AYNA Klinik Psikoloji Dergisi AYNA Clinical Psychology Journal
Transkript
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi AYNA Clinical Psychology Journal
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ PSİKOLOJİ BÖLÜMÜ 14 20 1 T: CİL 3 YI: SA AYNA Klinik Psikoloji Dergisi ISS N: 2 14 8-4 37 6 DERGİ AYNA Clinical Psychology Journal KÜNYE DERGİNİN SAHİBİ AYNA Klinik Psikoloji Destek Ünitesi Adına Prof. Dr. Faruk Gençöz EDİTÖR Prof. Dr. Tülin Gençöz YAYIN KURULU (Soyadı alfabetik sıra ile) Yağmur Ar Pınar Özbağrıaçık-Çağlayan Gaye Zeynep Çenesiz İncila Gürol-Işık Ayşen Maraş Filiz Özekin-Üncüer Ece Tathan-Bekaroğlu DİZGİ-TASARIM N. Gizem Akgülgil HAKEMLER (Alfabetik Sırayla) Psk. Dr. B. Türküler Aka Psk. Dr. Miray Akyunus Öğr. Gör. Dr. İlkiz Altınoğlu-Dikmeer Uzm. Psk. Suzi Amado Uzm. Psk. Yağmur Ar Doç. Dr. Gülbahar Baştuğ Psk. Dr. Ali Bayramoğlu Doç. Dr. Özlem Bozo Uzm. Psk. Canan Büyükaşık-Çolak Doç. Dr. Deniz Canel-Çınarbaş Uzm. Psk. Gaye Z. Çenesiz Yrd. Doç. Dr. Okan Cem Çırakoğlu Uzm. Psk. Talat Demirsöz Öğr. Gör. Dr. Dilek Demirtepe-Saygılı Prof. Dr. Çiğdem Günseli Dereboy Doç. Dr. Gülay Dirik Doç. Dr. Mithat Durak Prof. Dr. Ayşegül Durak-Batıgün Yrd. Doç. Dr. Sine Egeci Prof. Dr. H. Gülsen Erden Yrd. Doç. Dr. Ekin Eremsoy Prof. Dr. Neşe Erol Psk. Dr. Ş. Gülin Evinç Prof. Dr. Faruk Gençöz Prof. Dr. Tülin Gençöz Uzm. Psk. Derya Gürcan Uzm. Psk. İncila Gürol-Işık Yrd. Doç. Dr. Olga Selin Hünler Doç. Dr. Sedat Işıklı Uzm. Psk. Gözde İkizer Uzm. Psk. Emine İnan Doç. Dr. Müjgan İnözü Prof. Dr. A. Nuray Karancı Uzm. Psk. Pınar Kaya Doç. Dr. Aylin Koçkar Uzm. Psk. Bahar Köse Uzm. Psk. Ayşen Maraş Psk. Dr. Özge Mergen Psk. Dr. İrem Motan Bayraktar Uzm. Psk. Pınar Özbağrıaçık-Çağlayan Uzm. Psk. Filiz Özekin-Üncüer Psk. Dr. Serkan Özgün Psk. Dr. Nurten Özüorçun Uzm. Psk. İpek Güzide Pur Psk. Dr. Neslihan Rugancı Uzm. Psk. Başak Safrancı Uzm. Psk. Elçin Sakmar Uzm. Psk. Sevda Sarı-Demir Psk. Dr. Dilek Sarıtaş Psk. Dr. Burcu Sevim Prof. Dr. Atilla Soykan Doç. Dr. Çiğdem Soykan Doç. Dr. Emre Şenol-Durak Uzm. Psk. Ece Tathan-Bekaroğlu Uzm. Psk. Merve Topçu Yrd. Doç. Dr. Ece Tuncay-Şenlet Uzm. Psk. Duygu Yakın Doç. Dr. B. Banu Yılmaz Yrd. Doç. Dr. Adviye Esin Yılmaz Doç. Dr. Orçun Yorulmaz Uzm. Psk. Sema Yurduşen Psk. Dr. Muazzez Merve Yüksell İÇİNDEKİLER Bipolar bozuklukta Etkin Olan Psikolojik Mekanizmaların Anlaşılması: Duygusal ve Bilişsel Süreçler Üzerine bir Vaka Örneği B. Safrancı Winnicott’ın Nesne İlişkileri Kuramı ile Somatoform Bozuklukların İncelenmesi: Ağrı Bozukluğu Vakası E. Tathan Büyüklenmecilik ya da İncinebilirlik: Narsisistik Kişilik Örgütlenmesinin Şema Terapi Yaklaşımı Çerçevesinde Ele Alınması Y. Ar 1 17 29 Öfkeye Farklı Açılardan Bakış: Öfkenin Mekanizması, Farklı Psikopatolojilerde Öfke ve Terapistin Öfkesi İ. Dilekler, Z. Törenli, K. Selvi 44 Lars Von Trier’in Antichrist Filminin Görsel ve Psikolojik Analizi T. Yılmaz, B. Yılmaz 60 Haber/Yorum: Psikoloji ve Sanat Sempozyumu’nun Ardından G. Z. Çenesiz 72 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 1-16 Başak Safrancı Bipolar bozuklukta Etkin Olan Psikolojik Mekanizmaların Anlaşılması: Duygusal ve Bilişsel Süreçler Üzerine bir Vaka Örneği Başak Safrancı Orta Doğu Teknik Üniversitesi Özet Bipolar bozukluk günümüzde iş yaşamı, sosyal yaşam ve insan ilişkileri üzerinde oldukça yıkıcı etkileri olan yaygın ve kronik bir durum olarak kabul edilmektedir. Klinik raporlarda kaydedilen geç ya da yanlış tanı oranının yüksekliği, başarısız tedavi sonuçları, eşlik eden diğer sorunların sıklığı ve yüksek intihar oranları, bipolar bozukluğun tanı ve tedavisinde devam eden sorunlara işaret etmektedir. Bu sorunları çözme amacıyla yapılan çalışmalar, sadece biyolojiye indirgenen bir bakış açısının bu hastalığı anlamada yeterli olmadığını göstermekte, sınırlı bilgiyle yapılan farmakolojik tedavilerin de yetersiz kaldığını vurgulamaktadır. Bu amaçla, bu çalışmada bipolar bozuklukta bilişsel ve duygusal faktörleri içeren psikolojik dinamiklerin rolü ve bu roller üzerinden yapılandırılan psikoterapinin bipolar bozukluk seyrindeki etkisi araştırılmış ve vaka örnekleri verilmiştir. Anahtar Kelimeler: Bipolar bozukluk, bilişler, duygular, psikoterapi ISSN: 2148-4376 1 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 1-16 Başak Safrancı Bipolar Bozuklukta Etkin Olan Psikolojik Mekanizmaların Anlaşılması: Duygusal ve Bilişsel Süreçler Üzerine bir Vaka Örneği Bipolar Bozuklukta Etkin Olan Psikolojik Mekanizmalar Nelerdir? Bipolar bozukluk, manik ve depresif dönemleri içerebilen bir duygu durum bozukluğu olarak tanımlanmaktadır edilmektedir (American Psychiatric Association - APA , 2000). Kişinin sosyal, mesleki hatta fiziksel işlevlerini oldukça olumsuz şekilde etkileyen bu bozukluk, kronik bir durum olarak kabul edilmektedir (APA, 2000). Hastalığın yaygınlık oranı ve başlangıç yaşı ile ilgili farklı sonuçlar veren çalışmalarda ortak olarak, bipolar bozukluğa major depresyon, madde bağımlılığı, intihar girişimleri, kişilik ve anksiyetere bozuklulukları gibi eşlik eden diğer sağlık sorunlarının sıklığı vurgulanmaktadır (Brieger, 2005; Judd ve Akiskal, 2003; Tamam, 2007). Bipolar bozukluk oldukça karmaşık yapılıdır, öyle ki ortaya çıkışı eski Yunan Dönemi’ne dayanmasına rağmen; tanımlanması, sınıflandırılması ve tedavisi ile ilgili tartışmalar günümüzde hala devam etmektedir. Bu karmaşıklık ilk olarak dürtüsellikten, yasal ve sosyal problemlere; madde bağımlılığından duygu durumunda ve enerji seviyesinde dalgalanmalara uzanan oldukça geniş bir semptom yelpazesine sahip olmasından kaynaklanır. Bu semptomlar aynı zamanda diğer bozukluklarda da belirgin olduğu için, genellikle bipolar bozukluktan ziyade kişilik bozuklukları ya da kaygı bozuklukları gibi başka sorunlarla ilişkilendirilmektedir (Lish, Dime-Meenan, Whybrow, Price, ve Hirschfeld, 1994). İkinci olarak bipolar bozukluk; hafif depresyon ve hipomaniden, psikotik özellikli mani ve major depresyona kadar oldukça çeşitli bir görüntü sergileyebilmektedir (APA, 2000). Tanı kriterlerinde, semptomların süresi ve ağırlığı, neden olduğu bilişsel, davranışsal ve işlevsel bozulmalar, aynı zamanda eşlik eden diğer sorunlar oldukça ayrıntılı şekilde belirtilmesine rağmen klinik çalışmalar, yanlış ya da geç tanı oranının hala oldukça yüksek olduğunu göstermektedir (Hirschfeld, Lewis, ve Vornik, 2003). Klinik alandaki tutarsızlıkları çözmek amacıyla Bipolar bozukluk başlığı altında, depresif ve manik dönemlerin sayısı, düzeni ve sırası göz önünde bulundurularak, hastalığın bipolar I bozukluk, bipolar II bozukluk, siklotimik bozukluk ve başka türlü adlandırılamayan bipolar bozukluk gibi alt tipleri de tanımlanmıştır (APA, 2000). Buna göre, bipolar bozukluklardaki temel semptom “mani” olarak adlandırılan oldukça yüksek seviyeden, “depresyon” olarak adlandırılan oldukça düşük seviyeye gidip gelebilen duygu durumundaki değişimdir. Mani, benlik algısında aşırı artış, somut bir duruma dayanmayan özgüven artışı, enerji seviyesinde, aktivitelerde ve cinsel istek gibi dürtülerde artış, düşünce ve konuşmaların uçuşması, uyku ihtiyacında, dikkati toplamada azalma ve psikomotor ajitasyonla nitelendirilen oldukça yüksek ve huzursuz bir duygu durumunun hakim olduğu dönemdir. Depresyon ise suçluluk, utanç gibi olumsuz duyguları içeren, düşük özgüven, ilgi, enerji ve dikkat eksikliği, uyku ve aktivitelerdeki bozulmalara intihar düşüncelerinin de eşlik edebildiği bir dönem olarak nitelendirilmektedir. Tanımlanan bu dönemlere göre bipolar I bozukluk en az 1-2 hafta süren depresyondan maniye sürekli bir değişimin olduğu klasik alt tipidir. Bipolar II bozukluk, hipomanik dönemlerin major depresif dönemlerle değişebilmesi, fakat ağır bir mani döneminin olmaması olarak tanımlanmaktadır. Yine sürekli olarak hipomanik dönemlerin, daha hafif depresif dönemlerle değiştiği alt tip, siklotimik bozukluk olarak adlandırılmaktadır. Ayrıca bu alt gruplara ek olarak, gün içinde depresif ve manik dönemlerin ISSN: 2148-4376 2 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 1-16 Başak Safrancı varlığına işaret eden karma durum ile 12 aylık süre içinde dört ya da daha fazla farklı dönemin varlığını belirten hızlı döngülü bipolar da tanımlanmıştır (APA, 2000). Ayrıntılı olarak tanımlanan bu alt tiplere rağmen, bipolar tanısının geçerliliği ve tutarlığı ile ilgili problemler devam etmekte; hatta klasik mani ve depresyon dönemlerinden ziyade dürtüsellik, ruhsal dengesizlik, huysuzluk ve sinirlilik gibi alt klinik semptomların öne çıktığı durumlarda bu sorun daha da belirginleşmektedir (Goodwin ve Jamison, 2007). Buna örnek olarak, yapılan klinik çalışmalar bipolar II bozukluk tanısına sahip hastaların neredeyse yarısının, başlangıçta major depresyon gibi yanlış tanılar almış olduklarını ve bu yanlış tanılarla yapılan tedavilerin başarısız olma, aşırı ilaç kullanımı ve intihar girişimi gibi tehlikeler içerdiğini belirtmektedir (Angst, 2006; Dilbaz, 2013; Youngstrom, van Meter, ve Algotra, 2010). Bu tartışmalarda, herhangi bir bozuklukla ilişkili geçerli tanı kriterlerine ulaşmak için temelde, patolojiye dair birçok farklı alandan beslenen kapsamlı bilgi ihtiyacı dikkat çekmektedir. Bu anlamda sadece farmakolojik alana dayanan gelişmeler, bipolar bozukluğun en çok biyolojik ve nörofizyolojik boyutuna ilişkin açıklamalar sunmuştur. Bununla birlikte, bipolar bozukluğun başlangıç ve seyri ile ilgili olarak bu açıklamalrın yanı sıra, olumsuz yaşam olaylarının da oldukça etkili olduğu, biyolojik gelişmelerin ise bu etkiyi açıklamakta yetersiz kaldığı son çalışmalarda sıkça gösterilmektedir (Christensen, Gjerris, Larsen, Bendtsen, Larsen, Rolff, Ring, ve Schaumburg, 2003; Johnson, 2005; Kessing, Agerbo ve Mortensen, 2004). Bu anlamda sadece biyolojik alana odaklanarak, psikolojik ve çevresel mekanizmaları göz ardı ederek oluşturulan tanı kriterlerinin oldukça soyut kalacağı ve yanlış tanı riskini arttıracağı vurgulanmaktadır. Tanıda yapılan bu yanlışlıklar da, başarısız tedavi oranının yüksek olmasıyla ilişkili olarak değerlendirilmektedir. Buna göre, farmakoloji endüstrisi oldukça yatırım yaparak, duygu durum bozuklukları tedavisi için çok geniş bir ilaç yelpazesi sunmakta; farmakoterapi de bipolar bozukluk tedavisinde temel rol oynamaktadır. Bununla birlikte, klinik çalışmalar ilaç tedavisinin etkinliliği, yan etkileri ve ilaç bağımlılığı gibi çeşitli konularda anlaşmazlıkları dile getirmektedirler. En doğru ilaç ve doz kullanımı düzenlense ve herhangi bir yan etki görülmese bile, atakların tekrarlama oranı oldukça yüksek bulunmaktadır. Etkililiğinin yanı sıra, hayat boyu ilaç kullanımının ayrıca bireye fiziksel, maddi ve psikolojik olarak ağır bir yük olduğu da göz önünde bulundurulması gereken noktalardan biri olarak belirtilmektedir (Martin, 2007). Özetle, bipolar bozukluğun sadece farmakolojik perspektiften ele alınması, hastalığının biyolojiye indirgenmesine ve psikolojik süreçlerin göz ardı edilmesine neden olmuştur. Buna bağlı olarak da, tedavi aşamasında psikolojik müdahaleler, sadece aile ve hasta eğitimi, hastalık ile yaşamaya uyum sağlanmasına yardım ile sınırlı kalmıştır. Fakat son zamanlarda tanı kriterlerinin işlevine yönelik eleştiriler, tekrarlanan atakların yüksek oranı ve klinik vakalarda rapor edilen başarısız tedavi süreci, bu bozukluğa çok daha derin bir bakış açısıyla bakılmasını sağlamıştır. Bu arayış da kaçınılmaz olarak, “bipolar bozuklukta hangi psikolojik mekanizmalar hakim ve psikoterapi tedavi sürecinde nasıl etkin olabilir?” sorularının cevabını aramaya yöneltmiştir. Bu sorulara cevap bulmak amacıyla bu makalede, bipolar bozuklukta yakın tarihte öne çıkmaya başlayan bilişsel süreçlere ve hala geri planda kalmaya devam eden duygusal süreçlere ışık tutulması amaçlanmıştır. Bu amaçla bahsedilen duygusal ve bilişsel teorilerin klinik süreçte uygulanmasını gösteren bir vaka örneği de incelenmiştir. Bu örnekte, kendisine 4 yıl önce bipolar teşhisi konulan 23 yaşındaki “A.”nın terapi süreci anlatılmaktadır. “A.”nın tedavisinde, tanıyı izleyen ilk yıl boyunca lityum gibi çeşitli duygu durumu sabitleyiciler denenmiş, fakat kendisine göre,durumunda ya da işlevselliğinde bir düzelme kaydedilememiştir. Kullandığı ilaçların fiziksel yan etkileri ile hızlı duygu değişimleri gibi şikâyetleri üzerine, doktoru tarafından kendisine klasik bir antidepresan verilerek, psikoterapiden yararlanması önerilmiş ve kliniğimize yönlendirilmiştir. “A.”nın 4 yıl boyunca deneyimlediği sıkıntılar genel olarak, sık aralıklı depresif dönemler ile ISSN: 2148-4376 3 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 1-16 Başak Safrancı seyrek aralıklı ve kısa süreli hipomani ataklarını içermekte, bu anlamda şikayetlerinin bipolar II bozukluk ile örtüştüğü düşünülmektedir. 1. Bipolar Bozuklukta Bilişsel Mekanizmalar Duygudurum bozukluklarını bilişsel çerçeveden ele alan güncel araştırmalar hızla artmaktadır. Bu çerçevedeki teoriler bilişsel faktörleri, hem hastalığa yatkınlıkla ilişkilendirilen risk faktörleri olarak, hem de hastalık sürecinde değişikliğe uğrayan mekanizmalar olarak ele almaktadır. Yatkınlıkla ilişkilendirilen bilişsel faktörler işlevsiz tutumlar, şemalar ve yapıcı olmayan baş etme biçimlerini içermektedir. Hastalık sürecinde değişikliğe uğrayan mekanizmalar ise olayların ve durumların yorumlanmasında etkili olan düşünceler, beklentiler ve çıkarımları kapsamaktadır (Abramson, Metalsky, ve Alloy, 1989). Duygusal bozukluklara bilişsel yatkınlığı açıklayan en geçerli yaklaşım Bilişsel Stres-Yatkınlık Modeli’dir. Bu model, olumsuz olayların kendisinden ziyade, bu olaylara yönelik olumsuz bilişsel yöntemlerin ve bu yöntemlere dayanan çıkarımların depresyona yol açtığını savunan Bilişsel Stres Paradigmasının gözden geçirilmiş halidir (Beck, 1976). Bu paradigmaya göre olumsuz bilişsel süreçler, psikolojik bozukluklar için gelişimsel yatkınlık faktörü olarak değerlendirilmektedir. Bu süreçler, genellikle çocuklukta oluşan yetişkinlikte de kişilik, atıflar ve tutumlar olarak etkisini sürdüren işlevsiz şemalardan beslenmektedirler (Beck, 1987). Daha sonra bu paradigma, Bilişsel Stres Yatkınlık Modeli olarak geliştirilmiş; özellikle depresyon başlangıcı ve sürekliliğinde umutsuzluk, ruminasyon ve dikkatte seçiciliğin rolü vurgulanmıştır (Alloy, Abramson, Walshaw, Keyser ve Gerstein, 2010; Gruber, Harvey ve Johnson, 2009). Çalışmalar Bilişsel Stres Yatkınlık Modeli’nin bipolar bozukluk için de oldukça geçerli olduğunu göstermektedir. Öncelikle iki uçlu depresyon dönemindeki bireylerin, tek uçlu major depresyon dönemindeki bireylerle, olumsuz otomatik düşünceler ve temel inançlar anlamında benzer bilişsel örüntülere sahip olduğu gösterilmiştir (Alloy, Reilly-Harrington, Fresco ve Flannery-Schroeder, 2006; Bentall, Myin-Germeys, Smith, Knowles, Jones, Smith ve Tai, 2011). Ayrıca, bipolar bozukluk tanısı olan hastalarda, özellikle bağımlı kişilik örüntüsü ve başarı ile ilişkili işlevsiz inançların belirgin olduğu bulunmuştur (Perich, Manicavasagar, Mitchell ve Ball; 2011). Özellikle hastalığın hem akut hem de remisyon döneminde kişisel felaketleştirme, kötümserlik, aşağılık ve yükseklik kompleksleri arasında gidip gelme ve ruminasyon belirgin bilişsel stiller olarak tanımlanmaktadır (Alatiq, Crane, Williams ve Goodwin, 2010; Johnson, McKenzie ve McMurrich, 2008; Knowles, Tai, Jones, Highfield, Morris ve Bentall, 2007). “A”nın terapi sürecinde bipolar ataklarının başlangıç ve içeriğinin anlaşılmasına odaklanılmıştır. Sıkıntılarının başlangıcı, üniversiteyi kazanıp ailesinden ayrıldığı döneme denk gelmektedir. “A.” o dönemde, tanıdığı hiç kimsenin olmadığı yeni bir şehre yerleşmiş ve çevreye uyum sağlama sürecinde zorluk yaşamıştır. Bu süreç biraz daha detaylı incelendiğinde ilk olarak, üniversite sınavında aldığı puan yüzünden ailesi tarafından kendisine yansıtılan hayal kırıklığı öne çıkmıştır. Ayrıca şehir değişikliği nedeniyle erkek arkadaşının kendisinden ayrılmak istemesi de yine aynı olumsuz sürece denk gelmiştir. Bu anlamda, sıkıntılarının ortaya çıkışı hem kendisine yönelik hedeflerinde, hem de duygusal ilişkisinde kayıplar yaşamasıyla ve bu kayıp sürecinde aile desteğinden uzak olmasıyla bağlantı taşımaktadır. Hayatındaki bu büyük stres kaynağı, işlevsiz baş etme mekanizmalarından ruminasyon ve kaçınma ile birleşince olumsuz duygular kontrol edilemez olmaya başlamıştır. Bununla ilişkili olarak, terapi sürecinde “A”nın yaşadığı olumsuz olaylarla bipolar ataklar arasındaki ilişkiyi anlamlandıran önemli işlevsiz bilişlere odaklanılmıştır. En yüzeyde, stresli durumlarda etkin şekilde baş edebilmesi için, ruminasyon ve kaçınma gibi işlevsiz tutumlar yerine, sorun ve çözüm odaklı etkin baş etme yöntemleri çalışılmıştır. Ayrıca aşırı genelleme (“herkes bencildir” “yeterince iyi değilim” gibi), zihinsel filtreleme (örneğin; sadece ISSN: 2148-4376 4 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 1-16 Başak Safrancı başarısızlıklarına odaklanıp, yapabildiği şeyleri görmezden gelmesi) gibi mantık hatalarının da ele alınması, hastanın günlük sorunlarına alternatif çözümler getirerek, rutin aktivitelerini takip edebilmesinde, ayrıca olaylara yönelik kontrol ve güç algısının pekiştirilmesinde oldukça etkili olmuştur. Bir diğer öne çıkan bilişsel model, amaca ulaşma ve ödül kazanmaya dayalı bir motivasyon sistemini açıklayan Davranışsal Aktivasyon Sistemi’dir (DAS - Behavioral Activation System ). İlgili çalışmalar, bipolar hastalarının bu tür motivasyona karşı oldukça duyarlı olduğunu ve olumsuz yaşam olaylarıyla bipolar atakları arasındaki ilişkinin bu hassasiyet aracılığıyla açıklanabileceğini savunmaktadır. Buna göre, bu sistemin aktivasyonunu engelleyen, kendine yönelik eleştirel tutum, aşırı yüksek standartlar ve hedefler belirlemek; ve mükemmeliyetçilikle ilgili bilişsel stillerin, olumsuz yaşam olaylarında bipolar depresif dönemi tetiklediği belirlenmiştir. Öbür taraftan, bu motivasyon sistemini aktive eden hedefe ulaşma, ödül kazanma ile ilişkili bilişler ise hem olumlu hem de olumsuz yaşam olaylarında maniyle ilişkilendirilmiştir (Alloy, Abramson, Urosevic, Nusslock ve Jager-Hyman, 2010). Motivasyon sistemi ve bipolar ataklar arasındaki ilişki kişisel atıflar, umut ve öz-yeterlilik gibi diğer etmenlerden de oldukça etkilenmektedir. Bu yan etmenlerin, stres durumlarının kimi hastalarda depresyona yol açarken, kimilerinde mani ataklarına neden olmasını; ataklarda içerik ve süreç olarak yaşanan bireysel farklılıkları açıklamada önemli olduğu belirtilmektedir (Alloy ve diğerleri, 2010). DAS sistemi bu vakada, özellikle performansa yönelik tutumlarda kendini göstermiştir. Benlik değerini başarı-başarısızlık üzerinden değerlendiren A., hobilerinde bile hırslı bir tutum sergilemektedir. Hipomani dönemlerinde geleceğe yönelik aşırı yüksek beklentileri, eğitimine ilişkin çok fazla ders yükü altına girmesi aynı zamanda para kazanmak için çeşitli işlerde çalışması gibi karşılanması mümkün olmayan standartlar ve hedefler koyması da sıkça görülmektedir. Bu hedeflerin kaçınılmaz bir şekilde gerçekleşmediğini fark ettiğinde depresif süreci tetiklenmektedir. Bu süreçte, tüm yaşamını “boşa geçmiş ve anlamsız” olarak genellemekte, başarısızlıkları için kendisini “aptal, beceriksiz ve yeteneksiz” olarak aşırı şekilde eleştirmektedir. Bununla ilgili tedavi sürecinde, benlik değeri ile ders başarısı arasındaki çarpık ilişki fark ettirilmeye çalışılmıştır. Ayrıca beklentilerinde gerçekçi olması, basitten yükseğe doğru kısa süreli hedefler yapılandırarak basit davranışçı ödevlerle yeterlilik algısının güçlendirilmesi amaçlanmıştır. Bununla bağlantılı, mükemmeliyetçi (“en güzel, en sevilen, en başarılı olmalıyım” gibi) ve aşırı öz-eleştirel tutumunun işlevselliğinin sorgulanması, bunlara ilişkin otomatik düşünce ve çarpık inançların ele alınması da karamsarlık (“çevremde kimse güvenilir değil”) ve umutsuzluğun (“asla sevilmeye layık olamayacağım” gibi) azalmasında faydalı olmuştur. “Elinden gelenin en iyisini yapmak” ve “yeterince iyi olmak” kavramlarıyla barışabilmesi, başarısız olduğu dönemlerde performans değerlendirmesi üzerinden gelişen bipolar ataklarının azalmasına da yardımcı olmuştur. Çeşitli bilişsel süreçlerin işaret ettiği ortak noktaya bakıldığında tedavi sürecinde, psikolojik yapının bir alt mekanizması olan kişilik örüntüsünün anlaşılması önem kazanmıştır. 2. Bipolar Bozuklukta Kişilik Örüntüleri Bipolar bozukluğa kişilik bozukluklarının eşlik etme oranının oldukça yüksek olduğu göz önünde bulundurulduğunda bilişsel stillerin ötesinde, kişilik örüntüleri de önem kazanmaktadır (George, Miklowitz, Richards, Simoneau veTaylor, 2003). Çalışmalar, kişilik özelliklerinin; bipolar bozukluk başlangıcı, seyri, atakların süresi, intihar girişimleri, madde kullanımı ve kaygı bozukluğu gibi diğer hastalıkların bulunmasında etkili olduğunu göstermektedir (Engstrom, Brandstrom, Sigvardsson, Cloninger ve Nylander, 2004; Lozano ve Johnson, 2001; Nery, Hatch, Glahn, Nicoletti, Serap Monkul, Najt, Fonseca, Bowden ve diğerleri, 2008). Bipolar tanısı alan hastalar ve bir tanıya sahip olmayan sağlıklı bireyler arasında yapılan karşılaştırmada, bipolar ISSN: 2148-4376 5 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 1-16 Başak Safrancı hastalarda öne çıkan en belirgin kişilik özelliği nevrotik örüntü olmuştur (Solomon, Shea, Leon, Mueller, Coryell, Maser, Endicott ve Keller,1996). Hatta nevrotik belirtilerin, bipolar hastalığının depresyon, mani ya da remisyon döneminde bile sabit olarak yüksek olduğu dikkati çekmiştir (Jabben, Arts, Jongen, Smulders, ve vanOs, 2012; Strong, Nowakowska, Santosa, Wang, Kraemer, ve Ketter, 2007). Ayrıca depresif dönemdeki hastaların hastaneye yatma oranı nevrotik kişilik özelliğiyle olumlu, yeni deneyimlere açık olma ve dışadönük kişilik özellikleriyle ters yönde ilişkili bulunmuştur (Coulston, Bargh, Tanious, Cashman, Tufrey, Curran, Kuiper, Morgan ve diğerleri, 2012; Kim, Joo, Kim, Lim ve Kim, 2011). Bu durum, esnek ve girişken kişilik örüntüsüne sahip kişilerin sosyal destek alma ve çözüme odaklanma gibi daha yapıcı baş etme yöntemlerini benimsemeleriyle açıklanabilmektedir. Nevrotik örüntü ise ruminasyon, kaçınma, aşırı öz eleştiri gibi depresyonu tetikleyici hatalı baş etme yöntemleriyle ilişkilendirilmektedir (Watson ve Hubbard, 1996). Bununla tutarlı olarak, bipolar hastalarda sınır durum kişilik örüntüleri de major depresif hastalardan anlamlı şekilde daha yüksek bulunmuştır. Özellikle, bilerek kendine zarar verme, öfke patlamaları yaşama, başını derde sokma dürtüsü gibi sınırdurum özellikleri bipolar depresyonda olan hastalarda oldukça belirgin olarak gözlenmiş; hatta bu özelliklerin bipolar depresyonu major depresyondan ayırt etmek için geçerli olabileceği savunulmuştur (Smith, Muir ve Blackwood, 2005). Ayrıca, kişilerarası ilişkilerde hassasiyet ve öz farkındalığın da uzun vadede bipolar yatkınlıkla ilişkili olabileceği belirtilmektedir (Lozano ve Johnson, 2001). “A.”nın kendisine sıkıntı veren olumsuz her türlü deneyimden kaçınması, kaçamadığı durumlarda aşırı ruminasyonu ve öz eleştirel tutumu gibi kişilik örüntüleri bu bilgilerle paralellik taşımaktadır. Hemcinsleriyle sürekli olarak “fiziksel görünüm ve çekicilik” üzerinden bir rekabet içinde hissetmesi nedeniyle yakın ilişki kuramamaktadır. Örneğin, geçmişte terapistinin kendisinin sahip olamadığı fiziksel özelliklere sahip olmasına “dayanamadığı için” görüşmeleri sonlandırmayı talep etmiştir. Bununla tutarlı olarak, erkeklerle ilişkileri de genellikle cinsellik üzerine kurulu, kişilerarası ilişkilerinde aşırı olarak bir terk etme ve edilme hassasiyetini taşıdığı gözlenmiştir. Erkek arkadaşı tarafından ihmal ya da terk edilme tehdidi hissettiğinde ya da bir arkadaş ortamında “yeterince güzel olmadığı için” kendini yetersiz hissetmesi sonrasında ani öfke patlamaları yaşadığı, aşırı alkol tüketimi, cinsellik ya da alışveriş gibi kaçınmacı ve kendisine yönelik zarar verici dürtüsel eylemleri dikkati çekmiştir. Bu kişilik özelliklerinin temeline bakıldığında bipolar bozukluk tanısı alan bireylerde, sağlıklı bireylere göre çok daha fazla olumsuz erken dönem şeması öne çıkmaktador. Major depresyon ya da kaygı bozukluğunda etkin olan şemaların çoğunun bipolar hastalarda da aktif olduğu kaydedilmiştir. Bununla birlikte, depresyon durumu kontrol altına alındığında bazı şemalar diğerlerinden daha ön plana çıkmıştır. Buna göre depresyonun kontrol edildiği mani ve hipomani sürecinde, kendini yüceltme, onay arayışı ve fark edilme çabası oldukça belirgin olurken; duygusal bastırma ve terk edilme oldukça düşük olarak kaydedilmiştir (Hawke ve Provencher, 2012). “A.”nın ilişkilerinde terk edilme kaygısının aşırı yüksek olması, ihmal ve duygusal anlamda suistimal edilmesine izin veren tutumu, “yalnız” kalmaya yönelik aşırı endişesi gibi bağımlı kişilik özellikleri dikkati çekmiştir. Bu örüntülerin kaynağına bakıldığında, kişilerarası ilişkilerdeki aşırı hassas ve kendisine yönelik aşırı eleştirel tutumuna (“insanlar beni terk etmekte haklılar” “kimseyi hak etmiyorum” gibi), terk edilme ve reddedilme ile ilgili (“herkes sonunda beni terk edecek” “terk edilmemek için duygularımı asla belli etmemeliyim” gibi) çok katı şemalara ulaşılmıştır. Bu örüntülerin işaret ettiği temel nokta, özellikle depresif dönemlerde oldukça etkin olan değersizlik ve yetersizlik şemalarıdır. Hipomani dönemlerinde de bu şemaların telafisi ön plana çıkmaktadır. Örnek olarak, fiziksel görünümü üzerinden geliştirdiği “çok güzel, çok fit, çevresindeki birçok kadından daha çekici ve eğlenceli olduğuna” dair kendini yüceltme eğilimi oldukça belirginleşmektedir. Bu yüceltmeyi tehdit edecek her türlü hemcinsle temastan ISSN: 2148-4376 6 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 1-16 Başak Safrancı kaçınmakta, sürekli olarak karşı cinsten bu yüceltmenin onayını aramaktadır. Bir ortama girdiğinde, gözlerin kendisine yönelmesi “A.” için aşırı önem taşımakta, bir ortamda “güzelliğinin ve çekiciliğinin” yeterince fark edilmediğini hissetmesi de depresif duruma geçmesi için yeterli olabilmektedir. İşlevsiz şemaların varlığı kaçınılmaz olarak olumsuz aile yaşantısının önemini düşündürmektedir. Bununla ilgili olarak literatürde, ailesel etkileşimin bipolar atakların başlangıç ve seyriyle yakından ilişkili olduğu gösterilmektedir. Buna göre aileden algılanan eleştiri, aile içi çatışmalar hastalığın erken yaşta ortaya çıkıp olumsuz seyir izlemesine etki ederken; aile bütünlüğü, uyumu ve ebeveynden algılanan sıcaklığın ise hastaneye yatma sayısında azalma, duygu durum sürekliliği, geç hastalanma yaşı gibi koruyucu etkisi olduğu belirtilmektedir (Christensen ve diğerleri, 2003; Miklowitz, Wisniewski, Miyahara, Otto ve Sachs, 2005; Sullivan, 2012). Ayrıca ailedeki hırslı ortamın, aileden gelen dış odaklı motivasyonun ve başarıya yönelik koşullamaların, mani ile ilişkili ödül inançları ve olumsuz bilişleri pekiştirmesi nedeniyle yatkınlığı arttıran risk faktörleri olarak değerlendirilmektedir (Chen ve Johnson, 2012). “A.”nın reddedilme, yetersizlik ve değersizlik şemalarını öncelikle fark etmesi, sonrasında da bu şemaların oluştuğu erken dönem acı verici deneyimlerine ulaşması terapi sürecinde yaşadığı ilerleme için çok etkili olmuştur. Örnek olarak, hastanın yaşam öyküsünde aile içi geçimsizlik, ergenlikte babasının kendisinden uzaklaşması, babanın yerini dolduran amcanın ölümü, annenin sürekli olarak kendisini eleştirmesi, evdeki çatışma ve babasının uzaklaşması için kendisinin suçlanması ve sürekli daha iyi olan evlatlarla ya da öğrencilerle kıyaslanması gibi olumsuz yaşantılar oldukça ön plana çımıştır. Bu yaşantılar sonucunda reddedilme, ilişkilerde güvensizlik, yetersizlik ve değersizlik üzerine benlik ve ilişki örüntüsü inşa edilmiş, manik depresif duygu yapılanması beslenmiştir. Örnek olarak, “İnsanlar beni gerçekten tanıyınca ne kadar boş biri olduğumu anlayıp giderler” inancından beslenen suçluluk ve kendisine yönelik iğrenmenin ön planda depresif bir kişilik yapılanması gözlenmiştir. Bu depresif yapıyla insanların kendisinden daha da uzaklaşmasını önlemek için diğer uçta, olumsuz düşünce ve tepkilerini bastırma, sürekli çekici ve neşeli görünme, eğlenceli ve yaratıcı biri olma gibi hipomanik savunmalar benimsemiştir. 3. Bipolar Bozuklukta Duygusal Mekanizmalar Bipolar bozukluk bir çeşit duygu durum bozukluğudur; duygudurum da “yaygın ve uzun süreli duygu” anlamına gelmektedir. Bu duygular hisleri, davranışları ve değerlendirmeleri etkileyen algı ve bilişle oldukça yakından ilişkilidir (aktaran Martin, 2007). Buna rağmen, depresyon ve maninin kategorik betimlemelerinde duyguların işlevine oldukça az yer verilmektedir. Duygularla ilgili, bütünleşik bilişsel bir model olan Şematik, Orantılı, Benzeşen ve Temsili Simge Sistemi’nde (Schematic, Propositional, Analogical and Associative Representation System –SPAARS) mutluluk, iğrenme, korku, üzüntü ve öfke olarak beş temel duygu tanımlanır ve duygusal bozuklukların bu temel duyguların simgesel biliş düzeyinde işlenmesinden kaynaklandığı öne sürülür (Power ve Dalgleish, 1997). Bu modelde, üzüntü ve iğrenme depresyonun temelini oluşturur. Bu ilişki biraz daha detaylandırılırsa üzüntü, fazlasıyla yatırım yapılmış ve benlik değeri için büyük öneme sahip bir amacın kaybedilmesinden kaynaklanır. Bu üzüntü kaybın önemi ve sorumluluğu, kişinin geçmiş yaşantıları ve şemalarına bağlı olarak, simgesel seviyede öfke ve korku gibi diğer duygularla birleşebilmektedir. İğrenme ise suçluluk, utanç gibi kendine yönelik birçok karmaşık duygunun temeli olarak kabul edilmektedir. Kişinin kendisini olumsuz değerlendirmesinden kaynaklanan bu duygular genellikle bir amaca ulaşılamadığında, belirlenmiş bir kural yerine getirilemediğinde ya da standardın altında ISSN: 2148-4376 7 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 1-16 Başak Safrancı kalındığında ortaya çıkmaktadır (Power ve Dalgleish, 1997). Temelinde iğrenme duygusunun olduğu bu benliğe dair negatif değerlendirmelerden özellikle değersizlik ve suçluluk, depresyon semptomu olarak tanı kriterlerinde yer almaktadır. Bu teoriyle tutarlı olarak bipolar bozukluk tanısı alan hastalarla yapılan nöropsikolojik çalışmalarda, hastaların genel olarak yüz ifadesindeki birçok duyguyu tanımada sorun yaşarken, iğrenme duygusunu sağlıklı gruptaki insanlardan çok daha hızlı ve başarılı bir şekilde bildikleri gösterilmiştir (Harmer, Grayson ve Goodwin, 2002). Mani ise bu modelde mutluluk duygusuyla ilişkilendirilmekte, fakat buradaki mutluluk, bireyin amacına ulaştığı zaman etkin olan işlevsel duygu düzenlemesiyle değil, öfke ve iğrenme gibi olumsuz duyguları bastırma rolündeki ikincil bir duygu olarak açıklanmaktadır (Power ve Dalgleish 1997). Modelde bahsedilen temel duyguların ve onların bilişsel işlenmesiyle oluşan karmaşık duyguların varlığı, literatürde bahsedilen depresyon ve mani özellikleriyle oldukça tutarlı olsa da, bu alanda özellikle bipolar bozukluk için yapılan klinik çalışmalara hala ihtiyaç vardır. Diğer taraftan, vaka analizlerine dayanan psikanalitik çalışmalar, bipolar bozuklukta duygusal yapılanma ile ilgili oldukça önemli teorik ve pratik bilgiler sunmaktadır. İlk olarak, Freud (1923) melankoli ve mani arasında gidip gelen hastalarıyla olan deneyimlerinden yararlanarak ego temelli bir teori öne sürmüştür. Bu teoriye göre, melankoli erken dönemde benlik için çok önemli olan bir objenin kaybedilmesiyle ilişkilendirilmekte, dolayısıyla bir yas süreci olarak kabul edilmektedir. Kaybın ardından gelen öfke ve nefret gibi olumsuz duygular süper-ego tarafından kabul edilmediği için içselleştirildiği, böylece benlik için yıkıcı bir duygu olan suçluluk formu aldığı savunulmaktadır. Freud bu süreçte, süper-egonun bu sert baskısının, ego için ölümcül olduğunu ve maninin bu yıkıcı saldırılar karşısında korunmak için bir çeşit ego savunması olduğunu belirtmiştir (Freud, 1923). Bu teoriye katkı olarak Melanie Klein (1994) “depresif pozisyon” denilen, yaşamın ilk yıllarında benliğin kendisini başkalarından ayrı olarak algılamasıyla ortaya çıkan kayıp, üzüntü ve yasla ilişkilendirilen bir dönem tanımlamıştır. Klein’a göre de mani, bu dönemdeki tüm bu olumsuz ve acı veren duygulara, aynı zamanda dışarıdan gelen tehditlere karşı bir çeşit savunma mekanizmasıdır. Bu ilk teorilerden yola çıkarak geliştirilen modern perspektifler de, manik ve depresif benlik örüntülerinde etkin olan duygusal mekanizmalara dair ayrıntılı bir tablo sunmaktadır. Buna göre, içselleştirilmiş suçluluk duygusu temelinde gelişen benlik algısı, depresif bireylerin kendilerini temelde “kötü” olarak değerlendirmelerine ve reddedilmelerinin sorumluluğunu almalarına neden olmaktadır. Hissettikleri öfke, nefret, haset ve cinsellik gibi duygu ve ihtiyaçları, kötü olan benliklerine atfederler ve onlar için kabul edilemezdir. Bu nedenle, bu duyguları deneyimlemek ve ihtiyaçları fark etmek depresif kişilerde, çok ciddi bir rahatsızlık ve acı yaratır. Bu acıdan kaçmak için duygu ve ihtiyaçları tamamen bastırma ve inkar etme tutumunu yoğun olarak benimseyebilmektedirler. Depresif bireyler, insanların kendisini gerçekten tanıyıp aslında ne kadar kötü biri olduğunu gördükleri zaman reddedilmenin kaçınılmaz olduğuna oldukça inanırlar ve kaçınılmaz olan bu sonu en azından mümkün olduğunca geciktirmek için karşı tarafı memnun etme ya da onay arayışı gibi dış odaklı tutum ve tepkileri benimseyerek fedakâr bir örüntü sergileyebilirler (McWilliams, 2010). Örnek olarak, depresif bireyler başkalarının ihtiyaçlarını karşılamaya odaklı ve boyun eğici bir tutum benimseyerek, öfke kızgınlık gibi olumsuz duygularını genellikle bastırmaktadırlar. Buna karşılık aşırı cömertlik, şefkat ve anlayış içeren bağımlı ilişki örüntüleri oldukça ön plana çıkmaktadır. Bu örüntü terapide de varlığını sürdürebilmekte, terapistine kolayca bağlanarak onu idealize eden ve aşırı uyum göstererek onay almaya çalışan bir tutum sergileyebilmektedir. En ufak bir eleştiri bile depresif bireylerde, kendilerine yönelik yıkıcı felaket senaryoları tetiklemesine rağmen, çok nadir olarak olumsuz tepki ve duygu göstermektedirler. Ayrıca her olumsuz mesajı kişiliklerinin bir parçası olarak içe almaktadırlar. ISSN: 2148-4376 8 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 1-16 Başak Safrancı “A.”nın, tipik bipolar atakları gibi görünen depresif dönemleri tetikleyen olaylar incelendiğinde, her dönem öncesinde erkek arkadaşı tarafından aldatılma ya da terk edilme örüntüsü dikkati çekmiştir. Aldatıldığını öğrenmesinin ardından uyku düzeninde bozulma, konsantrasyon sorunu, günlük işlerini ve sorumluluklarını takip edememe, değersizlik, suçluluk ve ağlama nöbetlerini yoğun olarak gözlenmektedir. Bu nöbetler erkek arkadaşının ilişkiye geri dönmesiyle ya da kendisinin yeni bir ilişkiye başlamasıyla sonlanmaktadır. Bu örüntünün kaynağı incelendiğinde yaşam öyküsünde, duygusal olarak bağlandığı insanların hayatından bir şekilde çıktığını (örneğin “anne modeli” olarak benimsediği öğretmenin başka bir şehre gitmesi, “babası kadar sevdiği” amcasının kanser nedeniyle vefat etmesi gibi) ya da kendisinden zamanla uzaklaştıklarını ifade etmiştir. “A.” için bu kayıplar, “sevilmeye layık biri olmadığı” inancının temelini oluşturmaktadır. Bir önceki terapistinin şehir değişikliği nedeniyle ayrılması da bu inancı destekleyen kayıplardan biri olmuştur onun için. Yeni terapistiyle başlayan süreçteki ilk sorusu “siz de gidecek misiniz” olmuş, koşulsuz kabul alabileceğine ve terk edilmeyeceğine güvenene kadar terapiste olan öfke, hayal kırıklığı gibi duygularını dile getirmekten kaçınarak aşırı uyumlu bir rol benimsemiştir. Bir başka örnekte, konuşmayıp genellikle sessiz kalmadığı bir seans için terapistini “yeterince memnun edemediği ya da eğlendiremediğini” düşünüp, sonraki seansa gelmeyerek terapistin onu düşünmesi ya da araması için denemelerde bulunmuştur. “A.”nın terapideki bu ilişki örüntüsü, özel ilişkilerinin bir yansımasıdır. Birinin onu gerçekten tanıdığında “ne kadar boş ve sıkıcı” biri olduğunu anlayacağı ve kendisini terk edeceği inancıyla, her türlü düşünce ve duygularını bastırarak, karşı tarafı memnun etme üzerine kurulu fedakar bir rol benimsemektedir. Bu role uygun şekilde de kendisini suistimal eden ve aldatan kişilerle birlikte olmakta, kendisine değer veren ve ilgilenen insanlarla arasına mesafe koymaktadır. Bu ilişki örüntüsü kendisinden daha da “iğrenmesine” neden olmakta, bu iğrenme de “sevilemeyecek” biri olduğu inancını pekiştirerek kısır döngüyü tamamlamaktadır. Terapide sağlanan tutarlı koşulsuz kabul ve anlayış A’nın “kötü” biri olduğu inancına neden olan duygu, istek ve ihtiyaçlarını fark edebilmesi ve ifade edebilmesine olanak sağlamıştır. Güvenli terapi ortamında yapılan aynalamalar, kendisini “keşfetmesine” imkan vermiş ve bu keşifler sonucunda “hiç de boş biri” olmadığını anlamasını sağlamıştır. Böylece terk edilme korkusunun altındaki “yalnız kalma” endişesinin zayıfladığı gözlenmiş; tercihlerini, duygu ve isteklerini ifade edebilme ve gerektiğinde itiraz edebilme cesaretini kazandığı dikkati çekmiştir. Örnek olarak, erkek arkadaşına karşı çıkabildiği, kendisine iyi gelen arkadaşlarına daha fazla zaman ayırdığı, terapi ortamında da kendisini daha çok ifade edip, olumsuz duygularını daha rahat dile getirdiği gözlenmiştir. Bu değişim kaçınılmaz olarak, istismar edildiği ilişkilerden uzaklaşarak kendisini değerli hissettiği ilişkilere yatırım yapma yolunu açmıştır. İlişkilerinde bu yıkıcı örüntünün yerini alan besleyici ve destekleyici yeni örüntü, benliğinin temelinde hissettiği “suçluluk ve tiksinti” duygularının kaynağını sorgulama cesaretini de sağlamıştır. Duygu odaklı yaklaşımlar için mani, depresyonun diğer ucu olarak değil; depresif egonun kendisini savunmak için kullandığı bir çaba olarak kabul edilmektedir. Buna göre, neşeli, çekici, cinsel olarak aktif ve yücelik düşüncelerinin önde olduğu manik ya da hipomanik kişilik örüntüsünün arkasında suçluluk, reddedilme korkusu, bağımlı kişilik yapısı, uzun süreli ilişki için gereken beceri eksikliği ve çok kırılgan irade gibi benlik için oldukça yıkıcı olan örüntü ve değerlendirmeler varlığını sürdürmektedir. Bu iki boyutlu mani yapılanması, temel olarak inkar ve eyleme koyma savunma mekanizmasıyla açıklanmaktadır: İnkar, çok yoğun ve büyük ölçüde bilinçdışı olarak her türlü olumsuz ve stresli duyguyu reddetme anlamı taşır. Eyleme koyma ise bir tür kaçınmacı baş etme biçimidir ve özellikle bir kayıp tehdidi sırasında ön plana çıkmaktadır. Buna göre manik kişilik, kaybın dayanılmaz acısından kaçınmak için cinsellik, dürtüsellik, alkol gibi zevk veren aktivitelere yönelme, hatta karşı tarafta öfke oluşturma gibi çeşitli eyleme koyma davranışlarına başvurmaktadır (aktaran, McWilliams, 2010). Kayba karşı tolerans çok düşük ISSN: 2148-4376 9 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 1-16 Başak Safrancı olduğu için, manik kişiler de reddedilmeye karşı aşırı hassastırlar. Fakat depresif kişilerin başkalarını idealize etme eğilimlerinin tersi olarak, manik kişiler kendilerini kaybın yıkıcı etkisinden korumak için, karşı tarafı ya da ilişkinin kendisini değersizleştirme eğilimi göstermektedirler. Bu örüntünün kökenine bakıldığında, manik kişilerin geçmişlerinde sevilen birinin/nesnenin/durumun travmatik kaybına sıkça rastlandığı, ayrıca bu kayıp karşısında duygularının rahatça yaşanmasına izin verilmediği, duygularını bastırarak baş etmek zorunda kaldıkları kaydedilmiştir. Dolayısıyla, sevgi, şefkat, yakınlık gibi ilişkide bağlanmayı işaret eden duyguların varlığından oldukça rahatsız olduklarına ve bu bağlanmanın hissedilmesi durumunda alternatif partnerler bulma ya da ilişkiyi birden bırakma gibi diğer eyleme dökme savunmalarına başvurabildiklerine de dikkat çekilmiştir (Akiskal, 1984; Akhtar, 1992). “A.”nın duygudurum değişikliği ve dürtüselliğin ağırlıklı olduğu, psikomotor bozulma içermeyen hipomani dönemlerinin, benzer şekilde terk edilme ve yalnız kalma öyküleriyle ilişkili olduğu gözlenmiştir. Örneğin, ne zaman erkek arkadaşının ya da babasının artık kendisiyle ilgilenmediğini düşünse, terk edilme ve değersizlik tehdidi algılasa babasının kredi kartıyla yüklü miktarda alışveriş yapma, huzursuzluk, sinirlilik hali, aşırı can sıkıntısı, evde kalamama, dışarı çıkıp alkol tüketme, yoğun sosyal aktivitelerde bulunma ya da diğer erkeklerle tanışıp flört etme gibi eyleme koyma davranışları öne çıkmaktadır. Bu dönemleri tetikleyen olumsuz yaşantıları unutma, duygusal tepkileri de bastırma savunmaları ön plandadır. Mani örüntüsü terapide de varlık gösterebilmekte, dolayısıyla psikoterapi sürecinde çeşitlik zorluklar yaşanabilmektedir. Öncelikle, hastaların hızlı konuşmalarını takip etmek ve uçuşan düşüncelerini yakalamak oldukça zor olabilmektedir. Ayrıca terapistin, kendisini hipomanik hastanın çekici ve neşeli tavırlarına kaptırmaması, inkar savunmasını kaldırarak hastayı acı verici birincil duygularına ulaştırabilmesi de önemli bir zorluk olarak belirtilmektedir. McWilliams (2010) bunun için, terapi sürecinde hastayı sürekli olarak olumsuz duygularıyla yüzleştirmenin gerekliliğini vurgulamıştır. Fakat bu yüzleştirmeler, hasta için oldukça acı verici olabileceğinden, hastanın mantıksallaştırma, inkar, bastırma, eyleme koyma gibi her türlü kaçınmaya başvurması da beklenmelidir. Bu kaçınmaların önlenmesi için, yüzleştirmelerde terapistin desteğinin oldukça faydalı olduğu, fakat o zaman da hastanın terapiste bağlandığını hissetmesiyle birlikte terk edilme korkularının aktif olabileceği belirtilmektedir. Bu korkuların, terapiyi birden bırakma ya da terapisti küçümseme gibi savunmaları tetikleyebileceği, bunun önüne geçmek için de terapistin koşulsuz kabulünün çok önemli olduğu vurgulanmaktadır. “A.” yaşadığı olumsuz yaşantıları hatırlamakta ya da terapi seansına getirmekte oldukça zorlanmış, bu yaşantılar dışında gündelik olayları dağınık şekilde anlatmaya odaklanmıştır. Kaçınma ihtiyacının anlaşılmasının, bu savunmacı tutumun yargılanmadan, terapistin destekleyici tavrıyla yapılan yüzleştirmelerin ardından “A.” kendisi için önemli olayları anlatabilecek güvenli ortamdan ve kendisine değer verildiğinden emin olabilmiş ve olaylarla yüzleşmeye hazır olabilmiştir. Sonraki aşama, yaşadığı olumsuz deneyimlerin onda yarattığı duygusal tepkilere ulaşmak olmuştur. Kendisi için oldukça sarsıcı olan deneyimleri ustalıkla önemsiz ya da küçümseyici bir şekilde, sürekli gülerek ya da kendisiyle dalga geçerek duygusal içerikten kaçındığı gözlenmiştir. Bu süreçte, anlatılan bir olayın “A.” için ne kadar önemli olduğunu ve kendisinin ne kadar acı çektiğini gözden kaçırmamak için terapist oldukça dikkatli olmak zorunda kalmıştır. Duygusal deneyimin bu kadar örtük olmasının ardında geçmiş yaşantısında, duygu ve ihtiyaçlarının reddedildiği, dışlandığı, yargılandığı ya da önemsenmediği yönünde bir algısının olduğu gözlenmiştir. Terapinin destekleyici ve kabul edici ortamının tutarlı olarak sağlanması, örtük olarak duygusal deneyimin açık bir şekilde ele alınabilmesine olanak sağlamıştır. “A”nın sahip olduğu öfke, arzu, kıskançlık, yetersizlik, yalnızlık ve hayal kırıklığı gibi duyguları; sevgi, şefkat, korunma gibi ihtiyaçları ile yüzleşebildiği ve onları terapi ortamı içinde ve dışında ifade edebilme cesaretini gösterebildiği gözlenmiştir. ISSN: 2148-4376 10 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 1-16 Başak Safrancı Duygularının kendisi tarafından kabulü ve ifadesi “A.”nın, özünde “sevilemez, değersiz ve yetersiz” biri olduğu inancını terapinin güvenli ortamında sorgulama imkanı vermiştir. Erken dönem olumsuz deneyimleriyle birlikte bu temel duyguların kabulü ile ilgili çalışmalar başarılı sonuçlar vermiş, bir yıllık terapi sürecinde aldatılma ya da terk edilme gibi büyük stres durumlarında herhangi bir depresyon atağı kaydedilmemiştir. Ayrıca başarısızlık ve değersizlik şemasını aktive eden olaylardan (sınavda düşük not almak, arkadaşı tarafından eleştirilmek gibi) hipomanik savunmalar kullanarak kaçınmak yerine, ağlama, yas tutma ve kabullenme gibi doğal süreçleri yaşayabildiği gözlenmiştir. Bu gelişmeler sonucunda, “A”’nın bağımlı örüntüsünün azaldığı, yaşamının merkezine kendisini daha çok koyabildiği, kendini ifade ederek “var olma” cesaretinin arttığı dikkati çekmiştir. Tartışma Bu makalede bilişlerden duygulara, bipolar bozukluğun başlangıcı, yatkınlığı, devamlılığı ve seyri ile yakından ilişkili olan psikolojik mekanizmaların rolü araştırılmıştır. Klinik çalışmalar, sadece fizyolojik, genetik ve stres faktörlerinin bu hastalığı açıklamada yeterli olmadığını belirtmekte; hastalığın tam anlaşılmadan doğru tanı ve tedavi eksikliğinin giderilmeyeceğini göstermektedir. Bu nedenle, bipolar bozukluktaki psikolojik etmenlerin araştırılması literatürde son zamanlarda oldukça ilgi çekmektedir. Özellikle, hatalı baş etme stratejilerinin, olumsuz tutumların ve olumsuz kişilik özelliklerinin hastalığın oluşumuna ve sürekliliğine etkisi oldukça destek görmektedir. Bilişsel mekanizmalar ve kişilik özelliklerinin önemini vurgulayan bu çalışmalardan yola çıkılarak, psikoterapinin bipolar bozukluk tedavisinde psikoeğitim dışındaki sağaltıcı rolü de araştırmalarda oldukça önem kazanmaktadır (Maçkalı ve Tosun, 2011). Bununla ilgili, ilaç tedavisinin bilişsel-terapi modeliyle birleştirilmesinin sadece ilaç tedavisine göre; atak önleme, eşlik eden hastalıkların azalması, hastaneye yatma ve duygu durumu sabitlenmesi anlamında çok daha etkili olduğu gösterilmiştir (Jones, 2004; Sütçigil ve Cansever, 2006 ). Buradan yola çıkılarak, bipolar bozukluğun alt tiplerine özgü psikolojik mekanizmaların belirlenmesi ve onlara yönelik sistemli terapi modellerinin oluşturulması, daha etkin tedavi için oldukça önemlidir. Bu makalenin önemli bir diğer katkısı da, bipolar bozuklukta etkin olan fakat kategorik tanımlarda yer bulamayan duygusal mekanizmaları aydınlatma çabasıdır. Özellikle suçluluk, utanç gibi bazı duyguların, depresyon ve mani dönemleri için tanı kriteri olduğu göz önünde bulundurulduğunda, duygusal mekanizmaların göz ardı edilerek tam bir bipolar bozukluk çerçevesi elde etmenin mümkün olmadığı söylenebilir. Bu anlamda temel duyguların olaylar, şematik simgeler ve anlamlandırmalarla ilişkilendirildiği güncel bir model, son zamanlarda oldukça dikkat çekmektedir. Modelin özellikle klinik gruplardaki geçerliliği için hala çalışmalar gerekmektedir, fakat duygu deneyimleri ile ilgili önermelerinin bipolar bozukluk literatüründeki bulgularla tutarlı olması açısından gelecek vaat eden bir model olarak kabul edilmektedir. Atakları önleme ve duygu durumunun dengelenmesi anlamında etkin bir terapi modeli için, sadece işlevsiz bilişsel mekanizmaların çalışılmasının yeterli olmayacağı, bunların öne çıkan duygusal deneyimlerle ilişkilendirilerek çalışılması gerektiği özellikle desteklenmektedir (Jones, Sellwood ve Mc Govern, 2005). Bu alanda, psikanalitik vaka analizleri de mani ve depresif dönemlerdeki duygu örüntüsüyle ilgili önemli bilgiler sunmaktadır. Özellikle, maninin depresyonun tam zıddı olarak değil, onun bir savunması olarak ele alınması ve içselleştirilmiş suçluluğun öneminin vurgulanması, terapi için çalışılacak önemli noktaları göstermekte, ayrıca bu örüntülerin terapiye de ne şekilde yansıyacağı hakkında rehberlik etmektedir. Bu anlamda, tedavi sürecinde terapi ilişkisinin önemi de açığa çıkmaktadır. Psikanalitik önermelerin geniş örneklem üzerinde ampirik olarak desteklenememesi gibi bir kısıtlılık söz konusudur. Bununla birlikte SPAARS modeli gibi ISSN: 2148-4376 11 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 1-16 Başak Safrancı bilişsel modeller de dahil olmak üzere birçok farklı psikolojik perspektif tarafından bipolar bozukluk hakkında bilgi verirken bu psikanalitik yaklaşımların referansından oldukça yararlanılmaktadır. ISSN: 2148-4376 12 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 1-16 Başak Safrancı Kaynaklar Abramson, L. Y., Metalsky, G. I., & Alloy, L. B. (1989). Hopelessness depression: A theory based subtype of depression. Psychological Review, 96, 358–372. Akhtar, S. (1992). Broken structures: severe personality disorders and their treatment. Northvale, NJ: Jason Aronson. Akiskal, H. S. (1984). Characterologic manifestations of affective disorders: Toward a new conceptualization. Integrating Psychiary, 2, 83-88. Alatiq, Y., Crane, C., Williams, J.M.G, & Goodwin, G.M. (2010). Dysfunctional beliefs in bipolar disorder: Hypomanic vs. depressive attitudes. Journal of Affective Disorders, 122, 294-300. Alloy, L.B., Abramson, L.Y., Walshaw, P.D., Keyser, J., & Gerstein, R.K. (2010). Adolescent-onset bipolar spectrum disorders: A cognitive vulnerability-stress perspective. In Understanding Bipolar Disorder: A Developmental Psychopathology Perspective, ed. David J. Miklowitz & Dante Cicchetti (pp. 282-331). New York: The Guilford Press. Alloy, L.B., Abramson, L.Y., Urosevic, S. Nusslock, R. & Jager-Hyman, S. (2010). Course of early-onset bipolar spectrum disorders during the college years: a behavioral approach system dysregulation perspective. In Understanding Bipolar Disorder: A Developmental Psychopathology Perspective, ed. David J. Miklowitz & Dante Cicchetti (pp. 166-191). New York: The Guilford Press. Alloy, L.B., Reilly-Harrington, N.A., Fresco, D.M., & Flannery-Schroeder (2006). Cognitive vulnerability to bipolar spectrum disorders. In Cognitive Vulnerability to Emotional Disorders, ed. Lauren B. Alloy & John H. Riskind (pp. 93-134). New Jersey: Lawrence Erlbaum. American Psychiatric Association (2000). Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders, (4th ed., text revision). Washington, DC. American Psychiatric Association (2002). Practice guideline for the treatment of patients with bipolar disorder (revision). American Journal of Psychiatry, 159 (4), 1-50. Angst, J. (2006). Do many patients with depression suffer from bipolar disorder? Canadian Journal of Psychiatry, 51, 3-5. Beck, A. T. (1976). Cognitive Therapy and the Emotional Disorders. New York: International Universities Press. Beck, A. T. (1987). Cognitive models of depression. Journal of Cognitive Psychotherapy, 1, 5-37. Bentall, R.P., Myin-Germeys, I., Smith, A.,Knowles, R., Jones, S.H., Smith, T., & Tai, S.J. (2011). Hypomanic personality, stability of self-esteem and response styles to negative mood. Clinical Psychology and Psychotherapy, 18, 397-410. Brieger, P. (2005). Comorbidity in mixed states and rapid-cycling forms of bipolar disorder. In Bipolar Disorders: Mixed States, Rapid Cycling and Atypical Forms, ed. Andreas Marneros ve Frederick Goodwin (pp. 262-277). UK: Cambridge University Press. Chen, S.H., & Johnson, S.L. (2012). Family influences on mania relevant cognitions and beliefs: a cognitive model of mania and reward. Journal of Clinical Psychology, 68(7), 829-842. Christensen, E.M., Gjerris, A., Larsen, J.K., Bendtsen, B.B, Larsen, B.H., Rolff, H., Ring, G., & Schaumburg, E. (2003). Life events and onset of a new phase in bipolar affective disorder. Bipolar Disorders, 5, 356-361. Coulston, C.M., Bargh, D.M., Tanious, M., Cashman, E.L., Tufrey, K., Curran, G., Kuiper, S., Morgan, H., Lampe, L., & Malhi G.S. (2012). Is coping well a matter of personality? A study of euthymic unipolar and bipolar patients. Journal of Affective Disorders (in press). Dilbaz, N. (2013). İki uçlu depresyonda doğru tanı koymak: Tek uçlu ve iki uçlu depresyon ayrımı. Journal of Mood Disorders, 3(1), 545-547. Engstrom, C., Brandstrom, S., Sigvardsson, S., Cloninger, C.R., & Nylander, P.O. (2004). Bipolar ISSN: 2148-4376 13 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 1-16 Başak Safrancı disorder. III: harm avoidance a risk factor for suicide attempts. Bipolar Disorders, 6, 130-138. Freud, S. (1923). The ego and the id. Standard Edition, 18, 7-64. George, E.L., Miklowitz, D.J., Richards, J.A., Simoneau, T.L., & Taylor, D.O. (2003). The comorbidity of bipolar disorder and axis II personality disorders: prevalence and clinical correlates. Bipolar Disorders, 5, 115–122. Goodwin, F.K. & Jamison, K.R. (2007). Manic Depressive Illness (2nd ed). New York:Oxford University Press. Gruber, J., Harvey, A.G., & Johnson, S.L. (2009). Reflective ruminative processing of positive emotional memories in bipolar patients and healthy controls. Behavior Research and Therapy, 47, 697-704. Harmer, C.J., Grayson, L., & Goodwin, G.M. (2002). Enhanced recognition of disgust in bipolar illness. Society of Biological Psychiatry, 51, 298-904. Hawke, L.D. & Provencher, M.D. (2012). Early maladaptive schemas among patients diagnosed with bipolar disorder. Journal of Affective Disorders, 136, 803-811. Hirschfeld, R.M., Lewis L, & Vornik, L.A. (2003). Perceptions and impact of bipolar disorder: how far have we really come? Results of the national depressive and manic– depressive association 2000 survey of individuals with bipolar disorder. Journal of Clinical Psychiatry, 64(1), 61-74. Jabben, N., Arts, B., Jongen, E.M.M., Smulders, F.T.Y., & vanOs, J. (2012). Cognitive processes and attitudes in bipolar disorder: A study into personality dysfunctional attitudes and attention bias in patients with bipolar disorder and their relatives. Journal of Affective Disorders (in press). Johnson, S. L. (2005). Life events in bipolar disorder: Toward more specific models. Clinical Psychology Review, 25, 1008-1027 Johnson, S. L., McKenzie, G., & McMurrich, S. (2008). Ruminative responses to negative and positive affect among students diagnosed with bipolar disorder and major depressive disorder. Cognitive Therapy and Research, 32, 702-713. Jones, S. (2004). Psychotherapy in bipolar disorder: a review. Journal of Affective Disorders, 80, 101-114. Jones, S.H., Sellwood, W., & McGovern, J. (2005). Psychological therapies for bipolar disorder: the role of model-driven approaches to therapy integration. Bipolar Disorders, 7, 22–32. Judd, L.L. & Akiskal, H.S. (2003). The prevalence and disability of bipolar spectrum disorders in the US population: Re-analysis of the ECA database taking into account subtreshold cases, Journal of Affective Disorders, 73, 123-131. Kim, B., Joo, Y.H., Kim, S.Y., Lim, J.H. & Kim, E.O. (2011). Personality traits and affective morbidity in patients with bipolar I disorder: The five factor model perspective. Psychiatric Research, 185, 135-140. Kessing, LV., Agerbo, E. & Mortensen, P.B. (2004). Major stressful life events and other risk factors for first admission with mania. Bipolar Disorders, 6, 122-129. Klein, M. (1994). Mourning and its relation to manic-depressive state. In Essential Papers on Object Loss, ed. Rita V. Frankiel (pp. 95-122). New York ve London: New York University Press. Knowles, R., Tai, S., Jones, S. H., Highfield, J., Morris, R., & Bentall, R. P. (2007). Stability of self-esteem in bipolar disorder: comparisons among remitted bipolar patients, remitted unipolar patients and healthy controls. Bipolar DisorderS, 9, 490-495. Lozano, B. E., ve Johnson, S. L. (2001). Can personality traits predict increases in manic and depressive symptoms? Journal of Affective Disorders, 63, 103–111. Lish, J.D., Dime-Meenan, S., Whybrow, P.C., Price, R.A., & Hirschfeld, R.M. (1994). The national depressive and manic-depressive association (National DMDA) survey of bipolar members. Journal of Affective Disorders, 31, 281-294. Maçkalı, Z. & Tosun A. (2001). Bipolar Bozuklukta Bilişsel Davranışçı Terapi. Psikiyatride ISSN: 2148-4376 14 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 1-16 Başak Safrancı Güncel Yaklaşimlar, 3(4), 571-594. Martin, E. (2007). Bipolar Expectations: Mania and Depression in American Culture. UK: Princeton University Press. McWilliams, N. (2010). Psikanalitik Tanı: Klinik Süreç içinde Kişilik Yapısını Anlamak. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Miklowitz, D.J., Wisniewski, S. R., Miyahara, S., Otto, M.W., & Sachs, G.S. (2005). Perceived criticism from family members as a predictor of the one-year course of bipolar disorder. Psychiatric Research, 136,101-111. Nery, F.G., Hatch, J. P., Glahn, D.C., Nicoletti, M.A., Serap Monkul, E., Najt, P., Fonseca, M., Bowden, C.L., Robert-Cloninger, C., & Soares, J.C. (2008). Temperament and character traits in patients with bipolar disorder and associations with comorbid alcoholism or anxiety disorders. Journal of Psychiatric Research, 42, 569-577. Perich, T., Manicavasagar, V., Mitchell, P.B., & Ball, J.R. (2011). Mindfulness, response styles and dysfunctional attitudes in bipolar disorder. Journal of Affective Disorders, 134, 126-132. Power, M. & Dalgleish, T. (1997). Cognition and Emotion: From Order to Disorder. UK: Psychology Press. Smith, D.J., Muir, W.J., & Blackwood, D.H.R (2005). Borderline personality disorder characteristics in young adults with recurrent mood disorders: A comparison of bipolar and unipolar depression. Journal of Affective Disorders, 87, 17-23. Solomon, D. A., Shea, M. T., Leon, A. C., Mueller, T. I., Coryell, W., Maser, J. D., Endicott, J., ve Keller, M. B. (1996). Personality traits in subjects with bipolar I disorder in remission. Journal of Affective Disorders, 40, 41-48. Strong, C. M., Nowakowska, C., Santosa, C. M., Wang, P. W., Kraemer, H. C., & Ketter, T. A. (2007). Temperament-creativity relationships in mood disorder patients, healthy controls and highly creative individuals. Journal of Affective Disorders, 100, 41-48. Sullivan, A.E., Judd, C.M., Axelson, D.A., & Miklowitz, D.J. (2012). Family functioning and the course of adolescent bipolar disorder, Behavior Therapy (in press). Sütçigil, L. & Cansever, A. (2006). Bipolar bozuklukta psikoterapötik ve psikososyal girişimler. Türkiye Klinikleri Journal of Internal Medical Sciences, 2(29), 46-51. Tamam, L. (2007). Bipolar bozukluk ile anksiyete bozukluğu birlikteliği: Bir gözden geçirme. Türk Psikiyatri Dergisi, 18(1), 59-71. Watson, D. & Hubbard, B. (1996). Adaptational style and dispositional structure: coping in the context of the five-factor model. Journal of Personality, 64, 737-774 Youngstrom, E., van Meter, A., & Algotra, G.P. (2010). The bipolar spectrum: myth or reality? Current Psychiatry Reports, 12, 479-489. ISSN: 2148-4376 15 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 1-16 Başak Safrancı Summary Understanding Bipolar Disorder: A Psychological Perspective from Cognitions to Emotions Bipolar disorder is a common chronic condition that is associated with major impairments in daily, occupational and relational functioning. The high rates of misdiagnoses or delayed diagnoses, poor treatment outcomes, comorbid conditions; and also suicide attempts in clinical reports point to important problematic issues about definition and management of bipolar disorder. Recent studies discussing these controversial issues indicate that one sided dimension focusing only on biological mechanisms does not provide a comprehensive framework and this deficiency lead to poor prognosis in spite of aggressive pharmacotherapy. On the basis of these problems, in the current study a literature review was conducted in order to investigate psychological dynamics in bipolar disorder from cognitions to emotions in an attempt to explore the effectiveness of psychotherapy based on these dynamics. From cognitive perspective dysfunctional thoughts, maladaptive coping strategies such as avoidance, rumination, cognitive distortion and catastrophizing are found to be significant in both development and maintenance of bipolar episodes. In addition, hypersensitivity in a motivational system called Behavioral Activation System (BAS) is considered as an important vulnerability factor which may include setting too high and unrealistic goals, attitudes of too harsh self-criticism and attitudes of perfectionism; eventually these features may trigger manic or depressive episodes resulting from unfulfilled expectations and negative life events. The common point of these cognitive and motivational dynamics indicates the presence of maladaptive schemas; and consistently, the studies revealed that approval seeking, recognition, emotional inhibition and abandonment are especially significant in these patients. Another important psychological mechanism in bipolar disorder is related to emotional structure. In bipolar depression, self-disgust and guilt have an important role in the evaluation of self-worth that results from introjection of unacceptable emotions and needs. In contrast to a common view, mania is not considered the opposite pole of the depression, but rather, it is an ego defense facet for these depressive and painful emotions. From the point of these theoretical perspectives, psychotherapy application focusing on maladaptive cognitive mechanisms and inhibited negative emotions have important implications for preventing bipolar attacks, increasing functioning as well as interpersonal relations for a long term period. Keywords: Bipolar disorders, cognitions, emotions, psychotherapy. ISSN: 2148-4376 16 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 17-28 Ece Tathan Winnicott’ın Nesne İlişkileri Kuramı ile Somatoform Bozuklukların İncelenmesi: Ağrı Bozukluğu Vakası Ece Tathan Orta Doğu Teknik Üniversitesi Özet Ağrı bozukluğu DSM-IV’de somatoform bozukluklar kategorisi altında yer alır ve psikolojik faktörler, ağrı semptomlarının başlangıcında, şiddetinde, alevlenmesinde ve sürekliliğinde önemli bir role sahiptir. Klasik psikanalitik bakış açısına göre, bu hastaların psikolojik problemleri bedensel semptomlara dönüşür ve somatik yakınmalar alternatif bir iletişim yöntemi olarak kullanılır. Bilişsel gelişimsel modeller ise düşük seviyedeki duygu farkındalığını, duygusal uyarılmayı ayrıştıramamayı, duygu düzenlemelerindeki eksiklikleri vurgular. Bilişsel davranışçı terapi, antidepresan tedavisi ve psikodinamik terapi, somatoform bozuklukların tedavilerinde etkin müdahale yöntemleri olarak belirtilmiştir. Bu makalede somatoform bozuklukların temel teorik temelleri ve araştırma bulguları ele alınmakta, Winnicott’ın nesne ilişkileri yaklaşımı incelenmekte, araştırma, teori ve klinik uygulamalar arasındaki ilişkiyi kurabilmek için ağrı bozukluğu yaşayan bir vaka örneklendirilmektedir. Anahtar kelimeler: Somatoform bozukluk, ağrı bozukluğu, Winnicott’ın nesne ilişkileri kuramı ISSN: 2148-4376 17 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 17-28 Ece Tathan Winnicott’ın Nesne İlişkileri Kuramı ile Somatoform Bozuklukların İncelenmesi: Ağrı Bozukluğu Vakası 1. Araştırma ve kuram temeli Somatoform bozukluklar birçok fiziksel semptomla karakterize olan psikolojik bozukluk olarak tanımlanır, ayrıca bu semptomların herhangi bir tıbbi durum, bir maddenin direkt etkisi ya da başka bir psikolojik bozukluk ile açıklanmaması gerekir (American Psychiatric Association, 2000). DSM-IV'de somatoform bozukluklar kategorisi somatizasyon bozukluğu, farklılaşmamış somatoform bozukluk, konversiyon bozukluğu, hipokondriyazis, vücut dismorfik bozukluğu, başka türlü sınıflandırılamamış somatoform bozukluk ve ağrı bozukluğunu içerir. Somatoform bozukluklar pratisyen hekimlerin karşılaştıkları en yaygın psikiyatrik bozukluk olarak bulunmuştur ve başvuruda bulunan hastaların %16’sı somatoform bozukluklar kategorisinde yer alan bozukluklardan herhangi biri ile ilgili teşhis almıştır (de Wall, Arnold, Eekhof ve van Hemert, 2004). Somatoform bozukluğu olan hastaların semptomlarının sebebi olan herhangi bir tıbbi durum olmadığı için, rahatsızlıkları sebebiyle oldukça sıkıntı yaşadıkları ve hastalıklarının şiddeti ile ilgili abartıya kaçtıkları belirtilmiştir (Oyama, 2007). Tüm tıbbi klinik birimlerinde, tıbbi olarak açıklanamayan semptomların yaygınlığının kadınlarda erkeklere göre anlamlı derecede fazla olduğu bulunmuştur. Açıklanamayan tıbbi semptomları olan hastaların yaşadıkları problemleri yaşam tarzı faktörleri yerine fiziksel sebeplere atfetmelerinin daha muhtemel olduğu belirtilmiştir (Hotopf, Wadsworth ve Wessely, 2001). DSM-IV'de yer alan ağrı bozukluğu, vücudun bir ya da daha fazla bölgesinde bulunan ağrı ile karakterizedir, ağrı hastanın ağırlıklı olarak odağıdır ve bu ağrı o kadar şiddetlidir ki tıbbi yardım gerektirir. Hastanın ağrısı anlamlı derecede ağır yakınmalara ve sosyal hayat ya da iş hayatıyla ilgili birçok alanda bozulmalara sebep olur. Bu ağrıların başlangıcında, şiddetinde, alevlenmesinde ve sürekliliğinde psikolojik faktörler önemli bir etkiye sahiptir. Ağrı semptomları kasıtlı olarak ortaya çıkmaz, herhangi bir başka ruhsal durum, kaygı, psikotik bozukluk ya da acı veren cinsel ilişki ile açıklanamaz (American Psychiatric Association, 2000). DSM-IV'de yer alan somatizasyon bozukluğu, farklılaşmamış somatoform bozukluk, ağrı bozukluğu, hipokondriyazis gibi bozukluklar, tanılar arasındaki örtüşmeleri saf dışı bırakmak için DSM-V'de kaldırılmış, bu tanıların yerini somatik semptom bozukluğu almıştır. Somatik semptom bozukluğu DSM-IV’deki somatoform bozuklukların tanı kriterleri gibi bazı semptom gruplarından belirli sayıda yakınmayı gerektiren katı kriterler içermez. DSM-IV'de somatoform bozukluklar tıbbi olarak açıklanamayan durumları içerirken, DSM-V tıbbi durumları da içerebilen somatik semptomları da kapsar. Böylece somatik semptom bozukluğu sıkıntı veren ya da günlük yaşamda aksamalara sebep olan somatik yakınmalarla belirlenir. Bu psikolojik bozukluk semptomlarla ilişkili olarak aşırı ve orantısız düşünceler, duygular ve davranışlarla karakterize olup, somatik semptom bozukluğu olan kişinin en az 6 aydır devamlı olarak semptomatik olması gerekmektedir (American Psychiatric Association, 2013). Klasik psikanalitik bakış açısına göre somatizasyon, immatür bir savunma mekanizmasıdır. Psikolojik semptomlar yerine somatik semptomlarla reaksiyon verebilmek için psikolojik problemler bedensel yakınmalara dönüştürülür. Diğer bir deyişle, çoklu fiziksel semptomlar; içsel ISSN: 2148-4376 18 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 17-28 Ece Tathan çatışmalar ya da depresyon ve kaygı gibi psikolojik problemlerin yerine geçer. Ayrıca fiziksel semptomlar psikolojik sorunlara yardımcı olduğu kadar günlük hayatta istenmeyen sorumlulukların gerçekleştirilmemesi konusunda da kişiye yardımcı olur (Güleç ve Köroğlu, 1997). Buna ek olarak, somatizasyonu olan hastalar duygularını tanımlama ve açıklama becerilerinde güçlükler yaşarlar. Bir başka ifadeyle, bu hastalar duyguları tanımlamada güçlük, duyguları ifade etmede güçlük ve dış odaklı düşünme olarak üç öğeden oluşan, “aleksitimi” olarak bilinen bir kişilik özelliği geliştirmeye yatkın olurlar (Bagby, Parker ve Taylor, 1994). Ayrıca iletişim becerilerinde problemler olduğu için somatik yakınmaları alternatif bir iletişim metodu olarak kullanırlar (PDM Task Force, 2006). Somatizasyon ile aleksitimi ilişkisindeki benzerlik gibi, Lane ve Schwartz’ın duygu farkındalığının bilişsel gelişimsel modelinde, somatizasyon bedensel duyumlara odaklanarak düşük seviyede duygu farkındalığı yaşama ve ayrıştırılamayan duygu uyarılması ile kavramsallaştırılan gelişimsel bir bozukluk olarak tanımlanır. Benzer bir şekilde, Waller ve Scheidt’in güncel literatür taramasında (2006), somatoform bozuklukların, duyguların bilişsel işlemlemesinin azalması ve duygu ifadesinin bastırılması gibi duygu düzenleme becerilerindeki eksikliklerle ilişkili olduğu açığa çıkmıştır. Literatürde, somatoform bozuklukların tedavisinde etkili olduğu belirtilen bazı psikoterapötik müdahale yöntemleri vardır. Öncelikle, bilişsel davranışçı terapi birçok çalışmada somatoform bozuklukların tedavisinde etkin bir yöntem olarak bulunmuştur (Kroenke, 2007). Somatoform bozukluklar için bilişsel davranışçı terapi; gevşeme egzersizleriyle fizyolojik uyarılmayı azaltmayı, aktivite düzenlemesini geliştirmeyi, duygu ifadesini artırmayı, fonksiyonel olmayan inançları değiştirmeyi, iletişim becerilerini geliştirmeyi ve sosyal çevrede hastalık davranışını ödüllendiren durumları azaltmayı amaçlayan manualize edilmiş yaklaşık 10 seanstan oluşur (Allen, Wookfolk, Escobar, Gara ve Hamer, 2006). İkinci olarak, somatoform bozuklukların tedavisinde antidepresanların faydalı olduğunu gösteren ön çalışmalar vardır. Ancak antidepresanların kaygı ve depresyonu biçimleyerek somatik yakınmaları azaltıp azaltmadığı ya da somatik yakınmalara direkt etkisi olup olmadığı gibi konular halen sorgulanmaktadır (Kroenke, 2007). Üçüncü olarak, somatoform bozukluğu olan hastaların duygu farkındalığına ve acılarına odaklanan psikodinamik terapi tavsiye edilmektedir. Somatoform bozukluğu olan hastaların duygu farkındalıkları ve içgörüleri olmadığı için geleneksel iç görü kazandırma odaklı psikoterapi yöntemlerinden daha zor fayda sağladıkları ifade edilmiştir. Bu sebeple, duygu yaşantılarına, duygu ifadesine, duygu farkındalığına, acının öznel deneyimlenmesine, psikolojik semptomlara ve kişilerarası problemlere odaklanan psikodinamik müdahaleler de önerilmektedir (Waller ve Scheidt, 2006). Somatoform bozukluğu olan kişiler kadar depresif belirtileri ve kaygı bozuklukları olan kişiler de kendilerini zorlayan somatik semptomlar belirtmektedir. Hastaların yaşam kalitelerine azımsanmayacak ölçüde etkisi olan bu semptomlarla, klinik ortamda fazla sıklıkta karşılaşıldığı rapor edilmiştir (Rief, Hessel ve Braehler, 2001). Bu yüzden, kaygı bozukluklarına ve depresif belirtilere de eşlik edebilen somatoform bozukluklara uygulanan psikoterapötik müdahalelerin sürecini anlayabilmek oldukça önemlidir. Bu süreci anlamlandırabilmek, kavramsallaştırabilmek ve tedavi akışını belirleyebilmek için bazı kuramsal çerçeveler kullanılabilir. Winnicott’un nesne ilişkileri kuramında, bebeğin gelişiminin bir olgunlaşma süreci olduğu ve bu gelişimin kalitesinin annenin bebeğine olan tutumuyla belirlendiği ifade edilmiştir. Duygusal olarak elverişli olan, destekleyici ve rahatlatan “yeterince iyi anne” figürünün, bebeğin sağlıklı gelişimi için kritik bir rol oynadığı belirtilmiştir. Başlangıçta yeterince iyi anne kendisini bebeğine geçici bir süre verir, narsisistik endişeleri olmaz ve bebeğinde büyümeyi sağlayabilmek için bebeğinin ihtiyaçlarını karşılar. Böylece bebek öznel tümgüçlülüğü yaşayabilir. Örneğin, bebek acıktığında ve annenin memesine ihtiyaç duyduğunda, anne memeyi bebeğine hemen sağlar. Bu ISSN: 2148-4376 19 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 17-28 Ece Tathan yüzden bebek ne zaman bir ihtiyacı olsa dünyayı kontrol edebildiğine dair bir tümgüçlülük illüzyonu geliştirmiş olur (Mitchell, 2009; Winnicott, 1965). Ne zaman bebeğin bir ihtiyacı olursa, başlangıçta annenin orada olması önemlidir. Ancak bir süre sonra, bebek anneye ihtiyaç duymadığında, annenin bebeğinden uzaklaşması da aynı derecede önemlidir (Mitchell ve Black, 2012; Winnicott, 1965). Yetersiz koruma ve ilgi, içsel güven ve koruma konusunda problemlere sebep olsa da, fazla korumacılık ve otorite de bebeğin çevreyi keşfetme özgürlüğünü kısıtlar (Chescheir, 1985). Bu bağlamda, yeterince iyi anne, bebeğin anne tarafından fiziksel olarak korunduğu aynı zamanda da anne ve baba dışında tüm çevreyle nesne ilişkileri geliştirmesini sağladığı “kucaklayıcı bir çevre” sunar (Winnicott, 1965). Öznel tümgüçlülük sırasında, bebek ihtiyaç duyduğu nesneyi yarattığını ve kontrol ettiğini düşünür. Buna karşın nesnel gerçeklikte bebek arzu edilen nesnenin dış dünyadan olduğunu, kendisinin yaratmadığını ve kontrol edemediğini yani kendisinden farklı olduğunu fark eder. Öznel tümgüçlülük ile çevrenin nesnel gerçekliği arasında, bebek kendi kontrolünde olan ve özellikle anneden fiziksel ve psikolojik ayrılmaya karşı geliştirdiği savunma ile ilişkili olan bir “geçiş nesnesine” bağlanma gerçekleştirir. Bu geçiş nesnesi ilk “ben olmayan” nesnedir ve bebeğin bağımlı olduğu bir bebek bezi, kıyafet, battaniye ya da oyuncak ayı olabilir. Bebek geçiş nesnesi üzerinde öznel tümgüçlülükten farklı olan bazı haklar talep eder. Bu nesne tutkuyla kucaklanır, özenle ilgilenilir ayrıca paralanır yani içten gelen sevgi, nefret ve saldırganlığa karşı dayanır. Yetişkinlerin bakış açısına göre geçiş nesnesi dış dünyaya aittir, fakat bebeğin bakış açısına göre bu nesne ne dış dünyaya ne de tamamen iç dünyaya aittir. Geçiş nesnesinin kaderi sürgündür ve anlamını yas tutulmadan kaybeder. Yeterince iyi anne bu nesnenin bebek için rahatlatıcı etkisini bilir ve bu ilişkiye müdahale etmez (Winnicott, 1965; Winnicott, 2010). Yeterince iyi anne bebeğin öznel tümgüçlülük ihtiyaçlarını sürekli karşılayıp, spontan hareketlerine aralıksız olarak cevap verdiği gibi, aynı zamanda geçiş nesnesine ve bebeğin karşı bağımlılığına saygı duyar. Bebeğin “gerçek kendiliği” annenin sağlıklı ve kendini adamış pozisyonuyla gelişir (Winnicott, 1965). Anne bebeğin spontan hareketlerine karşılık vermediğinde, hareketlerini onaylamadığında ve bebeğin boyun eğmesi için kendi hareketlerini bebeğin hareketlerinin yerine koymaya çalıştığında, bebekte “sahte kendilik” gelişir. Sahte kendiliğin gelişmesi için, annenin bebeğin ihtiyaçlarını karşılamayan yeterince iyi olmayan bir anne olması gerekir. Spontan olan gerçek kendilik ile boyun eğen sahte kendilik arasındaki fark anne figürünün kronik başarısızlığıdır. Sahte kendilikte, bebek güncel ilişkiye hükmeden anne, baba ya da kardeş figürü gibi büyür, böylece öznel deneyim ve bireysellik bozukluğu geliştirir. Sahte kendilik, bireyin bebekliğinde sahip olamadığı yeterince iyi anne ve kucaklayıcı çevre niteliklerini elde edebilmesi için başkalarına olan ilişkiselliğini artırır (Kahn, 1986; Mitchell ve Black, 2012; McWilliams, 2010; Winnicott, 1965). Gerçek kendilikte, bireyin zihni ile psikosomatik benliği birbirlerine uyumludur ancak sahte kendilikte, bireyin entelektüel aktivitesi ile somatik varlığı arasında bir ayırım vardır (Winnicott, 1965). Aşırı kaygılı, talepkar, ilgisiz veya mevcut olmayan yani yeterince iyi olmayan annelerin çocuklarının somatoform bozukluklarla benzer olarak gastrointestinal problemler, astım ve bastırılmış tepki örüntüleri sergiledikleri belirtilmiştir (Chescheir, 1985). Winnicott’ın nesne ilişkileri kuramında, anne-bebek ilişkisi, terapist-hasta ilişkisine benzetilir ve terapist anne-bebek ilişkisinin varlığını çoğunlukla hastalarının bağımlı ya da regrese olmuş dönemlerinde gözlemleyebilir. Winnicott anne olmak ile terapist olmak arasında paralel noktalar olduğunu ve hem annelerin hem de terapistlerin mükemmel olmayı arzulamamaları gerektiğini vurgular. Anneler ya da terapistler sadece yeterince iyi, bebeklerinin ya da hastalarının ihtiyaçlarına duyarlı, kucaklayıcı bir çevre sunan, onların gerçek kendiliklerini kabul eden figürler olmalıdırlar. Terapötik ortamda, terapistin yeterince iyi olduğu, daimi varlığı, güvenilir ve kabul eden duruşu ile kucaklayıcı bir çevre sunduğu, daha az eleştirel açıklamalar yaptığı, kendisinin ISSN: 2148-4376 20 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 17-28 Ece Tathan değil hastasının ihtiyaçlarına odaklandığı bir tutum, hastanın kendi duygularını ve düşüncelerini eleştirilme ve reddedilme korkusu olmadan yaşamasına ve açıklamasına olanak sağlar (Winnicott, 1965). Psikoterapi sürecinde gerçek kendilik ile sahte kendilik arasındaki ikilik vurgulanır. İlk olarak terapist, hastalarının onlara kucaklayıcı bir çevre sunan, onların bireyselliğine saygı gösteren, dış dünyanın tehlikelerinden onları koruyan yani yeterince iyi bir anne ya da ebeveyn figürü olan birine geçmişte sahip olmadıklarını fark etmelerine, anlamalarına ve kabul etmelerine yardımcı olur. İkinci olarak, hastalar kendi içlerindeki ikiliğin farkında olduklarından, terapötik ortamda onların gerçek kendilikleri ile sahte kendilikleri arasındaki ayrımı belirginleştirmelerine yardımcı olmak yararlıdır. Hastaların sahte kendilik örgütlenmelerinde beş kategori belirtilmiştir. En aşırı uçta, sahte kendilik gerçek kişi gibi görülür ve gerçek kendilik gizlenir. Daha az aşırı seviyede, sahte kendilik kişiye hükmetse de gerçek kendilik gizli bir hayat yaşar. Bir sonraki seviyede sahte kendilik gerçek kendiliğin ortaya çıkması için bazı koşullar sağlar. Daha sağlıklı bir seviyede, sahte kendilik yerine geçecek kendilik deneyimleriyle özdeşime izin verir. En sağlıklı seviyede ise, sahte kendilik sadece kibarlık gibi kültürün beklentileri ile ortaya çıkar. Terapistler hastalarında gerçek kendiliğin gelişebileceği ve terapötik ortamda regresyonlarının kabul edileceği bir ortam sağlarlar. Gerçek kendilik desteklenirken psikoterapi erken dönem anne bebek ilişkilerinin yeniden canlanmasına şans verdiği ve hastalar terapistlerine “geçiş nesneleri” gibi davrandıkları için, bir süre regresyon yaşayabilirler. Winnicott’a göre terapist seansta saate dikkat ederek gerçeklik ilkesini temsil ederken, bir yandan hastanın bireysel beklentilerini karşılayıp öznel nesnesi olarak “geçiş nesnesi” pozisyonuna sahip olur (Chescheir, 1985; Kahn, 1986; Winnicott, 1965). 2. Vaka sunumu ve vakanın kavramsallaştırması Bayan D., 35 yaşında, boşanmış, Ankara’da yaşayan bir kimya mühendisi olup bir firmada çalışmaktadır. Baş ağrısı, kulak ağrısı, eklem ağrısı gibi şikayetlerle çeşitli uzman doktorlar tarafından psikologa yönlendirilmiştir. Ayrıca menstrüasyon öncesinde öfke, duygusallık, hissettiği öfke ile orantısız tepkiler sergileme ve adaptasyon problemleri olduğunu belirterek başvuruda bulunmuştur. Boşanmasından itibaren geçen 5 yıl süresince belirtilen ağrı problemlerini yaşamaktadır. Yaşadığı semptomlar sebebiyle birçok doktora başvurduğunu, doktorların herhangi bir tedavi bulamadıklarını ve kendisini rahatlatacak yöntemler bulması konusunda öneride bulunduklarını belirtmiştir. Vücudunun farklı yerlerindeki ağrı semptomları sebebiyle, iş yerindeki projelerini yapamadığını ve günlük hayatında kimseyle görüşmek istemediğini anlatmıştır. Ağrı semptomlarının yanı sıra menstrüasyon öncesinde öfkeli ve alıngan olduğunu, sosyal çevresine orantısız bir şekilde tepkisel davrandığını belirtmiştir. Sosyal ortamlarda uyumlu biri gibi görünse de içe kapanık bir insan olduğunu ve yeni bir çevreye uyum sağlamakta zorlandığını ifade etmiştir. Terapist Bayan D.’ye terapiden beklentilerini sorduğunda, yaşamının 35. yılını diğer yıllarına göre daha doyurucu bir şekilde yaşamak istediğini, hayatındaki anlamsızlığın sebebini anlayıp çözmeyi arzuladığını, fiziksel ve psikolojik problemlerinin üstesinden gelmeyi hedeflediğini söylemiştir. Bayan D. ailesindeki üç çocuktan ikincisidir. Ebeveynleri ve kardeşleri kendisinden farklı bir şehirde yaşamaktadır. Annesini “mükemmeliyetçi”, “ilgisiz”, “desteklemeyen” ve “mesafeli” biri olarak tanımlamaktadır. Kendisini annesinden her zaman ilgi bekleyen bir çocuk olarak hatırlamaktadır. Hayatının ilk yıllarında kendisinin ve ailesinin, akrabalarıyla birlikte büyük bir evde yaşadıklarını ve annesiyle babasının ilgisizlikleri yüzünden evde kimin kendi gerçek annesi ve babası olduğunu bilmediğini ifade etmektedir. Annesinden onay alabilmek için annesi tarafından kabul edilen ve annesinin istediği gibi “mükemmel” bir şekilde davranmaya çalıştığını anlatmıştır. Annesinin kendisine her zaman mükemmel davranmasını ve büyüklerinin söylediği ISSN: 2148-4376 21 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 17-28 Ece Tathan hiçbir şeye itiraz etmemesini öğütlediğini belirtmiştir. Eğer annesinin kurallarına uymazsa, annesinin kendisine tamamen ilgisiz bir şekilde davranmasından korkmaktadır. Annesinin duygu ifadesini, özellikle ağlama ve öfke patlamalarını “kontrolsüzlük” olarak algıladığını, bu yüzden çocukluğundan beri duygularını ifade etmediğini, içine attığını söylemiştir. 6 yaşındayken annesinin kendisine ilgi göstermesini sağlamak için hasta rolü yaptığını hatırlamaktadır. Bir süre annesinin kendisine oldukça ilgi gösterdiğini fakat hasta rolü yaptığını anladığında kendisini cezalandırdığını anlatmıştır. Bayan D. babasının “otoriter”, “öfkeli” ve “değişken” biri olduğunu ve babasının tutumlarına karşı “direndiğini” belirtmiştir. Çocukluğundan beri babasının otoriter tutumuna karşı kendi istediğini yaparak karşılık verse de, babasının bu direnişe kendisini fiziksel ve sözel olarak cezalandırarak karşılık verdiğini dile getirmiştir. Çocukluğunda babası kendisini fiziksel ve sözel olarak cezalandırırken annesinin kendisini desteklemediğini, ayrıca annesinin babasına itiraz ettiğinde cezalandırılmayı hak ettiğini söylediğini açıklamıştır. Son zamanlarda ise babası kendisine sözel olarak cezalandırıcı bir tutum takındığında cildinde dökülmeler olduğunu ve menstrüasyon öncesindeki şikayetlerini daha ağır yaşadığını ifade etmiştir. Bu yüzden babasına “pasif direniş” sergileyen bir tutum geliştirdiğini ve ailesinden uzaklaşmayı tercih ettiğini söylemiştir. Eğitimi, kariyeri ve romantik ilişkileri ile ilgili kararlar verirken ailesinin baskısı altında olduğunu, bu baskının ağrı semptomlarına ve dermatolojik problemlere sebep olduğunu buna rağmen çoğu zaman “pasif direniş” sergileyen bir tutumu olduğunu belirtmiştir. Örneğin ailesinin kız meslek lisesinde okumasını ve bu alanda bir kariyer hedefi oluşturmasını beklemesine rağmen üniversitede kimya mühendisliği bölümünü tercih ettiğini söylemiştir. Ayrıca ailesi üniversiteyi bitirdikten sonra onlara yakın bir ilde iş bulmasını beklerken, kendisinin dil eğitimi için İngiltere’ye gittiğini ve orada yaşayan biriyle evlendiğini anlatmıştır. Evliliğinde eşinden kendi duygularını anlayıp kabul etmesini ve eşinin ailesinin olumsuz tutumlarından kendisini korumasını beklediğini ifade etmiştir. Farklı bir ülkeye alışamadığı, eşi ve ailesi kendisine karşı ilgisiz olduğu, kayınvalidesi kendi babasına benzer olarak, kendisi, eşi ve evlilikleri üzerinde otoriter bir tutuma sahip olduğu için İngiltere’den Türkiye’ye döndüğünü ve işe başladığını belirtmiştir. İş yerine adapte olamadığında yeni bir departmana geçiş istediğini, iş yaşamında ilgiyi ve onayı alabilmek için işini en mükemmel şekilde yapmaya çalıştığını söylemiştir. İş arkadaşlarına ve amirlerine kendisine fazladan verilen iş yükü ile ilgili olarak hayır demek isterken evet diyen biri olduğunu, ilgiyi ve onayı alamadığında üzgün hissettiğini, ağrı ve menstrüasyon öncesi semptomları ağır bir şekilde yaşadığını, iş yerinde elinde olan projeleri erteleyerek “pasif direniş” sergilediğini ifade etmiştir. DSM-IV’ün perspektifine göre Bayan D.’nin yakınmaları ağrı bozukluğu kategorisinde kavramsallaştırılabilir. Baş ağrısı, kulak ağrısı, eklem ağrısı gibi semptomları deneyimlemektedir. Vücudunun farklı bölgelerindeki ağrılar kendisinin odak noktasıdır ve ağrılarının yoğunluğu sebebiyle birçok uzman doktora başvurmuştur. Yaşadığı ağrı semptomları iş hayatında ve günlük yaşantısında sıkıntı ve bozulmalara sebep olmaktadır. Ayrıca tıbbi bir durum değil sözel cezalandırma, annesinin ilgisizliği ya da iş arkadaşlarından ve amirlerinden onay almama gibi psikolojik faktörler ağrı semptomlarının başlangıcında ve sürekliliğinde önemli bir rol oynamaktadır. Winnicott’un kuramına göre, Bayan D.’nin anne figürü mesafeli, duygusal olarak mevcut olmayan, desteklemeyen ve mükemmeliyetçi bir tutum sergilemektedir bu sebeple büyüme sürecinde gelişimsel problemler yaşamış olabilir. Erken çocukluk yıllarında akrabalarıyla birlikte büyük bir evde yaşamıştır ve o evde kimin gerçek annesi ya da babası olduğunu bilemediğini anlatmıştır. Bu olayın da ışığında, annesinin narsisistik endişeleri sebebiyle kendisini geçici olarak kızına verememesinin sonucu olarak Bayan D.’nin öznel tümgüçlülük deneyimi yaşayamadığı dile getirilebilir. Annesinin kendisini bebeğine veremediği, Bayan D.’nin hayatına hakim olduğu, ISSN: 2148-4376 22 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 17-28 Ece Tathan çevreyi keşfetme özgürlüğünü kısıtladığı ve babasının fiziksel ve sözel cezalandırmalarına karşı korumadığı söylenebilir. Bu bağlamda, annesinin Bayan D.’ye öznel tümgüçlülük ve nesnel gerçekliği deneyimleyebileceği kucaklayıcı bir çevre ortamı sağlayamadığı ifade edilebilir. Bayan D.’nin de yeterince iyi anneye sahip olamadığı için yaşadığı sağlıksız gelişimsel süreç sebebiyle sahte kendilik geliştirdiği belirtilebilir. Sahte kendiliğinin boyun eğen ve itaatkar olduğu, entelektüel ve duygusal yaşantı boyutunu bedensel varoluşundan ayırdığı dile getirilebilir. Sahte kendiliğinin gerçek kendiliği, gerçek kendiliğinin duygusal yaşantıları ve içindeki potansiyeli üzerinde egemenlik kurması olasıdır. Kendi duygusal yaşantılarına annesinin ve babasının tutumları sebebiyle, gerçek kendilik duygularının cezalandırmaya ve reddedilmeye sebep olacağından korktuğu düşünülmüştür. Erken çocukluk yıllarında annesi ve babasından alamadığı onay ve kabulü başkalarından alabilmek için sahte kendiliği çevresindekilere bağımlı olabilir. Sahte kendiliği başkalarıyla olan ilişkilerine egemen olduğu için, yeterince iyi olan anne figürünü başka bir kişide ya da ilişkide aradığı izlenimi edinilmiştir. Örneğin, evliliğinde bu ihtiyacın ortaya çıktığı ve eşinin kendi duygularını ve ihtiyaçlarını kabul edip anlamadığı olasıdır. Ayrıca, eşinin annesinin tutumunun kendi babasını hatırlattığı ve Bayan D.’nin yeniden reddedilmeyi hissettiği belirtilebilir. Winnicott’un sahte kendilik örgütlenmesi aşamalarına göre, Bayan D. sahte kendiliğin yaşantı üzerinde hakimiyet kurduğu ancak gerçek kendiliğin gizli bir hayat sürdüğü daha az aşırı seviyede olan sahte kendiliğe sahip olabilir. Bu gizli yaşantı ailesine sergilediği “pasif direniş” tutumunda, günlük hayatında ve iş yaşamında aslında hayır demek isterken evet dediği durumlarda yaşadığı somatik yakınmalarında gözlemlenebilir. 3. Tedavi akışı ve sürecin değerlendirilmesi Psikoterapötik müdahale yaklaşık bir yıl süren 29 seanstan oluşmaktadır. Somatik yakınmalarıyla çalışabilmek için terapist duygu farkındalığını, duygu ifadesini ve bunların somatik yakınmalarıyla ilişkisini geliştirebilmeyi hedeflemiştir. Başlangıçta Bayan D.’nin otomatik düşüncelerini, duygularını ve davranışlarını belirleyebilmek için terapist bilişsel davranışçı terapi yöntemlerini kullanmış ve bu teori temelinde Bayan D.'ye psikoeğitim vermiştir. Bayan D.'ye günlük hayatında önemli duygu değişimlerini yaşadığını fark ettiği zamanlarda hissettiği duygunun ne olduğu, aklından ne gibi düşünceler geçtiği ve ardından ne gibi davranışlarda bulunduğunu kaydetmesi, seanslarda örneklendikten sonra istenmiştir. Ancak Bayan D. yaşadığı duyguları ve sebeplerini anlayabilse hayatında zorluk yaşamayacağını, bu sebeple kayıt tutmak istemediğini ve seanslarda terapist ile görüşerek ilerlemek istediğini ifade etmiştir. Terapist kayıt tutmanın önemini ele alıp, seansta tekrar örnekleyip, Bayan D.'nin de kayıt tutmasını istediğinde Bayan D. bir sonraki seansı iptal etmiştir. Terapist duygu farkındalığı ve içgörüsü yeterince olmadığı için, Bayan D.'nin bilişsel davranışçı terapiden yeterince yararlanamadığı izlenimini edinmiştir. Ardından terapist erken çocukluk yaşantılarında Bayan D.’nin sağlıksız anne-bebek ilişkisini gözlemlemiş ve gerçek kendilik geliştirebilmesi için yeterince iyi anne figürüne ihtiyacı olan Bayan D.’nin şikayetlerinin kavramsallaştırılması ve tedavisinde Winnicott’ın nesne ilişkileri yaklaşımının yardımcı olacağını düşünmüştür. Seansların başlangıcından itibaren, terapist kabul eden ve empatik bir yaklaşımla, güvenilir ve eleştirel olmayan bir ortam sağlamaya çalışmış, Bayan D.’ye yargılayıcı ve reddedici bir tutumla yaklaşmamıştır. Tedavinin başlangıcında Bayan D.’nin immatur hareketleri, kendisinin yerine başkalarının düşüncelerine ve yargılarına olan odağı, üzüntüyü ve öfkeyi deneyimlemede ve açıklamada olan zorlukları, sahte kendiliğin işaretleri olarak yorumlanmıştır. Sahte kendiliği ile ilgisiz olan annesi ve öfkeli olan babasıyla yaşadığı patolojik ilişki gibi anormal olan çevresel koşullara uyum sağlayabilmiştir. Psikoterapötik müdahalelerin başlangıcından itibaren, terapist Bayan D.’nin çocukluğundan itibaren sahip olamadığı yeterince iyi anne figürü olmaya çalışmıştır. Yeterince iyi ISSN: 2148-4376 23 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 17-28 Ece Tathan anne figürü olabilmek için terapist, spontan duyguların ifade edilmesini, kabul edilmesini ve güçlenmesini desteklemiştir. Bayan D. seanslara, uzman doktorlar semptomlarına tıbbi bir açıklama bulamadıkları ve kendisini psikologa yönlendirdikleri için somatik yakınmaları ile başlamak istemiştir. Sahte kendiliği sebebiyle, gerçek kendiliği ve psikosomatik varlığı arasında ayrım olduğu için terapist Bayan D.’nin iki farklı boyutunu entegre etmeyi hedeflemiştir. Somatik yakınmalarının sıklığı, başlangıcı ve sürekliliği seanslarda sorgulanmıştır. Ancak terapist Bayan D.’nin somatik yakınmaları ve duygu farkındalığını ilişkilendiren yorumlar yaptığında, semptomlarının ortaya çıkma sıklığı artmıştır. Ardından terapist yaptığı yorumların Bayan D.’nin annesinin ve babasının tutumlarına benzeyen suçlayıcı bir şekilde algılandığını fark etmiştir. Winnicott’un analitik pozisyonuna göre, seanslarda terapistin yorumları önemli değildir, önemli olan hastanın gerçek kendiliğini deneyimleyebildiği, hasta ile terapist arasındaki terapötik ilişkidir. Winnicott’a göre terapistin yorumları entelektüel süreçler ile psikosomatik varlık arasında ciddi bir ayrıma sebep olabilir. Bu sebeple, Bayan D.’nin duygularını fark edebilmesi, duygularını ayrıştırabilmesi ve duygu ifadesi kullanabilmesi için terapist somatik yakınmalara ve duygulara, bu boyutları bağlamadan odaklanmıştır. Seanslarda terapist öncelikle Bayan D.’nin somatik yakınmalarını, ardından da duygularını ele almıştır. Süreç içerisinde Bayan D. ilgisiz ve mükemmeliyetçi annesinin ve sözel olarak cezalandırıcı babasının tutumları, iş yerindeki arkadaşlarından ve amirlerinden yeterince takdir görmemesi gibi psikolojik faktörlerin ağrı semptomlarının başlangıcında ve sürekliliğinde rol oynadığını fark etmiştir. Terapist, Bayan D.’nin annesinden ve babasından edinemediği kabul edici tutumu sergilediğinde, Bayan D. gerçek kendiliği ile psikosomatik varlığı arasındaki entegrasyonu sağlamayı amaçlayan büyüme sürecine ulaşmaya başlamıştır. Bayan D. somatik yakınmalarının yanı sıra, menstrüasyon öncesinde öfke, duygusallık ve orantısız tepkisellik yaşamaktadır. Menstrüasyon öncesi dönemle ilgili yakınmaları sırasındaki immatur hareketlerine ve spontan şikayetlerine terapist, odaklanan, anlayışlı ve kabul edici bir tutum sergileyip şikayeti ele aldığında, Bayan D. menstrüasyon öncesi semptomlar yaşadığı zamanlar kendisine iş yerindeki projelerini erteleyebilme hakkı tanıdığını fark etmiştir. Bunun yanı sıra talepkar ve ilgisiz çalışma ortamıyla baş edemediği zamanlar iş yerinde departman değiştirmek talebinde bulunduğunu gözlemlemiştir. Gerçek kendiliği ile psikosomatik varlığı arasındaki bağlantılar kurulduktan sonra, Bayan D. duygularını özellikle de öfkeyi oldukça kontrolsüz bir şekilde ifade etmeye başlamıştır. Amirlerini, kendisinin çabalarını ve başarılarını takdir etmemeleri sebebiyle suçlamıştır. Bu suçlayıcı tutum amirlerinde öfkeye sebep olmuştur ve Bayan D. bu öfkeyle nasıl baş edebileceğini bilememiştir. Çocukluğundan beri kendisine cezalandırıcı bir tutumu olan babası ile de bu tutumu sebebiyle kavga etmiştir. Bayan D. babasının kendisinin pasif direniş sergileyen tutumu yerine öfkeli bir şekilde duygularını ifade etmesine alışkın olmadığını, ilk defa babasının kendisine hissettirdiklerini onunla paylaştığını, bu tutumunun ardından babasının kendisinden özür dilediğini belirtmiş, babasının kendi babasını ve onun daha da cezalandırıcı olan tutumunu anlattığını söylemiştir. Amirleriyle ve babasıyla olan görüşmelerinin ardından Bayan D. oldukça üzgün ve suçlu hissetmiş, çevresine karşı yeni tutumları sebebiyle terapisti suçlamıştır. Fakat Bayan D. ve terapist sadece duygu farkındalığı ve farklı duyguların ayrıştırılması konularında çalışmışlar ve duygu ifadesi ile ilgili canlandırmalar yapmışlardır. Seanslarda Bayan D.’nin günlük hayatındaki önemli figürlerle yüzleşmesi konusunda herhangi bir karara varmamışlardır. Terapist, Bayan D.’nin seanslarda ele alınmadan kendi kararlarını vererek terapisti manipüle ettiğini ve davranışlarının olumsuz sonuçlarından ötürü terapisti suçladığını düşünmüştür. Terapistin öfkesi, kaygısı ve seansta Bayan D. için bulunmayışı, Bayan D. tarafından fark edilmiş ve Bayan D. “pasif direniş” sergileyerek bir sonraki seansı iptal etmiştir. Seansa yeniden geldiğinde, eskisinden ISSN: 2148-4376 24 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 17-28 Ece Tathan daha da fazla bir şekilde ağrı semptomlarından yakınmıştır. Bu seansın ardından terapist, kendisini Bayan D.’nin bireysel kararlarına saygı duyan, aynı zamanda onu dış dünyanın tehlikelerinden koruyan, kucaklayıcı ve yeterince iyi olan bir anne figürü olarak sunması gerektiğini fark etmiştir. Winnicott’ın kuramına göre de, terapist anlamlı ve bireysel deneyimler yaşayabilmesi için hastası tarafından kullanılmaya ve manipüle edilmeye direnmemelidir. Ardından, terapist ve Bayan D., Bayan D.’nin gerçek kendiliğinin oldukça öfkeli bir şekilde ortaya çıkmasını ve bu öfkenin babasına ve amirlerine sergilenmesini ele almışlardır. Terapist, Bayan D. ile öfkesini ve diğer gerçek kendilik duygularını uygun şekilde ifade etme yollarını görüşmüştür. Bayan D., duygularını uygun ve yapıcı bir şekilde ifade ettiğinde, babası ve amirleri tarafından kabul görmüş ve bu kabul gerçek kendilik duygularından keyif almasını sağlamıştır. İlerleyen seanslarda, Bayan D. ağrı bozukluğu semptomlarının hem duygu ifadesizliği hem de ilgi ihtiyacı ile ilişkili olduğunu fark etmiştir. İlgi ihtiyacının temelleri, annesiyle olan ilişkisi ve çevresinden ilgi alamadığında ne gibi baş etme yolları kullandığı ele alınmıştır. İlgi ihtiyacı karşılanmadığında hasta hissettiğini, pasif agresif bir şekilde davrandığını, ortamdan uzaklaştığını ya da annesinin kendisini onaylayacağı şekilde davrandığını belirtmiştir. Bu baş etme mekanizmalarının evlilik hayatı, amirleriyle ve ailesiyle olan ilişkileri gibi günlük hayatındaki alanlarda da ortaya çıktığı vurgulanmıştır. Günlük hayatındaki ilgi ihtiyacını fark edip üstesinden gelmeye çalıştığında, bu ihtiyaç terapötik ortamda ortaya çıkmıştır. Sahte kendilik örgütlenmesi aşamalarına göre, Bayan D.’nin seanslara başladığında sahte kendiliğinin gerçek kendiliği üzerinde hakimiyet kurduğu ve gerçek kendiliğin ağrı bozukluğu semptomları sergileyerek gizli bir hayat yaşamasına izin verdiği belirtilebilir. Seansların ardından ise, sahte kendiliği gerçek kendiliğine, ilgi ihtiyacını bırakarak ve duygu ifadesinde bulunarak günlük hayatta ortaya çıkması için bazı koşullar sağlamaya başlamıştır. Winnicott’a göre, gerçek kendilik ortaya çıkarken terapist hastalarında regresyona karşı hazırlıklı olmalı, bağımlı ve regrese olan hastaya dikkat etmelidir. Bu süreçte de terapist tatile çıktığında ya da başka bir hastasını klinikten uğurladığında, Bayan D. terapiste olan ihtiyacını vurgulamış, seansı uzatmış, başka bir gündem ele alınırken ağrı bozukluğu semptomları ile ilgili konuşmuştur. Bu davranışlar regresyonun ipuçları olarak algılanınca, terapist Bayan D.’nin gerçek kendiliği ve potansiyeline ulaşabilmesi için, regresyonunu kabul eden bir terapötik ortam yaratmaya çalışmıştır. Gerçek kendiliğin ortaya çıkacağı bir ortam yaratılırken, hasta hem regresyon sürecine hem de terapistini kendi “geçiş nesnesi” yapmaya ihtiyaç duyabilir. Bir geçiş nesnesi olarak terapist, hastasının kendi anne-bebek ilişkisinin yerine geçecek bir bağ kurmaya çalıştığını kavramalıdır. Böylece erken dönem anne-bebek ilişkisinin geçiş nesnesi olan terapist, hastasının uyumsuz erken dönem ilişkilerini yeni ve sağlıklı bir şekilde deneyimleme imkanı olduğunun farkındadır. Bir geçiş nesnesi olan terapist, Bayan D. tarafından manipüle edildiğini ve suçlu hissettiği zamanlar sözlü suçlamalarıyla karşılaştığını gözlemlemiştir. Terapistin, hastanın geçmişinde annesinin kendisine sağlamadığı şekilde, hastasının sağlıklı yeni ilişkiler deneyimleyebilmesi ve keşfedebilmesi için, yapılan manipülasyonlarla ve suçlamalarla baş edebilmesi ve bunların ardından yaşamına devam edebilmesi oldukça önemlidir. Seansların ardından, Bayan D.’nin sahte kendiliğinin, gerçek kendiliğinin ortaya çıkması için ortam sağlamaya başladığı belirtilebilir. Bayan D. halen psikoterapi seanslarına devam etmektedir çünkü sahte kendilik örgütlenmesi, daha sağlıklı bir gerçek kendilik aşamasına dönüşebilir. Diğer aşamalarda, sahte kendiliği gerçek kendilik gibi özdeşleşmelerle yer değiştirebilir. Daha da sağlıklı bir aşamada sahte kendiliği sadece kültürel beklentileri karşılamak için ortaya çıkabilir. Daha sağlıklı aşamaları deneyimleyebilmesi için, Bayan D. erken dönem anne bebek ilişkisinin geçiş nesnesi olan, kendisine kucaklayıcı çevre sunarak yeterince iyi bir anne olan terapist figürüne ihtiyaç duymaktadır. ISSN: 2148-4376 25 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 17-28 Ece Tathan 4. Sonuç Bayan D., çevresindeki insanların kendisini reddedecekleri korkusuyla duygularını ve düşüncelerini ifade edemeyen bir vakadır. Ayrıca ailesinden alamadığı ilgiyi çevresinden alma ihtiyacı vardır. Duygularını ifade etme ya da ilgi ihtiyacını açıklama yerine, somatik yakınmalar sergilemektedir. Bu davranış örüntüsü yeterince iyi anne olmayan bir anneyle olan erken dönem anne-bebek ilişkisine dayanmaktadır ve kendisini cezalandıran babasıyla olan ilişkisiyle pekiştirilmiştir. Başkalarının ihtiyaçlarına odaklanarak adapte oldukları ilişki örüntüleri sergileyen hastaların tedavisinde, Winnicott’ın (1965) yeterince iyi anne olmayı, gerçek kendilik ve sahte kendilik gelişimini vurguladığı kuramının, vakaların kavramsallaştırılmalarında, teşhislerinde ve tedavilerinde yardımcı olan bir kuram olduğu düşünülmektedir. Winnicott’a göre gerçek kendiliğin gelişimi için, duygusal ihtiyaçları karşılayan, destekleyici ve rahatlatıcı bir anne figürüne ihtiyaç duyulmaktadır. Yeterince iyi anne figürünün narsisistik kaygıları yoktur böylece bebeğinin çevresini keşfetmesini ve sağlıklı gelişimini destekler. Bu anne figürü, bebeğini dış dünyanın tehlikelerine karşı korur, bebeğinin duygusal ve fiziksel ihtiyaçlarına özen gösterir. Yeterince iyi anne ile bebeği arasındaki sağlıklı ilişki kucaklayıcı bir çevre ortamı sağlar. Kucaklayıcı çevre sayesinde bebek gerçek kendiliğini geliştirirken kendi başına yaşayabilir, öznel tümgüçlülüğü nesnel gerçeklikten ayırabilir ve kendisi ile diğerleri arasında sağlıklı bir sınır ortaya çıkarabilir. Eğer anne yeterince iyi değilse ve kucaklayıcı bir çevre sağlayamıyorsa, sahte kendilik gelişerek gerçek kendiliğin duygu ve düşüncelerine hükmeder. Sahte kendilik başkalarının düşüncelerine boyun eğer, başkalarıyla olan ilişkileri sağlıksız bir yönde destekler. Sahte kendiliği olan hastalarda, terapist yeterince iyi bir anne gibi hastasının gerçek kendilik duygularının ve düşüncelerinin anlaşıldığını, kabul edildiğini sergileyebilmek için hastasını eleştirmemeli, yönlendirmemeli ve yargıda bulunmamalıdır. Hastanın duygularına, düşüncelerine, arzu ve isteklerine odaklanıldığında, hasta kucaklayıcı bir ortamda gerçek kendiliği üzerinden çevresi ile iletişime geçebilir. ISSN: 2148-4376 26 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 17-28 Ece Tathan Kaynaklar Allen, L. A., Wookfolk, R. L., Escobar, J. I., Gara, M. A., & Hamer, R. M. (2006). Cognitive behavioral therapy for somatization disorder. Archives of Internal Medicine, 166, 1512—1518. American Psychiatric Association. (2000). Diagnostic and statistical manual of mental disorders (DSM-IV-TR). 4th ed. Washington, DC: American Psychiatric Association. American Psychiatric Association (2013). Somatic symptom disorder. Retrieved September 23, 2013 from http://www.dsm5.org/Documents/Somatic%20Symptom%20Disorder%20Fact%20Sh eet.pdf Bagby, R. M., Parker, J. D. A., & Taylor, G. J. (1994). The twenty item Toronto Alexithymia Scale I. Item selection and cross validation of the factor structure. Journal of Psychosomatic Research, 38, 23—32. Chescheir, M. W. (1985). Some implications of Winnicott’s concept for clinical practice. Clinical Social Work Journal, 13(3), 218—233. de Waal, M. W., Arnold, I. A., Eekhof, J. A., & van Hemert, A.M. (2004). Somatoform disorders in general practice: Prevalence, functional impairment and comorbidity with anxiety and depressive disorders. British Journal of Psychiatry, 184, 470—476. Hotopf, M., Wadsworth, M., & Wessely, S. (2001). Is “somatisation” a defense against the acknowledgement of psychiatric disorder. Journal of Psychosomatic Research, 50, 119—124. Kahn. E. M. (1986). The discovery of the true self – a case study. Clinical Social Work Journal, 14(4), 310—320. Kroenke, K. (2007). Efficacy of treatment for somatoform disorders: A review of randomized controlled trials. Psychosomatic Medicine, 69, 881—888. Lane, R. D. & Schwarz, G. E. (1987). Levels of emotional awareness: A cognitive-developmental theory and its application to psychopathology. American Journal of Psychiatry, 144, 133—143. McWilliams, N. (2013). Psikanalitik tanı (Klinik süreç içinde kişilik yapısını anlamak). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Mitchell, S. A. (2009). Psikanalizde ilişkisel kavramlar: Bir bütünleşme. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Mitchell, S. A. & Black, M. J. (2012). Freud ve sonrası: Modern psikanalitik düşüncenin tarihi. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları. Oyama, O. (2007). Somatoform disorders. American Family Physician, 76, 1333—1338. Özmen, E. & Sağduyu, A. (1997). Somatizasyon Bozukluğu. In C. Güleç & E. Köroğlu (Eds.), Psikiyatri temel kitabı (pp. 527—533). Ankara: Hekimler Yayın Birliği. PDM Task Force. (2006). Psychodynamic diagnostic manual. Silver Spring, MD: Alliance of Psychoanalytic Organizations. Rief, W., Hessel, A., & Braehler, E. (2001). Somatization symptoms and hypochondriacal features in the general population. Psychosomatic Medicine, 63, 595—602. Waller, E. & Scheidt, C. E. (2006). Somatoform disorder as disorders of affect regulation: A development perspective. International Review of Psychiatry, 18(1), 13—24. Winnicott, D. W. (1965). The maturational process and facilitating environment: Studies in the theory of emotional development. New York: International Universities Press. Winnicott, D. W. (2010). Oyun ve gerçeklik. İstanbul: Metis Yayınları. ISSN: 2148-4376 27 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 17-28 Ece Tathan Summary A Review of Somatoform Disorders from the Perspective of Object Relations Theory of Winnicott: A Case Study of Pain Disorder Patient Pain disorder is under the category of somatoform disorders in the DSM-IV, and psychological factors play an important role on the onset, severity, exacerbation, and maintenance of pain symptoms. According to classical psychoanalytic view, psychological problems of somatoform disorder patients are converted into bodily symptoms; furthermore, somatic complaints can be a tool of an alternative communication method. Cognitive developmental models emphasize the lower levels of emotional awareness, undifferentiated emotional arousal, and deficits in emotion regulation. Cognitive behavioral therapy, antidepressants, and psychodynamic therapy are found to be effective intervention methods in the treatment of somatoform disorders. The current article discusses the basic theoretical and research basis of the somatoform disorders, reviews the Winnicott’s object relation theory, and presents a case study of pain disorder patient in order to connect the associations between research, theoretical basis and clinical practice. Keywords: Somatoform disorders, pain disorder, Winnicott’s object relation theory ISSN: 2148-4376 28 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 29-43 Yağmur Ar Büyüklenmecilik ya da İncinebilirlik: Narsisistik Kişilik Örgütlenmesinin Şema Terapi Yaklaşımı Çerçevesinde Ele Alınması Yağmur Ar Orta Doğu Teknik Üniversitesi Özet Birçok araştırmacı ve klinisyen Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı-IV-R’nin (DSM-IV-R) Narsisistik Kişilik Bozukluğu (NKB)’na olan yaklaşımını tanı kriterlerinin yalnızca büyüklenmeci dışavuruma odaklandığı buna karşın bu psikopatolojinin temelindeki kırılgan temaların varlığını görmezden geldiği gerekçesiyle eleştirmiştir. Çok yönlü bir tedavi yöntemi olarak Şema Terapi (ŞT) de benzer bir bakış açısını benimsemiş ve narsisistik bireylerin büyüklenmeci davranışları altta yatan acı verici duyguları engellemek için aşırı telafi stratejileri olarak sergilediklerini iddaa etmiştir. Etkin tedavi yöntemlerine yön verebilmek için, ŞT yaklaşımı klinisyenlerin dikkatini hastalığın temelinde yatan Yalnız Çocuk moduna çekmiştir. Bu bağlamda, bu makale narsisistik kişilik örüntüsünün hem kırılgan hem de büyüklenmeci temalarının ŞT bakış açısından bütünleştirildiği bir kavramsallaştırma sunmayı hedeflemiştir. Bu amaçla, klinik düzeyde olmayan narsisistik bir vakaya şema mod yaklaşımı uygulanmış ve birbirini izleyerek değişen büyüklenmeci ve kırılgan temaların terapötik ilişki üzerindeki etkileri tartışılmıştır. Anahtar kelimeler: narsisizm, incinebilirlik, şema-mod yaklaşımı, terapi ilişkisi ISSN: 2148-4376 29 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 29-43 Yağmur Ar Büyüklenmecilik ya da İncinebilirlik: Narsisistik Kişilik Örgütlenmesinin Şema Terapi Yaklaşımı Çerçevesinde Ele Alınması Narsisistik Kişilik Bozukluğu (NKB), Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı-III’ün (DSM-III) 1980 yılında yayınlanmasından bu yana resmi bir ruhsal bozukluk olarak kabul edilmektedir. Ancak tanı ölçütlerinin DSM’nin farklı versiyonlarında değişkenlik gösterdiği dikkat çekmektedir. İlk olarak, DSM-III ve DSM-III-R’de öz-saygı kırılganlığı ve temeldeki yetersizliği maskeleyen düşmanlık hisleri NKB tanısı için önemli tanı ölçütleri olarak belirtilmiştir (South, Eaton, & Krueger, 2011). Öte yandan, DSM-IV-R, bu özellikleri NKB’yi paranoid ve sınırda kişilik bozukluklarından ayrıştırmadıkları gerekçesiyle tanı ölçütlerine dahil etmemiştir ve sadece bu psikopatolojideki büyüklenmeci kısma vurgu yapan bir kavramsallaştırma sunmuştur (APA, 2000; South ve ark., 2011). Birçok araştırmacı ve klinisyen DSM-IV-R’nin NKB’ye olan yaklaşımını tanı ölçütlerinin hastalığın bütününde yer alan klinik özellikleri yakalamak için sınırlı olduğu gerekçesiyle sert bir biçimde eleştirmektedir. Bu eleştirilerden biri, narsisistik bireylerin NKB’nin tanı ölçütlerinde yer almayan bazı spesifik özellikleri göstermeleri üzerine temellenmiştir (Pincus & Roche, 2011; Ronningtam, 2012; Russ, Shedler, Bradley, & Western, 2008; South, ve ark., 2011). Kişilerarası incinebilirlik, tepkisellik, acı veren güvensizlik ve kişilerarası rekabet gibi tanı ölçütlerinde yer almayan ancak narsisistik işleyişe özgü olduğu ileri sürülen özelliklerin varlığı son dönemlerde klinik örneklemlerde tespit edilmektedir (Cain, Pincus, & Ansell, 2008 akt. Levy, 2012; Levy 2012; Pincus & Roche, 2011; Russ ve ark., 2008). Gelişmekte olan alanyazın narsisizmin tek boyutlu bir yapı olup olmadığını ya da bu kişilik işleyişinin farklı dışavurum şekillerinin varlığını araştırmaya başlamıştır. Bir çok araştırmacı ve teorisyen NKB’nin en az iki alt tipi olduğuna dikkat çekmektedir (Pincus & Roche, 2011; Ronningtam, 2012; Russ ve ark., 2008; South ve ark., 2011). İlk alt tip, büyüklenmeci ya da ‘kötücül’ narsisizm, DSM-IV-R’nin tanı kriterleri ile tutarlı olarak hak görme, benmerkezcilik, kibir, empati yoksunluğu ve kişilerarası sömürücülük özellikleri ile betimlenmiştir. Buna karşılık, ikinci alt tip olan ‘incinebilir ya da kırılgan’ narsisizm, diğerlerinin tepkilerine aşırı duyarlılık, öz-saygı dalgalanmaları, yetersizlik hisleri ve psikolojik stres ile ilişkilendirilmiştir (Russ ve ark., 2008; South ve ark., 2011). Her iki tipin de büyüklenmeci ve benmerkezci tutumlar sergilediği vurgulanmasına karşın, hak görücülük, incinebilir ya da kırılgan narsisistler için altta yatan yetersizlik duygularının aşırı telafi stratejisi olarak belirtilmiştir. Önerilen bu ayırım bugüne kadar çeşitli çalışmalarda ampirik olarak da desteklenmiştir (Dickerson & Pincus, 2003 akt. Levy, 2012; Hendin & Cheek, 1997 akt. Levy, 2012; Rose, 2002 akt. Levy, 2012; Wink, 1992 akt. Levy, 2012; Russ ve ark., 2008; South ve ark., 2011). Fakat çağdaş araştırmacılar klinisyenleri büyüklenmecilik ve incinebilirliği farklı alt kategoriler yerine birbiriyle ilişkili boyutlar olarak değerlendirmeleri yönünde teşvik etmişlerdir. Bu yazarlar, narsisistik bireylerin özdenetim süreçlerindeki sorunlar ve sürekli değişen kendilik algıları nedeniyle her an öfke, çaresizlik, düşük kendilik değeri ve utanç duygusu yaşayabileceğini belirtmişlerdir (Levy, 2012; Pincus & Roche, 2011; Ronningtam, 2012). Narsisistik bireylerdeki büyüklenmecilik ve incinebilirlik temalarının klinik ve klinik olmayan örneklemlerde eş zamanlı olarak görüldüğü rapor edilmiştir ve bu da narsisistik kişilerin büyüklenmecilik ve incinebilirlik temalarındaki görece seviyeleri bazında ISSN: 2148-4376 30 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 29-43 Yağmur Ar farklılaşabileceklerini göstermiştir (Hibbard & Bunce, 1995 akt. Levy, 2012; Pincus, Ansell, Pimentel, Cain, Wright, & Levy, 2009; akt. Levy 2012; Pincus & Roche, 2011; Ronningtam, 2012) Uzun süreli kişilik problemleri için geliştirilmiş bir tedavi yöntemi olarak şema terapi (ŞT), NKB’ye yukarıda sunulan bulgular ve klinik kanıtlara uyumlu bir yaklaşım önermektedir. Özellikle, şema terapistleri DSM-IV-R’nin NKB için sunduğu tanı kriterlerini yalnızca gözlemlenebilen aşırı telafi stratejilerini yansıttığı, buna karşın bu kişilik işleyişinin temelinde yer aldığı düşünülen daha kırılgan temaları ihmal ettiği için eleştirmişlerdir (Rafaeli, Bernstein, & Young, 2010; Young, Klosko, & Weishaar, 2003). Buna ek olarak, şema terapistleri DSM-IV-R yaklaşımının terapistlerin narsisizm ile ilgili olumsuz bir görüşe sahip olmalarına neden olabileceğini ve bunun da terapistleri pek çok narsisist hastanın ortak olarak paylaştığı duygusal acı ve yalnızlığı anlamaktan uzaklaştıracağını iddia etmişlerdir (Young ve ark., 2003). Bu bakımdan, bu makale NKB’ye ŞT yaklaşımı temelinde hem büyüklenmeci hem de incinebilir temaların dikkate alındığı daha kapsamlı bir bakış açısı sunabilmeyi amaçlamıştır. Ayrıca, bu özelliklerin terapötik ilişki üzerindeki spesifik etkileri şema ve mod terimleri ile tartışılmıştır. Bu klinik yaklaşımı detaylandırmak ve netleştirmek amacı ile bir olgu örneği de sunulmuştur: Bayan D. 38 yaşında, evli ve özel bir şirkette üst düzey yönetici olarak çalışan bir kadın hastadır. Bayan D. eşi ve arkadaşları ile yaşadığı ilişkisel sorunlar nedeni ile daha öncesinde 2 ay süren bir psikoterapi hizmeti aldığını, ancak psikiyatristini “aptal” bulduğu için süreç sonlanmadan tedaviyi bıraktığını belirmiştir. Bayan D. psikiyatristinin bir yorumu kafasını karıştırdığı için tekrar psikolojik destek almak istediğini anlatmıştır. Psikiyatristinin ifadeleri şunlardır: “İnsanları stres topu gibi kullanıyorsunuz, iyi hissetmek için üzerlerine basmaktan çekinmiyorsunuz.“ Bayan D, ayrıca eşinin de kendisinin insanlara davranış şeklini eleştirdiğini, şuan bir bebek yapmayı planladıklarını ve bu sebeple de eşinin psikoterapi alması yönünde baskı yaptığını aktarmıştır. Bayan D. ilişkilerinde istediğini alamamaya ve özel davranılmamaya tahammül edememektedir. Arzuladığı şeyi elde etmek için “kitaptaki bütün hileleri” kullanmaktadır. “Mızmız” insanlara dayanamamaktadır ve bu özellikleri “insan tabiatının zayıflıkları” olarak nitelendirmektedir. İlişkilerinde kendini üstün bir pozisyonda görmektedir ve birçok arkadaşından daha “zeki, koordine ve ön görüşlü” olduğu için “özel” bir pozisyonda olmayı hak ettiğine inanmaktadır. Hafife alındığını hissettiğinde daha güçlü ve üstün hissedebilmek için diğer kişiyi aşağıladığını ve öfke patlamaları yaşadığını dile getirmiştir. Ayrıca, Bayan D’nin ilgi ve onay kazanmak için rekabetçi bir şekilde davrandığı gözlemlenmiştir. Bayan D. arkadaşlarını “güdülmesi gereken koyunlar” olarak tanımlamıştır. Bazen içinden bir ses “başkalarının hayatına karışmak senin işin değil” dese de, dahil olmaktan kendini alamadığını, fakat olaylar bittikten sonra suçlu hissettiğini belirtmiştir. Ayrıca, bazı arkadaşları “egoist ve bencil” davranışlarından bıktıkları için Bayan D.’ye uzak davranmaya başlamışlardır. Bayan D. “biraz sert davrandığını” düşünse de, bu davranışlarının kendisini özel ve üstün pozisyona koyan “akıllıca manevralar” olduğunu dile getirmiştir. Tanı Tartışması Bayan D.’nin kendilik büyüklenmeci davranışlarının belirli ilişkiler ile sınırlı olduğu gözlemlenmiştir. Aslına bakılırsa, kendini yükseltici tavırlarının özellikle güçsüz ve çaresiz hissedebileceği durumlarda aktive olduğu görülmektedir. Bayan D. ayrıca, seanslarda büyüklenmeci tavırlarını tartışırken suçluluk hissettiğini sıklıkla dile getirmektedir ki bu da büyüklenmeci davranışlarına yönelik belirli bir iç görüye sahip olduğunu düşündürmüştür. Bu bakımdan, Bayan D.’nin mevcut şikâyetleri DSM-IV-R’ye göre NKB tanısı almak için yeterli olarak değerlendirilmemiştir. Fakat, diğer bir çok insandan üstün olduğuna dair inancı, hak görücü davranışları, sınırlı empati becerisi ve rekabet/kibir/düşmanlığı özgüvenini arttırmak için çeşitli araçlar olarak kullanması terapisti vakanın narsisistik kişilik özelliklerine sahip olduğu sonucuna ISSN: 2148-4376 31 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 29-43 Yağmur Ar götürmüştür (APA, 2000). Bir çok yazar klinik düzeyde olmayan narsisizmin tanınmasını çeşitli uyumsuz davranışlarla ilişkisinden dolayı gerekli gördüğü için (Miller & Campell, 2008; Vazire & Funder, 2006; Young ve ark., 2003; Zegler-Hill & Bosser, 2013), Bayan D. vakasında NKB için uygulanan bir tedavi yaklaşımının uygun olacağı sonucuna ulaşılmıştır. Bayan D.’nin kişiler arası ilişkilerde eleştirildiği ya da engellendiği durumlarda öfkesini kontrol etmekte zorlandığı ve karşı tarafı incitici davranışlar sergileyerek kendini iyi hissetmeye çalıştığı gözlemlenmiştir. Diğerlerinden gelen geri bildirimlere toleransının düşük oluşu ve bu geri bildirimleri kendiliğine yönelik bir tehdit olarak algılaması kişilik zemininde temelsiz bir özgüven yapılanmasını akla getirmektedir. Bir diğer deyişle, Bayan D.’nin diğerlerine göstermeye çalıştığı ‘güçlü ve bencil’ dış imajının altında özgüven eksikliği ve güvensizlik ile karakterize bir kişilik örüntüsüne sahip olduğu izlenimi edinilmiştir. Bu bilgiler ışığında değerlendirildiğinde, DSM-IV-R’de yer alan ve NKB’nin dışa vurumunda önemli rol oynadığı düşünülen büyüklenmeci özelliklerin yanı sıra özgüven eksikliği, öfke patlamaları ve tutarsız kendilik algısı gibi narsisistik işleyişe özgü kırılgan temalarında bu vakada bulunduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bu nedenle terapist, büyüklenmeci tavırların altında yer alan kırılganlık ve yalnızlığı bütünleyici bir bakış açısı ile ele alan ŞT yaklaşımının söz konusu vakanın tedavisi için etkin bir yaklaşım olduğu sonucuna varmıştır. Narsisistik Kişilik Bozukluğu için ŞT Yaklaşımı ŞT NKB tedavisi için moda dayalı bir yaklaşım benimsemektedir. Modlar “bir birey için o an aktif olan şemalar, uyumsuz baş etme stratejileri ya da sağlıklı davranışlar kümesi” olarak tanımlanmaktadır. ŞT, mod yaklaşımı ile değersizlik ve kusurluluk duygularının aşırı telafisinde etkinleşen büyüklenmeci modu zayıflatmayı amaçlamaktadır. Sağlıklı Yetişkin moduna ek olarak, üç uyumsuz mod NKB olan hastalar için klinik olarak tespit edilmiştir (Behary, 2012; Rafaeli ve ark., 2010; Young, ve ark., 2003). İlk mod Yalnız Çocuk modudur ve temel olarak duygusal yoksunluk ve kusurluluk/utanç şemalarından meydana gelmektedir. Çocukken ailelerinin beklentilerini karşıladıkça var olabilen bireyler, Yalnız Çocuk modundayken yalnız, yoksun, boş, aşağılık ve sevilemez hissetmektedirler (Behary, 2012; Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Yalnız Çocuk modu tetiklendiğinde, duygusal yoksunluk ve kusurluluk şemalarının yarattığı gerginlikten dolayı hastalar diğerleri ile yakın ilişkiler kurmak konusunda ikircikli duygular deneyimlemektedirler. Karşılanmamış duygusal ihtiyaçlarını tatmin etmek için samimiyet ve yakınlık arzulamalarına karşın, algılanan kusurlarının ortaya çıkması korkusu ile diğerlerine çok yakın olmaktan rahatsızlık duyarlar (Young ve ark., 2003). Yalnız Çocuk modu çoğunlukla bir onay kaynağı kaybedildiğinde (örneğin, önemli diğerinden gelen bir eleştiri, bir ilişkinin sonlanması, iş arkadaşları ile yaşanan sorunlar) ya da algılanan kusurlar ve güçsüzlükler açığa çıktığında tetiklenmektedir (Rafaeli ve ark., 2010; Young, ve ark., 2003). İkinci mod, Yalnız Çocuk’un hissettiği acı veren duyguları engellemek için aktive olan istismarcı, hak gören, rekabetçi, büyüklenmeci ve düşmanca biçimlerde hareket eden Büyüklenmeci Kendilik modudur. Bu otomatik mod temel olarak hak görme/büyüklenmecilik ve yetersiz özdenetim/özdisiplin şemalarından oluşmaktadır. Bu moddayken hastalar, aşırı telafi edici davranışlar sergilemekte (örneğin, küçümseyen bir tarz ile konuşmak, büyüklük taslamak, başarıları hakkında övünmek), benmerkezci olmakta, ve başkalarının ihtiyaçları ve duyguları için empati göstermemektedirler (Behary, 2012; Behary & Dieckmann, 2011; Rafaeli, ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Narsisistik hastaların Büyüklenmeci Kendilik modundayken kullandıkları baş etme tiplerinden biri saldırganlık ve düşmanlıktır. Bu baş etme stratejisini kullanan hastalar duygusal ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamak (duygusal yoksunluk hissinin aşırı telafisi) ya da ISSN: 2148-4376 32 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 29-43 Yağmur Ar ilişkilerde üstünlük kazanmak (kusurluluk hissinin aşırı telafisi) için diğerlerine baskı uygularlar. Büyüklenmeci Kendilik moduna özel bir diğer baş etme stratejisi üstünlük ve kendini aşırı ortaya koymadır. Bu baş etme tipi durumlar üzerinde kontrol sağlamak ve yapay bir üstünlük maskesi oluşturmak için zorbalık yapmaya, hükmetmeye ve diğerlerini aşağılamaya bir yatkınlık olarak nitelendirilmektedir. Bu moddayken kullanılan son baş etme stratejisi ise manipülasyon ve sömürü olarak belirtilmektedir. Bu baş etme stratejisini kullanan bireylerin kendi ihtiyaçlarını gidermek için diğerlerinden faydalanır konuma geçtiği gözlemlenmektedir (Young ve ark., 2003). Narsisistik hastaların yalnız ve ilgiden uzak kaldıklarında aktive olan son uyumsuz modları ise Kopuk Yatıştırıcı Kendilik modudur. Bu moddayken, hastalar, yalnızlık ile tetiklenen değersizlik ve boşluk hislerini engellemek amacı ile yatıştıracak ya da dikkat dağıtacak faaliyetlerde (örneğin, işkoliklik, internette sörf yapma, kompulsif oyun oynama) bulunmayı tercih etmektedirler (Behary, 2012; Young ve ark., 2003). Narsisizmin Çocukluk Kökenleri Birçok yazar klinik gözlemlere dayanarak narsisizmin kökenleri üzerine farklı teorik bakış açıları önermiştir. Fakat bu zamana kadar, önerilen bu kökenleri doğrulayacak sınırlı ampirik bulgu elde edilebilmiştir (Savage, 2011). Maddi olarak gereğinden fazla olanak sağlama, aşırı özgürlük tanıma, kural koymama ve çocukların aileye hükmetmesine izin verme gibi tutumlarla tanımlanan aşırı müsamaha narsisizm ile sonuçlanabilecek bir ebeveynlik tutumu olarak önerilmiştir. Yetişkinler olarak bu çocuklar isteklerini başkaları için endişe duymaksızın gerçekleştirmeye hakları olduğuna inanmaktadırlar (Behary, Young, & Siegel, 2013; Millon 1996 akt. Savage, 2011; Young ve ark., 2003). Klinik olmayan örneklemleri kullanan son dönem çalışmalar bu ebeveynlik tutumunu, narsisistik yetişkinlerin çocukluklarında çok az sınır ve kısıtlama yaşadıkları bulgusunu ortaya koyarak desteklemişlerdir (Capron, 2004 akt. Savage, 2011; Otway & Vignoles, 2006 akt. Savage, 2011). Diğer teorik bakış açıları ebeveyn ihmali, kullanılmış olma tarihçesi ve koşullu onaylanmanın narsisistik kişilik gelişimine neden olabileceğini ileri sürmüştür (Behary ve ark., 2013; Young ve ark., 2003). Bu yetişkinler çocukluklarında ailelerinin ilgisizliği ve/ya soğukluğu nedeniyle genel olarak yalnız, yoksun ve kayıp hissetmişlerdir. Fiziksel yakınlık ve yönlendirilme gibi ihtiyaçları yeteri kadar karşılanmamıştır ve bunun sonucu olarak doğal ihtiyaçlarından utanç duymuşlardır. Öte yandan bu çocuklar ailelerinin beklentilerini (örneğin, okulda çok başarılı bir öğrenci olmak) ve duygusal ihtiyaçlarını (örneğin, vekil eş ya da ebeveyn olmak) karşıladıklarında tutarlı olmayan biçimlerde değer görmüşlerdir (Behary ve ark., 2013; Young ve ark., 2003). Yakın dönem araştırmalar, ebeveyn ihmali, kullanılmış olma tarihçesi ve koşullu onaylanmanın narsisizmin gelişimindeki rolünü klinik olmayan örneklemlerde desteklemişlerdir (Horton, Bleau, & Drwecki, 2006 akt. Savage, 2011; Thomas, Bushman, Orobia de Castro, & Stegge, 2009 akt. Savage, 2011; Otway & Vignoles, 2006 akt. Savage, 2011). Duygusal ihmalin katkıda bulunan rolü ek olarak klinik örneklemlerde de rapor edilmiştir (Johnson, Cohen, Chen, Kasen &, Brook, 2006). Bayan D.’nin şimdiki problemlerinin çocukluk kökenlerine ilişkin klinik bulgular aşağıda sunulmuştur. Devamında, belirgin modların yapıları ve işlevlerine yönelik bir tartışma ilgili toksik çocukluk verileri kapsamında ele alınmıştır: Bayan D. dört kardeşin yaşça en büyüğüdür. Bir çocuk olarak annesi tarafından “güçlü, parlak, yönetici, bağımsız ve zeki” olarak nitelendirilmiştir. Ancak annesi, Bayan D.’nin belirli koşulları yerine getirdiği durumlar haricinde duygusal ihtiyaçlarını karşılamak için yanında bulunmamıştır. Kendisini zayıf ve korunmasız olarak etiketleyen anne, Bayan D.’nin kendisini (anneyi) babasının bencil ve dikkatsiz davranışlarından korumasını talep etmiştir. Anne sürekli olarak “Ben zayıfım fakat sen güçlüsün. Babana hükmedip onun davranışlarını kontrol edebilirsin” şeklinde ifadeler kullanmıştır. Annesi özellikle Bayan D. ISSN: 2148-4376 33 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 29-43 Yağmur Ar evdeki “efendi rolünü” başarılı oynadığı zamanlarda ona fiziksel yakınlık göstermiştir. Bayan D. annesinin korunma ihtiyacının ve güç arayışının kendisinde aşırı sorumluluk algısı oluşturduğunu ve babasına olan öfkesini arttırdığını ilerleyen seanslarda dile getirmiştir. Bayan D. annesi tarafından ‘kullanılmış’ olduğu algısının ve buna bağlı olarak ortaya çıkan ancak bastırdığı öfke, üzüntü ve ezilmişlik gibi birçok duygusunun farkına vardığını ifade etmiştir. Şirket yöneticisi olan babası ise çoğu zaman evde bulunmamıştır ve çocuklarının duygusal ihtiyaçlarını karşılamak konusunda çaba sarf etmemiştir. Bayan D. babasının kendisi ile ilgilenmeye çalıştığı dönemlerde öfkelendiğini ve karşı atağa geçtiğini hatırladığını söylemiştir. Bayan D. bu durumu şu şekilde tarif etmiştir: “Ben artık bir çocuk değildim (13-14 yaşlarında); kendi başıma yaşamaya alışmıştım ve kendi kurallarımı oluşturmuştum.” Bayan D. ayrıca babasının tüm okul hayatı boyunca en iyi öğrenci olması için baskı uyguladığını, sık sık “ortalama bir öğrenci olmak için fazla zekisin” gibi ifadeler kullandığını ve düşük not aldığı zamanlarda kendisi ile haftalarca konuşmadığını anlatmıştır. Terapist bir çocuk olarak duygusal ihtiyaçlarının karşılanıp karşılanmadığını sorguladığında, Bayan D. durumunu özetleyen şu anısını seansa getirmiştir: “8 yaşındayken mahalledeki bir çocuk beni hırpalamıştı. Canım yanmıştı ve korkmuştum. Babama durumu anlattığımda rahatsız olmuştu ve bana ‘Sen ondan her açıdan daha üstün bir çocuksun. Git ve ona dersini ver’ demişti”. Bayan D. babasının bu tepkisi üzerine kendisini oldukça ‘yalnız’ hissettiğini ve ‘istememesine rağmen güçlenebilmek adına’ duygularını bastırmış olabileceğini dile getirmiştir. Ayrıca, bugünkü bakış açısından çocukluğundaki bu yaşantıyı değerlendirdiğinde kendisine ‘acıdığını ve üzüldüğünü’ belirtmiş, ‘demek ki ben ilgilenilmeyi hak etmeyen bir çocuktum’ ifadesini kullanmıştır. Vakanın Erken Dönem Çocukluk Yaşantıları ve Mod Kavramı Çerçevesinde Kavramsallaştırılması Bayan D.’nin dominant, rekabetçi ve güçlü olmanın takdir edildiği bir aile ortamında büyüdüğü görülmektedir. Onun ‘olgun ve parlak’ tavırlarının ebeveynlerinin duygusal ve pratik ihtiyaçlarının tatminini sağladığı seanslarda ortaya çıkan önemli bir tema olmuştur. Bayan D.’nin yalnızca vekil bakıcı rolünü oynadığı ve başarılı bir öğrenci olduğu zamanlarda takdir edildiği, ancak ailesi tarafından koşulsuz kabul ve sevgi göremediği, bir diğer deyişle, belirli koşulları sağlayamadığında da değer gördüğü bir aile ortamında büyümediği izlenimi edinilmiştir. Narsisizmin gelişimsel kökenlerini inceleyen literatür bilgileri ışığında, Bayan D.’nin, ebeveynlerinden başarısı ve gücü ile ilgili aldığı geri bildirimlerle şişirilmiş bir benlik algısı oluşturduğu; öte yandan temelde sevgi ve ilgi alamamasına bağlı olarak düşük bir kendilik algısı geliştirdiği düşünülmektedir. (Bushman ve ark., 2009; Tracy, Cheng, Robins, & Trzesniewski, 2009). Bu bağlamda, abartılmış kendilik imajının diğerlerinden üstün olduğuna inandığı, düşük kendilik imajının ise Bayan D.’ye sevilemez, güçsüz ve kusurlu olduğunu hatırlattığı sonucuna ulaşılmıştır. Annenin diğer kardeşleri tercih eden tavrı, çocuğun aile ilişkilerinde aracı olarak kullanılması ve babanın güçsüzlüğü cezalandıran tavrının Yalnız Çocuk modunun temelinde yer alan kusurluluk/utanç, duygusal yoksunluk ve güvensizlik/suistimal edilme şemalarının oluşumunu tetiklediği düşünülmektedir. Bu ihmal ile ilişkilendirilen acı verici duyguları engellemek için, Bayan D.’nin yaşı ile uyumsuz denebilecek seviyede bir otonomi geliştirdiği ve duygusal olarak kimseye bağımlı olmak istemediği gözlemlenmiştir (Young ve ark., 2003). Bunun yanı sıra, kendiliğinin yoksun ve kusurlu taraflarını gizlemek ve büyüklenmeci kendilik algısını geliştirmek amacıyla agresyon, manipülasyon ve rekabetçilik ile belirginleşen bir üstünlük maskesi oluşturduğu sonucuna ulaşılmıştır (örn; Bushman ve ark., 2009, Kealy & Ogrodniczuk, 2011). Dışarıdan yüksek özgüvene sahip olduğu düşünülmesine karşın, narsisistik özelliklere sahip birçok birey gibi Bayan D.’nin de eleştiriye, ilgi kaybına ve aşağılanmaya karşı aşırı tetikte olduğu gözlemlenmiştir (Besses & Priel, 2010; Horton &Sedikides, 2009). Ayrıca, yalnız çocuğun ISSN: 2148-4376 34 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 29-43 Yağmur Ar kusurlarının ortaya çıkmaması ve duygusal ihtiyaçlarının karşılandığından emin olmak için, talepkar, düşmanca, manipülatif ve rekabetçi davranarak kendilik büyüklenmeci tavrını sürdürdüğü düşünülmektedir (Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Her ne kadar büyüklenmeciliği kusurluluk ve duygusal yoksunluk şemalarının aşırı telafisi olarak gelişmiş olsa da, ailenin fazlasıyla özgürlük tanıyan tutumlarının da Kendilik Büyüklenmeci modun temelinde yer alan hak görme ve yetersiz özdenetim şemalarının oluşumunu tetkilediği sonucuna ulaşılmıştır (Behary ve ark., 2013; Young ve ark., 2003). Bayan D. ilişkilerinde karşılıklılık ilkesini izlememektedir ve diğerlerinin uyduğu kurallara uymak zorunda olmadığına inandığını pek çok kez dile getirmiştir (Behary, 2012; Young ve ark., 2003). Psikoterapi Uygulamaları Narsisistik kişiler büyüklenmeci benlik imajlarını devam ettirebilmek için aşırı telafi stratejilerini fazlaca kullanırlar. Bu nedenle, incinebilir ve yalnız taraflarını kendilerine ve diğerlerine – terapistleri de dahil – göstermezler (Behary ve ark., 2013; Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Narsisistik özellikler gösteren pek çok hasta gibi, Bayan D. de benmerkezci davranışlarının sonucu olarak bazı onay kaynaklarının (örneğin, arkadaşlarının uzaklaşması) kaybından dolayı tedaviye başlamıştır (Young ve ark., 2003). Buna rağmen, başvuru problemlerini tarif ederken oldukça ilgisiz bir tutum sergilediği gözlemlenmiştir. Arkadaşlarının uzaklaşmasından duyduğu korku ve rahatsızlığı vurgulamak yerine, Bayan D. diğerlerini suçlar pozisyona sıklıkla geçmiş ya da zekası hakkında övünmeyi tercih etmiştir. Bu bilgilerle tutarlı olarak, Young Şema Ölçeği’nden elde edilen skorlar sadece büyüklenmecilik, yetersiz özdenetim ve yüksek standartlar şemalarının varlığına işaret ederek aşırı telafi stratejilerinin seanslar içindeki fazlaca kullanımını doğrulamıştır. Çoğu narsisist hasta, büyüklenmeci tutumuna dair düşük iç görüsü nedeniyle terapiyi erken bırakma eğiliminde olduğu için, terapist ilk olarak hastanın benmerkezci davranışlarının yıkıcı sonuçları hakkındaki (örneğin, yalnızlık, onay/ilgi kaybı) farkındalığını arttırmaya çalışmıştır (Behary & Dieckmann, 2011; Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Ancak terapist, büyüklenmeci tutumlara maruz kalan kişilerin savunucusu olmaktan kaçınmış, bunun yerine hastanın aksi takdirde yaşayacağı duygusal ve pratik yükleri vurgulamaya çalışmıştır. NKB hastalarının tedavisinde ŞT’nin temel amacı altta yatan kırılganlıkların görünür hale getirilmesi ve Büyüklenmeci Kendilik ve Kopuk Yatıştırıcı Kendilik modlarının gücünün zayıflatılmasıdır (Young ve ark., 2003). En temelde terapistler bu psikopatolojinin özünde yer alan Yalnız Çocuk’u duygusal olarak hissetmeli ve ona yeniden ebeveynlik yapmalıdırlar. Fakat, Büyüklenmeci Kendilik modunun otomatik işleyişinden dolayı Yalnız Çocuk terapinin başlangıç aşamalarında nadir olarak kendini gösterir (Behary, & Dieckmann, 2012; Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Bu nedenle, terapistlerin Büyüklenmeci Kendilik tutumlarını aktive eden yaygın temaları detaylandırması önerilmektedir ki bu temaların incinebilirlik temalarının içeriği ile ilgili de ipucu sağlayacağı vurgulanmıştır (Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Bayan D. diğerleri ile olan ilişkilerini bir “efendi-köle” ilişkisi üzerinden tanımlamış, bu etkileşim dahilinde kölelerinin ‘cazip’ davranışlarını ödüllendirdiğini, fakat istenmeyen davranışlarını cezalandırdığını ifade etmiştir. Çoğunlukla kendi bakış açısını diğerlerine “akıllıca manevralarla” dayattığını ve bunun sonrasında bir “zafer” hissi sağladığını aktarmıştır. “Köleleri” zekası ve başarısı nedeniyle ona hayranlık gösterdiklerinde özel ve güçlü hissetmektedir. Fakat “kölelerinden biri” onun istekleri doğrultusunda hareket etmediğinde ya da onun otoriter tavrına ilişkin “kendine güvenli” bir yorum yaptığında, Bayan D. aşırı derecede öfkelenmektedir ve tekrar üstün hissedebilmek için diğer kişiyi aşağılamaya başlamaktadır. Bu gibi durumlarda, diğerlerini değersizleştirmek için karşı tarafı nesneleştiren atıflar kullanmaktadır (örn; ezik, zavallı) ve bu ISSN: 2148-4376 35 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 29-43 Yağmur Ar yolla, diğerlerinin azalan öz saygıları üzerinde kendi öz saygısını yükselmektedir. Üstün olanın psikolojisini detaylandırdıktan sonraki adım aşağılık pozisyonda olanın psikolojisini anlamak olarak belirlenmiştir. Bayan D.’nin aslında diğerlerinin pozisyonunu düşünmek konusunda isteksiz olduğu ve bu kişilerin ruh hallerini anlamasını engelleyen tutumlar sergilediği gözlemlenmiştir (örn; “Ben onların annesi değilim”; “Benim hareketlerim onları yıkmayacaktır”). Bu noktada terapist en temel haliyle Büyüklenmeci Kendilik modunu tanıtmıştır, ve bu modun işlevlerine dair farkındalığı empatik yüzleştirme ve sokratik sorgulama yoluyla arttırmayı denemiştir (Behary, & Dieckmann, 2012; Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Bayan D. bahsedilen yakınlık engelleyici cümleleri büyüklenmeci tutumları ile ilgili suçluluk duymamak için sarf ettiğini (Lock, 2009 akt. Busman & Thomaes, 2011) ve bu sayede saldırgan tavırlarını kendine güvenli bir şekilde devam ettirebildiğini fark etmiştir (örn; Čehajićc, Brown, & González, 2009 akt. Bushman & Thomaes, 2011). Fakat aynı zamanda bu manevralarının bedelinin uzun zamandır arzuladığı yakın ilişkileri kuramamak olduğunu anlamıştır. Nesneleştiren atıflarının varlığının ve fonksiyonlarının bir dereceye kadar farkına vararak, Bayan D. Kendilik Büyüklenmeci modu için bir isim oluşturmuştur: “Acımasız Bayan D”. ŞT’ye göre, NKB olan hastalar kendi şemalarının aktive olmasıyla tetiklenen duyguları diğerlerine yaşatmaya çalışmaktadırlar (Young ve ark., 2003). Bu nedenle, diğer kişinin değersizleştirme, rekabet, aşağılama ve kibirlilik ile ne hissettirildiğini anlamaya çalışmak hastaların kendi otantik duyguları ile ilgili de ipucu sağlamaktadır (Behary ve ark., 2013; Young ve ark., 2003). Örneğin, Bayan D. arkadaşlarının aşağılık ve güçsüz hissetmesini istediğini böylece kendisini önemli, güçlü ve güvende hissettiğini kabul etmiştir. Ayrıca, “güçsüz diğerleri” kendisine karşı çıktığında önemsenmemiş ve aşağılanmış hissettiğini eklemiştir. Aslında Bayan D. aşağılanmış, güçsüz ve önemsenmemiş hissetmemek için diğerlerinin aşağılanmış, güçsüz ve önemsenmemiş hissetmesini sağlamaktadır. Dikkati aşağı ve üstün olanın hislerindeki benzerliğe çektikten sonra terapist; güçsüz, sıradan ve aşağılanmış olmanın anlamlarını araştırmaya devam etmiştir. Bayan D. yakın ilişkilerinde sıkça gözlemlenen incinmişlik temalarını çocukluk deneyimleri ile ilişkilendirmek konusunda oldukça isteksiz davranmıştır. Böyle zamanlarda terapist mevcut şikayetleri terapiye olan motivasyonu arttırmak için kullanmış (leverage), ve empatik yüzleştirme tekniğinden faydalanmıştır (Behary, 2012; Young ve ark., 2003). Bir diğer deyişle terapist, Büyüklenmeci Kendilik modunu tetikleyen nedenleri (örneğin, kendini tehlikeler karşısında korumak, diğerlerinin önünde önemli hissedebilmek, kontrolde hissetme ihtiyacı) empatik bir şekilde anladığını hissettirmiş, fakat aynı zamanda bu modun hastanın duygusal ihtiyaçları üzerindeki yıkıcı etkilerini ele almıştır (Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Terapist ayrıca her durumda üstün ve güçlü olmak zorunda olmanın getireceği yükü vurgulamış ve bu yükü terapötik ilişki aracılığıyla paylaşmayı önermiştir. Akılcılaştırmayı ve Büyüklenmeci Kendilik moduna geçişi engelleyebilmek için terapist, Yalnız Çocuk modunu ŞT yaklaşımının önerdiği şekilde tanıtmış (Behary, 2012; Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003), sorularını Yalnız Çocuk metaforik olarak seansta yer alıyormuşçasına sormuş ve bu çocuğun karşılanmayan erken dönem ihtiyaçlarını empatik yüzleştirme yoluyla vurgulamıştır. Pek çok seansta gerçekleştirilen ortak sorgulamalar vasıtasıyla, terapist ve hasta modların, özellikle Yalnız Çocuk modunun, erken dönem kökenlerini keşfetmişlerdir (Young ve ark., 2003). Bayan D. bir çocuk olarak umutsuzca yoksun olduğunun ve ailesi ihtiyaç duyduğunda yardım sağlamayacağı için kendi ayakları üzerinde durmak zorunda olduğunun farkına varmıştır. Erken çocukluk dönemi boyunca bir yetişkin gibi davranmak ve onay kazanabilmek için başarılı ve güçlü olmak zorunda kaldığını fark etmiştir. Ebeveynlerinin kendisine fazlasıyla özgürlük tanımış olmalarının denetimsiz olduğu ve ihmal edildiği anlamına geldiğini anladığı seanslarda Bayan D. oldukça kırılganlaşmıştır. Bu seanslarda terapist ŞT yaklaşımın önerdiği üzere Yalnız Çocuk’un ISSN: 2148-4376 36 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 29-43 Yağmur Ar yaşadığı acı ile bağ kurmaya çalışmış ve bu çocuğun yaşadığı yalnızlık ve boşluk duygularını detaylı bir şekilde ifade edebilmesi için olanak sağlamıştır (Young ve ark., 2003). Bayan D.’nin ebeveynlerinin ihmali için kendisini suçlama eğilimi nedeniyle, terapist Sağlıklı Yetişkin modunu terapötik ilişki vasıtasıyla modellemiş, kırılgan tarafa koruma sağlamış ve algılanan kusurları “doğal insan ihtiyaçları” olarak yeniden çerçevelendirmiştir (Behary, 2012; Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Yalnız Çocuk’un acısını anladıktan sonra, duygusal olarak Büyüklenmeci Kendilik modunda bulunma hali işbirliği içinde araştırılmış ve tartışılmıştır. Bayan D. kusurluluk ve duygusal yoksunluk şemalarının annesi gibi güçsüz ya da çocukluğunda kendisinin olduğu gibi çaresiz biri ile karşılaştığında tetiklendiğinin farkına varmıştır. Tekrar çaresiz ve aşağılık hale gelmemek ve kendisini diğerlerinin “sinsi” zekasından korumak için Büyüklenmeci Kendilik modunun tetiklendiğini ve bu moddayken insanları, tıpkı çocukluğunda annesinin kendisine hükmettiği gibi, hükmetmeye çalıştığının farkına varmıştır. Büyüklenmeci tavırların koruyucu işlevlerine yönelik farkındalık arttırıldıktan sonra, terapist izleyen seanslarda özellikle mod çalışmasından faydalanmıştır. Bu seanslarda, yalnız taraf kendi kırılganlıklarını ifade etmesi ve arkadaşlarına gösterdiği fakat ailesine ifade edemediği öfkesini ortaya çıkarması için desteklenmiştir (Young ve ark., 2003). Bunun yanı sıra, Büyüklenmeci Kendilik modunun yalnızlık, doğal eğilimlerin üstün olmak uğruna feda edilmesi ve samimiyetin nihai kaybı gibi olumsuz etkileri empatik yüzleştirme ve sokratik sorgulama yoluyla detaylandırılmıştır (Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Aslında terapist, tutarlı bir biçimde büyüklenmeci tutumların nedenleri için sahici bir anlayış sunmuş aynı zamanda bu tutumların hastanın kendisi ve diğerleri üzerindeki yıkıcı etkilerini sınır koyarak vurgulamaya çalışmıştır (Young ve ark., 2003). Ayrıca, hastanın kendisi ve diğerleri hakkındaki kutuplaşmış algıları (örn; Yalnız Çocuk modunda aşağılık hissetmek ya da Büyüklenmeci Kendilik modunda üstün hissetmek) ikili düşünce hatası formunda tartışılmış, her bir farklı kutbun anlamı araştırılmış, işlevsel olmayan inanışları doğrulayan/yanlışlayan kanıtlar değerlendirilmiş ve daha az aşırı tanımlamalar iş birliği içerisinde bir dereceye kadar oluşturulmuştur. Terapötik İlişki için Uygulamalar Şema terapistleri terapötik olayları çoğunlukla şema ve mod terimleri ile ifade etmekte, ve anbean gerçekleşen bu deneyimleri daha geniş kişiler arası örüntüleri anlamak için fırsatlar olarak değerlendirmektedir (Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Bu terapistler şema değişimi için özellikle iki ilişkisel tekniği benimsemişlerdir. İlk teknik sınırlı yeniden ebeveynliktir ve hastaların karşılanmamış duygusal ihtiyaçlarını terapötik ilişkinin sınırları dahilinde gidermeyi kapsamaktadır. Bir diğer deyişle, terapistler hastaların aileleri tarafından örselenmiş duygusal ihtiyaçları için “kısmı bir panzehir” sağlamaya çalışmaktadır (Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). ŞT’ye özgü ikinci ilişkisel teknik ise empatik yüzleştirmedir. Bu teknik şema devamlılığının nedenleri için sahici bir anlayış sağlamayı ve eş zamanlı olarak uyumsuz davranışların sonuçlarını anlamayı kapsamaktadır (Rafaeli ve ark., 2010). Yani terapist empati ve yüzleştirme arasında gerçeklik testini mümkün kılabilmek için bir denge kurmaya çalışmaktadır (Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Er ya da geç narsisistik hastalar terapistleri ile terapi dışı ilişkilerindeki kişilerle etkileşime girdikleri şekilde iletişime girmeye başlamaktadırlar (Behary ve ark., 2013; Young ve ark., 2003). Bu hastalar özlerinde kusurlu ve aşağılık hissettikleri için kırılganlıkları ele alındığında utançla dolmakta ve kendilerinden şüphe etmektedirler. Bu nedenle, büyüklenmeciliği destekleyen davranışlar algılanan kusurları telafi edebilmek için seanslarda sıkça ortaya çıkabilmektedir (Bender, 2005; Nicolo, Carcione, Semerari, & Dimaggio, 2007; Ronningstam, 2012). Örneğin, ISSN: 2148-4376 37 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 29-43 Yağmur Ar Bayan D. annesi tarafından manipüle edilmesine ilişkin duygularının ele alındığı seanslarda küçümseyen bir tarz ile sert ve ani çıkışlar yapmıştır. Bu seanslardan birinde, öfkeli bir ses tonu ile şunu söylemiştir: “Yine aptalca bağlantılar kurmaya başladınız!”. Bu gibi zamanlarda, terapist düşmanca bir tutumun seans içindeki ani oluşumunun altta yatan bir incinmişliği işaret ettiğinin bilincinde kalmak için çaba sarf etmiştir. Bu alçaltıcı davranışın içeriğine saplanmak yerine, terapist, kritik bir çocukluk yaşantısı tartışılırken hastanın düşmanca bir tutum sergilemesi sürecine odaklanılmaya çalışılmıştır (Young ve ark., 2003). Bayan D. başta bu sorunu ayrıntılandırmayı reddettiği için, terapist empatik bir şekilde “annesinin ihmali ile ilişkili acı veren duyguların kendisini kırılgan, güvensiz ve korunmasız hissetmesine neden olmuş olabileceği” durumunu çeşitli seanslarda gündemlemeye çalışmıştır (Behary & Dieckmann, 2008; Young ve ark., 2003). Terapistin güçsüz ve kırılgan taraflarını anlaması ve normalleştirmesinin ardından Bayan D. çoğu zaman Yalnız Çocuk moduna geçebilmiştir ki bu pozisyon ailesi tarafından güçsüzlük olarak addedilmiştir. Bayan D. annesinin ihmali ile yüzleşmemek ve kusurları açığa çıktığı için utanç duymamak adına terapiste karşı büyüklenmeci tavırlar sergilediğinin süreç içerisinde farkına varmıştır. Bayan D.’nin acısını anlayıp kabul ettikten sonra terapist, burada-ve-şimdi olan terapötik örnekleri terapi dışı durumlar ile ilişkilendirmiş, ve Kendilik Büyüklenmeci modun yıkıcı etkilerini empatik yüzleştirme yolu ile vurgulamaya çalışmıştır (Behary & Dieckmann, 2011; Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Bayan D. düşmanca tavırlar sergileyerek kendini korumaya çalışırken diğerlerinin hislerini algılayamadığının ve bunun sonucunda diğerlerinin kendisinden uzaklaşarak gerçek ihtiyaçlarını anlamadıklarının farkına varmıştır. Üstünlük sağlama çabası narsisistik bireylerde Kendilik Büyüklenmeci modun tedavi odasındaki başka bir dışavurumudur (Behary ve ark., 2013; Young ve ark., 2003). Örneğin, algılanan kusurlarının ele alındığı seanslardan sonra Bayan D. ya küçümseyen bir tavır sergilemiştir (örneğin, “Bravo! Bugün dersinize çok iyi çalışmışsınız) ya da terapistin yeterliliği ve kişisel hayatı ile ilgili sorular sormuştur. Terapist bu hak gören ve sınırları zorlayan davranışlar her gerçekleştiğinde belirtmiş ve bu davranışları tetikleyen temeldeki duyguları araştırmıştır. Bayan D. bazen terapi odasında korkunç bir şekilde “güçsüz ve aşağılık” hissettiğini ve terapisti değersizleştirmeyi arzuladığını belirtmiştir. Ayrıca, seanslar sırasında güçsüz hissettiği için üstün tarafının terapiyi bırakmasını söylediğini itiraf etmiştir. Bu bağlamda, birbirini izleyen büyüklenmeci ve incinebilir temalar ilk olarak mod kavramı ile kavramsallaştırılmıştır. Daha da önemlisi, Yalnız Çocuk modu ve Büyüklenmeci Kendilik modu ile ilişkilendirilen aşağılık ve üstün olma hisleri anbean gerçekleşen terapötik örnekler üzerinden yaşantısal olarak değerlendirilmiştir (Behary, 2012; Behary & Diekmann, 2011; Young ve ark., 2003). Bayan D., ailesinin dikte ettiği gibi, üstün pozisyonda kalmayı ihtiyaçlarından vazgeçmek pahasına hayati bir mesele olarak konumlandırdığının farkına varmıştır. Ayrıca, terapist kendisinin kusurlarını ele aldıkça büyüklenmeci kendilik algısını koruyabilmek için terapistin kusurlarını bulmaya çalıştığını dile getirmiştir (Behary & Dieckmann, 2011; Young ve ark., 2003). Terapist bu menavralara karşı saldırı ve rekabet yerine empati ve anlayış ile cevap verdikçe (Young ve ark., 2003), Bayan D.’nin kusurluluk şeması ile ilişkin duygularını daha kolaylıkla tolere edebildiği gözlemlenmiştir. Narsisistik özellikler gösteren hastalar özel olmayı sevilmek ile eş değer tutmaktadırlar. Diğerleri özel şekillerde davrandığı müddetçe değer verilmiş ve ilgilenilmiş hissetmektedirler (Behary ve ark., 2013; Young ve ark., 2003). Örneğin, Bayan D. bir süre boyunca sıklıkla seanslarını iptal etmiştir. Bir seansta terapistin yeni bir randevu ayarlamak için çaba göstermesinin kendisini “özel ve hoşnut” hissettirdiğini dile getirmiştir. Buna ek olarak, Bayan D. özel ve karışık bir vaka olup olmadığına dair detaylı sorular sormuştur. Ailesinin duygusal açıdan mahrum bırakan tutumları nedeniyle, Bayan D.’nin diğerleri tarafından, terapist de dahil, koşulsuz olarak sevilmeyeceğine, bakılmayacağına ve kabullenilmeyeceğine inandığı açıktır. Aksine, duygusal ISSN: 2148-4376 38 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 29-43 Yağmur Ar ihtiyaçlarının karşılanacağından emin olmak için bir şekilde özel olması gerekmektedir (Young ve ark., 2003). Bu bağlamda terapist Bayan D.’nin dikkatini koşulsuz olumlu saygıya dair temel inançlarına çekmiş, ve duygusal yoksunluk ve kusurluluk şemalarının olası kökenlerini araştırmıştır. Bayan D. talepkar davranarak ve diğerlerinin sınırlarını zorlayarak değer verildiğini kanıtlamaya çalıştığını fark etmiştir. Bu noktada, sevilmek ve kabul görmek için büyüklenmeci davranmadığı ilişkilerin özellikleri tartışılmış ve bu ilişkiler kendisine has bir şekilde özel olduğunun kanıtı olarak kullanılmıştır. Ayrıca, diğerlerinin sevgi ve bakım için mevcut bulunmayacağına dair köklü inancı nedeniyle, terapist terapötik ilişkinin sınırları dahilinde ilgili ve önem veren bir tutum sergilemeye çalışmıştır (Young ve ark., 2003). Terapist duygusal yoksunluk şeması için yeniden ebeveynlik yaparken, ailenin tavrının tersine, büyüklenmeciliği destekleyen özellikleri (örneğin, olağanüstü zekası ve hükmeden tavırları) pekiştirmekten kaçınmış bunun yerine hastanın incinmiş taraflarını paylaşmak için harcadığı kayda değer çabayı desteklemiştir (Behary ve ark., 2013; Young ve ark., 2003). Buna ek olarak terapist hastanın sınav tarihlerini ve kendisi için önemli olan görüşmelerini takip ederek duygusal dahil oluşunu göstermeye çabalamıştır. NKB olan hastalar kusurluluk şemalarını telafi edebilmek için sevgi nesnelerini idealize etme eğilimi göstermektedirler (Young ve ark., 2003). Onlar, yakın diğerlerini kusursuz olarak algılamak istemektedirler çünkü böyle “mükemmel” bir figürden ilgi ve onay almak kendi öz değerlerini yükseltmektedir. Ancak eş zamanlı olarak idealize edilen sevgi nesnesinin her eksikliğini tespit etmek için tetiktedirler çünkü bu kişinin her kusuru kendi kusurluluk hislerini harekete geçirmektedir (Behary ve ark., 2013; Young ve ark., 2003). Kusurluluk hislerini uzaklaştırmak ve kendi özsaygılarını arttırmak için idealize edilmiş kişinin güçsüzlüklerini eleştirmektedirler (Young ve ark., 2003). Tedavinin erken aşamalarında Bayan D. güçlü ve akıllı olduğu için terapiste hayranlık duyduğunu açıkça dile getirmiştir. “Mükemmel terapist” olabilmeye ilişkin idealinden dolayı bu övgüler terapistin yüksek stardartlar şemasını pekiştirmiştir. Oysaki bir süre sonra Bayan D. terapisti değersizleştirmeye başlamıştır ki bu da terapistin engellenmiş hissetmesine neden olmuştur. Daha başarılı bir terapist olabilmek için rekabet etmenin yalnızca Bayan D.’nin üstünlük hissini pekiştireceğini süpervizyonlar sayesinde fark eden terapist, idealizasyon-değersizleştirme döngüsünü açıkça paylaşmış, hastanın “mükemmel bir terapiste” ihtiyaç duymasının nedenlerini ve benzer bir örüntü sergilediği diğer ilişkilerini araştırmıştır. Bayan D. başkasının kusurlarının çocukluğunda hissettiği çaresizlik ve güçsüzlük hislerini tetiklediğini, ve diğerlerinin kusurlarını cezalandırarak kendini güçlü ve üstün hissetmeye çalıştığını mod diyalogları ve empatik yüzleştirme ile fark etmiştir. Algılanan kusurlar doğal insan eğilimleri olarak normalleştirildikten sonra, kutuplaşmış özelliklerin (mükemmel ya da hiç olmak) çocukluk kökenleri, her kutbun ayrı ayrı anlamı ve işlevselliği yaşantısal ve bilişsel olarak araştırılmıştır (Young ve ark., 2003). Ayrıca, daha az kutuplaşmış tanımlar işbirlikçi bir şekilde oluşturulmaya çalışılmıştır (Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Terapistin Şemaları ŞT terapötik ilişkiyi sadece hastanın değil aynı zamanda terapistin de şema aktivasyonu yaşayabileceği dinamik bir süreç olarak görmektedir. Terapistler de acı veren yaşam öykülerine sahip oldukları için yeniden ebeveynlik stratejileriyle çatışacak şekillerde tepkiler verebilmektedirler (Rafaeli ve ark., 2010). Bu sebeple, şema terapistlerinin kendi uyumsuz şema ve baş etme stratejilerini terapötik süreç boyunca gözlemlenmesi beklenmektedir (Perris, Fretwell, & Shaw, 2012, Rafaeli ve ark., 2010; Vreeswijk & Broersen, 2012; Young ve ark., 2003). Narsisistik hastalar bir terapisti kolayca sinirlendirebilecek en zor hasta gruplarından biri olarak kabul edilmişlerdir (Behary & Dieckmann, 2011). Terapiyi kusurlarının açığa çıkacağı ISSN: 2148-4376 39 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 29-43 Yağmur Ar potansiyel bir aşağılanma yeri olarak gördükleri için terapistlerine küçük düşürücü ve kışkırtıcı şekillerde davranarak üstünlüklerini kanıtlamaya çalışabilmektedirler. Sonuç olarak, büyüklenmeci tutumları terapistin kendi şemalarının aktivasyonunu tetikleyebilmektedir (Behary, 2012; Behary & Dieckmann, 2011; Leahy, 2007). Örneğin, Bayan D. kusurluluk ve duygusal yoksunluk şemaları tetiklendiğinde terapiste öfkeli şekillerde tepki vermiştir. Başlangıçta terapist kendi stresi ile başa çıkabilmek için Bayan D.’nin öfkesine değinmeden başka bir konuya atlama eğilimi göstermiştir. Süpervizyonlar sırasında terapistin kendi terk edilme şemasına bağlı olarak hastanın öfkesini görmezden geldiği ve ele almadığı ortaya çıkmıştır. Hastanın öfkeli ve büyüklenmeci tarzının terapisti duygusal olarak zorladığı, bu nedenle de hastanın öfkesinden kaçınma çabası içinde olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Fakat terapistin kaçınmacı davranışı hastanın yapay üstünlük hissini devam ettirmesine neden olmuştur ki bu da hastanın diğerleri ile karşılıklı ve samimi ilişkiler kurmasını engellemektedir. Kendi Sağlıklı Yetişkin modu ve destekleyici süpervizyon ortamı sayesinde terapist, kaçınmacı tepkisini Bayan D.’nin diğer insanlarda uyandırdığı duyguları anlamak için zengin bir kaynak olarak görmüştür (Mardon, van Genderen, & Behary, 2012; Rafaeli ve ark., 2010; Young ve ark., 2003). Sonrasında terapist yargılayıcı olmayan fakat araştırmacı bir tarz ile hastayı Büyüklenmeci Kendilik modu ile yüzleştirmiş, ve beraberce bu tarz bir olayın hem hasta hem de diğerleri üzerindeki etkilerini araştırmışlardır. Aslında bu hem hasta hem de terapist için düzeltici duygusal bir deneyim olmuştur. Hasta “kendi incinmişliklerinin koşulsuzca kabul gördüğünü ve ilgilenildiğini” fark ederken, terapist “öfkenin ele alınabileceğini” anlamıştır. Ayrıca rekabetçi ya da kendini feda edici olmayarak terapist Sağlıklı Yetişkin modunu hasta için modellemiş ve üstü kapalı bir şekilde “Seni olduğun gibi kabul ediyorum. Kendini saklamana gerek yok. İlişkimizdeki eksikliklerle duyarlı ve karşılıklı bir biçimde baş edebiliriz” mesajını vermeye çalışmıştır. Son Yorumlar Bu makale narsisizmin yoksunluk ve kusurluluk gibi incinebilirlik taraflarının klinik tanınışını geliştirmeyi amaçlamıştır. Bahsedilen incinebilir özellikler terapötik süreç üzerinde farklı etkilere sahip olduğundan klinisyenlerin etkin tedavi stratejilerini yönlendirecek daha kapsamlı değerlendirmeler yapmaları önerilmiştir. Bu bağlamda ele alınan vakada büyüklenmeci davranışların zeminini hazırlayan kırılgan temaların terapötik sürece ŞT kapsamında entegre edilmesi önemle vurgulanmıştır. ISSN: 2148-4376 40 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 29-43 Yağmur Ar Kaynaklar American Psychiatric Association (2000). Diagnostic and statistical manual of mental disorders. Washington DC. Behary, W. (2012). Schema Therapy in Narcissism: A Case Study. In van Vreeswijk, Broersen, J., & Nadort, M. (Eds), The Wiley-Blackwell Handbook of Schema Therapy: Theory, Research and Practice (81-90), John Wiley & Sons Ltd: West Sussex. Behary, W.T. & Dieckmann, E. (2011). Schema Therapy for Narcissism: The Art of Empathic Confrontation, Limit-Setting, and Leverage. The Handbook of Narcissism and Narcissistic Personality Disorder: Theoretical Approaches, Empirical Findings and Treatments, John Wiley& Sons: New Jersey. Behary, W.T., Siegel, D., & Young, J. (2013). Disarming the Narcissist: Surviving and Thriving with the Self-Absorbed. New Harbinger Publications: Oakland, CA. Bender, D.S. (2005). The therapeutic alliance in the treatment of personality disorders. Journal of Psychiatric Practice, 11(2), 73–87. Besser, A. & Priel, B. (2010). Grandiose narcissism versus vulnerable narcissism in threatening Situations: Emotional reactions to achievement failure and interpersonal rejection. Journal of Social and Clinical Psychology, 29(8), 874–902. Busman, B.J., Baumeister, R.F.,Baumeister, Thomaes, S., Ryu, E., Begeer, S., & West, S.G. (2009). Looking again, and harder, for a link between low self-esteem and aggression. Journal of Personality, 77(2), 428–446. Bushman, B.J. & Thomaes, S. (2011). When the Narcissistic Ego Deflates, Narcissistic Aggression Deflates. The Handbook of Narcissism and Narcissistic Personality Disorder: Theoretical Approaches, Empirical Findings and Treatments, John Wiley& Sons: New Jersey. Gregg, A. & Sedikides, C. (2010). Narcissistic fragility: Rethinking its links to explicit and implicit self-esteem. Self and Identity, 9, 142–161. Horton, R.S. & Sedikides, C. (2009). Narcissistic responding to ego threat: When the status of evaluator matters. Journal of Personality, 77(5), 1493–1525. Johnson, J.G., Cohen, P., Chen, H., Kasen, S., & Brook, J.S. (2006). Parenting behaviors associated with risk for offspring personality disorder during adulthood. Archives of General Psychiatry, 63(5), 579–587. Kealy, D. & Ogrodniczuk, J.S. (2011). Narcissistic interpersonal problems in clinical practice. Harward Review of Psychiatry, 19(6), 290–301. Leahy, R.L. (2007). Schematic Mismatch in the Therapeutic Relationship: A Socio-Cognitive Model. In Gilbert, P. & Leahy, R.L. (Eds). The Therapeutic Relationship in the Cognitive Behavioral Psychotherapies (229-254), Routledge: New York. Levy, K. (2012). Subtypes, dimensions, levels, and mental states in narcissism and narcissistic personality disorder. Journal of Clinical Psychology, 68(8), 886–897. Miller, J.D. & Campbell, W.K. (2008). Comparing clinical and social-personality Conceptualizations of narcissism. Journal of Personality, 76(3), 449–476. Nadort, M., van Genderen, & Behary, W. (2012). Training and Supervision in Schema Therapy. In van Vreeswijk, Broersen, J., & Nadort, M. (Eds), The Wiley-Blackwell Handbook of Schema Therapy:Theory, Research and Practice (81-90), John Wiley & Sons Ltd: West Sussex. Nicolo, G., Carcione, A., Semerari, A., & Dimaggio, G. (2007). Reaching to the covert, fragile Side of patients: The case of narcissistic personality disorder. Journal of Clinical Psychology: ISSN: 2148-4376 41 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 29-43 Yağmur Ar In Session, 63(2), 141–152. Perris, P., Fretwell, H., & Shaw, I. (2012). Therapist Self-Care in the Context of Limited Reparenting. In van Vreeswijk, Broersen, J., & Nadort, M. (Eds), The Wiley-Blackwell Handbook of Schema Therapy: Theory, Research and Practice (81-90), John Wiley & Sons Ltd: West Sussex. Pincus, A.L. & Roche, M.J. (2011). Narcissistic Grandiosity and Narcissistic Vulnerability. The Handbook of Narcissism and Narcissistic Personality Disorder: Theoretical Approaches, Empirical Findings and Treatments, John Wiley& Sons: New Jersey. Ronningstam, E. (2012). Alliance building and narcissistic personality disorder. Journal of Clinical Psychology, 68(8), 943–953. Rafaeli, E., Bernstein, D.P., & Young, J. (2011). Schema Therapy: The CBT Distinctive Features Series. Routledge: New York. Ronningstam, E. (2011). Narcissistic personality disorder in DSM-V: In support of retaining a significant diagnosis. Journal of Personality Disorders, 25(2), 248–259. Russ, E., Shedler, J., Bradley, R., & Westen, D. (2008). Refining the construct of narcissistic Personality disorder: Diagnostic criteria and subtypes. American Journal of Psychiatry, 165(11), 1473–1481. Savage, J. (2011). The role of parenting and overindulgence in the development of narcissism and parental illness perceptions of ADHD (Unpublished doctoral dissertation). University of Birmingham: England. South, C.S., Eaton, N.R., & Krueger, R.F. (2012). Narcissism in Official Classification Systems. In Campbell, W.K. & Miller, J.D. (Eds), The Handbook of Narcissism and Narcissistic Personality Disorder: Theoretical Approaches, Empirical Findings and Treatments, John Wiley& Sons: New Jersey. Tracy, J.L., Cheng, J.T., Robins, R.W., & Trzesniewski, K.H. (2009). Authentic and hubristic pride: The affective core of self-esteem and narcissism. Self and Identity, 8, 196–213. Vazire, S., & Funder, D. C. (2006). Impulsivity and the self-defeating behavior of narcissists. Personality and Social Psychology Review, 10, 154–165. Young, J., Klosko, J.S., & Weishaar, M.E. (2003). Schema Therapy: A Practitioner’s Guide. The Guilford Press: New York. ISSN: 2148-4376 42 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 29-43 Yağmur Ar Summary: Grandiosity or Vulnerability: Schema Therapy Approach for Narcissistic Personality Functioning and Implications on the Therapeutic Relationship Many researchers and clinicians criticized DSM-IV-TR approach to Narcissistic Personality Disorder (NPD) on the grounds that diagnostic criteria focused exclusively on the observable grandiose expressions of the disorder while ignoring the presence of vulnerability themes. As a multifaceted modality, Schema Therapy (ST) employed a similar perspective and claimed that narcissistic individuals used grandiosity promoting behaviors as over-compensatory strategies in an attempt to ward off the underlying painful feelings. Particularly, ST approach draw clinicians’ attention to the Lonely Child mode lying at the core of this disorder in order to guide effective treatment strategies. In this regard, the current paper aimed to provide a conceptualization of NPD integrating both vulnerable and grandiose themes of the disorder from a ST perspective. For this purpose, a schema mode-approach will be applied to a case with subclinical narcissism, and specific implications of alternating grandiose and fragile themes on the therapy relationship will be discussed. Keywords: narcissism, vulnerability, schema-mode approach, therapy relationship ISSN: 2148-4376 43 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 44-59 İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi Öfkeye Farklı Açılardan Bakış: Öfkenin Mekanizması, Farklı Psikopatolojilerde Öfke ve Terapistin Öfkesi İlknur Dilekler Zulal Törenli Kerim Selvi Orta Doğu Teknik Üniversitesi Özet Bu yazıda temel duygulardan biri olan öfkenin gerek günlük yaşantıda gerekse psikoterapi sürecinde tanımlanması, tanınması, ifadesi ve mekanizmasının hem terapi alan kişi hem de terapist açısından anlamlandırılması amaçlanmıştır. Pek çok farklı disiplinlerce ve psikoloji literatüründe de farklı yönleriyle tanımlanan öfkeye dair anlayışlara göz atıldığında öfkenin engellenme, haksızlık, tehdit edilme ile ilintili olduğu, ahlaki bir muhakeme içerebileceği, dürtülerden bağımsız olmadığı ve evrimsel olarak da yaşamsal değeri olan, çoğu zaman bir kişi ya da nesneye yönelen bir duygu olduğu görülmektedir. Öfke çeşitli boyutlarda yaşanabileceği gibi ifadesi de çok çeşitlidir. Haset, utanç, suçluluk, üzüntü, içerleme, nefret gibi duygularla bağlantılı ve katmanlı şekilde ortaya çıkan öfkeyi kavramsallaştırmada birden fazla teorik yaklaşımdan yararlanılabilmektedir. Bu çalışmada evrimsel, sosyal inşacı, bilişsel ve psikanalitik bakış açılarının öfkeye yönelik anlayışına kısaca değinilmiş, ardından vaka örnekleriyle öfkenin mekanizması ve öfkenin psikopatoloji oluşumundaki rolü çözümlenmeye çalışılmıştır. Bu örnekler temel olarak öfkenin nesnesine yöneltilememesi ile farklı nesnelere yansıtılması ve kendine yönelen öfkenin problemli hale gelmesini içermektedir. Öfkeyi anlama çabasında, son aşamada terapi ilişkisinde öfkenin ortaya çıkışı ağırlıklı olarak terapistteki öfkeye odaklanarak incelenmiştir. Bu bağlamda özellikle toplumsal beklentiler ve alandaki yeni terapistlerin “iyi terapist olma” fikrinin etkisiyle öfkeyi bastırmanın işlevsizliği ve öfkeyi kabul etmenin, dolayısıyla çözümlemenin önemine işaret edilmeye çalışılmıştır. Anahtar sözcükler: öfke, öfkenin gelişimi, bozukluk olarak öfke, terapistin öfkesi, terapide öfke ISSN: 2148-4376 44 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 44-59 İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi Öfkeye Farklı Açılardan Bakış: Öfkenin Mekanizması, Farklı Psikopatolojilerde Öfke ve Terapistin Öfkesi Öfke Öfke, hem normal kişilik örgütlenmesi hem de psikolojik sorunlarla ilişkili olan temel olumsuz duygulardan biridir. Öfkeyi kavramsallaştırma konusunda birbirinden farklı pek çok yaklaşım olmasına rağmen genel bir tanımlama yapmak mümkündür. Öncelikle, öfkenin algılanan bir haksızlığa ya da adaletsizliğe tepki olarak ortaya çıkan tutku derecesinde ahlaki bir duygu olarak, çoğunlukla tehdit edici bir diğer kişiye yöneltildiği konusunda fikir birliğine varılmıştır. Öfke ayrıca kişinin kendi benliğine ya da cansız bir objeye yönelik de olabilmektedir (Power ve Dalgleish, 2008). Benzer şekilde, Novaco (1998) öfkeyi bir olumsuzluğun kaynağı olarak algılanan kişi ya da nesnelerce tahrik edilmiş bir karşıtlığı ya da düşmanlığı içeren olumsuz bir duygu olarak tanımlamıştır. Feindler (2006) öfkenin hayal kırıklığı ya da hüsrandan, hiddet ve gazaba kadar uzanabilen bir yelpazede ifade edilebileceğini belirtmiştir. Bunun yanısıra tüm öfke tepkileri hayal kırıklığını takiben ortaya çıkmamaktadır. Öyleyse öfkenin kimi durumlarda diğer duygulara ikincil olarak ya da diğer duygularla beraber hissedildiği düşünülebilir. Power ve Dalgleish (2008) öfkeyle ilgili duygular olarak kızgınlık (annoyance),içerleme (indignation), gazap, nefret, kıskançlık ve hasedi sıralamaktadırlar. Bunlardan annoyance ve indignation Türkçe’ye farklı kaynaklarca farklı şekillerde ve çoğunlukla da içerleme, kızgınlık, öfke, hiddet olarak çevrilmekte, Türkçe anlamları da kimi zaman birbirinin yerine kullanılmaktadır. Kızgınlıkla başlamak gerekirse, Power ve Dalgleish (2008)’e göre kızgınlık ve öfke birbirine oldukça benzer duygular olup, kızgınlığa oranla öfke daha yoğun ve daha çok kişilerarası bağlamda hissedilen bir duygudur. Ayrıca, kızgınlık hisseden bir kişinin intikam alma gibi doğrudan bir eylem gerçekleştirme olasılığı daha düşüktür. İçerleme ise çoğunlukla kişinin haksızlığa uğradığını düşündüğü veya kendini haklı gördüğü durumlarda hissettiği bir duygu olarak düşünülebilir. Gazap ise hem Türk duygu literatüründe hem de yabancı literatürde sıkça rastlanmasa da günlük dilde yer alan, öfkenin uçlarda bir öç alma isteğiyle karakterize olduğu duygusal durumu ifade etmektedir. Öfkeyle ilişkili başka bir duygu olarak ele alınabilecek olan nefret, ya da düşmanlık, genellenmiş bir öfkeyi ifade etmektedir. Kıskançlık ve haset de öfkeyle birlikte ortaya çıkabilen ya da ona öncül olabilecek iki önemli duygudur. Kıskançlık hisseden kişi öz değerini yitirdiği korkusuyla bu değeri tekrar elde edebilmek amacıyla saldırgan davranışlar gösterebilmektedir. Hasette ise öfkede olduğu gibi kişinin çıkarlarının ya da hedeflerinin bir başkasının sahip oldukları nedeniyle sekteye uğraması ve olası bir agresyon ifadesi söz konusudur. Öfkenin ayrıca korku, üzüntü ve kaygı gibi birincil duygulara ikincil olarak görülmesi mümkündür (Özmen, 2006). Öfkeyle ilgili bu soyut kavramsallaştırmaları somut şekilde ortaya koyabilecek ilgi çekici bir örnek olarak Quentin Tarantino yönetmenliğindeki, 1994 yapımı, 'Ucuz Roman' (Pulp Fiction) filmi ele alınabilir. Film, öfke, şiddet, kan ve küfür içeren sahnelerle dolu olmakla birlikte filmde hayatlarına heyecan katmak isteyen ve birbirlerine aşık olan bir çift soyguncunun, cesur bir boksörün ve iki tecrübeli gangster ile onların patronları ve karısının iç içe geçmiş hayatları konu ISSN: 2148-4376 45 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 44-59 İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi edilmektedir. Filmin unutulmayan öfke dolu sahnelerinin birinde iki gangster olan Jules Winnfield (Samuel L. Jackson) ve Vincent Vega (John Travolta) patronlarına olan borcunu ödemediği için bir genci vurmaya gitmişlerdir. Ateş etmeden önce İncil'den bir alıntıyı ezbere söylemeye başlayan Jules'un öfkesi her bir cümlenin ardından daha da artmış ve en son söylediği "...ve kızgın azarlamalarla onlardan büyük öçler alacağım, ve ben öcümü onların üzerine getirince bilecekler ki, ben Rab'im" sözlerinin ardından iyice şiddetlenen öfkesiyle tetiği çekmiş ve silah sesleri yükselmeye başlamıştır. Bu sahne, öfke duygusunun karmaşık ve çok kültürlü yapısını göstermek bakımından oldukça güçlü özellikler barındırmaktadır. Örneğin, sahneyi öfkenin ahlaki değerlerle ilişkili yapısı açısından değerlendirirsek; borcunu ödemediği için bazı değerleri hiçe saydığı kabul edilen bu genç, öfkenin iyice artmasına neden olmuş ve bu yüzden öldürülmeye layık görülmüştür. Nitekim, gangster öfkesini kutsal bir kitaptan yaptığı alıntı ile ahlaksal bir zemine kolayca taşımaktadır. Ayrıca, Jules'un alıntıyı yüksek sesle söylemeye başlamasıyla öfkesinin olduğundan daha da fazlalaştığı ve engel olunamaz bir hal aldığı gerçeği öfkenin aynı zamanda dürtüsel ve tutkuyla ilişkili bir yanı olduğunu gözler önüne sermiştir. Son olarak, kültürler arası farklılıklar bakımından değerlendirildiğinde de öfkenin şiddetinin kabul edilirliğinin toplumdan topluma değişmekte olduğu görülmüştür. Öyle ki, Jules'un perspektifinden bakıldığında bu genç yeraltı dünyasında kabul edilemez bir kuralı çiğnediği için bu derece öfkeye maruz kalması olağandır. Öfkeyle İlgili Kuramsal Yaklaşımlar Öfkeyi anlamada öfkenin altında yatan psikolojik mekanizmaları ortaya koymayı amaçlayan pek çok kuramsal yaklaşımdan yararlanılabilir. Öncelikle, Darwinci duygu anlayışından hareketle öfkenin biyolojik belirleyicilerini ve adaptif önemini anlamayı amaçlayan evrimsel kuramcılar, öfkenin diğer tüm duygular gibi doğuştan geldiğini ve evrensel olduğunu öne sürmüşlerdir (Cosmides ve Tooby, 2000). Ekman (1973) öfkenin ölüm kalım mücadelesinde tehlikeli olarak algılanan bir tehdide karşı organizmanın otomatik bir reaksiyonu olduğunu öne sürmekte, bu reaksiyonun farklı kültürlerde benzer şekilde görülmesi nedeniyle öfkeyi ilkel bir duygu olarak tanımlamaktadır. Evrimsel bakış açısının tam tersine sosyal inşacı kuramcılar, duyguların biyolojik belirleyicilerden çok sosyal etkileşimlerin sonucu olarak açıklanabileceği, dolayısıyla sosyal bağlamda duygulara yüklenen anlamların öfkenin ne şekilde deneyimlendiğini anlamada daha uygun bir yaklaşım olduğu fikrini benimsemişlerdir (Kitayama ve Markus, 1994). Averill (1982) ve Thomas (2007)’ın üniversite öğrencileriyle yaptığı iki araştırma öfkenin günlük yaşam içinde ortaya çıktığı sosyal durumlar aracılığıyla incelenmesine birer örnek olabilir. İlk araştırmada, günlük yaşantıları incelendiğinde öğrencilerin öfkelendiği durumların % 88’inde öfkenin bir başka kişiye yöneldiği, kişinin amaçlarıyla çelişen, kasıtlı ve kaçınılması mümkün bir hatanın öfke duymada etkili olduğu ortaya konmaktadır. Öfkenin sebepleri arasında kişinin özgüvenini kaybetmesi, kişisel istek ve beklentilerin sekteye uğraması, sosyal olarak kabul gören kuralların ihlali ile muhtemel ya da gerçek bir zarara uğramak da bulunmuştur. Dikkati çeken bir başka bulgu da bazı bilişsel teorilerle örtüşmeyen şekilde, yaşantıların %19’unda kişilerin hayal kırıklığı yaşamadıklarını ancak öfke hissettiklerini belirtmiş olmalarıdır. Daha yakın bir zamanda Thomas (2007) tarafından yürütülen ikinci araştırma da göstermiştir ki; kişinin sürekli öfke düzeyi, durumsal tetikleyiciler ve öfkenin davranışsal ve ilişkisel sonuçları ile ilişkilidir. İlişkisel sorunlar, önemsiz görülen hayal kırıklıkları ve saygısızlığa maruz kalmanın en yaygın tetikleyiciler arasında olduğu bulunmuş, ayrıca sürekli öfke düzeyi yüksek bireylerin bu tetikleyicilere yönelik öfkelerini sözel ve fiziksel şekilde ifade etme eğilimlerinin yüksek olduğu belirlenmiştir. Sürekli öfke düzeyi düşük olan bireylerde ise tam tersi şekilde öfke yapıcı şekilde ifade edilmekte, dolayısıyla ISSN: 2148-4376 46 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 44-59 İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi kişilerarası ilişkiler daha olumlu hale gelmektedir. Beklendik şekilde, sürekli öfke düzeyi yüksek kişilerde öfkenin ifade edildiği olumsuz yaşantılardan pişmanlık duyma ve ders çıkarma olasılığı daha düşük olmakta ve kişilerarası problemler daha sık görülmektedir. Bu araştırmaların sonuçları da göstermektedir ki, kişilerin öfkeyi farklı şekillerde yaşaması sosyal bağlamdaki pek çok farklı değişkenle ilişkilidir. Bilişsel değerlendirme teorisi öfkenin kişinin kendisi, diğerleri ve dünyaya yönelik değerlendirmelerinde rol alan bilişsel süreçleriyle ilgisini ortaya koymayı amaçlayan diğer bir kuramsal yaklaşımdır. Bu yaklaşım kapsamında önceleri engellenme-saldırganlık hipotezine dayanarak öfkenin kişinin amaçlarıyla çelişen olumsuzluklardan kaynaklandığı, öfke sonucunda ise saldırgan davranışlara yönelik bir eğilimin meydana çıktığı öne sürülmüştür (Berkowitz, 1962; aktaran Power ve Dalgleish, 2008). Sonrasında ise, bu sav tekrar gözden geçirilerek yeni bir öfke modeli oluşturulmuştur. Bu modele göre, istenmedik bir olay kişide olumsuz duygulanıma yol açmakta, bu olumsuz duygulanım ise kişide ya saldırma ya da kaçma reaksiyonlarını aktif hale getirmektedir. Kişi eğer saldırmaya güdülenmiş ise öfke duymaktadır ve hissedilen bu öfke çeşitli bilişsel değerlendirmeler ve nedensel atıflar süzgecinden de geçerek agresyon potansiyeli doğurmaktadır (Berkowitz, 1990). Bilişsel-klinik yaklaşım da öfkeyi anlamada kişilerin değerlendirmelerini göz önüne almakta ve öfkede hayal kırıklığı yaratan, engelleyen ya da küçük düşürücü olayların; bilişsel süreçlerin; karşıtlık, saldırganlık ve geri çekilme gibi davranışların ve duygusal uyarılmanın etkili olduğunu savunmaktadır (Power ve Dalgleish, 2008). Bilişsel değerlendirme yaklaşımı kapsamında güncel ve görece kapsamlı kuramsal kavramsallaştırma önceki hipotezleri bütünleştiren Power ve Dalgleish (2008)’in SPAARS (Schematic, Propositional, Analogical, and Associative Systems) adlı modelidir. Bu model öfkeye yol açabilecek uyaranların ya da bedensel öfke göstergelerinin analojik, şematik, çağrışımsal ya da anlamsal düzeylerde işleme tabi tutulduğunu varsaymaktadır. Dışsal uyaranların kişinin amaçlarıyla çelişip çelişmediği ya da kasıtlı olup olmadığı gibi bilişsel değerlendirmeler şematik düzeyde işlemlenirken, tekrarlanan olumsuz çocukluk deneyimleri ve bedensel öfke göstergeleri gibi otomatik ve içsel uyaranlar çağrışımsal düzeyde anlamlandırılmaktadır. Psikanalitik kuram ise öfkeye yaklaşımında doyurulamayan cinsel ve yıkıcı dürtülerin rolünü vurgulamaktadır. Doyurulamayan bu dürtüler sonucu yaşanan bilinçdışı ruhsal çatışmalardan kaynaklanan öfke, bilince çıkarken savunma mekanizmalarınca değişikliğe uğrayabildiği gibi doğrudan saldırgan davranışlar olarak da kendini gösterebilmektedir. Öfke aynı zamanda bilinçdışı savunma mekanizmalarını harekete geçirip kişiyi içsel tehditlere karşı koruyan ve duyguların düzenlenmesine olanak sağlayan bir sinyal görevi de üstlenmektedir. Bir başka işlevi de katarsis yaşanmasına imkan vermesidir, ancak öfke eğer dışsal gerçekliğin çarpıtılmasına yol açıyor ve yıkıcı şekilde ifade ediliyorsa işlevselliğini kaybetmektedir (Feindler, 2006). Lane ve Harris (2007) öfkenin oluşumunu gelişimsel perspektiften ele aldıkları gözden geçirme yazılarında psikanalitik yaklaşımın temel ilkeleri çerçevesinde öfkenin anlaşılmasını sağlamaktadırlar. Gelişimsel basamakların ilki olan bebeklik döneminde bebeğin yeterli bakım görememesi, reddedilmesi ve ihtiyaçlarının doyurulamaması öfkeye zemin hazırlayan bir hayal kırıklığı yaratmakta ve bebeğin gerek narsisizmi ve tüm güçlülük algısının, gerekse arzu nesnesi oluşumunun çok erken dönemde tahrip olmasıyla sonuçlanmaktadır. Özel olarak, oral dönemde annenin memeyi zamanından erken çekmesi bebekte “kötü meme” algısını oluşturmakta ve bu kötü nesneye zarar verme arzuları ileri dönemlerde öfkenin oluşumuna neden olmaktadır. Anal dönemde ise kontrol meseleleri çözülemezse bu dönemdeki fiksasyon, ileride içerlemenin baskın olduğu öfke ile karakterize bir kişilik örüntüsü görülmesine sebep olabilmektedir. Bu pregenital dönem ihtiyaçları büyük ölçüde karşılanmadığında ödipal dönem çatışmalarının da çözümü zorlaşmakta ve sonraki dönemlerde de çocuk ödipal fantezilerle meşguliyetini sürdürmektedir. Ödipal dönemde öne çıkan ve öfkenin gelişiminde rol oynayan iki kritik olgu olarak ise kastrasyon ISSN: 2148-4376 47 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 44-59 İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi kaygısı ve kastre edenle, diğer bir deyişle saldırganla, özdeşim düşünülebilir. Latent döneme bakıldığında gelişimsel olarak, saldırgan ve cinsel dürtülerin bastırılması, süperegonun gelişimi ve yüceltme mekanizmasının kullanımı beklenmekte ve bu gelişim patolojik öfkeyi önlemektedir. Bu durum gerçekleşmezse narsisizm ve tüm güçlülük algısı devam etmekte, öfke dindirilememektedir. Çocuk latent dönem öncesinde ve bu dönemde bireyselleşme ihtiyacında da olmakta ve eğer aşırı koruyucu ve kontrol edici ebeveyn mevcutsa otonomi kazanma girişimleri engellendikçe öfke de artarak sürmektedir. Kohut (1977) çocukların otonomi kazanabilmek için gelişimsel olarak ayna görevi gören kendilik nesnelerine ihtiyaç duyduklarını öne sürmektedir. Ana-babalar çocuğun oluşmakta olan benliğinin ilk kendilik objeleridir. Bu objelerin eksikliği, çocuğu yeterli derecede aynalamaması ya da aynalamanın travmatik şekilde kesintiye uğraması çocukta diğerlerine yönelen bir narsistik nefrete yol açmaktadır. Kendilik ve diğer temsillerinin kesintiye uğraması çocuğun obje ilişkilerinde sınırların belirsizleşmesi ve özellikle diğerleri kişinin kendinde kabul edemediği özellikleri temsil ettiğinde bu özellikleri ortadan kaldırmak istemesine sebep olan yansıtmalı özdeşim mekanizmasının sıklıkla kullanılarak diğerlerine yönelik öfkenin artırılmasıyla sonuçlanmaktadır (Klein, 1946). Ergenlikte ise kişi hala ensest objeye saplantılı olduğu ve ayrışma gerçekleşemediği halde otonomi kazanma ihtiyacında olmakta, bununla birlikte narsistik nefret sürmektedir. Sonuç olarak, tam olarak gelişememiş olan ego ve süperego nefret ve öfkeyi kontrol edememektedir (Lane ve Harris, 2007). Özetle, öfkenin evrimsel yaklaşımın öne sürdüğü şekilde otomatik ve yaşamsal bir reaksiyon olmasının ötesinde sosyal inşacı kurama göre, kişilerin günlük yaşamında sosyal etkileşimler sonucu şekillendiği, bu şekillenmede de çatışma, özgüven kaybı, kabul ve değer görememe, zarar görme gibi anlamlandırmaların merkezi olduğu anlaşılmaktadır. Aynı zamanda sosyal etkileşimler, özellikle kişilerarası ilişkilerin niteliği, öfkeye öncül olmakla beraber öfkenin sonuçlarından da etkilenmektedir. Bilişsel kuram ise ilişkisel veriler ve evrimsel yaklaşımın işaret ettiği bedensel verilerin birlikte anlamlandırılması ve bu anlamlandırmanın çeşitli düzeylerde gerçekleşmesinin öfkede belirleyici olduğunu ortaya koymaktadır. Psikanalitik bakış açısı da öfkeyi yalnız bilinç düzeyinde değil, bilinçdışı çatışmalar ve savunmalarla anlamanın, yalnız durumsal değil gelişimsel kökenleri özellikle kişinin temel nesnelerle kurduğu ilişkisellikte aramanın yolunu göstermektedir. Psikolojik Bozukluk Olarak Öfke DSM-V sınıflandırma sistemine göre özellikle belirlenmiş bir “öfke bozukluğu” bulunmamakta birlikte, öfke bu tanı sistemindeki pek çok bozuklukta görülebilen bir semptom, çoğunlukla iritabilite, olarak yer almaktadır (American Psychiatric Association, 2013). Öfkenin bozukluk düzeyinde sendrom olarak ele alınması konusunda fikir birliği sağlanmış özel tanılama kriterleri bulunmadığından farklı uygulamacılar kendilerine özgü tanılama kriterlerini geliştirmiştir (Di Giuseppe and Tefrate, 2007; Feindler, 2006). Genel olarak bakıldığında, uygun şekilde düzenlenememesi öfkenin bir bozukluğa işaret ettiğini düşündürtebilir. Öfkenin uygun şekilde düzenlenememesi ise öfkenin uygun olmayan şekilde ifade edilmesi, aşırı derecede hissedilmesi, uygun olmayan kişi ya da objelere yöneltilmesi ve dışsal bir motivasyonla ifade edilmesi olarak anlaşılabilir (Power ve Dalgleish, 2008). Öfkenin klinikteki görünümü ve ele alınması konusunu derinleştirmekte gerçek vaka örnekleriyle konuyu ele almak faydalı olabilir. Bu bölümde iki vaka örneğinden bahsedilecek ve öfkenin onların psikolojisindeki yeri anlaşılmaya çalışılacaktır. Okuyucunun bu kısımda daha önce yer verilen öfkeye yönelik tanımlamaları ve kuramsal açıklamaları akılda tutmasında büyük yarar vardır, zira öfkeye sebep olan haksızlık, özgüven kaybı, kabul görememe, değersizlik gibi atıfların, bilindışı çatışmaların ve temel nesne ilişkilerinin, öfkenin diğer duygularla ilişkili ve katmanlı ISSN: 2148-4376 48 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 44-59 İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi yapısının vakaların kişilik örgütlenmelerinde ve şikayetlerinde olağan bir duygu olarak öfkenin ortaya çıkışından çokça farklı olmadığı açıkça görülecektir. Özel bir şirkette çalışan 27 yaşındaki Ayşe Hanım öfkesini kontrol edememe problemiyle kliniğimize başvurmuştur. Öfke patlamalarının yalnızca erkek arkadaşına yönelik olduğundan bahseden Ayşe Hanım’ın şikayetlerinin geçmişine bakıldığında yakındığı durumun çocukluğundan beri içinde bulunduğu bir problem olduğu anlaşılmıştır. İlkokul yıllarında kendisinden önce soruların cevabını veren sıra arkadaşına “kalem batırma”; ortaokul yıllarında sözünü dinlemediği zamanlarda kardeşini “çimdikleme, baş aşağı çevirip sarsma ve uyurken korkutma”; lise yıllarında kendisini umursamadığı için babasını “bağırarak odasından kovma”; üniversite yıllarından itibaren ise özellikle kendisini küçük düşürdüğü zamanlarda erkek arkadaşına “şiddet uygulama, küfür etme ve azarlama” şeklinde görülen, yoğun öfke içeren hatta şiddeti de barındıran tepkileri olduğunu anlatan Ayşe Hanım, daha önce herhangi bir tedavi girişiminde bulunmamıştır. Değerlendirme aşamasında, aile bireyleri arasındaki ilişkiler sorulduğunda ilk olarak annesinden bahseden Ayşe Hanım, ev hanımı olan annesini en yakın arkadaşı olarak nitelendirdiğini, yaşadıklarını tüm ayrıntılarıyla ona anlatmaktan keyif aldığını ve onun her haliyle kendisine rol model olduğunu anlatmıştır. Buna karşın, annesinin tam aksine babasıyla lise yıllarından itibaren daha mesafeli bir ilişkileri olduğunu ve zihninde çocukluğuna dair güzel anıları olmasına rağmen artık yalnızca onun “objektif yorumlarına ihtiyaç duyduğu anlarda” paylaşımda bulunduğunu ifade etmiştir. Anne ve babasının küçüklüğünden beri sürekli kavga ettiklerini, her hafta evde muhakkak bir tartışma çıktığını anlatan Ayşe Hanım, boşanmalarını istemesine ve her kavganın ardından bunu dile getirmesine rağmen yıllardır bu çatışmalı ilişkinin devam ettiğinden söz etmiştir. Onların bu tutumlarına karşı aslında oldukça öfkeli olduğunu seanslar esnasında dile getiren Ayşe Hanım, bu durumdan ötürü yaşadığı kızgınlığı ailesine belli etmemeye çalıştığını belirtmiştir. Lise dönemi hakkında konuşulduğunda, babasının iş seyahatleri sebebiyle sık sık yurtdışında bulunduğunu ve gittiği ülkelerden birinde evlilik dışı bir ilişkisi olduğunu öğrendiğini anlatan Ayşe Hanım, sonraki dönemde ise bu durumdan ötürü babasını “düşman yerine koyduğunu” ifade etmiştir. Görüşmeler esnasında bu durum ele alındığında, babasının annesini aldattığını öğrendikten sonra yoğun bir üzüntü yaşadığından ve kendisinin de aldatılmış hissettiğinden bahseden Ayşe Hanım'ın babasına bu üzüntüyü göstermediği, aksine kendi tabiriyle “saldırgan tepkiler vererek” altta yatan kırgınlığı öfkeyle maskelemeyi tercih ettiği görülmüştür. Bu bilgiler ışığında, Ayşe Hanım’ın aile içinde öfkesini ve üzüntüsünü paylaşamadığı ve bu birincil duyguları başka duygularla örtme eğiliminde olduğu dikkati çekmiştir. Bunlara ek olarak, yukarıda bahsedilen ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite yıllarında görülen öfkeli hatta saldırgan tepkileriyle birlikte düşünüldüğünde, yaşananların Ayşe Hanım'da yetersizlik, tümgüçlü olamama, değersizlik, utanç, zayıflık ve aşağı olma duygusu gibi algıları oluşturduğu ve yaşadığı bu narsistik yaralanma karşısında öfkeyi adeta bir kalkan gibi kullanıp benliğini yaralanmalardan koruduğu, kırılgan tarafını bu sayede korumaya çalıştığı yorumu yapılabilir. Ayşe Hanım’ın 5 yıldır birlikte olduğu erkek arkadaşı da kendisiyle aynı yaşlarda olup aynı şirketin farklı bir biriminde çalışmaktadır. Beraberliklerinin 3. ayından itibaren tartışmalarının başladığını anlatan Ayşe Hanım, erkek arkadaşıyla olan ilişkisinde kendisini sürekli “tartışmaayrılma- barışma” döngüsü içerisinde bulduğunu anlatmıştır. Kavgaları esnasında öfkelerini kontrol etmekte güçlük yaşadıklarını anlatan Ayşe Hanım, “öfkeli yaratıklar gibi göründüklerini” ifade etmiştir. İçeriklerine bakıldığında genellikle kıskançlık, küçük düşürücü sözler ve azarlama neticesinde tartışmaya başladıklarını anlatan Ayşe Hanım bir anda öfkelenebildiğini anlatmıştır. Öfkenin diğer duygularla ilişkili katmanlı yapısı göz önünde bulundurulduğunda yaşanan bu tartışmaların birincil duygu olarak öfke yerine aslında utanç ve üzüntü duygularını açığa çıkarabileceği, ancak Ayşe Hanım’ın bunu en üst katmanda hissettiği öfke duygusu olarak dışa ISSN: 2148-4376 49 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 44-59 İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi vurduğu dikkati çekmiştir. Örneğin, yeni kestirdiği saçını erkek arkadaşının beğenmeyip kendisine şaka yollu takıldığında “O an yer yarılsın, içine gireyim, yeter ki oradan yok olayım istedim.” ifadesiyle yaşadıklarını dile getiren ve bu sözleriyle en alt katmanda utanç duygusunun olduğuna işaret eden Ayşe Hanım, o gün yaşanan olayda bu hislerini erkek arkadaşına şiddetle bağırarak yani öfkelenerek açığa vurmuştur. Ayşe Hanım’ın o güne dair hissettiği duygu katmanlarını şu şekilde göstermek mümkün olabilir: “ O an yer yarılsın, içine gireyim, yeter ki oradan yok olayım istedim” (birincil duygu) Utanç → Tiksinme (kendinden) → Üzüntü → Tiksinme (erkek arkadaşından) → Öfke (ikincil duygu) Görüldüğü gibi Ayşe Hanım, gerek aile ilişkilerinde gerekse romantik ilişkisinde birincil duygu olarak yaşadığı olumsuz duyguları öfke duygusu olarak açığa çıkarmakta, dolayısıyla öfkeyi ikincil duygu olarak yaşamaktadır. Ayrıca MMPI profilinde de negatif duygularını saklayıp bunları eyleme vurma eğiliminin olabileceği sonucuna varılan Ayşe Hanım’ın, duygularını öfke olarak ortaya koymasının nedenlerinin terapide anlaşılması gereken bir konu olduğu düşünülmüştür. Vakanın erkek arkadaşına yönelttiği öfkenin nedeni sorgulandığında ilk açıklama olarak duruma özgü bilişsel değerlendirmelerin haksızlık, engellenme, hayal kırıklığı gibi öfkeyle ilintili içeriklerden oluştuğu açıkça görülmektedir. Başka bir açıdan bakılırsa, Ayşe Hanım’ın annesiyle kurduğu özdeşimden kaynaklanan bir durum olduğundan söz edilebilir. Ayşe Hanım ve annesi arasındaki yakın ilişkiden dolayı vakanın bilinçdışı bir süreçle annesiyle özdeşim kurduğu ve bununla bağlantılı olarak da annesinin babasına yönelttiği öfkeyi onun da erkek arkadaşına yönlendirdiği yorumu yapılabilir. Evdeki agresif karakter baba olduğu için kişi babasıyla, yani saldırganla özdeşim kurmuş da olabilir ve dolayısıyla erkek arkadaşına yansıttığı öfke bu sürecin bir ürünü olarak da düşünülmektedir. Özetle, Ayşe Hanım'ın anne-baba ilişkilerine dair bu iki dinamiğin, erkek arkadaşına yönelttiği öfkenin nedenini açıklar nitelikte olduğu ve danışanın geçmişte öğrenmiş olduğu bu başa çıkma mekanizmalarını halen kullanıyor olabileceği dikkati çekmektedir. Gelişimsel olarak bakıldığında, Power and Dalgleish (2008) kişinin gelişim sürecinde içinde bulunduğu sıkıntılı ve şiddet içeren bir aile ortamının onda ilerleyen yıllarda öfke patlamaları olarak ortaya çıkabileceğini belirtmiştir. Ayşe Hanım için de bu durumu gözlemlemek mümkündür. Babasının evlilik dışı ilişkisini kendisinin de aldatılması olarak değerlendirmesi narsistik bir yaralanmayı da beraberinde getirmektedir. Ayrıca, çocukluğundan itibaren tüm duyguları dilediğince yaşayamayan ve öfke duygusunu ailesiyle paylaşamayan ve onlar tarafından “Kontrollü ol”, “Kötü davranırsan seni sevmiyoruz” sözleriyle bastırılan danışanın öfke patlamalarını bu sebepten ötürü de yaşıyor olabileceği düşünülmüştür. Gelecek terapi seanslarında öfke duygusunun danışanın hayatındaki fonksiyonu anlaşılmalı ve kendini öfke olarak gösteren duyguların ardında hangi duygular olduğu anlaşılmalıdır. Ayrıca, öfkenin gerçek kaynağının kim olduğu ve kişinin bunu kime yansıttığı fark ettirilmelidir. İlk vakada görüldüğü gibi kişiler bazen öfkelerini duygularının esas kaynağına değil farklı bir kimseye yönlendirebilirler tıpkı, danışanın erkek arkadaşına yönelttiği öfkesi gibi. Bunun yanı sıra bazı danışanlarda da kişilerin öfkelerini başka birine yansıtmak yerine kendi içine döndürdüğü ve kendilerine yoğun bir öfke duyup zarar vermeye başladıkları görülmüştür. Freud (1917)’un “Mourning and Melancholia”da depresyonun kişinin kendisine yönelttiği öfke olduğunu vurgulamasından da yola çıkarak ikinci vaka örneğine göz atalım. İkinci sırada, trikotillomani şikayetiyle aynı kliniğe başvuran, mühendislik programlarından birinde doktorasını yapan 28 yaşındaki bir üniversite öğrencisinden bahsedilecektir. Damla Hanım özgüven eksikliği ve motivasyon düşüklüğünden yakınmış, kendisiyle ilgili olumsuz düşünceleri ve duyguları olduğunda trikotillomani davranışında da sıklık ISSN: 2148-4376 50 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 44-59 İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi olduğunu belirtmiştir. Bu yönüyle şikayetini bir kısır döngüye benzeten danışan kendine güvenmediği dönemlerde saç, kaş ya da kirpiklerini koparmaya başladığını ve bunun sonucunda insanların sorununu fark etmesinden çekinip kendini onlardan geri çektiğini neticede de özgüveninin iyice düştüğünü anlatmıştır. Damla Hanım’ın trikotillomani probleminin o henüz 9 yaşlarındayken başladığını ve o yıllarda yalnızca kirpiklerini yolduğunu anlatmıştır. Bu davranışa başladığı ilk zamanlarda ailesi onun kirpiklerinin seyrekleştiğini fark etse de, anne ve babasının eleştirel yaklaşımından ötürü yakın zamana kadar bu davranışını onlardan sır gibi sakladığını anlatan Damla Hanım, babasının o dönem kaşlarını çatan, kızgın bir ifadesi olduğunu hatırladığını ve bunun hiç aklından çıkmadığını, geçmişi düşündüğünde gözünün önüne hep bu yüz ifadesinin geldiğini dile getirmiş; eleştirel ve duyarsız tavırlarından ötürü anne ve babasına çok kızdığını ve kendisini çok utandırdıklarını hatırladığını sözlerine eklemiştir. Annesinden bahsederken katı kuralları olan, ilgisiz ve empati yoksunu bir insan olduğundan söz eden Damla Hanım, ona çok kızgın olduğunu kendisine direkt söylemese de seanslarda açıkça dile getirmiştir. Çocukluğuna dair düşündüğünde kendini hep yalnız hatırladığını belirten Damla Hanım'ın, annesini ilgisizliğinden ötürü suçlamakta olduğu dikkati çekmiştir. İlk benlik objelerinden biri olarak düşüneceğimiz annenin yoksun bırakan ve ihtiyaçları aynalamayan niteliği Damla Hanım’ın kendi benliğine yönelik olumsuz etiketlemeyi de beraberinde getiren önemli bir etken olabileceği düşünülmüştür. Damla Hanım babasını da katı kuralları olan, sürekli '-meli, -malı' ile biten cümlelerle dayatmalar getiren ve eleştirel biri olmakla birlikte genellikle realist ve mantıklı fikirleri olan bir kimse olarak tanımlamıştır. Problemlerini anlamaya çalışmayan ve onun başarısızlıklarıyla ilgili duyarsız yorumlar yapan babasının da kendisini oldukça öfkelendirdiğini anlatan Damla Hanım, tıpkı annesinde olduğu gibi, hissettiği bu öfkeyi kendine yöneltip ikincil duygu olarak yaşamaktadır. Diğer bir deyişle, babasının eleştirel tepkilerinin kendisini çok üzdüğünü anlatan Damla Hanım'ın, birincil duygu olarak hissettiği yoğun öfkeden dolayı suçluluk hissederek kendini cezalandırmaya yöneldiği ve kendisine döndürdüğü öfke neticesinde trikotillomani gibi, kendine acı çektirme amacı güden böyle bir semptom geliştirmiş olabileceği düşünülmüştür. Sonuç olarak danışanın anne ve babasına yönelik duygularını şu şekilde katmanlaştırmanın mümkün olabileceği görülmüştür: Suçlama → Öfke (diğerine karşı) → Suçluluk → Üzüntü →Öfke (kendine yönelik) Anne-baba ilişkilerinin yanı sıra, danışanın kardeşleriyle olan paylaşımlarının da şikayetlerinde belirleyici bir role sahip olabileceği düşünülmüştür. Damla Hanım’ın bir ablası, bir de kendinden 5 yaş küçük erkek kardeşi vardır. Erkek kardeşini ailedeki en kıymet verdiği insan olarak nitelendiren danışan, ona karşı genellikle olumlu duygulardan bahsetmiştir. Ancak aynı durumun ablası için geçerli olmadığından bahseden Damla Hanım, çocukluğundan beri onunla hiç sıcak ilişkilerinin olmadığından ve hep kavga ettiklerinden söz etmiştir. Ablasının kendisini hep üzdüğünü ve fiziksel olarak da canını acıttığını anlatan Damla Hanım, eskiyi düşündüğünde odasına kapanıp ağladığı esnada ablasına kendisine yaptıklarından ötürü beddua ettiğini anımsadığını anlatmıştır. Damla Hanım, yıllar sonra ablasına şizofreni tanısı konulunca çok üzüldüğünü, söylediklerinden ötürü kendini suçladığını ve pişman olduğunu sözlerine eklemiştir. Kendisine yaşattıklarından ötürü ablasına çok öfkeli olan danışanın söylediği sözlerden dolayı suçluluk duyduğu ve tıpkı yukarıda bahsedilen katmanlarda olduğu gibi, öfkesini kendine yönlendirerek benzer döngüyü tamamladığı düşünülmüştür. Bahsedilenlere ek olarak, Damla Hanım, ilkokulda kirpik, ortaokulda kaş yolma olarak devam eden şikayetinin, lise yıllarındayken davranışının en şiddetli dönemini yaşadığını ve o dönem aynı zamanda saçlarındaki açıklıklardan ötürü peruk kullanmaya da başladığını anlattığında, lise döneminde yaşanan hangi olayların etken rol oynamış olabileceğini anlamak için ISSN: 2148-4376 51 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 44-59 İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi danışanın hayatında o döneme denk gelen olaylar incelenmiştir. Örneğin, lisede okul seçimi yapılırken Damla Hanım’ın tercihini ailesinin baskısıyla yapmış olması; o dönem ablasına şizofreni tanısı konduğu için unutulduğunu düşünmesi ve son olarak üniversiteye girişte aslında sosyal bilimler alanına yönelmek isterken yine ailenin yönlendirmesiyle istemediği bir bölüm tercihi yapmaya zorlanması danışanın durumunu nedenselleştirmek açısından önemli veriler olarak düşünülebilir. Damla Hanım’ın hayatı için önem teşkil ettiği düşünülen bu olaylar incelendiğinde, yaşanan bu durumlarda kendini engellenmiş hissetmiş olabileceği ve bu engellenme neticesinde kişinin ailesine yönelik öfke duygularının meydana gelebileceği düşünülmektedir. Fakat Damla Hanım birincil duygusu olan aileye yönelik öfkesini içe yöneltmiş ve kendine yönelttiği bu öfkeyi ikincil duygu olarak yaşamaktadır. Kendine öfkesinin arttığı her durumda da saç, kaş veya kirpiğini yolup canını acıtarak rahatlama sağladığı anlaşılmaktadır. Sonuç olarak, Damla Hanım’ın ailesiyle yaşadığı pek çok farklı olaydan sonra kendini engellenmiş hissettiği, suçladığı ve en dış katmandaki ikincil duygu olarak kendine yöneltilmiş öfkesinin olduğu dikkati çekmekte ve bu duyguların bir neticesi olarak da trikotillomani tepkisinin açığa çıktığı görülmektedir. Damla Hanım’ın öfkeyi neden kendine yönelttiğine dair yapılacak teorik bir açıklamanın vakayı daha anlamlı hale getireceği düşünülmüştür. Bu amaçla Freud'un açıklamalarından yola çıkarak bu vakaya dair çıkarımlarda bulunmak faydalı olabilir. Freud “Mourning and Melancholia” (1917) çalışmasında melankoli ve yas arasındaki farklardan bahsetmiştir. Öncelikle her iki durumu da sevgi objesinin kaybına yönelik gösterilen bir tepki olarak nitelendirmiştir. Ancak yasta gerçek bir ölümden bahsedilirken, melonkolik (depresif) durumda bir sevgi objesinin kaybından söz edilmiş ve yitirildiği veya hasar gördüğü hissedilen şeyin “kendiliğin” bir parçası olduğu vurgulanmıştır. Yasta, dünya kişiye anlamsız ve boş gelmeye başlamışken; depresyonda kişinin kendini değersiz ve cezalandırılmayı hak eden bir kimse olarak gördüğü belirtilmiştir ve bu tanım Damla Hanım’ın şikayetiyle örtüşmektedir. Damla Hanım'ın içinde bulunduğu depresif duygu durumunun yanı sıra, bu süreçte olumsuz duygularını kendisine doğru yöneltmeye çalışması Freud'un (1917) da altını çizdiği ve kişilerin kendilerinden orantısınız bir biçimde nefret etmelerine neden olan bir etken olarak vurgulanmıştır. Bu durum “kendiliğe karşı sadizm (saldırganlık)” veya “içe döndürülmüş öfke” olarak nitelendirilmiş ve depresif kişilerin kullandığı en yaygın savunma mekanizması olduğu belirtilmiştir. Sevgi nesnesinin olumlu özelliklerinin oldukları şekliyle hatırlanmalarına karşın, olumsuz özelliklerinin kendiliğin bir parçası olarak bilinçdışı olarak içe atılmasını nitelendiren bu savunma (McWilliams, 2010), Damla Hanım'ın yukarıda bahsedildiği gibi eleştirel ve duyarsız olma gibi olumsuz anne-baba özelliklerini “içe atıp” saç, kaş, kirpik yolma davranışlarıyla öfkesini ve saldırgan eğilimlerini dışa vurduğu ve böylelikle onları cezalandırdığı yorumunun yapılabileceği düşünülmüştür. Özetle, öfke duygusunun vakalar üzerinde ele alındığı bu kısımda, öfkenin kimi zaman bir kalkan gibi kişiyi güçlü kılan ve altta yatan kırılgan özellikleri gizlemeye yarayan, belli edilmemeye çalışıldığı zamanlarda bile birikip tıpkı birinci vakada olduğu gibi başka bir bireye “öfke patlaması”' şeklinde yönlenebilen ve kimi zamansa ikinci vakada olduğu gibi depresyon temelli olduğunda içe döndürülüp içteki olumsuz özellikli sevgi nesnesini bu şekilde cezalandıran fonksiyonları olduğu yorumu yapılabilir. Ayrıca, öfkenin birincil ya da ikincil duygu olarak yaşanmasının kişiden kişiye ve durumdan duruma değiştiği, bu yüzden danışanın öfkeyle ilgili problemlerini çözmeden önce o duygunun birey için nasıl bir işlevi olduğu anlaşılmalıdır. Öfkenin kaçınılması gereken bir duygu olmadığı, önemli olanın onu doğru yerde, doğru zamanda ve doğru kişiye yöneltmek olduğu bilinmelidir. ISSN: 2148-4376 52 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 44-59 İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi Terapistin Öfkesi Bu yazının önceki bölümlerinde, öfkenin kökenini, öfkeyi açıklayan farklı teorileri ve danışanın hissettiği öfkeyi içeren kapsamlı açıklamalar yer almıştır. Ancak, terapi seanslarında ortaya çıkan öfke ile ilgili tüm resmi tamamlamak ve anlamak için terapistin hissettiği öfkeye de bakılması, öfkenin altında yatan katmanlı duyguların araştırılması, çok büyük önem taşımaktadır. Bu sebeple yazının bu bölümünde terapistin danışana karşı hissettiği öfke duygusu ve bu duygunun altında yatan diğer katmanlı duygular ele alınmış ve bu öfke duygusunun terapist açısından nasıl işlenebileceği üzerine öneriler ve yorumlar sunulmuştur. Gelso ve Hayes (2007) terapistin iç dünyasının, terapi seanslarını önemli ölçüde etkilediğini vurgulamıştır. “İç dünya” kavramını ise, düşünceleri, görüntüleri, hisleri ve duyguları kapsayan bir dünya olarak tanımlamışlar ve bu iç dünya kavramını şu an ve geçmişte var olan çözülmemiş duygusal çelişkilerin ve hassasiyetlerin bir yansıması olarak ele almışlardır. Gelso ve Hayes’in bu savları ve terapistin öfkesi, birlikte düşünüldüğünde, terapistin öfkesinin, çözülmemiş duygusal çelişkileri ve hassasiyetleri işaret ettiği sonucuna varmak güç değildir. Bu sebep ile terapistin danışana öfkelendiği durumlarda, öfkelendiği durumun kendi yaşantısındaki çözülmemiş duygusal çelişkiler ve hassasiyetler bağlamında hangi noktaya denk geldiğine bakması, hem terapistin kendi sürecini anlamasının hem de sağlıklı bir terapötik ilişkiyi kurmasının kilometre taşlarından biri olarak düşünülebilir. Gelso ve Hayes’in bahsettiği iç dünya kavramı düşünüldüğünde, bu yazının ilk kısımlarında anlatılan katmalı duygular ile iç dünya kavramının hemen hemen aynı noktayı işaret ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak, bu noktada atlanmaması gereken en önemli noktalardan biri; terapistin, öfkesini hangi ölçüde farkedebildiği noktasıdır. Zira, alandaki yeni/bazı terapistler danışanlara karşı hissettikleri öfke ve diğer olumsuz duyguları kabul etmek konusunda zorluk yaşamakta ve bu duyguları bastırmaya çalışmaktadırlar. Terapistlerin neden bu tarz baş etme yöntemlerine başvurdukları konusundaki literatür verilerine bakıldığında, bazı terapistlerin, terapi seansları sırasında sıkıntı, çelişki yaratmamak adına, bu olumsuz duyguları kabul etmekte ve bu duyguları terapide kullanmakta sıkıntı yaşadıkları bulunmuştur. Çünkü, bu terapistlerin, danışanlarını koşulsuz olarak kabul etmek ve onlarla ilgilenmek gerektiği yönünde düşünceleri olduğu, bu düşüncelerin danışanlarına karşı öfke hissetmekten dolayı çok güçlü bir suçluluk hissettirdiği ve bu nedenle de terapistlerin öfkeyi kendilerinden uzaklaştırmaya çalıştıkları belirtilmiştir. Bu açıdan bakıldığında yazının önceki bölümlerinde bahsedilen Damla Hanım’ın ebevenyne öfkelendiği için suçluluk hissetmesine yol açan mekanizmanın, terapist ile danışan arasındaki ilişkide de işlediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda düşünüldüğünde, Damla Hanım’da ortaya çıkan öfkenin, kendisine dönmesi durumu, aynı örüntüyü yaşayan terapist için de çok muhtemel bir sonuç olarak düşünülebilir. Ayrıca, danışanın terapistini provoke ettiği durumda terapistin öfkeyi inkar etmesi, danışanın daha fazla provoke etmesi ile sonuçlanabilmektedir.Bu durumun da terapistin savunmacı yanını daha da güçlendirebileceği ve böylece danışan tarafından aşağılanan, ancak bunu inkar eden bir terapistin ortaya çıkabileceği sonucuna varılmıştır (Maroda, 2010). Bazı terapistlerin öfkelerini, kendilerinden uzaklaştırma eğiliminde oldukları irdeledikten sonra, terapistleri öfkelendirebilecek davranışlara değinmek, terapistlerin kendi öfkelerini farketmesi konusunda önem arz etmektedir. Bu nedenle terapistleri öfkelendiren davranışlara göz atmak, öfkelendikleri durumları yakalayabilme noktasında terapistlere yarar sağlayacaktır. Maroda (2010) terapistleri öfkelendiren danışan davranışlarının bazılarını listelemiştir. Bu davranışlara bakıldığında, terapistini profesyonel ve kişisel olarak suçlama, duygulanım göstermeden sürekli konuşma, seanslar sırasında terapistin kendisine daha fazla zaman ayırmasını isteme, telefon görüşmeleri ile ve ofis dışında görüşmek isteme, terapideki ilerlemeyi reddetme, seanslar sırasında uzun süreler boyunca sessiz kalma ve seansa başlamayı reddetme, kronik olarak geç kalma ya da ISSN: 2148-4376 53 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 44-59 İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi son anda görüşmeleri iptal etme, terapistinin özel hayatına müdahale etmeye çalışma ve terapi ücretini ödemek için kendisine söylenilmesini bekleme gibi davranışların terapistleri öfkelendirdiği ifade edilmiştir. Bu davranışlar ile karşılaşan terapistlerin neler hissettikleri yönünde kendi iç dünyalarına eğilmeleri, duygularını anlamlandırmaları ve bu duygularını seans veya süpervizyon ortamında ele almaları, korktuklarının aksine hem danışan ile olan ilişkilerini kuvvetlendirecek hem de bu öfkenin farklı alanlarda, farklı şekillerde ortaya çıkmasını engelleyecektir. Bu belirtilen davranışların dışında, literatürde bazı kişilik örüntülerinin de terapistleri öfkelendirebileceği belirtilmiştir. Bu kişilik örüntülerine bakıldığında, ilk olarak narsistik kişilik örüntüsü ön plana çıkmaktadır. Narsistik kişilik örüntüsü olan kişiler etrafındaki kişileri küçümseyici ve aşağılayıcı davranışlar sergileyebilmekte ve bu davranışlar da doğal olarak seanslara yansıyabilmektedir. Farklı bir deyişle, bu danışanlar seanslar sırasında terapistlerini aşağılayıcı, küçümseyici tavırlar sergileyebilmekte ve terapistler bu durum karşısında öfkelenebilmektedir. Terapistlerde öfke uyandıran diğer bir kişilik örüntüsüne bakıldığında ise antisosyal kişilik örüntüsü ile karşılaşılmaktadır. Antisosyal kişilik örüntüsü olan danışanlar sevgiyi ve empatiyi içeren hiçbir duygulanım yaşamadıkları için, terapistlerinin kendilerine sevecen ve yardım etmek ister bir şekilde yaklaşmasına anlam verememektedirler. Bu durum karşısında yardım etme çabası boşa çıkan terapistler danışanlarına karşı öfke hissedebilmektedirler (McWilliams, 1994). Terapistlerini öfkelendirme olasılığı yüksek diğer bir kişilik örüntüsü ise sınır durum kişilik örüntüsü olarak düşünülebilir. Bu kişilik örüntüsünü gösteren kişiler yoğun, kaotik, immatür aktarımlar ve yoğun duygusal tepkiler sergileyebilmekte (Gelso, ve Hayes, 2007), bu tepkiler ve aktarımlar terapistlerin öfkelenmesine neden olabilmektedir. Bu kişilik örüntüleri ve terapistin öfkesi arasındaki ilişki anlatılarak, bu tarz kişilik örüntüsü ile karşılaşan terapistlere öfkeleri ve nedenleri konusunda farkındalık kazandırılması amaçlanmıştır. Terapistin kendi öfkesi konusunda farkındalık kazanması ilk adım olarak düşünülecek olursa, terapistin bu öfke ile nasıl baş edeceği ise ikinci adım olarak karşımıza çıkmaktadır. Terapistler hissetikleri öfkenin farkına vardıktan sonra, çok uzun süre öfkeli kalıp ve bunu aktarmazlarsa, pasif-agresif davranışlarla, öfke kendiliğinden ortaya çıkabilmektedir. Langs’a (1973) göre, bu gibi durumlarda terapistler sessiz tedavi (silent treatment) içine girebilmekte, seanslar sırasında sessiz kalabilmekte ve böylece bilinçli ya da bilinçsiz olarak hissetikleri öfkelerini danışanlarına aktarabilmektedirler. Farklı bir deyişle, terapistler, danışanlar tarafından provoke edildiğinde, kızdırıldığında, sessiz kalarak danışanlarını doğrudan ya da savunmacı bir şekilde cezalandırabilmekte ya da sessiz kalarak kendini terapiden uzaklaştırma yöntemine başvurabilmektedirler. Ancak, terapistlerin sessiz kalarak kendilerini seanstan uzaklaştırmaları, kendilerini seanstan çekmeleri, danışanlarını daha da fazla öfkelendirebilmekte ve bunun sonucunda da doğal olarak terapötik ilişki sekteye uğrayabilmektedir. Sessiz tedavi dışında terapistlerin pasif-agresif davranışları incelendiğinde kronik olarak görüşmelere geç kalmak, seansları saatinden önce bitirmek, görüşmeleri kaçırmak, gereksiz yere randevuları yeniden düzenlemek, görüşmeler sırasında uykulu bir hale girmek, danışan ve danışanın hayatındaki önemli kişiler hakkında küçümseyici yorumlarda bulunmak, bir önceki görüşmede konuşulan danışan hakkındaki önemli detayları unutmak gibi davranışların ön plana çıktığı görülmüştür (Maroda, 2010). Bu davranış örneklerinden de anlaşıldığı üzere uzun süre öfkeli kalan terapistin sergilediği bu pasif agresif tutumlar terapötik ilişkiyi ciddi anlamda zedeleyici bir hal alabilmektedir. Bu nedenle öfkenin danışana nasıl ifade edilebileceği konusuna eğilmek çok büyük bir önem taşımaktadır. Maroda (2010) öfkenin nasıl ifade edilmesi gerektiği yönünde önemli saptamalarda bulunmuş, öfke ifadesi sırasında bir dereceye kadar duygunun gösterilmesinin işlevsel olduğunu belirtmiştir. Terapistin, öfkesini çok yoğun bir şekilde göstermesi durumunda ise danışanı korkutabileceğini ve öfkenin tehlikeli ve yaşanılmaması gereken bir duygu olduğu yönünde bir ISSN: 2148-4376 54 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 44-59 İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi mesajın danışana gidebileceğini belirtmiştir. Ancak, terapistin hiçbir duygu ifadesi olmadan öfkesini ifade etmesi durumunda ise hissetiklerini danışana aktaramayacağını ve bunun sonucunda terapötik ilişkinin kurulamayacağını vurgulamıştır. Yine Maroda’nın (2010) saptamaları incelendiğinde, terapistin öfkesini doğrudan ve dürüstçe ifade etmesinin, ifade ederken o duyguyu yaşamasının, hissetmesinin önemi ve savunmacı olmamasının gerekliliği ön plana çıkmıştır. Ayrıca, terapistin provoke edildiği durumlarda öncelikle 1-2 dakika kendine dönmesinin ve danışanın neden bu şekilde davrandığını anlamaya çalışmasının terapistin savunmalarını hafifletebileceği ve savunmacı bir şekilde danışana tepki vermeyeceği belirtilmiştir. Öfkesini bu saptamalar doğrultusunda yansıtan terapistin, danışana duygusal anlamda geri bildirim vermekle kalmayacağı gibi aynı zamanda öfkenin arkasındaki farklı katmanlı duygulara erişmek bakımından danışana yol gösterebileceği düşünülmektedir. Bu noktada, Maroda’nın (2010) anlattığı vaka örneğine bakmanın öfke ifadesi açısından yol gösterici bir örnek olduğu düşünülmüştür. Zengin bir avukat olan Roger, terapistine karşı sık sık “yetersizsin, geri zekalısın” gibi ifadeler kullanmaktadır. Ancak terapist bu ifadeleri görmezden gelip seansa devam etmekte, bu durum danışanı daha da fazla öfkelendirmekte ve bu ifadeleri daha sık kullanmaktadır. Bu yazıda da önceden belirtildiği gibi, bu örnekte de terapist kendi öfkesini bastırmaya/inkar etmeye çalışmakta, ancak bu durum terapötik ilişkiyi daha da zedeleyici bir hal almaktadır. Bu vakada terapistin bu öfkesini nasıl ifade edebileceği yönünde olumlu ve olumsuz ifade tarzlarına bakmak, öfkenin terapi ortamında nasıl ifade edilebileceğinin daha net anlaşılmasına fayda sağlayacaktır. Maroda (2010), “Roger her görüşmemizde söylediğin kelimelerle beni aşağılıyorsun, bu durum beni öfkelendiriyor ve bu durumu artık tolere edemeyeceğimi düşünüyorum. Ama eğer bu aşağılayıcı davranışların arkasında bana söylemek istediğin başka bir şey varsa onu duymak da çok isterim.” gibi kontrollü bir tepki ile hem öfkenin ifade edilebileceğini ve hem de danışanın neden bu ifadeleri kullandığının anlaşılması konusundaki engellerin kaldırılabileceğini belirtmiştir. Ancak, “ Eğer benim geri zekalı ve yetersiz olduğumu düşünüyorsan, boşuna zamanını harcama, başka bir terapist bul.” gibi kontrolsüz bir ifadenin ve “Roger tamam sana yardım edemiyorum ama şunu farkına var, belki de son altı adli vakanı belki de diğer insanlara gerizekalı dediğin içi kaybetmişindir.” gibi pasif agresif ifadeler ile öfkenin ele alınması durumunda, danışanın daha fazla öfkeleneceği ve terapötik ilişkinin zarar göreceği belirtilmiştir. Diğer yandan danışanın terapisti öfkelendirmeye yönelik açık bir girişimi ya da aktarımı olmayabilir, ancak terapistin yaşantıları ve kişiliğindeki kimi hassasiyetleri ile etkileşen tetikleyici durumlar yaşanabilir. Bu amaçla kliniğimizde çalışan bir terapistin deneyimlediği öfke ele alınacaktır. Ahmet Bey, 27 yaşında, yüksek lisans yapmaktadır. Terapiye erteleme, genel bir hoşnutsuzluk, ilişki problemleri ve yetersizlik problemleriyle başvurmuştur. Ahmet Bey terapistin ilk danışanıdır. Ahmet Bey ile yapacağı görüşmeyi dört gözle bekleyen terapist, görüşmeden bir gün önce Ahmet Bey’in görüşmeyi yaklaşık bir ay kadar ileri bir tarihe ertelediğini öğrenmiştir. Bu erteleme durumunu öğrendikten sonra terapist henüz bir görüşme bile yapmadığı danışanına karşı öfkelenmeye başlamıştır. Ancak, zaten problemi erteleme olan bir danışanın seansı ertelemesi kadar bir doğal durumun olmadığını farkeden terapist bu öfke duygusunun danışana ait bir duygu değil, kendi süreci ile ilgili bir duygu olduğunu farketmiştir. Bu öfkenin altında yatan nedenleri düşünmeye başlayan terapist, aynı zamanda terapistliğe başlayan terapist arkadaşları ile aynı tecrübeleri edinemeyecek olması ve diğer terapist arkadaşlarına oranla geride kalması sebepleri ile bu öfkeyi hissediyor olabileceği sonucuna varmıştır. Bu terapist kendine dair sorgulamaları biraz daha derinleştirdiğinde ise başarılı/iyi bir terapist olma arzusunun olduğunu ve bu arzunun da kendi ailesinde hissettiği iyi evlat olma/kardeş rekabeti konuları ile bağlantılı olduğunu farketmiştir. Bu farkındalık, Gelso ve Hayes’in (2007) tanımladığı“ iç dünya” kavramının, terapi ilişkisinde gelişen duygulara nasıl şekil verdiğini ISSN: 2148-4376 55 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 44-59 İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi gösteren açık bir örneğidir. İlerleyen süreçte seanslar başlamış ancak Ahmet Bey’in seanslar sırasında çok uzun cümleler kuruyor olması, cümlelerinin içinde çok fazla “şey” kelimesini kullanıyor olması terapisti öfkelendirmeye başlamıştır. Bu öfkenin sebebini sorgulayan terapist süpervizyon sürecinde konuşulması planlanlanan konuları, seanslar sırasında ele alamadığını ve bunun sorumlusu olarak da Ahmet Bey’i gördüğünü farketmiştir. Ancak, bu noktada terapist kendisini öfkelendiren durumun asıl nedenini sorguladığında, öfkenin nedeninin Ahmet Bey’in konuşma tarzı olmadığını, asıl nedenin seanslar sırasında yeterince girişken olamaması ve seanslar sırasında pasif olması ile ilişkili olabileceği sonucuna varmıştır. Bu öfkenin nedenini anlamak için sorgulamaları biraz daha derinleştirdiğinde, aslında pasif kalmaktan dolayı yetersizlik, üzüntü, utanç hissettiği sonucuna varmıştır. Ayrıca, süpervizyonlar sırasında “girişken olmalısın” geri bildirimini almasına rağmen seanslarda girişken olamaması, bu terapistin iyi terapist olma arzusuna zarar vermiş ve bunun sonucunda da öfke ortaya çıkmıştır. Ancak, bu örnekten de anlaşılacağı gibi terapistin hissettiği öfkenin alt katmanlarında utanç, yetersizlik, üzüntü yer almaktadır. Bu örnekten de anlaşılabileceği gibi terapist de danışan gibi kendi süreçlerini terapi ortamında masaya koymaktadır. Terapist bu gibi durumlarda kendi öfkesinin nedenini (danışanın hangi davranışı terapisti öfkelendiriyor, bu davranışın terapist için anlamı ne, danışan terapistin hayatındaki kime benziyor) düşünmeli ve öfkesinin asıl kaynağının kimler, neler olabileceğini sorgulamalıdır. Böylece terapist de danışan gibi, terapi sürecinde kendisini daha iyi anlayabilecektir. Psikoterapide terapistin kendi öfkesine açık olması gerekliliği ile bitirdiğimiz bu yazı bir duygu olarak öfkeyi açıklama ve teorik olarak ele almamızla başlamış ve öfkenin klinikteki görünümüyle devam etmiştir. Her biri kendi içinde çok daha fazla derinleştirilebilecek bu üç mevzuyu birlikte incelememizdeki amaç; günlük yaşantıda “normal” dediğimiz bireylerin yaşadığı şekliyle, burada ele aldığımız sinema filmi gibi çoğunluğun ilişki kurduğu kültürel ürünlerde ele alınışıyla ya da “iyileştiren” rolüyle terapistin kişiliğindeki yeriyle öfkenin “bozukluk” oluşu ya da “anormal, iyileştirilmesi gereken” bireylerde görünüşünün birebir aynı olduğunu ortaya koymaktır. Bu, hem her ne kadar ruh sağlığında bu konuda farkındalık gün geçtikçe artıyor olsa da örtük şekilde ve kimi uygulamalarda açıkça gözlemlediğimiz normal-anormal ayrımına dair eleştirel bir bakıştan, hem de pratik anlamda günlük yaşantıda, kültürde ve terapistin kendinde öfke anlamında olan bitene gözünün açık olmasının terapi sürecine olumlu katkıları olacağı fikrinden beslenmektedir. Kuşkusuz özel olarak öfkeye yaklaşımımızı belirleyen bu bakış açısı, diğer tüm duygular ve psikolojik kavramlar için uygulanabilir. ISSN: 2148-4376 59 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 44-59 İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi Kaynaklar American Psychiatric Association. (2013). Diagnostic and statistical manual of mental disorders (5th ed.). Arlington, VA: American Psychiatric Publishing. Averill, J. R. (1982). Anger and aggression: An essay on emotion. New York: SpringerVerlag. Berkowitz, L. (1990). On the formation and regulation of anger and aggression: A cognitive neoassociationist analysis. American Psychologist, 45, 494-503. Cosmides, L., &Tooby, J. (2000). Evolutionary psychology and the emotions. In M. Lewis & J. M. Haviland-Jones (Eds.), Handbook of Emotions (2nd ed.). NY: Guilford. Di Giuseppe, R., &Tafrate, R. C. (2007). Understanding anger disorders. USA: Oxford University Press. Ekman, P. (1973). Darwin and facial expression; a century of research in review. New York: Academic Press. Feindler, E. L. (2006). Anger related disorders: A practitioner's guide to comparative treatments. New York: Springer Publishing Company. Freud, S. (1917). Mourning and Melancholia. The Standard Edition of the Complete Psychological Works of Sigmund Freud, Volume XIV (1914-1916): On the History of the Psycho-Analytic Movement, Papers on Metapsychology and Other Works, 237-258. Gelso, C. J., & Hayes, J. A. (2007). Countertransference and the therapist's inner experience: Perils and possibilities. Mahwah, NJ: Erlbaum. Kitayama, S., & Markus, H. R. (1994). Emotion and culture: Empirical studies of mutual influence. Washington DC, US: American Psychological Association Press. Klein, M. (1946). Notes on some schizoid mechanisms. International Journal of Psychoanalysis, 27, 99-110. Kohut, H. (1977). The restoration of self. London: The University of Chicago Press. Retrieved from http://www.google.com.tr/books?hl=tr&lr=&id=1gSi3qN -ywIC&oi=fnd&pg=PR7&dq=kohut&ots= -NHoEgWov_&sig=TS7scwKQajChb9WOlHHW_RwCVDA&redir_esc=y Lane, R. C., & Harris, M. (2007). The psychodynamics of anger: Orientation, development, etiology, and treatment. In E. I. Clausen (Ed.), Psychology of Anger.New York: Nova Science Publishers, Inc. Langs, R. (1973). The technique of psychoanalytic psychotherapy, volume 1.New York: Aronson. Maroda, K. J. (2010). Psychodynamic techniques: working with emotion in the therapeutic relationship. The Guilford Press, New York. McWilliams, N. (1994). Psychoanalytic diagnosis: understanding personality structure in the clinical process. The Guilford Press, New York. McWilliams, N. (2010). Psikanalitik tanı, klinik süreç içinde kişilik yapısını anlamak. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul. Novaco, R. W. (1998). Aggression In H. Friedman (Ed.), Encyclopedia of mental health (pp.13-26). San Diego: Academic Press. Retrieved from http://www.questia.com/read/119979950/encyclopedia-of-mental-health Özmen, A. (2006). Anger: The theoretical approaches and the factors causing the emergence in individuals. Ankara University Journal of Faculty of Educational Sciences, 39(1), 39-56. Power, M., &Dalgleish, T. (2008). Cognition and emotion: From order to disorder. (2nd ISSN: 2148-4376 56 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 44-59 İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi ed.). NY: Psychology Press Tarantino, Q. (Writer & Director). (1994). Pulp Fiction [Motion Picture]. United States: Miramax. Thomas, S. P. (2007). Trait anger, anger expression, and themes of anger incidents in contemporary undergraduate students. In E. I. Clausen (Ed.), Psychology of Anger. New York: Nova Science Publishers, Inc. ISSN: 2148-4376 57 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 44-59 İlknur Dilekler, Zulal Törenli, Kerim Selvi Summary Anger from Various Perspectives: Mechanisms of Anger, Anger as a psychopathology, and Therapist’s Anger Anger is one of the basic negative emotions, and the aim of this article is to unfold anger in terms of its definition, recognition, expression and also in terms of its mechanism in daily life and in therapeutic situations. Although there are various definitions of anger, there is a commonly agreed consensus that anger is a moral emotion, given as a reaction to anticipation of injustice, usually directed to another person who is perceived as challenging or threatening. Anger can also be directed to self or inanimate objects and may be expressed in multiple forms and intensity. Many other emotions such as envy, shame, guilt, sadness, and hatred are related to anger and sometimes a sort of combination among these emotions. In addition, a number of theoretical perspectives have been proposed that aimed to explain the psychological mechanism of anger. Throughout this paper, via case studies evolutionary, social constructivist, cognitive-clinical, and psychodynamic approaches to anger will be briefly mentioned and followed by the explanation of mechanism of anger and its role in the development of psychopathology. These cases emphasize problematic consequences os anger that is not directed to its target but rather displaced to other objects, and anger that is directed to one’s own self. Lastly, therapist’s anger will also be addressed for a better understanding of anger in therapeutic relationship which is a form of human interaction. This issue will be covered within the framework of recognition and acceptance of anger for a novice therapist who wants to be “the good therapist” and lives in a society where anger is not a widely acceptable emotion. Key words: anger, mechanism of anger, anger as a disorder, therapist’s anger, psychotherapy ISSN: 2148-4376 58 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 60-71 Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz Lars Von Trier’in Antichrist Filminin Görsel ve Psikolojik Analizi Tuğba Yılmaz* Burhan Yılmaz** *Çankaya Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Psikoloji Bölümü **Çankırı Karatekin Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü Özet Lars Von Trier’in 2009 yapımı Antichrist adlı filminde, çocuğunu kaybeden bir çiftin yaşamı konu edilmektedir. Çocuğunun ölümünden sonra yasa bürünen kadının psikolojisinin bozulmasıyla, filmdeki karakterler ve yaşamları üzerinden bir dizi tartışma su yüzüne çıkar. Kültürel cinsiyet rolleri, iktidar, bilgi, kadın doğası, doğa ve pagan kültür gibi kavram ve bilgiler, karakterlerin arasında gelişen gerilimli ilişkilerin etrafında konumlandırılmıştır. Kadının psikolojik rahatsızlığının ilerlemesi sonucu, terapist olan kocasıyla Eden denilen ormandaki kulübeye giderler. Orada gelişen süreç ile kadının korkularıyla yüzleşerek iyileşmesi umudu ortadan kalkar. Kadın çocuğunun kaybından doğan suçluluk duygusuna kapılır ve üzerinde çalıştığı pagan inanışın etkisinde kalır. Bütün bu olaylar ustaca kotarılmış olan dört bölümlük anlatımla sunulmuştur. Sanat tarihi ve resim sanatını işaret eden görüntü tercihiyle, Andrei Tarkovsky sinemasının özelliklerini açıkça barındıran filmin görselliği seçkin bir estetik anlayışla kurgulanmıştır. Filmde yönetmenin psikolojik anlamda birçok konuyu sembollerle işlediği dikkat çekmektedir. Örneğin terapötik ilişki bağlamında etik bir sorgulama karı koca ilişkisi üzerinden sunulmuştur. Filme hakim olan duygular senaryosunun içeriği doğrultusunda öfke, üzüntü ve korkudur. Yönetmenin yaşam öyküsü ile ilgili birçok ayrıntı barındıran bu filmin ele alınışında anneye duyulan öfkenin yansıtılması, kastrasyon kaygısı ile baş etmek için baba ile özdeşim kurma ve onun idealize edilmesi ve asal sahne fantezileri gibi noktalara değinilmiştir. Anahtar sözcükler: yansıtma, öfke, kaygı, sanat, savunma mekanizmaları ISSN: 2148-4376 60 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 60-71 Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz Lars Von Trier’in Antichrist Filminin Görsel ve Psikolojik Analizi 1. Antichrist Filmi Hakkında Genel Bilgi Bu metinde ele alınan Antichrist filmi, Danimarkalı yönetmen Lars Von Trier’in 2009 yılında gösterime giren uzun metrajlı sinema filmidir. Film, psikolojik gerilim türünde sınıflandırılmaktadır fakat filmin bazı özellikleri izleyiciyi aşırı rahatsız edebilecek şok etkileri barındırdığından vahşet ve korku filmi kategorisine de girmektedir. Türkiye’de 2010 yılında gösterime giren filmde, üç-dört yaşlarındaki çocuğu pencereden düşerek ölen bir çiftin kederli yaşantısı ve daha sonra başlarına gelen çarpıcı olaylar anlatılmaktadır. Filmde Charlotte Gainsbourg yas içindeki anneyi, Willem Dafoe ise eşini teselli etmeye ve tedavi etmeye çalışan babayı canlandırmaktadır. Çocuğunun ölümünden sonra kadının yas süreci bir tür psikolojik çöküntüye dönüşür. Adamın karısını içinde bulunduğu durumdan kurtarmak amacıyla Eden adını verdikleri ormandaki bir kulübeye götürmesiyle hikâyenin seyri değişmektedir. Genel olarak, birkaç sahne dışında, sadece iki kişinin göründüğü filmin içerisinde gizlenmiş, olayların içeriğini veren bazı sayı ve isimlendirmeler de etkileyici bir kurguyla hikâyenin ilerleyişindeki sürprizleri ve değişimleri bütünlüğe kavuşturmaktadır. Diğer yandan yönetmen tarafından sinema tarihinin büyük ustalarından Rus yönetmen Andrei Tarkovsky’e adanmış olan filmde, görünen olayların ardında insan psikolojisi, kültürel cinsiyet rolleri, kültür doğa karşıtlığı gibi çeşitli kavramlara rastlamak ayrı bir heyecan olarak eklenebilmektedir. Film hakkındaki bu genel bilgiden sonra, yönetmen Lars von Trier’in geçmişine kısaca değinmek yerinde olacaktır. 1.1.Yönetmen Lars Von Trier hakkında Antichrist filmi ile sinema sanatındaki kariyerini sağlamlaştıran Lars von Trier, alanındaki en tartışmalı isimlerden biridir. Trier, kimi eleştirmenlere göre bir dahi, kimilerine göre ise sıradan bir yönetmendir. Resim eğitimi de almış olan Trier, çocukluğundan itibaren film yapımıyla ilgilenmiş ve sinema eğitimi almıştır. Çocukluğunda nüdist bir anne-baba ile yetiştirilmiş olması, Trier’in sinemasındaki doğa ve beden bütünleşmesi konusunu ele alması, ahlaki sorgulamaları sert bir şekilde yapması ve filmlerindeki sınırları zorlayan yönlerin açıklanmasına katkıda bulunabilir. Trier, 1995 yılında yayımladığı manifestosu ile Dogma 95 akımını kurarak film yapımındaki çizgisini netleştirmiştir. Hollywood filmlerindeki kalıpların dışında, belgesele yakın, özgün bir sinema dili geliştirmeyi hedefleyen yönetmen, Dogma akımıyla hareketli kamera kullanımı, yakın ve uzak çekim planlarının kullanımı gibi deneysel yönleri öne çıkan bir tarz geliştirmiştir. 1996 yılında tamamladığı Dalgaları Aşmak ve yapımı 2000 yılında gerçekleştirilen Karanlıkta Dans adlı filmleriyle Cannes Film Festivalinden ödüller alan 1956 doğumlu Danimarkalı yönetmen, kendine has tarzıyla her zaman adından söz ettirmiştir (Stevenson, 2005). 2003 yılında çektiği Dogville ve 2005’te tamamladığı Manderlay adlı filmler yönetmenin sinema dilinde sınırları zorlayan en önemli eserleri olarak bilinmektedir. Trier, yapımcı Peter Albaek Jensen ile Zentropa Film Şirketi’nin kurucusudur (www.imdb.com). ISSN: 2148-4376 61 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 60-71 Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz 2. Antichrist Filminin Görsel Analizi Antichrist klasik bir filmden farklı işleyen olay örgüsü ve anlatımla oluşturulmuş bir filmdir. Klasik bir sinema türünde “ana olay örgüsünün (diegesis) temel özellikleri olarak şunlar görülür: örgü genellikle devamlılık esası gereğince tekil olarak sunulur” (Mencütekin, 2010). Antichrist filmi ise olay ve içerik açısından klasik sinema tanımının dışındadır. Dört bölümden oluşan Antichrist, postmodern anlatı olarak görülebilecek bir örgüyle işlenmiştir. Dört ayrı başlıkla belirlenmiş olan bu bölümler filmde sunulan hikâyenin bütününü dört aşama olarak izleyiciye aktarmayı hedeflemektedir. Yas, Acı, Umutsuzluk ve Üç Dilenci olarak ayrılan bölümler hikâyenin ilerleyişine göre sıralanmıştır. Filmin başında yeşil zemine kırmızı renkle, elle yazılmış Antichrist yazısı görünür. Antichrist kelimesinin sonundaki ‘t’ harfi kadın sembolü şeklinde yazılmıştır. İzleyiciye daha ilk saniyelerde sunulan bu veri, daha sonra anlamlanacak olan bir simgeleştirme olarak görülebilmektedir. Yeşil zemin olayların geçtiği doğayı, yazının kırmızı olması olayların içeriğindeki şiddeti ve son harfin kadın simgesi olarak çizilmesi, olayların içeriğindeki kadın, kadın doğası gibi konuları işaret etmektedir. Filmin ilk sahnelerinde siyah beyaz ve yavaş çekim tercih edilmiştir. Filmin baş karakterleri olan erkek ve kadın sevişirken, hafif açık bırakılmış pencere görüntüsü ile sessize alınmış telefon görüntüsünün ardından yatağından çıkan küçük çocuk kadraja girer. Çocuk anne ve babasından habersizce odasından çıkıp, açık duran pencereye yönelir. Tam bu noktada pencereden içerde duran masanın üzerindeki üç küçük heykel dikkat çeker. Çocuk eliyle heykelleri iterek düşürür, pencereye çıkar ve pencereden dışarı düşer. Bu sahnede düşen heykellerle filmin içerisinde düğümlenen olayların işareti verilmiştir. Heykellerin kaidelerinde “yas, acı, umutsuzluk” kelimeleri yazılıdır. Bunlar çocuğun düşüp ölmesinin ardından filmin bütün gidişatını belirleyen aşamalardır. Filmin ‘Yas’ bölümünde ölen çocuğunun ardından yasa bürünen acılı ailenin durumuna odaklanılmaktadır. Kadın içinde bulunduğu durumda, çocuğunun ölümünden kendisinin sorumlu olduğunu, çocuğunu kurtarabileceğini, fakat yeterince dikkatli olmadığı için bu durumu önleyemediğini düşünmektedir. Bu nedenle daha fazla acı duymaktadır. Ağır bir şekilde suçluluk duygusuna kapılmıştır. Terapist olduğu anlaşılan erkek, eşinin acısını hafifletmek için onunla diyalog kurar ve bu diyalog ailenin kısa zaman önceki geçmişine, kadının korkularına ve ihmallere kadar gider. Bu arada adam, teselli etmenin ötesinde eşine terapi yapmaya başlamıştır. Adam eşini içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için, onu, korkularının kaynağı olduğunu düşündüğü, ormanın içerisindeki kulübeye götürmeye karar verir. Bu ormanın adı ‘Eden’ yani cennettir. Bu isimlendirme ile yönetmen izleyiciye kadını Havva, adamı da Âdem olarak sunmakta; onların sevişmesi sırasında çocuğun düşerek ölümünü ise ilk günahla ilişkilendirmektedir. Belirtmek gerekir ki, adam ve kadının filmde isimleri yoktur. Filmdeki karakterler ‘Erkek ve Kadın’ olarak geçmektedir (Antichrist, n.d.). Filmde yönetmen, bazı farklı çekim ve kamera hareketleri aracılığıyla ayrıntıları, olayın yaşanışını ve etkilerini izleyiciye bir ‘gerçeklik’ olarak hissettirmek ister. Kadının acı duyduğu, ağladığı ve zaman zaman kriz geçirdiği anlar kamera hareketleriyle desteklenerek anlatılmaktadır. Kamera geniş açıdan dar açıya geçip ayrıntılara odaklanarak hikâyedeki durumların anlatım olanağını genişletir. Mesela kadının içinde bulunduğu psikolojik yıkımın baş edilmez hale geldiği anların görüntüsü, kameranın kadının boğazındaki atardamarın hareketine, gözbebeklerinin ayrıntısına inerek mikro çekimlerle izleyiciye doğrudan aktarılmıştır. Filmi özel kılan noktalardan biri de şudur ki, bazen görüntülerdeki değişim kadının gözünden dünyanın görünüşünü de vermektedir. Böylece yönetmen, izleyiciye kadının psikolojik durumunu etkili bir şekilde ISSN: 2148-4376 62 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 60-71 Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz aktarmaktadır. Bu sahnelerden biri de kadın ve adam trende giderlerken, pencereden akan doğa görüntüsü içerisinde birkaç kez belirip kaybolan korkunç surat ve figürlerdir. Bir başka sahnedeki orman görüntüsünde beliren aşırı hareketlilik kadının içinde bulunduğu psikoz halini izleyiciye hissettirmek için ustalıkla kurgulanmıştır. Sonra çift, adamın sorgulamalarıyla kadının psikolojik sorunlarının kökeni ve korkularının kaynağı olarak belirledikleri Eden’ a gelirler. Eden, filmin arka planını oluşturan doğanın (mekânın) adıdır. Eden’daki kulübeye doğru giderlerken kadın sık sık ilerlemekte zorlanır, duraklamak ve dinlenmek zorunda kalır. Filmde bu şekilde beden ve mekân ilişkisindeki aksamaların psikolojik rahatsızlıklara bağlı bir olgu olarak verilişi, postmodern sinema türünde görülen ve David Harvey’in belirtmiş olduğu zaman-mekân sıkışması düşüncesine denk gelmektedir (Harvey, 2010). Kadının ormanın içindeki patikada köprüden geçemediği sahne, daha sonra yere basamadığı sahnelere bakılırsa arızalanmış bir benliğin mekânda sınırlanışı ve bedenin hareketinin engellendiği görülür. Bir başka sahnede, duraklamalardan birinde adam eğrelti otlarının ve çalılıkların arasındaki bir kıpırtıya yakından bakar. Burada bir ceylan görünür. Ürküp kaçan ceylanın hala arkasından ölü doğmuş yavrusu sallanmaktadır. Bu sahne daha önceden ölen çocuğu ve anneyi anımsatır. Filmde hayvanlar ve olaylarla ilgili başka bağlantılar da vardır. Kadının gördüğü bir olay bütün acısını yeniden ortaya çıkarır. Bir ağacın yüksek bir noktasındaki yuvadan bir kuş yavrusu düşer. Daha yarı canlıyken bir kartal gelip yavruyu kapıp parçalar ve yer. Kadın bunu gördükten sonra çok olumsuz bir hisse kapılır. Çünkü yuvadan düşen küçük kuş yavrusu, kadının kendi yavrusunun kendi yuvasından (evinden) düşerek ölmesine benzetilmiştir. Diğer yandan yine adamın çalılıklar arasında gördüğü yaralı görünen bir çakal, bir anda dile gelir ve “kaos hükmeder” diyerek izleyiciyi şok eder. Duyguların gerçekçi bir sunumunu yapmaya özen gösteren filmdeki bu sahne, adamın gördüğü konuşan çakal, gerçekliğin ve kurgunun karıştığı nokta olarak, izleyicinin de ortak olduğu bir halüsinasyona dönüşür. İlerleyen kısımlarda kadın karakterin durumu iyileşmek yerine gittikçe daha kötü bir hal alır. Bu sırada adam kadının çalıştığı fakat bitiremediği teziyle ilgili dokümanları, notları ve resimleri bulup inceler. Pagan inanışlar, kadın, doğa ve cadılıkla suçlanarak öldürülen kadınlarla ilgili olduğu anlaşılan bu belgeler, filmin isminin anlaşılmasını sağlamaktadır. Ayrıca ölen çocuğunun fotoğraflarında, çocuğun ayakkabısının ters giydirilmiş olması ve otopsi raporunda çocuğun ayaklarında belirlenen anormallik de adam tarafından fark edilmiştir. Bu konuyu aralarında tartışırlar. Kadın, araştırdığı konuya kendini kaptırmış ve pagan bir inanış içerisine girmiştir. Kadın yıldızların bir konuma gelmesiyle üç dilenci diye adlandırılan geyik, çakal ve karganın bir araya geleceğini ve bu durumda insanlardan bir kurban seçilerek öldürülmesi gerektiğine inanmaktadır. Filmde bu üç hayvanın Eden’daki kulübeye geldiği görülür ve kadın adamı kurban etmek için bayıltır. Adam bir şekilde kurtulur ve kadını öldürmek zorunda kalır. 2.1 Antichrist Filminin Kültür-Sanat-Sinema Bağlamında Değerlendirilmesi Film, kültür ve sanat tarihi açısından ele alındığında, pagan inanış kültürüne ait mitolojik semboller, cadılıkla ilgili olayları gösteren gravürler ve Rönesans ustalarından ressam Hieronmish Bosh’un resimlerini andıran sahnelerdeki resimsel görüntüler dikkat çekmektedir. Filmin son sahnelerinde ormanın içerisinde yürüyerek geçen adamın arka planında yerde yatan çıplak kadın figürleri belirir. Hepsinin yeraltında yattığı ve ayrı bir görüntü katmanında olduğu anlaşılan bu figürler doğrudan resim sanatı tarihindeki figür resimlerinden alınmış gibidir. Bu görüntüler yönetmenin sinema öğrenimine başlamadan önce resim sanatıyla ilgilenmiş olmasıyla ilişkili olarak da yorumlanabilir. Antichrist sinema olarak farklılığını, olay örgüsünün dizilişinde ve hikayenin görsel ISSN: 2148-4376 63 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 60-71 Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz anlamdaki kuruluşunda ortaya koymaktadır. Genel olarak sahne sanatlarında ve sinemada izleyicinin rahatsız edilmemesi gibi nedenlerle bazı şiddet içeren olaylar ve anlar gizlenir, izleyiciye sadece olayın olduğu bilgisi verilir. Bu Klasik Yunan tragedyalarından beri süregelen bir anlatım yöntemidir. Tragedyada ölüm ve şiddet sahneleri izleyiciye gösterilmez, olayın ardından verilen sahnelerle bir bilgi olarak sunulur (Akbal Süalp, 2004). Lars Von Trier ise Antichrist’te pornografiye varan açıklıkla şiddet ve vahşet öğelerini izleyicinin gözünün önünde sergilemektedir. Yönetmenin bu tavrı sinema sanatındaki bu klasik anlatımı özellikle reddettiği şeklinde yorumlanabilir. İzleyicinin seyredemediği bu şiddet görüntülerine örnek vermek gerekirse, kadının adamın cinsel organına vurarak bayılttığı sahne; adamın bacağını burguyla delerek çark taktığı sahne; kadının her şeyin sorumlusu olarak gördüğü zevkin kaynağını, kendi klitorisini makasla kestiği sahnelerde görüntü hiç aksamadan, kamera herhangi bir şekilde çekilmeden doğrudan olan biteni vermektedir. Bu görüntülerde izleyicinin bakışını kesip parçalayan aşırı gerçekçi bir yön vardır. Bu görüntüler Jacques Ranciere’nin görüntülerin niteliklerini tartıştığı “katlanılmaz görüntü” tanımına denk düşmektedir (Ranciere, 2010). İzleyenin bakışını değiştiren, gözünü kapattıran ve davranışını sekteye uğratan bu katlanılmaz görüntüler, Lars Von Trier’in kendi deyimiyle, izleyicinin ayakkabısına giren taşlardır (Stevenson, 2005). Lars von Trier doğaya bakışı yönettiği görüntülerde (Tarkovsky’i andığı nokta bu kesitlerdedir) yönetmenliği bırakıp adeta ressamlığa soyunmuştur, çünkü görüntüler bir teknik görüntünün dolayımından kurtulmuş el üretimi bir dokunun görünümüne kavuşturulmuştur. Bu görüntü tercihinin düşünsel altyapısını Walter Benjamin’in (2004) kameraman ve ressamı konuya yaklaşım biçimi bakımından değerlendirdiği düşüncelerinde temellendirmek olasıdır. Benjamin, kameramanı hastasını ameliyat eden cerraha, ressamı ise hastasına belli bir mesafeden yaklaşan şifacıya benzetmektedir. Trier de filmin çekimlerinde aldığı kararlar, seçtiği kadrajlar ve filtrelerle bazen kameraman- cerrah, bazen de ressam-şifacı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kameranın uzak çekimlerdeki aşırı mesafeli tutumu ve yakın çekimlerdeki objelerin ve figürlerin iyice içine, tenine, dokusuna girdiği görüntülerin kurgusunda, makro ve mikro çekimlerdeki geçişlerde bu cerrah ve şifacı benzetmesini açıklayan tavırlar görülebilir. Mesela durgun bir orman görüntüsünden yakın çekim bir ağaç görüntüsüne geçişlerde bir cerrah müdahalesi keşfedilebilirken; film karakterlerinin doğa içinde göründükleri sahnelerdeki dokunma duygusunu da içeren görüntülerde ressam-şifacının etkisi keşfedilebilir. Kadın ve adamın ağacın altında köklerin arasında birleştiği sahneye bakılırsa, sanat tarihinden çıkıp gelmiş birçok “el görüntüsünün” topraktan fışkırıp geldiği görülür. Burada beliren eller resim sanatı tarihinde doğa ve figür (kadın modelleri) resimlerindeki çeşitli noktaları çağrıştıran görünümler olarak verilmiştir. Bu el figürlerinin ağacın köklerini tutması resimsel bir dokunma türüdür. Benjamin’in (2004) bahsettiği büyüsellik ise zaten doğanın - büyük tapınağın- kucağında durmaktadır. Trier, Antichrist filminde doğaya hem anlam hem de görüntü olarak Tarkovsky tarzında yaklaşmıştır. Tarkovsky’nin doğaya çevrilen kadrajı, özellikle Ayna (1975), Stalker (1979) ve Nostalji (1983) adlı filmlerindeki manzarayı öne çıkarır. Tarkovsky, manzaranın “en ufak bir kesinlik taşımadığı için kavramsallaştırılamayanı ifade etmeye yönelik kavramsal bir araç olduğuna dikkat çeker” (Botz-Bornstein, 2011). Trier de tıpkı Tarkovsky gibi Antichrist’te belirsizleşen çizgileri, devinim içindeki ormanı, ağaçları, çalıları ve kökleri çerçeveye alır ve izleyiciye bir imge olarak sunar. Kadın bedenleriyle bütünleşmiş doğa görüntüsü, filmdeki hikâyenin içeriğini ele verir. Filmde kadın doğasının şeytan ile ilişkili olduğu vurgusu, Camille Paglia’nın ‘kitonyen’ kavramıyla açıklanabilir. Kitonyen, yeraltına ait, doğanın dişil gücünü ifade eden kavramdır (Paglia, 2004). Filmde geçen diyaloglarda bahsedilen şeytanla ilişkili olan “kız kardeşler”, doğa içerisinde beliren kadın figürleri kitonyen kavramına işaret etmektedir. Ölüm, yas, doğa ve cinsel ISSN: 2148-4376 64 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 60-71 Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz kimliklerin yanında filmin kişisel duygulara odaklandığı bütün görüntüler sadece iki kişiyle ilgilidir, bunun karşısında, başlangıçtaki mezarlık sahnesinde görülen kalabalık ve filmin sonunda kadının ölümünden sonra ormanda bir tür hayal gibi görünen kadınlar, ölümün toplumsal yanını vurgulamaktadır (Buck-Morss, 2010). 3. Antichrist Filminin Psikolojik Analizi 3.1. Etik Genel Etik kurallardan olan yararlı olmak ve zarar vermemek başlığı altında dikkati çeken en önemli etik ilkelerden biri psikologların çoklu ilişkiler kurmamasıdır. Diğer bir deyişle, psikolog danışanı ile olan ilişkisindeki profesyonel rolüne ek olarak başka bir ilişki içine girmemelidir. Filmlerinde etik yargılamayı sıklıkla konu edinen Lars von Trier’in Antichrist filminde görüldüğü üzere bebekleri Nic’in kaybından sonra kadın ağır bir yas sürecine girmiş ve hastanede bir ay tedavi görmüştür. Bu tedaviyi uygun bulmayan erkek, kadının tedavi sağlanması için kendisinin ona psikoterapi vermesi gerektiğini düşünür. Psikoterapist olarak görev yapan erkek karakter terapist becerilerini kendi eşinin tedavisinde etkin bir şekilde kullanabileceğini düşünmüştür. Etik kurallara göre bu çoklu ilişki kurmak anlamına gelmektedir. Benzer şekilde, TPD’nin “Psikoterapi ile ilgili etik kurallar” başlığı altında belirttiği üzere psikologlar hizmet verdiği ya da vermiş olduğu danışanlarla, danışanların yakınları ve akrabaları ile duygusal yahut cinsel ilişki kuramaz (Türk Psikologlar Derneği, 2004). Erkek karakterin eşi ile terapiye başladığında onunla cinsel olarak birlikte olmayacağını söylemiştir. Ancak bebeğinin ölümü sonrasında travmatize olan, kadınlığını ve analığını sorgulayan kadının en acil ihtiyacının eşinden psikoterapi almaktan ziyade sosyal destek almak, yas sürecinin ve acının paylaşılması olduğu görülmektedir. Bu nedenle erkek karakter karısına verdiği bu sözü tutamaz ve terapi sürecindeyken cinsel birliktelik yaşamaya devam ederler. Terapist profesyonel kimliğini “karı-koca” ilişkisini engelleyerek devam ettireceğini planlamış ancak bunda başarılı olamamıştır. Bu terapist-danışan arasındaki ilişkinin profesyonel bir ilişkiden çıkmasına neden olarak, beklenen terapi yararlarının oluşmamasını; aksine, yaralayıcı deneyimlerin gerçekleşmesine neden olmuştur. Danışanın terapisti ile kurduğu ilişkisine geçmişinden başka bir kişi ile kurduğu ilişkiyi benzetmesi durumuna aktarım; terapistin danışanı ile olan ilişkisinde kendi geçmişinde bir kişi ile kurduğu ilişkisini benzetmesi ise karşı aktarım olarak değerlendirilir (Gabbard, 2004). Terapistin danışanı ile kuracağı profesyonel rol dışında kalan diğer ilişki biçimleri, terapiye konu edilen aktarım ve karşı aktarımı bozar niteliktedir. Bu nedenle çoklu ilişkinin oluştuğu terapötik ilişkilerde aktarım ve karşı aktarım, terapi dışındaki sürelerde de görüşülmesinden ötürü terapiye özgü olan niteliğini kaybeder. Danışanın terapötik olarak ele alınması için kullanılacak olan bu iki kavram, terapi dışında kurulan ilişki yüzünden bozulmuş olur ve bu da terapinin olumlu sonuçlar vermesini engeller. Filmde erkek, eşinin terapisti olmaya çalışıp kadının korkularını yenmesi için davranışçı bir metod olan kognitif yeniden yapılandırma tekniğini (Gençöz, 2001) kullanmaya karar verir. Teknik, düşüncelerin duyguları açığa çıkardığı varsayımının ele alınması, danışanın durumlara gerçekçi bakış açısı getirmesi için çalışılması, kaygı/korkuya neden olan varsayımların belirlenmesi ve bu varsayımların yeniden değerlendirilmesini içerir (Gençöz, 2001). Bu aşamada danışana özgü kaygı uyandıran durumların hiyerarşik olarak belirlenmesi tekniği kullanılabilir. Ancak filmde erkek bu tekniği gerektiği gibi kullanamaz. Çünkü karısı ile kurduğunu sandığı terapötik ilişki, varolan karı-koca ilişkisinin niteliği yüzünden terapiyi destekleyen işlevsel düzeye çıkamaz. Nitekim erkek, hiyerarşide kadının en hafif düzeyde korktuğu yer ile çalışmak yerine kadının en çok korktuğu yer olan Eden ile çalışmaya başlar. Bu durumun doğru sonuçlar ISSN: 2148-4376 65 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 60-71 Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz doğurmayacağını gösterircesine, Lars von Trier’in Eden’a gittikten sonra filmde gergin ve şok edici sahneleri daha yoğun kullandığı görülür. 3.2. Duygular Altı temel duygu olan öfke, üzüntü, iğrenme, mutluluk, korku ve şaşkınlık (Power & Dalgleish, 2008) incelendiğinde bu duyguların filmdeki karakterler tarafından yaşanmış ve aynı şekilde de izleyiciye aksettirilmiştir. Filmde kadın karakterin bebeğinin cenazesinde kendini kaybettiği, 1 ay süre ile hastanede tedavi görecek denli ağır üzüntü ve depresif duygulanım yaşadığı görülmektedir. Üzüntünün bir kişiye kendi ölümlülüğünü ya da kişinin sevdiği birinin ölümünü hatırlatıldığında hissedilen temel bir duygu olarak kabul edildiğinde (Power & Dalgleish, 2008) kadının yaşadığı üzüntü duygusunun bebeğin kaybı neticesinde olması izleyiciye anlamlı ve olaya karşı verilen doğal bir tepki gibi gelir. Ancak kadının hastanede 1 ay bilinci kapalı şekilde tedavi görmesi olaya verilen aşırı bir yas tepkisidir ve bu tepkiyi yalnızca üzüntü ile açıklamak yetersiz kalır. Çocuklar ve yetişkinlerde üzüntü ve yasın önemli olması bağlanma teorisi ile açıklanabilir (Bowlby, 1988). Çocuklar kendilerinin bakımını üstlenen kişiye (bakıcısına/ annesine) bir tür bağlanma geliştirirler (Bowlby, 1988). Ainsworth (1978) bağlanmayı Yabancı Durum Testi ile çalışmıştır. Ainsworth (1978) çalışmasında bakıcı ve çocuğu bir laboratura almıştır. Çocukların bakıcıları gözetiminde oyun oynadıkları sırada yabancı bir kişi odaya girmiştir. Yabancı kişi çocukla ilgilenmiştir ve böylece çocuğun bakıcısından ilk kez ayrılması sağlanmıştır. Ardından, bakıcısı çocuğu rahatlatmıştır ve yabancı odadan çıkmıştır. Böylece ayrılık sonrası ilk birleşme gerçekleşir. İkinci ayrılık bakıcının odadan çıkması ile gerçekleşmiştir. Odaya yabancı kişi tekrar girer ve çocukla ilgilenir. Son olarak ikinci birleşme çocuğun bakıcısı odaya girmesi ile olur ve bakıcısı çocuğu sakinleştirir. Bu esnada yabancı kişi odadan çıkmış olur. Araştırmacılar çocukların yalnız kaldığında ve bakıcısı ile buluştuğunda verdiği tepkileri incelemiştir. Buna göre, bazı çocuklar, bakıcılarının geri dönüşü üzerine mutlu olmuşlardır. Bunlar güvenli bağlanan çocuklardır. Bazı çocuklar ise bakıcılarından ayrılmalarını ağlarayarak protesto etmiş ve bu duruma ümitsizlik göstermiştir. Bakıcıları dönünce onlara koşmuş ancak bakıcılarına vurma gibi öfke belirtileri göstermiştir. Bu tip çocuklar kaygılı bağlanmaya sahiptir. Bazı tip çocukların bakıcılarından ayrıldıktan sonra ağlamadığı görülmüştür. Bu tip çocuklar ise bakıcıları geri döndüğünde onlardan kaçınır ve bakıcılarına öfkeli görünürler. Bu tür bağlanma ise kaçıngan bağlanmadır. Bowlby, kaygılı ve kaçıngan bağlanma gösteren çocukların, bakıcılarının kaybı üzerine hissettikleri olumsuz duyguları savunucu bir şekilde dışladıkları ya da engelledikleri için oluştuğunu belirtmiştir (1980). Olumsuz duygulanım üzerine kaygılanmak ya da bu duygulardan kaçınmak, olumsuz duygulanımın işlenmesinin süresini uzatabilir. Bu durum, kaçıngan ve kaygılı bağlanması olan yetişkinlerin olağan üzüntü ve yas sürecinin uzaması ve yasa karşı verilen anormal tepkilerin doğasının uzun sürmesini açıklayabilir (Power & Dalgleish, 2008). Bağlanma figürünün kaybına karşı verilen aşırı yas tepkisinin açıklanması için ayrı bir görüş ise bağlanma figürünün gerektirdiği ortak amaçların, rollerin ve planların kaybıdır. Bağlanma figürünün kaybı ile bu kişiyle ilişkilendirilmiş değerlerin kaybı da söz konusu olur (Power & Dalgleish, 2008). Örneğin çocuğunun iyi okullarda okuyup kendisini başarılı bir anne olarak temsil etmesini bekleyen bir kadın; çocuğunu kaybetmesi ile çocuğuna atfettiği değeri ve beklentiyi de kaybetmiş olur. Kendilik değerini anneliği üzerine kuran bu kadın, anneliğinin çocuğunun kaybı ile sona ermesinin verdiği üzüntüyü de yaşayabilir. Bu açıdan filmdeki kadın karakterin, olumsuz duygularını savunmacı bir şekilde dışladığı ve olumsuz duygularını engellediği düşünülebilir. Kadının, çocukluğunda annesi tarafından olduğu ISSN: 2148-4376 66 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 60-71 Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz şekilde kabul edilmediği; olumlu ve olumsuz duygularının bir bütün olarak kabul görmemesi nedeni ile kendisinin de bu duyguları içselleştiremediği ve kaygılı bir bağlanma geliştirmiş olduğu düşünülebilir. Film açılışının eşlerin cinsel ilişki yaşarken sahnelendirilmesi ve filmde kadın tarafından başlatılan cinsel ilişkileri içeren sahnelerin sayısının çokluğu, kadın karakterin kadınlık, annelik ve üreme rollerine verdiği önemi gösterebilir. Bebeğinin kaybının, kadının önem verdiği rollerinin kaybını ve bu rollerde başarısız olduğunu temsil etmesi de kadını aşırı yas tepkisi vermeye yöneltmiş olabilir. Üzüntü duygusunun diğer temel duygularla görülmesi sık görülen bir durumdur. Örneğin üzüntü ve öfke duygularının eş zamanlı yaşanması yasta patolojik durumların oluşmasını açıklayabilir (Power & Dalgleish, 2008). Filmin ikinci yarısında, kadın karakterin, bebeğinin pencereye tırmanıp düşmeden önce onu gördüğü, ancak cinsel ilişkiyi sürdürdüğü sahne görülmektedir. Kadın filmin sonunda bebeğinin yatağından kalkıp yürümeye başladığını bildiğini söyler ve bebeğinin ölümünü engelleyebilecek olduğunu itiraf eder. Bu ifadesinden, kadının bebeğin ölümü için kendini suçladığı ve suçluluğunu kendine yönelmiş bir öfke ile ifade ettiği görülür. Bu nedenle ki kadın, filmin son sahnelerinde, kendi cinsel hazzı nedeni ile bebeğinin ölümünü engelleyemediğini düşünerek öfkelenir. Bebeğin ölümü için kendi cinselliğini suçlu bulması ve kendine yönelik olan öfkesi ile de klitorisini keser. Bu kadının kendi kendisini hadım etmesi anlamına gelmektedir. Kadın, öfkesini cinsel ilişkinin ikili bir eylem olması nedeni ile de erkek karaktere de yönlendirir. Erkeği, bacağını burgu ile delerek bir çark geçirmek sureti ile cezalandırır. Böylece erkeğin ayağını bağlar (ayakbağı) ve hareket etmesini engeller. Kadının bu türlü bir ceza yöntemi seçmesi çok sembolik bir anlam taşımaktadır. Burgunun penisi, çarkın da kadın cinsel organını temsil ettiği düşünüldüğünde, bu şekildeki cezalandırmanın cinsel ilişkiyi temsil ettiği düşünülmüştür. Diğer bir deyişle, kadın karakter cinsel ilişkiyi sürdüren erkek yüzünden bebeğini kurtaramadığını düşünmüştür. Bunu kendisine bir ayak bağı olarak görmüş olabilir. Bu nedenle kadın erkeği cezalandırırken ona bir ayakbağı hazırlamıştır. Yani kadın erkeğin ayağını hareket edemeyeceği şekilde burgu delmiş ve çarkı geçirmiştir. Bu bilgiler kadının yas sürecindeki üzüntüsü ile eş zamanlı olarak kendine olan öfkesini yaşamasının kendine ve diğerlerine zarar veren patolojik örüntüsü üzerindeki etkisini açıklayabilir. Eşinin bu halini gören erkek karakter ise tedaviyi kendisi üstlenerek bir tür telafi mekanizmasına girişmiştir. Kadın geçen sene Eden’a oğlu ile gelip tezi üzerinde çalıştığı zaman eşinin kendisi ve çocuğu ile ilgilenmediğine dikkat çeker ve erkeği onları yalnız bırakmış olmakla suçlar. Erkek de bu durumu başarısız bir baba olmak olarak değerlendirir ve bunu kontrol edebilecek olduğunun farkındadır. Suçluluğun içten gelen ve kontrol edilebilen başarısızlıklar sonucunda hissedilen (Power & Dalgleish, 2008) ancak tolere edilmesi güç bir duygu olması, erkeğin bu duygu ile olanları telafi etmek yolu ile baş etmeye yönlendirir. Buradan hareketle erkek, karısının tedavisinde kendi yardımının hastane yardımından daha etkili olabileceğini düşünmüş olabilir. 3.3. Asal sahne Asal sahne (primal scene) çocukların anne ve babanın cinsel ilişkilerini anlamasını ya da görmesini ifade eder. Çocuk bu sahneyi görür ve şiddet ile ilişkili bulur (Wolff, 1950) Psikanalitik kurama göre ödipal süreci yaşayan çocuk annesinin babası ile birlikte olduğunu anladığında yoğun bir kaygı yaşar. İlişkiyi durdurması durumunda da babadan gelecek cezalandırma ile kastrasyon kaygısını yaşayacağını bilir. Bu nedenlerle çocuk anne ve babasının odada ne yaptıkları hakkında düşünür, içeride olan biteni anlamlandırmak için bir şey bulur ve bulduğunu kendisi ile ilişkilendirebilir. Bu yol ile hissettiği kaygı duygusu ile başa çıkabilir. Lars von Trier’in bu filminin afişinde, filmin açılış ve birçok sahnesinde kadın ve erkek ISSN: 2148-4376 67 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 60-71 Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz diğer bir deyişle anne ve babanın cinsel ilişkilerini açıkça göstererek ele alması, asal sahneyle ilgili olan yoğun fantezileri ile ilişkilendirilebilir. Bu açıdan Lars von Trier’in geçmişinde halledemediği ve kendisinde öfke ve kaygı uyandıran konuları filmlerinde abartılı düzeylerde işlediği düşünülmüştür. Yönetmen, film boyunca anne ve babaya doyum verici bir cinsel ilişki fırsatı tanımamıştır. Buna ek olarak, karakterleri cinsellikleri yüzünden bebeklerinin ölümüne neden olmamaları ile cezalandırır gibi görünmektedir. Bu bilgiler ışığında yönetmenin kendi anne babasının cinselliği üzerindeki fantezilerinde kendine biçtiği role dikkat çekilebilir. Lars von Trier’in kastrasyon kaygısı ile engelleyemediği ebeveyn cinselliğini, filmlerindeki karakterler üzerinden sembolik düzeyde halletmeye çalıştığı düşünülmektedir. 3.4. Yönetmen ve Savunma Mekanizmaları Yönetmenin savunma mekanizmaları iki başlıkla ele alınmaktadır. Bunlardan ilki yönetmenin annesine duyduğu öfkeyi kadın oyuncuya (Charlotte Gainsbourg) özdeşim kurarak yansıtmasıdır. Yaşam öyküsü incelendiğinde, Lars von Trier’in annesinin ölmeden önce Trier’e babasının biyolojik babası olmadığını söylemesi yönetmeni travmatize etmiş olabilir. Annesi Lars von Trier’e babasının eski işyerindeki patronu olduğunu itiraf etmiştir. Ancak yaşam öyküsüne bakıldığında annesinin Trier’e bu bilgiyi verdikten sonra öldüğü ve çocuğunun ne hissettiğini hiç konuşmadığı anlaşılmaktadır. Bu gerçekliğin kendisinden yıllardır saklanmış olması ve babası bildiği kişinin biyolojik babası olmadığını öğrenmesi Trier’in kendisini aldatılmış hissetmesine neden olmuş olabilir. Bu durum tıpkı Bowlby’in (1988) yaptığı çalışmaya benzer. Annesinin kaybının ve terk edilmişliğin verdiği üzüntü, Trier’in kendisini aldatılmış hissetmesine neden olmuş olabilir. Trier, annesine karşı duyduğu öfkeyi annesiyle hesaplaşamadığı için (unfinished business) içe atma mekanizmasıyla geliştirmiş olabilir. Ancak bu savunma mekanizması yansıtma özellikleri de kazanmış, bu sebeple filmdeki anne rolünü üstlenen kadına korkutucu özellikler atfetmiş ve şeytanilikle eşleştirmiştir. Filmde kadın çocuğunun ölümüne neden olduğuna kendini inandırmış ve bu nedenle kadının rahatsızlığı prognozu gittikçe kötüleşmiştir. Ayrıca oyuncu da rolünü içselleştirerek anılan psikolojik süreci çok iyi aktarmıştır. Buradaki aktarım yönetmenin yansıtma, içe atma ve özdeşleştirme savunma mekanizmalarından ileri gelmektedir. Bu yüzden yansıtmalı özdeşim olarak değerlendirilebilir (McWilliams, 2010). Yönetmen bu savunma mekanizmasını çok başarılı şekilde kullanmış ve seyirciyi de kendi tarafına çekmiştir. Bunun kanıtı da seyircinin Charlotte Gainsbourg’un oynadığı rolden ziyade kendisinden korkmaya ve nefret duymaya başlamasıdır. Şöyle ki, Gainsbourg’un oynadığı diğer filmlerde de seyirci farklı rollerde olmasına rağmen oyuncunun kendisine nefret duymuştur (B. Yılmaz ve K. Yılmaz, kişisel iletişim, 15 Aralık 2013). Savunma mekanizması konusunda dikkat çeken ikinci örnek Trier’in filmde sanat öğelerini sıklıkla kullanması ve filmini ünlü Rus yönetmen Tarkovsky’e atfetmesidir. Böylece, filmin sanatsal içeriği ve elitist yönü Trier’in biyolojik babasının sanatla ilişkili olduğunu öğrenmesiyle ilgili olabilir. Çünkü annesi Trier’e, biyolojik babasını sanatsal bir çevrede yetişmiş olduğu için seçtiğini itiraf etmiştir (Stevenson, 2005). Trier, asla görmediği babasıyla ilgili duygularını sinema alanındaki elitist ve sanatsal tutumuyla sinemanın babası olarak bilinen Tarkovsky’e yansıtmış olduğu düşünülmüştür. Trier, aynı Tarkovsky gibi filminde resim sanatına fazlaca atıf göstermiş ve Tarkovsky’nin filmlerinde kullandığı ögelerden yararlanmıştır. Bunlara ek olarak, Trier’in filmini Tarkovsky’e atfetmesi de onu idealize ettiğini gösterir niteliktedir. Böylece Trier, hiç tanımadığı babasını Tarkovsky’e yansıtmıştır. Yönetmen, Tarkovksy ile özdeşim kurarak ve onu idealize ederek biyolojik babası ile tanışma yoluna gitmiştir. Ödipal süreçlerle ele alındığında Trier’in, babasının sanatsal özellikleri ile özdeşim kurarak ve bu özellikleri idealize ederek anneye ulaşmaya çalıştığı şeklinde bir yorum getirilebilir. Ancak hayatta olmayan biri olan Tarkovsky ile ISSN: 2148-4376 68 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 60-71 Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz idealizasyon kuran Trier’in kastrasyon kaygısını gerçek anlamda halledemediği düşünülmüştür. Bu da Trier’in kaygı sorunları yaşaması ve birkaç farklı fobisinin olmasını açıklayabilir (Stevenson, 2005). 4. Sonuç Konusu, senaryosu, görüntüleri ve içerdiği kültürel, psikolojik, sanatsal kodların aktarımı açısından başarılı bir film olarak değerlendirilen Antichrist, elit bir sinema izleyicisini hedef seçmiş olduğunu belirtmek gerekmektedir. Filmde görselliğin ve olayların akışının kurgulanışındaki paralellik izleyiciye kuramsal bir altyapının işaretini vermektedir. Yönetmen Trier’in özellikle seçtiği bu durum, yönetmenin diğer filmlerindeki tarzı ile örtüşmektedir. Filmin bir dizi olumlu ve olumsuz görülecek önermeleri genel olarak yaygın kültürün eleştirisi başlığı altında toplanabilir. Trier, bu önermeleri aktarmak için zıt özelliklerdeki bireyler arasındaki diyalogların ve olayların ayrıntılarını işlemiştir. Yönetmenin ayrıntılara verdiği kritik önem, film içerisindeki ayrıntıların olayların gidişatını önceden işaret etmesinde görülebilmektedir. Filmdeki karı ve koca, kadın ve erkek, terapist ve hasta, doğa ve kültür, yaşam ve ölüm gibi farklı dikotomik öğeler arasındaki çatışmalar da filmin altyapısından sızan gerçeklikler olarak vurgulanabilir. Ahlaki sorgulamalar içeren film psikoterapide etik ilkelerin sorgulanabileceği bir zemin yaratmıştır. Bebek kaybı, ölüm, yas, psikolojik sağlığın bozulması, şiddet sahneleri gibi içerikler, filmin karamsar bir havaya bürünmesinine neden olmuştur. Bu sebeple filmde ağırlıklı olarak öfke ve üzüntü duygularını işlenmesine neden olmuştur. Bunlara ek olarak film psikolojik açıdan yönetmenin yaşam öyküsü ile ilgili olacak şekilde şekillenmiştir. Yönetmenin annesi ile olan öfkesini kadın karaktere yansıtmak sureti ile başa çıkmaya çalıştığı düşünülmüştür. Yönetmenin baba figürünü ünlü yönetmen Tarkovsky’e yansıtarak, onunla özdeşim kurarak ve onu idealize ederek kastrasyon kaygısı ile baş ettiği düşünülmüştür. Ancak, Lars von Trier’in kaygı sorunları olması ve çeşitli fobilere sahip olması kullandığı başetme yönteminin etkili olmadığını gösterir niteliktedir. ISSN: 2148-4376 69 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 60-71 Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz Kaynaklar Akbal Süalp, Z. T. (2004). Zaman Mekân Kuram ve Sinema. İstanbul: Bağlam Yayınları Antichrist (n.d.). IMDB sitesinden alınmıştır http://www.imdb.com/title/tt0870984/?ref_=nv_sr_1 http://www.imdb.com/name/nm0001885/bio?ref_=nm_ov_bio_sm Ainsworth, M. D. (1978). Patterns of Attachment: A Psychological Study of the Strange Situation. Lawrence Erlbaum Associates. ISBN 0-89859-461-8. Benjamin, W. (2004). Pasajlar (A. Cemal, Çev.) İstanbul: YKY. Botz-Bornstein, T. (2011). Filmler ve Rüyalar (C. Soydemir, Çev.). İstanbul: Metis. Bowlby, J. (I980). Attachment and Loss, Vol. 3: Loss, Sadness and Depression. New York: Basic Books. Bowlby, J. (1988). A Secure Base: Parent-Child Attachment and Healthy Human Development. New York: Basic Books. Buck-Morss, S. (2010). Görmenin Diyalektiği. İstanbul: Metis. Gabbard, G. O. (2004). Long Term Psychodynamic Psychotherapy: A Basic Text. Washington DC: American Psychiartic Publishing. Gençöz, T. (2001). Kaygı bozukluklarının tedavisinde kognitif-yeniden yapılandırma tekniğinin uygulanışı. Kriz Dergisi, 9(2), 23-28. Harvey, D. (2010). Postmodernliğin Durumu (S. Savran, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları. McWilliams, N. (2010) Psikanalitik Tanı (E. Kalem, Çev.). İstanbul: Bilgi Üniversitesi. Mencütekin, M. (2010). Sinema dili, film retoriği ve imgelenen anlama ulaşma, Öneri Dergisi, 9(34), 259-266. Paglia, C. (2004). Cinsel Kimlikler (Nefertiti’den Emily Dickinson’a Sanat ve Çöküş) (A. Hazaryan ve D. Atay, Çev.). İstanbul: Epos. Power M. & Dalgleish, T. (2008). Cognition and Emotion: From Order to Disorder (2. Basım) East Sussex: Psychology Press. Ranciere, J. (2010). Özgürleşen Seyirci (B. Şaman , Çev). İstanbul: Metis. Stevenson, J. (2005). Lars von Trier (B. Kovulmaz, Çev.). İstanbul: Agora Kitaplığı. Türk Psikologlar Derneği (2004). Türk Psikologlar Derneği Etik Yönetmeliği. Erişim tarihi 03 Ocak 2014, http://www.psikolog.org.tr/turkey-code-tr.pdf Wolff, W. (1950). Values and Personality: An Existential Psychology of Crisis. New York City, NY, US: Grune & Stratton. ISSN: 2148-4376 70 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 60-71 Tuğba Yılmaz, Burhan Yılmaz Summary The Visual and Psychological Analysis of Lars von Trier’s Antichrist Movie This article will analyze Lars von Trier’s 2009 Antichrist movie. In the scope of this article, after the analysis of the visual characteristics of the movie, the characters, the events and psychological processes of the characters are analyzed. For the visual analysis, it is seen that the movie has an alternative way in cinema arts. Being a four chaptered movie, the story was presented in a progressive manner. The presentation of events which included aggression and atrocity was clearly given. As opposed to the classical cinema work, the attitude which aimed to disturb the audience with excessively realistic expressions was developed by the director. The first characteristic drawing attention in the visuality of the Antichrist movie is the explicit resemblance of the nature scenes to those in the movies of the master director Andrei Tarkovsky. The factors such as the frame defining nature scenes, the selected color, light, shadow, and camera movements in the movie increased the visual quality of the movie. From a psychological point of view, the unresolved problems and stories of the director has a major effect on the movie. Symbolically, ethical inquiries at the therapeutic relation level were presented. Several thriller scenes in the movie were about ethical rules, referring particularly to the multiple relations ethical code. When analyzed in terms of basic emotions, sadness, anger, and fear are the major emotions in the movie in the direction of the content of the scenario. The fact that Lars von Trier’s mother told the truth about Trier’s biological father to him immediately before her death, caused the externalization of the Trier’s sadness aroused by the loss of a love object and thereby, Trier reflected his anger towards his mother to the female character in the movie. The fact that no negative characteristic was attributed to the father and Trier’s presentation of the father in a protective manner may arise from the idealization of Tarkovsky who is a father figure of the director. Via this idealization, the director may seem to overcome the castration anxiety. In addition to those, the movie included many scenes including sexual intercourse of the male and the female characters. However, the director presented these scenes in a way to accuse this sexual relationship for the loss of the child, in a way to show that this sexual relationship was not aimed for the love and satisfaction but for the expression of aggression. This kind of presentation of the sexual relationships is thought to be presented on the basis of Trier’s phantasies about the primal scene. Key words: projection, anger, anxiety, art, defense mechanisms ISSN: 2148-4376 71 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 72-74 Gaye Z. Çenesiz Haber/Yorum: Psikoloji ve Sanat Sempozyumu’nun Ardından Gaye Z. Çenesiz Orta Doğu Teknik Üniversitesi Psikoloji ve Sanat sempozyumlarının üçüncüsü “Direniş” teması ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi Kültür ve Kongre Merkezinde 1-2 Ekim 2014 tarihlerinde gerçekleştirildi. Sempozyumun bu yılki teması olan direniş, hem Gezi direnişi özelinde, hem de genel olarak direniş kavramı üzerine sanat ve psikolojinin bakış açıları ve her iki alanın etkileşimi çerçevesinde ele alındı. Bu yazıda, sempozyumda gerçekleştirilen etkinliklerin ışığında direniş, psikoloji ve sanat ilişkisinin değerlendirilmesi planlanmıştır. Direniş, farklı kaynaklarda direnme işi, karşı koyma, dayanma ve bir düşünceye, duruma, tutuma ya da uygulamaya boyun eğmeyip her türlü araçla karşı koyma anlamlarıyla tanımlanmaktadır. Sempozyumda yer alan oturumlardaki genel görüş, Gezi sürecinde bu karşı koyma halinin sanatın farklı bileşenleri kullanılarak gerçekleştirildiği yönünde olmuştur. Gerek çekilen fotoğraflar, gerek süreci ele alan belgeseller, gerek her yerde gözümüzün görmeye alıştığı duvar yazıları, gerekse alanlarda, sokaklarda parklarda yer alan sokak sanatçılarının performansları Gezi’deki direnişin önemli bir parçası olmuştur. Sempozyumda yer alan sunumlarda ortaya konan ve tartışılan soruların üzerine psikologlar tarafından çokça düşünülmesi gerekmektedir. İnsan nerelerde, hangi koşullarda direnir ve psikoloji bunu nasıl ele alabilir? Bu sorunun cevabı Ferhunde Öktem’in “Direndikçe…” başlıklı sunumunda ele alınmıştır. Öktem, direnişi bedensel direniş, kişilik oluşumu döneminde direniş, zihinsel gelişim açısından direniş ve toplumsal direniş başlıkları ile gelişimsel açıdan ele almıştır. Bir organizma olarak insanın varlığını sürdürebilmesi için hücresel boyutta bir direniş gerçekleşmesi gerektiğini belirten Öktem, bu bedensel direnişin bağışıklık sistemi aracılığıyla yapıldığını ve bağışıklık sisteminin optimum düzeyde çalışmaması halinde bireylerin çeşitli sorunlar ile karşılaşabileceğini ifade etmiştir. Benlik düzeyindeki direnişimiz ilk olarak çocuğun bir birey olduğunu fark etmesi ile 2 yaşında ortaya çıkmaktadır. Çocuk bu yaş döneminde kendini ortaya koymakta ve elindeki gücü – bir birey olduğu buna bağlı olarak yapabilirliğini – kullanıp direngenliğini göstermekte, böylelikle bir birey olabilmektedir. Her ne kadar insanın tüm gelişimsel süreçlerinde birey olduğu ve kendiliğini gösterme ihtiyacı olsa da, bu direncin en yoğun görüldüğü ikinci dönem ise ergenlik dönemidir. Aynı bedensel düzeyde olduğu gibi benlik gelişimi düzeyinde de bireyin optimum düzeyde direnç göstermediği durumlarda ya bağımlılık ya da davranım bozuklukları görülebilir. Öktem’in ele aldığı üçüncü direniş aşaması – zeka gelişimi açısından direniş – ışığında direnişi yorumlamak için çocukların “bizim çocuğumuz çok zekidir” şeklinde aileleri tarafından yaratılan baskı karşısında geliştirebilecekleri direnç ve diğer taraftan da çocuğun potansiyelini örseleyen aileler düşünülmelidir. Son olarak, toplumsal olarak direniş düşünüldüğünde de yine aynı şekilde iki uçta da yaşanılabilecek problemlerin olduğu öngörülebilir. Aşırı baskı altında kalan ve buna karşılık direnç geliştiren toplumlar, bu direnişleri yıkıcı bir şekilde ortaya koyarken, diğer taraftan da aşırı teslimiyetçi bir tutum geliştirerek gelişmenin önünde bir engel oluşabilir. İşte tüm bu farklı ISSN: 2148-4376 72 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 72-74 Gaye Z. Çenesiz aşamalardaki direnişler, psikolojinin farklı alt alanları tarafından incelenmesi, değerlendirilmesi ve açıklanması gereken konulardır. Sanat direnişin neresinde ve psikoloji bunu nasıl ele alabilir? Sempozyumda gerçekleştirilen “Günümüz imajlarıyla nasıl başedeceğiz?” başlıklı panelde, sinema ve ideoloji, Gezi döneminde sinemacı ve fotoğrafçıların tutumları gibi konular ele alınmıştır. Ahmet Gürata, ana akım sinema içinde yer alan “dönüşlü filmler” ve “kaçış filmleri”nin politik konulara bakışını ele alarak, bu tarz filmlerin sorunu dile getirip çözümsüz bırakma ya da bir uzlaşma yaratma amacı güttüklerini belirtmiştir. Oluşturdukları karmaşık olay örüntüsü nedeniyle izleyicilerin “Bunun derininde ne yatıyor?” diye düşünmeyi bıraktığını bu nedenle de aslında apolitik bir duruş içinde olduklarını ifade etmiştir. Minimal sinemada ise zaman bütünlüğünü bozan bir yapı kurulduğunu ve karakter veya yönetmeni sorgulamak yerine çevreye dalıp gitme halinin hem karakterlerde hem de izleyicide yaratılmaktadır. Burada sorulacak ilk soru, bu problemlerin nasıl ele alınması gerektiği sorusudur. Bu noktada Ersan Ocak’ın “İçerik bizden doğru gelip format hala iktidarın sunduğu biçimdeyse burada bir hata var.” yorumu bu soruya cevap vermeye başlarken ilk anda kendimize hatırlatmamız gereken bir noktadır. Ersan Ocak ayrıca Gezi döneminde amatör şekilde görüntü çekenler bunu internetten paylaşmakta olduklarını; ancak, profesyonel çekim yapanların telif hakkı düşüncesine takılarak görüntülerini paylaşmaktan imtina ettiklerini belirtmiştir. Panelistlerin sinemacıların çektikleri nesneleri aynı zamanda özne haline de getirerek kolektif üretimler gerçekleştirilmesi yönünde yaptıkları vurgu ve gerçekleştirilen çekimler açısından sordukları duyum ve duygulanım kısmı nerede olmalı soruları biz psikologların da ele alması gereken sorular olduğu düşünülmektedir. Bizleri terapi odasında gerçekleştirdiği “sanat”ın nesnesi halinde olan danışanları ne kadar özne noktasına taşıyabiliyoruz? Gördüğümüz sanat üretimlerindeki duyum ve duygulanımları nasıl yorumluyor ve doğru duyum ve duygulanımların arttırılması için neler öneriyoruz? Kaan Bıyıkoğlu’nun konser ve söyleşisinde ele aldığı ritim algısı düşünüldüğünde de müzik eserlerinde karşılaştığımız ritim ile ilgili bozulmalar ve sapmaların ezberimizi şaşırtması ve bizde şaşkınlık, merak gibi duygular oluşturması; beklentilerimizi değiştirmesi aynı şekilde hayatımızda da karşımıza çıkmakta değil midir? Biz psikologlar da genel olarak bu ritim sapmalarıyla ve bozulmalarıyla ilgilenmiyor muyuz? Hayat bildik ritmiyle akıp gittiği sürece işlev kaybı yaşamayan bireyler, yaşadıkları tetikleyici olaylar ile kaybettikleri ritimlerin yarattığı şaşkınlık ve bunun sonucundaki uyumsuzluklar ile karşımıza gelmiyorlar mı? Bu nedenle psikologların sorması gereken sorulardan biri de hayatın ritimlerini nasıl olumlu bir şekilde belirlemek gerektiği olmalıdır. Mizah direnişin neresinde ve psikologlar bunu nasıl ele almalı? “Gezi direnişi kültürü” başlıklı konuşmasında Lütfü Erol, mizahın mesaj verme amacı üzerinde durmuş, aynı zamanda eleştirilerin “hoş görülebilir” tutulması yönündeki işlevinden bahsetmiştir. Gezi direnişi ele alındığında bu hoş görülmek istenen başkaldırı sürecinin hakim olduğu düşünülebilir. Direnişte öne çıkan mizah kullanımı insanların hangi özelliklerinden kaynaklanmaktadır ve hangi ihtiyaçlarını karşılamaktadır? Bu sorular da psikologların sorması gereken sorulardır. Cevapları ise sadece Gezi sürecinin yorumlanmasında değil, ayrıca her bireyin hayatında mizahı kullanmasının önemini ve açıklamasını getirmede de etkili olacaktır. Zaten Oscar Wilde’ın söylediği gibi “Hayat ciddiye alınmayacak kadar önemli” değil midir? ISSN: 2148-4376 73 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(3), 72-74 Gaye Z. Çenesiz Hangi ihtiyaç ile fotoğraflıyoruz? Sempozyumda gerçekleştirilen birden fazla konuşmada bu soru konuşmacılar tarafından yöneltilmiştir. Özcan Yurdalan yaptığı “Bir isyanı fotoğraflamak” başlıklı sunumunda Gezi döneminde çekilmiş olan fotoğraflar ile ilgili yaptığı değerlendirmelerin yanı sıra bu fotoğrafların hangi ihtiyaç ile çekildiğini de sorgulamıştır. Doğan Kökdemir ise “Bu sadece bir mağara resmi değil” başlıklı sunumunda sanatın evrimsel açıdan hangi ihtiyaçları karşıladığını ele almasının yanı sıra insan tarihinin başlangıcına giderek bu çok önemli sorunun izlerini en başlangıçtan ele almıştır: Peki mağara resimlerinin yapılmasındaki ihtiyaç neydi? Kökdemir’in de belirttiği gibi getirilebilecek bir çok farklı açıklama var; bu açıklamaların hangisinin doğru olduğu ise cevabını asla kesin olarak bilemeyeceğimiz bir soru. Ancak yine de sorabiliriz: Neden görüntülemek, kaydetmek, yazmak, bir eser yaratmak, kısacası hayatta var olduğumuza ilişkin bir iz bırakmak istiyoruz? Bu kayıtlar yaşanılan olaylar ile ilgili neler söylüyor? Aynı olay farklı farklı kayıtlara neden oluyorsa bu kaydeden kişi açısından; bu bireyin özellikleri açısından neler söylüyor? Sempozyumda başka neler vardı? Yukarıda belirtilen sorular, bu yazı kapsamında ele alınacak öncelikli sorulardır. Ancak, sempozyumun kapsamı bu sorular ile sınırlı değildi. İlk günkü diğer oturumlarara baktığımızda:Bella Habip tarafından gerçekleştirilen “Özgürlük, direniş ve psikanaliz” başlıklı sunumda Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filmi hakkında yapılan analizde bir kişinin yaşayabileceği gelişimler ele alınırken, Özge Soysal ise duvar yazılarının yapısını Lacan’cı bir bakış açısı ile ele almıştır. İkinci gün yapılan diğer sunumlarda ise sanatın bir diğer alanı edebiyat ele alınmıştır. Ahu Öztürk, genç yetişkinlerle yaptığı çalışmada onların “edebiyat beni nasıl geliştirdi?” sorusuna verdikleri cevapları aktarmış, Hasan Gürkan Tekman ise Orwell’in 1984 adlı eserinde yer alan belleği silme ve değiştirme olgularının günümüzde bilişsel psikoloji açısından nasıl karşılıklar bulduğunu incelemiştir. Sempozyumun sonunda ise öncelikle Amour filminin gösterimi gerçekleştirilmiş ve Faruk Gençöz’ün filmi “gerçekliğe direniş” açısından değerlendirmesinin ardından katılımcılar ile onların yorumları da ele alınmıştır. Sonuç olarak, 3. Psikoloji ve sanat sempozyumu, yarattığı sorular, verdiği bilgiler ve getirdiği yeni bakış açıları ile iki güne sıkıştırılmış yoğun bir programı katılımcılarına sunmuştur. Sonraki sempozyumlara… ISSN: 2148-4376 74