Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız

Transkript

Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
YIL: 5 SAYI: 29
OCAK/ŞUBAT 2012
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR
ÜCRETSİZDİR.
Gençlik Dergisi
YIL: 5 SAYI: 29
OCAK/ŞUBAT 2012
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR
ÜCRETSİZDİR.
Gençlik Dergisi
İçindekiler
TÜRKİYE’NİN İNSANÎ GELİŞMİŞLİK GÖSTERGESİ
Mustafa ÖZTÜRK ...........................................................................................3
NEDEN BİLİMSEL GERÇEKLERE GÖRE YAŞAMAK ZORUNDAYIZ?
Prof. Dr. Cihan DURA......................................................................................5
AHMET YESEVİ DERVİŞLERİNDEN SARU SALTUK
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER....................................................................7
EMİN ACAR’I UNUTMAYACAĞIZ.................................................................8
ŞÖHRETİYLE BAŞI DERTTE OLAN ŞEHİR: KAYSERİ
Emir KALKAN..................................................................................................9
BİLGİYURDU
GENÇLİK DERGİSİ
YIL: 5 SAYI: 29
TÜRKİYE’DE DEMOKRASİ VE ÖTEKİ
Osman SEL...................................................................................................10
YANLIŞTAN DOĞRUYA GİDİLMEZ
İsmail BOZKURT...........................................................................................12
SAHİBİ
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür
Derneği Adına Dernek Başkanı
Mustafa ÖZTÜRK
AKİF’İ SEVER GÖRÜNÜR HAÇLI ZIRHINA BÜRÜNÜR
Osman KARABABA.......................................................................................14
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Osman KARABABA
ÖĞRENMEYİ ETKİLEYEN UNSURLAR - 2
İbrahim GÜNGÖR..........................................................................................19
YAZIŞMA ADRESİ
Sahabiye Mah. Mete Cad.
Boylar Sk. Çetinbulut Apt Nu:1 K:2
D:3 Kocasinan/KAYSERİ
EĞİTİMCİ / YAZAR ABDULLAH AYATA ile SÖYLEŞİ
Bilgiyurdu...........................................................................................................
TELEFON
(0352) 232 32 67
GENÇLİK ÇALIŞTAYI
Yrd. Doç. Dr. Kadir ÖZDAMARLAR...............................................................27
WEB
www.bilgiyurdu.org.tr
E-POSTA
[email protected]
GRAFİK TASARIMI
Hatice İbakorkmaz
BASKI
Orka Matbaacılık
San. Tic. Ltd. Şti.
Organize San. Böl.
43. Cad. Nu: 11 KAYSERİ
(0352) 322 17 00
NATO FÜZE KALKANI PROJESİ, DURMAK YOK SAVAŞA DEVAM
Ahmet MUHTAROĞLU..................................................................................16
TÜRKLÜK MÜCAHİDİ İSA YUSUF ALPTEKİN
Mehmet Emin BATUR....................................................................................24
TÜRKİYE’NİN EKONOMİSİ GERÇEKTEN BÜYÜYOR MU?
Hakan BOZDOĞAN.......................................................................................28
BAHTİYAR VAHAPZADE’NİN TÜRKİYE SEVGİSİ
Şerife ORAL...................................................................................................29
BİR ÖZELLEŞTİRME HİKÂYESİ: SÜMERBANK
Doç. Dr. Tuncay ÇELİK..................................................................................30
HOCALI KATLİAMI
Bilgehan AYATA.............................................................................................33
BİLİNÇALTI MESAJLARI VE GENÇLİK-2
Alper KEPEZKAYA.........................................................................................35
BÖLÜCÜ TERÖRLE MÜCADELEDE AKP DÖNEMİ (2002-2011)
İsmail ÖZÖREN.............................................................................................37
DİYORDU
Bekir TEMUR.................................................................................................38
BOŞVER VATAN GÖREVİNİ, PARAN VAR MI SENİN?
Aytekin AYDOĞAN........................................................................................39
BİLGİYURDU GENÇLERİNİN İKİ ETKİNLİĞİ
İbrahim BOYRAZ...........................................................................................40
Yazılar yayınlansın ya da
yayınlanmasın iade edilmez.
Yazılarda kısaltma yapılabilir.
Hukukî sorumluluk yazarlara aittir.
DERSİM BİR KATLİAM DEĞİL, İSYANDIR!..
Dilhan Süyünbike TEGİN...............................................................................41
DEVLET KURAN KAHRAMAN....................................................................42
3
TÜRKİYE’NİN İNSANÎ
GELİŞMİŞLİK GÖSTERGESİ
Mustafa ÖZTÜRK
GÜNDEME BAKIŞ
Türkiye’nin dünyanın
dın, Kâşif Kozinoğlu vefat
17’nci, Avrupa’nın 6’ncı
etti. Kâşif Kozinoğlu’nun
İnsani gelişme seviyesinin
büyük ekonomisine sahip
öldürüldüğü iddiaları gaolduğu açıklandı. Bununla
zete sütunlarını doldurmabelirlenmesinde şu kıstaslar
övünmeli miyiz? Türk halya devam ediyor.
dikkate alınıyor: Uzun ve sağlıklı
kının büyük çoğunluğu ha Devletin adaletine tesbir hayat, okur yazar oranı
yatından memnun değilse,
lim olmuş insanların uzun
ekonominin büyük olmasıtutukluluk süresi sebebiyle
(bilgi), kişi başına düşen gelir
nın bir kıymeti var mıdır?
aklanmadan ölmeleri veya
(alım gücü)… Kısacası, sağlık,
Asıl önemli olan, ülkedeki
cezaevlerinde öldürülmeinsanların yaşam düzeyinin
leri
bir hukuk devleti olan
eğitim, ekonomi…
ne olduğu değil midir?
Türkiye’ye hiç yakışmıEkonominin büyüklüyor.
ğü açısından geride sayılAsgari ücretin 2012 yılı
mıyoruz ama Birleşmiş Milletlerin istatistikleri, insa- için 701.1 Lira olarak kararlaştırılması da insana ve
ni gelişmişlikte Türkiye’nin 182 üye devlet arasında insan emeğine saygısızlığın bir başka örneğidir. Bu, 5
92’nci sırada olduğunu söylüyor. Bu da utanılacak bir milyon işçiyi açlığa mahk3um etmek değil midir?
Gelir Dağılımı Adaletsiz
durum…
Ekonomik işbirliği ve Kalkınma örgütü OECD’ye
İnsani gelişme seviyesinin belirlenmesinde şu kıstaslar dikkate alınıyor: Uzun ve sağlıklı bir hayat, okur göre gelir adaletsizliğinde Türkiye en kötü 3’üncü ülkeyazar oranı (bilgi), kişi başına düşen gelir (alım gücü)… dir. Bir de sosyal adaletten bahseder, ne kadar iyi Müslüman olduğumuzu söyleriz. Müslüman-Türk ülkesinKısacası, sağlık, eğitim, ekonomi…
Bu alanlarda ne kadar geri olduğumuzu tespit için de bir mutlu azınlığın oluştuğunu, orta tabakanın eriyip
istatistiklere bakmak da gerekmiyor, iyi bir gözlemci fakirleştiğini neden görmüyoruz?
Mali Müşavirler Odası açıkladı: Türkiye ekonomiolmak yetiyor aslında.
Türkiye’de İnsan Hayatının
sine yön veren ve 746 bin kişiyi istihdam eden 1000
Bir Değeri var mı?
büyük sanayi kuruluşu kârını 21’e katladı. Çalışan baTürkiye’de hastahaneler de hapishaneler de dolu… şına 1998’de kâr 577 lira iken 2010’da 12.178 liraya
Cezaevlerinde 122 bin 404 tutuklu ve hükümlümüz bu- yükseldi. Bir sömürü düzeni kurulmuş tıkır tıkır işliyor.
lunuyor. Bu sayı Türkiye’nin bir suçlular ülkesi haline Çünkü Türkiye’de gerçek anlamıyla sendika yoktur.
dönüştürüldüğünü ortaya koymaktadır.
Yeniçağ gazetesi 3 Kasım 2011 tarihli bir haberinHer yıl aralık ayında Konya’da Mevlânâ’yı anarız. de, Çalışma Hayatı iletişim Merkezi “Alo 170”e yaPolitikacılarımız orada Mevlânâ’nın insan sevgisini an- pılan ihbarlar sayesinde 25 bin 857 kişinin sigortasız
latırlar ama bu sevgi nedense uygulamalarına hiç yan- çalıştırıldığını, 2 bin 136 iş yerinin de kaçak olduğunun
sımaz. Bir türlü söyledikleri gibi olamazlar. İşte yönet- tespit edildiğini yazdı. Kayıt dışılık bu kadar ise sevitikleri ülkenin hali: Türkiye, insanlarını kobay olarak nebiliriz ama değil. Eylül 2009 itibariyle istihdamdaki
kullandıran ülkeler sıralanmasında 6’ncı geliyor. Ocak toplam nüfus 22 milyon 20 bin ve kayıtdışı çalıştırılan
2007 ile Aralık 2010 arasında kobay olan binlerce kişi- ise 10 milyon 25 bin kişidir. Bu sayının yanına 6 milyoden 893’ü hayatını kaybetmiş. İnsanımız geçinebilmek nu bulan işsiz vatandaşları da koyarsak Türkiye’nin en
için organını satıyor, ilaç firmalarına kobay oluyor. İn- acı yoksulluk tablosu ortaya çıkar. Sosyal güvenceden
san hayatı Türkiye’de bu kadar ucuz, nutuklara inan- mahrum milyonlar var ama ortada bunların hakkını samayınız siz.
vunacak kurum yok, dernek yok, parti yok. Türkiye’de
Halk tarafından seçilmiş 8 milletvekilinin, 53 gene- sendikalaşma oranı yüzde 5 ve toplu sözleşme hakkını
ralin, 64 gazetecinin tutuklu olduğu bizden başka bir kullanan işçi sayısı da oldukça az… Sendika kavramına
ülke var mı?
yakışır sendika olmadığı için alın terini korumak ihbar
Ümraniye Davası sürecinde Kuddusi Okkır, Prof. Dr. telefonlarıyla sağlanır olmuştur.
Uçkan Geray, Türkan Saylan, Erkan Göksel, Engin AyTürk Harb-İş’in araştırmasına göre, dünyada en
4
Eskiden beri Türkiye,
ürettiğinden daha çoğunu
tüketen bir ülkedir. Çünkü
Batı emperyalizminin pazarı
yapılmıştır.
fazla iş kazası olan üçüncü ülkeyiz. Ölümlü iş kazaları
bakımından da Avrupa’da birinci sırada bulunuyoruz.
Araştırmaya göre, 2000 yılında SSK’ya bildirimli 74
bin 847 iş kazasında 1173 kişi yaşamını yitirmiş, 1818
kişi sakat kalmış ve 1 milyon 697 bin 986 işgünü kaybı
olmuştur. Demek ki “kaza-kader” diye geçiştiriyor, tedbirden uzak duruyoruz.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun 2010 tespitlerine
göre, Türkiye nüfusunun yüzde 17’si yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Gelir dağılımındaki adaletsizlik ise
sosyal patlamaları tetikleyecek kadar kötüdür. En yüksek gelire sahip yüzde 20’nin toplam gelirden aldığı pay
yüzde 46.4; en düşük gelire sahip yüzde 20’nin toplam
gelirden aldığı pay ise yüzde 5.8’dir. Bu da zenginle
yoksul arasında 8 kat fark olduğunu gösteriyor. Bu tablo karşısında kimler övünecekse övünsünler bakalım?
Niçin İktidar Olurlar?
Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün yaptığı açıklamaya göre, Türkiye “yolsuzluk” sıralamasında 180 dünya
ülkesi arasında 56’ncı sırada yer alıyor. Demek ki hısım
akraba zengin etmede, ihale bağlamada, yandaş kayırmada, rant avcılığında becerikliyiz. Türkiye’de iktidar
olmak, galiba, bu imtiyazı ele geçirmek anlamına geliyor. Bu da en çok övündüğümüz ahlâkta da çürümekte
olduğumuzu gösterir.
Sessiz Çığlıklar
Türkiye’de yurttaş çoğunluğunun mutlu olmadığının bir göstergesi de yıldan yıla artan intihar vakalarıdır. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin bir
soruya verdiği yanıtta son altı yılda 16 bin 972 vatandaşın intihar ettiğini açıkladı. Ne korkunç bir sayı…
Ekonomik ve sosyal çöküntünün bundan daha açık bir
göstergesi olabilir mi? Ülkemizi yönetenler, intihara
baş vuran talihsiz yurttaşların sessiz çığlığını ne zaman
duyacaklar?
Ocaklar Sönmesin
Trafik kazalarında da her yıl binlerce insanımızı
kaybediyoruz. Son on yılda polis ve jandarma bölgesinde meydana gelen kazalarda 45 bin 188 kişi ölmüş,
1,5 milyondan fazla kişi de yaralanmış. Türkiye’ye en
güçlü beyinlerini kaybettiren, on binlerce ocağı söndüren ve hesapsız maddi kayba yol açan bu trafik kazalarını asgariye indirmenin bir yolunu bulmak zorundayız.
Hükümetler, bu konuda ciddi planlar yapmalıdırlar.
Bebekler Ölmesin
İnsani gelişmişlik ölçütlerinden birisi de anne ve
çocuk ölümleridir. Türkiye’nin bu konudaki göstergesi,
sağlık teşkilâtına alarm verdirecek derecede kötüdür.
Sağlık Bakanı Recep Akdağ, bir soru önergesine
verdiği yazılı yanıtta, anne ölüm oranının 1998’de yüz
bin canlı doğumda 49.2; bebek ölüm hızının ise bin
canlı doğumda 43 olduğunu söyledi.
Yine bakanın verdiği bilgiye göre, 5 yaş altı ölüm
hızlarının İtalya’da binde 4; Yunanistan, Fransa ve
Almanya’da binde 5, İrlanda’da binde 9 Letonya’da binde 13, Sırbistan ve Karadağ’da binde 14 Bulgaristan’da
binde 15, Romanya’da binde 20 ve Türkiye’de bu oran
binde 37’dir.
Anlaşılacağı gibi Türkiye anne ve çocuk ölümlerinde Avrupa’da başı çekmektedir.
21’inci Asırda
Okuma-Yazma Bilmemek
Ülkemizdeki cehâlete şaşmamak lâzım. Çünkü son
sayımlara göre ülkemizde okuma-yazma bilmeyen kişi
sayısı 9 milyon 624 bin 250’dir. Okur-yazar olmayan
nüfusun 7 milyon 730 bin 553’ünü kadınlar teşkil ediyor. Okuma-yazma bilen 57 milyon civarındaki nüfusu
da iyi eğittiğimizi asla söyleyemeyiz.
İnsanımızı iyi eğitebilsek, onlara insan, vatan,
millet sevgisi verebilsek ve bilimle donatabilseydik
ülke sorunlarının en az yüzde doksanı yaşanmazdı. Örneğin, Van depreminde yıkılan binaların yüzde doksanı
yıkılmazdı. Bunu nerden biliyoruz? İTÜ’nün Kasım
ayında hazırladığı “Kral çıplak” raporundan. Bu rapora
göre sadece müteahhitler değil; mal sahipleri, mühendisler, belediye yetkilileri de sorumlu. Yıkılan kamu
binalarında yapılan incelemelerde yönetmeliklerde öngörülen C 18 beton kalitesinin C 8 seviyesinde olduğu tespit edilmiş. Adam, Allah’tan korkmuyor, kuldan
utanmıyor, sırtını bir yerlere dayadığı için hukuku da
kâle almıyor.
Çok Komik Bir Lâf:
Tüketiciyi Korumak
Gıda maddelerini ağız tadıyla ve gönül rahatlığıyla yiyemiyoruz. Çünkü hormonlu, katkılı, hileli ve bu
yüzden de çoğu sağlıksızdır. Hastahanelerin dolup taşmasının bir sebebi de bu tür bozuk yiyeceklerdir. Gıda
kontrol laboratuarlarında bir gıda maddesini tahlil ettirmek isteseniz, bu iş size semeriyle seksene oturmaktadır. Türkiye’de “tüketiciyi korumak” sadece bir laftır.
Tüketim Çılgınlığı
Eskiden beri Türkiye, ürettiğinden daha çoğunu tüketen bir ülkedir. Çünkü Batı emperyalizminin pazarı yapılmıştır. Çok uluslu şirketler geniş reklam imkânlarıyla
tüketimi körüklemektedir. Bu yüzden oluşan tüketim
seli, zengin-yoksul herkesi sürükleyip götürüyor. Türk
insanı borçtan korkmaz oldu. Çeşitli bankalardan temin
ettiği kredi kartlarıyla geleceği hiç düşünmeden hesapsızca alış veriş yapmaktadır. Bu borçluların önemli
bir bölümünün borç ödeyecek gücü de yoktur. Çoğu
yabancı olan bankalar, borçlu vatandaşların ev, işyeri,
tarla ve fabrikalarına el koymuşlardır. Adliyede en ağır
yük, icra dairelerinde olup bunların sayısı Kayseri’de
8’e çıkmıştır.
Çağdaş Uygarlık Düzeyine
Ulaşmışız(!)
Bir ilimizin valisi: “Ben artık çağdaş medeniyet seviyesine çıkmak hedefinden bahsetmeyeceğim. Çünkü
bu hedefe varılmıştır.” demiş. Biz bu görüşe katılmıyoruz. Çünkü, insani gelişmişlik göstergelerinde Türkiye
hâlâ çok gerilerde bulunuyor. Ayrıca, dünyanın gelişmiş
ülkelerinde yöneticiler, iktidara yaranmak uğruna ülkeyi toz pembe göstermek çabasına hiç girişmiyorlar.
Neden Bilimsel
Gerçeklere Göre
Yaşamak Zorundayız?
www.cihandura.com
Prof. Dr. Cihan DURA
İki temel ögesi vardır düşünme sürecimizin: Bilinç
ve Bilinç-Dışı...
Bilinci “insanın bilme faaliyeti”, Bilinç-Dışı’nı
ise “bu faaliyete konu olan şeylerin tümü” olarak tanımlıyorum. Bilinç-Dışı’nı oluşturan nesneleri duyularımızla algılar, aklımızla düşünürüz. Bilinç-Dışı’nın
gerçeği “nesnel gerçek”tir, bilincin gerçeği ise “göreli
gerçek”...
Nesnel gerçek, insandan, insan bilincinden bağımsız olan gerçektir. İnsan olmasa da vardır ve nasılsa
öyledir. Dolayısıyla tektir, insandan insana değişmez.
Nesnel gerçek; her insanın bilincine, kendisi ne ve nasılsa o şekilde yansımaya yönelir. İnsan; nesnel gerçeğin yansımalarını, duyuları ve aklıyla işleyerek, onların
hakkında göreli gerçekler oluşturur. Göreli gerçekler;
nesnel gerçeğe ne ölçüde uygunsa, o ölçüde doğrudur.
Göreli gerçek insandan insana değişebilir. “Gerçek”le
“doğru” da aynı şey değildir. Doğru gerçeğin onanmasıdır.
İnsanoğlu –bir azınlıktır bu- yüzyıllardır nesnel gerçeği aramaktadır. Onun hakkında birtakım düşünceler
oluşturmuş, onun şu ya da bu olduğunu sanmıştır. Bu
sanılar, insan bilincinin ürünü olduğu için, birer göreli
gerçektir. İnsanoğlu başlangıcından beri, bir göreli gerçekten, ondan daha doğru başka bir göreli gerçeğe atlayarak nesnel gerçeğe yaklaşmaya çalışmaktadır.
Nesnel gerçek üst üste iki gerçeğin bir araya gelmesinden oluşmaktadır. Biz, doğrudan doğruya “dünya gerçeği”ni algılarız. Bunun altında da, bir “mutlak
gerçek” olduğunu varsayarız. İnsan bilincinin nesnel
gerçeğe doğru yürüyüşünün son noktasında bulunduğu
düşünülen gerçeğe mutlak gerçek adı verilir. Mutlak
gerçek “her an biraz daha yaklaşılan ve belki, sonsuzcasına yaklaşılacak olan gerçektir.”
Gerçeği ararken, duyularımız ve aklımızdan ne ölçüde yararlanıyorsak, gerçekleri de o ölçüde arama ve
bulma çabası içindeyiz demektir. İnsanlık; nesnel gerçeği, duyumsal bilgilerden akıl-ürünü (rasyonel) bilgilere yükselerek, duyumlarını akıl yeteneğiyle işleyerek
araya gelmiştir. Kuşaklar boyunca, bir göreli gerçekten, daha doğru olan başka bir göreli gerçeğe geçmiştir. Çünkü her yeni bilginin, bir öncekinden daha doğru
(nesnel gerçeğe daha yakın) olduğunu kanıtlamıştır.
Öyleyse, “gerçeği aramak ve bulmak” için elimizde temel bir teknik vardır ki o da şudur:
-Duyularımızı Evren’i, yani Bilinç-dışı’nı oluşturan
nesnelere yöneltmeli, bu yoldan edindiğimiz bilgileri
Nesnel gerçek, insandan, insan
bilincinden bağımsız olan gerçektir.
İnsan olmasa da vardır ve nasılsa
öyledir. Dolayısıyla tektir, insandan
insana değişmez.
akıl yeteneğimizle işlemeliyiz. Bu yoldan, “göreli gerçekler” oluşturmalıyız.
-Bu şekilde öğrendiğimiz ve doğru olduğunu sandığımız bir göreli gerçek karşısında kuşkucu ve eleştirici
olmalı, ondan daha doğru (nesnel gerçeğe daha yakın)
olan -bulunmuş veya henüz bulunmamış- başka bir göreli gerçeğin var olabileceğini kabul etmeliyiz.
***
Dünya gerçeği nedir?
Dünya gerçeği; matematik, kozmolojik, fizik, kimyasal, biyolojik, psikolojik ve sosyolojik boyutlarıyla,
içinde yaşamımızı sürdürdüğümüz -ve bir parçası olduğumuz- nesnel gerçektir. Onu, duyum ve akıl yeteneklerimizi kullanarak ve -sonsuz küçüğe ve sonsuz büyüğe doğru- sürekli ileri yol alarak öğrenme olanağımız
var. Bu süreç boyunca, her nesneyi kendisinden daha
yalın -veya önceki- başka bir nesne(ler) ile açıklıyoruz.
İnsanlığın bu yöneliş ve yürüyüşünden, matematikten
ekonomi bilimine, türlü bilimler doğup oluşmuştur ve
oluşmaktadır da.
Dünya gerçeğinin insan açısından önemi; çevre koşulları, yaşamsal, sosyal ve çağdaş yönleriyle kendini
gösterir. Bu ilişkileri anlamak için, dünya üzerinde yaşayan insanı ve üyesi bulunduğu toplumu göz önüne
alalım.
Birey ve toplum öncelikle matematik nesnelerle
belirlenmiştir: Bunlar en basit belirleyiciler olup sayı,
boyut ve ölçüdür. İnsanın yaşadığı dünya; sayısız gökcisimlerinin bulunduğu ve hareket ettiği, astronomi biliminin incelediği bir evrende yer alır.
Sonra, insan fizik olgularla, madde ve enerji ile karşı
karşıya, iç içedir. Bunlar sürekli değişir, etkileşir, birbirine dönüşür. Mekanik, ısı, ışık, mıknatıslık, elektrik,
akustik, nükleer olgular meydana gelir. Bunlarla bir
arada kimya olguları vardır: Organik ve inorganik yapıtaşları, elementler, bileşikler, bunları meydana getiren
atomlar ve moleküller, biyolojik sistemlerdeki komp-
5
6
İnsan ve toplum, son derecede
heterojen ve karmaşık bir doğal ve
sosyal çevre içinde bulunur, onun bir
parçasıdır. O çevrenin içinde, onun
etkileri altında yaşamaya, ondan
yararlanmaya, ona uyum sağlamaya
çalışır.
leks organik bileşikler, bütün bunlar arasındaki reaksiyonlar... Bir yandan da biyoloji dünyasıyla, canlılarla,
bitki ve hayvanlarla birliktedir insan. Bu dünyada türlü
türlü yapısı, gelişim ve fonksiyonları, evrim ve kalıtımı, karşılıklı ilişkileriyle -en basitinden en karmaşığına- organizmalar yaşar, doğar ve ölür.
Sonra, içgüdü, duyum, algılama, tutku, düşünme,
sevinç, korku, davranış gibi olgularıyla insan psikolojisi vardır. Öte yandan insan, başka insanlarla bir arada,
toplum içinde yaşar. Bu da dünya gerçeğinin, sosyoloji
biliminin konusu olan, sosyal yönüdür. Bu gerçek; kişiler arası ilişkileri, insanların toplum içindeki davranışlarını, sosyal yapı ve kuruluşları kapsar ve değişik
kültür, toplum, yerel topluluk ve alt gruplara göre farklılık gösterir.
İnsan ve toplumun yaşadığı dünyanın bir de coğrafyası vardır. Kendine özgü boyutları, biçimi, hareketi ve
yapısı olan bir gezegende başka insanlar ve toplumlar,
hayvanlar ve bitkilerle bir aradadır. Bunların yerküre
üzerinde oluşturduğu dağılımın bir üyesidirler. Bu coğrafya; aynı zamanda ticaret yolları ve biçimleri, üretim,
tüketim ve ulaşımıyla ekonomik, türlü türlü uluslardan
oluşmasıyla siyasal, fiziksel sınırlarıyla ayrılmış kesimleriyle bölgesel, bir geçmişi olduğu için de tarihsel bir
coğrafyadır.
***
Dünya gerçeklerini neden bilmek zorundayız?
Yukarda anlattığım gibi insan ve toplum, son derecede heterojen ve karmaşık bir doğal ve sosyal çevre
içinde bulunur, onun bir parçasıdır. O çevrenin içinde,
onun etkileri altında yaşamaya, ondan yararlanmaya,
ona uyum sağlamaya çalışır. Bu yaşamın ve uyumun
kalitesi de bütün bunların oluşturduğu -alabildiğine
mikro ve makro derinlikteki- nesnel gerçeğe ne ölçüde
yaklaşmış olduğuna ve onun hakkındaki bilgisini yaşamında ne ölçüde uyguladığına bağlıdır. Başka bir deyişle nesnel gerçeğin bilinmesi ve insana yakışır bir yaşam için, dünya gerçeğini inceleyen bilimleri; başlıca
matematik, astronomi, fizik, kimya, biyoloji, psikoloji,
sosyoloji ve coğrafya bilimlerini, bunlardaki en son gelişmeleri öğrenip uygulamaktan, bu alanlarda gittikçe
daha ileriye gitmekten, çağa uyum sağlamaktan başka
bir yol yoktur. Dünya gerçeği en doğru şekilde bilinmeli ki en doğru şekilde düşünülsün ve hareket edilsin. Yoksa bu uyumu sağlayabilenler karşısında daima
aşağı konumda olunacaktır. Atatürk bunun içindir ki
“hayatta en hakikî mürşit bilimdir” demiştir.
Yukarda yaptığım açıklamalardan şu sonuç çıkar:
Dünya gerçeği insan ve toplumun içinde bulunduğu
koşullardır. O doğaldır, sosyal, yaşamsal ve çağdaştır.
Dolayısiyle, insan; onu tanımak, -Atatürk’ün deyişiyle-
onu “etkili bir bakışla görmek, ona âdeta el ile dokunabilmek” zorundadır. “Gerçeği etkili bir bakışla görmek
ve ona el ile dokunmak” duyularımızın aldatıcı etkisinden olabildiği kadar sıyrılmış olarak dünya gerçeğini
gözlemlemek anlamına gelir. Gözlem; “Evren’de bulunan olguları eksiksiz kavramak için, onun kendiliğinden meydana gelen belirtilerini algılama ve kaydetme
işi”dir.
***
Bir gözlemin etkili olması, âletli olmasına bağlıdır.
Başka bir deyişle, bizim bir göreli gerçekten, ondan
daha doğru başka bir göreli gerçeğe geçmemiz; duyularımızın ve aklımızın gücünü artırıcı teknikler kullanmamıza bağlıdır.
Nesnel gerçeği araştırırken, izlenecek en güvenilir
yol, “doğa karşısında deneyci ve akılcı” bir tutumdur.
Bu tutum dünya gerçeğini bilimsel yöntemle araştırma
anlamına gelir. Başka bir deyişle dünya gerçeği gözlemlenecek, üzerinde deneyler yapılacak; bu yoldan
elde edilen bilgiler aklın değerlendirmesine sunulacaktır. Aklın yaptığı değerlendirme; bilgilerin sınıflanması,
kavramlaştırılması, sistemleştirilmesi, yorumlanması
gibi işlemleri kapsar.
“Deneyci ve akılcı” bir insan; dünya gerçeği hakkındaki herhangi bir görüşün doğruluğunu, mantıklı
olmak kaydıyla, yeni gözlemler yaparak araştırır. O görüşün mantıksal sonuçları üzerinde düşünür.
Yapılacak iş; bu görüşleri öğrendikten sonra, onları,
nesnel gerçekle karşılaştırarak sınamaktan ibarettir. Bu
da, kanıt aramaya yönelik, yeni gözlemler ve deneylerle yapılabilir.
Söz konusu gözlemler, bizim tarafımızdan yapılabileceği gibi, başka bir araştırmacı tarafından da yapılabilir. Herhangi bir araştırmacı yeni gözlemler yoluyla
“metinlerde otoritelerce ileri sürülen görüşleri” aşmış,
onların yanlışlığını kanıtlamış olabilir.
Demek ki nesnel gerçek hakkında ileri sürülen bir
görüşün doğruluğu; o görüşün, yine nesnel gerçeği
oluşturan olgular tarafından onaylanmasıyla anlaşılabilir. O görüşün doğru olduğunun, herhangi bir otorite
veya yapıt tarafından onaylanmış olması kesinlikle yeterli değildir.
Kısacası, son söz tek egemen ve tek hakem olan
Doğa’nındır, Bilinç-Dışı’nındır.
Çünkü gerçek yalnız ondadır.
7
AHMET YESEVİ DERVİŞLERİNDEN
SARU SALTUK
avehbiecer @ hotmail.com
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Vehbi ECER
Ahmet Yesevi dervişlerinden biri olan Saru Saltuk, İslam dinini yaymak için
Anadolu’dan Balkanlara kadar dolaşmış, kendinden sonrakiler üzerinde derin izler
bırakmıştır.
Ahmet Yesevi dervişlerinden biri olan Saru Saltuk,
İslam dinini yaymak için Anadolu’dan Balkanlara kadar dolaşmış, kendinden sonrakiler üzerinde derin izler bırakmıştır. Onun birçok yerde türbesi vardır. Bu
çokluk, Müslüman halkın onun kendisinden olduğunu
hissetmesi anlayışından ortaya çıkmıştır. Aynı anlayışı
Hz. Ali ve Yunus Emre’de de görmekteyiz.
Yahya Kemal Beyatlı bir şiirinde:
“Geldikti bir zaman Sarı Saltık’la Asya’dan
Bir bir Diyar-ı Rum’a dağıldık Sakarya’dan”
der.
Bu beyitte bir tarihi hakikat ve hikmet gizlidir.
Asya’dan taşan, Asya’dan kopan batıya doğru yönelen,
yönlendiren bir cihad’ın ( akınının) veciz ifadesidir bu
beyit.
İslâm’dan önce Türk alpları batıya yönelmişler,
destanlarımızda gördüğümüz gibi, Orta Asya’dan bir
çığ gibi, bir sel gibi ayrılarak batıda kendilerine yurt,
hayvanlarına otlak aramışlardır. Müslüman olduktan
sonra bu Türk alplığı, İslamiyet’in cihad ve gaza mefhumlarının yerleşmesiyle, “alp-gazi ve alp-eren” adıyla
savaşçı dervişler biçimine dönüşmüş, İslamiyet’in ve
Türk-İslam kültürünün batıya doğru yayılması ve yerleşmesi sağlanmıştır. İşte Saru Saltuk Dede de (ki esas
adı Mehmed el-Buhari’dir) Anadolu Türk tarihinin alperenlerinden, savaşçı ve kahraman velilerindendir.
Saru Saltuk XI’inci yüzyılın ikinci yarısında Batı
Türkistan’da yaşayan Ahmet Yesevî’nin takipçisidir.
(1) Ahmet Yesevî İslamî ilimler ve İran edebiyatını çok
iyi bilmesine rağmen hece vezniyle şiirler yazmış ve
halka Türkçe olarak hitap etmiştir. Böylece İslamiyet
Türk halkı arasında Türk kültürü ve kabile gelenekleriyle karışarak yayılmış ve yerleşmiştir. Bu mübarek
zatı, Horasan’ın Nişabur kentinde doğan Hacı Bektaş-ı
Veli takip etmiştir. (2) Ahmet Yesevî’nin işaretleriyle
Anadolu’ya göç etti. İslam dinini Anadolu’da yaydı. Bu
yolla, yani İslamlaştırma yoluyla fetih hareketi batıya
doğru gelişmeye başladı.
1210 yılında doğduğu bilinen Hacı Bektaş-ı Veli
eserleriyle, Türk düşünce hayatına hareket, Yunus Emre
gibi bir veli kazandırdı. Anadolu Türk birliği ve Türklük şuuru Yunus’la, İslami bir atmosfer içinde ayakta
kaldı, erimedi eritti; küçülmedi büyüdü. Bir türbesine
sahip olduğumuz yeniden restore ettirerek sahip çıktığımız Saru Saltuk da aynı ekolün insanı olarak Anadolu
ve Balkanların İslamlaşmasında, Türk kültürünün yerleşmesi ve yayılmasında rolü olan, hizmeti geçen velilerden biridir.
İslam Ansiklopedisi’ne “Saru Saltuk Dede” maddesini yazan Batılı araştırmacı Fransız Babinger bu
gerçeği şu cümlelerle açıklar:
“Saru Saltuk Dede, Türk dervişi ve Bektaşi velisi
olup Hacı Bektaş’ın çağdaşı ve onun taraftarlarındandı. Bu devirde Anadolu’daki birçok dervişler gibi aslen
Buharalı olan Saru Saltuk’un gerçek adı Mehmet’di. O,
Seyyid Ali Sultan ve Otman Baba gibi dervişlerle Balkanların İslamlaşmasında ve oralarda Türk kültürünün
yayılmasında önemli bir rol oynamıştı. (3) “
Saru Saltuk Dede, bu büyük insan, gazi derviş veya
alperen deniler savaşçıdır. Hem kılıçla savaşmış, hem
de olgunlaşma yolunda nefsiyle mücadele etmiştir.
(4)Yani hem cihad, hem mücadele adamıdır. Horasan
erenlerinin bir temsilcisidir ve Ahmet Yesevi tarafından
görevlendirilmiştir. Büyük bir sofidir, gönül adamıdır.
Saru Saltuk örneği dünyadan elini eteğini çekmiş
münzevi ve tufeyli bir tip değil, -aynen Ahmet Yesevi gibi- elinin emeği, alnının teri ile dağ başlarında ve
boş tarlalarda toprak işleyip yerleşmeyi tavsiye eden,
daima batıya akınlar düzenleyen gönül erlerinden bir
örnektir.Saru Saltuk’un hayatını anlatan eserlerde onun
ve arkadaşlarının tahta kılıçla mücadele ettiği rivayet
edilir (söylenir).M.Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında
İlk Mutasavvıflar başlıklı eserinde güzel bir teşhiste
bulunarak şöyle yazar:
“…Tahta kılıçlarla kâfirlere karşı harp eden, maiyetindeki bir avuç mürîd ile yüzbinlerce kişilik düşman
ordularını ezen, kaleleri alan, küfür diyarında kılıç kuvvetiyle İslamiyeti yayan bu mücahit Türk mutasavvıflarıyla, tekkelerde sakin ve donmuş bir hayat geçiren
Arap ve Acem mutasavvıfları arasında büyük bir ayrılık
8
vardır. Alpler devrinin erenleri Âşık Paşanın çok doğru bir tabiriyle, alperenler’di.(5)”
Saru Saltuk’un Anadolu ve Rumeli’nin Türkleşmesi ve İslâmlaşmasında büyük rolünün olduğu söylenir.
Hayatı hakkında yazılmış olan en önemli eser Cem
Sultanın, Saru Saltuk’un türbesini ziyaret edip menkıbelerini dinledikten sonra Ebulhayr Rumî’ ye yazdırdığı Saltukname’dir. Bunun dışında İbni Batuta’nın
eserlerinde ve bazı evliya menakıpnamelerde bazı bilgiler mevcuttur. Birçok türbesi bulunan Saru Saltuk’un
Kayseri’nin komşu illerinden Niğde’nin Bor ilçesinde
de bir türbesi vardır ve hemen karşısında Saru Saltuk’a
hayranlığını belirten Ahmet Kuddusi’nin makamı bulunmaktadır. Tekrar etmek gerekirse, Hoca Ahmet
Yesevi’nin izleyicileri olarak Hacı Bektaş-ı Veli,
Saru Saltuk, Yunus Emre, Ahmet Kuddusi ve diğerleri Anadolu’nun ve daha da batısında olan Balkanların
İslamlaşması, Türkleşmeleri konusunda hizmetler ifa
etmişlerdir.Fuat Köprülü’nün dediği gibi bu saygıdeğer insanlar,hücrelere kapanıp donuk,eylemsiz,dünya
hayatından uzak bir hayatı değil , çalışmanın,halk ile
dostluk kurmanın ,kaynaşmanın, bütün insanlığı sevgi
ile kucaklaşmanın örneklerini vermişlerdir.Birbirlerini
daima sevgi ve saygı ile anmışlar, dinde hoşgörülü anlayışları sebebiyle düşmanlıkları yok etmişler, daima
Tanrı, insan,evren sevgisini aşılamaya çalışmışlardır.
(6)
DİPNOTLAR
(1) Ahmet Yesevi için bk: M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında ilk Mutasavvuflar, Ankara, 1966, 7–153.; Ahmet Yesevi,
Divan-ı Hikmetten Seçmeler, Hazırlayan: Kemal Eraslan, Ankara,1983; W. Barthold, İslam Medeniyeti Tarihi, Çev: M. Fuad Köprülü, Ankara, 1973, 186-189; Mürsel Öztürk, “Ahmet Yesevi- Hacı
Bektaş-ı Veli ve Yunus Emre Zinciri”, Erdem Dergisi, Ankara, Eylül-1988, Sayı: 9, 759-768; M. Fuad Köprülü ,Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul-1980, 193-198;A.Vehbi Ecer,”Hoca Ahmet Yesevi’nin
Hayatı”,Bilgiyurdu dergisi,Eylül-Ekim.2011,sayı:27,10-11.
(2) Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, 249–250; Ahmet Yaşar
Ocak, “Hacı Bektaş Veli’nin Tarihi ve Tasavvufî Şahsiyeti”. Hacı
Bektaş Veli Töreni, 16–18 Ağustos–1984 Ankara, 1986, 44–51;
Mürsel Öztürk, “Hacı Bektaş-ı Veli”, Belleten, Ankara, 1986, sayı:
198, 885–898.
(3) Franz Babinger, “Saru Saltuk Dede”, İslam
Ansiklopedisi,(Kısaca: İA) Cilt: X, 220 vd.
4) Bakınız: Machiel Kiel, “Sarı Saltık”.TDVİA, XXXVI, 147150;Fuat Köprülü,Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,Ankara,
1966,Çeşitli sayfalar; Müjgân Cunbur, “Saltuknamenin Türk Türk
Milliyetçiliğindeki yerine ve Üçüncü Nüshasına Dair”, Milli
Kültür Dergisi,Ocak,1977,sayı:1 ;Mehmet Demirci, “Türk Şuuru ve Derviş Gaziler Hakkında”, Türk Dünyası Tarih Dergisi,
Ekim.1988, sayı:20,46-50; M.Tayyip Ökiç,”Saru Saltuka Ait Bir
Fetva”,Ankara Ü.İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1952.sayı:1,4858; Ökiç, “Bir Tenkidin Tenkidi”,Ankara Ü.İlahiyat Fakültesi
Dergisi,1953,sayı:2,219-290;Ahmat Yaşar Ocak,”Sarı Saltuk ve
Saltkname”,Türk Kültürü Dergisi,1979,sayı:197,10-19;
5)Köprülü,216
6)Hoca Ahmet Yesevi’nin izleyicileri durumunda olan velilerle ilgili olarak Milli Kültürden Milli Birliğe başlıklı kitabımızda
(İstanbul 2009,Yesevi Yayıncılık yayını, sa:133-144) bilgiler sunduğumuz bir makale mevcuttur. Daha sonraki sayılarda onlardan
örmekler sunmayı düşünüyorum.
EMİN ACAR’I UNUTMAYACAĞIZ
( D: 1941 – Ö: 05 Kasım 2011)
Emin Acar, 1941 yılında Kayseri’nin Ağırnas kasabasında doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini
Kayseri’de yaptı. Eczacı teknisyeni olarak uzun
süre çalışıp emekli oldu. Eczacı Teknisyenleri
Derneği’nin kurulmasına öncülük etti.
Emekli olduktan sonra 1990’da Bakkallar ve
Bayiler Derneği başkanlığına seçilen Emin Acar,
bu görevi sırasında yabancı sigaralara karşı kampanyalar yürüttü; bakkal ve bayi esnafının takdirini kazandı. “Tüketiciyi koruma” anlamında yaptığı
çalışmaları büyük ilgi gördü.
Emin Acar, Türk milliyetçiliği hareketinin de
aktif bir üyesiydi. 1980 sonrası pek çok kişinin sindiği bir dönemde yılmadı ve 1983’te Muhafazakâr
Parti’nin Ahmet Özsoy, Selahattin Güntay, Dr. Şahin Türkboyları ile beraber kurucuları arasında yer
aldı. Ancak, Kenan Evren’in vetosuna takıldı. Bu
parti ad değişikliğine gidip Milliyetçi Çalışma Partisi ismini aldıktan sonra da Kayseri Milletvekili
adayı olup zor günlerin adamı olduğunu gösterdi.
Son yıllarında iki büyük üzüntüsü vardı: Birincisi, Türkiye’nin yaşadığı sorunlar; ikincisi, vefasızlıklar… Bunları yakın dostlarıyla paylaşır, “Bu
hallere neden düştük?” diye yakınırdı.
Milliyetçiydi, vatanseverdi, yüksek ahlâk sahibiydi… İyilik eder, iyilik beklerdi. Kötü bir sözü
ve davranışını ise kimse hatırlamıyor.
Kalp hastasıydı. Olayların yıkamadığı adam
sonunda kalbine yenik düştü.
Cenazesi, 05 Kasım 2011 Cumartesi günü Kurban Bayramı arifesi, Hunat Camiinde kılınan öğle
namazını müteakip Ağırnas mezarlığında toprağa
verildi.
Milletine hizmet edenler unutulmaz.
Emin bey de unutulmayacaktır.
Ruhu şad, mekânı cennet olsun.
9
ŞÖHRETİYLE BAŞI
DERTTE OLAN ŞEHİR:
KAYSERİ
Emir KALKAN
İnsan doğup büyüdüğü yeri, güzeldir, zengindir,
denizi var, ormanı var diye sevmez; vatandır, yurttur,
sıladır diye sever. Sever ve ilgilenir. Tarihini korur,
yeşilini korur, kültürünün, ahlakının üstüne titrer, insanıyla hemhal olur, gazetesini okur, televizyonunu
seyreder.
Biz de memleketimizi seviyoruz, insanlarımızı seviyoruz, Kayseri’mizi seviyoruz. Herkes bilir ki Kayseri daima çalışkanlığı ile zekâsı ile ticaretteki başarısı
ile ünlenmiş bir şehir. Şehrimizin bu hasletlerinden de
elbette onur duyuyoruz, gurur duyuyoruz.
Fakat Kayserilinin bu başarıları, ticarette ki bu
ustalığı öylesine abartıldı ki Kayseri ve Kayserili ile
ilgili fıkralarda, hikâyelerde hep bu yönü öne çıkartılıp vurgulanarak; kurnaz, açıkgöz, pazarlıkçı, fırsatçı
bir Kayserili tipi yaratıldı. Bunu el âlem kadar bizzat
Kayserilinin kendiside yaptı. Folklorunda, fıkrasında,
sohbetinde bu açıkgözlülük ön plana çıkartıldı. Hatta
övünülecek bir şeymiş gibi, ticaretteki sinsiliği ile
bilinen Yahudi esnafını bile aldatan bir Kayserili tipi
yaratıldı. Dergilerinde, gazetelerinde, kitaplarında hep
bu tarafı vurgulanıp durdu. Ve sürekli alıp atan, sürekli
para sayan, üstüne üstlük’ anasını boyayıp babasına
satan’ bir Kayserili imajı ortaya çıkartıldı.
Doğrusu bu imaj hiç memnuniyet verecek bir imaj
değil. Ve Kayserili, böyle, iç dünyası, manevi iklimi
olmayan, bir insan tipi imajını da hiç mi hiç hak etmemektedir.
Etmemektedir, çünkü hep akıl planında öne çıkartılan Kayseri’nin deniz derya, alabildiğine derin ve
kadim bir gönül iklimi, bir gönül dünyası vardır. Ünlü
mutasavvıflar, din adamları, ilim adamları, âlimler,
musiki üstatları, hekimler, sultanlar, şairler yetiştirmiş
bir coğrafyadır bu şehir. Tarih içinde her zaman darül feth ve makarra-ı ulema gibi şeref verici isimlerle
anılmıştır.
Şeyh Hamidi Veli, Şeyh Taceddin Veli, Şeyh İbrahim Tennuri, Davud El Kayseri, Seyid Burhaneddin, Ehvadüddin Kirmani, A.Remzi Akyürek Dede,
Yaman Dede… Kadı Burhaneddin, Mehmet Raşit
Efendi,Seyrani, Rahmi Duman, A.Gazi Ayhan, Zekeriya Bozdağ, Behcet Kemal Çağlar… Hep bu şehrin
çocuklarıdır.
Bu gün Türk sanayinin devlerinden Sabancıları,
Baldöktü gurubunu, Has gurubunu, Dedemanları,
Özilhanları, Boydakları bu şehir yetiştirmiştir. Ve en
önemlisi; Selimiye ve Süleymaniye’yi pırlanta bir
yüzük gibi Osmanlının parmağına takan, estetiğin ve
zarafetin eşsiz dehası “Ser Mimaran-ı cihan” Koca
Sinan,
Ve;
“Sadıkayım emdir özüm
Hakka turab ettim yüzüm
Pişir pişir söyle sözün
Arasında ham bulunur
Hiç kimseyi eksik görme
Her eksikte Tam bulunur…” diyen Sadıka Ana
da bu şehrin evladıdır.
Zekâ ışıltılı bir şeydir, hayranlık duyulacak bir
şeydir, fakat kurnazlık aldatmaya yönelik bir avcı ahlakıdır.
Ve uyanık, açıkgözlü, kurnaz gibi sıfatlar ne övünülecek sıfatlardır ne de sözü senet sayılan Kayseriliye
yakışır.
“Bir şehrin imajı, o şehre ilişkin tarihi, kültürel
değerlerle birlikte insanlarının yaşam tarzı ve ekonomik faaliyetlerinin toplamıyla oluşan bir bütündür. Genel anlamıyla imaj, bireyin zihninde bazı
öğelerin etkileşimi sonucunda yavaş yavaş oluşan
bir imgedir.”
Bu imaj ve imgenin oluşmasında Kayseri’nin ve
Kayserilinin cezbesini, coşkusunu, sevdalı, rint ve
derviş yönlerini de gündeme getirilmeli, hala arı duru
yaşam tarzı, kültürü, ahlakı, sosyal ilişkileri… Cami,
okul, yurt, yardım kurum ve vakıfları kuran hayır ve
hasenattan yana tarafı edebiyatın konusu edilmelidir.
Kayserilinin asıl gündeme getirilecek tarafı budur.
Şehri ‘uyanık kayserili’ imajından kurtarmak hem
ticaret ehlinin hem de eli kalem tutanların kaygısı olmalıdır.
Çünkü Kayseri gerçekten böyle bir imajı hak etmemektedir.
10
TÜRKİYE’DE
DEMOKRASİ VE ÖTEKİ
Osman SEL
Demokrasiye geçen
Türkiye Cumhuriyeti bu
rejimi kör topal devam
ettirirken günümüze kadar
geçen 60 yılda iki ihtilal, iki
de muhtıra ile bu rejimin
oturmasını ve kökleşmesini
kesintiye uğrattı.
Türkiye Cumhuriyeti, tarihin Türk milletine dayattığı iç ve dış şartların zorlamasıyla, çok zor şartlara
rağmen Türk’ün tarihten gelen özgüveni ve bağımsızlık aşkıyla büyük bir savaştan sonra “milletin azim ve
kararı” ile kurulmuştur.
Yeni kurulan devlet, kurumlarını, kurallarını oluştururken bunun yanında Batı medeniyetinin normlarını
kendi milli değerleriyle birleştirmeye çalışmış ve çok
kısa zamanda her alanda büyük ilerlemeler kaydedmiştir. Batı medeniyetinin değerlerini benimsemeye çalışan
bir devletin eninde sonunda Batı’da gelişen demokrasiyi de bir idare şekli olarak alması, benimsemesi kaçınılmazdı. Türkiye Cumhuriyeti daha yeni kurulmuşken
bile iki defa çok partili hayatı denemiş ancak başaramamıştı. Bu defa ikinci Dünya Savaşının ardından biraz
da dış tesirlerin etkisiyle çok partili hayata yani diğer
adıyla demokrasiye adım atmış oldu.
Demokrasiye geçen Türkiye Cumhuriyeti bu rejimi kör topal devam ettirirken günümüze kadar geçen
60 yılda iki ihtilal, iki de muhtıra ile bu rejimin oturmasını ve kökleşmesini kesintiye uğrattı. İşte bu gün
geldiğimiz noktada şikâyetlerimizin, sorunlarımızın,
endişelerimizin, korkularımızın temel sebepleri burada
yatmaktadır.
Görünen o ki; Türkiye 1946 yılında demokrasiye
geçmiştir ama ne bu rejimi getirenler, ne bu rejimden
istifade ederek iktidara gelenler, ne muhalefette kalanlar, ne devletin diğer kurumları ne de halk demokrasiyi
zihninde içselleştirememiş, şeklî bir demokrasi günümüze kadar gelmiştir.
Adına “yarım demokrasi” diyebileceğimiz ucube
rejimle Türkiye Cumhuriyeti devam ettirilmeye çalışılmaktadır. Hani bir söz vardır: “yarım hoca dinden eder,
yarım doktor candan eder” diye. İşte bizdeki yarım demokrasi de Türk milletinin sosyal, kültürel siyasi ve
ekonomik alanda devamlı sancılı, acılı, problemli bir
şekilde yaşamasına sebep olmuştur.
Demokrasinin eksik olmasının veya iktidarda olanların demokrasiye tam inanmamalarının en kötü sonuçlardan birisi de; insanların korkudan veya başka
sebeplerle idarenin yanında gözükmek zorunda kalmaları, bunun da ikiyüzlülük gibi bir ahlaksızlığı kamusal hayata ve bireye zorla benimsetilmesidir. Böyle bir
toplumda huzur, güven, içten gelen saygı ve tutarlı bir
davranış beklenemez.
Demokrasi; kuvvetler ayrılığı prensibine, düşünceleri ifade etme özgürlüğüne, inanç özgürlüğüne, hür
teşebbüse, laikliğe, hukukun üstünlüğüne, basın özgürlüğüne ve özgür bilime dayanarak ve halkın demokrasi ve özgürlüğü içselleştirmesiyle güç kazanır ve tam
demokrasiye evrilir. Bu gün Batı’da tam demokrasi
de yetmez olmuş “Gün ışığında demokrasi” diye bir
kavram geliştirilmiştir.
“Gün ışığında demokrasi”nin en önemli özelliği ise
katılımcı, şeffaf olması, bireyin ve birey özgürlüğünün
olabildiğince genişletilmesi, en aykırı fikirlerin bile özgürce ifade edilmesi ilkesine dayanmasıdır..
Demokrasi ile diğer rejimler (destopik) arasındaki
fark; özgürlük arttıkça demokrasi ilerler, olgunlaşır ve
kuvvetlenirken, öbür rejimler özgürlükler arttıkça zayıflar ve yıkılır. Özgürlük demokrasinin panzehiri iken
diğer rejimleri öldüren bir zehir gibidir. Hatırlanacağı
gibi Sovyetler Birliği insanların özgürlük sınırlarını birazcık genişlettiği için yıkılmıştır.
Demokrasinin bir toplumda iyi işlemesinin en önemli dayanağı iktidarı eline geçiren partinin demokrasiye
olan inancı ve güvenidir. Şayet bu olmazsa demokrasiden istenen fayda sağlanamadığı gibi, belki de diğer
rejimlerden daha tehlikeli ve kötü durumların ortaya
çıkmasına sebep olabilir. Almanya’da Hitler demokrasi
ile iktidara gelmiştir ama demokrasiye inanmadığı için
hem Almanya’yı hem de tüm dünyayı perişan etmiştir.
Demokrasiye inanmadığı halde onun fırsatlarından
ve imkânlarından faydalanarak iktidara gelenlerin bir
topluma yaptığı en büyük kötülüklerden biri de her
ne pahasına olursa olsun iktidarda kalma isteğidir ki,
bunun bir iktidara yaptıramayacağı yanlışlık yoktur.
Böyle iktidarların izlediği yollardan birisi de toplumda
“öteki” yaratarak korku imparatorluğu kurmaktır. Bilindiği gibi “öteki” despotik rejimlerde olmaz. Çünkü
buna imkân tanınmaz. Anında yok edilir. Kendini öteki
gören birisi veya birileri de korkudan bunu dillendiremez. Buna rağmen bu rejimler öteki üretmeye ve halkı
bunla korkutmaya veya yönlendirmeye zaman zaman
ihtiyaç duyabilirler. Almanya’da Yahudiler, ABD’de
Zenciler bunun örneğidir.
Aslında öteki doğanın ve tarihin bir gerçeğidir. Kedi
farenin ötekisidir. Kedinin fareye davranışını ve bakışını değiştiremeyiz. Çünkü o aklıyla değil içgüdüsüyle,
doğasıyla hareket eder. Tarih de zaman içinde insanları; ırk, din, millet, mezhep, renk, devlet, cemaat diğer
sosyal gruplara ayırmıştır. Ancak bunların diğerlerine
bakışı kendinin fareye bakışı gibi olmaz. Zira, 16. yüzyılda Hollandalı filozof Erasmus’un söylediği şu söz
insanları hayvanlardan ayıran en önemli özelliktir:
“Atlar at doğar at olarak ölür ama insanlar canlı
olarak doğar insanlaşarak ölür.” İşte ötekini algılamak, ötekine karşı nasıl davranacağımızı belirlemek
bizim ne kadar insanlaştığımızı gösteren bir davranış
şeklidir.
Canlıyı insanlaştıran en iyi rejim demokrasidir. İnsan insanlaştıkça ötekine karşı davranışı değişir, daha
insanca, daha sevecen, daha saygılı, daha adaletli, daha
hoşgörülü olur. Ötekini yok etmeye değil ötekiyle farklılıklarının yanında birlikteliklerinin önemine ve faydasına inanır.
Türkiye bugün fiziksel ve zihinsel olarak bir öteki
problemi yaşamaktadır. Bu problemlerin bir kısmı tarihin mirası ise bir kısmı da bugünkü iktidarın uygulamaları veya bu iktidara karşı bir kısım vatandaşların
beyinlerinde oluşan algıdır.
Bu durum, Türk milletinin milli birlik ve beraberliğine zarar verir hale gelmiştir. Kendini öteki kabul eden
insanlar tehlikeli bir şekilde çoğalmakta ve korkutucu
bir boyuta ulaşmaktadır.
Öteki; farklılıkların değişmez olduğu ve bu farklılıkların kötü, zararlı, tehlikeli ve düşmanca algılamasına dayanan bir inançtır.
Ötekileştirmede kullanılan; “ berikiler ve ötekiler,
biz ve onlar” kavramlarıdır ki; bu masum dört kelime
birden savaş çığlığı ve intikam anlamını kazanır.
Ötekileştirme, despotik rejimlerde devlet eliyle yapılırken demokrasilerde daha çok gizli yöntemler kullanılır. Bunun için;
1-Eğitim kurumları
2-Yazılı ve görsel medya
3-Aile içi konuşmalar, hikaye, fıkra, anekdot, efsane, deyim ve atasözleri
4-Dinî liderlerin sözleri
5-Devletin ve iktidarın söz ve davranışları yöntem
ve araç olarak kullanılır. Fısıltı gazetesi dediğimiz yol
da bu uğurda en çok kullanılan yöntemlerden birisidir.
Sorumlu kişiler bazen bundan çekinirler. O zaman da
gazeteci, yazar, sanatkâr, bilim insanı sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri gibi yardımcı, yalaka, tetikçi
kullanırlar.
İktidar öteki yaratmada kararlıysa, bunun için devletin bütün imkânlarını her ne pahasına olursa olsun
kullanır. Daha da ileri giderek “Biz beyaz kefenimizi
giydik de meydana çıktık.” diyebilir. Bu, iktidar için
meşru ve gayrı meşru her şeyi yaparım demenin kapalı
ifadesidir.
İktidar bazen de eksiklerini ve baskılarını gizlemek
için kendi dönemlerinde “ileri demokrasiye” geçildiğini ileri sürerek “ilkel demokrasi” olduklarını saklamaya çalışırlar. “Bîtaraf olan bertaraf olur” sözü her
rejimde söylenebilir, ama kesinlikle demokraside hele
de ileri demokraside söylenemez.
İktidar bazen de “Biz ötekilerin hakkını veriyoruz.”
diyerek onların bir özgüvenle ortaya çıkmalarını sağlar
ancak gizli olarak da onları öteki görenlere “Görüyorsunuz ya ben gidersem bunlar gelir!” diyerek gözdağı
verip, yandaşlarını kendi yanında bloke etmeye çalışır.
Türkiye bugün böyle bir “öteki” açmazının, endişenin ve korkunun hakim olduğu bir ülke haline gelmiş
veya getirilmiştir. Bazı vatandaşlar inanç özgürlüğünün
açık ve gizli baskılarla tehlikede olduğunu, basının gizli sansür ve otosansüre maruz kaldığını, sermayenin
belli bir cemaatin elinde toplandığını, yaşam şeklinin
tehdit altında olduğunu, iktidar karşıtlarının değişik
yöntemlerle susturulduğunu, yargının bağımsızlığını ve
tarafsızlığını yitirdiğini düşünmektedirler. Bu, Türkiye
Cumhuriyeti için endişe verici bir durumdur.
Türkiye bu zihin atmosferinden bir an önce çıkmalıdır. Ülkenin geleceği ve huzuru buna bağlıdır. Burada
en büyük görev iktidara düşmektedir. Azımsanmayacak
bir sayıda vatandaşımızın bu olumsuz ve endişeli düşüncelerini değiştirmek için yeni anayasanın şekillenmesinde, söz ve icraatlarında rahatlatıcı bir davranış
içine girmeleri gerekmektedir. Yoksa bunun zararını
iktidar muhalefet, öteki beriki, biz onlar hep beraber
görürüz. “Mahkeme kadıya mülk değildir.”
11
12
YANLIŞTAN
DOĞRUYA GİDİLMEZ
“Keçeden terazinin abrası tezekten olur”
İsmail BOZKURT
Ormanın düşmanı keçi, dinin düşmanı cehalet,
devletin düşmanı da ihanettir. Keçi ormanı kemirir, filizi yer, ağacın büyümesi neyine, düşünmez
bile. Onun için aslolan, o reçineli sürgünü yiyip,
kığısını dökmektir. Ne gölgesinde yatacağı ağacı
ne de yağmurun, suyun kaynağı ormanı düşünür.
Bu devam eder gider.
Cehalet dini yer tüketir. Hem de iliklerine kadar
kemirir. Cahil, korkulmaması gerekenden korkar,
aldanılmaması gerekene de aldanır. Sevgiyi hiç
tanımamışlardır. Korku ile menfaat ikilemi içinde
olurlar. Keçi, karamık çalısının sürgününe saldırırken kabara gibi batan karamık çalısının dikenini
hiç düşünmez. Boğazının uğruna damağına saplanan dikenden kurtulmak için meleyerek âlemi
başına yığar da sebebini anlamaz. Cahiller de bir
haspir tanesi bulmak için bir çuval pirinci caddeye dökerler de döktükleri pirince üzülmezlerken,
haspiri bulamadığına üzülürler. Akıl ve idrak, cahilin doğal düşmanıdır. Kazanılmış pratikleri vazgeçilmezleridir. Haram ile helâl arasında denge
kuramazlar. Gündeliklerden bazıları helâl, bazıları
haramdır. Yıllar geçse, zaman değişse de değişmeyen tek şey, ona bir başkası tarafından öğretilenlerdir. Varsa da, yoksa da basit gündelik çıkarlarıdır. Onlar için akıl, öncelikli değildir. Ne kadar
zarar açacağını, sonunda ne kadar dayak yiyeceğini fark edemeyen merkep, avludan ilk boşandığı
vakit doğruca çevirmedeki taze kavak dikmelerine
saldırır. Bu taze dikmeler hem yumuşaktır, hem de
ağzının dolusudur. Kavağı yer ama dayağı da yer.
Onun geleceğini de kurutur. Tekrar boşansa aynısını yine yapar.
yapardım, en azından kulağı dolusu darıya satardım.” demiş. Şahsilik ve keyfilik sanki vazgeçilmezleri olur. Domdom kurşunu ile serçe avlamaya
kalkarlar. Kayıpları ile kazançları arasında bir türlü
bağ kuramazlar. Bitmek tükenmek bilmeyen ahiret
yurdunu sınırlı ve belirsiz bir avuç ömrün keyfine
feda ederler. Hain, zehri altın tasta sunarken, gafil
de mukaddesleri cahilin elinde oyuncak etmekten
çekinmez.
Bunlar nefsi ve hırsı uğruna, asırları delip gelen değerleri ayaklar altına alabilir. Mazisizleşip,
ati umur dışı kalırken, gündelikçiliği, tarihsizliğe
yol açar. Tarihsizlik ile talihsizlik başlar. Bunların hepsi bir insani değerlerin kaybı ile son bulur.
Tanrı’nın “Kavimler, kabileler ve milletler olarak yarattım.” dediği insanoğlu yerini, tarihini,
kendini bilemez olur.Bu hamlıktır, bu bilgisizliktir. Bu eğitimsizliktir. Bu kendini bilmemektir. Bu
baştan sona bir cehalettir. Bir de bunun bilerek
peydahlayıcıları vardır ki, işte bunlar tam hainlerdir. Bunlar ormanın asıl düşmanlarıdır. Bunlar taze
fidanı meze edenlerdir. Bunlar dünü yok sayıp yarın için ufku karartanlardır.
Bunlar karanlığı nur, nuru da zulüm olarak gösterenlerdir. Bunlar hiç inanmadıkları halde, aldattıkları kimselerin arkasından gülerek; “Kılda keramet, kirde de bereket vardır.” diyenlerdir. Bunlar,
kini sadakat, ümmeti cehalet, tarihi de düşmanlık
kaynağı olarak değerlendirirler.
Bunlar “Şeyh efendinin rüyasındaki Türkiye’den” Türk insanını habersiz bırakmanın yollarını ararlar. Türk’e, tarihe, Cumhuriyet’e ve de
Atatürk’e yalan yanlış kahhariye okuyan herkesin
İnsanoğlu da idrakini kaybettiği zaman, bir yanında yerlerini alırlarken, asıl kahhariye okumaşeyler kazandığını zannederek her şeyini kaybe- ya ittifak edenlerin gerçek bir rüya ile nasıl sarder. En değerli varlığını en ucuza satabilir. Ha- sıldıklarını Peygamber’in ümmetinden saklarlar.
ramzadenin birine sormuşlar: “ Babanın öleceğini Haydi, bu rüya doğru değil desinler bakalım. Anbilseydin ne yapardın?” Şu cevabı vermiş: “ Ne latayım mı?
Rüya şöyle: Bir dünya
haritası, ortasında Türkiye…
Türkiye toprakları, dünyanın
diğer bölgelerinden bariz
bir şekilde ayrılırcasına
yemyeşil. Fakat etrafı,
sınırları simsiyah, hayli
kalın; lakin alçak duvarla
çevrili. Peygamber
efendimiz haritanın başında
ve insanların gözü önünde
dünyayı yeniden taksim
ediyor. Şurayı şuna, burayı
buna verin diye emirler
veriyor. Etrafındakiler de
gerekeni yapıyorlar.
mıyor. Sıra Türkiye’nin kime verileceğine geldiği
zaman Şeyh Efendi gözlerini beş açıyor ve pürdikkat kesiliyor. Peygamber Efendimiz yüzünü çevirmeden yalnız eli ile işaret ederek “Burayı şuna
verin.” buyuruyorlar. Burası dediği Türkiye’dir, şu
dediği de Mustafa Kemal’dir.
Bunlar, ezberlerini bozmamak için sürekli ışığa
gözlerini kapama gayreti içinde olanlardır. Bunlar,
Semerkant’tan Kayseri’ye gelinceye kadar matematik, tıp, astronomi, hadis, tefsir, kelam ve felsefe
ile mücehhez Selçuklu ve Osmanlı medreseleri ile
son dönemde asker kaçaklarının yeri sayılan medrese bozuntularını karıştırarak her viraneyi medrese, her yakasız gömlek ve şalvarlıyı da müderris
kabul ederler.
Cumhuriyetin yüzüncü yılının arifesi sayılan
bir zamanda her ilde onlarca İmam Hatip Lisesi,
her üniversitede de bir İlahiyat Fakültesi ve bunların mezunlarından da birçok atanmamış eleman
var iken geriye dönüp dünyayı tanıma noktasından
okuma yazması dahi şüpheli olan yaş sınırı belirsiz insanlara müracaatla ülkenin bazı bölgelerinde
din hizmeti verileceği zannı ile kadro açılmasını
cehalet değil, cehalete bilerek mazbata vermek
olarak değerlendirmek daha doğru olmaz mı?
Bahse konu edilen yerlerde maksat sadece dil
“İkinci Abdülhamit döneminde Şeyhülislam- ise,
lıkta görev yapmış Şeyh Rahmi Baba, 1930’lu
O bölgede şimdiye kadar hiç Türkçe okunmadı
yıllarda bu şeyh ve halife arkadaşlarını gizlice
mı?
Anadolu’nun bir kasabasına davet eder. “Kahriye”
O bölgenin çocukları hiç sınava girmedi mi?
okunacak. Yani “ya Kahhar” zikri çekilecektir.
Mustafa Kemal Paşa’nın ve rejiminin “kahrı tedO bölgenin İmam Hatip ve İlahiyat bitiren gençmiri” için dua edilecektir. Davet kabul görür, giz- leri neredeler?
lice toplanırlar.
O bölgenin insanlarının kadın erkek, genç ihKahriyenin okunacağı sabaha birkaç saat kala tiyar, mahkemelerdeki duruşmaların dışında her
şeyh efendi bütün niyetlerini altüst edecek bir rüya türlü nümayiş ve hakaretlerini Türkçe yaptıkları
görür.
bilinmiyor mu?
Rüya şöyle: Bir dünya haritası, ortasında TürBu cüret değil ise ne biçim kindir? Tam zamanı
kiye… Türkiye toprakları, dünyanın diğer bölge- geldi dercesine, durup durup tam bugün böyle bir
lerinden bariz bir şekilde ayrılırcasına yemyeşil. teklifte bulunmak, Cumhuriyet’le, Tevhit-i TedriFakat etrafı, sınırları simsiyah, hayli kalın; lakin sat yasasıyla ve Cumhuriyetin getirdikleri ile nasıl
alçak duvarla çevrili. Peygamber efendimiz hari- bağdaşır?
tanın başında ve insanların gözü önünde dünyayı
Ne pahasına olursa olsun bazı bölgelerin kenyeniden taksim ediyor. Şurayı şuna, burayı buna
dine
özgü hal ve davranışından dolayı olayın istisverin diye emirler veriyor. Etrafındakiler de geremarına giderek; haspiri bulacağız diyerek pirinci
keni yapıyorlar.
yola saçmış olmuyor muyuz? Bu coğrafya, bu taMustafa Kemal Paşa Trakya bölgesi gibi bir yer- rih, bu toprak, bu kadar sorumsuzluğa izin vermez
de duruyor. Yüzü Peygamber Efendimize dönük diye düşünüyorum. Ruhun sarhoşluğu Mevla’ya
değil ve duruşundan anlaşıldığına göre mahcup ve götürür amma nefsin sarhoşluğu da belaya götürür.
tedirgin bir durumda; bu yüzden efendimize baka- Haberiniz olsun.
13
14
AKİF’İ SEVER GÖRÜNÜR
HAÇLI ZIRHINA BÜRÜNÜR
karababaosman@ hotmail.com
Osman KARABABA
Kültür Bakanlığınca “2011”, “Mehmet Akif Ersoy
Yılı” ilan edilmişti.
Gelin görün ki, 20. yy’ın başında Batı emperyalistlerince, toprakları vahşetle gasp edilip tarihe gömülmek istenen Türk milletinin Çanakkale Destanı’nı ve
İstiklal Marşı’nı yazan büyük vatan şairimiz Akif’e yaraşır bir şey yapılmış değil.
Ne acı ki, Milli Mücadele’nin cephe gerisi mücahidi, halkın ve Hakk’ın sesi, yüce milletimizin kutup
yıldızı ve abide şahsiyetlerinden Akif’in üstün karakterinin ortaya konmasına ve savunduğu kutsal ve
milli değerlere sahip çıkılmasına mani olundu. Çünkü
Akif’i seviyor görünenler Akif’in mücadelesini verdiği değerlerle mücadele ediyorlar.
Türk milleti, Çanakkale’de Akif’in;
“Hani, tâuna da züldür bu rezil istilâ!”
“Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müthiş tipidir; savrulur enkaz-ı beşer”
“Kafa, göz, gövde, bacak, kol,çene, parmak, el, ayak
Boşanır sırtlara, vadilere sağanak sağanak!”
diye anlattığı, Batı emperyalizminin tarihte görülmedik
vahşetini yaşadı. Lakin, kahraman Türk milleti bu soykırımı yaratanlara;
“Medeniyet” denilen tek dişi kalmış canavar.”
“Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi Avrupalı”ya
ve ,
“Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne
belâ..”, “Eski Dünyâ, yeni Dünyâ, bütün akvâm-ı
beşer”, “Avustralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!”, kısacası “Yedi iklimi cihân”, a öyle ağır bir tokat
indirdi ki, Çanakkale’de boğulmaktan kurtulamadılar.
Bu zafer dünya tarihinin aklını oynattı.
Gel gör ki, bitmedi “bu rezil istila”; aziz milletimizin Mondros Mütarekesiyle elleri kolları, bağlandı ve
ardından boğazına geçirilen Sevr paçavrasıyla boğulmak istendi.
Yüce Türk milleti, Batı emperyalizminin tarihten
silmek için yaptığı “hayasız akın”ına göğüs gererek
bir imkansızı başardı ve sonuçta “Türkiye Cumhuriyeti” olarak dünya milletler platformunda şerefle yerini aldı.
Lakin Batı emperyalizmi yediği darbenin acısını 90
yıldır hafızasından atamadı, hep intikam için yaşadı.
Türk milletini savaşla yenemeyeceğini idrak eden Batı, strateji değiştirdi. Türklerdeki din,
namus,vatan,millet ve dil yani ‘birlik duyguları’nı yok
etmeye giriştiler.
Bunun için içimizdeki hainleri ve Milli Mücadele’den
kuyruk acısı olan işbirlikçileri kullanarak içerden çökertmeye giriştiler.
Yeni dünya düzenini istedikleri gibi şekillendiren
Batı emperyalizmi, Türk milletinin hayat damarlarını
tıkamak için içerden ve dışarıdan Atatürk’e, M. Akif’e,
Türklüğe, İslam’a, Türk tarihine psikolojik saldırılar
başlattı. İlk hedefte, Atatürk gibi, Batı emperyalizminin baş düşmanı olan ve en önemli karakteri “zulme
isyan” olan Akif’ de vardı. Çünkü O, hayatının her
kesiminde, bütün gücüyle her türlü haksızlığa, zulme,
yolsuzluğa, gericiliğe, yobazlığa, aymazlığa, miskinliğe, uşaklığa, hayasızlığa, şerefsizliğe… şiddetle karşı
koymuştu.
Buna rağmen İstiklal Marşı, Çanakkale Destanı ve
birçok şiirinde“Medeniyet” kelimesini “Batı’nın vahşeti” anlamında kullandığı için O’na yaftalanmak istenen “medeniyet” düşmanlığı hep gündemde tutuldu.
Hain çevrelerce “Mehmet Akif Kılıfı”nda Cumhuriyet aleyhine kamuoyu hazırlanmakta... ‘Mısır yolculuğu’ çarpıtılarak yüce şairle rejim arasında husumet
varmış izlenimi yaratılmakta…
Safahat’ında ve İstiklal Marşı’nda, hayatını adadığı
milleti için “Türklük” yerine kullandığı “ırk” sözcüğü… Ehli-salip’in Balkanlar’daki Türklere yaptığı soykırımı dile getirdiği şiirinde “ Arnavud’um” demesi…
Dincileri hicvetmesi… Çanakkale’yi “Geçilmez!”
yapan şehitlerimize “Bedrin aslanları ancak bu kadar
şanlı idi” benzetmesi… İslam’a bağlılığı… Sakalı, başında şapkasının eksikliği… hep çarpıtıldı.
Ne yazık ki bunların hepsi planlı yapılıyordu.
Mehmet Akif, hem örnek Müslüman’dı hem öz be
öz Türk’tü. Hasan Basri Çantay’ın,O’nun Türlüğü hakkındaki ; “Akif, Türk olarak yazdı, Türk olarak düşündü, Türk olarak yaşadı ve nihayet Türk olarak
öldü” sözleri hangi çevrelerin niçin işine gelmiyor;
düşünün! Ordunun Duası (1921) adlı şiirinde şöyle diyordu: “Türk eriyiz, silsilemiz kahraman!..
Müslüman’ız, Hakk’a tapan Müslüman!”
Peki, Akif’in Türk olduğu tarihi bir gerçek iken ölümünün 74. yılında, Sayın Başbakan, O’nun “Arnavut”
olduğunu ne amaçla söyledi? Bu; bir gaf mı, sehven
itiraf mı, Akif’e ithaf mı, yoksa bir hilaf mı? Oyunun
perde arkasında ne vardı?
Sayın Başbakan’ın; Türkiye dahil 22 İslam ülkesini
bölmek için hazırlanmış Büyük Ortadoğu Projesi’nin
eşbaşkanlığını üstlenmesi?..“Türkiye’de Kürt sorunu
vardır” söylemleri?.. “Dersim İsyanı” için dilenen
özür?.. Ve hep konuşmalarında Kürt, Çerkez, Abaza,
Arap, Gürcü, Laz...vs. diyerek yapılan etnik ayrımcılık?
“Türkler bir milyon Ermeni, 30 bin Kürdü katletti” diyen naylon yazarın küresel güçler tarafından
ödüllendirilmesi ve Köşk’te taltifi…İhanet “Açılım”ı,
“Habur” bayramı… bütün bunlar nasıl yorumlanmalı?
Bölücü terörün Meclis’teki siyasi uzantısı BDP’nin;
“Bize özerklik yetmez, biz bağımsızlık istiyoruz.”, “Biz
sınırlarımızı çizdik” gibi nice bölücü ihanet çığlıkları?.. İstiklal Marşı ve Türk bayrağına duyduğu nefret?..
Her yerde bölücü başının posterlerini, sözde Kürdistan
paçavralarını alenen kullanması?.. Bu hainler, nereden
güç alıyor dersiniz?
Bilindiği üzere son on yıldır, “Temeli yüksek Türk
kültürü ve Türk kahramanlığı olan Cumhuriyet”e
alerji olanlar , “Ne mutlu Türk’üm, diyene!” sözünden rahatsızlık duyanlar, birden nasıl mantarlaştı? Yobaz Derviş Mehmetler, İngiliz uşağı hain Şeyh Saitler,
Seyyit Rızalar nasıl hortladı? Ya öğrenci andından
“Türk”ün kaldırılması planı?..
Devletin zirvesindeki zatın 1994’de “Ne mutlu Türküm diyene’ lafını her yere yaza yaza Türkiye ilkel hale dönüşmüştür.” sözleri sebepsiz miydi?
Çanakkale’de “Vurulup tertemiz alnından uzanmış
yatan” 253 bin şehidin faili ve Türk milletinin ezeli
düşmanı olan İngilizler için; “İngilizler Türklerin ezeli dostudur” diye, Şövalyelik Nişanı hatırına, söylenen
sözler bir gaf mı, tarihi inkar mı yoksa şehitlere ithaf(!)
mıydı?
İstiklal Marşı dizelerindeki “Kahraman ırkıma” ve
“ırkıma yok izmihlal” deyişlerinde, “Türk milleti” yerine kullanılan “ırk” kelimesinden kabız olanların karın ağrısı neyin alametidir?
Halkı Allah ile aldatanlara Akif’ şöyle diyordu:
“Lakin ne demek bizleri Allah ile iskat (aldatma)?
“Hüda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hüda
Utanmadan da “tevekkül” diyor bu cürete …
Ha?”
Şimdi “Allah indinde tek din İslam’dır” ayetini
yeryüzünden silmek isteyen AB’ işbirlikçileri dinciler
ve diyalogcuların Mehmet Akif’i seviyor görünmeleri
O’nun kemiklerini sızlatmıyor mu?
Kurtuluş Savaşı hafızalardan silinmek isteniyor.
AKP’li Ordu milletvekili İhsan Şener’in; “Kurtuluş
savaşı yapılmadı, şehitlikler hikâye…”diyecek kadar
sapıtması irtica odağı iktidarın bir politikası mı?
“Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal” hükmünden; Türk milleti üzerinde ezeli emelleri olan AB
ve Lozan’ı hala kabullenemeyen ABD’nin, emperyalist
uşaklarının ve Cumhuriyet’ten kuyruk acısı olanların
neden ifrit oldukları ve nefret ettikleri hatırlanmıyor?
Türk milli şuurunun mihengi olan İstiklal Marşı’nı
ve onun taşıdığı değerleri ortadan kaldırmak; açıkça
Akif’i seviyor görünenlerin, küresel güçlerin ve işbir-
15
Ne acı ki, Milli Mücadele’nin
cephe gerisi mücahidi,
halkın ve Hakk’ın sesi, yüce
milletimizin kutup yıldızı ve
abide şahsiyetlerinden Akif’in
üstün karakterinin ortaya
konmasına ve savunduğu
kutsal ve milli değerlere sahip
çıkılmasına mani olundu. Çünkü
Akif’i seviyor görünenler Akif’in
mücadelesini verdiği değerlerle
mücadele ediyorlar.
likçilerinin ortak bir planlarının gereğidir.
Nasıl kaldırılacak derseniz, mevcut Anayasadaki
değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen ilk üç maddeyi
değiştirerek. Bunu isteyenler “Sadece Cumhuriyet,
kalabilir.” dediklerine göre o zaman 3. maddede bahsedilen “Türkiye Devleti”, “Türk Dili”, “Türk Bayrağı”
gibi “İstiklal Marşı” da tarihe gömülmüş olmayacak
mı? Bunu yapabilir mi, derseniz, yapabilirler. Çünkü
bugüne kadar Türkiye’nin aleyhinde hayal dahi edemediğimiz yüzlerce şeyi yapanlar, bunları da yapmaya
çalışacaklardır.
Böylece Akif’’i seviyor görünenler tarafından; emperyalist güçlerin desteğinde İstiklal Marşı tarihten
silinirken, Akif’’in emanet ettiği ve mücadelesini verdiği değerler ortadan kaldırılacak ve Akif de tarihe
gömülmüş olacak!
Eğer sen uyanmazsan!
16
NATO FÜZE KALKANI PROJESİ
DURMAK YOK SAVAŞA DEVAM
Ahmet MUHTAROĞLU
Enerji Uzmanı
Enerjinin jeopolitiği ile alakadar olanların şöyle bir
görüş ve kanaatleri vardır; “Dünyanın neresinde bir
kavga var ise orada mutlaka enerji vardır.” Bu kavga, 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğunun
dağıtılmasının ana sebeplerinden biridir. 19. yüzyılın
ortalarında başlayan endüstri çağının petrol ile var olabileceğinin farkında olamayan Osmanlı, üzerinde oturduğu kıtanın altındaki zenginliği de fark edememiştir.
Fark etseydi kaçınılmaz son durdurulabilir miydi, bunu
bilmemiz zor. Gerçi 2.Abdulhamit, Musul petrollerinin
bir kısmını kendi üzerine şahsi mülk olarak geçirmiş ise
de sonuç değişmemiş, emperyalistler Osmanlı coğrafyasından 25 ülke peydahlamışlar.
Osmanlı’yı yıkmaya muktedir olan dönemin emperyal gücü İngiltere, coğrafyayı yeraltındaki kaynak ve
üzerinde yaşayan ahalinin etnik ve mezhep yapılarını
dikkate alarak parselere ayırarak devletler oluşturmuştur. Her birisinin başına da halkına despot, kendisini oraya getiren efendisine kölelik yapan ve petrolü Batı’ya
peşkeş çeken sözde şeyhler getirmiştir. Bu durum II.
Dünya Savaşı’na kadar sürmüştür. 1940’larda Almanların iştahını Hazar bölgesi petrolleri kabartmıştır. Rusya üzerine yürüyen Hitler’in akıbeti hepimize malumdur. Bu tarihten sonra İngiltere yavaş yavaş bölgeden
çekilmeye başlar. Bu çekilmenin birçok sebebi vardır.
Ancak, biz burada o sebeplere girecek değiliz. Burada
şunu belirtmemizde fayda vardır: Özellikle Ortadoğu
coğrafyasında enerji ve bölge adına neler olup bitiyor
ise proje hâlâ İngiltere menşelidir. Taşeron bir gün İsrail
olur, bir gün Türkiye olur, diğer bir gün ABD olur fark
etmez. Ama olayların proje müellifi hâlâ İngiltere’dir.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu coğrafyada rol paylaşımı yeniden yapılmış, ABD coğrafyanın taksiminde
başrolü almıştır. Zaman zaman Mısır, Suriye gibi ülkeler Sovyetler Birliği’nin etki alanına girmişse de bu etki
uzun süre devam edememiştir.
21.yüzyılın başında bölgenin haritası yeniden masaya yatırılmıştır. Atlas okyanusundan Hint okyanusuna kadar olan bölge yeniden dizayn edilmektedir. Bu
yüzyılda ülkeleri fethetme konsepti de değiştirildi. Batı
emperyalizmi her ülkenin içinden özgürlük hareketi
adını verdiği guruplar devşiriyor ve bunların ülke yönetimlerine başkaldırmalarının yolunu açıyor. O ülkede
isyanı örgütlüyor ve arkasından da NATO’nun öldürücü gücünü o ülkeye gönderiyor. Bu emperyalist oyunun
son perdesi Suriye’de oynanıyor. Bu ülke de iç savaş
hâlihazırda olanca hızıyla devam etmektedir. Bu oldu
bittilere ise BM tahtında …… “kendi kaderlerini tayin
etme hakkı” gibi kılıflarla ilgili maddeye de atfen meşruiyet kazandırılmaktadır.
Bu noktada üzerinde önemle vurgulamamız gereken konu şudur: Eğer Fas’tan başlayıp Pakistan’a kadar
olan bu bölgede gelişen ve “Arap baharı” denen büyük
kargaşa, kan, ve gözyaşına yol açan olayların halkların
kendi istek, arzu ve özgürlük taleplerinden kaynaklandığını zannedenler varsa aldanırlar. Tüm olup bitenlere
rağmen, yok efendim Kaddafi halkına zulmediyormuş,
Mısır’ın başındaki 35 yıldır oradaymış, Suriye devleti
kendi halkına zulmediyormuş gibi bu coğrafyada yaşayan insanları aptal yerine koyanlara şimdilik elimizden gelen şey lanet okumaktır. ABD Dışişleri Bakanı
Condoleeza Rice dememiş midir ki bu bölgede 22 ülkenin sınırları ve yöneticileri değişecek. O halde “Arap
baharı” tesadüf müdür? Libya’ya ilk bombayı atan
Sarkozy’nin daha başlangıçta Kaddafi’nin başı için
Libya petrollerinin %35’ine pazarlık konusu yaptığı ve
bunu kontrata bağladığı ortaya çıkmamış mıdır? (Üstelik Sayın Başbakanımızın bu konuya çok kızdığına
bütün dünya kamuoyu şahit oldu.)
Keza bizler biliyoruz ki 2003 yılında Irak savaşı çıkmadan, yani 1 Mart 2003’den önce dünya petrol devleri
BP, Shell, Exxon Mobil gibi şirketler, Saddam’a vurmadan önce, petrol kuyularını isim isim paylaşıp bunu
da yazılı kontrata bağlayıp Irak savaşını başlatmışlardı.
(Kaynak: Muttitt, Greg “Fuel on The Fire”.)
Hani nerede Irak’ta demokrasi? Üstelik Irak 3’e bölündü, iç savaş devam ediyor ve her gün onlarca insan
birbirini öldürüyor. Birbirlerinin üzerine bomba atıyorlar ama kimse kuyuları bombalamayı düşünmüyor. Birilerine göre de ABD Irak’ta başarısız; güler misin ağlar
mısın? Esas konumuza gelirsek;
Neden Füze Kalkanı: Kamuoyunda hepimizin şahit olduğu gibi 2010 ve 2011 yıllarının büyük kısmı
NATO Füze Kalkanı’nı tartışarak geçti. Biz bu noktada
NATO Füze Kalkanı’nı uzun uzadıya tartışmayacağız
zira bu hususta çok yazılar yazıldı, biz de geçmişte yazdık ve kamuoyu yeterince bilgi sahibidir. Füze Kalkanı
bir amaç değil araçtır. Neyin aracıdır, hegemonya bunu
kime karşı kullanmayı öngörmektedir? Tabi ki hegemonyanın önünde durabilecek tüm engellere.
Dünyanın egemen güç mücadelesinde Batı, görünen
o ki zordadır. Teknoloji gibi, üretim gibi ve nüfus gibi
gelişmenin dinamikleri olarak kabul edilen üstünlükleri
doğudaki Çin, Japonya ve Hindistan’a kaptırmıştır. Her
biri bölgesel güç olma yolundaki bu ülkeleri engellemenin tek bir yolu ise bu ülkelerin enerjiye ulaşım yollarını kontrol etmekten geçer. Afrika kıtasında olup bitenlerin gerçek sebebi de budur. Çin, Afrika’ya yayılmak
üzere iken önü kesilmiştir. Çin’in sadece Libya’daki
yatırımı 100 milyar USD’dan fazladır. Kaddafi’nin kırk
yıllık diktatörlüğü bahane edilerek 30 binin üzerinde
Libyalı katledilmiştir. Ama diktatör dediğimiz Kaddafi
40 yılda bu sayının onda biri kadar insan öldürmemiştir. Keza Irak’ta demokrasi adına öldürülen insan sayısı
1,5 milyon kişi olduğu söylenmektedir; peki diktatör
Saddam’ın öldürmüş olduğu insan sayısı acaba kaçtır?
Tabi ki bu rakamla kıyas dahi edilemez.
Aslında düşündüğümüz zaman olayın vahameti çarpıcı gerçekler içermekte, proje çok büyüktür. Bizim Füze
Kalkanı’nın yönünü tartışmamız çok yersiz ve anlamsız.
Bu Füze Kalkanı’nın İran’a yöneltilmiş olduğunu söylemek meseleyi hafife almak olur. Keza İsrail’i korumak
için dersek cepheyi yine küçültmüş oluruz. 19-20 Kasım 2010 tarihinde Lizbon’da alınan kararda “Stratejik
çıkarların bulunduğu alanın savunması”ifadesi ilk defa
NATO Stratejik Konsept belgesine girmiştir. Bu karara
istinaden 28 Kasımda toplanan NATO değerlendirme
toplantısında Avrupa NATO Kuvvetleri Başkomutanı
Amiral Stavridis “Bölgesel Savunma” kararlarına bağlı
kalmayacağını, artık NATO’nun stratejik çıkarlarının
bulunduğunu tüm alanların NATO’nun hedefi haline
geldiğini ilan etmiştir. Ayrıca ülkeleri tek tek saymak
yerine balistik füzeye sahip dünyada 30 ülkenin kapsamı alanına girdiğini NATO Genel Sekreteri Rasmussen
beyan etmiştir.
Onun içindir ki İran isminin geçip geçmemesinin bir
kıymeti harbiyesi yoktur. ABD ve Batı’nın küresel hegemonyasına yönelik tehdit hiçbir zaman ABD, AB ve
Afrika olmayacaktır. Çin, Rusya, Hindistan ve Pakistan
olacaktır. Aslında bu gelişme dünyanın çekim merkezinin Avrasya’ya kayması ile direk alakalıdır. NATO da
küresel emperyalizmin karargâhı durumundadır.
RUSYA NATO FÜZE KALKANININ
NERESİNDE?
Emperyalizm küreselleşme dönemine girerken dünyada federal yapılara sahip hiçbir ülke bu güce karşı
koyamamış, yalnız ulus devletler karşı koyabilmiştir.
Federal yapıya sahip Rusya’dan 10, Yugoslavya’dan 8,
Çekoslovakya’dan 2 olmak üzere yalnız Avrasya’dan
20 devlet çıkmıştır. Geçmiş 20 yılda Rusya çok hırpalanmıştır. Tabir caizse ne arka bahçesi ne ön bahçesi
17
Emperyalizm küreselleşme
dönemine girerken dünyada
federal yapılara sahip hiçbir
ülke bu güce karşı koyamamış,
yalnız ulus devletler karşı
koyabilmiştir.
kalmıştır. Haklı olarak da NATO’nun hedefinde de
Rusya kendisini görmektedir.
Aslında NATO Füze Kalkanı’nın eski Varşova Paktı
ülkelerinden Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne konuşlandırılmaması için verdiği mücadele çok sert olmuştur. Putin 2007 yılında Münih’te ABD’nin tüm dünya
barışını tehdit etmekte olduğunu söylemiştir. Ayrıca bu
ülkelere füze kalkanının konuşlanmasını Rusya için direk tehdit olarak algılamıştır. Putin, İran tehdidine karşı Azerbaycan’daki eski Sovyetler Birliğinden kalma
Gabala üssünü NATO ve Rusya’nın ortak kullanmasını teklif etmiş, füzesavarların buraya konuşlanmasını
önermişse de teklif kabul görmemiştir. 2008 Ağustos
ayında patlak veren Rusya-Gürcistan savaşı Polonya ve
Çek hükümetlerini harekete geçirerek üslerini derhal
NATO’ya tahsis etmişlerdir. Bu durumda Rusya sahip
olduğu tüm nükleer başlıklı füzelerini Avrupa ülkelerine yönlendirmişti. Bu durum karşısında NATO’ya
dâhil ülkeler ikiye bölünmüş; eski Varşova Paktı ülkeleri NATO Füze Kalkanı projesine destek verirken, Almanya, Fransa, İtalya, Belçika ve İspanya gibi ülkeler
Rusya’nın nükleer başlıklarına hedef olmaktan çekinerek projenin askıya alınmasını istemişlerdi. Sarkozy
bunu ABD’den resmen istemiştir ve proje rafa kalkmış
gibi gösterilerek kararı Türkiye’ye dönmüştür. Sonuç
olarak Rusya siyasi kıskaçtan kurtulmuş, onun yerini
Türkiye almıştır.
Bu durumdan Rusya az da olsa memnundur, hatta
Rusya NATO Füze Kalkanı projesine katılmak istediğini belirtecektir. 20 Kasım 2010 zirvesinde NATO – Rusya ortak işbirliğinin bir vizyona oturtulması ile ilgili bir
doküman dahi imzalanmıştır. Ancak aradan 10 gün geçmesine rağmen Medvedev ulusa sesleniş konuşmasında Rusya ve NATO’nun birlikte çalışmasının mümkün
olmadığını, kendilerinin yalnız katılmak istediklerini,
kendilerine karşı Gürcistan ve Ukrayna’ya sürekli destek verildiğini, Rusya’ya doğrudan gelebilecek tehlikelere karşı sorumluluk verilmesinden kaçınıldığını bütün dünyaya ilan etmiştir. Bu noktada henüz bir yazılı
metne ulaşamasak da aldığımız bilgilere göre Rusya bu
füze kalkanının kendilerine karşı olmadığını yazılı bir
belgeye bağlamak istediklerini ancak NATO’nun böyle bir belgenin söz konusu olmayacağını ifade ettikleri
resmi olmayan kaynaklarda söylenmiştir.
Dolayısıyla NATO’nun yeni misyonunu tüm dünyaya yaymak gibi görünürde NATO politikası olsa da
18
gerçekte ABD politikasına Rusya’nın alet olması ve
Rusya’nın küresel güç olma iddiasından vazgeçmiş olması demektir. NATO’nun hedefinin artık Rusya, Çin,
Hindistan ve İran olduğu hatta tüm Avrasya olduğu kesindir. Rusya başına neyin geleceğin tahmin edebilen büyük bir devlettir. Suriye’nin düşmesi aslında Rusya’nın
düşmesi demektir. Suriye düşerse İran’ın düşmesi kolaydır. İran’ın düşmesi ise Rusya’nın ABD ile Hazar
denizindeki petrollerine ortak olması demektir. Hazar
petrollerinin bilinmeyen ve keşfedilmeyen rezervi bilinenin yüzlerce katı fazla olduğu tahmin edilmektedir.
Tüm dünya gözünü Hazar havzasına dikmiştir. Onun
için Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da kılını kıpırdatmayan
Rusya, Suriye için savaş gemilerini Akdeniz’e indirmiştir. Küresel hegemonyanın sloganı bildik bir slogandır,
enerji ile ilgilenen herkes bilir. Bu slogan “Durmak
yok, savaşa devam” ’dır. Ortadoğu’da devam eden
bu savaşın, bu değişimin sonucunu kimsenin kestirmesi mümkün değildir.
ABD’nin şimdilik tek handikabı Hürmüz boğazıdır, zira dünyanın günlük petrolünün %40’ı bu
boğazdan geçmektedir. Bu boğazın 1 hafta tehlikeye
girmesi dünya için bir felaket olur. ABD bunu çok
iyi biliyor, bunun için İran’a dokunmakta tereddüdü var. İran’ın en büyük handikabı ise benzindir.
İran kendi benzinini Çin’den almaktadır. Yeterli rafinaj kapasitesi yoktur. Hem ABD hem İran birbirlerinin açıklarını çok iyi bilmektedir.
SONUÇ:
NATO Füze Kalkanı Radar Sistemleri konuşlanması
yalnız ülkemiz için değil tüm Avrasya için bir dönüm
noktasıdır. Hegemonyanın Avrasya hâkimiyetinin simgesidir. Dünya soğuk savaş döneminde olduğu gibi yeniden hızla iki kutuplu sisteme doğru gitmektedir. Bir
tarafta ABD, AB ve NATO kısaca küresel hegemonya,
diğer tarafta ise bu gücün karşısındaki herkes vardır.
Vatan, millet, din, milliyetçilik, hürriyet, bağımsızlık gibi kavramlar üzerinde konuşmak ikinci sınıf bilgi
sahiplerinin harcı değildir. Sosyoloji; tarih ve coğrafya
ile at başı gidermiş. Bölgemizde derin sosyolojik hadiseler vuku bulmakta. Elbette ki bu hadiseleri bizim tarihimiz ve coğrafyamız tetiklemektedir. Şahsiyetler kişilerin sahip olduğu kendi tarih kültüründen vücut bulur
ve kültürün birim değeri şahsiyettir. Milli meselelerdeki kararları ferdi kararlardan ayrı tutamayız. Sosyolojik değişimdeki kastımız şudur. İslam coğrafyasında
halklar birbirlerini öldürmektedir, öldürürken de hem
ölen hem öldürenler “Allah-u Ekber” diye bağırmaktadır. Hem öldürüyor hem Allah-u Ekber diyor, nasıl bir
tezat! İslam adına nasıl bir savrulmadır bu. Keza Libya
lideri Kaddafi’nin başını hem eziyor hem Allah-u Ekber diyorlar, ne hazin.
Ülkemizi yönetenler NATO Füze Kalkanı projesiyle birlikte Türkiye için yeni bir karar vermişler ve
Türkiye’nin nerede ve hangi blokla ortak hareket edileceğinin kararlarını vermişlerdir. Konunun fayda ve
mahsurlarını bizlerden çok iyi bildiklerine eminiz, zira
ülkeyi 10 yıldır onlar yönetiyor. Umuyor ve diliyoruz
ki ülkemiz verilen bu tür kararlardan zarar görmez.
Biz ülkemiz için ancak dua ederiz. Biz kendi yöneticilerimizin iyi niyetinden eminiz. Ancak, Pepsi Cola
başkanının çarpıcı bir beyanı var bahsetmeden geçemeyeceğim, aynen şöyle diyor: “Kapitalizm vicdanını
kaybetti.” Sanki vardı da! Bizim üzüntümüz ise şudur:
“İslâm’ım diyenler vicdanlarını kaybetmiş görüntüsü veriyorlar.” Yorum sizin.
Rahmetli Aydın Menderes’i 80’li yıllarda tanıdım ve dostluğumuz uzun yıllar devam etti. Rahmetli, çocuklarımın sünneti için Bünyan’a
gelerek çocuklarımın kirvesi oldu. O yıllarda siyasetin dışında idi. Birlikte çok seyahatimiz oldu ve ben gerçek Aydın Menderes’i tanıma fırsatı
buldum. Özünde milliyetçi, vatanperver biri idi. AB’ye karşı olduğunu
çekinmeden söylerdi ve derin tarih bilgisi vardı. Bize her fırsatta özellikle
“Oğuzlar’ı okumamızı tavsiye ederdi. İsterdim ki ülke böyle bir değerden
istifade etsin ama olmadı. Refah Partisine geçmesi tam bir kırılma noktası
oldu. Yakın arkadaşları olarak tasvip etmedik. Elim kaza ile birlikte zaten
acılı bir hayatın üstüne çileli bir hayat daha bindi. Tüm sevenlerine başsağlığı dilerim. Nur içinde yatsın.
Ahmet Muhtaroğlu
19
ÖĞRENMEYİ ETKİLEYEN
unsurlar2
İbrahim GÜNGÖR
Eğitim öğretimde önemli hedeflerden biri de öğrenme miktarının mümkün olduğunca yüksek olmasıdır.
Öğrenme miktarının artırılmasına dönük arayışlar ve
araştırmalar sonucunda çeşitli sonuçlara ulaşılmış olup,
bunları üç ana başlık altında toplamak mümkündür.
Öğrenmeyi etkileyen etkenler olarak bunlar a) öğrenenle ilgili etkenler (olgunlaşma, genel uyarılmışlık
hali vb.), b) öğrenme yönetimiyle ilgili etkenler ve c)
öğrenme malzemesiyle ilgili etkenlerdir (algısal ayırt
edilebilirlik, anlamsal çağrışım, kavramsal gruplama).
Her bir konu için literatürde çok çeşitli araştırma bulgularına rastlamak mümkündür. Önceki yazıda öğrenme yöntemiyle ilgili etkenler hakkında bilgi verilmeye
çalışılmıştı. Bu yazımızda ise öğrenme malzemesiyle
ilgili etkenler hakkında bilgi verilecektir.
Öğrenmeyi etkileyen diğer bir etken grubu da “öğrenme malzemesi”ne ait özelliklerdir. Öğrenme malzemesine ait etkenler çeşitli açılardan sınıflandırılabilir.
Öğretmenin öğrenme üzerindeki tek fonksiyonu gerek
öğrenciyle, gerek öğrencinin öğrenme stratejileriyle
ilgili durumlarda etkili olabilmektir; ayrıca, öğrenme
malzemesi üzerinde düzenleme yapabilmesi, otorite
olabilmesidir. Öğrenme malzemesinin öğrenmeyi kolaylaştırabilen veya zorlaştırabilen bir takım özellikleri
vardır. Bunlar:
Algısal Ayırt Edilebilirlik:
İnsanlar dünyayı tüm duyu organları yoluyla algılarlar; dolayısıyla görsel algı, işitsel algı ve diğerleri
gibi her duyuma ilişkin algıları vardır. Ancak, normal
hallerde en büyük ağırlığı görsel algılar taşır (Morgan,
1991). Öğretim materyali hazırlarken temel ilkelerden
biri de, materyalin önemli noktalarının vurgulaması
Öğretmenin öğrenme
üzerindeki tek fonksiyonu
gerek öğrenciyle,
gerek öğrencinin
öğrenme stratejileriyle
ilgili durumlarda etkili
olabilmektir.
20
Öğrencinin zihnindeki diğer kelimelerle bağlantısı olmayan
kelimelerin öğrenilmesi zor olur ve kolayca unutulabilir. Bu
özelliği öğrenmede transfer ile bağdaştırmak mümkündür.
gereğidir. Yani, öğretimde kullanılacak materyallerin
“ayırt edilebilirlik ilkesi” doğrultusunda önemli noktalarının vurgulanması, açık seçik olarak rahat algılanabilecek özelliklerde olmasıdır (Demirel, 2002). Bu anlamda renkli grafikler, resimler vb. gibi malzemeyle öğrenme kolaylaştırılmalıdır. “Algısal ayırt edilebilirlik
ilkesi” doğrultusunda öğrenciler de ders çalışırlarken
çalıştıkları konuyu görselleştirmeleri, renkli kalemlerle şekiller, grafikler çizerek çalışmaları kendi öğrenme
miktarlarını artırma bakımından yararlı olabilir.
Anlamsal Çağrışım:
Ele alınan konu başka bazı bilgi birikimleriyle ilgili
olmalıdır. Örneğin; bir kelime söylendiğinde, öğrencinin aklına ilgili diğer kelimeler gelebilmelidir. Öğrencinin zihnindeki diğer kelimelerle bağlantısı olmayan
kelimelerin öğrenilmesi zor olur ve kolayca unutulabilir. Bu özelliği öğrenmede transfer ile bağdaştırmak
mümkündür. Benzer uyarıcıların birbirlerinin öğrenilmesini kolaylaştırdıkları olumlu aktarma durumunun
oluşturulmaya çalışılması gerekir. “Anlamsal çağırışım” dizileri çoğaldıkça, yani bir kavram diğer bir kavramı, o kavram da başka bir kavramı, vb. çağrıştırdıkça,
öğrenme ihtimali derece derece artar. Dolayısıyla, belki
anlamsal çağrışımı bu şekilde basamaklar şeklinde ele
almak daha yararlı olur (Bacanlı, 2005). Bu nedenle
öğrenme malzemeleri yönünden, anlamsal çağrışımı
herkeste birbirine benzer şekilde sağlayacak öğrenme
materyali tasarlanmalı ve kullanılmalıdır. Yeni öğrenilecek bir konunun diğer konularla olan ilişkileri vurgulandığında daha kolay öğrenildikleri görülecektir. Önce
öğrenilen konularla ilişkisi olmayan yeni bir konunun
öğrenilmesi daha uzun zaman alır, bunun nedeni yeni
konunun diğer konularla olan anlamsal çağrışımının
hiç olmaması veya çok az olmasıdır. Bu nedenle öğrenmede kullanılacak malzemenin anlamsal çağrışım
yönünün iyi tasarlanması gerekmektedir.
Kavramsal Gruplandırma:
Birçok bilgi ve/veya kavram ile karşı karşıya kullanıldığında, öğrenme malzemesinin bir takım gruplar
halinde bütünleştirilebilmesi, onun öğrenilebilirliğini
artırır. Birbirlerine kavramsal açıdan yakın veya benzer olan kavramlar öğrenmede kolaylık sağlarlar. Eğer
gruplandırma yapılamıyorsa, öğrenilecek olan malzeme
çok olarak algılanır ve öğrenilmesi zorlaşır. Kavramsal
gruplandırma da çağrışımsal anlam gibi, basamaklar
haline geldiğinde daha yararlı olur. Başka bir ifadeyle,
kavramlar gruplara, gruplar alt gruplara ayrılabiliyorsa öğrenilmesi kolaylaşır. Örnek olarak, minerallerin
ele alındığı bir derse ait konuyu şema haline getirmek
mümkün olabilir (Bacanlı, 2005). Mineraller taşlar ve
metaller olarak iki gruba ayrılabilir. Taşlar değerli ve
değersiz olmak üzere kendi aralarında tekrar iki gruba ayrılmış gösterilebilir. Yine metaller de kendi aralarında yaygın bulunan, nadir bulunan ve alaşım olmak
üzere üç gruba ayrılabilir ve böylece mineraller konusu
bir bütün halinde gruplandırılarak şekille gösterilebilir.
Konunun bütününü gören öğrenciler konuyu daha kolay öğrenebilirler. Yararlı olması dileğiyle…
KAYNAKÇA
Bacanlı, H. (2005). Gelişim ve Öğrenme (11 b.). Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.
Demirel, Ö. (2002). Planlamadan Değerlendirmeye
Öğretme Sanatı (3 b.). Ankara: PegemA.
Morgan, T. C. (1991). Psikolojiye Giriş (9 b.). (H.
Arıcı, O. Aydın, R. Bayraktar, O. İmamoğlu , S. Karakaş, I. Savaşır, . . . G. Acar, Çev.) Ankara: Meteksan.
21
EĞİTİMCİ / YAZAR
ABDULLAH AYATA ile
SÖYLEŞİ
Sayın Abdullah Ayata ile yazarlık hakkında
konuştuk… Biz merak ettiklerimizi, aklımıza
eseni sorduk, o da gönlünden geçenleri bizden
esirgemedi, gerçekleri samimi bir şekilde dile
getirdi.
Onu herkes 2004’te yayımlanan “Anılarda Son
Ermeni”nin yazarı olarak tanıyor.
1958 yılında Tomarza, Kayseri’de doğdu.
Yazmaya lise yıllarında başladı. Şiir ve kısa
öyküleri bazı dergilerde yayımlandı. Altın Kitaplar
Yayınevi’nden yayımlanan ilk romanı “Anılarda
Son Ermeni” yurt dışında büyük ilgi gördü. Aynı
romanıyla 2005’te Aydınlar Ocağı Kayseri Şubesi
“Yılın Kültür Adamı”, 2006’da Türkiye Yazarlar Birliği
“Yılın Romancısı” ödüllerini aldı. Diğer romanları:
Kartallar Kafese Sığmaz, Horkut, Keşke O Deli Ben
Olsaydım, Erciyes’in Gölgesine Sığmayanlar.
Sayın Hocam, Türkiye sizi “Anılarda Son Ermeni” isimli romanınızla tanıdı. Yazmak, tanınmak
nasıl bir duygu? Roman yazma merakınız nereden
doğdu? Bu konuyu seçmenize etkili olan sebepler
nelerdi? Mesela, o yıllarda Ermenilerin milletimize
duydukları kin ve nefretin, tırmandırılmak istenilen
husumetin etkisi oldu mu?
Çocukluk yıllarımdan beri çok okuyan bir insanım.
Lise yıllarında zamanın bazı edebiyat dergilerinde rumuz kullanarak yazılar yazıyordum. “ Son Ermeni”
isimli romanımla bu yazma arzum gerçekleşmiş ve
olgunlaşmış oldu. Bu romanımda, doğmuş olduğum
bölgede yıllar önce yaşanmış olan ilginç bir olayın
kasıtlı çevreler tarafından yanlış anlatılarak zihinlerin
bulandırılmak istenildiğini görünce tepki romanı olarak
yazdım. O zamanlar, bir Türk din adamı ile yaşlı bir
Ermeni arasında yaşanmış olan gerçek olayları sade,
herkesin anlayabileceği dille anlatmaya çalıştım.
Kitabınızın o günlerde gündeme oturduğunu görüyoruz. Bunda etkili olan neydi? Ya üslubunuz?
Yazmak hissetmekle ilgilidir. Hissetmeyen yazamaz. Ayrıca, öncelikle ilk kitabımın konusu çok ilginç
ve sürekli milletimizin huzursuz edilmeye çalışıldığı
olayla ilgiliydi. Bu sebepten dikkat çekti. Aslında tam
olarak gündeme oturmuş olduğu söylenemez. Zira istenildiği gibi tanıtımı yapılamadı. Üslubumun ise akıcı ve etkileyici olduğu söyleniyor. Bu okuyucularımın
takdiridir.
İlk romanınızı (Anılarda Son Ermeni) yazdınız… Romanın piyasaya çıkması aşamasında hangi
zorluklarla karşılaştınız?
Yazar için ilk kitabının yayınlanması çok zor ve heyecanlı bir bekleyiş süreci. Özellikle İstanbul’dan uzak
bir Anadolu şehrinde yaşamakta olan benim gibi insanlar için mucize niteliğinde bir olay. Ne kadar güzel,
ilginç şeyler yazarsanız yazın, ulusal yayınevleri tarafından hemen kabul görmüyorsunuz. Hepsinin kendine
göre yazar kadrosu var. Zaman zaman dışlanıp bekletilerek sabrınız deneniyor adeta. Biraz da kısmet meselesi. Eğer ben, bir televizyon programında Prf. Dr.Özcan
KÖKNEL beyefendiye rastlamayıp çalışmalarımdan o
haberdar olmasaydı belki de daha hiçbir kitabım yayınlanamazdı. Kim bilir kaç yetenekli yazar istediği yerlere ulaşıp kendini ifade edemediği için arada kaybolup
gidiyordur…
Yayımlandıktan sonra kitabınızda ‘şurası da şöyle olsaydı, daha iyi olurdu’ dediğiniz oldu mu?
Benim sadece ufak tefek imla hataları haricinde yazdıklarımdan pişmanlığım olmadı. O hataların çoğunluğu da basımdan kaynaklanmaktaydı. İkinci baskılarda
düzeltme yoluna gidildi. Başkaları çok çeşitli şekilde
olayların seyrinin değişik olabileceği önerisi yaptılar.
Onları saygıyla karşıladım, ama değişiklik yapmadım.
Aksine iyi ki böyle yazmışım, şimdiki ruh halimle bu
kadar güzel yazamazdım dediğim çok yer oldu.
22
Türkiye’de kitap
yayımlatmak belki
de dünyadaki tüm
ülkelerden daha
zordur. Belirli bir siyasi
gücünüz, hatırı sayılır
akraba veya ahbabınız,
etkili çevreniz varsa
mesele yok.
“Anılarda Son Ermeni” 2007’de Frankfurt Kitap
Fuarı’nda en çok ilgi gören Türk romanı oldu. Biz,
sizi uluslar arası alanda yüce Türk milletinin güçlü
kalemleri arasında görmekten son derece mutluyuz.
Peki, ‘ne zaman ben artık yazarım’ diyebildiniz? Ya
da kendinizi yazar olarak tanımlıyor musunuz?
İlk romanım üç yıl içinde 7 ayrı kuruluştan ödül
aldı. Ama ikinci kitabım “Kartallar Kafese Sığmaz”
yayınlandıktan sonra kendime güvenim geldi. Kalemime ve çizgime güveniyorum. Yalnız, uluslar arası büyük bir ödül almadan kendimi tam olarak yazar olarak
hissetmeyeceğim de bir gerçek. Elbette ki bu duruma
yüce milletimiz karar verecek. Ben yazarım denmekle
yazar olunmuyor ki.
Bir roman yazarı olarak tanınmanın getirdiği artılar ve eksiler hakkında neler söylemek istersiniz?
Tanınmak, iltifat görmek elbette çok güzel bir duygu. Zaten insanın fıtratında az da olsa bencillik var. Her
zaman taltif edilmeyi, yapmacık da olsa alkışlanmayı
seviyor. Bunun yanı sıra attığınız her adıma, söylediğiniz her söze dikkat etmeniz gerekiyor. Zira sizi sevip
sayan insanlarla birlikte sevmeyen başka bir kitle de
aynı vaziyette çoğalıyor. Onlar, sürekli olarak açığınızı
arayıp sizi gözden düşürme zihniyeti taşıyorlar. Ne yazık ki bu tip insanlar, sizinle aynı meslekten olan veya
yazan insanlardan oluşuyor.
Yazmak yetenek işi midir? Öğrenilebilir, geliştirilebilir mi?
Yazarlıkta elbette öğrenmenin ve kendini geliştirmenin payı yadsınamaz. Bana göre, ilgi alanında kendini geliştirmiş olan bir şahıs az yetenekli de olsa yazabilir. Eskiden tamamen yetenek işiydi. Şimdi ise arkasına
siyasi bir güç, bir sivil toplum örgütünü, ne bileyim bir
cemaati veya yerel yönetimi alan birçok insan yazar
veya şair havasına giriyor. Yazan insanın yetenek ve
dürüstlüğüne pek önem verilmiyor. Zaten kültüre meyilli çok az sayıda olan bu kuruluşların kapısını aşındıran sözde yazar ve şairler, gerçek, onurlu yazarların
da değerlerini düşürüyorlar. Yetenekli, dürüst insanlara
tanınması gereken hakları da onlar gasp ediyorlar. Ben
böyle düşünüyorum.
Türkiye’de kitap yayımlamak zor mudur? Bir
kitabı yayınlatmak için hangi süreçlerden geçmek
gerekir? Yaşadıklarınızı kısaca paylaşmak ister misiniz?
Türkiye’de kitap yayımlatmak belki de dünyadaki
tüm ülkelerden daha zordur. Belirli bir siyasi gücünüz,
hatırı sayılır akraba veya ahbabınız, etkili çevreniz varsa mesele yok. Aksi durumda yazdığınız kitabı bir yayınevine gönderiyorsunuz. Orada sıraya konuluyor. Zira
incelenmek için gönderilmiş olan yüzlerce kitap arasına
sizinki de giriyor. Sırası gelince görevli editörler tarafından inceleniyor. Yayına uygun bulurlarsa sizi arıyorlar. Bu defa karşınıza büyük ihtimalle bazı kısımlarını
değiştirme şartı getiriliyor. Her yayınevi kendi dünya
görüşüne uygun kitaplar yayınlıyor. Eğer suya sabuna
dokunmamış, kimseyi rahatsız etmemişseniz yayın kararı alınabiliyor. Taviz vermezseniz yayın kararından
vazgeçilebiliyor.
Yayınevleri nelere dikkat ediyorlar?
Aslında, öncelikle eserin edebi ve kültürel değerine
dikkat etmeleri gerekir, ama öyle olmuyor. Yayınevleri genellikle; Nişantaşı toplumu, yani parasını hesabını
bilmeyen zenginler, hayvan hakları için ortalığı birbirine katarken anasını, babasını huzurevine bırakan dünya vatandaşı kimlikli şahısların, cemaat mensuplarının
veya iktidar beslemelerinin tekelinde. Bu guruplardan
birine mensupsanız sırtınız yere gelmiyor. Kısacası yazarın siyasi ve sosyal kimliği ön plana çıkıyor diyebiliriz.
Okumak, araştırmak hobilerim.
Yalnız kalmayı, çarşıda pazarda
kalabalık insanların telaşlı
hareketleri içerisinde dolaşıp
kaybolmayı, bazı gecelerin geç
saatlerinde yüksek tepelere
çıkarak şehrin ışıklarını izlemeyi
çok severim.
Türkiye’de yazarlık para kazandırıyor mu?
Sayısı az da olsa, büyük paralar kazanan yazarlar
var. Tek bir kitaptan iki milyon liradan fazla kazanan
yazar olduğu gibi, benim tanıdığım bir çocuk kitapları
yazarının iki yıl önce üç buçuk milyon dolara yalı satın
aldığını biliyorum. Benim de dâhil olduğum öteki yazarlar hatırı sayılır paralar kazanamıyorlar. Hatta birçoğu geçinmekte zorlanıyor.
İlk romanınızı ne kadar sürede kaleme aldınız?
İlk romanım “ANILARDA SON ERMENİ” yi kırk
günde yazdım. En kolay yazdığım kitap oldu. Zira
hikâyesini benim çevremde yaşayan herkes gibi ben de
çocukluğumdan beri dinliyordum.
Piyasaya romanınız çıktıktan sonra insanların
size karşı davranışlarında nasıl bir değişiklik keşfettiniz?
Birçok insan tarafından tebrik ve iltifatlar aldım.
Çevrem genişledi. Ummadığım yerlere davet edildim,
kitap fuarlarına katılmaya başladım. Bu benim için sevindirici boyutu… Bunun yanı sıra, bazı umulmadık
şahıslar tarafından yersiz eleştirilmeye, hatta dışlanmaya da başladım. Galiba bazıları kendilerinin yazar
olmadıklarını benimle anladılar, yerleri daraldı.
Roman yazmaktaki amacınız neydi? Bu amaca
ne derece ulaştığınız?
Milli kültürümüze, dilimize, vatan bütünlüğümüze
yapılan saldırılara milletimizin yaşamış olduğu ilginç
olaylardan örnekler vererek kendimce çözüm önerileri sunmaya çalışıyorum. Bu vatanı atalarımızın bizlere
hangi şartlar altında ne gibi zorluklar, yokluklar yaşayarak bıraktıklarını hatırlatarak büyük bir milletin mensupları olduğumuzu hatırlatma gereği duyuyorum. Her
romanımda da gençlere mesajlar vermeye çalışıyorum.
Şimdilik istediğim şekilde amacıma ulaştığım söylenemez. Ama umutluyum. İnşallah belli bir süre sonunda
amacıma ulaşarak mesajlarımı gerekli yerlere ulaştıracağım.
Biraz da kendinizden söz eder misiniz? Mesela
sevdikleriniz, özlemleriniz, duygularınız, korkularınız?
Dürüst olan herkesi severim. Hep huzurlu, kalkınmış, milli ve manevi değerlerine sahip çıkan, bilinçli
insanların yaşadığı bir ülke düşlerim. Okumak, araştırmak hobilerim. Yalnız kalmayı, çarşıda pazarda kalabalık insanların telaşlı hareketleri içerisinde dolaşıp kaybolmayı, bazı gecelerin geç saatlerinde yüksek tepelere
çıkarak şehrin ışıklarını izlemeyi çok severim. Yanlış
anlaşılmaktan korkarım. Ayrıca yükseklik korkum da
var. Bir defasında uçağa bindim. Yolculuk bitene kadar
bildiğim bütün duaları okudum.
Türkiye okuyor mu? Dünya genelini düşündüğünüzde sizce Türkiye nerede?
Okumada Türkiye dünyanın çok gerilerinde. En çok
okuyan millet Japonlar. Gerçek olan şudur ki, kültür ve
teknolojik gelişme paralel olarak ilerler. Birinden birisi
eksik olursa öteki de aksar. Ben Japonların teknolojik
başarılarını biraz da çok okumalarına bağlıyorum. Ne
yazık ki bizim aydın geçinen insanlarımız, eğitimcilerimiz, öğrencilerimiz bile gerektiği kadar okumuyorlar.
Bunun getirmiş olduğu sonuç da ortada. Yapmacık okuma kampanyalarıyla okuma alışkanlığı geliştirilemez.
Toplumda lider konumunda olan, örnek gösterilen kişilerin iyi birer okuyucu olmaları bu işi ateşler diye düşünüyorum.
Türkiye’ye okutmanın formülü sizce nedir?
İlginç, ders çıkarılabilecek olayların iyi kalemler
tarafından işlenmesi, yazarların duru dil kullanmaları
gerekir. Gerekli tanıtımlar yapılarak küçük yaşlarda
çocuklara kitap almanın ve okumanın bir ihtiyaç olduğu alışkanlığı kazandırılırsa okuma oranımız yükselir.
“Okumak”, bir devlet politikası olmalı diye düşünüyorum. Bunun içine çok şey girer.
Bu tarihe kadar 5 eseri insanlığa kazandırdınız.
Çektiğiniz zahmetler buna değdi mi? Yoksa hayıflandığınız oluyor mu?
Emeklerimin boşa gitmediği inancındayım. Özellikle Kayseri ve bazı Anadolu şehirlerinde okumayı
sevdirdiğim inancındayım. Çevreden almış olduğum
olumlu haberler beni sevindiriyor, daha iyi eserler üret-
23
Milli kültürümüze, dilimize,
vatan bütünlüğümüze yapılan
saldırılara milletimizin yaşamış
olduğu ilginç olaylardan örnekler
vererek kendimce çözüm
önerileri sunmaya çalışıyorum. Bu
vatanı atalarımızın bizlere hangi
şartlar altında ne gibi zorluklar,
yokluklar yaşayarak bıraktıklarını
hatırlatarak büyük bir milletin
mensupları olduğumuzu
hatırlatma gereği duyuyorum.
mem için beni teşvik ediyor. Hayıflanmam, Türkiye’nin
okumaya önem vermemesidir. Okunmayacaksa yazmanın ne önemi var?
İslam âlemi ilim ve teknikte batıya göre hayli gerilerde… Bunda en büyük etken sizce nedir? “Okumak” eksikliğinden olabilir mi?
Ne zaman ki “adama göre iş” politikasını bırakıp “işe göre adam” seçersek, ilim ve fen adamlarına
onurlu, saygın bir hayat verebilirsek elbet teknolojik
olarak daha da gelişiriz. Adam kayırma, yandaş desteği gibi İslam’da olmayan haksızlıkları bırakır, liyakatli
insanları makamlara getirir, yani her zaman, her yerde
ve her şartta işi ehline verirse, sahte, kariyersiz akademisyenler üretmekten vazgeçer, ürettiği kadar tüketirse
İslam dünyası gerçek yükselişe, gelişime ve huzuruna
kavuşur.
Yazar olmak isteyenlere ne tavsiye edersiniz?
O tavsiyeyi yapabilmem için önce kendimin olgunluk çağına erişmem gerekiyor. Ama yine de âcizane,
çok okumaları ve kendilerini geliştirmelerini tavsiye
ederim. Zira okumayan yazamaz.
Sayın Hocam, bu samimi ve hoş sohbetiniz için
Bilgiyurdu dergisi okuyucuları adına çok teşekkür
ediyoruz.
24
TÜRKLÜK MÜCAHİDİ
İSA YUSUF ALPTEKİN
Mehmet Emin BATUR
İsa Yusuf Alptekin Bey 1901 yılında Kaşgar vilayetine bağlı Yenihisar kazasında dünyaya geldi. Babası
Yusuf Bey aynı kazaya bağlı Saylık köyü çiftçilerinden
Kasım Hacı Muhammed Ali isimli bir zatın oğludur.
Annesi Ayşe Hanım da yine Yenihisar’a bağ1ı “Yeni
Östen” köyünde çiftçilik yapan Hasan isimli bir zatın
kızıdır.
İsa Bey oldukça kalabalık bir ailenin mensubudur.
Ailenin 12 çocuğu olup bunlardan 9’u doğum sonrasında ya da daha sonra henüz çocukken yaşamlarını yitirmişlerdir. Hayatta kalmış olan 3 erkek kardeşten biri
olan Hüseyin 1937 yılında Rus işgalcileri tarafından
şehit edilmiştir. Abdullah isimli diğer kardeş ise Kansu
eyaletinin merkezi olan Lencu’da geçirmekte olduğu
bir ameliyat sırasında hayatını kaybetmiştir. İsa Yusuf
Bey bu 3 erkek kardeşin en küçüğüdür.
İsa Yusuf Bey babasının mecburiyetten yazdırdığı
Çin okulunda okurken bir taraf tanda Semer Ahun Helfetim adlı bir din âliminden dini dersler almaktadır.
Doğu Türkistan’daki önemli eğitim ocaklarından
biri de hemen her kesimden gençlerin ve toplum kanaat
önderlerinin katıldıkları Meşrep toplantılarıdır. Bu toplantılar grup üyelerinin kararlaştırdıkları ve haftada en
az bir defa yapılan ahlak ve adabımuaşeret öğretisini
temel alan toplantılardır. İsa Bey işte bu Meşrep toplantılarına iştirak etmeye başladı. Kısa zamanda da bu
mecliste Yiğitbaşılık mertebesine yükseldi.
Bu Meşrep Meclisine iştirak edenlerin uymak zorunda oldukları temel kurallardan bazıları ise şöyledir:
1-Anne ve babaya saygı, sevgi, itaat ve sadakatte
kusur etmemek,
2- Dini vecibeleri yerine getirmek,
3- İçki, esrar gibi zararlı maddeleri kullanmamak,
4- Haramdan, yalan ve riyadan kaçınmak,
5- Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat göstermek,
muhtaçlara hizmet ve yardımda bulunmak,
6- Meşrep den gayri gecelerde eve erken dönmek.
İsa Yusuf Bey 1923 yılında Yenihisar’a kaymakam
olarak tayin edilmiş olan Çin De Li isimli Çinliye Türkçe öğretme işine memur edilir. Bu Çinli 1926 yılında
Batı Türkistan’da Andican’a konsolos olarak atanınca
İsa Yusuf Beyi de beraberinde götürür. Böylece üç yıl
Andican, üç yıl da Taşkent’te olmak üzere İsa Yusuf
Bey Batı Türkistan’da 6 yıl kalır. Batı Türkistan’da kaldığı bu süre zarfında Batı Türkistan’ın diğer şehirlerine, Çin’e, Rusya’ya ve Doğu Türkistan ‘ın bazı önemli
şehirlerine seyahatler gerçekleştirir. Orada Rusları, ko-
münizmi ve Çin’den daha değişik bir dünyayı da tanıma imkânı bulur. Batı Türkistan’daki milliyetçilerle
görüşür, tanışır ve işbirliği yollarını araştırır. Orada bulunan Doğu Türkistanlılara yardım eder. Onları komünizm tehlikesine karşı uyarır.
Batı Türkistan’da görevli olarak kaldığı süre içerisinde kendisini en çok etkileyen olaylardan biri Özbeklerin milli şairi olan Çolpan ile Taşkent’te yaptığı
ve gizli denilebilecek bir görüşmedir. Çolpan İsa Yusuf
Bey’e şöyle der: “İsa Bey, gerek biz, gerek siz için
yapılacak şey, adam yetiştirmek; her şeyden anlayacak adam yetiştirmek; ne çektiysek adamsızlıktan
çektik. Türkiye’ye, Almanya’ya çok miktarda talebeler göndermek lazım.”
İsa Bey Batı Türkistan’da geçen memuriyet döneminden sonra 13 Mayıs 1932 tarihinde Batı Türkistan’dan
ayrılır. Pekin’e gelir. Nankin ve Tenzin şehirlerinde bulunan Çinli Müslümanlar(Tungan veya Döngen olarak
anılan topluluk) ve Doğu Türkistanlılarla görüşmeler
yapar. Bu görüşmeler sırasında aklından hiç çıkartmadığı maksadı ise, ne yapıp edip, Çin meclisine girmek
ve bu yolla Çolpan’ın dediği gibi yurt dışına öğrenci
gönderebilmektir.
Bu sıralarda “Doğu Türkistanlı Vatandaşlar
Cemiyeti”ni kurar ve “Türkistan Avazı” adında bir
mecmua çıkarır…
12 Kasım 1933 de Hoca Niyaz Hacı Cumhurbaşkanlığında Doğu Türkistan’da Kaşgar merkez kabul edilerek “Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti” ilan edilir.
Fakat bu devlet 3 Ekim 1934 tarihinde Ma Cun Yin adlı
Çinlinin komutasındaki Çin ordusu tarafından inkıraza
uğratılır.
Bu sırada İsa Yusuf Bey, Çin’in Nankin şehrindeki milliyetçilik faaliyetlerini aralıksız sürdürmektedir.
Nihayet ısrar ve kararlılıkla sürdürdüğü Çin meclisine
girme girişimleri sonuç verir ve İsa Yusuf Bey 18 Eylül
1936 tarihinde Çin meclis üyeliğine seçilir. Asıl gayesi
doğrultusunda yurt dışına az sayılarda da olsa öğrenciler göndermeye muvaffak olur.
1938’de Japon-Çin anlaşmazlığı konusunda Orta
Doğu devletlerini bilgilendirmesi için yanında bir Çinli
tercüman olduğu halde yurt dışına gönderilir. Bu durum
ise İsa Yusuf Bey’in Doğu Türkistan’ın içinde bulunduğu durumu dünya kamuoyuna anlatabilmesi için bulunmaz bir fırsattır. Bu yurt dışı ziyaretlerinin İlk durağı
Hindistan olup, burada Muhammed Ali Cinnah ile
ardından da 29 Kasım günü Gandi ile görüşür.
29 Ocak 1939’da Suudi Arabistan’da Kral Abdülaziz Bin Suud’u ziyaret eder. Oradan Mısır’a geçer. Vapur yolculuğu sırasında Türkiye’nin Cidde konsolosu
Talat Acar Bey ile uzun uzun sohbet etme imkânını bulur. Ona Doğu Türkistan davasını, Çinlilerin zulmünü
Türk yetkililerine anlatmak istediğini söyler.
1 Mart 1939’da Kahire’dedir. Mısır Parlamento
başkanı Behaddin Bereket Paşa, Veliaht Prens Muhammed Ali Paşa, Üniversite hocaları, bazı yazarlar ve din
adamları İsa Yusuf Bey’in görüştüğü ve Türkistan davasını anlattığı şahıslardan bazılarıdır. İsa Bey 6 Mayıs 1939 günü İstanbul’a gelir. Önce Doğu Türkistanlı
hemşerileriyle görüşür. Memduh Şevket Esendal ile fikir alışverişinde bulunur. 16 Mayıs 1939 da Ankara’ya
gider. Dış İşleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu ve Dil Tarih
Coğrafya Fakültesinde Hamit Zübeyir Bey ile görüşmeler yapar.
Başbakan Dr. Refik Saydam, Prof. Dr. Fuat Köprülü, Uluğ İğdemir, Besim Atalay, Hasan Ali Yücel,
Prof. Dr. Abdulkadir İnan, Abdülhalik Renda, Osman Turan, Emin Bilgiç ve nihayet Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile görüşür. Fakat bu görüşmelerden
önemli bir sonuç alamamıştır. O yıllarda Türkiye kendi
yağıyla kavrulmak mecburiyetinde olan bir ülkedir ve
dış ilişkilerden sorumlu şahsiyetler Doğu Türkistan konusunda oldukça çekingen ve tereddütlü davranmaktadırlar.
Doğu Türkistan’ın ismini dahi telaffuz etmekten
çekinmektedirler. İsa Bey, her görüştüğü kişiye bıkmadan, usanmadan Doğu Türkistan davasını anlatır. Bu
görüşme ve temaslarından somut bir netice alamasa da
görüştüğü kişilerin kendisini dinlemiş olmalarını bile
olumlu bir sonuç olarak kabul etmektedir. İsa Yusuf
Bey zaman zaman görüştüğü kişilere şu sözü sıkça söylemektedir: “Şayet kutuplarda bile Doğu Türkistan’ın
durumunu bilmeyen bir kişi olduğunu bilsek oralara
kadar gidip o kişiye Doğu Türkistan’ın ahvalini anlatma mecburiyetimiz vardır.”
8 Eylül 1939’da Beyrut’a gelir. Lübnan ve Irak’ta
ziyaretler yapar. 17 Ekim’de İran’ı, 20 Kasım’da
Afganistan’ı ziyaret eder. Afgan Kralı Muhammed
Zahir Şah onu kabul eder. İsa Bey, Afganistan’da
Doğu Türkistanlı mücahit Mehmet Emin Buğra’yı da
ziyaret eder. Tekrar Hindistan’a gelir ve 1940 yılının
Mart ayında Çin’e geri döner. O artık mücadelelerine
Çin’de devam edecektir…
21 Eylül 1944 tarihinde Ali Han Töre liderliğinde
İli’ de Çinlilere karşı başlatılan milli ayaklanma sonucunda 12 Kasım 1944’de “Şarki (Doğu) Türkistan
Cumhuriyeti” kuruldu… İsa Yusuf Alptekin 1946 yılında Doğu Türkistan’ın başkenti Ürümçi’de Altay Neşriyatını kurarak kendisinin genel müdürlüğü ve Mehmet Emin Buğra’nın başyazarlığında “ALTAY” adında
bir mecmua çıkardı. Ardından da “ERK” (Hürriyet)
adında bir gazete çıkarmaya başladı. Bu gazetenin sağ
tarafında “Biz Milliyetçiyiz… Biz Halkçıyız… Biz
İnsaniyetçiyiz”, Sol tarafında ise “Irkımız Türk’tür, Dinimiz İslam’dır, Yurdumuz Şarki(Doğu) Türkistan’dır”
yazılmıştır. Bu gazetede yer alan haberleri Ankara
Radyosundan almaktaydılar. İsa Yusuf Alptekin, Mehmet Emin Buğra ve Mesut Sabri Baykuzu ile kurduğu
kültür cemiyetleri ve ilim heyetleri vasıtası ile Doğu
Türkistanlı gençlerin Türklük bilinci ile yetişmelerine
25
gayret etmiştir. Ayrıca yine Türk boyları arasında ortak
dil birliğini tesis etmek için de bir hayli çaba sarf etmiştir… O tarihlerde Rusların idaresinde bulunan Taşkent
Radyosu “Pantürkizm’in merkezi Ankara idi. Şimdi
Ürümçi’ye taşındı. Türkiye’de Pantürkizm’in temsilcileri Besim Atalay, Fuat Köprülü Ziya Gökalp idi. Şimdi
bunun temsilcileri Doğu Türkistan’da Mesut Sabri, İsa
Alptekin ve Mehmet Emin Buğra oldu. Bunlar Kazak,
Kırgız, Özbek Uygur gibi Türk olmayan halkları Türk
yapmak istiyorlar…” şeklinde ağır saldırılarda bulunmaya başladılar.”(Prof. Dr. Sultan Mahmut Kaşgarlı’
nın Doğu Türkistan Uygur Türklerinin İstiklal Mücadelesi. Bayrak Yayınları-Aralık 2011 s. 80)
29 Mayıs 1947’de Doğu Türkistan Eyalet Hükümeti’nin Başkanlığına Mesut Sabri Baykuzu, bu hü-
kümetin Genel Sekreterliğine de İsa Yusuf Alptekin getirilirler. Fakat bir süre sonra hükümet bünyesinde Rus
aleyhtarı çalışmalar yaptıkları gerekçesi ile hükümetteki görevlerinden azledildiler…
Yıl 1949; Çin iç savaşının galibi durumunda olan
Mao Ze Dung komutasındaki komünist Çinliler Doğu
Türkistan’a doğru hızla ilerlemektedirler. İsa Yusuf Bey
ve arkadaşları uzun müzakereler sonucunda güçlerinin
Kızıl Çin kuvvetlerine karşı koymak için yeterli olmadığını düşünerek, Doğu Türkistan davasının dış dünyada anlatılmasının gerekliliğine inanarak hicret kararı
alırlar ve 21Ekim 1949 tarihinde Mehmet Emin Buğra
Beyin tabiri ile “Vatan için vatandan ayrılmak” zorunda kalırlar…
Bu meşakkatli yolculuğa 852 kişi ile çıkılmış fakat
Keşmir sınırındaki Ladak kasabasına ulaşıldığında yapılan tespitlere göre 54 kişi hastalık ve vahşi doğa şartlarında hayatını kaybetmiş, 798 kişi sağ olarak Ladak’a
ulaşabilmiş, bu sağ gelenlerden de 49 kişinin el ve ayak
parmakları donmuş olduğundan kesilmek zorunda kalmıştır.
1954 yılında Hindistan üzerinden Türkiye’ye gelip yerleşen İsa Yusuf Alptekin Bey ailesi ile birlikte 4
Aralık 1957 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına kabul edilir. ALPTEKİN soyadını da bu tarihte
almıştır. İsa Yusuf Alptekin Bey hiç vakit kaybetmeden
Türkiye’de basın-yayın aracılığı ile ve gerçekleştirmiş
olduğu ziyaretleri ile Doğu Türkistan davasını anlatmaya devam eder. 1960 yılında Doğu Türkistan Göçmenler Cemiyeti kurulur. İsa Yusuf Alptekin Bey bu
26
1954 yılında Hindistan üzerinden
Türkiye’ye gelip yerleşen İsa Yusuf
Alptekin Bey ailesi ile birlikte 4 Aralık
1957 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşlığına kabul edilir. ALPTEKİN
soyadını da bu tarihte almıştır. İsa Yusuf
Alptekin Bey hiç vakit kaybetmeden
Türkiye’de basın-yayın aracılığı ile ve
gerçekleştirmiş olduğu ziyaretleri ile
Doğu Türkistan davasını anlatmaya
devam eder.
derneğin başkanlığına getirilir. 1986 yılında da Doğu
Türkistan Vakfını kurar. 1960 yılında Yeni Delhi’de toplanan Asya-Afrika
Konferansı’na, 1962’de Bağdat’ta, 1964’te Somali’de
Mogadişu’da, 1965’de Mekke’de, 1978’de Karaçi’ de
toplanan İslam konferanslarına katılarak, 1980 yılında
da Mekke’de düzenlenen Dünya İslam Birliği Kurucular Meclisi üyeliğine seçilir. Bu toplantı ve konferanslarda Doğu Türkistan’ı temsil ederek Doğu Türkistan
davasını anlatmıştır.
Bunlardan başka yılmak, yorulmak bilmeden, en
olumsuz şartlarla karşılaştığında dahi asla ümitsizliğe
kapılmadan Türkiye’de ve dünyanın değişik ülkelerinde olmak üzere konferanslar vermiş, devlet adamları ile
görüşmeler gerçekleştirmiş ve mukaddes bildiği Doğu
Türkistan davasına hizmet etmeyi her şart ve ortamda
sürdürmüştür.
Davasını daha geniş kitlelere anlatabilmek için dergiler yayınlamış ve kitaplar yazmıştır. İsa Yusuf Alptekin Beyin eserlerinden bazıları ise şunlar: 1 - Doğu Türkistan Davası (Arapçaya çevrilmiş olup
Mekke’de 5000 adet bastırılmıştır.
2 - Doğu Türkistan İnsanlıktan Yardım İstiyor (Türkçe)
3 - Türkistan Şehitleri (Türkçe)
4 - Demir Perde arkasındaki Müslümanlar (Arapça
olarak basılmış olan bu eser daha sonra Malezya Hükümeti tarafından kendi dillerine çevrilerek 25 bin adet
bastırılmıştır.
5 - Esir Doğu Türkistan İçin (Türkçe)
6 - Resimli Doğu Türkistan (Türkçe, Arapça, İngilizce)
7 - Büyük Türkistan Hakkında Muhtıra (Türkçe,
Arapça, İngilizce)
8 - Doğu Türkistan’ın Hür Dünyaya Çağrısı (Türkçe, Arapça, İngilizce)
9 - Doğu Türkistan’ın Sesi Dergisi (Türkçe, Arapça,
İngilizce, Uygurca )
Hemen her konuşmasında Türk milletini ve bütün
dünyayı Ruslara ve karakterini çok iyi tanıdığı nevi
şahsına münhasır bir millet olan Çinlilere karşı devamlı
olarak uyarmıştır…
1990 yılının başlarında, mücadele hayatı boyunca
davasını Doğu Türkistan davası ile paralel olarak devam ettirdiği Rus esareti altındaki Batı Türkistan Türklerinin bağımsızlıklarına kavuşmalarına çok sevinmiş
ve “ Kurtuluş Sırası Doğu Türkistan’da” demişti…
Doğu Türkistan’ın bağımsızlığını görmeye ömrü kifayet etmedi. 17 Aralık 1995 tarihinde Doğu Türkistan
davasını yüce Türk milletine emanet ederek Hakk’a yürüdü… Mekânı cennet olsun… Çin Halk Cumhuriyeti; Xin Hua Haber Ajansı
Halk Gazetesi (Ren min ribao)’nin 18 Aralık 1995
tarihindeki sayısında İsa Yusuf Alptekin’in vefatını
“ÇİN’İN DÜŞMANI ÖLDÜ” başlığıyla çok önemli
bir haber olarak dünya kamuoyuna duyurmuştur.
İsa Yusuf Alptekin Bey “Türk dünyasının medarı iftiharı, Ortadoğu’nun denge unsuru, Aziz
Türkiye’miz” diyerek çok sevdiği, güvendiği ve meftunu olduğu Türkiye’nin, son yıllarda Çin ile ticari
ilişkilerin arttırılması adına İstiklal umudu ile yaşayan
Doğu Türkistan Türklerine “Türkiye ile Çin arasında
‘köprü’ olun” dayatmasının yapıldığı bu günleri görmedi. Ömrü kifayet edip de görmüş olsaydı her halde
kahrından ölürdü…
Allah(c.c.) mekânını cennet etsin. Kendisine bütün
dünya Türklüğü ve bütün mazlum milletler ebediyen
minnettardır. Nur içinde yatsın...
Başsağlığı
Erciyes Üniversitesi Fen-Ed Fakültesi genel
sekreteri Osman Özdemir’in babası
Ahmet ÖZDEMİR 15.12.2011 tarihinde vefat
etmiştir. Merhuma Allah’tan rahmet, bütün
yakınlarına başsağlığı dileriz.
*
Derneğimiz üyelerinden Ertuğrul Erzurum’un
annesi, Av. Yalçın Erzurum’un babaannesi
Hanım ERZURUM 23.12.2011 tarihinde vefat
etmiştir. Merhumeye Allah’tan rahmet, bütün
yakınlarına başsağlığı dileriz.
*
Hisarcık’ın eski belediye başkanlarından
makine mühendisi Kemal Şendil’in babası
Osman ŞENDİL 02.01.2012 Salı günü Hakk’ın
rahmetine kavuşmuştur. Merhuma Allah’tan
rahmet, bütün yakınlarına başsağlığı dileriz.
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
27
GENÇLİK
ÇALIŞTAYI
Kadir ÖZDAMARLAR
Yrd. Doç. Dr.
Bakanlıklarımız arasında en çok idari sıkıntı yaşayan bakanlık Gençlik ve Spor Bakanlığı’dır. Zira ilk olarak bakanlık olarak kurulmuşken sonradan uzun müddet MEB bünyesinde; şimdilerde de müstakilen yapılanmış ve gençlik-spor
dallarında çalışmalarına devam etmektedir.
Gençlik üzerine, yanılmıyorsam, ilk defa 1980 yılında
bir çalıştay yapılmıştı. Aradan geçen uzun zaman içerisinde
nihayet 2.Çalıştayın temellerini oluşturmak üzere bölgeler
arası bir gençlik çalıştayı 17-18. 12. 2011 tarihleri arasında
yapıldı. Bölgelerden gelen gençlerin “gençliğin problemleri ve çözüm yolları” konusundaki raporlar tamamlanınca
“2.Gençlik Çalıştayı” yapılacaktır.
Söz konusu tarihler arasında, Büyükşehir Belediyesi desteğinde Hilton Oteli’nde Kayseri, Kırşehir, Nevşehir, Niğde,
Malatya, Sivas ve Yozgat bölgelerinden gelen 272 temsilci
ile “Kayseri Bölgesi Çalıştayı” gerçekleştirildi. Ele alınan
konuların ana başlıkları: 1.Sosyal hayatta gençlik, 2.Sağlık, spor ve çevre, 3.Demokrasi ve katılım bilinci, 4.Etik ve
insanî değerler, 5.Gençliğin alt yapısı.
Biz de Kayseri Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü temsilcisi
olarak ”Etik ve İnsanî Değerler” konusunda görüşlerimizi ve
tekliflerimizi sunmak üzere bir gurup genç arkadaşlarla katıldık. İnanıyorum ki bu beş konudaki problemler ve çözüm
yolları raporları bir kitapta toplandığı zaman yarınımızın
emanetçileri olan gençliğimizin içinde bulundukları meseleleri ve çözüm yollarının tutarlılığını daha yakından görme
imkânı bulunacak, daha sağlam değerlendirilmelerde bulunulacaktır.
Her konu dört oturumda tartışıldı. Zaman zaman verilen
molalarda ve yemek saatlerinde değerli ve birikimli tanıdıklarımızla konuştuğumuzda gençlerimizde şu ortak eksikliklerin olduğunu dile getirdiler:
1. Gençlerimiz, kendilerinden yaşça ve tecrübe bakımından yüksek kültüre sahip büyüklerinin olduğunu göremiyor,
hatta onlardan gelen düşünceleri kendi akıllarınca alaya almaya çalışıyorlar. Daha işin tartışma adabını bilmiyor ve orada ne diye bulunduklarının farkına varamıyorlar.
2. Gençlerimiz, Türk dilinin zenginliğini bilmiyorlar. Kelime hazineleri zayıf. Çalıştay için seçilmiş insanlar olmalarına rağmen bunun şuurunda değiller. Düşüncelerini argo
kelimelerle ve beden diliyle anlatmaya çalışıyorlar. Demek
ki gençlerimiz okumuyor, düşünce disiplinleri zayıf… Dolayısıyla düşüncelerini bir disiplin içinde ortaya koyamıyorlar.
3. Gençlerimizde gizli bir ideolojik yüklenme var. Bir
resmi toplantıda olduklarını unutuyorlar. Fakat ele alınan
konularda karşılaştıkları meseleler üzerinde tespitlerde bulunurken ve çözüm yollarını gösterirken konunun derinliğin-
den kaçıp hemen ideolojik veya siyasi sahalara sapıyorlar.
4. Dünya hem coğrafi bakımdan hem de siyasi ve sosyal
bakımdan hızla değişiyor. Gençlerimiz değişen dünya şartlarında bu değişimleri yorumlayamıyor ve genel düşünceleri Anadolu gençliği içerisinde hapis oluyor. Öte yandan”
Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar” bir Türk coğrafyasından
ve dolayısıyla Türk gençliğinden yeterli derecede haberdar
değildirler. Çünkü, yeterli donanımları yoktur. İşin acı yönü,
bu konuda birbirini anlama, kaynaşma, ortak kültürümüzü
yayma ve yaşatma konularında bir teklifleri de bulunmuyor.
5. Gençlerimizde dinleme eksikliği vardır. Karşısındaki
insanları anlamaya da çalışmıyorlar. Hele öteki farklı bir tezi
savunuyor ise… Düzeyli tartışmayı bilmiyorlar.
6. Bir diğer önemli konu da gençlerimizin boş zamanlarını verimli hale getirmede ciddi zaaflarının olmasıdır. Bunun
gerekçelerini anlatırken sudan sebepler ileri sürüyorlar. Zamanı değerlendirmede belediyeler başta olmak üzere kamu
kurum ve kuruluşlarının, üniversitelerin, sivil toplum örgütlerinin kendilerine sundukları park, yüzme havuzu, spor tesisleri gibi gençlik merkezlerinin ve meslek edindirme kurslarının bile farkında değildirler.
Bir gençlik merkezinde yetişmiş şuurlu bir gencin şu
tespitini ibretle dinledim: ”Çalışmalarımızda genç bulamıyoruz, Kendini genç sanan aslında kalabalık olmayı daha çok
seviyor !.”
Biz “Etik ve İnsanî Değerler” başlıklı alanla ilgili olarak
“gençlik ve edebiyat” konusunda gençlerimizin okumama,
kültürel çalışmalara katılmama, hayatını renklendirecek ve
içinde yaşadığı toplumda kendini farklı kılacak güzel sanatların herhangi bir dalında yetiştirme, öğrenme gibi meseleleri
olmadığı vs. konularını dile getirmiş ve bu konudaki tekliflerimizi sunduk. Kimileri de “gençlik, medya ve iletişim”
kimileri de “kendini anlatma” konularında düşüncelerini
açtılar.
Farklı bölgelerden gelen gençlerimizi bir araya getirip
onların karşılaştığı meseleleri bir çalıştay da tartışmak önemli bir olay. 30 yıl aradan sonra gençlerimiz düşüncelerini ve
tekliflerini ortaya koydular. Bu, gençlik sorunlarını çözmek
için önemli bir adımdır. Bahane üretmeye gerek görmeden
“bizim gençlik” diyebileceğimiz bir kuşağı yetiştirmek her
yetişkin Türk bireyinin boynunun borcudur.
Bu konuda başta aile kurumumuz olmak üzere eğitim kurumlarımıza, resmi ve sivil kuruluşlarımıza ve medyamıza
önemli görevler düşmektedir.
Ben böyle çalıştayları çok önemsiyorum ve özellikle de
2nci çalıştayın sonuçlarını merakla bekliyorum.
28
TÜRKİYE’NİN EKONOMİSİ GERÇEKTEN
BÜYÜYOR MU?
Hakan BOZDOĞAN
Ekonomi bir devletin en önemli ayaklarından biridir. Bir devletin ekonomisi iyi işletilemiyorsa o devletin
bağımsızlığını ve iç huzurunu koruması pek mümkün
değildir. Bu nedenle, Türkiye’nin ekonomik durumu
Türkiye’nin istikrarı açısından hayati öneme sahiptir.
Cumhuriyetinin ilanından başlayarak Türkiye’nin ekonomik durumunu resmi veriler ışığında değerlendirirsek,
bugün geldiğimiz noktayı anlamamız mümkün olabilir.
Ekonomik verileri dönemin şartlarına göre değerlendirmek gerekir. Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkede ekonomik büyümeyi gerçekleştirmek çok zordu. Çünkü ülke
harap durumdaydı. İtilaf devletlerinin işgal ettiği vatan
topraklarında ne bir dikili ağaç ne de bir ev kalmıştı. Batı
Anadolu’da Türk ekonomik varlığının tamamına yakını
işgalci Yunan tarafından yok edilmişti. İşgal gören şehirler
yakılıp yıkılmıştı. Yıkılan yakılan ne varsa hepsinin yeniden yapılması gerekiyordu. Köyler, kasabalar, şehirler
yeniden yapıldı. Bir de Osmanlı’dan kalma borçlar vardı,
bunun da ödenmesi gerekiyordu, bu da ödendi.
Cumhuriyetin ilanından bir gün sonra dönemin başbakanı İsmet İNÖNÜ, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e
bir rapor sunuyor. Rapor, devletin kurulduğu dönemde ne
kadar büyük zorlukların olduğunu açıkça göstermektedir.
Raporun bir kısmı aynen şöyle: “…dört mevsim kullanılabilir karayolumuz yok denecek kadar az. 4000 kilometre
kadar demir yolumuz var. Ancak bir metresi bile bizim
değil. Denizciliğimiz acınacak durumda. Şuanki doktor
sayımız 337, sağlık memuru sayısı 434… 150 kadar ilçede doktor yok. Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanları kırıyor. Ebe sayısı sadece 136… 3 milyon
insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın
halde. Nüfusun neredeyse yarısı hasta durumda. Bebek
ölüm oranları %60’dan fazla. Nüfusun %80’i kırsal bölgelerde yaşıyor. Bütün sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Elektrik sadece İstanbul ve İzmir’in bazı semtlerinde
var. Düşmanın yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı
114.480.”1
Rapor böyle uzayıp gidiyor. Ülkenin ne durumda olduğunu özetleyen bu rapordan sonra 1938’de dönemin Başbakanı Celal BAYAR, Atatürk’e şu raporu sunuyor:“…
bütçe artık fazla veriyor. Merkez Bankasında 36 milyon
dolar döviz, 26 ton altın var. Şeker, çimento, kereste ve
deri ürünlerinin tamamı yerli üretimden karşılanıyor.
Yünlü dokumanın %83’ü, pamuklu dokumanın %43’ü,
kâğıdın %32’si yerli üretimden karşılanıyor. Demir-çelik
sanayi kurulmuştur. Demir yolu uzunluğu 7.132 kilometre
ye çıkmıştır. Sanayileşme hızı %20’ye yaklaşmıştır. Devletin Osmanlıdan kalma borcundan başka borcu yoktur.”2
Yukarda belirtilen rapor ekonominin ne kadar başarılı bir politikayla yönetildiğin açık kanıtıdır. Ancak ne
yazık ki, Atatürk sonrası dönemde ekonomik disiplinden
hızla uzaklaşıldı. Ülke, yine, Osmanlı’nın son yüz yılında olduğu gibi büyük devletlerin açık pazarı haline geldi.
Türkiye istatistik kurumu (TÜİK) tarafından hazırlanan
1) Turgut Özakman, Cumhuriyet 2. s.13
2) Turgut Özakman, a.g.e., s.643
Türkiye’nin dış ticaret belgesi belirttiğimiz durumları kanıtlamaktadır.
Dış ticaret
86.900
İhracatın
ithalatı
Karşılama
oranı (%)
58,4
71.300
69.500
102,6
+1.800
1940
80.900
50.035
116,4
+30.800
1950
263.400
285.700
92,2
—22.300
1970
588.500
947.600
62,1
—359.100
1980
2.910.122
7.909.364
36,8
—4.999.242
1990
12.959.300
22.302.100
58,1
—9.342.800
2000
27.774.906
54.502.821
51,0
—26.727.915
2005
73.476.408
116.774.151
62,9
—43.297.743
2006
85.534.676
139.576.174
61,3
—54.041.499
2007
107.184.450
170.048.068
63,0
—62.863.617
2011
110.000. 935
190.000.915
%59,9
—70.000. 980
Yıllar
İhracat
İthalat
1923
50.800
1930
Açığı
—36.100
Türkiye’nin 1923–2011 Dış Ticaret Dengesi (Bin dolar) Kaynak: TÜİK–2011
Yukarıdaki tabloya baktığımızda ekonomi sadece
Cumhuriyetin ilk yıllarında açık vermemiştir. Ancak diğer
yıllarda yerli üretimden vazgeçilerek ithalatın önü açılmış
ve yerli sanayimiz yabancı ürünler karşısında gerilemiştir.
Hele hele Gümrük Birliği’nden sonra yabancı ürünlerin
ülkemize daha fazla gelmesiyle dış ticaret açığı daha da
artmıştır. Bunlara ilave olarak AKP hükümetinin 2002’den
sonra yaptığı bir takım özelleştirmeler yüzünden Türkiye,
dışarıya hiç olmadığı kadar bağımlı hale gelmiştir.
Resmi verilerin de açıkça belirttiği gibi ekonomimizin
en parlak dönemini Atatürk döneminde yaşamızdır. Ancak
başbakanın her konuşmasında “Bunların bu ülkede tek çivisi yok.” diye talihsiz ve vefasız açılamalarına şahit oluyoruz. Başabakan bu şekilde konuşurken acaba şeker fabrikalarını, dokumla fabrikalarını, çay fabrikalarını, petrol
işleme tesislerini, limanları ve dünyanın 8. büyük projesi
olan GAP’ı yapanları bilmiyor mu?
Ekonomizmin sürekli büyüdüğünden dünyanın en
sağlam ve güçlü ekonomileri arasında yer aldığımızdan
dem vuruluyor. Ancak dış ticaret açığı ve devlet borçlarıyla özel sektör borçlarının sürekli arttığını yine devletin
resmi kurumları açıklıyor. Bu durum da cari açığın giderek artmasına neden oluyor. Ayrıca büyük devletlerin itina
ile kaçındığı sıcak paranın miktarı ülkemizde 80 milyar
dolar civarına çıkmış durumdadır. Bunun anlamı birkaç
saniye içinde uçacak durumda olan para demektir. Yetkilerin, böyle riskli bir duruma, nasıl izin verdiğini anlamak
mümkün değil.
Sonuç olarak Türkiye bölgesinde gerçekten ciddi bir
ekonomik güçtür. Ancak Türkiye’nin ekonomik olarak
böyle güçlü olması ekonominin iyi yönetilmesinden değil
de, doğal kaynaklarının zengin olmasıyla ilgili bir durumdur. Bu kadar yanlış yönetime rağmen Türk insanın azmi
ve sebatı sayesinde ciddi bir kriz yaşamıyoruz. Ancak
Türkiye gibi bir ülkenin geri bırakılması çok büyük yetenek isteyen bir şeydir. Yöneticilerimiz bu zor işi becerebiliyorlar(!)
29
BAHTİYAR VAHAPZADE’NİN
TÜRKİYE SEVGİSİ
Şerife ORAL
Milli şuurun ve tarih bilincinin nesilden nesile aktarılması ve yaşatılmasında hiç şüphesiz en büyük pay,
milletin aydınları ve sanatkârlarınındır. Ailesi tarafından milli bir şuurla büyütülen ve milli hislerini sürekli
canlı tutan Bahtiyar Vahapzade, Türk milletinin aydını
ve sanatkarı olmanın sorumluluğunu duyan ve ömrünü
buna adayan büyük şahsiyetlerdendir.
Azerbaycan’ın hürriyet ve şuur simgesi Bahtiyar
Vahapzade’nin Türk’e ve Türkiye’ye olan aşkı, dinleyende, okuyanda, görende hayranlık meydana getirecek derecede yüksektir. Türkiye’ye gelişini: “Dedemin, babamın ve amcalarımın ağzından Türkiye
hiç düşmezdi. Ben şimdi soyumdan gelen arzuların
hayallerin ülkesi olan Türkiye’ye gidiyorum. Sabah
erkenden kalkıp tıraş oldum. Otuz beş yıldır hasretini çektiğim, ismini zaman zaman andığımda
bütün bedenimi titreten, koluma kuvvet, ayağıma
takat, gözlerime ışık veren bir şehre, İstanbul’a, gidiyorum. Ümitgahım, önünde boyun eğdiğim, zorla
elimden alınan adımın sahibi, namusumun, izzet ve
şerefimin koruyucusu, gören gözüm, vuran kolum,
düşünen beynim, yardımcım, dayanağım, bayrağım,
kaybettiğim tarihim, geçmişim, ana dilim, şerefim
hepsi sendedir. Kamaranın penceresinden bakıyorum uzakta fener yanıp sönüyor. Allahım! İlk defa
Türk ışığı görüyorum. O ışıkta benim arzularım
yanıyor. Ey fener, sen sana tarih boyu düşman olan
bir milletin gemisine yol gösteriyorsun. O geminin
içinde sana can vermeye hazır birisi var.” diyerek
anlatan şairin heyecanı kimliğini görünce daha da artar
“Ben sana kurban olayım. Ey benim cumhuriyetim! Ey benim benden uzak vatanım! Benim için yanan ve bana elini uzatamayan vatanım! İzin belgesinin üzerindeki mührü döne döne öpüyorum. Otuz
beş yıldır vesikalarımın üzerinde Rus dilinde yazılı
ifadeler vardı, ilk defa şimdi kendi dilimde yazılı bir
ibare var kimliğimde. Ömründe sadece on saat benim kim olduğumu gösteren vesika ise ilk defa kendi
dilimdeydi. Ben ancak şimdi ben oldum.”2 ‘’Nihayet
İstanbul’a ayağımı basıyorum. Bu mukaddes toprağı eğilip öpmek istiyorum. Ama yol boyunca beni
takip eden ajanlardan korkuyorum. Yan, ama öyle
yan ki, alevin gözükmesin. İstanbul’da topu topu on
saat kaldık. Şehri gezdik.
İnsanlarla konuşmak istiyorum. Hal hatırlarını
sorup; onların kalbine yol bulup girmek istiyorum.
Ancak onların bana meyli yok.’’ ‘’Ey Allahım! Sen
Türkiye’nin geçmişteki kudretini ve azametini
geri ver.’’ diyerek dualarla sonlandırır.
Bahtiyar Vahapzade gerek insan olarak gerekse
sanatkâr olarak Türkiye’ye olan hasretini ve bağlılığını her fırsatta dile getirmiştir. Onun ulaştığı bu yüksek
ruh ve milli şuur, bütün Türk milletine örnek olmalıdır. Bana göre Bahtiyar Vahapzade, Bilge Kağan’ın
“ Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım” sözlerinin Kürşad ruhuyla birleştiği, Malazgirtte,
Çanakkale’de, Yemen’de… imanla buluştuğu sinsilenin sarsılmaz taşlarından biridir. Onun Türk hayranlığını, Türkiye sevdasını anlamak için bu sinsileyi bilmek,
bu ruha ulaşmak için bu sinsilenin derin ruh dünyasına
girebilmek gerekmektedir. Gözlerini bu Türk milletinin
varlığı ve bütünlüğüne olan hasretle kapayan, iman ve
şuurun bedenleşmiş ismi Bahtiyar Vahapzade’yi kaybetmiş olsak bile, inanıyorum ki, onun halkası olduğu
bu zincir ilelebet devam edecektir. Bahtiyar Vahapzade,
Türk Gençliği’nin ruhunda, beyninde, fikir dünyasında
çağlamaya devam edecektir.
Türk dünyasının ulu çınarı, sarsılmaz yapı taşı, büyük Türk şairi Bahtiyar Vahapzade, ruhun şad, mekanın
cennet olsun.
30
Şike Sadece Sporda mı?
Bir Özelleştirme Hikâyesi:
Sümerbank
e-posta: [email protected]
Doç. Dr. Tuncay ÇELİK
(Ekonomist)
Yazının başlığına bakıldığında sanki son günlerde
gündemi meşgul eden şike yasasından bahsedeceğimi
sanmış olabilirsiniz. Sizlerle paylaşmak istediğim, bin
bir şike ve oyunlarla ülkemizin nadide sanayi kuruluşu olan Sümerbank fabrikalarının nasıl yok edildiğidir.
Şike sadece futbola değil, maalesef hayatımızın her alanına sirayet etmiştir. İşte eski başbakanlarımızdan Turgut Özal döneminde başlatılan ve günümüzde de devam
eden özelleştirme şikelerinden biri olan Sümerbank’ın
başına gelenlerden kısaca bahsetmek istiyorum.
Türkiye, 24 Ocak 1980’de alınan kararlarla dışa
açık serbest piyasa ekonomisine geçişin ilk adımlarını
atmıştır. Bu adım, bebeğin yeni yürümeye başladığı anlardaki masum adımlardan değildir. Türkiye’de sosyal
hayatta, kültürde, siyasette ve ekonomide bugün yaşadığımız bozuklukların nedenini araştırdığımda, 1980
yılından sonraki dönüşümün bu bozulma ve yozlaşmanın hızlanmasında kritik viraj olduğunu görmekteyim.
Bu bozulma ve yozlaşma belki daha önce de vardı fakat
1980’den sonra hızlandığını rahatlıkla söyleyebilirim.
İşte bu dönemden sonra ortaya çıkan yeni bir uygulama da temeli cumhuriyetin hemen sonrasında atılmış
olan kamuya ait üretim işletmelerinin özelleştirilmesidir. Bu güne kadar birçok kamu işletmesinin özelleştirildiğini biliyoruz. Bu makalede bahsedeceğimiz bu
kurumlardan bir tanesi olan Sümerbank’la ilgilidir. Sümerbank ilk üretim işletmesini 1935 yılında Adana’da
açmıştır. Bugün yaşı 40 ve üzeri olan her Türk vatandaşı Sümerbank’ın mağazalarını bilir. Bu mağazalarda el
halıları, kumaş, gömlek, ayakkabı, porselen, battaniye,
nevresim ve bornoz gibi çok çeşitli ve kaliteli ürünler
satılırdı. Tabidir ki bu ürünler yine Sümerbank’a ait
fabrikalarda üretilirdi. En son hatırladığım Türkiye’nin
çeşitli yerlerinde faaliyet gösteren Sümerbank’a ait 28
işletme bulunduğudur. Yazımızın detaylarına geçmeden
önce bu fabrikaların yerleri ve hangi tür ürünler ürettiklerini hatırlamak sanırım son derece faydalı olacaktır.
Bu bilgi aşağıda sunulmuştur.
Görüldüğü gibi hatırlayabildiğim Sümerbank fabrikaları ve ürettikleri ürünler yukarıdaki gibidir. Sanıyo-
31
Adıyaman fabrikası
Adana fabrikası
Antalya fabrikası
Bakırköy fabrikası
Bergama fabrikası
Beykoz fabrikası
Bünyan fabrikası
Diyarbakır fabrikası 1
Diyarbakır fabrikası 2
Hereke fabrikası
Isparta fabrikası
İzmir fabrikası
Kayseri fabrikası
Malatya fabrikası
Manisa fabrikası
Maraş fabrikası
Merinos fabrikası
Nevşehir fabrikası
Ordu fabrikası
Pertek fabrikası
Tercan fabrikası
Van fabrikası
Sümerbank İşletmeleri
Yün fanila, iç çamaşırı, eşofman (sivil-asker) Pamuklu dokuma,
Pamuklu dokuma,
Poplin kumaş
Gömlek (asker-polis-sivil)
Poplin kumaş
Ayakkabı (sivil-asker-polis)
Kaşmir, iş tulumları, battaniye (asker-polis)
Pamuklu kumaş
Makine halısı
Halı ve porselen
El halısı
Pamuklu dokuma, bayan elbisesi ve kumaşları
İş tulumu, iş elbiseleri, araç brandası, askeri parka, çadır, Kaput bezi,
branda, Kızılay bezi
Gabardin kumaş, döşemelik ve perdelik kumaş
Alpaka kumaş, iş önlükleri, ameliyat bezi, askeri parka
Nevresim
Kumaş (1.sınıf)
Havlu ve bornoz
Fındık yağı
Tiftik battaniyesi
Kundura (askeri-polis)
Kundura
rum hiç birimiz yukarıda bahsi geçen ürünlere ihtiyaç
duymadığımızı söyleyemeyiz. Birçoğumuzun evinde
bir Sümerbank ürünü mutlaka vardır. Asker ve polisin
de ihtiyaçlarını karşıladığı gibi bugün işsizlikten şikayetçi olan ve hükümetlerin sürekli çareler aradığı doğu
illerinde de Sümerbank’ın fabrikaları bulunmaktaydı.
Bunların başında Diyarbakır ve Van gelmekte, Tunceli
(Pertek) ve Tercan’da da fabrika bulunmaktaydı. Özel
sektörün bu bölgelere yatırım yapmadığı dikkate alınırsa Sümerbank fabrikalarının buralar için ne derece
önemli olduğu ortaya çıkmaktadır. Sümerbank ürünlerine dikkatinizi çekmek isterim. Bu ürünlerin neredeyse
birçoğunun ham maddesi çiftçimizin tarlalarında ürettikleri pamuk, fındık, besledikleri koyunların yünü ya
da bizzat Sümerbank adına dokunan el emeği göz nuru
halılardır. Madem ki 24 Ocak 1980’de tam serbest piyasa ekonomisine geçtik, o zaman halkın da çok tepkisini
çekmeden Sümerbank ve benzeri kamu kuruluşlarının
bir an evvel özelleştirilmesi gerekmekteydi. Çünkü serbest piyasa ekonomisinde, devlet üretici olarak bizzat
ekonominin içinde yer almamalıydı. O zaman bu kuruluşların özelleştirilebilmesi için gereken şike ve hülleler bir an önce devreye sokulmalıydı.
Turgut Özal’lı yıllar, Türkiye’de özelleştirme uygulamalarının başladığı dönemdir. Serbest piyasa ekonomisine geçiş için söz verilmiş olan yerlere (!) bir an
önce gereğinin yapıldığı gösterilmeliydi. Özelleştirilmesi düşünülen kurumların iyi yönetilmeyen, sürekli
zarar eden, kalitesiz üretim yapan, dışarıdan bakıldığında çiftlik gibi görünen, verimsiz, sürekli sorun çıkaran
kurumlara dönüştürülmesi gerekiyordu. Bu yapıldığı
takdirde vatandaşın, “Ya bu fabrikalar satılsa iyi olur.
Zaten hiçbir işe yaramıyorlar. Hepsi iktidarın çiftliği”
şeklinde düşünmesi de sağlanmış olacaktı. Bunu gerçekleştirmek için dönemin iktidar partisi, Sümerbank’ın
üst makamlarına yönetim becerisi ve tecrübesi olmayan, kısaca bu kadroları hak etmeyen birçok yandaşını
atadı. Bu fabrikaların teknolojik açıdan ilerlemelerini
engellemek için yeni yatırımların önü kesildi. Bazılarının müdürleri Ankara’da oturdu, fabrikayı uzaktan
kumanda ile yönetti. Zaten amaç buraların iyi yönetilmesinden çok, kötü yönetilmesiydi. Bu dönemde 3
kuruşluk malı bu kurumlara 5 kuruşa satan, bu fabrikaların ürettikleri 5 kuruşluk malları da 3 kuruşa alanlar
zengin oldu. Fabrikalara yeni yatırım yapılmadığı halde
sürekli yandaş işçi alındı. Üstelik alınanların çoğunun
iş ile uzak ya da yakın alakaları da yoktu. Kamu kurumları bile bu fabrikalara yüksek fiyat verdirip, özel
sektördeki firmalardan daha düşük fiyat aldılar. Bu nedenle Sümerbank’ın kamu kurumlarına ihaleyle mal
satması engellendi ve satış yapılamayınca fabrikalar
zarar etmeye başladı. Asker ve emniyet güçlerinin ihtiyaçları yerli ya da yabancı başka firmalardan alınmaya
başladı. Böylece Sümerbank’ın zararı giderek artmaya
başladı. İşte kötü yönetim, şike, yolsuzluk, iktidarın
çiftliği olma gibi uygulamalar, ülkemizde kritik öneme
32
Devletin ekonomi içindeki
ağırlığının azaltılması için
bir takım kamu kuruluşları
özelleştirilebilir. Sadece
arazisi 500 milyon Dolar olan
kuruluşların 200 milyon Dolara
satılması doğru değildir.
Sümerbank, bedelinin çok
altında fiyatla satılmıştır. Üstelik
Sümerbank’ın fabrikalarını satın
alan kişilere yine Sümerbank
(banka) uygun kredi imkanı
sunmuştur. Kısaca Sümerbank,
birilerine hediye edilmiştir.
sahip ürünleri en iyi kalite de yıllarca üretmiş olan Sümerbank işletmelerinin zamanla zarar eden, verimsiz,
hantal ve sorunlu kurumlara dönüşmesini sağlamıştır.
Bu gerçekleşince de artık malzeme elinizde hazırdır.
Bundan sonra Sümerbank’ı özelleştireceğiz deseniz de
artık kimse size karşı çıkmaz. Çünkü özelleştirme için
gereken tüm şartlar hile-i şerle zaman içinde gerçekleştirilmiştir.
Yukarıdaki paragraftan özelleştirme karşıtı olduğum
yönünde yanlış bir yargıya varılmamalıdır. Özelleştirme, Rusya’nın da dağılmasından sonra birçok doğu Avrupa ülkesinde yapılmıştır. Burada anlatılmak istenen
şudur. Bir ülkede kritik öneme sahip, ülkenin güvenlik
güçlerine malzeme üreten, gerektiğinde özel sektörle
rekabet edebilen ve bu sayede piyasayı kontrol edebileceğiniz bazı kurumlar özelleştirilmemelidir. Özellikle
temel ihtiyaçlar konusunda dışa bağımlı olmak hiçbir
zaman doğru değildir. Günümüzde gelişmiş kapitalist
ülkeler “siz üretmeyin, biz üretir size satarız” anlayışını
Dünya ekonomisine empoze etmektedirler. Oluşturulan
iktisat politikaları da bu anlayışı desteklemektedir. Gelirleri daha çok hizmet sektörüne dayalı olan Yunanistan, Portekiz ve İspanya’nın durumu apaçık ortadadır.
Devletin ekonomi içindeki ağırlığının azaltılması için
bir takım kamu kuruluşları özelleştirilebilir. Sadece
arazisi 500 milyon Dolar olan kuruluşların 200 milyon
Dolara satılması doğru değildir. Sümerbank, bedelinin
çok altında fiyatla satılmıştır. Üstelik Sümerbank’ın
fabrikalarını satın alan kişilere yine Sümerbank (banka)
uygun kredi imkanı sunmuştur. Kısaca Sümerbank, bi-
rilerine hediye edilmiştir. Kayseri’de bulunan fabrikalar özelleştirilmiştir fakat şimdi bu fabrikaların yerinde
yeller esmektedir. Bünyan’daki fabrika kuşlara yuva olmuş, Sümer’deki fabrikanın arazisine de kooperatifler
inşaatlar yapmıştır. Özelleştirmek demek, kamu kuruluşunun özel sektöre devri demektir. Peki, Sümerbank
fabrikaları özelleştirildiği halde bunları alan özel sektör
temsilcileri neden bu fabrikaları yeniden işletmemiştir.
Zaten işletmek istediği için ihaleye girenlere de fırsat
verilmemiştir. Bu fabrikaların kapanmış olması üretim
azalışı ve işsizlik değil midir? Demek oluyor ki birileri “satın bunları, burada üretilenleri biz size satarız”
demiş olmalıdır. Şimdi güneydoğuda terör olaylarını
azaltmak için işsizliği önlemeye çalışmıyor muyuz?
O zaman buralardaki fabrikaları neden kapanacakları şekilde özelleştirdik? Bu fabrikalar çiftçimize gelir
sağlamıyorlar mıydı? Tiftik battaniyesi çiftçinin beslediği tiftik keçisinden, yün koyundan, el halısı köylünün emeğinden olmuyor muydu? Zaten buraları sattık,
köylerde tarım ve hayvancılığı öldürdük, el halıcılığı
bitti ve artık Sümerbank olsa da hammadde yok demiyor muyuz? Şimdi köylümüz köy minibüsünü marketin
önünde durduruyor, yoğurdunu, sütünü, etini ve yumurtasını marketten alıp köye öyle gitmiyor mu? Demek ki
bu işte bir yanlış var!
Sonuç olarak kısaca şunu belirtebilirim ki, özelleştirme Sümerbank ya da Tekel’de olduğu gibi yapılmamalıdır. Teknolojisi geri kalmış, ürettiği ürünün Dünya
piyasalarında ya da ülke içinde pek talebi kalmamış,
stratejik öneme sahip olmayan kamu kuruluşları değerleri iyi tespit edilerek özel sektöre satılabilir hatta
kapatılabilirler. Bu özelleştirmelerden elde edilen gelir bütçe açıklarını kapatmakta değil, yeni yatırımlarda, yeni istihdam yaratacak alanlarda kullanılmalıdır.
Özelleştirme, Tekel içki fabrikasının önce 200 milyon Dolar’a yerli bir firmaya, sonra onun 800 milyon
Dolar’a Amerikalı bir firmaya, Amerikalı firmanın da
2 milyar Dolar’a bir İngiliz firmasına satmasına sebep
olacak şekilde yapılmamalıdır. Eğer özelleştirmek istediğimiz kuruluş 2 milyar Dolar ediyorsa, o zaman 2
milyar Dolar’a satılmalıdır. Burada kaybeden bu kuruluşları satan hükümetler değil, Türkiye’nin geleceğidir.
Dünya’da Türk markası olarak bilinen Türk rakısını
bile artık İngiliz şirketi üretmektedir. Gördüğümüz gibi
şike sadece futbolda değildir. Şike, ülkenin her yerinde
her alana sirayet etmiştir. Oy kaygısıyla yandaşlara sağlanan rantlar, bazı dış güçlere verilen sözler, sözlerin
yerine getirilmesi için oynanan oyunlar, medya ile istediği gibi yönlendirilen eğitimsiz toplum, insanımızın
hep hak etmediği mevki ve makamları, hak etmediği
kazançları elde etmek için içine düştüğü yanlışlıklar
maalesef şike ve yozlaşmanın ülkemizin her tarafına
sirayet etmesine neden olmuştur. William Shakspeare
(Şekspır)’ın da dediği gibi “Hiçbir miras, doğruluk
kadar zengin değildir”. Hataların düzelmesi için, neslimizi devam ettirecek çocuklarımıza dürüstlüğü, doğruluğu ve vatan sevgisini miras bırakmalıyız.
33
HOCALI
KATLİAMI
Bilgehan AYATA
“Ne harabi ne harabatiyim/ Kökü mazide olan atiyim” diyor Yahya Kemal. Kökü geçmişte olan gelecek
olmak. Bilindiği gibi her ağaç, kökleri üzerinde vücut
bulur; kökleriyle toprağa tutunur ve köklerinden aldığı besinle gıdalanarak dallanır, budaklanır, çiçek açar,
meyve verir. Kökünden aldığı güçle dallarını göğe uzatır. Bu eylemlerini de kökünün sağlamlığı ölçüsünde
gerçekleştirir. Kökü sağlam olmayan ağaçlar, en hafif
rüzgârda yerinden kolaylıkla sökülebilir; oysaki, güçlü
köklere dayanan ağaçları en şiddetli fırtınalar bile yerinden sökemez.
Türk milleti, asırlık bir çınar ağacına benzer. Kökleri, tarihin derinliklerine uzanır. Her bir kökünde de
Türk dili, Türk kültürü (harsı), Türk tarihi gibi ayrı ayrı değerleri barındırır.
ile Agdam arasındaki 12 kilometrelik orman boyunca
cesetler dizilmişti.”
Biliyoruz ki her fırsatta dillendirilen asılsız Ermeni soykırımının aksisine Ermenilerin , Birinci Dünya
Savaşı’nda Türklere soykırım uyguladığına ilişkin yeteri kadar belge ve delil vardır. Toplu mezarlardan başka
Rus ve İngiliz belgeleri de bu gerçeği yansıtmaktadır.
Öte yandan Ermeni terör örgütü Asala ile katliamlar sürmüş, 1975-1991 yılları arasında 40’ın üzerinde
Türk diplomat şehit edilmiştir.
Tüm bu tarihî gerçeklere rağmen Ermeniler sütten
çıkmış ak kaşık sayılmakta ve Türkler soykırım uygula-
Böylesine güçlü köklere dayanan
Türk milleti, tarihte pek çok kez katliamlara maruz kalmıştır. Bunlardan
birisi, çok değil, bundan 20 yıl önce
Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı kentinde yaşanmıştır. Rus
askerlerinin de desteğini alan Ermeni
kuvvetleri 25-26 Şubat 1992’de en gelişmiş silahlarla Hocalı’ya saldırarak
tarihin en vahşi katliamlarından birisini
gerçekleştirmiştir. Saldırıda, çoğu çocuk
ve kadın olmak üzere resmî kayıtların
verdiği bilgiye göre 600’ü geçkin Azeri
Türk’ü vahşice katledilmiş, yüzlerce kişi
ağır yaralanmış ve kaybolmuştur.
Katliam öylesine hunharcadır ki saldırılarda insanlar evlerinde yakılarak öldürülmüştür. İncelenen
cesetlerin birçoğunda, insanların yakıldığı, gözlerinin
oyulduğu, kulakları, burunları, kafaları ve vücutlarının çeşitli organlarının kesildiği görülmüştür. Bebeğin
erkek mi kız mı olduğu üzerine bahse girilip hamile
kadınların karnı yarılmıştır. Katliama tanık olan bir gazetecinin şu sözleri olayın vahametini gözler önüne sermektedir: “İhtiyar dedelerin, yaşlı anaların yüzleri jiletle doğranmış, genç kadınların göğüsleri peynir gibi
kesilmiş, bebeklerin kafa derileri yüzülmüştü. Hocalı
makla suçlanmaktadır. Bu, haksızlığın da ötesinde iftiradır. Kadın, çocuk, yaşlı, sivil, asker demeden katliam
uygulamak; çocuk denecek yaştaki kızlara tecavüz edip
akla, hayale, haya sınırlarına, insanlığa sığmayacak
işkencelerle öldürmek gibi katran karası lekeler, asil
Türk milletinin temiz tarihinde yoktur. Güneş balçıkla sıvanamaz. Türkler nerede mazlum bir millet varsa
dini, milliyeti ne olursa olsun onun yardımına koşmuş,
aman dileyene kılıç kaldırmamıştır. Viyana kapılarına
da Macarların yardım istemesi üzerine ikinci kez dayanmamış mıydık?
34
İnsan, dünyaya gelişinden itibaren bir savaşın içerisindedir. Habil ile Kabil’le başlayan bu üstün olma
savaşı, üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe
devam edecektir. Bundan dolayı, silahsız bir dünya
düşlemek güzel ama boş bir hayaldir, ütopyadır. Dünya üzerindeki her millet soyunu sürdürmek, dünyaya
yayılmak ister. Bunu gerçekleştiremiyorsa sebep, aynı
amacı güden başka milletlerin o millete karşı koymasıdır. Elbette bunlar, arzu edilen durumlar değildir;
ancak, var olan gerçeği görmeyip toz pembe hayaller
kurmak, nesilleri ülküsüz ve bilinçsiz yetiştirmek, onları düşman karşısında silahsız bırakmak demektir. Bu
sözlerimizden, nesilleri kin ve düşmanlıkla yetiştirmek gerektiği anlamı çıkartılmamalıdır. Zaten bu tutum, Türk milletinin karakterine terstir. Dememiz o ki
Karabağ’da, Kerkük’te, Doğu Türkistan’da… yaşanan
ve yaşanmakta olanlar unutulmasın ve gelecek kurgulanırken geçmişten ders çıkarılsın.
Tarih kanıtlamıştır ki “(...) Türkler öldürülebilir lakin mağlup edilemezler (Napolion Bonaparte).”
Türk’ü silahla yok etmek mümkün değildir. Bunun farkına varan iç ve dış düşmanlar, değişen çağla birlikte
farklı yöntemler uygulamaya başlamıştır. Bunların başında da bizi biz yapan değerleri yozlaştırma siyaseti
gelmektedir. Bu siyasetin de temel ve en büyük aracı
hiç kuşkusuz ki televizyonlardır. Koca bulma, göbek
atma programlarıyla, gayrimeşru ilişkiler dizileriyle
oyalanan milletimiz ülke ve dünya gündemine kafa yoramaz, düşünmez, sorgulamaz, günübirlik yaşar hâle
getirilmek istenmektedir.
Öyle ise bize düşen görev, tarihimizden haberdar
olmak, dilimize, dinimize, kültürümüze sahip çıkıp
vatan ve milletimize karşı gelecek her türlü tehlikeye
karşı uyanık olmak; bunu yaparken de gereken gücü
damarlarımızdaki asil kanda aramaktır. Bilimde, teknikte ilerlemek; çağdaş medeniyet seviyesinin de üstüne çıkmak için çalışmak ve çalışmamızı millî değer
ve temeller üzerine kurmaktır. Bunu gerçekleştirdiği-
miz takdirde Türk milletinin kökleri güçlendikçe güçlenecek ve yüce Türk milleti yeşeren kollarını istikbale
doğru uzattıkça uzatacaktır.
Bu vesile ile Hocalı katliamının 20. yıl dönümünde, bu zulmü gerçekleştirenleri ve bu zulme destek verenleri bir kez daha kınıyor, şehit soydaşlarımızı rahmet
dilekleriyle anıyoruz.
Yararlanılan kaynaklar:
Bilgiyurdu Gençlik Dergisi, Kasım- Aralık 2008
sayısı.
Kayseri Türk Ocağı dergisi, Aralık 2008 sayısı.
ATSIZ, Hüseyin Nihal, Türk Ülküsü, İrfan Yayınevi, 2003.
06 Ocak 2009 tarihli Yeniçağ gazetesi.
KONFERANSA DAVET
KONU
MİLLÎ DEVLET VE ANAYASA
KONUŞMACI
Sadi SOMUNCUOĞLU
(Mîllî Düşünce Merkezi Başkanı,
Devlet Eski Bakanı,
Türk Ocakları Eski Genel Başkanı)
TARİH : 27 OCAK 2012 CUMA
SAAT : 19.00
YER : Erciyes Üniversitesi Sabancı Kültür Sitesi
TÜRK OCAKLARI KAYSERİ ŞUBESİ
BİLGİYURDU’NDA CUMA SOHBETLERİ
Geleneksel Cuma Sohbetlerimiz her cuma akşamı saat: 19:00’dadır.
Sohbetlerimiz halkımıza açıktır.
TARİH
06 Ocak 2012
KONUŞMACI
Mustafa ÖZTÜRK
KONU
Türk Milliyetçiliğini Geliştirmek
13 Ocak 2012
Yrd. Doç.Dr A.Vehbi ECER
Atatürk’e İftira Atanlar 2
20 Ocak 2012
Mustafa ÖZTÜRK
Kıbrıs Davamız ve Rauf Denktaş
03 Şubat 2012 Mustafa KILIÇKAYA
Küreselleşme Kıskacındaki ULUS-DEVLET
10 Şubat 2012 İlker DEMİRCİ
Dilde Türkçülük
17 Şubat 2012 İskender GÜNGÖR
Türkiye’nin Gündemi
24 Şubat 2012 İbrahim GÜNGÖR
Propaganda nedir, nasıl yapılır?
BİLİNÇALTI MESAJLARI VE GENÇLİK-2
(KAD-Kritik Analitik Düşünce)
Alper KEPEZKAYA
([email protected])
Geçen sayımızda subliminal (bilinçaltı) mesajlardan
bahsettik. Hatırlayacağınız gibi subliminal mesajlar söz
oyunlarıyla, görsel çarpıtmalarla ve 25’inci kare tekniği
ile insan zihnini etkileme yöntemidir. Bu hain tuzağın
gençleri hedef aldığı düşünülürse tehlikenin boyutu
daha iyi anlaşılır.
Her derdin dermanı olduğu gibi bu tuzağın silahı da
“KAD yani kritik analitik düşünce”dir. Gereksiz uzun
tanım cümlelerini bir köşeye bırakırsak KAD; “Bizi
ayaklarımıza baktırıp, bize tokat atmak isteyenlerin niyetini anlamak ve gereğini yapmaktır.”Basın ve medyanın kitle iletişim aracı olmaktan çıkıp psikolojik savaş silahı olduğu günümüzde düşüncelerimizi eğitir ve
beynimizi kullanırsak KAD’ı gerçekleştirmiş oluruz.
Şimdi diyeceksiniz ki: “Hoca! Biz beynimizi kullanmıyor muyuz yani ?”İnsan iki şekilde hareket eder: alışkanlık üzere davranarak ve düşünerek. Her gün sabah
kalkınca “Yüzümü nasıl yıkasam?” diye, düşünüyor
musunuz? Hayır, direk olarak davranışı gerçekleştiriyorsunuz. Birine hediye alacağınız zaman rastgele bir
dükkâna girip, sıradan bir şey alıp çıkıyor musunuz?
Düşünüyorsunuz değil mi? Bunlar sadece basit örnekler. Günlük yaşantımızda beynimizi her zaman harekete
geçirmeyiz. Çoğu kez önyargılarımızla, alışkanlıklarımızla davranırız. Beynimizi harekete geçirmeye ihtiyaç duymayız. Psikolojik savaşta önemli olan rakibinin
özelliklerini tanımaktır. Özelliklerini bilirsen nasıl kandıracağını da bilirsin. İşte KAD’ın amacı budur: Beynini eğiten insanın psikolojik baskıya maruz kalmaması.
Okumaktan sıkıldıysanız biraz resimlere bakalım. Belki KAD’ı biraz anlarız.
nasıl bakıldığını bilmektir. Komşularla “sıfır problem”
Ermenistan’la uzlaşalım. Biz dostuz.
KAD, ekranlarda Yahudi düşmanlığı yapanları alkışlamak yerine, “Niçin hiç eylemin yok?” diye sormaktır.
KAD olmadan, verilen emekler sonuçta heba olabilir ve istenmeyen noktalara hizmet edilebilir. Toplumumuzda halka zararlı işler yapan birçok grup faaliyetlerini halktan topladığı paralarla yapmıştır. Acaba gençler
günlük hayatta duvarın hangi tarafına bakıyorsunuz?
KAD, dostlarımız dediğimiz çevrede gerçekte bize
Amaçsız iş yoktur. Birisi size bir şey öneriyorsa
amacı vardır. Her gün gazetelerde ve medyada prof. lakaplılar bir şey söylüyor. Tavsiyede bulunuyor. Hepsi
sadece sizi mi düşünüyor? YORUMSUZ…
KAD günlük hayattaki farklılıkları fark etmektir.
Farkındalılığı fark edersek birçok problemi çözeriz.
Herkesin “Ya, ben bunu nasıl anlamamışım?” dediği an
vardır. Zor durumlarda biraz sakin düşünmek yeterli.
35
36
KAD, sistemli düşünmektir. Bazen başarıya ulaşmak
için elimizde imkân olmadığını düşünürüz. Hâlbuki
bütün imkânlar bizim için seferber olmuştur. ”Abi bu
şartlarda üniversiteyi kazanamam.”,“ Bu bölümü bitirince nasıl iş bulurum.”, “Ah,bir destek veren olsa,tozu
dumanı yutmam;tozu dumana katarım.” demiyor muyuz? Resimdeki de öyle diyor. “İmkân olsa da duvarın
arkasını görsem.”
KAD, mantık ile duygusal kararı ayırabilmektir.
Türkiye’deki bütün zenginlerin Bill Gates’in onda biri
olamadığını, hepsinin devlet destekli olduğunu, yoksa
ayakta duramayacağını, buna rağmen devlete kafa tuttuğunu biliyor muydunuz? Lise öğrencisinin hayali:”
Lise bitince askerliğimi yaparım. Sonra iyi kötü bir iş
bulup geçinir giderim.” Tercümesi: “Lise bitince birilerinin sömürüsü olurum. Beni yönetirler.”
KAD, doğru analiz yapabilmektir. Akıllı bir genç
başına gelen olaylarla ilgili neden-sonuç ilişkisi kurar.
Mantık sırasını takip eder. Sık sık basında “Cari açık
hızla düşüyor.” diye yazıyor. Peki, hızla düşüyorsa
şimdiye kadar niçin kapanmadı? Bu cari açık ne kadar?
İhracat (dışarıya mal satma) devamlı artıyor deniyor;
ama ithalat (dışarıdan mal alımı) hangi seviyede? Sovyet Rusya döneminde bir gazete manşeti aynen şöyle: “
Yarışmada biz ikinci olduk, Amerika ise sondan üçüncü
oldu.” Haber doğrudur: Rusya ikinci, Amerika ise sondan üçüncüdür. Rus halkının bilmediği bir nokta vardır:
Yarışmada zaten üç ülke vardır ve Amerika birinci olmuştur. Eğer biri çıkıp, “Yarışmaya kaç ülke katıldı?”
diye sorsaydı, basının hilesi anlaşılırdı. Gelelim bize…
Biz hangi gazete veya internet haberini sorguluyor,
analiz yapabiliyoruz?
KAD, dikkatli olmaktır. Avrupa Birliği Türkiye ile
yaptığı her antlaşmaya zararlı maddeler sıkıştırmıştır.15 yıl önce AB devamlı, “Askerin etkinliği olmasın,
Güneydoğuya özgürlük verin, azınlık haklarını genişletin.” derdi. Şimdi zararlı maddeleri gizlice söylemeye
gerek kalmadı. Müslümanların aklını kullanmasını ve
art niyetlilerin oyununa gelmemesini yüce kitabımız
Kuran da emreder. Kuran ayetlerini dinleyelim:
Hucurat Suresi 6. ayet:
“Ey iman edenler! Şayet bir fasık (yalancı/günahkâr)
size bir haber getirirse, doğruluğunu araştırın. (Yoksa)
bilmeyerek bir kavme kötülük eder de, yaptığınıza kesinlikle pişman olursunuz.”
İsra Suresi 36. ayet:
Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül; bunların hepsi ondan (o ardına
düştüğün şeyden) sorumludur.
Hadis-i Şerif:
"Tehlikeyi doğrulukta görseniz de
doğruluğu araştırınız; çünkü kurtuluş
ancak ondadır."
Son olarak şunları yazmak istiyorum: Bazı gençler
vardır. Kiminin saçı dik, kimi kafasını boyatmış, kimi
jiletle kaşını kazıtmış. Sorduğunuzda aynı cevabı alırsınız: “Ben diğerlerinden farklı olmalıyım.” Aslında
hepsi aynıdır: “Farklı olacağım diye vücuduna şekil
veren insan tipi.”Türkiye’de sırf farklı olmak adına
kendine şekil veren kaç bin genç vardır? Asıl farklılık
zekâdadır. Kimsenin yönlendiremediği insan farklıdır.
Televizyonda izlediği diziyle beraber imaj değiştirmeye çalışan, bir aktörün, sporcunun, mankenin taklidini
yapan birine ne ölçüde değer verilebilir? Bir düşünelim
bir günde beynimizi ne kadar zorluyoruz? Aşağıdaki
kuzu gibi düşünelim!)
Şunu da unutmayalım: Kimse beni yönlendiremeyecek diye büyüklerin tavsiyelerine kulak asmamak yok.
Kalın sağlıcakla…
Gençlik Dergisi
Web sitemiz yenilendi...
www.bilgiyurdu.org.tr
37
BÖLÜCÜ TERÖRLE MÜCADELEDE
AKP DÖNEMİ
(2002-2011)
İsmail ÖZÖREN
Kasım 2002’de iktidara gelen AKP, terör ile mücadelede kendinden önceki hükümetlerin atmış oluğu
adımları yok sayarak veya yavaşlatarak işe başladı. Bu
yüzden terörle etkin bir mücadele yürütüldüğünü söyleyemiyoruz. Hatta ortaya attıkları açılım politikaları
nedeniyle terörü azdırdıklarını söyleyebiliriz.
Yaptıkları yanlışların en başta geleni ve affedilmezi
ise kendilerinden önceki Cumhuriyet hükümetlerinin
politikalarını tamamen değiştirmiş olmalarıdır.
Önceki hükümetlerin “ Türkiye’de terör sorunu vardır.” politikasını AKP’nin “Türkiye’de Kürt sorunu
vardır.” şeklinde değiştirmesi, aslında bölücü terörün
tam da istediği bir politika olmuştur. Teröristler bu sayede kendilerinin haklı bir davanın takipçisi oldukları
propagandasını Türk ve dünya kamuoyuna yapma fırsatı yakalamışlardır.
AKP iktidarının bölge halkından oy alabilmek adına
yapmış olduğu bu çıkış, bitmiş olan terörü ateşlemiş,
verilen tavizler yeni tavizler doğurmuş, bunun neticesi
olarak AKP iktidarının başlangıcından günümüze kadar
1.500 asker, polis, korucu ve masum sivil vatandaşımız
yaşamlarını yitirmiştir.
Dünyanın her yerinde “teröristin elindeki silahı
etkisiz hale getirdikten sonra” terörü besleyen ortamı
ortadan kaldırmak için sosyal ve ekonomik düzenlemeler yapılmış ve bu sayede terörle mücadelede başarı
kazanılmıştır.
Türkiye aslında 1999 yılının sonlarında teröristtin
elindeki silahı etkisiz hale getirmişti. 1999’da terörist başı Abdullah Öcalan’ın yakalanması ile birlikte
1999’da 236 olan şehit sayısının 2000 yılında 29’a,
2001 yılında 20’ye, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılının aralık sonu itibariyle 7’ye düşmesi, teröristlerin
etkisizleştirildiğine açık bir örnektir.
Diğer yandan Mart 2003’te ABD’nin terörü gerekçe
göstererek Irak’ı işgal etmesi ve Irak’ın kuzeyinde oluşan otorite boşluğunu terör örgütünün kullanması sonucunda 2003’te başlamak üzere terör olaylarının artması
da bir gerçektir.
Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın önce
inkâr ettiği sonra alt düzeyde görüşüldüğünü kabul ettiği, bugün itibari ile ayyuka çıkan İmralı’daki terörist
Son dokuz yılda AKP iktidarının
gafletiyle terörün aşama aşama
yeniden nasıl serpilip boy verdiği
ortadadır. Son dönemde “açılım”
kapsamında terör örgütü ile yapılan
müzakereler ise gafletten de öteye
geçmiştir.
başı ile hükümetin bilgisi dâhilinde yapılan görüşmeler,
kamuoyunun hala bilmediği pazarlıklar, terör olaylarının artmasına neden olmuştur. Bir başka deyişle AKP
iktidara geldiği andan itibaren terörle mücadele yerine
“teröristle müzakere” yolunu seçmiştir.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da terör ile mücadele
eden komutanların uydurma deliller ile tutuklanmaların
terör ile mücadele eden askeri birliklerde zafiyet yarattığı göz ardı edilmemeli.
Terör Örgütü’nün sahneye çıkışı neredeyse otuz yıl
oluyor. Örgütün yıllara göre etkinlik grafiği çıkarıldığında, terörle mücadelede siyasi iradenin tutumu ve
attığı adımların ne denli önem taşıdığı açıkça görülür.
Terörün hız ve mesafe kat ettiği noktaların zamanca izdüşümleri siyasi iradenin aymazlıklar zincirini oluşturur. Son dokuz yılda AKP iktidarının gafletiyle terörün
aşama aşama yeniden nasıl serpilip boy verdiği ortadadır. Son dönemde “açılım” kapsamında terör örgütü ile
yapılan müzakereler ise gafletten de öteye geçmiştir.
Verilen tavizlerin neler ve ne kadar olduğunu millet
olarak bilemiyoruz. Ancak
AKP iktidarının Güneydoğudaki uygulamalarını biliyoruz:
Burada halk aşırı şımartılmış:
İnsanlar sorununu çözemeyince ya kaymakama gidiyor ya da “Ben, PKK’lıyım: seni vururum!” diye tehdit ediyor.
Bu bölgede devlet otoritesi olmadığı için can ve mal
güvenliği yok. Devlet kendi memurlarını dahi koruyamıyor.
38
Kimse vergi vermiyor. Elektrik ve su faturaları tahsil edilemiyor.
Her aileye her çocuğu için 150 TL “çocuk parası”
ödeniyor. Ayrıca bir çocuk doğar doğmaz onun bez ve
mama gideri karşılanıyor.
Herkese, eksin veya ekmesin (kimse ekmiyor) beyana göre toprak yardımı yapılıyor.Van Gölü bile tarım
arazisi yazılmış.
Her cuma günü kaymakamlıklar elden para dağıtıyor.
Terör örgütü, devlet ihalelerini alan müteahhitlerden aldığı haraçla gelir elde ediyor, bu gelir ile aldığı
mermi ile de bu yolla devletin güvenlik kuvvetlerini ve
o bölgede görev yapan sivil görevlilerini şehit ediyor.
Bu nedenlerdendir ki, teröristte silahı bıraktırmadan
veya silahını elinden almadan Doğu ve Güneydoğu’da
diğer bölgelerden farklı olarak yapılan yatırımlar ile
sosyal ve ekonomik girişimler terörü engelleyememiş,
daha da büyümesine neden olmuştur.
Terör, ülkeyi bölmek için yapılıyor. Siz terörle mücadeleye bölünmeyi önleyecek, milletin birliğini güçlendirecek tedbirlerle başlamazsanız asla başarılı olamazsınız.
Hele bunun tam tersini yaparak etnik gruplara (aşiret topluluklarına) siyasi kimlik kazandırıp ayrışmayı;
Anayasadan Türk kimliğini çıkarıp devleti kimliksizleştirmek suretiyle, etnisitenin egemenlikten pay istemesini meşrulaştırmış olursunuz. Sonuçta bölücü
teröre hizmet edersiniz. Terör nedeniyle akıtılan kanda, verilen şehitlerde siyasi iktidarın dün de bugün de
vebali vardır. Ne olduğu hala bir türlü açıklanamayan
“açılım”ın ülkemizi nereye sürüklemekte olduğu açıkça görülmektedir. Geçtiğimiz günlerde yapılan uzun
Bakanlar Kurulu toplantısının ardından hükümet sözcüsü Arınç’ın “Terörle mücadele’de bugüne kadar ne
yapıldıysa, daha fazlasını yapacağız” yolundaki açıklaması aymazlıklar zincirine yani halkalar ekleneceğini
düşündürüyor.
SONUÇ:
Bölücülük fitnesinin kökünü kurutacak kapsamlı bir
plan hazırlanmalıdır.
Siyasi iktidar, bölücü terörü hafife almaktan vazgeçmeli, acilen devletin ilgili bütün unsurlarıyla toplanarak 2002’den bu yana takip ettiği siyaseti sorgulamalı
ve bölücü terörle mücadelenin esaslarını yanlışlardan
ders alarak yeniden belirlemelidir.
Siyasi iktidarların öncelikli görevinin, vatanın bütünlüğünü, milletin birliğini, devletin üniter ve millî
kimliğini, kanun hâkimiyetini, vatandaşın can ve mal
güvenliğini sağlamak olduğu hatırlanmalıdır.
Son olarak, sözde değil özde büyük devlet olmanın
gereği yapılarak, teröristlerin sınır ötesindeki kamplarına girilmeli, buralarda teröristlerin yuvalanmasını engelleyecek tedbirler alınmalıdır.
Bekir TEMUR
... Diyordu
Bir nutfede başlayıp dünyaya koşacaksın
Temaşadan ibaret göreceksin dünyayı
Sonra mezar taşına takılıp düşeceksin Bacakların dolaşıp nazarında bir bulut
Süzülecek diyordu karanlıklara doğru
Yaşadığın tüm hayat soyut veyahut somut Ve ölüm var diyordu yaşanan ömre inat
Bir gölge çekilecek bedeninin içinden
Puslu bir hal alacak yedi renkli kâinat Yolculuğun kaderi başlangıçta bitmekmiş
Talimatı bu imiş o ilahi kanunun
Yapayalnız çaresiz makamına gitmekmiş “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun”
Kayseri Park Cad. Çam Apt.
No: 7/C Melikgazi/KAYSERİ
TEL: 0352. 233 67 41
39
“BOŞVER VATAN GÖREVİNİ,
PARAN VAR MI SENİN?”
Aytekin AYDOĞAN
Bedelli askerlik, devlet tarafından kanunla belirlenmiş şartları taşıyan bireylerin belli bir ücret karşılığında
askerlik görevini yapmış olmalarını sağlayan bir askerlik uygulamasıdır…
1920’li yıllarda ortaya atılan bedelli askerlik yasa
tasarısı, M. Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarının tavırlı
duruşu sayesinde reddedilmişti. Mustafa Kemal’in
• Ordu, milletin ordusudur.
• Bedelli askerlik ,sınıf ayrımına yol açar.
• Paraya ihtiyacımız olsa bile vatandaşlar arasında zengin fakir ayrımı yapmamalıyız.
• Bağımsızlık isteniyorsa herkes cepheye gitmek
zorundadır diye özetleye bileceğimiz düşünceleri, bedelli askerliğin kabul edilemez olduğunu ortaya koymaktadır.
O dönemde bedelli askerlik çıkarıldığına dair kesin
deliller yoktur. Ancak, bir yasanın “göçmenlerin geldikleri ülkelerde bedelli askerlik varsa ve vatandaşlar
bulundukları o ülkelerde bedelli askerlikten faydalanarak askerlik görevini yerine getirmişse bu vatandaşlar
askerlik görevini ifa etmiş sayılacak ve yeniden askere
çağırılmayacaktır” maddesi, Atatürk döneminde de bedelli askerlik vardı şeklinde bazı düşüncelerin ortaya
çıkmasına neden olmuştur.
Cumhuriyet tarihinde zaman zaman uygulamaya konulmuş olan bedelli askerlik yasa tasarısı en son 1999
yılındaki Gölcük depreminden sonra ülke ekonomisine katkı sağlamak amaçlı uygulamaya konulmuştur ve
daha sonra yeniden kaldırılmıştır.
Şimdi de günümüzdeki bedelli askerlik uygulamasına göz atalım:
Günümüzde ilk olarak CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun
önerisi olarak ortaya atılan bedelli askerlik yasa tasarısı,
Sayın Başbakanımız tarafından 17 Mart 2011 tarihinde
“Bu ülkede parası olan var olmayan var. Bu uygulamanın belli bir kesimi mağdur etmeyeceğine inansak biz zaten bunu çoktan hallederdik. Parası olana
sen parasını öde, parası olmayana da sen askere git
mi diyeceğiz ” şeklinde bir söylemle reddedilmişti.
Sanırım bu söylemler 12 Haziran 2011 seçimleri
öncesinde olması dolayısıyla şehit ailelerine yönelik
bir seçim propagandası olarak ortaya çıkmıştır. Seçim
süreci sona erdi, hükümet kuruldu ve bedelli askerlik
söylemleri yeniden ortaya atıldı. Bu sefer herhangi bir
şekilde reddetme olmadı ve bu tasarı aralık ayı içerisinde kabul edildi. Parası olana sen parasını öde, parası
olmayana da sen askere git denildi.
Sayın Başbakan 9 ay sonra fikrini neden değiştirdi acaba? Her alanda birbirine zıt düşen siyasi partiler,
yani zıt kutuplar bu bedelli askerlik konusunda neden
anlaşıverdiler? Zenginlere ve askerlik kaçaklarına “tezkere vermek” hangi adalet anlayışıyla bağdaşır? Türkiye, adım adım bir harbe sürüklenirken, Türk Silahlı
Kuvvetleri’ne asker ihtiyacını sordunuz mu?
Bedelli askerlik neyin bedeli? Satılan bir şey mi
var? Terör bölgelerine gitmesini istemediğimiz oğullarınız mı var? Onları mı kurtarmaya çalıştınız? Vatan
savunmasından kaçanlara meşruiyet kazandırmak değil
mi yaptığınız?
Şehit Mehmetçiklerin annelerine ne diyeceksiniz?
Gelen paraları size vereceğiz diyerek onların yüreğindeki acıyı dindireceğinizi mi sanıyorsunuz?
Çok büyük bir yanlış yapıldı. Eskiden ülkemizde
askere gitmeyene kız vermezlerdi. Bu gelenek, vatana
duyulan sonsuz muhabbetin bir sonucuydu. Bizi biz
yapan bu sevgilerimiz, hassasiyetlerimiz yok ediliyor.
Diğer yandan da varlıklı kesimlere paralarından dolayı
bir prim veriliyor; “Boş ver vatan görevini, paran var
mı senin?”
Türkiye’de böyle bir soruyu sormaya hiçbir makamın
hakkı olmamalıydı.
40
BİLGİYURDU GENÇLERİNİN İKİ ETKİNLİĞİ:
DOĞA YÜRÜYÜŞÜ VE
YERALTI ŞEHRİNDE İNCELEME
İbrahim BOYRAZ
Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği olarak genç
arkadaşlarımızla Ali Dağı’na bir yürüyüş düzenledik. Amacımız şehrimizin güzelliklerini daha yükseklerden seyretmek
ve doğa bilincini aşılamaktı. Aynı zamanda, son zamanlarda
popülerlik kazanan doğa yürüyüşü-trekking sporunun faydalarını bizzat yaşayarak görmek istedik.
Doğa yürüyüşü –trekking- nedir?
Trekking, doğada yapılan yürüyüşlere genel olarak
verilen isimdir. Genelde temiz hava almak, spor yapmak,
sağlığımızı korumak, fotoğraflamak, keşfetmek, anlamaya çalışmak, doğa ile iç içe yaşamayı öğrenmek gibi
sebeplerle doğada yürüyüşler yaparız. Bu yürüyüşleri,
doğa ile uyum içinde yapılan geziler olarak algılamalı ve
yeni bölgeleri keşfetmek için yapmalıyız.
Ali Dağı, Kayseri’nin Talas ilçesinde yer alan ve
Erciyes’in ana kütlesinden ayrı olarak lav püskürmesi sonucu oluşan yaklaşık 1600 metre yüksekliğinde bir tepedir.
Konumu, iklimi ve rüzgârı ile aslında tam bir doğa sporu
abidesidir. 2 zirvesi bulunan dağın alçak olan zirvesi yamaç
paraşütü ve yelken kanat kalkış pisti olarak kullanılmaktadır.
Sahip olduğu 7 km’lik dik dağ yolu ile dağ bisikletçileri ve
eteklerinden zirvesine 600 metre yüksekliği ile de doğa yürüyüşçüleri için inanılmaz güzel bir doğal mekândır.
Doğada Yürüyüşün faydaları
• Yürüyüş kan akımını artırarak dolaşımı iyileştirir, kalpdamar ve beyin damarları hastalığı
riskini azaltır.
• Kalp kası dahil, vücut kaslarını kuvvetlendirerek daha
etkin çalışmalarını sağlar.
• Her bir kasılmada kalbin pompaladığı kan miktarını artırarak istirahatta kalp atım sayısını
(nabzı) azaltır.
• Egzersiz ve stres durumunda arteriel kan basıncında
(tansiyonda) oluşan yükselmeyi azaltır.
• Kan basıncını düzenler.
• Kalp kasının yan damarlardan beslenmesini destekler.
Böylece kalbin ana damarlarında oluşacak tıkanıklıkların vereceği zararı azaltır.
• Şişmanlık riskini azaltır.
• Sindirimi kolaylaştırır.
• Beyine oksijen akımını artırarak zihinsel keskinlik ve
yaratıcı düşünce potansiyelini yükseltir.
• Lenfatik dolaşıma yardımcı olur.
• Egzersiz sırasında ve sonrasında metabolizmayı uyarır.
• Solunum kapasitesini ve aerobik gücü artırır.
• Büyümeyi ve incinme sonrası toparlanmayı olumlu etkiler.
• Kan yağlarının (trigliserid) düzeyini düşürür.
• HDL/LDL (iyi huylu-kötü huylu kolesterol) dengesini
düzenler.
• Koordinasyona olumlu etki yapar.
• Eklem ve kasların esnekliğini artırarak bel ve boyun ağrılarını hafifletir.
• Kemiklerin sertleşmesini ve kuvvetlenmesini sağlar.
• Dayanıklılığı artırır.
• Yorgunluk duyumunu engeller.
• Uykusuzluğu azaltır, rahatlamaya yardımcı olur.
• Vücudun doğal keyif verici hormonları olan endorfinlerin salgılanmasını sağlar.
• Yaşlanma sürecini geciktirerek genç görünüm sağlar.
• Moral, özgüven ve iyimserliği artırır.
Talas Ali Dağı Yeraltı Şehri Gezisi
Kayseri’nin Talas ilçesinde Ali Dağı eteklerinde, Bizans
dönemine ait 1300 yıllık yeraltı şehri ve sarnıç bulundu. Biz
de Bilgiyurdu ekibi olarak kültürel zenginliğimiz olan bu tarihi eseri görmeye gittik.
Yer altı şehrini gruplar halinde bir rehber eşliğinde gezdik. Şehrin içinde çeşitli odalar var ve bu odaların her birinin
bir özelliği olduğunu rehber anlattı. O dönemlerde Bizans
devletinin resmi devlet dini henüz Hristiyanlık değilmiş. Bu
inanca sahip insanlar dinlerini yaşatmak ve Bizans zulmünden kurtulmak için bu şehri inşa etmişler.
Şehir, Osmanlı döneminden kalma tarihi evlerin restorasyonu sırasında ortaya çıktı.
Arkeolog Gürcan Samet de yeraltı şehri ve sarnıcın Bizans dönemine ait ve yaklaşık 1300 yıllık olduğunu tahmin
ettiklerini belirtti. Samet, “Yeraltı şehrinin bizim saptadığımız 2 giriş kapısı var. Şu ana kadar 300 metresine girebildik.
Burasının çok daha uzun olup Kayseri kent merkezine ve
Gesi beldesi yönüne gittiğini tahmin ediyoruz. Gidebildiğimiz yerin ilerisinde 90 basamakla daha da aşağıya inildiğini
düşünüyoruz. Zarar verebiliriz düşüncesiyle çalışma yapmadık. Duvarların ve sarnıcın horasan harcıyla yapıldığı, suyun
da çok kaliteli olduğunu söyleyebiliriz. Sarnıcın sonuna kadar gidemedik. Ancak, derinliğinin ileri bölümlerde insan boyunda ve suyunun çok kaliteli olduğunu söyleyebiliriz” diye
konuştu.
Talas Belediye Başkanı Rıfat Yıldırım’ın, Fransızcadan
çevirttirdiği kaynakta da yeraltı şehri ve sarnıçla ilgili şu bilgiler bulunuyor: “Yeraltı şehrinin, ana girişi yolun üzerinde.
Dar girişten sonra, geniş bir oda bulunmakta. Sitenin ana tünelinde geçit ilerde iki kola ayrılıyor. Kentin ana girişinde
kıvrık virajlara ulaşılıyor. Yapımda ve temelde tol kullanılmıştır. Ana tünel sola bir geçişle devam ediyor, sonunda da
20 x 5 ebadında bir oda bulunmakta. Girişteki geniş oda diğer
odalara iletişim sağlar. Sağdaki kısa bir tünel ile ibadet odalarına varılır. Bu odanın duvarlarındaki yüzlerce yuva yapılmış.” Akşam üstü tatlı bir yorgunlukla eve dönerken hepimiz
de mutluyduk.
DERSİM BİR KATLİAM DEĞİL
İSYANDIR!..
Dilhan Süyünbike TEGİN
Tunceli bölgesi gerek coğrafi yapısı, gerekse başkente uzaklığı nedeniyle merkezi otoritenin tam sağlanamadığı, ağalık ve şeyhlik tarzı feodal bağların kuvvetli olduğu bir yapıdadır.
1915 yılındaki Ermeni Tehciri sırasında da takındıkları tutum, onların merkezi otoriteye ilk başkaldırıları
olmamış, bölge 1514’te Yavuz’un Çaldıran seferinde
bile sorun çıkarmıştır.
Rus işgali sırasında, Osmanlı hükümeti ile bir anlaşma yaparak kendi bölgelerini savunmaları karşılığında
silah ve mühimmat alırlar fakat doğrudan Osmanlı ordusunun emrine girmezler.
Ruslar geri çekildikten sonra Osmanlı idaresi tarafından bu bölgedeki aşiretlere madalya ve hediyeler verilir.Seyit Rıza ise ayrıca ödüllendirilerek Erzincan’da
“il idaresi üyeliği”ne atanır. Dönemin Erzincan valilerinden Sabit Bey yazdığı bir mektupta, Seyit Rıza ile
ilgili olarak, “Şimdiye kadar bize din ve namusuyla
hizmet etti.” ifadesini kullanmıştır.
Durum zamanla namusuyla hizmet etmekten çıkarak namussuzca isyana dönüşür. İsyancılar, Şeyh Hasan
aşiretine mensup olan Abasan Aşireti reisi Seyit Rıza
önderliğinde, askere gitmek ve vergi vermek istemeyen
diğer aşiretlerce de desteklenir. Yaklaşık 6 bin kişilik
bir grup isyancılara katılır.
1937 yılında Atatürk, Singeç köprüsünün açılışını
yapmak üzere Tunceli’ye gelecektir. (4 Ocak 1936’da
Dersim Vilayeti’nin adı Tunceli Vilayeti oldu.) Bu köprünün bir ucunda güvenliği sağlamak amacıyla bir askeri karakol inşa edilir. İsmail Hakkı adlı bir teğmenin
komutasındaki karakola isyancılar tarafından saldırı
düzenlenir. Karakol yakılır ve 33 askerin tümü şehit
edilir.
27 Mart 1937 tarihinde Tunceli-Erzincan yolundaki
bir köprü Haydaran ve Demanan aşiretleri tarafından
yakılır. Diğer Türk Birlikleri ile bağlantı kurulmasın
diye Kürt gruplar tarafından bölgenin telefon hatları
kesilir. Jandarma birliklerine pusu kurulur. Pah bucağı
karakoluna baskın düzenlenir. Seyit Rıza, Sin karakolunun da basılması için asilere bizzat emir verir. Bölgedeki 9. Seyyar Jandarma Taburu’na da baskın düzenlenir.
Kendi vatandaşlarından kurulu düzensiz terörist saldırılara karşı savaşmak üzere eğitilmemiş ve bu yönde
bir hazırlığı olmayan askeri kuvvetler kendilerini korumakta zaafiyet içine düşerler. Birçok askeri birlik basılır, askerler şehit edilir ve yaralanır. Asiler, Mazgirt
Köprüsü’nü de tahrip ederler
İsyancıların destekçileri,
Fransa, İngiltere, Rusya ve Ermenistandır.
Fransızlar, ajanları İzzettin vasıtasıyla Seyit Rıza ile
irtibat kurarak Dersim’de huzursuzluğun artmasına sebep olmuşlardır. İzzettin, Mart 1937’de bir isyan için
Suriye’deki Fransız gizli teşkilatından Seyit Rıza’ya
talimat getirmiş, Dersim olaylarına büyük ölçüde karışmıştır. İngiltere, 1800’lü yıllardan itibaren Türkiye ve
Ortadoğu’ya göndermiş olduğu misyoner ve ajanlar
vasıtasıyla faaliyetlerini artırmıştır. 1925 yılında Şeyh
Sait İsyanı’nın devamı niteliğindeki Raçkotan ve Raman isyanları da İngilizler’in kışkırtmaları sonucu gerçekleşmiştir. İngiltere’nin Türkiye’deki büyükelçilik
görevlileri 1937 Tunceli İsyanını yakından takip ederek, gelişmeleri İngiltere dışişleri yetkililerine sürekli
olarak rapor etmişlerdir.
Ruslar 1804 yılından itibaren Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile ilgilenmeye başlamışlardır. 1877-1878
Osmanlı-Rus Savaşı ile Doğu Anadolu’da bazı vilayetleri ele geçirerek bölgedeki faaliyetlerini artırmışlardır. Ruslar’ın Dersim bölgesinde organize ettikleri en
önemli isyan 1916 yılında olmuş, fakat 1917 Bolşevik
İhtilali’nin etkisiyle bölgeden çekilmişlerdir. 19371938 Dersim İsyanı dolayısı ile toplanan mahkemede,
ifade veren Seyit Rıza, sorgulamasında isyanda Rus
kurmay subaylarının yer aldıklarını, Ruslar’ın silah ve
cephane gönderdiklerini belirtmiştir.
Ermeniler ile Dersim aşiretleri arasındaki ilişkiler 1896 yılından itibaren kurulmuştur. 1900 yılında
Tiflis’te Ermenice olarak “Dersim” adlı bir kitap yayımlanmıştır. 1915 yılında “Tehcir Yasası” çıkmıştır. Tehcir sırasında 20 bin kadar Ermeni, Dersim bölgesine sığınmış
ve bazı aşiretler tarafından korunmuşlardır. 1919 yılı sonlarında Ermeni ve Kürt liderler arasında
sağlanan uzlaşma ile ortak hareket etme kararı alınmıştır. Binbaşı Noel de bölgede görüşmeler yaparak bir Ermenistan ve Kürdistan sınırı tespit etmiştir. Daha sonra
Hoybun Cemiyeti’nin faaliyetleri ile 1933 yılında Ermeni Bogos ve M. Nuri Dersimî, Dersim çevresinde gizli
görevlerde bulunmuşlardır. 1937 Dersim İsyanı’ndan
hemen önce ise Suriye sınırından Türkiye’ye kimlikleri
belirlenemeyen dört Ermeni komitacı girmiştir. Bunlar,
Dersim bölgesine girerek faaliyetlerde bulunmuşlar ve
hemen arkasından isyan patlak vermiştir. İsyanın başlangıcı kabul edilen Pah Köprüsü’nün yakılması olayında da Ermeni asıllı Demirci Mustafa kullanılmıştır.
Genç Türkiye cumhuriyetinin otoritesini ve egemenliğini tanımayanlar, yabancı düşmanların da kışkırtmaları ile bir maceraya girmişler ve hak ettikleri karşılığı
görmüşlerdir.
İsyanın elebaşısı ve yabancı servislerin maşası Seyit Rıza ve beş asi, asılarak idam edilmişlerdir.
Ben de Türkiye Cumhuriyetinin şimdiki savunucusu olarak diyorum ki: Ey Tunceli’de şehit olan ve yaralanan askerlerimiz! Sizler katliam yapmadınız, Türk
devleti ve Türk vatanını savundunuz. Size “katliamcı”
yaftasını yapıştıranlara karşı sizi yeterince savunamadık. Bu yüzden suçluyuz. Sizlerden özür diliyorum.
41
42
DEVLET KURAN KAHRAMAN
Tarih: 13 Ocak 2012… Saat:22.17… Kıbrıs Türklerine adanmış bir ömür sona erdi. Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’nin kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş
ebediyete intikal etti. Ancak, hiçbir zaman, O’nun için
“öldü” sözcüğünü kullanmayacağız. Çünkü O, kurduğu
devletle, yazdığı kitaplarla, yaptığı konuşmalarla Türk
milletinin yüreğinde ve beyninde hep yaşıyor olacaktır.
O, devlet kuran ender liderlerden biridir. İlteriş Kutluğ Kağan gibi, Gandi gibi, Atatürk gibi… Elbette ki
bu büyük işi tek başlarına başarmış değildirler. Milleti
uyandırmadan ve onun davaya sarılmasını sağlamadan
büyük zafer ve atılımların gerçekleşemeyeceğini çok
iyi biliyorlardı. Önce, milleti uyandırdılar, sonra örgütlediler. Bugün, Türkiye’nin 70 kilometre uzağında özgür bir Türk Devleti varsa ve bu kardeş devlet sayesinde Türkiye kendini daha güvende hissediyorsa bunun
kolay sağlandığı asla söylenemez. Bu destansı başarıda
en büyük payın Rauf Denktaş’a ait olduğunu söylemek
zorundayız.
Çünkü O, ömrünün her anını Kıbrıs davasına vakfetmişti. Beş yılını, on yılını değil bütün ömrünü bu
davaya adamıştı: Meydanlarda hatip, gazetelerde köşe
yazarı, toplumlar ve devletlerarası görüşmelerde usta
bir diplomat, Türk Mukavemet Teşkilâtı’nın kurucusu
ve 1 numaralı mücahidiydi. Sadece Yunanistan’a ve
EOKA terör örgütünün katillerine karşı koymadı, aynı
zamanda bunlara destek veren tüm Batı emperyalizmine karşı koydu. Onlara rağmen imkânsızı gerçekleştirip
KKTC’yi kurup bugünlere taşıdı.
1958 Zürih-1959 Londra Antlaşmaları temelinde
kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1 Ocak 1964’te Rumlar tarafından ortadan kaldırılması ve Türklerin yönetimden dışlanması üzerine Kıbrıs’ta Türkler için zor
yıllar başlamıştı: Ölümler, kayıplar, ambargolar, boykotlar, açlık… 20 Temmuz 1974’te gerçekleştirilen Ba-
rış Harekâtına kadar süren bu zor yıllarda Türk
toplumunu ayakta tutan birinci unsur, 1 numaralı mücahidin sarsılmaz iradesi, yorgunluk tanımaz gayretiydi.
O, her zaman şu gerçeği teslim etmiştir:
KKTC, Türkiye sayesinde vardır ve Türkiye
sayesinde var kalmaya devam edecektir. “Ben
kendi başıma siyaset yapmadım. Benim misyonum, Türkiye ile beraber millî davayı
savunmaktır.”demiş ve mücadelesini bu çerçevede kalarak yürütmüştür. 2004’te Türkiye’deki
iktidarla görüş ayrılıkları oluşunca da aktif görevden çekilmiştir. Ancak son nefesine kadar,
O’nun millî davayı düşündüğünü biliyoruz.
Kıbrıs davasıyla özdeşleşmiş, Türlüğe ve
Türkiye’ye âşık büyük lider Denktaş cismanî
varlığıyla artık aramızda yoktur. Ancak “Allah, kimseyi devletsiz ve bayraksız bırakmasın.” diyen sesi
kulaklarımızda, sevgisi yüreklerimizde ebediyen var
olacaktır.
“Türk askerinin Kıbrıs’tan çekildiğini Allah
bana göstermesin.” demişti. Allah duasını kabul etti.
AB ve ABD’nin tüm entrikalarına rağmen TSK, barış
ve huzurun güvencesi olarak KKTC’de kalmaya devam
edecektir.
O’nun Kıbrıs’ı vatan yapan şehitlerle buluştuğu
şuanda çok derin duygular içindeyiz. Türk milleti kahraman Denktaş’ın vefatıyla derin bir mateme boğulmuştur. Üzüntümüz sonsuz… Bu matem günlerinin ardından hiç vakit kaybetmeden milli ülkülerimizin işaret
ettiği yola koyulacağız.
Şimdi bize düşen tarihî ve millî görev, destansı bir
mücadelenin eseri olan KKTC’nin tüm dünyaca tanımasını ve ebediyen yaşamasını sağlamaktır. Henüz
açıklanmadı ama vasiyetinin bu olduğu hususunda hiçbir şüphemiz yoktur.
Bize, yani Türklük duygusunu yüreğinde duyanlara yakışan şey, O’nun mücadelesini ve kişiliğini örnek
alarak millî davayı kucaklamaktır. Ve bu yolda hiçbir
maddi kazanç beklememektir. Kıbrıs davasını anlatan
kitaplarını titizlikle incelemeliyiz. Onlar bize ışık tutacaktır. Çünkü, onlarda vatan sevgisinin ve bu sevgi
yolunda örgütlü mücadelenin somut örnekleri vardır.
Gazeteci Nur Batur’un bir sorusuna verdiği şu cevap,
O’nu millî davada önder yapan unsura açıklık getirir:
“Benim iki başucu kitabım vardır. Birincisi Kuran,
ikincisi Nutuk. Zorda ve darda kaldığımda hep bunlara müracaat ederim.” Bu ifadeyi hiç unutmayalım.
Allah rahmet eylesin.
Yüce Türk milletinin başı sağ olsun.
43
Bilgiyurdu Basın Bildirisi
DERSİM ÜZERİNDEN NİFAK, BÖLÜCÜLÜK,
KIŞKIRTMA…
Millî birlik ve beraberliğimizi korumakla sorumlu
olan devlet adamlarının ülkemizde fitneye, kavgaya ve
bölünmeye yol açacak konuşmalar yaptıklarını hayret
ve endişeyle izliyoruz.
Sayın Başbakan’ın ve Tunceli milletvekili Hüseyin
Aygün’ün Dersim’le ilgili söyledikleri, tarihi gerçeği
yansıtmadığı gibi Türkiye’nin geleceği açısından çok
zararlı ve tehlikeli ifadelerdir.
Her şeyden önce Dersim olayının bugünün siyaseti
için kullanılması, istismar edilmesi, hadisenin çarpıtılarak anlatılması, doğru bir davranış değildir.
Dersim, bugünkü Tunceli vilayetinin eski adıdır. Tarihte çeşitli aşiretlerin yaşadığı, Osmanlı’nın bile söz
geçiremediği dağlık bir bölgedir. Burada kendilerine
has bir düzen kuran aşiretler, komşu bölgelerde çoğu
zaman yaptıkları yağmalarla fakir halka zarar vermiş
ve devlete hep sorun olmuşlardır. Devlet otoritesini ve
yasalarını hiçe sayan bazı aşiretler devletin kendilerine
yüklediği görevleri yapmadıkları gibi bölgeye gönderilen asker ve memurları da kendi usüllerince cezalandırmışlardır.
Dersim aşiretlerinin Osmanlı Devleti’ne başkaldırısı, 1907-1908-1909-1916 yılları boyunca devam etmiştir. Çünkü, devletin bu isyanı bastıracak gücü, asker
sevkedecek yolu yoktur.
Türk milleti Mustafa Kemal öncülüğünde istiklâl
mücadelesi yaparken ikinci İnönü Savaşı sırasında
Dersim’de Koçgiri isyanı başlatılır. Divriği kaymakamını esir alırlar. Türk milleti Batı emperyalizmine karşı
ölüm kalım savaşı yaparken yurt içinden hançerlenmiştir.
İstiklâl savaşı kazanılıp Cumhuriyet ilân edildikten
sonra da dış ve iç tahriklerle Doğu isyanları devam eder.
Şeyh Sait isyanı, Musul vilayetinin Irak’a bırakılması
felaketiyle sonuçlanır. Hatay sorununun konuşulduğu
günlerde ise Dersim isyanı başlatılır.
Şeyh Sait isyanından ders alıp devletin zaaf ve eksikliklerini tespit eden Türk Hükümeti, Dersim bölgesine devletin yasa ve düzenini götürmeye karar vermiştir. Bunun için bölgeye devlet binaları, okullar, yollar,
köprüler, karakollar yapılmaya başlar. Ancak, devletin
bölgeye girmesi aşiretleri çok rahatsız eder ve yapılan
devlet binalarını yakarlar. Üstelik devletle pazarlık yapar, şartlar ileri sürerler. Silahlarını teslim etmezler,
vergi vermezler. Böylece “devlet içinde devlet” konumlarını sürdürmektir amaçları.
Devletin sabrının sonu ve bardağı taşıran damla,
1937’de Singeç Köprüsü’nü korumakla görevli askeri
karakolun yakılması ve 33 mehmetçiğin komutanlarıyla birlikte şehit edilmesidir. Hükümet bu olaya, haklı
olarak, sessiz kalamazdı; bir harekât başlatmaya karar
verdi.
İsyancı aşiretlerin lideri Seyit Rıza’nın İngiltere
Hükümeti’ne gönderdiği mektup, onun dış destek aldığının ve dış ilişkiler içinde olduğunun delilidir. Şöyle
diyor: “Türk hükümeti Dersim bölgesine girmeye kalkışmıştı... Kürtler, bu olay karşısında silaha sarıldılar.
Ben ve yurttaşlarım Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık.” İsyanın bundan daha açık ifadesi olabilir mi? Ayrıca “isyan yok” diyenler, ele geçirilen 15 bin son model
silahı nasıl açıklayacaklar?
Hiçbir devlet kendisine karşı başlatılan isyana sessiz kalmaz ve bundan dolayı da isyancılardan özür dilemez. Bugün PKK terör örgütüyle mücadele eden devlet, yarın teröristler ve ailelerinden özür mü dileyecek?
Türkiye Cumhuriyeti, Dersim’de bir isyanı bastırmıştır.
Bunun katliam ve soykırımla bir alakası yoktur. Dökülen kanın suçu, isyanı çıkaranlara aittir.
Dersim olayının Türkiye’nin gündemine taşınmasının, bize göre, bazı sebepleri vardır:
1-Türkiye Cumhuriyetinin alnına “katliamcı” yaftası yapıştırarak Ermeni soykırımı iddialarını kuvvetlendirmek.
2-Alevi vatandaşların devlete ve Cumhuriyete bağlılıklarını sarsmak.
3-Türk toplumundaki Atatürk, İnönü, Celal Bayar
ve Fevzi Çakmak sevgisini ortadan kaldırmak. İstiklâl
savaşının bu önderlerini katliamcı ilan ederek Türkiye
Cumhuriyetinin temellerini hedef tahtası yapmak.
4-Türk halkının Alevî-Sünnî; Türk-Kürt şeklinde
ayrışmasını hızlandırmak.
5-Atatürk’ü, silah arkadaşlarını ve 1950 öncesini
suçlu ilan ederek Atatürk adının ve Cumhuriyet’in temel değerlerinin “Yeni Anayasa” da ifade edilmesine
engellemek.
Anlaşılacağı üzere, Dersim üzerinden bir oyun oynamakta ve Türkiye sinsi bir tuzağa çekilmektedir. Sağduyu sahibi halkımız, mezhep ve etnik çatışma kışkıırcılığı yapanlara yüz ve fırsat vermemelidir.
Tarihte yaşanmış ve kabuk bağlamış yaraları “tarihle yüzleşmek” teranesiyle kanatmanın, Türkiye’yi parçalama amacı güdenler dışında kimseye yararı yoktur.
Devlet adamları ve parti liderlerinin de Türkiye’nin
bugünkü hassas konumunda söyleyecekleri her sözü
ölçüp biçip sorumluluk bilinciyle söylemeleri, nifak ve
kargaşaya sebep olacak ifadelerden titizlikle kaçınmaları gerekmektedir.
Çünkü, Bakara sûresi 217’nci ayette Allah: “Nifak,
kıtâlden daha tehlikelidir.” demektedir.
01.12.2011
Mustafa ÖZTÜRK
Bilgiyurdu
Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
Başkanı
YI: 23 1
201
4 SA
NIR.
YIL: /ŞUBAT YIMLA
YA
OCAK DA BİR
İKİ AY TSİZDİR.
ÜCRE
YIL: 4 SAYI: 24
MART/NİSAN 2011
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR.
ÜCRETSİZDİR.
Gençlik Dergisi
gisi
ik Der
Gençl
ik Der
Gençl
gisi
YIL: 5 SAYI: 26
TEMMUZ/AĞUSTOS 2011
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR.
ÜCRETSİZDİR.
Gençlik Dergisi
YIL:
5
MAYIS SAYI: 25
İKİ AY / HAZİR
ÜCRE DA BİR AN 2011
TSİZD YAYIM
LANIR
İR.
.
YIL: 5 SAYI: 27
EYLÜL/EKİM 2011
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR
ÜCRETSİZDİR.
Gençlik Dergisi
YIL: 5 SAYI: 28
KASIM/ARALIK 2011
İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR
ÜCRETSİZDİR.
Gençlik Dergisi
Sahabiye Mah. Mete Cad. Boylar Sk. Çetinbulut Apt Nu:1 K:2 D:3 Kocasinan/KAYSERİ
Tel: (0352) 232 32 67 • e-posta: [email protected]
www.bilgiyurdu.org.tr