Ali GÖZÜTOK - Gülce Edebiyat Akımı

Transkript

Ali GÖZÜTOK - Gülce Edebiyat Akımı
GÜL TUFANI GÜLCELERLE
HZ. ADEMDEN HZ. MUHAMMEDE (S.A.S)
PEYGAMBERLER HALKASI
ESERİN YAZARI
Ali GÖZÜTOK
Gülce Edebiyat Akımı
Yayın No:
Eserin Adı:
GÜL TUFANI GÜLCELERLE
HZ. ADEM’DEN HZ. MUHAMMED’E ( S.A.S)
PEYGAMBERLER HALKASI
Eserin Yazarı:
Ali GÖZÜTOK
Yazarın Adresi:
Memur evleri Mah. 214 Sokak Başak Apt. 4/14
ANTALYA
Yazarın Telefonu:
0537 987 62 62
Yazarın e- mail:
[email protected]
Gülce Edebiyat Akımı:
www.gulceedebiyat.com
Dizgi:
Baskı :
GİRİŞ
Orta ve lise öğrenimimi 1957 yılında tamamladım. Aynı yıl A.Ü. İlâhiyat fakültesine
kaydımı yaptırdım..
Tabii küçük bir ilden Ankara’ya giden ben, bir taraftan Ankara’nın sis ve duman yüklü
havasını teneffüs ediyor, öbür taraftan ufkumu
genişletmeye çalışıyordum.
O yıllarda hece şiirinin ustalarından Ayhan İnal ve taşlama şiirinin usta kalemlerinden
Sabahattin Çankaya ile tanışma imkanı buldum.
Lise yıllarında şiir denemelerim olmuştu amma, bunlara ne derecede şiir denirdi
bilmiyorum. 1961 yılında mezun oldum.
Yıllar kovaladı yılları çeşitli okullarda öğretmenlik ve müdürlükler yaparak 1988 yılında
emekli oldum. emekli olduktan sonra kader beni Mustafa Ceylanla tanıştırdı. Ne olduysa
ondan sonra oldu. Onun teşviki ile şiir çalışmalarına daha bilinçli olarak devam ettim.
Heceye merak sardım. Yazdım hece, okudum hece, Soludum hece, inledim hece,dinledim
hece...Yunus, Karaca Oğlan, Necip Fazıl arasında mekik dokudum.
Şiirin kabuktan içe, zardan öze inen tufanını aramakta iken Gülce ile tanıştım. Gülce’nin
hece ile serbesti bir arada tutan “Buluşma“
tarzı ve diğer tarzlarda şiirler yazmaya başladım.
Yazdığım şiirleri:“GÖNÜL IRMAĞINDAN ve SEN MİSİN” isimli iki şiir kitabıyla yayınlama
imkânı buldum.
Gördüm ki, Gülce havası yüreğimi sarıp sarmalamakta, gül bağına girenlerin gül kokan
tenleri gibi dilimden gülceler çağıldamaya başladı. 2010 Yılına geldiğimizde, Gülce
EDEBİYAT Akımının mimarlarından Mustafa Ceylan tarafından önerilen yeni projeler
üzerinde çalışmaya başladım.
Günümüze ve gelecek nesle Kur’an ışığında, gül yağmuru ile gülceleşen “GÜLCE TARZI”
mısralarla sunulacak olan, bu projelerden biri, Peygamberlerin hayatını içeren bir proje idi.
Sayın Ceylanla bir araya geldikçe hep bu projeyi konuştuk.
Konuştukça etkilendim. Bu proje “SİYER-İ NEBİ” mahiyetinde bir proje idi. Kur’anda adı
geçen Peygamberlerin, Gül Tufanı Gülcelerle yeniden yaşanması yaşatılması idi.
Bu proje tam bana göre idi. Ben de bir İlâhiyatçı idim. Biliyordum ki; Bilen ve bilmeyen her
ferdimizle hepimiz bu dünyada, bizzat Allah’ın ferman eylediği gibi, Onu aramaya, bulmaya
Onun sırları ve hikmetleri etrafında“Körebe” oynamaya, en mühimi, Ona ibadet etmeye
geldik.
Sadece insanlar değil, Cinler bile buna memur idi.”Cinleri ve insanları ancak, ibadet
etsinler diye yarattım.” Buyuruyor Yüce Rabbimiz. Onun İçindir ki, marangoz yonttuğu
tahtada, politikacı güttüğü Cemiyette, şair de yoğurduğu kelimede Onun hikmet ve Sırları
ile çevrilidir.
Şairin diğerlerinden farkı, bu sır ve hikmetin ta merkezine ve doğrudan doğruya İlâhi
remze bağlı yaratılmış olmak haysiyetidir. Şair, Allah’ın kendisine bahşettiği nurla,
cemiyetinin gerilere ve ilerilere doğru olan manâsını temsil edebildiği nispette yükseliyor.
Yüce Rabbim en mükemmel şekilde tamamladığı, din-i İslâm’ı tebliğ etmiş, tek Allah’a
iman etmeye çağırmış, muhabbet ve şefkatle birbirine bağlı, fazilet sahibi İslâm camiası
meydana getirmiştir.
Maddi bir keşmekeşlik içinde çalkalanan insanlara doğru yolu göstermiştir. Burada şaibe
aramak güneşte leke aramak gibi bir şeydir.
1
Bu düşüncelerle Peygamberlerin yaşantılarını Gül Tufanı Gülcelerle anlatmaya talip
oldum.
Gerçi onların hayatı ile ilgili yüzlerce kitap yazılmıştır amma, değişik tarzda, bir de ben
anlatayım istedim.
Herkesin boyuna göre açıldığı bu ufuksuz denizde, Ona yaklaşabilmek değil, Onu
yaşayabilmek, Onda boğulmak istedim. 1400 seneyi geçen bir emeğe, yeni bir omuz da
ben vereyim istedim.
Bu omuz veriş, bir çoğunun yaptığını tekrarlamak değil, yeni edebiyat nazım şekilleri Gülce
ile, Onun hiçbir sırrına erişileme
yeceği bilinci içinde, hudutsuz derin ve girift bir hadisenin, aşk aynasında üst üste
aksettirdiği parıltıları toplamaya çalıştım.
En büyük sanatkâr olan Allah, dış görünüş çerçevesinde tekrarlanıyormuş gibi görünen
hudutsuz hadiseyi ihya eder. Bir biriyle nispetini bozup yokluğa batırıp, varlığa daldırıp,
sonsuz benzerlik ifadeleri içinde ebedi şahsiyetini ilân eder. Bir damlada bir umman
çalkalar. Bir zerrenin içinde bin kâinat yüzdürür.
Kevser havuzunun sahibi Odur. Bütün bunları eksiksiz ,noksansız anlatabilmek mümkün
mü!....
İşte ben, en saygılı bir şekilde, hiçbir dünya menfaati gözetmeden, hiçbir alet özelliği
göstermeden, bu halkaya dahil olmak istedim.
Şimdiye kadar yazılmışların dışında yeni bir tarzla, bir sınırı aşmak istedim.
Kur’anda teker teker her ayet, her kelime ve her harfin birbirinin içindeki nispetiyle,
bütün lisanı kucaklamaya giden, ulvi bir nüfuz ve muhteşem dikkat isteyen bir işi, acizane
becermeye çalıştım. O mübarek insanların, saçlarının her telinden, aziz ayaklarının her
adımına kadar her şeyi sayıp derledikten sora hangi sınırı aşmaktan söz edebilirim ki!....
Ben biliyorum ki; O ufuk insanların hayatlarının dış çizgileri, bin bir kişi tarafından, bin bir
kere şekillendirilmiş, hiçbir noktası eksik bırakılmamaya çalışılmış bir petektir. Şekillerin en
uyumlusu, çizgi bileşimlerinin en mükemmeli bir petek…
İşte ben; Ruhumun olanca şiir cevheriyle, bu cevherdeki olanca aşk ve hassasiyet özünün
balını, bu peteğin hücrelerine dökmenin gayretine girdim.
Hücrelerin çerçevelediği esrar deliklerinde eriyip kaybolmak istedim. Mukaddeslerin
mukaddesi konusunda, kendi üzüntülerimi bütün üzüntülerin üstüne çıkarmak istedim.
Ben, aşmak istediğim sınırla, huzurunda ne kadar gülünç, kör benliğin ne kadar sefil, dış
mantık ve müşahedenin ne kadar aptal olduğunu görmek istedim.
Bu meydanda, bakalım kim en çok ve en güzel kendi kendinden geçebildi?
İşte sınır,
İşte at,
İşte meydan!....
Ben Onun esiriyim, benim için hürriyetin son olgunluk sınırı hakikate esarettir.
İnsan olarak, hürriyetini bulmak isteyen, bu hakikate esir olsun!
Benim için bizzat hakikat O dur!..
Varılmaz olan var’a varmanın,
Görülmez olan Onu görmenin,
Biricik usulü, biricik yolu budur…..
Saygılarımla ALİ GÖZÜTOK
2
KİTAP HAKKINDA
Gülce Edebiyat Akımı, yeni çağın yeni edebiyat akımıdır. Bu eserin yazarı Ali Gözütok da,
Gülce Edebiyat Akımı' nın öncülerinden.
İnsanlar, eserleriyle, yaptıklarıyla anılırlar ve iz bırakırlar. "Ben" demeyip "Biz" diyen şair
ve yazarların bir araya gelerek meydana getirdikleri, has şiir ana temelinde buluştukları
edebiyat topluluğudur Gülce... Günümüz şiir Dünyası, internetin getirdiği kolaylıklar ile toz,
duman içindedir. Has şiire sevdalı, kalıcı şiir peşinde koşan şairlerimiz, günümüzün sancılı
ve ağrılı şiir yapısına; kökleri şiir tarihimizin mâzisinde, dalları bugünlerde, çiçek ve
meyveleri geleceğe uzanmış, yepyeni bir yapılanmanın zaruretine inanarak Gülce adıyla
çağa şiir mühürlerini vurmaya çalışmaktalar. Bu şairlerimiz, ilk olarak, şiiri sığ, kendini
tekrar eden, verimsiz, köksüz ve yabancı düş ve düşüncelerin etkisinde olmaktan
kurtarmanın çaresini aradılar. Her birisi apayrı bir yenilik arz eden hece, serbest ve aruz
vezinleriyle şiir tarz ve şekillerine 19 değişik tür ile yeni boyutlar kazandırdılar. Unutulmaya
yüz tutmuş edebî sanatları, bize ait, millî ve mânevî konu ve söylemlerle donatma çabasına
giriştiler.
Şiirimizi Dünya şiiri içinde hak ettiği noktalara getirmek için yapılan bu çalışmalarda GÜLCE
şairleri, kendilerine her yıl belirli projeleri görev alarak, önemli araştırmalar, incelemeler ve
analizlerle; bugüne kadar gündeme getirilmemiş, yanlış veya noksan getirilmiş, manzum
olarak dile getirilmemiş bazı temel konularımızı ele almışlardır. "Dede Korkut Hikâyeleri,
Başarılı ve Öncü Kadınlarımız, Türk Dünyası Efsâneleri, Temel Türk Destanları" gibi konuları
başarıyla tamamlayan Gülce Şairleri, okunması kolay, insan zihninde iz bırakan, yeni şiir
teknikleriyle temel konuları nakışladılar. Elinizde tuttuğunuz eser de, işte o projelerden
birisi olup; Ali Gözütok şairimizin engin tecrübesiyle birleşerek üç yıllık bir zaman diliminde
kaleme alınmış bir eserdir. Sahasında, bu şiir tekniği ve yapısı ile tek ve en önemli eserdir.
Bu eserde;
Konuların ele alınış ve sunuş biçiminde sade, yalın, anlaşılan ve konuşulan bir dil tercih
edilmiştir. Bu bakımdan her yaş ve eğitim seviyesinde ki herkes tarafından rahatlıkla
okunabilen, anlaşılabilen, lirik, su gibi akan bir anlatım vardır.
Gülce Edebiyat Akımı şairlerinden Ali Gözütok üstadımızdan daha nice böylesi yeni,
yepyeni eserler bekliyoruz.
Teşekkürler...
Saygılar, selâmlar...
Mustafa CEYLAN
Gülce Edebiyat Akımı Kurucularından
3
ADEM PEYGAMBER
Ey
İhsan
Sahibi,
Hiçbir şeye
Muhtaç olmayan,
Övgülere lâyık
Kuvvet ve kudret şahı,
İşte avucumu açıp
Senin hacet kapına geldim!
Celâli ulu, merhamet dolu,
Beni kapından boş çevirme!
Kudretine bakarken görür eyle,
Gözlerimi narınla yakma Ya Rab!
Dilimi Habib’in vasfı ile doğru söylet!..
Muhabbetin deryasına kapıldım,
Sevgi derdine düştüm, acı bana,
İrade çöllerinde susadım,
Ver içeyim, içeyim, kana, kana,
Ayrı bir zevk, ayrı bir tat,
En büyük mutluluktur,
Yolunda susamak.
Hidayet eyle,
Şerefine erdir!
Doğruyu
Söylet,
Ya
Rab!
Yer yüzünde yaşayan, en mübarek halife
Sonsuzluğun rengiyle nakışlanmış Elif’e,
Aynayım aynalardan, bir de milyon kaynatan,
O kutsal emanetle; atomları oynatan!..
Temsilciyim, temsilim! Bendedir sahne, dekor,
Kâh melekten üstünüm, kâh hayvandan aşağı,
İnanmazsan ey dostum, aynaya bak beni sor!
Dilimlenmiş dil benim, Allah söyler lisanım,
Esrarın âhengiyim, insanım ben, insanım.
Göz içinde göz benim, ilham alır bakarım.
Bulutlar göz, göz ağlar, ufukları yakarım.
…….Parmak ucumda şehir,
…………Damarlarımda nehir,
………………Bana hazır cehennem,
…………………..Beklenen cennet ahir!..
4
İçimde uçurumlar, dağlarımda sis duman,
Çözülmemiş bilmece, sırların âhengiyim.
Buz dağıyım eriyen, mühürlenmiş asuman…
Sonsuzluğun rengiyle, türlü renge boyanan,
Olur mu köksüz ağaç; dalsız, yapraksız çiçek?
Doğmak varsa anadan, ölüm kaçılmaz gerçek.
Bilinmeyen bir şey var, nerde ne zaman nasıl?
Umulmadık bir anda, ne kılıkla gelecek!
Defterimdir omuzdan omuza gezinip duran,
Odur mahşer gününde, hece hece okunan!....
…..Hangi zaman kapanır,
………..…Hangi zaman dürülür,
………………..Hangi zaman görülür,
……………. Hangi zaman açılır?
…………Nice hesaplar ki, bilmem!
…….Nasıl hesaplanır?
Hesaplar ki, gökleri doldurur, yerleri kaplar!
Defterler masum, kalemler çile çeker!
O kalemler ki; bu gidişle ey dostum,
……………………Cinnet geçirecekler !
………Dünya denen bir han,
………….Acımasız son gurbet.
…………….Bu gurbetin sonunda
………………Bizi beklerken cennet (!)
……………….. Kimler gülecek, kimler üzülecek,
…………………….Ya da kimler delirecek?
(A)demin toprağına, çile yağmuru döktün,
A(D)ın aşk deyip onu, bir de alnından öptün.
Es(E)rinle övündün, melekten üstün tuttun,
Ere(M)edi muradına, koptu cennet bağından.
Cevr-i cefa sundukça, yakar hicran ateşi,
Bulut sarsa semayı, söndüremez güneşi,
Adem ile Havva’nın, var mı ki başka eşi,
Düşmese damla yağmur, sel eksilmez dağından..
Hak Teâlâ Meleklerine:
-“Ben kuru bir balçıktan,
Biçim almış bir insan yaratacağım.!” Diye buyurdu”. (Hicr 29)
--Bu kara çamurdan yarattığım adama,
Bir şekil, ruhumdan üfleyerek can vereceğim.
5
Siz ona saygı gösterip, secde edeceksiniz!
Dediği zaman melekler:
--“Ya Rabbi !..
….….Biz sana kulluk ediyor,
………Seni övüyor, yüceltiyor,
………..….Kutsuyoruz seni!
……………...Şu yeryüzünde,
………..………Kan dökücü, fesat çıkartıcı,
…………..……….İnsan mı yaratacaksın?”(Bakara 30)
…………………Diye, kötüleme dili uzattılar.
……………..Daha yaratılmadan,
……….…Saf ve temiz Ademoğlunu,
….Fesat oklarına hedef tuttular!
Dünya denizleri yıllarca sallandı durdu.
Karalar ise; Bin bir nebata,
Bin bir çiçeğe,
Bin bir böceğe kucak açtı.
Yaratan:
Bu güzellikler içinde yesin, içsin,
BİR’liğimi tanısın!
Dünyayı daha da güzelleştirsin,
Ona şirinlik versin,
Orada mekân tutsun diye insanı!...
Yaratmaya murat etti …
Yüce Rab:
-“Elbette sizin bilmediğiniz şeyleri, ben bilirim.”
Diye buyurdu. (Bakara 30)
Melekler birbirine baktılar ve;
-“ Şüphesiz ki O, Rab’bil Alemin,
Her şeyi bilendir.
Faydasız hiçbir şeyi yaratmaz.” Dediler.
Adem oğlunun çektiği mihnet!..
Yaratılmışların en şereflisine ulaşan bir musibet!…
Ne varsa kâinatta, yaratıldı hiç yoktan,
Yalın alevden cinler , insanoğlu topraktan.
Ruh üfledi kendinden, hayat verdi can verdi.
Kulak verdi, göz verdi, varlığımı “gör” dedi,
Yüce ALLAH;
Ademin toprağını almak için, Cebrail’i dünyaya gönderdi.
6
“Yer yüzüne in !
Bana oradan toprak alıp gel” dedi.
Cebrail, indi dünya yüzüne,
Balçık çamurdan almak istedi.
Yer ;
- Hayır olmaz!
Benim toprağımdan alarak,
Onu eksiltme!
Biçimini şeklini bozma,
Senin bu hareketinle,
Beni hakir düşürmenden
Yüce Allah’a sığınırım! ”Dedi.
Acaba o insan, Allah’a itaat edecek mi?
Yoksa, isyanlarda mı olacak?
Bilmiyorum! “Olmaz” dedi.
Cebrail, eli boş döndü, Rabbinin huzuruna!..
-Ey Rabbim!
“ Yer sana sığındı,
Bir avuç toprak almama engel oldu.
Ben de ödevimi yapamadan geldim.” Dedi.
Yüce Allah,
Mikâil’i gönderdi.
Yer, aynı şekilde onu da geri çevirdi.
Onun üzerine Rabbim,
Ölüm Meleği, Azrail’i gönderdi.
“Ey Azrail!..
….Arzın her tür yerinden,
..….Birer avuç toprak al!
…….Batn-ı Numan’a yığ !..”
Döndü kara buluta :
“Tam kırk gün kırk gece,
….Bu toprağın üstüne,
..….Dök rahmet yağmurunu!
Onu rahmete doyur,
Hamur eyleyip yoğur.”Diye buyurdu…
Emri alan bulutlar hemen, o an yağmaya başladılar.
Yağdılar Adem’in toprağına….
O toprağı, balçığa, dönüştürüp,
Hamur misali kardılar.
Hem yoğurdular, hem de,
Sevgi denizinden su avuçlayıp,
Kardılar mayasını hem de mayanın en hasını!...
7
Tamam olunca vakit,
Tekmil vermek için,
Yaradan’ın divanında huzur ile durdular.
Âlemlerin yaratıcısı, Yüce Allah,
Bu topraktan, bu kuru çamurdan yaratacaktı.
Adem denen varlığı!
Meleklerin gözleri bu toprağa dikildi.
Ona kendi ruhundan üfleyerek can verdi.
Önce şekillendi bu toprak,
İnsan kılığına girdi.
Ruh üfleme vakti geldiğinde !
Ona ruh üflenecekti!
Yüce Allah;
-“Ey RUH, Nur denizlerine dolan,
Önce nuruma bulan, sonra bu cesede gir!” dedi.
Ruh, Nur denizlerini dolaştı.
Ama cesedin içine bir türlü giremedi.
Ey Allah’ım;
“ Burası çok karanlık, ışıksız nursuz bir mağara!
Nasıl gireyim ?” dedi.
Yüce Rab;
“ Zorla gir!....
Yine zorla çık!” Diye emretti.
Emre itaat eden ruh Adem'e yaklaştı,
Burnundan daldı hemen, özden öze dolaştı.
Cansız ceset nurlandı, Adem cana kavuştu,
Kalp evine yerleşti, sonra göze ulaştı.
Toprak iken taş iken, kemik oldu et giydi,
Ruh üflendi ruhundan, azaları can buldu.
Mesuliyet yüklendi, mükemmel insan oldu.
Oldu da güzelleşti, Adem benim ilk atam.
Ve Rahman olan,
Allah’u Tealâ insanı yarattı.” (Rahman 3)
Canlanan balçığın bakışları parlaktı.
Parlaktı bir ince zekâ
Bu ince zekâ, bakışlarından aktı.
Canlanan bu toprak,
Bu toprak insanlığın atası Hz. Adem olacaktı.
8
Adem Ata bir anda alnında hissetti,
O nurun varlığını,
Elini uzattı, alnını tuttu,
Maddi hiçbir şey yoktu.
Yoktu amma,
Allah’ı öven sesleri duydu.
Bu seslerdi, İlâhi sırrın gizemi.
Dinledi bu sesleri.
Utanarak kaldırdı başını…..
-“Ey Yüce ALLAH’IM!
Ey benim YARATANIM;
İzzetinden bu sırrın aslı nedir?
Bana da öğret ben de bileyim!”
Diye nida eyledi!....
Yüce Allah;
-“Ey ADEM !
O NUR,
Arşta dolaşan NURdur.
O nur, Habibimin nurudur.
O Nura sen ATA olacaksın,
Olacaksın yaratıkların özü cevheri,
O cevher, o yer ve gökler o nurla bezenecek!
Ey ADEM !
O Nur sana emanet,
O Nuru,
Sen de, zürriyetine emanet et.
Edeceksin ki, nesillerin üresin!
-Sen o nuru, temiz ana rahmine emanet kıl!
Senden sonrakilere de, emanet kılınmasını öğütle.
Adem !
“Ey Yüce Yaratan,
Ahdini ve misakını belledim.
Belledim ey Rabbim!
O nur, gözlerimde güneş, bakışımda, dolunaya eşti!...
Yüce Rabbim!
Adem’in kalıbına, şekil verip üflemiş,
Canlandırmış ruh ile, cemaliyle süslemiş.
İradeyle akılla, mesuliyet yüklemiş,
Üstün kılmış Melekten! “İşte bu insan” demiş.
İki kulak iki göz, boğum, boğum boğazı,
Düşünerek söylesin diye bir tek ağzı,
Damardaki sıvının rengi olmuş kırmızı,
Vücutta dolaştırmış, işte bu da kan demiş.
9
Donatmış yer yüzünü,
Çeşit, çeşit renk katmış,
Ay güneş yıldızlarla gök kubbeyi parlatmış!
Durmadan dönsün diye, yörüngeye oturtmuş,
Döner olmuş kâinat, işte bu devran demiş.
Her zerreye verilmiş, özenle ayrı değer,
Kılı kırka yararak, hesaplamış o meğer,
Sevgilimsin diyerek onu bir başka över,
Kılmış onu halife, işte bu canan demiş.
Hey!
Hey aşk!
Nelere
Kadirsin sen!
Güldüren sensin,
Öldüren yine sen.
Senle çekilir keder,
Çekilir acı ve mutluluk.
Gizeminde saklıdır mutluluk,
Saklıdır sevgi ve dostluk.
Kanlı gözyaşı, çekilen ah sende,
Gönül goncasına deva sende!
Cennet gülünün toprağı,
Azap kuyusunda sabır,
Bitmeyen kara gece sende.
Tahammül mülkünde bilmece,
Çözülmez mi? hece, hece…
Çözülmez mi sence?..
Yüce Rab, eserini kulda görmek istedi.
Yer yüzünde halifem, temsilcim sensin dedi!
Yaratılan ne varsa, onun emrine verdi!..
Yarattığı insanı, melekten üstün tuttu.
Kutlu bir sevda ile, karılmış kara toprak,
..Türlü türlü renk almış, şu insana dön de bak!
.…Kâinat ağacını, donatmış yaprak yaprak,
…...Asla mümkün değildir, aşk olmadan yaşamak.
……………….Aşığa cevr-i cefa, sanma ki; ona eza,
……………Belki yârinden ona, lütfedilen bir vefa,
……….Gafil olan aldanır, sanır ki bu bir cefa,
……Bin inayet gizlidir, bilirse sürer sefa.
10
…….Cefası olmayan aşk,
……….Harap olmuş bir bina,
…………..Öyle bir deva ki…
……………..Onun şahidi cefa!...
Yüce Rabbin Meleklere Hitabı
Yüce Rabbim;
Meleklere.
_” Ey Meleklerim! Yarattığım Adem’in,
Sizden daha bilgili olacağına şaşmıştınız.
Eğer siz ondan daha bilgili iseniz,
Şu yarattıklarımın adlarını bana birer birer söyleyiniz. ”Dedi.
Melekler: “Ey Yüce Rabbimiz! Adın dilimizde tespih seni över, yüceltiriz.
Sen, ne eksik ne de faydasız iş yaparsın.
Sen bize ne bildirmişsen biz ancak onu biliriz.
Senin bildirdiğinden başka bilgimiz yoktur.
İnanırız ki; Her yarattığı şeyin hikmetini bilen hakim-i mutlak sensin. (Bakara 31-32)
Yüce Allah o zaman:
Adem’e döndü, şöyle buyurdu.
-“ Ey Adem!
Eşyanın isimlerini meleklere anlat. Dedi.
Adem onların isimlerini onlara anlatınca: Ben size muhakkak semâvat ve arzda
görülmeyenleri (oralardaki sırları) bilirim.
Bundan da öte, gizli ve açıktaki yapmakta olduklarınızı da bilirim.
Dememiş miydim dedi. (Bakara 33)
Gökte uçan kuşların,
Yerde gezen hayvanların,
Kırda açan çiçeklerin,
Her ne varsa böceklerin adlarını say “ Dedi.
Adem Ata, söyleneni yaptı.
Saydı birer birer isimlerini.
O zaman melekler secde etti Adem’e!
………Muhabbetin güzeli,
………….Tattırmadı zevkini,
………………Tattırmadı İblis’e…
………………….Sakladı halvetinde.
……………….…….Ulvi muhabbetini.
………………………Öğretti birer birer,
…………………………Öğretti tam deminde,
……………………………Kaldırdı yokluğun peçesini,
………………………….......Melekler âleminde!
11
……………………...Şan verdi, şeref verdi!
………….…….Kıldı kendine yâr,
…………..Secde edin durmayın,
………..Siz de olun bahtiyar.
…….Melekler kapanırken,
….Emre uyup secdeye,
…………Gururuna kapılan,
……………….İblis oldu isyankâr.
-“Ben ateşim o toprak, secde etmem ki” dedi.
Cenab-ı Hak;
“ Hani biz Meleklere;
Adem’e secde edin demiştik te,
İblis’ten başkası secde etmişti ya, İblis büyüklüğe kapıldı.
Kâfirlerden oldu.” (Bakara 34)
Yaradan etti lânet, kör şeytanı haşladı,
“Haydi defol git” dedi!
Şeytan’ın düşmanlığı ta o zaman başladı.
Bu azarlamayı Yüce Rabbim, şöyle dile getiriyor:
-“Ey İblis !
Kendi kudret elimle yarattığıma,
Secde etmekten seni alıkoyan nedir?
Kibir ve büyüklük içinde misin ?
Yoksa kendini, yüce mi sanıyorsun.” (Sad 75)
Şeytan, işte o zaman, istedi ondan mühlet.
Ya Rabbim!
-“Ben ondan daha hayırlıyım,
Sen beni ateşten, onu ise balçıktan yarattın.” (Sad 76)
“…..Ne olur Ulu Tanrım,
……….İzin verirsen eğer,
……….……Kıyamete dek beklet.
..……….….….Neler neler yaparım,
…………….….... Yarattığın insana “
……………………Diye izin istedi..
………………….Yaradan izin verdi
………………..“Dilediğini yap” dedi.
……………. Onun bu kindar hali,
…………..Kıyamete dek sürecekti.
……..…Çilesi insanlığın, ta o zaman başladı…
Yüce ALLAH!
Hz. Adem’e:
Ey Adem! Sen ve eşin, beraberce cennete yerleşin.
Orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyin.
12
Sadece şu ağaca yaklaşmayın eğer bu ağaçtan yerseniz, her ikiniz de kendine kötülük eden
zalimlerden olursunuz dedik. (Bakara 35)
Adem, artık Cennetteydi.
Cennetin ne güzel yiyecekleri vardı.
Ağaçlar yemiş dolu, sular şırıl şırıl,
Kır bayır çiçek açmış,
Cenneti âlâ donatılmıştı.
Adem o billur sulardan içiyordu.
İçiyordu içmesine amma,
Kendi gibi, kendi cinsinden
Bir de yoldaşı olsaydı!
Onunla sohbet edip,
Otursaydı onunla….
Saçını okşayıp sevseydi onu,
Ne de güzel olurdu, değil mi?
HAVVA’NIN YARATILIŞI VE CENNETTEN KOVULMALARI
Açtı avucunu, “Ya Rab, Ey benim güzel Allah’ım!
Alnıma bir Nur verdin.
Beni sevindirdin.
Beni şerefe erdirdin.
Ne olur, bana acı beni Cennetinde yalnız bırakma.”dedi.
Yüce Allah duydu onu.
Duasını kabul etti.
Ey Adem;
-“Sana kendi cinsinden bir eş yaratacağım.”Dedi.
Adem, o kadar sevindi o kadar sevindi ki,
Sevincin yankıları içinde hayaller kurdu.
Sonunda derin bir uykuya daldı.
Tatlı rüyalar gördü.
Cennet’in bahçesini aydınlatan,
Aydınlatan ışıklarla gözlerini açtığında,
Yanı başında kendi gibi bir insan,
Bir insanı oturur buldu!
Ona gülümsüyor, ona bakıyordu.
Şimdiye kadar hiç görmediği,
Bir yaratıktı bu, bu bir kadındı!
-“Sen kimsin?
Adın ne senin?” Dedi.
Kadın yine gülümsedi!
-“Ben bir kadınım, adım nedir ben de bilmiyorum.” Dedi.
Adem kadına baktı, baktı uzun uzun!
13
Tepeden tırnağa süzdü. Sevindi.
Gönlünü bambaşka duygular sardı.
Konuştu, konuştu onunla!
-“Sen de benim gibi kımıldıyorsun,
Benim gibi bir hayat taşıyorsun.
Sen de bir insansın!
İnsansın tıpkı benim gibi!..”Dedi.
Ademin yanında bir kadın görünce:
Yetmiş bin Melek indi.
-“Ey Adem! Dediler.
Sen ki, çeşitli kuşların, çiçeklerin böceklerin ismini bildin.
Bunun da adını söyle! Kimdir bu?
Adem:
-“Bu bir kadın, Onun adı HAVVA’ dır dedi.
Yüce ALLAH:
İşte istediğin eşi sana verdim.
İkiniz Cennetimde yaşayın.
Gezin dolaşın. Kevser sularından için.
Yemişlerden toplayın. Nimetlerim sizindir.
Karnınızı doyurun. Hepsinden ağız tadı bulun.
“Ey Adem!
Sen karınla, cennette otur. “Orada ne varsa,
İstediğiniz kadar yiyin için Bol bol!
Amma Şu ağaca yaklaşmayın!..
Yoksa zalimlerden olursunuz!” (Bakara 35) Diye uyardı!...
“Ey Adem!
Doğrusu bu (Şeytan) senin ve eşinin düşmanıdır.
Sakın sizi cennetten çıkarmasın, yoksa bedbaht olursun.
Doğrusu cennette ne açlık hisseder, ne de çıplak kalırsın.
Orada ne susarsın, ne de güneşin sıcağında kalırsın.” (Ta-ha 117-119)
Uydu da kör şeytana, muhabbetin güzeli,
Uyduda ise şimdi, nasıl değer güz eli.
Yediler ikisi de, o meyveyi nedense!
Yediler, kırklar olsa, dinlemez her ne dense.
Eman etse bilemez, o mihrap kaç veraklı,
Emanetse uymasın, sen insana ver aklı!
Ey sadakat yolunda ayak direyenler,
Ey vefa yolunda sözünden dönmeyenler,
İmtiyaz şerefine ermek isteyenler,
Sizi biraz korku biraz açlık biraz mal, biraz canla,
Gözlerinizin nuru çocuklarınızla, Deneriz.
Korkun ahiret günü hesabından.
Yalan dünya şerrinden sakının.
14
Sabredin sabredenleri lütfumuzla ihya ederiz.
Deyiniz ki, biz ondan geldik yine ona döneriz.”(Bakara 155-157)
Hak yolunun yolcusu, musibetli zamanda,
Sabreder şeref bulur, yükselir başa geçer,
Zamanın mihenk taşı, boşa döndüğü anda,
Dünya denen şu handa, ömürler boşa geçer!
“ Ama şeytan ona vesvese verip,
Ey Adem!
Sana sonsuzluk ağacını, çökmesi olmayan saltanatı,
O saltanatı göstereyim mi? Diye kandırdı onları.
Bunun üzerine ikisi de ağacın meyvesinden yedi.
Ayıp yerleri görünüverdi.
Cennet yapraklarıyla örtünmeye çalıştılar.
Adem Rabbine baş kaldırdı ve yolunu şaşırdı. (Bakara 121)
Her aşkın tecellisi, başka ,başka görülür,
Kimi yakar yüreği, hiç sönmeyen har olur.
Ademle Havva olsa, cennetinden sürülür,
Doğduğuna bin pişman, dünya ona dar olur!
Kimisi mecnun olur, ayırmaz çölden gözü,
Her gördüğü bir Leylâ, yol eder dağı düzü,
Kimi aşkından sarhoş, unutur sazı sözü,
Görünce sevdiğini, muhabbeti var olur.
Kuru bir taneye harman gizleyen,
Sınırsız mucize güce hayranım.
Yılan zehirine derman gizleyen,
Sırların sahibi güce hayranım.
Çiçekten arıya polen toplatan,
Kovanda peteğe balı kaplatan,
Akrep kıskacına ağı saklatan,
Evrenin sahibi güce hayranım.
Kozada böceğe ipek sardıran,
Yumurta içinden kabuk kırdıran,
Direksiz yerleri göğü durduran,
Kudretin sahibi güce hayranım.
Zerreden kürreye yoktan var eden,
Gündüzün güneşi yakıp har eden,
Buharı bulutta yağmur kar eden,
Sırların sahibi güce hayranım.
15
Rivayet edilir ki;
İblisin haset damarları kabardı,
Kabardı amma sezdirmedi,
Sezdirmedi onlara!
Onlara dost edasıyla yaklaştı.
Yaklaşarak onlara,
Yasak meyveyi kandırarak yedirdi.
Yedirdi, Havva ile Adem’e!
O zaman sardı, sardı her ikisini de gaflet uykusu!....
Öyle mahcup oldular ki, uyanınca uykudan,
Mahcubiyetlerinden utandılar.
Utançlarından eydiler başlarını önlerine,
Utançlarından bakamadılar Rab’bil alemine!
Kızardı ikisinin de yüzleri !...
Şaşırdıkça şaştılar hayretler edip,
İzzet tahtında iken, sefaletin gayyasına uçtular.
Onlara şöyle dedi :
“Ben size bu ağaçtan yemenizi yasaklamadım mı?
Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylemedim mi? (Araf 22)
Kul Hak emrine uymayınca!
Kerem elbiseleri,
Soyuldu vücutlardan.
……Saraylarda gezerken,
….…..Melekler hizmet edip,
….….....Neşe sevinç duyarken….
………..….Uzanan iblis eli yıktı saraylarını.
.…….……..…Çıplandı vücutları,
.…..….………..…Utandılar kendi kendilerinden.
………………Ağaçlara koştular,
…..………..Yaklaştıkça, ağaçlar bile kaçtı, kaçtı onlardan.
……..Dünya denen çilehanenin kapısını açtılar.
…Her biri başka başka diyarlara uçtular.
İşte o zaman, Zat-ı Kibriya’dan yetişti şöyle hitap:
….“Ey Adem!..
…….Benden mi kaçıyorsun?
…….…Bu telaşın neden?”
--“Hayır, hayır kendimden kaçıyorum.
…..Utandım yaptığımdan, senden, yine sana kaçıyorum.”
İncir yaprağı, yetişti imdadına, Yaratanın emri ile, indiler dünya katına.
Kerem ufkundan belki bir lütuf, affın güneşi doğar diye……
Umutla bakındılar.
Niye?
Niye o kör şeytana kandılar.!.
16
Yüce Yaratan:
--“ Ey Adem!
Suçun büyüktür.
Sen artık, bu Cennet ilinde kalamazsın.
Sen, seni yarattığım balçık dünyaya ineceksin.
Orada sıkıntılar çekeceksiniz.
Güçlükler içinde çalışacak, kendi hayatınızı kendiniz kazanacaksınız.
Bir vakte kadar orada kalacaksınız.” Dedi.
“ Cennetten yere inin.
Kiminiz kiminize düşman olarak yere ulaşın.
Orada sizin için mekân tutacak bölgeler vardır.
Eceliniz gelene kadar orada kalacaksınız.” (Araf 24)
İnsan bu, hem cahil hem zalim bunu başka kim yapar,
Bir de o, çok şerefli bir varlık, olmasıyla övünür,
Hem de kör şeytana uyup, Allah yolundan sapar,
Kovulunca pişman olur acı acı dövünür.
Alemlerin Rabbinden özür diler, af diler.
Yaradanım! acı bana ne olur halim?
Ben aziz bir kul iken, şimdi acizim,
Kim ne derse desin, bizi İblis yaktı.
Ayıktık amma, çok geç,
Dikkat edin ey insanlar biz yandık ne olur siz yanmayın.
Her canlının sonu ölüm.
Elbet hesap verir bir gün.
Diyecekti ki, o anda dilinden “Bismillahirrahmanirrahim!”
Sözcükleri döküldü.
İşte o anda, haber getiren melek, yetişti ona,
Belki yine açılır merhamet kapıları sana.
Birazcık dur, bekle, bekle sen !
Belki besmelenin hatırına açılır sana kapılar,
Rahmet olur saçılır.”Dedi….
Bunun üzerine gaipten yeni bir ses ulaştı Cebrail’e.
“Niye? Adem’e mani oldun, sen niye?
Cebrail’den el cevap:
“--.Ya İlah-el alemin;
……………Adem seni, rahman ve rahim diye andı,
……….Rahman sensin, rahim yine sen!..
………Rahmet denizini aç,
..……Dalgalanıp inayet enginlerinde kabarsın,
……..Bu isyankâr kulunu elâ girdabından, selâmet kıyısına atsın.
17
………………………....Ümidini yeşertsin,
.…….….Gül bahçelerinde, keramet bulutları,
.………….….Üstüne rahmet yağmurları döksün.”
“--Ey Cebrail!
…..……Benim rahmetim sonsuz,
…..…..…….Sadece ona değil, herkes için geçerli.
..……………….Nefse özgü değil,
…..………….….….Sebat edip dayanan,
…………………..Ahiret âlemine yüz tuttuğu zaman,
…………..…Fâni dünyadan bu âleme geri dönen,
………….Tüm Adem evlâdına sığınak benim.
……Duaları duyan benim,
…Kim af diler İse affederim!
Affederim affederim!…..”
Senden başka var mı, var mı bir İlâh!..
Semavat’ü zemin, ediyor semah,
Affedersin kulu, işlese günah,
Yücelerden yücesin sen.
Öyle cömertsin ki, ayırmazsın kulunu,
Bağışlar, affeder düz eylersin yolunu.
Mutluluğa erdirir, hayr eylersin sonunu.
Görünmez bir, nicesin sen.
Âşk için âşık için, selâmet yurdu yok,
Aşk yolunda acı, keder çile çok,
Belâ yurdudur aşkın mekânı,
Aşıklar yaşar aşkı,
Tahammül yok ise ey gafil!
Lânet okuma selâmet yolunu seç…
.…….Zevk beklerken böyle aşktan,
…………….…Mutluluğu çoktan unut,
………………………Gerek yok fazla söze,
…………………………..Aşk yakar, aşk kavurur,
…………………………………...….Düşürür seni köze.
Muhabbetin gelini, nefsine cazip gelen,
Adem’e men edilen, o meyveye,
Cennetteki meyveye, sürmeyecekti elini.
İnsanoğlu, nedense meraklı,
Meraklı yasaklara!
Uyarsa kör şeytana, karıştırır o aklı.
Kör şeytandır mutlaka,
Saptırır insanları, çiğnetir yasakları!
18
Rivayet edilir ki:
Haram ağaç şeklinde, muhabbetin güzeli,
Cennet bahçelerinde, almıştı zulme ferman,
Hiç bir şeye değmedi, güzelin nurdan eli,
Bu âlemde kılmadı, ilâhi derde derman.
Bazen de çıktı arşa, göründü duman duman.
Tecelli etmek için, her sabah seher yeli,
Ademle Havva Ana, can bulduğu zaman.
Cennetin fezasında, eza yok dedi Rahman.
Alem şerefle doldu, görünce bu güzeli,
Gökte melekler bile, kaldılar ona hayran!
Adem cennette iken muhabbetin gelini,
Haram ağaç şeklinde, Ademe gösterildi
Ademin gönlü aktı, hayran kaldı güzele,
Muhabbetle ona baktı.
Kavuşmak arzusuyla, tutmak istedi eli…
Gitti eteğin tuttu.
Tutma dedi, tutma!
Harem dairesinin perde tutanı yasakladı elini.
Ey Adem!.
….Bu süslü gelinin elbisesi,
……Göz yaşı cevherinden.
……..Yakuttur yüzünün nuru.
…………O nuru sen iyi koru.
…………….Saklanmıştır çünkü o!
……Yaban elin gözünden.
…………Cennetin sarayında,
…….….…Buna çare bulunmaz.
….……..Tahammül edersen,
……….Süslenir dünya evi.
….….Nasip olur sana da,
..…Güzelin güzelliği.
Huduttur arş-ı alâ, gören gözün ferinde..
Nem dolu gözlerinin, göz yaşı cevherinde,
Sönmeyen aşk ateşi, alev alev yakuttur,
Dünyalık hiçbir cevher, bundan üstün değildir,
Niyazın göz yaşları, cevherden üstün gelir.
Huduttur arş-ı alâ, gören gözün ferinde..
Ateş saçan aşk âhı, sanma ki sönmez değil,
İlelebet sürmez ki, elbette sonu gelir.
Dünyalık hiçbir cevher, üstün değil bunu bil,
Nem dolu gözlerinin, göz yaşı cevherinde.
19
……..Sevmenin ehli isen, belâ okuna hedef!
……………….Hilkatin halvetinde muhabbet kandili yak!...
…………………....Yağan belâ yağmurundan koru!
…………………………Yaratılış bahçesinde sadakat fidanını sula.
………………Çok geçmeden görünür, felâket yolunun sonu,
………………………………..…Sıkıntı ateşiyle, parlat cilala onu!
Buyurdu Resulullah:
--“ Allah severse, belâya eyler duçar,
……….Böyle belâ ölçüsü, sevgidir sadakattir.
…………Yakmaz asla elini!..
…………….Mümin cefa çekmezse,
………………Bilemez cehennemin azap dolu halini.
Şu fani dünyanın, dayanılmaz ahına,
Mümin acı çekse de, yetişir dermanına,
Deva bulur elbette, dindirir sızısını,
Yaklaşırsa sabr ile, mutluluk dergâhına.,
………İnsan topluluğunda,
…………Hakka en yakın zümre olsa bile veremez asla haber.
…………….Rehber olmazsa ona, o yüce Peygamber.
Peygamberler, evliyâlar, erenler,
……………..Ona gönül verenler.
…………………Hiç karşılık beklemez.
………………….Hakka giden bu yolda.
Benim çektiğim çile,
……....Çilenin en hasıydı,
.……….…Dökülen göz yaşları,
………..….. Ayrılığın yasıydı.
…………….….Böyle göz yaşı dökenler,
…………………..Sanılır ki hep deli,
…………..…Çekmezdi benden başka,
………Ne bir aşık, ne de veli…”
Cenab-ı Allah,
İnsanların dünyadaki hallerini kaderlerini,
Ecelleri gelince ne olup biteceğini.
Şöyle haber veriyor kutsal kitabında:
“Yer yüzünde yaşarsınız takat bulur koşarsınız.
Orada ölür, oraya gömülürsünüz. Oradan çıkarılırsınız.” (Araf 25)
Adem bu sözleri duyunca;
Çok üzüntü duydu.
20
Demek ki Yüce Mevlâ,
Onları cennetten kovuyordu.
Kovuyordu ki yüreği burkuldu.
Ağladı, ağladı!
Havva da ağladı. Kanlı göz yaşı döktüler.
-EY ULU ALLAHIMIZ, YÜCE MEVLÂMIZ!
-“Yaptığımız işe çok pişmanız.
Bize acı, bize merhamet et!
Bizi bağışla!” diye dua ettiler.
Allah Onların duasını kabul etti.
Çünkü Allah; Esirgeyen, bağışlayan, tövbeleri kabul edendir!
Yetişir şeytan şerri, ona uyduğu anda!
Belâ çekmeyen insan, atamaz mutlu kadem,
Arkadaş olur belâ, ömür boyu zamanda,
Basınca ayağını, ham âleme şu Adem.
Ehl-i küfrün ezası, yüreğinde alır dem.
Bu dergâha yükselmek, son murattır o canda,
Mutluluk ancak budur, feyizle feza kerem.
Gönüllere nur dolar, nur gözüyle ister görem!
Onunla şeref bulur, ona kavuştuğu anda,
Dileği ancak budur, feyizle canım verem!
Cennet meclisinde,
Felâh bulmaz kanlı göz.
Dünya evinin malı,
Gelinin güzel yüzü, gelinliğin süsü,
Güzelliğin son örtüsü şu fani dünyaya öz!
Çaresiz kalan Adem Ata,
neler yapacağını bilmiyordu!
Kavuşmak arzusuyla,
Cennet evinden, istemeyerek çıktı.
Dünyanın çile, dolu evini seçti.
Sevgi hevesi tutu Havva’nın eteğini…
O anda bir nida yetişti!
Ey Adem!
- “Havva’dan uzaklaş feragat yurduna geç,
Belagatin baş köşesine otur.
Hicran aleminde dur.
21
YER YÜZÜ HAYATLARI
Adem, Serendip Adasına, Havva ise Cidde ye indirildi.
Ey rahatı seven insan, kederle arkadaş ol!
Neş’e demini bırak, ah ile vah ile yoldaş ol,
Vuslatı gördün, gördün ey tecrübe sahibi,
Biraz daha yaklaş da, ayrılığa sırdaş ol.”
………Artık gam rüzgârı esti!
……………Yeniden buluşmanın, umut bağını kesti.
……………….Ayrılan sevgililer, bin bir belâya düştü,
………………….…Her an çekilen çile, arş-ı âlâyı aştı.
………………..Bu ne iştir ne hikmettir!
…………….Eşi eşten ayırdı.
………….Cefa çeken aşığı, çile ile doyurdu.
……………..Rabbin izni ile, Cebrail Ona yoldaştı,
………Adem ile söyleşti, acısını paylaştı.
Adem,
Cennetten yere inerken,
Buğday ile, Hacer-ül Esvet taşını,
Çiçekleri, yaprakları getirdi.
Cebrail ona, ekin ekmeyi ve biçmeyi,
Buğdayı öğütüp, ekmek yapmayı öğretti.
………….Adem unutmadı cenneti, Havva’dan da söz açtı.
Sordu arkadaşı Cebrail’e;
--.“Nerededir ey Cebrail! Şimdi nerede Havva?”
Cebrail, Hint denizi kenarını, kendine mesken etti.
Vuslat özlemiyle gece gündüz yaş döktü.
Ah çekti, eyvah çekti.
Yaptığına bin pişman söylendi kendi kendine!
“Ey sevgilim!
Ey Adem!
Aç mısın, açık mısın?
Uyur musun, uyanık mı?
Benim gibi senin de,
Acep bağrın yanık mı?” Diye figan eyledi.
Daldığı bu âlemden, Adem Ata uyandı.
…………....Bir kayaya dayandı.
…………………Öyle bir bağırdı ki,
……………………Yerler gökler inledi.
………………………Avazı sardı cihanı,
………………………….Titretti, hatta Cebrail’i!…
22
Sordu ona Cebrail:
----Ey Adem, bu ne haldir?
Ne hikmettir?
Anlattı hallerini, anlattı bir bir.
Cebrail de üzüldü, Rahmanına yalvardı!....
---Ya Rab!...
……..Bu çaresiz kuluna acı,
…..Ümit bahçesine, yardım rüzgârını gönder.
………..Esme vakti geldi.
……O rüzgârla açılsın dilek goncası.
………Aşığın ateş saçan ahı, sönmez değil,
…………Her gamın sonu vardır,
……………………Hakk’ın sözüne eğil.
Adem şöyle diyordu Rabbine:
Ya
Rabbi!..
Muhammed
Mustafa’nın
Adını gördüm.
Arşın direğinde!..
İsmin yanı başında!
Anladım ki, ondan üstün
Yaratılan yok şu alemde.
Sarıldım o direğe, döndüm,
Döndüm, sana döndüm yalvardım!
Muhammed Mustafa’nın, görün nuru serini,
Hatem-ül Enbiyanın, görün arşta yerini,
Onun nuru kandildir, aydınlatır âlemi,
Şefaati kurtarır, her günahkâr ademi.
“—Ey Rabbim!
Muhammed Mustafa’nın hakkı için kabul eyle tövbemi!..”
Açılan eli, edilen duayı kabul etmez mi Rahman?
Ademin tövbesini, kabul etti yaratan.
Şu üç nesneden ötürü;
….…..Biri haya, (haya=edep)
………….Biri buka, ( buka = göz yaşı)
………………Biri dua, (Dua = yakarış)
Durmadan karış karış kızgın çölleri gezdi,
Ağladı senelerce bakamadı semaya,
Göz süzemedi etrafa, bağladı onu haya.
23
…..Doğmadı üzerine ışıyan hiçbir güneş!
….…..Göz yaşları sel oldu,
…………Dicle ve Fırat’a eş.
………….…İçtiler tüm canlılar,
……..………….Hem uçan kuşlar içti,
Dediler ki:
---“Bu suyun lezzeti ne kadar hoş.
Sanki şerbet tadında!..”
……Alındı Adem bundan,
……….Alay edildi sandı.
……………“Ey Rabbim!
…..…………..Bu tuzlu gözyaşıdır,
…………………….Nasıl tatlı olur ki?”
Sonunda buluşturdu Adem ile Havva’yı!..
…….Ey ADEM!
“….…..…Hiçbir cevher üstün değil,
..……………Ehli niyazın secde eden başından,
…….………….Hiçbir şerbet, tatlı değil,
…………Özden akan, tertemiz göz yaşından.”
…………Öyle eşsiz bir cevher,
………………Kaynağı gözdür onun,
………………….Asla toprakta kalmaz,
…………..Dergâhımda olan cevher,
……..Hakir olmaz zeval bulmaz.
.....Hiçbir tat, hiçbir lezzet,
…..…Üstün olmaz ki ondan,
…………Öz yürekten dökülür o,
….…………Yenmez asla tadından.
Bu öyle bir cevher ki, ıslak gözdedir yeri,
Gözyaşının incisi, biçilmez ki değeri!...
Adem Ata!
İnsanlığın başlangıcı, nadide bir inci.
Adem Ata ilk Peygamber,
Peygamber halkasında birinci,
On suhuf’la şereflendi,
İlk Peygamberimsin dedi!....
Rivayet odur ki;
Havva, Şeytanın aldatışı ile yediği meyveyi hatırladı.
Ey Adem!
-“Ne de güzeldi o yediğimiz meyve” Dedi.
24
Adem;
-“Öyle çok güzeldi ey Havva!”
Ama, Yüce Allah;
Onu yedik diye bizi, Cennetinden kovdu.
--Ey Havva’m, ey eşim, ey yoldaşım,
O meyveyi yedikten sonra,
Ben seni bir başka görüyorum.
Sana karşı bir istek duyuyorum.
Sen bana yasak ağacın yasak meyvelerini hatırlatıyorsun.
Havva;
-“Ey Adem!
Yüce Mevlâ, bizi bir daha ne o ağaca yaklaştırsın!
Ne de o yasak meyveden yedirsin.”
Diye konuşurlarken!
Karşı akar sudan su içmeye gelen,
Bir ceylan gördüler.
Adem:
-Vuracağım bu hayvanı ben dedi.
Bir taş aldı.
Vurdu o ceylanı.
Keskin bir taş parçası ile boğazladı.
Derisini yüzdü.
Eti ile karınlarını doyurdular.
Deriyi ikiye böldü.
Bir parçasını verdi Havaya.
Göbeğini örten incir yapraklarını at.
Bununla ört göbeğini dedi.
Havva sardı deriyi, göbeğinin altına.
Öbür parçayı da Adem sardı.
Adem, Havaya aşk dolu bir nazar attı.
Ağaçların dalındaki, gaga gagaya vermiş,
Güvercinlere baktı. Baktı iç geçirdi!
Uzakta iki kaplan gördüler.
Onlar da sevişiyor, cilveleşiyordu..
Dahası iki fil gördüler aynı vaziyette,
Ateşli bakışlarla birbirlerine bakıyor,
Yavruları da onların arkasında koşup oynuyorlardı.
Kumrular dem çekiyordu.
Adem;
Bizimde böyle çocuklarımız olacak mı acaba dedi?
Havva kızardı yüzünü yere eğdi.
--Bilmem dedi.
25
Adem:
Sen Cennetteki meyveyi avuçlarına almış,
Onu dalından koparmıştın,
Ondan yediğin gibi, bana da yedirmiştin.
Diye aşk dolu gözlerle bakıyordu Havaya!
İlk Aşk’ın doğuşu ve Çocukları
Aralarında ilk aşk doğuyordu!
İlk aşk doğuyordu o anda,
Uzayıp giden zamanda.
Onlar sonsuza dek yaşamayacaktı.
Yaşamayacaktı amma,
Aşk gözlerden gözlere,
Süzüle, süzüle, oğullardan kızlara,
Ebediyete kadar, akıp gidecekti.
Güneşin sıcaklığı,
Yakıyordu etrafı,
Aşk’ın ateşi de yaktı,
Hem Adem hem Havayı.
Ceylanlar, kurtlar kuşlar örnek oldu onlara.
Analık duygusunu, aşıladı Havaya.
Sustu Adem,
Gözlerinin içine baktı,
Yüce Allah beni sana,
Seni bana eş olarak yarattı.
Onun için bizi bu dünyaya bıraktı.
O anda Cebrail;
Elinde bir sandıkla Adem’e göründü.
-“Bunu sana Allah gönderdi.
Senin oğulların olacak,
Yer yüzünde üreyecek,
Sen onların peygamberi olacaksın.
Senden sonra gelecek kavimlerin,
Nebileri bu sandıkta görülecek..” Dedi.
Bu sandığın uzunluğu üç kulaç, genişliği iki kulaç,
Şimşir ağacından yapılmış idi.
Üstü altın suyu ile kaplı,
İçinde Adem oğullarının Nebilerinin yüzü vardı.
“Alâmet size sandığın gelmesi olacak.” (Bakara 248 )
Bu sandık,Ademin ölümüne kadar,
Onun yanında kaldı.
26
Sonra oğlu ŞİT,
Ondan Nuh’a geçti.
Tufanda onu Kâbe muhafaza etti.
Sonra, İbrahim, İsmail’e,
Ondan da Yakup A.S. a geçti.
Bu geçişler Melek vasıtası ile oluyordu.
O sandığı melekler taşıyordu!...
Bu sandık ak inciden yapılmıştı.
Kızıl altınla işlenmiş kapağı vardı.
Anahtarı Peygamberlerin eli olacaktı.
Hak peygamberlerden başka,
Kimse bu sandığı açamazdı.
Adem sandıktaki bir surete baktı.
Bu Davut’tu.
Birden gönlüne,
Dağ taş dolaşırken eşine okuyacağı,
Türkünün nağmeleri geldi.
Havva’ya bak dedi.
İçimden bir ses geliyor,
Bir gün evladımız olacağı müjdesini alacağım.
Bunlar birbirlerinin gözlerine bakacak,
Şöyle diyecekler.
“Bak kumrunun sesi işitiliyor,
İncir ağacı tomurcuklanıyor,
Asmalar çiçekleniyor,
Güzel kokular saçmakta otlar!
Sevgilim güzelim, kalk ta gel.
Ey kaya kovuklarında,
Uçurumun kıyısında olan güvercinim benim.
Boyunu posunu göster bana,
İşittir bana sesini!
Çünkü sesin tatlı, boyun posun güzeldir senin.”
(Tevrat, Türküler Türküsü bölüm 2 den)
Adem;
Bilemediği bir iç güdü ile söylüyordu bunları.
Havva bir hoş oldu!
Oğullarının bir türküsü, ona nasıl ilham oluyordu.
Baygınlaştı Havva…
Bu torunlarının türküsü.
Belki de yasak bir şarkı!..
Adem de içindeki sesi cevapladı.
27
Olsun!
Torunlarım,
Sevgililerini böyle çağıracaklarsa!...
O türküyü ben şimdi,
Şu kayaların dibinde,
Havva’ma söylerim dedi.
Başladı söylemeye!
“Gel sevgilim, çıkalım kıra,..
Asma ağacı tomurcuklarını verdi mi?
Çiçeği de açıldı mı?
Şurada sevgimi sana bildireyim!
Büyük ve geniş yapraklı çiçekler,
Kokular saçıyor!..
Bak kapımızın önünde,
Her çeşitten taze ve kuru meyve var.
Onları ye sevgilim, ben senin için sakladım.”
(Tevrat: Türküler türküsü, bölüm 7 den)
Hz. Adem, Havva için sakladığı meyvelerden getirdi.
Birbirinin dudaklarına götürerek meyvelerden yediler.
Birbirlerini saniye saniye, dakika, dakika özlüyorlardı.
Birbirinin olmak istiyorlardı.
İşte aşk böyle bir şeydi.
Sevineyim,
Sevinelim Havvam benim.
Senin adını terennüm edeyim.
Kızlarımın kızlarının kızlarından birinin,
İçime doğan bir türküsünü söyleyeyim!
Bak sana dinle diyordu!....
“Beni yüreğinin üstüne,
Bir mühür gibi vur!
Kolunun üstüne yatır,
Çünkü sevgi ölüm kadar kuvvetlidir.
Yat kolumun üstüne,
Uyutayım ben seni.
Bir yüzük ya da vurduğun mühür gibi…”
Onu mağaranın içine çekti.
Cennetten kovulan kadın,
Şimdi yatıyordu kollarında Adem’in !,,
Adem, gözlerini baygınlaştırırken,
Mağaranın kapısında uçan kuşlara,
Sevgilim istemedikçe uyandırmayın siz onu,
Rahat uyusun tatlı rüyalar görsün. Diyordu!
28
Kitabı Mukaddes’in,
Tekvin bölümünde şöyle anlatır bu olay:
“Ve Adem karısı Havvayı bildi.
Gebe kalıp Kaini (Kabili) doğurdu.
-Rabbin yardımı ile bir adam kazandım dedi.
Ve yine kardeşi Habil’i doğurdu.
Habil koyun çobanı, Kabilse çiftçi oldu.
Havva Anamız,
Habil’e gebe kaldığı zaman,
Onun ikizi olan bir kıza da gebe idi.
Günden güne daha da güzelleşti.
Dokuz ayın sonunda bir kız bir de oğlan doğurdu.
Oğlana Kabil,
Kıza ise İklima adını verdiler.
Adem çok sevinçliydi.
İşte önlerinde dolaşan hayvanların,
Uçuşan kuşların,
Kumruların nasıl yavruları varsa,
Onların da çocukları vardı!..
Ama onların rızkını temin için,
Ava gittiğinde, Havva’sından ayrılacağına üzülüyordu.
Ama olsun ne ziyanı vardı!
Ot lifleriyle yaptığı sapanını alır,
Her sabah ava çıkar av avlar, kuş vurur,
Meyve toplardı.
Akşam olup da dönünce,
Çocuklarına ve Havva’sına kavuşurdu.
Yıllar kovaladıkça yılları aile çoğalıyor,
Doğanlar büyüyordu.
Sevgililer sevdiğine şiirler söylüyordu.
Adem oğullarının, sevgililerine söyleyeceği şiirleri,
İlhamlanarak Adem söylüyordu.
Rivayete göre;
Bunlar ta ezelden yazılmıştı.
Davut A.S. kırlarda söyleyip durmuştu.
(Tevrat’ta bunlara MEZMURLAR denilmektedir.)
“ Ey sevgilim, ne güzelsin sen.
İşte çok güzelsin,
Yüz örtünün altında gözlerin,
Sanki bir çift güvercin!
29
Saçların karşı dağda yatan keçi sürüsü!
Dudakların kırmızı iplik,
Söyleyişin ne güzel!
Yanakların saçlarının örtüsü altında nar parçası…
Ey sevgilim!
Sen, baştan başa güzelsin,
Sende hiçbir kusur yok.
Sende kusur aranır mı?”
Havva gözlerini sevinçle yere indiriyor,
Sana dizi, dizi oğullar, kızlar veririm.
Onları da evlendiririz.
Torunlarımız doğar diyordu.
Bana güzel türküler söylüyorsun.
Ben de sana söyleyeyim!
Dinle beni, dinle!
--“Sen gidiyorsun,
Ben kalıyorum evimizde,
Ben uyurum, amma kalbim uyanık.
Bir ses duyarım,
Sevgilimin sesidir derim.
Mağaranın kapısını çalıyor işte…
Çalıyor ve bana diyor ki:
-Ey sevgilim!
Ey güvercinim!
Ey güzelim benim!
Kapıyı aç bana,
Başımda çiğ damlası,
Saçlarımda çiğ dolu.
Yıllar kovaladı yılları,
Hazreti Adem’in alnındaki,
Nur-u Muhammedî,
O peygamberlik nuru,
Halâ kendisinde parlıyordu.
Demek ki bunca yıldır halâ temiz ve de asil, bir evlâdı gelmemişti dünyaya!
Gelmemişti ki, Yüce Allah ile olan akdini,
Tertemiz rahme düşürüp, o evlâda emanet edememişti…
Bu yüzden merak içindeydi Adem!
Kendisinden sonra kim?
Kim di doğru yol’a götürecek olan!
Nur-u Muhammedînin sahibi kimdi?
30
Kim olacaktı sahibi?
Kimin alnında parlayacaktı bu kutsal Nur?
Yüz otuzuncu yaşındaydı Adem.
Cebrail, indi yer yüzüne!
Elinde önceleri getirdiği o süslü sandık vardı.
Bu sandığı görünce Adem!
-“Ey Cebrail dedi,
Bu sandığı yeniden mi getirdin?
Ak inciden yapılmış bu sandığa bakıyordu hayretle.
Evet dedi Cebrail, bunu sana Allah gönderdi.
Bakınca bunun içine orada göreceksin peygamberleri!
Devam ederek dedi ki;
-Bu sandık, sana, bütün dünyayı,
Hatta bütün kâinatı gösteren cam gibidir.
Yüzlerini göreceksin gelecek peygamberlerin
Onların alınlarında isimleri yazılı!
Bak onlara!...
Kim ne zaman gelecek?
Hepsinin sırasını, mertebesini,
Derecesini göreceksin orada!
Ey Cebrail!
Aç şu sandığı göreyim,
Göreyim dediklerini!
Ey Adem!
-O sandığı açma iznim yok!
Onu sen açacaksın,
Onun anahtarı sende senin parmaklarında!
Senden sonra gelecek olan Peygamberlere verilmiştir.
Bu sandığa ne zaman el sürerlerse hemen açılacaktır.” Dedi.
Bunun üzerine Adem, Allah’ın adıyla deyip,
Sandığa el uzattı ve onu açtı.
Merakla baktı içine!
Baktı, baktı şaştı kaldı!...
Yüce Allah!
Kendisinden sonra gelecekleri gösteriyordu!
İşte Şit, İdris, Nuh, İbrahim, İsmail ve de diğerleri…
Ve, ve de, Muhammed Mustafa !...
Dedi ki Cebrail’e;
-Demek ki alnımdaki Nur’un sahibi,
En sonunda Muhammed Mustafa olacak?
Ve de peygamberlik, onunla son bulacak!..
31
--Evet dedi Cebrail, o son olacak,
Amma senden sonra oğlun Şit, Hak peygamber olacak!
Küçük ailede iş bölümü vardı.
Sabahın altın ışıkları kulübeye vurunca,
Erkekler çıkıyor, Havva evde kalıyordu.
O, çocuklarıyla ilgileniyor.
Onlarla oyalanıyor,
Oğulların şapırdayan ağzını,
Kızlarının nazını zevkle dinliyor,
Dinliyordu!
Akşam olunca, Adem Ata avladıklarını getirir.
Kabil meyve hevenkleriyle,
Habil süt kaplarıyla dönerdi!
Habil ile Kabil büyürken,
Gönüllerinde kız kardeşlerine karşı,
Sevgileri de büyüyordu.
Adem Ata; Her erkek kendisiyle doğmayan,
Bir kızla evlensin dedi.
Kabil’e döndü,
Ey Kabil!
Sen, seninle aynı karında yatan,
İKLİMA’dan başkasını seç dedi.
Kabil bu söze sevinmedi!
O, İklima’yı seviyordu.
Ben dedi ben! İklima’yı seviyorum.
Onunla evleneceğim.
Adem;
--Dur, dur acele etme, bu niyetini,
Hele bir soralım Allah’a !...
Kabil ses çıkarmadı.
Fakat gönlünden gelen ses,
İklima, İklima, İklima diyordu!
Günlerden bir gün;
Adem, iki oğlunu aldı karşısına,
Onlara şöyle dedi:
- “Oğullarım!
Allahımız ben kuluna ve size, bol bol ihsanlar sunuyor.
Bol bol armağanlar, ağaçlarımızda yemişler,
Tarlalarımızda ekinler,
Ağıllarımızda sütlü hayvanlar veriyor.
İkinizde delikanlı oldunuz.
32
İkinizde Allah’ımıza,
Şükür edasında bulunmalısınız.
Sonra da aynı karında bulunmadığınız bir kızla evlenmelisiniz.” Dedi.
İLK CİNAYET
Kabil:
-Baba dedi.
Ben anamın karnında,
Benimle birlikte olan,
İklima ile evlenmek istiyorum.
Adem:
-Oğlum daha önce de söyledim.
Rabbimiz aynı karında yatanların
Evlenmelerine izin vermiyor. Dedi.
Annen daima bir batında,
Bir kızla bir erkek doğuruyor.
Bir batında doğan erkek,
Başka batında doğan kızla evlenebilir.
Bu Yüce Allah’tan aldığım bir emirdir. Dedi.
Kabil!
-Ben İklima’yı istiyorum baba dedi.
Çünkü İklima, Habil ile birlikte doğan kızdan,
Daha güzeldi.
Kıskançlık…
Ah kıskançlık!
Cana ızdırap salan,
Kabil’i çileden çıkaran,
Kıskançlık!
Adem’i perişan kılan.
Hep o kıskançlık!
Adem;
-O halde Hak Tealâya,
Şükür duasında bulunun.
Ona sunumlar yapın!
Kimin sunumu kabul görürse,
O haklı çıkar.
İklima onun olur. Dedi.
Kabil sordu:
-Baba !
Yüce Rabbe karşı şükrümüzü,
Nasıl eda edeceğiz?
Sen bize onu öğretsene dedi.
33
Adem:
-Oğlum,
Dağlar kırlar,
Allah’ın yarattıklarıyla dolu.
Topladığınız ürünlerden,
Yiyeceklerden yanınıza alınız.
Karşı dağın tepesine çıkınız.
Oraya bunları bırakınız.
Sonra deyiniz ki;
Ey bizim Allah’ımız!
Bize verdiğin yiyeceklere, içeceklere,
Armağan ve ihsanlarına şükürler olsun!
Allah şükrünüzün kabulünü,
Size bir ateşle bildirecektir.
Habil bu öğüde çok sevindi.
Kabil ise homurdandı!
Birinin yüreği temiz,
Kendisi inançlı bir delikanlı,
Ötekinin yüreği kara,
Hem de kap kara bir delikanlı idi.
Şöyle dedi kendi kendine!
-Çok güçlük içinde,
Alın teri akıtarak,
Tırnağımla kazıyarak elde ettiğim şeyi,
Niçin?
Niçin? Dağ başına bırakacakmışım?
Neden kurda kuzuya,
Neden uçan kuşa verecekmişim?
Bu el emeğim benim! Dedi!...
Dedi demesine amma, Babası bunları duymadı.
Ayrıldılar babalarından,
Şükran hediyelerini seçmeye gittiler.
Habil doğruca ağılına koştu,
Sütlü inek ve koyunlar içinden,
En gürbüz, en güzel,
En semiz bir koç seçti.
Karşı tepeye götürdü.
-Ey Yüce Allah’ım,
Sana şükürler olsun,
Senin rızan için sana,
Bu kurbanı sunuyorum.
34
Sen bize yiyecek, içecek ihsan ettin.
Sen de benden bunu kabul eyle!
Diye dua etti.
Dağın tepesinde kesti kurbanını,
Bıraktı döndü evine…
Ağabeyi Kabil ise;
Meyve ve ürün ambarına gitti,
Nerede çürük çarık meyve,
Nerede kurtlanmış ekin varsa,
Aldı onları sırtına,
Karşı tepeye tırmanmaya başladı.
Gönülsüz olduğundan mı nedir!
O kadar yoruldu ki,
Kan ter içinde kaldı!
Zar zor ulaştı tepeye!..
Dua bile etmeden,
Allah’a şükür etmeden,
Bıraktı sırtındakileri,
O da döndü evine!...
O gece, Habil de bir ferahlık bir huzur,
Bir gönül rahatlığı vardı. Uçacaktı nerdeyse!..
Kabilde ise, bir sıkıntı, bir üzüntü,
Bir karamsarlık vardı ki, sorma gitsin!..
Kara yüreği bu üzüntülerle iyice karardı gitti.
Sabah olunca babaları;
-Sevgili çocuklarım!
Kalkın gidelim bakalım tepeye,
Bakalım hediyeler kabul mü?
Yoksa ret mi olmuş?
Birlikte gittiler.
Dağa vardıklarında, Habil’in kurbanını kestiği yerde,
Kurbanı yoktu!
Amma yerinde bir ateş yanıyordu!
-Ey Rabbim!
Sana şükürler olsun!
Demek ki kurbanımı kabul buyurdun dedi. Habil!
Yine şükretti.
Kabil de baktı bıraktıklarına, onlara el değmemiş,
Hiçbiri kurda kuşa yem olmamıştı!
35
Yerinde bir ateş de yanmıyordu.
Hediyesinin kabul olmadığını anladı.
Kardeşi Habil’i kıskandı.
Kara yüreği, daha da karardı.
Haset ateşi bağrını sardı.
Ona kızdı,
Öfke bürüdü, yüreği yandı!
O kızgınlıkla, döndü babasına,
-Baba, baba dedi,
Sen Habil için dua ettin,
Allah da onun sungusunu kabul etti.
Benim için dua etmedin benimkini reddetti!..
Hayır dedi babası, hayır oğlum!
Allah onun hediyesini kabul etti.
Çünkü kardeşin,
Elinde olanların en iyisini,
En semizini,
En çok sevdiğini verdi.
Yüreğini temiz tuttu. Yüce Allah’ına şükretti.
Sen ne yaptın?
Yüce Allah’ın, sana verdiklerinin en kötüsünü ayırdın.
Dua etmedin.
Dileğin iyi değildi,
Allah şükran hediyesinin,
En iyisini kabul eder dedi.
Buna iyice kızan Kabil,
Dağın tepesinden inip kaçmak istedi.
Tam bu sırada, Yüce Rabbin sesini duydu sanki;
- Ey Kabil, niçin yüzün asık,
İyi harekette bulunmazsan bil ki, günah kapında…
Pusuya yatmış seni bekliyor.
Öfkene hakim ol, diyordu.
Kabil’in gözleri, kardeşi Habil’i aradı.
O çoktan inmeye başlamıştı..
Arkasından:
-Ben sana gösteririm!
Hem Allah’ın hem de babamın yanında,
Bana üstün olmak nasılmış!..
Allah’ın yanında sunumunun kabulünü, gösteririm ben sana!...
Diye tehditler savura, savura o da arkasından inmeye başladı.
Bir türlü öfkesi dinmiyor kendine bir türlü,
Suç konduramıyordu!
36
Durmadan görürsün sen!
Sana göstereceğim,
Göstereceğim dünya kaç köşe,
Deyip duruyordu!....
Sonunda kayalıklardaki eve döndü.
Pöstekisinin üstüne uzandı.
Uzandı uzanmasına,
Gözlerini kapatıp,
Uyumak istiyordu amma,
Ne gezer!....
Kafası öfkeden zonkluyor,
Göz kapakları gerilmiş,
Kavuşmuyordu birbirine,
Yüreği yüreğine sığmıyor,
Düşüncelerine gem vuramıyordu.
Boşanmış tay gibi, başın alıp gitmek istiyor,
Kükrüyordu ki, birden bir ses duydu sanki!
Diyordu ki bu ses!
ÖLDÜÜÜÜÜR! ÖLDÜR ONU!
Öldür HABİL’İ !…….
Sahi neden öldürmemişti onu!
Öldürseydi şimdi rahat uyurdu.
Gözlerini kırptı,
Göz kapaklarını kapattı,
Ne gezer bir türlü uyuyamıyordu!
Uyku tutmuyordu onu!
İki de bir o ses,
Öldür onu diyordu!...
Hele bir sabah olsun,
Gün ışısın yıldızlar sönsün,
Göstereceğim ona diyordu. Kendi kendine…..
Nihayet beklenen an geldi.
Gün ışıdı,
Hava aydınlandı,
Yıldızlar söndü.
Çıktı evinden Kabil, vadiye indi.
Yine aynı ses çınlıyordu kulağında,
Öldür onu!...
Anasını babasını cennetten kovduran,
Kör şeytan, ona da musallat olmuştu.
37
Birden bire deli gibi koşmaya başladı.
Habil’i görmüştü.
Bağırdı arkasından,
Şimşek gibi bir sesle!
Ey Habiiiil ,
Habiiiill dur!
Habil durdu,
-Ne var dedi.
Dur seni öldüreceğim dedi.
Bu ani karara şaşırdı.
-Neden öldüreceksin beni dedi?
Kabil;
-Onu sen daha iyi bilirsin
Bir de soruyorsun!
Babamın benden çok sevgisini,
Kazanan sensin.
Yüce Allah,
Senin sunumunu kabul ediyor,
Benimkini ret!..
Onun için seni öldürmeliyim!
Diye tekrarladı kararını.
Habil bu sözlere şaşırdı.
-Ey kardeşim!
Beni öldürmekle eline ne geçecek?
Babam sanki daha çok mu sevecek?
Allah’ın sana olan gazabı,
Daha da artmayacak mı?
Bu sözler,
Kabili daha da öfkelendirdi.
Gözleri döndü.
Yırtıcı bir kuş misali atladı üstüne,
Boğazına sarıldı.
Benim dileğim;
-Senden kurtulmak,
Yüreğimi rahatlatmak
Seni kıskanıyorum.
Kıskançlık ateşleri beni yakıyor.
Artık dayanacak gücüm kalmadı.
Diye bas bas bağırıyordu.
Habil şunu bil ki;
Beni öldürsen de, benden kurtulamazsın!
Rahat yüzü görmezsin.
Gel yapma böyle bir delilik dedi.
38
Onu öldüreceğine ihtimal vermiyordu.
İnanamıyordu böyle bir şeye…
Kur’anda Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“ Kabil kardeşine; Seni mutlak öldüreceğim dedi.
Kardeşi Habil de ona;
Allah ancak doğruların, sakınanların,
Kurbanını kabul eder.” (Maide 27)
“Beni öldürmek için elini uzatsan da,
Ben seni öldürmek için,
Elimi sana uzatacak değilim!
Ben, alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.
Dilerim ki, sen benim günahımı da,
Kendi günahını da yüklenip,
Cehennem ateşinin dostlarından olursun.
Zaten zalimlerin cezası budur.” (Maide 28-29)
Kabil sordu:
-Demek elini kana bulamazsın?
Elbette dedi Habil.
-Neden?
-Söyledim sana,
Ben dünyaların Rabbi olan,
ALLAH’ dan korkarım da ondan!
O anda görünmeyen şeytan,
Yine kulağına fısıldıyordu.
Öldür!
Öldür Habil’i!
Öldür ki, yüreğin ferahlasın.
Öldür ki, öfke şimşekleri sönsün!
Öldür Habil’i! Diyordu.
Yerden bir taş aldı,
Bütün öfke ve gücüyle,
Habil’in kafasına indirdi.
Yüce Allah:
“Sonunda Kabil nefsine uydu,
Kardeşi Habil’i öldürmeye kalkıştı.
Onu öldürdü.
Böylece hüsrana uğrayanlardan oldu.”(Maide 30)
Şu aşk’ın kıskacında, zamanın belâsından,
Yola çıktım dünyanın, mihnetli odasından,
Nasıl avare kılsın, daim dönen şu devran,
Gönlüm nasıl el çeksin, cihanın cefasından.
39
Kocaman kaya parçası,
Bir anda Habil’in başını parçaladı.
Beyni aktı.
Kabil dünyanın ilk katili olurken,
Habil de ilk ölen insan oldu.
Ne yapacağını şaşırdı.
Yol kıyısında iki karga gördü.
Biri ölü biri diriydi.
Kabil baktı onlara!...
Rabbim şöyle buyuruyor:
“Sonra Allah bir karga gönderdi.
Kabil’e, kardeşinin cesedini,
Nasıl örteceğini gösterdi. (Baktı kargaya)
Karga toprağı eşelemeye başladı.
Kabil, bana yazıklar olsun,
Ben karga kadar olamadım.
Kardeşimin cesedini örtemedim.Dedi.
Artık o, nedamete düşenler arasına katılmıştı.”(Maide 31)
Bu durumdan haberdar olan,
Baba Adem’in yüreği yandı.
İçi içine sığmaz oldu.
Tıkanacaktı sanki.
Kabili aradı buldu.
Kardeşini mi öldürdün?
Katil mi oldun?
Bu soruyu,
Canlı cansız her şey,
Soruyordu sanki!...
Kabil kaçtı,
Kaçtı her şeyden,
O sesleri duymamak için ,
Kulaklarını tıkadı,
Tıkadı tıkamasına da,
Kurtulamadı.
O sesler kulaklarında çınlıyordu.
Babası ona bed dua okumaya başladı.
Sen de ölünceye kadar rahat yüzü görme.
Sen kardeş katilisin.
Önüne felâket kapıları açtın!
Gördüğün her yaratık, dağ taş, dereler çağlayanlar,
Sana, Kaaatill! Kaaatillll! Kardeş katiliiii!
Diye bağırsın dursun!
40
Kabil soluk soluğa durdu.
Döndü babasına baktı.
Yine yüreğini bir öfke sarmıştı.
Bütün canlılara,
Rüzgâra ağaçlara kızıyordu.
Yüce Allah’tan bir ses duydu.
Sen ne iş işledin ki, kardeşinin kanı,
Toprağın içinden bana sesleniyor!
İşte şimdi sen toprak tarafından lânetlendin!
O toprak ki, kardeşinin kanını,
Senin elinden almak için ağzını açmıştı.
Artık o toprağı ekip biçtiğin zaman,
Sana bol bereketini vermeyecektir.
Bundan sonra da, bir kaçak,
Başı boş birisi olacaksın!
Ağzını açmış yer,
Sana lânet okuyor dediği zaman,
Kabil nedamet içinde,
Ey Yüce Rabbim dedi:
-Biliyorum günahım büyük,
Hem de bağışlanmayacak kadar,
Beni yer yüzünden kovdun.
Yüce huzurundan, gizlenmiş olarak,
Yer yüzünde bir kaçak,
Başı boş bir insan olarak kalacağım.
Bundan sonra, beni kim görür,
Kim bulursa öldürecektir. Dedi.
Yüce Allah:
Her kim Kabili öldürürse,
Ondan yedi kat öç alınacaktır.
Kabili bulan öldürmesin diye,
Üstüne bir nişan koydu.
Bunda da bir hikmet vardır.
Diyoruz. Veeee
Yolumuza devam ediyoruz.
Bütün bu olup bitenlerden sonra,
Şeytan lânetullah,
Elini Kabilden çekmemiş,
Onu kandırıp sapıtmasına sebep olmuştur.
Şöyle ki;
Hani, Habil’in kurbanını
Rabbim kabul etmişti de!
41
Kurbanını koyduğu yerde ateş yakmıştı ya!
İşte İblis, bunu kullanarak,
yaptı yine yapacağını!
Kabil’e gidip,
--Rabbinin duanı ve dileğini,
Kabul etmesini ister misin? Dedi.
Kabil,
Elbette isterim.
Ne yapmalıyım bunun için?
O yerde bir ateş evi inşa etmelisin.
Bak, Habil’in kurbanını ateş ile kabul etmedi mi?
Eğer orada bir ateş evi inşa ederseniz,
Rabbin sizin de dua ve niyazlarını ve de,
Dileklerini kabul edecektir diye,
Kandırdı onları.
Kabil de bunun üzerine,
Kavmi ile birlikte,
Bir ateş evi inşa etti,
Putlar yapıp,
Tapmaya başladılar.
Böylece putperestlik,
Yer yüzünde yaygınlaştı.
Ve bu durum,
Nuh tufanına kadar,
Devam etti gitti.
Nuh tufanında,
Hem putları hem kendileri,
Helâk olup gittiler.
ŞİT’İN DOĞUMU ve ADEM ATANINI VEFATI
Yüce Allah!
Habil’in ölümünden sonra,
Ademe Şit’i ihsan etmiştir.
Şit ikizi olmayan bir oğuldu!
Yıllar geçmiş,
Şit büyümüş, delikanlı olmuştu.
Rivayet odur ki;
Adem Ata;
Oğlu Şit’e;
-“Ey oğul, sen öğüdümü dinle demiş.
Bir gün gelecek,
Dünya yüzünde bir tufan yaşanacak.
42
Bu tufan, tam yedi yıl sürecek!...”Demişti.
İşte o tufan,
Şit A.S. zamanında olmuş.
Yedi yıl sürmüş.
Adem’in inşa ettiği Kâbe de tahrip olmuştu bu tufanda…
Adem Ata’nın Şitten başka,
Bütün çocukları helâk olmuş,
İnsanlar da, ondan sonra,
Şit soyundan üremiş ve dünyaya yayılmış…..
ADEM’İN VEFATI
Adem Ata,
Dokuz yüz kırk yaşına ulaştığı zaman!...
Can meleği geldi yanına!.
-Haydi bakalım,
Vakit tamam dedi.
Adem!
Ey Azrail!
Ey ölüm meleği!
Pek erken geldin dedi.
Daha benim altmış yılım var!
Halbuki, Adem, Cebrail’in,
Adem Ata’ya getirdiği sandıkta,
Kendi ömrünü bin yıl görmüş!
Kendi yaşından altmış yılını,
Davut peygambere adadığını unutmuştu..
Ne hoş olur, candan olursa canan!
Gönlünde hicran, dilinde vuslat,
Cefasında gizem, görünüşte yaran,
Olsa da pişman, kalbinde şefkat.
Yüce Yaratan Cebrail’e;
-Adem’e sunulan,
O sandığın içindeki yazıyı getir dedi.
Orada Ademin bu isteği ,
Veeee,
Melekleri de buna şahit tuttuğu yazılı idi.
Adem buna ses çıkaramadı.
Dokuz yüz kırk yaşında vefat etti.
Hz. Adem’in boyu çok uzun idi.
Bütün Melekler baş ucunda toplandılar.
Babasının öldüğünü gören ŞİT,
Cebrail’e, onun cenaze namazını sen kıldır dedi.
Cebrail,
43
-Hayır dedi.
Senin kıldırman lâzım.
-Haydi geç öne,
Otuz kere tekbir getir.
Bunların beşi namaz için,
Yirmi beşi de, ona saygı tekbiri olsun.
Meleklerle birlikte,
Şit a.s. ve diğer kardeşleri,
Bir mezar kazdılar.
Namazı kılındı ve defnedildi.
Her ömrün son deminde, bir ayrılık mukadder.
Vakit tamam olunca,
Ruh çıkınca bedenden, aslına döner elbet,
Ömrün son deminde, bir ayrılık mukadder,
Çekilen çile ağır, nerde nasıl hafifler,
Fani olan dünyada, sana gelince ölüm,
Kanat, kanat uçurur , alır gider melekler.
Bu ayrılık anında, yaş değildir boşanan,
Kan damlar yüreklere, gönül olur perişan,
Kabir denen o yerde, fayda vermez şöhret şan,
Sûra üflenene dek, haşr’ın gününü bekler.
Havva Anamız da, Onunla ölmek,
Onunla aynı yere gömülmek istiyordu.
Adem;
-Ey Havva!
Beni Yüce Rabbin elçileriyle baş başa bırak.
Dünyada ne gördümse seninle,
Mihnet çektimse seninle,
Sevdimse seninle,
Sevildimse seninle,
Ben yalnız kalayım mezarımda,
Sen ölme benimle!” diyordu.
Hz. Havva da bir yıl sonra vefat etti.
Adem’in gömüldüğü mağarada gömüldü.
Rivayet odur ki:
Nuh tufanı olduğunda,
Nuh Aleyhisselâm,
Büyük baba ve büyük annenin naaşlarını,
Gemisine koymuş, tufandan sonra,
Yine aynı yere kabirlerine yerleştirmişti.
ALLAH’IM !
44
………………………..Bedenimi aşkla dokudun,
………………..…Damarlarımda hayat oldun.
…………..…Bakışımdan taştın fışkırdın,
…………………………..…….Sevdim, sevdim.
…………..………..Tohumun filizinde,
………………………….Toprağın tozunda,
……………..………………..Gülüşte hıçkırışta,
…………………..………..……Serpildin döküldün,
……………………………………….…….Sevdim, sevdim.
………………Tayfunlarda coşkun,
…………………...Putlarda suskun,
……………………….Sabah sevabım,
…………………………..Gece günahım oldun,
……………………………..………Sevdim, sevdim.
…..….Aydınlığında yıkandım,
……………..Karanlığında kirlendim.
……………..….Muradıma yağan kar,
……………………….Hırçınlığımda kor oldum.
…………………………..…….Sevdim, sevdim.
SONUÇ:
Kimi bilgiye eğilir, sarar sabahı,
Kimi ondan yüz çevirir giyer siyahı.
Kimi korur arını, nurla donanır,
Kimi balçığa sokulur orda onanır.
Kimi terini akıtır, alır varlığı,
Kimi yayılır gölgeye, bulur darlığı.
Kimi uzanır dertliye, eli öpülür,
Kimi yoksula hor bakar, beli bükülür.
Kimi şükreder, bahtı şahlanır,
Kimi hırstan kanatlanır, hem ah’lanır.
Kimi öğretir okutur, erer rahmete,
Kimi kıskanır ilmini, girer zahmete.
Kimi sırtından vurulur, kalır toprakta,
Kimi şehit olur, yaşar bayrakta.
Kimi Tanrıya inanır, çıkar yüceye,
Kimi puta kul olur, düşer geceye.
45
………..İşte şimdi geldi, selâm sabah sırası,
……………...Çok açıldı gitti, başlangıçla arası!
………………....Söylenecek son söz, artık burası,
………………….….Dinleyin dostlarım, beni dinleyin.
……..Ey saba yeli!
………….Başın alıp nereye,
………….…..Gidersin böyle?
…………………Eğer yolun düşerse,
…………………….. Kutsal toprağa,
…………………………..Ademden son Resul’e,
……………………………… Selâmım söyle!.
46
ŞİT PEYGAMBER
Ak(Ş)am karanlığı çölü sararken,
Kim(İ)ne ışıktır, nurlu geceler,
Çölü (T)ararken akşam güneşi,
Kimini yakar, onun ateşi.
…………Aşk yolunda canın veren âşığın,
…………….Yükselir makamı Hakkın katında,
…………..…Kadrini yüceltir, nurlu ışığı,
……………..…Parlar güzelin her dem suratında.
Yüceltir Yüce Rabbim, odur dergâhın kadri,
Takdir Yüce Rabbinse, yaşanır o, an be an,
Feyz kazanmak içindir, âleme kıble yeri,
Gelir onun da sonu, vakti geldiği zaman.
“Öfkelerini yenenler,
İnsanların kusurlarını bağışlar.
Allah iyi iş yapanları sever. (Ali İmran 134)
Ne
Tuhaf
Şu insan,
Konuşurken
Her türlü lisan,
Nasıl inkâr eder,
Verilirken bin bir ihsan,
Anlamak mümkün değil neden?
Nedendir isyanlar, inkârlar neden?.....
……..Bu kindarlık niye!
………….Niye insan oğlu düşman ötekine!....
…………….Nebinin,
……………….Velinin,
…………………..Saygıyla bastığı yere,
………………………….Kanla kirletmek niye!...
….Zalim,
……Niye düşman oldu dostuna!
………Zulmet tohumu
…………Ekti gülistana!
……………Kinin bayrağını açtı,
……………….Düştü kardeş kardeşe,
………………….Niye bu düşmanlık niye!...
47
Izdırabın ateşi yaktı, yaktı ayı güneşi,
Habil’in çerağını, söndürdü bak kardeşi,
Böyle zulmün dünyada, görülmedi bir eşi,
Örnek oldu âleme, vurdu kardeş kardeşi.
Hani!
…..Kıskançlık yüzünden,
………Öldürmüştü, Kabil Habil’i?
Hani!
….Kıskançlık yüzünden,
………..…Kan düşmüştü,
……………….İki kardeş arasına?
……………….Bu yüzden işlenmişti,
……………………İlk cinayet!
İşte,
….İşte o zaman!......
………Adem üzülmüş
…………..Dua etmişti Rabbe….
……………..Duası kabul görmüştü
………………Yüce Rabbin katında!
………………………Kabil’in yerine,
……………………..….Şit’i ihsan etmişti!....
….…… Yüce Rabbin ihsanıdır,
……Peygamberlik nurunu,
…...... Alınlarda parlatan.
….Onun kudretidir,
………Havva’ya Şit’i doğurtan!
…………Kudretidir alından alına nur dolaştıran,
…………… O dur o nur’u,
……………….Asıl sahibi Muhammed’e ulaştıran!
Asla son değildi!
Çünkü sonun sonu yok!
Son denilen her bir şey,
Yepyeni bir başlangıç….
Geceler gündüzün, gündüzler gecelerin,
Yeniden başlangıcı değil mi?.......
Başlangıç, sonun sonu,
Işık sağanağı isteme,
Çak, çakmak taşını,
Kıvılcımı yeter sana!
……Geceler azap kuyusu,
…Tırmalar kulakları tırmalar uğultusu!
48
……Kulak ver kalbin sesine,
………Çekilmez bir yük binmiş,
…………Dünyanın ensesine!....
………Bırak!
……………….Ecel şalı olmasın,
……………….Dolunaylı geceler.
………Bırak!
……………...Gören göz muradın alsın.
………Bırak!
………………Bir satırlık dua,
…………………Nurdan belgede kalsın.
………….Gözsüz görmek, değil amaç,
………………Gözsüz de görür insan!
……………………Son denilen şey,
……………..……Asla son değil!...
………………..Son yok!....
…….Asıl amaç!
……………Var’ın varına varmak!..
………...Her son, var’ın başlangıcı!
………Son yok!
…….Sonsuzluk yok!
.Her yok, varın varı!..
ADEM’İN DUASI VE ŞİTİN PEYGAMBERLİĞİ
O zaman Adem:
Ellerini açtı havaya,
-Ey benim güzel Allah’ım!
Sen ki, ezeller ezelisin,
Ebedler ebedisin!
Kuvvet kudret sahibisin!
Sen bana,
Evlâtlarımın özü,
Zürriyetimin son halkası olan,
Muhammed Mustafa’nın
Nur-u ile hayat verdin.
Şerefe yüceliğe erdirdin.
Beni Şit’le sevindirdin!
Saygı büyüklüğünü,
Sevgi coşkusunu yaşattın,
Benimle anlaştın!
49
Ben de, oğlum Şit ile anlaşacağım.
O da temiz bir aile ile,
Temiz bir rahme, Peygamberliği emanet etsin!
Muhammed Nur-u,
Peygamberden peygambere geçsin.
Diye dua etmişti Rabbine!..
Duası kabul gördü.
O zaman bir nida yetişti,
Yetişti Yüce Rabbinden:
-Ey Adem!
İzin verdim sen de oğlunla anlaş!
O arada Cebrail, yetmiş bin melekle geri dönmüştü!
-Ey Adem dedi;
Yüce Rabbimizle olan bu andı,
Ben ve şu yetmiş bin meleğin önünde,
Allah’ın izni ile yaz dedi!
İlk yaratılmış olan kaleme,
Adem dokunmadan,
Bir anda kalem aktı yazdı.
Cebrail’i ve de, yetmiş bin meleğin adını yazdı.
Cebrail o yazıyı mühürledi.
Bütün melekler gök yüzüne çıktılar.
Hazret-i Adem;
O zaman karısı Havvayı çağırmış,
Ona gelecek oğullarından biri olan,
Davut’un karısına söyleyeceği,
Şu methiyeyi söylemişti.
Ey Havva!
Öğüdümü dinle dedi:
“- Sen ne kadar güzelsin,
Bana evlât verdikçe, daha da güzelleşiyorsun!
Boyun serviye benzer,
Ruhumuz bir vücudumuz bir.
Ey güzel karım!
Ne zaman birleşme vakti gelirse,
Bütün vücudunu tertemiz yıka!
Deriden yapılmış en güzel kıyafetini giy!
Doğum vakti gelince süslü ve kokulu bulun.
50
Günler tamam olanda,
Oğlan senden doğanda,
Adını ŞİT koyacağız.
O bize uğurlu kavme uğurlu,
Bir peygamber olacaktır.” Demişti…
O gece yıldızların altında,
Çok güzel çok tatlı bir gece yaşadılar.
O aşk gecesinde, Nur-u Muhammed,
Havva’nın alnında parladı.
Demek ki doğacak çocuk, Peygamber olacaktı.
Kendi alnındaki bu Nur’u,
Havva da gören Adem çok sevindi.
Demek ki murada erecekti!..
O zamana kadar ikiz doğuran Havva,
Bu sefer sadece, Şit’e hamile idi.
Güzelliği her gün artıyordu.
Alnındaki nur dünyayı aydınlatıyordu.
Nihayet çocuk doğdu.
Havva’nın alnındaki nur, Şit’in alnına geçmişti!
Öyle bir nurdu ki,
Parıl, parıl parlıyordu!
Güneş de ay da,
Bu nura bakmaktan utanıyordu.
Gökte sanki, ikinci bir ay belirmiş,
O parlıyor sanıyordu.
Alemlerin Rabbi, bu nuru,
Şeytanın görmesini istemedi.
Meleklere;
Bu güzel çocuğun yüzüne,
Nurdan bir perde çekin!
Çekin ki, İblis onu göremesin!
Görüpte zarar veremesin!
Öyle bir perde çekildi ki,
Şeytan ne yaptıysa, onun yüzünü göremedi.
Şit tam yedi yıl, bu perdenin içinde kaldı.
Nur-u Muhammed-i, sonunda, arşa kadar yükseldi.
Şit bulûğ çağına gelince, babası Adem elinden tuttu.
İbadet yerine götürdü.
51
Adem döndü Şite;
-“Ey oğul dedi!
Ecel, dünyadan ayrılmak içindir.
Gel, ölüm gelmeden,
Seninle and içelim!”
Şunu bil ki,Rabbim benimle and içti.
Ben de sana vasiyet kılacağım.
Şit;
-Vasiyetin başım üstüne ey babacığım!
Buyur dedi.
Adem;
Her zaman dua ettiği bu yerde ellerini kaldırdı semaya,
Şit de açtı avucunu, dualar ettiler Rablerine.
-“Ey Âlemlerin Rabbi!
İşte şimdi huzurunda oğlum Şit ile ahd ve misak kılıyorum.” Dedi.
Sonra döndü Şit’e, ey oğlum!
Bu alnında parlayan nur, Peygamberlik nurudur.
O nur, ahir zaman peygamberi,
Muhammed Mustafa’nın nurudur.
Bu nur ona ulaşana dek,
Temiz rahimlerden geçerek gidecek.
Bu nurla iki cihan süslenecek.
Onun için sen de ona dikkat et!
……Oğulların ulusu,
……….En sevgilisi oydu en şereflisi.
…………………..O gün verdi ona öğüdü.
……………Daha ölmeden baba Adem,
………..Peygamber zincirinde,
……Olan yerini gösterdi ona!
....……Etti vasiyetini..
…….“----Ey oğul dinle!
………...…Benden sonra halife sensin bu yerde.
…………..Kabil oğullarından gizli tut bunu!
Vakit saat gelince ilân edersin.”
…….Her bir mahlukun ibadet saatini öğretti teker, teker.
…………………………Zinayı yasak etti……
……….Kardeşi Kabil oğullarıyla evlenmemelerini,
………Kesin bir dille yasakladı onlara.
……..Nuh tufanından!
…………Haberler verdi ona!...
…………..Ademden sonra, peygamber halkasındaki yerini bildirdi.
52
O zaman Yüce ALLAH!
Döndü meleklerine,
-Dikkat edin, şimdi Şit,
Ahd ve peymanda bulunacak,
Susun dinleyin dedi.
Yedi kat gök melekleri,
Cennet halkı, Huriler, Ğılmanlar,
Yer yüzüne baktılar.
Adem’e baktılar,
Şit’e baktılar!
Cennet ağaçları, taşları, kuşları,
Sustular!
Şarıl, şarıl akan ırmaklar,
Çağıltılarını durdurdular.
Şit de babasına!
-Babacığım öğüdünü dinledim,
Ahd-ı peyman ediyorum. Dedi.
Cebrail,
Baba oğul ikisine,
Cennet elbisesi giydirdi.
Elbiselerin rengi,
Kızıl güneşten daha nurlu,
Akan sudan daha duru idi.
ŞİT ALEYHİSSELAMIN EVLİLİĞİ
Allah Adem’e vahy etti ki;
-“Bu oğulu, başka batında doğan,
Mihvâil kızınla evlendir!...”
Sonra Cebrail orada bir hutbe okudu.
Şit’i Mihvâil ile evlendirdiler.
Şit kavminin yurdu da, dağ başındaydı.
Kadınları çok hem de çok namusluydu.
Kıskançlıkları, düşmanlıkları yoktu.
Oydu Rabbin emrine uyan,
Oydu bir ömür boyu, Mekke’yi mekân tutan.
Beyninin her atomu,
Güneş kadar nakışlı,
Gaipten gelen sese,
Ötelerin ötesine,
Düşlerinde bakışlı….
53
Ta Ademden İbrahim’e uzanan o çizgide,
Duyulan ayak sesi…
Düşlerine girerdi ötelerin ötesi…
Elli yıllık uğraşısı düşüncesi,
Nasıl durdururdu acep taş üstündeki taşı?
Adem babadan sonra, Kâbe’yi taşla örüp,
Çamurla sıvayan oydu!
İlk şehir kuran, kılıçla gaza eden oydu.
Tek katrenin hacminde,
Ummanlar çalkalanır!
Seslerin en ipeksisi, tavafta tekrarlanır.
“Lebbeyk, Allahümme lebbeyk,
Lâ şerike leke lebbeyk,
İnnel hamde ve-nnimete leke,
Vel mülke lâ şerikelek.”
Tavafta zikrederken, sırların ahengini,
Lebbeyk nidalarıyla, ne sırlar kucaklanır.
Ararken duvarında, kara taşın rengini,
Cennetin kapıları, mümine aralanır.
Cennet mekân olan Şit,
Hurilerin yurdunda gezip salınan oldu,
Bedendeki o cevher, kurtuldu kafesinden,
Af ve rahmet yurdunun, sırrını bulan oldu.
Şit Aleyhisselâm’a elli suhuf verildi.
Babası Adem’e verilen, kitap sahifelerini bir araya getirdi.
O da peygamberliğine ona göre yön verdi.
Oğulları kızları oldu. Onlar da, evlendiler,
Yurt yuva kurdular, çoğaldılar, millet oldular.
ÖLÜMÜ
Şit aleyhisselâm, dokuz yüz on iki sene yaşadı!...
Sonunda ölüm onu da buldu.
……….Ömrünün sonuna doğru oğlu Enuş’a,
Şöyle nasihat etmişti.
“----Ey oğul!
Deden Adem’in cesedi şu kabrin içinde!..
Onu iyi koru, Allah’ın emirlerine uy!...
..….Kabil’in çocuklarıyla fazla düşüp kalkma diyerek!
………….Habil’in kanı üzerine, and vererek ruhunu teslim etmişti!....
Adem Atadan sonra onun nesli devam etmiş.
Gün dönmüş, devran dönmüş, Şit’in, yedi nesil göbeği ahtı bozmuş sonunda.
54
Kaptırıp da gönlünü, yârimsin diye sarsan,
Varsa gayride gönlü, sana asla yâr olmaz.
Böyle konmuş kuralı , hatta canını versen,
Lokman hekim sarsa da, yarana deva bulmaz.
Sevmeyi bilen âşık, gayriye gönül vermez.
Cevri cefa çekse de, sadakatten ayrılmaz.
Dünya güzeli olsa, gözleri Onu görmez,
Ermek için murada, mücadeleden yılmaz.
Dağdan inerek,
Kabil oğullarının kadınları ile,
Evlilikler yapmışlar.
Tabii ki,
Sapıtmışlar!
Zevki sefaya dalmışlar.
Kadın erkek, kız kızan,
Tef çalıp, çalgı çalıp, gülmüşler, oynamışlar…
Fermana boyun eğdik, ayrılığa yok mecal,
Ne hüküm geliyorsa, Allah’tandır, O celâl.
Ne kadar zulüm varsa, devranda gizlenmiştir,
Kavrayamaz ham insan, konuşamaz dili lâl.
Aklı olan odur ki, daha fırsat var iken,
Dünyaya tamah edip, Hak dinini terk etmez.
İtibarı olmayan, üç günlük ikbal için,
İblisi sevindirip, kardeşini inletmez.
Elveda ey dostlarım, ayrılık vakti geldi.
Ruh kuşu uçuşurken, arşın yolunu deldi,
Haber verdi geçmişten, kalbin pasını sildi,
Rahmet olsun ona ki, Şid de bir peygamber idi.
………..İşte şimdi geldi, selâm sabah sırası,
………….Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
…………..Söylenecek son söz, artık burası,
…………….Dinleyin dostlarım, beni dinleyin.
……..Ey saba yeli,
………….Başın alıp nereye,
…………….Gidersin böyle,
……………..…Eğer yolun düşerse,
…………………….. Kutsal toprağa,
…………………………….Ademden son Resul’e,
………………………………….. Selâmım söyle!...
55
İDRİS PEYGAMBER
(İ)lklerin ilkindesin,
İ(D)rak etmem zor seni,
Da(R) günlerin peygamberi,
Neb(İ)ler zincirinde ilk elbise dikensin,
Ey Re(S)ul ey Nebi, otuz sahifenin sahibisin.
Diyordu ki;
Çek, çek al yüreğimi köhne dünyadan.
Işık eyle, yol göster, deva merhemiyle sar beni.
Mübârek saatlerin eşiğine vur beni!…
Aç dilimi, dilim eyle sözlerimi goncalaştır.
Kes aşkın makasıyla kelimeleri,
Kur şiir kulelerini akça yüreklere!
Döneyim saatlerin deli yelkovanlarında,
Ve, nur halkasının rüzgârında var olayım!
Ateşinde kavrulayım.
Gitsin başımdan,
Gitsin bu duman, bu sis!
El uzat, geç mesafeleri ,
Ey Nebi, Ey Resul, Ey İdris!…
Aşıklar dergâhına, postumu serdim,
Gelip göçenlerin yolunda izini sürdüm,
Ademden Muhammed’e, nice saraylar kurdum,
Bu aşkın gam yükünü, nasıl çekerim bilmem.
Gördüm ki bu bahçede neler neler yaşanmış.
Kimi zer zebil olmuş kimi altın kuşanmış.
……………...Kimler gelmiş, kimler geçmiş…
…………….Hem Allah’a inanmış,
………..Hem de puta tapanlar olmuş.
…….Bazı zaman felâket,
…Bazen de nurlar yağmış.
…..……………...Aydınlık günler için,
…………..…Sürüp giden zamanda,
…………Işık saçan nur saçan,
…Peygamberler doğarmış.
…………………İşte onlardan biri,
…………………..Geçmişinden ders alan,
……………………Hem okuyup hem yazan.
………………………..Terzilerin piri!
56
…….İlk urbayı dikip giyen,
……....Hesaptan anlayan,
…………..Hem arif hem de çok ibadet eden,
………………Bir de, bir de……
…………………İDRİS peygamber gelmiş.
Terzi olduğu için ona hülleci denmiş,
O Cennette hülle biçip dikermiş.
Bir halka, bir çember, bir kavis
Başı sevda, ortası çile, sonu aşk,
Gitsin başımdan gitsin, bu duman bu sis,
İmameye yakındır tespihte İdris.
Çimen de nabız, ağaçta böcek,
Kımıl, kımıl ayağı, nefeste gerçek,
Gözlerin orta yerinde gören iris,
……….Donatan, giydiren, süsleyen İdris.
Zarf, örtü, mazruf, kabuk, hücre hücre zar!
Makas iki kolludur, ortası nazar.
Taş düşer, bulut uçar, insan da his,
Güzele güzel giysi, sende ey ulu İdris!..
…….…Güzel huylu, temiz yüzlü, yumuşak sözlü,
……………..Beyaz tenli, nurdan benli!..
………………….Tatlı dilli, Hakka yönlü,
…………………….Bir insandı İdris Aleyhisselâm.
Kabil oğullarıydı, doğru yolundan sapan,
İblise boyun eğip, beş putu tanrı yapan,
Tek Allah’ı reddedip, sapıttıkça sapıtan!
Böyle bir asi kavmin, peygamberiydi İdris.
…….Otuz suhuf verildi, doğru yol gösterildi.
Selâm olsun bu dünyadan, bu devirden mâziye,
Elif’den Ye’ ye kadar, uzanan araziye.
Nokta nokta, alfabe alfabe, makas makas bulutu
Biçip de giydirmeyi senden belledik biz!
Ey Nebi, ey Resul, ey İdris!…
Kutsal Kitapta buyuruluyor ki:
“İdris’i de an, O dosdoğru bir peygamberdi.
Onu pek yüce bir yere yükselttik.” (Meryem 56-57)
Şit’in oğlu Anoş babasının yerine geçmişti.
O tam 905 yıl ömür sürdü.
Onun da bir oğlu oldu.
Adını Kenan koydu.
57
910 yıl da o, yaşadı.
Babasından sonra,
Nur-u Nebi onun alnında parlıyordu!
Ondan oğlu Mehlâil’e geçti.
Ondan da, Yard adındaki oğluna….
Yard büyüyünce babası onu vekil tayin etti.
Onun da bir oğlu oldu.
Onun adını Hanuh koydu. (Tevrat’a göre, Hanok’tur)
İşte İdris peygamber budur.
Alnında Nur-u Muhammedî parıl, parıl parlıyordu.
O doğduğu zaman, Adem Ata 622 yaşındaydı..
İnsan, ten, insan kabuk, insan kafes,
İnsanın içinde asıl insan, ruh ve ses.
Ölüm gelir, ölmeden ölmeli herkes.
Otuz suhuf, otuz milyar sonsuz demek hesapta,
Özüm özüne gebe Himalayada Lut’ta.
Okyanus ortasında ceviz,
Senden bize ilhamdır ey Nebi İdris…
PEYGAMBER OLUŞU VE KAVMİNİN YAŞANTISI
Kavimler gelir, kavimler gider, daha daha nicesi,
İnsan halkasının döngüsüdür bu,
Adem’den İdris’e,
Gül muştusu, asma dalı, üzüm dolu, ışık dolu,
İdris’den günümüze, Nurun parıltısı,
Kara sevdanın süsüdür bu.
İdris öyle bir kavmin peygamberiydi ki,
…………..Zevki sefa eğlence,
……………Ahlâksızlık diz boyu.
………..İşte böyle yaşıyor,
……Zalim Kabil’in soyu!
Yıllar yılı bu kavme, nice öğütler verdi,
Onları dalâletten kurtarmaktı tek derdi.
İşretten zevk-i sefadan,
Fuhuştan uzak durun,
Ahlâksızlarla düşüp kalkmayın derdi.
…….Kim di onu dinleyen,
………Kim di Peygamberimsin diyen!...
…………Herkes zevkin peşinde,
……………..Kafileler halinde,
58
…………….…Vadilere iniyor,
………………....Kabil kadınlarıyla gününü gün ediyor!.....
İdris Peygamber, ilk kez,
Kabil oğullarıyla savaşmış,
Onlardan esirler almış,
Sonra da azat etmiş onları.
……….Doğru yoldan ayrılmamalarını,
………….Tek Allah’a inanıp,
……………….İbadet etmelerini tavsiye etmiş.
………………….Ancak bin kişiyi,
……………….……..Hidayete erdirmiş!....
……………………......Gerisi isyankâr olmuş,
………………...Boğulmuş küfrün gayyasında!….
Gafil olmaz kulundan, can verip ruh üfleyen,
Derde düçar etmiş ise, bulur elbet bir derman.
Bizar olmaz derdinden, Rabbim Allah’tır diyen.
Sabreden felah bulur, yetişir ona Rahman.
Gaflette ise insan, çektirir hep el aman,
Cezasız kalmaz elbet, kem bir sözü söyleyen.
Devasız bir dert olmaz, çare vardır her zaman.
Çare bulur derdine, derde duçar eyleyen.
Sapıtmıştır mutlaka, putlara Tanrı diyen,
Düşünse insan oğlu, kimdir rızık yağdıran!..
Kapılır da şeytana, medet beklerse ondan,
Derde deva bulamaz, boşa gönül eyleyen.
………….Ne yaptıysa olmamış,
………………Derde deva bulmamış,
………………………Bin kişinin dışında,
…………………………….Pek inanan olmamış.
……………………..Öyle bir milletmiş ki,
………………….Azıttıkça azıtmış,
……………Yalanlayıp İdris’i,
…………Bir de İftira atmış.
Güzel bir yüz gamzesi, onda imanı bozan,
Yürüyüşü büyülü, gözleri afet-i can,
Gözündeki mahmurluk, kan içmeden açılmaz,
İftirayla bunalan, ayılırmış o zaman.
Hani!....
…….Kabil,
……….Habil’i,
59
…………Bir kıskançlık yüzünden,
…………….Öldürmüştü ya!
Hani!
…..Yer yüzünün ilk cinayeti,
……… İşlenmişti ya!....
…………..İşte o zaman başlamış,
……………..Düşmanlıklar o zaman.
İdris’in babası, şöyle demişti;
-----“Oturduğunuz bu tepeden,
Kabil’in vadisine kimse inmesin!
Onlar cani! Onlar sapıtmış, sizi de bozarlar.”
Eğer inerseniz, onlara meylederseniz,
Allah da size azap eder,
Çok ağır cezalar verir.” diye uyarmıştı….
………….Buna rağmen indiler o dağdan.
………………Kabil oğullarının kadınlarıyla,
…………………..Düşüp kalktılar. Dinlemediler İdris’i….
Gül kanını içtikçe, dikenler handan olur,
Dinini terk edene, alemler zindan olur.
Zulmüne sabredenler, Mısıra sultan olur,
Mihnete katlananlar, çıkar Rabbin katına.
İdris A.S. çok ibadet eden, Hakkın yolundan giden,
Otuz suhuf sahibi, kavmini putlardan men eden bir peygamber idi.
Kirpiğin hançerine, bağlanır mı can seven,
Puta secde etmekten, korkmazsa iman eden,
Çile çeker ah çeker, ona tapmaya giden,
Sapıttıkça sapıtır, iblisi rehber eden.
…..Öğüt almıyorsa eğer,
……..Kulak dinlediğinden,
…………..Kurşun akıt tıkansın,
………………….Sen onun deliğinden.
İtikadı tam olur, doğru tutarsa yolu,
Mekân olur o kula, Yüce Rabbin dergâhı,
Dağ bayır yemiş dolar, bal olur ağız tadı,
Şafağı parıl parıl, her yeni gün sabahı.
…….Aşık olda tatlı canı,
…………..Yâr od’una at da gör!
……………….Bülbül ol da seherlerde öt de gör!
……Duman olda,
…………….Duman ol da bacalardan tüt de gör!
………………..Nasıl yetişir imdadına,
60
……………………Ol dem Rahman senin…
………Böyle bir durumda,
……………Uzandı kudret eli,
…………………Kurtardı mezalimden,
………………………..Kurtardı o güzeli.
……………………….Böyle döner bu devran,
…………………..Hiç durmadan an be an.
İnanan kullarına yetişir yüce Mevla’m.
Çeker kendi yanına,
“Pek yüce bir yere kaldırıp yükseltir.”(Meryem 57)
Diye Haber veriyor Kur’an.
O zaman üç yüz altmış yaşında idi İdris peygamber.
Rivayet edilir ki:
Ömrünün sonuna doğru,
Uzlete çekildi.
Tam on altı yıl,
Ne bir şey yedi,
Ne bir şey içti, ne de uyudu!
Melekler onun bu haline şaşırdılar!
-“ Ey Rabbimiz dediler,
Kulun İdris bir köşeye çekildi,
İznin olursa eğer onu ziyarete gideceğiz.”
İzin çıktı Allah’tan!
Tüm melekler indiler!
İdris;
Ölüm meleğine sordu.
-Sen kimsin?
Melek;
-Ben ölüm meleği Azrail’im dedi.
-Yoksa ruhumu almaya mı geldin?
- Hayır dedi Azrail.
Senin ziyaretine geldim.
Anladım dedi İdris, anladım!
-Haydi ruhumu alacaksan al!
Azrail,
-Ben Rabbimin izni olmadan,
Kimsenin canını alamam.
İdris ölüm meleğine çok yakın bir dost idi,
Cennet ve cehennemi gösterir misin? Dedi,
61
Cehennemi görünce, öyle bir korktu ki!
Az kalsın düşüp orda bayılacaktı!..
Melek ona kanat gerdi kol gerdi!
-“Gördün mü cehennem budur” dedi.
Bu güne kadar hiç görmemiş,
Bilmiyordum nasıl bir yerdi!
Azrail yanına aldı,
Cennet denilen bir
Yere götürdü.
Hangisine?
Gideyim?
Diye,
Sordu.
Bir
Soru,
Bir soru
Daha sordu!
Ölüm meleği,
“Nereye istersen
Oraya götüreyim.
Cennete gireyim beni,
Oraya götür olur mu dedi?
Orada kalayım çıkarmayın.
Ölüm meleği o zaman dedi,
“Bir kere girersen çıkmazsın zaten.
Hiç kimseyi çıkarmaz. Yüce Yaratan.”
İDRİS a.s. VEFATI
Yüce Allah!
Ya Azrail:
-İdris’i gök katına yücelt,
Şu halkalı yıldıza götür!
Diye nida eyledi.
O zaman aldı İdris’i,
Zuhal yıldızına götürdü.
İdris, bu yıldızın rengârenk
Halkasında otuz yıl yaşadı.
HZ. Ademden sonra ilk yazı yazan,
İlk nübüvvet hil’atini (kaftan) giyen,
Beşinci soy, beşinci kol olan,
Rabbin buyruğu ile göğe uçan bir peygamber idi o!...
Göğe uçmadan önce, Atası Adem peygamber’in sandığını,
Oğlu Mütevelli’ye emanet etti.
62
Ona ve tüm aileye:
-Ey Adem babamın torunları!
Yüce Allah’ın emirlerini size bildiriyorum.
Habil’i öldüren amcamız Kabil’in,
Evlatlarıyla, evlatlarınızı karıştırmayın!
Onlarla evlendirmeyin!
Onlara karışanı onlarla evlilik yapanları,
YÜCE Rabbimiz affetmeyeceğim!
Diye buyurdu.
Kutlu bir sevda ile, karılmış kara toprak,
Türlü, türlü renk almış, şu insana dön de bak,
Kâinat ağacını, donatmış yaprak, yaprak,
Asla mümkün değildir aşk olmadan yaşamak!..
……Yaşamak,
………Ah yaşamak,
…………Bülbüle işkencedir,
……………Aşksız söken her şafak!
Sevgisiz aşksız hayat, yavan olur tat olmaz,
Meyvesiz kof kütükler, odun olsa od olmaz,
Aşk insana bir lütuf, yaban olmaz yad olmaz,
Ebedi mutluluktur, aşktaki son basamak.
…….Susamak,
………Ah susamak!
…………Aşk için sevda için,
……………Çıkılır her basamak.
……………….Aşığa ayrı zevktir,
……………………Bu yoldaki susamak!..
……………………………Hidayet eyle ya Rab
……………………….İmtiyaz şerefine erdir,
…………………..Sadakat yolundan ayırma,
……………..Dergâhından uzak tutma,
……….Şefaatlerine nail eyle Ya Rab!..
……Amin! Amiiiin!
İdris Peygamber; İlk ata binendi.
Kabil’in evlâtlarıyla,
Allah’ın birliği, varlığı,
İnanç uğruna savaşlar yapmış.
Atalarının babalarının yolundan sapmamış,
Her sıkıntıya göğüs geren,
Sabırlı bir peygamber idi.
63
Nur-u Muhammedî,
Oğlu Müteveşlih’in alnında 137 yıl kalmış.
Evlendiğinde Lamek adında,
Bir oğlu olmuş.
Bu Nur ona geçmiş.
Lamek Nuh Peygamberin babasıdır.
………..İşte şimdi geldi, selâm sabah sırası,
……………...Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
………………....Söylenecek son söz, artık burası,
………………….….Dinleyin dostlarım, beni dinleyin.
……..Ey saba yeli,
………….Başın alıp nereye, gidersin böyle?
…………………Eğer yolun düşerse,
…………………….. Kutsal toprağa,
…………………………..Ademden son Resul’e,
…………………………………….. Selâmım söyle!...
64
NUH PEYGAMBER
Nuh Nebi,
Peygamber zincirinde dönem halkası.
Her halka, çileyle, acıyla, kederle dolu.
Damla, damla akıyor beyne,
Çile kıskacında kezzap.
Yakıyor dağlıyor yüreğini,
Acılar içinde veriyor azap.
Bu dünya alımlı mı alımlı!
Her mekânı cazip mi cazip.
Muhabbet meyiyle sarhoş,
Aşkıyla eder bir hoş.
Gaflette olana, çektirir azap.
Zaman vahim,
Eza, cefa okuna hedef,
Kahrı da hoş lütfu da ….
Allah’ın sevgili kulu Nuh Aleyhisselâm!...
Nuh!
Nuuuuuhhhhh!
Zamanın durduğu,
En büyük uğultunun vurduğu,
Yok oluşun getirdiği, yeni yepyeni umut ufku,
Kıyamet gemisinin en mübârek kaptanı!.....
Nuuuuh!
Nuh Aleyhisselâm!
Kurtuluşun türküsü,
Var oluşun ezgisi,
Sefih ve akılsız insanların hidayet rehberi.
Taş yüreklilerin, tahammül mülkü,
İlâhi hükümlerin tebliğ memuru,
Unutulmaz tufanların eşsiz kahramanı.
Nuuuuh,
Nuh Aleyhisselâm!...
Ve:
Keramet bahçesinin kırmızı gülü,
Taşlı tarlaların lâlesi,
Çile kıskacındaki mazlum,
Karanlık gecenin ışık halesi.
Nuuuuh!
65
Nuh Aleyhisselâm!...
Acı ve ızdırap şerbetlisi,
Cebrail kanadında şifa bekçisi,
Hak dinin hidayet rehberi,
Nuuuuh!
Nuh Aleyhisselâm!
Dokuz yüz elli sene, İlahi kanunların,
Üç nesil boyunca, eksiksiz hüküm eri…
Nuuuuh!
Nuh Aleyhisselâm!
(N)übüvvet halkası,
Ş(U) âlemde,
Mi(H)net hamalı,
Nuuuuh!
Nuh Aleyhisselâm!...
Lâ İlâhe İllalah Kelime-i tevhidinin, tebliğ memuru,
Lamek’in oğlu.
Nuuuuuuh!
Nuh Aleyhisselâm.
Lamek;
Kaymuş adında bir kızla evlendi.
Bu sırada 187 yaşında idi.
Nur-u Muhammedî,
Şimdi Kaymuş’un alnında parlamaya başladı.
Bir oğlan doğurdu.
O NUR, bu oğlana geçti.
Bu oğlan’a NUH adını vermişlerdi.
Lamek;
Oğlu Nuh büyüyünce,
Ona:
-Ey oğul dedi.
Bak şu dağda,
Senden ve benden başka kimse yok!
Sen yanlış yol’a sapanlara sakın uyma!
Uyma diye nasihat etti.
Buna karşın küfrün gayyasında,
Nuh’un azılı düşmanı olan bir baba,
Oğluna nasihatler ediyor,
Nuh Nebiyi gösterip şöyle diyordu.
66
“……………..…….Ey oğul!
………….………..Bizim tarikatımızda,
……………….Bu adama ihanet,
….……..…..En büyük ibadettir.
………..Sakın gaflette olma!..
…….Sen, sen ol, ona inanma!
……Ona inanarak!...
Büyük günaha girme!...”
O haramzade çocuk!
O beyinsiz evlat:
“..Babacığım!..
…..Belki senin bu öğüdünü,
.…..Yerine getiremeden bana ölüm gelir çatar.
…………..Belki benim güneşim,
..……………Daha doğmadan batar.
“Beni bu sevaptan mahrum bırakır.” Deyip;
Eline bir taş alır,
Büyük bir zevkle ve de öfkeyle,
Nuh peygamberin kafasına atar.
Nuh; Yüzü kanlar içinde yere yığılır.
Allah’ın peygamberinin.
Canı yanmıştır, kıvrım, kıvrım kıvrılır,
Görenler ağlar.
Hattâ Cebrail bile……..
Peygamberlik zinciri, çekilen çile azap,
Akıllarda durgunluk, beyinde sanki kezzap,
Her halkası ayrı sır, mucizelerle dolu,
Nuh da tecelli tufan, Musa’da deniz yolu.
O Risâlet bağının imdadına,
Yetişti Cebrail Aleyhisselâm.
Lâleye dönmüş, kanayan başını,
Nur merhemiyle sardı!
Kanatlarıyla sildi yaralarını, sildi göz yaşlarını!
Acısını dindirdi!....
İşte bu olay, tufan belâsının denizini,
Dalga, dalga kabarttı.
Yüce Rabbine avuç açıp,
---“Rabbim! Ben mağlubum.
67
Yardım et, intikamımı al.” Diye yalvardı. (Kamer 10)
Onlara rehber olarak gelen peygamberler,
Adem, Şit ve de İdris Aleyhisselâmlar,
Vazifelerini eksiksiz yapmış,
Allah’ın varlığını birliğini anlatmışlar.
Şu fani dünyadan göçüp gitmişlerdi.
Ama ayların, yılların geçmesinden mi nedir!
Bazıları denilenleri unutmuş,
Rablerinden vazgeçmiş, ibadet etmez,
Allah’ını bilmez,
Zevk-i sefaya dalmış insanlar olmuşlar!
Başları dara düşünce,
Kendi elleriyle yaptıkları,
Putlara tapar olmuşlar,
Önceleri çok sevdikleri, saygı duydukları,
Ölümlerinden sonra törenlerinde andıkları;
Vedd, Süva, Yeğus, Yesuk ve Nesr gibi kişileri,
Putlaştırmışlar, onlara tapar olmuşlardı!
Yüce Allah!
Bunları ıslah etsin,
Doğru yolu göstersin diye,
NUH’u peygamber gönderdi onlara.
İbn Abbas’ın rivayetine göre:
O zaman Nuh a.s. 40 yaşındaydı.
Artık HZ. Ademle Havanın kırk çocuğu,
Onların soyu torunları,
Dünya yüzüne yayılmışlar,
Yer yer, ayrı ayrı birer millet olmuşlardı!
NUH KAVMİNİN DURUMU VE PEYGAMBERLİĞİ
Hz Ademin çocukları yer yüzüne,
Yayılmaya başladı. Birer millet olarak,
Mekân tuttular yerleştiler.
Aralarından Peygamber olanlar,
Allah’ın varlığını birliğini yayıyorlar.
Tek Allah’a inandırmaya çalışıyorlardı.
Zaman içerisinde,
Bazıları Allah’ı unutup puta tapıyor!
İbadet nedir bilmiyor,
Zevki sefa içinde yaşıyorlardı.
68
Yüce Allah!
Nuh a.s. mı böyle bir kavme,
Peygamber gönderdi.
Nuh,
Peygamber olunca;
Kavmini topladı.
-Bakın dedi,
Beni ve sizi, Atamız Adem’i yaratan,
Kâinat’ın sahibi Allah’tır.
Gördüğünüz, görmediğiniz ne varsa,
Hepsini TEK ALLAH yarattı.
Yıldızları, ayı güneşi yaratan odur.
Şu göklere bakınız.
Şu yerlere bakınız,
Gökte ve yerde ne görüyorsanız,
Hepsini Allah yaratmıştır.
Dünya yüzündeki bitkileri, hayvanları,
Ağaçları taşları, ne varsa canlı cansız,
Her şeyi yaratan o dur….
Size yiyecek, içecek, rızık veren odur.
Toprağa ekin ekmeniz,
Hayvanlarınızı beslemeniz,
Etinden sütünden yemeniz içmeniz,
Onlardan yararlanmanız için,
Ve onları avlamanız için,
Vel hasıl onları sizin için yarattı.
Sizlere güç veren, kuvvet veren odur.
Yüce Allah’ın varlığına, BİR’liğine inanın.
“Ben size gönderilen, emin bir Resulüm.
Allah’tan korkun. Ona itaat edin.
Buna karşı ben sizden bir ecir bir mal istemiyorum.
Onu vermek yalnız, ALLAH’A mahsustur”(Şuara 107-109)
Ey kavmim!
-Ne yerde ne de gökte, zerre ağırlığınca bir şey,
Allah’ın bilgisinden uzak, gizli kalamaz.(Yunus 61)
Ey kavmim!
Aranızda kalmam,
Size Allah’ın ayetlerini hatırlatmak,
Onun varlığını birliğini öğütlemem içindir.
Eğer varlığım size ağır geliyorsa,
Ben Allah’a dayanır ve güvenirim.
Siz Allah’a ortak ettiklerinizi de toplayıp,
69
Ne yapacağınızı kararlaştırın.
Bana ruhsat vermeden,
Bana karşı dilediğiniz kötülüğü işleyin.
Kastınız size kapalı kalmasın. (Yunus 71)
“—Ey Kavmim!
Ne yerde, ne gökte, zerre ağırlığınca bir şey,
Allah’ın bilgisinden uzak, gizli kalamaz.” Dedi (Yunus 61)
Ben sizi cahillik içinde olan,
Bir kavim olarak görüyorum.(Hud 29)
Ey kavmim!
Putlara tapmaktan vazgeçin.
Allah’ın varlığına birliğine iman edin.
Ona ibadet edin.(Diye uyardığı halde!)
Onlar bu öğütlere kulak asmadılar.
“O deli, cinnet geçirmiş bir kişidir.
Bir vakte kadar göz önünde tutun.
Belki akıllanır.” Dediler. (Mü’minun 25)
Ey Nuh!
Sen bizi putlarımızdan ayırmaya kalkar,
Bu işten elini çekmezsen, biz seni,
Taşlaya, taşlaya öldürürüz. Dediler.
NUH’UN ÇOCUKLARI VE DUASI
Hz.Nuh birçok kadınla evlilik yapmıştı.
Peygamberlik nuru,
Kendi alnından başkasına geçmemişti.
Rivayete göre tam beş yüz yıl kendi alnında kaldı.
Ondan sonraki zamanlarda üç oğlu oldu.
Ham, Sam ve Yâfes adını verdi onlara.
Rivayet odur ki;
Yer yüzünü üçe böldü.
Oğlu sam’a,
Yer yüzünün orta yerini verdi.
Oradan Nil, Fırat, Dicle,
Seyhun ve Ceyhun nehirleri akıyordu.
Ey Oğul!
Hayır dualarım senin üzerinde olsun,
Yüce Allah’tan yollayacağı peygamber,
Senin soyundan gelsin.
70
Sonra ikinci oğlu Yâfes’e
--Ey, Yâfes, ey Oğlum!
Dünyada hüküm sürecek krallar,
Senin soyundan gelsin.
Yüce Rabbimden dilerim. Dedi.
Ona da, Nil Nehrinin batı ülkelerini,
Ve bu ülkelerin arka yönündeki yerleri verdi.
Küçük Oğlu Ham’a da;
Senin neslin,
Ağabeylerin Yafes ve Sam’ın çocuklarına,
Köle olsun! Dedi.
Feyşun ülkeleri ile, arkasındaki
Lodos rüzgarlarının estiği yerleri verdi.
Nuh’un zürriyeti bunlardan üredi.
Yüce Allah Kur’anda; “-And olsun ki;
Nuh bize seslenmişti de, biz de duasına icabet etmiştik.
Onu ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtarmıştık.
Onun soyunu sürekli kıldık.
Sonra gelenler içinde,Onun adını,
Güzel bir ad olarak yaşattık.” (Saffat 75-79)
NUH A.S. MIN DUASI VE GEMİNİN YAPILIŞI
Ettiği nasihatlarla,
Doğru yola gelmeyen kavmini,
Allah’a havale etti.
Sana sığındım Rabbim bildiğini yap dedi!
Yüce Allah:
Sen gönlünü üzme.
Hakaretlere aldırma!….
Ben iman etmeyenlerin hepsini suda boğacağım!
Öyle bir tufan içinde kalacaklar ki:
Sana inanlardan yakınlarından başka hiç kimse
Kurtulamayacak bu tufandan!.
Ya Nuh!
“Gözümüzün önünde vahyimize uygun olarak.
Bir gemi yap, artık bana o zalimlerin azaptan kurtarılmaları için,
Yalvarıp durma!..
Çünkü onlar suda boğulacaklardır.”( Hud 37)
71
……-Haydi iş başa düştü,
.............-Gayret sırası sende,
Sen de şimdi gayret et.
Yüce varlık yetişti imdadına!
*“Kontrolümüz altında ve vahyimize göre,
Bir gemi yap.” Dedi. (Mü’minun 27)
Hz. Nuh ile kavmi arasındaki sorun böylece son bulacaktı.
Gemi Yüce Allah’ın kontrolü altında,
Vahiy ve ilhamla,
Cebrail’in rehberliğinde şekillenecekti.
Gemi denizin olmadığı bir mekanda,
Yapılmaya başlandı.
Nuh a.s. Önce kereste biçti, sonra demirden çiviler yaptı.
Başladı imalâta.
Görenler şaştı. Şaşanlar dalga geçti.
Deli dediler ona.
Bir çınar altına oturup görelim,
Görelim bakalım ne yapacak bu deli dediler.
Hiç denizin olmadığı yerde, gemi mi yapılırmış?
Şimdi de bu deli marangozluğa başladı diye,
Onunla dalga geçmeye başladılar.
Yüce Rabbim bu durumu şöyle bildiriyor.
“ Nuh gemiyi yapıyor. Kavminden ileri gelenler,
Her ne zaman yanına uğrasalar, onunla alay ediyorlardı.
(Nuh da): Eğer bizimle alay ediyorsanız,
İyi bilin ki, siz nasıl alay ediyorsanız,
Biz de sizinle alay edeceğiz.
Kendisine rezil edecek azabın kime geleceğini,
Ve sürekli bir azabın kimin başına ineceğini,
Yakında göreceksiniz.” Diye karşılık veriyordu.
(Hud suresi ayet 38-39)
Zaman kovaladı zamanı,
Hiç bırakmadı peşini,
Bazen işler yolunda, bazen aksattı,
Bunaldıkça yetişti, yetişti gizli bir el !
Düzenledi işini…
Nuh gemiyi yaparken,
Kavminin inkârcı, ileri gelenleri,
Yanına uğradıkça, onunla alay ediyorlardı.
Duanın şifa oku hedefine ulaştı.
Dilekler kabul buldu.
72
Cebrail bile şaştı.
Güç verdi kuvvet verdi.
Ünü arşı alâyı aştı!
….Açılmışsa avuçlar, boş çevrilir mi hiç?
………Dilerse karıncaya verir inanılmaz güç!
……………..Üzülme, çaresiz çare yoktur,
..…….………………Vardır elbet çaresi.
………………..….Kim ondan diliyorsa,
….………..….Ulaşır elbet çaresize çaresi.
Hiçbir kulu sokma sakın, Tanrı ile arana,
Gönül Rabbin makamıdır, başka yerde arama,
Şeyhe, pire tuz bastırma, kabuk tutmaz yarana,
Aç elini, et duanı, Rab’den iste sultanım.
Kalp kıran acı söz, zehirle ağı,
Eritir sevdayı çökertir dağı,
Sevgiyle uzanan, o hassas bağı,
Koparıp hüsrana, sokma sultanım.
…….Mağdurun bedduası, nice çileler taşır.
………….Uzak yakın dinlemez,
……………Elbet günün birinde, hedefine ulaşır..
Tamamlandı yavaş, yavaş bu gemi,
Boyu üç yüz kulaç, genişliği elli kulaç,
Üç katlı pencereli, derinliği de otuz kulaçtı.
Tamamdı tamam oldu gemi!..
Bir yandan zift kaynattı,
Bir yandan sıvadı gemisini, sıvadı baştan başa,
Delikleri kapandı.
Sonunda gemi tamamdı.
.Geldi tufan zamanı!
………………..…Her cins canlıdan,
………………...Çifter çifter,
......................Yüklediler gemiye.
……..…….Alt kata yırtıcı,
……….Orta kata evcil ve uçucu hayvanları,
…..Üst kata da, inananları bindirdi.
...Erzak’ı da unutma dendi.
73
Rivayet odur ki;
Nuh Aleyhisselâm!
Gemiye canlıları alırken,
İlk önce karıncayı bindirmiş,
En sona da eşek kalmış.
Eşek, ön ayaklarını ve göğsünü atmış gemiye,
Bir türlü binemiyormuş!
Akasından biri sanki çekiyormuş onu.
Nuh A.S. Gitmiş bakmış ki, eşeğin kuyruğuna
Şeytan yapışmış salmıyormuş bir türlü!...
Nuh o zaman: Eyy hayvan !
Şeytan yanında da olsa gemiye bin demiş!
Şeytan da onunla birlikte gemiye binmiş.
Hani derler ya!...
“Yağdı yağmur, çaktı şimşek.
Zer duş palan vursan, eşşek yine eşşek.”
Nuh, az sonra şeytanı gemide görünce,
-Ey Allah düşmanı, diye bağırır,
Haydi gemiden çık dışarı!
İblis:
-Ya Nuh!
“Sen eşeğine,
Şeytan yanında olsa da gir demedin mi?
-Ey Allah’ın düşmanı,
Gemiden çık diyorum sana!
Şeytan;
Ey Nuh!
“Beni gemiden çıkaramazsın.
Beni mutlaka gemiye almalısın,
Sözünde durmalısın dedi.
Böylece şeytan insanlarla birlikte,
Karaya basmış oldu.
“Buyruğumuz gelip,
Sular kaynamağa başlayınca!
Her cinsten birer çifti ve
Aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında,
Kalan çoluk çocuğunu,
Ve inananları gemiye bindir.” Dedik.
Pek az kimse onunla beraber inanmıştı.
74
Allah, oraya binin;
“Yürümesi ve durması, Allah’ın izniyledir.
Rabbin bağışlar.
Ve merhamet eder” Dedi. (Hûd 40-41)
O
Gemi
Alınca
Artık yükü,
Gök kubbe sanki,
İndi yer yüzüne.
Bulutlardan akan su,
Yağmur değildi doğrusu,
Seller boşandı, dağdan indi su,
Göle, denize döndü tüm yer yüzü,
Sular kabarmaya başlamıştı çoktan,
Dağların doruklarına ulaşmıştı.
Yine Yüce Rap söyledi son sözü.
“Dağlar gibi dalgalar içinde gemi,
Onları götürürken,
Nuh, bir kenarda ayrı kalmış oğluna;
-Ey oğulcuğum!
Bizimle beraber gel,
Kâfirlerle birlik olma” diye seslendi.
Oğlu:
Dağa sığınırım.
Beni sudan kurtarır deyince,
Nuh:
-Bu gün Allah’ın buyruğundan, KURTULACAK YOKTUR.
Ancak acıdıkları kurtulur.
Aralarına dalga girdi.
Oğlu da boğulanlara karıştı.” (Hud 42-43)
Rabbi Nuh’a seslendi
;“--Ey Nuh:
-O senin ailenden sayılmaz.
Çünkü kötü bir iş işlemiştir.
Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme.
İşte sana öğüt!
Bilgisizlerden olma” dedi.(Hud 46)
Budur şirkin bedeli, inkâr eden oğula,
Ölüm sularda geldi. sudan oldu eceli.
Azgın dalgalar korkunç bir ejderha kesilmiş,
Ne varsa hepsini yutuyor,
Yutuyordu serte ser!
75
Artık kalmamıştı dünyada,
Ne insandan , ne canlıdan bir eser,
Ne de topraktan taştan bir iz.
Nereye baksan su, her taraf su, suuuu idi.
Kur’an şöyle haber veriyor;
“Onu, tahtadan yapılmış,
Mıhla çakılmış bir gemiye bindirdik.
İnkâr ettikleri Nuh’a mükâfat olarak
Verdiğimiz gemi gözetimimiz altında yüzüyordu.”(Kamer 13-14)
Yaratan onu ne zaman durduracak bekleniyordu!..
Tufan kırk gece, kırk gündüz sürdü..
GEMİNİN CUDİYE OTURMASI
Yüce Allah:
-Ey arz! Sularını yut!
Ey gök kubbe!
Sen de yağmurunu tut!
Diye buyurdu.
Yağmur dindi, sular çekildi,
Olan oldu, iş bitti….
Gemi Cudi dağın tepesine oturdu.
Gemidekiler kurtuldu.
İnkârcı ötekiler….
Helâk oldu boğuldu.
Rivayet odur ki;
Gemi Muharremin onuncu (aşure) günü,
Bir dağının üstünde durmuştur.
Gemide, kırk erkek, kırkı da kadın olmak üzere seksen kişi,
Bulunuyordu.
Görünüş bir muamma, kıyıdan yok bir haber,
Kapkaranlık gök kubbe, ne de ışıktan eser.
Başımızı dövecek, kara bulut serte ser,
Yol verin yüce dalgalar, yürüyelim beraber.
Bu tufan öyle tufandı ki,
Bütün âlemi sardı. Sonunda gemi durdu,
Dağ başına oturdu!...
Gemiye binen tüm canlılar kurtuldu.
Tufandan kaçamayan isyankâr olan kâfirler,
Orda belâsın buldu.
76
Haksızlığın selidir, Nuh tufanını yapan,
Zalimin evi göçer, asla felâh bulamaz,
Gaflette olan kâfir, kurtulamaz belâdan,
Dünyayı tufan sarsa, mazlum zalim olamaz.
Yüce Allah!
Habibi, sevgilisi Muhammed Mustafa’ya,
Nuh tufanından şöyle haber veriyordu.
Ey Muhammed!
Bunlar sana vahiy ettiğimiz bilinmeyen olaylardır.
Sen de, milletin de, “Bunları daha önce bilmezdiniz.
Sabret, Sonuç Allah’tan sakınanlarındır”. (Hûd 49)
Nuh tufanı yeniden, insanlığın dirilişi,
Rabbimden gelmişse ferman,
Kurtulur inanan kişi,
Darda kalana, her zaman olur derman.
Hz. Nuh;
Artık geminin çalkalanmadığını görünce,
Geminin penceresini açtı.
Etrafa baktı.
Güneşin ışıkları gemiye doluyordu.
Oysa bu güne kadar gemi karanlıklarda kalmıştı.
İçindekiler hiçbir şey göremez olmuştu.
Güneş ışığını görünce hep birden sevindiler.
Sevinç narası atmaya başladılar.
Her canlı kendi lisanında Hamd etti Yaratana.
İnsanlar:
“-Bizi kurtaran Allah’a şükürler olsun.
Diye dua ve niyazda bulundular.”
Nuh aleyhisselâm,
Kırkıncı günde gemi oturunca,
Kuzgunu salıverdi.
Bakalım sular çekilmiş mi anlamak istedi.
Kuş cağız kanat çırptı amma, henüz konacağı yer yoktu.
Geri döndü!
Bu kez,
Güvercini saldı peygamber.
Güvercin de geri geldi.
Pencereden kolunu uzatan Nuh,
Elime kon! Dedi.
Güvercin eline kondu,
Onu içeri aldı.
77
Yedi gün sonra tekrar saldı güvercini,
Bu kez dönmedi.
Konacak bir ağaç,
Yuva yapacağı bir dal bulmuştu artık.
KARGANIN HİKÂYESİ: (Kenz-ül Gaibden)
Rivayet edilir ki:
Nuh’un gemisi, o tufan günlerinde,
Gezdi dolaştı.
Gün oldu, gece oldu,
Bir baktılar ki,
Gemi orada bir yerde hareketsiz kaldı!.
.Bu hali gören Nuh, hayretlere düştü!...
Gaipten bir ses;
Ey Nuh!
Burası o yer ki!
Gelecekte, ehli Beytin hali, bu yerde,
Bu tufana benzeyecek!..
Şu karga, onun habercisidir diye söyler...
Rivayette;
Hazreti Hüseyin Küfeye giderken,
Yedi yaşındaki küçük kızını,
Peygamberimizin hanımlarından,
Ümmü Seleme’ye bırakacaktır.
İşte tam o gün, neler olacak neler!
Bir karga nice çöller aşıp,
Hz. Muhammed’in hanımlarından,
Ümmü Seleme’nin,
Duvarının üstüne gelip konacak!...
Orada, ağlamaya başlayacak!
Gözünden yaş yerine kan dökecek!
Bunu gören masum kız,
Hz. Hüseyin’in şehit olduğunu anlayacak!
Feryadı figan edip, o da ağlamaya başlayacak.
Ümmü Seleme soracak?
……Sana ne oldu?
……….Nedir figânın?
Ey muhterem nenem!
Karga haberci bir kuştur,
Nuh’un gemisinden de,
Kuş uçmuş ona haber getirmiş.
78
Bu gün Ehli Beytin gemisi,
Dünyanın kasırgalı denizinden,
Tufanından kurtulup,
İlahi yakınlığa yol bulduğunda da,
Bir kuş onun habercisi olmuş.
Bunun üzerine, Ümmü Seleme şöyle demiş.
“--Günlerden bir gün,
Resul-ü Ekrem, Nebiyi Muhterem,( s.a.s.)
Dışarı çıktılar. Saçları darmadağın,
Yüzü tozlar içinde, eve döndüler.
Dedim ki;
“Halin nedir, ne oldu sana?
.Buyurdu:
--Bana bir yer gösterildi,
Çok uzakta bir yerdi, bu yer, Kerbelâ idi.
Orası Hüseyin ve evlâdının,
Şehit olduğu yerdi!.....
Beni oraya ziyarete götürdüler.
Ben oradan bir avuç toprak aldım dedi.
Ve avucunu açıp uzattı,
Bu sana emanettir.
Bir şişe içinde muhafaza et.
Gün olur da,
Kan rengine dönerse toprak!
Kerbelâ denen o yer kan gölüne dönecek!....
Ehl–i Beytimden canlar orda can verecek. ”Dedi!....
Bu nişane delil oldu.
Kerbelâ, belâsına…
YA RAB
Ya Rab bu ne fitne ki, harap etti âlemi!
Ümmet-i Muhammed’e, kıldı felek bir cefa,
İncitti mezarında, ol Resul-ü Ekrem’i,
Şerefli Ehli Beyte, mâtemi gördü reva.
Kerbelâ gülzarında, sürülmedi bir safa,
Dinin sağlam binası, binaların muhkemi,
Yıkılmadı ayakta, yıkamadı bin belâ.
Göz yaşına boğuldu, reva gördü mâtemi,
Şifa olur dertliye, ağlayan gözün nemi.
TUFANDAN SONRAKİ HAYAT VE NUH A.S. VEFATI
Tufandan iki yıl sonra,
Sam’ın bir oğlu doğdu.
Nur-u Muhammedi önce Sam’a sonra oğlu Erfahşad’a geçti.
79
Nuh A.S.
Sam’ın alnında Nübüvvet Nurunu görüce:
Ahitnamesini yazdı.
And için şu vasiyette bulundu:
-Ey Sam!
Ey Oğul!
Alnındaki bu emanete,
Asil, arı ve duru bir rahim iste!
O emaneti,
O temiz rahme düşür.
Onu sana ısmarlıyor,
Onu sana emanet ediyorum. Dedi.
Sonra,
Büyük Atası Hz. Ademden kalan,
Ve geleceği, bir ayna gibi gösteren,
O, İlahi sandığı, önüne alarak…
Oğlu Sam’a:
--Ey Sam!
-Bu sandık bana atalarımdan emanet kaldı.
Onu sana emanet ediyorum.
Bu emaneti iyi koru!...
Sam’ın oğlu Erfanşad erginlik çağına gelince,
Sam onunla antlaştı.
Sam’ın diğer oğulları, Elâm, Asur, Lût ve Aram dır.
HZ.NUH Gemiden çıktıktan sonra,
350 yıl daha ömür sündü.
Halkını imana çağırdı.
950 Yaşında, Hakkın rahmetine kavuştu.
………..İşte şimdi geldi, selâm sabah sırası,
……………...Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
………………....Söylenecek son söz, artık burası,
………………….….Dinleyin dostlarım, beni dinleyin.
…………Her şafakta titriyor, bendeki gönül teli,
……………Ararım dardakine, uzanan nurdan eli,
………Hangi gönül sevmez ki, bu muhteşem güzeli.
………….Sevdim sana aşığım, ey gönüller sultanı,
…Aşığın aşkı sende, oluyor düğüm, düğüm,
…….Ecel terleri döker, aşka bizar gördüğüm,
………Kör şeytanın şerridir, benim ancak ürktüğüm,
………….Sevdim sana aşığım, ey gönüller sultanı,
80
Dalda üzüm koruksa, asla pekmez kaynamaz,
…Gönül teli kırıksa, âşık gülüp oynamaz,
……Hicran ateşi yaksa, pınarlardan kanamaz,
………….Sevdim sana aşığım, ey gönüller sultanı,
………Evin barkın yok amma, ulaşılmaz bir yârsın,
………..Sırrın çözmek muamma, gönülde taht kurarsın,
………….Maksadım sana varmak, her zerrede sen varsın
………..….Ben de sana aşığım, ey gönüller sultanı,
Ancak sen gizlersin, canı bedende,
Ömürler son bulur, o can gidende,
Cehennemde sende, cennette sende,
Sevdim sana aşığım, ey gönüller sultanı.
……..Ey saba yeli,
……….Başın alıp nereye,
……….…..Gidersin böyle,
…………..…Eğer yolun düşerse,
…………………. Kutsal toprağa,
……………………..Ademden son Resul’e selâmım söyle.
81
HUD PEYGAMBER
(H)ak Teâlâ böyle kurmuş,
B(U) devran böyle döner.
Hu(D) Aleyhisselâm oldu,
Ad kavmine peygamber.
Hani,
Nuh Aleyhisselâm;
Büyük oğlu Sam’ı çağırıp,
Hayır dualarım seninle olsun!
Yüce Allah göndereceği peygamberleri,
Senin soyundan göndersin!
Diye dua etmişti ya!....
İşte Sam’ın oğullarından,
Erfahşad, Erginlik çağına gelince,
Babasının nasihatine uydu,
Temiz soylu, güzel huylu,
Bir kızla evlendi.
Bundan bir oğlu dünyaya geldi !
Adını Kaynan koydu.
O da büyüdü, bir kızla evlendi
Onun da bir oğlu oldu,
Adını Salih koydu.
Salih yüz otuz yaşında,
Mercane adında bir kızı sevdi.
Alından alına geçerek,
Parlayan Nur-u Muhammedî,
Şimdi de Mercane’nin alnında parlıyordu.
Demek ki,
Allah’ın Peygamberlerinden,
Biri daha Mercane’den dünyaya gelecekti.
Dokuz ayın sonunda,
Beklenen oğlan doğdu.
Adını Aber veya (Gaber) koydular.
İşte Hud Peygamber,
Bu Gaber idi!
Salih Peygamber otuz yaşında idi.
Salih bundan sonra da,
Dört yüz yıl daha yaşayacak,
Oğulları kızları olacaktı.
82
O
Adem
Soyundan,
Ad kavminin,
Islahı için
Seçilen bir nebi.
Bu kavim hem çok zengin,
Hem de çok güçlü kuvvetli!
Hud!
Ehli takva bir kişi.
Çok da dürüst,
Yoksullara bol sadaka verir.
Fakir fukarayı, her dem gözetir,
Peygamber zincirinde, nurdan bir halka!
Kararan gönüllerde, aydınlık!.....
Aydınlık amma,
İnsanların gönlü karanlık!
TUFANDAN SONRAKİ HAYAT
Nuh tufanından sonra,
Değişen bir şey yok!
Dünya yine dünya,
İnsan yine insan,
Ağaç eski ağaç,
Çiçek eski çiçek!
Beklenen bir şey var!
İnsan oğlu yüzünü,
Hak’ka ne zaman dönecek?
İnsan nesli arttıkça,
Ham, Sam, Yafes’in soyları da,
Babalarının vasiyet ettiği,
Yerlere ülkelere yayılıyor,
Oymak, oymak,
Kabile, kabile millet oluyor,
Toprağı ekiyor dikiyordu!
Ad kavminin yurduydu, ta Yemen’e dayanan,
Şimdi hepsi de yalan, uçmuş ömrün can kuşu.
Nuh kavminin soyuydu, Ad kavminde uyanan.
Çile elem ve keder, bu da ömrün yokuşu.
Ad, Semud, Lut milleti, isyanın ele başı,
Mala mülke güvenen, servete eğer başı.
Gündüzüyle gecesi, oldu onlara zindan,
Hepsi de oldu helâk, bu bir devrin batışı.
83
Hud’un kavmi:
….On, yada on üç kavimden oluşan,
……..Üç, dört bin kişilik, bir topluluk!….
……….Ad dilini konuşur bir millet.
………….Arazileri verimli,
……….…..Nimeti bol mu bol,
……………..Bağ ve bahçeleri,
……………….Çok mu çok sulak.
………………….Bir ülkeydi burası,
……………………..Burası dile destan İREM di!..
…………………Ağıl ağıl davarı,
……………..Sürü sürü koyunu ve sığırı,
……………Zengin mi zengin,
…………Bir kavim idi.
……….Boylu postlu, yakışıklı,
……Güçlü kuvvetli,
…Ama inatçı mı inatçı,
Bir zorbanın emrinde yaşıyorlardı.
”Putlara boyun eğen, büyüklük taslayan,
Halkına zulüm eden, azgın bir millet!..” (Fussilet 15)
Kuvvetlerine güvenerek,
Meydan okuyor,
Var mı bize yan bakan,
Bizimle başa çıkan, diyor,
Kostak, kostak dolanıyorlardı!
Kendilerinden olmayanları,
Çöllerin içlerine sürmek,
Kızgın güneş altında,
Yırtıcı hayvanların pençelerine atmak,
Parçalanıp ölünce,
Zevkle kahkaha atmaktı amaçları.
Arada bir bu insanlara karşı,
Akınlar düzenliyor,
Köylerini kentlerini talan edip,
İnsanları köle diye alıp geliyorlardı.
Allah’ı da unutup, ağaçtan taştan put yontuyorlar,
Onlara tapıyorlardı!....
84
Feleğin insafı yok, derde bin dert bağlatır,
Azgınlar bahçesinde, nice gönül dağlatır,
Ehl-i küfre bir anda, tufan bora gönderip,
Helâk eder onları, anasını ağlatır.
HUD a.s mın PEYGAMBERLİĞİ
Yüce Allah,
Sapıtan bu kavme,
Kardeşleri Hud’u,
Peygamber olarak gönderdi.
Hud Aleyhisselâm kavmine:
“.---Ey Kavmim!
ALLAH TEK,
Ondan başka İlâh yoktur
. O’nu inkâr etmeyin,
Ona inanın, putlara tapmayın” Diye uyardı….(Araf 65)
Kavmi ona;
----“Sen beyinsizin birisin!
……..Bizden ne farkın var?
………..Sen de yiyor içiyorsun,
……………Bizim gibi yaşıyorsun!... “dediler.
Hud:
Kavmine dedi ki;
“……Ben size, Allah’tan aldığım emirleri,
………..Tebliğ etmekle görevlendirildim.
……………Bana inanıp dediğimi,
…………….Eğer ki yapmazsanız,
……………..Sizi büyük bir felâket bekliyor!....
Düşünsenize, Nuh kavmine ne oldu?
Siz ondan sonra , yurt kurdunuz.
Ş imdi de Hükümdarsınız.
Hem bol rızık buldunuz.
Nimet buldunuz.
Bütün bunları size veren Allah’a
Neden inanmıyorsunuz.?
Yakında başınıza,
Büyük bir felâket gelecek,
Haberiniz olsun!” (Araf 69). Diye uyardı.
Dediler ki;
--“Ey Hud!
Sen bize, BİR TEK ALLAH’A tapmamızı,
Babalarımızın taptıklarını,
85
Bırakmamızı mı istiyorsun?
Bunun için mi geldin?
Doğru söylüyorsan, tehdit ettiğin azabı,
Haydi getir başımıza….
Biz sana inanmıyoruz, senin Allah’ına da!....Hud(51-53)
Kavmin ileri gelenleri,
Elleriyle HÛD’un ağzını kapatıp:
“Biz seninle gönderilenleri inkâr ediyoruz.
Sen bize bir belge getirmeden,
Senin sözünden ötürü,Tanrılarımızı terk etmeyiz.
Ve sana inanmayız.” ( Hud 53)Dediler.
Hud A.S.
--“Taptığınız putlardan,
..….Bir deliliniz yok!
…….Böyle olduğu halde,
…….İnkâr ve ısrarınızda direniyorsunuz.
………Ben bekliyorum,
……….Sizde bekleyin”dedi.
……….Ben sizden bir ücrette istemiyorum.
…………Benim mükâfatımı Allah verir. (Araf 66-71)
Nebiler ve Resuller, iki cihan serveri,
Hidayet ışığıdır, kavmine peygamberi,
Peygamberi hak bilip, onu rehber edene,
Hem kendine yar kılar, Lutf eder güzelliği.
Yaratana kör bakan, belâ yağdırır başa,
Nice felâket bulur, vurur başını taşa,
Demirden zırh içinde, savaşmaya gidene,
Giydirmez ipek gömlek, umudu çıkar boşa.
HUD a.s. MIN DUASI ve AD KAVMİNİN HELÂKI
O zaman HÛD,
Ellerini açtı.
Ey Yüce Rabbim;
-Ey bu dünyadaki yaratıkları,
Yoktan var eden!
Şu kâfir millete, kudretini, kuvvetini göster!
Bana yardım et!” Diye yalvardı yakardı.
Hak şahinine, kanat takılır belâ,
Yüz aynasına, azaptır parlak cilâ.
Böyle bahçenin, inkâr gülü nergisi,
Kasırga gününde, sanma ki, sürer safa.
86
…..Vah ki, vah!..
……Eyvah ki, ne eyvah!
……….Cananı ağyâr kıldı.
…………….Sonsuzu hem afâkı,
……………….Sevdiğine dar kıldı.
……………..Üstüne de göklerden,
………………….Felâketler yağdırdı.
…………………….Çile çektirip,
…………………….…Günlerini zar kıldı.
Bu milletin üstündeki bulutları,
Sürdü, sürdü başka diyara.
Yağmurlarını kesti.
Kesti, bir damla su düşmedi gökten.
Gökten düşmeyince damla yağmur,
Çiçekler soldu.
Ağaçlar kurudu.
Susuzluktan kavruldu dağ taş!
Meralarda hayvanlara yiyecek kalmadı.
Zayıflıktan derileri kurudu sırtlarında.
Yalvardılar putlarına bize bir damla su,
SUUUU,
Su verin! Bulutlar….
Putları:
… Sada,
……Samut
……..Ve Elheba idi.
Üçü de sessiz duruyordu!
Oysa onlar Putlar için,yükseklerde köşkler,
Havuzlu saraylar yapmışlardı.
Hem orada yaşamak,
Hep putlarını hoşnut etmek için….
Şimdi hepsi de susuzluktan kurumuştu.
AD kavmi toplandı.
Yağmur duası için,
Mekke ulularının yanına,
Elçiler gönderdiler.
Elçiler bir kabile başkanına,
Misafir olup dileklerini söyledi,
Hallerini dilediler.
Kabile reisi,
Onları bir ay misafir etti.
Gündüz gece içki sofraları kuruldu.
Yedirdi içirdi.
87
Reis’in Ceratetan adında bir cariyesi vardı.
Aslında İrem denen o yerde,
Dayıları amcaları,
Soyu ve sülalesinden, akrabaları yaşardı.
Onlar buraya, yağmur duası için gelmişlerdi.
Kıtlık belâsından kurtulmak istiyorlardı.
Reis onları kovamıyor,
Kovarsa güceneceklerinden çekiniyordu.
Bu duygu ve düşüncesini,
Cariyesi Ceratetan ile paylaştı.
O da efendisine,
-“Sen bir şiir yaz!
Ben onu şarkı yapıp,
Onlara okuyayım,
Bu şiir onları harekete geçirsin” dedi.
Reis bir şiir yazdı,
Cariyeye ezberletti.
Şiir şöyle diyordu:
Ey Kıyl!
Yazıklar olsun sana,
Yerinden kalk,
Yağmur dile Rabbinden!
Ümit ediyoruz ki, Allah,
Bulutlardan yağmur yağdırır size!
AD topraklarını sular bu yağmur.
Çünkü AD kavmi,
Son kerteye kadar susadı,
Ağızlarından tek söz düşmüyor,
Boynu bükük hepsinin.
Kalmadı ağız tadı….
Ne ihtiyarlar dayanır bu hale,
Ne de gençler ve çocuklar!
Bir zamanlar onların kadınları,
Ne kadar sevinçliydi,
Hem de çok bahtiyar.
Şimdi ise, mihnet karşılıyor her geceyi.
Yırtıcı hayvanlardan korkmadan, çekinmeden,
AD Kavmini hiçe sayıp,
Onlara ve putlarına saldırıyor!
Saldırıyor şu anda!...
Ya siz!
88
Ne yapıyorsunuz burada?
Gündüz gece safa içinde,
Yaşıyorsunuz!..
Rab,
Elçiler içinde, sizi
Çirkinin en çirkini yaptı!
Siz ne selâmla karşılanın,
Ne de bir dua ile!...
Bu şarkıyı dinleyince akılları,
Akılları geldi başına.
Gelmesine geldi amma,
İş işten geçmişti artık!
Her tarafı şiddetli bir rüzgâr kapladı.
Yerden aldığını,
Göklerde savurmaya,
Ortalığı kavurmaya başladı!
Öyle bir rüzgârdı ki,
Alev topuydu sanki!
Parlıyordu, parıl parıl!
Çöl’ün kum taneleri,
Kurşundu, mermiydi sanki,
Kâfirlerin tepesine indikçe iniyordu!
Çıkan fırtına bora,
Rabbimden başka kim durdura,
Bir türlü dinmek bilmiyordu!
Buluttan bir damla yağmur inmiyordu!
Sokaklar dağlar taşlar,
İnsan leşleriyle dolmuştu.
Tıpkı çürük dişler gibi,
Büyük evlerin büyük sütunlarıydı,
Bu tufanda, yerli yerinde kalan.
Azgınlık yapan millet, böylece cezalandırıldı.
Rabbim şöyle diyor:
---“ Biz onları,
Sizi yerleştirdiğimiz yerlere yerleştirmiştik.
Onlara iyi görsün diye göz, iyi duysun diye kulak vermiştik.
Fakat onların gözleri de kulakları da,
Hiçbir şeye yaramadı.
Çünkü onlar, Allah’ın ayetlerini inkâr etmekte,
Direnip duruyorlardı.
89
Onların alaya aldıkları ses, onları sardı.
Biz suçluları, cürüm işleyen bir kavmi,
Böyle cezalandırırız. (Ahkaf 24-26)
Öğüt almıyorsa eğer,
Kulak dinlediğinden,
Kurşun akıt tıkansın sen onun deliğinden.
……Tutunmak mümkün değildi.
……..Önünde kimse duramıyordu.
……….Kül gibi savruluyor,
………….Kökünden sökülen,
……………Kütükler gibi,
……………..Yanarak kavruluyordu.
…………..Bu felâket yedi gece,
…………Sekiz gündüz devam etti,
………Sonunda hava duruldu,
Yedi sekiz gün bu deli rüzgâr inleyip durdu.
Hud Peygamber,
İnananlarla bir ağıla çekilmiş,
Hiçbir zarar görmüyordu!..
Bu acı azap onlara dokunmuyordu!
Peygamberlik bağının, gizledi ay yüzünü,
Kasırga bulutları, ölüm yağdırdı yazık!
İkbal bahçelerinin, hem bahar hem güzünü,
Kin dikeniyle vurdu, kırdı boğdurdu yazık!
Mekke de bulunan, AD kavminin elçileri,
Misafir bulundukları evde,
Halâ yiyip içip yatıp kalkıyorlardı.
Mehtaplı bir geceydi.
İki cariye yine şarkı söylüyordu dışarıda.
Deve ayağı sesleri duyuldu.
Biri geliyordu!
-Kimsin diye sordular,
Gelen adam;
-Size bir felâket haberi getirdim.
Yedi gündüz, sekiz gece,
İrem şehrinde rüzgâr değil,
Sanki alevdi esen!
Acımasız baş kesen!
Taş üstünde taş kalmadı.
AD halkı baştan başa yok oldu.
90
Sordular!
HUD ile ona inananlara ne oldu?
Adam:
-HUD deniz kıyısında bulunuyordu.
Ona bir şey olmadı.
Elçiler inanmamışlardı.
Ev sahibinin kız kardeşi;
--Doğrudur dedi.
Kâbe’nin sahibi adına,
And içerim ki doğrudur.
İNANAN ÜÇ KİŞİNİN AFFI
Bunun üzerine,
ÂD oğlu Lukman ile,
SA’D oğlu Mersed,
ASR oğlu Kıyl,
Hak dinini kabul ettiler.
Üçü de: “Ey Yüce ALLAH’IMIZ!
-AD kavminden geri kalan bizlere,
Uzun ömür ihsan eyle!” Dediler.
Bir nida erişti o anda!
-“Tüm dilekleriniz kabul oldu!
Amma!...
Sonsuz bir hayat sürmenin yolu yoktur.
Ölüm daima sizi bulacaktır.
…..Doğmak varsa anadan,
…….Ölmek kaçılmaz gerçek!
………..Bilinmeyen bir şey var,
……………Nerde nasıl ne zaman?
……………Ne kılıkla gelecek.
O zaman,
Sa’d oğlu Mersed:
- “ Ey Rabbim!
Bana sen, iyilik ve doğruluk bağışla!” Dedi.
Allah ona iyilik ve doğruluk bağışladı.
Ad oğlu Lokman:
_” Ya,
Rabbi bana uzun ömürler ver.” dedi.
Ona da kendin için, “İstediğini seç fakat,
Sonsuz bir hayat sürmek imkânsız!
Ama, kendi ömrün için şu iki yoldan, birini seçebilirsin.
-Ya, yağmurdan başka hiçbir şeyin uğramadığı,
91
Şu dağ başındaki kızıl koyun tazeliğinde kalanların,
Ömrü kadar bir ömür!
Ya da;
Yedi kartalın ömrü kadar bir ömür!
Eğer bunu hoş görürsen,
Arka arkaya yedi kartalı kendin seç!”
Diye nida geldi gaipten!
Lokman:
Kendi seçti kartalları.
Ömrü de, yedi kartalın ömrü kadar uzun oldu.
Bir kartal,
Seksen sene yaşıyordu.
İlk kartalı yumurtadayken seçti.
Erkekti o kartal, kuvvetliydi.
Onu yanına aldı.
O ölene dek ayırmadı yanından.
Ölünce diğerlerini seçti peşi peşine!
Sıra yedinciye gelmişti.
Kardeşinin oğlu;
Ey amca dedi.
Artık senin şu kartal’ın ömrü kadar,
Ömrün kaldı deyince!....
Dedi ki ona;
-Ben bu kartal’a uzun ömür adını verdim.
Uzun yaşar inşallah! Dedi.
Bir gün kartal diğer kartallarla birlikte,
Uçtu gitti dağlara!
Akşam vakti, uçtuğu kartallarla,
Geri dönmedi bir daha!....
Sabah olunca Lokman,
-Acaba kartalıma ne oldu?
Diye dağa gitti.
Tırmanırken dağa,
Sanki eski gücü kalmadı.
Kendisinde bir halsizlik, bir hafiflik duydu.
Dağın tepesine varınca,
Yedinci kartalın yerde yattığını gördü.
-Hey uzun ömür!
Güzel kartalım!
Kalk ben geldim. Diye bağırdı.
92
Kartal yerinden kalkıp, ona doğru fırlamak istedi…
Fakat kımıldayamadı bile!
Kalın tüyleri soyuldu.
Düştü yere!
İkisi birden canlarını verdiler.
ASR oğlu KIYL ise,
Hiçbir şey seçmemiş,
-Ben AD kavminin başına gelen hali istiyorum.
Bundan korkmuyorum.
Ben kavmimden sonra yaşamak istemem demişti.
Onun başına da Ad kavminin başına gelenler aynen gelmişti!
Acı felâket onu da dünyadan ayırmıştı!..
Sadece iyilik ve doğruluk isteyen,
SA’D oğlu, Mersed,
Felâketin habercisi olan,
Adamın sözlerini duyunca,
Şöyle bir şiir okumakla yetindi.
O gün Ad kavmi susuzluktan,
Ölgün bir halde karşılamıştı geceyi!
Çünkü yüce Yaradan’ın gönderdiği Peygamber’e,
İsyan etmişti onlar!
Gök yağmur yağdırmadı!
Ne bir avuç, ne bir parmak,
Fayda vermedi putlarına yalvarmak!
Yağmur duasına çıkanlar,
Tam bir ay yolda kaldılar,
Fayda vermedi onlara yollarda kalmak!..
Göklerden inen acıklı azap,
Yok etti milletini,
Yok etti, evlerini eserlerini.
Görmedin mi sen,
Görmedin mi?
Yüce Allah’ın, rüyalarını boşa çıkarttığını!..
Bomboştu kalpleri,
Çöller gibi, sahralar gibi!..
İnkâr etmişti Onlar gelen haberleri..
Kâr etmedi öğütler,
Kaçındılar inançtan, imandan,
Kaçmadılar zulümden,
Kurtarmadı putları,
Felâketten ölümden!..
93
Ben feda olayım, Peygamber’im HUD’A!
Feda olsun iki kızım,
Feda olsun ona cariyem!
Diyordu Sad oğlu Mersed!
O, Kalplerin zulme,
Zulme alıştığı bir demde,
O demde karanlıkların çöküp,
Çöküp karanlıkların aydınlıklar gidende,
İnkârcıların Yüce Allah yerine,
Puta dua edende!
Doğru yol yerine, sapıtarak gidende,
Kurtarmak için gelen,
HUD’U inkâr edende,
Ben kavuşacağım elbet,
Kavuşacağım o peygamberime!...
HUD a.s. MIN VEFATI
Rivayet edilir ki:
Hud Aleyhisselâm,
Kendine inananlarla, Mekke’ye geldi.
Hacc vazifesini ifa etti.
Yaratan’ına hamd-ü sena eyledi.
Dört yüz altmış dört yaşına ulaştı,
Hak’kın rahmetine kavuştu.
Bulutların birbiriyle çarpışması
Ortasında şimşeklerin çakması
Yıldırımın boz toprağa düşmesi
Maddenin kıyameti değil de nedir?
Nedir söyle can gülüm, nedir?
Nuh’ta Hud da esen tufan!
Göklerin yere çökmesi !
Dağların yürümesi, suların fışkırması!
Ebabil kuşlarının taş yağdırması!
Ve çökmesi yer kabuğunun, kırılıp tuz buz olması,
Sadece insanın insan olması!
Bütün bunlar insanın kâmil insan olması için değil de nedir?
Nedir söyle can gülüm nedir?
Kâmil insan, kan, kin, öfke ve nefreti gönül lügatinden, silen insandır.
Ben merkezli insan kavgayı,
Kavga da yarışı yeğleyendir.
94
Amaç kavga değil, insanın kendini bilmesidir.
Nefsini ıslah etmesi değil de nedir?….
Nedir söyle can gülüm.
Yık!
Yık varlığın şehrini,
Yık ki !
Benliğin gururunu virane kıl.
Düşün!
Bir daha düşün!
Bak!
Bak gönül aynasına,
Yâr uğruna mestane kıl.
Düşün!
Niçin verilmiş insana akıl!
Ya ıslah et,
Azgın olan nefsini,
Ya da…
Ya da gücün yeterse eğer,
Can evinden vur onu!...
Kes!
Kes meylini gayriden,
Düşme nefsin peşine.
Sürüm, sürüm süründürür,
Bakmaz gözün yaşına.
Kurtul nefsin şerrinden, göze al öldürmeyi,
Sağ kalırsa gasp eder, can taşıyan gemiyi,
Hızır misali dene, dene sen de delmeyi,
Ömrün sona ermeden, sen de nefsin ıslah et!
İşte yine burada bitti, bitti söz.
Ocaklar söndü, eridi köz.
……Yine geldi selâm, sabah sırası,
………….Çok açıldı başlangıçla arası,
……………….Söylenecek son söz artık burası,
…………………….Dinleyin dostlarım beni dinleyin.
……………………………………Ey saba yeli,
………………………..….Başın alıp nereye,
……………………..Gidersin böyle?
……………....Eğer yolun düşerse,
……….Kutsal toprağa,
……Adem’den son resule,
…………….Selâmım söyle!..
95
SALİH PEYGAMBER
(S)onsuzluk kervanında,
S(A)adet eri,
Di(L)inde niyaz, Yaratana yar,
Neb(İ)ler mührüyle bahtiyar,
Alla(H)’ın elçisi,
Salih peygamber.
Hak
Yol’un
Yolcusu,
Peygamberler
Zincirinde nur.
Kavminin önderi,
Adem Ata benzeri,
Tuttuğu yol Hak’kın yolu,
Allah’ın sevgili kulu.
Aşk yolunda canını, canana veren âşık,
Durmadan kanat çırpar, ulaşır menziline.
Yükselir yavaş, yavaş, yayılır ışık, ışık,
Asla kötü söz söylemez, hakim olur diline.
Semud kavmi içinde,
Soylu ve asil,
Hem seçkin hem üstün
Temiz bir nesil.
Sevilen sayılan biri!
Beyaza çalan,
Kırmızı benizli bir nebi, bir peygamber.
Adem Ata’ya
Benzer simada,
Çok yakışıklı,
Yalın ayak yürüyen bir insandı.
KAVMİNİN DURUMU
Nuh tufanından sonra,
Semud milleti,
Yer yüzünün hakimi diye anılır.
Hicazla Şam arasında,
Yurt, yuva kurmuş,
Kalabalık olmayan bir kavimdi.
96
Esalis dağlarında,
Mekân tutmuş, Kayalıklar içinde,
Binalar yapmış oralarda yaşayan,
Bir millet idi.
Rivayet edilir ki;
Nuh Peygamber,
Tufandan sonra, küçük oğlu HAM’I,
Yanına çağırttı.
-“Senin de neslin, önce dilediğim gibi,
Ağabeylerin SAM ile, YAFES’in evlâtlarına köle olsun.”
Diye bed duada bulundu.
Bu suretle peygamberler SAM’IN neslinden.
Türk, Hazar ve başka kavimler,
Arap kavimlerinden yetişen hükümdarlar da,
YAFES’in neslinden gelmişlerdi.
Ham’ın, Kara benizli evlâtları,
Afrika’ya göçmüş,
Renkleri siyah olmuştu.
Bu siyahlığın Nuh’un,
Bedduasından olduğu rivayet edilir.
(Peygamberler Tarihi, Mehmet Faruk Gürtunca, shf.80)
İnsan oğlu çok gafil, dünyayı sanır madde,
Dolup, dolup boşalan, aslında iki cadde.
Madde ile manâdır, sarılmışlar iç içe!
Kavrayamayan insan, inkâr eder cahilce!...
Bakmak başka ey dostum, görmekse daha başka,
Gören kalp gözü ise, düşer o başka aşka,
Fani olan dünyaya, bağlanılmasa keşke,
Milyon kere bağlansan, çözerler bağın nice!
İşte Sam’ın oğullarından,
Erfahşad babasının öğüdüne uyarak,
Temiz, arı bir kızla evlendi.
Ondan doğan oğlan Kayran’dı.
İşte bu Kayran, Salih Peygamber’in babasıdır.
Resullük Nuru,
Nur-u Muhammedî, şimdi Salih’in alnında parlıyordu.
Yüce ALLAH,
Kur’anı Keriminde:
97
“Biz Semud kavmine de, kardeşleri Salih’i gönderdik.”
Salih dedi ki; “ Ey kavmim! Allah’a tapın.
Sizin ondan başka tapacağınız yoktur” ( Araf 73)
Ne yazık ki;
……Bu kavmin ileri gelenleri de sapıtmış,
…………Kendilerine put yapmış,
…………………….Yaptığı puta tapmış!
……………………….Yaratana yan bakmış!
……….Fitne fesat çıkarmış,
…………..Taşkınlık içinde olan bir millet!..
…………………Şu millete dön bir bak,
………………..…….Nasıl sarmış belâyı!
…………….………….Durmadan yumak, yumak!
.................................Felâketin kötüsü,
……………………Putları ilâh yapmak!
……………….Ne de kötü bir durum!
…………..Günah boyasıyla vicdanları boyamak!
…Kapkara bir yüz ile, Rab huzuruna varmak!
…….İmanın en kötüsü,
………Doğmamış doğurmamış Tek Allah’ın yerine,
……………...Kendi eliyle yaptığı putlara tapmak!
İrem de AD kavminin başına gelenlerin,
Bir benzeri de, Hicaz ile Şam arasındaki,
Topraklarda yaşayan, Semud kavminin başına gelmişti.
Bunlar da;
Kabileler halinde yaşıyorlar,
Durmadan birbirleriyle savaşıyorlardı.
Semud kavmi,
EL- Hacer’den Vadi-i Kura denilen,
Ülkeye kadar yayılmışlardı.
Toprakları bereketliydi.
Şairleri bu toprakları,
Şöyle övüyorlardı:
Ey bereketli topraklarımız,
Ne varsa sizde var,
Yemişi bol bahçelerimiz,
Göz alabildiğince tarlalarımız,
Tarlada ekinimiz,
Yemesi tatlı hurmalarımız ancak sizde var.
98
Ey güzel topraklar!
Ancak sizde var, o hurma bahçeleri,
Yemyeşil çayırlar sizde,
Ovalar mavi gök yüzü, mavi havalar sizde!..
Semud’lular bu topraklarda,
Şehirler,
Şehirlerde köşkler ve saraylar inşa ettiler.
Bu binaları,
Kayalıkları oyup işleyerek, kayalıklar içinde yaptılar.
Yüce Allah onlara,
İrem şehrindeki bolluğu vermişti.
Hayatlarından memnun, sevinçliydiler!
Zaman geçtikçe,
Bu bolluk nereden geliyor? Kim veriyor?
Akıllarına bile getirmiyorlardı.
TEK Allah inancından sapmışlar.
Kendi yaptıkları putlara tapar olmuşlardı!...
Bir tarafta Semud, öbür tarafta Cedis,
Aynı babanın çocukları amma,
Ayrı kabilenin reisleri.
Birbirine düşmüşler,
Bir biriyle savaşır duruma gelmişlerdi!
Kâhinleri;
Putlarının adına konuşuyordu.
Diyordu ki;
“----Ey Semud kavmi,
Sen bana, benim gibi olanlara tapıyorsun!...
Sen kartala benziyorsun!
Zafer senindir.
Korkma! Sen hiç kartal ve leylek dövüşü,
Seyretmedin mi?
Hangisinde kartallar yenildi?
Akşam olunca belki yıldızsız bir gece,
Ne gam!
Sakın çözülme, hatta dinlenme bile dinlenme!....
Fırsat verme düşmanına.
Sabah gün aydınlığında alkışlanan sen olacaksın!”
Cedis’in kâhini durur mu?
O da;
99
“---Ey Cedis kavmi!
……Korkaklar yaşamazlar,
……..Milletler akıttığı kanla beslenir.
…………Serpilip şereflenir.
…………..Putlarını görmüyor musun?
…………….Sana yardım için çırpınıyor!...
…………………Sen bir fırtınasın, kasırgasın, tayfunsun.
…………………………Âlem senle renklenir.
………………İnatla önünde direnenler,
…………Tepe değil taş değil belki bir kum yığını!
…..Düşmanı dağıtacaksın,
…………..Çöle sereceksin elbette.
……….Adı sanı unutulup gidecek, silinecek!....”
Kabileler böyle küfrün bataklığında,
Türlü bahanelerle savaşıp duruyorlardı.
Yine böyle bir savaş başlamıştı.
İki taraftan da onlarca ölen oldu.
Çöl cesetlerle doldu…
Çarpışıp dururlarken,
Babaları imdatlarına yetişti.
Durdurdu onları.
Birini doğuya,
Öbürünü batıya gönderdi.
Gönderdi göndermesine amma,
Olanlardan ötürü çok üzüldü.
Hem de, çok içerledi.
Kendini alamadı!...
Söylenmeye başladı kendi kendine…
……………..“----Ayrılık, hep ayrılık,
……………….Niçindi bu?...
…………….İnsan bir çiftçidir.
………….Ne ekerse vaktinde,
……….Onu biçmeye mahkumdur.
……Ey beni merak eden kadın!
……..Döneceğim elbette,
………..Fakat oğullarını arama!...
…………Bir kayadan nasıl, fışkırırsa su,
…………...Bir daha geri dönmeden!
………..Nasıl akar giderse,
……..Oğulların da senden fışkırdı,
…..Geri dönmeyecekler.
100
…….Bekleme boşuna onları,
………Onların ayrılığı doğumla başlar!....
…………Bu gece ne kadar güzel halbuki!...
……………...Sefasını süreceğim, çöl hasretindeyim.
Görünüşte bu kavim,
Cennet hayatı yaşıyor gibiydi.
Fakat, zenginlikleri, fazla saadet,
Bıktırmıştı onları!
Macera arar duruma gelmişlerdi.
Oradan geçen kervanları soyuyor,
Esirler alıp, kerpiç ev yapımında çalıştırıyorlardı.
Çadır yaşantıları hayâl olmuştu.
Yer yüzünün en zengini oldular.
Safahat içinde, yaşamaya başladılar.
Fuhuş,
Kumar,
İçki,
İyice akıllarını almıştı,
Putlarını bile unuttular.
Tek dertleri vardı ölümü geciktirmek!....
Halbuki;
Ölüm kaçınılmaz bir gerçek !
Dünya yalan,
Beylik yalan, Paşalık yalan,
Heva-yı heves yalan, “Var birazda sen oyalan.”
Buğday içinde burçağı, insan mayası balçığı,
Nefis denen o alçağı,
Al ayağın altına!......
Ruh bedenden uçmadan, sen de nefsin ıslâh et !
Yaşamanın tadını almışlardı.
Bunu uzatmak istiyorlardı.
İçlerinden ilhamla dolanlar oluyordu!....
Şöyle dile getiriyorlardı ilhamlarını…
…………………..Deve her doğuruşta,
……………….Sancılar çeker.
…………….Sanma ki acıdandır!
………….Yavruladıkça,
………Yaşlandığını anlar.
…….Ölümün ona da geleceğinden korkar.
101
…Sancısı bundan.
Üzüntüsü hep bundandır.
Son bahardaki hüzün,
Yaprağın sararmasından değil,
Gönül üzüntüsünden!
Ağaçlar, kabuk kabuk, kalınlaşırlar,
Uzaklaşırlar dönülmez ufuklardan,
Öteye doğru…..
Kuluçkadaki kartal yumurtaları,
İsterler ki, geç çatlasın.
Aldanma sakın, onu ısıttığına.
Hükmettiği kayalarda,
Kendisinden genç kanatların,
Çırpınmasına tahammül yoktur.
Bu düşüncedir ki;
Onları, kayalıklarda ev yapmaya zorlamıştır.
Binlerce köle,
……Kayaları oyarak ev yaptılar.
………Her gün onlarcası ölüyordu.
…………Diğer kabilelere,
…………..Baskınlar yapıyorlar,
……..Oradan getirdikleri insanları,
……………Köle olarak çalıştırılıyorlardı.…..
Bunların türküsü başkaydı;
……Meğer insan bedeni kayadan da sağlammış,
……..Alın yazımda hiç hayâl etmediğim macera varmış.
…………..Onu yaşıyorum.
………………Kamçıların şarkısında ölümüm hızlanacak,
………Yükümün ağırlığı ancak böyle son bulacak….
………..İşte böyle bir kavme,
……………..Peygamber gönderildi,
……………………Salih Aleyhisselâm.
SALİH (a.s.) mın PEYGAMBERLİĞİ
Yüce Allah buyuruyor ki;
“Biz Semud kavmine de, kardeşleri Salih’i gönderdik.
O da;
“Ey kavmim!
Allah’a kulluk edin.
102
Hem ondan başka sizin bir İlâh’ınız yoktur.
Sizi yer yüzünde yaratan,
Orayı imar etmenizi dileyen odur.
Öyleyse Ondan mağfiret dileyin.
Sonra da ona tövbe edin.
Doğrusu Rabbim size yakın,
Duaları kabul edendir.”(Hud 61)
Salih hem peygamber hem kefil,
Kavminin gönlü diken,
Onun gönlü karanfil.
Yurtları öyle bir yurt ki, çok mümbit değil,
Kıt kanaat akan su.
Yetmiyordu doğrusu.
Rabbi!
Salih Aleyhisselâm’a Peygamberlik verince;
Zor bir görev başladı…
---“Ey kavmim! Putlarınızı atınız!
……Rabb’e ortak koşmayınız,
………Tek Allah’a inanınız.
.----Ey kavmim!
Bundan sonra sizin peygamberiniz benim.
Bana itaat edin.
……………Ona inanın.
………Tek Allah’a ibadet edin,
…………….…Onun adını anın.”
…“Ben sizden bir ücret istemiyorum.
………Benim mükâfatımı Rabbim bana verir.
………….Siz de ondan isteyin.
……………Yoksa sizin başınıza bir felâketin,
……………….Gelmesinden korkarım diye yıllarca uyardı.
……………………Bu durum, yirmi yılını aldı.
…....................Fakat kavmi onu küfürle inkârla karşıladı.” (Araf 76)
Kavmi:
“-Ey Salih!
Sen bundan önce,
Aramızda kendisinden iyilik beklenen bir kimseydin.
Şimdi babalarımızın taptıklarına,
Bizi tapmaktan men mi ediyorsun?
Doğrusu biz çağırdığın şeyden şüphe ve endişedeyiz.” (Hud 62) Dediler.
Zaten bu kavim;
Salih’ten önce gönderilmiş olan diğer peygamberleri de,
Reddetmişler, inanmamışlardı.
103
Salih:
“-Ey milletim!
Eğer Rabbimden bir belgem olur,
Ben de ona baş kaldırırsam,
Söyleyin!
Allah’a karşı beni kim savunur?
Bana zararımı artırmaktan başka,
Bir şey yapamazsınız.” (Hud 63)
İş uzayıp gidince uyarılarına karşı onları,
Gazapla tehdit edince bir mucize istediler.
İSTENEN MUCİZE ve KAYADAN DEVE’NİN ÇIKIŞI
……………….Peygamber Salih a.s;
……….----“Nasıl bir mucize istersiniz?” Diye sordu.
Kavminin, her yıl putlarıyla beraber çıkıp,
Kutladıkları bir bayramları vardı.
Dediler ki;
----“Biz putlarımızı alalım, onlara yalvaralım!..
…………….Sen de kendi İlâhına yalvar.
...……………Senin İlâh’ın dua’nı kabul ederse,
………………….Biz sana tabi olalım.
……………………Eğer bizim dua’mız kabul olursa,
………………………Sen bize, tabi ol dediler.”
Salih Aleyhisselâm peki dedi.
Kabul etti bu şartı.
O zaman, Semud kavminin Seyidi,
Ulu kişisi olan Cenda b. Amr idi.
Şöyle dedi:
---Ey Salih!
…………………….Şu kayanın yanına bizimle git!
……………….Bizim için oradan, bir dişi deve çıkar,
………….Hattâ bir de yavrusu olsun.
……….O zaman senin peygamberliğini kabul,
……Senin İlâhını tasdik ederiz dediler.
Hak konuşur amma, sedası olmaz!
Edilen niyazın imzası olmaz,
Bir de vurursa eğer,
Asla onun da devası olmaz.
……..Salih Aleyhisselâm, gitti kaya dibine,
…………Hak divanında durdu. İki rekat namaz kıldı.
……………….Avuç açtı Rabbi’ne, niyaz edip yalvardı!
104
Kaya sallanıp, şişmeye başladı,
Sanki hamile bir kadın doğum sancısı çekiyordu.
Yarılan kayalardan çıka geldi bir deve!
Öyle bir deve ki;
O zamana kadar,
Bu büyüklükte bir deve görülmemişti.
Memeleri süt doluydu,
Ne kadar sağılırsa sağılsın,
Sütü asla kesilmiyordu!
Böylece gerçek oldu, istenen o mucize.
Huzurda gerçek olan,
Kavmine siyah tüldür,
Belâdan sona kalan,
Savrulup giden küldür.
Salih a.s.!
-“Ey milletim!
Bu, size bir delil olarak Allah’ın devesidir.
Bırakın onu, Allah’ın toprağında otlasın.
Ona fenalık etmeyin.
Yoksa siz hemen azaba uğrarsınız.” (Hud 64)
Bu durum karşısında, eğdiler gözü kaşı.
Cenda b. Amr ile, inandı üç beş kişi.
Devenin sütünü sağıp içtiler.
…..O kadar bol süt verdi ki,
……..Kaplarını bile doldurdular.
………..Amma bir sorun çıktı.
Deve susadıkça sularından içiyor,
Suları az olduğundan,
Kabile susuz kalıyordu…
…………Ferahlık vermiyordu,
……… Salih’in mucizesi,
…..Şırıl şırıl su sesi, oldu felâket habercisi !...
…….Salih peygamber dedi ki;
……….”Bir teklifim var size,
……..…….Bir gün siz için öbür gün deve içsin. “
…………….Bu da onların işine gelmedi.
Deveyi boğazlayıp öldürdüler.
Rablerine karşı geldiler.
105
Parçalanan ciğere, damar, damar kan doldu,
Rabbin gazabı gelip, küfredenleri buldu.
İnkârlarında sebat, puta Tanrı deyince,
Gök kubbe indi yere, gündüzler zindan oldu.
Devenin yavrusu çıktı kaya üstüne,
…….Bakıp bakıp Salih’e, siyim, siyim ağladı.
…………..Üç kere de böğürdü!
……Her böğürüş bir ecel sanki diyordu ki…
Ey felâket neredesin? Tam zamanı haydi gel!
……………..Baktı yüzüne dik, dik,
…………İşte şimdi, şimdi kelepçelendik.
………Her böğürüş bir imza,
……Gelmesi çok yakındı,
..Yakındı büyük ceza.
Damla, damla berraklık, perdeledi gözünü,
Gurubun kızıllığı, boyadı gök yüzünü,
Güneşin nuru söndü, kararttı gündüzünü,
İndi tepelerine, felâketler kat be kat.
Dağı taşı kapladı, sağır eden gümbürtü.
Dağıttı vücutları, gökten inen bir dürtü,
Ölüm sessizliğiydi, onları saran örtü..
Fayda vermedi gayrı , ne merhamet ne şefkat.
ALLAH’I REDDEDİP, İNKÂR EDENLERİN HALİ
Budur işte ey ahali,
Koyu bir kızıllıktı, ufuktaki parlayan.
Kaybolan gölgelerdi, onları uğurlayan.
İbret almak istersen, deme sen vakit erken.
Ömürler tükeniyor, daha vakit var derken!
..İnkâr eden iki kavim, Biri Ad, biri Semud.
…..Kaderleri bir, cezaları aynı.
…….Aralarında tek fark var,
………….Beş yüz yıllık zaman.
………………Arada bir, onları da an!
Düşmanlığın kadehinden, yudum yudum içenler,
Gün gelir de mutlak düşer, acı zulmün eline.
Şu dünyadan gaflet edip, eli boşken göçenler,
Kavuşurlar yakıp duran, har ateşin gölüne.
106
Taptığı put, yüzde gamze, onda âfet-i candır,
Büyülüdür görünüşü, hem de iman bozandır.
Süzgün gözde mahmurluklar, inan ki hep yalandır,
Tanrı’sını reddedenler, ehli küfür adamdır.
Cebrail iner yere, peygamberle buluşur,
İkisi de aynı söz, aynı dili konuşur,
Aşk vuslat özlemidir, seven elbet kavuşur,
Kara sevda çekenler, bir gün bahtiyar olur.
Can olur canan olur, kara bahtı yar olur,
Aşk’a hainlik eden, mutlaka ağyar olur,
Kirpiğin hançerine, bağlanır mı can seven,
Kara sevda çekenler, bir gün bahtiyar olur.
Kur’an da buyuruluyor ki;
………………………----“Aşırı gidenlerin,
…………………..Fesat çıkaranların,
……………..Hem de kan dökenlerin,
………….Emrine boyun eğmeyiniz.
……..Eğerseniz, sizi büyük bir azap günü yakalar.”(Şuara 155-156)
Güzel bir alâmet, iyi hal oldu,
Şahin düldülünün, dizi al oldu,
Vurdular boynunu, bir hilâl oldu,
Vefa andı içsen, sana ne fayda.
“….Sözlerinde durmayıp,
……….Deveyi kesip devirdiler.
……………O zaman Salih;
…..Yurdunuzda üç gün daha kalın.
Bu yalanlanmayacak bir sözdür.” ( Hud 65)
“Buyruğumuz gelince,
Salih’i ve beraberindeki inananları,
O günün rezilliğinden kurtardık.
Doğrusu Rabbin pek kuvvetli ve güçlüdür.” (Hud 66)
……………………..Son derece şiddetli, bir sarsıntı,
………………...Sardı cihanı.
……………..Solukları kesildi.
…………Canlar terk etti bedenleri,
……………...İnananlar dışında,
…………………..Hepsi de helâk oldu.
………………………Bir görseydin halini,
…………………………..Görseydin gidenleri.
107
Salih peygambere inananlar da vardı.
Bir köle çoban vardı adı Zelhar,
Ümitvardı dilinden dökülenler,
Salih peygamberi memnun etti.
Diyordu ki;
Bir el tuttu beni,
Meğer zindandaymışım.
Kabuğumu soyuyor,
Soyuldukça derim,
Büyüyor irileşiyorum,
Yer yüzü inadına altımda küçülüyor!
Dağlar, tümsekten farksız ovalar adımlık yer.
Ağaçlar parmak bodurluğunda.
Hele güneş, yakmaz oldu, bulutlar ıslatıcı değildi!
Değildi hiç biri…
……….Kasırga kopsa sam yeli sanacağım.
Bunlar böyle değişti,
Ben de değiştim,
İçimdeki ışık nedir?
Almış götürüyor kalbimi,
Başka ülkelere.!...
Peygamber Salih dayanamadı,
Öğrenmek istedi.
……………………….“-Ey Zelhar!
……………………..Kimden dinledin bunları?
……………….Hiç kimseden.
………….Nasıl olur?
………Sana baktıkça dilimden dökülüyor.
-----Ben de ne var?
Gittikçe aydınlanıyorsun!...
Ey SALİH!
İçim yıkanıyor gözlerim kamaşıyor!....
Kimdir acep cilveyle, nazından sarhoş olan,
Kim bilir nerde nasıl, azap çekip boğulan,
Edalı yürümesi, inkârdan kuvvet alan,
Kimdir nedir nerdedir? İsmi ne vasfı nedir!..
“Kazandıkları hiçbir şey fayda vermedi,
Kendilerinden azabı gideremedi.”(Hicr 83-84)
108
İnsana nefsi, düşman olunca,
Sevgi yerine, nefret dolunca,
İblis belâsı onu bulunca,
Düşer Gayyaya, boğulur gider.
………………………………….Semud kavminden,
……………………………..İman etmeyen kim varsa,
…………………………Toprağa gömülmüştü diri diri,
………………………Böylece, haber verilen,
…………………..İlahi azaba uğramışlardı.
………………..Semud kavmi de helâk olup gitmişti.
…………….Bir varmış bir yokmuşçasına….
“ Bunun üzerine, onları şiddetli bir sarsıntı tutuverdi.
Yurtlarında diz üstü çöken,
Helâk’e uğrayan kimseler oldular. (A’raf 78 )
HELÂKTAN SONRAKİ DURUM VE
SALİH PEYGAMBERİ VEFATI
Salih’i ve ona inanları,
Rabbim esirgedi, bağışladı,
Bu felâketten sakladı.
Onlara denildi ki;
“-----Bundan sonra bu yerler,
………Sizlere yaramaz.
…………Buralar gazap yeri oldu.
…………..Ayrılın bu yerden!..
…………….Allah’ın haremine gidiniz,”Denildi.
Onlar bu felâket beldesinden,
Birlikte ayrılıp gittiler.
………Çıktılar bu yerden,
………….Genç kızıl tüylü,
……………….Liften yularlı,
…………………….Develere binip,
…………………………Çölleri aşıp Mekke’ye ulaştılar.
………………………..Rabb’ in emin beldesinde,
………………….Haremine kavuştular.
……………..Ömrünün sonuna kadar,
…….Salih peygamber burada kaldı.
Yüz elli sekiz yaşında,
Hak’kın rahmetine kavuştu. (Bazı kaynaklar 200 yaşında diyor.)
Sahihi Buhari de nakledildiğine göre:
Salih a.s. ile birlikte kurtulanların sayısı,
Dört bin kişi kadardı. Kavmi ile beraber Şam tarafına gelmiş,
109
Remle kasabasına yerleşmiş, yirmi yıl daha yaşamış ve
Oradan Hadramut’a gelmiş ve orada vefat etmiştir.
Hak yolunda canını, canana veren âşık,
Tanrının huzurunda, cefadan üstün olur.
Yabancıya meyleden, göremez nurlu ışık,
Cevr ile geçen ömrü, vefadan üstün olur.
….İşte şimdi geldi, selâm sabah sırası,
………Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
…………Söylenecek son söz, artık burası,
……………..Dinleyin dostlarım, beni dinleyin.
…Ey saba yeli,
……….Başın alıp nereye,
……………Gidersin böyle,
…………………Eğer yolun düşerse,
………………………….Kutsal toprağa,
……………………………Ademden son resule,
……………………………………Selâmım söyle!...
110
HAZRETİ İBRAHİM ve HAZRETİ İSMAİL
Hak yolun yolcusu,
Celal sahibi,
Yaratan’ın sevgilisi,
Dostluk mesnedinde,
Şeref ve helallik!..
(İ)nsan olurda hiç,
İ(B)ret almaz mı?
Ya(R)atılışının hikmetini sormaz mı?
Tek (A)llah’a inanmaz mı?
Akıl (H)is ve duygu,
İbret(İ) âlem oldu hayatında,
İbrahi(M) Halillullah….....
Ve:
(İ)brahim’in oğlu idi,
İ(S)tenen dua, dua.
Se(M)adan ses getirdi yaptığı nida!
All(A)h’ın lütfu oldu,
İsma(İ)l’i müjdeledi,
Halilul(L)ah kuluna…..
HZ. İBRAHİM’İN SOYU
Ad kavmine peygamber gelen Hud,
Oğlu Faleg doğunca,
Ey oğul!
Bana peygamberlik nuru atam Nuh’tan geldi.
Bu kutsal emaneti sana ısmarlıyorum!
Sen de temiz arı bir kızla evlen!
Bu nur’u iyi taşı!
O, evlendiğinde bir oğlu oldu,
Adını Ergu yada Argua koydu.
O Nur, şimdi bu çocuğun alnında parlıyordu.
Ergua otuz iki yaşında evlendi.
Onun da Sarug adında bir oğlu oldu.
Nur ona geçti..
Sarug büyüdü evlendi.
Doğan oğluna Nahur adını verdi.
Nahur dan Tarah, ya da Azer.
Ondan da İBRAHİM oldu.
111
Nur-u Muhammedi,
Alından alına parlaya, parlaya, İbrahim’e ulaştı.
İbrahim’in bir adı da, Halil idi.
Fırat ile Dicle arasında,
Bir yerde dünyaya gelmişti.
İki kardeşi daha vardı.
Biri Hâran, öteki Nahordu…
Haran Keldanilerin Ur şehrinde dünyaya gelmişti.
Çok yaşamadı.
Babası Tarah’ın gözü önünde öldü.
Ondan geriye kalan, LUT adında bir oğuldu!.
İbrahim dünyaya gelince,
Nur-u Nebi, onun alnında parlıyordu!
Babası Azer, yani Tarah,
Etrafına bakındı, bir de ne görsün!
Nurdan iki sancak dikilmişti tam karşısına!...
Biri doğuda öteki batıda parlıyordu.
Öyle bir parıltı öyle bir nurdu ki;
Yerden ta göklere kadar,
Dimdik uzanıp gidiyordu!...
Rivayet odur ki;
Allah;
Hazreti İbrahim’e kendi ruhundan üfleyerek,
Can verdiği zaman, insanlar ibret alsınlar diye…
Onu bir mağarada on yıl kadar yalnız başına bırakmıştı!..
Babası Azer çocuk yaşta İbrahim’i,
Kuşa denilen yerde bir beldeye götürdü.
Orada Nemrut adında bir hükümdar yaşıyordu!
Başka bir rivayette ise;
Onun Mardin ilinde, Harran’da doğduğu…
Babası tarafından,
Babil’e götürüldüğü söylenmektedir.
NEMRUD VE RÜYASI
Ne olursa olsun,
Nerede doğarsa doğsun,
Nemrut adında bir hükümdar zamanında yaşamıştır.
Nemrut puta tapan bir halkın hükümdarıydı.
Katı mı katı yürek, his yok, merhamet hiç yok,
Gaddar mı gaddardı!..
.
112
Hazreti Nuh’un vefatından asırlar sonra,
Nuh peygamberin soyu tekrar üremiş,
Büyük topluluklar oluşmuş..
Ta İbrahim’e kadar gelip dayanmıştı…
Hz. İbrahim’in gelmesinden önce,
Nemrut korkulu bir rüya gördü.
Rüyasında;
Başı üzerinde bir yıldız parlıyordu.
O kadar parlaktı ki, Ay ve güneş’in ışıklarını köreltiyordu.
Acep bu rüya ne idi?
Bu rüyayı yorumlatması gerekiyordu.
Ne kadar falcı, kâhin, sihirbaz varsa topladı hepsini.
Gördüğü rüyayı tabir etmelerini istedi.
Kâhinler:
-Senin bölgende İbrahim adında bir çocuk dünyaya gelecek.
O, senin saltanatını ve varlığını ortadan kaldıracak.
Senin kavmini atalarının dininden ayıracak.
Bütün putlarını da kıracak!
Diye yorum getirdiler.
Bunun üzerine Nemrut , başkenti yani Babil’i terk edip,
Bir köyü başkent yaptı.
Köyde ne kadar erkek varsa hepsini çıkarttı,
Yalnız kadınları bıraktı.
Falcıların belirttiği yılı beklemeye başladı.
O yıl yaklaşınca, adamlarını KÜŞA köyüne gönderdi.
Orada ne kadar gebe kadın varsa,
Hepsini huzurunda toplattı.
Muayene ettirip gebe olanları,
Sarayın mahpus hanesine kapattı!
Bu kadınlar arasında,
HZ. İbrahim’in annesi UŞA da vardı.
Onu muayene ederlerken,
Hiç ağrı hissetmiyor sol tarafına bastırınca,
Çocuk sağa kayıyor, sağ tarafına bastırınca,
Çocuk sol’a kayıyordu.
Nemrut bu kadın gebe değil deyip onu serbest bıraktı.
Sarayda doğan çocukların erkek olanlarını hep öldürttü.
O yıl içinde İbrahim’in annesi,
Doğum sancısı tutunca bir mağaraya gitti.
Çocuğu orada doğurdu.
Çocuk erkekti göbeğini kendi kesti.
113
Onu bürgüler içine sararak mağarada bıraktı.
Kendisi gecenin karanlığında döndü evine..
Her gece mağaraya geldiğinde,
Çocuğu elini emerken buluyordu.
Bilmiyordu ki, onu Rabbi besliyordu.
Çünkü o, peygamber olacaktı!...
Kocası Azer soruyordu:
- Sen ne zaman doğuracaksın?
Sen gebe değil miydin?
Karısı Uşa;
-Ey kocam Azer!
-Ben o çocuğu doğurdum.
Amma yaşamadı öldü dedi!...
Başka bir rivayette;
Azer, çocuğun doğduğunu görmüş,
Saray adamlarına, başka bir çocuğu,
Hizmetçisinin oğlunu, İbrahim diye teslim etmişti.
İbrahim mağarada çok çabuk büyüyordu!
Başka çocukların bir ayda büyüdüğünü,
O, bir günde büyüyordu sanki!
On beş ayda sanki on beş yaşında bir çocuk olmuştu.
Bir gün annesine,
-Beni bu mağaradan çıkar anneciğim.
Etrafa bakayım. Dedi.
Annesi UŞA;
-Sen artık büyüdün ben seni zaten çıkaracaktım. Dedi.
O gece mağaradan eve geldiler.
O geceden itibaren İbrahim,
Rabbini aramaya başlamıştı.
Kavmi!
Sapıttıkça sapıtmış,
Aya yıldıza güneşe tapar olmuştu.
Hud ve Salih Peygamberlerin dini unutulmuştu!
İbrahim’in kavmi,
Taştan, ağaçtan yonttukları,
Putlara tapıyorlardı.
Babası Azer bile bir put ustasıydı!..
114
İbrahim bunları görüyor,
O çocuk aklıyla bu saçmalığa akıl erdiremiyordu.
Yıllar kovaladı yılları, İbrahim delikanlı olmuştu.
Olmuştu ammaa!
Onu derin düşünceler sarmıştı.
………..Yıldız yürür ay yürür,
…………….Gündüzün güneş yürür,
………………Semaya bakan gözler,
…………………Mutlaka bunu görür.
…………………..Çocuk İbrahim,
…………………….Babasının putuna,
…………………………..İp takar yerde sürür.
Size faydası da zararı da olmayan,
Putlara neden taparsınız? Neden? Derdi!
Kavmi de:
Bunu bize senin baban öğretti. Diyordu.
İbrahim;
-“Muhakkak ki, benim babam da,
Yolunu sapıtan kimselerdendir.” Dedi
İbrahim putlardan hoşlanmadı,
Hoşlanamadı bir türlü.
Babasının yapıp da,
Haydi kardeşinle beraber bunları sat dediğinde,
İbrahim aldı onları götürdü Pazar yerine,
Bağırdı!
-Heeeeyyy!
Faydaları ve zararları insana hiç dokunmayan,
Şu putlardan satın alan var mıııı?
Onun böyle bağırmasından dolayı,
Kimse ondan put almazdı.
O da bir ırmağın kenarına gider,
Putları suyun kenarına baş aşağı diker!
Haydi için bakalım,
Susamışsınızdır diye dalga geçerdi.
Babası;
-Sen ne yaparsan yap, ne dersen de,
Ben senin dediğini kabul edemem diyordu.
Halkın İlâh dediği şey,
Taş parçası ağaç yontmasıydı!
115
Hiç bunlar İlâh olur muydu!..
Bir türlü aklı hafızası almıyordu!
Diyordu ki;
Bunlar değilse Allah!
Ya ALLAH nerdedir?
Nasıl bir şeydir?
Onu arayıp bulmalıyım.
Onu bulup:
Hamdü senalar olsun sana!
Sana şükürler olsun Rabbim!
Demeliyim.
Ona sığınmalıyım.
Ondan yardım dilemeliyim!
Ben bu cansız, faydasız ve zararsız,
Şeylere tapamam, diyordu kendi kendine!...
Babası Azer, İbrahim böyle dedikçe,
Nemruttan ve onun şerrinden korkuyor,
İbrahim’i uyarmaya çalışıyordu.
İbrahim!
-Sakın ha, benden, benim bu inancımdan dolayı,
Nemruttan korkmayınız.
Beni küçüklüğümde koruyan!
Büyüklüğümde de korur diyordu onlara…
Fakat babası,
Birinin kendisini, Nemrut’a,
İhbar etmesinden korkuyordu.
Gidip Nemrud’a;
-Ey kralım!
Senin, doğmasından sakındığın çocuk,
Benim oğlumdur.
Kendisi, evimden başka bir yerde doğmuş,
Yanıma gelinceye kadar ondan haberim olmamıştı.
Şimdi onu sana haber veriyorum.
Onun hakkında istediğini yap!
Sonra beni suçlama beni kınama! Dedi.
Nemrut:
Onu bana getir dedi.
Babası Azer, İbrahim’i annesinden aldı.
Nemrut’a götürdü.
116
Nemrut meclisini kurmuş,
Askerlerini sıra, sıra dizmişti.
İbrahim korkusuzca sağına soluna bakındı,
Sonra onlara;
-Sizler neye tapıyorsunuz? Diye sordu.
Nemrut:
-Ey İbrahim!
Sen benim dinime gir.
Seni ben yarattım.
Senin rızkını da ben veririm. Dedi.
İbrahim:
-Ey Nemrut!
Sen yalan söylüyorsun!
O Rab ki;
Beni de seni de yaratan odur.
Bana doğruyu gösteren de odur.
Beni yediren içiren de odur. Deyince,
Halk ve de Nemrut sanki dona kaldılar!
Nemrut Azer’e döndü;
-Bu daha küçük bir çocuktur.
Ne söylediğinin farkında değildir.
Benim kadr’ü kıymetimi,
Mülkü saltanatımı zamanla öğrenecektir.
Sen onu hemen al götür.
Kendisini azabımın şiddetiyle korkut!
Ola ki üzerine saplanıp kaldığı şeyden döner dedi .
O günden sonra İbrahim,
Allah’ı aramaya başladı.
Yücelerin Yücesi Büyük Allah,
Şöyle buyuruyor Kur’an da:
“Bir vakitler İbrahim, babası Azer’e:
-Sen putları İlâh yerine mi koyuyorsun?
Doğrusu ben seni de, kavmini de,
Yanlış ve sapık yolda görüyorum!” Dedi.
“Biz İbrahim’e bu gerçekleri bildirmek,
Kesin bilgiye sahip olması için,
Göklerin ve yerin acayipliklerini de,
Gösteriyorduk.”(En’am 74 -75)
…..Geliniz, kulak veriniz,
……….İbret alınız.
…………Yaşayan ölür, ölen gider olan olur.
…………………Yağmur yağar, otlar biter.
117
……………………….Çocuk doğar,
………………Ana olur, baba olur.
…………..Devran döner.
……….Gece gündüz birbirini kovalar.
…….Haksızlık bulutları, sarar etrafı.
Bazan belâ yağdırır gökten,
Bazan bereket.
Bazan da ibret fışkırır yerden.
Gök yüzü yüksek tavan,
Yer yüzü süslü eyvan….
Ey insanlar!
Sizler sakının,
Yaratan Rabbinizden!..
Kıyamet saatinden korkun!..
Onun sarsıntısı öyle büyük ki;
Her emzikli olan kadın onu görünce,
Unutur emzirdiğini, her hamile kadınsa,
Düşürür çocuğunu!...
İnsanlar sarhoş gibi olur, halbuki değillerdir.(Hacc 1-2)
Allah’a ortak koşmaksızın yalnızca ona inanın.
Pis putlardan kaçının.
Yalandan çekinin.
Ortak koşanlar gökten düşen gibidir,
Ya kuş kapar, ya da rüzgâr,
Uçuruma sürükler Onu.( Hacc 31)
YÜCELERDEN YÜCESİN
Zerreden küreye, her şeyde varsın.
Nehirler durdurur, umman yararsın.
Sonsuza sığmazsın, gönle sığarsın.
Bir bilinmez nicesin sen.
Habbeden kubbeye, tek hükmedensin.
Şebnemde gizlenen, taşı delensin.
Dağları un ufak, zerre edensin.
Ol emrinde hecesin sen.
Asla uyumazsın, her an uyanık.
Hiç sönmeyen nursun, gönülde yanık.
Ezelden ebede, her şeye tanık.
Çözülmez bilmecesin sen.
118
Senden başka var mı, başka bir İlah?
Semavat-ü zemin, eder hep semah.
Affedersin kulu, işlese günah.
Gönüllerde ecesin sen.
Ancak sen gizlersin, canı bedende.
Ömürler son bulur, o can gidende.
Cehennem de sende, cennet de sende.
Yücelerden yücesin sen.
…………………..Ey insanoğlu, düşün!
………………Nemrut’un istilâ ateşi,
………………..Alev alev neyi sardı?....
……………Bunca isyânı niye?....
……..….Böyle bir zulmün var mı dünyada eşi?
……………………….Düşün !..
…………………….Hani nerdeler şimdi?
……………..…Ne oldu Firavuna, hani Karun?
………….…İsyankâr Nemrut nerde?
…….Hani mağrur zenginler?.....
……..…Hani süslü saraylar,
………..…Hani nereye gittiler?
………….....Hangi güç hangi kuvvet,
………………….Bir çırpıda yok etti?....
…………………….Hangi değirmen döndü de,
……………………….…Öğüterek mahvetti!...
İBRAHİM’İN ALLAH’I BULMASI
Günlerden bir gün İbrahim,
Kızgın çöl ortasında,
Başı elleri arasında düşünürken,
Şimşekler çakıyordu onun kafasında!
Düşünüyor , düşünüyordu!
Allah kimdir?
O nerdedir?
Kaldırdı başını semaya,
Işıl, ışıl yanan,
Parıl, parıl parlayan,
Bir yıldız çarptı gözüne!
Birden ayağa kalktı!
Gözlerini dikti yıldıza!
Bu mu acaba Allah diye, sordu kendi kendine!
119
Yerlerin ve göklerin sahibi,
Yüce Allah onun gözlerinin önüne,
Melekût’u sermişti!..
İşte benim Rabbim bu!
Parıl, parıl parlıyor ne kırılır ne de parçalanır!
İçinde ışık dalgalanır, parıldar durur.
Bu belki Zühre belki de çoban yıldızıydı,
Az sonra kayboldu!
Açtı ellerini havaya,
Ey Rabbim! Nereye gittin?
Meydanda yoksun?
Beni yalnız bıraktın!
Seni buldum sanmıştım, bakıyorum şimdi yoksun!
Çölde bu boş feryatlarla koşmaya başladı.
Yüce Allah;
Kur’anda bu olayı şöyle anlatıyor:
“İbrahim, üstünü gece bürüdüğünü,
Karanlık bastığını,
Bir yıldızın doğduğunu gördü.
-Benim Rabbim bu mu? Dedi.
Fakat yıldız batıp kaybolunca,
Ben böyle batıp kaybolanlarıı,
Rabbim diye sevmem! Dedi.(En’am 76)
Ümitsizlik içinde çölde koşan İbrahim,
Biraz sonra kendine geldi.
Bu yıldız söndü, söndü amma!
Ben Rabbimi arayacağım.
Aramaya devam etmeliyim ki onu bulabileyim.
Yavaş, yavaş ay’ın yükseldiğini gördü.
Ay karanlık geceyi aydınlatıyor ışıl, ışıl parlıyordu!
Çölün gök kubbesini saran karanlığı yırtıyor,
Parçalıyor ve her tarafı nurlandırıyordu!
İşte bu!
İşte buldum.
Olsa olsa bu olur dedi.
Ama bu sevinci de, doyasıya yaşayamadı!
Ay, yavaş yavaş bulutların arasında,
Kaybolmaya başlamıştı.
Ümitleri söndü.
120
Yine ay’ın arkasından şöyle diyordu;
Rabbim! Ey güzel Allah’ım!
Nereye gidiyorsun, gitme kal!
Beni bas bağrına,
Bırakma beni diye yalvarıyordu!
Fakat ay çoktan gök yüzünü terk etmiş,
Gözlerden kaybolmuştu.
Hani o nuru!
Hani o parlaklığı hani o güzel doğuşu,
Nereye gitmişti!
Hiç biri yoktu artık!
Yüce Allah;
İbrahim’in bu halini Allahca,
Şöyle anlatıyor:
“İbrahim Ay’ı doğarken gördü.
Benim Rabbim bu mu? Dedi.
Fakat o da battı.
O zaman eğer Rabbim bana hidayet etmeseydi,
(Doğru yolu göstermeseydi.)
Kesin doğru yolu şaşırmışlardan olurdum.”Dedi.(En’am 77)
İbrahim,
Yalvarıp yakarmalarına cevap alamayınca,
Gerçeği yeniden anladı.
O benim Allah’ım değildir.
Rabbim bana yol göstermezse,
Mutlaka sapıtanlardan olurum. Dedi.
Karanlıklar içinde evine döndü.
Gecelerin birinde, taş evinin damında,
Gök yüzüne baka, baka uykuya dalmıştı.
Sabahın serin yeli yüzünü okşarken,
Uyandı uykusundan.
Hava yavaş, yavaş aydınlanıyordu.
Sanki, yusyuvarlak koskocaman bir kalkan,
Bütün kırmızılığı ile, yükseliyordu ufuktan!
Daha parlaktı yıldızdan aydan.
Birden bire sıçradı İbrahim,
Sıçradı yatağından!
Rabbim bu mu yoksa?
Her halde bu olacak!
Ruhum canım bununla hayat bulacak!
121
Dünyayı aydınlattı,
Yıldızdan, aydan büyük,
Her tarafı ışıl, ışıl keşke bu olsa da,
Kalksa omzumdaki yük!
Tamam, tamam anladım,
Benim Rabbim bu olacak.
Kollarını açtı ona….
Çok şükür sana Allah’ım!
En sonunda buldum seni,
Bundan sonra ibadetim ancak sana, sana olacak! dedi.
Dedi demesine de, sonu yine hayal kırıklığı,
Yine umutsuzluk!...
Güneş ufuktan yükseliyor,
Bulutlar ona koşuyor,
Kuşlar ona doğru uçuyor,
Onu kucaklamak istiyordu sanki!
Büyük bir sevinç içindeydi…
Fakat bu sevinci de uzun sürmedi.
Çünkü akşam olmuş,
Güneş batmak üzereydi.
Az sonra onunla birlikte battı ümitleri!
Ufukta bir kızıllıktı geriye kalan!
Hayır, hayır o batmamalıydı,
İbrahim koştu,
Koştu batıya doğru,
Koştu arkasından onu yakalamalıydı!
Dağın arkasında kayboldu güneş.
İnanamıyordu bir türlü!
Diyordu ki;
O batmadı batmamalıydı!
Gizlendi o!
Gizlendi dağın arkasına.
Ben tepeye çıkmalıyım.
Onu tekrar görmeliyim arkasından.
Koştu tepelere koştu amma,
Az sonra yine karanlıklar basmaya başladı.
“Allah’ım nerdesin?
Ey güzel Allah’ım!
Nerelerdesin?
Sen put değil yıldız değil,
Ay değil güneş değil nesin sen?
122
Nesin sen?”
Nerdesin diyordu!...
Yüce Rabbim, bu hali şöyle açıklar:
“İbrahim sonra güneşi doğarken gördü.
Rabbim bu mu?
Bu onlardan daha büyük! Dedi.
Battığı zaman da;
-Ey kavmim bunların hepsi yok olan varlıklardır.
Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden,uzağım.
Bütün bütün uzağım.” Diyordu. (En’am 78)
Sonra çöllerin ortasında,
Haykırmaya başladı.
“Ben Allah’ı buldum!
Buldum ben Allah’ı!
O ne yıldız ne de aydır.
Ne de parlayan güneş.
Hiçbir şey olamaz olamaz ona bir eş!
Beni yaratan bir şey var.
Bilmiyorum nerdedir?
Göremiyorum onu!
Her gördüğüm şey onu,
Onun varlığını ispat ediyor.
Allah, her yerde hazır ve nazır!
Bizi görür biz onu görmesek’ te!...
Dünyayı yaratan odur.
Bütün gördüklerimi o yaratmıştır.”
Gün guruba dolandı, ay geceye salındı,
Gecenin karanlığı, yıldızlarla delindi.
Faili meçhul değil, kim olduğu bilindi,
Yer Onun, gökler Onun, varlık Onun vesselâm!
“BEN ARTIK VARLIĞIMI,
BENLİĞİMİ GÖKLERİ VE YERLERİ YARATAN,
ALLAH’IMA ÇEVİRDİM.
BEN ALLAH’A ORTAK KOŞANLARDAN DEĞİLİM.”
Diyordu! (İBRAHİM) (En’am 79).
İbrahim!
Allah’ı bulmanın huzuru içinde,
Gönlü ferah, İçi rahat tuttu evinin yolunu.
123
Karanlıkların, üstüne çöktüğü dağ,
Çoktan sessizliğe bürünmüş,
Derin uykuya dalmıştı bile!
Bu duygularla o da yatağına uzandı.
Öylece uyuya kaldı!
Sabah uyandığında,
Gönlünü dolduran sevinç halâ oradaydı.
Babası da uyanmış,
Her zaman olduğu gibi,
Putunun karşısına geçmiş,
Tapınma ibadetine başlamıştı bile!...
Yatağından yavaşça kalktı.
Babası Azer’e baktı, baktı!
-Babacığım sen putları,
Allah mı sanıyorsun?
Onun için mi ibadet ediyorsun?
Diye sordu!
Babası;
-Elbette evlâdım!
Diye cevap verdi.
Babacığım dedi:
-Ben seni de kavmini de,
Apaçık sapıklık içinde görüyorum.
-Neden oğlum? Dedi babası!
Bu durumu Rabbimiz şöyle bildirmektedir ey babacığım!
İşitmeyen görmeyen,
Sana bir faydası olmayan,
Şeylere niçin tapıyorsun?
Babacığım!
Doğrusu,
Sana gelmeyen bir ilim bana geldi.
Bana uy, seni doğru yola eriştireyim.
Babacığım!
Şeytana tapma.
Çünkü şeytan Rahman’a baş kaldırmıştır.
Babacığım!
Doğrusu sana, Rahman katından,
Bir azabın gelmesinden korkuyorum.
Korkuyorum ki,
Böylece şeytanın dostu olarak kalırsın.
124
Babası!
Ey İbrahim!
Sen mi benim tanrılarımı beğenmiyorsun?
Bundan vazgeçmezsen,
Seni mutlaka taşlarım.
Ebediyen benden uzaklaş git. Dedi.
İbrahim de!
Sana selâm olsun.
Senin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim.
Çünkü o, bana karşı çok lütufkârdır. ( Meryem 42-47 )
Babası Azer:
-Biz putlara tapıyoruz! dedi.
İbrahim:
-Taptığınız bu taş suret nedir sanki?
Babası:
-Onlar benim atalarımın ilâhıdır.
Biz babalarımızı da, bu biçimde,
İbadet ederken gördük! Dedi.
İbrahim o zaman şu soruyu sordu:
Siz, önceki zamanlardan gelip geçmiş,
Atalarınızın neye taptıklarını gördünüz mü?
Biliniz ki; O putlar benim düşmanımdır.
Dostum ise ancak Alemlerin Rabbidir.
Beni yaratan da,
Bana hidayet yolunu gösteren de,
Beni yediren de, içiren de,
Hasta olduğum zamanda bana şifa veren odur.
Beni öldürecek olan,
Beni diriltecek olan da odur.
Ahiret din gününde,
Suçlarımın bağışlanmasını,
Kendisinden yakaracağım odur.
Ey Rabbim!
Bana hikmet ver,
Beni Salih iyi kullar arasına karıştır.”(Şuara 75-83)
İbrahim’in babası Azer,
Oğlunun bu sözlerini duyunca,
Bir türlü anlamadığı gerçeği,
Anlamış bulunuyordu.
125
Oğlu onun taptığı İlâhlara ve de dine karşı çıkıyordu.
O da oğlunu kendi dinine döndürmesi için,
Önce öğüt vermeyi düşündü,
Yumuşak sözlerle uyarmaya çalıştı.
Baktı ki olmuyor, sertleşti sonunda!
-“Sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun?
Yemin ederim ki;
Şayet vaz geçmezsen seni recm ederim.
Uzun bir müddet benden uzaklaş.”Dedi.(Meryem 46)
İbrahim!
Kendisini baba ocağından kovan babasına,
Kızgınlıktan uzak sadakat ve edep dolu şu sözlerle cevap verdi.
“Sana selâm olsun babacığım,
Ben Rabbimden senin için Af ve rahmet dileyeceğim.
Çünkü O bana çok lütufkârdır.
Sana selâm olsun babacığım.
Ben artık sizlerden sizin taptıklarınızdan ayrılıyorum.
Rabbime de dua edeceğim.
Rabbe olan ibadetimde bahtsız olmamayı
Umarım Allah’ımdan..”(Meryem 47 -48)
Diyerek inancını ortaya koydu.
Kavminin ve, babasının, putlara tapmasından dolayı,
Hınç besliyordu onlara karşı.
Birkaç gün böyle geçti.
Geçti amma, içi içine sığmıyordu.
Günlerden bir gün!
Babası Azer İbrahim’e;
-Biz bu gün bayram yerine gideceğiz.
Bizimle birlikte sen de gel. Dedi.
-Peki baba! Dedi.
Sizinle birlikte bayram yerine geleceğim!.
Sevindi bir yandan.
Her kez bayram yerine gidince,
Ben de putları kırarım.
Dedi kendi kendince!
Ertesi sabah,
Herkesle birlikte o da girdi sıraya,
Kafile yavaş, yavaş bayram yerine doğru,
Yol almaya başlayınca,
Ben hastayım, ayaklarım tutmuyor!
Diye bağırarak kendini yerlere attı!..
126
Arkasından gelenler onu yerden kaldırma lüzumunu görmeden,
Ayaklarına basa basa ilerlediler.
Sakatlar ihtiyarlar sona kalmıştı.
Onlar yanından geçerken;
-Yemin ederim ki, sizler ve büyük babalarınız,
Açık bir dalalete gömülmüşsünüz. Dedi.
Onlar da:
-Sen bize doğru mu söylüyor sun?
Söylediğin gerçek mi?
Yoksa sen şaka yapanlardan mısın?
Bizimle eğleniyor musun? Yoksa dediler.
İbrahim şu cevabı verdi.
-“Doğrusu sizin Rabbiniz,
Hem göklerin, hem de yerin Rabbidir.
Yeri ve göğü baştan başa o yaratmıştır.
Ben de size söylediklerime şahitlik etmekteyim.
Allah’a and içerim ki,
Siz arkanızı dönüp (bayram yerine)
Gidince ben putlarınıza mutlaka bir iş yapacağım.
Onları kırıp dökeceğim.” Dedi.( Enbiya 56-57)
İbrahim’in bu sözlerine dudak büküp,
Bayram yerine gittiler.
İbrahim de toparlandı geri döndü.
Doğruca put haneye gitti.
Kapının önünde büyük bir put, asılı duruyordu.
Onun iki yanında daha küçükleri sıra sıra,
Dizili duruyorlardı.
Hepsinin önüne yemekler konmuştu…
İbrahim yaklaştı putlara, alaylı bir gülümsemeyle,
-Siz bu yemekleri yiyecek misiniz?
Haydi yiyin göreyim sizi dedi.
Putlar cevap vermiyordu! Tabi ki!
İbrahim:
“Ne oluyor size?
Niçin konuşmuyorsunuz?
Deyip vurdu baltasını, vurdu tepelerine,
Onları kırdı parçaladı.
Kâfirler gelince onlara cevap versin diye,
En büyük putu kırmadı.
Baltasını onun boynuna astı.
Halk bayram yerinden dönünce,
127
Bir de ne görsün!
Putlar kırılmış,
Yemekler dökülmüştü!…
-Bizim ilâhlarımıza bu azgınlığı kim yapar?
Muhakkak bu zalimlerden biridir. Dediler.
Geriden gelenler muhakkak odur,
İbrahim’dir o!...
Bize,
-Giderken putlarımızı kıracağını söylemişti.
Onun ağzından işittik. Dediler.
Bu haber Nemrut’a ve ileri gelenlere,
Anında ulaştı….
Nemrut ve ulu kişiler:
-“Bu genci bulup halkın önüne getiriniz.
Belki suçunu kendi ağzıyla söyler.
Kavmimiz de ona nasıl bir ceza vereceğimizi yakından görür.
Yaptığı iş ona pahalıya mal olacaktır.”(Enbiya 50-62)
Hemen adamlar gönderildi.
HZ. İbrahim aranıp bulundu.
Nemrut’un önüne getirildi.
Halk da Nemrut’un etrafında halkalandı.
Sordular bu işi sen mi yaptın?
Baltasını boynuna astığı en büyük putu gösterdi .
Ve dedi ki;
-Bana değil!
Şu put’a sorun!
Belki de küçük putlara tapıyorsunuzdur diye,
Onları o kırmıştır.
Görmüyor musunuz!
Baltasını da boynuna asmış!
Her kes o büyük puta baktı.
Bir kısmı İbrahim’i haklı buldu.
Başlarını eğerek:
-“Büyükler vicdanlarına uydular,
Doğrusu siz haklısınız!” Dediler.(Enbiya 63)
Nemrut’un ileri gelen adamları;
-Belki de doğru söylüyor bu genç! Dediler.
Onu buraya getirmekte zulmettik.
Asıl zalim biziz dediler!..
Dediler demesine de akılları başına tez geldi!
-Hayır, hayııır!
Bu taş yığınlarına nasıl sorabiliriz?
Onların dili yok ki!
128
Onların ne faydaları var ne de zararları!
Bu işi yapanı haber veremezler!
Sonra başlarını sallayarak,
-“Bunların söz söyleyemeyeceklerini,
Sen de bilirsin.” Dediler.(Enbiya 64-65)
Hazreti İbrahim,
Puta tapanları, şimdi kendi sözleriyle yakalamıştı.
Başını muzaffer bir eda ile kaldırdı.
“O halde siz, Allah’ı bırakıp kendinize hiçbir fayda vermeyen,
Ve ya, hiçbir zarar veremeyen şeylere mi tapıyorsunuz?
Size de, Allah’tan başka taptıklarınıza da, (Yazıklar olsun)
Vah size! Yazık size!
Halâ buna aklınız ermiyor mu?
Sizde akıl, idrak denilen şey yok mu?” (Enbiya 66)
“Allah’a ibadet edin.
Ondan korkun.
Bunu bilirseniz sizin için daha hayırlı olur.
Siz, Allah’ı bırakıp yalnız putlara tapıyorsunuz.
Biliniz ki, Allah’ı bırakıp taptığınız putlar size rızık vermezler.
Rızkı Allah’ın katında arayın.
O’na ibadet edin.
O’na şükürde bulunun.
.Siz yine ona (ALLAH’A) döndürüleceksiniz..”(Ankebut 16-17)
CEBRAİL İLE BULUŞMASI
Cebrail:
-“Ya İbrahim!
Ben arayıp bulduğun Allah’ın elçisiyim.
Sana peygamberlik ve ululuk verildi.
Bu müjdeyi sana bildiriyorum.” Dedi.
İbrahim o kadar çok sevindi ki;
Cebrail!
-Hz.ti Ademden bu yana,
Oğuldan oğula, emanet bırakılan sandığı,
İbrahim’in kollarına bıraktı.
Bu sandığı açmakla emrolundun.
Aç bu sandığı!
Yüce Rabbin izzet ve cemalini temaşa kıl!...
Gör! Allah sana onları gösteriyor. Dedi.
Cebrail, dini İslâm’ı öğretti İbrahim’e !
Ona peygamberliğini müjdeledi!
“Ve Allah İbrahim’i kendine dost edindi.”(Nisa 125)
129
İbrahim, büyük bir mutlulukla,
Büyük bir heyecanla sandığı açtı.
İçine bakınca,
Bütün sır perdelerinin kalktığını,
Ayan beyan tüm sırların kendisine sunulduğunu gördü.
Adem Ata’nın ruhunu gördü!
Sanki yaşıyormuş gibi,
Nur yüzünü gördü!
Havva Ananın mah cemalini gördü.
O zamana kadar gelip geçen peygamberleri temaşa etti!
İşte, ŞİT,
İşte İDRİS,
İşte NUH,
İşte HÛT,
İşte SALİH karşısında duruyordu!...
Her birinin derece ve mertebesini gördü.
Her birinin alnında, adlarının yazılı olduğunu gördü!
Her peygamberin ruh’u yanında,
Ümmetlerinin de ruhunu gördü!
Daha sonra gelecek peygamberleri gördü!
Peygamberlerin sonuncusu,
Hazret-i Muhammed Mustafa’yı gördü!
0nun ümmetinin çokluğunu kalabalık olduğunu gördü!
Sordu Rabbine:
-Ya Rabbim!
Bu kalabalık nedir?
Gaipten bir ses duydu!
-O soyu halis, arı saf bir kimsedir.
Senin evlâdındandır.
İşte odur benim Habibim, odur benim sevgilim.
Odur benim son peygamberim!
Geceler ve gündüzler bu yücelikler onun için var oldu.
Bu dünya, bu gök kubbe, onun gezmesi içindir.
Bu arzın yüzü Ona seccade!
O bütün peygamberlerden sonra gelmesine rağmen,
Hepinizin önündedir!
Peygamberlik hil’at’ini giydiği zaman,
Ne, arş vardı ne akıl!
Ne, kürsü, ne yer, ne gök,
Ne de zamanın devri,
Ne, cisim ne can,
Ne, elif ne ha, ne dal, ne lâm,
Ne Y, ne de Z vardı.
130
Yüce Allah!
CEBRAİL dili ile bildirdi bu sırları!
Sonra da doğacak oğullarını, İshak ve İsmail’i gösterdi.
-İshak ve İsmail, senin kanından,
Senin sulbunden gelip peygamber olacaktır.
İsmail de, son peygamber,
Muhammed Mustafa’nın atası olacaktır.
İbrahim bu haberlere çok sevindi.
Artık Hak peygamber olmuştu.
Babasının ve kavminin karşısına geçti.
-“Ben gerçekten sizin tapmakta olduğunuz,
Şeylerden uzağım.” Dedi.(Zuhruf 26)
Devam etti konuşmasına;
“Şüphesiz ki ben Allah’ın BİR’liğine inananlardanım.
Yüzümü o gök kubbeleri,
O yer yüzlerini yoktan var eden Yüce Allah’a çevirdim.
Ben O Allah’a ortak olanlardan müşriklerden uzağım.”En’am 19)
Bundan sonra, Nemrut’un kavmi ile,
İbrahim arasında sert tartışmalar oldu.
Kur’an bu durumu şöyle ifade ediyor:
“ Kavmi de İbrahim’e karşı mücadeleye kalkıştı.
İbrahim onlara dedi ki;
Allah beni doğru yola götürdü diye bana düşman kesiliyorsunuz.
Ben ona ortak koştuğunuz İlahlardan korkmam!
Ben bilgisi her şeyi kuşatan Allah’a inanırım.
Meğer beni başka bir şeye dilemiş olsun.
Siz hala düşünmez, öğüt almaz mısınız?
Bundan ibret almaz mısınız?”(En’am 80)
Nemrut’un kavmi arasında bu sözlere,
Cevap verecek yürekli biri yoktu!
Devam etti İbrahim:
“ Sizin bu putları Allah’a ortak koşmanız için,
Allah tarafından hiçbir deliliniz yoktur.
Böyle olduğu halde, ona ortak koşmaktan,
Korkmuyor musunuz?
Ya ben;
Sizin, Allah’a ortak koştuklarınızdan niye korkayım?
Söyleyin bana!
TEK olana inananlarla,
Ortak koşan iki taraf arasında hangisi daha emniyetli,
Hangisi selâmet içinde yaşamaya hak kazanmıştır?
131
İmana gelip te, imanlarını zulümle,
Ve Allah’a ortak koşmakla karıştırmayanlar,
Var ya, işte onlar doğru yola erişenler,
Korkudan emin olanlar hidayete kavuşanlardır.”(En’am 81-82)
Puta tapanlar,
Bu sözler karşısında ne söyleyeceklerini,
Ne yapacaklarını bilemediler şaşırıp kaldılar.
Zaten İbrahim’in amacı da;
Onları Allah’ın azabıyla korkutmak,
Putlara tapmaktan onları vazgeçirtmekti!..
Nemrut İbrahim’e;
-Ey İBRAHİM!
-O ibadet ettiğin, taptığın, başkalarını da davet ettiğin,
Kudretini pek yüce gösterdiğin,
Başka ilahlardan üstün saydığın Allah, nasıl bir şeydir?
Bizim putlarımızı gördüğümüz gibi,
Sen de Onu görüyor musun?
Hiç gördüğün var mıdır?
Hz. İbrahim susturucu bir cevap verdi.
“İbrahim benim Rabbim diriltir ve öldürür.”(Bakar 260)
Çünkü hayat verenin de, alanın da,
ALLAH olduğunu biliyorlardı!
Allah ilk imanı göğsüne doldururken!
-Ey Rabbim demişti!
Ölüleri nasıl diriltirsin sen?
Diye sormuştu.
Hak Tealâ da: Ya İbrahim!
SEN BENİM ÖLÜYÜ DİRİLTİP,
DİRİYİ ÖLDÜRDÜĞÜME İNANMADIN MI? Demişti.
İbrahim;
“Evet inandım. Fakat kalbim tam inansın diye,
Sordum demişti.”Bakara 260)
O zaman Rabbil alemin!
- Sen dört cinsten dört kuş yakala.
İyice gözden geçir, incele.
Sonra onları parçala, her dağın başına onlardan,
Birer parça bırak.
Sonra çağır onları!
Onlar sana yine geleceklerdir.
Sen bil ki senin Rabbin dilediğinde galip ve üstündür.
Hikmet sahibidir!..
132
Bunun üzerine İbrahim’in,
Tavus kuşu, horoz,
Güvercin ve Karga yı bulduğu rivayet edilir.
Bunlar:
(Tavus kuşu, süsün ziynetin.
Horoz uyanıklığın,
Güvercin, havaya yükselmenin.
Karga, nefsin tamahkârlığının,
Uzun yaşamanın sıfatıdır.
İnsanda olgunluk, bunların silinip atılmasındadır.
Diye tefsir edilmiştir.)
İbrahim,
Söylendiği gibi bu dört kuşu keser.
Tüylerini yolar, etlerini birbirine karıştırır.
Sonra yedi tepenin başına koyar bunları!
Başlarını da yanında saklar.
Sonra da ,Allah’ın izni ile gelin bana diye çağırır.
Tepelerden uçup gelen parçaların kendi parçalarıyla,
Kemiklerin, kendi kemikleriyle,
Tüylerin kendi tüyleriyle buluştuğunu,
Dört başsız kuşun uçarak kendine geldiğini,
Kafalarıyla buluşup canlandığını görür!
(Tibyân tercümesi, sahife 110-111)
İşte bu dört kuşun ölüp te, dirilmesine şahit olan İbrahim,
Nemrut’a der ki;
-Ey Hakan!
Benim Allah’ım,
Hem öldüren hem diriltendir.
Hayat verir can alır o!...
Nemrut bir kahkaha atar!...
-Demek senin Rabbin, hem dirilten hem öldürendir?
Bunu ben de yapabilirim.
“Hem öldürür hem diriltirim.” Der!
İbrahim sorar Nemrut’a!
-Sen nasıl öldürüp, diriltiyor sun?”
Nemrut da alaylı, alaylı güler!
Ölüme mahkûm ettiği iki kişiyi getirtir.
Birinin başını vurdurur oracıkta öldürür.
Ötekini de serbest bırakır.
Gördün mü?
İşte hem öldürdüm hem de dirilttim der…
133
O zaman İbrahim:
“Yüce Allah güneşi doğudan doğduruyor,
Batıdan batırıyor!
Hadi sen onu batıdan doğdur bakalım! Deyince,
Nemrut o zaman ne diyeceğini şaşırır ve susar!
Başka soru sormaya cesaret edemedi.
Allah zalimleri başarılı kılmazdı.”(Bakara 258)
-Siz Allah’a tapın.
Allah’a tapmak sizin için hayırlıdır.
Bunu bir bilseniz.
Siz Allah’ı bırakıp yalanlar uyduruyorsunuz.
Sizin taptığınız şeyler size bir rızık veremez.
Buna güçleri yetmez.
Rızkınızı Allah yönünde arayın.
Ona kulluk edin.
Ona şükürde bulunun.
Hepiniz yine ona döneceksiniz.
Yer yüzünde gezin dolaşın.
Allah’ın peygamberine düşen vazife,
Sadece tebliğden ibarettir.
Nemrut’un halkı halâ susuyordu.
İbrahim devamla;
“Allah’ımın her şeyi yapmağa gücü yeter.
Allah dilediğini azaba uğratır.
Dilediğine rahmet eder.
Hepiniz tekrar Ona döneceksiniz.”(Ankebut 20-21)
İBRAH’İMİN ATEŞE ATILMASI
Nemrut, HZ. İbrahim’le tartışamayacağını anlamıştı.
Halkı da;
-Öldürün onu!
Ateşe atın onu,
Diye bağrışmaya başladı!.
Onu yakın!
İlâhlarımızın öcünü alın.
Diye bağrışıyorlardı.
Bu olay şöyle rivayet edilir.
Nemrut’a : “İbrahim’i ateşte yakınız.”
Diye bağıran Hayzen’dir.
Allah’ın buyruğu ile yer, onu yedi yuttu!
Kıyamete kadar orada o sarsılıp duracaktır.
134
Nemrut, onun sözü üzerine:
İbrahim’i yakalayın!
Büyük bir ateş yakın!
Onu oraya atın.
Hasta yatağındakiler bile,
-Keşke kalkabilsek,
Bizde odun toplayıp atsak ateşe,
Diye hayıflanıyorlardı.
İbrahim Allah’ına güveniyordu.
Yüreğine hiçbir umutsuzluk düşmemişti.
Bir elem değil!
Sevinç sarmıştı yüreğini.
Ateşe doğru yürürken,
Başını şöyle kaldırıp bakındı, Rabbine şöyle dedi.
-Ey Rabbim!
Sen gökte Tek yaratansın.
Bense yer yüzünde tek kalmış biriyim.
Yer yüzünde benden başka sana inan yok!
Senin yardımın bana yeter.
Sen ne güzel bir yardımcısın!
O zaman ateşe bir emir geldi.
“Ey ateş!
Sen İbrahim’e karşı bir soğukluk, bir selâmetlik yeri ol”(Enbiya 69)
Bu Cebrail’in sesi idi. Ateş’e tebliğ ediyordu.
Rivayet odur ki;
Eğer Allah ateşe, “Bir soğukluk yeri ol” dediğinde,
“Selâmetlik yeri ol” demeseydi!
HZ. İbrahim soğuğun şiddetinden donacaktı.
Ve yer yüzünde yanan ne kadar ateş varsa,
Allah’ın emrinin kendilerine geldiğini sanacak söneceklerdi.
Böylece yer yüzünde hayat son bulacaktı.
İbrahim!
-Ben Rabbimin emrettiği yere gidiyorum.
O bana yolumu gösterir demişti.
O sırada Cebrail;
Ya İbrahim!
Allah’tan bir dileğin var mı? Dedi.
İbrahim!
-Ben Allah’a yönümü döndüm.
Bir dileğim yoktur. Deyince!
135
Yüce Mevlâ; İbrahim’e: “Ey Halil’im!” Dedi.
Ondan sonra Onun adı, HALİLLULLAH oldu.
Dergâh-ı İlâhi’nin huzurundan kovulan Nemrut’un,
İstilâ ateşi, alev alev, duman duman sardı, sardı dört yanı.
Mancınığa koyup atmak üzereyken İbrahim’i,
Melekler dediler ki, ya Rab, “BİR” liğine inanan,
Resulündür o senin, ona acı ya Rab!
Ya da izin ver bitirelim işini” diye dua etti Melekler.
Dergâh-ı İlahiden, izin çıktı onlara!
“-Yardımına gidin !..”Dendi!..
Bulutlar meleği!
İbrahim’e:
“---Ey Halillullah:
İznin olursa eğer ceza selini, salayım üstlerine,
Düşmanlık ve inat binalarını yıkayım tepelerine!..
Fesat ateşlerini, bir anda söndüreyim.”
Yer meleği de:
“----Nemrut’u ben, Karun gibi çekeyim şu toprağın altına”. Dedi.
İbrahim Halillullah:
“----Hayır olmaz!…
Ne gelirse Hak’tandır razıyım ben olana,
Sakın ha girmeyin siz Tanrı ile arama.
Lutfu da hoş, kahrı da…..”Dedi.
……..Allah’ın sevgilisi böyle deyince,
………………Yanan o ateşe, Rabbinden geldi nida;
“Ey ateş!
İbrahim’e karşı serin ve zararsız ol .” (Enbiya 69)
…….O zaman yakmadı İbrahim’i,
………….Yakmadı har ateş,
……………….Şefkat yolunu seçip ona oldu serin eş.
Ey dünya imalât hanesinin işçileri,
Ey varlık hazinesinin bekçileri,
Bana dosttan gelen, her sıkıntı bir sevinç.
Her üzüntü bir neşe, karşı koyamam,
Çektiğim her sıkıntı, benim için bir övünç…
Derdine razı olan, asla derman istemez,
Mihneti seven âşık, rahat-ı can istemez.
Böyle aşk âleminde, kimi isterse o yâr,
Sabreder cefasına, başka canan istemez.
136
………..Diyerek ateşlerde yanmaya,
…………….Yârin sunduğu aşkın,
…………………Deryasına banmaya razı oldu.
Fırlatıldı taş gibi, har ateşin içine, tam düşecekti ki,
Tutundu Cebrail, onun eteğine!...
“--------Var mı şu anda benden?
--------Bir isteğin dileğin?!”
Evet var!..
“----Var ama,
………..O istek senden değil!..
..……………Rabbim görüyor beni,
……………….Odur benim tek ecem.
…………………….Ona muhtacım,
……………Odur gündüzüm gecem..”
Sevdiğine dert veren, gafil olmaz dertliden,
Sadık olan âşıklar, dertlenmez hiç halinden,
Anladım siz bırakın, çaresizlik kendimden,
İsterse sıhhat verir, kurtarır o derdimden.
Nemrut!
Tamam mutlaka yanmıştır diye düşündü.
Atladı atına sürdü onu ateş’in yanına.
Odunlar halâ yanmakta idi.
Nemrut birde ne görsün!
İbrahim’in yanında,
Kendi gibi biri daha vardı,
Birlikte oturuyorlardı ateş’in içinde!...
Geldiği gibi sürdü atını sürdü gerisin geriye…
Şaşırmıştı ne yapacağını bilmiyordu.
Topladı halkını.
BABİL KULESİNİN YAPILMASI
Dedi ki onlara;
-Ben İbrahim’i ateş’in içinde otururken gördüm.
O halâ diri.
Ben bir şey anlamadım.
Bana hemen!
Yüksekçe bir kule yapın.
Ateşteki İbrahim’i oradan gözetleyeyim. Dedi.
Köleler, askerler, halk,
Arzu ettiği kuleyi yaptılar acele.
Çıktı kulenin tepesine,
Baktı uzun, uzun ateş’e!....
137
Geçekten İbrahim ve kendi gibi giyimli biri,
Oturuyordu ateşin içinde. Haykırdı İbrahim’e!
-Ey İbrahim!
Sen bu ateş’in içinden çıkabilir misin?
İbrahim,
-Evet çıkabilirim dedi.
Ateşin içinde kalırsan eğer,
Alevlerin sana zarar vermesinden korkar mısın?
İbrahim,
-Hayır korkmam! Diye cevap verdi.
Nemrut,
-Öyleyse çık ateşten, yanıma gel! Dedi.
İbrahim kalktı ayağa, ateşlere, kızıl korlara basa, basa çıktı,
Çıktı ateş’in içinden geldi Nemrut’un yanına.
Sordu Nemrut:
-Senin yanında oturan biri vardı.
Kimdi o?
-O mu!...
O gölgeler meleği idi.
Yüce Rabbim onu, benimle konuşsun diye göndermiş!
O melek, yakıcı ateşi benim için soğuttu!
Ateşi selâmet yeri yaptı.
Ateşte beni yakmadı. Dedi.
Nemrut, o zaman, ben senin Rabbine kurban sunacağım.
Onun kudret ve yüceliğini,
Sana yardımcı olduğunu gördüm.
Gördüm amma!
Onun TEK Rabbim olduğuna inanmayacağım!
Tam dört bin sığır kurban edeceğim.
İbrahim!
Dört bin değil,
On dört bin kurban sunsan, bir manâ ifade etmez.
Kurbanın kabul olması için,
Bu batıl inancını terk etmen gerek!
Nemrut!
Ben ülkemi halkımı dinimi bırakmak niyetinde değilim.
Ama ona mutlaka kurban sunacağım dedi.
Dört tane sığır kestirdi.
İbrahim’e de, var sen de kendi halinde kal!
Ülkemde serbestçe dolaş dedi.
Sadık olan âşıklara, ar olur, yabancının tedbiri,
Arayan bulur, muhabbet denizini coşturan O TEK BİR’i.
138
İBRAHİM’İN SINANMASI
“Bir zamanlar,
Yüce Allah sınamıştı,
Kelimelerle, İbrahim peygamberi!
Verilen emri, getirince yerine,
Ben seni önder yapacağım demişti.”(Bakara 124)
İbrahim de:
Ey Allah’ım!
-Soyumdan da önderler yap!
Diye dua etmişti.
Müfessirler diyor ki;
İbrahim’e öğretilen kelimelerde,
Yasaklar ve emirler bulunmaktaydı.
Bunlar yerine geldi.
Emirler şunlar:
…Bıyık kısaltmak,
….Ağzı burnu yıkamak,
………Misvak kullanmak,
…………..Saçlarını taramak,
……………….Tırnağı kesmek,
………………….Edep yerini, koltuk altını tıraş etmekti…..
Bazı müfessirlere göre de;
……Kavminden ayrılması,
……….Nemrut’a karşı mücadele etmesi,
……………Ateş’e sabretmesi,
…………………Daha sonra da hicret etmesi,
…………..…….Konuk ağırlaması gibi şeylerdi…
………..Yüce Rab,
…………..Yaptıklarından memnun oldu.
……………..Bu kelimeler on’u buldu.
………………….Böylece ona da on suhuf verildi…
O açıktan açığa, hem babasıyla,
Hem de kral Nemrut’ la,
Mücadeleye başladı.
Hem de hiç korkmadan.
Allah’tan başka hiçbir şeye inanmadı.
Kendinden önce gelen,
Adem, Şit, İdris, Nuh, Hud, Salih,
Peygamberlerin inandığı Allah’a inandı o da!..
139
………..İşte bu yüzden,
…………….Nemrut ateşe atıp,
………………..Öldürmek istedi.
…………………..….Ümit bahçesi,
………………….Sabır bulutu ile sulanır,
………………Şunu da iyi anla,
…………Sabırla inci olur,
……………….…Gözden düşen
……………………….….Her damla.
………………………..Sabreden her bir gönül,
……………………..Aydınlık kalır,
………………..Parlayan güneşten,
……………Mutlaka ışık alır.
……………….Sınavın en büyüğü,
………………………Sözünde durmak,
…………………………..Rabbinin huzuruna.
……………………….……Temiz bir kalple,
………………………………..Hep mutlulukla varmak.
İBRAHİM A.S. mın YALANLARI
Hayatında Allah rızası için Üç kez yalan söylemişti.
Birincisi:
Nemrud’un ülkesinde iken,
Hasta olmadığı halde,
“Ben hastayım ayaklarım tutmuyor” demişti.
İkincisi:
Putları kırdığı zaman,
“Ben kırmadım en büyük put kırmıştır.” dedi.
Üçüncüsü de:
Mısır Firavununa karşı, ”Sara kız kardeşimdir” demişti.
NEMRUTTAN AYRILMASI VE EVLENMESİ
Hz. İbrahim’in kayın babası Tarih,
Bir gün bütün aileyi topladı.
Haydi oğullarım bu UR şehrinden çıkalım.
Memleketimiz Harana gidelim.
Oradan da Kenan iline geçer,
Orada rahat rahat yaşarız dedi.
Bu teklif İbrahim’in ve
Ona yeni inanlarında hoşuna gitti.
140
Nemrut’un yanından ayrıldılar.
Kafilede ateş olayına şahit olanlardan,
Az da olsa inanan vardı.
Karısı Sara da İbrahim’e inanmıştı.
Ağabeyi Harun’un ve onun oğlu LUT da,
İman edenler arasındaydı.
Hz. İbrahim ve yanında gidenler için,
Bakınız Kur’an ne diyor.
“İbrahim ve yanındakilerin sözlerinde,
Sizin için güzel bir örnek vardır.”
Vaktiyle kavimlerine demişlerdi ki;
“Biz, sizlerden ve Allah’u Tealâdan gayrı,
İbadet ettiğiniz putlarınızdan uzağız.
Siz Allah’ın varlığına, BİR’liğine inanmadıkça,
Sizi tanımıyoruz.”
Aramızda bir düşmanlık ve buğz baş gösterdi.
“Ancak İbrahim’in babası için şöyle demesi,
Bir başkalık olmuştur.”
-“Elbette senin için, bir mağfiret dileyeceğim.
Fakat Allah’ın gazabından hiçbir şeyi,
Kaldırmaya gücüm yetmez”.(Mümtehine 4)
İbrahim Harran hükümdarının kızı.
Sara ile evleneli otuz yedi yıl olmuştu,
Amma, çocukları olmamıştı.
Bir kervan halinde yola düşmüşler.
Kuzeye doğru ilerleyip, Urfa şehrinden geçmişler,
Geçerken soğuk sular içmişlerdi.
İçtikleri suda kutsal balıklar türemiş.
Sonra Suriye sınırına yakın, Haran şehrine gelmişler,
Azer’in günleri burada son bulmuş.
205 yıl yaşamış, ölünce, Harana gömülmüş…….
Günlerden bir gün,
Haran şehrinde bulundukları sırada,
Cebrail Aleyhisselâm gelerek, Ya İbrahim!
Sen bu diyardan baba ocağından,
Yakınlarının yanından ayrılacaksın.
Yüce Allah böyle buyuruyor.
Sana gösterilen diyara gideceksin.
-Başka ne buyurdu? Ey Cebrail dedi.
Buyurdu ki;
-“Ey İbrahim!
141
Ben seni büyük bir millet yapacağım.
Senin dölüne bereketler vereceğim.
Seni mübarek kılacağım.
Sana hayır duada bulunanlara da, bereket vereceğim.
Sana bed dua edenlere lânet edeceğim.
Gideceğin yerdeki oymaklar,
Seninle mutlu ve mübarek olacaklar” Dedi.
Bunun üzerine İbrahim’in gözlerinde,
Bir ümit ışığı parıldadı.
Karısı Sara ne zamandan beri çocuk doğurmamıştı!
Çünkü o kısırdı.
Acaba büyük bir millet olacaksın diye,
Müjdelenen nesil Saradan mı üreyecekti?
HZ. İbrahim, emre uyarak, Allah’ın gösterdiği
Kenan diyarına göç hazırlığına başladı.
Yanına kardeşi Harunun oğlu Lut’u da aldı.
O tarihlerde 75 yaşında idi.
Harran da zengin olmuşlardı.
Büyük bir kafileyle yola koyuldular.
Suriye Sınırından, güneye doğru ilerleyip,
Lübnan dağları vadilerine geçtiler.
Sonunda Kenan diyarına geldiler.
Cebrail yine geldi.
-Ya İbrahim,
Hak Tealâ burayı senin soyuna, sopuna vatan kıldı dedi.
Buna çok sevinen İbrahim, bu müjdeyi Saraya da söyledi.
O da, Ya İbrahim!
Benim hiç oğlum olmuyor ki!
Geleceğini de ummuyorum.
Neslimiz nasıl üreyip de, buralara sahip çıkacaklar. Dedi.
İbrahim!
Üzülme Ya SARA !
Yüce Allah bir gün seni bir oğlanla sevindirecek!
Seni bahtiyar kılacaktır diye onu teselli etti.
Sonra bu yerde, Yüce Rabbe dua için bir mescit yaptı.
Kavmine döndü.
Ey kavmim haydin hazır olun gidiyoruz dedi.
Girdi mescide, açtı elini Rabbine!
-Yarabbi!
Sen bize hayırlı yolculuklar ihsan et!
Diye dua etti.
142
Büyük bir kafile yola koyuldu sonunda.
Günlerce güney’e doğru yol aldılar.
Bir beldeye geldiler.
Geldiler gelmesine de o yıl o beldede kıtlık çıkmıştı!
Burada barınamayız dediler.
…..“Kuşlar yolcu sürü yorgun,
…………Kayalar gölgelenmiş, dere dilsiz!...
………….Köye inen izler boş….
…………….Çoban dalgın, çözülme var toprakta….
…………………….Başaklar küskün,
……………………..Akşam rüzgârı suskun!
…………………..Karınca yuvaları aç, bereket durmuş…
……………………Dal kuru, meyve yok, kuru yaprakta.
………..Yaprak kovmuş böcekleri,
……..Güneş ufukta secdede!....
…..Kan ağlıyor gözleri…
…..Cihana göz açtığı günde,
………Bu hasta saatte, belki de….
…………Toprağın tek garibi benim.
………………Böyle karşılanmaktan şaşkınım.
……………………Perişanım diyordu belki de…….
………………………Gece kovalıyor peşinden!...
…………………Yarasalar gülüyor haline….
“Bir kudret ki tutmuş bileklerimden,
Hakikate sürüklüyor hem aklımı hem beni.
Ne yapsam! tanımasam, inanmasam,
Teslim olmasam ben de çözüleceğim…..
Ben de döküleceğim…..
Hayır, hayır, taş kesileceğim.”
Diye hayal kuruyordu İbrahim!.....
MISIR YOLLARINDA
Yollarına devam etmeye karar verdiler.
Mısır’a doğru gideceklerdi.
O zamanlar Mısır’ı Firavunlar yönetiyordu.
Mısır’a girerken, İbrahim a.s.
Sara’nın devesine yaklaştı. Sara’ya şöyle dedi.
143
-Ey benim yoldaşım,
Ey hayat arkadaşım.
Sen eli ayağı düzgün,
Nur yüzlü, kara gözlü,
Çok güzel bir kadınsın!
Ben bunun farkındayım.
Her zaman, her yerde,
Hep senin yanındayım.
Amma!
Mısırı yöneten Firavunun bana zarar vermesinden,
Beni öldürmelerinden endişe ediyorum.
Seni görünce onlar!
“Bu şunun karısıdır derler”
Sana sahip olmak için beni öldürebilirler!
Peki dedi Sara, ne yapmamı istiyorsun?
Senin için ne yapabilirim?
İbrahim:
Sana kimsin diye sorarlarsa,
Onlara ben İbrahim’in kız kardeşiyim de!
Sara sadece güzel değil!
İyi huylu, kocasına sadık, itaatkâr bir kadındı!
Tamam dedi. Ben senin kız kardeşinim!
İbrahim;
-Allah senden razı olsun ya Sara dedi.
Kafile Mısır’ın başkentine gelmişi.
Mısırlılar onları ilgiyle izliyorlardı.
Sara’yı görenler, parmaklarıyla gösterip,
-Şuna bakın şuna!
Ne kadar güzel bir kadın değil mi?
Diye hayranlıklarını dile getiriyorlardı.
Onların içinde biri var ki,
O Firavunun adamı idi.
Doğruca saraya koştu.
Hükümdar’a;
-Senin topraklarına birisi geldi.
Yanında bir kadın var ki,
Güzel mi güzel,
Bakmalara kıyamazsın!
Diye meth-u sena eyledi!
Mısır Firavunu bu övmeler karşısında,
Sen git o adamı bana getir dedi.
Az sonra İbrahim, Firavunun karşısındaydı.
144
Firavun sordu:
-Yanındaki o kadın kimdir?
İbrahim;
-Kız kardeşimdir dedi.
Firavun;
Sen git de kız kardeşini gönder!
İbrahim peki dedi.
Çıktı Firavunun yanından.
Karısı, Saranın yanına geldiğinde,
Olanları anlattı.
Seni çağırıyor Firavun!
Sakın beni yalancı çıkarma.
Zaten kafilede ikimizden başka,
Allah’a tam manâsıyla inanan yok.
Allah bizimle beraberdir. Dedi.
Sara;
-Sen korkma ya İbrahim deyip,
Ayrıldı İbrahim’den doğruca Firavuna gitti.
İbrahim, durdu Rabbin divanına,
İki rekat namaz kıldı.
Açtı elini Rabbine!
-Ya Rabbi!
Bizim senden başka koruyucumuz yok.
Sana inandık
Sana güvendik,
Bize yardım et!
Sen Sara’nın yardımcısı ol!
Güzel Allah’ım!
Diye dua ve niyazda bulundu.
Sara Firavunun karşısındaydı.
Ay parçası, yay kaşlı,
Kara gözlü Sara’yı görünce Firavun,
Mest oldu.
Adamlarına döndü:
Bu kadının kardeşine derhal,
Sığır, koyun, keçi , at eşek, cariyeler götürün!
Ona armağan edin dedi.
Hemen dedikleri yapıldı, armağanlar,
İbrahim’in bulunduğu kafileye ulaştı.
145
Ey aşk sen nelere kadirsin?
Kiminin yüreğine aşk düşürür,
Kadehlerde dudak izi aratır!
Vezir edersin!
Kimini derde sokar, çileler çektirir,
Sevdiğine bin pişman,
Rezil edersin!
Firavun, Sara ile kaldı baş başa,
Meftun oldu ona,
Ondaki güzellik bambaşka!
Düşürdü onu aşka,
Yavaşça yaklaştı.
Onu kucaklamak,
Kollarının arasına almak istiyordu.
Elini uzattı.
Uzattı uzatmasına da,
Ne mümkün ona dokunmak!
İbrahim’in duası kabul olmuştu.
Uzanan eli gizli bir güç mengene gibi sıktı!
Kaskatı kalmıştı kolu!
Şaşırdı Firavun!
Demek ki,
Yaptığı davranışıtan dolayı,
Mabutları gazaba gelmişti.
Onların kahrına uğramıştı.
Demek ki bu kadın, şanı yüce birisiydi!
Saraya yalvarmaya başladı.
-Ey şanı yüce kadın!
Attırmadın bir adım, kurudu kaldı kolum!
Kolumun açılması için, mabutlara dua et.
Kolum iyileşirse sana, bir kıl kadar dokunmayacağım.
Sana bağışlarda bulunacağım.
En büyük mabudumun adına ant içerim ki;
Sözümde duracağım.
Sara bu durum karşısında,
Ellerini kaldırdı Yüce Allah’a:
-Ey benim Yüce Rabbim!
Firavun doğru söylüyorsa elini eski haline getir.
Diye niyaz eyledi.
146
Rabbi, bu Salih kadının duasını kabul etti.
Firavunun elini açtı.
Firavun bu!..
Sözünde durur mu?
Tabii ki durmaz.
Eli açılınca yine uzandı Sara’ya!
Bu kez de aynı gizli el,
Bir pençe daha vurarak elinin ileriye gitmesine izin vermedi!
Hükümdar yine yalvarmaya başladı.
Ne olur dua et,
Dua et benim için kolum açısın!
Sara, yine dua etti.
Eli yine açıldı.
Firavun yine uzatmak isteyince,
Kurudu kolu kaskatı!
Firavun çağırdı adamını,
Sen bana kadın değil, bir cadı getirmişsin dedi.
Döndü Sara Hatuna,
-Haydi sen de kardeşinin yanına dön! Dedi.
Sana bir de cariye bağışlıyorum.
Al o da senin olsun dedi.
Sonra bu kadının İbrahim’in karısı olduğunu öğrendi.
Çağırttı İbrahim’i.
-Bana ettiğin bu zulüm nedir dedi?
Niçin bu kadının, karın olduğunu söylemedin?
Ben onu, karım olsun istemiştim.
Haydi al karını !
Çıkın gidin ülkemden! Dedi.
İbrahim anladı ki,
Sara Allah katında da makbul bir kişi idi.
SARA’NIN HACER’İ ARMAĞAN ETMESİ
Sara;
Ey İBRAHİM!
Allah beni azgın Firavundan korudu,
Bana uzanan kolu farıdı.
Bana Hacer adında bir de köle verdi.
İbrahim, bu cariyeyi,
Hizmetinde kullanmaya başladı.
Sara, daha sonra Onu İbrahim’e hediye edecektir.
147
Bu cariye:
HZ. Muhammed’e kadar gelecek olan neslin,
Büyüklerin büyüğü,
Büyük annesi olacaktı.
Bu kadın Hacer validemizdi.
Günün son ışıkları yüzüne vururken,
Karısı Sara’nın çadırına yürürken,
Güneşin kızıllığının düştüğü dereye baktı.
Adamın biri çocuğunu,
Derenin içinde takdis ediyordu.
Ah benim de bir oğlum olsa diyordu!...
-------Ey Yüce Rabbim.!
“Bana Salihlerden(Bir oğul) ihsan et!”
Diye dua ediyordu.(Saffat 100) İbrahim!..
…………………Emir alan melekler,
…………………….Selâm verip, girince,
…..Girince Sara’nın odasına,
O: “Doğrusu ben sizden korkuyorum”
Demişti.
“Korkma biz sana,
Bilgin bir oğlun olacağını,
Müjdelemeye geldik” dediler.
……………………..“Ben kocamışken bana
………………..Müjde mi veriyorsunuz.”
Deyince:
……….“Umutsuzlardan olma,
……………….Gerçekten seni müjdeliyoruz.”
………………….Dedi Cebrail (Hicr 54-55)
Yavaşça çadıra yaklaştı.
Çadırın kapısı açıktı.
Omzunu dayadı çadıra.
Sara geldiğini duyunca,
Fırladı yerinden,
Sevgili kocası İbrahim’le, göz göze geldiler.
İbrahim, sabredelim Allah’ın lütfu geniş!
Ya Sara!
Dilerse Rabbim, elbet bizim de bir çocuğumuz olur,
Diye teselli etmeye çalışıyordu…
Sara;
- Ben bu kadar kocamışken mi çocuğum olacak?
Rabbim beni mahrum ediyor diyordu.
148
Ama ben senin bir çocuğun olsun istiyorum.
Varsın benden olmasın….
İster bir cariyeden olsun!
Ben buna da razıyım.
Diyordu Sara!…
Kaç gündür düşündüm.
Bir karara vardım.
Şöyle ki;
-Firavunun bana hediye ettiği,
Mısırlı cariye var ya!
Hacer!..
Onu sana sunacağım.
Al Onu…
Sana arkadaşlık etsin.
Yatağında karılık etsin.
Ondan bir çocuğun olursa ben de sevinirim.
Onu kendi çocuğum gibi büyütür,
Okşar bakarım.
Analık sevgisini kalbimde duyarım.
İçinden bir ses,
Kabul et!
Neslinin bir kısmı bundan türeyecek diyordu!..
Peki dedi.
Peki ya Sara kabul ediyorum!
Rabbil Alemin,
Ondan bize bir çocuk bahşeder.
Yuvamız neşelenir.
Gönüllerimizde sevinç kuşları,
Kanat çırpar dedi.
O gece Sara ile yattılar.
Sara, büyük bir ümit ve mutlulukla,
İbrahim’in başını göğsüne dayadı,
Rahat bir uykuya daldı.
Ertesi sabah gün ışımış,
Işıklarını çöl’ün kumlarına saçmaya başlamıştı.
Hacer omuzunda testisiyle,
Su doldurmaya gidiyordu.
Sara, genç Mısırlı kıza seslendi.
Ey Hacer,
Çadırıma gel!.
Genç kız, hızlı adımlarla yürüdü,
Hanımın çadırına geldi.
Su testisini kenara koydu.
Buyur hanımım dedi.
149
Sara tatlı bir eda, sevecen bir bakışla,
Bak, bak Hacer kızım dedi;
Biliyorsun yıllardır bizim bir çocuğumuz olmuyor.
Harran dan Şam’a, Şamdan Mısır’a,
Mısırdan buraya kadar sürekli yoculuklarımız,
Belki buna engel oldu.
Bu güzel Kenan diyarında,
Bir çocuğum olsun istedim.
Ama on yıl geçmesine rağmen olmadı.
Sen bundan sonra benim gibi,
İbrahim’in karısı olacaksın!
Kendini ona teslim et,
Ondan bir evlât sahibi ol!...
Ben ona kendi çocuğum gibi bakacağım.
Hacer den ses çıkmadı.
Hak Tealâ bu hediye için:
“Bizde ona yumuşak huylu bir oğlan müjdeledik” .(Saffat 101)
O gece Hacer, İbrahim’in çadırındaydı.
O da bir kocaya kavuşmuştu.
İbrahim Hacer’le evlendi.
Sık sık dua etmeye başladı.
Oğlu olursa onu,
Rabbine kurban edecekti.
Hacer,
Hz. İbrahim’in çadırında yattığı ilk gecede,
Hamile kalmıştı.
Mevkinin yükselmesinden dolayı,
Hem çok seviniyor, hem gururlanıyor,
Hem de içine bir büyüklük düşüyordu.
Çünkü o Sara’nın yapamadığını yapmıştı.
Sara’ya, yukarıdan bakmaya başlamıştı.
Hele bu çocuk erkek olursa,
Peygamberlerin soyu,
Kendi kanından gelecekti.
Böyle bir şerefe gururlanılmaz mıydı!..
HZ.İbrahim de Onu çok sever olmuştu.
Kendine bir evlât vereceği için,
Ona sevgi dolu gözlerle bakıyordu.
Her gece birlikte aynı yastığa baş koyuyorlardı…
150
Bu hal Sara’ya çok dokundu.
Günler geçtikçe,
Göğsünde kin ve kıskançlık damarları kabarıyordu!
Bir cariyenin gözünde küçülmesi ne demekti.
Koştu İbrahim’e!...
KISKANÇLIK GÜNLERİ
Kadınlık gururu galeyana gelmişti.
Dedi ki İbrahim’e:
-Bana karşı yapılan bu hareket.
Bu zulüm senin üzerine olsun!..
Ben cariyem Hacer’i,
Senin koynuna verdiğim günden beri,
Bana hakaret dolu gözlerle bakıyor.
Beni umursamıyor beni küçük,
Kendini yüce bir kadın görüyor!...
Aramızda, Yüce Rabbim hüküm versin artık dedi!...
HZ. İbrahim,
Çok sevdiği karısı Sara’ya baktı.
-Üzülme kadınım dedi.
Sen yine benim baş tacımsın.
Evlât hasretiyle saplanan o hançeri,
Çıkarmak için Hacer’i evlât sahibi olmamız için,
Yatağıma getiren sensin.
O, halâ cariyendir.
İster sev, ister eziyet et,
Sen bilirsin ne dilersen onu yap! Dedi…
Sara!
Peki o zaman,
Ne yapacağımı,
Hemen görürsün dedi.
HACER’İN ÇEKTİĞİ CEFA
Artık Hacer’in rahatı kaçmıştı.
Bu sefer kendisine hakaret eden Sara olmuştu.
Ona diyordu ki;
Kocamdan bir çocuğa gebe kalmakla ne oldun?
Ne oldum delisi oldun!
Diye iğneliyor.
Bazan da kolundan çekip itip kakıyordu.
Hattâ İbrahim’in çadırına girmesini yasaklıyordu.
151
Zavallı Hacer, büyük bir üzüntüye uğramıştı.
Bütün emelleri sönecek miydi?
Her gece bir çadır köşesine çekiliyor, üzülüyor,
Hüngür, hüngür ağlıyordu.
Peygamber olarak gelecek ,
Adı İsmail olacak çocuğun zavallı annesi,
Hacer valideydi bu….
Bir sabah gözü yaşlı çıktı çadırdan,
Bakındı etrafına……
Güneş ışıklarını yeni yayıyordu.
Bunca acı, bunca hakaret,
Onu çok yıpratmıştı,
Çekilmez bir hayattı bu!...
Kaçacağım buradan dedi kendi kendine!...
Kendimi çöllere atacağım.
Benden ne evlât umsun!
Ne de soy sop!...
Ama bir taraftan da karnımdakine yazık olacak!
Bana yazık olacak diye de düşünüyordu…
Karnındaki çocuğu sevdi okşadı.
Onu kaybetmemeliydi.
Bu düşüncelerle kendini çöl’ün kızgın kumlarına attı…
Güneşten kavrulan kumlar,
Hacer’i de kavuruyordu!.
Bu çöl sıcağına dayanılması mümkün değildi.
ŞÜR yolu denen yere kadar gitti.
Susamıştı, boğazı kuruyordu.
Karnındaki çocuk da serinlik istiyordu.
Bir pınara rastladı.
Oraya doğru koştu,
Hurma ağacının gölgesine çöktü.
Avucuyla su içti.
Yüzünü yıkadı, serinlemeye çalıştı.
Ahir zaman peygamberinin büyük annesi!..
O sırada,
Birden karşısında yolcu kılığında,
Allah’ın elçisi Cebrail göründü!..
Hacer’e doğru ilerledi.
Şaşırmıştı Hacer!
Korktu da!
Yolcu;
-Korkma evlât dedi.
Ben de babanım, ben de senin bir yakınınım!
152
-Sen Hacersin değil mi?
-Evet,
Hacer’im ben.
-Nereden gelip, nereye gidersin?
Ey Hacer.
-Hanımım Sara yüzünden kaçıyorum.
Onun yüzünden çöllere attım kendimi!
--Olmadı bu dedi Cebrail!
Kendini kızgın çöllerde,
Yırtıcı hayvanlara yem mi yapacaksın?
Susuzluktan ölmek için mi geldin buralara?
Bu olmadı kızım, olmadı dedi.
Ey yabancı!
-Çektiğim çile, çektiğim eziyet tak etti!
Dayanılmaz hal aldı!
Cebrail;
-Onları unut şimdi.
Haydi kalk, çadırına dön hanımına git,
Onun eli altında dik başını eğ!
Ona itaatli ol!
-Ey yabancı, sen ne diyorsun?
Bana niçin?
Niçin dön diyorsun?
Bana eziyet eden O!
Ben ondan kaçıyorum.
Ey Hacer!
-Ben Allah’ın Elçisi, Cebrail’im Cebrail!
Yüce Rabbim biliyor, sendeki olan hali….
Ben seni biliyorum!
-Sana dön diyorum.
Senin neslin, karnındaki çocuktan üreyecek.
Soyun, sopun Ondan çoğalacak.
Haydi dediğimi yap, dön artık çadırına!
Sen bir peygamber karısısın,
Kutlu bir çocuğu karnında taşıyorsun deyince:
Hacer öyle sevindi, öyle sevindi ki, çıldıracak gibi oldu.
Ey Cebrail!
-Bu çocuk salimen doğacak mı?
-Evet, hem de bir oğlan!
-Aman Rabbim!
153
Bu ne mutluluk bu ne lütuf!
Onun adı ne olacak?
-Ona İsmail adı konacak.
-Yüce Allah!
Seni görüyor, şikâyetlerini de duyuyor!
Şunu da bil ki;
Oğlun yad ellere düşecek.
Bura halkına da yabancılaşacak.
Hacer bu sözlere inanıp,
Geldiği yollardan geri döndü.
Çadırına girdi.
Bu sevinçle, derin bir uykuya daldı.
Günler kovaladı günleri,
Dokuz ayın sonunda doğum vakti gelmişti.
-Allah’ım sancılarımı dindir,
Bana yardım et, doğurmamı kolaylaştır,
Diye dua etti.
HZ. İSMAİL’İN DOĞUMU
Yüce Allah,
Dualarını kabul etti.
Ona nur topu gibi bir oğlan verdi.
Sara da büyük bir sevinç içinde,
Hacer’in çadırına koştu!...
İşte nur topu gibi bir erkek çocuk,
Karşısında yatıyordu.
Hacer, Sara’yı görünce karşısında!
-Ey Sara!
Şimdilik bizi bırak, ana oğul kendimize gelelim.
Sonra yine gel.
Onu babasına götür dedi.
Oğluna süt dolu memelerini uzattı,
İlk sütten Ona tattırdı.
Yüce ALLAH,
Ona loğusalık sancısı vermemişti.
Çabuk kendine geldi ve ayağa kalktı.
O sırada Sara tekrar gelmişti.
Al dedi çocuğu babasına götür.
Aldı babasına götürdü Sara.
İbrahim, yaşlı kollarına aldı çocuğu,
Öptü, kokladı.
154
-Ey Yüce Allah’ım!
Sana hamd ve şükrederim.
Bana bir erkek evlâda kavuşturdun dedi.
Bunun adı İSMAİL olsun!....
Hacer Valide, çocuğa İsmail adının konduğunu duyunca,
-Bunda Allah’ın büyük bir hikmeti var.
Aylarca önce bu adı, bana Melek müjdelemişti dedi.
Derdine deva bulundu,
Yaşlanmış İbrahim’in bir oğlu olmuştu.
Her geçen günde, muhabbeti çoğaldı.
Yüzü ay gibi parlıyordu çocuğun!
Ona bakmaya doyamadı bir türlü.
Misk-i amberdi saçının her bir teli!
Bağlandı gönlü ona, bağlandı muhabbeti.
Ağzından şu sözcükler döküldü;
-----“İlâhi bu ne güzellik!
…………..Ne de tatlı bir surat,
………………..Dil aciz, gönül hayran,
……………………..Bakmalara doyulmaz,
………………………….Bedeni sanki nurdan!...
Meyledince İbrahim, Hak’tan başka birine,
Sevgisini koyunca, Hak sevgisi yerine,
Mecazi sevgilerin, çözüldü gönül bağı.
Merhametli sevgili, kıskandı sevgisini.
Gerçek aşk öyle bir şey, meyletmez başkasına,
Meyletmez Hak’tan başka, asla başka birine.
Yâr istemez âşığın, başka yâr’da gönlünü,
Tereddütler içinde, gönlü bî karar olur.
Soldurmak istemez ki, gonca açan gülünü.
Solarsa gönül gülü, belki bir ağyâr olur.
Ayrılmazsa hiç yârdan, mutluluk onu bulur.
Aksettirir sevgiyi, kırmaz gönül telini,
Gayriye gönül vermez, sevgisi onda kalır.
Kalbinin levhasından, çekmezse hiç elini,
Mutluluğu yakalar, sevdiğine yâr olur.
Çocuk, yavaş, yavaş büyüyordu.
Aylar ayları kovalıyor,
Çocuk büyümeye devam ediyordu.
İkisi de büyük mutluluk yaşıyor,
Sevinçten uçuyordu…..
155
SARANIN KISKANÇLIĞI
Bu durumda,
Mutlu olmayan biri vardı,
Kıskançlık damarları yine kabardı.
Kısırlığının ateşi başına vurdu.
Gördükçe İsmail’i öfkesinden kudurdu!..
Hani İsmail’i sevecekti?
Hani Ona bakacaktı?
Bunlar boş sözlermiş.
Şimdi Sara, Hacer’e karşı küskün bir yüz takındı.
Genç annenin,
En küçük hareketi gözünde büyüyor,
Kıskançlığı, öfke ve kine dönüyordu.
Günlerden bir gün!
-Al çocuğunu çık evimden! Dedi.
Onu kovdu.
Hacer başka bir yere taşındı.
Sonra tekrar döndü.
Sonra yine kovuldu!
Yine döndü.
Bu olay üç kere tekrarlandı.
Üçüncüsünde,
Bana bak, ey İsmail’in anası!...
Eğer bana yan bakar,
Oğlunla gururlanırsan,
Benim kısırlığımı hatırlatırsan,
Yemin ediyorum ki,
Senin etlerini didik, didik diderim!
İster inan,
İster inanma, dediğimi ederim!
Hacer !
-Ne yapıyorsun ey Sara? Dedi.
Ne yapacağımı iyi biliyorum.
Dedi Sara!
İşte Rabbimin huzurunda tekrarlıyorum!
Böylece ferahlatmış oldu kendini.….
Çadırına dönünce,
Öfkesini yenememenin hırçınlığı vurdu yüzüne!..
Neresini keseyim bu kadının.
Burnunu mu?
Kulaklarını mı? Diyor,
Saçını başını yoluyordu…
Şöyle haykırıyordu:
156
Artık benimle aynı yerde kalamazsın!..
Hacer üzgündü.
Geleceğinden endişeli,
Ne yapacağını bilmiyordu…..
İsmail;
Çadırlar arasında emekliyor,
Düşe kalka yürümeye çalışıyordu.
Emeklerken, Saranın çadırına gelmişti,
Tam o sırada babası İbrahim de gelmiş,
Onu kucağına almıştı.
Bir anda çadır’ın kapısı aralandı,
Sara çadıra yaslanmıştı.
İbrahim’i görünce ayağa kalktı.
Çocukla böyle görünce kıskandı!...
Hiddetinden çıldıracaktı!..
İbrahim’e bağırdı!
-Yeter! Yeter artık!
Diye haykırdı…
İbrahim;
-Sana ne oluyor?
Nedir bu halin? Deyince:
-Bu çocuğu bu kadar sevmene,
Tahammülüm kalmadı!
İbrahim!
-Bekle ey Sara,
Bekle Allah sana da bir çocuk bahşeder.
Bunun müjdesini daha önce vermedi mi?
Sara!
-Ben de sen de artık ihtiyarladık.
Ben çocuk yapamam artık!
Deyince, İbrahim:
-Hani bu çocuğu,
Sen kendi çocuğun gibi bakacaktın?
Sara!
Hayır bakamam!
Bu yaştan sonra da bir çocuk yapamam!
İbrahim!
-Yanılıyorsun.
Yüce Allah bir çocuk verecek elbet! Dedi.
İnşallah amma içimde bir korku var!
Kavmimiz arasına ikiliğin girmesinden,
Habil ile Kabil de olduğu gibi,
Kardeş kavgası olmasından korkuyorum!
157
Onun için bu çocukla anasını,
Şimdiden at buradan!
Allah bana bir çocuk verirse birlikte büyümesin.
Sen ne diyorsun ey Sara!
Ben bu çocuğu nasıl atarım?
O benim zürriyetim, o benim ciğer parem,
Asla bunu yapamam.
Sen de anasına yapamazsın hiçbir şey!
Bu sözler karşısında Saranın beyninde şimşekler çaktı,
İbrahim’in yüzüne, öfkeyle baktı!
-Bu çadırda ya ben,
Ya anasıyla bu çocuk kalmalı!...
Bunları benden uzaklaştır.
Bunlar bana her an kısırlığımı hatırlatıyor…..
Dayanamam ben bu hallere,
Düşürdüler beni dertten dertlere!..
Tahammül mülküm yıkıldı.
Görmek bile istemiyorum onları!
Baktı ki İbrahim iş ciddi!
Çocuğu kucağından indirdi,
Sarıldı Sara’sına, okşadı onu!
Acısını dindirmeye çalıştı.
Bak karıcığım!
-İyi düşün,
Bu çocuk senin evlât hasretini unutturuyordu!
Hani Onu sevecektin!
Benim kanımdan geldi diye el üstünde tutacaktın?
Ne oldu sana böyle?!...
Fakat ne yapsa çaresi yok.
Teselliler kâr etmedi.
Fırtınalar koptu gönlünde,
Kısırlığı dert olmuştu.
Vaz geçmedi kararından!
HACER VE İSMAİL HİCAZ ÇÖLLERİNDE
Peki dedi İbrahim peki…
Dediğini yapacağım ey Sara.
Ciğer köşem evlâdımı buradan uzaklaştırıp,
Annesiyle birlikte, Yüce Allah’a emanet edeceğim!..
Bu sırada İlâhi haber ulaştı.
158
Yüce Rabbim diyordu ki:
“Ey İbrahim!
Verdiğin karar yerindedir.
Oğlunun istenilmemesi, gücüne gitmesin,
Sara’nın sözünü dinle!
Senin neslin Sara’dan doğacak olan,
İshak ile anılacak!
İsmail ve İshak’ın milletini bir araya getireceğim!”
Sana gideceğin yolu, Cebrail gösterecek!
Bu haber karşısında ferahladı yüreği,
Ne söylemişse Rabbi,
Yapılacak gereği…
Uzandı yatağına ,
Uzandı bu huzurla…
Artık sabah olmuştu.
Yolculuk vakti geldi.
Bir torbanın içine, biraz ekmek,
Bir kırbanın içine biraz da su koydu.
Şamlı köle Elyezir’e verdi.
Bunları yol kavşağına getir dedi.
Bu arada Hacer’e de haber verildi….
Gelince Hacer!
-Ey Hacer, hazırla İsmail’i gidiyoruz buradan.
Çok uzak, çok uzaklara!...
Böyle bir şey bekliyordu Hacer!
Sesini çıkarmadı.
Zaten çektikleri hep aklındaydı.
İsmail’i kucağına aldı, yürüdü….
Gayrı yol ayırımındaydı….
Yürüdüler birlikte,
İsmail, anasının omzunda,
Ekmek torbası baba İbrahim’de…
Kızgın çöller geçildi,
Torbadan ekmek,
Hırbadan su içildi..
Bi’r-i Şeba vadisine geldiler.
Onlara yol gösteren,
Sekine adındaki rüzgâr!
Arkalarından itiyor, sanki uçuruyordu!
Belki de Cebrail buydu!...
Sıcaklık ve yorgunluk, İbrahim’i çok üzdü.
Kumların üstüne diz üstü çöktü,
Ağladı ağladı!...
Bakamıyordu Hacer ve oğluna..
159
Daha ne kadar gidilecekti, bilmiyordu!
Alemlere rahmet olarak gelecek
Muhammet Mustafa’nın büyük annesi,
Hacer valide de ağlıyordu!
Kızgın çöl ortasında göz yaşı döküyorlardı.
Bu göz yaşları hıçkırığa dönüştü.
Çölün sessizliğini çığlık sesleri böldü.
İsmail de ağlıyordu, ağlıyordu bu ara.
İçinde bir ses duydu!
Bu ses, Ey Hacer!
Korkma, göz yaşı döküp durma!
Kalk çocuğu kucağına al,
Ben Onu büyük bir millet yapacağım!
Diyordu Yüce Allah!
Onu rahatlatmıştı bu ses,
Yürüdüler çöllerde,
Yürüdüler nefes, nefes!...
Kaç akşam kaç gündüz geçti.
Sabahlar kovaladı sabahları,
Kaç akşamlar kucakladı karanlıkları!
Sonunda, Hicaz topraklarına ulaştılar…
Gizliden bir ses!
Tamam burada dur,
Burası pür nur,
Burası Mekke,
Kutsal ev burada,
Burada dur denildi İbrahim’e….
İbrahim!
-Ey Hacer,
Tamam, yol bitti, bu yolculuk bitti,
İşte yeni vatan bu yer!
Burada kalacaksın.
Torbanda azığın, kırbanda suyun var.
Sana bir çadır kuruyorum,
Evin barkın burası olacak dedi.
Kucakladı İsmail’i,
Sarıldı öptü, öptü doya doya…
Seni ve anneni,
Yüce Allah’a emanet ediyorum dedi.
Geriye döndü yürümeye başladı.
Bir müddet sonra geriye dönüp baktı.
160
Şu sözcükler döküldü kuruyan dudaklarından!
“Ey Rabbim!
Ben çocuklarımdan kimini, mukaddes evinin yanında,
Çorak bir vadiye yerleştirdim.
İbadetlerini yapsınlar, insanların gönlünü onlara meylettir.
Onları sevsinler.
Bu topraklara ziyarete gelsinler.
Bu beldenin halkını, çeşitli ürünlerle rızıklandır ki,
Sana şükredip dursunlar.
Rabbimiz!
Doğrusu sen gizlediğimizi de, açığa vurduğumuzu da, bilirsin.
Yerde ve gökte hiçbir şey, Allah’a gizli kalmaz.” (İbrahim 37-38)
ZEMZEM SUYU
Engin kum çöllerine açılan bu dar vadi,
Mekân olmuştu onlara.
Yiyecek ve içecekleri, tükendi birkaç gün içinde!...
Zavallı ana,
Çocuğuna bir yudum su bulmak için,
Bu vadide arandı.
Sağa koştu su yok,
Sola koştu su yok,
Ekmek yok!
Çocuğunu emzirmek istedi,
Memesinden süt gelmiyordu…
İsmail bırakıldığı kumlar üstünde,
Debelenip duruyordu.
Hacer Ana iki vadi arasında,
Burası Safa ile Merve arasıydı.
Tam yedi kere, gitti geldi, koşturdu durdu.
Bir taraftan da çocuğu uzaktan gözetliyordu!..
İsmail hala kızgın kumda,
Topuklarıyla kuma vuruyordu.
Kızarmıştı küçük topukları.
Bir yandan da ağlıyordu.
O da ne!
Ayağını vurduğu yerden bir su fışkırmıştı!
Bunu gören Hacer Ana, koştu İsmail’in yanına.
Suyu toplamak istedi.
Elleriyle kumu toplayıp bir havuz yapmak istedi.
Zem!
Zem !
Dur, dur ey su, diyordu!
161
Cebrail yetişti imdadına!
Ya Hacer!
-Bırak çukur açmayı, kaynağın suyu boldur.
İç kana, kana!
Hacer Ana avuçladı sudan,
İçirdi İsmail’e,
Hem kendi içti….
Açtı ellerini Rabbine!
-Sana şükürler olsun Rabbim!
Çocuğumu ve beni öldürmedin!
Oğlunu kucakladı bağrına bastı.
İşte bu su:
Sonraki ümmetlere ulaşacak.
Kıyamete dek kesilmeyecek olan,
Zemzem suyu idi.
Bir kuyu kazıldı,
Bu kuyuya da zemzem kuyusu dendi.
Bu yer büyük Yemen yolu üzerindeydi.
Kervanlar gelir geçerdi.
Çok geçmeden yine bir kervan belirdi.
Uzaktan Hacer’i ve İsmail’i görmüşlerdi.
Yavaş, yavaş yaklaştılar,
O da ne?
Bu su da neyin nesi?
Şimdiye kadar burada böyle su yoktu!
Bu şimdi nereden geldi?
Hacer Ana olup biteni anlattı onlara.
Bu çocuk;
-Mutlaka hayırlı biri olacak dediler.
Yüklerini oraya indirdiler.
Bu yeri kendimize vatan edinelim dediler.
İbrahim’in duası gerçek olmuş,
Onların sevgi ve muhabbeti,
İsmail’e karşı artmıştı!..
Hacer’in çadırı artık şendi.
Hem su hem erzakla dolu idi.
Peygamberimiz buyurmuştur ki;
Allah İsmail’in annesine rahmet etsin.
Eğer Hacer validemiz,
Acele etmeseydi su akıp pınar olacaktı.
Burada yerleşen halk,
Sonra Cürhüm adını alacaktır.
162
İBRAHİM’İN HAECER VE İSMAİL’İ ZİYARETİ
Bir yıl sonra, Hz. İbrahim,
Karısı Hacer ve İsmail’i ziyaret için,
Mekke’ye gitti.
Oğlunu ve karısını bıraktığı yere geldi.
Dağlar eski dağ,
Çöl eski çöldü.
Vadi yine o vadi…
Ama çadırlar çoğalmış,
İnsanlar çoğalmıştı.
Yurt kurmuşlar,
Bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı.
Acaba yolumu mu şaşırdım!
Dedi kendi kendine.
Hatta geri dönmeyi bile düşündü bir ara.
Sonra birine sordu;
-Burada bir çocukla bir kadın gördünüz mü?
-Evet dediler.
Hacer’ le oğlu İsmail,
İşte şu çadır onların diye gösterdiler.
Koştu çadıra,
Özlemle…
İçeri girince hasretlerine kavuşmanın sevinci içinde,
Sarıldı onlara,
Gözlerinden yaşlar boşandı.
Açtı avucunu;
“--Ey Yüce Allah’ım!
Duamı kabul ettiğin için sana hamd ederim.”
Diye şükretti Rabbine…
Birkaç gün kaldı.
Sonra tekrar döndü Kenan iline.
Dönerken seneye yine geleceğim dedi.
Sarıldı vedalaştı.
Onları yine Allah’a ısmarladı.
Aradan birkaç yıl geçmişti ki,
İbrahim yine gelmişti yanlarına….
163
İBRAHİM’İN RÜYASI ve İSMAİL’İN KURBAN EDİLİŞİ
Bir geceydi.
Namazını kılıp, Allah’ına şükreden İbrahim yatağına uzandı.
Uyumuştu!....
……Halilullah’ın kalbi,
……….Oğul sevgisiyle dolunca,
……….…Hükümdar divanından geldi ona bir seda!..
………….……Ey sevgi evinin sırdaşı,
…………………Ey elçilik şerefiyle şereflenmiş,
……………………..Hidayet rehberi.
…………………..Muhabbet yolundan sapma!
………………..İsmail’in sevgisini,
………….Rabbinden üstün tutma.
……..Onun yaşam bağını,
…Sevgi kılıcınla kes at.
Hayatını bitir.
Vaadini unutup, gösterme ona şefkat.
Uyandı,
Korku içinde açtı gözlerini.
Bu bir rüyâ idi.
Kan ter içinde kaldı.
Böyle uyandı uykusundan!
Verdiği sözü hatırladı bir anda.
Uyarıyordu, Rabbi onu!
Mutlaka, verdiği sözü yerine getirmesi gerekiyordu.
Ciğerparesini canını kurban edecekti!...
Hak için Hakk’ı için.
“Sana yönümü döndüm,
Ey yerlerin ve göklerin eşsiz hükümdarı!..
Senin için bir değil, binlerce can fedadır.”
Deyip Hak divanında durdu.
Çocuk kendisinin yanı sıra yürümeye başlayınca:
-“Ey oğulcuğum!
Doğrusu ben uykuda iken,
Seni boğazladığımı görüyorum.
Bir düşün ne dersin? Dedi.
Ey babacığım!
Ne ile emr olundunsa onu yap.
Allah dilerse,
Sabredenlerden olduğumu göreceksin. ”(Saffat 102)
164
Karısı Hacer’e Şöyle buyurdu:
“---Ey Hacer!...
…….Sevgili hayat arkadaşım.
………….İsmail’i giyindir.
………………Eli ayağı temiz,
………………………Hem tertemiz olsun.
………………………...Yanında bir ip
…………….Birde keskin bıçak olsun”.
Hacer Ana şaşırdı!
Şaşırttı onu bir iple bıçak isteyişi.
-“Nedir?
Kimdendir bu isteğin?” Dedi.
O Hacer ki;
Letâfet semasının güneşi,
Sadakat yarışında,
Asla bulunmaz eşi.
Sordu!..
---Nereye böyle?
İbrahim;
Bir dost ziyaretine gideceğiz.
Hacer;
-Ey Allah’ın dostu, dostluğun hasbi hali,
………Bu bıçakla bu ipin nedir buradaki işi?
……………Diye oldu suali.
İbrahim;
……Üzülme sen ey Hacer,
………O dosta kurban gerek,
…………Kurban kesmek için bir ip,
……………Hem de bir bıçak gerek.
………..………Deyip evden çıktılar.
Hacer endişeler içinde düşüncelere daldı.
Bunu fırsat bilen iblis, dost kılığına girip,
Yaklaştı Hacer’e.
O
İblis
Kargaşa ocağının maşası idi,
Ortalık karıştırır,
Dostluk ocağına fesat tohumları ekerdi!...
Yaşlı bir fani gibi, karşısına dikildi Hacer’in.
Ey Salih kadın:
“----İbrahim, İsmail’i nereye götürüyor biliyor musun?”
165
“-----Evet, “Dedi Hacer valide!
.---Bir dost ziyaretine.”
İblis;
Gaflete düşme sakın!
Oğlunu kesmeye götürüyor,
Uyan uyuma” dedi.
Onun ana yüreğini,
Endişeye gark edip Kışkırtmak istedi.
Hacer hemen anladı bu kör şeytandı!
“Sen iblis değil misin?
Defol git” dedi.
…………..“O asla böyle bir iş yapmaz,
……………….İncitmez karıncayı.
Eğer emir yüksektense,
…………………….Belâ bıçağının suyu,
Ebedîlik çeşmesinin pınarıdır.
İsmail’in her damla kanı,
Yükselme yücelme, Hakka varıştır.
O, İlâhi bahçenin açan gülüdür.
“Can ile eğer hoşnut ise o canan,
Can minnettir ona, kurban olsun canımız.” Der.
Hacer’den ümit kesen İblis,
Koştu Halillullah’a,
----Ey akıllı adam,
Dünya bilgisine vakıf, iktidarının süsü….
Bu Nübüvvet bahçesinin çiçeğini,
Risalet sedefinin parlak, nadide incisini,
İzzet ve itibarının tacını,
Asılsız bir kuruntu uğruna nasıl kesersin?
Nasıl böyle bir belâya düşersin?
Pişmanlık kasırgasına atarsın kendini!..
Ey bağban!
Bağının gül dalını kesme…
O, gül bahçesinin nadide bir süsüdür.
Düşmanı sevindirip de, sakın incitme sevgilini,
Ölümünden üzül, amma kesme,
Yabancının kem gözünden endişe kıl,
Endişe kıl da onu sakın kesme. Kesme dedi İbrahim’e.
Onun iblis olduğunu anlayan İbrahim:
-----“Hayatımın meyvesi,
--------Hazinemin tek incisi,
----------İsmail ‘dir bilirim !
166
------------Vücudumun her damarı,
---------------Olsa bile bir İsmail,
-------------------Emir gelmişse eğer Haktan,
----------------------Hiç endişem olmaz asla,
-------------------------Durmam keserim hemen.
………………………………Asla Hakka karşı gelemem.”
“Yâr aşkının derdi derdim, o, gönlümün sultanıdır,
Bin can feda olsun ona, ferman onun fermanıdır.”
Lânet edilen iblis:
Bu kez de soluğu İsmail’de aldı.
----“Ey Risalet bahçesinin çiçeği,
------Ey Nübüvvet tarlasının fidanı,
------Ey Hacer ile İbrahim’in tek canı!
Nereye gittiğini biliyor musun?
Baban seni kesmeye götürüyor!”
………….“Evet” dedi İsmail,
…………Biz, bir dost ziyaretine gidiyoruz”
----Baban seni, boğazlamaya,
----Dünya yurdundan ayırmaya götürüyor.
İsmail:
---Ey insanlığın düşmanı,
Ey Allah’ın lânetlisi,
Ey yolunu şaşırmış bunak ihtiyar,
Boğazlanmam emirse, evet derim!
Yoksa iblis sen misin?
İtaatim sonsuzdur.
Direnmem asla!..
Bir değil bin kere boğazlansam da,
Direnmem, direnmek ne ki haddime?!”
“Canımı isteyen, canan olursa,
Bin can feda olsun onun yoluna.
Nasıl kurban etmem, hem cananıma.”
İbrahim ey oğul:
---Gördüğün bu ihtiyar, iblisin ta kendisi.
Şerrin ve belânın, en beter efendisi,
Sorma sakın sorma ona, bir soru,
Kendini onun şerrinden koru.” Deyince,
İsmail onu taşa tuttu.
167
İbrahim:
…………………………”.----Ey aziz oğul,
………………………Hikmet dergâhından,
………………….Fıtrat yurdundan,
…………….Boğazlanman için bir emir geldi.
………Bu emre karşı senin cevabın nedir?”
Babacığım!
“……-Bu emrin sebebi nedir?
…………..Neden beni keseceksin?
……………..Bunun hikmeti ne, söyler misin?”
Ey oğul,
----Muhabbet öyle bir şey ortağı olmaz,
Ortaklık kabul etmez,
Onun sevgisinin üstüne sevgi konmaz.
Sen biliyorsun, sana olan sevgim,
………..Sevgilerin alâsı,
……………..Muhabbetin hası,
……………………Aşk bağının harikası.
………Amma!....
…………İzzet sahibi coştu!
………….…Sana karşı aşırı sevgisi,
…………………Muhabbet haddini aştı.
………………….…Hoşuna gitmedi mabudun.
…………..Onun aşkı bir başkadır,
……………..Ona verir sevgisini.
………………..Sevemez başkasını,
……………………..Onu seven âşık, terk eder uykusunu!...
……..Aşığına olur yanık,
………..O her zaman, hep uyanık,
……………Gördüm onu ben rüyamda,
………………..Ona bir de sözüm vardı,
……………………Beni rüyamda uyardı.
İsmail,
…………..----Senin rüyan bana şeref,
………….Hakk’ın emrini tut!
……….Ey ulu baba, denileni yap.
Ancak:
……..Elimi kolumu bağla,
…………Gözlerimi kapat!
………………Yüzüme bakma sakın,
……………………Ola ki canın acır, belki vazgeçersin.
…………….Sana karşı koyamam,
……..İsyankâr olamam, ne sana ne de Rabbime!...
…Boğazlarken sararan benzimi yere çevir,
………..Sıçramasın üstüne akan kan.
………Teselli et annemi eve döndüğün zaman.”
168
Böylece ikisi de Allah’a teslimiyet gösterip,
Babası oğlunu alnı üzerine yatırınca!
Yüce Allah, “Ey İbrahim!
Rüyâyı gerçek yaptın;
İşte biz iyi davrananları, böylece mükâfatlandırırız.
Diye seslendik.”(Saffat 103-105)
Sığındı Rabbi’ne İbrahim,
…Vurdu bıçağı İsmail’in boynuna….
…….O da ne!.....
……………Bıçak kesmez oldu.
……………….Bir daha, bir daha,
………………………Bir daha denedi,
………………………….Yine kesmedi.
……….Bir kere de taşa çaldı bıçağı,
……Taş parça, parça parçalandı.
Yer ve gök melekleri,
……Hayret içinde kaldı.
“Ya Rab!
……Ne büyük bir kul,
Ya Rab!
……..Niyeti iyi,
…………..Eşsiz emsalsiz kişi.
……………..Muhabbeti tam,
…………………Yakıcı ateş de olsa,
…………………….Farkında olmaz o,
………………………….Ciğer paresinin,
…………………Can vermesine,
……………..Asla üzülmez….
………..Tam yetmiş kere vurdu,
……..Vurdu bıçağı,
…..O anda dile geldi,
……Kesmeyen bıçak!
Dile geldi o anda!
“Ya Rabbi dedi:”
………Halillullah emredip,
……………Bana kes diyor!....
……………….Sen se Celilullahsın,
…………………….Kesme diyorsun!....
……………………….Nasıl tutmam sözünü?...
……………O anda gökten,
………..Kurbanlık bir koç yollandı.
……Bütün melekler toplandı!...
…..Şaşırdılar bu işe, şaştılar, şaşırdılar melekler…..
169
Ya Rabbi!...
Bu ne haldir, ne hikmettir?
Bu ne büyük bir kuldur!..
Eşi enderi yok!..
Ne ateş yakar onu,
Ne bıçak keser oğlunu!..
……….İşte Rabbin kudreti bu!...
……………Yakma derse, ateşe,
………………….Güle döner har ateş.
…………..Boğma derse, denize,
…………………….Yola döner tüm denizler.
…………..Kesme derse O, bıçağa,
………………………Yele döner o bıçaklar.
………………..Şaşar kalır tüm melekler!
Ey İbrahim:
“----Sen mi cömertsin!..
Yoksa İsmail mi?
Ciğer pareni hiç tereddüt etmeden,
Ona kurban edersin?
Yoksa İsmail mi ki?
Hak rızası için, ona canını versin?
Hak’tan geldi bir nida!..”
Ey İbrahim;
----Asıl cömert olan benim.
Kabul oldu dileğin, sen rüyanı doğrulttun,
Koçu sana gönderdim.
Sen de Rabbin yolunu tuttun.
………Kesmeyen keskin bıçak,
…………Koçun boynunda dolaştı, gezdi,
……………….Ayırdı bedeninden ayırdı başı.
Ayrılan baş değil, sanki özdü.
Şükretti baba oğul, Rabbin dua katında….
Hatem-ül Enbiyanın ümmetine rahmet kıl,
Bu hikmetin özünü, çekse de ince bir kıl,
Çekemez asla onu, çekemez bin bir akıl.
“Doğrusu, bu apaçık bir deneme idi.
-Ona fidye olarak bir kurbanlık verdik.
Sonra gelenler içinde; “İbrahim’e selâm olsun
Diye ona iyi bir ün bıraktık.” ( Saffat 106-109)
Bu mükâfatın, İbrahim’in mümin olmasından dolayı olduğunu,
Rabbim şöyle bildiriyor.
“Çünkü o İbrahim, iman etmiş kullarımızdandı.” (Saffat 111)
170
Bu olaydan sonra müslümanlar,
Allah’a şükretmek için kurban kesmeye başlamışlardır.
Akıl fikir ermiyor,
………İnsanlığın işine!..
…………Hem inandım ben deyip,
………..Hem inkâr edişine.
Sanki küçük dağları yaratan oymuş gibi,
Bir de çalımlar satıp, gururla gidişine!...
Kainatta ne varsa, yaratıldı hiç yoktan,
Cinler yalın alevden, insanoğlu topraktan,
Aldığı her bir nefes, lütufken ona Haktan,
……….Daha nice sırlardan, haber verirken Kur’an,
……….Nasıl inkâr eder ki , inandım diyen insan.
Bak şu Kızıl Denize yarılmış Musa’nın asasıyla,
İnkâr eden Firavun, boğulmuş ordusuyla.
Diledi de kurtardı, har ateşten kulunu,
Yardı kızıl denizi, düz eyledi yolunu,
Şirk koştu da Firavun, put eyledi çulunu.
……….Boğuşurken sularda, yetişti ona hüsran.
……….Nasıl inkar eder ki, inandım diyen insan.
…………………..Dikkat et!.
…………….Bak semaya, bir yarık yırtık mı var?
………..Bak şu iki denize,
….….Acısıyla tatlısı, nasıl yan yana akar?
….Böyle iki denizden, inci ve mercan çıkar!...
Masmavi gök kubbeyi, ondan başka kim bezer,
Çizdiği yörüngede, ay güneş yıldız gezer,
Balıklar ve gemiler, denizlerinde yüzer.
………Halâ görmezden gelir, bunları kara vicdan,
……….Nasıl inkâr eder ki, inandım diyen insan.
Tüm övgüler o’nadır, şanı yüceden yüce,
Onun emriyle bürür, gündüzü kara gece,
Var mı iki cihanda , karşı koyan bu güce,
……….Anlatamaz bu gücü, aciz kalırken lisan,
……….Nasıl inkâr eder ki, hükmüyle ölen insan.
171
KÂBENİN İNŞASI
Günler ayları,
Aylar yılları,
Kovaladı peş peşe.
Her geçen yılda İbrahim,
Hicaz’a Hacer’i ziyarete geliyor…
Sonra Filistin’e Sara’ya dönüyordu.
Yine Yüce Rabbin müjdesinin
Mekke’ye geldiği gündü,
İsmail ile övündü,
Cebrail yine Ona göründü!
-Ey İbrahim,
Mukaddes evi insanların toplantı yeri olarak yeniden yap!
Ben orayı bana sığınanlar için!
Emin bir yer kılacağım!
Bu evi tavaf edenler,
İbadet edenler,
Burada geceleyip,
Allah’a rüku ve secde edenler,
Huzur bulsunlar, güvende olsunlar diye..
İsmail ile temizleyin orayı,
Yeniden inşa edin…
“Hani o vakit ki,
Biz Kâbe’yi insanlar için,
Bir sevap kazanma yeri,
Bir güven bucağı kılmıştık.
Ey iman edenler!
Siz de İbrahim’in ayak bastığı yeri,
Kendinize namazgâh tutun!
İbrahim ve İsmail’e de;
Şöyle buyruk vermiştik. “O evi tavaf edenler için,
Orada ibadet edip, oturucular için,
Rükû ve secde ediciler için,
İyi arıtın tertemiz edin.”(Bakara 125)
İbrahim bu buyruğu derhal yerine getirmek istedi.
İstedi istemesine de, bu ev bu kutsal mekân nerede?
Nerede yapılacaktı?
Bu husus bildirilmemişti!
Demek ki,
Demek ki daha önceden belirlenen bir yer,
172
Bir yer mevcuttu!
Tam o sırada daha önce de esen,
Hacer ve İsmail’i bu yerlere getiren,
İki başlı Sakine rüzgarı yine esti.
Yine esti bu rüzgâr.
Şimdi de Onlara yol gösterecekti.
Aldı İbrahim’i İsmail’i,
Aldı Hacer’i, mukaddes evin yapılacağı,
Yere getirdi.
Cebrail Aleyhisselâm’da yetişti.
-Ya İbrahim!
Yüce Rabbin evinin yapılacağı yer işte burası!
Sekine rüzgarı sizi getirdi.
Bak onun bir başı evin kurulacağı yerde,
Bir yılan misali, kıvrılıp kaldı!
Bir halka olmuş duruyor!
İbrahim,
Oğlu İsmail’e;
-İşte ey oğul!
Rabbimizin evini burada kuracağız.
Baba oğul dokuz arşın boyunda,
Kapısı toprak hizasında üstü açık,
Harçsız sıvasız bir temel kurdular.
Üstüne taşlarla duvar ördüler.
Kâbe’yi inşa ederken İbrahim’le İsmail,
Duvarlar yükseldikçe,
Ayak bastığı taş da onunla birlikte yükseliyor!
Ona iskele oluyordu!
İşte makamı İbrahim denilen taş, o taştı.
Duvar örülüp bitince,
Bir köşesinde boş bir yer kalmıştı.
Oğluna:
-Ey oğul şu boşluğa konacak,
Bir taş bulda gel!
Oraya koyalım. Dedi.
İsmail taş bulacağım diye epeyce uzaklaştı.
Sonra büyükçe bir taşı,
Kucaklayıp getirdi.
Getirdi amma, bir de ne görsün!
Kovuğa bir taş konmuştu bile!
173
-Babacığım dedi!
Hem beni taş bulmaya gönderiyorsun,
Hem taş bulup, yerine koyuyorsun!
İbrahim:
-Bu taş’ı bana Cebrail getirdi.
Bu taş Ebu Kubeys Dağından getirilmiş,
Hacer’ül Esved taşıydı!
İlk defa o zaman konmuştu, Kâbe’nin duvarına.!...
Yüce Allah:
“An o an, gün o gün ki,
Biz Kâbenin yerini,
İbrahim’e bildirmiştik ve ona:
-Bana hiçbir şeyi ortak koşma demiştik” (Hac 26)
İnsanlar için, ilk kurulan ev,
Mekke’deki evdir ki, bu ev kutludur.
Tüm insanlar için, hidayet kaynağıdır.
HZ. İbrahim’in makamı oradadır.
Kim oraya girerse, saldırıdan emin olur.
Gücü yetenlerin oraya gitmeye yol bulanların,
Haccetmesi, insanlar üzerindeki Allah’ın hakkıdır.
Kim bu farzı tanımaz inkâr ederse kâfir olur.
Yüce Allah bütün noksanlardan müstağnidir.” (Âl-i İmran 96-97)
İbrahim, oğlu İsmail ile, Kâbe’yi yapıp bitirince,
Şöyle dua etti:
“Ya Rabbi!
Burasını güvenli bir belde kıl.
Halkımdan olanların, Allah’a ve ahiret gününe,
İnananlarını çeşit, çeşit yemişlerle rızıklandır.”
“Rabbimiz, bizden, kabul buyur.
Şüphesiz, sen işitensin bilensin!” Diyorlardı.
Zemzem’in asıl sahibi, İsmail artık büyüdü.
Gençlik çağına geldi.
İsmail’i, büyümüş olarak görme lütfuna eren, Hacer valide,
Hakkın Rahmetine kavuşmuştu.
Yalnız kalan İsmail,
Mekke’de oturan, Cürhüm kabilesinden bir kızla evlenmişti.
Sara ile İbrahim yaşlanmışlardı,
Yaşları yüz yetmiş beş, ya da iki yüz,…
Hastalık geçirmemiş sağlıklı biriydi….
174
Yine günlerden bir gün,
Karısı Hacer ile oğlu İsmail’i,
Görmek için geldi Mekke ye.
Hacer’i görememişti.
Onun öldüğünü öğrendi.
İsmail’in evlendiğinden de habersizdi.
Oradakilerden sordu İsmail’i!
-İsmail nerede oturur?
Bilen var mı?
İsmail’in yeni evini gösterdiler ona!
-İşte şu evde oturuyor.
İbrahim A.S. eve geldi,
Fakat İsmail yoktu evde.
Bir kadın açtı kapıyı.
Anladı evlenmişti.
Bu kadın da oğlunun karısıydı.
Sordu ;
-- İsmail nerede?
Kadın sert bir sesle!
Ava gitti yok evde! Dedi.
İbrahim;
-Kızım misafir kabul eder misin?
Yiyecek içecek bir şeyin var mı?
Diye sordu.
Kadın:
Peygamber İbrahim’i.
-Benim yiyecek içecek bir şey’im yok!
Evimde kimsem de bulunmuyor diye adeta azarladı.
HZ. İbrahim bu kadının terbiyesiz,
Saygısız, küstah biri olduğunu anlamıştı.
Yine de yumuşak ve tatlı bir sesle;
-Kocan eve dönünce selâm söyle.
Beli bükülmüş bir ihtiyar geldi.
Kapısının eşiğinin bu halde kalmasına,
Gönlü razı olmadı de!
Sonra bu hoyrat gelinin yanından ayrıldı gitti.
İsmail eve dönünce,
Babasının kokusunu duyar gibi oldu.
Karısı karşılamıştı onu.
-Bu gün bir yabancı geldi.
Sana selâm söyledi.
175
Dargın bir yüzle buradan ayrıldı.
Ayrılırken söylediklerini de ihmal etmedi.
İsmail, o benim babamdır.
Babamdı gelen benim!
Kapının eşeği de sensin!
Babama gösterdiğin bu davranıştan sonra,
Seninle yaşayamam.
Haydi evimi terk et! Dedi. Kadını boşadı.
Sonra yine Cürhüm’lülerden başka bir kızla evlendi.
Bu kez daha mutluydu onunla.
Bir yıl sonra İbrahim gelince,
Yine İsmail yoktu evde.
Aynı konuşmalar tekrar yaşandı.
Bu sefer kadın;
-İsmail, ava gitti efendim.
İnşallah biraz sonra salimen gelir eve.
Siz buyurun efendim.
Diye içeri buyur etti.
İbrahim sordu;
-Siz ne tür yemekler yersiniz?
Evinizde neler var?
Kadın:
-Et var, süt var dedi.
Misafire ikramda bulundu.
İBRAHİM:
-Ey Yüce Rabbim!
Bunların et ve sütlerini bereketli kıl!
Diye dua etti. Bu duayı üç kere tekrar etti.
Rivayet edilir ki;
İbrahim duasında,
Et süt yerine, buğday, arpa, ekmek deseydi!
Mekke dünya yüzünde, en çok buğday en çok arpa,
En çok hurma üreten yer olurdu.
Bu yeni gelin, buyurun efendim başınızı yıkayayım!
Demişti.
İbrahim Aleyhisselâm da şimdiki,
(Makam-ı İbrahim) denilen yere ilerledi.
Gelin hanım su getirmiş, onu sağına döndürmüştü,
İbrahim de, ayağını makam taşının üstüne basmıştı!
İşte o zaman taş üzerinde ayak izi kalmıştı.
Gelin başının sağını yıkadıktan sonra,
Onu soluna çevirdi.
176
Solunu yıkadı.
İhtiyar baba rahatlamıştı!
Döndü gelinine;
-Allah’a ısmarladık kızım.
Hoşça kal.
Kocan eve gelince de ki;
Bir ihtiyar geldi.
Sana selâm söyledi.
Kapısının eşiğinden çok mutlu oldum!
Artık bu eşiği değiştirmesin. Dedi.
İsmail eve dönünce,
Yine babasının kokusunu aldı.
Eve birisi mi geldi?
Evet dedi karısı.
Olanları anlattı.
İşte şurada ayağının izi var dedi.
İsmail, o bir şey vasiyet etti mi?
Evet dedi karısı etti.
Dedi ki;
Kapı eşiğine sahip çıksın değiştirmesin.
Bu sözlerden mutlu oldu İsmail!...
Üçüncü gelişinde babasını,
Oğlu İsmail ağırladı.
Hasret giderdiler.
Birkaç gün konakladı.
Kâbenin alçak duvarların yükselttiler.
HACCIN FARZ KILINIŞI
Bundan sonra,bir vahiy geldi.
Yüce Allah,
Kâbe yi ziyaretin farz olduğunu bildirdi.
Şu emir tebliğ edildi:
-“ İnsanları hacca çağır.
Onlar yayan veya deve ile gelsinler.
İbrahim;
-Ya Rabbi, sesimi kimseye işittiremem.
Yüce Allah:
-Sen çağır.
Sesi işittirmek bana düşer dedi. (Hac 27)
177
Bunun üzerine İbrahim;
-Ey Hak Tealâ’nın kulları!
Mekke’ye gidin.
Hac etmeniz farz kılındı.
Tavaflarınız için Kâbe kuruldu.
Oraya gidiniz.
Hac vazifenizi yapınız dedi.
HZ. İbrahim’in bu çağrısını duyan tüm müminler,
Dağlar taşlar ağaçlar…..
Kendi lisan-ı halleriyle:
-Lebbeyk! Allahümme lebbeyk! La şerike leke lebbeyk!
Diye haccettiler.
Yani dediler ki;
-Ya Rabbimiz!
“Candan ve ciğerden teklifini kabul ediyoruz.”
İbrahim a.s. mın Mekke’ye geldiği ay, Zilhicce ayıydı.
Bu ay’ın sekizinci gününde, oğlu İsmail ve müminlerle birlikte,
Mekke’den Mina’ya geldiler.
Oradan Arafat’a çıktılar.
Vakfe’de durdular.
İbrahim burada bir hutbe okudu.
Güneş batana kadar burada kaldı.
Öğle ve ikindi namazlarını birlikte kıldılar.
Burada sabahladılar.
Dualar ettiler.
Haccın tamam olması için,
Neler yapılacağını öğretti onlara.
Şeytan taşladılar, Mina’da kurban kesme yerini gösterdi.
Yüce Allah:
“ Kendi menfaatlerini bilsinler.
Allah’ın onlara rızık olarak verdiği hayvanları ,(Deve, sığır, koyun)
Belli günlerde kurban ederken, Allah’ın adını ansınlar.
Kurbanlıklardan yesinler,
Çaresiz kalmış yoksullara da yedirsinler.
Sonra tıraş olup temizlensinler.
Adaklarını yerine getirsinler. Kâbe’yi tavaf etsinler.”( Hac 28-29)
Hazreti İbrahim, vatanı olan Filistin de,
Kaldığı sürece toprakları ektirip biçtirdi.
Sulak yerlerde Hurmalıklar yetiştirdi.
Çölde kuyular açtırdı.
Burada uzunca bir ömür sürdü.
178
İSMAİL’İN PEYGAMBERLİĞİ
İsmail de babası İbrahim’in dinindendi.
Tek Allah’a inanıyordu.
Halkını bu dine davet etti.
Yüce Allah, onu ve onun oğullarını,
Onun milletini başkalarına üstün kılmıştı.
Kur’an ı Kerimde bu buyruk şöyle ifade edilmektedir.
“ Ey İsrail Oğulları!
Size ihsan ettiğim nimeti,
Sizi dünyalardan üstün tuttuğumu hatırlayın!
Öyle bir günden sakının ki, (o günde)
Kimsenin kimseye faydası olmaz, hiç bir kimseden,
Kurtuluş bedeli istenmez!
Hiçbir şefaat fayda vermez!
Onlara asla imdatta bulunulmaz.
Böyle bir günden sakının.” (Bakara 122-123)
HZ.İsmail,
Babasının dinini yaymaya çalıştığı için,
Yüce Rabbin sevgisini kazandı.
Çünkü sözüne sadık bir peygamberdi.
Yüce Allah onu şöyle över:
“ Ya Muhammed!
İsmail’i de kitapta an.
Çünkü o, vadettiği sözde sadık kaldı.
O, kavmine gönderilen bir peygamber idi.” (Meryem 54)
“İsmail!
Ümmetine, namazın nasıl kılınacağını,
Zekât’ın nasıl verileceğini öğretti.
Rabbinin katında beğenilenlerden oldu.” (Meryem 55)
HZ. İbrahim’in, İsmail için, hasreti halâ gönlünü yakıyordu.
Onun için Allah’ına yalvarıp duruyordu!
Diyordu ki;
“Ey Rabbimiz!
Ben çocuklarımdan kimini,
Namaz kılabilmeleri için, senin kutsal evinin yanında,
Çorak bir vadiye yerleştirdim.
Onlar namazını gereği gibi kılsınlar, onlara kolaylık ver,
Gönüllerini namaza meylettir.
Şükretmeleri için, onları ürünlerle rızıklandır.
Rabbimiz!
179
Doğrusu sen, gizlediğimizi de, açığa vurduğumuzu da bilensin.
Yerde ve gökte, ne varsa senden gizli değildir.
Kocamışken bana, İsmail ve İshak’ı veren sensin.
Sana şükürler olsun. Sen duaları işitensin.” (İbrahim 37-39)
SARA’NIN VEFATI ve HZ. İBRAHİM’İN VEFATI
Tevrat’a göre,
Sara validemiz öldüğü zaman 127 yaşındaydı.
Kenan diyarında yaşarken ölüm yetişti ona!
İbrahim a.s.
Onun ölümünden sonra,
Katura adında bir kadınla evlendi.
Katura altı erkek çocuk verdi.
Böylece sekiz erkek çocuk babası oldu.
İbrahim oğlu İSHAK’I evlendirdiği zaman,
Yüz kırk yaşında idi.
Onlarla birlikte mutlu günler yaşadı.
İshak kırk yaşındaydı,
İbrahim ise yüz kırk.
Bu yaşta evlendirdi oğlunu.
Birlikte otuz beş yıl daha yaşadılar.
İbrahim iyice yaşlanmıştı.
Yüz yetmiş beş yaşındaydı.
Büyük Allah,
Ona bu yaşı yeterli gördü ki!
Azrail’i çağırdı!
-Ya Azrail!
-Bir ihtiyar kılığına gir. İbrahim’in ruhunu al!
İbrahim’in ambarları doluydu.
Tam yemek zamanıydı sofra açıldı.
O sırada İbrahim,
Uzaklardan gelen birini gördü.
Kalktı yerinden, yaya gelmesin diye,
Ona bir eşek gönderdi.
Yolcu bu eşeğe binerek geldi.
İhtiyara da buyur yemeğe dendi.
Ekmek yemek sunuldu!
Elleri titriyordu, lokmaları ağzına götüremiyor,
Döküyordu.
İbrahim kendi eliyle besledi onu.
Yaşını sordu ona, iki yaş büyüktü İbrahim’den..
180
Odasına çekilince, vahiy ulaştı kendisine!
“ El titremesi ihtiyarlıktır.” Dedi.
Bunun üzerine,
Yalvardı Rabbine!
“---Bu ihtiyarın haline düşürmeden,
Huzuruna çağır Rabbim beni de…”
Oğullarını çağırdı.
Onlara nasihatlerde bulundu.
Nihayet, arzuladığı gibi ruhunu teslim etti.
M.Ö. 1385 Yılını yaşıyordu.
Oğulları vasiyetine uydu.
Onu, Kudüs yakınlarında,
Habron denilen yere, Sara’nın yanına defnettiler.
………..İşte şimdi geldi, selam sabah sırası,
……………...Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
………………....Söylenecek son söz, artık burası,
………………….….Dinleyin dostlarım, beni dinleyin.
……..Ey saba yeli,
………….Başın alıp nereye,
………….…..Gidersin böyle,
…………………Eğer yolun düşerse,
…………………….. Kutsal toprağa,
…………………………..Ademden son Resul’e,
…………………………………….. Selâmım söyle!...
181
LUT PEYGAMBER
Be(L)a feyzine eren, Rab katında sevilir,
Kul(U)nun mutluluğu, onu da sevindirir,
Ahire(T) yurdunda lutuf,
Biliniz ki, Allah ehli içindir.
Peygamberler zincirinde,
Nurdan bir halka,
İbrahim peygamberin yeğeni,
Kardeş kuzusu,
Harran’ın oğlu,
Lut Aleyhisselâm.
Uzuna çalar, orta boylu,
Beyaz tenli güzel yüzlü,
……İnce burunlu,
………Küçük kulaklı,
………….İnce parmaklı,
……………Güzel gülüşlü,
……………..İnci dişli,
…………………Bir peygamber.
“.Hazreti İbrahim’e ilk iman eden“ (Ankebut 26)
………………...Onunla hicret eden,
……………….Onun yolundan giden,
…………….İbadet ehli, cömert mi cömert,
………….Sabırlı, ehl-i takva,
…….Konuk sever, mert mi mert.
………..Çiftçilikle uğraşan,
……………Ekin ekip biçen,
……………….Elinin emeğiyle geçinen,
…………………..Muhterem bir zat…
……………………..Lut Aleyhisselâm.
……………….Peygamberler zincirinde,
…………….Doğdu hidayet güneşi,
…………..Nebi babası oldu,
….…..İbrahim’in kardeşi.
Geçtiği yol, kanlı yaştan, kırmızı gül bahçesi,
İçtiği gam, boyun bükük, yoksun olmuş yoldaştan,
Kılavuzu göz yaşları, göç davulu ah sesi!
Gözün rengi kanlı gülden, gönlü mahzun gardaştan.
Gecelerde çöker oldu, omuzlara büyük yük,
182
Perişandı geçen günü, uykusuz her gecesi,
Loş akşamlar, sardı azap, bilmem daha nicesi,
Ecel şalı olmuş gece, püskülleri dökülük,
Dipsiz kuyu bir işkence, karanlık her gecesi!
İbrahim,
Muhacirlerle Harrandan,
Doğruca göçüp gitti Ürdün’e.
Oradan Mısır’a, sonra da Şam’a geçtiler.
Filistin’le Kudüs arasında bulunan,
Şam çölünde Seb’e diye anılan yere varıp çöktüler.
Seb’e halkı sapıtmış,
Ahlaksızlık o hale gelmişti ki,
Anlatılması, mümkün değil!
Diz boyunu aşmış uygunsuz halleri…
…….Bilmeyen kalmamış tutumlarını.
……………………Bu yüzden göçüp gelenler
………………..Orada kalmamış Rem’le ile Kudüs arası,
………..….Katt denilen yere varıp,
……….Mekân tutup yerleşmişler.
……..Arttı zulmün ey felek,
……………Haddi aştın insaf et.
……………….Yücelttiğin nebiye,
……………………Kolaylığı ihsan et.
Ah, ne yazık ki yaktı, kavmini ateş-i veda,
Yüz kızartan hatıra, oldu geriye kalan.
Helâk etti halkını, edep dışı tüm sefa,
Kapkara bir lekedir, onlardan hatırlanan.
Deyip yolumuza devam ediyoruz!...
…….Rabbül alemin,
…………Kısa zamanda,
…………….İbrahim’e bolluk,
……………….Bol rızık ve servet ihsan etti.
Lut peygamber’in de orada,
Malı mülkü çoğaldı,
O da zengin oldu.
183
LUTUN İBRAHİMDEN AYRILMASI
Lut’un da malı mülkü çoğalınca,
İbrahim, Ona dedi ki;
“ Ey
Benim
Yeğenim,
Kardeşimin,
Oğlu sevgili Lut….
Yüce Allah bizim de,
Malımızı mülkümüzü,
Hayvanlarımızı çoğalttı,
Sen aramızdan ayrıl git artık.
Sedum ve Amure’ye yerleş dedi…
Lut
Gidip
Oraya
Yerleşerek,
Yurt yuva kurdu.
Amcasına yakın idi buralar.
Bu yerlere “Mü’tefikat” denilmektedir.
Lut a.s. bu kavme peygamber oldu.
İpek gömlekten bile, incinen nazik beden,
Zalime savaş açıp, nasıl orda kan döksün!..
Amcasının sözüyle, oradan ayrılıp giden,
Savaş meydanlarında, nasıl demir zırh çeksin!
……..Gün oldu harman oldu,
……………Buğdayla ambar doldu,
………………..Oradan geçen kral
………………………Gelip onları buldu.
Zulmün girdabına düştü,
Kral ile çarpıştı,
Malı mülkü alındı,
Kral’a esir düştü.
…….Haberdar olan amca,
………..Tam üç yüz on sekiz kişi ile,
……………..Lut’un imdadına koştu!
………………….Kral ile savaştı.
…………………….Kurtardı malı mülkü,
………………....Kurtardı hem de Lut’u.
…………….Çoğunu öldürdü kaçanları kovaladı,
……..Ta Dımışk’a kadar onları takip etti.
Peygamberlik bağının, o ay yüzlü gülünü,
184
Koruyarak kolladı, ölümün bulutları,
Vuslat ateşi yaktı, o yaralı gönlünü,
Yüzünün ışığında, parladı umutları.
………Ol nebi ki;
…………….Peygamberler çerağı,
…………………Himmet tepesinin güneşi,
……………………..Hakikat erbabının gümüşü,
…….Haya evinin nuru,
…………..Cebrail kanadıyla korunan,
…………………..İsmet evinin duvarı.
…..Lut kavmi,
………Çok mu çok ahlaksız bir halktı.
.………….Şehir dışında bağ ve bostanları vardı.
………………Yağmur yağmadığından,
…………………..Susuzluk çekerler,
……………………..Bu yüzden sık sık,
…….………………….Kuraklığa uğrardı.
İşte böyle bir zamanda,
Birbirlerine şöyle diyorlardı!..
Geçimliğimizi sağlayıp, yiyip içtiğimiz,
Meyve bahçelerimizi,
Dışardan gelen yabancılardan,
Yolculardan çok iyi koruyalım.
Hiç birisini sokmayalım buraya,
Kim geçmek için zorlarsa,
Onları soyalım.
Her kim olursa kadın erkek demeden,
Irzına geçelim onların!
Bunu adet edindiğimiz zaman,
Buraya gelemezler bir daha,
Bizi kimse zarar veremez.
Dediklerini de yapıyorlardı.
Lut kavmi öyle bir millet ti ki;
Hayasız edepsiz,
Hayvanlar gibi, hatta onlardan bile ileri…
Yoldan geçenlerin ırzına namusuna geçip,
Hem de üste,
Ücretini isteyecek kadar ahlâksız oldular!...
Peygamberimiz,
Muhammet Mustafa,
Lut kavminin bu ahlâksızlığını,
Bu iğrenç işleri işleyenleri, şöyle lanet etmiştir:
185
“Lut kavminin amelini,
İşleyen kimseye, Allah, lânet etsin.”
Bu suçu işleyenler, bu ahlâksızlar lânetlenmiştir.”
Lut kavminin erkekleri, kadınlara da,
Arkalarından, yaklaşır olmuşlar.
Bu kavim evliliği bırakmış,
Lut’u dışlamış, ahlaksız bir millet olmuşlardı!…….
“İşte Lut peygamber böyle ahlâksız,
Ahlâksızlıkları nesilden nesile, kıyamete dek,
Lânetlenecek olan, Sedum ile diğer dört şehir halkına,
Peygamber gönderildi”. (Saffat 133)
(Lut peygamber) Kendisine yüksek meziyetler verilmiş
Bir peygamber idi.”(Enbiya 74)
Bu kavimleri yirmi dokuz yıl, durmadan uyardı.
Vazgeçmezlerse kendilerini büyük bir felâketin,
Beklediğini söyledi durdu.
Ne günlerdi o günler, saldırırken mihnetler,
Zevk-i sefa sundukça, yenisini tetikler,
Halini bildirmeye, padişah’ı var iken,
Sapıtmak için her an, iblis onları bekler.
Kur’anı kerim Lut kavminden,
Şöyle bahseder:
“Şüphesiz ki, ben size gönderilmiş emin bir peygamberim.
Artık Allah’tan korkunuz, bana itaat ediniz!
Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum.
Benim mükafatım, âlemlerin Rabbinden,
Başkasına ait değildir.
Siz, Rabbinizin sizin için yarattığı zevcelerinizi bırakıp ta,
İnsanların içinden, erkeklere mi gidiyorsunuz?!..
Hayır!
Siz helalden harama tecavüz eden bir milletsiniz! (Şuara 162)
Onlar:
“Ey Lut,
Sen bu davadan vaz geçmezsen, And olsun ki,
mutlaka memleketimizden seni sürüp çıkaracağız.”(Şuara 163-167)
Lut:
“Gözünüz göre göre, hala o kötülüğü yapacak mısınız?
Siz, beyinsizlikte devam ede gelen bir kavimsiniz! (Neml 54-55)
186
Buna karşılık;
Kavmi birbirlerine şöyle uyarmaya çalışıyordu:
“Ey kavim; Uyanın!
Lut hanedanını memleketinizden sürüp çıkarınız!
Çünkü onlar, temizliğe zorlayan insanlardır.”(Neml 56)
Bu ne vahşet, bu nasıl ahlaksızca bir iştir!
Zevk-i sefa içinde, erkek erkeğe ediştir,
Peygamberi dışlayıp, cehenneme gidiştir.
Kimse etmez kul’un kul’a ettiğin…
“Eğer doğru söyleyenlerden isen,
Allah’ın azabını getir getirebilir isen,”
Diyerek meydan okudular!...
Bunun üzerine,
Lut Aleyhisselâm:
“Ya Rab,
O fesatçılar güruhuna karşı,
Bana yardım et, diye dua eyledi. (Ankebut 30)
Yüce Allah,
Lut Aleyhisselâmın duasını kabul etti.
Resulüne yardım,
Sedum halkını helâk etmeyi irade buyurdu.
İkbalin kem yüzüne, kara perde indirdi,
Şerrin sefa evini, yıkıp viran eyledi.
Gören göze mil çekip, ışığını dindirdi,
Gam üstüne gam verip, derde giryan eyledi.
Kararttı göklerini, dide nihan eyledi.
Aydınlık gündüzleri, kara güne döndürdü,
Taş yağmuruna tutup, hem huruşan eyledi.
İnanan kullarına, gönderdi melekleri,
Düşmanları perişan, onları şan eyledi.
LUT KAVMİNİN HELÂKI
O zaman, Cebrail ile,
Mikail ve İsrafil Aleyhisselâmı,
Genç ve güzel delikanlı kılığında,
İbrahim peygambere gönderdi.
Onlar İbrahim’e ,
Hem, İshak adında bir oğul müjdesi,
Hem de, Lut kavminin helâk haberini,
Vereceklerdi….
187
Melek olduklarını nereden bilsin,
Misafirperver olan, Resul İbrahim.
Kızarmış bir buzağı kebabı ikram etti,
O üç delikanlıya.
Ama onlar ellerini bile uzatmadılar.
Bir korku sardı, o anda İbrahim’e,
Onların gelişinden endişelendi,
Melekler farkındaydı korkma bizden dediler.
“Biz Lut kavminin helâkı için, bir de sana bir oğlan,
Müjdesi için gönderildik.”(Hud 69-70)
“Çünkü o belde ahalisi hem zalim,
Hem ahlaksız oldular. “(Ankebut 31)
İbrahim telâşa düştü, bu nasıl bir işti!
Lut ile birlikte bu kavim içinde,
İnanmışlar da vardı.
Merak içinde sordu.
Onlar da mı helak olacak?
Melekler!
Hayır dediler.
Onların içinde on kişi bile,
İman etmişse eğer, helâk edilmezler,
Diye rahatlattılar onu!
Şükür şerefe erdim, saadetli yüzünden,
Kaybolmadı varlığı, ayağının tozundan,
Gördüm gül yanağında, nur yağdıran gözünden,
Göndermiş bana Rabbim, melekler âleminden.
İbrahim’in yanından, ayrılırken melekler,
Yüce Rabbim onlara,
Şu sözleri duyurdu,
“Eğer Lut, kavmi için, üç kere şahadette bulunursa,
Kavmini helâk edin!” Buyurdu.
…………..Elçi melekler,
………………Lut’un beldesine,
………………….Gündüz vakti vardılar.
…….Sedum ırmağına vardıkları zaman,
…..Lut’un kızını, su doldurur buldular.
--Ey genç kız, konuk olacak yer var mı?
Diye ondan sordular…
188
Genç kız;
--Elbet var.
Amma, ben dönene kadar,
Oraya girmeyin ha! Diye uyardı.
…….Sonra koşup babasına yalvardı.
……Babacığım,
……….Şehrin kapısına üç yiğit geldi.
……………Görmek için,
………………Seni bekliyorlar orada,
……………………….Haydi koş onlara,
………………………Haydi git oraya.
…….Şimdiye kadar,
……….Böyle yiğit görmedim.
…………..Yüzleri nur,
……………….Gözleri ışıl ışıl,
…………Sakın kavmin onlara,
……….Sarkıntılık yapmasın.
…..Onlara bir zarar vermelerinden,
Korkuyorum dedi.
Çünkü kavmi Lut’a;
…………..Hanene hiçbir yabancıyı, almayacaksın,
…..Gelen erkekleri biz konuklayacağız demişlerdi…
Lut Aleyhisselâm;
……………………..Kimsenin haberi olmadan,
…………………Onları da içeri almadan,
……………….Sordu?
…………..Siz bu karye halkının,
……….Neler yaptığını duydunuz mu?
..Biliyor musunuz? Dedi.
Melekler;
………“Ne imiş onların işi,
………….Ne yapıyor muş onlar?
…………………Diye sordular..
Lut Aleyhisselâm;
--İnsanlar içinde onlardan daha kötüsü,
Yer yüzünde onlar gibisi yoktur asla!..
Ben buna şahadet ederim dedi.
……………………..Bu sözünü hem de,
………………Üç kez tekrarladı.
…………Onları da aldı içeri..
Lut’un işrete düşkün bir karısı vardı.
189
Koştu o an kavmine onlardan haber saldı.
Koşun koşun, Lut eve üç delikanlı aldı.
Güzel mi güzel, eşi enderi yok,
Ben böylesini ne gördüm,
Ne de duydum.
…………Kendilerinden öyle bir,
………………Koku yayılıyor ki,
…………………..Koklamaya doyamadım.
…………”.Şehir halkı sevine, sevine,
…….. Lut’un evine gelip dört taraftan kuşattılar!.” .(Hicr 67)
……..Lut korkusundan,
…………Gelenleri uyarıyor,
……………..Hatta aman diliyordu….
…………………..Sakın içeri girmeyin,
………………………Diye and veriyordu,
……………………..….Yalvarıyordu onlara!...
……..Sedum’lular onu dinlemiyor,
………………Eve girmek için direniyor,
…………..Kapısını zorluyor göz dağı veriyordu.
Lut ise;
………….Ey kavmim,
……………..Bunlar benim konuğum,
………………….Beni mahçup etmeyin,
…………………………Allah’tan korkun,
……………………………..Beni üzmeyin,
……………………….İşte kızlarım,
….…..Alın onları, onlarla evlenin!
…………Onlar daha temizdir, dedikçe…
……………….Biz sana demedik mi?
……Bize, bizim halimize, bizim işimize karışma!
………….Bizim niyetimizi biliyorsun,
………………..Senin kızlarınla işimiz olmaz!...
……………………………..Diye tehdit ediyordu…
Lut, çaresizlik içinde: “Ya üstenizden gelmeye,
Ya da sarp bir kaleye sığınmaya bir gücüm olaydı.!
Yaptıklarınızdan dolayı, sizi ayıplıyor,
Sizden nefret ediyorum! Dedi.(Hud 79-80)
Ey Rabbim;
“……..Sana sığınıyor senden yardım diliyorum.
190
…………Sen güçlüsün, sen hakimsin, bunu ben biliyorum.”
Merhaba ey ihtişam, erbabının kıblesi,
Gönderdin bu kavme sen, hakka davet etmeye.
Saygı duyanlar şahı, oldum kavmin elçisi,
Geldi bana melekler, gerek yok gizlemeye.
Melekler geldiğinde, Hz. Lut’un sıkıntıda olduğunu görünce, şöyle dediler.
“Elçilerimiz Lut’a gelince, kavmi yüzünden üzüldü.
Göğsü daraldı. Bu çok zor bir gün dedi.
Kavmi (misafirlerle çirkin işler yapmak ümidiyle)
Koşa koşa geldiler. Zaten onlar bu tür çirkin işleri yapıyorlardı.
Lut; Keşke size karşı koyacak bir gücüm olsaydı diye üzülüyordu.
Melekler Lut’a:
“ömrüne ant olsun ki, onlar (şehvetten),
Gözleri dönmüş halde, sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlar.
Deyip kendilerini tanıttılar.
Kur’an da Rabbimiz bu hususu şöyle anlatmaktadır.
“Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana kat’iyyen dokunamazlar!
Sen, gecenin bir vaktinde, ailenle birlikte çık,
Hiç biriniz geri kalmasın, hem dönüp bakmasın geriye!..
Karın hariç!”...(Hicr 65)
Helâk vakti sabahtır,
Henüz sökmeden şafak kapıyı aç!
Bizi onlarla baş başa bırak!
”Lut kapıyı açınca,
Azgın halk, içeri dalıp meleklere yaklaştılar,
Hem de, kötülük yapmaya kalkıştılar.!.”(kamer 37)
İzin çıkmıştı. Cebrail kanat çırptı,
Hepsinin gözü yuvalarından çıktı.
Görmüyorlardı artık. Dünyaları karardı!..
Ey Lut! Sen bize, nasıl bir sihir yaptın?
Gözümüzü kapattın diyorlardı.
Hele bir sabah olsun sana gösteririz diye,
Tehdit etmekten de, geri kalmıyorlardı.
Oradan çıkmak için, duvarlara tutunup,
Çıkmak için yol arıyorlardı..
Kör olduk, biz kör olduk diye bağırıyorlardı.
“İşte, azabımızı, tehdidimizi tadın dedik,
Şehirlerinin altını üstüne getirdik.
Üstlerine azap yağmuru, balçıktan pişirilmiş,
191
Taş yağmuru yağdırdık.(Hicr 73-74)
Görün günahkârların sonunu bakın nice olmuştur.
Lut’un karısı Vaile,
Korkunç gürültüyü duyunca, dönüp geriye baktı.
Vah kavmim diye acındı.
Yüce Allah,
Onu da taş eyleyip,
Kavmine gelen felâketi ona da ulaştırdı.
Allah küfredenlere,
Lut’un karısı ile Nuh’un karısını, misal olarak gösterir.
Açın bakın Kur’ana, daha nice böyle örnekler vardır.
Böyle hain kullara, devlet bahtı yar olmaz,
Peygamber zevci olsa, asla bahtiyar olmaz.
“And olsun ki ; Aklını kullanan bir,
Kavim için, biz oradan bir nişane bırakmışızdır.”(Ankebut 35)
Tarihçiler bu nişane ve izler için şöyle yorumlar getirmiştir.
Bu gün LUT Gölü diye bilinen ölü denizin,
Bu olaydan önce mevcut olmadığını,
Meydana gelen felâketten sonra oluştuğunu,
Deniz seviyesinden 400 metre daha aşağıda olduğunu…
Bu bölgede yaşayanların;
Göl suyundan yararlanamadıklarını,
Çünkü bu suyun kokmuş olduğunu,
Etrafındaki arazilerin çukurluklar halinde olmasından,
Ekilip dikilmeye müsait olmadığını,
Rabbimin kudret ve yüceliğinin bir kanıtı olarak,
Taşkınlık yapanların, onun Peygamberini yalanlayanlara,
Kudreti ile verdiği bir karşılıktır.
Velilerin şahı ki, hangi ere baş ola,
Hiç şüphe edilmesin, her yerde zafer bulur.
Dilerse o Rabbinden, şu hainler taş ola,
Belâ bulutu gezer, mamureler helâk olur.
Yüce Allah, seher vaktinde Lut Aleyhisselâmla,
Ev halkını, Şam’a doğru yolladı.
Orada ölene kadar amcası İbrahim ile oturdu.
Amcası Lut’un kızını, Medyenli İbrahim ile evlendirdi.
Medyen halkı onlardan üredi.Yedi yıl sonra Lut vefat etti.
192
Şu aşk’ın kıskacında, zamanın belâsından,
Yola çıktım dünyanın, mihnetli odasından,
Nasıl avare kılsın, beni şu dönen devran,
Gönlüm nasıl el çeksin, cihanın cefasından.
….İşte şimdi geldi, selâm sabah sırası,
……….Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
………….Söylenecek son söz, artık burası,
………………Dinleyin dostlarım, beni dinleyin
Ey saba yeli,
…….Başın alıp nereye,
……………Gidersin böyle,
………………..Eğer yolun düşerse,
…………………… Kutsal toprağa,
………………………….Ademden son resule
……………………………… Selâmım söyle!...
193
HZ. İSHAK PEYGAMBER
(İ)steyene,
İ(S)tediğini verensin.
Va(H) deyip, ah çekeni görensin.
San(A), yâr diyeni sevensin,
Ya Ha(K) yetiş, diyene,
Buyur ya kulum dersin!
Hak da sensin, Rab da sensin,
Hakan sensin. Sultan sen.
Hem yârsın,
Hem yâransın,
Her gönülde sen varsın.
Gönüllerdir makamın!
Dost sensin.
Sana muhtaç her insan.
Seni anlatmaya yetmez ki lisan!
Hak da sensin, Rab da sensin,
Hakan sensin. Sultan sen.
Seni, zikreden dilden,
Sensiz olan gönülden,
Mahrum bırakma beni,
Bırakma, ya Rab-bil alemin!...
Hak da sensin, Rab da sensin,
Hakan sensin. Sultan sen.
……………….Bilgi,
……………Haber,
……….Anı ve hatıralar….
……..Zaman içinde kalemlerden dökülür,
…….Dökülen hatıraları,
….. İshak’ı hatırla…
Hatırla!
Peygamberler halkasında köşe taşı olan,
Rabbimin Halilullah’ı olan İbrahim’i , Sarayı hatırla.
Hatırla!
Onlar ihtiyarlamış kocamışken,
Onlara müjdelenen İshak’ı hatırla!..
Dilerseniz!
Gelin birlikte hatırlayalım.
Bir göz atalım bakalım maziye,
Kimmiş? Nasılmış!......
194
Hani?
İbrahim Peygamber Rabbine dua etmiş,
Yüce Allah onun duasını kabul ederek,
İshak’ı müjdelemişti ya!
Hani !
İhtiyar vakitlerinde, Hz. İbrahim ve Sara
Melekler vasıtasıyla müjdelenmişlerdi ya!
Hani!
İbrahim hem de Sara yaşlanmışlar,
Beklenmedik zamanda,
İnsan kılığında iki melek ansızın çıka geldiler ya!....
Selâm verdiler selâmları alındı ya!...
Hani!
Mutfaklara haber salındı…
Semiz bir buzağının körpecik etinden,
Misafirlere, kızarmış et ikramı edilmişti ya!..
Onlar da o ete ellerini uzatmamış,
İkram edilen etten yememişlerdi ya!
İşte o zaman, müjdelenen İshak tı o!...
İşte o müjde verildiği zaman,
İbrahim’in yüreğine bir ürperti kaplamış!
Melekler de:
Korkma bizden ya İbrahim!
Biz Lut kavminin helaki,
Ve sana da müjdeli
Bir haber vermek için geldik!
Yüce Rabbim size, önce İshak, sonra da,
Yakup adında iki oğul verecek!...
Diye haber vermişlerdi ya!
İşte o İshak bu İshak tır.
Bu, müjdeyi duyunca Sara güldü.
Ve vay be…Dedi!....
Ben bir koca karı, kocam da,
İhtiyar bir adam olmuş iken, nasıl? Nasıl olacak bu?
Melekler:
“Allah’ın emrine mi şaşıyorsunuz?
O hamt etmeye lâyık, hayır ve ihsanı bol olandır.
Onun rahmeti üzerinizedir.”(Hud 73)
Diye haber getirdiler ya Yüce Rabbimizden.
İşte bu o İshak.
195
Yaratanın kudreti,
Varlık göklerinin, saadet gülşeninin bahçesini bezediği zaman,
Sizin de, gönül bahçenizi iki oğulla bezeyecek!
Biz onun müjdesini vermekle görevliyiz.
Şu anda onun için buradayız! Dediler.
Geçkin yaşlarında, lütfetti Yüce Hak,
Zamanı gelince doğdu, onlardan İshak.
Veliler göklerinde yükseldi,
Peygamberler halkasında O da yerini aldı.
Yüce Kitabımız Kur’anı kerimde:
“Biz ona (İbrahim’e),
İshak ile Yakubu ihsan ettik.
Her birini peygamberliğe yükselttik.”(En’am 84)
“Onları emrimizle rehber kıldık.
Hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı, zekât vermeyi,
Vahy ettik.
Onlar, bize ibadet edicilerdi.”(Enbiya 73)
İSHAK‘IN DOĞUMU
Günler günlerle,
Yıllar yıllarla yarıştı.
Geceler gündüzlere karıştı,
Zamanlar geçti gitti…
Vakit saat dolunca, dünyaya gözlerini açtı İshak peygamber.
Cebrail kanadında uçarak büyüdü İshak Peygamber.
İbrahim’in kucağına verdiler.
Anası Sara’nın, pak hamurundan,
Yaratıcı Rabbin, kendi nurundan,
Baba İbrahim’in, nur ırmağından,
İçerek büyüdü, İshak Peygamber.
Nebi bağında Selvi, seçkin sedef incisi,
Dinin sırrına eren insan!
Cibril’in müjdesi,
Gönüllerde coşarak, büyüdü İshak Peygamber.
Rabbinin nuruyla, olmuş feyizli,
Kara kaş, kara göz, buğday benizli,
Mehtaplı gecede, dolunay yüzlü,
Baba kucağında gözün açarak, büyüdü İshak Peygamber.
196
Karanlıkları yakan, Risalet’in güneşi,
Gökleri aydınlatan, mehtab’ın eşi,
Sadakat ’in sefa pınarı, vefa kubbesinin ay’ı,
Kerem kaynağından, geçerek büyüdü İshak Peygamber…
Sara Hatun:
-Ya İbrahim!
Doksan yaşımda bu erkek evlâdı, Rabbim bana ihsan etti.
Ama insanlar sanki güldüler bana!
Bu yaşımda doğan oğlana!
İbrahim;
Merak etme, kimse gülmez sana diye teselli etti onu.
Günden güne kum çöllerinde koşarak büyüdü İshak Peygamber.
Uzunca boylu, asil mi asil soylu,
Hem kara gözlü, İbrahim’e benzer benizli,
Tek Allah’a inanan,
Hayırlı bir insandı, İshak peygamber…..
Dök ey kirpik, dök gözünden, bitti işret’in anı,
Dile geldi, Gülşen’inde, Hakkın hilkat fidanı.
İki melek huzurunda, geldi müjde zamanı,
Bilinsin artık acep nedir şu başa yazılanı….
Tüm denizler mürekkep, kalem olsa ağaçlar,
Vasfını ol Rahmanın, yazmaya yeter mi hiç,
Hacet kapısı açık, zikirde dağlar taşlar.
Yüce Rabbin lütfundan, duyulur her an sevinç.
Bir belâda bin ihsan, gizlidir amma!
İdraki zor insana!...
Mutlak belâ çekenler,
Erişir bir gün elbet, erişir muradına!....
Her ne istersen iste hiç çekinmeden,
Sonunda lütuf olur döner o sen istemeden.
İSHAKIN EVLENMESİ
Kovaladı yıllar yılları,
İshak da büyüdü, geldi delikanlı çağına,
Bir kadın gerek İshak’ın kucağına!..
Babası İbrahim a.s.!
Hem evlât hem mal mülk yönünden varlıklı biri idi!
Malını mülkünü yönetecek bir değil birkaç tane,
Kâhyaya ihtiyaç vardı. Kölelerin içinden seçti kâhyalarını…
197
Günlerden bir gün;
Çağırdı kâhyasını, gel kâhyam gel dedi.
Şimdi iki şey için and içeceksin.
Kâhya;
-Nedir onlar efendim?
İbrahim;
-Birincisi:
Göklerin ve yerlerin sahibi, Yüce Rabbim için,
Aralarında oturduğumuz şu Kenanlılardan ,
Oğluma kız almayacaksın!
Kâhya;
-And içtim efendim dedi. Almayacağım!
İkincisi:
--Buradan benim doğduğum diyara gideceksin,
Oğlum İshak’a oradan bir kız alacaksın!
--Tamam efendim amma,
Ya senin diyardan bulduğum kız buralara gelmezse!
İshak’ı ana Vatan’a götüreyim mi?
Heyecanlandı İbrahim!
--Hayır, hayır asla olmaz!
Kâhya;,
Ya ne yapacağım? Dedi.
İbrahim!
- Dikkat et, sana yol gösterecek birisi çıkacaktır!
Yüce Rabbim bana!
--“Bu diyarı senin zürriyetine vereceğim. Dedi.
Sana yol gösterecek birini gönderecektir elbet!.
Onunla anavatana gidersin,
Oradan oğlum için bir kız alırsın.
Sakın oğlumu oraya götürme!...
Kâhya;
-Ey İbrahim, ey efendim,
Bana yüklediğin bu iki vazifeyi de yerine getireceğim.
Ahd ederim, yemin ederim. Dedi.
Hemen deve sürüsünün yanına koştu.
On tane deve seçti.
Bir kafile oluşturdu.
Tuz gölünün kıyısında bulunan, Harburun’dan dışarı çıktı.
198
Güneş’in doğduğu memleketlere doğru yürüdü.
Bir beldeye ulaştılar.
Bu belde İbrahim’in kardeşi, Nahor’un memleketi idi.
Nahor’un oğlu, Milka adında bir kızla evlenmiş,
Ondan, Refeka (Rafka) adında bir kızı olmuştu.
Refeka o kadar güzeldi ki, ondan daha güzeli yoktu.
Güzelliği dile destandı.
İşte Kâhya bu güzel’in beldesindeydi!
Akşam serinliği etrafı sarmaya başlamış,
Kızgın güneş, sıcağını dürmüş!
Batı yakasından kaybolmak üzereydi.
Kâhya develeri bir kuyu başına çekti.
Sulaması gerekiyordu.
Bunca yol alınmış,
Develer hem susamış hem acıkmıştı.
Akşam olunca şehrin kadınları,
Bu kuyuya su doldurmaya gelirlerdi.
Kuyudan su çekmek kolay değildi.
Derin bir kuyu idi.
Ama suyu buz gibi soğuktu!
Kâhya develeri çöktürdü.
Ellerini kaldırdı semaya, şöyle bir dua etti.
“-Ey benim Efendi’min Rabbi, Yüce Allah!
Sana yalvarıyorum.
Benim işimi kolaylaştır, kolaylaştır ki,
Efendim İbrahim’e verdiğim sözü tutmuş olayım!..
Ey Yüce Rab!
Şimdi şurada, ilk gördüğüm kıza,
-Ey güzel kız!
Testini indir de biraz su içeyim!
Dediğim zaman….
Eğer O kız, istediğin kadar iç,
Sen serinlerken,
Ben senin develerini bile sularım derse!
O kız, kulun İshak’a nasip ettiğin eş olsun!
Ben de, İbrahim’e göstereceğin lütfu,
Kızın bu sözlerinden anlayayım.
Kâhya….
Duasını henüz bitirmişti ki,
Şehir tarafından bir kız göründü.
Su doldurmaya geliyordu!
199
Omzunda testisi,
Sallanır entarisi,
Görülmemiş cihanda,
Görülmemiş böylesi…
İşte buydu, işte bu!
İshak’a yar birisi.
Ne güzel kız idi,
Sanki sarılmıştı boynuna,
Omzundaki testisi.
Kız yaklaştı kuyuya,
Salladı testisini, doldurdu soğuk suyla…
Kâhya hemen koşturdu,
Kızın yanında durdu,
Ey güzel kız testinden,
Bana da su verir misin?
Kimlerdensin sen kimsin?
Adını lütfeder misin?
Ben dedi güzel kız!
Ben, Nahor’un oğlu,
Batvil’in kızı Refekayım!
Belli ki sen yolcusun,
Uzaklardan gelmişsin,
Hem susuz hem yorgunsun,
Susuzluktan yanmışsın.
Dilersen iç testimden, iç hem de kana, kana.
Eğer istersen develerini de sularım!
Dedi ona!
Hemen testisini boşalttı yalağa,
Tekrar, tekrar su çekip bütün develeri de suladı.
Kâhya teşekkür etti orada Rebaka’ya.
Kâhya hayretler içinde genç kıza bakıyor,
Gözünü ayıramıyordu ondan.
Kız temiz mi temiz,
Ahlâk namus yerinde,
Başka bir erkeğin izi yok ellerinde!
Değmemişti bir beden onun lâtif bedenine…
İşte bu,
İşte bu olmalı İbrahim’in gelini deyip, secdeye kapandı!
Efendim İbrahim’in Rabbine hamd olsun!
Efendimi esirgedi.
Benim de işimi kolaylaştırdı.
Kardeşinin evine misafir ediyor diye şükretti.
200
Hemen torbasından bir burun halkası ile altın bilezikler çıkardı.
Kız’a armağan etti onları.
Kâhya yine sordu;
-Ey Batvil’in kızı!
Ey güzel Refeka!
Babanın evinde bizim geceleyebileceğimiz bir yer var mı?
-Evet dedi genç kız. Evet var.
Hem size, hem de, develerinize yem ve saman bol bizde…
Genç kız, eve gelince annesi Milka’ya koştu.
-Anne, anneciğim bilir misin neler oldu?
-Ne oldu kızım?
Kuyu başında bir yabancıya rastladım.
On tane devesi vardı.
Benden kendisi ve develeri için su istedi.
Ona istediği suyu verdim.
Benim kim olduğumu sordu.
Söyledim.
Çok sevindi. Bana altın halka ve bilezikler taktı.
Yere secdeye vardı.
Allah beni, efendim İbrahim’in kardeşlerinin evine iletti dedi.
Refeka’nın bir erkek kardeşi vardı.
Onun adı Lâban idi.
Lâban bu lâfları duyunca koştu kuyu başına.
Yabancı halâ oradaydı.
-Ey Yüce Allah’ın mübarek adamı,
Niçin böyle şehir dışında duruyorsun?
Bize gel.
Sana ve develerine yer hazırladım.
Lâban amcasının kâhyasını,
Develeriyle birlikte aldı eve getirdi.
Önce develeri yerleştirdi.
Semerlerini çıkardı.
Sonra kâhyayı eve aldı.
-Ey amcamın adamı yorulmuşsun,
Uzat ayağını soğuk suyla yuyayım.
Sen de rahat et dedi.
Yemek sofrası hazırlandı.
Diz çöküp oturdular sofraya.
-Kâhyaya buyurunuz, dediler.
201
Kâhya:
-Hayır!
Hayır!
Önce diyeceklerimi dinleyiniz dedi.
Söyleyeceklerimi söylemeden el sürmem sofraya!
Kâhya şöyle dedi.
-Ben Efendim İbrahim’in kölesi ve kâhyasıyım.
Yüce Allah efendime büyük bir varlık verdi.
O, büyük bir adam oldu.
Ona,
Sürü, sürü sığırlar, koyunlar kuzular….
Develer ve eşekler bahşetti.
Gümüş ve altınlar,
Köleler, cariyeler, ihsan etti!
O çok zengin biri!..
Efendim’in bir karısı var.
Adı Sara.
Yıllarca bu Saradan çocuğu olmadı.
Cariyesi Hacer’i ona hediye etti.
Ondan İsmail doğdu.
İsmail şimdi Mekke de.
Yıllar sonra Sara dan da bir erkek çocuk doğurdu.
Efendim ihtiyarladığı halde,
Bir çocuk babası daha oldu.
Bütün malını mülkünü bu çocuğa bağışladı.
Bu çocuk İshak idi. İshak şimdi büyüdü.
Güzel bir delikanlı oldu. Evlilik çağına geldi.
Efendim Ona, Kenan ilinden kız almak istemedi.
Beni ata diyarı olan bu illere gönderdi.
Oğluna buralardan, kendi soyundan bir kız bulmamı istedi.
Ben;
-Ya bulduğum kız benimle gelmezse! Dedim.
O zaman!
-İnandığım Allah sana,
Bir Meleğini rehber kılacak! Dedi.
Benimle ahitleşti.
Kız seninle gelmezse,
Sen yeminini yerine getirmiş sayılırsın dedi.
202
Ben şimdi onun için buradayım.
Kuyu başında kızınız Refaka ile karşılaştım.
Bu sözler karşısında, Refeka’nın babası ve kardeşi,
Hiçbir şey söylemediler.
Onlar suskun olunca, kâhya da yemekten yemedi.
Bunun üzerine, şöyle dediler:
-Ey İbrahim’in elçisi!
Bu Rabbimizden gelen bir emirdir.
Biz sana iyi kötü bir şey diyemeyiz.
İşte Rebeka gözünün önünde,
Onu yanımızdan al ve git!...
O,
İbrahim’in oğlu ishak’ın karısı olsun!...Dediler.
Yüzü güldü kâhyanın,
Hemen yine secdeye kapandı.
Çok şükür Rabbim!
Filistin’e eli boş döndürmedin diye dua etti.
Hemen koştu deve denklerindeki hediyeleri getirdi.
Onlara takdim etti.
Sonra birlikte yemeklerini yediler.
Kâhya yol izni istedi.
Bir an önce geri döneyim.
Efendim fazla beklemesin beni dedi.
Refeka’nın annesi;
-Refaka hiç olmazsa on gün sonra gelsin dedi.
Kâhya,
-Yok, yok, olmaz!
Madem ki Rabbim yolumu kolaylaştırdı,
Benimle gelsin diye cevapladı.
Refeka’ya sordular.
Bu adam seni götürmek istiyor,
-Gider misin?
Mahcup tavırlarla evet dedi.
İş tatlıya bağlandı böylece….
Refeka dadısını, cariyelerini, çeyizlerini aldı.
Develer yükünü tuttu,
Kervan Batvil’in evinden ayrıldı….
Refeka hayaller kura, kura, İshak’a doğru yol alıyordu.
Acaba diyordu,
İshak yakışıklı mıydı!
203
Birlikte hoş vakit geçirecekler miydi?
Onun da çocukları olacak mıydı?
Uğurlarken geridekiler,
Güle, güle git!
Hayırlı yolculuk,
Mutlu bir evlilik.
Bol, bol çocuk sahibi ol!
Binlerce binin anası sen ol diye dua etmişlerdi.
Kona göçe birkaç gün sonra,
Kafile Kenan iline girdi.
İshak güney yönünde oturuyordu.
Akşam yeni olmuş, ufuklar kızıla boyanmış,
İshak çadıra dayanmış, dalıp, dalıp gidiyordu.
Birden Ufukta bir karaltı gördü.
Bu bir kafile idi.
Geliyorlar diye bağırdı.
Bu benim kısmetimi getiren kafile…
Deyip koşturdu…
Bir mahfe’nin içinde,
Deve üstünde gelen Refeka da, gözlerini dikmiş,
Menzile ulaşmanın heyecanını yaşıyordu.
Yaklaştıkça kafile,
Sahrada bekleyen bir delikanlı gördü.
Sordu geldiği kâhyaya,
Bu kim?
Benim efendim İshak dedi kâhya!
Refeka hemen yüzünün peçesini örttü.
İshak;
Önce kâhyaya, hoş geldin,
Sonra da Rebeka’ya hoş geldiniz, sefalar getirdiniz dedi.
Kâhya işte dedi gelinimizi sana getirdim.
Teslim ediyorum.
Olup bitenleri hemen anlattı bir, bir…
İshak Onları buyur etti.
Genç kızı babası İbrahim ’le tanıştırdı.
Akşam olunca!....
Akşam olunca İbrahim,
Saranın çadırında onları yalnız bıraktı….
İshak a.s. evlendiği zaman kırk yaşındaydı.
Yirmi yıl çocukları olmadı.
204
Altmış yaşına gelmişti.
Her gün Yüce Rabbe el açıyor.
“Ya Rabbi bana evlât ver diye dua ediyordu.
Ey Allah’ım!
Bana evlât vereceğini de,
Zürriyetimin çoğalacağına da inanıyorum.
Babam İbrahim’e bunu vaat ettiğini biliyorum.” Diyordu.
Ve diyordu ki;
“Bir zamanlar babamın da çocuğu olmamış,
Annem Sara da kısırmış.
O, ihtiyarlık çağında beni doğurmuş.
Elbet ben de evlât sahibi olacağım.” Diyordu.
Günlerden bir gün,
Rebeka, karnının büyüdüğünü hissetti.
Koştu İshak’a!
Kocacığım ben gebeyim.
Karnımda ayak itişmesi var.
Haklıydı Rebeka,
Hem de ikiz doğuracaktı.
Karnındaki itişme iki çocuğun tepişmesi idi.
Bunda bir hayır vardır diye düşündü.
Şükretti Rabbine.
Tevrat bu olayı şöyle anlatıyor.
Rabbi Ona:
--Senin karnında iki çocuk var.
Bunlar iki millet olacak.
Bir kavim ötekine hükmedecek.
Hamilelik dönemi sona erip doğum yaklaşınca,
Refeka doğum döşeğine yattı.
Vakit tamam olunca,
Birinci çocuk açtı gözlerini dünyaya!
Bu kırmızı renkli, tüylü bir çocuktu!
Bu çocuğa AYS (İS) adı konmuştu. (İS, tüylü çocuk demektir.)
Bu çocuk doğarken,
Doğacak olan ikinci çocuk,
Bunun topuğunu tutmuş!
İkinci çocuk doğduğu zaman,
Ona da topuk tutan anlamına gelen,
Yakup adı verilmiş!...
Bu çocuklar büyüyüp delikanlı olunca,
205
Ays;
Hünerli bir avcı attığını vuran,
Av etiyle hane halkını doyuran bir delikanlı olmuştu.
Yakup ise uysal bir delikanlı idi.
Öyle kardeşi gibi, sahralarda, çöllerde,
Vahşi hayvanlarla uğraşacak halde değildi.
Anasının dizinden ayrılmayan, gününü çadırında geçiren biri idi.
Babaları İshak,
Avcı Ays’ı çok seviyordu.
Ays babasını av etiyle besliyordu.
Yakup bir gün çorba pişirmiş,
Her tarafı mis gibi, çorba kokusu sarmıştı.
İs o sırada avdan dönmüş açlığını hissetmişti.
Kardeşinin pişirdiği çorba,
Misler gibi burnunda tütüyordu.
Çadırına girince Yakub’a;
--Kardeşim çok acıktım.
Açlıktan nerde ise bayılacağım.
Bu sıcak çorbandan ver de içeyim dedi.
Yakup;
Bir şartla dedi. AYS, nedir o?
Yakup;
-Eğer birinci çocuk olma hakkını bana verirsen öyle! Dedi.
-AYS;
Tamam dedi.
Sanki birinci doğan çocuk olma, bana ne kazandıracak?
Sana verdim dedi.
Bir de yemin etti.
Şimdi al dedi Yakup,
Sana ekmekle, mercimek çorbası iç helâl olsun……
KITLIK YILLARI
O yıl Kenan diyarında büyük bir kıtlık olmuştu.
Tıpkı babaları İbrahim’in zamanında olduğu gibi!
Hz. İbrahim zamanında da böyle bir kıtlık olmuştu.
İshak a.s. Refeka’ ya,
Biz Filistinlilerin hükümdarı, Cerar’ın diyarına gidelim.
Ondan zahire isteyelim dedi.
Refeka peki dedi. Sen nasıl istersen.
Kervan hazırlandı.
Refeka uzak doğu vatanından gelirken,
Yaptığı gibi devenin üstünde mahfe ye girip oturdu.
206
Kafile Cerara’ya,
Ebu Melek’in diyarına hareket etti…
Kum çölleri geçildi.
Kafile menzile yaklaşınca, İshak’a bir nida geldi.
Deniyordu ki;
“-Ey İshak!
Sen sakın buradan Mısır’a geçme!..
Sana söylenen bölgede otur.
Bu ülkede konuk ol.
Sana burada bereket vereceğim!
Seni mübarek kılıp bu ülkeyi sana ve çocuklarına vereceğim!
Baban İbrahim’e verdiğim sözü yerine getireceğim.
Zürriyetini çoğaltacağım.” !..
İshak da;
“--Ey Yüce Rabbim!
Bütün buyruklarını tutacağım.
Onlardan ayrılmayacağım.
Burada Cerar da kalacağım.
Mısıra da geçmeyeceğim.”
Allah aşkı odur ki, korkmaz cefa okundan,
Sabreder, yutkundukça yudum, yudum içer kan,
Parça, parça etseler, bir kerecik ah çekmez.
Yar aşkının derdinden, yabancıya sır vermez.
Cerar halkı Refeka’yı gördüklerinde.
Bu kadın kimdir? diye sordular.
İshak a.s. Eyvah dedi.
Benim karıma bir zarar verecekler diye endişe etti.
Cerar’ın emiri, Ebu Melek;
Akşam vakti münadilerine şöyle bağırttı.
-Her kim, konuğumuz İshak’ın karısına,
El dokundurmaya kalkarsa mutlaka öldürülecektir.
Kimse ona zarar vermeye kalkmasın!
İshak a.s. bu beldeye yerleşti.
Tarım işiyle uğraştı.
Babasının açtığı kuyuları yeniden eşip, bol suya kavuştu.
Tarlaları suladı sürdü, ekti biçti,
Hem kuyusundan sular içti…
Bol ürüne kavuştu.
207
Yüce Allah elini bereketlendirdi.
Sürüleri çoğaldı.
Mülkü büyüdü.
Öyle zenginleşti öyle zenginleşti ki,
Ünü çevre illeri aştı…
İshak a.s. bir yandan kavmini doğru yola çağırıyor.
Putlara tapmayınız diye onları uyarıyordu.
Kavminden bazıları inanıyor,
Bir kısmı da inanmıyordu.
İnanmayanlar zarar vermek için ellerinden geleni yapıyordu.
Su kuyularını kapatıyorlar,
Tarlaları kuraklığa sevk ediyorlardı.
Oysa bu kuyuları babası İbrahim açtırmıştı.
Onların bu durumunu, Ebu Melik’e şikâyet etti İshak a.s.
O da;
-Ey İshak! Git artık buradan.
Bizden çok kuvvetli oldun. Yanımızdan ayrıl git dedi!...
Hz. İshak kavmine;
-Bütün varlığımız develere yüklensin.
Buradan gidiyoruz. Dedi.
Çadırları bozdular.
Yüklenen develeri karşı cenahtaki,
Cerar vadisine doğru sürdüler.
Çadırlarını oraya kurdular.
İSHAK A.S. Kavmine dedi ki;
--Babam İbrahim,
Şu vadide pek çok kuyu açtırmış.
Bu kuyuları kapatmışlar.
Gelin biz o kuyuları yeniden açalım deyince,
Kavmi o kuyuları bulup açtı!
Gene bol suya kavuştular.
Bu kez de Cerarlı çobanlar gelip,
Bu kuyular bizimdir dediler.
Onlarla su yüzünden epeyce mücadele ettiler.
Yeni kuyular açarak sükûneti sağladılar.
Yeni baştan ekip dikmeye başladılar.
Malları çoğaldı, elleri bereketlendi.
Cerar Meliki Ebu Melik,
Yakın dostlarıyla, İshak a.s. mın ziyaretine geldiler.
Şaşırdı İshak a.s.
Benim yanıma hangi yüzle geliyorsunuz dedi.
208
Melik anladık dedi.
Rabbin her an seninle birlik oluyor.
Sen Allah’ın mübarek kulusun.
Gel yeniden anlaşalım.
Ne biz sana dokunalım, Ne de sen bize dokun!
Anlaştılar, yeminleştiler.
Bunu bir şölenle kutladılar. Vedalaşıp, ayrıldılar.
İSHAK’IN OĞULLARI
Rivayet edilir ki;
Yıllar geçmiş hem İshak hem Refeka yaşlanmış,
Hatta İshak’ın gözleri görmez olmuştu.
İshak’ın ikiz oğullarından olan Ays,
Kırk yaşına gelmişti.
İshak ise yüz yaşındaydı.
İs kendi soyundan olmayan bir kızla evlilik yapmıştı.
Annesi Rebeka ve babası İshak,
Bu evliliğe çok üzüldüler. İkisi de ihtiyarlamıştı……
Gün guruba dönünce, koşar gelir karanlık,
Gölgeler uzar gider, dev kesilir fidanlık,
Ürpertir yürekleri, tir tir titrer canlılık,
Gençliğin ümüğüne, çökünce ihtiyarlık!
Gençliğin akşamına gelip postun serince,
Kalkmak nedir bilmez ki!
Çökünce ümüğüne!
Düşünceler yükselir Arş-ı alâ katına!
Son yolculuk görünür, ruh’un beden atına!
Sevdanın doruğunda, yar peşinde koşulur,
Dik yamaçlı dağ bayır, kızgın çöller aşılır,
Ne çabuk geçti yıllar, denir buna şaşılır!
Gençliğin ümüğüne, çökünce ihtiyarlık!
Mızrap vurunca tele, nağmeler duvaklanır,
Nar denilen ateşte, ne günâhlar paklanır,
Sevdalar kucaklanır, düşünceler aklanır,
Gençliğin ümüğüne, çökünce ihtiyarlık!
Böyledir yalan dünya ömürler öğütülür.
Yalnız çileler değil, ne acılar güdülür,
Ne kadar yaşansa da!
son durak denen yere bir gün elbet gidilir.
209
Canından can istense, canana verir aşık,
Göz bebeğinden yansır, titreyen cansız ışık,
Deva diye içilir, zehirler kaşık, kaşık!
Gençliğin ümüğüne, çökünce ihtiyarlık!
Kolay değildi ihtiyarlık,
Gözleri de az görür olmuştu.
Her ne kadar İs’i sevmese de büyük olduğu için,
Yönetimi Ona verecekti. Gelenek öyle idi.
Rivayet odur ki:
Ays’ı yanına çağırdı.
Bak oğlum!
Ben artık ihtiyarladım.
Gözlerimi bu dünyaya ne zaman kapatırım bilemem.
Ancak Rabbimin dediği olur.
Diğer tarafta olan Refeka, bu sözleri duymuştu.
Ne!!!....
Dedi kendi kendine…
Yakub’un babası ölümünün geleceğini anladı.
Kavmini de, Ays’a bırakmak istiyor.
Oysa ilk oğulluk şerefini İs kardeşine vermiş,
Aralarında ahitleşmişlerdi.
O da küçük oğlu Yakub’u çağırdı.
Gel oğlum gel! Dedi.
Yakup anasının çadırına gitti.
-Ne var ana ? Dedi…
Annesi Rebeka:
-Baban, kardeşin Ays’ı yanına çağırdı.
Benim için av avla güzel avlar getir.
Bana sofra hazırla onları yiyeyim.
Ölmeden önce sana kutluluk dileyeyim.
Diye, yapacağını bildirdi.
Oğul Yakup;
-Peki ben ne yapacağım.
Benim ne yapmamı istiyorsun?
Anne:
Bak oğul beni can kulağı ile dinle!
-Doğru sürülerin yanına git.
İki güzel oğlak tut getir.
Ben onları babanın sevdiği gibi pişireyim.
Sen bu yemeği doğruca babana götür.
210
O, bu yemeği yesin.
Senin için bolluluk dilesin.
Aşına işine bereket dilesin.
Anacığım tamam da kardeşim Ays tüylü,
Ben tüysüzüm.
Babam her ne kadar görmüyor olsa da,
Dokunursa anlar.
O zaman ben, yalancı durumuna düşerim.
Bereket yerine üzerime lânet yağar!..
Diye mukabelede bulundu.
Anası;
-Sana gelecek lânet bana gelsin.
Sen dediğimi yap haydi durma, koş oğlakları al getir.
Yakup koştu ağıla, iki semiz oğlağı kaptı getirdi.
Güzelce kesti onları.
Annesi de pişirdi.
Şimdi sana İs’in elbisesini giydireyim.
Onun gibi kokarsın. Giyindirdi Yakub’u!..
Şimdi uzat elini, Yakup ellerini uzattı.
Annesi iki parça oğlak derisini yapıştırdı eline!...
Şimdi uzat boynunu dedi.
Yakup boynunu uzattı.
Oraya da keçi derisini yapıştırdı.
Kebabı alan Yakup babasına götürdü.
Babası uzanmış yatıyordu.
Baba, baba diye seslendi.
Kimsin hangi oğlumsun diye sordu?
Yakup,
-Ben senin ilk oğlun Ays’ım dedi.
Senin buyruğunu yerine getirdim.
Kalk yemeğini ye!...
Canın bana bereket dilesin dedi.
Hele yanıma gel, sana dokunayım,
Kim olduğunu anlayayım dedi.
Yaklaştı Yakup.
Dokundu ona ellerini aldı avucunun içine!
Yüce Rabbim!
Oğlumdan razı ol. Dedi.
Etlerden yedi. Karnını doyurdu.
211
Şöyle dua etti.
-Oğlum!
Kokun tıpkı,
Rabbimin bereket ihsan ettiği tarlalar gibi kokuyor.
Yüce Allah!
Seni gök yüzünün rahmetinden,
Yer yüzünün bolluğundan bereketlendirsin!
Gürlüğünden ihsan etsin.
Sana kavimler tabi olsun.
Sen onlara baş ol, efendi ol.
Sana lânet okuyan lânetli,
Seni mübarek kılan mübarek olsun. Dedi.
Yakup da sağ ol babacığım dedi.
Babasını öptü çadırdan yavaşça çıktı.
Tam bu sırada Ays avdan dönmüştü.
Vurduğu avı güzel, güzel kızarttı.
Koydu sininin üzerine, doğruca babasının çadırına götürdü!
Babası yine yatağına uzanmıştı.
Baba , baba kalk,
Sana getirdiğim kızarmış av etinden ye!..
Ye ki taze can bulasın,
Bana da kutluluk veresin dedi.
Babası şaşırmıştı!
Sen kimsin?
Biraz önce ben kebap yedim.
Duamı da yaptım. O KİMDİ?....
Anlamıştı olanı.
Oyun oynanmıştı kendine,
Eyvah dedi haykırırcasına!
Eyvah ki ne eyvah!
Olan olmuştu artık.
Yakup mübarek kişi olacaktı.
Bunun üzerine Ays öyle bir haykırdı ki, ortalığı çınlattı…
O dedi daha önce de bana bir oyun oynamıştı.
Bu ikincisi oldu.
Ne olacak topuk tutandan bu beklenir dedi.
Yakup adı (Aldatan, düzen kuran, hile yapan, anlamına gelir)
Tekrar sordu babasına;
-Sen bana hiç dua bırakmadın mı?
Benim için edeceğin hiç mi dua yok?
212
Baba İshak o zaman;
-İşte Yakub’u sana efendi yaptım.
Bütün kardeşlerini de ona kul!
Onu buğday ve şarapla kutsadım.
Artık sana bir şey kalmadı.
Oğlum Ays!
-Senin meskenin toprağın feyzinden,
Gök yüzünün rahmetinden nasibin alsın!
Ama başı boş gezdiğin zaman,
Onun boyunduruğundan kendini kurtar!
Ays öfkeyle çıktı babasının yanından.
Ben Ona gösteririm.
Şurada babamın üç günlük ömrü kalmış!
Ondan sonrası ne olur Allah bilir…
Onu görüp duyanlar,
-Eyvah!
Habil Kabil olayı yeniden canlanacak,
Bu halin sonu ne olacak?
Biri bunları durdurmalı!...
Koştular Rebeka ya!
Oğlun Ays,
Oğlun Yakub’u öldürecek!
Onu gözet. Dikkatli ol. Dediler..
O da;
Hemen Yakub’u çağırdı.
Oğlum Ays seni öldürecekmiş!
Sen bir an önce buradan uzaklaş.
Hemen Harrana git.
Orada dayın Lâban var.
Onun yanına git.
Kardeşinin öfkesi geçince ben seni oradan getirtirim.
Ben anayım.
Neden bir günde ikinizden bir anda ayrılayım.
Acılara boğulayım! Dedi.
Yakup hiç kırar mı anasını!
Peki dedi.
Sen ne dersen ben onu yaparım anneciğim.
Yeter ki sen üzülme.
Rebeka, bu kez koştu kocasının çadırına!
-Ey İshak dedi.
Ben buradaki Het kızlarının derdinden bıktım.
213
Eğer oğlum Yakup da Het kızlarından biri ile evlenirse,
Ömrümün bana ne faydası var!
Öleyim daha iyi.
Bizim neslimiz yabancılardan mı üreyecek?
Kendi kanımızdan olan kızlardan üresin!
Peki dedi İshak.
Oğlu Yakubu çağırdı.
-Oğlum!
Bu yerli Kenan kızlarından eş alma kendine!
Kalk deden Batvil’in diyarına git!
Onun evini bul.
Orada dayılarından birinin kızı ile evlen!
Rabbim seni mübarek kılsın!
Diye dua etti…..
Yakup Ona da peki dedi.
Hemen ertesi sabah,
O yöne giden bir kervanla yola çıktı.
Bunları takip eden İs yine kudurdu!
-Demek ki babam, Kenanlı kızlara iyi gözle bakmıyor.
Onun için Yakub’u buradan uzaklaştırdı.
Ben de amcam İsmail’in diyarına giderim.
Onun soyundan bir kızla evlenirim derdi.
Dediğini de yaptı.
Amca kızlarından birini aldı.
Haremini zenginleştirdi.
Yakup da,
Dayılarının diyarına gitmek için,
O tarafa giden bir kervana katıldı.
Doğuya doğru yol alıyorlardı.
Akşam olmak üzereydi.
Güneş kızıllığını dürmüş,
Gök yüzü yıldızlarla donanmaya başlamıştı.
Birer gümüş çivi gibi ,gök yüzüne çakılıyorlardı sanki….
Ay yükseliyor, aydınlığı geceyi sarıyordu.
Çöl baştan başa nur kesildi!
Onlara baktı, Allah’ın yüceliğini düşündü,
Bir taşı yastık yaptı.
Bu manzarayı seyrederken uykuya daldı.
214
İSHAK’IN ÖLÜMÜ
Babaları İshak artık çok yaşlanmıştı.
Bir müddet sonra, Hakkın Rahmetine kavuştu.
Yüz seksen yaşlarında iken,vefat etti.
Babası İbrahim’in yanına defnedildi.
Ona ve tüm peygamberlere selâm olsun.
……Onlar ahiret yurdunda,
………….Müstakil birer sultan,
………………Manâ yönünde baki,
…………………….Görünüşte bir insan.
………..İşte şimdi geldi, selâm sabah sırası,
……………...Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
………………....Söylenecek son söz, artık burası,
………………….….Dinleyin dostlarım, beni dinleyin.
……..Ey saba yeli,
………….Başın alıp nereye,
………….…..Gidersin böyle,
…………………Eğer yolun düşerse,
…………………….. Kutsal toprağa,
…………………………..Ademden son Resul’e,
…………………………………….. Selâmım söyle!...
215
YAKUP ve YUSUF PEYGAMBER
Hani İshak Peygamberin karısı Refeka,
İkiz oğlan doğurmuştu ya….
Birisi tüylü Ays,
Öteki (topuk tutan) Yakup,
İşte, İshak a.s. mın ikiz oğullarından,
Ays’ın kardeşi Yakup!
(Y)üz sürdü dergâhına,
B(A(na emanettir diye sırlar otağı,
Ya(K)tı hicran ateşi yaktı gönül dağını,
Yak(U)b’a yakın oldu,
Ol ka(P)ısı dergâhın..
Yakup a.s.!
Henüz Peygamber olmadan önce,
Dayılarının yurduna giderken,
Yolda yorulmuş,
Taşı yastık yapıp uykuya dalmıştı…...
İşte o zaman bir rüya gördü.
Rüyasında, gök kubbeye kadar uzanan bir merdiven,
Göğün kapısına dayanıyordu.
Melekler basamaklardan iniyor,
Tekrar çıkıyorlardı yukarı.
Kendi kendine işte Allah’ın Melekleri! Dedi.
O anda bir nida geldi Ona…
-Ey Yakup!
Ben deden İbrahim’in İlâhı Allah’ım!
Baban İshak’ın da Allah’ı benim…
Sana müjdeler olsun!
Yattığın bu topraklar sana ve senin nesline bağışlandı!
Senin neslin çoğalacak!
Batıdan doğuya, Kuzeyden güneye yayılacak!
Ey Yakup!
-Ben her zaman seninleyim.
Elini bırakmayacağım.
Nereye gidersen git, seni koruyacağım.
Az sonra uyandı Yakup.
Gördüğü bir rüya idi.
Ama anladı ki, Yüce Rabbi Onunla beraberdi…
Bu yer çok heybetli bir yer.
Burası Allah’ın evi diye düşündü.
Sabah olmuştu, gün ışımış etrafa canlılık gelmişti.
O da kalktı taş yastıktan.
216
Taşı aldı bir direk gibi dikti.
Bu taşı uğur saydı.
Bu yere de Allah’ın evi dedi.
Ellerini gök yüzüne açtı!
-Allah’ım!
Bana vereceğin her bir şey’in onda birini,
Sana adıyorum dedi!
Kervan halkı da uyanmıştı.
Hep birlikte yola koyuldular.
Yakup,
Doğuya doğru,
Büyük babası İbrahim’in memleketine,
Harran’a, Urfa’ya, anasının akrabalarına doğru gidiyordu….
DAYISI LÂBAN’A KAVUŞMASI
Günlerden sonra, engin bir sahraya geldi.
Bir ağaç ve altında bir kuyu gördü.
Kuyunun başında sürüler yatıyordu.
Çobanları, sulamak için getirmişti sürüyü…
Yakup yaklaştı onlara.
-Kardeşlerim siz nerelisiniz? diye sordu.
Çobanlar; Biz Harranlıyız.
Şu Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki Harandan.
İşte dedi Yakup!
-Büyük dedemin ülkesine gelmişiz.
Yine sordu çobanlara.
-Nahor oğlu Lâban’ı tanır mısınız?
Çobanlar,
-Evet tanırız.
-Sağ mıdır?
-Evet sağdır.
İşte, kızı Rahel sürünün arkasında.
Tomurcuk güller açmış, giydiği hırkasında,
Sevdayı karar olmuş, kendi gönül tasında,
Başka bir letafet var her adım atışında!
Baktı Yakup uzaktan.
Gönderilmişti belki Yakub’a,
Gönderilmişti O Haktan!
Ter temiz eli yüzü, yan bakmamış kimseye,
Onun gören iki gözü!...
217
Yakup!
-Henüz akşam olmadı,
Sürüleri niye toplarsınız?
Toplama zamanı değildir şimdi dedi.
Dediler ki;
-Evet değil amma, herkesin sürüsü gelmeden,
Kuyunun kapağı olan taş açılmaz!
Ancak her kez toplanınca kapak açılır.
Sürü sulanır, tekrar otlatmaya götürülür.
Onlar böyle konuşurken Rahel de gelmişti.
Yakup yaklaştı, onunla selâmlaştı..
Eyy Rahel,
Rahel!
Ben halan Refeka’nın kocası, İshak’ın oğluyum.
Ben Yakub’um! Dedi.
Sarıldılar birbirlerine….
Sonra birlikte koyunları suladılar.
Rahel, izin ver ben babama,
Geldiğini haber vereyim. Dedi.
Tamam dedi Yakup git.
Koştu Rahel babasına…..
Müjdeledi!..
Baba kız, koştular kuyunun başına,
Babası yeğeninin boynuna sarıldı öptü, öptü…
Sonra birlikte evlerine gittiler.
Yediler içtiler,
Birbirlerine anlattılar geçmişten gelecekten.
Sonunda dayıcığım dedi,
-Ben sana hizmet etmeye geldim.
Dayısı Lâban da;
Sen benim etim kemiğimsin!
Annen demek, ben demek,
Ben demek, annen demek,
Başımın üstünde yerin var!..
Bir ay kadar birlikte çalıştılar, yaşadılar.
Bir gün dayı Laban!
-Ey Yakup!
Söyler misin?
Bu çalıştığının karşılığında ne istersin?
Para mı?
Para ise ne kadar istiyorsun?
Değilse nedir dileğin?
218
Yakup evde iki kızın olduğunu görmüştü.
Büyük kız Leyya veya Lea idi.
Rahel kadar güzel de değildi.
O, zaten görür görmez Rahel’i sevmiş ona vurulmuştu.
Ben dedi, Rahel ile evlenmek istiyorum!
Peki dedi dayı, senin malın mülkün var mı?
-Yok dayıcığım.
O zaman bana yedi yıl hizmet edeceksin.
Onun nikâh akçesi budur. Dedi.
Bunun üzerine Yakup:
-Sen bana Rahel’i ver,
Ben de sana yedi yıl hizmet edeyim.
Diye şart koştu.
Dayısı,
-Tamam başkası olmaktansa sen çalış benimle.
Hemen çalışmaya başla dedi.
Yedi yıl çobanlık yaptı.
Yedi yılın sonunda,
Dayıcığım!
Tamam yedi yılım doldu.
Rahel’imi ver bana, ona sahip olayım.
Onunla yatağımı paylaşayım dedi.
Acele etme, hele çadırına git yat, dedi dayısı…
Yakup heyecan içinde çadırına gitti.
Gitti gitmesine de, yatıp uyuması ne mümkün!
Acaba dayısı, yeni bir teklifi mi yapacak,
Ne yapacaktı!...
Diye düşünüyor heyecandan uyuyamıyordu.
Gök yüzünde ay ışıl ışıl parlıyordu.
Yıldızlar ışık saçıyordu.
Lâban büyük kızı Lea’nın yanına gitti.
Seni dedi bu gece, Yakup la evlendiriyorum!..
Haydi dedi tuttu kolundan,
Yakub’un çadırına götürdü.
Yakup görünce bu kızı şaşırdı.
Bu sevdiği kız değildi.
Bunun üzerine sözleşmemişlerdi.
Aldatıldığını anladı.
Şimşek gibi çıktı çadırdan, doğruca dayısına koştu.
Bu sırada dayısı bir kısım halk’ın arasındaydı.
Dayı, dayı dedi.
219
Bu bana ettiğin zulüm nedir?
Sen beni aldattın.
Yedi yıl çalıştırdın.
Sonra Rehal’den başkasını yatağıma koydun!
Beni niçin kandırdın niçin?
Diye avaz, avaz bağırıyordu.
Bak dedi dayı Lâmek,
Bizim töremizde, büyük kız evlenmeden küçük evlenemez.
Sen bunu bilmiyorsun!
Haydi Lea ile evlen.
Bir hafta sonra gel, yeniden yedi yıl hizmet et!
Ondan sonra, küçük kızım Rahel’i al senin olsun!
Rahel’in aşkı uğruna, bu teklifi kabul etti.
Tam yedi yıl daha sürüyü otlattı.
Sığırtmaçlık yaptı ırgatlık yaptı.
Dayısı süre dolunca haydi çadırında Rahel’i bekle dedi.
Gitti Yakup çadıra beklemeye başladı.
Lâban küçük kızın elinden tuttu.
Onu Yakub’un çadırına götürdü.
İki sevdalı o gece gerdeğe girdiler.
Lâban cariye olarak, Rahel’in yanındaki Bilha adındaki kızı,
Büyük kızına da, Zülfa adında bir kızı, cariye olarak,
Armağan etti.
Yakup o gece Rahel’i Leadan çok sevdi.
Onunla nice mutlu geceler geçirdiler.
Fakat Rahel, halası Refeka gibi kısır çıktı.
Bir türlü gebe kalamıyordu.
Ama çirkin gördüğü, bir türlü sevemediği,
Lea her yıl bir çocuk doğuruyordu.
İlk oğlu dünyaya gelince,
Lea, Rabbim üzüntülerimi gördü,
Bana bir oğul bahşetti, artık kocam beni sevecek dedi.
İlk oğlunun adını, Ruben koydu.
Ruben, (işte bir oğul anlamına geliyordu.)
Her yıl bir oğlan doğurdu.
Dördüncüyü de doğurduğu zaman,
Lea, açtı ellerini;
-Ya Rabbi!
-Sana hamd ediyorum işte!
Bu çocuğumun adı Yahuda olsun dedi.
Bu dört çocuk sonraları dört kol olarak,
İSRAİL OĞULLARININ ataları olmuştur.
220
Bunlara, ( dört Sibt= Dört Torun) denilmiştir.
RAHEL’İN İSYANI ve YAKUP A.S. ÇOCUKLARI
Yakup Rahel’i çok sevmesine,
Ona daha çok ilgi duymasına karşı,
Rahel bir türlü doğuramıyordu.
Amma ablası her yıl bir çocuk veriyordu.
Bundan dolayı isyanlardaydı.
Bir gün, Yakub’a bağırdı!
-Ablam’ın her yıl doğurmasına kıskanıyorum,
Dayanamıyorum.
Bana bir evlât vermez isen, kendimi öldüreceğim! Dedi.
Yakup da;
-Ben Allah mıyım!
Seni döl torbandan o mahrum etmişse,
Benim ne suçum var. Dedi.
Allah dilerse sana da verir diye, o da, Rahel’e bağırdı.
O zaman Rahel sakinledi biraz.
Şöyle bir teklifte bulundu Yakub’a!
Tıpkı, Sara’nın İbrahim’e, Hacer’i armağan ettiği gibi…..
-Babamın bana hediye ettiği cariye var ya!
Bilha!
Onu bir gece koynuna al!
Ondan doğacak çocukla ben teselli bulayım!
Onu, kendim doğurmuş gibi seveyim.
Yakup bir gece, Bilha cariye ile birlik oldu.
Senesine çocuğu kucağına aldı.
Bu çocuk oğlandı.
Çocuğu kucağına alan Rahel, şöyle dua etti.
-Ey Yüce Rabbim!
Benim göz yaşımı gördün.
Davamda haklı olduğumu bildin.
Sesimi işittin.
Bilha bana bir oğlan doğurdu.
Sana şükürler olsun!...
Lea, dört çocuktan başka doğuramadı.
Rael’e nazire olsun diye, o da anasının ona hediye ettiği,
Zilpa adındaki cariyeyi, Yakub’a sundu.
Böylece Yakub’un Lea ile iki cariyeden,
Sekiz tane oğlu oldu. Başka kızları da vardı.
Rahel bir çocuk doğuramamanın sıkıntısını hep yaşadı.
Sık sık Allah’a dua etti.
221
Dualarında:
-Ya Rabbi diyordu!
Ne olur benim de döl kapılarımı aç!
Bana da çocuklar bahşet.
Benim de dölümü artır.
Zaman içinde, Rabbi duasını kabul buyurdu ki,
Ona da bir oğlan çocuğu bahşetti.
Bu çocuğun adını Yusuf koydular.
(Yusuf = Üresin anlamına geliyor.)
Rahel büyük bir sevgi ile Yusuf’u bağrına bastı.
Onu nadide bir çiçek gibi büyütmeye çalıştı.
Evlatsız geçen günlerinin acısını çıkarır gibiydi sanki.
Böylece Yakup a.s. mın dört kadından on iki oğlu olmuştu.
(Y)ola düştü kervanlar,
K(U)m çölünden öteye,
Na(S)ıl yükseldi yerden,
Bul(U)t, bulut dumanlar,
İnsa(F) etmedi ona, yola revan olanlar.
Yakup çok mutluydu artık.
Çok sevdiği karısı da çocuk sahibi olmuştu.
Kendi kendine düşünüyor,
Tekrar baba ocağına dönmenin vakti geldi diyordu.
Bir gün dayısı ve kayın babası,
Lâban’a gitti.
-Dayı dedi!
Artık bize izin ver!
Öz evimize baba diyarına dönelim.
Karılarımı ve çocuklarımı da götüreyim!
Dayısı senin sayende, ben de zengin oldum.
Sen buradan gitme, ne istersen veririm!
Yakup bir şey diyemedi.
Peki dedi amma bir isteğim var dedi.
Sürünün içinden benekli ve noktalı olanlarını ayırayım.
Onlar benim olsun.
Seninkilerle beraber güderim dedi.
Lâban razı oldu buna.
Dilediğini yap dedi.
Yakup,
Sürüsünü artırmanın yollarını aradı.
Yıldan yıla koyunlarının sayısı arttı.
Sürüsünü çoğalttı.
222
BABA OCAĞINA DÖNÜŞ
Bir gün bir ses duydu!
“-Ey Yakup!
Atalarının diyarına dönme vaktidir!
Akrabalarının yanına git.
Ben senin yardımcınım. Seninle beraberim.” Diyordu!
Hani sen, buraya gelirken,
Taştan bir direk dikip,
Kendini Allah’a teslim etmiştin ya!
İşte o topraklar senin olacak!
Şimdi kalk bu ülkeden çık.
Baba ocağına dön!..
Yakup, çoluğunu çocuğunu topladı.
Dayısı üç günlük mesafede olduğu için vedalaşamadı.
Ayrıldılar oradan.
Baba ocağına doğru yol almaya başladılar.
Yakup, Lâban’nın yanından ayrıldıktan sonra,
Malı mülkü hanımları ve çocukları ile, nice çöller geçtiler.
Sonunda bir vaha ya ulaştılar.
Burası kardeşi Ays’ın toprakları Kenan ülkesiydi.
Kardeşi Ays’dan halâ çekincesi vardı.
Geçmişte yaşadıklarını hatırladı.
Tedbir olsun diye adamlarından birkaç kişiyi,
Kardeşine gönderdi.
Aradılar kardeşi Ays’ı buldular.
-Ey AYS dediler:
Biz kardeşin Yakub’un habercisiyiz.
Onun yanından geliyoruz.
Yıllardır kardeşini görmeyen Ays yine kuşkuya kapıldı!
Geçmişi hatırladı.
-Söyleyin ne haberle geldiniz diye sordu!
Yakub’un adamları yumuşak söz, tatlı dille,
-Ey Ays!
Kul’un Yakup diyor ki,
Dayımız Lâban’ın yanında misafir idim.
Şimdiye kadar orada kaldım.
Sığırlarım, sürülerim, cariyelerim oldu.
Tekrar baba ocağına döndüm.
Efendimizin huzurunda lütuf bulmak istiyorum dedi.
223
Bu durum karşısında Ays da yumuşadı.
Habercilere döndü:
Kardeşim Yakub’un geldiğine çok sevindim.
Şimdi gidin ona söyleyin,
Dört yüz adamımla onu karşılayacağız.
Gerçekten Ays kardeşini karşıladı.
İki tarafın da kötü beklentileri gerçekleşmedi.
İki kardeş sarıldılar öpüştüler.
Ays Yakub’un çocuklarını tanıdı.
Onlar da Ays’ı!..
Kenan diyarının, Şekem şehrine geldi.
Bu şehri satın aldı.
Çadırlarını kurup, kavmini buraya yerleştirdi.
Yakup orada gaipten bir ses daha duydu!
Deniyordu ki;
-Ey Yakup!
Kalk!
Beyt-ele (Allah’ın evine) git.
Orada otur.
Oraya bir mihrap yap!
Bunun üzerine kavmini topladı.
-Ey kavmim!
-Ellerinizdeki putları atın!
Kendinizi temizleyin.
Giysilerinizi değiştirin.
Birlikte Beyt-ele gidelim.
Yürüdüğüm yolda benimle birlik olan,
Sıkıntılı günümde buyruk veren,
Allah için orada bir mihrap kuralım. Dedi.
Birlikte Beyt-ele geldiler.
Burası dayısına giderken,
Uyumak için başının altındaki taşı diktiği yer idi.
Burada yine bir ses duydu.
Diyordu ki:
Ey Yakup!
-Yolculuğun mübarek olsun,
Adın Yakup’tur amma bundan sonra sana,
İsrail diyecekler.
Bu adla çağrılacaksın!
224
Ey Yakup!
Ben her şeye kadir Allah’ım!
Dölün artarak çoğalsın.
Senden milletler topluluğu üresin!
Büyük baban İbrahim’e,
Baban İshak’a verdiğim ülkeyi , sana bahşedeceğim.
Senden sonra da neslin, bu ülkenin sahibi olacak!..
Burada kavmi ile birlikte bir mihrap yaptılar.
Yeniden bir taş sütun diktiler.
Güneye doğru yürüdüler.
BÜNYAMİNİN DOĞUMU
Yolda!
Cariyeleri gelerek;
-Ey efendimiz dediler.
Karınız Rahel’in sancısı tuttu!
Bu birincisine benzemiyor ona çok ıstırap veriyor!
Yakup hemen koştu Yusuf’un anasının yanına!
Hemen bir çadır kurdu.
Rahel’i oraya aldı.
Biraz sonra Yusuf’un kardeşi doğmuştu.
Nur topu gibi bir oğlandı.
Onun adını Bünyamin koydular.
…Peygamberlik zincirinin belâ halkasında ikili
Biri Yakup oğul Yusuf öteki.
…Peygamberlik sarayında iki ziynet,
Biri Yakup, oğul Yusuf öteki.
…Nübüvvet divanında iki önemli yakut,
Biri Yakup, oğul Yusuf öteki.
Yusuf:
...Yakub’un on iki oğlundan biri,
….Güzel mi güzel,
……Alımlı mı alımlı,
………Akıllı mı akıllı,
…………Görenler ona hayran.
“Bu beşer değil,
Sanki bir melek diyorlardı.”(Yusuf 31)
225
Oydu put hanedeki, onca putu kırdıran,
Oydu kardeşlerini, huzurunda durduran.
Güzelliği eşsizdi, her kez den gönül çalan,
Solmaz bahar gülüydü, dolunaydı her zaman.
Kalemler onu yazar, oydu Mısıra sultan.
Ondan haberler veren, Hakkın sözüdür Kur’an.
Rivayet edilir ki;
Yüce Allah, Hazreti Muhammed’i Yusuf’’un hikayesi ile,
Teselli etmiştir.
Şöyle ki:
Bir gün Risalet divanın süsü,
Hem nebi hem peygamber, Ulu Rabbin öksüzü.
İstirahat ediyordu.
Bir yanında vefa madeninin cevheri, imam Hasan,
Diğer yanında, cömertlik bostanın Selvi’si Hüseyin.
İki nadide mücevher,
Her zaman ikisine kucak açan peygamber.
Günlerden bir gün, Cebrail göründü peygambere,
Muhabbetlerine hayran.
Belli ki bir haber var onu göndermiş Rahman.
Sormuş;
Ya Muhammed!
---Onları çok mu seviyorsun?
Evet demiş peygamber.
Onlar çocuklarımız iki ciğer paremiz.
Ya Muhammed!
Onlara muhabbetinde, bir ayrıcalık var mı?
Yok.
Olur mu öyle şey!
Candır canandır her ikisi,
İkisi de marifet denizinin incisi parlayan yıldızı.
Nasıl ayrıcalık olur ki, aynı kaynaktan akan su!..
Ciğer paremdir her ikisi!...
Cebrail;
Ya Muhammed, bu şehzadelerden biri,
Göğsünden hain kılıç darbesiyle vurularak öldürülecek!....
Şaşırdı Peygamber!….
226
Ey Cebrail;
Bunu onlara kim yapar?
Onların ne suçu var?
Onlar masum iki can.
Cebrail;
Kim yapacak!..
Elbette senin vefasız ümmetin!
Bu haber aziz peygambere verdi büyük heyecan.
Hasanın musibeti, Hüseyin’in ol mihneti,
Resulün pak ruhuna, doldurdu gam yasını.
Almak için gönlünü, o zaman nazil etti.
O yüce resulüne, Yusuf’un kıssasını.
Resul-ü Ekrem,
Öyle üzülmüş öyle üzülmüştü ki;
Cebrail üzülme!
---Allah Yusuf’un hikayesini bu yüzden gönderdi sana!..
“En güzel kıssayı anlatıyoruz”(Yusuf 3)
Cenabı Allah, Yakub peygamberine,
On iki erkek, evlât bahşetmişti.
Onlar şöyle sıralanıyordu:
..Ruben,
….Şimon,
..…..Levi,
.…….Yahuda,
….…….İssakar,
………….Zebulun,
Bu çocuklar karısı LEA’dandı.
…Yusuf ve Bünyamin
Bunlar, Sevgili karısı Rahel’den.
Lea’nın cariyesi Bilha’dan:
Dan ve Naftalisi doğmuştu.
Karısı Rahel’in, Cariyesi Zilha’dan da,
Cad ve Aşer.
Böylece Yakup a.s. mın on iki oğlu oldu.
En küçükleri, Bünyamin ve Yusuf idi.
Yusuf! Çok mu çok güzel bir çocuk idi.
Hem görünüşü güzel,
Hem huyu güzel, hem de suyu.
227
YUSUF’UN KUYUYA ATILMASI
Yakub’un ona karşı sevgisi,
Diğerlerinden çok mu çok fazla idi…..
Tabiki Bünyamin’i de seviyordu amma,
Yusuf kadar değildi!...
Bu yüzden onu kıskandı kardeşleri.
Dediler ki:
“----Bizler birbirimize, çok bağlı kardeşleriz.
Babamız niye, Yusuf’u hepimizden çok seviyor ki!.
“Doğrusu babamız apaçık bir sapıklık içinde,
Yusuf’u öldürelim, babamız bize kalsın.”(Yusuf 8-9)
Haset kasırgası binaları bile yıkar,
Kıskançlık ateşi de, nice canları yakar.
…………………Kıskançlık ah kıskançlık,
………………Cana ıstırap salan kıskançlık!...
……..Kardeşi kardeşe kırdıran,
………………………………...Yine kıskançlık…
Yusuf:
“------Babacığım!
Rüyamda, on bir yıldızı,
Ay ve güneşi, bana secde ederlerken gördüm.” Dedi.
Babası, ey oğul sakın, sakın ha bu rüyanı kardeşlerine anlatma,
Tuzak kurarlar sana. Zira şeytan insanın apaçık düşmanıdır.
İnsan oğlu ne zarar görürse görsün,
Nefsi onun en yakın şeytanıdır.
Rabbin seni rüyandaki gibi seçecek, İbrahim ve İshak’ta olduğu gibi, sana da türlü ihsan
verecek.(Yusuf 7)
………….On bir kardeş geldiler,
……………….Yakup’un huzuruna,
……………….….Ona selâm verdiler.
…………….Ey saadet semasının yıldızı,
…………Ey cömertlik madeninin mücevheri!
Ey babacığım!
Bak!
Mevsim bahara erdi şimdi.
Türküler söylüyor mevsim!
Tabiat gizli perdelerden çıkıp gösterdi kendisini.
Bak, baharın süsü, bak, ağaçların görüntüsü,
Derelerden akan su sesi eğlenme yeri doğrusu,
Eylenme yeri şu dünya yaşantısı.
Kıra davet ediyor her kesi.
228
Babacığım!
“Yusuf bizim kardeşimiz, gezsin eğlensin, oynasın,
Biz ona iyi bakarız, onun iyiliğini isteriz.
Mutlaka biz onu koruruz. (Yusuf 12)
Kurt bile çıksa, onu vururuz.
Bir keresinde sürümüze saldıran kurdu nasıl vurduksa,
Yusuf kardeşimizi de kurttan öyle koruruz.
Senin hiç endişen olmasın.
Yarın onu bizimle gönder.
……Bu çok güzel mevsimde, koşsun oynasın,
……………..Lâle bahçelerinde gezsin dolaşsın!...
……………………..Çiçek tarlalarında gülsün oynasın,
……………Yeşilliğin mahmur bakışıyla aydınlansın.!.....
………..Menekşelerden kokular alsın,
……………..Papatyalardan taç yapsın başına.
Babaları:
“--- Onu götürmeniz beni üzüyor,
Siz farkına varmadan,
Onu kurdun yemesinden korkarım.”
….Yusuf narin,
……..Yusuf hassas,
………..Yusuf rahata alışık,
…………. Kurda kuşa karşı duramaz.
……………..Karıncayı ezemez,
…………………Haram lokmayı yemez!....
----“Aşk olsun babacığım ant içeriz ki;
Biz kuvvetli toplulukken,
Kurt onu yerse, biz aciz sayılırız.”(Yusuf 15)
Bunca ısrara dayanamadı,
Yusuf’un rızasını da alan babaları sonunda razı oldu.
Giydirdi kuşattı, onlara kandı,
Yalan sözün oku geldi bağra dayandı.
Ayrılığın acısı içine çöktü.
Ağladı sızladı ne yaşlar döktü.
Bilinmez kaç kere, döndü, döndü de Yusuf’u öptü…
Hasretlik duygusu, her anında sevgiyi kabartıyordu.
Yüzüne baktıkça, kederleri artıyordu…
O ,“---Ey ciğerimin köşesi şunu bil ki:
Sen benim canımsın, canımdan çok sevdiğim,
Oğlum, bir tanem cananımsın!....
Görüyorsun sen beni, ne ölü ne diriyim,
İstesem de gelemem, ihtiyarın biriyim,
Gayrı sensiz gülemem diyordu.
229
Sanki gelecekte olanları sezmişti.
Şöyle nasihat ediyordu Yusuf’una!...
Şimdi onlarla gidiyorsun, sakın rüyanı onlara anlatma.
Sonra sana çok büyük zarar verebilirler!
Diye uyarıyordu.
…………………….Aman ha dikkat et,
……………….Kurda kuşa yem olma!..
…………..Akşama çabuk dön gece karanlığına kalma.
………………..Geceler soğuk, geceler ayaz,
…………………….Ne getirir, neler götürür belli değil.
………………………..İyi bak kendine, üşütür biraz.
…………………………….Fidanlar ne meyve verir,
……………….Muz, elma, erik ya da kiraz.
…………………………………..Bu dünyada gelir geçer, bahar yaz.
………………….Dikkat et, onulmaz dertler bulma.
…………….Şu mavi gök kubbe ki,
…………..Dalga dalga belirir,
………Arif olan kullara açar sırrını bir, bir.
Heder olmasın ömür, bize gelmeden ölüm,
Yasla güzel başını, dertli sineme yasla,
Zulüm olur ayrılık, vuslatın başka gülüm,
Cehennem olsa yerim, vaz geçmem senden asla.
Deyip yandı onun derdine. Vedalaştı Yusuf’la.
Söylendi kendi kendine!...
Nitekim yıllar sonra Yakub a.s. mın tahmin ettikleri birer birer gerçekleşti.
Rabbim Kur’an da şöyle bildiriyor:
“Böylece onu, o yere yerleştirdik.
Rüyaların nasıl yorumlanacağını öğretip, hikmet ve bilgi verdik.
İnanan insanlara mükafatlar veririz.”(Yusuf 19-22)
……….Bu aşklar sevdalar, senin eserin,
……………….Bendeki izleri, derin mi derin,
…………………….Gönlümün tahtında, başkadır yerin,
…………………………..Geri dön ne olur, yakma Yusuf’um.
Rivayet odur ki:
Yusuf’un birde kız kardeşi vardı.
Onun da adı Dünya idi.
Yusuf gittiği zaman o uykudaydı.
Bir rüya gördü Dünya!..
Korkunç bir rüya idi gördüğü!
Yusuf’un etrafını kurtlar sarmış onu parçalamak üzere,
Ağızlarını açmış bekliyorlardı.
230
Bu korkunç kâbustan çırpınarak uyandı Dünya,
Korkmuştu gördüğü rüyadan.
Uyanınca ilk işi Yusuf’u, sormak oldu.
Çöle gitti dediler.
O an yüreği yandıkça yandı.
Yalın ayak baş kabak, veda ağacına koştu.
Yalvardı yakardı, ayaklarına kapandı.
“---Ey kardeşim,
…… Karışık rüya gördüm,
………..Gitme ne olur gitme!..
…………….O yüzden koştum sana,
…………………..Senin izini sürdüm,
………………………Bizi perişan etme.”
Böyle bir veda günü, şafak sökmesi demek,
Her yalancı şafakta, dertle uyanmak demek,
Her günün başlangıcı, hicran yarası açar,
Buna çare bulunmaz, dertliler kalır naçar.
Yakub: En büyük oğlu Rubile;
“---En büyükleri sensin. Yusuf’um sana emanet.”
Ne olur, onu gözet der demez, yanılmıştı!..
Çünkü, o da, yani oğlu Rubil de, insan oğluydu.
O da yaratılmış Allah’ın bir kuluydu.
Allah korusun ey oğul, diyemedi vesselâm…..
Böylece bir kul soktu, Tanrı ile arasına,
Gönlü Rabbin makamıydı, ona selâm salmadı.
Tuz bastırdı, kabuk tutmaz yarasına,
Böyle dua, Rab katında kabul izzet bulmadı!
……………………Allah’tan başkasına, kalpte güveni olan,
……………...Erişemez menzile, eremez muradına,
…………..Allah’ını unutup, kullardan medet uman,
………Ulaşsa da menzile, koşamaz imdadına.
…………..Her şeye rağmen, korudu onu Yaratan,
………………...Kardeşleri Yusuf’u, kopardılar bahardan,
……………………..Takınıp her biri, sahte bir surat,
…………………………..Gülerek vedalaşıp, ayrıldılar oradan.
……………….Satmak için Yusuf’u, çöllerde mezat,
…………...Çekilen çileler, duyulan sevgiye inat,
…….…Sarıldıkça çözüldü, kader oldu ayrılmak,
..Sardı çileyi gönle, üst üste yumak, yumak.
Yakup, veda ağacından hiç ayrılmadı.
Hep orada onların dönmesi için bekledi.
231
Günlerce bekledi, bekledi…
Acıyla karılmış, bir yerine bin dert ekledi.
Gitti bu çılgın gönle, gam veren Selvi boylu,
Yanağının nuruna, can kuşu pervaneydi.
Şimdi gönle gam doldu, gitti o güzel huylu.
Onunla geçen günler, neydi ya Rabbim neydi!
Kimi göğsü üstünde, taşıdı boynun eydi,
Kimisi rehber oldu, gurubun önündeydi.
Bir hileci gurup ki, hepsi de asil soylu,
Yakub’a karşı hile, gizli bir desiseydi.
Hepside göründüler, Yusuf’a latif huylu.
Babalarına karşı, düzülen bir hileydi.
……….Verilen onca sözler, inan ki hep yalandı.
…………..Başak püskülü saçlar birbirine dolandı.
……………….Açıldıkça Yusuf’la mesafelerle ara,
………………….Ay parçası olan yüz, toz toprağa bulandı.
………………………Susadı,
……………Susuzluk harap etti doğrusu,
…………………………Dili damağı kurudu,
……………………………….Kardeşlerinden istedi.
Ne olur verin bana, bir yudum su.
……Yüzüne bile bakmadılar,
……….Şekerli sütlerini toprağa boşalttılar.
…………………..İstediği suya karşılık,
……………………….Ölümle tehdit ettiler.
……………………………Beklediğin iltifatı,
……………..Kılıçların suyunda göreceksin belki de,
Bir kör kuyunun, dibinde öleceksin. Dediler….
Derdine derman için, kime açsa derdini,
Ne güzel bir söz duydu, ne de bir derman buldu.
Ümidi kırılınca, harap etti kendini,
Onmayan derde düştü , gül yanakları soldu.
Kimsesiz geçen gece, kesik bir sesle doldu.
Çektiği çile keder, sarartmıştı rengini,
Gül topu bedenini, kör bir kuyuda buldu.
Doğmayan güneşlerde, tutamadı dengini.
Gün geldi devran döndü, Mısıra sultan oldu.
Soy sülâle kim varsa, önünde divan durdu!.....
Kalmadı, keder gamda, dinleyip de ağlayan,
Yazık oldu o gönle, dert ortağı kalmadı.
Dert yükünü sağlayan, topladı sofrasını,
Bu mihnet sofrasından, nimet yiyen kalmadı.
232
Yusuf’u önce öldürmeyi düşündüler.
Tartıştılar aralarında!
Yahuda, buna karşı çıktı. Eğer onu öldürürseniz,
Gider babama olayı bütün çıplaklığı ile anlatırım dedi.
Bunun üzerine onu kuyuya atmada anlaştılar.
Dövdüler, hırpaladılar, Ağzından burnundan kanlar aktı.
Gözlerinden kanlı yaşlar aktı.
Babalarını kandırmak için de,
Yusuf’un gömleğini kana bulamak üzere çıkardılar sırtından!
Gülü yaprağından, koparıp ta gittiler.
Cebrail Aleyhisselâm, yetişti imdadına,
Böyle bir mucize, gelmezdi hiç yadına.
Tutup kaldırdı yerden aldı nazikçe,
Bastırdı hem bağrına.
O anda girdi, babası kılığına…
Babası sandı onu Yusuf,
Gördün mü babacığım! Kardeşlerim ne yaptı!..
Acımadan kör bir kuyuya attı.
Sabret dediler ona,
Sabret sabredene, sabır ehli yeter,
Derde düşenin derdi, ancak sabırla biter.
Suyu tuzlu, kimselerin uğramadığı,
Bir kuyunun içine attılar Yusuf’u!
Sonra da, çıkardıkları gömleği, buladılar al kana,
Döndüler babalarına,
Derdinden yana, yana, sahte göz yaşı döke döke:
Bu durumu Yüce Allah şöyle anlatıyor:
“…..Ey babamız, İnan olsun, biz yarış yapıyorduk,
…………….Yusuf’u da, eşyaların yanına koyduk.
……………………Biliyoruz sen bize kanmazsın,
…………Yemin billah etsek yine de inanmazsın.”(Yusuf 18
Diye babalarını inandırmaya çalıştılar.
Baba üzgün, inanmadı onlara amma, yapacak bir şey yoktu.
Bağrına taş bastı, ağladı sızladı!...
Kardeşlerinin Yusuf’a bir kötülük yapacaklarını hep seziyordu!
O yüzden, Yusuf, gördüğü rüyayı anlattığı zaman,
Aman bu rüyanı kardeşlerine anlatma diye uyarmıştı.
Ayrıca, Yüce Allah’ın kendisini gelecekte seçkin bir kimse yapacağını, kendisine rüya
yorumlamanın öğretileceğinin
Haberini vermişti.
233
Oradan geçen bir kervan,
Susuzluklarını gidermek için su ararken,
İleride bir kuyuyu gördüler. Bu kuyu Yusuf’un atıldığı kuyu idi.
Reisleri, ben daha önce buradan geçtim.
Bu kuyunun suyu tuzlu içilmez dedi.
İçlerinde bir ihtiyar su, suuu diye yalvarıyordu.
Onun susuzluğunu gidermek için, kırbalarını salladılar kuyuya,
O da ne! Çektikleri su tatlı çıktı.
Sevindiler bu sudan hepsi de içmek için kırbalarını tekrar salladılar.
Çektiklerinde kırbanın içinde bir çocuk vardı.
Şaşırdılar!
Sen kimsin?
Kimlerdensin diye soğuya çekerken kardeşleri göründü uzaktan. Onlar kervanı görmüşler
saklanmışlardı.
Yaklaştılar o bizim kölemiz. Onu öyle alıp gidemezsiniz.
Ancak ücretini öderseniz ve uzak diyarlara götürürseniz onu size satarız dediler.
Yapılan pazarlıklar sonunda az bir değere Yusuf’u kervancılara sattılar.
Yüce Allah her şeyden haberdardı.
Her şeyi biliyordu.
Bakın bu olayı nasıl haber verdi.
“Onu yanlarında alıkoymak istemediklerinden,
Çok ucuz bir fiyatla,
Birkaç dirhem’e sattılar.(Yusuf 20)
Baba,
Bir haber
Almak için,
Veda yerinden,
Ağacın dibinden,
Hiç mi hiç ayrılmadı.
Yusuf nerde bilmiyorum,
Ne yer ne içer, aç mı tok mu?....
Diye ağladı durdu baba Yakub….
Görür oldu Yusuf’u gecelerde uykusunda,
Karanlığın tozu, kararttı yüreğini,
Unuttu uykuları, çilenin kuytusunda.
Yusuf’undan çıkmadı, iç açıcı bir haber,
Ağlamaktan kör oldu, çile keş o peygamber.
Ey tan yeli haber ver, servi boylum nerdedir?
Huzurum kaçtı benim, şu gönlüm kederdedir?
Karardı dünyam benim, söndü doğan güneşim,
Ay yüzlü canım benim, mihribanım nerdedir?
234
Ay yüzlüyü canımdan, uzak kıldım bir zaman,
Ona meylettim diye, reva gördü elemi,
Görmez oldu gözlerim, her anım oldu zindan,
Güneşten uzak düştüm, geceyle ölç halimi.
Sabah’ın ilk ışıklarıyla öyle bir ah çekti ki;
Feleğin kalbi bile üzüldü ağladı onun haline…
Yakup o günde dönmedi evine,
Veda ağacının altında,
Saadet meclisinin kandilini bekledi.
……Bekledi!
…………Bekledi!
…………….Üzücü maniler okudu.
…………………..Çilenin bet yüzünü ilmek, ilmek dokudu.
Yarimden ayrılalı, kederine kapıldım,
Ayıplamayın beni, üzülmem elde değil.
……….Gün ışıdı gül açtı,
……………Gece sabaha ulaştı.
………………..Beklemekten ne fayda,
……………………….Gelmedi benim ay da.
……………………Neyleyim ben cihanı,
………………Bana ancak can gerek,
……………İstemem ben bu canı,
………Aşığa dil dar gerek.
…………………………..Mihnet çekmeyen bilmez,
……………………..Bilemez ahvalimi,
……………….Belâ görmeyen bilmez şu perişan halimi.
……………………….Yusuf‘undan ayrı kaldı,
……………………Görmez etti gözünü,
………………Kanlı gömleğin aldı,
……….Güldürmedi yüzünü.
Gönlünün dumanından, güneşe perde taksa,
Alem görmez güneşi, ta kıyamete kadar.
Ayrı kalsa yarinden, hicran ateşi yaksa,
Sonsuz ufuklar bile, mutlak kalır ona dar.
Çırpınmak aşık için, bilmem ki ne demektir!
Aşığın aşk yolunda, mert olması gerektir.
Unuturda adını, gelmezse hiç yadına,
Eremez asla aşık, eremez muradına.
235
Hazreti Yakup bir peygamberdi elbette,
Ümidini hiç mi hiç, yitirmedi.
Amma üzüntüsünden çok ağlamıştı.
Gözünün karasına ak düştü…
Kör olmuştu artık o!.....
Diyordu ki: Benim ulu babam,
Değerli amcalarım,
Kudretli kardeşlerim,
Hep gözümün önünde şehit edildiler.
Çok görmeyin benim böyle, ağlamama,
Ağlarsam haksız mıyım diyordu.
Mihnet çekmeyen, bilir mi hiç halimi,
Belâ görmemiş olan, ne bilsin ahvalimi.
Ey sevgili sevmekse, benim bütün günahım,
Tutsun arş-ı alayı, sana olan feryadım,
Esir-i aşkın oldum, tutsağım perişanım,
İncinen gönlüm gamlı, eleme müptelayım.
Gönüller dertle doldu, açıldı bin bir yara,
Gömleğinin kokusu, şifadır ihtiyar’a,
Ağlamaktan kör oldu, özlem duydu o yâra,
Yusuf’tu sürgün olan, hem diyardan diyara.
………Aşk, muhabbet güzellik,
……………Tatlıdır hem her şeyden,
…………………Bir tutkudur Yakub’un,
……………………….…Gözünü görmez eden.
……………………..Gören göz çok mutludur,
…………………Aşk ateşi hem yakar.
…………….Akrep olur kıskançlık,
……….Gelir kardeşi sokar.
Kimi aşk, yürek yakar, alev, alev har olur,
Kimi girer gönül’e, sevdiğine yar olur,
Eğer hicran ateşi, bir gönüle düşerse,
Ayaz kesen buz kesen, zemheride kar olur.
Yusuf kadere boyun eğmişti.
Çünkü;
Yüce Rabbinden gelen ses,
-EY Yusuf!
“Sen kardeşlerine bir gün,
Sana yapılanları hatırlatacaksın.
Onlar ise seni tanımayacaklar!“ Demişti.
236
Yusuf’u satın alan kervancıların başı Emir,
Yusuf’u Mısıra götürdü.
Köle pazarında iyi bir değere sattı.
Onu alan saray başbuğu (ya da maliye nazırı) Potifardı.
Firavunun en gözde adamıydı.
Yusuf’u görünce, işte aradığım köle!
Hem de erkek!
Benim de çocuğum olmamıştı,
Onu evlât yerine koyarım. Demişti.
Onun gönlü o kadar yatmıştı ki,
İstedikleri parayı verecekti.
Bu çocuğu mutlaka satın alacaktı.
Yusuf hemen oradan alındı.
Bir ata bindirildi.
Potifar’ın sarayına getirildi.
Adam karısını çağırdı.
“Bak dedi! Sen bu çocuğa iyi muamelede bulun.
Büyüyünce bize iyi hizmetlerde bulunur.
Faydası dokunur. Yahut ,Onu evlât ediniriz. Dedi.
Biz işte böylece Yusuf’u, o yere yerleştirdik.
Ona rüyaların nasıl yorumlanacağını öğrettik.
Allah, İşinde hakîmdir.
Fakat insanların çoğu bunu bilmez.”( Yusuf 21)
Ayetten anlaşıldığına göre,
Yusuf’un hayatı, Yüce Allah’ın koruması altında devam ediyordu.
Onu tehlikelerden korumak için,
Bilgi, kültür ve yönetim yetkisine sahip emin bir yere yerleştirmiştir.
VEZİRİN KARISININ YUSUF’A TUTKUNLUĞU
Mısır Azizi Yusuf’u,
Karısı Züleyha’nın hizmetine, memur etmişti.
Amma, Yusuf’un güzelliği, Züleyha’yı perişan etti.
Bağladı kendine…
Sabra tahammülü kalmadı Züleyha’nın!
Kapıları sıkı sıkı kapattı. Haydi bana gel dedi.
Gitmedi Yusuf! Allah’a sığınırım. Dedi!..
……………....Yusuf’un nur yüzü, aklını aldı,
……………..Aşkından deliye, döndü Züleyha.
…………...Arzusu gönlünde, hep yarım kaldı,
…….Vuslat ateşiyle, yandı Züleyha.
237
Doğrusu senin kocan, efendimdir,
Hem ona hem sana, ihanet edemem.
Diyerek Züleyha’nın arzusunu geri çevirdi Yusuf!...
“Evinde bulunduğu kadın,
Onu kendine çağırdı.
Kapıları sıkı, sıkı kapadı. Ve “Gelsene ”.Dedi.
Yusuf!
-Günah işlemekten Allah’a sığınırım.
Doğrusu senin kocan, efendimdir.
Bana iyi baktı.
Haksızlık yapanlar başarıya ulaşamazlar.” Dedi
Ant olsun ki: “Kadın, Yusuf’a karşı istekliydi.
Rabbinden işaret görmeseydi,
Yusuf onu isteyecekti.
Kötülüğü ondan işte böylece engelledik.
Doğrusu o,
Bizim has kulumuzdur. Dedik.”(Yusuf 23- 24)
O anda, ikisi birden kapıya doğru koştu.
Kadın arkasından tutup yırttı Yusuf’un gömleğini.
(Züleyha) kapı önünde kocasına rast gelince,
Ailene fenalık yapan bir kişinin cezası ya hapis,
Ya da can yakıcı bir azap olmalıdır.” Dedi.(Yunus 25)
Aşkına cevap alamayan Züleyha,
Sultana koştu,
Eteğine mihnetin kiri bulaştı,
Bir mahkeme kuruldu.
Yusuf:
“-Beni kendine O çağırdı.” Dedi.
Kadın tarafından bir şahit,
(Şöyle dedi.)
“-Eğer gömleği önden yırtılmışsa,
Kadın doğru söylemiş, erkek yalancılardandır.
Şayet gömlek arkadan yırtılmışsa, kadın yalan söylemiştir.
Erkek doğrulardandır. Diye şahitlik etti. (Yusuf 26-27)
Vezir,(Kocası)
Gömleğin arkadan yırtık olduğunu görünce,
Karısına hitaben, ” Doğrusu bu sizin tuzağınızdır.
Siz kadınların düzeni büyüktür” Dedi.
Yusuf’a dönerek:
Yusuf! Sen buna aldırma.
Kadına dönerek:
Sen de günahının bağışlanmasını dile, çünkü suçlusun. Dedi.”(Yusuf 28-29)
238
Bu durum şehirde çabuk duyuldu.
Dediler ki;
“Vezirin karısı kölesine aşıkmış,
Sevgisi bağrını yakmış,
Doğrusu bu kadın sapıtmış .(Yusuf 30).
Züleyha duyunca bu sözleri;
“O kadınları davet etti saraya.
Koltuklara kuruldular.
KADINLARIN ELLERİNİ KESMESİ
Onlara meyve ikram etti,
Her birinin eline, birer de bıçak verdi.
Yusuf’u da yanlarına,
Haydi sen de çık dedi.
Görünce Yusuf’u, odadaki kadınlar,
O anda Ona vuruldular.
Bu sanki insan değil,
Bir melektir dediler,
Ellerini kestiler.(Yusuf 31)
Vezirin karısı:
“İşte sözünü edip beni yerdiğiniz budur.
And olsun ki , Onun olmak istedim.
Fakat o iffetinden dolayı çekindi.
Emrimi yine yapmazsa,
Hapse tıkılacak ve kahra uğrayacak.” ( Yusuf 32)
Yine bir gün Züleyha, Yusuf’u bir deveye bindirdi,
Mısır sokaklarında gezdirdi.
Bir taraftan da, münadiler bağırtıp,
Veli nimetin sarayında, barınıp ta hainlik yapanın,
Halini görün diye bağırtıyordu…
…………Görmek için Yusuf’u,
……..Halk sokağa döküldü,
……………..Onun güzelliği karşısında,
…………………..Hepsi şaşkına döndü.
………………………..Sanki taş kesildiler.
……..Züleyha da tebdili kıyafetle,
…………….Karıştı halkın arasına,
……………………Merhem aradı orda,
…………………………..Sevdalı yarasına.
239
………Bu nasıl kadındı, Bu nasıl işti!..
……………Gururu kibiri, ayağa düştü,
……………….Sevdası sevgisi, kine dönüştü,
………………………Deli divaneye, döndü Züleyha.
……………………Yusuf’un nur yüzü, aklını aldı,
………………..Aşkından deliye, döndü Züleyha.
…………….Arzusu gönlünde, hep yarım kaldı,
……….Vuslat ateşiyle, yandı Züleyha.
Yusuf’sa sığındı Rabbine!
Ya Rabbi, benim halimi görüyor biliyorsun.
Halimin hakikatına vakıfsın.
Ey yüce Rabbim, tutsağım şaşkınım,
Gönlüm kırık, perişanım.
Gam köşelerinde müptelayım eleme,
Çile ile doldum ben, derdimden huruşanım.
Yusuf:
Rabbim!
Zindan benim için, daha iyidir.
Bunların yapmak istediklerinden,
Onların şerrinden beni uzak tut.
Yoksa onlara gönül verir,
Bilmeyenlerden olurum dedi.(Yusuf 33)
Rabbi Onun duasını kabul etti.
Kadınların tuzağına engel oldu. Zira o, işitir ve bilir.
Sonra kadının ailesi:
Delilleri Yusuf’un lehinde gördüğü halde,
Onu bir süre için hapsetmeyi uygun buldu.”(Yusuf 34-35)
YUSUF ZİNDANDA
Cennetten köşeyken, Yusuf’a zindan,
Sığındı Rabbine, şükretti her an,
Sabrıyla Mısıra, olurken Sultan,
Günahın tasına, bandı Züleyha.
Sevgi aleminde bu, eskiden bir adettir,
Sevenler dertsiz olmaz, aşk denilen bir derttir.
Yarin incinmesini, istemez aşık olan,
Mert olan yari üzmez, yari üzen namerttir.
240
Dileğim odur, kimse esir-i gam olmasın,
Sonucu vuslat olsun, aman hicran olmasın.
Arzuyla dönmez felek, muradınca hiç bir an,
Gam çeken deli gönül, feryada giryan olmasın.
Yusuf’la beraber,
İki kişiyi daha, hapse attılar.
Yusuf, onlarla ahbaplık kurdu…..
Yusuf iyi bir rüya tabircisiydi.
Bir gün Yusuf’tan gördükleri rüyayı yormasını istediler.
Birisi rüyasında şaraplık üzümleri sıkıyordu,
Öbürü ise, başına konan kuşların,
Orada ekmek yediğini.
Gördüğünü anlattı.
Bize bunu yorumla,
Seni iyi bir kimse olarak görüyoruz dediler.
Yusuf:
“Rabbimin bana verdiği bilgiye göre sizin, rüyalarınızı yorayım. Dedi.
Doğrusu ben, Allah’a inanmayan,
Ahireti de inkâr eden, bir milletin dinini bıraktım.
Atalarım, İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine uydum.
Allah’a ortak koşmak bize yaraşmaz.
Bu Allah’ın bize ve insanlara bir lütfudur.
Fakat insanların çoğu şükretmez.”(Yusuf 36-38)
Ey mahpus arkadaşlarım:
Söyler misiniz?
Uydurma Tanrıya mı, inanmak,
Yoksa her şeyden üstün,
Tek Allah’a mı, inanmak daha iyi?
Taptıklarınız, Put dan başka bir şey değil!..
Hüküm Allah’ın!…..
O ancak kendisine tapmayı emretmiştir.
Deyip, başladı yoruma….
---Biriniz efendisine şarap sunacak.
Diğeriniz asılacak!
Kuşlar başından, yemek için bekleşir,
Gördüğünüz rüyalar,
İşte böylece kesinleşir. (Yusuf 39- 41)
Ölümden kurtulacak olana:
Vezirin yanında beni an dediği an, işte o an,
Yıkıldı başına, yıkıldı Kehkeşan.
Bu yüzden birkaç yıl daha fazla hapiste kaldı.
241
Çünkü,
“(Babası Yakup gibi, Allah’tan başkasından,
Medet ummuştu.)
Şeytan onu, efendisine, hatırlatmayı unutturdu.
Yusuf da bu yüzden unutuldu zindanda.”(Yusuf 42)
Gönül dumanından kim, perde çekse güneşe,
Göremez ışığını, ta kıyamete kadar.
İhanet eder ise, şayet bir gün eş eşe,
Yakar onu da Rabbim, yakar günahı kadar.
YUSUF’UN ZİNDANDAN KURTULUŞU
Günlerden bir gün:
“Hükümdar:
Rüyasında yedi semiz ineğin,
Yedi cılız ineği yediğini ,
Yedi yeşil başakla yedi kuru başağı,
Bir arada görüyorum.
Ey erkân!
Eğer rüya yormasını biliyorsanız, rüyamı söyleyin.” Dedi (Yusuf 43)
Etrafındakiler:
“ Bu çok karışık bir rüya,
Biz böyle rüyaların yorumunu bilmeyiz.
Biz bu rüyayı yoramayız! Dediler. ( Yusuf 44)
“Hapisteki iki kişiden kurtulmuş olanı,
Nice zaman sonra, Yusuf’u hatırladı.
Dedi ki;
Siz bana izin verirseniz rüyanızı, yorumlarım,
Hele beni gönderin.
Onu gönderdiler. Doğru zindanın yolunu tuttu.
Rüyayı, Yusuf’a anlattı..
“Ey doğru sözlü Yusuf;
Rüyada görülen yedi semiz ineği,
Yedi zayıf ineğin yemesi!
Yedi yeşil başak,
Bir o kadar kuru başak nedir?
Bize yorumla,
Ben de, insanlara ulaştırayım bilsinler. ”Dedi. ‘(Yusuf 45-46)
Yusuf bu rüyaya şöyle yorum getirdi:
“ Devamlı yedi sene ekin ekin,
Biçtiğiniz ekinin yediğinizden artanını, başağında bırakın.
242
Sonra bunun ardından yedi kurak yıl gelecek.
O zaman, biriktirdiğinizden yer, birazını da saklarsınız.
Sonra, halkın yağmur göreceği bir yıl gelir.
O zaman bolluğu kucaklarsınız.
Adam rüyanın yorumunu anlattı vezirine..
Vezir yorumun, Yusuf’a ait olduğunu hemen anladı…
Onu bana getirin dedi.
Yusuf’a elçi gelince efendine dön,
Kadınlar niçin ellerini kesmişlerdi?
Bir sor!
Doğrusu Rabbim onların düzenini bilir.(Yusuf 47-50)
Kadınlar size itiraf etmedi mi?
Yusuf suçsuzdur.
Onun fenalığını,
Hiç görmedik demediler mi size?...
Vezir’in karısı Züleyha şöyle dedi….
“Şimdi gerçek ortaya çıktı.
Onun olmak isteyen bendim.
Doğrusu Yusuf doğrulardandır dedi.
Yusuf; Ben, nefsimi temize çıkarmanın,
…………..Gayretine girmedim.
………………..Çünkü nefis azgındır.
………………………Beni kötülüğe iter dedi.
…………………………Doğrusu Rabbim bağışlayandır.
……………………………….Merhamet edendir. (Yusuf 53)
YUSUF’UN VEZİRLİK YILLARI
Hükümdar:
“Onu bana getirin yanıma alayım. Dedi.
Yusuf’u görünce bu gün yanımda güvenli bir yerin vardır.
Yusuf:
Beni memleket’in hazinelerine memur et.
Çünkü ben, korumasını ve yönetmesini bilirim. Dedi.
Yusuf’u böylece o memlekete yerleştirdik.
İstediği yerde oturabilirdi.
Rahmetimizi tıpkı bu misalde olduğu gibi istediğimize veririz.
İyi davrananların ecrini zayi etmeyiz.” (Yusuf 54-56)
…………Yusuf artık aklandı,
……………..Gönüllerde paklandı,
……………….…..Hiç düşürmedi dilinden,
………………………..Her an Rabbini andı.
243
…………….…….Geldi çattı kuraklık,
……………..O milletin başına,
…….…..İnmedi bir damla su,
…….Yıllar yılı ümitler çıktı hepsi boşuna.
……..Yusuf’un aldığı tedbirlerle,
………….Mısır bolluk içinde yaşarken,
……………..Komşu ülkeler, kıtlık içinde,
………………. Oldular ekmek aşın göçünde.
Kardeşlerinin ili Kenan idi.
Yusuf’u tanımıyorlardı!..
“Yardım istemek için geldiklerinde, Yusuf onları tanıdı.
İhtiyaçları olan buğdayı vermek için şart koştu.
Yüklerini hazırlatınca onlara dedi ki;
Baba bir kardeşinizi bana getirin,
Sizlerin ölçüsünü bolca tuttuğumu,
Benim, misafirimi çok iyi,
Baktığımı siz de, görüyorsunuz.
Eğer siz onu, getirmezseniz,
Size bir ölçek bile yok!...
Bana yaklaşmayın.
Kardeşleri; Onun babasını kandırmaya çalışacağız,
Onu getireceğiz diye söz verdiler.
Yusuf adamlarına:
Karşılık olarak getirdiklerini de, yüklerine koyun.
Belki ailelerine dönünce onu anlarlar da bir daha geri dönerler.
Hediyeleri yüklerinin, içine koydurdu.
Babalarına dönünce dediler ki;
----Ey babamız,
Bize yiyecek yasak edildi.
Kardeşimizi bizimle beraber gönder de,
Yiyecek alalım, onu elbette koruruz dediler.”(Yusuf 57-63)
Daha önce bir kardeş emanet etmiştim,
Onu geri getirmediniz.
Şimdi sıra kardeşinde mi?
Söz verirseniz göndereyim!..
Ama Allah en iyi koruyandır.
Mutlaka Allah!
Merhamet edenlerin en merhametlisidir.”(Yusuf 64)
“Yüklerini açınca, karşılık olarak götürdükleri,
Mallarının iade edilmiş olduğunu gördüler.
Ey babamız!
Daha ne isteriz, işte mallarımız da bize iade edilmiş,
244
Ailemize yine onunla yiyecek getirir, kardeşimizi de korur,
Bir deve yükü de artırmış oluruz.
Esasen bu, az bir şeydir. Dediler.
Babaları:
Hepiniz yok olmadıkça,
Onu bana geri getireceğinize dair, Allah’a karşı sağlam bir söz vermezseniz sizinle
göndermeyeceğim. Dedi.
Söz verdiklerinde;
Sözümüze Allah vekildir dedi.
Oğullarım!
Tek bir kapıdan değil,
Ayrı ayrı kapılardan girin.
Ama Allah katında size bir faydam olmaz.
Hüküm ancak Allah’ındır.
Ona güvendim.
Güvenenler de Ona güvensinler. Dedi. ‘Yusuf 65-68)
Bünyamin ile birlikte tekrar, Yusuf’un yanına döndüler.
“Babalarının emrettiği gibi, ayrı, ayrı kapıdan girdiler.
Esasen bu, Allah katında onlara bir fayda sağlamazdı.
Ancak Yakup içindeki arzuyu ortaya koymuş oldu.
O, şüphesiz, kendisine öğrettiğimizi bilir.
Fakat insanların çoğu bilmez.
Yusuf’un yanına girdiklerinde, Yusuf kardeşini bağrına bastı.
VE, VEEEE
Ben senin kardeşinim!
Onların yaptıklarına,
ARTIK ÜZÜLME.DEDİ.” (Yusuf 69)
Yusuf,
Onların yükleri yüklenirken,
Bir su kabını, kardeşinin yüküne koydurdu.
Sonra bir münadi!
-Ey kervancılar,
Siz hırsızsınız!...
Diye bağırınca geri döndüler,
Ne kaybettiniz? diye sordular.
-Hükümdar’ın su kabını kaybettik.
Onu getirene, bir deve yükü mükâfat verilecek.
Buna ben kefil oluyorum. Dedi.
Allah’a yemin ederiz ki:
Buraya fesat çıkarmaya gelmedik.
Hırsız da değiliz. Dediler.
245
Yalancı iseniz!
Hırsızlığın (sizdeki) cezası nedir? Diye sordu.
Cezası;
Kimin yükünde bulunursa,
Ceza olarak o, tutuklanır.
Biz zalimleri böyle cezalandırırız. Dediler.
Yusuf,
Kardeşinden önce,
Onların yükünü aradı.
Sonra kardeşinin yükünden su kabını çıkardı.
İşte biz Yusuf için,
Böyle bir plan kullandık.
Hükümdar’ın kanunlarına göre,
Kardeşini alıkoyamazdı.
Meğer ki , Allah dileye…
Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz.
Her ilim sahibinden üstün bir bilen bulunur.
Kardeşleri:
Ey vezir!
Onun yaşlanmış kocamış bir babası var.
Bizden birini Onun yerine al.
Doğrusu biz senin iyi davrananlardan olduğunu görüyoruz.
Maazallah!
Biz malı kimde bulmuşsak onu alıkoyarız.
Yoksa haksızlık etmiş oluruz. Dedi.
“Ümitsizliğe düşünce kardeşler,
Bir kenara çekildiler.
Kendi aralarında konuşmaya başladılar.
Büyükleri şöyle dedi:
Babanızın Allah’a karşı sizden bir söz aldığını,
Daha önce de, Yusuf meselesinde de,
İleri gittiğinizi bilmiyor musunuz?
Artık babam, bana izin verene kadar,
Veya Allah hakkımda hüküm verene kadar,
Bu yerden ayrılmayacağım. Siz dönün.
Babanıza deyin ki;
Ey babamız!
Senin oğlun hırsızlık yaptı!
Bu bildiğimizden başka bir şey görmedik.
Görülmeyeni de bilmeyiz.
Bulunduğumuz kasabanın halkına,
246
Veya beraberinde olduğumuz kervana da sorabilirsin,
Şüphesiz biz doğru söylüyoruz.” (Yusuf 79-82)
Kardeşleri babalarına bu haberi götürünce:
Yakup:
“Sizi nefsiniz, bir iş yapmaya sürükledi.
Artık bana güzelce sabır gerekir.
Belki Allah hepsini birden bana getirecektir.
Çünkü O, bilendir hakimdir.
Onlara sırt çevirdi.
Vah Yusuf’a yazık oldu dedi.
Üzüntüden gözlerine ak düştü,
Artık acısını içinde saklıyordu.
Allah’a yemin ederiz ki, Yusuf’u anıp durman,
Seni bitkin düşürecek.
Veya helâk olacaksın. Dediler.
Hz. Yakup!
Ben üzüntü ve tasamı yalnız Allah’a açarım.
Allah katından sizin bilmediklerinizi bilirim.” (Yusuf (Yusuf 83-86)
Kesmedi ümidini, dua dua her gece,
Bu nasıl bir hâl ki, sırlı bilmece.
Böyledir Yüce Rabbin, her şeyden farkı,
Böyle döner, feleğin çarkı.
Ey Oğullarım!
“Gidin Yusuf’u ve kardeşini arayın.
Allah’ın yardımından, ümidinizi kesmeyin.
Doğrusu kâfirlerden başkası,
Allah’ın yardımından ümidini kesmez.”(Yusuf 87)
Kardeşleri tekrar Yusuf’un yanına döndüler.
“ Vezirin yanına vardıklarında,
-Ey Vezir!
Biz ve çoluk çocuğumuz darlığa uğradık.
Pek değersiz bir malla geldik.
Ölçeği bize tam yap ve bize sadaka ver.
Allah sadaka verenleri şüphesiz mükâfatlandırır”. Dediler.
Vezir!
-Siz Yusuf ve kardeşine,
Bilmeden neler yaptığınızın farkında mısınız?
O zaman ayıktılar!
-Yoksa sen Yusuf musun? Dediler.
247
“-Evet ben Yusuf’um.
Bu da kardeşim. Allah bize iyilikte bulundu.
Doğrusu kim kötülükten sakınır ve sabrederse,
Bilsin ki, Allah iyi davrananların ecrini,
Kat’iyen zayi etmez.Dedi. “(Yusuf 88-90)
Kardeşleri anladılar hatalarını.
Ve dediler ki:
“Allah’a yemin ederiz ki,
Allah seni bizden üstün tutmuştur.
Doğrusu biz suç işlemiştik.
Bunun üzerine Yusuf:
Bu gün azarlanacak değilsiniz.
Allah sizi bağışlar.
O, merhametlilerin merhametlisidir.
Bu gömleğimi götürün babamın yüzüne sürün.
Görmeye başlar.
Bütün çoluk çocuğunuzla bana gelin.”(Yusuf 91-93)
Bu münacat rüzgarı, dergâhına ulaştı,
Gecenin sabahında, tomurcuk güller açtı.
Yusuf’un huzurunda, tüm aile toplaştı.
Gizli bir el uzandı, ta oraya ulaştı.
………………Gün oldu harman oldu,
…………………….Yusuf’un gömleği,
…………………………..Babaya derman oldu,
………………………………….Sürdü onu yüzüne,
……………………………………….Gözlerine nur doldu.
BABASININ MISIRA GİDİŞİ VE VEFATLARI
“Kervan, memleketlerine doğru yola çıkınca,
Babaları!
İnan olsun ki, ben Yusuf’un kokusunu alıyorum.
Ne olur bana bunak demeyin!
Çevresindekiler, Allah’a yemin ederiz ki, sen halâ, eski şaşkınlığındasın.” (Yusuf 94-95)
Müjdeci gelip de, gömleği Yakub’un yüzüne sürünce,
Gözleri açıldı!
Bunun üzerine Yakub:
Ben size, Allah katından,
Sizin bilmediğinizi biliyorum dememiş miydim?
Oğulları:
-Ey Babamız! Suçlarımızın bağışlanmasını dile!
Bizler hiç şüphesiz suçluyuz.
248
Yakup:
Rabbimden bağışlanmanızı dileyeceğim.
Şüphesiz Rabbim esirgeyen ve bağışlayandır.
Yusuf’un yanına geldiklerinde o, anasını babasını,
Bağrına bastı.
Onlara Allah’ın izni ile güven içinde Mısır’a yerleşin. Dedi.
Anasını babasını, tahtın üstüne oturttu.
Hepsi Onun önünde eğildiler.
O zaman Yusuf:
Babacığım dedi!
İşte bu vaktiyle gördüğüm rüyanın,
Gerçekleşmesidir.
Rabbim onu gerçekleştirdi.
“Şeytan, benimle kardeşlerimin arasını,
Bozduktan sonra beni hapisten çıkaran,
Sizi çölden getiren Rabbim,
Bana pek çok iyilikte bulundu.
Doğrusu Rabbim lütufkârdır.
O, Şüphesiz bilendir. Hakîmdir.
Rabbim!
Bana Hükümdarlık verdin.
Rüyaların yorumunu öğrettin.
Ey göklerin ve yerin yaratanı!
Dünya ve ahiret’in koruyanı,
Benim canımı müslüman olarak al,
Ve beni salihler zümresine kat! “(Yusuf 95-101)
Züleyha da sonunda, doğru olanı buldu,
Hatasını anlayıp, o da tövbekâr oldu.
Allah diyen o kalbi, artık huzurla doldu.
Gönüller deryasında, aklandı Züleyha.
Ailecek Mısır’a yerleştiler.
Huzur içinde bir ömür sürdürdüler.
Yakub Aleyhisselâm yedi sene daha yaşadı orada.
Sonra Hakkın rahmetine kavuştu.
Ne kadar yaşarsan yaşa,
Elbet bir gün gelir sana da sıra,
Ölüm şerbetini içersin sen de!...
İster zindanda ol, ister sultan ol Mısır’a.
249
Yusuf babasından sonra,
Elli dört yıl daha yaşadı.
Yüz on yaşında o da, kavuştu sevdiğine….
Allah şefaatlerine nail eylesin.
“ Ölüm ötelerden bir haber,
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber!..”
(Diyor üstat Necip Fazıl Kısakürek.)
….İşte şimdi geldi, selam sabah sırası,
……….Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
………….Söylenecek son söz, artık burası,
………………Dinleyin dostlarım, beni dinleyin
Ey saba yeli,
…….Başın alıp nereye,
……………Gidersin böyle,
………………..Eğer yolun düşerse,
…………………… Kutsal toprağa,
………………………….Ademden son resule,
………………………………… Selâmım söyle.
250
HZ. EYYUB PEYGAMBER
Fanilik çölünün yolcusu,
Her türlü belânın çile hanesi!
Üzüntü kalplerin hazinesi,
Kırık kalplerin, kaza ve kaderi!
Lut a.s mın torunu,
Mus’un oğludur Eyyub Aleyhisselâm.
(E)y, en çilekeş halka,
E(Y), sabrın timsali,
He(Y), Yüceler Yücesinin, en sadık kulu,
Yak(U)b a.s. mın damadı,
Eyyu(B) Aleyhisselâm!..
Tek Allah’a inanan,
Hak dinin cefa yolcusu.
Eyyub Aleyhisselâm!
Ona, ve tüm peygamberlere selâm olsun.
O boylu poslu,
Saçları kıvır kıvır, güzel mi güzel,
Geniş göğüslü ve de kalın bacaklı.
İri göz, doğru sözlü.
Hem yakışıklı, güçlü kuvvetli,
Hem de bir peygamber.
O idi, naz ve niyaza boğulan,
Rahatlık bağının sakini,
Deve, sığır merkep at,
Servet desen kat be kat.
Sürü, sürü koyunu, her sürünün çobanı,
Bağ bahçelik her yanı…
Kalabalık ev halkı.
On üç oğul sahibi,
Her biri ya sultan ya hükümdar!..
Bir eli yağda, bir eli balda,
Alnı secdede, dili duada…
Peygamberler zincirinde nurdan bir halka!
Aşk uğruna canını, canana veren aşık,
Zilletin girdabında, ilelebet kalmaz ki,
Yüce makamlarına, yükselir ışık ışık,
Sabreder her belâya, şikayetçi olmaz ki.
251
İbrahim a.s. Dinine mensup,
Yakup a.s. ile aynı anda peygamber olan!
Halim selim, uslu mu uslu hem de çok namuslu,
Fakir babası, eli açık.
Konuk sever, sofrasında misafir eksik olmaz!
O, misafirsiz, sofralara oturmaz.
Yedirir, içirir çok mu çok cömertti!...
Diyorlardı ki;
Tabii bu kadar bolluk içinde olduğundan,
Hem sabrediyor, hem çok şükrediyor!..
BİR RİVAYET
Rivayet edilir ki:
O, dua ederken Melekler de, ona selât ve selâm getirirler,
Onun için dua ederlerdi!
Şeytan lânet-ullah, bu duruma çok kıskanırmış!
Bir gün:
Melekler Yüce Rabbin huzurunda iken,
Şeytan da girmiş araların!
Hak Tealâ, sormuş!
Senin ne işin var burada?
Neden geldin?
Şeytan:
“-Dünyayı dolaşıp geliyorum.”
Allah;
-Kulum Eyyub’a iyi baktın mı?
Yer yüzünde onun gibi doğru,
Onun gibi olgun,
Allah’tan korkan,
Kötülük yapmaktan çekinen,
Başka biri yoktur!
İblis;
“-Boşuna mı korkar Allah’tan!
Sen Onun elini bollandırdın,
Kol kanat gerdin, mallarını çoğalttın,
Servet içinde yüzer oldu!..
Ama şimdi elini uzat ona,
Hele varlığına bir dokun!
Bakalım o zaman isyanları oynamaz mı?
Onu sınamak için, beni Ona musallat et!
Bakalım sonu nice olur.” Demiş Allah’a..
Rab- bil alemin de, bu ruhsatı vermişti ona!
252
Demiş ti ki:
-İşte Onun bütün varlığı senin elinde.
Ancak!
Vücuduna elin uzatma!
Peki deyip İblis,
Nesi var nesi yoksa yok etmek için harekete geçti.
Cebrail A.S.
Ya Eyyub!...
Şimdiye kadar servete boğuldun,
Şimdiden sonra mihnet ülkesine,
Sıkıntı yurduna göç edeceksin…
Külfet ve çile yüküne omuz vereceksin diyordu!
Ya Cebrail!
O benim için külfet değil,
Belki nimetin en büyüğüdür.
Kendi reyimle ne bileyim?
Zararımı kârımı?
Ben bir kul’um.
En iyisini Rabbim bilir,
Ondan gelen her şey bana lütuftur.
Dünya malı mülkünden, biz feragat kılmışız,
Şu cihanı çiğnemiş, cihan ölçenlerdeniz.
Hem kanaat ehliyiz, onu düstur bilmişiz,
Fakirlik şerefimiz, çıplak göçenlerdeniz.
Dünya mülkünde bizi, kimse hakir görmesin,
O ahiret mülkünün, belki de sultanıyız,
Bizi fani dünyada, kimse fakir görmesin,
Biz manâ aleminin, en mutlu bir hanıyız.
Deyip, gözledi belâ yolunu!...
Hakkın divanına durup, uzattı ona kolunu…
Şükretti hep haline.
Ya Rabbi!..
Senden ne gelirse bana lütuftur.
Lütfun da hoş, kahrında hoş!
Deyip, tevekkül etti her an Rabbine.
Sonunda birer, birer geldi belâ günleri!
İkbalin nur yüzüne, kara perdeyi çekip,
Şerrin şifa evini, felek viran eyledi.
Gönlün gül bahçesinde, damla damla kan döküp,
Gam üstüne gam verip, hem perişan eyledi.
253
Katar katar develer,
Sürü sürü mal maşat telef oldu yok oldu!….
Soğuk vurdu , fırtına tufan koptu,
Bağ bahçe, harap oldu!...
Felâketler döndü dolaştı, geldi hep onu buldu.
Bahçıvanları;
Arz edip hallerini, ağlayıp sızlayarak,
Çırpınıp dizin dövdü.
Bağ bahçenin helâk haberin verdi.
Eyyub yadırgamadı düşmedi üzüntüye,
Hep haline şükretti.
Gün geçmiyordu ki,
Yeni bir felâket haberi gelmesin.
Oğullarının sarayları çöküyor,
Altında kalıp ölüyorlardı!..
Ya Rabbi;
Ben yetimin hakkını gözetmedim mi?
Garibi barındırmadım mı?
Açları doyurmadım mı?
Dulları korumadım mı?
Diye serzenişte bulunurken…
Gönlünde, şafak atar, fırtınalar kopar!
Gök gürültüleri arasında yıldırımlar düşer,
Şimşekler çakar!
Bulutlardan bir ses yükselir!
Ya Eyyub!
Bunları sana yaptıran kim?
Denilince!..
Yerden bir avuç toprak alır,
Koyar başının üstüne!...
Sensin ya Rabbi der.
O zaman ona:
Yeni felâketlere hazır ol!
Denilir!…..
Gelir belâ üst üste!
Bütün serveti yok olur.
Evleri başlarına yıkılır.
Bütün oğulları ölür.
254
Buna rağmen sabreder,
Şikayette bulunmaz.
Hep haline şükreder.
Zaten onlar Allah’a aitti,
Veren de o, alanda,
Bize servet emanetti der!
İnanmışın sayfası, günahından daha ak,
Değmemiş eteğine, kirli olan toz toprak,
Ayrılık zamanında, göz açılır ukbaya,
Çıplak geldik dünyaya, gideriz yine çıplak.
Eyyub A.S.
Aynı zamanda hastalanır.
Çiçek veya cüzzama yakalanır.
Dili şişer, dönmez olur ağzında,
Konuşamaz!
Yiyemez içemez. Yese bile hazmedemez,
Yedikleri aynen çıkar. Tutmaz olur eli ayağı!
Daha önceleri yedirip içirdiklerine muhtaç olur.
Avuç açar duruma gelir.
Bir lokma verenler sonra başına kakarlar,
Ayıplarlar kınarlar.
Yardım edecek kimsesi kalmaz.
Eşi dostu, yüz çevirir,
Feryadına cevap veren kalmaz.
Beldenin dışında bir çöplüğe atılır.
Zevcesinden başka herkes selâmı sabahı keser.
Ama o, bu halinden asla, şikayetçi olmaz,
Sağlığı için bile dua etmez…
İncitmek isterse yâr, o gönle azap gerek,
Küfür sayılır ona, gayrı sağlık dilemek,
Hasta etmekse murat, ona şifa ne gerek,
Onun için bir lütuf, çile çekip inlemek.
Zevcesi Leyya hatun bir gün:
---“Sen duası makbul olan bir kulsun,
Şifa vermesi için niye dua etmezsin?”
Deyince;
---“Biz seksen yıl, nimet içinde yüzmedik mi?
Bırak ta seksen yıl da belâ içinde yaşayalım!”
Sordu zevcesine;
---“ Kaybettiklerimizi bize kim verdi?
255
---“ Tabi ki Allah verdi.”
---“ Onlardan kaç yıl yararlandık?”
---“ Seksen yıl.”
---“ Biz kaç yıldır bu belâ içindeyiz?”
“ Yedi yıldan beri, yazıklar olsun sana!
Vallahi sen çok nankör bir insansın!
Öyleyse bizim bu belâya seksen yıl katlanmamız gerekmez mi?
Sen ne adaletli ne de insaflı davrandın!”
Diye ona sitem eyledi..
Eyyub A.S. mın, ağrıları şiddetlendiği zaman,
Şöyle dua ettiği söylenir.
“Hamd ancak, Alemlerin Rabbinedir.
O Rahman ve rahimdir.
Yalnız sana ibadet ederim.
Yalnız senden yardım dilerim.
Beni şaşırtma!
Mal ile mülk ile şımartma!..
Kalbimde bunlara yer verdin yurt verdin yuva verdin,
Şimdi de geri aldın.
Kalbim boşaldı. Bilirim bana sadık bir yarsın.
Aramıza hiçbir şey giremez artık.
Orada yalnız sen varsın.”
“Senin şükrün, senin zikrin,
Gecemi gündüzümü dolduruyor.
Dünya malı, evlât ayal oyalamıyor artık beni!”
Diye, diye vakit geçiriyordu.
Hiçbir kulu sokma sakın, Tanrı ile arana,
Gönül Rabbin mekanıdır, başka yerde arama,
Şeyhe pire tuz bastırma, kabuk tutmaz yarana,
Aç elini et duanı, Rabden iste sultanım.
Eyyub Aleyhisselâm’ın, çileli günleri,
On sekiz yıl sürdü.
Yakın uzak herkes ondan ayrıldı.
Ancak ayrılmayan sadece iki kişi vardı.
Ara sıra uğrayıp, hal hatır sorardı.
Bunlardan biri ötekine;
---“ Her halde Eyyub,
Alemlerden kimsenin işlemediği,
Çok büyük bir günahı işlemiş olmalı,”
Deyince, öteki şöyle dedi:
256
“Ne demek bu!..
Allah ondan on sekiz yıldır bu belâyı kaldırmıyor!
Ona acımıyor!
Onda bir hayır olsaydı, Allah ondan bu belâyı kaldırırdı.”
Eyyub peygamber, bunları duyunca o kadar üzüldü ki!...
Onu şimdiye kadar hiçbir şey bu kadar üzmemişti.
Bu lâflar çok mu çok ağırına gitti.
İşte o zaman!
--“ Ey Rabbim;
Aç, muhtaç birini görüp,
Bildiğim halde, onu doyurmadan,
Tok yatmadığımı bilirsin!
Ne olur beni doğrula!” Diye yalvardı.
Allah o anda kendisini doğruladı!
Onlarda bu doğrulanmayı işittiler.
--“ Ey Allah’ım;
Bir çıplağı bilip gördüğüm zaman,
Onu giydirmeden kendimin giyinmediğini bilirsin!
Ne olur beni doğrula!” Diye yalvardı.
Allah o anda onu doğruladı.
Onlar bu doğrulanmayı işittiler.
Eyyub Aleyhisselâmdan yüz çeviren,
Dininden dönen üç kişi daha vardı.
Onlar da gidip, Eyyub a.s.mı suçladılar.
Onu ağlattılar.
Dediler ki;
Ya Eyyub! İşlediğin suçlar için tövbe et,
Af dile, Allah seni niye affetmiyor?
Demek ki suçun çok büyük,
Böyle bir suçu, kimse işlememiş ki,
Senin üzerinden azap kalkmıyor.
Diye suçladılar.
O zaman orada bulunan,
Ona inanan bir genç dayanamadı!
Sizler, heeeey!
Hey, olgunluk yaşındakiler!..
Siz, ne nankör kişilersiniz.
Siz, onun ekmeğini yemediniz mi?
Siz, ondan giyinmediniz mi?
Bu sözleri ona karşı nasıl söylersiniz?
Allah’ın azametini düşünün,
O esirgeyen bağışlayandır.
257
Ona inanan kullar,
Onun adı anılınca, yürekleri burkulur.
Dilleri tutulur, akılları başlarından gider!
Kendilerine gelince,
Temiz amelleriyle, ona yaklaşmaya çalışırlar.
İkbal şahinine, kanattır belâ,
Halin aynasına, azaptır cila,
İnkâr bahçesinin gülü nergisi,
Kasırga gününde, olmaz ki sefa.
Acayip görme sakın, akıp giden zamana,
Kimini kavuşturur, sanırsın ki serdi post,
Azaptır dönen devran, kiminin sefasına,
Tarumar eder gönlü, seviyor dediğin dost.
Yüce Allah hikmeti, rahmetle eker dem dem,
Dileyince söyletir, diliyle dışa vurur.
Öyle zaman gelir ki, giderken bu alemden,
Kimi refahtan ölür, kimini dertten korur.
Eyyub peygamber, bu gençlere,
“Siz, korkutulmadan korktunuz.
Dövülmeden ağladınız.
Desem ki; Benim için mallarınızdan sadaka verin!
Kurban kesip fakirlere yedirin!
Yapamazsınız! Değil mi?
Siz kendini beğenmiş, malına mülküne güvenen gafillersiniz!
Siz bana, başımdaki belâdan daha ağır geldiniz.
Şamatanız çekilmez diye, onlara sitem etmişti.
Onlardan yüz çevirmişti.
KARISI İLE DİYALOĞU VE ÖLÜMÜ
Böyle bir anda, zevcesi Leyya, geldi yanına,
Ya Eyyub;
“Birini gördüm senin hastalığına bir şifa sordum.”
Dedi ki bana;
Eğer kocan Eyyub, “Sen şifa verdin deyip secde ederse,
Kaybettikleri gelir tekrar geriye.”
Eyyub A.S.
O kadar üzüldü ki, onun bu sözüne…
Öylesine kızdı ki: “Ey gafil kadın!
Sen halâ onun, İblis olduğunu anlamadın mı?
Yazıklar olsun sana. Onun sözüne, nasıl kulak asarsın?
258
Allah’ın hidayeti, dilerim seni sarsın!
Senin yemeğin suyun haram olsun bana!..
Getirdiklerinden hiç birini yemeyeceğim.
Uzaklaş yanımdan seni gözüm görmesin!
Rabbim bana şifalar versin,
Deyip kovaladı yanından.
Leyya hatun, ayrılıp köyün yolunu tuttu,
Ama, ne temelli, terk etti, ne de unuttu Eyyub’u.
Yanında kimseler kalmayınca sığındı Yaratana,
Secdelere kapandı!...
Ne kimseden medet umdu, ne de kör şeytana kandı.
“Ya Rabbi!...
Benden bu belâyı kaldırana kadar,
Başımı secdeden kaldırmayacağım!
Ancak sana inandım,
Yalnız senden istedim.
Sen esirgeyen, bağışlayansın,
Benim için yalnız, yalnız sen varsın!
Şeytan beni yordu azaba uğrattı!..”
Diye niyaz eyledi…
Yüce Allah, onun duasını, kabul buyurdu.(Enbiya 84)
“ Kaldır başını, ey Eyyub,
Senin hakkındaki hükmüm yerine geldi.
Rahmetim, gazabımı geçti!
Kaybettiklerini misliyle sana geri verdim.”
Şimdi, kalk ayağa!
Ayağını yere vur!
Sana hem içeceğin hem yıkanacağın su çıkacak!
Onun içinde şifa vardır.
Dertli nasıl el çeksin, feleğin belâsından,
Kime, niye dil döksün, dertli gönlün yasından,
Kurtulur elbet bir gün, zerre döner aslına.
İnanan avuç açıp, istemez başkasından.
Ey vefasız gök kubbe, boşa devran eyleme,
Kubbe döner habbeye, gönlü viran eyleme,
Canı seyran eylersin, zerre döner aslına.
İnanan avuç açmaz, ele hayran eyleme.
İbadet mihrabında, huzuruna varınca,
Nurlu gönül kabında, muhabbeti karınca,
259
Beden toprak olunca, zerre döner aslına.
İnanan huzur bulur, Yaratanı sarınca.
Vurunca ayağını yerden fışkırdı deva suyu.
Hem yıkandı, hem içti.
Kurtuldu tüm derdinden, değişmedi hiç huyu.
Kavuştu sağlığına.
Kavuştu mala mülke!
Eskisinden daha genç daha dinç,
Daha güzel hale döndü!..
Giydirilince üstü başı,
Çıkıp tepe üstüne, huzurla oturdu.
Leyya hatunun, aklı fikri kocasındaydı!..
Beni yanından uzaklaştırdı.
Acaba şimdi ne yapar!
Ne yer ne içer!
Nasıldır şimdi hali!
Ya kurt kuş yediyse!…
Ya da aç kalıp öldüyse!...
Diye merak içinde, tekrar döndü kocasının yanına!..
Dönmesine döndü amma,
Kocasını bulamadı. Bıraktığı yerde yoktu.
Aradı sağda solda, onu göremiyordu.
O anda büyük bir telaş sardı!...
Gölgeliğe oturup ağladı,
Ağladı saatlerce….
Başını kaldırınca, bir de ne görsün!...
Tepenin üstünde iyi giyimli,
Yakışıklı bir genç oturuyordu!...
Koştu onun yanına!..
Tutuldu dili, korktu, çekindi, bir şeycik soramadı!...
Eyyub A.S.
Onu yanına çağırdı!
“Ey Allah’ın kulu kadın,
Ne arıyorsun?
Ne istiyorsun?”
Leyya hatun ağlayarak;
“Şu çöplüğe bırakılmış olan belâya müptela birini arıyorum.
Helâk mı oldu?
Kendine ne yapıldı bilmiyorum?
Onu kurtların ya da köpeklerin yemesinden korkuyorum.”
260
Ey Allah’ın kulu, Allah sende olanı mübarek kılsın.
Sen o zatı gördün mü?”diye sordu.
-“O senin neyin olur?
Görsen tanır mısın?”
“Evet nasıl tanımam, o benim kocam!
Her an yanındaydım.
Gençliğinde tıpkı senin gibiydi,
Ona o kadar benziyorsun ki,
Allah kullarından sana benzeyen,
Tek kişi o olurdu.” dedi.
Eyyub Aleyhisselâm;
“Allah sana rahmet etsin,
Ey hatun, işte o benim.” Dedi.
“Allah’tan kork!
Benimle alay etme!..”
Eyyub Aleyhisselâm tekrar,
“Ey hatun, Allah’ın rahmeti üzerine olsun, o benim.
Allah benim bedenimi iade etti.
Deyip gülümsedi.
O zaman anladı ki gerçekten oydu!...
Koşup boynuna sarıldı.
Seni anan, seni yücelten,
Bağının bülbülüdür dil,
Benim, benden sana giden,
Sefanın aynası gönül.
Beni dilsiz, gönülsüz bırakma Ya Rabbi,
Bunlardır gönle cila!
Bunlarsız yaşamaktır bana asıl belâ!..
Yüce Allah:
Leyya hatunu da gençleştirdi.
Birlikte yetmiş yıl daha yaşadılar.
Öldüğü zaman, iki yüz on yaşında olduğu söylenir.
Telâş etme değişmez, takdir edilmiş olan,
Savsaklasan gecikmez, kesin hükmünü alan,
Acı bir hatıradır, ondan geriye kalan,
Dünya fani bir durak, birazda sen oyalan.
Tereddüt pençesinde, olamaz şefkat gönül,
Hiçbir gül bahçesinde, açamaz kuruyan gül.
Acı bir hatıradır, tarumar bağdan kalan,
Dünya fani bir durak, birazda sen oyalan.
261
Şu zamanın sakisi, zakkum kâsesi sunar,
Öldürmekse gayesi, o zaman gönül kanar,
Acı bir hatıradır, ondan geriye kalan,
Dünya fani bir durak, birazda sen oyalan.
Yârin gönlü, âşığı, incitmek istiyorsa,
Sağlık kaygusu, küfür sayılır.
Belâsına katlanmaksa, zikir sayılır.
Hazreti Eyyub’un sabrı dilden dile,
Gönülden gönül’e, asırlardır sürüp gelmiş…
Daha da sürüp gidecek, kıyamete dek…
Rabbim cümleye, Hz. Eyyub sabrı versin amin…
Yüce Allah:
Ya Muhammed!
-“Kulumuz Eyyub’u da an.
O Rabbine:
Doğrusu şeytan bana, yorgunluk ve azap verdi.
Diye seslenmişti.” (Sâd 42)
“Biz tarafımızdan bir rahmet ve, akıl sahiplerine,
Bir ibret olmak üzere, ona tekrar aile,
Geçmiş mallarının bir mislini daha vermiştik.
Biz Eyyub’u sabırlı bulduk.
Ne iyi kuldu.
Daima Allah’a yönelirdi.”(Sad 43-44)
On dört bin koyunu, altı bin devesi,
Bin çift öküzü, bin tane dişi eşeği oldu.
Oğul ve kızları dünyaya geldi.
Nihayet o da bu dünyaya veda etti!
Oğullarından Peygamberler geldi…
İşte şimdi geldi, selam sabah sırası,
Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
Söylenecek son söz, artık burası,
Dinleyin dostlarım, beni dinleyin.
……Ey saba yeli,
……….Başın alıp nereye,
…………….Gidersin böyle,
………………..Eğer yolun düşerse,
……………………….. Kutsal toprağa,
……………………………….Ademden son resule,
…………………………………….. Selâmım söyle!...
262
HZ. ŞUAYB PEYGAMBER
Gök ta(Ş)ı gibi akma hedefsiz,
Sakın n(U)runu söndürme sebepsiz.
Kandil k(A)ndil yansın boyansın ufuklar,
İman nuru(Y)la parlasın,
Parlasın e(B)ediyyen şafaklar!…
…….Yere düşen her damla
………………Çırpınırken toprakta,
……………………Kanatlanıp uçarak,
…………………………..Buhar olur bulutta…
…………………..Yağmur olur, kar olur,
……………….Döner mevsim faslına,
………………………..Irmak olur sel olur,
……………………………..Kavuşur okyanusa!..
…………………………..Yine döner aslına!...
İşte, insan da bu…
Su misali o da akar!
Yalnız doğar amma,
Birleşir, kaynaşır, çoğalır, yavaş yavaş.
Aka aka sel olur!..
Bin bir güçlüğe karşı verir savaş,
Vade yeter, gün gelir ölür,
O da döner aslına…
Düşünsene bir kere, kimdir nedir şu insan!
Mekân tutar yer tutar, konuşur türlü lisan,
Yer yüzünde sunulur, ona da bin bir ihsan,
Fani olan dünyadan, döner gider aslına.
Geçip giden zamanda, ne insanlar yaşamış,
Yol kesmiş, haram yemiş, zulüm etmiş inletmiş.
Hiç ölmeyecekmiş gibi, bu dünya benim demiş.
Gün gelmiş toprak olmuş, o da dönmüş aslına.
Eyyub peygamber, Hakka yürüdükten sonra,
Yüce Allah;
Yerine oğlu Biss’i peygamber olarak göndermiş.
Onun bir adı da Zülkifl imiş.
O da Allah’ın varlığını birliğini,
Halkına öğretmeye, inandırmaya çalışmış.
Bütün ömrünü Şam da geçirmiş.
Yetmiş beş yaşında, Hakkın rahmetine kavuşmuş.
O da dönmüş aslına.
263
O öldükten sonra,
Medyen ve Eyke halkına,
Peygamber olarak, Şuayb a.s. gönderilmiş.
Şuayb’ın annesi, Lut peygamberin kızı!..
Musa Peygamberin, kayın validesi!..
Tefsirlerde bu durum şöyle ifade edilmektedir.
Medyen halkı Eykelilerdi.
“Rivayet edilir ki:
Hz. İbrahim, Nemrut’un ateşinden çıkınca,
Nemrut’un kızı ile evlenmiş!
Ondan Medyen adında bir oğlu doğmuş.
Medyen de, Lut a.s. mın kızı ile evlenmiş.
Ondan üreyen çocuklara, Medyen Oğulları denilmiş.
Şuayb a.s. İşte bu Medyen’in oğlunun oğludur.
İkamet ettikleri kasabaya Medyen,
Halkına da” Medyen Halkı” denilmektedir.
İsrail Oğullarının ana vatanı Filistin!
Kenan diyarının güney tarafı. Filistin ve Hicaz arasında,
Kızıl Deniz sahilinde bir yer.
Medyen halkı burada hüküm sürmekte.
Buraya yakın yerde dar bir arazide yaşayanlar da vardı.
Onlar da Eyke halkı….
Bu halk buraları, bağlar, bahçelerle süslemişler.
Bizim toprağımız burası bize vatan demişler.
O,
Güzel,
Nur yüzlü,
Akıllı, yumuşak huylu.
Allah’ın elçisi,
Şuayb Aleyhisselâm!
Bu iki şehrin Peygamberi olmuş.
YAŞANTILARI VE İNANÇLARI
Rivayet edilir ki;
Bu millet başlangıçta,
Tek Allah’a inanıyormuş.
Kur’anın ifadesine göre;
Sapkınlığı Atalarından almış!
Onların helâk oluşlarından ders çıkaramamış,
Bir millet!..
Meşe ağacını tanrı edinmiş, ona tapmış,
Sapıttıkça sapıtmış bir millet…
264
Yaşayan her ferdi bu halkın,
Haram yemeği adet edinmiş,
Hem de salkım, salkım!..
Haram helâl ayırmaz ne bulursa yermiş!
Terazileri tartar noksan, hile dolu kantarları,
Eğer yanında yoksan!
Hem Yaratan’a ortak koşar,
Hem, her şeye hile katar,
Yabancıya yan bakar,
Gününü gün etmeye çalışan bir millet!….
Yol keser, baskın yapar,
Ellerindekileri alır kaçar,
Hak adalet tanımaz,
Allah’ı, Allah saymaz azgın bir millet!..
………İnsanlığın Allah’a yürüyüşünü,
…Durdurmaya çalışan,
……Azıttıkça azıtan,
………Haraç kesen,
…………….İnananlarla alay eden,
………………...Huzur bozan,
…………Sonunda helâk olan bir millet!
ŞUAYB a.s.’IN PEYGAMBERLİĞİ
Şuyb a.s bu milletin çocuğu…
Bu millete Peygamber gönderildi.
Ne yapacaktı!
Nereden başlayacaktı?
Bilemiyordu.
Tenhalara çekiliyor,
Oralarda düşünüyordu.
Onun gittiği yerlerde meşelikler vardı.
Onların gölgeliğinde barınıyor.
Bazen dinleniyor bazen de ilerliyordu.
Günlerden bir gün,
Yorulduğu bir zamanda,
Uygun bir yer seçip oturdu.
Oturduğu kayalığın altındaki gölgelikte,
Bir adam gördü!....
Adam, duygularını şöyle dile getiriyordu;
265
--Ben, içi dolu bir pınarım,
Serinliğim tenimden sızmış.
Bedenimde, inanç yeşilinin,
Hayat müjdeleri filizlenmiş.
Bir el bekliyorum derde derman olacak.
Ağzımdaki tıkacı çekip alacak.
Çatlayacak bedenimi kurtaracak,
Kurtaracak bir el! Bir el bekliyorum.
Adam, ayağa kalktı;
İleride mağara ağzındakilere seslendi,
--Haydi gidiyoruz gidiyoruz bu lânet yerden.
Şuayb;
--Dur ey delikanlı!
Ey oğlum ey kardeşim biraz dur, bekle beni.
Döndü delikanlı, baktı Şuayb’a,
Hazreti Şuayb gülümsedi,
Tanımıştı onu o Kürre idi.
Seni tanıdım ey Kürre!...
Genç adam şaşırdı, evet ben Kürreyim.
Fakat sen kimsin?
Seni tanıyamadım!..
Yıllar beni yıprattı dedi Şuayb,
Onun için sen beni tanıyamadın.
Babanla, ağabeylerinle, amcalarınla,
Çok konuştuk.
Onlar benim Medyenli kardeşlerim,
Ben de Şuayb’ım!...
Kürre başını önüne indirdi,
Asabi bir hareketle tepti kumları…
Söylenmeye başladı..
--Medyenli Şuayb haaa!
O şehir!
Şerefli olan Medyen!
Ataları tarafından kurulmuştu.
Şimdi git bak ne hallere düştü!
Biliyorum dedi Şuayb!
--Sen nasıl bilirsin!
Yirmi yıldır uzaklarda ayrı yaşayan sen değil misin?
Eyke;
Evet amma bu iki şehir sapkınlık ve zalimlikte,
Birbiriyle yarışıyor.
266
İçimizde uyananlarda var.
Bir an önce oradan kaçıp kurtulmak istiyorlar.
Kaçıyorlar bu yangın yerinden.
Sen de mi kaçanlardansın?
-Doğru mudur kaçışın, dedi Şuayb.
Yangını söndürmek gerekmez mi?
Deyince!...
Kürre;
----Nerede? Dedi,
Nerede yeterli suyu uzatan eller?
Sapkınlık çöllerinde dolaşan kervanlar!
Hangi kuyuya baksalar kör çıkıyor kuyular!..
Şuayb!
-Artık bir kuyu var kör değil gözü açık!
Doğruyu gören bir kuyu var.
Hani nerede o genç adam dedi,
Hani, nerede?
İşte!...
İşte karşında duruyor!...
O kuyu benim kuyum dedi!..
Şuayb Peygamber!
Gitmeyin siz şimdi.
Aile efradına da söyle gitmesinler,
Girsinler mağaraya..
Sen benim yanıma gel.
--Zaman kaybı niye?
Zaten yolumuz uzun!
--Hedefin neresidir? ey Kürre.
--Hedefim değil niyetim Kâbe’ye doğru,
Uçacak kuş hafifliğindeyim.
Sabahleyin ben de öyleydim durdurulup çevrildim.
----Kim çevirdi seni?
-Medyen ve Eykeyi eski haline döndürmek isteyen kudret!..
--Yani, bizi yaratan mı?
-Evet , evet o….
Yoksa vazifelendirildin mi?
--Evet dedi, Şuayb peygamber.
Evet vazifelendirildim!...
Onlara imanlarını kazandırıp,
Tekrar Medyen’e döndürdü.
Vazifeye başlamıştı artık…..
267
Zillet ile, hayatın tadı olmaz ey dostlar,
Candan nakit harcayıp, almalı dünyadan kam.
Aciz kalıp düşmandan, firar etme ey millet,
Ya şehit olmak gerek, ya almalı intikam.
Dönmeyiz yolumuzdan, zalimlerden korkmayız,
Yâr için çekinmeden, can incisi harcarız,
Tehditlerden yılarak, aşk yolunda sönmeyiz,
Varız biz şimdi varız, feda olsun cism-i can!
Şuayb Peygamber,
Daha önce;
Adem,
Şid,
İdris,
Nuh ve İbrahim’e gönderilen sahifelere tabi oldu.
Onlara göre hükmetti.
Hitabeti çok kuvvetli hatip biriydi.
Kavmini yüksek sesle,
Güzel sözlerle hitap ettiği için,
Peygamberler hatibi diye anılır.
Tek
Allah’a,
İman etmeye,
Ancak ona tapmaya,
Davet etti kavmini her an.
Fesat çıkarmayınız, zulmetmeyiniz,
Eksik ve kalp para ile alışveriş yapmayınız,
Diye uyardı senelerce onları!.....
Ama ona inanmadıkları gibi,
Bir de alay ediyorlardı onunla!…
Hakaret ediyorlardı ona!
Ta şehir kapısına kadar,
Kovaladılar onu bir keresinde!
Şuayb onları uyarmaya devam etti.
“----Ne yapıyorsunuz?
Rabbim daha iyi bilicidir.” Dedi.(Şuara 188)
Şehir kapısına kadar gelen biri hayretini gizleyemedi.
Medyenli Şuayb kör olduğu halde,
Körlüğünü belli etmemeye çalışıyor dedi…
Sanki görür gibi bakıyor bize.
Bir başkası;
--Hiç yolunu şaşırmadı!
Nasıl olur bu?...
268
--Demek kör değil!
Soyundan gelen Medyen halkı bilmez mi?
Israr etti öteki tabii ki o kör!
Hatta onun anadan doğma kör olduğunu söylerler.
Dediler ki;
----Ey Şuayb,
Biz senin söylemekte olduğunun,
Bir çoğunu anlayamıyoruz.
Seni de içimizde çok zayıf görüyoruz.( Hud 91)
Bir çoban şöyle dile getiriyordu duygularını;
………..İnanmıyorum asla inanmıyorum,
……………Anlatılanlar yalan.
……………….Korkmuyorum onlardan,
……Bırakın putlara tapacağım!
………Korkum yok, bırakın beni,
………….Dağ başında değil şehir içinde,
…..…Onların suratına haykıracağım.
.........Dağda bayırda orman derinliğinde,
………….Arzu ettiğim her şeyi bırakın yapacağım.
…………….…Kuzulara bak,
……………………..Onlar kimin eseri, elbette benim.
………………………….….Koç katımı yapmasam,
…………………………..…….Mümkün olur mu?
…..…………………………….…Kuzuların doğumu!
…….Onlara can veren benim!
……………Canını alan da ben!
……………….Neyim eksik ki benim Firavundan!…..
…………………….Ben bir tanrıyım!
……………………..…Tapılmalıdır bana!..
Duydukça bunları, üzülüyordu Şuayb!...
….Geçmiş dönem olsa da,
……….İnsan yine insandı.
…………….Hisleri duyguları hem,
…………………Her zaman vardı.
…………………...Bu Ehl-i küfrün içinde,
………………………..İnananlar da vardı.
Şöyle diyordu onlardan biri;
……Sayıları sona doğru sayma!..
……………..Bunun sonu gelmez, gelse de faydasız.
……………………Uzar gider, uzadıkça….
………………………insan sapıtır.
269
………………Sayacaksan başa say!..
…………Ferahlık kurtuluştur.
….Çünkü başlangıçta BİR var!
……….Bütün haşmetiyle hep var…..
…………….Onun evveli yok!
…………………O hep ayakta!
…………………..O her zaman var, o hep var.
………………………..Her şeyi var eden o,
…………………….…Onu var eden yok!...
………Dilimizin tutulduğu,
…………….Nefeslerin kesildiği,
……………….Hayran kaldığımız varlığı,
Sevmek, elbette çok güzel!..
……….Niçin gönül vermeyelim!
……………Niçin her şeyden çok sevmeyelim!....
………Çok sevmeyelim o VAR’I !...
………Eşsiz olduğunu düşünüp,
……………Ona gönül vermeyelim.
………………..Aşk budur işte!..
…………………….Ona muhabbet, ona gönülden bağlanıp,
………………………....Sevmeliyiz o YÂRİ!...
Ey İnsanoğlu!
…Koşarken bakma arkana,
………….Peşinden koşan yok.
………………Sırtından iten yok,
…………………..Suçluyu dışarıda arama,
…………………………Suçlu arıyorsan,
…………………………….Kendi içinde ara!
……..İhtirasın ipini koparmış,
………….….Azgın bir tay gibi şahlanma!
…………………...Kudurma!
Ey insanoğlu!
Yapabilirsen eğer sana düşen vazife,
Dönüşü olmayan bu yolculukta,
İhtirasının boynunu kırmaktır.
Sarıl boynuna ihtirasını kır kırabilirsen!
Kopar yapabilirsen!
Yoksa kendin düşersin!
Sürünürsün!
Hüner ilk adımı atmakta!....
270
Yüce Allah!
Medyen halkına da, kardeşleri Şuyb’ı gönderdik.
Onlara şöyle dedi:
Ey Milletim!
Allah’a kulluk edin.
Ondan başka Tanrı yoktur.
Rabbinizden size bir belge geldi.
Ölçü ve tartıyı tam yapın.
İnsanların eşyasını eksik vermeyin
Yer yüzünde bozgunculuk etmeyin.
İnanıyorsanız bilin ki,
Bunlar sizin için hayırlıdır..(A’raf 85)
Şuayb Aleyhisselâm’a,
Çok yaşlandığı bir zamanda,
Peygamberliğinin müjdelendiği rivayet edilir.
“Milletinin,
Büyüklük taslayan o ileri gelenleri;
-“Ey Şuayb!
Ya dinimize dönersin!
Ya da ant olsun ki, seni ve sana inananları,
Kasabamızdan çıkarırız” dediler.
Şuayb şöyle devam etti.
”İşte size Rabbimiz tarafından,
Bir mucize geldi.
Artık ölçeği ve teraziyi tam tutun.
İnsanların eşyasına haksızlık etmeyin.
Yer yüzünü bozmayın.
(Eğer bana inanırsanız bu ) söylediklerim,
Sizin için hayırlıdır. (Araf 86)
(Hud suresi 84-85)
Ayetlerde de aynı ifadeler vardır.)
Dediler ki;
-“Ey Şuayp!
Söylediklerinin çoğunu biz anlayamıyoruz.
Hem biz seni içimizde güçlü kuvvetli görmüyoruz.
Taraftarın olmasaydı seni taşlardık bile!
Zaten bizce senin ne önemin, ne de kıymetin var.” (Hud 91)
“Ey Milletim!
Benim taraftarlarım,
Size göre Allah’tan daha mı değerlidir ki?
Allah’a sırt çevirdiniz.
271
Doğrusu yaptıklarınızı Rabbim bilgisiyle kuşatmıştır.” Hud 92)
Biz seni sihirlenmiş görüyoruz.
Seninle bizim aramızda ne fark var.
Sen de bizim gibi bir insansın.
Biz seni ancak yalancının biri olarak görmekteyiz.” Dediler.
Şuayb Peygamber;
“Eğer içinizden bir kısmı bana inanır,
Benimle gönderilene iman eder bir kısmı iman etmezse, o zaman, Allah hükmünü verene
kadar sabredeceğiz.
Hükmedenlerin en hayırlısı Odur.” Dedi.(Araf 87)
İnkâr edenlerden bir gurup,
-“Siz bu Şuayb’a inanırsanız!
Mutlaka zarara uğrayanlardan olursunuz.”(Araf 90)
Şuayb:
“Ey Milletim!
Durumunuzun gerektirdiğini yapın.
Doğrusu ben de yapacağım.
Kime rezil edici bir azabın geleceğini,
Kimin yalancı olduğunu bileceksiniz.
Gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözlüyorum.”
“Buyruğumuz gelince, Şuayb’ı ve beraberindeki inananları kurtardık.
Haksızlık yapanları bir çığlık yakaladı.
Oldukları yerde diz üstü çöküverdiler.
Sanki orada hiç yaşamamışlardı.
Bilin ki, Semud Milleti, Allah’ın rahmetinden uzaklaştığı gibi,
Medyen halkı da uzaklaştı.” (Hud 93)
Birden bire ortalığa bir sıcaklık sardı.
İçinde sanki ateş topu vardı.
Yüzleri kavruluyor, derileri savruluyor!
Soluklar daralıyor, serin bir yer arıyorlardı!..
Ama ne çare!
Serinlik yerine, yakıcı sıcaklık,
Evlerin pencerelerinden içerlere dalıyordu.
Nereye koştularsa, dağ, ova yayla, sahra…
Bu yakıcı sıcaktan kurtuluş yolu bulamadılar.
Dudakları patladı nefesleri bitti.
Bu felaket yedi gün devam etti.
Bütün ırmaklar kaynadı,
Ne gölgeler ne çareler fayda vermedi,
helâk olup gittiler!...
Bu durum şunu ifade ediyordu;
Medyen halkı, Peygamberleri Şuayb’ın peygamberliğini,
272
İnkâr etmeleri sonucu,
Bunca sıkıntıyı yaşamış, helâk olup gitmişt,r.
Kurtulabilenler yalnız Şuayb a.s. a inanlardı.
Allah’ın Peygamberi Şuab:
Gök yüzüne çevirdi başını dedi ki;
“Ey Kavmim!
And olsun ki!
Rabbimin sözlerini size bildirdim.
Öğüt verdim. İnkârcı millet için, niçin üzüleyim.”(Araf 93)
SON YILLARI ve ÖLÜMÜ
İki yüz yaşlarındayken!....
Eyke de binlerce halk yokluk içinde kıvranıyordu.
Bir yardım, bir mucize bekliyorlardı.
Onlara yardım için gönderilmişti Şuayb!
Allah’ın verdiği ilimle doluydu kalbi Gönlü.
Zavallı olma!..
Meyve dururken,
Yaprağa uzanma.
Dal sallanırken yaprağa bakma,
Gövde nurdan bir sütun dallarda gölgelenme!...
Yorgunluğun tükenmeyecek.
Serinlikten nasibin olmayacak!
Azgın nefis kuduracak…
Zehir çiğnemiş canavar gibi Sakın nefsine kanma,
Zavallı olma!...
Şuayb Aleyhisselâm’ın uyarmaları,
Allah’ı hatırlatmaları,
Fayda vermediği gibi, daha da azdırıyordu onları.
Yüce Allah’ın rızık bolluğu,
Geçim rahatlığı,
Onlara gelecek felaketi,
Çabuklaştırmaktan başka Fayda vermiyordu.
Amma!...
Şuayb Aleyhisselâm,
Yalnız Eyke lileri, Medyen halkını değil,
Mısır firavununu bile uyarıyordu.
Diyordu ki;
Ey Firavun!
Göktekiler yerdekiler,
Denizler ve dağlar yürütüldüğü yer sarsıldığı zaman,
Allah’ın gazaba geleceğinden korkmaz mısın?”
273
Diye uyarmaktan geri durmuyordu!...
Amma ne fayda!..
Ne imana geldiler,
Ne de vazgeçtiler puta tapmaktan!...
Sancakların hilali, gök kubbesini deldi.
Ney’in inleyen sesi, arşa kadar yükseldi.
Zulmün ateşi yaktı, kavurdu yüzlerini.
Dine düşman olanlar, çekti çilelerini,
-“Biz yalnız Allah’a güvendik.
Rabbimiz!
Bizimle milletimiz arasında hak ile Sen hüküm ver.
Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.” Dedi.(Araf 88-90)
Yüce Allah!
Onların üzerlerinden, tatlı yel esintisini kesti,
Son derecede kavurucu bir sıcaklık saldı.
O sıcaklık yaktı bunalttı!
Evlerin içlerine girdiler, dışarıdan farkı yoktu içerlerin de!..
Yedi gün bu sam yeli devam etti esmeye!...
Sıcaklık, Kuyuları, kaynakları kuruttu.
Sıcaklıktan ayaklarının altındaki etleri döküldü!
Dayanılmaz hal aldı.
Yere uzanıp yattılar,
Ne gölge, ne de su, bir fayda vermedi.
Nihayet çareyi sahrada aradılar.
Kendilerini çöle attılar.
Yüce Allah, Güneşten korunacak bir bulut gönderdi.
Hepsi o bulutun altında toplandılar.
Bu sefer de altlarından yer sarsıntısı başladı.
Üst taraflarından da, Cebrail’in çığlığına yakalandılar.
Cebrail Aleyhisselâm, üzerlerine inip şiddetlice bağırınca!
Dağlar ve yer sarsıldı.
Yüce Allah gölgeyi çekip aldı!
Güneşi alevlendirdi!
Sonra da üzerlerine ateş yağdırdı.
Çekirgeler gibi yanıp kavruldular!...
İradenin yuları, elden gitmeden önce,
Tedbirli davrananlar, bir yön verir oluşa.
İnce eleyip sıkça, dokunursa bence,
Yapılmıştır gereği, erilir kurtuluşa.
Her günah kasırgası, sararken dört bir yanı,.
Cellat çevikliğinde, doğranırdı elleri.
274
Ziyanı yaşarlarken, bedenden çıkar canı,
Sinirleri koparıp, kesilirken dilleri.
…..İklimin ayazında,
….…Hangi yasak çiğnendi?
………Göğsünden düşen kafa,
………….Kör kuyu değil de neydi?..
……..…….Ey koşup duran yolcu,
…………….Menzile yaklaştım sanma,
………………Belki de uzaklaşıyorsun,
…………………Bir adım ileri, beş adım geri.
………………………Koşup durma boşuna!
………………………… Kanatlandın mı yoksa?
……………………………Neler geldi başına!
………………………………Ufuktan, ufuğa çırpınırken,
……………………………………Sancı girer döşüne.
…..Bir bilsen neler gelir başına.
……….Ya koparılır başın,
…………Ya da tüy dikilir mezarının taşına!
Kıtlık kuraklık, yıllar sürse de gelir geçer.
Açtığı yaralar kapanır amma….
İçten içe dökülürse insan,
Günah çiçekleri açarsa gönlünde,
Dikenliğe dönerse gönül!
Açmaz olursa gül,
Ürkütücü hal alır, harabeye döner gönül.
Böyle milletler gün gelir helâk olur.
Yüce ALLAH,
İman edenlerle birlikte, Peygamber Şuayb’ı,
Bu azaplardan rahmetiyle kurtardı.
…………Öyle iklimler öyle iklimler yaşanmış ki!
………. Saçakları adam boyu buz tutar,
Sanki keskin kılıç olur, Kafaları koparır!
………Duydukça bunları,
……………..Ayazdan donar!
………….Fırtınalar kopar!
………………Hak tanımayan,
………İklimler gezinir içinde!
…………Buz tutmayan yerin kalmaz, bedeninde!
İnananlarda ise:
…………Ümit ışığı tükenmez.
…………….Sevgi ve saygıya hasretliklerini,
………………..Şöyle dile getirirler.
275
“Bakışlarımın takıldığı her şey, güzel, alımlı hoş….
Rabbimin aşkı var onlarda.
İsterdim bizde öyle olalım.
Ama nerede!”
……….İnsan bu kadar mı alçalır!
……………Nefsine esir olur!
…………………Dünya malına meyleder,
………………………Paslı zincirler kuşanır.
………Umudun emzirdiği çocuk,
……………Uyan artık sen de uyan.
…………………Bak şu dünya koca yalan.
……………………..Gözünü yumduğun an,
……………………………Malın mülkün olur talan..
……………………Bu dava zor, bu dava büyük,
……………..Git gide ağırlaşan, taşınmaz bir yük.
Kolay değil, bendeki benden ayrılıp,
Ötelere uzanmak. Kolay değil………
Kolay değil,
Ölümsüz dünyada, yeniden doğmak,
Hiçte kolay değil!....
Sonsuz varlığın nurunda yunmak.
Kolay değil,
Şeksiz şüphesiz, Ona inanmak.
Hiç kolay değil!...
Şuayb Aleyhisselâm;
Sapıtmış insanları, doğru yol’a getirememenin ezikliği içinde,
Duygulandı, söylendi kendi kendine;
………Hep yükselmek ister, İnsan oğlu.
…………Bu niçin?
…………… Yoksa, meçhulü bulup onu yenmek için mi?
Hayır, hayır!
……..İnsan doğuştan Allah’ındır.
…………Sır yumağını açaaa, aça,
……………..Hep ona doğru gider,
……………….Nemrut Babil kulesini niye yaptı?
Kartallar gibi havalanmayı, niçin istedi!...
……Aynı merak ve arzu, değil miydi?…
………Ya Firavunun Piramitleri!
…………Oraya her çıkış, her tırmanış, niye ?
………………….Havalandıkça insan!
276
…………………….Allah’ın azameti önünde alçalıyor, cüceleşiyor!..
………İnsanoğlu ayak bastı ay’a yıldız’a,
……………..Gurur çılgınlıkları içinde,
………………..Girdi gecelere!
…………………..Kimisi de kapandı,
…… ……………..Kapandı secdelere!.
İnanan bu insanlar,
Ne zaman Şuayb’a baksalar,
Gülümsüyorlardı sanki, gideceğini sezmiş gibi…
Bırakmak istemiyorlardı…
…Yapraklardan, kayalardan,
…..…Otlardan çiçeklerden sızan kırağı değil,
…………Ağlıyor toprak!...
…… …..Sevinçle, göz yaşı bir arada!
………..………..Bir sır var çözülecek!
…………………….....Üç yüz yıllık bir ömür,
………………………...Son mu bulacak!...
Medyen ve Eyke halkının üzerine inen bu azap!
Hud, Salih, Nuh Peygamberlerin asi kavimlerinin üzerine inen,
Felâketin aynısıydı.
Onlar gibi bu kavimleri de helâk etmiş yok etmişti.
……….Bütün bunların haberi gelmişti Şuayb Aleyhisselâm’a!....
Elbette her ilkin bir sonu vardır.
Şuayb Aleyhisselâm’ın da üç yüz yaşlarında iken sonu geldi.
….Rahmet-i Rahman’a kavuşmuştu.
Ümmetleri helâk olan tüm peygamberler,
Mekke ye gelir orada vefat ederler,
Kabirleri de orada bulunur.
Ona ve gönderilen tüm peygamberlere,
Selâm olsun!....
SONUÇ:
Kimi bilgiye eğilir, sarar sabahı,
Kimi ondan yüz çevirir giyer siyahı.
Kimi korur arını, nurla donanır.
Kimi balçığa sokulur orda onanır.
Kimi terini akıtır, alır varlığı,
Kimi yayılır gölgeye, bulur darlığı.
Kimi uzanır dertliye, eli öpülür,
Kimi yoksula hor bakar, beli bükülür.
277
Kimi şükreder, bahtı şahlanır,
Kimi hırstan kanat takar, her an ah’lanır.
Kimi öğretir okutur, erer rahmete,
Kimi kıskanır ilmini, girer zahmete.
Kimi sırtından vurulur, kalır toprakta,
Kimi şehit olur, yaşar bayrakta.
Kimi Tanrıya inanır, çıkar yüceye,
Kimi puta kul olur düşer geceye.
Şu aşk’ın kıskacında, zamanın belasından,
Yola çıktım dünyanın, mihnetli odasından,
Nasıl avare kılsın, beni şu dönen devran,
Gönlüm nasıl el çeksin, cihanın cefasından.
………İşte şimdi geldi, selam sabah sırası,
………….Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
…………….Söylenecek son söz, artık burası,
………………..Dinleyin dostlarım, beni dinleyin.
………..Ey saba yeli,
…………….Başın alıp nereye,
…………………Gidersin böyle,
……………………..Eğer yolun düşerse,
………………………… Kutsal toprağa,
……………………………..Ademden son Resule
………………………………………… Selâmım söyle!...
278
HZ. MUSA VE HARUN PEYGAMBER
(M)ümkün değil zamanı, isteyince durdurmak.
S(U) misali akar o, biter gider ömürler.
Me(S)afeler açılır,
Zam(A)n uzar zamanda!
Yaşanan mazi olur, “hayali cihan değer.”
Susar saatler zamanda,
Zaman içinde durur zaman!
Toprak suya susar.
Su, susar dudaklarda…..
Rahmet olsun ona ki, aşk yolunda can verdi,
Putperestler yüzünden, hiç olmadı neşesi,
Yüce Rabbin katına, O da postunu serdi,
Hak rızası kaybetmek, oldu tüm endişesi.
……………..Ateşten bir küreyken,
………………………Toprağın her bir yanı,
……………….Yıldız misali parlar,
…………….Feleklerin mangalı…
………….Serap denizi her an,
………Dalgalanır dururdu,
…….Hasret çeken susuzun,
….Ağızları kururdu.
Fitnenin ateş yeri, cenk alanı olmuştu,
Güneş ateş okunu, Dünyasına vermişti
Işınlar kılıç olmuş, hedefini bulmuştu.
Âleme dalga dalga ümitsizlik sermişti!....
Nasıl da çabuk geçer,
Ömürler mesrur iken.
HZ. Yusuf, Mısır sarayında vezir iken.
Zamanı durdurmak ne mümkün!
Babası Yakup ile beraber,
Mısır’a gelenlerin sayısı, yetmiş kişi kadardı.
Yıllar kovaladı yılları, ömürler tükendi.
Devirler değişti.
Yakup A.S. ve, Yusuf A.S vefat etmişler,
Onların çocukları, torunları olmuş çoğalmışlardı.
İsrail oğullarının soyu sülalesi birkaç yüz bini aşmıştı.
Yusuf ve Yakup A.S mın dinine göre,
Hareket eder olmuşlardı.
Ama Mısır’ın başına, hükümdar olarak,
Mus’ab oğlu Velid adında bir Firavun gelmişti.
279
Bu adamın işi zulüm!
Mısır Firavunlarının en zalimi,
Allah nedir bilmezdi!
İsrail oğullarını birkaç parçaya böldü.
Onların, Yusuf A.S zamanında,
Gördükleri sevgi ve şefkatten eser yoktu.
Velit, onları hor görüyor,
Bir kısmını tarlalarda çalıştırıyor.
Zulüm yapıyor.
Hepsinden baş vergisi alıyordu!..
İsrail oğullarından bir bölüğü de zengin olmuşlar,
Nil Nehrinin kenarında geniş araziler tutmuşlardı.
Firavun ise bu arazilere sahip çıkmaya çalışıyor,
Ellerinden almak için zulmediyor, çile çektiriyordu.
Kendini çok mu çok güçlü görüyor.
Haşa ben Allah’ım diyordu!...
Firavun, İsrail oğullarından, Müzahim’in kızı Asiye ile evlenmişti.
Ona aşıktı Firavun!
Asiye! Süleyman Çelebinin mevlitte zikrettiği,
Üç kadından biriydi.
“Üç dilberin, Asiyeydi biri, ol Mah peykerin.
Biri Meryem Hatun idi aşikâr,
Birisi hem Hurilerden bir nigâr.”
O
Musa
Peygamber
Hem sabreden
Sabrın timsali.
Tur dağına çıkıp
Allah ile konuşan,
Firavunun belâsıyla,
Dokuz mucizeye kavuşan!
Hem kavminin budalalarıyla,
Her an vuruşan, hem de savaşan!
Hem de çok şükreden bir peygamber idi,
Musa Kelimetullah.
Ayrılık yolunun susuz bağını,
Sulayan, Hakk’ın yağmuru.
Dünyayı süsleyen güneşin nuru,
İnananlara aydınlık,
Firavuna cehennemdi parlayan nuru!
Kendi varlığını kendinde görmeyen insan,
Puta tapsa ne olur?
Firavuna itaat edip, onu tanrı yapsa ne olur!....
280
Allah!
İnsanları, haksızlıklarından ötürü,
Yakalayacak olsaydı yer yüzünde, canlı bırakmazdı.
Onları belirli süreye kadar erteler.
Süreleri dolunca,
Ne bir saat geciktirir,
Ne de öne alabilirler. (Nahl 62)
Eğer ehl-i irfanın, olsaydı gören gözü,
Bilirdi kimin doğru , kimin yalandır sözü.
Bilirdi faydasını, görürdü gülen yüzü,
Demezdi Hâman zengin, Harun yokluktan öldü.
FİRAVUNUN RÜYASI
Günlerden bir gün,
Firavun rüyasında!
Kutsal Beytullah yönünden,
Mısırlıların evlerini yakarak gelen bir ateş görür.
Amma bu ateş, İsrail oğullarına, zarar vermez.
Bunun üzerine,
Ne kadar sihirbaz, kâhin, falcı izci var ise!
Toplatır hepsini saraya,
Rüyasını yorumlatmak ister onlara!
Anlatır rüyasını,
Haydi yorumlayın bakalım der.
Kâhinler, derler ki ;
İsrail oğullarından doğacak erkek bir çocuk,
Saltanatını elinden alarak,
Başına türlü belâlar açacak..
Senin dinini yok sayarak tek Allah’a iman etmeye,
Davet edecek insanları!.
O zaman ne yapacağız diye sordu onlara?
Kim buna nasıl çare bulacak?
Yok mu buna bir çare,
Yok mu gamım dindiren!
Kendi okun dikeni, o kafiri öldüren.
Mutlaka buna bir çare bulun diye kükredi.
Dediler ki;
Eli bıçaklı cellâtlar, sokak, sokak dolaşsın,
Her yeni doğan erkek çocuk, ölümüne kavuşsun.
281
Aşk yolunda canını, canana veren aşık,
Göz bebeğinden bekler, ona parlasın ışık,
Zehir olsa elinden, içer o kaşık, kaşık,
Yok mu buna bir çare, yok mu gamın dindiren!
Dünya fani, isteme ondan ne mal ne makam,
Alamaz hiçbir kimse, ne öç ne de intikam.
Feleğin dönüşü sert, salınışı tas tamam,
Kendi okun dikeni, o kafiri öldüren.
Firavunun adamları, emre uydular.
Ebelere sıkı sıkı tembihte bulundular.
Her yeni doğan çocuk eğer erkek ise,
Onu mutlaka öldüreceksiniz dediler.
Böylece ortalığa müthiş bir korku saldılar.
Firavunun merhametli karısı,
Bu duruma çok üzülüyordu,
Fakat bir şey yapamıyordu.
Az zamanda tam tamına doksan bin çocuk,
Ya henüz doğmadan ana rahminde,
Ya da tam bebeklik deminde öldürüldü!...
Çoğu anne de, daha doğmadan,
Çocuğunu korkudan düşürüyordu….
İsrail de, oğlan çocuklarının sayısı, gittikçe azalıyordu.
Bu halden rahatsız olan, Mısır’ın ileri gelenleri,
Firavuna giderek dediler ki;
--Efendimiz!
Sen bu buyruğunla,
İsrail Oğullarının kökünü kurutacaksın.
Onlar sizin köleleriniz, hizmetkârınız.
Yarınlarda, İsraillilerin yaptığı işler,
Biz Mısırlıların evlâdına kalacak.
Firavun:
O halde bir yıl öldürülsün,
İkinci yıl sağ bırakılsın dedi.
Musa’nın annesi o yıl bir erkek çocuk doğurdu.
Ona Harun adı verildi.
İkinci yıl yine gebe kaldı!
Amma bu yıl öldürme yılıydı.
Çocuk doğunca ne yapacağını bilmiyordu!...
O, çok tedirgin, çok da tasalıydı.
Yüce Rab’dan bir nida yetişti imdadına!
282
“Ey Musa’nın annesi!
Çocuğu (doğur ve ) emzir.
Başına gelecekten korktuğun zaman onu suya (NİL’E) BIRAK!
Korkma!
Üzülme!
Biz şüphesiz onu sana döndüreceğiz.
Hem onu peygamber yapacağız.”(Kasas-7)
O İlahi ses devamında !
Nehir Onu kıyıya çekecektir.(Diyordu!)
Ona da bana da düşman olan biri onu alır! (Ta-ha 39)
Zavallı anne, bu Rabbani emre uydu….
Önce çocuğu doyurdu.
Sonra bir sandığa koydu!
Nil’in sularına bıraktı.
Kız kardeşi de peşinden gitti.
Adım adım onu gizlice takip etti.
Dalga, dalga sularda yüzen o sandığın yolu,
Firavunun konağı yakınındaki ağaçlıklarda bitti.
Vuslatın vaadini, vermeseydi Yaratan,
Firavunun adamı, tutar mıydı nehirden!
Çıkarmasaydı şayet, süt anneyi aradan,
Şeker şerbet yerine, zehir emer ahirden.
Mısırlılar suya (MU)
Ağaca da (SA) diyorlardı.
Sandık bir ağaca takılmıştı.
Asiye Hatun çocuğun boğulmasından korkmuş,
Bir ağacın Onu tutmasını dileyip,
Musaaaa!
Musaaaaa! diye bağırmıştı!..
Onun için Firavun çocuğa MUSA adını vermişti!...
Firavunun hanımı, sultan Asiye, Musa’ya sahip çıktı.
Gönlü ısındı saraya uygun gördü.
Firavun ise, bu çocuk tarafından saltanatının,
Son bulmasından korkuyordu.
Nehirden çıkarılan ve, Asiye’nin kollarında,
Nazlanan çocuk ağlamaya, meme istemeye başlamıştı…
Asiye Hatun telaşlıydı.
Çocuğun karnını doyuracak süt anne arıyor,
Emzikli kadınları saraya çağırıyordu.
Fakat Musa, hiç birini emmiyordu!
(Çünkü Hak Tealâ başka sütü haram etmişti Ona!)
283
O zaman Onu takip eden abla atıldı ileriye,
Bu çocuğa iyi bakacak iyi emzirecek,
Terbiye edecek birini biliyorum dedi!
Firavunun adamları şüphelendiler ondan.
Sen bu çocuğu tanıyorsun.
Onun ailesini bize söyle dediler!
Musa’nın ablası:
-Ben Onun ne anasını ne de babasını tanımam.
Firavunumuz Efendimiz hakkında demek istedim,
Diyerek yerlere kapandı!..
Onları böylece ikna etti, gitti bir kadın aldı getirdi.
Bilmiyorlardı ki, bu kadın Musa’nın annesiydi!
Bastı bağrına memesini çıkarıp dayadı ağzına!..
Az kalsın oğlu olduğunu söyleyecekti.
Allah kolunu kuvvetlendirdi ona sabır verdi.
“Böylece Onun!
Annesinin gözü aydın olsun üzülmesin,
Allah’ın verdiği sözün gerçek olduğunu bilsin diye,
Ona geri çevirdik. Fakat çoğu bilmezler.” (Kasas 13)
Asiye Hatun, ikna etti Firavunu.
Benim ve senin , göz aydını olan, bu çocuğu al.
Firavun, bana değil, sana göz aydınıdır.
Belki evlât ediniriz dedi. Asiye ye….
MUSA’NIN EVLÂT EDİNİLMİSİ
Sonunda evlât edindiler Musa’yı.
Asiye hatun, benim ve senin göz aydını olan bu çocuğu al,
Dediğinde, Firavun benim değil senin göz aydının olsun,
Diyeceğine, benim için de göz aydını olsun deseydi!
Belki de, iman etmiş olurdu!
Musa bebek, günden güne büyüyordu.
Emeklemeye, hatta yürümeye başlamıştı.
Asiye bütün şefkatiyle bakıyor, ona şarkılar söylüyor,
Oyunlar oynatıyordu.
Bir gün çocuğu Firavun’a uzattılar.
Firavun çocuğu kucağına alınca,
Musa yapıştı Firavunun sakalına.
Yolmadan bırakmadı!
İşte o zaman, Firavun o çocuğu öldürmek istedi!..
284
Yapma dedi Asiye!
O daha çocuktur.
Büyüdüğü zaman belki bize faydası olur!
Bu ülkede benden zengini yok.
Ben onun önüne bir yakut, bir de ateş koyayım.
Yakut’u alırsa, akıllı!
Ateş’e uzanırsa, aklı ermez çocuk demektir.
Cebrail gelip, çocuğa, ateşe el attırdı.
Musa ateşi alıp ağzına götürdü.
Dili yanınca Firavun onu oğul edindi.
Ondan sonra Musa’ya, Firavunun oğlu demeye başladılar.
“İşte böylece Onu, (Musa’yı) annesinin gözü aydın olsun,
Hüzün duymasın ve Allah’ın vaadinin gerçek olduğunu bilsin diye,
Annesine geri verdik. Fakat çok kişi bunu bilmezler.”(Kasas 13)
Musa artık delikanlıydı.
….Saraylarda büyüdü.
……..Atlara biner oldu.
………….Süslü elbiseleri giyip,
……………….Gezmeye gider oldu.
“Musa erginlik çağına gelip olgunlaşınca,
Ona hikmet ve ilim verdik.
İyi davrananları böyle mükâfatlandırırız.( Kasas 14)
KIPTİYİ ÖLDÜRMESİ
Günlerden bir gün,
Firavun ata binip, gezmeye gitti.
Musa da, gizlice onu takip etti.
Giderken, kavga eden iki kişi gördü.
Biri kendi kavminden,
Öbürü ona düşman Bir Kıpti..
Yollar bom boş …
Kimsecikler yok!
Bu gün tatil günüydü.
Kendi kavminden olan,
Yardım istedi Musa’dan.
Gitti yanına, kıpti ye bir yumruk vurdu
Yere düştü ve öldü kıpti.
Musa, “Bu bir şeytan işidir!
Şeytan insanı aşikâr bir biçimde,
Baştan çıkarıcı bir düşmandır.
Ey Yüce Allah’ım!
Ben öz nefsime zulmettim.
285
Bu adamı öldürdüm.
Suçumu bağışla bana acı, dedi.
…….Rahman ve Rahim olan Allah!
………..Onu affetti.
…………..O zaman Musa haline şükretti.
…………..…Ey Rabbim,
………………Bundan sonra, haksıza ve de günahkâra,
…………………..Arka çıkmayacağım diye ahdetti.
…………………….Şehirde, korku içinde,
…………Etrafı gözetip dolaşarak sabahladı. ”(Kasas 15-18)
Ertesi gün, şehirde dolaşırken,
Aynı adam yine çıktı karşısına, yine yardım istedi.
Musa A.S. ona;
-“Sen azgınlığı, apaçık görülen birisin,” dedi.
Demesine dedi amma yine de, yardım için yaklaştı ona,
Kıpti ağır sözlerle hakaret etti.
Yakalamak için üzerine yürüyünce;
“Haydi, haydi gel,
Dünkü öldürdüğün adam gibi beni de, öldür”
Sen ıslah edenlerden değil,
Ancak yer yüzünde bir zorba olmak istiyorsun.” (Kasas 19)
Amma adam boş durmadı,
Onun adam öldürdüğünü yaydı şehirde.
Bunu duyunca Firavun, “-Musa bizim adamımızdır, büyük yolları bilmez,
Küçük yollardadır o onu bulup getirin” dedi…
Bir adam koşarak ona geldi..
“-Ey Musa seni öldürecek bunlar!
Hemen buradan çık git, ben senin iyiliğini isteyenlerdenim.
Acele terk et bu şehri der demez,
Musa korku içinde şehri terk etti.
“Ey Rabbim!
Umarım ki, sen bu azgınların elinden,
Kurtarır, doğru yolu gösterirsin”(Kasas19- 22)
Diye yalvardı.
Dilerse Yüce Rahman, kurtarır her kulunu,
Yetişir imdadına, Melek tutar elini.
Yaklaştırır ırağı, düz eyleyip yolunu.
Dilerse lâl olanın, bülbül eder dilini.
286
O sırada elinde mızrak tutan,
Atlı bir Melek, beni takip et dedi!..
Medyen’e kadar götürdü.
Bu yol sekiz gecelik yoldu.
Ağaç yapraklarından başka yiyecek bir şey de yoktu.
Bir ağaç altına oturdu.
Açtı avuçlarını!
“Ey Rabbim! Bana göndereceğin her hayra,
Her nimete muhtacım.” dedi (Kasas 24)
MUSA, ŞUAYB A.S. ÜLKESİ MEDYENDE
Karnı o kadar acıkmıştı ki,
Kaç gündür bir lokma girmemişti midesine!
Musa, Medyen kapısına varınca,
Medyen suyu denilen bir kuyunun başında buldu kendini.
Hayvanlarını sulayan bir halk gördü.
Arkalarında iki kadın bekliyordu.
Mıhlanmışlardı sanki oraya!...
Sordu;
- “Nedir derdiniz?
Niye geldiniz?
“---Biz zayıf insanlarız dediler.
Çobanlar sulamadan oraya yanaşamayız.”
Babamız çok yaşlı, onun için buradayız.
Musa’nın ince duygulu yüreği acıdı onlara.
Yardım etmeliydi.
Musa, o zaman yanaştı kuyuya,
Üç beş kişinin ancak kaldırabildiği kuyunun taş kapağını,
Aç olmasına rağmen! Kaldırdı kolaycacık!
Sonra tahta kovayı aldı eline yalağa su çekti ve,
O kızların koyunlarını hemen sulayıverdi!
İki kız sevine, sevine evlerine döndüler.
Hz. Musa yorgunluğunu gidermek için,
Bir ağacın altına uzandı.
Sonra:
“Ey Yüce Allah’ım!
Bana göndereceğin her hayra,Her nimete muhtacım.” (Kasas 24) Diye dua etti.
Eve erken dönen kızlara, hayretle sordu, babaları Şuayp!
Erken gelmelerine şaşırmıştı.
“—Bu gün neden çabuk geldiniz?
Kızlar;
----Biz Salih bir zat bulduk, bize acıdı.
287
Davarımızı o sulayıverdi.”
Dost
Hakka
Yakınsa
Hiç vaktini
Boşa harcama
Koşup ona yetiş.
Dostun sadakatını
Kıskanmaya gerek yok..
Babaları Şuayb peygamberdi.
Kızlarından birine,
Git kızım onu bana çağır dedi.
Oda yüzün örtüp utana, sıkıla Musa’ya vardı.
“Yaptığın iyiliğin ücretini, ödemek için, babam çağırıyor.
Benimle birlikte gelir misin? (Kasas 25)
Deyince, Musa’nın canı çok sıkıldı.
Böyle çağrılmaktan hiç de hoşlanmadı .
Amma, yırtıcı hayvanlardan korktuğu için,
Onunla gitmeye razı oldu.
Birlikte giderlerken,
Rüzgâr, kızın örtüsünü uçurarak sırtını açtı!
Amma Musa, başını çevirdi ondan!
Bakmadı Onun sırtına!
Sen dedi, geç benim arkama,
Arkamdan gel ! Beni takip et, olur mu?
Biz Ehl-i Beyt, Yakup Oğullarıyız .
Bakmayız kadınların sırtına…
Şayet, ben yanılırsam ayaklarıma, çakıl taşı atarak yolu göster.
Rabbim! her şeyi güzel eyler.
Gün gelir o kızı, Musa’ya zevce eyler.
Şuayp A.S. ın yanına geldiklerinde akşam olmuştu.
Tam yemek vaktiydi.
Şuayb peygamber;
“Ey genç, otur yemek ye!” dedi.
Karnı o kadar acıkmıştı ki Musa’nın,
Günlerdir bir lokma ekmek girmemişti midesine..
Buna rağmen, Musa yemekten çekindi.
Sordu Şuayb Peygamber; “--Aç değil misin ki?”
Neden yemiyorsun?
Musa, -“Evet açım amma bedel istemem!
Ben Allah’tan Korkarım.
288
Değişmeyiz dünya malına ahiretimizi,
Yar dolusu altın bile olsa değeri!...”
Güzellik sarayıdır, gönlünün mimarisi,
Ayağının tozudur, kızıl lâlenin süsü,
Atalardan yadigâr, sana kurulan sofra.
Cennet bağının süsü, oldu yüzün lâlesi.
Deyince!
Musa oturdu sofraya, onlarla yedi içti.
Yaşadıklarını anlattı bir, bir.
Firavunun zulmünü anlattı.
O da: “Artık korkma!
O zalim milletten kurtuldun dedi. (Kasas 25)
Kızlardan biri babasına;
Babacığım! --Onu ücretli olarak tut.
Ücretle tuttuklarının en emniyetlisi,
En güçlü kuvvetlisi bu” Dedi. (Kasas 26)
Babası,
Onun çok güçlü olduğunu gördün,
Emniyetli olduğunu nereden biliyorsun?
Nasıl anladın ki, Onu istiyor ve bize çoban tut diyorsun?
Anlattı kız, anlattı olup biteni.
--Biz, yolda gelirken o hep önümden yürüdü,
Bana hıyanetlik etmek istemedi.
Başı önündeydi hep, hıyanetlik etmedi.
Baba Şuayb:
--“Ey Musa! Bana sekiz sene hizmet edersen,
Bu iki kızımdan birisini seninle evlendiririm.
Kendi dilek ve isteğinle, işimi on yıl görürsen,
Bu da senin bir keremin olur.
Ben sana zahmet ve güçlük çektirmek istemem.
İnşallah sen, benim iyilik sever dürüst insanlardan
Olduğumu görürsün.” (Kasas 27)
Musa:
“Bu iş seninle benim aramda,
Bir anlaşma olsun.
Bu iki müddetten birini doldurursam,
Fazlasını istemekle bana haksızlık yapılmasın.
Hak Tealâ da, bu sözlerimize tanık olsun! Dedi. (Kasas 28)
Musa işe başladı. Belirlenen süre dolunca,
İhtiyar Nebi Şuayb a.s.
Kuyu başından kendisini çağıran kızı Safur’a ile, Musa a.s.mı evlendirdi. Birlikte yaşamaya
başladılar.
289
MUSA’YA ASANIN VERİLİŞİ
Artık damadı olmuştu Musa A.S.
Ona bir asa gerekliydi.
Kızını çağırdı, bir asa getirmesini söyledi.
Bizim davarımızı yayarken yararlanır belki! …Dedi.
Kız bir asa getirdi.
Bu asa, Şuayb’a emanetti.
O yüzden bu asayı vermek istemedi.
Başka bir asa istedi.
Yine aynı asa idi getirdiği!
Kızım bundan başka bir asa istiyorum hep aynısını getiriyorsun.
Git başka bir asa bul getir. Dedi.
Yine aynı asa vardı kızın elinde.
Şuayb a.s. Çaresiz Musa’ya o asayı verdi.
Asa iki çatallı, ucu eğri ve de kancalı idi.
Verdi amma, bir türlü içine sindiremedi.
Musa’yı buldu ve asayı geri istedi.
Bu sefer de, Musa vermedi.
O benim oldu dedi.
Bir hakem gerekiyordu.
Bir müddet sonra oraya gelecek bir insanın
Hakemliğine baş vurmada anlaştılar.
Biraz sonra insan kılığı İçinde bir Melek geldi.
Dedi ki,
- “Asayı yerden, kim kaldırabilirse asa onundur.
Şuayb kaldıramadı asayı yerinden!
Musa ise kolayca kaldırdı onu.
MUSA A.S. TUR’U SİNADA
Musa Aleyhisselâm süreyi doldurunca!
Onuncu yılın sonunda da ayrılmak için izin istedi.
--Bana ailemle izin veriniz.
Birlikte yanınızdan ayrılalım gidelim dedi.
Babaları Şuayp peygamber, kabul etti bu dileklerini.
Ve şöyle dedi:
“Ey oğlum!
Benim ne malım ne dikilecek kumaşım var.
Bu kıza çeyiz veremem. Şu koyunlarımdan başka bir şeyim yok!
Bir yıl daha kal, koyunlarımın erkek yavruları senin olsun.” Dedi.
Bu arzuya uyan Musa bir yıl daha kaldı.
Bakınız ki! O yıl koyunlar hep ikiz doğurdu.
Tamamını Şuayb a.s. Musa’ya verdi.
290
Dedi ki:
“Ey Musa! Dişisi olmadan bu koyunlar nasıl üreyecek?
Bir yıl daha kal, dişi doğan kuzular senin olsun!
Musa bir yıl daha kaldı.
Tesadüf mü? Mucize mi? Nasıl yorumlanırsa yorumlansın,
O yıl doğan yavruların tamamı dişi idi!
Şuayb a.s. onları da Musa’ya verdi. Böylece Musa’nın koyunları,
Kayın babası Şuayb’ın koyunlarından çok oldu.
Musa a.s.
Ailesiyle, Medyen’den ayrıldı. Mevsim kış idi.
Yolu bazen düz, bazen de yokuş idi.
Ne yöne gittiğini bilmeden yürüdü gece gündüz.
Geceleri ateş yakar, gündüzün yaprak toplar,
Böylece yol almaya çalışırdı.
Soğuk bir kış akşamıydı.
Yağmur yağıyor, Tur-u Sina dağının batı yakasında,
Şimşekler çakıyor göz gözü görmüyordu.
Böyle bir gecede tutu!
Doğum sancısı, tuttu zevcesini!..
Ateş yakmak için çakmağı çaktı, çaktı!
Çakmak bir türlü ateş almadı!
şaşırdı!..
Tekrar, tekrar çaktı, çaktı durdu çakmağı….
Ne çare, çakmak bir türlü ateş almıyordu.
Son derece daraldı, bunaldıkça bunaldı.
O anda dağda bir ışık yandı.
“Ailesine siz burada durun, gerçekten ben bir ateş gördüm,
Belki ondan bir haber, ya da tutuşmuş
bir odun getirebilirim de ısınabilirsiniz..” Dedi.(Kasas29)
Şafaklara yansıyan, sevdanın aynasıdır,
Yıllar geçtikçe aşklar, gelir derde dayanır,
Yüreğinden seslenen, şarkının aynısıdır.
Süzülürken derdinden, göz yaşları boyanır.
Ezgi ezgi her sözün, nağmesi sanki duvak,
Üşüyen damarlarda, ısıtamaz kanını.
Ne çileler yaşanmış, şu maziye dön de bak!
Verse bile alamaz, o vefasız canını!
291
Bıraktı dermanını, ol derdin padişahı,
Makamında oturup, mevsim, mevsim çiledi.
Dert çekti acı çekti, arşa yükseldi ah’ı
Gider ayak herkese, mutluluklar diledi.
Gördüğü ateş değildi!
Yüce Rabbin nurunu görmüş idi.
Yeşil ağaçları yakmıyor,
Dumanı da çıkmıyordu!
Yaklaştıkça o Nur’a, gördü ki,
Nur, kutsal vadinin sağındaki bir ağaçtan çıkıyor!
Gök yüzüne doğru fışkırıyordu!
Korktu, geri dönmek istedi.
Fakat ateş ona yaklaştı! Korkusu arttıkça arttı.
Gözlerini kapattı, uzanıp yerlere yatınca,
Kutlu yerdeki vadinin sağ yanındaki, ağaçlıktan:
Bir ses duydu.
“—Ey Musa!
Şüphesiz ben, alemlerin Rabbi olan Allah’ım.” Diyordu (Kasas 30)
“Musa:
-Rabbim! Bana kendini göster, sana bakayım! Dedi.
Mümkündür, Ondan her an bir şey dilemek,
Ne mümkün, dünya gözüyle onu görmek!
Allah!
-Sen beni göremeyeceksin amma dağa bak,
Eğer dağ yerinde kalırsa, sen de beni görürsün! Dedi.
Musa dağa baktı.
O da ne?
Musa bakınca dağa, dağ yerinden kayboldu!
Musa da düşüp bayıldı….
Kendine gelince;
Ya Rabbi, sen münezzehsin, sana tövbe ettim.
Sana inanandım. Ben inananların ilkiyim.” Dedi (Araf 143)
Kulaklarında ki ses!
Musa!...Muuusa!....
Ey Musaaaa!...Diye çınlıyordu.
Korku içerisinde kalan Musa,
Buyurun, Musa benim emrine amadeyim!..
Buyur!....
Buyur, diyordu amma çağıranı ne biliyor,
Ne de görüyordu.
292
Sen kim sin?” Nedir derdin?
Diyen hitap, yükseklerden geliyordu!
“Ey Musaaa!..
Şüphesiz ben senin Rabbinim.
Haydi pabuçlarını çıkar, çünkü sen, mukaddes vadide Tûva’dasın.
Ben seni, peygamberliğe seçtim.
Şimdi vahiy olunacak şeyleri dinle.
Bana ibadet et, namaz kıl. …
“----“Kulum beni andığında,
Ya da, dua ettiğinde yanındayım buyurdu.” (Ta-Ha 11-13)
Musa A.S. Alemlerin Rabbine, “Hamd olsun” dedi.
Dedi demesine amma!...
Heyecanından sanki canı çekildi.
Bacakları titredi, dili tutuldu, ölü gibi hareketsiz,
Uzandı yere!…….
PEYGAMBERLİK VERİLMESİ
Yüce Allah, bir melek gönderdi,
Onun kalbini güçlendirdi, aklı başına geldi.
“----Ey Yüce Rabbim !
“Duyduğum ses senin mi? Yoksa elçinin mi?” Diye sordu.
Rabbi!
----“Evet o benim yaklaş bana buyurdu!
Ey Musa, Elindeki nedir senin?”
Musa a.s. o benim asamdır.”
Rabbi,
----Onunla ne yapar nerede kullanırsın?”
Musa a.s.
---“Ona dayanırım, ağaçlardan yaprak silkeler,
Yük taşırım. Ya Rabbi” dedi.
Rabbi, -“Ey Musa!
Onu, değneğini, şimdi yere bırak.
Bıraktı asayı yere.
Asanın yılan gibi kıvrım, kıvrım hareket ettiğini görünce,
Dönüp, arkasına bakmadan kaçtı.
EY Musa dön!
Dön gel!
Korkma şüphesiz güvende olanlardansın.!”(Kasas 31)
“Korkma çünkü benim katımda peygamberler korkmazlar.”
(Neml 10)
“Tut onu korkma! Biz onu yine asaya çevireceğiz.” Ta-ha 21)
Musa uzatınca elini, asa yine eski halini aldı.
293
Yüce Allah, başka bir mucize vermek üzere:
---“Şimdi elini koynuna sok.
(Alaca hastalığı gibi) bir hastalık sebebiyle omaksızın,
Lekesiz bembeyaz çıksın.
Ellerini kendine çek, korkun kalmasın.
Bu ikisi, Firavun ve Erkânına karşı,Rabbinin iki delilidir.
Doğrusu onlar yoldan çıkmış bir millettir. (Kasas 32) Denildi.
Allah, Musa’ya Peygamberlik vererek şereflendirdi.
Dokuz mucizeyi de ona lütfetti.
“Ey Musa!
Verdiklerimle ve sözümle seni insanlar arasından seçtim.
Sana verdiğimi al ve şükret” dedi.
Ona levhalarda her şeyden bir öğüt yazdık.
Her şeyi uzun uzadıya açıkladık.
Onlara sıkıca sarıl.
Milletine de emret ki, en güzel şekilde tutsunlar.
Size Allah’a karşı gelenlerin yurdunu göstereceğim.” (Araf 144-145)
Musa!
Bu mucizelerin sahibi olunca,
İçinde nur şelaleleri çağıldadı!
Döndü ailesinin yanına, yürümeye başladılar birlikte….
Tur vadisi geride kalmış, Mısır yolunu tutmuşlardı.
Eşine olanları anlattı, anlattı birer, birer.
.Eşi;
-Allah yardımcımız olsun, Ya Musa dedi.
Allah Musa’ya yine seslendi:
Ey Musa!
-“ Şimdi de git, Firavunu hak yola davet et.
Çünkü o azgınlardan oldu…”
Dediği zaman…..
Musa!
-“Ya Rabbi! Onlardan birini ben öldürmüş idim.
Bu yüzden onlardan korkuyorum dedi.
Kardeşim Harun’u da yardımcı ver.
Dili benim dilimden açık bana destek olur,
Göğsümü genişlet, İşimi kolaylaştır. Diye nida etti.
Allah!
Seni kardeşinle destekleyeceğiz.
İkinize bir kudret vereceğiz ki,
Onlar size el uzatamayacaklar.
Ayetlerimizle ikinize uyanlar galip gelecekler.”(Kasas 33-35)
294
Yücelerin Yücesinden,
Hem de, çok yücelerden kuvvet aldı güç aldı!
“And olsun ki , Musa ve Harun’a da, iyilikte bulunmuştuk.
(Saffât 114)
“Her ikisine de apaçık anlaşılan bir kitap vermiştik.” (Saffât 117)
MISIR’A DÖNÜŞ
Her ikisi de peygamberlikle şereflendiler.
Musa ailesi ile birlikte, Mısıra gece vakti girdi.
Ve bir evin kapısını çaldı.
Ev sahibi bir kadındı.
Ona!
-Biz Tanrı misafiriyiz bizi kabul etmenizi diliyoruz. Dedi.
Kadın da onları şefkatle güler yüzle buyur etti evine.
Oysa o ev sahibesi, Musa’nın annesiydi!...
Halbuki Musa bilmiyordu!
Annesi ile ev halkı çorba içiyorlardı.
Musa ve çocukları avluya girince,
Evdeki oğlu Harun annesine sordu;
-Kim bunlar?
Annesi;
Onlar, Allah konukları dedi.
-O halde onları da, çağıralım soframıza,
Avluya gitti.
-Ey sevgili konuğumuz,
Gelin sizde de soframıza, çorbamızdan için.
Gitti Musa onunla sofraya oturdu.
Sordular Musa’ya;
-Uzun bir yoldan gediğiniz belli.
Siz kimsiniz?
-Ben Musa’yım dedi.
Harun yerinden fırladı, Musa kardeşim dedi!..
Boynuna sarıldı.
Ayrılık yılları bana, seni tanıttırmadı.
Ben, senin kardeşin Harun’um!
HZ.Musa,
Tur-u Sina da ettiği duayı hatırladı.
Orada demişti ki;
“Ey Yüce Allah’ım!
295
Sen benim göğsüme ferahlık genişlik ver!
İşimi kolaylaştır, dilimin düğümünü çöz, çöz ki sözümü anlasınlar.
Yakınlarımdan birini kardeşim Harun’u bana vezir yap,
Yap ki, onunla sırtımı kalınlaştırayım.”
Bu duayı hatırladı, duasının kabul gördüğünü anladı!...
Şükürler olsun Rabbim, sana hamd ederim dedi.
Döndü Harun’a!
-Ey kardeşim!
Rabbim bizi, Firavunu doğru yola çağırmakla görevlendirdi.
Deyince, annesi hemen sofradan kalktı.
-Allah aşkına, Firavunun katına gitmeyin!
O sizi öldürür. Dedi.
Musa,
-Hayır, hayır ana!
Biz ikimiz de onun katına gideceğiz.
Bu bize Allah’ın emridir.
Hane halkını bırakıp vazifelerinin başına geçtiler.
Denildi ki Yüce Rabbin katından;
--Korkmayın sizinle beraberim her şeyi hem görür, hem işitirim.
Hemen gidin o Firavuna deyin ki!
Artık, İsrail oğullarını bizimle gönder.
Onlara işkence etme sakın!
Sakın karşı çıkma,
Çıkma, sözümüzü dinle,
Dinle ne diyor Rabbimiz.
Rabbimiz senin de, Rabbin değil mi?!...
İşte ondan sana, bir ayet getirdik.
Selâm, doğruya tabi olanlarındır.
Dedi ki,
“Hiç şüphesiz azap, peygamberleri yalanlayanların ve Hak’tan,
Yüz çevirenlerindir.” (Taha 45-48)
Aşksız hayat yaşanmaz, yaşansa da zor olur,
Ne şeref ne itibar, ne de bir mülk isteme.
Dindiremez yaşını, inleten bir zar olur,
Onlar fani yok olur, ona muhabbet besleme.
………Ebedi bir mutluluk, kazanmaksa dileğin,
…………..Kabul etmem İslam’ı, yolundan gitmem deme.
296
FİRAVUNU DİNE DAVET
Musa ve Harun, gecenin bir vaktinde,
Firavunun kapısına dayandı kapıyı çalıp uykudan uyandırdılar.
“----Siz kimsiniz, ne istiyorsunuz?”
“----Biz, Rabbil aleminin Resulüyüz!”
Hem biz hem sen, Allah’ın kullarıyız.”
Firavun;
-“O halde sizin Rabbiniz kim?”(Ta-ha 49)
-“Alemlerin Rabbi nedir?”(Şuara 23)
Musa;
-“Eğer, hakikati kesin olarak bilecek kimselerseniz, bilin ki;
O, Göklerin, yerin ve bunların arasında bulunan her şeyin Rabbidir.”(Şuara 24)
Onun birliğine iman edin.
Deyince, Firavun onları içeri aldı.
Musa’nın belinde, lif kuşak, sırtında abası,
Elinde asası bulunuyordu.
Firavun tanıdı onu!
“----Biz seni, yeni doğduğun zaman,
Evimizde büyütmedik mi?
Uzun yıllar aramızda kalmadın mı?
Sen nankörün birisin” dedi
Musa a.s “---Ben daha doğmadan,
Sen İsrail Oğullarının yeni doğan erkek çocuklarını,
Öldürtüyordun değil mi?
Senin sarayında büyümem bu yüzden olmamış mı? söyle !...
Firavun;
“----Alemlerin Rabbi de nedir?”(Şuara 23)
Musa a.s.;
“---Eğer kesin olarak bilecek kimseler iseniz,
Bilin ki o, göklerin, yerin ikisi arasındakilerin Rabbidir. ”Şuara 24 )
Firavun, Yanında bulunanlara:
“İşitmiyor musunuz?
O, sizin de Rabbiniz önce geçmiş olanların da Rabbidir dedi.”
Size gönderilen bu peygamberiniz, şüphesiz delidir.”(Şuara 25-27)
Benden başka bir İlah edinirseniz,
Seni zindana attırırım” dedi.(Şuara 29)
Musa a.s.; “—Sana apaçık bir şey,
Bir delil getirmiş isem de mi?” dedi.(Şuara 30)
Firavun;
“----Doğru söyleyenlerden isen haydi çıkar onu” dedi.
297
Bunun üzerine Musa a.s. asasını yere attı,
O da ne!
O asa, o anda apaçık bir ejderha oluverdi!...(Şuara 31-32)
-Ya Musa! Diye haykırdı.
Yılanı tut, sana iman edeceğim,
İsrail Oğullarını seninle göndereceğim, dedi Musa’ya!
Musa elini uzattı ejderhaya,
O anda ejderha dönüştü, bir asa ’ya!
Bir kol ki, mum misali bembeyaz,
Bir kol ki, beyaz bir nur direği,
Parıl parıl parıldar, hoplatır o yüreği.
Firavunun dili tutuldu sanki,
Musa’ya dokunması ne mümkündü!
Amma ant içtiği halde,
İnadından da asla vazgeçmiyordu.
Çevresindeki memleketin ileri gelenlerine;
-Musa’nın iyi bir sihirbaz olduğu hakikattir!
Büyüsü ile sizi bu topraklardan, çıkarmak istiyor.
Bu konuda sizler ne düşünüyorsunuz? Diye sordu.(Şuara 34-35)
Onlar;
-Bu düzme bir büyüden başka bir şey değildir.
Biz atalarımızdan böyle bir şey görmedik.
İşitmedik Dediler.
Firavun İsrail oğullarının, iman etmiş olanlarına,
İşkence ve çileyi reva görüyor,
Onlara rahat bir nefes bile aldırmıyordu.
Kendi adamlarına;
“-Ey ileri gelenler!
Sizin benden başka tapacağınız kimse olduğunu bilmiyorum.
Ey Haman!
-Benim için çamur üstünde ateş yak.
Tuğla hazırla, bana öyle yüksek bir kule yap ki,
Üstüne çıkayım.
Çıkayım da!
Musa’nın Rabbine bakayım!
Ben Musa’yı yalancılardan sayıyorum.”( Kasas 38)
Bunun üzerine Haman, tuğla ve kiremitlerden göklere baş çeken,
Bir saray ve kule yaptı.
Firavun en yüksek kulesine çıktı.
Bana bir yay ve de ok getirin dedi.
Ok’u yaya yerleştirdi.
298
Gerdi, gerdi yayı gücü yettiğince, nişan aldı göklere,
Sonra bıraktı oku, ok kana bulanmış olarak düştü!
Firavun işte, Musa’nın Allah’ını vurdum,
Öldürdüm onu! dedi!...
Yine döndü vezirlerine;
-Artık Musa’yı da öldüreyim mi? dedi.
Onların içinde inanmış biri vardı.
Kalktı ayağa!
-“Ey Hükümdarımız benim Rabbim TEK dir!
Asasıyla ve elleriyle size mucizeler gösteren,
Onun peygamberi Musa’yı mı öldüreceksin?
Geçmişteki kavimlerin, Rabbimin azabıyla nasıl,
Helâk olduklarını unutmayın!” Dedi.
Baki değil kimseye, dünyanın mülkü fani!
Gülü solmuş bağ harap, imdada yetiş YA RABB!
Hani neredeler şimdi, o saltanat sürenler,
Aman dileyen kula, erişir kudret eli.
Hicranla gönül harap, dert çöktü oldu viran,
İmdada yetiş ya Rab, gönül bitap perişan.
Firavun kavmine;
-Ey kavmim!
Bu gün devlet işte elinizde bulunuyor.
Siz dünyada büyük bir güce sahipsiniz.
Fakat Allah’ın azabı inecek olursa,
Benden başka sizi kim kurtarabilir!
Bundan sizi kim koruyabilir?
Ben size bildiklerimi söylüyorum.
Doğru yolu gösteriyorum dediğinde,
Adamları;
-“Musa ile kardeşini alıkoy memleketin her yerine,
Münadiler yolla, sana en bilgin büyücüleri getirsinler.”
Dediler.(A’raf 111-112)
Uydu Firavun onlara topladı büyücüleri.
-Ey büyücülerim!
Eşi benzeri olmayan, bir sihirbaz gelmiş memleketimize.
Onun hünerini kendi hünerinizle alt edin.
Bunu başarırsanız, sizi mükâfatlandırır,
Sizi halkım arasında, el üstünde tutar.
Kendime en yakın sayarım! Dedi.
Sihirbazlar!
-Galip gelirsek bize armağan verir misin?
Firavun!
299
Elbette, size armağanlar veririm.
Sizi mükâfatlandırırım. Dedi.(A’raf 113-114)
O zaman,
-Ey yüce hükümdar!
Yarış vaktini seç, bize bildir dediler.
Hazırlıklar bitince, haber salındı Musa’ya.
Ona giden haberci;
-Ey Musa!
Firavunumuz diyor ki,
Musa yarışmak için bir vakit seçsin.
Biz de, o da sözümüzden dönmeyelim.
Toplanacağımız yeri hepimiz bilelim.
Musa şöyle haber gönderdi.
-Toplantı günü,
Firavunun da çıkmakta olduğu bayram günüdür.
O gün öğle vakti bütün Mısır halkı orada toplansın.
İkimizin de yapacağını kendi gözleriyle görsün, dedi.
Firaun;
-Sihirbazlarına, bayram günü öğleyin,
Toplanmaları için haber gönderdi.
Her büyücü sınıf, sınıf gelsin,
Her kim karşısındakine üstün gelirse,
Mükâfatlandırılacaktır dedi.
Bayram sabahı, yarış alanına,
Halk, erkenden doldurmaya başladı.
Yarış vaktinde on beş bin kadar sihirbaz toplandı.
Hepsi Firavunun emri üzerine saf, saf dizildiler.
Her birinin elinde ipler,
Çatal ağızlı değnekler,
Asalar vardı.
Az sonra Firavun, iki tekerlekli arabasıyla geldi.
Borular çalındı!
Birden bire gözler bir yöne çevrildi.
Oradan nurani yüzlü iki kişi göründü.
Tabii ki bunlar Harun ile Musa idi.
Onlar da yerini aldılar.
Yarışın başlama saati geldi.
Borular çalındı.
Heyecanlanan halk arasında,
Dalgalanmalar, itiş kakışlar oldu.
Halk merak içindeydi.
Musa yerinden kalktı.
Ağır, ağır yürüdü sihirbazlara doğru;
300
-Yazıklar olsun size dedi.
Allah’a karşı yalan ve iftiralarda bulunmayın!
Yoksa sizi azap ile kırar geçirir.
Allah’a karşı yalan uyduranlar,
Elbette kaygı ve hüsran içinde kalırlar. Dedi.
Sihirbazlar da aralarında çekişe, çekişe konuştular.
Sonunda Musa’ya;
-Ey Musa!
Marifetini önce, ya sen koy, ya da biz koyalım dediler.” (A’raf 115)
“Asanı önce sen mi atacaksın?
Yoksa biz mi atalım dediler.”(Ta-ha 61-62)
Musa, siz atın önce dedi.
Büyücüler, ellerindeki ipleri ve asaları attılar yere,
Firavunun hakkı için, galip çıkacağız dediler.(Şuara 44)
O da ne öyle!
Asalar ve ipler birer yılan oldu,
Koşuyorlardı sanki, Musa’ya doğru!
Bakanların gözleri kamaştı!
Bu hali gören Musa korktu, heyecanlandı.
Kayır, kayır kaynaşan bir yılan dağı oluştu sanki!
Musa kendi kendine;
-Allah’ın adına ant içerim ki,
-Benim asam da ancak ejderha olmalı dedi.
Döndü Mısırlı sihirbazlara;
-“Bu sizin yaptığınız sihirbazlıktır. Göz boyamadır.
Allah onu boşa çıkaracaktır. (Yunus 81) Dedi.
Bunun üzerine alemlerin Rabbi,
“Korkma elbette onlara üstün gelecek olan sensin!
Sağ elindeki asayı yere at!
Onların yaptığı bütün yılanları yutar!.
Onların yaptığı bütün iş,
Göz boyacılıktan başka bir şey değildir.
Sihirbazlar nerede olursa olsun, asla başarılı olamazlar.”
(Ta-ha 68-69)
Bu emri alan Musa, elindeki asayı yere attı.
Bir yılan oldu asa!
Bu yılan da, ortada dolaşmaya başladı.
Firavunun ve halkın gözünde ejderha oldu.
Gözüken ipleri teker, teker topladı ve yuttu!
Koca meydanda yılandan iz bile kalmadı.
Biraz sonra Musa, eğildi asasını aldı yerden.
301
Ejderha o anda, yine asa‘ ya dönüşmüştü.
Bu durum karşısında, sihirbazlar şaşkına döndü.
En büyükleri ele başları idi.
O koşunca, diğerleri de, koştular Musa ya,
Önünde secdeye kapandılar.
Veeee:
“ Biz bütün alemleri var eden Allah’a,
Musa ve Harun’un Rabbine inandık.
İman ettik” dediler.(Şuara 48)
Bu durum karşısında Firavun,
Küplere bindi.
-Ben size izin vermeden ona inanıyorsunuz.
Size büyüyü öğreten, ustanız odur.
Öyleyse, ben size neler yapacağım!
Görürsünüz siz!
Diye adete köpürdü!
Sizin el ve ayaklarınızı, çaprazlama keseceğim,
Hurma dalına asacağım sizi!
O zaman göreceksiniz . “El mi yaman, Ben mi!”
Büyük Yaratanın mucizesini gören sihirbazlar;
-İçimize sabır ve tahammül yağdır,
Bizi Müslümanlıktan ayırma Rabbim!
Bizim canımızı imanlı olarak al ya Rab!...
Diye dua ettiler.
Firavuna da!
-Sen bize hiçbir zarar veremezsin!
Biz seni, gördüğümüz açık mucizelerden sonra,
Bizi yaratan Allah’a üstün tutamayız!
Sen de ne yapacaksan yap!
Senin hükmün yalnız bu dünyada geçer.
Bizi hiçbir zarara uğratamazsın!
Biz, Allah’ımıza döneceğiz.
İlk iman edenlerden olduğumuz için,
Rabbimizin, günahlarımızı bağışlayacağını umuyoruz.
Elbette Allah’ın mükâfatı daha hayırlı!
Cezası da daha süreklidir.” (Ta- ha 72-73) Dediler.
Bunun üzerine Firavun;
İki tekerlekli arabasını sürdü,
Kalabalığın arasından sarayının yolunu tuttu.
Adeta kaçar gibi, yarış alanını terk etti.
Sanki lânetlenmişti!
Yine de Allah’ın “BİR” liğİne inanmadı.
302
Firavun bütün zulmüne karşın,
Bazılarının, Hak dinde kalmasına tahammül edemiyordu.
İnananlara karşı eza ve cefasını artırmaya başladı.
Onun ekmeği ile beslenenler, ona destek olmak için saraya geliyor, Firavuna diyorlardı ki;
--Musa’yı ve milletini, yer yüzünde bozgunculuk yapsınlar, Fesat çıkarsınlar diye mi,
Serbest bırakacaksın?
Firavun!
-“Biz onların oğullarını öldürtüp, kadınlarını diri bırakacağız.
Elbette biz onları ezecek güçteyiz.” Dedi.” (Araf 127)
Musa da milletine;
“Allah’tan yardım dileyin. Sabredin. Yer yüzü Allah’ındır.
Kullarından dilediğini, ona mirasçı kılar. Sonuç Allah’tan sakınanlarındır.”(Araf 128)
FİRAVUNUN UĞRADIĞI MUSUBETLER
Hz. Musa, Firavunu ve kavmini doğru yola getirmek,
Tek Allah’a inandırmak için neler yaptı ise, bu millet ayıkmadı bir türlü. Bildiklerinden
şaşmadılar. Küfrün gayyasında yaşamaya devam ettiler. Başlarına gelen bütün felâketleri
de, Musa ve yanındakilerin uğursuzluğudur deyip çıktılar.
Milleti: “-- Ya Musa sen bize gelmeden önce de,
geldikten sonra da, eza ve cefadan kurtulmadık diyorlardı.
Musa da onlara;
-“Sabırlı olun. Rabbinizin, düşmanlarınızı da yok etmesi,
Ve yer yüzünde sizi onların yerine geçirmesi umulur.
O zaman, nasıl davranacağınıza bakar.” Dedi. (Araf 129)
Yüce Rabbimiz!
Firavun ve adamlarına bir ders vermek, onları gaflet uykusundan uyandırmak için, onları
kuraklığa, ekin kıtlığına uğrattı. (Araf 130)
(Nil nehrini kabartıp, Felâketler yaşattı.)
Ne zaman bir iyilik görseler bu bizim hakkımızdır diyor,
Kötülük rüzgarları esince de bu Musa ve ona inananların,
Uğursuzluğudur! Diyorlardı…
Bu felâketlerin Allah tarafından geldiğini bilemiyorlardı. (Araf 131)
Yüce Allah, bu cezalandırmalar hakkında şöyle buyuruyor:
“Biz de her birini ayrı ayrı birer mucize olmak üzere başlarına,
Tufan, çekirge, ürün güvesi (Haşerat) kurbağalar ve kan gönderdik.
(Hiç birinden ders almadılar.) Büyüklük tasladılar. Sonunda suçlu bir kavim oldular.
(Araf 133)
Dilerse, eldeki asayı ejderha yapar,
Sallayınca elini, parmağından nur kopar.
Yarar Kızıl denizi, boğdurur apar topar,
Nebilerdir hikmetin, tükenmeyen gömüsü.
303
Yaşasa da sarayda, mutlaka sonu hüsran.
Yağmur yerine gökten, yağdırır belâ her an,
Kör şeytandan Firavun, alırsa böyle ferman,
Alemi ibret için, çürütülmez ölüsü!..…
Bir gün gök yüzünü kara bulutlar kapladı.
Gök gürledi, şimşekler çaktı. Ardından sele dönen sağanaklar başladı. Önce
umursamadılar. Ama bir türlü yağmur dinmiyor. Fırtına, rüzgar kesilmiyordu. Evlere
tarlalara sular basmış. Ambarlardaki hasılat telef olmuştu. Sekiz gün süren yağmur ortalığı
berbat etmişti. Baktılar ki bu felakete çare yok.
Yine gittiler Musa a.s. ma!
O, yine dua etti. Yalvardı Rabbine, yağmur kesildi. Sular çekildi.
Temizlikler yapıldı. Şehir eski haline geldi.
Geldi gelmesine de!
Bu halk sanki Musa’ya gidip yalvaran halk değildi.
Verdikleri sözleri unutmuşlar. Ne Musa, ne de Musa’nın inandığı Allah akıllarına bile
gelmiyordu.
Bu uğursuzluğu Musa ve yanındakilerin üzerine yıkmışlardı bile!.....
Buna benzer felâketler yıllar yılı yaşanmaya devam edildi.
Bir yıl kurbağa istilası, gökten sanki kurbağa yağmıştı.
Bir keresinde bit istilası onları yakıp kavurmuştu. Her seferine Musa’ya yalvar yakar
oluyorlardı.
Felâketler geçince eski hamam eski tas, yine eski yaşantılarına devam ediyorlardı.
Yüce Allah bu asi kavmi, yeniden cezalandırmak istedi.
Onlara kanı musallat etti.
Ne yese ne içseler, kana dönüştü!
Pınarlardan akan kan,
Memelerden çıkan kan!
Kaynaklardan gelen kan,
Kan, kan, kan! Her şey kan!
Cariyesinin getirdiği beyaz süt,
Firavunun elinde kana dönüyor,
Bardağındaki su kana dönüyor,
Bunları gören Firavun deliye dönüyordu!...
Bu durum karşısında, Mısırlılar doldu saraya!
-Ey hükümdarımız!
Bizi bu belâdan kurtar dediler.
İsrail oğullarının yaptığı bed duadan yok olmak üzereyiz.
Diye yalvarmaya başladılar.
Akan suyumuz kan,
Sütümüz kan!
Balımız kan!
Yağımız, ayranımız kan!
Kana boyandı cihan!
304
Firavun bu şikâyetleri dinleyince,
Musa’ya haber saldı.
Şu belâyı kaldırırsan başımızdan,
Ben de, İsrail oğullarını serbest bırakırım! Dedi.
Musa a.s. yine dua etti Rabbine!
Kan belâsından kurtardı onları!...
Kurtardı kurtarmasına amma,
Yine Firavun ve adamları sözünden döndü!
Yine iman etmediler, yine eza ve cefa etmeye devam ettiler.
“Bunlar günahkâr güruhudur.”Duhan 22)
(Amma) Siz, yine de Firavuna mülâyim davranın.
Diye uyarıyordu Yüce Rabbimiz!...
Firavun rahat durmuyordu.
Musa a.s. mı alt etmek, onu kavminin gözünden düşürmek için
Elinden ne gelirse yapmaya çalışıyordu.
Bir keresinde Karun ile iş birliği yaptı.
Karun Musa a.s. mın akrabası olmasına rağmen,
En az firavun kadar o da Musa’ya düşmandı.
Firavun dünyanın en zengini, para babası,
Hazinelerinin anahtarını yüz deve katarının taşıdığı rivayet edilen bir adam.
İşte Firavun bu adamdan yardım istedi.
Şu Musa’nın hakkından ancak sen gelebilirsin.
Sen zengin ve güçlü birisisin.
Ne yapılacaksa birlikte yapalım.
Yeter ki Musa’yı gözden düşürülelim diye adeta yalvardı.
Tamam dedi Karun bana müsaade et!
Onu gözden gönülden düşürecek bir kumpas kuracağım.
Karun’un tanıdığı bir kadın vardı.
Bu kadın öyle güzel öyle güzel bir kadındı ki,
Güzelliği dillere destandı!
Amma ahlaksız biri idi.
Bu kadının da sermayeleri vardı. (affınıza sığınıyorum)
Kadının işi kadın pazarlamaktı.
Karun bu kadını çağırdı.
Bak dedi, seni ağırlığınca paraya, altına boğarım.
Eğer dediğimi yaparsan.
Kadın, nedir o? Ne yapmamı istiyorsun?
Kralımız, hükümdarımız Firavun hazretleri,
Musa’yı bayram yerine davet edecek.
Tabii ona inananlar,
İnanmayanlar bütün halk da orada olacak.
Sana orada işaret edilince kalkacaksın,
305
Musa’nın seninle zina ettiğini ilan edip bağıracaksın!
İşte o zaman Musa, milletin gözünden düşecek, ona inananlar ondan kopacak, rezil bir hale
düşecek. Dedi.
Kadın seve seve kabul etti bu teklifi.
Bütün millet toplantı yerine çağrıldı.
Hz. Musa ve Harun a.s. da davet edildi bu toplantıya.
Musa a.s bir tepeciğin üstünde idi.
Firavun yine şa şa içinde arabası ile geldi.
Vakur içinde o da yerini aldı.
Bir münadi şöyle bağırdı.
Bu gün burada bir gerçeği açıklamak üzere toplanmış bulunuyoruz.
Bu güne kadar bizim tanrılarımızı reddeden,
Gittiğimiz yolun yanlış olduğunu söyleyen,
Kendi inandığı tanrıya inanmamızı isteyen Musa var ya!
Onunla ilgili bir gerçeği aydınlığa çıkaracağız dedi.
(Musa’yı can evinden vurup, onu yok etmekti amaçları.
Bu yüzden çok ağır bir suçlama yapacaklardı.)
Şimdi, aramızda bulunan, hepinizin tanıdığı şu kadın,
Bir itirafta bulunacak.
Sizler buna şahit olacaksınız dedi.
Kadını çağırdı. Ona şöyle dedi.
Sen Musa ile zina işledin mi, işlemedin mi?
Büyük bir sessizlik oldu.
“Tevrat’a göre de zina büyük bir suç idi.
Cezası taşlanarak öldürülmekti.”
Musa a.s. da ayağa kalktı.
Bu nasıl bir soru idi. Asasını kaldırdı havaya, gözlerini kapadı.
Sığındı Yaratana!
Dönüp kadına bakmadı bile!..
Kadın bir Musa’ya baktı,
Bir Firavuna baktı bir de Karun’a….
Şöyle bir cevap verdi.
Hayır ben Musa ile zina işlemedim.
Onunla hiç muhatap olmadım, onu görmedim bile.
Ben de tövbekar oldum. Musa’nın Allah’ına inanıyorum dedi.
Bunun üzerine orada bulunanlar da, o anda biz de Musa’nın inandığı Tek Allah’a inandık
dediler.
Firavun bir kere daha rezil oldu.
Bindi arabasına oradan kaçarcasına uzaklaştı.
306
MISIRDAN ÇIKIŞ VE KIZIL DENİZ OLAYI
Firavun hiç rahat durmadı ki!
Musa’yı öldürüp ortadan kaldırmaktan başka çare kalmamıştı.
Ordusuyla Musa’yı ve ona inananların üzerine yürümek üzere hazırlıklara başladı.
İşte bunun üzerine Rabbim, Musa’nın ve kavminin Mısırdan çıkmalarına izin verdi.
“Ey Musa!
Benim kullarımla birlikte geceleyin yola çık!
Sonra onlara denizde kuru bir yol aç!
Düşmanın size erişip, yetişmesinden korkma!
Yılma onlardan.(Ta- Ha 77) Diye gereken izni verdi.
HZ. Musa bu emri alınca; Topladı tüm kavmini.
Onlara Mısırdan çıkılacağının haberini verdi.
Her kes hazırlığını yapsın.
Mısırdan çıkıp gideceğiz.
Ama telaşa kapılmayın. Bilmesinler gideceğimizi,
Evlerinizden çıkarken,
Yanık bırakın lâmbalarınızı,
Yanık bırakın ki, bilmesinler çıktığınızı!
Arkadaşlarınızla yolda konuşmayın,
Konuşmayın ki, duymasınlar,
Duymasınlar sesinizi.
Sesinizi duyup da,
Bilmesinler çıktığınızı!
Komşularınızdan, bazı süs eşyalarını ödünç olarak alın,
Alın ki, bilmesinler gittiğinizi!
Birisiyle karşılaşınca da, sorarlarsa!
Sorarlarsa adınızı, sen kimsin diye?
Sadece Amr deyin!
Bilmesinler, bilmesinler şehri terk ettiğimizi!...
(Bu söz parola idi.)
Mısırlı erkeklerden olan çocukları, kadınları,
Evlerinde bıraktılar.
İsrail oğullarından doğanları yanlarına aldılar.
Belli ki nesillerini, arılaştırmak istiyorlardı.
Gece şehirden gizlice çıktılar.
Gökte ay parlıyor onlara yol gösteriyordu!
Sessiz sedasız doğuya, TİH Sahrasını geçip,
Arz-ı mev’uda doğru yol alıyorlardı.
Çok hızlı bir yürüyüştü bu!
307
Musa;
“ Ey Rabbimiz,
Hakikaten sen Firavuna ve ileri gelenlerine, dünya hayatında,
Ziynet ( haşmet ) ve nice mallar verdin.
Senin yolundan yine de saptılar!
Ey Rabbimiz!
Onlara bu servetleri sapıtsınlar diye mi verdin?
Sen onların mallarını yok et!
Rabbimiz!
Kalplerini şiddetle sık, sık ki,
Onlar o çetin azabı görünceye kadar,
İman etmeyeceklerdir. “(Yunus 88)
Musa ve ona inanlar, Cebrail’in rehberliğinde,
Kızıldeniz’in kenarına kadar geldiler.
Önlerinde düşman gibi deniz,
Arkalarında deniz gibi
Düşman sardı dört bir yandan.
“Bunu duyan Firavun, kuvvetli bir ordu ile,
Takip etti onları.”(Şuara 52)
Yetişti imdadına! Yüce Rabbin kudreti!
“Asanı denize vur” Ya Musaaaaaa!
Vuuur, vuuuuur! Diyordu bu ses!
Vurunca asasını yarıldı deniz ortasından,
İki taraf koskocaman dağ oldu,
Sular çekildi ( iki tarafa,) kupkuru bir yol oldu! “Şuara 63)
Ve Musa, kavmi ile geçti salimen!
Firavun ve orduları, girince denize, kapandı deniz!
Dev dalgalar oluştu, Firavun ve ordusu belâsına kavuştu.
Firavun tam boğulurken açtı elini!..
---“İsrail oğullarının inandığı “TEK” Allah’a inandım.
Beni affet ya Rabbi! Ben de Müslüman’ım dedi.”(Yunus 90)
Rabb- il Alemin!.
“Şimdi mi inandın?
Daha önce, baş kaldırmış, bozgunculuk etmiştin!
Bu gün gark olan cesedine kurtuluş vereceğim ki, sonrakilere ibret olsun,” Diye
buyurdu.”(Yunus 92)
(İbret-i Âlem için o ceset halâ çürümeden durmaktadır.)
308
NASIL İNKAR EDER Kİ
Kâinatta ne varsa , yaratıldı hiç yoktan,
Cinler yalın alevden, insanoğlu topraktan,
Aldığı her bir nefes, lütufken ona Haktan,
……….Daha nice sırlardan, haber verirken Kur’an,
……….Nasıl inkar eder ki , inandım diyen insan.
Diledi de kurtardı, boğulmaktan kulunu,
Yardı kızıl denizi, düz eyledi yolunu,
Şirk koştu da Firavun, put eyledi çulunu,
……….Boğuşurken sularda, yetişti ona hüsran.
……….Nasıl inkâr eder ki, inandım diyen insan.
Masmavi gök kubbeyi, ondan başka kim bezer,
Çizdiği yörüngede, ay güneş yıldız gezer,
Balıklar ve gemiler, engin denizde yüzer!
………Halâ görmezden gelir, bunları kara vicdan,
……….Nasıl inkâr eder ki, inandım diyen insan.
Tüm övgüler onadır, şanı yüceden yüce,
Onun emriyle bürür , gündüzü kara gece,
Var mı iki cihanda , karşı koyan bu güce,
……….Anlatamaz bu gücü, aciz kalırken lisan,
……….Nasıl inkar eder ki, inandım diyen insan.
KAVMİ İLE DÖNÜŞ YOLUNDA
Musa ve kavmi,
Denizi geçince yollarına devam ettiler.
Kavmi ile birlikte çöllere düştüler.
Musa, elinde ucu iki çatallı asası ile en önde gidiyordu.
Fakat arkasındakilerin ayakları bir türlü ileri gidemiyordu!
Bir gizli kuvvet onları geri, geri çekiyordu sanki!
Musa da durdu, bakındı etrafına.
Yaşı ilerlemiş kimseler, ihtiyar babalar yanıma gelsin dedi.
Toplandılar yanına!
-Bu halinizin, adım atamamanızın sebebi nedir? Diye sordu.
Ey Musa dediler:
--Yusuf a.s. ölürken bir vasiyette bulunmuş.
Ben öldüğüm zaman buraya gömün amma!
309
Mısırdan çıkarken, benim na’şımı da alın yanınızda götürün demiş.
Orada bulunanlar da;
--Tamam götürürüz diye söz vermişler.
Bu vasiyeti dedelerimizden duymuştuk!
Bu halimiz her halde ondandır!
Onun na’şını bulup alıp gitmeliyiz. Dediler.
Musa tekrar sordu;
-Onun kabri nerededir?
-Bilmiyoruz dediler.
O zaman, Musa yüksek sesle bağırdı!..
-Allah’ını seven,
Yusuf Atamızın mezarını bilen varsa söylesin!
Bana haber versin. Bunu bilmeyenlerin,
Bilip de söylemeyenlerin kulakları sağır olacak!
Benim sözlerimi duymayacaklar!
Bunu da böyle bilin dedi!
Sonra yerinden kalktı.
Sıralar arasında hem dolaşıyor,
Hem de bu sözcükleri tekrarlıyordu!
Kimsede bir kıpırtı bir hareket görmüyordu.
Demek ki, kulakları sağır olmuştu.
Bu da onun bir mucizesi idi.
Sonunda;
Bir kocakarı, bir nine onun sözlerini işitti.
O sağır olmamıştı.
-Ey Musa diye seslendi.
Sana Yusuf’un kabrini gösterirsem,
Her sorduğuma cevap verir, her istediğimi yapar mısın? Dedi.
Musa,
- Rabbimizden sormam lâzım.
Diye cevapladı.
Yüce Rabbimizden nida erişti.
-Ey Musa istediğini ver!
Sordu Musa kadına: Ne istiyorsun?
-Sen cennet odalarından hangisine inersen,
Ben de seninle beraber oraya inmek istiyorum.
Razımı sın?
-Evet dedi Musa a.s.
Kadın; Ben ihtiyarım gücüm kuvvetim yok yürüyemiyorum.
Beni bir hayvana bindir.
Bindirdi onu Musa a.s. bir merkebin sırtına!...
Birlikte döndüler Nil nehri kenarına.
310
Kadın;
-Atanız Yusuf Nil kıyısında gömülüdür.
Dua et sular çekilsin biz de onu bulalım!
Musaa.s. açtı ellerini dua etti Rabbine.
Sular çekildi. Kabir çıktı meydana!
Kazdı Musa üzerindeki toprağı, çamuru temizledi.
Mermer bir lâhit çıktı!
Açtılar onun kapağını, Yusuf peygamberin na’şını ,
Aldılar. Götürdüler.
İsrail oğulları o kadar sevindi ki,
Bacaklarına kollarına güç geldi.
Şarkılar, ilâhiler söyleyerek,
Doğu’nun yollarına düştüler.
Adanan ülkeye, Kenan diyarına,
İshak ve Yakup peygamberlerin,
Gömülü oldukları topraklara doğru ilerlediler.
Şöyle diyorlardı şarkılarında:
Yüce Rabbimiz sensin, seni kutsayacağız.
Kurtuluşumuz sendedir, seni yücelteceğiz.
Firavunu boğan sensin,
Askerini kovan sensin,
Taş misali batırarak,
Derinlere gömen sensin.
Gazabınla ceza verip,
Gönüllerde doğan sensin.
Senden daha heybetli,
Senden daha güçlü kuvvetli,
Senin gibi tanrı yoktur!
Semalarda kardeşin,
Göklerdeki güneşin,
Var mı? başka bir eşin,
Elbette yoktur, yoktur, yoktur başka bir eşin.
Saltanatın ebede dek sürecek, sürecek!
Elbette Kâinatın sahibi sensin!
Hükmün ebede dek sürecek, sürecek!
Nihayet,
Sina çölünde putlara tapan onları tanrı yapan,
Bir kavmin yanına geldiler.
311
Onları gören kavmi,
-Ya Musa!
Buradaki kavmin taptığı putlardan bize de yap!
Bizde ona tapalım dediler!
Musa onlara:
Gerçekten siz çok cahil insanlarsınız.
Hiç şüphe yok ki,
İçinde bulundukları din, taptıkları şeyler ,
Bütün yaptıkları işler batıldır. Amelleri boştur.
Allah sizleri bütün alemlere üstün kılmışken,
Ondan başka bir tapacak mı araştırayım?
Sizin Rabbiniz, sizi Firavundan ve onun cezasından kurtarmıştır.
Onlar size belânın en çirkinini yaşattılar.
Erkek çocuklarınızı öldürüp, kızlarınızı bıraktılar!
Bunda size büyük bir musibet vardı.(Araf 138-141)
Yollarına kızgın çöllerde devam ettiler.
Sina denilen bu çöller acımasızdı.
Bir yandan sıcak, öte yandan susuzluk ağlattı analarını.
Mara denilen bir yere geldiler. Orada su boldu.
Işıl, ışıl parlıyor, şırıl, şırıl akıyordu.
-OOOOH BEEE!
Nihayet bir su bulduk dediler.
Eğildiler suya avuçladılar içmek için!
O da ne içemiyorlardı suyu!
Zehir gibiydi su!
Onun içindir ki bu suya; Mara= Acı su dediler.
Bütün başlar döndü Musa a.s ma!
Yumruklar sıkıldı.
Ya Musa, şimdi ne içeceğiz?
Musa a.s.
Adeta feryat edercesine!
Yalvardı yakardı.
Bize yardım et Ya Rabbi dedi.
Hak Tealâ;
Ya Musa! Şu ağaca bak dedi.
Gitti Musa ağaçtan bir dal kopardı.
Vurdu o acı suya!
Su tatlılaştı!
Rabbim uyardı Musa’yı!
-Ya Musa!
-Eğer sen Rabbinin sözlerini dikkatlice dinler,
Onlara kulak verir yerine getirirsen!
312
Mısır’ın üzerine musallat ettiğim sıkıntıları yaşamazsınız.
Çünkü ben sana şifa veren Allah’ım! Dedi.
Oradan tekrar hareket ettiler.
Elin denilen bir yere geldiler.
Orada on iki su kaynağı on iki pınar buldular.
Kıyısında yetmiş tane hurma ağacı vardı.
Kavim bu ağaçların dibine,
Gölgelerine oturdular, yorgunluk çıkardılar..
Tur-u Sina müjdesi, olmazdı saatinde,
Vuslat vaadini, vermeseydi ol Rahman,
Vücut mülkü tarumar, nice çile kalbinde,
Hasret ateşi yakar, öldürürdü o zaman.
Kavuşmak için garip, bulamazsa bir derman,
Ruh terk eder bedeni, deva olmaz elinde.
Uçup gider sonsuza, alınca Rab dan ferman,
Vakit saat gelince, hece biter dilinde!...
“Yer yüzünde haksız yere büyüklük taslayanlara,
Ayetlerimden yüz çevirteceğim.
Onlar bütün ayetleri görseler, yine de inanmazlar”.(Araf 146)
Suya kanan İsrail oğulları tekrar yürüdüler.
Yine kızgın çöllerde acıktılar susadılar!
Hak Tealâ nida etti Musa’ya!
-“Asanı vur taşa! Ya Musaaaaa!.....
Vurdu Musa a.s.
Taştan on iki pınar kaynadı!
Herkes içeceği pınarı belledi!” (Bakara 60)
Karınları da çok acıkmıştı!
-“Ya Musa dediler!
Biz bir çeşit yemeğe katlanmayız.
Bize arzın yetiştirdiği,
Hıyar, sebze, sarımsak, mercimek ve soğan,
Vermesi için Rabbine yalvar!”(Bakara 61)
Çünkü onlar, Mısırda yaşarken,
Firavunun aş hanelerinden balık, hıyar, kavun,
Pırasa, soğan sarımsak yerlerdi.
Şimdi onun için onları istiyorlardı.
Sanki canlarının kuruduğunu hissediyorlardı!
Musa a.s. Onlara;
“Adi şeyleri hayırlı şeylerle değiştirmek mi istiyorsunuz?
313
O halde şehre girin.
Orada istediğinizi bulursunuz.!” Dedi.(Bakara 61)
Onlar şehre inme yerine, dileklerinde ısrar ettiler.
Hak Tealâ onlara kerem etti!
Bıldırcın kuşları yağdırdı!
Onları tutup kestiler ve yediler.
Kudret helvası ihsan etti!
O zamana kadar böyle bir şey yememişlerdi!
Gök mutfağından üzerlerine türlü, türlü yemekler gönderildi!
Bunların nereden nasıl geldiğine bir türlü,
Akıl erdiremediler.
Bunlar Rabbin, Peygamberlerine gösterdiği,
Mucizelerden başka bir şey değildi!
Şuayb peygamber;
Damadı Musa ile ilgili bir çok fısıltı duymuştu.
Ona, senin damadın Musa, Firavunla boğuştu.
İsrail oğullarını Mısırdan çıkardı.
Nil nehrinde Firavunu boğarak,
Nehirden geçtiler!
Sina çölünü geçtiler.
Yollarına çıkan Amelika kavmi ile savaşıp onları yendiler.
Susuz kalan kavmine su buldu,
Açlıklarını,
Bıldırcın etiyle, türlü yemeklerle giderdi.
Bu haberleri alan Şuayb a.s. kızını bu kız,
Musa’nın karısı idi, iki torununu aldı,
Musa’nın ziyaretine gitti.
O zaman Musa Rabbinin emri ile, Tur dağına gitmişti.
Şuayb a.s. haber gönderdi Musa’ya.
-Ey Musa,
İki oğlun ve karınla sana geliyoruz.
Musa onları karşıladı. Elini öptü kayın pederinin.
Birlikte bir çadıra girdiler.
Hal hatır sordular. Çektikleri zorluk ve sıkıntıları anlattılar.
O zaman Şuayb a.s. Açtı ellerini Rabbine dua etti.
-Ya Rabbi sana hamd-ü senalar olsun!
İsrail oğullarını kurtardığın için sana şükrediyorum dedi.
Kurbanlar kesti.
Musa a.s. ma öğütlerde bulundu!
Bu öğütleri dinleyen Musa teşekkür etti.
Onları uğurladı.
Musa Tur-u Sina’ya çıktığı zaman Rabbi,
-“Ya Musa sen niçin kavminden önce,
314
Acele ederek koşa koşa geldin?”(TA-HA 83-84)
Diye sormuştu!
Musa;
Kavmim de orada senin emirlerine uygun ibadet ediyorlar..
Ben benden hoşnut olasın diye acele ettim.
Koşaaa, koşaaa geldim demişti!...
O Zaman yüce ALLAH:
-Biz senin ayrılmandan sonra onları denedik!
Samiri , onları sapıttıkça sapıttı.
Yaptığı putlar ile doğru yoldan çıkarttı!
Fitne yolunu seçip, Tek Allah’tan vaz geçirtti.
Diye buyurdu.
İşte o zaman, Samiri onlara;
Altın’ dan ve ziynet eşyalarından,
-“Böğüren bir buzağı heykeli yaparak sizin de Musa’nın da, işte budur İlâh’ı ! Dediğini
Musa unutmuştu! (Ta-Ha 88)
Musa, milletine kızgın ve de çok üzgün olarak,
Dönmüştü ya!... (Ta- Ha 83-85)
Hani!
Tur-u Sina’ya, Allah’ını aramaya…
Bulmaya gitmişti de dağdan dönünce,
Kavmini yine sapıtmış, yine putları,
İlah edinmişlerdi ya……
O zaman kardeşine;
-“Ey Harun:
Seni benim yolumdan gitmekten alıkoyan nedir?
Benim emrime karşı mı geldin?”
Deyip sakalına yapışmıştı ya!..
Kardeşi:
“-Ey annem oğlu,
Saçımdan sakalımdan tutma;
Doğrusu ben, İsrail oğullarının arasına ayrılık soktun,
Sözüme bakmadın, demenden korktum.”
Diye cevaplamıştı!...(Ta-Ha 94)
Musa;
----“Ey Rabbim beni de kardeşimi de affet,
Bizi rahmetinin içine sal, esirgeyen bağışlayan sensin.” Demişti.(Kasas 35)
Veee!
Elini kardeşinin başından ve şapkasından çekti.
Samiri’ye döndü.
-Ey Samiri!
Senin bu yaptığın iş nedir? (TA-HA 85)
315
Samiri de;
-“Ben onların görmediklerini gördüm. (Cebraili)
O elçisinin izinden bir avuç toprak aldım.
Onu erimekte olan mücevherlerin içine savurdum.
Nefsim bunu bana hoş gösterdi, böyle yaptırdı Dedi.
(Yaptığı buzağı rüzgar estikçe böğürüyordu!)
HZ. Musa da:
-“Öyleyse defol!
Bundan sonra, “Hayatta, bana dokunmayın!”
Demeden başka yapacağın bir şey yoktur.
Senin için, asla kaçamayacağın bir ceza daha var.
Üzerinde titrediğin, tanrı diye yapıp taptığın tanrına bak!
Onu yakacağız sonra denize dökeceğiz.
“Sizin tanrınız, ancak, Ondan başka tanrı olmayan,
TEK ALLAH’TIR. İlmi her şeyi içine almıştır.”(TA-HA 95-98)
HZ. Musa kavmi içinden yetmiş kişi seçti.
Bunlarla Tur’a çıkacak, Yüce Rabbinden özür diletecekti.
Yetmiş kişiyle çıktılar dağa….
Bir yere geldiklerinde onlar:
--Biz Rabbimizi açıkça görmek istiyoruz!
Onu görmeden sana da iman etmeyiz. Dediler.
Sen Rab ile konuştun. Bize de göster dediler!
Onlar böyle asi olunca!
Gökten bir yıldırım düştü,
Asilerin hepsi kavruldu!..
O zaman Musa a.s. ağlayıp sızlamaya başladı.
Ya Rabbi!
Ben döndüğüm zaman, kavmime ne diyeceğim?
Ne diyeceğim de ikna edeceğim onları.
Seçtiğim hayırlı adamları öldürdün!
Şimdi ötekiler bana nasıl inanır?
O kavmin akılsızlığı yüzünden,
Hepimizi yok mu edeceksin?
Bu bizi sınamak için verdiğin bir ceza mıdır?
Sen dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola sevk edersin!. Dedi.
Yüce Rabbim Musa’nın bu yalvarışına karşı,
-Senin seçtiğin bu yetmiş kişi buzağıya tapanlardır.
Musa!
-Ya Rabbim onları affet!
Onlara can ver! Diye dua etti.
Rabbim de onları tekrar diriltti.
Önce biri diriliyor,
Yerinden kalkıyor, sonra öteki diriliyordu!
316
Dirilenler ölü arkadaşlarını seyrediyor,
Heyecanlanıyor,
Bunun nasıl gerçekleştiğine şaşırıp kalıyorlardı.
Hepsi dirilince!
Döndüler Musa’ya;
Ey Musa sen Allah’a dua ettiğin zaman,
Ne dilersen sana ihsanda bulunuyor.
Dua et bizim için,
Bizi de peygamber yapsın! Dediler.
HZ. Musa;
Onlara, Yüce Allah’ın emirlerini öğretti.
Onları ikna etmeye çalıştı.
Tekrar yola düştüler.
Eriha denilen ülkeye yaklaştıkları zaman,
Musa a.s. On iki boydan on iki başkan seçti.
Onlara; Siz önden gidin dedi.
Çünkü bu memlekette zalimler hüküm sürüyor.
Siz bu zalimlerden haber alın getirin dedi.
Bu on iki kişi topluluktan ayrıldı.
Onlardan uzaklaştıklarında,
AC, adında azgın bir kişi onları yakaladı.
Uçkurunun ipi ile bağladı ellerini kollarını,
Karısına götürdü. Bak şunlara dedi.
Bunlar bizimle savaşacaklarmış!
Al onları ayağının altına ez!
Anlasınlar biz kimiz!
Yoksa ben mi ezeyim?
Söyle ne yapayım?
Karısı hayır dedi. Hayır !
Onları serbest bırak. Bırak ki;
Anlasınlar bizim kim olduğumuzu!
Gidip anlatsınlar topluluklarına!..
Doğru söyledin dedi. AC da bıraktı onları…
Yolda giderlerken kendi kendilerine konuşuyorlardı.
Olup biteni anlatmasak mı?
Acaba diye tereddütlerini dile getiriyorlardı.
Anlatmayalım ki;
Onlar Allah’ın peygamberinden yüz çevirmesinler.
Sadece, Harun ve Musa’ya anlatalım dediler.
Tamam deyip sözleştiler.
Sözleştiler amma, bunlar sözünün eri değillerdi ki!
317
Yine de anlattılar kavimlerine!
İki kişi de gidip Musa’ya anlattı.
HZ. Musa bu korkuları karşısında dedi ki;
Allah size şöyle buyurmuştur.
“Ben sizinle beraberim.
Siz namazı dosdoğru kılar orucunuzu tutar,
Zekâtınızı verir, Peygamberlerine inanır,
Onlara yardım eder, muhtaçları Allah yolunda gözetirseniz,
Ben de sizin kötülüklerinizi örter, sizi içinden ırmaklar akan,
Cennetime koyarım!” (Maide 12)
Bu sözleri hatırlattıktan sonra şöyle devam etti.
-Ey benim kavmim!
Allah’ın üzerinizdeki bu nimetini hatırlayın.
O sizin aranızdan peygamberler çıkarttı.
Size hükümdarlar yolladı.
Kimseye vermediği şeyleri sizlere ihsan etti.
-Ey benim kavmim!
“ Allah’u Tealâ nın size nasip ettiği kutsal topraklara girin.
Sakın geri dönüp kaçmayın.”(Maide 20-21)
Bu durum karşısında ,Musa ve Harun;
-Ey halk!
Gözetlemek için gittiğiniz o diyar çok iyi bir ülkedir.
Eğer Rabbimiz bizden razı olursa, bizi o diyara götürecek.
Süt ve bal akan o ülkeyi bize verecek.
Siz, gelin, Allah’a asi olmayın.
Hem de o diyarın kavminden korkmayın.
Onlar bizim ekmeğimizdir.
Onları koruyan gölge üzerlerinden kalkıp gitmiştir.
Allah bizimledir. Onlardan korkmayın. Dediler.
İsrail oğulları bu sözler karşısında:
-“Ey Musa!
Orada zorlu bir kavim bulunuyor.
Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya giremeyiz.
Onlara sen git, Rabbinle birlikte onlarla dövüş!
Onları oradan çıkar,
Sonra da biz gidelim oturalım.!” Dediler (Maide 22)
Hayır, hayıııııır!
Asla oraya gitmeyiz.
Biz Firavuna, Köle olmaya bile razıyız.
Ne oraya gideriz. Ne de onlarla savaşırız.
Musa!
Sığındı yine Rabbine döndü “Ya Rabbi !
Benim kendi nefsimden ve kardeşim Harun dan başka,
318
Sözüm geçecek kimsem yok!
Bizi bu küstah bu asi cemaatten ayır” (Maide 25).
Diye dua etti.
Yüce Allah, kulu ve peygamberi Musa’yı teselli edecek,
Şu hitapta bulundu!
“Orası onlara kırk yıl haram edilecektir.
Onlar çöllerde şaşkın dolaşacaklar.
Sakın sen, küstahların halinden sıkılma!” (Maide 26)
Hani!
Dünyanın en zengini hazinelerinin anahtarını,
Deve katarları taşıyan Karun var ya!
Hani!
Dünya kurulduğu günden beri
Ondan daha zengini olmayan Karun var ya!
Hani!
Süslenmiş üç yüz cariye, dokuz yüz bin adamıyla,
Halkın arasına çıkan Karun var ya!
Hani!
Konağının kapısını altından,
Duvarlarını altın kaplama ile kaplatan Karun var ya!
İşte o, Musa A.S. mın amcasının oğluydu.
Büyük servet sahibi idi.
Firavun ve Haman gibi Karun da Musa a.s. mı yalanlayanlardandı.
Yüce Allah!
Firavun da Haman gibi, Musa’yı yalanladı!
“Çok yalancı bir sihirbazdır!” Dedi ” (Mü’min 23-24)
Dahası var!
HZ. Musa ya iftira atıp!
Bir fahişe ile, yattı diyerek zina ile suçlayıp İftira eden de oydu!
Uğursuzluğu, ondan bilerek, mucizelere inanmamıştı!
İşte o zaman Musa, Ya Rabbi!
----“ Senin düşmanın, benim rezil rüsva olmamı aşağılanmamı
istiyor, medet senden” demişti.
O zaman, Rabbi ona:
----“Yere dilediğini emret! Sana itaat edecektir” deyince!
Musa A.S. da,
-“Ey yer, tut onları,
Ey yer, yYut onları,” Diye dua etmişti.
Bu dua üzerine, Karun’un konağı malı mülkü battı yerin dibine.
319
Umudun emzirdiği çocuk, uyan artık sen de uyan,
Bak şu dünya koca yalan ,gözünü yumduğun an,
Malın mülkün olur talan, sayılı nefeslerin bittiği an,
Ömür denen o sarkaçta, bir anda durur zaman.
Rabbim Kur’an da bakın nasıl anlatıyor bu durumlar:
“Allah’ın ahdini, hiçbir şeye değişmeyin.
Eğer bilirseniz, Allah katında olan sizin için daha iyidir..
Sizde olanlar tükenir amma, Allah katında olanlar,
Asla tükenmez.
Sabredenlere ecirlerini fazlasıyla ve, daha güzeliyle ödeyeceğiz.” (Nahl 96)
Çöllerde başı bozuk dolaşan İsrail oğulları,
HZ. Musa’ya:
-Keşke biz ya Mısırda olsaydık.
Ya da bu çöllerde ölseydik!
Diye sitem etmeye devam ediyorlardı..
-Allah bizi bu diyara,
Kılıçtan geçirilmemiz için mi getirdi?
Biz öldükten sonra karılarımız,
Çocuklarımız, yağmalansın diye mi getirdi.
Sen bize içimizden bir başkan seç,
Tekrar Mısır’a dönelim! Diyorlardı.
İnsanoğlu böyle işte, felâket zamanında mazlumlaşır,
Felâket geçince zalimleşir.
İsrail oğulları da, felâket anında yetiş Musa!...
Geçince zevki sefa!..
Musa’nın sözlerini hiç mi hiç dinlemediler.
Halbuki O, Allah’ın emirlerini tebliğ etmeye,
Onlara öğretmeye çalışıyordu!.
Diyordu ki:
--“Hani İsrail Oğullarından misak almıştık.
Anaya, babaya, akrabaya, öksüzlere,
Yoksullara, sevgi ve saygı ile muamele edin,
Zekâtı verin demiştik.
Sonra az bir kısmınız, müstesna olmak üzere,
Sözünüzden dönerek yüz çevirmiştiniz”
Hani sizler kanınızı haksız yere dökmeyin,
Birbirinizi yurdunuzdan çıkarmayın,
Diye misak almıştık. Siz de söz vermiştiniz.
Ve sözünüze de şahit olmuştunuz.
320
Oysa işte siz birbirinizi öldürüyorsunuz.
İçinizden bir takım kimseler hakkında,
Haksız yere düşmanca birleşerek,
Onu yurdundan çıkarıp atıyorsunuz.
Bunlar esir olup dönmezlerse, akçelerini vermiyorsunuz.
Oysa bunların yurtlarından çıkarılmaları sizin için haramdı.” (Bakara 83-85)
Hani İsrail oğulları Tevrat la korkutulmuştu .
Dağ ile yolları çizilmişti, hani Yüce Allah!
Tur-u Sina da vermişti on emri.
“--Verdiğimiz kitaba kuvvetle sarılın, onda bulunanları,
Akılda tutun demiştik.
Bundan sonra yine yüz çevirdiniz.
Eğer Allah’ın size, bol nimeti ve merhameti olmasaydı,
Muhakkak zarara uğrardınız.( Bakara 63-64 )
Musa milletine:
Allah muhakkak bir sığır boğazlamanızı buyuruyor. Demişti.
--Bizi alaya mı alıyorsun?
Dediklerinde de, “cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım.” Dedi.
Dediler ki:
“Rabbine, bizim adımıza yalvar da, onun mahiyetini bize bildirsin.
-O (Allah), onun ne çok kart ne de çok taze olsun,
İkisinin ortası bir sığır olsun, söylenileni yapsınlar diyor.
-Rabbimize bizim adımıza yalvar da, ne renk olduğunu bize söylesin!
-O (Allah), onun, bakanların içini açan,
Parlak sarı renkli olmasını söylüyor” (Bakara 67-69)
Kavmi yine;
“Rabbine yalvar da mahiyetini bize bildirsin,
Çünkü sığırlar bizce birbirine benzemekteler.
İnşallah biz aranan ineği buluruz” (Bakara 70)
Musa da, “O inek öyle bir inektir ki, yeri sürüp, ekini sulayarak,
Boyunduruk vurmamış, kusursuz, alaca sız bir sığır olduğunu söylüyor.
-Şimdi gerçeği bildirdin deyip Bir sığır boğazladılar.!
Az kalsın bunu yapmayacaklardı” (Bakara 71)
Siz bir kimseyi öldürmüş ve suçunu birbirinize atmıştınız;
Oysa Allah gizlemekte olduğunuzu ortaya çıkaracaktı.
Sığırın bir parçasıyla Ona vurun dedik.
Kimin öldürdüğünü söyleyecek dedi!
“Bizimle alay mı ediyorsun dediler.”
İşte böylece, Allah ölüleri diriltir.
Aklınızı kullanasınız diye size ayetlerini gösterir. (Bakara 72-73)
321
HZ. Musa ineğin derisini aldı. Öldürülen adamın ölüsüne vurdu.
Ceset dirildi!
Öldürenin kim olduğunu söyledi!
İşte böylece Allah, ölüleri diriltir,aklınızı kullanasınız diye delillerini gösterir.” (Bakara7273)
(Yahudiler Mısırda, Apis İneğini kutsuyorlardı.
Bu yüzden ineğe el sürmekten çekinmiş olabilirler.)
İsrail oğulları, akıllarını başlarına hiç almadılar.
Yine asi oldular.
Peygamberleri Musa’ya, sitem ettiler.
Dedikoduyu bırakmadılar.
O topraklar da, onlara tam kırk yıl haram kılındı.
Bulundukları yerde perişan bir halde, başı boş, dolaştılar.
Çöl ortasında çile çektiler.
Fırtına çıktı, çöl birbirine girdi,
Gök gürledi, barınakları uçtu, yıldırımlar düştü,
On iki kabile sanki , on iki yolda birbirini kaybetti!
Kum deryalarında dolaşıp durdular!....
Hak yolunda canını, canana veren aşık,
Tanrının huzurunda, cefadan üstün olur.
Yabancıya meyleden, göremez nurlu ışık,
Cevr ile geçen ömrü, vefadan üstün olur.
HIZIR ALEYHİSSELÂM
Rivayet edilir ki:
O,
Ulu,
O arif,
Çok da dürüst,
Doğru mu doğru,
Elleri şifada,
Ağzı duada,
Her tuttuğu altın olan,
Kimler ne dilerse dilesin,
Her an yanında olan bir kişi idi.
Her hıdrellez bayram gününde,
Deniz kenarında, bağda bahçede,
Yapılan dualarda, telde duvakta,
Adanan adakta var olan, Ulu bir kişi.
Delikanlı çağına gelince babası;
Ey oğlum Hızır!
Gel seni evlendireyim,
322
Soyumuz sopumuz,
Nesebimiz senden üresin!
Görüp bilen el alem, bana da işte bu,
Hızır’ın babası desin!
Hızır!
Babasının bu sonu gelmez teklifinden,
Bıkmış, Usanmış….
Memleket, memleket dolaşmak için,
Gurbetin yolunu tutmuş!
Baba ocağından ayrılmış!
Rabbil Alem’in de,
Sevenlerini mükâfatsız bırakmamak için,
Ona Hayat suyu içirmiş,
Uzun ömür senin olsun! Demiş.
O günden sonra Allah’ın ihsanı ile adım attığı yer,
Ayak bastığı toprak, yeşillere bürünmüş,
Sonsuz ömür sürerek halâ aramızda yaşar olmuş Hızır (a.s.)
Onun ölü veya diriliği, tartışılır olmuş.
Ağır basan görüş, halâ yaşadığı yönündedir.
Bu görüş sahipleri;
Kıyamet’e yakın zamanda,
Kur’an kaldırılacaktır.
İşte o zaman Hızır da ölecektir.
Diye inanırlar…
Hızır Aleyhisselâm’ın, Nebi mi ?
Yoksa Veli mi olduğu hakkında çeşitli görüşler vardır.
Alimlerden çoğu onun,
İsrail oğullarından bir peygamber,
Olduğu konusunda hem fikir olmuşlardır.
Tasavvuf ehlinden bazıları,
Bazı zamanda,
Onunla karşılaştığını söylerler.
Şeyh Sadi’den bir rivayet şöyledir.
Eski Meliklerden biri,
Hızır Aleyhisselâm’ın ölü yada diri,
Olduğu hakkında bir delil ister.
Bunun üzerine vezirini çağırır ve sorar!
--Hızır ölü mü? Diri midir?
323
Vezir,
--Diridir efendim!
Melik,
--O halde davet et, gelsin, görüşelim.
Vezir,
--Onun nerede olduğunu bilmiyorum.
Onu hiç görmedim.
O aranmakla bulunmaz, der!
Melik,
--O, İslâm diyarındadır.
Emir sahibi sultanlara itaat eder.
Ben de emir sahibiyim.
Elbette bana itaat etmesi gerekir.
Muhakkak buldurmalısın!
Vezir,
--Bu iş benim elimle olmaz sultanım.
Onlar peygamberlerin varisleridir.
Onlardan kimseye kötülük gelmez.
Amma biz öyle değiliz.
Bizden, türlü zulüm ve eziyet zuhur etmektedir.
Onun bulunmasını, Şeyh ül islâmdan iste.
Bulursa ancak o bulur. Der.
Bunun üzerine Melik,
Şeyh-ül İslâm’ı davet etti.
Ona sordu:
--Hızır kimdir?
Şeyh-ül İslâm,
--Kabul edilen görüşe göre, şanlı peygamberlerdendir.
Melik,
--Peki o diri midir?
Şeyh-ül İslâm, evet diridir.
Melik,
--Sen ulemanın reisisin.
İslâm ehlinin de şeyhisin.!
Onu bulup bana getir!.
Şeyh-ül İslâm,
--Ben onunla hiç görüşmedim.
Nereden bulayım onu!
Melik,
Sözünde ısrar etti,
--Mutlaka bulmalısın!
Şeyh-ül İslâm,
--Ey padişahım, bana mühlet ver.
324
İlmi ile amil, fazilet sahibi,
Ehli tâkva olanları bulayım.
Onlarla görüşeyim bulurlarsa onlar bulur.
Melik, tamam dedi git görüş!
Şeyh-ül İslâm,
İlmi ile amil olanlardan,
Biri ile görüştü.
Görüştüğü zat çok fakir,
İhtiyaç içinde kıvranan biri idi.
--Beni padişahla görüştür.
Hızır A.S.mı ben bulurum dedi.
Şeyh-ül İslâm,
Aldı onu Melik’e getirdi.
--Bu Efendi Hızır A.S. mı bulacak.
Melik döndü adama,
--Ey efendi,
Hızır’ı ne zaman bulup getireceksin?
Efendi adam, bu iş, zamana muhtaç,
Bana kırk gün mühlet ver!
Yiyeceğimi de tayin eyle,
Hiçbir şeye de ihtiyacım kalmasın!
Ben, boş kalınca, dua edeyim,
İçten ihlâsla ibadet edeyim!
O zaman onu size getirebilirim! Dedi.
Melik,
Kendi yediklerinden yedirdi.
İçtiklerinden içirdi, ihsanda bulundu.
Tüm ihtiyaçlarını giderdi.
Efendinin eli bolardı, rahatı yerine geldi.
Geldi gelmesine de günler yaklaştıkça,
Tedirginliği arttı.
Kırkıncı günün sonunda,
Korkmaya başladı!
Hızır’ı nerede nasıl bulacaktı!
Uykuyu tüneği kaçırdı!
O gece kaçmayı düşündü.
Kendi kendine mücadele etmekten yoruldu.
Uyuya kaldı…
Sabah olunca,
Melik’in adamları, devlet erkânı,
Saltanat Âyanı, hep birden,
Hızır’ı görelim diyerek,
Melik’in huzurunda toplandılar.
325
Hızır’ı davet ve tâzim için iki süslü bineği,
Efendiye götürüp kapısını çaldılar.
Eyvah dedi!
Ah etti!
Yakayı ele verdik diye üzüldü.
Umutsuz bir şekilde,
Hemen abdest aldı,
İki rekat namaz kıldı.
Açtı elini Rabbine….
Yalvarmaya başladı.
Ya Rabbi!
--Bu dertten beni ancak sen kurtarırsın.
Sen güçlüsün hakimsin.
Bense aciz bir kulum.
Bu dertten kurtar beni! Dedi.
Çaresizce getirilen ata bindi.
Melik’in yolunu tuttular.
Melik Onu yollarda karşıladı.
İzzet-i ikram gösterdi.
Karşısında bir yere oturttu.
O zaman,
Oturduğu yerin arkasında,
Masum bir çocuk belirdi.
Sağ yanına gelip durdu!..
Melik,
--Hızır ne zaman gelecek?
Diye sordu.
Şeyh Efendi,
Padişah’ım ben onu hiç görmedim!
Lâkin fakirliğimden dolayı,
Devleti aliniz sayesinde,
Birkaç gün rahat yaşadım diye cevap verdi.
Hızır ihtiyaç halinde insanları kurtarır.
Onları huzura kavuşturur!
Şu anda beni sen kurtardın.
Bana göre,
Hızır sensin! Dedi.
Melik, öyle öfkelendi, öyle öfkelendi ki,
Kendini zor tutuyordu!
Gazaba geldi.
326
Şöyle dedi!
Be adam!
--Eğer fakirliğin var ise, niye baştan söylemedin.
Ben sana yine yardım ederdim!
Bana, Hızır’ı bulurum diye yalan söyledin!
Kırk gün beklettin!
Şimdi gelip özür diliyorsun!
Olmaz böyle şey!...
Döndü baş vezirine sordu;
--Buna şimdi ne ceza verelim?
Baş vezir,
-- Emir verin, onu, parça, parça doğrayalım!
Her parçasını, sokak başlarına asalım!
Asalım ki,
Aleme ibret olsun!
Hiç kimse Melik’e yalan söylemesin! Deyince;
Orada duran çocuk:
--“Her şey aslına dönecektir.” Dedi!...
Bu söz Melik’e tesir etti.
Aynı soruyu,
İkinci vezirine sordu; Sen ne dersin?
İkinci vezir,
--Bunu dibeğe koyup, döve döve keşkek gibi ezelim.
Şu sokağın köşesine koyalım.
Aleme ibret olsun.
Bundan sonra hiç kimse,
Melik’in huzurunda yalan söylemesin!...
Yine o masum çocuk;
--“Her şey aslına rücu edecektir,” Dedi.
Vezir yine etkilendi.
Aynı soruyu.
Üçüncü vezirine sondu.
O da;
--Sadrazam kardeşimiz,
Paşa karındaşımız güzel söylediler.
O böyle cezalara lâyıktır.
Ancak!
Bu adamın ihtiyacı olmasaydı,
Açlıktan ıstırap çekmeseydi,
Kendini böyle bir tehlikeye atmazdı!
327
Devletli padişaha yakışan,
Af ile muamele etmektir.
Emir ve ferman, padişahımızındır.
Yine o masum çocuk tam bu sırada,
Şöyle araya girdi.
--“Her şey aslına rücu edecektir,” Dedi.
Padişah yine etkilendi bu söze!
Döndü şeyhe sordu?
-Bu çocuk senin neyin olur?
Şeyh Efendi;
--Bu çocuk benim tanıdığım değildir.
Buraya geldiğimde gördüm Onu.
Sandım ki, sizin hizmetçilerinizden biridir!
Gelip yanımda durdu.
Ben onu sizden biri sanmıştım!
Melik,
O zaman bu masum çocuğa,
Şöyle dedi:
--Sen kimsin?
Vezirler, birbirine benzemeyen cevaplar verdi.
Sen üçüne de aynı şeyi söyledin.
Masum çocuk,
Melik’e;
--Bu şeyh efendi sana kimi getirecekti?
Melik,
--Hızır Aleyhisselâm’ı…
Masum çocuk;
Senin bu baş vezirin, kasap oğludur.
Halkı kırmaktan başka işe yaramaz!
İkinci vezirin, aşçı oğludur.
Halkı dövmekten başka işe yaramaz!
Üçüncü vezirin ise, vezir oğludur!
Aslına çekip, suçluları affeder.
Yiyecek içecek ve ihsanda bulunur.
İşte HIZIR benim! Dedi.
Hızır la buluşmaktan maksat nasihattir!
Eğer nasihat istersen;
Baş vezirini çıkarıp, kasap başı eyle!
Varsın hayvanları kırmaya devam etsin!
328
İkinci vezirini çıkarıp, aşçı başı eyle!
Keşkek döve dursun!
Üçüncü vezirini azletme,
Onu da baş vezir eyle!
Bu şeyh efendiye bahşettiklerini de geri alma!
Deyip kayboldu gözden!
Onu aradılar bulamadılar.
Şeyh Efendiden sordular!
Ben onu hiç görmemiştim.
Burada gördüm dedi.
Padişah ona verdiklerini kesmedi.
Onu affetti!....
Her kim geçilmez dar geçitlere,
Aşılmaz sıkıntılara,
Çaresiz yaşantıya düşerse imdadına yetişir,
Onu bu sıkıntılardan kurtarır olmuş!...
Her yıl hac mevsiminde,
İlyas a.s. ile, Kâbe’de buluşur,
Onunla gizli, gizli görüşür,
Onların bu mucizesi,
Dilden dile dolaşıp efsaneye dönüşür olmuş!...
Nitekim!...
Bir gün deniz kenarında gezerken,
Avuç açan bir dilenciye rastlar!
Dilenci:
-Allah rızası için bana yardım et der!
Gönlü zengin, amma,
Elinde dünya akçesi olmayan Hızır,
Yardım yapamayınca,
Kederlenir, hem öyle kederlenir ki,
Düşüp bayılır!..
Ayılınca;
-Ey yoksul kişi,
Benim bu dar dünyada, kendi nefsimden başka,
Hiçbir şeyim yok!
Allah’ın adını andığın için,
Kendimi senin kulluğuna bağışladım!
Beni al, kim alıyorsa, ona sat!
Kazandığın akçeyle,
Bir ömür rahat, rahat geçin dur! Der.
329
Dilenci!
-Peki öyleyse düş önüme der.
Alır onu şehrin esir pazarına götürür,
Zengin birine satar!
O da, bu yeni köleyi alır köşküne götürür.
Köşkün karşısı, dağ bayırdır.
Efendi, Hızır’ın eline bir balta verir,
Ey benim kölem!
Şu baltayı al karşıdaki dağa çık,
Oradaki taşlardan kır, al getir.
Köşkün bahçe yollarına dök der.
Tamam, der Hızır,
Alır baltayı omzuna, tutar dağın yolunu!..
Bir müddet sonra,
Efendi onu kontrol etmek için geldiğinde o da ne!
Dağ yerinde yok, şaşırır kalır…..
Döner köleye,
Sen kimsin?
Nesin sen!
Yalanı bilmeyen köle doğruyu söyler,
Ben Adem oğullarından bir insanım.
-Ben Allah’ın Nebi kulu Hızır’ım der!
Bu sefer efendisi, Hızır’a yalvarışa geçer!
Beni affet! Bana doğruyu öğret!
Hak yolunu göster bana,
Sana ve senin Allah’ına inanayım der!
Hızır Nebi a.s. Ona Hak dinini anlatır.
O kişi de put perestliği bırakır.
Tek Allah’a inanıp Müslüman olur!...
Hızır a.s. mın, Mağrip (Batı ) Denizi adalarında oturduğu,
Orada yaşadığı, Rabbine ibadetle vakit geçirdiği rivayet edilir.
Yine rivayet edilir ki:
Batı Denizi adaları, Bu gün Atlas Okyanusu denilen,
Engin bir denizdir.
Güneşin battığı deniz burasıdır.
Libya’dan başlar, Fas, Tunus Cezayir’in ve
Atlas Okyanusunun, Doğu sahilindeki Marakeş’e kadar uzanır.
Bu gün Küba Adası ve Antil Denizi batısına uzanan,
Ve şeytan üçgeni denilen yerin sırrı, halâ çözülmüş değildir.
330
Bu üçgenden geçen uçaklar düşmekte,
Gemiler batmakta,
Sonuçlarından haber alınamamaktadır!...
Rivayetler o yöndedir ki;
Bu denizin altında, hayat devam etmekte,
Dünya insanlarından ayrı bir yaşantı vardır.
Acaba burada yaşayanlar!
Hızır Aleyhisselâm’ın halkı mıdır?
Bilen yok!.....
Bilinen bir şey var!
Denizciler, dalgalı sularda yol alırken dara düşünce;
-Yetiş ya Hızır!..
Deyip yardım umarlar!...
Ya da, sıcak beldelerde, kızgın çöllerde,
Yolunu kaybeden yolcular, yetiş yaaaa HIZIR!
Yetiş imdadımıza bize yol göster!...
Diye ondan medet umarlar…
İnsan oğlu bir düşünse!
Kimdir, nedir?
Kimin nesidir?
Düşünse bir kere,
Nereden gelmiş, nereye gider ki?
Nedir derdi?
Daha öncekiler neredeler?
Hani!
Neredeler şimdi!....
Gün guruba dolanır, ay geceye salınır,
Gecenin karanlığı yıldızlarla delinir,
Fail’i meçhul değil, kim olduğu bilinir,
Yer Onun, gökler Onun, varlık Onun vesselâm.
Ey gönül!
Dön yönünü,
Dön de olma ondan ırak,
Çıplak doğdun anandan, gideceksin yine çıplak!
Ar’ı namusu bırak.
Dünya fani bir durak!
Can onun, canan onun, varlık onun vesselâm.
Suret gözetme sakın, içeri gir cana bak!
Libasından soyunan, noktayı üryana bak!
Bırak harfi heceyi, mektebi irfana bak!
Ar da o. namus da o, varlık onun vesselâm.
331
Rivayet odur ki:
Ölümleri gerçekleşmemiş,
Halâ yaşayan Peygamberler vardır!
O Peygamberler şunlardır.
İDRİS Peygamber.
O semada, cenettedir.
İSA Peygamber.
O dördüncü kat semada.
İLYAS Peygamber.
Yerde, denizlerdedir.
HIZIR Peygamber.
Yerde karadadır.
HZ. MUSA İLE HIZIR (A.S) IN BULUŞMA HİK’AYESİ:
Bir gün Musa a.s.;
Ona inanlara öğüt veriyordu.
Diyordu ki:
“-Ey İsrail oğulları!
Allah’ınıza şükrediniz.
O Allah ki, Firavunu suda boğdu!
İnananları kurtardı.
Sizleri horlanmaktan, hakir görülmekten,
Kurtardı. Sizleri aziz kıldı.
İyi amellerde bulunasınız diye,
Tevrat’ı lütfetti. Her birinizi daha faziletli kıldı.”
İçlerinden biri ayağa kalktı,
-Ya Musa!
Şu dünyada senden daha bilgin,
Senden daha üstün kişi var mı?
Diye sordu.
Hazreti Musa a.s. da,
-Benden daha üstün kişiyi bilmiyorum.
O sırada gökten bir nida duydu!
Diyordu ki!
-Ey Musaaaa!
Benim dünyada bir kulum var ki,
Senden daha bilgin!
Onun adı Hızır dedi.
Musa Hızır buluşması,
Bundan sonra gerçekleşmiştir.
Tur-u Sina’ya attı ilk kademi,
Unutmadı ilk atası Adem’i,
Allah’la konuşan dünya adamı, Kelimetullah, Musa Peygamber.
332
Gurur kibir, büyüklük dert getirir başlara,
Fayda vermez vursa da, o başını taşlara,
Benden bilgin var mı ki, kanaati olunca,
Uyardı Yaratan’ı, bırak böyle düşleri!..
Kendini büyük görmemesi ikazını alınca,
Hazreti Musa sordu Yüce Rabbine;
Ya Rabbi o bilgin kişi kimdir?
Hem şimdi nerededir?
Söylersen Yüce Rabbim, bilgisinden yararlanır, merakımı gideririm.
Bir alâmet bir nişan lütfeyle sen bana!
Dedi ki, Hak Tealâ:
-Bir zembilin içine bir balık koy.
Derya kenarında yürümeye devam et.
O balık nerede canlanır da kaybolursa o adam oradadır.
O balığı kaçırdığın yerde onu bulursun!
Dikkat et, sakın unutma.
İşte sana alâmet!
Bunu duyan Musa a.s. Yol hazırlığına başladı.
Bu yolculuğa yalnız çıkılmazdı.
Yanına kendi hizmetinde çalışan,
Yuşa’nın oğlu Nun’un oğlu, Efrayim b. Yusuf’u aldı.
Zembiline de balığını koydu.
O zembili taşıması için, arkadaşına verdi.
Ve onu şöyle tembihledi.
Bu balık kaybolunca bana haber ver!
Bakın Kur’an bunu nasıl anlatıyor.
“Bir zamanlar Musa,
Genç (arkadaşına) şöyle dedi.
Ben İki denizin birleştiği yere varana kadar,
Durmadan gideceğim.
Ya da, emelime kavuşana kadar, vakit geçireceğim.
Bu karar üzerine, yola çıktılar.
İki denizin birleştiği yere geldiler.
Allah’ın izni ile balıklar canlanarak denizde açılan bir çukura atlayıp, bir yol tutturdu.
Tekrar yürüdüler, balıkları unuttular,”.(Kehf 60-61)
İki denizin birleştiği yerde, Zeytun diye anılan,
Bir ırmağın kenarında, Musa’ya bir uyku bastırdı.
Orada bulunan büyük bir taşın kenarına yatıp uyudu.
O uyurken arkadaşı Yuşa, zembile bakıyordu.
Balık dirildi. Zembilden suya atladı.
Bu su hayat suyu idi.
(Allah’ın izni ile, balık bu suda dirildi.)
Tekrar yürümeye başladılar.
333
-Ey yol arkadaşım, haydi azığımızı getir.
Acıktık, bir parça yiyelim dedi.
O zaman genç delikanlı,
Hatırladı balığın denize fırlayıp canlandığını!
-Gördün mü şu şeytanın işine, unutturdu onu bize. Dedi.
Anladı Musa, gaip sırları bilen bilginle,
Buluşacağı yer burasıydı.
O bilgin kişi de, Hızır Aleyhisselâmdı!
Anladı anlamasına da,
Uzun yolları yayan yapıldak,
Geldikleri için, hem yoruldu hem acıktılar.
O zaman Musa a.s.
Allah’ın sözünü hatırladı.
-İşte bizim aradığımız da buydu. Dedi.
Bunun üzerine geldikleri yoldan geri döndüler.
Balığın deniz sıçrayıp dirildiği yere geldiler.
Gözleri pırıl pırıl, zayıf ve narin bir kişiye rastladılar.
Her halde İlâhi sırra vakıf kişi bu olmalıydı.
Abasını sermiş kuma üzerine uzanmış yatıyordu.
Selâm verdiler ona!
Hızır a.s. gözünü kapattı, düşündü bir an,
Bu ses yabancı değildi.
Bu Musa’nın selâmıydı.
Onun selâmı gibi selâm veren burada bulunur mu? Dedi.
Gözlerini açtı!
-Sen, Allah’ın İsrail oğullarına gönderdiği peygamber,
Musa mısın?
-Evet O benim.
Peki bu haberi sana kim bildirdi?
Hızır a.s.
Seni buraya gönderen! Dedi.
O zaman Musa!
-İşte aradığım kişiyi buldum dedi.
VEEEE, ve sordu:
-“Sana öğretilen bilgiden,
Bana öğretmen için sana tabi olayım mı?” (Kehf 66)
Hızır;
-“Sen iç yüzünü bilmediğin bir şeye nasıl sabredeceksin?
Doğrusu sen benimle birlikte olmaya,
Hiçbir zaman sabredemezsin!” (Kehf 67)
334
Doğru söylüyordu Hızır a.s.
Bir şeyler öğrenmek amacında olan kişi,
Gördüğü şeyleri sormadan nasıl durabilirdi?
Musa a.s.
“İnşallah beni sabredenlerden görürsün.
Sana hiçbir işte asi, yaptıklarına karşı olmayacağım.”
Ey Musa! “Bana uyacak bana tabi olacaksan,
Ben sana açıklamadıkça,
Bana hiçbir soru sorma!” Dedi.(Kehf 70-71)
Bu anlaşma üzerine koyuldular yola,
Gide, gide vardılar bir kıyıya.
Demir atmış bir geminin kaptanından,
İzin istediler geçmek için karşıya.
Baktı yüzlerine kaptan. İkisi de nurani yüzlü idi.
Nezaketle buyur etti onları.
Yol aldı gemi yavaş, yavaş engine,
Bu gemi çok da sağlam rastlanmadı dengine.
Hem boyası pas parlak,
Dönmemişti daha o Sarı saman rengine.
Onlar geminin,
Denize bakılan deliğinden gördüler ki,
Bir serçe kuşu geldi o deliğe kondu.
Denizden bir iki damla aldı.
Bunu gören Hızır dedi.
--Ya Musa,
Senin ve benim ilmim,
Şu kuşun aldığı su deryada ne kadar az ise,
Bizim ilmimiz, Allah’ın ilmi yanında o kadar azdır! Dedi.
Veeee, Hızır baktı, baktıııı, gemiye….
Girdi alt katlarda bir yere,
Başladı delmeye!
Şimdiden başladı merakı Musa’nın,
Niçin deler gemiyi acaba bu Hızır?!...
Dayanamadı sonunda;
-Niçin delersin?
Gemiyi sen söyle dersem ne dersin?
İçindekileri boğmak mı istersin?
Hızır;
-Demedim mi ben sana,
Hem benimle beraber olmak istersin!
Hem de sabredemez beni ikaz edersin? Dedi
335
Musa A.S.
--Unuttum ondan sordum.
Bunun için beni muaheze etme!
Tamam dedi Hızır amma,
Sırrını bildirmedi!
Yolun sonu geldi.
İndiler gemiden.
HIZIRIN ÇOCUĞU ÖLDÜRMESİ
Birlikte yol almaya başladılar.
Vardıkları beldede,
Bir erkek çocuk gördüler.
Bu çocuk temiz giyimli,
Henüz buluğa ermemişti.
Orada yavaşladılar.
Hızır tuttu çocuğu,
Oracıkta öldürdü!
Musa a.s. Yine sabredemedi.
--“Sen, tertemiz bir canı,
Günahsız oğul canı,
Karşılıksız öldürüp yere attın.
İnan ki sen, çok kötü, Çok kötü bir şey yaptın.” Dedi.
O zaman Hızır a.s.
- Sen benimle birlikte hiçbir zaman sabırlı olamazsın!
Demedim mi sana?
-Unuttuğumdan dolayı beni azarlama!
Bu işten dolayı da zorluk çıkarma!
Bundan sonra bir şey sorarsam,
Benimle yoldaşlık etme, seni ben mazur sayacağım”. (Kehf 75-76)
Yollarına devam ettiler.
Gün batımında bir beldeye geldiler.
O gece çok soğuktu. Ora halkı onlara hiç itibar etmedi.
Misafir bile etmek istemediler.
Yiyecek bir şey vermediler.
Sonrasını Kur’an şöyle açıklıyor.
“Gene yola düştüler,
Vardıkları bir köyden yemek istediler.
Fakat köy halkı bunları,
Konuk yapmak istemedi!
Köyün içinde yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler.
Hızır hemen o duvarı sağlamlaştırdı.
336
Yıkılmaktan korudu. Tamir etti.
Musa!
-Yine dayanamadı,
Eğer isteseydin bu işin karşılığında
Bir ücret (Yemek) alırdın dedi.
Hızır a.s. da, ona şu cevabı verdi.
İşte bu seninle ayrılışımızdır.
Şimdi sana bunların sırrını anlatayım.( Kehf 78) Dedi.
Şöyle devam etti.
Birincisi:
O girdiğimiz gemi,
Denizde çalışan bir kaç yoksul kardeşin idi..
Onu kusurlu kılmak istedim.
Bunu yaparken,
İçindekiler boğulsun,
Sahipleri zarar görsün diye yapmadım.
Çünkü, sağlam olsaydı,
Peşlerinde her sağlam gemiye,
Zorla el koyan bir hükümdar vardı.(Kehf 79)
İkincisi:
O çocuğun anası babası,
Mümin kişilerdi.
Bu çocuk büyüseydi onları azdıracaktı.
Kâfirliğe döndürecekti!
Rabbimden onun yerine,
Daha temiz daha hayırlı,
Daha merhametli bir çocuk vermesini diledim! (Kehf 8
Üçüncüsü:
Tamir ettiğim o duvar,
Köydeki öksüz iki çocuğa aitti.
Duvarın altında onlara ait bir define vardı.
Babaları da iyi bir kişiydi.
Rabbim o çocuklar büyüyene kadar,
Definenin orada kalmasını,
Büyüdüklerinde sahip çıkmalarını istedi.
Ben bütün bunları kendi kendime yapmadım.
Rabbimin emri ile yaptım.
İşte o sabredemediğin işlerin iç yüzü!
Şimdi anladın mı?” (Kehf 82)
Hızır a.s. ile Musa a.s. birbirlerinden ayrıldılar.
Musa Aleyhisselâm ülkesine geldi.
Olanları kavmine anlattı.
337
İnsan oğlu nedir ki; Şöyle bir düşünse,
Kimdir, nedir?
Kimin nesidir?
Düşünse bir kere!
Nereden gelmiş, nereye gider ki?
Daha öncekiler neredeler hani?
Neredeler şimdi!....
Gün guruba dolandı, ay geceye salındı,
Gecenin karanlığı yıldızlarla delindi,
Faili meçhul değil, kim olduğu bilindi.
Yer Onun, gökler Onun, varlık Onun vesselâm.
Ey gönül!
Dön yönünü,
Dön de olma ondan ırak,
Çıplak doğdun anandan, gideceksin yine çıplak!
Ar’ı namusu bırak.
Dünya fani bir durak!
Can Onun, canan Onun, varlık Onun vesselâm.
Suret gözetme sakın, içeri gir cana bak!
Libasından soyunan, noktayı üryana bak!
Bırak harfi heceyi, mektebi irfana bak!
Ar da O. namus da O, varlık Onun vesselâm.
VEFATLARI
İsrail oğulları daha TİH sahrasında iken, önce Hz. Harun,
Ondan birkaç yıl sonra Musa a.s. vefat etmişlerdir.
Rivayet odur ki;
Bir gün, Hz. Musa Tih sahrasında dolaşmaya çıkmış.
Bu çıkıştan hiç kimsenin haberi yokmuş,
Bir gurubun mezar kazmakta olduğunu görmüş!
Onların Melek olduklarını anlamış.
Yaklaşmış onlara, kazdıkları mezara bakmış!
Şimdiye kadar böyle güzel, böyle süslenmiş bir mezar görmedim demiş.
Meleklere sormuş!
Bu mezarı kimin için kazıyorsunuz?
Melekler:
Rabbinin yanında çok değerli biri için. Demişler.
Hz. Musa:
Hiç şüphem yok ki, bu kul Allah’ın yanında makbul,
Ve pek değerli bir mevkie sahiptir. Demiş.
Bundan daha güzel bir yatağı ömrümce hiç görmedim.
Diye cevaplamış Musa a.s.
338
Melekler: Ey Safiyullah!
Bu kabrin sana ait olmasını ister miydin?
Diye sormuşlar.
Hz. Musa:
İstemez miyim! Elbette seve seve isterdim demiş.
Melekler:
Öyleyse in ve bu kabre yat!
Rabbine yönel, derin bir nefes al!
Hz. Musa inmiş ve kabre uzanmış. Derin bir nefes almış.
Bu nefes aldığı son nefes olmuş!
Rahmet-i Rahman’a kavuşmuş.
Allah şefaatine nail eylesin. Amin.
Hz. Musa vefat ettiğinde yaşının yüz yirmi olduğu rivayet edilir.
Musa peygamber, Tur dağında Allah’ın hitabına mazhar olduğu için, kendisine
“KELİMULLAH ve SAFİYULLAH” denilmektedir.
Hz. Harun’un vefatından sonra, kendisine yardımcı olarak,
YUŞA b. NUN’U almıştır.
Ona da sonraları peygamberlik verilmiştir.
…….İşte şimdi geldi, selâm sabah sırası,
………..Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
……………Söylenecek son söz, artık burası,
……………….Dinleyin dostlarım, beni dinleyin.
……..Ey saba yeli,
………….…Başın alıp nereye,
…………………Gidersin böyle,
……………………….Eğer yolun düşerse,
………………………………Kutsal toprağa,
……………………………………Ademden son resule,
…………………………… Selâmım söyle!.
339
YUŞÂ ALEYHİSSELÂM
Hani Musa a.s. Hızır a.s. la, buluşmaya giderken yanına,
İsrail oğullarından bir genç almıştı ya!
İşte o genç, Yuşâ a.s. idi!
Hazret-i Musa’dan sonra İsrail oğullarına peygamber oldu.
Şöyle ki:
HZ.İbrahim’in oğlu İshak,
Onun oğlu Yakup,
Onun oğlu Yusuf,
Onun oğlu Efrahim,
Onun oğlu Nûn,
Onunda oğlu Yuşâ idi.
Hani Hz. Musa, Sandık içinde, Nil nehrine atıldığı zaman,
Onu bir kadın takip etmişti ya, İşte O,
Musa a.s. mın ablası Meryem idi.
Nehirden kurtarılarak Saraya götürüldüğünü görmüş,
Firavunun karısı Asiye tarafından,
Ne kadar çok sevildiğine şahit olmuştu.
Hattâ Firavunun o çocuğa, MUSA!
Adını verdiğini de duymuştu.
Mısırlılar suya (MU)
Ağaca da (SA) diyorlardı.
Sandık bir ağaca takılmıştı ya!
Asiye Hatun çocuğun boğulmasından korkmuş,
Bir ağacın o’nu tutmasını dileyip, Musaaaa diye bağırmıştı!..
Onun için Firavun çocuğa MUSA.
Adını vermişti!...
İşte, o sandığı takip eden Meryem’in oğludur Yuşa!
(Y)oldaş oldu çöllerde,
M(U)sa’yı bırakmadı,
Ko(Ş)tu durdu ardından günlerce ayrılmadı,
Evl(A)dı İsrail’i selâmete erdiren oldu.
Çok mu çok kahramandı,
Musa öldükten sonra üç gün içinde,
İsrail oğullarını, ne bir kayık ne köprü olmadığı halde,
Şeria ırmağından mucizeyle geçirmiş!
Çöl sıcağından kurtarmış,
Eriha şehrini fethetmiş bir kahramandı!..
340
Bir rivayete göre;
HZ. Yusuf vefat edince, onun tabutunu almış,
Yusuf’un kervancıya satıldığı yerde,
Toprağa gömmüştür.
Yirmi sekiz yıl, İsrail oğullarını yönetmiştir.
Yine rivayet edilir ki;
Musa peygamberden sonra,
Yerine peygamber olduğunda,
Kâfirlerle çok cenkler etmiş,
Onlardan otuz şehir ve de Şam’ı fethetmiş,
Esirler almış bir peygamber.
Sonra Cebbar denilen bir reisin şehrine gelmiş,
Günlerden Cuma imiş, bu şehir bu belde,
Verimli ve de ferah bir yermiş.
Burayı da almak istemiş,
İstemiş amma ikindi olmuş, güneş batmak üzereymiş.
Gücü de çok yokmuş.
İman edenler, Cebbarın gücü yanında zayıflarmış.
Amma cesaretleri, kahramanlıkları dillere destanmş.
O zamanlarda Cumartesi günleri,
Cenk edilmezmiş.
Yuşâ elini kaldırıp dua etmiş.
-Ya Rabbi!
İsrail oğulları, Peygamber evlâtlarıdır.
Onlara yardım et muzaffer eyle! Demiş.
Sonra ağzından şu sözcükler dökülmüş.
Güneş batmak üzere,
Tut güneşi batmasın!
Galip gelelim Cebbari’ye….
Hatta Eriha’lılarla bile savaşalım! Cenk edelim!
Sonra dönmüş güneşe;
-Ey güneş!
Batma yerinde kal!
Sen de emir alan bir kulsun ben de!....
Güneş batmamış! Yerinde kalmış!
Allah bir Ferişteh göndermiş!
Ferişteh Hak’kın lisanıyla konuşmuş, demiş ki;
-Ey Yuşâ!
Batmasın dolanmasın diye güneşi tuttum.
Onlara üstün gel diye sana yardım ediyorum!
Sonra cenk başlamış,
Kısa zamanda zafer kazanılmış.
Ondan sonra güneş batmış akşam olmuş!..
341
Yuşâ Aleyhisselâm,
Musa peygamberden sonra,
Yedi yıl yaşamış.
Sonra ağır bir hastalığa tutulmuş.
Yüz on yaşında Hak’ka yürümüş o da!...
HZ. Yusuf’un yanına gömülmüş…
Yine rivayet edilir ki;
Kara Denizden İstanbul’a giren denizciler,
Yuşâ tepesi denilen yere gelince, dua ederler, saygı gösterirler.
Beykoz dan gelen yol, bu tepeye kadar uzanır.
Rivayet odur ki:
Bu tepenin üstünde bir mezar vardır.
O mezar, normal bir mezar değildir.
Bu mezar, Yuşâ a.s. ma ait bir mezar olarak bilinir.
Mezar’ın uzunluğu normalden çok fazladır.
Çok eski çağlarda, bir tarikatın mensupları,
Beyaz elbiseler giyerek bu mezarın başına gelirler.
Burada ayinde bulunurlar dua ederlermiş!
Boğaz içi halkı da, onları seyretmek için,
Yüzlerce kişi guruplar halinde buraya gelirmiş!
Başka bir rivayete göre;
Bu mezar, Yuşâ Peygamber’e ait değil,
Yuşa adında bir veliye ait olduğu söylenmektedir.
Her kim olursa olsun!
Yatırdan, evliyadan hatta peygamberden,
Medet ummak onu İlâhlaştırmak dinimizce şirk addedilmektedir.
Allah’tan başkasına avuç açmak günahların en büyüğüdür.
Hiçbir kulu sokma sakın, Tanrı ile arana,
Gönül Rabbin makamıdır, başka yerde arama,
Şeyhe pire tuz bastırma, kabuk tutmaz yarana,
Aç elini et duanı, Rab dan iste sultanım.
Hem inandım, tek Allah’a, Müslüman’ım ben dersin,
Hem yatırdan medet umar, türbesine gidersin.
Yüzü suyu hürmetine, dilek tutar istersin,
Aç elini et duanı, Rab dan iste sultanım.
Hurafeye kapılarak, Hak yolunu terk etme,
Ortak koşma şirk olmasın, evliyaya meyletme,
Derde deva olmaz asla, bendini yıkıp gitme,
Aç elini et duanı, Rab dan iste sultanım.
342
Peygamber de evliya da, yaratılmış bir insan,
Kapanmayan Hak kapısı, bilmemek büyük noksan,
Boş çevirmez kimseyi, verir o türlü ihsan,
Aç elini et duanı, Rab dan iste sultanım
Birkaç nasihat la, Yuşa a.s ma son verelim:
Yüce Allah; Ben ortak tanımam,
Peygamberler benim elçim resulüm.
Nefsin esiri olmayın.
Gücünüz yeterse eğer!
Ezebildiğiniz kadar ezin onu!
Şeytan’a uymayın, eliniz açık olsun,
Pintilikten uzak durun.
Gıybet etmeyin.
Dünya malına bağlanmayın,
Mal da yalan mülkte!...
Her gün ömür eksilir, müddeti bilinmez.
Rızkınıza şükrediniz.
Aza kanaat ediniz,
Allah’tan korkun, kuldan utanın.
Tövbe etmesini bilin,
Dilinizin söylediğine uyun!
Ölüm haktır, ölümü çirkin görmeyiniz,
Kendinizi ahirete hazırlayınız!
Yüce Rab;
“Nice çerağ yanar ki, onu yel söndürür.
Nurunu Rabbinden alanın çerağını, bir şey söndüremez!
İçinizde beli bükülmüş ihtiyarlar olmasaydı,
Allah’tan korkan gençler olmasaydı,
Süt emen sabiler olmasaydı!
“--Ben gökleri demirden yerleri tunçtan yaratır!
Bir damla yağmur yağdırmaz,
Yerden de bir çekirdek büyütmezdim!” Buyuruyor.
“Ey iman eden tam akıllılar, Allah’a karşı gelmekten sakının ki,
Felâh bulasınız.” (Maide 100)
Dünyaya rağbet etmeyiniz,
Dünya fani, dünya nimeti tükenir biter.
Hayat kesilir ilelebet sürmez.
Ebedi hayat ahiret hayatıdır.
Hak rızasını kazananlara cennet vardır.
O öyle bir cennettir ki:
Sekiz kapısı vardır.
Her cennette yetmiş bin bahçe,
Her bahçeyi, yetmiş bin yakut güneş aydınlatır.
343
Her cennette yetmiş bin köşk,
Her köşkün yetmiş bin zümrüt avlusu,
Her avluda, kızıl altından ev,
Her evde, ak gümüşten parmaklık,
Gümüş parmaklıklı köşe bucak vardır.
Her parmaklıklı bölmede,
Yetmiş bin amber sofra,
Her sofrada, yetmiş bin cevher çanak,
Her çanakta yetmiş çeşit yemek,
Yetmiş çeşit içecek vardır.
Her bölmenin etrafında, kızıl altından tahtlar,
Her tahtın üzerinde ipek dokumalı,
Türlü kumaş işlemeli döşekler vardır.
Her tahtın çevresinde nice ırmak, ırmaklardan, hayat suyu,
Süt, bal ve tatlı şarap akar.
Her ırmağın ortasında türlü yemiş ağaçları,
Her evde kızıl ipekten çadırlar,
Her çadırda huriler,
Her Hurinin ak inciler gibi hizmet eden cariyesi vardır.
Her köşkün üzerinde yetmiş bin kubbe,
Her kubbenin üzerinde,
Rahmandan gönderilmiş, hediye vardır.
Gözler böylesini görmüş,
Kulaklar böylesini işitmiş değildir.
Gönüllerden ne geçerse,
Ne istenir ne dilenirse,
İştah duyulan her tür kuş eti vardır bu cennette!..
Orada ölmek yok, üzüntü yok,
Namaz oruç hak yok, savaş yok!...
Paşa yok, bey yok,
Bey’e baş eğme yok,
Orada ne hakim, ne savcı,
Ne avukat, ne davalı ne de davacı var!
Oradan çıkmak da yok!....
İşte cennet böyle bir yer!
Buradaki nimetler saymakla bitmez.
Yüce Rabbim buyuruyor ki;
“O nimetleri kimse bilemez.”(Secde 17)
Hak Tealâ buyurur ki;
-Ey kulum!
Seninle benim aramda üç şey vardır.
Bunlardan biri benim içindir.
344
İkincisi senin içindir.
Üçüncüsü ikimizin arasındadır.
Üçüncü şıktaki şey, senin tarafından istenir,
Benim tarafımdan verilir.
O benim olan şey, senin canındır!
Senin olan şey işlediğin işindir. (amel’in)
Şimdi aç gözünü beni gör!
Bana ibadet eyle bana ulaş ve beni iste!..
Şöylece bil ki:
Nice beyler zalim ve fasık olduklarından!
Nice alim kişiler, haset eylediklerinden,
Meyvesiz ağaç gibi olurlar.
Temelsiz kubbe gibi çabuk yıkılırlar.
Nice tacirler hıyanetliklerinden!
Nice İbadet edenler, faiz yediklerinden!
Nice baylar kibir ve gururundan!
Nice erenler yalanlarından dolayı cezaya duçar olurlar.
Zekâtı verilmeyen mal, toza ekin ekmek gibidir.
Cahile göre bilgi, hayvan boynuna asılmış cevher gibidir.
Gönülden dilenmeyen dilekler, suya düşmüş taşa benzer.
Haram paradan sadaka vermek, idrarla abdest almaya benzer.
Geçerliliği yoktur.
İşte bunlar da cehennemliklerdir.
Allah cümlemizi korusun amiiiin!
…….İşte şimdi geldi, selâm sabah sırası,
………..Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
……………Söylenecek son söz, artık burası,
……………….Dinleyin dostlarım, beni dinleyin.
……..Ey saba yeli,
………….…Başın alıp nereye,
…………………Gidersin böyle,
……………………….Eğer yolun düşerse,
………………………………Kutsal toprağa,
……………………………………Ademden son resule,
…………………………… Selâmım söyle!.
345
HAZRETİ İLYAS ve ELYESA
Yeter mi h(İ)ç yazmaya yeter mi !
Ağaçlar ka(L)em olsa! Biter mi!
Lütfuyla du(Y)ulur sevinç.
Açıktır Rahm(A)nın her an kapısı,
Mürekkebe dön(S)e denizler!
Yaz, yaz bitmez, hikmetli sözler.
VE VEEEE!……………..
(E)y insan oğlu,
E(L) alemde suç arama,
Şö(Y)le bir bak dön de, kendine gülüm!
Önc(E) suçu kendinde ara,
Yaşa(S)an da bin yıl, fani dünyada,
Sana d(A) gelecek bir gün ölüm.
Karanlıkları delen Risalet’in güneşi!
Gökleri aydınlatan, mehtabın eşi!
Vefa kubbesinin ayı, yıldızı!
Kerem kaynağı,
Nebiler bağında birer selvi,
Sedefte inci.
Cibril idi onlara yol gösteren öncü!
Musa peygamberden sonra gelen Peygamberlere,
İsrail oğulları, yine isyan ettiler yine sapıttılar.
Gönderilen peygamberlere inanmadı,
Geçmiş kavimlere verilen cezalardan,
Hiç ders çıkarmadılar.
Onlardan kimi helak oldu gitti, kimi boğuldu.
Çok azı uydu peygamberine, doğruyu buldu!..
Tek Allah’a, ve peygamberine inandı.
İlyas ve Elyesa, sapıtan putlara tapan,
Bir Millete, peygamber olarak geldi.
İlyas a.s, Harun a.s mın oğullarından biri.
Doğru yolu, göstermek için gönderilmiş Hak peygamberi.…
Bu insanlar o zamanlar Şam ülkesinde,
Dağınık yaşıyorlar, başlarında da,
Onlara hükmeden krallar var idi.
Yuşa’ b. Nun,
Bu ülkenin topraklarını böldü,
İsrail oğulları arasında pay etti.
Allah’u Tealâ!
Tevrat hükümlerinin unutulmasını istemedi.
346
Sonra gelenler ona uysun.
Uymayanları da uyarsınlar diye,
Bir çok peygamber gönderdi.
Şam ülkesinde yaşayan bu insanlar,
On iki kabileye bölünmüştü…
Bu kabilelerden biri de,
İlyas peygamberin kabilesiydi.
Onların beldesine, Baa’l bek deniyordu….
Rivayet edilir ki:
Günlerden bir gün Kral,
çöl ortasında,
Kızgın güneş altında, kum sahrasında,
Bir çocuk gördü.
Kâbe’ye yürüyordu.
Sanki yüzünün nuru,
Güneşi aydınlatıyor,
Işık veriyor, nur veriyordu!...
Kendi kendine bu çocuk ya Hızır’dır,
Ya da, İlyas’tır dedi!
…….. Belki de can suyudur o…
………….Onu görenler
……………Gamdan kurtulur.
Yaklaştı, selâm verdi.
Aldı çocuk selâmı.
Söyleşi başladı aralarında;
Kral:
----Kimsin?
Çocuk:
----Hakkın kulu!
Kral:
----Nereden geliyorsun?
Çocuk:
----Hak’tan!
Kral:
----Nereye gidiyorsun?
Çocuk:
----Hakka!
Kral:
----Bu sahrada ne arıyorsun?
Çocuk:
----Hakkın rızasını!
347
Kral:
---.Yol azığın nedir?
Çocuk:
----İbadet!
Kral:
----Vahşi sahrada niye yalnızsın?
Çocuk:
----Ziyaretine gidilen gafil değil!
Kral:
----Ey genç,
Görünüşün çocuk amma,
Olgun birisin!..
----Hangi kabiledensin?..
Çocuk:
----Adem oğluyum!...
Biz, görünüşte belâ çekenlerdeniz.
………Mihnet köşelerindeyiz,
….Gönül her an perişan,
…………Çile çekeriz amma!...
…….Murat aynamız,
………Gurbet vadilerinde tozlanır.
………………Örtülür tozla!...
………………….O zaman da açılır,
………………………..Hakkın kapısı!
…….Hem mazlumuz, hem masum,
………….Hak girdabının sakini sultanıyız.
……………..Mahşer meydanlarının,
………….Cömertleriyiz. Kevser suyu feyziyiz.
…………………Diye cevaplar verdi!...
Kral:
…..“Bu çocuk boş değil!
……….Bir hikmet var” dedi kendi kendine!...
Rivayet odur ki;
Milattan yedi yüz otuz dört yıl önceydi.
İsrail oğullarının parçalanışı,
Hz. Süleyman’ın vefatının elli yedinci yılıydı.
İsrail devletine;
On iki yıldan beri hükmeden,
Omri oğlu Ahab adında bir kraldı.
Bir akşam üstü, Hükümdar Ahab,
Öyle bir oh çekti ki, duyanlar şaşırdılar.
Sordular ona:
-Ey hükümdarımız !..
Senin ağzından böyle bir nefes, nasıl çıkar?..
348
Hükümdar:
Nasıl çıkmasın?
Ben insan değil miyim?
Duyanlar:
-Evet amma bu nasıl bir nefes ki; Bizi şaşırttı!
Her dediğin yapılıyor!
Hasta da değilsin!
Bir derdin mi var?
Hükümdar:
-Evet,
Canım çok sıkılıyor,
Adamlar;
-Gecikmeden akıl verdi,
Hep beraber ava çıkalım dediler.
Bu teklife aklı yattı hükümdarın.
Yarın erkenden çıkmanın hükmünü verdi.
Ertesi gün çıktılar erkenden.
Pek bir şey avlayamadılar, yoruldular,
Ağaçlıklı bir tepeye tırmandılar,
Orada bir mola verdiler.
Beni yalnız bırakın dinleneceğim deyince kral!
Hemen dağılıp ağaçlıkta kaybolup gittiler.
Bakınırken bir mağara önünde,
Ter temiz giyimli birini gördüler.
Yirmi beş yaşlarında
Sanki nurda yıkanmış,
Parıl parıldı!..
Yaklaştı…
Sen kimsin?
Nerelisin?
Kimlerdensin?
Kimin nesisin?
Diye, soru sorup dururlarken,
Kralın gözü, delikanlının gözüne takıldı.
Bakışlarında bir, başkalık vardı.
Onun gözlerinin içinde eridi sanki!
Yepyeni alemler gördü onun gözünde!
Diz çöktü önünde kendini tanıttı,
Ben kralım dedi.
Sen kimsin?
Ben de şu Tişbel köyü halkından biri.
Adım İlyas’tır dedi.
Hangi kabiledensin?
349
Biraz düşündü İlyas,
Ben babam Yasin yoluyla,
Atam Harun’a ulaşırım.
Amma ne çıkar bundan hepimiz
Aynı şeye inanıyorsak eğer,
Kardeş değil miyiz? Deyince ona,
Kral iyice şaşırdı, bu da ne demek!..
Aynı şeye inanmak ne demek! O da nedir?
Birden cevap vermedi İlyas, düşündü,
Sonra da bir kır çiçeğini gösterdi, bir bak şuna,
Şuna bak iyice incele ey Ahab, ne şahane! Değil mi?
Bizler hep böbürleniriz amma!
Onun gibisini yapamayız Değil mi?
Ağaçlar,
..….Bulutlar,
……..Kayalar,
………..Dereler,
………....Sular,
…………...Gök yüzü,
……….…….Yıldızlar,
………………..Güneş,
……………….…Daha nicesi,
……………..……..Hatta,
………………………Hatta insan ve hayvanlar!
…………..…..….…..Bütün bunlar,
………………………….Bizim için değil mi?
…Bütün bunları seveceğiz,
………Dikkat edeceğiz,
………….Onları Yaratan’ı düşüneceğiz.
……………….Büyük çok büyük düşüneceğiz,
…………….……Onun büyüklüğü,
……………………….Akıllara sığmaz,
…………………………..İdrakte aciz kalır akıl!
………………….Amma O gönle sığar.
……………Bir aşkla sevmeliyiz onu!....
Bu güzellikleri yaratan,
Kim bilir ne kadar güzeldir!
Kudret sahibidir!
O varken, varlığına inanılırken,
Hiç insan sıkılır mı?
Öyle İlahi bir aşktan hiç bıkılır mı?
Aksine ona koşulur, ona tutunulur. Deyince;
Kral ne diyeceğini şaşırdı.
350
İçi bir hoş oldu, üzülsün mü, yoksa sevinsin mi,
Yoksa onun boynunu mu vurdursun!
Uyandı sanki gaflet uykusundan;
Sen bana, öyle bir şey ilham ettin ki:
Gerçekten sıkıntım geçti.
İsterim ki bu sürekli olsun.
İlyas, bu senin elinde ey Ahab!
Yüce Rabbimizin, Hz. ti Musa’ya verdiği,
Tevrat hükümleri bozulmak üzere,
Hazreti Davut’un Zebur’u da öyle,
Senin devletine, putlar istila etti,
İneklerin, buzağıların, sığırların otlağı oldu.
İnsan bu kadar mı zavallı!..
Bunca kan akıtmak niye?
Bilmiyor musun ki, Yüce ALLAH,
Kaç kere emir verdi.
Bu topraklarda, Salih kullar oturacak diye!...
Biz Salih miyiz?
Düşün bir kere!
Biz de kovulacağız bu topraklardan.
Kral’ın kafası iyice karıştı.
Anlamak istedi,
Döndü İlyas’a sordu;
“-Ey İlyas,
Kendin güzelsin, dilin de çok tatlı,
İnandırıcı konuşuyorsun.
Yoksa sen sihirbaz mısın?...” dedi.
İlyas:
-“İşte bunu reddederim. dedi.
Ben Peygamberim. Köyümden yeni çıktım.
Baş şehir Sana’ya gidecektim.
Yüce Allah vazifemi kolaylaştırdı,
Önce seninle karşılaştırdı.”
……..“Zekeriya’ya,
…………Yahya’ya,
……………İsa’ya,
……………..İlyas’a da,
Böyle hidayet verdik,
Onların hepsi Salihlerdendir.”(Saffat 123)
351
CEBRAİL İLE BULUŞMASI
Kırk yaşına gelen İlyas Musa’ya benziyordu!
Bir gün Cebrail Aleyhisselâm İlyas’a geldi.
İlyas a.s. Ona sordu!
-Sen kimsin?
-Ben Cebrail’im.
-Rahmete mi geldin, yoksa azap etmeye mi?
Cebrail;
-Allah seni İsrail oğullarına peygamber yaptı!
Onun haberini vermeye geldim dedi.
Onlar puta tapıyorlar.
Var git onlara, Allah’ın varlığını, birliğini öğret!
-Ben dedi onlara nasıl gideyim,
Onların askerleri vardır,
Bense yapayalnız biriyim.
O zaman Cebrail:
-Kuvvetli olmak askerle olmaz.
Allah kimi isterse onu kuvvetli kılar!
Bundan sonra Allah’ın peygamberi sensin!
Ağaçlara taşlara hatta ateşlere buyurursan,
Sana itaat ederler!
Allah sana yetmiş peygamber kuvveti verdi!
İlyas Aleyhisselâm iki rekat namaz kıldı dua etti.
Bütün krallar;
Emri altındakileri sömürüyor, inim inim inletiyordu.
İlyas a.s.
Onlara ne kadar uyarıda bulunursa bulunsun,
Sözünü dinletemiyordu.
Azıttıkça azıtmış milletler idi…
Ancak, Ba’l bek kralı, diğerleri arasında,
Doğru yolda olanıydı.
İlyas Peygamber onu kendisine çok yakın görüyordu.
Kral ve karısı, İlyas’ın sözünden hiç çıkmazdı.
İnanmayanlar, Ba’l adında Puta tapıyorlardı!...
Taptıkları put bir kadın heykeliydi.
Bu heykel altından yapılmıştı.
Göz bebekleri yakuttan,
Başında inci ve mercan süslü bir de taç vardı!
352
İlyas A.S. :
-“Sizi de yaratan Allah.
Onun gazabından hiç korkmaz mısınız?
Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?
Yaratanların en iyisi olan sizin de Rabbiniz,
Önceki babalarınızın da Rabbi olan, ALLAHI, bırakıp da,
Baal putuna mı taparsınız?” dedi. (Saffat 124-126)
“Onları Yüce Allah’a iman ve ibadete davet etti!
Ona içten bağlı olanlar müstesna,
Onlar, peygamberlerini yalanladılar.
Hepsi cehenneme götürüleceklerdir.” (Saffat 127-128)
FELÂKET GÜNLERİ
……………….İsrail oğulları zıvanadan çıkmış,
…………. Sapıttıkça sapıtmış,
…………Onların kahrı yıpratmıştı.
……….İlyas Aleyhisselâm,
……..Açtı elini semaya yalvardı yakardı,
….Ey Yüce Rabbim!
….Onları Zelil eyle!. Diye dua etti!...
…………Tam üç yıl,
……………….Bir damla yağmur inmedi yere!
……Büyük baş, küçük baş hayvanlar,
………Böcekler kuşlar,
………..Ağaçlar taşlar,
……………Kuraklıktan kurudu.
………………Düştüler darlık içine.
………………….Kıraç tarlalarda ot bile,
……………………..Bitmez olmuştu.
Ve böylece !...
Beklenen felâketler gelmeye başladı.
Yağmurlar kesildi.
Toprak, ağaçlar taşlar suya muhtaç duruma geldi.
İhtiyar bir adam,
Bir dere kenarında toprak eşiyor,
Bulduğu çürümüş yaprakları çıkarıyor,
Torbasına dolduruyordu.
Yoruldu bağdaş kurdu oturdu.
Söylenmeye başladı kendi kendine;
Kim küstürdü yeşili,
Daha üç yıl önce, buralar baharken,
Yeşeren onca dallar, yollarımı keserken,
353
Yapraklar başımı, tutup gölgelerken,
Bu çıplaklık şimdi nedir?
Yağmur’un damlası yok,
Hani günlerce yağan yağmur nerede?
Hani sağanak boşananlar nerede?
Kesildi hepsi,
Şimdi onulmaz derde sokuyor bizi…..
Varsın temel çürüsün.
Varsın sellere kapılsın benim sürüm.
Hatta bir değil isterim bin sürüm boğulsun.
İlyas A.S.
İsrail oğullarının yanına varıp;
----Siz kuraklıktan darlıktan mahvoldunuz,
Yoksun oldunuz varlıktan.
…..Ehli hayvanlar,
………Ve vahşiler,
……………Böcekler,
……………..Kurtlar kuşlar,
Sizin yüzünüzden oldular harap.
Kurudu susuzluktan çatladı türap.
Eğer, taptığınız putlara,
Gerçekten güven duyuyor onlara inanıyorsanız.
Şimdi tam zamanı,
Haydi bakalım kurtarsınlar sizleri bu dertten.
Diz çökün, yalvarın yakarın!....
Siz boşa aldanıp duruyorsunuz!
Eğer duanızı kabul eder, kurtarırlarsa sizi,
Onlar dediğiniz gibi haktır.
Şayet yapamazlarsa,
Biliniz ki; Yanlış yoldasınız!
Vazgeçin bu sevdadan Tek Allah’a inanın!
Diye tekrar uyardı.
Onlar;
İlyas peygamberin dediğini yaptılar,
Toplandılar diz çöktüler etrafında,
Yalvardı yakardılar Putlarına.
Ama değişen bir şey olmadı.
Ne bir damla yağmur yağdı,
Ne de bela kaldırıldı.
Döndüler İlyas’a!...
Ey İlyas; Mahvolduk!
Bizi ancak sen kurtarırsın!
Dua et, bizi kurtar bu beladan.
Bunu ancak sen yaparsın! Dediler.
354
Hükümdar Ahab, odasının penceresinden,
Viraneliğe dönmüş şehre bakıp,
Şöyle diyordu kendi kendine;
…..Ben hükümdar değilim
………Viranelikte Baykuş’um.
……………Kime ferman edeyim?
…………………İskeletlerin kemikleri boşalmış,
……………………Niçin aldandım!...
……….İlyas la geçen günlerimde,
…………..Zaman bitmesin diyordum.
……………….Öylesine renkliydi hayat,
……………………Tadına doyamazdım,
………………………..İçim açılıyordu,
…………………………… Kimlere kandım!
…………..………Evet, evet niçin aldandım?
……………….Bir sesin sihrine kapıldım.
…………..Neden puta inandım!
…….Yandım, yandıkça yandım.
……Sürümü sürüklettim,
…………Çobanlığı kirlettim,
…………………Bittim, kendim de bittim.
…………………….Kuru dala dayandım.
Aşık olan hiç korkmaz, cefanın kılıcından,
Kan ağlasa sabreyler, dert çeker her anında,
Parça parça etseler, ölse bile acından,
Sırrın verip dert dökmez, yabancının yanında.
Baal bek’in kralından ve karısından başka,
Hiç biri Allah’a inanmadı!
Söylediklerini de kabul etmedi.
“Ona yalan söylüyorsun” dediler.
İlyas da döndü Rabbine,
Ya ilâh-el alemin!
-Ne yaptımsa bu kavme bana inanmadılar,
Peygamberliğimi kabul etmediler.
İmana da gelmediler.
Belki küfürleri daha da arttı!
Ya Rabbi!
-Onlardan hakkımı almadan benim canımı alma,
Bana yardım et, sana sığındım, Sana güvendim,
Diye dua etti.
355
Tek Allah’a her daim, muhabbet kolay değil,
Gönül tarumar ise, toplanmak kolay değil,
Mum misali yanmazsa, gam ateşinde aşık,
Sevgili vuslatında, kabulü kolay değil.
Amma Allah Onun duasını kabul buyurdu!
Ne dilersen dile dedi.
İlyas a.s. O zaman!
-Onlara kıtlık ver,
Yağmurlar yağmasın,
Yerde otlar bitmesin,
Kıtlıktan helâk olup gitsinler.
Hatta açlıktan leşlerini yesinler!
Diye dua edince, kuşlar dile geldi.
İlyas a.s. ma! Ey Allah’ın Nebisi,
Allah onların rızkını senin eline verdi.
İşte helâk olmaya başladılar!
Onlara acımaz, şefkat göstermez misin?
O zaman İlyas:
-Hak Tealâ onlara gazap etti,
Eğer imana gelmezlerse helâk olup giderler dedi!
O zaman bir nida geldi Rahmandan!..
Yaaa İlyas!...
Gökler ve yerler onlar için ağlıyor!
Sen bir şey yapmıyorsun!
Yapamıyorsun! Niçin?
Nice bin kişi öldü, ağladılar sızladılar…
Kurtlar, kuşlar melekler af dilediler senden,
Hepsi de onlar içindi!
Sen bağışlamadın, Niye?
Bu kadarı reva mıydı onlara?
Onlar ne kadar asi, ne kadar isyankâr olursa olsun,
Ben onların rızkını kesmedim dedi!...
İlyas a.s. ma böyle bir uyarı gelince!
Affedici, affetmeyi seven Rabbinden.
Ayıktı o zaman İlyas a.s.!!!!
-Ya Rabbi ben senin için onlara azap ediyorum,
Benim ettiğim kötü bir işse,
Beni affet, tövbe ettim, pişman oldum!
Bağışla Rabbim beni!....
Kral kendi kendine şöyle diyordu!
-Akşamların loşluğu, çölü sararken,
Gün batımında geceler sarar beni.
356
Zifiri karanlıklar azap kuyusuna döner,
Kundul dikeni olur, batar da batar!
Gün batımında azaba atar beni.
İşkencedeyim!
Güneş doğana kadar feryadımı duy duy artık!
Kara gecedeyim!
Kara geceler yutar beni.
Güçsüzüm şimdi, ey kara gece!
Kulak ver kalbime, ey ecel şalı!
Seni görünce uyur, uyur meyvenin dalı.
Bir pula satar beni!
Kral yine efkârlandı,
Yine söylendi, kendi kendince.
Yalnız ben mi böyleyim!
Yoksa her insan benim gibi de,
Saklıyor mu, içindekileri!...
Bilmiyorum!
Bir eksiklik var bende!...
Onu arıyorum.
Ah bir bulsam, bir görsem,
Mutlaka tedavi eder kurtulurum derdimden!...
Bir su başı lâzım!
Öyle bir su başı ki, berrak mı berrak olmalı,
Tabanı bile görünmeli,
Ona bakarsam görürüm, görürüm belki eksiğimi,
Gözlerim parlar, yüzüm güler o zaman!..
Ba’l bek kralı ve karısı,
İlyas Aleyhisselâm’a sıcak bakıyordu.
Diğer krallar, inkar ettikleri halde,
Bu kral ve karısı, inkâr etmemişlerdi.
Ama fitne uyur mu?
Uyur bazen akıp giden su,
Su uyur, ama uyumaz,
Uyumaz düşman doğrusu!
Gelmez asla onun uykusu.
ASKER ANASININ PLANI
Kral putlardan uzaklaşıp,
İlyas’a meyil verdi ya,
Dedikodular sardı, ortalığı!
Kıskandılar,
Kıskançlık onların huyuydu.
357
Ne yapıp da kralı,
İlyas’tan uzaklaştırmalıydı.
Pusuda yatanlardan biri,
Kralın yakın askeriydi!..
Düşünceli, düşünceli döndü,
Döndü akşam vakti evine.
Sordu annesi;
“---Nedir bu halin?
Ey oğul seni yine, Hükümdar mı kızdırdı?
Hayır o değil, İlyas adında biri,
Kralı avucunun içine almış.
Hazmedemediğim şey işte bu dedi.
Annesi, dayanamadı düşünmeye başladı,
Sonunda çareyi buldu.
Bir kıl ver bana,
Onunla bir kayayı parçalarım.
Saçından kıl kopardı oğul annesine uzattı.
Sen ne kadar bön birisin ey oğul!
Bak!
Ben ona
Öyle bir kız
Bulacağım ki,
Onun güzelliği
Kralının aklını,
Başından alıp deli,
Divaneye döndürecek!
Kız ondan canını istese,
Gözünü bile kırpmadan verecek.!
Sen gönülden habersiz birisin.
Gönül yuvasını bulunca,
Öldürsen de ayrılamaz.
O öyle güzel bir kız,
Öyle güzel ki,
Dünya bile
Ondan
Habersiz.
Deyip,
Şöyle,
Söylendi,
Bir baş tanıyorum,
Kuğu boyunlu, ipek tenli,
Lacivert bakışlı altın saçlı kudretten nakışlı!….
358
…..Bir baş tanıyorum,
……..Salkım söğüt fidanında oturur.
……………Nazlı, nazlı bükülür,
………………..Adım attıkça ipek saçlar,
…………….…İnce bele dökülür!..
Bir baş tanıyorum,
…….Gönül, peşinden koşar,
…………O dudaklar o dişler,
……………..Nar çiçeği gülüşler,
…………………..Mest eden o bakışlar,
……………....O dudaklar öpülür.
….Bir baş tanıyorum,
….Hele o, alay edercesine,
…………Uçları bükülen dudaklara,
……………..Gamzeli yanaklara,
…………………..Yaydan fırlamış,
…………………………..Hedef tutan oklara,
…………………….Kim dayanabilir..?
……………………… İlmek, ilmek sökülür!
Bir baş tanıyorum,
…………..Yalnız o baş değil,
…………… İpek bedeni değil!
…………………….Saçlarından bir tek kıl,
…………………..Deli eder hükümdarı.
Kim ondan ayrılabilir?.....
……Asılı kalır gönlü o kılda,
………….Daha neler, neler var,
………………Bendeki bu akılda.
………Yoluna bir değil, bin can olsa ölünür!
İşte o kızın adı İzabel idi.
.Onu bu kadın eskiden tanıyordu.
Tam gelinlik çağındaydı.
…….Kralla evlendirilirse,
………Buna çöp çatanlık yapan,
…………….Büyük lütfa nail olur.
…………………Diye düşünerek,
……………..………Aldı asasını çıktı evden.
………Hükümdar Ahab’ın sarayındaydı.
Ne yapıp, yapıp Kral ile bu kızı tanıştırıp,
Evlendirmeli idi onları!
Kızın gönlünü yapabildi sonunda…..
359
Amma bir şartı vardı kızın Kraldan.
Diyordu ki;
Kral, Dünya durdukça duracak, anılacak,
Adımı yaşatacak bir şey yapmalıydı!
Kral, düşündü.
Bir şey yapabilirdi elbette.
Onun suretinde bir Put yapacaktı.
Yapacaktı yapmaya, amma bu kavim,
İnek suretindeki puta tapardı.
İnsan suretinde put yapılmamıştı,
Düşündü, nasıl bir çözüm bulabilirdi!...
Buldu sonunda!
Vücudu inek,
Başı insan sureti gibi olmalı,
Amma, Saba Melikesinden,
Çok daha güzel, tıpkı İzabel gibi olmalı….
Kararlılık içinde, Ba’l Beke hareket etti.
Arkasından altın yüklü kervan, yola koyuldu.
Binlerce gönüllü usta, bu işe soyundu.
Yüksek bir tepe üstünde, hem tapınak hem
İzabel suretinde bir put yapıldı.
Çok görkemli bir put çıktı ortaya.
Putun dört yöne bakan dört tane,
Güzel suratlı başı vardı.
İnşaat bitene kadar, Kral hiç ayrılmadı.
Çok mu çok güzel bir put inşa ettirdi.
Görenler hayran kalıyordu.
Bir
Tepe,
Çevresi
Kahinlerin
Oturacağı
Evlerle donandı.
Dört yüz kahin putu ve
Put haneyi yönetecekti.
Her tarafa, Haber salındı,
komşu krallar davet edildi.
Putun açılış merasimi vardı.
Sayda kralıyla, kızı İzabel de,
Davetliler arasında yerini aldı.
İzabel hayretler içinde, putu seyretti.
Sığır beden üstünde dört baş vardı.
Her baştaki yüz İzabel’e benziyordu!
Her baştan biri başka yöne bakıyordu.
360
Hayallerine kavuştuğu için İzabel çok mutluydu!..
Ebedileşmişti artık. Hayalleri gerçek oldu.
Deliye döndü sevindi, sevindi İzabel!...
Halk’ın gözünden kaçmadı bu benzeyiş!
Putun güzelliğini, Hükümdar Ahab’ın,
İlhamına veriyorlardı amma, İzabel’e benzemesini,
İzah edemiyorlar bekliyorlardı.
Acaba sonuçu ne olacaktı!....
Sonunda kral bu kızla evlendi.
Kız ilk gecede sordu Ahaba,
Çöpçatanlık yapan, komutanınla,
Annesine ne yapacaksın?
Onlar buldu seni bana,
Hak ettiler hediyenin en güzelini!
Ne dilerlerse benden vereceğim onlara…
……Yanılıyorsun Ahab!
……….Yanılıyorsun sevgilim.
……………Sırrımızı biliyorlar,
……………….Gün gelir nankörlük yapar,
…………………………..Bizi ele verirler.
Sırrı en iyi koruyan ölümdür ölüm!
……….Düşünemedi kral,
……………..Henüz gençliğin baharında,
…………………En delikanlı çağında,
………………………Gencecik bir kız,
…………………………Fitne ve fesatta zeki,
……………………………Zalim ve de nankör biri,
Kim bilir ona ne yapardı!
……..Düşünemedi bunları,
…………….Aşk gözünü kör etti.
……………………Aksine onunla gururlandı.
…………………………Sen bana çok yardım edeceksin,
…………………………………Ey güzel İzabel dedi.
İstediğin bu gece yerine gelecek!....
Az sonra merasim başlayacak.
Tapınakta büyük bir ateş yanıyordu.
Kral emrini verdi.
Beni seven kim varsa bu ateşe atılacak dedi!...
Bu sarhoş gurup ne yaptığının farkında bile değildi.
361
İçlerinde komutan ve annesi de dahil,
Kim varsa orada, Kral’ın emri ile ateşte yakıldılar!
“Bir aşk ile düştüm, senin gönül ağına,
Beni dertten derde salan sen değil misin?
Gözler yaşlı, ciğer yanık, düştüm sevda dağına,
Beni benden alan sen değil misin?”
Bu kralın sarayının yanında,
Çok da güzel bir bahçe vardı.
Kral, hanımıyla zaman, zaman bu bahçeye gelir,
Orada dinlenir gezer tozar, yer içerlerdi…
Halk
Bahçeyi,
Kral’a lâyık
Görerek bu bahçeyi,
Sahibinin elinden neden
Almadığına her zaman şaşırır,
Hayretler içinde bakar dururlardı.
Kral ise komşuluk hakkını gözetir,
Kimsenin malına göz dikmez, iyi davranırdı.
Karısı Kral’ın uzun bir yolculuğa çıktığı zamanda,
Bunu fırsat bilerek komşusuna iftira atarak,
Krala sövdüğünü söyler. Bu iftirasına,
Yalancı şahitler bulur komşusunu da,
Öldürtür. Bahçeyi de gasp ettirir.
Kral durumu öğrenince,
Düşünür ince, ince!
Karısına der,
Ne yaptın?
Bu
Yaptığın cahilce bir iş.
Bundan sonra nasıl felah buluruz?
Sonu ne olur Nereye varırız?
Hiç düşünülmeden işlenen bir iş bu!
Deyince, karısı;
……Ben bunları senin için yapayım!
………….Sen şimdi beni suçla,
……………..Olacak iş değil diye sitem etti.
Kral;
…..Yazık sana vah sana,
………Sen ki, kraliçesin!
…..Komşu hakkını hem korumak,
………Hem gözetmek senin vazifen iken!
………………Büyüklüğün, affediciliğin,
………………………..Nerede kaldı!..
362
Senin yaratılışın, yabancıdır vefaya,
Zulümdür senin işin, cevr-i cefa âdetin,
Vefa andı içsen de, bundan lâkin ne fayda,
Andını saklamaya, yoktur senin kudretin.
……..Kraliçe o zaman,
…………..Olmayacak bir şey oldu,
……………………..Diye hayıflandı….
………………………..Bu hadiseyi Yüce Allah’ın,
………………….İlyas peygambere,
……………Bildirdiği rivayet edilir..
……..İlyas Peygamber,
…………..Yaptıklarından tövbe etmelerini,
…………………….Gasp ettikleri bağı,
………………………..Varislerine geri vermelerini önerdi.
…Aksi takdirde, o bahçede öldürüleceklerini,
………..amma gömülmeyeceklerini,
…………….Açıkta kalıp kokuşacaklarını,
………………….Kurda kuşa yem olacaklarını,
………………….. Kendilerini, yeni felaketlerin beklediğini söyledi.
Bunun üzerine kral, İlyas Peygambere kızdı.
“--Sen, dalalete ve boş şeylere davet ediliyorsun!
Sen de diğer krallar gibi gel puta tap!
İnandığın dini bırak, Dedi.”
VARSIN ALLAH’IM
Ezelden ebede zerrede varsın,
Çepeçevre sarıp, koruyan zarsın,
İmanlı göğüste edepsin arsın,
Alınan nefeste varsın Allah’ım.
Örümcek ağında gerilen telde,
Süleyman emrine verilin yelde,
Semaya açılan günahkâr elde,
Derviş nefesinde varsın Allah’ım.
Böcekte çiçekte, dildeki seste,
Aşığın sasında, dilinde beste,
Teneffüs edilen, her bir nefeste,
Seven gönüllerde varsın Allah’ım.
Varlıklı zenginde, fakirde sensin,
Düşünen akılda, fikirde sensin,
Rükuda secdede, zikirde sensin,
Edilen duada varsın Allah’ım.
363
Kral,
……Bir gün İlyas’a;
…………Ey İlyas!..
…………---Vallahi ben,
………………Senin davet ettiğin şeyin,
Boş olduğunu görüyorum.
( İsrail oğullarından, Puta tapanların isimlerini sayarak
Onlar da bizim gibi, yiyor içiyor,
Nimetler içinde hüküm sürüyor!
Senin batıl dediğin,
Dinleri ve inanışları,
Onların dünyasından hiç bir şey eksiltmiyor!..
Kendimizde de, onlara nazaran bir üstünlük yok!..
Deyince;
İlyas Aleyhisselâm’ın tüyleri diken, diken oldu!..
“ Bizler Allah’ın kullarıyız, ona döneriz.”(Bakara 156)
Deyip yanlarından ayrıldı.
Dostumsun derken sana, niçin düşman olayım,
Yeminimi bozarak, niye pişman olayım,
Pak bir yüzle huzurda, huşu ile durayım,
Gönlüm hiç istemez mi, bahtiyardan olayım.
………..Kral da ötekiler gibi,
……………Allah’ı bırakıp,
…………………Yaptırdığı dört başlı,
………………………..Put’a tapmaya başladı.
………………………….İlyas Aleyhisselâm’ı
…………………………Öldürmenin yollarını aradı!.....
İlyas A.S.
………Mağaralara kaçtı.
……………Tam yedi yıl oralarda gizlendi.
……….Dağlarda ağaçlardan,
…………….Yerlerde bitkilerden ne bulduysa,
………………………….Onlarla beslendi.
………Kral arkasından,
………….Adamlar saldı,
………………Arattırdı her yerde!
………………….Onu görüp yaklaşan yanıyordu!
………………………Yüce Allah kulunu,
…………………………….Böylece koruyordu!
Belâ feyzine eren, Rab katında sevilir,
Biz ahiret yurdunda, müstakil bir sultanız,
Manâ yönünden baki, görünüşte faniyiz.
Hiç şüphe yok ki belâ, Rab ehline verilir.
364
Yoksun olmuş yoldaştan, gam içer boyun bükük.
Geçtiği yol kanlı yaş, kırmızı gül bahçesi,
Kılavuzu göz yaşı, göç davulu ah sesi,
Kanlı gözün rengi gül, gönlü mahzun kör kütük.
………………………Perişan bir vaziyette, İlyas a.s.
…………..…….Gizlice şehre inip,
…………..Bir koca karının evine sığındı.
…….Kadının çok hasta,
…Elyasa b.Ahtup adında, bir oğlu vardı.
Bu çocuğun yaşlı annesi, İlyas’ı görünce duygulandı;
Dilinden şu sözcükler döküldü:
………….……………Bazen sert bazen yumuşak,
…………….………Koşar dalgalar vurur kıyıya.
…………………Darmadağın olurlar.
………..…….Bunda bir sır var sanma,
……..…….Haber veriyor onlar, un ufak oluşlardan.
Kıyıya vuruşlardan gururluydular.
…Kıyılar kayalıkken,
…….Ufuktan kopup gelen dalgalar,
………..Güçlüyü tanımazlar, gururla vururlar.
……Şırak,
………Şırak,
………..Şırak çınlar sesleri.
………………Kıyı ve deniz,
……………………Uyan ey zaman,
………………………….Uyanın ey sabırlar.
………………Bana kimleri hatırlattınız.
………Kalın enseli İsrail oğulları,
………..Şu kıyıya serpilen kum taneleri,
…………….Onları vurup dağıtan,
………………..İlahi gazap değil mi!...
Çocuk bir türlü şifa bulamıyordu.
Annesi ise üzüldükçe üzülüyordu.
İlyas’tan bile şüphe eder olmuştu.
Acaba! O peygamber Değil mi ? Diye!
Şüphelere düşüyordu.
İlyas Kadına;
Sus, ey acuze kadın diyordu ona!...
Yatağa yaklaşınca aman uzak dur!
Yaklaşma yatağına, dokunma ona.
365
Her kuş avlanır amma, Güvercin asla,
O bir güvercin,
Kem gözle bakanların haset okları
Vurdu onu gözünden.
Ölürken bile ne kadar güzel o,
Bırak dokunma seyredeyim doya, doya!...
Öldü sanmıştı çocuk sağdı halbuki,
Nefes alıyor, yatağında yatıyordu…
İlyas Peygamber ona dualar etti,
Şifa buldu o çocuk, hastalıktan kurtuldu.
İlyas’a iman etti.
Peygamber olduğunu tasdik etti,
Bir daha ayrılmadı.
İlyas Aleyhisselâm iyice yaşlanmıştı,
Elyasa da genç bir delikanlı olarak,
Onun yanından hiç ayrılmıyordu,
İmansız yürekte, sen zaten yoktun,
Müşrik’in aklına, şeytanı soktun,
Yunus’u balığın karnında tuttun,
Musa asasında, varsın Allah’ım.
İlyas A.S.
Döndü Rabbine;
Ey
Yerlerin
Ve de göklerin
Tek sahibi Yüce Rab!
İşte yine huzurundayım.
Yüzümü kara çıkarma ya Rabbi!..
Yağmurunu gönder, Kurtar bu milleti,
Belâdan diye dua etti.
Duası kabul oldu,
Bir bulut kümesi peyda oldu semada.
Hepsi şaşkınlık içinde baktılar o buluta,
Gözlerinin önünde iri yağmur damlaları,
Sıklaştı döküldü üstlerine.
Tarlalara, dağlara taşlara,
Ağaçlara kuşlara indi bereket,
Yeşerdi ovalar kırlar,
Kurtuldular bu dertten.
366
………..Buna rağmen dönmediler,
…………….Ne putlarından,
………………….Ne de isyanlarından.
…………………………Dönmediler.
…….Daha da azıttılar!...
………….Yaşlı bedeni İlyas’ın,
………………..Tahammül edemedi.
…………………....Tükendi direnci, üzüldü.
İLYAS A.S. MIN VEFATI
Onların zilletinden, kurtulmak için,
Son çare, yine sığınmaktı Rabbine!...
Bir daha dönmemek üzere,
Sığındı, sığındı sonsuzun sahibine.
Rivayet edilir ki;
İlyas Aleyhisselâm ölmedi.
Her yıl hacc mevsiminde,
Hızır Aleyhisselâm la buluştukları söylenir.
Hızır ve İlyas,
Biri doğuda biri batıda,
Biri denizde biri karada,
Nerede Allah’ın adı anılsa
Orada bir araya gelirler!.
Güneş batıya dönmüş,
Hızla denize doğru alçalıyordu,
Lübnan dağlarının, güney tepelerinin birinde,
Yaşlı bir adam oturmuş, inen güne bakıyordu.
Önü denizdi.
O zaman Rum Denizi denilen Ak Deniz..
Güneş işte bu denize bir bağrı yanık gibi,
Koşuyor, koşuyordu….
Kayaya sırt vermiş adam hayıflandı;
-Mümin insan,
Şu güneş gibi pırıl, pırıldır.
Sapıtanlara ise İblis!
Sapkınlık denizini,
Kurtuluş yurdu gibi gösterir!..
Gösterir amma,
O denize giden onda boğulur.
Bağrındaki ateş söneceğine,
Düştüğü cehennemde yanar,
Yanar ilelebet diyordu.
367
İlyas Aleyhisselâm da:
Ya Rabbi!
Ey sonsuzun sahibi!
Sana sonsuz şükürler olsun.
Kavuştur sana,
Kavuştur şu aciz kulunu!
Kavuştur sana muhtacım.
Hicranım vuslata, dönsün istedim,
Vuslatın lütuftur!
İnan ki, İnan ki bana!.
Deyip bu belâlardan kurtarmasını diledi.
Kendisine bir nida yetişti!
………Filân günü,
…….Filân yere git! Orada bekle….
………Sana ateş renkli,
……………Bir hayvan gelecek!
………………..Ondan korkma,
………………………Ona bin!
…………………………Diye buyurdu…
O gün gelince,
……..Yanında Elyesa,
…………….Olduğu halde İlyas A.S.
…………………..Denilen yere gitti.
………………………Ateşten bir at,
…………………………….Onu bekliyordu!
…………………….Önünde durdu.
………………..İlyas A.S.
………….Sıçradı bindi atın üstüne,
………Elyasa seslendi ona, “-Ey İlyas;
…..Bana ne emrediyorsun?
…….Aldı götürdü onu at,
……….Taa Şam diyarına,
……………Bir daha haber alınamadı.
………………..Uçarken kilimini havadan Elyesa’ya bıraktı.
Bu demekti ki,
İsrail oğullarına,
Bundan sonra peygamber Elyesa idi.
…….İşte şimdi geldi, selâm sabah sırası,
………..Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
……………Söylenecek son söz, artık burası,
……………….Dinleyin dostlarım, beni dinleyin.
368
……..Ey saba yeli,
………….…Başın alıp nereye,
…………………Gidersin böyle,
……………………….Eğer yolun düşerse,
………………………………Kutsal toprağa,
……………………………………Ademden son resule,
…………………………… Selâmım söyle!.
369
ELYESA A.S.
İlyas Aleyhisselâm,
Otuz yaşlarında iken,
Elyasa, Akdeniz kıyılarında, Sayda kentinde doğdu.
Annesi Hezekiyel dir.
Doğum yaptığı zaman,
Çok yaşlı idi, onun için ona,
Acuze (koca karı) derlerdi.
Bu kocakarının oğludur ELYASA….
YÜCE ALLAH,
Şöyle buyurur:
“Biz ondan, (İLYAS’ TAN);
Sonra gelen ümmetlere,
İyi bir nam bıraktık.
Gerçekten o, mümin kullarımdandı!
Bizden selam İLYAS’A”dedik…(Saffat 129-130)
Şüphesiz biz, iyileri işte böyle mükafatlandırırız.
Çünkü o, bizim mümin kullarımızdandı. (Saffat 131-132)
O, uzun ömürlü vefakârdı.
Hiç sapıtmamıştı.
Annesi de mümin bir kadındı.
Onlar hem ibadetlerine düşkündü,
Allah’a inanıyorlar, geçimlerini ziraatla sağlıyorlardı.
Rivayet edilir ki;
Hz. Elyesa zamanında,
ALLAH’U Teâlâ, sapıtan İsrail oğullarına,
Cüzzam hastalığını, musallat etmişti.
Saray halkı ve bir takım kumandanlar da,
Bu hastalığa yakalanmışlardı.
İnandıkları taptıkları, Ba’l putuna ve de,
Kâhinlerine kuru candan başkaca verecek,
Hiçbir şeyleri kalmamıştı.
Ne aman başları dara düşse,
Hemen Peygamber, Elyasa’ya koşar,
Ondan medet beklerlerdi.
Sana inandık Elyesa,
Bize dua et, şu belâdan
Bizi ancak sen kurtarırsın derlerdi.
Elyasa onlara çeşitli dereler gösterir,
Oralar da yıkanınca şifa bulurlardı.
370
Hz. ELYASA
Bir gün onlara:
……..Halâ putlarınızdan,
………..Aman dileyecek misiniz?
………………Onlardan halâ fayda,
……………………Umuyor musunuz?
……………………….Onlardan kurtuluş,
…………………………..Bekliyor musunuz?
Diyorlardı ki;
“Senin öğrettiğin, tanıttığın,
Allah’ tan başka Tanrı yoktur.
Biz bundan sonra ona inanacağız!”
Diyorlardı amma!....
Çabuk eski inanç ve putlarına dönüyorlardı.
Bir gün Suriye kralının baş kumandanı olan,
Naam da, cüzzam hastalığına yakalanmıştı!
Bu zat çok zengin, saray gibi evi vardı.
Ama zenginliği fayda vermiyor,
Hastalığın derdinden acı çekip,
Kıvrım, kıvrım kıvranıyordu.
Kahinler tedavide,
Aciz kalıyor, derdine çare yok diyorlardı.
Naam dan çok Kral acı çekiyordu,
Çünkü o kralın sağ koluydu.
İstiyordu ki, bir an önce iyileşsin,
Bu uğurda, onu tedavi edemeyen,
Nice hekimin kahinin canına kıymıştı.
Yine bir akşam üstüydü,
Naamın bahçesinde her taraf gölgelenmişti,
Akşam serinliği sarmıştı ortalığı.
Bahçede bir kız çocuğu,
Bir yandan çiçek topluyor,
Bir yandan da;
Kendi kendine şarkı söylüyordu.
Şarkının sözlerinden,
Komutan duygulanıyor,
Bazı sırlar, seziyordu.
Küçük kıza, aynı şarkıyı tekrar, tekrar söyletti.
Kız da söyledi.
Diyordu ki;
Şarkıda!....
371
Şimdi mi anladın değersizliğini,
Sana, koltuk değneği olan saltanatını,
O saltanatı şimdi, şimdi vermeye hazırsın değil mi?
Hatta sırtındaki gömleğe kadar!..
Amma gecikmedin mi?
Ne istedi senden?
Neleri tebliğ etti, düşün,
Düşün bir kere!…..
Karşına her çıkışında,
Horlayıp kovduğunda, tekmelediğinde,
O peygamber, sana bed dua etmedi mi?
O yüzden!
Bu hallere düşmedin mi?
Hangi meyve, ne oldu bağa bahçeye!
Küfür rüzgarıyla toprağa düşen meyvelerin üzerine,
Günah böcekleri üşüşüp parçalamadılar onu!...
KÜÇÜK KIZ VE CÜZZAMLI KOMUTAN
Tekrar düşündü baş kumandan,
Anlamıştı anlayacağını.
Kızı yanına çağırttı.
Kız içeri girdi onu yatar görünce şaşırdı.
Perişandı komutan,
Belli cüzamdı onu böyle yatıran.
Sordu kıza,
--Adın ne senin?
--Metelaya.
Demek İsraillisin?
---Evet dedi kız.
Son savaşta esir düştük,
Bizi saraya yerleştirdiler.
Peki anladım!
Nereden öğrendin bu şiiri?
-------------------Annemden.
Sen dedi küçük kız,
Sen cüzamlısın!
------Evet dedi komutan.
Çok zekiydi Metalaya!
Hemen bir yol açtı,
Bu şiiri annem,
Senin gibi bir cüzzamlıya söylemiş!
Cüzzamlı iyi olmuş!
Deyince!
372
Komutanın merakı iyice arttı.
Nasıl iyileşmiş o hasta?
Kız,
------Bizim oralarda biri var,
----------------Onun adı ELYASA!
Elyasa bir peygamber!
İsterse bu hastalığı iyi ediyor.
Kaç tanesini gördüm, iyi oldular!
Amma,
Tek istediği var!
Neymiş diye sordu komutan!
Putları bırakıp,
Tek Allah’a iman etmendir.
Tamam dedi baş kumandan,
Kızı savdı başından,
Düşündü, düşündü kendi kendine!
Putlardan ne fayda görmüştü.
Tek hastalığından kurtulsun da,
Her şeyini vermeye hazırdı.
Kâhinlere neler vermemişti ki!....
Savaştığı bir ülkeye nasıl giderdi!
Onu asıl düşündüren bu idi!
Ama olsun ölse bile razıydı,
Derdi ona yetiyordu.
Nice sonra Hükümdar’a açtı derdini,
Ummadığı bir cevap aldı kraldan.
Şaşırdı!...
Suriye kralı, sen küçük bir mahiyetle,
Samiriyye’ye git.
Ben İsrail hükümdarına bir mektup,
---------------------------Göndereceğim.
Benimle tekrar savaşmamak için,
-------------------Razı olacaktır.
Ulaklarıyla mektubu gönderdi.
………………..Sabah erkenden.
Baş kumandanı da yola çıkardı.
……………..Küçük mahiyetiyle.
İsrail hükümdarı mektubu alınca,
----------------Kızdı, sinirlendi!
373
Aldığı mektubu yırttı attı!
----------------------Bağırdı çağırdı!
Bana cüzamlı komutanını göndermiş,
Şimdiye kadar hangi cüzamlı,
--------İyi olmuş ki, bu iyi olacak!
………Bu işin bahanesi,
Yine benimle savaşmak istiyor!
Baş kumandanı iyi olmazsa,
Onu bahane edip, yine benimle savaşacak.
Adamları, baş kumandanını feda edemezlerdi,
Ona bir şeyler diyeceklerdi ki….
Onları susturdu.
Artık, böylesine hasta böylesine düşkün,
Bir kumandanı neylesin!
Söylendi kendi kendine,
-Ben,
O kumandanı akıllı sanırdım!
Kralının tuzağına düşmüş.
Ertesi gün komutan!
Çıktı hükümdarın yanına.
-Hükümdarım;
Benim sana faydam olmaz,
Benim kâhin ve hekimlerim de buna çare bulamaz! dedi.
Böyle bir cevap bekliyordu zaten!
On kişilik mahiyetiyle koştu Elyasa’nın yanına!..
Elyasa yol gösterdi!
--Ey Naam!
“Hemen Ürdün’e Şeria nehrine git!
Yedi kere yıkan, her seferinde,
Allah’ın adını tespih ve tenzih et onu!
Amma Allah’a imanda samimi,
Ona ibadette sebatkâr ve sürekli iman gerek!
Naam çok sinirlendi kızdı!
Benim topraklarımda,
Ürdün’den daha şifalı sular var!
Boşu boşuna niçin gideyim
Taa Ürdün’e kadar diye söylenirken…..
Oradan geçen, bir Müslüman!
Onu duydu yaklaştı şöyle dedi.
374
Belki haklısın amma,
Peygamber’e böyle vahiy edilmiş,
Onun dediğini yap!
Gitti kumandan Nehir’e, yedi kere yıkandı.
Şeria da sağlık buldu, sıhhat buldu,
Eskisinden çok, dinç oldu.
Koştu Elyasa’nın yanına,
Onun peygamberliğini kabul,
Tek Allah’a iman etti.
Hediyeler, bağlar, bahçeler,
Altın gümüş paralar vermek istedi.
Hiç birini almadı Peygamber.
Elini öpüp ayrılırken;
“Ben Kudüs’e gidip yerleşeceğim.
Bundan sonra benim yerim, Suriye değil!...
Mescidi Aksa’ya yakın olmaktır!
Deyip oraya yerleşti.
Akıllı olan kişi, başlamadan düşünür,
Acep sonu bu işin, nereye dayanacak.
Bunu düşünmeyenin , aklı başında üşür,
Gaflet ile geçirir, her bir gününü ancak.
VEFATI
Bir bahar sabahıydı,
Samiriye’de bereketli bir mevsim başlamıştı.
Şehrin dışında, ağaçların altında bir adam oturuyordu.
Bu El yasaydı, epeyce yaşlanmıştı.
Seksen beş yaşına basmıştı.
Gerek İsrail devleti gerekse Yahuda devleti,
Şaşkınlık selleri içinde bocalayıp duruyorlar,
Sapkınlık içinde yüzüyorlardı.
Hz. Elyasa, Hz. İlyas’tan daha rahat,
Çalışma imkanı bulmuştu.
Amma hayat hiç kimseye baki değildi.
Saraylarda hükümranlık kavgaları,
Kahinlerin çekememezlikleri,
Başkanlarının ihtirasları,
Üzüyordu Elyasa’yı.
Yaşlı olmasına rağmen namazını kılıyor,
Duasını yapıyor müminlere nasihatler ediyordu.
Hastalandı günlerden bir gün.
Yakından uzaktan duyan,
Müminler toplanmaya başladı.
375
Elyasa zor zahmet, kısılan sesi ile,
Beklenen haberi verdi.
Ey mümin kardeşlerim!
Evlâtlarım dostlarım!
Sanırım Allah’ın emri yakında gelecek.
Bu yer yüzü nice, Peygamberler gördü.
Hangisi hayattadır?
Hangisi aramızda şimdi?
İsrail oğullarının başına,
Ne geldiyse sapıtmalarından!..
Siz öyle olmayacaksınız! Değil mi?...
Hiç değilse bu soyda bir avuç mümin kalsın!
İnsanoğlu bir anadan bir babadan üremiştir.
Soy hiç bir mana, ifade etmez.
Bütün hüner teslimiyette…..
Geceyle beraber şimdi,
Gökyüzü yıldızlarla süslenip donanacak.
Yıldızlar olmasaydı!
Gök yüzünün hali nasıl olurdu?
İşte müminler o yıldızlar gibi parıldarlar. Diye nasihat etti.
İkindiye doğru da ruhunu, Allah’ına teslim etti.
Ona ve tüm peygamberlere salam olsun!...
….İşte şimdi geldi, selam sabah sırası,
……….Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
………….Söylenecek son söz, artık burası,
………………Dinleyin dostlarım, beni dinleyin
Ey saba yeli,
…….Başın alıp nereye,
……………Gidersin böyle,
………………..Eğer yolun düşerse,
…………………… Kutsal toprağa,
………………………….Ademden son resule,
………………………………… Selâmım söyle!...
376
HZ. DAVUD PEYGAMBER
On iki kardeşten,
En çelimsizi,
En küçükleri.
Yakub a.s.mın soyundan.
Bir tek Allah’a tapan,
Davudi gür sesli,
Uzun nefesli,
Demir döven,
Bir usta idi, O.
(D)öküktü tepesinden
S(A)çları,
De(V)e güderdi, çobandı o,
Koy(U)n güderdi, kuzu güderdi.
Davu(D) peygamberdi o!..
Kısa boylu,
….Ak tenli,
…….Mavi gözlü,
………..Açık sözlü,
…………..Temiz yürekli,
……………….Kırmızı yüzlü,
………………..Gür ve güzel sesli,
…………….……....Bir insandı o!..
……..Babasının adı İşa, idi.
…Annesinin adı bilinmiyor.
Çelimsiz ve küçük olduğundan,
Babası onu hor görür, insan içine çıkarmaya utanırdı.
Bunun içindir ki; Ona davar güttürürdü.
Davud Aleyhisselâm da diğer kardeşleri gibi
Sevilmek istiyordu.
Rivayet odur ki;
Günlerden bir gün, Davud!
babasına geldi, dedi ki:
-----Babacığım!
Ben sapanımla taş atıyorum,
İstediğimi tam isabet vurup düşürüyorum.
Babası;
----Oğulcuğum!
Müjdeler olsun sana, Allah senin rızkını,
Sapanın içine koymuştur. Dedi.
377
Başka bir gün,
----Babacığım!
Dağlar arasına girdiğimde,
Yuvasında olan bir aslan gördüm,
Hiç korkmadım ondan.
Yaklaştım, üstüne bindim,
Hatta kulaklarından tuttum.
Bana bir şey yapmadı!
Babası!
----Müjdeler olsun sana, bu da Allah’ın,
Sana verdiği bir hayırdır. Dedi.
Başka bir gün,
Yine gelip babasına;
Ey babacığım!
----Ben dağların arasında yürüyüp giderken,
Allah’a tespih ediyor, “Suphanallah” diyordum.
Benimle birlikte,
Dağlar taşlar, gökteki uçan kuşlar,
Allah’ı zikir ediyordu. Dedi.
“Dağları ve kuşları,
Davud ile birlikte, tespih etmek üzere,
Ram kılmıştık. (Enbiya 79)
Babası yine!
---Ey oğulcuğum, sana müjdeler olsun,
Bu da sana Allah’ın bir lütfu,
Bir hayrıdır diye yorumladı.
Kardeşleri, Calut’la savaşmak için,
Savaş meydanına,
Kralları Talut’la birlikte gitmişlerdi.
Bir yanda İsrail oğulları,
Öbür yanda, Amalikalar,
Çarpışmak üzere karşı karşıya idiler.
Kendine bir ses geldi!
Bu ses gaiptendi!
Diyordu ki;
----Ey Davud, sen, Calut’u öldüreceksin.
Burada durup ne yapacaksın?
Davarlarını Allah’a emanet et,
Koş kardeşlerine kavuş!
Kral Talut, kim Calut’u öldürürse.
Ona malının yarısını vereceğini,
Ve kızıyla da evlendireceğini vaat etmişti.
378
Davud Aleyhisselâm koştu babasına.
Bu savaşa katılmak istediğini söyledi.
Babası;
----Sen davarları ne yaptın?
Cevap verdi,
----Ben onları koruyucu birine,
Emanet ettim deyince,
Sandı ki; Başka çoban arkadaşlarına emanet etti.
Hemen kardeşleri için,
Bir rızık bohçası hazırladı,
Haydi koş bunu kardeşlerine yetiştir.
durumlarını gör,
Tekrar davarının başına dön dedi.
Davud, sevinçle azık torbasını,
Bir de sapanını alıp yola koyuldu.
Giderken, yoldaki bir taş!
----Ey Davud!
Beni al götür, Calut’u öldüreyim! Dedi.
Davud taşı aldı torbasına koydu.
Yoluna devam etti.
Yolunun üzerinde başka bir taş dile geldi.
Ey Davud!
Beni de al deyince!
Sordu ona Davud A.S.
Sen kimsin?
“Ben İshak’ın taşıyım! Ki o benimle,
Şunları, şunları öldürdü.
Allah’ın izni ile, ben Calut’u öldürürüm!” Dedi.
Onu da alıp torbasına koydu.
Yoluna devam etti.
Biraz daha ileride üçüncü bir taş!..
-----Ey Davud beni de al! Dedi.
Davud A.S. Ona da sordu!
---Sen kimsin?
“Taş cevap verdi,
Ben, Yakup’un taşıyım,
Allah’ın izniyle Calut’u öldürürüm.” Dedi.
Onu sen nasıl öldüreceksin?
Diye sordu Davud A.S.
Cevap verdi ona taş!
Rüzgârdan yardım isterim!
379
O beni alır götürür Calut’un kafasına ulaştırır!
Ben de onu öldürürüm. Dedi.
Onu da aldı Davud! Koydu torbasına….
Şaşırmayın sakın siz, şaşırmayın siz buna,
Konuşturur dilerse, ayak bastığı taşa,
Dilerse Yüce Rahman, can verir toprağına!
Kanat takar uçurur, benzetir onu kuşa.
Kardeşlerine ulaştığı zaman,
Kral Talut, Davud’un kafasına,
Yağ boynuzunu koydu,
Boynuzdaki yağ, kaynamaya başladı!
Davud A.S. yağdan vücuduna süründü.
Kral, sen Calut’u Öldürsen,
Ben de kızımı sana versem,
Ülkemde hüküm sürsen olmaz mı?
Ne dersin?
Elbette olur derim.
Talut,
…Atını,
……Zırhını,
……..Silahını,
Verdi Davud Aleyhisselâm’a.
Davud, silâhını kuşandı. Atına bindi.
Biraz gitti,
Gitti gitmesine de, içine sinmedi bir türlü!
Kalbine bir büyüklenme geldi sanki!....
O anda döndü Talut’un yanına!..
Orada bulunanlar,
Davud korktu dediler.
Gelip kralın önünde durdu.
Kral;
Sana ne oldu diye sordu!
Davud;
Bırak beni sen, bırak ta onunla,
İstediğim gibi çarpışayım dedi!...
Kral, istediğini yap deyince,
Bıraktı atı silâhı.
Sapanını alıp, Calut’a doğru yürüdü.
Calut, katı yürekli,
İnsanların en acımasızı idi.
380
Başına demir bir tolga geçirmiş,
Eşi enderi bulunmayan,
Çok iri, alaca bir ata binmiş,
Cenge hazır bekliyordu.
Amma Davud Aleyhisselâm’ı görünce,
Yüreğine bir korku düşürdü Allah!
Sordu Davud’a;
Sen mi, benimle çarpışmak için çıktın?
----Evet dedi Davud,
Hay oğulcuğum!
Köpeğe taş atar gibi, Sen de bana taş mı atacaksın?
Evet dedi Davud,
Sen köpekten daha kötüsün deyince…….
Öylesine öfkelendi ki, Calut!
Çok kızdı git defol karşımdan,
Sana acıyorum dedi.
Hayır dedi Davud,
Hayır, belki ben seni öldüreceğim,
Diye cevap verdi Calut’a…
Calut, sen hak ettin artık,
Seni parçalayacağım,
Leşini kurda kuşa vereceğim,
Diye tehditler savurmaya başladı.
Besmele çekti Davud,
Belki, Allah, Senin etini, vahşi hayvanlara,
Yem edecek, bölüştürecek dedi.
Hemen torbasından bir taş çıkardı,
Sapanına yerleştirirken,
Bu atam İbrahim ismiyle!
Ötekini koyarken,
Bu atam İshak’ın ismiyle,
Üçüncüsünü koyarken de,
Bu da Atam Yakup’un adıyla deyip fırlattı taşları!...
Tam isabet!...
İki kaşının ortasından,
Girdi taşlar beynine,
Kafasının arkasından çıktı.
Calut’u ölü olarak devirdi yere!
Ordusu da bozguna uğradı.
Kral Talut da böylece savaşı kazanmış oldu.
Topladı askerlerini,
Savaş meydanından ayrıldı.
381
Kızıl ateş mangalı, ayın boynunu eğdi,
Toprağın dört bir yanı, ateşten bir küreydi.
Atılan üç taş gitti, alın şakına değdi,
Calut’u serdi yere, Talut’u sevindirdi.
EVLENMESİ
Kral kızını Davut’la evlendirdi,
Servetinin yarısını da ona verdi.
Hem de kendi mülkünde,
Davut’un mührünü geçerli kıldı.
Halk, Davut’u çok sevdi.
Halkın bu sevgisi,
Kralın kıskançlık damarlarını kabarttı.
Hatta Davut’u öldürmeye kalkıştı.
Amma Yüce Allah!
Onun şerrinden, Davut kulunu korudu.
Davud, hem hükümdar hem peygamberdi.
Serap denizi taşsa, dalgalanır dururdu,
Suya hasret susuzun, dudakları kururdu,
Cenk alanına dönse, fitnenin ateş yeri,
Yönü Hakka olanı, mutlak Rabbi korurdu.
Davud A.S. krala mukabele etmekten,
Her zaman kaçındı, ona yumuşak davrandı.
Allah, Talut’un kalbine merhamet tohumları ekti.
Dedirtti ki, Kral’a!
------Allah Davud a rahmet etsin,
------------Ben fırsat bulunca,
---------------Onu öldürmeye kalkıyorum,
-----------------------O ise, bana kol kanat geriyor,
-------------------------------Beni öldürmekten el çekiyor.
Rivayet odur ki;
En sonunda, Kral yaptıklarına pişman olup,
Tövbeler etmiştir.
Yaptığı tövbelerin kabul olup olmadığını anlamak için,
Yuşa Aleyhisselâm’ın kabrine gidip ondan sormuştur.
Kabirden gelen bir ses!
Ey Talut!
Tövbenin kabulünü bilemem,
Ama ülkene saldıran düşmanla savaş,
Hükümdar gibi ol! Dedi.
382
Oğulları ile katıldığı bir savaşta,
Öldürülmüş olduğu rivayet edilir.
Ondan sonra ülkenin yönetimi,
Tamamen Davud Aleyhisselâm’ın emrine kalmıştır.
HÜKÜMDARLIĞI VE PEYGAMBERLİĞİ
Davut Aleyhisselam,
Her gecenin yarısında uyur.
Üçte birinde namaz kılardı.
Rabbine çok ibadet ederdi.
Bir gün oruç tutar, bir gün yerdi.
Çok mütevazı biriydi.
Yerlere kapanıp çok ağlardı.
Göz yaşından otlar yeşerir çiçekler açardı!...
Ya Rabbi;
Gücüm kuvvetim olmadan,
Sana nasıl şükredebilirim?
Nimetin olmadan sana şükretmeye güç yetiremem.
--Ey Davud!
Sana gelen nimetin,
Benden olduğunu biliyorsun değil mi?
----Evet ya Rab!
-----Ben bunu,
Senin tarafından şükür olarak
Kabul ettim. Buyurdu.
İlâhi!
Saçımın her bir teli,
Olsaydı iki dilli,
Tespih etseydi seni,
Gece ve gündüzleri,
Ödeyemezdim yine,
Sana minnet borcumu!
Anlatılır ki;
Davud Aleyhisselâm’ın hükümdarlığı,
Rum kralı Dakyanus ve de, Ashab-ı Kehf zamanında,
Keyhüsrev b. Syavş’ın asrında dır.
Yüce Allah!
Davud’a saltanatın yanında, büyük hikmetler vermiş.
Ona, Peygamberliği de lütfetmiş….
Kendisine, kutsal kitap, Zebur’u indirmiştir.(İsra 55)
383
İlyas a.s. dan sonra, İsrail oğulları,
Yine, bölüüük, bölüüük bölündüler.
Allah’u Tealâ onları uyarsın doğru yola çağırsın diye,
Davut Aleyhisselâm’a peygamberlik verdi.
Ona, Zebur’u da verdi!....
Zebur’un, yüz elli sureden ibaret bir kitap olduğu,
Dua ve Hakka senadan ibaret olduğu rivayet edilir!...
Yine rivayet edilir ki;
Bir gün İsrail oğulları:
-Ey Allah’ın nebisi!
Bize senin faziletlerinden haber ver. Dediler.
Davud a.s. da; Benim faziletim şudur dedi.
Hak Tealâ kardeşlerimin arasından,
Beni seçip peygamber yaptı.
Benim elimle Calut’u öldürttü.
Ve bana Zebur’u gönderdi.
Davud a.s. bir gün mihraba girdi.
Rükû ve secdeye varıp, çok ağladı,
Göz yaşı döktü.
Başını kaldırdı,
İbrahim a.s., İshak a.s. ve Yakub a.s.mın,
Keramet ve mucizelerini zikrederek dedi ki;
-Ya Rabbi!
Bütün hayırların, babamla, dedemle,
Gitmiş olduğunu gördüm.
Ya İlâhi!
İbrahim a.s.mı, kendine Halil kılarak,
Onu ululadın.
Ateşi ona, soğuk ve selâmet eyledin!
İsmail a.s. mı, gerçeklikle kemale erdirdin!
İshak’ı yalnızlıkla sadık kıldın!
Yâkub’u oğullarıyla ulu eyledin!
Musa a.s. mı, nebi ve seninle konuştuğu için kelim eyledin!
Harun a.s. mı, bilgili kıldın!
İlyas a.s. ma, kavmini dine çağırırken yardım ettin!
Yerlerde ve göklerde kuşlar gibi uçurdun!
Ya Rabbi!
Beni de katından kerametlerle has kıl!
Diye niyaz eylediği zaman;
Hak Tealâ:
384
-Ya Davud!
Senin ululuğun şudur!
Ben sana benzer hiçbir peygamber yaratmadım.
Sen hem peygamber, hem de halifesin.
Atan Adem’i yarattığım zaman,
Dağlara dedim ki:
Davud doğduğu zaman,
Bir şey okuyunca onun sesine,
Dağlar ahenk tutsun!
Demiri, senin elinde hamur yaptım,
Sana zırh (demir gömlek) yapmayı öğrettim.
Kuşlar senin üstünde saf tutu.
Sen Allah’ı andığın zaman, onlar da anıyor,
Sana gölge yapıyorlar.
Ya Davud!
İbrahim’i ateş belâsına uğrattığım zaman,
Hiç şikâyet etmedi.
Oğlunu kurban et dedim, sabır gösterdi.
Boğazlamak için yere yatırdı.
O zaman ben ona koç gönderdim.
Yakub’a, Yusuf’un acısı ile, belâlar verdim.
Gözleri görmez oldu!
Yine de sabretti, şükretti!
Musa’yı küçükken belâya uğrattım.
Anası beşiğe koyup, Nil’e bıraktı.
Sabretti, haline şükretti!..
Seni de, korurum ey Davud! dedi!..
O zaman Davud secdelere kapandı.
Şükürler olsun Rabbim sana,
Şimdi anladım, bildim!
Beni de belâlara sal!
Ben de sabredeyim! Dedi.
“Ona, muharebenin şiddetinden,
Korunmanız için zırh sanatını öğrettik.
Demiri mum gibi yumuşattık.
Bundan dolayı şükretmez misiniz!” (Enbiya 80)
Ant olsun, Davud’a tarafımızdan bir üstünlük verdik.
“Ey dağlar ve kuşlar! Onunla beraber teşbih edin dedik.
Ona demiri yumuşattık.” (Sebe-10)
385
(Hz. Davud’a verilen üstünlük, peygamberlik,
Kitap, saltanat, güzel ses gibi bir çok meziyetlerdir.)
Geniş zırhlar imal et, dokumasını ölçülü yap,
(Ey Yakup hanedanı) iyi işler yapın. Kuşkusuz ben,
Yaptıklarınızı görmekteyim. Diye vahiy ettik.”.(Sebe -11)
Eline aldığı demir parçası, hiç ateşe sokmadan,
Yumuşacık olurdu.
Uzun zırhlar, gömlekler yapardı.
Yer yüzünde ilk zırh yapan ilk zırh giyen o oldu.
Hurma dalından sepet yaparak,
Yaptığı sepeti satarak, geçindiği de rivayet edilir.
Davut Aleyhisselâm,
Dua etmeye başladığında hep ağlardı.
O ağlayınca, dağlar taşlar ,
Kuşlar kurtlar da ağlardı.
Gözünden yaş eksik olmazdı.
Rivayet edilir ki;
Onun göz yaşları biriktirilseydi,
Dünyada, dökülen tüm yaşlar ona yetişemezdi.
Yüce Allah!
--Ey Davud!
Adem’i kudret elimle yarattım.
Keramet elbisesini giydirdim.
Vakar tacını başına koydum.
Sen de itaatkâr olursan sana da veririm.
Tövbe edersen kabul ederim. Dedi.
“Biz seni yeryüzünde hükümran kıldık.
O halde insanlar arasında adaletli hükmet.” (Sad 26)
İsrail oğulları:
Muhalif muvafık hepsi sonunda kabullendiler gerçeği,
Davud’a teslim oldular, ona biat ettiler.
Zaman zaman, sahraya çıkar,
Zebur’u okur dua ederlerdi.
Kavminden bazıları,
Öldürücü taun hastalığına yakalanmışlardı.
Davud a.s.
Onları sahraya götürdü, orada dua etti Rabbine,
Allah onları derdinden kurtardı.
386
Bunun üzerine; Davud,
Allah’a Hamdi’nizi yenileyin dedi.
---Nasıl dediler?
Allah’ın size merhamet ettiği,
Şu kayanın üstünde bir mescit inşa ederek!
Çünkü orası,
Mescit edinilmeye layık yerdir.
Tamam dediler, hazırlıklar başlayınca,
Yaşlı ve çok fakir bir adam geldi.
Bu kayalıkta benim bir hissem var.
Onu Yüce Allah için satın alın,
Cimrilik etmeyin dedi.
Davud A.S.
----Dilediğini iste dedi.
Fakir adam, sen Allah katında,
Benden daha şereflisin.
Karşılığında oğluma yüksek bir duvar yaptır,
Onu altınla, istersen gümüşle doldur dedi.
Davud A.S.
-O kolay dedi.
Yaşlı adam, bunun üstüne, İsrail oğullarına döndü ve:
---Bu, işte bu, o tövbekârdır. Dedi.
Davud’a da:
Rabbimin, benim bir tek günahımı bağışlaması demek,
Bana bağışlayacağınız her şeyden daha sevgilidir dedi.
Ey felek, nedir böyle, zalimi aziz etmek,
Hor etmek şerefliyi, muhalife ün vermek!
Şerirlik meydanını, göklere yükselterek,
Mutluluk denizinde, zulmü boğmak ne demek!
“Rab hakkı sever,
Haklıyı hiç bırakmaz.
Kötülerin kesilir zürriyeti,
Salihlere miras kalır yeri.
Ebediyen orda kalırlar.” (Zebur 28-29-37)
Kur’anda da şöyle deniyor:
Şu kesindir ki, biz Tevrat’tan sonra Zebur’da da,
“Dünyaya, Salih kullarım varis olacak,
Dünya onlara kalacak diye yazmışız. (Enbiya 105)
387
Mescidin yapımına, Davud a.s mın ömrü yetmedi.
Oğlu Süleyman’a tamamlanması için vasiyet eti.
Hz. Davud,
Lokmanı vezir yaptı kendine.
Böylece işini biraz daha kolaylaştırdı!
Bir taraftan Zebur’un,
Hükümlerini tebliğ ediyor,
Öbür taraftan rızkını temin için demircilik yapıyordu!..
Hem hükümdar hem Peygamber,
Nasıl demircilik yapar!
Diye karşı çıkanlara,
Beyt-ül mal dan maaş alsın diye,
Baskı yapanlara aldırmıyordu.
Ey Rabbim!
Ey sevgili Allah’ım!
-İşimi kolaylaştır.
Bu sapıtan milleti hidayete ulaştır!
Diye dua ediyordu.
İbni Abbas rivayet eder ki;
“Davud a. s. Bir gün şöyle dua etti:
Ya İlâhi!
-Senin evinde oturanlar kimlerdir?
Ya Davud!
-Onlar öyle kimselerdir ki,
Ululuğum, azametim için,
Halka alçak gönüllülük gösterirler onurlanmazlar.
Şehvetlerine hakim olurlar.
Açları benim için doyururlar,
Çıplakları benim için giydirirler.
Garipleri hoş tutarlar.
Belâya uğrayanları esirgerler.
Onlardır evimde oturanlar!
Ya Rabbi!
-Senin hazinen nasıl bir hazinedir?
Ya Davud!
-Benim hazinem;
Arştan yüce, Kürsi’den daha geniştir.
Göklerden de daha süslüdür.
388
Ya Rabbi!
-Hazinen nerededir?
Ya Davud!
-Hazinem;
Yaralı gönüllerde, hüzünlü yüreklerdedir.
Ya Davud!
Kendi nefsine düşman ol, bana dost!
İyi bil ki, benim iyi kullarımın şavkı,
Gönül meyilleri, bana çok yakındır.
Ben de onları özlerim.
Benimle ferah bulurlar.
Benim zikrimle nimetlen,
Amelsiz dua, yağmursuz bulut gibidir!
Davud a.s.
Ya İlâhi!
-Bana mizanı (Terazi) göster dedi.
Mizan gösterildiği zaman, o kadar şaşırdı ki;
-Ya Rabbi!
-Bunu doldurmaya kimin gücü yeter ki?
Ya Davud!
-Bir kulumdan razı olursam,
Bir tek hurma o teraziyi doldurur!
Ya İlâhi!
- Sırat köprüsünü göreyim.
Sıratı gösterdi Yaratan!
Yine şaşırdı Davud!
Ya İlâhi!
-Bunu geçmeye kimin gücü yeter? Dedi.
“Her kim, inanarak, Kelime-i şahadet getirirse,
(Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü
Enne Muhammed’en abdühü ve resulühü), derse,
Sırat köprüsünü çok da kolay geçer.
(Allah’tan başka Allah yoktur,
Muhammed onun kulu ve elçisidir.
Ben de buna inanırım.) Derse!
Sıratı, çakan şimşek gibi süratli geçer.
Yine rivayet edilir ki;
Bir alim, ne kadar ilim sahibi olursa olsun!
Şu üç şeyi yapmıyorsa, ilminin ona faydası yoktur.
Birincisi; Dünyaya ve dünya ehline kapılmak!
İkincisi ; Şeytana uymak!
Üçüncüsü; Bir kimsenin kalbini kırmak!
389
Yık,
Yık varlığın şehrini,
Yık ki;
Benliğin gururunu virane kıl!
Bak!
Bak gönül aynasına,
Yar uğruna mestane kıl!
Düşün, niçin verilmiş insana,
En değerli varlık akıl!
Şırıl şırıl akan su, bak nasıl da zikreder!
Buluttan düşen damla, çırpınarak diz döver.
Durgun sudan içen kuş, göğe bakar şükreder.
Fırsat elden kaçmadan, sen de nefsin ıslah et!
Ya ıslah et, azgın olan nefsini,
Ya da gücün yeterse eğer,
Can evinden vur onu!
Kes meylini gayriden,
Düşme nefsin peşine.
Sürüm, sürüm süründürür bakmaz gözün yaşına!...
Davud a.s.
İlahi emirleri tebliğ ediyor,
İnsanları doğru yola, davet ediyordu.
En çok da kendi nefsine hitap ediyordu.
Diyordu ki;
Niçin şerle övünürsün ey zorba,
Allah’ın inayeti daimdir bunu bil,
Fesatlar düzen dili, dilim dilim et ve dil.
İyilik yerine şerri, tavsiye etme dil!
Vazgeç yalandan,
Doğruyu söylemeyi bil!...
Kudüs’ü başkent yaptıktan sonra,
Ona inananlar arttı.
Şehri büyüttü, imar etti…
LOKMAN’IN AYRILMASI VE DAVUD A.S. ÖLÜMÜ
Yanına bir gün, Lokman geldi.
Ayrılmak için izin istedi.
Şaşırmıştı Davud!
Niye ayrılmak istiyorsun?
Rahatın mı kaçtı, neyin eksik!
Bir kusurum mu oldu?
390
Hayır dedi Lokman, ilhamlarım istiyor bunu!
Burası sükun buldu.
Bana ihtiyacı olan, insanlar vardır belki….
Beni zorlama ey Davud dedi.
Peki dedi,
Davud A.S. İlhamlarınsa seni çağırana git tabi!..
Yüce Allah tan sana, selâmetlik ve başarı dilerim.
Son zamanlarını yaşıyordu.
Davud a.s. hastalandı bir gün.
Ya Rab!
--Ömrüm uzadı, yaş kemale erdi.
Bacaklarım zayıfladı diye halini arz etti Rabbine!...
Yüce Allah!
--Ey Davud!
Ne iyidir o kişiye ki;
Ömrü uzamış ameli güzel olmuştur.
Hastalığı ağırlaşınca oğlu Süleyman’a,
Sen Allah’ın tavsiyelerine göre hareket et!
Gönderilen emirlere uy dedi.
Davud A.S.
Ailesi hususunda son derece kıskançtı.
Evinden çıkarken kapıları, mutlaka kilitlerdi.
Zevcelerinden birinin, oda kapısını açınca içeride,
Bir delikanlının ayakta beklediğini gördü.
Her taraf kapalı, kapılar kilitli olduğu halde,
Nereden girmişti bu delikanlı.
Davud Aleyhisselâm şaşırdı.
Kimdi bu delikanlı?
Nasıl girmişti bu odaya?
---Sen kimsin?
Bu vakitte izinsiz olarak seni kim soktu?
Kimsin? Dedi
Delikanlı;
Ben öyle bir kimseyim ki;
Ben, kral da olsa, yanına izinsiz girerim! Dedi.
O zaman Davud;
---Vallahi sen ölüm meleğisin dedi.
Evet dedi melek.
---Öyleyse hoş geldin, Allah’ın emriyle!
Ne haber getirdin?
Ölüm haberi getirdim deyince!
---Önceden hazırlanmam için, haber vermedin dedi.
Melek!
--Ben sana önceden kaç kereler geldim, haberler getirdim.
391
Ama sen uyanmadın! Dedi.
Kimsin sen?
Nesin!
Kimin nesisin?
Bir düşün!...
Bir daha düşün!
Nereden geldin ,nereye gidersin?
Nedir derdin?
Senden öncekiler neredeler hani?
Hani!
Neredeler şimdi!....
Gün guruba dolandı, ay geceye salındı,
Gecenin karanlığı yıldızlarla delindi,
Fail’i meçhul değil, kim olduğu bilindi,
Yer onun, gökler onun, varlık onun vesselâm.
Ey gönül!
Dön yönünü,
Dön de olma ondan ırak,
Çıplak doğdun anandan, gideceksin yine çıplak!
Ar’ı namusu bırak.
Dünya fani bir durak!
Can onun, canan onun, varlık onun vesselâm.
Koptuk ruh aleminden, şu dünya gurbet bize,
Vuslata eren aşık, neylesin gören göze!
Nefessiz o alemde, gerek yok saza söze,
Huri de o, ğılmanda, varlık onun vesselâm.
Suret gözetme sakın, içeri gir can’a bak!
Libasından soyunan, noktayı üryana bak!
Bırak harfi heceyi, mektebi irfana bak!
Ar da o, namus da o, varlık onun vesselâm.
---Ey Davud,
Hani annen, hani baban, İşa nerede?
Kardeşin, komşun nerede?
Hani tanıdıkların hepsi ölmediler mi?
Bilmedin mi ki!
Sana ölüm nöbetini tebliğ eden benim elçilerimdi!..
Ey Davud,
……..Yıllar aylar tükendi.
………..Yiyecek içeceğin tükendi!
…………..Vakit tamam sıra şimdi sana geldi!
392
Davud Aleyhisselâm secdeye kapandı!..
Ölüm meleği o secdedeyken ruhunu aldı!...
Yıkanıp kefenlendi, Hz Süleyman’ın emriyle,
Bütün kuşlar kanat gerdi cesedini gölgeledi.
Son vazife böylece tamamlandı.
İnsanın kaderi gizli içinde,
Ezelden yazılmış, türlü biçimde,
Vardır bir hikmet, toprak göçünde,
İnsanın aslına dönüşüdür bu…
Davud Aleyhisselâm yüz yaşında,
Tam on dokuz oğlu vardı.
Hükümdarlığına, bilgisine, Peygamberliğine,
Sadece Süleyman varis kaldı.
Ona ve tüm peygamberlere selâm olsun.
……………..İşte şimdi geldi, selam sabah sırası,
…………Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
……..Söylenecek son söz, artık burası,
…..Dinleyin dostlarım, beni dinleyin.
…….Ey saba yeli,
…………Başın alıp nereye,
……………..Gidersin böyle,
………………….Eğer yolun düşerse,
………………………. Kutsal toprağa,
…………………………….Ademden son Resule,
……………………………….. Selâmım söyle!...
393
SÜLEYMAN PEYGAMBER
(S)onsuzluğun sahibi,
Y(Ü)celerin yücesi!…
Ku(L)larının içinden,
Nic(E)sini, İsrail oğullarına memur etmiş,
Ve pe(Y)gamberimsin demiştir.
Ve aza(M)etiyle onları,
İlhaml(A)ndırmıştır!
Hain, ima(N)sız yüreklerden çıkan,
Her davranışı engellemiş!
Kol kanat gererek,
Peygamberlerini başıboş bırakmamıştır!...
İsrail oğullarının,
Davud peygamberine,
Ettikleri tüm kötülükler unutulmamıştı ki,
Yüce Allah;
Süleyman’ı aynı zamanda,
Hem hükümdar hem Peygamber Olarak,
Türlü mucizelerle görevlendirmişti!
Aylarca gidilerek varılacak her bir yolu,
Bir günde almak, neyi ifade ederdi!
Rüzgarlara hükmetmek ne demekti!
Hem Cinleri hem Şeytanları,
Emrine almak, kimin haddine!...
İsteklerini kuşlara yaptırabilmek,
Hangi kulun kudreti dahilinde!
Hangi kul bakırı istediğinde,
Eritip sel misali akıtabilir ki!
İstediği zamanda da kaskatı yapabilirdi.
Melekleri hangi kul acaba şaşırtabilirdi!
Kâinatta Yüce Allah’ın varlığını, birliğini,
Haykırıp duran, milyarlarca ayet, delil olarak var iken,
Bunca mucize, niçindi acaba!..........
Çünkü:
İsrail Oğulları,
Fitne ve fesat yatağıydı.
Hazreti Süleyman’ı da,
Sihirbaz, büyücü hatta kafir diye!
Suçlayıp duruyorlardı!...
394
Hakkında öyle şiirler yazdılar ki;
Yaşadığımız şu çağın İnançsızları,
Ateistleri bile okusa!
Kesin yüzleri kızarır.
İşte böyle bir ortamda hem Peygamber,
Hem de hükümdar olan, Hazreti Süleyman’ı,
Gelin, birlikte tanımaya ve tanıtmaya çalışalım.
Yardım Yüce Rabbimizden….
Süleyman, Allah’ın sevgilisi demektir.
Babası: Hazreti Davut.
Anası ise, Bat-Şebadır.
Soyu Hazreti İbrahim’e dayanır.
…..Uzun boylu,
……….Beyaz tenli,
…………İri vücutlu,
…………..Nurlu yüzlü,
………………Büyük gözlü,
…………………Çok saçlı,
………………..…Bir peygamberdi.
Babası Davud Aleyhisselâm’ın ordusuyla,
Kardeşi Ebşalmon karşı karşıya!....
Yani baba oğul savaşıyordu.
Davud A.S. yaşlanmıştı amma, ordusu savaşta idi.
Aynı anda iki müjdeli haber ulaştı kendisine!
Savaş kazanılmıştı.
Bir de oğlu dünyaya gelmişti.
İşte o oğlan Süleyman idi!...
Davud A.S. O zaman elli yedi yaşındaydı.
Kimse zafer beklemiyordu.
Şehrin kâhini gizliden gizliye dedi kodu yayıyordu.
-“Veba hastalığı son buldu,
Bu Davud’un sonu diyordu!....”
Davud iki müjdeli haberi alınca,
Allah’ın hikmetinden sual olunmaz
Diyerek gençleşti dinçleşti sanki!....
Allah ona vazifesine devam fırsatı vermişti.
Ordusunu bekliyordu.
Halk ayıkmıştı bir anda,
Menfaat her şeyin üstünde…
Aleyhinde konuşup duran kapıdaki nöbetçiler bile
Ayıkmışlar yeni emirler bekliyordu.
395
O sırada nöbetçi askerlerden biri,
Davut’tan öğrendiği ilahiyi okumaya başladı.
“Ey Allah’ım!
Beni, düşmanlarımdan,
Fesat çıkaranlardan,
Bana karşı ayaklananlardan emin kıl. Beni azat et.
Ne isyanımdan ötürü,
Ne de suçumdan ötürü,
Günahım yokken bana pusu kuruyorlar!
Canıma kastediyorlar.
Bu eli kanlı adamlardan beni kurtar. YA RAB!..…
Kavminden bazıları diyordu ki;
Hürriyet özgürlük ne kadar güzel!
Kavuşup murada ersek ne olur.
Muradımız!
Kırda yayılan bir sürü sahibi olmak!
Bir sürü ki; Siyahı, beyazı, alacalısı olsun!
Bir sürü ki; Dişisi, erkeği, kuzusu olsun!
Oğlağı bulunsun!
Bir ucu önümdeyse, öbürü ufka uzansın!
Böyle bir sürüm olsun isterim.
Budur benim sonsuz hayalim.
Süleyman’ın annesi avuç açıp yalvarıyordu;
Ey Allah’ım, bundan sonra, huzur göster bizlere,
Yer yüzünde, taş yürekli olanları yumuşat,
Mülayim kıl azgınları, kulak versin sözlere,
Her bir kula, yardım edip, göstersinler hem şefkat.
Hiç kimsenin, hiç kimseye, üstünlüğü yok iken,
Kendisini üstün görmek insanlığa bir afat,
Ne çıkar ki kötülükten, iyiliğin mükâfatı çok iken,
İşleyerek sevabını, yükseltsinler kat be kat.
Davut Aleyhisselâm akşam eve geç kalmıştı.
Karısı endişeliydi,
Başına bir iş gelmesinden korkuyordu.
Halbuki Davud, “Asılı kaya” denilen yere gitmişti.
Oraya bir mescit yapma arzusunda idi.
Mukaddes emanetler, Ahit sandığı halâ çadırdaydı.
Çadır mescit vazifesi görüyordu.
396
DOĞUMU
Kaısı; Müjdeli iki haber vermek için,
Kapılarda bekliyordu Davud’u….
Geç saatte döndü, Davud evine,
Karısı onu görünce çok sevindi.
Oturup konuştular.
Oğulları Süleyman’ı birbirine muştular.
İşte kısır sayılan bir kadın o yaşında,
Bir oğlan doğuracaktı!....
Allah’ın sevgilisi olsun dediler,
Ona Süleyman adını verdiler.
Yedi yaşına gelince,
Babasıyla dükkana gidiyordu,
Babası demir dövüp,
Zırh yaparken ona bakıyordu.
Babası bir gün ona dedi ki;
-----“Ey oğul sen küçük değilsin!
Sana ilim öğreteceğim, Allah da sana yardım eder.
Bundan böyle ibadetini de aksatmadan yerine getirirsin!”
Çok sevinmişti Süleyman.
---Sağ ol babacığım!
Hakikaten en büyük müjdeyi aldım.
İlim öğrenmeye çok hevesim var.
Her sanatta da kabiliyetim var,
Bu da bana Allah’ın bir lütfu!...
Öyle rivayet edilmektedir ki;
Babası Davut a.s. vefat ettiği zaman,
Cebrail a.s. Süleyman’a baş sağlığına geldi.
Dedi ki;
Allah seni İsrail oğullarına halife seçti.
Padişahlık mı istersin!
Yoksa ilim sahibi, bilginlik mi?
Bu sözü duyunca, secdeye kapandı.
Ben padişahlıktan çok ilim isterim. Dedi.
O zaman Yüce Allah!
--Sen tevazu gösterdin,
Hem padişah, hem de ilim sahibi olacaksın.”
Senden kibir’i, büyüklüğü, kendini beğenmişliği kaldırdım.
Bütün dünyayı sana verdim!
Onu seyret!
İnsana şaşkınlık veren şeylerimi gör!
397
Cebrail’e döndü Yüce Allah!
Cennet’e git!
Hilâfet yüzüğünü getir, Süleyman’a ver!
Gitti yüzüğü aldı geldi ve, Süleyman’a verdi.
Yüzükte öyle bir koku vardı ki görülmüş duyulmuş değil!
Misler gibi kokuyordu.
Yıldız gibi parlıyordu.
Dört köşeli kaşı vardı.
Birinde:
(Lâ İlâhe illellah Muhammedün Resulullah!)
Birinde:
( Allah’tan başka Allah yoktur.)
(Her şey Onun hükmündedir. Her şey Ona dönecektir.)
Birinde:
(Mülk, Kibriya-yı Sultan’a aittir!)
Son köşesinde de:
(Yarattığı her şey ona çok kolaydır!)
Vehb ibn. Münebbih den rivayet edilmiştir ki:
O yüzük, Cennette iken Adem’in parmağında idi.
Cennetten çıktığı zaman, yüzük uçtu gitti,
Arş’ın bir tarafında durdu!
Hak Tealâ:
-Ey Şerefliler yüzüğü!
Adem a.s. Bizim andımızı unuttuysa,
Seni andımızı unutmayan birine vereyim. Dedi.
Hz. Süleyman’a nübüvvetin verildiği gün,
Aşure günü olan, Cuma günüydü.
Cebrail a.s. Süleyman a.s. mın parmağına,
Besmele ile taktı yüzüğü!
Bütün adem Oğullarını,
Cinnileri, kuşları ve rüzgârı,
Süleyman’a itaati mecbur kıldı!
“Bunun üzerine biz de, istediği yere onun buyruğu ile,
Kolayca giden rüzgârı,
Bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları,
Demir halkalarla bağlı diğerlerini,
Onun emrine verdik..
398
İşte bizim bağışımız budur.
İster ver, ister tut, hesapsızdır.
Doğrusu katımızda onun yüksek bir makamı ve,
İstikbali vardır.” (Sad 36 -40)
“And olsun ki, biz Davud ve Süleyman’a ilim vermişizdir.(Neml 15)
ÇOCUK SÜLEYMAN
Süleyman henüz on bir yaşında,
Daha küçük bir çocuk.
Öyle bir çocuk ki, veraset sahibi!....
HZ. Süleyman;
Krallık ve kadılıkta, babasından üstündü!
Bir gün babasına bir dava geldi……
Çobanın biri;
Sürüsünü, üzüm bağının kenarında,
Otlatırken, davarları bağa girmiş,
Bağı talan etmiş, üzümlerini koparıp atmış,
Bağa zarar vermişti.…..
Ertesi günü, Davut A.S. mın karşısına çıkıp,
Şikayetçi olmuşlar!
Davud Aleyhisselâm,
Sürü sahibinin davarlarını,
Bağ sahibine vermesine hükmetmişti.
Çoban ve bağban giderlerken, Süleyman’a rastlamışlar.
Süleyman onlara sormuş,
-“Aranızda nasıl hüküm verildi?”
Babasının verdiği hükmü ona söylemişler.
O zaman Süleyman!
--Hükmü veren ben olsaydım,
Böyle karar vermezdim demiş!
Bunun üzerine geri gidip, Süleyman’ın bu kararını,
Babası Davud peygambere bildirmişler.
O da; “Süleyman’ı çağırıp, sen nasıl hüküm verirdin?”
Diye sormuş!
---Ey Allah’ın Peygamberi, Ey babacığım!
Davarları, yününden, sütünden,
Yavrusundan yararlansın diye bağ sahibine verseydin!
399
Bağı da, tekrar yeşertene kadar,
Çoban’a verseydin!..
Sonra da, her kez kendi malını alsaydı!
Daha adaletli olmaz mıydı? Demiş!...
Davut Aleyhisselâm,
Verdiği hükümden dönüp,
Süleyman’ın verdiği hükme göre kararını değiştirmiş!...
Başka bir zaman;
Bir birinden şikayetçi!
İki kadın gelmiş.
İkisinin de birer erkek çocuğu varmış.
Bir gün çocuklardan birini bir kurt kapmış!..
Çocuğunu kaptıran kadın,
Diğer çocuğa sahip çıkıp,
Bu çocuk, benim çocuğum,
Kurt’un kaptığı çocuk,
Senin çocuğun demiş!..
Aralarında tartışma başlamış.
Onlarda gelmişler, Hükümdar Davut’a!
Anlatmışlar olayı.
Onları dinledikten sonra Hükümdar Davut!
Sağ kalan çocuğun, büyük kadına ait olduğu hükmünü vermiş.
Kadınlar bu hükmü de, Süleyman’a söylemişler!
Süleyman:
Onlara demiş ki;
----Bana keskin bir bıçak getirin.
Sağ kalan çocuğu ikiye böleyim, aranızda pay edeyim!....
Kadıların küçüğü, göz yaşları içinde!
Ne olur yapmayın!
Ben vazgeçtim davamdan bu çocuğu şu kadın alsın. Demiş!
Bunun üzerine Süleyman;
Çocuğun ona ait olduğuna hükmetmiş.
Demiş ki:
-----Ben bölme hükmünü verince,
Diğer kadın hiç istifini bozmadı.
Çocuk onun olsaydı kesilmesine razı gelmezdi….
Yüce Allah;
Davut Aleyhisselâm’a:
--Senden sonra, “Memuriyet görevinin Süleyman’a,
Verileceğini beyan et !” Diye vahiy eyledi.
400
Bunun üzerine:
”İlahi!
Bana lütufkâr olduğun gibi, Süleyman’a da lütufkâr ol !”
Diye niyaz eyledi.
Yüce ALLAH!
“Ona söyle, senin kul olduğun gibi,
O da kul olsun, ben de ona lütufkâr olayım!”
Diye vahiy buyurdu….
SÜLEYMAN;
---Ya Rabbi! “Benim kalbimi de Babamınki gibi,
Sana karşı korku ve de, muhabbet taşır kıl.”
Diye niyazda bulundu.
Ertesi gün ders başladı, baba oğul Kâbe’ye dönüp,
İlk namazlarını kıldılar.
Namazdan sonra birlikte, Sahra-yı Muallâka’ya gittiler.
Sordu Süleyman babasına;
……Ey babacığım!
Kâbe şimdi ne haldedir?
Ey oğul!
Atamız İbrahim, oğlu İsmail ile onu pek güzel korumuşlardı.
Bizzat bakar temizlerlerdi!
Şimdi ne haldedir babacığım?
Hiç sorma çok acı, hatırlatma ey oğul! Deyince,
Bir daha bu konu, hiç konuşulmadı!...
Üzgündü Davud!
Devletler kurmuştu ama!.
Bir Mescit kuramamıştı.
Küçük Süleyman birlikte yapmayı önerdi…
Ben yardım ederim sana,
Tıpkı İsmail’in babasına yardım ettiği gibi…..
Ama olmamıştı olmuyordu bir türlü.
Onu, yeni bir savaş bekliyordu !
Yıllar yılları kovalıyor, yaş kemale eriyordu.
Davud Aleyhisselâm yetmiş,
Süleyman ise, On ikisine basıyordu.
Mescid-i Aksa’nın inşasına başlandı.
Plâna göre, hummalı bir çalışma ile yükseliyordu duvarlar.
Yaylanın yüzsüzleri, şu İsrail Oğullarının dönekleri,
Yine iş başındaydı.
Bu yapılan da neyin nesi!..
401
Bunu yapacaklarına önce bir saray yapsalardı,
Daha güzel olmaz mıydı?! Diye, onlarla dalga geçiyorlar,
Aralarına fit sokmaya çalışıyorlardı.
Bunlar, fitnenin başı idiler.
Öbür taraftan da Davut’un, diğer oğullarını,
Süleyman’a karşı kışkırtmaya çalışıyorlardı.
Çünkü Süleyman, yaşından daha olgun!
Babasından daha isabetli kararlar veriyordu.
Kendisini şimdiden göstermişti.
Ama çocuk yaştaki birinin, Hükümdar olması,
Nasıl hazmedilirdi!...
Baba oğul, mescit inşaatında çalışırlarken,
Davut Aleyhisselâm ansızın hastalanmıştı.
İnşaata gelemez olmuş yatağından kalkamıyor!
Titriyor, üşüyordu!..
Gündüzlerin ak, gecelerin siyah,
……Bir donu vardır.
Devran döner, felek döner,
……………………Bir yönü vardır.
Baki olan Allah’tır,
Her canlının, Bir önü bir sonu vardır.
SÜLEYMAN’IN KIRALLIĞI
İyileşme ümidi içinde, türlü çareler aranmıştı amma,
Bulunamadı bir türlü.
Devletin yönetimi başsız kaldı.
Kim kral olacaktı. Kim yönetecekti, bu devleti.
Allah’tan aldığı ilham ile, Davut Peygamber,
Süleyman’ın krallığını ilân ettirdi.
Onu kralın katırına bindirdiler,
Borusunu çaldırıp krallığını ilan ettiler.
On iki kabile başkanı, ona biat etti.
Süleyman küçük yaşında, böylece kral oldu.
Zamandan tek nasibim, ayrılık gamı oldu,
Gül goncası açmadan, emel bağında soldu.
Yaraya şifa için, bastığım beyaz pamuk,
Tutuştu alev, alev, hiç sönmeyen har oldu.
Hile peşinde koşanlar, hüsrana uğradılar,
Amma dönüp anında, Süleyman’ı kutladılar.
402
Birkaç hafta geçince, Davud A.S. Kendini iyi hissetti.
Kabile başkanlarını, inşaatı süren, Mescidin önünde topladı.
Orada onlara, Adem Atadan beri olup bitenleri, tek tek anlattı.
Özellikle de, Hazreti Musa’nın Gelişinden sonra yapılan zulümleri!
Bütün açıklığı ile anlattı, anlattı uzun, uzun!
Sözlerini şöyle tamamladı.
“Biz insanlar o Yüce Rabbin,
Yer yüzünde en şerefli halifeleriyiz.
Ancak!
Onun birliğinde toplanmalıyız.
Soyun sopun, hiçbir kıymeti yoktur.
Birliğimizi korursak bize ram ettiği şu kâinatı,
Fethetmemiz işten bile değildir.
Bütün sırlar, ancak ilimle, kabuk, kabuk dökülür.
“Benden sonra, nice Peygamberler gelecek.
Son Peygamberde her şey bitecek.
Çocuklarımızı ona hazırlamalıyız.
Biz elbet öleceğiz, geride kalanlar,
Tek Allah’a bağlanıp, yola devam etmeli.”
Felek her an bin bir dertle, azgınları ağlatır,
Helâk eder bir anda, karaları bağlatır,
Dert dersi verir zaman, zamane çocuğuna,
Bu öyle bir devran ki, her an yürek dağlatır.
SÜLEYMAN A.S. Kral oluşundan, vefatına kadar,
Huşu içinde kaldı.
Çok mütevazı idi.
Gururlanıp başını semalara kaldırmadı, övünmedi.
Hurma dalından zembil yaptı, geçimini onunla sağlardı.
Her ayın başında altı, ortasında üç, sonunda da üç gün,
Oruç tutardı…
Şöyle söylediği rivayet edilir:
İnsanlara verilmeyen şeyler bize verildi.
İnsanlara verilmeyen ilim, bize verildi.
Fakat!....
Şu üç kelimeden fazla bir şey bulamadık!
“Öfke ve sükûnet halinde; Hilm (usluluk).
Yoksulluk ve bolluk halinde; Tutumluluk.
Gizlide ve açıkta; Allah korkusu..”
Oğluna da şöyle nasihat ederdi:
---Ey oğulcuğum!
403
Miskinlikle, günah işlemek.
Hidayetten sonra, dalalete düşmek.
İbadet edip dururken ondan vazgeçmek.
Ne kadar kötü bir şeydir!..
Babasının vasiyeti üzerine,
Onun ölümünden sonra,
Kudüs şehrinin çevresini,
Beyaz taşlarla hisar yaptırdı.
Hükümdarlığının dördüncü yılında,
Mecid-i Aksanın inşaatına devam etti.
(Burası çevresiyle Yüce ALLAH,
Tarafından kutsal kılınan alan.)
Süleyman Aleyhisselam:
Mescid-i Aksanın yapımına başlayınca,
Ona, İnsanlar, periler, cinler, devler yardım ettiler!
Yerden, altın, gümüş ve yakut!
Denizden, türlü inciler, çıkarttırdı!
Topladı tüm ustaları,
Mescidin çok süslü, çok güzel olmasını tembihledi.
Ustalar:
kesti tüm taşları, yonttular ağaçları,
Biçtiler kalasları,
Öyle süslediler ki; Mescidin duvarları ,
Beyaz, sarı ve yeşil renkli, halis billur taşlarla
Parıl, parıl parladı!
Direkleri, tavan ve kubbeleri inci ve Yakut ile süslü!
Tabanı da firuze (safir), taşlarla döşendi!
Gecenin karanlığında dolunay gibi parlardı.
O zaman bundan daha güzel,
Başka bir mabet yoktu.
Mescidin köşelerinden birine, abanustan bir asa dikilmişti.
Bu asaya, Peygamber soyundan bir çocuk dokunsa,
Bir şey olmazken!
Başka biri dokunsa, eli yanardı!....
Mescidin inşaatı bittiği zaman,
Bir kurban kesti Süleyman.
Şükrediyordu Rabbine!
Ona lütfetmişti türlü ihsanları ol Yüce Rahman!
404
Mülkü saltanatı, hem türlü ihsanı ona verdi!
“Biz Davud’a Süleyman’ı verdik.
Süleyman ne güzel bir kuldu.
Doğrusu o, daima Allah’a yönelirdi. (Sâd 30)
Diye buyuruyor Yüce Allah!
Akşama doğru kendisine, üç ayağının üzerinde durup,
Bir ayağını tırnağının üzerine diken çalımlı ve cins,
safkan koşu atları sunulmuştu. (Sâd 31.)
Süleyman: “Doğrusu ben, bu iyi malları,
Rabbimi anmamı sağladıkları için severim demişti.
Nihayet güneş battı.(O zaman)
Koşup toz perdesi arkasında kayboldukları zaman;
Artık yeter, onları bana geri getirin. ”Dedi.
Bacaklarını ve boyunlarını, sıvazlamaya başladı.(Sad 32-33)
(Bu ayet, at beslemenin önemini vurgulaması bakımından ayrı bir özellik taşımaktadır. Hz.
Süleyman, savaş ihtiyacı belirince, atların hazırlanmasını, idman için koşturulmasını isterdi.
Dedi ki; “Ben bunları dünyada nefsimin hazzı için değil, Allah’ın emrinden ve onun dinini
takviye etmek arzusundan dolayı seviyorum.” Demişti.
Ey Yüce ALLAH’IM!
Her anımda, yalnız sen varsın,
Andığım her yerde, bana yarsın,
İnanan kulların, kime yalvarsın!
Ben sana yalvardım, kabul et ya Rab….
Bu mescitte halisane iki rekât namaz kılan,
Anasından doğmuş gibi, tertemiz yunsun arınsın!
Tövbe edip günahına, af dileyip yalvaran,
Şifa bulsun, bolluk bulsun, boş dönmesin kapından,
ihsan et! çünkü sen esirgeyen, bağışlayan bir Rabsın!…
Duamı kabul, kurbanımı makbul, ettinse eğer!
Bana bir delil göster!.. Deyince,
Gökten bir ateş indi!
Doğu ile batı arasını kapladı!
Sonra da, kurbanı alarak göğe yükseltti.
Bunun üzerine , İsrail Oğullarının bilginlerine,
Bu mescidi Allah için, Allah rızası için yaptırdığını söyledi.
Bu günü bayram ilân etti.
Binlerce deve, sığır ve davar,
Kurban edildi, böyle bir bayram,
Ne görüldü ne de duyuldu.
Tam on dört gün, yenildi içildi bayram kutlandı….
405
Ya Rab, Seni daim yüceltirim,
Tek yaratan sensin derim,
Canımdan çok severim,
Canım da sen! cananım da sensin.
Ya Rab. şükrüm zikrim yalnız sana,
Türlü ihsan verdin bana,
Lütfun içtim, kana, kana,
Canım da sen, cananım da sensin,
Ant olsun biz Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bırakıverdik. Sonra o eski
haline döndü. (Sâd 34)
( Süleyman a.s. şiddetli bir hastalığa yakalanmak suretiyle imtihan edilmiş, hastalığı
sırasında ” cansız ceset” denecek hale düşmüş,
Sonra tekrar eski sağlığına kavuşmuştur.)
Süleyman: Rabbim!
Beni bağışla, bana, benden başka hiç kimsenin ulaşamayacağı
Bir hükümranlık ve saltanat ver.
Sen şüphesiz, daima bağışta bulunansın. Dedi.
Bunun üzerine biz de;
“İstediği yere, kolayca giden rüzgârı,
Bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytanları,
Demir halkalarla bağlı diğerlerini onun emrine verdik.
İşte bizim bağışımız budur.
İster ver, ister tut hesapsızdır.” .(Sâd 35 -39)
İşte o, bunlar için, Cin ve şeytanları,
Kuşları ve rüzgârı emrine verdiği için,
Rabbine her an, dua etti.
Yüce Rabbi duasını kabul buyurdu.
Evinden çıktığı zaman,
Güneş çarpmasın, sıcak başına geçmesin diye,
Korunurdu onun başı.
Kanat gerer ayrılmazdı başı üstünde uçan kuşu.
İnsanlar ve Cinler saygı duyar ondan önce oturmazdı.
Cengâver bir hükümdardı..
Savaşa çıkmak istediği zaman,
Yapılırdı bir uçak, o da tahtadan,
Silahları, savaş hayvanlarına yüklenirdi,
Bir de yüce sultan ve erleri binerdi.
Emrederdi rüzgara, haydi sıra sende,
Uçur bizi sen uçur, düşman üstüne.
Yavaş, yavaş havalanırdı uçak,
Sarsmadan uçardı, hem de çok alçak.
406
O kadar yumuşak eserdi rüzgar,
Üstünden geçtiği ekinler kımıldamazdı.
O rüzgârın sabah ve akşamı birer aylık yoldu.
Yani sabahtan akşama kadar,
İki aylık yolu, bir günde alıyordu.
Rivayet edilir ki:
Dicle taraflarında,
Bir konak yerinden geçerken bir zat,
O konak yerinde bir yazı bulmuş.
Bu yazı, Süleyman peygamberin ashabından,
Bir Cin’e! Ya da bir insana aitmiş!
Diyormuş ki yazıda;
----Biz buraya konduk.
Hiçbir şey bina etmedik!
Amma bir binanın inşa edilmiş olduğunu gördük.
Süleyman a.s. Şamdan Irak’a kadar olan yerleri fethetmiş,
Horasanı da bu yerlere katmış.
Allah’ın emri ile rüzgar, Süleyman’ı istediği yere götürür,
Uzaklarda konuşulanları, Süleyman’a alır getirirmiş!...
Bir gün,
Süleyman bindi rüzgâr atına ,
Uçurdu süvariyi gökler katına.
Az gittiler uz gittiler,
Dere tepe düz gittiler,
Çok kısa bir zamanda altı ay bir güz gittiler!
Mesafeler kat ettiler!....
Bir ekin tarlasının üstünden geçtiler.
Ekinci konuşuyordu:
----Yüce Allah, şu Davud hanedanına,
Ne kadar büyük, ne kadar çok mülk ve saltanat vermiş!..
Rüzgar bu sözü anında, Süleyman’ın kulağına yetiştirdi!...
O da, hemen indi ekincinin yanına!
Şöyle söyledi;
Sözlerini işittim.
Güç yetiremeyeceğin işlerle niçin uğraşıyorsun?
Olur olmadık sözle kendini yıpratıyorsun!
Senin Yüce Allah’ı tespih etmen, haline şükretmen,
Davud hanedanına verilenden daha hayırlıdır.
Bunu bil demeye geldim.
407
- Ey yolcu, ne güzel teselli verdin,
Üzüntümü giderdin,
Allah da seninkini gidersin!...
-Ey Yüce Rabbim!
Ana babama hem de bana lütfettiğin nimetine şükrederim.
Razı olacağın iyi işler yapmamı ilham et bana.
Rahmetinle beni de, salih kulların arasına dahil et!
Diye niyaz eyledi. (Neml 18-19)
Yine başka bir zamanda,
Ordusuyla karınca vadisine yaklaşmıştı.
Onların geldiğini gören kara karınca.
Uyardı hem cinslerini o anda!..
Süleyman ordusuyla geliyor!...
Kaçışın yuvalarınıza ezmesin basarak kafalarınıza.
Sultan Süleyman sesi duyunca, gülümsedi gülercesine.
“O karıncayı getirin bana dedi.”
Getirdiler karşısına karıncayı.
Haydi söyle dedi, söyle bakalım.
Sen niçin diğer karıncaları sakındırdın?
Bu davranışınla benim kalbimi kırdın!
Yoksa benim zalim olduğumu mu sandın?
Benim adaletli olduğumu duymadın mı?
Süleyman a.s.
…….Niçin Süleyman’ın ordusu sizi kırmasın dedin?
Karınca:
----Ey Allah’ın Peygamberi , onlar bilmeden,
Yanımıza gelmeden dediğimi işitmedin mi ki?
Bana böyle diyorsun?
Ben!
Kalplerin kırılmasını kast ettim.
Senin bize bir şey vermeni temenni ederken,
Allah’ı zikretmeyi unutmaktan korktum! Dedi……
O zaman Sultan Süleyman,
Bana öğüt ver dedi karıncaya!…
Karınca:
--Babana niye Davut ismi verildi?
Biliyor musun? Diye sordu!
Süleyman,
--Hayır bilmiyorum.
Cevap verdi karınca, kalp yarasına tedavi etsin diye!..
408
Pekiii!…
--Sana Süleyman ismi niçin verildi?
………………………..Biliyor musun?
Hayır, bilmiyorum, dedi Süleyman!
Cevap verdi kara karınca:
---Göğsüne selâmetlik gelsin,
Babana layık olasın ona yetişesin!
………………Diye verildi!...
Pekiii…
--Yüce Allah sana,
Rüzgarı niçin uysal kıldı biliyor musun?
Hayır bilmiyorum.
Cevap verdi karınca:
--Bütün dünyanın,
Esen bir yelden ibaret olduğunu,
Sana haber vermek için! Dedi.
Umudun emzirdiği çocuk,
Uyan artık sen de uyan,
Bak şu dünya koca yalan,
Gözünü yumduğun an,
Malın mülkün olur talan.
Bu dava zor, bu dava büyük,
Git gide ağırlaşan, taşınmaz bir yük.
Kolay değil!
Bendeki benden ayrılıp, ötelere uzanmak,
Kolay değil!
Ölümsüz dünyada, yeniden doğmak.
Hiçte kolay değil!
Sonsuz varlığın nurunda yunmak.
Kolay değil,
Şeksiz şüphesiz, ona inanmak!...
Bu sözlere hayret etti Süleyman!..
Şu duasını tekrarladı:
“Ya Rabbi, bana, ana ve babama lütfettiğin,
Nimetlere şükretmemi,
Geri kalan ömrümü senin razı olacağın iyi işlerle geçirmemi,
Bana nasip et.
Rahmetinle beni de, Cennetindeki, Salih kulların arasına dahil eyle!” (Neml 18-19)
409
Ayrıca, karıncanın dilinden bile,
Anlamakla mükâfatlandırdığı için, Rabbine dua etti…
Ona şükranlarını sundu.
Yoluna devam etti.
Halkı, Kudüs’e yaklaşıldığı için sevinç içindeydi.
Amma nedense, Süleyman’ın göğsü daralmıştı.
Bunu, ordunun Kudüs de konaklamayıp,
Daha güneye inerek oralarda bir yerde,
Konaklama isteğinde oluşuna verdi.
Üst üste iki sefer yerine,
Birinin gelecek yıla kalmasını isteyenler vardı.
Topladı ordusunu, şöyle dedi:
“ Kötü adam, kovalayan yokken kaçar.
Salih olan sevinir. Allah’ına güvenir.”
Reislerin çok olduğu yerde isyan da çoktur.
Yoksulları, fakirleri ezen çok, gözeten yoktur.
Aç yatarken onca gariban, kendi karınları her an toktur,
Onlara ekmek bırakmayan, soygunculara benzer.
Sürekli yağan yağmur gibi siler süpürür.
Bu sözleri işitince askerler ayıktı!
Kendilerine geldiler. Anladılar ki;
Güneyde ezilenler var.
Onların yardımına gitmek gerek.
Girdap kenarından alıp gönlünü,
Sevgi deryasına dal ömür boyu,
Heba etme sakın fani ömrünü,
Muhabbet bağına sal ömür boyu.
Yılların yükü var, yorgun döşünde,
Dünya fani, koşma malın peşinde,
Olmasın kör şeytan, senin işinde,
Sevgi harmanında, kal ömür boyu.
HAREMİNDE PUT PERESTLER
O sırada ona doğru,
Koşa, koşa bir adamın,
Gelmekte olduğunu gördü.
O adam; Berhiya oğlu Asaftan başkası değildi!
Hz. Süleyman’ın yakını idi.
Sarayına girip, hareminde dolaşmaya yetkili idi.
Hayli yaşlı biriydi.
Sefere çıkarken onu sarayda bırakırdı…
Şimdi Kudüs’ten çıkmış, at sırtında,
410
Kan ter içinde, bir konak mesafeye,
Niye gelmişti?….
Meraklandı sordu Asaf’a!
“----Hayrola buraya kadar,
Gazamı, tebrik için mi geldin?”
----Tabi ki hayır dedi Asaf!
----Ya niçin?
O hareminde, o Peygamber evinde,
Allah’tan başkasına tapan, Kadınlar var.
Onların haberini, Sana vermeye geldim.
Acaba onlara, yabancı krallardan aldığın o kadınlara,
Kendi dinlerindeki, Putlara tapma izni verdin mi?
Sormaya geldim. dedi!...
--Benim haremimdeki kadınlar,
Kendi rızaları ile, TEK Allah’a inanmışlardır.
O, odalara girmeye izinli olan sensin!
Odalarda hiç Puta rastladın mı?...
-- Evet , rastladım dedi Asaf.
İnanamadı Süleyman!
Yalan söylüyorsun dedi….
--Hayır, hayır! Adadan getirdiğin,
Hükümdar kızı Cerade var ya!..
İşte onun için babasına benzeyen,
Bir heykel yaptırmışsın!..
Mumyalanmış o heykele,
Cariyeleri ile birlikte tapıyordu…
--Hayır!
Hayııır, yalan!
Böyle bir şey yaptırmadım.
--Rüzgar’a binelim haydi götürsün bizi,
Soralım Ceradeye duy kendi kulağınla gerçeği..
Olay şudur:
Ada hükümdarı ölünce halkı, o’nun için isteyerek can verip,
Kıydılar canlarına…
Sağ kalan kızı ve cariyeleri, Tek Allah’a inandık dediler.
Benimle gelmek istediler.
Demek ki, gizlice yanlarında o mumyayı getirmişler.
Deyip duygularını şöyle dile getirdi.
Hikmetli kadınsa, yapar yuvayı,
Sefih kadınsa, yıkar yuvayı.
Akılsız kadın, yaygara basar,
Yoldan geçenleri, sesiyle sarsar.
411
Farkında değildir, kim ölü kimlerse sağ,
Gafletinden o, gider ölüye küser…
Carede, Süleyman’ı görünce şaşırdı!
Süleyman, Onun yaptığı hatayı önüne serince,
Telaşa kapıldı.
Mahcubiyetini gizleyemedi.
Özür diledi.
----Bundan sonra, salih kadınların en salihi olacağız.
İsrail Oğulları içinde adımız söylenecek,
Kapı kapı methimiz ortada dolaşacak. Dedi.
Dudak büktü Süleyman.
Faziletli kadını, kim nerede bulacak,
Çünkü onun değeri yakutların üstünde!...
Kocasının yüreği, ona güvenini yitirdi.
İtimadı sarsılmıştı, uzaklaştırdı onu hareminden.
Yüzü nurluydu,
Gözünde yaş,
Kaldırdı semaya başını,
Kaldırdı, yavaş yavaş,
Nihayet döndü Kâbe ye,
Kapandı secdelere!...
O anda!
Hazreti Muhammed’in,
Yüce Allah’tan, İsrail Oğullarını uyarması için,
Aldığı buyruğun ilhamını işitmişti!..
Orada şöyle deniyordu:
“Şeytanların ( şeytanca düşünenlerin)
Süleyman’ın mülkü saltanatında,
Uydurdukları yalanlara, kendileri de uydular.
Oysa Süleyman kafir değildi.
Ama o şeytanlar kafirdiler.”( Bakara 102)
Yine bir gün,
Halkıyla birlikte yağmur duasına çıktılar.
Orada bir karınca gördü.
Karınca kafasının üzerine dikilmiş!
Ayaklarını havaya kaldırmış!....
Diyordu ki;
Ya Rabbi! Ben senin yaratıklarından biriyim.
Bizi yağmurunla sulasan da, sulamasan da!
Kuraklıktan helak ta etsen, senin rızkından rızıklanmaktayız!
412
Bu duayı duyunca Süleyman,
Halkına dönerek tamam! Dedi.
Tamam, haydi geri dönünüz.
Bir karıncanın duası ile, yağmura kavuşturuldunuz.
Bir gün ölüm meleği gelip,
Süleyman’ın yanında oturan birine,
Dik dik bakmıştı!..
Adam sordu;
….Ya Süleyman kim di o?
……..Ölüm meleğiydi.
………..Onun bana bakışı,
…………..Beni öldürmek istiyor gibiydi.
----Peki dedi Süleyman, “Benden ne istiyorsun?”
-----Beni rüzgara bindirip,
Hindistan’a göndermeni!...
Daha sonra, Sultan Süleyman ölüm meleğine sordu.
----Sen o adama,
Niçin uzun, uzun bakmıştın?
Cevap verdi:
Ben onun ruhunu,
Hindistan’da almakla görevlendirilmiştim.
Ama adam, senin yanındaydı.
Hayret ettim!
Bu adam oraya nasıl gidecek diye!...
Daha bunun gibi nice mucizelerle dolu,
Süleyman Peygamber’in ömrü hayatı!....
Artık Kudüs mescidi tamamlanmış,
Sultan Süleyman huzura ermişti.
Kâbe’ye yöneldi.
Allah’ın evi, Beyt’ullah’ı tavaf etti.
Üstüne örtü örttü.
Onun yanında kurban kesti.
Yedi gün orada kaldı.
Bir hafta sonra güneye yöneldi.
Halka zulmedenleri cezalandırdı.
Tekrar geri dönüyordu.
Sina çölünü aşıp, Lut Gölünü geçtiği anda,
Bereketli topraklara ulaştı. Düşünüyordu!..
Geriye öyle bir topluluk kalmalıydı ki;
Normal hayat akışına,
Ömrün bahar ve kışına torağına taşına,
Gökte uçan kuşuna saygı duyup, Tek Allah’a inansın.
Ömrünce mesut olup huzur bulup yaşasın.
413
Artık, verilen mucizelere, çok sık baş vurmuyor,
İnsanlar normal yaşantıya dönsün istiyordu.
Ordusu konaklamak istediği halde,
Sultan Süleyman niye kendilerine bir konaklama yeri bulmuyordu?
Önceki peygamberler,
Musa ve Harun, kavmini hiç susuz bırakmamış,
Konak yerinde, kayalara vurmuşlar, sular fışkırmıştı.
HZ. Süleyman, duydukça bu sözleri üzülüyordu.
Ne biçim mümin kuldu bunlar!
Hani Salihlerdi!
Sadıktılar!
Hani inanmışlardı!...
Faydalanınca sokuluyor,
Menfaatleri bitince,
Hakaret, hatta küfür bile ediyorlardı.
Düşünüyor düşünüyordu!...
Kuşlar, karıncalar,
Cinler ve rüzgar emrinde idi.
Dilese yine yardıma amadeydiler!...
Hem konaklama hem su olan bir yer bulabilirlerdi.
İstiyordu ki;
İsrail Oğulları, kendileri arasın kendileri bulsun!
Biliyordu ki,
Kendisi sadece onların Peygamberiydi.
Haddi aşmak ona yakışmazdı.
Sabırdan yanaydı…
Kendisinden sonra,
Elbette tüm kâinata gönderilecek,
Bir Peygamber olacaktı!..
İstiyordu ki; Onları biraz daha uğraştırsın,
İstiyordu ki; Bir kuştan bile aciz olduklarını anlasınlar.
İstiyordu ki; Burunları sürtülsün.
İstiyordu ki; Şımarıklıkları kırılsın!...
HÜDHÜD KUŞ’UN HİKÂYESİ
O her zaman ordusuyla uçuşan kuşlarıyla,
Bir yerden bir yere giderken;
Hüdhüd,( çavuş kuşunu,)
Daima su bulmakla görevlendirirdi.
Amma, halkı bunu bilmezdi.
414
Emir alınca Hüdhüd, hemen gider su olan yeri bulur,
Gelir haber verirdi.
Bakındı etrafına Süleyman!
Hüdhüd, kuşlar arasında yoktu.
Ben onu neden görmüyorum?
İzinsiz gidişi nedendir?
Diye söylendi kendince.
“Hüdhüdü görmüyorum, yoksa kayıp mı oldu?(Neml,20)
Biraz daha bekledi.
İçinden dilediği halde koşar gelirdi.
Şimdi niçin gelmiyordu.
Demek ki izinsiz ayrılmıştı!
Gereken ceza vermeliydi ona,
Cinler, karıncalar ve kuşlar,
İtaat ederken Süleyman’a,
Nasıl olurda Hüdhüd habersiz giderdi.
Amma içlerinde sapkınları çıkardı.
Onlara gereken ceza verilirdi.
Bu eğer kuş ise:
Tüyleri yolunur, çöle bırakılırdı!
Karıncalar diğer haşereler üzerine üşüşür,
Yahut birisi bulur keserdi.
Ya da Süleyman kestirirdi.
Hüdhüd gelince ifade verecekti.
Belki geçerli bir mazereti vardı.
Eğer öyleyse, o zaman affa uğrardı.
Bir yerde ölse veya vurmuş olsalar,
Hazreti Süleyman’a bildirilirdi.
Söylendi kendi kendine.
“Onu her halde çetin bir azaba uğratacağım.
Yahut onu kestireceğim.
Yahut da bana geçerli bir delil getirecek. (Neml, 21)
O Hüdhüd kuşu,
Çevreyi dolaşmaya bir gün önceden çıkmış bulunuyordu.
Bunu her zaman yapardı.
Kendi menzili dahilinde gezmesine her zaman izin vardı.
O gün, menzil içinde güneye doğru uçmuştu,
Uçarken kendi cinsinden bir ses duymuştu.
415
Sese doğru uçtu, uçtu!..
Bu pek azametli bir kuştu!
Hüdhüd’e selâm vermeyi bile kendine zül saydı.
Halbuki selâmlaşmak alçak gönüllülüktü.
Peygamberinden böyle ders almıştı.
Amma ondan incinmedi.
Üzüldü sadece.
“----Ey kardeşim dedi, bak akşam oluyor,
Niçin yuvana dönmüyorsun?
Garip bir kuşa da benziyorsun.”
Öteki;
“Onu sen kendin için düşün!
Ben yuvamdan uzak kalabilirim!
Canım istediğinde gezmeye çıkarım çünkü ben hürüm!
Az sonra uçacağım güneye,
Yer yüzünün en şerefli ülkesine!....
Sabaha kalmaz varırım.”
----En şerefli ülkesi ha!...
“Demek ki senin Süleyman’dan haberin yok!.
Dedi Hüdhüd
O İsrail oğullarına, Peygamber gönderildi.
Cinler ve kuşlar emrine verildi.
Bilmiyor musun?
Seni hiç çağırmadı mı?”
“----Bazen öyle sesler gelir amma,
Ben aldırmam.” Deyince,
Hüdhüd,
“----Öyleyse sen sapıtanlardansın.
Bir daha çağrılırsan hemen koş, kulluğunu ispat et…
Seni bundan alıkoyan şeytandır. Ona uyma!....”
Diye onu uyarmaya çalıştı.
Sonra da;
Süleyman Peygamber büyük bir mescit yaptırdı.
Hepimiz, onun yapımında çalıştık.
Biz, Tek Allah’a inanırız” dedi.
----Siz orada kime taparsınız?
Yabancı kuş cevap verdi.
“----Benim yurdumdakiler, en parlak olana taparlar.
Hani gece karanlığı olunca,
Sabahla birlikte yırtıp parçalayan,
Güzellerin güzeli parlakların en parlağı var ya,
İşte ona!....”
416
Hüdhüd şaşırdı!
--Güneşe demek.
--Ne sandın ya!…..
Hüdhüd, demek ki, onu da yaratan,
Bir Kudretin varlığından haberiniz yok!
Niye bunu hiç düşünmüyorsun?
----Sus ey Hüdhüd,
Benim ülkemde senin övündüğün,
Tapınakların âlâsı var.
Şehirler saraylar bol,
Benim ülkemi bir kadın yönetir.
O Güneş’in kızı, Sebe yurdunun yıldızı,
Kraliçe Belkıs.
Emrinde öyle çok ordular var ki;
Dilerse, Süleyman’ın ülkesine gelir,
Çekirge sürüsü gibi kaplar her yeri!...
Nesi var nesi yoksa siler süpürür.
Dondu kaldı Hüdhüd, yalan söylüyorsun!
Diyebildi ancak.
-----Yalan mı?...
İnanmıyorsan gel benimle,
Güney denizine kadar uçalım.
Sabaha kalmaz varırız.
Gözlerinle gör.
Sabah yine dönersin geriye!..
Şöyle düşündü Hüdhüd,
Biraz sonra herkes uyuyacak,
Bu saatten sonra bana ihtiyaç olmaz.
Sabaha dönerim.
Bu kuşun anlattıkları doğru ise,
Peygamberim Süleyman’a haber veririm. Dedi.
Sebebini anlayınca, benden incinmez.
Uçtular, uçtular sonunda,
Belkıs’ın ülkesine vardılar.
Daha ne olduğunu anlamadan,
Şehrin her tarafından,
Çalgı sesleri yükseliyordu.
Sordu Hüdhüd;
----Ne oluyor?
Bu sesler neyin nesi?...
Kuş övündü. Talihin varmış ey Hüdhüd,
Bu gün Sebe halkının bayramı,
Günlerce sürer bu bayram!....
417
Gün ışımasıyla bütün insanlar,
Sokaklara döküldü,
Saray kapısının iki yanına,
Karınca gibi biriktiler.
Kuyruklar oluştu, ta şehre kadar!..
Borular çaldığı anda,
Kapandılar yerlere,
Tahtının üzerinde kurulan, Melike Belkıs’le,
Göz göze geldi hüdhüd.
Belkıs!
Çok güzel bir kadındı.
Sultan Süleyman’ın hareminde,
Böylesine güzel bir kadın yoktu!...
Şaşırdı hüdhüd, belki de unuttu yurdunu!
Hem cinsi kuş!
----Haydi uçalım daldan dala,
Gidelim tapınağa!
Bak oralarda neler göreceğiz.
Şehirler büyüklüğünde,
Kazılmış çukurlar var,
İçinde alev, alev ateşler yanar.
Atılır içine cezalılar.
Cezalılar ve de, Güneş için kurbanlar!....
Daha nice oğlan ve kızlar…..
Gün batımına kadar seyretti,
Şaşkınlık içinde hüdhüd,
Hele gün batımında yüz binlerce insanın,
Secdeye kapanışları unutulacak gibi değildi…
Ah!
İblis,
O iblis yok muydu o?...
Deyip içlendi.
Kendisi Allah’ın huzurunda insana,
Secde etmeyip ilk sapkın,
Olduğu için ve cennetten kovulduğu için,
Herkesi aynı Yola sürüklemeye çalışıyor,
Onların hem dünyalarını hem de ahiretlerini ,
Cehenneme çevirmeye çalışıyordu.
Doğruydu bunlar, insan secde ederken İblis üzülür,
Eyvahlar olsun Cennet kazandı dermiş!
418
Bense secde etmedim,
Cehennem oldu benim mekânım der hayıflanırmış.
Hele secde ayeti, nazil olunca!
Aklı başına geldi İblis’in!
Bu ayette denir ki;
“Bizim ayetlerimize, o kimseler iman ederler ki,
Kendilerine öğüt verildiği zaman, büyüklük taslamazlar.
Yüz üstü secdeye kapanırlar.
Rablerini hamd ile tespih ederler.”(Secde, 15)
İşte tam o ikindi vaktiydi ki,
Süleyman hüdhüd’ü su için aradı.
Kendi kendine, bu kuş nerede?
Onu cezalandıracağım! Diyordu.
Hüdhüd kuşu onun emrinde olduğundan,
Bunları duyuyor, anlıyordu!...
Titremeye başladı.
Demek ki peygamberi onu istiyordu.
Vazife verecekti.
Melikenin ülkesinde duramazdı.
Hemen dönmesi gerekiyordu.
Hem cinsine sadece haydi benimle gel
Seni şeytanın şerrinden kurtarayım.
Salih kullarla, Peygamberlerinin ülkesini,
Göstereyim diye bildi….
----Bu acelen nedendir?
Daha bayram günleri yeni başladı.
Gördükçe bu günleri ömrünce unutamazsın!
Hiç değilse bu gece kal!...
Dedi hem cinsi kuş.
-----Hayır, hayır, Rabbim bana,
Böyle bayramlar göstermesin!
Deyip, kuzeye doğru uçtu…
Az kondu çok uçtu,
Bazen cezasından üzüldü,
Bazen yeni haber götüreceği için sevindi.
Nihayet sabah vakti ulaştı menziline.
Baktı ki, Sultan Süleyman,
Çadırının önünde oturuyor!
Titredi!...
Nefes nefese kalmıştı zaten.
İzin alıp ayağının dibine kondu.
419
Başından geçenleri olduğu gibi anlattı.
HZ. Süleyman da sabırla,
Sonuna kadar onu dinledi.
Hüdhüd,
En sonunda dedi ki;
----Kainatın yaratıcısı, büyük küçük ne varsa biliyor görüyor!
Onların böyle bir Allah’a ibadet etmeleri gerekmiyor mu?
Halbuki, o en geniş hükümranlığın en büyük arşın Rabbi olan,
Allah’tan başka İlah yoktur.
SÜLEYMAN A.S. Bakalım doğru mu söyledin,
yoksa yalancılardan mı oldun. (Neml,22- 27)
Tetkik ettireceğim. Şimdi haydi git deyip serbest bıraktı.
O gün Kudüs’e doğru tekrar dönüldü.
Yol boyunca hep düşündü durdu hüdhüd!
Endişeliydi.
Eski itibarını, kazanmak istiyordu.
Fakat Süleyman, kimseyi çağırmamış,
Tahkikat için, Sebe’ye göndermemişti!
Dertlendikçe dertlendi Hüdhüd.
Birkaç gün daha geçmişti ki aradan,
Sultan Süleyman kafileyle birlikte, Kudüs’e vardı.
Barışa dönülmüştü.
Bayram ederken herkes,
Hüdhüd nasip almadı bundan.
Endişeliydi, üzüntüsü artmış,
Hemen her gün çağırdığı halde Süleyman,
Sevgili peygamberinin yüzünü görmüyordu.
Vaazlarını dinlemiyor, sesini duymuyordu.
Bu durum, diğerlerinin gözünden kaçmıyordu.
Sık sık gelip soruyorlardı!
Hatta onunla dalga geçiyorlar,
Onu kızdırmaya çalışıyor üzüyorlardı!
O,
Bir gün,
Yaşlı bir,
Güvercine,
Açtı derdini.
Bir tek sen rahatsız
Etmedin dinler misin?
Sana söyleyeceklerim var.
Tabi dinlerim, benim dedikodu,
Yapmayacağımı biliyorsun değil mi?
420
Bunun üzerine anlattı tüm sıkıntısını,
Sen sabırlı ol, Sultan Süleyman isteseydi,
Rabbin izni ile gider kendisi görür,
Öğrenirdi olup biteni, üzülme,
Demek ki başka bir şey,
Onun aklında,
Sabırlı,
Ol sen!
Bir ara vezirini çağırdı Sultan.
---Ey vezirim güneyde çöl bitiminde,
Sebe toprakları var,
O topraklar hakkında sen ne bilirsin?
---Ey peygamberim!
Orada bir kavim var güneşe tapar.
Hükümdarı bir kadın seni bilirler deyince,
(Hükümdar SÜLEYMAN, Hüdhüd’e) Dedi ki; Doğru mu söyledin,
Yoksa yalancılardan mısın, bakacağız. (Neml 27)
Oraya bir elçi gönderecekti. Dedi ki vezirine;
Oranın halkını, Allah’a teslim olmaya çağıracağım.
Allah’ın ismiyle başlayan bir mektup yazdı.
Çağırdı hüdhüd’ü!
----Ey hüdhüd!
Gam zamanı değil, neşe zamanı,
“Al bu mektubu, götür Belkıs’a,
Görünmeden uzaktan at kucağına,
Çekil kenara, dinle gör bakılım,
Neye dönecekler ne cevap verecekler! “ (Neml 28)
Sevinçle havalandı hüdhüd,
Saba Melikesine ulaştı sonunda,
Ansızın mektubu kucağına bıraktı!
Yaprakların arasına gizlendi.
Mektubu görünce Sebe kraliçesi;
Açtı okudu, kendi diliyle yazılmıştı.
Sonra döndü kavmine:
“----Ey kavmim!.. Beyler, ulular!
Bana çok şerefli bir mektup bırakıldı.” Dedi. (Neml 29)
“Bu mektup, o Süleyman’dandır.
Rahman ve Rahim olan, Allah’ın adiyle yazılmış…
“Bana karşı baş kaldırmayınız.
Müslümanlar olarak, bana geliniz,”
Diye yazılmış mektup.
421
“------Ey ileri gelenler,
Bana fikrinizi söyleyin!
Siz huzurumda bulundukça,
Ben kendi başıma, size danışmadan,
Hüküm sahibi olmadım.” Dedi.
Cevapları şöyle oldu:
“Biz güç kuvvet sahibiyiz.
Çetin savaş erbabıyız, amma emir sana aittir!
Hükümdar sensin.
Değerlendirip uygun emri vermeyi sen düşün.
Diye cevap verdiler. ( Neml 30-33)
Kraliçe;
----Şüphesiz ki, hükümdarlar,
Bir memlekete girdikleri zaman,
Orasını perişan ederler.
Halkından şerefli olanları,
Hor ve hakir kılarlar…
Bunlar da böyle yapacaklardır.
Ben onlara bir hediye göndereyim,
Elçiler nasıl dönecekler, bakalım.” (Neml 34-35).
BELKIS’IN ELÇİLERİ
Melike Belkıs orada heyeti seçti.
Altı yüz deve yükü, altın, gümüş, baharat ve nice,
Hediyelerle yüklü heyeti gönderecekti Süleyman’a.
Amma kabul veya reddine dair endişe içindeydi….
Hüdhüd havalandı oradan,
Uçtu, uçtu sonunda ulaştırdı haberi.
Belkıs tarafından gönderilen hediyeler,
Ulaşınca Süleyman’a!
Yardım mı ediyorsunuz bana,
Bana Rabbimden verilenler sizinkinden hayırlı!..
Belki hediyenizle böbürlenirsiniz.
Ey elçi başkanı;
Al hediyelerini çabuk dön ülkene,
Deki; Ordularımla gelirsem oraya perişan ederim sizi,
Sizleri hor ve hakir eder sürer çıkarırım oradan!...
-----------Elçiler geldikleri gibi geri döndüler.
---------------Kraliçe Belkıs avunmaya muhtaçtı!
------------------Niye hediyeleri geri gönderdi?
-------------------------Bunun cevabını arıyordu!..
422
Demek ki Süleyman, değer vermiyordu dünya malına,
Aşıktı, kul köleydi o Allah’ına.
Şöyle yorumlar yapılıyordu…
Nedimelerden biri:
-----Süleyman,
---------Dillere destan güzelliğini duydu,
--------------Gerisi bahane, mutlaka seni istiyor!
--------------------Aşıklar bakar kördür,
-------------------------Sevdiklerini hayal ederler.
Öteki tarafta Sultan Süleyman,
Döndü kendi mahiyetindekilere;
----Ey ileri gelenler, Belkıs’ın tahtını,
Kendisi Müslüman olup gelmeden,
Kim getirebilir bana? Diye sordu.
Cinlerden bir ifrit, sen makamından kalkmadan,
Ben getiririm! Dedi.
Ben herhalde böyle bir güce sahibim.
Başka birisi, gözünü yumup açana kadar,
Ben getiririm dedi.
Bakınca Süleyman, tahtı yanında buldu.
Bu Rabbimin fazlı ve keremidir bize,
Bu bir imtihan,
Şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü?
Onun sınavı bu!…..
Kim şükrederse, kendine!
Kim nankörlük ederse, yine kendine.
Rabbim kerem sahibidir.
Nankörün şükrü olmaz ki zaten…..
Melike Belkıs kararını vermişti,
Gidecekti Süleyman’a,
Güzelliğine asaletine güveniyordu!
Süleyman’ı kendisine bent edebilirdi.
Şöyle diyordu:
Rahat yaşamak mı istiyorsun!
Ne alırsan karşılığını ver.
Sana kadar alçalan bir bulut olsa bile,
Yükselmeye çalış, borç böyle ödenir.
Bir tas su uzatan teşekkür ister,
Misafirliğe giden, hatır sayar.
Misafir seven evinde misafir bekler.
423
Süleyman tahtında oturmuştu,
Tahtının yanında ters dönmüş,
Başka bir taht daha duruyordu.
Bu Melike Belkıs’ın tahtıydı!
Onun tahtını, bilinmez bir şekle sokunuz!
Bakalım görünce kendi tahtını tanıyacak mı?
Saba melikesi Belkıs gelince;
Senin tahtın böyle mi denildi?
………………..Sanki ona benziyor!
Ondan önce de bize ilim verildi!
……….Biz de Müslümandık, dedi!...
…….Dedi demesine amma,
………..Onun Allah’ı bırakıp taptığı şey,
……………Onun tek Allah’a inanmasına mani oldu.
Gurur gelince, utanç kaybolur,
Tevazu ile, hikmet bulunur.
Sapkınlığın sonu, helak la biter,
Kemal sahibi, yol gösteren olur.
Gerçekte o, kafirler zümresindendi!
Ona köşke gir denildi.
Belkıs onu görünce derin bir su sandı.
Paçalarını tutup sıvadı.
Süleyman ona;
O geçekten sırçadan yapılmıştır!..
Çok süslü bir salondur, açık ve şeffaftır.
Korkma gir!
Belkıs;
“Ey Rabbim!
Hakikat ben kendime yazık etmişim.
Süleyman’ın mahiyetinde onunla beraber,
Alemlerin Rabbi olan, Allah’a teslim oldum.
Müslüman oldum,” dedi (Neml,45)
SÜLEYMAN A.S.MIN İBADETLERİ VE VEFATI
Süleyman Aleyhisselâm,
İbadet için kutsal mescide girer,
Bazen bir iki ay hiç çıkmazdı oradan!
Yiyeceği, içeceği oraya götürülürdü.
424
Vaazlarını oradan verir,
Bazen mescidin bahçesinde,
Gezinir otlarla, fidanlarla ilgilenirdi.
Cinlerin sapkınları, şeytanlar onu görünce,
Ölür ümidine kapılıyorlardı.
Çünkü o yaşlanmıştı!
……………..Arada bir gelir bakarlar,
…………………Onu ayakta görünce,
…………………….Üzülür giderlerdi.
Sultan Süleyman sabaha dek,
Namaz kılar, secde ederdi.
Rivayet odur ki;
…….Her gün sabah vaktinde,
………………..Yeni bir ağaç yükselirdi önünde.
………………..Sorardı ondan!
……Adın nedir ne işe yararsın?
………………..Söyle!
……Söyle bakayım bana,
…….Hem adını hem faydanı!
…………………Kesilecekse,
………Kestirir atardı onu,
………………..Dikilecekse,
………Alır başka bir yere,
……………….Diktirirdi ağacı.
…….Günlerden bir gün,
Yeni bir ağaç gördü bahçede!
…….Adını sordu ondan,
………..Adım Harrub dedi.
…….…….Söyle neye yararsın?
Mescidi harap etmek,
……………….Benim görevim.
………..Bunun için buradayım!
Süleyman;
……….………Ben sağ oldukça,
………….Harap etmen imkansız,
…………………….Dedi ağaca.
Söktürdü o ağacı oradan,
Kendine ait bir bahçeye diktirdi.
Büyüdü ağaç dallandı budaklandı.
Sultan Süleyman,
Bir dal kestirdi ağaçtan,
425
Kendine bir asa yaptırdı!
…………………Ona dayanıyordu.
Günlerden bir gün,
Ölüm meleği geldiğinde yanına!
Ona dedi ki;
Ruhumu alacağın vakit gelince,
Bana bildirir misin?
Dedi ki Melek!
İsmi yazılı bir kağıt konulunca,
Benim önüme o zaman öğrenirim,
Önceden bilemem ki!...
Bildirilince sen de bana söylersin!
………Nihayet bir gün,
……Ölüm meleği gelerek, senin hakkında,
Bana emir verildi! Haberin olsun dedi.
Çok az bir vaktin kaldı.
Dediği zaman gelip köşküne girdi.
Kapılarına kilitler vurdurarak,
Halkı men etti kimse girmesin dedi.
Asayı koltuğunun atına alıp dayandı ona.
Ülkesine bakınca,
Çok güzel yüzlü beyaz elbise giymiş,
Bir delikanlı yanına giriverdi.
……..Sana selâmlar olsun,
………….Sultan Süleyman,
……..Sana da selâm olsun,
………….Amma sen kimsin?
…………..İznim olmadan nasıl, nasıl girersin?
Ben öyle biriyim ki, ne perde darların!
………….Ne de kapıcıların mani olamaz bana! Deyince,
Anladı ki, ölüm meleği gelmişti artık!...
Dedi ki ona;
“Bu gün ben, adamlarıma şöyle tembihlemiştim;
…Bana tasa verecek bir şey işittirmeyin,
…………Beni neşelendirin diye tembihlemiştim.”
Ey Süleyman!
Sen, sana neşe verecek,
Tasadan uzak bir günü istiyorsun?
Halbuki, dünyada şimdiye dek!
Böyle bir gün yok!
426
Henüz yaratılmamış. Rabbinin hükmüne razı ol.
Bunun reddi çare değildir, bu Allah’ın hükmüdür.
Öyleyse vazifeni yerine getir deyince, Süleyman ayaktayken,
Onun ruhunu aldı Azrail!.
Kur’an da bu husus, şöyle anlatılır:
Biz ona, ölüm hükmünü infaz edince;
Asasını yemekte olan ağaç kurdundan başka,
Hiç bir şey, onun ölümünü göstermedi.
Yere kapanıp, yıkıldığı zaman,
Besbelli oldu!...
“Eğer cinler, meçhulü bilmiş olsalardı,
Öyle horlayıcı bir azap içinde olmazlardı.” (Sebe 14)
………Ona ve gönderilen,
…………..Bütün peygamberlere selâm olsun.
İşte şimdi geldi, selâm sabah sırası,
Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
Söylenecek son söz, artık burası,
Dinleyin dostlarım, beni dinleyin.
….Ey saba yeli,
………....Başın alıp nereye,
…………….….Gidersin böyle,
………………….…Eğer yolun düşerse,
…………………………. Kutsal toprağa,
……………………………....Ademden son resule,
…………………………..……. Selâmım söyle!...
427
YUNUS PEYGAMBER
(Y)erlerin ve göklerin sahibi sensin,
K(U)dret sende, kuvvet sende,
Se(N) hükmedensin.
Kul(U)nu ancak, sen affedersin,
Yunu(S) ‘u affettiğin gibi….
Yunus,
Kuş gibi uçan
Deniz güvercini demektir.
Yunus balığı onu yuttuğu için,
Ona bu ad verilmiştir.
Lakabı, Zünnûn, ( balık sahibi)
Sahib-ül Hût dür.
M.Ö.Sekiz yüz kırk yıllarında,
Peygamber olduğu rivayet edilir.
Tarihçilere göre Yunus a.s.
Asur devletinin başkenti olan Ninova şehri halkındandır.
Elyasa Peygamberin çocukluk yıllarında Asurlular,
Ak Deniz kıyılarına inip İsrail devletini işgal ettiler.
İşgal günleri tam on yedi yıl sürdü.
On yedi yıl sonunda, onları vergiye bağlayıp,
Çekilip gittiler.
İsrail oğulları tarihler boyunca,
Sapkınlığın doruğuna ulaşmışlar,
Ayrı, ayrı devlete ayrışmışlar.
Bazı zamanlar kendileriyle,
Bazen Yakup oğullarıyla
Bazen da komşularıyla savaşıp durmuşlar.
Tevrat’ı unutmuşlar, Mescid-i Aksa’yı kapatmışlar!
Mala mülke, putlara tapmışlar!....
Allah’ı unutmuşlar!...
İşte böyle bir devirde, Yunus Aleyhisselâm,
Peygamber olarak gönderilmiş.
Çok
Güzel
Yüzlüydü.
Sesi tatlı,
Gür, dokunaklı,
İşinde bile Tevrat’ı,
Hiç durmadan okurdu.
Allah’ın emirlerini,
Tam tamına eksiksiz yapar,
Amma iman’a davette biraz aceleciydi.
428
Bu yüzden Allah, onu ikaz edip, sabrını çoğalttı.
Önce ticaret, sonra da amcasından,
Çömlekçiliği öğrendi. Onu sanat edindi.
ÇÖMLEKÇİLİĞİ
Rivayet odur ki;
Yunus, köyünden kopmuş,
Çalışmak için şehre doğru yürümüş,
İş aramaya başlamıştı.
Bir çömlekçi ustası, onu yanına aldı.
Ustanın adı Veddal’dı.
Veddal son derece sanatkar bir ustaydı.
Herkes tarafından hem çok aranıyor,
Hem çok çömlek siparişi alıyordu.
Siparişleri yetiştirmek için,
Gece gündüz çalışıyor,
Vaktinde sahibine teslim ediyordu.
Bu yüzden de çok seviliyor, sayılıyordu.
Sakalı göbeğinde bir ihtiyardı bu usta.
Tencereler tabaklar, renkli cilalı,
Türlü, türlü vazolar üretiyordu.
Onları yerlerine sıralıyordu.
Görenler hayran kalıp,
Seyrine bile doyamıyordu!...
Zaman zaman saraydan siparişler de alıyordu.
Arzularına göre yapıyor,
Değerinden çok ücret de istemiyordu.
İşte Yunus böyle bir usta yanında sanat öğreniyordu!...
Yine bir sabah vakti, çömlek yapımı için hazırlık yapılıyor,
Çamur karılıyordu. Karşılarına subay kılığında bir atlı,
Çıktı ansızın. Sanırsın ki atlı kudretten kanatlı,
Belli ki o saraylıydı. Saraydan geliyordu.
Veddal’ı çekti kenara, uzun uzun konuştu.
Bir hafta süre tanıdı ustaya,
Siparişleri, zamanında ister demeyi de unutmadı.
Kimse duymasın, gizli tut deyip ayrıldı.
Canı sıkıldı ustanın!
Şimdiye kadar yapmadığım bir şey istiyor,
Başka bir hükümdara, armağan olacak diyor.
Yunus öğrenince gerçeği, moral verdi ustaya,
Korkma sen ustacığım, yetiştiririz haftaya.
Usta; Bildiğin gibi değil dedi Yunusa,
429
Hükümdar çok mu çok zalim adamın biri,
İstediği zamanda olmazsa eğer,
Bizi acımasızca cezalandırır.
Bizden, ruha ferahlık verecek
Bir eser istiyor.
Bu kadar zamanda teslim etmemiz,
Sanki imkansız gibi görünüyor o,
Diyerek, endişesini bildirdi.
Yunus, Ey Veddal!
Amcam da çömlekçidir.
Diyorum ki ben; İki eser yapalım.
Bunlardan biri, Hükümdarın istediği,
Diğeri senin istediğin gibi olsun.
Seninkinde öyle bir özellik olsun ki,
Onu daha da çok beğensin dedi.
Nasıl bir özelliktir bu önerdiğin,
Diye sormaktan alamadı kendini!
Anlatayım dedi Yunus:
--Amcam bir zaman,
Bir leğenle bir ibrik imal etmişti.
İbriğin sapına öyle bir düzen verdi ki,
Türlü delikler deldi.
Sular akarken, bülbül gibi öterdi.
Siparişi yaptılar,
İbriğe su doldurup
Tekrar, tekrar döktüler,
Yunus suyu döktükçe,
İbrik bülbül gibi ötüyordu!
Bülbül gibi öttükçe,
Usta zevkten dört köşe oluyordu.
Şaşırdı usta bu işe…….
Hükümdara vermek istemiyorum bunu,
Sürüklüyor bu sesler, beni benden alarak.
O alemde neler var, ah bir bilsen sen onu!
Dönüyorum kendime, ben bir mecnun olarak.
Sen ver ustacığım, ver onu krala…
Biz ondan güzelini yine yaparız.
Diyerek, duygularını şöyle dile getirdi Yunus!...
Başarının ipi uzun, nasip olmaz herkese,
Tutununca o ipe, yavaş, yavaş tırmanmalı.
Kabiliyet Hak vergisi her an Hakkı anmalı.
430
Yavaş, yavaş yükselmeli, başarı hep bundadır,
Yükseldikçe yukarılar, nasıl yerdir sormalı!
Bu ip uzun, bu ip narin, görünmesi ondandır,
Hep koşulmaz bazı zaman, dinlenmeli durmalı.
Doğru dedi Veddal,
Hele biz sanatkârlar bunu asla unutmamalıyız.
Tamamlandı eser amma,
Daha saraya ulaşmadan usta hastalandı.
İhtiyar vücudu fazlasını çekemedi,
Vefat etti sonunda…
Yunus çok üzüldü onun ölümüne!
Yapacağı bir şey yoktu, hüküm Allah’ındı.
Teslim günü gelince,
Aldı siparişleri yola koyuldu.
Güneş epeyce yükselmişti,
Unutmuştu zamanı.
Şehre yaklaştıkça, hayranlığı artıyor,
Babil’in sanat ve sanatkarlar,
Beldesi olduğunu görüyordu!
Caddeler, sokaklar tertemiz, pırıl pırıl,
……………………………Parlıyordu.
Arabaları tam Dicle kıyısına gelince,
Ninova şehrinin karşı kıyısını da görüyor,
Öte yakanın da aynı şekilde olduğunu,
İki şehri köprülerin birbirine bağladığına şahit oluyordu.
Şehrin içi başka, köyleri başka idi.
Bir taraf lüks içinde yüzerken,
Diğer taraf, yoksulluk içinde sürünüyordu!
Bu kadar bakımlı bir şehrin ortasında,
Tepe niye çıplaktı! Şaşırdı Yunus!
Bu duruma bir mana veremedi,
Yanındaki baş yavere sordu,
Orası dua tepesidir.
Oraya topluca dua
Etmek için çıkılır.
Put haneler varken!...
Buna ne gerek,
Diye sordu,
Yunus!..
431
Baş yaver; Bazen ortak felaketimiz olur.
Bunu önlemek için buraya topluca çıkarız..
Duamızı yaparız.
Put haneye gitsek ötekiler darılır!
Diye izah etti.
Saraya yaklaştıkça, caddenin iki tarafında,
Baltalı heykeller sıralanmış olduğunu görüyordu!
Asur askerleri de görev başında,
Kısa saplı baltalar ellerinde dolaşıyorlardı.
Bunları gören Yunus maziye daldı.
İbrahim Peygamberin döneminde de,
Bu Putlar yüzünden Ninova halkı ona neler çektirmişti.
Put hanedeki putları kırdığından,
Nemrut İbrahim’i ateşe atmıştı amma,
Yüce Rab yakma demiş, ateş de yakmamıştı!
Gül bahçesine dönmüştü.
Bunlar nasıl unutulurdu….
Sıralı askerlerin arasından Hükümdar’a ulaştılar.
Yunus hediyeleri verdi Kral’a,
Kral böyle sanatkârları olduğu için gururlandı.
Yunus’a, Ninova kentinde,
Dicle’ye kıyı bir ev, bir arsa, bir de dükkan verildi.
Orada sanatıyla uğraşıyordu.
Boş zamanlarında da, şehri tanıyordu.
KÖYLÜSÜYLE BULUŞMASI
Bir gün;
O kadar dalmıştı ki;
Yanına gelen adamı fark etmedi.
Adam başını çevirmeden seslendi.
Ben kimim?
Beni tanı bakalım!
Yunus bu seste,
Köyünün çiçeklerinin kokusunu duydu.
Nasıl tanımazdı ki;
Çocukluk arkadaşını. Boşet’ti o.
Hemen cevap verdi.
Kucaklaştılar sarıldılar.
Tam zamanında geldin dedi Yunus.
Köylüsü, arkadaşı şöyle dedi.
Ticaretten usandım.
432
Bir kervanla mal getirdim dün buraya.
Seni aradım.
Öğrendim ki, Hükümdar Yereboam’ın
Usta başılığına yükselmişsin.
Bu diyarlara yoksul gelmeseydin,
Böyle nimetlere nasıl kavuşurdun?
Dedi arkadaşı.
Sonra da endişesini şöyle dile getirdi.
--Senin bir sıkıntın var herhalde!
Bana anlatır mısın? Dedi.
Yunus,
--Ben çok sıkıldım.
Sen doğru söylüyorsun. Dedi arkadaşına.
Sonuna dek dinledi.
Sonunda duygularını şöylece dile getirdi.
Arkadaşı Boşet.
Keseler dolusu para,
Dağlar kadar mal ve mülk hırsız ellerden,
Bakışlardan gizlenebilir belki!
Saklanamayan şey, içimizde kabaran şey,
Zaman, zaman, çılgınlıklar bile yapan,
Tepinen, hislerimiz değil mi ki !
Onları dışa vuran gözlerdir.
Gözler çok vefasız değil mi?
Saklayamaz sırrımızı,
Ele verirler bizi.
Kapatsak onları,
Dilimizi tutsak,
Hiç konuşmasak bile yüzlerimiz verir bizi,
İç çekişler, nefesimiz verir bizi ele.
Yunus, sakınca görmeden anlattı birer, birer;
Burada hiç huzurum yok, kuşkulardayım deyince Yunus,
İstersen seni köye götüreyim dedi arkadaşı Boşet.
Benim on, on beş güne kadar burada işim biter.
Dönüşte seni alayım dedi.
Ben seni, rahat Ettiririm.
Çocukların da rahat ederler.
Bundan hiç endişen olmasın emin ol dedi.
Yunus, bunun üzerine;
--Daha ben hiç evlenmedim.
Çoluk çocuğum da yok henüz!.. Dedi.
Tamam değip,
Gidiş gününü kararlaştırdılar.
433
Günler yaklaştıkça Yunus’un içi İçine sığmıyor günler geçmiyordu.
Bu durumdan haberdar olanlar,
Hakkında dedi kodu çıkarmışlar, Yunus Hükümdarını sevmiyor,
Hep aleyhinde konuşuyor diye iftira atıyorlardı.
Yunusu kötüleyip, gözden düşürmeye çalışıyorlardı.
Bu durum onu çok mu çok üzüyordu.
Huzursuzdu.
Kendini aklamadan,
Hükümdardan izin almadan,
Gidemezdi köyüne.
Arkadaşı,
Git, izin al hükümdardan dedi.
Yunus’u ikna etti.
Yunus cesaretlendi,
Ertesi sabah, saray yolunu tuttu.
Baş yaver onu Hükümdara götürdü.
Hükümdar Yereboam,
Onu dinledi.
Ummadığı bir cevap verdi Yunusa.
Bu gün eşref saatim.
Bir çömlekçi bul, istediğin yere git!...
Yunus, çok sevindi.
Yetiştirdiği bir usta vardı, onun adı Mednandı.
Şehir dışında o da tezgah açardı.
Ona uğradı.
Onu şarkı mırıldanırken buldu.
Diyordu ki;
Ben ne garip insanım, şu tablam çok da dar.
Keşke tasarladığım planladığım eseri yapabilsem.
Dağları koysam tepsinin üzerine yeniden şekil versem.
Diye hayal kuruyordu bir yandan.
Böyle bir tezgah,
Henüz icat edilmedi.
Ben oyuncakla oyalanıyorum.
Demekten de alamıyordu kendini.
Yunus, hemen konuyu açtı. Ben köyüme gideceğim.
Hükümdarla konuştum. Yerime usta başı olsan,
Söylediğin işleri sarayda yapabilirsin.
Biraz direndi amma, sonra ikna oldu.
Yunus, uğradığı iftira şokunu,
Atamadan yola koyuldu amma,
İçi henüz rahatlamamıştı.
434
Yönünü Beytullah’a döndü,
Yıldızlara baka, baka,
Rabbine dua etti.
Yalvardı Rabbine,
O zaman biraz rahatladı.
Uyumak istiyordu uyuyamıyordu.
Göz kapakları kavuşmuyordu birbirine.
Sanki kanatlanmışlardı.
Birden doğruldu oturdu.
Bahar çiçeklerinin kokusu sardı.
PEYGAMBER OLUŞU
Aniden bir ses duydu!
Sonra birisini gördü!
Ben Cebrail’im diyordu!
Allah’ın emrini getirdim dedi.
Emir üç kere tekrar edilmiş,
Her seferinde anladın mı?
Diye sorulmuştu Yunus’a.
Yunus da evet anladım diye cevaplamıştı.
Neydi verilen emir:
Ninova şehri ve çevresinde peygamberlik yapacaktı.
CEBRAİL A.S. Kaybolup gitmişti.
Kur’anda Yüce ALLAH: Buyurur ki;
“Nuh’a,
Ondan sonraki peygamberlere,
Vahy ettiğimiz,
……İbrahim’e,
……….İsmail’e,
…………İshak’a,
……………Yakup’a ve evlatlarına,
………………İsa’ya,
……….Eyyub’a,
……..Yunus’a,
……Harun’a ve Süleyman’a,
….Vahiy eylediğimiz,
…Davut’a Zebur verdiğimiz gibi,
(Habibim) sana da vahiy ettik biz. (Nisa 163)
Yunus da hiç şüphesiz,
Gönderilen peygamberlerdendi.(Saffat 139)
Yunus A.S. Emri alınca;
Vazifesini yapmak üzere, Ninova’ya döndü.
Kendini çok güçlü hissediyordu.
Çünkü emirleri doğrudan alacaktı.
435
Ninova halkına nasıl emirler gelecekti,
Yoksa Tevrat’a göre mi hükmedecekti artık.
Dönüş yolculuğu böyle sorularla geçti.
Ertesi gün, Cebrail A.S.
Tevrat ve Zebur’a göre hareket edeceğini bildirdi.
Merhaba ey ihtişam erbabının kıblesi,
Saygı duyanlar şahı, ey ayağı uğurlu.
Ben ki gönderilmişim, sesimdir Hakkın sesi,
Gelmeden bana emir, tutmazdım o yolu!
Temiz zatın beklendi, gerek yok gizlemeye,
Nübüvvet göstermekte, taktir eder o ulu.
Yunus eski evine döndü yıkandı arındı.
İşe kimden nereden başlayacaktı.
Komşu çömlekçi sevindi döndüğüne,
Amma haberi alınca Yunustan!
İrkildi ürperdi!..
--Sen aklını yitirmişsin!
Seni o kahinlere ya da tabiplere,
Götürelim de, seni tedavi etsinler dedi.
Yunus Aleyhisselâm:
Bu görevi bana veren,
Yerlerin göklerin sahibi,
Yücelerden yüce olan, Allah’tır.
Ne dersen de, verilen vazifeyi,
Eksiksiz yapmalıyım diye cevapladı.
Ertesi gün, Hükümdar Yereboam’ı irşad ederek işe başlamalıydı!
Saraya doğru yola koyulmuştu ki,
Onu bir subay gördü,
Alarak onu dua Tepesi denen yere götürdü.
Hükümdar oradaydı.
Selâmlaştılar birbirlerini görünce,
Kral nazikçe beklemesini istedi.
Baş yaver söz taşına çıkarak,
Şöyle bir konuşma yaptı;
---Yer yüzünün en büyük Hükümdarının emri ile,
Burada toplanmış bulunuyoruz.
Huzurlarında bulunmaktan şerefler duyduk, şan duyduk.
436
Hükümdarımız gece bir rüya görmüş!
--Dağlar yüksekliğinde ateşler görmüş.
Büyük bir halka olan bu ateş,
Ninova’ya gelerek surlardan geçip,
Yakarak etrafı kül etmiş!
Sizden bu rüyanın yorumunu istiyoruz.
--Anladınız mı?
--Evet dediler. Anladık.
Şimdi dağılın kimlerle istişare edecekseniz edin.
Ne yapacaksanız yapın, bu rüyayı çözün dedi.
……Kahinler,
……….. Sihirbazlar,
…………..Yıldızcılar,
…………….. Büyücüler,
…………………..Falcılar.
……………………Üfürükçüler,
…………….Grup, grup ayrıldılar.
Aralarında şiddetli tartışmalar başladı!...
Kimi gökleri araştırıyor,
Kimi yere şekiller çiziyor,
Kimi beline sardığı ipi çıkarıp okuyordu.
Hepsi ayrı bir telâş içindeydiler.
Yunus Aleyhisselâm nihayet,
Hükümdar Yereboam tarafından çağrıldı.
KRAL YEREBOAM’I DİNE DAVETİ
Yüzü boyalı olduğu halde,
Rüyanın şiddetinden Buruşmuş Sanki çökmüştü.
Gözleri bir garip korku içindeydi.
Gururundan eser yoktu!
Çok yumuşak bir sesle,
--Hoş geldiniz dedi Yunus’a!
Geldiğin için çok sevindim.
Seni şunun için çağırdım. Ey Yunus!
Gördüğüm bu rüyada tanrılar!
Put hanemize yakışan,
Çok büyük bir put yapmamızı istiyor!
Bunu senden istiyorum!
Sana Mednan da yardım eder, çabuk bitirirsiniz !
Yunus Aleyhisselâm’ın ne diyeceğini beklemeden,
Tahtı yanındaki adamlarından şarap istedi.
437
Hemen içti o şarabı, şarkıcılarına neşeli, güzel bir şarkı,
Söylemeleri için işaret etti.
Şarkıcılar kurnaz insanlardı.
Nabza göre şerbet vermesini biliyorlardı.
Şu şarkıyı söylemeye başladılar.
Ey ufuklar ötesindekiler!
Sizlere sesleniyoruz.
Ördek diline benzeyen,
Ateşten silahlarınızla,
Kimler için, kimlere karşı hazırlık içinde bulunuyorsunuz?
Sizleri aldatan nedir?
Karıncayı fil yapan dev aynaların önünden, gidin artık.
Gücünüzün, hiçliğini bilerek,
Birleşin gidin, gidin artık!...
Sizi aldatan nedir?
Eğer gecikirseniz,
Ninova’ nın bulutları kadar iri ateşten daha sıcak,
Kanatlı ordular, silip süpürecek sizi!
Birleşip gidin artık! Sizi aldatan nedir?..
Hükümdar;
Söylenen şarkıdan memnun,
Tekrar, tekrar söyletti…
Durmadan şarap içti.
Kafası iyiydi artık,
Morali yerinde!...
Gerindi, uzattı ayaklarını,
Sesi çıktığı kadar, başladı bağırmaya!..
“Hala basit bir rüyayı çözemediniz mi?”
Der demez, baş kâhin, acele çıktı söz taşına;
---Ey Hükümdarım!
Doğudan batıya, güneyden kuzeye hükmettiğiniz,
Yer yüzünün en büyük ülkesinde gizli, gizli,
Fitne ve fesat çıkaranlar var.
Rüyanızda, gök tanrıları size,
Bunun haberini vermişler Hükümdarım!
Hükümdar öyle kızdı, öyle kızdı ki,
Kükredi!.
-Kimlerdir bunlar?
Ele başları kimdir?
Bana onu bulun getirin.
438
Bana gerekli olan odur bulun!
Onun kim olduğunu bilmek istiyorum!....
Kâhin:
-Hünkarım buna gerek yok bu insanlar zaten ölecek!..
Onları, Tanrımıza kurban edelim.
Suçluları suçsuzları, ayırmaya ne hacet!..
Sevgili Hükümdarım!....
Diğer kahinler:
--Veziri destekledi.
Kurban edilecekler toplanırlarken,
Biz asıl suçluları söyleteceğiz!
Diye söz verdiler.
Hükümdar;
Anladım der demez!
Yunus dayanamadı,
Düzenbazların bu tutumuna kızdı.
Koştu söz taşına çıktı!
Söyleyeceklerim var diye haykırdı!..
Kral;
--Ne ile ilgili ey Yunus?
Biraz önceki konuyla mı ilgili?
--Hayır dedi Yunus,
Hayır rüya ile ilgili.
Şaşırdı Hükümdar!
Demek ki senin,
Başka hünerlerin de varmış?
Şimdiye kadar yoktu amma şimdi var.
Bana yeni bir görev verildi.
Pek şerefli bir görev!..
---Nedir o?
---Ninovayı, uyuduğu ölüm uykusundan uyandırmak!..
--Anlamadım dedi kral!
Artık sapkınlığınız yeter!
Ey Yereboam.!....
Sen, çevreni saran şu yalancıların,
Şu düzenbazların, menfaat düşkünlerinin,
Yalanlarından kurtul!
Hele biraz önce, üç kere söylettiğin şarkıdan,
İlham alıp, bana yaptırmak istediğin ilahı yapmak,
Başım üstünedir.
439
Lakin!
…….Öyle bir İlah zaten var.
………..Var olmaya devam edecek!
……………..Biz gidiciyiz, o ise kalıcı.
Onu görmüyorsunuz!
Gözlerinizi açacağım,
Göğüslerinizi ferahlatacağım.
Hem rahatlayacaksınız,
Hem de, bana verdiğiniz emir yerine getirilmiş olacak. Dedi.
Hazreti Yunus bir an sustu.
Onu fırsat bilenler,
Homurdanmaya başladılar.
Yereboam, çok soğukkanlı idi.
Susmalarını söyledi.
Nerede ise Yunus’a inanacaktı.
Hazreti Yunus devam etti.
Ey Yereboam, gördüğün rüya çok açık!
Hazret-i ALLAH!
Beni Ninova’ya peygamber yaptı.
Elbette ilk imana çağıracağım kişi sen olacaksın!
Çünkü balık baştan kokar.
Bunun için sabahleyin,
Sarayına zaten gelecektim.
Şimdi rüyan bizi bir araya getirdi.
Bu da Cenab-ı Allah’tan bir lütuf.
Gördüğün rüya ile, ilk ihtarın yapılıyor!..
Peygamberinin tebliğ edeceklerine,
Uymadığın taktirde….
Bir ateş çemberi içine düşeceğin!
Ve orada yanıp kül olacağın gösterilmiş sana!...
Zamanını henüz bilmiyorum!
Şu insanların sözüne kanıp,
Masum insanların canına kıyma!
Her canlıya, ancak ve ancak Allah can verir.
Zamanı gelince de verdiği canı yine o alır.
Bu sözler karşısında etraftakiler yine homurdandı.
Fırsat verilse,
Yunus’u oracıkta parçalayacaklardı.
Kral dokunmayın dedi.
O serbest!
Dilediğince hareket etsin,
440
Aldığı vazifeyi yerine getirmek için,
Çalışsın gayret etsin.
Tam otuz üç yıl,
Yunus peygamberlik görevini yapmaya çalıştı.
Gece gündüz dolaştı.
Rabbinin emirlerini tebliğ etti.
Ama kendisine iki kişiden başka inanan çıkmadı.
Cana tak etti kurtulmadı, derdinden belâsından,
Yola çıktı Rabbinin, mihnetli odasından,
Nasıl avare kılsın, dönüp duran şu zaman.
Gönül nasıl el çeksin, cihanın şu cefasından,
Rivayet odur ki;
Ey Rabbim; Kitabı inkâr eden,
Peygamberine inanmayan kavme,
Bed dua etti.
Ey Rabbim! Böyle bir kavme niye beni gönderdin!....
Diye serzenişte bulundu.
Yüce Allah, Ey Yunus!
Sen, tövbe eden kulların,
Tövbesini kabul, edeceğimi bilmez misin ki,
Böyle söylenip duruyorsun.
KAVMİNDEN KAÇMASI VE GEMİDEN ATILMASI
Yunus Aleyhisselâm,
Halkın kâfirce olan tutumlarına
Daha fazla tahammül edemeyerek,
Zaman, zaman, dağa çıkar giderdi.
İbadet eder, Allah’a sığınırdı.
Kavminin imanından ümit kesince bir gün,
Kavmi için bed dua ediverdi!..
Yüce Allah uyardı.
--Ey Yunus!
Böyle dua etmekte acele etme!...
Onların yanına dön,
Kırk gün, kırk gece imana davet et!
Kabul ederler ise, ne mutlu sana.
Eğer etmezler ise!
Üzerlerine azap göndereceğim.
Buyurdu…
Bunun üzerine Hazreti Yunus geri döndü.
Gece gündüz hiç durmadan onları uyardı!
441
Eğer iman etmezseniz, üzerinize mutlaka azap gelecek,
Ne olur iman edin!...
Tek Allah’a inanın diye yalvardı.
Ne çare ki, hiç bir kul imana gelmedi.
Yunus’u tehdit etmekten de, asla geri durmadılar.
Otuz yedinci güne ulaşılmıştı ki, tekrar uyardı onları!
---Eğer, kalan şu üç gün içinde iman etmezseniz,
Renginiz değişecek!
Helâk olacaksınız!
Diye son uyarısını yaptı.
Yaptı yapmasına da aldırmadılar.
Sabaha çıktıkları zamanda,
Yüzlerinin renkleri değişmişti,
Yunus’un haber verdiği şey gelip çattı.
Biz, zaten onun hiç yalanını görmedik.
Diye de kabullenir gibi oldular!....
Bakın dediler,
Eğer o gece, Yunus aranızda ise,
Azaptan emniyettesiniz demektir.
.Amma!...
Şayet aranızda olmazsa….
Biliniz ki, azap sizi, erkenden yakalayacak!...
Sonunda kırkıncı gün gelip çattı.
O gün, benizlerinin rengi değişti!
Yunus Alehisselâm!
Hemen aralarından çıktı gitti.
Azabın gelmekte olduğuna
Kanaat getirmişti artık.
Sabaha çıktıklarında, başlarının üstünde
simsiyah dumanlar dolaşıyordu,
Felâketin vakti gelmişti.
Azap bulutlarının bürüdüğünü,
Bütün şehri kapladığını,
Evlerini kararttığını gördüler!...
Helâk ve azapla karşı karşıya olduklarını anladılar.
Peygamberleri Yunus Aleyhisselâm’ı,
Aradılar amma bulamadılar!
Yüce Allah, onların kalplerinde,
Tövbe etme ve Allah’a yönelme arzusu uyandırdı.
442
Cebrail;
Yunus Aleyhisselâm’a, Ninova halkına git.
Oradan kaçma diye uyardı.
Yunus;
Dur hele, bir at bulayım giderim dedi.
Cebrail;
İşin daha aceledir, git dedi.
Bari ayağıma bir ayakkabı bulayım,
Giderim dedi.
Cebrail A.S.
Senin gitme işin,
Ayakkabı bulmandan önemlidir dedi.
Yunus Aleyhisselâm kızdı!
Başka bir yöne çekip gitti.
Ninova halkı;
Sağ kalan ilim adamlarından birini buldular.
Bak!
Şu gördüğün azaba uğramış bulunuyoruz.
Kurtulmak için ne yapmalıyız? Dediler.
O zat;
- Günahlarınıza tövbe, Allah’a iman edin.
Deyin ki; “Ey daima diri olan!
Ey kendi zatı ile kaim olan!
Ey bütün varlıkları ayakta tutan!
Ey hiçbir canlı yok iken var olan!
Ey ölüleri dirilten diri!
Ey senden başka İlah bulunmayan Bir’i!
Bize yardım et!
Kurtar bizi, diye niyaz edin” dedi.
Bunun üzerine yaşlı, genç, kız kızan, her kim varsa,
Kaba elbiseler giydiler, hayvanları ile,
Yüksek bir yerde başlarına toprak serptiler.
Gerçekten inanarak halis bir niyetle,
Allah’a imanlarını açıklayıp,
Seslerini yükselterek yalvarıp,
Yakarmaya başladılar.
Öyle bağrışıyorlardı ki, sesleri bir birine karışıyordu.
Tam kırk gün yalvardılar.
Aralarındaki her türlü haksızlığa, son verdiler.
O hale gelmişler di ki, başkasına ait bir taşı,
Binasına koyan varsa, o taşı söküp sahibine iade etti.
Nihayet Yüce Allah,
Üzerlerinden felâketi kaldırdı!.
Yunus Peygamber,
Kavminin sonucunu merak ediyordu!
443
Karşılaştığı birine sordu:
---Ninovalılar ne yapıyor?
Adam cevap verdi.
- “Peygamberleri aralarından,
Çıkıp gittikten sonra,
Yüksek bir yere çıkıp, yalvarıp yakardılar,
Tövbe ettiler.
Allah’a imanlarını tazelediler.
Suçlarını itiraf ve tasdik ettiler.
Allah da onları affetti.”
O zaman Yunus, ben onların yanına,
Yalancı biri gibi dönemem dedi.
Çünkü yalancı olanı öldürüyorlardı.
Kızdı kendi kendine,
Aldı başını, yüzünün doğrusuna doğru çekip gitti.
Bir gemiye bindi.
Ondan ücret istemediler.
Amma Yunus Aleyhisselâm gemiye binince,
Gemi yalpalamaya başladı.
Bir türlü yürümüyordu.
Fırtına çıkmış gibi sağa sola yalpalıyordu.
Gemi halkı;
İçimizde bulunanlardan birinin,
Günahı yüzündendir.
Her halde gemide efendisinden kaçmış bir köle var.
Gemide kaçak köle olunca, gemi yürümez dediler.
Yunus Aleyhisselâm anlamıştı ki,
Günah işleyen kendisiydi.
Dedi ki onlara;
- O benim!
Beni denize atmadıkça,
Bu gemi yürümeyecek!
Siz beni denize atın dedi.
Gemidekiler çekindiler.
- Ey Allah’ın peygamberi,
Biz seni denize atmayız dediler.
Öyleyse kur’a çekin,
Kime çıkarsa onu atın dedi.
Bunun üzerine kura çektiler.
Kur’a Yunus Aleyhisselâm’a çıktı.
Yine atmaktan çekindiler.
Kur’a üç kere tekrar edildi,
Üçü de Yunus Aleyhisselâm’a çıktı.
Bunu gören Yunus,geceleyin kendisini, denize attı.
444
Yüce ALLAH,
Balığa onu yutmasını, amma etine kemiğine zarar.
Vermemesini ilham etti!....
Balık geminin yanına gelip,
Kuyruğunu sallamaya başladı.
Ona; Ey balık! Biz sana, Yunus’u bir rızık yapmadık,
Senin karnını ancak, onu bir koruma,
Ve bir secde yeri kıldık, diye seslenildi.
Balık Yunusu yutup, denizin dibindeki,
Meskenine kadar indirdi.
Yunus Aleyhisselâm orada bir ses duydu.
- Nedir bu ses dedi?
Yüce Allah ona; Bu ses, denizdeki hayvanlarının,
Tespihlerinin sesidir. Diye vahiy etti.
Bunun üzerine Yunus;
----Senden başka İlah yoktur!
Seni tenzih ederim.
Gerçekten ben, haksızlık edenlerden oldum!
Diyerek tespih ve niyaza koyuldu. (Enbiya 87)
Melekler zayıf bir ses duydular.
- Ya Rabbi bu ses seni tespih ediyor, nedir?
Bu ses çok derinden geliyor. Dediler.
Siz bu sesin sahibini tanımadınız mı?
Bu ses öyle birinin sesi ki:
O duaları kabul, kendi makbul bir kuldu!
Bana asi oldu!
Kendini balığın karnında buldu.
Bunun üzerine,
Melekler şefaatte bulundular.
Rabbi Tealâ’dan affını dilediler.
Ala balık atıp durur,
Ak gerdanı tutup durur,
Bey oğlu bey Muhammed,
Kucağında yatıp durur.
Yunus balığın karnında öldü sandı kendini,
Baktı ki ölü değil!
İma ile secde etti.
Ya Rabbi!
- Hiç kimsenin secde etmediği yeri,
Mescid edindim, affet beni dedi…
445
Rivayet odur ki;
Balığın karnında,
Üç gün mü desem, yedi gün mü!
Yahut ta kırk gün mü?......
Allah’ın izni ile gamdan kurtarıldı.
Erdirildi selâmete,
İman ettiği için, tövbe ettiği için.
“Sonunda karanlıklar içinde,
Senden başka Tanrı yoktur.
Sen münezzehsin,
Doğrusu ben haksızlık edenlerdenim.
Diye seslenmişti.
Biz de Ona cevap verip:
Onu üzüntüden kurtarmıştık.
İşte biz iman edenleri böyle kurtarırız,
Diyor yüce Allah.(Enbiya 87-88)
BALIĞIN KARNINDAN KURTULUŞU
Balık Yunus’u;
Önce Übülle denen yere,
Sonra Dicle ye,
Sonra da Ninova’ya geri götürecekti.
Bir kıyıya yanaştı, hasta bir halde olan Yunusu,
Kumlara bıraktı!...
Vücut uzuvları sağlamdı amma,
Çok hastaydı, halsizdi,
Sanki pelte gibiydi.
Etleri ve kemikleri gevşemiş,
Hareket edecek güçte değildi.
Nail oldu bir anda,
Yüce Rab keremine!
Baş ucunda bir kabak,
Belirdi birden bire!
Yaprakları gölgelik,
Dalından süt damladı,
Kızgın kumlar soğudu Güneş tesirsiz kaldı.
Bir dağ keçisi geldi,
Onun yanına açtı bacaklarını,
Yanaştırdı ağzına,
Süt verdi kana, kana.
446
Aynı gün dört kere gelip emzirdi Yunus kulu.
Yavaş, yavaş kendinde güç buldu kuvvet buldu.
Kimsenin haddi mi sana karışmak,
Çünkü sen hem güçlü hem hükmedensin.
Mümkün olur mu, senle yarışmak,
Tövbe kapın açık, tek affedensin.
Akşama doğru bir çoban,
Dicle kenarına sürüsünü getirdi.
Bir taraftan sularken onları,
Öbür taraftan da çaldı kavalını,
Hem ilham aldı ondan.
Gün ışırken alıyorum sürüleri ağıldan.
Kırların yolunu tutuyorum.
Akşam olunca her gün ağıla dönüyorum.
Her gün aynı iş yapmaktan,
İşte ben bundan bıkıyorum, bıkıyorum.
Değişiklik istiyorum,
Şehir yüzü görmedim!
Gidenlere imreniyorum.
Söyleneni dinliyorum.
İşte ben bundan, bıkıyorum, bıkıyorum.
Bir yolunu bulsam da,
Ben de gitsem şehir’e,
Görsem oralar nasıl!
Ama bende o talih nerde!
İşte ben bundan bıkıyorum, bıkıyorum.
Ben bıktım diyorum!...
Çoban başını kaldırınca,
Şaşırdı birdenbire o da ne!
Daha sabah bir şey yoktu,
Burada!
Şimdi bir asma kabağı,
Nereden geldi buraya!...
Nice sonra fark etti Yunus’u da.
Ben hayal görüyorum!
“Üzerine gölge yapması için,
Asma kabak cinsinden,
Bir ağaç bitirdik. (Saffat 146)
447
Çömeldi baş ucuna, sordu ümitsizce,
Konuşacak halde değildi çünkü o!
Çoban!
----Kimsin sen?
Bu hale nasıl düştün?
Yunus, zorlukla,
- Ben peygamberim dedi.
Çoban;
----Ne demek peygamber!
Ben bir şey anlamadım!
Anlattı ona Yunus;
---Beni Allah, Ninova’da yaşayanları aydınlatmam,
Onları imana çağırmam için görevlendirdi.
Çoban;
Umursamadı bile, ne karışıyorsun sen böyle işlere!
Bak ne hale sokmuşlar seni dedi!..
Yunus;
- Beni bu hale sokanlar insanlar değil!
Görev yerimi vakitsiz bıraktığım için,
Yüce Allah ders verdi bana.
Bir balığa yutturdu.
Niyazım üzerine yine o kurtardı beni!...
Çoban çok saftı, Dünyadan habersiz.
- İyi ki aklın başına çabuk gelmiş!
Balığın karnında, biraz daha kalsaydın,
Bedenin dağılacakmış.
Görecekmişsin gününü.
Diye alay edercesine cevapladı.
Doğrudur dedi YUNUS!
Çoban, Yunus iyileşinceye kadar,
Onu bırakmadı.
YUNUS!
Nerede olduğunu,
Merak ediyordu sordu çobandan,
---Ninova diye bir yer duydun mu?
Çoban,
-- Duydum.
Ayak hızlı tutulursa,
Yarım günlük yol imiş.
Tepelerden görülmez mi?
Hayır görülmez dağ keser.
Çoban bundan sonra kalktı sürüsünü alıp gitti.
Ertesi gün dönünce, Yunus’a yeni haberler getirdi.
448
Dedi ki;
- Sen bana Ninova’yı sormuştun.
Oradan iki kişi geçiyordu sordum onlardan,
Epeyce bilgi verdiler o şehir hakkında!
Yunus şaşırdı.
- Nasıl olur?
Yüce Rabbim gazabını o şehre emretmişti.
Çoban,
- Evet öyle imiş.
Kapkara azap bulutları sarınca, dua tepesine çıkmışlar.
Putlardan kopup senin dediğin Allah’a iman etmişler.
Allah da onları affetmiş bir böcek bile ölmemiş.
HZ.Yunus şaşırdı.
Çoban’a dedi ki;
- Onların yanına döndüğün zaman,
………………….Benden haber götür onlara,
Ben Yunusla buluştum, onunla konuştum de,
…………………………..Selâm götür onlara…
Eğer sen Yunus isen, bilmen lâzım ki,
Senin Yunus olduğunu kanıtlayan,
Bir delilim olmaz ise elimde, ben orada öldürülürüm.
Yunus, korkma dedi.
Davarları içinden, seçtiği dişi bir keçiyi,
İşte senin şahidin, delil olur bu sana. Dedi.
Şu bulunduğun yer,
Şu ağaç, şu taş, şu toprak şahitlik eder sana.
Çoban, öyleyse sen emir ver.
Tamam dedi Yunus Aleyhisselâm.
Saydıklarına hitaben;
Şu delikanlı size geldiği zaman, ona şahitlik edin !..Dedi.
Hep bir ağızdan olur dediler!
Çoban Krala koştu,
- Ben Yunusla konuştum selâm söylüyor size dedi.
- Sen yalan söylüyorsun,
Dedi çobana öldürülmesini emretti.
Çoban,
- Durun benim şahidim var.
Benimle gelin dedi.
Ertesi gün gittiler birlikte,
Yunusla buluştukları yeri gösterdi onlara.
İşte burası dedi.
Bütün şahitler, yani yer, dağ, taş,
Evet dediler.
449
Bunun üzerine kral,
Sen bu makama benden önce layıksın,
Bundan sonra kral sensin, gel otur dedi.
Bütün kavim aradılar Yunus’u,
Buluşma yerinde buldular.
Sevindiler, öptüler, Peygamberliğini tasdik ettiler.
Ona iman ettiler.
Yunus peygamber şöyle söylüyordu:
Ey Allah’ım!
Ölüler diyarının bağrından,
Seni çağırdım seni.
Duydun benim sesimi,
Suçuma yüz çevirmedin.
Attın beni enginlere,
Denizlerin yüreğine,
Sesler sardı çevremi,
İndirdi balık beni,
İndindi derinlere!
Pek gamlıydım şefkatinden sevginden,
Mahrum edildim diye, varlığına sığındım,
Yine affedersin diye.
Göğsüme doluyordu sular,
Başıma dolanıyor,
Dar mekanda yosunlar.
Dalga, dalga perdeler, deniz dibine indi.
Sanki orda üstüme, karalar perdelendi.
Beni oradan yine sen, Allah’ım sen çıkardın.
Kendimden geçtiğim anda, beni sen bağışladın!
Dudaklarımda yalnız yine sen, yalnız sen vardın.
Şükranım sonsuz sana.
YUNUS A.S VEFATI
Yunus Aleyhisselam,
Çocuklarının yanında, kırk gece kaldı.
Kralla birlikte seyahate çıktı.
Ninova çevresini imana davet ediyordu.
Güneye inip hacc ibadetini de yaptı.
Yaşı hayli ilerlemişti bir gün aniden hastalandı.
Ben artık sabaha yokum diyordu.
Çok geçmeden vefat etti.
Bir ağacın altına defnedildi.
450
Rabbim şefaatine nail etsin.
Ona ve tüm peygamberlere selâm olsun.
………………..İşte şimdi geldi, selam sabah sırası,
……………Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
………….Söylenecek son söz, artık burası,
………Dinleyin dostlarım, beni dinleyin.
………Ey saba yeli,
…………..Başın alıp nereye,
………………..Gidersin böyle,
………………………Eğer yolun düşerse,
………………………….. Kutsal toprağa,
……………………………..Ademden son resule,
…………………………………. Selâmım söyle!..
451
HZ. ZEKERİYA VE YAHYA A.S.
Cefa çekip incinen,
Mihnet sıkıntısında solan,
Peygamber zincirinde,
Nurlu yeri olan,
Enbiya oğullarından çilekeş iki halka,
Biri Zekeriya, öteki Yahya!..
“Ya kulum!
Sen bana avuç açıp benden istedin.
Alanda verende yalnız sensin dedin.
Benden Salih kul istedin.
Biz de Yahya’yı ihsan eyledik.
Eşini de kendisi için doğurmaya elverişli kıldık.
Onlar gerçekten hayır işlemede yarışırlar. (Rahmetimizi umarak,)
(Azabımızdan) korkarak bize dua ederler.
Onlar bize derin saygı duyan kimselerdi. (Embiya 89-90)
Yar, canından can ister, cana tamah eyleme,
Her gördüğün yar diye, sakın sırrın söyleme,
Ateşi yakar seni, yakarsa yaksın deme,
İsa’ya ve İlyas’a, veren sana da verir.
Bakın ne diyor Kur’an:
“Biz ona, yani İbrahim’e İshak ve Yakub’u ihsan ettik.
Her birini hidayete, nübüvvete erdirdik.
Daha önce de; Nuh’u, onun neslinden;
Davud’ u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u,
Musa’yı ve Harun’u hidayete nübüvvete erdirdik.
Biz iyi hareket edenleri böyle mükafatlar veririz.”
(Süleyman a.s. mın iki oğlu vardı.
Birinin adı Rehibam öbürünün ki İmrandı.)
“İmran’ın karısı:
Ya Rabbi!
Karnımda olanı hür olarak sana adadım.
Benden kabul buyur.
Doğrusu bilen ve işiten sensin.
Onu doğurduğunda, Allah Onun ne olduğunu bilirken,
Ya Rabbi!
Kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir.
Ben ona Meryem adını verdim.
Ben, onu da onun soyunu da,
Kovulmuş şeytana karşı senin korumanı diliyorum.
452
Rabbi onu güzel bir kabulle karşıladı.
Güzel bir bitki gibi yetiştirdi.
Zekeriyya yı da onun bakımı ile görevlendirdi..”(Al-i İmran 36- 37)
MERYEM’İN BAKIMIYLA GÖREVLENDİRİLMESİ
Zekeriyya A.S; Hz. Meryem’in bakımıyla görevlendirildiği zaman,
Mescid deki odasına ne zaman uğrasa, onun yanında, mevsim yaz ise;
Kış meyvesi!
Mevsim kış ise; Yaz meyvesi bulurdu!..
“Ey Meryem;
Bunlar sana nereden geliyor? Diye sorduğunda;
Meryem’in cevabı:
Allah tarafındandır.
Doğrusu Allah dilediğini, hesapsız rızıklandırır.” (Al-i mran 37)
Düşündü o zaman!
Çekinmeden düşündüğünü söyledi.
Meryem’e!
Bunu yapabilen!
Benim zevceme de, doğum yapmaya elverişli hale,
Getirmeye muktedirdir! Dedi.
Hacet kapısında durup, niyaz eyledi.
Zekeriyya!
Peygamber olmadan önce dülgerlik yapıyordu.
Sık, sık Beyt-el Mukaddes’e gider dua ederdi!..
Bir gün;
“Ya Rabbi! Bana kendi katından temiz bir soy bahşet,
Doğrusu sen duayı işitirsin.”(Al-i İmran 38)
Ve dedi ki;
-“Onu İsrail Oğullarına peygamber kıldım.
Onları benim ibadetime davet etsin!
Beni zikretsinler, sen de zikr etmekten kalma!
Her kim beni unutursa, rahmetimden uzak tutarım onu!
Her kim beni anarsa, ben de onu rahmetimle anarım!”
Bu sözleri duyan Zekeriyya hemen secdeye kapandı,
Ve Beyt-el Makdis’ten çıktı.
Zekeriyya’ya, Yahya’ya,İsa’ya ve İlyasa’da, nübüvvet verdik.
Onların hepsi Salihlerdendi. (En’am 84-86)
Zekeriyya Aleyhisselâm, hem İsrail Oğullarının Peygamberi,
Hem din bilgini, danışmanı dinin lideriydi.
453
İsrail Oğullarına en son gönderilen,
Peygamberler hanedanındandı Zekeriyya a.s!...
Diyordu ki;
Ya Rabbi!....
Gençliğin akşamına ihtiyarlık habersiz erişti.
Vücutla ruh arasına ayrılık yolu düştü.
Gün guruba dönünce, koşar gelir karanlık,
Gölgeler uzar gider, dev kesilir fidanlık,
Ürpertir yürekleri, tir, tir titrer canlılık,
Gençliğin ümüğüne, çökünce ihtiyarlık!
Gençliğin akşamına gelip postun serince,
Kalkmak nedir bilmez ki!
Çökünce ümüğüne!
Düşünceler yükselir Arş-ı alâ katına!
Son yolculuk görünür, ruh’un beden atına!
Sevdanın doruğunda, yâr peşinde koşulur,
Dik yamaçlı dağ bayır, kızgın çöller aşılır,
Ne çabuk geçti yıllar, denir buna şaşılır!
Gençliğin ümüğüne, çökünce ihtiyarlık!
Mızrap vurunca tele, nağmeler duvaklanır,
Nar denilen ateşte, ne günahlar paklanır,
Sevdalar kucaklanır, düşünceler aklanır,
Gençliğin ümüğüne, çökünce ihtiyarlık!
Böyledir yalan dünya ömürler öğütülür.
Yalnız çileler değil, ne acılar güdülür,
Ne kadar yaşansa da! son durak denen yere!
Bir gün elbet gidilir.
Canından can istense, canana verir aşık,
Göz bebeğinden yansır, titreyen cansız ışık,
Deva diye içilir, zehirler kaşık, kaşık!
Gençliğin ümüğüne, çökünce ihtiyarlık!
Zekeriyya a.s
Benim yaşım yüz yirmi, karımınki doksan sekize ulaştı!
Ölüm denen ayrılık, henüz bize gelmeden, sen dileğimi kabul et!..
Ey Yüce Rabbim! Hazinen geniş senin.
Bana da inayet et, bir oğul ihsan eyle!
Vakit zaman gelince, bilirim yardım edersin,
İnayet eyle öldüğümde, yerime geçip ülkemi yönetsin!
454
Böyle bir dua oku, Arş-ı Alâyı aştı.
Döndü, döndü, dolaştı son durağa ulaştı!
Katından cevap geldi.
Yüce Rab!
-Darda olan kuluna mutlaka erişir!
Dilediği ne ise, esirgemeden verir.
Cebrail geldi Zekeriyya’ya selâm verdi!
Aldı selâmını sordu;
-Sen kimsin?
-Ben Cebrail’im dedi.
Hak Tealâ hazretleri sana selâm söyledi.
Yahya’yı ihsan etti!
Zevcesini de doğurmaya elverişli kıldı!..
Zekeriya, mihrapta namaz kılarken melekler ona şöyle seslendi:
“Gerçekten Allah sana, Allah’ın sözüne inanan,
Efendi, iffetli, iyilerden bir peygamber,
Kendi ruhundan yarattığı, İsa’yı tasdik edici, nefsine hakim,
Salih bir kulu, verecek!
Müjdeleriz!..demişlerdi.” ( Al-i imran 38-39)
“Rabbim;
Benim nasıl bir oğlum olabilir ki!
Zevcem kısır, ben kocamış ihtiyarlığın son haddine varmış biriyim!
Ona cevap gecikmedi, “Allah ne dilerse olur dedi.”
Rabbim bana bir nişan ver!
Bundan emin olayım. Diye nida eyledi. (Al-i İmran 40-41)
ALLAH;
“Senin nişanın, sapa sağlam olduğu halde,
Sade bir işaretten başka, üç gece insanlarla konuşmaman!
Tek söz söylememendir.
Buna rağmen Rabbini çok an, akşam sabah onu tespih et, Dedi..”( Meryem 11)
YAHYA A.S.
Bir yaz gecesinin yirmi beşinci günüydü.
Alem aydınlandı nuruyla!
Böyle bir gecede doğdu Yahya.
Yahya öyle bir çocuktu ki;
Akıllı mı akıllı!
Güzel mi güzel!
Ona kitabı kuvvetle tut dedik!
Ona türlü hikmetler verdik.
Yumuşak kalpli, itaatkâr, temiz yürekli kıldık.
455
Üç yaşında geldi aklı başına.
Mahallenin çocukları oyun için çağırdıklarında,
Ben oynamak için değil!
Mahşer ahvalini, bilip öğrenmek,
Kıyametin halini duymak için geldim dünyaya! Diyordu.
Oynamak istemiyordu onlarla!...
Bırakın oynamayı karşılarına bile çıkmak istemezdi.
Dört yaşında, Tevrat’ı ezberledi.
Sekiz yaşında, Beyt-ül Makdis’e gider,
Gündüzleri hizmet eder,
Gecelerini ibadetle, niyazla geçirirdi.
Kıldan elbise giyer,
Arpa ekmeği yerdi.
Ne barınağı ne harcanacak parası vardı!
Ne de başını sokacak bir meskeni!
Gecenin bürüdüğü yerde kıvrılıpda yatardı.
On yaşında sırr-ı âlem kavradı.
Günahkâr kulların ahvaline gece gündüz ağladı.
Bu böyle yıllar yılı sürüp gitti.
Onun bu hali, Zekeriyya a.s. mı,
Üzüm, üzüm üzdü, üzdü mahvetti!..
Ey Yüce Rabbim!...
Benim sıkıntımı alıp, gönlümü ferahlatacak,
Bir çocuk istedim.
Bir oğul verdin ki…
Her anı, ah ile vah ile geçti zamanı,
Beni de üzdü onun bu hali.
Diyordu Zekeriyya a.s.!...
Zekeriyya A.S.
Halka vaaz edeceği zaman,
Cemaat arasında eğer Yahya varsa,
Cennetten ve cehennemden asla söz etmezdi.
Onun üzülmesini istemezdi.
Rivayet edilir ki:
Zekeriyya a.s.
Bir gün vaaz ederken baktı cemaate,
Göz gezdirdi aralarında Yahya’yı göremedi.
Cehennemden söz açtı.
Halbuki Yahya oradaydı.
Başını yakasının içine çekmiş vaazı dinliyordu!
456
Zekeriyya a.s. Hem ağlıyor, hem anlatıyordu.
Diyordu ki;
--Cebrail bana haber verdi!...
Cehennemde bir dağ var adı Sekran!
Sekran’ın içinden bir dere akar, adı Gadban!
Gadban da ateşten bin kuyu var!
Her kuyunun derinliği iki yüz yıl kadar!
Her bir kuyunun içinde ateşten tabutlar var!
Tabutların içinde ateşten kaftanlar ve zincirler var!
Bu sözleri duyan Yahya,
Fırladı yerinden, vah Sekran’dan!
Vah Gadban’dan deyip çıktı gitti dağlara!...
Onun bu halini gören, Zekeriyya ve karısı,
Düştüler oğul Yahya’nın peşine!..
Bir çobana rastladılar, sordular?
-Buralardan ağlayarak geçen bir oğlan gördün mü?
Çoban;
-Evet falan geçitte gördüm öyle birini.
Diyordu ki;
-Benim yerim,
Cennet midir yoksa Cehennem mi?
Öğrenene kadar ne su içer,
Ne de bir şey yerim.
O geçde doğru gittiler, onu orada buldular.
Annesi;
-Seni karnımda taşımanın hakkı için,
Süt’ümü içtiğinin hakkı için,
Şu arpa somununu al benimle birlikte eve dön. Dedi.
Yahya!
Tuttu anasının sözünü, onunla eve döndü.
Babası Zekeriyya da;
Benim dileğim de şu cübbeyi giymendir.
Aldı cübbeyi giydi.
Anasının pişirdiği mercimek çorbasından içti.
Sonra uyudu Yahya!...
Uykusunda bir rüya gördü.
Rüyasında dediler ki;
-Ey Yahya!
Benim evimden güzel, ondan üstün,
Başka bir ev mi buldun?
457
Benim komşuluğumdan üstün,
Bir komşu mu buldun?
Benim izzetim hakkı için, Firdevs cennetimi görseydin.
Ona öyle arzu duyardın ki, etin yağın erirdi!
Eğer cehennemimi görseydin!
Gözlerinden kanlı yaş, ya da irin akardı!
Yine etin yağın erirdi!
Ağlayarak uyandı Yahya!
Anasına babasına: Alın cübbenizi verin benim hırkamı deyip,
Ağlamaya devam edince:
Hak Tealâ ona!
-Sana cehennemi haram kıldım, Ey Yahya dedi.
Bunun üzerine hepsi de huzur buldu.
İbadetlerini artırdılar.
---Ey Zekeriya!...
Sen benden veli tabiatlı bir çocuk istedin,
Benim sıkıntımı gidersin dedin.
Bu daha belânın sabahı,
Mihnet ateşinin ilk kıvılcımı,
Arşı tutsa da onun ahı tahammül etmelisin.
Etmelisin ki; Bu goncanın gülü açsın,
Zaman olur seni biçerler.
Yahya ya da balta atıp onun da kanın içerler.
Cehennem ateşinden, göz yaşıyla geçilir,
Yar peşine düşene, ne çileler biçilir,
Ab-ı hayat suyundan, ancak böyle içilir,
Lezzeti cevri bilen, cefadan ikrah etmez.
Yahya a.s. otuz yaşına geldiği zaman,
Allah’u Tealâ;
“ Ey Yahya! Tevrat’ı gücünle tut.
Ona sımsıkı sarıl!
Biz diline, çocukken ilim ve hikmet verdik. Diye buyurdu. (Meryem 12)
Yahya A.S.
İsa A.S. la aynı yaşta idiler.
İkisi de Salih kul.
Karşılaştıkça konuşurlar selâmlaşırlardı.
Bir gün karşılaşınca, İsa peygamber sordu!
--Ey Yahya! Ben seni hep üzgün hep tasalı görüyorum!
Yoksa sen Yüce Rabbin rahmetinden ümit mi kestin?
Deyince;
Yahya a.s şöyle dedi:
458
Ey İSA;
Ben de seni hep neşeli, sevinçli görüyorum.
Yoksa sen, Yüce Rabbin sorgusundan, imtihanından emin misin?...
Sevgilinin uğruna, göz yaşı kayıp değil,
Kavuşmak arzusuyla, ağlamak ayıp değil,
Dikenine katlanan, gülü dermeden gitmez,
Bin bir rahmet denizi, böyle gelir bunu bil.
Rivayet odur ki;
Yüce ALLAH!
Zekeriyya’nın oğlu Yahya’ya,
Hem kendisinin kabulü,
Hem de İsrail Oğullarına tebliğ etmesi için!
Beş kural emretmişti.
Bu hususta biraz yavaş davranınca!
İsa A.S. ona;
Sen beş kuralla emr olunmuştun!
Bunu ya sen tebliğ edersin!
Ya da ben deyince!...
YAHYA A.S.
----Ey kardeşim!
Sen bu vazifeyi yerine getirmekte beni geçersen!
Ben azap çekmekten, ya da yere batırılmaktan,
Korkarım. Dedi.
Hemen İsrail Oğullarını mescitte topladı.
Mescit tıklım tıklım doldu.
Yüksek bir yere oturdu onlara şöyle dedi:
Yüce ALLAH bana hem kendim,
Hem de sizler için uyulması gereken,
Beş emirle emretti.
Şimdi ben onları size tebliğ ediyorum.
Beni iyi dinleyin. Dedi beş emri saymaya başladı.
Birincisi:
TEK ALLAH vardır, ona ortak koşmayın,
Yalnız ona ibadet edin.
Bunun misali şudur:
İçinizde zengin olan bir insan,
Altın ve gümüş ile, bir köle satın alsa,
Onu başkasının işinde çalıştırsa,
O köle kazancını ona değil de başkasına verse,
Hanginiz buna razı olur?
Böyle bir işe sevinir misiniz?
Elbette sevinmezsiniz.
459
Öyle ise sizi yaratan, rızkınızı veren, yedirip içiren,
Allah’a ortak koşmayınız, ondan yüz çevirmeyiniz,
Yalnız ona inanın ancak ondan isteyin, ona ibadet edin.
İkincisi:
Namazınızı dosdoğru kılın,
Namazda iken yüzünüzü sağa sola çevirmeyin!
Hep ona yönelin.
Üçüncüsü:
Yüce ALLAH;
Size orucu emretti oruç tutun.
Oruç tutanın ağzı misk-i amber gibi kokar!
Yüce ALLAH;
Size Sadakayı emretti.
Sadaka vermek öyle bir şey ki;
Düşmana esir düşenin boynu vurulmak üzereyken,
Eliyle verdiği bir sadakanın, onu kurtarmasına benzer.
Siz böyle bir duruma düşseniz!
Sadaka verip durmaya razı olmaz mısınız?.
Yüce ALLAH,
Size kendisini çok zikretmenizi,
Onun adını çok sık anmanızı emretti.
Bu da şuna benzer:
Bir kimse düşmandan kaçarken,
Muhkem bir kaleye sığınsa sevinmez mi?
Elbette sevinir.
Kul da, Allah ile meşgul oldukça,
Onun adını zikrettikçe,
Şeytanın şerrinden kurtulmuş olur.
Dördüncüsü:
MESİH İSA, o da Yüce Allah’ın peygamberidir.
Ona da inanmalısınız.
Beşincisi:
Herkesin bildiği,
Adına da, o Peygamber dedikleri idi.
Bunun üzerine sordular Yahya’dan!
----Sen kimsin?
Cevap verdi:
----Ben MESİH değilim.
Öyle ise, nesin sen?
Yoksa İLYA mı?
460
----Değil’im.
O zaman o Peygamber misin?
Diye sordular.
Yahya Aleyhisselam:
Ben;
İSA ‘ya Peygambersin dendiği gibi!
Rabbin yolunu düzeltiniz diye çölde çağıranın sesiyim.
Aranızda biri duruyor amma, siz onu bilmiyorsunuz! Dedi.
Ben onun çarığının bağını çözmeye layık değilim. Dedi.
(Yuhanna incili bab 1. Fıkra 19-20)
Rivayete göre;
Yahya Peygamber, otuz yaşında iken,
Ürdün ırmağında, İsa ile buluştu!
Hem o zaman, hem de Şam’da İsa ile buluştuğu zaman,
Halkı ibadete davetten geri durmadı.
Başka bir rivayette:
İsa Peygamberin Yahya A.S. mı,
On iki havariyi, aydınlatmak üzere gönderdiği söylenir.
Her belâya bir mükâfat, her çileye bir ihsan takdir edilirmiş!
Belâ çilelerine eş, bir yükselme,
Muhabbet ağacına, bir yaratılış fidanı,
Hüzün ve mihnet çiçeklerine de rahmet verilirmiş!
Adem oğlu Hakka aşık, bu aşkın çilesi vuslat.
Nebilerdir rahmetin zuhur ettiği yer,
Nebilerdir hikmet hazinesi, onlardır Hakka rahmet.
Gelen her belâya sabır, Nebi için ikrama değer.
Kara bahtım dönmedi deme, sakın hiç bir zaman!
Elbet bulunur bir gün, derdine çare derman.
Vakti geldiği zaman, lütfuyla döner sana,
Her yeni baharında, açılır gonca fidan.
Ne şeref ne itibar, ne de bir mülk isteme,
Bunlar fani yok olur, sen muhabbet besleme,
Ebedi bir mutluluk, istemekse muradın,
Kabul etmem İslam’ı, gitmem yolundan deme..
İsrail Oğulları;
Babil esaretinden kurtulup, Beyt-ül Makdis’e döndükleri zaman,
Orayı imar ettiler.
461
İşlerini düzene koydular.
Oldukça da çoğaldılar.
Nüfusları arttıkça da rahat durmadılar.
Bir takım kötülükler işlemeye devam ettiler.
Doğru yoldan saptılar.
ZEKERİYA ve Yahya a.s. ların VEFATLARI
Yüce ALLAH;
Onlara zaman zaman,
Peygamber gönderme lütfunda bulundu.
Amma onlar, bir kısmını yalanladılar, peygamberliklerini kabul etmediler.
Bir kısmını da öldürdüler.
Bunlara gönderilen en son peygamberler şunlardır.
Davut A.S soyundan, Zekeriyya, Yahya ve İSA, Peygamberlerdir.
Zekeriyya ve Yahya’yı da sonunda şehit ettiler!...
Meryem hamile kaldığında,
Yanına Zekeriyya dan başka girip çıkan olmazdı.
Mutlaka o hamile bırakmıştır diye suçladılar.
Zekeriyya a.s. mı bu yüzden şehit ettiler.!...
Rivayet odur ki;
Bir gün onların belâsından kaçtı.
Yolda bir ağaç gördü,o ağaca sığındı. Beni gizle dedi.
Ağaç yarıldı ortasından, Zekeriyya girdi saklandı.
Fakat, eteğinin ucu dışarıda kaldı.
Ama yine de göremediler onu.
Şeytan onlara şu ağacın içinde diye ihbar etti!..
Hemen bir bıçkı getirdiler.
Ağacı biçmeye başladılar.
Bıçkı, Zekeriyya’nın başına gelince,
Öyle bir ahhh çekti ki yerler gökler inledi!
O zaman Cebrail Yüce Allah’ın uyarısını yetiştirdi.
-Eğer bir ah daha çekerse!
Onun adını, peygamber defterinden silerim! Dedi.
O zaman sustu Zekeriyya böylece Şehit edilmiş oldu!..
Rivayet odur ki:
Filistin hükümdarı olan Heredos, kendi kız kardeşinin kızı ile evlenmek istiyordu!
(Bu durum Hz. Musa şeriatına göre caizdi. Hz. İsa şeriatına göre de haramdır.)
Bu kızın nikahını kıymak üzere peygamber Yahya’yı da davet etmişti.
Yahya a.s.
Böyle bir evliliğin İsa şeriatına göre, haram olduğunu söyleyip,
Düğün yerini terk etmişti!
Kız ve kızın annesi bu evliliği o kadar çok istiyorlardı ki, sorma gitsin.
462
Bu duruma çok sinirlenmişler.
Yahya’yı öldürmek istemişlerdi!
Çünkü bu işten büyük menfaatleri vardı.
Yahya a.s. onların planını bozmuş oluyordu!
Ana kız bir plan kurmuşlar. Kralı sarhoş etmişlerdi.
Öyle sarhoş olmuş ki, aklını başından almışlardı sanki!
Kızın annesi:
--Ben bu kızı sana vermek istedim.
Yahya haramdır diye engel oldu.
Sonra da çıkıp gitti diye Kralı doldurmuşlar,
Onu öldür engel ortadan kalksın diye zorlamışlardı kıralı !
Hükümdar; Yahya a.s. mı çağırtıp doğru mu bu diye sordu?
Yahya evet deyince!
Koç boğazlar gibi, onu boğazlayıp öldürmüşler!
Bunun üzerine gökte melekler ağlaşmış.
Demişler ki; Ey Yüce Yaratan!
Hangi suçtan dolayı Yahya kulunu öldürdüler?
Hak Süphanehu Tealâ! Hiçbir suçu yoktu diye cevaplamış!
Bütün suçu, beni çok sevmesidir.
Ben de onu çok severdim.
Onun için öldürdüler.
Çünkü sevenlere sevgi içinde ölmek vaciptir demiş!..
Hz. Yahya a.s. şehit edilirken,
Zekeriya a.s.mın Mescitte ibadet ettiği rivayet edilir.
Ona ve gönderilen tüm Peygamberlere selâm olsun!...
Hamt olsun Yaratan’a!..
Hakka aşık olan gönül karanlıktan aydınlığa ulaştı!...
Hamd olsun Yaratan’a!..
Gönlün kararan şu evine,
Peygamber güneşinden, nur düştü!...
Öyle bir kulum ki, ezel gününde baş eğmişim,
Vefa ahtına çekmiş, kader her zaman beni.
Şu canımı severek, taata nezr etmişim,
Senden uzak kılmasın, asla şu devran beni!..
Şu aşk’ın kıskacında, zamanın belâsından,
Yola çıktım dünyanın, mihnetli odasından,
Nasıl avare kılsın, beni şu dönen devran,
Gönlüm nasıl el çeksin, cihanın cefasından.
463
…...İşte şimdi geldi, selâm sabah sırası,
……….Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
……………..Söylenecek son söz, artık burası,
………………….Dinleyin dostlarım, beni dinleyin.
…….Ey saba yeli,
………….Başın alıp nereye,
……………….Gidersin böyle,
…………………….Eğer yolun düşerse,
……………………….. Kutsal toprağa,
…………………………..Ademden son Resule,
…………………………….. Selâmım söyle!...
464
İSA PEYGAMBER
Muhabbet yolunda en sağlam adım!
Mihnet sarayının haremine mahrem!
Dünya evine girmeden anne olan!
Meryem’in biricik oğlu İSA a.s.!
Cism-(İ) pak ismi pak,
Hem Re(S)ul, hem nebi,
Süleym(A)n’ın soyundan İSA a.s.
Merhaba!..
Merhaba ey ihtişam erbabının kıblesi.
Merhaba ey, peygamberler üyesi,
Dileyince Yüce Rabbim beşikten gelir sesi!
Merhaba ey, yer yüzünün kutsal çocuğu.
Hakta başlar, Hakta biter, Hak yolun yolculuğu.
Merhaba ey, nebiler zincirinin ulusu!
Ahiret yurdunda sultan.
Manâ yurdunda baki!
Mahşer meydanında cömert!
Öyle saf, öyle temiz ki!
Kudret nuruyla arınmış!
Fanilik ipliğine tutunmuş!..
Bir körpenin oğlu!
Dünya varlığının deliğinden geçen!
Rabbimin sevgili kulu!...
SOYU
Rivayet odur ki;
Bir hatun, hem yaşlı, hem de yorgun!
Dinlenmek için, yorgun bedenini bir ağaca dayamış,
İstirahat ediyordu.
Biraz ilerisinde bir kuş yavrusunu besliyordu.
İmrendi bu manzaraya el açıp!
Ey benim yücelerden yüce Tanrım dedi!
Bilirim hazinen çok geniş bana bir oğlan verirsen!
Senin adına onu, kutsal mescidinin hizmeti için adarım dedi.
İşte o hatun, Hanne Hatun idi.
Yani Meryem’in annesi!..
Gün oldu, harman oldu, duası kabul oldu.
Ama oğlan değil kız doğdu.
465
Kur’anda bu husus, şöyle ifade edilir:
RABBİM!
“Karnımdakini azatlı bir kul olarak sana adadım.
Benden olan bu adağı kabul et!
Şüphesiz niyazımı işiten, niyetimi kemaliyle bilen,
Sensin, sen” demişti. (Al-i imran 35)
Dua kabul oldu amma!
Gel gör ki beklediği olmadı,
Doğan kız oldu, oğlan olmadı!
Ama sözünde durdu.
Adını Meryem koydu. Onu, sarıp sarmalayıp,
Mescidin mihrabına bıraktı.
“Yüce Allah!
Dileğini kabulle onu iyi bir şekilde yetiştirdi.
Zekeriyya’yı da ona kefil kıldı.” (Âl’i İmran 37)
Hz. Muhammed Resulullah, şöyle buyurmaktadır.
--Anasından ne kadar oğlan çocuk doğdu ise,
Şeytan el atıp, hepsine yapıştı.
Ancak Hz. Meryem’e ve İsa a.s. ma yapışamadı.
Rivayet edilir ki:
Bir gün İmran, karısı Hanne hatuna;
--Eğer o karnındaki kız ise ne edersin?
Karısı Hanne Hatun bu söze çok üzüldü.
Gerçekten çocuk kız doğunca ona Meryem adını koydu.
Meryem, Hak Tealâ Hazretlerine kulluk edici demektir.
Çocuğu bir kundağa sarıp götürdü Beyt-el Makdis’te, mihraba bıraktı.
Kudüs’ün uluları bir araya geldiler,
Bu çocuğun bakımını ve terbiyesini üslenmek istediler.
O zaman Zekeriyya a.s. Bu hak önce benimdir.
Çünkü çocuğun teyzesi, benim karımdır dedi.
Dediler ki;
Öyleyse kur’a atalım.
Kime çıkarsa o üslensin.
Zekeriyya a.s. şeriatına göre kur’a şöyle atılıyordu.
Suya birer kalem bırakılır, kimin kalemi batmazsa,
O kazanmış sayılırdı.
Birlikte Şirvan suyuna vardılar.
Kalemlerini suya attılar.
Hepsinin kalemi battı.
Zekeriya’nın kalemi batmadı.
466
Bakım işini ona bıraktılar.
Nitekim Hak Tealâ şöyle buyurur.
“Allah Onu, güzel bir kabulle karşıladı.
Onu iyi bir şekilde yetiştirdi.
Zekeriyya’yı Ona kefil kıldı.
Zekeriyya, Meryem’in bulunduğu mihraba girerdi.” (Al-i İmran 37)
Zekeriya’nın karısı, Meryem’in teyzesi, Yahya’nın annesiydi.
Yabancısı değildi akrabasıydı.
Zekeriya’yı özene bezene, nadide bir çiçek gibi, büyüttü titizlikle!
Mescit ’in yükseğinde yapılan bir oda tahsis edildi ona.
Zekeriya’dan başkası giremezdi onun yanına.
Yalnızca o yedirir o içirirdi.
Kapısını kilitler, başka birini sokmazlardı içeri.
Zekeriyya ne zaman kızın bulunduğu,
Mihraba girse orada yiyecekler buluyordu.
Kış içinde yaz, yaz içinde kış meyvesi konuyordu!..
Sordu Meryem’e?
“Bu yiyecekler sana nereden geliyor?”
---Bu bana Allah’tandır.
Kimi dilerse ona, bol rızıklar veriyor!..(Al-i imran 37)
Hani Melekler ona;
Ey Meryem!
Rabbimiz sana seçilmiş özellikler vererek tertemiz büyüttü.
Seni alemlerin kadınlarından daha mümtaz kıldı!........
Huşu ile, Rabbin divanına dur!
Secdeye kapan!
Rüku edenlerle eğil! (Al-i imran 42-43) Denilmişti.
Meryem orada ergenlik çağına kadar kaldı.
CEBRAİL’İN GELİŞİ
Bir gün Cebrail ya Meryem dedi!
Allah’a itaatli ol, geceleri ibadet ederken, ayağının üstünde çok dur.
Namazını uzun eyle! Demişti!
Sırların hikmetini, var olandan ara bul,
İmran’ın kızı Meryem, doğmadan adanan kul,
Öyle bir ağır yük ki! Çeker de ince bir kıl,
Düşündükçe kör düğüm, çekemez onu akıl!
467
Karanlık geceleri, delen mucize emir,
Yükseklerden yetişti, tek hece ol içinde,
Nerede alın yazısı, nerede yaşanan ömür,
Saklar kalem sırrını, nurdan bir el içinde.
Sonsuzluk sınır değil, ötesinde neler var?
Nasıl görsün göz onu, görür takati kadar.
Direksiz gök kubbe ki, ışıl ışıl ışıldar,
Saklar ışık sırrını, yağsız kandil içinde.
Hakikatin sırları, kabukta zarda değil,
Sor soruştur ara bul, olsa bile o Çin de,
Kır haydi kabuğunu, birazda öze eğil,
Zarda kabukta değil, o içlerin içinde.
Peygamberimiz;
“O zamanının hayırlısı, İmran’ın kızı MERYEM idi.
Bu ümmetin kadınları arasında en hayırlı da HATİCE’DİR.
Cennet kadınlarının üstünü:
Huveylit’in kızı HATİCE!
Muhammed’in kızı FATIMA!
Firavunun karısı ASİYE dir.” Diye buyurmuşlar.
Meryem, ailesinden ayrılıp, şark köşesine gittiği zaman!
Bir perde indirildi aralarına!
Karanlığı hep örter kara perdeler.
Bilir misin, perdeler neyi perdeler!
Âleme alem değil gerçek, perdeler.
Hani perdeleyenler?
Şimdi neredeler?
Gerçeği görebilmek mümkün mü?
Evet, mümkün amma…
Onu görebilmek, hüner ister!
Marifet ister!
Hüner ise, zekâda değil kalpte gizlidir.
Ne günlerdi o günler, bol sebze meyve ile mihrab’ı doldururdu!
Hak yoldan sapıtana, doğruyu buldururdu,
Derde duçar eyleyen, çektirse bile cefa,
Elbet devasın verir, düşeni kaldırırdı.
Sevgili kulunu mucizeyle kaldırdı!
Gerçek mucize ne ki!
Sonsuzun elinde, sanki oyuncak!
Esrarın sırrını, oydu açacak!
468
Meryem’i dayayan, koca kütükten çok mu çok leziz!
Hurmalar saçan Yüce Rabbimiz,
Cebrail’i gönderdi, genç bir delikanlı kılığında.
Rabbinin emri gizliydi, pes pembe dudağında.
Görünce onu Meryem çekindi!
Ben senden, Allah’a sığınırım!
Eğer sakınan kul isen çekil git yanımdan! Dedi!..
Koskoca bir ormanı, nasıl taşır çam tozu!..
Vuslat yolunda şaşmaz, aşar dereyi düzü,
Bir kozanın içinde, görür mü bin bir yüzü?
Saklar dilin sırrını, tek hecenin içinde.
Cebrail;
-Ben bir elçiyim, inandığın, sığındığın,
Rabbinden sana gönderilen bir elçi!
Sana, pak bir oğul müjdesi vermeye geldim.
Benden korkma!
Çekinme benden! Dedi.
Meryem;
-Dokunmadan elime bir beşer eli,
Benim nasıl bir oğlum olacakmış?
İffetsiz de değilim! Deyince:
Cebrail, biliyorum değilsin!
Hiç endişen olmasın, Yüce Rabbim dilerse….
Sana da bir oğul verir!
Babası olmasa da!
Fitne tufanı kopsa, Hakkın yolu denince,
Düşünsene bir kere, bu köprü kıldan ince,
Ne dilerse yaratır, var olur hükmedince,
Yetişir imdadına, sevgilim kulum diyen!
Devam etti Cebrail…
-Hakikat ben size, Rabbinden bir delil getirdim.
Senin oğlun olacak, İSA, ismi konacak.
Rabbin ona okumayı yazmayı, İncil’i öğretecek.
Akıl sır ermeyen mucizeler verecek.
Peygamberlikle müşerref kılacak!
Rivayet odur ki;
………………..Cebrail onun gömleğinin,
…………….Yakasından üfürdü,
………..Üfürüğü döl yatağına erişti!..
469
……..Sakın ha, sakın deme bu nasıl işti!..
……..….Böyle bir mucize nasıl oluştu!..
…………….Aylar tamam olunca,
Meryem İsa’sına kavuştu.
Ailesinden uzaklaşıp bir dağın ardına çekildi.
Vakit saat gelince, doğum sancısı tuttu.
Bir hurma kütüğüne varıp dayandı.
Kahretti kendi kendine, şöyle söylendi!…
Keşke bundan önce öleydim unutulup gideydim.
Yetişti ona nida!
-Hem teselli eyledi, tasalanma sen artık!
Hem üzülme dedi.
Ve, bak ya Meryem, alt tarafında bir su arkı oluştu!...
Hurma ağacını kendine doğru silkele!..
Dökülen hurmalardan, ye iç…….
Gözün aydın olsun.
Şuna dikkat et!
Kim bu çocuk hakkında bir şey sorarsa,
Ben Rabbime oruç adadım.
Hiçbir kimseye asla bir söz söylemeyeceğim de!
Diye tembih edildi.
Soruşturup durdular, nasıl kaldı o gebe,
Doğururken İsa’yı, melekler oldu ebe!
İnanmadılar ona, suçsuz iken o körpe!
Tecelli mucizeyi, çözemede aciz kaldı şu akıl.
MERYEM’İN AMCA OĞLU İLE KONUŞMASI
Hz. Meryem’in amca oğlu, Yusuf Neccardı,
Hamileliğini görünce, ona şöyle seslendi;
Bilirsin seni çok severim.
Senin sırrını gizlemeyi yeğlerim.
Amma sen, Kalbime şüphe düşürdün.
Onu ölene kadar Kalbime gömecektim.
Fakat bu iş beni yendi.
Ferahlamak için sana söyleyeceklerim var.
---O zaman Meryem, güzel bir söz söyle dedi.
Yusuf Neccar;
---Ben sana şöyle soracağım;
Tohumsuz ekin biter mi?
Meryem:
---Evet biter!
470
Yusuf Neccar;
---Bir ağaç hiç yağmur düşmeksizin yetişir mi?
Meryem:
----Evet yetişir!
Yusuf Neccar;
----Hiç erkek olmadan çocuk olur mu?
Meryem:
---Evet olur!
Sen Allah’ın ekini tohumsuz olarak yarattığını, düşünmez misin?
Ağacı da, yağmuru da, ayrı ayrı özellikte yarattığını, bilmez misin?
Sonra da yağmuru,
Ağacın hayatına vesile kıldığını akıl etmez misin?
Yahut, suyun yardımını istemedikçe,
Allah’ın güç yetiremediğini söyleyebilir misin?
Eğer öyle olsaydı, Allah ilk yarattıklarına güç yetirebilir miydi?
Yusuf Neccar;
Ben öyle demiyorum.
Çok iyi biliyorum, o bir şeyin olmasını isterse,
Ona ol der, o da oluverir.
Meryem:
---Sen, yüce Allah’ın, Ademi ve zevcesini,
Erkeksiz ve kadınsız yarattığını bilmiyor musun?
Deyince;
Yusuf Neccar’ın kalbinde, Meryem’deki şeyin,
Yüce Allah tarafından gelen bir şey olduğunu,
Allah’tan bir şey gelmedikçe konuşmayacağını anladı.
Bunun üzerine Meryem;
İsa’yı işaret ederek kavmine, şu çocukla konuşun dedi!
Kavmi;
Biz henüz beşikte olan bir sabi ile nasıl konuşuruz?
Şaşırdılar, kızdılar bunu hakaret saydılar.
Suçladılar durmadan, bu sabi neyin nesi,
Cevabı çocuk verdi, beşikten geldi sesi!
Korkmadılar küfürden, uydurdular teslisi,
Baba oğul kutsal ruh, teslisin akidesi.
Beşikten bir ses geldi, sabi olan o bebek,
Onlara şöyle dedi:
---Ben Allah’ın kuluyum.
O bana kitap verdi.
Peygamber sensin dedi.
Beni o kutlu kıldı.
471
Namazla, zekâtla emretti annene hürmet et dedi.
Dünyaya getirildiğim gün, öleceğim gün,
Diri olarak çekileceğim gün, selâm selâmetlik sana dedi.
Ta Ademden bu yana, sürüp gelen sırlar var,
Sınırsız Rabbin gücü, sürer ebede kadar,
İnkâr ateşi elbet, gün gelir yürek yakar,
İmanlı yüreklerde, mutluluk mekân tutar.
YÜCE ALLAH;
Meryem’i kavminin arasından çıkardı,
Ona ve oğluna zarar vermesinler diye onu Mısıra gönderdi.
Kur’anda;
“Meryem’in oğlunu ve onun anasını bir delil kıldık.
Onları düz ve akar sulu bir tepede barındırdık.”(Mü’minun 50)
Hz. Meryem Mısırda bir çiftlik ağasına misafir oldu.
On iki yıl kaldı.
Oğlu İsa’yı halktan gizledi.
Hiç kimse İsa’nın onun oğlu olduğunun farkına bile varamadı.
Bu ağanın evinde, yalnız yoksul ve fakir olanlar barınırdı.
Bir gün ağanın evinden bir mal çalındı.
Meryem buna çok üzüldü.
Ağa, bu işte yoksulları suçlamadı.
İsa Aleyhisselâm, annesinin üzüldüğünü görünce,
Anneciğim! Ey benin canım,
Malı kimin çaldığını göstermemi ister misin?
Diye sordu;
-Evet isterim. Ey oğulcuğum dedi.
-Öyleyse o ağaya söyle!
Bütün yoksulları toplasın evinde.
Hemen topladılar yoksulları oraya!..…
İsa Aleyhisselâm;
Şöyle bir bakındı, yoksullar ona çok, çok ta yakındı.
Aralarından iki suçlu çıkardı.
Biri kör, öbürü kötürümdü!
Kötürümü bindirdi, körün omzuna,
Onunla birlikte haydi şimdi kalk! dedi.
Ama; Ben bunu yapamam, ben aciz biriyim deyince,
Dün gece nasıl güç yetirdin onu omzuna aldın,
Deponun penceresine uzandın?
Sen gücünle, kötürüm arkadaşın da gözü ile çalmadınız mı malları?.
472
Evet deyip ikrarla,
Ağanın malını geri iade ettiler!
Ağa bundan çok memnun kaldı.
Meryem’e malın yarısını hibe etmek istedi.
Meryem olmaz!
Ben bunun için yaratılmadım! Dedi.
O zaman ağa; İsa alsın öyleyse dedi.
Al oğluna sen ver!
Yine olmaz dedi Meryem!
O hal ve şan yönünden daha büyüktür benden!
O da alamaz dedi!...
İsa Aleyhisselâm on iki yaşındaydı.
Aklı da şuuru da başındaydı…
O,
Orta
Boyluydu.
Küçük yüzlü,
Yumuşak huyluydu.
Allah’ın bir lütfu,
Hamamdan yeni çıkmış,
Gibi, kırmızıya çalan,
Beyaz benizli, çokça benliydi.
Geniş omuzlu uzun saçlıydı.
Ayaklarına ağaç kabuğundan,
Yapılmış sandalet giyerdi amma,
Genelde yalın ayak gezerdi…
Ne barınacağı bir evi, ne de evinde eşyası,
Ne de oturup konuşacağı zevcesi vardı!
Ölmeyecek kadar bir günlük rızık, ona yeterdi.
Değer vermedi mala servete.
Olmadı asla,dünya malında gözü,
İncitmezdi kimseyi çıkmadı ağzından kötü bir sözü.
Kavmine diyecektir ki;
-Ey kavmim; Ben size peygamberim,
Korkmayın çekinmeyin aranızda var yerim.
İsterseniz çamurdan kuş yapar,
Üfürünce ben ona kanatlanır da uçar.
İsterseniz!
Anadan doğma olsa, kör gözleri açarım.
Abraşı iyi eder, ölüler diriltirim.
Evlerinizde yediklerinizden,
Biriktirdiklerinizden size haber veririm.
473
“Artık Allah’tan korkun!
Bana ve Rabbinize inanın!..
O benim de sizinde Rabbinizdir.
Ona ibadet edin.
İşte doğru yol budur.”(Al-i İmran 47-51)
İmran’ın kızının koruruz namusunu ırzını,
Meryem’i de yad et ki biz veririz rızkını.
Örümceğin ağında, ilmek, ilmek sırrı bil,
Güvercinler mi çekti? Gören göze acep mil!..
Çiçek, çiçek ne söyler, arıdaki tatlı dil,
Saklar dilin sırrını, rengarenk gül içinde.
Ne ararsın ey yolcu, koskoca şu cihanda,
Varlığı nurdur onun, tecellisi mekanda,
Bize bizden yakındır, damarda akan kanda,
Saklar kendi sırrını, zikreden dil içinde.
Hayatın ve ölümün, O Kudretin elinde,
Kin ve nefret büyütme, Ona mekan gönlünde,
Felah ve kurtuluşun, senin kendi dilinde,
Zarda kabukta değil, o içlerin içinde.
Mısır halkını, bir korku sardı,
Bu çocukta çok gizli bilinmeyen şey vardı.
Korkularından belki de ona bir kötülük yaparlardı.
Yüce Allah Meryem’e;
Al oğlunu buradan emin bir beldeye,
Meselâ Şam’a götür. Diye ilham etti.
ŞAM’A GİDİŞLERİ
Şam’ın Nasıra karyesinde,
Cebel-i Halil beldesine gidip yerleşin diye ona ilham eyledi.
Yüce Allah’ın emrine uyup onlara mekan olan, Şam’a gittiler.
Oraya yerleştiler.
Onun için onlara Nasrani denildi.
İsa Aleyhisselâm otuz yaşına kadar oradan ayrılmadı.
Ona bu yaşta İNCİL nazil oldu.
Yüce ALLAH ona;
Halkı imana davet, hastaları, kötürümleri,
Anadan doğma körleri, delileri, alacalıları,
Her türlü hastaları iyileştirmeyi öğretti.
474
İsa Aleyhisselâm, denilenleri eksiksiz yerine getirdi.
Ona inananlar çoğaldı.
İtibarı arttı!
Şan ve şöhreti yayıldı.
Ona inanan havarileri onu yalnız bırakmıyordu.
Henüz altı havarisi vardı.
Bunlardan biri olan Andreas öğrenmek için İsa’ya sordu!
--“Nereye gidiyoruz ey peygamberim?”
Kısa bir cevap aldı:
----Artık balık avı bitti bundan sonra insan avlayacağız. Dedi.
Ne demekti bu!....
Açıklık getirdi İsa A.S.
Allah’ın, yeryüzünün halifesi olarak yarattığı insanlar,
O kadar sapıttı ki adeta vahşileştiler.
Onlara Allah’ın varlığından birliğinden söz edeceğiz.
İncil’in rehberliğinde, Tek Allah’a inandırıp doğruyu göstereceğiz.
Her gittiği yerde, vaazlar ediyor,
Doğruyu göstermeye çalışıyordu.
Bir gün vaaz bitmiş, Mihraptan ineceği sırada içeriye bir adam girdi.
Oradakilere;
----Dinlediğiniz insan, Nasıralı İsa dır.
Yani Meryem’in oğlu…
Yani HZ.ti Yahya’nın ölümünün baş sorumlusu!...
(Çünkü Yahya a.s. İsa’nın şeraitine göre haram olan nikahı kıymamıştı.)
Döndü İsa’ya; Ona da çıkıştı!
Buraya bizi de helâk etmeye mi geldin?
Kendini bizden saklama,
Kendini inkâr etme diye bağırdı!...
Hazreti İSA,
Onu azarladı;
----Sus!
Ey yolunu şaşırmış bedbaht!
Derhal buradan çık!..
Adam;
Bir şey söyleyemeden terk etti orayı.
Bu durum kısa zamanda bütün eyaletlere yayıldı.
O vazifesini eksiksiz yapmanın gayretindeydi.
Akşamın olduğu yerde, Rabbin divanına durup,
Orada sabahlardı.
Arpa ekmeği yer, gündüz oruç tutardı.
Evlerinizi yolcu menzili,
Mescitleri mesken edinin ki, selâmet bulasınız derdi!...
475
Kavmine;
“Ben de sizin gibi bir kulum.
Annemde ben de sizin gibi yiyoruz içiyoruz.
Ama ben Peygamberim. Bana uyun.
Allah’ı bırakıp da size, faydası da zararı da dokunmayan,
Güçsüz kuvvetsiz! Şeylere mi tapıyorsunuz?
Her şeyi bilen ve işiten, Tek Allah’a inanın!...” Dedi.(Maide 76)
Hastalara kötürümlere,
Kapısının önünde sıra bekleyenlere, şifa verirdi!.....
Bir gün vaazdan sonra,
Havarilerinden iki kardeş olan, Simon ile Andreas’ın evine gittiler.
Henüz odasına girmişti ki;
Bahçeden bir adamın sesi yükseldi.
Baktıklarında adamın titrediğini gördüler.
Öyle titriyordu ki, zelzele oluyor, ev başlarına yıkılıyor sandılar.
O yandıkça, ben de yandım.
Çöl canavarı, göğün ateşi böyle yakamaz,
Biz böyle zulüm görmedik. Diyorlardı.
MUCİZELERİ
Merak etti İsa A.S.
Sordu:
----Bu kimdir?
Simon’nun hanımı cevapladı,
-----Babamdır!
----Nedir sıkıntısı?
Karısının hastalığıdır!
O, anlaşılmaz bir derde duçar olmuş çaresiz kalmış zavallı!....
İSA A.S.
-----Görebilir miyim? Dedi.
-----Elbette!
Yan odaya aldılar, İsa Aleyhisselâm’ı,
Yer yatağında yatıyordu hasta….
Titriyor, terliyordu!
Saçlarından dökülen ter, yastığını, yatağını ıslatmıştı.
Bu sıtma nöbetiydi!
Eğildi üstüne, yüzünü başını, bedenini sıvazladı!...
Geçmiş olsun anneniz iyileşti dedi.
Kadın tekrar uzandı yatağına.
Rahatlamıştı, ağrıları kesilmişti,
Ben iyileştim, gençleştim dedi ve kalktı!
Kapandı İsa’nın ayağına ağladı, ağladı, teşekkür etti ona.
476
Serapla mı karşılaştım!
Mümkün değil bu serap hayalden de vefasız.
Rüya değil gördüğüm şaşırdım!....
Yaşananlar ortada, dermansızdım,
Dermanıma kavuştum. Dedi sevindi.
KAR AYAZI değildi, onu yakıp kavuran,
DÜŞERKEN uyandı o, belki de KARA YAZI.
Kavuran çöl ayazı, belki bitti DÜŞ ERKEN.
Yetişti imdadına, karşısındaki duran.
Döndü oğullarına;
----Ben size, bu adamın peşinden gitmeyin, ona uymayın demiştim!
Yanılmışım, affedin beni!
Bundan sonra onu bırakmayın diye sıkı sıkı tembihledi.
İSA A.S. Sık sık şu soruyu soruyordu;
Siz ALLAH’IN kelimesi ve de ruhundan olan,
Hastalara şifa veren kötürümü yürüten,
Amaların kör gözünü açan birini,
Benden başka birini,
Gördünüz yada duydunuz mu?
Onlar hayır diyorlardı!...
Demek ki Yüce ALLAH,
Bu dönemin sapkınlarını,
Musa döneminin sapkınlarından daha üstün görmüş,
Musa peygamberde görülmeyen mucizeleri İsa’ya lütfetmişti.
“Meryem oğlu İsa’ya da, gayet açık mucizeler verdik,
Onu, Ruhul Kudüs ile destekledik. (Bakara, 87)
O dönemde tıp ilmi çok ileri idi.
Fakat doktorların, anadan kör doğanların,
Gözünü açmaktan onu, iyileştirmekten acizdiler!..
İsa Aleyhisselâm ise, Allah’ın izni ile, ölüleri bile diriltiyordu!..
HZ.İSA, Ona inanan havarileriyle,
Köy, köy, kasaba, kasaba dolaşıyor, oralarda vaazlar veriyor,
Onları, tek Allah’a davet ediyordu.
Nasıra’ya yaklaşmışlardı.
O günün akşamında bir kasabaya vardılar.
Gönlü, bir Havrada sabahlamayı arzuladı.
Oraya varınca gördü ki, havrada kimsecikler yoktu.
Kapısında bir adam oturuyordu.
Selâm verdi ona elini uzattı.
477
Adam benim elim tutmaz ki dedi.
Adam’ın elini sıvazladı.
Eli iyileşti amma adam teşekkür edeceği yerde!....
----Sen o sun. Dedi.
Bağırarak dışarı fırladı.
Onun sesine, neredeyse kasabanın yarısı toplandı.
Böylece İsa Peygamber onlara vaaz-u nasihat etme,
Fırsatını yakalamış oldu.
Nasıra’ya gece girmeyi plânladılar,
Havarilerinin sayısı dokuz olmuştu.
Gece herkes kendi bulduğu, bildiği evde kalacaktı.
İsa Aleyhisselâm da, annesinin evine gitti.
Vakit gece olduğu için, onu rahatsız etmekten çekiniyordu.
Avlu duvarının dibine dayandı.
O arada komşu damdan birinin,
Yıldızlardan ilham alışını duydu.
Diyordu ki: Bir Samanyolu göründü.
Şehri aydınlatmak için inmişlerdi üstüne.
Yıldızlar çözülüyor kopuyordu sanki!
Düşüyorlardı teker, teker!
Gözlerim mi kamaştı neden böyle görüyorum!
En parlağı bile düşüyordu, sanki semadan!
Ben! Kavuşacağım anı bekliyorum.
O anda ışık yandı odaların birinde,
Ondan cesaret aldı gitti kapıyı çaldı İsa a.s.
Açınca annesi kapıyı, baktı ki, oğlu duruyordu!
Hemen içeri daldı.
Kucaklaştılar hasret giderdiler.
Annesine Peygamberliğini müjdeledi.
Yarın da, Sinagog da halka ilân edecekti.
Orası Yahudilerindi, amma olsun!
Allah’ın emrini yerine getirmekten korkulmazdı.
Hem buna mecburdu.
Meğer batağa düşmek, ne kadar zormuş,
Kurtuluşu olmayan, yürek yakan bir kormuş.
Çırpındıkça insan yine batıyor,
Hele kir, hele koku nefesleri kesiyor.
Kırıldıkça dalları ümit bitiyor.
Bir kuvvetli pençeydi, teselli eden.
Bizi iki soluk arası kurtardı.
478
Kur’anda:
“İsrail oğullarından olup da, kafir olanlara;
Davud’unda,Meryem Oğlu İsa’nın da diliyle lânet olunmuştur.
Bunun sebebi isyan etmeleri, ifrata sapmalarıydı.”( Maide 78)
İsrail oğullarının yolları uçuruma doğruydu!
Onları bu uçurumdan çekip çıkarmak, alnımıza yazılmış…
Gelirlerse peşimden kurtuluşa ererler,
Gelmezlerse beni ele verirler diyordu amma korkmuyordu.
Heveslenenler vardı şimdiden.
Kralımız geldiğini duyarsa bakmaz gözün yaşına,
Uçurtur Yahya gibi neler gelir başına.
Hazıra konmak budur.
Ter dökmeden mükâfat, kıralımız öldürür,
Göstermez asla şefkat..
YAPILAN SUİKASTLAR
Az sonra vali Herod’un karşısındaydılar.
Ona, İsa’yı gördüklerini söylediler..
Vali bağırdı onlara !
Nasıl olur?
Daha az önce konuştum Meryem ile,
İstersen tahkik ettir, gözlerimizle gördük.
Tamam ettireceğim,
Aldı onları bir odaya,
Saldı kahyasını İsa’nın peşi sıra.
Haber doğruydu amma,
Yalan söylemezdi Meryem,
Bu kadar kısa zamanda nasıl?
gelirdi İsa buraya!...
Kahya anlattı ona,
Dedi ki; bana kalırsa, ana oğul cinleri var!
Haberleşirler onunla, dileyince gelir İsa,
Ondan haber alınca!
Şehirdeki Havariler,
Olup bitenlerden haber verdiler İsa’ya!
Korkmaya başladılar.
Onları teselli etti İsa, korkmayın Allah bizimledir. Diyordu…..
Ertesi sabah düğün için, Kana’ya gideceklerdi.
Henüz yatmamışlardı ki kapı çalındı.
479
Açtı Meryem kapıyı gelen kabile başkanıydı.
İsa kızını diriltmişti.
Şükran borcu vardı.
Israrla onları, evine götürmek istiyordu!
Yarın o düğüne biz de gideceğiz diyordu.
Beraber gitmek için çok, hem de çok ısrar ediyordu.
Dedi ki onlara;
“Köpürerek taşa akan suyu gösteriyorum da,
Sen halâ, yolunda ısrar ediyorsun!
Akıntıya kapılman yaklaştı.
Maşa dururken ateşi elinle karıştırma,
Külün altında ateş sana dost mudur?
Bırak inadı bırak, bindiğin atın kolanı koptu,
Yakında ateşe düşeceksiniz.
Nihayet Meryem razı oldu.
Beraber evden çıktılar.
Yarım saat sonra Reis’in evindeydiler.
Anlattı kabile reisi olup biteni.
İsa’nın hastaları iyileştirmesi, kör gözleri açması,
Apraşları tedavi etmesi sihirbazların işine engeldi.
Onun için uyurken onlar,
Evlerini yakıp, ana oğul onları da, yakıp öldürmeyi planladılar.
Kabile reisi onları bu beladan kurtarmak istedi.
Yola düştü kervanlar, bütün eşya yüklendi,
Yükselen toz dumanlar, arş-ı alâyı sardı.
Beklendi rahmet Rab’dan, vermedi kimse mola,
Vardılar yüce kata, yola revan olanlar.
Gafil olmaz dertliyi, derde duçar eyleyen,
Arif olmaz derdini, her dem izhar eyleyen!
Devasın verir elbet, derman aramaz dertli,
İsterse verir şifa, derde duçar eyleyen.
Bir gün su üstünde giderken,
Onu görenler şaşırdılar!
Ey İSA!
----Böyle su yüzünde nasıl gidersin?
Diye sordular.
Cevap verdi onlara;
---Sizin yanınızda taş toprak, altın gümüşle eşit mi?
Hayır, hiç eşit olur mu?
Biri mücevher öbürü ayak altında taş toprak.
480
İSA dedi ki, bunlar benim yanımda eşittir.
Bizim aslımız toprak.
Ey güdük imanlılar kendinize gelin!..
Allah’a dönün.
YÜCE ALLAH’IM :
Gökte İlâh sensin!
Yerde İlâh sen!
Ne yöne baksam orda,
Yalnız sen varsın!
Ben biliyorum!
Senden başka İlâh yok.
Güzel Allah’ım!
Göklerin ve yerlerin sahibi sensin!
Senden gayrı hükümdar,
Hem hükmeden yok.
Yer yüzünde kudretin,
Semada takatin hiç eksilmiyor!
Şeref sende güç sende, acizlik bende!
Sen her şeye kadirsin.
Ezel ebet’ sin! Derdi…
Ya Hay, ya Kayyum!
Ölülere can, bilirim ancak senden,
Senin izninden!
Diye dua ederdi…
“Muhakkak ki, İsa’nın hali, Adem’in hali gibidir.
Allah Adem’i topraktan yarattı.
Sonra da ol dedi! Oluverdi.”(Al-i İmran59)
Rivayet odur ki;
Büyük şeytan,
Güzel yüzlü ve de gösterişli,
Kendisi gibi iki şeytanı da,
Alıp yanına, İsa Aleyhisselâm,
Ve de kavminin yanına geldiler.
Onları gören halk, İsa’yı bırakıp onlara döndüler.
Büyük şeytan fırsatı kaçırmadı,
Şaşılacak şeyler söylemeye başladı!..
Onlara dedi ki;
-Bu adamın şaşılacak hali var:
….Beşikte konuştu, ölüleri diriltti!
….Hastaları iyileştirdi!
….Bu ALLAH tır dedi!...
481
Diğer şeytan:
….Ey Şeyh!
….Sen ne kötü bir söz söyledin?
ALLAH’IN:
Ne kullarına görünmesi,
Ne rahimlere yerleşmesi,
Ne de kadınların karınlarına,
Sığması mümkün değildir!
Ama o! ALLAH’IN OĞLUDUR!...
Üçüncü şeytan:
….İkiniz de ne kötü sözler söylediniz!
….Söyledikleriniz hata ve cehaletten ibarettir.
…..Allah’ın bir oğul edinmesi layık değildir.
….Fakat bu adam!
ALLAH’la beraber bulunan bir İLÂH’tır. dedi!...
Bu sözleri söyledikten sonra kaybolup gittiler.
Yine rivayet edilmiştir ki:
……Krallardan bir kral,
………..Yemek yaptırıp,
………….Halkı bu yemeğe davet etmiş.
………İsa Aleyhisselâm da,
…….Bu sofrada hazır bulunmuştu.
Önündeki çanaktan yemeğini yiyor,
Ama yemek hiç eksilmiyordu!..
Kral ona sordu:
---Sen kimsin?
İsa Aleyhisselâm:
----Ben Meryem’in oğlu İSA’yım.
Kral:
---Ben krallığı bıraktım sana tabi oldum dedi!
Krallıktan ayrılıp bazı arkadaşlarıyla, İSA’ya tabi oldu.
İşte HAVARİ olan on iki kişi bunlardı!...
Bunların içinde;
Boyacılar, avcılar, başka meslekten de olanlar vardı.
İsa peygamber:
Allah yolunda bana kim yardım edecek?
Bana inanacak olan var mı?
Diye sorduğunda!
482
Havariler biz varız işte sana inananlarız!
Biz Allah’a inandık.
Ey İsa sen de şahit ol ki;
Biz muhakkak Müslümanlarız. Dediler.(Al-i imran 52)
Şimdi sıra ohavarilerin isimlerini saymada:
1-Butrus,
2-Enderais (Enderavüs)
3-Tumas,
4-Filibüs,
5-Yuhannes (b. Zebdi)
6-Yakubüs (Yaku b. Zebdi)
7-İbn.Selma (Telma)
8-Simun (Şem’un)
9-Matta,
10) Yakub b. Halkya,
11)Tüddavüs,
12)Yudüs Zekeriyya Yuta.(*)
Ne mutlu ki, ruhu fakir olana,
Aza kanaat eden, gözü tok olana,
Sabredip, Hak yolunu bulana,
Hem mutluluk, hem saadet bundadır.
(*) İbn.İshak. İbn.Hişam.Sire cilt 4.sah.255.
Göğsü pak kalbi temiz,
Merhamet dolu,
Kardeşiz ta ezelden,
Kardeş hepimiz.
Düşmanlıklar yüzünden,
Eza çekmişiz.
Bırakalım bunları mutluluk bunda.
Havariler ne zaman acıksalar,
İsa Aleyhisselâm’a;
……....“Ey Allah’ın Ruhu!
……Biz acıktık!” Derlerdi.
İsa Aleyhisselâm;
…Nerede olursa!
……….Ovada ya da dağda!
……………..Elini yere vurur!
……..Vurduğu yerden iki ekmek çıkar!
……..Onunla karınlarını doyururlardı!..
483
Susadıkları zaman da;
…..Ey Ruhullah!
….Biz susadık derlerdi!
İsa Aleyhisselâm;
……Nerede olursa!
……Ovada ya da dağda!
……Elini yere vurur!
……Vurduğu yerden su çıkardı o sudan içerlerdi.!..
Havariler;
“Ey Meryem oğlu İSA!
Rabbim bize gökten bir sofra indirebilir mi?
Demişlerdi.
İSA a.s.İnanıyorsanız Allah’tan sakının demişti.
Havariler, ondan yemeyi, kalplerimizin kanmasını,
Senin bize doğru söylediğini bilmeyi,
Ona şahid olmayı istiyoruz.” (Maide 112-113)
Bunun üzerine, Meryem oğlu İsa a.s.!
“Allah’ım! Ey Rabbimiz!
Bize ve bizden sonra geleceklere bayram,
Senden bir delil olarak gökten bir sofra indir.
Bizi rızıklandır.
Sen, rızık verenlerin en hayırlısısın. Dedi.
Allah, ben onu size indireceğim.
Bundan sonra içinizden kim inkâr ederse,
Dünyalarda kimseye azap etmediğim şekilde,
Ona azap edeceğim dedi. (Maide 114-115)
Havariler:
Ey Ruhullah bizden daha faziletli kim var?
Cak dedikçe ekmek, cuk dedikçe su, veriyorsun!
Hem de sana inandık sana tabi olduk! Dediler.
İSA Aleyhisselâm;
…..Eli ile çalışıp,
….El emeği yiyenler,
….Sizden daha faziletlidir dedi.
Bunun üzerine Havariler,
Ücret karşılığında elbise yıkayıp,
Onunla geçinir oldular.
Bir gün İsa peygamber,
Havarilerle oturuyordu!
Onlara Nuh’un gemisini anlattı.
Tufandan söz etti, orada boğulanlardan bahsetti.
484
Havariler;
Keşki, gemiyi gören bir kimseyi diriltseydin !
O bize gemiyi ve de olanları anlatsaydı!
Tarif etseydi dediler.
İsa aleyhisselam yerinden kalktı,
Küçük ve de düz bir tepeye yürüdü,
Bir kabrin başında durdu!
Elini uzatıp bir avuç toprak aldı.
Bu nedir? Biliyor musunuz? Diye sordu!
Havariler;
Allah ve Resulü daha iyi bilir dediler.
Nuh’un oğlu Sam’ın kabridir!
İstiyorsanız onu sizin için dirilteyim! dedi.
Havariler;
----Olur dirilt dediler.
İsa Aleyhisselâm;
İsm-i Azamı ile Allah’a dua etti.
Toprak yığınına asasıyla vurup;
Allah’ın izniyle diril! Kalk !..
Deyince! Nuh’ un oğlu Sam,
Saçlarının yarısı ağarmış olarak üstünü başını,
Silkeleyerek kabrinden çıktı geldi!..
Yoksa kıyamet mi koptu? Dedi!.....
İsa Aleyhisselâm,
Hayır, hayır kıyamet falan kopmadı!
Fakat ben Allah’a, İsm-i Azamıyla dua ettim.
Allah da seni diriltti. Dedi.
Sordu ona, İsa Aleyhisselâm!
-----Yoksa sen, böyle saçı ağarmış olarak mı öldün?
Sam cevap verdi:
----Hayır, hayır!
Ama ben kıyamet koptu sandım!
Onun için saçlarım şimdi ağardı.
Sam o zaman beş yüz yaşındaydı.
Saçlarında tek tel ak yoktu!..
O zaman saçlar hiç ağarmazmış.
Sam dirildiği zaman,
Saçlarının yarısı ağarmıştı.
Onlara, gemide olup biteni,
İnsanların helak oluşunu anlattı.
485
Oradakilere, bu Meryem’in oğlu İSA dır.
Ona tabi olun dedi!
İsa Aleyhisselâm;
---Öl artık dedi.
O da;
---Tekrar ölüm sarhoşluğu yaşamadan dedi.
İsa Aleyhisselâm;
…….Yüce Allah’a dua etti!
…….Allah da, onun ölümünü tekrar gerçekleştirdi.
İsrail Oğulları bu kez de, bize Üzeyir’i dirilt!
Eğer diriltmezsen!
Seni ateşte yakarız dediler.
Asma kütüklerinden pek çok odun toplayıp yığdılar.
İnsanoğlu böyledir, açar gam hanesini,
Zaman sakisi sunar, hicran peymanesini,
Ne yazık ki gafilin, sarayı iken yuva,
Makamım diye sunar, hicran viranesini.
O zamanlar İsrail Oğulları ölülerini,
Ağzı taş kapaklı, taş sandıklar içinde gömerlerdi…
Uzeyir Aleyhisselâm’ın kabrini de, böyle taş kapak ile,
Sıkı, sıkı kapalı olarak buldular!
Bütün uğraşılarına rağmen,
O kapağı açamaya güç yetiremediler.
Dönüp İsa Aleyhisselâm’a, ondan yardım istediler.
İsa Aleyhisselâm;
Su dolu bir kabı onlara uzattı,
Bu suyu kabrin üzerine saçınız. Dedi.
Suyu saçtılar lahdin kapağı açıldı.
Kabrin yanına gelen İsa:
Baktı ki, UZEYİR A.S. Kefeni içinde öylece yatıyor!
Sonra onu soydular!
İSA A.S. yine Rabbine dua etti!
Ey Uzeyr!
Rabbimizin izni ile diril ve kalk! dedi.
Uzeyr Aleyhisselâm dirilip oturduğu zaman!
İsrail oğulları hayranlık içinde,
Olup biteni gözlüyorlardı!..
486
Onlar bu kez sordular!
Ey Uzeyr, şu adam hakkında, şahadette bulunur musun?
Bu İSA mı? Dediler!
---Evet odur:
Ben onun, Allah’ın kulu ve Resulü olduğuna şahadet ederim. Dedi.
Bu kez de:
….Ey İsa,
…..Rabbine dua et de onu bizim aramızda,
…..Sağ olarak bulundursun! Dediler!
İsa Aleyhisselâm;
Onu kabrine iade ediniz!.. Dedi.
İade ettiler, Uzeyr A.S. Tekrar öldü.
İsa Aleyhisselâm’a yine de, iman edenlerin yanında,
İman etmeyip küfürlerinde ısrar edenler oldu.
Yine rivayet edilir ki;
İSA Aleyhisselâm’ın Azer adında bir dostu vardı.
Onu kardeşi gibi severdi.
Kutsal mekanın bir beldesinde otururdu.
Bir gün, Azer hastalandı.
Azer’in kız kardeşi,
İsa peygambere haber saldı,
Kardeşin ölüyor!
Yetiş dedi.
Aralarında üç günlük uzun bir yol vardı.
İsa A.S. Ashabıyla hemen yola çıktı.
Üç günün sonunda ulaştılar karyeye,
Amma olan olmuştu!
Azer çoktan ölmüş onu bir mağaraya defnetmişlerdi bile….
Azer’in iki kız kardeşi:
Ey Yüce Rabbin Peygamberi,
Ey Efendimiz, ey Azer’in yakın dostu!
O ölmüş bulunuyor!
O artık yok aramızda. Dediler.
Çok üzüldü İsa a.s.
----Onu nereye gömdünüz bana mezarını gösterin dedi.
Hep beraber mağaraya gittiler.
Üzerine taş kapak kapatılmış kabrin başına!
Vardıklarında, içeriden pis kokular geliyordu.
Belli ki, ceset kokmaya başlamıştı.
487
Kaldırdı ellerini;
Ey Rabbim!
Ey yedi kat göklerin ve yedi kat yerlerin de Rabbi!
Hamd, sana mahsustur.
Beni, İsrail oğullarına gönderen sensin!
Bana, Peygamberimsin diyen sensin.
Ben peygamber olunca bu millete;
Ölüleri dirilteceğim demiştim.
Her şeyi veren sensin.
Güç sende kuvvet sende!
Şu anda hem peygamberliğimi,
Hem de senin birliğini kabul etsinler,
Sana inansınlar istiyorum.
Avuç açıp sana geldim. Bana yardım et Rabbim deyince:
Yetişti ona yetişti nidası Rabbin!
---Azer’i dirilt!
O zaman İsa a.s. Kalk dedi Azer’e!
Azer, iki eli ayağı bağlanmış olarak,
Kefenini sürüyerek ayağa kalktı!...
Yahudi kavminden orada bulunanlar hemen iman ettiler.
Baktıkça Azer’e, sanki dilleri tutuldu şaşırdılar kaldılar.
Ama öteki tarafta, Yahudilerin önde gelen,
Ulu kişileri toplandılar bir araya…
Biz, İsa’nın;
----Dinimizi bozmasından,
Halkımızın da ona uymasından korkuyoruz.
Bir şey yapmalıyız, yapmalıyız ki bundan kurtulalım.
Şekillerden izlerden, ona bakan gözlerden,
İyi anlayan kahinler başı!
Yahudilerin tek adamı şöyle akıl veriyordu.
Vadide giderken pusuya düşürüp onu öldürmeliyiz.
Bu iş her şeyden hayırlıdır. Diye yol gösterdi.
Diğerleri de ona uydu,
Bazı belde krallarını da kışkırttılar.
Başladılar İsa’yı aramaya ona tuzak kurmaya.
O günlerde, İsa A.S.
Bir merkep üzerinde, Beyt-ül Makdise gelmişti.
Onu gören Yahudiler;
İşte sihirbaz, kötü işler yapan,
Kadının oğlu geldi deyip, ona, olmadık hakaretler ettiler.
Annesine de iftiralar atıp, sövdüler, hakaretler ettiler.
488
Bunun üzerine:
Avuç açtı Rabbine, İsa aleyhisselam;
---Ey Allah’ım!
Sen benim Rabbimsin!
Ben senin eserin, yoluna feda olsun serim!
Ruhunu taşıyorum ancak seninle varım!
Ruhundan çıkarıldım.
Ol emrinle yaratıldım.
Ben bunlara kendiliğimden Peygamber gelmedim.
Ey Rabbim!
Bana ve anama söven şu kavme lanet et!...
Rahmetinden uzaklaştır.
Diye dua eyledi!
Yüce ALLAH, kabul etti duayı,
Domuz kılığına soktu oradaki asi kavmi!..
İsrail oğullarının başkanı,
Bu hali görünce şaşırdı bir anda!
Korkuya düştü, onu öldürmekten başka çare kalmadı….
Diye aht etti, yemin etti…
Yahudiler:
“Uzeyir Allah’ın oğludur.”
Hıristiyanlar:
“Mesih Allah’ın oğludur.” Dediler.
“Bu, daha önce inkâr edenlerin sözlerine benzeterek,
Ağızlarında geveledikleri sözdür.
Allah onları, yok etsin!
Nasıl da uyduruyorlar.” (Tövbe 30)
Allah;
“ Ey Meryem oğlu İSA!
Sen mi, insanlara, “Beni ve annemi, Allahtan başka,
İki Tanrı olarak benimseyin dedin? “
“Haşa Hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz.
Eğer söylemişsem şüphesiz sen onu bilirsin.
Sen benim içimde olanı bilirsin.
Ben senin içinde olanı bilmem.
Doğrusu görülmeyeni bilen ancak sensin.” Demişti.
-Ben onlara sadece,
Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin.
Diye bana emrettiğini söyledim.
Aralarında bulunduğum müddetçe onlar hakkında şahidim.
Beni öldürdüğünde onları sen gözlüyordun.
489
Sen her şeye şahitsin.
Onlara azap edersen,
Doğrusu onlar senin kullarındır.
Onları bağışlarsan güçlü olan hakîm olan doğrusu sensin.
ALLAH:
“Bu doğrulara doğruluklarının fayda verdiği gündür.
Ebedi ve temelli kalacakları, altlarından ırmaklar akan,
Cennetler onlarındır.
Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.
Bu büyük kurtuluştur dedi.
Göklerin yerin ve onlarda bulunanların hükümranlığı Allah’ındır.
Allah her şeye kadirdir. (Maide 116-120)
Günlerden bir gün bir adam geldi:
----Ey iyilik öğreticisi!
Sen bana bir şey öğret ki, o öğrettiğinin bana faydası olsun!
Sana da zararı olmasın!
İSA sordu, nedir o?
Adam; Bir kul, Yüce ALLAH’A karşı, hakkıyla takvalı nasıl olur?
İSA a.s.
Allah’ı, hulusi kalp ile, hakkıyla seversin,
Ne yaparsan, onun rızası için yaparsın,
Bana inanır, hem cinslerine de kendine acır gibi acırsın!
Sana gelmesini istemediğin şeyi,
Başkasına gelsin istemezsin,
İşte o zaman sen de Allah’a, hakkıyla inananlardan olursun.
Öyle bir zaman gelecek ki;
………….Dünya malına,
……………Önem vermiyormuş gibi görünüp,
…………………..Mal üstüne mal yığan!
……..Ölüm bizim içindir deyip,
……………Hiç ölmek istemeyen!
Başkalarının yanında kötülediklerine,
Onlardan önce koşan!
Zenginlere yaklaşıp, fakirden uzaklaşan!
Menfaate el açan muhtaç görünce yuman!
Bilginler türeyecek!....
İşte bunlardır işlenen şerre eş.
İşte bunlardır, İblise kardeş.
Yaptığına olmazken pişman,
Olurlar korkmadan Allah’a düşman.
490
Bir göz süz ki, dertlere deva olsun,
Nergisler gülsün, gönüller huzur bulsun!
Bir söz söyle ki, dudaklardan dökülsün,
İnci, inci parlasın, duyanlar mutlu olsun.
Devran, her an bin dertle, nice aşık ağlatır,
Şu gönül bahçesini, mihnet gülü donatır.
Zaman dert dersi verir, zamane çocuğuna,
Tekrar eder bu dersi, çağıl çağıl çağlatır.
İSA Peygamber;
İsrail Oğullarına bazen nasihatle,
Bazen de mucizelerle doğru yolu gösterdi.
Amma, bir kısmı inanırken bir kısmı alay etti onunla.
Kafir ve münafıkların öfkeleri kabardı, zaman, zaman!..
Bu adama, bu kuvvet bu kudret kimden!
Nereden geliyor!.. Dediler.
Onun Peygamberliğine inanmadılar.
Meryem oğlu İsa:
“Ey İsrail Oğulları!
Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan,
Tevrat’ı doğrulayan, benden sonra gelecek,
Ve adı Ahmet olacak, bir Peygamberi müjdeleyen,
Allah’ın size gönderdiği bir Peygamberim.” Demişti.
Ama o elçi, kendilerine belgelerle geldiği zaman:
“Bu apaçık bir büyüdür.” Demişlerdi.
Müslüman olmağa çağrılmışken, gelmeyip, Allah’a karşı,
Yalan uydurandan daha zalim kimdir?
Allah zalim olan milleti doğru yola eriştirmez. (Saff 6-7)
Rivayet edilir ki: İsa Aleyhisselâm;
İsrail Oğullarına:
----“Sizler Allah rızası için otuz gün oruç tutsanız!
Sonrada ne isteyecekseniz!
Ondan isteseniz!
İstedikleriniz de size verilse olmaz mı?
Çünkü işçinin ücreti işi üzerine verilir.” dedi.
Bunun üzerine onlar otuz gün oruç tuttular.
Sonra da gelip Dediler ki;
----Hani bize, “İşçinin ücreti işi üzerine verilir demiştin.”
Biz işimizi gördük şimdi ücretimizi alma zamanı, haydi bakalım!
Biz şimdiye kadar çalıştırdığımız işçiye,
Yemek yedirmeden bırakmadık.
Biz oruç tuttuk, aç kaldık acıktık,
Madem sen iyilik öğreticisin!
491
Dua et Tanrına!
Bize gökten sofra indirsin!
Biz onun için oruç tuttuk.
Bunun üzerine Rabbi,
Semadan bir sofra indirdi!
Sofrada balık ve ekmek vardı!
İsa dedi ki;
Ey Rabbim!
Bu sofrayı rahmet kıl!
Onu bir ceza ve azap sofrası kılma!
Sofranın başına, zengin fakir,
Kız kızan, küçük büyük,
Erkek kadın kim varsa yığıldılar!
----Ey Ruhullah!
Bu sofradan önce sen ye!
Sonra da biz yiyelim dediler.
İSA;
-----O sofradan yemekten,
Beni Allah korusun dedi.
Ondan hiçbir şey ama bir şey yemedi.
O yemeyince…
Havariler de yemediler.
Bunun üzerine, İSA Aleyhisselâm;
Ne kadar Fakir fukara,
Alil,
Kör,
Kötürüm,
Cüzamlı,
Hasta varsa,
Hepsini çağırdı sofraya..
Yediler içtiler,
Doyan kalktı, yenisi gelip oturdu.
Sofra hiç eksilmedi!...
Bu sizin için şifa,
Küfürde olanlara belâ dedi!..
…….O gün,
……….Hasta olup ta iyileşmeyen,
…………..Kötürüm olup ta yürüyemeyen,
…………..Belâya müptela olup ta kurtulmayan!
…………O güne kadar fakir olup ta,
………Zengin olmayan, kalmadı…
492
Yüce Allah;
Bu sofraya zenginleri alma,
Diye vahiy etmiş olduğundan,
Zengin olanlar alınmamıştı…
Bu durum zenginlerin çok ağırına gitti.
Onlar da, sofranın gökten indiğine,
İnkâr ettiler.
Halkı da şüpheye düşürdüler.
İpliksiz bir incidir, yüreği nurla dolan,
Sevgi isteyen canan, bulur onda cilayı.
İnkâr eder gerçeği, akıldan kuvvet alan,
Böyledir insan oğlu, kendi ister belâyı,
Yazıklar olsun size, o sizin gözünüzü büyülemiş.
Gerçekten bu sofra gökten mi indi!...
Siz buna inandınız mı?...
Diye halkın içinde şüphe uyandırdılar!
Yola çıktı dünyanın, mihnetli edasından,
Kurtulmadı hainler, şeytanın belâsından.
Seven nasıl el çeksin! Cihanın cefasından.
Böyledir insan oğlu, kendi ister belâyı.
Rabbin leziz sofrasını onlar inkâr edince afet bulutu sardı.
Birden bire o gece üç yüz otuz üç kişi,
Gece sabaha erince, domuza döndürülmüş olarak,
Kalktılar döşeklerinden!
Yolları doldurdular, pislik yiyerek karınlarını doyurdular…
Ağlıyorlar, konuşamıyorlardı!
İSA a.s.mın önünde arkasında dolanıp duruyorlardı.
İsa isimleriyle hitap edip,
Sen falanca, sen filanca değil misin?
Dedikçe başlarını sallayıp evet diyorlardı…
Üç gün böyle yaşadılar sonra helâk olup gittiler.
Cana tamah eyleme, yar canından can ister.
Ab-ı hayat olsan da, menfaat için akma,
Düşman olmasın sana, sevgini ona göster.
Her gördüğün yar diye, sakın meyledip bakma.
O zaman Havariler;
Gelip İsa’ya,
---“Ey Meryem oğlu,
Rabbin bizim üstümüze de bir sofra indirebilir mi?
İstiyoruz ki!
493
Biz de ondan yiyelim, içelim!
Kalplerimiz yatışsın!
Senin bize doğru söylediğini bilelim!
Şahitlik edenlerden olalım dediler.
Eğer inanmışsanız bana,
Düşmeyin sakın kuşkuya,
Allah’ın kudretinden korkun!
İnkarınız sokar belâya.
Bunun üzerine Meryem oğlu İSA,
----Ey ALLAH’IM!
Ey bizim Rabbimiz!
Üstümüze gökten bir sofra indir ki;
Hem evvelimiz hem ahirimiz için,
Bir rızk, senden, unutulmaz bir mucize bir bayram olsun!
Bizi rızıklandırsın!
Sen rızık verenlerin en hayırlısısın!
YÜCE ALLAH;
“Ben onu, üzerinize şüphesiz indiriciyim.
Bundan sonra içinizden kim!
İnkâr ederse!...
Kim nankörlük eder küfre dönerse!
Öyle bir ceza veririm ki!
Alemlerden kimseyi,
Cezalandırmadığım kadar,
Bir ceza görmüş olur”.(Maide 112-115)
İsa Aleyhisselâm;
Uzak veya yakın ülkelere, Havarilerden elçiler gönderdi.
Yakın yerlere gittiler.
Havarilerin bazıları uzak olan yerlere gitmediler.
Gidenler kurtuldu.
Gitmeyenler cezalandırıldı..
Bu elçilerden ikisi, Antakya’ ya gönderilmişti.
Antakya halkı onlara inanmadılar, hatta yalanladılar.
Bir üçüncüsü gönderildi…
Şehir halkı:
----Sizde bizim gibi insanlarsınız!
Hem Allah, vahiy indirmemiştir!
Siz ancak yalan söyleyenlersiniz.
Diye onları yalanladılar.
494
Elçiler:
“----Rabbimiz biliyor ki;
Biz gerçekten size gönderilmiş elçileriz!
Bize düşen vazife,
Tebliğden başka bir şey değildir.”(Yasin 16-17)
Şehir halkı:
----Doğrusu biz, sizin yüzünüzden lânetlendik.
Uğursuz sayıldık.
Eğer bizimle uğraşmaktan vazgeçmezseniz!
And olsun ki sizi taşlarız.
Size acıklı bir işkence dokunur dediler.
Elçiler:
Sizin uğursuzluğunuz bizden değil kendinizdendir.
Size verilen öğütlere de uğursuzluk mu sayacaksınız?
Küfrünüze devam mı edeceksiniz?
Şehir halkı:
Hayır!..
Siz haddi aşan hatta taşanlar güruhusunuz. Diyorlardı.
Şehrin öteki ucundan koşa koşa bir adam geldi.
----Ey kavmim!
O gönderilmiş elçilere uyunuz.
Onlar sizden ücret bile istemiyorlar. Onlara uyun!
O elçiler hidayete ermiş kişilerdir!.. Diyordu.
Ben, beni Yaratan’a, ne diye kulluk etmeyeyim.
Siz, ancak ona döndürüleceksiniz.
Ben, ondan başka, Tanrı edinmem!
Çok esirgeyici çok bağışlayıcıdır o…
Bana bir belâ gelse,
Sizin putlarınızın hiçbir faydası olmaz!
Kimseyi kurtaramaz!
O zaman, hem siz, hem de ben,
Şüphesiz bir sapıklık içinde oluruz.
İyi bilin, aklınızı başınıza toplayın!
Deyince, kavmi iyice çıktı zıvanadan.
Ve onu öldürdüler!…
Son nefesini verirken o,
---Rabbimin, beni cennetine koyduğunu bilselerdi!
Ne olurdu dedi.
Sanmayın ki, Rabbim!
Bu milletin helâk için savaş açtı,
Onlarla meydan muharebesi yaptı…
495
Hayır! hayır!
Kavminin inkarı üzerine, gökten ne bir ordu gönderildi,
Ne de onlara savaş açıldı.
Cebrail’in bir haykırışı onların helâk olmalarına,
Yetti de arttı bile.(Yasin 13-29)
Dilerse Rabbim, ol emriyle var eder,
Dilerse kâinatı, öl emriyle yok eder.
Merhaba ey nur yüzüyle, arzımıza nur saçan!
Merhaba ey, nar-ı cehennemden korkup ta kaçan!
Merhaba ey, Cebrail kanadıyla kanatlanıp ta uçan!
Cennet-i alâ olsun, sana ebedi mekan.
Allah nasip etmesin, dosta düşman olayım,
Ben değilim alnına, kara yazıyı yazan!
Gönlüm mutluluk ister, doğru söylerim vallah,
Düzen dümen bilmem ben, niye düşman olayım.
Senin yaratılışın, yabancıysa vefaya,
Zulümdür senin işin, sitem cevrin adetin,
Vefa andı içsen de, bundan lâkin ne fayda,
Andını saklamaya, yoktur senin kudretin.
Her ömrün sonunda, gelince ölüm,
Çekilen çileler, o zaman biter!
Dünyadan ayrılık, sanma ki zulüm,
Kanat takar alır, gider melekler.
Rivayete göre;
Dünyadan ayrılacağı vahiy edildi kendisine!
HZ. İSA’IN GÖĞE ÇEKİLİŞİ
O zaman,
Çağırdı havarileri yanına,
Birlikte yemek yediler.
Sonra onlara;
……….Çoban gidince,
…………Davar dağılır.
………Horoz üç kere ötmeden,
…………İçinizden biriniz,
…………….Beni inkâr edecek!
Biriniz çok ucuz bir fiyata beni satıp parasını yiyecek!
Diyerek ayrılık gününü yaklaştığını ima ile anlatmıştı.
496
Yahudiler Hz. İsa’yı öldürmek için ararlarken,
Havarilerden, Şem ’unu yakalamışlardı.
İşte bu dediler.
İsa’nın arkadaşlarından biri!
İsa nerede ise ondan öğreniriz dediklerinde,
Ben onun arkadaşı değilim!
Diye inkar ettiğinde horozun öttüğünü duydu.
O zaman üzüldü, ağlamaya başladı.
Bir diğeri, Yahudilerin yanına varıp!
---Mesih’in yerini size gösterirsem,
Bana ne verir siniz? Dediğinde!
Otuz dirhem, veririz demişler,
Bu kadar az bir parayı alıp, İsa’nın yerini göstermiş!...
Yahudiler onu gün boyu sorguya çekmişler.
İsa onlara; Ey Yahudi cemaatleri!
Hiç şüphesiz Allah, size buğz ediyor.
Sizden nefret ediyordur. Deyince;
Onu öldürmek için üzerine yürüdüler.
Tam o sırada, Yüce ALLAH, Cebrail’i gönderdi!
İsa Aleyhisselâmı bir evin cümle kapısındaki küçük kapıdan içeri soktu.
O odanın tavanındaki pencereden onu, Yüce ALLAH semaya çekti.
Yahudilerin başkanı, adamlarından birine,
Haydi gir içeri, İsa’yı orada öldür diye emretti.
Adam içeri girdi. Ama İsa’yı odada göremedi!
Şaşkınlık içinde orada dondu kaldı!
Gecikince, onu içeride, İsa’yı öldürmek,
Onun hayatına son vermek için uğraşıyor sandılar.
Adam dışarı çıkınca birde ne görsünler!
İSA karşılarında duruyordu!
Yüce ALLAH! Kendi adamlarını İsa’ya benzetmişti!
Onu orada öldürdüler ve, çarmıha gerdiler!..
Bu konuda pek çok rivayet var. Bu onlardan biri idi…
Yüce ALLAH Kur’an da ne demiş, bir de gelin ona bakalım. Hepsi yalan bu gerçek!
“Onlar tuzak kurdular. Allah’ta tuzak kurdu.
Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır. (Al-i İmran 54)
Başka bir ayette:
“Onların İsa’yı inkar edip kafir olmaları,
Meryem’in aleyhinde büyük iftiralar atıp biz Allah’ın peygamberi,
Meryem oğlu Mesih İsa’yı öldürdük demeleri!
497
Sebebiyledir ki; Kendileri Allah’ın rahmetimizden mahrum bırakılmıştır.
Halbuki onlar onu öldürmediler!
Asmadılar da fakat öldürülen ve de asılan adam kendilerine,
İSA gibi gösterildi.
Hakikaten kendileri de, İsa’nı katili hakkında ihtilafa düştüler.
Şüphe içinde kaldılar.
Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktu.
Ancak kupkuru bir zanna uydular.
……..Bilakis ALLAH onu,
……….Yükseltip kendisine kaldırmıştır.
……………ALLAH mutlak galiptir.
Yegane, hikmet ve hüküm sahibidir.” ( Nisa 156-158)
Ruhundan ruh üfleyip, ol emriyle can veren,
Zilletin toprağında, mahzun kalsın istemez.
Çeker onu göklere, ihsanı üstün kılar,
Yükseltir makamını, ruhundan ruh üfleyen.
İSA aleyhisselam göğe kaldırılmadan önce,
Geleceğin habercisi idi.
Göğe kaldırıldığı zaman;
Yün bir kaftan, bir çift çoban mesti,
Bir de deri dağarcıktan ibaretti terekesi….
Diyordu ki:
----Ey İsrail oğulları!
Ben size, Allah tarafından gönderilen peygamberim!
Benden önce gönderilen Tevrat’ı tasdik ederim.
……..Benden sonra gelecek, Hak peygamber ki,
Adı Ahmet tir onun onu da müjdelerim!
Allah’ın melekleri yere tohum saçan bir adama benzer,
Adam nasıl saçtığı tohumdan haberdar oluyorsa,
Toprak ananın emzirip büyüttüğü tohumlar,
Önce başağa, sonra başaklarda dolu taneye,
Sonra da öğütülerek un oluyor.
Ondan ekmek yapılıp yeniliyorsa ve işi nasıl bitiyorsa,
Allah’ın melekleri de, bir kavmin işini bitirince başka kavme gider.
O da inkar ederse, tamamlatır devrini. Onu da helâk eder.
Sevgisiz aşksız hayat, yavan olur tat olmaz,
Meyvesiz kof kütükler, odun olsa od olmaz,
Aşk insana bir lütuf, yaban olmaz yad olmaz,
Ebedi mutluluktur, aşktaki son basamak
Hidayet eyle ya Rab imtiyaz şerefine erdir sadakat yolundan ayırma.
Dergâhından uzak tutma, şefaatlerine nail eyle,
Ya Rab!.. Amin.
498
……Umutla umutsuzluk,
………Arasında gezerken,
…………Peygamberler deryasında, bir yelkende ben açtım!
Yerle arş arasında, nurdan hüzme süzerken,
Adem’den Muhammed’e, selâm ile ulaştım!
……Seçtiğim her sözcüğe, inci mercan bezerken,
…………….Rabbe şükürler olsun, Mutlu sona eriştim.
Adem’in kalıbında, toprak idim taş idim!
Meryem’in mihrabında, hilâl idim kaş idim!
Yakup’un gözlerinden akıp duran yaş idim!
Ararken zindanlarda, ben Yusuf’a eriştim,
Sonsuzluğun içinde, kaç kapı araladım,
Eyyup, Şuayp Musa’da, kendimi paraladım,
Hızır, Yuşâ Davut’u, peş peş sıraladım.
Rabbe şükürler olsun, Mutlu sona eriştim.
Her ilkin bir sonu var, her ölenle öldüm ben.
Milyon tane yönü var, hem gittim hem döndüm ben,
Yunus, Yahya, İsa’yı, gök yüzünde gördüm ben!
Sonunda Muhammed’e, Medine’de eriştim.
İlk peygamber Ademden, sonuncu Muhammed’e,
Neler, neler yaşadım, durmadan gide gele,
Diliyorum haşr eder, onlarla bir beni de!
Rabbe şükürler olsun, mutlu sona eriştim.
………………...İşte şimdi geldi, selam sabah sırası,
……………...Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
…………..Söylenecek son söz, artık burası,
…….Dinleyin dostlarım, beni dinleyin.
………..Ey saba yeli,
…………….Başın alıp nereye,
………………….Gidersin böyle,
………………..…..…Eğer yolun düşerse,
…………………..……….. Kutsal toprağa,
…………………………….…….Ademden son Resul’e,
……………………………………….. Selâmım söyle!...
499
GÜL TUFANI GÜLCELERLE
PEYGAMBERLER ZİNCİRİNDE SON HALKA
EN BÜYÜK SEVGİLİ
500
Ali GÖZÜTOK
ÖN SÖZ
Zatiyle Tek olan, Yüce Allah’ın, âlemlere rahmet olarak gönderdiği insanlığın en
mükemmeli, en üstünü, Hz.Muhammed Mustafa’nın hayatını yazmayı nasip eden Rabbime
şükrederim.
Bu satırları yazarken duyduğum hazzı anlatabilmem mümkün değil. Çünkü Onun hayatı,
diğer peygamberlerden farklı, ayrı bir hususiyet taşır.
Onun hayatı;
..Muhabbet, şefkat, fazilet ve samimiyet dolu bir hayattır.
Allah’ın en mükemmel şekilde tamamladığı, dini İslâm’ı, tebliğ etmiş, Tek Allah’a iman
etmeye çağırmış, muhabbet ve şefkatle bir birine bağlı, fazilet sahibi, İslâm camiası
meydana getirmiştir.
Maddî bir keşmekeşlik içinde çalkalanan insanlığa doğru yolu o göstermiştir. Onun
hayatında şaibe aramak Güneşte leke aramaya benzer.
Onun hayatı, Kur’anı Kerim’den akseder.
Onun ahlâkı, Kur’an ahlâkıdır.
O, Hak’tan gelen aşkın hedefidir.
O, “Seni yaratmayacak olsaydım, âlemleri yaratmazdım” sözünün muhatabıdır.
O, Allah’a sevgili olma mertebesinde, en ileri rütbedir!
O, ömründe bir defa bile istihza ile, kahkaha atmamış birisidir.
O, haya ve edep kaynağı….
O, Allah kelâmının aktığı bir çift dudağın sahibidir.
İşte Onun hayatı ile, aramızdaki fark!
Onu şimdiye kadar çok kişi anlatmış, anlatmaya çalışmıştır.
Onun hayatı ile ilgili yüzlerce kitap yazılmıştır.
Bir kere de değişik tarzda ben yazayım istedim.
Herkesin boyuna göre açıldığı bu ufuksuz denizde, Ona yaklaşabilmek değil, Onu
yaşayabilmek, Onda boğulmak istedim.
1400 seneyi geçen bir emeği, yeni edebiyat nazım şekilleri Gülce ile, bir de ben anlatmaya
çalıştım.
O’nun hiçbir sırrına erişilemeyeceği bilinci içinde, hudutsuz ve derin; Derin olduğu kadar
da girift bir hadisenin, aşk aynasında üst üste aksettirdiği parıltıları toplamaya çalıştım.
501
En büyük sanatkâr olan Allah, dış görünüş çerçevesinde tekrarlanıyormuş gibi görünen
hudutsuz hadiseyi ihya eder.
Bir biriyle nispetini bozup yokluğa batırıp, varlığa daldırıp, sonsuz benzerlik ifadeleri içinde
ebedî şahsiyetini ilân eder.
Bir damlada bir umman çalkalar.
Bir zerrenin içinde bin kâinat yüzdürür.
Kevser havuzunun sahibidir o….
Bütün bunları eksiksiz, noksansız anlatabilmek mümkün mü?
İşte ben, en kaba, ama en saygılı, hiçbir dünya imtiyazı, hiçbir alet özelliği göstermeden
bu halkaya dahil olmak istedim.
Şimdiye kadar yazılmışların dışında yeni bir tarzla, bir sınırı aşmak istedim.
Kur’anda teker teker her Ayet, her kelime ve her harfin birbirinin içindeki nispetiyle,
bütün lisanı kucaklamaya giden, ulvî bir nüfuz ve muhteşem dikkat isteyen bir işi, acizane
becermeye çalıştım.
O mübârek insanın, saçlarının her telinden, aziz ayaklarının her adımına kadar, her şeyi
sayıp derledikten sora hangi sınırı aşmaktan söz edebilirim?
Biliyorum ki; O ufuk insanın hayatının dış çizgileri, bin bir kişi tarafından, bin bir kere
şekillendirilmiş, hiçbir noktası eksik bırakılmamaya çalışılmış bir petektir.
Şekillerin en intizamlısı, çizgi bileşimlerinin en mükemmeli bir petek…
Ruhumun olanca şiir cevheriyle, bu cevherdeki olanca aşk ve hassasiyet özünün balını, bu
peteğin hücrelerine dökmenin gayretine girdim. Hücrelerin çerçevelediği esrar deliklerinde
eriyip kaybolmak istedim. Mukaddeslerin mukaddesi konusunda, kendi üzüntülerimi
bütün üzüntülerin üstüne çıkarmak istedim.
Aşmak istediğim sınırla, huzurunda ne kadar gülünç, kör benliğin ne kadar sefil, dış
mantık ve müşahedenin ne kadar aptal olduğunu görmek istedim.
Bu meydanda, bakalım kim, en çok ve en güzel kendi kendinden geçebildi?
İşte sınır, işte at, işte meydan!....
Onun esiriyim, benim için hürriyetin son kemâl haddi, hakikate esarettir.
İnsan olarak, hürriyetini bulmak isteyen, hakikate esir olsun!
Benim için bizzat hakikat o’ dur!..
Varılmaz olan vara varmanın, görülmez olan varı görmenin biricik usulü, biricik yolu
budur…..
Saygılarımla ALİ GÖZÜTOK
502
BAŞLARKEN:
ESİRGEYEN BAĞIŞLAYAN RABBİN ADIYLA
HZ. MUHAMMED MUSTAFA (S.A.S)
İlklerin ilki,
Ezellerin ezeli,
Rahmet bahçesinin gülü fidanı,
Yaratılmışların sebebi hikmeti,
Âlemlere rahmet olarak gönderilen!
Gaye insan, ufuk Peygamber!
Sensin Ya Muhammed Mustafa!...
Öğüt hazinelerinin kapısını açan!
Yakut dudağından hakikat incileri saçan!
Sevenlerin sevinci,
Haya ipinde inci,
Resuller zincirinde öncü,
Sensin Ya Muhammed Mustafa!..
Tüm zaman ve mekânları kuşatan,
….Bilgi, ilim,
…..….İrfan sahibi!....
………Ahlâk,
…………Duygu,
…….……..Sevgi pınarı!
……………..Şefkat,
…………………Rahmet,
……………………Ve hidayet kaynağı!
…………………………Hatem-ül Enbiya,
Mahmud’u Asfiyasın, Ya Muhammet Mustafa!...
(M)isilsiz sevgili,
N(U)ru, sonsuzu saran, varlığın nuru!
Ru(H)lar aleminin ilk ruhu,
Yar(A)tanın aşığı!
Kelâ(M)ullah’ın ışığı,
Aşıla(M)ayan gaye insan.
Güzell(E)r güzeli,
503
Seni sev(D)i yüce Yezdan,
Ya Muhammed Mustafa!.....
Seninle alem tamam,
Sen yoksan alem noksan,
Alem seninle buldu can,
Seninle duydu heyecan,
Ya Muhammed Mustafa!...
İrfân semasında sensiz açmaz o güller,
Seninle dile gelir, seher vakti bülbüller!
Seninle mutlu olur seni seven gönüller,
Şefaatini bekler seni anan o diller,
Ya Muhammed Mustafa!...
Adıyla anılırsın, şahadette sen varsın,
İlklerin ilkindeki, yaratılan ilk nursun!
Hem âlemlere rahmet, hem Yaratan’a yarsın!
Gönüllerde Sultansın,
Ya Muhammed Mustafa.
Ademden başlayarak,
Beden, beden dolaştın!
Nuh’la tufan, İbrahim’le har ateş,
Musa’yla deniz aştın!
İdris’le hülle biçtin, İsmail’le zemzem içtin!
Hıra Nur tepesinde, Cebrail’ le buluştun!
Sonsuzluğun sonunda, Kâbe Kavseyn’e,
Hatta daha yakınına yanaştın,
Arş’ın son katına ulaştın,
Ya Muhammed Mustafa!
Kâinatın sırrı insan.
Âlem senle buldu can.
Adın yazdı Yüce Yezdan!
Sensin sırlar anahtarı,
Sensin vahyin muhatabı!
Habibimsin dedi Rahman,
Ya Muhammed Mustafa.
Aşk aynasında aşık, nurlu yüzünü görsün!
Cemâlin gören gözler, cennet sefasın sürsün,
Hak yolunun yolcusu, çöle düşen bir nursun!
Ay sensin, güneş sensin, Ya Muhammed Mustafa!..
Varların Varı Arşta varlığı!…..
Varlık içinde Arş’ı!.
504
Onun üstünde Nurunu yarattı,
Ya Muhammed Mustafa!
Felekler aşkınla dönüp durmakta,
Her Ezan vaktinde gül kokulu avuçlara,
Ruhların aynasına, aşığın sevdasına,
Nur cemalin vurmakta!..
Sevenlerin sevgisi elbet sana varmakta!
Ey sevgililer sevgilisi
Ey Muhammed’en el Emin,
Ey Mahmut, Ey Ahmet, Ey Muhammed Mustafa !...
Cebrail’in "yanarım" dediği,
Korkusundan geçmediği yerden,
Çık da göklere koşarak geçiver yeniden!
Yaratanla baş başa kaldığın o vuslat, o vefa,
O ne muhteşem sefa!...
Uzat, uzat ışık salkımı ellerini gecelerime,
Ey göklerin ve yerin,
Ve her ikisinin arasındakilerin sevgilisi
Ya Muhammed Mustafa !...
Bütün asırların nabzındaki karanfil,
Yetimlerin yetimi,
Sonsuzluğun ağzındaki dil,
Medine'den yine yollara düş,
Sensizlikten yanan yüreklerimize doluver sebil, sebil...
Ekvatoru dola beline,
Bulutları düşür peşine,
Medeniyetleri çıkar birer birer o mukaddes güneşine...
Semalarda renk ve ses cümbüşü!
Ufuklarda elvan elvan, Peygamber kuşağı!.....
N'olursun rüyâlarıma gir!
Gir n'olursun, hiç değilse bir defa!
Ey Muhammed Mustafa!...
Seni yazmak, seni yaşamak seninle nefes almak!
Şükür, Yaradan'a binlerce şükür!
Yüce Rab!
Ruhu, aklı, kalemi yarattı.
Nur ile ruh arasına,
Kudret, azamet, minnet, rahmet,
Adalet, keramet, menzilet, hidayet,
Nübüvvet, şefaat, rif’at, (yükseklik)
Hakkaniyet, perdelerini kattı.
505
O Nur’a buyurdu!
-“Ey Nur, yürü kudret perdesine gir!”
Nur, girdi o perdenin içine….
Tam on iki bin yıl kaldı.
Rabbine şükretti dua etti.
Teker, teker dolaştı, perdeleri donattı.
Her perdede ayrı ayrı on binlerce yıl kaldı!..
Kudret makası bu Nur’a on iki kaftan biçti.
Ben diyeyim, manâ!
Sende de,
Esrar adı verilen nurlar aleminde yirmi dört deniz geçti.
Aydınlandı kâinat,
Yetmiş iki bin âlemi bir çırpıda donattı.
Yüce Mevlâ buyurur.
“Ölüleri yaratmak mı zordur?
Yoksa gök yüzünü yaratmak mı?
Onu ancak Allah inşa etmiştir.
Biz, semanın (ayrı ayrı olan maddelerini,)
Bir araya getirip, bina olarak yükselttik.
Gecesini karanlık, gündüzünü aydınlık yaptık.
Semadan sonra, yer yüzünü yaydık.
Yerden, pınarlar fışkırttık, otları, bitkileri çıkarttık.
Dağları, yerli yerine koyduk.
Bütün bunları sizler ve hayvanlarınız için yaptık.” ( Naziat 27-33 )
İşte bu dünya,
Yokluk ve gizlilikler âleminden var oldu.
Gök yüzü böylece vücut buldu.
Nur-u Nebi,
Arş üzerinde cevelân ediyordu.
Yüce Rab Meleklere secde edin buyurdu.
Melekler bu Nur’a, secdeye vardılar.
Yaratan’a boyun kırdılar.
Utandılar, utanarak sordular.
-“Ey Rabbimiz:
Huzuruna bizden yakın,
Hizmetine bizden hazır,
İbadetine bizden sadık,
Başka kulların var mı?”
Bir nida ulaştı Rab’den onlara:
-“ Evet var!
O, gördüğünüz Nurdur. Nur’u Muhammedidir.”
Melekler dediler ki;
506
“Amennâ! Ve saddâknâ, inandık ve iman ettik!
Onun tek olduğunu bildik, senin emrine baş eğdik!
Yarattığı her şeyi, ‘OL’ emriyle buyurdu!
Resulün pak ruhunu, ta ezelden duyurdu!
Çöle inerken nuru, aydınlattı bu yurdu,
Veren de o alan da , varlık onun vesselâm…
Onunla şeref buldu, aydınlandı kâinat,
Akşamın karanlığı, zifir geceye inat.
Işıl, ışıl donandı, bak semaya kat be kat!
Yer onun, gökler onun, varlık onun vesselâm.
Gün gruba dolandı, ay geceye salındı,
Gecenin karanlığı, yıldızlarla delindi,
Faili meçhul değil, kim olduğu bilindi,
Kudret de o, kuvvet de, varlık onun vesselâm.
Yüce Allah hikmeti, rahmeti kalbe eker,
Dileyince söyletir, dil onu dışa döker,
Vakit tamam olunca, canı bedenden söker,
Kimi refahtan ölür, kimi dertten vesselâm.
İnsanın değer ölçüleri,
Bakışı, tavrı ve düşüncesi ne olursa olsun,
O Peygamberi anlatmaya yetmez.
Zira o, yer yüzünü yeniden dizayn etmek,
Yeniden donatmak,
İnsanlığa, yeni ufuklar açmak üzere gönderilen müstesna bir ruh!
Müstesna bir kabiliyet…..
Onu takdire, onu övmeye kimin gücü yeter.
Ancak Onun hali,
Onun değeri, bizim sözümüzü güzelleştirir.
Bizim ifadelerimizin,
Ona kazandıracağı bir şey yoktur.
Kim ne yazıyorsa yazsın,
Aynı duygu ve düşünceler deryasında dolaşır,
Ama farklı cümlelerde ifadesini bulur.
Rüya ve hayallerimizi,
Edebimizi ve ahlâkımızı onunla süslüyorsak!
Onun nur cemâliyle aydınlanıyorsak!
Turnayı gözünden vurduk demektir.
Bu duygu ve düşüncelerle yola çıktım,
Tüm Peygamberleri anlatmaya niyet ettim.
Sevgi ateşini tutuşturdum.
Tek isteğim Hak rızasını kazanmak.
507
Hac yoluna düşen karınca misali,
Bu yola baş koydum, Allah utandırmasın!...
Dünya ve ahiret dengesine Peygamberler açar kucak,
Getirdikleri ölçülerle insan, Aşırılıktan kurtulup doğruyu bulacak.
Demek ki, Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa yaratılışın evveli ve âhiri….
Süleyman Çelebi mevlidinde:
“Hak Teâlâ çün yarattı Ademi,
Kıldı Ademle müzeyyen âlemi.
Mustafa nurunu alnında kodu,
Bil, Habîb’in nûrudur bu nûr dedi.
Erdi İbrahim-ü İsmail’e hem,
Söz uzanır ger kalanın der isem.
İş bu resm ile müselsel muttasıl,
Ta olunca Mustafa’ya müntekil.
Geldi çün ol rahmeten lil âlemin,
Vardı nur, anda karar etti hemin.”
Bu durum;
Hz. Âmine’nin ve Hz.İbrahim’in tevhidini,
Hz. Yusuf’un güzelliğini,
Hz. Musa’nın mucizelerini,
Ve de Hz. İsa’nın hayat bahşeden nefesini taşıyan,
Peygamberler serverine hamile olduğunun delili idi!.
Ne papazlar ne de ruhbanlar gibi,
Dünyayı terk edip, Manastırlara çekilecekler,
Ne de her şeyleriyle dünyaya bağlanıp ona kul köle olacaklardı.
Orta yolu bulup yaşamayı yeğleyecekler.
Bu da ancak vahyin aydınlık dünyasında elde edilebilirdi.
Yoksa akıl ve vicdanla böyle bir denge kurulamazdı.
Kur’an-ı Kerim bu dengeyi şöyle anlatır.
”Allah’ın sana verdikleri ile, ahiret yurdunun peşinde ol,
Dünyadan da nasibini unutma!
Allah’ın, sana ihsanda bulunduğu gibi sen de, ihsanda bulun.
Yer yüzünde fesat peşinde olma,
Şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas 77)
Bu İlâhi dengenin bir tarafında,
508
Rabbin nimetlerini anlat diyen ideal kefe,
Diğer tarafta yemin olsun o gün,
Bütün nimetlerden sorulacaksınız.
Diye ikaz dolu olan kefe…
İşte muvazene, işte aranan denge…
Yüce Allah, İsa Aleyhisselâm’a:
Ey İSA!
Senden sonra, öyle bir ümmet getireceğim ki;
İlimleri, şefkatleri olmadığı halde,
Sevdiklerini gördükleri zaman,
Hallerine bakıp hep şükredecekler!
Sevmedikleri olduğu zaman da,
Hallerine hep sabredecekler.
Ecirlerini de benden bekleyecekler dedi.
Ya Rab’bel alemin!
--Onların ilmi şefkatleri olmazsa nasıl böyle davranabilecekler?
Ya İsa!
--Onlara şefkatimden, kendi ilmimden ihsan edeceğim diye buyurdu.
Yüce Allah’ım!...
Işığa hamile, kapkaranlık dünyada…
Umutla bir bekleyiş, âlemde…
Müjde dolu akisler var ufukta…
Tavsiyeler, tavsiyeler dolaşıyor dillerde.
Koşun, koşun o’na zuhur eder etmez bütünleşin,
Bütünleşin onunla, onun nuruyla…
Yüce Allah buyurur:
“İnkâr edenlerin işleri, engin çöllerdeki serap gibidir.
Susayan kimse onu su zanneder.
Fakat oraya geldiğinde hiçbir şey bulamaz.
Orada Allah’ı bulur, o da hesabını görüverir.
Veya; Engin denizin karanlıklarına benzer,
Onu üst üste dalgalar, dalgaların üstünü de bulutlar örter.
Karanlıklar üstünde karanlıklar insan elini uzattığı zaman,
Nerede ise onu bile göremez.
Allah’ın nur vermediği kimsenin asla nuru olmaz.” (Nur 39-40)
MEKKEDE HAYAT
……..Hazreti İSA doğalı beş yüz elli beş yıl olmuş.
…….…Bu yıllar boyunca Güneş,
…………………..Dünyayı ve de ayı,
509
……………………Çevresinde dolaşan yıldızları,
………..Peşine takmış, uyuta uyandıra,
………….…….Hem bahar hem yazını göstermiş onlara.
Lakin, insan oğlu kendini unutmuş, yitirmiş aklını, vicdanını…
Bir varmış bir yokmuşçasına yaşamış!
Kendini inkar etmiş, aslını yitirmiş,
Kanını dondururcasına!...
Yeni doğmuş kızını, diri, diri gömmüş toprağa!
Sızlamayan vicdanı,
Şu tükenen geceden, daha mı, daha karanlık.
Kalbinde bir çöküntü, düşüncesi bir anlık!.
Nereye gidiyor nereye şu insanlık!
Ancak sonunu görebilen!
Halâ kalmışsa eğer o da bir avuç insan!....
…….Hislerine,
………Akıllarına,
…………..İşittiklerine,
…………….Ümitlerine,
………………. Dayana dayana,
……………….…Tutuna tutuna,
…………….………Bekliyordu bir avuç insan!
…..Ta ezelden beri,
……..Âlemlerde dolaşan,
………….Ruhların en nurlusu,
………………Alından alına ulaşan,
…………………Aydınlığın nur yolcusu,
………….…………..Henüz doğmamış!...
..Kendine yakışan bedene girip,
…Dünyayı şereflendirecek,
……İnsanı yine insan yapıp,
……….Kalplerdeki çöküntüyü giderecek.
…………Gözlerdeki perdeyi kaldırıp,
……………..Işığıyla aydınlığa boğacak.
İnsanlığın canı dudağında,
Herkesin umudu gelecek kurtarıcıda…
Kabileler bu kurtarıcının,
Kendi kabilesinden olmasını istiyor.
Yeni doğan çocuklarına Muhammed adını veriyordu …
Fakat o!
Henüz gelmemişti.
Hazreti İbrahim’den İsmail’e,
O’ndan Abdülmuttalib’e,
510
Abdülmuttalib’den Abdullah’a geçecek olan,
Bir altın silsileden gelecekti…
Beş yüz elli beş yılının bir Mekke yazını
Tepeler gerisinden mızrak, mızrak ışıklar,
Çölün gece ayazını nasıl boğmuş görelim bakalım!.
Gün ışımak üzere Hacer sokağında…..
Bir evin üst katının orta penceresi açıldı yavaşçacık.
Etrafa şöyle bir göz atıp, nefes alacaktı azıcık.
Uzanıp pencereden baktı, semaya baktı,
Baktı uzun, uzun…..
.Kubeys dağına baktı, Hacer sokağına baktı.
Baktı, baktı……
Bu sokakta henüz uyanan yoktu.
Evler mahmurluklarından,
Henüz silkinememiş derin uykudaydılar.
Ama binek taşlarının bazılarında karartılar görülüyordu.
Hangi sabah görülmezdi ki!
Canı sıkıldı. Yüzünü yıkayan aydınlık dondu!
Gözünü süsleyen bahtiyarlık söndü.
Çünkü evlerine giremeyen kör kütük sarhoşlar,
Eşiklere dayanmış, koyunlarında birer fahişe,
Görenlerin yüz karası, gelip geçenlerin maskarası!
Dadanmışlar fuhşa!
Bazı sesler geliyordu şöyle diyordu biri:
“Şarabı faydalı sanmıştım,
En uysal adamı bile meğer bozarmış.
Yeter!
Yeter!
Derman olsa bile içmeyeceğim!
Neşeyi bırak,
İçenler rezil anneciğim!….
Bir başkası;
Yalancı bir mutluluk sunuyor şarap,
İstiyorsan iç onu lezzeti hoş,
Şarkıların sesi güzel, insanın aklını alıyor.
Birini ötekine, düşman yapıyor.
Çile çektiriyor, istemesen de çektiriyor.
Rezil rüsva ediyor anneciğim!. Diyordu.
Genç kadın:
511
Dinledikçe şairlerin sesini binek taşlarına bakıyor,
Her binek taşında bir yiğit kör kütük yatıyor.
Kucağında bir fahişe onunla fink atıyor.
Kuvvetime gücüme,
Dizgin takan şarabı bıraktım anneciğim!.
Kadınlardan yüz çevirdim.
Evime aileme çekildim,
Şaraptan uzaklaşmak şereftir anneciğim!
Bu kararımda etkisi olmadı kimsenin,
Yaşadım gördüm, gördüm anneciğim!
Temizlenmek isteyen bana bir baksın!
Örnek alsın kendine diye haykırdı onlardan biri!..
Bunları hep dinledi penceredeki o genç kadın düşündü. Düşündü!....
Kocası, Mekke’de olduğu sürece,
O, hep kendi yatağında yatıyordu.
Yatıyordu amma, Yemen’e, Yemen çöllerinde savaşa,
Veya Şama gittiğinde,
Ne yapar kiminle kimlerle yatar diye, kurt düştü içine, düşündü düşündü…
Bu düşünceler içinde çaresizce koştu Kâbe’ye.
Nail’e Putu önünde diz çöktü!
Yalvar yakar oldu!
Kurban kesti. Adak adadı. Dua etti!..
Diyordu ki duasında;
Huveylid’in canını bağışla, bağışla Tanrım!
Çıktığı seferlerden salimen dönerse eğer,
On deve daha adağım olsun diye yalvarıp duruyordu.
Bunu yalnız o değil, Mekke’nin bütün kadınları yaparlardı.
Mekke o zamanlarda, hiç de tekin yer değildi.
Panayırlar, pazar yerleri tüm sokaklar,
Köşe başları, haydut, hırsız ve de,
Sarhoşların, kan güdenlerin,
Fahişe kadınların bekleştiği yerler,
Pusu kurulan birer üsttü Sanki!
Hiç olaysız gün geçmezdi.
Gün geçmezdi ki kavga edilmesin,
Cinayet işlenmesin……
İşte, canını dişine takan bir adam bir adam koşuyordu.
Arkasından da bir rahip ile, iki muhafız, onu kovalıyordu!
Sokaklar halkla dolu, yakalayın tutun onu!....
Sakın kaçırmayın diye bağrışıyorlardı.
Evlerin kapıları açıldı, kaçanın yolu kesildi.
Binek taşlarında, sızan fahişelerle, gençler,
Yüzlerini gizlemekle yetindiler.
512
Adamın suçu neydi diye,
Merakla soruyorlar, bir cevap arıyorlardı!
Kaçan adam!...
Bu Put, benim Putum.
Hiç bir dileğimi isteğimi yerine getirmedi.
Maldan candan oldum.
Onu cezalandırmak, onu kırmak, parçalamak benim hakkım.
Ben kırdım onu!
Ben parçaladım !
Bırakın beni, bırakın diye bağırıyordu.
Ondan daha büyüğünü daha alımlısını mutlaka,
Ama mutlaka yapacağım diye, kendini savunuyor aman diliyordu.
Onu yakalayanlar insafsızdı.
Linç edercesine vuruyor hırpalıyor dövüyor, sövüyorlardı.
Dayanamadı sonunda, kesildi gücü yere yığıldı!
Rahip;
---Tamam suçunu itiraf etti.
Halk;
-----Evet biz de duyduk dediler.
Muhafızlar;
Sürüdü binek taşının üstüne boynunu vurdular.
Kopardılar başını bedeninden!
Bu dönemde cehalet diz boyu,
Kız çocuklarının hiç hükmü yok!
Kadın hamile kalınca, şöyle dua ederdi kocası;
“--Çadırına kum değil, yıldızlar yağsın,
Yayığın sesi, şarkılar olsun.
Doğacak çocuğun kız değil, yeter ki oğlan olsun!
Çok dibekler eskitsin,
Yününü örmeye yetişemeyesin.
İkiz üçüzler doğur.
Doğur da dişi Aslanlar kıskansın seni!
Sakın ha!...
Kız doğurma!...
Yanılır da doğurursan eğer!
Belli etmeden onu geceye ver, ver uğursuzu.”
Cehaletin zulmeti, kâbus olup çökünce,
Kız çocuğu doğunca, kızını kuma gömer.
Kızgın kumun altında, masum canı verince,
Gururla eve döner, Hattabın oğlu Ömer.
513
Dikenlikte dolaşma acıtır, acıtır ayağına batan diken,
Gül suyuyla yıkan, temizliği gözet,
Kocanı her zaman mutlu et…..
Böyleydi cahiliyet dönemi….
Onları bu bataklıktan kurtaracak,
Bir kurtarıcı da beklenmiyor değildi.
Peygamberler zinciri, mucizelerle dolu!
Her halkası ayrı sır, akıllarda durgunluk,
Nuh tufanında ölüm, Musa’da çıkış yolu.
Erişilmez hakikat, idrak’lar da olgunluk!..
Nebilerdir rahmetin, zuhur eylediği yer.
Kabullenir her yükü, Haktan gelmişse eğer.
.Hem evvelin evveli, hem sonun sonu,
Kul plânında Yüce Rabbin Resulü!
Ufuk insan, Son peygamber.
Aklın son çıkış yolu…
Üstlerin en üstünde, olgun bir idrak, bir seziş!..
Büyüklerin en büyüğüne gönül veriş!...
İman edip, saygıyla önünde dize geliş!
NUR’U NEBİ’DEN BELİRTİLER
Alemlerin Rabbi;
Ol Resul’ün nuruna şöyle emretti.
“Senden evvel gönderilecek Peygamberlerin nurlarına nazar eyle!...”
Onun nuru, peygamberler nurunu tek, bir tek nazarla kuşattı.
Gelecek Peygamberler, sordular;
--Ya Rabbi!...
Bizi nuruyla saran kimdir?
El cevap;
--O benim sevgilimdir.
Onun nurudur sizi saran.
O nurdur sizi de peygamber eden!....
Dediler ki:
Ona ve peygamberliğine iman ettik.
ALLAH:
-Ahdinize şahit olayım mı?
----Ol!
……Ol Ya Rabbi!...
………..Şahit ol!....
Daha o zaman, Ademin adı okunmamıştı.
514
Alemlerin Rabbi, sevgilisi kimdir belirtmek istedi.
Cebrail’e şöyle emretti!
Yer’in kalbi olan o sevgilinin kabrinden bir avuç toprak getir.
Cebrail cennet melekleriyle kabir toprağından bir avuç toprak alıp,
Cennet ırmağında yoğurdu o toprağı.
Toprak beyaz bir inci olup parladı!
Yerlere ve göklere, parıl, parıl ışıklar saçtı.
O zaman anladılar Muhammed’in üstünlüğünü…..
Adem Ata yaratılınca;
Âlemlerin Rabbi!
--Başını kaldır ve bak, Ya Adem dedi!
Adem başını kaldırıp bakınca Arş üzerinde,
Allah Resulünün nuru ile yazılı olan ismini gördü.
Yüce Allah:
--Bu senin zürriyetinden bir Peygamber’in nurudur.
Adı göklerde Ahmet yerlerde Muhammet’tir.
Eğer o olmasaydı!...
Onu yaratmayacak olsaydım!
Seni yaratmazdım diyor Yüce Yezdan!...
……Ne varsa yaratılan!
……….Ondandır onun varlığındandır.
Henüz yaratılmamıştı!...
…………………….Ne levh,
…………….…….Ne kalem,
………….……..Ne Cennet,
……………….Ne Cehennem,
……………...Ne Melek,
…………….Ne sema,
…………..Ne arz,
…………Ne güneş,
……….Ne ay,
….....Ne insan,
……Ne cin,
…..Her şey bu nurdan yaratıldı.
………O olmasaydı!
…………Âlemler olmayacak, Eflâk yaratılmayacaktı!...
İşte o….
…..O kadar evvel,
……..O kadar üstün!
………………Onda görünüyor hem sebep hem netice!...
İlk peygamberden son peygambere,
Alından alına nakşedilen nur!
515
Manâ’da bütün fezayı,
Zaman ve mekânı dolduran ışık!
Işık üstü ışık!...
Ta Ademden başlayarak Peygamberden peygambere,
Hulûl eden temizin temizi, kadından kadına,
Oğuldan oğula geçen onun nuru!....
Rivayet odur ki;
Hak Tealâ, Hz Muhammed’in nurundan,
Bir cevher yarattı!
Sonra o cevhere baktı.
O zaman cevher eridi su oldu.
Bin yıl dalgalandı!
Nuru Muhammed o zaman on parçaya bölündü.
Her bir parçadan bakın neler yaratıldı:
Birinden : ARŞ,
Birinden : KALEM,
Birinden : LEVH,
Birinden :GÜNEŞ,
Birinden : AY,
Birinden : DURAN YILDIZLAR,
Birinden : GEZEN YILDIZLAR,
Birinden : KÜRSİ,
Birinden : MÜ’MİNLERİN RUHU,
Onuncusundan da: Hz. MUHAMMED’İN CİSMİ yaratıldı……….
Annesi Âmine ona gebe kalınca,
Doğu ve batı denizleri coştu kabardı!
Eb-ul Kasım Muhammed Mustafa henüz doğmadan önce,
Nice müjdeler müjdeli nice haberler vardı.
Kâbe’nin dört duvarından,
Hak Peygamber geliyor diye sesler kabardı!...
Onun gelmesine on beş,
Derman olmaya başlamasına daha elli beş sene vardı.
Dayanabilir miydi insanlar, yaşanan vahşete!
Hep birlikte göreceğiz!....
ALLAH’IN Resulü buyurdu ki:
Benim nesep kollarımda zinadan eser yok.
Pak babaların sulbünden,
Pak annelerin rahminden doğan bir nurum.
516
Yüce Yaratan:
“Seni, vücuda getirinceye kadar,
.Peygamber kolundan peygamber koluna naklettim.”
Adem Peygamber’in aldığı ilk meşale,
Peygamberden peygambere,
Asli sahibine doğru, İbrahim ve İsmail’e geçip,
Nur kolunun en yakın nispetine ulaşacaktı.
Kureyş’in Allah sevgilisine yol veren temel dalı Haşim oğullarından….
Abdulmuttalip ve nihayet Abdullah.!…
ABDÜLMUTTALİB’İN GÖRDÜĞÜ RÜYALAR
Peygamberler peygamberinin,
Büyük babası, Abdülmuttalip,
Sık sık, Kâbe hareminde duada,
Beklenen nur’u Nebi ise, o’nun alnında…
Bir gün uyumuştu!
Uyanınca uykudan ona bir haller olmuş!
Gizlice, üzerinde bir el gezinmiş.
Yüzüne başka, gözlerine bambaşka güzellikler sinmişti.
Gözleri sürmelenmiş, her çizgisine apayrı bir manâ gizlenmiş!
Koşturmuş babasına şu halime bak!
Bana bir şeyler oldu!
Bana bir çare!...
Almış onu babası rüyayı tabir için bir kâhine götürmüş.
Kâhin demiş ki;
Bunun evlenme çağı gelmiş onu evlendirmeniz gerek!
Bir kızla evlendirmişler ne yazık ki kızın ömrü kısaymış,
Vakitsiz ölmüş!
İkinci evliliğinde vücudundan,
Misk-i amber kokusu Yayılmaya başlamış.
Alnında da bir parıltı varmış!
Gündüzü aydınlatıp geceyi ışıldatan bir ışık,
Bir nur yayılmış!...
Mekke ve çevresinde saygıyla bakılır olmuş.
Bir kıtlık olsa, çocuk Abdülmuttalip,
Dağ başlarına tepelere çıkarılır, dualar ona ettirilirmiş..
O zaman hemencecik yağmurlar yağmaya başlarmış….
Günlerden bir gün,
Abdülmuttalip, Kâbe Hareminde uyurken,
517
Yine bir rüya görmüş!…
Öyle bir rüya ki; Müthiş!....
Arkasından gümüş zincirler fışkırmış,
Bir ucu gökte, bir ucu yerde,
Bir ucu batıda, bir ucu doğuda!
Dal budak salmış koca bir çınar!
Sarılmış sarmaş dolaş düğüm düğüm,
Dal dal şubeleşmiş, yaprak, yaprak açılmış,
Her yaprak üzerinde inciden nurlar, saçılırmış!...
Bu ağacın gövdesine dal ve budaklarına,
Bütün girintilerine çıkıntılarına asılmış,
Asılı kalmış, mahşeri bir insanlık görmüş!.....
Rüya şöyle tabir edilmiş.
Senin soyundan öyle biri gelecek ki,
Bütün yer ve gök halkı,
Onu, insanlığın kurtarıcısı bilecek.
Abdülmuttalip:
Son defa, Fatıma ismindeki pak bir kadınla evlilik yapmıştı.
Ondan bir oğlu dünyaya geldi.
İşte Abdullah O oğlandı!….
Sahibine teslim edilmek üzere,
Mukaddes emanetin son taşıyıcısı!...
Doğrudan doğruya teslim edicisi!...
İşte o idi.
O zat Abdullah idi.!...
ABDÜLMUTTALİB’İN, ZEMZEM KUYUSUNU AÇMA İSTEĞİ
Abdülmuttalip;
Bir rüya daha görmüştü…..
Rüyasında bir yer gösterilmiş,
İşte zemzem kuyusunun yeri burası denilmiş!
Vaktiyle düşman istilasının önünden kaçan topluluğun,
Fesatçı reisi, Mekke’yi terk ederken,
Kâbe’nin bütün hazinelerini Zemzem kuyusuna atmış.
Kuyunun üstünü de kapatmıştı.
O zamandan beri zemzem belirsiz bir bilinen olmuştu!...
Abdülmuttalip; Bu belirsizliğe son vermek için,
Kuyuyu açmak arzusundaydı.
Amma ne mümkün!
Kureyş’in uluları,
Bir takım batıl inanışları yüzünden,
Ona mani olmuşlar, hatta onu incitmişlerdi.
Artık etrafı düşmanla çevrili,
518
Yardımcısız, fakat idealleşen bir gaye!...
Ondan hiç mi hiç eksilmedi…
Dua ediyordu Rabbine!...
---Ya Rabbi!
Bana, kuyuyu açma fırsatını bahşet!
Bunun gerçekleşmesinde bana yardım edecek,
On oğul ihsan eyle!...
Onlardan birini sana adıyorum!
Senin adına kurban edeceğim YA RABBİ!...
Duası kabul olmuştu.
Yıllar kovaladı yılları,
On, hatta ondan da fazla oğul sahibi oldu!..
Rüyasında gösterilen yer kazıldı.
Açılan kuyunun içinden küflü kılıçlar,
Zırhlar, altından yapılmış geyik heykelleri çıkarıldı.
Kureyş ulularının ve İsmail Oğullarının gözleri önünde,
kuyu temizlendi.
ABDULLAH İÇİN YÜZ DEVE ADAĞI
Bu olaydan sonra,
Abdülmuttalib’in şöhret ve şanı gökleri tuttu!...
Zemzem suyu öteden beri,
Kâbe’ye gelen hacıların mübarek unsurlarından biriydi!...
Yine bir gün yine bir rüya!...
Deniliyordu ki rüyasında!
-Ya Abdülmuttalip! Muradına erdin…
Adağını yerine getir!...
Korku ile uyandı.
Bir koç kurban etti.
Başka bir gün, yine bir rüya!
Yine bir ses!
Kurban daha büyük olmalı diyordu!....
Kalktı bir sığır kurban etti.
Gerçek adak yerine gelmemişti.
Başka bir gün yine rüyasında yine aynı ses!
Kurban daha büyük olmalı diyordu.
Bu kez bir deve kesti!..
Daima rüyasında aynı ses!...
Ondan da büyük olmalı diyordu!
Sordu?...
-Ondan büyüğü nedir?
519
Bu sefer gelen ses, gerçekten korkutucuydu!....
O kurban, oğullarından biri diyordu.
Oğullarından birini adamıştı.
Topladı oğullarını.
Ebu Lehep,
Ebu Talip,
Abdullah,
Hamza ve Abbas,
Her biri sanki nefer!
Hâl ve ahvâli bütün çıplaklığı ile anlattı….
Anlattı teker, teker!
İtaatkârdı oğullar.
Biz sana bağlıyız dediler!
Seç aramızdan birini, kimi istersen kurban et!
Ok ile kura çekmek adettendi.
Babalarının izni ile her bir çocuk,
İsmini yazdığı oku babasına verdi.
Baba kura için attı okları ilk isim düştü, Abdullah!..
Babası Abdulmuttalip eline bir bıçak aldı,
Kavradı bileğini Abdullah’ın.
Kureyş’in uluları dur! Dur bakalım dediler.
Olmaz böyle bir şey.
Şimdiye dek böyle bir adetimiz mi var?
Sen yeni bir adet getiriyorsun olmaz!
Başka bir şey düşünelim!...
Hayber taraflarında gaipten haber verdiği sanılan,
Bir koca karı vardı.
Ona gittiler anlattılar dertlerini.
Kadın sordu:
--Sizde bir insanın diyeti nedir?
On devedir dediler.
Kadın;
Gidin on deve hazırlayın.
On deve ile, Abdullah arasında kura çekin.
Abdullah’a çıkarsa, on deve daha ekleyin.
Kura deveye çıkana kadar tekrarlayın!....
Ne zaman kura deveye çıkarsa,
Rabbim razı olmuş demektir.
Çocuk da kurtulmuş olur dedi.
Hemen gelip Mekke’ye kadının dediğini yaptılar.
Develer doksana çıktığı halde, hep Abdullah’a çıktı kura!...
Yüze erişince sayı, Abdullah savdı sırayı.
520
Hemen yüz deve kurban edildi.
İnsanlar, kurtlar kuşlar, üşüşen üşüşene, yediler içtiler.
Abdullah’a yüz deve azatlısı denilmesi bundandır.
İsmail ile, Abdullah’a kinaye olarak,
“İki kurbanlık oğul” denmesi bu yüzden olmuştur.
Güzellerin güzeli!...
Yüz deve azatlısı Abdullah’ın ismi her tarafa yayılmış,
Onu tanımayan kalmamıştı.
Babasıyla Mekke’ye dönüyorlardı.
Bir ara Abdullah ayrıldı babasından,
Kendi başına kaldı.
Gitmedi babasının arkasından!
Esed oğullarının yolundan geçiyordu ki,
Duvar dibinde bir kadın çevirdi yolunu!
Gözlerini süzmüş vecd
içinde!…
Derin, derin baktı Abdullah’ın gözlerinin içine.
Abdullah, tam kadının önüne gelince fısıldadı kadın;
Hişt, delikanlı! Delikanlı!
Bir lâhza dur. Dinle!....
Bu gün yüz deve kurban ettiniz değil mi?
Evet dedi Abdullah.
İster misin!
O develeri ben sana geri vereyim!...
Neden dedi Abdullah?
Kadın, gel benimle kal, kal bu gece!.
“Hayır dedi Abdullah!
Harama el süremem.
Diyerek Beni Esed güzelinin yanından uzaklaştı.”
Kim gördüyse bu nuru, bunda hikmet var dedi.
Vecd ile göz süzenler, budur ancak yar dedi.
Ne olursun bu gece, gelip beni sar dedi!
Ama emeline ulaşamadı bir türlü.
Abdullah’taki nuru, gören Beni Esed güzeli.
Daha sonraki zamanda Abdullah,
Aynı sokaktan giderken yine,
O, Beni Esed güzeline rastladı.
Kadın hissiz ve donuktu!
--Ne oldu dedi Abdullah?
Kadın;
--O gün alnında esrarlı bir nur vardı.
Işıl, ışıl parlıyordu.
521
Bu gün o nurdan eser yok!...
Oydu beni cezbeden!
Çünkü Abdullah evlenmişti artık.
Alnındaki nur’u Nebi evlendiği kadın,
Amine Hatun’a geçmişti.
KÂBE GERÇEĞİ
Bu çöl ki, akıl ve hesap dışı!...
Hususi bir nasibin yuvası Mekke!...
Mekke, Kâbe’nin etrafında bir fanus,
Kâbe Mekke’nin içinde bir nur,
Mekke bir şehir, Kâbe bir sur!...
Tek Allah’a, döneceklere mahsus…..
O bir sır, öyle bir sır ki!
Mekânı hiç olmayan istikâmetten münezzeh,
Yer yüzünde bir nokta ki manâ ötesi manâların,
En üstün tecelli mekânı!...
Adem Atadan beri saklanan sır!...
Tüm manâların aydınlanması,
Yine Kâinatın efendisine mahsus!
İbrahim ve oğlu İsmail
Kâbe’nin temellerini yükseltiyorlardı.
Ve diyorlardı ki;
“Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur,
Sen hem işiten hem görensin.”(Bakara 127) Diyorlardı.
Kâbe her yıl, yüz binlerce Müslümanın aktığı,
Yalnız Müslümana mahsus Mekke’nin kalbi….
Kâbe ve zemzem kuyusu etrafında,
Halkalanmış evler,
Arka arkaya sıralanmış,
Bir daire içinde parıldamakta….
Rahmani tüm sırların tecelli merkezi olmakta!...
Semadan çekilen İlâhi oka hedef Allah’ın evi Beytullah!...
Diş diş, tırtıl tırtıl, inişli çıkışlı sıra dağlar.
Tepelerin bir gediğinden,
Sanki Kâbe’ye doğru koşuşulan bir şehir!
Mekke’nin göbeğinde, (Batn’ı Mekke), adında bir çukurluk!
Kâbe bu çukurluğun dibinde bir düzlükte kurulmuş…
Kur’an da:
“Kâbe’yi, insanlar için toplanma ve güven yeri kılmıştık.
522
İbrahim’in makamını, namaz yeri edinin demiştik.
Demiştik ki;
Bana hiçbir şerik (ortak) koşmayın,
Evimi tavaf edenler için, Mekke’de kalanlar için,
Rükû ve secde edenler için, temiz tutun diye,
İbrahim ve İsmail’e ahit verdik. ”(Bakara 125)
Tek noktada,
Bir tek nokta yönünde,
Şu Kâinatı toplayacak olan nur!
Amma, kırıp dökmeden,
Gönüller yıkmadan,
Kim olursa ne olursa, tövbesini bin kere bozmuş olsa bile,
Günahların af olacağı makam!
Bir kez gönül yıkmış ise,
Kıldığı namazın, namaz olmaktan çıktığı yer!
Dini yalanlamayanların yeri!...
YIKMA GÖNÜL
Ey dost şunu öyle bil, Rabbin makamı gönül.
Sakın ha yıkma o makamı, bu olsun tüm gayretin.
Taşınıyor olsa da, göğsünde bir kahpenin!
Yıkma ne olur o gönlü, bu olsun tek gayretin.
Yıktınsa, ne işin var! tavafında Kâbe’nin…
O kalbi viraneye, niçin izzet etmedin?
Belki de yeni baştan, alevlenir sönen kül!
Belki tövbekâr eder, onu bir ziyaretin!
Ey hacı yılda bir kez, hac için tüm gayretin,
Gönüller Kâbesinde, bin olur bir ziyaretin.
ŞEHİRDE DURUM
Bir yandan kuraklık,
Bir yandan da her zamanki gibi,
Hemen daima su kıtlığı,
Kavurucu rüzgâr,
Yağmur yağınca da,
Şehre doğru boşanan,
Kâbe çukurluğunu dolduran sular…
Kocaman sarı ve kahve rengi yılanlar halinde azgın seller!...
Yıpratmış Kâbe’yi!..
Ömründe bir kez, haccın farz olduğu,
Dere tepe düz gidilen bir Kâbe gerçeği!....
Her şeye rağmen ticaret merkezi.
Hac mevsiminde binlerce kişinin ziyaretgâhı.
523
Önemli bir ticaret merkezi….
Daima biriken ve kabaran,
Bir servet yatağı olan Ukaz Çarşısı!..
Burada;
Biçim biçim elvan elvan insan….
Müthiş bir uğultu,
Her türlü alış veriş, köpürüş fıkırdayış…
Giyecek, yiyecek, türlü eşya alıp satanlara,
Çeşitli marifet gösterenlere!...
Bulunmaz fırsat, panayır yeri!...
Burada gece derin,
Ay elle tutulacak kadar yakın!
Uzaklığın altın noktaları yıldızlar!
Bu gök, bu yer, uçsuz bucaksız çöl,
En yırtıcı çığlıklar,
Çığlıklar kadar vahşi olan çıplak tepeler…
Cılk kayalıklar,
Kumda ceylânların ayak izi,
Sarp, yalçın, sert,
Diken, diken bir zemine mıhlı,
Kelebek kanatlı bir hayâl….
FİL VAKASI
Bu kadar tantana ve şaşalı bir hayat,
Kral Ebrehe’yi kıskandırmıştı.
Kâbe’nin manevi haşmeti altında ezilmiş,
Orayı yıkma sevdasına kapılmıştı!...
Bütün Arap kabilelerini,
Seller misali kendine çeken Kâbe,
Hıristiyan Ebrehe’nin gözünde,
Dinî, Siyasî, İktisadî, İçtimaî bin bir sebepten,
Tahammül edilmez bir mekân!
Kendisinin Yemende yaptırdığı Tantanalı kilise,
Hiç mi hiç, ilgi görmemiş gelen giden olmamıştı.
Nur’un dünyaya iniş yılına,
Âmine Hatun’un büyük tecelliye kavuşmasına,
Elli gün var.
Ebrehe ordusu, Kâbe’yi yıkmak için, Mekke önünde görünüyor.
Ordunun önünde kocaman bir fil!
Fil ordusuyla saldırdı Kâbe ye!.
Kureyş’lilerde müthiş bir korku ve telâş,
Dağa çıktılar.
524
Abdülmuttalip;
--Korkmayın sahibi var onun o korur.
Kimse yıkamaz onu!...
Diye teselli ederken,
Bir mucizeye bir tecelliye şahit oluyorlar!
Abdülmuttalip;
…….Haykırıyor!...
………Haydi dönün!
………….Zafer bizimdir!...
Yere çöküp kalan fil,
Kâbe istikametinde, bir adım bile atamıyor!...
Rabbim, evinin yıkılmasına fırsat verir mi hiç !..
Ebrehe’nin şan bulup şerefle haykırmasına!
Hiç müsaade eder mi?...
……Deniz tarafından gelen Ebabil kuşları,
Mercimek büyüklüğündeki taşları yağdırıyor gökten üstlerine!..
Kime isabet edeceği bile belli!.....
Birbirine giren birbirini çiğneyen hayvanlar!…
Ve insanlarda büyük panik!…..
Sonunda yenmiş, ekin tarlasına dönüş ve helâk!...
Bu olayı, Fil suresinde şöyle ifade ediyor Rabbimiz.
--“(Ey Muhammed!)
Kâbe’yi yıkmaya gelen fil sahiplerine,
Rabbinin ne ettiğini görmedin mi?
Onların düzenlerini boşa çıkarmadı mı?
Onların üzerine sert taşlar atan, Ebabil kuşları gönderdi.
Sonunda onları yenmiş ekin tarlasına döndürdü. (Fil 1-5)
Resul-ü Erkemin doğumundan elli gün önce,
O’nun doğum yılındaki zaman şeridinde son manzara işte bu!......
ABDULLAH’IN AMİNE İLE EVLENMELERİ
Abdullah, yirmi beş yaşlarına geldiğinde,
Güzelliği kemâle ermişti.
Etrafta ona talip olanlar çoğaldı.
Bir gün babası Abdülmuttalib,
Çocukları ve akrabalarını topladı.
Kureyş arasında ona uygun,
Onu mutlu edecek birisi nasıl bulunur? Diye sordu.
Oradakilerden biri;
-Medine hakimi, Vehb b. Abdimenaf’ın oğlu, Zübeyr’in kızı,
Âmine münasiptir. Dedi.
525
Hem Abdullah’ın hem de Âmine’nin büyük babaları aynı kişiydi.
Abd’i Menaf!
Abdullah’ın alnında Peygamberlik nurunu görünce,
Kızı Âmine’yi, Abdullah’a vermeye razı oldu.
Ve Abdülmuttalib’e:
--Ey Abdülmuttalib!
Şu eşraf huzurunda ricamı kabul buyur
Abdülmuttalib:
--Can baş üstüne her ne ise buyurun.
Vehb:
--Hepiniz bilirsiniz ki,
Kızım Âmine, iffet ve temizlikte,
Bu asrın kadınlarının en üstünüdür.
Nice Emir ve Melik onunla evlenmek istedi.
Ama vermedim.
Hazurunun huzurunda, onu Abdullah’a nikâhlamak istiyorum.
Eğer razı olursan çok mesrur olacağım!
Abdülmuttalib, bu teklife rıza gösterdi.
O gece Recep ayının ilk Cuma gecesiydi.
O geceye Regaib Gecesi dediler.
Böyle bir gecede kıyıldı nikâhları.
Bu gecede gerdek gerçekleşmişti.
Ey semanın ve yerin sakinleri,
Biliniz ki;
Saklı duran Nur’u Muhammed’i,
Bu gece ana rahmine kondu.
Âlemlere rahmet olarak gelecek son peygamberin,
Teşrif etme vakti gelmişti.
Bu gecede, nutfe ve cisim, Cevher’i Muhammed,
Âmine’nin sedefinde karar kıldı.
O Âlemlerin efendisine hamileydi artık!....
Amine iki aylık gebe iken,
Abdullah, hurma mevsimi nedeniyle Medine’ye gitmişti.
Dönüşünde yolda hastalandı.
Hakkın Rahmetine kavuştu….
İbn-i Abbas tan rivayet edilir ki;
Abdullah ölünce, Melekler Allah’a şöyle dediler :
“---Ya Rab,
Cümle kulların arasında,
En zayıf durumda iken,
Âlemleri hürmetine yarattığın,
526
En keremli sevgilin Muhammed’i,
Ana karnında yetim bırakmanın sırrı ne?”
Hitap;
--Baba, çocuğunu büyütmek,
Edep öğretmek ve korumak içindir.
Benim habibim için ben varım.
Benden başkasının büyütüp öğretmesine,
İhtiyaç yoktur.
O’nu koruyan, ve ona yardım eden, ancak benim.
O’nu ancak ben terbiye eder, korurum.
Habibim bana “YA RABBİ!” demeli,
İsteyeceğini benden istemeli.
Kâinatın Efendisi;
Asli nesep hattı üzerinde, HZ. İbrahim’den beri,
Vahdaniyete bağlı, din üzerindeki kişiler arasında,
Şirke, Küfre bulanmamış,
Puta tapmamış ve ona inanmamıştır.
O, bütün bunlardan münezzehtir.
Ol Muhammet Mustafa’yı, bekler oldu kâinat.
Fermana boyun eğmiş, ayrılığa yok mecal,
Öyle bir âlemdir ki, yaratılmış kat be kat.
Ne hüküm geliyorsa ondan, odur ancak tek celâl!
Zaman ve mekân içinde, nice Resuller gelmiş,
Mukaddes Resullük bayrağını, bir birine teslim edip,
Yüce Rabbin emri ile, birer, birer göçüp gitmiş.
BÜYÜK BEKLEYİŞ
HZ. İsa’dan tam altı asır sonra görünen manzara,
Dairenin tam devri halinde,
Başladığı noktadan tekrar sıfıra dönüş.
Sarı, siyah, bazen da yeşilimtırak steplerde bir akış!..
Mankafa birkaç Put bırakış.
Beş duyu plânında bir yaşayış,
Mabudunu bu plânda arayış!
Geçen her bir zaman diliminde tekrar sıfıra dönüş!...
Gelinen nokta korkunç bir hiç!..
Bu hiçten başka bir şey olmayış!....
Şimdi bütün kâinat, kaybettiği her şeyini,
Ama her şeyini yeniden yeni baştan,
Yepyeni bir yekûn çizgisi altında toplayacak,
527
Bir yenileyiciye, yenileyicilerin yenileyicisine muhtaç!...
Şu dünyada beklenen o andı işte!..
Sadece beklenen, sıkılan daralan boğulan bir dünya!..
Öyle bir dünya ki!
Bir yanlışta bitirilmiş ve eskitilmiş yanlışların, yanlış dünyası!...
Eski doğruların doğru gelmesi,
Beklenen nurun inmesi için..
Bu şartlardan daha önemli ne olabilir ki!..
…O gelecek!
………..Eskileri yenileyecek!
………….Mutlak yeniyi getirecek!
Ve diyecek ki;
…..İşte solmayan renk,
………Geçmeyen an,
………….Silinmeyen yazı..
…………….Yanılmayan ölçü,
………………...Yeni bir zaman….
…..İşte bu nurun yere indiği çerçeve….
……….Bu çerçeve ne kadar derin ne kadar korkunç!
…………….Arzın dibine çekilişi,
………………Bir sükût, derin bir sükût içinde…
Ta ezelden ebede sürüp gidecek olan,
Vahdetten uzaklaşıp,
Yol gösterirler diye,
En süflî hayâl peşinde koşup,
Yüzlerce Put türetilmiş!....
En üst, en üstün semavi hikmetten,
En süflinin süflisine düşmüş insanlık!
Kız çocuğunu diri diri gömecek kadar vahşilik,
Hissizliğe gömülmüş, süfli insanlık.
…Şarabın,
……Zinanın,
………Kumarın,
…………Falın delisi insanlık.
…….Kibirli,
………Müstehzi,
…………Zalim, hilekâr insanlık.
Öyle bir insanlık ki;
Derin bir şeref hissiyatı içinde asalet delisi olmuşlar!...
Yaratıcıdan aldıkları his ve duyguyla,
Parıl, parıl parlayan güneşi kıvılcıma çevirerek,
Nefsani arzularını, tatmin için,
Buram, buram tüten çölü,
528
Yangın yerine çevirmişler!..
Dilindeki lisan harikası ile şımarıp,
Bir eli gökte, bir eli yerde,
Hem yazıp hem okumuşlar.
En girift tezatların ruhu,
Elle tutulacak kadar yakın,
Amma, aynı zamanda uzaklığın altın noktaları!….
Aslında zehir dolu, bir şişedir bu âlem,
Güneş de kadehini doldurur ondan her dem.
Zamanın sakisiyle, ikramdadır her zaman,
Mutluluk duyan insan, sanır ki budur zemzem!...
Çöl, uçsuz bucaksız kum denizi,
Berrak bir sema, yıldızlı, mehtaplı,
İşte böyle gecede, böyle bir gecede yürüyüş.
Görünen tek tük yeşillik,
Seyrek seten hurma ağacı,
Zamanın akıp giden ahengi ve….
Ve bu ahengi adım, adım sayan deve….
Bu engin kum denizinde,
Sarı kumlarda rüzgâr dalgalarının izleri…
Bir yılan kıvrımı gibi,
Birbirine paralel, kıvrım, kıvrım nice izler sıralanır!
Zehirli yılan kıvraklığında kum tepelerinde gezinir!..
Bir rüzgârın izini, başka bir rüzgâr siler süpürür.
Kendi izini çölün yüreğine nakış, nakış işler.
Bu izler, çölün yalnızlığına isyan eden,
Küme küme sıralı, bazalt kayalarının siyahında kaybolur.
Bu kayalığın sert yüzü milyonlarca yıldan beri,
Rüzgârların kırbaçladığı işkencenin göstergesidir.
….Hayalin en parlak mekânını,
…..….Evlerini billurdan,
……….Sokaklarını fil dişinden,
…..………İnsan emeği yok gibi gökten düşme bir şey…
……………İşte İlâhi mucizeyi Kâinat’ın efendisini,
………………….Sabırsızlıkla bekleyen,
……………………Onu karşılamaya hazırlanan manevi zemin!....
…………..Kum zerreleriyle örülmüş,
…………..…Bir yatak çarşafı gibi dümdüz satıhlaşan,
…………….…….O çerçevenin, üstünde tüten,
…...………………..Her şeyi kapsayan erişilmez nimet!...
529
………………………..En ulvi giriftlerin,
…………………..………...En derin mücerretlerin dili….
……………..Bu lisan elinde oldukça çöl adamı diye bir şey yok!
Ancak! İlahî sır icabı çöllerde saklı kalmış,
Belki de, bu yüzden çürümekten kurtulmuş,
Ayrı bir insanlık var!.
……Sarp,
………Yalçın,
…………Diken diken bir zemine mıhlı,
……………….…Kelebek kanatlı bir hayal!...
Onu bakıp gözeten öbür çöllere bak,
Orada yaşayanlara bak!..
Dilleri yalnız kaba eşyaya ve hareketlere ait,
Put heceli hırıltılara bak!...
GEBELİK BELİRTİLERİ ve BÜYÜK BEKLEYİŞ
Bu konuyu birlikte ÂMİNE HATUNDAN dinleyelim.
Âmine Hatun:
---Hamileliğim süresince bir ağırlık görmedim.
Bir sıkıntı çekmedim!
Karnımdan daima güzel bir koku geldi!
Geceleri zikir ve teşbih sesleri duyardım!
Gebeliğimin yedinci ayındaydı,
Bir rüya gördüm.
Rüyamda esrarlı bir kişi!
Gelip yanıma dedi ki!
“--Ey Âmine!
Sen öyle birine hamilesin ki!.
O, Âlemlerin nurlu kişisi!
O doğunca ona, Muhammed adını ver!
O son peygamber Muhammed Mustafa!..
Rüyanı kimselere söyleme!..”
Günlerden bir gün, Abdülmuttalip, Kâbe’ye gitmişti.
Evde benden başka kimse yoktu.
Kulağımda müthiş bir çınlama,
Anlaşılmaz bir seda, bir avaz vardı!
Korktum, korkudan kala kaldım bir anda,
Ak bir kuş belirdi, hemen yanı başımda!
Gelip arkamı sığadı.
O anda, korkularım kayboldu!
Bana bir tas içinde şerbet sunuldu.
Alıp içtiğim anda kalbim nurla doldu.
Tam bir sürur ve ferah doğdu.
530
Çokça hatunlar belirdi o anda,
Halka olup oturdular yanımda,
Şaşırdım!
Acep kim ki bunlar diye içimden geçirirken?
Onlardan biri,
-Ben Adem’in karısı Havva’yım dedi!
Bir diğeri,
--Ben İbrahim’in karısı Sâra’yım!
Bir başkası,
--Ben Firavunun karısı Asiye’yim!
Diğer biri,
--Ben İmran’ın kızı Meryem’im!
Ben, İsa’nın anasıyım!
Ötekiler de, Cennet Hurileri!
Teşrif edecek olan Muhammed’i,
Mükerrem Nebiyi,
Tazim ve yüceltmek için buradayız! Diyordu!...
Her geçen zamanda yeni sesler duyar oldum.
Tam bu sırada gökten bir perde çekildi önüme!...
Bu perde, doğacak çocuğu, Cinlerden saklamak içindi!
Yeşil kuşlar uçuşmaya başladı.
Burunları yeşil zümrüt, kanatları yakuttu.
Göğsüme kadar yaklaştılar öper gibi yaptılar.
Çevremde dönmeye başladılar!..
Yüce Hak, perdeyi gözümden kaldırdı.
Bütün âlemi bana açtı.
Doğuyu ve batıyı gördüm.
Gördüm ki, bana üç sancak getirdiler.
Onların birini doğuya,
Birini batıya, Birini de Kâbe’nin üzerine diktiler!
Semada bazı adamlar gördüm.
Ellerinde cevâhir leğen, ibrik ve altın tas tutuyorlardı.
Yine gördüm ki!
O, Mükerrem çocuk,
Allah’ın sevgilisi, Kâinatın efendisi,
Zahmet vermeden, meşakkat çektirmeden,
Âlemlere rahmet olarak dünyaya geldi.
Sene beş yüz yetmiş bir, Nisanın yirmisi,
Gece sabaha karşı, doğdu ol nur tanesi.
Âlemler nurla doldu, hem de onun hanesi!...
Bakıp gördüm ki;
531
Sünnet olmuş!
Göbeği kesilmiş!
Beyaz bir ipekliye sarılmış!
Başını yere koymuş, secdeye varmış!
Şahadet parmağını göğe doğru uzatmıştı.
Bembeyaz bir bulut içinde kayboldu!...
O anda bir ses yükseldi!
O ses, doğuya ve batıya dolaştırın o çocuğu!
Gezdirin deryaları gezdirin ki!
Bilsinler anlasınlar onu,
İsmiyle cismiyle diyordu!...
…..Bir melek,
……….Eğildi onun kulağına!
…………Müjdeler olsun Ya Muhammed diyordu!
…………………Müjdeler sana!..
Hiçbir peygamber kalmadı ki;
Onun ilmi sana verilmemiş olsun!
Sen ilimde en üstün kalpte en yiğitsin!
İşte bu gördüğüm rüya, sonunda gerçek oldu,
Gerçek diyordu Âmine Hatun…….
Safiye, Abdülmuttalib’e şöyle dedi:
--Muhammed doğduğu gece, ben yanındaydım.
Doğum anında bir nurun zuhur ettiğini gördüm.
O gece altı alâmet belirdi.
Birincisi:
Doğduğu gece secde etti!
İkincisi:
Anlaşılır bir dille,
“Şahadet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur.” Dedi.
Üçüncüsü:
Büyük bir nur oldu.
Dördüncüsü:
Onu yıkamak istediğimde,
Ey Safiye! “Biz onu yıkadık pak ettik” Diyordu.
Beşincisi:
Sünnet olmuş ve göbeği kesilmiş gördüm.
Altıncısı:
O’nu bir şeye sarmak istedim.
Sırtında bir mühür gördüm.
Üzerinde, şahadet yazılı idi.
İBRAHİM’İN DUASI VE İSA’NIN MUŞTUSU.
İsa’nın muştusu dünyayı aydınlatmıştı.
532
Kur’an’ın ifadesiyle:
İbrahim şöyle dua etmişti;
“ Rabbimiz! Onlara kendi içlerinden,
Senin ayetlerini kendilerine okuyacak,
Onlara kitap ve hikmeti öğretecek,
Onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder.
Doğrusu güçlü ve hakim olan sensin “(Bakara 129)
“Nitekim biz size ayetlerimizi okuyacak,
Sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek,
Bilmediğinizi bildirecek aranızdan bir Peygamber gönderdik.! ” (Bakara 151)
İsa’nın müjdesinde ise;
Ahmet ismi şerifi, şöyle zikredilmektedir.
Kur’an da;
“Hatırla ki, Meryem oğlu İsa;
Ey İsrail oğulları!
Ben size, Allah’ın elçisiyim, benden önce gelen, Tevrat’ı doğrulayıcı ve
Benden sonra gelecek Ahmet adında bir Peygamberi de,
Müjdeleyici olarak geldim demişti.
Fakat o, kendilerine açık deliller müjdeli haberi getirince,
‘Bu aşikâr bir büyüdür’ dediler.” (Saf 6)
Süleyman Çelebi,
Doğum olayını şöyle anlatıyor:
Amine Hatun Muhammed anesi,
Ol sedeften doğdu ol nur tanesi.
Çünkü Abdullah’tan oldu hamile,
Vakt erişti hefte-hü eyyam ile.
Hem Muhammed gelmesi oldu yakın,
Çok alâmetler belirdi gelmeden.
Ol Rebiyyül evvel ayın nicesi,
On ikinci gece isneyn gecesi.
Ol gece kim doğdu ol hayr-ül beşer,
Annesi onda neler gördü neler.
Dedi gördüm ol habibin annesi,
Bir acep nur ol güneş pervanesi.
Berk urup çıktı evimden nagehan,
Göklere dek nur ile doldu cihan.
533
Allah resulü sürpriz olarak ortaya çıkmış birisi değildir.
O daha gelmeden, asırlar öncesinden haber verilen,
Gelmesi bütün cihan tarafından beklenen,
Bir Nebi, bir Nur dur.
DOĞUMLA BELİREN MUCİZELER
Âmine Hatun’a yine mucizeler gösterildi!...
Şöyle ki:
………………………………….Doğum anında.
…………………….……..Çevirdi etrafını,
……………………….Çevirdi nur halesi!
………………..O halenin içinde göründü,
……………Göründü Şam beldesi.
………..O belde peygamberler bucağı,
…..Hem bucak hem kavşağı!….
Peygamber efendimiz öyle âlicenap zattı ki!
Cümle zaman ve mekân onunla şeref buldu.
O doğduğu gece, Rabbim Meleklere şöyle dedi:
“Göklerin ve Cennet’in bütün kapılarını açın!
O gün doğan Güneş,
Diğer günlerden daha nurlu, daha Ruşen doğacak.”
Riayet odur ki;
Muhammed doğduğu zaman o çocuktan bir nur çıktı.
Annesi o nurun içinden Kâbe’yi ve Basra şehrinin sarayını gördü!...
O doğduğu zaman,
Yedi kat gök ehli, onu görmeğe geldi.
Cennetten gelen iri gözlü ve güzel yüzlü Huriler,
Nurdan bir tabak içinde ona nur saçtılar.
O bir nurdu! Gölgesi yoktu onun!
Harem-i Şerif in kapısına ayak basacağı iklim!....
İslâm selinin havuzunu doldurup,
Bütün yer yüzüne, kol kol, dağılacağı mekân!
Ve Veeeee!...
Dört kıtaya yayılacağı merkez!....
Mekke de doğan ebedi sabah!....
Nur yumağı yavrunun göbeği Hilkatten kesilmiş,
Ve de sünnet olmuş!
…Adem,
..…Şit,
…....İdris,
534
…..….Nuh,
……..…Lut,
………....Yusuf,
…………….Musa,
………..…….Süleyman,
…………………Yahya,
…………………...Ve de Hud’dan sonra;
Sırtına Nebilik mührü vurulan!...
Gözleri sürmeli, hikmetli!...
Alemlerin Efendisi Muhammed Mustafa……
ÜST ÜSTE GÖRÜLEN HARİKALAR
İran’da;
Kisra’ların sarayında çöken on iki burç!
Yerin dibine geçen Taberiye gölü!
Ateş perestler’in asırlardır yanan ateşinin sönüşü!
Bütün bunlar.
O yavrunun dünyaya gelişindeki oluş!...
Yine o dem, Kâbe de ki bütün putların yüz üstü düşüşü!...
Allah Resulünün amcalarından Ebu Leheb!
…………Nesep yönünden,
…………….Nur koluna bitişik amma!....
………O nura çektirdi el aman.
…………Küfrün timsali!
…………….O en büyük dâvaya!
……Onun dâvasına, en büyük düşman!
Dipsiz küfür ummanı içinde kaynayıp duran, lanetli insan!...
SÜT ANNE HALİME
…….Nur çocuğunu,
……….İlk emzirenlerden birisi,
……………Ebu Leheb’in azatlı cariyesiydi.
O dönemlerde yeni doğan çocuğa,
Süt anne bulmak adettendi.
Beni Saad kabilesinin süt anneleri,
Yine Mekke’ye geldi.
Allah’ın resulünü o öksüz diye!
Kimse kabul etmedi.
Kadınlar zengin ailelerin süt çocuklarını buldu.
Bir tek Halime Hatun kaldı eli boş.
535
Gözlerinde yaş!
Tam döneceği sırada karşılaştı Abdülmuttalib ile,
Abdülmuttalib sordu;
-Sen nerelisin?
Kadın;
-Benî Saad kadınlarındanım.
-Adın nedir senin?
-Halime.
Abdülmuttalib; Ne güzel, iki haslet bir arada!
Dünyanın hayrı ile, ahiretin izzet ve şerefi bu isimlerdedir.
-Ey Halime;
Benim yanımda bir çocuk var.
Onu hiçbir kadın almadı!
Gel sen bari al onu emzir!
O yüzden belki mutluluğa erersin! Dedi.
Halime müsaade et kocama bir sorayım dedi.
Döndü kocasına, şu yetim çocuğu da ben alsam dedi.
Kocası;
-Almanda bir beis yok.
Belki Allah bize onun yüzünden bol bereket ve hayır ihsan eder. Dedi.
Sevindi Abdülmuttalib.
Birlikte Âmine’nin evine geldiler.
Âmine Hatun, Halime’yi çocuğun odasına götürdü.
Zordu eli boş olarak geri gitmek.
Sarmışlar vücuduna, yeşil bir ipek,
Yakışmış nur yüzüne, yakışmıştı pek!
Miski amber kokuyor hem sütten de ak!
Mışıl mışıl uyuyor, şu masuma dön bir bak!...
Koyunca elimi onun nurlu göğsüne,
Açtı gözünü gülümsedi o bana.
O kadar güzeldi ki, gözümü ondan alamadım.
O da, çok sevmişti beni!...
Gözleriyle gökleri tutan, bir aydınlık fışkırdı.
Öptüm iki kaşın arasından, bana bakıp hıçkırdı.
Sağ mememi ona verdim, emdi, emdi.
Sol mememi de kendi çocuğuma verdim.
O da dilediği kadar emdi!...
Nur çocuk,
Hiç bir zaman sol mememi emmedi!...
O günden sonra, Halime’nin,
536
Değişti her bir şeyi.
Keramet çocuktaydı!
Gökten bereket, yerden feyiz fışkırdı.
Cansız merkebe can,
Sütsüz ve kavruk deveye bol süt!..
Bütün kabile kıtlık denizinde çırpınırken,
Onlar bol nimet içinde yüzmeye başladılar.
O zaman yer yüzünde,
Beni Saad toprağı kadar kurak başka toprak yok idi.
Ama Halime’nin koyunları,
Hem sütlü, hem karınları tok olarak dönüyordu evine!
Komşuları hayretler içinde kalıyorlardı….
Aradan iki yıl geçmiş,
Nur çocuk artık sütten kesilmiş yürümeye başlamıştı.
O sekiz aylıkken konuşuyor, konuşulanı dinliyordu.
Tekbir getiriyordu.
Esrarlı bir ciddiyet, hususi bir hal….
Ağır başlılık onunla hem hal olmuştu.
Süt kardeşi Şeyma,
Bir öğle vakti almış kırlardaki kuzuların arasına götürmüştü onu.
Halime kızdı kızına,
Öğle sıcağında ne işiniz var!
Ya güneş çarpsaydı diye azarladı kızını.
Kızı;
Anneciğim bize sıcak vurmadı!
Nereye gittiysek,
Kardeşimin üzerinde,
Bir bulut dolaştı, bizi gölgeledi.
Güneş bizi çarpmadı!...
Nur çocuk iki yaşını bastığında çok gösterişli olmuştu.
Bir gün süt kardeşi Abdullah ile,
Evlerinin arkasındaki,
Yeni doğmuş kuzulara bakmaya gitmişlerdi.
O sırada yanlarına,
Beyaz elbiseli iki kişinin geldiğini gördüler.
Onlar, Muhammed’in karnını yararak,
Ellerini çocuğun karnına soktuğunu görünce şaşırmışlar.
Bunu gören süt kardeş, gelip Halime’ye haber vermişti!
Koşmuşlar kocası ile birlikte Nur çocuğun yanına…
Rengi biraz sararmıştı amma yüzü gülüyordu!
Sordular;
-Sana ne oldu?
537
Şöyle cevap verdi nur çocuk;
Çocuklarla oynarken, iki adam geldi.
Tuttular beni anideden!
Ellerinde altın bir leğen vardı.
İçi kar ile, dopdoluydu.
Arkadaşlarımın arasından tek beni,
Yalnız çekip aldılar.
……Yatırdılar bir yere.
…………..İçlerinden biri.
………...…..Karnımı yardı.
………………..Ben seyrederken onu!
…………………….Uzuvlarımı çıkardılar leğendeki kar ile yıkadılar!
…………………………Yine koydular titizlikle yerine!
Göğsümü yarıp, kalbimi de çıkardılar.
Birkaç damla kan boşalttılar içinden!
Bir mühür gördüm.
Sanki nurdu o mühür, onunla mühürlediler!
Sonra da yarılan yerleri sıvazlayıp okşayarak ayağa kaldırdılar beni!...
GÜNAH nedir bilmez o, namus göğünün ayı,
Şerefyap olurlar da, çekmezlerdi o GÜN AH!
PAYI ondan alırlar, namus ehli olanlar,
Muhammed’in nuruyla, parlar göğün ŞAFAĞI.
Süt anne Halime,
Bu çocuğa bir şey olacak diye korkmaya başlamıştı.
Onu kendi annesi,
Âmine’ye teslim etmeye karar verdiler.
Alıp onu Mekke’ye getirdiler.
Abdülmuttalib sordu!
-Ey çocuk, sen kimsin?
-Adın ne senin?
Çocuk!
-Ben Abdülmuttalib’in oğlu,
Abdullah’ın oğlu, Muhammed’im. Dedi.
Abdülmuttalib,
-Ben senin dedenim.
Canım sana feda dedi.
Alıp O’nu bağrına bastı.
Öptü, öptü…
Altı yaşlarındaydı Muhammed.
HZ. Amine, Halime’ye sordu;
-Çocuğu niye getirdin?
538
Halime,
-Artık oğulcuğumu Allah büyüttü.
Ben üzerime düşeni yaptım.
O’nu salimen size teslim etmeye geldim.
Dedi çekinerek.
Korktuğunu anlamıştı Amine,
Şöyle dedi.
- Ben O’na hamileyken,
İçimden bir nurun çıktığını,
O nur’un, Şam topraklarını,
Busra’daki sarayları aydınlattığını gördüm!
O doğduğu zaman,
Ellerini yere dayamış,
Başını da semaya kaldırmıştı!
Muhammed’i bize bırak,
Selâmetle evine dönersin inşallah!
Deyip uğurladı Halime’yi.
O NUR ÇOCUK, ŞEKİL VE ŞEMAİLİ
Mekke de bir gül gibi büyüyor,
Dedesi Abdülmuttalib onu gözetiyordu…
Günlerden bir gün, annesi Amine,
Yanına Ümmü Eymen’i de alıp,
O’nu dayılarının yanına, Medine’ye götürmüş idi.
Oradan dönerlerken,
Anne Amine yolda hastalandı!...
Gözlerini biricik oğlundan ayıramıyordu.
Ağzından şu mısralar dökülüyordu;
“Oğlum!
Rüyalarda gördüğüm gerçek.
Sen, insanlığa gönderilen Peygambersin!
Helali, haramı, bildirmeye ve ceddin İbrahim’in dinini,
İhyaya memursun.
O din İslâm, çünkü Allah, İbrahim gibi seni de putlardan,
Puta tapanlardan korudu.
Gitme ey anacığım, hicranınla zar eyleme,
Ateşinle yandırıp, şu gönlümü har eyleme,
Sabır taşım çatlatıp, gam yükünü kâr eyleme,
Çekemem ben bu yükü, çekemem anacığım!
Ey
Oğul!
Her diri elbet ölür.
539
Her yeni elbet eskir,
Her yaşlanan göçer,
Benim de göçme vaktim gelecek ben de öleceğim.
Öleceğim amma!
Senin gibi temiz bir vekil bırakacağım için çok mutluyum.
Adım yaşayacak deyip, Rahman’ı rahmete kavuştu.
Babadan öksüz çocuğu, yetim bıraktı.
Şu fani ömür çarkı, sanma ki boşa döner,
Mevsimler gelir geçer, baharlar kışa döner,
Bal kaymak diye yenen, zehirli aşa döner,
Tüketilen bir ömür, geri dönmez bir daha.
O günden sonra, Allah’ın Resulüne,
Cariye Ümmü Eymen bakacaktır.
Muhammed’i alıp, Mekke’ye o getirecektir.
Ve Abdülmuttalib’e teslim edecektir.
ŞEKİL VE ŞEMAİLİ
Allah’ın son resulü, Muhammed Mustafa,
Yaradılışça, ahlâkça, bütün insanların,
En güzeli en mükemmeli!..
Allah onu övmüş yaratmış.
Bütün uzuvlarını mütenasip kılmış.
Endamı lâtif, cildi ipekten zarif idi.
O, Allah sevgilisi, o ufuk peygamber,
O, gaye insan o, varlığın tacı……
Karşımızda insanoğlunun en güzeli….
Boyu, uzunla orta arası,
Her uzvu arasında mütenasip bir terkip,
Öyle bir terkip ki, gizli sırrı belirten endam…
Kâinatın efendisinde şekil ifadelerinin,
En tılsımlısı, ahengi bir birine denk,
Baştan aşağı ahenk.
Kirpikleri uzun, gözleri kara,
İki kaş arası açık,
Buğday tenli, gül yanaklı.
Mübarek yüzünde, nur parıl parıl dı!...
Tenini koklayan misk-i amber alırdı.
“Ne kıvırcıktı ne düz saçları,
Hilali andırırdı kalem kaşları,
Kar tanesi gibi inci dişleri,
Gülünce yüzünde, güller açardı.
540
Yüzüne bakanlar, alırdı nuru,
Gülmesi tebessümdü saf, dupduru,
İçi dışı birdi, emin ve doğru,
Örnekti her şeyde, İbrahim soyu.”
Zeynep Ayla Sütçü
………Hiç bir cinsin esrarlı terkibinin,
………….Yetişemeyeceği bir cilt yapısı.
…………………Hafif kırmızılık,
………………Pembelikle karışık beyaz!
……………………Tarif edilmez beyaz.
…………Yakıcı Güneş’in, fazla kanın tesiriyle,
…….Hafif esmer ve kırmızıya çalan nurani bir beyazlık!..
Bu beyazlığı,
Ne fildişi,
Ne gümüş,
Ne has ekmek, ne de ak buğday anlatabilir.
…..Ben beyaza hayranım,
…..Beyaz temiz, beyaz saf,
….Beyaz arı!...
…..(B)eyaz bulutta serin, yağmurda karda arık,
…..R(E)nk cümbüşünde hoppa, birazcıkta şımarık.
…..Ba(Y)ram gününde sevinç, neşe bayram yerinde,
…..Şaf(A)ğında günaydın, günaydın göz ferinde,
…..Beya(Z) her zaman güzel, son evin mermerinde.
……Beyaz oyada sabır, kahkaha papatyada,
………Beyaz pamukta ılık, sedefte nurdan oda.
…………Mahyalarda bir dua, mabette huzurdan iz.
……………Beyaz ana sütünde, Meryem’de daha temiz.
Âlemlerin uğruna yaratıldığı,
O yüce Peygamber’in başları büyük.
Bu muhteşem kafa!
Fikir ve bütün insanlığın,
Takip edeceği yola ait plânlarla dolu!
Mukaddes muhafaza.
Harikuladeler harikuladesi…
Saçlardan çıkan rayiha,
Koku saçan ne varsa hepsinin rüyası….
…..Açık bir alın,
……..Bu alın yanında, kartal yuvası,
541
…………..Serçe tüneği bile değil!...
Hiçbir mabedin cephesi,
Bu kadar heybetli olamaz.
…….Kaşlar ince uzun,
……….Uçları hafif açık,
…………Aralarında bir damar,
………Öfkelendikleri zaman, kabaran bir damar.
Sakinleştiği zaman, kaybolan bir damar.
Gözleri büyük ve siyah,
Bir çift siyah incinin üstünde!
Dünyaların kurtuluşuna kefil bir şule!….
…..Gözleri etrafında,
……..Hafif bir pembelik,
………....En güzel gözle,
……… Göz zeminini tamamlamış İlâhi esrar!…..
….En ileri haddine kadar gören gözler!
……….Gökler kadar dipsiz,
…………..Zıt tarafı da, görmeye mezun!...
Ama’ların gözünü açan,
İsa peygambere karşılık!
Kör insanlığın kalp gözünü açmaya gelen son Resul….
Ve ona mahsus gözler!.....
…..Hiç bir ağız ve diş bu kadar güzel olmadı!
…………Kıvrımların en vezinlisi,
…………….Fevkalâde bir ağız!
………………Hafif seyrek,
………………….Sanki nurdan yontma, parıl parıl dişler.
Ölçülü, uzun bir boyun,
Göğsünün tam ortasından göbeğine kadar,
Tek çizgi halinde kıllar.
…….Göğsünde başka kıl yok!
……….İşte bu çizgi,
…………Allah resulüne ait, (Şakkı sadr)
…………….Göğüs yarılmasının delili….
……….Baldırlar çok zarif,
………….Belirleyici nispette ince,
……………..Arşa basan ayaklar büyükçe,
…………………Eşsiz asaletini besteleyen,
…………………….Parmakların zarafeti….
Diyordu ki;
“Kardeşim Yusuf benden beyazdı,
542
Fakat ben ondan güzelim!”
Allah ona dedi ki;
“Sen büyük bir yaratılış üzerindesin”
Nur yolunun fışkırır noktası,
Derinlik ve incelik madeni…
Hazreti Fatıma;
Babası ve Allah’ın sevgilisi Muhammed için diyecektir ki:
“Yusuf’u gördüklerinde, ona hayranlık duyup,
Ellerini kesmiş olanlar eğer gördüklerimi görselerdi,
Göğüslerini parça parça ederlerdi.”
Konuşması, çok mu çok etkileyiciydi.
Ağır, ağır konuşurdu.
Konuşurken kelimeleri saymak mümkün olurdu.
Bir kelimeyi yerine oturturken,
Başka kelime arkasından gelirdi.
Bazen kelime tekrarları olurdu.
Lâmbanın ışığını yükseltir gibi tekrarlanır kelime.
Acele yok, telâş yok!
Zahmet ve sıkıntı yok!.
Zarafet ve hakimiyet çok!…
…..Sol omzunun arkasında,
…….Kalbinin hizasında sırtının ortasında,
……….Büyükçe bir ben küçük bir adacık misali!
…………….Nübüvvet mühürü!..
………………Onun Nebiliğini tasdik,
…………………Allah’ın varlık ve birliğine iman,
……………………Kurtuluş ve ebedi oluş,
……………………..Ancak eteklerine yapışmakla olur.
Böyle düşünen herkes,
Cinsi, milleti, milliyeti,
Yaptığı iş ne olursa olsun,
Evet Allah Birdir deyişi,
Ve, ve de!..
Kelime-i şahadet getirişi kurtuluşa yeterli!.
Abdülmuttalib’in VEFATI VE AMCA EBU TALİP
Allah’ın sevgilisi sekiz yaşında iken,
Dede Abdülmuttalip vefat ediyor.
Kureyşliler ona çok saygılı idiler.
Onu çok da severlerdi.
O ölünce cenazesini şimdiki adı ile, Cennet-i Muallâ ya defnettiler.
543
Abdülmuttalib, uzunca boylu,
Büyük başlı, yakışıklı, sabırlı akıllı,
Terbiyeli anlayışlı, heybetli, mert ve cömert bir zattı.
Abdülmuttalip ölmeden tembihlemişti.
Bundan böyle onu, amcası Ebu Talip hamilik edecekti....
Ona Abdullah’ın oğlu Muhammed, sana emanet demişti .
Üzerine titre, ben şu âlemde,
Bundan güzel bir yüz görmedim.
Bundan güzel bir koku duymadım demişti!
Onun vefatından sonra,
Artık nur çocuk!
Ebu Talip’in damı altında barınacaktı!
Onun himayesindeydi!...
Artık o, amca Ebu Talib’e, tabi yaşamaya başlamıştı.
O yıllarda Mekke’de kıtlık baş göstermiş,
Her taraf kurumuş, bir damla su yok!
Kum taneleri bile dillerini çıkarmış,
Göklerden, bir damla yağmur dileniyordu!
Kaynaşan kaynaşana,
Yağmur istemek,
Lütfuna sığınmak için,
Bir sürü put ismi sayılıyor.
Onlardan yardım dileniyorlardı!
Bu sırada aklı selim sahibi, çizgili bir yüz,
Ebu Talibi hatırlıyor.
Ve diyor ki;
……..İbrahim sülalesinden,
………..Aramızda insanlar varken,
……………Başka vasıta aramak niye?...
………………..Ebu Talibe gidelim,
……………………...Bulursa o çare bulur bize!..
Gidiyorlar!...
…………Dinliyor dertlerini,
……………..Elinde bir çocukla çıkıyor evinden.
……………….Doğruca Kâbe’ye gidiyorlar birlikte..
……..Kaynayan güneş!
………..Bulutsuz gök!...
………….Yağmur bekleyen gözler,
544
……Dönüyor güzel çocuğa!…
………Göğe doğru kalkan,
…………...Minicik şahadet parmağı,
……………….….Ve!
……………….Her tarafa üşüşen bulutlar,
………………….Bir anda yağmaya başlayan rahmet!....
TİCARETE BAŞLAYIŞ YOLLAR VE YOLCULUKLAR
Ebu Talibin işi,
Diğer Kureyş büyükleri gibi ticaret…
Arada bir o da, seyahate çıkıyordu.
Bu kez yanına on iki, on üç yaşlarına girmiş nur çocuğu da vardı.
Kardeşi Haris ile birlikte çıkıyorlardı yolculuğa…
………Ufuklar,
……………Ah o ufuklar,
………………Kovaladıkça kaçan,
…………………..Kaçtıkça kovalanan çırıl çıplak ufuklar!...
………….…..Yer kürenin sathında,
…….………Çepeçevre bir düzlük….
……….Düzlüğün üzerinde bir kervan,
……..Bu kervan göçünde nur çocuk da vardı!
Bir
Bilse!
Bir bilse
Bu kervanın,
İçinde kim var!
Acaba bu kervan kimi götürüyor?
……………………..Ah bir bilse!...
…………………..Zaman ve mekân boyunca,
………………Gelmiş ve gelecek,
…………..Bütün insan yürüyüşleri,
……….Onun peşinde yalnız onun peşinde!..
Yollarına devam ettiler.
Dere tepe düz gittiler.
Şam yakınlarında bir nehir kenarına vardılar.
Orada İsa dininin bağımlısı,
Pek gelip gidenle ilgilenmeyen,
Bahira adında bir Rahip inzivaya çekilmiş,
Arada bir de ibadethanenin penceresinden,
Gelip geçen kervanları gözlüyordu.…..
Gökte bir bulut gördü,
545
Şimdiye kadar gördüklerinden farklı idi bu bulut!
Bulut, kervanla bir hareket ediyor sanki kervanı takip ediyordu.
Bu kervanda bir fevkalâdelik vardı!..
Kervan yaklaştıkça,
Ağaçların pörsümüş yaprakları yeşeriyor,
Gölgelemek için eğiliyor,
Adeta birbirleriyle yarışıyordu!...
Kervanda bir fevkalâdelik vardı!
Neydi acaba!...
Acaba, İncil’de İsa’ya haber verilen miydi?
Nebiler ve Resullerin sonuncusu,
Dinin tamamlayıcısı,
Büyükler büyüğü de bu kervanda mıydı?!....
Acaba Peygamberden peygambere,
Sürüp gelen o nur çocuk!
Vasıfların ona doğru akan kolu!
Gaye insan, ufuk peygamber de bu kervanda mıydı?!
Merakı arttıkça arttı,
Mutlaka onu görmesi gerekiyordu!...
Bu düşüncelerle çıktı ibadethanesinden.
Gayet mütevazi bir halde kervana yaklaştı.
----Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.
Benim misafirimsiniz deyip,
Onları yemeğe davet etti.
…..Hür,
……Köle,
………Büyük küçük,
……Aranızda kim varsa hepiniz geliniz.
……….Gelmedik kimse kalmasın!
Diye de tembihlemeyi de ihmal etmedi.
Teşekkür ettiler,
Hep birlikte, davete icabet ettiler.
……….Ancak!
………...Amca Ebu Talib.
…………Nur çocuğun,
…………….Küçük olduğunu düşünerek,
…………….…Onu götürmedi.
……………………Rahip Bahira,
…………………Karşıladı onları hoş geldiniz!
………….Kim varsa,
……….Hepiniz geldiniz her halde dedi.
546
……Evet dedi Ebu Talib geldik.
….Bir çocuk hariç!...
----Niçin?
“O küçük olduğu için,
Eşyamızın başında bıktık onu..”
Rahip Bahirâ,
Gözlerini üzerlerinde gezdirdi.
Süzdü onları teker teker.
Ve dedi ki;
Özellikle o çoğu getirmenizi isterim.
Amca Haris, fırladı yerinden,
Koştu kaptı çocuğu aldı geldi.
Sofraya oturdular hep birlikte.
Her kes neşe içinde karnını doyurdu.
Rahibin gözü, hep nur çocuğun üstündeydi!
Hep onu süzüyor, inceliyordu!..
Artık veda vakti gelmişti.
Rahip birden bire müstakbel peygambere döndü!
Bir şey soracağım dedi!
…Lat,
…..Uzza,
…….Menat,
….Hakkı için, bana cevap verir misin?...
…….O zaman nur çocuğun sesi şiddetle yükseldi!...
----Bana ne sorarsan sor cevap vereyim.
Fakat, Lât, Uzza, Menat adına sakın yemin verme!..
Benim en çok nefret ettiğim,
İşte bunlar ve de benzerleri…..
Bu cevap karşısında dondu kaldı rahip!
Merakı büsbütün arttı!
--Öyle ise!
Allah aşkına!
Yaratanın aşkına söyle!
Sorularıma cevap ver!...
İşte şimdi sor ne soracaksan, cevaplamaya hazırım.
Münzevi rahip!
Nur çocuğa sordu sorularını;
…….Yemesini,
…….… İçmesini,
…………..Özel hayatını,
………..……Uykusundan tutunda,
547
…………….…...Gördüğü rüyalara kadar.
……………….……Sevdiği şeyleri,
……………………….Sevmediklerini sordu, sordu bir bir!
Tatminkâr cevaplar aldıkça yüzü gülüyordu.
Gülüyordu amma…
Meraklandığı bir şey daha vardı.
Ona doğru uzandı gömleğinden tuttu!
İzin verirsen, bir şeye bakacağım! Dedi.
Nur çocuk;
Buyurun bakın dedi.
Çıkardı çocuğun gömleğini, sırtını açtı.
Aradığı şeyi bulmuştu artık.
Büyük bir saygı ile huşu içinde eğildi,
Dudaklarını koydu mührün üstüne,
Öptü…
Öptü!…..
Kureyşliler, büyük bir hayret içinde baktılar,
Baka kaldılar!....
Döndü Ebu Talib’e, bu çocuk senin neyin?
Ebu Talib;
----Oğlum dedi.
Bahira;
---Mümkün değil!..
O, oğlun olamaz!
Hattâ babasının bile hayatta olmaması gerek!
O zaman;
----Kardeşimin oğludur babası o doğmadan öldü.
-----İşte şimdi, doğruyu söyledin.
Söyleyeceklerimi iyi dinle;
Kardeşinin oğlunu,
Buradan ileriye götürmen doğru değil!
Yahudiler bu çocukta benim gördüklerimi görürlerse,
Ona fenalık etmeye kalkarlar.
Çünkü;
Kitaplarda gördüğümüz,
Büyüklerden duyduğumuz öğrendiklerimize göre,
Bu çocuk, geleceklerin en büyüğü….
İnsan oğulları ona,
Yalnız ona tabi olmak için yaratılmıştır.
Yahudiler onu kıskanır.
Fenalık etmeye kalkarlar zarar verebilirler.
Sen vazgeç, bu seyahatten, sözümü dinle!.....
Bu sözler, Ebu Talip’in ciğerine işledi.
548
Ruhunda bir emniyet ve itimat doğurdu.
Kervan arkadaşlarına tamam, malımızı burada satıp,
Hemen geri dönüyoruz! Dedi.
Sattılar mallarını, oradan tekrar Mekke’ye döndüler!..
MUHAMMED EL EMİN
Doğruların doğrusu bu nur çocuk!
Genç adam olma yolunda ilerliyordu.
Ona, Muhammed Mustafa’ya “EL EMİN”
Lâkabı bu yıllarda takılacaktı!
El Emin olan Muhammed doğruların doğrusu.
Yalan onun lügatinde yok!
Herkes yalan söyleyebilir, amma o, asla!.....
Bir boş bulunma, bir anlık gaflet,
Nefse kapılma, o’na hulûl etmez.
Onun için bunlar muhal!
O, henüz emir almamış,
Hiçbir şeyin memuru olmamış!
Bu zamanda bile küfür ve cehalet havasını,
Asla teneffüs etmemişti o!...
İnsanların akıl ve ahlâk yönünden en üstünü!....
Yalan!....
Allah’ın yarattığı hakikati, değiştirmek, yalan!…..
Yalan,
İhanetlerin en büyüğü yalan!
Doğrudan kaçan hiçbir insanın özü,
Yalandan Emin olmaz.
Yalnız o var yalansız!
Görülmemiş bir vakar, görülmemiş iffet ve asalet halesi o!....
KÖTÜLÜK ONDAN KAÇAR
Hz. Aliye şöyle bir şey anlattığı rivayet edilir.
Bu nur çocuk dedi ki bana..
--Cahiliyet ehlinin alıştığı kötülüklere,
Ayaklarım iki defa uğradı.
İkisinde de Rabbim beni korudu!
Birincisi:
Mekke tepelerinde sürümüzü otlatırken,
Yanımdaki Kureyş çocuğuna,
549
O gece, koyunlarımı bakmasını söyledim.
Mekke’ye gidecektim.
Çocuk teklifimi kabul etti.
Ben de Mekke’ye yürüdüm.
Şehrin kenarına geldiğimde, bir evden çalgı sesleri duydum.
Şarkılar da bu seslere karışıyordu.
İçime bir heves düştü.
Dinlemek üzere eve girdim.
Bir kenarda otururken dalmışım….
Allah bir uyku verdi, uyumuşum!
Kendimden geçmişim….
Güneş’in hararetiyle uyandığımda,
Sabah olmuştu……
İkincisi
Bir bayram günü…
Bütün Kureyş ayakta….
Büvene putunun etrafında toplanmışlar.
Gidip geliyorlar!
Bayram yeri hınca hınç dolu…
Cümbüş kurulmuş,
Vur patlasın çal oynasın kabilinden yıkılıyor ortalık!...
Tabii ki amca Ebu Talip de,
Bütün aile kadrosuyla bayrama katılmanın hazırlığında…
Genç delikanlıya teklif!
---Haydi sen de gel.
Cevap;
--Gelemeyeceğim, beni mazur görün.
Bu cevaba, amcaları, halaları şaşkınlıkla baktılar.
Israr ettiler.
Yine ret!
Üzüldüler.
Onun bu çekimser halini, bir isyan bir bid’at saydılar.
Sapıklık alâmeti sandılar.
Ananeye tecavüz gibi telâkki ettiler.
Dediler ki;
---Tavrını beğenmiyoruz!
Bağlı olduğun bir kavmin mübarek bayram gününde,
Bulunmamak ne demek?
Nasıl olur da böyle bir günde topluluğa karışmazsın?
Bunun cevabını vermelisin!...
O kadar üstüne vardılar ki, kıramadı onları,
İstemeye, istemeye kendilerini takibe razı oldu.
Fakat put’a yaklaştıkça bir haller oldu!
Büyük bir korku ve dehşete düştü.
550
Kalabalığın arasından kurtuldu,
Döndü geriye, kaçtı, kaçtı, oradan uzaklaştı…
Dönünce bayram yerinden,
Sordular ona:
“Ne oldu sana birden bire!
Niçin kaçtın bayram yerinden?”
Cevap verdi;
“Bana bir fenalığın gelmesinden korktum.
Ne zaman putlara yaklaşsam,
Uzun boylu, beyaz giyimli birinin yaklaşarak,
Beni uyardığını, sakın ha yaklaşma,
Dokunma, geri çekil diyor.”
Mümkün mü artık?
Oraya yaklaşmak!
Nerede görülmüş ki, böyle şerefli insan,
Onunla parıl, parıl parlar, koca asuman,
Tüm güzelliklerin sırrı, kurumaz çeşmesi,
İnsanlığın peşinde, sadakatli bir çoban.
TİCARETE BAŞLAYIŞ
İnsanlığı gütmeye, ebedi mutluluğa ulaştırmaya gelen MUHAMMED’İN,
Gaye insan, ufuk peygamber,
Bu ulvi işi yaparken gönlü hep Allah’ında idi.
O dönemde ticarete verilen değer o kadar büyüktü ki;
Başka meslekler onun yanında hiç kalır, hor sayılırdı.
Bu düşünceden olacak ki, amcası Ebu Talib!
Genç delikanlı, Âlemler efendisi olan,
Muhammed Mustafa’ya, şöyle bir teklifte bulundu.
“--- Artık yetiştin, yirmi beş yaşındasın,
Kendine meslek seçmen lâzım geliyor.
--Nasıl bir meslek?
--Ticaretten iyisi ne olabilir?.
Pek yakında tüccarlar Şam tarafına bir kervan gönderecek!...
Sen de katılsan diye düşünüyorum.
--Ey sevgili Muhammed’im!
Hatice Hatun var ya onu tanırsın.
--Evet tanıyorum.
O, İffetli namuslu ve de servet sahibidir.
Muhterem ve dul bir kadındır!...
Her yıl birini bulur, kervanla ticaret için onu gönderir.
Bu yıl sen talip olsan,
551
Her halde seni tercih eder diye düşünüyorum.
Böylece ticarete başlamış olursun.
Hiç tereddüt etmedi, genç delikanlı,
Amcacığım!
---Olmasına olur da!
Belki ben müracaat etmeden o bana talip olursa!
Daha iyi olmaz mı?
Amcası!
Ya bu arada bir başkasını bulursa…
O zaman iş işten geçmiş olmaz mı?
Fırsat bizden kaçmaz mı?
“----Bakalım dedi, genç adam!”
Bu arada ne oldu ise oldu!
O ulvi kadın, genç adamın muradını yerine getirdi.
Birini göndererek, şu teklifte bulundu!..
“Kureyşin tüccarları Şam tarafına ticaret için gidecek,
Onların ticaret kervanıyla gitmeye razı olursa Muhammed,
Büyük mutluluk duyarım.
Ona başkasına verdiğimin iki katını veririm dedi.”
Genç adam,
Teklifi amcasına müjdeledi.
Çok sevinmişti.
Amcası da sevindi.
Hemen kabul et dedi.
Bu sana Allah’ın en büyük rızık lütfudur.
Kabul ettiği ulaşınca Hatice ye,
Hatice hemen kölesi Meysere yi genç adamın emrine verdi.
Ona tembih etmeyi de unutmadı.
Sana ne emrederse ,itirazsız itaat edeceksin.
Hiçbir teklifine, karşı koymayacaksın.
Bir dediğini iki etmeyeceksin diye talimat verdi.!...
Birkaç gün sonra, kervan yola koyuldu.
Daha önce amcasıyla geldikleri,
Rahip Bahira’nın ibadethanesinin yakınına,
Ulaştıkları zaman, Bahira’nın Ölmüş olduğunu ve yerine ise,
Rahip Nastura’nın geçtiğini öğrendiler.
Mola zamanı gelmişti.
Henüz çölün gece ayazı çekilmemişti…
Sanki buzdan bir çivi, vücutlara batıyordu…
Gün ışımak üzereydi.
Hurma ağaçlarının altında yatan develer geviş getiriyordu,
Uyuyanlar henüz uyanmamıştı.
Sere serpe uzanmışlar halâ uyuyorlardı….
552
Uyanık biri vardı, o da tepedeki nöbetçi idi.
Hem geziniyor, hem sabahı karşılıyordu.
Diyordu ki;
“Yine gözlerin gülüyor ey sabah!
Yüzün aydınlık.
Esintilerin ılık kokun hoş.
Geçen günler dün oldu.
Ümitleneyim mi bilemiyorum!
Dünlerde güleç ve aydınlıktın!
Her seferinde,
Tarlalarda dolaşan,
Bir bulut kadar bende kalmadın.
Sıcaklığıma yağmadın,
Sevgiden muhabbetten haber getirmedin bana!
Yine boş musun?
Gülüşün aydınlığın süs mü?
Yaldız mı?
Yalan mı?
Teselli mi ılık okşayışların,
Yaşanacak günün,
Cehennem ateşinin kıvılcımları mı?
Niye susuyorsun?
Selâmlayan elimi görmüyor musun?
Yoksa gidiyor musun?
Öyle ise haydi git,
Git ey sabah!
Bir gecem oldu ki, sanki bahçemdi!
Yıldızların rahmetinde, fidanlar can buldu!
Dallarında çiçekler açtı, alın yazım gibi,
Simsiyah yapraklarında,
Göz yaşlarım tomurcuklandı!
Git, haydi git,
Amma onlara dokunmadan git!”
Rahip Nastura;
Onları uzaktan takip ediyordu.
Görüyordu ki;
Meysere ile genç adamın başı üstünde,
Bir bulut onları gölgeliyordu.
Yükünü tutmuş çoktan, yola revandı kervan,
Bir başkaydı gök yüzü, bayram yeri asuman!
Bir bölük bulut idi, ol Resule sayeban,
Korudu onu, adım, adım, ayrılmadı başından.
553
Rahip Bahiranın söylediklerini o da söylüyordu.
“---Şahadet ederim ki;
Sen İsa peygamberin İncil’de haberini getirdiği,
Hamd bayrağı Kevser havuzu sahibi,
Şefaat müjdecisi o peygambersin!”
Keşke ömrüm yetse de!
Memuriyet gününü görebilsem.
Bahtiyar ümmetinin arasında yerimi alabilsem!
………Uyumuyorum gecelerde,
………….Yorgunum, tedirginim,
…………….Kuytulara çekilsem de, kulaklarım tırmalanıyor.
………………………...Başım uğulduyor,
……………….…..Bakırcılar çarşısındayım sanki!..
……………..….Yarasalar sardı,
…..…………Baykuşlar tünedi,
……………Çakallar uluyor,
………..Dökülen ışıklar gölgelendi….
…….Hani haber verdiğin!
….Hani gelecek dediğin,
Musa ile, İsa ile haber gönderdiğin!
Ahmet, Muhammet hani!
Gelsin artık,
Işıklar bana ulaşsın,
Gecelerim yıkansın,
Yıkasın gözlerimi!....
Mukaddes genç adam,
Başında bulunduğu malları,
Pazarlarda başarı ile sattı.
Karşılığında alacağı malları aldı.
Kervan, üç aydan önce dönemezdi.
Daha gideli üç ay olmamıştı amma,
Hatice gözlerini ufuktan ayıramıyor,
Kervanın bir an önce dönmesini istiyordu!..
Nihayet bir gün,
Kölelerinden Leylâ müjdeli haberi getirdi.
Kervan dönüyor! dönüyoooor diye bağırdı!..
Hatice çok sevinmişti ,
Boynundaki gerdanlığı Leylâ’ya hediye etti!
Kervan selâmetle Mekke’ye dönmüştü.
Köle Meysere’nin tertemiz gönlünde bir ilham gezindi.
Ne olur ki!
554
Hanımı Hatice ile, Muhammed birleşselerdi….
Bir kadın bu tür emirleri ancak sevdiği insanlar için verir.
Sahibem Hatice mutlaka Muhammedi seviyordu.
Ona göre:
İkisi toprakla güneş gibi,
Bir birine yaraşacak, toprak nura doydukça!
Bereket fışkıracak!.. Diyordu.
Köle Meysere coşmuştu.
Hem devesini tımar ediyor,
Hem de şunları fısıldıyordu:
“Zincir sesleri,
Kırbaç şakırtıları duymuyorum.
Sızlamıyor, etim kemiğim.
Boynu bükük değilim,
Koptu artık benden aşağılık tasması.
Sürünmüyorum, ezilmiyorum.
Talihsizliğime yanmıyorum.
Ey bunları bağışlayan altın yürekli adam….
Gözlerinde şefkat, bakışların sırılsıklam.
Bana indin,
Tozumu silkeledin,
Benliğimi bana verdin,
Kucakladın, kucakladın!...
Bir his var,
Bir his var içimde.
Bir ilham yağmuruyla ıslanmaktayım.
Sen, dünyadan taşacaksın,
Cihana sığmayacaksın!
Karanlıklar ezilecek o yüce heybetinde…
Yeni bir âlem başlayacak,
Müjdelerle doluyum,
Mutlu duygular doluyor hislerime,
Ben de Yaratanın kuluyum.
Şükranımı katsam nefeslerime,
İnancını kucaklasam sarılsam!
Allah’ımı tanısam!
Temizlensem günahlarımdan,
Ah o güne yetişebilsem!.....”
Diye umut dolu duygularını haykırıyordu.
HATİCE’TÜL KÜBRA VE EVLİLİK
555
O büyük Hatice;
O gece kervanın şerefine ziyafet veriyordu.
O, kalbini susturamıyor,
Sessizce, söylenen şarkıları dinliyordu!...
Meysere;
Yollarda olup bitenleri anlattı bir bir.
Anlattı! Hanımı Hatice’ye….
Peygamberimizin eminliğini, temizliğini,
Rahip Ovastura’nın,
Yahudilerin söylediklerini,
Onun bulunduğu yerde bereketin çokluğunu,
Kazancın bolluğunu,
Yemek esnasındaki bereketi,
Anlattı, anlattı bir, bir!..
Şam’a gitmemize gerek kalmadı,
Busra panayırında, mallarımızı en iyi fiyatla sattık.
Alacaklarımızı da, en ucuz fiyatlarla aldık.
Ticaret her yıla göre daha bereketli!..
Başka bir şey daha vardı Meysere’nin aklında,
Söyledi onu da hanımına.
Güneşin harareti basınca,
Muhammedi iki melek gölgeliyordu.
Hatice’nin gözünde ne mal ne para vardı!
Onun aklı fikri, Muhammet Mustafa’daydı!....
AŞK nelere kadirsin.
Sır olan varlığını, ne gören var, ne soran,
Odur üç harf tek hece, dil ucundaki duran.
Gönül denen mekânda, eşsiz yüce taht kuran,
Şans dileyen dillerde, edilen niyaz odur.
Gök yüzünde kayan yıldız,
Umutla hayat arasındaki nefes,
Asırlara sığmayan yürek sancısı,
Ruh kökünde kopan fırtına,
Yer kürenin dönüşü,
Gök kuşağının sarılışı,
Murad’ın bittiği yerde umut ışığı odur.
Yaşamak, ah yaşamak,
Bülbüle işkencedir, aşksız söken her şafak!
556
Aşk için sevda için, çıkılır her basamak,
Aşığa ayrı zevktir, bu yoldaki susamak,
Ebedi mutluluktur, aşktaki son basamak!
Ademden beri insanlığın,
Mücerret insan olarak en güzeli,
En doğrusu, en iyisi odur.
Manâda ve maddede,
Nefse düğümlenmiş tek örnek,
Muhammed’den başkası değildi.
Söylenenleri hem dinliyor hem ağlıyordu.
Hatice validemiz başka bir köle çağırdı,
İki deve vererek kesmesi için Kâbe’ye gönderdi.
O zamanın adeti böyleydi….
Aslında, Hatice t-ül Kübra;
Konağın çardağında,
Muhammed’in dönmesini beklerken,
Görmüştü onu iki meleğin gölgelediğini!
Yanındaki kadınlara da göstermişti!..
….Hatice ona aşık!...
………Şaşırmıştı!
….………Çekildi odasına,
….…………Kendi düşünceleriyle,
….……………..Baş başaydı artık.
Bu adam akrabam, soyumuz bir, diyordu.
Amma ne var ki,
Dünya malı ayırmış bizi, biz amca çocuklarıyız.
Bir taraf servet içinde yüzüyor,
Öbür taraf deve çobanı!
Bir türlü aklı ermiyordu buna!
Demek ki, bir hikmet vardı bunda!
Bir zaman geleceği düşündü,
Düşündü ama olmuyordu bir türlü.
Akıl erdiremiyordu.
Döndü geçmişe……
Çok uzaktaydı geçmiş.
Bir faydası yoktu geçmişi düşünmenin!
Hayır, hayır!
Bu günü yaşamalıydı her şey bu günde vardı.
Bir bilgin insan, şöyle uyarıyordu;
“Dünü düşünmek niçin?
Geri gelmez ki!
557
Hep gidecek, uzaklaşacak.
Onda ne vardı ki,
Ne yaşadın ne gördün!
Sabahında ümit, akşamında hüzünden başka!
Hayal ettiğin yoksa yanında,
Eğer yoksa yanında!...
Yarını sorma bana ne taşıdığını bilemem.
Belki göz yaşlarıyla sırılsıklam,
Belki de kahkahalarla dolu!
Nasıl?....
Sevinir misin?
Yoksa üzülür müsün bilemem!
Hayal ettiğin, yanında mı yoksa?
………Neye yarar dün?....
…….…..Dün, kaçsın benden.
……..…….Yarınlar sokulmasın,
………………Bana başlayan gün yeter.
……..……………Onda yaşıyorum,
……………………...Onda çalışıyorum.
….Emeğim boşa çıkmaz,
………..Hele bir de, o,
……………O, yanımda olursa,
………………Tadından yenmez!....
………………….Bilemem senin halini!
…………………….Bilemem,
………………………..Hele yoksa yanında!...
İnsanı üç şey pişman eder;
…Bayıra kaçan keçi inadı!
……Çekilen diş sancısı!
……….Bir de dosttan gelen şekersiz şerbet!…
……Bunların telâfisi mümkün,
………Keçi doyar, iner bayırdan.
…………Diş çekilir, diner sancısı.
……………Yeni dost bulunur, şerbeti tatlı!...
Asıl zorluk!....
Gönlün havalanışında….
Gemi azıya almış deli kısrak misali…
Atlasan olmaz, beklesen olmaz ipin ucu kaçmıştır…..
…..Belki,
……..Gökten bir avuç yıldız toplayıp,
558
………….Onlarla zıp zıp oynarsın!
…..…………Belki de, yüce bir dağ olursun.
……….Belki Nuh!
…………Seni gemisine bindirir!..
…………..Belki bunlar mümkün olur!...
Lakin kaçan ipin ucunu yakalamak,
Mümkün değildir!
Deli kısrağın dizginine hakim olmak, kimin haddine!....
Dört gün daha geçti.
Genç delikanlı geldi, hesaplar görüldü,
Payını aldı gitti….
Görünüşte işleri bitmişti.
Umulmadık zamanda!
Hatice’den yeni bir teklif daha geldi,
Bütün işlerinin denetlenmesini,
Muhammed’den istiyordu.
Servetinin haddi hududu yoktu.
Kırmadı arzusunu!..
Teklifi kabul etti Muhammed.
Hemen yeni görevine başladı.
Hatice’nin amacı:
Muhammed’i kanatları altına alarak onu korumaya almaktı.
Onun geleceğinden mutlaka haberliydi amma,
Ona bir kötülüğün gelmesinden korkuyordu.
Çünkü amcasına Meyserenin söylediklerini anlattığında,
O, bu söylediklerin doğru ise,
Hiç şüphen olmasın ki, Muhammed,
Bu ümmet’in peygamberi demişti.
Kocamış amcasından soruyordu;
Niçin kendisini korumuyor?
Çevresinde bin bir tehlike, onu çekemeyenler var.
Bunlardan korkuyorum!
Bunu bilemem dedi amca Varaka,
Bilemem amma,
“Büyük insanların giydiği zırh görünmez.”
Hatice, onu koruyan Ebu Talib gibi bir amcası varsa da!
Bir an önce konağına almak istiyordu o’nu..
Ona iş teklifini de, bu düşünceler içinde yapmıştı…..
İşin haricindeki zamanlarda sık sık bir araya geliyorlar,
Çeşitli konularda, sohbeti koyulaştırıyorlardı.
559
Böyle zamanda, genç Muhammed
Üzerindeki iğreti tüccar hüviyetini bir yana atar, özüyle kalırdı.
Hatice ile konuşur sohbet eder.
Kendine has fikirlerle, Hatice’yi hayretten hayrete düşürür,
Hatta âlim bildiği, Varaka’yı bile gölgelerdi!
Onun bilgisi Güneşle mum nispeti gibiydi.
Biri yirmi beş, öteki seksen yaşında olmasına rağmen!
Bu engin açıklık neden di!...
Varaka gezmiş, okumuş öğrenmişti.
Ama Muhammed!
Henüz bunlardan uzaktı!
Bütün ölçüler, Hatice’yi, ona inanmaya götürüyordu.
EVLİLİK
Hz. Muhammed, Allah’ın sevgilisi.
Peygamberlikle şereflenecekti!
Başındaki aydınlık, binlerce güneşten,
Daha parlak olacaktı!...
Mekke’nin gençleri, zenginleri,
Asilleri, halâ Hatice’nin peşindeydiler!
Eteğini bırakmamışlardı!...
Eksilecekleri yerde çoğalıyorlardı.
Bir yandan da, Muhammed’in sık gelmesinden,
Türlü manâlar çıkarıyorlar, kuşku ile yaşıyorlardı.
Zamanla ağır, hem de çok ağır konuşmaya,
Tehdit etmeye başlamışlardı.
Hatice de bundan tedirgin, hem de çok tedirgindi.
Yahudi ve Rumları unutmuş,
Gözleri dönmüş, aşk dilencilerinin,
Muhammed’e, zarar vermelerinden korkuyordu.
Kendi kendiyle pençeleşiyor,
Muhammed’in elinden tutup,
Kalbine bastırmak ve şöyle demek istiyordu:
“Canım sana feda, ey amcam oğlu,
Yemin ederim ki, davranışımda,
Sana karşı bir fenalık yok.
Ancak bir dileğim var,
Sen peygamber olacaksın,
Yaratan, seni bana kılsın yar.”
Aşk’ın kanatlarını saymaya sayı mı yeter?
560
O kanatlarla, uçulmayacak yer,
Çıkılmayacak makam,
Ulaşılamayacak derece mi var?
Hesab’ın sustuğu, mantığın pustuğu,
Aklın durduğu anda,
İklimden iklime yol bulup uçan kanatlar!..
Dilek ve adaleti sevgide bulan,
Hiçbir ölçü gözetmeyen İlahi keyfiyet…
Kendisinde değil, sevgilisinde olmanın,
Kendini feda etmede büyük halet..
Bu aşk Allah’ın, bu aşk Allaha ait aşktır.
Kullardaki bundan birer serpinti birer ip ucu!
Peygamberlik tavrı,
Görünüşte ibadet, zikir dua..
İçte ise, aşk ve muhabbet!
Dış ölçülerden nokta feda etmeden,
Kendisinde yok Allah’ta var olmak!...
Büyük ve temiz Hatice, onu, öyle sevdi ki!
Bu halet, iki insan arasındaki son merhale olan,
Ufuk noktasına kadar sevdi.
Allah’ın sevgilisini sevdi.
Allah’a devredilecek aşk’ın,
İnsan perdesinde ve insan takatinde sevdi.
Hem onu, hem Allah’ı sevdi.
……Sonunda teklifini,
………Meysere vasıtasıyla yaptı!
………… Yaptı çekine, çekine!
Meysere;
Gidip Muhammed’e;
--Seni evlenmekten alıkoyan nedir?
Diye sordu.
Allah’ın sevgilisi,
--Elimde evlenecek param yok dedi.
Meysere;
--Sen, bu hususta,
Mala, cemale, şerefe ve denkliğe davetli olsan!
İcâbet etmez misin? Dedi.
Muhammed;
--Kimdir bu? Diye sordu.
Meysere, Hatice’dir dedi.
561
Muhammed;
--Nasıl olacak?
Meysere, sen onu bana bırak.
O, bana düşen bir vazifedir.
Ben onu yaparım dedi.
Gidip Hatice’ye durumu bildirdi.
Bunun üzerine Hatice,
Haber gönderdi Muhammed’e!
Dedi ki haberinde;
--Ey amcam oğlu;
Sen benim akrabamsın.
Kavmin arasında şereflisin.
Emniyetli, güzel huylusun.
Doğru sözlüsün, benimle evlenir misin?
Seninle evlenmeyi arzu ediyorum.
Seni çok seviyorum.
Diye haber gönderdi.
Bu konuyu amcalarına açtı Muhammed!
Ebu Talib sordu;
--Sen ne diyorsun?
----Alır mısın Hatice’yi?
Vakarlı, fikir ve güzellik timsali,
Genç Muhammed evet dedi!...
Amcalarından, Ebu Talip ve Hamza,
Hatice’nin amcasına gittiler.
Ebu Talib, Hatice’yi,
İnsanlığın tâcına, Allah’ın sevgilisine nikâhlamak için,
Resmen istedi.
Hatice’nin amcası da kabul buyurdu.
Ebu Talibin malından, yirmi genç deve,
Hatice’ye verilmek üzere mihr biçildi.
Ebu Talib kalktı nikâh konuşmasını yaptı.
Şükür Allah’ımıza binlerce şükür.
Bizi İbrahim kanından,
İsmail soyundan yaratan odur!
…..Bizi Mükerrem evin bekçisi,
…..İnsanların reisi kılan odur!
………..Kardeşim oğlu Muhammed,
….…………İşte karşınızda hepiniz onu biliyorsunuz.
…………..……………Mekke gençleriyle karşılaştırın,
…………….…………..…….Kim onunla boy ölçüşebilir!
……Kim ahlâkta akılda, fazilette ondan üstün!
562
…………Malca fakir, gönlü zengin,
…………….Mal geçici bir gölge bu gün var, yarın yok!
…………..……..Mal alınır verilir amma Muhammed,
………..…………….Kanaat hazine sahibi…..
…………………………..Güvenilir, sözü dinlenir.
………………….………….İşte o böyle biridir.
Ey hazurun!
--Huzurunuzda, Huveylid’in kızı Hatice’yi,
Amine Hatun oğlu Muhammed’e istiyorum.
Hatice’nin amcası Varaka, aldı sözü;
--Evet, Allah’a şükürler olsun dediğin gibi yarattı bizi.
Üzerimize faziletler yağdırdı.
Ünümüz, şanımız yücedir bizim.
İki taraf büyükleri biziz,
Kavmimizin asilleri başlarıyız.
Temelde akrabayız.
Şimdi kaynaşmak isteriz.
Ey beni dinleyenler;
Görünüz, şahit olunuz ki;
Dört yüz dinar,
On iki ukiyye,
Bir neş altın,
Yirmi adet genç deve mihr ile,
Hatice ile Muhammed’i nikâhladım.
Yuvalarında mutlu olsunlar.
Varaka susunca, Ebu Talib aldı sözü;
Ey Varaka!
Senin ve Hatice’nin amcası olan,
Amr’ı da dinlemek ister misiniz?
Tabi ki isteriz.
Amr b. Esed kalktı ayağa çok kısa konuştu:
Ey hemşerilerim soydaşlarım!
Haşim oğullarından!
Yeğenim Hatice’yi, severek ve isteyerek,
Muhammed’e veriyorum.
Diye o da onayladı.
Merasim tamamlanmıştı.
……Bir dilimin iki parçası,
………Bir kazandan aş,
………….Onlar kadar yakın,
………….…Onlar kadar eş.
……………...Onlar kadar benzer olamazdı!
…….Tarladaki başak gibi aynı değirmende öğütüldüler,
563
…………….Aynı teknede yoğruldular,
…………………..Pişerken ayrılmadılar.
…………………..…Kokularında kavuştu kalpler,
……………….…………..Bakışlarında yıkandılar!
…………………..Havalarında kaynadı kanları,
…………………………Yeniden doğmuş gibiydiler…
Hatice sevgilisine ev, çatı, mesken ve iskan olmuştu!
Hatice, bir çift aşk gözü değil!...
Nehre yatak, sancağa burç semaya uzanan el,
Göz bebeğinin çerçevesi olmuştu.
Hatice;
Mağara yoldaşı,
İncinin istiridyesi,
Define sandığı,
Zemzem kuyusu,
Sevgiliye hırka,
Köşesiz çember,
Aşk’a kapı, sevgiliye kap olmuştu..
Bir inciydi Hatice, soy sülâle içinde,
İffet namus şerefte, eşi yok birinciydi!
Ol emri karşısında Kâinat,
Göğün altına uzanan Arz,
Varlığı Muhammed’e ev kılınmış bir kadın!...
Validemiz, Anamız!......
Artık Muhammed ev reisiydi….
Her sabah eşini, sevgili karısı Hatice uğurluyordu.
Avluya bakan pencereden sevgiyle bakıyor,
Bakıyordu arkasından….
Yine bir gün uğurlamış tam çekilecekti ki,
İki kölenin konuşmalarını duydu.
Kulak kesildi.
Köle Afsa ile, köle Abdut, sohbetteydiler.
Dinledi onları, dinledi büyük bir zevkle.
Diyordu ki Afsa;
“--Sahibimiz Muhammed kaç yaşındadır?
Sanırım yirmi altı….
Peki dedi Abdut,
Ben ondan daha yaşlıyım, böyle olduğu halde,
Ona bir baba gibi nasıl bağlandım.?”
Afsa;
“--Hepimiz öyle değil miyiz?
564
Sağ olsun sahibimiz Hatice bizi her an hoşnut ediyor.
Sanki anamız olmuştu!
Demek bir eksiğimiz varmış,
Arar arar bulamazdık,
Şimdi onu da bulduk.
Artık babamız da var!..
Kendini bizden ayırmıyor,
Bana secde edin demiyor!
Eski geleneği yıkmak büyük cesaret….
İnşallah her tarafa yayılır bu durum.”
Konak yeniden can bulmuştu!...
Ağacıyla taşıyla, çiçeğiyle kuşuyla!..
Her şey engin bir neşe içinde yüzüyordu.
Hatice’nin üzüntülü yılları çok gerilerde kalmıştı artık.
Şimdi o, Muhammed’in mutluluk dikmelerinde geziyor,
Her gün onu tanıma fırsatı buluyor mutluluktan uçuyordu.
Allah, Ona neler lütfetmişti!
Düşünüyordu bunları, düşünüyor,
İdrak etmenin mutluluğunu yaşıyordu.
Yıllar geçtikçe, çocukları doğdu.
İbrahim hariç, Allah resulünün diğer çocukları,
Kasım,
….Zeynep,
……Ümm-ü Gülsüm,
………Rukiye,
………..Fatıma,
…….Bir de Abdullah,
…Hepsi Hatice’dendi.
Sadece İbrahim, Mariye’dendi.
Erkek çocukların hepsi küçük yaşlarda vefat etti.
Kızlar, Peygamberliğini gördüler babalarının.
Ona inandılar!.
Varlığın nuru olarak yaratılan!
Gaye insan, ufuk Peygamber’in,
Mukaddes nesli de, bu çocuklar arasındaydı!..
Ehl-i Beyt’in en büyüklerinden HZ. Alinin zevcesi,
Dünyanın en ince, en duygulu kadını Fatıma’dan gelecektir.
Günah nedir bilmeyen, namus göğünün ayı,
Hasandı onun adı, iyi huy namus payı,
Cömertliğin öncüsü, hazineler gevheri,
Sonraki gelenlerin, hem süsü hem cevheri.
565
Görülmüş mü böyle, şerefli nesep,
Onlarda fazilet, ilim ve edep,
Nadide cevherdir, inci hem sedef,
Parlatır cihanı, hem kâinatı.
Hatice bir gün bahçeye çıktı.
Teyze oğlu Hakim’in hediyesi olan,
Köle Zeyd’le karşılaştı.
Zeyd hanımını görünce, sıcak, sımsıcak gülümsedi!
HZ. Hatice onun bu haline bayılırdı!
Çok severdi onu!
Sordu;
---Nasılsın Zeyd?
Burada ne bekliyorsun?
Cevap verdi:
--Az önce babamı uğurladım!
Şimdi de sen anamı gördüm.
İçimi temizlemek istedim.
Hatice;
--Bizi, öylesine çok seviyorsun demek!
Zeyd sadece ben değil!
Taşlar, kuşlar bile sizi seviyor.
Eskiden ağaçlarda yuvalar azdı!
Şimdi her dal kuşlarla dolu…
En emniyetli yer burayı buluyorlar!...
---Bir bülbül gelmiş üç günden beri, şurada ötüyor.
---Evet dedi Hatice,
Evet onu ben de duyuyorum.
---Hele sizi görünce daha da ötecek.
……Tatlı, tatlı hıçkır!
……….Hıçkır ey bülbül,
………….Coşsun seninle yaprak,
……………Seherde uyumuştur kötülük,
………………Gün ışırken temizdir toprak!
……Biliyorum sen,
………Gülün vefasızlığından,
……….…Dikenin sertliğinden,
……………İncinmiş değilsin!
……………….Şebnemlerin ışığı var,
…………………….Nefesinle titreşir yaprak.
…Bekle, bekle ey bülbül,
……Açılır perdeleri pencerelerin,
……….Seyrine doyulmaz, orada güzellerin!
566
…………..Gülümserler, sana, bana her şeye….
Hatice,
Benliğini, bencilliğini,
Sevdiği insanın benliğinde kaybetti.
Eritti, yok etti.
Fikir onun fikri, arzu onun arzusu,
İrade onun iradesi…..
…..İşte aşk!
……..Zapt ve fethedici,
………..İnsanı benliğinden sıyırıp,
…………….Kendinde kutuplandırıcı gerçek sevgi kaynağı….
Bu kudrete bu hikmete ulaşmadıkça,
Gerçek aşka, İlahi sevgiye geçit bulamaz insan!...
Kutlu bir sevda ile, karılmış kara toprak,
Türlü türlü renk almış, şu insana dön de bak,
Kâinat ağacını, donatmış yaprak yaprak,
Asla mümkün değildir, aşk olmadan yaşamak.
……Yaşamak!
………Ah yaşamak
…….… Bülbüle işkencedir,
………… Aşksız söken her şafak.
……………. Çektiği çileleri,
………………. Bir de sen bülbüle sor.
…………………..Boncuk boncuk gözyaşı,
………………………Yüreğinde sanki kor.
Sevgisiz aşksız hayat, yavan olur tad olmaz,
Meyvesiz kof kütükler, odun olsa od olmaz,
Aşk insana bir lütuf, yaban olmaz yad olmaz,
Ebedi mutluluktur, aşktaki son basamak.
Mecazi aşkla İlahi aşk arasında,
Kıl payı fark bırakan,
Her iki aşk’ı da bir arada tattıran,
Allah’ın mucizesi olarak o İlahi güç!...
En keskin sevgi hummasını, ufuk noktasında,
Yalnız Hatice’nin başı üstünde tüttürdü!..
Büyük, büyük olduğu kadar da, temiz olan Hatice,
Onu öylesine sevdi, öylesine sevdi ki, onun fikirlerinde,
Zevkinde, mizacında, şahsiyetinde yok oldu sanki!
Onun huzurundan, rahatından, hazzından,
Ve ve de rızasından, aşka bir gaye gütmedi.
…Teselli,
567
……Kuvvet,
………Azim,
………..Rikkat,
………….Şefkat,
……………Emniyet,
…………….Hatice’nin, Allah resulüne, tuttuğu aynalar…
Sayamazsın!
Sayılmaz aşk’ta milyon kanat!
O kanatlarla çıkılamayacak kat,
Uçulamayacak makam,
Ulaşılamayan derece mi var!..
Fakat, sayı yetmez ki ona…….
Hesabın sustuğu mantığın iflâs ettiği,
Aklın ermediği iklime yol bulur kanatlar!.....
Aşk; Kendisinde değil, sevgilisinde olmanın,
Kendini ona feda etmenin büyük haleti!
Böyle bir aşk ALLAH’IN dır, ALLAH’A dır.
Kullarda; Bu aşktan, serpintiler vardır!
İp uçları vardır.
Allah’a ermenin yolu işte bu halettedir.
Bu haleti derinleştirmededir….
Peygamberlik tavrı;
İbadet görünüşte, her ne kadar şeriat ise de,
Asıl altında yatan dış ölçülerden nokta feda etmeksizin,
Aşk ve muhabbet!…..
VE, VEE KENDİNDE YOK! ALLAH’TA VAR OLMAK!
Büyük ve temiz insan, Hatice Hatun,
Onu, öylesine öyle bir halet içinde sevdi ki!
İki insan arasındaki tecellisini,
Son merhale olan ufuk noktasına kadar sevdi.
…..Allah’a devredilecek aşk’ın,
……..İnsan perdesinde direncin,
………Son noktasına kadar sevdi..
…………...Sevdi insanları….
Yüce varlığı, sevdirmeye memur,
Allah’ın sevgilisi, Muhammed Mustafa’yı sevdi!
Bu iki sevgi, asla birbirini karartmadı…..
MEKKEDE SON DURUM
Seneler geçiyor, geçip gidiyordu!...
568
Tefekkür, tefekkür, ebedi düşünce!....
Vakit erken mi, geç mi belli değil!
Zaman ise Allah’ın “OL” dediği zaman!
Otuz yedi yaşlarında,
Kulaklarına gaipten gelen sesler garip!
Hem de çooook garip!.
Tenhalarda izbelerde,
Anlatılmaz ışıklar parıldıyor gözlerde!...
Bu halden, bu hallerden yalnız Hatice haberli!
Ortalıkta;
Bilinmedik görülmedik bir aydınlık!
Semalarda renk ve ses cümbüşü!
Ufuklarda elvan elvan, Peygamber kuşağı!.....
Gözümüzü, biraz da maddeye çevirelim.
Bakalım etrafta neler var!
Neler oluyor!......
Mekke şehrinin ortasında bir çukur,
Bu çukurda bir ev! Burası Kâbe….
On beş metre yüksekliğinde,
On, on iki metre genişliğinde dört duvar!
Mekke dağlarının siyah taşları ile kaplı bir zemin üzerinde….
“Rükün” denilen dört köşe!
Şimal köşesi, Irak rüknü,
Garp köşesi, Şam rüknü,
Cenup köşesi, Yemen rüknü,
Şark köşesi, Esved rüknü. (Hacer-ül Esved)
Kara taştan almış adını….
Uzun zamandan beri,
Mekke’de ve çevredeki tüm illerde,
Bir kuraklıktır sürüp gidiyordu.
Toprak tutuşmuş, hava tutuşmuş yanıyor,
Hicaz yanıyor yürekler kanıyordu!
Gök yüzü rahmetini kıskanmış,
Bir damla yağmuru çok görmüş,
İki ekin mevsimi, kurak geçmiş halk perişan, ve de aç!...
HZ.Muhammed çok üzülüyor.
Her sabah, yoksulların evlerini dolaşıyor,
İhtiyaçlarını gidermeye çalışıyordu.
Hayvanlar birbirinin kuyruğunu yiyor, tahtaları kemiriyordu!...
Bir yandan, putlara tapılıyor,
569
Öbür yandan da, gün geçmiyordu ki, cinayet işlenmesin!
Açlıktan, susuzluktan da, kırılan ölenler oluyor,
Defnetmek mümkün olmuyordu.
Cesetlerin üzerinde, kediler, köpekler fareler dolaşıyordu.
Yedikçe cesetleri kuduruyorlar!
Leş kuşları, yırtıcılar canlı insanlara bile saldırıyorlardı.….
Çölde bir damla su için,
Aslanlarla, Çakallarla, Sırtlanlarla birlikte,
Dolaşır olmuştu insanlar!
Zenginlerin ambarları yağma ediliyordu.
Putlar çatlıyor, sıvaları dökülüyordu.
Yatakları terden, kirden kokuyor, yatılamaz haldeydi.
Sokaklarda inilti, şairler zehir kusuyordu!...
Dillerinden gayrı ihtiyari!..
Bahar yüzlü çocuklarım nerede?
Hani dualar…
Nerede anam!
Dudaklarından hayat içtiğim !
Babam nerede?
Neredeler?
Diye sözcükler dökülüyordu..
Sevgilim niçin yok yanımda,
Ben mi körüm, sağır mıyım yoksa!..
Hasretim, kardeşlerime,
Devemi ineğimi arıyorum,
Bir tutam yeşile hasretim,
Ne oldu böyle, ne olduk anam!
Zümrüt bakışlı gözler, soyundular yeşilden!....
Üsttekiler iniyor alta,
Göç var toprağa,
Kurt, Solucan, Yılan, fışkırıyor topraktan.
Derinler daha sıcak,
Toprakta bile kalmadı nem,
Bu göç nasıl bitecek!......
İç cehennem, dış cehennem!..
Hayat çok tatlı, o kadar tatlı ki, ondan kopmak çok zor!..
Terimi, göz yaşımı, kanla boyayıp,
Bardak, bardak içeceğim,
İçeceğim yudum, yudum.
Kopmayacağım dünyamdan,
Bekleyeceğim yeşili bekleyeceğim sabırla!
570
Kuraklığın üzerinden henüz bir yıl geçmişti.
Açılan yaralar o kadar derindi ki;
Kolay kolay geçeceğe benzemiyordu.
İnsanoğlu geçmişini çabuk unutuyordu!
Hiç olan mallar, canlar, sevgililer,
Hatta sevgiler!
Sevgiler, birer hatıra olarak kalıyor,
O acı sahneler gözlerden siliniyor,
Ya da silinmek üzereydiler.
İnsanlar bundan ders almıyor,
Eski alışkanlıklarından bir türlü vazgeçmiyorlardı.
Yine kötülükleri, etrafı sarıyordu.
Yine zenginler, kısa zamanda,
Servetlerine servet eklemenin yollarını arıyorlardı!
Hak hukuk gözetilmiyordu!...
Ansızın şehrin semalarını kapkara bulutlar kapladı.
O da ne!..
Birden bire gökten yağmur yağmaya başladı!
Yağmur yağdı seller aktı, şimşekler çaktı!
Gökler, delindi sanki, inen seller perişan etti etrafı.
En büyük zararı da, Kâbe gördü…
KÂBENİN TAMİR EDİLMESİ
VE
HACER-ÜL ESVED’İN YERİNE KONMASI
Yüz yıllardan beri,
Yağmura sele karşı koyan mukaddes yapı,
Yıpranmış gücünü yitirmiş yenik düşmüştü.
Son defa gelen sel, korkunç!
İki dağ arasını tutmuş geçit vermez olmuştu.
Kâbe’yi esir almış, kolunu bacağını kırmış,
Duvarlarını çatlatmış, silmiş süpürmüştü ortalığı!
Hazine kuyusu, büyük hasar görmüştü.
Kuyuda saklı,
Altın, gümüş inci,
Heykelleri yağmalanmış, talan edilmişti.
HZ. Muhammed her sabah işine başlamadan,
Kâbe’yi tavaf ederdi.
571
Gördüğü manzara onu çok mu çok üzüyordu.
Kâbe’nin tamir olması gerekiyordu.
Kabile reislerine haber salındı.
Hepsi toplanıp karar verdiler, elbirliği ile tamir edilecekti.
Rastlantı mı, Gizli bir güç mü?
Ne olduğu bilinmeyen bir şey oldu.
Cidde iskelesinde bir Bizans gemisi karaya vurdu!
Gemide mimariden anlayan bir usta da vardı!…
Geminin enkazı satın alındı.
O malzeme ile Kâbe tamir edildi.
Kâbe’nin her bölümü zaten bir kabileye aitti.
İmece usulüyle kısa zamanda tamir işi tamamlandı.
Asıl problem, bir hengâme şimdi başladı!
Hacer-ül Esved taşını kim koyacaktı yerine?
Her kabile bu şeref’in kendilerinde olmasını istiyordu.
O siyah, o kara taş, Kâbe gibi, kadroya bağlılı taş,
Ötelerden gelmiş bir suret bir alâmet!...
Bekâ ve fenâ arası, yokluk ve izafilik remzi!
Varlık ve hakikat vatanının malı ve eşyası!......
Zemzem gibi, Kâbe’nin ana unsuru….
Dört gün geçmişti,
Ama henüz anlaşma sağlanamamıştı.
Ortam çok gerilmişti.
Kan çanakları getirildi ortaya.
Reis olanlar, parmaklarını kana batırdılar.
Bu durum şu demekti.
Taşı yerine koymak için anlaşma olmazsa,
Can vermek anlamına geliyordu!..
Dördüncü günün akşamında,
Huzeyfe’den, şöyle bir teklif geldi.
Yarın sabah, Kâbe’ye ilk gelen kim olursa onu hakem yapalım.
O ne derse, düğümü nasıl çözerse ona razı olalım.
Böylece bu ihtilâf son bulsun!
Kabile reisleri, beğendiler bu teklifi.
Hiç kimseye bir şey söylememek için ant içtiler.
Sabahı beklemeye başladılar.
Ertesi sabah;
Hiçbir şeyden haberi olmayan, Hazreti Muhammed,
Göründü Kâbe kapısında…
Onu gören heyet başkanı Huzeyfe, anlattı olup biteni…
Sonunda:
--Ey en emin olanımız.
572
Kâbe’ye ilk gelen sensin.
Hakemliği kabul et.
Biz sana uyacağız. Dedi
Çok düşünmedi Allah’ın sevgilisi kabul etti teklifi.
Tüm halkın toplanmasını istedi.
Hemen haber salındı,
Biraz sonra hınca hınç doldu Kâbe!...
Aralarında Hatice de vardı.
Onunla göz göze geldi bir ara!
Sanki izin ister gibiydi….
Gömleğini çıkardı sırtından, yere serdi.
Eğildi yere, Hacer-ül Esved taşını öptü!
Gömleğinin üzerine koydu.
Kabile Reislerini gömleğin ucundan tutturdu,
Yavaş yavaş taşıttı, yerine koydular birlikte.
Gömleğini çekip aldı tekrar öptü taşı…
Böylece büyük bir facia önlenmiş oldu…
UNUTTULAR
…….Her şeyi biliyorlardı, unuttular!
Onlar ki, İbrahim’in oğulları bunu unuttular!
Mekândan münezzeh olduğunu biliyorlardı unuttular!
Onun has ismini, Allah lâfzını biliyorlardı unuttular!
Kelimenin kabuğu ağızlarındaydı, amma özünü unuttular!
…..Mücerretlerin en mücerredini putlara bağladılar.
……….Elle yontulmuş putlara,
……………Kâbuslardaki hayallere,
……………….Bağladılar umutlarını!...
……………….Kalplerinde batırdılar güneşi,
……………En koyu karanlığa gömüldüler.
………….Aralarında tek tük olsa da,
………Bazı alınlarda sönüp çakan akisler göründü!...
Bunlar babadan oğula sürüp gelen,
Allah Resulünün, nesil koluydu!...
Bir de; aynı ışık çalkantılarından pay alanlar!…..
Amma, aldıkları bu payı, asıl mihrakına oturtamayanlar!
Bunlar; Fert, fert, Allah’ın kalplerine hidayet verdiği,
Münzevi örnekler!
Bunlar;
……Unutulan muhteşem tevhit bestesini,
Yakıcı, mest edici bir ahenk içinde,
Kalplerinin derinliklerinde terennüm etmeye çalışanlar!
Bunlar:
573
Adem peygamberden başlayıp Peygamberler peygamberinde,
Kemâle erecek olan müslümanlığı sezenler…..
Haniflerden bir şair, şöyle haykırıyordu:
“Kimsin sen, ey Ahmet Muhammed!
İbrahim, İshak, yoksa Yakup mu?
İsmail mi canlandı tekrar yoksa?
Yusuf mu serpti, bereketi üzerine,
Süleyman’ın hazineleri mi ışıldar başında!
Hayır! Hayır!...
Sen de onlar gibi bir kulsun.
Etten, kemikten yaratıldın amma,
Özünde bir şey var, sen bir nursun?
Üzerinde beyaz bulutlar gezinir,
Şefkat, merhamet, fazilet melekleri onlar,
Korunur gölgelenirsin kanatlarında!
Dilin tatlı, sözün tatlı, bakışların aydınlık,
Elinde, akıl kılıcını taşırsın.
İnsan desem sana yanılır mıyım?
Ermiş desem sana az mıdır?
Sana serzenişim böyle…
Farklı yaratılmışsın bizden!
Bu bir gerçek!
Güneşten mi koptun, aydan mı geldin?
Susma artık sırrını söyle…..
Bir başkası:
Kızıl devenin süvarisi,
Yad kabilesinin yücesi, Kuss b. Sait!...
Belki yüz yaşına basmak üzere!
Yüz yaşını aşkın, ihtiyar belki de…
Allah Resulünün, tenha ve izbelerde,
Hudutsuz sükûnet koridoru boyunca,
Kendisine, hitap edilmeye başlandığı günler!
O da, Suk-u Ukaz panayırında hitabesini okuyordu.
Diyordu ki;
“Ey insanlar!
Geliniz dinleyiniz!
Belleyiniz ibret alınız!
Yaşayan ölür ölen fena bulur!
Olacak neyse olur.
Yağmur yağar, otlar biter,
574
Çocuklar doğar, gelen gider,
Olaylar birbirini kovalar.
…..Yer yüzü büyük divan,
…….Gök yüzü yüksek tavan,
……….Yıldızlar yürür, sular durur.
…………..Gelen kalmaz, giden gelmez.
……Gittikleri yerden hoşnut mudurlar?
…….Onun için mi gelmiyorlar?
……..Yoksa orada uykuya mı dalıyorlar!......
…………..Yemin ederim ki,
……….Allah’ın indinde bir din var,
……..İçinde bulunduğumuzdan daha sevgili…
Ve, Allah’ın gelecek bir peygamberi var ki,
Gölgesi başımızın üstünde…
…….Ne mutlu o kişiye ki, ona inanır,
…………..O da kendisine hidayet eder!
……………….Ona isyan edene eyvah!
……………………..Eyvah ki ne eyvah!
Ey insanlar;
……Hani babalar, dedeler atalar!
………Nerede soy sop!
…………Hani ya, süslü saraylar?
…………..……Mermer binaları yükselten,
……………………Ad ve Semud milleti!......
………Hani ya, ben sizin en büyük rabbinizim,
………..Diyen Firavun?
…………….Hani Nemrut, neredeler?....
……Toprak onları değirmeninde öğüttü.
Toz etti dağıttı….
Kemikleri bile eriyip gitti!
……Çatıları yıkılıp süprüldü…
………...Şimdi yerlerinde köpekler barınıyor!...
Sakın ha:
…..Aman gaflete düşmeyin,
……..Onların yolundan gitmeyin!
……….Her şey fani, tek baki olan ALLAH!...
………..…..Ölüm bir ırmak,
……………..Girecek yeri çok akacak yeri yok.”
Şu kadarını da söyleyelim ki;
Bu hitabeyi okurken kızıl devenin sahibi,
Allah’ın sevgilisi de oradaydı!
Amma Kuss b. Sait’in bundan haberi yoktu!..
575
Dünya durdukça, unutulmayacak bir hitabe!....
Okundu tam yerinde dünya kaldıkça,
Kalmak değerinde…..
HİRA DAĞI ve İLK VAHİ
Allah sevgilisinin yaşı kırkına yaklaşmakta,
Bu kadar yaşananlara rağmen,
Kainat çapında büyük bir devlete sahip olacak kişinin,
Her hangi peşin bir fikri yok……
Nitekim memuriyet görevinin tebliğ tesiri,
Bizzat kendilerinde hiçbir şeyle ölçülemez şekilde,
Çarpıcı bir hayret ve dehşet uyandırdı!
Mekke yakınlarındaki,
Hıra nur dağı çıplak,
Sipsivri bir fışkırış halinde…
Göklerin derinliğini kucaklayan bir dağ…
……..Nübüvvetten evvelki şahsi hayatında,
Düşünceye daldığı, inzivaya çekildiği kule…
Murakabe demlerinde, Mekke ve civarını, yine afat!
Yine felaket çarptı!...
Hem öylesine çarptı ki,
En zengin aileler bile, yiyecek ekmeğe muhtaç!..
Kaldılar bi ilaç!
Sevgili amca Ebu Talib de, kıtlıktan büyük ölçüde,
Nasibini alanlardan biri….
Allah’ın resulü;
En zengin amcası Abbas’ın kapısını çaldı.
Dedi ki ona;
---Biliyorsun kardeşin Ebu Talib,
…….Kalabalık bir aile sahibi….
Sofrasında çok el var!
Kıtlık yüzünden sofraları harap!.
Gel gidelim birlikte, çocuklarından birer tanesini,
Evimize alalım yükünü hafifletelim!”
Gittiler birlikte…
Ricalarını kabul ettirdiler.
Çocuklardan ikisini paylaştılar.
Kainatın efendisine:
İleride damadı, neslinin yürütücüsü,
Peygamberliğin ilim kapısı,
Mânevi emanet yolunun,
İkinci kutbu olacak olan Ali düştü!......
Ali henüz küçük bir çocuk…..
576
Muhammed kırkındaydı artık,
Günlerden bir gün, Hıra Nur Dağında,
İnzivaya çekilmişti!..
Öyle ki, Mekke’ye bir saat mesafede HIRA DAĞI…
Kâinatın Efendisine ibadet yeri,
Düşüncelere dalma sediri olmuştu HIRA DAĞI…
Bu dağ ve oradaki mağara,
Sessizliğin donduğu,
Fezayı çınlatan ahengin kaynağı,
Sükût ikliminin ufku!...
Düşüncelerin, korku içinde,
Baş aşağı, ebediyete sarktığı pencere…
Kâinatın Efendisi,
Ceddi İbrahim’in getirdiği usul ve ölçü ile,
İbadet ve tefekkür etmekte,
Yalnız başına düşünmekte!..
Nasıl bir his ve fikir ahengiyle,
Ne düşündüklerini bilmek,
Kıvrım, kıvrım dipsizliğe gömülmek,
Düşünceler üzerine hayâl kurmak bile,
Dondurur dimağımızı!
Mağaranın karanlığına gömer bizi!..
Dipsiz sema….
Orada her yıldız bir kum tanesi….
Sonsuz çöl…
Orada her kum tanesi bir yıldız…
Çölün çarşaf misali yayılışını,
Kıvrım, kıvrım kıvırıp büken dağ!...
Bu dağ sanki bütün göklerin ve de çöllerin,
Sessizlik ve yalnızlığını, huni gibi süzüp,
Mağaraya akıtmaktadır.
Bu akan şey, bir lisan’ı hafi… (gizli dil)
Musikinin üzerinde bir nağme…
Bu nağmenin aşkına değil mi ki,
Akan su şırıldamakta,
Maden çınlamakta,
Kamış inlemekte, ve tel çığlık koparmakta!...
Sessizliğin ve yalnızlığın ufuk noktasında,
İnsan oğlunun ufku…
Bu düşünce ve itikâf,
Hem fikrî, hem bedenî ibadet!
O, artık İlâhi memuriyetin eşiğinde!...
577
Gece yaklaştığı halde sanki gitmek istemiyordu.
Yıldızlar erkenden belirmiş,
Gök yüzünü parıl parıl aydınlatıyordu.
…..Ağaçlar,
…….Kayalar,
………. Kıpır kıpır
…………Kıpırdanıp duruyordu.
………Kuşlar halâ havadaydılar!
…………………Sanki gece değil,
……………..Sabah başlangıcıydı!....
Uyku melekleri, onu uyuttu!
Uykusunun en derin anında,
Uyandı ve oturdu.
Korkunç gürültüler işitmişti…
…..Binlerce bulut,
…….Birbirine girmişti!..
………Yer sarsılıyor,
…………Mağaranın duvarlarından,
……………Taşlar dökülüyordu…
…………..….Kulaklarını tıkadı!
……,……....….Ürperdi! Ürperdi!......
Mağaranın ağzında iki güneş çarpışmışçasına,
Gürültü tekrarlandı.
Daha gür bir sesle….
Gözleri kamaştı dayanamadı bayıldı….
………İşte o zaman,
………..Melek derhal selâmladı onu!
Ve dedi:
---Ya Muhammed!
Ben Cebrail’im.
Sen de Allah’ın Resulüsün!
Sakinleşmişti artık.
Aydın gözlerle bakıyordu Cebrail’e!....
Gökler perde perde açıldı!
Sonsuzluk Âleminin kadrosundan bir şahsiyet…..
Bütün madde tezahürlerini yakıp,
Kül eden cisim üstü bir cisimleniş!...
Bir Melek!.
--Oku!..
Kâinat’ın Efendisi,
Dehşet ve haşyet(korku) içinde ne okuyayım?
Ben okuyucu değilim!
Mağara tekrar aydınlandı!
Cebrail Muhammed’i kucağına aldı.
578
Kuvvetle sıktı.
Kemikleri sanki birbirine girdi!..
İçindeki karanlıklar silindi.
Benliğini, ayan beyan görmeye başladı!
Karşısına oturttu, emrini tekrarladı!..
Bu hal üç kere tekrarlandı.
Sonra Melek aldığı emri,
İlk ayeti okudu sonuna kadar.
“EY MUHAMMED!
OKU!
YARATAN RABBİNİN ADIYLA OKU!
O, İNSANI BİR KAN PIHTISINDAN, (SEVGİDEN) YARATTI.
OKU!
İNSANA BİLMEDİĞİNİ BİLDİREN, KALEMLE ÖĞRETEN RABBİN,
NİHAYETSİZ KEREM SAHİBİDİR.” ( Alâk 1-5)
Allah’ın Resulü korkunun son basamağında,
Bizzat konuştuğu lisanla nazil olan ayeti,
Kelimesi kelimesine tekrar etti.
Ayetin tekrarını sonuna kadar bekleyen Melek,
Onun okuduğu ayeti,
Allah Resulünün kalbine ve diline,
Yerleştirdiğini görür görmez birden kayboldu!
EY DOST
Oku!
Ezel’i oku!
Ebedi oku!
Sonsuzun sahibi Rabbinin keremini Oku!
Mutlak hakikati oku!
Sizi yaratanı, size göz, kulak ve kalp bahşedeni oku!
Hakikatın aşkta olduğunu, yaratılışın kadrini oku!
Kadirde kadr-i oku!
İnsanı oku!
“Ben de sizin gibi insanım.” diyen,
Hazreti Resullullah’ı….
Vazifesini yapıp giden bir postacı gibi değil!
Muhammed Âleyhisselâm,
“Aranızdan bir adam değil,
Allah’ın bir Resulü ve Nebilerin sonuncusudur.”
Sözündeki (Sonuncuyu) son olarak değil!
Ulaşılacak en son makamdır diye oku!
Hatem’i; Bir bitiş, bir son değil!..
Bir mühür! Bir doruk!
579
İnsaniyet makamının zirvesi diye oku!
Hz. Ali (r.a)
“ İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı.” Buyuruyor.
O nokta Vahdet (BİR’LİK) noktasıdır!
Bütün ilimler O (BİR’LİK) noktasını öğrenmek içindir.
O nokta, Besmelenin ‘B’ sinde gizlidir.
O noktayı oku!
Kâinat Kur’anda!
Kur’an Fatihada!
Fatiha Besmelede!
Besmele ‘B’ de!
Anlayana bilim ‘B’ de gizli işte o ‘B’ yi oku!
İlâhi aşk şarabıyla sermest dilleri oku!
Rahman tarafından kuşatılan, Arşı oku!
Arş’a sığmayan Rahman, gönül’e sığar,
Arştan da geniş olan, gönül’ü oku!
Gönül bir deniz, dil ise sahildir.
Kalpte ne varsa sahile vurur.
Dil ise, kalbin tercümanıdır.
Kalbin tercümanı olan dili oku!
Manevi mirasın derinliğinde ve enginliğinde,
Modern zamanların, çorak iklimine inen,
Sisli ve dumanlı ufkuna yayılan rahmet damlalarını oku!
Allah’ını ve Resulünü unutan,
Haksızlığa bayrak açan,
Mazluma, zulüm edip ağlatan,
Kendini var zannedip,
Onu var eden, VAR’I unutan cahilin cehaletini oku!
Ben merkezli insanı değil,
Bensiz de bir şeyin olmayacağı bilinci içinde,
“Bir ağaç olarak müstakil ama,
Bir orman içinde olan!” İnsanı oku!..(Nazım Hikmet)
Mevlâna;
“Bahar gelmekle taş yeşermez,
Ancak yumuşak toprak yeşerir.
Sende taş gibi katı kalpli olma,
Toprak gibi yumuşak ol, ol ki!,
580
Senin de kalbine bir bahar güneşi gibi,
Bir Ârif ve kâmil’in güneşi gelirse,
Sende de nice güzellikler yeşerir.” Diyor!
Sendeki yeşeren, Allah’ın sonsuz tecelli ve tezahürlerini oku!
Allah ile Habibinin, Hıra Nur Dağındaki buluşmasını oku!
Yeryüzünü, size boyun eğdiren,
Yıldızlarla süsleyen,
Göğü direksiz kubbe eyleyen kudreti oku!
Galaksileri oku!
Cebrail’den gelen çığlığı oku!
Âlemlere Rahmet olarak gönderilen,
Yüce Rabbin sevgilisi ufuk Peygamber,
Muhammed Mustafa’ya duyulan muhabbeti oku!
Altın yüzüğün elmas taşını diş diş kavradığı gibi,
En yüksek his kutbunu kavra! İçlerin içini oku!
İnsanı, gönlüyle anla, gönül medeniyetini,
Ona hayat veren ana damarını oku!
Gönül öyle büyüktür ki, önüne ‘alçak’
Kelimesi gelse bile, alçalmaz, küçülmez!
Alçak gönüllülük bir erdemdir. O erdemi oku!
Cenneti oku!
Firdevs Cennetlerinde,
Karşılıklı tahtlar üzerinde otururken sunulan meyveleri oku!
Baş ağrısı vermeyen, sarhoş etmeyen,
İçenlere zevk bahşeden,
Bembeyaz bir kaynaktan doldurularak sunulanı oku!
Billur kadehlerle sakilik yapan,
El değmemiş Hurileri oku!
Bakışları yalnız erkeklerine çevrilmiş,
Ceylân gözlüleri oku!
Cehennem’in nefes alışını,
Cehennem ateşinin kabarışını oku!
Böceğin kozasında ipeği, pancarda şekeri oku!
Mumdan altı köşeli duvarlar içinde,
Arının istif ettiği balı oku!
Örümceğin zikzaklı şarkısını,
Mağara kapısına lif lif örgüleştirdiği ağı oku!
Olukta olgunlaşan damlayı, seherlerde şebnemi oku!
En adi iş, en adi şekil kalıpta, en ulvi olanı elif’ten ye’ye oku!
581
Kâinatı, sonsuzlukta ….
Sonsuzun sahibini, kâinatta oku!...
Oku! Yeter ki oku!...
Cebrail görünmüyordu artık!
Onu kendi haline bırakıp gitmişti orada.
Hazreti Muhammed yalnız kalınca yine bayıldı.
Uyandığında vakit sabahtı…
Şaşkınlık içindeydi!
Ne yapacağını bilmiyordu!..
Mağaradan çıktı.Titriyordu!
Düşündü, düşündü!...
Bir ara şehre dönmeyi düşündü.
Hayır dedi kendi kendine!
Beni böyle görenler deli sanacaklar!...
Bu halden kurtulmak için hatta ölmeyi yeğledi!
Gördüğü uçuruma yaklaştı.
Tam o sırada;
…..Gökten yine bir ses!
……“Sen Allah’ın Resulüsün ben de Cebrail…”
Başını kaldırınca, aynı meleği gördü.
Akşama kadar meleğin denetiminde, dolaştı kır bayır….
ÖZLEMLE BEKLEYİŞ
O sabah, Hatice erken uyanarak kalkmıştı.
Sevgili yâr’i Muhammedi bekliyordu.
Gözleri ufukları tarıyor,
Bir ışık bir nur bir parıltı arıyordu!
Saatler ilerlediği halde gelen giden yoktu!
Meraklandı, o sözüne sadık biriydi.
Şimdiye kadar çoktan gelmeliydi…
Endişelendi!
Ve adamlarını onu aramaya gönderdi.
Akşama doğru buldular onu.
Selâmladılar!..
Hep beraber şehrin yolunu tuttular.
Sık sık geriye bakıp, Hıra Nur dağını kontrol ediyor,
Cebrail’i arıyordu gözleri.
Onu gören çobanlar, yolcular şaşkınlık içindeydiler!..
Ne olmuştu Muhammed’e!..
Niye bu gün bir tuhaftı!...
Onu gören bir çoban şöyle sesleniyordu:
“Seni gördüm!
Kendinden çıkmışsın!
582
Korkuyu giyinmiş, perişanlığı yüklenmiş haldesin.
Kim çaldı seni?
Kime kaptırdın özünü!
Tek ümidim sendeydi o da yıkıldı nihayet.
Eziliyorum dağlar altında.
Ağlasam, hıçkırsam, belki açılacağım!
Fakat içim donmuş, bir damla yaş gezinemiyor,
Gezinemiyor kirpiklerimde!
Yağmur yüklü bulutların boşalamaması ne de zor!
Aklımı çıkarıp, ayaklarına atmak!
Çılgınlığın kasırgasında savrulmak istiyorum.
Elbet ben de, dolu bir bulutum.
Bir yere çarpıp patlayacağım!
Attığım anlamsız kahkahalarda bunun müjdesi var.
Şu tepeler bana oyuncak,
Vadilerse salıncak!
Her gece, çöl kumaşından bir yatak keseceğim kendime!
Uyuyup sana yetişeceğim.
Hanımım, dostlarım üzülmesinler!...
Arkamdan adam koşturmasınlar.
Kara derimi, yorgun etimi,
Sinirlerimi tanımasınlar diye, beni sırtlanlara verdim!
Ruhuma büründüm!
Kemiklerimde gün ışığı oynuyor!...
Nihayet konağa ulaştılar.
Çocuklar, köleler ve cariyeler sevinerek koştular kapıya.
Fakat, Hazreti Muhammed’i bu vaziyette görünce açıldılar!
Duvarlara dönüp,
Elleriyle kapatıp yüzlerini ağlamaya başladılar!....
Büyük insan Hatice, sevgi evi, alın teri,
Açtı ona yüreğini, beden’e beden,
Ten’e ten, gönül’e gönül, Ruh’a ruh örtüsünü örttü.
Sabır ve gayret timsali tutkudan çok basiret,
Sevdadan çok sevgi, saygı ve rahmet kaynağı Hatice!..
Tohumu toprağa,
Manâ’yı gönülle bitiştiren, ruh için ten,
Yetim yüzü güldüren Hatice-tül Kübra!...
Varlığını, Hatem-ül Enbiya’ya giydiren,
Büyük insan, Hatice-tül Kübra!...
En sabırlıları,
En metanetli olanı,
Yine Hazreti Hatice idi.
583
Koluna girdi aldı onu odaya!
Halâ titriyordu Muhammed!
Hemen beni örtünüz!
Beni örtünüz dedi. Örttüler….
Büyük insan Hatice,
Oturdu baş ucuna, beklemeye başladı.
Hiç telâş etmiyordu. Anlamıştı artık.
Hazreti Muhammed!
Allah’ıyla bağlantı kurmuş olacaktı!...
O iki melek;
Muhammed’i ameliyat edip,
Kalbine sükuneti yerleştirerek,
Onu teskin edeceklerdi!
Allah’ın Resulü dinlendi, sakinleşti…
Kalktı oturdu.
Sordu Hatice;
“---O Melek halâ görünüyor mu?”
Cevap verdi; “--Gözlerimi kapatırsam evet!”
Hatice!..
Emin olmak istiyordu.
Kalktı yerinden soluna geçti,
Sordu!
---Şimdi?
--Evet görüyorum.
Sağına geçti, sordu!
Şimdi?
Evet görüyorum.
Arkasına geçti, sordu!
Şimdi?
Evet görüyorum.
Hazreti Hatice bürgüsünü açtı,
Hazreti Muhammed’i kucaklayarak göğsüne bastırdı!
Tekrar sordu!
Gözlerini kapat yine bak!
Şimdi?
Hayır artık görmüyorum!
Hatice düşüncelerinde yanılmadığını anlamıştı.
Kararını açıkladı:
Ey Muhammed’im!
İşte sende tecrübe ettin,
Sana gelen, ne cin ne de şeytan!
Öyle olsaydı,
Seni çıplak tenime bastırınca, utanıp gitmezdi!..
Müjdeler olsun sana ve cümlemize….
584
Yıllardır beklemekte olduğumu Allah bana verdi.
Sen artık Allah’ın Resulüsün,
Sen peygamberlikle şereflendin!...
Hatice çok duygulanmıştı.
Sabret ey insan, çilen tükenecek yakında.
Sarmayacaksın başka yumak,
Sana yakışanda yaşayacaksın.
Saray müjdelemiyorum,
Uçan halılar sermiyorum altına,
Sihirli yüzük takmıyorum parmağına,
Sofran kendiliğinden kurulmayacak.
Fakat kula kulluk ne demek,
Alın terini çalmak,
Hakkını, vicdanını,
İnancını yitirmek, ne demek anlayacaksın!
Düşüneceksin, konuşacaksın,
Yapacaksın istediğini,
İşte bunlara kavuştun şimdi!
Hürriyet şarkıları dağları aştı,
Tüm duygular, sevgiler coştu.
Geliyorlar sana doğru!....
Onlara kulak ver, ey insan!...
İstirahat etmesi için onu bırakırken,
Sordu; İzin verirsen eğer,
Ben Varakaya kadar gideceğim!
---Git ey Hatice’m!
Hatice, temiz insan, sadık dost,
Muhafızları ile çıktı evinden,
Doğruca Varaka’ya koştu!
Bütün olup bitenleri anlattı ona.
Varaka dinledikçe kabına sığmaz olmuştu.
Sözlerini şöyle bitirdi Hatice:
-- Ey amcam oğlu!
Sen hep Allah’ın ilhamlarıyla bezendin,
Ne yaptın ne ettinse hayrınaydı.
Muhammed’i önceden bilen,
Annem Fatma’yı, babamı beni yetiştiren sensin!.
Bizde hakkın çoktur.
Söylediklerimi iyice dinle, fikrini bana söyle.
--Ey şereflilerin en şereflisi en temiz en sadık olanımız,
Sabır hamuruyla yoğrulmuş kızım!
585
Çok sevin, hem de çok!...
Hepimiz sevinelim ki, şükür Allah’ımıza,
Sabrın meyvesini o ihsan etti.
Ey Hatice’m söyle Muhammed’e korkmasın.
Hem de hiç, hiç korkmasın!
--Sihir kâhinliği vehm etmesin!
Gördüğü melek Cebrail’dir.
Yine Hıra dağına gitsin yeni emirler alsın.
Harekete geçsin artık.
FETRET DEVRİ
Nedendir bilinmez amma,
Vahyin arkası gelmedi.
Kesildi birden bire….
Meçhul bir istikâmete doğru uzanan bir nur ağı,
Onun içinde yol alan bir varlık.
Ramazan ayının sonuna kadar,
Hazreti Muhammed dağda kalmasına rağmen,
Cebrail yeni bir emir getirmemişti.
Çok üzüldü Muhammed!
Zaman zaman vehmetti,
Şüphe ve bu vehimlerin tesirinde kaldı.
Ne bir delâlet, ne de bir işaret!..
Belki de İlahi hikmet!
Belki; Ufuk peygamber gaye insanın üzerinden,
İlk vahyin yükünün kalkması gerekiyordu!
Kim bilir bel ki de bir sır!.....
Sahilsiz deniz ortasında ne ayak basacak bir yer,
Ne bir sal, ne de bir tekne!...
Sadece meçhul’e uzanan bir nur ağı….
Bilemedi , bildiği tek şey, bu ağın içinde yol alan varlık!
Tam üç yıl vahiy gelmedi.
Vahyin kesiliş endişesini yaşar oldu iki mübarek insan!
Hayale sığmaz çapta derin üzüntü,
Uzlet köşelerinde, dağ başlarında!.....
O İlahi hitabın, tecellisini beklemek.
Zordu elbet, zordu………
O kadar zor geliyordu ki;
Dimdik yardan, bir uçurumdan atlamak istiyordu sanki!
Tecellilerin en parlağından sonra ondan mahrum kalmak,
Bu karanlık hayatı yaşamak,
Ümitle yeni haberler beklemek,
Çekilmez, taşınmaz bir yüktü sanki….
Parça parça olmak,
586
İdrak duygusundan sıyrılmak,
Yokluk yorganının altına saklanmak!..
Allah’ın, varlık nuru olarak yarattığına,
Yokluk yol verebilir mi?
Muhal, mümkün değil!
Hiçbir zaman kırılmayacak, onu koruyacak,
Atlamasına mani olacak nice korkuluklar,
Allah’ın eliyle muhafaza edilecekti!
Kaç kere oradan sarkmak istediyse, İlâhi ihtara nail oldular!
Her defasında, Melek yetişti ve dur!...
Bil ki sen, Allah’ın Resulüsün!...
Diye uyardı onu!....
Hatice Valide de aynı endişeler belirdi.
Tecelli ya Haktan olur, ya da şeytandan.
Haktan gelen nimet, ve de devlet.
Şeytandan gelen, kötülük ve hastalık.
Yoksa bütün bunlar hastalık mı?
Yoksa çatlayan bir ruhun saçtığı,
Alevler, kıvılcımlar içindeki,
Vücutsuz akislerden, İbaret bir şey mi?”
Ya Rabbi!
Dünyanın, bu en muvazeneli, en ölçülü,
En faziletli, en dirayetli insanının başına bir şey gelebilir mi ?
Hayır!
Hayır gelemez!
Diyordu kendi kendine….
Ve diyordu ki; Bu bir berzah çilesidir.
Gelemeyeceği nasıl bilinsin!...
Günü gelince ALLAH, Resulünün halini bildirecektir.
O mukaddes zevcine büyük ve temiz zevce,
Kemalât duygusuyla, bekliyordu Hatice.
Kollarını dolamış, güne günler ekliyor,
Bin bir ihtimam ile, sırlarını bekliyor.
Hıra Nur dağındaki, O Resul kutsal insan,
Tefekküre dalmıştı, gözler ufukta baksan,
Ne fısıltı ne bir ses, yoktu hem uykusunda.
Endişesi oydu ki, var mıydı onda noksan!
Birden bir ses duyuldu, o yokuşu inerken,
Bakındı sağa sola, göremedi kimseyi,
Kendi kendine acep, bu da nedir ki derken,
587
Hatırladı o anda , melek işidir deyi.
Göz ucuyla gördü ki, oturmuş nazar eder,
Bakınca gök yüzüne, kürsü üstünde melek,
Sana vahiy getiren, o Cebrail benim der.
Tek arzusu oydu ki, sona dek kesilmemek.
Ve diyecektir ki;
“ Nun!
And olsun kalem’e ve onunla yazılanlara,
And olsun ki; Ey Muhammed,
Sen, Rabbinin nimetine uğramış bir kimsesin.
(Ki, sen Cin tasallutuna, uğramış değilsin.)
Rabbinin nimeti sayesinde senin için kesintisiz ödül var.
Ey Muhammed!
Sen deli değilsin.
Şüphesiz sen, büyük bir ahlâka sahipsin.
Hanginizin aklından zoru olduğunu, yakında sen de göreceksin!
Onlarda görecekler.
Doğrusu senin Rabbin, yolundan sapıtanları da,
Doğru yolda olanları da çok iyi bilir. (Kalem 1-7)
Ey Muhammed!
“Bundan böyle yalanlayanlara aldırma.
Onlar sana indirilen ayetlerden,
Beğenmediklerin bırakman suretiyle,
Senin, kendileriyle uyuşmanı isterler.
Böyle yaparsan! Seni överler”. (Kalem 8-10)
Ey Muhammed!
“…Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden,
İyiliği daima önleyen aşırı giden, suç işleyen,
Çok yemin eden alçak zorbaya,
Bir de soysuzlukla damgalanmış alçak kimseye,
Mal ve oğulları vardır diye, aldırış etmeyesin! “(Kalem 9-14)
“ Ey örtüye bürünen Nebi, kalk etrafını uyandır.
Rabbini yücelt. Giydiklerini temiz tut.
Kötü şeylerden sakın. Yaptığın iyiliği başa kakma.
Rabbin için sabret. Sur’a üflendiği vakit, işte o gün,
İnkârcılara kolay olmayan zorlu bir gündür. (Müddesir 1-11)
Tam üç yıl evvel gelen nebilikten sonra,
Kırk üç yaşındaki o Allah’ın sevgilisi,
Kâinatın efendisi, Muhammed Mustafa, Peygamber olmuştur artık.
588
Cebrail’in tebliğinden sonra,
Uysallığı, yumuşaklığı geçmiş kendine gelmişti.
Tam bir peygamber hüviyetine büründü.
Büyük kadın Hazreti Hatice sordu:
Ey Kasım’ın babası,
Niçin uyuyup dinlenmedin?..
Peygamber Muhammed’in cevabı,
Hazreti Hatice’yi sevincin dikmelerinde gezdirdi.
Allah Resulünün haberini,
…..Cemad,
…….Nebat,
………İnsan,
……Ve hayvandan başka,
………Tüm mahlûkat almıştı.
Allah isteyince yok yoktur.
Her Var’ın, gizli bir yoku çoktur.
Her yok’un, vardır gizli bir ilki,
Hem yokluk hem varlık,
Allah’tan değil mi ki!......
“Ey örtülere bürünen Nebi,
Kalk ve etrafını uyandır” Deyince Cebrail,
Ayağını yere vurur.
O anda yerden sular fışkırır!
Bu su ile abdest almayı,
Allah’ın Resulüne öğretir Cebrail!
Birlikte namaz kılarlar!
İLK MÜSLÜMANLAR
Ufuk peygamber, memuriyetini,
Önce zevcesi, Hatice’ye tebliğ etti.
HATİCE hemen baş kesti.
En samimi saadet heyecanıyla iman etti.
Kelime-i şahadet getirerek,
İlk sırada Müslümanlıkla şereflendi.
Cebrail’in öğrettiği gibi, abdest aldılar,
Resulüyle birlikte iki rekat namaz kıldılar!
“Her aşk çeşme başında yazılırmış”
Abdest alırken bir suya baktılar gülümseyerek,
Bir de birbirinin yüzüne baktılar.
Baktılar,
Yüzlerini görürcesine, abdest aldıkları suya,
Adem’in pişmanlık göz yaşı olan suya,
589
Nuh’un kurtuluşu, gemiyi omuzlayan suya,
İbrahim’i yakmayan, ateşin kardeşi serin suya!
İsmail’in topuğundan fışkıran,
Hacer validenin, dur! Dur diye durdurduğu,
Zemzem denilen suya,
İshak’a muhatap, çağrılan suya!
Musa’ya yol, Firavuna mezar olan suya!
Yunusu balığın karnına, taşıyan suya!
Eyyub’un yarasına merhem, derdine derman suya!
Davud’un ilâhisine, ilham olan suya!
Süleyman’a asker,
Zekeriya’ya oruç,
Yahya’nın davetlisi suya!
Yer yüzünde İsa’yı Kelimetullah kılan,
Rabbani tohum ve ona nefes olan suya!
Ve son Resul’ün parmaklarından süzülen suya…
Baktılar, baktılar!...
HATİCE………
Bir gölge misali, Allah’ın Resulünden hiç ayrılmazdı.
Ayrılmayan biri daha vardı!
Ebu Bekir Sıddık!
Ebu Bekir Sıddık da!
Kureyş’lilerin gittiği yolu, apıtanların yanlış yolu görenlerden!
Hiç puta tapmamış zengin ve soylu bir insan!
Allah Resulünün en sadık dostu,
İlâhi memuriyeti duyar duymaz koştu yanına!
--Duyduklarım doğru mu?
Ya Muhammed!
Evet doğru, Ya Ebu Bekir.
Ebu Bekir evet cevabını alır almaz iman eden ilklerden biri!..
İlk erkek Müslüman olma,
Ve de “Sıddık-ı Ekber” lâkabını alma şerefine nail olan!...
Sadık insan, ikinci Müslüman.
Allah’ın Resulü, diyecektir ki;
-- Ebu Bekir ve ben nebilik içinde at başı beraberdik.
Ben onu geçtimo bana tabi oldu.
Eğer o beni geçse idi ben ona tabi olurdum!
Üçüncü Müslüman!
Çocukların birincisi, hazreti ALİ!....
O, kıtlık döneminden beri amca oğlunun evinde,
Henüz on yaşında bir çocuk!
Allah’ın Resulünü, zevcesiyle beraber namaz kılarken görüyor.
590
Hayran, hayran izledikten sonra soruyordu;
---Bu nedir?..
--Allah’a ibadet.
Şimdiye kadar görmediği duymadığı şeyleri duydu…
İslam’a davet edilince de, davete icabet etti!...
İlk çocuk Müslüman Hz. Ali!….
Giderek;
İslam’a davetin gizli şekli başladı.
Donmuş küfür denizinin buzları çözüldü!
Buz kütleleri altında sıcak su cereyanı başladı!
Bu cereyan kısa sürede bütün ummanı kaynattı!
Erkek ve kadınlar arasında üst üste iman edenler çoğaldı…
İnananlar ancak;
“Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen,
Ayetleri okunduğu zaman, imanları artan,
Rablerine güvenen, namaz kılan,
Verilen rızıktan yerli yerince sarf edenlerdir.” (Enfal 2-3)
İSLÂM’A DAVET
Öyle bir dâvet levhası ki!
En büyük mucizelerin, çok basit eda içinde saklanması!
Bir incelik tabiilik, samimilik ve inandırıcılık.
Öyle bir inandırıcılık ki, mucize çapının üstünde!
Bir ölüyü değil, tüm ölüleri bir işaretle diriltmek bile,
Bu davetteki irade gücünden hafif!
En basit ve tabii tavrın içine dipsiz manâlar sığdırmakta….
Günler geçtikçe, gizliden gizliye iman edenlerin sayısı artıyordu.
Ama müşriklerin şerrinden korktukları için, şimdilik gizliyorlardı….
Hiçbir şey gizli değil,
Her şey kendi mecrasında,
Hem akıyor hem gelişiyordu….
İçten içe bir olgunlaşma,
Siper arkasında hazırlık ama meydan okuma değil….
Yüce Allah buyuruyordu ki;
“Sen önce en yakın hısım ve de,
Akrabalarını ahiret azabı ile korkut.” Diyordu (Şuara 214)
Peygamberimiz sıkıntı içinde,
Bir süre evinden çıkmadan düşündü.
Peygamberin halası günlerdir onu görmemiş özlemişti.
591
Hasta sanmıştı.
Yakından görmek için evine uğradı.
Göreceğini gördü.
--Yoksa hasta mısın? diye sordu!
Hayır halacığım hasta değilim.
Amma halacığım!
Allah’ım!
En yakınlarımı hak yoluna çağırmamı emretti.
Peki o zaman çağır dedi halası.
Amma!
Ebu Leheb’i sakın çağırma, o kabul etmez !....
Hz. Ali’den rivayet edilir ki:
Resulullah’a sen en yakın akrabalarını,
Ahiret azabı ile korkut ayeti gelince beni çağırdı.
--Ey Ali!
Allah’ın yakın akrabamı azapla korkutmamı istemesi, bana çok güçlük verdi.
Ben iyi biliyorum ki…
Ne zaman onlara bu işi açmaya kalksam,
Onların benim hoşlanmadığım bir şeyle,
Beni ithama kalkacaklarını biliyorum. Dedi.
Ertesi günü Allah’ın Resulü HZ. Hatice yi çağırdı.
-Bize bir kişilik et yemeği yap.
Bir kap da süt doldur!
Sonra da Abdülmuttalib oğullarını topla,
Onlarla konuşacağım.
Emr olunduğum şeyi onlara ulaştıracağım dedi.
Abd-ül Muttalip, oğullarını yemeğe çağırdı.
Çağrılan davetliler ikisi kadın olmak üzere,
Kırk beş kişi idiler.
Peygamberimizin bütün amcaları orada idi.
Hatta Ebu Leheb bile!...
Peygamberimiz!
Besmele çekti, eti parçaladı.
Haydi buyurun dedi.
Hepsi etten yediler ve doydular.
Etten azıcık bir parçanın eksildiğini gördüler.
Sonra kaptaki sütten içtiler.
Sanki süt’e hiç dokunulmamış gibiydi!..
Peygamberimiz henüz konuşmaya başlamadan,
Amcası Ebu Lehep!
592
Birden bire, adeta köpürdü.
Sövüp saymağa başladı!..
--“Biz böyle bir sihir görmedik dedi!”
Peygamberimize hitaben,
--Bunlar senin halaların ve amca oğulların,
Sen onlara her zaman istemediklerini söyledin.
Onları namaz kılmaya çağırdın durdun.
Artık bu sapıklığı bırak!..
Şunu iyi bil ki;
Kavmin senin için bütün Arap topluluklarına,
Karşı koyacak değildir dedi.
Hattâ, bir taşı o’nun üzerine atmaya çalıştı!...
Ve söylendi:
--Yer yüzünde hiç kimse tanımıyorum ki,
Senin gibi, akrabalarına ve yakınlarına böyle şeyler teklif etsin!...
---Ey Abdülmuttalib oğulları,
Garip garip ne düşünüyorsunuz?
---Bu adam bizim için bir lekedir.
Yabancılar ona dersini vermeden sizler verin!
Ya onu hapse atın!
Ya da başka bir çare bulun!
Eğer başkaları yaparsa bu işi,
Kabilenizden birini, teslim etme zilleti altında kalırsınız!
Kabile içinde yok olur gidersiniz.”
Başlar aşağı düştü, kimsenin ağzını bıçak açmıyordu!.
Nasipsiz vicdanların içinden bir kadın sesi yükseldi!..
Bu ses Allah sevgilisinin halası Safiyye’nin sesiydi!..
Ebu Leheb’e doğru bir adım attı:
“----Gardaş!...
…….Öz kardeşinin oğlunu,
………Terk etmek ve yalnız bırakmak,
…………..Sana şeref mi verir?...”
Ben yemin ederim ki;
………İlim adamları, alimler,
………..Abdülmuttalib nesebinden,
……………Bir Nebinin geleceğini söylerlerdi!
………………….İşte bu, o Nebidir!..
Ebu Leheb, acı acı güldü!
--Ne batıl bir fikir!
……….Ve boş bir emel!..
…………Kadınların sözüne mi kaldık?...
593
Onların sözü, gelin sandalyesinde yakışık alır.
Yarın Kureyş nesilleri ayaklanır,
Bütün Arap kabileleri de onlara katılırsa!
Onlara karşı ne ile korunacağız?
Nasıl korunacağız?...
Allah’ın Resulü,
Bütün bunlara sükûtla karşılık verdi.
Daha sonra bu küfre cevap, İlahi güçten geldi!
“ Ebu Leheb’in iki eli kurusun” (Lehep 1)
Bunu duyan küfür delisi şöyle diyecektir.
“ Eğer onun dediği çıkarsa,
Uğrayacağım belâya malım ve çocuklarımla,
Karşı koyabilirim.”
Bu delice teselliyi kökünden çürütüp atan,
Şu cevap gecikmemiştir!..
“ Malı, çocukları, bütün elde ettiği şeyler,
Bütün güvendikleri onu kurtaramayacaktır.
Bu ilahi emirde:
Karısı Ümmü Cemil de, Cehennemde,
Odun hamalı olarak gösterilmiştir”. (Lehep 5-6)
(Ümmü Cemil Ebu Süfyan’ın kızıdır.)
“Hakka davet eden ancak odur.
Ondan başka çağırdıkları putlar,
Kendilerine hiçbir cevap veremezler.
Durumları suyun, ağızlarına gelmesi için,
Avuçlarını ona açmış, adamın durumu gibidir.
Hiçbir zaman suya kavuşamaz. “ (Ra’d 14)
Şu can sana emanet, mutlak döner aslına,
Teselli vermez sözün, artık gönül yaslına,
Açılmıştır defterin, gayrı hesap faslına,
Fayda vermez mal oğul, senden hesap sorulur.
KÜFRE DİRENİŞ!..
SAĞ ELDE GÜNEŞ SOL ELDE AY olsa da!
Yeni din, Kureyş’lilere müthiş bir afet gibi görünüyordu.
Ruhlarını, ahlâklarını, adetlerini,
Ticaretlerini, iktisadi ölçülerini,
İçtimai usullerini,
Ferdi hürriyetlerini, perişan eden bir belâ…
İmandan iz’andan nasibini almamışlar,
594
İslâmiyet’i, putlarına, ananelerine,
Kendilerine ve geçimlerine bir tehdit,
Unsuru olarak görüyorlardı.
Halbuki İslâmiyet,
Gerçeği, her gerçek noktayı içine alan,
İnsanlığın kurtuluşu idi.
Bu yüzden Kureyş’i koşulsuz şartsız pazarlıksız,
Baştan başa yenileşmeye,
Ezel kadar eski,
Ebed kadar yeni hakikatle,
İnsanlaşmaya davet ediyordu.
Bu durum karşısında,
Mekke ileri gelenlerinden bir heyet,
Allah Resulünün hamisi Ebu Talibin karşısına dikildi.
--Senin yeğenin!
Cetlerimizin dinine, ahlâkımıza,
Âdetlerimize, yaşayış tarzımıza tecavüz ediyor.
Seni bu hale karşı tedbir almaya davet ediyoruz.
Çaresi neyse düşün ve de yerine getir.
Artık vaziyet ciddidir.
Yeğenin, zararlı bir meslek takip ediyor.
Mekke’de huzuru sağlamak için onu sustur.
Ebu Talib;
Onları uygun dille, kırıcı olmadan başından savdı.
Çünkü yeğenini sonuna kadar himaye etme azmindeydi.
Bu azminden bir şey kaybetmedi.
Daha sonraki günlerde:
Peygamberimiz, Ali vasıtasıyla,
Onları ve Mekke halkını tekrar topladı.
Bakın, Ey Kureyşliler, beni iyi dinleyin!
İşte şu dağın arkasında düşman toplandı.
Şehre hücum etmek üzere…
Hücum ederse, mülkünüzü yakıp yıkacak,
Çoluk çocuğunuzu kesip öldürecek!...
Deseydim bana inanır mıydınız?
Hep bir ağızdan inanırdık diye cevapladılar.
Çünkü sen yalan söylemezsin.
Senin lâkabın (EL-EMİN) değil mi!....
Öyleyse şuna da inanın;
595
Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi öleceksiniz.
Uykudan uyandığınız gibi de dirileceksiniz.
Bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz.
İyiliklerinizin karşılığında iyilik,
Kötülüklerinizin karşılığında da ceza çekeceksiniz.
İnsanlardan ilk ahiret azabıyla korkuttuğum sizlersiniz.
--Ey Abdülmuttalib oğulları!
Vallahi Araplar içinde,
Benim size getirdiğim, dünya ve ahiretiniz için,
Daha hayırlısını getireni bilmiyorum.
O da: “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve Eşhedü
Enne Muhammed’en abduhu ve resulühu.” Demenizdir.
Yani Allah’tan başka Tanrı bulunmadığına,
Benim de Allah’ın Resulü olduğuma,
İnanmanız tasdik etmenizdir diye buyurdular!
--Size!
Bu dünyayı ve ötelerini kefalet altına alan bir şey getiriyorum.
Niçin bu davetimi üzerinize almıyorsunuz?
--Hamd Allah’a yaraşır.
Ben ona hamd ederim.
Yardımı da ondan dilerim.
Ona inanır, ona dayanırım.
Şüphesiz bilirim ve bildiririm ki;
Allah’tan başka Tanrı yoktur.
O Birdir. Eşi ve ortağı yoktur.
Allah’ın Nebisi yalan söylemez.
Vallahi, ben bütün insanlara yalan söylesem,
Yine de size söylemem.
Bütün insanları aldatmış olsam sizi aldatmam.
Sizi davet ettiğim Allah TEK dir.
Ben de onun peygamberiyim.
Diye uyarmaya çalıştı onları.
Ama Hayret ve dehşet içinde kalanlarda,
Hiç kimsede müspet bir tavır yok.
“Bizi bunun için mi çağırdın? Diyebildiler.”
Sanki buz tuttular!
Dondular bir anda!
En küçükleri olan Ali ayağa kalktı.
--İçinizde yaşı en küçük olan benim.
Belki vücudum bücür,
Kollarım cılız, bacaklarım sıska,
596
Bu halimle size yardım etmeye hazırım ey Allah’ın Resulü,
Diye cevap verdi.
Manzara ulvi olduğu kadar müthiş!
Gerçekten müthiş!
Kâinat’ın Efendisi,
Amcalarının himayesinden memnundu amma,
Aslında kendisi resul olarak, Allah’a sığınmıştı.
Dini yayma görevi de devam ediyordu.
Müşrikler boş durmuyor, kendi merkezleri olan,
“Dar-ün-Nedve” de toplanıyorlar,
Durumu müzakere ediyorlardı.
Yeni bir heyet seçtiler.
Bu heyeti yine gönderdiler Ebu Talib’e….
Bu kez heyet daha sertti.
Tehdit ediyorlardı amcayı.
Eğer dedikleri yerine gelmezse,
Yapacakları kötülüğü bir bir saydılar.
Son kez uyarıyoruz. Dediler.
Dediğimiz olmazsa aramızda kanlı mücadele çıkar!
Diye tehdit ediyorlardı.
Ebu Talib, yeğenini çağırdı.
--Ey kardeşimin oğlu, canım ciğerim!
Kendine ve ailene müthiş bir belâ gelmemesi için,
Sana bir ricada bulunacağım!
--Senden rica ediyorum.
Bana taşıyamayacağım yükü yükleme.
Resulullah, susuyor ve dinliyordu!
Devam ediyor amca!
--Eğer neşrettiğin dinden vaz geçmezsen,
Kureyş’lilerle aramızda,
Kanlı mücadelenin çıkacağından haber verdiler.
Gel bu dâvadan vaz geç!
O zaman konuştu o ufuk peygamber o gaye insan.
Büyük bir vakarla, büyük bir tevekkül,
Heybet ve ifade tarzıyla!...
“--Sağ elime güneşi, sol elime de ayı verseler!
Bu dâvâdan vaz geçmemi isteseler,
Öleceğimi bilsem, yine de vaz geçmem.” Diyerek,
Gözleri yaşlı ayrıldı amcasının yanından.
Müslümanlığın ana şartını,
597
Aşk’ını ve ihlâsını en zengin şekilde taşıyan,
Fakat, bir türlü imana varamayan amca Ebu Talib,
Koştu arkasından onu durdurdu.
Kendisine döndürdü ve veee haykırdı;
“—Haydi git, dilediğin gibi dinini neşret!
Allah üzerine söz veriyorum ki,
Ben seni hiçbir zor karşısında,
Yalnız ve müdâfaasız bırakmayacağım.
--Ey Muhammed!
Bizim katımızda, sana yardım etmek kadar sevgili bir şey yoktur.
Öğütlerini benimseyip kabullendik.
Sözlerini tasdik ettik.
Biz senin atanın oğullarıyız.
Sen de onlardan birisisin.
Sen, emr olunduğun şeye devam et.
ÇİLELİ GÜNLER:
Haşim oğullarıyla, Kureyşliler arasındaki uçurum:
Kureyş’liler iyice inandılar ki;
Mükâfatlar sunmanın ya da korkutmanın,
Hiçbir faydası yok!
Ebu Talib, iç muharebe pahasına da olsa,
Asla yeğenini korumaktan vaz geçmeyecek!
Ebu Taliple, Kureyş büyükleri arasında,
Sert ve dik sözler geçmeye başladı.
Araları git gide açılıyordu.
Uçurumlar oluşuyordu.
İmana gelenlerle, küfürde kalanlar arasında,
Kanlı çarpışma kaçınılmaz haldeydi.
Dünyanın en titiz kabile örneğini veren,
Bütün insanlığa, ruh akrabalığını getiren Kureyş,
Her şeyden önce, kavim taassubunu kaldıran,
Yeni ve mutlak dine karşı olan direnişinin çöktüğünü,
Sezmeye başlamıştı.
Gelişme o kadar büyüktü ki, bütün insanlığa,
Bütün zaman ve mekâna mahsus din,
Evvelâ kabile taassubunu yıkacaktır.
Bir tarafta insanlığa TEK ALLAH müjdesini getiren tek kişi!
Öbür tarafta ise fert fert sapıklıklarını, azgınlıklarını ortaya koyan,
Bir kavmiyet hırsıyla, Putların barikatı arkasında toplanan bir kabile!…
598
Öyle bir kabile ki;
Putlara güvenen o cansızlardan medet uman,
Sapıtmanın gayyasında yüzen bir kabile!
Yine öyle bir kabile ki,
Müjdeci, mucize üstü bir mucize zuhuru!
Ve bu zuhurun, İlahi olduğunun en büyük delili.
Bütün delillerin kaynağı da!....
Bu kabileden çıkıyordu…
Bu gizli davet, bazen sert engellere çarpıyor,
Çarptıkça, mahzunlaşıyordu!..
Bazı istikametlerde de,
Benzersiz bir kement olup sımsıkı bağlıyordu.
Ey yorgun, ey çıplak ne yaramazsın!
Boynundaki tasma, kalın mı kalın,
Boşuna çırpınma, koparamazsın!
Şimdi sana engel, o hükümdarın.
……..Şimdilik bekle,
………..Yalnız değilsin!
………….. Seni sevenleri,
……………… Kim nereden bilsin?
……………………Gülümse, yine hayaller kura kura!
….……………………Nefesini kokla,
………………….………Bak bir ferahlık var havada!
……………………………….Kurtuluş ateşi yayılıyor…
Parlayan ateşten, nur fışkıracak,
Gör o nuru, tasmasına kadar uzanacak!
Kalbini başını, güneş saracak,
İrem bağlarını göreceksin sen!..
…….Halkın fakir tabakası,
………Davetin cazibesine çabuk kapılıyor,
…………İlâhi hitabın nuruna kucak açıyordu.
Şahıstan şahıs’a, fısıltı telkinleriyle yayılan,
İslamiyet’in açığa vurulma emri gelmişti.
“Sana emredilenleri açığa vur!” Diyordu Yaratan…
…..Allah’ın emri yerine gelecekti!
……….İcabında seller gibi kan aksa da,
………….Mukaddes bayrak!
………………Allah sevgilisinin eliyle,
Varlık dairesinin merkezine dikilecekti…..
Amca Ebu Leheb’in karısı Ümmü Cemil,
599
Peygamberimize kötülük etmekte kocasından geri kalmıyordu.
Sert ve dikenli çalıları,
Peygamber’in geçeceği yollara seriyordu!...
Ebu Cehil!
--Eğer bir gün Muhammed’i,
Kâbe de namaz kılarken görürsem,
Onun boynunu çiğnerim!
Diye tehdit ediyordu!
Dediğini yapma alçaklığını gösterdi sonunda!..
Allah’ın Resulü günlerden bir gün, Kâbe de namaz kılıyordu.
Ebu Cehil gördü onu.
Oradaki müşrik topluluğuna seslendi:
-Şu müraiyi görmüyor musunuz?
Hanginiz yeni kesilen devenin,
İşkembesini ve döl leşini alır da onun üzerine serer? Dedi.
İçlerinde en şakisi, Utbe b.Ebi Muayt gitti,
Aldı getirdi işkembeyi o mübarek zatın sırtına koydu.
Gülüşerek birbirinin üstüne yıkıldılar.
Cüveyriye, koştu Fatıma’ya haber verdi.
Hz. Fatıma koşarak geldi.
O pislikleri temizledi.
Üzerinden kaldırıp attı.
Orada bulunanlara çıkıştı.
Namazını bitiren Allah’ın Resulü;
Üç kez şu sözü tekrarladı.
“--Allah’ım!
Kureyş’i sana havale ediyorum.
Allah’ım!
Kureyş’i sana havale ediyorum.
Allah’ım!
Kureyş’i sana havale ediyorum.
Allah’ım!
Amr b. Hişam’ı, (Ebu Cehil)
Utbe b. Rabia’yı,
Şeybe b. Rebia’yı,
Velid b. Utbe’yi,
Umme’ye b. Halef’i,
Ukbe b. Ebi Muayt’ı,
Umare b. Velit’i,
Sana havale ediyorum.
600
Sana havale ediyorum YA Rabbim!” Diye niyaz eyledi.
Bir müddet sonra hepsi de belâlarını buldular.
Bu ve buna benzer, ne çileler yaşadı Allah Resulü!...
Yine bir gün,
En ağır, en çekilmez çilelere maruz kalmıştı.
Kureyş müşriklerinden kim görse ona hakaret ediyor!
Onu yalanlıyor, ona eziyet ediyordu!
Evine dönen peygamber duyduğu üzüntüyü azaltmak için,
Örtünüp yattı.
Bunun üzerine, Yüce Allah’tan nida yetişti.
Bu İlahi nidada deniliyordu ki;
“Ey örtüye bürünen Muhammed!
Kalk da uyar. Rabbini yücelt.
Giydiklerini temiz tut.
Kötü şeylerden sakın.
Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma.
Rabbin için sabret.
Ey Muhammed!
Tek olarak yaratılıp kendisine bol bol mal,
Çevresinde bulunan oğullar verdiğim,
Nimetleri yaydıkça yaydığım.
O kimseyi bana bırak.
Cezasını ben vereceğim!
Çünkü o, bizim ayetlerimize karşı, son derece inatçıdır.
Onu sarp bir yokuşa sardıracağım.”(Müddesir 1-17)
Günlerden bir gün, Allah Resulünün yolu,
Müşriklerin Put hanesine düşmüştü.
Birlikte ibadet ediyor, secdeye kapanıyorlardı.
Sordu onlara;
Babanız İbrahim’in dinini iptal ettiniz de!..
Şu Putlara mı tapıyorsunuz?
--Evet!
Bizi Allah’a yaklaştırsın diye tapıyoruz. dediler.
Allah’ın Resulü :
Bu durum, sizleri ona yaklaştırmaz.
Aksine ondan uzaklaştırır.
Puta tapanları orada, Put gibi bırakıp uzaklaştı.
Her geçen günde İslâm’ın bayrağını alenen açan,
Müslümanlara karşı müşriklerin kin ve öfkeleri artıyor.
601
Mırıltıları naraya dönüşüyor küfürleri kızışıyordu.
Öte yandan, o ana kadar,
Gizliden gizliye okunan Allah Kelâmı,
Alenen okunmaya başladı!
Müşrik olarak ölen babalarının,
Cehennem azabına uğratılacak olmaları haberi,
Kureyş’in büyüklerini kudurtuyordu.
Vel hasıl!
Peygamberlik dergâhının ulu kişisi,
Alemlerin büyük sevgilisi,
Hizmet sırlarının hazinesi,
Rahmet bahçesinin gülü fidanı,
Öğüt hazinelerinin cevheri,
Türlü çileler çekerek bu günlere yetişti.
Her belâya bir ceza,
Her zahmete bir ihsan lütfediliyordu!
Belâ ve eziyet yükseldikçe,
İhsan dereceleri de yükseliyordu.
Ümit gözünü rıza nuruyla parlat,
Yoksa belâ okuna hedef tutar seni ey evlât!
………Peygamber ve velinin rütbesi budur!
……………..Belâya sabır etmek,
…………………..Hak rızası buldurur.
……Ana karnında iken,
………Babasız kalanın adını,
…………Yetim koyan, zamane sarrafıdır.
…Ama onun kefili, Rabbin kendisidir.
Muhammed’e olan öfkelerini her geçen gün arttırıyorlardı.
Resullullah’ı, Ebu Talib’den başka koruyan yoktu!...
O, Ebu Talip;
Varlığın nuru olan Muhammed ile, oğlu Ali’yi,
Namaz kılarken görmüş ve sormuştu;
---Bu hangi dindir?
Allah’ın Resulü cevap verdi.
Allah beni insanlara, Hak Dini, İbrahimin dinini,
Öğretmem için gönderdi.
Gel sen de, bana tabi ol, bu dine sen de gir dediğinde,
Amcası Ebu Talib!
Ömrümce, seni ben korurum.
602
Amma!
Atalarımın dinini bırakamam. Dedi!.....
Sayıları kırka yaklaşan Müslümanlar,
Gizliden gizliye, Erkam b. Erkam’ın evinde buluşmaya başladılar.
Bu ev, özellikle seçilmiş, Sefâ ile Merve’ye hâkim bir ev….
Bir karargâh idi…..
Ruh, bu evde mekânını buldu.
Mekân da bu evde ruhlaştı!.......
Kureyş’in nasipsizleri;
Hidayete kavuşanların yoluna çıkıyor,
Onlara türlü eza ve işkencelere tabi tutuyor.
Tek Allah’a iman etmekten uzaklaştırmaya çalışıyorlardı!
Fakat inananlardan tek kişinin bile halinde değişiklik olmuyordu!....
Onlar;
“Ne hoştu o günler ki, ümitgâhım var idi,
Saldırırken mihnetler, sığınağım yar idi.
Cevr-i cefa sundukça, mest olurken düşmanlar,
Halimi bildirmeye, Padişah’ım var idi.
Der gibiydiler sanki!...
Öyle bir vecd içindeydiler ki;
Onların zulmü bir fiske tesiri bile yapmıyordu…
Bu sırada, İlâhi bir emir daha geldi:
“Ey Allah Resulü,
Görevini yerine getirme vaktin gelmiştir.
Sapıklardan yüz çevir.
Dediklerine aldırış etme.
Biz seni alaya alanların şerrinden koruyacağız.
Sapıklar, Allah’tan başkasını ilah tanırlar!
Neler olacağını öğreneceklerdir.
Onların sözlerinden acı duyduğunu biliriz.
Sen Allah’a hamd ve sena eyle!..Adını an!
Tespih ve tenzih et, secde edenlerden ol!
Hayatın süresince ibadet et!.” (Hicr 94-99)
Âlemlerin Rabbi; Şöyle diyordu:
“Gökten yere kadar işleri Allah düzenler.
Sonra işler (sizin hesabınıza göre bin yıl kadar tutan) bir gün içinde,
Ona yükselecektir.” (Secde 5)
Ve” Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki;
Kur’an şerefli bir elçinin getirdiği sözdür.
O şair sözü değildir.
Ne az inanıyorsunuz. Kâhin sözü de değildir.
603
Ne az düşünüyorsunuz.
Kur’an âlemlerin Rabbinden indirilmedir.
Eğer Muhammed, Bize karşı, ona bazı sözler,
Katmış olsaydı, Biz O’nu kuvvetle yakalardık.
Sonra O’nun şah damarını koparırdık.”(Meariç 40-46)
O yalan bu yalan, fani dünyada,
Ömrün yettiğince, sen de oyalan.
Yalanla murada, kimse eremez,
Eremez meyveler, kuruyan dalda.
Düşün de ara bul, mutluluk nerde?
Bulursun ararsan, görme düşünde,
Gönlün sel misali, bak güldür güldür,
Güldür sen yüzünü, düşmeden derde.
O anda bin bir ciğer, parçalandı hun oldu,
Gök yüzü kapkaranlık, zifiri cihan oldu.
Çığlık çığlıktı sanki, feryat figân asuman,
Ama çileyi çeken, melek değil can oldu.
Hamza ve Ömer’in Müslüman oluşlarından,
Bir yıl öncesine dönelim:
Kureyş’in azgınları; Allah’ın Peygamberine,
Ve de ilk Müslüman, Ebu Bekir’e, hiç bir şey yapamayınca!
Tırnaklarını, müdafaasız fakir fukaraya geçirmeye çalıştı!....
Bunları dininden döndürerek diğerlerine ders vermek istiyorlardı.
Ammar b.Yasir’in annesini tepeden aşağı didiklediler.
Ebu Cehil, kadının başını vurarak cansız yere serdi.
Müslümanları aç ve de bi ilaç bırakmak için,
İşlerinden etti, Mekke’nin dışına sürdüler.
Kızgın kumlara gömerek öldürdüler.
Ateşlenmiş taşlar üstünde yaktılar.
Kan dökmekten asla çekinmediler!..
Yasir ve karısı Sümeyyeyi, şehit ettiler.
Bu kadar baskıya rağmen,
Müslümanların sayısı günden güne azalmıyor çoğalıyordu!
Kâbe’de ilk Cuma’yı birlikte kılmışlar,
Ebu Bekir de hutbeyi okumuştu.
Müşrikler çılgına dönmüş,
Oradakileri taş yağmuruna tutmuşlardı.
Yakaladıklarına da işkence ediyor,
Yalvarmalarını, ağlayıp sızlayarak aman dilemelerini,
Böylece, sapık ruhlarını tatmin etmek istiyorlardı.
Amma aradıklarını bulamayınca,
604
Kan çanağına dönen gözleriyle öfke ve kin kusuyorlardı.
Acı çekenlerin gıkları çıkmıyor,
Saadet gülümseyişleri uçuşuyordu!
Sık, sık tekbir getiriyorlar,
Hak dine davet ediyorlardı!....
Allah-u Ekber diye bağırıyorlardı.
VEEEE,
Ve diyorlardı ki;
“ İşkencenizden habersizim,
……..Bedenim iman kalkanıyla sarılı,
………...Boşuna yorulmayın.
………..…Terlemeyin,
………..……Tepinmeyin,
…………..……Silâhlarınızı eskitmeyin.
…………………..Allah’ım bizi görüyor, sabırlar veriyor.
…....İmrendirmek çıldırtmak için,
………...Boşa testi gezdirmeyin karşımızda!..
……Bir başkası;
……..Dudaklarımdan sızan kan değil,
…………..Şehitlik şerbeti!...
…………….Atın kırbacınızı,
…………………Bırakın kılıcınızı,
……………..……Kırın yay ve okunuzu,
……………………..Bana kulak verin, bir şey yok geride….
Hep kardeşiz, hürüz, eşitiz!
Çağıran ben değilim, Allah’tır!
Bunu bilin…
Ona koşun, teslim olun!
O, doğmamış, doğurmamış Tek Allah’tır!..
Muhammed’in elçiliğine şahadet edin!
Allah’a dönen ruhunuz incinmesin!
Din ezel kadar eski, ve ebet kadar yenidir,
Nasipsiz olanlara, afet gibi görünür.
İmansıza belâdır, ömür boyu sürünür,
Şirk koşanlar ya sapık, yahut da delidir!
Ezel kadar eski, ve ebet kadar yenidir,
Nasipsiz olanlara, afet gibi görünür.
İnsan olmaya davet, ilâhi güçten emir,
Ol Resule inanıp, Allah’a iman edin,
Hatem-ül Enbiyadır, Ol Resulü muin!
605
Nasipsiz olanlara, afet gibi görünür.
“Allah,
Kuluna yetmez mi? Ey Muhammed!
Seni ondan başka şeylerle korkutuyorlar.” (Zümer 36)
Bu durum karşısında amca Ebu Talib;
Sonuna kadar yeğenini,
Allah’ın sevgili peygamberini,
Koruyacağına dair sözünü tekrarlıyordu!..
Bu bir ihlâs’ın ifadesiydi.
Bu davet en büyük mucizelerin çinde saklandığı bir eda…
Bir tarz idi!.....
Bu, öyle bir bağlılıktı ki;
Değil bir ölüyü diriltmek,
Tüm ölüleri, bir işaretle kaldırmak bile olsa,
Bu davetin gücünden hafif kalır!…
Bu, öyle bir davet ki;
Bir incelik bir tabiilik ki,
En iyi niyetle inandırıcılıktır.
Öyle bir inandırıcılık ki;
Mucize çapı üstünde mucizeler üstü mucize.
Tabiilik ve madde yönünden,
En basit tavrın içine sınırsız manâlar sığdırıp,
Derin bir mucizeye varmaktır.
Onun yanında bütün harikuladeler söner!...
……Bu, bin dereden su getirip,
………İkna yollarını denemesine rağmen,
………….Her seferinde reddedilen,
……………..Ama dâvasından taviz vermeyen,
…………………Bir peygamberin çabası!....
…..Dünya durdukça,
…….Bu gayret ve çabalar,
………Samimi bir ihlâs içinde,
………….Kendini bulacak!
Tek vicdan kıvılcımı olan kalpleri yakacak!
Fakat, Allah’ın insaf vermediği kalplere tesir etmeyecektir.
Kur’an da; Muhammed’in ashabı için bakın neler denilmiş:
“Ama insanlar din konusunda aralarında, bölük bölük oldular.
Her bölük kendi tuttuğu yoldan memnundur.
606
Ey Muhammed!
Onları bir süreye kadar sapıklıkları ile baş başa bırak.” (Mu’minun 54)
“Muhammed, Allah’ın Resulüdür.
Ona inananlar düşmana karşı çok çetin,
Kendilerine karşı, tüyden nazik, merhametlidirler.
Allah’a rükû ve secde ederek,
Ecir, yardım ve de rızasını isterler.
Ettikleri secdeden dolayı yüzlerinde nûranilik mevcuttur.”
İnananlar ancak, Allah anıldığı zaman, kalpleri titreyen,
Ayetleri okunduğu zaman imanları artan.
Rablerine güvenen, namaz kılan,
Verilen rızktan yerli yerince Sarf edenlerdir. (Enfal 2-3)
Allah’ım!
Habbeden kubbeye, tek hükmedensin,
Şebnemde sükûn, taşı delensin!
Dağları un ufak, zerre edensin,
Bir görünmez nicesin sen.
Ancak sen gizlersin, canı bedende,
Ömürler son bulur o can gidende,
Cehennemde sende, Cennette sende,
Yücelerden Yücesin sen.
Senden başka var mı? Var mı bir İlâh?
Sema vât-ü zemin, eder hep semâh,
Affedersin kulu, işlese günâh,
Gönüllerde ecesin sen.
Hamd gökleri ve yeri yaratan,
Karanlığı ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur.
Öyle iken, inkâr edenler, Rablerine başkalarını eşit tutuyorlar.
O sizi çamurdan yaratan, size bir ecel tayin edendir.
Belirli bir ecel onun katındadır.
Bir de şüphe edersiniz.
O, göklerin ve yerin Allah’ı, içinizi dışınızı bilir. (En’am 1-3)
Gerçek kendilerine gelince, onu yalanladılar.
Alaya aldıkları şeyin haberleri kendilerine gelecektir.
Onlardan önce nice nesilleri yok ettiğimizi görmediler mi?
Onları sizi yerleştirmediğimiz bir şekilde,
Yer yüzüne yerleştirmiş, gökten bol yağmur yağdırmış,
Altlarından ırmaklar akıtmıştık.
Fakat günahlarından ötürü onları yok ettik.
Artlarından başka bir nesil yetiştirdik.
Ey Muhammed!
607
Sana kitabı, (Kur’anı) kâğıtta yazılı olarak indirmiş olsak da,
Elleriyle ona dokunsalar,
İnkâr edenler yine de, “Bu apaçık bir büyüdür derlerdi.”
Muhammed’e bir melek indirilmeli değil miydi?
Dediler. Bir melek indirmiş olsaydık iş bitmiş olurdu da,
Onlara göz bile açtırılmazdı.
Biz Onu melek kılsaydık, bir insan şeklinde yapardık da,
Düştükleri şüpheye yine düşürmüş olurduk.
Ey Muhammed!
And olsun ki, senden önce de,
Bir çok peygamberler alaya alınmıştı.
Onlarla eğlenenleri alaya aldıkları şey mahvetti.” (En’am 5-9)
ÖMER’İN MÜSLÜMAN OLUŞU
“Ey Muhammed!
Kur’an’ı sana sıkıntıya düşesin diye değil,
Ancak, Allah tan korkanlara bir öğüt,
Yerleri ve gökleri yaratanın katından,
Bir kitap olarak indirdik.
Rahman arşa hükmetmektedir.
Göklerde ve yerde, her ikisi arasında,
Toprağın altında bulunanlar Onundur.
Sen sözü istersen açığa vur!
Şüphesiz O, gizliye de, gizlinin gizlisini de bilir.
Allah’tan başka Tanrı yoktur.
En güzel isimler onundur.”(Ta-Ha 1-8)
Müslümanların sayısı her geçen gün,
Arttıkça artıyordu.
Bunu gören müşrikler de kuduruyordu.
Muhammed’i öldürmenin,
Çaresini arıyorlardı.
Daru’un Nedve denilen evde toplandılar.
Yine Ebu Cehil!
Yine düşmanlığın baş aktörü.
Atıldı. Muhammed’i öldürene,
Şu kadar deve ve altın vereceğim. Onu ihya edeceğim diye,
Telkinde bulunuyordu.
Bunun üzerine kahraman Ömer ayağa kalktı!
Bu işi benden başka kimse yapamaz dedi.
Kılıcını kuşandı. Kahramanlık edası içinde,
Allah’ın Resulünü öldürmek üzere,
Öfke ve hiddetle çıktı o evden.
Yolda Nuaym b. Abdullah ile karşılaştı.
608
Ömerin kızgın ve öfkeli olduğunu gören,
Nuaym b. Abdullah sordu.
“Nereye böyle ya Ömer?
Ömer cevap verdi:
Muhammed’in vücudunu ortadan kaldırmaya!”
Nuaym b. Abdullah:
“Sen çok zor bir işe soyunmuşsun.
Müslümanlar, Muhammedin etrafında kalkan misali,
Fır dönüp onu koruyorlar. Seni onlar öldürür dedi.”
Bu söze sinirlenen Ömer, “yoksa sende mi onlardansın?
O zaman önce senin işini bitireyim diye kılıcını kaldırdı.”
Bunun üzerine Nuaym; “Sen önce kendi yakınlarına bak.
Enişten Sait ile, kız kardeşin Fatıma Müslüman oldular. “Dedi.
Ömer rotasını değiştirdi. Doğruca kız kardeşinin evine gitti.
Kız kardeşinin evinde, eniştesini ve kız kardeşini,
Yeni nazil olmuş olan ayetleri okuduklarını duydu.
Onun geldiğini duyan Sait ve Fatıma okudukları sayfayı çoktan saklamışlardı.
Ne okuduklarını sordu.
Korkularından ikar ettiler.
Okuduğumuz bir şey yok dediler.
Bunun üzerine eniştesinin üzerine yürüdü. Kız kardeşi de yapma diye yaklaştı.
Onun suratına inen tokat dişlerini kırdı kardeşinin.
Bunu görünce bu kez üzüldü Ömer!
Taştan da katı olan yüreği yumuşadı.
Beyninin derinliklerinde şimşekler çaktı.
O yüreğe İman ışığı nur haleleri doldu.
Kız kardeşi: “Ya Ömer! Niçin Allahtan utanmazsın?
Ayet ve mucizelerle gönderilen Muhammed’e inanmazsın?
Ben ve eşim Müslümanlıkla şereflendik.
Başımızı da kessen, öldürsen de asla dönmeyeceğiz dedi.
Bunun üzerine okuduğunuz şey neydi.
Getirin bir göreyim dedi. Getirdiler.
Okudukları Ta-ha suresinin ilk beş ayeti idi.
Bu ayetleri çok dikkatli bir şekilde tetkik etti.
Bu ayetlerde Yüce Rabbim şöyle buyuruyordu.
“(Ey Muhammed) Biz Kur’an’ı sana sıkıntı versin diye değil,
Ancak Allah’ın azabından korunacak olanlara,
Bir öğüt olsun diye indirdik.
O, yüksek gökleri yartanın katından peyderpey indirilmiştir.
Rahman Arş’a kurulmuştur.
Göklerdeki yerlerdeki ve bu ikisi arasındaki,
Ve toprağın altındaki her şey,
Yalnızca onundur. Sen gizlesende açığa vursan da Alah için birdir.
Çünkü o, gizliyi de bilir, ondan daha gizli olanı da!
609
Allah kendisinden başka hiçbir İlah olmayandır.
En güzel isimler onundur. ” (Ta- ha 1-5)
Ömer ayetleri okudukça, bunların belagat, fesahat ve derin manaları
Üzerinde iyice düşünüyordu.
“Göklerdeki yerlerdeki ve bu ikisi arasındaki ve toprağın altındaki her şey,
Yalnızca onundur.” Ayetine gelince, derin derin düşünmeye başladı.
“ Allah kendisinden başka hiçbir İlah bulunmayandır.” İbaresini okunca,
Müslümanlığın anahtarının, kelimeyi şahadet olduğunu anladı.
“Şahadet ederim ki,
Allah’tan başka İlah yoktur!
Şahadet ederim ki,
Muhammed onun kulu ve Resulüdür.”
Dedi ve Müslümanlıkla şereflendi.
Eniştelerine ve kız kardeşine kur’an öğreten, Ömeri görünce saklanmış olan,
Habbab bu sözleri duyunca saklandığı yerden çıktı ve Ömer’e şöyle dedi:
Ya Ömer Muhammed Mustafa şöyle dua etmişti.
“Ya Rabbi! Bu dini Ebu Cehil ile, ya da Hattab’ın oğlu Ömer ile kuvvetlendir.”
Diye dua etmişti. İşte bu mutluluk sana nasip oldu.
Bunun üzerine Ömer, beni Muhammed’e götürün dedi.
Onu Erkam’ın evindeki Muhammed!e götürdüler.
Onu silahlanmış gören Müslümanlar telaşlandı.
Ancak Hamza, Ömer’den korkacak ne var?
İyilik için gelmişse hoş geldi sefa geldi.
Yok böyle değilse o kılıcını çekemeden ben başını koparırım. Dedi.
Hal bu ki, Allah’ın Peygamberine Cebrail vasıtasıyla,
Haber ulaşmıştı!
Ömeri kolundan tutup getiren sahabeye bırakın dedi.
Bıraktılar. Ömer hemen Peygamberin önünde diz çöktü!
Allah’ın Peygamberi elinden tuttu.
İmana gel ya Ömer dedi.
O da kalbinin bütün samimiyeti ile ve yüksek sesle,
Kelime-i şahadet getirdi ve İslam la şereflendi.
İncil de şöyle söylenir:
Onlar bir ekin gibi,
Filizini çıkarmış,
Bir düzeye dizilmiş başak gibidir.
Ekicilerin hoşuna gider.
Bu ifadeler, kâfirleri öfkelendirmeye yetiyor, artıyordu bile…
“Allah, onlardan iman edip hayırlı iş işleyenlere,
Mağfiret eder, ecirlerini arttırır.
610
Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah’tan. (Fetih 29)
Onlar için altından ırmaklar akan,
Temelli kalacakları, Cennetler hazırlandı.
İşte en büyük kurtuluş işte en büyük mutluluk, (Tövbe 100)
Ey kul!
……..Daima doğru tut kalbini,
……………Seni bir yer bekliyor!
………………...Vakit tamam olunca,
………………………..Mutlaka gideceksin.
………Hep mutlu olman için,
…………İki yanında iki melek,
…………..Hep seninle beraber!
……….Yalnız değilsin sen,
……..Sen emin ol,
……Her zaman sen, sen ol!...
…..Sen, sen ol ki,
……..Dönüp servete bakma!
………….Gördüğün her güzele,
……………..Meyledip akma.
………….……Sabırlı ol,
…………………...Sabra sabır gerek!
…………………….…Yapacağın tek şey,
……………………..…Mutluluk vermek!..
…….Ey kul’um benim!...
……….Bana benimle gel,
……….…Gideceğin yere,
……..……...Benimle git!
…………….….Temiz bir kalple,
…………………….Gittiğin gibi,
……………….Yine temiz bir kalple,
……………Tekrar dön bana.
…………Muhammed’e ümmet ol,
……Yaratana kul!
……...…….Ne istersen benden iste,
……….…Sokma sakın arana,
………Ne padişah ne de kul!
….Sunulan lütuflara, o zaman sahip ol!
Hiçbir kulu sokma sakın, Tanrı ile arana,
Gönül Rabb’ın mekânıdır, başka yerde arama,
Şeyhe pire tuz bastırma, kabuk tutmaz yarana,
Aç elini et duanı, Rab dan iste sultanım.
611
Peygamber de evliya da, yaratılmış bir insan,
Hiç kapanmaz Hak kapısı, bilmemek büyük noksan,
Boş çevirmez hiç kimseyi, verir o türlü ihsan,
Aç elini et duanı, Rab dan iste sultanım.
O Rahmanın,
Has kulları ki;
“Yer yüzünde vakar hem de tevazu içinde yürürler.
Beyinsizler onlara lâf attığı zaman,
Size de selâmetlik olsun deyip,
Gülerek selâm verirler!
İbadet için, secde, rüku, dua ve niyaz ederek,
Kıyam dururlar.
…Ey Rabbim!
Bizden, cehennem azabını uzaklaştır,
Cennetini yaklaştır derler.
Çünkü cennet en iyi ikametgâhtır.
…..Allah’tan başkasına tapmazlar,
…….Putları asla tanrı yapmazlar.
Masum cana kıymazlar,
İşte Allah, bunların kötülüklerini,
İyiliğe döndürür, Allah esirger bağışlar.
…..Onlar orada, temelli kalıcılardır.
……….O ne güzel bir karargâhtır,
…………..Ne güzel bir ikâmetgâhtır.” (Furkan 63-76)
…Daha neler, neler söylenmiş,
……Ağaçlar kalem olsa,
………..Denizlerse mürekkep.
…………….Biter son bulur bunlar,
……………….Anlat anlat bitmez ki,
……………….…Bitmez Hak’kın hikmeti.
Dileğim odur ki;
Rabbim!
Mutluluk dergâhına,
Beni de kabul etsin.
Ben aciz bir kul’um.
Muhammed Âleyhisselâm,
Oldu benim Resulüm.
Odur sevgiyi seren,
Bense, ona gönül veren!
Adem oğlunun dostu o!
Âleme dost ben’im!
Mutluluğu onda gördüm!
Beklerim.
612
Tecellinin zamanını!..
Sabrederek isterim!
Beni ben yapan,
Yüce Rabden isterim.
Murat edip bir kere, alemlere ol dedi,
Kulak verdi göz verdi, olanları gör dedi.
Öğrenmek istiyorsan, bir bilene sor dedi.
Zannetme ki tesadüf, bir yaratan var dedi.
Ebu Talip’in, Allah Resulü üzerindeki himayesi,
Noksansız ve fütursuz devamda iken!..
HAYRET! HAYRET Kİ, NE HAYRET!.....
Allah’ın sevgili Resulü uğrunda,
Göstermedik fedâkarlık bırakmayan,
Şahıs bazında onu en çok seven,
En çok koruma gayretinde olan amca!
Amca Ebu Talibin ruh haleti,
Çözülmez bir muamma!...
Hayret kelimesi,
Bu muammanın çözümünde hiç kalır.
……Hem inan,
………İnandığını söyle….
…………Hem de,
……..Akıl almaz mazeretlerle,
…İman etmemede inatla diren!..
Hayretler içinde kalıyor gören!
Her halde bu!
….Yüce Allah’ın,
…….Hesaba sığmaz bir hikmet cilvesi…..
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“—Sen sevdiğine hidayet edemezsin.
Lâkin Allah, dilediğine eder.”
Müslüman olan Abbas, bir gün sorar:
“--Ey Allah’ın Resulü;
Sana bu kadar yardım eden,
Şefkat gösteren insanın,
Bu hareketlerinden kazanacağı,
Hiçbir şey yok mu?”
613
“Buyuracaklar ki;
--Var! Olmaz olur mu?
Ben onu, Cehennemin gayyasından,
En serin yerine çıkardım.”
O Ebu Talib;
Topluluk içinde, Resuller resulüne karşı,
Şu şiirini okuyordu…..
“ Sana kimse zarar veremez,
Bunu candan taahhüt ederim.
Meğer ki ben ölmüş olayım!
Ve toprakla üstüm örtülmüş olsun.
Sen bütün dâvanı açığa vur!..
İnsanları apaçık davet et,
Sana kimse zarar veremez.
Vazifenle müjdelendin ey yüce nur!
Onunla tüm gözlerin nuru sen olacaksın!.....
Beni de çağırdın yoluna,
İnanıyorum, sana!...
Sözünde sadıksın.
Emin sıfatın, herkesçe malum,
Dinin de dinlerin en hayırlısı.
Fakat ne çare,
Ne çare ki! Çaresizim!.....
Eğer beni Kureyş utandırmasaydı,
Elbette ki, bu dine girerdim.
Yalnız bu din için çalışırdım.”
Bu duygular içinde, Ebu Talip ölmüştü.
Onun koruyuculuğuna, ihtiyaç kalmamıştı!..
Sevgilisinin koruyucusu bizzat ALLAH!....olmuştu!....
Artık deniz yükselmekte,
Fakat!
Acıları da beraberinde yükseltmekte…
Üç beş gün içinde,
Hazreti Hatice de, vefat etti!....
Yirmi beş yıllık zevces,i büyük kadın,
Hatice Ana, ruhunu, sevgisini her şeyini,
Veren büyük kadın….
İlk Müslüman ve Meleğin selâmına,
Bizzat nail insan, Allah’ın Rahmetine kavuşmuştu.
614
Günler geçtikçe, Allah Resulüne yapılan,
Eza ve cefaların dozu artıyordu.
Allah resulüne ve, Müslümanlığı kabul edenlere;
….Olmadık hakaret,
……Yalan,
……..İftira,
……….İsnat,
…………Tezvir,
………Kötü propaganda…
Amca Ebu Leheb’in yaptığı gibi,
Şahsi imkânlar çerçevesinde,
En adi vasıtalara tenezzül….
….Şair!
…….Sihirbaz!
……….Kâhin!
………….Mecnun gibi sözler,
Mekke sokaklarını çınlatıyordu.
Kureyşlilerin hidayete kavuşanları ile,
Küfürde kalanları arasında,
Kanlı bir çarpışma,
Kaçınılması imkansız bir netice…
Abdulmuttalip oğullarından, HAMZA!
Hattab’ın oğlu ÖMER!
Sonunda,
Dize gelmişler Müslümanlıkla şereflenmişlerdi.
İkisi de birer fırtına!...
Haykırıyorlardı;
----Sokaklara dökülelim,
İbadetimizi aleni yapalım!
İmanımızı küfrün suratına çarpalım!
Diyorlardı….
Ne mümkün!...
En büyük zaferin, tek, tek, fert, fert!
Devşirilme çağı!
Çilelerin çilesinin yaşandığı devirler!....
Amma!.....
Kim ne derse desin;
Ezelden ebede dek, sürecektir bu nizam,
Bu dava bitmeyecek, sonsuza dek intizam.
Divanında durulur, mahşer gününde kıyam,
Kim inkâr eder ise, onun sonu mutlak nar!
615
MİRAÇ GECESİ!
………Allah Resulünün,
………….Yükseklikler alemine,
……………..Gece yürüyüşü…..
“Kulu Muhammed’i bir gece,
Mescid’i Haramdan,
Kendisine bir kısım ayetlerimizi göstermek için,
Çevresini mübarek kıldığımız,
Mescid’i Aksa’ya götüren,
Allah’ın şanı yücedir.
Doğrusu o işitir ve görür.” (İsra 2-3)
Bu büyük mucize,
Peygamberliğin on birinci yılı,
Recep ayının yirmi yedinci gecesi,
Hicretten on dokuz ay önce tecelli etmiştir.
Ona rehber eyledi, hem Cibril-i Emini,
Ol Mescidi Haramdan, ta Mescidi Aksaya,
Gizemini tanıttı, hem gökler alemini,
Arş-ı Alâ’ya vardı, gecenin bir vaktinde!
Hem derece, derece, sırlarına ermesi!..
Sonların son haddini, Cebrailsiz görmesi,
Hudutsuzluk ufkunda, aşk şarabın içmesi,
Nur ahengi içinde, çağlayandan geçmesi.
Ölçü ve kıyasların, kaynayıp yok olması,
Yüceleri aşarak, Rabbiyle buluşması,
Ötelerin ötesinde, o’nun la konuşması!......
Allah’ın kudretini ölçmeye,
Fikirler yürütüp, türlü kılıf biçmeye,
Hiç kimsede hiçbir akılda mecal yoktur.
Mescidi Haramdan, (yani Kabe’den,)
Mescidi Aksaya, (yani, Kudüs’teki Beyt-ül Mukaddese!)
Oradan hudutsuz, esrar alemine gidiş ve dönüş!..
İşte miraç bu demek!....
Çekişenler;
AŞK, ZERAFET Ve ÜRPERTİ,
Cepheleri noksan olanlar….
İhtilâfların başlıca sebebi;
Hadisenin esrarengizliği, azametinin, büyüklüğünün,
Akıllara durgunluk vermesidir.
616
Miraç’ın, bizim beşeri idrakimizin çok üstünde cereyan etmesidir.
Bunda zaman ve mekân kaydı silinmiş yerle gök birleşmiştir.
Maddiyat kanunları üstünde, Allah’ın iradesi tecelli etmiştir.
Allah’ın sevgilim dediği Resul-ü Ekrem’ini,
Huzur-u izzetine davet etmiş,
Nice acayip ve garaibi müşahede ettirmiştir.
“Ol seyirde mavera göründü,
Tâ Sidre-i Münteha göründü.
Ol ne idi, ne oldu bilemem,
Lebrîz idi ol, ne oldu bilmem!” Diyor, DEDE GALİP
Hakikat ise!...
Nurdan harflerle mahya, mahya yazılıp,
Hiç unutulmamalıdır!
Bu büyük oluş;
Uyanıklık halinde bir kere olan,
Hem ruhani hem cismani bir mucize!....
Cebrail Aleyhisselâmla;
Göğün kapısına varınca bir ses işitiyorlar:
---Kimsiniz?
-----Cebrail’im!…
-------Yanındaki kim?
---------Muhammed Mustafa…
------------Muhammed Resul oldu mu?
------------------Evet!…
---------------------Miraç için gönderildi mi?
-----------------------------Evet…
--------------------Hoş geldi safa geldi…
VE, VEEEE, Gökler açılıyor!
İlk kademede birinci semaya varmışlardır.
Orada sağında ve solunda,
Bir çok gölgelerle duran bir adam gördü.
Bu adam sağına baktıkça gülümsüyor,
Soluna baktıkça ağlıyordu.
Adem peygamberdi o!
Cebrail;
----Bu senin ceddin Adem!
-------Selâm ver!
Selâmlaşıyorlar…
617
Adem A.S.
----Merhaba hoş geldin!
Merhaba, ey Salih oğul ve Salih Nebi! Dedi.
Tabaka, tabaka yükseldiler.
Her tabakada bir peygambere rastladılar.
Cebrail’in rehberliğinde,
Semavatta yoluna devam ettiler.
Her semada aynı hitaplarla karşılaştılar.
Sekizinci semada, Hazreti İbrahim’e kavuştular.
Nice Semaları nice perdeleri geçerek,
Sonunda Huzuru İzzete vardılar.
Bu yolculukta akılların durduğu,
Sidret-ül Müntehaya vardılar!....
Bu nokta:
Akıl ve kıyas aleminin son haddi!.....
Bu nokta!....
Küfür ehline iman için gösterilen mucize!
Amma ehli küfür, inadında hep durmuş!..
Kudurdukça kudurmuş!
Hem ölmüş, hem öldürmüş!...
Miraç gecesinin sabahı;
Allah Resulü, İsra’yı haber verdiler.
Gecenin bir vaktinde fezaya gittim dediler.
İman sahipleri inandı.
İmansızlar inkâr ettiler.
Kaskatı kesilmiş, kararmış yürek,
Böyle yüreklere, kâr eder mi söz?
Mucizeye bile kalmamış gerek,
İmansız kalplere, düşürür bir köz.
İnsan ne aptaldır, hayret ki hayret!
Putundan bekliyor, mucize gayret!
İlâhi, bu ne çekilmez zillet,
Zulmün elinde perişan millet!
Kutsal mekân, put haneye dönmüş,
Dini İslâm uğruna ne ocaklar sönmüş.
Sidretü’l Münteha;
Semaları, Cennetleri kucaklayan ulu varlık ağacı!
Peygamberlerin ve Meleklerin,
Erebildikleri ilmin son ucu.
618
Sidre, Arş’ı Alânın altındadır.
Ondan ilerisine ne bir Melek,
Ne de bir peygamber yaklaşamaz!
İlerisi gayb âlemidir.
Allah’tan başka kimsenin ilmi oraya dahil olamaz.
Miraç insan üstü bir hadisedir.
Dille anlatılması imkânsız,
Aklın kavrayamayacağı bir olaydır.
İşte bu hadise;
Hazret-i Muhammed’in görüşlerine arz olunmuştur.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Batmakta olan yıldıza ant olsun ki, arkadaşınız Muhammed,
Nefsinin arzusuna göre söz söylemez.
O, kendisine vahyolunan vahiyden başka bir şey değildir.
Ona, çetin kuvvetlere sahip ve güçlü olan (Cebrail) öğretti.
O, en yüksek ufukta iken doğruluvermiş,
Sonra Cebrail yaklaşmış ve inmiştir.
Araları iki yay kadar, belki daha da yakın oldu.
Allah kuluna o anda, vahiy edeceğini bildirdi.
Gönül gördüğünü yalanlamadı.
Ey inkârcılar!
Onun gördüğü şey hakkında kendisi ile tartışır mısınız?
Peygamber onu (Cebrail’i) bir kere daha, Sidretü’l Müntehada görmüştü.
Orada varılacak cennet vardır.
O sınır örtüldükçe örtülmüştür.
Fakat Peygamberin gözü bir tarafa kaymamış,
Sağa sola dönmemiş,
Allah’ın en büyük kudret ve alâmetlerini görmüştü.” (Necm 1-18)
Bu mazhariyet ancak, Hazret-i Muhammed’e nasip olmuştur.
Kur’an-ı Kerim’de İsra suresinde, Miraçtan bahsedilmektedir.
Baştan sona, Mi’raç etrafındaki hadiseleri anlatır.
Özet olarak:
Peygamberimiz iki kıblenin Peygamberi olarak vasıflandırılıyor.
Mescid-i Haram ile Mescid-i Aksa, Miraçta onun Namazgâhıdır.
Kudüs’ün varisi ve bekçisi konumunda olan Yahudilerin, velâyetleri son buluyor.
İsmail Oğullarına geçiyor.
Bu mucize ile:
1-Hz. Muhammed’in hicretinden haber veriliyor.
2-Beş vakit namaz beyan olunuyor.
3-Peygamberlik, Kur’an ve mucizeler hakkında itirazlara cevap veriliyor.
4-Hz. Musa’nın hayatındaki olaylarla ilgili mukayeselerden söz ediliyor.
619
Hazreti İbrahim;
Cenab-ı Hakk’ın mübarek kıldığı,
Bereket ihsan ettiği, bir Peygamberdi.
Allah onun zürriyetine,
Arz-ı Mukaddes’i ihsan etmişti.
Arz-ı Mukaddesin sınırı,
Hazreti İbrahim’e rüyasında gösterilmişti.
Arz-ı Mukaddeste iki mübarek şehir vardı.
Mekke ve Kudüs!
Mekke İbrahim’in oğlu İsmail’e,
Kudüs, Oğlu Hz. İshak’a verildi.
Yüce Allah İsra Suresinin sonunu şöyle bağlıyor.
“ İşte bunlar hep Rabbinin sana vahy ettiği hikmettir.”
Necm suresinde de:
“ Kuluna neler vahy etti neler!...” Buyuruyor.
İşte İsra suresindeki bu ayetler,
Yine Mi’raçtan bahseden Necm Suresinde beyan olunan, ayetlerle ilişkilidir.
Bu ayetlerdeki tebliğatı,
On iki düstur halinde toplamak mümkündür.
Bunlar Hazreti Musa’ya Tur Dağında verilen,
On emr’in tamamlanmış şeklidir.
1-Allah’a hiçbir suretle şirk koşmamak.
2-Ana babaya hürmet ve itaat.
3-Hısım ve akrabaya, yolculara, fakir ve yoksullara,
Gurbette kalmış kimselere haklarını vermek.
4- Cimri ve müsrif olmamak.
5-Fakirlik korkusuyla çocukları öldürmemek.
6-Zina ve fuhuş yapmamak.
7-Haksız yere kimseyi öldürmemek.
8-Yetimlere iyi muamele etmek.
9-Verilen sözü tutmak.
10-Ölçü ve tartıda adil olmak.
11-Bilmediğiniz bir şeyin arkasına düşüp,
Onu takip etmemek.
12-Yeryüzünde kibir ve gururla yürümemek.
Peygamberler gönderildikleri ümmetlere,
Allah’ın emirlerini tebliğ ederler.
İman edenler kurtulur.
İman etmeyenler, Peygamberlere karşı gelenler,
Azaba duçar olurlar.
620
MUCİZELER VE HİCRET
Miraçta bütün peygamberler,
Hz. Muhammed’in arkasında namaz kılarlar.
Allah Sevgilisinin üstünlüğünü belirtirler.
Rivayet edilir ki, dört üstün derece vardır.
Birinci : Öz lâkabıyla, Allah’ın sevgilisi.
İkinci : Dost lâkabıyla İbrahim Peygamber.
Üçüncü : Konuşan lâkabıyla Musa a.s.
Dördüncü : Ruh lâkabıyla İsa Peygamber.
Miracın ertesi günü,
Allah’ın sevgilisi, İsra’yı haber verdi.
Bir kısmı derhal inandı.
Bir kısmının aklı basmadı.
Işığı milyarlarca senede gelen Feza noktası ile,
Dünya arasında bir merdivenin helezonları arasında,
Yuvarlanır gibi bir hayret!
Haber dalga, dalga yayıldı.
Ebu Bekir Sıddık, haberi en azılı müşriklerden duyunca!
--Bunları o mu söyledi?
--Evet O söyledi dediler.
--O söyledi ise doğrudur dedi!
Peygamberliğinin sekizinci yılında,
Şakk-ül Kamer mucizesi gerçekleşir!
Mehtaplı bir gecede, ayın on dördüncü gününde,
Mucize isterler.
O, parmağını çevirince Ay, iki parçaya ayrılır.
Hıra dağının iki yakasında görülür.
Görülmesine görülür amma anlamayana ne fayda!..
Yüreklerde bir bir, ışıklar yandı,
Medine çemberinde, kırk’a dayandı.
Hidayete erdi, artık uyandı!
Mümin mümin’e kardeş oldular.
Bundan böyle Medinelilere Ensar denildi.
Mekkeli Müslümanlara da Muhacir adı verildi.
Kandil çemberi üzerinde tutuşan tutuşana,
Kısa süre içinde; Gurup gurup, kabile kabile dini İslâm’ı kabul ettiler.
Görüştüler, antlaştılar and içtiler!
Ertesi yıl Allah Resulüyle buluştular.
Ona biat ettiler.
621
Dediler ki;
Bu andan itibaren, Allah Resulünü,
Canımız,
Karımız,
Kızımızdan önde tutacağız.
O’nun düşmanlarını düşmanımız bileceğiz.
Gerekirse kılıcımızla cenk edeceğiz.
Böylece büyük dâva, merkezden muhite sıçradı.
Bu muhit zamanla bütün insanlığı kapladı.
Allah’a şirk(ortak)koşmak yok!…
Hırsızlık yapmak yok!...
Zina yapmak yok!...
Evlat öldürmek yok!....
İnsanlara zulüm ve iftira yok!....
Allah’ın emirlerine isyan yok!....
Allah’a kulluk ve bağlılık dışına çıkmak yok!...
“Kim, bu ahde vefa gösterirse,
Allah’ın cennetiyle mükâfat..
Kim küfre düşmeksizin, ahdini bozarsa,
O da Allah’a kalmış, ya af, ya da mücazat.
Allah’tan küfre karşı,
Silâhla mücadele emri gelmişti artık.
Medine-yi Münevvere, oldu karargâh.
Yaklaştı inanan kullara, felâh günleri.
Üçer beşer Medine’ye göçler başladı.
Derken bölük, bölük, Sahabe…
Hz. Ömer ve yakınları, Hz. Osman Habeşistan’dan dönenler…
Allah Resulü o gece yatağına yatmadı.
Hicret emri çıkmıştı, uyku gelip tutmadı.
Kendi yatağına yatırdı Aliyi..
Okumaya başladı sure-yi yasini..
“Önlerine ve arkalarına set çekmişizdir,
Gözlerini perdelediğimizden göremezler.” (Yasin 9)
Ayetine gelince, besmele çekip çıktı.
Düştü hicret yoluna,
Ebu Bekir’i alıp yanına,
Gizli saklı, yol alıp vardı Sevr dağına,
Sağ selâmet girdiler, orda bir mağaraya…
Müşrikler arar iken, acep bunlar nerdeler?
Örümcekler ağ örüp, mağarayı gerdiler!
622
Yuvadaki güvercin onun himayesidir.
Başında gezen gölge, bulutlar sayesidir.
Bu yol:
….Allah’a ermenin yolu,
……Onda, yok, yok!
……..Onda baki olmanın,
………İlahi marifete ermenin sırrı var!…
……………Bu yol!
……………...Hallacı Mansur’un yolu,
………………...Mevlana’nın yolu,
…………………...Yunus’un yolu,
………….Daha nice Allah dostlarının yolu!
………………….Veliler yolu!....
Bu yolda, Allah’ın sevgilisinin,
Mübarek ayakları kanamış…
Hz. Ebu Bekir:
--Ey Allah’ın Resulü ben basit bir ferdim.
Ölmüşüm kalmışım ne çıkar.
Amma sana bir zarar ulaşırsa,
Bütün ümmet helâk olur! Deyince;
--Korkma, merak etme ya Ebu Bekir,
Allah bizimle beraberdir.
Mağarada üç gün kalırlar.
Allah’ın resulü uyku ile uyanıklık arası,
Ebu Bekir, mağaranın deliklerinin birinde,
Küçük bir yılan görür.
Resulullah’a zarar vermesin diye,
Ayağını tıkar deliğe, bir neşter gibi,
Yılanın dili girer çıkar.
Gözlerinden boşanan yaş,
Peygamberin yüzüne düşer.
Uyanır!
Ne oldu ya Ebu Bekir?
Anlatır olanı.
Mübarek tükürüğünü,
Ebubekir’in ayağına sürer sürmez,
Ayağındaki ağrı ve acı kesilir bir anda!
Karanlık geceleri, delen mucize emir!
Sonsuzluğun sırrını, saklar bir ol içinde.
Hani nerde kalemi, nerde takdir edilen ömür!
Saklar kalem sırrını, nurdan bir el içinde!...
623
Sonsuzluk sınır değil, ötesinde neler var!
Direksiz gök kubbeyi, bilir misin kim dayar!
Nasıl görsün göz onu, görür takati kadar.
Saklar nurlu sırrını, yağsız kandil içinde!...
Örümceğin ağında, ilmek, ilmek sırrı bil,
Güvercinler mi çekti, gören göze acep mil!
Çiçek. Çiçek ne söyler, arıdaki tatlı dil,
Saklar dilin sırrını, tomurcuk gül içinde!...
Ne ararsın ey yolcu, koskoca şu cihanda,
Varlığı nurdur onun, tecellisi mekanda,
Bize bizden yakındır, damarda akan kanda,
Saklar kudret sırrını, zikreden dil içinde!...
….İşte insanlık!..
…… iç ve dış,
………Zahiri ve Batıni ölçeklerden geçerse!..
…….Tepesine, ebediyet yağmurunun indiğini,
Allah’a giden yolun, açıklığını görecektir….
MEDİNE VE MEDİNEDEKİ HAYAT;
Mağaradan çıkan iki dost, bir saatlik mesafedeki,
Kuba köyü civarında, beyazlar içinde, deve sırtında göründüler!
Sanki bayram günüydü,
Ya da Ensar’ın düğünü,
Karşıya gelen tüm insanlar koşuştu,
Allah Resulünün eteğine yapıştı.
Yoldan gelen yolculara yorgunsunuz demek ne demek?
Dinlendirmek için, gelenlere elbette yer vermek gerek!
Gelinen yer Küba köyü, dört gün burada kaldılar,
Vadinin ortasında cuma namazını kıldılar.
Daha sonra burada, bir mescit yükselecektir.
Bu ibadet haneye, Cuma mescidi denecektir.
Dördüncü günün sonunda yine yola çıktılar,
Bu yol uzun değildi, Medine’ye tez varıldı.
Bütün Medine halkı;
Bu kalabalığı karşılamak için, koştular.
Göklerin ötesindeki manâyı getiren,
Ve Nur huzmelerini, Medine’ye çeviren,
Sırat-ı müstakim’i , insanlara gösteren,
Allah’ın Resulüne, kapıları açtılar.
624
Gurup, gurup geldiler, muhacirler Mekke’den,
Medine de Ensardı, onlara yardım eden.
Zamanla kaynaştılar, düğün dernekler yapıp,
Akrabalıklar kurup, eğlenip oynaştılar.
O dönmek istedikçe, parlıyor gökte yıldız,
İzin çıkmasa Rabden, gidemezdi o yalnız.
Hakkı hak tanıyan, çalışmayı vazife bilir,
Çalışırsa Hak için, o zaman hak, hak edilir.
Allah’ın Resulü, anlaşma gereği,
Ziyaret edecekti yine Kâbe’yi.
Hazırladı titizlikle, gidecek kafileyi.
Geçen yıl katılanlar, bu yılda katılacaktı.
Kafilede iki bin sahabe,
Ayrıca kurban edilecek altmış deve!....
……….Zırh,
………….Tolga,
……………Mızrak,
……………….Kılıç,
………………...Ok,
………………….Yay,
…………………....Gürz,
…….…..Her türlü silah da beraber!
Böylece büyük bir coşku ile, Mekke’ye girdiler.
Tavaflar yapıldı.
Kurbanlar kesildi.
Umre ibadeti yerine getirildi.
Üçüncü gün geri dönme günüydü.
Toplandılar bir daha dönmemek üzere,
Mekke’den ayrıldılar.
GÜL KOKAN IŞIKLI RÜZÂR
ve
ALLAH-PEYGAMBER-İMAN-SAADET
Çektik de besmeleyi, kurgulanmış saate,
“Çöle inen nur” ile, zamanı ayarladık.
Şadırvan oldu yürek güvercin kanadında
İnsanın ve hayatın manâsını anladık.
Bir lütûf hazinesi, bir rahmet deniziydi
Bin ömrü dalga dalga kıyısına bağladık
Koştuk nefes nefese ırmaklaşıp denize
Bahtımızın kayası üstünden çağıldadık.
625
En zifiri gecede döküldük ışıl ışıl
Yakamoz gözler ile serpilip de ağladık
Buharlaşıp yükselen ebedî güzellikti
Çatlayan topraklara ondan bulut sağladık.
……Aldık kalemi ele, daldık “nur harmanı”na
……….Sormayın, sakın sormayın, niceyiz, nasılız?
……………Işık harmanında savrulmaktayız…
Söz söz olalı ağız yanar, dil yanar
Tutamazsınız yanar, karanfil yanar,
Kıbleye dönen yürekte kandil yanar.
Işığa doğru ağlar, koşar pervane
Biz de ona koşmaktayız
….Koşmaktayız yane, yane…
Dili, dilim olsun, ustamın ve aşkımın dedik,
Dedik te elli yıldır bekledik.
Nihayet sabrın meyvesiydi çatladı nar
Ve epil, epil esti harmanımıza
…………..Esti ey
……………Gül yağmurunda ıslanmış
……………...Gül kokan ışıklı rüzgâr:
SEVGİLİ PEYGAMBERİM
Ey evvelin evveli, Fatih'i gönüllerin
İki cihanın nuru sevgili Peygamber’im.
Tohumda aşk sancısı, son sevdası güllerin.
İnsanlığın gururu sevgili Peygamber’im.
Zerrelerin şarkısı, sonsuzluğun türküsü
Bedir’de parlayan ay, Mekke, Medine süsü,
Haksızlık karşısında göklerin gürültüsü
Olmazların oluru sevgili Peygamber’im.
Giriver düşlerime, ellerini öpeyim
Sevdanı sağnak, sağnak şu ruhuma dökeyim
Bir Kâbe akşamında gölgene diz çökeyim
Ey gözlerin süruru, sevgili Peygamber’im.
……Bir girsen düşlerime
……...Can evime yağıverse ışığın
………...Karanlık uçurumların
………….Dibinden kurtulacağım.
………......Ve işte o zaman;
…………….İçimdeki İblis’in
626
……………..Tutup da kulağından
………………Ayağının dibine
………………..Fırlatıp atacağım.
Işığım, meşalemdir ay bölen parmakların
Sözlerin cemresidir çatlayan dudakların.
Her mevsim akıyor, nabzımdan ırmakların
Çağıl, çağıl dupduru, sevgili Peygamber’im.
……Bir girsen düşlerime
……...Gönlümün çölüne yağıverse ışığın
……….Ezelden ebede
………..Yağmur yükü olacağım,
………….Adını zikreden bulutların.
Mustafa Ceylan
MEKKE’NİN FETHİ
Medine’deki hayat, çok güzel geçiyordu.
Tek Allah’a inanan, buraya göçüyordu.
Kâbe’ye doğru, yüzdükçe onda hayal,
Sürüklüyor, dalga dalga, girdaba leyal.
Mekkelilerle anlaşma şartlarından biri de,
Arap kabilelerinden isteyen, Kureyş’ten dilediğini seçip,
Allah Resulüyle dilediği zaman görüşebilecekti.
Bu anlaşmanın şartını, Mekkeliler tek taraflı olarak bozmuşlardı.
Böylece Medine cephesinde, harp hazırlıkları başladı.
Müslüman kabileler de, tüm varlıklarıyla Medine’ye geldi.
Peygamber karargâhında toplandılar…
Hazırlıklar tamamlandı,
Büyük fetih için yola çıkıldı.
Emir verildi; Mekke ye inen tepeler tutulsun,
Gece olunca, on bin noktada ateş yakılsın!
Asker teftiş edildi.
Tepelere gelince kol kol sancaklar dağıtıldı.
Şaşırdı Mekkeliler görünce…
Mekke’de fışkıran nur,
Veriyordu büyük onur.
Medine’den on bin kişilik bir çemberle,
Gelip kuşatmıştı onları…
Ebu Süfyan yola çıkmıştı çoktan,
Savaşacaktı, Allah’ın Resulüyle!...
627
Fütursuzca hiç yoktan.
Ama ne mümkün!
İleri uçlar, Ebu Süfyanı yakalayıp huzura çıkardılar!
----Ey Ebu Süfyan!
Allah’ın birliğini kabul edeceğin gün gelmedi mi?..
Ebu Sübyan sorulan soruya vereceği cevabı başka yöne saptırdı!..
----Anam atam sana feda olsun!
………Ne güzel,
…………Ne halim,
……………Ne kerimsin!....
İkinci kez soruldu!
----Ey Ebu Süfyan!
……Benim Allah’ın Resulü olduğumu,
………Kabul edeceğin vakit halâ gelmedi mi?
Bu kez büktüremedi!..
----İçimde, kalbimde bu manâlardan izler var!
Fakat “EVET” diyemiyorum!..
Ömer, boynunu vurmak için izin isterken!..
Abbas atıldı;
----Ya Ebu Süfyan, şahadet getir!..
Nihayet Ebu Süfyan şahadet getirdi!......
Sabahında Mekke’ye iniş başlarken,
İnsanlığın tacı, Hazreti Muhammed!
Abbas’a emretti!
--Ebu Süfyan’ı askerin geçeceği yola yerleştir.
Oradan seyretsin orduları!...
….Bölük bölük, kol, kol,
………Dalga, dalga geçiyordu!
………..Mekke sokaklarından,
……………Geçiyordu bu ordu!
……………..Bu ordu İslâm ordusuydu.
………….……Her neferin alnında bir meşale,
…………………………Yanıyordu doğrusu!
Ebu Süfyan bu manzaraya hayran gözlerle bakıyor.
Yanındaki Abbas’a soruyordu?
-----Bu ordu, kimin ordusu?
….Falanın!
…….Arkadan gelenlere…
-----Ya bunlar?
…..Filânın!
Hayranlığı giderek artıyordu….
628
Halid b.Velid ordusu Ebu Süfyan’ın önünden geçerken,
TEKBİR getiriyordu.
Tekbir seslerini duydukça,
Ebu Süfyan’ın hayreti had safhadaydı!..…
Şu…..
Bizim Velid’in oğlu!....
Zübeyir b. Avvam ha!...
Yani, senin hemşirenin oğlu!
Evet o!……….
Sırasıyla,
…Beni Kaab,
……Beni Leys,
………Beni Damra v.s.geçtiler.
Nihayet Ensar alayları!
Başlarında, Saad b. Ubade elinde bayrak,
Ebu Süfyan’ın önünden geçerken,
Ya Ebu Süfyan! Dedi,
----Bu gün büyük ilham günü,
Kâbe’nin hareminde bile kan dökmek bu gün helâl!...
Ebu Süfyan Abbas’a seslendi;
----Ne güzel helâk olunacak bir günmüş,
Kardeşinin oğlu, büyük saltanata ermiş!
……Hayır dedi Abbas, hayır!..
………Bu bir saltanat değil!..
………Nübüvvet!
…………Farkları, fark edemiyorsun halâ, neler, neler diyorsun!....
Bu sözler, Ensar topluluğunun,
Kan dökmekte kararlılığının göstergesi,
Hemen Peygambere haber ulaştı.
Emir buyurdular:
----Ali yetiş bayrağı, Saad’ın elinden al!
Mekke’ye ilk giren, sen ol!..
Ve, Ebu Süfyan’a denildi ki;
“----Bu gün rahmet günüdür. Allah’ın Kureyş’i aziz edeceği gün!….”
……..Kainat’ın Efendisi,
……….Üsame b. Zeyd’i bindirmiş devesine yavaş yavaş geliyor!..
………………..Nerede nasıl durulacağın biliyor.
……………………Plânlar önceden yapılmış,
……………………….Gurup, gurup alaylar, kabileler,
……………………………Peygamber zevceleri,
………………………………..Hiç kimse kılıç çekmeme emrini almış…
629
…..Sadece, Halid kolunda görüldü bir kargaşa,
…….Girdi Mekke’ye müşriklerle boğuşa boğuşa!...
Ebu Süfyan aldığı emirle,
Sokak sokak münadiler bağırttı!
---Evine çekilip kapısını kapayana…
----Ebu Süfyan’nın evine sığınana…
----Daha, daha!..
…… Falana!
………. Filana,
…..Silâhını bırakana!.
……..Dokunulmayacak!...
Ebu Süfyan’ın karısı HİND:
Kocasının sakalına yapışıp Kureyşlilere haykırdı!
--İslâm’a girmekten bahseden şu bunağı öldürünüz!...
Ebu Süfyan;
----Sakalımı bırak, evine girip saklan!
Müslüman olmazsan senin de boynun vurulacak!...
Her kim, evine saklanırsa,
Kâbe’ye saklanırsa,
Falan, filânın evine saklanırsa….
Emniyette sayılacak!
……Bunların içinde, şahadet getirip,
………İslâm’a girenler bağışlandı,
…………İslam’ın bağrına basıldı.
……………Hind bile……
Allah’ın sevgilisi ve arkadaşları,
Mekke sokaklarından geçiyorlar!...
Kâbe’nin önünde on binlerin aldığı TEKBİR sesiyle,
…..Dağlar, taşlar inledi!...
…….ALLAH –U EKBER!.....
………ALLAH EN BÜYÜK!...
……Allah’ın Resulü Kabe’ye giriyor,
………Namaz kılıyorlar…
………..Tavaf ediyorlar birlikte!
……………Kabe’nin etrafında 360 put var.
Ellerinde ince bir ağaç dalı,
Tavaf devam ederken,
Çubuğu put’a doğru kaldırıyorlar!
Bir ayet okuyorlar!
“ Hak geldi batıl gitti.”
630
Eritilmiş kurşun ve bakırla,
Yere perçinlenmiş putlar!
Teker, teker devrilip süpürülüyor!
Allah’ın evi putlardan temizleniyor!...
……Öğle vakti gelince,….
………Bilâl Kâbe’nin duvarına çıkıyor ezan okuyor,
…………….Allah en büyük!
…………….……Putlar yerde kırık dökük!
Mekkelilerde yüzler,
Hayret çizgileriyle buruş, buruş….
…..Şu kadar yıl evvel boynuna ip takıp,
………..Sokak sokak gezdirdikleri Bilâl!..
…………….….Şimdi Kâbe’de ezan okuyor!...
……………………….Ezan sesiyle dağ taş inliyor!...
Ezanın meâli şöyle:
“Allah en büyük
Allah en büyük
Allah en büyük
Allah en büyük
Şehadet ederim ki, Allah’tan başka İlâh yoktur.
Şehadet ederim ki, Allah’tan başka İlâh yoktur.
Şehadet ederim ki, Muhammed Allah’ın Resûlüdür.
Şehadet ederim ki, Muhammed Allah’ın Resûlüdür.
İyiliğe,
İyiliğe,
Kurtuluşa,
Kurtuluşa,
Allah en büyük,
Allah en büyük,
Allah’tan başka İlâh yok,
Allah’tan başka İlâh yok.”
……Halâ kalbi küfür sesiyle çarpan,
………İnkârcı müşrikler, halâ puta tapan,
…………Kureyş aristokratları keşke ölseydik!
Şu manzarayı görmeseydik,
Bizden evvel ölenlere ne mutlu!...
Diye hayıflanıyorlardı.
Kâinat’ın Efendisi,
Kâbe’nin kapısında halka hitap ediyor;
631
“---Ey insanlar!...
Kâbe hizmetiyle,
Zemzem sakalığından başka bütün işleri,
Eskiden kalma imtiyaz ve de gedikleri,
Vergi ve algıları iptal ediyorum…” Diyordu….
Bİ’AT
Kâinatın Efendisi,
Sâfa’da oturuyorlar…
Bütün Mekke ve Kureyş,
Teker, teker huzurlarına gelip biat ediyorlar.
Önce erkekler, sonra da kadınlar….
İnançlarını bağlılıklarını dile getiriyorlar.
Ebu Bekir’in babası, ihtiyar Kuafe,
Kendisini koltuklayıp, huzura çıkaran,
Oğlu Ebu Bekir’in elinde Müslüman!
Ebu Süfyan’ın karısı, Hind’in Müslüman oluşu,
Resulullah tarafından affedilişi sırasında,
Öyle diyolok yaşandı ki,
Ömer gibi ciddiyet abidesi birini bile güldürdü.
MEDİNEYE DÖNÜŞ:
Allah Resulü on beş gün kaldıktan sonra,
Geri dönmeye karar verdiler.
Keremli Mekke’den nurlu Medine’ye,
Ensar isimli yardımcılarının dünyasına döndüler!..
….Bu büyük fetih:
…..Siyaset ve kılıcın,
…….Ruhla maddenin,
………Bir vücuda bağlı iki kol halinde,
………….Uzanıp kavuşmasıyla gerçekleşti.
Asiller çevresi olan Kureyş,
Top yekûn Müslüman oldu.
İslâm büyük bir düzlüğe çıktı.
İlerisi madde plânında,
İslâm hamlesinin kavuştuğu düzlük.
…..Ruh ve manâ plânı!
İslâm’ın ana zemini ise bütün insanlığın altına,
Fert, fert ve cemiyet, cemiyet,
İşte bu ana zemini çekmek için savaşılıyor!...
Davâ artık düzlüğe çıkmıştır…
632
“Hayat mücadelesi zaafsa şu âlemde,
Çaresiz olan insan, ezilir her bir demde,
Mücadele mahsulü, insan hayatı bile,
Mücadelesiz ne fert olur ne de aile.”
Artık İslâm; Arabistan’a ve içinden fışkırdığı,
Bütün dünyaya gerçek rengini veren,
Doğuya hükmetme zamanı gelmiş!
Muazzam bir aksiyon!...
Peygamberle başlayan bu aksiyonlar,
Dünya durdukça devam edecektir!
…….İşte, binlerce atlı,
……….On binlerce yaya,
………….Bu muazzam aksiyonun,
……………..Sancaklaşmış,
……………….Mızraklaşmış, tolgalaşmış remzi….
…..Bütün imkanlarını seferber etmiş,
……...Malını mülkünü atını, davarını,
……………İmkânını iktidarını,
…………….…Canıyla, kanıyla Allah Resulünün tuttuğu,
…………………..Tepsiye dökmüş dünya çapında hareket!...
……………..Sadece gökten düşme,
…………………..Müstesna bir fesahat,
……………………..Ve hürriyet ruhu içinde!..
Putperest,
…Yağmacı,
…….Soyguncu,
………Hırsız,
………..Adam öldürücü,
………….Kan dökücü,
……………..Kız çocuklarına kıyıcı,
……Pislik,
……..Zina,
……….Kumar,
…………Şarap,
……….......Alay etme,
……………..Hakaret,
………….........İftira,
…………………Kibir,
Kaskatı oymak taassubu içinde, donmuş bir ruh!
Nasıl da bir solukta kurutulmuş….
Bu soluk, Peygamber soluğudur.
633
Çölün her kum tanesi içinde,
Bir Elhamra sarayını,
Bir Bağdat sitesini,
Yetiştiren hep bu soluk!....
Arap illerinde kuş’un bile rahat uçamayacağı,
Dehşet ve cahiliyet devrinin kapanması!...
Allah Resulünün çizdiği huzur kapısını,
Kimsenin açamayacağı emniyet levhası!
İdrakleri çatlatan, mutlak inkılâp,
Sonsuza dek baki kalan bir kitap.
Eski, şahıslaştırıcı,
Putlaştırıcı ve yırtıcı seciye şimdi,
Allah’ın birliğine, münezzehliğine,
Sınırsız mücerretliğine inanan, secdeye kapanan,
Üstün insan ahlâkına sahip, saye sarılan!..
Masum kanının sarhoşu, eski kaplan bünye,
Şimdi, güvercin öksürse, üzülen künye!
İşte Müslümanlık.
İşte inkılap!...
Allah kelâmı KUR’AN:
İçinde, Arap dili üzere nazil olduğu yazılı,
Ezeli ve ebedi hükmü sabit bir kitap.
İnsan oğlunun genel söz unsurları içinde,
Aydınlık olmayan sırlarla dolu…
Her harfinin gerisinde cihanlar gizli…
Sınırsız manâ yüklü kelâm-ı kadim.
……..“OKU” Emriyle başlayan,
………….Yirmi üç yılda tamamlanan,
……………..Daima melek vasıtasıyla gelen,
………Her nazil oluşta,
…………..Ümmi peygamberin alnını,
……….Ter damlalarıyla noktalayan,
……………..İlahi kelâm, Kelamullah!..….
………..Harfleriyle sesleriyle sayılı,
…………...Yüz on dört sure…
…………..….Altı bin şu kadar ayet!..
……………….…Peygamber ağzıyla serpilen,
……….….Hiçbir söze benzemeyen,
………Her söze meydan okuyan,
…..Mucizelerle dolu, Allah kelâmı!
634
………Kıyamete kadar bizzat,
………..Sahibi tarafından korunacak olan,
……………………………..Kitabı Kadim!........
Kâinatın sırrını,
En yakın ve en uzak, her zerrenin,
Birbirine nispetini,
Zaman ve mekânlar boyunca,
Olmuş ve olacak her şeyi bilmek gerek.
Onun içinde bilmek gerek!...
İşte bilmek bu demek!...........
“Kimin hesabına inmiş, düşünmüyor Kur’an,
Sorsalar Cenabı Hak çıkacak, muhatap olan!
“Hamakatın aşıyor haddi itidal-i yeter!
Ekilmeden biçilen tarla nerde var, göster!”
Her insan!
…Kur’anın zahir-i manâsındaki derinliği,
………….Sonsuzluktan dilediği güzelliği,
………………..Dilediği büyüklüğü,
……………………Devşirmede hür!.....
Kur’anı kendi öz aklıyla tefsir etmek,
Kaderimde ne varsa onu yaşarım demek,
Değildir kader!
Sokmak istediğin şekle girmesiyle kader!
Bütün İlâhi emirler bir anda olurlar heder!...
VEDA HACCI ve HUTBESİ
Mekke fethinden, İslâm dâvasının pürüzsüz düzlüğe çıkışı,
İnsanların dalga dalga, Allah kapısına akışı,
Onun rızasını kazanmak için akan gözyaşı,
Nasr suresinin inişi bir ihtar mıydı yoksa!
Allah! Resulüne;
“ O dem ki, Allah’ın yardımı ve zafer günü gelince,
Sen de, insanların dalga dalga, Allah’ın dinine girdiğini görürsün.
Rabbini överek tespih et…
Ondan af dile….
O tövbeleri kabul edendir.” (Nasr suresi 1-3) Demekte….
Bu ihtarda, Resulüne karşı gizli bir işaret mi vardı acaba?........
……..Her kemâlde bir zeval,
……….Her tamamda bir noksan belirirmiş….
………….Bu işaret, dönüş ve gidiş için mi verilmişti acaba!…..
635
Muazzam Peygamberlik vazifesinin,
Kemâl ifadesi zeval renginde bulunmayacağına göre!
Allah’ın bu işi tamam edişi,
Artık bu dünyadan gidişi,
Haydi sonsuzluğa, deyişi,
Anlaşılmıyor mu? Acaba!…
Tam bu sıralarda;
Allah Resulü hacca niyet etmişti!...
Haber tez yayıldı!..
…………O dem ki!...
……………İnsanlar dalga dalga!...
…Yıkandılar,
……İhrama girdiler.
………Öğle namazından sonra,
……..…Medine’den hareket!..
Gece vakti, Harem-i Şerif’in sınırı olan,
Zülhuleyfe’ye vardılar.
Geceyi orada geçirdiler.
Sabahında tekrar yıkandılar.
Dirayet ve zarafet timsali,
HZ.Aişe’nin elleriyle kokulandılar.
İki rekat namaz kılıp ihram’a girdiler.
Yola devam ettiler.
“Lebbeyk,
Allahümme Lebbeyk,
La şerike leke Lebbeyk….,”
Allah’ım!
Şerikin (ortağın) yoktur.
Hamd sana, nimet senin, mülk senin.
…….Bütün dünya sanki ayağa kalkmış!
……….Etrafında yüz bin,
………….Belki daha fazla,
…………….Sahabeler halkası…
Her taraftan, akan akana…..
Allah’ın Resulü,
Lebbeyk dedikçe!...
Her göğüsten aynı nida fışkırıyor!
Bütün feza,
Allah’a yükselen bu sesin içinde,
Sımsıkı zapt edildiğini hissediyor!...
636
…….Zilhicce’nin dördüncü günü,
……….Mukaddes beldeye girdiler.
………….Kâbe’yi görünce;
“---Ya Rabbi, şan ve şeref senin evindir.”
Diyerek, Kâbe’yi tavaf ettiler.
Ve dediler ki;
“---Allah’tan başka İlah yok!...
………Bir ve şeriksiz. (Ortağı yok!).
Mülk onun,
Hamd ona….
Yaşatan o…..
Öldüren o….
Her şeye kadir olan o…..
..Allah’tan başka İlah yok!..
……..Vaadini yerine getirdi
………..Kuluna yardım etti.
…………..Küfür hiziplerini bozguna uğrattı…”
Hac merasimini,
Bütün özelliklerini yerine getirerek tamamladılar.
Arafat’ta vakfe durdular.
VEDA HUTBESİ
Bir gölgelikte dinlendiler!
Arafat meydanına indiler!..
Devesinin üstünden,
Yüz bin Müslüman kişiye,
Büyük veda hutbesini irad ettiler!...
Büyüklük izafi bir kavram.
Büyük olan ne?
Ne neye göre büyük?
Büyük,
İç içe hudutsuz, sınırsız….
Her büyüğü, çemberine alan en büyük!...
……İdrak ve insan ne küçük!
………..Ne büyükken, ne küçük?
………….Bir kovaya göre umman nedir?
……………..Ancak onu taşıracak kadar su!
Gerisi kovadan boşa akıp gidecek olduktan sonra!....
637
O!....
Kusva isimli devenin üstünde!
Etrafında!
Yüz bin kişilik, sıkışık halka!...
…Hitap ediyorlar…
……Bütün nazarlar onda!....
…….Kulaklar,
………Ebediyeti süzen birer huni!..
Her yüz adımda,
Bir sahabe tarafından, tekrarlanan sözler!...
İslam ve hikmet ahlâkının abidesi,
………………………..Kaidesi yerde,
………….…Zirvesi ise Arş-ı Alâda!..
……Allah dininin bütün muhasebesi,
………….…Son çerçevelendirilişi!
…..Bu hutbede kelâm;
…….Ebediyeti tarayan,
……….Hikmet projektörünün nihai uzanışı!..
………Tek izahsız tefsirsiz parça parça, dinleyiniz!
Sonra,
Sonra!..Kalbinizle yalnız kalınız!....
Diyordu ki;
“ Rabbime hamdü senalar olsun,
Onu över,
Onun yardımını diler,
Onun affını isteriz.
Mutlaka Ona döneceğiz.
Nefislerimizin hatalarından,
Fiillerimizin kötülüklerinden,
Bizi korumasını dileriz.
Allah’tan başka, hiçbir ilâh bulunmadığına,
Şahadet ve tasdik ederim.
Ve yine tasdik ederim ki;
Muhammed Onun kulu ve Resulüdür.
Ey Allah’ın kulları!
Ey insanlar!
Beni dinleyiniz.
Sizleri Allah’tan korkmaya ve ona itaat etmeye davet ederim.
Beni iyi dinleyiniz!
Belki bu yıldan sonra buraya,
Ebediyen bir daha gelemeyeceğim.
638
Küfür ve cahiliyyet çığırına ait her şeyi,
………………………….Çiğniyorum!
Ne Arap’ın Acem’e, ne Acem’in Arap’a,
…………………………Üstünlüğü var!
İnsanoğlu insan, topraktan!
………………….Yaratılmıştır.
Her Müslüman öbürünün kardeşidir.
Ey insanlar!
Şüphesiz bu ayda (Haram ayı),
Bu bölgede,
Bu günün tecavüzünden nasıl masunsanız,
Kanlarınız, mülkleriniz ve namuslarınız da,
Rabbinizin huzuruna çıkana kadar tecavüzden masundur.
Cahiliyete ait kan davaları,
Kökünden kaldırılmıştır.
Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.
Tebliğ ettim mi?
-Evet ettiniz!
Şahit ol ya Rab!
İşte zaman, devrini tekrarlaya tekrarlaya,
…………………Çıkış noktasına döndü!”
Alemde hiçbir kelâm, bu yüksekliğe,
…………………………….Çıkmadı!
Hiçbir dekor, hiçbir sahne gerisinde,
Zaman ve mekân güneşinin Arafat’ta,
Bıraktığı sahne kadar çarpıcı,
………………………….. Olmadı!...
İslam’ın ruh ve ezellerini getiren,
…………………Ebetlerin Resulü!...
Hudutsuz göz yaşı buhranın içinden,
………………………Sesleniyordu!...
İşte varılmaz olan o eda!
Verilemez olan bu!...
Gözlerini kalabalığın üzerinde gezdirip,
……………………………..Sordular?
“---Size benden sual edecekler:
…………………..Ne diyeceksiniz?....”
----Allah’ın emirlerini bildirdi,
Risalet vazifesini eksiksiz yaptı,
639
………………………….Diyeceğiz!
Mübarek gözlerini semaya kaydırdı,
Sağ el şahadet parmağını kaldırıp,
“………………Şahit ol ya Rab!”
Omuzlarında bütün derinliğiyle,
…………………………….gök!
Alınlarında yıldız yıldız,
……………………………yer!..
VAHİY Gelmiştir:
“Bu gün dininizi ikmal ettim.
Verdiğim nimeti tamamladım.
Din olarak İSLÂM’DAN razı oldum.”
Hazreti Ebu Bekir,
Ayeti duyar duymaz her şeyi anladı.
Gözler kurtarıcılar kurtarıcısında,
Bütün dünya hayatının,
En acıklı demini yaşıyor.
Tamamlanan nimetin manâsını,
Derinden derine sezdi.
Oluşacak hadiseyi kavradı!
Allah pek yakında,
Sevgilisini ebediyet alemine,
…………….DAVET EDECEKTİ!...
Ve, ve ağladı!....
…….İkindi güneşinin, zeval bulacağı,
……….Ufukların önünde,
………….Yüz bin kurtulmuş ve
…………..Kurtarıcılık vazifesini,
………………Üzerine almış insan!…..
Ertesi sabah,
……Amcalarının oğulları ile,
……… Müzdelifeden hareket ettiler.
………….Aynı insan akını,
……..Yine, dalga, dalga onun eteklerinde….
“--Burada bulunanlar,
Bulunmayanlara bildirsin!”
Bu nutkun siyasi hiçbir yanı yoktur.
Burada bilhassa dikkati çeken husus,
Yakında vuku bulacak olan vefatını,
640
Sarih bir şekilde söylemiş olmasına rağmen,
HZ. Muhammed (s.a.s.) min,
Siyasi iktidarın devamı konusunda,
Hiçbir şey söylememesidir.
Kur’ana ve kendi sünnetine uyulması önerilmiştir.
Mekke’de dokuz gün kaldıktan sonra,
Yola çıktılar.
Yolda Sahabelerini çevreleyip;
“----Ben sadece bir insanım.
Yakında, Allah’ın meleği gelip,
Beni davet edecek!..
Ben de gideceğim.
Size iki şey bırakıyorum…
Biri Allah’ın kitabı!
Nur ve hidayet onda.
Öbürü evimin mensupları!
Onları koruyunuz.
Her işte Allah’ı hatırlayınız.”
….Sabaha karşı, güneş doğarken,
…….Tekbir sesleri arasında,
……….Medine’ye giriyorlar.
……………Allah’ı zikrediyorlar,
………Tenzih ediyorlar,
……………………Şükrediyorlar.
Bir araya gelince,
Birbirleriyle helâlleşiyorlardı!...
Her sene Ramazan ayında,
On gün itikafa girerken,
Bu sene yirmi gün…
Her Ramazan ayında,
Cebrail, Allah’ın Resulüyle,
Mukabele okurlardı!...
Bu defa iki kez tekrar edildi mukabele..
Dikkatten geçirildi,
Perçinlendi Kur’an!....
Uhut şehitlerinin mezarları ziyaret edildi.
Onlarla ölmemişçesine yeniden helâllaşıldı!
Allah’ın Resul’ü döndü Müslümanlara:
Ben!
Sizin önünüzden giden bir ferdim.
641
Sizi,
Buluşma noktamızda,
Kevser havuzunda beklerim!
Şu anda o havuzu görmekteyim.
…….Dünya hazinelerinin,
……….Anahtarı şu anda elimde!..
…..Benden sonra,
Yine şirke sapmanızdan korkarım!
…….Korkum odur ki;
……….Sizden evvelkiler gibi,
………….Dünyayı sevip,
…………….Birbirinizi.
…...Menfaatiniz uğruna kırmayın!
Sahabeler;
Doğup, batan güneşin,
Hiç değişmeyen ışığında,
O’nun, gizli bir şey soluduğunu seziyorlardı!...
O,
….Bütün vaktini,
…….Tespih ile,
………..Tehlil ile,
…………..Zikir ile,
………….…Tenzih ile,
…………….…Hamd ile,
………………..…Tövbe ile geçiriyordu!...
……..….Hicretin,
……..On birinci yılı,
….Sefer ayının üçüncü çarşambası,
……..Gece, Baki mezarlığını ziyaret,
…………….Oradan hanımlarından,
….. Meymune’nin hanelerine teşrif…
……………..Hafif bir kırıklık,
…………Ve baş ağrısı…
………İlk beş günlerini,
….. Hazreti Aişe hariç,
…Diğer hanımlarının yanında geçirdi!
……Rahatsızlığı giderek artıyordu,
………Zaten sıra Aişe’ye gelmişti.
………….HZ. Ali ile, HZ. Abbas,
……………..Onun odasına götürdüler.
Rengi giderek soluyordu!...
Üzerlerinde ağır bir halsizlik vardı.
642
Yakınlarının yardımı ile mescide geldiler.
Minber’e çıkıp;
Allah kullarından birini,
Dünya ile kendisi arasında serbest bıraktı,
O kul, Allah’ı seçti!..Deyince!..
Sahabeler,
Özellikle, Ebu Bekir Hazretleri,
Ağlıyordu!.....
Devam etti:
…..Sohbetiyle,
…….Sevgisiyle,
………..Malıyla,
………….Canıyla,
……Özellikle insanlar içinde,
………Bana en çok yardımcı olan,
……Ebu Bekirdir!...
Eğer dünyadan bir dost,
Seçmek gerekseydi, onu seçerdim!
……..Onunla aramdaki,
…..Sadece İslâm kardeşliğidir.
“---Bu günden sonra,
Mescide açılan bütün kapılar kapansın!
……..Sadece Ebu Bekir’in kapısı açılsın!”
…..Böylece son emanet,
Ebu Bekir’e verilmiş oluyordu.
-----Ey insanlar!
Kimin arkasına vurdumsa,
İşte sırtım gelip vursun!..........
Kimin benden alacağı varsa,
İşte malım!
Gelip alsın!………
Arap yarımadasında,
Tek müşrik bırakılmasın!
“----Allah’a ısmarladık!...”
Hazreti Ayşe’nin hücresine döndüler.
643
PEYGAMBERİMİZİN VEFATI
….Günlerden pazartesi,
……İslam güneşinin,
……..Vazifesini kaybetmeksizin,
……….Simsiyah kesileceği günün sabahı,
…Şafak vakti….
……Medine seması saf ve berrak.
………Seher vaktinin tatlı rüzgarı esiyordu.
…..Hastalığının hafiflediğini hissetti.
Sabah namazında mescide çıktı.
……Sabah namazı kılan,
………Sahabelerin üzerine şöyle bir göz attılar!
…Herkes!
…….Ebu Bekir’in arkasında,
………Saf tutmuş!...
En mahzun bir vecd içinde…
Derinden derine tekbir sesleri….
….O da Ebu Bekir’in arkasında cemaat oldu.
Oturduğu yerden ona uydu namazını kıldı.
Sonra Ashabına döndü,
Şunları söyledi:
--“Ben Kur’anın helâl kıldığını helâl kıldım.
Haram ettiğini de haram ettim.
Sizden evvelki milletler,
Peygamberlerinin ve evliyaların mezarlarını,
İbadedgâh yaptılar.
Sizi böyle bir şey yapmaktan men ederim.”
Müslümanlar, hastalığının hafiflemesine sevindiler.
Fakat bu,
Ölüm öncesi bir hafiflikti!...
Odasına dönünce,
Dermansızlığını daha çok hissetti.
Son dakikalar yaklaşıyordu.
Dilinde zikrullah vardı.
“Ya Rab!
Ölüm şiddetine karşı bana,
Kolaylık ver, canımı tatlılıkla al diyordu.”
…Büyük hüzün!...
…..Ve
……. Ve perde kapandı!
644
Odanın içi:
Derin ve ince Fatımayı,
Sevgili kızlarını istediler,
Geldi!
İyice yaklaşmasını kulaklarını,
Dudaklarına yaklaştırmasını,
İşaret ettiler.
Fatıma başını, Allah sevgilisinin,
Dudaklarına kadar, İndirdi!...
Bir fısıltı!...
Fatıma’nın yüzünde tırmık tırmık acı….
Bir daha çektiler kendilerine,
Yine yavaşçacık!
Birkaç sözcük daha döküldü,
Mübarek dudaklarından.
Bu defa, Fatma’da derin bir rahatlık.
Huzur, saadet!...
Önce:
“----Ben ölmek üzereyim “ Demişler…”
Sonra da:
“----Bana ilk kavuşacak olan sensin! Demişler”
Altı ay sonra babasına kavuşacak olan,
İnce ve derin Fatıma!....
………..Pazartesi, dünyaya geldiler,
………………Pazartesi, hicret ettiler!
…………………Pazartesi Medine’ye geldiler!...
……………………….Yine bir pazartesi,
…………………Gaye insan,
……………..Ufuk peygamberin başı,
………….Dirayet ve zarafet timsali,
………Aişe’nin göğsünde…
……Oda loş…
……….Güneş batmak üzere…
Allah’ın emri….
…….Varlığın batmasına,
………Mesafenin yanmasına,
…………Boşluğun çökmesine,
…………….Yoklukla vücudun,
………………..Birbirini yutmasında o dem!...
Sadece Allah’ın emri mani!...
Cebrail ile Azrail kapıdalar!
Cebrail’in, (Ölüm meleğinin,) kapıda olduğunu bildirdi!...
645
Emri yerine getirmek için, iznini bekliyor dedi!....
Mübarek başları,
Ayşe’nin göğsünde,
Gözlerini açtılar…
Tavana diktiler.
Şahadet parmaklarını kaldırdılar.
--Allah-u Ekber!
Er Refik-ül alâ! (Yüce dost)
Dediler!...
VE….VEEEEE….
Hakiki hayata göçtüler!....
Şu saat,
….Şu gün,
……Şu hafta,
……..Ay hesabı, ne hazin!..
…….Hepsi bir an içinde,
…..Gelip geçiyor,
….Bir an içinde gelenler,
….Bir an içinde göçüyor!....
İlâhi emre uyup, ruhu teslim edenler,
Kefenine sarılır, rehin kalır bedenler.
Ona rahmet okuyun, sıra size gelmeden,
Ölü değildir asla, sizden önce gidenler.
Hazreti Ömer’den,
Beyinleri yırtıcı bir bağırış!...
“--- Kim Allah’ın Resulü öldü derse!
Paramparça ederim!”
Kılıcını çekmiş,
Selim aklın mümessili,
Ömer’den çıkıyordu bu ses!...
Hal ve keyfiyet bu!...
Tam bu sırada Ebu Bekir yetişti.
……….…Herkesten yufka,
…………..…Herkesten kuvvetli!
……………..….Ve, ve derin!...
……………………..Kalabalığı yardı,
…………………………Odaya girdi.
………………Yatağa yaklaştı,
………...Mübarek başın üstündeki,
……….Örtüyü kaldırdı.
646
…….Diz çöktü.
…Allah’ın Resulünün,
….Bembeyaz yüzünü öptü, öptü!...
Kalabalığa döndü;
“---Nefsimi ellerinde tutan,
Allah’a yemin ederim ki; Peygamber öldü.”
Sonra,
Alemleri, yüzü suyu hürmetine,
Yarattığı o yüze baktı.
“---Hayatın da güzeldi, ölümün de güzel!...
Öldün!....
İkinci defa ölmeyeceksin!”
Ömer gerilerde halâ kendi kendine;
“ Vallahi peygamber ölmedi!..
O ölmedi!..Deyip duruyordu….
Ebu Bekir; Ömer’e yöneldi aklını başına devşir,
Ey Ömer!..
Ömer o zaman kendine geldi biraz!...
Oradaki kalabalığa döndü;
“---KİM MUHAMMED’E TAPIYORSA BİLSİN Kİ,
MUHAMMED ÖLDÜ. AMA ESERİ BAKİ KALACAKTIR.
KİM ALLAH’A TAPIYORSA BİLSİN Kİ,
ALLAH ÖLMEZ. O DİRİ VE ÖLÜMSÜZDÜR!..”
“ HER CAN ÖLÜMÜ TADACAKTIR.
SONUNDA BİZE DÖNERSİNİZ.”(Enbiya 35)
Ayetini okuyarak sözlerini bitirdi.
Bu sırada Ensardan bir kısmı,
Sa’d b. Ubâdenin evinde toplanmış,
Müslümanlara seçilecek reis kim olacak!
Müzakeresine başlamışlardı bile!....
Sa’d b. Ubade’ye seni seçelim diyorlardı.
Bunu duyan Ömer, hemen Ebu Bekir’i
Yanına alarak oraya koştu.
Şiddetli tartışmalar başladı.
Ensar ve Muhacirler iki guruba ayrıldılar.
Her gurup, kendilerinden birinin reis olmasını münasip görüyordu.
Tartışmalar gittikçe sertleşiyordu.
Sonunda Ömer madem ki Resulullah,
Hastalığı halinde imamete,
Ebu Bekir’i tayin etti, bunda bir işaret var.
647
Ver elini dedi ve Ebu Bekir’e biat etti.
Muhacir ve Ensar da biat ettiler.
Bu tartışmalara son verdiler.
Sinersin bir damlaya, hiç haberin yok iken,
Sığındığın limanda, sana bir köşk kurulur.
Dokuz ay’ın sonunda, bu dünyaya inersin,
Yorulur can bedende, sanırsın vakit erken.
Peşin peşin ödenir, bitmez hazine zaman,
İstediğin şekilde , gez dolaş harca denir.
Çıkmadan can bedenden, sonunu iyi düşün,
Elenir eleklerden, sen mizana giderken.
Teçhiz ve defin işleri,
Ertesi günde yapıldı.
Bilâl Salâsını verdi!
“Esselâtü vesselâmu aleyh…….”
HZ, Ali,
Abbas oğlu Fadl,
Üsame b. Zeyd,
Kölesi Şokran tarafından cenaze yıkandı.
Nereye defnedileceği müzakere edildi.
Bazıları Mekke ye,
Bazıları da, Nebilerin makamı olan Kudüs’e,
Defnolunmasını teklif ettiler.
Hz. Ebu Bekir,
Peygamberler öldükleri yere defnolunurlar dedi.
Hz. Aişenin odasına mezar kazıldı.
Hz. Aişe diyor ki:
“Hazreti Peygamber,
Açık bir yere defnolunmadı.
Çünkü açık yere defn edilmiş olsa,
Halkı, Onun mezarını tazim etmekten men,
Çok müşkül olurdu.”
Mezarın yerini tayin etmek,
Çok tartışıldığından vakit geç olmuş,
Akşam karanlığı çökmüştü.
Cenaze namazını kılmak da uzun sürmüştü.
Oda küçük olduğundan,
Küçük guruplar halinde cenaze namazını kıldılar.
648
Önce erkekler,
Sonra kadınlar,
Sonra da çocuklar, saf tutarak son vazifelerini yaptılar.
Namazda imam yoktu.
Herkes kendisi kılıyordu.
Kalpler mahzun,
Gözler yaşlı,
Gönüller matem içinde,
Büyük naşın huzurunda,
Mukaddes borcunu ödüyordu.
Son vazife ifa edildi!...
Ebu Bekir ve Ömer kabrin başında,
Gözleri kara toprakta!..
Ebu Bekrin yeri ileride,
Resulullah’ın göğsü,
Ömer’inki de Ebu Bekir’in göğsü hizasında….
Bu yeri görüp görmedikleri meçhul!...
Hz. Fatıma,
Babasının kabrinden bir avuç toprak aldı.
Kokladı ve!
“ Benim üzerime öyle musibetler çöktü ki,
Eğer onlar gündüzlerin üzerine dökülse idi,
Gece olur, karalara bürünürlerdi.”
Diye ağladı.
Hz. Peygamber nesi var nesi yoksa,
Fertlere bırakmamış, Millete bırakmıştı.
Bu yüzden kızı Fatıma da bir şey alamadı.
Fakat o, bir şey bırakmıştı o da manevi miras!
İnsanlığa nurlu bir yol!
Ama, kalanlar bir şey biliyorlar, Allah ölümsüz!...
Ama bir şey düşünüyorlar!...
…….Gaye,
…….Evet gaye!
Şu kara toprağın,
Dehlizlerinden geçmek!.
…….Evet,
.........Evet gaye!
Diri ve ölümsüz olanla,
Ölümsüzlüğe ermek!
……Evet,
........Evet gaye, ebedi aydınlığa çıkmak!
649
……Evet
………Evet gaye,
Bu dünyanın kendisiyle yalancı,
Yaratıcısıyla doğru söylediği hayatı bulmak!
…..Evet,
..........Evet gaye insan!
……….Toprakta yatıyor!
İyi amma kara toprak ve içinde o….
Bu nasıl geçiş?...
İstersen çatla!
….İstersen patla!
…….Zerre, zerre infilak et!.
Kara toprağa kapanıp,
Onu tırmık tırmık pençele!
Bu hal, Ömer’in ölüm haberini,
Duyunca düştüğü bir anlık hal!...
Eğilin !
Ey insanlar!...
Toprağa eğilin!...
Kara toprak konuşuyor!....
Kulağınızı dayayın göğsüne, dinleyin!...
Ses veriyor kara toprak!
Zikrediyor şu kara toprak!
Diri ve ölümsüzü anıyor!....
Aradan on dört asır geçmesine rağmen,
Biz bugün, bu manzara karşısında halâ sarsılıyoruz…
YA RAB!
….Bedenimi aşkla dokudun,
…….Damarlarımda hayat,
……….Bakışımdan taştın fışkırdın,
Sevdim, sevdim.
…….Tohumun filizinde,
……….Toprağın tozunda,
…………..Gülüşte hıçkırışta,
………………Serpildin döküldün,
Sevdim, sevdim.
650
……..Tayfunlarda coşkun,
………….Putlarda suskun,
……………..Sabah sevabım,
…………………Gece günahım oldun,
Sevdim, sevdim.
……..Aydınlığında yıkandım,
…………..Karanlığında kirlendim.
………………Muradıma, yağan kar,
…………………….Hırçınlığımda kor oldun.
Sevdim, sevdim.
Rabbe şükürler olsun sonunda:
MUTLU SONA ULAŞTIM
Aşkının hamuruyla, yoğurmuş beni Rahman,
Nasıl avare kılsın, dönüp duran şu devran!
Muhabbet deryasında, yüreğimdir kavrulan,
Kavuşmak arzusuyla, sonsuza yelken açtım!
Rabbe şükürler olsun, mutlu sona ulaştım.
Umutla umutsuzluk, arasında gezerken,
Yerle arş arasında, nurdan huzme süzerken,
Seçtiğim her sözcükle, İnci mercan bezerken,
Âdemden Muhammed’e, hayaller kurup uçtum,
Rabbe şükürler olsun, mutlu sona ulaştım.
Âdemin kalıbında, toprak idim taş idim!
Meryem’in mihrabında, hilâl idim kaş idim!
Yakup’un gözlerinden akıp duran yaş idim!
Yusuf’u arar iken, zindan damına düştüm,
Rabbe şükürler olsun, mutlu sona ulaştım.
Sonsuzluğun içinde, kaç kapı araladım,
Eyyup, Şuayp Musa’da, kendimi paraladım,
Hızır, Yuşâ Davut’u, peş peşe sıraladım.
Perdeler aralandı, ab-ı hayattan içtim,
Rabbe şükürler olsun, Mutlu sona ulaştım.
Yunus, Yahya, İsa’yı, gökyüzünde buldum ben!
Milyon tane yönü var, hem gittim hem geldim ben!
Acı keder umutla, hem ağladım güldüm ben,
651
Sonsuzluk semasında, hayaller kurup uçtum,
Sonunda Muhammed’e, Medine’de ulaştım
İlk peygamber Âdemden, sonuncu Muhammed’e,
Neler, neler yaşadım, durmadan gide gele,
Diliyorum haşr eder, Onlarla bir beni de!
Hak kapısı açıldı, fani dünyadan geçtim,
Rabbe şükürler olsun, mutlu sona ulaştım.
İşte şimdi geldi, selâm sabah sırası,
Çok açıldı gitti, başlangıçla arası.
Söylenecek son söz, artık burası,
Dinleyin dostlarım, beni dinleyin.
………Ey saba yeli,
……………Başın alıp nereye,
………………….Gidersin böyle,
………………………Eğer yolun düşerse,
……………………………. Kutsal toprağa,
…………………………………Ademden son Resule,
…………………………….. Selâmım söyle!..
ALİ GÖZÜTOK
652
FİHRİST
SAHİFE
Giriş Ali Gözütok
Kitap hakkında Mustafa Ceylan
HZ.ADEM
Havva’nın yaratılışı ve Cennetten kovulmaları
Yer Yüzü Hayatları
İlk Cinayet
Şit’in Doğumu ve HZ. Adem’in Vefatı
HZ Şİt
Hz Adem’in Duası ve Şit’in Peygamberliği
Evliliği ve Vefatı
Hz. İDRİS
001
003
004
013
022
033
042
047
049
053
056
Peygamber Oluşu ve Kavmi
İdris a.s. Vefatı
058
062
Hz. NUH
Kavminin durumu ve Peygamberliği
Çocukları, duası ve Geminin inşası
Geminin Cudi Dağına Oturması
Karganın Hikâyesi
Tufandan Sonraki Hayat ve Huh a.s mın Vefatı
065
068
070
076
078
079
HZ. HUD
Kavminin yaşadığı hayat ve peygamberliği
Hud a.s. Duası ve AD Kavminin Helaki
Üç kişinin affı
Hud a.s. mın Vefatı
HZ SALİH
Nuh Tufanından Sonraki Hayat ve Peygamberliği
Mucizesi
Helâk sonrası ve Salih a.s. mın Vefatı
082
083
086
091
094
096
102
104
109
HZ İBRAHİM VE İSMAİL
Soyu ve Nemrut’un Rüyası
HZ. İbrahim’in Allah’ı Bulması Cebrail İle Buluşması
Babil Kulesinin yapılması
İbrahim’in Sınanması
Nemruttan ayrılması ve evlenmesi
Mısır’a Gitmeleri
Hacer Validenin Armağan Edilmesi
Kıskançlık Günleri
İsmail’in Doğumu
Hacer Kızgın Çöllerde
Zemzem suyu
111
111
119
137
139
140
143
147
151
154
158
161
653
İbrahim’in ziyareti
Hz.İbrahim’in Rüyası Ve İsmail’in Kurban Ediliş
Kâbe’nin İnşası
Haccın Farz Kılınışı
HZ. İsmail’in Peygamberliği ve Vefatlar
163
164
172
177
179
HZ LUT
HZ. Lut’un Hz. İbrahim den ayrılması ve
Lut Kavminin yaşantısı
Lut Kavminin Helâkı
182
187
HZ. İSHAK
Doğumu
Hayatı ve Evliliği
Kıtlık yılları
Oğulları
Ölümü
194
196
197
206
209
215
HZ. YAKUB VE YUSUF
Kavminin yaşantısı Yakub’un Rüyası
Dayısı Laban’a kavuşması
Rahel’in isyanı ve Yakub a.s. çocukları
Baba ocağına dönüş
Bünyamin’in Doğumu
Yusuf’un Kuyuya Atılması ve kurtuluşu
Vezir’in KarısınınYusuf ‘a tutkunluğu
Kadınların ellerini kesmesi
Zindan kurtuluşu ve vezirliği
Babasının Mısıra Gelişleri ve Vefatları
216
217
217
221
223
225
228
237
239
243
248
HZ. EYYUB
Çileli Günleri ve
Kurtuluşa ermesi ve ölümü
251
HZ ŞUAYB
Kavminin inanç ve yaşantısı
Peygamberlik hayatı
Son yılları ve ölümü
263
264
265
273
HZ. MUSA VE HARUN
279
Firavunun himayesi ve Musa’yı evlât edinmesi
Delikanlılığı ve Kıptiyi öldürmesi
Musa’nın Medyen’ e gidişi
Şuayb a.s. dan asa alışı ve Tur-u Sina
Peygamberliği
Mısır’a geri dönüş
281
285
287
290
293
295
258
654
Firavun’u dine daveti
Firavunun uğradığı musibetler
Mısırdan çıkış Kızıl Deniz olayı
Kavmi ile dönüş yolunda
Hızır a.s. ve buluşma
Vefatları
297
303
307
309
322
338
YUŞA A.S
HZ. İLYAS VE ELYESA
Cebrail ile buluşması
Felâket günleri
Asker anasının planı
İlyas a.s. mın vefatı
340
346
352
353
357
367
ELYESA A.S
Küçük kız ve cüzzamlı komutan
Hz Elyesa’nın vefatı
370
372
375
HZ. DAVUD A.S.
Bir rivayet ve evlenmesi
Hükümdarlığı ve peygamberliği
Lokman’ın ayrılması ve vefatı
377
382
383
390
HZ. SÜLEYMAN
Doğumu ve çocukluğu
Krallığı ve Peygamberliği
Haremindeki puta tapanlar
Hüd hüd kuşun hikâyesi
Saba Melikesinin elçileri
İbadetleri ve vefatı
394
396
402
410
414
422
424
HZ YUNUS
Çömlekçiliği
köylüsüyle buluşması
Peygamberliği
Kıral Yereboam’ı dine daveti
Kavminden kaçması ve gemiden atılması
Balığın karnından kurtuluşu
Yunus a.s. mın vefatı
428
429
432
435
437
441
446
450
HZ. ZEKERİYA VE YAHYA
Meryem’in bakımıyla görevlendirilmesi
Vefatları
HZ. İSA A.S.
Cebrail’in gelişi
Meryem’in amca oğlu ile görüşmesi
Şama gidişleri
452
453
463
466
469
470
474
655
HZ. İsa’nın mucizeleri
Yapılan suikastlar
Hz. İsa’nın göğe çekilmesi
En büyük sevgili hz. Muhammed
Ön söz
Başlarken
Mekke’de hayat
Nuru Nebiden belirtile
Abdülmuttalib’in gördüğü rüyalar
Zemzem kuyusunu açma isteği
Kâbe gerçeği
Şehirde durum
Fil vakası
HZ. Abdullah’ın Amine ile evlenmeleri
Gebelik belirileri
Doğumla gelen mucizeler
Süt anne Halime
O nur çocuk, şekil ve şemaili
Abdülmuttalib’in vefatı ve Ebu Talip
Ticarete başlayış, yollar ve yolculuk
Muhammed-el Emin
Ticarete başlaması
Hatice-tül Kübra ve evlilik
Mekke’de Son Durum
Kâbe’nin tamiri ve Hacer-ül esved’in yerine konması
Hıra Dağı ve İlk vahi
Özlemle Bekleyiş
Fetret devri
İlk Müslümanlar
İslâm’a Davet
Küfre Direniş
Çileli Günler
Hz.Ömer’in Müslüman Oluşu
Miraç
Mucizeler ve Hicret
Medine ve Medinedeki hayat
Gül Kokan Işıklı Rüzgâr
Mekke’nin Fethi
Medine’ye Dönüş
Veda Haccı ve Hutbesi
Peygamber’imizin Vefatı
Fihrist
Kaynakça
656
476
479
496
500
501
503
509
514
517
518
522
523
524
525
530
534
535
539
543
545
549
551
555
568
571
581
582
586
589
591
594
598
608
616
621
624
625
627
632
635
644
653
657
KAYNAKÇA:
1-- Kur’anı Kerim meali.
2-- Peygamberlerin Hayatı
(Diyanet İşl. Bşk. Yayını, (M. ASIM KÖKSAL)
3-- Çöle İnen Nur. (N. FAZIL KISAKÜREK)
4-- Peygamberlerin Hayatı. (A. CEMİL AKINCI)
5-- HZ. Hatice’nin Hayatı. (A. CEMİL AKINCI)
6-- Ermişlerin Bahçesi. (FUZULİ)M.FARUKGÜRTUNCA)
7—Peygamberler Tarihi (MEHMET FARUK GÜRTUNCA)
8-- Kısas-ı Enbiya. Peygamberler Sesleniyor.
(M. EMİN AKYÜZ)
9-- Tasavvuf Sohbetleri Dizisi. GÖNÜL GÖZÜ.
(Ö. TUĞRUL İNANÇER- KENAN GÜRSOY)
10-- Mesnevi Sohbetleri. Dinle Neyden. (Ö. TUĞRUL İNANÇER)
11-- Hüccet-ül İslâm. Ey Oğul. (İMAM GAZALİ)
12--Hz. Muhammed ve hayatı.
(ALİ HİMMET BERKİ—OSMAN KESKİOĞLU)
13-Nûru Muhammedî (S. NACİ EREN BALIKESİRÎ)
14- Kur’anda adı geçen pegamberlerin kıssaları (NEŞET BİLGE)
657

Benzer belgeler