya çalışmıştır
(Behary & Dieckmann, 2011; Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Bayan D. düşmanca
tavırlar sergileyerek kendini korumaya çalışırken diğerlerinin hislerini algılayamadığının ve bunun
sonucunda diğerlerinin kendisinden uzaklaşarak gerçek ihtiyaçlarını anlamadıklarının farkına
varmıştır.
Üstünlük sağlama çabası narsisistik bireylerde Kendilik Büyüklenmeci modun tedavi
odasındaki başka bir dışavurumudur (Behary ve ark., 2013; Young ve ark., 2003). Örneğin,
algılanan kusurlarının ele alındığı seanslardan sonra Bayan D. ya küçümseyen bir tavır
sergilemiştir (örneğin, “Bravo! Bugün dersinize çok iyi çalışmışsınız) ya da terapistin yeterliliği ve
kişisel hayatı ile ilgili sorular sormuştur. Terapist bu hak gören ve sınırları zorlayan davranışlar her
gerçekleştiğinde belirtmiş ve bu davranışları tetikleyen temeldeki duyguları araştırmıştır. Bayan D.
bazen terapi odasında korkunç bir şekilde “güçsüz ve aşağılık” hissettiğini ve terapisti
değersizleştirmeyi arzuladığını belirtmiştir. Ayrıca, seanslar sırasında güçsüz hissettiği için üstün
tarafının terapiyi bırakmasını söylediğini itiraf etmiştir. Bu bağlamda, birbirini izleyen
büyüklenmeci ve incinebilir temalar ilk olarak mod kavramı ile kavramsallaştırılmıştır. Daha da
önemlisi, Yalnız Çocuk modu ve Büyüklenmeci Kendilik modu ile ilişkilendirilen aşağılık ve
üstün olma hisleri anbean gerçekleşen terapötik örnekler üzerinden yaşantısal olarak
değerlendirilmiştir (Behary, 2012; Behary & Diekmann, 2011; Young ve ark., 2003). Bayan D.,
ailesinin dikte ettiği gibi, üstün pozisyonda kalmayı ihtiyaçlarından vazgeçmek pahasına hayati bir
mesele olarak konumlandırdığının farkına varmıştır. Ayrıca, terapist kendisinin kusurlarını ele
aldıkça büyüklenmeci kendilik algısını koruyabilmek için terapistin kusurlarını bulmaya çalıştığını
dile getirmiştir (Behary & Dieckmann, 2011; Young ve ark., 2003). Terapist bu menavralara karşı
saldırı ve rekabet yerine empati ve anlayış ile cevap verdikçe (Young ve ark., 2003), Bayan D.’nin
kusurluluk şeması ile ilişkin duygularını daha kolaylıkla tolere edebildiği gözlemlenmiştir.
Narsisistik özellikler gösteren hastalar özel olmayı sevilmek ile eş değer tutmaktadırlar.
Diğerleri özel şekillerde davrandığı müddetçe değer verilmiş ve ilgilenilmiş hissetmektedirler
(Behary ve ark., 2013; Young ve ark., 2003). Örneğin, Bayan D. bir süre boyunca sıklıkla
seanslarını iptal etmiştir. Bir seansta terapistin yeni bir randevu ayarlamak için çaba göstermesinin
kendisini “özel ve hoşnut” hissettirdiğini dile getirmiştir. Buna ek olarak, Bayan D. özel ve karışık
bir vaka olup olmadığına dair detaylı sorular sormuştur. Ailesinin duygusal açıdan mahrum
bırakan tutumları nedeniyle, Bayan D.’nin diğerleri tarafından, terapist de dahil, koşulsuz olarak
sevilmeyeceğine, bakılmayacağına ve kabullenilmeyeceğine inandığı açıktır. Aksine, duygusal
ISSN: 2148-4376
38
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 29-43
Yağmur Ar
ihtiyaçlarının karşılanacağından emin olmak için bir şekilde özel olması gerekmektedir (Young ve
ark., 2003). Bu bağlamda terapist Bayan D.’nin dikkatini koşulsuz olumlu saygıya dair temel
inançlarına çekmiş, ve duygusal yoksunluk ve kusurluluk şemalarının olası kökenlerini
araştırmıştır. Bayan D. talepkar davranarak ve diğerlerinin sınırlarını zorlayarak değer verildiğini
kanıtlamaya çalıştığını fark etmiştir. Bu noktada, sevilmek ve kabul görmek için büyüklenmeci
davranmadığı ilişkilerin özellikleri tartışılmış ve bu ilişkiler kendisine has bir şekilde özel
olduğunun kanıtı olarak kullanılmıştır. Ayrıca, diğerlerinin sevgi ve bakım için mevcut
bulunmayacağına dair köklü inancı nedeniyle, terapist terapötik ilişkinin sınırları dahilinde ilgili
ve önem veren bir tutum sergilemeye çalışmıştır (Young ve ark., 2003). Terapist duygusal
yoksunluk şeması için yeniden ebeveynlik yaparken, ailenin tavrının tersine, büyüklenmeciliği
destekleyen özellikleri (örneğin, olağanüstü zekası ve hükmeden tavırları) pekiştirmekten
kaçınmış bunun yerine hastanın incinmiş taraflarını paylaşmak için harcadığı kayda değer çabayı
desteklemiştir (Behary ve ark., 2013; Young ve ark., 2003). Buna ek olarak terapist hastanın sınav
tarihlerini ve kendisi için önemli olan görüşmelerini takip ederek duygusal dahil oluşunu
göstermeye çabalamıştır.
NKB olan hastalar kusurluluk şemalarını telafi edebilmek için sevgi nesnelerini idealize
etme eğilimi göstermektedirler (Young ve ark., 2003). Onlar, yakın diğerlerini kusursuz olarak
algılamak istemektedirler çünkü böyle “mükemmel” bir figürden ilgi ve onay almak kendi öz
değerlerini yükseltmektedir. Ancak eş zamanlı olarak idealize edilen sevgi nesnesinin her
eksikliğini tespit etmek için tetiktedirler çünkü bu kişinin her kusuru kendi kusurluluk hislerini
harekete geçirmektedir (Behary ve ark., 2013; Young ve ark., 2003). Kusurluluk hislerini
uzaklaştırmak ve kendi özsaygılarını arttırmak için idealize edilmiş kişinin güçsüzlüklerini
eleştirmektedirler (Young ve ark., 2003). Tedavinin erken aşamalarında Bayan D. güçlü ve akıllı
olduğu için terapiste hayranlık duyduğunu açıkça dile getirmiştir. “Mükemmel terapist”
olabilmeye ilişkin idealinden dolayı bu övgüler terapistin yüksek stardartlar şemasını
pekiştirmiştir. Oysaki bir süre sonra Bayan D. terapisti değersizleştirmeye başlamıştır ki bu da
terapistin engellenmiş hissetmesine neden olmuştur. Daha başarılı bir terapist olabilmek için
rekabet etmenin yalnızca Bayan D.’nin üstünlük hissini pekiştireceğini süpervizyonlar sayesinde
fark eden terapist, idealizasyon-değersizleştirme döngüsünü açıkça paylaşmış, hastanın
“mükemmel bir terapiste” ihtiyaç duymasının nedenlerini ve benzer bir örüntü sergilediği diğer
ilişkilerini araştırmıştır. Bayan D. başkasının kusurlarının çocukluğunda hissettiği çaresizlik ve
güçsüzlük hislerini tetiklediğini, ve diğerlerinin kusurlarını cezalandırarak kendini güçlü ve üstün
hissetmeye çalıştığını mod diyalogları ve empatik yüzleştirme ile fark etmiştir. Algılanan kusurlar
doğal insan eğilimleri olarak normalleştirildikten sonra, kutuplaşmış özelliklerin (mükemmel ya
da hiç olmak) çocukluk kökenleri, her kutbun ayrı ayrı anlamı ve işlevselliği yaşantısal ve bilişsel
olarak araştırılmıştır (Young ve ark., 2003). Ayrıca, daha az kutuplaşmış tanımlar işbirlikçi bir
şekilde oluşturulmaya çalışılmıştır (Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003).
Terapistin Şemaları
ŞT terapötik ilişkiyi sadece hastanın değil aynı zamanda terapistin de şema aktivasyonu
yaşayabileceği dinamik bir süreç olarak görmektedir. Terapistler de acı veren yaşam öykülerine
sahip oldukları için yeniden ebeveynlik stratejileriyle çatışacak şekillerde tepkiler
verebilmektedirler (Rafaeli ve ark., 2010). Bu sebeple, şema terapistlerinin kendi uyumsuz şema
ve baş etme stratejilerini terapötik süreç boyunca gözlemlenmesi beklenmektedir (Perris, Fretwell,
& Shaw, 2012, Rafaeli ve ark., 2010; Vreeswijk & Broersen, 2012; Young ve ark., 2003).
Narsisistik hastalar bir terapisti kolayca sinirlendirebilecek en zor hasta gruplarından biri
olarak kabul edilmişlerdir (Behary & Dieckmann, 2011). Terapiyi kusurlarının açığa çıkacağı
ISSN: 2148-4376
39
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 29-43
Yağmur Ar
potansiyel bir aşağılanma yeri olarak gördükleri için terapistlerine küçük düşürücü ve kışkırtıcı
şekillerde davranarak üstünlüklerini kanıtlamaya çalışabilmektedirler. Sonuç olarak, büyüklenmeci
tutumları terapistin kendi şemalarının aktivasyonunu tetikleyebilmektedir (Behary, 2012; Behary
& Dieckmann, 2011; Leahy, 2007). Örneğin, Bayan D. kusurluluk ve duygusal yoksunluk şemaları
tetiklendiğinde terapiste öfkeli şekillerde tepki vermiştir. Başlangıçta terapist kendi stresi ile başa
çıkabilmek için Bayan D.’nin öfkesine değinmeden başka bir konuya atlama eğilimi göstermiştir.
Süpervizyonlar sırasında terapistin kendi terk edilme şemasına bağlı olarak hastanın öfkesini
görmezden geldiği ve ele almadığı ortaya çıkmıştır. Hastanın öfkeli ve büyüklenmeci tarzının
terapisti duygusal olarak zorladığı, bu nedenle de hastanın öfkesinden kaçınma çabası içinde
olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Fakat terapistin kaçınmacı davranışı hastanın yapay üstünlük hissini
devam ettirmesine neden olmuştur ki bu da hastanın diğerleri ile karşılıklı ve samimi ilişkiler
kurmasını engellemektedir. Kendi Sağlıklı Yetişkin modu ve destekleyici süpervizyon ortamı
sayesinde terapist, kaçınmacı tepkisini Bayan D.’nin diğer insanlarda uyandırdığı duyguları
anlamak için zengin bir kaynak olarak görmüştür (Mardon, van Genderen, & Behary, 2012;
Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Sonrasında terapist yargılayıcı olmayan fakat
araştırmacı bir tarz ile hastayı Büyüklenmeci Kendilik modu ile yüzleştirmiş, ve beraberce bu tarz
bir olayın hem hasta hem de diğerleri üzerindeki etkilerini araştırmışlardır. Aslında bu hem hasta
hem de terapist için düzeltici duygusal bir deneyim olmuştur. Hasta “kendi incinmişliklerinin
koşulsuzca kabul gördüğünü ve ilgilenildiğini” fark ederken, terapist “öfkenin ele alınabileceğini”
anlamıştır. Ayrıca rekabetçi ya da kendini feda edici olmayarak terapist Sağlıklı Yetişkin modunu
hasta için modellemiş ve üstü kapalı bir şekilde “Seni olduğun gibi kabul ediyorum. Kendini
saklamana gerek yok. İlişkimizdeki eksikliklerle duyarlı ve karşılıklı bir biçimde baş edebiliriz”
mesajını vermeye çalışmıştır.
Son Yorumlar
Bu makale narsisizmin yoksunluk ve kusurluluk gibi incinebilirlik taraflarının klinik
tanınışını geliştirmeyi amaçlamıştır. Bahsedilen incinebilir özellikler terapötik süreç üzerinde
farklı etkilere sahip olduğundan klinisyenlerin etkin tedavi stratejilerini yönlendirecek daha
kapsamlı değerlendirmeler yapmaları önerilmiştir. Bu bağlamda ele alınan vakada büyüklenmeci
davranışların zeminini hazırlayan kırılgan temaların terapötik sürece ŞT kapsamında entegre
edilmesi önemle vurgulanmıştır.
ISSN: 2148-4376
40
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 29-43
Yağmur Ar
Kaynaklar
American Psychiatric Association (2000). Diagnostic and statistical manual of mental
disorders. Washington DC.
Behary, W. (2012). Schema Therapy in Narcissism: A Case Study. In van Vreeswijk,
Broersen, J., & Nadort, M. (Eds), The Wiley-Blackwell Handbook of Schema Therapy:
Theory, Research and Practice (81-90), John Wiley & Sons Ltd: West Sussex.
Behary, W.T. & Dieckmann, E. (2011). Schema Therapy for Narcissism: The Art of Empathic
Confrontation, Limit-Setting, and Leverage. The Handbook of Narcissism and Narcissistic
Personality Disorder: Theoretical Approaches, Empirical Findings and Treatments, John
Wiley& Sons: New Jersey.
Behary, W.T., Siegel, D., & Young, J. (2013). Disarming the Narcissist: Surviving and
Thriving with the Self-Absorbed. New Harbinger Publications: Oakland, CA.
Bender, D.S. (2005). The therapeutic alliance in the treatment of personality disorders. Journal
of Psychiatric Practice, 11(2), 73–87.
Besser, A. & Priel, B. (2010). Grandiose narcissism versus vulnerable narcissism in
threatening Situations: Emotional reactions to achievement failure and interpersonal rejection.
Journal of Social and Clinical Psychology, 29(8), 874–902.
Busman, B.J., Baumeister, R.F.,Baumeister, Thomaes, S., Ryu, E., Begeer, S., & West, S.G.
(2009). Looking again, and harder, for a link between low self-esteem and aggression. Journal
of Personality, 77(2), 428–446.
Bushman, B.J. & Thomaes, S. (2011). When the Narcissistic Ego Deflates, Narcissistic
Aggression Deflates. The Handbook of Narcissism and Narcissistic Personality Disorder:
Theoretical Approaches, Empirical Findings and Treatments, John Wiley& Sons: New Jersey.
Gregg, A. & Sedikides, C. (2010). Narcissistic fragility: Rethinking its links to explicit and
implicit self-esteem. Self and Identity, 9, 142–161.
Horton, R.S. & Sedikides, C. (2009). Narcissistic responding to ego threat: When the status of
evaluator matters. Journal of Personality, 77(5), 1493–1525.
Johnson, J.G., Cohen, P., Chen, H., Kasen, S., & Brook, J.S. (2006). Parenting behaviors
associated with risk for offspring personality disorder during adulthood. Archives of General
Psychiatry, 63(5), 579–587.
Kealy, D. & Ogrodniczuk, J.S. (2011). Narcissistic interpersonal problems in clinical practice.
Harward Review of Psychiatry, 19(6), 290–301.
Leahy, R.L. (2007). Schematic Mismatch in the Therapeutic Relationship: A Socio-Cognitive
Model. In Gilbert, P. & Leahy, R.L. (Eds). The Therapeutic Relationship in the Cognitive
Behavioral Psychotherapies (229-254), Routledge: New York.
Levy, K. (2012). Subtypes, dimensions, levels, and mental states in narcissism and narcissistic
personality disorder. Journal of Clinical Psychology, 68(8), 886–897.
Miller, J.D. & Campbell, W.K. (2008). Comparing clinical and social-personality
Conceptualizations of narcissism. Journal of Personality, 76(3), 449–476.
Nadort, M., van Genderen, & Behary, W. (2012). Training and Supervision in Schema
Therapy. In van Vreeswijk, Broersen, J., & Nadort, M. (Eds), The Wiley-Blackwell Handbook
of Schema Therapy:Theory, Research and Practice (81-90), John Wiley & Sons Ltd: West
Sussex.
Nicolo, G., Carcione, A., Semerari, A., & Dimaggio, G. (2007). Reaching to the covert, fragile
Side of patients: The case of narcissistic personality disorder. Journal of Clinical Psychology:
ISSN: 2148-4376
41
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 29-43
Yağmur Ar
In Session, 63(2), 141–152.
Perris, P., Fretwell, H., & Shaw, I. (2012). Therapist Self-Care in the Context of Limited
Reparenting. In van Vreeswijk, Broersen, J., & Nadort, M. (Eds), The Wiley-Blackwell
Handbook of Schema Therapy: Theory, Research and Practice (81-90), John Wiley & Sons
Ltd: West Sussex.
Pincus, A.L. & Roche, M.J. (2011). Narcissistic Grandiosity and Narcissistic Vulnerability.
The Handbook of Narcissism and Narcissistic Personality Disorder: Theoretical Approaches,
Empirical Findings and Treatments, John Wiley& Sons: New Jersey.
Ronningstam, E. (2012). Alliance building and narcissistic personality disorder. Journal of
Clinical Psychology, 68(8), 943–953.
Rafaeli, E., Bernstein, D.P., & Young, J. (2011). Schema Therapy: The CBT Distinctive
Features Series. Routledge: New York.
Ronningstam, E. (2011). Narcissistic personality disorder in DSM-V: In support of retaining a
significant diagnosis. Journal of Personality Disorders, 25(2), 248–259.
Russ, E., Shedler, J., Bradley, R., & Westen, D. (2008). Refining the construct of narcissistic
Personality disorder: Diagnostic criteria and subtypes. American Journal of Psychiatry,
165(11), 1473–1481.
Savage, J. (2011). The role of parenting and overindulgence in the development of narcissism
and parental illness perceptions of ADHD (Unpublished doctoral dissertation).
University of Birmingham: England.
South, C.S., Eaton, N.R., & Krueger, R.F. (2012). Narcissism in Official Classification
Systems. In Campbell, W.K. & Miller, J.D. (Eds), The Handbook of Narcissism
and Narcissistic Personality Disorder: Theoretical Approaches, Empirical Findings
and Treatments, John Wiley& Sons: New Jersey.
Tracy, J.L., Cheng, J.T., Robins, R.W., & Trzesniewski, K.H. (2009). Authentic and hubristic
pride: The affective core of self-esteem and narcissism. Self and Identity, 8, 196–213.
Vazire, S., & Funder, D. C. (2006). Impulsivity and the self-defeating behavior of narcissists.
Personality and Social Psychology Review, 10, 154–165.
Young, J., Klosko, J.S., & Weishaar, M.E. (2003). Schema Therapy: A Practitioner’s Guide.
The Guilford Press: New York.
ISSN: 2148-4376
42
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 29-43
Yağmur Ar
Summary:
Grandiosity or Vulnerability: Schema Therapy Approach for Narcissistic Personality
Functioning and Implications on the Therapeutic Relationship
Many researchers and clinicians criticized DSM-IV-TR approach to Narcissistic Personality
Disorder (NPD) on the grounds that diagnostic criteria focused exclusively on the observable
grandiose expressions of the disorder while ignoring the presence of vulnerability themes. As
a multifaceted modality, Schema Therapy (ST) employed a similar perspective and claimed
that narcissistic individuals used grandiosity promoting behaviors as over-compensatory
strategies in an attempt to ward off the underlying painful feelings. Particularly, ST approach
draw clinicians’ attention to the Lonely Child mode lying at the core of this disorder in order
to guide effective treatment strategies. In this regard, the current paper aimed to provide a
conceptualization of NPD integrating both vulnerable and grandiose themes of the disorder
from a ST perspective. For this purpose, a schema mode-approach will be applied to a case
with subclinical narcissism, and specific implications of alternating grandiose and fragile
themes on the therapy relationship will be discussed.
Keywords: narcissism, vulnerability, schema-mode approach, therapy relationship
ISSN: 2148-4376
43
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 44-59
İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi
Öfkeye Farklı Açılardan Bakış: Öfkenin
Mekanizması, Farklı Psikopatolojilerde Öfke ve
Terapistin Öfkesi
İlknur Dilekler
Zulal Törenli
Kerim Selvi
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Özet
Bu yazıda temel duygulardan biri olan öfkenin gerek günlük yaşantıda gerekse psikoterapi sürecinde
tanımlanması, tanınması, ifadesi ve mekanizmasının hem terapi alan kişi hem de terapist açısından
anlamlandırılması amaçlanmıştır. Pek çok farklı disiplinlerce ve psikoloji literatüründe de farklı
yönleriyle tanımlanan öfkeye dair anlayışlara göz atıldığında öfkenin engellenme, haksızlık, tehdit
edilme ile ilintili olduğu, ahlaki bir muhakeme içerebileceği, dürtülerden bağımsız olmadığı ve evrimsel olarak da yaşamsal değeri olan, çoğu zaman bir kişi ya da nesneye yönelen bir duygu olduğu
görülmektedir. Öfke çeşitli boyutlarda yaşanabileceği gibi ifadesi de çok çeşitlidir. Haset, utanç, suçluluk, üzüntü, içerleme, nefret gibi duygularla bağlantılı ve katmanlı şekilde ortaya çıkan öfkeyi kavramsallaştırmada birden fazla teorik yaklaşımdan yararlanılabilmektedir. Bu çalışmada evrimsel, sosyal
inşacı, bilişsel ve psikanalitik bakış açılarının öfkeye yönelik anlayışına kısaca değinilmiş, ardından
vaka örnekleriyle öfkenin mekanizması ve öfkenin psikopatoloji oluşumundaki rolü çözümlenmeye
çalışılmıştır. Bu örnekler temel olarak öfkenin nesnesine yöneltilememesi ile farklı nesnelere yansıtılması ve kendine yönelen öfkenin problemli hale gelmesini içermektedir. Öfkeyi anlama çabasında, son
aşamada terapi ilişkisinde öfkenin ortaya çıkışı ağırlıklı olarak terapistteki öfkeye odaklanarak incelenmiştir. Bu bağlamda özellikle toplumsal beklentiler ve alandaki yeni terapistlerin “iyi terapist olma”
fikrinin etkisiyle öfkeyi bastırmanın işlevsizliği ve öfkeyi kabul etmenin, dolayısıyla çözümlemenin
önemine işaret edilmeye çalışılmıştır.
Anahtar sözcükler: öfke, öfkenin gelişimi, bozukluk olarak öfke, terapistin öfkesi, terapide öfke
ISSN: 2148-4376
44
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 44-59
İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi
Öfkeye Farklı Açılardan Bakış: Öfkenin Mekanizması, Farklı Psikopatolojilerde Öfke ve
Terapistin Öfkesi
Öfke
Öfke, hem normal kişilik örgütlenmesi hem de psikolojik sorunlarla ilişkili olan temel
olumsuz duygulardan biridir. Öfkeyi kavramsallaştırma konusunda birbirinden farklı pek çok
yaklaşım olmasına rağmen genel bir tanımlama yapmak mümkündür. Öncelikle, öfkenin algılanan
bir haksızlığa ya da adaletsizliğe tepki olarak ortaya çıkan tutku derecesinde ahlaki bir duygu
olarak, çoğunlukla tehdit edici bir diğer kişiye yöneltildiği konusunda fikir birliğine varılmıştır.
Öfke ayrıca kişinin kendi benliğine ya da cansız bir objeye yönelik de olabilmektedir (Power ve
Dalgleish, 2008). Benzer şekilde, Novaco (1998) öfkeyi bir olumsuzluğun kaynağı olarak
algılanan kişi ya da nesnelerce tahrik edilmiş bir karşıtlığı ya da düşmanlığı içeren olumsuz bir
duygu olarak tanımlamıştır.
Feindler (2006) öfkenin hayal kırıklığı ya da hüsrandan, hiddet ve gazaba kadar uzanabilen
bir yelpazede ifade edilebileceğini belirtmiştir. Bunun yanısıra tüm öfke tepkileri hayal kırıklığını
takiben ortaya çıkmamaktadır. Öyleyse öfkenin kimi durumlarda diğer duygulara ikincil olarak ya
da diğer duygularla beraber hissedildiği düşünülebilir. Power ve Dalgleish (2008) öfkeyle ilgili
duygular olarak kızgınlık (annoyance),içerleme (indignation), gazap, nefret, kıskançlık ve hasedi
sıralamaktadırlar. Bunlardan annoyance ve indignation Türkçe’ye farklı kaynaklarca farklı
şekillerde ve çoğunlukla da içerleme, kızgınlık, öfke, hiddet olarak çevrilmekte, Türkçe anlamları
da kimi zaman birbirinin yerine kullanılmaktadır.
Kızgınlıkla başlamak gerekirse, Power ve Dalgleish (2008)’e göre kızgınlık ve öfke
birbirine oldukça benzer duygular olup, kızgınlığa oranla öfke daha yoğun ve daha çok kişilerarası
bağlamda hissedilen bir duygudur. Ayrıca, kızgınlık hisseden bir kişinin intikam alma gibi
doğrudan bir eylem gerçekleştirme olasılığı daha düşüktür. İçerleme ise çoğunlukla kişinin
haksızlığa uğradığını düşündüğü veya kendini haklı gördüğü durumlarda hissettiği bir duygu
olarak düşünülebilir. Gazap ise hem Türk duygu literatüründe hem de yabancı literatürde sıkça
rastlanmasa da günlük dilde yer alan, öfkenin uçlarda bir öç alma isteğiyle karakterize olduğu
duygusal durumu ifade etmektedir. Öfkeyle ilişkili başka bir duygu olarak ele alınabilecek olan
nefret, ya da düşmanlık, genellenmiş bir öfkeyi ifade etmektedir. Kıskançlık ve haset de öfkeyle
birlikte ortaya çıkabilen ya da ona öncül olabilecek iki önemli duygudur. Kıskançlık hisseden kişi
öz değerini yitirdiği korkusuyla bu değeri tekrar elde edebilmek amacıyla saldırgan davranışlar
gösterebilmektedir. Hasette ise öfkede olduğu gibi kişinin çıkarlarının ya da hedeflerinin bir
başkasının sahip oldukları nedeniyle sekteye uğraması ve olası bir agresyon ifadesi söz konusudur.
Öfkenin ayrıca korku, üzüntü ve kaygı gibi birincil duygulara ikincil olarak görülmesi mümkündür
(Özmen, 2006).
Öfkeyle ilgili bu soyut kavramsallaştırmaları somut şekilde ortaya koyabilecek ilgi çekici
bir örnek olarak Quentin Tarantino yönetmenliğindeki, 1994 yapımı, 'Ucuz Roman' (Pulp Fiction)
filmi ele alınabilir. Film, öfke, şiddet, kan ve küfür içeren sahnelerle dolu olmakla birlikte filmde
hayatlarına heyecan katmak isteyen ve birbirlerine aşık olan bir çift soyguncunun, cesur bir
boksörün ve iki tecrübeli gangster ile onların patronları ve karısının iç içe geçmiş hayatları konu
ISSN: 2148-4376
45
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 44-59
İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi
edilmektedir. Filmin unutulmayan öfke dolu sahnelerinin birinde iki gangster olan Jules Winnfield
(Samuel L. Jackson) ve Vincent Vega (John Travolta) patronlarına olan borcunu ödemediği için bir
genci vurmaya gitmişlerdir. Ateş etmeden önce İncil'den bir alıntıyı ezbere söylemeye başlayan
Jules'un öfkesi her bir cümlenin ardından daha da artmış ve en son söylediği "...ve kızgın
azarlamalarla onlardan büyük öçler alacağım, ve ben öcümü onların üzerine getirince bilecekler
ki, ben Rab'im" sözlerinin ardından iyice şiddetlenen öfkesiyle tetiği çekmiş ve silah sesleri
yükselmeye başlamıştır. Bu sahne, öfke duygusunun karmaşık ve çok kültürlü yapısını göstermek
bakımından oldukça güçlü özellikler barındırmaktadır. Örneğin, sahneyi öfkenin ahlaki değerlerle
ilişkili yapısı açısından değerlendirirsek; borcunu ödemediği için bazı değerleri hiçe saydığı kabul
edilen bu genç, öfkenin iyice artmasına neden olmuş ve bu yüzden öldürülmeye layık görülmüştür.
Nitekim, gangster öfkesini kutsal bir kitaptan yaptığı alıntı ile ahlaksal bir zemine kolayca
taşımaktadır. Ayrıca, Jules'un alıntıyı yüksek sesle söylemeye başlamasıyla öfkesinin olduğundan
daha da fazlalaştığı ve engel olunamaz bir hal aldığı gerçeği öfkenin aynı zamanda dürtüsel ve
tutkuyla ilişkili bir yanı olduğunu gözler önüne sermiştir. Son olarak, kültürler arası farklılıklar
bakımından değerlendirildiğinde de öfkenin şiddetinin kabul edilirliğinin toplumdan topluma
değişmekte olduğu görülmüştür. Öyle ki, Jules'un perspektifinden bakıldığında bu genç yeraltı
dünyasında kabul edilemez bir kuralı çiğnediği için bu derece öfkeye maruz kalması olağandır.
Öfkeyle İlgili Kuramsal Yaklaşımlar
Öfkeyi anlamada öfkenin altında yatan psikolojik mekanizmaları ortaya koymayı
amaçlayan pek çok kuramsal yaklaşımdan yararlanılabilir. Öncelikle, Darwinci duygu
anlayışından hareketle öfkenin biyolojik belirleyicilerini ve adaptif önemini anlamayı amaçlayan
evrimsel kuramcılar, öfkenin diğer tüm duygular gibi doğuştan geldiğini ve evrensel olduğunu öne
sürmüşlerdir (Cosmides ve Tooby, 2000). Ekman (1973) öfkenin ölüm kalım mücadelesinde
tehlikeli olarak algılanan bir tehdide karşı organizmanın otomatik bir reaksiyonu olduğunu öne
sürmekte, bu reaksiyonun farklı kültürlerde benzer şekilde görülmesi nedeniyle öfkeyi ilkel bir
duygu olarak tanımlamaktadır.
Evrimsel bakış açısının tam tersine sosyal inşacı kuramcılar, duyguların biyolojik
belirleyicilerden çok sosyal etkileşimlerin sonucu olarak açıklanabileceği, dolayısıyla sosyal
bağlamda duygulara yüklenen anlamların öfkenin ne şekilde deneyimlendiğini anlamada daha
uygun bir yaklaşım olduğu fikrini benimsemişlerdir (Kitayama ve Markus, 1994). Averill (1982)
ve Thomas (2007)’ın üniversite öğrencileriyle yaptığı iki araştırma öfkenin günlük yaşam içinde
ortaya çıktığı sosyal durumlar aracılığıyla incelenmesine birer örnek olabilir. İlk araştırmada,
günlük yaşantıları incelendiğinde öğrencilerin öfkelendiği durumların % 88’inde öfkenin bir başka
kişiye yöneldiği, kişinin amaçlarıyla çelişen, kasıtlı ve kaçınılması mümkün bir hatanın öfke
duymada etkili olduğu ortaya konmaktadır. Öfkenin sebepleri arasında kişinin özgüvenini
kaybetmesi, kişisel istek ve beklentilerin sekteye uğraması, sosyal olarak kabul gören kuralların
ihlali ile muhtemel ya da gerçek bir zarara uğramak da bulunmuştur. Dikkati çeken bir başka bulgu
da bazı bilişsel teorilerle örtüşmeyen şekilde, yaşantıların %19’unda kişilerin hayal kırıklığı
yaşamadıklarını ancak öfke hissettiklerini belirtmiş olmalarıdır. Daha yakın bir zamanda Thomas
(2007) tarafından yürütülen ikinci araştırma da göstermiştir ki; kişinin sürekli öfke düzeyi,
durumsal tetikleyiciler ve öfkenin davranışsal ve ilişkisel sonuçları ile ilişkilidir. İlişkisel sorunlar,
önemsiz görülen hayal kırıklıkları ve saygısızlığa maruz kalmanın en yaygın tetikleyiciler arasında
olduğu bulunmuş, ayrıca sürekli öfke düzeyi yüksek bireylerin bu tetikleyicilere yönelik öfkelerini
sözel ve fiziksel şekilde ifade etme eğilimlerinin yüksek olduğu belirlenmiştir. Sürekli öfke düzeyi
düşük olan bireylerde ise tam tersi şekilde öfke yapıcı şekilde ifade edilmekte, dolayısıyla
ISSN: 2148-4376
46
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 44-59
İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi
kişilerarası ilişkiler daha olumlu hale gelmektedir. Beklendik şekilde, sürekli öfke düzeyi yüksek
kişilerde öfkenin ifade edildiği olumsuz yaşantılardan pişmanlık duyma ve ders çıkarma olasılığı
daha düşük olmakta ve kişilerarası problemler daha sık görülmektedir. Bu araştırmaların sonuçları
da göstermektedir ki, kişilerin öfkeyi farklı şekillerde yaşaması sosyal bağlamdaki pek çok farklı
değişkenle ilişkilidir.
Bilişsel değerlendirme teorisi öfkenin kişinin kendisi, diğerleri ve dünyaya yönelik
değerlendirmelerinde rol alan bilişsel süreçleriyle ilgisini ortaya koymayı amaçlayan diğer bir
kuramsal yaklaşımdır. Bu yaklaşım kapsamında önceleri engellenme-saldırganlık hipotezine
dayanarak öfkenin kişinin amaçlarıyla çelişen olumsuzluklardan kaynaklandığı, öfke sonucunda
ise saldırgan davranışlara yönelik bir eğilimin meydana çıktığı öne sürülmüştür (Berkowitz, 1962;
aktaran Power ve Dalgleish, 2008). Sonrasında ise, bu sav tekrar gözden geçirilerek yeni bir öfke
modeli oluşturulmuştur. Bu modele göre, istenmedik bir olay kişide olumsuz duygulanıma yol
açmakta, bu olumsuz duygulanım ise kişide ya saldırma ya da kaçma reaksiyonlarını aktif hale
getirmektedir. Kişi eğer saldırmaya güdülenmiş ise öfke duymaktadır ve hissedilen bu öfke çeşitli
bilişsel değerlendirmeler ve nedensel atıflar süzgecinden de geçerek agresyon potansiyeli
doğurmaktadır (Berkowitz, 1990). Bilişsel-klinik yaklaşım da öfkeyi anlamada kişilerin
değerlendirmelerini göz önüne almakta ve öfkede hayal kırıklığı yaratan, engelleyen ya da küçük
düşürücü olayların; bilişsel süreçlerin; karşıtlık, saldırganlık ve geri çekilme gibi davranışların ve
duygusal uyarılmanın etkili olduğunu savunmaktadır (Power ve Dalgleish, 2008). Bilişsel
değerlendirme yaklaşımı kapsamında güncel ve görece kapsamlı kuramsal kavramsallaştırma
önceki hipotezleri bütünleştiren Power ve Dalgleish (2008)’in SPAARS (Schematic, Propositional,
Analogical, and Associative Systems) adlı modelidir. Bu model öfkeye yol açabilecek uyaranların
ya da bedensel öfke göstergelerinin analojik, şematik, çağrışımsal ya da anlamsal düzeylerde
işleme tabi tutulduğunu varsaymaktadır. Dışsal uyaranların kişinin amaçlarıyla çelişip çelişmediği
ya da kasıtlı olup olmadığı gibi bilişsel değerlendirmeler şematik düzeyde işlemlenirken,
tekrarlanan olumsuz çocukluk deneyimleri ve bedensel öfke göstergeleri gibi otomatik ve içsel
uyaranlar çağrışımsal düzeyde anlamlandırılmaktadır.
Psikanalitik kuram ise öfkeye yaklaşımında doyurulamayan cinsel ve yıkıcı dürtülerin
rolünü vurgulamaktadır. Doyurulamayan bu dürtüler sonucu yaşanan bilinçdışı ruhsal
çatışmalardan kaynaklanan öfke, bilince çıkarken savunma mekanizmalarınca değişikliğe
uğrayabildiği gibi doğrudan saldırgan davranışlar olarak da kendini gösterebilmektedir. Öfke aynı
zamanda bilinçdışı savunma mekanizmalarını harekete geçirip kişiyi içsel tehditlere karşı koruyan
ve duyguların düzenlenmesine olanak sağlayan bir sinyal görevi de üstlenmektedir. Bir başka
işlevi de katarsis yaşanmasına imkan vermesidir, ancak öfke eğer dışsal gerçekliğin çarpıtılmasına
yol açıyor ve yıkıcı şekilde ifade ediliyorsa işlevselliğini kaybetmektedir (Feindler, 2006).
Lane ve Harris (2007) öfkenin oluşumunu gelişimsel perspektiften ele aldıkları gözden
geçirme yazılarında psikanalitik yaklaşımın temel ilkeleri çerçevesinde öfkenin anlaşılmasını
sağlamaktadırlar. Gelişimsel basamakların ilki olan bebeklik döneminde bebeğin yeterli bakım
görememesi, reddedilmesi ve ihtiyaçlarının doyurulamaması öfkeye zemin hazırlayan bir hayal
kırıklığı yaratmakta ve bebeğin gerek narsisizmi ve tüm güçlülük algısının, gerekse arzu nesnesi
oluşumunun çok erken dönemde tahrip olmasıyla sonuçlanmaktadır. Özel olarak, oral dönemde
annenin memeyi zamanından erken çekmesi bebekte “kötü meme” algısını oluşturmakta ve bu
kötü nesneye zarar verme arzuları ileri dönemlerde öfkenin oluşumuna neden olmaktadır. Anal
dönemde ise kontrol meseleleri çözülemezse bu dönemdeki fiksasyon, ileride içerlemenin baskın
olduğu öfke ile karakterize bir kişilik örüntüsü görülmesine sebep olabilmektedir. Bu pregenital
dönem ihtiyaçları büyük ölçüde karşılanmadığında ödipal dönem çatışmalarının da çözümü
zorlaşmakta ve sonraki dönemlerde de çocuk ödipal fantezilerle meşguliyetini sürdürmektedir.
Ödipal dönemde öne çıkan ve öfkenin gelişiminde rol oynayan iki kritik olgu olarak ise kastrasyon
ISSN: 2148-4376
47
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 44-59
İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi
kaygısı ve kastre edenle, diğer bir deyişle saldırganla, özdeşim düşünülebilir. Latent döneme
bakıldığında gelişimsel olarak, saldırgan ve cinsel dürtülerin bastırılması, süperegonun gelişimi ve
yüceltme mekanizmasının kullanımı beklenmekte ve bu gelişim patolojik öfkeyi önlemektedir. Bu
durum gerçekleşmezse narsisizm ve tüm güçlülük algısı devam etmekte, öfke dindirilememektedir.
Çocuk latent dönem öncesinde ve bu dönemde bireyselleşme ihtiyacında da olmakta ve eğer aşırı
koruyucu ve kontrol edici ebeveyn mevcutsa otonomi kazanma girişimleri engellendikçe öfke de
artarak sürmektedir. Kohut (1977) çocukların otonomi kazanabilmek için gelişimsel olarak ayna
görevi gören kendilik nesnelerine ihtiyaç duyduklarını öne sürmektedir. Ana-babalar çocuğun
oluşmakta olan benliğinin ilk kendilik objeleridir. Bu objelerin eksikliği, çocuğu yeterli derecede
aynalamaması ya da aynalamanın travmatik şekilde kesintiye uğraması çocukta diğerlerine
yönelen bir narsistik nefrete yol açmaktadır. Kendilik ve diğer temsillerinin kesintiye uğraması
çocuğun obje ilişkilerinde sınırların belirsizleşmesi ve özellikle diğerleri kişinin kendinde kabul
edemediği özellikleri temsil ettiğinde bu özellikleri ortadan kaldırmak istemesine sebep olan
yansıtmalı özdeşim mekanizmasının sıklıkla kullanılarak diğerlerine yönelik öfkenin artırılmasıyla
sonuçlanmaktadır (Klein, 1946). Ergenlikte ise kişi hala ensest objeye saplantılı olduğu ve ayrışma
gerçekleşemediği halde otonomi kazanma ihtiyacında olmakta, bununla birlikte narsistik nefret
sürmektedir. Sonuç olarak, tam olarak gelişememiş olan ego ve süperego nefret ve öfkeyi kontrol
edememektedir (Lane ve Harris, 2007).
Özetle, öfkenin evrimsel yaklaşımın öne sürdüğü şekilde otomatik ve yaşamsal bir
reaksiyon olmasının ötesinde sosyal inşacı kurama göre, kişilerin günlük yaşamında sosyal
etkileşimler sonucu şekillendiği, bu şekillenmede de çatışma, özgüven kaybı, kabul ve değer
görememe, zarar görme gibi anlamlandırmaların merkezi olduğu anlaşılmaktadır. Aynı zamanda
sosyal etkileşimler, özellikle kişilerarası ilişkilerin niteliği, öfkeye öncül olmakla beraber öfkenin
sonuçlarından da etkilenmektedir. Bilişsel kuram ise ilişkisel veriler ve evrimsel yaklaşımın işaret
ettiği bedensel verilerin birlikte anlamlandırılması ve bu anlamlandırmanın çeşitli düzeylerde
gerçekleşmesinin öfkede belirleyici olduğunu ortaya koymaktadır. Psikanalitik bakış açısı da
öfkeyi yalnız bilinç düzeyinde değil, bilinçdışı çatışmalar ve savunmalarla anlamanın, yalnız
durumsal değil gelişimsel kökenleri özellikle kişinin temel nesnelerle kurduğu ilişkisellikte
aramanın yolunu göstermektedir.
Psikolojik Bozukluk Olarak Öfke
DSM-V sınıflandırma sistemine göre özellikle belirlenmiş bir “öfke bozukluğu”
bulunmamakta birlikte, öfke bu tanı sistemindeki pek çok bozuklukta görülebilen bir semptom,
çoğunlukla iritabilite, olarak yer almaktadır (American Psychiatric Association, 2013). Öfkenin
bozukluk düzeyinde sendrom olarak ele alınması konusunda fikir birliği sağlanmış özel tanılama
kriterleri bulunmadığından farklı uygulamacılar kendilerine özgü tanılama kriterlerini
geliştirmiştir (Di Giuseppe and Tefrate, 2007; Feindler, 2006). Genel olarak bakıldığında, uygun
şekilde düzenlenememesi öfkenin bir bozukluğa işaret ettiğini düşündürtebilir. Öfkenin uygun
şekilde düzenlenememesi ise öfkenin uygun olmayan şekilde ifade edilmesi, aşırı derecede
hissedilmesi, uygun olmayan kişi ya da objelere yöneltilmesi ve dışsal bir motivasyonla ifade
edilmesi olarak anlaşılabilir (Power ve Dalgleish, 2008).
Öfkenin klinikteki görünümü ve ele alınması konusunu derinleştirmekte gerçek vaka
örnekleriyle konuyu ele almak faydalı olabilir. Bu bölümde iki vaka örneğinden bahsedilecek ve
öfkenin onların psikolojisindeki yeri anlaşılmaya çalışılacaktır. Okuyucunun bu kısımda daha önce
yer verilen öfkeye yönelik tanımlamaları ve kuramsal açıklamaları akılda tutmasında büyük yarar
vardır, zira öfkeye sebep olan haksızlık, özgüven kaybı, kabul görememe, değersizlik gibi atıfların,
bilindışı çatışmaların ve temel nesne ilişkilerinin, öfkenin diğer duygularla ilişkili ve katmanlı
ISSN: 2148-4376
48
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 44-59
İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi
yapısının vakaların kişilik örgütlenmelerinde ve şikayetlerinde olağan bir duygu olarak öfkenin
ortaya çıkışından çokça farklı olmadığı açıkça görülecektir.
Özel bir şirkette çalışan 27 yaşındaki Ayşe Hanım öfkesini kontrol edememe problemiyle
kliniğimize başvurmuştur. Öfke patlamalarının yalnızca erkek arkadaşına yönelik olduğundan
bahseden Ayşe Hanım’ın şikayetlerinin geçmişine bakıldığında yakındığı durumun çocukluğundan
beri içinde bulunduğu bir problem olduğu anlaşılmıştır. İlkokul yıllarında kendisinden önce
soruların cevabını veren sıra arkadaşına “kalem batırma”; ortaokul yıllarında sözünü dinlemediği
zamanlarda kardeşini “çimdikleme, baş aşağı çevirip sarsma ve uyurken korkutma”; lise yıllarında
kendisini umursamadığı için babasını “bağırarak odasından kovma”; üniversite yıllarından itibaren
ise özellikle kendisini küçük düşürdüğü zamanlarda erkek arkadaşına “şiddet uygulama, küfür
etme ve azarlama” şeklinde görülen, yoğun öfke içeren hatta şiddeti de barındıran tepkileri
olduğunu anlatan Ayşe Hanım, daha önce herhangi bir tedavi girişiminde bulunmamıştır.
Değerlendirme aşamasında, aile bireyleri arasındaki ilişkiler sorulduğunda ilk olarak
annesinden bahseden Ayşe Hanım, ev hanımı olan annesini en yakın arkadaşı olarak
nitelendirdiğini, yaşadıklarını tüm ayrıntılarıyla ona anlatmaktan keyif aldığını ve onun her haliyle
kendisine rol model olduğunu anlatmıştır. Buna karşın, annesinin tam aksine babasıyla lise
yıllarından itibaren daha mesafeli bir ilişkileri olduğunu ve zihninde çocukluğuna dair güzel
anıları olmasına rağmen artık yalnızca onun “objektif yorumlarına ihtiyaç duyduğu anlarda”
paylaşımda bulunduğunu ifade etmiştir. Anne ve babasının küçüklüğünden beri sürekli kavga
ettiklerini, her hafta evde muhakkak bir tartışma çıktığını anlatan Ayşe Hanım, boşanmalarını
istemesine ve her kavganın ardından bunu dile getirmesine rağmen yıllardır bu çatışmalı ilişkinin
devam ettiğinden söz etmiştir. Onların bu tutumlarına karşı aslında oldukça öfkeli olduğunu
seanslar esnasında dile getiren Ayşe Hanım, bu durumdan ötürü yaşadığı kızgınlığı ailesine belli
etmemeye çalıştığını belirtmiştir.
Lise dönemi hakkında konuşulduğunda, babasının iş seyahatleri sebebiyle sık sık
yurtdışında bulunduğunu ve gittiği ülkelerden birinde evlilik dışı bir ilişkisi olduğunu öğrendiğini
anlatan Ayşe Hanım, sonraki dönemde ise bu durumdan ötürü babasını “düşman yerine
koyduğunu” ifade etmiştir. Görüşmeler esnasında bu durum ele alındığında, babasının annesini
aldattığını öğrendikten sonra yoğun bir üzüntü yaşadığından ve kendisinin de aldatılmış
hissettiğinden bahseden Ayşe Hanım'ın babasına bu üzüntüyü göstermediği, aksine kendi tabiriyle
“saldırgan tepkiler vererek” altta yatan kırgınlığı öfkeyle maskelemeyi tercih ettiği görülmüştür.
Bu bilgiler ışığında, Ayşe Hanım’ın aile içinde öfkesini ve üzüntüsünü paylaşamadığı ve bu
birincil duyguları başka duygularla örtme eğiliminde olduğu dikkati çekmiştir. Bunlara ek olarak,
yukarıda bahsedilen ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite yıllarında görülen öfkeli hatta saldırgan
tepkileriyle birlikte düşünüldüğünde, yaşananların Ayşe Hanım'da yetersizlik, tümgüçlü olamama,
değersizlik, utanç, zayıflık ve aşağı olma duygusu gibi algıları oluşturduğu ve yaşadığı bu
narsistik yaralanma karşısında öfkeyi adeta bir kalkan gibi kullanıp benliğini yaralanmalardan
koruduğu, kırılgan tarafını bu sayede korumaya çalıştığı yorumu yapılabilir.
Ayşe Hanım’ın 5 yıldır birlikte olduğu erkek arkadaşı da kendisiyle aynı yaşlarda olup aynı
şirketin farklı bir biriminde çalışmaktadır. Beraberliklerinin 3. ayından itibaren tartışmalarının
başladığını anlatan Ayşe Hanım, erkek arkadaşıyla olan ilişkisinde kendisini sürekli “tartışmaayrılma- barışma” döngüsü içerisinde bulduğunu anlatmıştır. Kavgaları esnasında öfkelerini
kontrol etmekte güçlük yaşadıklarını anlatan Ayşe Hanım, “öfkeli yaratıklar gibi göründüklerini”
ifade etmiştir. İçeriklerine bakıldığında genellikle kıskançlık, küçük düşürücü sözler ve azarlama
neticesinde tartışmaya başladıklarını anlatan Ayşe Hanım bir anda öfkelenebildiğini anlatmıştır.
Öfkenin diğer duygularla ilişkili katmanlı yapısı göz önünde bulundurulduğunda yaşanan bu
tartışmaların birincil duygu olarak öfke yerine aslında utanç ve üzüntü duygularını açığa
çıkarabileceği, ancak Ayşe Hanım’ın bunu en üst katmanda hissettiği öfke duygusu olarak dışa
ISSN: 2148-4376
49
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 44-59
İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi
vurduğu dikkati çekmiştir. Örneğin, yeni kestirdiği saçını erkek arkadaşının beğenmeyip kendisine
şaka yollu takıldığında “O an yer yarılsın, içine gireyim, yeter ki oradan yok olayım istedim.”
ifadesiyle yaşadıklarını dile getiren ve bu sözleriyle en alt katmanda utanç duygusunun olduğuna
işaret eden Ayşe Hanım, o gün yaşanan olayda bu hislerini erkek arkadaşına şiddetle bağırarak
yani öfkelenerek açığa vurmuştur. Ayşe Hanım’ın o güne dair hissettiği duygu katmanlarını şu
şekilde göstermek mümkün olabilir:
“ O an yer yarılsın, içine gireyim, yeter ki oradan yok olayım istedim”
(birincil duygu) Utanç → Tiksinme (kendinden) →
Üzüntü → Tiksinme (erkek arkadaşından) → Öfke (ikincil duygu)
Görüldüğü gibi Ayşe Hanım, gerek aile ilişkilerinde gerekse romantik ilişkisinde birincil
duygu olarak yaşadığı olumsuz duyguları öfke duygusu olarak açığa çıkarmakta, dolayısıyla
öfkeyi ikincil duygu olarak yaşamaktadır. Ayrıca MMPI profilinde de negatif duygularını saklayıp
bunları eyleme vurma eğiliminin olabileceği sonucuna varılan Ayşe Hanım’ın, duygularını öfke
olarak ortaya koymasının nedenlerinin terapide anlaşılması gereken bir konu olduğu
düşünülmüştür.
Vakanın erkek arkadaşına yönelttiği öfkenin nedeni sorgulandığında ilk açıklama olarak
duruma özgü bilişsel değerlendirmelerin haksızlık, engellenme, hayal kırıklığı gibi öfkeyle ilintili
içeriklerden oluştuğu açıkça görülmektedir. Başka bir açıdan bakılırsa, Ayşe Hanım’ın annesiyle
kurduğu özdeşimden kaynaklanan bir durum olduğundan söz edilebilir. Ayşe Hanım ve annesi
arasındaki yakın ilişkiden dolayı vakanın bilinçdışı bir süreçle annesiyle özdeşim kurduğu ve
bununla bağlantılı olarak da annesinin babasına yönelttiği öfkeyi onun da erkek arkadaşına
yönlendirdiği yorumu yapılabilir. Evdeki agresif karakter baba olduğu için kişi babasıyla, yani
saldırganla özdeşim kurmuş da olabilir ve dolayısıyla erkek arkadaşına yansıttığı öfke bu sürecin
bir ürünü olarak da düşünülmektedir. Özetle, Ayşe Hanım'ın anne-baba ilişkilerine dair bu iki
dinamiğin, erkek arkadaşına yönelttiği öfkenin nedenini açıklar nitelikte olduğu ve danışanın
geçmişte öğrenmiş olduğu bu başa çıkma mekanizmalarını halen kullanıyor olabileceği dikkati
çekmektedir.
Gelişimsel olarak bakıldığında, Power and Dalgleish (2008) kişinin gelişim sürecinde
içinde bulunduğu sıkıntılı ve şiddet içeren bir aile ortamının onda ilerleyen yıllarda öfke
patlamaları olarak ortaya çıkabileceğini belirtmiştir. Ayşe Hanım için de bu durumu gözlemlemek
mümkündür. Babasının evlilik dışı ilişkisini kendisinin de aldatılması olarak değerlendirmesi
narsistik bir yaralanmayı da beraberinde getirmektedir. Ayrıca, çocukluğundan itibaren tüm
duyguları dilediğince yaşayamayan ve öfke duygusunu ailesiyle paylaşamayan ve onlar tarafından
“Kontrollü ol”, “Kötü davranırsan seni sevmiyoruz” sözleriyle bastırılan danışanın öfke
patlamalarını bu sebepten ötürü de yaşıyor olabileceği düşünülmüştür. Gelecek terapi seanslarında
öfke duygusunun danışanın hayatındaki fonksiyonu anlaşılmalı ve kendini öfke olarak gösteren
duyguların ardında hangi duygular olduğu anlaşılmalıdır. Ayrıca, öfkenin gerçek kaynağının kim
olduğu ve kişinin bunu kime yansıttığı fark ettirilmelidir.
İlk vakada görüldüğü gibi kişiler bazen öfkelerini duygularının esas kaynağına değil farklı
bir kimseye yönlendirebilirler tıpkı, danışanın erkek arkadaşına yönelttiği öfkesi gibi. Bunun yanı
sıra bazı danışanlarda da kişilerin öfkelerini başka birine yansıtmak yerine kendi içine döndürdüğü
ve kendilerine yoğun bir öfke duyup zarar vermeye başladıkları görülmüştür. Freud (1917)’un
“Mourning and Melancholia”da depresyonun kişinin kendisine yönelttiği öfke olduğunu
vurgulamasından da yola çıkarak ikinci vaka örneğine göz atalım.
İkinci sırada, trikotillomani şikayetiyle aynı kliniğe başvuran, mühendislik
programlarından birinde doktorasını yapan 28 yaşındaki bir üniversite öğrencisinden
bahsedilecektir. Damla Hanım özgüven eksikliği ve motivasyon düşüklüğünden yakınmış,
kendisiyle ilgili olumsuz düşünceleri ve duyguları olduğunda trikotillomani davranışında da sıklık
ISSN: 2148-4376
50
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 44-59
İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi
olduğunu belirtmiştir. Bu yönüyle şikayetini bir kısır döngüye benzeten danışan kendine
güvenmediği dönemlerde saç, kaş ya da kirpiklerini koparmaya başladığını ve bunun sonucunda
insanların sorununu fark etmesinden çekinip kendini onlardan geri çektiğini neticede de
özgüveninin iyice düştüğünü anlatmıştır.
Damla Hanım’ın trikotillomani probleminin o henüz 9 yaşlarındayken başladığını ve o
yıllarda yalnızca kirpiklerini yolduğunu anlatmıştır. Bu davranışa başladığı ilk zamanlarda ailesi
onun kirpiklerinin seyrekleştiğini fark etse de, anne ve babasının eleştirel yaklaşımından ötürü
yakın zamana kadar bu davranışını onlardan sır gibi sakladığını anlatan Damla Hanım, babasının o
dönem kaşlarını çatan, kızgın bir ifadesi olduğunu hatırladığını ve bunun hiç aklından çıkmadığını,
geçmişi düşündüğünde gözünün önüne hep bu yüz ifadesinin geldiğini dile getirmiş; eleştirel ve
duyarsız tavırlarından ötürü anne ve babasına çok kızdığını ve kendisini çok utandırdıklarını
hatırladığını sözlerine eklemiştir.
Annesinden bahsederken katı kuralları olan, ilgisiz ve empati yoksunu bir insan
olduğundan söz eden Damla Hanım, ona çok kızgın olduğunu kendisine direkt söylemese de
seanslarda açıkça dile getirmiştir. Çocukluğuna dair düşündüğünde kendini hep yalnız hatırladığını
belirten Damla Hanım'ın, annesini ilgisizliğinden ötürü suçlamakta olduğu dikkati çekmiştir. İlk
benlik objelerinden biri olarak düşüneceğimiz annenin yoksun bırakan ve ihtiyaçları aynalamayan
niteliği Damla Hanım’ın kendi benliğine yönelik olumsuz etiketlemeyi de beraberinde getiren
önemli bir etken olabileceği düşünülmüştür.
Damla Hanım babasını da katı kuralları olan, sürekli '-meli, -malı' ile biten cümlelerle
dayatmalar getiren ve eleştirel biri olmakla birlikte genellikle realist ve mantıklı fikirleri olan bir
kimse olarak tanımlamıştır. Problemlerini anlamaya çalışmayan ve onun başarısızlıklarıyla ilgili
duyarsız yorumlar yapan babasının da kendisini oldukça öfkelendirdiğini anlatan Damla Hanım,
tıpkı annesinde olduğu gibi, hissettiği bu öfkeyi kendine yöneltip ikincil duygu olarak
yaşamaktadır. Diğer bir deyişle, babasının eleştirel tepkilerinin kendisini çok üzdüğünü anlatan
Damla Hanım'ın, birincil duygu olarak hissettiği yoğun öfkeden dolayı suçluluk hissederek
kendini cezalandırmaya yöneldiği ve kendisine döndürdüğü öfke neticesinde trikotillomani gibi,
kendine acı çektirme amacı güden böyle bir semptom geliştirmiş olabileceği düşünülmüştür.
Sonuç olarak danışanın anne ve babasına yönelik duygularını şu şekilde katmanlaştırmanın
mümkün olabileceği görülmüştür:
Suçlama → Öfke (diğerine karşı) → Suçluluk → Üzüntü →Öfke (kendine yönelik)
Anne-baba ilişkilerinin yanı sıra, danışanın kardeşleriyle olan paylaşımlarının da
şikayetlerinde belirleyici bir role sahip olabileceği düşünülmüştür. Damla Hanım’ın bir ablası, bir
de kendinden 5 yaş küçük erkek kardeşi vardır. Erkek kardeşini ailedeki en kıymet verdiği insan
olarak nitelendiren danışan, ona karşı genellikle olumlu duygulardan bahsetmiştir. Ancak aynı
durumun ablası için geçerli olmadığından bahseden Damla Hanım, çocukluğundan beri onunla hiç
sıcak ilişkilerinin olmadığından ve hep kavga ettiklerinden söz etmiştir. Ablasının kendisini hep
üzdüğünü ve fiziksel olarak da canını acıttığını anlatan Damla Hanım, eskiyi düşündüğünde
odasına kapanıp ağladığı esnada ablasına kendisine yaptıklarından ötürü beddua ettiğini
anımsadığını anlatmıştır. Damla Hanım, yıllar sonra ablasına şizofreni tanısı konulunca çok
üzüldüğünü, söylediklerinden ötürü kendini suçladığını ve pişman olduğunu sözlerine eklemiştir.
Kendisine yaşattıklarından ötürü ablasına çok öfkeli olan danışanın söylediği sözlerden dolayı
suçluluk duyduğu ve tıpkı yukarıda bahsedilen katmanlarda olduğu gibi, öfkesini kendine
yönlendirerek benzer döngüyü tamamladığı düşünülmüştür.
Bahsedilenlere ek olarak, Damla Hanım, ilkokulda kirpik, ortaokulda kaş yolma olarak
devam eden şikayetinin, lise yıllarındayken davranışının en şiddetli dönemini yaşadığını ve o
dönem aynı zamanda saçlarındaki açıklıklardan ötürü peruk kullanmaya da başladığını
anlattığında, lise döneminde yaşanan hangi olayların etken rol oynamış olabileceğini anlamak için
ISSN: 2148-4376
51
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 44-59
İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi
danışanın hayatında o döneme denk gelen olaylar incelenmiştir. Örneğin, lisede okul seçimi
yapılırken Damla Hanım’ın tercihini ailesinin baskısıyla yapmış olması; o dönem ablasına
şizofreni tanısı konduğu için unutulduğunu düşünmesi ve son olarak üniversiteye girişte aslında
sosyal bilimler alanına yönelmek isterken yine ailenin yönlendirmesiyle istemediği bir bölüm
tercihi yapmaya zorlanması danışanın durumunu nedenselleştirmek açısından önemli veriler
olarak düşünülebilir. Damla Hanım’ın hayatı için önem teşkil ettiği düşünülen bu olaylar
incelendiğinde, yaşanan bu durumlarda kendini engellenmiş hissetmiş olabileceği ve bu
engellenme neticesinde kişinin ailesine yönelik öfke duygularının meydana gelebileceği
düşünülmektedir. Fakat Damla Hanım birincil duygusu olan aileye yönelik öfkesini içe yöneltmiş
ve kendine yönelttiği bu öfkeyi ikincil duygu olarak yaşamaktadır. Kendine öfkesinin arttığı her
durumda da saç, kaş veya kirpiğini yolup canını acıtarak rahatlama sağladığı anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak, Damla Hanım’ın ailesiyle yaşadığı pek çok farklı olaydan sonra kendini
engellenmiş hissettiği, suçladığı ve en dış katmandaki ikincil duygu olarak kendine yöneltilmiş
öfkesinin olduğu dikkati çekmekte ve bu duyguların bir neticesi olarak da trikotillomani tepkisinin
açığa çıktığı görülmektedir.
Damla Hanım’ın öfkeyi neden kendine yönelttiğine dair yapılacak teorik bir açıklamanın
vakayı daha anlamlı hale getireceği düşünülmüştür. Bu amaçla Freud'un açıklamalarından yola
çıkarak bu vakaya dair çıkarımlarda bulunmak faydalı olabilir. Freud “Mourning and
Melancholia” (1917) çalışmasında melankoli ve yas arasındaki farklardan bahsetmiştir. Öncelikle
her iki durumu da sevgi objesinin kaybına yönelik gösterilen bir tepki olarak nitelendirmiştir.
Ancak yasta gerçek bir ölümden bahsedilirken, melonkolik (depresif) durumda bir sevgi objesinin
kaybından söz edilmiş ve yitirildiği veya hasar gördüğü hissedilen şeyin “kendiliğin” bir parçası
olduğu vurgulanmıştır. Yasta, dünya kişiye anlamsız ve boş gelmeye başlamışken; depresyonda
kişinin kendini değersiz ve cezalandırılmayı hak eden bir kimse olarak gördüğü belirtilmiştir ve bu
tanım Damla Hanım’ın şikayetiyle örtüşmektedir.
Damla Hanım'ın içinde bulunduğu depresif duygu durumunun yanı sıra, bu süreçte
olumsuz duygularını kendisine doğru yöneltmeye çalışması Freud'un (1917) da altını çizdiği ve
kişilerin kendilerinden orantısınız bir biçimde nefret etmelerine neden olan bir etken olarak
vurgulanmıştır. Bu durum “kendiliğe karşı sadizm (saldırganlık)” veya “içe döndürülmüş öfke”
olarak nitelendirilmiş ve depresif kişilerin kullandığı en yaygın savunma mekanizması olduğu
belirtilmiştir. Sevgi nesnesinin olumlu özelliklerinin oldukları şekliyle hatırlanmalarına karşın,
olumsuz özelliklerinin kendiliğin bir parçası olarak bilinçdışı olarak içe atılmasını nitelendiren bu
savunma (McWilliams, 2010), Damla Hanım'ın yukarıda bahsedildiği gibi eleştirel ve duyarsız
olma gibi olumsuz anne-baba özelliklerini “içe atıp” saç, kaş, kirpik yolma davranışlarıyla öfkesini
ve saldırgan eğilimlerini dışa vurduğu ve böylelikle onları cezalandırdığı yorumunun
yapılabileceği düşünülmüştür.
Özetle, öfke duygusunun vakalar üzerinde ele alındığı bu kısımda, öfkenin kimi zaman bir
kalkan gibi kişiyi güçlü kılan ve altta yatan kırılgan özellikleri gizlemeye yarayan, belli
edilmemeye çalışıldığı zamanlarda bile birikip tıpkı birinci vakada olduğu gibi başka bir bireye
“öfke patlaması”' şeklinde yönlenebilen ve kimi zamansa ikinci vakada olduğu gibi depresyon
temelli olduğunda içe döndürülüp içteki olumsuz özellikli sevgi nesnesini bu şekilde cezalandıran
fonksiyonları olduğu yorumu yapılabilir. Ayrıca, öfkenin birincil ya da ikincil duygu olarak
yaşanmasının kişiden kişiye ve durumdan duruma değiştiği, bu yüzden danışanın öfkeyle ilgili
problemlerini çözmeden önce o duygunun birey için nasıl bir işlevi olduğu anlaşılmalıdır. Öfkenin
kaçınılması gereken bir duygu olmadığı, önemli olanın onu doğru yerde, doğru zamanda ve doğru
kişiye yöneltmek olduğu bilinmelidir.
ISSN: 2148-4376
52
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 44-59
İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi
Terapistin Öfkesi
Bu yazının önceki bölümlerinde, öfkenin kökenini, öfkeyi açıklayan farklı teorileri ve
danışanın hissettiği öfkeyi içeren kapsamlı açıklamalar yer almıştır. Ancak, terapi seanslarında
ortaya çıkan öfke ile ilgili tüm resmi tamamlamak ve anlamak için terapistin hissettiği öfkeye de
bakılması, öfkenin altında yatan katmanlı duyguların araştırılması, çok büyük önem taşımaktadır.
Bu sebeple yazının bu bölümünde terapistin danışana karşı hissettiği öfke duygusu ve bu
duygunun altında yatan diğer katmanlı duygular ele alınmış ve bu öfke duygusunun terapist
açısından nasıl işlenebileceği üzerine öneriler ve yorumlar sunulmuştur.
Gelso ve Hayes (2007) terapistin iç dünyasının, terapi seanslarını önemli ölçüde
etkilediğini vurgulamıştır. “İç dünya” kavramını ise, düşünceleri, görüntüleri, hisleri ve duyguları
kapsayan bir dünya olarak tanımlamışlar ve bu iç dünya kavramını şu an ve geçmişte var olan
çözülmemiş duygusal çelişkilerin ve hassasiyetlerin bir yansıması olarak ele almışlardır. Gelso ve
Hayes’in bu savları ve terapistin öfkesi, birlikte düşünüldüğünde, terapistin öfkesinin,
çözülmemiş duygusal çelişkileri ve hassasiyetleri işaret ettiği sonucuna varmak güç değildir. Bu
sebep ile terapistin danışana öfkelendiği durumlarda, öfkelendiği durumun kendi yaşantısındaki
çözülmemiş duygusal çelişkiler ve hassasiyetler bağlamında hangi noktaya denk geldiğine
bakması, hem terapistin kendi sürecini anlamasının hem de sağlıklı bir terapötik ilişkiyi
kurmasının kilometre taşlarından biri olarak düşünülebilir. Gelso ve Hayes’in bahsettiği iç dünya
kavramı düşünüldüğünde, bu yazının ilk kısımlarında anlatılan katmalı duygular ile iç dünya
kavramının hemen hemen aynı noktayı işaret ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak, bu
noktada atlanmaması gereken en önemli noktalardan biri; terapistin, öfkesini hangi ölçüde
farkedebildiği noktasıdır. Zira, alandaki yeni/bazı terapistler danışanlara karşı hissettikleri öfke ve
diğer olumsuz duyguları kabul etmek konusunda zorluk yaşamakta ve bu duyguları bastırmaya
çalışmaktadırlar. Terapistlerin neden bu tarz baş etme yöntemlerine başvurdukları konusundaki
literatür verilerine bakıldığında, bazı terapistlerin, terapi seansları sırasında sıkıntı, çelişki
yaratmamak adına, bu olumsuz duyguları kabul etmekte ve bu duyguları terapide kullanmakta
sıkıntı yaşadıkları bulunmuştur. Çünkü, bu terapistlerin, danışanlarını koşulsuz olarak kabul etmek
ve onlarla ilgilenmek gerektiği yönünde düşünceleri olduğu, bu düşüncelerin danışanlarına karşı
öfke hissetmekten dolayı çok güçlü bir suçluluk hissettirdiği ve bu nedenle de terapistlerin öfkeyi
kendilerinden uzaklaştırmaya çalıştıkları belirtilmiştir. Bu açıdan bakıldığında yazının önceki
bölümlerinde bahsedilen Damla Hanım’ın ebevenyne öfkelendiği için suçluluk hissetmesine yol
açan mekanizmanın, terapist ile danışan arasındaki ilişkide de işlediğini söylemek yanlış
olmayacaktır. Bu bağlamda düşünüldüğünde, Damla Hanım’da ortaya çıkan öfkenin, kendisine
dönmesi durumu, aynı örüntüyü yaşayan terapist için de çok muhtemel bir sonuç olarak
düşünülebilir. Ayrıca, danışanın terapistini provoke ettiği durumda terapistin öfkeyi inkar etmesi,
danışanın daha fazla provoke etmesi ile sonuçlanabilmektedir.Bu durumun da terapistin
savunmacı yanını daha da güçlendirebileceği ve böylece danışan tarafından aşağılanan, ancak
bunu inkar eden bir terapistin ortaya çıkabileceği sonucuna varılmıştır (Maroda, 2010).
Bazı terapistlerin öfkelerini, kendilerinden uzaklaştırma eğiliminde oldukları irdeledikten
sonra, terapistleri öfkelendirebilecek davranışlara değinmek, terapistlerin kendi öfkelerini
farketmesi konusunda önem arz etmektedir. Bu nedenle terapistleri öfkelendiren davranışlara göz
atmak, öfkelendikleri durumları yakalayabilme noktasında terapistlere yarar sağlayacaktır. Maroda
(2010) terapistleri öfkelendiren danışan davranışlarının bazılarını listelemiştir. Bu davranışlara
bakıldığında, terapistini profesyonel ve kişisel olarak suçlama, duygulanım göstermeden sürekli
konuşma, seanslar sırasında terapistin kendisine daha fazla zaman ayırmasını isteme, telefon
görüşmeleri ile ve ofis dışında görüşmek isteme, terapideki ilerlemeyi reddetme, seanslar sırasında
uzun süreler boyunca sessiz kalma ve seansa başlamayı reddetme, kronik olarak geç kalma ya da
ISSN: 2148-4376
53
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 44-59
İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi
son anda görüşmeleri iptal etme, terapistinin özel hayatına müdahale etmeye çalışma ve terapi
ücretini ödemek için kendisine söylenilmesini bekleme gibi davranışların terapistleri
öfkelendirdiği ifade edilmiştir. Bu davranışlar ile karşılaşan terapistlerin neler hissettikleri
yönünde kendi iç dünyalarına eğilmeleri, duygularını anlamlandırmaları ve bu duygularını seans
veya süpervizyon ortamında ele almaları, korktuklarının aksine hem danışan ile olan ilişkilerini
kuvvetlendirecek hem de bu öfkenin farklı alanlarda, farklı şekillerde ortaya çıkmasını
engelleyecektir. Bu belirtilen davranışların dışında, literatürde bazı kişilik örüntülerinin de
terapistleri öfkelendirebileceği belirtilmiştir. Bu kişilik örüntülerine bakıldığında, ilk olarak
narsistik kişilik örüntüsü ön plana çıkmaktadır. Narsistik kişilik örüntüsü olan kişiler etrafındaki
kişileri küçümseyici ve aşağılayıcı davranışlar sergileyebilmekte ve bu davranışlar da doğal olarak
seanslara yansıyabilmektedir. Farklı bir deyişle, bu danışanlar seanslar sırasında terapistlerini
aşağılayıcı, küçümseyici tavırlar sergileyebilmekte ve terapistler bu durum karşısında
öfkelenebilmektedir. Terapistlerde öfke uyandıran diğer bir kişilik örüntüsüne bakıldığında ise
antisosyal kişilik örüntüsü ile karşılaşılmaktadır. Antisosyal kişilik örüntüsü olan danışanlar
sevgiyi ve empatiyi içeren hiçbir duygulanım yaşamadıkları için, terapistlerinin kendilerine
sevecen ve yardım etmek ister bir şekilde yaklaşmasına anlam verememektedirler. Bu durum
karşısında yardım etme çabası boşa çıkan terapistler danışanlarına karşı öfke hissedebilmektedirler
(McWilliams, 1994). Terapistlerini öfkelendirme olasılığı yüksek diğer bir kişilik örüntüsü ise
sınır durum kişilik örüntüsü olarak düşünülebilir. Bu kişilik örüntüsünü gösteren kişiler yoğun,
kaotik, immatür aktarımlar ve yoğun duygusal tepkiler sergileyebilmekte (Gelso, ve Hayes, 2007),
bu tepkiler ve aktarımlar terapistlerin öfkelenmesine neden olabilmektedir. Bu kişilik örüntüleri ve
terapistin öfkesi arasındaki ilişki anlatılarak, bu tarz kişilik örüntüsü ile karşılaşan terapistlere
öfkeleri ve nedenleri konusunda farkındalık kazandırılması amaçlanmıştır.
Terapistin kendi öfkesi konusunda farkındalık kazanması ilk adım olarak düşünülecek
olursa, terapistin bu öfke ile nasıl baş edeceği ise ikinci adım olarak karşımıza çıkmaktadır.
Terapistler hissetikleri öfkenin farkına vardıktan sonra, çok uzun süre öfkeli kalıp ve bunu
aktarmazlarsa, pasif-agresif davranışlarla, öfke kendiliğinden ortaya çıkabilmektedir. Langs’a
(1973) göre, bu gibi durumlarda terapistler sessiz tedavi (silent treatment) içine girebilmekte,
seanslar sırasında sessiz kalabilmekte ve böylece bilinçli ya da bilinçsiz olarak hissetikleri
öfkelerini danışanlarına aktarabilmektedirler. Farklı bir deyişle, terapistler, danışanlar tarafından
provoke edildiğinde, kızdırıldığında, sessiz kalarak danışanlarını doğrudan ya da savunmacı bir
şekilde cezalandırabilmekte ya da sessiz kalarak kendini terapiden uzaklaştırma yöntemine
başvurabilmektedirler. Ancak, terapistlerin sessiz kalarak kendilerini seanstan uzaklaştırmaları,
kendilerini seanstan çekmeleri, danışanlarını daha da fazla öfkelendirebilmekte ve bunun
sonucunda da doğal olarak terapötik ilişki sekteye uğrayabilmektedir. Sessiz tedavi dışında
terapistlerin pasif-agresif davranışları incelendiğinde kronik olarak görüşmelere geç kalmak,
seansları saatinden önce bitirmek, görüşmeleri kaçırmak, gereksiz yere randevuları yeniden
düzenlemek, görüşmeler sırasında uykulu bir hale girmek, danışan ve danışanın hayatındaki
önemli kişiler hakkında küçümseyici yorumlarda bulunmak, bir önceki görüşmede konuşulan
danışan hakkındaki önemli detayları unutmak gibi davranışların ön plana çıktığı görülmüştür
(Maroda, 2010). Bu davranış örneklerinden de anlaşıldığı üzere uzun süre öfkeli kalan terapistin
sergilediği bu pasif agresif tutumlar terapötik ilişkiyi ciddi anlamda zedeleyici bir hal
alabilmektedir. Bu nedenle öfkenin danışana nasıl ifade edilebileceği konusuna eğilmek çok büyük
bir önem taşımaktadır.
Maroda (2010) öfkenin nasıl ifade edilmesi gerektiği yönünde önemli saptamalarda
bulunmuş, öfke ifadesi sırasında bir dereceye kadar duygunun gösterilmesinin işlevsel olduğunu
belirtmiştir. Terapistin, öfkesini çok yoğun bir şekilde göstermesi durumunda ise danışanı
korkutabileceğini ve öfkenin tehlikeli ve yaşanılmaması gereken bir duygu olduğu yönünde bir
ISSN: 2148-4376
54
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 44-59
İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi
mesajın danışana gidebileceğini belirtmiştir. Ancak, terapistin hiçbir duygu ifadesi olmadan
öfkesini ifade etmesi durumunda ise hissetiklerini danışana aktaramayacağını ve bunun sonucunda
terapötik ilişkinin kurulamayacağını vurgulamıştır. Yine Maroda’nın (2010) saptamaları
incelendiğinde, terapistin öfkesini doğrudan ve dürüstçe ifade etmesinin, ifade ederken o duyguyu
yaşamasının, hissetmesinin önemi ve savunmacı olmamasının gerekliliği ön plana çıkmıştır.
Ayrıca, terapistin provoke edildiği durumlarda öncelikle 1-2 dakika kendine dönmesinin ve
danışanın neden bu şekilde davrandığını anlamaya çalışmasının terapistin savunmalarını
hafifletebileceği ve savunmacı bir şekilde danışana tepki vermeyeceği belirtilmiştir. Öfkesini bu
saptamalar doğrultusunda yansıtan terapistin, danışana duygusal anlamda geri bildirim vermekle
kalmayacağı gibi aynı zamanda öfkenin arkasındaki farklı katmanlı duygulara erişmek bakımından
danışana yol gösterebileceği düşünülmektedir.
Bu noktada, Maroda’nın (2010) anlattığı vaka örneğine bakmanın öfke ifadesi açısından
yol gösterici bir örnek olduğu düşünülmüştür. Zengin bir avukat olan Roger, terapistine karşı sık
sık “yetersizsin, geri zekalısın” gibi ifadeler kullanmaktadır. Ancak terapist bu ifadeleri görmezden
gelip seansa devam etmekte, bu durum danışanı daha da fazla öfkelendirmekte ve bu ifadeleri
daha sık kullanmaktadır. Bu yazıda da önceden belirtildiği gibi, bu örnekte de terapist kendi
öfkesini bastırmaya/inkar etmeye çalışmakta, ancak bu durum terapötik ilişkiyi daha da zedeleyici
bir hal almaktadır. Bu vakada terapistin bu öfkesini nasıl ifade edebileceği yönünde olumlu ve
olumsuz ifade tarzlarına bakmak, öfkenin terapi ortamında nasıl ifade edilebileceğinin daha net
anlaşılmasına fayda sağlayacaktır. Maroda (2010), “Roger her görüşmemizde söylediğin
kelimelerle beni aşağılıyorsun, bu durum beni öfkelendiriyor ve bu durumu artık tolere
edemeyeceğimi düşünüyorum. Ama eğer bu aşağılayıcı davranışların arkasında bana söylemek
istediğin başka bir şey varsa onu duymak da çok isterim.” gibi kontrollü bir tepki ile hem öfkenin
ifade edilebileceğini ve hem de danışanın neden bu ifadeleri kullandığının anlaşılması
konusundaki engellerin kaldırılabileceğini belirtmiştir. Ancak, “ Eğer benim geri zekalı ve
yetersiz olduğumu düşünüyorsan, boşuna zamanını harcama, başka bir terapist bul.” gibi
kontrolsüz bir ifadenin ve “Roger tamam sana yardım edemiyorum ama şunu farkına var, belki de
son altı adli vakanı belki de diğer insanlara gerizekalı dediğin içi kaybetmişindir.” gibi pasif
agresif ifadeler ile öfkenin ele alınması durumunda, danışanın daha fazla öfkeleneceği ve terapötik
ilişkinin zarar göreceği belirtilmiştir.
Diğer yandan danışanın terapisti öfkelendirmeye yönelik açık bir girişimi ya da aktarımı
olmayabilir, ancak terapistin yaşantıları ve kişiliğindeki kimi hassasiyetleri ile etkileşen tetikleyici
durumlar yaşanabilir. Bu amaçla kliniğimizde çalışan bir terapistin deneyimlediği öfke ele
alınacaktır. Ahmet Bey, 27 yaşında, yüksek lisans yapmaktadır. Terapiye erteleme, genel bir
hoşnutsuzluk, ilişki problemleri ve yetersizlik problemleriyle başvurmuştur.
Ahmet Bey terapistin ilk danışanıdır. Ahmet Bey ile yapacağı görüşmeyi dört gözle
bekleyen terapist, görüşmeden bir gün önce Ahmet Bey’in görüşmeyi yaklaşık bir ay kadar ileri
bir tarihe ertelediğini öğrenmiştir. Bu erteleme durumunu öğrendikten sonra terapist henüz bir
görüşme bile yapmadığı danışanına karşı öfkelenmeye başlamıştır. Ancak, zaten problemi erteleme
olan bir danışanın seansı ertelemesi kadar bir doğal durumun olmadığını farkeden terapist bu öfke
duygusunun danışana ait bir duygu değil, kendi süreci ile ilgili bir duygu olduğunu farketmiştir.
Bu öfkenin altında yatan nedenleri düşünmeye başlayan terapist, aynı zamanda terapistliğe
başlayan terapist arkadaşları ile aynı tecrübeleri edinemeyecek olması ve diğer terapist
arkadaşlarına oranla geride kalması sebepleri ile bu öfkeyi hissediyor olabileceği sonucuna
varmıştır. Bu terapist kendine dair sorgulamaları biraz daha derinleştirdiğinde ise başarılı/iyi bir
terapist olma arzusunun olduğunu ve bu arzunun da kendi ailesinde hissettiği iyi evlat olma/kardeş
rekabeti konuları ile bağlantılı olduğunu farketmiştir. Bu farkındalık, Gelso ve Hayes’in (2007)
tanımladığı“ iç dünya” kavramının, terapi ilişkisinde gelişen duygulara nasıl şekil verdiğini
ISSN: 2148-4376
55
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 44-59
İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi
gösteren açık bir örneğidir.
İlerleyen süreçte seanslar başlamış ancak Ahmet Bey’in seanslar sırasında çok uzun
cümleler kuruyor olması, cümlelerinin içinde çok fazla “şey” kelimesini kullanıyor olması
terapisti öfkelendirmeye başlamıştır. Bu öfkenin sebebini sorgulayan terapist süpervizyon
sürecinde konuşulması planlanlanan konuları, seanslar sırasında ele alamadığını ve bunun
sorumlusu olarak da Ahmet Bey’i gördüğünü farketmiştir. Ancak, bu noktada terapist kendisini
öfkelendiren durumun asıl nedenini sorguladığında, öfkenin nedeninin Ahmet Bey’in konuşma
tarzı olmadığını, asıl nedenin seanslar sırasında yeterince girişken olamaması ve seanslar sırasında
pasif olması ile ilişkili olabileceği sonucuna varmıştır. Bu öfkenin nedenini anlamak için
sorgulamaları biraz daha derinleştirdiğinde, aslında pasif kalmaktan dolayı yetersizlik, üzüntü,
utanç hissettiği sonucuna varmıştır. Ayrıca, süpervizyonlar sırasında “girişken olmalısın” geri
bildirimini almasına rağmen seanslarda girişken olamaması, bu terapistin iyi terapist olma
arzusuna zarar vermiş ve bunun sonucunda da öfke ortaya çıkmıştır. Ancak, bu örnekten de
anlaşılacağı gibi terapistin hissettiği öfkenin alt katmanlarında utanç, yetersizlik, üzüntü yer
almaktadır.
Bu örnekten de anlaşılabileceği gibi terapist de danışan gibi kendi süreçlerini terapi
ortamında masaya koymaktadır. Terapist bu gibi durumlarda kendi öfkesinin nedenini (danışanın
hangi davranışı terapisti öfkelendiriyor, bu davranışın terapist için anlamı ne, danışan terapistin
hayatındaki kime benziyor) düşünmeli ve öfkesinin asıl kaynağının kimler, neler olabileceğini
sorgulamalıdır. Böylece terapist de danışan gibi, terapi sürecinde kendisini daha iyi
anlayabilecektir.
Psikoterapide terapistin kendi öfkesine açık olması gerekliliği ile bitirdiğimiz bu yazı bir
duygu olarak öfkeyi açıklama ve teorik olarak ele almamızla başlamış ve öfkenin klinikteki
görünümüyle devam etmiştir. Her biri kendi içinde çok daha fazla derinleştirilebilecek bu üç
mevzuyu birlikte incelememizdeki amaç; günlük yaşantıda “normal” dediğimiz bireylerin yaşadığı
şekliyle, burada ele aldığımız sinema filmi gibi çoğunluğun ilişki kurduğu kültürel ürünlerde ele
alınışıyla ya da “iyileştiren” rolüyle terapistin kişiliğindeki yeriyle öfkenin “bozukluk” oluşu ya da
“anormal, iyileştirilmesi gereken” bireylerde görünüşünün birebir aynı olduğunu ortaya koymaktır.
Bu, hem her ne kadar ruh sağlığında bu konuda farkındalık gün geçtikçe artıyor olsa da örtük
şekilde ve kimi uygulamalarda açıkça gözlemlediğimiz normal-anormal ayrımına dair eleştirel bir
bakıştan, hem de pratik anlamda günlük yaşantıda, kültürde ve terapistin kendinde öfke anlamında
olan bitene gözünün açık olmasının terapi sürecine olumlu katkıları olacağı fikrinden
beslenmektedir. Kuşkusuz özel olarak öfkeye yaklaşımımızı belirleyen bu bakış açısı, diğer tüm
duygular ve psikolojik kavramlar için uygulanabilir.
ISSN: 2148-4376
59
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 44-59
İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi
Kaynaklar
American Psychiatric Association. (2013). Diagnostic and statistical manual of mental
disorders (5th ed.). Arlington, VA: American Psychiatric Publishing.
Averill, J. R. (1982). Anger and aggression: An essay on emotion. New York: SpringerVerlag.
Berkowitz, L. (1990). On the formation and regulation of anger and aggression: A
cognitive neoassociationist analysis. American Psychologist, 45, 494-503.
Cosmides, L., &Tooby, J. (2000). Evolutionary psychology and the emotions. In M. Lewis
& J. M. Haviland-Jones (Eds.), Handbook of Emotions (2nd ed.). NY: Guilford.
Di Giuseppe, R., &Tafrate, R. C. (2007). Understanding anger disorders. USA: Oxford
University Press.
Ekman, P. (1973). Darwin and facial expression; a century of research in review. New
York: Academic Press.
Feindler, E. L. (2006). Anger related disorders: A practitioner's guide to comparative
treatments. New York: Springer Publishing Company.
Freud, S. (1917). Mourning and Melancholia. The Standard Edition of the Complete
Psychological Works of Sigmund Freud, Volume XIV (1914-1916): On the History of the
Psycho-Analytic Movement, Papers on Metapsychology and Other Works, 237-258.
Gelso, C. J., & Hayes, J. A. (2007). Countertransference and the therapist's inner
experience: Perils and possibilities. Mahwah, NJ: Erlbaum.
Kitayama, S., & Markus, H. R. (1994). Emotion and culture: Empirical studies of mutual
influence. Washington DC, US: American Psychological Association Press.
Klein, M. (1946). Notes on some schizoid mechanisms. International Journal of
Psychoanalysis, 27, 99-110.
Kohut, H. (1977). The restoration of self. London: The University of Chicago Press.
Retrieved from http://www.google.com.tr/books?hl=tr&lr=&id=1gSi3qN
-ywIC&oi=fnd&pg=PR7&dq=kohut&ots=
-NHoEgWov_&sig=TS7scwKQajChb9WOlHHW_RwCVDA&redir_esc=y
Lane, R. C., & Harris, M. (2007). The psychodynamics of anger: Orientation,
development, etiology, and treatment. In E. I. Clausen (Ed.), Psychology of Anger.New
York: Nova Science Publishers, Inc.
Langs, R. (1973). The technique of psychoanalytic psychotherapy, volume 1.New
York: Aronson.
Maroda, K. J. (2010). Psychodynamic techniques: working with emotion in the therapeutic
relationship. The Guilford Press, New York.
McWilliams, N. (1994). Psychoanalytic diagnosis: understanding personality structure in
the clinical process. The Guilford Press, New York.
McWilliams, N. (2010). Psikanalitik tanı, klinik süreç içinde kişilik yapısını anlamak.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Novaco, R. W. (1998). Aggression In H. Friedman (Ed.), Encyclopedia of mental health
(pp.13-26). San Diego: Academic Press. Retrieved from
http://www.questia.com/read/119979950/encyclopedia-of-mental-health
Özmen, A. (2006). Anger: The theoretical approaches and the factors causing the
emergence in individuals. Ankara University Journal of Faculty of Educational Sciences,
39(1), 39-56.
Power, M., &Dalgleish, T. (2008). Cognition and emotion: From order to disorder. (2nd
ISSN: 2148-4376
56
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 44-59
İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi
ed.). NY: Psychology Press
Tarantino, Q. (Writer & Director). (1994). Pulp Fiction [Motion Picture]. United States:
Miramax.
Thomas, S. P. (2007). Trait anger, anger expression, and themes of anger incidents in
contemporary undergraduate students. In E. I. Clausen (Ed.), Psychology of Anger.
New York: Nova Science Publishers, Inc.
ISSN: 2148-4376
57
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 44-59
İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi
Summary
Anger from Various Perspectives: Mechanisms of Anger, Anger as a psychopathology, and
Therapist’s Anger
Anger is one of the basic negative emotions, and the aim of this article is to unfold anger in terms
of its definition, recognition, expression and also in terms of its mechanism in daily life and in
therapeutic situations. Although there are various definitions of anger, there is a commonly agreed
consensus that anger is a moral emotion, given as a reaction to anticipation of injustice, usually
directed to another person who is perceived as challenging or threatening. Anger can also be
directed to self or inanimate objects and may be expressed in multiple forms and intensity. Many
other emotions such as envy, shame, guilt, sadness, and hatred are related to anger and sometimes a
sort of combination among these emotions. In addition, a number of theoretical perspectives have
been proposed that aimed to explain the psychological mechanism of anger. Throughout this paper,
via case studies evolutionary, social constructivist, cognitive-clinical, and psychodynamic
approaches to anger will be briefly mentioned and followed by the explanation of mechanism of
anger and its role in the development of psychopathology. These cases emphasize problematic
consequences os anger that is not directed to its target but rather displaced to other objects, and
anger that is directed to one’s own self. Lastly, therapist’s anger will also be addressed for a better
understanding of anger in therapeutic relationship which is a form of human interaction. This issue
will be covered within the framework of recognition and acceptance of anger for a novice therapist
who wants to be “the good therapist” and lives in a society where anger is not a widely acceptable
emotion.
Key words: anger, mechanism of anger, anger as a disorder, therapist’s anger, psychotherapy
ISSN: 2148-4376
58
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 60-71
Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz
Lars Von Trier’in Antichrist Filminin Görsel ve Psikolojik Analizi
Tuğba Yılmaz*
Burhan Yılmaz**
*Çankaya Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Psikoloji Bölümü
**Çankırı Karatekin Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü
Özet
Lars Von Trier’in 2009 yapımı Antichrist adlı filminde, çocuğunu kaybeden bir çiftin yaşamı konu
edilmektedir. Çocuğunun ölümünden sonra yasa bürünen kadının psikolojisinin bozulmasıyla, filmdeki
karakterler ve yaşamları üzerinden bir dizi tartışma su yüzüne çıkar. Kültürel cinsiyet rolleri, iktidar,
bilgi, kadın doğası, doğa ve pagan kültür gibi kavram ve bilgiler, karakterlerin arasında gelişen gerilimli
ilişkilerin etrafında konumlandırılmıştır. Kadının psikolojik rahatsızlığının ilerlemesi sonucu, terapist
olan kocasıyla Eden denilen ormandaki kulübeye giderler. Orada gelişen süreç ile kadının korkularıyla
yüzleşerek iyileşmesi umudu ortadan kalkar. Kadın çocuğunun kaybından doğan suçluluk duygusuna
kapılır ve üzerinde çalıştığı pagan inanışın etkisinde kalır. Bütün bu olaylar ustaca kotarılmış olan dört
bölümlük anlatımla sunulmuştur. Sanat tarihi ve resim sanatını işaret eden görüntü tercihiyle, Andrei
Tarkovsky sinemasının özelliklerini açıkça barındıran filmin görselliği seçkin bir estetik anlayışla
kurgulanmıştır. Filmde yönetmenin psikolojik anlamda birçok konuyu sembollerle işlediği dikkat
çekmektedir. Örneğin terapötik ilişki bağlamında etik bir sorgulama karı koca ilişkisi üzerinden sunulmuştur. Filme hakim olan duygular senaryosunun içeriği doğrultusunda öfke, üzüntü ve korkudur.
Yönetmenin yaşam öyküsü ile ilgili birçok ayrıntı barındıran bu filmin ele alınışında anneye duyulan
öfkenin yansıtılması, kastrasyon kaygısı ile baş etmek için baba ile özdeşim kurma ve onun idealize
edilmesi ve asal sahne fantezileri gibi noktalara değinilmiştir.
Anahtar sözcükler: yansıtma, öfke, kaygı, sanat, savunma mekanizmaları
ISSN: 2148-4376
60
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 60-71
Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz
Lars Von Trier’in Antichrist Filminin Görsel ve Psikolojik Analizi
1. Antichrist Filmi Hakkında Genel Bilgi
Bu metinde ele alınan Antichrist filmi, Danimarkalı yönetmen Lars Von Trier’in 2009
yılında gösterime giren uzun metrajlı sinema filmidir. Film, psikolojik gerilim türünde
sınıflandırılmaktadır fakat filmin bazı özellikleri izleyiciyi aşırı rahatsız edebilecek şok etkileri
barındırdığından vahşet ve korku filmi kategorisine de girmektedir.
Türkiye’de 2010 yılında gösterime giren filmde, üç-dört yaşlarındaki çocuğu pencereden
düşerek ölen bir çiftin kederli yaşantısı ve daha sonra başlarına gelen çarpıcı olaylar
anlatılmaktadır. Filmde Charlotte Gainsbourg yas içindeki anneyi, Willem Dafoe ise eşini teselli
etmeye ve tedavi etmeye çalışan babayı canlandırmaktadır. Çocuğunun ölümünden sonra kadının
yas süreci bir tür psikolojik çöküntüye dönüşür. Adamın karısını içinde bulunduğu durumdan
kurtarmak amacıyla Eden adını verdikleri ormandaki bir kulübeye götürmesiyle hikâyenin seyri
değişmektedir.
Genel olarak, birkaç sahne dışında, sadece iki kişinin göründüğü filmin içerisinde
gizlenmiş, olayların içeriğini veren bazı sayı ve isimlendirmeler de etkileyici bir kurguyla
hikâyenin ilerleyişindeki sürprizleri ve değişimleri bütünlüğe kavuşturmaktadır. Diğer yandan
yönetmen tarafından sinema tarihinin büyük ustalarından Rus yönetmen Andrei Tarkovsky’e
adanmış olan filmde, görünen olayların ardında insan psikolojisi, kültürel cinsiyet rolleri, kültür
doğa karşıtlığı gibi çeşitli kavramlara rastlamak ayrı bir heyecan olarak eklenebilmektedir. Film
hakkındaki bu genel bilgiden sonra, yönetmen Lars von Trier’in geçmişine kısaca değinmek
yerinde olacaktır.
1.1.Yönetmen Lars Von Trier hakkında
Antichrist filmi ile sinema sanatındaki kariyerini sağlamlaştıran Lars von Trier, alanındaki
en tartışmalı isimlerden biridir. Trier, kimi eleştirmenlere göre bir dahi, kimilerine göre ise sıradan
bir yönetmendir. Resim eğitimi de almış olan Trier, çocukluğundan itibaren film yapımıyla
ilgilenmiş ve sinema eğitimi almıştır. Çocukluğunda nüdist bir anne-baba ile yetiştirilmiş olması,
Trier’in sinemasındaki doğa ve beden bütünleşmesi konusunu ele alması, ahlaki sorgulamaları sert
bir şekilde yapması ve filmlerindeki sınırları zorlayan yönlerin açıklanmasına katkıda bulunabilir.
Trier, 1995 yılında yayımladığı manifestosu ile Dogma 95 akımını kurarak film
yapımındaki çizgisini netleştirmiştir. Hollywood filmlerindeki kalıpların dışında, belgesele yakın,
özgün bir sinema dili geliştirmeyi hedefleyen yönetmen, Dogma akımıyla hareketli kamera
kullanımı, yakın ve uzak çekim planlarının kullanımı gibi deneysel yönleri öne çıkan bir tarz
geliştirmiştir. 1996 yılında tamamladığı Dalgaları Aşmak ve yapımı 2000 yılında gerçekleştirilen
Karanlıkta Dans adlı filmleriyle Cannes Film Festivalinden ödüller alan 1956 doğumlu
Danimarkalı yönetmen, kendine has tarzıyla her zaman adından söz ettirmiştir (Stevenson, 2005).
2003 yılında çektiği Dogville ve 2005’te tamamladığı Manderlay adlı filmler yönetmenin sinema
dilinde sınırları zorlayan en önemli eserleri olarak bilinmektedir. Trier, yapımcı Peter Albaek
Jensen ile Zentropa Film Şirketi’nin kurucusudur (www.imdb.com).
ISSN: 2148-4376
61
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 60-71
Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz
2. Antichrist Filminin Görsel Analizi
Antichrist klasik bir filmden farklı işleyen olay örgüsü ve anlatımla oluşturulmuş bir
filmdir. Klasik bir sinema türünde “ana olay örgüsünün (diegesis) temel özellikleri olarak şunlar
görülür: örgü genellikle devamlılık esası gereğince tekil olarak sunulur” (Mencütekin, 2010).
Antichrist filmi ise olay ve içerik açısından klasik sinema tanımının dışındadır. Dört bölümden
oluşan Antichrist, postmodern anlatı olarak görülebilecek bir örgüyle işlenmiştir. Dört ayrı başlıkla
belirlenmiş olan bu bölümler filmde sunulan hikâyenin bütününü dört aşama olarak izleyiciye
aktarmayı hedeflemektedir. Yas, Acı, Umutsuzluk ve Üç Dilenci olarak ayrılan bölümler hikâyenin
ilerleyişine göre sıralanmıştır.
Filmin başında yeşil zemine kırmızı renkle, elle yazılmış Antichrist yazısı görünür.
Antichrist kelimesinin sonundaki ‘t’ harfi kadın sembolü şeklinde yazılmıştır. İzleyiciye daha ilk
saniyelerde sunulan bu veri, daha sonra anlamlanacak olan bir simgeleştirme olarak
görülebilmektedir. Yeşil zemin olayların geçtiği doğayı, yazının kırmızı olması olayların
içeriğindeki şiddeti ve son harfin kadın simgesi olarak çizilmesi, olayların içeriğindeki kadın,
kadın doğası gibi konuları işaret etmektedir.
Filmin ilk sahnelerinde siyah beyaz ve yavaş çekim tercih edilmiştir. Filmin baş
karakterleri olan erkek ve kadın sevişirken, hafif açık bırakılmış pencere görüntüsü ile sessize
alınmış telefon görüntüsünün ardından yatağından çıkan küçük çocuk kadraja girer. Çocuk anne ve
babasından habersizce odasından çıkıp, açık duran pencereye yönelir. Tam bu noktada pencereden
içerde duran masanın üzerindeki üç küçük heykel dikkat çeker. Çocuk eliyle heykelleri iterek
düşürür, pencereye çıkar ve pencereden dışarı düşer. Bu sahnede düşen heykellerle filmin
içerisinde düğümlenen olayların işareti verilmiştir. Heykellerin kaidelerinde “yas, acı,
umutsuzluk” kelimeleri yazılıdır. Bunlar çocuğun düşüp ölmesinin ardından filmin bütün
gidişatını belirleyen aşamalardır.
Filmin ‘Yas’ bölümünde ölen çocuğunun ardından yasa bürünen acılı ailenin durumuna
odaklanılmaktadır. Kadın içinde bulunduğu durumda, çocuğunun ölümünden kendisinin sorumlu
olduğunu, çocuğunu kurtarabileceğini, fakat yeterince dikkatli olmadığı için bu durumu
önleyemediğini düşünmektedir. Bu nedenle daha fazla acı duymaktadır. Ağır bir şekilde suçluluk
duygusuna kapılmıştır. Terapist olduğu anlaşılan erkek, eşinin acısını hafifletmek için onunla
diyalog kurar ve bu diyalog ailenin kısa zaman önceki geçmişine, kadının korkularına ve ihmallere
kadar gider. Bu arada adam, teselli etmenin ötesinde eşine terapi yapmaya başlamıştır. Adam eşini
içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için, onu, korkularının kaynağı olduğunu düşündüğü,
ormanın içerisindeki kulübeye götürmeye karar verir. Bu ormanın adı ‘Eden’ yani cennettir. Bu
isimlendirme ile yönetmen izleyiciye kadını Havva, adamı da Âdem olarak sunmakta; onların
sevişmesi sırasında çocuğun düşerek ölümünü ise ilk günahla ilişkilendirmektedir. Belirtmek
gerekir ki, adam ve kadının filmde isimleri yoktur. Filmdeki karakterler ‘Erkek ve Kadın’ olarak
geçmektedir (Antichrist, n.d.).
Filmde yönetmen, bazı farklı çekim ve kamera hareketleri aracılığıyla ayrıntıları, olayın
yaşanışını ve etkilerini izleyiciye bir ‘gerçeklik’ olarak hissettirmek ister. Kadının acı duyduğu,
ağladığı ve zaman zaman kriz geçirdiği anlar kamera hareketleriyle desteklenerek anlatılmaktadır.
Kamera geniş açıdan dar açıya geçip ayrıntılara odaklanarak hikâyedeki durumların anlatım
olanağını genişletir. Mesela kadının içinde bulunduğu psikolojik yıkımın baş edilmez hale geldiği
anların görüntüsü, kameranın kadının boğazındaki atardamarın hareketine, gözbebeklerinin
ayrıntısına inerek mikro çekimlerle izleyiciye doğrudan aktarılmıştır. Filmi özel kılan noktalardan
biri de şudur ki, bazen görüntülerdeki değişim kadının gözünden dünyanın görünüşünü de
vermektedir. Böylece yönetmen, izleyiciye kadının psikolojik durumunu etkili bir şekilde
ISSN: 2148-4376
62
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 60-71
Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz
aktarmaktadır. Bu sahnelerden biri de kadın ve adam trende giderlerken, pencereden akan doğa
görüntüsü içerisinde birkaç kez belirip kaybolan korkunç surat ve figürlerdir. Bir başka sahnedeki
orman görüntüsünde beliren aşırı hareketlilik kadının içinde bulunduğu psikoz halini izleyiciye
hissettirmek için ustalıkla kurgulanmıştır.
Sonra çift, adamın sorgulamalarıyla kadının psikolojik sorunlarının kökeni ve korkularının
kaynağı olarak belirledikleri Eden’ a gelirler. Eden, filmin arka planını oluşturan doğanın
(mekânın) adıdır. Eden’daki kulübeye doğru giderlerken kadın sık sık ilerlemekte zorlanır,
duraklamak ve dinlenmek zorunda kalır. Filmde bu şekilde beden ve mekân ilişkisindeki
aksamaların psikolojik rahatsızlıklara bağlı bir olgu olarak verilişi, postmodern sinema türünde
görülen ve David Harvey’in belirtmiş olduğu zaman-mekân sıkışması düşüncesine denk
gelmektedir (Harvey, 2010). Kadının ormanın içindeki patikada köprüden geçemediği sahne, daha
sonra yere basamadığı sahnelere bakılırsa arızalanmış bir benliğin mekânda sınırlanışı ve bedenin
hareketinin engellendiği görülür.
Bir başka sahnede, duraklamalardan birinde adam eğrelti otlarının ve çalılıkların arasındaki
bir kıpırtıya yakından bakar. Burada bir ceylan görünür. Ürküp kaçan ceylanın hala arkasından ölü
doğmuş yavrusu sallanmaktadır. Bu sahne daha önceden ölen çocuğu ve anneyi anımsatır. Filmde
hayvanlar ve olaylarla ilgili başka bağlantılar da vardır. Kadının gördüğü bir olay bütün acısını
yeniden ortaya çıkarır. Bir ağacın yüksek bir noktasındaki yuvadan bir kuş yavrusu düşer. Daha
yarı canlıyken bir kartal gelip yavruyu kapıp parçalar ve yer. Kadın bunu gördükten sonra çok
olumsuz bir hisse kapılır. Çünkü yuvadan düşen küçük kuş yavrusu, kadının kendi yavrusunun
kendi yuvasından (evinden) düşerek ölmesine benzetilmiştir. Diğer yandan yine adamın çalılıklar
arasında gördüğü yaralı görünen bir çakal, bir anda dile gelir ve “kaos hükmeder” diyerek
izleyiciyi şok eder. Duyguların gerçekçi bir sunumunu yapmaya özen gösteren filmdeki bu sahne,
adamın gördüğü konuşan çakal, gerçekliğin ve kurgunun karıştığı nokta olarak, izleyicinin de
ortak olduğu bir halüsinasyona dönüşür.
İlerleyen kısımlarda kadın karakterin durumu iyileşmek yerine gittikçe daha kötü bir hal
alır. Bu sırada adam kadının çalıştığı fakat bitiremediği teziyle ilgili dokümanları, notları ve
resimleri bulup inceler. Pagan inanışlar, kadın, doğa ve cadılıkla suçlanarak öldürülen kadınlarla
ilgili olduğu anlaşılan bu belgeler, filmin isminin anlaşılmasını sağlamaktadır. Ayrıca ölen
çocuğunun fotoğraflarında, çocuğun ayakkabısının ters giydirilmiş olması ve otopsi raporunda
çocuğun ayaklarında belirlenen anormallik de adam tarafından fark edilmiştir. Bu konuyu
aralarında tartışırlar. Kadın, araştırdığı konuya kendini kaptırmış ve pagan bir inanış içerisine
girmiştir. Kadın yıldızların bir konuma gelmesiyle üç dilenci diye adlandırılan geyik, çakal ve
karganın bir araya geleceğini ve bu durumda insanlardan bir kurban seçilerek öldürülmesi
gerektiğine inanmaktadır. Filmde bu üç hayvanın Eden’daki kulübeye geldiği görülür ve kadın
adamı kurban etmek için bayıltır. Adam bir şekilde kurtulur ve kadını öldürmek zorunda kalır.
2.1 Antichrist Filminin Kültür-Sanat-Sinema Bağlamında Değerlendirilmesi
Film, kültür ve sanat tarihi açısından ele alındığında, pagan inanış kültürüne ait mitolojik
semboller, cadılıkla ilgili olayları gösteren gravürler ve Rönesans ustalarından ressam Hieronmish
Bosh’un resimlerini andıran sahnelerdeki resimsel görüntüler dikkat çekmektedir. Filmin son
sahnelerinde ormanın içerisinde yürüyerek geçen adamın arka planında yerde yatan çıplak kadın
figürleri belirir. Hepsinin yeraltında yattığı ve ayrı bir görüntü katmanında olduğu anlaşılan bu
figürler doğrudan resim sanatı tarihindeki figür resimlerinden alınmış gibidir. Bu görüntüler
yönetmenin sinema öğrenimine başlamadan önce resim sanatıyla ilgilenmiş olmasıyla ilişkili
olarak da yorumlanabilir.
Antichrist sinema olarak farklılığını, olay örgüsünün dizilişinde ve hikayenin görsel
ISSN: 2148-4376
63
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 60-71
Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz
anlamdaki kuruluşunda ortaya koymaktadır. Genel olarak sahne sanatlarında ve sinemada
izleyicinin rahatsız edilmemesi gibi nedenlerle bazı şiddet içeren olaylar ve anlar gizlenir,
izleyiciye sadece olayın olduğu bilgisi verilir. Bu Klasik Yunan tragedyalarından beri süregelen bir
anlatım yöntemidir. Tragedyada ölüm ve şiddet sahneleri izleyiciye gösterilmez, olayın ardından
verilen sahnelerle bir bilgi olarak sunulur (Akbal Süalp, 2004). Lars Von Trier ise Antichrist’te
pornografiye varan açıklıkla şiddet ve vahşet öğelerini izleyicinin gözünün önünde
sergilemektedir. Yönetmenin bu tavrı sinema sanatındaki bu klasik anlatımı özellikle reddettiği
şeklinde yorumlanabilir.
İzleyicinin seyredemediği bu şiddet görüntülerine örnek vermek gerekirse, kadının adamın
cinsel organına vurarak bayılttığı sahne; adamın bacağını burguyla delerek çark taktığı sahne;
kadının her şeyin sorumlusu olarak gördüğü zevkin kaynağını, kendi klitorisini makasla kestiği
sahnelerde görüntü hiç aksamadan, kamera herhangi bir şekilde çekilmeden doğrudan olan biteni
vermektedir. Bu görüntülerde izleyicinin bakışını kesip parçalayan aşırı gerçekçi bir yön vardır. Bu
görüntüler Jacques Ranciere’nin görüntülerin niteliklerini tartıştığı “katlanılmaz görüntü”
tanımına denk düşmektedir (Ranciere, 2010). İzleyenin bakışını değiştiren, gözünü kapattıran ve
davranışını sekteye uğratan bu katlanılmaz görüntüler, Lars Von Trier’in kendi deyimiyle,
izleyicinin ayakkabısına giren taşlardır (Stevenson, 2005).
Lars von Trier doğaya bakışı yönettiği görüntülerde (Tarkovsky’i andığı nokta bu
kesitlerdedir) yönetmenliği bırakıp adeta ressamlığa soyunmuştur, çünkü görüntüler bir teknik
görüntünün dolayımından kurtulmuş el üretimi bir dokunun görünümüne kavuşturulmuştur. Bu
görüntü tercihinin düşünsel altyapısını Walter Benjamin’in (2004) kameraman ve ressamı konuya
yaklaşım biçimi bakımından değerlendirdiği düşüncelerinde temellendirmek olasıdır. Benjamin,
kameramanı hastasını ameliyat eden cerraha, ressamı ise hastasına belli bir mesafeden yaklaşan
şifacıya benzetmektedir. Trier de filmin çekimlerinde aldığı kararlar, seçtiği kadrajlar ve filtrelerle
bazen kameraman- cerrah, bazen de ressam-şifacı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kameranın uzak
çekimlerdeki aşırı mesafeli tutumu ve yakın çekimlerdeki objelerin ve figürlerin iyice içine,
tenine, dokusuna girdiği görüntülerin kurgusunda, makro ve mikro çekimlerdeki geçişlerde bu
cerrah ve şifacı benzetmesini açıklayan tavırlar görülebilir. Mesela durgun bir orman
görüntüsünden yakın çekim bir ağaç görüntüsüne geçişlerde bir cerrah müdahalesi
keşfedilebilirken; film karakterlerinin doğa içinde göründükleri sahnelerdeki dokunma duygusunu
da içeren görüntülerde ressam-şifacının etkisi keşfedilebilir. Kadın ve adamın ağacın altında
köklerin arasında birleştiği sahneye bakılırsa, sanat tarihinden çıkıp gelmiş birçok “el
görüntüsünün” topraktan fışkırıp geldiği görülür. Burada beliren eller resim sanatı tarihinde doğa
ve figür (kadın modelleri) resimlerindeki çeşitli noktaları çağrıştıran görünümler olarak
verilmiştir. Bu el figürlerinin ağacın köklerini tutması resimsel bir dokunma türüdür. Benjamin’in
(2004) bahsettiği büyüsellik ise zaten doğanın - büyük tapınağın- kucağında durmaktadır.
Trier, Antichrist filminde doğaya hem anlam hem de görüntü olarak Tarkovsky tarzında
yaklaşmıştır. Tarkovsky’nin doğaya çevrilen kadrajı, özellikle Ayna (1975), Stalker (1979) ve
Nostalji (1983) adlı filmlerindeki manzarayı öne çıkarır. Tarkovsky, manzaranın “en ufak bir
kesinlik taşımadığı için kavramsallaştırılamayanı ifade etmeye yönelik kavramsal bir araç
olduğuna dikkat çeker” (Botz-Bornstein, 2011). Trier de tıpkı Tarkovsky gibi Antichrist’te
belirsizleşen çizgileri, devinim içindeki ormanı, ağaçları, çalıları ve kökleri çerçeveye alır ve
izleyiciye bir imge olarak sunar.
Kadın bedenleriyle bütünleşmiş doğa görüntüsü, filmdeki hikâyenin içeriğini ele verir.
Filmde kadın doğasının şeytan ile ilişkili olduğu vurgusu, Camille Paglia’nın ‘kitonyen’
kavramıyla açıklanabilir. Kitonyen, yeraltına ait, doğanın dişil gücünü ifade eden kavramdır
(Paglia, 2004). Filmde geçen diyaloglarda bahsedilen şeytanla ilişkili olan “kız kardeşler”, doğa
içerisinde beliren kadın figürleri kitonyen kavramına işaret etmektedir. Ölüm, yas, doğa ve cinsel
ISSN: 2148-4376
64
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 60-71
Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz
kimliklerin yanında filmin kişisel duygulara odaklandığı bütün görüntüler sadece iki kişiyle
ilgilidir, bunun karşısında, başlangıçtaki mezarlık sahnesinde görülen kalabalık ve filmin sonunda
kadının ölümünden sonra ormanda bir tür hayal gibi görünen kadınlar, ölümün toplumsal yanını
vurgulamaktadır (Buck-Morss, 2010).
3. Antichrist Filminin Psikolojik Analizi
3.1. Etik
Genel Etik kurallardan olan yararlı olmak ve zarar vermemek başlığı altında dikkati çeken
en önemli etik ilkelerden biri psikologların çoklu ilişkiler kurmamasıdır. Diğer bir deyişle,
psikolog danışanı ile olan ilişkisindeki profesyonel rolüne ek olarak başka bir ilişki içine
girmemelidir. Filmlerinde etik yargılamayı sıklıkla konu edinen Lars von Trier’in Antichrist
filminde görüldüğü üzere bebekleri Nic’in kaybından sonra kadın ağır bir yas sürecine girmiş ve
hastanede bir ay tedavi görmüştür. Bu tedaviyi uygun bulmayan erkek, kadının tedavi sağlanması
için kendisinin ona psikoterapi vermesi gerektiğini düşünür. Psikoterapist olarak görev yapan
erkek karakter terapist becerilerini kendi eşinin tedavisinde etkin bir şekilde kullanabileceğini
düşünmüştür. Etik kurallara göre bu çoklu ilişki kurmak anlamına gelmektedir. Benzer şekilde,
TPD’nin “Psikoterapi ile ilgili etik kurallar” başlığı altında belirttiği üzere psikologlar hizmet
verdiği ya da vermiş olduğu danışanlarla, danışanların yakınları ve akrabaları ile duygusal yahut
cinsel ilişki kuramaz (Türk Psikologlar Derneği, 2004). Erkek karakterin eşi ile terapiye
başladığında onunla cinsel olarak birlikte olmayacağını söylemiştir. Ancak bebeğinin ölümü
sonrasında travmatize olan, kadınlığını ve analığını sorgulayan kadının en acil ihtiyacının eşinden
psikoterapi almaktan ziyade sosyal destek almak, yas sürecinin ve acının paylaşılması olduğu
görülmektedir. Bu nedenle erkek karakter karısına verdiği bu sözü tutamaz ve terapi
sürecindeyken cinsel birliktelik yaşamaya devam ederler. Terapist profesyonel kimliğini
“karı-koca” ilişkisini engelleyerek devam ettireceğini planlamış ancak bunda başarılı olamamıştır.
Bu terapist-danışan arasındaki ilişkinin profesyonel bir ilişkiden çıkmasına neden olarak, beklenen
terapi yararlarının oluşmamasını; aksine, yaralayıcı deneyimlerin gerçekleşmesine neden olmuştur.
Danışanın terapisti ile kurduğu ilişkisine geçmişinden başka bir kişi ile kurduğu ilişkiyi
benzetmesi durumuna aktarım; terapistin danışanı ile olan ilişkisinde kendi geçmişinde bir kişi ile
kurduğu ilişkisini benzetmesi ise karşı aktarım olarak değerlendirilir (Gabbard, 2004). Terapistin
danışanı ile kuracağı profesyonel rol dışında kalan diğer ilişki biçimleri, terapiye konu edilen
aktarım ve karşı aktarımı bozar niteliktedir. Bu nedenle çoklu ilişkinin oluştuğu terapötik
ilişkilerde aktarım ve karşı aktarım, terapi dışındaki sürelerde de görüşülmesinden ötürü terapiye
özgü olan niteliğini kaybeder. Danışanın terapötik olarak ele alınması için kullanılacak olan bu iki
kavram, terapi dışında kurulan ilişki yüzünden bozulmuş olur ve bu da terapinin olumlu sonuçlar
vermesini engeller.
Filmde erkek, eşinin terapisti olmaya çalışıp kadının korkularını yenmesi için davranışçı
bir metod olan kognitif yeniden yapılandırma tekniğini (Gençöz, 2001) kullanmaya karar verir.
Teknik, düşüncelerin duyguları açığa çıkardığı varsayımının ele alınması, danışanın durumlara
gerçekçi bakış açısı getirmesi için çalışılması, kaygı/korkuya neden olan varsayımların
belirlenmesi ve bu varsayımların yeniden değerlendirilmesini içerir (Gençöz, 2001). Bu aşamada
danışana özgü kaygı uyandıran durumların hiyerarşik olarak belirlenmesi tekniği kullanılabilir.
Ancak filmde erkek bu tekniği gerektiği gibi kullanamaz. Çünkü karısı ile kurduğunu sandığı
terapötik ilişki, varolan karı-koca ilişkisinin niteliği yüzünden terapiyi destekleyen işlevsel düzeye
çıkamaz. Nitekim erkek, hiyerarşide kadının en hafif düzeyde korktuğu yer ile çalışmak yerine
kadının en çok korktuğu yer olan Eden ile çalışmaya başlar. Bu durumun doğru sonuçlar
ISSN: 2148-4376
65
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 60-71
Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz
doğurmayacağını gösterircesine, Lars von Trier’in Eden’a gittikten sonra filmde gergin ve şok
edici sahneleri daha yoğun kullandığı görülür.
3.2. Duygular
Altı temel duygu olan öfke, üzüntü, iğrenme, mutluluk, korku ve şaşkınlık (Power &
Dalgleish, 2008) incelendiğinde bu duyguların filmdeki karakterler tarafından yaşanmış ve aynı
şekilde de izleyiciye aksettirilmiştir. Filmde kadın karakterin bebeğinin cenazesinde kendini
kaybettiği, 1 ay süre ile hastanede tedavi görecek denli ağır üzüntü ve depresif duygulanım
yaşadığı görülmektedir. Üzüntünün bir kişiye kendi ölümlülüğünü ya da kişinin sevdiği birinin
ölümünü hatırlatıldığında hissedilen temel bir duygu olarak kabul edildiğinde (Power & Dalgleish,
2008) kadının yaşadığı üzüntü duygusunun bebeğin kaybı neticesinde olması izleyiciye anlamlı ve
olaya karşı verilen doğal bir tepki gibi gelir. Ancak kadının hastanede 1 ay bilinci kapalı şekilde
tedavi görmesi olaya verilen aşırı bir yas tepkisidir ve bu tepkiyi yalnızca üzüntü ile açıklamak
yetersiz kalır.
Çocuklar ve yetişkinlerde üzüntü ve yasın önemli olması bağlanma teorisi ile açıklanabilir
(Bowlby, 1988). Çocuklar kendilerinin bakımını üstlenen kişiye (bakıcısına/ annesine) bir tür
bağlanma geliştirirler (Bowlby, 1988). Ainsworth (1978) bağlanmayı Yabancı Durum Testi ile
çalışmıştır. Ainsworth (1978) çalışmasında bakıcı ve çocuğu bir laboratura almıştır. Çocukların
bakıcıları gözetiminde oyun oynadıkları sırada yabancı bir kişi odaya girmiştir. Yabancı kişi
çocukla ilgilenmiştir ve böylece çocuğun bakıcısından ilk kez ayrılması sağlanmıştır. Ardından,
bakıcısı çocuğu rahatlatmıştır ve yabancı odadan çıkmıştır. Böylece ayrılık sonrası ilk birleşme
gerçekleşir. İkinci ayrılık bakıcının odadan çıkması ile gerçekleşmiştir. Odaya yabancı kişi tekrar
girer ve çocukla ilgilenir. Son olarak ikinci birleşme çocuğun bakıcısı odaya girmesi ile olur ve
bakıcısı çocuğu sakinleştirir. Bu esnada yabancı kişi odadan çıkmış olur. Araştırmacılar çocukların
yalnız kaldığında ve bakıcısı ile buluştuğunda verdiği tepkileri incelemiştir. Buna göre, bazı
çocuklar, bakıcılarının geri dönüşü üzerine mutlu olmuşlardır. Bunlar güvenli bağlanan
çocuklardır. Bazı çocuklar ise bakıcılarından ayrılmalarını ağlarayarak protesto etmiş ve bu
duruma ümitsizlik göstermiştir. Bakıcıları dönünce onlara koşmuş ancak bakıcılarına vurma gibi
öfke belirtileri göstermiştir. Bu tip çocuklar kaygılı bağlanmaya sahiptir. Bazı tip çocukların
bakıcılarından ayrıldıktan sonra ağlamadığı görülmüştür. Bu tip çocuklar ise bakıcıları geri
döndüğünde onlardan kaçınır ve bakıcılarına öfkeli görünürler. Bu tür bağlanma ise kaçıngan
bağlanmadır.
Bowlby, kaygılı ve kaçıngan bağlanma gösteren çocukların, bakıcılarının kaybı üzerine
hissettikleri olumsuz duyguları savunucu bir şekilde dışladıkları ya da engelledikleri için
oluştuğunu belirtmiştir (1980). Olumsuz duygulanım üzerine kaygılanmak ya da bu duygulardan
kaçınmak, olumsuz duygulanımın işlenmesinin süresini uzatabilir. Bu durum, kaçıngan ve kaygılı
bağlanması olan yetişkinlerin olağan üzüntü ve yas sürecinin uzaması ve yasa karşı verilen
anormal tepkilerin doğasının uzun sürmesini açıklayabilir (Power & Dalgleish, 2008). Bağlanma
figürünün kaybına karşı verilen aşırı yas tepkisinin açıklanması için ayrı bir görüş ise bağlanma
figürünün gerektirdiği ortak amaçların, rollerin ve planların kaybıdır. Bağlanma figürünün kaybı
ile bu kişiyle ilişkilendirilmiş değerlerin kaybı da söz konusu olur (Power & Dalgleish, 2008).
Örneğin çocuğunun iyi okullarda okuyup kendisini başarılı bir anne olarak temsil etmesini
bekleyen bir kadın; çocuğunu kaybetmesi ile çocuğuna atfettiği değeri ve beklentiyi de kaybetmiş
olur. Kendilik değerini anneliği üzerine kuran bu kadın, anneliğinin çocuğunun kaybı ile sona
ermesinin verdiği üzüntüyü de yaşayabilir.
Bu açıdan filmdeki kadın karakterin, olumsuz duygularını savunmacı bir şekilde dışladığı
ve olumsuz duygularını engellediği düşünülebilir. Kadının, çocukluğunda annesi tarafından olduğu
ISSN: 2148-4376
66
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 60-71
Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz
şekilde kabul edilmediği; olumlu ve olumsuz duygularının bir bütün olarak kabul görmemesi
nedeni ile kendisinin de bu duyguları içselleştiremediği ve kaygılı bir bağlanma geliştirmiş olduğu
düşünülebilir. Film açılışının eşlerin cinsel ilişki yaşarken sahnelendirilmesi ve filmde kadın
tarafından başlatılan cinsel ilişkileri içeren sahnelerin sayısının çokluğu, kadın karakterin kadınlık,
annelik ve üreme rollerine verdiği önemi gösterebilir. Bebeğinin kaybının, kadının önem verdiği
rollerinin kaybını ve bu rollerde başarısız olduğunu temsil etmesi de kadını aşırı yas tepkisi
vermeye yöneltmiş olabilir.
Üzüntü duygusunun diğer temel duygularla görülmesi sık görülen bir durumdur. Örneğin
üzüntü ve öfke duygularının eş zamanlı yaşanması yasta patolojik durumların oluşmasını
açıklayabilir (Power & Dalgleish, 2008). Filmin ikinci yarısında, kadın karakterin, bebeğinin
pencereye tırmanıp düşmeden önce onu gördüğü, ancak cinsel ilişkiyi sürdürdüğü sahne
görülmektedir. Kadın filmin sonunda bebeğinin yatağından kalkıp yürümeye başladığını bildiğini
söyler ve bebeğinin ölümünü engelleyebilecek olduğunu itiraf eder. Bu ifadesinden, kadının
bebeğin ölümü için kendini suçladığı ve suçluluğunu kendine yönelmiş bir öfke ile ifade ettiği
görülür. Bu nedenle ki kadın, filmin son sahnelerinde, kendi cinsel hazzı nedeni ile bebeğinin
ölümünü engelleyemediğini düşünerek öfkelenir. Bebeğin ölümü için kendi cinselliğini suçlu
bulması ve kendine yönelik olan öfkesi ile de klitorisini keser. Bu kadının kendi kendisini hadım
etmesi anlamına gelmektedir. Kadın, öfkesini cinsel ilişkinin ikili bir eylem olması nedeni ile de
erkek karaktere de yönlendirir. Erkeği, bacağını burgu ile delerek bir çark geçirmek sureti ile
cezalandırır. Böylece erkeğin ayağını bağlar (ayakbağı) ve hareket etmesini engeller. Kadının bu
türlü bir ceza yöntemi seçmesi çok sembolik bir anlam taşımaktadır. Burgunun penisi, çarkın da
kadın cinsel organını temsil ettiği düşünüldüğünde, bu şekildeki cezalandırmanın cinsel ilişkiyi
temsil ettiği düşünülmüştür. Diğer bir deyişle, kadın karakter cinsel ilişkiyi sürdüren erkek
yüzünden bebeğini kurtaramadığını düşünmüştür. Bunu kendisine bir ayak bağı olarak görmüş
olabilir. Bu nedenle kadın erkeği cezalandırırken ona bir ayakbağı hazırlamıştır. Yani kadın
erkeğin ayağını hareket edemeyeceği şekilde burgu delmiş ve çarkı geçirmiştir. Bu bilgiler kadının
yas sürecindeki üzüntüsü ile eş zamanlı olarak kendine olan öfkesini yaşamasının kendine ve
diğerlerine zarar veren patolojik örüntüsü üzerindeki etkisini açıklayabilir.
Eşinin bu halini gören erkek karakter ise tedaviyi kendisi üstlenerek bir tür telafi
mekanizmasına girişmiştir. Kadın geçen sene Eden’a oğlu ile gelip tezi üzerinde çalıştığı zaman
eşinin kendisi ve çocuğu ile ilgilenmediğine dikkat çeker ve erkeği onları yalnız bırakmış olmakla
suçlar. Erkek de bu durumu başarısız bir baba olmak olarak değerlendirir ve bunu kontrol
edebilecek olduğunun farkındadır. Suçluluğun içten gelen ve kontrol edilebilen başarısızlıklar
sonucunda hissedilen (Power & Dalgleish, 2008) ancak tolere edilmesi güç bir duygu olması,
erkeğin bu duygu ile olanları telafi etmek yolu ile baş etmeye yönlendirir. Buradan hareketle
erkek, karısının tedavisinde kendi yardımının hastane yardımından daha etkili olabileceğini
düşünmüş olabilir.
3.3. Asal sahne
Asal sahne (primal scene) çocukların anne ve babanın cinsel ilişkilerini anlamasını ya da
görmesini ifade eder. Çocuk bu sahneyi görür ve şiddet ile ilişkili bulur (Wolff, 1950) Psikanalitik
kurama göre ödipal süreci yaşayan çocuk annesinin babası ile birlikte olduğunu anladığında yoğun
bir kaygı yaşar. İlişkiyi durdurması durumunda da babadan gelecek cezalandırma ile kastrasyon
kaygısını yaşayacağını bilir. Bu nedenlerle çocuk anne ve babasının odada ne yaptıkları hakkında
düşünür, içeride olan biteni anlamlandırmak için bir şey bulur ve bulduğunu kendisi ile
ilişkilendirebilir. Bu yol ile hissettiği kaygı duygusu ile başa çıkabilir.
Lars von Trier’in bu filminin afişinde, filmin açılış ve birçok sahnesinde kadın ve erkek
ISSN: 2148-4376
67
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 60-71
Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz
diğer bir deyişle anne ve babanın cinsel ilişkilerini açıkça göstererek ele alması, asal sahneyle
ilgili olan yoğun fantezileri ile ilişkilendirilebilir. Bu açıdan Lars von Trier’in geçmişinde
halledemediği ve kendisinde öfke ve kaygı uyandıran konuları filmlerinde abartılı düzeylerde
işlediği düşünülmüştür. Yönetmen, film boyunca anne ve babaya doyum verici bir cinsel ilişki
fırsatı tanımamıştır. Buna ek olarak, karakterleri cinsellikleri yüzünden bebeklerinin ölümüne
neden olmamaları ile cezalandırır gibi görünmektedir. Bu bilgiler ışığında yönetmenin kendi anne
babasının cinselliği üzerindeki fantezilerinde kendine biçtiği role dikkat çekilebilir. Lars von
Trier’in kastrasyon kaygısı ile engelleyemediği ebeveyn cinselliğini, filmlerindeki karakterler
üzerinden sembolik düzeyde halletmeye çalıştığı düşünülmektedir.
3.4. Yönetmen ve Savunma Mekanizmaları
Yönetmenin savunma mekanizmaları iki başlıkla ele alınmaktadır. Bunlardan ilki
yönetmenin annesine duyduğu öfkeyi kadın oyuncuya (Charlotte Gainsbourg) özdeşim kurarak
yansıtmasıdır. Yaşam öyküsü incelendiğinde, Lars von Trier’in annesinin ölmeden önce Trier’e
babasının biyolojik babası olmadığını söylemesi yönetmeni travmatize etmiş olabilir. Annesi Lars
von Trier’e babasının eski işyerindeki patronu olduğunu itiraf etmiştir. Ancak yaşam öyküsüne
bakıldığında annesinin Trier’e bu bilgiyi verdikten sonra öldüğü ve çocuğunun ne hissettiğini hiç
konuşmadığı anlaşılmaktadır. Bu gerçekliğin kendisinden yıllardır saklanmış olması ve babası
bildiği kişinin biyolojik babası olmadığını öğrenmesi Trier’in kendisini aldatılmış hissetmesine
neden olmuş olabilir. Bu durum tıpkı Bowlby’in (1988) yaptığı çalışmaya benzer. Annesinin
kaybının ve terk edilmişliğin verdiği üzüntü, Trier’in kendisini aldatılmış hissetmesine neden
olmuş olabilir. Trier, annesine karşı duyduğu öfkeyi annesiyle hesaplaşamadığı için (unfinished
business) içe atma mekanizmasıyla geliştirmiş olabilir. Ancak bu savunma mekanizması yansıtma
özellikleri de kazanmış, bu sebeple filmdeki anne rolünü üstlenen kadına korkutucu özellikler
atfetmiş ve şeytanilikle eşleştirmiştir. Filmde kadın çocuğunun ölümüne neden olduğuna kendini
inandırmış ve bu nedenle kadının rahatsızlığı prognozu gittikçe kötüleşmiştir. Ayrıca oyuncu da
rolünü içselleştirerek anılan psikolojik süreci çok iyi aktarmıştır. Buradaki aktarım yönetmenin
yansıtma, içe atma ve özdeşleştirme savunma mekanizmalarından ileri gelmektedir. Bu yüzden
yansıtmalı özdeşim olarak değerlendirilebilir (McWilliams, 2010). Yönetmen bu savunma
mekanizmasını çok başarılı şekilde kullanmış ve seyirciyi de kendi tarafına çekmiştir. Bunun
kanıtı da seyircinin Charlotte Gainsbourg’un oynadığı rolden ziyade kendisinden korkmaya ve
nefret duymaya başlamasıdır. Şöyle ki, Gainsbourg’un oynadığı diğer filmlerde de seyirci farklı
rollerde olmasına rağmen oyuncunun kendisine nefret duymuştur (B. Yılmaz ve K. Yılmaz, kişisel
iletişim, 15 Aralık 2013).
Savunma mekanizması konusunda dikkat çeken ikinci örnek Trier’in filmde sanat öğelerini
sıklıkla kullanması ve filmini ünlü Rus yönetmen Tarkovsky’e atfetmesidir. Böylece, filmin
sanatsal içeriği ve elitist yönü Trier’in biyolojik babasının sanatla ilişkili olduğunu öğrenmesiyle
ilgili olabilir. Çünkü annesi Trier’e, biyolojik babasını sanatsal bir çevrede yetişmiş olduğu için
seçtiğini itiraf etmiştir (Stevenson, 2005). Trier, asla görmediği babasıyla ilgili duygularını sinema
alanındaki elitist ve sanatsal tutumuyla sinemanın babası olarak bilinen Tarkovsky’e yansıtmış
olduğu düşünülmüştür. Trier, aynı Tarkovsky gibi filminde resim sanatına fazlaca atıf göstermiş ve
Tarkovsky’nin filmlerinde kullandığı ögelerden yararlanmıştır. Bunlara ek olarak, Trier’in filmini
Tarkovsky’e atfetmesi de onu idealize ettiğini gösterir niteliktedir. Böylece Trier, hiç tanımadığı
babasını Tarkovsky’e yansıtmıştır. Yönetmen, Tarkovksy ile özdeşim kurarak ve onu idealize
ederek biyolojik babası ile tanışma yoluna gitmiştir. Ödipal süreçlerle ele alındığında Trier’in,
babasının sanatsal özellikleri ile özdeşim kurarak ve bu özellikleri idealize ederek anneye
ulaşmaya çalıştığı şeklinde bir yorum getirilebilir. Ancak hayatta olmayan biri olan Tarkovsky ile
ISSN: 2148-4376
68
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 60-71
Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz
idealizasyon kuran Trier’in kastrasyon kaygısını gerçek anlamda halledemediği düşünülmüştür. Bu
da Trier’in kaygı sorunları yaşaması ve birkaç farklı fobisinin olmasını açıklayabilir (Stevenson,
2005).
4. Sonuç
Konusu, senaryosu, görüntüleri ve içerdiği kültürel, psikolojik, sanatsal kodların aktarımı
açısından başarılı bir film olarak değerlendirilen Antichrist, elit bir sinema izleyicisini hedef
seçmiş olduğunu belirtmek gerekmektedir. Filmde görselliğin ve olayların akışının
kurgulanışındaki paralellik izleyiciye kuramsal bir altyapının işaretini vermektedir. Yönetmen
Trier’in özellikle seçtiği bu durum, yönetmenin diğer filmlerindeki tarzı ile örtüşmektedir. Filmin
bir dizi olumlu ve olumsuz görülecek önermeleri genel olarak yaygın kültürün eleştirisi başlığı
altında toplanabilir. Trier, bu önermeleri aktarmak için zıt özelliklerdeki bireyler arasındaki
diyalogların ve olayların ayrıntılarını işlemiştir. Yönetmenin ayrıntılara verdiği kritik önem, film
içerisindeki ayrıntıların olayların gidişatını önceden işaret etmesinde görülebilmektedir. Filmdeki
karı ve koca, kadın ve erkek, terapist ve hasta, doğa ve kültür, yaşam ve ölüm gibi farklı dikotomik
öğeler arasındaki çatışmalar da filmin altyapısından sızan gerçeklikler olarak vurgulanabilir.
Ahlaki sorgulamalar içeren film psikoterapide etik ilkelerin sorgulanabileceği bir zemin
yaratmıştır. Bebek kaybı, ölüm, yas, psikolojik sağlığın bozulması, şiddet sahneleri gibi içerikler,
filmin karamsar bir havaya bürünmesinine neden olmuştur. Bu sebeple filmde ağırlıklı olarak öfke
ve üzüntü duygularını işlenmesine neden olmuştur. Bunlara ek olarak film psikolojik açıdan
yönetmenin yaşam öyküsü ile ilgili olacak şekilde şekillenmiştir. Yönetmenin annesi ile olan
öfkesini kadın karaktere yansıtmak sureti ile başa çıkmaya çalıştığı düşünülmüştür. Yönetmenin
baba figürünü ünlü yönetmen Tarkovsky’e yansıtarak, onunla özdeşim kurarak ve onu idealize
ederek kastrasyon kaygısı ile baş ettiği düşünülmüştür. Ancak, Lars von Trier’in kaygı sorunları
olması ve çeşitli fobilere sahip olması kullandığı başetme yönteminin etkili olmadığını gösterir
niteliktedir.
ISSN: 2148-4376
69
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 60-71
Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz
Kaynaklar
Akbal Süalp, Z. T. (2004). Zaman Mekân Kuram ve Sinema. İstanbul: Bağlam Yayınları
Antichrist (n.d.). IMDB sitesinden alınmıştır
http://www.imdb.com/title/tt0870984/?ref_=nv_sr_1
http://www.imdb.com/name/nm0001885/bio?ref_=nm_ov_bio_sm
Ainsworth, M. D. (1978). Patterns of Attachment: A Psychological Study of the Strange
Situation. Lawrence Erlbaum Associates. ISBN 0-89859-461-8.
Benjamin, W. (2004). Pasajlar (A. Cemal, Çev.) İstanbul: YKY.
Botz-Bornstein, T. (2011). Filmler ve Rüyalar (C. Soydemir, Çev.). İstanbul: Metis.
Bowlby, J. (I980). Attachment and Loss, Vol. 3: Loss, Sadness and Depression. New York:
Basic Books.
Bowlby, J. (1988). A Secure Base: Parent-Child Attachment and Healthy Human
Development. New York: Basic Books.
Buck-Morss, S. (2010). Görmenin Diyalektiği. İstanbul: Metis.
Gabbard, G. O. (2004). Long Term Psychodynamic Psychotherapy: A Basic Text.
Washington
DC: American Psychiartic Publishing.
Gençöz, T. (2001). Kaygı bozukluklarının tedavisinde kognitif-yeniden yapılandırma
tekniğinin uygulanışı. Kriz Dergisi, 9(2), 23-28.
Harvey, D. (2010). Postmodernliğin Durumu (S. Savran, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları.
McWilliams, N. (2010) Psikanalitik Tanı (E. Kalem, Çev.). İstanbul: Bilgi Üniversitesi.
Mencütekin, M. (2010). Sinema dili, film retoriği ve imgelenen anlama ulaşma, Öneri
Dergisi, 9(34), 259-266.
Paglia, C. (2004). Cinsel Kimlikler (Nefertiti’den Emily Dickinson’a Sanat ve Çöküş) (A.
Hazaryan ve D. Atay, Çev.). İstanbul: Epos.
Power M. & Dalgleish, T. (2008). Cognition and Emotion: From Order to Disorder (2.
Basım) East Sussex: Psychology Press.
Ranciere, J. (2010). Özgürleşen Seyirci (B. Şaman , Çev). İstanbul: Metis.
Stevenson, J. (2005). Lars von Trier (B. Kovulmaz, Çev.). İstanbul: Agora Kitaplığı.
Türk Psikologlar Derneği (2004). Türk Psikologlar Derneği Etik Yönetmeliği. Erişim tarihi
03 Ocak 2014, http://www.psikolog.org.tr/turkey-code-tr.pdf
Wolff, W. (1950). Values and Personality: An Existential Psychology of Crisis. New York
City, NY, US: Grune & Stratton.
ISSN: 2148-4376
70
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 60-71
Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz
Summary
The Visual and Psychological Analysis of Lars von Trier’s Antichrist Movie
This article will analyze Lars von Trier’s 2009 Antichrist movie. In the scope of this article,
after the analysis of the visual characteristics of the movie, the characters, the events and
psychological processes of the characters are analyzed. For the visual analysis, it is seen that the
movie has an alternative way in cinema arts. Being a four chaptered movie, the story was presented
in a progressive manner. The presentation of events which included aggression and atrocity was
clearly given. As opposed to the classical cinema work, the attitude which aimed to disturb the
audience with excessively realistic expressions was developed by the director. The first
characteristic drawing attention in the visuality of the Antichrist movie is the explicit resemblance
of the nature scenes to those in the movies of the master director Andrei Tarkovsky. The factors
such as the frame defining nature scenes, the selected color, light, shadow, and camera movements
in the movie increased the visual quality of the movie. From a psychological point of view, the
unresolved problems and stories of the director has a major effect on the movie. Symbolically,
ethical inquiries at the therapeutic relation level were presented. Several thriller scenes in the
movie were about ethical rules, referring particularly to the multiple relations ethical code. When
analyzed in terms of basic emotions, sadness, anger, and fear are the major emotions in the movie
in the direction of the content of the scenario.
The fact that Lars von Trier’s mother told the truth about Trier’s biological father to him
immediately before her death, caused the externalization of the Trier’s sadness aroused by the loss
of a love object and thereby, Trier reflected his anger towards his mother to the female character in
the movie. The fact that no negative characteristic was attributed to the father and Trier’s
presentation of the father in a protective manner may arise from the idealization of Tarkovsky who
is a father figure of the director. Via this idealization, the director may seem to overcome the
castration anxiety. In addition to those, the movie included many scenes including sexual
intercourse of the male and the female characters. However, the director presented these scenes in a
way to accuse this sexual relationship for the loss of the child, in a way to show that this sexual
relationship was not aimed for the love and satisfaction but for the expression of aggression. This
kind of presentation of the sexual relationships is thought to be presented on the basis of Trier’s
phantasies about the primal scene.
Key words: projection, anger, anxiety, art, defense mechanisms
ISSN: 2148-4376
71
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 72-74
Gaye Z. Çenesiz
Haber/Yorum: Psikoloji ve Sanat Sempozyumu’nun Ardından
Gaye Z. Çenesiz
Orta Doğu Teknik Üniversitesi
Psikoloji ve Sanat sempozyumlarının üçüncüsü “Direniş” teması ile Orta Doğu Teknik
Üniversitesi Kültür ve Kongre Merkezinde 1-2 Ekim 2014 tarihlerinde gerçekleştirildi. Sempozyumun bu yılki teması olan direniş, hem Gezi direnişi özelinde, hem de genel olarak direniş kavramı
üzerine sanat ve psikolojinin bakış açıları ve her iki alanın etkileşimi çerçevesinde ele alındı. Bu
yazıda, sempozyumda gerçekleştirilen etkinliklerin ışığında direniş, psikoloji ve sanat ilişkisinin
değerlendirilmesi planlanmıştır.
Direniş, farklı kaynaklarda direnme işi, karşı koyma, dayanma ve bir düşünceye, duruma,
tutuma ya da uygulamaya boyun eğmeyip her türlü araçla karşı koyma anlamlarıyla tanımlanmaktadır. Sempozyumda yer alan oturumlardaki genel görüş, Gezi sürecinde bu karşı koyma halinin
sanatın farklı bileşenleri kullanılarak gerçekleştirildiği yönünde olmuştur. Gerek çekilen fotoğraflar, gerek süreci ele alan belgeseller, gerek her yerde gözümüzün görmeye alıştığı duvar yazıları,
gerekse alanlarda, sokaklarda parklarda yer alan sokak sanatçılarının performansları Gezi’deki
direnişin önemli bir parçası olmuştur. Sempozyumda yer alan sunumlarda ortaya konan ve
tartışılan soruların üzerine psikologlar tarafından çokça düşünülmesi gerekmektedir.
İnsan nerelerde, hangi koşullarda direnir ve psikoloji bunu nasıl ele alabilir?
Bu sorunun cevabı Ferhunde Öktem’in “Direndikçe…” başlıklı sunumunda ele alınmıştır.
Öktem, direnişi bedensel direniş, kişilik oluşumu döneminde direniş, zihinsel gelişim açısından
direniş ve toplumsal direniş başlıkları ile gelişimsel açıdan ele almıştır. Bir organizma olarak
insanın varlığını sürdürebilmesi için hücresel boyutta bir direniş gerçekleşmesi gerektiğini belirten
Öktem, bu bedensel direnişin bağışıklık sistemi aracılığıyla yapıldığını ve bağışıklık sisteminin
optimum düzeyde çalışmaması halinde bireylerin çeşitli sorunlar ile karşılaşabileceğini ifade
etmiştir. Benlik düzeyindeki direnişimiz ilk olarak çocuğun bir birey olduğunu fark etmesi ile 2
yaşında ortaya çıkmaktadır. Çocuk bu yaş döneminde kendini ortaya koymakta ve elindeki gücü –
bir birey olduğu buna bağlı olarak yapabilirliğini – kullanıp direngenliğini göstermekte, böylelikle
bir birey olabilmektedir. Her ne kadar insanın tüm gelişimsel süreçlerinde birey olduğu ve
kendiliğini gösterme ihtiyacı olsa da, bu direncin en yoğun görüldüğü ikinci dönem ise ergenlik
dönemidir. Aynı bedensel düzeyde olduğu gibi benlik gelişimi düzeyinde de bireyin optimum
düzeyde direnç göstermediği durumlarda ya bağımlılık ya da davranım bozuklukları görülebilir.
Öktem’in ele aldığı üçüncü direniş aşaması – zeka gelişimi açısından direniş – ışığında direnişi
yorumlamak için çocukların “bizim çocuğumuz çok zekidir” şeklinde aileleri tarafından yaratılan
baskı karşısında geliştirebilecekleri direnç ve diğer taraftan da çocuğun potansiyelini örseleyen
aileler düşünülmelidir. Son olarak, toplumsal olarak direniş düşünüldüğünde de yine aynı şekilde
iki uçta da yaşanılabilecek problemlerin olduğu öngörülebilir. Aşırı baskı altında kalan ve buna
karşılık direnç geliştiren toplumlar, bu direnişleri yıkıcı bir şekilde ortaya koyarken, diğer taraftan
da aşırı teslimiyetçi bir tutum geliştirerek gelişmenin önünde bir engel oluşabilir. İşte tüm bu farklı
ISSN: 2148-4376
72
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 72-74
Gaye Z. Çenesiz
aşamalardaki direnişler, psikolojinin farklı alt alanları tarafından incelenmesi, değerlendirilmesi ve
açıklanması gereken konulardır.
Sanat direnişin neresinde ve psikoloji bunu nasıl ele alabilir?
Sempozyumda gerçekleştirilen “Günümüz imajlarıyla nasıl başedeceğiz?” başlıklı panelde, sinema
ve ideoloji, Gezi döneminde sinemacı ve fotoğrafçıların tutumları gibi konular ele alınmıştır.
Ahmet Gürata, ana akım sinema içinde yer alan “dönüşlü filmler” ve “kaçış filmleri”nin politik
konulara bakışını ele alarak, bu tarz filmlerin sorunu dile getirip çözümsüz bırakma ya da bir
uzlaşma yaratma amacı güttüklerini belirtmiştir. Oluşturdukları karmaşık olay örüntüsü nedeniyle
izleyicilerin “Bunun derininde ne yatıyor?” diye düşünmeyi bıraktığını bu nedenle de aslında
apolitik bir duruş içinde olduklarını ifade etmiştir. Minimal sinemada ise zaman bütünlüğünü
bozan bir yapı kurulduğunu ve karakter veya yönetmeni sorgulamak yerine çevreye dalıp gitme
halinin hem karakterlerde hem de izleyicide yaratılmaktadır. Burada sorulacak ilk soru, bu problemlerin nasıl ele alınması gerektiği sorusudur. Bu noktada Ersan Ocak’ın “İçerik bizden doğru
gelip format hala iktidarın sunduğu biçimdeyse burada bir hata var.” yorumu bu soruya cevap
vermeye başlarken ilk anda kendimize hatırlatmamız gereken bir noktadır. Ersan Ocak ayrıca Gezi
döneminde amatör şekilde görüntü çekenler bunu internetten paylaşmakta olduklarını; ancak,
profesyonel çekim yapanların telif hakkı düşüncesine takılarak görüntülerini paylaşmaktan imtina
ettiklerini belirtmiştir. Panelistlerin sinemacıların çektikleri nesneleri aynı zamanda özne haline de
getirerek kolektif üretimler gerçekleştirilmesi yönünde yaptıkları vurgu ve gerçekleştirilen çekimler açısından sordukları duyum ve duygulanım kısmı nerede olmalı soruları biz psikologların da
ele alması gereken sorular olduğu düşünülmektedir. Bizleri terapi odasında gerçekleştirdiği “sanat”ın nesnesi halinde olan danışanları ne kadar özne noktasına taşıyabiliyoruz? Gördüğümüz sanat
üretimlerindeki duyum ve duygulanımları nasıl yorumluyor ve doğru duyum ve duygulanımların
arttırılması için neler öneriyoruz?
Kaan Bıyıkoğlu’nun konser ve söyleşisinde ele aldığı ritim algısı düşünüldüğünde de
müzik eserlerinde karşılaştığımız ritim ile ilgili bozulmalar ve sapmaların ezberimizi şaşırtması ve
bizde şaşkınlık, merak gibi duygular oluşturması; beklentilerimizi değiştirmesi aynı şekilde
hayatımızda da karşımıza çıkmakta değil midir? Biz psikologlar da genel olarak bu ritim sapmalarıyla ve bozulmalarıyla ilgilenmiyor muyuz? Hayat bildik ritmiyle akıp gittiği sürece işlev kaybı
yaşamayan bireyler, yaşadıkları tetikleyici olaylar ile kaybettikleri ritimlerin yarattığı şaşkınlık ve
bunun sonucundaki uyumsuzluklar ile karşımıza gelmiyorlar mı? Bu nedenle psikologların
sorması gereken sorulardan biri de hayatın ritimlerini nasıl olumlu bir şekilde belirlemek gerektiği
olmalıdır.
Mizah direnişin neresinde ve psikologlar bunu nasıl ele almalı?
“Gezi direnişi kültürü” başlıklı konuşmasında Lütfü Erol, mizahın mesaj verme amacı
üzerinde durmuş, aynı zamanda eleştirilerin “hoş görülebilir” tutulması yönündeki işlevinden
bahsetmiştir. Gezi direnişi ele alındığında bu hoş görülmek istenen başkaldırı sürecinin hakim
olduğu düşünülebilir. Direnişte öne çıkan mizah kullanımı insanların hangi özelliklerinden
kaynaklanmaktadır ve hangi ihtiyaçlarını karşılamaktadır? Bu sorular da psikologların sorması
gereken sorulardır. Cevapları ise sadece Gezi sürecinin yorumlanmasında değil, ayrıca her bireyin
hayatında mizahı kullanmasının önemini ve açıklamasını getirmede de etkili olacaktır. Zaten Oscar
Wilde’ın söylediği gibi “Hayat ciddiye alınmayacak kadar önemli” değil midir?
ISSN: 2148-4376
73
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi
2014, 1(3), 72-74
Gaye Z. Çenesiz
Hangi ihtiyaç ile fotoğraflıyoruz?
Sempozyumda gerçekleştirilen birden fazla konuşmada bu soru konuşmacılar tarafından
yöneltilmiştir. Özcan Yurdalan yaptığı “Bir isyanı fotoğraflamak” başlıklı sunumunda Gezi döneminde çekilmiş olan fotoğraflar ile ilgili yaptığı değerlendirmelerin yanı sıra bu fotoğrafların hangi
ihtiyaç ile çekildiğini de sorgulamıştır. Doğan Kökdemir ise “Bu sadece bir mağara resmi değil”
başlıklı sunumunda sanatın evrimsel açıdan hangi ihtiyaçları karşıladığını ele almasının yanı sıra
insan tarihinin başlangıcına giderek bu çok önemli sorunun izlerini en başlangıçtan ele almıştır:
Peki mağara resimlerinin yapılmasındaki ihtiyaç neydi? Kökdemir’in de belirttiği gibi getirilebilecek bir çok farklı açıklama var; bu açıklamaların hangisinin doğru olduğu ise cevabını asla kesin
olarak bilemeyeceğimiz bir soru. Ancak yine de sorabiliriz: Neden görüntülemek, kaydetmek,
yazmak, bir eser yaratmak, kısacası hayatta var olduğumuza ilişkin bir iz bırakmak istiyoruz? Bu
kayıtlar yaşanılan olaylar ile ilgili neler söylüyor? Aynı olay farklı farklı kayıtlara neden oluyorsa
bu kaydeden kişi açısından; bu bireyin özellikleri açısından neler söylüyor?
Sempozyumda başka neler vardı?
Yukarıda belirtilen sorular, bu yazı kapsamında ele alınacak öncelikli sorulardır. Ancak,
sempozyumun kapsamı bu sorular ile sınırlı değildi. İlk günkü diğer oturumlarara baktığımızda:Bella Habip tarafından gerçekleştirilen “Özgürlük, direniş ve psikanaliz” başlıklı sunumda Nuri
Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filmi hakkında yapılan analizde bir kişinin yaşayabileceği gelişimler
ele alınırken, Özge Soysal ise duvar yazılarının yapısını Lacan’cı bir bakış açısı ile ele almıştır.
İkinci gün yapılan diğer sunumlarda ise sanatın bir diğer alanı edebiyat ele alınmıştır. Ahu Öztürk,
genç yetişkinlerle yaptığı çalışmada onların “edebiyat beni nasıl geliştirdi?” sorusuna verdikleri
cevapları aktarmış, Hasan Gürkan Tekman ise Orwell’in 1984 adlı eserinde yer alan belleği silme
ve değiştirme olgularının günümüzde bilişsel psikoloji açısından nasıl karşılıklar bulduğunu
incelemiştir. Sempozyumun sonunda ise öncelikle Amour filminin gösterimi gerçekleştirilmiş ve
Faruk Gençöz’ün filmi “gerçekliğe direniş” açısından değerlendirmesinin ardından katılımcılar ile
onların yorumları da ele alınmıştır.
Sonuç olarak, 3. Psikoloji ve sanat sempozyumu, yarattığı sorular, verdiği bilgiler ve
getirdiği yeni bakış açıları ile iki güne sıkıştırılmış yoğun bir programı katılımcılarına sunmuştur.
Sonraki sempozyumlara…
ISSN: 2148-4376
74

Benzer belgeler