Mahmut Hazım Kısakürek - Adana`ya Güç Verenler

Transkript

Mahmut Hazım Kısakürek - Adana`ya Güç Verenler
Hayali Küçük Ali’nin Adana’daki Sesi;
Mahmut Hazım Kısakürek
Çocukluğumda radyoda, bilhassa
Ramazan ayında yayınlanan Karagöz
Hacivat oyununu nasıl can kulağı ile
dinlediğimi anımsıyorum. O günlerde dinlediğim ses öylesine kafamda
yer etmiş ki; ne zaman nerede Karagözle ilgili bir yazı okusam o ses gelir
beni bulur. Yeniden o günlere gönderir, heyecanımı tazeler. Söylenen o
dur ki; ilk oynandığı günden bu yana
kim bilir kaç binlerce kişi o suretlere ses vermiş, can katmıştır. Herkesin anılarının bir yerlerinde mutlaka
saklıdır. Nerede o sesi duysa onu alır
çocukluğuna taşır…
***
1990 lı yıllar...
Hevesle başlayıp tiyatroya yıllarca
emek vermiş bir avuç genç insan, o
günlerde bir başka sanat kurumunun
Adana’da kurulacağını duymaları
onları sevince boğmuş…
04 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I
Her yerde konuşulur olmuş; “Çukurova Senfoni Orkestrası kuruluyormuş. Haberin var mı?” diye. Nihayet Senfoni kurulmuş, kentin tek
tiyatro salonunu da kendilerine tahsis etmişler. Onların provalara başlaması ile tiyatrocuların da kâbusu
başlamış. Artık o salondan tiyatrocular yararlanamaz hale gelmişler…
İşte bu imkansızlıkların cenderesin
de boğuşurken bir adamın kafasında
şimşekler çakmış! Ver elini İstanbul.
Biraz araştırmadan sonra aklına gelen işi yapabileceğini kestirince de
başlamış bilgiler toplamaya. Topladığı bilgiler ışığı içinde kendisine gelen bir teklifi değerlendirip ilk
deneyimini yaşamış. Ankara’da “Dil
Tarih ve Coğrafya” da okuyan Turgut
Bağır’ın üniversite kütüphanesinden
kopyaladığı Hayali Küçük Ali’nin ses
bantları ona ses, tonlama, vurgula-
ma, aksan açısından çok şey kazandırmış. Günlerce onu dinlemiş.
O “Benim hiç ustam olmadı” dese
de onun ustası eline geçirdiği kasetteki kayıtlı ses “Hayali Küçük Ali”
den başkası değildir. Çünkü onu izleyip dinleyenler, sesinin Hayali Küçük Ali’ye çok benzediğini söylerler.
Daha sonraları “Hayali Torun Çelebi”den onu ziyareti sırasında aldığı
bilgiler kendisini yavaş yavaş donatmaya başlamış.
Sesi Hayali Küçük Ali’ye benzese de
o kendi özgün tavrını çabaları ile
geliştirmiş, bu gün yaşayan karagöz
sanatçılarından farklı bir yere taşımıştır. Geleneksel Türk tiyatrosu ile
birlikte klasik oyunlarda görev almış,
eğitmenlik ve yönetmenlik yapmıştır. Kentimiz de yetişen genç tiyatrocuların yetişmesinde katkısı ve emeği büyüktür.
MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 05
İlkokulda oynadıkları oyunda aldığı bir rolle başlayan bu serüvenle
yaşadığı kente elinden gelen yararı
sağlama açısından bazen sıkıntılı zamanlar da yaşamış. Sanat ve kültürde
entelektüel duruşu ile her zaman yeniliklere açık olmuş, daima öncülük
etmiştir. Kent Konseyi, Sanat Konseyi, Tiyatro Derneği gibi kurumların
kuruluşlarında önemli rol almış aktif
çalışmalar da bulunmuştur. Tiyatroya bir hevesli olarak başladığı 1969
yılından bu yana tanıdığım, yaşamı
boyunca yaptığı işlerin hemen hemen her safhasına tanık olduğum
kadim arkadaşımdan söz ederken
onu eksik anlatmaktan nasıl korktuğumu bilemezsiniz…
***
1992 yılında aldığı bir dizi kararlardan sonra; “Artık yapabileceğim tek
işi yapmak istiyorum; sanatla, tiyatroyla hayatımı kazanmalıyım” sözü
halen geçerliliğini korumakta, bazen
hayatı pahasına da olsa bu mesleği
sürdürme çabasını göstermektedir.
1992’ de Adana’ da yapılan “Uluslararası Kukla Karagöz Festivali” ile
başlayan ortak çabalarımız, 2002’ ye
kadar sürdü. Bu on yılda uzun yollar
kat ettik. UNIMA üyesi olduk. Ulusal ve uluslararası festivallere katıldık. Daha sonra yollarımız ayrıldı.
Ben başka bir kulvara geçtim. O Şehir Tiyatrosu’nda oyunculuk la birlikte karagöz sanatını devam ettirdi.
Tabii haklı olarak da emeklerinin ve
çabalarının sonucu Kültür Bakanlığı;
06 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I
“Somut Olmayan Kültür Mirasçısı”
olarak kendisini onurlandırdı.
Kimden bahsettiğimi çoktan anlamışsınızdır. Ama ben yine de soyadından bahsedeyim. Bay Kısakürek.
Hani şu şair yazar “Necip Fazıl”la aile
bağı olduğu için ortak soyadını taşıyan “Mahmut Hazım Kısakürek” ten
başkası değil anlatmak istediğim. Bir
insan kendi kentine daha nasıl güç
verir bilemiyorum. Yetiştirdiği sanatçı iki evlat başta olmak üzere, kent
kültürüne katkıları ile hayata hazırladığı miniklerden, tiyatroyu sevdirdiği yetişkinlere kadar sivil toplum
kuruluşlarında aldığı aktif görevlerde her zaman “yüreğini” bila-bedel
ortaya koymuş, inandığı her fikri
sonuna kadar savunmuş biri olarak
Mahmut Hazım Kısakürek’in portresini yapmaktan kıvanç duymaktayız.
İsmail ÖKKE
“İnsanoğlunun ataları, çevrelerinde
gördüklerini taklit ederek, yaptıklarını hareketlerle birbirlerine anlatarak
farkında olmadan oyunu yaratmışlardır. Avını avlayan insan, avını nasıl
avladığını taklitlerle diğer insanlara
heyecan katarak anlatmıştır. Bu hareketler, zamanla bilinçli yapılan büyüsel, dinsel törenlere dönüşmüş ve
oyun bu aşamada kültürel bir özellik
kazanmıştır.”
“F. Nietzsche: Tüm çocuklar sanatçıdır. Asıl sorun, büyüdüklerinde na-
sıl sanatçı olarak kalabilecekleridir”
der…
Hikâyemiz oyunla başlıyor… Oyun
her çocuğun beslenmesi gereken
davranışlar bütünüdür. Çocuk oyun
oynadığınca hayaller kurar ve kişilik
gelişimini sağlar. Büründüğü her rolde kendine uygun olan rolü seçer.
İnsan büyüdükçe kendine uygun
olan rolü seçme işi hiç değişmez.
Ömrünün sonuna kadar da oyun oynamak ister…
Hikâyemizin kahramanı 43 yıldır
oyun oynayan biri. Onunla röportaj yapmaya gittiğimde, yakalandığı
hastalık nedeni ile artık oyun oynayamayacağını kara kara düşünüyordu. Onun geleneksel tiyatrodaki tüm
tiplemeleri başarıyla oynayacağını
bildiğim için; kendisine “Meddah”
rolünü uygun gördüm. Hayat hikâyesini bir meddah gibi oyun oynayarak
anlatmasını istedim. Ben küçük bir
ön deyiş yaparak; Sözü ona verdim.
ADANA’YA GÜÇ VERENLER
Sevgili Mahmut Hazım Kısakürek,
biliyorsun “Altın Oran Düşünce ve
Sanat Platformu” yeni bir projeyi
uygulamaya karar verdi. Bu proje
“Adana’ya Güç Verenler” adı ile anılacaktır. Seçilen kahramanlarımız
arasında sen de varsın. Uygulaması
da bize verildi. Şüphesiz ki, uzun yıllardan bu yana dostluğumuz, arkadaşlığımız ve de ortak çalışmalarımız
oldu. Ben yaşamının birçok yerine
tanıklık ettim. Şimdi senden istediğim,
yaşam öykünü bana Bir meddah edası
ile anlatmandır.
“Hak Dostum Hak… Diye başlayalım söze. Bir hikâyem var dostlar anlatayım size. Hak dostum hak… 1954
Yılında Adana’da doğdum. Aklımın
erdiğinden bu yana anlatabileceğim yaşam öyküm… (Biraz düşündü. Derin
bir soluk aldı). “Adana’da İsmet İnönü
İlkokulu’nda okula başladım. Sonra
İstanbul’a gittik. Okulun adını hatırlamıyorum. Sonra Ankara, derken tekrar
Adana. Sonra Maraş… Maraş’ta beşinci
sınıfa geldim. O yıl tiyatro çalışmaları yapılıyordu. Öğretmen bana “Aman
Oğlum” diye bir oyun da başrolü verdi.
Padişahın oğlunu oynayacaktım. Oyunu velilere oynadık çok beğendiler. Çok
güzel bir oyundu. Hiç unutmam öğretmenimiz sakal bıyık yapıştırmak için
eterle bir yapıştırıcı yapmış.Tabii bazılarımız eterden bayıldı. Korku ve karmaşa yaşadık. Bütün Maraş çalkalandı
bu oyunla; Hatta annemlerle bir gün
çarşıya gittiğimizde bana laf bile attılar.
“Padişahın Püsküllü Oğlu “diye.
UÇTU, UÇTU… DİPLOMA UÇTU…
O Yaz başında, nedenini bilmiyorum,
babam ani bir kararla Adana’ya döndü. Biz de babamla beraber peşinden
Adana’ya geldik. Daha diplomamı bile
alamamıştım. Yerleştikten birkaç gün
sonra, babam beni otobüse bindirip tek
başıma Maraş’a yolladı.
ORHAN APAYDIN 07
İlk kez yanımda biri olmadan seyahat ettim. Okula gidip diplomamı
aldım. Akşamüzeri tekrar garajdan
otobüse binip Adana yolunu tuttum.
Bilirsiniz eski otobüslerin pencere
camları açılırdı. Pencere kenarında
olduğumdan camı açmak istedim,
diploma da elimde. Camı açmaya çalışırken nasıl oldu bilmiyorum. Diploma elimden fırladı savruldu. Havada döne döne gidiyor! Bağırdım;
ama kimse duymadı. Otobüs hızla
gidiyor… Az sonra muavin: “Ne
oldu?” diye sordu. Durumu anlattım.
O sırada otobüs birkaç kilometre gitmişti. Muavin; “Bulamayız artık geri
de dönemeyiz” dedi. Yapacak bir şey
yoktu. Sinirden gözümden yaş geldi… Adana’ya geldim babama durumu anlattım. Biraz sert yaptı ama
kızmadı. Bir ara Maraş’tan bir belge
alıp ortaokula onunla kaydımı yaptırdım. İstiklal Ortaokulu’na…
***
İstiklal ortaokuluna kayıt yaptırdık.
Okulun ilk günü; Adana çok sıcak.
Sarışın ak tenli biriyim. Her yerim
isilik dolu. Kısa pantolonla okula
geldim. Öğretmenlerden biri “Hişt
sen gel bakalım! Çabuk eve git üzerine doğru dürüst bir şey giy.” dedi.
Beni eve yolladı. Süklüm püklüm
evin yolunu tuttum. Babama gittik.
O zamanlarda şimdiki gibi hazır gi-
yim falan yok. Sipariş vermek lazım.
Neyse babamın “Erciyes Sineması”nın yanında tanıdığı bir terzi varmış, aldı beni oraya götürdü. Adam
bana hemen elindeki kumaştan beli
lastikli bir pantolon dikti. Babam bir
de kasket aldı kasketçiden başıma…
Ertesi gün yeni cicilerimle okula gittim. Okulumuz o zaman çarşının
içindeydi. Önünden kocaman bir
yol geçerdi. Karşısında Kervan Aile
Çay Bahçesi vardı; çam ağaçları ile
çevrili. Akşamları orada programlar
yapılırdı.
En meşhur sanatçılar sahne alırlardı;
hatta bir keresin de Zeki Müren’i bile
orada görüp seyretmiştim.
ADANA İSTİKLAL ORTAOKULU
TARİHÇESİ
iki köşesi binaya bağlı ise de diğer iki
köşesi bir metre mermer kaide ve
dört metre oluklu mermer sütun üstüne oturtulmuştur. Bütün başlıkları
İyon mimarisi tarzındadır.
Bu güzel sütunlarla mermer merdivenleri ve mermer şömineleri ile şehrin en güzel binalarından
biri olmak vasfını taşımaktadır. Birinci Cihan Harbi’nde Rumların
memleketten uzaklaştırılmaları üzerine bina muvakkat bir zaman için
Alman Mektebi olmuştur. Bu devrede yetişen talebelerden (Eski İçel
Milletvekili) Turhan Cemal Beriker’in kardeşi Şekip Beriker vardır. Mütareke yıllarında bir müddet Fransızların işgalinde kalmış
ve meşhur General Vaygand’ın
karargâhı olarak kullanılmıştır. Kuruluştan sonra Ağazade Hulusi
adına hayırsever zat binaya beş bin altın liraya satın alarak Maarif işlerinde
kullanılmak şartıyla Seyhan Vilayet’ine bağışlamıştır. (Teşrinievvel 1339) 1925-1950 yılları arasında Kız Muallim Mektebi olarak kullanılmış,
Kız Muallim Mektebi şimdiki Erkek Lisesi’ne kaldırılınca bu bina da
muhtelit Ortaokula tahsis edilmiştir. O tarihlerde Mümtaz Bey Vali
ve İsmail Habip Sevük de Maarif Emini olarak bulunmaktadır. 1934-1935 Yılında Kız Lisesi’nin
açılması üzerine, kızlar; Kız Lisesi’ne ve erkek öğrenciler de Birinci
Ortaokul (Tepebağ’a) kayıt edildiler. Bu bina Erkek Lisesi’ne bağlı bir bölüm halinde kullanılmıştır. İki yıl
sonra 1937-1938 ders yılı başında
(İkinci Ortaokul) olarak eğitime başlamıştır.”
“Okulun binası 1902 yılında o zamanın fabrikatörlerinden ve Adana’nın
en zengin Rumlarından Havaca Atanaş Tırpani tarafından kızına ev olarak yaptırılmıştır. Yakın zamana kadar Tırpani Fabrikası olarak anıldı. Bina aslen kâgirdir. İnce tuğla ile
örülmüştür. Kapı, pencere, panjur
ve merdiven gibi doğrama aksamının İtalya’da yaptırıldığını söylerler. Bina zemin katından sonra iki kattır. Çatının güney kısmında yazlık
iki oda ile geniş bir taraça ilave edilmiştir. Burada yazın oturulabilinir. Bütün binada irili ufaklı 25 oda bulunur. İkinci katta caddeye nazır ve
binaya giriş kapısı sahanlığının üstünde bir balkon vardır. Bu balkonun
08 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I
FRANSIZCA HOCAM…
Okula daha alıştım diyemeden öğretmenlerimizden biri, Fransızca öğretmenimiz, bana daha senenin ilk
başlarında takmıştı kafayı… Ne yaptıysam sevdiremedim kendimi. Bir
gün, derste sarı çizgisiz kâğıda onar
tane Fransızca kelime yazmamızı istedi. Yazmaya başladım ve bitirdim.
Tabi yazı biçimi düzgün değil. Yukardan, soldan sağa doğru yazdıkça,
aşağı doğru kayıyordu. Zaten başka
türlüsünü de yapamıyordum. Öğretmen geldi başıma dikildi.” Neden
9 tane yazdın” dedi. Ben: ”Yer kalmadı öğretmenim” dedim. Elinde ki
cetvelle bir tane vurdu. İkinciyi vuracakken elini tuttum. Bana kızdı”
Neden elimi tutuyorsun diye? “Bana
vurmaya hakkınız yok” dedim. Beni
alıp kolumdan tutarak sarsa sarsa sınıfın kapısına sürükledi… Bir
kaçta tokat atıp beni sınıftan dışarıya çıkardı. Arkamdan da yere düşen
şapkamı fırlattı… Kalktım. Bir kenara çömeldim. Düşünüyorum.! O
sırada yanımdan geçen müdür beni
gördü. Bana dönüp “Neden burada
oturuyorsun, Niye derste değilsin?”
dedi. Ben de “Öğretmen beni sınıfa almadı” dedim. “Kalk” dedi hiçbir
şey söylemeden. Beni sınıfa getirdi
“Geç yerine” dedi. Ben yerime geçtim oturdum. Müdür gider gitmez
öğretmen yanıma gelip ters ters bakarak kolumdan tutup yeniden kapı
dışarı etti. Arkamı dönüp; “Hocam!”
diyecek oldum. Diyemedim… Anladım ki; Bu dersten de hocadan
da bana hayır yok. Zaten daha sonra Fransızca dersine hiç girmedim.
Yani benim böylede inatçı bir yapım
vardır. O yıl tek dersten sınıf geçme
olmadığından sınıfta kaldım. Bir
senem boşu boşuna heba oldu. Bir
sonra ki sene bu kez İngilizce dersini
seçtim. Sorun filan da yaşamadım.
Çokta eğlenceli bir dönem geçirdim.
Notlarım da oldukça yüksekti…
Ortaokulda tiyatro ile tanışmam biraz daha farklı oldu. Atilla adında bir
arkadaşım vardı. Atilla Yiğit. Onunla
birlikte tiyatronun arka tarafına yani
kulise ilk kez girdim. Büyülü, renkli
bir dünyaya girmiştim sanki. Kulisteki koşturmacayı, telaşı gördüm. Heyecanlandım!
Akşam eve dönerken orada ne kadar
mutlu olduğumu anladım.
MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 09
Çok heyecan verici bir yerdi. Ertesi
gün yine oraya gittim. Bu kez Atilla
yoktu. Zaten onu bahane ederek gelmiştim. İçeri girdim sordum “Yok”
dediler. Bir köşede beklemeye çalışanları izlemeye başladım. Herkes
kıpır kıpırdı… Ertesi gün yine uğradım. Selam verdim. Artık beni tanıyorlardı. Hatta bana da iş vermeye
başladılar.”Onu al, bunu getir, şunu
götür” gibi. Artık “Dost oyuncular”
tiyatrosundaydım Tabii, yaşça da
boyca da onlardan küçüktüm. Bir
gün beni gişedeki arkadaşın yerine
geçici olarak koydular. Onun işi varmış. O gün bir iki saat kadar gişede
durdum. Ancak daha sonra gişede
iki buçuk lira eksik olduğunu söylediler. Tabii, ben suçlandım üzüldüm
bu duruma. Haberimin olmadığını
söylesem de pek aklanmış gibi değildim. Sıkıntılı anlar yaşadım. Neyse
ki olay kendiliğinden çözüldü. Ender
Yiğit isimli arkadaş (Atilla’nın ağabeyi) eline geçen gıcır paraları bir
köşesinden sigara gibi kıvırır onunla
oynarmış. Hatta artık tik haline gelmiş. İşte gişede gördüğü gıcır bir iki
buçuk lirayı kıvırmış sonrada kıvırdığı şeyi kaldırıp atmış. Daha sonra
farkına varıldı da ben aklandım.
Dedemler, Çorlu’dan gelip Karaman’a yerleşmişler. Dedem, mandıracılıkla uğraşıyormuş. Babam ise
Karaman’da memurmuş. Annemle
burada tanışıp evlenmişler… Babamın tiyatroyu sevmesi bizimde bolca
tiyatro izlememize vesile oldu. Bu
nedenle ben de severek çokça tiyatro
izledim. Bir gün babam yine tiyatro bileti almış Şehir Tiyatrosu’ndan:
“Goldoni’nin YALANCI” isimli oyunu. Ankara Devlet Tiyatrosu’nun oynadığı bir oyun. (O dönemde Adana
Şehir Tiyatrosu’nda “ Devlet Tiyatrosu” olarak Ankara ve İstanbul’dan gelip birkaç gün oyun oynarlardı.)
Babamın acil bir işi çıkmış. Bize,
tiyatroya gidemeyeceğini söyledi.
Biletleri bana verdi. “Sen bir arkadaşını da al, git.” dedi. Biletim olduğu
halde, kapıdaki görevli kravatım yok
diye beni içeri almadı. Ben de tiyatro salonunun karşı sokağında oturan
bir arkadaşıma gittim. Ondan ödünç
bir kravat aldım. (O zamanlar tiyatroya pek kravatsız gidilmezdi.) Biletin
birini de ona verdim, oyunu onunla
beraber izledik. Demem o ki; bu arada tiyatroya geliş gidişlerim oldukça
çoğaldı. Yeni yeni insanlarla tanışıp
arkadaş olmaya başladım. Örneğin
Perihan Doygun’u tanıdım. Onun
galiz küfürleri ile tanıştım…
YAZLIK SİNEMADA TİYATRO
O günlerde “Göç” İsimli bir oyunu
oynuyorlardı. Ben de her gün oyunun kulisindeydim. Ayrıca ekip bir
büroda “Alo Orası Tımarhanemi?”
adlı oyunu hazırlıyordu. Babam çoğu
zaman onay vermese de ben hemen
hemen her gün aralarında oluyordum. Bu oyun yazlık sinemaların
birinde oynanacaktı. Galiba “Bahar
Sineması”. Hatırladım! Açık havada
oynanacağı için borç harç edilip bir
ses düzeni alınmıştı. Çünkü o dönemde bir amatör tiyatro için ses düzeni çok önemliydi…
(O dönem de Adana’da yazları gösterim yapan üç yüz den fazla yazlık
sinema vardı. Sıcak yaz günlerinde
halkın tek eğlence kaynağı yazlık sinemalar idi.)
O yaz bir kaç kez yazlık sinemada
oyunu tekrarladık. Bu Arada Orta
Doğu Teknik Üniversitesi’nden bir
teklif aldık. Her yıl yapılan tiyatro
şenliğinde oyun sergilememiz isteniyordu. Katılmaya karar verdik. “Gülten Akın’ın “Keloğlan” adlı oyunu ile
katılacağımızı bildirdik. Oyunun çocuk oyunu olduğunu belirterek kabul
etmediklerini söylediler. Ancak biz
teksti gönderdik. Okuduktan sonra
durumu anladılar. Ve biz, Keloğlan’ı
orada oynadık…
Bu arada sürekli kalıcı bir yer edinme telaşı yaşanıyordu. Arayışlarımızın sonunda nihayet; Atatürk Parkı
içerisinde “Halk Evi” olarak bilinen
yerde karar kılındı. Yönetimle anlaşıp alt katına yerleştik. Akabinde de
çalışmalara başladık. Bu sırada binanın arka bahçesine bir yazlık tiyatro
yapma kararı aldık. Bu çalışmalarda
bize gereken malzemeleri yanımızda
yöremizde bulunan inşaatlardan temin ediyorduk. Hatta bize malzeme
vermeyen inşaatların bekçileri ile
dostluk kurup hallediyorduk. Tabi
bunlar önemsiz şeylerdi.
MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 11
Atık kereste, parça demir falan. Güç
bela, zor da olsa “Açık Hava Tiyatrosu” tamamlandı. İlk olarak “Alo Orası Tımarhane mi?” adlı oyunu değişik
bir kadro ile sahneledik. Oyundaki
Lami tiplemesini ben oynuyordum.
Yaz boyunca bu oyunu kapalı gişe
oynadık. Bu zamana kadar üç ay boyunca kapalı gişe oyun oynamak hiçbir tiyatroya nasip olmadı.
Lafı uzatmayım. “Dost Oyuncular”
da kavgalar başladı ve yavaş yavaş da
dağılmalar oldu. Ayrılanların arasına ben de katıldım. “Çukurova Bölge Tiyatrosu” olarak bir araya gelip
oyun çalışmalarına başladık.
YENİ BİR TİYATRO’DA ÇALIŞMA
DÖNEMİ
(Çukurova Bölge Tiyatrosu Liderliğini Zeki Göker’in yaptığı sol görüşlü
gençlerin bir araya geldiği, daha çok
politik tiyatro yapan bir grup olarak
bilinmektedir.)
Başlangıçta “Tuzak”, ”72.ci Koğuş”,
“Teneke”, “Keşanlı Ali Destanı” ve
“Toros Canavarı” gibi oyunlar oynadık. “Teneke” Yaşar Kemal’in yazdığı
bir oyundu. Ama Ankara Halk Tiyatrosu’nun çok sert ve sivri dille oyunlaştırıp sergilediği bir oyundu…
Çukurova da çeltik ekimi yapıldığı
dönemde çeltik tarlalarında sivrisineklerin oluştuğunu, sıtma denilen
bir mikrobu yaydığını ve bu hastalık
salgın haline gelince insanların baş
edemeyerek kırılmaya başladığını
anlatan bir çalışmaydı…
Biz bu oyunu oynadığımızda, her seansın sonunda mutlaka bir olay oluyordu. Bir gün hiç unutmam; Akşam
hazırlıklarını yaptık. Salon tamamen
dolu, boş yer yok. Gişeden öğrendiğimize göre karşı görüşte olan bir
grup, toplu bilet almışlar. Herkes:
“Dikkatli olmak zorunda mutlaka
bir olay olur” diye düşünüyor. Maalesef 1980 öncesi yıllar böyle şeyler
çok olurdu. Nitekim de oldu. Oyunda ortaya koyduğumuz görüşlerimizi
beğenmeyen gurup tepki gösterip,
arbede çıkardı. Hatta silah sesleri bile
geldi.
Biz yine oyuna devam ettik. Son
oyun olarak da “Tuzak” isimli oyunu
sahneye koymuştuk… Sonrasında
Zeki Adana’dan ayrıldı…
(Zeki Göker; Çukurova Bölge Tiyatrosu’nun lideri idi. Daha sonra Ankara
Birlik Tiyatrosu’nu Kurdu. Uzun yıllar yönetti.)
YENİ BİR TİYATRO ESKİ BİR
OYUN
Zeki gidince geride kalanlar toplanıp;
“Alo Orası Tımarhane mi” adlı oyunu
yeniden sahneye koyduk. İlk oyunu
da Yenice’ye bağladık. Biz de olay
bitmez! Yenice de her şeyi hazırladık
sahne hazır herkes hazır! Gelgelelim
Ender arkadaşımız ortalarda yok.
Kimse nerede olduğunu bilmiyor.
Ara ki; bulasın! Çaresiz apar topar
başka bir arkadaşı hazırladık. Oyu-
na öylece başladık. (Yenice de oyunu
oynayacağımız sinema derme çatma
bir sahne idi. Hatta toprak bir damın
üzerine geniş bir perde oturtulmuştu.
Tam oyunun en hareketli ve heyecanlı
yerinde sahnenin benim olduğum yeri
delindi ve ben aşağıya düştüm..)
UFUKTA YİNE ANKARA GÖRÜNDÜ
Babamın Ankara’ya gitmesi ile bizler
de Ankara’ya gitmek zorunda kaldık. Çabucak ta yerleştik. Bu sırada
çok güzel bir şey oldu. Kurtuluş Lisesi’ne kayıt yaptırdım. Daha önemlisi Ankara Sanat Tiyatrosu (AST)
gibi bir tiyatroya gitmeye başladım.
Bana çocuk oyununda rol verdiler…
Oynamaya başladım… Oysa hiçbir
şey düşündüğüm gibi değil. Kurtuluş Lisesi’nin önü savaş alanı gibi.
Yan tarafta Siyasal Bilgiler var. Her
gün karmaşa yaşanıyor. Hele bizim
lise daha da karışık bir yerdi… Bu
karışıklık içinde, üstelik Adana’dan
tanıdığım bir kişinin göstermesiyle meydan dayağı yiyince okulu bırakmak zorunda kaldım. Artık tüm
zamanımı (Ankara Sanat Tiyatrosu)
AST’da geçiriyordum. Onların arasında olmak bana iyi geliyordu. Bir
gün Zeki Göker aradı beni. O da Ankara’daymış. Geldi oturup konuştuk.
“Çalıştığım Ankara Birlik Tiyatrosu
dağıldı. Yeni bir kadro oluşturuyoruz; istersen sen de katıl bize” dedi.
MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 13
Ben de “Olur” deyip onlarla beraber
İstanbul’a gittim. Babam duyunca itiraz etti; ama ben yinede onu dinlemeyip gittim.
Çalışmaların hemen ardından ilk
olarak “Yaşar Ne yaşar Ne Yaşamaz
adlı oyunla turne yapmaya başladık. İlk oyunumuzu oynadığımız yer
Gölcük Komutanlığı idi. Daha sonra
Karadeniz turnesine başladık. Artvin’e kadar uzanmıştık. Turneler çok
uzun sürüyordu. İstanbul’a dönüşümüz bir ayı buluyordu…
Bir gün turne yapıyorduk. Dönüşte
yolda Mahir Çayan ve arkadaşlarının öldürüldüğünü öğrendik. Yol
boyunca sıkıntılı anlar yaşadık. Nihayet Samsun’a geldik. Otele iner
inmez Zeki ile konuşmak istediğimi
söyledim. Zeki: “Hayrola, bir şey mi
oldu?” diye sordu. Ben: “Artık yoruldum. Ayrılmak istiyorum.” dedim.
O, itiraz filan etse de ben kararlıydım. Çoktan Ankara biletini almıştım bile…
Birkaç gün geçtikten sonra Levent
Kırca ve arkadaşları biz turne de iken
“Yeni Ankara Tiyatrosu” diye bir tiyatro kurmuşlar. İrtibata geçtim ve
beni kabul ettiler. Onlar la oynamaya başladım. “Nasrettin Hoca” isimli çocuk oyunu oynanıyor. Bir de
“Meteliksiz Nasıl Milyoner Olunur”
ve “Peşinatsız Taksitle”adlı iki büyük
oyun. İkisinde de rolüm var. Tiyatro
kadrosun da rahmetli Mümtaz vardı:
Mümtaz Sevinç. Gençlik zamanları.
Daha TRT ye falan kimse girmemiş.
O da bizimle oynuyor…
TORPİLSİZ SINAV KAZANDIM
HEM DE KONSERVATUAR
Ha… Bak aklıma geldi. Konservatuar sınavlarına ben de girdim. Kazandım da. Hem de yatılı olarak. Yarım
dönem de okudum. Ama Konservatuarın yaşam biçimi, öğretim şekli
ve gözümle gördüğüm bazı olaylar
beni soğuttu. Yarım dönemden sonra okulu terk ettim…
YAŞ 18… AKLIMA KOYDUM
EVLENECEĞİM
Bir gün anneme dedim ki: “Anne,
ben bir kızla mektuplaşıyorum.
Onunla evlenmek istiyorum.” Annem: “Hayırdır oğlum, o da nereden
çıktı?” diye şaşırarak sordu. “Valla
çıktı işte!” dedim. Annem bir sürü
itirazı sıraya koydu. “Daha çok gençsin. Okul var, askerlik var… Sözünü
kestim: “Yok, ne olursa olsun ben bu
kızla evlenmek istiyorum. Yaşım da
18 oldu zaten.” diye ısrar ediyorum…
Şu Samsun turnelerinin birinde, otelde okuduğum bir gazetenin “Arkadaş
Aranıyor” köşesinde “sen ve ben”
isimli rumuza bir mektup yazmıştım.
Birkaç gün sonra bana gazeteden bir
mektup geldi. Mektubu açtım. Daha
önce rumuzuna yazdığım kişiden
bana cevap var. Mektupta teklif ettiğim arkadaşlığı kabul etiğini ve de
benimle mektuplaşmak; hatta tanış-
mak istediğini yazıyordu. Böylece
mektuplaşmaya başladık… Annem
Samsundan ayrılıp eve döndüğümü
görünce çok sevindi. Başladı ağlamaya. Bende duygulandım tabii. Buzdolabının üzerinde gazeteden kestiği
bir kupür gözüme ilişti. Dikkat ettim
benim resmim. Gazeteye basmışlar.
Arzu Okay ile dans ederken çekilmiş
bir kare…
BİR İDDİA ÜZERİNE ARZU OKAY
İLE DANS ETTİM
Arzu Okay, o dönemde şanlı şöhretli
bir aktris. Dur, bunu en iyisi baştan
anlatayım! Arkadaşımın babası bir
gün bizi İstanbul’da ünlü “Clup 12”ye
götürdü. Loş bir ortam var içerde.
Masamızı donattılar. İçkileri yudumluyoruz. Birden masada duran çakmağa gözüm ilişti. Elime aldım: “Ne
güzel bir çakmak bu!” dedim. Bir
iki çaktırdım falan… Arkadaşımın
babası: “O çakmak çok kıymetlidir.
İstersen sana vereyim” dedi. “Yok,
istemem bu çok fazla cafcaflı bana
bırakmazlar” dedim. “Ama altın
kaplamadır, hem bunun içerisinde
bir miktar külçe altın var” dedi. “Bir
yerlerde sıkışırsan imdadına yetişsin
diye…” dedi. Sonra aklına bir fikir
geldi: “Durun size bir teklifim var.
Hanginiz gidip o ilerdeki masada
oturan hanımla dans ederse çakmağı
ona vereceğim. Anamın ak sütü gibi
helal olsun, alsın kullansın.” dedi.
Masada bir sessizlik oldu. Arkada-
şım “Ooo, çok kolay” dedi, fırladı gitti ilerdeki masaya. Kadınla bir şeyler
konuştu sonra döndü asık suratla,
kös kös masaya geldi. Babası: “Ne
oldu, fiyasko mu?” Çocuk, üzgün
sessizce yerine oturdu. Benim içimi
bir heyecan kapladı; ama mutlaka
da gitmem gerekiyor. “O gitti, ben
de gitmeliyim.” diye, içimden söyleniyordum. Öyle, ya da böyle iki tarafta da mahcubiyet var. “Hiç değilse
şansını dene” dedim. Kalktım ayağa,
geri oturdum… Baba güldü. Yeniden kalktım ilerdeki masada oturan
hanımın yanına varıp; selam verdim
ve: “Size bir şey söylemek istiyorum.”
dedim. “Buyurun sizi dinliyorum.”
dedi. “Bizim masadakilerle bahse tutuştuk. Eğer sizinle kim dans ederse
ona çakmağını hediye edecek. Başka
bir maksadım yok. Bir iki tur atalım
yeter” dedim. Kadın yüzüme baktı
sarı saçlarımı okşarken gülümsedi.
“Eh, hadi bakalım dans edelim” dedi.
Kalktık, dans etmeye başladık. İşte
tam bu sıra da flaşlar yüzüme doğru
patlamaya başladı… Neler olduğunu
anlamadım bile. Dansı bitirdik. Ben
yerime otururken arkadaşın babası
çakmağı uzattı:
“Helal olsun. Hak ettin. Güle güle
kullan” dedi. Çakmağı verdi. Sonra o
çakmak kayboldu!
…İşte buzdolabındaki resim o gün
çekilen resimler den biri. Annemin
çok hoşuna gitmiş. Saklambaç gazetesinden kesip buzdolabına yapıştırmış.
MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 15
YENİ ANKARA SAHNESİNDE
OYUN ÇALIŞMALARIM DEVAM
EDİYOR
Bu arada “Fatoş” (Mektupla tanışıp
evlendiğim kız) la da mektuplaşmam
yoğun bir şekilde sürüyor. Neyse,
sayfanın başında dediğim gibi; Ha
bire annemi sıkıştırıyorum. İş babama aksetti. Babam itiraz falan etti.
Olmadı. Sonunda: “Siz eğer istemeye gitmiyorsanız, ben kendi başıma
gidip isteyeceğim” diyerek direttim.
Onlar da, çaresiz boyun eğdiler. Gidip istemeye karar verildi. Ben hemen Fatoş’u telefonla arayıp durumu
anlattım. “Hazır olun” diye. Onun
annesinin de haberi yok daha… Bir
kutu çikolata yaptırıp annem, babam
İstanbul’a indik. Babamın bir akrabasının evine misafir olduk. Daha doğrusu babamla annem onlarda kaldı
ben arkadaşıma gittim. Ertesi sabah
Fatoş’la buluştum. O gün akşama kadar İstanbul’u baştan aşağı dolaştık.
Akşam da çikolata elimizde kız evinin kapısını çaldık. Kaynana buyur
etti. Sohbetten sonra babam durumu açıkladı. Kaynana şöyle hepimizi
süzdü. Sonra başını yere eğdi. Zaten
asık suratlı biri. Emniyette odacı
olarak çalışıyor. Ondan mı bilmem.
Önce “olmaz” falan dedi. “Yaşları küçük, okulları var” gibi bahaneler etti.
Sonunda: “Bir düşünelim” dedi. Babam: “Bizim burada kalacak yerimiz
de zamanımız da yok” dedi. “Bir an
önce karar verilip, sonuca varıp geri
16 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I
dönmeliyiz” dedi. Neyse, uzatmayım.
(Bu arada bir sürü macera var) Biz
Fatoş’la kaçıp Adana’ya geldik. Babam: İşi bırakıp, Ankara’dan ayrılmış.
Yeni bir iş bulup, Maraş’a taşınmış. O
sırada Zeki Göker’den bir telefon aldım. Tiyatrodan bir arkadaş üniversite sınavı için ayrılmış. Bana ihtiyaçları varmış. Pekiyi deyip turlamaya
devam ettik. Aradan iki hafta falan
geçti. Bu arada kimseyle görüşemiyordum. Geceleri oyun gündüzleri
yolculuk sürüp gidiyordu. Bir fırsat
bulup babamları aradım. Komşularının telefonundan ulaştım babamlara.
Annem sesimi alır almaz: “Neredesin
sen oğlum? Bir türlü sana ulaşamıyoruz. Bu kadın bela oldu başımıza.
Bizi karakollara taşıdı.” dedi. Hadi ya!
Kaynana Adana’ya gelmiş. Komşuları bulmuş. Tabi Maraş’a gittiklerini
söylemişler. Kadın sinirlene, köpüre
atlamış Maraş’a gelmiş. Doğru karakola… İki polisle kapıya dayanmış.
Neyse polisleri babam ikna etmiş.
Kadını da misafir etmişler. Sabah
ilk iş, nikâh için işlemlere başlamışlar. Ama ben hala ortalarda yokum.
Amasya’da idim ve akşam oyunu bitirip Maraş’a yola çıktım.
BUYRUN NİKÂHIMIZ VAR
Sade, çok sade bir törenle nikâhımız kıyıldı. Kaynanayı memleketine yolladık. İş güç yok, sıkıntı diz
boyu. Birkaç ay böyle geçti. Baktık
olmuyor; Gelin kaynana, hep beraber
Adana’ya geri taşındık. Kirvemin, Şakirpaşa’daki evine kiracı olarak yerleştik. İş güç olmasa da henüz, üç beş
tanıdık var hiç olmazsa… Eski arkadaşların yanına gittim. Atilla, tiyatro
yapıyormuş. Hemen beni de gruba
dahil etti. Tiyatro yapmaya başladık,
başladık ama kimse de para pul yok.
Yani burada da yoksulluk diz boyu…
Daha sonra Fatoş’la anlaşıp İstanbul’a
gittik. Kendime bir iş aramaya başladım. Ancak bulduğum işler hem beni
çok yoruyor, hem de tatmin etmiyordu. Sıkıntı yaşıyordum. Bir gün vitrinde asılı duran bir ilanı okudum.
Hemen daldım içeri. Adama vitrindeki ilanla ilgili iş aradığımı söyledim. Adam yüzüme baktı; “Karanlık
oda işi yaparmısın?” dedi. “Yaparım”
dedim. Karanlık odaya girdik. Denedi beni. Sonra da: “Yarın gel başla”
dedi.
SONUNDA FOTOĞRAFA BULAŞTIM YİNE
Evlilikten önce bir ara Adana’da fotoğraf baskısını öğrenmiştim. Sabahtan akşama kadar karanlık odada
yıkanmış filmleri agrandizör de karta
basıyordum. Adamın işi oldukça yoğundu.
Genelde seyyar fotoğrafçıların işini
yapıyordu. İş kolay değildi. Sabahtan
akşama kadar karanlıkta gün yüzü
görmeden çalışmak iyice sıkmaya
başladı beni. Biraz param olmuştu.
Sıkıldım dedim. İşten ayrıldım.
HADİ BAKALIM HAYIRLISI KENDİ İŞİMİ KURMAYA KARAR VERDİM
Kaynana evimize gelip Bizimle barışmak istediğini söyledi. Bizde, kabul
edip köhne evimizden ayrılıp kaynananın evine taşındık. Aslında çok iyi
bir insandı. İşsizdim ve iş arıyordum.
Bir gün kaynanam bana dedi ki: “Gel,
sana bir Fotoğraf makinesi alayım fotoğrafçılık yap” dedi. Fatoş’un da oluru ile Makineyi aldık.
Aksaray’da bir fotoğrafçıyla anlaştım.
Filmleri ondan alacaktım, baskıları o yapacaktı. Bir tomar kartvizitini
aldım. Ama makinama takacak film
param yoktu. Makineyi taktım boynuma; Aksaray semtinde turlamaya
başladım. Bir sokağa girdim. Bütün
dükkânlar kundura imalatçıları ile
dolu idi. Hatta binaların tüm katları
da bu işi yapanlarla dolu imiş. Arkamdan bir ses: Fotooo! diye çınladı.
Döndüm, kundura tezgâhında çalışan bir adam beni çağırıyor. Eli ile
işaret etti, vardım yanına. “Bizi şöyle
bir çeksene. Ama bak, çok yakışıklı
çıkaracaksın.” Hemen çektim bir kaç
kare. Sonra onu gören bir başkası çağırdı. Derken diğeri. Boş makine ile
bayağı fotoğraf çektim. Paraların bir
kısmını peşin aldım. Hemen stüdyoya vardım. Topladığım para ile bir
film alıp makineye taktım. Aynı yere
tekrar gittim aynı kişileri bulup “Makine filmi yırttı” deyip yeniden poz
verdirdim… Ben artık o arastanın
MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 17
fotoğrafçısı oldum. Günlük nafakam
çıkıyordu. O sıra da birinci boğaz
köprüsünün açılışı vardı. Açılış esnasında şipşak fotoğraf çektim. Motorlu bir fotoğrafçı ile anlaşmıştım, motorla köprüye, yanıma geliyor filmi
alıp fotoğraf olarak geri getiriyordu.
İyi para kazandım… Ve Adana’ya
dönmeye karar verdik. Döndük…
O günler de sinemalar da oynayan
“Kolsuz Kahraman” isimli filimden
esinlenerek “Donsuz Kahraman”
diye bir oyun yazdım. Orhan Kemal,
Aziz Nesin hikayelerinden bir kolaj
yapmıştım. Onu çalışmaya başladık.
Oyun çıktı ama dekor yok. Dekor
için para yok. Neyse, onu da düşünüp çözdük. Siyah fon perdesi önünde basit aksesuarlarla halledecektik.
Herkes evinden bir şeyler getirdi.
Çok eski, sokağa atılmış bir komodin buldum. Büyük umutlarla başladık bilet satmaya. Oyunu oynadık. Oyundan sonra kendimize bir
“Mercimek Çorbası” ziyafeti çektik.
Sabah hesap kitap yapıldı. Sonuç: Salon kirası bile tam çıkmamış.
(Röportaj sırasında bizi dinleyen Haluk Uygur bir soru yöneltti:) “Peki,
niçin Tiyatrosuz duramıyorsun?”
Hay Allah… Öyle zor bir soru ki,
yani içgüdüsel bir şey bu. Nedeni
bilinmez. Nasıl anlatayım ki… Yani:
“İşin mi Tiyatro mu?” deseler. İşimi
bırakıp tiyatroyu seçerdim. Sanki
doğuştan böyle bir şey varmış gibi
içimde. Öyle de yaptım zaten her seferinde. En yakın fırsatta işi bırakıp
tiyatroya yöneldim. Yani, aç kalacağımı bile bile tiyatroyu seçtim.
Şimdi hatırladım! Tiyatronun adı
“Çağ Tiyatrosu” idi. Atilla Yiğit,
Mustafa Emre’de oyunculardan
anımsadıklarım… Hatta oyunun birinde hamile eşimi o haliyle sahneye
çıkarmıştık. Bir kız oyuncumuz oyunu bırakıp gidince iş ona kalmıştı.
EN GÜZEL ASKER BİZİM ASKER
Birkaç ay sonra da askere alındım.
Orası, çözülmesi zor bir muamma.
Komutanımın soyadıma duyduğu
ilgi ile bana sorular sordu. “Nerelisin?” den başlayan sorular. Ben de
anlattım. Ayrıca tiyatrocu olduğumu
söyledim. “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” adlı oyunu oynayıp oynamadığımı sordu. Tabii “Oynadım” dedim.
“Hah, işte oradan tanıyorum ben
seni” dedi. “Bundan böyle sabah içtimasından sonra sen ordu evine gidip
orada görev yapacaksın” deyince;
Tabii, ben çok sevindim… Akşama
kadar rutin işleri yapıyorduk. Akşam
da sivil kıyafetler giyip sunuculuk
yapıyordum. Durum fena değildi.
Rahattım yani… Bir akşam komutan
okunması gereken telgrafları verdi.
Çıkıp sahneye sırası ile okuyordum.
Bir tanesinde telgraf şöyle başlıyordu; “Mahmut stop. Müjde stop. Bir
oğlun oldu stop. İkimizde sağlıklıyız
stop… Diye biten bir telgraf okudum. O sırada bir alkış koptu.
Bir şey anlamadım komutan da bana
bakıp gülüyordu… Bende jeton düştü tabii. Hemen yeniden, bu kez sessizce okudum. Sevinç ve şaşkınlık
içinde sahneden indim. Bu da askerlikte yaşadığım güzel bir anımdır
benim…
Acı tatlı anılarla dolu askerlik bitti.
Döndüm Adana’ya. Nüfus bir kişi
daha artmış baba olmuştum. İş derdine düştük gene…
ZİYAPAŞA TİYATROSU… 1973
(Ege Bagatur’un Belediye başkanlığı
sırasında yeniden şehir tiyatrosu kurulma çabaları vardı. Başkan, Muhsin Ertuğrul’u Adana’ya davet etti.
Muhsin Bey de İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda görevli yönetmen
Tunç Yalman’ı araştırma yapmak için
Adana’ya gönderdi. Birkaç günlük çalışmadan sonra, Başkan’a: “ Adana’ya
dışarıdan oyuncu getirmenize gerek
yok. Burada Dost oyuncular diye bir
grup var. Onlara tiyatro salonunu
teslim edin. Başaracaklardır.” diye rapor vermiş. Bu rapor üzerine Başkan
Dost Oyuncuları makamına çağırıp
bir dosya hazırlamamızı söyledi. Biz
zaten daha önceden hazırdık. Hemen
dosyayı sunduk. Dost oyuncular topluluğu Adını; “Adana Belediyesi Ziya
Paşa tiyatrosu” olarak değiştirip, Belediyeden para talep etmeden, gişe
geliri ile tiyatro yapacaktık. Tiyatro,
aralarında benim de bulunduğum
Nuri Özaydın, Mustafa Yıkar ve liderliğini Bünyamin Satanoğlu’nun
MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 19
yaptığı sözleşme ile Faaliyete başlamış
oldu.)
Ben askerdeyken “Dost Oyuncular”
öncülüğünde kadrolarını genişleterek “Adana Belediyesi Ziyapaşa Tiyatrosu” diye bir oluşum geliştirmişler. Bir kaç tane de oyun oynamışlar.
Üçüncü sezona girildiğinde kavgalar,
iç karışıklıklar sıkıntı vermeye başlamış. Ben, tam bu sıralarda geldim.
Aziz Nesinin “Hoptirinam” adlı bir
oyununu oynamışlardı. Bu kaos ve
kavgalar da bazı oyuncular ayrılmışlar. Bazıları yeni girmiş. İsmail, Nuri
gitmiş. .Alinur, Cengiz yeni gelmişler. Hatırladıklarımdan…
Ancak olaylar durulmadı. “Ziyapaşa
Tiyatrosu” dağılma kararı aldı. Bir
nedenle Bünyamin’e kırıldığımdan;
Alinur’un yanına gittim. Olayları
başından dinleyip konuyu anlamak
için… Sonra Alinur’la anlaşıp yeni
bir tiyatro kurduk “Halk Tiyatrosu”.
İlk oyunumuz da Muzaffer İzgü’nün
“Aç İt Fırın Yıkar” isimli oyunu. Çalışmaya başladık. Bu oyunda aç bir
adamı oynuyordum, en zayıf kişi
ben olduğum için. Buna karşılık;
Alinur’un yeğeni de çok şişman olduğundan restoran sahibini oynuyordu. Tiyatrodan para kazandığım
söylenemezdi. Geceleri gazinoda
(Marmara Pavyon) sunuculuk yapıyorum. O zamanların en meşhur
pavyonuydu. Sabaha karşı da eve bisikletle gidiyorum. Düşünün akşam
prova sonra oyun, oyundan sonra
pavyon. Sonra da bisikletle ev…
20 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I
Daha sonra Ömer Polat’ın eseri “Ala
Dağlı Mıho”yu oynadık. Bu oyun
da oynadığımız diğer oyunlar gibi
(saldırgan,) ajite eden oyunlardı.
Özellikle bu tip oyunları seçiyorduk.
Daha sonraki oyun “Yeniden doğarız
ölümlerde” idi. Oyunun sonunda,
perde kapanırken dört kaçak ölüyor,
sahnenin önüne düşüyor. Işıklar kararıp tekrar aydınlandığında ayağa
kalkıyorlar, sol elleri havada, “Biz
halkız, yeniden doğarız ölümlerle!”
diye bağırıyorlardı. Oyun kapalı gişe
oynuyordu tabi ki...
NİKÂH SALONUNUN YENİ ADRESİ ADANA BELEDİYESİ TİYATRO SALONU
Ne oldu ne geçti bilmiyorum; Tiyatro
artık bizlere verilmez oldu. Resmen
kapatıldı yani. Aaaa! Bir de baktık tiyatro salonu nikâh salonu olarak kullanılmaya başlandı. Sanki başka yer
yokmuş gibi! Hatta İsmail Ökke’nin
nikâhı o sahnede kıyıldı. Neyse efendim. Salon Adanalı tiyatroculara
kapandı. Kapandı; ama salon oldu
“Yolgeçen Hanı.” Çok amaçlı bir salon. Parti toplantılarına, dernek toplantılarına, arada bir de dışarıdan gelen ünlü tiyatrolara tahsis ediliyordu.
Zaten bir sonraki seçimde yeni gelen
başkan salonu tamamen kapatıp içini
de bir güzel yıktı. “Restore” edileceği
bahanesini kullanarak…
TİYATROCULAR YİNE SAHİPSİZ
YERSİZ YURTSUZ
Eeee! Başka işlerle oyalanmak için
arkadaşım Alinur’un iş yerinde çalışmaya başladım. Çalışmaktan ziyade yanında takılıyordum. Alinur’un
Remo İş Hanı’nda küçük bir reklam
ajansı vardı. Grafik işleri yapıyordu.
Derken efendim Bora Reklam’ın sahibi Recai Bey’in yanında işe başladım…
(Bora reklam o dönemde özel cıngılı
ile sinemalarda film başlamadan önce
ve aralarda çeşitli ürün reklamlarını
gösterime sunan bir şirkettir. Reklamcılık konusunda uzun seneler Adana’ya hükmetmiş biri olarak anılmaktadır. Hatta İstanbul’dan gelen büyük
şirket spotları bile Onun kanalıyla
gösterilebilirdi.)
Bir müddet sonra Recai Beyle arkadaşlığımız ilerlemişti. Her türlü özelini benimle paylaşıyordu. Tiyatrocu
arkadaşım diye de herkese gururla
tanıtıyordu. Bu durum beni yavaş
yavaş rahatsız etmeye başladı. Ayrıca her işine koşmaya başlamıştım.
Yoruluyordum. Sıkılmaya başladım.
Bir gün Alinur bana: “Gel seni, Lami
Teymen’in yanına verelim” dedi. Ben
de: “Olur” dedim. Alinur’un akrabası olan Lami Bey’le görüştüğümüzde
bana: “Hemen yarın işe başla” dedi.
Ve başladım. Bir sabah “Adana emniyet müdürü Cevat Yurdakul”un
öldürüldüğünü öğrendik. Ortalık
karışık. Adana ayakta. Herkes sokağa
dökülmüş. Kargaşa büyüdü dükkânların vitrin camlarını kırmaya başla-
mışlar. Abidinpaşa Caddesi’nin diğer adı da Bankalar Caddesi. Bütün
banka şubeleri bu cadde de. Bankaların da camları kırılıyor. Lami Bey
de “Kapatalım büroyu herkes evine
gitsin” dedi. Evimiz İstiklal Mahallesi’nde. En karışık yerlerden biri. Öyle
ki; silahlar hiç susmuyor. Mahalleye
girmekte çıkmakta dert yani… Almanya’dan kız kardeşim gelmiş. Geldiğine pişman. Araba ile gelmişler.
Korkuyorlar, çünkü cayır cayır arabaları yakıyorlar…
TÜRKİYE’Yİ ARDIMDA BIRAKIYORUM
Babam durumuma bakıp vahameti
görünce; Kız kardeşime: “Bunu Almanya’ya giderken götürün. Gitsin
buradan. Başına bir iş açılmadan”
dedi. Kardeşim de: “Tamam baba,
beraber gidelim” dedi.
tılar atlatarak Avusturya’ya vardık.
Sonra da Almanya’ya giriş yapıldı.
Eve geldik, herkes yorgun. Vurdular
kafayı uyudular. Bense heyecanlı ve
şaşkın durumdayım. Uyku falan yok.
Çıktım dışarıya turlamaya başladım.
Manhaim’ı sokak sokak dolaşıyorum.
Üstüne bir de Marlon Brando’nun bir
filmini görünce sinemaya da gittim.
Akşam olmuş. Evdekileri almış bir
telaş. “Bu adam nereye gider?” diye.
Neyse, geldim. Biraz söylendiler falan; ama ben rahatlamıştım. O Gece
deliksiz uyudum.
“İŞÇİSİN SEN İŞÇİ KAL(MA)”
Patates Fabrikası’nda işe başladım.
Tam alışıyorum derken grip olup
hastalandım. Tabii rapor verdiler.
Sağlığım düzeldi; ama patron beni
kapı dışarı etti. Biraz gözüm açılmıştı. Sağımı solumu algılamaya, tanımaya başladım. Form Der Jugend
PASAPORT İŞLEMLERİNE BAŞ- Hause diye bir yeri öğrendim. Boş
LADIM VEDA GÜNÜ YAKLAŞTI
zamanlarımda oraya takılıyorum.
Belediyenin kurduğu bir nevi gençBen yolculuğa hazırlanırken bura- lik merkezi. Forum da gençler hem
da karımı, çocuğumu, ailemi, arka- siyaset hem de sanat yapıyorlar. Bir
daşlarımı bırakıyordum. İçimi bir çeşit mahalle evleri gibi. Herkes göhüzün kapladı. Boğazım düğüm dü- nüllü. Eğitim verenler, sanatçılar,
ğüm. Başka çare de yok… Bir sabah akademisyenler, öğretmenler. Bir anhüzünlü, gözlerim buğulu… Herkes- lamda kent konseyi gibi bir şey. ( Bu
le vedalaşıp yola koyulduk. Bülent sırada Haluk Uygur’dan yeni bir soru
Ecevit dönemi. Benzin yok. Döviz geliyor. Hangi seneler bu anlattıklayok. Her şey karne ile bir de kuyru- rın?) Ben, 1979-1980 senesinde ihğu var… Neyse Efendim, başınızı tilaldan önce gittim. (Geçimini nasıl
ağrıtmayayım. Çeşitli vartalar sıkın- sağlıyordun?) Tabii, doğal olarak kız
kardeşimde kalıyordum. Her konuda
bana destek oluyordu. Ha… Bu ara
da bana ayda 75 Mark işsizlik parası
ödemeye başladılar. Çünkü ben vizesiz giriş yapmıştım. Girer girmez de
iltica ettim. Mülteci durumundaydım. Bu duruma gelince de hemen
oturum verdiler. Kısaca işsizlik parası da bana yetiyordu. Ayrıca forumu
çok sevmiştim. Orada tiyatro yapmaya başladım. Hatta boş durmadım bir
protesto eylemine katıldım. Belediye
bir gettoyu yıkmak istiyordu. Burada
Türkler, Yunanlar, Pakistanlılar oturuyorlardı. Direnip gettoyu yıktırtmadık. (Bu Almanya’da ilk eylemim
oldu… )
Bir zaman sonra: “Hazırlan da yanıma gel” diye. Eşime haber yolla-
MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 21
tane de güzel bir teyp aldım. Kocaman bir şeydi.
Yavaş yavaş ben de Türkiye’ye dönme
planları yapmaya başladım. Babamın
hastalandığını, biraz da kötüleştiğini
öğrendim. Hemen dönüş hazırlıklarını hızlandırdım. Kız kardeşimle
beraber gerisin geri Adana’ya uçakla
döndüm. Otomobille gittiğim Almanya’dan uçakla geri dönmüş oldum. Birkaç ay sonra da babam vefat
etti.
BEN ALMANYA’DA İKEN BİRÇOK
YENİLİKLER OLMUŞ
dım. Valizini toplayıp geldi. Karnı
burnunda. Yanında oğlum ve kızım.
Bir süre öyle idare ettik; ama sıkıntılar hiç bitmiyor. Kardeşime sığamaz olduk. Yeni bir ev bulamıyoruz.
Maaşım iyi; ama huzurum yok. Çok
uğraştım bir kolay yol bulamadım.
Bütün bu zorluklar ve sıkıntıların
arasında eşim üçüncü bebeğimizi de
dünyaya getirdi…
ALMANYA SIKIYOR ÇÖZÜMSÜZLÜK BIKTIRIYOR
22 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I
Birkaç ay sonra hanımı karşıma alıp
uzun uzun konuştum. “Bura da yapacağımız fazla bir şey kalmadı. Sen
de, çocuklar da, ben de ayrı ayrı sıkıntı yaşıyoruz. “En iyisi sen çocukları al. Adana’ ya geri dön.” dedim.
Eşim “Eee! Peki, sen ne olacaksın, ne
yapacaksın?” dedi. Ben: “Biraz daha
kalıp para biriktirip sonra döneceğim.” dedim.Öyle de yaptık. Eşimi
yolcu ettim. Akabinde de Haim’a (Bir
nevi otel) yerleştim. İşe gidip geliyorum. Bir sabah uyandığımda; Türkiye’de darbe olduğunu duyduk. Ordu
yönetime el koymuştu. 12 Eylül 1980
darbesi... Ortalığın durulmasını beklemeye başladım. En çok istediğim
şöyle çok kıymetli bir fotoğraf makinesine sahip olmaktı. Biraz para biriktirmiştim Hemen gidip kendime
kocaman bir çanta içinde tam takım
bir makine seti aldım. Çevremin fotoğraflarını çekmeye başladım. Bir
…Birkaç gün sonra kendime gelince, eski arkadaşların yanına şöyle
bir uğrayayım dedim. Tabii bu arada
Adana Belediyesi Şehir Tiyatrosu kurulmuştu. Resmen kadrolu bir kuruluştu bu...
Haluk Uygur’dan bir soru: “Peki,
o zamana kadar tiyatro yapılmıyor
muydu?
(12 Eylülden sonra 1981’e kadar tiyatro yapılmadı. Amatör taraf sessizlik
içindeydi. Daha sonra Askerler tarafından atanan Albay Nuri Korkmaz
belediye başkanı olunca ilk işi kentin
sıcaklarından biraz olsun kurtulmak
için kavşaklara havuz yaptırdı. Daha
sonra da tiyatronun kadrolarını ayarlayıp, Şehir Tiyatrosu olarak oyunlar
oynanmaya başladı. Yeni belediyeler
yasası çıkana kadar, halen o kadrolar
duruyordu. Daha sonra tiyatrocuların yerine başka memurlar almışlar-
dı o kadrolara. O güne göre oldukça
yüksek olan maaşları da onlar alıyorlardı.)
Ben geldiğim de bir oyun oynamışlar. Yeni oyun olarak da Necati Cumalı’nın “Nalınlar” isimli oyununu
çalışıyorlardı. Onlar prova yaparken ortalarına girdim. Herkes şaşkın bana baktılar. Neyse, hoş beşten
sonra bana da boş olan bir rolü uygun gördüler. Böylece gelir gelmez
işe koyuldum. O sırada Ercan Kont
tiyatronun müdürlüğünü yapıyor.
Beni Nuri Başkan’la tanıştırdı.(Albay
Nuri Korkmaz) Kısa zamanda oyun
çıktı, oynadık. Bu arada bahar ayına
gelmiştik. İkinci bir oyun çalışmasına da başlanmıştı. “Fehim Paşa Konağı” isimli oyun provaları devam
ediyordu. Dışarıda dekorla ilgili işler
yaparken, iki jandarma geldi. Ercan
Kont’a bir zarf bırakıp gittiler. Ercan
yanıma gelip zarfı bana uzattı. “Bu
ne?”dedim. “Bilmem aç bak” dedi.
Açtım. Baktım! 1402 sayılı yasaya
aykırı imişim. Yani sakıncalı duruma
getirilmişim. O hızla soluğu başkanın odasında aldım. Başkan ayağa
kalkıp yanıma geldi. Bana da oturmamı söyledi. Bu işin arkasını kurcalamamamı söyledi. Biraz da nasihat
çekip beni odasından gönderdi.
1971 yılında çıkarılan 1402 sayılı
yasanın ikinci maddesi sıkıyönetim
komutanlığınca 1983 yılında değiştirilerek,akademik personelden, devlet memuruna kadar kamuda çalışan
birçok kişinin görevine son verildi.
Sıkıyönetim komutanlarının bölgelerinde genel güvenlik, asayiş veya
kamu düzeni açısından çalışmaları
sakıncalı görülen veya hizmetleri yararlı olmayan kamu personelinin statülerine göre atanması veya işine son
verilmesi, yerel yönetimde çalışanların görevden uzaklaştırılması veya
işlerine son verilmesi hakkındaki
istemleri ilgili kurum ve organlarca
derhal yerine getirili.
Çaresiz, daha ancak iki aylık maaş
alabildiğim belediyeden 1402 nolu
yasa nedeni ile uzaklaşmak zorunda
kaldım. O dönemde, kim ya da kimler tarafından bu kararların verildiği
bilinmeden, yargılamadan, araştırmadan soruşturmadan bir insanın
işine son verebiliyorlardı… Durum
vahimdi, yapacak fazla bir şey yoktu.
Diğer 1402 likler gibi birkaç gün bocaladıktan sonra tencere pazarlamacılığına soyundum. Hatta başlangıçta İsmail Ökke’nin yanında boş bir
dükkânı kiralayıp bir arkadaşımdan
konsinye aldığım iç çamaşırlarını
satmaya başladım. Olmadı. Tencere
işi daha cazip geldi… Başarılı da oldum. Önce lider oldum. Daha sonra
bölge müdürlüğüne kadar terfi ettim.
Antep’ten Mersin’e Bölge Müdürü
olarak tayin edildim. Ekonomik olarak bir miktar rahat olsam da, tiyatro
yapamıyordum. Zaten tiyatro da kapanmıştı. Kadrolarını da belediyenin
çeşitli birimlerine dağıttılar. Mesela
başrejisör kadrosu Cenaze arabası
şoförüne verildiğini sanıyorum…
MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 23
Amatörler sağda solda oyun çalışıyorlardı; ama oynamak çok zordu.
Salon yoktu. 1985 yılına gelmiştik.
Adana yine tiyatrosuzdu. Nihayet,
Alinur, ben ve Hüseyin Akşen; diğer
tiyatrocularla bir araya gelerek “Adana Gösteri Sanatları Merkezi” adında
bir tiyatro kurup çalışmalara başladık. “Ayımı Dayımı?” diye bir oyun
sahne de oynanacak hale geldi. İzin
için Emniyet müdürlüğüne gidince
sakıncalı durumum yeniden karşıma
çıktı. Neyse, biraz araştırınca sakıncalı olmadığım ortaya çıktı. Oyuna
oynama iznini verdiler, biz de oynadık. Büyük alkışlar alan bir oyun
oldu. Gösteri sanatlarını bir şirket
çatısı altına alma düşüncesi oluştu.
Ancak tiyatroda birleşenler şirket
olma da düşünce ayrılığına düştü.
Bir grup ayrıldı. Ben de o sıra da
bana gelen bir teklifi değerlendirip
Deva Holding’de işe başladım.
YİNE MARAŞ YİNE GURBET
Firma beni Maraş bölgesine mümessil tayin etti. 2 yıl aralıksız orada çalıştım. Daha sonra bir nedenden dolayı ayrıldım. Bu ara da ilk eşimden
ayrılmıştım. Büyük oğlum bende
kaldı, diğer kızla oğlan annesinde...
Deva’dan ayrıldıktan sonra yeniden
tiyatroya başladığım sıralarda, iki
arkadaşımla birlikte ortak bir şirket
kurduk. Yeniden ev gereçleri ve tencere pazarlaması yapmaya başladık.
İşler önceleri iyi gidiyor gibi görün-
se de iyi gitmemeye başladı. O sırada, Irak savaşı da patlak verince işler
tümden bozuldu…
(Haluk Uygur yeni bir soru yöneltti;
“Perihan son dönemdeki hayatında
önemli bir yer tutuyor. Onunla nasıl
tanıştın? Anlatırmısın?)”
Evet, Perihan… Anlatayım tabii…
Şirketi, birlikte kurduğumuz arkadaşımızın; Erdinç Türkart’ın annesinin evinde Perihan’lar kiracı idiler.
Şirketteki tüm çalışanlar dışarıda iş
yapıyorlardı. Bir sekreter ihtiyacı doğunca da Erdinç’in önerisi ile Perihan’ı işe başlattık. Perihan ofiste her
işe bakıyordu. Hatta arasıra yanıma
gelen benim çocuklarla bile ilgileniyordu. Bir zaman sonra çocuklar Perihan’a ısındılar. Perihan da çocukları sevdi, ilgilendi. Evinde ağırladı,
yatıya bıraktı. Ben de annemle kalıyorum. Bir gün anneme konuyu açtım: “Bak anne, gel bana yardımcı ol
bu kızla evleneyim. Çocuklarda iyice
ısındılar. İtiraz etmezler”.dedim Annem” yok!” dedi. “Hemen acele etme,
biraz zaman geçsin” falan dedi. Çünkü eşimden ayrılmıştım; ama resmen
boşanmamıştık. Bu arada ben de Perihan’la yakınlaşmaya, ilgilendiğimi
hissettirmeye başladım. Eski eşimle
de son bir görüşme yapıp durumun
olumsuzluğunu anlayınca kendi ellerimle dilekçe yazıp mahkemeye müracaat ettim. Bir zaman sonra da resmen boşandık. Anneme bir kez daha
konuyu açtım. Annem sonunda razı
oldu, kızı istemeye karar verildi…
FARKINA VARAMADIĞIM EVLİ- TİYATROCULARIN ÜSTÜNE BİR
LİK HEYECANINI TEKRAR YAŞA- KUMA GELDİ
MAK İSTİYORUM
Oyunlar çok para kazanmıyordu. Zar
Annemden izni koparınca kız iste- zor kirayı karşılıyor ancak karnımızı
me, yüzük merasimi faslı sonrası… doyuruyorduk. 1988 yılında ÇukuroHemen annemin evini yeniden daya- va Senfoni Orkestrası Adana’ya gelinyıp döşedik. Ve… Evlendik.
ce ve tiyatro da onlara tahsis edilince,
Evlendik, ama işler iyi gitmiyordu. tiyatroculara prova zamanı kalmadı.
Ofise gidip geliyoruz. İş miş yok. Şir- Onlar: “Git” demediler, ama biz gitketin alacaklarını toplayamıyoruz. mek zorunda kaldık.
Kimse ödeme yapmıyor. Sonunda
şirket battı. Battı, ama kimseye de BİT PAZARINA DEĞİL AMA RUS
borç bırakmadık. Sadece biz alacak- PAZARINA NUR YAĞDI
larımızı tahsil edemedik. Elimizde
bir miktar da mal kaldı. Onları ben Türkiye’yi kuzeyden başlayarak bir
devir aldım. Çünkü büyük sermaye Rus Pazarı furyası sarmıştı. Adana’ya
benimdi. Malları eve getirdim. Bir da kuruldu tabii. Bir gün orada satıköşeye yerleştirdim. Şirket uçtu… lan lastik bebekler dikkatimi çekti.
Böylece şirket macerası son buldu. Baş bölmesi gövdeden ayrılıyordu.
Kazancım Perihan oldu…
Hemen orada bir kaç tane örnek satın aldım.
ŞİMDİ YENİ BİR MARATON BAŞ- Aklımdakine uyduğunu anlayınca
LIYOR
pazardaki tüm bebekleri topladım.
Hatta İsmail de rastladıklarını alıp
Düşündük taşındık; Akif Özdemir, bana verdi. Elimde yeter sayıda beİsmail Timuçin ve bazı diğer arka- bek olmuştu. Ben bunlardan el kukdaşlarla belediye salonunu uzun so- lası yapmaya başladım. Veysel Sadak
luklu kiralayıp yeni oyunlar oynama arkadaşımız bir kaç arkadaşı ile kreşkararı aldık.
lere palyaço olarak gösteri yapmaOyunlara da başladık. Oyunlaımız- ya gidiyorlardı. Bu konuyu Veysel’e
dan biri de Dinçer Sümer’in “Üç açtım: “Abi, kreşlere kukla gitmiyor.
derste aşk” isimli bir oyunuydu.
“Sen bu işte başarılı olursun” dedi.
Bu sırada belediye başkanı değişmiş Ayrıca talepte ediyorlar. Hemen VeySelahattin Çolak başkan olmuştu. sel’le işe koyulduk. Belediyede kendi“Alaaddin’in Sihirli Lambası”isim- mize küçük bir portatif kukla sahnesi
li bir oyunu sahneye koyduk. Daha hazırladık. Sahne biraz ağırdı. Ama
sonra “Lokomopüf ” oynandı.
hoş oldu. Kuklaları hazırladık. Bizim
MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 25
avantajımız kuklaların başı bir masal
kahramanı idi. Bunlardan “Palyaço
Kral” Çok beğenilmişti. Bütün bu
işleri kayın validemin evinde yapıyordum. Çünkü evde dikiş makinesi
vardı. Zaman zaman da İsmail Ökke’nin dükkânında buluşuyorduk.
Kreşler bizi iyi tuttular, çocuklar da
çok seviyordu. Bir gün pat diye apandisit sancısı beni yere vurmasın mı?
Hemen ameliyat tabii…
TİYATRODAN BAŞKA İŞ YAPMAK YOK
Ha! Bak bu arada ben Perihan’a dedim ki: “Bundan böyle ben tiyatrodan başka iş yapmamaya karar verdim. Bunun sıkıntılı zamanları da
olacaktır muhakkak. Bu şartlarda da
yine benimle varmısın?” diye sordum. O da “Elbette varım” dedi. “Sen
nerede, ben de orada. Ben yoluma
kuklalarla devam ettim. Fena değildi,
para kazanmaya başlamıştık…
O yıllar da Seyhan Belediyesi Bahar
Şenliği adında şenlikler tertip ediyordu. Galiba 3.cüsü olacak. Yalçın Akyol’un başkan olduğu dönem. Rahmetli Rahmi Toksan arkadaşımız da
iyi bir yerde görevli. Bir gün sokakta
karşılaştık. Bana: Ne yaptığımı sordu. Ben de kreşlerde kukla gösterisi
yaptığımı söyledim. “Bu seneki şenliğe katılmalısınız” dedi. “Hemen bir
proje hazırlayın getirin, ben onaylayım” dedi. Ayrıldık. Bir proje hazırladık. Bütçesini de cüzi bir rakama
26 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I
çektik. Rahmi Toksan’a teslim ettik.
Açtı, baktı dosyaya. Bir de rakama
baktı: “Lan oğlum Bu iş bu kadara
olur mu?” dedi. Ben “Abi daha aşağıda nasıl olur, bilmem ki… “ diyecek
oldum. O, hemen kalemi eline aldı
rakamları yükseltip, 4 milyon yaptı.
“Abi, ya kabul edilmezse… Diyecek
oldum. “Hadi lan gidin çalışmalara
başlayın” dedi. Eski Erciyes Sineması’nın içinde olduğu Seyhan Belediyesi’nin merdivenlerini koşar adımla
indim. Yoksa uçtum mu acaba…
Neyse, hemen çalışmalara koyulduk. Önce bir miktar avans verildi.
Parayı alır almaz kafamdaki plana
göre kuklaları yapmak için Veysel’e
gittim: “Hadi hazırlan, İstanbul’a
gidiyoruz…” Kuklaların nasıl yapıldığını öğrenmemiz lazım diye
düşünüyorum. Bu işleri yapmayı
kafaya koyunca çeşitli kitaplar aramaya başladık. Bir kitap elime geçti;
İstanbul’da kukla karagöz oynatan
Ünver Oral isimli bir sanatçının kitabını okudum. Kitabın arkasında ev
adresi ve telefon numarası yazılı idi.
Biz Veysel’le İstanbul’a inince doğru
adrese gidip Ünver Oral’ı bulduk.
Tanışıp hoş beşten sonra, bize kendi
yaptığı ibiş kuklasını gösterdi. Kuklanın elbisesi harikaydı; ama baş kısmı oldukça kötü yapılmıştı. Ben de
kendime bir ibiş kuklası yapmıştım.
Fakat bizim kuklanın elbisesi oldukça kötüydü. Ünver abi bizim kuklayı
görünce çok beğendi. Çünkü kuklanın başı çok güzeldi. “İyi olmuş, eline
sağlık” falan dedi ve geçiştirdi.
Kendisi aynı zamanda karagöz oyunları yazıyor ve oynatıyordu. Biz, onları da görmek isteyince çantasını getirip önümüzde açtı. Figürleri elinde
tutup tek tek gösterdi: ama elimize
vermedi. Ama biz anladık ki figürlerini kalın asetattan yapıp şeffaf boya
ile boyamıştı. Biz, öğrenmek istediğimizi öğrenmiştik. Hemen İstanbul’da
Asetat ve boya malzemelerinin satıldığı yerleri sora sora öğrendik. İhtiyacımız olanları satın aldık. Adana’ya
çok şey öğrenmeden, ancak umutla
geldik. Bir ipucu yakalamıştık. Biz
çalışmalara başladık. Şenlik zamanı
da geldi çattı. Atatürk Parkı’nda bize
bir yer verdiler. Oraya kocaman bir
sahne yaptık. İki taraflı bir sahneydi.
Sağ tarafta karagöz perdesi sol tarafta
ise kukla perdesi vardı.
Hatta ipli kukla bile yapmıştık. Tabii
bunları oynatacak adamlara da ihtiyaç vardı. İsmail (İsmail Ökke- Bu kitabın yazarı), Teyze oğlum Metin ve
Veysel kendi kuklalarını konuşuyor
ve de oynatıyordu. Diğer kuklaların
tamamını ben konuşuyordum. Karagözü de ben oynatıyordum. Gösterilerimiz çok beğenildi. Yaptığımız işi
biz de beğenmiştik. Şenlikten sonra
yeni bir karagöz perdesi yapıp kreşlerde karagöz gösterisi yapmaya devam ettik. Adımız bilinir olmaya başladı…
Şenlikte bize plaket vermişlerdi.
Bu sırada Adana İl Kültür Müdürü
Mehmet Göl, bu olayı izlemiş. Daha
sonra bizi arayıp “Adana’da bir Kukla
Karagöz Festivali yapılacak; sizin de
bu festival de gösteri yapmanız için
adınızı listeye yazıyorum. ” dedi. Ben:
“Olmaz, biz daha çok yeniyiz, rezil
oluruz” dediysem de, Mehmet Bey
listeye aldı. “Ben yazdım o kadar”
dedi. Festival Unima tarafından gerçekleştirilecek 1992 Aralık gibi. Uluslararası bir festival olacaktı.
Nihayet festival günü geldi. Konuklarda geldiler. Biz çok heyecanlıyız.
Yabancı konukları merak ediyoruz.
Hepsi ile tanıştık. Türkiye’nin Baba
Karagöz’cüleri gelmişler. Festivalin
açılış günü tiyatroya küçük bir sahne
kurdular. Her sanatçı kısa bir muhavere yapacak. Biz seyrediyoruz. O
arada: “Hadi bakalım sıra sen de” demezler mi? Dediler de; ben de tasvir
yok! Getirmedim. O arada, Rahmetli
Hadi Baba, (Hadi Poyraz) bana kendi
tasvirlerini verdi. Ben de çıkıp oynattım. Bu benim ilk Uluslararası gösterim oldu. Unima Başkanı Mevlüt Bey
ile tanıştık. Mevlüt Bey’in bize önem
verdiğini konuşmalarından anladım.
Bize bir okulda (Yavuzlar İlköğretim
Okulu) gösteri yapma görevi verdiler.
Gittik o okulda oyunumuzu oynadık;
ama bizi gelip kimse izlemedi. Yani
Unima üyelerinden izleyen olmadı.
Biraz garipsemiştik. Kadim karagözcülerle yeni karagözcüler arasında
küçük bir alay konusu vardı. Eskiler
asetattan tasvir yapılamayacağını savunuyorlardı. Benim karagözümde
asetattandı belki ondan…
Kısaca bir uluslararası festivalde eski
karagözcülerle birlikte, farklı ülkelerden gelen kukla sanatçılarını ve
kuklalarını tanıma fırsatı bulmuştuk.
Mevlüt Bey bizi Unima üyesi yapacağını söyledi. Yani biz çok kısa zaman
da uzun bir yol katetmiş olduk.
Festivalden sonra biz yine kreş ve
anaokullarında gösteriler yapmaya devam ediyorduk. Bir gün Haluk
Uygur Bey’le tanıştık. Şimdi nasıl
ve nerede tanıştığımı hatırlamıyorum; ama o bizi
Lions Kulübü’nün
toplantısına bir
Ramazan akşamı
için davet etmişti.
O toplantıda biz,
kısa bir muhavere
yapıp Geleneksel
Türk Tiyatrosu’nda karagözün yerini anlatmıştık.
Dostluğumuz oldukça ilerledi Haluk Bey’le. Daha
sonra başkanlığını yaptığı Afad’ın
(Adana Fotoğraf
Amatörleri Derneği) bir sergisinde ya da bir 13
Kare Festivali’nde bize gösteri ve
söyleşi
yapmak
için yer verdi.
Gösteri ve söyleşimizi yaptık. Adana Sanat Konseyi’ni birlikte kurduk.
Daha sıkı bir dostluğa doğru yol almaya başladık Haluk Bey’le…
Bu arada biz İsmail’le (Ökke) birlikte
İskenderun festivaline katıldık. “Sivas’ta Madımak Oteli’nin” yandığı
güne denk gelmişti. Hiç unutmam…
Artık asetattan da olsa bütün tasvirlerimi tamamlamıştım. Yeni oyunlar
MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 27
yazmaya başladım. Mut Kayısı Festivali’nden davet
geldi. Gidip gösteriler yaptık. Mut dönüşü Ankara’ya gittim. Amacım Türkiye’deki festival günlerinin listesini almak. Çünkü festivaller hem çok
eğlenceli hemde çok öğretici idi. Bakanlığa gidip
bizim işlerle uğraşan; HAGEM’e (Halk Kültürünü
Araştırma Geliştirme Genel Müdürlüğü) uğradım.
Hagem Genel Müdür Yardımcısı festivalde tanıştığımız Mevlüt Bey idi. Yanına vardığımda beni
gayet hoş karşıladı. Oldukça uzun sohbetler ettik.
Anladım ki; festivalle ilgili gerçek bilgi listesi yok.
Mevlüt Beye veda ederken beni UNIMA üyesi yaptı. Fazladan form verdi İsmail’de sonradan üye oldu.
Hayali Torun Çelebi’nin (Hayali Küçük Ali’nin torunu) adresini alıp doğruca yanına gittim. Onunla
baş başa birkaç saat zaman geçirdim. Sohbetimiz
sırasında çok önemli bilgiler verdi bana. Deri tasvirin nasıl yapılacağını seslerin karagözde neden birbirinden farklı olması gerektiğini anlattı. Ben sadece
dinledim. Onun anlattıkları ile hemen “He!” deyince
tasvir falan yapılamaz. Uzun bir soluk istiyor. Tabii,
anlattıklarının çok faydası oldu. Bizler ustasız yetiştiğimizden, bu sözlü bilgilerin benim için önemi çok
büyüktür…)
Ankara’dakilerin bana telkin ettikleri şey: “Nasılsa
karagözcü yetişiyor. Sen kuklacı olarak yetişmelisin” oldu. Ama ben karagözü daha çok sevdim onu
yapıyorum. Çünkü sesime güveniyorum. İzleyenler
de beğeniyorlar… Adana’ya döndüm. Bulabildiğim
tüm karagöz kitaplarını alıp okuyorum. Hatta bazılarını ezberliyorum. Nurettin Sevilen’nin muhavereleri ile başlamıştım. İlk başlarda onunla devam
ediyordum. Daha sonra Cevdet Kudret’in 3 ciltlik
kitabını buldum. Metin And’ı okudum. Kısaca açlığımı gidermeye çalışıyordum. Bu çalışmalarla birlikte uzun süre kreşlerde karagöz gösterisi yapmaya
devam ettim. Bu faaliyetler Adana’da Karagöz ve
geleneksel tiyatronun yeniden doğuşudur.
28 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I
MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 29
Haluk Uygur ile tanıştıktan sonra Adanalı fotoğrafçıların yaşadığı
elim bir kaza ile gelen 13 kişinin
ölümü, herkesi, bütün Adana’yı üzmüştü. Bir yıl sonra yapılan anma
gününden başlayarak hemen hemen bütün 13 Kare Günleri’nde
(Sonradan adı festivale dönüştü)
gösteri yaptım. Artık hayatımı karagözle kazanıyordum. Fırsat bulduğum her yerde karagöz gösterisi
yapıyordum.
19 Kasım 1995 yılında Kapadokya
bölgesine fotoğraf çekmeye giderken elim bir kaza sonucu ölen 13
fotoğrafçının anısına her yıl düzenlenen anma günü; Haluk Uygur’un
önerisi ile kabul edilmiştir. Daha
sonraları çeşitli fotoğraf ve sanat etkinlikleri ile 13 Kare Sanat Festivaline dönüştürülmüştür.
Tarih sırasını diyemem; ama mesela, Mavi Market’in önünde yaz
günü her akşam Namık arkadaşımızın organizasyonu ile gösteriler
yapıyordum. Osmaniye Zorkun
Yayla Şenliği Festivali’ne katıldık.
İsmail’le birlikte adımız duyulmaya başlamıştı. Çarşı içinde çok eski
harap bir binayı arkadaşımız Hilmi
sayesinde cüzi bir bedelle kiraya
tuttuk. İçine girilecek gibi değildi.
Bir hafta boğuştuktan sonra temizleyip beyaz kireç badanasını yaptık.
Hala oturulacak gibi değildi. Çünkü
kedi boyunda fareler cirit atıyorlardı. Son çare olarak metrelerce Jüt
(Telis çuvalı bezi) satın aldık. Duvarı
baştan aşağı kapladık. Bu kez olmuştu. Hem tozdan kurtulduk, hem de
otantik bir hava geldi. Sonra bolca
fare zehiri alıp her yeri ilaçladık. Kapatıp bir hafta bekledikten sonra yeniden bir temizlikle oturulacak hale
geldi. Ön taraf ofisimiz arka bölümde atölyemiz oldu.
UNIMA’nın gönderdiği festival takviminden. Kendimize uygun gördüğümüz bir festivale müracaat edelim
dedik. O sırada benim büyük oğlan
bir bilgisayar getirdi büroya, kendi
işlerini yapmak için. Biz de fırsatı
değerlendirip, İnternetten Macaristan’ın Gyor kentinde yapılan “Vaskagas Festivali’ne” başvurduk. Bir
zaman sonra bize bir telefon geldi.
Telefondaki Bayan Macarca konuşuyordu. Bir türlü anlaşamadık. Çat
pat İngilizceden sonra Kabul edildiğimizi anladık. Faksla forum geldi,
katılım şartlarını okuyup doldurup
gönderdik. Bir özel firmanın sponsorluğunda bir miktar da kendi cebimizden koyarak pasaportları hazırlayıp, İstanbul’a geldik.
Bu arada Turgut Bağır’da bizimle
gelecekti. Çünkü onun yazdığı “Cazular” adlı oyunu festivalde göstereceğiz. Ancak tam da o günlerde Turgut’un babası vefat etti.
Dolayısı ile bizimle gelemedi. Biz de
onun yerine Harun isimli arkadaşımızı götürdük. O iyi İngilizce biliyordu.
SİRKECİ’ DE BAŞLADI MACERAMIZ
Ekonomik olur, diye trenle gitmeye
karar vermiştik. Sirkeci’de Gar Müdürü’nün bize gereksiz attığı fırçayı
unutmadım; ama fazla da anlatmak
istemiyorum.
Sınırdan Bulgar hududuna girip bir
süre yolculuk ettikten sonra gecenin
geç saatlerinde iki sarhoş kondüktör
bizi uyandırdı. Bulgarca bir şeyler
söyledi, biz sadece “kumşu” olan kısmını anladık. Pasaportları istediler.
Alıp gittiler. Biz şaşkın şaşkın arkalarından bakıp kaldık. Yarım saat sonra biri geldi. Almanca bilip bilmediğimizi sordu. Harun İngilizce cevap
verdi. Kondüktör
sarhoş ağızla tam
olarak ne söylediği anlaşılmadan
hızlı hızlı konuşuyordu. Sonunda yarım yamalak
ta olsa anladık
ki; Bizim bagajımız çok fazla
imiş. Kişi başı 20
Mark vermemiz
g e r e k i y o r mu ş .
Ben itiraz edecek
oldum. Biraz sesimi yükselttim.
Adam köpürdü
bağırmaya başladı. Sonra anladık
ki, bize şunu demeye çalışıyormuş.”
Ben pasaportlarınızı yırtıp atarım,
sizin içinde kaçak giriş yaptılar diye
tutuklarım” diyor. Çaresiz pazarlığa
girdik. Adam başı 10 Mark ödeyip
pasaportları geri aldık.
Tam rahata kavuştuk derken sabah
sabah bir kondüktör geldi: “Bu tren
buradan sonra gitmeyecek, aktarma
yapacaksınız” demez mi? Bir telaş
aldı bizi. O kadar eşyayı nasıl ve nereye taşıyacağız. Aktarma yapılacak
trenin her yeri dolu. Kapıları açmıyorlar. Boş bir kompartıman bulduk,
eşyaları içeri doldurduk. Kendimizi
içine attık. Başımıza bir kondüktör
dikildi: “Burası yataklı vagon, kişi
başı 20 Mark vereceksiniz. 50 Mark
MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 31
da eşyalar için” dedi. Haydaaa… Al
başına belayı. İtiraz ettik bağırış çağırış sonuç yok. Bir sürü insan birikti
başımıza, kimse dil bilmiyor. İngilizce işe yaramıyor. Neyse, başınızı
ağrıtmayayım. Kuzu kuzu anlaşıp
paraları saydık. Tekrar anlatmayayım. Yugoslavya sınırına girdik. Kurtulduk diye düşünürken adamlar bizi
karşı tarafa satmışlar. Bindiler boynumuza inmiyorlar. Ödedik kefaretimizi. Kurtulduk. Macaristan sınırına
girdik. Bekliyoruz başımıza ne gelecek diye.
Hayret! Hiç bir şey olmadı. Yorucu
bir 40 saatten sonra Budapeşte garına girdik. Başka bir trenle de Györe
vardık. Bizi gar da karşıladılar. Araca bindik. Yolboyu başımızdan geçenleri ağlaya ağlaya anlattık. Çok
üzüldüler. Hemen Yugoslavya Türk
Konsolosluğu’nu aradılar. Durumu
anlattılar. Konsolos Bey benimle görüştü. “Geçmiş olsun” dedi. “Sıkıntılar yaşamışsınız.”. “Evet” dedim “öyle
oldu.” “Neyse” dedi, “Yapacak bir
şey yok. Siz ucuz atlatmışsınız. Başkalarının bütün paralarını eşyalarını
soyuyorlar.” dedi. Telefonu kapattım.
Györ Vaskagas tiyatro müdürü bana
bakıyordu. O na sadece gülümsedim…
Bizi otelimize götürüp yerleştirdiler.
Yol boyu yaşadıklarımızı unutturacak kadar güzel beş gün yaşadık. Bir
gün sonra bizim gösterimiz olacaktı. Kapalı salonda hazırlıklarımızı
yaptık. Oyun saati geldiğinde, 300
32 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I
kişilik salon doluydu. Hatta ayakta
izleyenler oldukça çoktu. Seyircilerin elinde bir broşür verdik. Ankara
Dil Tarih’deki Macar dilleri bölümün
de bir hocaya yazdırmıştık; hem de
Macar harfleri ile. Herkes o broşürü
okuyordu. Neyse, oyunumuzu oynadık. Uzatmayayım. Herkes bizi alkışlıyor; ama yüzleri de gülüyordu. Biz
küçümsüyorlar sandık.”İsmail, bak
halimize gülüyorlar”dedim. Oysa
herkes bizi tebrik etmek için yarışıyordu. Çok mutlu olduk tabii.
Festival bitti, son gün. Tüm katılımcılar toplandı. Festival komite başkanı mikrofondan bir şeyler söylüyor.
Rehberimiz “ Bak Mahmut sizden
bahsediyor” dedi. Dikkatle dinlemeye başladık. Rehberimizin anlattığına göre bizim yaptığımız Geleneksel
sanatı yaşatmakmış. Oysa çoğunun
çalışmalarında teknolojiden yardım
alındığı için modern oluyormuş.
Buna benzer şeyler söyledi. Sonra da
bizi çağırıp kocaman bir yeşil vazo ile
üzerinde “Diploma” yazan bir belge
takdim ettiler. Giderken sıkıntılar
yaşasak da dönüşümüz gayet mutlu
ve verimli geçmişti. İki ay sonrası
için bizi, bu kez Budapeşte’ye Kolibri
festivaline davet ettiler. Geleceğimizi
söyledik ve de gittik. Bu kez de Turgut ve İsmail’le birlikte gittik. Güzelde oldu yine beş gün uluslararası
kuklacıları tanıma fırsatımız oldu.
Şunu da belirtmek isterim ki; Budapeşte’de bir festival nasıl yapılır, nasıl
muhteşem olur’u gözlerimizle görüp
yaşadık. Şimdi içimde ukdedir. Adana’da bir kukla karagöz festivalinin,
uluslararası bir festivalin yapılması…
YAŞAMIN HER ANI BİR OYUNDUR BU DA POLİTİK OYUN
(Ben bir hatırlatma yapmak zorunda
kaldım. Macaristan’a giderken paramızın yetmediği nedeni ile bize Güney
Sanayi İşletmesi ile Ünkar Nakliyat
sponsor olmuştu. Keza ikinci gidişimizde de Belediye Başkanı Aytaç Durak sponsor oldu. Ben bunu hatırlatınca Mahmut’un yarasını deştim.)
“Dur önce şunu anlatayım da sonra
geçelim” dedi. 1402’liklere yasa gereği af çıkmıştı. Ben bunu duyunca hemen belediyeye gidip durumu
sordum. “Evet” dediler. “Şu evrakları doldur, getir.” Bütün evrakları tamamladım, personel müdürüne teslim ettim. O da bana “Tamam” dedi.
Günlerden Cuma. “Pazartesi gel iş
başı yap” dediler. Pazartesi geldiğimde beni personele çağırdılar. Müdür,
önüme bir kâğıt uzattı: “Şunu imzala” dedi. Ben okumak için kâğıdı elime aldım. Aaaa! Bir de ne okuyayım.
Beni işten çıkarmışlar. “Ne oldu, bu
ne demek” diye sorunca? “Sana cumartesi Pazar görev verildi sen yapmayınca, işin başında olmayınca
kanun gereği işine son verildi”… İşte
size bir oyun…
O sıralarda ben Kanal A Televizyonu’nda, sabah kuşağında haber yorumu yapmaya başladım.
Tabii her sabah belediyenin faaliyetleri üzerinden Belediye Başkanı
Aytaç Durak’ı eleştiriyorum. Bu
eleştirilerim. Kinimden dolayı değil elbette. Ben yapılan işlerin bana
ters gelmesinden dolayı eleştiriyorum. Neyse, bir gün bana: “Aytaç
Bey seninle görüşmek istiyor, seni
ziyaret edecekmiş” dediler. Bir ramazan günü iftar sonrasına kadar
bekledim. Aytaç Bey geldi. Patronum Semih Bey karşıladı. Ona:
”Ben senin misafirin değilim. Bu
gün Mahmut Bey’e misafir olacağım” dedi. Ofisime geçti. Kahveleri içerken sohbete başladık.”Beni
çok fazla eleştiriyorsun, saldırgan
davranıyorsun” dedi. Ben de ona:
“Yaptığınız işlerin doğru olmadığını düşünüyorum” dedim. “Neyse,
yarın seni makamıma bekliyorum.
Gel orada devam edelim” dedi.
“Peki” dedim. Ayrıldı. Ertesi gün,
belediyeye başkanlık makamına
gittim. Odasında beni karşıladı.
Kravatını, ceketini çıkardı. “Gel”
dedi “Seninle bir çay simit kahvaltı
yapalım.” “Olur” dedim. Makamının arkasındaki küçük odada çay
simit yerken konuşmaya başladık.
“Şimdi seni biraz gezdireceğim”
dedi. Çaydan sonra dışarı çıktık.
Seyhan Nehri kıyısına, düzenleyici
köprüye getirdi. “Bak” dedi, “Buralar nasıl olmuş?” Ben de “elbette
iyi” dedim. Hilton’un karşısına geldiğimiz sırada keşke şuralara bir
yere bir de kocaman fıskiye olsa
34 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I
diye söyleyince “Aa!” dedi, “Ne güzel olur. Hemen söyleyim de yapsınlar.” Sonra Dilberler Sekisi’ne doğru gittik. “Bak” dedi; “Halk Atatürk
Parkı’nın altına yapılacak otoparkı
tartışırken, ben burada bir sürü ağaç
kestim. Söyle bakalım nasıl olmuş.”
Doğrusu çok güzel olmuştu. Nehir,
göl olmuş etrafı gezilecek güzellikte
bir yer olmuştu. Daha sonra beraber
belediyeye döndük. Bırakmadı beni.
“Şu tiyatro işini de konuşalım” dedi.
“Bu işi konuşmak için bana randevu verdiniz. Benimle görüşeceğinizi
söylediniz; ama görüşmediniz” dedim. Çok bozuldu. Bunun üzerine
özel kalem müdürünü çağırıp; “Bak”
dedi; “Önceden tiyatro kadrosu varmış, halen atıl ve boş durumda diyor
Mahmut bey. Ne dersin?” Müdür;
O kadronun boş olmadığını onları
yerinden oynatamayacağını söyledi.
Başkan: “Peki, bir formül bulup Şu
tiyatroyu kuralım artık” dedi. Beni
özel kalem müdürüne havale etti.
“Siz bir formül bulup kurun artık”
dedi. Ben de vedalaşıp ayrıldım belediyeden.
Daha sonraları birçok kez özel kalem
müdürü ile görüşme yaptıysam da;
çeşitli bahanelerle tiyatronun kurulamayacağını bana söylediler. Ben
de usandım, anladım ki; bu şartlarda tiyatro kurulamayacak, vaz geçtim. Çalıştığım televizyondan ayrılıp
başka bir kanalda yine aynı işi yapmak üzere işe başladım. Yorumlarımı yaparken bir gün bizden bahset-
tim. Macaristan’dan davet aldığımızı
sponsor bulamadığımızı falan anlattım. Bunu başkan da dinlemiş. Beni
aradı “Gel, görüşelim” dedi. Gittim.
“Yurt dışına gitmeniz için ben belediye olarak size sponsor olmak istiyorum.” dedi. Ne kadar para gerekli
diye sordu. Ben de: “Uçak paramızı
verirseniz bize yeter” dedim. Başkan
bilet paralarının bir kısmını bize verdi.
(Bu arada ben devreye girip bir hatırlatma yaptım. Biz aslında Macaristan’a ikinci kez gidecektik. Rusya
ile de görüşmelerimiz vardı. Basın da
bunu haber yapmıştı. Başkanın aklında Rusya kalmış…)
Neyse, biz Rusya’ya… Pardon Macaristan’a gidip döndük. Başkana da
teşekkür etmek için bir tabak içine
Karagöz Hacivat figürü bastırıp, randevu alıp başkanla buluştuk.
Bir basın toplantısı gibi bir durum
oluşturmuştu başkan. Tabağı takdim
ettiğimizde: “Ben aslında plaket kabul etmiyorum. Ama bu çok güzel
olmuş, saklamaya değer diye kabul
ediyorum.” dedi. Bu arada başkan
bize sürekli Rusya’yı soruyor. Biz biraz sıkıntıya girdik. Sonunda açıklamak zorunda kaldık. Neyse, durumu
düzelttik. Hoş bir toplantı oldu…
Macaristan dönüşü hem vizyonumuz genişlemiş hem de hayallerimiz
çoğalmıştı. Orada izlediğimiz kukla
oyunları bizi çok fazla heyecanlandırdı. Turgut’a bir oyun yazmasını
önerdik. Bir efsaneyi kukla ile oy-
namayı denemek istiyorduk. Turgut
Bağır “Lokman Hekim Ve Şahmeran
“hikâyesi diye bir oyun yazdı. Çalışma yerimiz yoktu. Ali Özsöyler arkadaşımıza durumu anlatınca, bize
kendi yerini tahsis etti. Bir kış boyu
orada kuklaların baş kısımlarını tamamladık. Daha sonra yine bir başka arkadaşımız Berber Hilmi “Size
çok güzel bir yer buldum. Anahtarı
da bende. Hemen girin, çalışmaya
başlayın” dedi. Hemen kabul ettik.
Daha önce anlatmıştım. Kısaca bir
atölyemiz oldu. Kuklaları atölyede
tamamladık. Toplamda 27 kukla vardı. Bu oyun kadrosu kalabalık, bütçesi pahalı bir prodüksiyon olacaktı.
Kültür Bakanlığı’na müracaat etmiştik. Cevap geldi. Biz 2500 lira istedik,
MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 35
onlar 150 lira verdiler.
Tabii düşündüğümüz olmadı. Biz
oyunu Seyhan Belediye Tiyatrosu
oyuncuları ile bir kez oynamak zorunda kaldık… Bu arada sanat camiasını bir araya getirme çabası ile
yoğunlaşıyoruz.
SANAT KONSEYİ KURULUYOR
(Mehmet Acevit’in döneminde karagöz gösterisi yapıyoruz. Daha sonra)
Feyzi Ağabey Altın Koza’ya geçince,
Altın Koza değişti. Festival için gittiğimiz Kastamonu’da gördüğümüz
“Mahalle Evi” projesi çok hoşumuza gitmişti. Geldiğimde bunu Sanat
Konseyi’nde anlattım.
Feyzi Bey’e dokümanları getirdim.
Bu arada tiyatrocuların bir kurum
olması gerekiyordu. Daha önce kurulmaya çalışılan tiyatro platformu
ile gelişen “Adana Tiyatro Derneği”
kuruldu. Sanat Konseyi’ne kurum
olarak katılmış olduk. (Sanat Konseyi Haluk Uygur’un öncülüğünde
Feyzi Acevit, İsmail Timuçin, Mahmut Hazım Kısakürek ve Hüseyin
Akşen tarafından kurulmuştur.)
NOHUT ODA BAKLA MEKÂNIMIZ OLSUN İSTEDİK YIL - 2000
Bu uğraşların arasında bizim öz hayalimiz olan kukla tiyatrosunu yapma çalışmalarına başladık. Çakmak
Plaza’da iki dükkânı kiralayıp aradaki
duvarı gece güvenlikçisine kırdırdık36 ADANA’YA GÜÇ VERENLER - I
tan sonra, İsmail ile ben baştan sona
her şeyini kendimiz yaptık. Duvar
boyalarını, perdeleri, sahneyi, gece
gündüz çalışarak işi tamamladık.
Bu sırada bize kimse yardım etmedi;
çünkü kimsenin haberi yoktu. Olmasını da istemedik. Tabii hemen belirtmeliyim ki, bize para konusunda
Bilfen Okulları yardım ediyordu. O
zamanki İşletme Müdürü Gülin Yurdaer Hanım, bizim “Donkişot” olduğumuzu, bize mutlaka yardım edilmesi gerektiğini söylüyordu. Gerekli
tüm yardımı onun sayesinde Bilfen
Okulları’ndan aldık. Gereken para
toplam da 4500 lira idi. Ancak okul
4 bin lirayı vermişti. Bizim de her
işimiz bitmiş; ama yalnızca çocuk
sandalyeleri eksik kalmıştı. Gülin
Hanım idare ile görüştü. Onlar bütçeleri kalmadığını söylemişler. Gülin
hanım üzgün geldi: “Parayı maalesef
alamadım. Ben de onlara, maaşımdan kesilmek üzere avans verin dedim.” dedi. Ve böylece bu para bize
verildi. Biz de gidip koltukları aldık.
Yıl 2000… Daha sonraki yıllarda da
Bilfen Okulları’nın birçok yardımını
gördüm.
Tiyatromuzda anaokulu ve kreş çocuklarına öğretici ve eğlendirici
oyunlar oynuyorduk. Çocukların
dışında veli de öğretmen de içeri
giremiyordu. Çocuklar özgürce konuşma imkânı buluyordu. Bir sezon
sonra, kendi ellerimizle yaptığımız
gibi, bu kez olumsuz bir nedenle yine
İsmail ile birlikte ağlayarak tiyatro-
muzu yıkmak zorunda kaldık. Adana Tiyatro Derneği’ni de bu küçük
tiyatromuzda kurmuştuk.
Tiyatronun kurulmasına sebep olan
bir oyun hazırlıyoruz. “Büyüklere Karagöz Oyunu’nu” oynuyoruz.
“Kanlı Nigar”. Oyuna Belediye Başkan’ı da geldi. Oyunun sonunda fuayede kokteyl var. Başkanın etrafında
ben, İsmail Timuçin, Fevzi Acevit
var. Başkan vedalaşırken; Fevzi beye:
“Kurun artık şu tiyatroyu Fevzi”
deyip ayrıldı. Ertesi gün Fevzi Bey
bizi çağırdı. Hüseyin Akşen, ben ve
İsmail Timuçin Fevzi Bey’e gittik.
Durumu konuştuk. Kuruluş sırasında neler istediğimizi bildirdik. Fevzi
Abi okeyledi. Dosyayı hazırlayıp ihale ile tiyatro kuruldu. Büyük Şehir
Belediye Tiyatrosu ilk olarak, Taner
Barlas”ın yönetiminde “Resimli Osmanlı Tarihi” isimli oyunla perdelerini açtı…
(Ben sözü ağzından aldım hayali
Mahmut’un: Şimdi sözünü kesmek istiyorum burada. Bir flaş bek yaparak
geriye dönelim. Çakmak Plaza’da birlikte yaptığımız tiyatronun, sezonun
sonuna doğru başına bir iş geldi. Onu
da anlatırmısın.)
Çakmak Plaza’daki Kukla Tiyatromuz sezonun sonlarına kadar iyi
gider halde idi. Ancak Mayıs ayında
hiç beklenmeyen bir olay oldu. Dükkânların sahibi yüklenici bankadan
kredi almış. Krediyi ödemeden de
yurt dışına gitmiş. Banka Plaza’daki
70 dükkâna el koymuş. Bize bir resmi
yazı geldi. Açıp okuduk. Haciz nedeni ile içinde bulunduğumuz dükkânı
ya satın alacakmışız ya da bir ay içinde tahliye edecekmişiz. Aldı mı bizi
bir düşünce! Valla ne yalan söyleyim
fazla düşünmedik, kararımızı verdik.
Bir gece gelip yine İsmail’le beraber
günlerce emek verdiğimiz güzelim
salonu kendi ellerimizle içine gözyaşı katarak taşımak zorunda kaldık.
Böylece nohut oda bakla mekân yıkıldı. Tabii hayallerimizde…
YIL 2001
Salon yoktu artık. Ama bu arada
şehir Tiyatrosu’nda Taner Barlas’ın
yönetiminde provalar başlamıştı.
Yoğun tempoda heyecanla herkes
çalışıyordu. UNIMA İzmir’de Uluslararası Festival düzenlemişti. Bizi de
davet ettiler. Görev alıp orada oyun
oynadık. Tabii yine yabancı kukla sanatçıları ile tanışmak, onların oyunlarını izlemek bizim için kazançtı.
Bu arada yine Bursa’dan bir teklif geldi. Bu kez Bursa’ya “Karagöz Deniz
Sefası” adlı bir oyunla gittik. Oyunu
ben yazmıştım. Bursa’da çok beğenildi. Tekrar İzmir festivali, ardından
Bolu Sempozyum’u geldi. Artık Festivallerde adımız bilinir, çağrılır olmuştuk. Adana’da özel bir tiyatroda
iki tane çocuk oyunu sahneye koydum. Bunun birinde sen de oynadın.
Adı “Tembel Karınca Çiçi” idi. En
son seninle Samsun festivaline gittik.
Festival dönüşü sen ayrıldın. Ben tek
başıma devam ettim. Şehir Tiyatrosu’nda oyunlar da sürüyordu.
(Ben de bunu burada yazmalıyım
diye düşünüyorum. Mahmut’tan ayrıldıktan hemen sonra; Ben, Hüseyin
Akşen ve Duygu Akşen’le birlikte birçok arkadaşla, Galeria’da yeni bir salon yapımına soyunduk. “Akşen Masal Evi Çocuk tiyatrosu” olarak Halen
faaliyetine Gökhan Okşar yönetiminde devam ediyor. Ancak önce; Duygu
Akşen ve Hüseyin Akşen, daha sonra
da ben Tiyatro’dan ayrıldık.)
Bu arada Sanat Konseyi faaliyetlerini sürdürürken farklı temsilciliklerin
artması ile Kent Konseyi’ne dönüşme
kararı alındı. Kent Konseyi kuruluşu
sırasında emeği geçen Haluk Uygur’u ve Feyzi Acevit’i unutmamak
gerekir diye düşünüyorum. Ben de
bu kuruluşta olmaktan büyük gurur
duymaktayım.
Devlet Tiyatrosu’nda oynamak için
bir teklif aldım. Güner Sümer’in yazmış olduğu “Aşk Bir Masaldır” adlı
oyunda rol aldım. Daha sonra da
çocuk oyununda görev aldım. Şekip
Taşpınar’ın sahneye koyduğu oyunun kuklalarını da ben yaptım. Ordu
iline festivale gittik. Samed Behrengi’nin “Küçük Karabalık” oyunu çok
beğenildi.
(Aklıma gelmişken hemen sorayım.
Sen Kültür bakanlığı tarafından “Somut Olmayan Kültür Mirası Taşıyıcısı” oldun. Birazcıkta o olaydan bahsedermisin?)
Bir gün Kültür Bakanlığı’ndan bir
yazı geldi bana: “Kendini tanıtan
bir yazı ile gösterilerinden birinin
CD sini yollar mısın?” dediler. Ben
de hazırladım yolladım. Daha sonra
beni sınava çağırdılar. Sınavı da geçtim. Ankara’da geçtiğimiz günlerde
karagözle ilgili bir çalıştay yapılmıştı.
UNESCO’nun istediği bir yol haritasını o çalıştayda hazırladık. Başbakanlık da altına imza attı. Bunun
üzerine de UNESCO, Karagözü, Somut Olmayan Kültür Mirası olarak
tescilledi. Yani bakanlık bu nedenle sınavdan sonra bize bir belge ile
kimlik verdi. Şimdi ben serüvende
mümkün olduğunca edebi dil kullanmamaya çalıştım. Kahramanım
Fevzi Acevit
Mahmut Hazım Kısakürek: “Hayat
devam ediyor. O halde sanatımı da
sürdürmekle görevliyim” diyor. Hayali Küçük Ali’nin yankılanan sesinden sonra, Hayali Mahmut’un da
sesinin Çukurova’da nice uzun yıllar
yankılanmasını yürekten istiyorum.
Biliyorsunuz Meddahlar sözün bitiminde: “Her ne kadar sürç-ü lisan
etti isek af ola,”diye sözü bitirirler. Bu
kez Hayali Mahmut’un yerine benim
söylemem gerekiyor elbette. Her ne
kadar sürç-ü lisan etti isek af ola.
Adana’da yaşayan; Türkiye Somut
Olmayan Kültür Mirası taşıyıcısıyım.
Devlet Tiyatrosu Müdürü, bir sohbetimizde bana: “Karagözü önümüzdeki sezonda uygun bir saatte göstermeni istiyorum” dedi. Ben de “Seve
seve kabul ederim” dedim. Sonunda
18:00 oyunları olarak fuayede gösteri
yapmak üzere anlaştık. Fakat… Fakat.
Bu yaz başıma diyabetten kaynaklanan bir virüs musallat oldu. Onun
etkisi ile zor bir dönem geçirmeye
başladım. Bu proje askıda kaldı. Bu
yıl Ramazan etkinlikleri nedeni ile
oldukça yoğun çalıştım. Bir ayın sonunda vücudum dama dedi. Ve ben
yoğun bakımda yatmak zorunda kaldım. Birkaç aydır da belden aşağımın
tutmadığı bir durum yaşamaktayım.
Biliyorum bu zor dönem geçecek.
Ben yeniden sanatımı icra edeceğim.
Hatta etmeye başladım bile. Öncelikle tekerlekli sandalyeden kurtuldum.
Bastonla da olsa yürümeye başladım.
Tiyatro Festivali’nde gösterilerime
başladım. Yani artık çok fazla sorun
kalmadı. Bu sorunlarımla da baş etmemde en büyük destekçim ailem ve
dostlarım oldu.
(Hemen sözünü kestim. Tam da istediğim noktaya geldik. Bana önce Eşin
Perişan’ı (Perihan) Sonra da çocukların Refik’le Yaren’i anlatırmısın?)
Perihan çok evcimen, bir o kadar da
titiz bir kadın. Ailesine ve çocuklarına çok düşkün. Vefakâr, fedakâr biri.
İnsani ilişkileri de oldukça güçlü.
Bu aileyi kollayıp gözeten anaç bir
düşünceye ve kişiliğe sahip, evinin
kadını. Evi de çekip çeviren o zaten.
Şu son yaşadığım olumsuzlukları o
olmasaydı bu kadar çabuk ve kolay
atlatamazdım. Her konuda bana yardımcı. Ona çok şey borçluyum.
Refik’in ise sanatçı ruhu, sanata yatkınlığı onun müzisyenlik yolunda
çabalamasına neden oldu. Saygılı,
sevgi dolu bir yapısı var. Müthiş bir
paylaşımcı. O yüzden de oldukça
fazla arkadaşı, geniş bir çevresi var.
Konservatuarı bu yıl bitirmek üzere.
Beni hiç üzmeyen oğlumu çok seviyorum.
Yaren; Kızım. Abisinden geçen müzik sevgisi onu da konservatuara itti.
Daha önceden aldığı müzik eğitimi
okulda başarılı olmasına katkı sağladı. Kızım çello eğitimi alıyor. Öğret-
meni onun çok çalışmadığını söylese
de, arkadaşları ona gün boyu kapalı
oda da çalışma yaptığı için “Yarasa
Yaren” ismini takmışlar. Ailenin en
küçüğü olduğundan mıdır bilmem,
biz onu çok seviyoruz…
(Diğer çocuklarını soracak oldum…)
Önceki eşimden üç çocuğum var.
Aydın, Başak ve Özgür. Beş tane de
torunum var. Kendilerinden vaz
geçtim. Torunlarımı göremiyorum.
Sevemiyorum. Aydınla görüşmüyorum. Özgür ve Başak İstanbul’da.
Beş torunla, torun hasreti çekiyorum. Allah’tan Perihan’ın iki yeğeninin çocukları gelip gidiyor da, torun
sevgisini onlarla karşılıyorum.
(Hayatını anımsadıkların kadarı ile
anlattın. Saatler süren söyleşimizin
de sonuna geldik. Elbette eksiklikler,
unutmuşluklar, unutulmuşlarda Olmuştur. Kızgınlıklarını, küskünlüklerini de anlattın. Bu arada dostlarının
arkadaşlarının, ilişkili olduğun insanların isimlerini de yâd ettik. Çoğu kez
kızgın, kırgın olsan da saygı ve sevgi
ile yaklaştığını biliyorum. Söyleşiyi bitirmeden önce söylemek istediğin son
sözlerini alabilirmiyim?)
Tiyatroya, sanata adanmış bir ömrü
sonuna kadar sürdürmek istiyorum.
Son dönemlerde rahatsızlığım nedeni ile ara vermiş gibi görünsem
de şimdilik iyi olduğumu daha da
iyi olacağımı söylemek isterim. Hatta karagöz gösterilerime başladım
bile. Oluşturabildiğim bir ortam da
“Büyüklere Kukla Eğitim Semineri” vermek istiyorum. Yaptığım işlerden çok yaşadıklarımı anlatmaya
çalıştığımı sanıyorum. Şu olgunluk
ve ustalık dönemimde mümkün olduğunca bilgi ve tecrübelerimden
yararlanacak kişi ve kuruluşlarla muhatap olmak isterim.
“Hayat devam ediyor. O halde sanatımı da sürdürmekle görevliyim…”
(Çok kıymetli okurlar. Adana’ya Güç
Verenler Projesi içinde bana verilen
yazarlık görevini başarabildim mi,
bilmiyorum? Ancak Kahramanımın
öz dilinden anlatmasını istediğim bu
serüvende mümkün olduğunca edebi dil kullanmamaya çalıştım. Kahramanım Mahmut Hazım Kısakürek:
“Hayat devam ediyor. O halde sanatımı da sürdürmekle görevliyim” diyor. Hayali Küçük Ali’nin yankılanan
sesinden sonra, Hayali Mahmut’un
da sesinin Çukurova’da nice uzun
yıllar yankılanmasını yürekten istiyorum. Biliyorsunuz Meddahlar sözün bitiminde: “Her ne kadar sürç-ü
lisan etti isek af ola,”diye sözü bitirirler. Bu kez Hayali Mahmut’un yerine
benim söylemem gerekiyor elbette.
Her ne kadar sürç-ü lisan etti isek af
ola.
MAHMUT HAZIM KISAKÜREK 39
Bu kitap Seyhan Rotary Kulübü’nün ve Güney Rotary Kulübü’nün katkılarıyla basılmıştır.
İsmail ÖKKE
1947 Darende doğumludur. 1 Yaşından beri Adana’da yaşıyor. Erkek Sanat Enstitüsünde okudu. Uzun yıllar tiyatroyla uğraştı. Unima Üyesidir. Tiyatro Derneği kurucu üyesidir. 7 yıl önce fotoğrafla tanıştı. AFAD’da temel fotoğraf
eğitimi aldı. Altınoran Düşünce ve Sanat Platformu kurucu üyelerindendir.
Fotoğrafın bir anlatım dili olduğunu anladı. “S. Haluk UYGUR Paylaşım Atölyesinde” İleri Fotoğraf ve Felsefe eğitimi aldı. Ahmet Selim Sabuncu, Oktay Çolak, Sadık Demiröz gibi ustalardan dersler aldı. Işıl Özgentürk’ün “Sinema
Eğitimi” çalışmalarına katıldı.
Çeşitli projelerde ortak sergi ve sunumlara katkıda bulundu. Siyah-Beyaz fotoğrafları elle boyayıp “Renklendirdiğim
Adana” isimli ilk kişisel sergisini açtı. FİAP üyesidir. Halen Altınoran Düşünce ve Sanat Platformunda uygulanan
projelerde çalışmaktadır.
Kurgu fotoğrafı ve portre çekimlerine ağırlık verirken arada bir minimalist çalışmalar yapmaktadır. Fotoğrafın kendini değiştirdiğine inancı ile başkalarını da değiştirebileceğine inanıyor.

Benzer belgeler