Eleştirel Tarihin Peşinde

Transkript

Eleştirel Tarihin Peşinde
ELEŞTİREL TARİHİN PEŞİNDE[1]
Joan Wallach Scott
Çeviren: Ayça Günaydın
Bu yazı Feminist Yaklaşımlar degisinin Ekim 2010 tarihli 12. sayısında yer aldı
Joan Scott bu yazıda, hayatındaki çeşitli dönüm noktaları üzerinden eleştirel tarihi kavramaya yönelik serüvenini
okuyucularla paylaşıyor. Çocukluk yıllarından itibaren bilgi ile kurduğu ilişkiyi; lise ve üniversite yılları boyunca ve
halen politikanın hayatını ve akademik alandaki tercihlerini nasıl şekillendirdiğini; yol boyunca politik, aktivist bir
akademisyen olarak kimliğini oluşturmasında katkısı bulunan fikirleri ve düşünürleri aktarıyor. Joan Scott'un kendi
deneyimlerinden hareketle ve tarihsel bir perspektifle oluşturduğu bu makalede feminist eleştirel bir tarih yazımı
arayışında karşılaşılan zorluklar, yaşanan karşılaşmalar, bilginin üretimi ve aktarımı noktasında hissedilen heyecan
ve bilgi/iktidar ilişkilerinin sorgulanmasında tarihsel analizin önemi de ele alınıyor.
Bu hikâyeyi pek çok şekilde anlatmak mümkün ve neden tarihi tercih ettiğime dair pek çok sebep
sıralayabilirim. Fakat kesin olan bir şey var ki Kleio’yu[2] hiçbir zaman sevmedim. Olgular, olaylar ve
nedensellik hiç de inandırcı değildi. Savaşlarla ya da ünlü kişilerin hayat hikâyeleriyle ilgili kitapları bir
solukta bitiren çocuklardan değildim. Yine de Brooklyn Halk Kütüphanesi’nin Doğu Parkway şubesinden
ödünç aldığım roman ve masalların yanı sıra örnek alınacak biyaografileri de okurdum. Tarih tıpkı
biyoloji, cebir ve diğer pek çok ders gibi oldukça iyi olduğum bir dersti. İyi bir öğrenciydim ve genellikle
yüksek notlar alırdım; bunun sebebi belli bir bilgi kaynağının cazibesi değil, daha ziyade iyi bir öğrenci
olma ihtiyacıydı. O günlerde entelektüel tutkunun ne anlama geldiğini bildiğimi zannetmiyorum; okul,
bilgi ve becerinin kazanıldığı ve kendimle ilgili bir şeyi kanıtlayabilmek adına bu becerilerin kullanılması
için gereken yetinin edinildiği bir yerdi. Zeki, yetenekli ve akıllıydım ve pek çok konuda başarılıydım;
böylece ailemi memnun etmiş, benimle gurur duymalarını sağlamış ve sevgilerini kazanmıştım.
*
Ebeveynlerim lise tarih öğretmeni olduğu için benim de bir tarihçi olmamın, doğu Avrupalı göçmen
çocukları olarak ailemin tırmanmaya başladığı profesyonellik basamaklarını benim de tırmanmamın
kaçınılmaz olduğu söylenebilir. Onların üniversite diploması vardı, benim de doktoram; onlar tarihi
anlattı, ben tarihi yazdım; onların tarihe olan sevgisi benimkini besledi. Fakat bunun tam olarak doğru
olduğunu düşünmüyorum. Babam tarih ve ekonomi öğretmeni olarak çalıştı, çünkü Brooklyn Teknik
Meslek Yüksek okulunda öğrenciyken kendisine şu söylenmişti: Yahudiler mühendislik işlerinde
çalıştırılmayacaklardı. 1920’lerin sonunda New York Şehir Koleji’ndeyken beni çağıran
Marksizmdi. Geçmişin hikâyesi teorinin aydınlanmasını sağladı. Ve babamın bana telkin ettiği şey,
ilerlemenin kaçınılmazlığına olan imanla beraber, Tarihin kurtarıcı gücü ve teoriydi-ekonomik ilişkilerin
sosyal ilişkileri nasıl belirlediğini görmenin bir biçimi. Annemin tarihi neden seçtiğini bilmiyorum.
Hatırladığım tek şey öğretmeyi çok sevdiğiydi. Akşam sofrasındaki hikâyeleri genel olarak aksi bir kızı
nasıl kazandığı ya da çetrefiili bir fikri kuşkucu bir çocuğa nasıl açıklayabildiği hakkındaydı. Veyahut
haylaz birisine nasıl engel olduğu; gözde fakat sorunlu bir öğrenciyi nasıl kurtardığı; sabit fikirli birisini
nasıl dönüştürdüğü; bir meslektaşını sendikaya katılmaya nasıl ikna ettiği üzerineydi. Annemin örneği
bana öğretmenin bir tür aktivizm biçimi olduğunu gösterdi: Bilginin kendinden öte bir amaçla (dünyayı
1 daha iyi bir yer haline getirebilmek için çocukların dünyayı düşünme biçimini şekillendirmek) bakım
ilişkilerine ve siyasete önem vererek canlanan aktarımı.
*
Elbette ki beni tarihe çeken şey politikaydı. Belki doğru olan budur; tabii ancak eğer ki bağlantıyı
zorlarsanız ve benim dünyayı değiştirme kararını kelimenin tam anlamıyla kabul ettiğimi düşünürseniz bu
mümkün olabilir. Bizim ailede siyaset yapmak “tarih yapmanın” en açık yoluydu. Babam 1953’te işten
atılmasından çok uzun süre evvel, bize grevdeki küçük tavşanlar (siyah ve beyaz birlikte) hakkında
masallar anlatırdı. Ninnilerim “Joe Hill”[3] ve “Union Maid”[4] idi. Babamın işten atılması, Soğuk
Savaş’ın sıcaklığında diğer radikaller için bir uyarı anlamına geldiyse de, bizim için, isimlere boyun
eğmeyi reddetmesi, Amerikan Devrimi’nin demokratik ideallerini gururla haykırması, kendisini
imrenilecek bir kahramana dönüştürdü. Senato altkurulundaki duruşmada tanıklık yapmasının hemen
akabinde bir gazetecinin “İşinizi tehlikeye attığınızın farkında değil misiniz?” sorusuna karşılık meşhur
yanıtı: “Anayasa’yı tehlikeye atanlar beni daha çok endişelendiriyorlar”dı. Pek çok Red Diaper[5]
ailesinin ahlaki zorunluluğu ebeveynlerinin siyasal ayakizlerini takip ederek onların hakkını savunmaktır.
Brandeis’te[6] birinci sınıf öğrencisiyken doldurduğum psikolojik kişilik değerlendirme testlerinin de
ortaya çıkardığı gibi, sürekli fantazilerimden birisi de “erkeklerin lideri” olmaktı.
*
Belki de şunu söyleyebilirsiniz: Tarih yazmak bir geri çekilme pozisyonudur; öyle ki kişi, siyasetin çok
zor ya da hayal kırıcı olduğu veyahut açıkça engellendiği zamanlarda; iktidarın sizin barış, adalet ve
eşitlik (daima doğum günü mumlarını üflerken dilediğim şeyler) özlemlerinize karşı direnmeye devam
edeceğinin anlaşılır olduğu anlarda; ilerlemenin artık kaçınılmaz görünmediği ve devrimsel mücadelenin
söz verdiğimiz ütopik hayallerden çok daha karmaşık sonuçlar doğurduğu zamanlarda, bu pozisyona
çekilir. Ben böyle düşünmüyorum. Sadece 1960’lardaki kendi politik akvizasyonumun en ateşli
zamanlarında tarihçi olmaya karar verdiğim için değil, kendimi halen politik olarak sorumlu görmeye
devam ettiğim için bunun doğruluğuna inanmıyorum. Tarihçi olmak siyaset için bir teselli değil, ona
yoldaş olmaktır. Tabii ki sadece kaçınılmaz olan değildir.
*
Peki öyleyse, neden tarih? Pekâlâ edebiyat da olabilirdi. Öğrenciyken hatırladığım ilk gerçek heyecanım
Midwood Lisesi’ndeki Amerikan Edebiyatı dersiydi. Mr. Schlakman bizlere nasıl okuma yapacağımızı
öğretti. Yeni Eleştiri’nin[7] temel metinleri olan Brooks’ın ve Warren’in Understanding Poetry ve
Understanding Literature metinlerinikullanarak metaforları ve sembolleri, dilin ifade biçimlerini ve
şekillerin temsil ettiklerini öğrendik. Bu metinlerin deşifrasyonunu yapmak benden istenilen en zor işti.
Başlangıçta iyi bir şekilde yapamadım; fakat nasıl yapacağımı öğrenmek duyduğum en büyük keyifti.
Açığa çıkarılacak sırlar, çözülecek gizemler, ortaya dökülecek anlamlar mevcuttu. Ve hiçbir yanıt son
değildi. Daima daha çok kafa yorulması gereken şeyler vardı. Keyif tam da bu iz sürme işiydi. Şu an şunu
söyleyebilirim ki bu, bilgi ve tutkuyu birleştiren bir oluşum anıydı; o sebeple de İngilizce dersimi
sevdiğimi söyledim.
2 Sevdiğim bir diğer ders Frank Manuel’inkiydi. Brandeis’teki efsanevi düşünce tarihçisi Batı uygarlığının
büyük anlarına dair yorumlarını hiddetle savunmuştu. Ses tonu otoriterdi; fakat her nasılsa üzerine
çalıştığı konuda açığa çıkarılması gereken daha fazla şey olduğunu fark etmiştim. Manuel dehşet verici
bir figürdü. Boş pantolon paçası –bacağını nasıl kaybetmiş olabileceğine dair bitmek tükenmek
bilmeksizin spekülasyonlarda bulunurduk– bizleri sanki dolambaçlı ve zorlu patikalara doğru
yönlendiriyomuşçasına sallanırdı. İlk dersinin ardından kendisinden ikinci bir ders daha aldım. Avrupa
siyasal düşüncesinin klasik metinlerini satır satır okuduk. Ve hiçbir şekilde gerek sınıfa gerekse kendisine
karşı konuşmaya cesareti olmayan birisi olarak tuzağa düşürüldüm. Babamın öğretilerini sorgulama
pahasına da olsa, önemli fikirleri görmeye başladım. Fakat benim için bu fikirleri değerli kılan dünya
tarihindeki önemlerinden ziyade, bu fikirleri takip etmenin verdiği keyifti. Alice bilinmeyen,
öngörülemeyen bir bölgeye doğru tavşanı takip ediyordu. Büyüleyiciydi.
Brandes’teki dersleri kapıların açıldığı ve yeni fikirlerin ortaya çıktığı dersler olarak hatırlıyorum.
Bunların çoğu tarih ve sosyoloji dersleriydi; pek az edebiyat dersi vardı –kazara orada edebiyat dersi
veren birisi varsa tabii. Evdeki Oedipal savaşları ateşleyen şey fikirlerdi. Babamı bir konuda alt ettiğimde
çareyi ahlakçılıkta bulurdu. Böylece ahlakçılığın tutkunun düşmanı olduğunu öğrenmiş oldum.
Bölümlere ayrılma taleplerinin ve erken verilmiş anadal bildirim kararlarının olduğu dönemlerde tarihi
seçtim. Hoşlanmadığım derslerde dahi araştırma konularını düşünce tarihi konusunda seçiyordum. Bana,
entelektüel tarihtense politika ve diplomasiyi tercih eden bir profesörün önerdiği, Fransa’daki 1848
Devrimi’ni konu alan sıradan, aptalca bir çalışma olan bitirme tezim hariç. Bilhassa ortaokuldaki iyi bir
öğretmenim sayesinde Brandes’e ikinci dil olarak Fransızca ile girdim. Avrupa tarihi derslerinde
Fransızca bildiğim için Fransız konularını araştırma eğilimdeydim. Geriye dönüp baktığımda, pasifliğimi
tam olarak anlayamıyorum. Kuşak arkadaşlarımın çoğu Nietzsche, Marx ve Freud gibiler hakkında yazdı.
Ben yazmadım. Bu durum, belirli derslerde bulduğum hazzın peşinden gitmem gerektiğini anlamadığımı
gösteriyor. Bu hazzı derslere bağladım, bu hazzın benden kaynaklanmış olduğunu, onu benim tercih etmiş
olduğumu fark edemedim.
Her neyse, o yıllarda beni çağıran siyasetti. Hâlen, politik anne ve babanın sorumluluk sahibi kızıydım,
nail olacağım şeyleri onların (veya onları temsil eden başkalarının) duyduğu hazda arıyordum ya da kendi
duyduğum hazzı onlarınkinin bir uzantısı olarak görüyordum. Öğrenci gazetesinde yazdım,
Woolworths’teki grev hattına katıldım, bombaları yasaklamak için imza kampanyaları ve toplantılar
örgütledim; olmak istediğimi söylediğim gibi “erkelerin lideri” oldum. 1960’ların başındaki uluslararası
krizlerin birinde Herbert Marcuse elime biraz para sıkıştırdı ve beni “bir şeyler örgütlemeye” zorladı ve
ben de benim kadar aktivist olan oda arkadaşımla birlikte bunu yaptım.
*
Beni politikayla ilgilenmeye iten ebeveyn baskısı hakkında bahsettiklerim de tam olarak doğru değil.
Bana dair tarihin ileriye doğru kaçınılmaz akışını hızlandırmama yönelik bir beklenti bulunmasının yanı
sıra, bir meslek edineceğime ve bunun herhangi bir meslek olmayacağına dair öngörü de mevcuttu.
Çünkü ilime karşı derin bir saygıyla yetiştirildim ve kendini işine adamış öğretmenlerin kendi
öğrencilerini etkiledikleri gibi kendi çocuklarını da etkilediklerini biliyordum. Bu benim daima iyi bir
öğrenci olma nedenimin bir kısmıydı; akademik başarıya atfedilen değer oldukça yüksekti. Hatta belki de
benimki gibi ailelerde (tıpkı babam gibi 1950’de işten atılan pek çok öğretmenin ailesinde), bu değer daha
3 da yüksekti. Çünkü çocuğun başarısı babanın ilkelerinin haklılığının teyiti olarak görülürdü; onun
hizmetten mahrumiyeti kızının başarısı vesilesiyle telafi edilebilirdi.
Hep bir lise öğretmeni olacağımı düşünmüştüm; liseden önce farkında dahi olmadığım bilginin dünyası
gözüme çarptığında, lise öğretmenliği daha az çarpıcı ve daha az kaçınılmaz geldi. Kadınlara üniversite
kapıları 1962’de, benim mezun olduğum yıl açıldı. Aslında çok sonradan, Amerikan kadın tarihçiler
konusunda bir makale için araştırma yaparken fark ettim ki, yaptığım tercihler büyük oranda o yılların
koşullarına göre belirlenmiş. Büyüyen bir ekonomi ve artan nüfus üniversite öğrencilerinin sayısında
büyük artış olacağı yönündeki tahminlere sebep oldu. Öngörülen öğretmen ihtiyacını karşılamak için
kadınların işe alınması gerekecekti. Bizi işe almak için bazı göstermelik burslar veriliyor ve resmi
olmayan tavsiyelerde bulunuluyordu. Bitirme tezime danışmanlık yapan profesör, tarihte yüksek lisans
yapmayı düşünmemi önerdi. Ve diğer ciddi olasılıkların yokluğunda, Fransızca tabiriyle faute de mieux
(daha iyisi olmadığı için) razı oldum. Tarihi kabul etmem görücü usulü bir evliliğin kimi niteliklerine
sahipti: Yargıları hakkında şüphe duymama gerek olmayan benden daha deneyimli yetişkinler bana
cesaret verdi. Eşleştirmede itici ya da yakışıksız hiçbir şey yoktu; aslında tarihin keyif veren olasılıkları
çoktan gözüme ilişmişti. Fakat keyif tutku değildi; gerek tarihi gerekse kendimi öğrenmem yıllar aldı.
*
Wisconsin Üniversitesi’ne başvuruyu bilinçsizce yapmış olmama ve bunun prosefyonel bir hırsla hiçbir
alakâsı olmamasına rağmen, başvurum akıllıca bir tercihe dönüştü. Madison başarılı bir siyasal düşünce
ve eylem merkeziydi. Studies on the Left dergisiburada çıkıyordu, William Appleman Williams’ın verdiği
dersler Amerikan dış siyasetine dair radikal tavır almayı isteyen yüksek lisans öğrencilerini çekiyordu.
Wisconsin, John R. Commons’den beri işçi-işveren ilişkilerinin çalışıldığı bir merkez olmuştu; ve hukuk
bilgini Alexander Meiklejohn, benden önceki dönem için okulu temel hakların ve akademik özgürlüğün
savunucusu olarak tanımlıyordu. Oraya gitmeye karar verdiğimde bunların çoğunu bilmiyordum ve oraya
gittiğimde sendikacılardan, sosyalistlerden ve komünistlerden çocuklarla dolu olduğunu gördüğümde
korkmuş ve hatta biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Evden çok kesin bir yolla ayrıldığımı umuyordum ve
burası tıpkı evim gibiydi. Yine de aktivistlerin saflarına katıldım. Oraya gittiğim 1962 yılından Fransa’da
doktora çalışması yapmak üzere ayrıldığım 1967 yılına kadar o yıllarda yapılacak çok iş vardı. Güneydeki
Özgürlük Sürücüleri’ne (Freedom Riders)[8] destek olduk, Vietnam’daki savaşa karşı eylem yaptık,
ısrarcı ve entellektüel yollar konusunda taktikleri ve stratejileri tartışmak için saatler harcadık, derslerle
ilgili işlerimiz ve siyasetimiz arasında bir denge tutturduk. Wisconsin’de akademi ve siyaset arasında
bağlantı kurulabileceğini çok açık bir şekilde gördüm. Bilhassa Williams’ın dersi ve onun dersindeki
yüksek lisans öğrencileri bu konuda örnek teşkil ettiler. Fakat ben Williams’ın öğrencisi hiç olmadım.
Bunun bir sebebi, bölüm başkanı olan Amerikan tarihçisi Merrill Jensen’in verdiği Fransız tarihi dersini
seçmiş olmamdı. Jensen, kendisinin erkek öğrencileriyle o çok severek kurduğu meslektaş dayanışmasına
kadınların zarar vereceğini düşünüyordu ve bu sebeple yalnızca çok az kadını dersine kabul ediyordu.
Hemcinsi olan Amerikancıların seminerlerinin, kadınların rahatsız edici varlığıyla bozulmaması için bu
şekilde davranmış olabileceğinden şüphe ediyorum. İlk mülakatımızda dille ilgili sorusuna yanıt olarak
Fransızca bildiğimi ve 1848’le ilgili bir bitirme tezi yazdığımı söyledim ve beni modern Fransız tarihi
dersine dahil etti. O günlerde, kişi yüksek lisansta bir dönem boyunca yalnızca tek ders alabiliyordu;
4 farklı bir dersi seçmek çok zordu ve politik bir aktivist olarak akademik tercihler konusunda hâlen gayet
pasiftim.
Fakat tek sebep bu değil. Aynı zamanda Amerikan tarihinden uzak kalmak istiyordum; çünkü
ebeveynlerim tam da onun içindeydi, çünkü orada ucunun bana dokunacağını tahmin ettiğim bir aile
vardı. Farklı bir ülkede, farklı bir dilde bağımsızlığını kazanman daha kolaydır. Dolayısıyla Fransız
tarihini çalışmaya konuyu çok sevdiğim için başlamadım, tabii ki zengin ve çetin bir çalışma alanı
olmadığını söyleyemem.
O yıllarda sevdiğim şey William R. Taylor’ın verdiği Amerikan entellektüel tarihi dersleriydi. Yeni
Eleştiri’den ve Amherst’te Ruben Browser’ın yorumlayıcı okuma odaklı derslerinden etkilenen Taylor,
bizi yorumbilgisel bir döngüden bir diğerine sürükledi. Her daim dille ilgilenen romanlar ve felsefi
metinler okuduk: Metaforların dağılımı ve anlatıların örülüş şekli, mecazların sembolik işlevi ve de
çelişki ve gerilimin sağlanması. Hâlen onun bazı sınav soruları karşısında yaşadığım karşılaşmayı
hatırlarım: Keşfetmeye davet edilir, gördüğüm şey karşısında heyecana kapılır, başka hiçbir yerde
yaşamadığım bir yaratıcılık seliyle dolup taşardım. Geriye dönüp baktığımda bunun, gerçek bir yüceltme
deneyimi olduğunu düşünüyorum: Fiziksel seksin yerini pek de doldurmayan, bilgi için bilginin erotiği. O
sebeple de aşkın çoktan belirlenmiş birçok sebebi olmasına rağmen, Taylor’ın yüksek lisans
öğrencilerinden birisi ile evlenmiş olmam tesadüf gibi gözükmüyor: İkimiz de Taylor’ın düşünme ve
öğretme biçiminin verdiği zevkle baştan çıkartılmıştık; bu artık karı koca olmasak da hâlen paylaştığımız
bir şey.
Taylor’ın pedogojisi aynı zamanda bir fark da yarattı: Soruları açık uçluydu ve kendisi öğrencilerin
metinlere karşı tepkilerini açığa çıkarmak için uğraştı. Otoriterden ziyade provakatifti; peşinde olduğu şey
uzmanlaşmak değil keşfetmekti. Asistanları; -öğretme işinin kendisinin, yaptıkları araştırma çalışmaları
ile eşit değerde bir entelektüel mücadele olduğu- bir metodla eğitim gördüler ve kendi lisans öğrencileri
arasında yorumlayıcı topluluklar yaratma konusunda dikkate değer bir yetenek kazandılar. Verdiğim en
iyi dersler bu dersleri örnek alarak şekillenmiştir.
*
Taylor’ın öğrencisi olmadım; fakat Fransız tarihi konusundaki çalışmamın yönlendirilmesinde onun
etkisinin önemli bir katkısı olmuştur. Bu, tez danışmanım Harvey Goldberg’in izinde olduğu döneme
denk geldi. Goldberg’in dersinde hepimiz, -Jean Jauès’in biyografisini yazan Harvey’in ayak izlerini takip
ederek- Fransız sosyalist ve işçi liderlerinin biyografi yazarı olmak üzere eğitiliyorduk. Bodrum katındaki
penceresiz oda, çıplak beyaz duvarlar ve ağır neon ışığının bulunduğu buluşma mekânının da katkısıyla
ders oldukça boğucu geçiyordu. Goldberg’in narsizmiyle bizim her hafta üretmemiz beklenen epik
anlatılarının birleşimi, beni rahatsız etti ve isyankâr hâle getirdi. Paul Lafargue (Marx’ın damadı ve The
Right to be Lazy kitabının yazarı) üzerine hazırladığım ödev için Taylor’dan esinlenen bir metin analizi
gerçekleştirdim. Bu ödev profesörün beni ağır bir şekilde aşağılamasına sebep oldu. Goldberg sınıfa girdi,
ödevimi masanın üzerine fırlattı ve bunun tarihin nasıl yazılmaması gerektiğine yönelik bir örnek
olduğuna dair sert bir yorumda bulundu. Aslında tamamen ezilmedim; buradan kaçma isteğim tam olarak
olmasa da kısmen onaylanmış oldu. Ödevime gösterdiği tepkiye duyduğum öfkeye rağmen Harvey’den
kabul görmek istiyordum. Karmaşık bir psikolojiydi: Sevgi ve kabul görmenin dayandığı şartlara karşı
çıkan davranış için kabul bekliyordum.
5 Goldberg’in ücretli izine ayrıldığı bir sonraki yıl farklı bir fırsat doğdu. Bill Taylor İngiliz Tarihi dersleri
veren bir meslektaşıyla birlikte 1964-65 dönemi karşılaştırmalı sosyal tarih dersi açtı ve beni de derse
davet etti. Bu ders yükseklisans kariyerimdeki en önemli dönüm noktasıydı. Yayımlanmış tüm yeni
sosyal tarih çalışmalarını okuduk: E.P. Thompson’ın The Making of the English Working Class, Eric
Hobsbawm’nın Primitive Rebels, Stephan Thernstrom’ın Newburyport, Massachusetts üzerine kitabı,
Herbert Gutman ve Eugene Genovese’in eseri, Charles Tilly’nin Vendeé üzerine çalışması ve daha
niceleri. Bu vesileyle Annales Okulu[9] çalışmaları hakkında bilgi sahibi oldum ve okulun bazı
tarihçilerinin çalışmalarını okudum. Stanley Elkins sınıfımıza geldiğinde, kendisini köleleri Sambolar[10]
şeklinde karakterize eden psikanaliz kullanımına dair sonu gelmeyen bir sorguya çektik. Sonra cemaatlere
ve sosyal hareketlere dair kendi çalışmalarımızı örgütledik. Grup, haftalarca yorum ve metod, teori ve
tarihsel pratik üzerine tartışmalar yürüttü. Disiplinel bir reformasyon anıydı bu ve her birimiz bu sürece
şevkle katıldık. Benim için bu disiplinel reformasyonun sınırları ise ancak yıllar sonra görünür oldu:
Michel Foucault’dan hiçbir şey okumadık. Ki Foucault’nun bomba etkisi yaratan epistemolojisi, bizim aç
gözlülükle tükettiğimiz İngiliz Yeni Sol tarihçileri ve onların Amerikan karşıtlarının çalışmalarıyla aynı
dönemde yayımlanmıştı.
Dersten etkilenerek Paul Lafargue hakkındaki projemi yarıda bıraktım ve bir cemaat çalışması bulmak
üzere harekete koyuldum. Goldberg ücretli izinden döndükten sonra yapabildiği tek şey, üzerine
çalışabileceğim yerleri ve olayları önermekti. Carmaux, Fransa’nın güneyinde, Jaurès’ı[11] milletvekili
seçenbir maden kasabasıydı. Ayrıca Carmamux’ta cam şişe üfleyicileri de vardı. Sosyal Bilimler
Araştırma Konseyi’ne (Social Science Research Council) başvuruda bulundum ve araştırma eğitimi bursu
kazandım. Bu çalışmada disiplinlerarası bağlantının geliştirilmesi hedefleniliyordu. Bir danışman
gözetmenliğinde yüksek lisans öğrencileri genel olarak kendi disiplinleriyle ilgili olmayan yöntemlere
başvurmak zorundaydı; ortaya çıkacak sonuç tüm alanları zenginleştirecek bir çapraz döllenme olacaktı.
Tarih sosyologu Charles Tilly danışmanım olarak atandı ve böylece sosyolojik teori ve niceliksel
metodolojiye doğru yolculuğum başladı. Sosyal grupların kolektif davranışının nedenlerini niceliksel
olarak ifade etme çabası merak uyandırıcıydı. Aynı şekilde aile, meslek ve politika arasındaki bağlantıyı
araştırmak da öyleydi. Chuck’la bazı yazışmalarımızı tekrardan okurken, tarihsel bir süreç olarak
görmediğim sosyolojik sınıflandırmalara karşı nasıl da katı bir şekilde direnç gösterdiğimi fark etmeye
başladım. Çalışmam Carmaux’taki cam işçilerinin proleterleşmesinin siyasal etkilerinin araştırılmasına
dönüştü. Gerisi, söyleyebileceğimiz üzere, tarih.
Ya da öyle miydi? Kesin olan şu ki; bu tez bir tarihçi, modern Fransa tarihçisi ve işçi sınıfı tarihçisi olarak
kendi kimliğimi oluşturmuş; ayrıca beni yeni filizlenmekte olan sosyal tarih alanın ilk uygulayıcılarından
birisi yapmıştı. Fakat kesintisiz bir doğrusallık varsaymak hem kendi yolcuğumda karşıma çıkan dışsal
olasılıkları (yaptığım işleri, edindiğim arkadaşları, ilişki kurduğum akademisyenleri, karşı karşıya
kaldığım siyasal ve entelektüel baskıları, çalışma alanlarımın değişen problemlerini, yol boyunca
öğrenciler tarafından belirtilen zorlukları) hem de kendi ruhumun iç dinamiklerini kaçırmak olacaktır.
Yine de kesintisiz olan tek şey benim Fransa ve Fransız tarihi ile olan bağımdır. Kültürü okumak ve
hâkiki dostluklar kurmak yıllarımı aldı, bunlar sadece profesyonel bağlantılar da değil, en başından
itibaren –Albi’deki arşivlerde aylarca süren doktara çalışmaları boyunca- buranın tekrar gelmek
isteyeceğim bir yer olduğunu biliyordum. Sadece yemeklerin, şarabın ve kıyafetlerin güzelliğinden ya da
sohbetin çekiciliğinden de değil, aynı zamanda Fransa’nın kendi etkileyici tarihi ve Tarih hakkında başka
6 bir düşünme biçimi –felsefi sorulardan ve yorumlayıcı yaklaşımlardan beslenen, Fransızların tabiriyle
“formasyonum” parçası olmayan bir düşünme biçimi- sunmasından ötürü. Geçmişe dönüp baktığımda
görüyorum ki, Fransız post-yapısalcılığa kapılmış olmam bir tesadüf değildi; bu durum, çoktandır
“Fransa” ile bağlantısını kurduğum eleştirel etkilenimlerin bir uzantısı gibi görünüyordu.
*
Bu yazıyı, sanki niceliksel tarih ve belli bir davranışçı ekol tarafından engellenmeye çalışsam da; dilin
inatçı bir dip akıntısı olduğu ve beni kendi içine sürüklediği bir hesaplaşma şeklinde yazmamaya
çalışıyorum. Yine de bazı şeyler kaçınılmaz görünüyor. The Glassworkers of Carmaux (1974) ile ilgili
hâlen net bir şekilde hatırladığım kavrayışlardan birisi makineleştirmeyle ilgili bölümü yeniden gözden
geçirirken yaşanmıştı. Konu, yöneticilerin bir zamanların oldukça yetenekli personelini muhafaza etmeye
dair talebinin düzenlemesi hakkındaydı. Çıraklık eğitiminin yeniden düzenlenmesini istediler. Merak
ettiğim şey, zaten gayri ihtiyari bir şekilde düzenlenmiş bir sistemin yeniden düzenlenmeye neden ihtiyaç
duyduğuydu. Bunun mükemmel bir “Taylor” sorusu olduğunu düşündüğümü ve bu sorunun bende benzer
bir heyecan uyandırdığını hatırlıyorum. Bu soruyu yanıtlamak, yeni üretim teknolojilerinin yaratmış
olduğu değişikliklerin doğasını; sendikanın kendi rolünü tanımlama yöntemlerini ve en nihayetinde
kavramın içerdiği çözülemez çelişkiyi anlamamı sağladı. Doktara tezimi okuyanlardan birisi sendika
liderlerin kullandığı dile neden bu kadar derinlemesine baktığımı merak etti. Ne cevap verdiğimi
hatırlamıyorum, fakat o sayfaları çıkarmadım. Sendika liderlerinin kelimelerinin yansıttığı anlamları
yakalamakla uğraşmak oldukça keyifliydi.
Fakat (hafızaya dayanan, kendi hileleriyle dolu, ister istemez eksikleri olan bir anıda her zaman “fakatlar”
olacaktır) bir şeyleri açığa çıkarmanın, daha evvel bilmediğim bir şeyi öğrenmenin de keyif verici
olduğuydu. Kaldı ki bu sadece daha fazla bilgi edinmek değil, o bilgiyi anlamlandırmak; daha fazlasını
görmek değil, daha evvel hayal edemeyeceğim şekilde farklı görebilmekti.
Ve ayrıca, hafife almak istemeyeceğim bir şey var ki, Tilly’nin Vendee çalışmasının ve Thompson’ın
İngiliz işçi sınıfı üzerine kitabının açtığı yolu takip ederken, her birimizin yaptığı çalışmanın siyasal
yansımasının da bir keyfi vardı. 60’ların sonunda kent gettolarındaki ayaklanmaların sıcak bağlamında
amacımız sadece işçi sınıfı ve diğer muhalif hareketler üzerine çalışmak değildi. Bundan ziyade,
onların mantığını ve haklılığını ortaya çıkarmak istedik: Gayet öfkeli, bazen şiddet içeren eylemler
stratejikti, gerçek çıkarlardan yola çıkıyordu; tutarlı, hatta örgütlüydüler; ekonomik ve sosyal baskıları ve
üzerine dayandıkları kültürel dağarcığı anlayan birisi onların amaçlarını ve dürtülerini okuyabilirdi.
Thomspon bu duruma “ahlâki iktisat” diyordu. Nedenler, -her ne kadar birbirinden bağımsız ya da norm
dışı olursa olsun- davranışları fazlasıyla politik olan gruplar yaratma ya da böylesi grupları harekete
geçirme işlevi gördü. Bu çalışmalarda, çevremizde şekillenen sosyal muhalif hareketlerini
meşrulaştırmayı amaç edinerek politikanın farklı anlamlarını yeniden yazıyorduk. Ve kaynakların daha
eşit bir şekilde dağıtılmasına, sınıf ve ırka dayalı ayrımcılığa son verilmesine (toplumsal cinsiyet henüz
buraya eklenmemişti), adalet ve ahlâki hakkın gözetilmesine dayanan sosyal politikalara duyulan ihtiyaç
gibi tartışmalara ağırlık veriyorduk. Bunun amacımıza uygun bir tarih olduğu yönündeki hissiyat onu bir
şekilde sınav hazırlamak üzere okumak zorunda kaldığımız anayasal gelişim ya da emperyal diplomasi
konularındaki kuru yorumlardan daha çok ilgi çekici ve amaca yönelik kılıyordu.
7 1983’te Cornell Üniversitesi’ndeki “iş temsilleri” konulu bir konferansta, Fransız filozof/tarihçi Jacques
Rancière, yeni yeni filizlenen alanımızın incelikli bir eleştirisini sundu. “The Myth of the Artisan”
(Zanaatkârın Miti) başlıklı yazısında, yaptığımız çoğu araştırmanın egemen öncülünün doğruluğunu
sorguladı; oldukça yetenekli zanaatkârların proleterleşmesi konusundaki, teknik değişimi siyasal
militanlığa bağlayan çalışmaların, sözkonusu tarihin yanlış temsili olduğunu belirtti. Bu tarihi yazan
bizlerin, bilinçsizce dahi olan saiklerini sorguladı.Yaptığımız şeyde tehlikeli olanın, tüm işçilerin ortak bir
deneyimi, ortak bir zanaatkâr “kültürünü” paylaştığı ve politik hareketlerinin de teknolojinin ve
Taylorizmin yıkıcılığına karşı bir koruma arayışı olduğu yönündeki sosyalist mitin sürdürülmesi
olduğunu savundu. Rancière’in dönemin işçi hareketleri arasındaki mücadelelerle ilişkilendirdiği bu mit,
işçi militanlığı konusunda sadece bir fraksiyonun yorumunu koruma arayışındadır. Böylece, öteki
grupların iddialarının aksine, işçi sınıfı siyasetinin kaynağındaki özgün zanaatkârlık kültürünü sadece bu
görüşün temsil etmesi sağlanmaktadır. Başka bir ifadeyle; bizler, geçmiş siyasal mücadelenin tarafında
yer alan ve tarihi yeniden anlatırken o mücadeleyi hemen hemen doğru ve tarafsızmış gibi sunan siyasi bir
pozisyonu yeniden üretiyorduk. Ayrıca, demografik ve diğer istatistikleri kullanan bizler, projeye bir
nesnellik havası katıyorduk. Rancière, bizim anlattığımız hikâyenin yerine çalıştığımız kişilerin
dillerindeki- çelişki ve ilgi konusunda ısrarcı olan başka bir hikâye önerdi. İngilizceye The Nights of
Labor[12] ismiyle çevrilen kitabında,bazı işçilerin zannatkârdan ziyade şair olmak istediklerine dair
deliller sundu, -sadece karınlarını doyurabilmek için çabalıyorlardı- rahatlığın ve sanatsal doyumun
yaşandığı bir burjuva yaşantısı özlemi kuruyorlardı.Bu noktada metodolojimizdeki zanaatkârların
homojenliğine dair, deneyimin karmaşıklığında ısrarcı olan ciddi bir itiraz sözkonusuydu. Bu; üretim
ilişkilerinden, işçi ya da sınıf “kültüründen” daha fazlasıydı ya da daha ziyade bunlara yönelik bir sürü
etki ve yanıt içeriyordu –örneğin değişim arzusu siyasal militanlık yerine öykünme şeklinde de olabilirdi.
Rancière’nin eleştirisi, kapalı bir kararlılık alanının -kapitalist sanayileşmenin dönüştürdüğü zannatkâr
kültürü sosyalist politikalara ister istemez yön verir- yerine, deneyimin bilinmeyen etkileri ve yolları
konusundaki öncülere dair bir yığın soruyu getirdi. Okuduğumuz tarihi daha evvel üzerinde durmadığımız
okumalara yönlendirdi. Bu arada, Rancière’nin Althusser ve Derrida’nın öğrencisi olarak seceresini
bilmiyordum; fakat eleştirisinin anlamlı olduğuna ikna olmuş ve kendi tarihsel araştırmalarımın
kökenlerine dair yeniden düşünme ihtiyacı duymuştum. Şüphesiz tavrımda etkili olan şey, Brown’da
1980’den 1985’e kadar okuttuğum postyapısalcı okumalarla yakından ilgilenmiş olmamdı; fakat bu,
hikâyemin çok sonralarına denk düşer.
Rancière, çalışmalarımızın mitleştirici etkisi konusunda haklıydı; fakat eleştirisi, başta belirttiğim ve o
dönemde muhtemelen en temel gündemimiz olan başka bir amacımızı hafife almaktaydı: Hükümetlerin
ve işverenlerin (şu an olduğu gibi) mantıksız olarak nitelediği isyanlar için (grevler, yürüyüşler,
devrimler) haklı gerekçelerin olduğu konusunda ısrarcı olmak. Bu hareketliliğin meşru bir politika yapma
yöntemi olduğunu göstermek istedik. Bu durum bizleri, neyin sadece siyaset değil aynı zamanda tarih
olduğu yönündeki varsayımları da sorgulamaya davet ediyordu. Burada Charles Tilly’nin kolektif eylem
kavramı önemlidir; çünkü bu kavram ilgiyi geçmişte deneyimlenen, resmi tarihler ve çağdaş yorumlarda
yıkıcı, düzen bozucu, şiddet içeren ve her ne kadar ahlâk dışı görülmese dahi kesinlikle politik olmayan
şeklinde addedilen bir dizi militan davranışa yöneltmiştir. Önceden aşırı ve tehlikeli varsayılan eylem
türlerine neden sunmanın ötesinde, siyaset kavramının genişlemesi kadınların tarihsel aktörler olarak
rollerinin yeniden değerlendirilmesini mümkün kıldı ve hatta “kişisel olan politiktir” fikrinin tekrar
düşünülmesine olanak tanıdı.
8 *
İş piyasasına 1969’da dahil oldum, bu dönem feminist hareketin kampüslerde yayılmaya başladığı
dönemdi ve ben de nihayetinde kariyerimi belirlemeye devam eden “dönüm noktalarından” birisini daha
geçtim. “Kadının-tarihini”[13] dile getiren öğrenciler olarak, kadınları tarih müfredatına dahil etme
fikrine sıcak bakan bizler, masalı anlatmaya çalışmak konusunda hemfikir olduk. Çoğumuz kadındık; iş
sahibi olanlarımız ise genellikle bölümlerimizdeki tek kadındı. Gönüllü olalım ya da olmayalım, bizlerden
kadınların tarihi bilgisine sahip olmamız ve bu bilgiyi aktarmamız bekleniyordu. Zamanla feminist bir
tarihçi oldum.
Bu tam olarak doğru değil. Aslında zaten, kadınlara erkeklerden farksız davranan ebeveynler tarafından
yetiştirilmiş bir feministtim. Babamın dinin körükörülüğü konusundaki öğretilerinde, sıkıca tutunulan
noktalardan birisi şudur ki, Yaradılış[14] (Havva’nın Adem’in kaburgasından yaratılması!) ayrımcılık
içeren bir masal, kadınları erkeklere oranla ikincil pozisyona yerleştiren bir kurguydu. Ailemizde
geleneksel cinsiyete dayalı bir iş bölümü olmasına rağmen (annem pişirir, babam yönetirdi), ideoloji
eşitlik üzerine kuruluydu ve annemin saygı duyulan mesleki bir kariyeri vardı. Dolayısıyla, ayrı bir
kadınların-tarihi hakkı için olmasa da, tarihte kadınların yerinin tanınması için ısrarcı olmamın koşulları
çoktan mevcuttu.
Yine de feminist politika siyasal mirasımın bir parçası değildi. Bu bir anlamda, sosyal adalet arayışında
kadınlara yoldaşlarımız olarak davranmaktı, bir diğer anlamda ise, sosyalist tarihte işçi ve siyahların
kolektif mücadelesinden evvel bireysel haklar için burjuva kampanyası olarak temsil edilen şeyi ortaya
koymaktı. Çalıştığım üniversiteler, bağlı olduğum meslek dernekleri ve Kadın Araştırmaları
programlarının açılması için uğraşan komitelerde kadınların konumuna dair propagandaya giriştikçe
babam bu girişimlerimle ilgili kaygılarını dile getirirdi. “Kadınlardan ne haber?” diye sorar ve hevesimi
kırabilmek için benden bir karşılık beklerdi. Genellikle bu tartışmaya dahil olmayı reddederdim; zira
tartışmanın sonunda sınıf mücadelesinin tüm diğer mücadelelerin üstünde olduğu sonucunu alacaktım.
Babamın yaklaşımını Eski Sol’un bir hatırası olarak düşünürdüm; ancak sonrasında etrafında gezindiğim
işçi tarihi çemberinde bu tavrın hâlen canlı ve olduğu gibi kalmasına şaşırdım. Bugün Marksizmin
çöküşünü hâlen feminist sapmalara bağlayan sol görüşlü akademisyenler bulabilirsiniz. Ve de feministlere
post-modernistler diye hitap etmekte ısrar edenleri…
Post-yapısalcılığa (daha doğru bir adlandırma) geçmeden evvel, feminizm ve 1970 ortaları ve
1980’lerdeki sıradışı anlar hakkında daha fazla şey söylemem gerekir. Böylece en azından benim için;
akademik, kişisel ve politik faaliyetimin farklı yönleri hem mantıksal (her şey benzer bir sona evriliyordu)
hem de şaşırtıcı bir şekilde bir araya gelebilirdi; çünkü bizler yalnızca -kendimiz için- yeni politikalar
üretmiyor, aynı zamanda yeni bilgiler de üretiyorduk. En sonunda Foucault okumaya başladığımda, tam
da bu sebepten ötürü iktidar/bilgi kavramı benim için oldukça manidârdı. Bilgi üretimi, sorunların
kavramsallaştırılmasını ve önceden görünmez olan öznelerin ortaya çıkışını mümkün kıldı; faillik
bireylerde doğuştan bulunmuyordu, aksine toplumsal olarak inşa edilen bir olasılıktı. Nihayet formalize
ettiğim üzere; fail, deneyim sahibi birey değil, deneyim aracılığıyla kurulan öznedir. Ve bizim, aynı
zamanda akademik bir define avı, geniş ve ses getiren kuramsal bir tartışma toplumu yaratan gayet
isyankâr ve öfkeli siyasal kampanyamızla yaptığımız şey buydu. Uzun zamandır benzer şeyler söyleyen
öncü-annelerimiz olduğunu öğrenmek üzere yeni keşifler ilân ettik; tıpkı samizdat[15] edebiyatında
9 olduğu gibi okuma listelerini dolaşıma soktuk, hoyratça kopyalarını çoğaltık, kocaman paketlerle
postaladık, konferanslarda materyalleri birbirimize gönderme sözleri vererek elden ele dolaştırdık –tabii o
günlerde e-mail yoktu; konferanslar düzenledik ve konferanslara katıldık, konferanslara katılan öğrenci ve
meslektaşlarımızın sayıları karışısında büyülendik; öğrenebileceğimiz her türlü olgu ve yorumlayıcı nüans
için bildiriler dinledik; hangi teori -eğer varsa- en çok anlam ifade ediyorsa onun için hararetle tartıştık;
evrensel olduğu varsayılan “kadınlar” katagorisinin yorucu zorluklarını yaşadık, terimin birliğini
korumaya çalışırken aynı zamanda onu çoğullaştırmanın yollarını aradık; ve siyasetin tarihimizin
niteliğine gölge düşürmesinden endişe duyduk. Aynı zamanda niteliğin değerlendirildiği standartları ve
jürilerin taraflılığını da sorguladık, neyin tarih sayılacağı konusundaki sorulara kimlerin tarihçi olarak
kabul edileceği sorularını ekledik. İlk elden öğrendiğimiz şey, iktidarı elinde tutanların oyunun kurallarını
belirleyebildiğiydi, kadınların tarihe dahil edilmesi çağrısının “politik” ve “ideolojik” anlamda kabul
edilemez olarak bertaraf edilmesi de buna dahildi.Bu sözkonusu iktidarın eleştirisini sunmak zorlu bir
entelektüel görevdi: Kadınların tarihi yazımında “nitelik” kavramı neredeydi? Yalnızca kadınlara
odaklanmak akıllıca ve hatta meşru muydu? Toplumsal cinsiyet analizimizi zayıflatacak mı yoksa
güçlendirecek miydi? Başarımızın ölçüsü ne olabilirdi? Yine de hatırlayabildiğim pek çok acı anı
olmasına rağmen -kınamalar, suçlamalar, dışlanmalar, gözyaşları- henüz bilinmeyen yanıtları aramanın
verdiği heyecan ve kişinin bu yolda karşısına çıkabilecek dostluk hepsinden daha ağır basıyordu.
Louise Tilly ile bu vesileyle tanıştım. Kendisini zaten önceden Cambridge ve sonrasında Toronto’da,
Sosyal Bilimler Araştırma Komisyonu (SSRC)[16] bursuyla okuyan bir yüksek lisans öğrencisiyken,
sosyal teori ve metodoloji dersleri aldığım eşi Charles Tilly’i ziyarete gittiğimde tanımıştım. Louise, dört
çocuğu da okula başladığında, aynı dönemde yine Toronto’da olan Natalie Davis’ten etkilenerek tarih
doktorası yapmak üzere okula geri dönme kararı almıştı. Hatırladığım kadarıyla öğle yemeklerimiz için
bize sandviçler getirir ve sohbetimize dahil olurdu. Ve birbirimizin tez konularını tartıştığımızdan
eminim. Asıl işbirliğimizin başlangıcı ise 1972’deki Fransız Tarih Araştırmaları Topluluğu (Society for
French Historical Studies) buluşması esnasında olmuştu. Kadınların tarihinin öğretimi üzerine aldığımız
notları karşılaştırmış ve Edward Shorter’ın sanayi devrimi esnasındaki gayri meşru doğumlarla ilgili
kaleme aldığı bir bildiri üzerine tartışmıştık.
Lousie ve ben, bildirinin davranıştan dürtüye doğru yaptığı basit indirgemeden dolayı bildiriyle aynı
fikirde değildik. Shorter, gayri meşru doğum oranlarındaki artışı, sanayi devrimine eşlik eden “piyasa
değerlerinin” (bağımsızlık, özerklik, geleneğin ve ebeveyn otoritesinin reddedilmesi) etkisinde kalan genç
kadınlar arasında yeni keşfedilen bir özgürleşmeye bağlıyordu. Veledi zina, kadınların cinsel
özgürlüğünün bir sonucu, bireysel tatmin ve kendini ifade etme arayışının bir işaretiydi. Shorter,
sanayileşmeyi sömürüden ziyade bir kalkınma hikâyesi olarak göstermekte yalnız değildi; yine de
istatistiki verilerden değişen değerlerin çıkarsamasını yapmada şahsına münhasır bir sansasyonel yol
izledi: Gayri meşruluğun artışı kadınların özgürleşmesinin bir belirtisiydi; yüksek orandaki bebek
ölümleri ise annelik sevgisindeki eksikliğin bir göstergesiydi. Birbirimizle yaptığımız görüşmelerde
Shorter’ın argümanlarına hararetle karşı çıkarken -Louise’nin önerisiyle- sadece Shorter’ın fikirlerine
karşı değil, kadınların emeği konusunda feminist hareketin basiretsiz olarak değerlendirebileceğimiz
konumuna karşı da itiraz eden bir yazı yazmamız gerekliliği açığa çıktı. O yazı, Women, Work, and
Family (1978) kitabı ile sonuçlanan işbirliğimizin başlangıcı oldu.
10 Kendimizi tarihsel malzemelerle geliştirdik: Monograflar, hükümet raporları, biyografi yazıları, toplumsal
araştırmalar, gazete yorumları, romanlar, işçi sendikalarının kayıtları, sosyalist buluşmalar ve feminist
kongreler. Amaç geçmişten veriler ışığında, özgürleşme ve ücretli iş arasındaki basit denkleme ve
kadınların ücretli iş piyasasına dahil olmasının siyasal hakların elde edilmesinin bir sebebi ya da sonucu
olduğu yönündeki fikre karşı çıkmaktı. Kadınların ev dışındaki işlerinin kapitalist sanayileşmenin bir
icadı olduğu fikrine karşı çıktık; bu fikir, 19. ve 20. yüzyıldaki orta sınıf deneyimini genelleştirmek
anlamına geliyordu. Zanaatkârlar, ağır işçiler ve çiftçiler arasındaki kadınlar çoktandır üretim faaliyetine
dahil olmuştu; kadınların yaptığı işe ve çalışmaya yapılan baskı, hayatta kalmak için her bir bireyin
katkısına dayalı aile ekonomisinin bir göreviydi. Aile ekonomisi aniden işlevsel bir kurum ve kültürel
değerler bütünü olmuştu. Değişimin şematik sunumlarının yerine tarihsel süreci ele almayı önerdik.
Geçmişin bugünün gözünden bakılarak çalışılmasına karşı çıktık ve örneğin cinsel anlamda kişinin
kendini tanımlaması konusundaki fikirlerimizin, 18. ve 19. yüzyıl işçi kadınlarının yaşamlarını
düşünmemiz için uygun olmadığı konusunda ısrarcı olduk. Sanayileşmenin gelişimi ve şehirleşmenin, aile
ekonomisinin işlev gördüğü bağlamı değiştirdiğini ve genç kadınların dahi kendilerini bu bağlamda
anlamlandırmaya devam ettiğini dile getirdik. Dolayısıyla, kısaca Shorter’a geri dönecek olursak, gayri
meşruluk, yeni keşfedilen cinsel anlamda kişinin kendini tanımlama arzusunun bir işareti olmaktansa,
pekâlâ aile korumasının yitiminin ya da yeni bir şehir bağlamında yeniden bir aile yaratma girişiminin bir
sonucu olabilirdi.
Burada “Tilly/Scott”’un argümanlarını özetlemek istemiyorum. Bu yazının amacı, benim tarihle olan
ilişkimi yansıtmak. Bu bağlamda vurgulamak istediğim şu; tarihi, feminist siyasal kuramsallaştırmayı
karmaşık bir hâle getirmek için kullandık. Bunu yaparken amacımız egemen varsayımlar yığınına karşı
titiz antikacı eğilimleri yansıtmak değil, teoriyi inceltmekti. O zamanlarda her ne kadar şu an
kullanacağım terimlerle düşünmemiş olsak da, “kadın”ın bir kategori olarak sadece çoğullaştırılmaya
değil, tarihselleştirilmeye de ihtiyacı olduğunu vurguladık. Dönemin siyasal kaygılarıyla ampirik tarih
arasında bir ileri bir geri yol almak keyif verici ve zorlayıcıydı. Fakat bundan da fazlası vardı: Bizler,
kendimiz de dahil olmak üzere, kadınları tarih disiplininde tarihsel özneler olarak görünür kılıyorduk.
Sosyal tarih; işi kolaylaştırmasına rağmen, milliyetine veya sınıf formasyonlarına ya da ekonomik
kalkınmaya bakılmaksızın, hayatları ve politikaları hikâyeye dahil edilmesi gereken tüm aktörleri
tanımlanmak ve kadınların dahiliyetini belirtmek biraz sahtekârlık olur; çünkü kadınlar “erkelerin”
fikrinde ya zaten dahil edilmişlerdi ya da özel, eviçi veya cinsel alana ait oldukları için kamusal olaylara
dair anlatılarla alâkaları yoktu. Durum feminist siyasal aktivistlerin baskısı sebebiyle daha da zorlaşmştı;
çoğu sınıflarımızdaki öğrenciler ya da kadın araştırmaları programlarındaki meslektaşlarımızdı ve bu
kişiler hareketin belirlediği bağlamda ataerkinin bir analizi olarak “kadının-tarihini” yazıyordu. Kadınıntarihine günümüz merkezli bir bilinç yükseltme formu olarak nasıl karşı gelebiliriz ve yine de geçmişte
ve günümüzde kadınları nasıl görünür failler yapabiliriz? Siyaset ansızın çalışmamızı zenginleştirdi, ve
araştırmayı angaje çalışmanın bir parçası yaptı, öteki taraftan ürettiğimiz kavrayışlara sınırlar getirmeye
çalıştı. Neticede ortaya çıkan gerilim zarar verici değil, aksine oldukça üretkendi. Öyle ya da böyle, bu tür
bir gerilimle mükemmel şekilde uzlaştım, bunun sebebi belki de daha önceden bahsettiğim karmaşık
tutumla etkileşim içinde olmasıdır: Aslında ortak amaçlar paylaştığım, kabulünü ya da tesirini beklediğim
ve yine de değer verdiğim birisi (veya bir grup) tarafından konulan kuralları (aidiyet koşullarını)
kabullenmenin eleştirel reddi. Benim için bu -belki de- eleştirinin psikodinamiği olarak
nitelendirilebilecek şeydir. Bu konuya daha sonra tekrar döneceğim.
11 Lakin feminist dönüşümümün bahsedilmeye değer başka bir yönü daha vardır ki o da kadınlarla
çalışmanın verdiği muazzam keyiftir. Louise Tilly ile işbirliğimiz mesleki tavır anlamında oldukça değerli
bir deneyimdi. O vakte kadar hayatımın dünyalarını birbirinden ayırmıştım: Kamusal alanda bir profesör
ve bir akademisyendim, özel alanda ise bir eş ve anneydim ve bu ikinci alanın taleplerinin ilkini
etkilemesine asla izin vermedim. Profesyonel bir meslektaşıma çocuklarımdan birisi hasta olduğu için bir
makaleyi bitiremediğimi ya da bir toplantıya katılamadığımı veya ailedeki birinin davranışından ötürü
üzgün olduğum için tartışmamız gereken bir konuya dikkatimi veremediğimi asla itiraf etmedim. Eğer
doğum izni mümkün olsaydı muhtemelen ben kullanmazdım. Çocuk sahibi olmanın entelektüel
üretkenliğime ayak bağı olmaması gerektiği konusunda oldukça kaygılıydım. Ve yine tabii ki,
kadınlığımın aklımın önüne geçmeyeceğini kanıtlamam gerekiyordu. Oysa ki Louise, tüm gece
boyunca istifra eden kızıyla ilgilenmesi gerektiği ya da çamaşır makinesi bozulduğu veya arabanın servise
götürülmesi gerektiği için beraber hazırladığımız kitap bölümlerinden birisindeki kendi kısmını bitirmek
için zaman bulamadığını yazıyordu. Bunların hiçbiri onu kütüphaneye gitmekten ve eninde sonunda işini
tamamlamaktan ya da çözümlemeye çalıştığımız bilhassa zor bir yorumla uğraşmaktan alıkoymadı;
hayatının iki farklı parçasını birbirine bağlamayı kabullenmekteki kararlılığı benim yaşamımın da tıpkı
onunki gibi olduğunu kabul etmemi sağladı. Dünya varmış!
Elbette daha fazlası da vardı. Artık yalnızca kendime ait mücadelelerle meşgul olmak zorunda değildim;
Louise ve ben feminizme karşı, gerek eleştiri yapmak gerekse desteklemek anlamında benzer bir duruşu
paylaştık. Bu daha evvel işçi/sosyal tarihçilerle yaşadığım yoldaşlıktan farklı bir ortaklıktı; kendi adıma
muhafaza etmeye çalıştığım kamusal ve özel arasındaki değişmez sınırları aşmaya yönelik bir açıklıktı.
Ve fazlası da vardı: Lousie ile olan işbirliğimin ötesinde, bildirilerimizi ve fikirlerimizi değiştiğimiz
kadınlar grubu, hemen hemen hiç homojen değildi ya da eşgüdümlü bir topluluk olmadı. Fakat bu grup,
egemen disiplinel ve profesyonel normlarca yönetilmemekteydi ve gerek kendimi değerlendirme gerekse
günümüzü ve geçmişi düşünme biçimleri üzerine yeni bir yaklaşım kazandırdı. Eğer hâlen disiplinel
ortodoksinin işleyişine karşı çalışma eğilimindeysem, bunu müttefiklerle birlikte yapmak çok daha kolay
olacaktı.
*
Ve hâlen kadınların tarihine dair tek başına sosyal tarihin terimleriyle açıklanması mümkün olmayan,
benim de yanıtlarını bulamadığım, yanıtlanmayı bekleyen sorular mevcuttu. Siyasal eşitlik elde edildikten
sonra kadınlara yönelik baskının hâlen devam etmesi nasıl açıklanabilir? Reformlar neden sadece
üstünkörü bir şekilde ücret eşitsizlikleri ve toplumsal cinsiyet hiyerarşilerini adres gösteriyordu? Eğer
erkek düşmanlığı tek başına ataerkinin sürekliliğini açıklayamıyorsa, eğer maskülen bencillik yeterli bir
gerekçe değilse, ve eğer toplumsal roller ve davranış biçimleri de bunu açıklayamaya yetmiyorsa, o hâlde
tarihler ve mekânlar boyunca toplumların düzenlenmesinde kurucu bir yere sahip gibi görünen cinsiyet
farklılığını nasıl açıklıyabiliriz? Ebediyen süren bir ataerkinin kanıtı olarak kadınlara yönelik kötü
muamele ve kadınların ikincil duruma itilmesinin örneklerini bir araya yığmak da yeterli olmayacaktır.
Öncellikle, batı dışı kültürlerin tarihçileri ve antropologlarının yanı sıra ortaçağ bilimleri uzmanlarının
uyarıları vardı. Bu kişiler, birinci ve şu an ikinci dalga feminizmin mücadelesini verdiği, görünüşteki
benzerliklerin şehirleşmiş, sanayileşmiş batılı modellerin birer yansıması veya onaylanması olarak
okunmaması gerektiği yönünde uyarılarda bulundu. İkincisi ise, eğer değişimi savunmak istiyorsak, bu
değişimi sadece toplumsal muhalif hareketleriyle değil, -kaldı ki bu hareketler şüphesiz eşit derecede
12 önemlidir-, aynı zamanda “kadınlar” ve “erkekler” kavramlarının olağan anlamlarının da bazı
değişiklikler geçirdiğini göstermek suretiyle sözkonusu değişimin gerçekleşebileceğini belirtmemiz
gerekir. Tüm bunların ötesinde, disiplinin bizim çabalarımız karşısındaki dik başlılığı gibi bir sorunla
karşı karşıyaydık. Kadınların kalabalıklara dahil olmuş olmasının veya hatta vatandaşlık hakkı talep
etmesinin Fransız ve Amerikan devrimlerini anlamamız açısından, bu olayların meşhur tarihçilerinin
yönelttiği soru, ne gibi bir fark yaratacağıydı. “Eee nolmuş?” sorusu peşinhükümlülük suçlamalarından
daha fazla bilgi içeren yanıtlar talep ediyordu. Kadınların tarihi hangi noktalarda sadece ana akım tarihin
hikâye akışını zorlamakla kalmadı, aynı zamanda disiplinin kurallarını ve o disiplinin savunucularının
algısını zorladı? Feministlerin ısrarla söylediği şey şuydu ki, bu iş, sadece kadınları ekleyerek ve şöyle bir
karıştırarak olmayacaktır. Fakat kurulu disiplinel çerçeveler içerisinde yer almak, radikal dönüşümün
taahhütlerini yerine getirmeyi oldukça zorlaştırdı. Kadınların tarihçisi olmak, hatta bu hususta bir kadın
tarihçi olmak, gerek geçmişin kayıtları gerekse uyguladığımız zanaat anlamında bizim tarih hakkındaki
düşünme biçimimizi nasıl değiştirebilirdi? Kadınları “doğası gereği” kadınların tarihçisi yapan özcü
yanıttan nasıl kaçınılabilirdi?
*
Brown Üniversitesi’nde, kadın araştırmalarından bir akademisyen olan Nancy Duke Lewis kürsüsünde
görev almaya gittiğimde içimi kemiren sorular bunlardı. Tarih bölümüne başvurmuştum. Antropolog
Louise Lamphere tarafından getirilen cinsiyet ayrımı kılıfının peşinde ve 1971’de Brown’la ortaklık kuran
Pembroke Koleji’nin mezunlarından gelen bağışları artırmak niyetiyle üniversite, kadın çalışanı sayısını
artırmayı talep etti. Saha açıktı ve benimle birlikte çalışmaya hazır bir grup kadın daha vardı. Bu
kadınların çoğunun edebiyatçı olması ve benim daha evvelden nadiren karşılaştığım teoriler konusunda
eğitimli olmaları Brown’daki dönüm noktam anlamında oldukça değerlidir. Sadece post-yapısalcılık
(Barthes, Foucault, Derrida, de Man) da değil, aynı zamanda psikanaliz (Freud, Lacan, Laplanche) ve
“Fransız feminizmi” (Irigaray, Cixous, Kristeva) bu kişilerin içinden yazdıkları çerçeveleri sağladı; ve
onlar feminist teoriyi oldukça yaratıcı bir şekilde işledi (ve işlemeye devam ediyorlar).
“Teorinin” değerini kendi düşünceme göre tanımladığımı söyleyemem. Tam olarak öyle değil. Kafam
karışmıştı, korkutulmuştum, direnç göstermiş, önemsememiştim. Ayrıca dikkatim zaten öncelikle imza
atmış bulunduğum kurumsal işe yöneltilmişti: Kürsümün finansmanını sağlamak için kaynak geliştirmek,
kadın araştırmaları programın açılması ve Pembroke Kadın Eğitim ve Araştırma Merkezi (Pembroke
Center for Teaching and Research on Women) adında bir araştırma merkezi kurmak -ki halen en çok
gurur duyduğum kurumsal başarımdır. Sadece benim başarım da değildi. Yol arkadaşım ve suç ortağım
Elizabeth Weed’ti. Elizabeth’in kuramsal politikaları okumadaki yeteneği en zor felsefi metinleri
okuyabilme yeteneği ile eşleşmektedir.
Öyle ki Louise Tilly ile olan işbirliğim sosyal tarihçiler olarak ortak bir formasyona dayanmışsa,
Elizabeth’le olan çalışmam karşılıklı felsefi anlayışsızlıkların uzlaşısına dayanmıştır. Elbette ki, tıpkı
Louise’le olduğu gibi Elizabeth’le de kadınları görünür kılmak için, bilgi nesneleri ve araştırma özneleri
olarak kadınların varlığını meşrulaştırmak konusunda ortak bir kararlılığı paylaştık. Ve yine benim için
başlangıçta siyasal ve akademik bir çabayla bir araya gelen feminist bir birlikteliğin verdiği keyif söz
konusuydu. Elizabeth’le birlikte fon başvuruları yazarken ve kadın çalışmaları müfredatı hazırlarken,
kendimizi anahtar kelimeleri çevirme, birbirimize temel varsayımlarımızı anlatma ve her birimizin farklı
13 şekillerde anlamlandırdığı şeyleri açıklama mecburiyeti içinde bulduk. Bu kurumsal inşa süreci yalnızca
deneyim kazanmamı sağlamakla kalmadı, aynı zamanda entelektüel tutumumdaki değişimimin de
başlangıcı oldu. Bu erken karşılaşma dönemine tekrar dönüp baktığımda, bu karşılaşmanın benim
tarihimle onun teorisini ilişkilendirmeye başlamayı mümkün kıldığını düşünüyorum. Hâlihazırda tarihten
vazgeçemeyecek kadar ona değer veriyordum: Arşiv süprizleri; tesadüflerin farkındalığı; etki, sebep ve
sonuç karmaşası; hikâyelerin anlatımı ve günümüzü aydınlığa kavuştırmak üzere geçmişin kullanımı.
Fakat teorinin bir kısmı da ayrıca anlamlıydı; sadece olayların neden gerçekleştiğine dair sağlam bir
açıklama sunduğu için değil, aynı zamanda tam da neden gerçekleşmediğini gösterdiği için. Daha
doğrusu, teori farklı şekillerde okuma yapabilme yeteneğimi geliştirdi ve yalnızca bilgiyi keşfetmediğimi,
aynı zamanda bilgi ürettiğimi de fark etmemi sağladı. Kendimi bu açılardan düşünmek siyaset ve
akademiyi farklı bir yönden bir araya getirmemi sağladı; kadınların tarihine dair önceki çalışmamın
cevapsız bıraktığı soruları yeniden sormaya başlamamın yolunu açtı.
Fakat daha evvel de söylediğim gibi bunların hepsi bir anda olmadı. Ve bu noktada akademik
yönlendirmelere dair kurumların rolü oldukça büyük önem taşır. Dışarıdan bir vakıf fonu teminatı ile
kurulan Pembroke Merkezi 1981’de faaliyete başladı ve gerçekleştirdiği disiplinlerarası seminerlerle
beraber hâlen akademide önde gelen merkezlerden biri olmaya devam ediyor. Dört yıllık eğitim dönemim
boyunca daha önce rastlamadığım kitapları okudum, daha önce hiç karşılaşmadığım akademisyenleri
dinleme ve onlarla tartışma imkânım oldu ve kendi kendimi yaptığım işin önvarsayımlarını araştırmaya
ve açıklamaya zorlarken buldum. Keşke hiç dahil olmasaydım dediğim hayal kırıklıklarıyla dolu anlarım
oldu; bazı fikirler öylesine zordu ki, böylesi fikirleri ilk başta içselleştirmediğim zamanlar yaşadım.
Oldukça parlak bir ışığa gözlerinizi kısarak bakmak gibiydi. Söylenen bazı şeyler ürkütcüydü; çünkü daha
önceden üzerine dayanmayı öğrendiğim öncülleri; deneyim, faillik, yapı ve gerçeklik kavramlarını
sorgulamayı gerektiriyordu. Fakat uzun zamandır dile dair dikkat ve tamamen farklı düşünme biçimlerine
yönelik vurguyla bağlantılandırdığım fevkalâde keyifli bir hissin verdiği coşku da söz konusuydu. Bu
aynen lisede bilinmeyinin izinde giderken arzu ve bilgi arasında kurduğum erken bağlantı gibiydi.
Yalnızca bilinmeyen olgular da değil, aynı zamanda bilinmeyen anlamlar da mevcuttu; disiplinel
eğitimimin engel olduğu akla hayale gelmedik bir açıklıkla düşünme talebine hazır olmak. Elbette ki
kesinlik ve sağlam analizler anlamında düşünmek disiplin gerektirir; fakat bu, neyin tarih sayılıp neyin
sayılmadığı konusundaki kalıplaşmış kuralların uygulanması anlamına gelmemelidir. Ya da belki de şöyle
söylemek daha uygun olacaktır: Aynı anda hem bu kurallara hem de bu kurallara meydan okuma
yeteneğine (hakkına?) ihtiyaç duyarız; ortodoksinin sürdürmeyi talep ettiği kapalılığın aksine,
bilinmeyenin cazibesi karşı durmayı ve yola devam etme isteğini yaratır.
O yıllarda feminizmim entelektüel gerekçesini ve bir tarihçi olarak yaptığım işin felsefi temellerini elde
etti. Bu tür bir çalışmanın artık bir adı var: Eleştirel tarih. Sonrasında eleştiriyi yalnızca geçmiş olaylara
uyarlamakla kalmadım, aynı zamanda disiplinin yorumlayıcı pratiklerine de uygulamayı denedim. Postyapısalcı teori, feminist bir eleştiri sunabilmek ve tarihin bu eleştiriye nasıl katkı sunabileceğini
düşünebilmek için bana bir dil sundu. Ayrıca o yıllarda, hissettiğim keyif ve ürettiğim bilgi arasındaki
bağlantının yarattığı güven duygusunu geliştirdim.
Birçok öfkeli tarihçi tarafından, bilhassa da kadınların tarihçileri tarafından, denenmiş ve doğru olana
tutunmak yerine geçici hevesleri takip etmekle suçlandım. Tuhaf bir vatanseverlik çağrışımı içinde, ilgi
duyduğum şeyle “hoş Fransız teorisi” şeklinde dalga geçtiler ve hakikatin peşinde tozlu arşivlerle
14 uğraşmaktansa soyut olanla ilgilenmenin daha kolay olduğunu belirttiler. Sanki biri diğerini erteliyormuş
gibi; felsefe ya da tarih; ama ikisi birden asla. Bunlar Carl Becker ve Charles Beard’a 1930’larda
yöneltilen suçlamalardı; felsefe ve tarih arasındaki karşıtlık, tarihin nesnelliğine yönelik ortodoks fikrin
korunma yöntemlerinden biriydi. Benim içinse, felsefe geçmişi yeni bir şekilde analiz ederek tarih yapma
yeteneğimi geliştirdi. Felsefe, tarih yapmanın ne anlama geldiğini açıklığa kavuşturmak, ana akım veya
geleneksel tarihçilerin örneğin kadınların tarihsel özneler olarak ya da tarihsel araştırmanın nesneleri
olarak geçerliliğine karşı çıkma nedenlerinin üzerine ışık tutarak, tarih yapma yetimi geliştirdi. Bana hem
bir tanı hem de sorunu teşhis etme yöntemi sundu. Michel Foucault’nun -eleştirel olarak angaje, ve felsefe
temelli tarih- çalışmasını okumak, “linguistik dönüm noktam” açısından ilk ve belki de en önemli ancak
tabii ki de yegâne olmayan etkiydi.
Foucault’yla ilk karşılaşmam The Order of Things kitabıyla oldu. Kitap, Velazquez’ın “Las Meninas”
incelemesi ile başlıyor, başdönüdürücü bir şekilde “beşeri bilimler arkeolojisini” ve “tarihin yaşını”
ortaya çıkararak devam ediyor ve bizlere “insan yakın dönemin bir icadıdır. Ve belki de kendi sonuna
yaklaşmaktadır… tıpkı denizin kenarında kuma gömülen bir yüz gibi” diyerek son buluyor. Bu son
imgenin muzaffer sertliğine şaşırdıysam da, beni nefessiz bırakan şey tam da bu Tarih’in
tarihselleştirilmesi olmuştu:
Bildiğimiz anlamda tarih, kesinlikle hafızamızın en bilgili, en bilinçli, en uyanık ve muhtemelen en
karmaşık bölgesidir; fakat aynı zamanda, tüm varlıkların tehlikeli ve şaşaalı mevcudiyetinin ortaya çıktığı
derinliktir. Bize deneyim diye sunulan her şeyin varoluş tarzı olduğu için, Tarih düşüncemizdeki
kaçınılmaz bir unsur hâline gelmiştir...
Foucault, bunun her zaman bu şekilde olmadığını iddia eder. Tarih artık 19. yüzyılda, hem bir bilgi türü
hem de “amprikliğin varlık tarzı” hâline gelmiştir. Bizler tarihin belirlediği mühim kavramsal değişimin
“hâlen içine çekilmekteydik” ve dolayısıyla da bu “algılayabileceğimizin fazlasıyla ötesinde”ydi. Fakat
Foucault bu anlayışı, bizim analitik araçlar olarak aldığımız kategorileri sorgulayarak üretmeyi hedefledi:
Sadece tarih değil, aynı zamanda –diğerlerinin yanında- Akıl, hakikat, olay, cinsellik, Erkek ve erkek. Bu
kategoriler hakikati keşfetmek için sabit ve güvenilir araçlar değildi; aksine bunlar anlamanın örgütlenişi
ve bilginin üretimi aracılığıyla biçimlendirilebilen değişken terimlerdi. Bu metni derslerimde defalarca
okuttum ve tekrar tekrar okudum, fakat ilk izlenimimi hiç unutmadım: Karşı koymak içn pek de bir şey
yapmadığım muazzam bir kaygı ve fevkalâde bir cezbediciliğin bileşimi (bu ikisi sıklıkla bir arada
ilerler). Eğer tarihle yaptığım anlaşmalı evliliğe tutkunun dahil olduğu anı tam olarak belirleyebilmem
mümkün olsaydı, bunun tam da 1981 veya 1982’de Brown’da Michel Foucault’nun yazılarıyla
tanıştırıldığım okuma grubunda olduğunu söyleyebilirim.
Bugün pek çok tarihçinin Foucault’dan alıntı yapması ve ondan etkilendiğini iddia etmesi, ancak
Foucault’nun ortaya koyduğu epistemolojik sorgulamayı reddetmesi bana ilginç geliyor. Söyleme,
yalnızca basit kelimelerden ibaretmişcesine atıfta bulunuyorlar ve Foucault’nun genel anlamda altüst
etme maksadını anlamaksızın, araştırma konularını yalnızca tematik bir sıralamayla hapishaneler, akıl
hastaneleri veya cinsellik şeklinde ele alıyorlar: Kurumların doğal karşılanan yönlerinin ve yaşamımızı
düzenleyen kavramların sorgulanmaya davet edilmesi; kendilerini doğanın, ahlâkın veya insan
varoluşunun nesnel tanımları olarak gören söylemsel hakikat rejimlerinin açığa çıkarılması. Ve tüm
bunların ötesinde, onun ifade ettiği gibi “şimdiki zamanın tarihini”, “şu-an-böyle-olan-şeyin her zaman
15 böyle olmuş olmadığını gösteren” bir tarih yazmak ve böylece “şu-an-böyle-olan-şeyin bundan sonra
neden ve nasıl böyle olmayabileceğini” göstermektir. Foucault’un bu eleştirel tarih için koyduğu isim
soykütüktür (genealogy). “Bundan böyle eleştiri evrensel değere sahip formel yapıların arayışı için
kullanılmayacak; aksine, kendimizi inşa etmemize, yaptığımız, düşündüğümüz ve söylediğimiz şeylerin
öznesi olarak tanımamıza sebep olan olayları tarihsel olarak araştırmak üzere kullanılacaktır.” Olaylar,
devrimler, seçimler veya savaşlar değil; değerler, anlamlar ve özneler yaratan kavramlardaki değişimlerin
yanı sıra söylemsel geçişlerdir. İnsanlar ve toplumları söylem yoluyla varoldu; söylem, önceden varolmuş
gerçekliklere eklenen kelimeler değildi, daha ziyade bu gerçekliklerin kendisinin inşasıydı. Söylem, –
sıradan entelektüel tarihin malzemesi olan- düşünce ya da fikir çatışmaları hakkında değildi; tartışmanın
ortaya çıkabileceği zemini oluşturan ortak öncüller üzerineydi: İnsanın temel özelliği olarak akıl, bireyin
doğuştan gelen hakkı olarak egemenlik veya arzu edilen durum olarak özgürlük. Ya da toplumsal ve
siyasal hiyerarşilerin “doğasında” olduğu ima edilen cinsel farklılık.
Foucault’ya göre söylem; bilgi ve iktidar arasındaki ilişki, şeyleri tanımlayabilmek için kelimelerin
edinilme yöntemleri ve insanların bilgi nesnesi olarak birer özne hâline gelme biçimleri
hakkındadır. Bilgi, iktidarın sahnelendiği bir alandır; fakat tek alan o değildir. Özne olmak; iktidar
ilişkileri içinde (kadınlar ve erkekler, öğretmenler ve öğrenciler, işçiler ve işverenler, yönetenler ve
yönetilenler, doktorlar ve hastalar, göçmenler ve yerliler, akıllılar ve deliler) belirli bir pozisyon
edinmektedir ve bu pozisyon edinme aracılığıyla faillik elde edilir. Faillik insanların doğuştan sahip
olduğu bir yeti değil, öznelerin eylemesi beklenilen sorumluluklara ve özelliklere yapılan atıftır.
Burada, cinsiyet rollerinin toplumsal görevinin biyolojisine yapılan atıfların sorgulanmasının, kadınsı ve
erkeksi öznelerin nasıl kurulduğunun, normatif sistemlerin nasıl işlediğinin ve insanların kendilerini nasıl
baskın davranış kurallarının dışında konumladıklarının sorusunun sorulması için bir yol vardı. Karşı
koymanın doğuştan gelen bir özellik olduğunu düşünmek yerine, kişi böylesi bir karşıt failliğin özgül
söylemsel kaynaklarının ne olduğunu sorgmalıydı. Bu tarz siyasal soru(n)ları tarihsel materyallere
eklemek, bunlar aracılığyla feminist eleştiri ve feminist tarihi ilişkilendirmek mümkündü ve bu da bana
toplumsal cinsiyeti “faydalı bir tarihsel analiz kategorisi” olarak sunma fırsatı sundu.
Elbetteki bu iddiaya esin veren tek kişi Foucault değildi. Brown feminist teori okuma grubunda, -gruba bu
ismi geriye dönük bir şekilde ben atfediyorum-, Derrida, Kristeva, Irigaray’dan payımıza düşenleri bir
solukta okuduk. Bu yazarlar sayesinde farklılık konusunda düşünmeyi ve onun işleyiş yöntemlerine,
çeşitliliğine, sembolik gücüne ve değişkenliğine karşı tetikte olmayı öğrendim. Merkeze gelen
akademisyenlerle kurulan ilişkiler vesilesiyle tarihe yönelik farklılık kavramsallaştırmalarını odak
noktasına alan bir yaklaşımı ifade edebildim. Denise Riley bu akademisyenler arasında en dikkat
çekenlerden biriydi. Her ne kadar anlamlar sanki hiç bozulmuyorlarmış gibi sunulsalar da onların daima
değişken olduklarını öğrendim. Neler olduğunu anlamaya çalışmak, dile dair, onun mecazlarına,
kinayelerine ve sembolizmine dair tarihçilerin gösterdiğinden farklı bir dikkat göstermeyi gerektirir.
Şeyleri kelimesi kelimesine ele almak genellikle işin özünü anlamamıza engel olur, tarihçileri
kavramlarını analiz etmeleri gereken ideolojik sistemlerin bir parçası yapar. Kadınların yaptıklarını ya da
onlar hakkında söylenenleri anlatmakla, öznelliklerinin nasıl ve hangi ilişkilerle kurulmuş olduğunu
sormak aynı şey değildir. “Sınıf, ırk ve cinsiyetin” her birinin kadın kimliğinin bir parçası olduğunu
belirtmekle, bu atıfların kadınların belirli ilişkiler ve bağlamlar kapsamındaki rolünü nasıl tanımladığını
ve belirlediğini sormak da aynı değildir. “Kadınlar” ya da “erkekler” hakkında evrensel bir şeyler
16 olduğunu varsaymak özcülüktür ve tarih-dışıdır, sonuç olarak anatomiye atfedilen cinsiyetçi özelliklerden
bir farkı yoktur; kavramların kendisini ve bu kavramlar içinde yaşayan öznelerin birer tarihi olduğu
gerçeğini karartır. Toplumsal cinsiyet ancak farklılıklar yanıt değil soru olduğunda, kim ve ne olduklarını
bildiğimizi varsaymadan nerede ve ne zaman olursa olsun “erkekler” ve “kadınlar” ne anlama
gelmektedir sorusunu sorduğumuzda faydalı bir kategoridir. Bu anlamda, post-yapısalcılığı benimsemem
oldukça tarihseldir: Aralarındaki kurulu ilişkiler ve bu ilişkilerin nasıl anlamlandırıldığı olmaksızın, ne
kadınlar ve erkekler, ne sınıf ne de ırk mevcuttur. Normdan sapmalar dahi normatif anlamlandırmalara
gönderme yapar, aslında normların sürekli olarak dayandığı ve inşa edildiği terimlerin tam tersinde
normatif olmayan davranışlar için olasılıklar bulunur.
Bu noktada Derrida devreye giriyor. Tüm tarifi zor karmaşıklığı içerisinde farklılığın işleyişini açığa
çıkartabilmek ve onu inceleyebilmek için analitik araçlar kümesi (“kaldıraç” metaforu) sunan, Derrida’nın
kuramsallaştırmasıdır. Elizabeth Weed, Naomi Schor, Gayatri Spivak ve bilhassa Barbara Johnson,
yapısökümümün[17] ne anlama geldiğini anlamamda ve onu feminizm için faydalı hâle getirmemde bana
yardımcı oldular. Bu metafizik eleştirisini kendimize mâl etmemizde ilginç olan nokta onun asla bir sonu
olmamasıydı; bu, belirli bir “ekolü” takip etmesi gereken bir öğreti meselesi değildi; daha ziyade, dili
sorgulama nesnesi yapan ifade kuramının yayılması, özne inşasının, toplumsal düzenin ve iktidar
ilişkilerinin tarihsel olarak belirgin bir şekilde incelenmesi yöntemiydi. Açıkçası benim için en önemlisi,
siyasetin iç yüzünü anlamaktı.
Eleştiriye başvurmanın altını çizmeyi önemli buluyorum; çünkü bu terim sıklıkla yanlış kullanılmış ve
yanlış anlaşılmıştır. Post-yapısalcılığı keşfetmem, hem bir model hem de bir analiz yöntemi olarak
disiplinel anlamda yürüttüğüm tarih çalışmasında bana eleştirel müdahale olanağı sağladı. Eleştiri ne
tenkit ne de alternatifler önerisi anlamındadır. Daha ziyade, temel aldığımız şeylerin dayandığı öncüllerin
sorgulanmasıdır. Derrida’nın Dissemination eserindeki çevirmenin notu bölümünde Barbara Johnson
özetle şöyle der:
Herhangi kuramsal bir sistemin eleştirisi sözkonusu sistemin saklı kusurlarının ya da eksik yönlerinin
incelemesi değildir. Sistemi daha iyi hâle getirebilmek üzere hazırlanmış tenkitler dizisi anlamına da
gelmez. Sistemin mümkünâtının gerekçesine vurgu yapan bir incelemedir. Eleştiri; doğal, aşikâr, açık
veya evrensel olarak görünenlerin arkasındakileri okuyarak; tüm bunların birer tarihi, bu şekilde
olmalarının bir nedeni, ardında bıraktığı etkileri olduğunu ve başlangıç noktasının genellikle kendine kör
olduğunu, (doğal) verili değil; (kültürel) kurulu olduğunu gösterir.
Eleştirinin amacı bir sistemi değişime açabilmek için bu kör noktaları görünür kılmaktır. Tüm yönleriyle
düşünülmüş, ideal planı değiştirmek değil; farklı şekilde düşünebilme ve hareket edebilme imkânı
yaratmaktır. Nihayet tam bu noktada, feminist tarihin savunucularının verdiği –en azından bana görehenüz gerçekleştirilmemiş o radikal taahhüdü yerine getirmenin bir yolu vardır. Sonrasındaki birkaç yılı
kadınlar hakkında olduğu kadar disiplinel önvarsayımlar hakkında da okuyarak ve yazarak geçirdim,
“tarih politikalarını” açığa çıkarmanın ve böylece ona müdahil olmanın yollarını aradım. Bu çalışmaların
sonuçları Gender and the Politics of History (1988; 1999) kitabında yayımlandı.
*
17 Brown’da ciddi anlamda bir dönüşüm geçirdim. Orada hiçbir şekilde bitmeyen bir sürece girdim ve
kendime ait bir alan belirleyebilmek için gereken kaynakları ve saikleri edindim. Ana akım kadın
tarihçilerinin baskılarının ve tarih disiplininin geleneklerinin her ikisi de eleştirel ilgimi cezbetmiş
olmasına rağmen; bu alanı onlara borçlu değilim. 1985’de Brown’dan ayrıldığımda İleri Araştırmalar
Enstitüsü’nde akademik kadro için karşı konulamaz bir teklif geldi, dönüşümüm hâlen sürmekte, ancak
belki de sonunda yaşandığı kadar görünür değildi. Sosyal tarihçi olarak işe alındım; öncelikli kaygısı o
zaman ve hâlen feminist teori olan bir akademisyen olarak Enstitü’deki entelektüel bir tarihçiden biraz
daha fazlası olduğumu söylememin adil olduğunu düşünüyorum. Ya da belki de meslek tanımımı
tarihteki farklılık meselesi şeklinde belirtmek daha doğru olur: Farklılığın kullanımı, ifade edilmesi,
uygulanması, haklılaştırılması; toplumsal ve siyasal yaşamın inşası esnasındaki dönüşümü. Farklılık
sadece cinsel farklılık değil, insan yaşamındaki temel ayrımların, hiyerarşilerin ve çatışmaların meydana
geldiği etmenlerin tümü; doğadan, kültürden, dinden, etnisitiden veya ırktan kaynaklanan unsurların basit
bir şekilde tanımlanmasından ziyade sorgulanması gerekir.
Burada yine çalışmakta olduğum kurumsal konum fazlasıyla sorun yarattı. Göreve getirildiğim Sosyal
Bilimler Okulu’nun kurucusu antropolog Clifford Geertz’di ve Geertz’in tahayyülündeki okul,
disiplinel ortodoksilere karşı gelecek bir yerdi. Geertz’e göre okul, “Şeylerin ana güzergahındaki bir
dikendi”. Eleştiriyi tanımlamak için güzel bir yoldu bu –yine de Cliff’in algısına göre bu tanım
benimkinden çok daha felsefiydi ve görece daha az politikti. Yine de bu farklılıklar eleştirel düşünce
fikrinin kendisinden daha az sorun yarattı: Hâkim disiplinel normların soruşturulması, beşeri ilişkilere
dair bilimsel düşünme modellerinin değerinin sorgulanması, araştırma nesnesi ve araştırmacının
metodunun yorumlanmasındaki ısrar. Enstitü’nün –fiziksel ve entelektüel- açıdan zengin kaynakları ve
açık alanları araştırmacı ve yenilikçi düşünceyi teşvik etti ve ödüllendirdi. Sosyal Bilimler Okulu’na bir
yıllığına burs desteği ile gelen fakülte üyelerinin disiplinlerarası bileşimi, yeni perspektifleri gündeme
getirdi.
Yeni perspektifler, Enstitü’deki yirmi küsür yılımın teması olabilir. Felsefeciler, edebiyatçılar ve her türlü
sosyal bilimcilerle bir arada olmanın yanı sıra, bir zamanlar hafife aldığım ya da gözardı ettiğim temalar
ve teorileri de araştırmaya başladım. Bunların bazıları Judith Butler, Drucilla Cornell ve Wendy Brown
gibi öğretim üyelerin etkisiyle oldu. Bu kişilerin çalışmaları eleştiriyi yeni bir alana taşıdı: Cinsellik,
hukuk, siyasal felsefe. Cinsellik araştırmalarına ve queer teoriye yönelik artan ilginin yanı sıra, sözkonusu
akademisyenler ve diğerlerinin psikanalizden faydalanması, dikkatimi Freud ve Lacan’a yönlendirdi. Her
ikisini de Rutgers’te verdiğim derslerde oldukça yetenekli yüksek lisans öğrencilerimle birlikte okurduk.
“Toplumsal Cinsiyet: Tarihsel Analiz İçin Faydalı Bir Kategori” (1986) isimli makalemde psikanalizin
tarihsel çalışma için önemini en aza indirmiştim; fakat şu an bunun fazla aceleci bir indirgeme olduğunu
düşünmeye başladım. Bu, “eski ekolden” bir araştırmacıyla birlikte psikoterapiyi araştırma kararı aldığım
bir döneme denk geldi.
Psikanaliz yapılırken teoriyi takip etmek her daim işe yaramadı, ancak yine de bazı avantajları vardı.
Bunlar arasında şunu öğrendim, teori ancak zihnin bir hayli bireyselleştirilmiş oluşumlarının
açıklanmasında işlevli olabilirdi ve kişinin edindiği en iyi kavrayış, tanısal sınıflamanın uygulamasından
gelmiyordu. Açıkçası bunlar dile gösterilen kurnazca ilgiden, belirli bir hayat deneyimi bağlamında
rüyaların, hikâyelerin ve fantazilerin yorumlayıcı okumasından kaynaklanıyordu. Elbette ki, bu
yorumlamalar teori temellidir; yani yer değiştirme ve yoğunlaşma, imgelem ve sembolik temsil ve de
18 öznelerin tanımlanmasındaki ikilem olarak cins ve cinsel farklılığın işleyişi; bilinçdışının işleyişini
anlamaya yöneliktir. Erkeklik ve kadınlık algısını kabul edilir bir toplumsal görev olarak görmekten
ziyade, süregiden bir problem olarak belirleyen bu tarz bir psikanalitik okuma, açıklamaya çalıştığım
toplumsal cinsiyet mefhumuna büyük bir esneklik getirdi. Toplumsal cinsiyeti tarihsel araştırma için bir
soruya dönüştürme girişiminin sıklıkla metodolojik reçeteler şeklinde okunmasına karşın, psikanalizin
cinsiyet farklılığı kuramsallaştırması gerek bireysel gerekse kolektif düzlemde sorgulama yapmakta ısrar
eder. Bir toplumsal cinsiyet ve cinsiyet sınırlarının toplumsal ve siyasal olarak denetlenmesini okuma
yolu önerir, cinsiyet farklılığına atfedilen kaygıların müzakere edilmek amacıyla okunması yöntemini
önerir. Kaldı ki bu, bilinen fakat anlamları ve etkileri asla kesin olmayan bir farklılıktır. Toplumsal
cinsiyet belirli tarihsel bağlamlarda bu anlamları muhafaza etmekte daima başarısız bir girişimdir; siyaset
kendi toplumsal düzen vizyonunu üretmek adına bu anlamları yaratır ve kendini bu anlamalara dayandırır.
Toplumsal düzenin ve aynı şekilde toplumsal cinsiyetin çatışan görüşleri siyasetin işidir.
Benim kendi psikanalizim ise farklı bir etki yarattı. Eleştireye yönelik ilgimin zihinsel temellerinde
yatıştırıcı bir etkisi oldu. Bu makalenin başlarında eleştirinin psikodinamiklerini tanımlamıştım: “Aslında
ortak amaçlar paylaştığım, o ya da bu şekilde değer verdiğim, kabulünü ya da şefkâtini beklediğim birisi
(veya bir grup) tarafından konulan kuralları (aidiyet koşullarını) kabullenmenin eleştirel reddi.” Bunu
karmaşık bir Oedipal formasyona atfediyorum ve bu, uzun yıllar boyunca öfke tarafından tetiklenmişti.
Öncüllerine meydan okduğum kişilerce kabul edilme arzusunun; farkına vardığım çelişkiler ve sınırlar
hakkında düşünmek konusunda dahi başarısız olmalarının; eleştiriyi kabul etmenin –eleştirinin tutkuyla
önerildiğini, red değil gelişme hedeflediğini görmek- kaçınılmaz reddinin neden ve sonucunda öfke vardı.
Bu öfkenin yitimi eleştirinin gücünü ya da çekiciliğini azaltmadı; eğer etkilediği bir şey varsa, o da
entelektüel yaklaşımları daha çok açığa kavuşturması ve deneyimi daha keyifli hale getirmesidir.
*
Kişinin alabileceği pek çok kuramsal pozisyon olmasına rağmen, teori olmaksızın eleştiri işe yaramaz.
Bence bu, benim sevdiğim tarihle, beni bilgi sahibi yapan ancak aydınlatmayan ya da
heyecanlandırmayan tarihi ayrıştıran şey. Ve bu günlerde ortalıkta pek çok “sahte teori” dolaşıyor.
Foucault’ya, Freud ya da hatta Marx’a büyük atıflarda bulunan insanlar düşünceler, olaylar ve hareketlere
dair geleneksel tanımlayıcı anlatılarla yazılarını sonlandırıyorlar. Disiplinin iyileştireci gücü, genç
akademisyenlerinin tutkusunda yatıyor. Disiplinin umut vaad eden öğrenciler talep edişine ve tanıdığım
en yaratıcı öğrencilere ızdırap çektirdiğine tanık oldum. Bu sonuncular henüz yenik düşmedi ve bence
onlar çelişkili bir şekilde disiplinin gelecekteki ümididirler. Adorno’nun yıllar önce belirttiği gibi, eleştiri
ya da onun ifadesiyle “açık düşünmek”, “kendinden ötesini işaret eder”.
Ya da eleştirel düşünce ve siyaset arasında bağlantı kurmak için tekrar Foucault’ya geri dönecek olursak:
“İdeal” anlamdaki eleştiriye ve “gerçek” anlamdaki değişime karşı çıkmamız gerektiğini düşünmüyorum.
Eleştiri bir şeylerin olması gerektiği gibi olmadığını söylemek anlamına gelmez. Verili kabul ettiğimiz
pratiklerin ne tür bulgular, anlatım biçimleri ve miras bırakılmış düşünme tarzlarına dayandığını
görmemizi sağlar... En aptal kurumlarda dahi bir miktar düşünce bakidir, en sessiz alışkanlıklarda bile
daima düşünce vardır. Eleştiri bu düşünceyi saklandığı yerden çıkarmayı ve onu değiştirmeyi denemeyi
içerir... Bu koşullarda, eleştiri (radikal eleştiri) her türlü değişim için kesinlikle kaçınılmazdır.
19 *
Son çalışmam Fransız feminizminin tarihlerinin yeniden anlatımının ve Fransa’daki iki yeni yasal
mevzuatın eleştirisi yoluyla Foucault’nun mücadelesini sürdürüyor. Bu kitaplar feminizm (Only
Paradoxes to Offer: French Feminists and the Rights of Man [1996], Parité: Sexual Equality and the
Crisis of French Universalism [2005]) ve İslami başörtüsüne yönelik cumhuriyetçi itirazlar (The Politics
of the Veil [2007]) hakkındadır. Tarih kitabı olarak yazılmış olmalarına rağmen her üç kitap da Fransız
evrenselcilik öğretisinin eleştirel birer analizini içerir. Fransız Devriminin başarısı olarak evrenselciliği
öven klasik hikâyeyi reddederek, Fransız ulus kimliğinin sınırları ve anlamları hakkında süregiden bir
tartışmaya müdahil oldum. Şu an akademik özgürlük üzerine –kavramın ABD’deki tarihi ve
uygulamalarının analizini içeren- bir kitaba dönüşecek (2008 bahar söneminde Irvine-California
Üniversitesi’nde Wellek[18] seminerlerinde sunulan notlar) seminer notlarını kaleme
alıyorum. Üniversitenin geleceğine dair benim günümüzdeki —ilk elden siyasal ve entelektüel—
mücadeleye dahil olma yöntemim bu şekilde. Sonrasında ise dikkatimi, tarihçiler için psikanalizin
değerine, bilhassa da yorumlamacı okumalarımız için fantazi kavramının kullanımına dair derleme bir
kitaba yönlendireceğim. Bu, tarih pratiğine yönelik eleştirel bir müdahale yöntemidir.
Bundan sonra neyin geleceğini zaman gösterecek; konu seçimimi ne tür siyasal/kavramsal sorunların
dikkatimi çektiği ve ne tür faydalı katkılar sunabileceğim belirleyecek. Bildiğim tek şey şu ki; eleştiriye
yönelik tutkum ve eleştiriye yönelik süregiden talep tükenmeyecektir. Eleştirel tarih yazmak için –vakit
tükeniyor gibi gözükse de- iyi bir neden hep vardır.
[1]Bu makale, Becoming Historians isimli kitapta yayımlanmıştır. Bkz. J. Banner ve J. Gillis, Becoming Historians, University of
Chicago Press,[2009]. Makalenin çevirisini yayımlamamıza izin verdikleri için yazar Joan W. Scott’a ve Chicago Üniversitesi
Yayınları’na teşekkür ederiz.
[2]Tarihi olayları konu alan şiirlerin ilham perisidir. –ç.n.
[3] İsveç kökenli Amerikalı, sendika aktivisti, şarkı yazarı, sosyalist bir işçi. 1879-1915 yılları arasında yaşamış, tartışmalı bir
dava neticesinde idam edilmiştir. –ç.n.
[4]Woody Guthrie tarafından yazılmış bir işçi şarkısı. Şarkı, kadın bakış açısını ele alan bir işçi şarkısı yazılması talebine yanıt
olarak yazılmıştır. Parçanın ingilizce originali için bkz. http://www.woodyguthrie.org/Lyrics/Union_Maid.htm. -ç.n.
[5]Amerikan Kominist Partisi üyelerinin ya da yandaşlarının çocuklarına verilen isim. –ç.n.
[6] Amerika’nın önde gelen özel araştırma üniversitelerinden birisi. Boston şehrinin Waltham bölgesinde yer alan üniversitede
ağirlıklı olarak Yahudi öğrenciler bulunur. –ç.n.
[7] 1920’li ve 1930’lu yıllarda başlayan bir eleştiri akımıdır. Bu akıma göre, edebî sanat eserinin özerk (otonom) olarak ele
alınması gerektiği görüşü ileri sürülür. –ç.n.
[8] 1960’larda Güney Amerika’daki siyahların kamuya ait ulaşım araçlarını kullanımasına engel olan ayrımcı uygulamalara karşı
eylem örgütleyen insan hakları savunucuları. –ç.n.
20 [9] Annales Okulu, Marc Bloch ve Lucien Febvre tarafından sosyoloji, ekonomi, sosyal psikoloji ve antropoloji gibi çeşitli
toplum bilimleri ile işbirliği sağlayacak bir tarih bilimi yaklaşımı geliştirmek üzere 1929’da Strassbourg Üniversitesi’nde
kuruldu. Önceliklerinden biri, 19ç yüzyıl tarihçilerinin bir çoğu üzerinde etkili olan siyaset, diplomasi ve savaşlar tarihi üzerine
yoğunlaşan anlayışın aksine, olayların gerisindeki uzun erimli tarihsel yapıların araştırılmasıydı. –ç.n.
[10] Amerika ve Afrika kökenli kişiler için kullanılan ırkçı bir terim.–ç.n.
[11] Jean Jaures.Fransız sosyalist politikacı. –ç.n.
[12] Kitabın Fransızca originali, Les Nuits des Proletaires’dir. –ç.n.
[13]İng. her-story. Terim, 1960’ların sonlarında geleneksel tarih yazımına yönelik feminist bir eleştiri olarak üretilen yeni
kelimedir. İngilizcede “tarih” anlamına gelen history kelimesine atfen kullanılır, tarihin kadınların bakış açısını dikkate alarak
yazılması gerektiğini savunur. –ç.n.
[14] İng. The Genesis. –ç.n.
[15] Sovyet döneminde, fanzin benzeri bir yöntemle elden ele yayılan yeraltı edebiyatı. –ç.n.
[16] SSRC: Social Science Research Council. –ç.n.
[17]İng. deconstruction. –ç.n.
[18] Karşılaştırmalı edebiyat eleştirmeni René Wellek anısına atfedilen seminer serileri.-ç.n.
21