BOSPHORUS CHRONICLE

Transkript

BOSPHORUS CHRONICLE
bo s p h o ru s
ch r o n i c le
The quarterly Robert College Newspaper
A supplement of the Bosphorus Chronicle June 2013 issue. / Bosphorus Chronicle’ın Haziran 2013 ekidir.
Martı
Üflüyorum, üflüyorum
Çıkmıyor baloncuklar.
Dur dur-amadım Zaman-ı!
Setenay Gel
Yayın Adı
Bosphorus Chronicle’ın Martı Eki
İmtiyaz Sahibi ve Uyruğu
Özel Amerikan Robert Lisesi
Güler Kamer - T.C.
Sorumlu Öğretmen
Özgül Akgül
Editör
Z. Elçin Metin
Tasarım ve Sayfa Düzeni
Z. Elçin Metin
Yazarlar
Ecegül Bayram
Z. Elçin Metin
Şerna Viyan Petekkaya
Tülay Çalışkan
Deniz Şahintürk
Rojin İdil Erdoğdu
Pınarnaz Eren
Çağla Ceren Türkoğlu
Ecenur Etiler
Oğuz Yıldız
Emre Manavoğlu
Kapak Fotoğrafı
Mert Dilek
Yönetim Yeri
Özel Amerikan Robert Lisesi
Kuruçeşme Caddesi No:87
Arnavutköy/İSTANBUL
Tel: (0212) 359 22 22
Yayının Türü
Yerel, Süreli
Yayının Dili
Türkçe
Ofset Hazırlık ve Basım Yeri
Birmat Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
100. Yıl Mah. Matbaacılar Sitesi
1. Cad. No:131 Bağcılar/İSTANBUL
Tel: (0212) 629 05 59-60
Basım Yılı
Haziran 2013
ler
eki
nd
İçi
1
ci
i
2
k
re E kin
m
3
e
E
di, Alp T ilek
m
7
i
z
Ş
D
ak i, Yağı Mert kar 11
m
l
ün
O
n,
ler
rda n Düş l kadı u E. H Dilek i 13
a
l
l
te lins
r
rt
Yo
nti
Me Güne lu 14
e
,
P
ldir ük Ka
k
e
,
.
z
a
en
15
oğ
m
M
Gü Büy
lerk oyun Lara Türk kin 17
k
Ne
e
S
e
n
T
re
k
uk,
ğa B
18
cul , Ç. Ce ız Alp intür
Do
l
o
Y
n
ğ
8
h
e
a
5
9
a
r
4
92 -243, Y eniz Ş naz E aya 1 0
7
r
2
299
it, D ına tekk k
Kes arı, P an Pe intür n 21
3
ah
iy
re
aşl
ış Y rna V eniz Ş rnaz E bol 2 5
y
a
Ar a, Şe rı, D Pına n Eli ya 2
d
a
,
8
nın Yolcul ğmur lpere tekka u 2
r
a
d
a
A
e
9
K
.
n P Erdoğ en 2 1
ne Gece mla Y
a
y
An
i
r
3
V
E
il
Da
Bir
rna jin İd arnaz ışkan 33
e
Ş
O, ir, Ro ç, Pın y Çal ıran 35
a
k
la
a D Gülün ar, Tü oprak türk 35
r
a
l
l
ız
hin en
uh
in T
Yıld
n R li, Sel niz Şa ilekl k 36
a
s
e
D
7
e
şi
re
Flo lık Ye iiri, D eniz a Beb an 3 8
d
n
D
k
Ş
3
a
ş
E
a
Kar ün İlk , Alar oşluk, y Çalı Gel 39
n
ı
l
y
n
a
B
a
ül
ın
Gü üşün
ena
0
Kan
D
le, T ... Set ünayd ök 4
u
K
k
i
41
G
iş
ğit da Öz kuş 42
i
Fild
Y
E
Yo
Y.
et, Agop, anur ekin 43
n
n
T
e
Bay a, Fatm z Alp Edis 44
eC
v
r
rç
çin
en
ife
ağı
r Pa en, Y re, La üşra Y u 44
Luc
i
,
B
r
d
5
lg
le
la
n
Edi u Göz “...”, B Erdoğ nel 4 6
işte
san
n
m
İ
l
ç
İ
,
i
B
e
G
İd , Sıla m 4
eler
sın
n
i
a
j
ra
47
Far
o
ar
Olm
r, R lı Bah ül Bay başı 49
h
a
l
a
t
l
sko Sak , Eceg n Gö rsin
Sab
a
51
Ma
k
u
Ş
ma mutc egül E oğlu 53
t
a
U
ş
Ah
K
ne akal, m, Ay n Türk afer 55
S plu ere
Z
biri
r
i
B
ı
To Ç. C Feyme Yokuş
ğ
ı
l
.
a
,
ğlu
nur
arı
Or t
unl atma Sicimo
y
O
,F
n
vsim harım atuha
e
M Ba t, B
im Mar
Ben
Editörden
Baharımızı geride bırakırken renkli zamanların hüznünü duyuyoruz. Kiraz çiçeklerini, serin ve sakin yağmurları, uyanışımızı özleyeceğiz; elbette içimiz buruk...
Martı ise gülümsüyor; bu bahar biriktirdiklerimizi, hislerimizi, söyleyemediklerimizi, nefesimizin
yetmediklerini, hayallerimizi paylaşmaktan mutlu. Her geçen gün daha da yoğunlaştığı için minnettar.
Bu gelişmeyi yakından izleyen bizler de minnettarız. Edebiyat tutkumuzu paylaştıkça birlikte kalacağız.
Bahara veda ederken yaz için umutlar büyütüyoruz. Bir yaza daha, yeni duygular kazanmak, içimizdekileri sözcüklere yansıtmak beklentisiyle adım atıyor, yeniden buluşmak üzere ayrılıyoruz.
Umarım, nefis birer çileğe dönüşür hayatlarımız, tıpkı hayallerimizdeki gibi... En azından edebiyatın her an yanımızda olduğunu biliyoruz.
Elçin
Şiir Yarışması Birincisi
“Ne Güzeldir Yollarda
Olmak Şimdi”*
Emre Ekici
Arabanın rengini kestirmek ayıp
ama koyu,
kirli ve donmuş soluk çamurlu,
ve kamyonların yaptığını unutamayan gri asfaltın sönmüş tekerlerle tartışması
bana gülümsetici bir trajediyi anlatan bir tını.
Camı bulanık loş lambamız sarı yanmakta
belki bıyıklarımızdan gülümsememiz gözükmüyor
ve savruk sakallarımız örgü kazaklarımızın altında bordo ve boz
kurt değiliz sürüye bağlı ama iki tarafımız kır’a âşık sessiz bir ebediyetteyiz.
Saçlar yağlı ve tozlu, ve rahat
o kokuyu istiyoruz,
ve kadife koltukların dik rahatsızlığı,
yolun karanlığı,
kırmızı şarabın keçi peyniriyle reaksiyonu,
dilde bıraktığı kekremsilik.
ve o ağızdan gece vakti iki ses,
uzunlar:
Edebiyat
*Yeni Türkü’nün “Mamak Türküsü”den bir dize.
1
Şiir Yarışması İkincisi
Büyük Kantin Düşleri
Yağız Alp Tekin
Heyecan verici küçük kız
Elbet böyle başlatmazdım şiirimi
Kırmızı montun olurdu başında
Siyah gözlerin, kabarık saçların.
Aramıza sokulan üç metre olurdu
Bir kelime dahi edilmese de yeterliydi:
Kuru kalmış dillerimizin sessizliği, gözlerin şöleni.
Yine de çok şey paylaştık,
Sonsuz sessizlik mesela,
Hiç birbirine değmeyen dudaklar
Güneşi birlikte doğurmamak
Hiçler, amalar, hayırlar.
Derken kalktım esen fırtınaya karşı
Yersizce silgi isteyecektim yalnızca
Bir şölen daha koptu üç metrede
Her şeye kadir, kötülüklerin kaynağı
Elma yuvarlandı yerde
İki-üç derken şimşek çaktı,
Karanlıklar aydınlandı
Detaylar eskiyi aramaya koyuldu.
Koşarlarken çıplakçasına çevrede,
Ayıp kalmadı, çoluk çocuk uzaklaştı gitti.
Silgi düştü
Birkaç sekti
Sonra durdu.
2
Şiir Yarışması Üçüncüsü
tel kadın
Mert Dilek
olduğunda küçüktü
hemen hemen yaşında
işte o zaman
izledi
annem birkaç yılda bir anlatır bunu bana
ibretlik olsun diye
sadece bir anlığına pencereler açılır
hava aniden içeri girer
dolsun
diye içerisi
ama sonra yine aynı sessizlik
annem anlatır bunları
bunları annem anlatır
tüm şehri ören çelik kablolar gibi örer bunları
biz de onlara oturup
dinleriz
olduğunda yaşındaydı
işte o zaman havuzun çekti
izledi
durgunluğun içinden onun nasıl azaplara sürüklendiğinin
söylentileri geldi
gelirdi
annem çelik tellerini daha da inceltir
bir yerlerden geçirtir
bir şekilde
taşıdığı seslerin kanatları daha hızlı
çarpar
kırmızı teller
mavi teller
gece mavisi teller
evin içinde parmak uçlarında yürümemiz
gerektiğini bildiğimiz gecelerin mavisi
teller
olduğunda yaşındaydı
işte o zaman vakti akışını izledi
o tellerden yaptığı pençeleri var
havuzun
3
çekti
annemin
bizi ayık
diri
tutan
biz de
tutunuruz onlara
dinlemek için
ibretlik olsun diye
elektrik geri çarpar bize
dinledikçe
canımız acır ama
severiz
işte
olduğunda yaşındaydı
işte o zaman vakti havuzun çekti
akışını izledi
annem
tel kadın
ördüğü telleri daha da inceltti
kesik kesik cümleleri
sıklaştıkça
ördüğü tellerin tel örgülerin rengi karardı
efsanelerden yapılma bir sicim o
annem
sessizlikten yapılma bir gökyüzünün
üzerine asılı
ama bu gece
işte bu gece
kırar o kınnabı
olduğunda on altı yaşındaydı
işte o zaman bir akşam vakti annesinin yüzdüğü havuzun tıpasını çekti kadının
deliklerden akışını gidişini izledi
küçük kız
havuzu bir çırpıda boşalttı
ve annesi son anda kurtulmak için
kadın son anda yüzgeçler
solungaçlar
çıkardı ketum minyon bedeninden
keşke yapmasaydı
der hep annem
keşke yapmasaydı
çünkü sonra yitmesi daha zor oldu
takıldı
kız itti onu
kadın gitti
kız geldi
işte ben o kadının geçmişini
sadece akislerinin yarattığı şekillerden
4
biliyorum
tellerin çizdiği o şekillerden
biliyorum
uzakta bir yerde
telgraf memurunun çıkardığı
sesler onu uzaklaştırırken
benden
teller kalınlaşırken
annem susarken
o hâlâ konuşuyor
solungaçlarından sesler
çıkarıyor
o hâlâ parçalanmış
delik deşik edilmiş
sevgisini
tüm şehri ören çelik kablolar
kırmızı teller
mavi teller
üzerinden yayarken civara
o şehrin
bu şehrin
surlarına hayat pompalarken
acısının dalgalarınıysa
utana sakına
gönderirken bana
bekleyen kulaklara
yer altındaki bakır tünellerden
dinletirken
elemini
o kadın hâlâ konuşuyor
annem susarken
o hâlâ konuşuyor
tellerin öte yanından
annemin sesi incecik
ve deliklerle
boşluklarla dolu
geliyor
aman dikkat
diyor
aman
erken yatın bu gece ışığını açık kalmayacağım
akşam erken çalışacağım unutmayın sizi çok
.
Çünkü onun sesi en çok sessizliğinde gür çıkıyor.
5
Mert Dilek
Öykü Yarışması Birincisi
Doğa Beklerken
Hava sakin ve pusluydu. Onu korkutan yağmur dolu sinirli bulutları göremiyordu; o sisten perdenin ardında kendisine pusu
kurulduğunu bir sızı gibi hissediyordu. Güneş
parıldamıyor, ay henüz yakamozlarını salıvermemiş gecenin karanlığına, teslim olmuş
denize. Hava insanı dehşetle çıldırtacak kadar
sıcak değildi, rüzgâr da soba dumanıyla dansa tutuştuğu zamanki gibi hırçın esmiyordu.
Ağaçlar ne ahenkle dans ediyor ne de henüz
tomurcuklanmış dallarının ağırlığında belleri
bükülüyordu. Doğa, bekliyordu.
Pelinsu E. Hünkar
gibi çağlarım. Bir kez kahkaha atsan, gülsen,
tebessüm etsen hiç olmazsa, kurtuluşum olur
benim, benliğimin pisliğini kendi gözyaşımla,
kanımla, tenimle yıkarım.
Bir insan var. Dışarıda duruyor, bu sis
perdesinin ardında. Tanımıyorum... Kimse tanımaz. Geniş yağlı bir sırtı, kilolu bedeninin
kadınsı hatları, uzun saçlarında dişiliğinin
değil üşengeçliğinin dokunuşları var. Elleri
nasırlı değil fakat ne narin ne de öpülesi, dişlerinde eksik yok, yalnız öğle yemeğinde ne
yediği bir reçeteden okunurmuş gibi anlaşılıyor. Yüzündeki gülümseme gonca dudakları
arasında cilveyle yerini almasına karşın gırtlağında görünür görünmez bir âdemelması
saklanıyor.
Ne düşünüyorsun öyle derin? Anlamlı
gözlerin iki kelimeyi bir araya getirip anlatamadıktan sonra, ne anlamı var öyle uzaklara
gitmenin? Sus pus olmuş gözlerindeki boşluğu duyuyorum ben yalnız. Anlamın içine
saklanmış nahoş bir boşluk, karadelik gibi
içine çekiyor var olan romantik mânâları.
Sırtı dönüktü bana, yalnız çamurlu yağmurla yıkanmış, pisliğe bulanmış cama yansıyan
silüeti vardı. Bir cesedin ölüm pozisyonunu
betimleyen tebeşir bir sınır gibi… Gözleri iki
cam bilye gibi parıldıyor, pencerenin pisliğini temizliyor, ıslaklığındaki anlamın keskinliği sağanak bir yağmur gibi pürüzsüz tenini
dövüyordu. Bir kez oraya değil bana baksan,
inan bana, daha kirli değilim. Gözlerin onu
yıkadığı kadar beni yıkasa bir duru ırmak
Bir insan var, güneş onu yakmaz yağmur onu ıslatmaz, ancak kar bir bebeğin üstünü örtermiş gibi şefkâtle sarabilir onu. O
olsa da dünya döner, olmasa da; o uyusa da
güneş açar, o güneşin kendisi olsa da. O, bir
şeytan gibi günah doğursa da; iyilik var olur,
bahçesi cennet olsa da. Hiçbir kilidi açmayan
bir anahtar, bir ölünün damarında kurumuş
kan, uzun bir cümlenin unutulmuş öznesi...
Hayaletine işlemiş bir Oblomovluk ki, Oblomov bile olamıyor bu mahzun hikâyede nefsine işlemiş buğulu silikliğinden; Oblomovken
7
bile kendisi ertesi gününün bugününden farksız olması için dua eden bir Oblomovkalıdan
farkı kalmıyor.
Bir insan var, akşam gurubunda gölgesi takip etmez zayıf adımlarını ve üzerinde
hep bir yağmur bulutu dolaşsa da hiç ıslanmaz
göğsü tıksıran nefesinde. Dışarıda duruyor,
tanımıyorum. Kimse tanımaz. Nadasa bırakılmış bir tarlada dimdik duran bir korkuluk,
zifiri karanlıkta vals yapan iki küçük karınca,
kalabalığın gürültüsünde söylenmiş türkü, bir
bulut gökkuşağının ardında, akan bir ırmak
denizin ortasında… Varlığı belli değil sonsuza
giden kaybolmuşluğunda, koca bir hiçlik kâinat dolusu bir var oluşta. Tanımıyorum, kimse tanımaz; böyle bir yolcuya kimse gittiği yeri
soramaz.
Ben bir âdemoğlu, dön bana sevgilim tut
ellerimi. Susadım aydınlığa. Açım, açım işte
ey ruhum sözüm sana. Çölde bir buz yanığıyım bir seferînin çıplak topuklarında, dua
edere daha az benziyor ellerim henüz budanmış dalları göğe uzanan bir ağaçtan. Ellerimi
ne zaman açsam iki yana, ya da birleştirsem
koynumda, öyle sıcak öyle suskun af dilesem,
bileklerim tutunuyor birbirine, dua ederken
ben teslim oluyorum kaderimin iplerine. Bir
Filistin askısına asıyor ki beni hayallerim…
8
İşkence… Ve kan gövdeyi götürmekte… Ben
itiraf ediyorum sevgilim, dayanamaz bu bedenim daha fazla kirletilmeye. Beni çiğneyen
ayaklara dargın, beni örtmeyen yeşile küskünüm. İlla ölü mü olmak gerekiyor, güller yetiştirmek için kollarıma, ayaklarıma, soluk akciğerlerime kök salmış? Hayal kurmak, hasta
etmiyor değil mi?
Sırtın bana dönük ve gözlerin kor bir
ateş gibi eritiyor camı. Islak sandığım gözlerinde şimdi bir ateşin buğulu sıcaklığı. Bana
dönsen, bana baksan bir kez, inan bana daha
kirli değilim. Görmeye alışmış gözler, karanlığa düştüklerinde açık mı yoksa kapalı mı olduklarını anlamazlar, bir bakmışsın, yaz güneşinde bile sarhoş bir âmâsın. Ben bu cahilliğe
düştüğümde, kamburum bile çıkmamışken
henüz, diri bir delikanlıydım sevgilim. Islığım
kuruturken dilimi, tabiatım buzdan bir şato
örmüş, hapsolmuş ruhum aldanıp da üşengeçliğin büyülü gerçekliğine. Şimdi gözlerindeki
kor eritmezse duvarlarımı alev alev uykular
biriktireceğim onun soğukluğunda.
Sesim ulaşsa sana, bir tınısı belki kulaklarında yankılansa, kıyamazsın biliyorum;
dönersin bana. Tenim dokunsa sana, korkarım, ya durursa kanım damarlarımda? Bir tek
senin ateşin söndürür benim kar beyazı kıvıl-
cımlarımı, bir kez dokunsan bana kurtuluşum
olur, ağlarım bir sevda uzunluğunda...
nadığı bir saklambaçtır; şimdi sayma sırası
onda. Hayır, acımıyorum ona, koruyorum ve
hem bana hem ona fazla bu dünya. Veda ettiği
anda, güleceğim ve öyle bir kahkaha atacağım
ki, temizlenecek tüm bu kir, bu pas, neşemin
soluğunda. Siyahı alacağım, işte tam o sırada,
gökyüzü, renk cümbüşünde yeniden doğacak.
Üstünü ağların, tozun, böcek ölülerinin kapladığı bu tabloyu kanımla, terimle, gözyaşımla
yıkayacağım. O yok olsa, ben dipdiri yeniden
var olacağım.
Bir insan, çekmecesindeki katran siyahı kâğıtlarından birini aldı. Kara dolma kalemini alıp kapağını itinayla açtı, derin bir nefes
alıp iri vücudunda nokta kadar kalmış burun
deliklerinden, hohladı. Oysa içindeki, akşam
ayazında kalmış kuru hava, mürekkebi coşturmadı, aksine suskunluklar birikti kalemin
sivri ucunda. Bir insan, kara bir kâğıda kara
kalemin kara harfleriyle şunları yazdı:
Hava bulanıktı, henüz hüznünü akıtmaya başlamamış, pembe kar bulutlarının
ardında güneş tüm mutluluğuyla sırıtmaktaydı. Yağmurun hüznünün bütünlüğünü başak
sarısı güneş bozuyor, güneşin heyecanlı hüzmelerini gri bulutların görünmez şövalyeleri
engelliyordu. Ağaçların dallarında açmaya
hazırlanan çiçekler, müjdeciler sessiz bir gürültüyle patlamak için üstündeki beyaz çarşaf
henüz kalkmış olan topraktan gelecek tek bir
emri bekliyorlardı. Lalenin zikzaklarla dolu
kırmızı yapraklarını engin dağların huzuruna
eriştirebilmesi için, inlerine mahpus edilmiş
boz ayıların artık uyanabilmesi için, mor salkımların arılara ziyafet sunabilmesi ve tabiatın
insanlığı kendine bir kez daha hayran kılması
için, doğa bekliyordu. Göçmen kuşlar nereye
gideceğini bilemez. Deniz hırpalamalı mı yine
kumsalı, yoksa durulmalı mı? Altın kafesin
içinde bülbül şakımalı mı, beklemeli mi biraz
daha ki sesi gitmesin boşuna; eğer daha gelmediyse kırlangıçlar yuvalarına neye yarar en
güzel şarkıları söylemek? Ya ateş böcekleri ne
yapsın, biraz daha kırıntı dilenmeli mi karıncadan yoksa tam da sırası mı çalıp da söylemenin? Bir adam, yaşayan ama ölü bir adam belki de terk edip gitme tez canlılığını göstermeli
mi, bir ölü canı çekince mezar değiştirebilir mi
ki?
“Sevgilim,
Bir lale gibi dağlanmakta dibim, bir
gül gibi yanmakta bülbülün sevdasıyla, yükselen ay gibi muhtacım ışığınıza. Ellerim uzanamıyor, yakınsınız yalnız bir o kadar uzak,
sıcaksınız ama fırtınanız iliklerimde. Bir gülüşünüz yetiyorken susuzluğumu gidermeye,
neden sevgilim, neden uzaklaşıyorsunuz gitgide? Ne düşünüyorsunuz öyle derin? Öyleyse
ne ben sordum ne de siz söyleyiverin.”
O insan, yine derin bir nefes aldı, kadının kokusunu alır umuduyla ağır ağır yokladı aldığı soluğu. Yoktu. Uzanmıyordu kadına elleri, ne kadar gerinse de yetişemiyordu
ona bedeni. Zaten dolu olan midesini varlığıyla iyice rahatsız eden bu hava fazlalığını bir
nefeste üfleyiverdi, kâğıt havalandı, uçmayı
öğrendi. O kara kalemle süslenmiş kara kâğıt
kadının dizlerinin üzerine düşüverdi.
Bir insan var. Tanımıyorum. Acıyorum ona. Aramızda şu siyah süzgeç olmasa
yüzüne bakamam, tiksinirim. Baygın bakışları hep uykuda, düşmüş omuz başları ürkütüyor beni, üzerime kapaklanmaya çalışıyormuş da beni de kendi sersemliğinin içine
kapatmak istermiş gibi... Eğimli duruşuyla bir
yay gibi bükülecek, bir kılıf gibi saracak çevremi. Ve ben nefes alamayacağım mahmurluğunda. Bir ceza olmaz onu ölürmek, hatta
belki bir iyilik? Uyuşukluk uyuşturucusunun
müptelası gibi kıvranırken o, çıkarmalı yüreğini, güneş doğmalı o an ve kör etmeli perişanlığa alışmış gözlerini. Ölüm ruhların oy-
Yaz, kışın ölümünü diledi; kış, yazın
gülüşüne özendi. Doğa bekliyordu; lakin o kış
camlar hiç silinmedi, kadın hiç konuşmadı,
kara yazılı kara mektup hiç okunmadı, bir insan ne öldü ne de bavulunu alıp çıkabildi. Zaten o kış, bahar hiç gelmedi.
9
Eda Karataş
Öykü Yarışması İkincisi
Soyunmak
Sağ yanağımdayım. Jileti yavaş yavaş,
ama emin adımlarla indiriyorum. Çünkü
zorundayım. Yüzümün hemen hemen yarısını
kaplamış bu süt denizinin içinde, jiletin
güzergâhını adım adım, ama hep bir adım
arkadan takip eden, kendine gayet düzgün
bir yol çizen esmer derim görmeyeli daha
da soluklaşmış. Aradan geçen ayların bana
varlığını bile unutturduğu bu pürüzsüz yüz,
solukluğuna rağmen hâlâ eskisi gibi, orada.
Çeneme yaklaşıyorum. Yapraklarını döken bir
ağacım. Aylardır benim olan bu kılların şimdi
böyle, tek nefeste benden ayrıldıklarını, lavabonun sağ kenarına tatlı tatlı döküldüklerini,
üst üste, yan yana birbirlerine üşüştüklerini
görmek hiç kolay değil benim için. Onlar
o soğuk mermeri daha çok sevdikçe, benim
sağ yanağımda sıcak, sımsıcak, kırmızı güller
açıyor âdeta. Yanıyorum, çok sıcak.
Boynumun sağ tarafındayım. Jileti
yavaş yavaş, ama emin adımlarla indiriyorum.
Çünkü zorundayım. Vücudumun bu mahallelerine en son bu kadar yakından baktığımda
bugünden en az dört ay önceydi. Aradan
geçen o dört ay boyunca Asurlu bir savaşçı
oldum ben, bir Yunan tanrısı, bir padişah.
Ve üstelik bendim bunu yapan kendime.
Ne bir emek harcamam gerekiyordu, ne de
fazladan bir şeyler yapmam, aksine, kendimi
her gün yapmaktan nefret ettiğim, ama hep
yapmak zorunda olduğum bir meşgaleden
kurtarmıştım. Ve bu kadar az emekle ne kadar mutlu etmiştim kendimi: Sarmaşıklar gibi
günbegün yüzümü sarmaya başlayan bu kıl
örtüsü beni bende hissettiriyordu. İşte bendim o adam. Hayatımda belki de ilk kez kendimi kendimde hissetmiş, kendi bedenime ait
olduğumu, benim bedenimin beni, başkasını
değil, sadece ama sadece beni içerdiğini
11
Mert Dilek
duyumsamıştım. Peki neden bu yaşıma kadar
o pürüzsüz yüzüm beni böyle hissettirmekten âciz kalmıştı? Daha doğrusu, peki neden
ben o pürüzsüz yüze daha arkadaş canlısı,
daha insancıl davranmamıştım? Mutlu olmak,
kendimi mutlu etmek için ihtiyacım olanın
onun altından çıkacağını bilmeme rağmen,
neden bu kadar hor görmüştüm onu?
Boynumun sol tarafındayım. Jileti
yavaş yavaş, ama emin adımlarla indiriyorum.
Çünkü zorundayım. Yarın yolculuk var. Onlar yapmadan veya yaptırtmadan ben yapayım
istedim bunu. İyi bir dostla, hatta ondan da
ziyade, iyi bir sevgiliyle vedalaşırken sadece
ben ve o, ikimiz olalım istedim. Askerlerin,
komutanların, berberlerin orada olmasına,
ayrılışımızı izlemesine neden izin verecektim
ki? Vicdanımın rahatlığı bir yana, böyle de zor
olmuyor değil: Beni terk eden her kıl tanesiyle beraber, ben de beni terk ediyorum. Aylar
önceki o ağlak çocuk, hasta adam oluyorum.
Bana soran herkese, askere gitmemin en büyük
amacının kendimi bulmak, buralardan bir süre
uzaklaşıp kafa dinlemek, bazı şeyleri tekrardan
düşünmek olduğunu söylüyordum ama, daha
gitmeme aylar kala, ben zaten aradığımı
bulmuştum. Ve şimdi kendi ellerimle onu
kaybediyor, âdeta bu yolculuğun amacının
gerçekleşmesi, yolculuğun planladığım gibi
seyretmesi için bunu yapmak zorunda hissediyorum. Bulduğum şeyi bir daha bulmak
için, önce onu ikinci kez kaybediyorum.
Sol yanağımdayım. Jileti yavaş yavaş,
ama emin adımlarla indiriyorum. Çünkü
zorundayım. Zorunda olmasam, tıraşımı
burada, tam bu noktada bırakırsam çok komik görüneceğimi bilmesem, bu sefer jileti emin adımlarla indirmezdim işte. Ama
evet, zorundayım. Jileti yavaş yavaş, ama
emin adımlarla indiriyorum. Ve bu sefer süt
denizini yarıp kendini görünür kılan, esmer
derim değil. Derinin olması gereken yerde,
sol yanağımın tam ortasında başlayıp çenemin biraz üstünde biten bir yara, hayır,
bir yarık var. Nasıl oldu? Kim yaptı bunu
sana? Nerede? Ne zaman? Neden? Dört ay
öncesine dek hayatımın hemen hemen her
günü duyduğum bu soru işaretleri silsilesinin zehrini hafızamın derinliklerine ne
de güzel gömmüştüm. Şimdiyse, toprağı elleriyle kazmaktan tırnaklarının içleri kan
toplamış, yoksul ve yorgun, ekmek parası
için aklına gelen her şeyi yapabilecek bir ihtiyar misali, cesedi mezarından çıkarmak için
kollarımı sıvıyorum. Çok değil, birkaç saat
sonra, kendimi bu “ev” dediğim yerden dışarı
attığım zaman, ölü, huzursuz gözlerini bana
dikecek. Ve ben bunu, neden uykusundan
uyandırıldığı, zincirlerinden çıkarıldığını sormak için mi, yoksa neden benim onu uykusundan uyandırmak, zincirlerinden çıkarmak
için bu kadar beklediğimi, neden bu kadar geç
kaldığımı öğrenmek için mi yaptığını hiçbir
zaman bilemeyeceğim.
Dudaklarımın
altındayım.
Jileti
yavaş yavaş, ama emin adımlarla indiriyorum. Çünkü zorundayım. Gözlerim sürekli
sola, bana sinsi sinsi gülümseyen o yarığa
kayıyor. Kendimi çıplak hissediyorum.
Çıplaklaşıyorum. Beni ben yapması, beni
tanımlaması gereken bu yüz, bu iğrenç hırsız,
habis duygularla beni çalıyor. Gülümsüyor.
Yarığı gülümsetiyor, sonra da güldürüyor.
Dudaklarımın altını seviyorum, buralardan
kendimi silmek kısa sürüyor.
Dudaklarımın üstünde, bıyıklarımdayım. Jileti yavaş yavaş, ama emin adımlarla
indiriyorum. Çünkü zorundayım. Her dar12
beyle beraber kendimi daha da yok ediyorum. Tuvaline fırçasını öfkeyle vuran, kalın,
kendinden emin darbeler yaratmaktan gocunmayan bir ressamım ben. Elimdeki beyaz
boyayla ve boyanın ucundan damladığı kalın
ve uzun fırçayla, geçen hafta aynaya bakarak çizdiğim kendi portremi mahvediyorum. Önce kocaman bir çarpı işareti çiziyorum,
yüzümün tam ortasına. Artık yüzüm yok. Boya,
damla damla akıyor çarpının dört köşesinden.
Omuzlarıma, göğsüme dökülüyor. Birkaç
dakika sonra çarpı işareti onlarca ince ayak
üzerinde duruyor. Birkaç dakika sonra çarpı
işareti bu tabloyu kendi portresi ilan ediyor.
Yüzüm tertemiz; ne tek bir damla tıraş köpüğü
ne de tek bir tel kıl var. Çıplağım. Sonunda
çıplağım. Psikiyatristim son görüşmemizde
bana en son ne zaman ağladığımı sormuştu.
Ben de bilmediğimi, hatırlamadığımı
söylemiştim. O görüşmemizde ona söylediğim
tek doğru şey de buydu; evet, bilmiyordum,
hatırlamıyordum. Ama şimdi biliyorum.
Şimdi ne zaman ağlayacağımı biliyorum.
Şimdi, birazdan ağlayacağımı biliyorum.
Bu keskin ve temiz yüzü kıskanıyorum.
Bana ait olmadığını ve hiçbir zaman da
olamayacağını bildiğim için onu, evet, delicesine kıskanıyorum. Kendimi çıplak hissediyorum. Ama soyunmuşken de tam soyunmak gerekir. Tüm yüklerinden arınmak, kamburunu
bir köşeye bırakmak gerekir. İşte böyle anlarda
maskenin altındaki yüzün de bir maskeden
ibaret olduğunu kabul etmek elzemdir.
Sağ yanağımdayım. Jileti süratle,
ama utangaç adımlarla indiriyorum. Çünkü
zorundayım.
Öykü Yarışması Üçüncüsü
Yolculuk
Lara M. Güneri
ni de, kardeşi geldi o sırada odaya, ona en
sevdiği oyuncak ayısını verdi, doğduğundan
beri yanından ayırmadığı. Annesi biraz
zerdeçal, biraz tarhun paketlemişti, en sevdiği
yemekleri yapar diye, bunu söylemesiyle
gözyaşlarına boğuldu. Artık zaman gelmişti,
bavulu kapadı. Yüreği sıkıştı, daraldı, biliyordu bavulun kapanmasıyla hayatının bir dönemi de kapanmıştı. Herkese tek tek sarıldı, her
biriyle vedalaştığında kalbine bir düğüm daha
atıldı, bir nebze daha ağırlaştı yüreği. En son
sıra babasına geldi, sıkıca sarıldı ona, “Behruz”
dedi babası, kafasını kaldırdı, gözlerinin içine
baktı, bir şey söyleyecek gibi oldu babası,
söyleyemedi, ağladı. “Ne var baba?” demeyi o
kadar istedi ki, ama zaman yoktu. Bavulunu
aldı ve gitti.
Yıl 2000, İstanbul. Yatağın üstünde bavul, öylece duruyor, sessiz sedasız. Ne koysa
bilemedi; İstanbul’a ilk geldiği yıl, penceresinin
önünde yetişen ve ona evini hatırlatan yalnız
papatyayı mı, sahaflarda dolanırken gördüğü
babasının en sevdiği Dostoyevski kitabını mı,
yoksa babası sever diye aldığı kol düğmelerini
mi? Yıllar içinde ne çok şey biriktirmişti sırf
ona evini, ailesini, babasını hatırlattığı için.
Ama eli hiçbirine gitmedi, yapamadı; zaman
yoktu.
Bavulun içi bomboştu, belki de en
doğrusu buydu, bavulu kapadı. Boş bavulun yanına, yatağa oturdu. İran’dan kaçarken
ağlamamıştı, ailesini bırakırken de, İstanbul’da
aç kaldığı geceler de ağlamamıştı, hatta o sabah babasının ölüm haberini aldığında da.
Yanındaki boş bavula baktı, dayanamadı,
ağzından kaçtı; “Ne var baba?” ve ağlamaya
başladı, tutamıyordu kendini artık, ağladı.
Ağladıkça, yıllardır kalbinde taşıdığı düğümler
tek tek çözüldü, yüreğindeki yumru gevşedi,
hafifleşti.
Saat beş olduğunda kalbi bomboştu,
boş bavulu aldı ve gitti.
Bavulu dolabın tepesinde, durduğu
yerden kaldırdı, üstündeki tozları silkeleyerek yatağın üzerine koydu. İçini açtı,
kokladı, gözleri doldu, geri kapadı. Odanın
bir köşesinden diğerine yürüyüp durdu,
gözlerini bavuldan hiç ayırmayarak. Sanki bavulun varlığına alışmaya çalışıyordu,
kalbinin çok derinlerindeki bir yara tekrar
kanamaya başlamıştı sanki. Usul usul, korka
korka gitti bavulun yanına sanki bir bebeği
uyandırmamaya çalışır gibi, titrek elleriyle
bavulu okşadı, daha fazla dayanamadı, gözlerini sımsıkı yumdu.
Yıl 1980’di. Önünde bir bavul vardı,
toparlanması gerekiyordu ama zaman yoktu.
Sanki zaman kolaylaştıracaktı işi, sanki daha
az korkacaktı, daha yavaş çarpacaktı kalbi
zaman olsaydı. Geri dönüp dönemeyeceğini
bilmiyordu. “Dönüşü olup olmadığını
bilmediği bir yolculuğa ne götürür ki insan?”
diye sordu kendi kendine, cevabını bulamadı,
zaman yoktu.
Yıl 2000’di. Aradan yirmi yıl geçmişti,
geri dönüyordu işte. Önünde yine aynı bavul. Yine zaman yoktu, sabah gelmişti haber
“Babanı kaybettik, gel!” diye. Hemen aramıştı
havayollarını, ilk bileti almıştı kalbi çarpa
çarpa. Ne götürebilirdi ki yanında, onca şeyi
geride bırakmışken. Ayrılırken aklında tek
bir soru vardı, “Acaba evime geri dönebilecek miyim?”, şimdi cevabını biliyordu, ama
korkuyordu. “Yirmi yıl” dedi kendi kendine
sonra sustu, zaman yoktu.
Yıl 1980, Tahran. Humeyni, Şah’ı
devirip yeni geçmişti başa. Devrimle beraber
düşüncelerini dile getiren bir sürü de suçlu
çıkmıştı ortaya. On sekiz yaşındaydı daha,
üniversiteye yeni başlamıştı. Ama şimdi
önünde bir bavul vardı, gitmesi gerekiyordu
herkesi, her şeyi geride bırakarak, zaman
yoktu. Eline ilk gelen kıyafetleri koydu bavula, annesinin birkaç değerli mücevheri13
299 792 458
Zamanı durdurmak istiyorum...
Numaraları bile yazılmaya üşenilmiş
Salondaki büyük kaba duvar saatinin
Akrep ve yelkovanını çıkarıp
Elbise askısı yapmayı,
Bilgisayar ekranının sağ alt köşesine
Beyaz, mat bir bant yapıştırmayı,
Takvim yapraklarını koparıp
Üzerlerine pişmanlıklarımı yazmayı
Ve sonra da kirlenmiş yaprakları
Bir gökdelenin tepesinden
Sonsuz özgürlüğe kavuşturmayı,
Kronometrenin pillerini çıkarmayı,
Kol saatimin köşesindeki ‘dur’ tuşuna basmayı,
Eskimiş ayakkabıları cilalamayı,
Kırışmış suratları, elleri ve hatta kalpleriyle
Zamanın imzasını attığı insanları
Bir kasetmiş gibi geri sarmayı,
Hastane morglarının kapısını kilitleyip
Anahtarı yerin bin kat dibine gömmeyi,
Güneşi bir misinayla dünyaya bağlamayı,
Dünyanın devasa yörüngesini de
Zamanın henüz farkında olmayan çocuklara
Hulahup olarak vermek istiyorum.
Saklanmak için başını kuma gömen deve kuşları gibi...
14
Ç. Ceren Türkoğlu
-243
Yağız Alp Tekin
Kar eriyordu, havada ayaz.
Bir oklar akını, kanlar revan.
Kalçalarımız değmişti o gün
Beynim kalçalarımızdaydı, toparlak sert
kalçalarımızda.
Ödev, örf, âdet, kanunlar kar taneleriydi;
Kar taneleri eridi
Düştükten hemen sonra.
Gülümsüyordun, uzaklara dalarken
Zaten hep gülerdin sen,
Uzaklara bakarken.
Bir kalp imgesi değildi bu
Kıpkırmızı, yuvarlak hatlı
Ellerindi kalp; boynun, ayak parmakların
Üşüdüm.
Asfalt soğuğu verdikçe veriyor,
Ayaklarımsa aldı da aldı.
-243 yakındı, kalçalarımız olmasa
Kalçalarımız ayık tuttu, her şeye karşı.
Geniş hatlı gözlükler soğudu
Titanyumdu zira
Saçların aktı yerçekimine
Kargaları da gördükçe inandım ki
Aşk bu dünya işi değil
15
Mert Dilek
Kesit
Deniz Şahintürk
Sarı-kızıl buklelerini eliyle toplayıp tam
ensesinin üstünde tutturdu; sonra da yerden
aldığı eski bir dergiyle kendini serinletmeye
koyuldu. Daha sabah buz gibi olan odası nasıl
oluyor da şimdi cayır cayır yanıyordu ki zaten?
Süslü, eski tarz evlerle dolu sokağını hızlı adımlarla geçip Sıraselviler’e çıktı. İstiklâl’e
yaklaştıkça kalabalık giderek artıyordu.
İstanbul’a ilk geldiğinde bu kalabalıktan
nasıl tedirgin olduğunu hatırlayıp kendi kendine şaştı. O zamanlar henüz yirmi iki yaşındaydı ve tek istediği yalnız kalabilmekti.
“Lanet kapıcı!” diye söylendi, hırsla camı
açarken.
“E, doğal!” dedi kendi kendine.
“Artık nisan ayındayız be, bu kadar da yakılır mı kalorifer yahu!”
O zamanlar annesi, babası ve ağabeyi, aile
apartmanında ufacık bir dairede yaşıyorlardı. Hemen her gün yemeğe gelen anneannesi
ve teyzeleri de eklenince şöyle doğru düzgün
yalnız kalma fırsatı hemen hiç olmazdı. Oysa
şimdi gününün büyük kısmını evinin bir köşesinde kırık kalem ucu ve buruşturulmuş kâğıtlara batmış hâlde geçirdiğinden insan görmeye hasretti. Gerçi, değişken arkadaş çevresi
sağ olsun, hayatına giren çıkan belli değildi
ama şu koca şehirde ağabeyi dışında kimsesinin olmadığı düşüncesi de ona son zamanlarda çok da gerçek dışı gelmemeye başlamıştı.
Dışarının gürültüyle karışık soğuğu yüzüne çarpınca duyduğu kısa süreli rahatlama,
masasının başına tekrar geçtiğinde yok oldu.
Bomboş duran bilgisayar ekranına gözlerini
umutsuzca dikti; sonra da hiçbir işe yaramayacağını bilmesine rağmen oyununun son
sayfalarını tekrar okudu. Bir hafta öncesine
kadar sayfa sayfa yazdığı metin, şimdi tıkanıp
kalmıştı.
“Of, of, of!”
Kafasına ellerine gömüp çaresizce koltuğunda kıvrandı. Yapımcının verdiği tarih giderek yaklaştığından iyiden iyiye paniğe kapılıyordu. O yapımcıyla çalışma şansı eline bir
daha geçmeyebilirdi; ayağına gelen şansı da
şimdi kendi tepiyordu resmen!
Ağabeyini düşününce hafiften yerine gelmeye başlayan morali tekrar bozuldu. Kesin
bir derdi vardı ama ona bir türlü anlatmıyordu. Bir haftadır ağzını aramasına rağmen tek
bir şey öğrenememişti.
Fark etmeden Olivya Geçidi’ne kadar yürümüştü. Canı delicesine mozaik pasta çekiyordu, Gölge Kahve’ye girdi; tenhada bir masaya geçip önüne defterini açtı.
Midesi hafif hafif sancılanmaya başlayınca
dışarı çıkmaya karar verdi. Odasının duvarları üstüne üstüne gelmeye başlamıştı. Ufak
banyosuna geçip yüzü ve boynuna bolca su
çarptı. Üzerine eski bir erkek kazağı geçirip
kızıl buklelerini şöyle bir taradıktan sonra kolunun altına çantası ve defterini sıkıştırıp kendini dışarı attı.
Nedendir bilinmez ama ağabeyini düşününce anlamlandıramadığı bir ilham gelmişti. Her şeyden soyutlanıp yazmaya koyuldu.
17
Arayış Yaşları
Genelleme yapmak istemem, ancak sanırım arayış yaşlarındaki her birey kendisine,
yapabileceği bir şeyler arıyor. Kimisi müziği,
kimisi edebiyatı, kimisi sporu, bir şeyler pişirmeyi, fotoğraf çekmeyi, kimisi ise resim yapmayı… Kısacası, okuldan öte, başka şeyler de
olsun istiyoruz hayatımızda. Bu yaşlarda hayatımız boyunca ilgilenebileceğimiz bir alan
bulabiliyorsak kendimize, ne kadar şanslıyız!
Bundan yaklaşık iki üç ay önce röportaj yaptığım Hikmet Hükümenoğlu’nun sözlerini hatırlıyorum “hobilerden” söz açılınca. “İnsanın
hayatta bir hobisi olmalı.” demişti. Buradaki
Mert Dilek
18
Pınarnaz Eren
“bir”in birden çok anlamı var: Hem kişinin
uğraştığı bir şeyler olmalı hayatında hem de
gerçekten odaklandığı tek bir şey olmalı. Birden fazla karpuzu bir koltuğa sığdırmaya kalkınca olaylar tatsızlaşabiliyor. Hele ki yoğun
bir akademik hayata sahipseniz… Bu arayış
yaşlarında yeni şeyler denemek, hobiler edinmek, nelerden hoşlandığımızı, nelerden sıkıldığımızı bilmek ileride seçim yaparken büyük
kolaylık sağlayacak bize; ancak sınırları da bilmek gerek. Zaman, sandığımız kadar sınırsız;
biz, sandığımız kadar genç değiliz.
Anne Karnında
Şerna Viyan Petekkaya
Bir gençti, mutluydu. Annesi, babası
ve küçük kardeşiyle bir masada oturmuş, gülüyordu. Önünde kocaman bir pasta, pastanın
üzerinde on altı mum... Annesi, babası, kardeşi… Hepsi mutluydu. Yüzlerindeki kocaman
gülümsemeyle bir şarkı söylüyorlar, bir yandan da şarkının ritmine uyup ellerini çırpıyorlardı.
Bir gençti, mutluydu. Kardeşinin elini
tutmuş, onu parka götürüyordu. Parka giderken bir genç görmüştü, mutsuz. Mutsuz genç
bir köşede oturmuş ağlıyordu. Üstelik yanında
kimse yoktu. Mutlu genç, mutsuz gencin morarmış ellerine baktı, üzüldü.
Bir gençti, mutsuzdu. Birçok mutsuz
gençle birlikte yaşıyordu. Hava soğuk, gökyüzü karanlıktı. Ayaklarına baktı, ayakları çıplaktı.
Bir kız çocuğuydu, mutluydu. Elinde
balonu, koşuşturuyordu. Koluna bir kelebek
konunca önce korkmuş, ağlamıştı. Sonra annesi yanına gelmiş, kelebeğin ne kadar güzel
olduğundan söz etmişti. Bu sefer de kelebeği
korkuttuğu için utanmış, her yerde özür dilemek için onu aramıştı.
Bir erkek çocuğuydu, mutluydu. İlk
kez tiyatroya gitmiş, pek eğlenmişti. Gerçi
sahnedeki palyaçodan önce korkmuş, sonra
ağabeyinin güldüğünü görünce o da gülmüş,
palyaçoyu sevmişti.
Bir çocuktu, mutluydu. Annesi, babası
ve küçük kardeşiyle bir masada oturmuş, gülüyordu. Önünde kocaman bir pasta, pastanın
üzerinde altı mum... Annesi, babası, kardeşi…
Hepsi mutluydu. Yüzlerindeki kocaman gülümsemeyle bir şarkı söylüyorlar, bir yandan
da şarkının ritmine uyup ellerini çırpıyorlardı.
Bir çocuktu, mutluydu. Ablasının elini
tutmuş, parka gidiyordu. Parka giderken bir
çocuk görmüştü, mutsuz. Mutsuz çocuk bir
köşede oturmuş ağlıyordu. Üstelik yanında
kimse yoktu. Mutlu çocuk, mutsuz çocuğun
çıplak ayaklarına baktı, üzüldü.
Bir çocuktu, mutsuzdu. Birçok mutsuz
çocukla birlikte yaşıyordu. Hava soğuk, gökyüzü karanlıktı. Ellerine baktı, elleri morarmıştı.
Bir kadındı, mutluydu.
Bir adamdı, mutluydu.
Bir yetişkindi, mutluydu.
Bir yetişkindi, mutluydu. Mutsuz bir
yetişkin gördü, üzüldü.
Bir yetişkindi, mutsuzdu. Birçok mutsuz yetişkinle birlikte yaşıyordu. Hava soğuk,
gökyüzü karanlıktı. Önce ellerine, sonra ayaklarına baktı. Elleri morarmış, ayakları çıplaktı.
Çocuklara, gençlere, yetişkinlere baktı. Hangi çocuk hangi yetişkin, hangi yetişkin
hangi gençti, bilmiyordu. Hangisi olmak isterdi, onu da bilmiyordu. Mutlu olmak, mutlu
olup mutsuzlara bakmak, mutsuzlara bakıp
üzülmek, üzülüp hiçbir şey yapmamak, hiçbir
şey yapmayıp üzülmek ya da mutsuz olmak,
hem mutsuz olup hem üzülmek…
Bir delikanlıydı, mutluydu. Elinde basketbol topu, koşturuyordu. Koluna bir arkadaşı çarpınca sinirlenmiş, bağırmıştı. Sonra
arkadaşı gitmiş, gitmeden önce de ne kadar
üzgün olduğundan söz etmişti. Bu sefer de arkadaşını üzdüğü için utanmış, özür dilemek
için her yerde onu aramıştı.
Bir genç kızdı, mutluydu. İlk kez topuklu ayakkabı giymiş, ayakkabılarını pek beğenmişti. Gerçi topuklularla yürümeyi önce
becerememiş, sonra annesinin nasıl yürüdüğünü görünce o da çabalamış, yürümeyi başarmıştı.
19
Vazgeçti, doğmadı.
Gece Yolcusu
Gece, otobüs yolculuğu zordur
Önündeki ufak çocuk
Yol boyu ağlayacak
Her ne kadar rahat etmeye çalışsan da
Bir süre sonra emin ol
Belin ağrıyacak
Yol arkadaşın desen
Tekerleğin ilk dönüşünden sonra
Tatlı tatlı köşesine kıvrılıp uyuyacak
(Uykusu da pek bir ağır olup
Sadece yemek dağıtılırken uyanacak)
Sen de uyuyacaksın gerçi
Kulağındaki müzik ninni olacak
Gerçi uykun hafif olduğundan
Gözlerin yeni sabahtan çok
Geceye benzeyen kandırıkçı bir saatte
Birden açılacak
Hem de saate rağmen kafanda
(Yazmazsan kaybolacak türden)
Dizeler olacak
Onlar da mecburen
Karanlığa aldırmaksızın yazılacak
Yazdıkça yazılacak
Yenileri bulunacak
Ama meraklanmana mahal yok
Şiirin bittiğinde kafan rahat olur
Belki de sıra uykuda olur
Ne olursa olsun
Gece, otobüs yolculuğu daima zordur
20
Deniz Şahintürk
Bir Damla Yağmur
Zaman nasılsa durur, kalp nasılsa
ölür, insan nasılsa alışır… Peki ya sen neyine güvenip de bu kadar akılsız olabildin yağmur damlası? En yapmaman gerekeni yaptın!
Geçen sefer olanlardan ders almalıydın oysa.
Şimdi nasıl baştan başlamayı düşünüyorsun?
O kadar kolay olacak mı senin için? Hiç sanmam…
Mazeretlerini dinlemek istemiyorum.
Biliyorum, gökyüzünden çok güzel gözüküyordu dudaklar. Sen de o dudakların üzerinde
ne kadar güzel gözükeceğini hayal ettin. Çok
yakıştırdın kendini o dudaklara, o dudakları
kendine. Atıverdin kendini gökyüzünden. Ne
var ki hiçbir şey istediğin gibi olmadı, yanaklara düştün. Mucizelerin filmlerde bile gerçekleşmediği, tek doğru üzerine kurulu bir
dünyadan ne beklersin ki sen?
Tamam, farkındayım çok üzerine gittim. Seni anlamaya çalışmalıyım. Umudun
nasıl bir illet olduğunu insandan iyi kim bilebilir ki? Ama yine de dayanamıyorum, sana
umudun hayal kırıklığı getireceğini söylememe rağmen bu kadar kendini kaptırmış olabilmene. Şimdi ise bir zamanlar kendini o
dudakların üzerinde hayal etmiş olmak bile
seni pişman ediyor değil mi? Umut böyledir
işte. Gökyüzünde, yeryüzünün güzelliğini
izlerken yakalar seni; kulağına yeryüzünün
yakından daha da güzel olduğunu, senin oradaki güzelliğin bir parçası olabileceğini fısıldar. Sen gökyüzüne ait olduğunu bile bile bir
şekilde umuda uyar, ne yapar eder yeryüzüne
bağlanırsın. Yeryüzünün sadece gökyüzün-
Pınarnaz Eren
den o kadar güzel gözükebileceğini, asıl heyecanlı olanın yeryüzüne, dudaklara duyulan özlem olduğunu, hayatın tadının imkânsızlık ve
bekleyiş olmadan çıkmayacağını söylemiştim
sana. Sen de bunu deneyimlemiştin hâlbuki.
Umuda kanmayacağına dair bana söz vermemiş miydin? Yeryüzüne kendini attın da ne
oldu? Bak, ayaklar altındasın.
Bulutundan kurtulup atladın. Yanaklara düştün. Bir anlığına bu bile yetti sana. Tene
deyince mutluluğunu bulduğunu sandın. Güler yüzlü bir damla yağmur oldun bile denebilir. Baharda yağanlardan… Müziğini yanına
alıp ormanda yürüyüşe çıkacak coşkunlukta,
kitabın ellerinde, balkonda bacaklarını uzatıp
saatlerce unutacak huzurda… Derken yine
umut zehirledi kalbini. Yeryüzüne yanaklar
kadar yakın olmak yetmedi sana.
Ellerini gevşettin. Yanaklardan kaymaya başladın. Dudaklara doğru…
Kalp zaten atar. Hayat, kalp ritminin
değiştiği anlardan ibarettir hâlbuki. Ritmin
değişince yaşadığını hissettin. Aslında senin
çarpıntılar -sen de farkındaydın, sorularından
anlamıştım kötü sonu hissettiğini- tedirginliktendi, huzursuzluktandı. Kalbin bile sana “Ne
işin var burada?” diye sorarken sen sonunda
mutluluğa ulaşacağına inandırdın kendini.
Duymak istediğin gibi duydun.
Dudaklara yaklaştıkça parçalanıyor,
küçülüyor, kaybediyordun… İzlerce yok oldun.
Derken yüz gülümsedi, yanaklar sıkıştı, kubbeleşti, dağ oldu, deprem oldu, sevgili
21
terince bordo pişmanlıklar, mor hayal kırıkları var yeryüzünde görmüyor musun? Neyse ki
yine de bir geri dönüş var senin için; o kadar
da çaresiz değilsin! Güneş bir gün yüzüne gülerse belki baştan başlayabilirsin.
Dudaklar nasılsa yanar, ten nasılsa
yırtılır, kıyamet nasılsa kopar. Sen kendine
güvenip de umutla dans etmeye kalkma, sevgili bir damla yağmur. En güzel duyguları bile
saf nefrete dönüştürür umut. Sen bu kadar
büyük bir nefret için çok güzelsin. Hem dudaklar yağmur damlası kadar masum olabilir
mi hiç?
Mert Dilek
bir damla yağmur.
Sonrasını anlatmaya cesaret edemesen
de gerek yok senden dinlememe zaten. Daha
fazla tutunamadın da yanaklara, yerde buldun
kendini. Şimdi başını çevirip de dudaklara
bakmaya bile cesaret edemiyorsun. Çok meraklıydın aslında gökyüzünden o dudakları
izlemeye. Gökyüzünden ayaklar altına düştüğüne değdi mi?
Kötü hissettiriyorsun bana kendimi.
Sana kızıyorum, sana karşı dürüstüm ama sabırlı, nazik olamıyorum seninle konuşurken.
Sen yeryüzüne huzur ve yeşil getirmelisin. Ye-
22
Alperen Elibol
ses kayıtlarımızı gözlerimiz dinlerdi bizim
şiirlerimi odamın
duvarlarına
yazardım hep
dört duvarım vardı anca
sonra sen oldun
duvarlarım
sana yazdım şiirlerimi
ben de
yüzündeki solmuş gülümsemenin
verdiği hazdı
sigaradan aldığım
belki renklenir diye
daha fazla
çekerdim içime
onu da
tonuna uymayan
dilsiz bir vokalin
akordu olmayan
bir klavyenin
oluşturduğu iki
kişilik bir
caz grubuyduk
biz
cazı caz yapmak
için atardık
23
sololarımızı
önce ben ucu
kırık kalemimle
yapardım atışımı
kahve lekeli
sayfalarıma
sonra
sen
söndürürdün sigaranı
omzumda
düz duvarda düzüşen
at sinekleriydi benim
aklımdaki ucuz
şarapla kafa olduğumda
beğenmeyip de yiyişiriz
diye çıkamadığımız
filmdi
makinemden çıkanlar
ve düz duvarda düzüşen
at sinekleriydi
benim aklımdaki
pahalı viski ile kafa
olduğumda
gençtik fakat ölecektik
24
O
Şerna Viyan Petekkaya
Kayıp. Hiçbir yerde bulamıyorum. Yoruldum. Hayır, yorulmadım. Daha aralamadığım bir sürü kapı varken yorulmuş olamam.
Bu kadar soluklanmak yeter, peki, şimdi ne
tarafa yönelmeli? ÇEMBER: “Merkez” adı verilen sabit bir noktaya eşit uzaklıkta bulunan
sonsuz sayıdaki noktaların birleşimiyle oluşan
kapalı eğri. Gerçekten de “sonsuz sayıdaymış”,
“sonsuz sayıda” yol varmış burada. Merkezde
olup olmadığım da tartışılır, tüm kapılara eşit
uzaklıkta olduğumdan emin değilim. Sonsuz
tane yol, sonsuz tane kapı, sonsuz tane kapalı
kutu, sonsuz tane gizem… SONSUZ. Bu arayışın bir sonu gelmeyecek mi? ONU bulmak,
iç içe geçmiş binlerce ipi çözmek gibi âdeta:
İMKÂNSIZ – ya da belki de NEREDEYSE
İMKÂNSIZ - Gözlerimi kapıyorum. Ağır ağır
dönüyorum kendi etrafımda, “merkez” olma
olasılığı olan noktanın üzerinde. Yeter, duruyorum. Beni daha önceden aralamış olduğum
kapılardan birine yöneltmemesini diliyorum
yüzümü çevirdiğim yeni –daha doğrusu yeni
olmasını umduğum- yolun. Şimdi de gözlerimi açıyorum ışıkla henüz tanışmış bir bebeğin göz kapaklarını aralarken çektiği zorlukla.
Yöneldiğim yol tanıdık gibi; yeni değil galiba.
Belki de yanılıyorumdur, belki de yeni bir yoldur diyerek ilk adımımı atıyorum. İlkini takip
eden her bir adımımda daha bilindik geliyor
bu yol. Saçlarımı savuran esinti aynı kokuyor. ZAMAN KAYBI. Dönmeli miyim? Hayır ama olmaz, ya yanılıyorsam, ya bu yoldan
daha önce hiç geçmediysem? Hem bu kadar
ilerlemişken sonuna kadar gitmek lazım. Peki
öyleyse, devam ediyorum yürümeye. Kapıyı görüyorum uzakta. Adımlarım hızlanıyor.
“Acaba bu sefer buldum mu?” diye geçiriyorum içimden, heyecanlanıyorum. Öyle ki
gözlerim kararıyor bir ara. Toparlanıyorum.
Hadi, daha hızlı! Ve işte kapı tam karşımda
duruyor. Dokunmadan önce kapıya, derin bir
nefes alıyorum. Neden sonra bu kapıyı daha
önceden denediğimi fark ediyorum. Yanılma-
mışım: bu yol tanıdık yolmuş; ardında boş bir
kutu barındıran tanıdık bir yol... Horoz şekerini oyun parkının kumlarına düşürmüş çocuk kadar küskün, geri dönüyorum.
Merkez sayılabilecek noktada ağlıyorum bu sefer. Horoz şekerimi geri istiyorum.
ONU bulabilmek için horoz şekerime, umuduma ihtiyacım var. “Hadi!” diyorum, “Olacak bu kez. Bu kez olmasa da bir dahakine
olacak…” Gözlerimi kapamamayı seçiyorum
şimdi. Korkmak anlamsız. Hangi yolu takip
edeceğimi seçmeden önce her birini incelemeye, tek tek dinlemeye çalışıyorum. Ben onlara
kulak verdikçe sesleri yükseliyor. Başta ne dediklerini anlamıyorum. İç içe geçmiş sözcüklerden başka bir şey duyduğum yok. Zamanla
alışıyor kulaklarım ve aynı anda birkaçının ne
dediğini seçebiliyorum. “Boşuna!” diyor biri,
“Boşuna yoruyorsun kendini! ONU asla bulamayacaksın.” Bir başkası ise “Hangi birimiz
bulabildik ki ONU, sen bulasın!” diyor. Önceden daha iyiymiş, söyledikleri iç içe geçmiş
anlamsız sözcüklerden başka bir şey ifade etmiyorken bana, daha iyiymiş. Şimdi ise tüm
yolların aynı kapıya çıktığını anlıyorum, hepsi
aynı şeyleri söylüyor. Tam “Bir daha asla bir
horoz şekerim olmayacak.” derken “Kendine
güven!” diyor Sokrates… O, bu seslerin hiçbirini duymadı ve bildiğini yaptı, diyorum.
Sorgulamaktan ve sorgulatmaktan asla vazgeçmedi. Evet, belki ölüme mahkûm edildi
fakat ölüme mahkûm edilmesi bile onu haklı
çıkardı: Tüm yaşamı boyunca kendine değil
de onun ölümüne karar veren bu insanlara
güvenmiş olsaydı daha mı iyi olacaktı? “Çoğunluk bir düşünceye inanıyor diye o düşünce
doğru demek değildir.” diyordu Sokrates. Öyleyse tüm yolların ONU bulamayacağımı söylemesi, ONU gerçekten bulamayacağım anlamına gelmiyor. Horoz şekerim elimde yeni bir
yola yöneliyorum.
Bu yoldan daha önce geçmiş olduğumu sanmıyorum, hiçbir aşinalık yok. Horoz
25
şekerimin tadı daha bir güzel geliyor şimdi.
Güçlü adımlarla yolun sonundaki kapıya yetişiveriyorum çabucak. Kapıyı aralıyorum, kapalı kutuyu açıyorum: YOK. Burada da değil.
Horoz şekerim elimde geri dönüyorum dinginlikle. Yeni bir yol daha deniyorum. Bu yolun sonundaki yeni kapıyı aralıyor, yeni kapalı
kutuyu açıyorum: YOK. YİNE YOK. Olsun,
diyorum; horoz şekerimi düşürmemek için
sıkı sıkı tutuyorum. Ve bir yol daha, bir kapı
ve bir kapalı kutu daha… YOK, YOK, YOK.
Hâlâ KAYIP. Terleyen elimde horoz şekerimi
tutmak güçleşiyor. Yolların sesini daha kuvvetli işitiyorum: “Boşuna, boşuna, boşuna…”
Gözlerim kararıyor, horoz şekerim elimden
kayıyor. Aramakta olduğum şeyin, ONUN,
ne olduğunu bile unutmak üzereyim. Amacıma ulaşamayacağım konusunda direten sesler
yükseldikçe yorgunluğum çok ağır geliyor,
onu taşıyamıyorum. Sonra Marcus Aurelius’un söylediklerini anımsıyorum. Başkalarının ne dediğini ve ne yaptığını önemsememe
kararı alıyorum. Yolların aynı kapıya çıkan
sözleriyle zaman kaybedeceğime horoz şekerimi tekrar elime alıyor ve amacıma yöneliyorum. Yolların aynı kapıya çıkan sözleri…
Aynı kapıya çıkan yollar… Aynı kapı… Şimdi
anlıyorum, tüm bu yollar beni aynı kapıya ve
aynı kapalı kutuya götürdüğü için ONU bir
türlü bulamadığımı şimdi anlıyorum. Sonsuz
tane kapı yokmuş. Sonsuz tane yola karşın tek
bir kapı ve tek bir kapalı kutu varmış ki onun
da içi boşmuş. Ben bunu anlamaya başladıkça
etrafımdaki yollar “Başaramayacaksın. ONU
asla bulamayacaksın!” diye haykıran sesleriyle birer birer siliniveriyorlar. Ne dışındayım
çemberin ne de içinde yer alıyorum artık.*
Çünkü uzun süredir beni çevrelemekte olan
çember şimdi eriyor. Artık beni bir HİÇe götüren yollar yok, beni amacımdan uzaklaştıracak sesler, horoz şekerimi kirletecek kumlar
yok. Artık özgürüm; fakat O hâlâ YOK. O hâlâ
KAYIP. ONU arıyorum.
26
***
Kirpikleri hantal birer kol gibi sarkmış
göz kapaklarımı aralamaya çalışıyorum. Sanki
önceki gece bol şamatalı bir partiye ev sahipliği yapmış beynim. O kadar yorgun... Üstelik
geceden kalma cam kırıkları korkunç bir ağrı
yaratıyor kıvrımlarında. Beynimin sızısına karşın gözlerim azimli çıkıyor ve nihayet bir şeyler
görmeye başlıyorum. Bir çöplükteyim sanki.
Sürekli aynı yere çıkan kapılardan kurtuldum
derken bu da nesi şimdi? Etrafımdaki cisimleri
artık iyice seçebiliyorum. MASKELER. Bir maskeler çöplüğündeyim. Bunca maskenin arasında ONU bulmak mümkün olmasa gerek. Oysaki… Çemberden kurtulunca sanmıştım ki…
Büyük bir buruklukla başımı öne eğiyorum ve
bana sırıtan bir maskeyle göz göze geliyorum.
Gülmek güzeldir, derler. Aksini söyleyeni de
hiç duymamışımdır. Hâlbuki bu maske şimdiye
dek gördüğüm en çirkin şey olabilir. Çocuklar
neden palyaçolardan korkar? Gecenin bir yarısı
güzelleşmek adına yüzüne bakım maskesi uygulayan bir kadın neden mumyadan farksızdır?
Şimdi anlıyorum, bir gülücüğü bile çirkinleştirmeyi başaran o gizil gücün ne olduğunu. Şu
maskenin gülümsemesinde de, bir palyaçonunkinde de eksik olan şey doğallık. Bakım maskeli
kadın ise gülümseyemiyor bile! Gerçek duyguların yapmacıklıkla örtüldüğü bir çöplükte yaşıyormuşum meğer.
Olamaz! Kurtulduğumu sandığım çember tekrar etrafımı sarıyor. Fakat bir dakika, bu
sefer tek bir kapı bile yok. Aynadan bir çemberin içinde hapsolmuş durumdayım. Bir engeli
atlattım derken bir başkasıyla karşılaşmaktan
bıktım artık. Hıçkırıklarımın titrettiği aynaya
yaklaşıyorum. Üstümde kendinden emin bir
takım elbise, bu takım elbisenin içinde ise kendine güvensiz bir adam… Dudağıma iliştirilmiş
zorlama bir gülümse biraz daha yukarıda kalan
gözlerimin karasında gizlenmeye çalışan hüznü
ve korkuyu daha iyi saklama çabası içinde. Bu
aynalar gerçekse gerçek BEN nerede? ONU arı-
yorum!
Ellerim, bana ait olmayan bu yapmacık gülümsemeyi inkâr etmeye çalışırcasına
dudaklarıma saldırıveriyor bir anda. O da
nesi? Dokunduğum yerde derim büzüşüyor;
alnımı, yanaklarımı, burnumu, dudaklarımı
kaplayan görünmez hırsız, rüzgârın etkisiyle boş bir masadan kayıp giden bir örtü gibi
parmaklarımın arasından kayıp yere düşüyor.
Şimdi de bu takım elbiseli adama ciddi bir bilge havası katmak için biri hafiften yükselmiş
diğeri ise kurnazca kıvrılmış kaşlarıma dokunuyorum. Yine parmaklarımın arasından
kayıp giden o hırsız… Bunca zamandır beni
benden çalan maskelerle örtülüymüş meğer
yüzüm. ONU nerede “bulacağımı bulmanın”
heyecanıyla yüzüme, daha doğrusu uzun süredir esir alınıp da bana ait olmaktan çıkmış
bu yüze saldırıyorum maskelerden birbiri
ardına kurtulmak üzere. Kuralların, ayıpların, şartlandırılmışlıkların gülünmeyecek (?)
bir ortamda dudaklarımla buluşmaya çalışan gülücüğü engellemek için yerleştirdikleri
“ciddi surat” maskesinden, ağlayacağım anda
acilen imdada yetiştirilen “erkekler ağlamaz”
maskesinden ve daha nicesinden kurtuldukça ONA daha çok yaklaştığımı hissediyorum.
Yüzümden çıkarıp attığım her bir maske,
aynadan çemberle birlikte yavaş yavaş yok
oluyor. Nihayet yüzüme sımsıkı sarılmış son
maskeden de kurtulduğumda geriye kalan
küçücük aynaya bedenimin her yerini dolaşıp
en kuytu köşelerindeki sevgi ve içtenliği bile
toplayan gerçek gülümsememi sunuyorum.
Bir anda ayna büyük bir gürültüyle tuzla buz
oluyor. İşte, o zaman gerçekliğin aynaya ihtiyacı olmadığını anlıyorum. Fark edilmesi ve
düzeltilmesi gereken bir kusuru olmayan gerçekliğin, gerçek kimliğin, gerçekten var olabilmenin, “ben” olabilmenin…
başından utan!” sözlerini de dinleyecek değilim. Kaç yaşında olduğumun pek tabii farkında, horoz şekerim de elimde oynaya zıplaya
ilerliyorum güneşe doğru. Zincirlerimi kırarak gölgelerle kandırıldığım mağaradan kurtuldum ne de olsa. Platon’un söz ettiği o âciz
mahkûmlar hâlâ gölgelerin gerçekliğine inanırken ben kendi gerçekliğimi buldum.
***
Ayağım bir şeye takılıyor. Eğilip bakıyorum: Yerde bir defter var. Rastgele bir sayfa
açıyorum. Şu dizeler sıralanmış:
“Bana aldanmayın!
Yüzüm bir maskedir,
Sizi aldatmasın.
Binlerce maskem var,
Çıkarmaya korktuğum,
Ve,
Hiçbiri ben değilim…” **
En azından gerçekliğini örten maskelerin farkındasın, diyorum içimden. Seni bulacağım.
Seni bulacağım ve senin de ONU bulmana
yardım edeceğim.
Defterin boş bir sayfasını açıyor ve
şöyle yazıyorum:
“Dilerim, insanoğlu geçtiği aynanın karşısında
kendini tarafsız olarak değerlendirir.
Dilerim, en zor olgu olan “kendi kendine hâkim
olabilme” gerçekleşir.
Dilerim, bilmek, olmayı gerektirir.
Dilerim, birey kendini gerçekleştirir.”***
Horoz şekerim elimde, seni bulmaya
geliyorum…
***
*Murathan Mungan’ın “Çember” adlı şiirinden etkilenilmiştir.
**Charles C. Finn’in Doğan Cüceloğlu tarafından çevrilen
“Maske” şiirinden alınmıştır.
ONU buldum. Aradığım BENi buldum. Madem “ben” olmayı başarabildim,
öyleyse bunca zamandır yüzümü türlü maskelerle örtmeye çalışmış insanların “Yaşından
***Marcus Aurelius tarafından söylenmiştir.
27
Mert Dilek
Yıldızlara Dair
Rojin İdil Erdoğdu
“Gökyüzünde ne çok yıldız var. Biri parlak, biri ürkek, biri yalnız, diğeri sanki burada!”
Bak yıldız kayıyor, haydi bir dilek tut! Tuttum. ... Ben bir dilek tuttum ve sen gerçek oldun.
Soğuk bir şubat akşamıydı. Hava karanlıktı ama ne yağmur yağıyordu ne de kar. Soğuk
olduğu, rüzgârın tiz sesinden belliydi. Bir de gidişinden...
Yıldızlardan gelmiştin bana, rüzgâr da refakâtçi olmuştu sana. Şimdiyse gidişini haberleyen bir sur borusu... Balkonun kapısını hafifçe aralıyıp yıldızlara baktım. Orada da sen vardın.
Yoktun ama oradaydın. Hissederdi ya insan... Evet, hissederdi. Baktığı gökyüzünün aynı olması
yeterdi. Parlayan yıldızlar duygularla eş değerdi. Sayısını bilmek ufak bir kandırmaca olsa da
sevgiyi saymak yeterliydi.
Sen gidersin, ardında kocaman bir gökyüzü bırakırsın. Ay ve güneş halt etmiş hediye
ettiğin yıldızların yanında.
Her biri gözlerin... Her biri gözlerin...
28
Gülünç
Pınarnaz Eren
mükemmel sayar da sevgiliyi bir türlü yanına yakıştıramaz, sevgilinin onu sevebileceğine asla inanamaz… Her ne olursa olsun, kalp
hangi kırmızıda atarsa atsın, âşık oldu mu insan ne kadar paniklese de, korksa da mutlu
olur. Büyür, daha iyi bir insan olası gelir sanki. Aşk kırmızısıdır her kalp, hangi ton olursa
olsun. Âşık olmadan kendini bulamaz, sarhoş
olamaz, mutlu olamaz insan. Kendine dönünce bir iken her şey olabiliyorsa âşık olunca
hiçlikte her şeyi bulur. Aşk, kalbe dönüştür.
Kalbi duyabilmektir. Kalbi hissedebilmektir.
Mende Mecnûn’dan füzûn âşıklık isti’dâdı var
Âşık-i sâdık menem Mecnûn’un ancak adı var Fuzûlî
Aşk kişiye özgüdür ve evrenseldir. Hep aynı
benzetmelerle tanımlanır. Midelerde kelebekler uçar, daha önce hiç olmadığı gibi hissedilir… Milyarlarca –aslında aynı şeyi söyleyenşarkı yazılmıştır aşka, milyarlar aynı şarkıyı
dinler de her biri kendisinden “bir şeyler” bulur o şarkının içinde… Anneler kızlarının aklı
havada halinden, sebepsiz gülümseyişlerinden anlayıverir de utandırmamak için ses etmez. Bakışlar, ellerden taşan heyecan, birbirine karışan cümleler ele verir kıpkırmızı âşığı.
“Bir şeyler var aramızda/Senin bakışlarından
belli/Benim yanan yüzümden./Dalıveriyoruz
arada bir./İkimiz de aynı şeyi düşünüyoruz belki,/Gülüşerek başlıyoruz söze.”* der şair, anılar
uçuşmaya başlayıverir bulutlarda…
Her âşık da bu beyti haykırmak ister
herhâlde. Daha yolun başındayken, sadece aşk
varken hiçbir panik, plan, korku, kurgu aşka
karışamamışken… Diğer âşıkları küçümser.
En güzel kendisinin sevebileceğini söyler. Bu
ona güç verir, kendine güvenir, sevdikçe sever, köpürdükçe köpürür. Öyle de olması gerekir, herkes farklı sever. Herkes kendine özgü
sever. Her sevgilinin güzelliği farklı acıtır.
Her âşığın aşkı, parmak izidir. Herkes
farklı sever. Her kalbin kırmızısı eşsizdir. Kimisi âşık olunca panikler,ona alışamaz, sabır
gerektirir bu; belki yapışıverir yakaya ama
zamanla coşkusu durulur, derinleşir, aşkı olgunluğunu alır. Kimisi sever de belli etmek
istemez, utanır, yanlış anlaşılmaktan korkar,
korkar... Kimisi severken cesurdur, geçmişi
kapıdan geçiriverir, incinmekten korkmaz.
Kimisi kurdukça kurar, boğulur, her hareketten bir anlam çıkarır, yanlış anlar, kendi kendini eritir, kaşık kaşık kanatır. Kimisi olduğu
gibi kabul eder, kendini en rezil, sevgiliyi en
İnsanın var oluşu acıdır. Bedene hapsedilir, en büyük cezaya çarptırılır, bir ömür üzerine yapışmış bedenden kurtulmaya çalışır ne
yaptığını bilmeden, bir yandan da bedenden
kurtulmaktan korkak… Sıkıntı basar, kanaya
kanaya ağlar ölünün ardından da, başörtülü
kaplumbağayı görünce gülmeye başlar. Gülerken ağlayabilir insan. Aslında onun için ağlamak ve gülmek; âşık olmak ve acı çekmek;
kavuşmak ve ayrılmak arasında fark yoktur.
29
Aşkın en güzeli sevgilinin işe karışmadığı aşktır. Sevgili sahneye çıkınca bir yerden
sonra âşığın aşkına izin vermez, sevilmek istemez, sevgiliye rağmen sevgiliyi sevmek acıtır, incitir, aşk nefrete dönmeye yüz tutar. Aşk
nefrete en yakındır. O çizginin ötesine geçirir
sevgili, âşığı.
acısından ağzından çıkanı duyabilen, acısını
tanımlamayı başarabilen az. Bundan belki
de tekrara düşer ya âşık... Kendi tanımını,
kelimelerini yaratamaz da olanlardan seçer.
Fuzûlî olmak işte bu yüzden kolay değil. Kelimeleri bulabilmek kolay değil, o kadar kelimenin kaleminde birikmiş olması kolay değil.
Belki de aşk aslında sevmeyi sevmektir. Bu sebeple gerek yoktur sevgilinin sahneye
adım atmasına. Âşık dört tarafını ateşe verir,
cayır cayır yanar, yandıkça yanar… Bu ateşin
kırmızısı kalbine düşer, kalbin kırmızısına
yansır, alevlenir kalp, tutuşur da hiçe döner
ve her şeyini bulur. Sevgilinin gelip bu ateşe
su olmasını bekler âşık ama bilir ki su, yangını küle döndürür. Cayır cayır yanmak varken küle dönmeyi kim ister? Sevgiliye derdini anlattıktan sonra kelimelerin tükenirse ne
olacak? Söylenecek çok şey varken susmak ile
hiçlikten susmak bir olabilir mi hiç?
Aşk, işte o ki, en gururuna düşkün olan
bile sevilmediğini bile bile sever, sever.
Herkes farklı lezzette sever, başka bir kırmızı da yanar, sevilmeyi değil de sevmeyi sever; ama kendine özgür bir şekilde. Elinden
nasıl geliyorsa… Ne kadar becerebiliyorsa…
Kimisi de var ki işte kırmızılığına hayran kalmamak elde değil… Mecnûn da bunlardan
mıdır, bilinmez. Belki de adı, şanı bundan karışmıştır kırmızıya. Belki de gerçekten en güzel kırmızılardan birinde sevmiştir Leyla’sını.
Kelimeye dökmek zordur aşkı. Tekrara düşürür insanı. Benzersiz sevse de kişi, canının
30
Aşk, işte o ki, sevgili başını kaldırıp
âşığın yüzüne bakmaya tenezzül bile etmese âşığa saatlerce o sevgiliyi izletir.
Aşk, işte o ki, sevgilinin vefasızlığını sevdirir.
Aşk, en kolay olsa da en zoru… En güzel
olsa da en acı, en mutlu edeni olsa da en çok
ağlatanı, en tanıdık geleni olsa da en bilinmeyeni, en sabrını sınayan olsa da en çekingen
bırakanı...
Aşk işleri inada bindirir, aşk teslim ettirir.
Aşk söker, saçak saçak sökülür kalp…
Aşk çelişkidir.
Öyle bir çelişki ki “Bir hikâyelik ömrü vardır aşkımın.” diyene bile sayfalarca yazdırdı.
Yine rezil etti kendini; en gülünç duruma
düştü…
*Nahit Ulvi Akgün, “Birisi”
Floresan Ruhlar
“İstanbul trafiği” ile başlayarak uzayıp giden ve oflamaların süslediği, korna
seslerinin fonu oluşturduğu bir müzikalin
sıkılan bir yolcusuyum sadece. Ancak telefonumuzun bataryası kadar mutlu olduğumuz
21. yüzyılda bataryası biten telefonumun
kurbanıyım ve kim bilir kaç saat sürecek bir
otobüs yolcuğunun başındayım. Oflama ve
korna seslerinden başka müziğim, pencereden yüzlerine baktığım ve hayat hikâyelerini tahmin ettiğim insanlardan başka romanım yok. Can sıkıntısıyla baş başayım.
Derken, gözüm yan binanın ikinci katına takılıyor ve aydınlık bir odada vals yapan
ağlamaklı bir kadın ve erkek görüyorum. Ağlamaklı diyorum; belki soğuk ve kasvetli karanlıktan, belki can sıkıntısından, belki floresan ışığında birbirine aşksız bakan iki çift gözü
görmesem de hissettiğimden, belki de uyumsuz figürlerinin ruh yoksunluğundan… Bir
kadın ve erkek diyorum, bir çift demiyorum;
çünkü aralarında birbirlerinin gövdelerine
öylesine konmuş birer elleri dışında hiçbir bağ
yok, çünkü valsin ruhu soğuk camı aşıp gelemiyor bana, ruhuma işlemiyor; daha da daralıyorum, ağlayasım geliyor. Bir ev olamaz bu;
bir şeyi kutlamak için veya sadece birbirlerini
sevdikleri ve mutlu oldukları için dans ediyor
olamazlar. Siyah elbiseli kadın dans öğretme-
Tülay Çalışkan
ni olabilir, adam da vals öğrenmeye gelmiştir.
Sebebi her neyse bu ağlamaklı tabloyu açıklar
mı?
***************************************
İnce siyah elbisemle üşüyorum, tüm
gün topuklu ayakkabılarla yürümek beni yoruyor; ama işim bu, yapmak zorundayım. Tanımadığım insanlara aşkın danslarını öğretiyorum: tango, vals… Tanımadığım insanların
elleri belimde, acemice adımlarını sayarken
nefeslerini yüzümde hissediyorum. Bu bomboş,
mobilyasız, soğuk, ağlamaklı odada tüm gün
aynı müziklerle, aynı adımlarla bir ileri bir geri
gidiyorum. Her günümün ritmi aynı; anılarım
bir ileri sarıyor, bir geri… Aşkın dansını aşkı
bilmeyenlere öğretiyorum; aşkı, tutkuyu para
karşılığı ruhsuz bedenlere satıyorum. Bir ileri,
bir geri… Sağa gidiyorum hayal kırıklıkları,
sola gidiyorum tekdüzelik. Bizler gibi ağlamaklı floresanın sahte ışığında ruhumuz varmış
gibi dans ediyoruz. Floresan ara sıra sesler çıkararak söner gibi oluyor, kendini ateş böceği
mi sanıyor bilmem. Bomboş odada topuk seslerimle bir ileri bir geri giderken ben kendimi
mutlu sansam floresan gibi aldatabilir miyim
benliğimi? Gözlerimi kapayıp kendimi dansın
akışına bırakıyorum; yıllar belleğimden akıp
gidiyor, bir ileri, bir geri…
31
32
Vals. N.d. Photograph. n.p. Web. 20 Nisan 2013. <http://img2.blogcu.com/images/c/i/g/cigdemtas/vals.jpg>.
Kanalın
Karanlık Yeşili
Penina elbisesini giydi, krem rengi
ipek soğuktu. Bu akşamki maskeli balo da diğerleri gibi geçecekti. Ne farkı vardı ki bütün
bu çabanın? Beyaz ve zarif inci kolye kendisine
benziyordu, kolyeyi taktı, adı da zaten inci anlamına geliyordu. Birkaç kere parfüm sıktıktan sonra akşam için hazır oldu. Abandonato
Malikânesi uşaklarla da dolu olsa, konuklarla
da dolu olsa her zaman biraz melankoli taşırdı. Bu belki mavinin soğuk tonlarından, belki
de soyadlarının anlamından kaynaklanıyordu. Abandonato: terk edilmiş.
Kapıyı açıp dışarıya adımını attı, mermer zemin ayakkabılarının tok sesiyle yankılandı, birkaç uşak köşeden görünür gibi oldu.
Küçük hanımefendi odasından çıkmıştı. Evin
girişine inen iki taraflı geniş ve ihtişamlı basamaklar sanki evin büyüklüğünü ve yalnızlığını daha da göz önüne çıkarıyordu. Ev insanlarla doluydu ama yine de ıssızdı. Girişteki
mor ipek koltuğa oturdu ve uşaklar kürkünü
getirirken ailesini beklemeye başladı. Annesi
ve babası, Bay ve Bayan Abandonato, merdivenlerden inerlerken uşaklardan oluşan uğurlama komitesi tamamlandı. Kürkler getirildi,
Selin Toprakkıran
kapılar açıldı ve arabaya binildi. Araba soğuk
gecede ilerlemeye başladı, faytoncu atları hızlandırdı. Dışarısı ne kadar da karanlıktı. Yağmur at arabasıyla eğleniyordu sanki. Venedik’te kışlar yağmurlu geçerdi. Yağmur bazen
insanı üzse de evde sıcak bir atmosfer oluştururdu en azından. Doğa ananın hışmı, evdekileri sıcak ve kuru oldukları için minnettar
hissettirirdi. Annesi, Bayan Abandonato, ona
gümüşlerle bezenmiş bir maske uzattı. “Düşürmüşsün.” dedi. “Teşekkürler.” Maskesini
düşürdüğünü fark etmemişti bile. Araba sallantılı yolun sonuna geldiğinde durdu. Kapı
açıldı, şemsiyeler havaya kaldırıldı ve topuklu
ayakkabılar yağmurla dans eden tıkırtılar çıkararak ilerlediler.
Kapılar açıldı ve salonun ışıkları, devasa avizeler ve kıkırdamalar konukları büyüledi. Kürkler alındı ve balo salonuna geçildi.
Maskeli yüzler onlara döndü, birkaç saniyelik
bir değerlendirmeden sonra maskeler danslarına devam etti. Bayan Abandonato: “Etrafa alıcı gözüyle bakmanı öneririm.” dedi.
Yaşı gelmişti. Ailesinin küçük hanımefendisi
olarak yakında yuvasından ayrılması gereke-
33
cekti. Ailesinin incisiydi, gerçek anlamda. Salona göz gezdirdi. Maskeli yüzler parıldıyordu. Yanına siyah maskeli biri geldi, ailesinin
onunla evlendirmeye çalıştığı şu zengin aile
çocuklarından biriydi, Antonino. Onu dansa
kaldırmak istedi, hayır diyemedi, annesi ne
derdi sonra? Dans ettiler, Antonino birkaç
kere etrafında döndürdü onu. Etekleri uçuştu ve kendini bir kuğu gibi hissetti. Dansları
bittiğinde bir köşeye çekildi, annesinin onu
bulmasının uzun süreceğini umdu. Evlenme
zırvalıklarını dinlemek istemiyordu.
Maskeler sanki üstüne üstüne geliyordu, bir an boğulduğunu hissetti. Eteklerini
tuttu ve koşmaya başladı. Maskeler ona döndü. Birisi farklı davranmıştı, o birisi oturmaya
devam etmeliydi oysa. Koştu, koştu ve koştu.
Uşaklar geri çekildiler, o da kapıları itti. Uşaklar şaşırdı, o koşmaya devam etti, koşarken
ayakkabısının topuğunun kırıldığını hissetti
ama durmadı. Yağmur mutsuzluğunu yıkasa
her şey ne kadar da kolay olurdu. Venedik’in
en sevdiği kanallarından birisi gözüne çarptı, karanlık ve gizemli suya baktı. Dizlerinin
üzerine çöktü bir anda, gözündeki yaşların
34
farkına vardı, yağmura karışıp aktılar. Sorun neydi? Biraz düşündü, sorun maskelerdi,
maskelerden bıkmıştı.Zenginlik neredeyse,
maskeler de oradaydı. Bay ve Bayan Abandonato bile oldukları gibi değildiler, öz ailesi,
uşaklar, misafirler, arabacı. Maskeler her şeyi
kapatıyordu. Mor ve pırıltılı yüzlerinin altındaki gerçek deriyi kapatıyorlardı.
Penina kendini sulara atmak istedi, o
karanlık yeşilde akıp gitmek istedi. Yalnızlığını ondan almasını istedi kanalın. Uşaklar birazdan gelirlerdi, peşlerinde de Bay ve Bayan
Abandonato. Belki birkaç meraklı maske de
peşlerine takılırdı. Gerçi yağmur yağıyordu,
annesi ve babası bile gelmeyebilirdi. Uşakları
yollamak daha kolay olurdu. O, ıslanmaya değecek bir insan değildi. Altın madenleri yoktu ki ıslanmaya değecek biri olsun. Bir uşağın
onu kolundan çektiğini fark etti ve düşüncelerinden sıyrıldı. Bir ciyaklama onu kendisine
getirdi, Bayan Abandonato onu azarlıyordu.
Penina ona verilen şemsiyeyi tuttu ve karanlık
sokakta sekerek balo salonuna doğru yürüdü.
Gece tüm karanlığıyla üzerine kapandı.
Günün İlk Şiiri
Deniz Şahintürk
Saat beş
Hava serin
Ve ben bu erken saatte ayakta
Bugün gözüm uyku görmez bir daha
Üşümekteyim
Saçımda bir sabun kokusu
Üstümde, erken ayrılan uykunun mahmurluğu
Dışarda öten bülbüller
Saatin tıkırtısı
O’nun göremediğim rüyası
Ve ben
Bu serin ilkyaz sabahında
Üşümekteyim
Düşün
Alara Deniz Dileklen
Bir ağaç gördüysen üstünde altın elmalarla
Düşün, hepsini yiyebildiğini düşün
Bir kumsal gördüysen sonsuza uzanan
Düşün, kum tanelerini sayabildiğini düşün
Bir güneş gördüysen batmak üzere
Düşün, ona dokunabilmeyi düşün
Bir gökkuşağı gördüysen rengârenk
Düşün, ona ulaşabilmeyi düşün
Bir beyaz güvercin gördüysen tüyleri ipekten
Düşün, uçuşunu ve gidişini düşün
Bir çocuk gördüysen içi saf ve temiz
Sadece bak ama sakın ürkütme onu
Çünkü işte o gerçektir.
35
Boşluk
Eda Bebek
Diyecekler ki:
Renkli kâğıtlara,
Renkli kâğıtları yazardı.
Kâğıtları bitti sonunda
Boşlukta kaldı
Yazıları boş değildi ya,
O boşluklara da yazardı
Sonunda
Yazılarında kaldı
Aydınlıkta parlamamak için
Karanlıkta parlardı
Karanlıkta kaldı
Hiç boşluk bırakmadan
Aydınlığın renklerini yazdı
Ama o, renksiz kaldı
36
Fildişi Kule
Eşiğinde miyim, içinde mi
Bunca zaman oldu bilemem
Önce mi sürgündüm, sonra mı yurttaş
Her ikilem anayurdum, anadilim kekeme
Varmak için yanılsamanın gerçeğine
Uzun bir yolculuktu, vardım
Sözlüğümün doğusuna düşüyor şimdi
O fildişi kule
Eşiğinde miyim, içinde mi
Hiçbir şey gelmiyor dilime.
Murathan Mungan
Hem yalnızlığı benim kadar sevip hem de ondan bu kadar korkan var
mıdır? Her yazarın kaderi yalnızlıktır;
ben de yazarlığı seçtim. Fildişi bir kulede
yalnızlığı seçtim. Toplum için yazmak
kalemimin gücünü yeterince göstermiyor
diye, sokağın sefaleti hakkında yazmak sefaleti ortadan kaldırmıyor diye, yoksullara
acıma duygusuyla yazan sözde toplumcu
şairlerin hemen hepsi konaklarda, yalılarda
yaşıyor ve “yoksullar” derken uzaylılardan
bahsediyormuşçasına soğuk ve anlayışsız
oluyorlar diye… Fildişi kulelerine kapanan
yazarlarla burjuvaları karıştıranlara bir not:
Sokağın sefaletinden kaçmadım, yoksulluğa
ve yolsuzluğa kulemin tepesinden bakmakla yetinmiyorum! Sadece, yazılarımla
değiştiremediğim toplumsal düzeni kendi kulemde idealleştiriyorum. İnsanları,
kuralları siliyorum, yeniden yazıyorum, ütopyadan ütopyaya geçerken yarattığım tüm
dünyaların efendisi ben oluyorum. Kalemi
elime aldığım an duruyor dış dünya, kendi
alfabemle, kendi sözcüklerimle, kendi hayallerimi kendi kendime yazıyorum. Sonra
bunların hepsini kendim yaşıyorum. Her gün
tekrar tekrar ölüyorum, ertesi gün yeniden
doğuyorum. Fildişi kulesine kendini hapseden bir Anka kuşuyum, kulem çatladığında
onu kelimelerle yeniden örüyorum.
Kulenin bitmek bilmeyen merdiven-
Tülay Çalışkan
leri dik ve yorucu, sadece yukarı gitmiyor, sağa,
sola, aşağı, daha aşağı, bilinmezliğe de gidiyor.
Harfler yan yana geldikçe anlamsızlaşıyor, kelimeler gölgelere dönüşüyor, cümleler kâğıttan
dökülüp duman oluyor, tüm gece karabasan gibi başımdan gitmiyor. Bazen karanlığa
düşüyorum, düştükçe daha da hızlanıyorum,
nefesim kesiliyor, çığlıklarımla düştüğüm yeri
hesaplamaya çalışıyorum. Kulenin burgacında
yakamoz gibi dönüp dururken karanlık, ağzını
açıp beni yutuyor; sonra harf harf geri kusuyor. Neden dünyayı değiştiremedim? Neden
yalıtılmış bir hayatı seçtim? Harflerden dumanlar dağılıyor ve tam yere çakılacakken
nefes nefese uyanıyorum. İşte gecelerim…
Bazen de güneş açıyor olabildiğince
duru ve parlak. Güneş; kulemin tek bir penceresinden içeri doluyor, umut saçıyor, mısralarla
gülen yüzler çiziyorum. Sahte bir mutluluğa
bürünüyor yazılarım, ben kurtuluyorum ama
sanatım acı çekiyor. Benim ışığım karanlıkta
aydınlatır, diyen ilham perim uçup gidiyor.
Pasif bir seyirciden daha fazlası olduğumu
sanarak kendimi soyutladığım bu kulede mutlu
ama daha yalnız oluyorum. Gecenin gelmesini
hem istiyorum hem istemiyorum. Gözlerimi
kısıp güneşe bakıyorum ve güneş ışınlarının
kafamı sağa sola oynattıkça dans edişini izliyorum. Her şeyin kontrolüm altında olmasını seviyorum. Akşam, bir sürü ateş böceğinin aynı
anda uçuşması gibi gündüzün üstüne geliyor.
On binlerce ateş böceği güneşin son ışıklarına
karşı aynı anda ölüyor ve kızıllık ufukta kaybolurken karanlık çöküyor. İlham perimin
gelmesini beklerken sürüye karışmamış ve
güneşe karşı ölmemiş son bir ağustos böceği
gelip parmağıma konuyor. Darmadağınık
harfler bir anda birleşiveriyor. Ateş kadar
dondurucu, karanlık kadar parlak cümleler
geçiyor aklımdan ve yazmaya başlıyorum.
Karanlık ateşler beni çepeçevre sarıp eritirken
ateşli karanlıklarda kaybolmuş olmaktan mutlu oluyorum.
37
Mert Dilek
Setenay Gel
Ateş
Yanıyor
Şarap dökülmüş yere
Görmemişim
Ateş
Yanıyor
Paramparça camları kadehin
Yerdeki tahtayı kanatmış
Camlar, her yerdesiniz.
Ateş
Yanıyor
Ben
Yanıyorum
Sen öğrendikçe yok saymayı
Ateşi
Ben
Yanıyorum.
38
Fareler, İnsanlar,
Lucifer ve Cennet
Lucifer’in Tanrı’ya yaptığı gibi isyan etmek istiyorum çoğu zaman fakat iblisin aksine benden, daha iyi bir tür yarattığı
için değil de beni ‘farklı’ bir tür yaptığı için.
Burada, Julia ve ben insan denebilecek tek
kişileriz belki de... Sevgiyi ve cinselliği tadıp ihanet etmeyeceğimize söz verdiğimiz,
insan olduğumuzun farkında olduğumuz
için! Cennetteki Âdem ile Havva gibiyiz ve
öyle hissediyorum ki tıpkı onlar gibi cezalandırılacağız. Hayvan gibi yaşayan Parsons
veya kendi dediklerinin farkına varamayan
Syme gibi olacağız belki de... En çok da unutabileceğimiz korkusu dehşete düşürüyor
beni; unutmak ve cenneti hatırlayamamak...
Prolerterlerin bölgesinde zaman geçirdiğimde pek çok şey öğrendim onlardan.
Onlar, benim gibi bilinçli olsalar ve öğrenmeye çalışsalar Parti’nin yaşaması olanaksız; lâkin o kadar boşlar ki! Bunu görmek, şair Pablo Neruda’nın dediği gibi “Bir adam olmaktan
yoruluyorum bazen.” dedirtiyor bana. Keşke,
diyorum, farklı olacağıma, ‘birey’ olacağıma
onlardan biri olarak geçip gitseydim. Belki
1984’ten on yıl önce de vardı bir Âdem, susan. Ondan yirmi, elli yıl önce de vardı belki
ve sustu... Parti’nin kurulmasına neden olan-
Y. Yiğit Günaydın
lar da susanlar değil miydi? İşte, bu yüzden
umutlu olmak istiyorum. Belki ben bu uğurda
İsa gibi feda ederim kendimi; havarilerimle
İngsos bir gün yıkılır. O’Brien örneğin, havarim olabilir, o bakışlarıyla, tıpkı Yehova gibi...
Böylece bir gün ben, Kestane Ağacı Kahvesinde O’Brien’la sohbet ederken Julia çocuklarımızla ilgilenebilir, ‘casus’ değil ‘çocuk’ olan
çocuklarımızla. Eski günlerin kınandığı “Nefret Haftası” düzenler, Büyük Birader’e lanet
ederiz. ... Uzakta, çok uzakta bir ışık var... Tek
çekincem: Ya o ışık Lucifer’in taşıdığı ışıksa?
Goldstein diyorlar, Kardeşlik diyorlar... Hiçbir şey açık değil... Bu gizemle tam bir
Tanrı! Yukarıdan bize bakıp-belki gülüyor- geleceği görüyor, fakat ben de şunu biliyorum ki
Goldstein benim, kendimi bulmak istiyorum!
Labirentin ucundaki peyniri bulmaya çalışan
bir ‘fare’ gibi hissediyorum kendimi. Kendimden korkuyorum, gelecekten, Julia’dan...
Ya labirentin ucundaki ışık Lucifer’inkiyse?
Ya labirentte hiç peynir yoksa? Ya Mesih İsa
gibi havarilerim beni satınca mahkûm İsa gibi
ölürsem? İşte, o zaman Goldstein’ın “öldüğü”,
benliğimi kaybettiğim ve Âdem gibi cennetten kovulduğum andır.
Winston Smith, Haziran 1984
39
Bay Agop
Eda Özkök
Ülkedeki “Biz de bu topraklarda doğup
büyüdük. Bu toprakların insanlarıyız, sizlerden farklı değiliz. Her türlü hakları, sizler gibi
anayasa ile güvence altına alınmış bu ülkenin
vatandaşlarıyız” ana fikrinden yola çıkan,
azınlıkların sesi, ‘Kargo’ gazetesinin Ankara
so-rumlusu olan ünlü gazeteci Agop Margarosyan, bir nedenle İstanbul’ da bulunduğu
sırada, öğrenci temsilcimizin yoğun çabaları
sonucu okulumuzun konferans salonunda bir
konuşma yapmak üzere gelmeye razı edilmişti.
Koşullar ne olursa olsun ülkemizde
yaşayan azınlıkların yanında olmamız gerektiği; ayrıca bunun demokratik bir zorunluluk
olduğu vurgusu ile sunuş konuşmasına başlayan öğ-renci temsilcimiz; konuşmasını bir
aydın, bir insan olarak bizlerin de her türlü
ayrımcılığın karşısında olmamız vurgusunu
yaparak devam ettirmiş ve bitirirken de “Bizler için Ahmet’ler Mehmet’ler ne ise, İsak’lar
Agop’lar da odur!” diye bağırmıştı yüksek sesle. Ve normal bir tonla: “Şimdi, ‘Demokratik
Toplumlarda Birey Olmak’ konulu konuşmasını yapmak üzere Bay Agop’u kürsüye davet
ediyorum.” demişti. “Şimdi, ‘Demokratik Top40
lumlarda Birey Olmak’ konulu konuşmasını
yapmak üzere Agop Bey’ i kürsüye davet ediyorum.” dememişti veya: “Şimdi, ‘Demokratik
Toplumlarda Birey Olmak’ konulu konuşmasını yapmak üzere Sayın Agop Margarosyan
kürsüye davet ediyorum.” da dememişti. Oysa
bu konuşmayı yapacak olan gazeteci Ahmet
A. olsa “Şimdi, ‘Demokratik Toplumlarda
Birey Olmak’ konulu ko-nuşmasını yapmak
üzere Ahmet Bey’i kürsüye davet ediyorum.”
derdi. Veya “Şimdi, ‘De-mokratik Toplumlarda Birey Olmak’ konulu konuşmasını yapmak
üzere Sayın Ahmet A.’yı kürsüye davet ediyorum.” da diyebilirdi ama asla “Şimdi ‘Demokratik Toplumlarda Birey Olmak’ konulu konuşmasını yapmak üzere Bay Ahmet’i kürsüye
davet ediyorum.” demezdi, diyemezdi. Çünkü
ana dili; “Bay Agop” demesini, araya duvar
örüp acımasızca, gizliden giz-liye kendisine
neredeyse mecbur kıldığı hâlde “Bay Ahmet”
demesine izin vermezdi. Nedense, “Artık gavura gavur denmeyecek!” adlı tarihi andımızı
hatırlamıştım. Temsilcimizi suçlamıyordum.
Salondan çıkıp çay içmek için kantine
yöneldim.
Geçmişten
Bir Parça
Fatmanur Yokuş
Her insanın, onu geçmişe bağlayan Bu anı onun çocukluk aşkıyla, Rebeka’yla
ayrı ayrı anıları, tutkuları vardır. Bunların ilgilidir. Yıllar geçmesine rağmen anlatıcıda
kimi güzeldir, kimi acı. Bu derin duygular onu tutkuyla saran aşkın izleri görülmektedir.
birçok öyküde karşımıza çıkabileceği gibi “Caddeye çıkınca doğup büyüdüğüm bu kente
Kâmuran Şipal’ın “Rebeka” adlı öyküsüne de gelişim yalnızca Rebeka’nın dükkânına girmek
konu olmuştur. içinmiş gibi bir duygu uyandı içimde.” (226)
Öyküdeki ana karakter, çocukluğunu Çocukluk aşkı Rebeka, anlatıcıyla geçmişi
geçirdiği yeri görmeyi uzunca bir süre arasındaki bağdır; anlatıcı, yıllarca bu gerçekten
reddeden ama daha sonra annesinin geçirdiği kaçmasına rağmen dükkâna dönüşü, onun,
bir kaza sonucu çocukluk anılarını yaşadığı bu bağın varlığıyla yüzleşmesini sağlamıştır.
bu kente giden bir erkektir. Anlatıcı, doğup “Rebeka” öyküsünün teması değişimdir.
büyüdüğü kente ayak basınca çevresinde Öyküde her şeyin değiştiği hatta anlatıcının
birçok değişiklik fark eder. Bu değişiklikler anılarında kalan Rebeka’nın bile değişip
onun
kendisiyle
ilgili
saptamalarda evlendiği ve çocuk sahibi olduğu görülür.
bulunmasına olanak sağlar: “Varlığımın bir Zaman zaten doğal olarak değişmiştir,
köşesinde saklı duran ve yıllandıkça değeri ilerlemiştir; mekânlarda çok büyük değişim
artan çocukluğumla aramdaki bağların vardır. Hatta tek değişmeyen yer olan şekerci
kopar gibi olduğunu duydum.” (220) Bu dükkânının bile bazı şekerleri değişmiştir.
farkındalık, anlatıcının yıllar boyunca Öykünün sonunda anlatıcı, içinde sakladığı
içinde sakladığı, çocukluğuna dair birtakım çocukluk anılarını, değişen, yeni yüzlü kentte
şeylerin ilk defa yok olmaya başladığının bırakarak orayı terk eder; yaşamına eski
kanıtıdır; çocukluk anılarını yıllar yok mekânında, farklı duygularla devam etmek
edememiş ama mekânlardaki değişimleri üzere yola çıkar. O, yıllar önce yapması gereken
görmek bu anıların yok oluşunu başlatmıştır. şeyi, duygularıyla yüzleşmeyi, ertelemiş ama
Anlatıcı, geçmişe ait değişmeyen hayat onu bu karşılaşmaya itmiş ve bu anlamda,
tek yer olan şekerci dükkânını görünce görevini bitirmiştir.
annesini, değişen mekânları unutur ve en
“değerli” denebilecek anısı onu ele geçirir. *Genç Olmak, 80 Yazardan 80 Öykü, Nursel Duruel.
41
Edilgen
Yağız Alp Tekin
Bir şiir geldi aklıma, yeniden
Gözlerimi kaçırışımın şiiri.
Laf oyunlarıyla doluydu oysaki
Karşımda oturan kızı da etkilerdi.
Yalnız “seninle” başlatmıştım,
Sen oyunsuzdun...
Pejmurde kirliydi, siyahtı
Küllü izmaritlerle bezeli
Üflemek lazımdı yahut su dökebilseydim...
Yalnız rüzgârı bekledim
Ben hep rüzgârı beklerim.
Mert Dilek
42
Sabah Olmasın
Bu Gözlere
“Kurtulmak istiyorum bu geceden,
Ama sabah olmasın.”*
Kirpiklerim yaşlarla ağırlaştığında,
Gözüme değmesin şafağın güneşi,
Acıtmasın.
Laçin Edis
Sayfalarda kelimeler boş
Fırtınada savrulan yapraklar kadar geçici
Limanlardan sızan şilepler kadar yalnız
Kelebeğin buruk son saatleri
Koridorlarda dolaşır gecenin gölgeleri,
gulyabanileri
Camlarda dallar uğursuz; perdelerde rüzgâr,
ruh gibi
Yankılanan tek bir ses, tek bir nefes
Ölümle raks eden ıssız bir kalp
Gittikçe yavaşlıyor yaşamın ritmi
Gömülürken gece güne,
Işıldıyor duvarların teni...
Kâbuslarımın gece yarısı matineleri
Aynalarda yansımasın katilleri
Renklerle çırpınan bir çocuk gibi kalbimin
Örtmesin en masum hayallerimi
Karanlık bulutları gerçekliğin
Şimşeklerle kavlanan tozları zamanın
Ayaklarımın altına serpilmesin kor gibi
Sıcak, kuru ama keskin cam kırıkları;
Parmaklarımı kavuran alev yağmurları gibi...
Sonsuzluğa uzanış günü geldiğinde,
Gözler ölür mü, kalır mı bilinmez;
Ama her yeni günü başlatan güneş,
İşte onun işkencesi hiç bitmez...
Hırçın dalgalar sahillerde,
Kayalarda, yosunlarda, teknelerde,
Suyun gözünde boğuk bir çığlık;
Kimse bilmez suyun gözü nerede
Durmaksızın batar güneş, peki ay?
Yıldızlar hangi cehennemde?
*Şiir Su Saydam’ın şiirinden alınmıştır.
43
“…”
Büşra Yen
çiçekler var ötede,
parkta oynayan çocukların,
eli kalem tutan yazarların,
umudu var,
hissediyorum ve içime çekiyorum,
çiçeklerin kokusunu,
yüreğimdeki,
umutsuz boşluğu
doldururcasına.
Ah Şu Maskotlar
Uzaklar... Kime ve neye göre
olduğu tarafım tarafından pek bilinmese
de onlar hep varlar. Çocukken binamızın
birkaç bina ötesindeki bakkaliye bana uzak
gelirken şimdi yeni şehirler ve ülkeler bile
yakından da öte çünkü nereye gidersem
gideyim yanımda taşıdığım bir şey var. “Şey”
demek ne kadar doğru bilmem çünkü kendisinin bir nesne olmadığına eminim. Bu kadar seviyorsam ve bu kadar kendime ait hissediyorsam illaki satın alınmış bir şey olması
gerekmez, değil mi?
Hepimiz böyle değil miyizdir zaten?
Ne kadar öteye gidersek gidelim kurtulmak istemediğimiz, “tatlı baş belası” olarak
da adlandırılabilecek şeylerden kendimizi
44
Rojin İdil Erdoğdu
alamayız. Sonra da vazgeçilmezimiz olurlar
zaten. Tıpkı bir maskot gibi... İyi bir maskot...
Yüzü gülümseyen ama kalbi atmayan... Seven
ama kandıran... Güvenen ama güven veremeyen bir maskot... Kurtulmak istemeyiz;
sebebi de vardır bunun elbet. Ama öyle bir
gün gelir ki bir bakarsınız, çalışma masanızın
üzerine bıraktığınızı sandığınız maskot uçup
gitmiş... Başka evlerin anahtarlarına çilingir
de olmuş, anahtarlık da! Besle kargayı oysun
gözünü, demişler ya; bu sözdeki durumu duyumsatan türden...
Var ama yok gibi... Olsa her şey çok
güzel olur gibi... O hep vardı, hep de olacak
gibi... Her ne kadar uzak(!) da olsa, her sabah
uyandığımızda o masada kalacak gibi....
Saklı Bahar
Yapay bir camın arkasında yansıyan altın,
Kar tanelerine tutunmuş boşluğun özgürlüğü,
Soğuk gecelerin yüreklere yuva olduğu yağmur,
Düşen taze bir ıslaklık içinde ışığı getirmiş.
Küçük bir kanat, ağacın yaşlı derisi altında,
Titreyen binbir gecenin sıcağını saklamış.
Uçan denizin üstündeki ateşin sıcağı,
Toprağın buzlu örtüsünü yakmış.
Yorgun, tozlu gözler damlaları içinde saklamış
Güneşin doğan bir tutam kıvılcımını
Küçük bir çiçeğin üstünde çalmış çanlarını,
Yeşilin her tonundan kemikleşen dallar.
Yaraları çatlamış toprak, gölgeleri içine çekmiş.
Aralarından çıkan yaşam yeni bir yüz örmüş.
Hafif rüzgârların üzerinde salınan kanatlar,
Şarkılarını bağlamış ağlamayı kesen gökyüzüne.
45
Sıla İnel
Ortalığı
Birbirine Katmak
Francois Truffaut’nun ilk filmi olan
“400 Darbe”, diğer Fransız Yeni Dalga filmlerinde olduğu gibi karakter değişimini değil de
bir durum ve o duruma yönelik gelişen olayları anlatır. Ana karakter Antoine'ın kişiliği film
boyunca değişmez ve karakter, sürekli aynı
şeyi arzular: Özgürlük.
Sinemada, yönetmenlik ya da yapımcılık işine girmeden önce bir sanat dergisinde film eleştirmeni olan Truffaut için bu film,
otobiyografik unsurlar taşırken Fransız toplumuna eleştirilerde de bulunur. Fransızların,
“Bir adam kendi suçsuzluğunu kanıtlayana
kadar suçludur.” algısını beklenmedik bir şekilde bir çocuk üzerinden irdeler Truffaut.
Antoine’nin annesi, babası ve öğretmenleri
Antoine'ın yalan söylediği ve yaramazlık yaptığı ön yargısına sahiptir. Antoine’nın henüz
küçük bir çocuk olmasına rağmen çevresindekiler tarafından bu kadar ağır yargılanması, izleyicinin zihninde Antoine için duyulan
sempatiyi artırırken toplumun doğruları içinde bir karşıtlık oluşturur. Böylece Truffaut,
filminde eleştiri yapmakla kalmaz, izleyicinin
bu eleştiriyi kendi başına yapmasını da sağlar.
Truffaut’nun yaptığı bir diğer eleştiri
ise Fransız aile yapısı üzerinedir. Filmin ana
karakteri Antoine ve en yakın arkadaşı Rene
için anne ve baba karakterleri belirsizdir. Evet,
anne ve babaları vardır, fakat bu ebeveynler,
bir çocuğu yetiştirme ve bir çocuğun sorumluluğunu alma konusunda başarısızdırlar.
Truffaut da toplumdaki bu algıyı eleştirir.
Ekmeğini verip geri kalan her şeyi çocuğun
kendisinin yapması gerektiğini düşünen bir
ebeveyn, kendi sorumluluklarını yerine getirmiş sayılmaz. Çocuk büyütmek, sevgi, zaman
46
Ecegül Bayram
ve dikkat gerektirir. Onu, sonradan, zorunluluktan yanına alan annesi ve üvey babası tarafından yetiştirilen Antoine’nın veya annesi alkolik ve babası kumarbaz olan Rene’nin hayatı
gerçek ebeveyn figürlerinden yoksundur. Islahevine girmeden önceki sorgu bölümünde de
Truffaut, bunları anlatarak karakterini izleyicisi
için aklar ve onun sadece korunmaya ihtiyacı
olan küçük bir çocuk olduğunu hatırlatır.
Son olarak ise Truffaut, film tarihinin
en akılda kalıcı sonlarından birini yaratmıştır. Film boyunca Truffaut, Antoine karakterini izleyiciye sevdirmiş, içimizde düzene karşı
karakteri koruma duygusu ortaya çıkarmış ve
karakterin işlediği suçları veya çıkardığı sorunları affettirmiştir. Antoine’nın ıslahevinden
kaçışıyla izleyiciyi umutlandırmıştır. Antoine
kaçıyordur, belki sorunlarının hepsini geride
bırakmak, belki denizi görmek, belki de çocukça duygusal bir neden için. İzleyici için bu
kaçışın nedeninin önemi yoktur, çünkü bütün
olaylar izleyiciyi duygusal olarak doyurmuştur.
Son an geldiğinde ve Antoine izleyiciye olgun
bir kendine güvenle baktığında ise izleyicinin
önceki tokluğu yok olur ve o bakışı sindirmeye
çalışır. Sanki izleyici, bütün bu olayları ve sondaki kaçışla gelen umudu başka bir dünyada
hayal etmiş, fakat o bakışla hayatın gerçekliğine
geri dönmüştür. Şimdi ne olacaktır? Truffaut,
izleyici için bu soruyu açık bırakır. Geleceğe
karşı duyulan şüphe ve umut arasındaki belirsiz
zıtlığın ve romantik hayaller ile gerçek dünya
arasındaki üzücü farkın eleştirisini izleyicisine
bırakır. Tek bir bakıştan çıkarılmış derin bir anlam, küçük bir çocuğun omuzlarına yüklenmiş
ağır bir yüktür.
Sakal
Umutcan Gölbaşı
I
işinden memnundu Efrahim Usta
her ne kadar dükkânına gelen her müşteri
adını İbrahim sansa da
aldırmazdı o artık bunlara, alışmıştı insanlığa
ve o kadar görüp geçirmişti ki
isminin yanlış söylenmesi
onun canını sıkacak en son şeydi
yalnız başınayken dert edecek
daha büyük şeyleri vardı bu yaşlı yahudinin
bir başına, karanlıkta
sakalını sıvazlarken
II
Efrahim Usta severdi ya sakalını sıvazlamayı
aklına nasırlı parmaklarının ucuna batınca gelen
o derin bir ah çektiren anıları sevmezdi
sevmezdi ya aklından çıkıp gitmezdi onlar da
aksi bir sakız gibi beyninin en kuytu köşelerine yapışır
adamı iyice huzursuz ederdi
yine böyle tek başına sessizliğe ve karanlığa gömülmüş
sakalının iyice beyaz olmuş telleri arasında
soğuktan kaskatı kesilmiş parmaklarını gezdirirken
beynine yapışan sakızdan bir anlığına uzaklaşıp düşündü
derince ve iyice düşündü
o kadar derindi ki bu düşünce
marangozhanenin o tozlu havasını
ciğerlerine çekmeyi bile unutmuştu
ve sonunda içinde kalan birazcık solukla
"ne önemi var ki Efrahim" dedi
"ne anlamı var böyle yaşamanın"
gözü dolabın kuytu bir köşesinde
karanlıkta unutulmuş soğuk baba yadigârı tabancaya gitti
III
durdu
şöyle bir kafasını salladı
yapabilir miydi?
kendisi gibi herkesin unuttuğu bir kuytuda bulunan
o zavallı altıpatlara bir yakınlık hissetti birden
metal soğukluğunu hissetti içinde
düşüncesi bile kötüydü
yıllar sonra o barutu böyle kullanmanın
kötüydü ya dinginleştiriciydi de
vah dedi kendi kendine
bitmişim ben
şundan sonra
yaşasam ne yazar
yaşamasam ne
ağırca doğruldu oturduğu sandalyeden
sigara kokan o eski yırtılmış kumaşı avucunda hissetti
derisinin ne farkı kalmıştı ki o kumaştan
dolaba doğru attığı her ağır adım
sanki zamanı gittikçe yavaşlatıyordu
47
ve yerdeki eski parkeler
gitgide kulağında çınlayan bir gıcırdama çıkarıyordu
yanağından bir gözyaşı aşağıya süzüldü
tenini ısıtarak
varmıştı artık döküntü dolaba
başını rafa doğru kaldırdı, öylece bakakaldı
yutkundu
tükürüğü boğazını yakarak aşağı ilerledi
bıkmıştı artık
sakalını sıvazladı uzun bir süre
sonra da yaşamak tatlı şey be dedi
yapamam ben böyle şeyi
hayat bu ya
ne olacağı belli olmaz demişler
üç gün sonra da
kanserden öldü zavallı Efrahim Usta
mezar taşına İbrahim yazıverdiler
IV
Akşama doğru güneş batarken
Ve arabalar yarın yokmuş gibi
Aceleyle geçerken
Tarlabaşı'ndan Pera'ya çıkan yokuşu
Yürür de nefes nefese kalırsan
Efrahim Usta'yı an sen de.
Çünkü öyle yapar
Yumuşak yüzlü okul çocuğu
Hikâyelere muhtaçken
Gecenin en sessiz anında;
Ve yine Efrahim Usta anılır
Yalnızlık Kıraathanesi'nde
Biri çifte gidip
Okey atınca.
Anlamı yokmuş ya yaşamanın
Tatlıymış anılmak.
V
Sakal bırakır Ali şimdi
ve tarar bazen sabahları
dedesinin tarağıyla
dedesinin ceviz kokan
safran sarısı
yağıyla.
Dükkânını da rahatsız eder arada
eski tozlu dükkânını.
Eski bi’ silah vardır rafta
eski güzel bir kadının resmi
-- eski güzel anılar kafasında
güzel bir kadın yanında
güzel bir silah belinde
öldürmeyi ölmeyi
düşünmez Ali
henüz.
48
Toplum
Ayşegül Ersin
“Ne duruyorsun? Tepsiyi al ve boşları
topla. Memleketteki en önemli herifler senin
keyfini beklemeyecek. Yürü!”
G—biraz aceleci biraz sakar kendini
mutfaktan zor attı. Mutfağın bunaltıcı, dumanlı, kötü kokulu gürültüsü arkasındaki
devasa kapıların kapanmasıyla sosyetenin bol
kahkahalı, bol şampanyalı, bol mücevherli
gürültüsüne dönüştü. Yüzünde sahte gülümsemesiyle, itaatkâr ve nazik bir şekilde boş
Chardonny bardaklarını topladı. Bir yandan
da çevredeki “önemli” insanlara bakıyordu.
Ne var ki görebildiği tek şey, para insanlardı
ve para insanlardan tiksinirdi.
E—Bey sıkılmış hissediyordu. Ailesine pek belli etmeden kapının üstündeki altın
süslemeli saate baktı, Oohoo daha bitmesine
çok var. Kim bilir nasıl dayanacağım. O da
dayanmak için kalbine zararlı olduğunu bile
bile bir bardak daha viski aldı ve yine kalbine
zararlı olduğunu bile bile kızının yanına gitti.
Kızı da arkadaşlarıyla katıla katıla gülüyordu.
Şampanyanın attırdığı kahkahalar... Kızın yanındakilere şöyle bir baktı. Aslında düzgün
çocuklara benziyorlardı. Yetişkinlerle aralarındaki tek fark oturuşlarından belli olan rahatlık ve ayağa kalkışlarından belli olan enerji.
Acaba benden çekinirler mi? Pekâlâ çekinebilirlerdi. Ne de olsa baban yaşında adamın biri
masana geliyor!Biz gençken çekinirdik ama
bu nesil o kadar çekinden değil. Ne güzel, çekingen de olmasınlar zaten. Tam kendi gençliğine dönmüş, saati bile unutmuşken kızının
ona seslendiğini duydu.
“Babacığım iyi misiniz?” Tüm ilgisiyle
sordu babasına. Babasıyla ilgilendiğinden değil de babası onunla ilgilensin diye soruyordu.
Hatta babasını pek de umursamıyordu. Kendisiyle ilgilenen babası olmasa bile olurdu.
”Teşekkür ederim Z—. Buraya gelebilir misin acaba kızım?” Al işte, bütün soğukluğuyla
yine konuştu. Suratındaki gülümseme birden
yok oldu.Elbisesinin eteklerini toplayıp babasına doğru yürüdü. “Bu akşamki davranışların
beni çok memnun etti, bundan dolayı sana teşekkür etmek istiyorum. Ödüllendirileceksin.”
Eğitilen köpek gibi. Gerçi köpeğini benden
daha çok sevmektedir herhâlde. Z—naifçe gülümsedi. “Ödüle ne gerek var babacığım, sizi
düzgün bir şekilde temsil etmek benim için
zaten bir ödül.” Elini babasının elini sıkmak
için kaldırdı fakat babasının sinirli bakışlarıyla tekrar indirdi. Babası hiçbir şey söylemeden
arkasını döndü ve çok sevgili iş arkadaşlarıyla
konuşmak için başka masalara doğru ilerledi.
Z—kendine yalan söyleyemezdi, babasının ilgisini istediği doğruydu ve babasıyla yaşadığı
bu kısa konuşma ona dışarıdaki kar fırtınasından daha soğuk hissettirmişti. Sonunda o da
aynı neşeli gülümsemeyle arkadaşlarına döndü ve kahkaha atmaya devam ettiler.
Yine geldi ikiyüzlü kız. “Kötü bir şey
mi oldu Z—?” “Yok canım. Her zamanki babam ve her zamanki konuşmaları.” “Evet, ben
de öyle tahmin etmiştim. İç ısıtan gülümsemeni görünce anlamalıydım zaten.” Z— bir
daha güldü. Yine aynı gülümseme...İsim ve
para için hayatım boyunca aynı gülümsemeyi
49
görmek zorunda kalacağım, ne acı!... “Küçük
şeyleri yakalamana seviyorum D—.” Gözleri
kulaklarındaki mücevherler gibi parlıyordu.
Âşık olduğu belli, iyi yanından bakarsak işimi kolaylaştırıyor. “Ben de seni seviyorum.”
Etraftaki kızlar kıkırdadı ve bir tanesi Z—‘nin
kulağına eğilip bir şeyler söyledi. O sırada
D—‘nin gözleri uzakta bir görevliyle sohbet
eden bakana takıldı. Yanında çalıştığım bakan
bile ucuz herifin teki.
Kendisiyle konuşan garson kaşlarını
kaldırarak biraz şaşkın biraz da masum sordu:
“Yani bu parti hakkında gerçekten böyle mi
düşünüyorsunuz?” “Öyle konuşma evladım,
sanki kötü bir şey söyledim. Sanki kimse böyle düşündüğümü bilmiyor.” “Açıkçası efendim ben bilmiyordum. Böylesini tahmin bile
edemezdim.” “Benimle efendimli mefendimli
konuşma. Ben senin hiçbir yerden efendin olmuyorum. Köle misin yavrum sen?” Bunları
söylerken hem kıkır kıkır gülüyordu hem de
bir eli G—‘nin omzundaydı. Böyle çocuklar
görünce üzülüyorum. Hep bir önyargılı, hep
ciddi. Biraz rahatlasalar, körpe kalplerini yormasalar... “Eee... Biraz da sen konuş bakayım.
Sen ne düşünüyorsun parti hakkında?” “Ben
efendim, açıkçası...” “Hadi hadi, açık konuş,
çekinme.” “Ben aslında sizin için değil ama
şey... Yani kimseye daha önce söylemedim
ama... Ben paranın insanları ikiyüzlü yaptığını
düşünüyorum.” “İkiyüzlü mü?” “Evet efendim,
ikiyüzlü. Yani maske takarmış gibi insanlara
karşı tutum değiştiriyorlar.” “Öyle diyorsun...”
“Evet, efendim.” “Bana soracak olursan. Gerçi benim ne düşündüğümü ne yaparsın... ama
aklında bulunsun yavrum, buna ikiyüzlülük
denmez. Buna, insanın toplum içindeki davranışı denir. İkiyüzlülük başka bir şeydir. Hem
sadece parayla da olmaz bu, herkeste olur.
Bence o kadar da korkunç bir şey değil ama
tabii... tadında bırakmak lazım.”
Mert Dilek
50
.
Güneş henüz batmadan göz kapaklarımın ağırlaştığını hissediyordum. Belki vücudum göz kapaklarımı taşıyamayacak kadar
güçsüz düşmüştü, belki de göz kapaklarım suratımın geri kalanıyla birleşip bütünlük oluşturmak istiyordu... Yorucu bir gün olduğunu
da söyleyemezdim üstelik. Diğer günlerimden pek bir farkı yoktu.
Sabah kalkmış, ilk iş olarak o gün
ne giyeceğimi düşünmüştüm. Gardrobuma
bakıp giyebileceğim iki yüzden fazla kombinasyonu düşünerek geçirdiğim 15 dakikadan
sonra, beyaz, kolsuz, polyester bir gömlek ve
siyah, düz, keten bir etek seçip kahvaltı yapmak üzere mutfağa yönelmiştim. Kendime
bir tost hazırlayabilir, yumurta yiyebilir ya da
köşedeki pastaneden poğaça alabilirdim. Pastane fikri aklıma hiçbir zaman hayır diyemeyeceğim vişne ve çikolata dolgulu kurabiyeleri
getirdi. Kurabiyelerin dünden kalmış olabileceğini, kruvasanın daha iyi bir fikir olacağını
düşündüm. İşe neredeyse geç kalacağımı fark
ederek kahvaltımı yolda yapmaya karar verdim. Çalıştığım yer olan Beşiktaş Adliyesi’ne,
geçenlerde trafikte geçirdiğim üç saatten sonra arabayla gitmemeye karar vermiş, kendimi
toplu taşımanın ellerine bırakmıştım. Otobüse binip Üsküdar’a oradan da motorla Beşiktaş’a geçebilirdim ya da metroyla Kadıköy’e ve
sonra da vapurla Beşiktaş’a gidebilirdim. Motor, vapura göre daha hızlıydı ama otobüsteki
kalabalığı da çekmek istemiyordum motora
binmek için. Taksiyle de gidebilirdim aslında
ama çok pahalıya mal olurdu ya da önce aynı
yerde çalıştığım arkadaşıma giderdim, o beni
bırakırdı. Ben bunları düşünürken kendimi
metro istasyonunda jeton alırken buldum.
Vapurda da simitle çay aldım.
Sizi, kişiliğimle yanıltmak istemem.
Yapacağı seçimleri dünya meselesi hâline getiren biri değilimdir, sadece her insanın gün
içinde hep aklından geçen ama genelde dışarı
vurmayacak kadar önemsiz bulduğu şeyleri kelimelere döküyorum bugün. ... Adliyeye
Ç. Ceren Türkoğlu
geldiğimde okuduğum dosyaları koyduğum
rafa yürüdüm ve dün gece okuduğum iki dosyayı da aralarına yerleştirdim. Bu dosyalardan
biri hakaret etme üzerine çıkmış bir söz kavgasıyla ilgiliydi. Tartışan her iki taraf da birbirinden şikâyetçi olmuş, bu da okuyarak hiçbir
sonuca varamadığım dosyada bahsi geçen iki
kavgalı eski arkadaşı dinlemek için çağırmama
neden olmuştu. Doğruyu söylemek gerekirse o
kadar uğraşacak şey varken bu basit kavgayla
zaman harcamak mantıklı gelmiyordu bana. Bu
nedenle güne başlamak için bu vakayı seçmiştim. Gelen adamlardan birinin suratı yara bere
içindeyken diğerinin eli alçıdaydı ve sendeleyerek yürüyordu. Kavgalarının hakaretle sınırlı
kalmadığı, şiddete başvurdukları apaçık ortadaydı. Birbirlerini neden şiddet kullanmaktan
şikâyet etmedikleri ise merak kaynağıydı. Her
iki tarafı da dinleyip yeterince kanıt olmadığından yakındım. Anlattıkları, sadece kendilerini haklı çıkaracak nitelikteydi ve doğal olarak
birbirinin neredeyse zıtlarıydı. Arada sırada laf
arasına sıkıştırdığım üstü kapalı sözlerle birbirlerine şiddet uyguladıklarını ağızlarından almaya çalıştım, şiddet kullanıldığının açığa çıkması
işimi çok daha kolaylaştırırdı. Görünüşe göre
ikisi de eskiye dayalı arkadaşlıklarına hemen
ihanet etmek istemiyor, sadece birbirlerinin gözünü korkutmaya çalışıyorlardı. Bu durum da
bir sonuca varmamı iyice zorlaştırıyordu. Sonuca varmak için bir seçim yapmalıydım. Bir
seçim yapmam gerekiyorsa da doğru olanı seçmeliydim. Neyin doğru olduğunu anlamaksa
çok zor ve riskliydi. Bu yüzden doğruyu bulmaya çalışıp yanlış seçim yapabilme riskini almak
yerine hiçbir şey seçmemek daha iyiydi. Çünkü hiçbir şey seçmemek her şeyi mümkün kılıyordu. Takipsizlik kararı, kulağa yapılacak en
mantıklı şey olarak geliyordu. Bu soruşturmayı
genişletip mahkemeye çıkarmak akıl kârı değildi fakat çıkardığım takipsizlik kararı, kalbimde
suçluluk duygusu uyandırmaya engel olmadı.
Acaba iddianame yazmamakla hata mı etmiştim? Saçma bir nedenden birbirini yaralayan iki
51
sözde arkadaş, daha ciddi bir nedenle birbirlerinin katili olabilirdi. Bu vicdan azabı çektirme potansiyeli olan soruları bir kenara bırakıp
takipsizlikten memnun olmayan bu iki adamı,
yenilgiye uğramış bakışları ve ağızlarında geveledikleri sözler eşliğinde gönderdim. Yaptığım her seçimin bir sonucu vardı, biliyordum.
Bir şey seçmeyerek, olasılıkları genişletiyor ve
böylece olacakların sorumluluğunu az da olsa
üzerimden atıyordum. Takipsizlik, bu insanların hayatını alt üst etmeyecekti, sadece hemen
belli bir sonuca ulaşmalarını engelleyerek, olabileceklerin olasılıklarını artıracaktı. Onların
olaylarını tam olarak bir çözüme kavuşturmadığım için iki eski dostun minnetlerini ya da
nefretlerini de kazanmayacaktım.
Gün içinde iddianame yazıp mahkemeye gönderdiğim bir başka soruşturma ve
bir otopsi oldu. Masamda beni bekleyen üç
dosyayı alıp erken çıkmaya karar verdim. Eve
girmeden birkaç ihtiyacımı gidermek üzere
markete uğradım. Önce şampuan reyonuna
yöneldim. 16 farklı marka ve her markanın en
az 10 çeşidi vardı. Çocukluğumu düşündüm,
tek çeşit şampuan vardı ve görünüşe göre o
tek şampuan her saç tipine uygun ve herkesin
ihtiyacı olandı. Şampuan ihtiyacı olan herkes
mağazaya girer, hiç zaman kaybetmeden onu
alırdı. Şimdi ise 160 çeşit şampuan olmasına
rağmen, hiçbiri tam olarak aradığım değildi,
bu da reyonda hangisinin benim için en iyisi
olduğunu düşünerek zaman kaybetmeme neden oluyordu. Seçeneklerin sayısı artıkça hem
seçim yapmak zorlaşıyor hem de beklentilerim
artıyordu. Ne alırsam alayım yeterince iyi değildi, çünkü 160 seçenek vardı ve o 160 seçenek arasından mutlaka daha iyisinin olması
gerektiğini düşünerek yaptığım seçime pişman
oluyordum. Şampuan seçiminde yaşadığım tereddüdün biraz daha düşük şeklini dondurma
ve salata sosu seçerken de yaşadıktan sonra
daha fazla oyalanmadan eve döndüm.
Şu an ise bu nedensiz yere geldiğini
düşündüğüm, gereksiz yorgunluğumun bir
52
nedeni olduğuna karar vermiş, bu yazıyı yazıyorum. Yorgunluğumun nedeni okumam
gereken üç kalın dosyanın kasveti, otopside
gördüğüm trafik kazasına kurban gitmiş genç
kızın masum suratı, soruşturmalarda verdiğim kararlar, İstanbul trafiği ya da kendimi
karbonhidrata boğmam değildi; seçim yapma
zorunluluğumdu. Zorunluluğum diyorum
çünkü seçim yapmak kaçınılmazdı. Seçim
yapmak bu açıdan nefes almaya benzediğini
düşündüm. Sürekliydi, yaşadığımız sürece
farkında olmadan devam ettirdiğimiz bir eylemdi. Her zaman nefes aldığımızı bilmemize
rağmen, bunun farkında bile değilizdir; bedenimiz bizi, nefes aldığımızı fark etme zahmetine sokmaz. Ancak vücudumuzu dinlediğimizde, nefes almak bizim için istemsiz olarak
yapılan bir eylem olmaktan çıkar. Nefes alıp
verme zorunluluğunu hissederiz ve bu zorunluluk biz dalıp gidene ya da başka bir işle meşgul olana kadar devam eder. Yorgunluğumun
nedeni de buydu sanırım, bugün yaptığım
her seçimi bilinçaltımdan çıkarıp beynimde
belirgin hâle getirmiştim. Sanki tüm gün nefesimi bilinçli olarak almıştım. Seçim yapmayı, nefes almaktan ayıran en büyük özellik ise
her seçimimizin farklı sonuçları olmasıydı.
Aldığımız her nefes hücrelere ve akciğerlere
oksijen gönderip yaşamsal işlevlerimizi yerine getirirken verdiğimiz her kararın iyi ya
da kötü, farklı sonuçları vardı. Her seçim bir
vazgeçiş ve aynı zamanda bir başlangıçtı. Yaptığımız her seçim hayatımızda küçük ya da
büyük bazı olasılıkları kapatır, bazı olasılıkları da doğururdu. Arasından seçim yapmamız
gereken şeylerin çokluğu bu olasılıkları artırırken seçim yapmayı bizim için iyice zorlaştırırdı. Tüm olasılıkları mümkün kılmak için
seçim yapmamız gerekir ki bu da imkânsızdır
çünkü hiçbir şey seçmemek bile bir seçimdi.
Mevsim Oyunları
Feyme Zafer
Günlerden serin yalnızlıktı.
Aylardan bahar,
Senelerden gün batımı...
İçimde yaşattığım masaldan
Kovulacağımı anladığım gibi
Terk ettim masalımı.
Saat hüzne gözyaşı kalayken
Kibrit taşı yüreğimde ateş yakıp
Şömineye atmıştım bile
Yazdığım oyunları.
Bir küçük sandık yetiyordu ne de olsa
Bana dair ne varsa toplamaya.
Kala kala
Desteleyip sakladığım
Hayallerim kaldı en sona.
Origami kâğıtlarında gizli,
Sabun köpüğü renkli...
Nasıl koysam işe yaramadı,
Sığmadılar sandığa.
Ben de doldurdum onları
Tıkıştıra tıkıştıra, kapatırken
Üstüne oturduğum bavuluma.
Beni sen geçe
Fırladım, çıktım
Tozlu yola nazır sayfadan.
Gitmeye hazırdım.
Geride bıraktım
Kim bilir kaç mutlu çocuğun
Dilek dolu bakışları
Ve tombul yağlı parmakları
Gezmiş, evim olan kitabı.
Üstelik bilinmelidir ki
Yokluğumda aramayacak kimseler
Benden geriye kalacak
Ne eksik bir sayfa o kitaptan
Ne de birkaç makas darbesi
Resmimin yerini dolduran.
Geriye bir şey kalmadı bizden
Her şey şu küçük anıdan ibaretken:
Kış çocuğuydum ben,
Yaz çocuğuyken sen.
Yırtılıp kaçırıldım masumiyetten
Sana kızıp kıskanıp
Güneşi söndürdüğümden.
Ve bu yüzden
53
Kıştan önce bahar,
Yaz olmadan sonbahar
Diye bilecek bu hikâyeyi her duyan.
Neyse ki kaçamazsın sen benden
Her birinin içinde, dışında,
Köşesinde, kenarında,
Çepeçevre her bir yanda
Zihnimdeki her kıvrımda
Anılarıma muhafız
Çaresiz bir tutsakken!
İşte bunu bilerek beklemedim
Beni sen geçeden sonrasını.
Bana sen kala gelmeni beklerken ben
Fazladan her saniye bir çeşit intihardır.
Ayrıca unutmuşsun belli ki
Bu ülkede saatler okunmak
Ve dinlenmek içindir.
Nasıl ilerler ve ne anlatır
Geçmişten alınacak ders
Ve hikâyemizin kayda alınış şekli.
Sen, vakitsiz yaşayan,
Başı dertte nihilist,
İnanmadın, kulak asmadın
Yarattığım dünyanın gerçeklerine
Ve kaçırdın, üstünde
"Kurtuluş için düzen gerekli
Bulamazsın duygularda günleri
Katamazsın aylara mevsimleri
Cesaretin aptallıkla ödüllenirse
Ömür boyu her sene
Sonbahar sana, sonbahar!"
Yazılı treni.
Ben ise resmini
Buruşturup koyduğumda
Sallanan kitaplığın aşınmış
Tozlu ayakaltına
Bilmiyordum, bir mahkûmun
Bu denli pervasız olabileceğini
Ve gücümü hor gördüğünde
Kırmızı mürekkepten kalbimin
Beyaz kâğıdı deşeceğini.
Akrep ile yelkovan, bilmek gerekir.
En kötü şeydir,
Bu gerçeği yok sayan bir akıl.
Anlatılanlar gelecekten bir işaret,
54
Benim Baharım
Mevsimim kıştır benim, üşürüm
Hasret kaldım sıcağına baharın
Sular coşkun, renkler canlıymış onda
Umutlar yeşerirmiş baharda.
Dünyamda mevsimler karıştı birden
Sığınacak bir dal ararım her gün
Dallar birbirine kardeşmiş onda
Benimse dalım kırıldı çoktan
Çiçekler açarmış baharda
En canlı hâlini yaşarmış kâinat
Doğum günü kutlanırmış baharın
Bense doğduğum günü unuttum çoktan
Bir sevgili gibi beklenirmiş bahar
Sevmek onda bir başka güzelmiş
Sevgi nedir bilmiyorum, unuttum
Sevgiliyse beni terk etti çoktan
Düşlere müjdeymiş bahar
Eritirmiş soluğuyla karları
Talih kuşu gibi konarmış toprağa
Benimse düşlerim karardı çoktan
Baharda yaşanırmış tüm kavuşmalar
Uzanırmış eller birbirine sımsıkı
Benimse gözlerim yoruldu,
Boşluğa bakmaktan...
Dostlar desen nafile,
Terk etti çoktan...
55
Fatmanur Yokuş
Mart
Kapı çalmadan
Kalp çalar gibi
Pervasız aç
Çiçeklerini
Bu sefer, göster
Bir başka beni.
Batuhan Sicimoğlu