CALVIN HIRĐSTĐYAN DĐNĐNĐN TEMELLERĐ Derleyen: JOHN T. McNEILL

Transkript

CALVIN HIRĐSTĐYAN DĐNĐNĐN TEMELLERĐ Derleyen: JOHN T. McNEILL
CALVIN
HIRĐSTĐYAN DĐNĐNĐN TEMELLERĐ
Derleyen:
JOHN T. McNEILL
Auburn Union Đlahiyat Fakültesi
Kilise Tarihi
Emekli Profesörü
New York
ÜÇÜNCÜ KĐTAP
MESĐH’ĐN LÜTFUNU ALMA ŞEKLĐMĐZ: BĐZE BUNDAN GELEN
YARARLAR VE DAHA SONRAKĐ ETKĐLERĐ
301
ĐÇĐNDEKĐLER
1. Bölüm
Ruh’un Özel Çalışmasıyla Mesih’in Bize Yararları
Konusunda Söylenenler
304
II. Bölüm
Đman: Tanımlanıyor, Özellikleri Açıklanıyor
307
III. Bölüm
Đman Sayesinde Yeniden Doğuşumuz: Tövbe
337
IV. Bölüm
Sofistlerin, Tövbe Konusunda Okullarında Ettikleri Bütün
Boş Lafların Müjde’nin Paklığından Ne Kadar Uzak Olduğu;
Đtiraf ve Kutsanma Tartışması
356
V. Bölüm
Kefarete Yaptıkları Ekler, Yani Endüljanslar ve Araf
385
VI. Bölüm
Hıristiyan’ın Yaşamı; Önce, Kutsal Yazı’nın Hangi Kanıtlarla
Bizi Buna Teşvik Ettiği
394
Hıristiyan Yaşamının Özü: Kendimizi Đnkâr Etmek
398
VII. Bölüm
VIII. Bölüm Kendini Đnkâr Etmenin Bir Parçası Olarak Çarmıhı Taşıma
406
IX. Bölüm
Gelecek Yaşamı Düşünme
412
X. Bölüm
Bu Yaşamı Nasıl Kullanmamız Gerektiği ve Bunun Yararları
416
XI. Bölüm
Đmanla Aklanma: Önce Kelimenin ve Konunun Açıklaması
420
XII. Bölüm
Tanrı’nın Karşılıksız Akladığına Đyice Đkna Olabilelim Diye,
Düşüncemizi O’nun Yargı Kürsüsüne Kaldırmalıyız
437
XIII. Bölüm Karşılıksız Aklanmada Dikkat Edilecek Đki Konu
443
XIV. Bölüm Aklanmanın Başlaması ve Sürekli Đlerlemesi
446
XV. Bölüm
Đşlerin Liyatini Övmek, Tanrı’yı, Kurtuluş Güvencesi Kadar
Doğruluk da Bahşettiği için Övmemezi Yıkıma Uğratır
459
XVI. Bölüm Papa Yanlılarının Bu Öğretiye Đğrençlik Atfettikleri
Asılsız Suçlamalarının Çürütülmesi
465
XVII. Bölüm Yasanın ve Müjde’nin Vaatlerinin Uyuşması
468
XVIII. Bölüm Ödüle Bakarak Đşlerin Doğruluğu Sonucunu Çıkarmak Hatadır
480
XIX. Bölüm Hıristiyan’ın Özgürlüğü
488
302
Đmanın Başlıca Uygulaması Olarak,
Tanrı’nın Bizi Her Gün Bereketlediği Dua
499
XX1. Bölüm Tanrı’nın Bazılarının Kurtuluşunu, Diğerlerinin Yıkımını
Önceden Belirlediği Sonsuza Kadar Süren Seçimi
548
XXII. Bölüm Kutsal Yazılardaki Tanıklıklarla Bu Öğretinin Doğrulanması
556
XXIII. Bölüm Her Zaman Bu Öğretiye Haksızca Yöneltilen
Asılsız Suçlamaların Çürütülmesi
566
XXIV. Bölüm Seçim, Tanrı’nın Çağrısıyla Onaylanır; Üstelik Kötüler,
Kendileri Đçin Önceden Belirlenen Adil Yıkımı Başlarına
Kendileri Getirirler
578
XXV. Bölüm Son Diriliş
594
XX. Bölüm
303
ÜÇÜNCÜ KĐTAP
Mesih’in Lütfunu Alma Şeklimiz: Bize Bundan Gelen Yararlar ve Daha Sonraki
Etkileri
1. BÖLÜM
RUH’UN ÖZEL ÇALIŞMASIYLA MESĐH’ĐN BĐZE YARARLARI
KONUSUNDA SÖYLENENLER
1. Bizi Mesih’e bağlayan bir bağ olarak Kutsal Ruh
Şimdi şu soruyu irdelemeliyiz. Baba’nın, tek Oğlu’na –sadece Mesih’in kullanması
için değil, yoksul ve muhtaç kişileri zenginleştirebilsin diye- bağışladığı bu yararları biz nasıl
alırız? Öncelikle, Mesih bizim dışımızda kaldığı ve biz de O’ndan ayrı olduğumuz sürece,
O’nun, insan soyunun kurtulması için çektiği bütün acıların ve bütün yaptıklarının bizim için
hiçbir yararı ve değeri olmadığını anlamalıyız. Bu nedenle, Baba’dan aldığını bizimle
paylaşmak için, O, bizim ve bizde olmalıydı. Bu nedenle O’na, “başımız” [Ef. 4:15] ve
“birçok kardeş arasında ilk doğan” [Rom. 8:29] denilmektedir. Kim kez de bize, “O’na
aşılanmamız” [Rom. 11:17] ve “Mesih’i giyinmemiz” [Gal. 3:27] söylenmektedir; çünkü daha
önce söylediğim gibi, biz O’nunla tek beden halinde gelişinceye kadar O’nun sahip olduğu
her şey bizim için bir hiçtir. Bunu imanla elde ettiğimiz doğrudur. Yine de müjde aracılığıyla
sunulan Mesih’le bu paydaşlığa herkesin ayrım gözetmeden kucak açmadığını gördüğümüz
için, akıl bize, daha yükseğe tırmanmamızı ve Ruh’un özel işleyen enerjisini irdelememizi
öğretmektedir. Biz, Mesih’in ve sağladığı yararların keyfini Ruh sayesinde süreriz.
Sonsuz Tanrı’yı ve Ruh’un özünü daha önce ele almıştım.1 Şimdi şu dikkate değer
boyutuyla yetinelim: Mesih’in aracılığıyla açıklanan kurtuluş gözümüzden kaçmasın, Ruh
O’na tanıklık etsin diye [1Yu. 5:6-7], Mesih, “suyla ve kanla geldi”. Gökte adları sayılan üç
tanık olduğu gibi –Baba, Söz ve Ruh- yeryüzünde de üç tanık bulunmaktadır: Ruh, su ve kan
[1Yu. 5:7-8]. “Ruh’un tanıklığının” tekrarlanmasının geçerli bir nedeni vardır. Bu tanıklığın
yüreğimize bir mühür gibi kazındığını hissederiz. Sonuç olarak, arınma ve Mesih’in Kendini
kurban olarak sunması mühürlenmektedir. Bu nedenle, Petrus da imanlılara, “Đsa Mesih’in
sözünü dinlemeniz ve O’nun kanının üzerinize serpilmesi için, Ruh tarafından kutsal kılınarak
seçildiniz” demektedir [1Pe. 1:2]. Bu sözlerle Petrus, O’nun kutsal kanının dökülmesi
hükümsüz kalmasın diye, Ruh’un, özel işlemesiyle canımızı yıkayarak arındırdığını
açıklamaktadır. Aynı nedenden ötürü Pavlus da arınmaktan ve aklanmaktan söz ederken, “Đsa
Mesih’in adıyla ve Tanrı’mızın Ruh’unda”, bunların ikisine de sahip olduğumuzu
söylemektedir [1Ko. 6:11]. Özetlersek, Kutsal Ruh, Mesih’in bizi Kendisine etkin bir biçimde
bağladığı bir bağdır. Daha önceki kitapta O’nun meshedilmesi konusunda öğretilenler de buna
dahildir.2
2. Kutsal Ruh Mesih’e nasıl ve neden bağışlandı?
Ancak incelenmeye çok değer olan bu konuda daha net bir görüşümüz olsun diye,
Mesih’in, Kutsal Ruh Kendisine özel bir şekilde bağışlanmış olarak geldiğini unutmamalıyız:
Yani bizi dünyadan ayırmak ve bizi sonsuz miras umudunda bir araya getirmek için. Bu
nedenle Ruh’a, “kutsallık Ruhu” denmektedir [Krş. 2Se. 2:13; 1Pe. 1:2; Rom. 1:4], çünkü
1
2
I. xiii.14-15
II. xv.2
304
Ruh, hem insan soyunda hem de diğer canlı varlıklarda görülen genel bir güçle bizi yaşama
döndürüp beslemekle kalmaz, içimizdeki göksel yaşamın kökü ve tohumudur da. Bu durumda
peygamberler, Ruh’un daha bol döküleceği zamana Mesih’in Krallığı diye yüce bir unvan
vermişlerdir. Yoel’de diğer hepsinden daha çok dikkate değer bir ayet vardır: “Ondan sonra
bütün insanların üzerine Ruhum’u dökeceğim” [2:28]. Peygamber, Ruh’un armağanlarını
peygamberlik göreviyle sınırlı tutar gibi görense de, bu anlatımıyla, Tanrı’nın, Ruh’unu
görünür kılarak daha önce göksel öğretiden yoksun ve bomboş olanları öğrenci haline
getireceğine işaret etmektedir.
Dahası, Baba Tanrı Kutsal Ruh’unu bize Oğlu’nun uğruna verir. Yine de, Oğlu, O’nun
yüce gönüllülüğünün hizmetlisi ve kâhyası olsun diye, Ruh’u bütün doluluğuyla Oğlu’na
bağışlamıştır. Bu nedenle, Ruh’a kimi kez “Baba’nın Ruhu”, kimi kez de, “Oğlun Ruhu”
denir.3 Pavlus, şöyle der: “Tanrı’nın Ruhu içinizde yaşıyorsa, benliğin değil, Ruh’un
denetimindesiniz. Ama içinde Mesih’in Ruhu olmayan kişi Mesih’in değildir” [Rom. 8:9].
Bu durumda Pavlus, tamamen yenilenme umudu vermektedir, “çünkü Mesih’i ölümden
dirilten Tanrı, içimizde yaşayan Ruh’uyla ölümlü bedenlerimize de yaşam verecektir” [Rom.
8:9]. Yazarı olduğu bu armağanlar için Baba’ya şükretmek ama aynı güçleri Mesih’e de
atfetmek saçma değildir. Halkına bağışlasın diye Ruh’un armağanları Mesih’te toplanmıştır.
Bu nedenle Mesih, bütün susayanları içsinler diye Kendine çağırmaktadır [Yu. 7:37]. Pavlus,
Ruh’un herkese “Mesih’in armağanı ölçüsünde” verildiğini öğretmektedir [Ef. 4:7]. Şunu da
bilmeliyiz ki, Ruh’a sadece, Mesih, Tanrı’nın sonsuza kadar sürecek Sözü olarak, Baba’yla
aynı Ruh’u paylaştığı için değil, Aracı olduğu için de “Mesih’in Ruhu” denmektedir. Çünkü
Mesih bu güçle donatılmamış olsaydı bize boşuna gelmiş olurdu. Bu anlamda Mesih’e,
gökyüzünde Kendisine “yaşam veren ruhun” verildiği, “Đkinci Âdem” denir [1Ko. 15:45].
Pavlus burada, Tanrı’nın Oğlu’nun Kendi yaşamıyla esinlediği bu eşsiz yaşamı günahlılarda
da ortak olan doğal yaşamla karşılaştırmaktadır. Aynı şekilde, Mesih’in Ruhu’nun, Tanrı’nın
sevgisinin ve Kutsal Ruh’un paydaşlığının imanlılarla birlikte olmasını ister [2Ko. 13:14].
Kutsal Ruh olmazsa hiç kimse Tanrı’nın babaca sevgisinin ve Mesih’in lütfunun tadına
varamaz; Başka bir ayette de Pavlus, “Bize verilen Kutsal Ruh aracılığıyla Tanrı’nın sevgisi
yüreklerimize dökülmüştür” demektedir [Rom. 5:5].
3. Kutsal Yazı’da Kutsal Ruh’a verilen unvanlar
Burada kurtuluşumuzun başlangıcı ve tümüyle yenilemesi konu edilirken, Kutsal
Yazı’da Kutsal Ruh’a verilen unvanları da belirtmek yararlıdır.
Birincisi, O’na, “Oğulluk Ruhu” denir, çünkü O, Tanrı’nın, Babamız olmak için bizi,
karşılıksız iyiliğiyle, sevgili tek Oğlu’nda bağrına bastığının tanığıdır; bizi, duaya güvenmeye
teşvik etmektedir. Aslında, “Abba, Baba!” diye korkusuzca bağırabilelim diye, bize
söyleyeceğimiz sözleri sağlamaktadır [Rom. 8:15; Gal. 4:6].
Aynı nedenden ötürü O’na, mirasımızın “güvencesi ve mührü” denir [2Ko. 1:22; Krş.
Ef. 1:14], çünkü O, dünyadaki hac yolculuğumuzda ve ölülere benzediğimizde,
kurtuluşumuzun, Tanrı’nın sadık gözetiminde güven altında olduğunun güvencesini verdiği
gibi, göklerden bize yaşam da vermektedir. Dürüstlükten ötürü O’na “yaşam” da denmektedir
[Krş. 8:10].
Ruh, özel işleyerek bizi yıkadığı için, dürüstlük filizleri verelim diye bizi semereli
kılar. Bu durumda Yeşaya’daki gibi O’na sık sık “su” adı verilir: “Ey susamış olanlar, sulara
gelin” [55:1]. Ayrıca, “Kurumuş toprakta dereler akıtacağım, susayanın üzerine Ruh’umu
3
Krş. Comm. John 1:13’deki kullanılışı: “Đman, yeniden doğuştan gelir” ve bunu, “Kutsal
Ruh’un verdiği yeni yaşam ve armağanlar” sözleri izlemektedir. Calvin, bazı çağdaş
ilahiyatçılar gibi, “Tanrı’nın Ruhu” ile “Kutsal Ruh” arasında ayırım yapmaz.
305
dökeceğim” [Yşa. 44:3]. Mesih’in yukarıda alıntı yapılan4 ifadesi de bu ayetlere
benzemektedir: “Bir kimse susamışsa bana gelsin, içsin” [Yu. 7:37]. Ancak Rab’bin, halkını
“bütün kirliliklerinden arındıracak temiz su” vaadinde bulunduğu Hezekiel’deki gibi,
arındırma ve paklama gücünden ötürü de kimi kez O’na böyle denmektedir [36:25].
Üzerlerine lütuf ırmakları döktüklerinin yaşamlarını düzelttiği ve gayretlerini beslediği
için, “yağ” ve “mesheden” de denir [1Yu. 20, 27].
Öte yandan bizim ahlaksız ve ölçüsüz isteklerimizi sürekli buharlaştırır, yakar, yok
eder. Yüreklerimizde Tanrı sevgisini5 ve istekli bir bağlığı alevlendirir. Üzerimizdeki bu
etkisinden ötürü O’na haklı olarak, “ateş” denir [Luk. 3:16].
Kısacası, bütün göksel zenginlikleri bize akıttığı için, O’na “pınar” adı verilir [Yu.
4:14]; “Tanrı’nın eli” de denir [Elç. 11:21], Tanrı gücünü O’nun aracılığıyla uygulamaya
koyar. Ruh, gücünün verdiği esinle tanrısal yaşamı bize öyle üfler ki, biz artık kendi başımıza
bir şey yapamayız ama O’nun çalışması ve teşviki bize egemen olur. Bu durumda, bizim
içimizde iyi olan her ne varsa O’nun lütfunun meyvesidir; O’nsuz armağanlarımız düşüncenin
karanlığı ve yüreğin sapkınlığıdır [Krş. Gal. 5:19-21].
Daha önce net olarak açıklandığı gibi, düşüncelerimiz Ruh’ta kararlı oluncaya kadar,
Mesih, deyim yerindeyse, etkisiz kalır, çünkü O’nu kendimizin dışında- aslında bizden uzakBiri olarak soğuk bakarak düşünürüz.6 Üstelik O’nun, “Baş” olduklarına yarar sağladığını da
biliriz [Ef. 4:15], çünkü O, onlar için “birçok kardeş arasında ilk doğandır” [Rom. 8:29] ve
sonuçta da “O’nu giyinmişlerdir” [Gal. 3:27]. Bizi ilgilendirdiği kadarıyla sadece bu
birliktelik, O’nun boş yere Kurtarıcı adıyla gelmediğinin güvencesidir. Bizim O’nun
bedeninden beden, kemiğinden kemik olduğumuz [Ef. 5:30] bu kutsal evlilik bağı da aynı
amaca hizmet etmekte ve O’nunla bir olmaktayız. Ama O, bizi sadece Ruh aracılığıyla
Kendisiyle birleştirir. Aynı Ruh’un lütfu ve gücüyle biz Mesih’in üyeleri oluruz. Bizi
koruması altında tutar, biz de O’na ait oluruz.
4. Ruh’un işi olarak iman
Ancak Kutsal Ruh’un asıl işi imandır. Sonuçta, Ruh’un gücünü ve işini açıklamak için
genelde kullanılan kelimeler, büyük ölçüde, Ruh’tan söz eder, çünkü Yuhanna’nın öğrettiği
gibi, Ruh bizi ancak iman yoluyla müjdenin ışığına çıkarır: Mesih imanlılarına Tanrı’nın
çocukları olma ayrıcalığı verilir, onlar etten ve kandan değil, Tanrı’dan doğmuştur [Yu. 1:1213]. Yuhanna, Tanrı’yı et ve kanla karşılaştırarak, imanın doğaüstü bir armağan olduğunu
duyurur. Aksi takdirde iman sahibi olmayacak insanlar, iman yoluyla Mesih’i kabul ederler.
Mesih’in yanıtı da bununla aynıdır: “Bu sırrı sana açan insan [et ve kan] değil, göklerdeki
Babam’dır” [Mat. 16:17]. Şimdi bunlara kısaca değiniyorum, çünkü başka bir yerde uzun
uzadıya ele aldım.7 Pavlus’un, Efeslilerin “vaat edilen Kutsal Ruh’la mühürlendiklerine” dair
4
Yk. bk. m. 2
“Corda nostra incendit amore Dei et stduio pietatis.” Calvin’in uzanmış bir elin üzerindeki
alevler içindeki yürekten oluşan amblemi şu sloganı taşıyordu: “Cor meum quasi immolatum
tibi offero, Domine.” Krş. Luther’in Preface to Romans’daki (Romalılara Giriş) dili (1522).
Luther burada, imanın “yüreği tutuşturduğunu” [cor inflammat]” söyler. John Wesley’nin 24
Mayıs 1738 tarihli Journal’ında (Günlük) yazdığı üzere, bunun Wesley’nin tecrübesindeki
yansıması şöyledir: “Luther’in, Romalılara Giriş’ini okuyan biri olarak… yüreğimin tuhaf bir
biçimde ısındığını hissettim.”Gizemcilerin çok sayıda ve Aquinas’ın birkaç yazısında
Calvin’in buradaki diline benzerlikler vardır ama bu benzerlikler çoğunlukla öze ilişkin
olmaktan çok sözeldir. Krş. Örneğin; R.C. Petry’nin, Richard Rolle’nin (ölm. 1349)
Incendium amoris’i üzerine görüşleri, LCC XIII. 210-213 ve burada belirtilen çalışmalar.
6
Yk. bk. m. 1.
7
Đnsan aklının sınırlılığı konusunda, II. ii. 18-21.
5
306
sözleri de böyledir [Ef. 1:13] Pavlus, Ruh’un içimizdeki öğretmen olduğunu, kurtuluş
vaadinin O’nun gayretiyle zihnimize işlediğini, aksi takdirde bu vaadin sadece havada
kalacağını ya da kulaklarımıza çarpacağını belirtir. Aynı şekilde Pavlus, Tanrı’nın,
Selaniklileri “Ruh aracılığıyla kutsal kılınıp gerçeğe inanmaları” için seçtiğini söylediğinde
[2Se. 2:13], imanın Ruh’tan başka kaynağı olmadığı konusunda bizi kısaca uyarmaktadır.
Yuhanna bunu daha net açıklamaktadır: “Tanrı’nın içimizde yaşadığını bize verdiği Ruh
sayesinde biliriz” [1Yu. 3:24]. Aynı şekilde, “Tanrı’da yaşadığımızı ve O’nun bizde
yaşadığını bize kendi Ruhu’ndan vermiş olmasından anlıyoruz” [1Yu. 4:13]. Bunun için
Mesih, öğrencilerine, göksel bilgeliği alabilsinler diye, “dünyanın kabul edemediği gerçeğin
Ruhunu” vaat etmiştir [Yu. 14:16-17]. Mesih, ağzıyla öğrettiklerini hatırlatma görevini Ruh’a
asıl görev olarak vermiştir. Çünkü gözleri görmeyene boş yere ışık verilmesi gibi, farkındalık
Ruhu, zihnin gözlerini açmaz [Eyü. 20:3]. Sonuçta, O’na yerinde olarak, Göklerin
Egemenliğinin hazinelerini bize açan anahtar denebilir [Krş. Va. 3:7]; O’nun ışığı bizim
anlama zekamızdır. Pavlus, “Ruha dayalı yeni bir antlaşmanın hizmetkârlığını” çok
övmektedir [2Ko. 3:6]. Bunun nedeni, içimizdeki Başöğretmen Mesih, Baba’nın O’na
verdiklerini Ruh’uyla Kendisine çekmezse [Krş. Yu. 6:44; 12:32; 17:6] öğretmenlerin
bağırmalarının etkisinin olmamasıdır. Yetkin kurtuluşun Mesih’in kişiliğinde olduğunu
söylemiştik. Bu durumda, kurtuluşun paydaşları olalım diye Mesih, “ bizi Kutsal Ruh’la ve
ateşle vaftiz etmektedir” [Luk. 3:16]. Bize müjdesindeki iman ışığını vermekte, yeni
yaratıklar olalım diye bizi yenilemekte [Kr. 2Ko. 5:17] ve bizi, Tanrı’nın kutsal tapınakları
olarak dünyasal kirlerimizden arındırıp paklayarak kutsal kılmaktadır [Krş. 1Ko. 3:16-17;
6:19; 2Ko. 6:16; Ef. 2:21].
II. BÖLÜM
ĐMAN: TANIMLANIYOR, ÖZELLĐKLERĐ AÇIKLANIYOR
(Đman nesnesi Mesih’tir, 1)
1. Ama okurlarımız, imanın gücünü ve doğasını iyice kavrayabilsinler diye imanın net bir
tanımını yaptıktan sonra bütün bu konuları anlamak daha kolay olacaktır.8 Daha önce
açıklananı burada hatırlayabiliriz:9 Birincisi, Tanrı ne yapacağımızı yasada belirlemektedir;
yasanın herhangi bir maddesine uymazsak, yasada belirtilen dehşet verici sonsuza kadar ölüm
kararına çarptırılacağız. Đkincisi, yazılı yasayı yerine getirmek sadece zor değil, gücümüzün
üzerinde ve bütün yeteneklerimizin dışındadır; bu durumda, sadece kendimize bakıp ne gibi
bir durumu hak ettiğimizi düşünürsek iyi bir umuttan hiçbir iz kalmayacaktır; ancak Tanrı’nın
fırlatıp attığı bizleri sonsuz ölüm mahvedecektir. Üçüncüsü, bizi böyle bir felaketten
kurtarabilecek tek bir kurtuluş yolu olduğu açıklanmıştır: Kurtarıcı Mesih’in gelişi.
Göklerdeki Baba sonsuz iyiliği ve merhametinden ötürü, O’nun aracılığıyla bize yardım
etmek istemiştir; gerçekten de bu merhameti sağlam bir imanla kucaklayıp sarsılmaz bir
umutla bu merhamete güvenirsek…
Ama şimdi bu imanın nasıl olması gerektiğini irdelemeliyiz. Tanrı’nın oğulluğa
aldıkları, bu iman aracılığıyla Göksel Krallığa gireceklerdir. Đman dışında hiçbir düşünce ya
da kanı böylesine büyük bir olayı gerçekleştirmeyecektir. Đmanın gerçek karakterini daha
büyük bir dikkat ve gayretle gözden geçirmeli ve incelemeliyiz, çünkü bugün bu konuda
birçok kişi tehlikeli bir biçimde yanılmaktadır. Aslında birçoğu bu sözü işittiğinde müjde
tarihinin genelde kabul edilmesinden daha fazlasını anlamamaktadır. Đman, okullarda
8
9
Đmanın tanımı aş.7.m.’de başlamaktadır.
II. viii.3.
307
tartışılırken, Tanrı’ya iman nesnesi denmekte ve başka bir yerde belirttiğimiz gibi10, geçici
spekülasyonlar zavallı canları belirli bir amaçtan çok, yanlış yola yönlendirmektedir. “Tanrı
yaklaşılmaz ışıkta yaşadığı” [1Ti. 6:16] için, Mesih bizim aracımız olmalıdır. Bu nedenle
Kendisine, “dünyanın ışığı” [Yu. 8:12] ve başka bir yerde de, “yol, gerçek ve yaşam”
demektedir; “yaşam kaynağı” [Mez. 36:9] olan Baba’ya Mesih’in aracılığı olmadan kimse
gelemeyecektir [Yu. 14:6], çünkü Baba’yı sadece Mesih tanımaktadır, daha sonra ise O’nun
Kendisini açıklamak istediği imanlılar tanıyacaktır [Luk. 10:22]. Bu nedenle Pavlus, Mesih’i
tanımaktan başka hiçbir şeyin değerinin olmadığını düşünmektedir [1Ko. 2:2]. Elçilerin
Đşlerinin yirminci bölümünde, “Mesih’te imanı” vaaz ettiğini anlatmaktadır [21. a.]. Başka bir
ayette de Mesih şöyle demektedir: “Seni öteki uluslara göndereceğim… Öyle ki, bana iman
ederek günahlarının affına kavuşsunlar ve kutsal kılınanların arasında yer alsınlar” {Elç.
26:17-18]. Pavlus, Tanrı’nın yüceliğinin Mesih’in kişiliğinde görüldüğünü ve –aynı şey
demek olan- Tanrı’nın yüceliğinin aydınlık saçan bilgisinin Mesih’in yüzünde parladığına
tanıklık etmektedir [2Ko. 4:6].
Aslında imanın tek bir Tanrı’ya bel bağladığı doğrudur. Ama buna, “gönderdiği Đsa
Mesih’i tanımak” da [Yu. 17:3] dâhil edilmelidir. Mesih’in muhteşemliği bize ışık saçmasaydı
Tanrı uzaklarda bir yerde gizli kalırdı. Bu amaçla Tanrı, tek Oğlunu donatmış, Kendisi
hakkında her şeyi Mesih’te açıklamıştır. Böylece Mesih, Baba’sından gelecek yararları
ileterek, O’nun yüceliğinin gerçek yüzünü ifade edebilmiştir [Krş. Đbr. 1:3]. Mesih’i aramak
üzere harekete geçmemiz için Ruh’un bizi çekmesi gerektiği söylenmişti.11 Ara sıra da,
görülmeyen Baba’yı sadece bu surette aramamız için uyarılmalıyız. Augustine bu konuyu çok
güzel anlatmaktadır: Đmanın amacını tartışırken, varacağımız yeri ve buraya giden yolu
bilmemiz gerektiğini öğretmektedir. Hemen ardından da, bütün yanlışlara karşı çok iyi tahkim
edilmiş olun bu yolun hem Tanrı hem insan olan Mesih olduğu sonucunu çıkarmaktadır: Yani
Tanrı olarak O, gideceğimiz varış noktasıdır; insan olarak, bizi götürecek olan yoldur.
Bunların ikisi de sadece Mesih’te bulunmaktadır. Ancak Pavlus, Tanrı’ya imanı duyururken,
iman konusunda çok sık vurguladığı bir şeyi ters yüz etmek aklından geçmez: Yani imanın
bütün istikrarı Mesih’e dayanmaktadır. Petrus aslında Mesih aracılığıyla Tanrı’ya
inandığımızı söyleyerek ikisini çok etkin bir biçimde bağdaştırmaktadır [1Pe. 1:21].
(Đman, bilgi gerektirir; Skolastiklerin -körü körüne iman düşüncesi gerçek öğretiyi
anlaşılmaz hale getirmektedir, 2-5)
2. Đman, sofuca bir cahilliğe değil, bilgiye dayanır.
O zaman, sayısız diğerleri gibi bu kötülük de, Skolastiklerle bağdaştırılmalıdır. Onlar
Mesih’i gizlemek için adeta üzerini örterler. Mesih’e doğrudan bakmazsak, sonsuz
labirentlerde dolaşırız.
Ama anlaşılmaz tanımlarıyla, olanca gücüyle imanı aşındırmanın, neredeyse yok
etmenin dışında, bir de “körü körüne iman” masalını uydurmuşlardır. En büyük cahilliği bu
kelimeyle süsleyerek zavallı yoksul halkı yıkıma götürecek bir biçimde aldatmaktadırlar.
Dahası bu konudaki gerçeği doğru bir biçimde açık sözlülükle belirtmek gerekirse, bu masal
gerçek imanı gömmekle kalmamakta, ona çok büyük zarar da vermektedir. Đnanmanın anlamı
–kiliseye itaat ederek duygularınızı ona teslim etmekten başka bir şeyi anlamamak mıdır?
Đman, cahilliğe değil, bilgiye dayanır. Aslında bu, yalnızca Tanrı’yı değil, tanrısal iradeyi de
bilmektir. Kilisenin emrettiği her şeyi doğru diye bağrımıza bastığımız ya da bunu araştırıp
öğrenmeyi görev edindiğimiz için kurtulmayız. Ancak Mesih aracılığıyla etkin kıldığı
barışmadan ötürü [2Ko. 5:18-19] Tanrı’nın bizim merhametli Baba’mız olduğunu ve Mesih’in
bize doğruluk, kutsanma ve yaşam verdiğini bildiğimizde kurtuluruz. Göklerdeki Krallığa,
10
11
I. ii. 2; I.x.1; II.vi.4.
III. i.4
308
duygularımıza teslim olarak değil, bu bilgiyle gireceğimizi söylüyorum. Elçi, “insan yürekten
iman ederek aklanır, imanını ağzıyla açıklayarak kurtulur” dediğinde [Rom. 10:10], insanın
anlamadığı, hatta irdelemediği bir şeye körü körüne inanmasının yetmediğini belirtmektedir.
Ancak doğruluğumuzun üzerine inşa edildiği tanrısal iyiliğin açıkça anlaşılmasını
istemektedir.
3. Roma’nın “körü körüne” iman öğretisi temelinden yanlıştır
Aslında bir çok şeyin bizim için körü körüne olduğunu –etrafımızı böyle bir cahilliğin
sardığını- ve bedenin ağırlığını bir kenara bırakıp Tanrı’nın huzuruna yaklaşıncaya kadar da
böyle olacağını inkar etmiyorum. Bu konularda karar vermeyi ertelemekten ve kiliseyle birlik
olmak için kendimizi cesaretlendirmekten başka yapacağımız daha iyi bir iş yoktur. Ancak bu
bağlamda, alçakgönüllü “imanın” kışkırttığı cahilliğe yafta yapıştırmak saçmalığın zirvesi
olur! Đman, kiliseye saygı göstermeyi değil, Tanrı’yı ve Mesih’i bilmeyi içerir [Yu. 17:3].
Kendilerinin bu körü körüne yaklaşımlarıyla ne tür bir labirent inşa ettiklerini görüyoruz!
Bunlar “kilise” yaftası altında –kimi kez de en korkunç hatalarla birlikte- yutturulduğunda,
eğitimsizler ayrım gözetmeden bunlara kehanet diye sarılıyorlar. Bu aymaz safdillik yıkımın
eşiği bile olsa, yine de bir bahane buluyorlar; ancak “kilisenin imanı budur” koşuluyla her
şeye kesinlikle inanılıyor.12 Böylece yanlışta doğruyu, karanlıkta aydınlığı, cahillikte doğru
bilgiyi bulduklarını hayal ediyorlar.
Ne var ki, onları yalanlamak için oyalanmayalım; sadece okuru bu öğretilerle
bizimkini kıyaslasın diye uyaralım. Gerçeğin netliği tek başına kolaylıkla yeterli bir
yalanlamadır. Đmanın, cahilliğin birçok kalıntısının içine sarılıp sarılmadığını sormuyorlar
ama kendi cahilliklerine duyarsız kalan, hatta bilmedikleri konularda kilisenin yetkisini ve
yargısını kabul etmek koşuluyla, cahillikleriyle övünenleri doğru imanlılar diye
tanımlamaktalar. Sanki Kutsal Yazı’da anlayışın imanla birlikte yürüdüğü düzenli olarak
öğretilmiyormuş gibi!
4. Hata ve imansızlık doğru imanı bile her zaman kuşatır
Dünyada yabancı olarak yaşadığımız sürece körü körüne iman diye bir şeyin olduğunu
kesinlikle kabul ediyoruz; sadece henüz bizden gizli birçok şey olduğu için değil, etrafımızı
çok sayıda hata bulutu kuşattığı için her şeyi anlamıyoruz. Bilgeliğin en yetkin zirvesi
ilerlemek ve sakince, alçakgönüllülükle daha da ilerlemeye gayret etmektir. Bu nedenle
Pavlus, imanlıları, herhangi bir konuda birbirleriyle farklı görüşlerde olduklarında açıklamayı
beklesinler diye teşvik etmektedir [Flp. 3:15]. Bedenimizden soyununcaya kadar
istediğimizden daha azına sahip olacağımızı tecrübe açıkça öğretmektedir. Kutsal Yazı’yı her
gün okurken, bizi cahilliğimize inandıran anlamı belirsiz birçok ayete rastlarız. Tanrı, en iyi
öğretmen bile öğrenmeye hazır olabilsin diye, her birimize “imanı ölçüsünde” vererek [Rom.
12:3] bu dizginle bizi sınırların içinde tutar.
Bu körü körüne imanın dikkate değer örnekleri, henüz tam olarak aydınlanmalarından
önce Mesih’in öğrencileri olabilir. Đlk ilkelerin bile ne kadar zorlukla tadını çıkardıklarını, en
önemsiz konuda bocaladıklarını, Efendilerinin sözlerine sıkıca sarılsalar bile çok az ilerleme
kaydettiklerini görüyoruz. Aslında kadınlar onları uyardıklarında mezara koştular,
Efendilerinin dirilmesi onlara hayal gibi gelmişti [Luk. 24:11; Krş. Yu. 20:8]. Daha önce
Mesih onların imanlarına tanıklık ettiği için, onların imandan tümüyle yoksun olduklarını
söylemek yanlış olur. Hayır, Mesih’in dirileceğine inanmamış olsalardı, bütün çaba boşa
giderdi. Kadınları, hayatından ümit kesilmiş bir ölünün cesedini baharatla yağlamak için
harekete geçiren batıllık değildi. O’nun gerçek olduğunu bildikleri sözlerine imanları olsa
12
Ocklam, De sacramento altaris, böl. 1: “Roma kilisesi her neye inanırsa ben, açıkça ya da
örtülü olarak başka bir şeye değil ona inanırım.”
309
bile, henüz zihinlerini işgal eden cahillik, imanlarının çevresini o kadar karanlıkla kuşatmıştı
ki, neredeyse şaşkınlıktan dilleri tutulmuştu. Mesih’in sözlerinin doğru olduğunu, diriliş
gerçeği sayesinde ancak kendileri anladıktan sonra sonunda inandıkları söylenmektedir.
Sadece inanmaya başlamamışlar –adeta yüreklerinde ölmüş olan- gizli iman tohumunun
yenilenmiş gücü de o an patlamıştı! Mesih’i tek öğretmenleri olarak bağırlarına bastıkları için,
imanları doğru ama körü körüneydi.. O’ndan öğrendikleri üzere, kurtuluşlarının yazarının O
olduğuna inanıyorlardı. Sonunda da Baba’nın lütfuyla O’nun öğrencilerini gökte bir araya
getirebilmek için gökten geldiğine inanmışlardı. Bütün insanlarda inançsızlığın her zaman
imanla karışmış olmasının dışında, bunun daha iyi bir kanıtını aramamalıyız.
5. Đmanın ön koşulu olarak “gözü kapalı” iman
Yine de kesinlikle imana hazırlıktan başka bir şey olmayan bu imana gözü kapalı,
sorgusuz sualsiz iman diyebiliriz. Müjdeciler, sadece mucizelerin şaşkınlığına kapılanların,
müjdedeki öğretişin bir nebzesiyle bile aşılanmamış olsalar bile, Đsa’nın vaat edilen Mesih
olduğuna inanmaktan daha ileri gitmediklerini anlatmaktadırlar. Onları Mesih’e isteyerek
boyun eğmeye hazırlayan bu saygılı özen, “iman” başlığı altında lütfedilmektedir; ancak
henüz bu imanın başlangıcıdır. Mesih’in, oğlunu iyileştirme vaadine inanan saray memuru
[Yu. 4:50], Müjdecilerin tanıklık ettiği üzere, evine döndüğünde yeniden inanmıştı [Yu. 4:53],
çünkü Mesih’in ağzından duyduğunda önce bunu mucize diye kabul etmiş, sonra da Mesih’in
öğretme yetkisine boyun eğmişti. Ne var ki, onun ders almaya ve öğrenmeye çok hazır
olduğunu, inancı kabul etmesinin özel bir imana işaret ettiği ilk ayetten bilmeliyiz. Đkinci
ayette ise o, adları Mesih’le birlikte geçen öğrencilerin arasında sayılmaktadır. Yuhanna,
Samiriyelilerden de benzer bir örnek vermektedir. Samiriyeliler, bir kadının sözüne o kadar
inanmışlardı ki, hevesle Mesih’e koşmuşlar ama Mesih’i dinlediklerinde kadına şöyle
demişlerdi: “Bizim iman etmemizin nedeni artık senin sözlerin değil, Kendimiz işittik, O’nun
gerçekten dünyanın Kurtarıcısı olduğunu biliyoruz” [Yu. 4:42]. Đlk unsurlara henüz
aşılanmamış ama yine de dinlemeye eğilimli olanlara bile “inananlar” dendiği bu örneklerden
bellidir; aslında tam anlamıyla olmasa da bir dereceye kadar Tanrı, sevecenliğiyle, bu kadar
onurlu bir dinsel etkilenmeyi lütfetme tenezzülünde bulunmaktadır. Ama öğrenme isteğiyle
birlikte bu öğretilebilirlik, papacılığın buluşu olan “körü körüne imandan” hoşnut olanların
miskince dayandıkları, yoldan çıkaran cahillikten çok farklıdır. Şayet Pavlus, “her zaman
öğrenen ama gerçeğin bilgisine bir türlü erişemeyenleri” [2Ti. 3:7] ciddi bir şekilde mahkum
ediyorsa, tamamıyla cahil kalınmasına bilerek yol açanlar daha çok aşağılanmayı nasıl hak
etmektedirler!
(Đmanın Söz’le bağlantısı ve imanın kısa bir tanımı, 6-7)
6. Đman, Tanrı’nın Sözüne dayanmaktadır
Mesih’i, Baba’nın bildirdiği şekilde kabul ediyorsak bu, gerçek Mesih bilgisidir: Yani
O, müjdeyi giyinmiştir. O, imanımızın hedefi olarak belirlendiği için, müjde bizim
önümüzden gitmezse, O’na giden doğru yolu bulamayız. Orada kuşkusuz bize, lütuf
hazineleri açılmaktadır; bu hazineler kapalı olsaydı, Mesih’in bize çok az yararı olurdu. Bu
nedenle Pavlus, imanla öğretişi, ayrılmaz iki yoldaş olarak şu sözlerle birbirine
bağlamaktadır: “Aslında Mesih’teki gerçeğin ne olduğu size öğretildiyse Mesih’i böyle
öğrenmediniz” [Ef. 4:20-21, mealen].
Yine de imanı inşa etmek için yeterli olan unsurun Musa ve peygamberler tarafından
kuşaktan kuşağa aktarıldığını kabul etmeksizin, imanı müjdeyle sınırlı tutmuyorum. Ancak,
Mesih’in çok daha ayrıntılı bir görünüşü müjdede açıklandığı için, Pavlus haklı olarak buna
“iman öğretisi” demektedir [Krş. 1Ti. 4:6]. Bu nedenle başka bir ayette imanın gelişiyle
yasanın hükümsüz kaldığını söyler [Rom. 10:4; Krş. Gal. 3:25]. Bu sözden Pavlus, Mesih’in
yeni ve olağanüstü öğretişini anlar. Mesih, öğretmenimiz olduktan sonra Baba’nın
310
merhametini daha net bir biçimde açıklamış ve kurtuluşumuza daha kesin bir biçimde tanıklık
etmiştir.
Ancak genelden özele derece derece inersek bu, daha kolay ve daha uygun bir yöntem
olacaktır. Önce, imanla Söz arasında sürekli bir ilişki olduğunu unutmamalıyız. Tanrı bunları,
bizim güneşle güneşten gelen ışınları ayırmamızdan daha çok birbirinden ayırmaz. Bu
nedenle Tanrı, Yeşaya kitabında, “Beni dinleyin, canınız yaşasın” [55:3]” diye
haykırmaktadır. Yuhanna da, aynı iman pınarını şu sözlerle belirtir: “Bunlar, iman edesiniz
diye yazılmıştır” [Yu. 20:31]. Peygamber de, halkı imana teşvik etmek isteyerek, “Bugün
sesini duyarsanız” demektedir [Mez. 95:7]. “Duymak” genelde, inanmak anlamında anlaşılır.
Yeşaya kitabında Tanrı’nın, kilisenin çocuklarını şu ifadeyle ayrı tutması nedensiz değildir:
O, Kendisini tanısınlar diye [Krş. Yu. 6:45] bütün çocuklarına öğretecektir [Yşa. 54:13; Yu.
6:45]. Şayet yararlar ayrım gözetmeden sağlansaydı, neden Söz’ünü birkaç kişiye
yönlendirecekti? Bu, Müjdecilerin “inananlar” ve “öğrenciler” sözlerini aynı anlamda
kullanmaları olgusuna benzemektedir. Özellikle Luka, Elçilerin Đşleri’nde bunları böyle
kullanır: Aslında bu sıfatı Elçilerin Đşleri’nde bir kadına da verir [Elç. 6:1-2,7; 9 :1, 10, 19, 2526, 38; 11:26, 29; 13:52; 14:20, 28; 15:10; ayrıca böl. 16-21].
Đman, yönelmesi gereken hedeften çok az bile saparsa, doğasını koruyamaz ama
güvenilmez bir saflık ve anlaşılmaz bir düşünce yanlışı olur. Aynı Söz, imanın dayandığı ve
destek aldığı temeldir; iman Söz’den saparsa yıkılır. Sözü alın, iman asla kalmayacaktır.
Burada imana gebe olan Tanrı’nın Sözünü ekmek için, bir insanın hizmetinin gerekip
gerekmediğini ele almıyoruz. Bunu başka bir yerde ele alacağız.13 Ama bize açıklansa bile,
Sözün, imanın Tanrı’ya bakabildiği bir aynaya benzediğini söylüyoruz. Tanrı burada insanın
yardımını kullansın ya da işini sadece Kendi gücüyle yapsın, Kendisine çekmek istediklerine,
Sözü aracılığıyla her zaman Kendini açıklamaktadır. Bu nedenle Pavlus, imanı, müjdeye itaat
diye tanımlamaktadır [Rom. 1:5]. Başka bir yerde ise Filipililerin imana bağlılığını
övmektedir [Flp. 1:3-5; 1Se. 2:13]. Đmanı anlamak, sadece Tanrı’nın var olduğunu bilme
sorunu değildir, -özellikle- bizden ne istediğini de bilmektir. Đlgilendiğimiz konu, Tanrı’nın
bizden ne istediği kadar O’nun kim olduğunu bilmek değildir.
Bu nedenle, imandan, Tanrı’nın, Söz’den algıladığımız şekliyle bizden ne istediğini
bilmeyi anlıyoruz. Ama bunun temeli, Tanrı’nın gerçeğine önyargıyla inanmaktır. Zihniniz
kendisiyle savaştıkça Sözün yetkisinin kuşkulu ve az olacağı ya da hiç olmayacağı kesindir.
Tanrı’dan gelen her şeyin kutsal ve çiğnenmez bir gerçek olduğuna kuşku duymadan
inanmazsanız, ne aldatan ne de yalan söyleyen Tanrı’nın [Krş. Tit. 1:2] güvenilirliğine
inanmanız bile yeterli değildir.
7. Đman, Tanrı’nın Mesih’te lütuf vaadinden doğar
Ama Tanrı’nın her sözüyle insanın yüreğinde iman doğmadığı için, bu noktada, kesin
olarak söylersek, imanın Sözde neye bel bağladığını bulmalıyız. Tanrı’nın Âdem’e söylediği
söz, “Kesinlikle ölürsün”dü [Yar. 2:17]. Kayin’e ise “Kardeşinin kanı topraktan bana
sesleniyor”du [Yar. 4:10]. Ancak bu sözler iman oluşturabilmekten o kadar uzaktır ki, ancak
imanı sarsmaya yarar. Bu arada imanın işlevinin, her nerede, her ne zaman ve nasıl söylenirse
söylensin, Tanrı’nın gerçeğine katılmak olduğunu inkâr etmiyoruz. Ancak sadece, imanın,
güvenip dayandığı Rab’bin Sözünde ne bulduğunu soruyoruz. Vicdanımız yalnızca gazap ve
öfke gördüğü yerde nasıl titreyip korkmaz? Ya da kendisini dehşete düşüren Tanrı’dan
uzaklaşmaz? Ancak iman, Tanrı’dan uzaklaşmamalı, O’nu aramalıdır.
Sadece Tanrı’nın ne istediği konusunda bir şeyler bilmek iman sayılmadığına göre, o
zaman henüz imanı tam olarak tanımlamadığımız bellidir. Ama O’nun isteğinin yerine
iyiliğini ve merhametini koysaydık haber çoğunlukla üzüntü verir ve duyuru korkutur muydu?
13
IV. i. 5.
311
Bu durumda elbette, imanın doğasına daha çok yaklaşacağız; çünkü kurtuluşumuzun Tanrı’ya
dayandığını öğrendikten sonra O’nu aramak bize çekici gelmektedir. Tanrı, kurtuluşumuzun
O’nun gözetimi ve ilgisi olduğunu duyurduğunda bize bu gerçeği onaylamaktadır. Bu
durumda, bize Baba’nın merhametli olduğuna tanıklık eden lütuf vaadine ihtiyacımız vardır;
O’na başka hiçbir şekilde yaklaşamayacağımız için, insan yüreği ancak lütufta huzur bulur.
Bu temelde, mezmurlarda çoğunlukla bu ikisi, merhametle gerçek, birbirleriyle
bağlantılıymış gibi, bağdaştırılmaktadır [Mez. 89:14, 24; 92:2; 98:3; 100:5; 108:4; 115:1;
vb.]; Tanrı merhametiyle bizi Kendisine çekmezse Tanrı’nın gerçek olduğunu bilmenin bize
hiç yararı olmaz. Merhametini sözüyle bize açıklamasaydı bu merhameti kucaklamak da
bizim gücümüz dâhilinde değildir: “Zaferini içimde gizlemem, bağlılığını ve kurtarışını
duyururum… Ya RAB esirgeme sevecenliğini benden” [Mez. 40:10-11) Başka bir ayette de
“Merhametin göklere, gerçeğin bulutlara erişir” denir [Mez. 36:5]. Aynı şekilde, “Yehova’nın
bütün yolları sevecenliğe ve gerçeğe dayanır, antlaşmasına uyanlar için” [Mez. 25:10]. “Bize
beslediği sevgi büyüktür, RAB’bin sadakati sonsuza dek sürer” [Mez. 117:2]. Ayrıca,
“Merhametin ve gerçeğin için adını ezgilerle söyleyeceğim” [Mez. 138:2]. Peygamberlerde
aynı konuda okuduklarımızı, Tanrı’nın sevecen ve vaatlerinin değişmez olduğunu atlıyorum.
Tanrı, iradesinden kuşku duyulmasın ya da anlaşılmaz olmasın diye, Kendisine tanıklık
etmezse ve bizi önceden çağırmazsa bizi teşvik edeceğine karar vermemiz fazla acelecilik
olacaktır. Ancak O’nun sevgisinin tek güvencesinin Mesih olduğunu daha önce gördük.
Mesih olmadığında Tanrı’nın nefretinin ve gazabının işaretleri her yerde besbellidir.
Tanrı’nın iradesinin iyi olduğunu bilmek, bu iyiliğe güvenmemizi sağlamıyorsa bu,
çok önemli bulunmayacaktır. Sonuçta, kuşkuyla karışık bir anlayış dışlanacaktır. Bu, sağlam
bir anlaşma değil, kendi içinde çelişkilidir. Ancak aslında insan zihni kör ve karanlıkta olduğu
için, Tanrı’nın iradesine nüfuz etmekten ve ona ulaşmaktan çok uzaktır! Sürekli tereddüt
ederek bocalayan yürek de bu inanışta güvenceye dayanmaktan uzaktır! Bu nedenle,
Tanrı’nın Sözü’ne tam olarak iman edebilelim diye, zihnimiz başka türlü aydınlanmalı ve
yüreğimiz güçlenmelidir. Đmana, Tanrı’nın bize karşı iyiliğini sağlam ve kesin bir biçimde
bilmek dersek, doğru bir iman tanımımız olacaktır. Bu bilginin temeli, Mesih’in karşılıksız
vaadinin gerçeğidir. Bu, hem zihnimizde açıklık kazanmış hem de Kutsal Ruh aracılığıyla
yüreğimize mühürlenmiştir.
(“Đman” kelimesinin kabul edilemez çeşitli anlamları, 8-13)
8. “Biçimlenmiş” ve “biçimlenmemiş” iman
Ancak daha fazla ilerlemeden önce, aksi takdirde okurlarımız için bir tökezleme taşı
olabilecek zorlukları açıklamak için hazırlık niteliğinde bazı görüşler gerekecektir. Önce,
okullarda çalkalanan biçimlenmiş ve biçimlenmemiş iman arasındaki bu değersiz ayırımı
çürütmeliyiz. Tanrı korkusundan, dine bağlılık duygusundan etkilenmeyen insanların, yine de
kurtuluş için her ne gerekiyorsa bildiklerine inandıklarını düşünüyorlar. Kutsal Ruh,
yüreklerimizi imanla aydınlatarak oğulluğa alındığımıza tanıklık etmiyormuş gibi! Tanrı
korkusundan yoksun bu kabul edişi, bütün Kutsal Yazı’da aleyhine feryat edilse de, “iman”
adıyla küstahça yüceltiyorlar. Onların tanımıyla uğraşmamız artık gerekmiyor; bizim
görevimiz, Tanrı Sözü’nde ortaya koyulduğu şekliyle imanın doğasını basitçe açıklamaktır.
Bu konuda konuşmak yerine nasıl cahilce ve aptalca bağırdıkları buradan belli olacaktır.
Bir bölümüne daha önce değinmiştim;14 diğerlerini daha sonra doğru yerlerine
yerleştireceğim. Şimdi, onların masallarından daha saçma bir şeyin hayal edilemeyeceğini
söylüyorum. Onların imanı, Tanrı’dan nefret eden birinin, Kutsal Yazı’da böyle açıklandığını
kabul edebileceği bir iman olmalıydı. Ama önce, her insanın kendi gayretiyle mi yoksa Kutsal
Ruh’un onun oğulluğa alındığına tanıklık etmesiyle mi iman sahibi olduğunu anlamalıydılar.
14
Yk. bk. m. 2
312
Đman, fazladan eklenen bir nitelikle biçimlendiğinde aynı mı ya da yeni ve farklı bir iman mı
diye sorarak çocukça geveliyorlar. Bu gevezelikle, Ruh’un benzersiz armağanını hiç
düşünmemişe benziyorlar. Zaten inanmanın başlangıcı, kendi içinde, insanın Tanrı’ya
yaklaştığı uzlaşmayı içermektedir. Ama Pavlus’un, “insan doğruluğa yüreğiyle inanır” [Rom.
10:10] sözünü düşünselerdi, imanın bu soğuk niteliğini keşfetmeye son verirlerdi.
Elimizdeki tek neden bu olsaydı, tartışmayı bitirmek için yeterli olurdu: Bu kabul ediş,
-bir bölümünü öne sürdüğüm ve daha ayrıntılı olarak tekrarlayacağım gibi- beyinden çok
yürektedir ve anlayıştan çok niyettedir. Bu nedenle buna, “imanın söz dinlemesi” denir [Rom.
1:5] ve Rab, başka bir itaati tercih etmez –haklı olarak, Kendi gerçeğinden başka hiçbir şey
O’nun için daha değerli olmadığından ötürü. Vaftizci Yahya’nın tanıklık ettiği üzere [Yu.
3:33], imanlılar imza atarcasına bu gerçeği mühür basmışlardır. Bu konuda hiç kuşku
olmadığı için, bir kelimeyle bunun doğruluğunu ortaya koymaktayız. Bu kabul edişe dindarca
bir eğilim eklendiğinde imanın “biçimlendiğini” söylediklerinde aptalca konuşmaktadırlar.
Kabul ediş böyle dindarca bir eğilime dayansa da –en azından bu kabul ediş Kutsal Yazılar’da
açıklanmaktadır!
Ancak şimdi daha net bir sav ortaya çıkmaktadır. Đman, Baba’nın bize bahşettiği üzere,
Mesih’i bağrına basar [Krş. Yu. 6:29]- yani O, sadece doğruluk, günahların bağışlanması ve
esenlik için değil, kutsallık [Krş. 1Ko. 1:30] ve yaşam suyunun çeşmesi [Yu. 7:38; Krş. 4:14]
olarak da bahşedilmiştir. Hiç kuşkusuz hiç kimse, aynı zamanda Ruh’un kutsamasını
kavramadan O’nu gereğince tanıyamaz. Ya da daha net bir ifade istenirse, iman Mesih
bilgisine dayanır. Mesih, Ruh’un kutsamasından ayrı olarak bilinemez. Bundan, imanın hiçbir
şekilde samimi bir niyetten ayrılamayacağı sonucu çıkmaktadır.
9. 1. Korintliler 13:2 – “biçimlenmiş” ve “biçimlenmemiş” iman arasındaki farkın kanıtı
Pavlus’un sözlerini öne sürmeye alışmışlar: “Dağları yerinden oynatacak kadar büyük
imanım olsa ama sevgim olmasa, bir hiçim” [1Ko. 13:2]. Bununla, imanı sevgiden yoksun
bırakarak biçimsizleştiriyorlar. Bu ayette elçinin “imanla” ne kast ettiğini düşünmüyorlar. Elçi
bir önceki bölümde –çeşitli diller, güç ve peygamberlik dâhil- Ruh’un birçok armağanını ele
aldıktan [1Ko. 12:4-10] ve Korintlileri, “bu armağanlardan daha iyisinin peşinden koşmaya”,
böylece kilisenin bütün bedenine daha büyük yarar ve avantaj sağlamaya teşvik ettikten sonra
onlara “en iyi yolu” göstereceğini belirtiyor [1Ko. 12:31]. Bütün bu armağanlar kendi başına
ne kadar yetkin olursa olsun, sevgiye hizmet etmezse hiçbir şeydir. Bunlar kilisenin terbiye
edilmesi için verilmiştir, buna katkıda bulunmazlarsa, lütuflarını kaybederler. Pavlus bunu
kanıtlamak için, daha önce saydığı armağanları bu kez başka adlarla tekrarlayarak ayrıntılara
girmektedir. Üstelik “güç” ve “iman” kelimelerini aynı şey için, yani mucizeler yapma
yeteneği için kullanmaktadır. Bu güç ya da iman Tanrı’nın özel armağanıdır. Đmansız biri,
diller, peygamberlik, diğer lütuflar gibi, bunlarla övünebilir ve bunları kötüye kullanabilir. O
zaman bunun sevgiden ayrı tutulması hiç de garip değildir! Ama bu adamların bütün hatası
şurada yatmaktadır. “Đmanın” farklı anlamları olsa da, burada işaret edilen şeyin farkını
görmüyorlar ama bu kelime her yerde aynı kabul ediliyormuş gibi tartışıyorlar. Aynı hatayı
desteklemek için öne sürdükleri Yakup’taki ayet [Yak. 2:21] başka bir yerde ele alınacaktır.
Yine de imanın çeşitli biçimleri olduğunu eğitim amacıyla kabul ediyoruz. Ancak
Kutsal Yazı’da öğretildiği gibi, biz, imansızlarda nasıl bir Tanrı bilgisinin bulunduğunu
göstermek isterken –her şeye rağmen imanlılarda tek bir imanın olduğunu kabul edip
duyurmaktayız. Birçok kişi kuşkusuz Tanrı’nın olduğuna inanmaktadır ve müjdenin tarihiyle
Kutsal Yazı’nın diğer bölümlerinin doğru olduğunu düşünmektedir. Böyle bir hüküm, bir
zamanlar meydana geldiği anlatılan ya da görgü tanığı olduğumuz bu olaylarla ilgili olarak
genelde vardığımız kararlarla aynıdır. Tanrı’nın Sözü’nün tartışılmaz bir kehanet olduğuna
inanarak bunun ötesine gidenler de vardır; O’nun emirlerini hiçbir şekilde ihmal etmezler ve
O’nun tehditleriyle, vaatleriyle gayrete gelirler. Bu insanların imanından söz edilmektedir
313
ama bu yanlıştır, çünkü Tanrı’nın Sözüne apaçık bir saygısızlıkla dil uzatmazlar ya da onu
küçümsemezler ama daha çok kesin bir itaat gösterisi numarası yaparlar.
10. “Biçimlenmemiş” iman denilen, sadece bir iman yanılsamasıdır
Ama imanın bu gölgesine ya da suretine, hiçbir önemi olmadığı için, iman denmeye
değmez. Bunun, sağlam iman gerçeğinden ne kadar uzak olduğunu az sonra ayrıntılarıyla
göreceğiz, yine de şimdi buna kısaca belirtmemizin önünde hiçbir engel yoktur. Büyücü
Simun’un bile inandığı söylenmektedir [Elç. 8:13]. Yine de kısa süre sonra imansızlığını belli
etmiştir [Elç. 8:18-19]. Ona iman atfedildiği söylendiğinde bu ifadeyi biz, onun yüreğinde
olmayan bir imanı sözleriyle varmış gibi gösterdiğini anlayan bazıları gibi anlamıyoruz.
Tersine, müjdenin muhteşemliğiyle yenilgiye uğrayarak belli bir iman ortaya koyduğunu,
yaşamın ve kurtuluşun yazarı olarak Mesih’i kabul ettiğini, öyle ki, O’nun yönetimi altına
gönüllü girdiğini düşünüyoruz. Aynı şekilde Luka Müjdesi’nde de bazılarının bir süre
inandığı söylenmektedir [Luk. 8:13]. Onlarda, Sözün tohumu meyve vermeden önce
boğulmakta ya da daha kök salmadan önce hemen kuruyup ölmektedir [Luk. 8:6-7].
Sözün tadının teşvik ettiği bu kişilerin açgözlülükle onu ele geçirdiklerinden ve onun
tanrısal gücünü hissetmeye başladıklarından kuşkumuz yok; öyle ki, sahte iman gösterisiyle
sadece insanların gözünü boyamıyorlar, kendilerini de kandırıyorlar. Tanrı’nın Sözüne
gösterdikleri saygının tek başına dindarlık olduğunu sanarak kendilerini aldatmaktalar, çünkü
O’nun Sözü’ne saygısızlık edilmiyorsa ya da Söz’ün açıkça kınandığı kabul edilmiyorsa bunu
imansızlık saymamaktadırlar. Bu nasıl bir kabul etmeyse, asla yüreğe işlememekte, sabit
durmaktadır. Kimi zaman kök salar gibi görünse bile, kökleri canlı değildir. Đnsan yüreğinde
batılın saklandığı yerde birçok çatlak, sahteliğin pusu kurduğu yerde birçok boşluk vardır.
Aldatıcı ikiyüzlülük bunu o kadar allayıp pullar ki, çoğunlukla açmaza götürür. Böyle gölge
iman biçimleriyle övünenler, bu açıdan cinlerden daha iyi olmadıklarını anlasınlar! Bu ilk adı
geçen sınıfa girenler elbette cinlerden daha basittirler, çünkü cinleri bile titreten bilgiyi
aptalca dileyip anlarlar [Yak. 2:19]. Diğerleri bu açıdan cinlere benzemektedirler, hangi
duygu onları etkilerse etkilesin sonları korku ve umutsuzluktur.
11. Günahkârlarda bile “iman” var mı?
Pavlus, imanın, seçilmenin sonucu olduğunu duyururken [Krş. 1Se. 1:4-5],
günahkarlarda iman olduğu söylemenin bazılarına güç geleceğini biliyorum. Ancak bu güçlük
kolayca giderilir. Sadece kurtulacağı önceden belirlenenler imanın ışığını alsalar ve müjdenin
gücünü gerçekten hissetseler bile, tecrübeler, kimi kez günahkârların da neredeyse seçilmişler
kadar aynı duyguyu yaşadıklarını göstermektedir. Öyle ki, verdikleri kararlarda bile,
seçilmişlerden hiç farkları yoktur [Krş. Elç. 13:48]. Bu nedenle elçinin onların göksel
armağanları [Đbr. 6:4-6] -Mesih’in ise bir süreliğine imanı [Luk. 8:13]- tattıklarını söylemesi
hiç de saçma değildir; onlar ruhsal lütfun ve imanın güvenilir ışığının gücüne sıkıca
sarıldıkları için değil, Rab, onları daha çok mahkum etmek ve bağışlanmaz duruma getirmek
için, oğulluk ruhu olmadan da Kendisinin iyiliğinin tadılabileceğini zihinlerine gizlice
soktuğu için.15
Birinin, imanlılara oğullara alınmanın güvencesinden başka bir şeyin kalmadığını
söyleyerek itiraz ettiğini düşünün. Yanıtlıyorum: Tanrı’nın seçtikleriyle geçici bir iman
verilenler arasında büyük bir benzerlik ve yakınlık olmasına rağmen, Pavlus’un, yüksek sesle
Abba, Baba diye bağırmalarını [Gal. 4:6; Krş. Rom. 8:15] övdüğü bu güven, sadece
15
Pavlus’un, Tanrı’nın oğulları olarak “oğulluğa alınma” görüşünü (Rom. 8:15, 23; Rom. 9:4;
Gal. 4:5; Ef. 1:5; Krş. Yu. 1:12) Calvin, Institutes’da çık sık kullanmaktadır. Başlıca
göndermeler: II. vi. 1; II. vii. 15; II. xi. 9; II. xii. 2; III. i. 3; III. ii. 22; III. xi. 6; III. xiv. 18; III.
xvii. 6; III. xviii. 2; III. xx. 36 vd.; III. xxi. 7; III. xxii. 1, 4.
314
seçilmişlerde gelişmektedir. Bu durumda, içindeki tohum sonsuza kadar bozulmayan
seçilmişler Tanrı’da yeniden doğmaktadır [1Pe. 1:23]. Öyle ki, yüreklerine ekilen yaşam
tohumu asla yok olmaz. Böylece Tanrı, oğulluğa alma armağanını, değişmez ve kesin olsun
diye, onların içine iyice mühürlemektedir.
Ama bu, günahkârlarda bile Ruh’un daha az çalışmasının Kendine bir rota çizmesine
engel değildir. Bu arada imanlılara, benliğin öz güveni sessizce içlerine sokulup iman
güvencesinin yerine almasın diye, kendilerini dikkatle ve alçakgönüllülükle gözden
geçirmeleri öğretilmektedir. Bunun dışında, günahkârlar, lütfun ancak şaşkınca farkında
olurlar. Güvenilir bir lütuf yerine ancak gölgesini anlayabilirler. Kesin konuşmak gerekirse,
Ruh, sadece seçilmişlerde günahların bağışlanmasını mühürlemektedir. Öyle ki, onu kendileri
için özel bir imanla kullansınlar. Ne var ki, günahkârların Tanrı’nın kendilerine de merhamet
ettiğine, çünkü kafa karışıklığı içinde ve yeterince farkına varmadan da olsa, uzlaşma
armağanını aldıklarına inandıkları haklı olarak söylenmektedir. Onlar Tanrı’nın çocuklarıyla
aynı imanın ya da yeniden doğuşun paydaşları değildirler ama bir ikiyüzlülük kisvesi altında
Tanrı’nın çocuklarıyla ortak olan bir iman başlamış gibi görünmektedir. Tanrı’nın, lütfunu
anlatmak için onların zihinlerini yeterince aydınlattığını inkâr etmiyorum; ancak Tanrı, bu
farkındalığı, seçtiklerine yaptığı özel tanıklıktan o kadar ayırmaktadır ki, bunun etkisini ve
meyvesini tam olarak elde edemezler. Onlara merhametini gerçekten ölümden kurtaracak ve
gözetimi altına alacak kadar değil, ancak şimdilik gösterir. Sadece seçtiklerinin, sonuna kadar
dayanabilsinler diye, imanın yaşayan kökünü almaya değer olduğunu kabul eder [Mat. 12:43].
Bu itiraza verilen karşılık budur: Tanrı, lütfunu gerçekten gösteriyorsa, bu gerçek sonsuza
kadar sürer. Hiçbir şey Tanrı’nın, daha sonra uçup gidecek olan lütfunu bir an fark ettirerek
bazılarını aydınlatmasını engelleyemez.
12. Gerçek ve sahte iman
Đman, Tanrı’nın bize karşı iyi olduğunu bilmek ve bunun doğru olduğuna güvenle
inanmak olsa bile, geçici şeylerde tanrısal sevginin farkındalığının uçup gitmesi tuhaf
değildir. Bu farkındalık, imana yakın olmasına rağmen, ondan çok farklıdır. Tanrı’nın
iradesinin değişmediğini ve O’nun gerçeğinin her zaman tutarlı olduğunu kabul ediyorum.
Ama günahkârların Kutsal Yazı’nın sadece seçilmişlere lütfedip verdiği bu gizli açıklamaya
nüfuz edecek kadar ileriye gittiğini kabul etmiyorum. Bu nedenle, ancak kısa süren bir
farkındalıkla oyalandıkları için, Tanrı’nın iradesinin değişmezliğini anladıklarını ya da bu
iradenin gerçeğine kararlılıkla sarıldıklarını kabul etmiyorum. Yaşayan kökler salmak için
yeterince derine ekilmemiş bir ağaca benziyorlar. Bu ağaç birkaç yıl sadece çiçek ve yaprak
değil, meyve de verebilir; yine de zamanla kurur. Özetlersek, ilk insanın başkaldırmasıyla
zihninden ve canından Tanrı’nın sureti silinebildiği gibi, Tanrı’nın, daha sonra yok olmasına
izin verdiği lütfunun ışınlarıyla günahlı insanları aydınlatması da tuhaf değildir. Bazılarına
müjdesindeki bilgiyi derinden aşılarken bazılarına da hafifçe dokunmasını kimse önleyemez.
Bu arada şunu anlamalıyız: Seçilmişlerin imanı ne kadar kusurlu ya da az olsa da, Tanrı’nın
Ruhu onların oğulluğa alındığının kesin güvencesi ve mührü olduğu için [Ef. 1:14; Krş. 2Ko.
1:22], O’nun vurduğu damga onların yüreklerinden asla silinemez; günahkarlar da böyle
aydınlatılır ama bu ışık daha sonra geçip gidebilir. Ne var ki, Tanrı, onların yüreklerindeki
tohuma, seçilmişlerdeki gibi bozulmadan kalsın diye yaşam vermediği için, Kutsal Ruh’un
asılsız olduğunu sanılmamalıdır.
Dahası, tanrısal lütfun farkındalığının günahkârlara kimi kez dokunduğu Kutsal
Yazı’nın öğretişinden ve günlük deneyimlerden apaçık olsa bile, birbirini sevme arzusu
yüreklerinde yaşam bulmalıdır. Saul’da bir süre Tanrı’ya karşı dindarca bir dürtü gelişmişti.
Tanrı’nın ona babalık ettiğini biliyordu ve O’nun iyiliğinin hoşluğu kendisini çekiyordu [1Sa.
9-11. böl.]. Ancak Tanrı’nın babaca sevgisine inanç günahkarlarda derinlere kök salmadığı
için, O’nun sevgisine oğul olarak yetkin karşılık vermezler ama yanaşma gibi davranırlar. Bu
315
sevgi Ruhu, üyelerine aşılaması koşuluyla sadece Mesih’e verilmişti. Pavlus’un bu sözü
kuşkusuz seçilmişlerle sınırlıydı: “Bize verilen Kutsal Ruh aracılığıyla Tanrı’nın sevgisi
yüreklerimize dökülmüştür” [Rom. 5:5]. Yani yukarıda söz edilen güveni doğuran sevgiyle
Tanrı’ya seslenebiliriz [Krş. Gal. 4:6].
Öte yandan Tanrı’nın, çocuklarını sevmekten vazgeçemese de, onlara şaşılacak kadar
öfkelendiğini görürüz; bunun nedeni, onlardan nefret etmek istemesi değil, benliklerinden
kaynaklanan gururları kırılsın diye, onlara gazabını hissettirip korkutmak için, tembelliklerini
sarsmak ve onlara tövbe ettirmektir. Bu nedenle O’nun kendilerine ya da günahlarına karşı
aynı anda öfkeli ve merhametli olduğunu görürler. Yine de huzurlu bir güvenle sığınmak için
O’na kaçarlarken, gazabı dinsin diye içtenlikle dua ederler. Aslında bu kanıt yine de gerçek
imandan yoksun olan bazılarının iman numarası yapmadığını ortaya koymaktadır; ancak ani
bir gayret dürtüsüyle sürüklenirlerken asılsız bir düşünceyle kendilerini kandırırlar.
Tembelliğin, yüreklerini gerektiği gibi doğru bir biçimde gözden geçiremeyecek kadar
içlerine işlediğinden hiç kuşku yoktur. Yuhanna’ya göre, Mesih’in, Kendisine inansalar bile
“güvenmedikleri” olasılıkla böyleydi, “çünkü bütün insanları ve…insanın içinden geçenleri
biliyordu” [Yu. 2:24-25]. Birçoğu ortak imandan sapmasaydı (“ortak” diyorum, çünkü geçici
imanla yaşayan, kalıcı iman arasında büyük benzerlik ve yakınlık vardır), Mesih,
öğrencilerine, “Eğer benim sözüme bağlı kalırsanız, gerçekten öğrencilerim olursunuz.
Gerçeği bileceksiniz ve gerçek sizi özgür kılacak” demezdi [Yu. 8: 31-32]. Çünkü O,
öğretişini bağrına basanlara sesleniyor ve tembellikleri onlara verilen ışığı söndürmesin diye,
onları imanda ilerlemeye teşvik ediyor. Bu nedenle Pavlus, özellikle seçilmişlerin imanından
söz etmektedir [Tit. 1:1]. Birçoğunun, yaşayan kökler salmadığı için, mahvolduğunu kast
etmektedir. Mesih de, Matta’nın Müjdesi’nde aynı şeyi söylemektedir: “Göksel Babam’ın
dikmediği her fidan kökünden sökülecektir” [Mat. 15:13].
Tanrı’yla ve insanlarla alay etmekten utanmayan diğerlerinin yalanları daha büyüktür.
Yakup, bu aldatıcı bahaneyle imana imansızca saygısızlık eden bu insan türünü şiddetle
eleştirmektedir [Yak. 2:14-26]. Pavlus, birçoğu sahip olmadıklarıyla övünerek başkalarını,
hatta kendilerini bile boş yalanlarla aldatırken, Tanrı’nın çocuklarından “içten iman”
istemezdi [1Ti. 1:5]. Bu nedenle temiz bir vicdanı, imanı koruyan bir sineyle
karşılaştırmaktadır. Çünkü temiz vicdanı bir kenara iten birçoğu, “iman konusunda
batmışlardır” [1Ti. 1:19; Krş. 3:9].
13. “Đman” kelimesinin Kutsal Yazı’daki farklı anlamları
“Đman” kelimesinin birden çok anlama geldiğini anlamalıyız. Çoğunlukla iman, az
önce alıntı yaptığımız ayette olduğu gibi, sağlam bir Tanrı’ya bağlılık16 öğretişi demektir.
Pavlus aynı mektupta kilise görevlilerinin, “temiz vicdanla iman sırrına sarılmalarını” ister
[1Ti. 3:9]. Aynı şekilde bazılarının imandan döneceklerini de duyurur [1Ti. 4:1]. Ancak öte
yandan Timoteos’un “imanın sözleriyle beslendiğini” söylemektedir [1Ti. 4:6]. Yine
“kutsallıktan yoksun, bilgi denen düşüncelerin çelişkilerinin” imandan sapmanın nedeni
olduğu belirtmektedir [1Ti. 6:20-21; Krş. 2Ti. 2:16]; başka bir yerde ise bunlara iman
konusunda “reddedilmiş insanlar” der [2Ti. 3:8]. Ayrıca Titus’a, onlara, “sağlam imana sahip
olmalarını” [Tit. 1:3] “buyur” [Tit. 2:2] emrini verdiğinde, Pavlus “sağlam” sözcüğüyle,
sadece saf öğretiyi kast etmektedir. Bu öğreti insanların döneklikleriyle kolayca bozulup
yozlaşmaktadır. Yani, Mesih’e iman “bilginin ve bilgeliğin bütün hazinelerinde saklı olduğu”
için [Kol. 2:3], iman, göksel öğretinin bütün toplamını doğru bir biçimde kapsamakta, ondan
koparılamamaktadır.
Öte yandan iman, Matta’nın, Mesih’in felçliyi kiremitle kaplı çatıdan indirenlerde
gördüğünü söylediği üzere [Mat. 9:2], belli bir nesneyle sınırlıdır. Mesih, Đsrail’de bile
16
“Sana pietatis doctrina”
316
yüzbaşınınki kadar büyük bir iman görmediğini açıklamıştı [Mat. 8:10]. Ama olasılıkla
yüzbaşının tek isteği oğlunun iyileşmesiydi [Yu. 4:47 vd], onun tedavisi zihnini çok meşgul
ediyordu, Mesih’in bir baş sallaması ya da yanıtı ona yettiği için, Mesih’in orada bulunmasını
istememektedir. Bu koşuldan ötürü onun imanı çok övülmektedir.
Biraz önce, Pavlus’un imanı mucizeler yapmak armağanı diye anladığını
öğretmiştik.17 Bu, ne Tanrı’nın Ruhu’nun yeniden doğurduğu ne de O’na gayretle tapınan
bazılarının sahip olduğu armağandır. Başka bir ayette de Pavlus, imanı, bizi imanda pekiştiren
öğretiş diye tanımlamaktadır. Đmanın ortadan kalkacağını yazdığında [1Ko. 13:10; Krş. Rom.
4:14] kuşkusuz, bugün bizim zayıflığımıza yararı olan kilisenin hizmetinden söz etmektedir.
Bu konuşma tarzlarında bir benzetme ortaya çıkmaktadır. “Đman” sözcüğü, sahte bir iman
ikrarı ya da yalancı bir yafta için yanlış kullanıldığında, kelimenin bu yanlış kullanılması,
ahlaksız ve sapkın bir ibadete “Tanrı korkusu” denmesinden daha ters gelmeyecektir.
Örneğin; Kutsal Tarih’te, Samiriye ve çevresindeki bölgelere yerleşen yabancı oymakların
sahte tanrılardan ve Đsrail’in Tanrı’sından korktukları sık sık belirtilmektedir [2Kr. 17:24-41].
Bu, açıkça onların yeryüzüyle gökyüzünü karıştırmaları demektir.
Ama şimdi soruyoruz, Tanrı’nın çocuklarını inanmayanlardan ayıran, bize Tanrı’ya
Baba dedirten, bizi ölümden yaşama geçiren, sonsuz kurtuluş ve yaşam olan Mesih’i bizde
yaşatan iman nasıl bir imandır? Đmanın gücünü ve doğasını kısaca ve net olarak açıkladığıma
inanıyorum.
(7. paragraftaki iman tanımının neye işaret ettiğinin ayrıntılı incelenmesi: Bilgi
unsuru, 14-15)
14. Daha yüce bir bilgi olarak iman
Şimdi yeniden iman tanımının tek tek parçalarını inceleyelim. Onu gayretle
inceledikten sonra kuşkusuz süreceğine inanıyorum. Đmana “bilgi” dediğimizde, insanın algı
duygusu kapsamına giren şeylerle genelde ilgisi olan bir tür anlayıştan söz etmiyoruz. Đman,
duygunun o kadar üzerindedir ki, insan zihni ona ulaşmak için çok daha öteye geçmeli,
gelişmelidir. Zihin ona ulaşsa bile ne hissettiğini anlamaz. Ama anlamadığını kabul ettiğinde,
bu kabul edişin kesinliğiyle, insana özgü bir şeyi kendi kapasitesiyle algıladığından daha
çoğunu anlamaktadır. Bu nedenle Pavlus, onu güzel bir biçimde, “Mesih’in sevgisinin ne
denli geniş ve uzun, yüksek ve derin olduğunu anlama, bilgiyi çok aşan bir sevgiyi kavrama”
gücü diye tanımlar [Ef. 3:18-19]. Zihnimizin imanla kucak açtığı şeyin her yönden sonsuz ve
bu tür bilginin bütün anlayışlardan çok daha yüce olduğunu kast eder. Bununla birlikte, RAB,
“geçmiş çağlardan ve kuşaklardan gizlenmiş” olan [Kol. 1:26; Krş. 2:2] iradesinin sırrını
“kutsallarına açıklamıştır”. O zaman çok geçerli bir nedenden ötürü imana genellikle
“tanıma” denir [Bk. Ef. 1:17; 4:13; Kol. 1:9; 3:10; 1Ti. 2:4; Tit. 1:1. Flm. 6; 2Pe. 2:21].
Yuhanna ise “bilgi”18 der. Đmanlıların, Tanrı’nın çocukları olduklarını bildiklerini duyurur
[1Yu. 3:2]. Açıkçası onlar bunu kesinlikle bilirler. Ancak, mantıksal bir kanıtla öğrenmekten
çok tanrısal gerçeğe inanmakla güçlenmektedirler. Pavlus’un sözleri buna işaret etmektedir:
“Bu bedende yaşadıkça Rab’den uzaktayız. Gözle görülene değil, imana dayanarak yaşarız”
[2Ko. 5:6-7]. Bu sözlerle Pavlus, iman yoluyla bildiklerinin yine de bizde bulunmadığını ve
gözle görülmediğini belirtmektedir. Bundan çıkardığımız sonuca göre, iman bilgisi
anlamaktan çok, güvenceyi kapsamaktadır.
15. Đman kesinliği belirtmektedir
Đnanmanın daha somut bir biçimde tutarlı olduğunu açıklayalım diye, “kesin ve
sağlam” sözlerini ekliyoruz. Đman, kuşkulu ve değişken bir görüşle yetinmediği gibi, belirsiz
17
18
III. ii. 9.
“Scientia”
317
ve karmakarışık bir düşünceyle de yetinmemektedir; ancak insanların tecrübe edip
kanıtlamaya alışkın oldukları üzere, tam ve sarsılmaz bir kesinlik istemektedir. Đmansızlık
yüreğimizin derinlerine kök saldığı ve biz de buna çok eğilimli olduğumuz için, her birimiz
herkesin ağzıyla ikrar ettiği şeye zorlu bir mücadeleye girmeden inanabiliriz: Yani Tanrı’nın
sadık olduğuna. Özellikle sıra gerçeğe geldiğinde, her insanın tökezlemesi onun gizli
zayıflığını ortaya koyar. Kutsal Ruh’un, Tanrı’nın Sözü’nün yetkisinden bu kadar soylu
sıfatlarla söz etmesi nedensiz değildir. O, Tanrı’nın vaatlerine tam olarak iman edebilelim
diye, sözünü ettiğim bu hastalığı iyileştirmek ister. Davut, “Yehova’nın sözleri pak sözlerdir”
der, “Toprak ocakta eritilmiş, yedi kez arıtılmış gümüşe benzer” [Mez. 12:6]. Aynı şekilde,
“Yehova’nın sözü arıdır. O kendisine sığınan herkesin kalkanıdır” [Mez. 18:30]. Üstelik
Süleyman da bu fikri neredeyse aynı sözlerle onaylamaktadır: “Tanrı’nın her sözü arıdır”
[Özd. 30:5]. Ama 119. Mezmur’un neredeyse tamamında bu kanıt kabul edildiği için, daha
fazlasını saymak gereksiz olacaktır. Elbette Tanrı, Sözü’nü bize her emredişinde,
imansızlığımızdan ötürü bizi azarlamaktadır, çünkü yüreğimizdeki sapkın kuşkuları söküp
atmaktan başka bir niyeti yoktur.
Tanrı’nın merhametini neredeyse hiç teselli bulmadan aldığını düşünen çok sayıda
insan da vardır. Aynı zamanda Tanrı’nın kendilerine merhamet edip etmediğinden duydukları
endişenin baskısı altındadırlar, çünkü çok inanır göründükleri bu şefkati dar sınırların içine
hapsederler. Kendi aralarında aslında bunun çok büyük ve bol olduğunu, birçok kişinin
üzerine saçıldığını, herkes için hazır ve ulaşılabilir olduğunu düşünürler; ama bunun onlara
gelip gelmediği ya da onların ona gidip gitmedikleri belli değildir. Ama bu akıl yürütme yolun
yarısında kaldığında sadece işin yarısıdır. Bu nedenle, ruh, endişe verici bir kuşkuyla rahatsız
olduğu kadar güvenilir bir huzurla fazla güçlenmemektedir. Ancak Kutsal Yazı’da her zaman
imanla bağdaştırılan güvence duygusu çok farklıdır. Bu bize, Tanrı’nın iyiliğini her türlü
kuşkunun ötesinde apaçık gösterir [Kol. 2:2; 1Se. 1:5; Krş. Đbr. 6:11 ve 10:22]. Ama biz, onun
tatlılığını gerçekten hissetmezsek ve kendimiz tecrübe etmezsek olamaz. Bu nedenle elçi,
imandan güven, güvenden cesaret kazanır. “Mesih’te ve Mesih’e olan inancımızla Tanrı’ya
cesaret ve güvenle yaklaşabiliriz” der [Ef. 3:12]. Bu sözlerle, huzurlu yüreklerle Tanrı’nın
gözünün önünde olmaya cesaret etmenin dışında, doğru bir iman olmadığını açıkça
belirtmektedir. Bu cesaret ancak tanrısal iyiliğe ve kurtuluşa güvenden doğar. Bu, o kadar
doğrudur ki, “iman” sözü çok sık olarak güven anlamında kullanılır.
(Korkuyla ilişkili olarak imanın kesinliği, 16-28)
16. Đmanın kesinliği
Aslında imanın, üzerinde döndüğü ana menteşe budur: Tanrı’nın merhamet vaatlerine
ancak bizim dışımızdaki gerçek diye değil, asla bizim içimizde olmayan gerçek diye bakarız;
daha çok onları, içimizde bağrımıza basarak kendimize mal ederiz. Sonunda Pavlus’un başka
bir yerde “barış” dediği bu güven doğar [Rom. 5:1], yeter ki, bununla barış sağlamak tercih
edilebilsin. Tanrı’nın yargısının önünde vicdana huzur ve barış veren güvencedir bu. Bu
güvence olmadığında vicdan, kendisini huzursuz eden bir alarmdan rahatsız olup neredeyse
parçalanmalıdır; kişi Tanrı’yı ve kendini unutmazsa belki bu güven, bir an uyur. Aslında
insan, tekrar tekrar geri dönen ve büyük bir şiddetle parçaladığı tanrısal yargının anısı
olmadan, bu zavallı unutkanlığın keyfini uzun süre çıkaramaz. Kısacası, Tanrı’nın kendisi için
sevecen ve iyi niyetli bir Baba olduğuna, cömertliğine dayanarak kendisine her şeyi vaat
ettiğine, kurtuluş beklentisinden kuşku duymayarak tanrısal iyiliğin kendisine vaatlerine
güvenen, sağlam bir inançla inanan biri ancak gerçek bir imanlıdır. Elçinin şu sözlerde işaret
ettiği gibi, “Eğer güvenimizi ve övündüğümüz umudu gevşemeden sonuna kadar
sürdürürsek…” [Đbr. 3:7]. Bu durumda elçi, Göklerdeki Krallığın mirasını güvenle övenlerin
dışında hiç kimsenin Rab’den iyilik umut etmemesini düşünmektedir. Bu kurtuluş
güvencesine dayanarak şeytana ve ölüme karşı zafer kazananların dışında hiç kimsenin imanlı
318
olmadığını söylüyorum; Pavlus’un ustaca toparlamasından öğrendiğimiz gibi: “Ne ölüm, ne
yaşam, ne melekler, ne yönetimler, ne şimdiki, ne gelecek zaman, ne güçler… bizi Rabbimiz
Mesih Đsa’da olan Tanrı sevgisinden ayırmaya yetecektir” [Rom. 8:38-39]. Aynı şekilde elçi,
çağrıldığımız sonsuz miras umudunun farkına varmazsak, zihin gözümüzün aydınlanacağını
düşünmemektir [Ef. 1:18]. Tanrı’nın iyiliğinden büyük bir güvence meyvesi toplamazsak, bu
iyiliği iyi anlayamayacağımızı her yerde açıklayarak öğretmektedir.
17. Ayartılmayla mücadelede iman
Yine de biri, “Đmanlılar çok farklı bir şey yaşarlar: Tanrı’nın kendilerine olan lütfunu
anlarlarken, çoğu kez sadece üzerlerine gelen tedirginlikle denenmezler, en ciddi korkularla
da tekrar tekrar sarsılırlar. Ayartılmalar o kadar şiddetlidir ki, imanın kesinliğiyle pek
bağdaşmayacak bir biçimde zihinleri bulanır” diyecektir. Bu durumda, yukarıda sözü edilen
öğretiyi desteklemek istiyorsak, bu zorluğu çözmeliyiz. Đmanın kesin ve güvenilir olması
gerektiğini öğretirken, elbette, kuşkuyla çınlamayan bir kesinliği ya da endişe yağmuruna
tutulmamış bir güvenceyi düşünemeyiz. Öte yandan, inananların kendi inançsızlıklarıyla
sürekli çeliştiklerini söylüyoruz. Aslında onların vicdanlarına, hiçbir kargaşanın huzursuz
etmediği, esenlikli bir sakinlik vermekten çok uzağız. Ne var ki, ne kadar sarsılırlarsa
sarsılsınlar, Tanrı’nın merhametinden gelen belli bir güvenceden saparak yoldan çıktıklarını
kabul etmiyoruz.
Kutsal Kitap, Davud’un imanından, özellikle de yaşamının tüm seyrine baktığınızda,
daha açıklayıcı ya da daha hatırlanmaya değer başka bir örnek vermemektedir. Davut, sayısız
şikâyetle zihninin her zaman çok huzursuz olduğunu duyurur. Bu yakınmalarından birkaç
örnek seçmek yeterlidir. Huzursuz eden duygularından ötürü gönlünü azarlarken, kendi
imansızlığından başka neye öfkelenmektedir? “Neden üzgünsün, ey gönlüm?” der, “Neden
içim huzursuz? Tanrı’ya umut bağla” [Mez. 42:5, 11, 43:5]. Kuşkusuz bu perişanlık besbelli
bir inançsızlığın işaretidir. Sanki o, Tanrı’nın kendisini terk ettiğini düşünmektedir. Başka bir
yerde daha ayrıntılı bir itiraf okuyoruz: “Telaş içinde demiştim ki, ‘Huzurundan atıldım’”
[Mezb 31:22]. Başka bir ayette endişeyle ve zavallı bir şaşkınlıkla kendisiyle tartışmaktadır;
aslında Tanrı’nın doğası konusunda bir kavgaya girişmiştir: “Tanrı unuttu mu acımayı?... Rab
sonsuza dek mi bizi reddedecek?” [Mez. 77:9, 7]. Bundan sonra gelen sözleri daha da
acıklıdır: “Sonra kendi kendime, ‘Đşte benim derdim bu’ dedim. Yüceler Yücesi gücünü
göstermiyor artık” [Mez. 77:10]. Davut, umutsuzluk içinde kendini ölüme mahkum eder ve
sadece kuşku duymaktan ötürü sıkıntı içinde olduğunu itiraf etmez, mücadelede başarısızlığa
uğramış gibi, kendisine hiçbir şey kalmadığını da hisseder. Tanrı onu yüzüstü bırakmış ve
yıkıma uğrasın diye bir zamanlar ona yardım eden elini çekmiştir. Canı yine huzura kavuşsun
diye haklı olarak ısrar etmektedir [Mez. 116:7], çünkü fırtınada dalgalarla savrulmanın ne
olduğunu yaşamıştır.
Yine de, bütün bu saldırıların arasında iman, Tanrı’ya bağlı insanların yüreklerinde
sürmekte –bu, olağanüstüdür- ve aslında bunun etkisi bir palmiye ağacına benzemektedir
[Krş. Mez. 92:12]; çünkü iman, her sıkıntıyla savaşarak kendini kaldırır. Davut, yenilgiye
uğramış göründüğünde bile, kendisini azarlamış, Tanrı’ya gitmekten vazgeçmemiştir. Kendi
zayıflığıyla mücadele eden ve öfke anlarında imana dayanan Davut, zaten büyük ölçüde
galiptir. Bu ve benzeri ifadelerden şu sonucu çıkarabiliriz: “Yehova’yı bekle, güçlü ol; O,
senin yüreğini güçlendirir. Yehova’yı bekle!” [Mez. 27:14]. Davut, kendisini yüreksizlik
suçlusu olarak gösterir ve aynı düşünceyi iki kez tekrarlayarak, sıkıntı veren birçok duyguya
maruz kaldığını itiraf eder. Bu arada, bu zayıflıklardan hoşnut olmamakla kalmaz, bunları
düzeltmek için de içtenlikle gayret eder.
Kuşkusuz onunla Ahaz’ı adil bir tartıda tartsaydık, büyük bir fark görürdük. Yeşaya,
günahlı ve ikiyüzlü kralın endişelerine çare diye gönderilmektedir. Krala şu sözlerle der:
“Dikkatli ve sakin ol! Korkma!” vb (Yşa. 7:4]. Ahaz ne yapar? Daha önce yüreğinin rüzgarda
319
sallanan orman ağaçları gibi titrediği söylenmişti [Yşa. 7:2]; bu durumda vaadi duysa bile
titremesi geçmez. O zaman bu, inançsızlığın uygun bir ödülü ve cezasıdır; yani kişinin,
kendisine iman kapısını açmadığında Tanrı’dan saptığındaki gibi titremesi. Ne var ki, öte
yanda, ayartılmanın ağırlığının çöktüğü ve neredeyse ezdiği imanlılar, güçlük ve sıkıntı
çekseler de sürekli yükselirler. Đradesizliklerinin farkında oldukları için, peygamberle birlikte,
“Gerçeği ağzımdan düşürme” diye dua ederler [Mez. 118:43]. Bu sözlerle bize, imanları
azalmış gibi, kimi kez suskunlaştıkları öğretilmektedir; yine de başarısız olmazlar ya da sırt
çevirmezler ama mücadelelerinde dayanırlar. En azından vurdumduymazlık onları
duyarsızlaştırmasın diye, dua ederek tembelliklerini dürterler.
18. Đmanlının yüreğindeki çatışma
Bunu anlamak için, başka bir yerde sözünü ettiğimiz benlikle ruh arasındaki ayırıma19
dönmemiz gerekmektedir. Bu, en çok şu noktada ortaya çıkmaktadır: Tanrı’ya bağlı bir yürek
içinde bir bölünme hissetmektedir, çünkü kısmen tanrısal iyiliği bilmenin tatlılığıyla
aşılanmıştır, kısmen felaketinin farkındalığının acısı onu üzmektedir; kısmen müjdenin
vaadine güvenmektedir, kısmen günahının kanıtı karşısında titremektedir; kısmen yaşam
beklentisiyle sevinmekte, kısmen ölümden ürpermektedir. Bu fark, imanın mükemmel
olmamasından kaynaklanmaktadır, çünkü bu yaşamın akışında bu, imansızlık hastalığımızın
tamamıyla tedavi edilerek tümüyle imanla dolacağımız ve iman sahibi olacağımız kadar iyi
gitmez. Bu çatışmalar şuradan çıkmaktadır; benliğin kalıntılarında huzur bulan imansızlık,
ayağa kalkıp içimizde algıladığımız imana saldırmaktadır.
Ama imansız düşüncede kesinlik ve kuşku birbirine karışırsa, imanın kesin ve net bir
bilgiye değil, Tanrı’nın bizim için iradesi konusunda belirsiz ve karmakarışık bir bilgiye
dayandığı her zaman aklımıza gelmez mi? Hiç de değil. Çeşitli düşünceler dikkatimizi dağıtsa
da, bu nedenden ötürü imandan tamamıyla ayrılmayız. Đmansızlığın kışkırtmasıyla dört bir
yanda sorun, yaşıyorsak bu nedenle dipsiz kuyuya da dalmayız. Darbe alıyorsak, bu nedenle
konumumuzu kaybetmeyiz. Çatışmanın sonu her zaman şudur: Đman, etrafını kuşatan ve onu
tehlikeye sokmuş görünen bu zorluklara karşı eninde sonunda zafer kazanmaktadır.
19. Kıt iman da gerçek imandır
Özetlersek: Đmanın en küçük bir damlası bile zihnimize ilk kez düştüğünde Tanrı’nın
barışçıl, sakin ve bize karşı lütufkâr yüzünü düşünmeye başlarız. Onu çok uzaklarda ama hiç
de kandırılmadığımızı bilecek kadar net görürüz. Sürekli ilerlememiz gerektiği üzere, düzenli
adımlarla giderek, ilerleme kaydettikçe sanki bize daha çok yaklaşır ve böylece O’nun daha
net bir görüntüsünü elde ederiz; biz devam ettikçe O daha da yakınlaşır. Tanrı bilgisiyle
aydınlanmış zihnin önce cahilliğin içine sarılmış olduğunu görürüz. Bu cahillik giderek yok
olur. Yine de bazı şeyleri bilmemiz ya da fark edilebilir olanı belli belirsiz bir biçimde fark
etmemiz, zihnin, Tanrı’nın kendisi için iradesini net olarak bilmenin keyfini çıkarmasını
engelleyemez. Zihin bu fark edişinde, imanın ilk ve esas unsurları vardır. Bu, güneş ışığının
oldukça dar bir pencereden yandan geldiği, yarı karanlık bir cezaevine kapatılmış bir adam
gibi, aslında güneşi tam olarak görmekten yoksun kalmaktır. Yine de o gözlerini değişmeyen
aydınlığa dikip yararlanır. Bu durumda, dünyasal bir bedenin prangalarına vurularak, her
yanımıza büyük bir karanlığın gölgeleri düşse bile, yine de sağlam güvence, ihtiyacımız
olduğu kadar bizi aydınlatmaktadır. Tanrı merhametini göstermek için az da olsa bize ışığını
saçmaktadır.
20. Đmanın kıtlığı ve gücü
19
II. i.9; II. ii. 27; II. iii. 1.
320
Elçi çeşitli ayetlerde iki noktayı da güzelce öğretmektedir. “Bilgimiz de,
peygamberliğimiz de sınırlıdır” [1Ko. 13:9] ve “her şeyi aynadaki silik görüntü gibi görürüz”
[1Ko. 13:12] diye öğrettiğinde, şimdiki yaşamımızda bu gerçek tanrısal bilgeliğin küçük bir
parçasının bize verildiğine işaret etmektedir. Bu sözler sadece bedenin yükü altında
inlediğimiz sürece imanın yetkin olmadığına değil, biz yetkin olmadığımız için, sürekli
öğrenmemiz gerektiğine işaret etmektedir. Bununla beraber, elçi, bizim yetersiz
sınırlılığımızın ve dar kapasitemizin sınırsızlığı anlayamadığını da belirtmektedir. Pavlus,
bütün kilise için de bunu duyurmaktadır: Her birimizin cahilliği, bizi istediğimiz kadar
yaklaşmaktan alıkoyan bir engel ve ayak bağıdır.
Ancak aynı elçi başka bir ayette, küçücük bir iman damlasının bile bize kesin ve
gerçek bir tat verdiğini belirtmektedir. Bize, müjdenin sayesinde peçenin müdahalesi
olmadan, açık bir yüzle Tanrı’nın yüceliğini gördüğümüzü, O’na benzer olmak üzere
değiştirildiğimizi duyurmaktadır [2Ko. 3:18]. En büyük kuşku ve korku cahillik ambalajına
sarılıp birbirine karışmış olmalıdır, çünkü yüreğimiz özellikle, kendi doğal içgüdüsüyle
imansızlığa yatkındır. Bunun dışında, sayısız, çeşitli ayartma bize büyük bir şiddetle sürekli
saldırmaktadır. Ancak günahlarımızın kütlesinin aşağıya çektiği vicdanımız şimdi şikayet
edip inlemekte, kendini suçlamakta, gizlice mırıldanmakta, gürültü etmektedir. Tanrı’nın
gazabı ister sıkıntılarla açıklansın, ister vicdan kendi içinde kanıt ve dayanak bulsun,
imansızlık imanı yenmek için silahlar ve aldatmacalar bulur. Ancak bunlar her zaman şu
amaca yöneliktir: Tanrı’nın bize karşı ve bize düşman olduğunu düşünerek O’ndan yardım
görmeyi ümit edemeyiz ve bizim can düşmanımızmış gibi O’ndan korkarız.
21. Đman kalkanı olarak Tanrı’nın Sözü
Đman bu saldırılara dayanmak için silahlanır ve kendini Rab’bin Sözü’yle tahkim eder.
Bir ayartı –Tanrı’nın bizi sevmediği için bize düşman olduğunu öne sürerek- bize
saldırdığında, iman, Tanrı bize keder verse de, merhametli olduğu, çünkü O’nun verdiği
cezanın gazaptan çok, sevgiden kaynaklandığı karşılığını verir. Đnsan, Tanrı’nın, günahların
öcünü aldığı düşüncesiyle sarsıldığında, iman bunun karşısına, günahlı her ne zaman kendini
Rab’bin merhametine bırakırsa, O’nun bütün günahları bağışlamaya hazır olduğu gerçeğini
koyar. Tanrı’ya bağlı insanın kafası, ne kadar hayrete düşüp karışsa da, sonuçta bütün
güçlükleri yener ve kendine asla, tanrısal merhamet güvencesinden yoksun kalma izni
vermez. Tam tersine, bunu deneyip bıkkınlık veren bütün tezlerin sonucu, bu güvencenin
kesinliği olur. Kutsalların, Tanrı’nın öcünün baskısını çok hisseder gibi görünseler bile,
şikâyetlerini O’nun önüne getirmeleri bunun kanıtıdır; sesleri duyulmayacak gibi görünse bile
yeni de O’na başvururlar. O’ndan teselli ummasalardı neden O’na feryat edeceklerdi?
Aslında, O’nun kendilerine yardıma hazır olduğuna inanmasalardı, O’na başvurmak akıllarına
bile gelmezdi. Mesih’in, imanları kıt olduğu için azarladığı öğrencileri mahvolmaktan şikâyet
etseler bile O’ndan yardım istiyorlardı [Mat. 8:25-26]. Aslında Mesih onları imanları kıt
olduğu için azarlarken, öğrenci grubundan çıkarmadı ya da imansız saymadı, bu kusurdan
kurtulmaya teşvik etti. Bu nedenle, daha önce söylediğimizi tekrarlıyoruz: Đmanın kökü,
Tanrı’ya bağlı bir sineden asla koparılamaz, ancak derinlere o kadar sıkı tutunur ki, iman her
ne kadar sarsılmış, şu ya da bu yöne eğrilmiş görünse de, ışığı hiç sönmez ya da en azından
küllerin altında kalmış gibi geçip bitmez. Bu örnek, bozulmayan bir tohum olan Söz’ün,
bereketi asla tamamıyla kuruyup ölmeyen, kendine benzeyen meyveler verdiğini
göstermektedir. Kutsalların umutsuzluğunun tek nedeni, şimdiki olayları hesaba katarak,
kendi mahvolmuşlarında Tanrı’nın elini hissetmeleridir. Ancak Eyüp, Tanrı onu öldürse de,
bundan ötürü O’na umut bağlamaktan vazgeçmeyeceğini, umudunun çok büyük olduğunu
duyurmaktadır [Eyü. 13:15].
Konu şuraya dayanmaktadır: Đmansızlık, imanlıların
yüreklerinde egemenlik kurmaz ama onlara dışarıdan saldırır. Silahlarıyla onları ölümcül
yaralamaz ama ancak zarar verir ya da en fazla iyileşebilen yaralar açar. O zaman iman,
321
Pavlus’un öğrettiği gibi, bizim için kalkan işlevi görmektedir [Ef. 6:16]. Silahlara karşı
direndiğinde silahların gücünü o kadar elinden alır ki, ya onları başka bir yöne saptırır ya da
en azından baskılarını zayıflatır, böylece bu silahlar yaşamsallığımıza işleyemez. Đmanın
sarsılması, şiddetli bir mızrak darbesinin, ayağını kaldırarak biraz geri çekilmek zorunda
bıraktığı bir askere benzer. Đman yara aldığında, sanki askerin kalkanı mızrağın geldiği yerden
kırılır ama parçalanacak kadar değil. Tanrı’ya bağlı bir düşünce, Davut’la beraber, “Karanlık
ölüm vadisinden geçsem bile, kötülükten korkmam, çünkü sen benimlesin” [Mez. 23:4]
diyecek kadar coşmuştur. Karanlık ölüm vadisinden geçmek elbette korkutucudur; imanlıların
güçleri ne olursa olsun,
bundan korkmamak ellerinde değildir. Ancak Tanrı’nın,
güvenliklerini kollayarak yanlarında olduğu düşüncesi üstün geldiğinde, korku yerine hemen
güvenceye bırakır. Aldatmacalar ne kadar büyük olursa olsun, Augustinus’un dediği gibi,
şeytan üzerimize atlar, imanın barındığı yüreğimizde kendine yer edinemediğinde çekip gider.
Sonuca bakarak karar verebilirsek, imanlılar taze güç edinebilsinler, kısa süre sonra yeniden
arenaya inmeye hazır olsunlar diye her savaştan sağ salim çıkmakla kalmazlar; Yuhanna’nın
kanonik mektubunda söylediği de gerçekleşir: “Bize dünyaya karşı zafer kazandıran
imanımızdır” [1Yu. 5:4]. Yuhanna, imanımızın sadece tek bir veya birkaç savaşta ya da belli
bir saldırı karşısında galip gelmeyeceğini, binlerce kez saldırıya uğrasa bile, bütün dünyayı
yeneceğini kabul etmektedir.
22. Doğru korku
Đmanın güvencesini azaltmaktan çok uzak olan, bu güvenceyi daha da pekiştiren başka
bir “korku ve titreme” daha vardır [Flp. 2:12]. Bu, imanlılar, tanrısal öfkenin Tanrı’ya bağlı
olmayanların üzerine uyarı olarak geldiği örnekleri düşündüklerinde, suç işleyerek Tanrı’nın
gazabını kışkırtmamaya özel dikkat gösterdiklerinde olur; ya da içlerinde kendi acınacak
durumlarını düşündüklerinde Rab’be tümüyle bağımlı olmayı öğrenirler. Rab olmadan
kendilerini çok daha tutarsız ve rüzgârdan daha geçici görürler. Eskiden Rab’bin Đsrail halkına
verdiği cezayı anlatarak elçi, Korintlilere böyle yanlış işlere girmekten kaçınsınlar diye korku
salar [1Ko. 10:11]. Onların güvenlerini bu şekilde zayıflatmaz ama genelde imanı
güçlendirmektense zayıflatan benliklerinden gelen tembelliği sarsar. “Ayakta sağlam
durduğunu sanan dikkat etsin, düşmesin” [1Ko. 10:12; Rom. 11:20] teşvikinde Yahudilerin
düşüşünü temel aldığında, bize bağlılığımızdan kuşkumuz varmış gibi bocalamamızı
emretmez. Tersine, sadece kendi gücümüzden gurur duymayı ve kendi gücümüze aceleyle
aşırı güvenmeyi dışlamaktadır. Öyle ki, Yahudiler reddedildikten sonra onların yerine kabul
edilen Öteki Uluslar deli gibi övünmesinler. Ancak elçi burada sadece imanlılara seslenmez,
sadece dışsal bir gösteriden sevinç duyan ikiyüzlüleri de duasına katar. Đnsanları tek tek
uyarmaz, Yahudilerle Öteki Uluslar arasında bir karşılaştırma yapar; Yahudilerin
imansızlıkları ve nankörlükleri nedeniyle haklı bir cezaya çarptırılarak reddedildiklerini
belirtir. Öteki Ulusları, kendilerine henüz verilen oğulluğa alınma lütfunu, gurur ve
gösterişten ötürü kaybetmesinler diye de teşvik eder. Yahudiler reddedilirken, bazılarının
oğulluğa alınma antlaşmasından sapmaması gibi, Öteki Ulusların arasından da, gerçek imanı
olmaksızın, benliğin aptalca güveniyle şişinenler çıkabilir ve Tanrı’nın cömertliğini kendi
yıkımları pahasına kötüye kullanırlardı. Ancak bu ifadenin seçilmişler ve imanlılar için
geçerli olduğunu kabul etseniz bile bu, rahatsızlığa yol açmayacaktır. Çünkü kimi kez
benliğin kalıntılarından çıkıp kutsalların içine sızan bir varsayımı, boş güveni artırmasın diye
önlemek başka şey, Tanrı’nın merhametinin tam güvencesine dayanmayan korkulu vicdanın
cesaretini böyle kırmak başka şeydir.
23. “Korku ve titreme”
Elçi, “korkarak ve titreyerek kurtuluşumuz için gayret etmemizi” (Flp. 2:12]
öğretirken, kendimizi çok aşağılayıp Rab’bin gücüne saygı göstermeye alışmamızı ister
322
sadece. Kendimize güvenmeyerek, güvencemizin ve düşüncemizin kesinliğinin Rab’be
dayanmasının verdiği huzurdan başka hiçbir şey bizi daha çok etkilemez ve yıkımımızın
bilincinde olmak da ara sıra kaygılandırır. Peygamberin sözünü bu anlamda anlamalıyız: “Bol
sevgin sayesinde kutsal tapınağına gireceğim; korkuyla tapınacağım” [Mez. 5:7, mealen].
Burada peygamber, Tanrı’nın merhametine dayanan imanın verdiği cesareti Tanrı’nın
muhteşemliğinin huzuruna her gelişimizde yaşamamız gereken korkuyla birleştirmektedir.
Biz, murdarlığımızın ne kadar büyük olduğunu bu olağanüstülükte anlarız. Süleyman da,
yüreğinde korku bulunan insanın mutlu olduğunu, çünkü yüreği sertleşenin kötülüğe
düştüğünü duyururken [Özd. 28:14], doğruyu söylemektedir. Bizi daha dikkatli kılan
korkunun -–kaygılandıran ve düşmemize yol açan türde olmadığından- kafa karışıklığının ise
Tanrı’da iyileştiğinden, kaybedilen cesaretin O’nda coştuğundan, O’na olan güvenle yeniden
yaşama kavuştuğundan söz etmektedir.
Bu durumda imanlıları korkmaktan, aynı zamanda da en güvenilir teselliyi bulmaktan
hiçbir şey engelleyemez; gözlerini kendi değersizliklerine çevirdiklerinde, akıllarına Tanrı’nın
gerçeğine dayanmak gelir. Korkunun ve imanın aynı zihinde nasıl barınabildiği sorulacaktır.
Aslında diğer taraftan, tembellik ve endişe de aynı şekilde zihindedir. Đmansızlar, Tanrı
korkusuyla canları sıkılmasın diye acıdan uzak durmanın yolunu ararlarken, Tanrı’nın yargısı
onlara o kadar baskı yapar ki, istediklerini elde edemezler. Bu durumda Tanrı’yı, halkını,
cesaretle mücadele ederken kendilerini özdenetimle dizginleyebilsinler diye,
alçakgönüllülükle terbiye etmekten hiçbir şey alıkoyamaz. Elçi korkunun ve titremenin
nedeninin Tanrı’nın gözüne hoş görünmek olduğunu belirtirken, niyetinin bu olduğu
bağlamdan bellidir. Böylece Tanrı, halkına doğru olanı isteme ve bunu cesurca yapma
yeteneği verir [Flp. 2:12-13]. Bu anlamda, peygamberin, “Đsrailoğulları Rab’den ve O’nun
iyiliğinden korkacaklar” [Hoş. 3:5] sözünü doğru anlayabiliriz. Tanrı’ya bağlılık, sadece O’na
saygı göstermeye neden olmayacak, lütfun tatlılığı ve güzelliği, korkudan cesareti kırılmış
insanın içine dolacak ve aynı zamanda hayranlık duyarak Tanrı’ya bağımlı olacak, kendini
alçakgönüllülükle O’nun gücüne bırakacaktır.
24. Đmanın kesinlikle yok edilemezliği Mesih’in bizimle bir olmasına dayanır
Yine de bugün bazı yarı papacıların sinsice uydurmaya başladıkları en tehlikeli
felsefeyi böyle kabul etmiyoruz. Okullarda kuşaktan kuşağa aktarılan bu saygısızca kuşkuyu
savunamadıkları için, başka bir kurguya sığınıyorlar: Đmansızlıkla karışık bir güvence
verebileceklerine. Mesih’e ne zaman baksak O’nda doğru bir umut için bir fırsat
bulduğumuzu kabul ediyorlar. Bize Mesih’te sunulan bütün bu yararları hiçbir zaman hak
etmediğimiz için, bizim değersizliğimizi gördüklerinde bizi sendeletip tereddüde
düşüreceklerdi. Kısacası, umutla korkunun arasında vicdanı öyle koyuyorlar ki, bunlar
birbiriyle sürekli değişiyor. Umutla korku arasında ilişki kuruyorlar. Umut arttığında korku
baskılanıyor; korku tekrar arttığında umut yine azalıyor. Bu durumda Şeytan, eskiden, imanın
kesinliğini yıkma alışkanlığında kullandığı bu apaçık aldatmacaların artık işe yaramadığını
gördüğünde, bunu gizli kapaklı hilelerle baltalamaya çalışıyor. Ancak zaman zaman
umutsuzluğa boyun eğen bu güven nasıl bir güvendir? Mesih’i düşünürseniz kurtuluşun kesin
olduğunu söylüyorlar: Kendinize dönerseniz yıkım kesindir. Bu durumda, imansızlık ve doğru
umut zihninize birbiri ardına egemen olmaktadır. Sanki Mesih’i bizim içimizde olmaktan çok,
orada uzaklarda duruyormuş gibi düşünmeliyiz! Bize uzaklarda göründüğü için değil,
bedenine aşılanmış olan bizleri sadece bütün yararlarının paydaşları değil, kendisiyle bir
yaptığı için O’ndan kurtuluş bekleriz. Bu savı kendilerinin aleyhine çeviriyorum: Kendinizi
düşünürseniz bu, kesin yıkımdır. Ancak Mesih, hepsi sizin olsun diye bütün yararları size
sağladığı için, siz O’nun bir üyesi, aslında O’nunla bir oldunuz, O’nun doğruluğu sizin
günahlarınızı yendi; O’nun kurtarışı mahkûmiyetinizi sildi; sizin değersizliğinizin Tanrı’nın
gözüne gözükmemesi için Kendi değeriyle aracılık etti. Kesinlikle böyledir: Mesih’i
323
kendimizden ya da kendimizi O’ndan ayrı tutmamalıyız. Tersine, Kendisiyle bizi bağladığı bu
paydaşlığa iki elimizle cesurca sarılmalıyız. Elçi bize bunu öğretmektedir: “Günahtan ötürü
artık bedeniniz ölüdür; ancak içinizde bulunan Mesih’in Ruhu doğruluktan ötürü diridir”
[Rom. 8:10, mealen]. Bu adamların boş konuşmalarına göre, elçi, “Aslında Mesih, Kendinde
yaşamaktadır; ama siz, günahlı olduğunuz için, ölüme ve mahkûmiyete maruz kaldınız” demiş
olmalıdır. Ama o çok farklı konuşmaktadır, bizden kaynaklanan bu mahkûmiyetin Mesih’teki
kurtuluş tarafından yutulup yok edilmeyi hak ettiğini öğretmektedir. Bunu doğrulamak için
de, benim öne sürdüğüm nedenden yararlanmaktadır: Mesih bizim dışımızda değil,
içimizdedir. O, bize sadece görünmez bir paydaşlık bağıyla değil, bizimle tamamıyla bir
oluncaya kadar, bizimle günbegün tek bir beden haline geldiği harika bir paydaşlıkla bağlıdır.
Ancak yukarıda söylediğimi inkar etmiyorum:20 Đman ara sıra sekteye uğramakta, zayıflığı
oranında şurada burada şiddetli bir darbe almaktadır; ayartılmanın göz gözü görmeyen
karanlığında ışığı sönmektedir. Ancak Tanrı’yı içtenlikle aramaktan vazgeçmemektedir.
25. Clairvaux’lu Bernard, imanın iki yanı üzerine
Clairvaux’lu Bernard, Kilisenin Bağlılığı konulu Beşinci Vaaz’ında bu konuyu açıkça
ele alırken benzer bir tarzda akıl yürütmektedir: “Artık canımı düşündüğümde – Tanrı’nın
lütfuyla bunu kimi zaman yapıyorum- bana öyle geliyor ki, deyim yerindeyse, canımda
birbirine zıt iki yan buluyorum. Canın özünü düşünürsem, aslında, onun hiçbir şeye
indirgenmediğinden başka bir şey söyleyemem. Şimdi burada gerekli olan, canın
zavallılılıklarını tek tek saymaktır; nasıl günahların yükünü taşır, karanlık onu sarar, zevkin
kölesi olur, şehvetle kaşınır, tutkulara boyun eğer, yanılsamalarla dolar, her zaman kötülüğe
yatkındır, her tür ahlaksızlığa eğilimlidir –tek kelimeyle, utanç ve kargaşa doludur? Gerçeğin
ışığında incelenirse, bütün doğru işlerimizin kesinlikle, ‘kirli adet bezi’ [Yşa. 64:6] gibi
olduğu görülür. O zaman doğru olmayan işlerimiz neyle karşılaştırılacaktır? ‘Đçinizdeki ışık
karanlıksa, ne korkunçtur o karanlık!’ [Mat. 6:23]. Öyleyse ne? Kuşkusuz… ‘Đnsan bir
soluğu andırır’ [Mez. 144:4]. Đnsan, ‘hiçliğe indirgenmiştir’ [Mez. 72:22, Vulgata]. Đnsan
hiçbir şeydir. Yine de Tanrı’nın övdüğü insan sonunda nasıl hiç olabilir? Tanrı’nın gönlünü
bağladığı insan nasıl hiç olabilir?
“Kardeşlerim, yine cesur olalım. Kendi yüreklerimizde hiçbir şey bile olsak, belki
Tanrı’nın yüreğine gizlenebilmiş bir şeyimiz vardır. Ey, ‘merhametli Baba’ [2Ko. 1:3]! Ey,
zavallıların Babası! Bize nasıl yüreğini bağlayabiliyorsun… ‘Hazineniz neredeyse yüreğiniz
de orada olacaktır’ [Mat. 6:21]. Şayet biz hiçsek nasıl Senin hazinen oluruz? ‘Senin önünde
bütün uluslar hiç gibidir, Sen onları hiçe sayarsın’ [Yşa. 40:17, mealen]. Aslında bu durumda,
Senin içinde değil, Senin önünde: Senin gerçeğinle yargılandığında ama Senin sadık niyetinde
değil. Aslında bu durumda, ‘onlar, Senin, varmışlar gibi çağırdıkların değildir’ [Rom. 4:17].
Bu nedenle, onlar, senin çağırdıkların olmadığı için yoktur, aynı zamanda vardır, çünkü Sen
onları çağırırsın. Onların açısından, Seninle olmasalar bile, yine de Seninle birliktelerdir; ama
elçinin dediği gibi, doğru ‘işlerinden ötürü değil’, ‘çağırandan ötürü’ [Rom. 9:11]. Sonra elçi,
iki düşünce arasındaki bu bağlantının harika olduğunu söyler. Birbiriyle bağlantılı olan
bunlar, elbette birbirlerini yok etmezler!”
Clairvaux’lu Bernard, sonuç olarak da bunu şu sözlerle daha açıkça duyurmaktadır:
“Bu iki düşünceyle, kim olduğumuzu daha gayretli irdelersek ya da daha çok, bir görüşe göre
hiç olduğumuzu, diğerine göre ise övüldüğümüzü irdelersek… övünmemizin daha ılımlı
geleceğine ama kendimizle değil, Rab’le övünmemiz için [2Ko. 10:17], olasılıkla eskisinden
daha iyi ve daha sağlam temellerin üzerinde inşa olacağına inanıyorum. Elbette, ‘Bizi
kurtarmaya karar verdiyse, hemen özgür olacağımızı’ [Krş. Yer. 17:14] düşünürsek; öyleyse,
bundan cesaret alabiliriz.
20
Krş. II. i. 1; III. ii. 17.
324
“Ama daha yüksek bir gözcü kulesine tırmanarak Tanrı’nın Kenti’ni arayalım,
tapınağını arayalım, evini arayalım, gelinini arayalım. Unutmadım…ama korku ve saygıyla
şunu söylüyorum: ‘Biz, sadece Tanrı’nın gönlündeyiz, diyorum. Biz, kendi değerimizle değil,
sadece onun bize verdiği değerle biziz.’”21
26. Tanrı korkusu ve Tanrı’ya saygı
Bütün kutsalların tanıklık ettiği ve kimi yerde “bilgeliğin temeli” [Mez. 111:10; Özd.
1:7], başka yerlerde de “bilgelik” [Özd. 15:33; Eyü. 28-28] denen “Rab korkusu” aynı
olmakla birlikte iki anlama gelmektedir. Baba, bir babaya ya da efendiye gösterilen saygıyı
hak etmektedir. Bu durumda, O’na gerektiği gibi tapınan biri, kendisinin hem O’nun itaatkâr
oğlu, hem de görevini hakkıyla yapan bir kul olduğunu göstermeye çalışır. Rab, peygamber
aracılığıyla, Baba olarak Kendisine gösterilen bu itaate “saygı” demektedir. Efendi olarak
Kendisine edilen kulluğa “korku” adını vermektedir. “Oğul babasına kul efendisine saygı
gösterir. Eğer ben babaysam hani bana saygınız? Eğer efendiysem hani benden korkunuz?”
demektedir [Mal. 1:6]. O, bunları her ne kadar birbirinden ayırsa da, iki kelimeyi birbirinin
içinde nasıl erittiğini görüyorsunuz. Bu nedenle, Rab korkusu, bizimde onurlandırma ve
korkuyla karışık bir saygı olsun. Aynı zihnin iki eğilime de kucak açması tuhaf değildir!
Kendi içinde, Baba Tanrı’nın bize karşı nasıl olduğunu22 düşünen biri, cehennem olmasa bile,
ölümden daha ciddi bir şeye yol açacak biçimde O’nu kızdırmaktan çok korkar. Ama bedenimiz dizginlenmeden, ahlaksızca günah işlemek istediğinden- buna her şekilde engel
olmak için, hemen şu düşünceye sarılmalıyız: Gücünün altında yaşadığımız RAB bütün
günahlardan nefret eder. Günahkârca yaşayarak O’nun gazabını kışkırtanlar, O’nun öcünden
kaçamayacaklardır.
27. Çocukça ve kölece korku
Ayrıca Yuhanna, şöyle demektedir: “Sevgide korku yoktur, çünkü korku cezayla
ilişkilidir” [1Yu. 4:18]. Bu, benim söylediğimle çelişmemektedir. Yuhanna, imanlıların
korkusundan çok farklı olan, imansızlıktan kaynaklanan korkudan söz etmektedir.
Günahkârlar, Tanrı’dan korkarlar. Bu korkunun nedeni, O’nun hoşnutsuzluğuna yol açmak
değildir, keşke cezadan muaf olabilselerdi; ama O’nun öç alma gücüyle silahlanacağını
bildikleri için, O’nun gazabını işittiklerinde korkudan titrerler. O’nun gazabından çok
korkarlar, çünkü bu gazabın başlarının üzerinde sallandığını düşünürler, her an başlarının
üzerine inmesini beklerler. Ama söylendiği üzere, imanlılar hem cezadan çok Tanrı’yı
kızdırmaktan hem de boyunlarında asılı duruyormuş gibi, ceza korkusuyla üzülmekten
korkarlar. Ancak buna yol açmamaya daha çok dikkat ederler. Elçi, imanlılara seslendiğinde
bunları söylemektedir: “Hiç kimse sizi kandırmasın… bundan ötürü Tanrı’nın gazabı
imansızların oğullarının23 üzerine gelir” [Ef. 5:6, Vulgata]. Onları, Tanrı’nın gazabının
üzerlerine gelmesiyle tehdit etmemekte ama onlar da bunu yaşamak istemesinler diye,
anlattığı bu kötü işlerden ötürü, RAB’bin, imansızlar için hazır olan gazabını düşünmeleri için
uyarmaktadır. Ancak basit bir tehdit günahkârları ender harekete geçirir. Daha çok, Tanrı,
sözleriyle ne zaman gökten gürlese, sertleşmişliklerinin içinde yavaşça ve tembelce,
inatçılıklarında ısrar ederler. Ama Tanrı’nın eli bir kez tokadını indirdiğinde korkmak zorunda
kalırlar. Genelde bu korkuya “kölece” denir ve çocuklara yakışan özgür, gönüllü korkunun
tam tersidir. Diğerleri, ustalıkla araya bir korku sokuştururlar, çünkü bu kölece ve zorunlu
21
Bernard of Clairvaux, In dedicatione ecclesiae, vaaz v (MPL 183. 531-534; St. Bernard’s
Sermons for the Seasons’dan Mount Melleray’daki bir rahip tarafından çevrilmiştir, II. 419426.
22
Krş. I. ii. 2; I. x. 1; II. vi. 4.
23
“In filios diffidentiae”: Vg. Eph. 5:6.
325
kalınmış duygu kimi zaman insanların düşüncelerine o kadar boyun eğdirir ki, doğru düzgün
bir Tanrı korkusunu isteyerek kabul ederler.24
28. Đman bize dünyasal bereketin değil, Tanrı’nın lütfunun güvencesini verir
Đmanın bel bağlaması gerektiğinin söylendiği tanrısal iyilikten, kurtuluşun ve sonsuz
yaşamın alındığını anlarız. Tanrı lütufta bulunurken hiçbir iyilik eksik kalmıyorsa bize
sevgisinin güvencesini verdiğinde, kurutuluş güvencesini de yeterince bol vermektedir.
Peygamber, “Bize yüzünü göstersin, kurtulacağız” demektedir [Mez. 80:3, mealen].
Kurtuluşumuzun esası olarak Kutsal Yazı’da O’nun bütün düşmanlıkları kaldırdığı ve bizi
lütfuna kabul ettiği belirtilmektedir [Ef. 2:14]. Bununla, Tanrı bizimle barıştığında, bizim her
şeyin bereketinden yararlanmamıza hiçbir engel kalmadığını açıklamaktadırlar. Bu durumda
Tanrı sevgisinin aslını kavrayan iman, bu yaşamın ve gelecek yaşamın vaatlerini [1Ti. 4:8] ve
bütün iyiliklerin tam güvencesini içermektedir ama Söz’den algılanabildiği tarzda. Đman,
kesinlikle bu yaşamda uzun ömür, saygınlık ve zenginlik vaat etmez, çünkü Rab bunların
hiçbirinin bize nasip olmasını istememiştir. Ama bu yaşamda, şundan kesinlikle hoşnut
olunmalıdır: Biz bu yaşamı sürdürürken pek çok şeyi başaramasak da, Tanrı asla başarısız
olmaz. Đmanın başlıca güvencesi, daha çok, Tanrı’nın Sözü’nde kuşku götürmeyecek bir
biçimde belirtilmiş olan gelecek yaşam beklentisine dayanır. Tanrı’nın, sevgisiyle
kucakladıklarını her ne kadar dünyasal acılar ve felaketler beklese de, bu kişilerin O’nun
iyiliğinden ötürü tam olarak mutlu olmalarını bunlar engelleyemez. Bu durumda
mutluluğumuzu tam olarak ifade ettiğimizde Tanrı’nın lütfundan söz etmişizdir; bize her
iyilik bu çeşmeden akmaktadır. Genelde Kutsal Yazıda gördüğümüz gibi, sadece sonsuz
kurtuluştan değil, görebildiğimiz her iyilikten de her ne zaman söz edilse Rab’bin sevgisi bize
hatırlatılmaktadır. Bu nedenle Davut, Tanrı’ya bağlı yüreklerde hissedildiğinde, yaşamdan
daha tatlı ve daha çok arzu edilebilir olan tanrısal iyiliğe ezgiler söylemektedir [Mez. 63:3].
Kısacası, her şey bize, isteğimize göre akıyorsa ama biz, Tanrı’nın sevgisinden ya da
nefretinden emin değilsek, mutluluğumuz lanetli ve dolayısıyla içler acısı olur. Ama Tanrı’nın
yüzü, bize babaca ışıldadığında içler acısı durumumuz bile mutluluk olur. Çünkü kurtuluş için
yardıma dönüşür. Bu nedenle Pavlus, aleyhte olan her şeyi sıralar ama bunlardan ötürü
Tanrı’nın sevgisinden ayrı kalmadığımız için övünür [Rom. 8:35]. Her zaman dualarına,
bütün bereketi akıtan Tanrı’nın lütfuyla başlar; aynı şekilde bizi huzursuz eden bütün
korkulara karşı Davut sadece Tanrı’nın sevgisine başvurur: “Karanlık ölüm vadisinden
geçsem bile, kötülükten korkmam, çünkü sen benimlesin” [Mez. 23:4]. Zihnimizin, Tanrı’nın
lütfundan hoşnut olup, huzuru onda arayıncaya ve mezmurda söylenene derinden
bağlanıncaya kadar her zaman tökezlediğini hissederiz: “Ne mutlu Tanrısı Yehova olan halka
ve mirasçısı diye seçtiği halka” [Mez. 33:12].
(Đmanın temeli, Söz’de açıklanan, Mesih’teki karşılıksız lütuf vaadidir, 29-32)
29. Tanrı’nın vaadi imanı destekler
Tanrı’nın karşılıksız vaadini imanın temeli haline getiririz, çünkü iman, çok yerinde
olarak, vaade dayanmaktadır. Tanrı emretsin ya da yasaklasın, vaat etsin ya da tehdit etsin,
iman, O’nun her şeyde doğru olduğundan emindir; O’nun emirlerini itaatle kabul eder,
yasaklarına uyar, tehditlerini dikkate alır. Bununla beraber iman, aslında vaatle başlar, vaade
dayanır, vaatle biter. Đman, Tanrı’daki yaşamı görür: Emirlerde ya da ceza duyurularında
değil, merhamet vaadinde ve sadece karşılıksız verilmiş olan vaatteki yaşamı. Bizi işlerimize
geri gönderen koşullu vaat, bizde var olduğunun ayrımına varmazsak, yaşam vaat etmez. Bu
24
Augustine, John’s Gospel lxxxv. 3 (MPL 35. 1849; çev. NPNF VII. 352); Epistle of John ix.
4 (MPL 35. 2047 vd; çev. NPNF VII. 515). Lombard, Sentences III. xxxiv. 5-8 (MPL 192.
825 vd); Aquinas, Summa Theol. II IIae. xix. 2,8.
326
nedenle, imanımız titreyip sendelemesin diye, onu kurtuluş vaadiyle desteklemeliyiz. Rab,
arzularımızdan çok acınacak durumumuzu düşünerek, isteyerek ve karşılıksız olarak bize
kurtuluş vaadinde bulunmuştur. Bu nedenle elçi, müjdeye tanıklık etmektedir: Bu, iman
sözüdür [Rom. 10:8]. Müjdeyi hem yasanın ilkelerinden hem de vaatlerden ayırmaktadır,
çünkü Tanrı’nın dünyayı Kendisiyle barıştırdığı bu cömert elçiliğin dışında imanı oluşturacak
başka hiçbir şey yoktur [Krş. 2Ko. 5:19-20]. Elçinin, imanla müjde arasında sık sık kurduğu
ilişki buradan kaynaklanır. Müjdeye hizmet etme görevinin, daha çok “imana itaat edilsin”
[Rom. 1:5] diye kendisine verildiğini, “Müjdenin iman eden herkesin kurtuluşu için Tanrı’nın
gücü olduğunu…Müjdede imana imanla Tanrı’nın doğruluğunun açıklandığını” [Rom. 1:1617] öğretir. Elbette! Aslında müjde “barıştırma görevi” [2Ko. 5:18] olduğu için, Tanrı’nın
bize olan iyiliği konusunda yeterince sağlam başka hiçbir tanıklık, imanın aradığı başka bir
bilgi yoktur.
Bu durumda, imanın karşılıksız vaade dayanması gerektiğini söylediğimizde,
imanlıların Tanrı’nın Sözünü her açıdan bağırlarına bastıklarını ve ona sıkıcı sarıldıklarını
inkâr etmiyoruz: Ama imanın asıl hedefi olarak, merhamet vaadine işaret ediyoruz. Đmanlılar
bir yandan Tanrı’yı Yargıç ve kötü işlerin Öcünü Alan olarak tanımaları gerekirken, öte
yandan da, O’nun şefkatini hakkıyla düşünürler, çünkü Tanrı onlara, “iyi ve bağışlayıcı” [Krş.
Mez. 86:5], “sevecen” [Krş. Mez. 103:8], “tez öfkelenmez, sevgisi engindir” [Krş. Mez.
103:8], “herkese iyi davranır” [Mez. 145:9], “sevecenliği bütün yapıtlarını kapsar” [Mez.
145:9] şeklinde düşünsünler diye anlatılmaktadır.
30. Đmanın neden sadece lütuf vaadine bağlı olduğu
Pighius ve onun gibi köpekler, imanı paramparça ederlerse bir parçasını kapacaklarmış
gibi, bu kısıtlamaya saldırdıklarında onların havlamalarına takılmıyorum.25 Daha önce
söylediğim gibi, Tanrı ister tehdit etsin, ister lütuf umudu versin, O’nun gerçeğinin, onların
dedikleri şekilde genel bir iman nesnesi olduğunu kabul ediyorum. Bu nedenle elçi, imanı,
dünyanın yıkımı henüz görünürde yokken, Nuh’un bundan korkmasıyla bağdaştırmaktadır
[Đbr. 11:7]. Yakın zamanda verilecek ceza korkusu imanın ürünüyse, o zaman tehditler de
iman tanımının dışında tutulmamalıdır. Aslında bu, doğrudur. Ama iftiracılarımız, imanın,
Tanrı’nın Sözü’nün her bir parçasıyla ilişkisi olduğunu adeta inkar ederek haksız yere bizi
suçluyorlar. Sadece şu iki noktayı belirtmek istiyoruz: Birincisi, insan karşılıksız vaadi elde
edinceye kadar imanı sağlam değildir; ikincisi, iman bizi Mesih’le birleştirmezse Tanrı’yla
asla barıştırmaz. Đki nokta da dikkate değerdir. Biz, Tanrı’nın çocuklarını günahkârlardan,
imanlıları imansızlardan ayıran bir iman arayışındayız. Şayet biri, Tanrı’nın emrettiklerinin
hepsini adilce emrettiğine ve gerçekten tehdit ettiğine inanırsa ona imanlı denir mi? Kesinlikle
hayır! Bu durumda, iman Tanrı’nın merhametine dayanmıyorsa sağlam olamaz. Şimdi imanı
tartışmaktan amacımız nedir? Kurtuluş yolunu kavrayabilmemiz değil midir? Ancak imanın
bizi Mesih’in bedenine aşılamasının dışında, kurtaran bir iman nasıl olabilir? Bu durumda,
imanı tanımladığımızda, bu özel etkisini vurgulamamızda ve bir ayırım olarak, imanlıları
imansızlardan ayıran bu özel işareti daha önemli diye sınıflandırmamızda hiçbir saçmalık
yoktur. Kısacası, kötü niyetlilerin, müjdeye haklı olarak, “imanın sözü” diyen Pavlus’u
bizimle aynı şekilde eleştirmeye kalkmadan bu öğretide kusur bulacakları bir şey yoktur.
31. Đman için Söz’ün önemi
25
Utrecht Kilisesi Başgörevlisi Albert Pighius, Calvin’in (Institutio böl. iv, 1539’daki) iman
tanımına “belirsiz”, “kafa karıştıran” ve “yanlış bir güvenceye” yönlendiren sözleriyle karşı
çıkmıştı: Controversiarum praecipuarum… explicatio (1542), böl. ii, fo. 58a-60a.
327
Buradan, yine daha önce açıkladığımız sonuca varıyoruz:26 Meyvenin bir ağacın canlı
köküne ihtiyacı olduğu kadar imanın da Söz’e ihtiyacı vardır. Davut’un tanıklık ettiği gibi,
Tanrı’nın adını bilenlerden başka hiç kimse O’na umut bağlayamaz [Mez. 9:10]. Ancak bu
bilgi düş gücünden değil, sadece Tanrı’nın Kendi iyiliğine tanıklık etmesinden kaynaklanır.
Başka bir yerde peygamberin doğruladığı budur: “Sözün uyarınca kurtar beni” [Mez. 119:41].
Aynı şekilde, “Söz’üne umut bağladım, beni güvende tut” [Mez. 119:42, 40.94]. Burada önce
imanla Söz arasındaki bağlantıya, sonra da sonuca, kurtuluşa dikkat etmeliyiz.
Yine de bu arada Tanrı’nın bu konudaki gücünü dışlamamalıyız. Đman dayanmazsa,
Tanrı’ya gereken saygı asla gösterilemez. Pavlus, sıradan basmakalıp bir söz için Đbrahim’e
başvurur gibidir: Đbrahim, kendisine kutsanmış bir soy vaat eden Tanrı’nın güçlü olduğuna
inanmıştı [Rom. 4:21]. Başka bir yerde de kendisiyle ilgili olarak aynı şekilde konuşmaktadır:
“Kime inandığımı biliyorum. O’nun bana emanet ettiğini o güne dek koruyacak güçte
olduğuna eminim” [2Ti. 1:12]. Ama biri, Tanrı’nın gücü konusunda içine ne kadar çok kuşku
girdiğini düşünüyorsa, bunu hak ettiği şekilde övenlerin imanda hiç de az bir ilerleme
kaydetmediklerini yeterince anlayacaktır. Hepimiz, Tanrı’nın istediği her şeyi yapabildiğini
kabul ediyoruz; ancak en ufak bir ayartılma bize korkuyla darbesini indirip bizi korkunç
sersemlettiğinde, Tanrı’nın gücüne gölge düşürdüğümüz buradan bellidir. Bunu, Şeytan’ın
O’nun vaatleri karşısındaki tehditlerine tercih ederiz. Yeşaya’nın, halkın yüreğine kurtuluşun
kesinliğinin damgasını vurmak istediğinde Tanrı’nın sınırsız gücünü muhteşem bir biçimde
tartışmasının nedeni budur [Yşa. 40:25 vdd. ve Yşa. böl. 40-45, birçok yerde]. Yeşaya,
bağışlanma ve barışma umudundan söz etmeye başladığında çoğunlukla başka bir şeye
geçerek, uzun ve gereksiz labirentlerde dolaşmakta, Tanrı’nın, doğanın bütün düzeniyle
birlikte göğün ve yerin çerçevesini ne kadar olağanüstü yönettiğini hatırlatmaktadır. Yine de
burada şimdiki duruma yararı olmayan hiçbir şey yoktur. Tanrı’nın, her şeyi yapabildiği gücü
gözümüzün önünde olmasa, kulaklarımız Söz’ü pek duymaz ya da gerçek değerini takdir
edemez.
Bunun yanı sıra, burada O’nun etkili gücü de duyurulmaktadır, çünkü–başka bir yerde
belirtildiği gibi27- Tanrı’ya bağlılık. O’nun gücünü her zaman kullanmak ve ihtiyaç duymak
için benimsemektedir; özellikle, Tanrı’nın, Baba olduğunu kanıtladığı işlerini göz önünde
tutmaktadır. Kutsal Yazı’da kurtuluştan sık sık söz edilmesinin nedeni budur. Đsrailoğulları,
kurtuluşumuzun ilk ve son kez Yazarı olan Tanrı’nın, bu kurtuluşun sonsuza kadar bekçisi
olduğunu buradan öğrenebilmişlerdir. Örnek olarak Davut da, Tanrı’nın herkese tek tek
bahşettiği bu iyiliklerin gelecekte O’na olan imanını doğrulamaya yaradığını bize
hatırlatmaktadır. Aslında Tanrı bizi terk etmiş göründüğünde daha geniş düşünmeliyiz ki,
başka bir mezmurda dendiği gibi, eski iyilikleri bizi yeniden canlandırsın: “Geçmiş günleri
anıyor, bütün yaptıklarını derin derin düşünüyorum” [Mez. 143:5]. Aynı şekilde, “RAB’bin
işlerini anacağım. Evet, geçmişteki harikalarını anacağım” [Mez. 77:11].
Ancak Söz olmadan Tanrı’nın gücü ve işleri konusunda anladıklarımız kısa süreli
olduğu için, Tanrı, lütfunun tanıklığıyla aydınlatıncaya kadar imanın olmadığını
duyurmamızın geçerli bir nedeni vardır.
Yine de burada Sara ve Rebeka için ne düşünmeliyiz, sorusunu sormak mümkündür.
Görünüşte ikisi de gayretli bir imanın ateşiyle yanıyorlardı ve Söz’ün sınırlarını aşmışlardı.
Sara, vaat edilen soyu tutkuyla isteyerek hizmetçisini kocasına vermişti [Yar. 16:2, 5]. Onun
birçok günah işlediğini inkâr etmemeliyiz; ancak gayreti onu sürüklediğinde, kendisini Sözün
sınırları içinde tutamamasından söz ediyorum. Yine de bu isteğin imandan kaynaklandığı
kesindir. Oğlu Yakup’un seçildiğine dair tanrısal kehanetin verdiği güvenceyle Rebeka,
günahlı bir hileyle onun kutsanmasını sağlar [Yar. 27:9]: Tanrı’nın lütfunun tanığı ve
26
27
Yk. bk. m. 6
I. xvi. 3.
328
hizmetlisi olan kocasını kandırır. Oğlunu yalan söylemek zorunda bırakır. Çeşitli kurnazlık ve
aldatmacayla Tanrı’nın gerçeğini kirletir. Kısacası, Tanrı’nın vaadini küçümseyerek elinden
geldiğince onu mahveder [Yar. böl. 27].
Bu davranış, bir başarısızlık olsa ve azarlanmayı hak etse bile, yine de imandan
yoksun değildir. Hiçbir dünyasal yarar umudu vermeyen bir şeyin peşinden koştuğu için, ufak
tefek birçok engelin üstesinden gelmesi ve çok daha büyük sıkıntılar, tehlikeler yaşaması
gerekiyordu. Aynı şekilde, saygınlığı küçük oğluna vermesiyle ilgili aynı kehanetin uyardığı
Đshak ataya da, ilk doğan oğlu Esav’a hâlâ eğilimi olduğu için, imandan tümüyle yoksun diye
bakmıyoruz. Bu örnekler kesinlikle, hatalarla imanın genellikle karıştığını öğretmektedir.
Ancak bu iman gerçekse her zaman galip gelmektedir. Rebeka’nın bu hatası kutsamanın
etkisini geçersiz kılmadığı gibi, genelde zihninde egemen olan, bu davranışın başlangıcı ve
nedeni olan imanını da geçersiz kılmamaktadır. Bununla beraber, Rebeka bununla, insan
zihninin kontrolü elinden biraz bırakır bırakmaz, yoldan çıkmasının ne kadar kolay olduğunu
göstermektedir. Ancak insanın ihmali ve zayıflığı imana gölge düşürse bile, imanı bastırmaz.
Bu arada bunlar, Tanrı’nın sesini çok dikkatli beklemememiz gerektiği konusunda bizi uyarır;
aynı zamanda öğrettiklerimizi de doğrular: Đman, Söz’e dayanmazsa ölür. Sara, Đshak ve
Rebeka Tanrı’nın Sözü’nün gizemli dizginine itaati sürdürselerdi, düşünceleri dürüst olmayan
bu değişimlere yönelmezdi.
32. Đman vaadi Mesih’te yerine gelmiştir
Yine, bütün vaatleri Mesih’e dâhil etmemiz nedensiz değildir, çünkü elçi bütün
müjdeyi O’nu bilmeye dahil etmektedir [Krş. Rom. 1:17]. Başka bir yerde de “Tanrı’nın
vaatleri ne kadar çok olsa da, Mesih’te ‘evet’ ve ‘amin’dir” [2Ko. 1:20 mealen] diye
öğretmektedir. Bunun nedeni yakınımızdadır; Tanrı bir şey vaat ediyorsa, bu vaadiyle
iyiliğine tanıklık etmektedir. Öyle ki, sevgisine tanıklık etmeyen hiçbir vaatte
bulunmamaktadır. Günahkârların, Tanrı’nın cömertliğinin büyük yararlarına tekrar tekrar gark
olurlarken, üzerlerine daha büyük bir yargı çekmeleri de fark etmemektedir. Çünkü bu
yararların onlara Rab’bin eliyle sağlandığını ne düşünürler ne de anlarlar; ya da anlasalar bile,
kendi içlerinde O’nun iyiliğini düşünmezler. Bu durumda, O’nun merhametinden vahşi
hayvanlardan daha çok haberdar olamazlar. Tanrı cömertliğinden ötürü vahşi hayvanlara da
aynı meyveyi verir ama onlar koşulları gereğince bunu algılamaz. Günahkârların, kendileri
için düşünülen vaatleri alışkanlık olarak geri çevirdikleri için, üzerlerine daha büyük bir öç
çekmelerini hiçbir şey engelleyemez. Sadece içlerindeki iman harekete geçtiğinde, vaatlerin
etkisi ortaya çıksa da, vaatlerin gücünü ve kendine özgü doğasını bizim imansızlığımız ya da
nankörlüğümüz asla bastıramaz. Bu durumda, Rab vaatleriyle bizi sadece merhametinin
meyvelerini almaya değil, bunları düşünmeye de davet ettiği için, aynı zamanda insana
sevgisini de ilan etmektedir. Şu noktaya dönüyoruz: Bir vaat, her ne olursa olsun, Tanrı’nın
bize olan sevgisinin kanıtıdır.
Ancak Tanrı’nın, Mesih’i bir kenara bırakan hiç kimseyi sevmediği tartışma
götürmez:28 “Sevgili Oğlum budur” [Mat. 3:17]. Baba’nın sevgisi O’nda yaşamakta ve O’na
dayanmaktadır. Tıpkı Pavlus’un öğrettiği gibi, bu sevgi O’ndan bize yağmaktadır: “Biz,
Sevgili Oğlu’ndan lütuf alırız” [Ef. 1:6, mealen]. O, aracılık ettiğinde bu sevgi O’ndan çıkarak
bize ulaşmaktadır. Bu nedenle elçi bir ayette O’na, “esenliğimiz” demektedir [Ef. 2:14-16];
başka bir ayette Pavlus, O’nun, Tanrı’nın, bize babaca sadakat gösterdiği bir bağ olduğunu
öne sürer [Krş. Rom. 8:3 vdd.]. Bundan, bize her ne zaman bir vaatte bulunulsa gözlerimizi
O’na çevirmemiz gerektiği sonucu çıkmaktadır. Pavlus haklı olarak, Tanrı’nın bütün
vaatlerinin O’nda doğrulandığını ve yerine getirildiğini bize öğretmektedir [Rom. 15:8-9].
28
Calvin, farklı anlatımlarla bunu sık sık öne sürmektedir. Krş. özellikle Comm. John 3:16.
329
Bazı örnekler buna uymamaktadır. Örneğin; Suriyeli Naaman, peygambere, Tanrı’ya
doğru tapınma yolunun ne olduğunu sorduğunda, ona Aracı’nın öğretilmiş olması olası
değildir. Yine de Tanrı’ya bağlılığı övülmektedir [2Kr. 5:1-14]. Öteki uluslardan bir Romalı
olan Korneliyus, Yahudiler’in, üstelik hepsinin de değil, çok net olarak bilmediklerini pek
anlayamazdı. Yine de Tanrı onun sadakalarını ve dualarını kabul etti [Elç. 10:31]. Naaman’ın
sunusu peygamberin yanıtıyla kabul edildi [2Kr. 5:17-19]. Bunların hiçbiri imandan başka bir
şeyle olmamıştı. Aynı akıl yürütme, Filipus’un gönderildiği hadım için de geçerlidir: Ona
iman bağışlanmasaydı, ibadet etmek için, güç bir yolculuğun zorluklarının ve masraflarının
sorumluluğunu almazdı [Elç. 8:27]. Ama Filipus sorduğunda, onun Aracı konusunda bilgisiz
olduğunu görüyoruz [Elç. 8:31]. Onların imanlarının, sadece Mesih’in kişiliği açısından değil,
Baba’nın O’na verdiği güç ve görev açısından da biraz körü körüne olduğunu kabul
ediyorum. Bu arada kuşkusuz, az da olsa Mesih’in tadına varabilsinler diye, onlara ilkeler
öğretilmişti. Bu, tuhaf gelmemelidir, çünkü hadım, bilinmeyen bir Tanrı’ya ibadet etmek için,
uzak bir bölgeden koşarak Yeruşalim’e gelmezdi; Korneliyus da bu Yahudi dinini benimser
benimsemez gerçek öğretişin ilkelerini öğrenmek için fazla zaman harcamamıştır. Naaman
söz konusu olduğunda, Elişa ona ufak tefek şeyleri öğrettiğinde asıl konuda sessiz kalması
saçmalık olurdu. Bu durumda, onlar için Mesih bilgisi net olmasa da hiç olmadığını sanmak
akıl almazdır; çünkü yasadaki sunuları yerine getiriyorlardı. Bu durumda onların amaçları –
yani Mesih- Öteki Ulusların sahte sunularından ayrı tutulmalıdır.
(Đmanı Ruh yüreğimize açıklar, 33-37)
33. Söz, Kutsal Ruh aracılığıyla imanımızda etkili olur
Đmanın oluşması için, Tanrı’nın Sözü’nün bu gözle görülür dışsal kanıtının bol bol
yetmesini körlüğümüz ve sapkınlığımız engelleyemez. Ancak zihnimizde batıla öyle bir
eğilim vardır ki, Tanrı’nın gerçeğine hemen sıkıca yapışamaz; öylesine kördür ki, Tanrı’nın
gerçeğinin ışığını hiçbir zaman göremez. Bu durumda, Kutsal Ruh aydınlatmazsa Söz hiçbir
şey yapamaz. Đmanın, insanın anlayışından daha üstün olduğu buradan da bellidir. Yürek,
Tanrı’nın Ruh’unun gücüyle güçlenip desteklenmezse, Ruh’un zihni aydınlatması yeterli
değildir. Đmanın, bilgiden kaynaklanan gözle görülür ve basit bir onaylama olduğunu düşünen
ve yüreğin güvenini ve güvencesini dışlayan Skolastikler bu konuda tümüyle yoldan
çıkmışlardır.29 Đman, iki açıdan da Tanrı’nın benzersiz bir armağanıdır. Hem insanın zihnini,
Tanrı’nın gerçeğinin tadına varabilsin diye paklanmakta hem de insanın yüreğinde
pekişmektedir. Ruh, sadece imanı başlatmaz, bizi Göklerin Krallığına götürünceye kadar
imanı derece derece artırmaktadır. Pavlus, “herkes, içimizde yaşayan Kutsal Ruh’un verdiği
değerli gerçekleri korusun” [2Ti. 1:14, mealen] demektedir. Pavlus’un, duyulanlara iman
edilmesiyle Ruh’un alındığı öğretişini zahmet çekmeden açıklayabiliriz [Gal. 3:2]. Ruh’un tek
bir armağanı olsaydı Ruh’a, “imanın etkisi” demek Pavlus için anlamsızlık olurdu, çünkü O,
hem Yazar, hem de nedendir. Ancak Pavlus, Tanrı’nın kilisesini süslediği ve imanın sürekli
artmasıyla yetkinleştirdiği armağanları duyurduğu için, imanı bunlarla bağdaştırması tuhaf
değildir. Bizi bunları almaya hazırlayan imandır. Aslında iman verilmezse hiç kimsenin
Mesih’e inanamayacağını söylemenin çok paradoksal olduğu düşünülmektedir [Yu. 6:65].
Ama bunun nedeni kısmen, insanların göksel bilgeliğin ne kadar sır dolu ve yüce olduğunu ya
da akılsız insanların Tanrı’nın sırlarını nasıl algılayacaklarını düşünmemeleridir; kısmen de,
imanın en önemli bölümü olan, yüreğin sağlam ve değişmez bağlılığını görmemeleridir.
34. Mesih’e giden yolda ancak Kutsal Ruh bize rehberlik eder
29
Krş. I. v. 9; III. ii. 1, 8, 36; Augustine, Predestination of the Saints ii. 5 (MPL 44. 963; çev.
NPNF V. 499); Cadier, Institution III. 56, dn. 1
330
Ancak Pavlus’un vaaz ettiği gibi, insanın iradesine “içindeki ruhtan başka” [1Ko.
2:11] hiç kimse tanıklık etmiyorsa, insan, Tanrı’nın iradesinden nasıl emin olacaktır? Eğer
şimdi gözlerimizle gördüklerimizde Tanrı’nın gerçeğine güvenemiyorsak, Rab, ne gözün
görebildiği ne de aklın kavrayabildiği şeyleri vaat ettiğinde, bu nasıl sağlam ve değişmez
olabilecektir [Krş. 1Ko. 2:9]? Ancak insanın farkındalığı burada o kadar yenilgiye uğrar, o
kadar başarısız olur ki, Rab’bin okulunda ilerlemenin ilk derecesi bu iddiadan vazgeçmek
olur. Üzerimize inmiş bir perde gibi bu, Tanrı’nın sırlarına ulaşmamızı engeller, “sadece
küçük çocuklara açıklanır” [Mat. 11:25; Luk. 10:21]. “Bu sırrı açan insan değildir” [Mat.
16:17], “ama doğal kişi Ruh’la ilgili gerçekleri kabul edemez”; Tanrı’nın öğretisi daha çok,
“bunların ona saçma geldiği… çünkü bunların ruhça değerlendirilmesi gerektiğidir” [1Ko.
2:14]. Bu nedenle Kutsal Ruh’un desteği gerekmektedir ya da daha çok, O’nun gücü tek
başına burada başarılı olmaktadır. “RAB’bin düşüncesini kim bilebildi? Ya da kim O’nun
öğütçüsü olabildi?” [Rom. 11:34]. Ama “Ruh her şeyi, Tanrı’nın derin düşüncelerini bile
araştırır” [1Ko. 2:10]. “Mesih’in düşüncesini” Ruh aracılığıyla anlarız [1Ko. 2:16]. Mesih,
“Beni gönderen Baba bir kimseyi bana çekmedikçe, o kimse bana gelemez” demektedir [Yu.
6:44]. “Baba’yı işiten ve O’ndan öğrenen herkes bana gelir [Yu. 6:45]. Baba’yı hiçbir zaman
hiç kimse görmedi ama Tanrı’nın göndermiş olduğu O’nu gördü [Yu. 1:18 ve 5:37 birlikte].
Bu durumda, Tanrı’nın Ruh’u bizi çekmezse Mesih’e gelemediğimiz gibi, çekildiğimizde de
zihnimiz ve yüreğimiz anlayışımızdan daha üstün olmaktadır. O’nun aydınlattığı can,
muhteşemliğiyle daha önce kör eden göksel sırları düşünsün diye, adeta yeni bir duyarlılık
kazanır. Kutsal Ruh’un ışığıyla böyle parlayan insan anlayışı, sonunda Tanrı’nın Krallığı’na
ait olan, daha önce tadına varılmayacak kadar saçma ve anlamsız gelen bu şeylerin gerçekten
tadına varmaya başlar. Bu nedenle Mesih, iki öğrencisine Krallığı’nın sırlarını açıkça
anlatırken [Luk. 24:27], “Kutsal Yazılar’ı anlayabilmeleri için zihinlerini açıncaya” kadar
[Luk. 24:45] yine de hiçbir ilerleme kaydetmez. Öğrencilerini Kendi tanrısal ağzıyla eğitse
bile, kulaklarıyla duyarak anladıkları aynı öğreti zihinlerine dökülsün diye yine de gerçeğin
Ruh’u gönderilmeliydi [Yu. 16:13]. Aslında Tanrı’nın Sözü güneş gibidir. Duyurulduğu
herkesin üzerinde parlar ama körlere etkisi yoktur. Bu açıdan doğamız gereği hepimiz körüz.
Bu durumda, içimizdeki öğretmen olarak Ruh aydınlatarak, Tanrı’nın Sözü’nü içeriye
almazsa bu söz zihnimize işleyemez.
35. Ruh olmazsa insan iman edemez
Başka bir yerde, doğanın bozulmasını ele almak zorunda kaldığımızda insanların
inanmaya hiç uygun olmadıklarını göstermiştik.30 Bu durumda aynı şeyi tekrarlayarak
okurlarımı bezdirmeyeceğim. Pavlus’un, Ruh’un verdiği ama doğamız gereği bizde
bulunmayan imana, “iman ruhu” demesiyle yetinelim [2Ko. 4:13]. Bu nedenle Selanikliler’de,
“Tanrı, hoşnutluğunun bütün yararını… ve imanın işini… Kendi gücüyle sonuçlandırsın” diye
dua etmektedir [2Se. 1:11]. Burada Pavlus imana, “Tanrı’nın işi” der. Bunu bir sıfatla
belirtmek yerine, yerinde olarak, “hoşnutluğunun yararı”31 adını verir. Pavlus, imanı insanın
başlattığını kabul etmez ve bununla yetinmeyerek, imanın Tanrı’nın gücünün görünmesi
olduğunu ekler. Korintlilere mektubunda, imanın, insanların bilgeliğine bağlı olmadığını ama
Ruh’un gücünün üzerine inşa edildiğini belirtmektedir [1Ko. 2:4-5]. Aslında o, dışsal
mucizelerden söz ediyor; ancak günahlılar kör oldukları için bunları göremediklerinden ötürü,
başka bir yerde söz ettiği içsel mührü de buna dâhil etmektedir [Ef. 1:13; 4:30]. Tanrı,
cömertliğini böyle görkemli bir armağanla çok daha iyi göstermek için, onu ayrım
gözetmeden herkese değil, eşsiz bir ayrıcalıkla Kendi istediklerine vermektedir. Buna
tanıklıklardan yukarıda söz etmiştik. Bunların sadık yorumcusu Augustinus şu açıklamayı
30
31
II. ii. 18-25
“Motu”
331
yapmaktadır: “Kurtarıcımız, inanmanın, hak ettiğimiz için değil, bir armağan olarak
verildiğini bize öğretmek için, ‘Babamın çekmediği’ ve ‘bana yöneltmediği hiç kimse bana
gelemez’ demektedir [Yu. 6:44, mealen; Yu. 6:65, mealen]. Đşiten iki kişiden birinin hor
görmesi, diğerinin harekete geçmesi tuhaftır! Hor gören bunu kendine yorsun; harekete geçen
ise bunu kendine mal etmesin.” Başka bir yazıda şöyle der: “Neden birine veriliyor da
öbürüne verilmiyor? ‘Çarmıhın derinliği budur’ dediğim için kendimden utanmıyorum.
Yapabildiğimiz her şey…Tanrı’nın yargılarının, bizim anlayamadığımız derinliğinden
gelmektedir… Ne yapabildiğimi görüyorum; yapabildiğimi gördüğümde de –şundan daha
fazlasını göremiyorum: … bu, Tanrı’dandır. Ama neden biri de, öbürü değil? Bu, benim için
çok şey demektir. Bu, bir dipsiz kuyudur, çarmıhın derinliğidir. Hayranlıkla
açıklayabiliyorum; tartışarak belirtemiyorum”32 Özetlersek: Mesih, Ruh’unun gücüyle
imanımızı aydınlattığında aynı zamanda bizi Kendi bedenini öyle aşılar ki, her iyiliğe paydaş
oluruz.
36. Yüreğin işi olarak iman
Şimdi geriye, zihnin özümsediğinin yüreğe dökülmesi kalıyor. Tanrı’nın Sözü, beynin
tepesinde uçuşursa değil, dayanmak ve ayartılmanın bütün savaş hilelerini püskürtmek için,
yenilmez bir savunma olabilsin diye, yüreğin derinliklerine kök saldığında imanla kabul
edilir. Ancak zihnin aslında bunu, Tanrı’nın Ruhu’yla aydınlatıldığında anladığı doğruysa,
yüreğin bu onaylamasında Tanrı’nın gücü çok net ortaya çıkar. Yüreğin güvensizliği zihnin
körlüğünden daha büyüktür.33 Yüreğin güvenceyle donatılması, zihne düşüncenin
bağışlanmasından daha güçtür. Bu durumda Ruh, kesinliğinin damgasını daha önce zihnimize
vuran bu vaatleri yüreğimize de damgalayan bir mühür işlevi görmektedir; bunları
doğrulamak ve pekiştirmek için, garanti yerine geçmektedir. “Đnandıktan” sonra (demektedir,
elçi), “mirasımızın güvencesi olan, vaat edilen Kutsal Ruh’la mühürlendiniz” [Ef. 1: 13-14].
Pavlus’un, imanlıların yüreklerinin, deyim yerindeyse, Ruh’la mühürlendiğini öğrettiğini; bu
nedenle, müjdenin değişmezliğini bize göstermek için ona, “vaat edilen Ruh” dediğini anlıyor
musunuz? Aynı şekilde Korintlilere mektubunda da, “Bizi mesheden O’dur; bizi mühürleyen
ve yüreklerimize Ruh’un güvencesini veren O’dur” demektedir [2Ko. 1:21-22, KJV]. Pavlus,
güvenden ve umudun cesaretinden söz ederken başka bir yerde de, bunun temelinin Ruh’un
güvencesi olduğunu söylemektedir [2Ko. 5:5].
37. Kuşku imanı boğamaz
Daha önce söylediğimi unutmadım.34 Tecrübe hafızayı tekrar tekrar yenilemektedir:
Đman, çeşitli kuşkularla sarsılır. Öyle ki, Tanrı’ya bağlı insanların zihinleri ender olarak
huzura kavuşur – en azından her zaman huzurlu bir durumun keyfini çıkaramazlar. Ancak
hangi kuşatma makineleri onları sarsarsa sarssın, ayartmalar körfezinden dimdik çıkarlar ya
da gözetleme kulelerinde beklerler. Aslında bu güvence tek başına imanı besler ve korur –
mezmurda söylenene sıkıca sarılırsak: “RAB sığınağımızdır, sıkıntıda yardıma hazırdır. Bu
yüzden korkmayız yeryüzü altüst olsa, dağlar denizlerin bağrına devrilse” [Mez. 46:1-2]
Başka bir mezmurda da bu tatlı huzur övülmektedir: “Yatar uyurum, uyanır kalkarım, RAB
destektir bana” [Mez. 3:5]. Bu, Davut her zaman huzurlu ve mutlu olduğu için, böyle değildir!
Ancak, imanının ölçüsüne göre, Tanrı’nın lütfunu tattığı için, kafa huzurunu bozabilecek her
şeyi korkusuzca küçük görmekle övünmektedir. Bu nedenle Kutsal Yazı, imanımızı teşvik
etmek isteyerek, bize sakin olmamızı emretmektedir. Yeşaya’da, “Umutta ve sessizlikte
32
Augustine, Sermons cxxxi. 2, 3; clxv. 5 (MPL 38.730, 905; Çev. LF Sermons II. 586 vd,
839 vd.
33
Krş. I. v. 9; III. ii. 8, 33; III. vi. 4.
34
Yk. bk. 17.
332
güçleneceksiniz” denir [30:15, Vulgata]. Mezmurda, “Yehova’nın önünde sakin dur, O’nu
bekle”
denmektedir. Elçi’nin, Đbranilere Mektup’undaki ifadesi de bu ayetlere
benzemektedir: “Çünkü sabra ihtiyacın var” [10:36].
(Skolastiklerin buna itirazlarının çürütülmesi, 38-40)
38. Đmanın güvencesi konusunda Skolastiklerin yanlışı
Her insan Tanrı’nın lütfuna layık olmadığını kabul ettiğine göre, Skolastiklerin, ancak
törel bir varsayımla Tanrı’nın bize olan lütfunun farkına varabileceğimize dair dogmalarının
ne kadar tehlikeli olduğuna hükmedebiliriz.35 Aslında Rab’bin bizim için ne hissettiğine
işlerimize bakarak hüküm verseydik, kendi açımdan, buna hiçbir şekilde varsayımla
ulaşamazdık diye kabul ediyorum. Ancak iman basit ve karşılıksız bir vaadin karşılığı olduğu
için, kuşkuya hiç yer yoktur. Rica ediyorum, yaşamdaki paklığımızın hak etmesi koşuluyla,
Tanrı’nın bize lütufta bulunduğunu öne sürüyorsak ne tür bir güvenle silahlanacağız? Ancak
bu konuları ele almak için daha uygun bir yer ayırdığımdan36, şimdi bunların peşine daha
fazla düşmeyeceğim; özellikle de, imana, varsayımdan ya da kuşkuya benzeyen bir şeyden
daha çok ters düşen başka bir şey olmadığı bu kadar net olduğu için.
Skolastikler, Vaiz’in tanıklığını günahkarca çarpıtıyorlar, ağızlarından hiç
düşürmüyorlar: “Hiç kimse nefrete mi yoksa sevgiye mi layık olduğunu bilemez” [Vai. 9:1,
Vulgata]. Bu ayetin Vulgata’da yanlış çevrildiğini görmek için, Süleyman’ın bu sözlerle ne
demek istediği çocukların bile gözünden kaçmaz. Yani biri, Tanrı’nın insanlarda neyi nefretle
takip ettiğine ve neyi sevgiyle bağrına bastığına şimdiki duruma bakarak karar verirse boşuna
emek harcar ve hiçbir yararı olmayan bir sıkıntıya girer, “çünkü herkesin başına aynı şey
geliyor… kurban sunanla sunmayanın başına gelen şey aynı” [Vai. 9:2].37 Bundan çıkan
sonuca göre, Tanrı, bütün işlerinin yolunda gitmesini sağladıklarına sonsuza kadar sevgisine
tanıklık etmemekte, acı verdiklerine de nefretini her zaman göstermemektedir. Bunu, insanın
içindeki akılsızlığı kanıtlamak için yapmaktadır, çünkü bunu anlamanın büyük bir aptallık
olduğunu bilmek çok gerekli olan işlerin arasındadır. Süleyman’ın az önce yazmış olduğu
gibi, insan canının hayvan canından farkının ne olduğunun ayrımına varılamaz, çünkü ikisi de
aynı şekilde ölmektedir [Vai. 3:19]. Eğer biri bundan, canların ölümsüzlüğü konusunda sahip
olduğumuz görüşün sadece varsayıma dayandığı sonucunu çıkarırsa, haklı olarak ona deli
diye bakmaz mıyız? Var olan şeyleri fiziksel olarak gördüğümüzde hiçbir şey anlamadığımız
için, Tanrı’nın lütfunda kesinlik olmadığı sonucunu çıkaranlar akıl sağlığı yerinde insanlar
mıdır?
39. Hıristiyanlar, Kutsal Ruh içlerinde yaşadığı için sevinirler
Ama bizim Tanrı’nın iradesini bildiğimizi kuşku duymadan iddia etmemizin,
düşünmeden yaptığımız bir küstahlık meselesi olduğunu öne sürüyorlar. Tanrı’nın akıl almaz
planını bizim sınırlı anlayışımıza bağlı kılmayı görev edinseydik, bu konuda onlara hak
verirdim. Ama biz sadece Pavlus’la beraber, “Tanrı’nın bize lütfettiklerini bilelim diye, bu
dünyanın ruhunu değil, Tanrı’dan gelen ruhu aldık” [1Ko. 2:12] dediğimizde, Kutsal Ruh’a
ağızlarını bozarak saldırmadan bize karşı nasıl havlayabiliyorlar? Ama Ruh’un yaptığı
35
Bonaventura, Commentary on the Sentences IV. xx. 1. (kuşkulu olan) 1 (Opera theologica
selecta IV. 514)’de böyle öğretmektedir. Augustine, Sermons cccxciii (MPL 39. 1713)’den
alıntı yapmaktadır. Krş. Aquinas, Summa Theol. I IIae. cxii.5 (“Đnsanın Kendisine Lütufta
Bulunulduğunu Bilip Bilmediği”) (çev. LCC XI. 180 vdd.).
36
III. xv.
37
Bonevantura ve Aquinas, a.g.e.; De Castro, Adversus omnes haereses VII (1543, fo. 133).
Vulgata’da şöyle yazmaktadır: “Nescit homo utrum amore an odio dignus est.” Bk. Çok farklı
olan Gözden Geçirilmiş Standart Versiyon (RSV).
333
açıklamayı asılsızlıkla, kesin olmamakla ya da belirsizlikle suçlamak korkunç bir
saygısızlıksa, O’nun kesinliğini ilan ettiğimizde biz nasıl günah işliyoruz?
Mesih’in Ruh’unu böyle övmeye cesaret etmemizin, bizim açımızdan büyük bir
küstahlık olduğunu da avaz avaz bağırıyorlar. Dünyanın öğretmenleri diye kabul edilmek
isteyenler, Hıristiyanlığın daha ilk ilkelerine utanç verici bir biçimde takılıp düştüklerinde bu
aptallıklarına kim paye verir? Günümüze ulaşan yazıları bunu kanıtlamasaydı elbette benim
için bu inandırıcı olmazdı. Pavlus, “Tanrı’nın Ruhu’yla yönetilenlerin hepsi Tanrı’nın
oğullarıdır” [Rom. 8:14] diye duyurmaktadır. Bu adamlar ise bunu Tanrı’nın çocuklarını
kendi ruhlarının harekete geçirdiği, onlarda Tanrı’nın Ruhu’nun bulunmadığı şeklinde
anlıyorlar. Pavlus, “Tanrı’nın çocukları olduğumuza tanıklık eden” [Rom. 8:16] Ruhun
emriyle Tanrı’ya “Baba” dediğimizi öğretmektedir. Bu adamlar Tanrı’ya başvurmamıza engel
olamasalar da Ruh’tan uzaklaşıyorlar. Oysa Kutsal Ruh’un yönlendirmesiyle Tanrı’ya
gerektiği şekilde başvurulur. Pavlus, Mesih’in Ruhu’nun etkili olmadığı kişilerin Mesih’in
kulu olduklarını kabul etmemektedir [Krş. Rom. 8:9]. Bu adamlar, Mesih’in Ruhu’nun
gerekmediği bir Hıristiyanlık icat ediyorlar. Pavlus, Ruh’un içimizde yaşadığını hissetmezsek,
kutsal dirilişe dair hiçbir umut vaat etmez [Rom. 8:11]. Bu adamlar, bu duygudan yoksun bir
umut icat ediyorlar.
Yine de olasılıkla, bize Ruh’un bağışlanmış olması gerektiğini reddetmedikleri
karşılığını vereceklerdir; ama bu, emin olma değil, alçakgönüllülük ve yumuşak başlılık
meselesidir.38 Öyleyse Pavlus, Korintlilere, içlerinde Mesih’in yaşayıp yaşamadığını
görmeleri için, imanlarını sınayıp yoklamalarını emrettiğinde ne demek istiyor? Mesih’in
içinde yaşadığını bilmeyen biri, günahkârdır [2Ko. 13:5]. Yuhanna, “Bize verdiği Ruh
sayesinde O’nun içimizde yaşadığını artık biliyoruz” [1Yu. 3:24; 4:13] demektedir. Bütün
halkının üzerine dökeceğini duyurduğu Ruh’u olmadan Tanrı’nın kulları sayılmak
istediğimizde Mesih’in vaatlerinden kuşku duymaktan başka ne yaparız [Yşa. 44:3; Krş. Yoe.
2:28]? Kutsal Ruh’un özel işleyişi olan imanı Kutsal Ruh’tan ayırırsak bu, O’nu üzmekten
başka nedir? Bunlar Tanrı’ya bağlılığın ilk başlangıçları olduğu için, Kutsal Ruh’un varlığını
övmeye cesaret eden Hıristiyanları gururlulukla suçlamak çok acıklı bir körlüğün belirtisidir.
Kutsal Ruh olmadan Hıristiyanlıkla övünülmez! Ama aslında kendileri örnek olarak, Mesih’in
ne kadar doğru söylediğini ilan ediyorlar: “Benim Ruh’umu dünya bilmez; ancak içlerinde
Ruh’umun yaşadıkları O’nu tanır” [Yu. 14:17].
40. Sonuna kadar dayanıp dayanmayacağımız konusundaki sözde belirsizlik
Đmanın sağlamlığının altını sadece tek yoldan oymaya çalışmakla yetinmeyerek ona
başka bir yönden de saldırıyorlar. Şimdiki doğruluğumuza göre Tanrı’nın lütfunu aldığımıza
karar verebilsek bile, nihai dayanıklılık konusundaki bilginin belirsizliğini sürdürdüğünü
söylüyorlar.39 Törel bir varsayıma dayanarak şu anda lütufta olduğumuza karar veriyorsak
ama yarın ne olacağımızı bilmiyorsak bize kalan kurtuluş güvencesi pek azdır! Elçi çok farklı
konuşmaktadır: “Çok inanıyorum ki, ne ölüm, ne yaşam, ne melekler, ne güçler, ne
yönetimler, ne şimdiki ne gelecek zaman … Rab’bin bizi Mesih Đsa’da bağrına bastığı
sevgiden ayıracaktır” [Rom. 8:38-39, mealen]. Elçinin güvencesinin özel bir açıklama olduğu
yolunda boş sözler ederek, önemsiz bir çözümle kaçmaya çalışıyorlar.40 Ama kaçarken
sımsıkı yakalanıyorlar. Çünkü elçi burada özel olarak yaşadıklarını değil, inananların geneline
38
Krş. Cochlaeus, Philippicae in apologiam Philippi Melanchthon (1554) III. 42; J. Latomus,
De fide et operibus (Opera adversus haereses [1550] fo. 141b vd.); A. Pighius,
Controversiarum praecipuarum… explicatio, fo. 50b vdd., Luther’in fiducia “güvenli iman”
öğretişini eleştirirler.
39
Latomus, a.g.e.
40
Aquinas, Summa Theol. I. IIae. cxii. 5 (çev. LCC XI. 181).
334
imandan gelecek yararları ele alıyor. Aynı elçi başka bir yerde akılsızlığımızdan ve
tutarsızlığımızdan söz ederek bizi korkutmaktadır: “Ayakta sağlam durduğunu sanan dikkat
etsin, düşmesin” [1Ko. 10:12] diyor. Doğrudur; ama bu, kafamızı karıştıracak bir korku değil,
Petrus’un açıkladığı gibi, Tanrı’nın kudretli eli altında kendimizi alçaltmayı öğreneceğimiz
bir korkudur [1Pe. 5:6].
Doğası gereği iman, bu yaşam sona erdikten sonra gelecekteki ölümsüzlüğe
güvenirken, imanın kesinliğini belli bir zamanla sınırlamak ne kadar saçmadır! Tanrı’nın
Ruhu’yla aydınlanmış imanlılar, Tanrı’nın lütfunu, imanları sayesinde göklerdeki yaşamın
keyfini çıkarmayla bağdaştırdıkları için, böyle bir övünme gururdan çok uzaktır. Bir kimse
bunu itiraf etmekten utanıyorsa bu davranışıyla, Tanrı’nın iyiliğini günahkârlığının altında
gizleyerek, alçakgönüllülüğü olduğuna ve boyun eğdiğine tanıklık etmekten çok, olağanüstü
nankör olduğunu göstermektedir.
(Đmanın umut ve sevgiyle ilişkisi, 41-43)
41. Đbraniler 11:1’e göre iman
Açıkçası, imanın doğası, dayandığı asıl temel olan vaadin özünden daha iyi ya da daha
net açıklanamaz. Sonuçta bu vaat ortadan kalktığında iman eninde sonunda düşecek ya da
daha çok, yok olup gidecektir. Bu nedenle, tanımımızı bu olgudan çıkarıyoruz. Yine de bu,
elçinin tanımından ya da konuşmasında başvurduğu tanımdan hiç de farklı değildir. Elçi,
“Đman, ümit edilen şeylerin özü, görülmeyen şeylerin göstergesidir” [Đbr. 11:1] diye
öğretmektedir. Elçi, kullandığı “öz” kelimesiyle Tanrı’ya bağlı insanın düşüncesinin
yaslandığı ya da dayandığı bir tür desteği kast etmektedir. Sanki elçi, biri, “özü” güven diye
anlamayı tercih etmezse diye, iman, Tanrı’nın bize vaat ettiği şeylere kesinlikle ve güvenle
sahip olmaktır, demektedir!41 Ben, daha genelde kabul edileni onaylamama rağmen, bu da
hoşuma gitmiyor değil. Öte yandan Pavlus, “kitapların açıldığı” [Dan. 7:10] son güne kadar
kurtuluşumuzla ilgili şeylerin duyularımızla algılanamayacak, gözlerimizle görülemeyecek ya
da ellerimizle dokunulamayacak kadar çok yükseklerde olduğuna işaret etmek istemektedir;
bu arada, bunlara sahip olmamızın, duyularımızın bütün sınırlarını aşarak algımızı bu
dünyadaki işlerin dışına yöneltmekten, özetle, kendimizi aşmaktan başka bir yolu yoktur. Bu
nedenle, sahip olmanın güvencesinin, umut ettiğimiz bu şeylerde yattığını, bu nedenle de
bunların görülmediğini eklemektedir. Pavlus’un yazdığı gibi, “Görülebilen şey umut değildir;
gördüğümüz şeyi umut etmeyiz” [Rom. 8:24, mealen]. Buna “gösterge” veya “kanıt” –ya da
Augustinus’un genellikle tercüme ettiği üzere “var olmayan şeylere inanma” (“inanma”
kelimesinin Grekçe karşılığı έλεγχος’tur [Đbr. 11:1] – derken Pavlus, adeta imanın görülmeyen
şeylerin kanıtı, görülmeyen şeylerin görülmesi, karanlıkta olan şeylerin netliği, olmayan
şeylerin var olması, gizli şeylerin gösterilmesi olduğunu söylemektedir. Tanrı’nın sırları,
özellikle de kurtuluşumuzla ilgili olanlar kendi içlerinde ya da söylendiği gibi, doğalarına
göre ayırt edilemez. Ancak bunları O’nun Sözü’nde düşünürüz. Tanrı’nın söylediği her şeyi
çoktan olmuş ve yerine getirilmiş sayacak kadar bu Söz’ün doğruluğuna inanmalıyız.
(Đman ve sevgi)
Ancak zihin, aynı zamanda, karşılığında Tanrı sevgisiyle yanıp tutuşmadan tanrısal
iyiliğin tadını tatmak için nasıl uyandırılabilir? Çünkü aslında Tanrı’nın Kendisinden
korkanlara sakladığı bereketli tatlık, aynı zamanda gücüyle de bizi etkilemezse bilinemez.
Bundan bir kez etkilenen birini, eninde sonunda büyüleyerek kendine çeker. Bu nedenle,
sapkın ve günahlı bir yürek, göklere götüren bu duyguyu hiç yaşamazken, pak olmayan bir
yüreğin girişiyle kirlenmemesi gereken Tanrı’nın en gizlideki hazineleriyle Krallığının en
kutsal bölgelerinin bize açıklanması tuhaf değildir.
41
“Nisi quis ύπόστασιν pro fiducia accipere malit”
335
Skolastiklerin sevgi, imandan ve umuttan önce gelir öğretişi başlı başına bir
çılgınlıktır; çünkü içimizdeki sevgiyi ilk doğuran sadece imandır. Bernard ne kadar da haklı
konuşuyor: “Pavlus’un, ‘Tanrı’ya bağlı insanların övüncü’ [2Ko. 1:12] dediği vicdanın
tanıklığının üç unsur içerdiğine inanıyorum. Her şeyden önce, Tanrı’nın merhameti dışında
günahlarınızın bağışlanamayacağına inanmak gerekir. Đkincisi, O size vermezse hiçbir iyi
işiniz olamaz. Sonuncusu ise yine size karşılıksız verilmezse hiçbir işle sonsuz yaşamı hak
edemezsiniz.” Kısa süre sonra da bu unsurların yeterli olmadığını, ancak imanın başlangıcı
olduğunu eklemektedir; günahların Tanrı’nın dışında bağışlanamayacağına inandığımız için,
aynı zamanda bu kurtuluşu bize saklayan Kutsal Ruh’un tanıklığına ikna olduğumuz sürece
günahlarımızın bağışlandığına da inanırız. Tanrı günahları bağışladığı, layık gördüğü ve
karşılığında ödüller verdiği için, başlangıçta sağlam duramadığımıza da inanmalıyız.42 Ama
bu ve başka konular uygun bir yerde ele alınacaktır.43 Şimdi sadece imanın ne olduğunu
anlamakla yetinelim.
42. Đman ve umut birbirine bağlıdır
Yine de, imanın diri olduğu her yerde, ayrılmaz bir arkadaşı olarak yanında sonsuz
kurtuluş umudu da olmalıdır. Ya da daha çok, umudu doğuran ve ortaya koyan imandır. Bu
umut kalmadığında, iman konusunda her ne kadar açıklayıcı ve güzel konuşsak da,
imansızlıkla suçlanırız. Yukarıda söylendiği gibi44, iman, Tanrı’nın gerçeğine–yani bu
gerçeğin bize ne yalan söylediğine, ne bizi kandırdığına, ne de boş çıktığına- kesinlikle
inanmaksa, o zaman bu kesinliği kavramış olanlar, Tanrı’nın, gerçek olduğuna inandıkları
vaatlerini yerine getireceği zamanın gelmesini güvenle beklerler. Kısacası, bu durumda umut,
imanın, Tanrı’nın gerçekten vaat ettiğine inandığı şeyleri beklemekten başka bir şey değildir.
Đman, Tanrı’nın doğru olduğuna inanır, umut O’nun gerçeğinin görünür olacağı zamanı
bekler; iman O’nun Baba’mız olduğuna inanır, umut O’nun Baba’mız olduğunu her zaman
göstermesini bekler; iman bize sonsuz yaşam verildiğine inanır, umut bunun bir ara
açıklanmasını bekler; iman, umudun dayandığı temeldir, umut imanı besler ve devam ettirir.
Tanrı’nın vaatlerine zaten inanan birinden başka hiç kimsenin Tanrı’dan bir şey beklememesi
gibi, imanımızın zayıflığı da sabırla ümit ederek ve bekleyerek desteklenmeli, beslenmelidir.
Bu nedenle Pavlus, haklı olarak kurtuluşumuzu umuda oturtur [Rom. 8:24]. Umut, Rab’bi
sessizce beklerken çok telaşa kapılarak tepe üstü düşmesin diye imanı dizginler. Umut,
Tanrı’nın vaatlerinde sendelemesin ya da bunların doğruluğundan kuşku duymaya başlamasın
diye imanı güçlendirir. Umut, yorulmasın diye imanı tazeler. Yarı yolda, hatta çıkış kapısında
başarısız olmasın diye imanı nihai amaca kadar destekler. Kısacası, imanı aralıksız yenileyip
tazeleyerek, dayanmayla tekrar tekrar güçlendirir.
Tanrı’nın Sözü’nü bağrına basmış olanların, kaç ayartma saldırısından darbe
aldıklarını düşünürsek, umudun desteğinin kaç yoldan gerekli olduğunu daha iyi anlayacağız.
Birincisi Rab, vaatlerini erteleyerek zihinlerimizi bizim istediğimizden daha uzun süre merak
içinde bırakır. Burada, peygamberin emrettiğini yerine getirmek umudun işlevidir:
“Gecikseler bile, biz onları bekleriz” [Hab. 2:3, mealen]. Kimi kez sadece bitkin düşmemizi
izin vermemekle kalmaz, bize öfkesini açıkça da sergiler. Başka bir peygamberin ifadesine
göre, “Yüzünü Yakup’tan gizleyen RAB’bi bekleyebilelim” [Yşa. 8:17] diye, umudun bize
yardım etmesi için bu daha çok gereklidir. Petrus’un dediği gibi, alaycılar da, “Rab’bin
gelişiyle ilgili vaat ne oldu? Atalarımızın ölümünden beri her şey yaratılışın başlangıcında
olduğu gibi duruyor” [2Pe. 3:4] diyerek ayağa kalkacaklar. Aslında benlik ve dünya bize aynı
42
Bernard, On the Feast of the Anunciation of the Blessed Virgin, i. 1, 3 (MPL 183. 383 vd.;
bir Mount Melleray rahibinin çevirdiği St. Bernard’s Sermons for the Seasons III. 137).
43
III. xviii. 8
44
III. ii. 6
336
şeyleri fısıldamaktadır. Bin yıl bir yıl sayılırken [Mez. 90:4; 2Pe. 3:8], sonsuzluğu düşünmeyi
hiç bırakmadan imanımızı sabırlı umudun desteğiyle korumalıyız.
43. Đmanın ve umudun temeli aynıdır: Tanrı’nın merhameti
Bu bağlantı ve yakınlıktan ötürü Kutsal Yazı’da kimi kez “iman” ve “umut” kelimeleri
birbirinin yerine kullanılmaktadır. Petrus, “kurtuluş açıklanıncaya kadar iman sayesinde
Tanrı’nın gücüyle korunuyorsunuz” [1Pet. 1:5, mealen] diye öğrettiğinde, imanı umuda
benzeyen bir şeyle bağdaştırıyor. Bunda hiçbir yanlışlık yoktur, çünkü umudun, imanın besini
ve gücü olduğunu daha önce öğrenmiştik.
Kimi zaman bunlar aynı mektuptaki gibi birbiriyle birleştirilir: “Böylece imanınız ve
umudunuz Tanrı’dadır” [1Pe. 1:21]. Ancak Pavlus, Filipililere beklemenin umuttan
kaynaklandığını belirtir, çünkü sabırla ümit ettiğimizde Tanrı’nın belirlediği zaman
açıklanıncaya kadar arzularımızı erteleriz [Flp. 1:20]. Đbranilerin yukarıda belirttiğim on
birinci bölümünde konu bütünüyle, daha iyi anlaşılabilmektedir. Pavlus, başka bir ayette
kesin konuşmasa da, şu sözlerle aynı şeyi kast etmektedir: “Ruh’a dayanarak, imanla
doğruluk umudunu bekliyoruz” [Gal. 5:5]. Yani karşılıksız verilen sevgi müjdesine tanıklığı
bağrımıza bastığımız için, şimdi umudun altında gizlenen şeyi Tanrı’nın apaçık göstereceği
zamanı bekliyoruz.
Peter Lombard’ın ne kadar aptalca iki umut temeli attığı artık bellidir: Tanrı’nın lütfu
ve işlerle layık olma.45 Umudun amacı imanınkinden farklı olamaz. Ancak imanın tek
amacının –deyim yerindeyse, iki gözüyle bakmasının gerektiği- Tanrı’nın merhameti
olduğunu daha önce açıklamıştık.46 Ama Lombard’ın ne kadar inandırıcı bir neden öne
sürdüğünü dinlememiz gerekiyor: “Eğer” diyor, “layık olmadığınız bir şeyi ümit etme cesareti
gösterirseniz, bunu ‘umut’ değil, daha çok ‘varsayım’ denir.”47 Değerli okur, Tanrı’nın
doğruluğuna inanan birinin telaşla ve varsayımlara dayanarak davrandığını ilan eden bu
canavarlardan haklı olarak kim iğrenmez? RAB, iyiliğinden her şeyi beklememizi istese bile,
buna yaslanmanın ve dayanmanın bir varsayım olduğunu söylüyorlar. Onun, sığır
çobanlarının öfkeli okullarında gördüklerine benzeyen öğrencilere layık bir öğretmen!48
Ancak bizim açımızdan, Tanrı’nın kehanetlerinin biz günahkârlara kurtuluş umudunu
anlamamızı emrettiğini gördüğümüzde, sadece O’nun merhametine güvenerek, işlere bel
bağlamaktan vazgeçip O’nun gerçeğini isteyerek kabul edelim, umudumuzun olmasına
cesaret edelim. “Đmanınıza göre olsun” [Mat. 9:29] diyen bizi kandırmayacaktır.
III. BÖLÜM
ĐMAN SAYESĐNDE YENĐDEN DOĞUŞUMUZ: TÖVBE49
45
Lombard, Sentences III. xxvi. 1 (MPL 192.811).
III. ii. 7
47
Lombard, Sentences, yk. bk.
48
Krş. Bonaventura’nın bu görüşü eleştirdiği Commentary on the Sentences III: xxvi. i. soru 4
(Opera selecta III. 572
46
49
Calvin, Ortaçağ’daki selefleri gibi, “Poenitentia”yı hem tövbe hem de günahın karşılığı
olarak kefaret anlamında kullanmaktadır. Krş. Kilisede günahın karşılığı olarak kefaretin ele
alınması III. iv. v; IV. xix. 14-17; kilise disiplininde günahın karşılığı olarak kefaret IV. xii.
337
(Đmanın meyvesi olarak tövbe: Bu konudaki bazı yanlışların gözden geçirilmesi, 1-4)
1. Đmanın sonucu olarak tövbe
Đmanın Mesih’e nasıl sahip olduğunu ve iman sayesinde O’nun yararlarının keyfini
nasıl çıkardığımızı kısmen öğretmiş olsak bile, hissettiğimiz etkilerini açıklamazsak iman hala
karanlıkta kalır. Geçerli bir nedenle, müjdenin tamamının günahlardan tövbe etmeyi ve
günahların bağışlanmasını içerdiği kabul edilmektedir [Luk. 24:47; Elç. 5:31]. Bu durumda,
bu konuyu girmeyen bir iman tartışması kısır, eksik ve neredeyse yararsız olur. Şimdi hem
tövbe hem de günahların bağışlanması –yani yeni yaşam ve barışma- bize Mesih tarafından
verilmiştir. Đkisini de iman sayesinde elde ederiz. Sonuçta, akıl ve öğretiş düzeni, ikisini de bu
noktada ele almaya başlamamı gerektirmektedir. Yine de, önce imandan tövbeye geçiyoruz.50
Çünkü bu konu doğru anlaşıldığında insanın sadece imanla ve tam bir bağışlanmayla
aklandığı daha iyi ortaya çıkacaktır; yine de yaşamdaki gerçek kutsallık, deyim yerindeyse,
doğruluğun karşılıksız isnat edilmesinden ayrılamaz. Şimdi tövbenin sürekli olarak imanın
peşinden gitmekle kalmadığı, imandan doğduğu da tartışma götürmez bir olgu olmalıdır.51
Şeytan’ın despotluğundan, günahın boyunduruğundan ve kötülüklere sefilce köle olmaktan
kurtulan günahlı Tanrı’nın Krallığı’na girebilsin diye, bağışlanma, müjdenin vaaz edilmesiyle
duyurulduğu için, hiç kimse elbette, eski yaşamındaki yanlışları bırakıp doğru yola
girmediğinde ve bütün gayretiyle tövbe etmediğinde müjdenin lütfunu bağrına basamaz. Yine
de, tövbenin imandan akmaktan çok, ondan önce geldiğine52 ya da bir ağacın meyvesi gibi
onun bir ürünü olduğunu öne sürenler vardır. Bu insanlar tövbenin gücünü asla
öğrenmemişlerdir ve gereksiz, önemsiz bir savdan ötürü böyle hissetmeye yönelmişlerdir.
2. Tövbenin, imanın bağrına bastığı temelleri müjdededir.
Mesih’in ve Yahya’nın vaazlarında halkı önce imana teşvik ettiklerini, sonra da
Göklerin Egemenliği’nin yaklaştığını eklediklerini [Mat. 3:2; 4:17] söylüyorlar. Elçilerin vaaz
etmek için aldıkları emir buydu; Luka’nın bildirdiği üzere [Elç. 20:21] Pavlus’un izlediği
düzen de buydu. Ne var ki, heceleri batılca birleştirmeye saplanırlarken, bu iki kelimeyi
birbirine bağlayan anlamı gözden kaçırıyorlar. Rab Mesih’le Yahya, “Tövbe edin! Göklerin
Egemenliği yaklaşmıştır!” [Mat. 3:2] tarzında vaaz ederlerken, tövbe etmenin nedenini
lütuftan ve kurtuluş vaadinden çıkarmazlar mı? Bu durumda, “Göklerin Egemenliği yaklaştığı
için tövbe edin” demişler gibi, sözleri aynı anlama gelmektedir. Matta, Yahya’nın böyle vaaz
ettiğini anlatırken, Yeşaya’nın peygamberliğinin onda gerçekleştiğini öğretmektedir: “Çölde
Bu bölümde tövbenin imanla ilişkisi ele alınmaktadır. Madde. 9’da tövbe yeniden doğuşla bir
tutulmaktadır.
50
Burada tövbeye büyük önem verilmesi, Bruce’un In sacra quatuor Evangelis enarrationes
(Cenevre, 1543 baskısı, fo. 97b)’deki ifadesine benzemekte ve onun dilini yansıtmaktadır.
Tövbenin aklanmadan önce ele alındığı bu şaşırtıcı düzenin tercih edilmesi, Calvin’in
belirttiği gibi, sadece imanla kurtulma öğretişini vurgulamak, bu sayede dikkati onun kutsallık
üzerindeki etkisine çekmektir. Niesel, bunun, Roma’cıların itirazlarının önünü kesmeye
yaradığını belirtir ama daha dogmatik bir teolojik amacı olduğuna da işaret eder: The
Theology of Calvin, s. 130.
51
Yeniden doğuşun, imanı izlediğine, imanın bir etkisi olduğuna dair Reformasyon öğretisi
Comm. John. 1:13’de de vurgulanmaktadır. Krş.III.. ii. dn. 3. Melanchthon, Loci communes
(1521), der. Engelland, Melanchthons Werke in Auswahl II. i. 112-114, 149 vd.; çev. C. H.
Hill, The Loci Communes of Philip Melahchthon, s. 202 vdd., 249 vd.
52
Krş. m. 2’nin son cümleleri; ayrıca Luther, Ninety-five Theses (1517) 1: “Christus… omnem
vitam fidelium poenitentiam esse voluit” (Werke WA I. 233); Augsburg Đnanç Açıklaması, m.
Xii.
338
haykıran, ‘Rab’bin yolunu hazırlayın, geçeceği patikaları düzleyin’ diye sesleniyor” [Mat.
3:3; Yşa. 40:3]. Ama peygambere bu sese teselli ve sevindirici haberle başlaması
emredilmektedir [Yşa. 40:1-2]. Yine de, tövbenin kökenini imana atfettiğimizde, imanın
tövbeyi bir zaman dilimi içinde doğurduğunu düşünmüyoruz; ancak bir kişinin, kendisinin
Tanrı’ya ait olduğunu bilmeden kendisini ciddi bir şekilde tövbe etmeye veremeyeceğini
belirtmek istiyoruz. Ama hiç kimse önce Tanrı’nın lütfunu anlamazsa, kendisinin Tanrı’ya ait
olduğuna gerçekten inanmaz. Bu konular daha sonra daha açıkça ele alınacaktır. Belki birileri,
birçok kişinin vicdan azabına yenildiği ya da lütuf bilgisiyle aşılanmadan, hayır, daha onu
tatmadan önce itaate zorlandığı olgusuyla kandırılmışlardır. Bu, bazı insanların erdem saydığı
başlangıç korkusudur, çünkü bunun, gerçeğe ve adil itaate yakın olduğunu fark ederler. Ama
Mesih’in bizi Kendisine ne kadar farklı yollardan çektiği ya da bizi Tanrı’ya bağlılığın
peşinden gitmeye hazırladığı sorulmaz. Sadece şunu söylüyorum, Ruh’un egemen olduğu
yerin dışında dürüstlük bulunamaz. Burada Mesih, üyeleriyle iletişime girer. Đkincisi,
Mezmur’daki, “Ama sen bağışlayıcısın, yeter ki senden korkulsun” [Mez. 130:3] ifadesine
göre, Tanrı’nın bağışlayıcı olduğuna güvenen birinden başka hiç kimse Tanrı’yı
saymayacaktır. Kendisinin itaatinden Tanrı’nın hoşnut olduğuna inanan birinden başka hiç
kimse yasaya itaat etmeye hazırlanmayacaktır. Kötülüklere aldırmama ve göz yumma
duyarlılığı Tanrı’nın babaca sevgisinin işaretidir. Hoşea’nın teşviki de bunu göstermektedir:
“Gelin Yehova’ya dönelim; bizi O parçaladı, O iyileştirecek; bizi O yaraladı, yaramızı O
saracak” [Hoş. 6:1]. Đnsanlar günahlarının içinde miskince yalan söyleyemesinler diye,
bağışlanma umudu bir teşvik olarak eklenmektedir. Ancak Tanrı’ya yeni dönenler tövbe
ederek başlayabilsinler diye, onlara nedensiz yere tövbe günleri önerenlerin ve bu günler sona
erdiğinde onları müjdenin lütfunun paydaşlığına kabul edenlerin delidir. Anabaptistlerin
çoğundan, özellikle de ruhani diye düşünüldükleri için olağanüstü övünenlerden53, yoldaşları
Cizvitlerden54 ve benzeri süprüntülerden söz ediyorum; Açıkçası bu delişmen ruh öyle
meyveler ortaya koyar ki, Hıristiyan’ın ömrü boyunca sürdürmesi gereken tövbeyi önemsiz
birkaç günle sınırlar.
3. Kendini alçaltma ve canlanma
Ancak bazı insanlar bu zamanlardan çok daha önce tövbeyi çok iyi anlatmışlardır.
Kutsal Yazı’nın kuralı uyarınca basit ve içten konuşmak isteyerek, tövbenin iki bölümden
oluştuğunu söylemişlerdir: Kendini alçaltma ve canlanma. Kendini alçaltmayı, günahı kabul
etmenin ve tanrısal yargının bilincinde olmanın cana verdiği üzüntü ve dehşet diye
açıklamaktadırlar. Biri, gerçek günah bilgisini edindiğinde günahtan gerçekten nefret etmeye
ve iğrenmeye başlar; sonra bütün içtenliğiyle kendinden hoşlanmaz, acınacak durumda ve
kayıp olduğunu itiraf eder, başka bir insan olmak ister. Üstelik Tanrı’nın yargısının anlamı
onu etkilediğinde (çünkü dürüst bir yol başka bir dürüst yolu izler) darbe alarak üzülür;
alçakgönüllü ve üzgün, titrer; cesaretini ve umudunu kaybeder. Bu tövbenin genellikle,
“pişmanlık” denen ilk bölümüdür. “Canlanmadan”, imandan doğan teselliyi anlarlar. Yani, bir
insan günahının bilinciyle yıkıldığında, Tanrı korkusuyla darbe aldığında ve sonunda
Tanrı’nın iyiliğine –Mesih’in sayesinde merhametine, lütfuna, kurtarışına- güvendiğinde
dimdik olur, güç alır, cesaretlenir, sanki ölümden yaşama döner. Şimdi bu sözler ancak doğru
yorumlanırsa tövbenin gücünü yeterince iyi açıklamaktadır; ancak canlanmayı, zihnin
huzursuzluğundan sonraki mutluluğu ve korkunun sakinleşmesi diye anladıklarında onlarla
aynı görüşte olamam. Daha çok bu, kutsal ve kendini adamış tarzda yaşama isteği, yeniden
53
Krş. CR VII 56 ve Zwingli, Opera, der. M. Schuler ve J. Schulthess, III. 388 (çev. Selected
Works of Huldreich Zwingli, der. S. M. Jackson, s. 178).
54
Loyola, Spiritual Exercises, tövbe konulu maddeler, örn.; Đlk Hafta, dışsal ve içsel tövbe
konusundaki m. 82, (The Spiritual Exercises of St. Ignatius; çev. L. J. Puhl, s. 370).
339
doğuştan gelen bir istektir; sanki insanın kendisinde ölmesiyle Tanrı’da yaşamaya
başlayabilmesi söylenmektedir.
4. Yasa ve müjde altında tövbe
Diğerleri, bu kelimenin Kutsal Yazı’da çeşitli anlamlarını gördükleri için, iki tür
tövbe önermişlerdir. Bunları bir göstergeyle birbirinden ayırmak için, birine, “yasanın verdiği
pişmanlık” demişlerdir. Bu durumda, günahın dağlamasıyla yaralanan ve Tanrı’nın gazabının
korkusundan darbe alan günahlı bu rahatsız eden durumunda sıkışıp kalır ve kendini bundan
kurtaramaz. Diğerine, “müjdenin verdiği pişmanlık” demektedirler. Bu durumda günahlı
gerçekten çok üzgündür ama ayağa kalkar ve yarasının ilacı, korkusunun tesellisi, acıklı
durumunun limanı diye Mesih’e dört elle yapışır.55 “Yasa’nın verdiği pişmanlığa” örnek diye
Kayin’i, [Yar. 4:13], Saul’u [1Sa. 15:30] ve Yahuda’yı [Mat. 27:4] gösterirler. Kutsal Kitap’ta
bize onların pişmanlıkları anlatılırken, onların günahlarının ağırlığını kabul ettikleri, Tanrı’nın
gazabından korktukları belirtilir; ancak Tanrı’yı sadece Öç Alan ve Yargıç diye anladıkları
için, bu düşünce onları yıkar. Bu durumda pişmanlıkları, daha bu yaşamdayken girdikleri ve
Tanrı’nın görkeminin gazabından önceye cezaya çarptırıldıkları cehennemin giriş kapısından
başka bir şey olmaz. “Müjdenin verdiği pişmanlığın”, günahın dikeninin duyarlılaştırdığı ama
Tanrı’nın merhametine olan güvenleriyle ayağa kalkıp tazelenenleri Rab’be döndürdüğünü
görüyoruz. Hezekiel ölüm mesajını aldığında korkudan sarsılmıştı. Ama ağlamış, dua etmişti
ve Tanrı’nın iyiliğine güvendiği için, güvenini tekrar kazanmıştı [2Kr. 20:2; Yşa. 38:2].
Ninevalılar korkunç bir yıkım tehdidiyle sıkıntıya düşmüşlerdi; ancak çuvala ve küle
bürünerek dua etmişler, Tanrı’nın yüzünü kendilerine çevireceğini ve gazabının hışmından
kurtulacaklarını ümit etmişlerdi [Yun. 3:5, 9]. Davut, nüfus sayımı yaparak büyük günah
işlediğini kabul ediyordu ama “Ya RAB, lütfen kulunun suçunu bağışla” [2Sa. 24:10] diye
ekliyordu. Davut, Natan azarladığında zina suçunu kabul etti ve RAB’bin önünde yere
kapandı ama aynı zamanda da bağışlanmayı bekledi [2Sa. 12:13, 16]. Petrus vaaz ederken
yürekten üzüntü duyanların pişmanlığı böyleydi; ancak Tanrı’nın iyiliğine güvenerek,
“Kardeşler, ne yapmalıyız?” [Elç. 2:37] diye sordular. Petrus’un pişmanlığı da böyleydi;
aslında acı acı ağlamış [Mat. 26:75; Luk. 22:62] ama ümit etmekten vazgeçmemişti.56
(Tövbenin tanımı: unsurlarının açıklanması, bedenin alçaltılması, ruhun
canlandırılması, 5-9)
5. Tanım
Bütün bunların doğru olmasına rağmen, Kutsal Yazı’dan bildiğim kadarıyla, “tövbe”
kelimesi başka türlü anlaşılmalıdır. Tövbe başlığının altına imanı dahil etmeleri Pavlus’un
Elçilerin Đşleri’nde söylediğine ters düşmektedir: “Hem Yahudilerin, hem de öteki ulusların
Tanrı’ya tövbe ettiklerine ve Mesih Đsa’ya iman ettiklerine tanıklık etme…” [Elç. 20:21].
Burada tövbeye ve imana farklı iki şey gözüyle bakmaktadır. Öyleyse nedir? Gerçek tövbe
imandan ayrılabilir mi? Asla. Ancak bunlar ayrılamasa bile, farklı oldukları görülmelidir.
Đman ve umut farklı olsa da, umut olmadan imanın olmaması gibi, tövbeyle imanın, kalıcı bir
bağla birbirine bağlı olmasına rağmen, birbirine karıştırılmaktan çok birleştirilmesi gerekir.
55
Bucer (a.g.e.) yasaya uygun tövbeyle ve müjdeye uygun tövbe arasındaki bu ayırımı
kullanır. Melanchthon burada Saul’la Yahuda’yı örnek gösterir ve “Yahuda’yla Petrus’un
pişmanlığının arasındaki farkı iman belirlemektedir” der. Krş. Apology of the Augsburg
Confession XII. 8 (Bekenntnisschriften der Evangelisch-Luterischen Kirche, s. 254; Krş. s.
258; Concordia Triglotta, s. 254 vd.).
56
Melanchthon, Apology’de Saul, Yahuda ve Petrus’un adlarını sayar; Bucer, a.g.e.’de
savurgan oğulla Elç. 2:37’den söz eder.
340
Aslında Tanrı’ya dönüşün bütünüyle “tövbe” kelimesi altında anlaşılması gerektiğinin
ve imanın Tanrı’ya dönüşün önemsiz parçası olmadığının bilincindeyim; ancak bunun hangi
anlamda böyle olduğu, gücü ve doğası açıklandığında kolayca belli olacaktır. Đbranice “tövbe”
kelimesi Tanrı’ya dönmekten ya da tekrar dönmekten; Grekçesi ise düşüncenin ya da niyetin
değiştirilmesinden türetilmiştir. Bu olay, iki kelimenin de etimolojisiyle yakından
bağlantılıdır. Anlamı, kendimizi bırakarak Tanrı’ya dönmemiz ve eski düşüncemizi çıkarıp
yeni bir düşünce giymemizdir. Bu nedende, benim yargıma göre, tövbe ancak bu şekilde
doğru tanımlanabilmektedir: Tövbe, yaşamımızı gerçekten Tanrı’ya döndürmektir. Bu dönüş,
O’ndan pak ve içten bir korkudan kaynaklanmaktadır;57 eski benliğimizin ve eski insanın
alçaltılması, Ruh’un canlandırması buna dâhildir.
Eski peygamberlerin ya da daha sonraki elçilerin, dönemlerindeki insanları tövbe
etmeye teşvik ettikleri bütün bu vaazları bu anlamda anlamalıyız. Onlar şu tek şey için gayret
gösteriyorlardı: Günahlarından ötürü kafaları karışmış, tanrısal yargı korkusundan etkilenmiş
bu insanlar, küstürdükleri Tanrı’nın önünde eğilerek alçalsınlar, gerçek bir tövbeyle doğru
yola dönsünler. Bu nedenle, bu kelimeler aynı anlamda birbirinin yerine kullanılmaktadır:
“RAB’de dönün ya da geri dönün”, “tövbe edin”, “günahınızın kefaretini ödeyin” [Mat. 3:2].
Kutsal Tarih’te bile, kendi şehvetleri içinde yaşayan, O’nu ihmal eden insanlar O’nun
Sözü’ne itaat etmeye başladıklarında [1Sa. 7:2-3] ve önderlerinin onları çağırdığı yere
gitmeye hazır olduklarında “günahlarının kefaretini Tanrı’ya benzeyerek ödedikleri”
söylenmektedir. Yuhanna ile Pavlus, bütün davranışlarda böyle bir tövbenin görüldüğü ve
buna tanıklık edildiği bir yaşamın sürdürülmesi için, “tövbeye yaraşır meyveler verme” [Luk.
3:8; Elç. 26:20; Krş. Rom. 6:4] ifadesini kullanmaktadır.
6. Tanrı’ya dönüş olarak tövbe
Ama daha fazla yol almadan önce yaptığımız tanımı daha net açıklamanın yararı
olacaktır. Tövbeyi başlıca üç başlık altında incelemeliyiz. Birincisi, tövbeye, “yaşamı
Tanrı’ya döndürmek” dediğimizde, sadece dışsal işlerimiz değil, canımız da dönüşmelidir.
Ancak canımız eski doğasından soyunduğunda, yenilenmesiyle uyumlu olarak, işlerin
meyvesini verir. Bu değişimi anlatmak isteyen peygamber tövbe etmeye çağırdıklarına
yüreklerini yenileme emri vermektedir [Hez. 18:31]. Đsrailoğullarına nasıl tövbe ederek,
gerektiği tarzda Rab’be döneceklerini göstermek isteyen Musa, bunun “bütün yürekle” ve
“bütün canla” yapılacağını sık sık öğretmektedir [Yas. 6:5; 10:12; 30:2, 6, 10].
Peygamberlerin de bu açıklamayı tekrarladıklarını sık sık görüyoruz [Yer. 24:7]. Musa da
buna “yüreğin sünneti” derken, en derin duyguları araştırır [Yas. 10:16; 30:6]. Bununla
beraber, tövbenin gerçek karakterini hiçbir ayet Yer. böl 4.’tekinden daha iyi
açıklamamaktadır: “‘Eğer geri dönersen, ey Đsrail, eğer bana geri dönersen’ diyor RAB,
tarıma elverişli toprağını sür, dikenler arasına ekme. Kendini RAB’be sünnet et, yüreğindeki
sünnet derisini at” [1, 3-4. ayetler]. Her şeyden önce yüreklerinin ta içindeki kötülüğü
atmazlarsa, doğruluğun peşinden koşmaya başlamakla hiçbir şey başaramayacaklarını
peygamberin nasıl duyurduğuna bakın. Onları tam olarak harekete geçirmek amacıyla, bunu
Tanrı’yla birlikte yapmaları için uyarmaktadır, çünkü Tanrı kararsız yürekten nefret ettiği için
[Krş. Yak. 1:8] O’nda değişmezlerse bunun hiçbir yararı yoktur. Bu nedenle Yeşaya,
ikiyüzlülerin yersiz gayretlerini yermektedir. Onlar, yoksullara yükledikleri adaletsizliğin
yükünü geri almak için hiçbir çaba göstermezlerken, törenlerde iş edinerek dışsal tövbeyle
uğraşırlar. Burada Yeşaya samimi tövbenin aslında hangi görevleri içerdiğini de
göstermektedir.
57
Calvin, Comm. Psalms’ın Önsözü’nde kendisinin Tanrı’ya dönüşünün geç kalmış bile olsa
“ani” olduğunu etkileyici bir biçimde hatırlamaktadır. (Krş. LCC XXIII. 52) Burada ömür
boyu diye düşünülen “Tanrı’ya dönme” kelimesini tövbeyi anlatmak için kullanmaktadır.
341
7. Tanrı korkusunun teşvik ettiği tövbe
Đkinci nokta, tövbenin samimi bir Tanrı korkusundan ileri geldiğine dair ifademizdi.
Günahlının düşüncesi tövbe etmeye yatkın olmadan önce, tanrısal yargıyı düşünerek harekete
geçmelidir. Bu düşünce – Tanrı’nın bir gün bütün sözlerin ve bütün işlerin hesabını sormak
için yargı kürsüsüne çıkacağı- zihne derinden ve bütünüyle yerleştiğinde, acıklı durumda olan
insan, bu yargıda sağlam durabilsin diye, başka bir yaşam tarzını sürekli düşünmeye
kalkışmaksızın, onun dinlenmesine ya da rahatça nefes almasına bir an bile izin
vermeyecektir. Bu nedenle Kutsal Yazı, tövbeye teşvik ettiğinde Yeremya’nın
peygamberliğindeki gibi, sık sık yargıdan söz etmektedir: “Yoksa yaptığınız kötülüklerden
ötürü, öfkem ateş gibi yağacak… ve söndüren olmayacak” [Yer. 4:4]. Pavlus, Atinalılara
vaazında, “Tanrı, geçmiş zamanların bilgisizliğini görmezlikten geldi, şimdi her yerde
herkesin tövbe etmeye çağırıyor, çünkü dünyayı adaletle yargılayacağı günü saptamıştır”
demektedir [Elç. 17:30-31]. Bunlara benzeyen birçok ayet daha vardır.
Günahlılar zamanında tövbe etmezlerse, kendilerini tehdit eden daha büyük cezaları
düşünsünler diye, kimi kez Kutsal Yazı’da daha önce verilen cezaları Tanrı’nın yargılayacağı
duyurulmaktadır. Yas. böl. 29’da bunun bir örneği vardır [19. vdd.’daki ayetler]. Günah
korkusu ve nefretiyle Tanrı’ya dönüş başlar başlamaz, elçi, tövbenin nedeni diye, “Tanrı’nın
isteğiyle çekilen acıyı” [2Ko. 7:10] gösterir. Günahın Tanrı’nın hoşuna gitmediğini bildiğimiz
için, günahtan sadece tiksinmekle kalmayıp ondan nefret edip iğrendiğimizde elçi buna
“Tanrı’nın isteğiyle çekilen acı” der. Hiç de tuhaf değil! Diken bütün sivriliğiyle batmasaydı
bedenimizin tembelliği geçmezdi. Aslında Tanrı, değneklerini kınından çıkararak daha
derinden nüfuz etmeseydi, dikenin bu batmaları tembelliğin verdiği sersemliğe ve engellere
karşı yeterli olmazdı. Ayrıca çekiçle vururmuş gibi ezilmesi gereken bir inatçılık da vardır. Bu
durumda doğamızın yoksunluğu Tanrı’yı bizi tehdit ederken sert olmak zorunda
bırakmaktadır. Çünkü O’nun, uyuyanların aklını tatlılıkla çelmesi boşuna olurdu. Sık sık
rastladığımız ayetlerin listesini vermeyeceğim. Tanrı korkusunun tövbe etmenin başlangıcı
olmasının başka bir nedeni daha vardır. Đnsan yaşamı, bütün erdemlerle dolu olsa bile,
Tanrı’ya tapmaya yönlendirilmiyorsa, gerçekten de dünya bunu övebilir; ancak gökte bundan
kesinlikle nefret edilir, çünkü doğruluğun büyük bölümü Tanrı’ya hakkını vermek ve O’nu
saymaktır. Kendimizi O’nun denetimine bırakmak istemediğimizde O’nu imansızca
kandırmış oluruz.
8. Tövbenin unsurları olarak alçalma ve canlanma
Üçüncü olarak bize, tövbenin iki bölüm, yani bedenin alçaltılmasıyla ruhun
canlandırılmasını içerdiğine dair ifademizi açıklamak kalıyor. Peygamberler bunu–dünyasal
insanların kapasitesine göre basitçe ve kabaca olsa bile- net olarak açıklamaktadırlar:
“Kötülükten kaç, iyilik yap” [Mez. 27]. Aynı şekilde, “Yıkanın temizlenin, kötülük
yaptığınızı gözüm görmesin, kötülük etmekten vazgeçin, iyilik etmeyi öğrenin, adalet arayın;
ezilenlere yardım edin” [Yşa. 1:16-17]. Đnsanları kötülükten geri çağırırlarken kötülük ve
sapkınlık dolu bütün benliğin yıkımını isterler. Kendimizden soyunmamız, doğuştan gelen
mayamızdan vazgeçmemiz zor ve çetindir. Kendimizden gelen her ne varsa silip atmazsak
benliğin tamamıyla yok olduğunu düşünemeyiz. Ancak benliğin bütün duyguları Tanrı’ya
düşman olduğu için [Krş. Rom. 8:7] O’nun yasasına uymanın ilk adımı kendi doğamızı
reddetmektir. Sonra peygamberler bunun ardından gelen meyvelerle –yani doğruluk, yargı ve
merhametle- yenilenmeyi belirtmektedirler. Önce düşünce ve yürek doğruluğa, yargıya ve
merhamete eğilimliliği giymezse bu görevleri tam olarak yerine getirmek yeterli
olmayacaktır. Bu, kendi kutsallığında bekleyen Tanrı’nın Ruhu canımıza hem yeni düşünceler
ve hem de yeni duyguları aşıladığında olur. Haklı olarak bunların yeni olduğu düşünülür. Biz
doğal olarak Tanrı’dan uzaklaştığımız için, önce kendimizi inkar etmezsek, bu doğruya asla
342
yaklaşamayız. Bu nedenle bize, sık sık eski adamı soyunmamız, dünyadan ve benlikten
vazgeçmemiz, kötü arzularımıza elveda dememiz, düşüncemizin ruhuyla yenilenmemiz
emredilmektedir [Ef. 4:22-23]. Aslında, “alçalma” sözü daha önceki doğamızı unutmanın ne
kadar güç olduğu yolunda bizi uyarmaktadır. “Alçalma” sözünden, Ruh’un kılıcı bizi şiddetle
öldürerek bir hiç haline getirmezse, Tanrı korkusuna bağlı kalmayacağımız ve Tanrı’ya
bağlılığın ilkelerini öğrenemeyeceğiz sonucunu çıkarıyoruz. Sanki Tanrı, çocukları arasında
sayılmamız için genel doğamızın ölmesi gerektiğini bize duyurmuş gibi!
9. Mesih’te yeniden doğmak!
Bunların ikisi de, Mesih’teki paydaşlığımız sayesinde olmaktadır. O’nun ölümüne
gerçekten paydaş olursak, ilk doğamızdaki bozukluk artık başarılı olmasın diye, “bizdeki eski
insan O’nun gücüyle çarmıha gerilmiş ve günahlı beden yok edilmiştir” [Rom. 6:6, mealen].
O’nun dirilişini paylaşırsak, bu sayede Tanrı’nın doğruluğuna benzemek için, yeni bir
yaşamda gelişiriz. Bu durumda, tek kelimeyle tövbeyi, tek amacı, Âdem’in işlediği günahla
çirkinleşen, unutulmaya yüz tutan içimizdeki Tanrı suretini düzeltmek olan yeniden doğuş
diye yorumluyorum.58 Elçi, “Hepimiz peçesiz bir yüzle Rab’bin yüceliğini görerek yücelik
üstüne yücelikle O’na benzer olmak üzere değiştiriliyoruz. Bu da Rab’bin Ruhu sayesinde
oluyor” [2Ko. 3;18] derken bunu öğretmektedir. Aynı şekilde başka bir ayette de,
“Düşüncenizin ruhunda yenilenin, gerçeğin doğruluğunda ve kutsallığında Tanrı’ya benzer
yaratılan yeni insanı giyinin” [Ef. 4:23] demektedir. “Kendisini yaratanın bilgisinde ve
suretinde yenilenen yeni insanı giyinme” [Kol. 3:10]. Bu durumda, bu yeniden doğuşla
Mesih’in iyiliği sayesinde Tanrı’nın doğruluğuna yeniden kavuşuruz; Âdem’le biz, bu
doğruluktan düşmüştük. Oğulluğa aldığı herkesi bu şekilde yaşamın mirasına yeniden
kavuşturmak Rab’bi hoşnut etmektedir. Aslında bu düzelme bir anda, bir günde ya da bir
yılda olmaz; ancak Tanrı, sürekli ve kimi kez de yavaş yavaş ilerleyerek seçilmişlerinin benlik
bozukluklarını silip atar, onları suçlarından arındırır, yaşamları boyunca tövbe edebilsinler ve
bu savaşın ancak ölümde biteceğini bilsinler diye, düşüncelerini gerçek Tanrı’ya bağlılıkla
yenileyen tapınaklar olarak onları Kendine adar. Bu iğrenç kavgacı, dönek Staphylus’un
yoksunluğu çok daha fazladır. Pavlus’taki Tanrı’nın suretini [2Ko.4:4], “gerçek kutsallık ve
doğruluk” [Krş. Ef. 4:24] diye yorumladığımda, şimdiki yaşamı göksel yücelikle
karıştırdığımı geveliyor.59 Bir şeyi tanımlarken çok doğru ve yetkin olmasını aramıyormuşuz
gibi. Bu, bir gelişme yerini inkâr değildir; daha çok ben, insan, Tanrı’nın benzerliğine ne
kadar yaklaşırsa, Tanrı’nın suretinin onda o kadar parlayacağını söylüyorum. Đmanlılar bu
amaca ulaşabilsinler diye, Tanrı onlara bütün yaşamları boyunca koşabilecekleri bir tövbe
yarışı vermiştir.
(Đmanlılar bu yaşamda günahsız yetkinlik değil, kutsallaşma elde ederler, 10-15)
10. Đmanlılar hâlâ günahkârdır
58
Calvin burada yeniden doğuşu Tanrı’nın insandaki ilk ama mahvolmuş suretinin düzelmesi
olarak düşünmektedir. Benlikle ruh arasındaki çelişkiyi, doğal ve yeniden doğmuş insan
arasındaki farkı vurguladığı 1539 basımındaki açılım için bk. OS IV. 63. Krş. W. Niesel, The
Theology of Calvin, s. 128 vd.
59
Frederick Staphylus (1512-1564) Luther’ciliğin ve eski öğretmeni Melanchthon’un aleyhine
dönen bir Wittenberg mezunuydu. Reformasyon konusunda Theologiae Martini Lutheri
trimembris epitome adlı bir eleştiri yazmıştı (1558). Burada, (o zaman çok yeni olan) bu
çalışmadaki Staphylus’un toplu yazılarındaki bir yazıya göndermede bulunulmaktadır: In
causa religionis sparsim editi libri, in unum volumen digesti (Ingolstadt, 1613), Böl. II, sü.
35.
343
Tanrı’nın çocukları yeniden doğarak günaha tutsaklıktan kurtulup özgür olurlar. Yine
de artık endişe duymayacak kadar benliklerinden tam özgür değillerdir ama gelişebilsinler
diye, her zaman içlerinde mücadele etmeleri için bir neden kalır; imanlılar sadece gelişmekle
kalmazlar, kendi zayıflıklarını da daha iyi öğrenirler. Bu konuda sağlıklı yargıya varabilen
bütün yazarlar, yeniden doğan insanın içinde, için için yanan bir kötülük koru kaldığında,
bunun yol açtığı arzuların, onun günah işlemesi için, aklı başından gitsin, teşvik olsun diye
onu sürekli kışkırttığında aynı görüştedirler. Yine de kutsalların şehvet hastalığına çok
bağımlı olduklarını, zaman zaman şiddetli tutku duymak, açgözlülük etmek, hırslı olmak ya
başka günahlar için içlerinin gıcıklanmasına ve ayartılmaya karşı koyamadıklarını da kabul
etmektedirler. Eski yazarların bu konuda ne düşündüklerini fazla irdeleyerek emek
harcamamız gerekmemektedir; bu hedef doğrultusunda Augustinus tek başına yeterlidir,
çünkü herkesin görüşünü sadakatle ve gayretle almıştır. Böylece okurlarım, antik görüşler
konusunda istedikleri kesinliği onda bulabilsinler.
Ancak Augustinus’la bizim aramızda şu görüş farkının olduğunu görebiliyoruz: O,
imanlıların, ölümlü bedenlerinde yaşadıkça, ölçüsüzlüğü isteyemeyecek kadar, ölçüsüz
arzularına çok bağımlı olduklarını kabul etse de bu hastalığa “günah” demez. Bunu “zayıflık”
kelimesiyle adlandırmakla yetinir. Ancak buna akıl erdirmenin ya da anlamanın ardından bir
eylem ya da kabullenme geldiğinde, yani irade güçlü ilk eğilime boyun eğdiğinde bunun
günah olduğunu öğretir. Öte yandan biz, Tanrı’nın yasasına karşı olan bir arzu insanın içini
gıcıkladığında bunu günah diye kabul ediyoruz. Aslında, içimizde bu tür arzulara yol açan bu
ahlaksızlığa “günah” etiketini yapıştırıyoruz. Bu durumda, kutsalların, ölümlü bedenlerinden
sıyrılıncaya kadar her zaman günah içinde olduklarını öğretiyoruz; çünkü doğrulukla savaşan
bu ölçüsüz arzunun ahlaksızlığı onların benliklerinde barınmaktadır. Augustinus, “günah”
kelimesini kullanmaktan her zaman kaçınmaz. Şöyle demektedir: “Pavlus, bir kaynağa
‘günah’ adını vermektedir. Bu kaynaktan çıkan bütün günahlar bedensel arzuya
dönüşmektedir. Kutsallar söz konusu olduğunda bu, yeryüzünde egemenliğini kaybetmekte,
gökte ise yok olup gitmektedir.” Bu sözlerle Augustinus, imanlıların, bedenin ölçüsüz
arzularıyla karşı karşıya geldikleri için, günahtan suçlu olduklarını kabul etmektedir.
11. Đmanlılarda günah egemenliğini kaybetmiştir; ancak hâlâ içlerinde barınmaktadır
Tanrı’nın kilisesini bütün günahlardan arındırdığı söylenmektedir. Vaftizle kurtuluş
lütfu vaat etmekte ve seçtiklerinde bu vaadini yerine getirmektedir [Ef. 5:26-27]. Bu ifadede,
günahın özünden çok, günah suçundan söz edilmektedir. Gerçekten de Tanrı, bunu halkının
yeniden doğuşuyla yapmaktadır. Öyle ki, içlerindeki günahın egemenliği hükümsüz olsun.
Ruh, üstünlük sağlayabilsinler ve mücadelede galip gelebilsinler diye, güç vermektedir.
Ancak günahın hükümranlığı biter; onların içinde barınması bitmez. Bu durumda, eski insanın
çarmıha gerildiğini söylüyoruz [Rom. 6:6]. Günahın yasası [Krş. Rom. 8:2] Tanrı’nın
çocuklarında hükümsüz olur; bazı izleri kalır ama onlara egemen olamaz. Tanrı’nın çocukları
zayıflıklarının bilincinde, alçakgönüllü olurlar. Aslında biz, bu izler yokmuş gibi, bunlara suç
yüklenmediğini kabul ediyoruz; ancak aynı zamanda bunun Tanrı’nın merhametiyle
olduğunu, öyle ki, -aksi takdirde Tanrı’nın önünde günahkâr ve suçlu olmayı hak edenkutsalların bu suçtan kurtulduklarını öne sürüyoruz. Bu görüşü onaylamak bizim için güç
olmayacaktır, çünkü Kutsal Kitap’ta bu gerçeğe net tanıklıklar vardır. Pavlus’un, Romalıların
yedinci bölümünde açıkladığından daha net bir tanıklık ister miyiz? Birincisi, Pavlus burada
insanın yeniden doğduğundan söz etmektedir [Rom. 7:6]. Bunu başka bir yerde daha
belirtmiştik60 ve Augustinus da bunu eleştirilemeyen bir akıl yürütmeyle kanıtlamaktadır.61
60
II. ii. 27.
344
Bize bağırmak isteyenler “kötülük” ve “günah” kelimelerini tartışsınlar diye, onun bu
kelimeleri kullanmasına söyleyecek sözüm yok; yine de Tanrı’nın yasası kötülüğüne böyle
karşı çıkıldığını kim inkâr edecektir? Doğruluğun karşısındaki bu engelin günah olduğunu
kim inkâr edecektir? Kısacası, ruhsal bir sefilliğin olduğu her yerde bu günaha girildiğini kim
kabul etmeyecektir? Ancak Pavlus bu hastalık konusundaki bütün bu gerçekleri
duyurmaktadır.
Bütün bu sorunu kısaca ele alabildiğimiz yasada güvenilir bir kanıt vardır. Bize,
“Tanrı’yı bütün yüreğimizle, bütün canımızla, bütün gücümüzle sevmemiz” emredilmektedir
[Yas. 6:5; Mat. 22:37]. Canımızın bütün gücünün Tanrı sevgisiyle dolması gerektiği için,
yüreklerindeki hafif eğilimi devam ettirebilenlerin ya da zihinlerinde, kendilerini Tanrı
sevgisinden uzaklaştırarak batıla götüren bir düşünceye izin verebilenlerin bu ilkeyi yerine
getirmedikleri kesindir. Öyleyse ne? Ani heyecanlarla harekete geçmek, duyuların algısını
kavramak, düşünceyi anlamak –bütün bunlar canın gücü değil midir? Bu durumda onlar
batıllığa ve ahlaksız düşüncelere kendilerini teslim ettiklerinde Tanrı sevgisinden büyük
ölçüde yoksun olduklarını göstermiyorlar mı? Bu nedenle, bedenin bütün bu isteklerinin
günah olmadığını ama günahın kaynağının, “kav” dedikleri bu ölçüsüz arzu hastalığı
olduğunu kabul eden biri, yasayı çiğnemenin günah olduğunu zorunlu olarak inkâr edecektir.
12. “Doğal bozulma” ne demektir?
Đnsanın, yaratılışı gereği başına dert olan bütün bu arzuların –yaratılışın yazarı olan
Tanrı tarafından verilmiş olmasına rağmen- bütünüyle mahkûm edilmesi bazılarına saçma
gelebilir. Buna, Tanrı’nın, ilk yaratılışında insanın karakterine damgasını vurduğu bu
eğilimleri mahkûm etmediğimiz, ancak insanların, Tanrı’nın kontrolüne karşı mücadele eden
cesur ve dizginlenemeyen dürtülerinin yok edilebileceği yanıtını veriyorum. Yaratılıştan gelen
ahlaksızlık nedeniyle, bütün insanların yetileri o kadar yozlaşmış ve bozulmuştur ki, bütün
eylemleri inatçı bir kargaşanın ve aşırılığın tehdidi altındadır, çünkü bu eğilimler böylesine bir
ölçüsüzlükten ayrı tutulamaz. Bu durumda, bunların ahlaksızlık olduğunu iddia ediyoruz. Ya
da konunun birkaç kelimeyle özetlenmesini isterseniz, insanın bütün arzularının kötü
olduğunu öğretiyoruz ve bunları günah olmakla suçluyoruz –doğal oldukları için değil,
kargaşa yarattıkları için. Dahası, bozulmuş ve kirlenmiş bir yaratılıştan pak ve samimi bir şey
gelemeyeceği için, bunların kargaşa yarattığına inanıyoruz.
Bu öğretiş, Augustinus’inkine, yüzeysel olarak göründüğü kadar ters değildir.
Augustinus, Pelagius’çuların kendisine vurmaya çalıştıkları yüz karası semerden çok korksa
da kimi zaman “günah” kelimesini kullanmaktan kaçınmamaktadır. Yine de, günah yasası
kutsallarda hala sürerken sadece suçun kaldırıldığını yazdığında, bizim söylemek istediğimize
çok fazla ters düşmediğine açıkça işaret etmektedir.
13. Đmanlıların günahlılığının tanığı olarak Augustinus
Augustinus’un ne düşündüğü daha iyi ortaya çıksın diye, bazı başka ifadelerine de yer
vereceğiz. Julian’a Karşı adlı tezinde şöyle demektedir: “Bu günah yasası hem ruhsal yeniden
doğuşla iptal edilmiştir, hem de ölümlü bedende sürmektedir. Đptal edilmiştir, çünkü
imanlıların yeniden doğdukları sakrament suçu ortadan kaldırmıştır. Ama sürmektedir, çünkü
imanlıların mücadele ettikleri arzuları kışkırtmaktadır.” Başka bir yerde şöyle der: “Bu
nedenle, büyük elçinin üyelerinde de geçerli olan günah yasası vaftizde iptal edilmiştir,
bitmemiştir.” Başka bir yerde ise “Ambrosius, günah yasasına ‘kötülük’ der. Bunun suçu,
vaftizde ortadan kaldırılmıştır ama kendisi sürmektedir. Çünkü ‘Benliğin Ruh’a, Ruh’un da
61
Augustine, John’s Gospel xli. 11 (MPL 55. 1698; çev. NPNF VII. 234); Sermons vliv. 1
(MPL 36. 833 vd.; çev. LF Sermons II. 735); Against Julian III. xxvi. 61 vd (MPL 44. 733
vd.; çev. FC 35. 160 vdd.)
345
benliğe aykırı olanı arzulaması’ [Gal. 5:17] kötülüktür” demektedir. Başka bir yerde de
şunları söyler: “Günah, bizi ele geçirdiği suçta ölür; ölse de gömülüşünün yetkinliğiyle tedavi
edilinceye kadar hala başkaldırır.” V. Kitap’taki ifade daha da açıktır: “Yüreğin körlüğü hem
günah, hem günahın cezası ve hem günahın nedenidir – günahtır, çünkü bu körlükten ötürü
insan Tanrı’ya inanmaz; günahın cezasıdır, çünkü bu körlükten ötürü gururlu bir yürek bu
cezaya çarptırılır; kör yüreğin yanlışından ötürü bir şey yapıldığında ise günahın nedeni olur.
Aynı şekilde benliğin ölçüsüz arzusu ki, iyi bir ruh bunun tam tersini ister, hem günah, hem
günahın cezası hem de günahın nedenidir: Günahtır, çünkü özünde aklın egemenliğine
itaatsizlik vardır; günahın cezasıdır, çünkü ücreti, itaat etmeyen kişinin terk edilmesidir;
başkaldırmayı kabul eden ya da bulaşıcılığını taşıyan kişi için ise günahın nedenidir.”62
Burada hiçbir belirsizliğe yer vermeden buna günah demektedir, çünkü yanlışlık yere serilip
gerçek güçlendirildiğinde Augustinus iftiralardan daha az korkmaktadır. Aynı şekilde
Yuhanna konulu vaazında, tartışmadan, kendi anlayışı doğrultusunda konuşmaktadır:
Bedeninizle günah yasasına kulluk ettiğinizde elçinin dediğini yapın: “Bedenin tutkularına
uymamak için günahın ölümlü bedeninizde egemenlik sürmesine izin vermeyin” [Rom. 6:12].
“Olmasın” değil, “egemenlik sürmesin” demektedir. Yaşadığınız sürece günahın üyelerinizde
olmaya ihtiyacı vardır. En azından egemenlikten yoksun kalsın. Size ne yapacağınızı
emretmesine izin vermeyin. Ölçüsüz arzunun günah olmadığını iddia edenler, Yakup’un
söylediğine karşı çıkarak alıntı yaparlar: “Arzu gebe kalır ve günah doğurur” [Yak. 1:15].
Ama bu, sıkıntıya girmeden çürütülemez. Yeter ki, Yakup’un, kötü niyetin bile günah
sayılmayacağından, sadece kötü işlerden ve fiili günahlardan söz ettiğini anlayalım. Ancak
utanç veren davranışlara ve kötü işlere, “ölçüsüz arzunun ürünü” dediği ve bunlara “günah”
adını verdiği için, bundan hemen, ölçüsüz isteğin kötü ve Tanrı’nın önünde lanet olduğu
sonucu çıkmaktadır.
14. Yetkinlik yanılsamasına karşı
Günümüzün bazı Anabaptistleri, ruhsal yeniden doğuş yerine coşkulu bir abartı hayal
ediyorlar. Tanrı’nın çocuklarının masumluğa kavuştuğunu, benliğin aşırı tutkularını
dizginlemelerinin artık gerekmediğini, tersine, Ruh’u izlemeleri gerektiğini, Ruh’un teşvikiyle
asla yoldan çıkmayacaklarını öne sürüyorlar. Bu dogmalarını açıkça ve böbürlenerek
ağızlarından kaçırmasalardı bir insanın zihninin böyle bir çılgınlığa kapılacağına inanılmazdı.
Bu, gerçekten de canavarlıktır! Ancak Tanrı’nın gerçeğini gerçek dışı hale getirmek için,
kendi kendilerinin akıllarını çelenlerin bu saygısızca cesaretlerinden ötürü böyle cezalar
çekmeleri uygundur. Dürüst olmayanla dürüst olanın, doğru olmayanla doğru olanın, iyiyle
kötünün, erdemle kabahatin arasındaki bütün seçimler böylece yok mu olacak? “Bu farklar,
Mesih aracılığıyla kurtulduğumuz eski Âdem’in lanetinden ortaya çıkıyor” diyorlar. Bu
durumda, zinayla paklık, dürüstlükle açıkgözlük, gerçekle gerçek dışı, adil alışverişle hile
yapma arasında artık fark olmayacak. Anabaptistler, “Boş yere korkmayı bırakın –siz Ruh’un
teşvikini güvenle ve cesaretle kabul ederseniz, O size hiçbir kötü emir vermeyecektir”
diyorlar. Bu canavarlıklara kim şaşırmaz? Ancak şehvetin çılgınlığından kör olan ve
sağduyuyu sıyırıp atanların arasında bu, popüler bir felsefedir.
Ama sizden rica ediyorum, bizim için ne tür bir Mesih icat ediyorlar? Ne tür bir Ruh
ortaya atıyorlar? Biz tek bir Mesih ve Mesih’in tek bir Ruhu’nu biliyoruz. Peygamberler
onları övüyor ve müjde onları bize açıklayarak ilan ediyor ve onlar hakkında hiç böyle bir şey
duymuyoruz. Ruh, adam öldürmenin, zinanın, sarhoşluğun, gururun, kavgacılığın,
açgözlülüğün ya da dolandırıcılığın koruyucusu değildir; ancak sevginin, alçakgönüllülüğün,
ağırbaşlılığın, ılımlılığın, esenliğin, ölçülülüğün, gerçeğin yazarıdır. Ruh –doğruyu ve yanlışı
62
Ambrose, On Isaac or The Soul viii. 65 (MPL 14. 553; CSEL 32. 688); Augustine, Against
Julian II. ix. 32; V. Đii. 8 (MPL 44. 696, 787; çev. FC 35. 95, 247 vdd.)
346
düşünmeden burnunun dikine gidecek kadar- delişmen değildir, haklıyla haksızı ayıracak
kadar bilgelik doludur ve doğru anlar. Ruh, insanı ahlaksız ve günah işleyecek kadar ölçüsüz
olmaya teşvik etmez; ancak yaptığı yasal ve yasa dışı ayırımına göre, insana ölçülü ve ılımlı
olmayı öğretir. Yine de bu vahşi çılgınlığı çürütmek için neden daha çok çaba harcayalım?
Hıristiyanlar için Rab’bin Ruhu, rahatsız eden bir hayalet değildir. O’nu rüyalarında
görmemişler ya da başkalarının uydurdukları tarzda almamışlardır. Tersine, Hıristiyanlar,
Kutsal Yazılar’dan O’nun hakkında bilgi edinmeyi içtenlikle istemektedirler. Kutsal
Yazılar’da Ruh’la ilgili şu iki konu öğretilmektedir:
Birincisi, Tanrı’nın doğruluğuna itaat edebilelim diye, murdarlığımızı ve kirliliğimizi
paklayarak, kutsanmamız için bize verilmiştir. Bu itaat, bu insanların, dizginlerini serbest
bıraktıkları bu ölçüsüz arzular evcilleştirilip kontrol altına alınmadan gösterilemez. Đkincisi,
O’nun kutsamasıyla o kadar pak bir duruma geliriz ki, bedenimiz bize ayak bağı oldukça
etrafımızı pek çok günah ve pek çok zayıflık kuşatır. Yetkinlikten çok uzak olan bizlerin,
günaha bulaşsak bile, her gün günahla mücadelemizde devamlı ilerleme kaydetmemiz
gerektiği ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bundan, tembelliği ve dikkatsizliği silkeleyip atmamız,
benliğimizin tuzaklarına bilinçsizce yenilmeyelim diye, kararlılıkla tetikte olmamız gerektiği
sonucu da çıkmaktadır. Yeter ki, Şeytan’ın meleğinin hala rahatsız ettiği [2Ko. 12:7], “gücü
güçsüzlükte tamamlanan” [2Ko. 12:9] ve bedenindeki, bedenle ruh arasındaki bu bölünmeyi
içtenlikle anlatan elçiden olasılıkla daha büyük ilerleme kaydettiğimize güvenmeyelim [Krş.
Rom. 7:6 vdd.].
15. 2Ko. 7:11’e göre tövbe
Elçinin, tövbeyi tanımlarken yedi adet neden, sonuç ya da bölüm saymasının çok
geçerli bir nedeni vardır. Bunlar ciddiyet ya da dikkat, bahane, öfke, korku, özlem, gayret ve
öç almadır [2Ko. 7:11]. Bunların neden ya da sonuç diye sayılıp sayılmaması gerektiği
konusunda karar veremem saçma gelmeyecektir, çünkü bunların ikisi de tartışmalıdır. Bunlara
tövbeyle karışmış eğilimler de denebilir. Pavlus’un ne demek istediğini, bu sorunları bir
kenara bırakarak anlayabileceğimiz için, basit bir açıklamayla yetineceğiz.
Bu durumda Pavlus, dikkatin, “Tanrı’nın isteğiyle çekilen acıdan” doğduğunu
söylemektedir [2Ko. 7:10]. Tanrı’sına karşı günah işlediği için, kendisinden hoşnut
olmamanın yaşam veren duygusundan etkilenen biri, aynı zamanda, şeytanın tuzaklarından
kaçabilsin, onun ayartılarına karşı daha iyi önlem alabilsin, daha sonra Ruh’un
egemenliğinden uzaklaşmasın, güven duygusuyla uyuşmasın diye, gayret ve dikkat gösterir.
Bundan sonra “bahane” gelmektedir. Bu ayette bahane, günahlının, Tanrı’nın
yargısından kaçmak için, suç işlediğini inkâr ettiği ya da kusurunu hafif aldığı bir savunma
değil, tersine, kendi nedenine güvenmekten çok, bağışlanma isteğine güvenerek paklanması
anlamına gelmektedir. Tıpkı asi olmayan çocukların yanlışlarını kabul ve itiraf ettiklerinde,
bağışlanmak istemeleri ya da bağışlanmak için, ana babalarına borçlu oldukları saygıyı elden
bırakmadıklarını ellerinden geldiğince kanıtlamaları gibi. Bunun ardından öfke gelmektedir.
Günahkâr içinden inlerken, kendisini kusurlu bulur, kendisine kızar. Sapkınlığını ve Tanrı’ya
nankörlük ettiğini kabul eder.
Pavlus, “korku” kelimesiyle, hem neyi hak ettiğimizi, hem de Tanrı’nın günahlılara
gazabının şiddetinin ne kadar dehşetli olduğunu düşündükçe zihnimizin ürettiği titremeden
söz etmektedir. Bu durumda olağanüstü bir huzursuzluk duymalıyız. Bu bize hem
alçakgönüllülüğü öğretir, hem de bundan sonra daha dikkatli olmamızı sağlar. Ancak daha
önce söz ettiğimiz bu dikkatlilik korkudan kaynaklanırsa bu ikisini birleştiren bağı görürüz.
Bana öyle geliyor ki, elçi, “özlem” kelimesini görevimizi yerine getirme gayretini ve
itaate hazır olmayı ifade etmek için kullanmaktadır. Günahlarımızı kabul etmemiz bize
özellikle itaat etmemiz için emredilmektedir. Elçinin, buna doğrudan bağladığı “gayret” de
347
bununla ilişkilidir. Böyle teşvik edildiğimizde bizi harekete geçiren şevk demektir bu. Ben, ne
yaptım? Tanrı’nın merhameti imdadıma yetişmeseydi, ben neye batardım?
Son olarak, “öç alma” gelmektedir. Kendimize karşı ne kadar sert olursak,
günahlarımızı ne kadar dikkatli irdelersek Tanrı’nın bize lütufta bulunduğunu ve merhametli
olduğunu o kadar ümit etmeliyiz. Aslında bu, tanrısal yargı korkusuyla acı çeken canın,
kendini cezalandırırken öç alan birinin rolünü oynamasından başka bir şekilde olamaz.
Gerçekten dinine bağlı olanlar utanç, kargaşa, inleme, kendinden hoşnut olmama ve günahı
yaşam verecek şekilde kabul etmekten kaynaklanan başka duyguların nasıl bir ceza olduğunu
görmektedirler. Ne var ki, acı bizi yutmasın diye kendimizi dizginlememiz gerektiğini
unutmamalıyız. Çünkü korku duyan vicdanları başka hiçbir şey bu kadar çabuk umutsuzluğa
düşürmez. Şeytan bu hileyle, Tanrı korkusunun mahvettiğini gördüğü birini, bir daha ayağa
kalkmasın diye, üzüntü girdabının giderek daha da derinlerine batırmaktadır. Aslında bu
korku alçakgönüllülükte sonuçlanacak kadar büyük olamaz ve bağışlanma umudunu elden
bırakmaz. Yine de, elçinin öğüdü uyarınca günahlı, aşırı korkunun kendisini aşağıya çektiği
hoşnutsuzluktan endişe duyarken, yorulmasın diye [Đbr. 12:3], her zaman gözü açık olmalıdır.
Çünkü bizi tövbe aracılığıyla Kendisine çağıran Tanrı’dan ancak bu şekilde çekinebiliriz. Bu
konuda Bernard’ın uyarısı da yararlıdır: “Günahlardan ötürü acı çekmek, sürekli olmadığında,
gereklidir. Kimi zaman davranışlarınızı sıkıntıyla ve endişeyle hatırlamaktan geri adım
atmanızı ve Tanrı’nın yararlarını huzur içinde hatırlayacağınız yaylaya gitmenizi sizden rica
ediyorum. Balı pelin otuyla karıştıralım. Tatlı onu kıvamına getirdiğinde içilirse, yararlı
acılığı sağlık verebilir. Kendinizi alçakgönüllülükle düşündüğünüzde, Rab’bin de iyiliğini de
düşünün.”63
(Tövbenin meyveleri: yaşamın kutsallığı, günahların itirafı ve bağışlanması; tövbe
yaşam boyudur, 16-20)
16. Dışsal ve içsel tövbe
Tövbenin meyvelerinin doğasını artık anlayabiliriz: Tanrı’ya bağlılık, insanlara sevgi,
yaşamın genelinde kutsallık ve paklık. Kısacası, bir insan, Tanrı’nın yasasının standardına
göre yaşamını ne kadar ciddi ölçerse gösterdiği tövbenin işaretleri o kadar kesin olur. Bu
durumda Ruh, bizi tövbeye teşvik ederken, yasanın bireysel ilkelerini, Đkinci Levha’daki
görevleri bize artık sık sık hatırlatır. Ancak başka ayetlerde Ruh, murdarlığın kaynağı olarak
önce yüreği suçlamakta, sonra da samimi bir tövbenin işareti olarak dışsal kanıtlara
geçmektedir. Biraz sonra Hıristiyan’ın yaşamını anlatırken bu konuyu özet halinde
okurlarımın gözlerinin önüne koyacağım.64 Kimi kez Tanrı’yı törenlerle övmeye gayret
edenlerin deliliklerini azarlayan ve onlara sadece alay konusu olduklarını gösteren, kimi kez
de tövbenin başlıca hedefinin yaşamdaki dışsal doğruluk olmadığını, çünkü Tanrı’nın
insanların yüreklerine baktığını öğreten peygamberlerden kanıtlar toplamayacağım. Kutsal
Yazı’daki ayetleri iyi kötü bilen herkes Tanrı’yla iş yaparken65, yüreğin içsel eğiliminden
başlamazsak, hiçbir şeyin başarılmayacağını, başka birinin uyarısı olmadan, kendi başına
anlayacaktır. Yoel’deki bir ayetin geri kalanının anlaşılmasına katkısı hiç de az olmayacaktır:
“Giysilerinizi değil, yüreklerinizi paralayın” [2:13]. Yakup’un sözleri bu iki teşviki de
özetlemektedir: “Ey günahkârlar, ellerinizi günahtan temizleyin. Ey kararsızlar, yüreklerinizi
paklayın” [Yak. 4:8] Burada aslında birinci maddeye bir ek vardır; yine de kaynağı ve kökeni
gösterilmektedir: Yani yürekte Tanrı’ya bir sunak inşa edilebilsin diye, insanlar gizlideki
kirlerini temizlemelidirler.
63
Bernard, Sermons on the Song of Songs, xi. 2 (MPL 183, 824 vd; çev. Eales, Life and Works
of St. Bernard IV. 55)
64
III. vi-x.
65
“Monet cum Deo esse negotium”
348
Ayrıca kendimizi alçaltmanın ya da benliğimizi terbiye etmenin çaresi olarak özelde
ama tövbeye tanıklık olarak da kalabalıkta başvurduğumuz bazı dışsal uygulamalar vardır
[2Ko. 7:11]. Üstelik bunlar, Pavlus’un söz ettiği “öç almadan” [2Ko. 7:11]
kaynaklanmaktadır. Acı çeken bir zihnin özellikleri şunlardır: Kötü durumda olmak, inlemek,
ağlamak; görkemden ve her tür tuzaktan kaçınmak; bütün zevklerden vazgeçmek. Benliğinin
çok kötü isyan ettiğini hisseden biri bunu dizginlemek için her çareye başvurur. Üstelik
Tanrı’nın adaletine karşı çıkmanın ne kadar ciddi olduğunu düşünen biri, alçakgönüllülükle
Tanrı’yı yüceltinceye kadar huzur bulamaz.
Eski yazarlar tövbenin meyvelerini anlatırlarken, bu tür uygulamalardan sık sık söz
etmektedirler.66 Ama tövbenin gücüne yer vermeseler de –ne düşündüğümü söylersem
okurlarım beni bağışlasınlar- bana bu uygulamalara çok fazla bağımlı geliyorlar. Biri, bu
konuyu bilgece tartarsa, iki açıdan ölçüyü kaçırdıkları konusunda benimle aynı görüşte
olacağına inanıyorum. Bu kadar teşvik ettiklerinde ve bu bedensel disiplini böyle aşırı överek
önerdiklerinde, insanların büyük bir gayretle buna kucak açmalarında başarılı olmuşlardır;
ancak çok daha önemli olması gereken bir şeyi bir şekilde gölgede bırakmışlardır. Đkincisi,
ceza verirlerken, kilisenin istediği şefkatten bir şekilde çok daha katı davranmışlardır. Bunu
belirtme fırsatını başka bir yerde elde edeceğiz.67
17. Dışsal tövbe etmek başlıca iş olmamalıdır
Birçok ayette, özellikle de Yoel’de [2:12] ağlamaktan, oruç tutmaktan ve küllerden söz
edildiğini duyan bazıları, tövbenin özellikle orucu ve ağlamayı kapsadığını
düşünmektedirler.68 Onların bu yanılgısı düzeltilmelidir. Burada, yüreğin bütünüyle Rab’be
dönüşü ve giysilerin değil, yüreklerin paralanması konusunda söylenenler tümüyle tövbeyle
ilgilidir. Ancak ağlamak ve oruç tutmak sürekli ya da gerekli birer sonuç diye buna
eklenmemelidir ama bunların özel bir gerekçesi vardır. Yoel, Yahudilerin çok büyük bir
felaket tehdidi altında olduğuna peygamberlik ettiği için, onlara sadece tövbe ederek değil,
üzüldüklerini de göstererek Tanrı’nın gazabını önlemelerini önermiştir. Bir sanığın yargıçta
merhamet uyandırmak için uzun sakallı, saçları taranmamış, yaslı giysisi içinde yalvaran biri
olarak kendini tanıtması gibi, onlar da bu zavallı durumlarında yakarmak için, Tanrı’nın yargı
kürsüsünün önüne çağrıldıklarında Tanrı’nın sertliğinin giderilmesi gerekmektedir. Ancak
böyle zamanlarda çul giymek ve küller belki daha uygun olsa bile, Rab bizi yıkım ve felaketle
tehdit eder göründüğünde ağlamamız ve oruç tutmamız çok uygun olacaktır. Tanrı tehlikeyi
belirttiğinde, hazır olduğunu ve öç almak için bir şekilde silahlandığını duyurmaktadır. Bu
nedenle peygamber, halkını ağlamaya ve oruç tutmaya– yani, yaptıkları kötü işlerin yargıya
getirileceğini az önce söylediği için, sanıkları üzülmeye- teşvik etmektedir.
Bugün de aynı şekilde, kilise önderleri halkın başının üzerinde bir yıkımın durduğunu
gördüklerinde, onlara oruç tutup ağlamaları için acele etmelerini söylerlerse kötü bir şey
yapmazlar; öyle ki, “giysilerini değil, yüreklerini paralamaları” [Yak. 2:13] için, daha çok,
daha büyük dikkat ve gayret göstermeye onları teşvik etsinler –asıl konu budur. Her ne olursa
olsun bu orucun tövbeyle yakından ilişkili olduğundan hiç kuşku yoktur, ancak özellikle
felaket zamanlarında niyet edilmektedir. Bu durumda Mesih, elçileri, Kendisinden yoksun
kalarak yasa boğulacakları güne kadar oruç tutma konusunda özgür bırakırken, oruçla yas
arasında bağlantı kurmaktadır [Mat. 9:15]. Ben, toplu oruçtan söz ediyorum. Tanrı’ya bağlı
66
Calvin’in buradaki “vetusti scriptores” sözüne sadece kilise babaları değil, Ortaçağ’daki
tövbe elkitaplarının, libri poenitentiales’in yazarları da dahildir. Bu kitaplarda kimi kez ağır
fiziksel cezalar önerilmektedir. Krş. J. T. McNeill ve H. M. Gamer, Medieval Handbook of
Penance, s. 5, 30 vdd. 142 vdd., 258 vdd, 348.
67
IV. xii. 8-13.
68
Jerome, Commentary on Joel 2:12 (MPL 25. 967).
349
insanın yaşamı, sadelik ve ağırbaşlılıkla ölçülü hale gelmelidir. Öyle ki, bütün bu süre içinde
bir tür sürekli oruç tutulabilsin. Ancak kilise disiplinini ele aldığımızda69, bütün bu konu
yeniden inceleneceği için, şimdi buna oldukça az değiniyorum.
18. Günahın Tanrı’nın ve insanların önünde itiraf edilmesi
Yine de araya şu noktayı ekleyeceğim: Bu dışa vurmaya “tövbe” dendiğinde, öne
sürdüğüm gerçek anlamından yanlış bir biçimde saptırılmaktadır. Cezanın ve suçlamanın
önüne geçmek için Tanrı’ya yalvarmanın yanı sıra suçu itiraf etmek Tanrı’ya çok fazla
dönmek değildir. “Çul kuşanıp kül içinde oturarak tövbe etmek” [Mat. 11:21; Luk. 10:13],
ciddi suçlarımızdan ötürü Tanrı bize öfkelendiğinde, sadece kendimizden hoşnut
olmadığımızın kanıtıdır. Aslında alenilik bu tür bir itiraftır. Meleklerin ve dünyanın önünde
kendimizi suçlayarak Tanrı’nın yargısını bekleriz. Pavlus, kendi günahlarına göz yumanları
tembel oldukları için azarlarken şöyle demektedir: “Kendimizi… yargılasaydık,
yargılanmazdık” [1Ko. 11:31]. Đnsanları açıkça ve bilinçli olarak tövbemize tanık etmek her
zaman gerekmese bile, Tanrı’ya gizlice itirafta bulunmak, ihmal edilemeyecek gerçek
tövbenin bir parçasıdır. Övündüğümüz ve Tanrı gün ışığına çıkarmasın diye ikiyüzlülükle
sakladığımız bu günahları Tanrı’nın bağışlamasından daha mantıksız bir şey yoktur.
Sadece her gün işlediğimiz günahları itiraf etmemiz uygun değildir ama daha ağır
suçlardan da uzaklaşmalı ve çoktandır gömülüp gitmiş olanları hatırlamalıyız. Davut, kendisi
örnek olarak bize bunu öğretmektedir. Yakın zamanda işlediği suçun utancından etkilenerek,
ana karnında olduğu zamana kadar kendini incelemekte, o zaman bile bozulmuş olduğunu,
kendisine, benliğin kirinin bulaştığını kabul etmektedir [Mez. 51:3-5]. Bunu, suçunu mazur
göstermek için yapmaz. Oysa birçok kişi kalabalığa gizlenir ve başkalarını da karıştırarak
cezasız kalmanın yolunu arar. Davut, tam tersini yapar. Suçunu açıkça büyütür. Ta
bebekliğinden beri bozulmuş olduğunu itiraf ederek, kötülük üstüne kötülük yapmaya son
vermediğini itiraf eder. Başka bir ayette de, gençlik günahlarından ötürü Tanrı’dan merhamet
dilemek için, geçmiş yaşamını irdelemeye girişir [Mez. 25:7]. Yaptığımız kötülüklere
ağlayarak, yükümüzün altında inleyerek, Tanrı’nın bizi kurtarmasını istiyorsak, en sonunda
elbette uyuşukluğumuzu silkeleyip attığımızı kanıtlayacağız.
Ayrıca bize sürekli etmemizin emredildiği tövbeyle, utanç vereci bir biçimde
düşenleri, dizginleyemedikleri ahlaksızlıklarla kendilerini günaha atanları ya da bir tür
başkaldırıyla Tanrı’nın boyunduruğunu fırlatanları adeta ölümden dirilten tövbenin farklı
olduğunu belirtmeliyiz. Kutsal Yazı tövbeye teşvik ederken, ölümden yaşama geçişi ve
dirilişi kast etmektedir. Đnsanların “tövbe etmeleri” gerektiğini söylerken, onların, putlara
tapmaktan ve başka büyük suçlardan Tanrı’ya dönmüş olduklarını belirtmektedir. Bu nedenle
Pavlus, “kapıldıkları pisliklerden, fuhuş ve sefaletten tövbe etmeyen” [2Ko. 12:21] günahlılar
için yas tutacağını duyurmaktadır. Birkaç kişinin tövbe etmeye çağrıldığını duyduğumuzda,
benliğimizi alçaltma sanki bizi artık ilgilendirmiyormuş gibi, umursamazlık etmeyelim diye,
bu ayırıma dikkatli bakmalıyız. Peşimizi hiçbir zaman bırakmayan bayağı arzular ve içimizde
tekrar tekrar filizlenen ahlaksızlıklar kendimizi alçaltmaya duyduğumuz ilgiyi
savsaklamamıza izin vermemektedir. Bu durumda, ancak şeytanın Tanrı korkusundan
alıkoyduğu ve öldürücü tuzaklara düşürdüğü bazıları için özel tövbe gereklidir.
Yaradılışımızın bozukluğunun yaşam boyu dikkat etmemizi gerektirdiği sıradan tövbe onların
işine yaramaz.
19. Tövbe ve bağışlanma birbiriyle bağlantılıdır
Bütün müjdenin şu iki başlığın, tövbe ve günahların bağışlanması başlıklarının altında
toplandığı doğruysa –çok açık bir gerçektir bu- aynı zamanda Rab’bin, Kendine ait olanlar
69
IV. xii. 14-21.
350
Ruh’unun kutsamasıyla gerçek doğruluğa kavuşabilsinler diye, karşılıksız akladığını
görmüyor muyuz? Mesih’in yüzünü görmeden önce, O’nun yolunu hazırlasın diye gönderilen
haberci Yahya [Mat. 11:10] şunu duyuruyordu: “Tövbe edin! Göklerin Egemenliği
yaklaşmıştır!” [Mat. 3:2]. Onları tövbeye davet ederek, bütün yürekleriyle benliklerini
alçaltmak ve Ruh’ta yeniden doğmak istesinler diye, hepsini günahkâr ve Rab’bin önünde
suçlu olduklarını kabul etmeleri için uyarıyordu. Tanrı’nın Krallığını duyurarak, onları imana
çağırıyordu. Yaklaştığını öğrettiği Tanrı’nın Krallığıyla, günahların bağışlanmasını, kurtuluşu,
yaşamı ve Mesih’te elde ettiğimiz bütün her şeyi kast ediyordu. Başka bir Müjde yazarında
şunu okuyoruz: “Yahya, günahların bağışlanması için tövbe vaftizini vaaz ediyordu” [Mar.
1:4; Luk. 3:3]. Günahların yükü altında ezilip bezmiş olanların Rab’be dönüp bağışlanma ve
kurtuluş umudu beslemelerinden başka nedir bu? Mesih de vaazına böyle başlıyordu:
“Tanrı’nın Egemenliği yaklaştı! Tövbe edin, müjdeye inanın” [Mar. 1:15]. Önce, Tanrı’nın
merhametinin hazinelerinin Kendisinde açıldığını duyurmaktadır; sonra tövbe edilmesini, en
sonunda da Tanrı’nın vaatlerine güvenilmesini istemektedir. Bu durumda, bütün müjdenin
kısa bir özetini yapmak istediğinde, Kendisinin “bu acıları çekeceğini…ölümden dirileceğini,
tövbenin ve günahların bağışlanmasının Kendi adıyla duyurulacağını” [Luk. 24:26, 46-47]
söylemiştir. O’nun dirilişinden sonra elçiler şöyle vaaz etmişlerdi: “Tanrı, Đsrail’e
günahlarından tövbe etme ve bağışlanma fırsatı vermek için Đsa’yı diriltti” [Elç. 5:30-31].
Müjdenin öğretilmesiyle insanlar bütün düşüncelerinin, bütün eğilimlerinin, bütün çabalarının
bozuk ve ahlaksız olduğunu duyduklarında, tövbe, Mesih’in adıyla vaaz edilmektedir. Bu
durumda, Göklerin Krallığına girmek istiyorlarsa yeniden doğmalıdırlar. Đnsanlar, Mesih’in
kendileri için kefaret, doğruluk, kurtuluş ve yaşam olduğunu [1Ko. 1:30], O’nun adıyla
Tanrı’nın gözünde karşılıksız olarak doğru ve masum sayıldıklarını öğrendiklerinde
günahların bağışlanması vaaz edilmektedir. Başka bir yerde kanıtladığım gibi,70 iki lutuf da
imanla alındığından, asıl iman nesnesi, günahlarımızı bağışlayan Tanrı’nın iyiliği olduğu için,
bunun tövbeden dikkatle ayırt edilmesi uygundur.
20. Hangi anlamda tövbe bağışlanmanın ön koşuludur?
Tövbenin başlangıcı olan günahtan nefret, önce Mesih hakkında bilgi edinmemizi
sağlamaktadır. O, Kendisini inleyen, didinen, yükü ağır olan, aç, susuz, üzüntüden ve
sefaletten eriyen yoksul ve acılı günahkârlardan başkasına açıklamamıştır [Yşa. 61:1-3; Mat.
11:5, 28; Luk. 4:18]. Bu durumda, Mesih’te kalacaksak tövbe etmeye gayret etmeliyiz, yaşam
boyu kendimizi tövbeye adamalıyız ve sonuna kadar tövbenin peşinden gitmeliyiz. O,
günahlıları çağırmaya ama tövbe etmeye çağırmaya gelmiştir [Krş. Mat. 9:13]. O, değersizleri
kutsamak için gönderilmiştir ama her biri kötülüğünden dönsün diye [Elç. 3:26; KRş. 5:31].
Kutsal Yazı böyle tanıklıklarla doludur. Bu nedenle, Tanrı günahları bağışladığında,
genellikle karşılığında bizden tövbe etmemizi ister. Merhametinin, insanların tövbe etmesinin
nedeni olduğunu belirtir. “Adil ve doğru olanı yapın, çünkü kurtuluş yaklaşmıştır” demektedir
[Yşa. 56:1, mealen]. Ayrıca, “Kurtarıcı Siyon’a, günahlarından tövbe eden Yakup soyuna
gelecek” [Yşa. 59:20]. Ayrıca, “Bulma fırsatı varken RAB’bi arayın, yakındayken O’na
yakarın. Kötü kişi yolunu, fesatçı düşüncelerini bıraksın. RAB’be dönsün, merhamet bulur”
[Yşa. 55:6-7]. Aynı şekilde, “Günahlarınızın silinmesi için tövbe edin, Tanrı’ya dönün” [Elç.
3:19-20]. Yine de bu durumun, bağışlanmayı hak etmemizin temeli tövbe etmemizmiş gibi
ortaya atılmadığına, daha çok Rab’bin, insanlar tövbe etsinler diye, sonuna kadar onlara
acımaya kararlı olduğu için, lütfa ulaşmak istiyorlarsa onlara hangi yönden gideceklerini
belirttiğine dikkat etmeliyiz. Bu durumda, bedenimizin zindanında kaldığımız sürece,
bozulmuş yaratılışımızın kusurlarıyla, aslında doğal canımızla sürekli mücadele etmeliyiz.
Platon kimi kez bir filozofun yaşamının ölümü derin derin düşünmek olduğunu
70
III. iii. 1.
351
söylemektedir;71 ama biz daha doğru olarak diyebiliriz ki, bir Hıristiyan’ın yaşamı, benlik
tamamıyla ölüp Tanrı’nın Ruhu içimizde hüküm sürünceye kadar, sürekli benliği alçaltma
gayretidir. Bu durumda, kendinden hiç hoşnut olmamayı öğrenen biri, bu batağa saplanıp
daha fazla yol almaktan geri kalmadan, tersine, Mesih’in yaşamına ve ölümüne aşılanmış
olarak, sürekli tövbe etmeye dikkat ederse büyük bereket alacaktır. Aslında günahtan
gerçekten nefret edenler bundan başka bir şey yapamazlar. Daha önce doğruluk sevgisine
sımsıkı yapışmamış olan hiç kimse günahtan nefret etmez. Hepsinin en basiti olan bu düşünce
bana, Kutsal Yazı’daki gerçeğe en iyi uyan düşünce gibi gelmektedir.
(Tövbenin ve bağışlanmanın olmadığı günahlar, 21-25)
21. Tanrı’nın karşılıksız armağanı olarak tövbe
Dahası yukarıdaki öğretişte, tövbenin, Tanrı’nın eşsiz bir armağanı olduğunun çok
açık olduğuna, bunu açıklamak için uzun uzadıya tartışmak gerekmediğine inanıyorum. Bu
durumda kilise, Tanrı’nın iyiliğini över ve “öteki uluslara da tövbe edip kurtulma fırsatı” [Elç.
11:18; Krş. 2Ko. 7:10] verdiği için O’nu yüceltir. Pavlus, Timoteos’a imanlı olmayanlara
karşı sabırlı ve yumuşak başlı olmasını emreder: Şeytanın tuzakları karşısında kendilerine
gelsinler diye, belki Tanrı onlara bir tövbe yolu açar, der [2Ti. 2:25-26]. Aslında Tanrı,
herkesin Kendisine dönmesini istediğini duyurmakta ve genelde herkesi teşvik ederek
yönlendirmektedir. Yine de bunun etkisi yeniden doğuş Ruh’una bağlıdır. Đnsanları bizim
yaratmamız, kendi gücümüzle onlara daha yetkin bir yaratılışı giydirmekten daha kolay
olurdu. Bu durumda bütün yeniden doğuş sürecinde bize, “Tanrı’nın hazırladığı iyi işleri
yapalım diye yaratılan Tanrı’nın yapıtları” [Ef. 2:10] denmesinin geçerli bir nedeni vardır.
Tanrı, kimi ölümden kapmak isterse, yeniden doğuş Ruh’uyla onu yaşama kavuşturmaktadır.
Doğruyu söylersek, kurtuluşun nedeni tövbe değildir, çünkü Yeşaya’nın “Kurtarıcı Siyon’a,
Yakup soyundan olup başkaldırmaktan vazgeçenlere gelecek” [Yşa. 59:20] diye tanıklık ettiği
gibi, bunun imandan ve Tanrı’nın merhametinden ayrılamadığı zaten görülmektedir.
Gerçek, ödün vermez: Tanrı korkusunun serpildiği yerde Ruh, insanın kurtulması için
çalışmıştır. Bu durumda, Yeşaya’ya göre, Tanrı’nın, kendilerini yüzüstü bıraktığından şikâyet
edip yakınırlarken, Tanrı’nın onların yüreklerini sertleştirmesi bir tür yoldan çıkma işareti
diye kabul edilmektedir [Yşa. 63:17]. Elçi de, dinden dönenleri kurtuluş umudunun dışında
tutmak isteyerek, bunun nedenini, “onları yeniden tövbe edecek duruma getirmeye olanak
yoktur” [Đbr. 6:4-6] diye açıklamaktadır. Tanrı, mahvolmasını istemediklerini yenileyerek
açıkça baba sevgisi göstermekte ve deyim yerindeyse, sakin ve sevinçli yüzünün ışığıyla
onları Kendine çekmektedir. Öte yandan, saygısızlıklarını bağışlamadığı günahkârlara sert
davranarak gürler.
Elçi, isteyerek dinden dönenleri böyle bir öçle tehdit etmektedir. Onlar, müjdeye iman
etmekten saparlarken Tanrı’yla alay ederler, hakaret ederek O’nun lütfunu küçümserler,
Mesih’in kanını bayağı sayıp ayaklar altına alırlar [Đbr. 10:29]. Evet, bunu yapacak güçte
oldukları için de, O’nu yeniden çarmıha gererler [Đbr. 6: 4-6]. Bazı katı kişilerin akıl almaz bir
biçimde söyledikleri gibi,72 Pavlus, gönüllü işlenen bütün günahların bağışlanacağı umudunu
kırmaz. Ama elçi, Tanrı’nın, Kendisine yapılan böyle bir saygısızlık girişiminden acımasız bir
sertlikle öç almasına kimse şaşırmasın diye,
dinden dönenlerin bağışlanmayı hak
etmediklerini öğretmektedir. Şunu öğretir: “Bir kez aydınlatılmış, göksel armağanı tatmış ve
Kutsal Ruh’a ortak edilmiş, Tanrı sözünün iyiliğini ve gelecek çağın güçlerini tatmış oldukları
halde yoldan sapanları yeniden tövbe edecek duruma getirmeye olanak yoktur. Çünkü onlar
Tanrı’nın Oğlu’nu adeta yeniden çarmıha geriyor, herkesin önünde aşağılıyorlar” [Đbr. 6:4-6].
71
Plato, Apology of Socrates 29 A, B; 41 C, D; Phaedo 64 A, B; 67 A-E; 81 A (LCL Plato I,
106 vd, 142 vdd., 222 vd, 232-235, 280 vdd.).
72
Calvin bu görüşü Anabaptistlere atfetmektedir.
352
Başka bir ayet de şöyle der: “Gerçeği öğrenip benimsedikten sonra, bile bile günah işlemeye
devam edersek, günahlar için artık kurban kalmaz; geriye sadece yargının dehşetli
bekleyişi…kalır” [Đbr. 10-26:27].
Bunlar, uzun zaman önce Novatianus’çuların saçmalama fırsatı buldukları yanlış
anlaşılmış ayetlerdir de. Bu ayetlerdeki sertliğe küsen bazı iyi insanlar bunun güvenilirliği
olmayan bir mektup olduğuna inanmışlardır73, ancak elçisel ruh mektubun her yanında
solumaktadır. Ne var ki, biz sadece bu mektubu kabul edenlerle uğraştığımız için, onların
yanlışlarını bu ifadelerin hiç desteklemediğini göstermek kolaydır. Önce, elçinin, “Her günah,
her küfür bağışlanacak ama Kutsal Ruh’a karşı işlenen günah ne bu çağda, ne de gelecek
çağda bağışlanacaktır” [Mat. 12:31-32; Mar. 3:28-29; Luk. 12:10] diyen Efendi’siyle aynı
görüşte olması gerekmektedir. Elçiyi Mesih’in lütfuna muhalif durumuna getirmezsek, onun
bu istisnadan kesinlikle hoşnut olduğunu söylüyorum. Bundan çıkan sonuca göre, tek bir
günah dışında, bütün günahların bağışlanmayacağı kabul edilmemektedir. Bizim umutsuz
deliliğimizin yol açtığı bu tek günah ise zayıflığımıza atfedilemez ve insanın şeytanın eline
geçtiğini açıkça gösterir.
22. Bağışlanmayan günah
Ne var ki, bu konuyu aydınlığa kavuşturmak için, asla bağışlanmayacak bu tiksindirici
suçun doğasını irdelememiz gerekiyor. Augustinus bir yerde onu, bağışlanmaya güvenmeyen,
hatta ölüme kadar süren inatçılık diye tanımlıyor;74 ancak bu, Mesih’in, bu çağda
bağışlanmayacağına dair sözleriyle yeterince uyuşmuyor [Mat. 12: 31-32 vb]. Ya bu boş yere
söylenmiştir ya da bağışlanmayan günah bu yaşam kapsamında işlenmiştir. Ancak
Augustinus’un tanımı doğruysa, günah, ölüme kadar devam etmezse, işlenmiş olmamaktadır.
Diğerleri, kardeşine verilen lütfu kıskanın birinin Kutsal Ruh’a karşı günah işlediğini
söylüyorlar.75 Bu düşünceyi nereden edindiklerini anlamıyorum.
Ama sağlam tanıklıklarla desteklendiğinde kolayca diğerlerine galip gelecek olan
gerçek tanımı ortaya koyalım. Bu nedenle, diyorum ki, Tanrı’nın gerçeğine kötü niyetle
direnenler, Kutsal Ruh’un parlaklığı, cahil olduklarını iddia edemeyecekleri tarzda onlara
dokunmuş olsa bile, Kutsal Ruh’a karşı günah işlerler. Bu direnme tek başına, bu günahı
meydana getirir. Mesih, söylediklerini açıklamak hemen şunu eklemektedir: “Đnsanoğlu’na
karşı bir söz söyleyen bağışlanacak ama Ruh’a küfür eden bağışlanmayacaktır” [Mat. 12:32;
Krş. Luk. 12:10; Mar. 3:29]. Matta, “Ruh’a küfür” yerine, “küfür ruhu” yazmaktadır.76
Ama insan aynı zamanda Ruh’a da yöneltmeden Oğul’a nasıl sitem edebilir? Böyle
sitem edenler, Tanrı’nın gerçeğine bilmeden bilinçsizce saldırabilenlerdir. Mesih’e bilmeden
73
Tertullianus’ın zamanında Montanistler ve daha sonra da Novatianus’çular tövbe etmekten
kaçanların dışta bırakılması konusundaki katı görüşlerini desteklemek için Đbr. 6:4-6’yı
tartışmışlardır. (Brescia’lı Filaster’in [ölm. yakl. 397] De heresibus lxi [sü. lxxxix]’da
onayladığı gibi) Kanonda Đbranilere Mektup’un ertelenmesinin nedenlerinden biri budur. Krş.
J. Moffatt, International Critical Commentary: Hebrews, s. xviii, xx. Tertulianus Montanist
olduğunda bu ayeti, dinden dönenlerin, tövbe edemeyecek ve tövbelerinin kabul
edilemeyecek durumda olduğunun anlaşılacağı tarzda yorumlamıştır.
74
Augustine, Unfinished Exposition of the Epistle to the Romans xxii (MPL 35. 2104); Letters
clxxxv. 11-49 (MPL 33. 814; çev. FC 12. 188 vd.)
75
Augustine, Sermon on the Mount I. xxii. 73 (MPL 34. 1266; çev. NPNF VI. 30 vd.); Bede,
Exposition of Matthew’s Gospel II. 12 (MPL 92. 63).
76
Froben’in (Basel, 1538) Matt. 12:31 ayetine uygun olarak , “Punit Spiritum blasphemiae”
(Institutes’ün Fransızca metninde “esprit de blaspheme”. Grekçesi τού πνεύµατοσ βλαςφηµία
(lit. çev. “Ruh’un Küfrü”; Kutsal Yazıların Gözden Geçirilmiş Versiyonu’nda (RSV) ,
“Ruh’a karşı küfür”).
353
küfür edebilen ama kendilerine açıklansaydı Tanrı’nın gerçeğini bilinçli olarak yok
etmeyecek, Rab’bin Meshedilmişi olduğunu bildikleri O’nu tek bir kelimeyle incitmeyecek
olanlardır. Baba’ya ve Oğul’a karşı günah işleyenler bu insanlar değildir. Bu durumda bugün,
müjdenin öğretişine günahkârca küfreden birçok kişi vardır. Bu öğretişin müjdeden geldiğini
bilselerdi, bütün samimiyetleriyle ona saygı göstermeye hazır olurlardı.
Ama vicdanları, kabul etmedikleri ve küçümsedikleri şeyin Tanrı’nın Sözü olduğuna
ikna olsa bile, onu küçümsemekten vazgeçmeyenlerin – Ruh’a küfür ettikleri, çünkü Kutsal
Ruh’un işi olan aydınlanmanın aleyhine gayret ettikleri söylenmektedir. Yahudilerin bazıları
böyleydi. Ruh’un Đstefanos’un aracılığıyla konuşmasına karşı koyamasalar bile direnmeye
gayret etmişlerdi [Elç. 6:10]. Hiç kuşku yoktur ki, birçoğu yasa hevesiyle böyle yapmak
zorunda kalmıştır ama kasıtlı bir saygısızlıkla Tanrı’ya, yani Tanrı’dan geldiğini iyi bildikleri
öğretiye verip veriştiren başkalarının olduğu da görülmektedir. Ferisiler de böyleydi. Kutsal
Ruh’un gücünü küçümsemek için, Rab’be Baalzevul iftirasını attıklarında Rab onları
azarlamıştı [Mat. 9:34; 12:24]. Bu durumda, insanın cesareti Tanrı’nın adını suçlamaya
bilerek kalkıştığında bu, küfür ruhudur. Pavlus, Rab’bin gösterdiği lütfu hak etmediğini,
O’nun, kendisine merhamet ettiğini söylerken bunu ima etmektedir, çünkü bunları bilmeden,
inançsızlığından ötürü yapmıştı [1Ti. 113]. Bilgisizlik inançsızla birleştiğinde onun
bağışlanmasına neden olmuşsa bundan çıkan sonuca göre, bilginin inançsızlıkla birleştiği
yerde bağışlanmanın yeri yoktur.
23. “Đkinci tövbenin” imkânsızlığının nasıl anlaşılması gerektiği
Şimdi çok dikkat ederseniz, elçinin şu ya da bu kusurdan değil, günahlının kurtuluşta
yüzüstü bırakılmasına yol açan evrensel bir başkaldırıdan söz ettiğini anlayacaksınız. Bu
durumda Tanrı’nın, gidenlere karşı acımasız davranmasında şaşılacak bir yan yoktur.
Yuhanna, kanonik mektubunda gidenlerin seçilmiş olmadıklarını öne sürmektedir [1Yu.
2:19]. Elçi bu sözlerini, bir zamanlar bırakmış olsalar bile, Hıristiyan dinine yeniden
dönebileceklerini düşünenlere yöneltmektedir. Onları bu gerçek dışı ve tehlikeli
düşüncelerinden saptırmak için çok doğru bir söz söyler. Rab’le paydaşlık, açıkça ve isteyerek
reddedenlere açık değildir. Ama bu paydaşlığı reddedenler, denetleyemedikleri ahlaksız
yaşamlarıyla Rab’bin Sözü’nü çiğneyenler değil, bütün bu öğretiyi bilerek reddedenlerdir. Bu
durumda, yanlışlık, “yoldan sapma” ve “günah işleme” [Đbr. 6:6-7; 10:26] kelimelerinde
yatmaktadır, çünkü Novatianus’çular, “yoldan sapmayı”, çalmamayı ya da zina etmemeyi
Rab’bin yasasından öğrenen, çalmaktan ve zina etmekten kendini alıkoyamayan bir adamın
davranışı olarak yorumluyorlar.77 Tem tersine burada ben, yukarıda söylenenlere ters düşen
her şeyin tekrarlanmasını gerektiren, sessiz bir antitez olduğunu kabul ediyorum; öyle ki,
burada açıklanan herhangi bir başarısızlık değil, Tanrı’dan tümüyle uzaklaşmak, deyim
yerindeyse, insanın bütünüyle dinden dönmesidir. Bu durumda elçi, bir kez aydınlandıktan,
göksel armağanın tadına vardıktan, Kutsal Ruh’ta paydaş olduktan, Tanrı’nın Sözü’nün ve
gelecek çağın gücünün tadını aldıktan sonra yoldan çıkanlardan söz ettiğinde [Đbr.6:4-5],
bundan, bilerek saygısızlık edip Ruh’un ışığını boğanların, göksel armağanın tadını
kusanların, Ruh’un kutsamasını kestikleri, Tanrı’nın Sözü’nü ve gelecek çağın gücünü
ayaklar altında çiğnedikleri anlaşılmalıdır. Bilerek yapılan saygısızlığı daha iyi açıklamak
için, daha sonra başka bir ayette “isteyerek” kelimesini eklemektedir. Gerçeğin bilgisini
edindikten sonra isteyerek günah işleyenler için, geriye hiçbir kurban kalmadığını
söylediğinde [Đbr. 10:26], Mesih’in, kutsalların günahları için sürekli bir kefaret sunusu
olduğunu inkar etmemektedir. Mektubun neredeyse tamamında, Mesih’in başkahinliğini
77
Bu anlatım biçimi Novatianus’çuların tartışmalarında geçmez ama Cyprianus, Novatianus’u
dinden dönmeyle (ya da yoldan sapmayla) Kutsal Ruh’a karşı günah işlemeyi bir tutmakla
suçlar (MPL 35. 2304).
354
açıklarken, bunu açıkça duyurmaktadır. Ancak Mesih reddedildiğinde geride başka bir kurban
kalmadığını söylemektedir. Üstelik müjdenin gerçeği açıkça inkâr edildiğinde, bu
reddedilmektedir.
24. Bağışlanamayacak olanlar, tövbe edemeyenlerdir
Tanrı’nın merhameti bazılarına o kadar güç ve yabancı gelir ki, Rab’bin merhametine
başvurup sığınmaktan kaçınanlar, bağışlanmaktan tümüyle yoksun kalırlar. Kolayca
yanıtlanabilir bu. Đbranilerin yazarı, Rab’be dönerlerse bağışlanmalarının reddedileceğini
söylemez ama nankörlüklerinden ötürü, Tanrı’nın yargısıyla sonsuza kadar kör kalma
cezasına çarptırıldıkları için, kalkıp tövbe edebileceklerini hiç kabul etmez.
Elçinin bu konuda başvurduğu Esav örneğinde buna ters düşen hiçbir şey yoktur:
Esav, gözyaşı döküp yalvararak kaybettiği ilk oğulluk hakkını boş yere geri almaya çalışmıştır
[Ibr. 12:16-17]. Bu, peygamberin uyarısından daha az geçerli değildir: “Ağladıklarında onları
duymayacağım” [Zek. 7:13] Bu açıklamalar, Tanrı’ya gerçekten dönmeyi ya da O’na
başvurmayı değil, aşırı endişeyi belirtir. Daha önce kendilerinden hoşnut olan imansızlar,
daha önce ihmal ettikleri, her iyiliğin Rab’bin yardımına bağlı olduğu gerçeğine, endişe içinde
dönüp bakmak zorunda kalırlar. Ama kendilerinden alınmış bir şey olarak bunu çok fazla
yalvararak istemezler. Peygamber “ağlamayla” [Zek. 7:13], elçi ise “gözyaşlarıyla”
günahlıları umutsuzluk içinde yakıp işkence eden korkunç eziyetten başka bir şeyi kast etmez.
Bu olgu özenli bir notu hak etmektedir: Peygamber, günahlı tövbe eder etmez
Tanrı’nın ona merhamet edeceğini ilan eder. Yoksa Tanrı, Kendisiyle savaşa girmiş olacaktır
[Hez. 18:21-22]. Daha önce dediğim gibi,78 Tanrı, daha önceden lütufta bulunmazsa, insanın
daha iyiyi düşünmeyeceği kesindir. Kendisine başvuranlara verdiği vaat de asla
aldatmayacaktır. Ancak günahlılar, talihsizliklerine çare bulmak, O’na yakınlaşmak için, O’nu
aramaları gerektiğini gördüklerinde, “Tanrı’ya dönüşe” ve “duaya” kafalarını karıştıran
eziyet demek doğru değildir.
25. Sahte tövbe ve dürüst tövbe
Ne var ki, elçi, sahte tövbenin Tanrı’nın öfkesini yatıştırdığını reddettiği için, Ahav’ın
nasıl bağışlandığı ve ona verilen cezadan nasıl vazgeçildiği sorusu ortaya çıkmaktadır; çünkü
ani bir korkunun onu sarmış olduğu yaşamının daha sonraki gidişinden bellidir [1Kr. 21:2829]. Aslında çula bürünmüş, üzerine kül dökmüş, yerde yatmıştır [1Kr. 21:27] ve onun,
Tanrı’nın önünde alçakgönüllü davrandığına tanıklık edilmektedir; ancak yüreği inatçılığa ve
kötülükle kabarmaya devam ederken, giysilerini parçalamasının pek az önemi vardır. Yine de
Tanrı’nın merhamete geldiğini görüyoruz.
Yanıtlıyorum: Đkiyüzlüler bir süre böyle esirgenirler, yine de Tanrı’nın gazabı her
zaman onların üzerindedir ve bu, herkese örnek olsunlar diye, pek de onların uğruna
yapılmaz. Ahav’ın cezası hafifletilse bile, yeryüzünde yaşarken bunu hissetmemesinden başka
bunun ona ne yararı vardı? Bu durumda Tanrı’nın lanetinin, gizlide olmasına rağmen, onun
evinde sabit bir yeri vardı ve Ahav sonsuz yıkıma gitti.
Aynısı Esav’da da görülmektedir; reddedilmenin acısını çekse bile, gözyaşları geçici
olarak kutsanmıştı [Yar. 27:40]. Ama Esav yok sayılıp Yakup seçildiğinde, Tanrı’nın
kehanetinin ruhsal mirası kardeşlerden sadece birine verildiğinde, mirası alamayan Esav,
Tanrı’nın merhametinin dışında kalmıştı; yine de bir hayvan insan olarak ona şu teselli
kalmıştı: Göklerin çiyi ve yeryüzünün yağlarıyla semirmek [Yar. 27:28].79
78
Yk. m. 21.
Calvin, LXX ve Vulgata’nın izinden giderek, (Comm. Gen. 27:38, 39’daki gibi) burada da
Yar. böl. 27’deki Yakup’un kutsanmasını Esav’ın kutsanması diye aktarmaktadır. Ancak Krş.
Đbr. 11:20.
79
355
Az önce söylediğim bu olgu, düşüncelerimizle ve çabalarımızla samimi tövbe etmeyi
daha kolay öğrenelim diye, başkalarına örnek olmalıdır, çünkü gerçekten samimiyetle
döndüğümüzde, layık olmayanlar, kendilerinden hoşnut olmadıklarını belirttiklerinde onlara
bile merhamet eden Tanrı’nın bize kolayca bağışlayacağından kuşku duyulmamalıdır. Bu
bize, bütün inatçıları ne kadar korkunç bir yargının beklediğinin öğretilmesi demektir. Demir
bir yürekten daha aşağı kalmayan utanmaz alınlarıyla bu inatçılar, Tanrı’nın tehditlerini
önemsemeyerek hiçe saymayı oyun haline getirmişlerdir. Đsrailoğulları’nın gözyaşları sahte,
yürekleri aldatıcı ve hile dolu olsa da [Krş. 78:36-37], mezmurda Tanrı onların hemen asıl
karakterlerine döndüklerinden şikayet etse de [57. a.], felaketten kurtulsunlar diye, onlara elini
sık sık böyle uzatmıştır. Đyiliğinden kaynaklanan bu şefkatiyle onları samimiyetle Kendine
döndürmek ya da bağışlanmayacak duruma getirmek istemiştir. Bir süreliğine cezalarını
bağışlayarak Kendisini ölümsüz yasayla bağlamak istemez. Tam tersine, ikiyüzlülerin
karşında daha acımasızca ayağa kalkar, sahte davranışlarından canının ne kadar sıkıldığını
göstermek için, cezalarını ikiye katlar. Ama dediğim gibi, Tanrı’ya bağlı insanlar yaşamlarını
değiştirmeye teşvik olsunlar ve inatla dikenlere tekme atanların gururu daha acımasızca
mahkûm edilebilsin diye, bağışlamaya hazır olduğunu gösteren örnekler ortaya koyar.
IV. BÖLÜM
SOFĐSTLERĐN, TÖVBE KONUSUNDA OKULLARINDA ETTĐKLERĐ BÜTÜN BOŞ
LAFLARIN MÜJDE’NĐN PAKLIĞINDAN NE KADAR UZAK OLDUĞU; ĐTĐRAF VE
KUTSANMA TARTIŞMASI
(Skolastiklerin sözde Kutsal Yazı’ya dayanan itiraf ve pişmanlık öğretisinin
irdelenmesi, 1-6
1. Skolastiklerin tövbe öğretisi
Şimdi sıra Skolastik Sofistlerin tövbe konusunda ne öğrettiklerini ele almama geliyor.
Bunu olabildiğince az kelimeyle gözden geçireceğim, çünkü kısa bir ders kitabı olarak
hazırlamaya can attığım bu kitap sınırlarını aşmasın diye, niyetim, her şeyin peşine düşmek
değil. Çok karmaşık olmayan bu konuyu birçok kitapta o kadar çok ele almışlardır ki,
bunların çamuruna hafifçe bile batsaydınız kendinizi kurtarmanız kolay olmazdı. Önce,
tövbenin ne demek olduğunu hiç anlamadıklarını yaptıkları tanımla açıkça ortaya koyuyorlar.
Eski yazarların, tövbenin gücünü asla açıklamayan kitaplarından belli klişeler alıyorlar.
Örneğin; tövbe etmek, eski günahlar için ağlamak ve ağlanacak günahlar işlememektir; ayrıca
bu, geçmişte yapılan kötü işler için dövünmek ve dövünülecek işleri yeniden yapmamaktır;
ayrıca, insanın yaptığı için üzüntü duyduğu bir şeyden ötürü kendini cezalandırdığı, üzücü bir
öçtür bu; ayrıca bu, insanın yaptığı ya da onayladığı kötü işler için yüreğinin duyduğu üzüntü,
canının duyduğu burukluktur.80
Bütün bunları babaların söylediklerini kabul edelim ama tartışmacı biri bile güçlük
çekmeden bunu reddedebilir. Ne var ki, bunlarda, tövbeyi tanımlama niyetinden değil, sadece
bunları duyanlara, kendilerinin kurtuldukları aynı günaha düşmemeyi dayattıklarından söz
edilmektedir. Ama bütün bu ifadeleri bu tarz bir tanıma dönüştürüyorlarsa, başkalarının da
aynı şekilde ekler yapmaya hakkı olmalıdır. Chrysostomos’un ifadesi böyledir: “Tövbe
80
Krş. Gregory the Great, Homilies on the Gospels II. vaaz. xiv. 15 (MPL 76. 1256);
Columbanus, Penitential [yakl. 600] A. 1 (MPL 80. 223; çev. J. T. McNeill, Medieval
Handbook of Penance IV. xiv. 1 (MPL 192, 869); Sözde Augustine, De vera et falsa
poenitentia viii. 22 (MPL 40. 1120). Adı geçen son eser 1100 civarında yazılmıştır ama
Skolastikler onu doğru ve yetkili kabul etmişler, ilk kez yakl. 1495’de Spanheim’lı Trithemius
ise onun güvenilmez olduğunu ilan etmiştir.
356
günahı silen ilaç, gökten verilmiş bir armağan, harika bir güç, yasaların kudretini aşan bir
lütuftur.”81
Ayrıca daha sonraki yıllarda Skolastiklerin öğrettikleri öğreti, atalarının bu
tanımlarından bile daha kötüdür. Dışsal uygulamalara o kadar inatla girişirler ki, bu kocaman
kitaplarında, tövbenin biraz bedeni terbiye eden, biraz da hataları eleştiren ve cezalandıran bir
disiplinden ve dünyasal zevklerden yoksun kalmaktan başka bir şey olmadığını anlarsınız.
Beraberinde yaşamın gerçekten düzelmesini getiren düşüncenin içsel olarak yenilenmesi
konusunda olağanüstü sessizdirler. Aslında samimi pişmanlığı ve Tanrı sevgisinden çok
korkudan ötürü tövbe etmeyi aralarında çok konuşurlar. Çeşitli endişelerle canlarına eziyet
ederler, sıkıntı ve endişe denizine dalarlar. Ancak yürekleri derinden yaralanmış
göründüklerinde, bütün burukluklarını törenlerde saçılan ışıkla iyileştirirler.
Böyle kurnazca tanımladıkları tövbeyi yüreğin pişmanlığı, ağızla itiraf ve işlerle
kefaret ödeme diye üç bölüme ayırırlar.82 Bu ayırma tanımdan daha mantıklı değildir –bütün
yaşamlarını bu kıyaslamayı bir çerçeveye oturmakla geçirmiş görünseler bile. Onların bu
tanımına göre birinin, herkes, ağzıyla itiraf etmese bile, eski günahları için ağlayabilir ve
ağlanacak günahlar işlemez, geçmişte yaptığı kötü işler için dövünebilir ve dövünülecek işleri
yeniden yapmaz, yaptığı için üzüntü duyduğu bir şeyden ötürü cezalandırılabilir diye akıl
yürüttüğünü düşünün. O zaman bu ayırmayı nasıl sürdürecekler? Kişi, gerçekten pişman olsa
bile itirafta bulunmazsa, itirafta bulunmadan da tövbe edilebilir. Ancak bu ayırmanın sadece
sakramentin söz konusu olduğu tövbe için geçerli olduğu ya da tanımlarına dâhil etmedikleri,
tövbenin yetkinleştirilmesiyle ilgili olduğu yanıtını verirlerse, beni suçlamaları için bir neden
yoktur; daha kesin ve net tanımlamadıkları için kendilerini suçlasınlar. Benim açımdan,
herhangi bir anlaşmazlık varsa, ben her şeyi, bütün tartışmanın temeli ve dayanak noktası olan
tanıma bağlayacak kadar aptalım.
Ancak öğretmenlerin yoldan sapması bu olsun. Şimdi çeşitli bölümleri sırasıyla
inceleyelim. Ciddi bir yüzle gizem diye alık alık baktıkları önemsiz konuları umursamadan
geçiyorum ve bunu istemeden yapmıyorum. Beceriyle ve zekice tartıştıklarını düşündükleri
her şeyi irdelemek benim için yorucu olurdu. Ancak hiçbir yararı olmayan bu önemsiz
konularla okurlarımı sıkmak sadece benim titizliğim olur. Onları etkileyen, heyecanlandıran,
ayaklarına zavallıca dolanan konulardan bilmedikleri şeyler hakkında konuştukları elbette
anlaşılmaktadır. Örneğin; başkaları inatçılıklarını sürdürürken, birinin günahından tövbe
etmesinin Tanrı’nın hoşuna gidip gitmediği. Ya da Tanrı’nın verdiği cezaların kefaret olup
olmadığı. Ya da sadece bağışlanabilir günahlar için insanların her gün tövbe etmelerini iğrenç
bir biçimde imansızca belirtirlerken, ölümcül günahlar için sık sık tövbe edilip edilmeyeceği.
Aynı şekilde, Hieronymus’un, tövbe “gemi kazasından sonra tutunacak tahtadır” sözüne
81
Chrysostom, Homilies on Repentance, vaaz vii. 1 (MPG 49. 338). Tövbenin günahın ilacı
olduğu kavramı erken dönemdeki babaların ve Ortaçağ’daki tövbe elkitaplarının klişeleşmiş
bir sözüdür. Calvin, Ecclesiastical Ordinances’da (151), “kimsenin zedelenebildiği bir cefa
yoktur; hatta tek ilaç cezalardır” hükmüne varır.
82
“Tövbenin üç bölüme ayrılması” –pişmanlık, itiraf ve kefaret- Ortaçağ’a ait çok sayıda
kitapta biçimsel olarak konu edilmektedir. Lombard’ın Sentences IV. xvi.1 (MPL 192.
877)’de ve II. Gratian’ın Decretum’unda da bu düzenlemenin izinden gidilmektedir. Bu,
yanlışlıkla Chrysostom’a atfedilen bir kitapta (Opera, der. Erasmus, 1530, II. 347; 1547
basımı, V. 904) desteklenmektedir. Calvin’in burada söz ettiği “kocaman kitaplar” genel
olarak summae confessorum adı verilen ayrıntılı tezleri içerebilir. Luther bu üçlü tövbe
kavramını birçok kez eleştirmiştir; örneğin; bk. Werke WA VI. 610; VII. 112. Luther’e yanıt
veren Fisher, Assertionis Lutheranae confutatio (1923), s. 156-178’de bunu uzun uzadıya
savunmaktadır.
357
dayanıp, büyük bir hata yaparak kendilerine eziyet ediyorlar.83 Kusurlarının binincisini ya da
daha azını görmek için, vahşi sarhoşluklarından ayılmadıklarını bundan belli oluyor.
2. Skolastik tövbe öğretisi vicdanlara eziyet eder
Ancak bunun, eşeğin gölgesi konusunda bir uyuşmazlık84 olmadığına, tartışılanın
hepsinden önemli bir konu, yani günahların bağışlanması olduğuna okurlarımın dikkat
etmelerini istiyorum. Tövbe için üç şey –yürekten pişmanlık, ağızla itiraf, işlerle kefaret- talep
ederlerken, aynı zamanda, günahların bağışlanması için bunların gerekli olduğunu
öğretiyorlar. Dinin bütününde, çok kesin bir biçimde bilmemiz gereken bir şey varsa,
günahların hangi nedenle, hangi yasaya göre, hangi koşullarda, hangi kolaylıkta ya da
güçlükte bağışlandığını iyice anlamalıyız! Bu bilgi net ve güvenilir değilse, vicdan asla huzur
bulamaz, Tanrı’yla barışamaz, güveni ya da güvencesi olamaz; ancak sürekli titrer, tökezler,
sarsılır, eziyet çeker, şaşırır, sallanır, nefret eder ve Tanrı’nın gözünün önünden kaçar.
Ama günahların bağışlanması, onların getirdikleri koşullara bağlıysa, bizim için daha
zavallıca ve daha acıklı başka bir şey yoktur. Pişmanlığı bağışlanmanın ilk adımı haline
getiriyorlar ve bunun uygun bir pişmanlık yani dürüstçe ve dolu dolu olmasını istiyorlar.
Ancak aynı zamanda, insanın, kendisini dürüst bir pişmanlığa iten güvenceye ne zaman sahip
olabileceğini belirlemiyorlar.
Her insanı, günahları için acı acı ağlayarak, bunlardan hoşnut olmamaya, nefret
etmeye dikkatle ve çok net bir biçimde teşvik etmemiz gerektiğini kabul ediyorum, çünkü
kurtuluşla sonuçlanan pişmanlığı doğuran bu acıdan tövbe etmemeliyiz [2Ko. 7:10]. Ama
acının, suçun büyüklüğüyle orantılı ve bağışlanma güvencesinin terazisinde tartılabilen bir
burukluk yaratması istendiğinde, burada aslında, zavallı vicdanlara tuhaf yollarla eziyet
edilmektedir ve kendilerine günahlarından kurallara uygun bir biçimde pişman olmanın
dayatıldığını gördüklerinde sorun yaşamaktadırlar. Borçlarını ödediklerini fark edebilmeleri
için, borcun miktarını anlamamaktadırlar. Đçimizden geçeni yapmamız gerektiğini söylerlerse
her zaman aynı noktaya geliriz. Çünkü günahlarından ötürü bütün gücüyle feryat ettiğinin
güvencesini kim kendine vermeye cesaret edecektir? Bu durumda vicdanlarıyla uzun süre
boğuştuklarında ve uzun mücadelelere girdiklerinde yine de huzura kavuşacakları bir liman
bulamazlar. Sonuçta, en azından biraz sakinleşmek için, kendi acılarıyla boğuşurlar.
Pişmanlıklarının üstesinden gelebilsinler diye, zorla gözyaşı dökerler.
3. Günahlının pişmanlığı değil, Rab’bin merhameti bekler
Ancak kendilerini yalan yere suçladığımı söylüyorlarsa, bu tür bir öğretiyle
umutsuzluğa düşmemiş ya da Tanrı’nın yargısını gerçek acıdan çok yapmacık bir acıyla
karşılamamış birini gerçekten getirip göstersinler. Tövbe olmazsa günahların
bağışlanmayacağını bir yerde söylemiştik, çünkü ancak günahın farkına vararak üzülüp
yaralananlar, Tanrı’ya merhamet diye samimiyetle yakarabilirler. Ama aynı zamanda günahın
bağışlanmasının nedeninin tövbe olmadığını da eklemiştik. Üstelik onların görev olarak
yaptıkları bu cana eziyeti de geçersiz kılmıştık. Günahkârın vicdan azabına ya da gözyaşlarına
83
Tövbe, “gemi kazasından sonra tutunacak tahtadır” ifadesi için Luther, “Aziz Jerome’un
tehlikeli bir sözü” demiştir. Hieronymus’un bu sözü Trent Konsili’nin 6. oturumunda kabul
edilmiştir.
84
“De asini umbra rixam esse”. Aesop’un (yakl. Đ. Ö. 570) bir masalında, bir eşeğin sahibi
eşeğini kiralar ve yaya olarak biniciye eşlik eder, binicinin öğle vakti eşeğin gölgesinde
dinlenme hakkını tartışır. “Eşeğin gölgesini tartışma” Grek yazarlarında klişe haline
gelmiştir. Erasmus (Adagia [1523] I. iii. 52] bu ifadeyi Demosthenes’le bağdaştırır; Krş.
Plutarch, Lives of the Orators (Moralia 848 A, B) Burada Demosthenes, masalı dramatik bir
biçimde kullanır (LCL Plutarch, Moralia X. 434 vd.)
358
saplanıp kalmamasını ama sadece gözünü Rab’bin merhametine dikmesini öğretmiştik.85
Mesih’in, iyi haberi yoksullara yaymak, kırık kalpleri iyileştirmek, tutsaklara özgürlük ilan
etmek, hapistekileri serbest bırakmak, yaslıları teselli etmek için gönderildiğinde [Yşa. 61:1;
Luk. 4:18] “yorgunları ve yükü ağır olanları” çağırdığını [Mat. 11:28] günahkara
hatırlatmıştık. Bu durumda hem doğruluklarıyla bıktırarak yoksulluklarını kabul etmeyen
Ferisiler, hem de Tanrı’nın gazabını unutarak kötülüklerine çare aramayan, hor gören kişiler
bunun dışındadır. Yorgun olmayan bu insanların yükleri ağır ve kalpleri kırık değildir, ne
hapisteler ne de tutsaklardır. Ancak günahlının asla duymayacağı dürüst ve dolu dolu
pişmanlıkla günahlarının bağışlanmasını hak ettiğini öğretmekle, ona tazelenmeyi, huzuru ve
özgürlüğü nerede araması gerektiğini göstermek için, -acınacak durumda olduğunu,
bocaladığını, yorgunluğunu ve tutsaklığını kabul ederek- Tanrı’dan merhamet dilemek adına
aç ve susuz kalmasını emretmek, özetle ona, alçakgönüllülüğüyle Tanrı’yı yüceltmeyi
öğretmek arasında büyük bir fark vardır.
4. Günah çıkarma emredilmemiştir; Skolastiklerin temizlenen cüzamlılar konusundaki
alegorik savının çürütülmesi
Günah çıkarma bulunma konusunda kanon hukukçularıyla Skolastik ilahiyatçılar
arasında her zaman büyük bir çekişme olmuştur. Skolastik ilahiyatçılar, günah çıkarmanın
bulunmanın tanrısal bir hükümle emredildiğini, kanon hukukçuları ise bunu sadece kilise
anayasasının emrettiğini öne sürerler.
Bu kavgada ilahiyatçıların utanmazlığının damgası apaçıktır. Kutsal Yazı’nın bütün
ayetlerini kendi amaçları doğrultusunda bozuyorlar ve zorla çarpıtıyorlar. Đstediklerini bu
yolla da elde edemediklerini gördüklerinde diğerlerinden daha akıllı görünmek isteyenler
itirafta bulunmanın, özü açısından, tanrısal yasadan oluşturulduğu ama daha sonra usulünü
pozitif hukuktan alındığı bahanesine başvuruyorlar. Kuşkusuz, ayrıntılara boğulan
hukukçuların en beceriksizi, “Âdem, neredesin?” [Yar. 3:9] dendiği için, bu alıntıyı tanrısal
yasayla ilişkilendirir. Sanki Âdem, “Yanıma koyduğun kadın” vb [Yar. 3:12] diye itiraz etmiş
gibi, bir itirazdır bu.86 Bununla beraber iki durumda da bu biçim medeni hukuktan alınmıştır.
Ama –usule uygun olan ya da olmayan- bu itirafta bulunmanın Tanrı’nın emri olduğuna dair
ne gibi kanıtlar gösterdiklerine bakalım.
Rab’bin cüzamlıları kâhinlere gönderdiğini söylüyorlar [Mat. 8:4; Mar. 1:44; Luk.
5:14; 17:14]. Ne? Onları günah çıkarsınlar bulunsunlar diye mi gönderdi? Levili kâhinlerin
günahlar çıkarmayı dinlemek için atandıklarının söylendiğini şimdiye kadar kim duydu [Yas.
17:8-9]? Bu durumda alegorilere sığınıyorlar: Musa’nın yasasında kâhinlere cüzamın
evrelerini fark etme kuralı getirilmişti [Lev. 14:2-3]. Günah ruhsal cüzamdır; bu konuda
konuşmak kâhinlerin görevidir.
Yanıt vermeden önce, hazır değinmişken, bu ayet onların ruhsal cüzam hakkında
yargıda bulunmalarını sağlıyorsa bedendeki doğal cüzamı da anlıyorlar mı, diye soruyorum.
Sanki böyle akıl yürütmek Kutsal Yazı’yla alay etmek değilmiş gibi: Yasa, cüzamı anlamayı
Levili rahiplere emanet eder, biz de bu sorumluluğu alalım; günah ruhsal cüzamdır; hukuki
açıdan günah konusunda iyiyi kötüden ayıralım!
Şimdi yanıt veriyorum: “Kâhinlik değişince Yasa da zorunlu olarak değişir” [Đbr.
7:12]. Bütün kâhinlik görevleri Mesih’e geçmiş, O’nda yerine getirilmiş ve tamamlanmıştır.
Bu durumda kâhinliğin bütün hakkı ve onuru O’na geçmiştir. Alegorilerin peşinden koşmayı
bu kadar seviyorlarsa tek kâhinleri olarak önlerine Mesih’i alsınlar ve O’nun yargı kürsüsünde
85
III. iii. 20
“Exceptionem item, quia responderit Adam quasi excipiens.” Calvin burada bir hukuk
terimi kullanmaktadır; exceptio resmi olarak yazılmış bir itiraz ya muhalefettir.
86
359
her şeyi sınırsız yargılama yetkisine dikkatlerini versinler. Buna seve seve izin vereceğiz.
Dahası, ayinlerin arasında sadece medeni hukuku sayan alegorileri yerinde değildir.
Öyleyse Mesih neden cüzamlıları kâhine gönderir? Kâhinler O’nu yasayı çiğnemekle
suçlamasınlar diye. Bu yasada, cüzamdan iyileşen birinin kâhine görünmesi ve sunuda
bulunarak kefaret ödemesi emrediliyordu. O, temizlenen cüzamlılara yasanın emrettiğini
emretmektedir. “Gidin” der, “kâhinlere görünün” [Luk. 17:14] ve “cüzamdan temizlendiğinizi
herkese kanıtlamak için Musa’nın buyurduğu sunuyu sunun” [Mat. 8:4]. Aslında bu mucize
onlar için bir kanıttı. Cüzamlı olduklarını ilan etmişlerdi; şimdi iyileştiklerini ilan ediyorlardı.
Đstemeseler bile, Mesih’in mucizelerine tanık olmak zorunda değiller miydi? Mesih,
mucizelerini araştırsınlar diye onlara izin vermektedir. Bunu inkâr edemezler. Ama hala
bahane bulmaya çalıştıkları için, bu çalışma ancak bir tanıklık olarak onların işine yarar.
Başka bir ayette şöyle denir: “Müjde bütün uluslara tanıklık olmak üzere dünyanın her
yerinde duyurulacak” [Mat. 24:14]. Aynı şekilde, “Kralların ve valilerin önüne çıkarılacak,
onların önünde tanıklık edeceksiniz” [Mat. 10:18]. Yani Tanrı’nın yargısına çok daha fazla
ikna olsunlar diye. Ama Chrysostom’la aynı görüşte olmayı seçerlerse o, Mesih’in, yasayı
çiğniyormuş gibi görünmesin diye bunu Yahudilerin yüzünden yaptığını da öğretmektedir.
Bununla birlikte Mesih, bütün yasal hakları kâhinlere, hatta ağızları susturulmazsa, her zaman
müjdenin aleyhine haykırmak istediği bilinen müjde düşmanlarına bıraktığını ilan ettiğinde,
bu kadar net bir konuda biri, bir insandan destek aradığında utanmalıdır. Bu durumda sunuda
bulunan papalık yandaşları bu deliliği sürdürebilsinler diye, Mesih’e küfür etmelerinin
zorunlu olarak engellenmesi gerekenlerle açıkça yandaş olsunlar. Çünkü bunun, O’nun gerçek
hizmetlileriyle ilgisi yoktur.
5. Lazar’ın sargılarının çözülmesinin yanlış kullanılması
Aynı kaynaktan, yani alegoriden ikinci bir sav daha çıkarıyorlar –bir dogmanın
onaylanmasında alegorilerin çok değeri varmış gibi! Ama bu alegorileri onlardan daha
mantıklı kullanabildiğimi göstermezsem alegorilerin değeri olsun. Şimdi Rab’bin,
öğrencilerine, dirilen Lazar’ın sargılarını çözüp göndermelerini emrettiğini söylüyorlar [Yu.
11:44]. Önce, bunu hatalı olarak duyuruyorlar, çünkü Rab’bin bunu öğrencilerine söylediği
hiçbir yerde yazmıyor. Bunu (yaptığı mucize hiçbir sahtekârlık kuşkusu olmadan
kanıtlanabilsin ve gücünün büyüklüğü görülebilsin diye) orada bulunan Yahudilere söylemiş
olması çok daha mümkündür. O, ölüyü dokunarak değil, sadece sesiyle diriltmiştir. Rab’bin,
Yahudiler bütün sapkın kuşkularından kurtulsunlar diye, onlardan taşı yuvarlamalarını, kötü
kokuyu duymalarını, ölümün kesin işaretlerine bakmalarını, sadece Söz’ünün gücüyle onun
dirildiğini görmelerini ve canlı olan Lazar’a ilk dokunanların onlar olmalarını istediği
şeklinde yorumluyorum bunu. Chrysostomos’un görüşü budur.
Ama bu sözün öğrencilere söylendiğini varsayın. O zaman karşıtlarımız ne iddia
edecekler? Rab’bin elçilere çözme gücü verdiğini mi? Yani Kendisinin unuttuğu günahları
onlar hatırlamasınlar, Kendisinin temize çıkardıklarına günahlı diye lanet etmesinler,
Kendisinin göz yumduğu bu şeyler için onları azarlamasınlar, Kendisi merhamet edip
esirgemeye hazırken onlar cezalandırmakta sert ve titiz olmasınlar diye, Tanrı’nın, bu kişi
aracılığıyla imanlıları eğitmek, dirilttiklerini çözmek istediğini söylersek bu ne kadar yerinde
ve ustalıklı bir alegoridir! Kuşkusuz, çok sert ve insanlık dışı olanlara karşı acımasız olacağını
söyleyerek onları uyaran yargıç örneğinden başka hiçbir şey bizi bağışlamaya
yönlendirmemelidir. Şimdi gidip alegorilerini kapı kapı dolaşıp satsınlar.
6. Kutsal Yazı’ya göre günah çıkarma
360
Kutsal Yazı’daki apaçık tanıklıklarla silahlanarak savaştıklarını öne sürdüklerinde
yakın muharebeye giriyorlar: Yahya’ya vaftiz olmaya gelenler günahlarını itiraf etmişlerdi
[Mat. 3:6]; Yakup da bize, “günahlarımızı birbirimize itiraf ettirtiyordu” [Yak. 5:16].87
Vaftiz olmak isteyenlerin günahlarını itiraf etmesinde şaşılacak bir şey yoktur! Daha
önce söylendiği gibi, “Yahya… tövbe vaftizini vaaz ediyordu” [Mar. 1:4]. Tövbe edilsin diye
suyla vaftiz ediyordu. Bu durumda, günahkâr olduklarını itiraf edenlerden başka kimleri vaftiz
edecekti? Vaftiz, günahların bağışlanmasının simgesidir. Bu simgeyi günahlılardan ve
kendilerinin günahlı olduğunu anlayanlardan başka kimler kabul edecekti? Bu durumda,
vaftiz olmak için günahlarını itiraf ediyorlardı.
Yakup’un bize, “birbirinize itiraf edin” [Yak. 5:16] demesinin geçerli bir nedeni
vardır. Bunun hemen ardından ne geldiğine dikkat etselerdi, bunun kendilerini pek az
desteklediğini anlarlardı. Yakup, “günahlarınızı birbirinize itiraf edin ve birbiriniz için dua
edin” [Yak. 5:16] demektedir. Günahların karışıklı itirafı ve karşılıklı dua etmeyi
birleştirmektedir. Dualarımızı sadece kâhinlere itiraf edersek o zaman sadece onlar için dua
etmeliyiz. Ne? Yakup’un sözlerinden sadece kâhinlerin mi günahlarını itiraf edebildikleri
sonucu çıkıyor? Aslında bizden günahlarımızı birbirimize itiraf etmemizi isterken, sadece
birbirinin itiraflarını dinleyebilenlere sesleniyor; kullandığı kelime άλλήοίς, “karşılıklı”,
“sırayla”, “alternatifli” ya da tercih ederlerse “birbiriyle” demektir. Ancak sadece itirafları
dinleme özelliğine sahip olanlar, birbirlerine itirafta bulunabilirler. Onlar bu yetkiyi sadece
rahiplere verdikleri için, günah itirafında bulunma görevini de sadece onlara vermiş oluyoruz.
Bu saçmalıklar bizden uzak olsun! Elçinin yalın ve apaçık görüşünü kabul edelim:
Yani karşılıklı görüş alışverişi yapmak, karşılıklı şefkat ve karşılıklı teselli bulmak için
kusurlarımızı birbirimizin sinesine yatıralım. Kardeşlerimizin kusurlarının farkına vardıkça
bunlar için Tanrı’ya dua edelim. Biz, Tanrı’nın merhametini itiraf etmeye bu kadar çok teşvik
ederken, neden bize karşı Yakup’tan alıntı yapıyorlar? Ancak hiç kimse daha önce kendi
zavallılığını itiraf edinceye kadar Tanrı’nın merhametini itiraf edemez. Tersine biz, Tanrı’nın,
meleklerinin, kilisenin, özetle bütün insanların önünde günahkâr olduğunu itiraf etmeyen
herkesin aforoz edildiğini ilan ediyoruz. “Her ağız kapansın” [Rom. 3:19] ve herkes Tanrı’nın
önünde alçakgönüllü olsun [Krş. Rom. 3:20; 1Ko. 1:29] diye Rab, “bütün dünyayı günahın
tutsağı ilan etmiştir” [Gal. 3:22]. Ama sadece O haklı çıksın [Krş. Rom. 3:4] ve yüceltilsin.
(Gizlice anlatarak günah itirafında bulunmanın daha geç dönemdeki kökeninin kanıtı,
7-8)
7. Zorunlu günah çıkarmak eski kilisede bilinmiyordu
Ama karşıtlarımızın, söz ettikleri günah itirafında bulunmanın tanrısal bir emir
olduğunu nasıl utanmazca öne sürmeye cesaret ettiklerine şaşıyorum. Kuşkusuz bu
uygulamanın çok eski olduğunu kabul ediyoruz ama eskiden özgürce yapıldığını kolayca
kanıtlayabiliriz. Kendi kayıtlarında bile bu konuda hiçbir yasanın ya da anayasanın III.
Innocentius’tan önce çıkarıldığı konusunda elbette bir açıklama yok. Bundan daha eski bir
yasa olsaydı, Lateran Konsili’nin kararıyla yetinip çocukları bile kendilerine güldürmektense
sıkıca ona sarılırlardı. Başka konularda en eski kilise konsillerine atfettikleri kurgusal dinsel
hükümleri keşfetmekte tereddüt etmiyorlar. Öyle ki, antik döneme saygı göstererek saf
insanları kandırabilsinler. Bu konuda böyle bir gerçek dışılığı ortaya attıkları kafalarına
girmiyor. Bu durumda, tanıklık ettikleri gibi, III. Innocentius’tan bu yana üç yüz yıl geçmeden
bu tuzağı kurup itirafta bulunmanın gerekli olduğunu dayatıyorlar.
Ancak zaman konusunda hiçbir söz edilmese bile kelimelerdeki barbarlık bu yasayı
geçersiz ilan etmektedir! Bu iyi babalar iki cinsten de herkese yılda bir kez kendi rahiplerine
87
Bunlar, Ortaçağ’da sayısız yazarın gizlice anlatılan itirafı gerekçelendirmek için
kullandıkları klişeleşmiş kanıtlama metinleridir.
361
bütün günahlarını itiraf etmelerini emretmektedirler. Şakacı insanlar, bu kuralda sadece
hermafroditlerden söz edildiğini ama erkek ya da kadın olsun hiç kimse için geçerli
olmadığını öne sürerek esprili bir biçimde itiraz etmektedirler. Ayrıca öğrencileri “kendi
rahipleri” ifadesinin ne anlama geldiğini açıklayamadıklarında da daha büyük bir saçmalık
ortaya çıkmaktadır.88
Papanın bütün bu kiralık kavgacıları ne kadar gevezelik ederlerse etsinler, insanları
günahlarını sayıp dökmeye zorlayan bu yasanın yazarının Mesih olmadığını iddia ediyoruz –
aslında böyle bir yasa meydana getirilmeden önce, Mesih’in dirilişinin üzerinden bin iki yüz
yıl geçmiştir. Dine bağlılığın ve öğretinin ateşi sönüp, pastörlerin hayaletleri ayrım
gözetmeden bütün yetkiyi üzerlerine aldıktan sonra bu despotluk ayrıntılarıyla ortaya
atılmıştır.
Hem tarihte hem de eski yazarlarda bunun, Mesih ya da elçiler tarafından getirilen bir
yasa değil, piskoposlar tarafından oluşturulan bir disiplin politikası olduğunu öğreten net
tanıklıklar vardır. Bu çok sayıda tanıklıktan bu konuda net bir kanıt oluşturacak sadece birini
ortaya koyacağım. Sozomen, piskoposların bu anayasasının Batı kiliselerinde, özellikle de
Roma’da gayretle gözetildiğini anlatmaktadır. Bunun bütün kiliselerde evrensel bir uygulama
olmaması demektir bu. Üstelik ihtiyarlardan birine özel olarak bu görevin verildiğini
söylemektedir. Bu, papacıların, anahtarların rahip sınıfının geneline bunun için kullansınlar
diye verildiği konusundaki yanlış ifadelerini bütünüyle çürütmektedir. Aslında bu, genel
olarak bütün rahiplerin görevi değildir, piskopos tarafından seçilen bir rahibin özel görevidir.
Aslında bugün de kişisel katedral kiliselerinde ona “penitentiarus”, ciddi suçları ve örnek
olsun diye eleştirilecek suçları soruşturan görevli diyorlar. Sozomen, evli bir kadının günah
çıkarıyormuş gibi yaparak, günah çıkarma kisvesi altında bir diyakonla gizli bir ilişkisi olduğu
ortaya çıkıncaya kadar Đstanbul’da da bunun bir gelenek olduğunu eklemektedir. Bu
kilisenin, kutsallığı ve bilgisiyle ünlü piskoposu Nectarius bu suçtan ötürü günah çıkarma
törenini kaldırmıştır. Đşte, işte burada bu eşekler kulaklarını diksinler! Gizlice itirafta bulunma
Tanrı’nın yasası olsaydı Nectarius bunu geçersiz kılarak kökünü kazımaya nasıl cesaret
ederdi? Bütün babaların görüş birliğiyle Tanrı’nın kutsalı diye kabul edilen Nectarius
sapkınlık ve hizipçilikle suçlanmaz mıydı? Ancak bu kararla Đstanbul Kilisesi hüküm
giymiştir. Sozomen, bu kilisede günah çıkarma uygulanmasının sadece bir süre göz ardı
edilmediğini, kendi hafızasından da silindiğini ilan etmektedir. Aslında sadece Đstanbul
Kilisesi’ni değil, bütün Doğu kiliselerini – eğer doğru söylüyorlarsa- bütün Hıristiyanlara
emredilmiş çiğnenmez bir yasayı göz ardı etmekten kusurlu bularak suçlasınlar.
8. Chrysostomos insanlara itirafta bulunmayı emretmemektedir
Birçok yazısında Chrysostomos bu günah çıkarmanın kaldırılması konusunu net olarak
açıklamaktadır; o, Đstanbul Kilisesi’nin piskoposuydu. Bu nedenle, onların bunun aksini
homurdanmaya cesaret etmeleri şaşılacak şeydir. Chrysostomos, “Günahlarınızı anlatın ki,
onları silip yok edin” demektedir. “Đşlediğiniz günahları başkasına anlatmaktan utanıyorsanız
her gün onları kendi canınıza anlatın. Onları, arkadaş olduğunuz bir kula itiraf etmenizi
söylemiyorum, sizi azarlayabilir. Onları, iyileştirecek olan Tanrı’ya anlatın. Günahlarınızı
yatağınızda itiraf edin, vicdanınız her gün yaptığı kötü işleri burada öğrensin.” Ayrıca,
“Dahası tanıkların önünde itirafta bulunmak gerekli değildir. Günahlarınızı kendi
düşüncenizde irdeleyin. Bu yargının tanığı olmasın: Sizi itirafta bulunurken sadece Tanrı
görsün.” Ayrıca, “Sizi, arkadaş olduğunuz kulların önünde sahneye çıkmaya
yönlendirmiyorum. Günahlarınızı insanlara açmanız için sizi zorlamıyorum. Tanrı’nın
88
“Proprius sacerdos”. Lateran kanonunda herkese “kendi rahibine” günah çıkarması
emredilmiştir. Özellikle günah çıkarmada keşişler aktif oldukları yerde yetki alanı konusunda
anlaşmazlık çıktığında bu terim hararetle tartışılmıştır.
362
huzurunda vicdanınıza başvurun ve vicdanınızı O’nun önüne açın. En yetkin hekim olan
Rab’be yaralarınızı gösterin, çareyi O’nda arayın. Azarlamayan ama çok kibarca iyileştiren
Rab’be onları gösterin.” Ayrıca, “Sizi azarlamasın diye, hiç kimseye anlatmayın; arkadaşınız
olan bir kula hiçbir şey itiraf etmeyin, herkese duyurabilir. Ancak yaralarınızı Rab’be
gösterin. O, size bakar ve sizin şefkatli hekiminizdir.” Sonra Tanrı’ya şunları söyletir: “Birçok
tanığın önünde sizi sahnenin ortasına gelmeye zorlamıyorum. Günahlarınızı gizlice sadece
bana anlatın ki, acınızı iyileştireyim.” Chrysostomos’un, tanrısal yasanın bağladığı bu
bağlardan insanların vicdanlarını özgür bırakmak için bu ve benzeri şeyleri yazarken
düşüncesiz davrandığını mı söyleyeceğiz? Ancak o, Tanrı’nın Sözü’nde asla emredilmediğini
anladığı bir olguyu gerekli diye talep etmeye cesaret edememektedir.
(Günahların Kutsal Yazı’ya uygun olarak herkesin önünde ve gizli itiraf edilmesi, 913)
9. Tanrı’nın önünde itiraf
Ama bütün konuyu daha basitleştirmek ve daha kolaylaştırmak için, önce, Tanrı’nın
Sözü’nde bize nasıl bir itirafta bulunmanın öğretildiğini sadakatle anlatacağız. Sonra onların
icatlarının dökümünü ekleyeceğiz – kimse böyle uçsuz bucaksız bir denizi
boşaltamayacağından, hepsini değil tabii- sadece gizlilikteki günah itiraflarının esası diye
bağırlarına bastıklarını.
Burada, eski çevirmenlerin “övmek” kelimesini “günah çıkarmak” diye ne kadar sık
çevirdiklerini hatırlatmaktan utanıyorum [Mez. 7:18; 9:2; 94 (Đbranice 95):2; 99 (Đbranice
100): 4; 117 (Đbranice 118):1; hepsi Vulgata’dan]. Bu, hiç okuma yazması olmayan sıradan
insanlar için bir klişedir. Yine de, yaptıkları üzere, Tanrı’yı övmek için yazılanları kendi
acımasız yasalarına aktarmadaki cesaretlerini açıkça ortaya koymak iyidir. Đtirafta
bulunmanın zihni rahatlattığını kanıtlamak için, mezmurdaki “sevinç ve itiraf sesleri arasında”
[Mez. 42:4] ifadesini uzatıp duruyorlar. Böyle bir dönüştürme geçerli olsa her şeyden her şeye
varırdık. Ancak bu kadar utanmaz oldukları için, cesaretlerinden daha çok iğrenilsin diye,
Tanrı’nın, adil öcüyle bunları günahlıların zihnine soktuğunu Tanrı’ya bağlı okurlar
hatırlasınlar. Ama biz sadece Kutsal Yazı’nın yalın öğretişine güvenmek istersek, kimsenin
bizi böyle sahte renklerle kandırma tehlikesi yoktur.
Kutsal Yazı’da itirafta bulunmanın tek bir yolu emredilmektedir: Bağışlayan, unutan
ve günahları silen Rab’dir. Bu nedenle, bağışlanmak için, günahlarımızı O’na itiraf edelim. O,
hekimdir; bu nedenle yaralarımızı O’na açalım. Yaralanan ve gücenen O’dur; esenliği O’ndan
bekleyelim. Yüreklerin ayırımına varan, bütün düşünceleri bilen O’dur [Đbr. 4:12]; içimizi
O’na dökmekte acele edelim. Sonuçta günahkarları çağıran O’dur: Tanrı’ya gitmekte
gecikmeyelim. Davud, “Günahımı açıkladım sana” der, “suçumu gizlemedim. ‘RAB’be
isyanımı itiraf edeceğim’ deyince, günahımı, suçumu bağışladın” [Mez. 32:5]. Davut’un
başka bir itirafının da doğası aynıdır: “Ey Tanrı, merhamet et bana, sevgi dolu şefkatin
uğruna” [Mez. 51:1]. Daniel’in ifadesi de böyledir: “Ya RAB, buyruklarından ayrılıp günah,
suç işledik, kötülük yaptık” [Dan. 9:5]. Kutsal Yazı’da sık sık karşımıza çıkan başka itiraflar
da vardır. Bunları sayarsak neredeyse kitap olur: Yuhanna, “Günahlarımızı itiraf edersek” der,
“güvenilir RAB, günahlarımızı bağışlayacaktır” [1Yu. 1:9]. Kime itirafta bulunmalıyız?
Elbette O’na, yani sıkıntılı ve alçakgönüllü bir yürekle O’nun önünde yere kapanırsak, O’nun
önünde kendimizi samimiyetle suçlayıp mahkûm edersek, O’nun iyiliği ve merhametiyle bizi
temize çıkarmasını isteriz.
10. Günahların insanların önünde itiraf edilmesi
Yüreğinde ve Tanrı’nın önünde bu itirafı benimseyen birinin, insanlara Tanrı’nın
merhametini duyurmaya ne zaman ihtiyaç olsa, kuşkusuz, itirafta bulunmaya hazır bir dili de
vardır. Bu, yüreğindeki sırrı tek bir kez birinin kulağına fısıldamak değil, bütün herkes
363
dinlerken, herkesin önünde hem kendi nankörlüğünü hem de Tanrı’nın muhteşemliğini ve
yüceliğini samimiyetle sık sık anlatmaktır. Nathan Davut’u azarladığında, vicdanına diken
batan Davut günahını hem Tanrı’nın hem insanların önünde itiraf etmiştir: “RAB’be karşı
günah işledim” [2Sa. 12:13]. Yani bahane bulmuyorum; herkesin beni günahlı diye
yargılamasını engellemeye, Rab’den saklamaya çalıştığım şeyin insanlara da açıklanmasını
önlemeye çalışmıyorum. Bu durumda insanlara isteyerek bulunulan itirafın ardından bu
gizlilikte itiraf gelmektedir. Bu da, ya tanrısal yüceliğin ya da alçakgönüllülüğümüzün talep
ettiği sıklıkta Tanrı’ya itirafta bulunmaktır. Bu nedenle Rab, eski Đsrail halkına, kâhin
konuştuktan sonra halkın tapınakta herkesin önünde suçlarını itiraf etmesini emretmiştir [Krş.
Lev. 16:21]. Her biri kendisi hakkında adil bir tahminde bulunmaya daha iyi yönlenebilsin
diye, Rab, bu yardımın onlar için gerekli olduğunu önceden görmüştür. Acınacak halimizi
itiraf ederek, kendi aramızda ve bütün dünyanın önünde Tanrı’mızın iyiliğini ve merhametini
ortaya koymamız yerindedir.
11. Toplu günah çıkarma
Bu tür günah çıkarma kiliselerde sıradan, insanlar ortak bir suç işlediklerinde ise özel
bir şekilde sıra dışı olmalıdır. Herkesin önünde yapılan bu ikinci tür günah çıkarmanın bir
örneği vardır. Ezra’yla Nehemya’nın rehberliğinde ve yönetiminde bunu herkes yapmıştır
[Neh. 1:7; 9:1-2]. Bütün halkın toplu isyanının cezası, uzun bir sürgünü, kentin ve tapınağın
yıkılmasını, dinin çöküşünü içerdiği için, özgürlüğün yararını doğru anlayamadıklarından,
daha önce kendilerini suçlamamışlardı. Kimi kez bir cemaatte birkaç kişinin suçsuz olması
sorun değildir. Zayıf ve hastalıklı bir bedenin üyeleri olduklarında sağlıklarıyla
övünmemelidirler. Hayır, bulaşıcı bir hastalıkla temas etmemek ve suçun bir bölümünü
taşımamak onların elinde değildir.
Bu durumda vebadan, savaştan, çoraklıktan ya da başka bir felaketten her
etkilendiğimizde görevimiz yasa, oruca ve suçun diğer işaretlerine sığınmaksa, geri kalan her
şeyin dayandığı bu itirafta bulunmayı hiç ihmal etmemeliyiz.
Sıradan günah çıkarmayı Rab’bin ağzıyla emretmesinin dışında, bunun yararını ölçüp
biçen, sağlıklı düşünen hiç kimse bunu onaylamazlık edemez. Her kutsal mecliste Tanrı’nın
ve meleklerin gözlerinin önünde durduğumuz için, önce kendi değersizliğimiz kabul etmekten
başka nasıl davranırız? Ama bunun her duada yapıldığını söylüyorsunuz; ne zaman
bağışlanmak için dua etsek günahımızı itiraf ederiz. Kabul. Ancak kendimizi ne kadar çok
beğendiğimizi, ne kadar uyuşuk ve tembel olduğumuzu düşünürseniz, Hıristiyan halkın,
herkesin içinde itirafta bulunma töreniyle kendini alçaltmasının yararlı bir sistem olacağında
benimle aynı görüşte olursunuz. Rab’bin Đsrailoğullarına getirdiği tören, yasayı öğrenmenin
bir bölümü olsa da, bunun altında yatan gerçek bir şekilde hepimizi ilgilendirmektedir.
Aslında iyi denetlenen kiliselerde geçerli bir nedenden ötürü bu alışkanlığa uyulduğunu
görüyoruz: Her Rab’bin Günü’nde hizmetli kendi adına ve halkın adına itirafta bulunma
kuralının çerçevesini çizer. Bununla bütün kötülükleri suçlar ve Rab’den bağış diler.89
Kısacası, bu anahtarla hem birey olarak gizlilikte, hem de herkesin kalabalıkta dua etmesi için
bir kapı açılmaktadır.
12. Canların tedavisinde özel günah çıkarma
Dahası Kutsal Yazı iki tür özel günah çıkarmayı kabul etmektedir: Biri, Yakup’un,
günahlarımızı birbirimize itiraf etmemiz gerektiğini söylediği [Yak. 5:16] kendi adımıza
itiraftır. Bununla, zayıflığımızı birbirimize açtığımızda, karşılıklı öğüt verip teselli ederek
birbirimize yardım etmemizi kast etmektedir. Diğeri ise bir hatamızdan ötürü komşumuzu
89
Calvin, Strasbourg (1539) ve Cenevre (1542) litürjilerinde günahların itirafında belli bir
biçim kullanmıştır.
364
incittiysek onu yatıştırmak ve onunla uzlaşmak için, komşumuz için günah çıkarmaktır.
Yakup, yükümüzü kimin sinesine bırakacağımızı açıkça belirlemese bile, birinci tür itirafta,
kilise cemaatinden en uygun olan birine itirafta bulunalım diye, bize özgür seçim hakkı
bırakmaktadır. Yine de, tercihen pastörleri seçebiliriz, çünkü özellikle onların diğerlerinden
daha nitelikli olduklarına hükmedilir. Onların, başkalarından daha uygun olduklarını, çünkü
günahlarımızın üstesinden gelmemiz ve günahlarımızı düzeltmemiz için ağızlarından çıkan
sözle bizi eğitmeleri ve bağışlanma güvencesi vererek teselli de etmeleri için, Rab’bin onları
hizmete çağırarak görevlendirdiğini söylüyorum [Mat. 16:19: 18:18; Yu. 20:23]. Karşılıklı
uyarı ve azarlama görevi bütün Hıristiyanlara verilse de, özellikle kilise hizmetlilerine
emredilmiştir. Hepimizin birbirimizi teselli etmemiz ve birbirimizde tanrısal merhamet
güvencesini pekiştirmemiz gerekmekle birlikte, kilise görevlilerine, günahları bağışlamaları
ve canları çözmeleri söylenecek kadar, vicdanımıza günahın bağışlandığının güvencesini
vermek için de, tanıklık etme ve destek olma görevinin verildiğini görüyoruz. Onlara bunun
atfedildiğini duyduğunuzda, bilin ki, bu sizin yararınızadır.90
Bu nedenle her imanlı şunu hatırlasın. Đmanlı, günah işlediği duygusuna kapılarak
gizlice üzülüp acı çektiğinde, dış yardım almadan bundan kurtulmayacağı için, Rab’bin
kendisine çare diye sunduğu şeyi ihmal etmemek, görevinin bir parçasıdır. Yani rahatlamak
için, kendi pastörüne gizlilikte itirafta bulunmalıdır; teselli için ondan gizlilikte yardım
istemelidir. Pastörün görevi, müjdeyi öğreterek, hem herkesin içinde hem de gizlilikte
Tanrı’nın halkını teselli etmektir. Ancak her zaman şu kurala dikkat edecektir: Tanrı’nın belli
bir şey emretmediği yerde, vicdanlar belli bir boyunduruğa bağlanmamalıdır. Buradan, bu tür
bir itirafın, herkesten istenmeyecek kadar özgürce ama sadece buna ihtiyacı olduğunu
bilenlere önerilecek bir itiraf olması gerektiği sonucu çıkmaktadır. O zaman ihtiyaçlarına göre
bundan yararlanacak olanlara ne kural getirilmeli ne de bütün günahlarını sayıp dökmeleri
için hile yaparak ikna edilmelidir. Tesellinin yetkin meyvesini alabilsinler diye, uygun
olduğunu düşündükleri kadarını yapsınlar. Sadık pastörler, hizmetlerinde gaddarlıktan ve
halkın batılından kaçınmak istiyorlarsa sadece özgürlüklerini kiliselere kaptırmamak değil,
onu korumak ve azimle savunmak zorundadırlar.
13. Kusuru ortadan kaldırmak için gizlilikte günah çıkarma
Mesih, Matta Müjde’sinde diğer itiraf türünden söz etmektedir: “Sunakta adak adarken
kardeşinin sana karşı bir şikâyeti olduğunu anımsarsan, adağını orada, sunağın önünde bırak,
git önce kardeşinle barış” [Mat. 5:23-24]. Bizim kusurumuzdan ötürü yara alan sevgi,
yaptığımız yanlışı kabul etmemiz ve bağışlanma dilememizle onarılır.
Hatta bütün kiliseye karşı bir kusurda bulunacak kadar günah işleyenlerin itirafı da bu
sınıfa girer. Mesih, kişisel bir kusuru, kardeşlerine karşı bir şekilde günah işlemiş olan
herkesin adil bir kefaret ödeyip birbirleriyle barışıncaya kadar kutsal törenlere katılmasını
yasaklayacak kadar ciddiye alıyorsa, kötü bir örnek olarak kiliseye karşı kusur işleyen birinin
bu kusuru kabul ederek kiliseyle barışmasının nedeni çok daha fazladır. Düzeltilmeye itaatle
boyun eğdiğinde yeniden paydaşlığa alınan Korintli böyleydi [2Ko. 2:6].
Cyprianus’un hatırlattığı gibi, ilk kilisede günah çıkarma şekli böyleydi. Cyprianus,
şöyle diyor: “Belli bir süre kefareti yerine getirirler; sonra günah çıkarmaya gelirler ve
piskoposla din adamlarının ellerini koymasıyla paydaşlık ayrıcalığını alırlar”91 Kutsal Yazı’da
günah çıkarmanın başka bir yöntemi ya da tarzı bilinmemektedir ve bizim görevimiz,
vicdanları yeni bağlarla bağlamak değildir. Mesih, köleliği çok sert bir biçimde yasaklamıştır.
90
Burada Calvin’in, kilise hizmetlilerinin, Tanrı’nın Sözü’nün yetkisine dayanarak, günah
çıkarma ve günahın bağışlandığını söyleme yetkisi konusundaki önemli öğretisi
açıklanmaktadır.
91
Cyprian, Letters xvi. 2 (CSEL 3. ii. 518; çev. ANF [mektup ix. 2] IV. 290).
365
Bu arada Kutsal Sofra’ya katılmak istedikleri sürece kendilerini çobanlara bırakan
koyunlara fazla itiraz etmiyorum; tersine buna her yerde uyulmasını heyecanla istiyorum.
Çünkü hem vicdanlarının sorumluluk altında bıraktıkları dikkate değer bir yarar
sağlayabilirler hem de uyarılması gerekenler, gaddarlığın ve batılın her zaman dışlanması
koşuluyla, uyarılmaya hazır olabilirler.
(Anahtarların gücü ve kahinin günahın bağışlandığını söylemesi, 14-15)
14. Anahtarların gücünün doğası ve değeri
Bu üç tür üç günah çıkarmada anahtarların gücünün yeri vardır: Ya bütün kilise kendi
kusurlarını ciddi bir biçimde kabul ederek bağışlanmayı diler ya önemli bir suç işleyerek
herkesi gücendiren birey pişman olduğunu ilan eder ya da vicdanı rahatsız olduğu için kilise
hizmetlisinin yardımına ihtiyacı olan biri ona zayıflığını anlatır. Kusurun ortadan kaldırıldığı
yerde yöntem farklıdır; bu durumda vicdan huzuru sağlansa bile, asıl amaç, nefreti ortadan
kaldırmak ve insanların düşüncelerini esenlik bağıyla bağlamaktır [Krş. Ef. 4:3].
Ama daha çok isteyerek günah çıkartalım diye sözünü ettiğim şeyin yararı
küçümseyerek reddedilmemelidir. Bütün kilise adeta Tanrı’nın yargı kürsüsünün önünde
durduğunda suçunu itiraf eder ve tek sığınağı Tanrı’nın merhametidir. Burada uzlaştırma
yetkisiyle silahlanmış Mesih’in elçiliğinin açıklanması sıradan ya da hafif bir teselli değildir.
Kilise, O’nun aracılığıyla günahlarının bağışlandığını duyar [Krş. 2.Kor. 5:20]. Bu elçilik
adaletle, düzen içinde ve saygıyla yürütülürken, burada, anahtarların yararı hakkıyla övülür.
Benzer biçimde, biri, kiliseden biraz uzaklaştığında bağışlanır ve yeniden kardeşliğin birliğine
döner. Mesih’in, “Yeryüzünde kimlerin günahlarını bağışlarsanız, gökte de bağışlanmış
olacak” [Yu. 20:23; Mat. 18:18] dediği kişiler tarafından bağışlandığını anlamak o kadar
büyük berekettir ki! Günahlarının bağışlandığının gizlilikte açıklanmasının yararı ve bereketi
hiç de az değildir, zayıflıklarını tek bir çareyle ortadan kaldırmaya ihtiyacı olanların
istedikleri budur. Bütün bir imanlılar cemaati için hedeflenen genel vaatleri dinleyen birinin
kuşkusunun yine de devam etttiğine ve henüz bağışlanmamış gibi, zihninin huzursuz
olduğuna sık rastlanır. Aynı şekilde, yüreğindeki sırrı pastörüne açarsa ve pastöründen,
müjdedeki, özellikle kendisine yönlendirilmiş olan “Cesur ol, günahların bağışlandı” [Mat.
9:2] mesajını duyarsa, zihninde güvenceye kavuşur ve eskiden kendisine eziyet eden
endişeden kurtulur.
Ancak bu bir anahtarlar sorunu haline geldiğinde, müjdenin vaaz edilmesinin dışında
bir güç hayal etmeyelim diye, her zaman çok dikkatli olalım. Bu konuyu, kilise yönetimini ele
aldığımda başka bir yerde daha ayrıntılı olarak tekrar açıklayacağım. Orada, Mesih’in
kilisesine verdiği bağlama ve çözme hakkının Söz’e bağlı olduğunu göreceğiz.92 Bu, özellikle
anahtarlara hizmet ederken geçerlidir. Anahtarların bütün gücü, Rab’bin görevlendirdikleri
aracılığıyla müjdenin lütfunun, imanlıların yüreklerinde herkesin içinde ve gizlilikte
mühürlenmesine dayanmaktadır. Bu da ancak vaazla olabilir.
15. Roma’nın günah çıkarma öğretisinin özeti
Roma ilahiyatçıları ne diyorlar? “Đki cinsten” de herkes ergenlik çağına gelir gelmez,
en azından yılda bir kez bütün günahlarını kendi rahiplerine itiraf etsin ve günah çıkarmaya
iyice inanarak niyet etmezlerse günahları bağışlanmaz, diyorlar. Fırsat verildiğinde bu niyeti
yerine getirmezlerse, cennetin girişi onlara artık açık değildir. Đlahiyatçılar, Mesih’in,
“Bağlayacağınız her şey…” [Mat. 18:18] sözü boş olmadığı için, günahlıyı bağlayan ve çözen
anahtarların gücünün rahipte olduğunu öne sürüyorlar.
Bu güç konusunda kendi aralarında şiddetli kavgalar ediyorlar. Bazıları aslında tek bir
anahtarın –yani bağlama ve çözme gücünün- olduğunu, aslında bunun iyi kullanılması için
92
IV. xi, xii
366
bilgi gerektiğini ama bunun, özünde diğerine bağlı olmadığını, sadece aksesuar gibi olduğunu
söylüyorlar.93 Diğerleri, bunun kurallardan aşırı ölçüde sapma olduğunu gördükleri için iki
anahtar öneriyorlar: Ergenlik ve güç. Başkaları ise böyle bir ölçülülükle kısıtlama getirilen
rahiplerin ahlaksızlıklarını gördükleri için, başka anahtarlar uyduruyorlar: Hükme bağlarken
kullanacakları ergenlik yetkisini ve kararlarını uygularken kullanacakları güç; danışman
olarak, buna bilgiyi de ekliyorlar.
Ancak Rab’bin peygamber aracılığıyla, “Ben, yalnız ben; senin günahlarını ortadan
kaldıracak olan benim, ben, ey Đsrail” [Yşa. 43:11, 25, mealen] diye ilan ettiğini duydukları
için, günahları bağışlayıp ortadan kaldırırlarken bağlama ve çözmeyi basitçe yorumlamaya
cesaret edemiyorlar. Ama kimin bağlanacağını, kimin çözüleceğini ilan etmenin ve hangi
günahların bağışlanacağını, hangilerinin kalacağını bildirmenin, dahası, günahların
bağışlandığını ve bağışlanmadığını söylediğinde günah çıkarmasıyla, kiliseden
uzaklaştırdığında ya da sakramentlere katılmayı kabul ettiğinde ise hükme bağlamasıyla
duyuruda bulunmanın rahibin görevi olduğunu söylüyorlar.94
Sonuçta, bu güçlüğü henüz gidermediklerini anladıklarını düşünün ama gökte bağlanıp
çözülmeyecek olan bu değersiz insanların, çoğunlukla rahipleri tarafından bağlanmalarına ve
çözülmelerine her zaman itiraz edilebilir. O zaman son sığınakları, anahtarların verilmesinin
şu tek kısıtlamayla birlikte anlaşılması gerektiği şeklindeki yanıtlarıdır: Mesih, kâhinlerin
hükümlerinin O’nun yargı kürsüsünün önünde onaylanacağı vaadinde bulunmuştur. Yeter ki,
insanın gerektiği gibi bağlanmayı ya da çözülmeyi hak ettiği adilce belirtilsin.95 Şimdi bu
anahtarları Mesih’in rahiplere verdiğini ve yükselme döneminin piskoposları tarafından onlara
emanet edildiğini ama sadece kilisede görev yapanların bunları özgürce kullandıklarını,
anahtarların aslında kiliseden uzaklaştırılmış ve açığa alınmış din adamlarının elinde kaldığını
ama paslanıp gittiğini söylüyorlar. Bunları söyleyenler yeni bir örsün üzerinde yeni anahtarlar
döven ve kilise hazinesinin bu anahtarlarla kilitlendiğini öğretenlerle karşılaştırıldığında daha
alçakgönüllü ve daha ciddi gelebilir. Bu konuları daha sonra yeri geldiğinde tartışacağız.96
(Đtiraf ve işlerle kefaret konusunda Roma’nın hatalarının ve zararlı uygulamalarının
eleştirisi, 16-25)
16. Bütün günahları sayıp dökmek imkânsızdır
Şimdi her konuya birkaç kelimeyle cevap vereceğim. Ancak şimdilik, kendi
yasalarıyla imanlıların canlarını hangi hakla ya da hakları olmadan bağladıkları konusunda
sessiz kalacağım, çünkü bu, yeri geldiğinde ele alınacaktır.97Ancak bütün günahların sayılıp
dökülmesi konusunda bir yasa çıkarmaları, günahı itiraf etmeye iyice inanarak bunu amaç
edinme koşulunun dışında, günahın bağışlandığını inkar etmeleri, itirafta bulunma görevi
ihmal edilirse cennete girilmeyeceğine dair boş laflar etmeleri son derece dayanılmazdır.
Bütün günahlar anlatılabilir mi? Günahların itiraf edilmesini doğru bir biçimde derin
derin düşündüğüne inandığım Davut, şöyle haykırmıştır: “Kim yanlışlarını görebilir? Bağışla
görmediğim kusurlarımı, ya RAB” [Mez. 19:12]. Başka bir yerde, “Suçlarım başımdan aştı,
taşınmaz bir yük gibi sırtımda ağırlaştı” [Mez. 38:4] diyordu. Günahlarımızın kuyusunun ne
93
Hales’li Alexander bu görüşten söz eder ve onu reddeder, Summa theologiae IV. alıntı
lxxix. memb.3. m. 1.
94
Lombard, Sentences IV. xviii. 4, 6, 7. 8; IV.xix. 1 (MPL 192. 886-889).
95
Thesaurus ecclesiae öğretisi Hales’li Alexander tarafından belirtilmiş, Aquinas ve diğerleri
tarafından gözden geçirilmiştir. Yargı yetkisine (anahtarların gücüne) dayanması açısından,
çeşitli görüşlerde olanlar bunu tartışmışlardır. VI. Clement, anayasasında bu öğretiyi kısa ve
öz bir biçimde savunmuştur.
96
III. v. 2
97
IV. x.
367
kadar derin, suçun ne kadar çok yüzlü, bu su yılanının ne kadar çok başlı ve beraberinde
sürüklediği kuyruğun ne kadar uzun olduğunu Davut çok iyi anlamıştı. Bu nedenle bunların
katalogunu yapmamıştır. Ama yaptığı kötü işlerin derinlerinden Tanrı’ya seslenmiştir: “Ölüm
diyarının bağları sarmıştı” [Mez. 18:6], bunalıyorum, gömülüyorum, boğuluyorum, dipsiz
batağa batıyorum [Mez. 69:2]. Senin elin beni buradan çıkarsın, zayıf ve ölmek üzereyim.
Davut’un kendi günahlarını saymaya başlayamadığını gördüğünde, kim kendi günahlarını
hesap etmeyi düşünür?
17. Günahları eksiksiz itiraf etme zorunluluğu ölçüsüz bir eziyettir
Bu kasaplık, Tanrı’yı fark ederek etkilenenlerin canlarını en acımasız biçimde
doğramaktadır. Onlar önce kendilerine açıklama yapmaya çağırmışlar, kendi formüllerine
göre günahları kollara, dallara, çubuklara ayırmışlardır. Sonra nitelikleri, nicelikleri ve
koşulları ölçüp biçmişlerdir; böylece konunun baskısını duyarak biraz daha ilerlemişlerdir.
Ancak daha da ileri gittiklerinde, her yanda gök ve deniz vardı98, liman ya da demir atacak yer
yoktu. Bunu ne kadar aşarlarsa gözlerinin önünde beliren kütle o kadar büyüktü, aslında
kocaman bir dağ gibi yükseliyordu; gittikleri dolambaçlı uzun yollardan sonra bile hiçbir
kaçış umudu görünmüyordu. Böylece kurbanla bıçağın arasında kalmışlardır.99 En sonunda
umutsuzluktan başka bir sonuca varılmamıştır.
Burada bu acımasız kasaplar, kendi açtıkları yaraları iyileştirmek için bazı çarelere
başvururlar. Herkesin, kendi gücü dâhilinde olanı yapması gerektiğini söylerler. Ama yine
yeni endişeler yayılır. Yeni işkenceler çaresiz canlara verip veriştirir: “Yeterince zaman
ayırmadım”; “Kendimi buna yeterince vermedim”; “Đhmalden, birçok şey gözümden kaçtı ve
dikkatsizliğimin yol açtığı unutkanlık bağışlanır gibi değil!”
Yine de, bu tür acıyı hafifletecek başka ilaçlar kullanılır. Đhmalinden ötürü pişmanlık
duy; bu, büyük dikkatsizlikten ötürü değilse, bağışlanacaktır. Ancak bütün bunlar yarayı
örtemez ve sertliği yüzünden ilk tadıldığında geri çevrilmesin ama hissedilmeden önce
derinlere işlesin diye, balla tanınmaz hale getirilen zehirlerden daha az kötülüğü yatıştırırlar.
Böylece şu korkunç ses her zaman baskı yapar, kulaklarda çınlar: “Bütün günahlarını itiraf
et.” Güvenilir bir tesellinin dışında hiçbir şey bu dehşeti gideremez.
Burada okurlarım, bütün bir yıl içinde yaptıkları her hareketin hesabını tutmanın ve
her gün hangi günahları işlediklerini anlamanın ne kadar imkânsız olduğunu düşünsünler. Bir
akşam tek bir günde işlediğimiz günahları irdelediğimizde, hafızamızın yanıldığını herkes
deneyimleriyle bilir; bize baskı yapan günahların sayısı ve çeşidi ne kadar çoktur! En ciddi
suçlardan ikisine üçüne dikkat ederek zorunluluklarını yerine getirdiklerini düşünen hayvansı,
aptal ikiyüzlülerden söz etmiyorum. Tanrı’ya samimiyetle tapınanlardan söz ediyorum. Onlar,
yaptıkları irdelemeden bunaldıklarını gördükten sonra Yuhanna’nın şu sözünü de eklerler:
“Yüreğimiz bizi suçluyorsa, Tanrı yüreğimizden daha büyüktür” [1Yu. 3:20]; böylece bilgisi
bizim anlayışımızı çok aşan Yargıç’ı görünce titrerler.
18. Günahları eksiksiz itiraf etmeyi istemenin yıkıcı etkisi
Üstelik böyle öldürücü bir zehrin etkisini azaltıp dalkavukluk ederek çok sayıda insanı
teskin etmek, onların, bu tatlı sözlerin Tanrı’yı hatta kendilerini tatmin edeceğine
inanmalarına yol açmaz. Tersine, bunun etkisi, kabarmış bir denize demir atmanın etkisidir.
Denizde yol alırken kısa bir mola vermeyi ya da yorgunluktan hali kalmayan yolcunun yol
kenarında dinlenmesini sağlar. Bu konuyu kanıtlamaya çalışmıyorum. Herkes buna tanık
olmuştur.
98
“Caelum undique et undique pontus”; Vergil, Aeneid III. 193 (LCL Vergil I. 360).
Plautus’un, hiçbir çaresi kalmayan birinin durumunu anlatan bir ifadesi: “Nunc ego inter
sacrum saxumaque sto, nec quid faciam scio”. The Captives 617 (LCL Plautus I. 522 vd.).
99
368
Ben, bunun ne tür bir yasa olduğunu özetleyeceğim. Birincisi, basitçe, imkânsızdır; bu
nedenle sadece mahveder, mahkûm eder, kafa karıştırır, yıkıma ve umutsuzluğa iter. Sonra
günahlıları günahlarını gerçekten fark etmekten yoksun bırakarak, onları, Tanrı’dan ve
kendilerinden habersiz ikiyüzlüler haline getirir. Aslında günahların katalogunu yapmakla çok
ilgilenirlerken, bu arada, kötülüklerin gizli bataklığını, kendi gizli günahlarını ve içlerindeki
kötülüğü, onlara, özellikle kendi zavallılıklarını göstermesi gereken bilgiyi unuturlar. Ancak
itirafta bulunmanın çok güvenilir bir kuralı, kötülüğümüzün dipsiz kuyusunun bizim
anlayışımızın çok ötesinde olduğunu kabul etmektir. Vergi görevlisinin bu kurala göre itirafta
bulunduğunu görüyoruz: “Rab’bim, ben günahkâra merhamet et” [Luk. 18:13]. Sanki şöyle
diyordu: “Ben, ne kadar büyük, ne kadar büyük bir günahkârım; baştan aşağı günahkârım.
Günahlarımın büyüklüğünü ne aklım kavrayabilir ne de dilim söyleyebilir! Senin
merhametinin dipsiz kuyusu bu günahın dipsiz kuyusunu yutsun.”
Ne, diye soruyorsunuz. Öyleyse her bir günah tek tek itiraf edilmiyor mu? Öyleyse
günahın itirafında “Ben, günahkârım” gibi basit bir söz yer almıyorsa Tanrı tarafından kabul
edilmiyor mu? Hayır, biz daha çok, sadece günahkârlığımızı tek bir sözle itiraf etmek için
değil, böyle olduğumuzu gerçekten ve samimiyetle itiraf etmek için, Rab’bin huzurunda
içimizi dökmeye; her düşüncemizde günahımızın lekesinin ne kadar büyük ve ne kadar çeşitli
olduğunu anlamaya; sadece murdar olduğumuzu değil, murdarlığımızın ne türde ve ne kadar
büyük olduğunu, nasıl göz önüne serildiğini kabul etmeye; sadece borçlu olduğumuzu değil,
bu borçları yüklendiğimizi ve ne kadar çok yükümlülükle bağlı olduğumuzu; sadece yaralı
değil, ne kadar çok ve ne kadar öldürücü bir darbeyle yara aldığımızı kabul etmeye elimizden
geldiğince dikkat etmeliyiz. Ancak bu bilgiyle, günahlı Tanrı’ya içini döktüğünde, yine de
geriye pek çok günahının kaldığını ve bunların kötülüğünün çukurunun kulaçlanamayacak
kadar derin olduğunu ciddi bir biçimde samimiyetle düşünsün. Bu durumda Davut’la birlikte
haykırsın: “Kim yanlışlarını görebilir? Bağışla görmediğim kusurlarımı, ya RAB” [Mez.
19:12].
Đyice inanarak itirafta bulunmak için bir istek varsa günahların bağışlandığı ve
kendisine tanınan bu günah çıkarma fırsatını ihmal eden birine cennetin kapısının kapalı
olduğu iddialarını hiçbir surette kabul etmeyelim. Günahların bağışlanması, her zamankinden
farklı değildir. Đnsanların günahlarını Mesih’in bağışladığını okuduğumuzda, bu günahların
rahipçiklerin kulağına itiraf edildiğini okumuyoruz. Açıkçası bu durumda, günah çıkarılan bir
rahipçik, hatta günah çıkarma yoksa itirafta bulunamıyorlar. Yüzyıllarca sonra, bütün bu süre
içinde bu koşul olmadan günahların bağışlanmasına rağmen, böyle bir günah çıkarma
duyulmamıştır. Adeta kuşku duyulan bir şey varmış gibi, çok uzun tartışmayalım. Tanrı’nın
Sözü nettir ve sonsuza kadar kalacaktır: “Kötü kişi işlediği bütün günahlardan dönerse,
işlediği günahlardan hiçbirini anmayacağım” [Hez. 18:21-22]. Bu söze bir şey eklemeye
kalkışan günahları değil, Rab’bin merhametini bağlar.
Neden dinlenmezse yargının yapılmayacağı iddialarının hazır bir çözümü vardır. Yani
kendilerini yargıç yerine koyanlar bunu düşünmeden üstlenmektedirler. Aklı başında hiç
kimsenin kabul etmeyeceği ilkeleri bu kadar fütursuzca uydurmaları harikadır! Bağlama ve
çözme görevi kendilerine verildiği için övünüyorlar. Sanki bu, soruşturmanın da yapıldığı bir
yargı yetkisi! Dahası bütün bu öğreti elçilerin bu hakkı bilmediklerini ilan ediyor. Günahlının
bağışlanıp bağışlanmamasının rahiple değil, bağışlanmanın istendiği O’nunla ilgili olduğu
kesinlikle bilinmelidir, çünkü dinleyen biri, listenin tam ve dürüst100 olup olmadığını asla
bilemez. Bu durumda, yargılanacak kişi sözlerine sınır koyarsa bağışlanmayacaktır. Ayrıca
100
“Iusta et integra enumeratio.” Krş. aş. bk. m. 22. Günahların itirafında “dürüst” olmak,
yani hiçbir şey saklamamak gerektiği sekizinci yüzyıldan kalan libri poenitentiales’de sık sık
vurgulanmaktadır. Bu amacı güven altına almak için, çoğunlukla uzun diziler halinde sorular
sorulmaktadır.
369
bağışlanmanın güvencesi iman ve pişmanlıktır. Biri, başka biri hakkında hükme vardığında,
iman ve pişmanlık onun bilgisinin dışında kalmaktadır. Bu durumda, bağlamanın ve çözmenin
kesinliğinin dünyasal yargının yetkisinde olmadığı sonucu çıkmaktadır, çünkü Söz’ün
hizmetlisi, görevlerini layıkıyla yerine getirdiğinde ancak koşullu olarak bağışlanıldığını
duyurur. Ama günahlılar, Tanrı’nın emrinde ve Söz’ünde vaat ettiği bağışlamanın göklerde
onaylanıp onaylanmadığından kuşku duymasınlar diye, onlar adına şöyle denmektedir:
“Kimin günahlarını bağışlarsanız…” [Yu. 20:23]
19. Kulaktan kulağa yayılangünah çıkarmaya karşı
O zaman böyle kulaktan kulağa yayılan günah çıkarmayı kınıyoruz ve bunun,
aramızdan uzaklaştırılmasını istiyoruz –bu, kilise için çok tehlikeli ve birçok yönden çok
zararlıdır! Bu, gereksiz ve meyvesiz olduğu için, başlı başına fütursuzluk olsa bile, yine de
birçok imansızlığa, Tanrı’ya saygısızlığa ve yanlışa yol açtığı için, hemen yürürlükten
kaldırılmasını kim düşünmez? Aslında bazı yararlarını sayıyorlar. Kapı kapı dolaşarak birçok
meyvesini satıyorlar ama bunlar ya gerçek dışı ya da son derece önemsiz. Özellikle bunlardan
birine değer veriyorlar: Günah çıkararnın, utançtan yüzünün kızarması ağır bir cezadır.
Böylece günahlı hem bundan sonra daha dikkat eder, hem de kendini cezalandırarak Tanrı’yı
öç almaktan vazgeçtirir. Sanki birine, söz gelimi, göklerdeki yüce yargı kürsüsünde Tanrı’nın
kendisini sorguya çekeceğini söylediğimizde, onu büyük bir utançla alçaltmıyoruz!101
Bununla birlikte, bu son derece gerçek dışıdır. Đnsanların bir rahibe günahlarını itiraf
ettiklerinde ağızlarını silip, “Suç işlemedim” [Özd. 30: 20] diyebileceklerini düşünmelerinden
başka hiçbir şeyin bize, daha büyük bir özgüven ya da günah işleme izni verdiğini
göremiyoruz. Bütün bir yıl günah işlemeye teşvik edilmekle kalmıyorlar; yılın geriye kalan
zamanında günah çıkarma zorunluluğundan kurtularak, Tanrı’ya inlemiyorlar, akıllarını
başlarına toplamıyorlar ama öne sürdükleri üzere, hepsini bir seferde kusuncaya kadar günah
üzerine günah yığıyorlar. Üstelik bunları kustuklarında yüklerini boşalttıklarını sanıyorlar,
yargıyı Tanrı’dan alarak rahiplere verdiklerini ve rahibi sırdaş durumuna getirdiklerinde
Tanrı’ya bunları unutturduklarını sanıyorlar. Aslında günah çıkarma gününü kim mutluluk
içinde iple çekiyor? Kim sabırsızlık içinde düşünerek günah çıkarmak için acele ediyor ve tam
tersine kim, yakasından tutulup cezaevine sürüklenen biri gibi, kendi arzusu olmadan,
gönülsüzce buraya geliyor? Belki de onların yaptıkları yanlış işlerin anekdotlarını gülünç birer
öyküymüş gibi birbirleriyle takas etmekten hoşlanan rahipçiklerin dışında… Kulaktan kulağa
yayılan günah çıkarmaların kaynadığı bu dehşet verici bağışlanmaları anlatarak daha çok
kâğıt kirletmeyeceğim! Sadece şunu söylüyorum: Kilisesinden ya da halkının hafızasından
çıkan bir fuhuş söylentisinde, bu kutsal insan akılsızca davranmadıysa, bugünkü gibi, fuhşun,
zinanın, ensestin ve bu tür birleşmelere arabuluculuk etmenin sonsuz olduğu yerde ne
yapılması gerektiği konusunda uyarılmalıyız.
20. Anahtarların yetkisine dayanaksız başvurma
Günah çıkaranlar, bu amaçla, anahtarların yetkisinin ve bu yetkide krallıklarının
gemisinin- deyimde söylendiği gibi, “başının ve kıçının”102- bulunduğunu iddia ediyorlar.
Bütün bunların nereye vardığını görmeliyiz. O zaman anahtarlar amaçsızca mı verildi, diye
soruyorlar. O zaman, “Yeryüzünde bağlayacağınız her şey gökte de bağlanmış olacak” [Mat.
101
Krş. Tertullian, On Repentance x: “Bir şeyi insanlar fark etmesinler diye saklarsak,
Tanrı’dan saklayabilir miyiz?... Gizlilikte lanete uğramak, günahlarımızın bağışlandığının
herkesin önünde duyurulmasından iyi midir? (CCL Tertullianus I. 337; çev. ANF III. 664).
102
“Prorum (ut aiunt) et puppim.” Cicero bu Grek özdeyişinden söz etmektedir: Letters to His
Friends XVI. Xxiv. 1 (LCL baskısı III. 374). Krş. IV. xvii. 33; IV. xviii. 18.
370
18:18] sözünün temeli yok mu, diye soruyorlar.103 O zaman Mesih’in Sözünü geçersiz mi
kabul edeceğiz? Yanıtlıyorum: Az önce açıkladığım gibi, anahtarların verilmesinin önemli bir
nedeni vardır ve kiliseden uzaklaştırmayı ele aldığımda bundan daha ayrıntılı olarak söz
edeceğim.104 Acaba böyle her tür taleplerinin kulpunu tek bir kılıç darbesiyle kesersem:
Rahipçikleri, papanın vekili ya da elçilerin halefleri değil mi? Ama bu da başka bir yerde ele
alınacak.105 Kendilerini tahkim etmek için, bir kuşatma makinesi dikiyorlar. Bu durumda
sadece kendi entrikalarını bozuyorlar. Mesih, elçilere, Kutsal Ruh’u vermeden önce, bağlama
ve çözme yetkisi vermemiştir. Bu nedenle önce Kutsal Ruh’u almamış olan birinde
anahtarların yetkisinin olduğunu kabul etmiyorum. Birinin, önce Kutsal Ruh gelip ne
yapacağını ona söylemeden önce anahtarları kullanabileceğini kabul etmiyorum. Kendilerinde
Kutsal Ruh’un bulunduğunu geveliyorlar ama gerçekte bunu kabul etmiyorlar. Belki de
kuşkusuz her zamanki gibi hayal kurmuyorlarsa, Kutsal Ruh batıl ve önemsizdir; ancak onlara
kimse inanmıyor. Aslında bu hileyle tamamıyla yere seriliyorlar; öyle ki, anahtarına sahip
olmakla övündükleri kapı her neyse, yargıç ve anahtarların koruyucusu olan Kutsal Ruh’u alıp
almadıkları her zaman onlara sorulmalıdır. O’nu aldıkları cevabını verirlerse, öte yandan,
Kutsal Ruh’un yanlış yapıp yapmadığı sorulmalıdır. Öğretişlerinde bunu dolaylı olarak
belirtseler bile, buna hemen cevap vermeye cesaret edemezler. Bu durumda ayrım
gözetmeden, Rab’bin bağlanmasını istediğini sürekli çözen ve çözülmesini emrettiğini
bağlayan hiçbir rahipçiğin anahtarların yetkisine sahip olmadığı sonucunu çıkarıyoruz.
21. Rahipçiğin bağlamasının ve çözmesinin güvenilmezliği
Ayrım gözetmeden değeni değmeyeni çözüp bağladıklarının net kanıtlarıyla
suçlandıklarını gördüklerinde, bilgi sahibi olmadan yetkiyi ellerine geçiriyorlar. Yetkiyi iyi
kullanmak için bilgi gerektiğini inkâr etmeye cesaret edemiyorlar ama bu yetkinin kötü
hizmetlilere verildiğini yazıyorlar. Ancak yetki şudur: “Yeryüzünde her neyi bağlarsan ya da
çözersen göklerde de bağlanacak ya da çözülecek” [Mat. 16:19 ya da 18:18]. Ya Mesih’in
vaadi yalan olmalıdır ya da bu yetkinin verildiği kişiler doğru bir şekilde bağlayıp
çözmektedirler.
Mesih’in ifadesi, bağlanan ya da çözülen kişinin liyakatiyle sınırlıdır, diyerek bu
konudan kaçamazlar. Sadece bağlanmaya ya da çözülmeye layık olanların bağlanabileceğini
ya da çözülebileceğini de kabul ediyoruz; ancak bu değerliliği ölçmek için müjde mesajını
verenlerin ve kilisenin elinde Söz vardır. Müjde mesajı verenler bu Söz’de, iman aracılığıyla
Mesih’te olan herkesin günahının bağışlandığı vaadini verebilirler; Mesih’i bağrına basmayan
herkesin lanetleneceğini duyurabilirler. Kilise, bu Söz’de, “Ne fuhuş yapanlar…ne zina
edenler…ne hırsızlar, ne adam öldürenler, ne açgözlüler, ne de günahkarlar Tanrı’nın
Krallığının paydaşı olmayacaktır” [1Ko. 6:9-10, mealen] diye duyurmaktadır. Kilise böyle
insanları güvenilir bağlarla bağlamaktadır. Kilise, pişman olanları aynı Söz’le çözmekte ve
teselli etmektedir. Ancak neyin bağlanacağını ya da çözüleceğini bilmeden, bilmeyince de
bağlayıp çözemediğinizde, bu neyin yetkisidir? Günahları bağışladıkları kesin olmadığında,
öyleyse neden kendilerine verilen yetkiyle günahları bağışladıklarını söylüyorlar? Yararı
yoksa bu hayali güç bizim için nedir? Đnanıyorum ki, ya hiçbir şeydir ya da o kadar
güvenilmezdir ki, hiçbir şey diye düşünülmelidir. Birçok rahibin anahtarları doğru
kullanmadığını ve yasaya uygun kullanılmadığında yetkinin etkisiz olduğunu kabul ettikleri
için106, beni çözen kişinin anahtarların verildiği doğru kişi olduğuna beni kim ikna edecek?
Ama o kötüyse, bunları boş yere almış olmaktan başka nesi vardır ki… “Sizde neyi bağlamam
103
Lombard, Sentences IV. xvii. 1 (MPL 192. 880).
Yk. bk. m. 14; aş. bk. IV. xii.
105
IV. v. 1-4; IV. vi.
106
Lombard, Sentences IV. xix. 1, 5 (MPL 192. 889, 892).
104
371
ya da çözmem gerektiğini bilmiyorum, çünkü anahtarları doğru kullanmak için yetersizim;
ama bunu hak ediyorsanız günahlarınızı bağışlıyorum.” “Atanmış bir kilise görevlisi olmayan
biri” demiyorum, çünkü onlar bunu duymaya dayanamazlar ama bu kadarını ancak şeytan
yapabilir. Bu, şu demektir: Tanrı’nın Sözü’nü, çözmenin güvenilir kuralını ben bilmiyorum
ama layık olman koşuluyla, bu yetki bana verildi. Bu durumda, ayrımına varmak için
anahtarların yetkisi ve bunu yapma gücü olduğunu; iyi kullanılsın diye, rehber olarak bilginin
eklendiğini açıkladıklarında neyi hedeflediklerini göreceğiz. Yani, Tanrı ve Sözü olmadan,
şehvetle ve ahlaksızca yönetmek istemektedirler.
22. Anahtarların yetkisinin sapkınca kullanılmasıyla doğru kullanılması arasındaki fark
Şayet biri, imana dayalı bağışlanma her zaman belirsizliğini sürdüreceği için, Mesih’in
yasal hizmetlilerinin, görevlerini yaparken kafalarının hiç de daha az karışmayacağını, dahası,
günahlıların imanlarını yargılama niteliğine sahip olmayan hizmetli onların
bağışlandıklarından emin olmadığından ötürü, günahlılar için bunun bir teselli olmayacağını
ya da soğuk bir teselli olacağını söyleyerek itiraz ederse – cevap hazırdır. Rahibin, günahlar
kendisine bildirilmediğinde günahları bağışlamadığını söylüyorlar. Onlara göre, bağışlama
rahibin yargısına bağlıdır ve bağışlanmayı kimin hak ettiğinin bilgelikle ayrımına varmazsa,
yaptığı iş bütünüyle hükümsüzdür. Tek kelimeyle, sözünü ettikleri yetki, sorgulamayla
bağlantılı yargı yetkisidir. Bağışlama ve bağışlandığını söyleme bunun sınırları içindedir. Bu
nokta sağlam bir zemine dayanmamaktadır. Aslında dipsiz bir kuyu vardır. Đtirafın tam
olmadığı yerde bağışlanma umudu azalmaktadır. Đkincisi, rahip, günahlının suçlarını tam bir
imanla anlatıp anlatmadığını bilmediği sürece kararını ertelemelidir. Sonuncusu, rahipler dört
dörtlük bilgisizdirler. Büyük çoğu, bir ayakkabıcının toprağı sürmesinden daha çok bu görevi
yapmaya uygun değildir. Diğerlerinin hemen hepsi de haklı olarak kendilerinden şüphe
etmelidir. Papanın günahları bağışlaması konusunda kafa karışıklığı ve tereddüt vardır, çünkü
bunu, kişi olarak rahibin, sadece bu kadar da değil, belirtilen, araştırılan ve kanıtlanan
konularda yargılayabilsin diye bilgisinin de üzerine oturtmaktadırlar.
Şimdi biri, bu iyi doktorlara bazı günahlar bağışlandıktan sonra günahlının Tanrı’yla
barışıp barışmadığını sorarsa, rahibin dinlediği günahların bağışlandığı konusundaki
sözlerinin, diğer günahlar suçlanmaya açık olduğu sürece, meyve vermeyeceğini itiraf etmek
zorunda kalmazlarsa, verebilecekleri yanıtı kabul etmiyorum. Đtiraf eden kişi açısından,
vicdanını bağlı tutan tehlikeli endişe, söyledikleri gibi, rahibin sağduyusuna bağlı olsa da,
burada onun, Tanrı’nın Sözü’nden hiçbir şey bulamadığı bellidir.
Bizim öğrettiğimiz öğreti bütün bu saçmalıklardan uzak ve nettir. Bağışlama
koşulludur. Günahlının, Tanrı’nın ona merhamet ettiğine güvenmesine bağlıdır. Yeter ki,
Mesih’in kurban olarak kefaretini samimiyetle istesin ve kendisine edilen lütufla tatmin olsun.
Bu durumda müjdecilik görevi yapan biri, yanılmayan Tanrı’nın Sözü’nün kendisine
söylediğini yayar. Aslında günahlı, gerçek ve net bağışlanmayı kucaklayabilir. Bu basit koşul,
Efendi’nin genel kuralına, papalıkta günahkarca hiçe sayılan kurala göre, günahlı, Mesih’in
lütfunu kucakladığında geçerli olur: “Đmanınıza göre olsun” [Mat. 9:29; Krş. 8:13].
23. Sapkın iddialar açıklanıyor
Kutsal Yazı’da anahtarların yetkisi konusunda öğretileni ne kadar anlamsızca
karmakarışık ettiklerini ele almaya başka bir yerde söz vermiştim. Kilise yönetiminin ele
alındığı bölüm daha uygun bir fırsat olacaktır.107 Yine de okurlarım, Mesih’in kısmen
müjdenin vaazı, kısmen de uzaklaştırmayla ilgili sözlerinin, kulağa gizlice fısıldanan günah
çıkarmayla akıl almaz bir biçimde çarpıtıldığını unutmasınlar [Mat. 16:19; 18:15-18; Yu.
20:23]. Bu nedenle, kendilerinin kabul ettikleri, rahiplerin günahları bağışlarken uyguladıkları
107
IV. xii. 1-13.
372
çözme hakkının elçilere verildiğine karşı çıkarlarken, bu ilkeye gerçek dışı ve aptalca diye
bakılması gerektiği besbellidir, çünkü imana hizmet eden günahların bağışlanması, müjdenin
karşılıksız vaadinden gelen bağışlanmaya tanıklıktan başka bir şey değildir. Ancak kilise
disiplinine bağlı olan diğer itirafın gizlideki günahlarla değil, tersine, halkın kiliseye karşı
suçunu kaldırabilen bir örnekle ilgisi vardır.
Ama rahip sorgulamazsa, günahları sadece Tanrı’ya ya da din adamı olmayan birine
itiraf etmenin yeterli olmadığını kanıtlamak için, şuradan buradan tanıklıklar arayıp tarıyorlar.
Gayretleri tiksindirici ve utanç vericidir. Antik dönemde babalar günahlılara, dertlerini
pastörlerine dökmeyi öğütlemiş olsalar bile bu, o zamanlar yapılmayan bir konuşma diye
anlaşılamaz. Bu durumda, Lombard ve benzerleri o kadar sapkınlardı ki, kolay inanan
insanları yalanlarıyla kandırsınlar diye, güvenilirliği olmayan kitapların isteyerek bağımlısı
olmuş görünüyorlar. Aslında, pişmanlığın beraberinde her zaman çözme geldiği için, kişi
henüz itiraf edememiş olsa da, pişmanlığın onu etkilediği yerde, gerçekte hiçbir bağın
kalmadığını dürüstçe kabul ediyorlar. Bu nedenle, rahipler günahların bağışlandığını
söyledikleri ve duyurdukları kadar, günahları pek de bağışlamıyorlar. Ancak “duyurma”
kelimesinde düzenbazlıklarıyla aptalca bir hata yapıyorlar, öğretinin yerine törenleri
koyuyorlar. Ama zaten Tanrı’nın önünde bağışlanmış olan birinin, kilisenin gözünde de
bağışlanmış olduğunu ekliyorlar. Bu durumda, ciddi ve bilinen bir kusuru kaldırmak
gerektiğinde, ortak disiplin için tasarlanmış olduğunu daha önce söylediklerimizin her birini,
gizlide uygulamakta yersizce yarışıyorlar. Kısa sonra, bağışlanmak için başka bir yöntem
getirerek, sapkınlaşıyorlar ve ölçülü olmaktan çıkıyorlar: Yani ceza ve kefaretin emredildiği
bir yöntemi getiriyorlar.108 Burada, Tanrı’nın her yerde bize bölmeme vaadinde bulunduğu
şeyi sunuları için yarıya bölme hakkını öne sürüyorlar. Tanrı sadece tövbe ve iman istediği
için, bu bölme ya da istisna Tanrı’ya son derece saygısızlıktır. Bunun gücü, rahibin, sanki
tribün109 rolünü üstlenmiş gibi, Tanrı’ya aracılık etmesiyle ve tribün kürsüsünün önünde secde
etmemiş ve burada dayak yememiş birinin lütfu alması için, cömert Tanrı’yı üzmemesiyle
aynıdır.
24. Özet
Konu bütünüyle şuraya varmaktadır: Tanrı’yı bu uydurma günah çıkarmanın yazarı
haline getirmek istiyorlarsa, alıntı yaptıkları birkaç ayette onların sahtekâr olduklarını
gösterdiğim gibi, bu batıllar da çürütülür. Ancak yasayı insanların dayattıkları apaçık olduğu
için, bunun hem zorba bir yasa hem de vicdanları, Kendi Sözü’ne bağlayarak, insanların
yetkisini çözecek olan Tanrı’yı aşağılamak için yürürlüğe girmiş bir yasa olduğunu
söylüyorum. Tanrı’nın karşılıksız olmasını istediği bu iş, bağışlanmak için gerekli diye
emredildiğinde ben buna, hiç dayanılmaz bir saygısızlık diyorum, çünkü kurtuluşumuzun
dayandığı günahların bağışlanmasından daha çok Tanrı’ya yakışan bir görev yoktur. Dahası
bu zorbalığın, çirkin bir barbarlığın dünyayı ezmesiyle aynı dönemde ortaya atıldığını
göstermiştim. Üstelik bunun zararlı bir yasa olduğunu da öğretmiştim. Bu ya Tanrı
korkusunun geliştiği yerde zavallı canları umutsuzluğa iter ya da ilgisizliğin olduğu yerde boş
tatlı sözlerle onları yatıştırır ve daha da tembelleştirir. Son olarak da, nasıl bir hafifletme öne
sürerlerse sürsünler, bunun ancak dinsizce davranışlarını kamufle ederek, saf öğretiyi
karmakarışık etmeye, anlaşılmaz hale sokmaya ve bozmaya yaradığını açıklamıştım.
108
Lombard, Sentences, IV. xvii. 4, 5; IV. xviii. 6, 7 (MPL 192. 82 vd., 887 vd.) Lombard,
xvii’de Sözde-Augustine’den sayısız alıntı yapmaktadır. De vera et falsa poenitentia viii. 22
(MPL 40.1120 vd.; Smits II. 263).
109
“Tribuni personum sustiens, Deo intercederet.” Burada, yakl. Đ. Ö. 400’de, Senato ve
Komitia’da teklif edilen önlemlerde Roma tribünlerinin kesinlikle kullandıkları intercessio ya
da veto hakkından söz edilmektedir.
373
25. Roma’nın öğretisinin genel açıklaması ve çürütülmesi
Üçüncü sırayı kefaretle tövbe etmeye veriyorlar. Onların bu konudaki bütün bu boş
konuşmalarını tek bir sözle çökertebiliriz. Tövbe eden kişi, yaptığı bu işler için Tanrı’ya
kefaret vermezse, geçmişteki kötülüklerinden kaçınmasının ve davranışını daha iyi yönde
değiştirmesinin yeterli olmadığını söylüyorlar. Ama günahların fidyesini ödeyebilmemizin
birçok yolu olduğunu belirtiyorlar: Gözyaşları, oruç, sunular ve hayır işleri. Rab’bi bunlarla
yatıştırmalıyız. Tanrı’nın doğruluğuna borcumuzu bunlarla ödemeliyiz. Günahımızı bunlarla
telafi etmeliyiz. O’nun bağışlamasını bunlarla hak etmeliyiz. O, merhametinin büyüklüğüyle
suçu bağışlamasına rağmen, adaletindeki disiplinle cezayı elinden bırakmaz. Kefaretle
kurtulmamız gereken işte bu cezadır.110 Her şey şuraya gelmektedir: Tanrı, şefkatiyle
günahlarımızı aslında bağışlamaktadır ama günahlarımızın suçunun karşılığını, Tanrı’nın
adaleti için kefaret olabilsin diye, işlerle ödeyerek hak etmek aracılık ederse.
Böyle yalanlar karşısında, ben, günahların karşılıksız bağışlandığını söylüyorum;
Kutsal Yazı’da başka hiçbir şey bundan daha açık ortaya koyulmaz [Yşa. 52:3; Rom. 3:24-25;
Kol. 2:13-14; 2Ti. 1:9; Tit. 3:5]! Önce, bağışlanmak büyük bir cömertliğin armağanından
başka nedir? Bağışlayacağı söylenen kişi, ödenen para karşılığında makbuz veren alacaklı
değil, hiçbir ödeme yapılmadan kendi şefkatinden ötürü isteyerek borcu silen kişidir. Öyleyse
“karşılıksız” sözü, kefaretle ödeme konusundaki her düşünceyi silmenin dışında neden
eklenmiştir? Öyleyse böyle kudretli bir yıldırımın yere serdiği kefaretle ödemeyi hâlâ hangi
güvenle öne sürüyorlar? Öyleyse ne? Rab, Yeşaya aracılığıyla “Kendi uğruna suçlarınızı silen
benim, evet benim. Günahlarınızı anmaz oldum” [Yşa. 43:25] diye duyurduğunda,
bağışlanmanın nedeninin ve temelinin sadece O’nun iyiliğinde aranacağını açıkça ilan
etmiyor mu? Üstelik Kutsal Yazı, tamamıyla Mesih’e –O’nun adı aracılığıyla günahlarımızın
bağışlandığına [Elç. 10:43]- tanık ettiği için, başka bütün adları dışlamıyor mu? Öyleyse
bağışlanmanın, “kefaret ödeme” koşulunun altında anlaşılması gerektiğini neden öğretiyorlar?
Bunları yardım diye öne sürüyor gibi görünseler bile, bunu kefaret ödemeyle
bağdaştırdıklarını inkar edemiyorlar. Kutsal Yazı, “Mesih’in adıyla” dediğinde bu,
kendimizden hiçbir şey getirmediğimiz, kendimizden hiçbir şey iddia etmediğimiz, ancak
Pavlus’un “Tanrı, insanların suçlarını saymayarak dünyayı Mesih’te kendisiyle barıştırdı”
[2Ko. 5:19] diye duyurduğu gibi, sadece Mesih’in takdirine güvendiğimiz anlamına geliyor.
Pavlus, bunun nedenini ve nasılını hemen eklemektedir: “Tanrı, günahı bilmeyen Mesih’i
bizim için günah sunusu yaptı” [2Ko. 5:21].
Sadece Mesih’in lütfu günahın gerçek kefaretini ve vicdan huzurunu sağlar, 26-27)
26. Mesih, kefaretin tamamını ödemiştir
Ama sapkınlıkları o kadar ki, vaftizde, Mesih’in aracılığıyla Tanrı’nın lütfunu
aldığımızda ilk ve son kez hem günahlarımızın bağışlandığını, hem de barıştığımızı; vaftizden
sonra kefaret ödeyerek tekrar ayağa kalkmamız gerektiğini; kilisenin anahtarları sayesinde
bağışlamanın dışında Mesih’in kanının hiçbir yararı olmadığını söylüyorlar. Kuşkulu bir
konudan söz etmiyorum, çünkü biri ya da öbürü değil, bütün skolastikler çok net yazılarla
ahlaksızlıklarını açıklıyorlar. Öğretmenleri, Petrus’un öğretişine göre [1Pe. 2:24] Mesih’in
ağaçta bizim günahlarımızın cezasını ödediğini itiraf ettikten sonra, vaftizde günahlarımızın
bütün dünyasal cezalarının hafifletildiğini, ancak vaftizden sonra Mesih’in çarmıhıyla bizim
kefaretimiz birlikte çalıştığı için, kefaretin yardımıyla cezaların azaltıldığını bir istisna diye
110
Lombard ve Gratianus, kefaret (karşılık ödeyerek cezalardan kurtulma) konusundaki
anlayışlarını uzun sürede geliştirdikten sonra, Calvin’in buradaki ifadesine uygun olarak
kefaret ödemek gerektiğini onaylamışlardır: Lombard, Sentences IV. xvi. 4 (MPL 192. 879);
Gratian, Decretum II. xxxiii. 3. 1. 42, 63 (MPL 187. 1532, 1544; Friedberg I. 1168, 1177).
374
ekleyip bu ifadesini düzeltiyor.111 Ancak Yuhanna çok farklı konuşmaktadır: “Biri günah
işlerse, adil olan Đsa Mesih bizi Baba’nın önünde savunur…; O, günahlarımızın karşılığını
yatıştırmıştır” [1Yu. 2:1-2]. “Size yazıyorum, yavrularım, çünkü günahlarınız O’nun adında
bağışlandı” [1Yu. 2:12, mealen]. Yuhanna elbette günahlılara seslenmektedir. Mesih’in
günahlarımızın karşılığını yatıştırdığını ortaya koyarken, öfkelenen Tanrı’yı yatıştırabilen ya
da gönlünü alabilen başka bir kefaretin olmadığını göstermektedir. “Tanrı sizinle ilk ve son
kez Mesih’te barıştı; şimdi kendinize başka yollar arayın” demiyor. Ama Yuhanna, Mesih
aracılık ederek Baba’nın bize her zaman şefkat göstermesini sağlayabilsin diye, O’nu sürekli
savunucumuz haline getirmektedir; günahlara kefaret edebilen, sonsuza kadar süren bir
yatıştırma. Yahya’nın söylediği çok doğrudur: “Đşte, dünyanın günahını ortadan kaldıran
Tanrı Kuzusu!” [Yu. 1:29; Krş. 1:36]. Başkasının değil, O’nun, günahları ortadan kaldırdığını
söylüyorum; yani sadece O, Tanrı Kuzusu olduğu için, tek günah sunusu, tek kefaret O’dur.
Günahları bağışlama hakkı ve yetkisi sadece Baba’ya ait ve daha önce gördüğümüz gibi, bu
açıdan Baba, Oğul’dan farklı olduğundan, Mesih burada başka bir düzeye oturtulmaktadır,
çünkü bizim borçlu olduğumuz cezayı üstüne alarak, Tanrı’nın yargısının önünde suçlarımızı
silmiştir. Bundan çıkan sonuca göre, Tanrı’yı kendi cezalarıyla yatıştırmak isteyenlerin gasp
ettikleri bu onuru biz sadece Mesih’e verirsek, O’nun kefaretini paylaşırız.
27. Roma’nın öğretisi Mesih’i onurundan ve vicdanı her tür güvenceden yoksun bırakır
Burada iki unsuru göz önünde tutmalıyız: Mesih’in onuru bir bütün olarak,
eksiltilmeden korunur; günahlardan bağışlanma güvencesine sahip vicdanlar Tanrı’yla esenlik
içinde olabilir.
Yeşaya, Oğul’un, kamçı darbeleriyle bizi iyileştirmesi için [Yşa. 53:6, 5], Baba’nın,
hepimizin günahını O’na yüklediğini [Yşa. 53:6] söylemektedir. Petrus bunu başka
kelimelerle tekrarlamaktadır: Mesih, ağacın üzerinde, bedeninde bizim günahlarımızı
taşımıştır [1Pe. 2:24]. Pavlus, Mesih bizim günahımızı yüklendiğinde, günahın O’nun
bedeninde mahkûm edildiğini yazmaktadır [Gal. 3:15; Rom. 8:3]; yani Mesih günahlarımızın
bütün yükünü –lanet ve tiksintiyle birlikte, Tanrı’nın korkunç yargısı ve ölümün lanetiyle
birlikte- taşıması gereken bir kurban olduğunda, günahın gücü ve laneti O’nun bedeninde
öldürülmüştür. Burada şu yalanları hiç duymuyoruz: Đlk arınmadan sonra her birimiz, ancak
rahibin önerdiği kefaretin ölçüsüyle orantılı olarak, Mesih’in çektiği acının yeterli olduğunu
hissederiz; ne var ki, biz hata yaptıkça Mesih’in kefareti bize hatırlatılır.
Şimdi onların zararlı saçmalıklarını önünüze koyun: Günahlar ilk bağışlandığında
sadece Tanrı’nın lütfu çalışıyor ama daha sonra düşersek, ikinci kez bağışlanmamız için,
işlerimiz devreye giriyor. Bu ilkelerin bir yeri varsa, daha önce Mesih’e atfedilen bu görevler
O’nda el değmeden kalır mı? O kefaret etsin diye, suçlarımızın O’na yüklendiğini
söylemekle, suçlarımıza işlerimizin kefaret ettiğini söylemek; Mesih’in günahlarımızın
karşılığını yatıştırdığını söylemekle, Tanrı’nın bizim işlerimizle yatıştığını söylemek arasında
çok büyük fark vardır!
Ancak bu, vicdanımızı rahatlatma sorunuysa, insan, rahibin önerdiği kefaretle
günahlarından kurtulduğunu duyarsa, bu rahatlatma ne olacaktır? Bu kefaretin ölçüsünden ne
zaman tam anlamıyla emin olabilir? Bu durumda Tanrı’sının merhametli olup olmadığından
her zaman kuşku duyacaktır; her zaman sıkıntıda olacaktır ve her zaman titreyecektir. Başka
bir yerde belirteceğimiz üzere112, önemsiz kefaretlere güvenenler Tanrı’nın yargısını hor
görürler ve günahın büyük yükünü pek hesaba katmazlar. Ancak rahibin önerdiği uygun
kefaretlerle bazı günahlarından kurtulduklarını kabul etsek de, yüz ömre bile yetemeyecek
111
Lombard, Sentences III. xix. 4 (MPL 192.797)’den özet. Krş. Aquinas, Summa Theol. III.
Ek xiv. 5: Đşler cehennem ıstırabını hafifletir.
112
III. xii. 1, 5
375
olan bu kadar çok günaha gark olduklarında, kendilerini tümüyle bu amaca adasalar bile ne
yapacaklar? Ayrıca günahların bağışlandığını duyuran bütün bu ayetler ilmihal öğrencileri
için değil, Tanrı’nın, uzun süreden beri kilisenin sinesinde beslenen yeniden doğmuş
çocukları içindir. Pavlus’un hararetle övdüğü elçilik –“Mesih’in adına size yalvarıyorum.
Tanrı’yla barışın” [2Ko. 5:20 mealen]- yabancıları değil, zaten yeniden doğmuş kişilere
yöneliktir. Ama kefaretlere elveda diyerek, bunları Mesih’in çarmıhına havale etmektedir.
Pavlus, Koloselilere, Mesih’in, “çarmıhta akıtılan kanı aracılığıyla… yerdeki ve gökteki her
şeyi barıştırdığını” [Kol. 1:20] yazarken, bunu kiliseye kabul edildiğimiz anla sınırlamaz ama
bütün bir ömre yayar. Đmanlıların Mesih’in kanı aracılığıyla kurtulduğunu, yani günahların
bağışlandığını [Kol. 1:14] söylediği yerdeki bağlamdan bu kolayca bellidir. Tekrar tekrar
karşımıza çıkan bu ayetleri üst üste yığmak gereksizdir.
(Eleştirel gözle incelenen çeşitli ayrımlar ve itirazlar, 28-39)
28. Bağışlanabilir günahlar ve ölümcül günahlar
Bu noktada, bazı günahların bağışlanabilir, diğerlerinin ise ölümcül olduğu gibi
aptalca bir ayrıma sığınıyorlar; ölümcül günahlar için ağır kefaret istiyorlar; bağışlanabilir
günahlardan daha kolay çarelerle –Rab’bin Duası’yla, kutsal su püskürtmeyle, Missa’nın
sağladığı bağışlamayla- arınılabiliyor. Bu durumda, Tanrı’yla eğlenip oyun oynuyorlar.
Bağışlanabilir ve ölümcül günahlardan her zaman söz etmelerine rağmen, dinsizliğe ve yürek
kirliliğine bağışlanabilir günah demelerinin dışında, yine de ikisini birbirinden
ayıramıyorlar.113 Ama biz, doğruluğun ve doğru olmamanın kuralını, Kutsal Yazı’da
öğretildiği şekliyle duyuruyoruz: “Günahın ücreti ölümdür” [Rom. 6:23] ve “günah işleyen
can, ölümü hak eder” [Hez. 18:20, mealen]; ancak imanlılar ölümü hak etmedikleri için değil,
Tanrı’nın merhametiyle, “Mesih Đsa’ya ait olanlara artık hiçbir mahkumiyet olmadığı” [Rom.
8:1], suç yüklenmediği ve cezaları silindiği için [Krş. Mez. 32:1-2], günahları
bağışlanabilmektedir.
Bizim bu öğretimize nasıl da haksızca iftira ettiklerini biliyorum. Buna, günahların
114
eşitliği
konusunda Stoacıların paradoksu diyorlar ama kendi ağızları kolayca aksini
kanıtlayabiliyor. Kutsal Yazı, “günahın ücreti ölümdür” [Rom. 6:23] ama yasaya itaat yaşam
yoludur [Krş. Lev. 18:5; Hez. 18:9; 20:11, 13; Gal. 3:12; Rom. 10:5; Luk. 10:28] –yasayı
çiğnemek ölümdür [Krş. Rom. 6:23; Hez. 18:4, 20]- diye açıkça belirttiği için, bu hükme
bahane bulamıyorlar. Bu kadar büyük bir günah yığını içinde kefaretin sonucunda ne
bulacaklar? Bir günahın kefareti bir gün sürüyorsa, bunu düşünürlerken daha çok günaha
giriyorlar. En doğru insanın bile defalarca düşmediği tek bir gün bile geçmiyor [Krş. Özd.
24:16]. Günahları için kefarette bulunmayı kuşanırlarken, çok sayıda –ya da daha çok,
sayısız- başka günahlar yığıyorlar. Madem ki, günahları için kefarette bulunabilmenin
güvencesi kesildi, ne bekliyorlar? Hâlâ kefarette bulunmayı düşünmeye nasıl cesaret
ediyorlar?
29. Günahların bağışlanması, cezanın bağışlanmasını içerir
Aslında kendilerini kurtarmaya çalışıyorlar ama özdeyişteki gibi, “su, onlara
yapışıyor”.115 Cezayla suç arasında bir ayırım uyduruyorlar. Suçun, Tanrı’nın merhametiyle
113
Krş. Lombard, Sentences IV. xvi. 4 (MPL 192. 879); Aquinas, Summa Theol. III. lxxxvii.
3; I IIae. lxxxviii.
114
Krş. Comm. Zech. 5:4; Lactantius, Divine Institutes III. xxiii. 8 (CSEL 19. 253; MPL 6.
427); çev. ANF VII. 93), bu öğretişi Zeno’ya atfeder. Krş. Cicero, Pro Murena xxix. 6;
“Omnia peccata esse paria” (LCL basımı, s. 222); Fisher, Assertionis Lutheranae confutatio,
s. 158; Melanchthon, Loci communes, der. Engelland, s. 138 vd; çev. Hill, s. 237 vdd.
115
Bu, Cicero’nun sözüdür: On Duties III. xxxiii. 117 (LCL basımı, s. 398).
376
bağışlandığını ama suç bağışlandıktan sonra, cezanın devam ettiğini Tanrı’nın adaletinin
bunun ödenmesini istediği kabul ediyorlar. Bu nedenle, bu kefaretlerin yerinde olarak, bu
cezanın bağışlanmasıyla ilgili olduğuna inanıyorlar.116
Aman Tanrım, oradan oraya savrulan nasıl bir ciddiyetsizliktir bu! Günahların
karşılıksız bağışlandığını kabul ediyorlar yine de insanlara bunu dualar, gözyaşları her çeşit
başka hazırlıklarla hak etmelerini tekrar tekrar öğretiyorlar. Ne var ki, Kutsal Yazı’da
günahların bağışlanmasına dair bize öğretilen her şey, bu ayrıma karşı çıkmaktadır. Ama bunu
tam olarak zaten kanıtladığımı bilsem bile, başka bazı tanıklıklar ekleyeceğim. Bu rahat
durmayan yılanlar, kuyruklarının ucuna bile çöreklenemeyecek hale geldikten sonra belki
böylelikle kıpırdamadan dururlar. Bu, Tanrı’nın Mesih’te bizimle yaptığı yeni antlaşmadır.
Günahlarımızı artık hatırlamayacaktır [Yer. 31:31, 34]. Onun, bu sözlerle ne demek istediğini,
başka bir peygamberden öğreniyoruz. RAB, şöyle diyor: “Doğru biri doğruluğundan
dönerse… onun doğru işlerini hatırlamayacağım” [Hez. 18:24, mealen]; “kötü biri,
imansızlığından dönerse, onun hiçbir günahını hatırlamayacağım” [Hez. 18:21-22 mealen;
Krş. 27. ayet]. Tanrı’nın onların doğru işlerini hatırlamayacağına dair ifadesi, aslında şu
demektir: Tanrı, bunları ödüllendirmek için bunların hesabını tutmamaktadır. Bu durumda,
günahlarını hatırlamayacağına dair ifadesi de, bunlar için ceza talep etmemesi demektir.
Başka bir yerde de aynı şey söylenmektedir: “Arkaya atmak” [Yşa. 38:17]; “bulut gibi
silmek” [Yşa. 44:22]; “denizin dibine atmak” [Mik. 7:19]; “onun hesabına yazmamak ve sır
gibi saklamak” [Krş. Mez. 32:1-2]. Bu ifadeleri dikkatle dinlemiş olsaydık, Kutsal Ruh bu
ifadelerde ne demek istediğini bize net olarak açıklıyordu. Tanrı, günahları cezalandırıyorsa
elbette bunları bizim hesabımıza geçirmektedir; öç alıyorsa bunları hatırlamaktadır;
yargılamaya çağırıyorsa bunları sır gibi saklamamaktadır; bunları tartıyorsa arkasına
atmamıştır; bunları dikkatle gözden geçiriyorsa bulut gibi silmemiştir; söylüyorsa denizin
derinlerine atmamıştır. Augustine bunu net kelimelerle şöyle açıklamaktadır: “Tanrı,
günahları örtüyorsa onlara bakmak istememiştir; onlara dikkat etmek istemediyse onları
cezalandırmak istememiştir; onları kabul etmek istememiş, bilerek görmezden gelmeyi tercih
etmiştir. Öyleyse neden “Günahlar örtüldü” diyor? Görülmesin diye. Nasıl olmuş da Tanrı
günahları görmüş ama cezalandırmamıştır?”117
Ancak peygamberden, Rab’bin hangi yasaya göre günahlarını bağışladığına dair başka
bir ayet dinleyelim: “Günahlarınız sizi kana boyamış bile olsa kar gibi ak pak olacaksınız.
Elleriniz kırmızı böceği gibi kızıl olsa da yapağı gibi bembeyaz olacak” [Yşa. 1:18].
Yeremya’da şunları okuyoruz: “O gün suç Yakup’ta aranacak ve bulunmayacak; Yahuda’da
aranacak ve hiç suç olmayacak; çünkü sağ bıraktıklarım beni yatıştırmış olacaklar” [50:20,
mealen]. Bu sözlerin özetle ne ifade ettiğini anlamak ister misiniz? Öte yandan şu ifadelerle
ne demek istediğini düşünün: Rab, “suçlarımı bir torbada biriktirir” [Eyü. 4: 17, mealen];
“onları bağlayıp bir bohçada saklar” [Hoş. 13:12, mealen]; “demir kalemle onları elmasa
kazır” [Krş. Yer. 17:1]. Bu ayetler, öcün karşılığının ödeneceği anlamına geliyorsa –ki, bu
kuşkusuzdur-, tersi ifadelerle Rab’bin, öcün gerektirdiği bütün cezayı bağışladığını
onayladığından da kuşku duymamalıyız. Burada okurlarımdan benim açıklamalarımı
önemsememelerini ama sadece Tanrı’nın Sözü’ne yer vermelerini istiyorum.118
116
Aquinas, Summa Theol. III. lxxxvi. 4; III Ek xv. 1. Krş. I. IIae. lxxxvii. 4; Bonaventura,
Commentary on the Sentences IV. xviii. böl. 1. m. 2. al. 2; “Poena inseparabilis est a culpa…
Dominus dum remittat culpam, remittat poenam totam” (Opera selecta IV. 460).
117
Augustine, Psalms, Mez. 32 (Latince Mez. 31). ii. 9 (MPL 36. 264; çev. LF Psalms I. 288).
118
1536 baskısındaki bu çarpıcı cümle, metin değişse bile, değişmeden kalmıştır (OS I. 119).,
Calvin’in yorumcu olarak göreviyle ilişkili hükmünü değerlendirirken bu ifade göz önüne
alınmalıdır. Krş. CR VII. 248: “Kimseden, önce öğretişimin yararlı olduğunu kabul etmesi
koşulunun dışında, benim görüşümde ya da benimle olmasını [s’arreste à moi] istemiyorum.”
377
30. Mesih’in eşsiz sunusu tek başına hem cezayı hem de günahı ortadan kaldırabilir
Size soruyorum, günahlarımız için hâlâ ceza gerekiyorsa Mesih bize ne bahşetti?
Günahlarımızı ağaçta, bedeninde çektiğini [1Pe. 2:24] söylediğimizde, bizim günahlarımızdan
ötürü ceza çektiğini ve ondan öç alındığını söylemek istiyoruz. Yeşaya, “Esenliğimiz için
gerekli olan ceza O’na verildi” [Yşa. 53:5] derken, bunu daha anlamlı bir biçimde
belirtmektedir. Bu “esenliğimiz için gerekli olan ceza” -bizim yerimizi O almamış olsaydıTanrı’yla barışabilmemizden önce, ödememizin gerekli olduğu günahlarımızın cezasından
başka nedir? Đşte, Mesih’in, Kendi halkını günahlarından kurtarmak için, günahların cezasını
üstlendiğini açıkça görüyorsunuz. Pavlus, kurtuluşun Mesih aracılığıyla tamamlandığını
söylediğinde, alışıldığı üzere buna άπολύτρωσις119 der [Rom. 3:24; ayrıca bk. 1Kor. 1:30; Ef.
1:7; Kol. 1:14]. Bununla, alışıldık bir kurtuluştan değil, kurtuluşun bedelinden ve kefaretinden
söz eder. Pavlus’un, Mesih’in bizim için fidye120 olarak Kendisini verdiğini yazmasının
nedeni budur [1Ti. 2:6]. Augustinus, “Rab’bin öfkesini yatıştırmanın yolu sunudan başka
nedir?” diye sormaktadır. “Sunu, bizim için sunulan Mesih’in ölümünden başka nedir?”
Ancak Musa’nın yasasında günahların zararlı etkilerinin kefareti olarak bize
emredilen, her şeyden önce bizi kalın bir koçbaşıyla donatmaktadır. Rab, burada kefaretin şu
ya bu şekilde yapılmasını belirlemez ama kefaretin tamamanın ödenmesini ister. Ancak başka
açılardan, bütün kefaret törenlerine en ince ayrıntısına kadar çok sıkı bir düzen getirir [Çık.
30:10; Lev. böl. 4-7:16; Say. 15:22 vd.] Kararını hafifletilecek tek bir tazminat olduğuna
tanıklık etmek istemiyorsa, nasıl oluyor da, işlenen günahların işlerle telafi edilmemesini
emrediyor ama kefaret olarak sadece sunu istiyor? Đsrailoğullarının sunduğu türde kefaretler
insanların işleri sayılmıyordu ama bunlar hakkında, kendi gerçekleri içinde, yani Mesih’in
eşsiz kefaretiyle hüküm verilmekteydi. Hoşea, Rab’bin bizden ne tür bir tazminat istediğini
birkaç kelimeyle açıkça ifade etmektedir: Ya, Rab, “Bütün suçlarımızı bağışlayacaksın”.
Bakın, günahlar bağışlanmaktadır. “Sana dudaklarımızın boğasını sunacağız” [Hoş. 14:2].
Bakın, gerçekten de kefaret vardır.
Aslında, sonsuza kadar süren cezalarla dünyasal cezalar arasındaki ayırıma
vardıklarında kurnazca yan çizdiklerini biliyorum. Ancak dünyasal cezanın, Tanrı’nın, sonsuz ölümün dışında- bedene ya da cana verdiği bir ceza olduğunu öğretirlerken, bu
sınırlamanın onlara pek yararı yoktur. Yukarıda alıntı yaptığımız ayetlerde, açıkça şu
söylenmektedir: Biz ne ceza hak edersek edelim, Tanrı, günahımızı bağışlayarak bizi suçtan
kurtarma koşuluyla, bizi lütfuna kabul etmektedir. Davut ya da başka peygamberler ne zaman
günahlarının bağışlanmasını isteseler, aynı zamanda cezanın kaldırılması için de dua ederler.
Aslında tanrısal yargının farkında olmak, onları buna itmektedir. Öte yandan, Rab’den
merhamet vaadinde bulunduklarında hemen her zaman cezalar ve bunların bağışlanması için
açıkça dua ederler. Elbette Rab, Hezekiel aracılığıyla Babil sürgününe Yahudilerin uğruna
değil, Kendi uğruna son vereceğini duyurduğunda [Hez. 36:22, 32], ikisinden de
kurtulduklarını onlara yeterince belirtmektedir. Sonuçta, Mesih aracılığıyla suçtan
kurtulduysak, suçun yol açtığı cezalar da kaldırılmış olmalıdır.
31. Yanlış yorumlar göz önüne seriliyor: Tanrı’nın cezayı gerektiren ve yola getiren kararları
Ancak Kutsal Yazı’dan alıntılarla silahlandıkları için, ne tür iddialarda bulunduklarına
bakalım. Davut’un zina yaptığı ve adam öldürdüğü için Nathan tarafından azarlandığını,
günahının bağışlandığını ama daha sonra zinadan doğan oğlunun ölümüyle cezalandırıldığını
söylüyorlar [2Sa. 12:13-14]. Bize, günahın bağışlanmasından sonra da, böyle cezalar
verilmesin diye, kefaret ödememiz öğretiliyor. Daniel, Nebukadnessar’a sadaka vererek
119
120
“άπολύτρωσιν”
“άντίλυτρον”
378
günahlarının kefaretini ödemesini öğütlüyordu. Süleyman şunları yazmaktadır: “Adalet ve
Tanrı’ya bağlılık suçları bağışlatır” [Özd. 16:6, mealen]. Başka bir yerde de, “Sevgi her
günahı örter” [Özd. 10:12] diyordu. Petrus da bu görüşü onaylamaktadır [1Pe. 4:8]. Rab de
Luka’da, günahlı kadın hakkında aynı şeyi söylemektedir: “Çok sayıda olan günahı
bağışlandı, çünkü o çok sevmişti” [Luk. 7:47, mealen].
Tanrı’nın işlerini her zaman nasıl sapkınca, yanlış görüşlerinde nasıl direnerek
yargılıyorlar! Ancak iki tür tanrısal yargı olduğunu görselerdi –ve bu küçümsememeleri
gereken bir şeydi- Davut’un böyle azarlanmasının, öç almaya giden bir ceza diye
düşünülmeyecek, çok farklı bir ceza biçimi olduğunu görürlerdi.
Ancak hepimiz Tanrı’nın, günahlarımızdan ötürü azarlayarak terbiye etmesindeki
amaçla ve bunun, imansızı ve günahkârı öfkeyle izlediği örneklerden ne kadar farklı
olduğuyla pek ilgilenmiyor değiliz. Sonuçta, geçerli bir nedenden ötürü bütün konuyu
toparlayabileceğimizi düşünüyorum.
Öğretiş adına bir karara öç kararı, diğerine ise terbiye etme kararı diyoruz.
Öç kararından Tanrı’nın, düşmanlarından öç alması anlaşılmalıdır; öyle ki, onlara
gazabını uygulasın, onları kahretsin, etrafa savurup dağıtsın, sıfıra indirgesin. Bu durumda,
doğrusunu söylersek, ceza O’nun öfkesiyle birleştiğinde, bunun Tanrı’nın öcü olduğunu kabul
edelim.
Terbiye etme kararında Tanrı, öfkelendiğindeki kadar acımasız değildir. Mahvedip
lanetlemek için öç almaz. Sonuçta bu, doğrusunu söylersek, ceza ya da öç değildir, yola
getirme ve uyarmadır.
Biri, yargılama davranışıdır; diğeri ise bir babanın davranışıdır. Yargıç, kötülük yapan
birini yargıladığında suçunu tartar ve suça ceza verir. Ama baba, çok sert olarak oğlunu yola
getirdiğinde, bunu, oğlundan öç almak ya da ona kötü davranmak için yapmaz, tersine, ona
öğretmek ve ihtiyatlı olmasını sağlamak için yapar. Chrysostomos, bir yerde biraz farklı bir
karşılaştırma yapmaktadır ama aynı sonuca çıkar. “Oğul” der, “kırbaçlanır ama köle de
kırbaçlanır. Ama ceza, köle olduğu için sözü edilen ikinci kişiye verilir, çünkü suç işlemiştir;
ilk söz edilen kişi, disipline ihtiyacı olan özgür biri ve oğul olarak dövülür. Oğul için yola
gelme, bir tecrübe ve değişim olur. Köle için ise kırbaçlanma ve ceza verme.”121
32. Tanrı’nın öç kararının yola getirme kararından tamamıyla farklı bir amacı vardır:
Aradaki fark
Bütün konuyu hemen toparlayabilelim diye, iki ayırımdan biri şudur: Cezanın öç
olduğu yerde, Tanrı’nın laneti ve öfkesi kendini gösterir ve O, bunları her zaman imanlılardan
esirger. Öte yandan, terbiye etme, Tanrı’nın bereketidir ve Kutsal Yazı’da öğretildiği gibi
[Eyü. 5:17; Özd. 3:11-12; Đbr. 12:5-6) bu, O’nun sevgisine tanıklık eder.
Bu ayırım Tanrı’nın Sözü’nde yeterince belirtilmektedir. Đmansızın bu yaşamda
çektiği bütün dertler, adeta bize bir tür cehenneme gidişi anlatmaktadır. Onlar zaten sonsuza
kadar lanetlendiklerini burada uzaktan görürler. Yine de bu durumda değişmekten ya da yarar
sağlamaktan o kadar uzaktırlar ki, bu ön sınanmalarla daha çok, en sonunda kendilerini
bekleyen korkunç Cehennem’e hazırlanmaktadırlar.
Rab, kullarını şiddetle yola getirir ama ölüme terk etmez [Mez. 118:18]. Bu nedenle,
O’nun sopasıyla dövülmenin kendileri için iyi olduğunu, gerçek öğrenimlerini ilerlettiklerini
kabul ederler [Mez. 119:71]. Azizlerin, bu cezaları sakin bir zihinle kabul ettiklerini, birinci
türdeki kırbaçlardan kaçmak için gayretle dua ettiklerini her yerde okuyoruz. Yeremya, “Beni
öfkenle değil, yalnız adaletinle yola getir, ya RAB, yoksa beni hiçe indirirsin. Öfkeni seni
tanımayan ulusların, adını anmayan toplulukların üzerine dök” [Yer. 10:24-25] demektedir.
121
Sözde Chrysostom, De fide et lege naturae iii (MPG 48. 1085). Oğla ceza verilmesinin
köleye ceza verilmesiyle karşılaştırılması III. viii. 6’da yeniden karşımıza çıkmaktadır.
379
Ayrıca Davut da şöyle der: “Ya RAB, öfkeyle azarlama beni, gazapla yola getirme” [Mez. 6:1
ya da 38:2].
Rab, kutsallarını günahları için azarladığında, onlara çok sık öfkelendiğinin
söylenmesi çelişkili değildir. Yeşaya, “Ya RAB, bana öfkelenmene rağmen, öfkenin geçtiği
ve beni avuttuğunu itiraf edeceğim” [Yşa. 12:1, mealen] der. Aynı şekilde Habakkuk,
“Öfkeliyken merhametini anımsa” ve Mika da, “RAB’be karşı günah işlediğim için, O’nun
öfkesine dayanmalıyım” [Mik. 7:9] der. Burada Mika, cezalandırılanların yüksek sesle şikâyet
ederek hiçbir şey kazanmadıklarını, imanlıların Tanrı’nın amacını düşünerek, üzüntülerinde
huzur bulduklarını öğretir. Aynı nedenle, Tanrı’nın, mirası olan halkı bayağılaştırdığı söylenir
[Yşa. 47:6; Krş. 42:24] ama bildiğimiz gibi, onu sonsuza kadar bayağılaştırmayacaktır. Ancak
burada, cezalandıran olarak, Tanrı’nın amacından ya da tutumundan değil, şiddetli acı
duygusundan söz edilmektedir. Bu acıyı yaşayanlar, cefasına katlanırlar. Yine de, imanlılarını
hafif bir sertlikle iğnelemez ama kimi kez onlarda öyle bir yara açar ki, kendilerini cennetin
lanetinin çok uzağında görmezler. Böylece, Tanrı, öfkesini hak ettiklerini kanıtlar. Yaptıkları
kötü işlerden ötürü onlardan hoşnut olmayan Tanrı’nın öfkesini yatıştırmak için büyük bir
özenle yola gelmeleri ve endişeyle hemen bağışlanmak istemeleri uygundur. Ancak bu süre
içinde merhametini, gazabından çok daha net kanıtlar.122 Bizim sadık Süleyman’da bizimle
yaptığı, hâlâ yürürlükte olan bir antlaşma vardır [2Sa. 7:12-13]. Kandırılamayan Tanrı, bunun
asla yürürlükten kaldırılmayacağını duyurmuştur. “Çocukları yasamdan ayrılır, ilkelerime
göre yaşamazsa; kurallarımı bozar, buyruklarıma uymazsa, isyanlarını sopayla, suçlarını
dayakla cezalandıracağım ama merhametimden vazgeçmeyeceğim” [Mez. 89:30-33].
Merhametini çok daha kuşku duyulmayacak duruma getirmek için, Süleyman’ın çocuklarını
yola getireceği sopanın insan sopası, kamçı darbelerinin insanoğullarının darbeleri olacağını
söylemektedir [2Sa. 7:14]. Bu cümlelerle ılımlılığını ve kibarlığını gösterirken, aynı zamanda,
Tanrı’nın elini karşılarında hissedenlerin de, ancak aşırı ve öldürücü bir korkuyla kafalarının
karışacağını ima etmektedir. Peygamber aracılığıyla, Đsrail halkını yola getirmeye ne kadar
hoşgörüyle baktığını ortaya koymaktadır: “Sizi ateşte arıttım” der, “ama gümüş gibi değil”
[Yşa. 48:10]. Yoksa tümüyle yanıp yok olurdunuz [Krş. Yşa. 43:2]. Rab, yola getirmenin
halkının arınmasına yaradığını öğretse de, halkının gücü gereğinden fazla tükenmesin diye, bu
yola getirmeleri ölçülü bir duruma getirdiğini eklemektedir. Bu, çok gereklidir. Đnsan Tanrı’ya
ne kadar saygı gösterir, Tanrı’ya bağlılığını geliştirmeye kendini ne kadar adarsa, Tanrı’nın
gazabına karşı o kadar duyarlı olur. Günahlılar, O’nun kırbacının altında inleseler bile, yine
de olayı tartmadıkları ama daha çok, hem kendi günahlarına hem de Tanrı’nın yargısına
arkalarını döndükleri için, bu ihmal onları katılaştırır. Ya da Yargıç’larına söylendikleri, karşı
gelerek atıp tuttukları için, şiddetli öfkeleri deliliklerinde ve heyecanlarında diner. Ancak
Tanrı’nın kırbacıyla uyarılan imanlılar hemen kendilerine gelip günahlarını düşünürler, korku
ve dehşetle irkilirler, bağışlanmak için yakarıp duaya sığınırlar. Tanrı, zavallı canların
kendilerine eziyet ettikleri bu üzüntüleri yatıştırmazsa, öfkesinin en küçük belirtisinde
yüzlerce kez bayılırlar.
32. Öç kararı cezalandırmaya, terbiye etme geliştirmeye yarar
Sonra ikinci ayırıma, yani günahlıların Tanrı’nın kırbacıyla dayak yerlerken, O’nun
yargısı uyarınca, zaten bir şekilde ceza çekmeye başladıklarına dikkat edelim. Tanrı’nın
gazabının bu kanıtlarına dikkat etmedikleri için, cezadan kaçamasalar bile, daha iyi
düşünebilsinler diye, cezalandırılmazlar ama büyük sıkıntılar içinde, Tanrı’nın yargıç
olduğunu ve öç aldığını görebilirler. Ne var ki, çocuklar Tanrı’ya karşı işledikleri günahların
122
Aynı şekilde Augustine de, “Tanrı’nın gazabını”, “merhametinin çok daha çarpıcı
kanıtıyla” karşılaştırmaktadır: Enchiridion viii. 27 (MPL 40. 245; der. O. Scheel, s. 18; çev.
LCC VII. 355).
380
cezasını ödesinler diye değil, tövbeye yönelsinler diye sopalarla dövülmektedir. Bu durumda,
bu olayların geçmişten çok gelecekle ilişkili olduğunu anlıyoruz. Bu düşünceyi, kendi
sözlerimden çok, Chrysostomos’un sözleriyle açıklamayı tercih ederim: “Bu durumda”, der,
“Tanrı –geçmişteki günahlarımızı cezalandırmak için değil, gelecekteki günahlarımıza karşı
bizi yola getirmek için- bize ceza verir.”123 Augustinus da şöyle demektedir: “Neyin acısını
çekiyorsanız, neden şikayet ediyorsanız, bu sizin cezanız değil, ilacınızdır; mahkum edilmeniz
değil, terbiye edilmenizdir. Mirasınızdan vazgeçmek istemiyorsanız, kırbaçtan
vazgeçmezsiniz” vb. “Kardeşlerim, bilin ki, dünyayı inleten insanlığın bütün bu zavallılığı, bir
ceza kararı değil, ilaç gibi gelen bir acıdır”124 vb. Yaptığım açıklama kimseye alışılmadık ya
da yeni gelmesin diye, bu ifadelerden alıntı yapmaya karar verdim.
Tanrı halkı, bütün cezaları sapkınca küçümsediği için, çoğunlukla Tanrı’nın, halkının
nankörlüğüne karşı çıktığı, öfkeyle dolu şikâyetlerinin anlamı budur. Yeşaya’da, “Neden sizi
bir daha döveyim?... Bedeniniz tepeden tırnağa sağlıksız” [1:5-6, mealen] der. Ne var ki,
peygamberlerin bu ifadeleri arttığı için, Tanrı’nın, kilisesini cezalandırmaktaki tek amacının
kilisenin alçalarak tövbe edebilmesi olduğunu kısaca belirtmek yeterlidir. Bu durumda,
Saul’un elinden krallığını aldığında, öç almak için onu cezalandırıyordu [1Sa. 15:23].
Davut’un küçük oğlunu ondan aldığında [2Sa. 12:18] yola gelmesi için azarlıyordu. Pavlus’un
ifadesi bu anlamda anlaşılmalıdır: “Dünyayla birlikte mahkûm olmayalım diye Rab bizi
yargılayıp terbiye ediyor” [1Ko. 11:32].
Yani Tanrı’nın çocukları olarak biz, Göksel
Baba’nın elinden acı çekerken, bu kafamızı karıştıracak bir ceza değil, sadece bize ders
verecek bir terbiye etmedir. Bu konuda Augustinus açıkça bizden yanadır, çünkü Tanrı’nın,
aynı şekilde terbiye ettiği insanlara verdiği cezaların farklı düşünülmesi gerektiğini
öğretmektedir. Kutsallar için bunlar, günahlarının bağışlanmasından sonra mücadeleler ve
uygulamalardır; günahlılar için ise günahları bağışlanmadan kötülüğün cezalandırılmasıdır.
Burada Davut’a ve Tanrı’ya bağlı başka kişilere verilen cezaları sayar ve bu cezaların,
onların, bu tür alçalma deneyimiyle Tanrı’ya bağlılıklarını yerine getirmeleri ya da
bağlılıklarının sınanması olduğunu söyler. Yahudi halkı, günahlarının cezasını Rab’bin
elinden dolu dolu aldığı için, kötülüklerinin bağışlandığına dair Yeşaya’nın ifadesi [Yşa.
40:2],
günahlarımızın
bağışlanmasının
cezanın
ödenmesine
bağlı
olduğunu
kanıtlamamaktadır. Sanki Yeşaya şöyle demiştir: “Zaten yeterince ceza çektiniz; günahların
ağırlığından ve çokluğundan ötürü, uzun süren keder ve acıyla zaten tükendiğiniz için,
yürekleriniz sevinsin ve Babanız olduğumu hissedin diye, artık dolu dolu merhamet haberini
alma zamanınız gelmiştir.” Burada Tanrı, Baba kimliğini üstlenmekte ve çocuğuna çok sert
bir ceza vermek zorunda kaldığında, adil sertliğinden bile pişman olmaktadır.
34. Tanrı’nın terbiye ettiği imanlı cesaretini kaybetmez
Đmanlı, üzüntülerinin burukluğunda bu düşüncelerle güç kazanmalıdır. Tanrı’nın
adının anılacağı [Krş. Yer. 25:29]… “Yargının, Tanrı’nın ev halkından başlayacağı an
gelmiştir” [1Pet. 4:17]. Tanrı’nın çocukları, hissettikleri şiddetin O’nun öcü olduğuna
inandıklarında ne yaparlar? Tanrı’nın elinin darbesini yiyen, Tanrı’nın ceza veren bir Yargıç
olduğunu düşünür, O’nu gazapla dolu bir düşmandan başka biri olarak algılayamaz; Tanrı’nın
her kırbaç darbesinden sadece lanet ve kahır diye nefret eder. Kısacası, Tanrı’nın hâlâ
kendisini cezalandırmak istediğini hisseden biri, Tanrı’nın, kendisini sevdiğine asla ikna
olamaz. Ancak sonunda Tanrı’nın kırbaç darbelerinin yararını gören biri, Tanrı’nın, onun
günahlarına öfkelendiğini ama kendisine merhametli ve şefkatli olduğunu düşünen adamdır.
123
Sözde Chrysostom, Sermo de poenitentia et confessione. Erasmus’un derlediği
Chrysostomos baskısından (Basel, 1530), V. 514 (1547 bamısı, V. 907).
124
Augustine, Psalms, Ps. 102 (Latince Mez. 101). 20 (MPL 37. 1332; çev. NPNF VIII. 500);
Mez. 139 (Latince, Mez. 138). 15 (MPL 37. 1793; çev. LF Psalms VI. 204).
381
Yoksa peygamberin yaşadığından yakındığı şeyin olması gerekir: “Şiddetli gazabın
üzerimden geçti, saçtığın dehşet beni yedi bitirdi” [Mez. 88:16]. Musa da şöyle yazmaktadır:
“Eriyip bitiyoruz senin öfkenden, kızgınlığından dehşete düşüyoruz. Suçlarımızı önüne, gizli
günahlarımızı yüzünün ışığına çıkardın. Gazabından kısalıyor günlerimiz, bir soluk gibi
tükeniyor yıllarımız” [Mez. 90:7-9]. Davut ise tam tersine, imanlılar için, Tanrı’nın baba gibi
yola getirmesinin, ezmesinden çok daha yararlı olduğunu öğretmek için şu ezgiyi
söylemektedir: “Ne mutlu, ya RAB, yola getirdiğin, yasanı öğrettiğin insana! Kötüler için
çukur kazılıncaya dek, onu sıkıntılı günlerden kurtarıp rahatlatırsın” [Mez. 94:12-13].
Tanrı’nın, imansızları esirgeyip suçlarını görmezden geldiğinde kendi halkına daha sert
gelmesi elbette çetin bir sınanmadır. Bu nedenle Davut, bir teselli nedeni eklemektedir:
Yollarına geri çağrıldıklarında, yasanın kurtuluşla ilgisini öğrenebilsinler diye yasanın uyarısı;
ama imansızlar düşünmeden hata yaparlar, bunun sonu ise çukurdur. Cezanın sonsuza kadar
sürmesi ya da dünyasal olması fark etmez. Savaşlar, açlıklar, salgın hastalıklar, hastalıklar
Tanrı’nın, sonsuza kadar sürecek ölüm kararı gibi birer lanettir. Bunlar, Tanrı’nın günahlıya
karşı gazabının ve öcünün araçları olarak sonuna kadar acı çektirir.
35. Davut’un cezası
Aldanmıyorsam, şimdi hepimiz Tanrı’nın Davut’a verdiği cezanın amacını anlıyoruz.
Bu, adam öldürmenin ve zinanın Tanrı’nın hiç hoşuna gitmediğinin kanıtı olabilir. Sevdiği
sadık kulunun bu yaptığına çok gücendiğini duyurmuştur. Bundan sonra Davut böyle bir suç
işlemeye cesaret edememeyi öğrenebilmiştir; ama bu onun, Tanrı’ya belli bir karşılık ödemesi
gereken bir ceza olamazdı. Bu nedenle, Rab’bin, başka bir yola getirişinden de anlam
çıkarmalıyız. Davut, halkının nüfus sayımını yaptırarak itaatsizlik ettiği için, Rab, halkına
şiddetli bir vebayla acı çekmiştir [2Sa. 24:15]. Rab, Davut’un günahının suçunu karşılıksız
bağışlamıştı, ancak bu, her çağda halka örnek olması ve Davut’un aşağılanması için uygundu.
Böyle bir suç cezasız kalmasın diye onu kırbacıyla çok sert bir biçimde yola getirmişti.
Bu nedenle, insan soyunun evrensel lanetini göz önünde tutmalıyız [Krş. Yar. 3:1619]. Biz lütfu aldıktan sonra, ilk ana babamıza günahın cezası olarak çektirilen acılara
dayandığımızda bile, Tanrı’nın, yasasını çiğnediğimizde hiç hoşnut olmadığını bu
denenmelerle uyarıldığımızda hissederiz. Acınacak payımızın bilincinde, üzüntü ve
alçakgönüllülükle gerçek mutluluğu sabırsızca isteriz. Bu yaşamdaki felaketlerin
günahlarımızın cezası olarak bize verildiğini düşünen biri, son derece aptal olmalıdır.
Chrysostomos şunları yazdığında, bana, bunu söylemek istiyor gibi gelmektedir: “Tanrı, bu
nedenle –inatla kötülük yapanları tövbe etmeye çağırabilsin diye- cezalar veriyorsa, tövbe
edildikten sonra, cezalar zaten gereksiz olur.”125 Bu nedenle, her insanın yapısına neyin uygun
olduğunu bildiği üzere, Tanrı birini çok sert, diğerine çok daha şefkatle hoşgörü göstererek
davranmaktadır. Sonuçta, ceza vermekte aşırı gitmediğini öğretirken, katı ve inatçı insanları
azarlar, çünkü onlar dayak yediklerinde günahtan vazgeçmezler [Yer. 5:3]. Efrayim’in, bir
yüzü yanan, diğer yüzü pişmeyen pideye benzediğinden bu anlamda şikayet etmektedir [Hoş.
7:8], çünkü pişmiş günahlarıyla insanlar bağışlanabilsinler diye, terbiye yüreklere
ulaşmamaktadır. Bunları söyleyen Tanrı, elbette, biri tövbe eder etmez, Kendisinin
yatışacağını belirtmektedir; O’nun, günahlarımızı terbiye ederken, şiddete –gönüllü yola
getirmenin etkisini yok eden şiddete- yönelmesinin nedeni bizim O’na karşı inatçılığımızdır.
Yine de hepimiz yola gelme ihtiyacımız konusunda sert ve bilgisiz olduğumuz için, bilgeler
bilgesi Baba’mız, ayrıcalık yapmadan hepimize ömrümüz boyunca ortak bir kırbaçla
vurmaktadır.
125
Chrysostom, Homilies on Providence, to Stagirius III. xiv (Basel basımı. 1547, V. 666;
MPG 47. 493 vd.)
382
Ancak gözlerini tek bir Davut örneğine dikmeleri ve günahların karşılıksız
bağışlandığını düşünebilecekleri başka örneklerden etkilenmemeleri tuhaftır. Vergi
görevlisinin Tapınak’tan aklanmış çıktığını okuyoruz; ona ceza verilmez [Luk. 18:14].
Petrus’un suçu bağışlanmıştır [Luk. 22:61]; Ambrosius, onun kefarette bulunduğunu değil,
gözyaşı döktüğünü okuyoruz, diyor.126 Felçli ise “Ayağa kalk, günahların bağışlandı” [Mat.
9:2] dendiğini işitmiştir; ceza verilmemiştir. Kutsal Yazı’da söz edilen günahların
bağışlanmasının karşılıksız olduğu belirtilmektedir. Kural, kendine özgü bir özelliği olan tek
bir örnekten çok, bu sık görülen örneklerde aranmalıdır.
36. Cezanın kefareti olarak iyi işler
Daniel’in, Nebukadnessar’ı, günahlarının karşılığını doğrulukla ve suçlarının
karşılığını da yoksullara merhametle ödemeye teşvik etmesi [Dan. 4:27] doğruluğun ve
merhametin Tanrı’yı yatıştıracağını ve cezanın karşılığı olacağını ima ettiği anlamına
gelmemektedir. Mesih’in kanından başka bir fidyenin olacağı düşüncesini aklınızdan çıkarın!
Ancak “karşılık ödemek” sözüyle Daniel, Tanrı’dan çok, insanlardan söz etmektedir. Sanki
şöyle demektedir: “Ey Kral, adaletsizce ve şiddet uygulayarak efendilik yaptın,
alçakgönüllüyü ezdin, yoksulu soydun, halkına sert ve adaletsiz davrandın; şimdi adaletsizce
ele geçirmenin, şiddetin ve eziyetin yerine merhameti ve doğruluğu koy.”
Aynı şekilde Süleyman da, Tanrı’nın önünde değil, insanların içinde, “çok olan
günahları sevginin örttüğünü” [Özd. 10:12] söylemektedir. Ayetin tamamında şu
okunmaktadır: “Nefret çekişmeyi azdırır, sevgi her suçu örter” [Özd. 10:12]. Adet edindiği
üzere Süleyman bu ayette, nefretin yol açtığı kötülükleri sevginin meyveleriyle antitez
yoluyla karşılaştırmaktadır. Süleyman, birbirinden nefret edenler birbirlerini ısırırlar,
birbirlerine eziyet ederler, birbirlerini ayıplarlar, incitirler ve her şeyde bir kusur bulurlar; ama
birbirlerini sevenler –birbirlerinin suçlarını onayladıkları için değil, kınayarak bunları
büyütmektense hoş görüyle bakarak ve uyararak bunları iyileştirip- aralarındaki birçok şeyi
örtbas ederler, birçok şeye göz yumarlar, birçok şeyi görmezden gelirler, demek istemektedir.
Kuşkusuz Petrus, kendisini Kutsal Yazı’nın değerini düşürmekle ve kurnazca çarpıtmakla
suçlamalıyım diye, bu ayetten aynı anlamda alıntı yapar [Krş. 1Pe. 4:8].
Süleyman, “sevgi ve bağlılık suçları bağışlatır” [Özd. 16:6] diye öğretirken, suçların
Rab’bin gözünde ödendiğini, bu kefaretle öfkesi yatışan Tanrı’nın aksi takdirde vermek üzere
olduğu cezayı kaldırabildiğini söylemek istemez. Tersine, Kutsal Yazı’nın bilinen tavrıyla,
geçmişteki günahlara ve kötülüklere elveda diyenlerin, dine bağlılık ve dürüstlükle O’na
döndüklerinde O’nu merhametli bulacaklarını belirmektedir. Sanki Rab’bin gazabının
dindiğini ve suçlarımız uyuduğunda yargısının da uyuduğunu söylemektedir. Süleyman,
bağışlanmanın nedenini değil, tersine, Tanrı’ya gerçekten dönmenin yollarını anlatmaktadır.
Peygamberler, ikiyüzlüleri, tövbe etme yerine sahte törenlerle Tanrı’yı boş yere zorlamakla
sık sık suçlarlar. Oysa doğruluk ve sevme görevi Tanrı’yı hoşnut etmektedir. Đbraniler’e
Mektup’un yazarı, benzer bir tarzda, sevecenliği ve insancıllığı överek, böyle kurbanların
Tanrı’yı hoşnut ettiğini bize hatırlatmaktadır [Đbr. 13:16]. Mesih, Ferisilerle, sadece tabakları
temizlemeye dikkat ettiklerini ama yüreklerinin temizliğini ihmal ettiğini söyleyerek alay
edip, onlara, her şeyi temizlemeleri için, sadaka vermelerini emrettiğinde [Luk. 11:39-41; Krş.
Mat. 23:25], elbette onları kefarette bulunmaya teşvik etmez. Tersine, Tanrı’nın nasıl bir
temizliği onayladığını öğretir. Bu ifadeyi başka bir yerde tartışmıştık.127
126
Ambrose, Expositions of the Gospel of Luke X. 88: “Onun ne dediğini bilmiyorum;
ağladığını biliyorum” (CSEL 32. iv. 489. 8; MPL 15. 1918). Krş. Gratian, Decretum III.
xxxiii. 3. 1. 1 (MPL 187. 1520; Friedberg I. 1159).
127
III. xiv. 21
383
37. Günahkâr kadın
Luka’daki ayetler söz konusu olduğunda [Luk. 7:36-50], sağlıklı değerlendirerek
okuyan hiç kimse, Rab’bin burada yaptığı benzetme nedeniyle bizimle kavga etmeyecektir.
Ferisi, kendi kendine, Rab’bin bu kadar isteyerek kabul ettiği kadını tanımadığını
düşünüyordu. Onun nasıl bir günahkâr olduğunu bilseydi, Mesih onu kabul etmezdi gibi
geliyordu. Buradan, Mesih’in peygamber olmadığını çıkarmıştı, çünkü Mesih bu dereceye
kadar kanmıştı. Rab, günahlarını çoktan bağışladığı kadının günahlı olmadığını göstermek
için şu benzetmeyi yapmıştır: “Tefeciye borçlu iki kişi vardı. Biri beş yüz, öbürü de elli dinar
borçluydu. Tefeci her ikisinin de borcunu bağışladı. Buna göre, hangisi ona daha çok
minnettar olur? Ferisi, ‘Sanırım, kendisine daha çok bağışlanan’ diye yanıtladı. Rab ona,
‘Şunu bil ki, bu kadının çok olan günahları bağışlanmıştır, çünkü o, çok sevmiştir’ dedi”
[Luk. 7:41-43, 47]. Görüyorsunuz ki, bu sözlerle Rab, onun sevgisini günahlarının
bağışlanmasının nedeni değil, kanıtı olarak göstermektedir. Beş yüz dinarı bağışlanan borçlu
karşılaştırmasından bu anlaşılmaktadır; Rab ona, adam tefeciyi çok sevdiği için değil, borçları
bağışlandığı için adamın tefeciyi çok sevdiğini söylemiştir. Bu karşılaştırma şöyle ele
alınabilir: Bu kadının günahkâr olduğunu düşünüyorsunuz, yine de öyle olmadığını anlamanız
gerekiyor, çünkü günahları bağışlandı. O’nun iyiliğine duyduğu şükrandan doğan sevgisi,
kadının günahlarının bağışlandığına sizi ikna etmiş olmalı. Bu, sonuçtan yola çıkarak nedenin
bulunduğu bir akıl yürütme. Ardından gelen tanıklık bunu kanıtlıyor. Rab, kadının
günahlarının nasıl bağışlandığına açıkça tanıklık etmektedir: “Đmanın seni kurtardı” [Luk.
7:50] diyor. Bu durumda, imanla bağışlanıyoruz; Rab’bin şefkatine sevgiyle şükran
duyuyoruz ve tanıklık ediyoruz.
38. Roma öğretisi, kilise babalarının yetkilerinde hak iddia edemez
Antik dönem yazarlarının kefaretle ilgili kitaplarında enine boyuna açıkladıkları
görüşler beni pek az etkilemektedir. Aslında bazılarının bu açıdan ya başarısız ya da çok kesin
ve sert konuştuklarını kabul ediyorum –sadece bu kitapların hemen hepsinin günümüze
geldiğini söyleyeceğim. Ancak bu yazarların, kefaret konusunu yeni yorumlayanların
anladıkları anlamda, bunları yazmak için çok beceriksiz ve eğitimsiz olduklarını kabul
etmiyorum. Chrysostomos bir yerde şöyle yazmaktadır: “Merhametin ısrarla istendiği yerde,
soruşturma biter; merhametin dilenildiği yerde, yargı gazaba gelmez; merhametin arandığı
yerde, cezaya yer yoktur; merhametin olduğu yerde, sorgulama yoktur; merhametin olduğu
yerde, cevap bağışlama olur.”128 Bu sözler ne kadar çarpıtılırsa çarpıtılsın, Stoacıların
ilkeleriyle uyuşacak duruma asla getirilemez. Ancak Augustinus’a atfedilen Kilisenin
Dogmaları kitabında şunlar okunmaktadır: “Tövbenin kefareti, günahın nedenlerinin
hatırlattıklarını kayda dökmek değil, bu nedenleri sürdürmemektir.”129 Đşlenen günahların
karşılığı olduğu söylenen kefaret öğretisine o zamanlar bile gülündüğü buradan bellidir,
çünkü kefareti bütünüyle, bundan sonra günahtan kaçınmaya dikkat etmekle
bağdaştırmışlardır. Aynı Chrysostomos’un öğrettiklerinden, Tanrı’nın, suçlarımızı gözyaşları
içinde Kendisinin önünde itiraf etmemizin dışında bizden hiçbir şey istemediğinden130 alıntı
yapmayacağım, çünkü bu tür ifadeler onun ve başkalarının yazılarında sık karşımıza
çıkmaktadır. Doğrudur, bir yerde Augustinus, merhamet işlerine, “günahların bağışlanmasının
çareleri” demektedir; ama bu kelime kimseyi tökezletmesin diye, başka bir yerde bu itirazı
toparlar. “Mesih’in bedeni” der, “sadece vaftizde tamamıyla silinen günahlar için değil, daha
sonra zayıflık nedeniyle nüfuz eden günahlar için de, tek gerçek kurbandır. Bu nedenle, bütün
128
Sözde Chrysostom, Homily on Ps. 50, vaaz ii. 2 (MPG 55. 577).
Sözde Augustine, De dogmatibus ecclesiasticis xxiv (MPL 58. 994).
130
Chrysostom, Homilies on Genesis, vaaz x.2 (MPG 53. 83 vdd).
129
384
kilise her gün, ‘Borçlarımızı bağışla’ [Mat. 6:12] diye feryat eder; bu eşsiz kurban aracılığıyla
borçlar bağışlanır.”131
39. Stoacılar babaların öğretisini yozlaştırmaktadır
Tanrı’ya yapılan ödemeye değil, genelde, haklarında kiliseden uzaklaştırılma kararı
verilenlerin, yeniden Rab’bin Sofrası’na katılmak istediklerinde, kiliseye tövbe ettiklerine dair
güvence verdikleri, cemaatin önündeki tanıklığa da kefaret adını veriyorlar. Bu tövbekârlar
eski yaşamlarından gerçekten isteyerek vazgeçtiklerini kanıtlayabilsinler ya da daha önceki
davranışlarını hafızalardan silsinler diye, onlara belli oruçlar ve başka görevler dayatılıyordu.
Bu durumda Tanrı’ya değil, kiliseye kefarette bulundukları söyleniyordu. Augustinus, bunu
Enchiridion’unda aynı bu sözlerle Laurentius’a açıklamıştı.132 Bugün kullanılmakta olan
itiraflar ve kefaretlerin kökeni antik dönemdeki bu törenden gelmektedir. Gerçekten engerek
soyundan [Mat. 3:7; 12:34] olanların sayesinde, daha iyi olan bu tarzın gölgesi bile
kalmamıştır!
Eski yazarların kimi zaman oldukça sert konuştuklarını biliyorum; az önce dediğim
gibi,133 olasılıkla yanıldıklarını da reddetmiyorum; ancak şurada burada birkaç lekeyle zarar
görmüş bu yazılar, elleri pis olan insanlar tarafından tutulduğunda iyice kirlenmiştir.
Babaların yetkisini iddia etmemiz gerekiyorsa, aman Tanrım, bu adamlar bize hangi babaları
dayatıyorlar? Önderleri Lombard’ın birlikte yamalar yaptığı bu yazarların büyük çoğu, bazı
keşişlerin Ambrosios, Hieronymus, Augustinus ve Chroysostomos adları altında anlamsız
saçmalıklarından derlemelerdir; bu savın neredeyse bütün kanıtı, bazı heyecanlı
konuşmacıların, fark gözetmeden iyi ve kötü yazarları beceriksizce birbirlerine yamadıkları,
Augustine’us, Tövbe Üzerine kitabından alınmıştır. Aslında kitap Augustinus’un adını
taşımaktadır ama orta derecede bile bilgisi olan hiç kimse bunu, onun diye kabul etmeye
tenezzül etmez. Stoacıların aptallıklarını açıkça irdelemiyorsam, okurlarım, yüklerini
hafifletmediğim için beni bağışlasınlar. Şimdiye kadar gizem diye övdükleri gülünçlüğü,
büyük utancı ortaya koymak elbette benim için çok güç olmayacaktı; ancak benim amacım
yararlıyı öğretmek olduğu için bunları geçiyorum.
V. BÖLÜM
KEFARETE YAPTIKLARI EKLER, YANĐ ENDÜLJANSLAR VE ARAF
(Hatalı endüljans öğretisi ve bunun kötü sonuçları, 1-5)
1. Roma’nın öğretisine göre endüljanslar ve bunların verdiği zarar
Endüljanslar bu kefaret öğretisinden çıkmaktadır. Muhaliflerimiz, kefarette
bulunmamız için, bu endüljansların gücümüzün eksik yanını tamamladığını iddia ediyorlar.
Bunlara, Mesih’in ve şehitlerin liyakatlerinin papanın kararnameleriyle dağıtılması diyecek
131
Augustine, Enchiridion xix. 72 (MPL 40. 266; der. O. Scheel, s. 46; çev. LCC VII. 382);
Aganist Two Letters of the Pelagians III. vi. 16 (MPL 44. 600; çev. NPNF V. 409 vd.)
132
Augustine, Enchiridion xvii. 65 (MPL 40. 262 vd.; çev. LCC VII. 377); Gratian, Decretum
II. xxxiii. 3. 84 (Friedberg I. 1183; MPL 187. 1533).
133
Yk. bk. m. 38.
385
kadar akıllarını kaçırmışlar.134 Bu adamlarla tartışmak yerine, deliliklerinden135 ötürü onları
ilaçla tedavi etmek uygundur. Böyle aptalca yanlışların aksini kanıtlamaya çalışmaya pek
değmez. Çok sayıda koçbaşının saldırısı altında, bunlar kendiliğinden eskiyip bozulmaya
başlıyor. Ancak eğitimsiz bazı insanlar için bunların aksini kanıtlamak yararlı olacağından,
bunu atlamayacağım.
Endüljanslara çok uzun zamandan beri dokunulmamış olması ve böyle sınırsız, gözü
dönmüş sefahatin cezasız kalmaya devam etmesi, insanların yüzyıllardan beri büyük
yanlışlara ne kadar derinden gömüldüklerinin aslında bir kanıtıdır. Đnsanlar, papanın ve
papalık kararnamelerini taşıyanların kendileriyle çekinmeden apaçık alay ettiklerini,
canlarının kurtuluşunun kazançlı bir ticari mal haline getirildiğini, kurtuluşun fiyatının birkaç
sikkeyle hesaplandığını, hiçbir şeyin karşılıksız olmadığını görüyorlardı. Bunun bir hile
olduğunu, sunularıyla kandırıldıklarını, sunularının iğrenç bir biçimde fahişelere, kadın
satıcılarına ve sarhoşların eğlencelerine harcandığını anlıyorlardı. Ama endüljans
borazancılarının en büyüğünün kendilerini çok aşağıladığını da görüyorlardı; bu canavarın
giderek artan şehvet düşkünlüğü ve hovardalığı sır olmaktan her gün çıkıyor ve bunun sonu
gelmiyor; her gün yeni bir kurşun ortaya çıkıyor ve yeni bir para alınıyor.136 Yine de
endüljansları büyük bir saygıyla almışlar, dindarca sahtekârlıklar diye bunlara tapmışlar,
insanlar kâr karşılığında kandırılabilmiştir. Sonunda dünya biraz akıllanmaya cesaret ettiğinde
endüljanslar, hepsi yok oluncaya kadar, soğumuş ve giderek donmuştur.
2. Endüljanslar Kutsal Yazı’ya terstir
Endüljans tüccarlarının şimdiye kadar bizimle alay ettikleri, aklımızı çeldikleri alçakça
hilelerini, sahtekârlıklarını, hırsızlıklarını ve açgözlülüklerini artık çok kişi görüyor ama bu
imansızlığın pınarını göremiyor. Sonuçta bu, sadece endüljansların doğasını değil, bütün
lekeleri temizleyen endüljansların genelde ne olduğunu belirtmemizi gerektirmektedir.
Karşıtlarımız Mesih’in, kutsal elçilerin ve şehitlerin liyakatlerine, “kilisenin hazinesi”
diyorlar. Daha önce değindiğim gibi,137 bu ambarın asıl gözetiminin Roma Piskoposu’na
verildiğini öne sürmektedirler. O, bunları hem kendi dağıtabilsin, hem de bunları dağıtan
yönetime başkalarını da getirebilsin diye, bu çok büyük yararların dağıtılmasını
denetlemektedir. Sonuçta, belirli yıllara ait endüljanslar gibi, sınırsız endüljansları da papa,
yüzyıllık endüljansları kardinaller, kırk günlük endüljansları ise gözetmenler vermektedir!
Doğruyu söylemek gerekirse bunlar, Mesih’in kanına saygısızlık, Şeytan’ın alayı,
Hıristiyanları Tanrı’nın lütfundan ve Mesih’teki yaşamdan saptırmak ve gerçek kurtuluş
yolundan döndürmektir. Günahların bağışlanması, uzlaşma, kefaret için Mesih’in kanının
yeterli olduğunu –bu olmadığında sağlanmış ve yerine getirilmiş olan şeyin kuruyup yok
olacağını – inkâr ettiklerinde, Mesih’in kanına daha çirkin nasıl saygısızlık edilebilir? Petrus,
“Yasa ve bütün peygamberler, Mesih’e tanıklık ediyor” demektedir, “günahlarımız O’nun
aracılığıyla bağışlanacaktır” [Elç. 10:43, mealen]. Endüljanslar Petrus, Pavlus ve şehitler
aracılığıyla günahları bağışlamaktadır. Yuhanna, “Mesih’in kanı bizi günahımızdan arındırır”
134
Krş. N. Paulus, Geschichte des Ablasses am Ausgange des Mittelalters; W. E. Lunt, Papal
Revenues in the Middle Ages: I. 111-125; II. 148-485’deki belgeler; B. J. Kidd, Documents
Illustrative of the Continental Reformation, s. 1-20. Aquinas, Summa Teol. III. ek xxv. 1’de,
“endüljanslar, birçok kişinin, istenilenden daha çok kefaret işleri yaptığı gizemli bedenin
tekliğinden ötürü, hem kilise mahkemesinde hem de Tanrı’nın yargısında geçerlidir”
demektedir.
135
“Helleboro”
136
“Plumbum semper novum offerri, novos nummos elici.” Görevleri, papalık kararnamelerine
kurşun mühür basmak olan memurlara plumbatores denirdi.
137
Yk. bk. m. 1, Krş. III. iv. 15.
386
[1Yu. 1:7, mealen] der. Endüljanslar ise günahları şehitlerin kanına temizletir. Pavlus,
“Mesih’te Tanrı’nın doğruluğu olalım diye, günahı bilmeyen Mesih, bizim için günah (yani,
günahın kefareti) haline getirildi” [2Ko. 5:21, mealen] demektedir. Endüljanslar ise
günahların kefaretini şehitlerin kanına oturtmaktadır. Pavlus, Korintlilere, sadece Mesih’in
onlar için çarmıha gerilerek öldüğünü duyurur ve buna tanıklık eder [Krş. 1Ko. 1:13].
Endüljanslar ise “Pavlus ve diğerleri bizim için öldüler” diye duyurur. Başka bir yerde Pavlus,
“Mesih, kendi kanı pahasına kiliseye sahip oldu” [Elç. 20:28, mealen] der. Endüljanslar ise
şehitlerin kanıyla satın almaya başka bir fiyat biçer. “Mesih, kutsal kılınanları tek bir sunuyla
sonsuza dek yetkinliğe erdirmiştir” [Đbr. 10:14]. Endüljanslar ise “Aksi takdirde yetersiz olan
kutsal kılınmayı şehitler yetkinliğe erdirmiştir” diye duyurur. Yuhanna, “Bütün kutsallar
kaftanlarını Kuzu’nun kanında yıkamışlardır” [Va. 7:14] demektedir. Endüljanslar ise onların,
kaftanlarını azizlerin kanında yıkadıklarını öğretmektedir.
3. Endüljanslara ve şehitlerin liyakatine karşı olan yetkililer
Roma Piskoposu Leo, Filistinlilere, bu saygısızlığın karşısında olduğunu çok net
yazmaktadır: “Birçok azizin ölümü RAB’bin gözünde değerli [Mez. 116:15] olsa bile, hiç de
masum olmayan insanların öldürülmesi dünyayı yatıştırmaktadır. Taç, doğrulara
verilmemiştir, onu kendileri almışlardır; imanlılar, dayanıklılıklarıyla doğruluk armağanları
değil, sabır örnekleri olmuşlardır. Elbette herkes ölür, ölümüyle başkasının borcunu ödemez,
çünkü tek bir Mesih vardır. Hepimiz O’nda çarmıha gerildik, öldük, gömüldük ve dirildik.”
Bu düşünce hatırlanmaya değer olduğu için, başka bir yerde de tekrarlamaktadır.138 Elbette bu
imansız dogmayı yıkmak için daha net bir şey gerekmez. Augustinus’un, aynı hükmü
açıklaması daha az yerinde değildir: “Biz, kardeş olarak birbirimiz için ölsek bile, hiçbir
şehidin kanı günahların bağışlanması için dökülmez. Mesih, bizim için bunu yapmıştır ve biz
O’nu taklit edelim diye değil, sevinelim diye bunu bize bahşetmiştir.” Aynı düşünce başka bir
yerde de karşımıza çıkar: “Tanrı’nın tek Oğlu’nun, Kendisiyle beraber bizi de Tanrı’nın
oğulları yapabilmek için Đnsanoğlu olması gibi, layık olmadığımız lütfa, iyiliği hak etmeden
O’nun sayesinde ulaşalım diye, kötülüğü hak etmeden bizim adımıza ceza görmüştür.”139
Elbette öğretilerine korkunç saygısızlıklar ve sövgülerle yamasalar bile, bu
diğerlerinden daha çok hayrete düşüren bir sövgüdür. Bunların kendi hükümleri olup
olmadığını kabul etsinler: Şehitler, ölümleriyle Tanrı’ya çok şey vermişler ve ihtiyaçlarından
daha fazlasını hak etmişlerdi ve şehitlerin, başkalarına oluk gibi akıtacak çok fazla liyakati
vardı. Bu nedenle, bu büyük iyilik gereksiz olmasın diye, onların kanlarını Mesih’in kanına
karıştırırlar; günahların bağışlanması ve kefareti için, kilisenin hazinesi bu iki kandan ortaya
çıkar. Pavlus’un, “Mesih’in, kendi bedeni, yani kilise uğruna çektiği sıkıntılardan eksik
kalanları kendi bedenimde tamamlıyorum” [Kol. 1:24] ifadesi bu anlamda anlaşılmalıdır.
Bu Mesih’e sadece bir ad bırakmaktan, O’nu, gövdeden güçlükle ayırt edilebilen
sıradan başka bir azizcik haline getirmekten başka nedir? Sadece O, vaaz edilmeyi hak
etmiştir; sadece O’ndan yola çıkılır; sadece O’nun adı anılır; günahların bağışlanması, ceza
çekme ve kefaret söz konusu olduğunda sadece O’na bakılır. Ancak onların düşüncelerini
dinleyelim. Şehitlerin kanı meyve vermeden dökülmesin diye, bunun, kilisenin ortak yararına
olduğu kabul edilsin. Öyle mi? Ölümleriyle Tanrı’yı yüceltmelerinin yararı yok muydu?
Kanlarıyla Tanrı’nın gerçeğine tanıklık etmelerinin? Daha iyi bir yaşam isteyerek bu yaşamı
küçümsediklerine tanıklık etmelerinin? Kararlılıklarıyla kilisenin imanını güçlendirmelerinin
ama kilisenin düşmanlarının inatçılığını kırmalarının? Ama sadece Mesih yatıştırıyorsa,
138
Leo I, Letters cxxiv. 4; clxv. 5 (MPL 54. 1064 vd; çev. NPNF 2 ser. XII. 107); clxv. 5
(MPL 54. 1163); Leo I, Sermons lxv. 3 (MPL 54. 359 vd.)
139
Augustine, John’s Gospel lxxxiv. 2 (MPL 35. 1847; çev. NPNF VII. 350); Against Two
Letters of the Pelasgians IV. iv. 6 (MPL 44. 613; çev. NPNF V. 419).
387
sadece O bizim günahlarımız uğruna öldüyse, sadece O bizim fidyemiz olarak sunulduysa
şehitler başka hiçbir meyve kabul etmezler. Bununla beraber, Petrus ve Pavlus, yataklarında
ölmüş olsalardı zafer tacını alacaklardı, diyorlar. Ancak onlar ölünceye kadar gayret
gösterdikleri için, sunularının bereketsiz ve meyvesiz kalması Tanrı’nın adaletiyle
bağdaşmazdı. Sanki Tanrı, armağanlarının ölçüsüne göre, kullarının yüceliğini nasıl
artıracağını bilmiyor. Ama zafer, mücadele gayretiyle tutuşturulduğunda genelde kilise,
yeterince yarar sağlıyor.
4. Kutsal Yazı’ya ters düşen kanıtların çürütülmesi
Pavlus’un,
Mesih’in çektiği sıkıntılardan eksik kalanları kendi bedeninde
tamamladığını söylediği ayeti [Kol. 1:24] nasıl da kötü niyetle çarpıtıyorlar. Pavlus, kurtarma
işinin, kefaretin ya da ceza çekmenin eksikliğinden ya da tamamlanmasından değil, Mesih’in
üyelerinin –yani bütün imanlıların- bedenlerinde yaşadıkça çekmeleri gereken sıkıntılardan
söz etmektedir. Bu nedenle Pavlus, Mesih’in çektiği sıkıntıların devam ettiğini söylüyor: O,
Kendi başına ilk ve son kez çektiği sıkıntıları her gün üyelerinde çekmektedir. Mesih bizi bu
onurla farklı kılmaktadır. Bizim sıkıntılarımızı Kendi sıkıntıları saymakta ve
benimsemektedir. Pavlus, “kilise uğruna” diye eklediğinde, kilisenin kurtuluşunu, barışmasını
ya da kefaretini değil, inşasını ve gelişmesini kast etmektedir. Başka bir yerde söylediği gibi:
Seçilmişler, Mesih Đsa’daki kurtuluşu alabilsinler diye, onların uğruna her şeye
katlanmaktadır [2Ti. 2:10]. Korintoslulara da, her ne sıkıntı çekerse çeksin, onları teselli edip
kurtarmak için katlandığını yazmıştır [2Ko. 1:6].
Kurtuluş için değil, “Mesih’in müjdesini vaaz etmek için, kendisine verilen görev
uyarınca” [Kol. 1:25, mealen, Krş. Rom. 15:19] kilisenin hizmetkârı olduğunu ekleyerek,
neden böyle davrandığını hemen açıklamaktadır.
Ne var ki, karşıtlarım yine de başka bir yorumcu isterlerse Augustinus’u dinlesinler:
“Mesih’in çektiği sıkıntıları” der, “baş olarak sadece Mesih, bütün bir beden olarak da
Mesih’le kilise çekmiştir. Sonuçta, üye olarak Pavlus, ‘Mesih’in sıkıntılarında eksik olanı ben,
bedenimde tamamlıyorum’ demektedir. O zaman, –bunu duyan her kimseniz- Mesih’in
üyelerindenseniz, Mesih’in üyeleri olmayanlardan çektiğiniz sıkıntılar, Mesih’in
sıkıntılarından eksik kalanlardır.”Ama başka bir yerde elçilerin kilise uğruna ne amaçla sıkıntı
çektiklerini açıklamaktadır: “Benim için Mesih, size açılan kapıdır [Krş. Yu. 10:7], bu kapı
O’nun kanıyla hazırlanmıştır, çünkü siz Mesih’in koyunlarısınız, Benim ödemediğim ama
benim vaaz ettiğim bedelinizi bilin.” Sonra şunları eklemektedir: “O yaşamını verdiği gibi,
biz de esenliği inşa etmek ve imanı güçlendirmek için kardeşlerimizin uğruna yaşamımızı
vermeliyiz.”140 Bunlar, Augustinus’un sözleri. Pavlus’un, doğrulukla tamamıyla dolu olma,
kurtuluş ve yaşam konusunda Mesih’in sıkıntılarının eksik kaldığını düşündüğü ya da buna
bir şey eklemek istediği görüşü uzak olsun. Pavlus, Mesih’in lütfunun zenginliğini çok
cömertçe döktüğünü, bunun, günahın bütün gücünü fazlasıyla aştığını açıkça ve görkemle
vaaz etmektedir [Krş. 5:15]. Petrus’un etkili bir biçimde tanıklık ettiği gibi [Krş. Elç. 15:11],
bütün kutsallar yaşamlarının ya da ölümlerinin liyakatiyle değil, sadece bununla
kurtulmuşlardır. Öyleyse, bir kutsalın değerliliğini Tanrı’nın merhametinden başka bir yere
dayandıran biri, Tanrı’yı ve Meshedilmiş’ini hor görmektedir. Böyle canavarca yanlışlar
ortaya çıkarıldığında tek tek yenildiğinde, bunları anlamak hâlâ güçmüş gibi neden burada
daha çok oyalanayım?
5. Endüljanslar, Mesih’in lütfunun tekliğine ve kapsamlı etkinliğine karşıdır
140
Augustine, Psalms, Mez. 61.4 (MPL 36. 730; çev. LF [Mez. 62] Psalms III. 187); John’s
Gospel xlvii. 2 (MPL 35. 1733; çev. NPNF VII. 260).
388
Rab’bin, müjdedeki sözüyle yayılmasını istediği lütfunu kurşunun ve parşömenin içine
kapamayı –bu iğrençliklere göz yumsun diye- papaya kim öğretti? Açıkçası ya Tanrı’nın
müjdesi ya da endüljanslar yanlış olmalı. Pavlus, Mesih’in ayrım gözetmeden bize, her göksel
yararının bolluğuyla, bütün liyakatiyle, bütün doğruluğu, bilgeliği ve lütfuyla, müjdede
sunulduğuna tanıklık etmektedir. Uzlaşma mesajının, Mesih’in elçileri olarak davranabilsinler
diye hizmetlilere emanet edildiğini, adeta Mesih’in onların aracılığıyla çağırdığını belirtir
[2Ko. 5:18-21]. “Size yalvarıyoruz, Tanrı’yla barışın. Günahı bilmeyen O, bizim uğrumuza
günah haline getirildi. Öyle ki, O’nun sayesinde Tanrı’nın doğruluğu olalım” [2Ko. 5:20-21].
Đmanlılar Mesih’le bu paydaşlığın141 değerini bilirler. Aynı elçinin tanıklık ettiği üzere, bu,
keyfini çıkaralım diye bize sunulan müjdede yazmaktadır. Öte yandan endüljanslar, papanın
ambarından bir nebze bile lütuf getirmez. Lütfu kurşuna, parşömene ve belirli bir yere
bağlarlar –ve onu Tanrı’nın Sözü’nden koparırlar!
Biri bunun kökenini sorarsa, papazların tövbe edenlere emrettikleri kefaretler,
eskisinden daha çok, herkesin dayanamayacağı kadar ağırlaştırıldığında, papazın verdiği
cezanın altında ölçülemeyecek kadar ezildiklerini hisseden tövbekârların, huzuru kilisede
aramış olmaları bu kötüye kullanmaya yol açmış gibidir. Bu insanların günahlarının
bağışlanmasına “endüljans” denmiştir. Ama kefaretler Tanrı’ya yöneltildiğinde ve bunların,
insanların, Tanrı’nın yargısının kefareti diye ödeyecekleri tazminatlar olduğu söylendiğinde,
aynı zamanda, bu endüljansları bizi hak ettiğimiz cezadan kurtaracak kefaret çarelerine de
dönüştürmüşlerdir.142 Hiçbir mazeretlerinin olmadığından söz ettiğimiz bu sövgüleri büyük
bir utanmazlıkla uydurmuşlardır.
(Destek olarak kanıt diye gösterilen Kutsal Yazı ayetlerinin yorumlanmasıyla Araf
öğretisinin çürütülmesi, 6-10)
6. Araf öğretisinin çürütülmesi zorunludur
“Araf”larıyla artık canımızı sıkmasınlar, çünkü bu öğreti bu baltayla çoktan kesildi,
yontuldu ve temellerinden alaşağı edildi. Bu konudaki düşüncelerini gizlemek ve söyledikleri
gibi, çatışmaların şiddetlenmesine yol açan ama pek de aydınlatma sağlamayan Araf’tan söz
etmemek gerektiğini düşünen bazı insanlarla aynı görüşte değilim.143 Elbette ben, bu boş
konuşmaların ciddi sonuçları olmasaydı, bunları göz ardı etmeyi önerirdim. Ancak Araf
birçok sövgünün üzerine inşa edildiği ve her gün yenilerine destek olduğu, ciddi suçlara
teşvik ettiği için, kesinlikle görmezden gelinemez. Belki insan bir süre meraklı ve cesur bir
ataklıkla bunun Tanrı’nın Sözü’nden ayrı olarak icat edildiği olgusunu bir şekilde gizleyebilir;
insanlar, Şeytan “kurnazca” “vahiyler” uydurduğu için buna inanırlar; Kutsal Yazı’nın bazı
ayetleri, bunu doğrulamak için bilgisizce çarpıtılır. Yine de Rab, gizli yargı yerleri ortaya
çıksın diye insanın küstahlığına izin vermez; insanların O’nun Sözü’nü ihmal edecek kadar,
gerçeği ölülerden soruşturmasına kesin yasak getirmiştir [Yas. 18:10-11]. Söz’ünün bu kadar
dinsizce bozulmasına izin vermemektedir.
Yine de bütün bunlara, pek önemi yokmuş gibi bir süre göz yumulabilirdi; ama
günahların kefareti Mesih’in kanından başka bir yerde arandığında, kefaret başka bir yere
yönlendirildiğinde susmak çok tehlikelidir. Bu nedenle Mesih’in çarmıhını hükümsüz kılan,
Tanrı’nın merhametini dayanılmaz bir biçimde küçümseyen, imanımızı yerle bir edip yok
eden Araf’ın, Şeytan’ın ölümcül bir uydurması olduğunu sadece sesimizle değil, gırtlağımızla
da, ciğerlerimizle de haykırmalıyız. Onların Araf’ı, ölümden sonra, ölülerin canlarının
141
kοινωνία.
Luther, Disputatio pro declaratione virtutis indulgenitiarum, positio 33 (Werke WA I.
235).
143
Melantchthon’un Augsburg Đnanç Açıklaması’nda (1530) ve Apology of the Augsburg
Confession’ında (1532) Araf konusunu ele almamasına gönderme.
142
389
günahların kefaretini ödemesinden başka nedir? Kefaret düşüncesi yerle bir edildiğinde, Araf,
hemen kökünden sökülmektedir. Ama imanlıların günahlarının tek kefaretinin, tek cezasının,
tek arınmasının Mesih’in kanı olduğu daha önceki söylerimizden mükemmelce belliyse
Araf’ın sadece Mesih’e karşı korkunç bir sövgü olduğunu söylemekten başka geriye ne
kalıyor? Bunu her gün savunan saygısızlıkları, bunun dinde beslediği önemsiz suçları ve
böyle bir dinsizlik çeşmesinden çıktığını gördüğümüz sayılamayacak kadar çok şeyi
geçiyorum.
7. Müjde’lerdeki sözde Araf kanıtları
Sahtekârlıkla ve yanlış yere sımsıkı sarıldıkları Kutsal Yazı’daki bu ayetleri onların
elinden çekip almamız gerekiyor.
Rab, “Kutsal Ruh’a karşı işlenen günah ne bu çağda ne de gelecek çağda
bağışlanacaktır” [Mat. 12:32; Mar. 3:28-29; Luk. 12:10] diye belirttiğinde, aynı zamanda,
gelecek dünyada bağışlanacak bazı günahların olduğunu ima ediyor, diyorlar.144 Ama Rab’bin
burada günah suçundan söz ettiğini kim anlamaz? Ama şayet böyleyse bunun Araf’la ne ilgisi
var? Onların düşüncelerine göre, günahların cezası Araf’ta çekildiği için, suçlarının şimdiki
yaşamda bağışlandığını neden inkâr etmiyorlar? Ancak bize sövmelerine son vermek için,
aksini daha da basit kanıtlamalılar. Rab, böylesine utanç verici bir kötülüğün bağışlanacağı
umudunu kesmek istediğinde bunun asla bağışlanmayacağını söylemeyi yeterli bulmamıştır;
ancak daha da vurgulamak için, bir ayırım yapmıştır. Her insanın vicdanının bu yaşamda
tecrübe edeceği yargıyı ve dirilişte açıkça yapılacak olan son yargıyı bu ayırıma dâhil etmiştir.
Sanki şöyle demiştir: “Bundan böyle bir yıkım olan kasıtlı başkaldırıya dikkat edin. Ruh’un
verdiği ışığı isteyerek söndürmeye çalışan biri, ne günahlılara Tanrı’ya dönsünler diye verilen
bu yaşamda, ne de Tanrı’nın meleklerinin, kuzuları keçilerden ayıracakları ve Göklerin
Krallığının bütün suçlardan arındırılacağı Son Gün’de bağışlanacaktır” [Krş. Mat. 25:32-33].
O zaman Matta’daki şu benzetmeyi öne sürüyorlar: “Senden davacı olanla daha
yoldayken anlaş. Yoksa o seni yargıca, yargıç da gardiyana teslim edebilir; sonunda da hapse
atılabilirsin…Borcunun son kuruşunu ödemeden oradan asla çıkamazsın” [Mat. 5:25-26]. Bu
ayette yargıç Tanrı’yı, davacı iblisi, gardiyan meleği ve hapis Araf’ı simgeliyorsa onlara
isteyerek boyun eğeceğim. Ancak Mesih’in, haklı olarak, izinden gelenleri adalete ve
anlaşmaya teşvik etmek için, adaletle ve iyilikle davranmaktansa yazılı yasanın taleplerini
inatla tercih eden insanların maruz kaldıkları birçok tehlikeye ve kötülüğe işaret etmek
istediğini herkesin anladığını varsayın. O zaman soruyorum, bu Araf nerede bulunur?
8. Filipililer, Vahiy ve Đkinci Makabeler’den
Pavlus’un, gökteki, yerdeki ve yeraltındakilerin145 hepsinin Mesih’e diz çöksünler diye
duyurduğu sözlerinden [Flp. 2:10] kanıt arıyorlar. Genelde “yeraltındakilerle”, sonsuz lanete
uğrayanlardan söz edildiğinin anlaşılmadığını kabul etmekten hoşlanıyorlar; bu durumda
geriye, bu kelimenin Araf’ta ıstırap çeken canlar için geçerli olduğu kalıyor. Elçi, diz
çökmekle samimi ve Tanrı’ya bağlı tapınmayı anlatıyorsa, kötü akıl yürütmüyorlar. Ancak
elçi sadece, bütün yaratılanların boyun eğdikleri bu egemenliğin Mesih’e verildiğini öğrettiği
için, “yeraltındakiler” ifadesinden, Tanrı’nın yargı kürsüsünün önüne getirilecekleri,
haklarındaki yargıyı korkuyla ve titreyerek kabul edecekleri besbelli olan iblisleri anlamamızı
engelleyen nedir [2Ko. 7:15]? Bu nedenle Pavlus, aynı peygamberliği başka bir yerde de
144
Lombard, Sentences IV, xxi. 1 (MPL 192. 895); Eck, Enchiridion (1526), böl. xxv;
Bernard, Sermons on the Song of Songs lxvi. ii’de Araf konusunda Mat. 12:32’den alıntı yapar
(MPL 183. 1100; çev. S. J. Eales, Life and Works of St. Bernard IV. 405 vd.)
145
“Infernorum.” Burada karşı çıkılan görüşler, Eck, Enchiridion (1526), böl. xxv’de ifade
edilmektedir; Krş. Herborn, Enchiridion xlvii (CC 12. 162).
390
açıklamaktadır: “Hepimiz Mesih’in yargı kürsüsünün önünde duracağız. Çünkü ‘Ben
yaşarken… her diz önümde çökecek’ yazılmıştır” vb [Rom. 14:10-11, Vg; Yşa. 45:23].
Ancak Vahiy’de söylenenler böyle yorumlanmamalıdır: “Ardından gökte, yeryüzünde
ve denizlerdeki bütün yaratıkların, bunlardaki bütün varlıkların şöyle dediğini işittim: ‘Övgü,
saygı, yücelik ve güç sonsuzlara dek tahtta oturanın ve Kuzu’nun olsun’” [Va. 5:13]. Aslında
bunu kolayca kabul ediyorum ama hangi yaratıklardan söz edildiğini sanıyorlar? Elbette,
burada hem akıldan yoksun hem de cansız yaratıkların anlaşıldığı çok kesin. Burada sadece,
göğün zirvesinden yeryüzünün merkezine kadar dünyadaki her yerin, Yaratan’larının
yüceliğini kendilerince ilan ettikleri duyurulmaktadır [Krş. Mez. 19:1].
Makabeler’i kutsal kitaplar kanonuna dâhil ettiğim sanılmasın diye, Makabelerin
tarihinden öne sürdüklerini [2Mak. 12:43] yanıt vermeye değmez buluyorum. Ama
Augustinus’un bunu kanonik kabul ettiğini söylüyorlar. Önce hangi cesaretle? “Yahudiler,
Makabeler yazısını, Rab’bin, ‘Yasada…Peygamberlerde ve Mezmurlarda benim hakkımda
yazılan her şey gerçekleşmeli’ [Luk. 24:44] diye tanıklıkta bulunduğu Yasa, Peygamberler ve
Mezmurlar gibi düşünmezler” demektedir. “Ama bu, akıllıca okunur ya da dinlenirse kilise
tarafından kabul edilmesi yararsız değildir.”146
Ancak Hieronymus, öğretinin
geliştirilmesinde Makabelerin yetkisinin hiçbir değeri olmadığını tereddüt etmeden
öğretmektedir.147 Cyprianus’a atfedilen Đnanç Açıklamasına Dair adlı eski bir eserden, bu
kitabın antik kilisede yerinin olmadığı çok açıktır.148 Neden ben burada bu boş savları
sürdürüyorum ki? Yazar sonunda, yanlış bir şey söylediyse bağışlanmasını dilediğinde, sanki
saygısızlığını ödemesi gerektiğini yeterince iyi belirtmiyormuş gibi [2Mak. 15:39]!
Yazdıklarının bağışlanmaya ihtiyacı olduğunu kabul eden biri, elbette bunların Kutsal Ruh’un
kehaneti olduğunu iddia etmez. Bunun dışında, Yahuda, ölüler için Yeruşalim’e sunu
gönderdiğinde, onun dine bağlılığı nihai dirilişi çok umut etmesinden başka bir fark
gözetilerek övülmemektedir [2Mak. 12:43]. Bu tarihi yazan da, Yahuda’nın davranışını fidye
bedeli olarak belirlememekte ama bunun, ülkeleri ve dinleri için ölen diğer imanlılarla sonsuz
yaşamı paylaşabilsinler diye yapıldığını kabul etmektedir. Bu işte batıl ve yanlış bir görüşü
inatla savunma gayreti yok değildir ama Mesih’in gelişiyle geçerliliğinin sona erdiğini
bildiğimizde, yasadaki kurbanı bize kadar getirenler son derece aptaldır.
9. 1Ko. 3. böl.’deki çok önemli ayet
Ancak Pavlus’un öyle kolayca üstesinden gelinemeyen, yenilmez bir topluluğunun
olduğunu öne sürüyorlar. “Bu temel üzerine kimi altın, gümüş ya da değerli taşlarla, kimi de
tahta, ot ya da kamışla inşa edecek. Herkesin yaptığı iş belli olacak, Rab’bin Günü’nde ortaya
çıkacak. Herkesin işi ateşle açığa vurulacak. Ateş her işin niteliğini sınayacak…Yaptıkları
yanarsa, zarar edecek. Kendisi kurtulacak ama ateşten geçmiş gibi olacaktır” [1Ko. 3:12-13,
15]. Bu ateş, pak insanlar olarak Tanrı’nın Krallığı’na girebilelim diye, günahların kirinin
temizlendiği Araf ateşinden başka ne olabilir ki, diye soruyorlar. Ne var ki, eski yazarların
çok büyük bir bölümü bunu başka tarzda, yani Rab’bin, Kendine ait olanları bedenlerinin
murdarlığını sürdürmesinler diye sınadığı sıkıntı ya da çarmıh diye anlamışlardır.149 Bu,
146
Augustine, Against Gaudentius I. xxxi. 38 (MPL 43.729).
Jerome, Preface to the Boks of Samuel and Malachi (MPL 28. 556 vd.)
148
Rufinus, Commentary on the Apostles’ Creed xxviii (MPL 21. 374). Bu tez, Erasmus’un
Cyprian yayınında Cyprian’ın eseri olarak basılmıştır (1530-1540). Calvin, buna böyle
bakmıyor.
149
Chrysostom, Homilies on Repentance, vaaz vi. 3 (MPG 49. 317 vd.); Augustine,
Enchiridion viii. 68 (MPL 40. 864 vd.; çev. LCC VII. 379 vd); City of God XXI. xxvi. 1.2
(MPL 41. 743 vd; çev. NPNF II. 473 vd.). Krş. 1Ko. 3:15’in, Araf’a referans gösterildiği
Lombard, Sentences IV. xxi. 1-3,
147
391
uydurma bir Araf’tan çok daha mümkündür. Yine de bu adamlarla aynı görüşte değilim,
çünkü bana öyle geliyor ki, bu ayeti çok daha kesin ve çok daha net anlıyorum.
Ne var ki, ben bunu öne sürmeden önce muhaliflerimin, bütün elçilerin ve azizlerin bu
Araf ateşinden geçtiklerini düşünüp düşünmediklerinin bana cevabını vermelerini isterdim.
Bunu inkâr edeceklerini biliyorum, çünkü hayal ettikleri liyakatleriyle kilisenin bütün
üyelerine ölçüsüz derecede katkıda bulunanlar için Araf’ı istemek son derece saçma olurdu.
Ancak elçi bunu duyuruyor ve hepsinin değil, bazılarının işlerinin kanıtlanacağını söylüyor.
Bu benim değil, onların yorumlarına böyle karşı çıkan Augustinus’un savı. Daha saçma olan
yanı ise yaptıkları herhangi bir iş nedeniyle ateşten geçeceklerini değil, kiliseyi, sadakatlerin
en büyüğüyle inşa ederlerse,
yaptıkları iş ateşle sınandığında ödüllendirileceklerini
söylemesidir.150
Önce elçinin, insanların beyinlerinde ürettikleri öğretilere “tahta, ot ya da kamış”
dediğinde, istiare yaptığını görüyoruz. Ayrıca bu istiare kolayca açıklanmaktadır: Yani tıpkı
tahtayı ateşe attığınızda hemen yanıp bitmesi gibi, bu işler de sınanma zamanı geldiğinde
kalıcı olmayacaktır. Böyle bir sınanmanın Tanrı’nın Ruhu’ndan kaynaklandığını herkes bilir.
Bu durumda, bu istiarenin izini sürmek ve parçalarını birbiriyle doğru bir ilişki içine oturtmak
için, Kutsal Ruh’un sınamasına “ateş” demektedir. Altın ve gümüş ateşe ne kadar
yaklaştırılırsa, hakiki ve saf oldukları o kadar kanıtlanır. Ruhsal bir sınavda Rab’bin gerçeği,
ne kadar dikkatle sınanırsa, yetkisi o kadar tam olarak kanıtlanır. “Tahta, ot ya da kamış” ise
ateşe atıldığında aniden yanıp gider. Böylece, insanların Rab’bin Sözü’nü temel almayan
buluşları Kutsal Ruh’un sınavına dayanamaz, hemen bitip tükenir. Kısacası, sahte öğretiler
“tahta, ot ya da kamışla” karışlaştırıldığında, “tahta, ot ya da kamış” gibi oldukları için, ateşte
yanıp giderler, ancak onları yakıp yok eden Rab’bin Ruhu’dur. Bundan çıkan sonuca göre, bu
ateş onları sınayacak olan Ruh’tur. Bu sınava Pavlus, Kutsal Yazı’da genelde kullanıldığı
tarzda “Rab’bin Günü” [1Ko. 3:13] demektedir. O, insanlara varlığını her ne zaman bir
şekilde açıklamak istese, buna “Rab’bin Günü” denir; O’nun gerçeği ışık saçtığında
gerçekten de yüzü çoğumuza parıldar. Pavlus’un “ateşle” Kutsal Ruh’un sınamasından başka
bir şey kast etmediğini artık kanıtlamış olduk.
Ama yaptıkları işlerden zarar edecek olanlar [1Ko. 3:15] bu ateş aracılığıyla nasıl
kurtulacaklar? Elçinin hangi tür adamdan söz ettiğini düşünürsek bunu anlamak güç
olmayacak. O, yasaya uygun temeli koruyarak, bunun üzerine uygun olmayan malzemeler
koyan şu kilise kurucularından söz etmektedir. Yani asli ve gerekli iman öğretilerinden
sapmayan, daha az önemli ve daha az tehlikeli öğretilerde kaybolan, Tanrı Sözü’yle kendi
buluşlarını harmanlayanlardan. Bu kişilerin, kendi buluşlarının yok sayılacağını, yaptıkları
işlerden zarar edeceklerini söylüyorum. “Kendisi kurtulacak ama ateşten geçmiş gibi
olacaktır” [1Ko. 3:15]. Yani bu, onların bilgisizliklerinin ve yanılgılarının RAB tarafından
kabul edilmesi değil, Kutsal Ruh’un lütfu ve gücüyle bunlardan arınmış olmalarıdır. Bu
durumda, Tanrı’nın Sözü’nün altın gibi paklığına bu Araf kirini bulaştıran biri, yaptığı
işlerden zarar etmelidir.
10. Đlk kiliseye başvurmanın Roma yanlılarına yararı olamaz
Ancak bunun, kilisenin en eski geleneği olduğunu söylüyorlar. Pavlus, kiliseyi inşa
ederken ona uygun olmayan temeller atan herkesin, yaptığı işten zarar edeceğini
duyurduğunda, kendi çağını da hükmüne dâhil ederek bu itiraza yanıt vermektedir [1Ko. 3:1115].
150
Augustine, Enchiridion. a.g.y.
392
Karşıtlarım, ölüler için dua etmenin bin üç yüz yıldan beri bir gelenek olduğunu151
söyleyerek bana karşı çıktıklarında, karşılığında onlara, bunun Tanrı’nın hangi sözüne, hangi
vahye, hangi örneğe göre yapıldığını soruyorum. Sadece Kutsal Yazı’da bu konuda tanıklık
yok değildir ama kutsallarla ilgili bütün örneklerde de hiç kimse bunu ortaya koyan bir
tanıklık okuyamaz. Yas tutma ve gömme töreniyle ilgili olarak, burada birçok, kimi kez de
ayrıntılı anlatımlar vardır; ancak bu dualarla ilgili olarak tek bir başlık bile bulamazsınız. Yine
de konu ne kadar önemliyse o kadar açıkça söz edilmelidir. Ölüler için dua eden eski yazarlar
da, ellerinde Tanrı’nın, bu konuyla ilgili bir buyruğunun ve yasal bir örneğin olmadığını
anlamışlardır. Öyleyse bunu yapmaya nasıl cesaret etmişlerdir? Bu durumda, insan
doğasından gelen bir şeye boyun eğdiklerini söylüyorum; bu nedenle de, onların yaptıklarına
taklit edilecek bir örnek diye bakılmamalıdır. Pavlus’un Romalılara öğrettiği gibi, imanlıların
güvenilir bir vicdan dışında hiçbir görev üstlenmemeleri gerektiği için [Rom. 14:23], özellikle
bu kesinlik duada gerekmektedir. Yine de olasılıkla başka bir nedenle buna yönelmiş
olabilirler: Yani üzüntülerinden kurtulmak için teselli aramışlar ve Tanrı’nın önünde, ölenlere
sevgilerini kanıtlamamak onlara insanlık dışı gelmiştir. Đnsan doğasının bu duyguya ne kadar
yatkın olduğunu herkes tecrübeyle bilir.
Đnsanın zihnini kızgın bir demir gibi yakan, kabul edilmiş bir gelenek de vardı. Öteki
ulusların her zaman ölüler için törenler ve her yıl da ölülerin canları için arınma törenleri
düzenlediklerini biliyoruz. Ama Şeytan aptal ölümlüleri bu hilelerle kandırsa bile, onları
aldatmak için doğru bir ilkeden yararlanmıştır: Ölüm yok olmak değil, bu yaşamdan başka bir
yaşama geçmektir. Öteki ulusları, Tanrı’nın yargı kürsüsünün önüne gelmeye ikna edenin bu
batıl inanç olduğu kuşkusuzdur, çünkü inandıklarını ikrar ettikleri gelecek yaşamı düşünmeyi
ihmal etmişlerdir. Hıristiyanlar, kutsal olmayan insanlardan daha kötü olmasınlar diye, sanki
kendileri hiç ölmeyecekmiş gibi, ölüler için tören yapmadıklarından ötürü utanmışlardır. Bu
yanlış gayret buradan çıkmıştır. Cenaze törenlerine, şölenlere ve sunulara katılmazlarsa, çok
ayıplanacaklarını düşünmüşlerdir. Ancak sapkınlara benzemeye çalışmaktan kaynaklanan bu
davranış, sürekli yeni eklemelerle o kadar ilerlemiştir ki, sıkıntı içindeki ölülere yardım etmek
papanın kutsallığının asli işareti olmuştur. Ancak Kutsal Yazı, “Rab’be ait olarak ölenlere ne
mutlu” [Va. 14:13] diye tanıklık ettiğinde, çok daha iyi ve çok daha yetkin bir teselli
vermektedir. Nedenini şöyle eklemektedir: “Uğraşlarından dinlenecekler.” Dahası, sevgimizi
kilisede sapkın bir dua tarzı oluşturacak boyuta getirmemeliyiz.
Kendisine bir nebze akıl bahşedilmiş biri, eski yazarlarda bu konuyla ilgili ne okursa
okusun, halkın geleneği ve genel bilgisizlik nedeniyle buna izin verildiğini tabii ki, kolayca
anlar. Babaların da yanlışı sürdürdüklerini kabul ediyorum. Düşüncesizce saflık, genelde
insanları yargıyı düşünmekten yoksun bırakır. Yine de bu yazarlar okunduğunda ölüler için
dua etmeyi nasıl tereddütle önerdikleri görülür. Augustinus, Đtiraflar’ında, annesi Monica’nın,
sunakta törenler düzenlenerek hatırlanmayı üzerinde durarak istediğini anlatmaktadır.
Açıkçası bu, yaşlı bir kadının isteğiydi. Oğlu bunu Kutsal Yazı’nın normuna göre
sınayamazdı; ama annesine bu doğal sevgisini başkalarının onaylamasını istiyordu.152 Üstelik
yazdığı Ölülere Gösterilecek Özen kitabında kuşkuya o kadar yer verir ki, ölüler için aracı
olmak isteyen birinin aptalca gayretli ateşini soğukluğuyla pekâlâ söndürmüş olmalıdır;
151
Aquinas, Summa Theol. III. Ek lxxi. 2-8’de ölüler için dua etmeyi uzun uzadıya ele
almaktadır: Dualar, vaftiz olmadan ölmüş, yargı gününü bekleyen çocuklar ve cennetteki
canlar için değil, Araf’taki canlar için yararlıdır. Soru lxxi.10 ise ölüler için endüljanslara
dairdir. Krş. J. Latomus, De quibusdam articulis in ecclesia controversis (Opera [1550], fo.
199a); J. Cochlaeus, Confutatio ccccc articularium M. Lutheri ex xxvi sermonibus eius, xviii
(m. 305); Augustine, Enchiridion xxix. 109 vd (MPL 40. 283; çev. LCC VII. 405).
152
Augustine, Confessions IX. Xi. 27; IX. Xiii. 37 (MPL 32. 775, 779 vd.; çev. LCC VII. 195.
200).
393
elbette bu risale soğuk varsayımlarıyla, daha önce özen gösterenleri özensizliğe itecektir.153
Uygulamaya verdiği tek destek, bu geleneğin sürdürülmesi nedeniyle, ölüler için bu dua etme
töreninin hor görülmemesidir.
Ne var ki, ölülere yardım etmenin kilisenin eski yazarlarına dindarca bir davranış gibi
geldiğini kabul etsem de, yalan söylemeyen kurala uymalıyız: Dualarımıza kendimizden bir
şey katmak yasaya uygun değildir. Ancak isteklerimiz Tanrı’nın Sözü’ne uygun olmalıdır; O,
Kendisinden ne talep edilmesini istediğini Kendi kararında emretmektedir. Bütün yasa ve
müjde ölüler için tek bir hece bile dua edilmesine izin vermediğinden, Tanrı’nın bize
emrettiğinden fazlasına çalışmak O’na saygısızca yakarmaktır.
Ama karşıtlarımız, eski kilise adeta onların yanlışlarına ortakmış gibi övünmesinler
diye, arada çok büyük bir fark olduğunu söylüyorum. Eski insanlar, ölülerle
ilgilenmiyorlarmış gibi görünmemek için, bunu onları anmak için yapıyorlardı. Ama aynı
zamanda da ölülerin durumu konusunda kuşkularının olduğunu itiraf ediyorlardı. Araf
konusunda o kadar kararsızdılar ki, bunun kesin olmadığını düşünüyorlardı. Bizim şimdiki
karşıtlarımız ise Araf konusunda kapıldıkları hayalin sorgusuz sualsiz bir iman maddesi
olmasını istiyorlar. Eski insanlar, Kutsal Sofra’yı paylaşırlarken ender olarak ve ancak
formalite gereği ölülerini Tanrı’ya emanet ediyorlardı. Modern insanlar ise ölülere özen
gösterilmesinde gayretle ısrar ediyorlar ve sırnaşık vaazlarıyla bunun sevgiden kaynaklanan
bütün işlere tercih edilmesine yol açıyorlar.
Aslında eski yazarların, o zaman ölüler için edilen bütün bu duaların açıkça
bırakıldığına dair tanıklık ettiklerini iddia etmek bizim için hiç de güç olmayacaktır. Bu
ifadelerden biri Augustinus’a aittir. Herkesin bedenin dirilmesini ve sonsuza kadar sürecek
yüceliği beklediğini ama ölen her insanın, şayet hak ediyorsa, ölümden sonra dinlendiğini
öğretmektedir. Bu durumda Tanrı’ya bağlı bütün insanların peygamberlerden, elçilerden ve
şehitlerden daha az olmamak üzere, ölümden hemen sonra mutluluk içinde dinlendiğine
tanıklık etmektedir.154 Şayet onların durumu buysa, sizden rica ediyorum, bizim dualarımız
onlara ne verecek?
Saf insanları büyüledikleri o daha büyük batıl inançları atlıyorum; bunların sayısı çok
olsa da, büyük bölümü o kadar canavarcadır ki, bunlara hiçbir ahlak maskesi takılamaz.
Dünyadaki büyük bilgisizlik göz önüne alındığında, şehvetle sürdürdükleri bu son derece
basit tüccarlıklara ben de sesimi çıkarmıyorum. Çünkü bunun sonu gelmez; bunları tek tek
saymadan, benim iyi okurlarımın vicdanları doğru yolda yeterince devam edecektir.
VI. BÖLÜM
HIRĐSTĐYAN’IN YAŞAMI; ÖNCE, KUTSAL YAZI’NIN HANGĐ KANITLARLA BĐZĐ
BUNA TEŞVĐK ETTĐĞĐ
1. Tezin planı
153
Augustine, On Care for the Dead (MPL 40. 591-610; çev. NPNF III. 539-551). Augustine,
yaşayanların ölülere yararı konusunda olumsuzdur.
154
Augustine, John’s Gospel xlix. 10 (MPL 35. 1751; çev. NPNF VII. 273 vd.) Krş. Calvin’in
Psychopannychia’sında (yazılışı 1534; yayınlanması 1542) bu konuyu ele alması (CR V. 17728; çev. Calvin Tracts I. 419-490).
394
Dediğimiz gibi,155 yeniden doğuşun amacı, imanlıların yaşamında Tanrı’nın
doğruluğuyla itaat arasındaki uyumu ve anlaşmayı ortaya koymak ve böylece oğulluğa
alındıklarını onaylamaktır [Gal. 4:5; Krş. 2Pe. 1:10].
Tanrı’nın yasası, O’nun bizdeki suretinin eski haline gelebildiği bir yeniliği
kapsamaktadır. Ancak yavaşlığımızdan ötürü çok sayıda teşvike ve yardıma ihtiyaç olduğu
için, yürekten tövbe edenler, bu gayretlerinde yanılgıya düşmesinler diye, Kutsal Yazı’nın
çeşitli ayetlerini bir yaşam tarzı örneği156 olarak bir araya getirmenin yararı olacaktır.
Şimdi bir Hıristiyan’ın, yaşamını nasıl düzenleyeceğini ortaya koyarken, farklı ve çok
yönlü bir konuya girdiğimin bilincindeyim. Bunun genişliği, bütün ayrıntılarıyla ele alsaydım
kocaman bir kitap tutardı. Gördüğümüz gibi, eski ilahiyatçılar teşvikleri tek bir erdem diye
yazarken, birçok ayrıntıya girmişlerdir. Yine de hiçbir kelimeyi boşa harcamamışlardır. Bir
insan, konuşmasıyla birine erdem salık vermeye başladığında, malzemenin bolluğu onu
öylesine dolu bir tarza yönlendirir ki, bundan uzun uzadıya söz etmezse konuyu doğru düzgün
ele alamaz. Ancak burada bir yaşam talimatı geliştirmek istemiyorum. Bireysel erdemleri
uzun uzadıya tanımlama ve teşvik konusunun dışına çıkma noktasına kadar gitme
niyetindeyim. Bunlar başkalarının yazılarında, özellikle de babaların vaazlarında bulunabilir.
Tanrı’ya bağlı insana doğru bir biçimde düzenlenmiş bir yaşamı nasıl sürdürebileceğini
göstermek ve görevlerini belirleyeceği bazı evrensel kuralları kısaca ortaya koymak –benim
için çok yeterli olacaktır. Belki belagat yapmaya fırsatım olacak ya da benim uygun
olmadığım görevleri başkalarına havale edebilirim. Yaratılışım gereği kısa ve öz konuşmayı
severim; çok konuşmak isteseydim belki de bu, başarılı olmayacaktı. Ancak daha geniş bir
öğretiş biçiminin oldukça kabul görmesine rağmen, yine de ben, bunu üstlenmekle ender
olarak ilgilenirim. Üstelik bu çalışmanın planı öğretinin basit bir özetini olabildiğince kısa
vermemizi gerektiriyor.
Filozofların bireysel görevleri ve bir grup erdemi ortaya koyarlarken, doğruluğun ve
onurluluğun sınırlarını belirlemeleri gibi, Kutsal Yazı’nın da bu konuda kendine özgü bir
düzeni yok değildir ama bütün filozoflarınkinden çok daha kesin olan güzellerin güzeli bir
antlaşmaya sadık kalır. Tek fark, filozoflar tutkulu insanlar oldukları için, ince zekâlarının
hünerini göstermek üzere, düzeni olağanüstü netlikte açıklamaya gayretle didinmişlerdir.
Ancak Tanrı’nın Ruhu, yapmacıksız öğrettiği için, sistemli bir plana sıkıca ya da sürekli
yapışmamıştır; yine de bir yere kural koyduğunda, bizim bunu ihmal etmememiz gerektiğini
yeterince ima etmektedir.
2. Hıristiyan yaşamının güdüleri
Sözünü ettiğimiz Kutsal Yazı’daki bu talimatın iki yanı vardır. Birincisi, yaratılışımız
gereği, aksi takdirde hiç yatkın olmadığımız doğruluk sevgisinin yüreklerimize aşılanabilmesi
ve yerleşebilmesidir; ikincisi, doğruluk çabamızın etrafında boşuna dolaşmamıza izin
vermemek için kural koyulmasıdır.
Kutsal Yazı’da doğruluğun övülmesinin çok sayıda ve olağanüstü nedeni vardır. Daha
önce birçok yerde belirttiklerimiz bunların sadece birkaçı değildi. Burada diğerlerine de
kısaca değineceğiz. Tanrı’mız kutsal olduğu için biz de kutsal olalım diye, doğruluk, Kutsal
Yazı’daki uyarılardan daha iyi hangi temellerin üzerinde yükselebilir [Lev. 19:2; 1Pe. 1:1516]? Aslında yolunu kaybetmiş koyunlar gibi dağılıp dünyanın labirentinde157 savrulsak da,
Tanrı, Kendisine katılalım diye bizi yine Kendisi’yle bir araya getirmiştir. Tanrı’yla
birlikteliğimizden söz edildiğini duyduğumuzda, bu bağın kutsallık bağı olması gerektiğini,
kendi kutsallığımızın erdemi sayesinde O’nunla paydaş olmadığımızı hatırlamalıyız! Tersine,
155
III. iii. 9; vi. Bölüm bundan sonraki dört bölümün girişidir.
“Rationem vitae formandae”
157
“Per mundi labyrinthum”
156
395
önce O’na öyle bağlanmalıyız ki, O’nun kutsallığıyla aşılanarak, çağrılarını izleyebilelim. Ne
var ki, kötülüklerle ve murdarlıklarla hiçbir paydaşlığımızın olmaması, O’nun yüceliğinin
özel bir niteliği olduğu için, Kutsal Yazı, Tanrı’ya, bizi çağırdığında yanıt vereceksek,
çağrılışımızın her zaman dikkat etmemiz gereken amacının bu olduğunu öğretmektedir [Yşa.
35.8, vb]. Ömür boyunca kendimize kötülüğün ve dünyadaki kirliliğin içinde debelenme izni
verirsek, içine gömüldüğümüz bu kötülükten ve kirlilikten kurtulma amacımız nedir? Üstelik
aynı zamanda Kutsal Yazı, Rab’bin halkı sayılmamız için, kutsal Yeruşalim kentinde
oturmamız gerektiği yolunda bizi uyarmaktadır [Krş. Mez. 116:19; 122:2-9]. Bu kenti
Kendisine adadığı için, burada yaşayanların kendi pislikleriyle ona saygısızlık etmeleri yasaya
uygun değildir. Şu duyuruların nedeni budur: Kusur işlemeden ve doğruluğun peşinden
koşarak gidenler için Tanrı’nın Buluşma Çadırı’nda bir yer olacaktır [Mez. 15:1; Krş. Mez.
24:3-4]. O’nun oturduğu kutsal mekânın ağzına kadar pislikle dolmuş bir ahıra benzemesi hiç
uygun değildir.
3. Hıristiyan’ın yaşamında Tanrı’nın işinin en büyük güdüsü, Mesih’in kişiliği ve kurtarma işi
olur
Kutsal Yazı, bizi çok daha etkin bir biçimde uyandırmak için, Baba Tanrı’nın, bizi
Mesih’te Kendisiyle barıştırırken [Krş. 2Kor. 5: 18], uyumlu olalım diye, bize O’nun
benzerliğinin damgasını vurduğunu [Krş. Đbr. 1:3] belirtmektedir. Şimdi ahlak felsefesinin
sadece felsefecilerin arasında gereğince ve sistemli bir biçimde ortaya atıldığını düşünenler,
felsefecilerin arasında bana çok daha yetkin bir görev bulsunlar. Onlar bizi özellikle erdemli
olmaya teşvik etmek isterlerken, sadece doğaya uygun yaşamamızı duyuruyorlar.158 Ancak
Kutsal Yazı, teşvikini gerçek bir pınardan almaktadır. Sadece yaşamımızı, bağlı olduğu
Tanrı’ya, yazarına ait saymamızı emretmez; ama gerçek kökenimizi ve yaratılıştaki
durumumuzu bozduğumuzu öğrettikten sonra, sayesinde Tanrı’nın inayetine döndüğümüz
Mesih’in gözümüzün önüne bir örnek diye koyulduğunu da eklemektedir. Yaşamımızda biz,
bu örneği açığa vurmalıyız. Bundan daha etkili başka ne isteyebilirsiniz? Yok, bunun dışında
ne isteyebilirsiniz? Rab, bizi tek bir koşulda oğulluğa almıştır: Yaşamımızda, oğulluğa
alınmamızın bağı olan Mesih açıkça görülmelidir. Bu durumda, kendimizi doğruluğa
vermezsek, kendimizi doğruluğa adamazsak, Yaratan’ımıza sadece günahkârca bir
vefasızlıkla isyan etmeyiz, Kurtarıcımızı da inkâr ederiz.
Kutsal Yazı, Tanrı’nın bütün yararlarını bize sayar. Bunlarda ve kurtuluşumuzun tek
tek her bölümünde bir teşvik fırsatı bulur. Tanrı, Baba’mız olduğunu açıkladığından bu yana,
karşılığında, O’nun oğulları olduğumuzu göstermediysek, O’na karşı nankörlüğümüzü
kanıtlamış olmalıyız [Mal. 1;6; Ef. 5:1; 1Yu. 3:1]. Mesih, kanıyla yıkayarak bizi
arındırdığından ve bu arınmayı vaftizle bahşettiğinden bu yana, kendimizi yeniden
kirletmemiz uygun olmayacaktır [Ef. 5:26; Đbr. 10:10; 1Ko. 6:11; 1Pe. 1:15-19]. Bizi Kendi
bedenine aşıladığından bu yana, O’nun üyeleri olan bizler bir lekeyle ya da hatayla
kirlenmemeye özellikle dikkat etmeliyiz [Ef. 5:23-33; 1Ko. 6:15; Yu. 15:3-6]. Başımız olan
Mesih’in göğe yükselmesinden bu yana, dünyasal şeyleri sevmeyi bir yana bırakarak, göğü
bütün içtenliğimizle istememiz gerekmektedir [Kol. 3:1 vdd.]. Kutsal Ruh’un bizi Tanrı’nın
tapınakları olarak atamasından bu yana, Tanrı’nın yüceliğinin bizim aracılığımızla
parıldamasına dikkat etmeli ve günahın kiriyle kirleneceğimiz hiçbir şeyi yapmaya
kalkışmamalıyız [1Ko. 3:16; 2Ko. 6:16]. Hem canlarımızın hem de bedenlerimizin gökte
bozulmaması ve solmayan taç önceden belirlendiğinden [1Pe. 5:4] bu yana, Rab’bin Günü’ne
kadar bunları bozulmadan pak durumda tutmaya cesurca gayret etmeliyiz [1Se.5:23; Krş. Flp.
158
Cicero, On Duties III. iii. 13 (LCL basımı, s. 280 vd.); De finibus II. Xi. 34; III. vii. 26; IV.
Xv. 41 (LCL basımı, s. 120 vd., 245 vd., 344 vdd.); Seneca, On the Happy Life viii. 2 (LCL
Seneca, Moral Essays II. 116 vd.): “Mutlu yaşamak doğaya uygun yaşamaktır.”
396
1:10]. Bunların, insanın yaşamını üzerine inşa edeceği en hayırlı temeller olduğunu
söylüyorum. Bunların benzerleri, erdemi överken insanın doğal saygınlığının üzerine aslı
çıkmayan filozoflarda boşuna aranır.159
4. Hıristiyan yaşamı dilde değil, yüreğin en derinlerindeki meseledir
Kendine “Hıristiyan” denmesini isteyen ama Mesih’in adından ve işaretinden başka
hiçbir şeyi olmayanların azarlanacağı yer burasıdır. Ama O’nun kutsal adıyla nasıl da
utanmazca övünüyorlar? Aslında Mesih’i doğru anlamayı müjdedeki sözden algılamış
olanların dışında, bunun Mesih’le hiçbir ilgisi yoktur. Yine de elçi, aldatıcı tutkularla yozlaşan
eski insanı çıkarmadan, Mesih’i giymek gerektiğinin öğretilmediği herkesin O’nu doğru
tanımadığını söylemektedir [Ef. 4:22-23, 24]. Böylece bu arada müjdeden her ne kadar
bilgiçlikle ve akıcılıkla dem vururlarsa vursunlar, Mesih’i bildiklerini yalan yanlış ve
adaletsizce de öne sürdükleri kanıtlanmaktadır. Bu, sözde değildir, bir yaşam öğretisidir.
Başka bilim dalları gibi, anlayarak ve ezberleyerek öğrenilmez. Cana bütünüyle sahip
olduğunda kavranır. Yüreğin en derinlerindeki sevgide kendine yaşayacak ve kalacak bir yer
bulur. Bu durumda, ya Tanrı’yı hor görerek olmadıkları bir şeyle övünmekten vazgeçsinler ya
da öğretmenleri Mesih’e layık olmayan öğrenciler olduklarını göstersinler. Đlk sırayı, içinde
dinimizin yer aldığı öğretişe verdik, çünkü kuruluşumuz bununla başlıyor. Ancak bu,
yüreğimize girmeli, gündelik yaşamımıza geçmeli ve bizim için semeresiz olmasın diye bizi
dönüştürebilmelidir. Filozoflar, haklı olarak, sanatın yaşamın gözdesi olması gerektiğini kabul
ettiklerinde, onu karmaşık bir sohbete dönüştüren gruplara öfke duyarlar, yüzleri kızararak
onlardan uzaklaşırlar.160 Kutsal Yazı’nın yeterliliği yüreğin en derinindeki sevgiye nüfuz
ettiğinde, canda yerini aldığında ve insanı, filozofların soğuk teşviklerinden yüzlerce kez daha
derinden etkilediğinde, müjdeyi, dillerinin ucunda yuvarlamaktan hoşlanan bu işe yaramaz
Stoacılardan tiksinmemiz için çok daha geçerli nedenlerimiz vardır!
5. Hıristiyan yaşamında kusur ve gayret
Hıristiyan’ın ahlak yaşamının müjdeden başka bir şey solumadığında ısrar etmiyorum.
Bu, istenmelidir ve bu amaç doğrultusunda gayret etmeliyiz. Ama müjdenin yetkinliğine
henüz ulaşmamış birini Hıristiyan olarak kabul etmeyeyim diye, bu yetkinliği çok kesinkes
istemeyeceğim. Bu durumda herkes kiliseden dışlanmış olur, çünkü uzaklaştırılmaları
haksızlık olacak kişiler bu doğrultuda biraz ilerleme kaydederlerken, bundan çok fazla
uzaklaşmamış kimse de yoktur.
Öyleyse ne? Samimiyetle yöneldiğimiz bu hedef gözümüzün önüne koyulsun.
Uğrunda gayret ve mücadele ettiğimiz bu amaç belirlensin. Tanrı’nın Sözü’nde size
emrettiklerinin bir bölümünü üstlenip, bir bölümünü de kendi kararınıza göre atlayacak tarzda
olguları Tanrı’yla bölüşmek yasaya uygun değildir. Öncelikle Tanrı, Kendisine tapmanın asıl
bölümü olarak dürüstlüğü her yerde emretmektedir [Yar. 17:1; Mez. 41:12; vb]. Bu sözüyle,
aldatıcı bir yüreğin tam tersine, ikiyüzlülükten ve sahtecilikten uzak olan, samimi ve yalın bir
düşünceyi kast etmektedir. Sanki doğru yaşamın ruhsallıkla başladığı söyleniyor gibidir.
Burada kutsallığın ve doğruluğun geliştirilmesi için, zihnin en derinlerindeki duygu
yapmacıksız olarak Tanrı’ya adanmıştır.
Ne var ki, bedenin bu dünyasal hapishanesinde hiç kimsenin istekle devam etmek için
yeterli gücü yoktur. Çok sayıda insanı zayıflık o kadar aşağıya çeker ki, çok azı sendeleyerek,
topallayarak hatta yerde sürünerek ilerleme kaydeder. Her birimiz kendi cılız kapasitemiz
ölçüsünde ilerleyelim ve başladığımız yolculuğu sürdürelim. Hiç kimse, ilerleme
159
Cicero, De finibus II. xxi. 68; II. xxiii. 76 (LCL basımı, s. 156 vd., 164 vdd.); Seneca,
Moral Epistles lxxxiv. 13 (LCL Senaca, III. 284 vd.).
160
Seneca, Moral Epistles cviii. 23; xlviii. 4. 12 (LCL Seneca III. 244; I. 316 vd., 320 vd.).
397
kaydetmeyecek kadar talihsizliğe uğramayacak, az da olsa her gün ilerleyecektir. Bu nedenle,
Rab’bin yolunda ara vermeden ilerleyebilelim diye, böyle davranmaktan vazgeçmeyelim.
Başarımızın azlığından umutsuzluğa kapılmayalım: Elde edilen, istenilen kadar olmayabilse
bile, bugün dünü geride bıraktığında çaba kaybolup gitmeyecektir. Sadece samimi bir
yalınlıkla işaretimize bakalım ve amacımıza ulaşmak isteyelim; kendimizi safça göklere
çıkararak, kötü işlerimize mazeretler bularak değil, sürekli çaba göstererek bu amaca doğru
gayret edelim; iyiliğe ulaşıncaya kadar iyilikte kendimizi geçebilelim. Aslında bütün yaşam
boyunca aradığımız ve peşinden koştuğumuz budur. Ama bedenin zayıflığını bir kenara
bıraktıktan ve O’nunla tamamıyla paydaş olduktan sonra bunu elde edeceğiz.
VII. BÖLÜM
HIRĐSTĐYAN YAŞAMININ ÖZÜ: KENDĐMĐZĐ ĐNKÂR ETMEK
(Dünyasal olmamayı ve kendini inkâr etmeyi konu alan Hıristiyan felsefesi; biz
kendimize değil, Tanrı’ya aidiz, 1-3)
1. Biz kendimizin efendisi değiliz, Tanrı’ya aidiz
Rab’bin yasası, insanın yaşamını düzenleyen en ayrıntılı ve en güzel tasarlanmış
yöntemi sağlasa bile, Göklerdeki Öğretmene, yasasında ortaya koyduğu bu kural için, çok
daha açık bir planla halkını biçimlendirmek iyi görünmüştür. Đşte, bu planın başlangıcı:
Đmanlıların görevi, “bedenlerini Tanrı’ya, kabul edebileceği kutsal ve canlı bir kurban olarak
sunmaktır” ve yasaya uygun olarak O’na tapınma bunu içermektedir [Rom. 12:1]. “Bu
dünyanın gidişine uymasınlar ama Tanrı’nın iradesini kanıtlayabilmek için, düşüncelerinin
yenilenmesiyle değişsinler” [Rom. 12:2] teşvikinin temeli budur. Şimdi önemli olan şu:
Tanrı’nın yüceliğinin dışında hiçbir şeyi aklımızdan geçirmeyelim, konuşmayalım,
düşünmeyelim ve yapmayalım diye, kendimizi Tanrı’ya adarız, kendimizi O’na veririz.
Çünkü kutsal bir şey, O’nu apaçık yaralamadan saygısızca kullanılamaz.
Biz, kendimize değil, Rab’be aitsek [Krş. 1Ko. 6:19], hangi yanlıştan kaçınmamız
gerektiği bellidir ve yaşamımızdaki bütün davranışlarımıza düzen vermeliyiz.
Biz, kendimize ait değiliz: Bu durumda ne aklımız ne de irademiz planlarımıza ya da
işlerimize hükmetsin. Biz, kendimize ait değiliz: Benliğimize göre bizim için uygun olanı
aramayı hedef haline getirmeyelim. Biz, kendimize ait değiliz: Kendimizi ve bize ait olan her
şeyi elimizden geldiğince unutalım.
Tam tersine, biz, Tanrı’ya aidiz: O’nun için yaşayalım ve O’nun için ölelim. Biz,
Tanrı’ya aidiz: Bütün davranışlarımızı O’nun bilgeliği ve iradesi yönetsin. Biz, Tanrı’ya aidiz:
Bu durumda, yaşamımızın her döneminde, yasaya uygun tek amacımız olarak O’nun için
gayret edelim [Rom. 14:8; Krş. 1Ko. 6:19]. Kendisine ait olmadığı öğretilen, aklını Tanrı’ya
teslim edebilsin diye, egemen olmaktan ve yönetmekten vazgeçen insan ne kadar kazançlıdır!
Kendi çıkarımıza bakmak, bizi mahva götüren en etkili vebadır. Bu durumda, kurtuluşumuzun
tek limanı hiçbir konuda bilge olmamak ve kendiliğimizden hiçbir şey istememek ama sadece
Rab’bin gösterdiği yoldan gitmektir.
O zaman ilk adım şu olsun: Đnsan, yeteneğinin bütün gücüyle Rab’be kulluk etsin diye,
kendini bıraksın. Sadece Tanrı’nın Sözü’ne itaat etmeye değil, insanın düşüncesindeki
dünyasallığın anlamını boşaltarak, tamamıyla Tanrı’nın Ruhu’nun emrine yönlendiren şeye
“kulluk” diyorum. Đnsan yaşamına ilk girdiğinde, Pavlus’un “düşüncenin yenilenmesi” [Ef.
4:23] dediği bu dönüşümü hiçbir filozof bilmiyordu. Filozoflar, insanı yöneten tek ilkenin
sadece akıl olduğunu öne sürerler ve sadece aklı dinlemek gerektiğini düşünürler; kısacası,
yaşamın yönetimini sadece akla emanet ederler. Ancak Hıristiyan felsefesi, akla Kutsal Ruh’a
boyun eğmesini, kendini O’na bırakmasını ve O’na tabi olmasını emretmektedir. Öyle ki,
398
insan artık yaşamasın ama Mesih’in yaşadığını ve içinde, O’nun hüküm sürdüğünü işitebilsin
[Gal. 2:20].
2. Kendini Tanrı’ya adayarak kendini inkâr etmek
Bunun ardından ikinci nokta gelmektedir: Bize ait olan şeyleri değil, Rab’bin iradesi
olan ve O’nu daha çok yüceltmeye yarayacak şeyleri isteyelim. Bu, büyük bir ilerlemenin de
kanıtıdır: Kendimizi neredeyse unutarak, ben-merkezciliğe elbette itaat ettirerek, gayretimizi
Tanrı’ya ve O’nun emirlerine adamaya sadakatle çalışırız. Kutsal Yazı, bize ben-merkezciliği
bırakmamızı emrettiğinde, sadece sahip olma özlemini, iktidar arzusunu, insanların gözüne
girmeyi zihinlerimizden silmekle kalmaz, insanın görkemi için beslediği tutkuyla birlikte
diğer arzularını ve çok daha gizli başka vebaları da kökünden söküp atar. Bu durumda tabii ki,
Hıristiyan, yaşamı boyunca kendini vermesi gereken Tanrı’yla birlikte olduğunu içinde
hissetmeyi çok istemeli ve düşünmelidir. Bu şekilde, sahip olduğu her şeyi Tanrı’nın kararına
ve yargısına atfederken, zihnindeki tek amacını da özenle O’na atfedecektir. Yapması gereken
her şeyde Tanrı’ya bakmayı öğrenmiş biri, aynı zamanda bütün batıl düşüncelerden de
sakınır. Bu, Mesih’in hizmetinin başlangıcında öğrencilerine büyük bir içtenlikle emrettiği
kendini inkâr etmedir [Krş. Mat. 16:24]. Bu, yüreği bir kez ele geçirdiğinde önce ne gurura,
kendini beğenmişliğe ne de gösterişe; sonra da ne açgözlülüğe, tutkuya, şehvete, kadınsı
davranışlara ne de kendimize olan sevgimizin yol açtığı başka kötülüklere yer kalır [Krş. 2Ti.
3:2-1]. Öte yanda kendimizi inkâr etmenin hüküm sürmediği yerde ya en kötü ahlaksızlıklar
utanmazca bütün şiddetiyle devam eder ya da görünüşte bir erdem varsa, övüldükten sonra
baştan çıkan tutku onu yok eder. Rab’bin emri uyarınca kendinden vazgeçmediğinde insanlara
karşılıksız iyilik yapan birini bana gösterebilirseniz gösterin. Đçinde bu duygunun olmadığı
herkes, en azından övülmek adına erdemin peşinden koşar. Erdemin, kendi adına peşinden
koşulması gerektiğini her zaman en çok öneren bu filozoflar,161 gurur fırsatı olmasının dışında
başka hiçbir nedenle erdemin peşinden koşmadıklarını gösterecek kadar büyük bir kendini
beğenmişlikle şişinmektedirler. Ne var ki, Tanrı, popüler esintiyi162 arayanlardan ve böylesine
şişmiş canlardan hiç hoşlanmaz. Onların, ödüllerini bu dünyada aldıklarını duyurur [Mat. 6:2,
5, 16], fahişelerle ve vergi görevlilerini onlardan daha çok Göklerin Krallığına yakınlaştırır
[Mat. 21:31]. Ancak insan kendisini inkâr etmedikçe, doğru yolda gitmemesi için önüne çıkan
engellerin ne kadar çok ve ne kadar büyük olduğunu hala net olarak açıklamış değiliz. Şu çok
doğru bir sözdür: “Ahlaksızlıklar dünyası insanın canında saklıdır”163 Kendinizi inkâr
etmekten, ben-merkezcilikten vazgeçmekten, Rab’bin sizden istediği şeylerin peşinden
koşmaktan ve O, bunlardan hoşnut olduğu için, sadece bunların peşinden koşmayı
düşünmekten başka bunun çaresi yoktur.
3. Titus 2. bölüme göre kendimizi reddetmek
Başka bir yerde Pavlus, iyi düzenlenmiş bir yaşamın tek tek bölümlerini kısaca ama
çok daha net olarak açıklamaktadır. “Tanrı’nın bütün insanlara kurtuluş sağlayan lütfu ortaya
çıkmıştır. Bu lütuf, tanrısızlığı ve dünyasal arzuları reddedip şimdiki çağda sağduyulu, doğru,
Tanrı yoluna yaraşır bir yaşam sürebilmemiz için bizi eğitiyor. Bu arada, mübarek
161
Cicero, De finibus III. xi. 36: “Ahlaki değerden başka hiçbir şey iyi sayılmamalıdır” (LCL
basımı, s. 254 vd.); De legibus I. xiv. 40 (LCL basımı, Laws and Republic, s. 340 vd.) Seneca,
Dialogues VII. ix. 4 (LCL Seneca, Moral Essays II. 122 vd.); Diogenes Laertius, Lives and
Opinions of the Philosophers VII. lxxxix. 127 (LCL basımı, II. 196 vd.) Krş. Lactantius,
Divine Institutes V. xvii. 16 (CSEL 19. 454; MPL 6 [xviii. böl], 606; çev. ANF VII. 153).
162
Livy, History III. xxxiii. 7 (LCL Livy, II. 110)’dan. Đnsanın kendini beğenmişliği ve gururu
konusuna yapılan göndermeler için bk. I. i. 2; I. iii. 1 (son); II. i. 4; III. xiii. 1.
163
“Mundum vitiorum esse reconditum in hominis anima.”
399
umudumuzun gerçekleşmesini, ulu Tanrı ve Kurtarıcımız Đsa Mesih’in yücelik içinde
gelmesini bekliyoruz. Mesih bizi her suçtan kurtarmak, arıtıp kendisine ait, iyilik etmekte
gayretli bir halk yapmak üzere kendini bizim için feda etti” [Tit. 2:11-14]. Pavlus, Tanrı’nın
lütfunun bize cesaret verdiğini söyledikten sonra, Tanrı’ya samimiyetle tapmamızın yolunu
açmak için, önümüzdeki başlıca iki engeli kaldırmıştır. Yani yaratılışımız gereği çok yatkın
olduğumuz tanrısızlığı; ikincisi de, çok daha yaygın olan dünyasal arzuları. Pavlus, tanrısızlık
derken aslında sadece batılı kast etmez, samimi Tanrı korkusuna ters düşen her ne varsa buna
dâhil eder. Dünyasal şehvetler de, bedenin tutkularıyla aynıdır [Krş. 1Yu. 2:16; Ef. 2:3; 2Pe.
2:18; Gal. 5:16; vb). Bu durumda Yasa’nın iki levhasına da atıfta bulunan Pavlus, kendi
doğamızı sıyırıp atmamızı, aklımızın ve irademizin dayattığı şeyi reddetmemizi
emretmektedir. Yaşamdaki bütün eylemleri üç bölüm halinde sınırlamaktadır: Sağduyulu,
doğru, Tanrı yoluna yaraşır olmak. Bunlardan sağduyu kuşkusuz, dünyasal malları idareli
kullanmak ve sabırlı olmak kadar, yasaklanmış cinsel ilişkilerde bulunmamak ve ölçülülük
anlamına da gelir. Doğruluk ise herkese hakkı verilsin [Krş. Rom. 13:7] diye, adalet
kapsamındaki bütün işlerdir. Bunun ardından, Tanrı yoluna yaraşırlık gelmektedir. Bu,
dünyadaki kötülüklerden koptuğumuzda bizi gerçek bir kutsallıkla Tanrı’yla birleştirir. Bunlar
ayrılmaz bir bağla bir araya getirildiğinde, tam bir mükemmellik meydana gelir. Ne var ki,
benliğin aklına elveda deyip, arzularımıza gem vurarak –hayır, bunlardan kurtularakkendimizi Tanrı’ya ve kardeşlerimize adamaktan, dünyadaki pisliklerin içindeyken meleklerin
yaşamını düşünmekten daha güç hiçbir şey yoktur. Sonuçta Pavlus, düşüncelerimizi bütün
tuzaklardan kurtarmak için, boşuna gayret etmeyelim diye [Krş. 1Se. 3:5], mübarek
ölümsüzlük umudumuzu bize hatırlatmaktadır. Kurtarıcımız Mesih, ilk gelişinde olduğu gibi,
bahşettiği kurtuluşun meyvesini son gelişinde de ortaya koyacaktır. Böylece Mesih, bizi bulut
gibi kaplayan ve göksel yüceliği gerektiği biçimde istememizi önleyen bütün büyüleyici
şeyleri dağıtmaktadır. Yok, göksel mirasımız mahvolmasın ya da sonu gelmesin diye, bu
dünyada hacı gibi164 dolaşmayı bize öğretmektedir.
(Paydaşlarımızla ilişkilerimizde kendini inkâr etme ilkesi, 4-7)
4. Kendimizi inkâr etmemiz, paydaşlarımızla doğru bir tutum içinde olmamızı sağlar
Bu sözlerden, kendimizi inkâr etmemizin bir ölçüde insanlarla, büyük ölçüde ise
Tanrı’yla ilgili olduğunu algılıyoruz. Kutsal Yazı bize, insanları kendimizden üstün
saymamızı [Flp. 2:3] ve doğru bir imanla kendimizi onlara iyilik yapmaya adamamızı [Krş.
Rom. 12:10] emrettiğinde, zihnimizdeki doğal duygular daha önce boşaltılmadığında,
aklımızın hiç almayacağı emirler vermektedir. Her birimizin kendi gözüne kendisiyle gurur
duymasından ve karşılaştırdığında başkalarından tiksinmesinin tek nedeni olarak görünen
özsevgiye koşmasındaki körlük budur. Şayet Tanrı bize pişman olmamızı gerektirmeyen bir
şey verdiyse, buna dayanarak hemen aklımızı yüceltiriz ve sadece şişinmekle kalmayıp
gururdan neredeyse çatlarız. Bize bulaşan bu ahlaksızlıkları başkalarından gizlemeye özen
gösteririz. Bunlar önemsiz ve anlamsızmış gibi davranarak gururlanırız, hatta kimi zaman da
bunları erdem sayarız. Kendimizde hayran olduğumuz aynı Tanrı vergisini, hatta daha
üstünlerini başkaları gösterdiğinde, bu kişilere boyun eğmeyelim diye, bu armağanları inatla
küçümseyip kötüleriz. Başkalarının herhangi bir kusuru varsa onları sert ve ciddi bir biçimde
uyarmakla yetinmeyerek, bunları nefretle abartırız. Her birimizin ortak payın dışındaymışız
gibi, başkalarından üstün olmayı istediği, her ölümlüyü azametle ve gururla kötüye kullandığı
ya da en azından onu aşağı bularak tepeden baktığı saygısızlık buradan kaynaklanmaktadır.
164
“Docet perigrinandum esse in mundo.” Burada Calvin, ayrıntılarına inmeden, bildik hac
benzetmesini, sahip olacağı yüceliğe hazırlanan dünyadaki Hıristiyan’a ve kiliseye uygun
bulmaktadır. Krş. III. ix. 4-5; III. x. 1; Augustine, City of God XV. Vi (MPL 41. 442; çev.
NPNF II. 287).
400
Yoksul zengine, sıradan halk soylulara, hizmetliler efendilere, eğitimsizler eğitimlilere boyun
eğer. Ancak kendisinin üstün olduğu fikrini beslemeyen hiç kimse yoktur.
Bu durumda herkes gururlanarak sinesinde bir tür krallık barındırır.165 Hoşuna giden
her şeyin kendisinin olduğunu iddia ederek, başkalarının karakterini ve ahlakını eleştirir. Ne
var ki bu, çatışma noktasına geldiğinde, zehrini saçar. Birçok kişinin her şeyi tatlı ve hoş
bulduğu sürece kibarlık gösterdiği bellidir. Ama iğnelendiğinde ve sinirlendiğinde bu
yumuşak başlılık eğilimini koruyan kaç kişi vardır? Bu en öldürücü vebayı, yani çekişmeyi ve
kendini sevme vebasını Kutsal Yazı’daki öğretiş kökünden söküp atarken, içimizde kalmış
parçalarını koparıp atmaktan başka çare yoktur. Bu durumda, Tanrı’nın bize bahşettiği bu
yeteneklerin bizim kendi malımız olmadığını, Tanrı’nın karşılıksız armağanı olduğunu ve
bunlarla övünenlerin nankörlüklerini gösterdiklerini hatırlamamız bize öğretilmektedir.
Pavlus, “Seni başkasından üstün kılan kim?” diye sorar, “Her şeyi Tanrı’dan aldıysan, neden
bunlar sana verilmemiş gibi övünüyorsun? [1Ko. 4:7].
Öyleyse kusurlarımızı aralıksız sorgulayalım, yeniden alçakgönüllülüğe dönelim.
Böylelikle içimizde övüneceğimiz bir şey kalmayacaktır; ancak keyfimizi kaçıracak birçok
fırsat olacaktır. Öte yandan, başkalarında gördüğümüz Tanrı’nın armağanlarına saygı
göstermemiz ve bunları göz önünde tutmamız bize emredilmektedir. Öyle ki, bu armağanlara
sahip olan bu insanları onurlandırabilelim. Rab’bin bahşettiği onurdan onları yoksun
bırakmak, bizim açımızdan büyük ahlaksız olur. Ama onların kusurlarını görmezden
gelmemiz bize emredilmektedir, kuşkusuz onları sevindirmek için dalkavukluk yapalım diye
değil; ama iyi niyet ve onurla sevindirmemiz gereken insanları bu kusurlarını hesaba katarak
kötülemeyelim diye. Sonuçta iş şu noktaya varmaktadır: Kiminle ilişkimiz olursa olsun, ona
sadece alçakgönüllü ve yumuşak başlı değil, bir dost olarak yürekten davranacağız. Şu tek
yolun dışında gerçek kibarlığı asla elde edemezsiniz: Başkalarına alçakgönüllü ve saygılı
olmaya aşılanmış yüreğin.
5. Kendini reddetmek komşularımıza gerektiği gibi yardım etmenin yolunu gösterir
Şimdi insanın komşusunun yararını isterken, görevini yapması ne kadar güçtür!
Kendinizle ilgili bütün düşüncelerden vazgeçmezseniz ve deyim yerindeyse kendinizden
sıyrılmazsanız burada hiçbir şey başaramazsınız. Kendinizden vazgeçerek, kendinizi
tamamıyla başkalarına vermezseniz, Pavlus’un sevgiden kaynaklanan işler diye öğrettiği işleri
nasıl yapabilirsiniz? “Sevgi sabırlıdır, sevgi şefkatlidir. Sevgi kıskanmaz, övünmez,
böbürlenmez. Sevgi kaba davranmaz, kendi çıkarını aramaz, kolay kolay öfkelenmez,
kötülüğün hesabını tutmaz” [1Ko. 13:4-5]. Gerekli olan tek şey buysa –bize ait olanın
peşinden koşmamak- doğayı pek az çiğnemiş olmayız. Doğa bize o kadar kendimizi sevme
eğilimi verir ki, başkasının iyiliğine göz kulak olalım, hayır, mülkiyet hakkı bizde olan bir
şeyi isteyerek verelim ve başka biri adına ondan vazgeçelim diye, kendimizi ve mallarımızı
ihmal etmemize kolayca izin vermez. Ancak Kutsal Yazı, eliyle bizi buna yönlendirmek için,
Rab’den gördüğümüz bütün yararların şu koşulla bize bahşedildiği konusunda bizi
uyarmaktadır: Bunlar kilisenin ortak hayrına kullanılsın. Bu nedenle, bütün bereketlerin
165
Krş. yk. bk. m. 2. Calvin, gururun bütün ölümcül günahların anası olduğuna dair geleneksel
görüşü benimser. Krş. I. i. 2: “Ingenita est omnibus nobis superbia”; II. i. 1. Burada üstün
bilinçli ve özerk entelektüelliği eleştirir. Sir Edward Dyer’in çok sevilen dizelerinde (1588)
gördüğümüz gibi, hümanistlerin entelektüel armağanları övmelerini tanrısal yargının altına
getirir:
Aklım benim için krallıktır
Burada çok yetkin bir sevinç bulurum.
Tanrı’nın ya da doğanın verdiği
Bütün dünyasal mutluluk daha çok artar.
401
yasaya uygun kullanılmasında bunları cömertçe ve şefkatle paylaşmak vardır. Bunu
sürdürmek için, sahip olduğumuz bütün armağanların Tanrı tarafından bahşedildiğini ve
bunların komşularımızın yararı için kullanılması koşuluyla bize emanet edildiğinin [Krş. 1Pet.
4:10] öğretilmesinden daha kesin bir kural ya da daha geçerli bir teşvik bulunamaz.
Ancak Kutsal Yazı, bunları insan bedeninin üyelerine bahşedilen güçle karşılaştıracak
kadar ileriye gider [1Ko. 12:12 vdd.]. Hiçbir üyenin tek başına böyle bir gücü yoktur ne de
bunu kendisi için özel olarak kullanır; ama her biri bu gücünü diğer üyelere döker. Bütün
bedenin ortak yararının ortaya koyduğu şeyin dışında hiç birinin kendi gücünden bir kazancı
yoktur. Tanrı’ya bağlı bir adam her ne yaparsa yapsın, bunu kardeşleri için yapabilmesi
gerekir. Zihninde, kilisenin ortaklaşa inşasına niyet etmenin dışında kendisine hiçbir şekilde
bir şey sağlamaz. Öyleyse cömertlik ve hayır kuralımız şu olsun: Biz, Tanrı’nın, komşumuza
yardım edebilelim diye bize verdiği her şeyin kâhyasıyız ve bizden kâhya olarak istenen,
hesap vermemizdir, Dahası tek doğru kâhyalık sevgi kuralıyla sınanan kâhyalıktır. Bundan
çıkan sonuca göre, kendi avantajımız adına, başkasının yararı için sadece gayretimizi
birleştirmekle kalmayalım ama kendi avantajımızı, başkasının yararı uğruna ikinci plana da
atalım.
Tanrı, Kendisinden aldığımız bütün armağanları doğru kullanmanın kuralının bu
olduğunu belki anlamayız diye, cömertliğinden kaynaklanan armağanların en küçüğü için bile
bunu daha başlangıçta geçerli kılmıştır. Đlk ürünlerin Kendisine getirilmesini buyurmuştur.
Böylece halkın, kendisine sağlananları ilk önce O’na adamazsa bunların keyfini sürmeyi
kabul etmenin yasaya aykırı olduğuna tanıklık etmesi gerekiyordu [Çık. 23:29]. Ne var ki,
Tanrı’nın armağanlarını kendi elimizle Yazarına adadığımızda, Tanrı bunları bizim için
sadece böyle bereketliyorsa, bu adanmışlığın tadının olmadığı armağanlar açıkça ahlaksızca
kötüye kullanılmaktadır. Bununla beraber kendi mallarınızı paylaşarak Rab’bi yüceltmeye
gayret etmek de istersiniz; o zaman cömertliğiniz O’na erişemeyeceği için, peygamberin
dediği gibi, bunu yeryüzündeki kutsallar için yapmalısınız [Mez. 16:2-3]. Bağışlar da kutsal
sunularla karşılaştırılır, öyle ki, yasanın gerektirdiği kutsal sunuların karşılığı olsun [Đbr.
13:16].
6. Komşu sevgisi, insanların tutumlarına bağlı değildir, Tanrı’ya önem verir
Bundan başka, aksi takdirde hemen yapılması gereken iyiliği yapmaktan usanmayalım
diye [Gal. 6:9], elçinin söz ettiği diğer görüşü eklemeliyiz: “Sevgi sabırlıdır… öfkelenmez”
[1Ko. 13:4-5]. Rab, ayrıcalıksız bütün herkese “iyilik yapmayı” emretmektedir [Đbr. 13:16].
Ne var ki, bunların büyük çoğu, liyakatlerine göre karar verilirse, değersizin değersizidir.
Ama burada Kutsal Yazı en iyi şekilde yardım eder. Bize, insanların bunlara layık olduğunu
düşünmememizi ama onuru ve sevgiyi tümüyle borçlu olduğumuz onlardaki Tanrı’nın
suretine bakmamızı öğretir. Bununla beraber, iman ailesinin üyelerindeki bu surete çok daha
özen gösterilmelidir [Gal. 6:10], çünkü bu suret Mesih’in Ruhu aracılığıyla yenilenmiş ve eski
haline kavuşturulmuştur. Bu durumda, sizin yardımınıza ihtiyacı olan her kimle
karşılaşırsanız karşılaşın, ona yardım etmeyi reddetmenizin nedeni yoktur. Deyin ki, “o, bir
yabancı”; Rab, kendi soyunuzu küçümsemeyi size yasakladığı [Yşa. 58:7] için, ona, sizin
aşina olduğunuz bir işaret vermiştir. Deyin ki, “aşağılık ve değersizdi”; ama Rab onu,
suretinin güzelliğini verme tenezzülünde bulunduğu biri olarak göstermektedir. Deyin ki,
hiçbir hizmetinin karşılığında ona borçlu değilsiniz; ama Tanrı sizi Kendisine bağladığı çok
sayıda önemli bereketle, Kendisinin farkına varabilin diye, adeta onu Kendisinin yerine
koymuştur. Deyin ki, uğruna en ufak bir çaba bile göstermenize değmez biri; ama ona sizi
öneren Tanrı’nın sureti kendinizi ve bütün malınızı vermenize değerdir. Ama sadece
iyiliğinizi hak etmemekle kalmamış, adil olmayan davranışlar ve lanetlerle sizi kışkırtmış olsa
da, onu sevgiyle kucaklamamanız ve onun adına sevginin gerektirdiği hizmetleri
yapmamamız için bu bile adil bir neden değildir [Mat. 6:14; Luk. 17:3]. Diyeceksiniz ki,
402
“Benden çok daha farklı bir şey hak ediyordu”. Ama Rab neyi hak etmişti? Bu adamın size
karşı işlediği bütün suçları bağışlamanızı emrederken, aslında onu bunlarla suçlamış
oluyordu. Sadece güç değil, insanın yaradılışına son derece ters olan bir şeyi başarmanın
elbette tek bir yolu vardır: Bizden nefret edenleri sevmek, yaptıkları kötü işlerin karşılığını
yararlarla ödemek, zulmedenlere dua etmek [Mat. 5:44]. Đnsanların kötü niyetlerini
düşünmemeyi hatırlamamız ama suçlarını geçersiz kılıp silen ve onları sevip kucaklayalım
diye güzelliği ve saygınlığıyla bizi çeken onlardaki Tanrı suretine bakmamız budur.
7. Sevginin görünürde yaptığı iş yeterli değildir, hesaba katılan, sevginin niyetidir!
Ancak biz sevgi hizmetimizi yerine getirdiğimizde, içimizde bu özdenetim oluşacaktır.
Sevgiyle ilgili bütün hizmetleri öylesine yapan biri, hiç kimseyi küçümsemese bile bunları
yerine getirmez; ama daha çok bunu, samimi bir sevgi duygusuyla yapan biri yerine getirir.
Öyle ki, görünürdeki hizmetler söz konusu olduğunda, bütün yükümlülüklerini tamamıyla
yerine getiren biri, bunları doğru yerine getirme tarzından her zaman çok uzak olabilir. Çok
cömert görünmek isteyen ama gururlu yüzleri, hatta küstah sözleriyle suçlamadan hiçbir şey
vermeyenleri görebilirsiniz. Bu trajik ve mutsuz çağda insanların birçoğu bağışlarını tepeden
bakarak verir olmuştur. Böyle bir ahlaksızlığa putperestler bile göz yummamıştır; hatta
Hıristiyanlardan güler yüz göstermelerinden ve hizmetlerini hoşa giden dostça sözlerle
yapmalarından daha fazlası istenir. Önce kendilerini yardıma ihtiyacı olduğunu gördükleri
kimsenin yerine koymalılar ve bunu kendileri yaşıyormuş, kendileri çekiyormuş gibi, onun
bahtsızlığına acımalıdırlar. Öyle ki, kendilerine yardım ediyormuşçasına, merhamet ve
insanlık duygusuyla onun yardımına koşmaya yönelsinler.
Kardeşlerine yardım etmeye böyle hevesle koşan biri, gurura kapılarak ya da
azarlayarak, hizmetlerini yozlaştırmayacaktır. Ayrıca yararı dokunduğunda, ihtiyaç içindeki
kardeşini küçümsemeyecek ya da onu kendisine borçluymuş gibi köle etmeyecektir. Bu,
bedenin hasta bir üyesini, diğer üyeler onu dinçleştirmeye çaba gösterdiği ya da özellikle
onlardan daha çok göz önünde tutulması gerektiği için, karşılığını ödeyeceğinden fazla
yardım görüyor diye azarlamamızdan daha mantıklı değildir. Hizmetlerin üyeler arasında
paylaşılmasının hiç de gereksiz olmadığına ama tam tersine, doğa yasası uyarınca166,
reddetmenin canavarlık olduğu bu yardımın bir ödeme olduğuna inanılır. Bu durumda çıkan
sonuca göre, zengin bir adamın kendisine ait olan bir şeyden vazgeçtikten sonra, kendisiyle
hiç ilgisi kalmayan başka yükleri genellikle başkalarına havale etmesi gibi, hizmet yapan biri
de, kendisini özgür hissetmeyecektir. Tam tersine herkes, komşularına borçlu olduğunu ve
onlara şefkat gösterirken kendi kaynaklarının tükenmesinden başka bir sınır koymaması
gerektiğini bütün yüceliğiyle düşünecektir; bu kaynakların genişliğinin sınırını ise sevgi
kuralına göre belirlenecektir.
(Tanrı’yla ilişkimizde kişinin kendini inkâr etmesi ilkesi, 8-10)
8. Tanrı’ya karşı kendini inkâr: O’nun iradesine adanma!
Kendini inkâr etmenin önemli bölümünü daha tam olarak tekrarlayalım. Dediğimiz
gibi bu, Tanrı’ya bakmaktır. Aslında bu konuda zaten o kadar çok şey söylendi ki,
tekrarlamak gereksiz. Bunun bizi nasıl adil ve hoşgörülü yaptığını göstermek yeterli olacaktır.
Öncelikle, bu yaşamda rahat ve huzur ararken, Kutsal Yazı, Rab’bin iradesi
doğrultusunda bizi kendimizden ve bütün mal varlığımızdan vazgeçmeye ve yüreğimizin
arzularının evcilleşip denetlenmesi O’na boyun eğmeye çağırıyor. Zenginlik ve saygıya göz
dikme, otorite için çabalama, zenginlikler biriktirme, görkem ve gösteriş için yapılmışa
166
“Naturae lege”. Bu maddede Calvin, Hıristiyan merhametiyle doğal yasayı birleştiriyor.
Krş. Seneca’nın, birbirimize yardım etmek için doğduğumuzu kabul etmesi; “Homo in
adiutorum mutum genitus est.” De ira I. v. 2 (LCL Seneca, Moral Essays I. 118 vd.)
403
benzeyen bütün bu aptallıkları bir araya getirme hevesimiz delicedir, arzumuz ise sınırsızdır.
Öte yandan, korkumuz olağanüstüdür, yoksulluk, soylu doğmamış olma ve mütevazı koşullar
nefretimiz olağanüstüdür! Bunlardan her yolla kendimizi kurtarmaya teşvik ediliriz.
Yaşamlarını kendi planlarına göre düzenleyen bütün bu insanların zihinlerinin ne kadar
huzursuz olduğunu görebiliyoruz. Öte yandan, yoksulluktan ve mütevazı koşullardan kaçarak,
tutkularının ya da açgözlülüklerinin koyduğu hedefe ulaşmak için –bitkinlik noktasına
gelinceye kadar- nasıl da ustaca gayret ettiklerini görebiliyoruz.
Tanrı adamları, bu tuzaklara düşmemek için bu yolda devam etmelidir. Her şeyden
önce, Rab’bin bereketinden başka bir refah yolunu ne istesinler, ne ümit etsinler, ne de
düşünsünler.167 Bu durumda emniyet ve güven içinde kendilerini bırakıp huzur bulsunlar.
Benlik, kendine güzelce yeterli görünebilse de, kendi çabalarıyla saygınlık ve zenginlik için
çırpınırken, çalışkanlığına güvenirken ya da insanlardan iyilik görürken bütün bunların hiçbir
şey olmadığı kesindir; Rab bereketlemezse, becerinin ya da emeğin hiçbir yararını göremeyiz.
Tam tersine, bütün engellere rağmen, sadece O’nun bereketi, bizim için her şeyi mutlu ve
istenebilir bir sonuca götürmenin yine de bir yolunu bulur; ayrıca bu bereketten bağımsız
olarak, yücelik ve refah elde etmemizi de sağlar (her gün büyük saygı gören ve zengin olan
dinsiz insanlar görürüz)168. Yine de Tanrı’nın laneti üzerinde olan insanlar mutluluğu bir
nebze tadamazlar. Bu bereket yoksa şanssızlıktan başka hiçbir şey elde edemeyiz. Đnsanları
daha da acınacak duruma getirecek şeyleri hiçbir şekilde istememeliyiz.
9. Sadece Tanrı’nın bereketine güvenme
Bu nedenle, istenilen refah sonucuna götüren her yolun sadece Tanrı’nın bereketine
dayandığını ve bu bereket olmadığında, her tür zavallılığın ve felaketin peşimizi
bırakmadığını düşünün. Bize kalan, - ister kendi zekâ yeteneğimize ya da kendi gayretimize
güvenerek, isterse insanların iyiliğine bağlı olarak ya da boş yere hayal edilen bir talihe bel
bağlayarak- zenginliğin ve saygının peşinden açgözlülükle koşmak değil, Rab’be bakmaktır.
Öyle ki, O’nun bize sağladığı pay neyse, O’nun rehberliğinde yol alabilelim. Bu durumda
ortaya çıkan o ki, kötülüklerle, manevralarla ve kötü kurnazlıklarla ya da açgözlülükle
komşularımızı inciterek zenginlik ve saygı gasp etmekten kaçınacağız; ama bizi masumluktan
uzaklaştırmayan girişimlerin ardından gideceğiz.
Sahtekârlıkların, soygunların ve başka kötü kurnazlıkların arasında kim tanrısal
bereketten yardım umabilir? Bu bereket sadece temiz düşünen ve doğru davranan birinin
ardından gelirken, bunu isteyen herkesi hilebaz düşünceleri ve kötü davranışları bırakmaya
çağırır. Öyleyse, zengin olmak için ölçüsüz bir arzuyla yanmayalım ya da saygı peşinde
tutkuyla koşmayalım diye, bize gem vurulmaktadır. Đnsan, Tanrı’nın Sözü’ne ters düşen bütün
bu isteklerini elde etmek için, Tanrı’nın, kendisine yardım edeceğine hangi utanmazlıkla
güvenir? Tanrı’nın, ağzıyla lanetlediği şeye bereketiyle teşvik edeceği düşüncesi uzak olsun!
Son olarak, olaylar bizim istediğimiz ve umduğumuz gibi gitmezse, sabırsızlığımız ve
durumumuzdan hoşnut olmamamız yine de dizginlenmektedir. Bunun, zenginliği ve
yoksulluğu, saygısızlığı ve saygıyı iradesine göre dağıtan Tanrı’ya sızlanmak olduğunu
biliriz. Özetlersek, burada açıklandığı gibi, sadece Tanrı’nın bereketine güvenen biri, ne
insanların alıştıkları üzere delicesine peşinden koştukları, kendisine uygun olmadığını
anladığı bu gibi şeyler için kötü hileler yaparak mücadele eder, ne de durumu iyi giderse
kendine, çalışkanlığına, çabasına ya da talihine pay çıkarır. Tersine, bunun Yazarı olarak
Tanrı’ya paye verir. Ama başkalarının işleri gelişirken, çok yavaş ilerleme kaydederse ya da
167
8. ve 9. maddeler Calvin’in sık tekrarladığı bir konudur. Dünyasal refaha belki Tanrı’yı
unutarak erişilebilir ama bu, lanetlidir. Tanrı’ya bağlılıkla yaşanan yoksulluk karşılaştırılamaz
bir mutluluk durumudur.
168
Krş. I. xvii. 10; III. ix. 6; III. x. 5.
404
gerilerse azıcık mal varlığına, dinsiz bir insanın, isteğine uygun olmayan orta dereceli bir
başarıya dayandığından daha büyük bir ağırbaşlılık ve ılımlı bir düşünceyle dayanacaktır.
Aslında o teselli bulmaktadır. Huzur bulduğu esenlik çok büyük zenginlikten ya da güçten
daha fazladır. Bu ona kurtuluş yolunu açtığı için, işlerinin Rab’bin takdiri olduğunu düşünür.
Davut’un böyle düşündüğünü görüyoruz; Tanrı’nın yolundan gidip kendisini O’nun
önderliğine bıraktığında sütten kesilmiş çocuğa benzediğine ve kendisi için çok derin ve
olağanüstü olan işlerle uğraşmadığına tanıklık etmektedir [Mez. 131:1-2].
10. Kendimizi inkâr etmek sıkıntılara dayanmamıza yardım eder
Tanrı adamları için, sözünü ettiğimiz esenlik ve sabır sadece bu noktaya
dayanmamalıdır; ama bu yaşamda karşılaşılan her olay da bu kapsama alınmalıdır. Bu
durumda, sadece kendisini tamamıyla inkâr eden, kendisini tümüyle Rab’be bırakan biri,
yaşamının her parçasını Tanrı’nın iradesinin yönetmesine izin verir. Böyle bir düşünceye
sahip biri, her ne olursa olsun, ne kendisini zavallı görecek ne de kötü niyetle payını Tanrı’ya
şikâyet edecektir. Karşımıza çıkan birçok fırsatı böyle değerlendirirseniz bu eğilimin ne kadar
gerekli olduğu ortaya çıkacaktır. Çeşitli hastalıklar tekrar tekrar bize sorun yaratır; veba kırıp
geçirir; savaştaki felaketler acımasızca dört bir yanımızı sarar; buz ve dolu o yıldan bekleneni
yok ederek bizi yoksulluğa düşüren bereketsizliğe yol açar; eşleri, ana babaları, çocukları,
komşuları ölüm alıp götürür; evimiz yanar. Bu olaylar yüzünden insanlar yaşamlarına lanet
ederler, doğdukları günden nefret ederler, gökyüzünden ve gün ışığından iğrenirler, Tanrı’ya
küfür ederler ve sövgülerinde belagat kazandıkça O’nu adaletsizlikle ve acımasızlıkla
suçlarlar. Ancak imanlı, bu konularda Tanrı’nın şefkatine ve babaca samimi hoşgörüsüne
bakmalıdır. Bu durumda, akrabalarının gitmesiyle evde yalnız kaldığını görürse aslında o
zaman bile Rab’be dua etmekten vazgeçmeyecektir; ama tam tersine dikkatini şu düşünceye
verecektir: Yine de evimde yaşayan Rab’bin lütfu onu ıssız bırakmadı. Ekinini don
kavurduğunda, buz mahvettiğinde, dolu yere serdiğinde ve açlığın tehdit ettiğini gördüğünde
umutsuzluğa düşmeyecek ya da Tanrı’ya kin bağlamayacaktır ama güveni sarsılmayacaktır
[Krş. Mez. 78:47]: “Yine de biz RAB’bin koruması altındayız, O’nun otlağında beslenen
koyunlarız” [Mez. 79:13]. Rab, aşırı kıtlıkta bile bize yiyecek sağlayacaktır. Đmanlı biri, hasta
bile olsa, acısının şiddetinden sabırsızca yaygarayı basacak ve Tanrı’ya karşı çıkacak kadar
aptallaşmayacaktır; ama Tanrı’nın yola getirirken doğru ve şefkatli olduğunu düşünerek,
sabırlı olmayı hatırlayacaktır. Kısacası, her ne olursa olsun, bunun Tanrı’nın takdiri olduğunu
bildiğinden ötürü, gücüyle, kendisini ve bütün malını teslim alan Tanrı’nın emrine inatla karşı
koymamak için, bunu esenlikli ve şükran duyan bir zihinle atlatacaktır.
Özellikle putperestlerin şu aptalca ve çok acınacak durumdaki tesellisi Hıristiyan’ın
gönlünden uzak olsun; putperestler, sıkıntılara karşı zihinlerini güçlendirmek için, bunları
talihe yüklemişlerdir.169 Talihe kızmanın aptallık olduğunu düşünmüşlerdir, çünkü talih kör170
ve düşüncesizdir. Görmeyen gözleriyle hak edeni de etmeyeni de aynı zamanda yaralar.171
Dine bağlılığın kuralına göre ise tam tersine, talihin, iyinin ya da kötünün yargıcı ve yöneticisi
sadece Tanrı’nın elidir ve O’nun eli pervasız bir güçle acele etmez, bize kötü olan kadar iyi
olanı da çok sistemli bir adaletle verir.
169
Krş. I. v. 4
“άσοπος”
171
Seneca, On Tranquillity of Mind adlı denemesinin viii-xi bölümlerinde, dini ortaya
atmadan, talihin değişkenliğine tepki olarak sabrı önermektedir. Moral Epistles cvii. 7’de
şunları yazmaktadır: “Fortiter fortuita patiemur.” Yine de, Epistles lxxvi. 23’de, aynı şekilde
“tanrısal yasanın” yaptıklarından söz etmektedir (LCL Seneca, Moral Essays II. 240-262;
Epistulae morales III. 226; II. 160 vd.).
170
405
VIII. BÖLÜM
KENDĐNĐ ĐNKÂR ETMENĐN BĐR PARÇASI OLARAK ÇARMIHI TAŞIMA
(Mesih’in takipçileri olarak çarmıhı almalıyız, 1-2)
1. Mesih’in ve bizim çarmıhımız
Ancak Tanrı adamının düşüncesinin daha yükseğe, Mesih’in, her biri kendi çarmıhını
taşısın diye [Mat. 16:24] öğrencilerini çağırdığı yükseğe tırmanması gerekir. Rab’bin,
benimsediği ve paydaşlığa değer bulduğu herkes, çok sayıda ve çeşitli kötülükle ağzına kadar
dolu, güç, zahmetli ve huzursuz bir yaşama kendini hazırlamalıdır. Çocukları belli bir
sınavdan geçsinler diye onlara alıştırma yaptırmak Göklerdeki Baba’nın iradesidir. Đlk doğan
çocuğu Mesih’ten başlayarak bu planı bütün çocuklarına uygulamaktadır. Bu Oğul
diğerlerinden daha çok sevilse ve Baba O’ndan çok hoşnut olsa da [Mat. 3:17 ve 17:5],
yeryüzünde yaşarken O’na hoşgörülü ya da müşfik davranılmadığını, doğruyu söylemek
gerekiyorsa, sadece bitip tükenmeyen bir çarmıhla sınanmadığını ama bütün yaşamının bir tür
bitip tükenmeyen bir çarmıhtan başka bir şey olmadığını görüyoruz. Elçi bunun nedenini
şöyle belirtmektedir: “Çektiği acılarla söz dinlemeyi öğrensin” [Đbr. 5:8] diye O’na bu
gerekiyordu.
Mesih, özellikle bizim için bir sabır örneği olsun diye bizim uğrumuza buna boyun
eğdiği için, neden biz kendimizi Baş’ımız Mesih’in boyun eğdiği durumun dışında tutalım?
Bu nedenle elçi, Tanrı’nın, çocukları Mesih’e benzesinler diye onları önceden belirlediğini
öğretmektedir [Rom. 8:29]. Aleyhte ve kötü görünen ağır ve güç koşullarda da büyük bir
huzur buluruz: Mesih’in, bütün kötülüklerin labirentinden geçerek göklerdeki yüceliğe
gitmesi gibi, biz de aynı yüceliğe aynı şekilde çeşitli çalkantılardan geçerek gidelim diye,
O’nun acılarını paylaşırız [Elç. 14:22]. Bu nedenle Pavlus başka bir yerde şunu
belirtmektedir: O’nun acılarını paylaşmayı öğrendiğimizde, aynı zamanda dirilişindeki gücü
de elde ederiz; ölürkenki Mesih’e benzediğimizde O’nun olağanüstü dirilişini paylaşmaya
hazır oluruz [Flp. 3:10-11]. Ne kadar çok sıkıntı çekersek Mesih’le paydaşlığımızın
onaylandığından o kadar çok emin olmamız, çarmıhın bütün acısını nasıl da
hafifletebilmektedir! O’nunla paydaş olduğumuzda bu acılar bizi sadece mutlu etmez,
kurtuluşumuzda ilerleme kaydetmemize de yardım eder.
2. Çarmıh, Tanrı’nın gücüne mükemmelce güvenmemize neden olur
Ayrıca Rab’bimizin, Baba’ya itaatine tanıklık etmenin ve bu itaati kanıtlamanın
dışında, çarmıhı taşımayı üstlenmesine hiç ihtiyacı yoktu. Ancak bizim, yaşamlarımızı
devamlı çarmıhın altında geçirmemizin gerekmesinin birçok nedeni vardır. Birincisi, zayıflığımızı adeta gözümüzle görmezsek- yaradılışımız gereği, her şeyi benliğimize
atfetmeye çok eğilimli olduğumuz için, erdemimize gerçek ölçüsünün üzerinde değer
vermeye hazırız. Her ne olursa olsun, bütün güçlükler karşısında bunun bozulmadan ve
yenilmeden süreceğinden kuşku duymayız. Böylece, benliğimize aptalca ve boş bir güven
besleriz; ona güvenerek, Tanrı’nın lütfu olmadan kendi gücümüz yeterliymiş gibi, O’na karşı
saygısızca gururlanırız.
Bu, sadece çok yeteneksiz olduğumuzu değil, gösterdiğimiz çabanın yetersizliğini de
tecrübeyle bize kanıtladığında, kibirliliği en iyi şekilde dizginlemektedir. Bu nedenle bize
gözden düşme, yoksulluk, keder, hastalık ya da başka belalar verir. Bunlar bizi etkilediğinde,
hiç de dayanacak düzeyde olmadığımız için pes ederiz. Gururumuz böyle kırıldığında O’nun
gücüne başvururuz. Istırapların ağırlığı altında pes etmememizi sağlayan sadece bu güçtür. Ne
var ki, en kutsal insanlar bile, kendi güçleriyle değil, Tanrı’nın lütfuyla ayakta durduklarını ne
kadar kabul ederlerse etsinler, O’nun Kendisi hakkında verdiği derin bilgiyi çarmıhla
sınamadıklarında, dayanıklılıklarından ve bağlılıklarından çok emindirler. Bu kendinden
406
hoşnutluk Davut’un bile içine süzülmüştür: “Huzur duyunca dedim ki, ‘Asla
sarsılmayacağım!’ Ey Yehova, lütfunla beni güçlü bir dağ gibi sarsılmaz kıldın; ama sen
yüzünü gizleyince, dehşete düştüm.” [Mez. 30: 6-7]. Refah içindeyken, duygularının,
güvenmesi gereken Tanrı’nın lütfunu ihmal edecek kadar tembellikten uyuştuğunu, kendisine
dayanabilme sözü verecek kadar güvendiğini itiraf etmektedir. Bu, böyle büyük bir
peygamberin başına geldiyse, bizlerden biri neden korkmasın ve özen göstermesin?
Esenlik zamanlarında bağlılıkları ve sabırlarıyla övünmüşler, ancak sıkıntı onları
alçakgönüllü yaptığında, bunun, bütünüyle ikiyüzlülük olduğunu öğrenmişlerdir.
Hastalıklarının bu kanıtlarıyla uyarılan imanlılar alçakgönüllülüğe yönelsinler ve böylece
benliğin sapkın özgüvenini üzerlerinden atarak Tanrı’nın lütfunun yolunu tutsunlar, diyorum.
Oraya vardıklarında yeterince onları koruyan ve esirgeyen tanrısal gücün var olduğunu
tecrübe ederler.
(Bize sabır ve itaat öğretilmesi gereklidir, 3-6)
3. Çarmıh, Tanrı’nın sadakatini tecrübe etmemizi sağlar ve gelecek için bize umut verir
Pavlus şunu öğretmektedir: “Sıkıntılar sabır verir; sabır da denenmiş bir karakter”
[Rom. 5:3-4]. Tanrı, sıkıntılı zamanlarında imanlılarla birlikte olmayı vaat ettiği için [Krş.
2Ko. 1:4], bunun gerçek olduğunu tecrübe ederler. O’nun elinden destek alarak sabırla
dayanırlar –bu, kendi çabalarıyla hiç başaramayacakları bir dayanmadır. Kutsallar sabır
göstererek, ihtiyaç olduğunda, Tanrı’nın vaat ettiği yardımı sağladığını tecrübe ederler.
Böylece umutları güçlenir. Gelecekte Tanrı’nın doğruluğunun, şimdi tecrübe ettikleri kadar
sürekli ve sağlam olacağını beklememek nankörlüğün zirvesi olur. Şimdi birlikte dokunmuş
ne kadar iyi unsurun çarmıhtan fışkırdığını görüyoruz. Çarmıh, kendi gücümüz olduğuna dair
yanışlıkla avunduğumuz bu safça iyiye yormayı yıkarak ve bizi hoşnut eden ikiyüzlülük
maskemizi çıkararak, benliğimize olan ölümcül güvenimize darbe indirir. Bizi böyle
alçakgönüllüleşerek sadece Tanrı’ya güvenmeyi öğretir. Bunun sonucunda bitkin düşmeyiz ya
da boyun eğmeyiz. Üstelik RAB, vaadini yerine getirerek, gelecekteki gerçeği kanıtladıkça
umut, zaferin ardınca gider. Tek nedenler bunlar olsa bile, çarmıhı taşıma pratiğine ne kadar
ihtiyacımız olduğu apaçık ortaya çıkmaktadır.
Yetersizliğinizin daha yakından farkına varabilin diye, kendinize olan kör sevginizden
arınmanızın; kendinize güvenmemeyi öğrenmek için yeteneksizliğini hissetmenizin;
güveninizi Tanrı’ya havale edebilin diye kendinize güvenmemenizin; Tanrı’nın yardımına
güvenerek, sonuna kadar yenilmeden devam edebilin diye, Tanrı’ya güvenen bir yürekle
huzur bulmanızın; O’nun vaatlerinin gerçekliğini kavrayabilin diye, O’nun lütfunda yerinizi
almanızın; umudunuz güçlenebilsin diye, O’nun vaatlerinin kesinliğini sorgulamamanızın
sizin için önemi hiç de az değildir.
4. Çarmıh bize sabır ve itaat eğitimi verir
Rab’bin halkına acı çektirmesinin başka bir amacı daha vardır: Sabırlarını sınamak ve
itaati öğretmek. O’na, öğrettiğinin dışında başka türlü itaat edemezler. Ancak kutsallara
verdiği lütufları apaçık kanıtlarla göstermek ve netleştirmek O’nun o kadar çok hoşuna gider
ki, bunlar insanların içinde atıl ve gizli kalmaz. Bu nedenle, kullarına bahşettiği dayanmanın
gücüne ve sürekliliğine açıklık getirmek için, onların sabırlarını sınadığı söylenir. Bu
açıklamalar şuradan çıkmaktadır: Tanrı, Đbrahim’i sınamış, o da tek oğlunu kurban etmeyi
reddetmeyerek O’na bağlılığını kanıtlamıştır [Yar. 22:1, 12]. Petrus da aynı şekilde, altının
kızgın fırında sınanması gibi, imanımızın sıkıntılarla kanıtlandığını öğretmektedir [1Pe. 1:7].
Đmanlının, Tanrı’sından aldığı en yetkin sabır armağanı belli olabilsin ya da ya da görülebilsin
diye, bu armağandan yararlanmasının uygun olmadığını kim söyleyecektir? Aksi takdirde
insanlar ona hak ettiği değeri vermeyeceklerdir.
407
Ancak imanlılar karanlıkta gizlenmesinler –hayır, yararsızca yatarak ölüp gitmesinlerdiye, Tanrı, onlara verdiği bu erdemleri teşvik edecek fırsatlar yaratırken doğru yapıyorsa,
kutsalların acılarının bol bol gerekçesi vardır. Bu acılar olmadan, dayanma güçleri hiç
olmazdı. Onlara çarmıhla itaat etme eğitimi verildiğini, çünkü böylece kendi kaprislerine göre
değil, Tanrı’nın iradesine göre yaşamayı öğrendiklerini iddia ediyorum. Açıkçası, her şey
onların istedikleri gibi gitseydi, Tanrı’yı izlemenin ne olduğunu bilmezlerdi. Seneca, birini
sıkıntılara dayanmaya teşvik ederken, “Tanrı’yı izle”172 demenin eski bir atasözü olduğunu
hatırlatmaktadır. Eski insanlar bu atasözüyle açıkça, insanın ancak elini ve sırtını Tanrı’nın
değneğine teslim ettiğinde O’nun boyunduruğuna gerçekten boyun eğdiğini ima ediyorlardı.
Ancak her şeyde Göklerdeki Baba’mıza itaat ettiğimizi kendimize kanıtlamak çok yerindeyse,
O’nun bizi her şekilde Kendisine itaat etmeye alıştırmasını tabii ki, reddetmemeliyiz.
5. Đlaç olarak çarmıh
Aynı zamanda Tanrı’nın boyunduruğunu silkeleyip atmak için, benliğimizin ahlaksız
itici gücünün ne kadar büyük olduğunu düşünmezsek, bir an bile bu itici güce yumuşak ve
anlayışlı davranırsak, bu itaatin bizim için ne kadar gerekli olduğunu görmeyiz. Çevik atların
başına gelen şey itaatin de başına gelir. Atlar günlerce tembel tembel semirirse, daha sonra
canlanmaya alışamaz; daha önce emirlerine itaat ettikleri binicilerini de tanımaz. Tanrı’nın
Đsrailoğulları’nda yakındığı şey, sürekli bizim içimizdedir: Semirip gevşediğimizde bizi
besleyip doyuran Tanrı’ya tekme atarız [Yas. 32:15]. Aslında Tanrı’nın bereketi, O’nu
sayalım sevelim diye aklımızı başımızdan almalıdır. Ancak bizim öyle bir irademiz var ki, biz
tersine, O’nun hoşgörüsüyle tekrar tekrar bozuldukça bu ahlaksızlıklara atlamayalım diye
disiplinle kısıtlanmamız çok gerekli olmaktadır. Zenginliğimizin ölçüsüz bolluğuyla çılgına
dönmeyelim; namımızla böbürlenmeyelim; -canla, bedenle ya da talihle ilgili- başka iyi
şeylerle şişinip gururlanmayalım diye, Rab, Kendisinin uygun gördüğü şekilde, ilaç diye
karşımıza çarmıhı çıkarır, bizi ona boyun eğdirir ve dizginlenmeyen benliğimizi onunla
dizginler. Bunu, her insan için neyin sağlıklı olduğuna göre, farklı yollarla yapar. Hepimiz
aynı hastalıktan aynı derecede acı çekmeyiz ya da bu nedenle, aynı sıkı tedaviye ihtiyacımız
yoktur. Buradan görülen o ki, bazıları bir tür çarmıhla, bazıları da başka tür bir çarmıhla
sınanırlar. Ama göksel hekim bazılarını daha şefkatle tedavi ettiği, bazılarını da daha ağır
ilaçlarla arındırdığı için, herkesin sağlıklı olmasını isterken, hiç kimseyi kendi başına ve
dokunmadan bırakmaz, çünkü bütün bunların insan için hastalık olduğunu bilir.
6. Babanın verdiği ceza olarak çarmıh
Bunun dışında, merhametlilerin merhametlisi Baba’mızın, bizim zayıflığımızı
beklememesi ama yasaya uygun olarak O’na itaatimizi sürdürebilelim diye, çoğu kez
geçmişteki suçlarımızı düzeltmesi de gerekir. Bu durumda, ne zaman acı çeksek, aklımıza
hemen geçmiş yaşamımızın anıları gelmelidir; böylece bu tür bir cezayı hak eden bir şey
yaptığımızı kuşkusuz görürüz. Yine de, dayanmak için teşvik etmenin temelinde, ilke olarak,
günahın kabul edilmesi yoktur. Kutsal Yazı, “dünyayla birlikte mahkûm olmayalım diye”
[1Ko. 11:32] Rab’bin bize ceza verdiğini söylediğinde çok daha iyi bir fikirle donatmaktadır.
En şiddetli çalkantılarda bile Baba’mızın bize şefkatli ve cömert olduğunu anlamalıyız, çünkü
bu durumda bile kurtuluşumuzu teşvik etmekten vazgeçmemektedir. O, bizi yıkmak ya da yok
etmek için değil, tam tersine dünyanın mahkûmiyetinden kurtarmak için acı çektirir. Bu
düşünce bizi, Kutsal Yazı’nın başka bir yerde öğrettiği düşünceye götürüyor: “Oğlum,
RAB’bin terbiye edişini hafife alma, O’nun azarlamasından usanma. Çünkü RAB, oğlundan
172
Hem Cicero hem de Seneca eski bir kural olarak “Tanrı’yı izle” öğüdünü verirler. Cicero,
De finibus III. xxii. 73 (LCL basımı, s. 292 vd.); Seneca, On the Happy Life xv. 5 (LCL
Seneca, Moral Essays II. 138).
408
hoşnut bir baba gibi, sevdiğini azarlar” [Özd. 3:11-12]. Baba’nın değneğini anladığımızda,
yaptığı kötü işlerle katılaşmış insanların umutsuzluğunu kibirle taklit etmek yerine, itaat eden
ve öğrenen çocuklar olduğumuzu göstermek görevimiz değil mi? Tanrı, yolundan
saptığımızda, azarlayarak çağırmazsa bizi mahveder. Disiplinimiz yoksa oğullar değil,
gayrimeşru çocuklar olduğumuzu haklı olarak söylemektedir [Đbr. 12:8]. Bize cömertliğini ve
kurtuluşumuza özen gösterdiğini duyurduğunda, O’na dönemiyorsak o zaman biz sapkınların
en sapkınıyız. Kutsal Yazı, imansızlılarla imanlıların arasındaki farkın bu olduğunu
öğretmektedir: Birinciler, cezalandırıldıklarında, kötülüğü alışkanlık edinmiş ve sıkıca
sarılmış köleler gibi, sadece daha kötü, daha inatçı olurlar. Đkinciler ise özgür doğmuş oğullar
gibi, tövbe ederler. Hangi gruba girmeyi tercih ettiğinizi siz seçmelisiniz. Ancak bu konudan
başka bir yerde söz ettiğimiz için173, kısa bir göndermeyle yetinerek burada duracağım.
(Zulümlerde ve başka belalarda çarmıhı taşımak, 7-8)
7. Doğruların uğruna acı çekme
Doğruluk adına zulüm görmek eşsiz bir tesellidir. Tanrı’nın, askerine verdiği özel
nişanla donatarak bize ne kadar onur bahşettiği aklımıza gelmelidir. Sadece müjdeyi
savunmaya çalışanların değil, doğruluğun yolunu bir şekilde açanların da doğruluk yüzünden
zulüm gördüğünü söylüyorum. Bu durumda Đblis’in yalanları karşısında Tanrı’nın gerçeğini
ilan ederek ya da kötülerin hataları karşısında iyileri ve masumları korumayı üstlenerek
dünyanın saldırısına ve nefretine maruz kalmalıyız. Bu da, yaşamımızı, servetimizi ya da
onurumuzu yok edebilir. Gayretlerimizi böyle Tanrı’ya adadığımız için üzülüp sıkıntı
duymamalıyız ya da Kendi dudaklarıyla mutlu olduğumuzu duyurduğu [Mat. 5:10] bu
konularda kendimizi zavallı görmemeliyiz. Yoksulluk bile kendi içinde yargılandığında
acıklıdır; sürgün, küçümsenme, hapis, gözden düşme gibi; ölüm ise bütün felaketlerin
sonudur. Ancak Tanrı, şefkatini üzerimize soluduğunda bunların her biri bizim için mutluluğa
dönüşür. Benliğin asılsız tahmininden çok, Mesih’in tanıklığıyla yetinmeliyiz. Ortaya çıkan şu
ki, elçinin, “O’nun adı uğruna hakarete uğradığı için biz onu değerli sayacağız” [Elç. 5:41,
mealen] örneğinden sonra sevinmemiz gerekmektedir. Öyleyse ne? Masum ve vicdanı temiz
biri olarak, imansız halkın kötülüğüyle malımız elimizden alınırsa, insanların içinde gerçekten
sıkıntıya düşeriz. Ancak göklerdeki Tanrı’nın huzurundaki gerçek zenginliklerimiz böylece
artar. Evimizden kovulursak174, Tanrı’nın ailesine çok daha içtenlikle kabul ediliriz.
Küstürülürsek ve hafife alınırsak, Mesih’te daha sağlam kök salarız. Yüz karası ve rezil
damgası yersek, Tanrı’nın Krallığında daha dolu dolu bir yerimiz olur. Öldürülürsek bize,
mutlu yaşama girmenin yolu açılır. RAB’bin çok büyük değer verdiği bunları, bu yaşamın
gölgeli ve geçici çekiciliklerinden daha az önemsemekten utanalım.
8. Hıristiyan, çarmıhın altında acı çekerek Tanrı’da teselli bulur
Doğruluğu savunma uğruna gözden düşmemiz ya da başımıza gelen bela karşısında
Kutsal Yazı, bu ve benzeri uyarılarla bizi bol bol teselli etmektedir. Sonuç olarak, Rab’bin
elinden gelen bu olaylara isteyerek ve sevinçle katlanmazsak çok nankörlük etmiş oluruz;
özellikle de, bu tür bir çarmıh en çok imanlılara ait olduğu ve Petrus’un öğrettiği üzere,
bununla Mesih, bizde yüceltilmek istediği için [1Pe. 4:12 vdd.]. Ama onurlu yaratılmış
insanlara gözden düşmek ölmekten yüz kat daha acı geldiğinden, Pavlus, umudumuzu diri
Tanrı’ya bağladığımız için sadece zulüm görmeyeceğimiz, suçlanacağımız konusunda da bizi
173
I. xvii. 8; III. iv. 31, 35.
Đlk kez bu madde Calvin, Fransa’dan (1535) ve Cenevre’den (1538) kaçtıktan sonra, 1539
basımında yayınlanmıştır. Ancak onun, 1534’de Olivétan’ın Fransızca Yeni Antlaşma’sına
yazdığı Giriş’e benzemektedir (CR IX 809) (Bk. J. Haroutunian’ın çevirisi, LCC XXIII. 67
vd.)
174
409
özel olarak uyarmaktadır [1Ti. 4:10]. Başka bir ayette ise bize, kendisine iyi ün ve kötü ün
örneği diye bakıp ardından yürümemizi emretmektedir [2Ko. 6:8].
Ne var ki, bu sevinç, bütün acı ve ıstırap duygularından kurtulalım diye bizden
istenmemektedir. Yoksa kutsallar acıyla işkence çekmeseler ve sıkıntıyla eziyet yaşamasalardı
çarmıhta dayanamazlardı. Yoksullukta acı, hastalıkta eziyet, gözden düşmede diken, ölümde
dehşet olmasaydı –önemsemeden bunlara katlanmak için sabır ya da ölçülülük olur muydu?
Ama bunların her biri, yapısında bulunan bir acılıkla, kendi doğası gereği hepimizin yüreğini
daladığı için, -bu acı duygusuyla sınanan- imanlı insan, sorunu üzüntü duyarak yaşarsa ama
cesurca dayanıp üstesinden gelirse, dayanıklılığı gün ışığına çıkar. Dayanıklılık şöyle belli
olur: Kişi, sivri bir diken battığında, Tanrı’dan korkarak, ölçüsüz bir davranışta bulunmamak
için kendini dizginler. Üzüntü ve acıyla yaralandığında, Tanrı’nın ruhsal tesellisine
sığınıyorsa sevinci parıldar.
(Hıristiyan acıyı Stoacı duyarsızlığıyla değil, Tanrı tarafından gönderilmiş diye
karşılar, 9-11)
9. Stoacının aksine Hıristiyan, acısını ve üzüntüsünü ifade eder
Đmanlıların, sabır ve ölçülülük adına gayret ederlerken, doğal bir duygu olan üzüntü
karşısında sürdürdükleri bu mücadeleyi Pavlus, uygun bir biçimde şu sözlerle anlatmaktadır:
“Her yönden sıkıştırılmışız ama ezilmiş değiliz. Şaşırmışız ama çaresiz değiliz.
Kovalanıyoruz ama terk edilmiş değiliz. Yere yıkılmışız ama yok olmuş değiliz” [2Ko. 4:8-9].
Çarmıhı sabırla taşımanın hiç de uyuşmak ve acı duygusundan tamamıyla yoksun kalmak
olmadığını görüyorsunuz. Bu, eski Stoacıların aptalca tanımladıkları “yüce gönüllü insana”
benzemez: O, bütün insani özellikleri çıkarıp atarak, sıkıntıdan ve refahtan, hüzünden ve
mutluluktan aynı şekilde etkilenen –yok, taş gibi hiçbir şeyden etkilenmeyen- biridir.175 Bu
yüce bilgelik bunlardan ne kazanmıştır?
Đnsanlarda hiç görülmemiş ve asla da
gerçekleşemeyecek olan bir dayanmanın benzerini resmetmişlerdir. Daha çok, hiç eksiksiz
tam tamına bir dayanma gücüne sahip olmak isterlerken bu gücü insan yaşamından
çıkarmışlardır.
Şimdi, Hıristiyanların içinde sadece ağlayıp inlemeyi değil, üzüntülü ve endişeli
olmayı da ahlaksızlık sayan yeni Stoacılar vardır.176 Bu paradoksların büyük bölümü,
eylemden çok dayanaksız görüşlerle ilgilenerek bizim için böyle paradokslar icat etmekten
başka bir şey yapamayan insanlardan kaynaklanmaktadır. Ancak Rab’bimiz ve Efendi’mizin
sadece sözüyle değil, örnek olarak da mahkûm ettiği bu demir felsefeyle bizim işimiz yoktur.
O, hem Kendisinin hem de başkalarının felaketlerine ağlayıp inlemiştir. Öğrencilerine de
aynısını öğretmiştir: “Dünya sevinecek” demiştir, “ama siz üzülüp ağlayacaksınız” [Yu.
16:20, mealen]. Kimse bunu ahlaksızlık saymasın diye, açıkça, “Ne mutlu yaslı olanlara!”
diye duyurmuştur [Mat. 5:4]. Hiç tuhaf değil! Her ağlama suçlanıyorsa, bedeninden toprağa
kan damlalarının düştüğü Rab’bi [Luk. 22:44] neyle yargılayacağız? Her korkuya inançsızlık
yaftası yapıştırılıyorsa ağır bir sıkıntı duymaya başladığını okuduğumuz [Mat. 26:37; Mar.
14:33] dehşetini nasıl açıklayacağız? Hiçbir üzüntü hoşumuza gitmiyorsa, canının “ölesiye
kederli” [Mat. 26:38] olduğunu itiraf etmesi nasıl hoşumuza gidecek?
10. Gerçek üzüntüyle gerçek sabır birbiriyle çelişir
175
Antik dönemin teselli edebiyatında bunun gibi pek çok örnek vardır. Cicero örnek olarak,
“acının kötü olmadığını kanıtlamak için aptalca kıyaslar yapan” Stoacıların öğretişini
vermektedir.
176
Calvin, antik dönemdeki Stoacılara çok müteşekkirdir ama onların yazılarındaki άραθεία,
duygunun reddedilmesi dahil, Hıristiyan imanıyla uyuşmayan özellikleri ve bununla ilgili
kader öğretilerini suçlar. Krş. I. xvi. 8; III. iv. 28; III. vii. 15.
410
Tanrı adamlarına, doğal bir duygu olan üzüntüyü bir kenara atamadıklarından ötürü,
umutsuzluğa kapılıp sabrın peşine düşmekten hemen vazgeçmemelerini hatırlatmak için, bunu
söylemeye karar verdim. Sabrı duyarsızlığa, cesur ve kararlı bir adamı çiftlik hayvanına
çevirenlerin başına ister istemez bu gelmiş olmalıdır. Kutsal Kitap, kutsallar, ciddi bir
felaketle karşılaştıklarında yıkılıp düşmedikleri; acı, hançerini sapladığında aynı zamanda
ruhsal neşeyle dolup taştıkları; endişeleri onlara baskı yaptığında Tanrı’nın tesellisiyle
canlanarak nefeslerini düzelttikleri için onları övmektedir. Bu sırada, kendisine ters geldiğini
hissettiği şeyden kaçan ve korkan yüreklerinde, bu güçlüklerin tanrısal iradeye itaati
bastırmasına rağmen, Tanrı’ya bağlılık eğilimiyle doğal duyguları arasında bir çelişki barınır.
Rab, Petrus’a şunları söylediğinde bu çelişkiyi ifade etmektedir: “Gençliğinde kendi kuşağını
kendin bağlar, istediğin yere giderdin. Ama yaşlanınca…başkası seni bağlayacak ve
istemediğin yere götürecek” [Yu. 21:18]. Petrus’un, ölümüyle Tanrı’yı yüceltmek
gerektiğinde, buna istemeden ve karşı koyarak sürüklenmiş olması pek mümkün değildir.
Yoksa onun şehit olması pek övülmezdi. Ancak tanrısal buyruğa yüreğindeki büyük ateşle
itaat etse bile, insan doğasından sıyrılmadığı için, kararsız olmakla eleştirilmiştir.
Gerçekleşmek üzere olan bu kanlı ölümü, dehşete kapılarak düşündüğünde, seve seve
kurtulabilirdi. Öte yandan, buna Tanrı’nın emriyle çağrıldığı aklına geldiğinde korkusunu
yenip ezerek, isteyerek hatta neşeyle bunu üstlenmişti. Bütün zıt eğilimleri Tanrı’nın emrine
göre terbiye edebilelim ve boyun eğdirebilelim diye, düşüncelerimizin O’na saygıda ve itaatte
demlenmesi için, bunu yapmaya çalışmalıyız. Bundan çıkan sonuca göre, hangi çarmıh bize
üzüntü verirse versin, zihnin en büyük çalkantılarında bile sabrımızı sebatla koruyacağız.
Sıkıntıların bizi kemirecek acı yanları vardır; hastalık çektiğimizde hem inleriz hem de
endişeleniriz ve sağlığa can atarız; yoksulluktan ezildiğimizde endişe ve üzüntünün okları bizi
deler; gözden düşmenin, küçümsenmenin, adaletsizliğin acısı bize darbe indirir;
sevdiklerimizin cenazelerinde yaradılışımıza borçlu olduğumuz gözyaşlarımızı dökeriz.
Ancak sonuç her zaman şu olur: Rab böyle istedi, bu nedenle O’nun iradesini izleyelim.
Aslında acı dikenlerinin arasına, inleme ve gözyaşları arasına şu düşünce girmelidir: Bunlara
neşeyle dayansın diye yüreğimizi, kendisini bu kadar etkileyen acılara yatkınlaştırmak.
11. Felsefenin ve Hıristiyan’ın anlayışına göre sabır
Şimdi, çarmıhı taşımanın asıl nedenini tanrısal iradeyi düşünmeye dayandırdığımız
için, felsefedeki sabırla Hıristiyan sabrı arasındaki farkı birkaç kelimeyle tanımlamalıyız.
Tanrı’nın elinin, acılarla bizi sınadığını anlamak ve bu nedenle Tanrı’ya itaat etmemiz
gerektiği hükmüne varmak için, kuşkusuz, çok az filozof böyle bir yüksek muhakemeye
tırmanmıştır. Ama bunun böyle olması gerektiğinden başka bir muhakeme de
geliştirmemektedirler. Tanrı’ya direnmeniz abes olduğu için, O’na boyun eğmeniz gerektiğini
söylemekten başka nedir bu? Sadece gerektiği için Tanrı’ya itaat edersek, kaçmamıza izin
verilirse O’na itaat etmekten vazgeçeriz. Ancak Kutsal Yazı, Tanrı’nın iradesinde çok farklı
bir şey düşünmemizi emrediyor: Yani önce doğruluk ve adalet, sonra da kurtuluşumuzdan
endişelenmek. Hıristiyanlıkta sabır böyle teşvik edilmektedir. Yoksulluk, sürgün, hapis,
hakaret, hastalık, ölüm ya da bunlar gibi başkaları bize eziyet etse de, bunların hiçbirinin
Tanrı’nın iradesi ve sağlayışı dışında başımıza gelmediğini ve O’nun, iyi düzenlediği adaleti
olmadan hiçbir şey yapmadığını düşünmeliyiz. Öyleyse ne? Bizim her gün işlediğimiz sayısız
suçlar, bize merhametiyle verdiği acılardan daha ciddi bir cezayı ve daha ağır bir değneği hak
etmiyor mu? Benliğimiz, içindeki doğa uyarınca, şehvetten kudurmasın diye, terbiye edilerek
adeta boyunduruğa alıştırılması mükemmelce adil değil mi? Tanrı’nın adaleti ve gerçeği
sıkıntı çekmemize değmez mi? Ama Tanrı’nın kuşku götürmez adaleti acılarda ortaya
çıkıyorsa, günah işlemeden sızlanamayız ya da bunlarla mücadele edemeyiz. Şimdi,
“Gerektiği için boyun eğmeliyiz” diyen o anlamsız büyülü sözleri değil, diri ve çok etkili olan
411
“Đtaat etmeliyiz, çünkü direnmek yasaya uygun değildir; sabırla dayanmalıyız, çünkü
sabırsızlık Tanrı’nın doğruluğuna saygısızlıktır” kuralını duyuyoruz.
Sadece bizim kurtuluşumuz ve iyiliğimiz için olduğunu anladığımız şey hoşumuza
gidiyorsa merhametlilerin merhametlisi Baba’mız, bize çarmıh acısı verme davranışıyla
kurtuluşumuzu sağladığını bildirdiğinde, bu açıdan da bizi teselli etmektedir. Ama
acılarımızın bizim yararımıza olduğu netleşirse, neden müteşekkir ve huzurlu bir zihinle
bunlara katlanmayalım?
Bu durumda, bu çalkantıları sabırla çekerken gerektiği için boyun eğmiyoruz, bunların
bizim iyiliğimiz için olduğunu kabul ediyoruz. Bu düşüncelerden ortaya çıkan şu ki, çarmıhı
çok taşırsak, doğal bir duygu olan acı düşüncelerimizi sınırlar, ruhsal neşe düşüncelerimize
nüfuz eder, diyorum. Bunun ardından neşe olmadan olmayan şükran da gelir; ancak Rab’bi
övmek ve şükretmek sadece neşeli ve mutlu bir yürekten kaynaklanıyorsa –ve içimizde
bunları sekteye uğratması gereken hiçbir şey yoktur- çarmıhın acısının ruhsal neşeyle
hafifletilmesinin ne kadar gerekli olduğu bellidir.
IX. BÖLÜM
GELECEK YAŞAMI DÜŞÜNME
(Tanrı, sıkıntılar vererek bizi bu yaşamı aşırı sevmekten alıkoyar, 1-2)
1. Bu yaşamın boşluğu
Ne tür sıkıntı bizi ezerse ezsin her zaman şu sonuca bakmalıyız: Bu yaşamı hor
görmeye alışmak ve gelecek yaşamı düşünmek için harekete geçmek. Yaradılışımız gereği, bu
dünyayı ne kadar vahşice sevdiğimizi en iyi Tanrı bildiği için, bu sevgiye sıkıca sarılmayalım
diye, bizi geri çekerek tembelliğimizi sarsmak için en uygun yolları kullanır. Aslında hiç
birimiz, göklerdeki ölümsüzlüğü ömür boyuca çok isteyerek çaba gösterdiğimizin
görünmesini istemiyor değiliz. Vahşi hayvanlardan daha iyi olmamak bizim için utanç
vericidir. Ölümden sonra sonsuzluk umudumuz kalmamış olsaydı, onların durumu
bizimkinden bir nebze bile aşağı olmazdı. Ancak bir kimsenin planlarını, çabalarını, işlerini
incelerseniz, yeryüzünden başka bir şey bulamazsınız. Zenginliğin, gücün ve ünün boş baş
döndürücülüğüyle afallamış zihnimizden kaynaklanan kütükleşmemiz o kadar korkunçtur ki,
bu düşüncedeki insanlar daha uzağı göremezler. Servet tutkusu, hırs ve şehvetle çok ilgilenen
yürek de o kadar aşağı çekilir ki, daha yükseğe çıkamaz. Kısacası, benliğin çekiciliklerinin
tuzağına düşen can mutluluğu yeryüzünde arar. Bu kötülüğe karşı koymak için Rab,
takipçilerine, mutsuzlukları sürekli kanıtlayarak bu yaşamın boş olduğunu öğretmiştir. Burada
derin ve güvenli bir esenlik vaat edemesinler diye, çoğunlukla savaşlarla, kargaşalarla,
soygunlarla ya da başka zararlarla sıkıntıya düşmelerine ve dert çekmelerine izin verir.
Kalıcılığı olmayan, geçici zenginliklerin ardından büyük istekle nefes nefese koşamasınlar,
sahip olduklarıyla huzur bulamasınlar diye, kimi zaman sürgünle, kimi zaman yeryüzünün
çoraklığıyla, kimi zaman yangınla, kimi zaman da başka yollarla onları yoksullaştırır ya da en
azından daha ılımlı bir durumla sınırlar. Evliliğin iyi yanlarından büyük bir hoşnutlukla zevk
alamasınlar diye, karılarının ahlaksızlığından ötürü üzülmelerine, kötü evlatlarla
aşağılanmalarına ya da ölüm acısı çekmelerine yol açar. Ancak bütün bu konularda onlara çok
hoşgörülü olsa da, boş gururla şişinmesinler ya da özgüvenleriyle övünmesinler diye, ölüme
tabi olan bütün bu iyiliklerin ne kadar istikrarsız ve geçici olduğunu hastalıklar ve yıkımlarla
gözlerinin önüne koyar.
Ama yaşamı kendi içinde yargıladığımızda, onun sıkıntılı, üzüntülü, çeşitli yollarla
mutsuz olduğunu; hiçbir şekilde açıkça mutlu olmadığını; yaşamın iyi yanları diye hüküm
verilen bütün bu unsurların kesinliğinin olmadığını, geçici, boş ve birbirine karışmış çok
412
sayıda kötülükle yozlaştığını öğrendiğimizde, çarmıhın disipliniyle177 doğru yolda ilerleriz.
Aynı zamanda bundan, bu yaşamda mücadeleden başka bir şey beklememeli ve ummamalıyız
sonucunu çıkarıyoruz; tacımızı düşündüğümüzde gözlerimizi göğe kaldırmalıyız. Şuna
inanmalıyız: Zihne bu yaşamı hor görmek daha önce aşılanmazsa, gelecek yaşamı arzu
etmeye ve düşünmeye asla ciddi bir biçimde yönelmez.
2. Bu yaşamın boş olduğunu fark etmeme eğilimimiz
Aslında bu ikisinin arasında bir orta yol yoktur: Ya bizim için dünya değersiz
olmalıdır ya da aşırı sevgiyle bizi kendisine bağlamalıdır. Bu durumda, sonsuzluk endişesi
taşıyorsak, bu kötü prangaları çıkarmak için gayretle mücadele etmeliyiz. Bu yaşamda
aklımızı çelen çok sayıda çekicilik ve bizi kandıran çok sayıda hoşluk, güzellik ve tatlılık
bulunduğu için, bu kötülüğü teşvik eden bu unsurlara esir olmayalım diye, ara sıra anmamızın
bize büyük yararı vardır. Öyleyse sizden rica ediyorum, kötülük bizi sürekli dürtse bile, bu
yaşamın zavallılığını tartmak için yeterince uyanık olamayacağımızdan ötürü, burada kalıcı
dolu dolu zenginliğin ve mutluluğun keyfini çıkarsaydık ne olurdu?
Đnsan yaşamının dumana ya da gölgeye benzediği [Krş. Mez. 102:3; 102:11] sadece
eğitimliler için gün gibi ortada değildir, sıradan halkın da bundan daha sık söylediği bir
özdeyiş yoktur. Bunu bilmeyi çok yararlı saydıkları için, dikkati çeken birçok deyişle ifade
etmişlerdir. Ama daha çok ihmal ettiğimiz ya da daha az hatırladığımız başka bir şey
neredeyse yoktur. Yeryüzünde kendimize ölümsüzlük tesis ediyormuşuz gibi her şeye
girişiriz. Ekinler yanarsa ya da mezarların arasından yürürsek, ölümün sureti gözümüze iliştiği
için, bu yaşamın boş olduğu hakkında parlak felsefeler yaptığımızı kabul ediyorum. Bunu bile
sürekli yapmayız, çoğunlukla bütün bunlar bizi bir nebze etkilemez. Etkilediğinde ise
felsefemiz anlıktır; arkamızı döndüğümüzde kayıplara karışır. Sonunda, hoş bir piyesten sonra
tiyatrodaki alkış gibi, uçup gider. Elimizde hiçbir ipucu yokmuş gibi, sadece ölümü değil,
ölümlülüğü de unutarak, dünyadaki ölümsüzlüğümüzün pervasız güvencesine döneriz. Bu
sırada biri, “Đnsan, bir günlük bir hayvandır”178 diye boğuk bir ses çıkarırsa, aslında bunu
kabul ederiz; ama kalımlılık düşüncesi zihnimizde sabit kalacak bir biçimde hiç dikkat
etmeden. O zaman bunun, hepimiz için değerli olduğunu kim inkâr edebilir? Ben, sözlü
uyarıdan değil, dünyadaki yaşamın acınacak durumda olduğuna, edinilebilen bütün
deneyimlerle inanmaktan; inanıldığında da, iyi şeylerin nihai amacını kendi içinde
barındırıyormuş gibi, ona basitçe ve aptalca bir hayranlık duyup şaşırmaktan ender
vazgeçildiğinden söz ediyorum. Ama Tanrı’nın öğretmesi gerekiyorsa, karşılığında bizim
görevimiz, dünyayı hor görmeye inanarak, gelecek yaşamı bütün yüreğimizle düşünmeye
gayret edelim diye, bizi çağırırken, tembelliğimizden silkindirirken O’nu dinlemektir.
(Doyuruculuğu olmayan bu geçici yaşamı doğru değerlendirmek bizi gelecek yaşamı
düşünmeye yönlendirir, 3-6)
3. Dünyadaki yaşam için şükran duymak!
Ama imanlılar, bu yaşamı nefret etmeden ya da Tanrı’ya nankörlük etmeden hor
görme alışkanlığı edinsinler. Aslında bu yaşam, sonsuz zavallılıklarla ağzına kadar dolu olsa
da, Tanrı’nın, küçümseyerek reddedilmeyecek bereketleri arasında sayılmalıdır. Bu durumda,
onda hiçbir tanrısal bereket bulamıyorsak, Tanrı’ya karşı ciddi bir nankörlük suçu işleriz.
Özellikle imanlılar için bu, tanrısal cömertliğe tanıklık olmalıdır. Kurtuluşlarında ilerleme
kaydetsinler diye, bu şekliyle önceden belirlenmiştir. Tanrı, sonsuz görkemin mirasçısı
olduğumuzu bize açıkça göstermeden önce, daha sıradan kanıtlarla bizim Baba’mız olduğunu
177
Krş. III. viii. 3.
“Hominem animal esse έφήµερον” Krş. Plato, Laws XI. 923 (LCL Plato, Laws II. 420);
Republic X. 617 D (“ψυχαί έψήµεραι”) (LCL Plato, Republic II. 506).
178
413
göstermek istemektedir. Bunlar, bize verdiği günlük bereketlerdir. Bu durumda, yaşamın
işlevi Tanrı’nın iyiliğini anlamamız olduğu için, içinde en küçük bir iyilik zerresi yokmuş
gibi, onu hor mu göreceğiz? Öyleyse bunu, asla geri çevrilmeyen tanrısal cömertliğin
armağanlarından biri diye saymak için, çok hevesli ve istekli olmalıyız. Kutsal Yazı’daki çok
sayıda ve çok net tanıklık yetmiyorsa doğa da bizi, Rab’de şükretmeye teşvik eder, çünkü bize
doğanın ışığını vermiş, ondan yararlanmamızı lütfetmiş ve onu korumak için gerekli olan
bütün yolları sağlamıştır.
Biz burada, deyim yerindeyse, Göklerdeki Krallığın görkemine hazırlandığımızı
düşünürsek, bu daha da önemli bir nedendir. Rab, bir gün taç giyecekler, savaştaki güçlüklerin
üstesinden gelip zafer kazanıncaya kadar galip gelmesinler diye, önce yeryüzündeki
mücadelelerden geçmelerini emretmiştir.
O zaman başka bir neden daha vardır: Umudumuz ve arzumuz tanrısal cömertliğin tam
vahyinin peşinden koşsun diye, bu cömertliğin tadını tatmak için, çeşitli bereketlerle bu
yaşama başlarız. Yeryüzünde yaşadığımız yaşamın Tanrı’nın şefkatinin bir armağanı
olduğuna emin olduğumuzda, bunun için O’na bakarken bunu hatırlayıp şükran duymalıyız.
Aslında, söylendiği gibi, yaradılışımız gereği eğilimli olduğumuz bu yaşamı çok istemekten
kurtulalım diye, en mutsuz durumu düşünmenin zamanı gelecektir.
4. Sonsuz yaşamı doğru özleme
Bu yaşamın sapkın sevgisinden alınan her şey, daha iyi bir yaşam arzusuna
eklenmelidir. Çok sağlıklı bir yargıya varanların, en iyi şeyin doğmamak, ikincisinin ise
olabildiğince çabuk ölmek olduğunu düşünenler olduğunu kabul ediyorum [Krş. Hez. 4:23].179 Tanrı’nın ve gerçek dinin ışığından yoksun oldukları için, onda mutsuz ve itici olmayan
ne görebilirler ki? Akrabalarının doğum günlerini üzüntü ve gözyaşlarıyla ama cenaze
törenlerini dinsel bir neşeyle kutlayanlar nedensiz davranmamışlardır.180 Ama bunu, hiçbir
yarar sağlamadan yapmışlardır, çünkü doğru bir iman öğretişi olmadığından, kutsanmamış ve
arzu edilir olmayan bir şeyin dinine bağlı biri için iyi bir şeye dönüşemeyeceğini
anlamamışlardır. Bu durumda yargılarını umutsuzca sona erdirmişlerdir.
O zaman imanlıların ölümlü yaşamı yargılama amaçları, onun, kendi başına
zavallılıktan başka bir şey olmadığını anlarlarken, daha büyük bir istekle ve daha çok acele
ederek, tamamıyla gelecekteki sonsuz yaşamı düşünmenin yolunu tutmak olsun. Sıra gelecek
yaşamla karşılaştırmaya gelince, bu yaşam sadece güven duyarak ihmal edilmekle kalmaz,
ilkiyle karşılaştırıldığında, son derece küçümsenmeli ve tiksinilmelidir. Gökler bizim
vatanımızsa yeryüzü sürgün yerinden başka nedir? Dünyadan ayrılmak yaşama kavuşmaksa
dünya mezardan başka nedir? Bizim için hayatta kalmak, ölüme gömülmekten başka nedir?
Bedenden kurtulmak yetkin bir özgürlüğe gitmekse beden hapisten başka nedir? Tanrı’nın
huzurundan keyif almak mutluluğun zirvesiyse, bu olmadığında zavallılık değil mi? Ancak bu
dünyadan ayrılıncaya kadar, “Rab’den uzaktayız” [2Ko. 5:6]. Bu nedenle, dünyadaki yaşam,
göklerdeki yaşamla karşılaştırıldığında, kuşkusuz hemen hor görülmeli ve ayaklar altında
çiğnenmelidir. Bizi günaha bağımlı kılmasının dışında kuşkusuz ondan nefret edilmemelidir;
bu durumdan nefret etmemek bile, pekâlâ da yaşamın aleyhine dönebilmektedir.
Herhalükârda bezginlikle ya da nefretle bundan olumsuz yönde etkilenmek bizim için çok
uygundur. Sona ermesini arzu ederek, Rab istediği zaman oraya gitmeye hazır olabiliriz. Öyle
ki, bezginliğimiz bütün sızıldanmalardan ve sabırsızlıklardan uzak olabilsin. Burası, Rab’bin
179
Theognis, Elegies 425-428 (LCL Greek Elegy I. 280 vd.); Cicero, Tusculan Disputations I.
xlviii. 113 vd. (LCL basımı, s. 136 vd.); Herodotus, History I. 31 (Kleobis’le Biton’un
kendini kurban etmesi) (LCL Herodotus I. 34 vdd.).
180
Euripides, Kresphontes üzerine, Cicero’dan Latince alıntı, Tusculan Disputations I. xlviii.
115 (LCL basımı, s. 138 vd.)
414
bizi görevlendirdiği, bizi çağırıncaya kadar kalmamız gereken nöbet yeri gibidir. Aslında
Pavlus, bedeninin bağlarında çok uzun kalmıştır, payına üzülür ve ateşli bir istekle kurtulmak
için içini çeker [Rom. 7:24]. Yine de Tanrı’nın emrine itaat etmek için, ikisine de hazır
olduğunu ikrar eder [Flp. 1:23-24]. Yaşasa da ölse de Tanrı’ya, adını yüceltme borcu
olduğunu kabul eder [Rom. 14:8]. Ama yüceliğine en iyi neyin katkıda bulunduğuna Tanrı
karar verir. Bu nedenle, Rab için ölmek bize yakışıyorsa, ölüm ve yaşam saatimizin kararını
ona bırakalım ama öyle ki, hem ölme isteğiyle yanabilelim hem de düşünmekte kararlı olalım.
Ama gelecekteki ölümsüzlükle karşılaştırıldığında, bu yaşamı hor görelim ve günaha köle
olduğumuz için, Rab’bin hoşuna gittiği zaman ondan vazgeçmeyi isteyelim.
5. Ölüm korkusuna karşı!
Ne var ki, Hıristiyan olmakla övünen birçok kişinin, ölümü istemektense büyük bir
ölüm korkusuna kapılmış olması, ölümden en küçük bir söz edildiğinde sanki son derece
dehşetengiz ve yok edici bir şeymiş gibi titremesi anormaldir. Yok oluşumuzdan söz
edildiğinde içimizdeki doğal farkındalığın tüylerimizi diken diken etmesi elbette tuhaf
değildir. Ancak Hıristiyanların yüreklerinde, daha büyük bir teselliyle bu korku, her neyse,
onu yenecek ve bastıracak bir dine bağlılık ışığının olmamasına hiç dayanılmıyor. Bu
değişken, kusurlu, bozulan, geçici, tükenen, çürüyen bedenimizin çadırının hemen sağlam,
yetkin, bozulmaz ve sonunda da göksel bir görkemle yenilenecek şekilde yok olacağına
inanıyorsak, iman, insan yaradılışının korkuyla beklediği şeyi gayretle istemeye bizi
zorlamayacak mı? Ölümle, sürgünden anayurdumuzda, göklerdeki babamızın yurdunda
kalmaya çağrıldığımızı düşünürsek, bu gerçek bizi rahatlatmayacak mı?
Ancak kalıcı olmak istemeyen hiçbir şey yoktur, diye biri karşı çıkacaktır. Ben de,
elbette aynı görüşteyim; bu nedenle, dünya yüzünde hiçbir yerde bulunmayan değişmez bir
durumda bizim olacak ölümsüzlüğün gelişine bir bakışımız olması gerektiğini iddia ediyorum.
Pavlus, imanlıların çıplak kalmak istedikleri için değil, çok daha dolu dolu giyinmeyi
özledikleri için, ölüme isteyerek koştuklarını çok iyi öğretmektedir [2Ko. 5:2-3]. Şu andaki
varlıklarının boş olduğunun bilincindeki vahşi hayvanlar, hatta cansız varlıklar –hatta ağaçlar
ve taşlar- Tanrı’nın çocuklarıyla birlikte boşluktan kurtulacakları son gün dirilmeyi
bekleyecekler mi [Rom. 8:19 vdd.]? Anlayış ışığı bahşedilmiş, anlayışın da üzerinde,
Tanrı’nın Ruhu’yla aydınlatılmış olan bizler, varlığımız tehlikeye girdiğinde dikkatimizi bu
dünyasal çöküşün ötesine vermeyecek miyiz?
Ancak şu andaki amacım bu çok büyük sapkınlığı ele almak değil, burası bunun yeri
de değil. Basmakalıp lafları ayrıntılı olarak ele almaya girişmeye niyetim olmadığını daha
başlangıçta belirtmiştim. Böyle korkakça düşünen insanlara, Cyprianus’un Ölümlülük
Üzerine181 tezini okumalarını öneririm. Felsefecilere gönderilmeye layık değilseler, onların,
ölümün değersizliğini sergilediklerini gördüklerinde kızarmaya başlayabilirler.
Yine de biz, bunun çözümlendiğini düşünelim: Öleceği günü ve nihai dirilişi sevinçle
beklemeyen hiç kimse Mesih’in okulunda ilerleme kaydedememiştir. Pavlus da bütün
imanlıları bu belirtiyle ayırt eder [Tit. 2:13; Krş. 2Ti. 4:8]. Kutsal Yazı da alışıldığı üzere,
yetkin mutluluğun kanıtını ortaya koyduğunda bize bunu hatırlatır. “Sevinin” der Rab “ve
başınızı kaldırın; kurtuluşunuz yakındır” [Luk. 21:28, mealen]. Size soruyorum, Rab’bimizin
bizi sevinmeye ve neşelenmeye teşvik etmek için yeterli dediği şeyin sadece üzüntü ve dehşet
vermesi mantıklı mı? Eğer böyleyse hala biz neden O’nunla Efendimiz diye övünüyoruz?
Öyleyse daha sağlıklı bakalım. Benliğin kör ve aptal arzusunun direnmesine rağmen, Rab’bin
gelişini sadece özlemle değil, her şeyden daha çok mutluluk veren bir olay olarak, inleyerek
ve iç çekerek beklemekte tereddüt etmeyelim. O, Kurtarıcı olarak bize gelecektir; bütün
181
Cyprian, On the Mortality (yani M. S. 254’deki veba konusunda) iii. 1 (CSEL 3. 294 vdd.;
çev. ANF V. 470)
415
kötülüklerin ve zavallılıkların dipsiz kuyusundan kurtararak, yaşamının ve yüceliğinin bu
kutsal mirasının yolunu gösterecektir.
6. Gelecek yaşam arzusunun imanlılara hazırladığı teselli
Şu apaçıktır: Bütün imanlılar topluluğu, Başları Mesih’e yaraşır olsunlar diye,
yeryüzünde yaşadıkça, “kasaplık koyun sayılmalıdır” [Rom. 8:36]. Göğe niyet ederek bu
dünyada her ne varsa yenip, işlerin şimdiki yanının ötesine geçmemişlerse son derece mutsuz
olurlar [Krş. 1Ko. 15:19]. Tam tersine, başlarını dünyadaki her şeyin üzerine kaldırdıklarında,
kötü insanların zenginliğinin ve ünlerinin arttığını görseler bile, bütün mal varlıklarının lüksü
ve ihtişamıyla gururlanıp her tür zevkin içinde yüzerek büyük bir esenliğe kavuştuklarını
görseler bile, -üstelik imanlılar bu kötü insanlar yüzünden sıkıntı çekseler, kibirli
hakaretlerine dayansalar, açgözlülükleri nedeniyle soyulsalar ya da onlardan herhangi bir
eziyet görseler bile- güçlük çekmeden bu kötülüklere de dayanırlar. O gün Rab, onların gözü
önünde sadık halkını Krallığının esenliğine kabul edip “gözlerinden bütün yaşları silecek”
[Va. 7:17; Krş. Yşa. 25:8], onlara “yücelik… ve sevinç kaftanı” [Sirak 6:31] giydirecek,
onları, verdiği zevklerin anlatılamayan tadıyla besleyecek, olağanüstü paydaşlığına
yüceltecektir –kısacası, onlarla mutluluğunu paylaşmaya tenezzül edecektir. Ancak
yeryüzünde ilerleme kaydetmiş olanları utanılacak duruma düşürecektir; onların zevklerini
işkenceye, kahkahalarını ve neşelerini ağlamaya ve diş gıcırtılarına çevirecektir; korkunç bir
vicdan azabıyla esenliklerini bozacaktır; ahlaksızlıklarını sönmeyen ateşle cezalandıracaktır
[Krş. Yşa. 60:24; Mat. 25:41; Mar. 9:43, 46; Va. 21:8];182 sabırlarını sömürdükleri tanrı
insanlarına boyun eğsinler diye başlarını eğdirecektir. Pavlus’un tanıklık ettiği gibi, doğruluk
şudur: Rab Đsa, gökyüzünden geldiğinde mutsuzları ve adaletsizliğin eziyetini çekenleri
dinlendirmek, Tanrı adamına sıkıntı veren kötülere sıkıntıyla karşılık vermek [2Se. 1:6-8].
Bizim tek tesellimiz aslında budur. Bu elimizden alınırsa ya umutsuz olmalıyız ya da
mahvolmak için bu dünyanın boş tesellisinin kölesi olmalıyız. Peygamber bile, kötülerin
şimdiki gönencinin üzerinde çok uzun zaman durduğunda ayaklarının neredeyse tökezlediğini
itiraf etmektedir [Mez. 73:2-3]. Tanrı’nın kutsal mekânına girip dinine bağlı insanlarla
kötülerin nihai sonunu görünceye kadar bunu anlayamamıştır [Mez. 73:17]. Bir sözle
bitirelim: Đmanlılar gözlerini dirilişin gücüne, yüreklerini Mesih’in çarmıhına çevirdiklerinde
şeytana, benliğe, günaha ve kötü insanlara karşı sonunda zafer kazanacaklardır.
X. BÖLÜM
BU YAŞAMI NASIL KULLANMAMIZ GEREKTĐĞĐ VE BUNUN YARARLARI
(Bu yaşamın iyi yanlarından Tanrı’nın armağanları diye zevk alınmalıdır, 1-2)
1. Đki tehlike: Yanlış sertlik ve yanlış gevşeklik
Aynı zamanda bu temel eğitimle, Kutsal Yazı’da, dünyadaki bereketlerin doğru
kullanılması gerektiği şekilde öğretilmektedir –yaşamımızı düzenlerken ihmal edilmemesi
gereken bir konu. Yaşayacaksak, yaşamamız için gereken bu yardımlardan da
yararlanmalıyız. Gereğinden fazla zevk almamıza yarayanlardan ise kaçınamayız. Bu
durumda, bunlardan ister gereklilikten ister zevkten olsun, temiz bir vicdanla yararlanabilelim
diye, bir ölçümüz olmalıdır. RAB, halkı için, bu yaşamın Göklerdeki Krallığa acele içinde
koştuğu bir hac olduğunu öğretirken, sözüyle, bu ölçüyü belirlemektedir [Lev. 25:23; 1Ta.
29:15; Mez. 39:13; 119:19; Đbr. 11:8-10, 13-16; 13:14; 1Pe. 2:11]. Eğer bu dünyadan geçip
gideceksek, yolumuza engel olmak yerine yardımı olduğu sürece bu iyi yanlardan
182
Bk. Calvin’in, lanetlilerin durumlarını figüratif olarak tasvir eden beden suretlerini
yorumladığı III. xxv. 12.
416
yararlanmalıyız. Haklı olarak Pavlus, bu dünyadan yararlanmıyormuş gibi yararlanmaya ve
mal satan biriyle aynı tutum içinde mal almaya ikna etmektedir [1Ko. 7:29-31].
Ne var ki, bu konu kaygan ve iki yanı da yokuş aşağı hataya gittiği için, güvenle
durabileceğimiz yere ayağımızı basalım. Yoksa ciddi şekilde kısıtlanmadıklarında dizgine
vurulmamış taşkınlığın heyecanıyla yapılan ölçüsüzlüğü ve ahlaksızlığı gördüklerinde, bu
tehlikeli kötülüğü düzeltmek isteyen iyi ve kutsal insanlar vardı. Akıllarına bir tek şu plan
gelmişti: Đnsanın, gerekli olan fiziksel mallardan yararlanmasına izin vermişlerdi.183 Aslında
Tanrı’nın yoluna uygun bir öneri ama bu insanlar aşırı serttiler. Vicdanları, Rab’bin
Sözü’nden daha sıkı bir prangaya vuruyorlardı –çok tehlikeli bir iş. Onlar için, gereklilik, bu
insanların bunlar olmadan da yapabildikleri her şeyden uzak durmalarıydı; onlara göre,
katıksız ekmeye ve suya bir şey eklenmesine ender izin verilmeliydi. Diğerleri daha da serttir.
Thebai’li Krates’in bütün mallarını denize attığı, çünkü bunlar yok olmazsa, bunların
kendisini yok edeceğini düşündüğü bize anlatılır.184
Ancak bugün birçok kişi, dışsal şeylerden yararlanırken benliğin ölçüsüzlüğüne
bahane arayıp bu arada da ahlaksızlık bağımlılığının yolunu açarken onlara asla vermediğim
bir şeye kendi hakları diye bakıyorlar: Bu özgürlüğe hiçbir sınır getirilmeyecek ama bundan
yararlanmak, yasaya uygun göründüğü sürece her insanın vicdanına bırakılacak. Burada,
vicdanların kesin ve eksiksiz yasal formüllere bağlanması gerektiğini ya da
bağlanamayacağını elbette kabul ediyorum; ama Kutsal Yazı, yasaya uygun bir biçimde
kullanılacak genel kurallar ortaya koyduğu için, biz de yararlanmamızı, tabii ki, bunlara göre
sınırlamalıyız.
2. Ana ilke
Đlkemiz şu olsun: Yazarın yarattığı ve bizim için önceden belirlediği bu amaçtan söz
ederken, Tanrı’nın armağanlarından yararlanmayı yanlış yöne saptırmamak, çünkü O, bunları
bizim mahvımız için değil, iyiliğimiz için yaratmıştır. Bu durumda, hiç kimse, bu amaca
gayretle bakan birinden daha doğru bir yolda gitmeyecektir. Şimdi Tanrı’nın hangi amaçla
yiyeceği yarattığını düşünürsek, sadece bir gerekliliği karşılamadığını, zevk ve iyi bir erzak da
verdiğini görüyoruz. Giyinmenin amacı, gerekliliğin dışında, hoşluk ve ahlaklılıktı.
Çimenlerin, ağaçların ve meyvelerin, çeşitli yararlarının dışında, güzel görünüşleri ve hoş
kokuları da vardır [Krş. Yar. 2:9]. Bu doğru olmasaydı, peygamber, “şarap insanın yüreğini
sevindirir, zeytinyağı yüzünü ışıldatır” [Mez. 104:15, mealen] diyerek bunları Tanrı’nın
bereketleri arasında saymazdı. Kutsal Yazı, O’nun merhametini överken, bütün bunları
insanlara verdiğini tekrar tekrar hatırlatmazdı. Bunların doğal nitelikleri de, ne amaçla ve ne
ölçüde bunların keyfini süreceğimizi yeterince göstermektedir. Rab, çiçeklere gözümüze
çarpan o olağanüstü güzelliği, burun deliklerimize gelen o tatlı kokuyu giydirmedi mi? Ama
gözümüzün bu güzellikten ya da duyumuzun bu kokunun tatlılığından etkilenmesi yasaya
aykırı mı? Ne? Renkleri, biri diğerinden daha güzel olacak tarza farklılaştırmadı mı? Ne?
Altına ve gümüşe, fildişiyle mermere, onları başka madenlerden ya da taşlardan daha değerli
yapan bir güzellik vermedi mi? Kısacası, birçok şeyi, gerekli kullanımlarının dışında, bizim
için çekici kılmadı mı?
(Bu bereketlerden bağımlı bir biçimde yararlanmamalıyız ya da açgözlülükle
zenginliğin peşinden koşmamalıyız ama çağrımıza sorumlulukla hizmet etmeliyiz, 3-6)
3. Armağanı Verene bakmak, bağnazlığı ve ölçüsüzlüğü önler
183
Krş. Augustine, On the Good of Marriage ix. 9 (MPL 40. 380; çev. NPNF III. 403);
Psalms, Mez. 4.8. (MPL 36. 81); çev. LF Psalms I. 21).
184
Diogenes Laertius, Lives and Opinions of the Philosophers VI. V. 4 (LCL basımı, II. 90
vd.)
417
Yaratılan şeylerin sadece gerektiğinde kullanılmasını kabul ederken, Tanrı’nın
bereketinin yasaya uygun meyvesinden bizi sadece kütü bir biçimde yoksun bırakmayan,
bütün duyuları da elinden alarak insanı kütük haline getirmeden uygulamaya geçirilemeyen
bu felsefe uzak olsun.
Öte yandan, düzen korunmadığında, ölçüsüzce taşan bedensel şehvete de daha az
gayretle direnmemeliyiz. Söylediğim gibi,185 kabul edilen özgürlük bahanesiyle, onun her şeyi
yapmasına izin veren kendi avukatı vardır. Önce, Yazarı anlayabilelim ve bize gösterdiği
şefkate şükredelim diye, her şeyin bizim için yaratıldığı saptandıysa, bu dizginlenir. Dine
bağlılığınızın ve çağrılmanızın gerektirdiği görevleri yaparken sizi aptallaştıran ya da
yararsızlaştıran ziyafetle ya da şarapla midenizi tıka basa doldurursanız, şükranınız nerede?
Bedeninizde aşırı iğrençlik kaynadığında, şehvet, doğru ve onurlu bir şeyin ayrımına
varamayacağınız kadar zihninize murdarlık bulaştırıyorsa Tanrı anlayışınız nerede?
Kıyafetimizin görkemiyle kendimizi beğenip başkalarını küçümsersek, onun zarifliği ve
parıltısıyla utanmaz bir davranış biçimine kendimizi hazırlarsak giysimizden ötürü Tanrı’ya
minnettarlığımız nerede? Kafamız kıyafetimizin olağanüstülüğüne takılıp kalırsa Tanrı
anlayışımız nerede? Birçok kişi mermerden, altından ve resimlerden o kadar hoşlanır ki, adeta
mermer olur, madene döner ve resimdeki figürlere benzer. Diğerlerini mutfağın kokusu ya da
kokunun tatlılığı o kadar aptallaştırır ki, ruhsal bir şey koklayamazlar. Başka konularda da
aynı şey görülebilir. Açıkçası bu durumda, Tanrı’nın armağanlarını kötüye kullanmak bir
şekilde dizginlenmelidir. Pavlus’un şu kuralı pekişmektedir: “Benliğinizin tutkularına
uymayın” [Rom. 13:14]. Bunlara çok fazla boyun eğersek, bunlar ölçüsüz ve kontrolsüz
kaynar.
4. Sonsuz yaşam isteği, yaşamımızın gözle görülen gidişini de doğru belirler
Ama bu yaşamı hor görüp göklerdeki ölümsüzlüğü düşündüğümüzde gittiğimiz
yoldan daha güvenli ve daha kesin bir yol yoktur. Bundan iki kural ortaya çıkar: Tıpkı
Pavlus’un emrettiği tarzda [1Ko. 7:29-31] bu dünyadan yararlananlar yararlanmamış gibi,
evlenenler evlenmemiş gibi, satın alanlar almamış gibi davranmalıdırlar. Diğer kural ise
bolluğa ölçülü bir biçimde dayanmak gibi, yoksulluğa da huzur içinde ve sabırla katlanmayı
öğrenmeleridir. Size bu dünyadan sanki yararlanmıyormuş gibi yararlanmanızı emreden
Pavlus, sadece yiyecek ve içecek açısından obur olmanın ve sofraya, binalara, giyinmeye,
tutkuya, gurura, kibre ve zor beğenir olmaya aşırı düşkünlüğün ölçü tanımayan taşkınlığını
değil, sizi göksel yaşamı düşünmekten ve canı geliştirme gayretinden alıkoyan ya da saptıran
bütün özeni ve eğilimleri de yıkmaktadır. Uzun zaman önce Cato haklı olarak şöyle demiştir:
“Giyeceklere büyük özen gösteriliyor ama erdem konusunda büyük bir özensizlik var.” Eski
bir özdeyişten yararlanırsak: Bedenlerine özen göstermekle çok ilgilenenlerin büyük
çoğunluğu kendi canlarına özen göstermez.”186
Đmanlıların özgürlüğü dışsal konularda değişmez bir formülle kısıtlanmasa bile, yine
de kesinlikle şu yasaya tabidir: Kendine mümkün olduğunca az izin vermek ama şehvet
düşkünlüğünün lafını bile etmezsek, tam tersine, yorulmak bilmeyen zihinsel çabayla bütün
gereksiz zenginlik gösterisinden vazgeçmekte ısrar etmek ve yardımların engellere
dönüşmemesine gayretle dikkat etmek.
5. Tutumluluk, güvence altına alınan dünyasal mallar
Đkinci kural şu olacaktır: Kaynakları sınırlı ve yetersiz olanlar, ölçüsüz bir arzu
duyarak üzülmesinler diye, bunlar olmadığında, sabırla ne yapacaklarını bilmelidirler. Bu
185
Yk. bk. m. 1’in sonu
Ammianus Marcellinus, “Magna cura cibi, manga virtutis incuria” ifadesini Cato’ya
atfeder: De rebus gestis (yakl. 390) XVI. V. 2 (LCL basımı, I. 214).
186
418
ölçülülük kuralına uyarlarsa, Rab’bin okulunda çok önemli bir ilerleme kaydedeceklerdir. En
azından belli bir ölçüde ilerlemeyenlerin de, Mesih’in öğrencileri olduklarını kanıtlayacak pek
bir şeyleri yoktur. Dünyasal şeyleri arzulamaya başka birçok günahın eşlik etmesinin dışında,
yoksulluğa sabırsızca dayanan biri, refahı gördüğünde genellikle bu aykırı hastalığı ortaya
koyar. Benim kanım şu: Basit giyinmekten utanan biri, pahalı giyinmekle övünecektir; azıcık
yiyecekle yetinmeyen, daha mükemmel yiyeceği arzu ederek üzülen biri, payına bu
mükemmel yemekler düştüğünde bunları ölçüsüzce kötüye kullanacaktır. Yoksulluğuna ve
mütevazı koşuluna isteksizce ve üzüntüyle katlanan biri, isim yaptığında, kibirden hiçbir
şekilde kaçınmayacaktır. Bu amaçla, dine bağlılığın peşinden koşanlar, Elçi’nin verdiği
örneğe göre, nasıl doyulacağını, aç kalınacağını, bolluk içinde olunacağını ve yoksulluk
çekileceğini öğrenmek [Flp. 4:12] için sahte bir gayret göstermesinler.
Ayrıca Kutsal Yazı’da, dünyasal şeylerin nasıl düzenleneceğine dair üçüncü bir kural
vardır. Sevgi ilkesini ele aldığımızda bundan biraz söz etmiştik.187 Bu hükme göre, Tanrı’nın
şefkatiyle, bütün bunlar bize öyle verilmiş, bizim yararımıza oldukları önceden öyle
belirlenmiştir ki, adeta bize emanet edilmişler gibidirler ve bizim de bir gün bunların hesabını
vermemiz gerekmektedir. Bu nedenle, öyle bir düzen getirmeliyiz ki, şu söz kulaklarımızda
sürekli çınlasın: “Kâhyalığının hesabını ver” [Luk. 16:2]. Aynı zamanda bu hesabın kimden
istendiğini de hatırlayalım; yani nefsinin isteklerini kırdığı; ılımlı, tutumlu, ölçülü olduğu ve
aşırılıktan, gururdan, çalımdan, batıldan tiksindiği için çok övülen birine; sevgiyle birleşen
iyilikten başka iyiliğin gösterilmemesini onaylayan birine; insanın ruhunu merhametten ve
paklıktan uzaklaştıran ya da kafasını karıştıran bütün hoşlukları kendi dudaklarıyla mahkum
eden birine.
6. Rab’bin çağrısı, yaşam tarzımızın temelidir
Son olarak, şu noktaya dikkat edilmelidir: Her birimize, Rab, yaşamdaki bütün
davranışlarımızda çağrısına bakmamızı emretmektedir. Đnsan doğasının ne kadar büyük bir
huzursuzla yanıp tutuştuğunu, şurada burada nasıl döneklik ettiğini, hırsının her şeyi aynı
anda kucaklamayı nasıl istediğini bilir. Bu durumda, aptallığımız ve aceleciliğimizle her şey
allak bullak olmasın diye, her insana, kendi yaşam tarzına göre görevler vermiştir. Hiç kimse
O’nun koyduğu sınırları düşüncesizce çiğneyemesin diye, bu çeşitli yaşam tarzlarına
“çağrılar” adını vermiştir. Yaşam boyunca pervasızca gezinmesin diye, her bireyin, Rab
tarafından bir tür nöbet yeri gibi belirlenmiş bir yaşam tarzı vardır. Bu ayırım o kadar
gereklidir ki, bütün davranışlarımızı gözünde buna göre yargılar. Aslında bu, çoğunlukla,
insanın yargılamasından ve felsefedeki nedenden çok farklıdır. Filozoflar bile, hiçbir eylemin,
birinin, ülkesini despotluktan kurtarmasından daha soylu olduğunu kabul etmezler. Yine de
bir despota eline süren özel bir vatandaş göklerdeki yargıç tarafından açıkça mahkûm edilir
[1Sa. 24:7, 11; 26:9].188
Ama örneklerin listesini çıkarmayı geciktirmeyeceğim. Rab’bin çağrısının, görevi, her
şeyde doğru yerine getirmenin başlangıcı ve temeli olduğunu bilmemiz bize yeter. Buna
yönelmeyecek biri varsa görevlerinde asla doğru yoldan gitmeyecektir. Belki kimi zaman
görünüşte övülmeye değer bir şeyi akıl edebilir; ama insanların gözünde bu ne olursa olsun
Tanrı’nın tahtının önünde kabul görmeyecektir. Ayrıca yaşamının birçok bölümünde uyum
olmayacaktır. Buna göre, yaşamınızı bu amaca yönlendirdiğinizde en iyi biçimde düzenlemiş
olursunuz. Hiç kimse atak davranarak, çağrısının izin verdiğinden daha fazlası için harekete
geçmeyecektir, çünkü sınırlarını aşmanın yasaya uygun olmadığını bilecektir. Durumu
belirsiz olan bir adam, Tanrı’nın onu yerleştirdiği mevkii bırakıp gitmesin diye, kendi isteğine
göre bir özel yaşam sürdüremeyecektir. Ayrıca insanın, Tanrı’nın bütün bunlarda kendisine
187
188
III. vii. 5
Krş. IV. xx. 25-30.
419
yol gösterdiğini bilmesi için, endişelerden, zahmetlerden, sıkıntılardan ve başka yüklerden
kurtulması hiç de azımsanacak bir şey değildir. Yargıç görevini çok isteyerek yerine getirir;
evin reisi kendisini görevine adar; her insan, bu yükü kendisine Tanrı’nın verdiğine ikna
edildiğinde, yaşam tarzındaki huzursuzluklara, aksiliklere, bezginliklere ve endişelere
dayanır. Bundan da eşsiz bir teselli ortaya çıkar: Çağrıldığınız göreve itaat etmeniz koşuluyla,
hiçbir görev, Tanrı’nın gözüne parlak görünmeyecek ya da hiç değerli bulunmayacak kadar
çok tiksindirici ya da bayağı değildir.189
XI. BÖLÜM
ĐMANLA AKLANMA: ÖNCE KELĐMENĐN VE KONUNUN AÇIKLAMASI
(Aklanma ve yeniden doğuş terimlerinin açıklaması, 1-4)
1. “Aklanma” öğretisinin yeri ve anlamı
Yasanın altında lanetlenmiş insanların kurtuluşa kavuşmaları için bir tek iman yolunun
kaldığını daha önce yeterince özenle açıkladığıma inanıyorum. Đmanın ne olduğunu, insanlara
sağladığı Tanrı’nın bereketlerini ve insanda görülen meyvelerini de açıkladığıma
inanıyorum.190 Bunları özetleyelim. Đmanımızla Tanrı’yı anlayalım ve O’nu düşünelim diye,
Tanrı’nın cömertliğiyle Mesih bize verilmiştir. O’nunla paydaş olduğumuzda, ilke olarak bize
iki lütuf bahşedilir: Yani gökte, Yargıç yerine lütufkâr bir Baba’mız olabilsin diye, Mesih’in
kusursuzluğu sayesinde Tanrı’yla barışmak; ikincisi ise Mesih’in ruhuyla kutsanarak yaşama
kusursuzluk ve saflık ekmek. Aslında yeterli olduğunu söylediğim şey, bu armağanların
ikincisi olan yeniden doğuştan gelir. Bu nedenle aklanma konusuna çok daha hafifçe
değinilmiştir, çünkü konu daha çok, önce Tanrı’nın merhametiyle karşılıksız doğruluğu elde
ettiğimiz iyi işlerin imandan ne kadar az yoksun olduğunu; bu sorunun bir bölümüyle ilişkili
olarak, kutsalların iyi işlerinin doğasını anlamaktı.191 Bu nedenle konuyu şimdi ayrıntılarıyla
ele almalıyız. Bunları, dinin üzerinde döndüğü ana menteşe olarak ele almalıyız. Öyle ki,
buna daha çok dikkat ve özen gösterelim. Her şeyden önce Tanrı için ilişkinizin ve O’nun
sizinle ilgili yargısının ne demek olduğunu anlamazsanız ne üzerine kurtuluşunuzu ne de
Tanrı’ya bağlılığı oturtacağınız bir temeliniz olur. Ancak bunu bilme ihtiyacı bizzat bilgide
daha iyi ortaya çıkar.
2. Aklanma kavramı
Daha eşikteyken sürçmeyelim diye –bilinmeyen bir şeyin tartışmasına girersek böyle
olur- önce şu ifadelerin ne demek olduğunu açıklayayım: Đnsanın Tanrı’nın gözünde imanıyla
ya da yaptığı işlerle aklanması. Hem Tanrı’nın yargısında doğru sayılan, hem de doğru olduğu
için kabul edilen birinin, Tanrı’nın gözünde aklandığı söylenir. Aslında, Tanrı için kötülük
tiksindirici olduğundan, hiçbir günahlı, günahlı olduğu ve böyle sayıldığı sürece O’nun
gözüne giremez. Bu durumda, nerede günah varsa orada kendisini gösteren Tanrı’nın gazabı
ve öcü de vardır. Günahkâr durumda değil, doğru adam durumunda olduğu kabul edilen biri
aklanır; bu nedenle, Tanrı’nın yargı kürsüsünün önünde, bütün günahkârlar düşerken o,
sapasağlam ayakta durur. Suçlanan masum bir insan, adil yargılanmak üzere, masumluğuna
göre yargılanacağı Tanrı’nın yargı kürsüsünün önüne çağrılırsa, yargıcın önünde “aklandığı”
söylenir. Bu durumda, Tanrı’nın önünde aklanan insan, günahlılarla arkadaşlık etmeyi
bırakan, doğruluğunu tanıklık ederek onaylayacak Tanrı’sı olan insandır. Aynı şekilde,
189
Burada Calvin’in, Tanrı’nın, Kendisine hizmet olarak yapılan en alt seviyedeki gündelik
işten bile, duyduğu hoşnutluğun olağanüstülüğüne dair etkileyici görüşü yer almaktadır.
190
II. xii. 1; III. ii; III. iii.
191
III. iii. 1; III. iii. 6-10.
420
yaşamında, Tanrı’nın tahtının önünde doğruluğuna tanıklık edilmeye değer olan paklığın ve
kutsallığın bulunduğu birinin işleriyle aklandığı ya da işlerinin tamlığıyla Tanrı’nın yargısını
karşılayıp tatmin ettiği söylenecektir. Đmanıyla aklanan biri ise tam tersine, doğru işler dâhil
edilmeden, imanıyla Mesih’in doğruluğunu kavramış ve bu doğruluğu giyinmiş, Tanrı’nın
gözüne günahkâr değil, doğru insan olarak görünen biridir.
Bu durumda, basitçe aklamayı, Tanrı’nın, bizi doğru insanlar olarak beğenip kabul
etmesi diye açıklıyoruz. Bunun, günahların bağışlanmasını ve Mesih’in doğruluğunu
üstlenmenin kapsadığını söylüyoruz.
3. Kutsal Yazı’daki kullanılışı
Kutsal Yazı’da bu gerçeği onaylayan çok sayıda net tanıtlık vardır. Önce, kelimenin en
uygun ve en alışılagelmiş anlamının bu olduğu inkâr edilemez. Bütün ayetleri derlemek ve
karşılaştırmak çok uzun süreceği için, okurların, bunlara kolayca fark etmeleri yeterli olsun.
Ben, söz ettiğimiz aklanmanın açıkça ele alındığı sadece birkaçını belirteceğim.
Önce, Luka, Mesih’i duyduğunda halkın Tanrı’yı adil bulduğunu [Luk. 7:29] ve
Mesih’in, “çocuklarınca… bilgeliğin aklandığını” [Luk. 7:35] duyurduğunu anlatır. Daha
önceki ayette (29. a.) ise onların adaleti tartıştıklarını kast etmemektedir. Bütün dünya,
adaleti Tanrı’dan koparmak istese de, her zaman adalet, Tanrı’da bütün olarak kalır. 35. ayette
de Luka, adil kurtuluş öğretisini doğrulamak istememektedir. Daha çok iki ifade de aynı güce
sahiptir – Tanrı’yı ve öğretişini hak ettiği üzere övmek. Öte yandan, Mesih, Ferisileri
kendilerini temize çıkardıkları için azarladığında [Luk. 16:15], iyi işler yaparak doğruluk
kazandıklarını değil, yoksun oldukları doğrulukla hırslarından ötürü ün yaptıklarını
söylemektedir. Đbrani dili yeteneği olanlar bu anlamı daha iyi anlayacaktır: Sadece suçlarının
bilincinde olanlar değil, lanetin yargısına maruz kalanlara da “suçlu” denmektedir. Bat-Şeva
kendisinin ve Süleyman’ın suçlu olacağını söylediğinde [1Kr. 1:21], bir suçu kabul ediyor
değildir. Ancak kendisinin ve oğlunun utanacağından, suçluların ve mahkûmların arasında
sayılacağından şikâyet etmektedir. Yine de bağlamdan kolayca ortaya çıkan o ki, bu kelime,
Latince olarak okunsa bile, ancak göreceli anlaşılmaktadır ama işaret ettiği şey ve niteliği
böyle değildir.
Ama bu örnekle bağlantılı olduğu için, Pavlus, Tanrı’nın öteki ulusları imanlarına göre
aklayacağını Kutsal Yazı’nın önceden gördüğünü söylediğinde [Gal. 3:8], Tanrı’nın iman
sayesinde doğruluk atfettiğinden başka ne anlarsınız? Ayrıca Tanrı’nın, Mesih’e iman eden
imansız kişileri akladığını söylediğinde [Rom. 3:26], bu insanların imansızlıklarıyla hak
ettikleri mahkumiyetten iman bereketiyle kurtulduklarından başka ne demek ister? Pavlus
şöyle haykırırken, vardığı sonuçta bu çok daha net ortaya çıkar: “Tanrı’nın seçtiklerini kim
suçlayacak? Onları aklayan Tanrı’dır. Kim suçlu çıkaracak? Ölmüş, üstelik dirilmiş olan
Mesih Đsa…bizim için aracılık etmektedir” [Rom. 8:33-34]. Sanki şöyle demiştir: “Tanrı’nın
akladıklarını kim suçlayacak? Mesih’in, koruması altına alarak savunduklarını kim suçlu
çıkaracak?” Bu nedenle, “aklamak”, suçlanan birini, masumluğu onaylanmış gibi, suçundan
temize çıkarmaktan başka bir şey değildir. Bu durumda, Tanrı bizi Mesih’in aracılığıyla
akladığı için, masumluğumuzun onaylanmasıyla değil, doğruluk vererek temize
çıkarmaktadır. Öyle ki, doğru olmayan bizler Mesih’te doğru sayılalım. Pavlus, Elçilerin
Đşleri’nin on üçüncü bölümündeki vaazında şöyle demektedir: Günahların bağışlandığı Mesih
aracılığıyla size duyuruldu ve O’na inanan herkes Musa’nın yasasının aklayamadığı bütün
bunlardan aklandı [Elç. 13:38-39]. Günahlar bağışlandıktan sonra, bu aklamanın adeta
açıklanarak belirtildiğini görüyorsunuz. Bunun bağışlama olduğunun açıkça anlaşıldığını
görüyorsunuz, yasadaki işlerden ayrıldığını görüyorsunuz. Mesih’in bereketi olduğunu
görüyorsunuz ve imanla alındığını görüyorsunuz. Son olarak da, Mesih aracılığıyla
günahlarımızdan aklandığımızı söylediğinde, bir kefaretin ortaya koyulduğunu görüyorsunuz.
Vergi görevlisinin Tapınaktan inerken aklandığı söylendiğinde [Luk. 18:14], yaptığı işlerin
421
karşılığında hak ettiği için doğruluğa eriştiğini söyleyemeyiz. Söylenen şudur: Günahlı,
günahlarının bağışlanmasına eriştiğinde, Tanrı’nın gözünde adil bir adam kabul edilir. Bu
durumda o, yaptığı işler onaylandığı için değil, Tanrı’nın karşılıksız temize çıkarmasıyla
doğru biri olmuştur. Ambrose, günahların itirafına yasaya uygun aklanma dediğinde bunu
uygun bir biçimde açıklamıştır.192
4. Tanrı’nın lütufkâr kabulu ve günahların bağışlanması olarak aklanma
Bu kelimenin çekişme konusu yapılmasını önlemek için, olayın bize anlatılma şekline
bakarsak, geriye hiçbir kuşku kalmaz. Pavlus, Efesliler 1:5-6’da, “Tanrı, isteği uyarınca
Mesih aracılığıyla Kendisine oğullar olalım diye bizi önceden belirledi. Öyle ki, bizi kabul
edilebilir ve sevilebilir saydığı yüce lütfu övülsün” dediğinde, tabii ki, “kabul edilebilir”
kelimesiyle aklanma demektedir. Bu, başka bir yerde sık sık söylediği, “Tanrı bizi karşılıksız
bağışlar” [Rom. 3:24] sözüyle aynı anlama gelmektedir. Ayrıca Romalılar’ın dördüncü
bölümünde aklanmaya önce, “doğruluğu üstlenmek” demektedir. Günahların bağışlanmasını
buna dâhil etmekte tereddüt etmez. Pavlus şöyle demektedir: “Đyi işlerine bakmaksızın
Tanrı’nın kabul edilebilir ya da doğruluğu üstlenmiş saydığı kişinin mutluluğunu Davut şöyle
anlatır: ‘Ne mutlu suçları bağışlanmış, günahları örtülmüş olanlara’”[Rom. 4:6-7; Mez. 32:1].
Açıkçası burada aklanmanın bir bölümünü değil, tamamını tartışmaktadır. Dahası, Davut’un,
günahları karşılıksız bağışlanan insanların mutlu olduklarını duyurduğunda [Mez. 32:1-2]
yaptığı tanımı onaylamaktadır. Onun söz ettiği doğruluğun suçun tam tersi olduğu buradan
bellidir. Ama bu konudaki en iyi ayet, müjdeye elçilik etmenin tamamının bizi Tanrı’yla
barıştırmak olduğunu, çünkü Tanrı’nın günahlarımızı aleyhimize saymayarak Mesih
aracılığıyla bizi lütfuna kabul etmeyi istediğini öğrettiği ayettir [2Ko. 5:18-20]. Okurlarım bu
ayetin bütününü dikkatle düşünsünler. Barışmanın yöntemini belirlemek için [Krş. 2Ko. 5:
18-19] Pavlus daha sonra, “Günahsız Mesih, bizim için günahlı durumuna getirildi” [2Ko.
5:21] açıklamasını ekler. “Barışma” derken, “aklanmadan” başka bir şeyi tabii ki, kast
etmemektedir. Tanrı’nın önünde kendimizin dışında ve Mesih’te doğru kabul edilmezsek,
Pavlus’un başka bir yerde öğrettiğinin – “Mesih’in itaatiyle doğru insanlar olduk” [Rom.
5:19, mealen] geçerliliği elbette olamaz.
(Osiander’in “temel doğruluk” öğretisinin aksinin kanıtlanması, 5-12)
5. Osiander’in temel doğruluk öğretisi
Ne var ki, Osiander “temel” doğruluk193 diye tuhaf bir canavar ortaya atmıştır.
Bununla, karşılıksız verilen doğruluğu geçersiz kılmak istemese bile, bunu, dinine bağlı
insanların zihinlerini karartacak ve onları Mesih’in lütfunu diri diri yaşamaktan yoksun
bırakacak bir sis sarmıştır. Sonuçta, başka konulara geçmeden önce bu vahşi hayalin aksini
kanıtlamam gerekmektedir.
Bu dayanağı olmayan görüş öncelikle biraz da meraktan kaynaklanmaktadır. Aslında,
Mesih’in bizimle, karşılığında bizim de Mesih’le bir olduğumuzu kanıtlamak için –
kanıtlanması gerekmeyen bir gerçek- Kutsal Yazı’dan pek çok tanıklık derlemiştir.194 Ancak
192
Ambrose, Exposition of Psalm 118 x. 47 (CSEL 62. 231; MPL 15. 1418)
Calvin burada Osiander’in aklanma konusundaki radikal görüşünü şiddetle eleştirmektedir.
Osiander 81 önermeden oluşan öğretisini Disputation on Justification (1550)’de ve
Confessions of the Only Mediator and of Justification by Faith’de (1551) ortaya atmıştır.
Mesih’in sadece tanrısal doğası nedeniyle doğruluğumuz olduğu, bize “temel doğruluğu” bu
tanrısal doğasıyla verdiğine dair görüşünün, Reformasyon’un, Mesih’in çarmıhta acı çekerek
kurban edildiği öğretisini geçersiz kıldığı kabul edilmiştir. Krş. aş. bk. m. 8.
194
Osiander, Augustinus’un (De Trinitate x. xii. 19) Tanrı’nın suretinin hafıza, anlama gücü
ve iradeyi kapsayan üç bölüm halinde insanın zihninde yer aldığı görüşüne karşı çıkmıştır: An
193
422
bu birlik bağına dikkat etmediği için, kendisini kandırmaktadır. Şimdi onun bütün zorluklarını
gidermek bizim için kolaydır. Çünkü biz, Mesih’in Ruhu’nun özel işleyen gücüyle, O’nunla
birlikte olduğumuza inanırız.
Bu beyefendi, Tanrı’nın özünü insanlara aktarmak isteyerek, Maniciliğin sınırında bir
şeye inanmıştır. Buradan onun, Mesih, Düşüş’ten de önce insan doğasının prototipi olarak
belirlendiği için, Âdem’in Tanrı suretinde biçimlendirildiği yolunda başka bir kurgusu ortaya
çıkmaktadır.195 Ancak ben, özetlemeye gayret ettiğimden, dikkatimi şu andaki konuya
vermeliyim.
Mesih’le birlikte olduğumuzu söylüyor. Aynı görüşteyiz. Ama Mesih’in özünün bize
karıştığını kabul etmiyoruz. Ardından da onun bu aldatmacalarında bu ilkenin yanlış
kullanıldığını görüyoruz: Mesih bizim doğruluğumuzdur, çünkü O, sonsuz Tanrı’dır,
doğruluğun kaynağıdır ve Tanrı’nın doğruluğudur. Öğretme planımın başka bir yere sapmamı
gerektirdiği bir şeye değiniyorsam okurlarım beni bağışlayacaklardır. “Temel doğruluk”
terimiyle, Mesih’in uğruna doğru sayıldığımız görüşüne uygun olmayan bir şeyi kast
etmediğini bahane edebiliyorsa da, Mesih’in itaati ve Kendisini kurban olarak sunduğu
ölümüyle elde ettiğimiz doğrulukla yetinmediğini, hem Tanrı’nın özünün hem de niteliğinin
aşılanmasıyla Tanrı’da özde doğru olduğumuzu öne sürdüğünü net olarak açıklamıştır.
Sadece Mesih’in değil, Baba’nın ve Kutsal Ruh’un da bizde yaşadığını bu kadar şiddetle öne
sürmesinin nedeni budur. Bunun doğru olduğunu kabul etsem bile, Osiander tarafından
sapkınca çarpıtıldığını söylüyorum; onların bizde ne tarzda yaşadığını – yani Baba’nın ve
Ruh’un Mesih’te olduğunu, hatta tanrılığın bütün doluluğunun Mesih’te bulunduğunu [Kol.
2:9], tanrılığın bütün doluluğuna O’nda sahip olduğumuzu- düşünmeliydi. Bu nedenle,
Baba’yla ve Ruh’un ayrı olduğuna dair ortaya attığı her şey ancak saf insanları Mesih’ten
ayartma eğilimindedir.
Sonra Tanrı’nın –adeta Kendisini bize akıtarak- özlerin karışımının bizi O’nun bir
parçası haline getirdiğini ortaya atıyor. Sıra, Kutsal Ruh’un gücüyle Mesih’le birlikte
büyüdüğümüze ve O’nun bizim Baş’ımız, bizim de O’nun üyeleri olduğumuza gelince,
Mesih’in özü bizimle karışmadıkça, buna neredeyse hiç önem vermiyor. Ancak dediğim gibi,
Baba ve Kutsal Ruh konulu tezinde, ne demek istediğini ortaya açıkça koyuyor: Yani sadece
Aracı’nın lütfuyla veya O’nun kişiliğinde bize basitçe ya da tamamıyla sunulan doğrulukla
değil, Tanrı, öz olarak bizimle birleştiğinde O’nun doğruluğunun paydaşları olduğumuz için
aklandığımızı.196
6. Osiander, günahların bağışlanmasıyla yeniden doğuşu yanlış bağdaştırıyor
Keşke aklanmada Mesih’in, sadece insan olarak Baş’ımız olduğu için değil, bu tanrısal
doğasındaki özü de üzerimize döktüğü için, özün birleşmesiyle bizde olduğunu söylemiş
olsaydı. O zaman bu hoşlukları daha az zararlı beslemiş olur ve belki de bu yanılsamadan
ötürü bu kadar büyük bir kavga çıkmazdı. Ama bu ilke, yoğun siyah kanını boşaltarak çok
sayıda kuyruğunu gizleyen mürekkep balığına benzediği için, kurtuluşumuzun güvencesini
bize veren doğruluğun bizden alınmasına bilerek ve isteyerek izin vermezsek, için için
direnmeliyiz. Bütün bu tartışmada “doğruluk” ismiyle, “aklanma” yüklemi iki yöne
filius Dei (eklenen deneme yazısı, De imagine Dei) B 3a; bunlar Đblis’te de vardır (B 4a). Bu
Tanrı sureti Mesih’in insan doğasına hapsedilmiştir (inclusu) (D 1b). Adem’in ilk
doğruluğunu, Tanrı’nın Adem’de yaşayan doğruluğu olarak tanımlamıştır (F 4a).
195
Osiander, An filius Dei E 3b-4a; D 1b – 2a. Krş. I. xv. 3; II. xii. 4-7.
196
Yukarıda karşı çıkılan noktaları Osiander, Confession A 4b; G 1a’da ileri sürmektedir.
Calvin, sadece Mesih’in Kendisini kurban olarak sunmasıyla elde edilen doğruluk öğretisini
korumak için, temel doğruluk öğretisinin aksini kanıtlamak istemektedir. Krş. aş. bk. m. 6 ve
10.
423
çekilmektedir; öyle ki, aklanma sadece karşılıksız bağışlanmayla Tanrı’yla barışmak değil,
doğru kişi haline de getirilmektir. Doğruluk karşılıksız bir isnat değil, içimizde yaşayan
Tanrı’nın özünün bize esinlediği kutsallık ve dürüstlüktür. Đkincisi, Mesih Başkâhin olarak
günahlara kefaret ederek Baba’nın bizim adımıza öfkesini yatıştırdığı için değil, sonsuz Tanrı
ve yaşam olduğu için, Mesih’in bizim doğruluğumuz olduğunu kesin bir biçimde
bildirmektedir.
Bu ilk noktayı –Tanrı’nın, sadece bağışlayarak değil, yeniden doğuşu sağlayarak
akladığını- kanıtlamak için, Tanrı’nın, akladıklarını hiçbir günahını değiştirmeden kendi
doğalarına terk edip etmediğini sormaktadır. Buna cevap vermek son derece kolaydır: Mesih,
parçalara ayrılmadığı için, O’nda beraber ve birleşmiş olarak algıladığımız bu ikisi–yani
doğruluk ve kutsallık- birbirinden ayrılamaz. Tanrı, her kime lütufta bulunursa aynı zamanda
onlara oğulluk ruhunu da bahşeder [Rom. 8:15]. Ruhun gücüyle onları Kendi suretinde
yeniden yaratır. Ama güneşin parlaklığı ısısından ayrılamıyorsa, yeryüzünün onun ışığıyla
ısıtıldığını ya da ısısıyla aydınlandığını mı söyleyeceğiz? Bu konuda bu karşılaştırmadan daha
uygun bir şey var mı? Güneş, yeryüzünü ısısıyla canlandırır ve meyve verdirir, ışığıyla da onu
aydınlatır. Burada karşılıklı ve birbirinden ayrılmaz bir bağlantı vardır. Ne var ki, akıl birinin
kendine özgü niteliklerini diğerine aktarmamızı bize yasaklamaktadır. Osiander’in bize
dayattığı bu iki lütiftaki kargaşada böyle bir saçmalık vardır. Tanrı, doğruluğun korunması
adına karşılıksız olarak doğru saydıklarını yenilemektedir. Osiander, yeniden doğuş
armağanıyla bu karşılıksız kabul edilmeyi bağdaştırmakta ve bunların bir ve aynı olduğunu
iddia etmektedir. Ne var ki, Kutsal Yazı bunları birleştirse bile, Tanrı’nın gösterdiği lütfu
daha iyi görebilelim diye, ayrı ayrı saymaktadır. Pavlus’un ifadesi gereksiz değildir: Mesih
bize, doğruluğumuz ve kutsallaşmamız için verilmiştir [1Ko. 1:30].197 Kutsallığa ve paklığa
çağrıldığımız konusunda –bizim için satın alınan kurtuluşa, Tanrı’nın babaca sevgisine ve
Mesih’in lütfuna bakarak- ne zaman akıl yürütse, aklanmanın yeni varlıklar olarak
yaratılmaktan farklı bir şey demek olduğunu açıkça belirtmektedir.
Sıra Kutsal Yazı’ya gelince, Osiander, alıntıladığı her ayeti tamamıyla çarpıtır.
Pavlus’un, çalışana değil, tanrısızı aklayana iman eden kişinin imanı doğru sayılır
ifadesindeki [Rom. 4:4-5] “aklanmayı” Osiander, “doğru insan haline getirilme” olarak
açıklar. Romalıların bütün dördüncü bölümünü aynı düşüncesizlikle yozlaştırır. Az önce
yukarıda alıntı yaptığımız ayeti de aynı aldatmacayla boyamakta tereddüt etmez. “Tanrı’nın
seçtiklerini kim suçlayacak? Onları aklayan Tanrı’dır” [Rom. 8:33]. Sorunun sadece suç ve
temize çıkarma sorunu olduğu ve elçinin söylemek istediğinin bu antiteze dayandığı apaçıktır.
Bu durumda Osiander hem böyle akıl yürütürken hem de Kutsal Yazı’daki kanıtlardan alıntı
yaparken, usta bir yorumcu olmadığını kanıtlamaktadır.
“Doğruluk” terimi tartışması da daha doğru değildir. Đbrahim’in imanının, - Tanrı’nın
doğruluğu ve bizzat Tanrı olan- Mesih’i kucaklayarak benzersiz erdemleri geride bıraktıktan
sonra verildiğini öne sürer. Bundan, iki sağlıklı ifadeden hatalı bir biçimde tek bir yoz ifade
oluşturduğu görülmektedir. Burada söz edilen doğruluk, Đbrahim’in başından sonuna kadar
bütün çağrılma sürecini kapsamaz. Tersine Ruh, - Đbrahim’in üstün erdemleri kalburüstü olsa
da ve bunları uzun süre koruyarak en sonunda artırsa da- ancak vaatte sunulan lütfu imanıyla
aldığında Tanrı’nın ondan hoşnut olduğuna tanıklık etmektedir. Bundan çıkan sonuca göre,
Pavlus’un ustalıkla iddia ettiği üzere, aklanmada işlerin yeri yoktur.
7. Aklanma için imanın önemi
Osiander’in, itirazını canı gönülden kabul ediyorum. Đmanın tek başına değil, sadece
Mesih’i kabul ettiğinde aklama gücü vardır. Đman tek başına ya da özünde bulunan bir güçle
197
Calvin, bundan önceki cümlelerde Osiander’in Confession E 3a ve M 3b’de yer alan bu
tezindeki ifadelere göndermede bulunmaktadır.
424
aklasaydı, deyim yerindeyse, her zaman zayıf ve eksik olduğu için bu, ancak kısmen etkili
olurdu; böylece bize kurtuluşun bir parçasını veren doğruluk da kusurlu olurdu. Şimdi böyle
bir şey düşünmüyoruz ama doğrusunu söylersek, sadece Tanrı’nın akladığını söylüyoruz; o
zaman aynı bu aynı görevi Mesih’e da aktarıyoruz, çünkü O, bize doğru olmamız için
verilmiştir. Đmanı kapla karşılaştırabiliriz; boş ve Mesih’in lütfunu aramak için canımızın
ruhunun ağzını açarak gelmezsek, Mesih’i alamayız. Bundan çıkan sonuca göre, Mesih’in
doğruluğunu almadan önce, O’nun imanla alındığı öğretilirken aklama gücünü Mesih’in
elinden almayız.
Yine de bu arada – toprak bir kap, içinde altın saklandığı için hazineymiş gibi- bu
Sofist, “iman Mesih’tir” dediğinde onun çarpıttığı bu değerleri kabul etmiyorum. Muhakeme
aynıdır: Yani imanın tek başına hiçbir değeri ya da bedeli olmasa da, tıpkı ağzına kadar para
dolu bir kabın bir adamı zengin etmesi gibi, bize Mesih’i getirerek bizi aklayabilir. Bu
durumda, doğruluğu almanın tek aracı olan imanın, bu büyük bereketin maddi nedeni ve aynı
zamanda Yazarı ve Hizmetlisi olan Mesih’le bilgisizce karıştırıldığını söylüyorum. Aklanma
göz önünde tutulduğunda, “iman” kelimesinin nasıl anlaşılması gerektiği sorununun
üstesinden geldik.
8. Osiander’in, Mesih’in tanrısal doğası uyarınca bizim doğruluğumuz olduğu öğretisi
Mesih’in alınmasında Osiander daha da ileri gitmektedir: Yani içsel söz, dışsal sözün
hizmetiyle alınmaktadır. Osiander bununla bizi, Mesih’in başkahinliğinden ve Aracı
kişiliğinden uzaklaştırıp O’nun dışsal tanrılığına yönlendirmektedir. Mesih’i ikiye
ayırmıyoruz ama bizi, bedeninde Baba’yla barıştırarak bize doğruluk veren O’nun, Tanrı’nın
sonsuz Sözü olduğunu ve O, sonsuz Tanrı olmasaydı, Aracı olarak görevlerini yerine
getiremeyeceğini ya da bizim doğruluğu elde edemeyeceğimizi kabul ediyoruz. Ancak
Osiander’in kanısına göre, Mesih, Tanrı ve insan olduğu için, insan doğası değil, tanrısal
doğası bizim doğruluğumuz için yaratılmıştır. Yine de bu, tanrısallığa yerli yerinde
uygulandığında, Mesih’e özgü olmayacak ama Baba ve Kutsal Ruh’ta da ortak olacaktır,
çünkü birinin doğruluğu diğerinin doğruluğundan farklı olmayacaktır. O zaman, doğası gereği
Mesih, ezeli ve ebedi olduğu için, O’nun “bizim için yaratıldığını” söylemek tutarsızlık
olurdu. Ancak Tanrı’nın bizim için doğru yaratıldığını kabul etsek bile, Pavlus’un “Tanrı
sayesinde Mesih bizim doğruluğumuz oldu” [1Ko. 1:30] iddiasıyla bu, nasıl uyuşacaktır?
Elbette bu Aracı kişiliğine özgüdür. Bu kişiliğin, içinde tanrısal doğa barındırsa bile, yine de
Aracı’yı Baba’dan ve Ruh’tan farklı kılan kendine özgü bir niteliği vardır.
Osiander, Yeremya’nın bize, Yehova’nın bizim doğruluğumuz olacağını vaat ettiği
[Yer. 51:10; Krş. 23:6; 33:16] sözüne anlamsızca sinsi sinsi sevinir. Ancak bundan, bizim
doğruluğumuz olan Mesih’in bedende tezahür eden Tanrı olduğundan [Krş. 1Ti. 3:16] başka
bir sonuca varmayacaktır. Başka bir yerde Pavlus’un vaazından alıntı yapmıştık: “Tanrı,
kiliseyi kanıyla satın aldı” [Elç. 20:28, mealen]. Şayet biri bundan, günahların bağışlandığı
kanın tanrısal ve tanrısal doğanın kanı olduğu sonucunu çıkarırsa, böyle aptal bir hataya kim
dayanabilir? Ne var ki, Osiander her şeyi bu çocukça karşı çıkmayla elde ettiğini
düşünmektedir; şişinir, övünür ve süslü sözlerle sayfalar doldurur –oysa Yehova, Davut’un
soyundan geldiğinde tanrı adamının doğruluğu olacaktır, sözlerinin basit ve kolay bir
açıklaması vardır. Ancak Yeşaya, bunun hangi anlamda böyle olduğunu öğretir: “Kendisinin
doğru kişi olduğunu bilen kulum, birçok kişiyi de doğru saydıracak” [Yşa. 53:11].
Konuşanın Baba olduğuna dikkat edelim; aklama görevine Oğul’u atamaktadır; bunun
nedenini de eklemektedir –O, doğru kişidir; Mesih’i tanıtan öğretişte dedikleri gibi, tarzı ve
yolu O belirtmiştir. ‫ ךעה‬kelimesini edilgen kabul etmek daha uygundur. Buradan çıkardığım
sonuca göre, Mesih, “kul özünü aldığında” [Flp. 2:7-8] doğru kişi olarak yaratılmıştır;
ikincisi, Baba’ya itaat ettiğini gösterdiği için bizi aklamaktadır [Flp. 2:7-8]. Bu durumda
bunu, tanrısal doğası uyarınca değil, Kendisine verilen görev uyarınca yapmaktadır.
425
Doğruluğun kaynağı sadece Tanrı olsa da, biz ancak O’nunla paydaş olduğumuzda doğru kişi
olsak da, talihsiz bir ayrılıkla O’nun doğruluğuna yabancılaştığımız için, Mesih bizi
ölümünün ve dirilişinin gücüyle aklayabilsin diye bu ikinci derecedeki çareye başvurmamız
gerekmiştir.
9. Aracı’nın işi olarak aklama
Osiander bu iş mükemmel olduğu için insan doğasını aştığını ve bu nedenle sadece
tanrısal doğaya atfedilebileceğini söyleyerek karşı çıkarsa birinci noktayı kabul ederim;
ikincide çok yanıldığını söylerim. Mesih, gerçek Tanrı olmasaydı kanıyla canlarımızı
temizleyemezdi, ne Kendisini kurban ederek Baba’nın gazabını yatıştırır, ne bize suçumuzdan
temize çıkarır, özetle, ne de başkahin görevini yerine getirirdi, çünkü bedenin gücü böyle bir
yüke elverişli değildir ama bütün bu eylemleri insan doğası uyarınca yerine getirdiği kesindir.
Nasıl aklandığımızı sorarsak, Pavlus yanıt vermektedir: “Mesih’in itaatiyle” [Rom. 5:19,
mealen]. Ama kul özünü aldığındakinden başka bir şekilde mi itaat etti [Flp. 2:7-8]? Bundan,
O, bedenindeyken doğruluğun bize tezahür ettiği sonucunu çıkarıyoruz. Pavlus aynı şekilde
başka sözlerle de doğruluğun kaynağını sadece Mesih’in bedenine yerleştirmektedir –
Osiander’in bu kadar çok alıntı yapmaktan utanmamasına hayret ediyorum. “Günahı bilmeyen
Mesih, O’nda Tanrı’nın doğru kişileri olabilelim diye bizim için günahlı yapıldı” [2Ko. 5:21,
mealen]. Osiander, akciğerlerinin bütün gücüyle Tanrı’nın doğruluğunu övmekte ve Pavlus,
“temel doğruluğun” hayaletini onaylamış gibi zafer şarkısı söylemektedir. Ancak bu sözler
çok farklı bir şeyi, Mesih’in kefaretiyle bizim doğru kişiler olduğumuzu ifade etmektedir.
Tanrı’nın övgüsünün insanların övgüsüyle karşılaştırıldığı Yuhanna’nın Müjdesi’nde olduğu
gibi [Yu.12:43; 5:44], Tanrı’nın doğruluğunun bu doğruluk olarak anlaşılması gerektiğini her
okul çocuğu bilir.198 Buna kimi kez Tanrı’nın doğruluğu dendiğini, çünkü yazarının ve bunu
bize bahşedenin Tanrı olduğunu biliyorum. Ama sezgili okurlar ben hiçbir şey söylemeden bu
ifadenin sadece, Mesih’in ölümüyle Kendisini kurban etmesinden destek alarak bizim
Tanrı’nın yargı kürsüsünün önünde durduğumuz anlamına geldiğini anlayacaklardır.
Mesih bizim için kefaret sunusu haline getirildiği için, O’nda aklandığımız konusunda
Osiander’in bizimle aynı görüşte olması koşuluyla, O’nun tanrısal doğasıyla bağdaşmayan bir
şey sözü çok önemli değildir. Bu nedenle de, Mesih, bize verdiği doğruluğu ve kurtuluşu
mühürlediğinde Kendi bedeninde bunu kesinlikle vaat eder. Kendisine, “yaşam ekmeği” der
[Yu. 6:48] ama nasılı açıklarken, “bedenim gerçek yiyecek, kanım gerçek içecektir” diye
ekler [Yu. 6:55]. Bu öğretme yöntemi sakramentlerde algılanmaktadır;199 bunlar, imanımızı
yarım bir Mesih’e değil, tam bir Mesih’e yönlendirse de, hem doğruluk hem de kurtuluş
konusunun O’nun bedeninde bulunduğunu; Tanrı’nın, bilinmez ve anlaşılmaz olanı Aracı’da
açıklamak gözüne iyi göründüğü için, O’nun sadece insan olarak aklamadığını ya da
canlandırmadığını öğretmektedir. Bu durumda, ben genellikle Mesih’in, adeta bize açık bir
çeşme olduğunu söylerim. Bu derin ve gizli kaynakta aksi takdirde boş yere gizli kalacak olan
şeyi bize Aracı kişiliğinde gelen bu çeşmeden çekebiliriz. Bu şekliyle ve bu anlamıyla
Mesih’in bizi aklayan Tanrı ve insan olduğunu; bu işin Baba’yla Kutsal Ruh’un ortak görevi
olduğunu; son olarak da, Mesih’in bizi Kendisiyle paydaş duruma getirdiği bu doğruluğun
sonsuz Tanrı’nın sonsuz doğruluğu olduğunu–Osiander’in benim ortaya koyduğum sağlam ve
net nedenleri kabul etmesi koşuluyla- inkâr etmiyorum.
198
Bu maddenin birçok yerinde bu düşüncenin net olarak açıklanması ve basitleştirilmesi için,
Fransızca metinde Latinceye açıklama getirilmektedir. Burada araya şu açıklama eklenir:
“Söz ettikleri, Tanrı’nın gözünde ödül almaktan çok, dünyadaki iyi ünlerini korumayı
sevdikleri için, iki ırmak arasında yüzüp duruyorlar, anlamında.”
199
Krş. IV. xvii. 4. Rab’bin Sofrası’ndaki ilahilik ve insanilik ilişkisi, Mesih’in Tanrı ve insan
olarak aklamadaki işiyle uyuşmaktadır.
426
10. Bizim Mesih’le birliğimizin doğası nedir?
Şimdi Osiander süslü sözleriyle eğitimsiz insanları kandırmasın diye, Mesih bizde
oluncaya kadar, hiç karşılaştırma kabul etmez bu iyilikten yoksun olduğumuzu kabul
ediyorum. Bu durumda, Baş’la üyelerin böyle birleşmesine, Mesih’in yüreğimizde
yaşamasına –kısaca bu gizemli birliğe200- biz en büyük önemi veririz. Öyle ki, bizde olan
Mesih, bahşetmiş olduğu armağanlarda bizi Kendisiyle paydaş duruma getirir. Bu durumda,
Mesih’i giyindiğimiz ve O’nun bedenine aşılandığımız için– kısacası, bizi Kendisiyle
birleştirmeye tenezzül ettiği için- O’nun doğruluğu bize isnat edilsin diye, çok uzağımızda
olduğunu düşünmeyiz. Bu nedenle, doğrulukta O’nunla paydaş olduğumuz için övünürüz.
Osiander’in imanın doğruluk sayıldığı iftirasını böyle çürütüyoruz. Sadece Mesih bize
dolabilsin diye, lütfuna yer açmak için imanımızla O’na bomboş geldiğimizi söylediğimizde,
sanki Mesih’in bu hakkını elinden alıyormuşuz gibi! Ancak Osiander, bu ruhsal bağı elinin
tersiyle iterek, Mesih’le imanlıların bütünüyle birbirlerine karıştığını dayatmaktadır. Bu
nedenle de, kendisinin çılgın “temel doğruluk” hatasına katılmayanlara kötü niyetle “Zwingli
yanlısı” der, çünkü onlar Rab’bin Sofrası’nda Mesih’in özünün yendiği görüşüne inanmazlar.
Gururlu ve kendi aldatmacalarının arasına sıkmış bir adam tarafından böyle aşağılanmanın en
büyük övgü olduğunu düşünüyorum; gerçi sadece bana değil, alçakgönüllülükle saygı
duyması gereken dünyaca ünlü yazarlara da saldırıyor. Benim için fark etmiyor, çünkü ben,
kendi çıkarımı savunmuyorum. Bütün sapkın güdülerden uzak olmam nedeniyle bu davayı
çok daha içtenlikle savunuyorum.
O zaman temel doğrulukta ve temelde Mesih’in bizde yaşadığında bu kadar şiddetle
ısrar etmesinin sonucu şudur: Birincisi, tıpkı Rab’bin Sofrası’nda fiziksel bir yeme hayal ettiği
gibi, Tanrı’nın bize Kendisini belirgin bir karışım halinde akıttığına; ikincisi, Tanrı’yla
birlikte gerçekten doğru olabilelim diye, Kendi doğruluğunu bize soluduğuna inanıyor, çünkü
Osiander’e göre, bu doğruluk hem Tanrı’nın Kendisi hem de Tanrı’nın iyililiği, kutsallığı ya
da dürüstlüğüdür.
Ortaya koyduğu Kutsal Yazı’dan kanıtların aksini kanıtlamak için fazla zahmete
girmeyeceğim. Bunları göksel yaşamdan şimdiki duruma hatalı olarak saptırıyor. Petrus,
“Mesih aracılığıyla bize, tanrısal doğanın paydaşları olabileceğimize dair değerli ve çok
büyük vaatler verildi” [2Pe. 1:4, mealen] der. Sanki müjdenin Mesih’in son gelişinde
olacağımızı vaat ettiği şeyi şimdi olmuşuz gibi! Aslında Yuhanna, Tanrı’yı olduğu gibi
göreceğimizi, çünkü O’na benzeyeceğimizi hatırlatmaktadır [1Yu. 3:2].201 Okurlarıma sadece
küçük bir örnek vermek istedim. Sonuç olarak, bu önemsiz şeyleri isteyerek geçiyorum.
Bunların aksini kanıtlamak güç olacağı için değil, gereksiz yere didikleyerek ele almak
istemediğim için.
11. Osiander’in temel doğruluk öğretisi kurtuluşun kesinliğini hükümsüz kılar
Ancak Osiander’in bizim Tanrı’ya birlikte doğru olduğumuzu öğrettiği ikinci aşamada
daha çok zehir gizlenmiştir. Bu öğreti –çok tehlikeli olmasa bile, soğuk, verimsiz ve kendi
batıllığında dağılıp gittiği için- akıllı ve dine bağlı okurların bunu tamamıyla yavan bulmaları
gerektiğini daha önce yeterince kanıtladığımı düşünüyorum. Biz, bağışlanma güvencesiyle
200
“Mystica… unio”; VG: “union sacrée”. Krş.aş. bk. “doğruların paydaşlığı” ve “ruhsal bağ
[conjunctio]. Krş. III. ii. 24; IV. xvii. 8-12. Nielsen, Calvin’in hiçbir yerde, “dindar
gizemciliğin tanrısal var oluş alanına dahil edilmesini” öğretmediğini belirtir; The Theology of
Calvin, s. 126; Krş. s. 144, 222.
201
Osiander, Confession R 1a, T 1b. VG’de araya şu eklenmiştir: “Osiander tire de là que
Dieu a meslé son essence avec la nostre” (Osiander bundan Tanrı’nın özünü bizimkiyle
karıştırdığı sonucunu çıkarıyor)
427
lütfa sıkıca sarıldıktan sonra, Tanrı’ya yürek huzuruyla başvurmamızı önlemek için kurtuluş
güvencemizi sarsmak, bizi bulutlarda dolaştırmak – bütün bunları iki kat doğruluk kisvesi
altında yapmak, hiç de göz yumulmayacak bir imansızlıktır.
Osiander, “aklanmanın” hukuki bir terim olduğunu öğreten insanlara gülüyor; çünkü
biz, aslında doğru olmalıyız. Karşılıksız isnatla aklanmamızdan başka hiçbir şeyi de
küçümsemiyor. Öyleyse, Tanrı bizi temize çıkarıp bağışlayarak aklamıyorsa, Pavlus’un,
“Đnsanları suçlamadan dünyayı Kendisiyle barıştıran Tanrı, Mesih’teydi”[2Ko. 5:19] ifadesi
ne demektir? “Tanrı, günahı bilmeyen Mesih’i bizim için günah yaptı. Öyle ki, Mesih
sayesinde Tanrı’nın doğruluğu olalım” [2Ko. 5:21]. Birincisi, ben, Tanrı’yla barışanların
doğru sayıldıkları sonucunu çıkarıyorum. Şu yöntemler buna dâhildir: Tıpkı başka bir ayette
aklanmanın suçlamanın karşıtı olması gibi, Tanrı bağışlayarak aklamaktadır. Bu antitez, bu
ifadenin hukuki kullanımından alındığını açıkça göstermektedir. Đbrani dilini orta derecede
bilen biri, dengeli bir beyne sahip olması koşuluyla, ifadenin bu kaynaktan alındığını ve
eğiliminin ve gizli anlamının buradan çıkarıldığını bilmiyor değildir. Pavlus, Davut’un, “Ne
mutlu suçları bağışlananlara [Mez. 32:1; Rom. 4:7] sözleriyle işler olmadan doğruluğu
anlattığını söylediğinde Osiander bana bunun tam mı yoksa eksik bir tanım mı olduğunun
cevabını versin. Elbette Pavlus peygamberi, günahların bağışlanmasının doğruluğun bir
parçası ya da sadece insanların aklanmasını beraberinde getiren bir şey olduğu öğretisine
tanık konumuna getirmiyor; tam tersine, günahları örtülen, Tanrı’nın suçlarını bağışladığı,
Tanrı’nın suçlarını onun hesabını yazmadığı insanın mutlu olduğunu ilan ederek, doğruluğu
tamamıyla karşılıksız bağışlanmaya dâhil ediyor. Onun mutlu olduğuna hükmediyor ve ona
mutlu gözüyle bakıyor, çünkü o, yaradılışından değil, isnatla doğrudur.
Osiander, günahkârlığı fiilen sürdürenleri aklamanın Tanrı’ya hakaret etmek ve O’nun
doğasına ters olduğunu söyleyerek karşı çıkmaktadır. Yine de daha önce söylediğimi,
aklanma lütfuyla yeniden doğuş farklı şeyler olsa bile, aklanma lütfunun yeniden doğuştan
ayrılmadığını unutmayalım. Ama doğru kişilerde her zaman günahın izlerinin kaldığı
tecrübeyle çok iyi bilindiği için, onların aklanmaları yeni bir yaşamda düzelmekten çok farklı
olmalıdır [Krş. Rom. 6:4]. Tanrı, seçtiği kişide bu noktaya öylesine başlar, aşamalı ve kimi
zaman da ömür boyunca öylesine yavaş yavaş ilerler ki, bu kişiler O’nun yargıç kürsüsünün
önünde her zaman ölümle yargılanmaya maruz kalırlar. Ama Tanrı, Mesih’in paklığı
bahşedilmiş gibi, cennette olabilsinler diye, kısmen değil, cömertçe aklar. Tanrı’nın önünde
tamamıyla doğru olduğumuz için, Tanrı’nın gözüne iyi göründüğümüz belirleninceye kadar,
doğruluğun hiçbir oranı vicdanımızı huzura kavuşturmaz. Bundan çıkan sonuca göre, insanın
zihnine kuşku saplandığında, kurtuluş güvencesi sarsıldığında, Tanrı’ya özgürce ve
korkusuzca başvururken engellenmişlik çilesi çektiğinde –yok, esenlik ve huzur ruhsal
sevinçle pekişmediğinde- aklanma öğretisi saptırılmış ve alaşağı edilmiş olmaktadır. Pavlus,
tam tersini, mirasın yasadan gelmediğini [Gal. 3:18]., çünkü bu durumda “imanın geçersiz
olduğunu” [Rom. 4:14] savunmaktadır. Đman, işlere dikkatini verdiğinde sendeler, çünkü hiç
kimse, en kutsal olanlar bile, burada güvenecekleri bir şey bulamazlar.
Osiander’in “çifte doğruluk” terimiyle birbirine karıştırdığı iki ayrı şeyin, aklanmayla
yeniden doğuş arasındaki farkı Pavlus çok güzel açıklamaktadır. Osiander’in, “temel
doğruluk” yaftasını yapıştırdığı kendi doğruluğundan ya da kendisine verilmiş olan yürek
temizliğinden söz ederken, üzüntüyle haykırmaktadır: “Ne zavallı insanım! Ölüme götüren bu
bedenden beni kim kurtaracak?” [Rom. 7:24]. Ancak sadece Tanrı’nın merhameti üzerine
kurulan bu doğruluğa sığınarak, hem yaşamı hem ölümü, utançları ve açlığı, kılıcı ve diğer
bütün terslikleri görkemle yener. Tanrı’nın seçtiklerini, akladıklarını kim suçlayacak [Rom.
8:33, mealen]? Hiçbir şeyin “bizi O’nun Mesih’teki sevgisinden ayırmayacağına” [Rom.
8:38-39, mealen] kesinlikle inanıyorum. Tanrı’nın önünde, kurtulması için tek başına yeterli
olan doğruluğa sahip olduğunu duyurur. Öyle ki, yücelik kazanacağına, bu zavallı köleliğin
hiçbir engele yol açmayacağına, bir dakika önce payından yakınmasına yol açan bilincine
428
güveni sarsılmaz. Bu fark yeterince bilinmektedir ve suçların yükü altında inleyen ve
muzaffer bir güvenle bütün korkuların üstesinden gelen bütün kutsallara çok aşinadır.
Ancak Osiander’in, bunun Tanrı’nın doğasına uygun olmadığı yolundaki itirazı onu
sendeletir. Kutsalları kürklü bir kaftan gibi “çifte doğrulukla” giydirmesine rağmen, hiç
kimsenin günahları bağışlanmadan Tanrı’yı hoşnut edemeyeceğini kabul etmek zorundadır.
Ama bu doğruysa, söyledikleri gibi, yaradılıştan doğru olmayanların, isnat edilen belirli bir
orana202 göre doğru sayıldıklarını en azından kabul etsin. Ama günahkâr, doğruluğun yerini
alan bu karşılıksız kabulü eşit olarak nasıl bölecektir? Kiloyla mı, gramla mı? Güvenmesi için
gerekli olan doğruluğun kendisinde fazlasıyla bulunduğunu var saymasına izin verilmediği
için, bir o yana bir bu yana sendeleyerek belirsizlik içinde kalacaktır. Tanrı adına yasa koyan
birinin bu davada yargıç olmaması iyidir. Ama bu söz geçerli kalacaktır: “Öyle ki, O’nun
sözleriyle aklanabil ve yargılandığında başarılı ol” [Mez. 50:6, Vg; Krş. Mez. 51:4, Vatikan
Elkitabı].
Yüce Yargıç karşılıksız temize çıkardığında, “Merhamet ettiğime merhamet
edeceğim” [Çık. 33:19] cevabının hiçbir gücü kalmasın diye, O’nu suçlamak ne büyük
küstahlıktır. Yine de Tanrı’nın bu sözlerle sınırladığı Musa’nın aracılığının sonucu, O’nun
hiç kimseyi esirgememesi değil, suçlu olsalar bile, aleyhlerindeki suçlamayı silip yok etmesi
ve hepsini eşit olarak temize çıkarmasıdır. Aslında bu nedenle kaybolmuşların günahlarının
gömüldüğünü ve Tanrı’nın önünde aklandıklarını, çünkü Tanrı günahtan nefret ettiği için,
sadece akladıklarını sevebildiğini söylüyoruz. Bu, harika bir aklama planıdır. Mesih’in
doğruluğuyla örtülerek, hak ettikleri yargıdan titremeyecekler ve kendilerini adil şekilde
mahkûm ederlerken, kendilerinin dışında, doğru sayılacaklardır.
12. Osiander’in yalanlanması
Yine de okurlarımı, Osiander’in onlardan saklamak istememekle övündüğü bu gizeme
çok dikkat etsinler diye uyarmak gerekmektedir. Öncelikle, adil olmayanlara adil gözüyle
bakmak Tanrı için imkânsız olduğundan, sadece Mesih’in doğruluğunun bize isnat
edilmesiyle (onun kelimelerini kullanıyorum) Tanrı’nın sevgisini kazanmadığımızı ağız
kalabalığıyla uzun uzadıya iddia etmektedir. Sonunda, Mesih’in insan doğası açısından değil,
tanrısal doğası açısından bize doğruluk olarak verildiği sonucuna varıyor. Bu sadece Aracı
kişiliğinde bulunabilse de, insanın değil, Tanrı’nın doğruluğudur. Đpini iki tür doğrulukla
dokumuyor ama Mesih’in insan doğasının aklama görevini apaçık elinden alıyor. Dahası
O’nun nasıl mücadele ettiğini de anlamamız gerekiyor. Aynı yerde Mesih’in bizim için
bilgelik olduğu söylenmektedir [1Ko. 1:30] ama bu sadece sonsuz söz için geçerlidir. Bu
nedenle insan Mesih doğru kişi değildir. Cevap veriyorum: Tanrı’nın tek Oğlu, gerçekten de
O’nun sonsuz bilgeliğiydi ama Pavlus’un mektuplarında, bu ad ona “bilgeliğin ve bilginin
bütün hazineleri O’nda saklı olduğu için” [Kol. 2:3] farklı bir şekilde verilmektedir. Baba’yla
birlikte sahip olduğu ne varsa [Krş. Yu. 17:5] bize açıklamıştır. Bu nedenle, Pavlus’un
söylediği Tanrı’nın Oğlu’nun özü için değil, bizim yararlanmamız için geçerlidir ve Mesih’in
insan doğasına çok uygundur. Mesih beden almadan önce ışık karanlıkta parlasa da [Yu. 1:5],
Mesih insan doğasında Doğruluğun Oğlu olarak gelinceye kadar ışık saklı kalmıştır ve O, bu
nedenle Kendisine, “dünyanın ışığı” [Yu. 8:12] demektedir.
Osiander aklama gücünün hem melekleri hem de insanları aştığına, çünkü bunun
yaratılmış birinin saygınlığına değil, Tanrı’nın belirlemesine bağlı olduğuna da aptalca karşı
çıkmaktadır. Şayet melekler Tanrı’ya kefaret ödemek isteselerdi, hiçbir şey başaramazlardı,
çünkü önceden belirlendiklerinde böyle bir amaç yoktu. Ancak bu, özellikle insan Mesih’e
aitti. O, bizi lanetten kurtarmak için yasaya boyun eğmişti [Gal. 3:13; Krş. 4:4].
202
“Secundum rotam partem”, ticaret hukukunda “orantılı olarak bölme” anlamına gelen pro
rata parte ifadesinin değişik bir tarzı.
429
Mesih’in tanrısal doğası uyarınca bizim doğruluğumuz olduğunu kabul etmeyenleri de
Osiander, Mesih’in sadece tek bir parçasından yola çıkmakla ve –daha da kötüsü- iki Tanrı
oluşturmakla çok alçakça suçlamaktadır. Tanrı’nın içimizde yaşadığını kabul etseler bile,
bizim, Tanrı’nın doğruluğu sayesinde doğru insanlar olmadığımızı iddia ediyorlar. “Ölümün
gücüne sahip olanı yok edebilsin diye” [Đbr, 2:14, mealen] ölüme katlandığı için, Mesih’e
yaşamın yazarı dersek, bedende görünmüş Tanrı olarak, bütünüyle Mesih’i bu onurdan
yoksun bırakmayız. Tersine, biz keyfini çıkaralım diye, sadece Tanrı’nın doğruluğunun bize
nasıl geldiğini netleştiririz. Bu noktada Osiander tiksindirici bir hataya düşmektedir. Bize
Mesih’te açıklanan şeyin, Tanrı’nın özel işleyen lütfundan ve gücünden geldiğini inkâr
etmiyoruz. Ne de Mesih’in bize bahşedilen doğruluğunun Tanrı’dan gelen doğruluk olduğunu
öne sürüyoruz. Ama Mesih’in ölümünde ve dirilişinde bizim için doğruluk ve yaşam
olduğuna sebatla inanıyoruz. Ayrım gözetmeden hatta sağduyusu bile olmadan, okurlarına, ne
zaman doğruluktan söz edilse, bunun “temel doğruluk” diye anlaşılması gerektiği
zorunluluğunu yüklediği o utanç verici ayetler yığınını geçiyorum. Örneğin; Davut, kendisine
yardım etmesi için Tanrı’nın doğruluğuna başvurduğunda, bunu yüz kereden de çok yapsa,
Osiander böyle birçok ayeti yozlaştırmakta tereddüt etmemektedir.
Diğer itiraz hiç de daha güçlü değildir: Doğruluğun doğru düzgün tanımı, bizi doğru
davranmamız için harekete geçiren şeydir ama “hem istememiz hem de yetkin olmamız için
bizde etkin olan sadece Tanrı’dır” [Flp. 2:13, mealen]. Tanrı’nın, Ruh’uyla bizi düzelterek
yaşamda kutsallık ve doğruluk verdiğini inkâr etmiyorum. Yine de önce, bunu doğrudan
Kendi başına mı yoksa üyelerindeki eksiklikleri bereketiyle giderebilsin diye Kutsal Ruh’un
bütün doluluğunu emanet ettiği Oğlu’nun eliyle mi yaptığına bakılmalıdır. O zaman, doğruluk
bize O’nun tanrısallığının gizli pınarından gelse de, bundan, Kendini bizim adımıza bedeninde
kutsayan Mesih’in [Yu. 17:19] tanrısal doğası uyarınca bizim için doğruluk olduğu sonucu
çıkmaz.
Eklediği de daha az saçma değildir: Mesih, tanrısal doğruluğu sayesinde doğruydu;
Baba’nın iradesi O’nu harekete geçirmesiydi, Kendisine verilen görevleri bile yapamazdı.203
Başka bir yerde Mesih’in bütün liyakatinin sadece Tanrı’nın hoşnutluğunun bereketinden
aktığı söylense de,204 Osiander’in ve saf insanların gözlerini büyüleyen fanteziye bunun hiçbir
katkısı olmaz. Bizim doğruluğumuzun kaynağı ve başlangıcı Tanrı olduğu için, özümüzün
doğru olduğu ve Tanrı’nın doğruluğunun özünün içimizde yaşadığı sonucuna varılmasına kim
izin verir? Yeşaya, Tanrı’nın kiliseyi kurtarırken “doğruluğu göğüslük gibi kuşandığını”
söyler [Yşa. 59:17]. Bunu, Mesih yetkin bir Kurtarıcı olamasın diye, O’na verdiği zırhı
elinden almak için mi yaptı? Ancak peygamber sadece, Tanrı’nın, Kendinin dışında hiç
kimseye borçlanmadığını, bizi kurtarmak için hiçbir yardım almadığını kast eder. Pavlus,
Tanrı’nın, Kendi doğruluğunu göstermek için bize kurtuluş verdiğini [Rom. 3:25] söyleyerek,
başka kelimelerle bunu kısaca belirtmektedir. Ancak bu, onun başka bir yerde öğrettiğine asla
ters düşmemektedir: “Bir adamın söz dinlemesiyle kurtulduk” [Rom. 5:19]. Kısacası, zavallı
canlar Tanrı’nın merhametinde tam huzur bulamasınlar diye, kim iki tür doğruluğa sarınıp
sarmalanırsa, dikenlerden bir taç örüp alay ederek Mesih’in başına geçirir [Mar. 15:17 vb.].
(Skolastiklerin aklanmada yapılan iyi işlerin etkisi öğretisinin çürütülmesi, 13-20)
13. Đmanla doğruluk (salihlerden sayılmak) ve yapılan iyi işlerle doğruluk
Đnsanların büyük çoğunluğu doğruluğa imanın ve yapılan iyi işlerin dâhil olduğunu
düşünüyor. Önce imanla doğruluğun işlerle doğruluktan çok farklı olduğunu, birine güç
verildiğinde diğerinin çöktüğünü gösterelim. Elçi, “her şeyi süprüntü sayıyorum. Öyle ki,
Mesih’i kazanayım ve yasaya dayanan kişisel doğruluğu değil, Mesih’e iman etmekle
203
204
Osiander, Confessions, N 4b-O 3a.
II. xvii. 1.
430
kazanılan, iman sonucu Tanrı’dan gelen doğruluğa sahip olarak Mesih’e bağlanayım” [Flp.
3:8-9] demektedir. Burada hem birbirine zıt iki şeyin karşılaştırıldığını hem de Mesih’in
doğruluğunu kazanmak isteyen birinin kendi doğruluğundan vazgeçmesinin ima edildiğini
görüyorsunuz. Başka bir yerde de Yahudilerin düşmesinin nedeninin bu olduğunu
belirtmektedir: “Kendi doğrularını yerleştirmek ve Tanrı’nın doğruluğuna boyun eğmemek”
[Rom. 10:3, mealen]. Kendi doğruluğumuzu yerleştirerek Tanrı’nın doğruluğunu sarsıyorsak,
O’nun bu doğruluğunu kazanmak için kendi doğruluğumuzdan tamamıyla vazgeçmeliyiz.
Pavlus, övünmemizi yasanın değil, imanın dışladığını belirttiğinde de [Rom. 3:27] aynı ilkeyi
ortaya koymaktadır. Bundan çıkan sonuca göre, işlerle doğruluğun bir nebzesi kaldığı sürece,
bize övünme fırsatı da kalmaktadır. Đman her türlü övünmeye dışlıyorsa, yapılan işlerle
doğruluk imanla doğrulukla hiçbir şekilde bağdaştırılamaz. Romalıların dördüncü bölümünde
bu anlamda bahanelerin ya da kaçamakların hiç yeri olmadığını çok net anlatmaktadır: “Eğer
Đbrahim” diyor Pavlus, “yaptığı iyi işlerden dolayı aklandıysa, övünmeye hakkı vardır.” Sonra
da şunu eklemektedir: “Ama Tanrı’nın önünde övünmesinin nedeni yoktu” [Rom. 4:2].
Bundan, Đbrahim’in yaptığı iyi işlerle aklanmadığı sonucu çıkmaktadır. Sonra Pavlus, iki
zıtlığı gösteren başka bir sav ortaya koyar. Çalışana verilen ücret, lütuf değil, hak sayılır
[Rom. 4:4]. Ancak bahşedilen lütuf uyarınca doğruluk, iman sayesindedir. Bu nedenle,
yapılan işlerle hak edildiği için doğru olunmaz. Öyleyse imanın ve yapılan iyi işlerin birlikte
doğruluk akıttığını düşünenlerin hayallerine elveda.
14. Aynı şekilde, yeniden doğanların iyi işleri de aklanma sağlayamaz
Kutsal Yazı’yı bozmayı ve boş mazeretleri oyun ve spor haline getiren Sofistler,
kurnazca bir kaçış yolu olduğunu düşünüyorlar. “Đşlerin” anlamını, henüz yeniden doğmamış
olan insanların, Mesih’in lütfunun dışında kendi çabalarıyla yasaya uygun olarak yaptıkları
işler diye açıklıyorlar. Ancak bunlarla yapılan ruhsal işlerden söz edildiğini kabul etmiyorlar.
Onlara göre, bunların insanın kendi işleri değil, Mesih’in armağanları ve yeniden doğuşun
meyveleri olması koşuluyla, insan hem işlerle hem de imanla aklanmaktadır. Kendi
doğamızdan gelen bir çaba olmadan doğruluğu bize sadece Mesih’in Ruh’u bahşettiği için,
Pavlus’un, böyle konuşmasının tek nedeninin, kendi güçlerine güvenen Yahudileri,
doğruluklarıyla kibirlendikleri için, aptal olduklarına ikna etmek olduğunu söylüyorlar.
Yasadaki doğrulukla müjdedeki doğruluk arasındaki zıtlığı hala göremiyorlar. Başka bir yerde
Pavlus, işlere ne ad verilirse verilsin, hepsinin hariç tutulduğunu öne sürmektedir [Gal. 3:1112]. Bunun, yasadaki doğruluk olduğunu, yasanın emrettiğini yerine getiren birinin kurtuluşa
kavuşacağını; ancak Mesih’in öldüğüne ve dirildiğine inanmanın imana dayalı doğruluk
olduğunu öğretmektedir [Rom. 10:5, 9].
Ayrıca Mesih’in bereketlerinin –kutsanmanın ve doğruluğun-205 farklı olduğunu daha
sonra yeri geldiğinde göreceğiz. Bundan, aklanmanın gücü imana atfedildiğinde, ruhsal işlerin
bile sayılmadığı sonucu çıkmaktadır. Pavlus’un, -az önce alıntı yaptığımız ayette -206
Đbrahim’in yaptığı işlerle doğru olmadığı için, Tanrı’nın önünde övünmek için hiçbir nedeni
olmadığı ifadesi, literal ve gözle görülen erdemler ya da özgür iradenin çabası olarak
daraltılmamalıdır. Atanın yaşamı ruhsal ve neredeyse meleklerinki gibi olsa bile, Tanrı’nın
önünde doğruluk elde etmek için, Đbrahim’in yaptığı işlerde yeterli liyakat yoktu.
15. Roma’nın lütuf ve iyi işler öğretisi
Kendi uydurmalarını bir şekilde harmanlayan Skolastikler çok iğrençtir. Ne var ki, bu
adamlar, korku içindeki canlara huzur verebilen Tanrı’nın merhametini bile, “ruh” ve “lütuf”
205
206
Krş. III. xiv. 9.
13. m.’de Rom. 4:2’den yapılan alıntıdan söz ediliyor.
431
kisvesi altına sokup, saf ve gafil insanlara daha az ahlaksız olmayan bir öğretiyi aşılıyorlar.207
Yasa koyucuların Tanrı’nın önünde aklandığını Pavlus’la beraber kabul ediyoruz; ancak
hepimiz yasaya uymaktan çok uzak olduğumuz için, bundan, özellikle doğruluğa yararı
dokunması gereken işlerin, bunlardan yoksun olduğumuz için bize hiç yardımının olmadığı
sonucunu çıkarıyoruz. Papa yanlılarının ve Stoacıların yönetimindeki sıradan halka gelince,
burada iki kat kandırılmaktadır, hem Tanrı’dan liyakatlerinin ödülünü bekleyerek imana
vicdanın güvencesi dedikleri için, hem de Tanrı’nın lütfunu iyiliğin karşılıksız isnat edilmesi
olarak değil, kutsallığın peşinden koşarken yardım eden Ruh diye yorumladıkları için.
Elçinin, “Tanrı’ya yaklaşan, O’nun var olduğuna ve kendisini arayanları ödüllendireceğine
iman etmelidir” dediğini okuyorlar [Đbr. 11:6]. Ama O’nun nasıl aranacağına hiç dikkat
etmiyorlar. “Lütuf” kelimesini kullanırken yanıldıkları kendi yazılarından bellidir. Lombard,
aklanmanın bize Mesih aracılığıyla iki şekilde verildiğini açıklamaktadır. Birinci, der,
Mesih’in ölümü bizi aklar, bunun sayesinde yüreğimizde sevgi uyanır ve bizi doğru yapar,
Đkincisi, bu sevgi, iblisin bizi tutsak ettiği günahı ortadan kaldırdığı için, artık iblisin elinde
bizi mahkûm ettirecek bir araç kalmaz.208 Kutsal Ruh’un lütfuyla iyi işlere yönlendirilmemiz
nedeniyle, özellikle aklanma konusunda Tanrı’nın lütfuna onun nasıl baktığını görüyorsunuz.
Açıkçası, Augustinus’un görüşünü izlemek istemekte ama bunu uzaktan izlemekte, hatta bunu
doğru bir biçimde taklit etmekten büyük ölçüde sapmaktadır. Augustinus bir şeyi ne zaman
net olarak söylese, Lombard bunu belirsizleştirmekte ve Augustinus’da biraz bozulmuş bir
şey varsa Lombard bunu yozlaştırmaktadır. Okullar, Pelagius’çuluğa batarak böyle
düşüncesizce mahvoluncaya kadar, sürekli olarak kötüden daha kötüye gitmiştir. Bu konuda
Augustinus’un görüşünü ya da her halükarda bunu ifade etme tarzını bütünüyle kabul
etmemeliyiz. Doğruluğun bütün payesini hayran olunacak bir biçimde insandan alıp Tanrı’nın
lütfuna atfetse bile, yine de lütfu, Ruh aracılığıyla yepyeni bir yaşama yeniden doğduğumuz
kutsanmaya dâhil etmektedir.
16. Kutsal Yazı’daki hükmüne göre aklanmamız
Ama Kutsal Yazı, doğru imandan söz ederken bizi çok farklı bir şeye
yönlendirmektedir: Yani yaptığımız işleri düşünmeyi bir yana bırakarak sadece Tanrı’nın
merhametine ve Mesih’in yetkinliğine bakmaya. Aslında şu sırayla aklanıldığını
anlatmaktadır: Önce Tanrı, Kendi pak ve karşılıksız iyiliğiyle günahkâra kucak açma
tenezzülünde bulunur. Günahlıda, Kendi merhametini harekete geçiren acınacak durumdan
başka bir şey bulamaz, çünkü insanın son derece boş ve iyi işler yapmakta verimsiz olduğunu
görür; bu durumda insanı bereketlemek için Kendinde bir neden arar. Sonra Tanrı, yaptığı
işlerden umutsuzluğa düşen günahlı, kurtuluşunun temelini O’nun merhametine
dayandırabilsin diye, ona dokunarak Kendisinin iyi olduğu duygusunu uyandırır. Bu, iman
deneyimidir. Günahlı bunun sayesinde kurtuluşa kavuşur. Müjdede öğretilenden Tanrı’yla
barıştığını; Mesih’in doğruluğunun aracılık etmesiyle ve günahların bağışlanmasının
tamamlanmasıyla aklandığını kabul eder. Tanrı’nın Ruhu’yla yeniden doğsa bile, sonsuza
kadar sürecek olan doğruluğun yatkın olduğu iyi işlerde değil, sadece Mesih’in doğruluğunda
207
“Bu adamlar”, tanrısal merhametin üzerini örterek, aklanma ve lütfu sapkınca ele
alışlarında Skolastikleri bile geçen Ortaçağ sistemini on altıncı yüzyılda savunanlardır. Bk.
OS IV. 198 vd’da sözü edilen Faber, Cochlaeus, Schatzgeyer, Fisher ve Latomus. Trent
Konsili’nin 6. oturumunda (13 Ocak, 1547) öğretiden sapanları aforoz eden 33 kanonla
birlikte alınan aklanma konulu kararla Roma tartışmaya son vermiştir. (Schaff, Creeds II. 89118). Krş. Melanchthon’un, Acta Concilii Tridentini anno MDXLVI celebrati’de (tarih eski
stilde yazılmıştır) özellikle, bu serinin sadece imanla aklanmayı mahkûm eden ix. kanonuna
cesur yanıtı.
208
Lombard, Sentences III. xix. 1 (MPL 192. 795 vd.).
432
yattığını düşünür. Bunlar tek tek düşünüldüğünde, bizim görüşümüz açıkça ortaya çıkacaktır.
Yine de bunlar belirtilenden daha iyi olan başka tarzda da sıralanabilmektedir. Ancak konuyu
tamamıyla doğru açıklayalım ve güvenerek kabul edelim diye, bunların kendi aralarında
birbirleriyle tutarlı olmaları koşuluyla, sıralama pek fark etmez.
17. Pavlus’a göre imanla doğru sayılmak ve yasaya göre doğru sayılmak
Burada imanla müjde arasında daha önce kurduğumuz ilişkiyi hatırlamalıyız. Đmanın,
müjdede sunulan doğruluğu kabul edip kucakladığı için akladığı söylenmektedir. Ayrıca
doğruluğun müjde aracılığıyla sunulduğu söylendiği için, işlerle ilgili her türlü düşünce
dışlanmalıdır. Pavlus bunu başka yerlerde sık sık ama iki ayette çok açık belirtmektedir.
Romalılara mektubunda yasayla müjdeyi karşılaştırırken şöyle der: “Yasadaki doğruluk”
öyledir ki, “yasanın gereklerini yapan, bunların sayesinde yaşayacaktır” [Rom. 10:6]. Ama
“Đsa’nın Rab olduğuna ve Baba’nın O’nu dirilttiğine yürekten iman eder ve ağzınla açıkça
söylersen” [Rom. 10:9, mealen], “imana dayanan doğruluk” [Rom. 10:6] kurtuluşu ilan eder.
Yasayla müjde arasındaki bu farkı nasıl ortaya koyduğunu görüyor musunuz? Birincisi,
doğruluğu işlere atfediyor, ikincisi ise işlerin yardımı olmadan karşılıksız olarak doğruluk
bahşediyor. Bu, önemli bir ayettir. Müjde aracılığıyla bize verilen bu doğruluğun bizi
yasadaki bütün koşullardan kurtardığını anlarsak, birçok zorluktan kurtulabiliriz. Olgular
karşılıklı olarak çeliştiğinde, elçinin, yasadaki vaade sık sık karşı çıkmasının nedeni budur:
“Miras yasaya bağlıysa, artık vaade bağlı değildir” [Gal. 3:18]; ve bu görüşü açıklayan aynı
bölümdeki ayetler.
Elbette yasanın kendine özgü vaatleri vardır. Bu nedenle, karşılaştırmanın anlamsız
olduğunu kabul etmezsek, müjdedeki vaatlerde apaçık farklı bir şey olmalıdır. Ancak bu fark,
yasadaki vaatler yapılan işlerin durumuna bağlıyken, müjdedeki vaatlerin sadece Tanrı’nın
merhametine bağlı ve karşılıksız olmasından başka nedir? Bu, Tanrı’nın reddettiği, insanların
kendi güçleri ve özgür iradeleriyle zorla kabul ettirdikleri doğruluktur, diye kimse bana
söylemesin209 –çünkü Pavlus, yasanın buyruğunun hiçbir yararı olmadığını çok açıkça
öğretmektedir [Krş. Rom. 8:3]. Sadece sıradan halktan değil, en yetkin insanlardan da bunu
yerine getirebilen kimse yoktur. Tabii ki, sevgi yasanın köşe taşıdır. Tanrı’nın Ruhu, bizde
böyle bir sevgi oluşturduğunda, kutsallarda bile sevginin yetkin olmamasının ve bu nedenle
hiçbir ödüle layık olmamasının dışında, bizim için bu, niçin doğruluk nedeni değildir?
18. Aklanma yapılan işlerin bedeli değil, karşılıksız armağandır
Đkinci ayet şudur: “Tanrı katında hiç kimsenin yasayla aklanmadığı açıktır. Çünkü
doğru insan imanıyla yaşayacaktır [Krş. Hab. 2:4]. Ama yasa imana dayalı değildir; tersine,
yasanın gereklerini yapan, onlar sayesinde yaşayacaktır” [Gal. 3:11-12]. Bu görüşte, işlerin
iman hesabına girmediğini ama son derece farklı olduğunu kabul etmekten başka ne iddia
edilmektedir? Pavlus, yasanın imandan farklı olduğunu söylüyor. Neden? Çünkü yasadaki
doğruluk uyarınca iyi işler gerekiyor. Bu durumda, imanda doğru sayılmak için işlerin
gerekmediği sonucu çıkıyor. Đmanla aklananların, yaptıkları işlerle layık olmanın dışında –
aslında, işlerle layık olmadan- aklandıkları bu ilişkiden anlaşılmaktadır. Đman, müjdenin
bahşettiği doğruluğu almaktadır. Bu konuda müjde yasadan farklıdır. Öyle ki, yapılan işlerle
doğruluk arasında bağlantı kurmamakta ama doğruluğu sadece Tanrı’nın merhametinin çatısı
altına yerleştirmektedir. Pavlus’un Romalılardaki bakış açısı bununla aynıdır: Đbrahim’in
övünmesi için bir neden yoktu, çünkü imanı doğruluk sayılmıştı [Rom. 4:2-3]; bunu
doğrulamak için de, ödülü hak eden işlerin olmadığı yerde, imanın doğruluğunun koşullarda
yeri olduğunu eklemektedir. “Đşler varsa karşılığı, borç olarak ödenir; imana verilenin ise
karşılığı yoktur” [Rom. 4:4-5, mealen]. Aslında Pavlus’un burada kullandığı kelimelerin
209
Eck, Enchiridion, böl. vi. Trent Konsili, 6. oturum, i. kanon (Schaff, Creeds II. 110).
433
anlamı bu ayet için de geçerlidir. Daha sonra, bu nedenle, lütfa göre, imanımızla mirasçı
olduğumuzu eklemektedir. Bu mirasçılığın karşılıksız olduğu, çünkü imanla alındığı
sonucunu çıkarmaktadır [Krş. Rom. 4:16]. Yapılan işlerin yardımı olmadan, imanın
tamamıyla Tanrı’nın merhametine dayanmasının dışında bu nasıl böyle olmaktadır? Başka
bir ayette, kuşkusuz aynı anlamda olmak üzere, “Tanrı’nın doğruluğu, Yasa ve Peygamberler
tarafından tanıklık edilse de, yasadan bağımsız olarak tezahür etmiştir” diye öğretmektedir
[Rom. 3:21, mealen]. Yasayı dışlayarak, işlerin bize yardımının olduğunu ve yaptığımız
işlerle doğruluk elde ettiğimizi reddetmektedir; bunun yerine, doğruluğu almak için, bomboş
geliriz.
19. “Sadece imanla”
Đnsanın sadece imanla aklandığını [Rom. 3:28] söylediğimizde, okur, Sofistlerin bugün
bizim öğretimize nasıl da açıkça kusur bulduklarını görecektir. Đnsanın, imanla aklandığını
inkâra cesaret edemiyorlar, çünkü bu, Kutsal Yazı’da çok sık karşımıza çıkıyor. Ancak
“sadece” kelimesi hiçbir yerde ifade edilmediği için, bu ekin yapılmasına izin vermiyorlar.
Öyle mi? Ancak Pavlus’un, doğruluk karşılıksız değilse, imandan kaynaklanamayacağını
iddia ettiği bu sözlerine ne yanıt verecekler [Rom. 4:2 vdd.]? Karşılıksız bir armağan işlerle
nasıl bağdaşacak? Pavlus’un, başka bir ayette Tanrı’nın doğruluğunun müjdede açıklandığı
sözünden [Rom. 1:7] hangi hilelerle sıyrılacaklar? Doğruluk müjdede açıklanıyorsa, tabii ki,
müjdede eksik ya da yarım bir doğruluk değil, tam ve yetkin doğruluk vardır. Bu nedenle,
müjdede yasanın yeri yoktur. Sadece asılsız değil, gülünç bir bahaneyle de bu sıfatın
dışlanmasında ısrar ediyorlar. Her şeyi işlerden elde eden biri, her şeyi yeterince kesin olarak
sadece imana atfetmez mi? Rica ediyorum, şu ifadeler ne anlama geliyor? “O’nun doğruluğu
yasadan bağımsız olarak tezahür etmiştir” [Rom. 3:21, mealen]; “insan karşılıksız
aklanmıştır” [Rom. 3:24, mealen]; “yasadaki işlerden bağımsız olarak” [Rom. 3:28].
Burada dâhice bir bahane buluyorlar: Kendileri uydurmasalar, Origenes’ten ve başka
antik dönem yazarlarından almış olsalar bile, yine de bu son derece aptalcadır. Yasadaki
ahlakla ilgili işlerin değil, törenle ilgili işlerin dışlandığından dem vuruyorlar.210 Sürekli kavga
etmekte o kadar ustalaşıyorlar ki, mantığın ilk unsurlarını bile kavrayamıyorlar. Elçinin,
görüşünü kanıtlamak için şu ayetleri öne sürdüğünde saçmaladığını mı sanıyorlar? “Yasa
kitabında yazanları yerine getirmeyenlerin her biri lanet altındadır” [Gal. 3:10, mealen].
Akıllarını kaçırmadılarsa törenleri yerine getirenlere yaşam vaat edildiğini ya da sadece
törenlere karşı gelenlerin lanet altında olduklarının duyurulduğunu söylemeyecekler. Şayet bu
ayetler ahlak yasası diye anlaşılıyorsa, ahlakla ilgili olarak yapılan işlerin de aklamanın
gücüne dâhil olmadığından hiç kuşku yoktur. Pavlus’un kullandığı şu kanıtlar da aynı kapıya
çıkar: “Çünkü Yasa sayesinde günahın bilincine varılır” [Rom. 3:20], doğruluğun değil.
Çünkü “yasa, Tanrı’nın gazabına yol açar” [Rom. 4:15], doğruluğa değil. Yasa vicdanları
garanti altına almadığı gibi, doğruluk da veremez. Đman, doğruluk sayıldığı için, yapılan
işlerin ödülü doğruluk değildir, doğruluk hak edilmeden verilmektedir [Rom. 4:4-5]. Đmanla
aklandığımız için, övünmemiz biter [Rom. 3:27, mealen]. “Yaşamı sağlayan bir yasa
verilseydi, o zaman doğruluk gerçekten de yasa sayesinde olurdu. Oysa Tanrı inananlara iman
verilsin diye, bütün dünyayı günahın tutsağı ilan ediyor” [Gal. 3:21-22, mealen]. Cesaretleri
varsa bu ifadelerin ahlak için değil, törenler için geçerli olduğunu gevelesinler. Okul çocukları
210
Anlaşıldığı kadarıyla, Origenes’e atıfta bulunulması yanlıştır. Bunun izi (OS IV. 203)
Hieronymus’un Commentary on Romans, 3. böl’de. (MPL 30. 66) Pelagius’tan yaptığı
alıntıya kadar sürülmekte ve Sözde Ambrosius’un Commentary or Romans 3’ünde de (MPL
17. 79) bulunmaktadır. Başka tartışmacıların yanı sıra Enchiridion iv (CC 12. 30)’da Herborn
da bunu kullanmaktadır.
434
bile bu cesarete güler. Bu durumda, yasanın aklama yetisi kabul edilmediğinde bu sözler
bütün yasaya atıfta bulunmaktadır.
20. “Yasadaki işler”
Şayet biri, elçinin, işlerin adını vermekle yetinmeyerek neden böyle bir nitelemede
bulunduğunu merak ediyorsa bunun kolay bir açıklaması vardır. Đşlere çok saygı duyulmasına
rağmen, bunlar, bizim değerli olmamızdan çok, Tanrı onayladığı için değerlidir. Tanrı bizzat
onaylamasaydı Tanrı için doğru olan işleri kim önermeye cesaret edebilirdi? Tanrı vaat
etmeseydi kim ödül istemeye cesaret edebilirdi? Bu durumda, hem doğruluk hem de ödül
adına bunların değerli sayılması Tanrı’nın bereketidir. Bu nedenle işlerin değeri vardır, çünkü
işler aracılığıyla insan Tanrı’ya itaatini göstermek istemektedir. Bu durumda, Đbrahim’in
işlerle aklanmadığını kanıtlamak için elçi, başka bir yerde yasanın antlaşma yapıldıktan tam
dört yüz otuz yıl sonra verildiğini duyurmaktadır [Gal. 3:17]. Yasanın ilanından önce doğru
işler olabildiği savına cahiller bile güler. Ama elçi, sadece Tanrı’nın tanıklığı ve lütfetmesiyle
işlerin bu kadar büyük bir değere sahip olduğunu bildiği için, yasadan önce bunların hiçbir
aklama gücünün olmadığı gerçeğini kabul etmektedir. Aklanmayı işlerden ayırmak
istediğinde, yasadaki işlerden açıkça söz etmesinin nedenini biliyoruz, çünkü sadece bunlarla
ilgili bir çekişmenin ortaya çıkabileceği bellidir.
Ne var ki, Davut’un tanıklığı konusunda, Tanrı’nın, işlerine bakmadan doğru saydığı
bu adama kutsallık verildiğini belirttiğinde olduğu gibi, kimi zaman hiçbir niteleme
olmaksızın bütün işleri hariç tutmaktadır [Rom. 4:6; Mez. 32:1-2]. Bu nedenle, onların hiçbir
bahaneleri bizi, bu özel açıklamayı genel bir ilke kabul etmemize engel olamaz.
Doğruluk sevgiye bağlı olsun diye, sadece sevginin harekete geçirdiği imanla
aklandığımıza dair aptalca bir kurnazlığın da anlamsızca peşinden koşuyorlar.211 Aslında,
başka bir imanın değil, “sevgiyle etkisini gösteren imanın” [Gal. 5:6] akladığını Pavlus’la
beraber kabul ediyoruz. Ancak bu, aklama gücünü sevginin gösterdiği etkiden almamaktadır.
Aslında bu, bizi Mesih’in doğruluğuyla paydaş olmaya götürmekten başka bir şekilde
aklamaz. Yoksa elçinin üzerinde ısrarla durduğu her şey bütün gücüyle çökerdi. “Çalışana
verilen ücret lütuf değil, hak sayılır” [Rom. 4:4]. “Ancak çalışmayan ama tanrısızı aklayana
iman eden kişi imanı sayesinde aklanmış sayılır” [Rom. 4:5]. Ödülü hak eden işlerin
olmamasından başka, imandan gelen doğruluk da olmadığını ve doğruluğun, borçlu
olunmayan lütuf aracılığıyla bahşedildiği yerde imanın doğru sayıldığını daha net iddia
edebilir miydik?
(Günahlar ancak Mesih’in doğruluğu aracılığıyla bağışlanır, 21-22)
21. Aklanma, barışma ve günahların bağışlanması
Tanımda söz edilen, imana dayanan doğruluğun Tanrı’yla barışma olduğunu, bunun da
sadece günahların bağışlanmasını içerdiği ifadesinin ne kadar doğru olduğunu irdeleyelim.212
Her zaman şu aksiyoma geri dönmeliyiz: Tanrı’nın gazabı her zaman, günah işlemeye devam
eden herkesin üzerindedir. Yeşaya bunu şu sözlerle çok iyi açıklamıştır: “RAB’bin eli
kurtaramayacak kadar kısa, kulağı duyamayacak kadar sağır değildir. Ama suçlarınız sizi
Tanrı’nızdan ayırdı. Günahlarınızdan ötürü O’nun yüzünü göremez, sesinizi işittiremez
oldunuz” [Yşa. 59:1-2]. Günahın insanla Tanrı’yı ayırdığı, Tanrı’nın yüzünü günahlılardan
çevirdiği bize anlatılıyor; günahla işi olanların Kendi doğruluğuna yabancı olduğunu
gördüğünde bu başka türlü olamazdı. Bu nedenle elçi, insanın Mesih’in aracılığıyla lütfu
211
Fisher, Confutatio, s. 65 vd., 80; Herborn, Enchiridion iv (CC 12. 27 vdd.); Cochlaeus,
Philippicae III. 10; De Castro, Adversus haereses VII. “fides” maddesi (1543. fo. 24 K – 104
D.)
212
Yk. bk. m. 2 ve 4.
435
alıncaya kadar Tanrı’nın düşmanı olduğunu öğretmektedir [Rom. 5:8-10]. Rab’bin,
Kendisiyle beraber olmaya kabul ettiği kişiyi akladığı söylenmektedir, çünkü günahlıyı doğru
bir insana dönüştürmezse ne ona lütufta bulunur ne de paydaşlığa alır. Bunun, günahların
bağışlanmasıyla yapıldığını ekliyoruz; Rab’bin Kendisiyle barıştırdığı kişiler işleriyle
yargılansalar, günahlarından kurtulmuş ve arınmış olmaları gerekmesine rağmen, aslında hala
günahkâr bulunurlar. Bu durumda çok açıktır ki, Tanrı’nın kucak açtıkları, sadece günahların
bağışlanmasıyla lekeleri temizlendiğinde, arındıkları için doğru sayılırlar. Sonuçta bu
doğruluğa tek kelimeyle “günahların bağışlanması” denebilir.
22. Aklanmayla günahların bağışlanması arasındaki yakın ilişkinin Kutsal Yazı’daki kanıtı
Pavlus’un daha önce alıntı yaptığım213 sözleri şu iki noktayı çok güzel açıklamaktadır:
“Tanrı, insanların suçlarını saymayarak dünyayı Mesih’te kendisiyle barıştırdı ve barıştırma
sözünü bize emanet etti” [2Ko. 5:19]. Sonra Pavlus, Mesih’in elçiliğini özetleyerek şunu
eklemektedir: “Tanrı, günahı bilmeyen Mesih’i bizim için günah yaptı. Öyle ki, Mesih
sayesinde Tanrı’nın doğruluğu olalım” [2Ko. 5:21]. Doğruluğun ve barışmanın birbirini
içerdiğini anlayalım diye, burada doğruluk ve barışma arasında ayırım yapmadan söz
etmektedir. Ayrıca bu doğruluğun kazanılma tarzını da öğretmektedir: Yani günahlarımızın
aleyhimize sayılmaması. Bu nedenle, Tanrı’nın, günahlarımızı aleyhimize saymayarak bizi
Kendisiyle barıştırdığını işittiğinizde bizi nasıl aklayabildiğinden artık kuşku duymayın.
Pavlus, Davut’un tanıklığıyla, işlerine bakılmaksızın insana doğruluk verildiğini Romalılara
kanıtlamaktadır, çünkü Davut, “Ne mutlu suçları bağışlanan, günahı örtülen, günahı RAB
tarafından sayılmayan insana” [Rom. 4:6-8; Mez. 32:1-2] der. Kuşkusuz burada mutluluğu
doğruluk yerine kullanmaktadır; günahların bağışlanmasının buna dâhil olduğunu duyurduğu
için, bunu ayrıca belirtmesinin nedeni yoktur. Vaftizci Yahya’nın babası Zekeriya da aynı
şekilde, kurtuluş haberinin günahların bağışlanmasına dayandığına dair ezgi söylemektedir
[Luk. 1:76-77]. Pavlus, kurtuluşun özü konusunda Antakya halkına verdiği vaazda bu ilkeyi
izlemiştir. Luka’nın yazdığı üzere, şu sonuca varmıştır: “Günahların bu Kişi aracılığıyla
bağışlanacağı ve O’na inanan herkesin Musa’nın yasasıyla aklanamadığınız her şeyden
aklanacağı size duyurulmuş bulunuyor [Elç. 13:38-39, mealen]. Elçi günahların
bağışlanmasıyla doğruluk arasında öyle bir bağ kurmaktadır ki, bunların tam olarak aynı
olduğunu göstermektedir. Tanrı’nın şefkatiyle kazandığımız doğruluğun bizim için karşılıksız
olduğu sonucunu gerektiği şekilde buradan çıkarmaktadır.
Đmanlıların Tanrı’nın önünde yaptıkları işlerle değil, karşılıksız kabul görerek doğru
sayılmaları alışılmadık bir ifade gelmemelidir, çünkü Kutsal Yazı’da bu sık sık karşımıza
çıkmakta ve antik dönem yazarları da kimi kez bundan söz etmektedirler. Augustinus bir
yerde şöyle demektedir: “Bu dünyada kutsalların doğruluğuna, erdemlerin yetkinliğinden çok
günahların bağışlanması dâhildir”214 Bernard’ın ünlü cümleleri de buna benzemektedir:
“Günah işlememek Tanrı’nın doğruluğudur; ama insanın doğruluğu Tanrı’nın lütfudur.”215
Daha önce de şunu duyurmuştu: “Aklanmada bizim doğruluğumuz Mesih’tir ve bu nedenle
sadece O’nun merhametiyle bağışlananlar doğru insanlardır.”216
23. Bizim değil, Mesih’in doğruluğu
Tanrı’nın önünde sadece Mesih’in doğruluğunun aracılık etmesiyle aklandığımız
buradan bellidir. Bu, insanın kendi başına doğru olmadığını ama isnat yoluyla Mesih’in
213
m. 4.
Augustine, City of God XIX. xxvii (MPL 41. 657; çev. NPNF II. 419).
215
Bernard, Sermons on the Song of Songs xxiii. 15 (MPL 183. 892; çev. S. J. Eales, Life and
Works of St. Bernard IV. 141).
216
Bernard, a. g. e., xxii. 6, 11 (MPL 183. 880, 884; çev. Eales. a.g.e., IV. 126, 130).
214
436
doğruluğu ona aktarıldığı için –özenle dikkat etmeye değer bir şey- doğru olduğunu
söylemekle aynıdır. Aslında, insanın imanla aklandığı, çünkü Mesih’in doğruluğu aracılığıyla,
kendisine doğruluk veren Tanrı’nın Ruhu’nu paylaştığına dair o anlamsız düşünce yok olup
gider.217 Bu, yukarıdaki öğretiyle hiç bağdaşmayacak kadar terstir. Doğruluğu kendisinin
dışında araması öğretilen birinde doğruluk olmadığından kuşku yoktur. Ayrıca elçi, şunları
yazarken bunu çok açıkça iddia etmektedir: “Tanrı, günahı bilmeyen Mesih’i bizim için
kefaret sunusu yaptı. Öyle ki, Mesih sayesinde Tanrı’nın doğruluğu olalım” [2Ko. 5:21,
mealen].
Bizim doğruluğumuzun bizim değil, Mesih’in olduğunu, biz sadece Mesih’le paydaş
olduğumuz için bu doğruluğa sahip olduğumuzu görüyorsunuz; aslında biz, doğruluğun bütün
zenginliklerine O’nunla birlikte sahibiz. Bu, elçinin başka bir yerde öğrettiği, yasadaki
doğruluk bizde yerine gelsin diye, günahın, Mesih’in benliğindeki günah olarak mahkûm
edilmesiyle [Rom. 8:3-4] çelişmemektedir. Bunun, sadece bize isnat edildiği için yerine
geldiğini belirtmektedir. Rab Mesih doğruluğunu bizimle öyle paylaşmaktadır ki, Tanrı’nın
yargısının karşılığı olmak üzere, bize yetecek şekilde gücünü muhteşem bir tarzda
dökmektedir. Pavlus’un az önce söylediği başka bir ifadesinde tam olarak aynı şeyi kast ettiği
çok nettir: “Bir adamın söz dinlemezliği yüzünden günahkâr kılındığımız gibi, bir adamın söz
dinlemesiyle de aklandık” [Rom. 5:19, mealen].
Sadece O’nun aracılığıyla doğru
sayıldığımızı duyurmak, Mesih’in itaati bizimmiş gibi sayıldığı için, bizim doğruluğumuzu
Mesih’in itaatine atfetmekten başka nedir?
Bu nedenle, Ambrosius, Yakup’un kutsanmasıyla elde ettiği bu doğruluğu bana göre,
güzelce ifade etmiştir: Đlk doğan olma hakkını kazanmadığı için, erkek kardeşinin elbiselerine
saklanıp, onun hoş bir koku yayan ceketini giyerek [Yar. 27:27] babasına yarandığını, böylece
başka birini taklit ederek, kendi çıkarına kutsandığını belirtmektedir. Aynı tarzda biz de,
Tanrı’nın gözünde doğruluğumuzu kanıtlayabilelim diye, ilk doğan kardeşimiz Mesih’in
değerli paklığı altına gizleniyoruz. Đşte Ambrosius’un sözleri: “Đshak’ın elbiseleri koklaması
belki de, bizim işlerimizle değil, benliğimizle aklandığımız anlamına geliyor, çünkü benliğin
zayıflığı işlere engel oluşturmaktadır ama bağışlanmayı hak eden imanın parlaklığı işlerdeki
yanlışı gölgede bırakmaktadır.”218
Asında bu gerçektir, çünkü kurtulmak için Tanrı’nın önüne gelebilelim diye, O’nun
kokusuyla güzel kokmalıyız ve günahlarımız O’nun yetkinliğiyle örtülerek gömülmelidir.
XII. BÖLÜM
TANRI’NIN KARŞILIKSIZ AKLADIĞINA ĐYĐCE ĐKNA OLABĐLELĐM DĐYE,
DÜŞÜNCEMĐZĐ O’NUN YARGI KÜRSÜSÜNE KALDIRMALIYIZ
(Tanrı’nın muhteşemliğinin ve mükemmelliğinin ışığında aklanma, 1-3
1. Tanrı’nın yargı kürsüsünün önünde hiç kimse doğru değildir
Bütün bunların mükemmel bir biçimde doğru olduğu parıltılı tanıklıklarla açıklansa
bile, bütün bu tartışmanın temelinin ne olması gerektiğini gözümüzün önüne getirinceye
kadar, bunların ne kadar gerekli olduğunu anlamayız. Önce şunu görmeliyiz: Tanrısal yargıyı
tatmin etmek için, gereken işlerin doğruluğunu kendi küçük ölçümüzle ölçmeyelim diye,
üzerinde durduğumuz konu bir insan mahkemesinin değil, göksel bir mahkemenin adaletiyle
ilgilidir. Ancak bunun genellikle büyük bir aceleyle ve cesaretle tanımlanması şaşırtıcıdır.
Aslında ortaya çıkan salgın hastalıklara korkunç bir şekilde yakalananlardan ya da derialtı
217
Lombard, Sentences II. xxvi. 6 (MPL 192. 715); Duns Scotus, On the Sentences II. xxvii. 1,
3 (Opera omnia XIII. 249).
218
Ambrose, On Jacob and tne Happy Life II. ii. 9 (CSEL 32. ii. 36 vd.)
437
bozukluklardan ötürü cızırtılı sesler çıkaranlardan çok daha güvenle ya da halkın söylediği
gibi, çok daha şamata yaparak işlerin doğruluğu konusunda gevezelik eden kimsenin olmadığı
görülebilmektedir. Böyledir, çünkü en ufak bir duygu bile uyanmış olsaydı asla böyle
küçümsemeyecekleri Tanrı’nın adaletini düşünmemektedirler. Bunun Tanrı’nın adaleti olduğu
ve eksiksiz bir bütün olmasının, hiçbir yozluğun onu kirletememesinin dışında, başka hiçbir
şeyin kabul edilemeyeceği kadar mükemmel olduğu anlaşılmazsa elbette ona pek değer
verilmez, Đnsanda bu hiç görülmemiştir ve görülmeyecektir de. Okulların loş manastırlarında,
insanların aklanmasında işlerin değeri konusunda kolayca ve rahatça çene çalınabilir. Ama
Tanrı’nın huzuruna geldiğimizde bu eğlencelerden vazgeçmeliyiz! Orada ciddi bir konuyla
ilgileniriz ve anlamsız söz dövüşlerine219 girmeyiz. Gerçek doğruluğu kazançlı bir biçimde
irdeleyeceksek şu soru için aklımızı kullanmamızda ısrar ediyorum: Göksel Yargıç bize hesap
sorduğunda O’na ne cevap vereceğiz? Yargıcı, zihnimizde doğal olarak tasavvur ettiğimiz
şekilde değil, bizim için Kutsal Yazı’da anlatıldığı şekilde gözümüzün önünde canlandıralım:
O’nun parıltısıyla yıldızlar kararıyor [Eyü. 3:9]; gücüyle dağlar eriyor; gazabından yeryüzü
sarsılıyor [Krş. Eyü. 9:5-6]; bilgeliği bilgeleri kurnazlıklarında yakalıyor [Eyü. 5:13]; ayrıca
paklığıyla her şey kirli geliyor [Krş. Eyü. 25:5]; doğruluğuna melekler bile sahip olamıyor
[Krş. Eyü. 4:18]; suçluyu masum duruma getirmiyor [Krş. Eyü. 9:20]; öfkesi bir kez
tutuştuğunda cehennemin derinliklerine kadar işliyor [Yas. 32:22; Krş. Eyü. 26:6]. Đnsanların
işlerini incelemek için yargı kürsüsünde oturan O’na bakın, diyorum. O’nun tahtının önünde
kim kendine güvenerek durabilecek? “Her şeyi yiyip bitiren ateşin yanında hangimiz
oturabilir?” diye sorar peygamber. “Sonsuza dek sönmeyecek alevin yanında hangimiz
yaşayabilir? Doğru yolda yürüyüp gerçeği söyleyen” [Yşa. 33:14-15, mealen] vb. Ama böyle
biri her kimse öne çıksın. Hayır, şu cevapla hiç kimse öne çıkmıyor. Tam tersine korkunç bir
ses çınlıyor: “Ya RAB, sen suçların hesabını tutsan, kim ayakta kalabilir, ya RAB?” [Mez.
130:3]. Aslında, başka bir yerde yazıldığı gibi, hepsi kısa süre sonra mahvolmalıdır: “Đnsan,
Tanrı’yla karşılaştırıldığında aklanabilir mi ya da kendisini yaratandan daha pak olabilir mi?
Bakın, O’na kulluk edenler sadık değiller ve O, meleklerinde hata buldu. Çamur evlerde
oturanlar, mayası toprak olanlar güvelerden önce daha ne kadar yok olup gidecekler?
Ömürleri sabahtan akşama varmıyor” [Eyü. 4:17-20]. Aynı şekilde: “Bakın, azizlerinden
hiçbiri sadık değil ve O’nun gözünde gökler de temiz değil. Suçu su gibi içen insan ne kadar
iğrenç, ne kadar yararsızdır?” [Eyü. 15:15-16].
Aslında Eyüp Kitabı’nda yasaya itaat etmekten çok doğruluktan söz edildiğini ve bu
ayırımı korumanın önemli olduğunu kabul ediyorum. Biri, yasanın gereklerini yerine getirse
bile, bütün anlayışı aşan bu doğruluk sınavına dayanamayabilir. Bu nedenle, Eyüp’ün vicdanı
iyi olsa da şaşkınlıktan aptallaşır, çünkü Tanrı’nın, meleklerin işlerini göksel terazide
tarttığında meleklerin kutsallığının bile O’nu hoşnut edemediğini görmektedir. Bu nedenle,
söz ettiğim bu doğruluğu geçiyorum, çünkü onu kavramak mümkün değildir. Ben sadece,
yaşamımız yazılı yasanın standardına göre incelenirse, Tanrı, bu çok sayıda lanetle bizi
temizlemek istediğinde, büyük bir korkuyla eziyet çekmiyorsak tembel olduğumuzu
söylüyorum – başkalarının yanı sıra şu genel bir lanettir: “Bu kitapta yazan her şeye uymayan
herkese lanet olsun” [Gal. 3:10; Yas. 27:26]. Kısacası, Göksel Yargıç’ın önünde herkes
suçunu kabul etmezse ve aklanmak için isteyerek alçalıp bir hiç olduğunu itiraf etmezse bütün
tartışma aptalca ve eksik olacaktır.
2. Đnsanların önünde doğruluk ve Tanrı’nın önünde doğruluk
Buraya kadar boş yere övünmektense titremeyi öğrenmek için gözlerimizi yukarıya
kaldırmamız gerekiyordu. Aslında, bir kimsenin, arkadaşlarının küçümsememesi gereken bir
şeye sahip olduğunu düşünmesi için, insanlarla karşılaştırma yapmaktan vazgeçildiğinde bu,
219
“λογοµαχία”
438
kolaydır. Ama Tanrı’ya isyan ettiğimizde bizim bu güvencemiz birden parlayarak söner.
Görülen cennetlerde bedenimize olanlarla, Tanrı konusunda canımıza olanlar kesinlikle aynı
şeydir. Görüşün keskinliği yakınımızdaki nesneleri incelemekle sınırlı kaldığı sürece, bunu
fark ederek ikna olur. Ancak güneşe yönlendirildiğinde, onun aşırı parlaklığıyla uyuşukluğa
uğrayan görme gücümüz, aşağıdaki nesnelere bakarken kendini kuvvetli hissettiği ölçüde
kuvvetsiz hisseder. Öyleyse boş güvenle kendimizi kandırmayalım. Kendimizi diğer
insanlarla eşit ya da onlardan daha üstün görsek bile, bu, hiçbir şeydir, O’nun bir konuda
vardığı yargıya inanmamız gerekir. Ancak vahşîliğimiz bu uyarılarla evcilleşmiyorsa, bize
Ferisilere verdiği yanıtı verecektir: “Siz insanlar önünde kendinizi temize çıkarıyorsunuz
ama… insanların gururlandıkları ne varsa Tanrı’ya iğrenç gelir” [Luk. 16:15]. Şimdi gidin,
göklerdeki Tanrı bundan iğrenirken, insanların içinde doğruluğunuzla gururlanarak övünün!
Ama Tanrı’nın Ruhu’nun gerçekten eğittiği kulları ne diyorlar? “Kulunla yargıya
girme, çünkü hiçbir canlı senin karşında aklanmaz” [Mez. 143:2]. Başka bir kul ise biraz
farklı bir anlamda bile olsa şöyle demektedir: “Đnsan, Tanrı’nın önünde haklı çıkamaz. Biri,
O’nunla tartışmak istese binde bir bile O’na yanıt veremez” [Eyü. 9:2-3]. Öyleyse burada bize
açıkça Tanrı’nın doğruluğunun doğası anlatılmaktadır ki, aslında bu, insanın hiçbir işinden
tatmin olmayacaktır. Bu doğa, binlerce günahı gözden geçirdiğinde, biz, birinden bile temize
çıkamayız. Kuşkusuz Pavlus, kendi kusurunun farkında olmadığını ama bunun onu
aklamadığını itiraf ettiğinde [1Ko. 4:4], içtenlikle inandığı bu doğruluk, Tanrı’nın seçilen
yoluydu.
3. Gerçek doğruluğun tanığı olarak Augustinus ve Clairvaux’lu Bernard
Sadece Kutsal Yazı’da değil, kendini adamış bütün yazarlarda bulunan bu örnekler,
bunun, onların görüşleri olduğunu gösterir. Augustinus, şöyle der220: “Bu yoz bedenin yükü
altında ve yaşamın bu güçsüzlüğünde inleyen, Tanrı’ya bağlı herkesin tek bir umudu vardır:
Bizim tek bir Aracı’mız vardır, Mesih Đsa doğru Olan’dır ve günahlarımızın karşısında
Tanrı’yı O yumuşatmıştır [Krş. 1Ti.2:5-6]. Ne duyuyoruz? Onların tek umudu buysa,
işlerimize olan güvenimiz nerede? Bu “tek” Aracı, Augustinus başka bir umut
bırakmamaktadır. Şimdi de Bernard şöyle diyor: “Aslında güçsüzün güvenilir ve sağlam
dayanağı, emniyeti, Kurtarıcının yaralarından başka nerededir? O, ne kadar büyük bir güçle
kurtardıysa, ben o kadar güvenle orada barınırım. Dünya tehdit eder, beden bizi aşağı çeker,
iblis tuzak kurar. Ben düşmem, çünkü sağlam kayaya ayağımı basarım. Ciddi bir günah
işledim. Vicdanım rahatsız olur ama endişeye kapılmaz, çünkü Rab’bin yaralarını hatırlarım.”
Daha sonra bu düşüncelerden şu sonuca varır: “Bu durumda ben, Rab’bin şefkatine layığım.
O, bu şefkatten yoksun olmadığı sürece ben de liyakatten yoksun değilim. Ancak Rab’bin
merhameti çoksa aynı şekilde bende de bu liyakat çoktur. Kendi doğru işlerimin şarkısını mı
söyleyeceğim? Ya Rab, ben sadece senin doğruluğunu hatırlayacağım, çünkü bu, benim de
doğruluğumdur. Yani Tanrı, O’nu benim için doğru kılmıştır.” Başka bir yerde de şunları
söylüyor: “Đnsan her şeyi, insanı bütünüyle güvence altına alan O’ndan ümit ederse, insanın
bütün liyakati budur.” Aynı şekilde kendi esenliğini koruyarak yüceliği Tanrı’ya bırakır.
“Senin için” demektedir, “övünme eksilmeden sürsün. Esenliğim olacaksa bu, benim için çok
uygun olacaktır. Benim olmayanı gasp edersem, bana verileni de kaybetmeyeyim diye,
görkemden tamamıyla vazgeçerim.” Başka bir paragrafta çok daha açık konuşmaktadır:
“Tanrı’nın amacında, liyakatin, övünülecek daha kesin bir nedeni varsa neden kilise liyakatle
ilgilensin? Özellikle peygamber, ‘Rab, sizin hatırınız için değil… kendi hatırım için bunları
yapacağım, diyor’ [Hez. 36:22, 32, mealen] dediği için, hangi liyakatlerle bereketi ümit
edebiliriz, diye sormanızın bir nedeni yoktur. Liyakatin yeterli olmadığını bilmek yeterli bir
220
Augustine, Against Two Letters of the Pelagians III. v. 15 (MPL 4. 599); çev. NPNF V.
409)
439
liyakattir; ama bu, layık olmaya cüret eden bir liyakatse, bu durumda, liyakatsiz olmak
yargılanmak için yeterlidir.” Augustinus’un, “liyakat” kelimesini özgürce, iyi işler için
kullandığı olgusunu, döneminin göreneği diye hoş görmeliyiz. Ama onun asıl niyeti,
dizginlenmemiş günahkârlıkları içinde Tanrı’nın lütfuna karşı utanmazca davranan
ikiyüzlülerde korku uyandırmaktır. Bunu hemen açıklar: “Cüret etmeden layık olan ya da
layık olmadan cüret etmeyen kiliseye ne mutlu. O kilise layıktır ama cüret ettiği için değil,
hak ettiği için buna layıktır. Cüret etmekten kaçınmak aslında layık olmak değil midir? O
zaman, Rab’bin engin merhametinde övünecek çok fırsat bulup cüret etmediğini çok daha
cesurca öne sürer.”221
(Vicdan ve Tanrı’nın önünde kendimizi eleştirmek, iyi işlerle ilgili bütün iddialarımıza
son verir ve Tanrı’nın merhametine sarılmamıza neden olur, 4-5)
4. Tanrı’nın yargısının ağırlığı her türlü kendini kandırmaya son verir
Gerçek budur. Uyanmış vicdanlar, Tanrı’nın yargısıyla ilgileniyorsa, bunu, emniyetle
soluk alabilecekleri tek güvenilir liman diye kabul ederler. Gece çok parlak görülen yıldızlar
güneş göründüğünde kayboluyorsa, Tanrı’nın paklığıyla karşılaştırıldığında, insanın çok
ender rastlansa bile, masumluğuna ne olduğunu düşünüyoruz? Bu, yürekteki en gizli
düşüncelere nüfuz edecek çok ağır bir sınamadır; Pavlus’un dediği gibi, “O, karanlığın
gizlediklerini aydınlığa çıkaracak, yüreklerdeki amaçları açığa vuracaktır” [1Ko. 4:5]. Bu,
pusuya yatmış, gerilemiş vicdanları artık unutulmuş olan her şeyi dile getirmek zorunda
bırakacaktır. Bütün sınırların çiğnenmesini bizi suç işlemek zorunda bırakacak kadar çok
düşünen, bizi suçlayan iblis bize baskı yapacaktır. Bizim sadece şu an değer verdiğimiz iyi
işlerin gözle görülür biçimde geçit resmi yapmasının burada hiçbir yararı olmayacaktır;
bizden sadece irademizin saf olması istenecektir. Bu nedenle, şimdi olduğu gibi, ikiyüzlü, bir
sarhoşun cesaretiyle övünse bile, kafası karışarak yıkılacaktır. Bu, insanın, Tanrı’nın önünde
suçlu olduğunu bilerek, insanların arasında gösteriş yaptığı ikiyüzlülük için değil, kendimizi
pohpohlamaya ve göklere çıkarmaya eğilimli olduğumuzdan ötürü, herkesin Tanrı’nın önünde
kendini kandırdığı ikiyüzlülük için de geçerlidir. Aslında böyle bir manzaraya dikkat
etmeyenler, o anda hoşnutluk ve esenlik içinde kendilerine bir doğruluk bina edebilirler ama
bu, rüyada edinilen büyük zenginliğin uyanınca yok olup gitmesi gibi, kısa süre sonra
Tanrı’nın yargısıyla kendilerinden silkelenip alınır. Ne var ki, gerçek doğruluk kuralının
peşinden, Tanrı’nın gözündeki gibi, ciddi bir biçimde koşanlar, insanların yaptıkları bütün
işlerin, kendi değerlerine göre yargılandığında murdarlıktan ve bozulmuşluktan başka bir şey
olmadığını göreceklerdir. Genellikle doğruluk diye bakılanlar Tanrı’nın önünde bütünüyle
kötüdür; dürüstlük diye ödüllendirilen kirlenmedir; övgü diye sayılanlar ise kepazeliktir.
5. Tanrı, insanı kendine hayran olmaktan korusun!
Bu tanrısal mükemmellik düşüncesinde kalarak, övünmekten ve kör eden özsevgiden
olumsuz yönde etkilenmeden kendimize bakmaktan utanmayalım222. Kutsal Yazı’nın öne
sürdüğü üzere, hepimizin yaratılışından gelen bu tehlikeli kendine düşkünlükten hiçbirimiz
korunamadığımız için, bu açıdan kör olmamızın şaşılacak bir yanı yoktur. Süleyman, “Đnsan,
izlediği her yolun doğru olduğunu sanır” demektedir [Özd. 21:2]. Ayrıca, “Đnsan her yaptığını
temiz sanır” [Özd. 16:2]. Öyleyse ne? Bu yanılgı onu aklar mı? Aslında hayır ama aynı ayette,
“Niyetleri tartan RAB’dir” denir. Yani insan, taktığı görünürdeki doğruluk maskesinden ötürü
övündüğünde, bu sırada Rab onun yüreğindeki gizli murdarlığı Kendi terazisinde
221
Bernard, On the Psalm, He That Dwelleth (Mez. 91) xv. 5 (MPL 183. 246); Sermons on the
Song of Songs lxi. 3; xiii, 4; lxviii. 6 (MPL 183. 1072, 836, 1111; çev. Eales, Life and Works
of St. Bernard IV. 367, 69, 424 vd.)
222
Krş. I. i. 2; I. v. 3, 10; II. viii. 1; III. xiii. 3.
440
tartmaktadır. Bu durumda insan, bu övgülerden hiç bereket göremediği için, kendimizi
kandırıp mahvolmayalım. Kendimizi hakkıyla irdeleyebilelim diye, vicdanımızı Tanrı’nın
yargı kürsüsünün önüne davet edelim. Onun ışığında, aksi takdirde çok derinlere saklanan
yoksunluğumuzun gizli yerlerinden bütünüyle sıyrılıp çıplak kalmamız gerekmektedir. Ancak
o zaman şu sözlerin değerini net olarak anlarız: “Đnsan Tanrı’nın önünde hiç aklanamaz,
bozulmuş ve solucan olan” [Eyü. 25:6, mealen] “iğrenç, boş ve haksızlığı su gibi içen insan”
[Eyü. 15:16]. “Murdar tohum kabul edileni kim temizleyebilir?” [Eyü. 14:4]. O zaman
Eyüp’ün kendisi hakkında söylediğini de bizzat yaşarız: “Kendimi masum göstersem ağzım
beni suçlar; doğru göstersem, sapkınlığımı kanıtlar” [Eyü. 9:20]. Eski peygamberin Đsrail’den
şikâyeti sadece tek bir çağ için değil, her çağ için geçerlidir: “Bütün…koyunlar yoldan
sapmıştı; herkes kendi yoluna dönmüştü” [Yşa. 53:6, mealen]. Aslında o burada, gelmekte
olan kurtuluş lütfuna herkesi katmaktadır. Bu irdelemedeki titizlik, keyfimizi kaçırarak tam
olarak afallayıp korkmamıza ve böylece, Mesih’in lütfunu almaya hazırlanmamıza neden
olmalıdır. Bunun keyfini sürebilecek yetenekte olduğunu düşünen biri, önce, zihninde bütün
gururunu kırmazsa aldanır. Şu, çok iyi bilenen bir ayettir: “Tanrı, gururluların yüzünü kara
çıkarır ama alçakgönüllülere lütfeder” [1Pe. 5:5; Yak. 4:16; Krş. Özd. 3:34].
6. Tanrı’nın önünde alçakgönüllülüğün ne olduğu
Alçalmamızın, bütünüyle yoksul ve boynu bükük olarak Tanrı’nın merhametine teslim
olmaktan başka yolu var mı? Kendimize hiçbir şey kalmadığını düşünürsek, ben, buna
alçakgönüllülük demem. Şimdiye kadar şu ikisini – yani Tanrı’nın önünde aciz olduğumuzu
düşünmemiz ve doğruluğumuza değerli diye bakmamız gerektiğini- birleştirenler tehlikeli bir
ikiyüzlülük öğrenmişlerdir223. Tanrı’nın önünde, hissettiğimizin tersini itiraf edersek, O’na
günahkârca yalan söyleriz. Ancak içimizde bize olağanüstü görüneni hemen ayağımızın
altında çiğnemeden, gerektiği şekilde hissedemeyiz. Bu nedenle, peygamberin, kurtuluşun
alçakgönüllüler ve alçaltılmanın gururluların gözleri için hazırlandığını [Mez. 18:27]
söylediğini duyduğunuzda, önce, bütün gururumuzu bir yana bırakıp yetkin alçakgönüllülüğü
üstlenmezsek kurtuluşun kapısının açık olmadığını düşünmeliyiz; ikincisi,
kibirli
davranmayan ya da başkalarına hakaret ekmeyen ama mükemmelliğin bilincine güvenen,
insanların gözüyle alçakgönüllü denenler gibi, bu alçakgönüllülük, doğruluğunuzun saçının
bir telinin Rab’be teslim edildiği görünürde bir davranış değildir. Tersine, bu alçakgönüllülük,
yüreğimizin zavallılığının ve eksikliğinin farkına varıp içtenlikle etkilenerek samimiyetle
boyun eğmesidir. Tanrı’nın Sözü, onu her yerde böyle anlatmaktadır.
Rab, Sefanya’ya, “Gururla kabına sığmayanları sizden uzaklaştıracağım…halkınızın
arasında dertlilerle yoksulları bırakacağım, onların umutları RAB’de olacak” [3:11-12]
dediğinde alçakgönüllülerin kim olduğunu açıkça belirtmiyor mu? Onlar, yoksul olduklarını
bilerek üzüntü çekenlerdir. Öte yandan Kutsal Yazı, gururlulara, “kabına sığmayanlar”
demektedir, çünkü mal varlıklarından mutlu olan insanlar genellikle sevinçten uçarlar. Ama
Rab kurtarmayı planladığı alçakgönüllülere, Kendisine umut bağlamaktan başka bir şey
bırakmamaktadır. Yeşaya’da da böyledir: “Ama ben alçak gönüllü, ruhu ezik olan,
sözlerimden titreyen kişiyi kurtarmaya bakıyorum” [Yşa. 66:2, Vg.]. Aynı şekilde, “Yüce ve
görkemli Olan, sonsuzlukta yaşayan, adı Kutsal olan diyor ki, ‘Yüksek ve kutsal yerde
yaşadığım halde, alçakgönüllülerle, pişman olanlarla birlikteyim, yüreklerini sevindirmek için
pişmanların yanındayım’” [Yşa. 57:15, Vg].
“Pişmanlık” sözünü her duyduğunuzda bunu, insanın, kalkabilmek için kendini yere
atmasına izin vermeyen bir yürek yarası diye anlayın. Tanrı’nın yargısına göre,
223
Krş. Cochlaeus, De Libero arbitrio hominis (1525), fo. O 7a: “Non sumus natura impii.
(Đki ayaklı hayvan olmamız ya da yüzümüzü yıldızlara doğru kaldırarak yürümemiz bizim
için günah değildir…; günah yaradılışa aykırıdır.).
441
alçakgönüllülerin sayesinde yükselirseniz224, bunun pişmanlığı yüreğinizi yaramalıdır. Bu
olmazsa, Tanrı’nın kudretli eli sizi utandırıp rezil ederek alçakgönüllü yapacaktır.
7. Mesih, doğruları değil, günahkârları çağırır
Bizim en mükemmel Efendi’miz sözlerle yetinmeyerek, tıpkı bir resimdeki gibi, bir
benzetmede alçakgönüllülüğün düzgün bir suretini bize anlatmaktadır. “Uzakta duran,
gözlerini göğe kaldırmaya cesaret edemeyen, çok ağlayarak, ‘Rab, ben günahkâra merhamet
et’ diye dua eden vergi görevlisinden” [Luk. 18:13, mealen] söz etmektedir. Şu belirtileri
sahte ılımlılık diye düşünmeyelim: Vergi görevlisinin göğe bakmaya ya da yaklaşmaya
cesaret edememesi, göğsünü yumruklayarak günahkâr olduğunu itiraf etmesi. Ancak bunların
içten gelen bir duyguya tanıklık ettiğini bilelim. Öte yandan Mesih, sıradan bir insan
olmadığı, haraca kesmediği, adaletsiz davranmadığı, zina yapmadığı, haftada iki kez oruç
tuttuğu ve bütün kazancının ondalığını verdiği için, Tanrı’ya şükreden Ferisi’yi anlatmaktadır
[Luk. 18:11-12]. Ferisi, itirafında açıkça, doğruluğunun Tanrı’nın armağanı olduğunu kabul
etmektedir; ancak doğru biri olduğuna güvendiği için, çirkin ve nefret uyandıran bir biçimde
Tanrı’nın yüzüyle ayrı düşmektedir. Vergi görevlisi ise günahını kabul ederek aklanmaktadır
[Luk. 18:14]. Dolayısıyla, Rab’bin önünde alçalmamızın nasıl bir lütuf olduğunu
görebiliyoruz. Öyle ki, yürek, değerli olduğuna dair içindeki bütün düşünceleri sonuna kadar
boşaltmazsa O’nun merhametini almak için açılamaz. Bunlarla çok meşgul olursa O’nun
girmesini engeller. Bu konuda kimsenin kuşkusu olmasın diye, Mesih, Baba tarafından şu
görevle yeryüzüne gönderilmiştir: “Yoksullara iyi haberi vermek, yüreği ezik olanların
yaralarını sarmak, tutsaklara özgürlüğü vaaz etmek, mahkûmları kurtarmak… dertlileri
avutmak… onlara kül yerine sevinç, yas yerine… yağ, acı ruhu yerine övgü harmanisi
vermek” [Yşa. 61:1-3, mealen]. Bu emre göre O, bereketini paylaşmak için, sadece yorgunlar
ve yükü ağır olanları çağırmaktadır [Mat. 11:28]. Başka bir ayette de, “Ben, doğru kişileri
değil, günahkârları çağırmaya geldim” [Mat. 9:13] demektedir.
8. Tanrı’nın önünde kibir ve kendini beğenmişlik Mesih’e giden yolu kapatır
Bu durumda, Mesih’in çağrısına kulak vereceksek, kibirden ve kendini beğenmişlikten
Tanrı esirgesin! Kibir, insanın, Tanrı’nın önünde övünebileceği, övülmeye değer bir şeyi
olduğunu düşündüğünde, kendi doğruluğuna aptalca inanmasından kaynaklanır. Đnsan, iyi
işler yaptığına inanmadan da kendini beğenebilir. Çok sayıda günahlı, günahlarının
tatlılığından o kadar sarhoş olur ki, Tanrı’nın yargısını düşünmez ama adeta bir tür uyuşukluk
içinde sersemleyip kalır ve kendine sunulan merhametin peşine düşmez. Mesih’e koşarken
hiçbir ayak bağımız olmasın, boş ve aç olarak onun iyiliklerine doyabilelim diye, kendimize
güvenmek kadar bu miskinliği de üzerimizden atmayı geçiştirmemeliyiz. Kendimize
güvenmekten bütünüyle vazgeçmezsek O’na asla yeterince güvenmeyiz; daha önce
cesaretimiz kırılmadıysa yüreğimizi asla O’na kaldırmayız; daha önce yalnızlık çekmediysek
asla O’nda yeterince teselli bulamayız.
Bu durumda, kendimize güvenmekten tamamıyla vazgeçtiğimizde ve sadece Tanrı’nın
iyiliklerine güvendiğimizde O’nun lütfunu yakalayıp elimizde sıkıca tutmaya hazır oluruz.
Augustinus, “Hak ettiğimizi unuttuğumuzda” der, “Mesih’in armağanlarını kucaklarız.”225
Eğer O, bizde liyakat arasaydı, O’nun armağanları payımıza düşmezdi. Bernard, sanki bir
duvar, pencereden gelen günışığını kendisinin doğurduğunu söylüyormuş gibi, içlerine nüfuz
eden lütuf payesine hatalı bir biçimde sahip oldukları için, en küçük bir şeye bile layık
olduklarını iddia eden imansız kullarla gururluları doğru bir biçimde karşılaştırdığında bu
224
225
Krş. II. i.2.
Augustine, Sermons clxxiv. 2 (MPL 38. 941; çev. LF Sermons II. 891 vd.)
442
konuda aynı görüştedir226. Artık daha fazla üzerinde durmamak için, bunu kendisini boşaltan
birini Tanrı’nın merhametinin meyvesine hazırlayan kısa ama genel ve kesin bir ilke diye
kabul edelim. Ben, var olmayan doğru kişilerden değil, kibirli ve kendine doğruluk benzeri bir
hava veren kişilerden söz ediyorum. Đnsan kendisinden tatmin olduğu sürece Tanrı’nın
bereketini engellemektedir.
XIII. BÖLÜM
Karşılıksız Aklanmada Dikkat Edilecek Đki Konu
1. Aklanma, Tanrı’nın onuruna; vahiy, adaletine hizmet eder
Aslında burada özellikle iki konuya dikkat etmeliyiz: Yani Rab’bin görkemi,
azaltılmadan deyim yerindeyse, iyi durumda kalmalı ve O’nun yargısının önünde vicdanımız
esenlik ve dingin bir huzur içinde olmalıdır.
Kutsal Yazı’da ne zaman doğruluktan söz edilse, sadece Tanrı’ya şükretmemiz için ne
kadar sık ve ne kadar samimi teşvik edildiğimizi görüyoruz. Elçi de, Rab’bin bize Mesih’te
doğruluk bağışlamasının nedeninin, “kendi adaletini göstermek olduğuna” tanıklık etmektedir
[Rom. 3:25-26]. Ama “adil kalmak ve Đsa’ya iman edeni aklamak” sözleriyle, Tanrı’nın, bu
doğruluğu göstermesinin niteliğini eklemektedir [Rom. 3:25-26]. Tanrı, doğru kabul
edilmezse ve layık olmayanlara doğruluğu karşılıksız bir armağan olarak vermezse, O’nun
doğruluğunun yeterince ortaya çıkmadığını görüyor musunuz? Bu nedenle, “her ağzın
kapanmasını ve bütün dünyanın Kendisine hesap vermesini” istemektedir [Rom. 3:19]. Bunca
zamandan beni insanın, kendisini savunmak için söyleyeceği hiçbir sözü olmadığı için, bir
ölçüde Tanrı’nın muhteşemliğine gölge düşürmektedir. Tanrı, Hezekiel’de, suçluluğumuzu
kabul ederek, O’nun adını ne kadar yücelttiğimizi öğretmektedir. “Bütün yaptıklarınızı,
kendinizi kirlettiğiniz bütün uygulamaları orada anımsayacak, yaptığınız kötülüklerden ötürü
kendinizden tiksineceksiniz” der [Hez. 20:43]. “Kötü yollarınıza, yozlaşmış uygulamalarınıza
göre değil, adım uğruna sizinle ilgilendiğimde, benim RAB olduğumu anlayacaksınız” [Hez.
20:44].
Şayet bunlar –suçluluğumuzun bilincine vararak üzülmek ve layık olmadığımız halde
bereket aldığımızı düşünmek- gerçek Tanrı bilgisinin parçalarıysa, kendi zararımıza olmasına
rağmen, Rab’bin karşılıksız merhametine borçlu olduğumuz bir nebze şükranı neden O’ndan
çalmaya kalkışıyoruz? Aynı şekilde Yeremya, “bilge kişi bilgeliğiyle, güçlü kişi gücüyle,
zengin kişi zenginliğiyle övünmesin” [Yer. 9:23] ama “övünen Rab’le övünsün” [1Ko. 1:31;
Krş. Yer. 9:24] diye duyurduğunda, insanın övündüğünde bir şekilde Tanrı’nın görkemini
azalttığını belirtmiyor mu? Elbette Pavlus, sadece Rab’bi övebilelim diye, kurtuluşumuzun
her şekilde Mesih’in elinde olduğunu öğrettiğinde, bu sözleri bu kullanışa uyarlamaktadır
[1Ko. 30-31]. Şunu demek istiyor: Kendi başına her şeye sahip olduğunu her kim düşünürse,
Tanrı’ya isyan eder ve O’nun görkemine gölge düşürür.
2. Kendi doğruluğuyla övünen biri, Tanrı’nın onurunu çalar
Konu şuraya gelmektedir: Kendimizi övmekten tamamıyla vazgeçmezsek, aslında
O’nu gerçekten övmeyiz. Öte yandan şunu evrensel bir ilke olarak benimsemeliyiz: Her kim
övünürse, Tanrı’nın aleyhine övünür. Pavlus, insanlar her tür övünme fırsatından yoksun
kaldığında, bütün dünyanın Tanrı’ya tabi olacağını düşünmektedir [Krş. Rom. 3:19]. Bu
durumda Yeşaya, Đsrail’in aklanmasının Tanrı’nın elinde olduğunu duyururken, aynı zamanda
“O’nunla övünecek” diye de ekler [Yşa. 45:25]. Sanki Rab’bin, seçilmişleri başkasını değil,
O’nu övebilsinler diye akladığını söylemektedir. Ancak daha önceki ayette Rab’bi nasıl
226
Bernard, Sermons on the Song of Songs xiii. 5 (MPL 183. 836; çev. Eales, a.g.e., IV. 70).
443
övmemiz gerektiğini öğretmiştir: Yani doğruluğun ve gücün yalnız Rab’de olduğuna yemin
etmemizi [Yşa. 45:24]. Basit bir ikrarın istenmediğine ama bunun, sahte bir alçakgönüllülükle
savuşturabileceğiniz bir şey olduğunu düşünmeyin diye, yeminle doğrulanacak bir ikrar
olduğuna dikkat edin. Burada, doğruluğunu kibirsizce kabul eden hiç kimse hiç övünmediğini
öne sürmesin. Çünkü güvene yol açmayan böyle bir değerlendirme ve övünmeye yol açmayan
güven olamaz.
Bu nedenle, doğruluk konulu bütün tartışmalarda şu amacı göz önünde tutmayı
unutmayalım: Doğruluğa övgü Rab’bin mülkiyetinde kaldığında yetkin ve bütün olur, çünkü
bu –elçinin tanıklık ettiği üzere- “Kendisi doğru olabilsin ve Mesih’e iman edeni aklasın”
[Rom. 3:26, Vg.] diye, lütfunu üzerimize döktüğü doğruluğunun tezahürüdür. Bu durumda,
başka bir ayette Rab’bin, adının yüceliğini göstermek için [Ef. 1:6] bize kurtuluş
bahşettiğinden söz edilmekte ve elçi, deyim yerindeyse, aynı konuyu tekrarlayarak daha
sonra, “Kimse övünmesin diye, işlerle değil, iman yoluyla… ve… Tanrı’nın armağanıyla
kurtuldunuz” diye eklemektedir [Ef. 2:8/9, mealen]. Petrus, “Bizi karanlıktan olağanüstü
aydınlığa çağıran O’nun mükemmelliğini duyurabilelim” [1Pet. 2:9, mealen] diye kurtuluş
umuduna çağrıldığımızı belirttiğinde, imanlıların, benliğin bütün kibrini derin bir huzurla
yenmeleri için, kuşkusuz, sadece Tanrı’ya sunulan övgülerin onların kulaklarında
yankılanmasını istemektedir. Özetlersek, insan, Tanrı’ya karşı saygısızlık etmeden, kendi
adına zerre kadar doğruluk iddiasında bulunamaz, çünkü bu kadarı bile Tanrı’nın
doğruluğunun muhteşemliğini soyup talan etmek olur.
3. Đnsanın kendi doğruluğuna göz atması vicdan huzuru vermez
Şimdi Tanrı’nın önünde vicdanın ne şekilde huzura kavuşabileceğini sorarsak, bunun
tek yolunun, Tanrı’nın armağan olarak bize verdiği, hak etmediğimiz doğruluk olduğunu
göreceğiz. Süleyman’ın sorusunu hiç unutmayalım: “Kim, ‘Yüreğimi pak kıldım, günahımdan
arındım’ diyebilir?” [Özd. 20:9]. Sınırsız pisliğe batmamış kimse elbette yoktur! En yetkin
adamın vicdanına inerek227, işlerinin hesabını yapmasının onun için sonucu ne olacaktır?
Tanrı’yla kendisi arasında her şey düzgün gidiyormuş gibi, korkunç azaplarla içi
parçalanmadan tatlı tatlı dinlenecek mi ve işleriyle yargılansaydı, mahkûmiyetinin nedenini
kendi içinde bulacak mı? Vicdan, Tanrı’ya başvurursa ya O’nun yargısından huzur bulmalı ya
da cehennem korkularıyla sarılmış olmalıdır. Tanrı’nın yargısında canımıza destek olabilecek
kadar çok kararlı bir doğruluğumuz yoksa doğruluğu tartışmanın bize hiçbir yararı olmaz.
Canımızda, Tanrı’nın yüzüne karşı kendini korkusuzca ortaya koyabileceği ve perişan
olmadan yargılanabileceği bu kararlı doğruluk olduğunda, ancak o zaman doğruluğumuzun
hiç sahte olmadığını biliriz. Elçi, bu konuda geçerli bir nedenden ötürü çok ısrarlıdır. Bunu,
kendi sözlerimdense onun sözleriyle ifade etmeyi tercih ederim. “Eğer Yasa’ya bağlı olanlar
mirasçı olursa, iman boş ve vaat geçersizdir” [Rom. 4:14]. Elçinin bundan çıkardığı sonuca
göre, eğer doğruluk vaadi işlerin liyakatine ya da yasaya itaate bakıyorsa iman geçersiz
kılınmış, kaldırılmıştır. Hiç kimse yasaya tam olarak güvenemez, çünkü kesinlikle hiç kimse
yaptığı işlerle yasayı dolu dolu yerine getirmediği için, aslında yasayı yerine getirdiğine
zihnen inanmayacaktır. Bunun kanıtı çok uzaklarda aranmaz, dürüst bir gözle kendine
bakmak isteyen herkes kendine tanıklık edebilir.
Đnsanlar, bir yasal kovuşturma durdurulsun diye zorluyorlarmış gibi, Tanrı’nın
yargısının aleyhine övünmekte hiç tereddüt etmeden kendilerini büyük bir güvenle
şımarttıklarında, bu, ikiyüzlülüğün, zihinlerinin oyuklarına ne kadar derin ve hüzünlü
gömüldüğünü göstermektedir. Ancak kendilerini samimiyetle irdeleyen imanlılar çok farklı
bir endişeden ötürü üzülüp acı çekerler. Her insan, kendisine hâlâ baskı yapan borcunun
ağırlığının ne kadar büyük, kendisine getirilen koşuldan ne kadar uzak olduğunun hesabını
227
Krş. III. iv. 27.
444
yaparken, aklına önce kuşku, sonra da umutsuzluk girer. Đmanın çoktan bastırıldığını ve
söndürüldüğünü görün! Çünkü iman sahibi olmak; sendelemek, değişmek, yukarı ya da aşağı
sapmak, tereddüt etmek, kararsız kalmak, bocalamak –en sonunda da umudunu kaybetmek
değildir! Đman sahibi olmak, tersine, sürekli güvence ve yetkin güvenle zihni güçlendirmek,
huzur bulacak ve ayağınızı koyacağınız bir yer edinmektir [Krş. 1Ko. 2:5; 2Ko. 13:4].
4. Đnsanın kendi doğruluğuna dikkat etmesi vaatleri de geçersiz kılar
Pavlus, başka bir nokta daha ekliyor: Vaadin boş ve geçersiz olduğunu. Vaadin yerine
getirilmesi bizim liyakatimize bağlıysa, sonunda Tanrı’nın kutsamasını hak ettiğimiz yere
nasıl ulaşacağız? Doğrusu, bu ikinci konu birincinin sonucudur: Vaat sadece, O’na iman
edenler için yerine getirilecektir. Bu durumda, iman yoksa vaat geçerli olmayacaktır. Sonuçta,
vaadin, lütfa göre yerine gelmesi için, miras imandan kaynaklanmaktadır. Merhamet ve güven
birbirine sonsuza kadar bağlı olduğu için, bunun sadece Tanrı’nın merhametine dayandığı bol
bol doğrulanmaktadır, Yani Tanrı, merhametiyle vaat ettiğini, sadık bir biçimde yapmaktadır.
Bu nedenle Davut, Tanrı’nın sözüne uygun olarak kurtuluşu istemeden önce, kurtuluşun
nedeninin Tanrı’nın merhametinde yattığını belirtmektedir. “Sözün uyarınca beni kurtarmak
için, bana merhamet et” der [Mez. 119:76]. Tanrı’nın sadece merhametinden dolayı vaatte
bulunduğu doğrudur. Bu nedenle bu konuda, işlerimize hiç bakmadan, bütün umutlarımızı
adeta derinlere sabitleyerek, umutlarımızdan yardım istemeliyiz.
Augustinus da –yeni bir şey söylediğimizi sanmayın diye- bize böyle yapmamızı
öğretmektedir. “Mesih” der, “kullarının içinde sonsuza kadar hüküm sürecektir. Tanrı buna
söz vermiştir; Tanrı bunu söylemiştir; bu yetmiyorsa, Tanrı buna yemin etmiştir. Bu nedenle,
vaat bizim liyakatimiz uyarınca değil, O’nun merhameti uyarınca kesin olduğundan, hiç
kimse kuşku duymadığı bir şeyi kuruntuya kapılarak duyurmamalıdır.”228 Bernard da şöyle
demektedir: “Mesih’in öğrencileri, ‘Kim kurtulabilir?’ diye sordular. Đsa, ‘Đnsanlar için bu
imkânsız ama Tanrı için her şey mümkündür’ yanıtını verdi [Mat. 19:25-26]. Bütün
güvencemiz budur; tek tesellimiz budur; umudumuzun tek nedeni budur. Ancak Mesih’in
yeteneğinden emin olarak, O’nun iradesi konusunda ne diyebiliriz? ‘Nefreti mi yoksa sevgiyi
mi hak ettiğini kim bilir?’ [Vai. 9:1, Vg.]. ‘RAB’bin düşüncesini kim bilebilir ya da kim O’na
öğüt verebilir?’ [Rom. 11:34; Krş. Yşa. 40:13]. Şimdi burada, bize yardım edecek imana
açıkça ihtiyaç vardır; burada, Baba’nın yüreğinde bizden gizli olan, Ruh aracılığıyla
açıklanabilsin ve O’nun tanıklık eden Ruh’u, Tanrı’nın çocukları olduğumuza yüreklerimizi
ikna edebilsin diye, imdadımıza gerçek yetişmelidir [Rom. 8:16]. Ayrıca Tanrı’nın, karşılıksız
çağırdığına ve iman aracılığıyla akladığına bizi ikna etmesi için bu gereklidir. Elbette bu
konularda ezeli önceden belirlemeden gelecekteki görkeme kadar bir ara geçiş vardır.”229
Kısaca şu sonucu çıkaralım: Kutsal Yazı’da Tanrı’nın vaatlerinin, tam bir güven ve
güvenceyle kavranmazsa yerine gelmediği gösterilmektedir. Nerede bir kuşku ya da
belirsizlik varsa, bu, bu vaatlerin geçersiz olduğunu telaffuz eder. Ayrıca bizim işlerimize
bağlıysa, bu vaatlerin kararsızlığa sürükleyip sendeletmekten başka bir işe yaramadığını da
duyurur. Bu nedenle, ya doğruluk bizden ayrılmalı ya da işler hesaba katılmamalıdır ama
doğası gereği kulakları açıp gözleri kapayan imanın bir yeri olmalıdır –yani sadece vaatleri
amaç edinmek ve insanın bütün değerini ve liyakatini düşünmekten vazgeçmek için.
Zekeriya’nın ünlü peygamberliği böyle yerine gelir: Bu ülkenin günahları ortadan
kaldırıldığında, herkes, “arkadaşını asmasının ve incir ağacının altına çağıracaktır” [Zek. 3:910]. Peygamber burada, imanlıların, günahları bağışlanıncaya kadar gerçek esenliğin zevkini
süremeyeceklerini belirtmektedir. Peygamberlerin bu benzetmesini anlamalıyız: Mesih’in
228
Augustine, Psalms, Ps. 88. 1. 5 (MPL 37. 1123; çev. LF Psalms IV. 243 vd.)
Bernard, Sermon on the Dedication of a Church v. 6 (MPL 183. 523; St. Bernard’s
Sermons for the Seasons’ın Merray Dağı’ndaki bir keşiş tarafından yapılan çevirisi II. 424).
229
445
Krallığı’nı tartışırlarken, Tanrı’nın dışsal kutsamalarını ruhsal iyiliklerin mecazları diye
ortaya koyarlar. Bu nedenle Mesih’e, “esenlik Kralı” [Yşa. 9:6], “esenliğimiz” [Ef. 2:14]
denmektedir, çünkü O, vicdandaki bütün karışıklıkları yatıştırır. Bunun yolunu sorarsak,
Tanrı’nın öfkesini yatıştıran sunuya gelmeliyiz. Mesih’in, Tanrı’nın gazabına dayandığı bu
tek kefaretle O’nun öfkesinin yatıştığına inanmayan biri, titremekten vazgeçmesin. Kısacası,
esenliğimizi sadece Kurtarıcımız Mesih’in çektiği büyük acıda aramalıyız.230
5. Tanrı’nın sadece karşılıksız lütfuna iman etmek, bize vicdan huzuru ve dua sevinci verir
Ancak oldukça karmaşık bir tanıklıktan neden yararlanıyorum? Pavlus, “imanla
aklandığımıza” [Rom. 5:1] inanmazsak, esenliğin ya da huzur veren sevincin vicdanda devam
ettiğini sürekli inkâr eder [Rom. 5:1]. Aynı zamanda bu güvencenin kaynağını da duyurur:
Bu, “Kutsal Ruh aracılığıyla Tanrı’nın sevgisinin yüreklerimize döküldüğü” zamandır [Rom.
5:5]. Adeta Tanrı’yı hoşnut ettiğimize kesin olarak inanmazsak, canlarımızın huzur
bulamayacağını söylemiştir. Bu nedenle başka bir ayette bütün Tanrı insanları adına bir
açıklama yapmaktadır. “Mesih Đsa’da olan Tanrı sevgisinden bizi kim ayıracaktır?” [Rom. 8:
35, 39] Bu limana gelinceye kadar en küçük bir esinti bile bizi titretecektir ama RAB bize,
çobanımız olduğunu gösterdiği sürece ölümün karanlığında bile güvede olacağız [Krş. Mez.
23:1, 4]. Bu nedenle, yeniden doğduktan sonra ruhsal bir yaşam sürdürdüğümüz için, imanla
aklandığımızdan dem vuranlar231, Tanrı’nın onlara inayette bulunacağını düşünecek kadar,
lütfun tatlılığını232 hiç tatmamışlardır. Buradan, doğru dua etmenin yolunu dinsiz uluslardan
daha çok bilmedikleri sonucu da çıkmaktadır. Pavlus’un tanıklık ettiği üzere, iman, Baba’nın
tatlılar tatlısı adını belirtmiyorsa ve bu adı akla getirmiyorsa233 - hayır, “Abba, Baba” [Gal.
4:6; Rom. 8:15] diye özgürce haykırmamız için ağzımızı açmıyorsa- gerçek değildir. Başka
bir yerde bunu açıkça ifade etmektedir: “Mesih’te ve Mesih’e olan imanımızla Tanrı’ya
cesaret ve güvenle yaklaşabiliriz” [Ef. 3:12]. Kuşkusuz bu, yeniden doğuş armağanıyla olmaz.
Bu bedende bu, kesinlikle hiç yetkin olmadığı için, kendi içinde, kuşkuya yol açan çeşitli
etkenler içermektedir. Bu nedenle, şu çareye başvurmalıyız: Đmanlılar, Göksel Krallığın
mirasçısı olma umudunun tek nedeninin, aslında Mesih’in bedenine aşılanmak olduğuna
inandıklarında karşılıksız olarak doğru insanlar sayılırlar. Aklanmaya göre, iman pasiftir,
Tanrı’nın inayetini yeniden kazanalım diye, bizde olan bir şeyi getirip ortaya koymaz ama
bizde eksik olanı Mesih’ten alır.
XIV. BÖLÜM
AKLANMANIN BAŞLAMASI VE SÜREKLĐ ĐLERLEMESĐ
(Doğal durumdaki insan günahlarında ölüdür ve kurtulmaya ihtiyacı vardır, 1-6)
1. Aklanmayla ilgili olarak dört insan sınıfı
Bu konuyu daha net hale getirmek için, insanın tüm yaşamı boyunca ne tür bir
doğruluğun mümkün olduğunu inceleyelim; aslında bunu dörde ayıralım. (1) Đnsanlara hiçbir
Tanrı bilgisi bahşedilmemiş, onlar da putperestliğe gömülmüşlerdir, (2) sakramentlere
başlamışlardır ancak yaşamdaki murdarlıklar yüzünden, Tanrı’ya, sadece bir ad olarak
Mesih’e ait olduklarını dudaklarıyla itiraf ederlerken, davranışlarında Tanrı’yı inkâr ederler,
230
Burada Osiander’in aklanma görüşünün aksine bir gönderme yapılıyor.
Yine Osiander’i ima ediyor.
232
“Gratiae dulcedinem.”
233
“Suavissimum illud patris nomen.” Krş. I. xiv. 2, 22; III, xx. 36-38.
231
446
(3) yüreklerinin günahkârlığını, boş numaralarla örtbas eden ikiyüzlülerdir ya da (4) Tanrı’nın
Ruhu’yla yeniden doğarak, gerçek kutsallığı ilgi alanları haline getirirler.
Birinci örnekte, Kutsal Yazı’da, Âdemoğullarının kötü ve yüreklerinin inatçı olduğu
[Yer. 17:9], yüreklerindeki eğilimlerin çocukluklarından beri kötü olduğu [Yar. 8:21],
düşüncelerinin boş olduğu [Mez. 94:11], gözlerinin önündeki Tanrı’dan korkmadıkları [Krş.
Çık. 20:20], hiçbirinin akıllı olmadığı ve Tanrı’yı aramadığı [Mez. 14:2] söylendiğinde, belki
Kutsal Yazı’yı yalancılıkla suçlamıyorsak, insanlar doğal armağanlarına göre
yargılandıklarında, başlarının tepesinden ayaklarının altına kadar tek bir iyilik kıvılcımı
görülmeyecektir. Kısacası, insanlar ölümlüdür [Yar. 6:3]. Bu kelimeyle kast edilen, Pavlus’un
saydığı bütün bu işlerdir: “Fuhuş, pislik, ahlaksızlık, sefahat, putperestlik, büyücülük,
düşmanlık, çekişme, kıskançlık, öfke, kavgacılık, taraftarlık ruhu, gıpta, adam öldürme” ve
kötü ve iğrenç diye düşünülebilen her şey [Gal.5:19-21]. Bu durumda, onların güvenmekten
gurur duydukları değer budur!
Ancak içlerinden biri, kutsal insanlarda görülen bu ahlaka uymakta üstünse, yine de,
Tanrı’nın dıştaki muhteşemliğe hiç önem vermediğini bildiğimiz için, bu insanların
doğruluğun değerini edinmelerini istiyorsak, işlerin tek kaynağına inmeliyiz. Bu işlerin
yüreğin hangi eğiliminden çıktığını derinlemesine irdemeliyiz, diyorum. Burada geniş bir
tartışma alanı açılmasına rağmen, konu birkaç kelimeyle çözülebildiği için, öğreteceğimi
olabildiğince kısa özetleyeceğim.
2. Đmansızların değerleri Tanrı vergisidir
Önce, imansızlarda görülen dikkate değer donanımların Tanrı’nın armağanları
olduğunu inkâr etmiyorum.234 Titus’la Traianus’un adaleti, ölçülülüğü ve hakkaniyetiyle
Caligula’nın, Neron’un, Domitianus’un ya da Tiberius’un tiksindirici şehveti ve
Vespasianus’un ölçülülüğü arasında – ve bireysel erdemlerin ve günahların üzerinde
durmadan- doğru olana ve yasalara itaat etmeyle etmeme arasında bu açıdan hiç fark
olmadığını iddia eden ortak yargıya çok karşı değilim. Doğruyla doğru olmayan arasında öyle
bir fark vardır ki, ölü bir surette bile bu fark ortaya çıkabilir. Bunları birbirine karıştırırsak,
dünyada ne düzen kalır? Bu nedenle Rab, saygın işleri ve kötü işleri bireylerin zihinlerine
kazımakla kalmamıştır, çoğu kez sağlayışını da bahşederek onaylamaktadır. Đnsanlara erdem
aşılayanlara, bu yaşamlarında pek çok bereket bahşettiğini görüyoruz. Dıştaki bu erdem
görüntüsünün O’nun için en küçük bir değeri olmadığı için değil; dışsal ve sahte doğruluğa
bile geçici bir ödül verilmemesine izin vermezken, gerçek doğruluğa bu kadar değer verdiğini
kanıtlamaktan hoşnut olmaktadır. Buradan şimdi bizim neyi doğru kabul ettiğimiz ortaya
çıkmaktadır: Bütün bu erdemler – ya da erdemlerin suretleri- Tanrı’nın armağanlarıdır, çünkü
O’ndan gelmeyen hiçbir şey hiçbir şekilde övgüye değer değildir.
3. Gerçek iman olmadan gerçek erdem olmaz
Yine de Augustinus’un yazdığı doğrudur: Tek Tanrı’nın dinine yabancılaşanların
hepsi, erdemlerinin ünü hesaba katıldığında takdire değer bulunabilse de, yüreklerindeki
kirlilikle Tanrı’nın işlerini kirlettikleri için, ödülü değil, daha çok, cezayı hak ederler. Onlar,
insan toplumunda doğruluğun, tutarlılığın, dostluğun, ölçülülüğün, dayanıklılığın ve
sağduyunun korunması için Tanrı’nın araçları olsalar da, O’nun bu işlerini çok kötü yaparlar.
Kötülük yapmaktan, iyilik adına samimi bir gayret göstererek değil, sadece hırs, özsevgi ya da
başka bir sapkın dürtü nedeniyle kaçınırlar. Bu nedenle, insanların yüreklerindeki bu
mundarlık nedeniyle, daha kaynağında bozulmuş olan bu iyi işler, erdeme yakınlıkları ve
benzerlikleri yüzünden genelde aldatıcı olan günahlardan daha fazla erdem sayılmamalıdır.
Kısacası bunun, doğru olan değişmez amacını –yani Tanrı’ya kulluk etmeyi- hatırladığımızda,
234
Krş. I. v. 3, 5; I. xv. 2-4.
447
gayret edilen başka bir amaç her ne olursa olsun, hak ettiği üzere, “doğru” adını zaten
kaybeder. Bu nedenle, Tanrı’nın bilgeliğinin emrettiği amaca bakmadıkları için, yaptıkları
şey, göze iyi görünse bile, niyetin sapkınlığından ötürü günahtır. Bu nedenle, Augustinus,
bütün Fabricius’ların, Scipio’ların ve Cato’ların yaptıkları olağanüstü işlerde günah
işledikleri, iman ışığından yoksun oldukları için, işlerinde, geçerli olması gereken amacın
geçerli olmadığı sonucuna varmaktadır. Bu nedenle onlarda gerçek doğruluk yoktur, çünkü
görevler amaçlara göre değil, yapılan işlere göre tartılmaktadır.235
4. Mesih olmadan gerçek kutsallık olmaz
Üstelik Yuhanna’nın söylediği doğruysa, Tanrı’nın Oğlu’ndan başka yaşam yoktur
[1Yu. 5:12]. Kendilerinde Mesih bulunmayanlar her kim olursa olsun, her ne yaparsa yapsın
ya da her ne üstlenirse üstlensin, yaşamlarının yıkıma, sonsuz ölüm yargısına gidişini
hızlandırırlar. Augustinus’un şu ifadesi bununla aynı fikirdedir: “Dinimiz, işlerin yasasıyla
değil, iman yasasıyla haklıyla haksızı birbirinden ayırır. Đman yasası olmadığında, iyi iş diye
görünenler günaha dönüşür.”236 Başka bir yerde bu insanların gayretini kulvarından çıkan bir
koşucuyla karşılaştırdığında aynı düşünceyi çok güzel ifade etmektedir. Đnsan, yolun dışında
ne kadar gayretle koşarsa, hedefinden o kadar uzaklaşır, o kadar acınacak duruma gelir.
Sonuçta Augustinus, yolun dışında koşmaktansa yolda topallamanın daha iyi olduğunu öne
sürmektedir.237 Sonuçta, Mesih’le paydaşlığın dışında kutsanma olmadığı için, onların kötü
ağaçlar olduğu besbellidir; meyveleri güzel, görünüşleri çekici, hatta tadılacak lezzette olabilir
ama asla iyi değildir. Buradan kolayca fark ederiz ki, insan imanı aracılığıyla Tanrı’yla
barışmadan önce her ne düşünse, planlasa ya da yapsa sadece doğruluk açısından hiçbir değeri
olmadığı için değil, mahkûm olmayı elbette hak ettiği için lanetlidir. Elçi, “Đman olmadan
Tanrı’yı hoşnut etmek olanaksızdır” [Đbr. 11:6] diye tanıklık ederek bunu zaten kanıtladığında
neden kuşkulu bir şey varmış gibi bunu tartışıyoruz?
5. Tanrı’nın önünde doğruluk, çok iyi olsa bile işlerden değil, lütuftan gelir
Ne var ki, insanın doğal durumunun karşısına doğrudan Tanrı’nın lütfunu koyarsak,
kanıt daha da net parlayacaktır. Kutsal Yazı’nın her yerinde, Tanrı’nın, iyilik etmek için
insanda hiçbir şey bulamadığı ama karşılıksız cömertliğiyle önce insana geldiği
duyurulmaktadır. Ölü, yaşama kavuşmak için ne yapabilir? Ancak bizi Kendisi hakkındaki
bilgiyle aydınlattığında, bizi yeni bir yaratık yaptığı [2Ko. 5:17], ölüleri yaşattığı [Yu. 5:25]
söylenir. Bu metaforda özellikle elçinin, Tanrı’nın bize olan cömertliğini övdüğünü
görüyoruz. “Merhameti bol olan Tanrı bizi çok sevdiği için, suçlarımızdan ötürü ölü
olduğumuz halde, bizi Mesih’le birlikte yaşama kavuşturdu” demektedir [Ef. 2:4-5]. Başka bir
yerde, imanlıların çağrılmasının genel örneği olarak Đbrahim’den söz ederken, “Ölülere yaşam
veren, var olmayanı buyruğuyla var eden Tanrı’dır” diye belirtir [Rom. 4:16-17]. Soruyorum,
eğer biz hiçbir şeysek, ne yapabiliriz? Bu nedenle, Eyüp’ün tarihinde RAB, “Kim benden
hesap vermemi isteyebilir? Göklerin altında ne varsa bana aittir” [Eyü. 41:1] sözleriyle bu
kibri şiddetle dizginlemektedir. Pavlus, bu ifadeyi açıklarken [Rom. 11:35], şu sonucu
çıkarmaktadır: Biz, Rab’be sadece yoksunluğun ve boşluğun kara lekesinden başka bir şey
verdiğimizi sanmayalım.
235
Augustine, Against Julian IV. Đii. 16 vdd., 21, 25-26 (MPL 44. 744 vdd., 749 vdd., çev. FC
35. 179 vdd., 186 vd., 189 vd.)
236
Augustine, Against Two Letters of the Pelagians III. v. 14 (MPL 44. 597 vd., çev. NPNF V.
404).
237
Augustine, Psalms, Mez. 31. ii. 4 (MPL 36. 259 vd; çev. LF Psalms I. 253 vd.)
448
Bu nedenle, yukarıda238 söz edilen ayette işlerle değil, sadece O’nun lütfuyla kurtuluş
umuduna kavuştuğumuzu kanıtlamak için elçi, “Biz Tanrı’nın yapıtıyız, O’nun önceden
hazırladığı iyi işleri yapmak üzere Mesih Đsa’da yaratıldık” demektedir [Ef. 2:10]. Sanki şöyle
söylemektedir: Đyi işler yapmak için ilk yeteneğimiz yeniden doğuşla geldiğinde, kim kendi
doğruluğu sayesinde Tanrı’ya başvurmakla övünebilir? Doğamız gereği, yaratılmış
olduğumuz için, bizden iyi bir iş çıkmasından daha kısa sürede taştan yağ çıkar. Böyle bir
kara lekeye mahkûm olan insanın kendisinde hâlâ bir şey kaldığını öne sürmeye cesaret
edebilmesi gerçekten harikadır. Tanrı’nın bu büyük aracıyla, Rab’bin, “bizi yaptıklarımıza
göre değil, kendi amacına ve lütfuna göre bizi çağırdığını” [2Ti. 1:9] ve “Kurtarıcımız
Tanrı’nın iyiliğini ve insana olan sevgisini açıkça gösterdiğini, O’nun lütfuyla aklanalım ve
sonsuz yaşamda mirasçıları olalım diye, doğrulukla yaptığımız işlerden dolayı değil, kendi
merhametiyle bizi kurtardığını” [Tit. 3:4-5] kabul edelim. Bu itirafla, sadece merhamet
sayesinde sonsuz yaşam umuduyla yeniden doğuncaya kadar doğruluğu en küçük parçasına
kadar insanın elinden alıyoruz, çünkü işlerin doğruluğu bizi aklayacak bir şey getiriyorsa,
lütufla kurtulduğumuzu söylemek yalan olur. Açıkçası, elçi aklanmanın karşılıksız olduğunu
duyurduğunda unutkan değildi, çünkü başka bir ayette, lütfun, işlerle elde edilirse lütuf
olmaktan çıktığını kanıtlamaktadır [Rom. 11:6]. Rab, “Ben, doğru kişileri değil, günahkârları
çağırmaya geldim” [Mat. 9:13] dediğinde başka neyi kast etmektedir? Sadece günahkârlar
kabul ediliyorsa neden sahte doğrulukla gelmek istiyoruz?
6. Đnsanın, kendi doğruluğuna hiçbir katkısı olamaz
Sanki kuşkulu ya da anlaşılmazmış gibi, bunu bu kadar büyük bir endişeyle iddia
etmeye çalıştığımda, Tanrı’nın merhametine karşı adaletsizlik etme tehlikesinin bulunduğu
düşüncesi tekrar tekrar aklıma gelmektedir. Ancak irademiz tamamıyla mecbur kalmazsa,
Tanrı’ya asla boyun eğmediği için, bunun üzerinde biraz daha durmak zorundayım. Kutsal
Yazı’nın bu konuda yeterince net olduğu üzere, kendi sözlerimden çok, onun sözleriyle
iddiada bulunacağım. Yeşaya, insanın evrensel mahvını anlattığında, yenileşmenin düzenini
güzelce dile getirmektedir: “RAB olanları gördü ve adaletin yokluğuna üzüldü. Kimsenin
olmadığını gördü, aracılık edecek birinin olmadığına şaştı. Kendi gücüyle kurtuluş sağladı,
doğruluğu O’na destek oldu.” [Yşa. 59:15-16]. Peygamberin, kurtuluşu kazanmak için Rab’be
yardım edecek hiç kimsenin olmadığı sözleri doğruysa bizim doğru davranışlarımız nerede?
Başka bir peygamber, Rab’bin, günahkârları Kendisiyle barıştırmak için harekete geçtiğini
söylerken, “Doğruluk, yargı, lütuf ve merhamet temelinde seni sonsuza dek Kendime eş
alacağım… Henüz merhamet edilmemiş olana, sana merhamet edildiğini söyleyeceğim”
demektedir [Hoş. 2:19, 23, mealen]. Bizim Tanrı’yla ilk birlikteliğimiz olan böyle bir
antlaşma O’nun merhametine dayanıyorsa, doğruluğumuzun hiç yeri yoktur.
Đnsanın doğru işleriyle Tanrı’yla buluşmaya gittiğini öne sürenlerin, Tanrı’nın kabul
ettiğinden başka doğrulukların da olabileceğini düşünüp düşünmediklerini öğrenmek
istiyorum. Böyle düşünmek delilikse, Tanrı’nın, yaptıkları her şeyi elinin tersiyle ittiği
düşmanlarından O’na kabul edilebilir olan ne gelebilir? Aklanıp paydaşlığa alınıncaya kadar
hepimizin ölümlü ve Tanrı’mızın apaçık düşmanları olduğumuza gerçek tanıklık etmektedir,
diyorum. Sevginin başlangıcı aklanmaysa, ondan önce hangi işlerin doğruluğu gelir? Bu
öldürücü kibri bir kenara bırakmak için Yuhanna, O’nu önce bizim sevmediğimizi sadakatle
hatırlatmaktadır [1Yu. 4:10]. Rab, bunu daha önce peygamberiyle öğretmiştir. “Gönülden
seveceğim onları, çünkü onlara karşı öfkem dindi” demektedir [Hoş. 14:4]. Sevgisi gönülden
bize yöneliyorsa, elbette onu iyi işler harekete geçirmemektedir.
Ancak bilgisiz insanlar kitlesi, bunun sadece Mesih’in tamamladığı kurtarma işini hiç
kimsenin hak etmediği, kurtuluşu kazanmaya başlamak için yaptığımız iyi işlerin de bize
238
III. xiii. 2.
449
yardım ettiği anlamına geldiğini düşünmektedir.239 Hayır, tersine, Mesih bizi kurtarmış olsa
bile, Baba’nın çağrısıyla O’nun paydaşlığına aşılanıncaya kadar biz hem karanlığın ve
ölümün mirasçılarıyız hem de Tanrı’nın düşmanlarıyız. Pavlus, Ruh’un bizi temizlemesinin
dışında, mundarlığımızın Mesih’in kanıyla yıkanıp temizlenmediğini öğretmektedir [1Ko.
6:11]. Petrus da aynı şeyi kast etmektedir. Kutsal Ruh’un kutsal kılmasının, “itaat edilmesi ve
Mesih’in kanının serpilmesi için” geçerli olduğunu öne sürmektedir [1Pe. 1:2]. Paklanalım
diye Ruh bize Mesih’in kanını serpiyorsa bu temizlikten önce, Mesih’siz, bir günahkârdan
başka bir şey olmadığımızı düşünmeyelim.
Bu nedenle şu gerçek kabul edilsin:
Kurtuluşumuzun başlangıcı, ölümden dirilip yaşamaktır, çünkü bize Mesih uğruna Mesih’e
iman etmek verildiğinde [Flp. 1:29], sonunda ölümden yaşama geçmeye başlarız.
(Mahkûmiyet altındaki ikiyüzlüler ve sözde Hıristiyanlar, 7-8)
7. Doğruluk, yürek işidir!
Yukarıda söz edilen sınıflamada ikinci ve üçüncü sınıf olarak sayılanlar bu koşula
dâhildir.240 Vicdanın kirliliği, Tanrı’nın Ruhu’nun iki sınıfı da yeniden doğmuş duruma
getirmediğini kanıtlamaktadır. Öte yandan, yeniden doğmamış olmaları onlarda iman
olmadığını göstermektedir. Henüz Tanrı’yla barışmamış oldukları, O’nun gözünde
aklanmadıkları buradan bellidir, çünkü insanlar bu bereketleri sadece imanla alırlar. Tanrı’dan
uzaklaşmış günahkârlar, O’nun yargısına göre, nefret verici olandan başka ne ortaya
koyabilirler? Bütün tanrısızlar, özellikle de ikiyüzlüler bu aptalca güvenle övünürler, çünkü
yüreklerinde mundarlık kaynadığı ne kadar kabul etseler de, yine de iyi görünen işler
yapıyorlarsa, bunların Tanrı tarafından küçümsenmeye layık olmadığını düşünürler. Burada
tehlikeli bir hata ortaya çıkar, günaha yol açan kötü bir düşünceyle suçlandıklarında,
doğruluktan yoksun olduklarını hâlâ itiraf etmeye zorlanamazlar. Đnkâr edemedikleri için,
doğru kişiler olmadıklarını kabul ettiklerinde bile, yine de bir şekilde doğru kişiler olduklarını
iddia ederler.
Rab, peygamber aracılığıyla bu batılı açıkça çürütmektedir: “RAB diyor ki, ‘Kâhinlere
şu soruyu sor: Eğer biri giysisinin kıvrımları arasında kutsanmış et taşır ve o kıvrım
ekmeğe…ya da başka bir yiyeceğe değerse, o yiyecek kutsal olur mu?’ Kâhinler ‘Hayır’ diye
yanıtladılar. Hagay konuşmasını şöyle sürdürdü, ‘Canı kirlenmiş olan biri, bunlardan birine
dokunursa o yiyecek kirlenmiş olur mu?’ Kâhinler, ‘Kirlenmiş olur’ diye karşılık verdiler.
Bunun üzerine Hagay, şöyle dedi: ‘RAB, bu halk, bu ulus gözümde böyledir, diyor. Her
yaptıkları, sunakta her sundukları da kirlidir’” [Hag. 2:11-14, mealen]. Bu ifade bizim için ne
kadar güvenilirdir ya da belleğimizde nasıl da tamamıyla yer edecektir! Çünkü her halükarda
ömrü boyunca günah işlemiş, RAB’bin burada açıkça duyurduğuna ikna olabilen biri yoktur.
Çok günahkâr biri, yasadaki görevlerden birini ya da bir diğerini yapar yapmaz, bunun,
kendisi için doğruluk sayılacağından kuşku duymaz; ancak Rab önce yürek iyice
temizlenmezse bu eylemin kutsallaşma sağlayamayacağını ilan etmektedir. Bununla da
yetinmeyerek, günahkârların yaptıkları bütün işlerin yüreğin mundarlığıyla kirlendiğini
duyurmaktadır. O zaman, Rab’bin ağzından kirli işler diye mahkûm edilen bu işlerdeki
doğruluğun adını siz koyun! O, ne kadar yerinde bir karşılaştırmayla bunu göstermektedir!
Çünkü Rab’bin dokunulmaz bir biçimde kutsal olduğunu emrettiği şeye itiraz edilebilirdi.
Ancak o tam tersi bir tavır almaktadır, yani Rab’bin yasasında kutsal kıldığı şeylerin
günahkârın kirliliğiyle bozulmasında şaşılacak bir yan yoktur. Temiz olmayan el, kutsal
kılınmış bir şeye dokunduğunda onu kutsallıktan yoksun bırakmaktadır.
239
Aquinas, Suma Theol. I. IIae. cxii. 2; Duns Scotus, On the Sentences III. xix. qu. unica. 8
(Opera omnia XIV, 719).
240
Yk. bk. m. 1
450
8. Kişi ve işi
O, aynı konuyu Yeşaya’da da güzelce ele almaktadır. “Anlamsız sunular getirmeyin
artık. Buhurdan iğreniyorum… Yeni Ay törenlerinizden, bayramlarınızdan nefret ediyorum.
Bunlar bana yük oldu, onları taşımaktan yoruldum. Elerinizi açıp bana yakardığınızda,
gözlerimi sizden kaçıracağım. Ne kadar çok dua ederseniz edin, dinlemeyeceğim. Elleriniz
kan dolu. Yıkanıp temizlenin… Kötü düşüncelerden vazgeçin…” [Yşa. 1:13:16, mealen].
Rab’bin yasaya itaat edilmesinden iğrenmesi ne demektir? Elbette yasaya samimi bir şekilde
itaat etmekten gelen hiçbir şeyden nefret etmemektedir. Đtaatin, O’nun adından gerçekten
korkmakla başladığını her yerde öğretmektedir. Bu korku bir kez yok olduğunda, sadece O’na
sunulan her şey değersiz olmakla kalmaz, iğrençlik ve nefret de uyandırır.
Şimdi ikiyüzlüler gitsinler, yüreklerini saran kötülükleri koruyarak, yaptıkları işlerle
Tanrı’nın inayetini kazanmaya çalışsınlar! Bu şekilde O’nu daha çok öfkelendireceklerdir.
“RAB, kötülerin kurbanlarından iğrenir ama doğruların duası O’nu hoşnut eder” [Özd. 15:8].
Bu durumda, insanların gerçekten kutsal kılınmış işlerinin olmadığının kuşku götürmediğine
inanmalıyız. Bunun, Kutsal Yazılar’daki ayetleri kayıtsızca okuyan biri için bile, sağduyu
olması gerekir. En olağanüstü duruma geldiğinde bile bu işler RAB’bin huzurunda
doğruluktan o kadar uzaktır ki, günah kabul edilir.
Bu durumda, Tanrı’nın inayetini hiç kimsenin işlerle elde edilmediğini, tam tersine,
ancak kişi O’nun gözünde daha önce inayete ermişse, O’nun, yapılan işlerden hoşnut
kaldığını öğretenler doğru söylemişlerdir.241 Burada, Kutsal Yazı’nın, eliyle bize yol
gösterdiği düzeni sadakatle korumalıyız. Musa, “RAB, Habil’i ve işlerini kabul etti” [Yar. 4:4,
mealen] diye yazmaktadır. Musa’nın, RAB’bin insanlara, işlerini kabul etmeden önce nasıl
inayette bulunduğuna işaret ettiğini görüyor musunuz? Tanrı’nın, bizim yaptığımız işleri
inayet ederek kabul etmesi için, önce yürek pak olmalıdır. Yeremya’nın, Tanrı’nın gözlerinin
gerçeği aradığı yolundaki ifadesi her zaman geçerlidir [Yer. 5:3]. Üstelik Kutsal Ruh,
Petrus’un ağzından insanların yüreklerini temizleyenin sadece iman olduğunu ilan etmiştir
[Elç. 15:9]. Đlk temelin gerçekte ve diri imanda atıldığı buradan bellidir.
(Yeniden doğanlar sadece imanla aklanmışlardır. 9-11)
9. Hakiki imanlılar kendi başlarına yaptıkları hiçbir iyi iş yoktur
Şimdi dört sınıfa ayırdığımız insanlarda hangi doğruluğun bulunduğunu irdeleyelim.
Tanrı’nın, Mesih’in doğruluğunun aracılığıyla bizimle barışıp, günahları karşılıksız
bağışlayarak bizi doğru sayarken, aynı zamanda O’nun bereketinin merhametiyle
bütünleştiğini, Kutsal Ruh’u aracılığıyla O’nun, içimizde yaşadığını ve bedenimizin
şehvetinin O’nun gücüyle günbegün öldüğünü; gerçekten kutsal kılındığımızı, yani yaşamın
gerçek paklığında yasaya itaat etmek üzere şekillendirilmiş yüreklerimizle kendimizi Rab’be
adadığımızı kabul ediyoruz. Sonuçta bizim özel irademiz, O’nun iradesine kulluk etmek ve
her şekilde sadece O’nun görkemini yüceltmek olabilir.
Ancak kendimizi unutmamızı ve övünmemizi önlemek için, Kutsal Ruh’un yol
göstermesiyle biz Rab’bin yolunda yürürken, mükemmel olmamamızın izleri bize
alçakgönüllü olma fırsatı verebilsin diye içimizde kalmaktadır. Kutsal Yazı’da, doğru bir
insanın olmadığı, günahsız ve iyilik yapacak kimsenin bulunmadığı söylenmektedir [Vai.
7:21, Vg.; 1Kr. 8:46]. Öyleyse yaptıkları işlerden nasıl bir doğruluk elde edeceklerdir? Önce,
onların ortaya koyabilecekleri en iyi işin, bedenin murdarlığıyla hâlâ lekeli ve yoz olduğunu
ve deyim yerindeyse ona bazı tortuların karıştığını söylüyorum. Tanrı’nın kutsal bir kulu,
yaşamının bütün akışı içinde yaptığını düşündüğü hangi işin özellikle dikkate değer bir özellik
241
Sözde Augustinus, De vera et falsa poenitentia xv. 30 (MPL 40. 1125); Gratianus’un
Decretum II. iii. 7.5. (Friedberg I. 527)’de alıntıladığı üzere Büyük Gregorios, Letters IX.
122,
451
taşıdığını seçsin, diyorum. Bu işin çeşitli parçalarını kafasında iyice tartsın. Benliğinin
çürümüşlüğünün kokusunu bir yerde elbette alacaktır, çünkü bizim iyi bir şey yapma
istediğimiz asla olması gerektiği gibi değildir ama büyük zaafımız yarışta koşmamızı
yavaşlatmaktadır. Kutsalların işlerini kirleten lekelerin açıkça görünür olduğunu anlasak da,
bunların sadece küçücük birer benek olduğunu kabul etmemize rağmen, yıldızların bile temiz
görünmediği Tanrı’nın gözüne [Eyü. 25:5] bunlar itici gelmeyecek midir? Kutsalların ortaya
koydukları, kendi içinde yargılandığında adil bir ödül olarak utancı hak etmeyen tek bir işi
yoktur.
10. Doğru insan olduğunu düşünen biri, yasanın ciddiliğini yanlış anlar
Sonra, bütünüyle temiz ve mükemmel işler yapmamız mümkün olsa bile, yine de
peygamberin dediği gibi, tek bir günah bile, daha önceki doğru işlerin anısının silinip yok
olmasına yeter [Hez. 18:24]. Yakup da onunla aynı fikirdedir: “Tek bir konuda bile sapan kişi,
her şeyden suçlu olur” [Yak. 2:10, mealen]. Bu ölümlü yaşam asla temiz ve günahsız
olmadığı için, ne kadar doğruluk elde edersek edelim, tekrar tekrar birbirinin ardı sıra gelen
günahlarla bu doğruluk bozulduğunda, yük haline geldiğinde ve mahvolduğunda Tanrı’nın
gözüne doğruluk olarak görünmez ya da bizim hesabımıza doğruluk diye yazılmaz.
Kısacası, işlerin doğruluğu irdelendiğinde, yasadaki işe değil, emre bakmalıyız. Bu
durumda, doğruluk yasada aranırsa boş yere birbiri ardına işler yaparız, ancak gerekli olan,
yasaya ara vermeden itaat etmektir. Bu nedenle, birçok kişinin aptalca inandığı gibi, geçmiş
yaşamımız bağışlandığında, daha sonra doğruluğu yasada arayalım diye, sözünü ettiğimiz bu
günahların bağışlanmasına Tanrı doğruluk diye bakmamaktadır;242 bu bizi sadece, bize
gülünmesine, bizimle alay edilmesine yol açan sahte umuda götürür. Bedenimizi giyinmiş
olduğumuz sürece mükemmel olamayacağımız, ayrıca da yasa, yaptığı işlerde mükemmel
doğruluğa ulaşamayan herkesin öleceğini ve yargılanacağını duyurduğu için, tam tersine,
Tanrı’nın merhameti bunu dengelemezse ve günahları sürekli bağışlayarak bizi tekrar tekrar
temize çıkarmazsa suçlanmamız ve mahkûm edilmemiz için her zaman bir neden olacaktır.
Bu nedenle başlangıçta söylediklerim iyi anlaşılmalıdır;243 kendi değerimize göre
yargılanırsak, her ne planlarsak planlayalım ya da üstlenirsek üstlenelim, bütün gayretimize
ve emeğimize rağmen yine de ölümü ve yıkımı hak ederiz.
11. Đmanlıların doğruluğu her zaman imanın doğruluğudur
Şu iki konuda bütün gücümüzle ısrar etmeliyiz: Birincisi, Tanrı’nın sert yargısına göre
irdelendiğinde, Tanrı’ya bağlı bir insanın, mahkûmiyeti hak etmeyen hiçbir işi olmamıştır;
ikincisi, böyle bir iş olsaydı (insan için bu, mümkün değildir) yine de inayeti kaybederdi –
yazarın kendisinin yüklendiğinin kuşkusuz olduğu günahlar onu güçten düşürüp lekelerdi.
Tartışmamızın esas noktası budur244. Aklanmanın başlangıcı konusunda bizimle
sağlıklı düşünen Stoacılar arasında hiçbir kavga yoktur: Mahkûmiyetten karşılıksız kurtulan
bir günahkâr, günahlarının bağışlanmasıyla doğruluğu elde edebilir; ancak “aklanma”
kelimesinin altına, Tanrı’nın Ruhu aracılığıyla yasaya yeniden itaat eder duruma
getirildiğimiz bir yenilenmeyi dâhil ediyorlar. Aslında, yeniden doğan insanın doğruluğunu
öyle anlatıyorlar ki, insan, Mesih’e iman ettiğinde Tanrı’yla bir kez barışmakla Tanrı’nın
huzurunda iyi işleriyle doğru sayılabilmekte ve liyakatiyle kabul edilebilmektedir.245 Ama tam
tersine, Đbrahim henüz putlara kulluk ederken değil, yıllarca üstün bir kutsal yaşam
242
Krş. Latomus, De fide et operibus (Opera [1550], fo. 135a vdd.).
Yk. bk. m.1.
244
Fransızca metinde, “Le principal poinct de la dispute, que nous avons avec les papists”
(Papa yanlılarıyla yaptığımız tartışmanın esas noktası budur)
245
Aquinas, Summa Theol. I. IIae. cxiii. 1; cxiv. 3.
243
452
sürdürdükten sonra Rab, Đbrahim’e, imanını doğruluk kabul ettiğini duyurmuştur [Rom. 4:3].
Bu durumda Đbrahim, uzun zamandan beri saf bir yürekle Tanrı’ya tapmış ve yasaya, ölümlü
bir insanın itaat edebildiği kadar itaat etmişti. Yine de imanının doğru olduğunu göstermişti.
Pavlus’un akıl yürütmesinden çıkardığımız sonuca göre, bu, işlerle olmamıştı [Ef. 2:9]. Aynı
şekilde peygamber, “Doğru kişi imanıyla yaşayacaktır” [Hab. 2:4] dediğinde, bu ifade
imansız ve kutsallıktan yoksun insanlar için geçerli değildir. Rab, onları imana döndürerek
aklayabilir ama bu ifade imanlılara yöneliktir ve onlara, iman aracılığıyla yaşam vaat
edilmektedir. Pavlus da, bu fikri onaylamak için Davut’tan, “Ne mutlu suçları bağışlanmış
olanlara” ayetini aldığında [Mez. 32:1; Rom. 4:7] bütün kuşkuları dağıtmaktadır. Davut’un
Tanrı’sız insanlardan değil, kendisi gibi imanlılardan söz ettiği kesindir. Vicdanının harekete
geçmesiyle konuşmuştur. Bu durumda, bu mutluluğu tek bir kez değil, ömür boyu
yaşamamalıyız. Son olarak, Tanrı’yla karşılıksız barışmakta elçilik etmenin şu ya da bu gün
açıklanmadığına, kilisede sürekli buna tanıklık edildiğine [2Ko. 5:18-19] tanıklık etmektedir.
Bu durumda imanlıların yaşamlarının sonuna kadar, burada anlatılandan başka doğruluğu
yoktur. Mesih, Baba’yı bizimle barıştırmak için her zaman Aracı olarak kalacaktır; ölümü
sonsuza kadar etkilidir; yani arındırma, tatmin, kefaret ve son olarak da, bütün suçlarımızı
örten mükemmel itaat. Pavlus Efeslilere, kurtuluşumuzun lütufla başladığını söylemez, “hiç
kimse övünmesin diye, işlerle değil” lütufla kurtulduğumuzu söyler [Ef. 2:8-9]
(Skolastiklerin imanla aklanmaya itirazları, kutsalların gereğinin üzerinde liyakatleri
öğretisinin irdelenmesi ve çürütülmesi, 12-21
12. Muhaliflerin kaçışları
Burada Skolastiklerin kendilerini kurtarmak için kaçış yolu aramalarının yararı yoktur.
Şunları söylüyorlar: Đyi işlerin içkin değerleri, doğruluğu elde edecek kadar önemli değildir,
ancak onların değeri, “kabul eden lütufta”246 yatmaktadır. Bu durumda, burada işlerle
doğruluğun her zaman mükemmellikten uzak olduğunu kabul etmek zorunda kaldıkları için,
işlerin kusurlarını telafi etmek üzere, yaşadığımız sürece günahların bağışlanmasına
ihtiyacımız olduğu; ama işlenen suçların gereğinin üzerinde işlerle telafi edileceği sonucuna
varıyorlar.247
Cevap veriyorum, onların verdikleri adla, “lütfu almak”, Baba bize Mesih’in
masumluğunu giydirdiğinde ve bu sayede kutsallığımızı, paklığımızı, masumluğumuzu
sürdürebilmek için, bunu bizim diye kabul ettiğinde, bizi Mesih’te bağrına bastığı karşılıksız
iyiliğinden başka bir şey değildir. Tanrı katında bir tek onun mükemmel olduğu Mesih’in
doğruluğu mahkemede bizim adımıza ortaya çıkmalı, yargı sırasında kesinlikle bulunmalıdır.
Bu doğrulukla donanarak, günahlarımız imanda sürekli bağışlanır. Bu paklıkla örtüldüğünde
mükemmel olmayışımızın sefilliği ve murdarlığı bize mal edilmez ama Tanrı’nın yargı
kürsüsünün önüne çıkamayacak şekilde toprağa gömülmüş gibi gizlenir, içimizdeki eski
insan öldürülüp iyice yol edilme saati gelinceye kadar tanrısal iyilik bizi yeni Âdem’le birlikte
mutlu bir esenlikte kabul edecektir. Öyleyse çürümeyen bedenlerimizi alarak Göksel Krallığın
yüceliğine götürüleceğimiz Rab’bin Gününü bekleyelim [Krş. 1Ko. 15:45 vdd.]
13. “Dinsel yükümlülüklerin gereğinden fazla yerine getirildiği” işlerden söz eden Tanrı’nın
talebinin ve günahın çekiminin netliğini yanlış anlar
Eğer bunlar doğruysa elbette bizim yaptığımız işlerin hiçbiri bizi kabul edilebilir
duruma getirmemekte, Tanrı’yı hoşnut etmemektedir; Mesih’in doğruluğuyla örtülmüş bir
246
Duns Scotus, On the Sentences I. xvii. 3. 25 vd. (Opera omnia X. 84a); Jean Gerson (ölm.
1429), De vita spirituali, sonuç x (Opera omnia, der. L, E. Du Pin, III. 13).
247
Bonaventura, On the Sentences IV. xx. böl. 2, m. 1. alıntı 3 (Opera selecta IV. 507);
Aquinas, Suma Theol. III. Ek xxv.1.
453
adamın Tanrı’yı hoşnut etmesinin ve günahlarının bağışlanmasını edinmesinin dışında, işler
bile kendi başına O’nu hoşnut etmemektedir. Zira Tanrı belirli işler için yaşam ödülü vaat
etmemiştir, ancak bunları yapan adamın yaşayacağını duyurmuştur sadece [Lev. 18:5], her
şeye dayanmayanların hepsine iyi bilinen lanetini bununla aynı düzeyde tutmuştur [Yas.
27:26; Gal. 3: 10]. Göklerde yasaya tamamıyla uymaktan başka bir doğruluğa izin
verilmediğine dair bu ifadeler kısmî doğruluk kurgusunu fazlasıyla yalanlamaktadır.
Zararın yeterince ödenmesini sağlayan “dinsel yükümlülüklerin gereğinden fazla
yerine getirildiği işler” hakkında boş boş konuşmaları da daha sağlıklı değildir.248 Neden?
Daha önce sürüklenmiş oldukları, yasaya kısmen uyan birinin yaptığı işlerle dürüst olduğu
görüşüne her zaman geri dönmüyorlar mı? Sağlıklı yargılayan hiç kimse hiç utanmadan
gerçek kabul ettikleri bu varsayımı kabul etmez. Rab, yasasına mükemmelce uyulmasının
dışında işlerle doğruluk edinmeyi kabul etmediğine sık tanıklık etmektedir. Doğru
olmadığımızda, bütün yücelikten–yani Tanrı’ya tamamıyla teslim olmaktan- yoksun
görünmemek için, birkaç işin küçük kırıntılarıyla övünmeleri ve yoksun oldukları şeyin
bedelini ödemek için başka kefaretlerle denemeleri bizce ne sapkınlıktır?
Kefaretler, uykumuzda bile aklımıza gelmeyecek kadar bütün gücüyle çoktan yok
oldu.249 Bu saçmalıklardan söz edenlerin Tanrı katında günahın ne kadar iğrenç bir şey
olduğunu anlamadıklarını söylüyorum. Aslında insanın tek bir yığın halinde bir araya
toplanan bütün doğruluğunun tek bir günahın karşılığını ödemeyeceğini anlamalılar. Zira
diyoruz ki, Tanrı bir günah için insandan öyle uzaklaştı, onu öyle terk etti ki, insan aynı
zamanda kurtuluşunu geri kazanma yeteneğini tamamıyla kaybetti [Yar. 3:17]. Dolayısıyla
kefarette bulunabilme yeteneği alındı. Bu konuda kendileriyle gurur duyanlar,
düşmanlarından gelen hiçbir şeyden hoşnut olmayan ve hiçbir şeyi kabul etmeyen Tanrı’yı
elbette tatmin etmeyeceklerdir. Tanrı’nın günahları üzerlerine yüklemeye kararlı olduğu
herkes O’nun düşmanıdır. Dolayısıyla Rab hiçbir işimizi kabul etmeden önce günahlarımızın
üzeri örtülmeli ve bağışlanmalıdır. Bundan çıkan sonuca göre, günahlar karşılıksız
bağışlanmaktadır ve herhangi bir kefarete güvenenler ona günahkârca sövmektedirler.
Dolayısıyla, elçiyi örnek alalım, “Geride kalan her şeyi unutup ileride olanlara uzanarak
göksel çağrıda öngörülen ödülü kazanmak için hedefe doğru” koşalım [Flp. 3:13-14].
14. Yükümlülüklerimizi mükemmelce yerine getirmek bile bize yücelik getirmez; ama aynı
zamanda bu imkânsızdır da!
“Dinsel yükümlülüklerimizin gereğinden fazla yerine getirildiği işlerle” övünmek – bize
yapmamız gereken şeyin emredildiği, kendimize “değersiz kullar” ve “yapmamız gerekenden
fazlasını yapmadık” [Luk. 17:10, mealen] deme emriyle ne kadar bağdaşmaktadır? Tanrı’nın
huzurunda konuşmak rol yapmak ya da yalan söylemek değil, içinizden kesinlikle ne
düşündüğünüze karar vermektir. Dolayısıyla Rab bize, Kendisi için gereksiz olan işler
yapmadığımızı ama O’na hizmet borcumuzu ödediğimizi içtenlikle algılayıp göz önünde
tutmamızı emretmektedir. Ve dürüstçe! Zira biz o kadar çok hizmet yükümlülüğü olan
hizmetkârlarız ki, bütün düşüncelerimiz ve bedenimizin bütün üyeleri dikkati yasadaki
görevlere vermiş olsa bile, bunları yapamıyoruz. Sonuçta O’nun, “Size emredileni
yaptığınızda” ifadesi, insanların bütün doğru eylemlerinin –ve daha fazlasının- tek bir şeye
bağlı olduğunu söylemekle aynıdır. Öyleyse biz, her birimiz bu hedefin çok uzağında
olduğumuza göre, gereken ölçünün dışında bir şey biriktirdiğimiz için övünmeye nasıl
edebiliriz?
248
Bonaventura, On the Sentinces IV. xx. Böl. 2. m. 1. Soru 3 (Opera selecta IV. 507)’ye
gönderme.
249
III. Đv. 25-39.
454
Bir insan gerekli görevlerinde bir ölçüde başarısız olsa bile, bunların ötesine geçecek
tarzda çaba göstermesine hiçbir şeyin engel olamayacağını söyleyerek itiraz etmesinin nedeni
yoktur.250 Şu gerçeği iyice kabul etmeliyiz: Tanrı’nın onurlandırılmasına ya da komşunun
sevilmesine katkıda bulunan, Tanrı’nın yasasının kapsamadığı, akla gelebilecek hiçbir şey
yoktur. Ancak bu yasanın pir parçası ise zorunluluk bize baskı yaptığında isteyerek cömertlik
yapmakla övünmeyelim.
15. Olduğumuz ve sahip olduğumuz her şey Tanrı’nın hakkıdır; bu nedenle dinsel
yükümlülüklerimizin gereğinden fazla yerine getirildiği işler olamaz
Pavlus’un, isteseydi başka türlü kullanabileceği hakkından Korintlilerin arasında
isteyerek vazgeçmekle; görevi nedeniyle onlara sadece borcunu ödemekle kalmadığı,
görevinin sınırlarının dışında onlara karşılıksız hizmet etmekle de övündüğü [1Ko. 9:1 vdd.]
konusuna boşuna başvuruyorlar. Ancak burada belirtilen nedene, Pavlus’un davranışının
güçsüze karşı bir saldırı olmadığına [1Ko. 9: 12] dikkat etmiş olmalıydılar. Zira kötü ve
hilekâr işçiler, tehlikeli öğretilerinden beslenmek ve müjdeye dayanarak nefret solumak için,
birbirlerine bu sahte kibarlık gösterisinde bulunmayı öğütlüyorlardı, bu durumda ya Mesih’in
öğretisini tehlikeye atmak ya da bu tür oyunlara karşı çıkmak Pavlus için gerekli olmuştu.
Öyleyse, gücendirmekten kaçınabilecekken gücendirmek bir Hıristiyan için fark etmeyen bir
meseleyse, elçinin Rab’bin adına dinsel yükümlülüklerin gereğinden fazla yerine getirildiği
işlerin bazısını yaptığını kabul ediyorum. Ancak bu, müjdenin usulüne uygun şekilde erdemli
bir kâhyası olmayı gerektiriyorsa onun yapması gerekeni yapmadığını söylüyorum. Son
olarak, bu neden besbelli olmasa da, Chrysostomos’un şu ifadesi her zaman doğrudur: Bizim
bütün kişisel eşyalarımız, kölelerin yasal açıdan efendilerine ait olan malvarlıklarıyla aynı
durumdadır.251 Mesih, benzetmesinde bunu saklamamıştır, zira bütün bir gün çeşitli işler
yaptıktan sonra akşam bize geri döndüğünde hizmetkârımıza nasıl teşekkür edeceğimizi bize
sormaktadır [Luk. 17:7-9]. Ancak o, bizim talep etmeye cesaret edemediğimizden daha fazla
gayretle çalışmış olabilir. Kabul edelim. Yine de köle olarak durumunun gerektirmediği hiçbir
şey yapmamıştır. Zira o, bütün kapasitesiyle bizimdir.
Bu insanların Tanrı’nın huzurunda sergilemek istedikleri tarzda dinsel
yükümlülüklerin gereğinden fazla yerine getirilmesinden söz etmiyorum, zira bunlar O’nun ne
emrettiği ne de onayladığı saçmalıklardır, huzurunda bunların hesabı verildiğinde bunları
kabul etmeyecektir de. Bu anlamda, dinsel yükümlülüklerin gereğinden fazla yerine getirildiği
işlerin olduğunu kabul ediyoruz – yani peygamberin söylediklerini: “Ellerinizin bunu
yapmasını sizden kim istedi?” [Yşa. 1:12; Krş. Vg.]. Ne var ki, başka bir yerde bunların
hakkında ne söylendiğini hatırlasınlar: “Paranızı neden ekmek olmayana, emeğinizi
doyurmayana harcıyorsunuz?” [Yşa. 55:2]. Aslında boş zamanı çok olan hahamlar için rahat
koltuklarının gölgesi altında bu konuları tartışmak çok yorucu değildir. Ancak o yüce Yargıç
yargı kürsüsüne oturduğunda bu boş fikirler ortadan kalkacaktır. Đstememiz gereken şudur:
Kendimizi savunurken O’nun yargı kürsüsünün önüne getirebileceğimiz güven, okullarda ve
köşelerde konuşabildiklerimiz değil.252
26. Đşlerde güven yok, işlerde yücelik yok!
Bu açıdan, zihnimizden özellikle uzaklaştırmamış gereken iki felaket vardır: Đşlerin
doğruluğuna hiç güvenmemeliyiz ve işlere hiçbir yücelik atfetmemeliyiz.
Bütün bu doğru işlerimiz Mesih’in doğruluğunun güzel kokusundan
kaynaklanmıyorsa, Tanrı katında kötü olduğunu öğretirken, Kutsal Yazı sürekli olarak bizi
250
Aquinas, Summa Theol. I IIae. cix. 4.
Chrysostom, Homilies on Philemon ii. 4 (MPG 62. 713 vd.).
252
Krş. III. xii.1.
251
455
güvenmekten vazgeçirtir. Tanrı’nın merhamet ederek bağışlaması işleri desteklemiyorsa
bunlar O’nun sadece öcünü harekete geçirir. Dolayısıyla bunlar bize Davut’un şu ikrarıyla
birlikte Yargıcımızdan merhamet dilemekten başka bir şey bırakmaz: Tanrı kullarının hesap
vermelerini istiyorsa hiç kimse O’nun huzurunda aklanmayacaktır [Mez. 143:2, mealen].
Eyüp, Tanrı’nın yüce doğruluğuyla ilgilenmesine rağmen, meleklerin bile cevap veremediği,
“Suçluysam, vay başıma! Ama doğruysam başımı kaldırmayacağım” [Eyü. 10:15, mealen]
dediğinde, aynı zamanda, iş Tanrı’nın yargısına geldiğinde, bütün ölümlülere susmaktan
başka bir şey kalmadığını belirtmektedir. Burada söz konusu olan, Tanrı’nın katılığı
karşısında Eyüp’ün tehlikeli bir mücadeleye girmektense isteyerek boyun eğmeyi tercih
etmesi değildir, Tanrı’nın karşısına çıktığı ilk anda kendisinde, kaybedeceğinden başka bir
doğruluk olmadığını gördüğünü belirtilmektedir.
Güven akıldan çıkarıldığında bütün görkem de zorunlu olarak yok olmalıdır. Zira
doğru işlere kim paye verir, Tanrı katında titreyen bir şeye kim güvenir? Bu nedenle
Yeşaya’nın bizi çağırdığı yere gelmeliyiz: “Bütün Đsrail soyu Tanrı’da zafer ve yücelik
kazanacak” [Yşa. 45:25, mealen]; Yeşaya’nın başka bir yerde söylediği, biz “Tanrı’nın
görkemini ekiyoruz” [Yşa. 61:3] sözü çok doğrudur. O zaman akıl hiçbir açıdan yeniden
güvene tutunmadığında ya da görkemle övünmediğinde işlerden tamamıyla arınacaktır.
Ancak bu yanlış, aptalları sahte ve yalancı bir güvenle böbürlenmeye ikna eder, çünkü onlar
her zaman kurtuluşlarının nedeni olarak işlere saplanırlar.
17. Hiçbir açıdan işler kutsallığımızın nedeni olamaz
Filozoflar birçok şey yapılırken gözlemlenen dört tür neden olduğunu varsayarlar.
Ancak bunlara baktığımızda, kurtuluşumuzun kesinleştirilmesi söz konusu olduğunda,
bunların hiçbirinin işlerle ilgisi olmadığını görüyoruz. Kutsal Yazı’nın yerinde sonsuz yaşamı
edinmemiz için yeterli nedenin Göklerdeki Babamızın merhameti ve bize gösterdiği
karşılıksız sevgi olduğu duyurulmaktadır. Kuşkusuz, maddî neden, bizim adımıza doğruluğu
elde ettiği itaatiyle Mesih’tir. Biçimsel ya da araçsal nedenin sadece iman olduğu konusunda
ne diyeceğiz? Yuhanna, “Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik Oğlunu verdi. Öyle ki,
O’na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın, hepsi sonsuz yaşama kavuşsun” [Yu. 3:16]
dediğinde bu üçünü tek cümlede toplamaktadır. Nihaî nedene gelince, elçi bunun hem tanrısal
adaletin kanıtını, hem de Tanrı’nın iyiliğine övgüyü içerdiğine tanıklık ediyor, aynı yerde
başka üç şeyden daha söz ediyor. Romalılara şunları söylüyor: “Herkes günah işledi ve
Tanrı’nın yüceliğinden yoksun kaldı; üstelik O’nun lütfuyla karşılıksız olarak aklandılar”
[Rom. 3:23-24; Krş. Ef. 1:6]. Burada asıl önemli kaynağı buluyorsunuz: Tanrı’nın bizi
karşılıksız merhametiyle bağrına bastığını. Şöyle devam ediyor: “Đsa Mesih’te olan
kurtuluşla” [Rom. 3:24]. Burada adeta bizim için beraberinde doğruluğu getiren maddî nedeni
görüyorsunuz. “O’nun kanına iman ederek” [Rom. 3:25, mealen] sözlerinde Mesih’in
doğruluğunun bizim için geçerli hale getirildiği araçsal neden belirtilmekte. Son olarak,
O’nun doğruluğunu belirtmek için, “Bunu adil kalmak ve Đsa’ya iman edeni aklamak için
yaptı” [Rom. 3:26, Vg.] dediğinde nihaî nedeni eklemektedir. Bu arada bu doğruluğun
barışmaya dayandığını belirtmek için de, elçi, Mesih’in barışma adına verildiğini açıkça
belirtmektedir. Efeslilerin birinci bölümünde de, Tanrı’nın salt merhameti nedeniyle bize
lütufta bulunduğunu, bunun Mesih’in aracılığıyla olduğunu ve imanla anlaşıldığını, her şeyin
tanrısal iyiliğin görkemi bütünüyle parıldayabilsin diye ver olduğunu öğretmektedir [Ef. 1: 314]. Kurtuluşumuzun her zerresinin böylece bizim dışımızda olduğunu gördüğümüze göre,
neden hâlâ işlere güveniyoruz ya da onları yüceltiyoruz? Tanrısal lütfun en bilinen düşmanları
bütün Kutsal Yazı’yı inkâr etmezlerse yeterli ya da nihaî nedenle ilgili olarak bizimle hiçbir
çekişmeye giremezler. Đmanın ve Mesih’in doğruluğunun yanı sıra yerin yarısını işlerimiz
456
kaplıyormuş gibi, yanlış yaparak maddî ve nihaî sonucu gösteriyorlar.253 Ancak Kutsal Yazı,
Mesih’in bizim için hem doğruluk hem yaşam olduğunu ve bu doğruluğun bereketine sadece
imanla sahip olunduğunu onaylayarak buna karşı da haykırıyor.
18. Ancak imanı, iyi işlere bakış güçlendirebilir
Kutsallar çok sık kendilerine güç verirler, masumluklarını ve dürüstlüklerini
hatırlayarak teselli bulurlar, kimi zaman da bunu duyurmaktan çekinmezler. Bu iki şekilde
yapılır: Ya kendilerinin iyi nedenini günahkârların kötü nedeniyle karşılaştırıp, düşmanlarının
hak ettikleri adil mahkûmiyet gibi, kendi doğruluklarıyla da çok fazla övünmeden zafere
güvenirler. Ya da kendilerini başkalarıyla karşılaştırmadan, kendilerini Tanrı’nın huzurunda
irdelerlerken vicdanlarının paklığı onları aynı teselliye ve güvene götürür.
Birinci nedene daha sonra bakacağız.254 Şimdi ikincisiyle ilgili olarak, yukarıda söz
ettiğimizin255 bununla nasıl bağdaştığını kısaca açıklayalım: Tanrı’nın yargısı altında, işlere
güvenmemeliyiz ya da onları saygıyla yüceltmemeliyiz. Bu bağdaştırma şurada yatar:
Kutsallar, kendi kurtuluşlarının temelini atmak ya da kurtuluşlarını pekiştirmek söz konusu
olduğunda, işlere bakmaksızın gözlerini sadece Tanrı’nın iyiliğine çevirirler. Kutsallığın
başlangıcı olarak her şeyden önce bu yolu tutmakla kalmazlar, bunun gerçekleşmesinden de
huzur duyarlar. Temeli böyle atılan, bina edilen ve pekişen vicdan, işleri göz önüne alırken de
belli bir yere kadar pekişir, yani bunlar Tanrı’nın içimizde yaşayan ve bizi yöneten
tanıklıklarıdır. Dolayısıyla, düşündüğünüz bütün güveni önce Tanrı’nın merhametine
atfetmezseniz, işlere duyulan bu güvenin hiçbir yeri olmadığına göre bu, kendisine dayanak
edindiği şeye ters gelmemelidir. Dolayısıyla işlere güvenmeyi kabul etmediğimizde sadece
şunu söylemek istiyoruz: Hıristiyan’ın düşüncesi eskiye gidip işlerle layık olmaya kurtuluşa
yardım diye bakamaz ama bütünüyle karşılıksız verilen doğruluk vaadine güvenmelidir.
Ancak kendisine yöneltilen tanrısal iyiliğin işaretleriyle bu imanı desteklemesini ve
güçlendirmesini yasaklayamayız. Tanrı’nın bize bahşettiği bütün armağanlar hatırlandığında,
bunlar, iyiliğin bu yüce ışığını düşünmemiz için bizi aydınlatan tanrısal yüzden çıkan ışınlar
gibiyse, iyi işlerden edinilen lütuf için bu ne kadar da doğrudur! Bu, oğulluğa alınma
Ruh’unun bize verildiğini göstermektedir [Krş. Rom. 8:15].
19. Çağrının ürünleri olarak işler
Dolayısıyla kutsallar vicdan masumluğuyla imanlarını güçlendirdiklerinde, bununla
övünme fırsatını ve çağrılmalarının ürünlerini elde ettiklerinde kendilerine Rab tarafından
oğulluğa seçilmiş insanlar diye bakarlar. Bu durumda, Süleyman’ın “RAB’den korkan tam
güvenliktedir” [Özd. 14:26] ifadesi ve kutsalların, Tanrı onları işitsin diye, O’nun huzurunda
dürüstçe ve içtenlikle yürüdüklerine tanıklık etmek için [Krş. Yar. 24:40; 2Kr. 20:3] kimi
zaman Tanrı’nın bu çağrısından yararlanmaları, vicdanı güçlendirmek için temel atarken hiç
yeri olmayan ama sadece tecrübeyle edinilen sonuçlar olarak bakıldığında önemli konulardır.
Zira tam bir güvenlik sağlayabilen korku hiçbir yerde yoktur. Kutsallar ancak, benliğin birçok
kalıntısıyla birbirine karışmış böyle bir dürüstlüğe sahip olduklarının bilincindedirler. Ancak
Kutsal Ruh’un içlerinde yaşadığının kanıtı olarak, yeniden doğuşun meyvelerini derledikleri
için, her ihtiyaç duyduklarında Tanrı’nın yardımını beklemelerinde bu onlara güç verir, bu
çok önemli konuda O’nu Baba olarak kabul ederler. Önce vaadin kesinliğinden başka bir
şeyle mühürlenmemiş olan Tanrı’nın iyiliğini anlamazlarsa bunu bile yapamazlar. Buna iyi
işlerle hüküm vermeye başlarlarsa hiçbir şey daha belirsiz ve daha dayanıksız olmayacaktır;
253
Herborn, Enchiridion xliv (CC 12. 154 vdd.); Latomus, De fide et operibus (Opera [1550],
fo. 138a).
254
III. xvii. 14.
255
III. xii. 2.
457
aslında işler konusunda hüküm verilecekse, bunların yetersiz paklıklarıyla O’nun iyiliğine
tanıklık etmesi, kusurlarının Tanrı’nın gazabını ilan etmesinden daha az değildir.
Özetle, işler Tanrı’nın karşılıksız inayetinden yüz çevrilmesin diye O’nun iyiliğini
duyurur, Pavlus’un tanıklık ettiği gibi, bunun “geniş ve uzun, yüksek ve derin” [Ef. 3:18]
olduğu belirtilmektedir. Sanki Pavlus şöyle demektedir: “Tanrı adamı, düşünceleri her nereye
giderse gitsin, ne kadar yükseğe çıkarsa çıksın, ne kadar dört bir yana yayılırsa yayılsın, yine
de Mesih’in sevgisinden ayrılmamalı ama bunu enine boyuna düşünmelidir. Çünkü bu sevgi
bütün boyutları kapsamaktadır.” Dolayısıyla Pavlus, bunun bilgiyi gölgede bıraktığını, ondan
üstün olduğunu, Mesih’in bizi ne kadar sevdiğini kabul ettiğimizde, “Tanrı’nın bütün
doluluğuyla dolduğumuzu” [Ef. 3:19] söylemektedir. Başka bir yerde Pavlus, Tanrı
adamlarının her yarışta kazandıklarıyla övünürken, az sonra bunun nedeni eklemektedir: “O,
bizi sevdiği için” [Rom. 8:37, mealen].
20. Đşler Tanrı’nın armağanıdır ve imanlıların kendilerine güvenmelerinin temeli olamaz
Kutsalların işlere hiç güvenmediklerini görüyoruz, onlar, işlere ancak Tanrı’nın
iyiliğini kavramalarına yarayan O’nun armağanları ve seçilmiş olduklarını anlamalarına
yarayan çağrılarının işaretleri diye baktıkları için, ya onların liyakatine hiçbir şey atfetmezler
ya da Mesih’te elde ettiğimiz karşılıksız doğruluğu hiçbir şekilde azaltmazlar, çünkü bu buna
bağlıdır ve bu olmazsa olmaz. Augustinus şunları yazdığında bu fikri birkaç kelimeyle ama
hoş bir şekilde ifade etmektedir: “Rab’be, ‘Ellerimin işlerini küçümseme’ [Mez. 138:8],
‘Rab’bi ellerimle ararım ve yanılmam’ [Mez. 77:2] demek istemiyorum. Ama Sen ellerime
baktığında erdemden çok günah görürsün korkusuyla ellerimin işlerini övmem. Tek
söylediğim, tek istediğim, tek arzu ettiğim şu: Sen, kendi ellerinin işini küçümseme, bende,
benim işimi değil, Kendi işini gör. Zira benim işimi görürsen mahkûm edeceksin. Kendi işini
görürsen, onu taçlandıracaksın. Benim iyi işlerim senin iyi işlerindir.”256 Tanrı’nın huzurunda
kendi işlerini övmeye cesaret edememesinin iki nedenini belirtir: Yaptığı herhangi bir iyi iş
varsa, bunlarda kendisine ait hiçbir şey görmemektedir; ikincisi bunlar, çok sayıda günah
bunları boğmaktadır. Buradan çıkan sonuca göre, vicdanı güvenlikten çok korku ve dehşet
duymaktadır. Dolayısıyla, bu işler için çağrıldığı lütfunu kabul ederek, kendisinin başladığı
işleri Tanrı bitirebilsin diye O’ndan sadece iyi işlerine bakmasını istemektedir.
21. Đyi işlerden kimi zaman tanrısal yararların nedeni diye söz edilmesinin anlamı
Kutsal Yazı’da belirtilen, Rab’bin, imanlıların iyi işlerinden yararlanmasının nedenleri
huzurda sarsılmadan durmadan önce ortaya koyabildiklerimize izin vermek257 olarak
anlaşılmalıdır; kurtuluşumuzun yeterli nedenini Baba Tanrı’nın sevgisi, maddî nedenini Oğul
Tanrı’nın itaati, araçsal nedenini Ruh’un aydınlatması, yani iman, nihaî neden Tanrı’nın
büyük cömertliğinin yüceliğini içermektedir. Bunlar Rab’bin, işleri ikinci derece nedenler
olarak bağrına basmasını engellemez. Ama bu nasıl olur? Rab, merhamet göstererek, sonsuz
yaşamı miras alacaklarını önceden belirlediği insanları, Kendi sıralaması uyarınca, iyi işler
aracılığıyla bu mirasa yönlendirir. Kişi bu tanrısal sıralamada önce olana, bir sonrakinin
nedeni der. Bu durumda kimi zaman kişi, sonsuz yaşamı işlerden elde eder, ancak bunun iyi
işlere atfetmeyi düşünmez; ancak Tanrı sırayla çağırdıklarını sonunda yüceltmek için
akladığından [Rom. 8:30], önceden lütufta bulunur, bu adeta bir neden gibi bundan sonra
gelecek olana doğru atılan bir adımdır. Ancak hakiki neden belirlendiğinde işlere sığınmamızı
istemez ama bizi sadece Kendi merhametini düşünmeye yönlendirir. Elçinin “Günahın ücreti
ölüm, Rab’bin lütfuysa sonsuz yaşamdır [Rom. 6:23] öğretisi nasıl bir öğretidir? Yaşamı
256
Augustine, Psalms, Ps. 137. 18 (MPL 37. 1783 vd.; çev. NPNF [Mez. 138, m. 13] VIII.
635).
257
Yk. bk. m. 17.
458
ölümle karşılaştırdığı gibi, neden doğruluğu günahla karşılaştırmaz? Günahı ölüm nedeni
yaptığı gibi, neden doğruluğu neden yaşama nedeni yapmaz? Bu durumda bu farkın biraz
bozduğu uygun bir antitez ortaya çıkacaktı. Ancak bu karşılaştırmayla elçi, doğruyu ifade
etmektedir: Yani ölüm insanların çöllerinden ötürüdür ama yaşam sadece Tanrı’nın
merhametine dayanmaktadır.
Kısacası, bu ifadelerle nedenden çok sıralamaya işaret edilmektedir. Tanrı, lütuf
üzerine lütuf yığarak, daha önceki lütfuyla onları eklemek için bir neden oluşturur, buradan
O’nun kullarını güçlendirmek için hiçbir şeyi göz ardı etmediği sonucu çıkar. O’nun
karşılıksız yaptığı seçime her zaman bel bağlayacağımız kadar cömertliğini devam ettirir,
kaynak ve başlangıç bu cömertliğidir. Tanrı bize her gün bahşettiği armağanları sevse bile,
bunlar aynı kaynaktan geldiği için, yine de bize düşen, karşılıksız kabul etmekten
vazgeçmemektir, canımızı ancak bu besleyebilir; bu durumda, bu armağanlar buna gölge
düşürmesin diye, Kutsal Ruh, ilk nedene destek olmak için, daha sonra armağanlar bahşeder.
XV. BÖLÜM
ĐŞLERĐN LĐYATĐNĐ ÖVMEK, TANRI’YI, KURTULUŞ GÜVENCESĐ KADAR
DOĞRULUK DA BAHŞETTĐĞĐ ĐÇĐN ÖVMEMEZĐ
YIKIMA UĞRATIR
(Aklanmada insanın liyakati öğretisine Kutsal Yazı kadar Augustinus ve Bernard da
karşı çıkar, 1-4)
1. Yanlış ve doğru soruları sorma
Şimdi bu tartışmanın asıl konusunu çözüme ulaştırıyoruz: Şayet işler doğruluğu
destekliyorsa Tanrı katında bu, her yönüyle düşüş olmalıdır; doğruluk sadece Tanrı’nın
merhameti, sadece Mesih’le paydaşlık ve dolayısıyla sadece imanla sınırlıdır. Ancak bunun,
konunun başlıca dönüm noktası olduğunu dikkatle belirtelim, sadece sıradan insanların değil,
eğitimlilerin de genel yanılgısıyla karıştırılmasını önleyelim. Zira onlar, imanla ya da işlerle
aklanmayla bir soru sorulur sorulmaz, Tanrı katında işlere bazı liyakatin atfedilir göründüğü o
parçalara seğirtiyorlar. Tanrı’yla aynı değerlere sahip olduklarını göstererek, işlerle aklanmayı
tamamıyla kanıtlayacaklarmış gibi!
Şüphesiz işlerle doğruluğun sadece yasaya mükemmel ve tam itaati içerdiğini yukarıda
açıkça belirtmiştik.258 Bundan çıkan sonuca göre, hiç kimse işlerle aklanmamaktadır, yeter ki,
mükemmelliğin zirvesine ulaşıp en küçük bir günahla suçlanamasın. Bunun arkasından gelen
başka bir soru vardır: Đşler aklanmak için asla yeterli olmasa da, Tanrı’nın inayetini hak etmez
mi?
2. Kutsal Yazı’ya uygun olmayan ve tehlikeli bir kelime, “Liyakat”!
Önsöz niteliğinde önce “liyakat” kelimesiyle ilgili bu açıklamaları yapmalıyım: Đlk
olarak her kim bunu Tanrı’nın yargısına karşıt olarak insanların işleri için kullandıysa259
samimi imana büyük kötülük etmiştir. Kuşkusuz söz savaşlarından kaçınmak istiyorum ama
dilerim ki, Hıristiyan yazarlar büyük bir suça yol açacak ve az meyve verecek, Kutsal Yazı’ya
yabancı kelimeler gereksiz yere akıllarında kalmasın diye, her zaman böyle kısıtlamalar
getirmişlerdir. Soruyorum, iyi işlerin değeri suç işlemeden başka bir kelimeyle anlamlı olarak
ifade edilebildiğinde, “liyakat” kelimesini söz etmeye ne gerek vardı? Bu kelimenin ne kadar
258
II. vii. 3.
“Liyakat” kelimesini bu anlamda kullanan Tertullianus’a itiraz edilmektedir. Krş.
Tertullian, Apology I. xxi. 16; On Repentance ii. (CCL Tertullianus I. 125, 322; çev. NPNF
III. 35, 657 vd.).
259
459
çok suçu içerdiği dünyaya verdiği büyük zarardan bellidir. Elbette en gururlu kelime olduğu
için hiçbir şey yapamaz ama Tanrı’nın inayetini gölgeler ve insana sapkın bir kendini
beğenmişlik aşılar.
Antik dönemdeki kilise yazarlarının bunu yaygın kullandıklarını kabul ediyorum,
küçük bir kelimeyi yanlış kullanarak gelecek kuşaklara yanlış yapma fırsatı vermemiş
olmalarını isterdim! Ne var ki, bazı parçalarda hakikate zarar vermek istemediklerine onlar da
tanıklık ediyorlar. Augustinus şöyle diyor: “Âdem’le yok olan insan liyakati burada sussun,
Mesih Đsa aracılığıyla Tanrı’nın lütfu hüküm sürsün”. Ayrıca, “Kutsallar kendi liyakatlerine
hiçbir şey atfetmezler; Ey Tanrım, her şeyi sadece senin merhametine atfederler.” Ayrıca,
“Đnsan, sahip olduğu her iyi şeyin kendisinden değil, Tanrı’dan geldiğini gördüğünde,
kendisinde övgüye değer her şeyin kendi liyakatinden değil, Tanrı’nın merhametinden
kaynaklandığını görür.”260 Augustinus’un, insanın iyilik yapma gücünü inkâr ettiğinde,
liyakatin değerini de alaşağı ettiğini görüyorsunuz. Dahası Chrysastomos şöyle demektedir:
“Đşlerimiz, şayet herhangi biri Tanrı’nın karşılıksız çağrısına uyuyorsa, ödeme ve borçtur ama
Tanrı’nın armağanları lütuf, iyilik ve cömertliktir.”261
Ancak kelimeyi bir yana bırakıp daha çok olaya bakalım. Aslında daha önce
Bernard’ın bir ifadesinden alıntı yapmıştım: “Liyakatle ilgili varsayımda bulunmamanın
liyakat için yeterli olması gibi, liyakatin olmaması da yargı için yeterlidir.” Ancak hemen
yorumunu ekler, ifadesindeki sertliği yumuşatır, şunları söyler: “Bu durumda, liyakatinizin
olmasına dikkat edin. Liyakatiniz varsa, bunun verilmiş olduğunu bilin. Ürünü, Tanrı’nın
merhametini bekleyin, yoksulluğun, nankörlüğün ve varsayımın yıkımından kurtulmuş
olursunuz. Ne varsayım olmadan liyakati ne de liyakati olmadan varsayımı olan kilise
mutludur.” Az önce bu kelimeyi Tanrı’ya bağlı bir anlamda kullandığını fazlasıyla
göstermişti. “Neden?” diye sorar, “kilisenin Tanrı’nın amacı doğrultusunda yücelmek için
daha sağlam ve daha güvenli bir nedeni varken, liyakatle neden ilgilenmeli? Tanrı, Kendisini
inkâr edemez; vaat ettiğini yapacaktır [Krş. 2Ti. 2:13]. Dolayısıyla, ‘Hangi liyakatlerimizle
bereketleri umabiliriz?’ diye sormanızın bir nedeni yoktur. Özellikle de, ‘Sizin değil…benim
hatırım için’ [Hez. 36:22, 32, mealen] diye işittiğinizde. Liyakat konusunda, liyakatin yeterli
olmadığını bilmeniz yeterlidir.”262
3. Đyi işlerin bütün değeri Tanrı’nın lütfundan gelir
Kutsal Yazı’da, iyi işler mundarlıkla dolu olduğu için, bunların Tanrı’nın bakışına
dayanamadığını belirtildiğinde bütün iyi işlerimizin ne hak ettiği söylenmektedir. Öyleyse
Kutsal Yazı’da bizden istenen her şeyi yaptığımızda bile, kendimize yararsız kullar diye
bakmamız emredildiğinde [Luk. 17:10] yasanın hak ettiği mükemmel itaat, şayet böyle bir
itaat varsa, ne olacaktır? Zira Rab’be istenmeyen hiçbir şeyi vermiyoruz ama sadece borçlu
olduğumuz hizmetleri yerine getiriyoruz, bunun için de hiçbir teşekkür gerekmiyor.
Ne var ki, Tanrı bize bahşettiği bu iyi işlere “bizim” demekte ve bunların sadece kabul
edilebilir değil, ödüllerinin de olduğuna tanıklık etmektedir. Karşılığında bizim görevimiz, bu
kadar büyük bir vaatle harekete geçmek, iyilik yapmaktan usanmamak için cesaret göstermek
[Krş. Gal. 6:9; 2Se. 3:13] ve Tanrı’nın şefkatini hakiki bir şükranla kabul etmektir. Đşlerde
övülmeye değer her ne varsa onun Tanrı’nın lütfu olduğu kuşkusuzdur; aslında kendimize mal
etmemiz gereken tek bir damla yoktur. Bunu hakikaten içtenlikle kabul ettiğimizde sadece
260
Augustine, On the Predestination of the Saints xv. 31 (MPL 44. 983; çev. NPNF V. 513);
Psalms, Mez. 139. 18 (MPL 37. 1814; çev. NPNF [Mez. 140, m. 16] VIII. 644); Mez. 84. 9
(MPL 37. 1073; çev. NPNF [Mez. 85, m. 6] VIII. 406).
261
Chrysostom, Homilies on Genesis, vaaz xxxiv. 6 (MPG 53. 321).
262
Bernard, Sermons on the Songs of Songs lxviii. 6 (MPL 183. 1111; çev. Eales, Life and
Works of St. Bernard IV. 419).
460
liyakate duyduğumuz bütün güven değil, bu fikir de yok olacaktır. Sofistler gibi263 biz iyi
işlerin payesini Tanrı’yla insan arasında bölüştürmüyoruz, onu bütün, eksiksiz, zarar
görmemiş durumda Rab için saklıyoruz. Đnsana biz sadece şunu yüklüyoruz: Đyi olan her şeyi
o, murdarlığıyla kirletir ve bozar. Đnsan ne kadar mükemmel olursa olsun, ondan lekesiz bir
şey çıkmaz. O zaman Rab insanın en iyi işlerini yargılasın; gerçekten de onlarda Kendi
doğruluğunu ama insanın sahtekârlığını ve utancını görecektir! Öyleyse iyi işler Tanrı’yı
hoşnut etmektedir ve bunları yapanlar için de semeresiz değildir. Ancak bunlar, hak ettiği için
değil, Tanrı şefkatiyle onlara bu değeri biçtiği için, Tanrı’dan ödül tarzında en büyük
bereketleri alır. Đnsanların, işlere hiç layık olmadığı, hak etmediği ödülleri bağışlayan
Tanrı’nın cömertliğinden hoşnut olmaması ve tamamıyla Tanrı’nın cömertliğinden gelen şeye
işlerin liyakati diye paye verilebilmesi için dinsizce bir tutkuyla uğraşması nasıl bir
insafsızlıktır!
Burada herkesin sağduyusuna sesleniyorum. Şayet başka birinin cömertliğiyle bir
tarladan yararlanma hakkını elinde tutan biri kendi adına sahiplik hakkını da iddia ederse, bu
nankörlüğüyle, sahip olduklarını da kaybetmeyi hak etmez mi? Aynı şekilde efendisinin azat
ettiği bir köle aslında azat edildiğini saklayıp özgür doğduğunu iddia ederse eski köleliğine
getirilmeyi hak etmez mi? Zira bir iyiliği edinmenin yasaya uygun tek yolu, ne bize
verilenden daha fazlasını istemek ne de iyiliğin yazarının elinden övgüyü almak ama O’nun
bize aktarmış oldukları hâlâ O’ndaymış gibi davranmaktır. Bizim insanlara karşı bu sınırları
korumamız gerekiyorsa, her birimiz Tanrı’nın ne tür sınırlar istediğine bakıp düşünelim.
4. Karşı delilin aleyhine savunma
Bu sofistlerin, “Tanrı’ya liyakat” teriminin Kutsal Yazı’da bulunduğunu kanıtlamak
için bazı parçaları kötüye kullandıklarını biliyorum. Sirak’taki bir cümleden alıntı yapıyorlar:
“Her insana işlerinin liyakatine göre yer açılacaktır” [Sirak 16:15, Vg.] Đbranilere Mektup’tan
ise başka bir alıntı: “Đyilik yapmayı, sizde olanı başkalarıyla paylaşmayı unutmayın. Çünkü
Tanrı bu tür kurbanlardan hoşnut olur” [Đbr. 13:16].264
Sirak’ın yetkisini reddetme hakkımdan şimdi vazgeçiyorum. Yine de bu yazar her
kimse Sirak’ta yazdıklarından sadakatle alıntı yapmadıklarını söylüyorum, zira özgün metin
şöyle: πάση έλεηµοσύνη πουήσει πουτον. Έκαστος γάρ κατά τά έργα αύτού έΰρήσει. “Tanrı her
merhamet işine yer açacaktır; her insan yaptığı işe göre yer bulacaktır” [Sirak 16:14, çev.
RV]. Latince çeviride bozulan gerçek okunuşu budur, bu hem bu kelimelerin anlamından hem
de bir önceki cümlenin daha geniş bağlamından bellidir.
Đbranilere Mektup’ta elçinin Grekçe sözleri bu kurbanların Tanrı’yı hoşnut ettiği ve
Tanrı için kabul edilebilir olduğundan başka bir anlama gelmediğinde, küçücük bir kelimeyle
bizi tuzağa düşürmeye çalışmalarının hiçbir nedeni yoktur.
Gururumuzun yüzsüzlüğünü sınırlamak ve denetlemek için, işlere, Kutsal Kitap’taki
ölçünün dışında önem atfetmememiz bizim için oldukça yeterlidir. Kutsal Yazı’da Tanrı’nın
haklı olarak bize gücenip kızdığı murdarlığımızın iyi işlerimizi her zaman kirlettiği
öğretilmektedir. O’nun öfkesini yatıştırmaktan ya da bize karşı merhametini harekete
geçirmekten bu işler o kadar uzak ki… Ancak işlerimizi Kendi yüce doğruluğuna göre değil,
duyarlılığına göre irdelediği için, bunları mükemmelce pakmış gibi kabul etmektedir; bu
nedenle, bu işler hak etmese bile hem bu yaşamda hem de gelecek yaşamda sonsuz
bereketlerle ödüllendirilir. Bilgili ve başka Tanrı adamlarının sonsuza kadar kurtuluşu sadece
imanın ödülüyken, iyi işlerin bu yaşamda bize bahşedilen lütufları hak ettiği yolunda
263
Lombard, Sentences II. xxvii. 5 (MPL 192. 715). Aquinas, Quodlibetal Questions IV. vii.
Eck, Enchiridion, böl. V (1533 basımı, fo. 28a-32b), Herborn , Enchiridion v (CC 12. 32)
ve Reformasyon’un diğer muhalifleri sonsuz yaşam için imanın yeterli olmadığını, iyi işlerin
de övgüye değer olduğunu öne sürmektedirler.
264
461
yaptıkları ayırımı kabul etmiyorum. Zira Rab hemen her zaman göklerde emeğin ödülünü ve
savaşın tacını saklamaktadır. Öte yandan, bize lütuf üzerine lütuf yağdırılmasını işlerin
liyakatine mal etmek, bunu lütuftan ayırmak olarak, Kutsal Yazı’nın öğretisine terstir. Mesih
bile, “Kimde varsa ona daha çok verilecek” [Mat. 25:29; Luk. 8:18] ve küçük şeylerde
güvenilir olan sadık ve dürüst köleye pek çok verilecektir, demektedir [Mat. 25:21], aynı
zamanda başka yerde de imanlıların sayısının artmasının karşılıksız merhametinin armağanı
olduğunu belirtmektedir [Krş. Yu. 1:16]. “Ey susamış olanlar” der, “sulara gelin, parası
olmayanlar, gelin, satın alın, yiyin. Gelin, şarabı ve sütü parasız, bedelsiz alın” [Yşa. 55:1].
Dolayısıyla, şimdi Tanrı adamına kurtuluşuna yardım olarak ne verilirse verilsin, hatta
kutsanmışlık bile tamamıyla Tanrı’nın iyiliğidir. Ancak hem bu kutsanmışlıkta hem de bu
Tanrı adamlarında işleri hesaba kattığına tanıklık etmektedir. Bize duyduğu sevginin
büyüklüğüne tanıklık etmek için, sadece bizi değil, bize verdiği armağanı da bu onura değer
kılmaktadır.
(Mesih’in yerine insanın liyakatini koymanın reddi, 5-8)
5. Başlayan ve mükemmelleştiren, tek temel olarak Mesih
Geçmiş çağlarda bu konular düzgün bir şekilde ele alınıp anlatılsaydı bu kadar çok
kargaşa ve anlaşmazlık çıkmazdı. Pavlus, Hıristiyan öğretisini inşa ederken, Korintlilerin
arasına attığı temeli korumamız gerektiğini [1Ko. 3:10], “hiç kimsenin Đsa Mesih’ten başka
bir temel atamayacağını” [1Ko. 3:11] söyler. Mesih’teki temelimiz nedir? O, yerine gelmesini
bizim devam ettirebileceğimiz kurtuluşumuzun başlangıcı mıdır? O, sadece kendi gücümüzle
ilerleyeceğimiz yolu mu açtı? Şüphesiz hayır. Ancak az önce Pavlus’un dediği gibi, biz
Mesih’i kabul ettiğimizde, Mesih bize kendi doğruluğumuz olarak verilir [1Ko. 1:30]. Sadece
içinde mükemmel doğruluk olan kimse Mesih’te temel atar: Çünkü elçi, O’nun biz doğruluğa
erişelim diye değil, Kendisi bizim doğruluğumuz olsun diye gönderildiğini söylemektedir
[1Ko. 1:30]. Aslında, bizim liyakatimiz sayesinde değil, “Kendi isteği ve amacı uyarınca”
“dünyanın kuruluşundan önce”, öncesizlikte “bizi O’nda seçtiğini” [Ef. 1:4-5]; ölümüyle
ölüme mahkûm olmamızın fidyesini verdiğini, bizi yıkımdan kurtardığını [Krş. Kol. 1:14, 20];
Göksel Babamızın bizi oğulluğa aldığını [Krş. Rom. 8:17; Gal. 4:5-7]; O’nun kanı aracılığıyla
barıştığımızı [Rom. 5:9-10]; koruması altına girerek yok olma ve düşme tehlikesinden
kurtulduğumuzu [Yu. 10:28]; O’na aşılanarak [Krş. Rom. 11:19] umut aracılığıyla Tanrı’nın
Krallığına girip bir anlamda zaten sonsuz yaşamın paydaşları olduğumuzu söylemektedir.
Ama dahası var: O’nunla bu paydalığı öyle yaşarız ki, biz hâlâ akılsız olsak da Tanrı’nın
huzurunda O bizim bilgeliğimizdir; biz günahkâr olsak da O bizim doğruluğumuzdur; biz
murdar olsak da O bizim paklığımızdır; biz silahsız olup Đblis’e maruz kalsak da bizim
gücümüz bizim adımıza Đblis’i ezmek ve cehennemin kapılarını kırmak için O’na gökte ve
yerde verilen güçtür [Mat. 28:18]; biz hâlâ ölümlü bedeni taşısak da O bizim yaşamımızdır.
Kısacası, O’nun her şeyi bizim, bizim her şeyimiz O’nda olduğu için, bizde hiçbir şey yoktur.
Rab’bin kutsal tapınağı olarak gelişeceksek, bu temelin üzerine inşa edilmeliyiz, diyorum
[Krş. Ef. 2:21].
6. Roma’nın ilahiyatı Mesih’in gücünü ve onurunu azaltmaktadır
Ancak uzun zamandan beri dünyaya bunun aksi öğretilmektedir. Her türlü “ahlakî” iyi
iş keşfedilmekte, insanların Mesih’e aşılanmadan önce bunlarla Tanrı’yı hoşnut edecekleri
anlatılmaktadır. Sanki Kutsal Yazı, kendisinde Oğul olmayanlarda ölüm vardır [1Yu. 5:12]
derken yalan söylüyormuş gibi! Eğer ölümdeyseler yaşamın özünü nasıl edinecekler? Sanki
“imana dayanmayan her şeyin günah olduğu” [Rom. 24:23] anlamsızmış gibi! Sanki kötü bir
ağaç iyi meyveler verebilirmiş gibi [Krş. Mat. 7:18; Luk. 6:43]. Bu en tehlikeli Sofistler,
gücünü uygulaması için Mesih’e nasıl bir yer bırakıyorlar? Bizim için ilk lütfu, hak ettiğini,
yani hak etme fırsatını, ancak sunulan fırsatı kaçırmama sırasının şimdi bize geldiğini
462
söylüyorlar265 Ne kadar kibirli ve utanmazca bir saygısızlık! Mesih adına iman ikrarında
bulunanların O’nun gücünü elinden alıp ayaklar altında çiğnemeye cesaret edebileceklerini
nasıl düşünebiliyorlar? Çoğunlukla her kim O’na iman ederse aklandığı yolunda O’na tanıklık
edilir. Bu Sofistler, bireylere kendilerini aklama yolunun açılmasının dışında O’ndan hiçbir
yarar gelmediğini öğretiyorlar. Şu cümlelerin ne anlama geldiğini keşke tatmış olsalardı: “Her
kimde Tanrı’nın Oğlu varsa yaşam vardır” [1Yu. 5:12, mealen]; “Her kim inanırsa… ölümden
yaşama geçmiştir” [Yu. 5:24; Krş. 6:40]; sonsuz yaşamı miras alabilelim diye O’nun lütfuyla
aklandık [Tit. 3:7; Krş. Rom. 5:1-2]; Mesih, imanlıların içlerinde yaşar [1Yu. 3:24] O’nun
aracılığıyla Tanrı’ya bağlanabilirler; O’nun yaşamına paydaş olanlar, O’nunla birlikte göksel
yerlerde otururlar [Ef. 2:6]; “Tanrı’nın Krallığına aktarıldılar” [Kol. 1:13, mealen] ve
kurtuluşu elde ettiler –ve benzeri sayısız parçalar. Zira Mesih’te imanla bize ya doğruluğu
edinme ya da sadece kurtuluşu alma kapasitesinin geldiğini değil, bize ikisinin de verildiğini
söylemek istiyorlar. Dolayısıyla, iman aracılığıyla Mesih’e aşılanır aşılanmaz Tanrı’nın oğlu,
göklerin mirasçısı, doğruluğun paydaşı, yaşamın sahibi olursunuz; liyakat kazanma fırsatını
değil, Mesih’in bütün liyakatini elde edersiniz, çünkü bunlar size aktarılır (belki hataları
bununla daha iyi çürütülebilir).
7. Roma’nın ilahiyatı ne Augustinus’u ne de Kutsal Yazı’yı anlar
Dolayısıyla, bütün hataların anası olan Sorbonne okullarında kendini Tanrı’ya
adamışlığın özeti olan imanla aklanma elimizden alınmaktadır. Aslında insanın “biçimlenmiş
imanla” aklandığını kelime olarak ikrar ediyorlar ama daha sonra bunu imanla yapılan iyi
işlerin aklama kapasitesine dayanarak açıklıyorlar;266 anlaşılan imandan neredeyse alay
ederek söz ediyorlar, çünkü Kutsal Yazı’da sık tekrar edildiği için, iman, büyük bir sıkıntı
duymadan suskunlukla geçiştirilemiyor.
Yine de hoşnut olmadan, iyi işleri överken Tanrı’dan bir şey çalarak insana
aktarıyorlar. Çünkü insanın övülmesinde iyi işlerin çok az yararının olduğunu, bunlara liyakat
bile denmediğini, deyim yerindeyse, Tanrı’nın lütfunun meyveleri diye bakılırsa taştan
çıkarılan yağ gibi, bunların özgür iradenin gücünden çıktığını görüyorlar. Aslında asıl nedenin
lütufta yattığını inkâr etmiyorlar. Ama yine de bu konuda çekişiyorlar, sayesinde bütün
liyakatlerin var olduğu özgür iradeyi dışlamıyorlar.267 Sadece daha sonraki Sofistler değil,
onlarla karşılaştırsaydınız akıllı ve ayık diyebileceğiniz onların Pythogoras’ı olan Peter
Lombard da bunu öğretiyor. Ağzından Augustinus hiç düşmezken,268 iyi işlerin neden olduğu
en küçük bir övünme kırıntısını bile insana aktarmamak için babanın ne kadar özen
gösterdiğini görmemek dikkati çeken bir körlüktü. Yukarıda özgür iradeyi tartışırken bu
konudaki bazı tanıklıklarını anlatmıştık,269 bunların benzerleri yazılarında sık sık karşımıza
265
Duns Scotus, On the Sentences, III. xix. qu. unica. 8 (Opera omnia XIV. 719).
Aquinas’a göre, biçimlenmemiş iman (fides informata) hayır işlerinin yapılmadığı imandır:
Summa Theol. I IIae. cxiii. 3, 4, 8; II IIae. v. 3 (çev. LCC XI. 189 vd., 206-209, 214 vd., 282284).
267
Aquinas, Summa Theol. I IIae. ciii. 3, 4; cix. 2 (çev. LCC XI. 140 vd.). Contra gentes iii.
149’da Aquinas “tanrısal yardım, birinci nedenin ikinci neden üzerine etkisidir… Tanrı, iradî
edimlerimizi yok etmez; aslında bunların nedeni olur” demektedir (çev. A. T. Gilby, St.
Thomas Aquinas: Philosophical Texts, s. 158).
268
Lombard, Sentences II. xxvi-xxvii (MPL 192. 709-719). Smits, Augustinus’ta buradaki
tartışmayla ilgili, sayısı yirmi altıdan az olmayan parça bulmaktadır: Bunlarda karakteristik
olarak kurtuluşta Tanrı’nın tek başına lütfu öne sürülmektedir: Örn.; Psalms, Mez. 68 (Vg.
Mez. 67). 41 (MPL 36. 838; çev. LF Psalms III. 351); Enchiridion lx. 32; xxviii. 106; xxxi.
117 (MPL 40. 248, 282, 287; çev. LCC VII. 358 vd., 403 vd., 409).
269
II. ii. 8.
266
463
çıkmaktadır; örneğin; liyakatlerimiz Tanrı’nın armağanları olsa bile liyakatlerimizle
övünmemizi yasakladığında; her liyakatimizin nedeninin lütuf olduğuna, kendi
yeterliğimizden değil, bütünüyle lütuftan geldiğini vb yazdığında.270
Lombard’ın, Kutsal Yazı’nın ışığını görmemesinde pek şaşılacak bir şey yoktur, onun
çok mutlu bir eğitim görmediği buradan bellidir. Yine de elçinin şu sözünden başka hiçbir
şeyin onun ve öğrencilerinin bundan daha çok aleyhine olması arzu edilemez, elçi
Hıristiyanlara övünmeyi yasaklayarak, övünmenin neden yanlış olduğunu eklemektedir: “Biz,
Tanrı’nın yapıtıyız. O’nun önceden hazırladığı iyi işleri yapmak üzere Mesih Đsa’da
yaratıldık” [Ef. 2:10]. Dolayısıyla yeniden doğuşumuzun dışında bizden hiçbir iyilik gelmez,
ancak yeniden doğuşumuz istinasız bütünüyle Tanrı’dan gelir, bir gramlık iyi iş yaptığımızı
iddia etmemizin hiçbir nedeni yoktur.
Son olarak, iyi işleri tekrarlayarak kafalara sokarlarken, bu arada, onların işlerini
Tanrı’nın şefkatle beklediği ve inayet ettiği yolundaki bütün güvenlerini sarsacak şekilde
vicdanlarını eğitiyorlar.271 Ancak öte yandan imanlılara, liyakatten söz etmeden, işleriyle
Tanrı’yı hoşnut ettiklerini ve kuşkusuz Tanrı’nın onları kabul ettiğini söylediğimizde,
öğrettiklerimizle dikkate değer ölçüde onları sevindirip yüreklerini ferahlatıyoruz. Ancak
burada da hiç kimsenin imanı olmadan, zihninde kesin bir güvenceyle önce bunun Tanrı’yı
hoşnut edeceğine karar vermezse, bir işe kalkışmamasını ya da başlamamasını istiyoruz.
8. Doğru öğreti temeline dayanan uyarı ve teselli
Dolayısıyla, kendimize, bu tek temelden bir parmak bile uzaklaşma izni vermeyelim.
Zira bu temel atılır atılmaz bilge ustalar onun üzerine doğru ve düzenli şekilde inşaatı çıkarlar.
Öğreti ve teşvik gerekiyorsa “Tanrı’nın Oğlu’nun şeytanın işlerini bozmak için tezahür
ettiğini”; Tanrı’dan olanların günah işleyemeyeceklerini [1Yu. 3:8-9); Öteki Ulusların
arzularını yapmak için yeterince zaman geçtiğini [1Pe. 4:3]; Tanrı’nın seçtiklerinin
onurlandırılmak için seçilmiş merhamet kapları oldukları ve bayağı işlerden arınmaları
gerektiğini [2Ti. 2:20-21] belirtiyorlar. Ne var ki, Mesih’in kendilerini inkâr eden,
çarmıhlarını yüklenip ardı sıra gelecek öğrenciler istediği belirtildiğinde [Mat. 16:24; Luk.
9:23] her şey son kez söylenir. Kendini inkâr eden kimse kendisine ait olan şeylerin artık
peşinden koşmamak için bütün kötülüklerin kökünü kazımalıdır. Çarmıhını yüklenen kimse
her tür sabra ve yumuşak başlılığa hazır olmalıdır. Ancak Mesih örneği hem bunu hem de
Tanrı’ya bağlılığın ve kutsallığın diğer bütün görevlerini kapsamaktadır. O, Kendisini
Baba’ya ölümüne kadar itaatkâr olarak sunmuştur [Flp. 2:8]. Kendisini tamamıyla, Tanrı’nın
işlerini yerine getirmeye adamıştır [Krş. Yu. 4:34; ayrıca Luk. 2:49]. Yüreği ve canı Baba’nın
yüceliğini solumuştur [Krş. Yu. 8:50; ayrıca Yu. 7:16-18]. Kardeşleri için hayatını vermiştir
[Yu. 10:15; Krş. 15:13]. Düşmanlarına iyilik etmiş, onlar için dua etmiştir [Krş. Luk. 6:27,
30; ayrıca Luk. 23:34].
Ancak teselli gerekiyorsa şu parçalar olağanüstü teselli vermektedir: Her yönden
sıkıştırılmışız ama ezilmiş değiliz. Şaşırmışız ama çaresiz değiliz. Kovalanıyoruz ama terk
edilmiş değiliz. Yere yıkılmışız ama yok olmuş değiliz” [2Ko. 4:8-10]. “O’nunla birlikte
öldüysek, O’nunla birlikte yaşayacağız. Dayanırsak, O’nunla birlikte egemenlik süreceğiz”
[2Ti. 2:11-12]; O’nun dirilişine erişmek için acılarına ortak oluyoruz [Flp. 5:10-11]; çünkü
“Tanrı önceden bildiği kişileri Oğlunun benzerliğine dönüştürmek üzere önceden belirledi.
Öyle ki, Oğul birçok kardeş arasında ilk doğan olsun” [Rom. 8:29]. Dolayısıyla “ne ölüm…
ne şimdiki ne gelecek zaman…bizi Mesih Đsa’da olan Tanrı sevgisinden ayırmaya yetecektir”
270
Augustine, Psalms, Mez. 144. 11 (MPL 37. 1876; çev. LF [Mez. 145]). Psalms VI. 325);
Letters cxciv. 4. 16-19 (MPL 33. 879 vdd.; çev. FC 30. 311-313).
271
Aquinas, Summa Theol. I. II ae. Cxii. 5 (çev. LCC XI. 180 vd.) Eyü. 36:26 ve 1Ko. 4:3’den
alıntı yapar. “Bir insan lütfu alıp almadığına kesin olarak hüküm veremez” der.
464
[Rom. 8:38-39]; ancak daha çok, her şey bizim iyiliğim ve kurtuluşumuz için olacaktır [Krş.
Rom. 8:28]. Đnsanı, Tanrı’nın huzurunda iyi işleriyle aklamadığımızı ama Tanrı’dan olan
herkesin “yeniden doğduğundan” [Krş. 1Pe. 1:3] ve “yeni yaratık” [2Ko. 5:17] olduğundan,
öyle ki, günah âleminden doğruluk âlemine geçtiğinden söz ettiğimize dikkat edin; bu
tanıklıkla çağrılmışlıklarını doğruladıklarını [2Pe. 1:10] ve ağaçlar gibi, onlar hakkında da
meyvelerine bakıp hüküm verildiğini söylüyoruz [Mat. 7:20; 12:33; Luk. 6:44].
XVI. BÖLÜM
PAPA YANLILARININ BU ÖĞRETĐYE ĐĞRENÇLĐK ATFETTĐKLERĐ ASILSIZ
SUÇLAMALARININ ÇÜRÜTÜLMESĐ
1. Aklanma öğretisi iyi işlere son mu veriyor?
Đftira atarak bizi suçlayan bazı imansızların utarmazlıklarını yalanlamak için, tek
kelimeyle bu yetirlidir. Bizi iyi işleri hükümsüz kılmakla ve insanlar işleriyle aklanmazlar,
kurtuluşu işlerle hak etmezler, dediğimizde insanları iyi işler yapmasınlar diye kandırmakla;
ayrıca aklanmanın, günahların karşılıksız bağışlanmasında yattığını öğrettiğimizde bizi
doğruluğa giden yolu çok kolaylaştırmakla; bu şekilde ikna ederek, kendi istekleriyle günah
işlemeye zaten çok eğilimli olan insanları günaha teşvik etmekle suçluyorlar.272 Bu asılsız
suçlamaları şu basit ifadenin yeterince çürüttüğünü söylüyorum. Yine de her birine cevap
vereceğim. Đmanla aklanmanın iyi işlere son verdiğini iddia ediyorlar. Bizi böyle eleştirenlerin
iyi işler konusunda ne tür bağnaz olduklarını söylememek için kendimi tutuyorum. Kötü
yaşamlarını bütün dünyaya ahlaksızca bulaştırırlarken bile ceza görmeden ağızlarına geleni
söylesinler! Đman bu kadar görkemle yüceltilirken işler aşağılandığı için üzülüyorlarmış gibi
yapıyorlar. Tam tersine, işler teşvik edilip pekiştirilseydi ne olacaktı? Biz ne işlerden yoksun
bir iman ne de işlerin olmadığı bir aklanma hayal ediyoruz. Tek başına şu önemlidir: Đmanla
iyi işler birbirinden ayrılmamalıdır diye kabul ederken, aklanmayı yine de işlere değil, imanda
yer vermekteyiz. Bunu yaparken, imanımızın yöneldiği ve onu bütün gücünü O’ndan aldığı
Mesih’e yüzümüzü dönmek kaydıyla, kolay bir açıklamamız vardır.
O zaman neden imanla aklanırız? Çünkü imanla Mesih’in doğruluğunu kavrarız,
sadece bu doğruluk sayesinde Tanrı’yla barışırız. Yine de aynı zamanda kutsanmayı da
kavramadan bunu kavrayamazsınız. Zira Mesih “bizim için bilgelik, doğruluk, kutsallık ve
kurtuluştur” [1Ko. 1:30]. Dolayısıyla Mesih, aynı zamanda kutsamadığı hiç kimseyi
aklamamaktadır. Bu bereketler, sonsuza kadar süren ve çözülemeyen bir bağla birbirine
bağlıdır, öyle ki, bilgeliğiyle aydınlattıklarını kurtarır; kurtardıklarını aklar; akladıklarını
kutsar.
Ancak sorun sadece doğruluk ve kutsanmayla ilgili olduğu için, bunların üzerinde
duralım. Bunları birbirinden ayırabilmemize rağmen, Mesih’te ikisi de ayrılmadan vardı.
Öyleyse Mesih’te doğruluğa erişmek istiyor musunuz? Önce Mesih’e sahip olmalısınız; ama
onun kutsallığına paydaş olmadan O’na sahip olamazsınız, çünkü O, bölünemez [1Ko. 1:13].
Bu nedenle, Rab, kavuşmamız için bu bereketleri Kendisinden verdiğinden, ikisini de aynı
zamanda bahşetmektedir, biri olmadan diğeri kesinlikle yoktur. Đşler olmaksızın değil ama
işlerin aracılığı olmadan aklandığımızın ne kadar doğru olduğu besbellidir, çünkü
aklandığımız Mesih’teki paydaşlığımıza doğruluk kadar kutsanma da dâhildir.
2. Aklanma öğretisi iyi işler yapma gayretini bastırır mı?
272
Eck, Enchiridion, böl. V (1533 basımı, fo. 24b vd.); Erasmus, De libero arbitrio, der., J.
von Walter, s. 9 vd. (“her türlü imansızlığa kapı açmak”): Cochlaeus, Philippecae III. 15, 20,
21-62; fo. 2b, fo. K 1b-2a (“dinsizliği yaymak”), fo. N 2a.
465
Şu suçlamanın da hiç aslı yoktur: Đnsanların liyakate bakışına gölge düşürdüğümüzde
yüreklerindeki iyi işler yapma arzusundan caymaktadırlar. Aklıma gelmişken, daha sonra
daha net olarak açıklayacağım için,273 burada karşıtlarımızın ödülden liyakate giderek aptalca
akıl yürüttükleri konusunda okurlarımı uyarmalıyım. Zira onlar, Tanrı’nın, işler için bir ödül
belirlediğinde, doğru davranma kapasitesi bahşettiğinden daha az cömert olmadığı ilkesini
bilmiyorlar. Ancak bunu, uygun bir yere erteliyorum.
Şimdi itirazlarının ne kadar güçsüz olduğuna değinmek yeterlidir. Bu iki şekilde
yapılır. Đnsanların, kendilerine ödül umudu verilmezse yaşamlarına çeki düzen vermeye
dikkat etmeyeceklerini söylediklerinde tamamıyla yanılıyorlar. Đnsanların tek sorunu Tanrı’ya
kulluk ettiklerinde ödül peşinde koşmak veya emeklerini O’na kiralamak ya da satmaksa bu
pek kazanç getirmez. Tanrı, Kendisine karşılıksız tapılmasını, karşılıksız sevilmesini
istemektedir. Diyorum ki, onayladığı tapınan kişi, bütün ödül alma umutları söndüğünde hâlâ
O’na kulluk edendir.
Aslında insanlar harekete geçirileceklerse hiç kimse onlar için, kurtuluşumuzun ve
çağrımızın sonunda elde edileceklerden daha kesin bir dürtü oluşturamaz. Rab’bin Sözü,
“Önce Kendisinin bizi sevdiği” [1Yu. 4:19; Krş. 10. a.] O’nun sevgisine karşılık vermemenin
bizim için çok imansızca bir nankörlüğün göstergesi olduğunu; Mesih’in kanının diri Tanrı’ya
kulluk edelim diye vicdanlarımızı ölü işlerden temizlediğini [Đbr. 9:14]; bir kez
temizlendikten sonra kendimizi yeni bir murdarlıkla kirletmemizin, o kutsal kanı bayağı
saymamızın bizim için değersiz, kutsal olmayan bir davranış olduğunu [Đbr. 10:29]:
“ömrümüz boyunca kutsallık ve doğrulukla korkusuzca O’na kulluk edelim diye bizi
düşmanlarımızın elinden kurtardığını” [Luk. 1:74-75, mealen]; özgür bir ruhla doğruluğu
ekmek için günahtan azat edildiğimizi [Rom. 6:18]; “eski yaratılışımızın çarmıha gerildiğini”
[Rom. 6:6]; “yeni bir yaşama dirildiğimizi” [Rom. 6:4, mealen] öğretirken bu dürtülerden
yararlanmaktadır. “Tanrı’nın bütün insanlara kurtuluş sağlayan lütfu ortaya çıkmıştır. Bu
lütuf, tanrısızlığı ve dünyasal arzuları reddedip şimdiki çağda sağduyulu, doğru, Tanrı yoluna
yaraşır bir yaşam sürebilmemiz için bizi eğitiyor. Bu arada, mübarek umudumuzun
gerçekleşmesini, ulu Tanrı ve Kurtarıcımız Đsa Mesih’in yücelik içinde gelmesini bekliyoruz
[Tit. 2:11-13]. Dolayısıyla, bize gazaba uğrayalım diye değil, kurtuluşa kavuşalım diye
belirlendik [2Se. 5:9]. Biz, Kutsal Ruh’un tapınaklarıyız, kutsallıktan yoksun olmak yasaya
uygun değildir [1Ko. 3:16-17; 2Ko. 6:16; Ef. 2:21). Biz, karanlık değil, Rab’bin ışığıyız ve
ışığın çocukları olarak yürümeliyiz [Ef. 5:8-9; Krş. 1Se. 5:4-5]. Murdarlığa değil, kutsallığa
çağrıldık [1Se. 4:7], zira yasaya uygun olmayan arzulardan kaçınmamız, kutsal olmamız
Tanrı’nın arzusudur [1Se. 4:3]. Bizimki kutsal bir çağrıdır [2Ti. 1:9]. Yaşamda paklık ister,
başka bir şey değil; doğruluğa itaat edebilmemiz amacıyla günahtan özgür kılındık [Rom.
6:18]. Yuhanna’nın tezinden daha çok yaşam dolu başka tez bizi sevmeye teşvik edebilir
miydi? “Tanrı’nın bizi sevdiği kadar biz de birbirimizi sevelim” [1Yu. 4:11; Krş. Yu. 13:34].
Burada O’nun çocukları ışığın çocuklarının karanlığın çocuklarından ayrılması gibi, şeytanın
çocuklarından ayrılmaktadır, çünkü onlar sevgide yaşarlar [1Yu. 3:10; 2:10:11). Ayrıca
Pavlus’un tezi: Mesih’e bağlanırsak, tek bir bedenin üyeleri oluruz [1Ko. 6:15, 17; 12:f2] ,
birbirimize karşı görevimizde birbirimize yardım etmeliyiz [Krş. 1Ko. 12:25]. Yuhanna’nın,
onların Tanrı’sı kutsal olduğu için, “bu umuda sahip olan herkes… kendini kutsallaştırmalı”
[1Yu. 3:3] sözünü duyduğumuzdan kutsallığa daha etkili bir çağrı olabilir mi? Aynı şekilde
Pavlus’un ağzından da: Oğulluğa alınma vaadine güvendiğimiz için, “bedeni ve ruhu
lekeleyen her şeyden kendimizi arındıralım” [2Ko. 7:1]. Ya da Mesih’in, ayak izlerinden
gidebilelim diye Kendisini örnek gösterdiğini duyduğumuzdan [1Pe. 2:21; Krş. Yu. 15:10;
13:15] daha etkili?
273
III. xviii.
466
3. Davranış güdüleri olarak Tanrı’nın onuru ve merhameti
Aslında Kutsal Yazı’daki bu birkaç kanıtı sadece çeşni olsun diye ortaya koydum. Şayet
amacım her birini gözden geçirmek olsaydı geniş bir kitap derlenirdi. Elçilerin hepsi,
liyakatten söz etmeksizin her bir iyi işi öğreten teşvikler, dürtüler ve azarlar doludur [Krş.
2Ti. 3:16-19]. Tam tersine, en güçlü teşvikleri kurtuluşun bizim hiçbir liyakatimize değil,
sadece Tanrı’nın merhametine dayandığı düşüncesine kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla Pavlus,
bütün bir mektubunu Mesih’in doğruluğundan başka bir yaşama umudumuz olmadığını
belirtemeye ayırıp teşvik etmeye başladığında, Tanrı’nın bize gösterme tenezzülünde
bulunduğu merhamet adına bize yalvarmaktadır [Rom. 12:1]. Kuşkusuz şu tek neden yeterli
olmalıdır: Tanrı bizde yüceltilmelidir [Mat. 5:16]. Ancak Tanrı’nın yüceliğinden hâlâ bu
kadar etkilenmemiş biri varsa, O’nun bereketlerinin hatırlanması, bu insanları iyilik yapmaya
teşvik etmek için yine de fazlasıyla yeterlidir.274 Ancak bu insanlar liyakatleri vurguladıkları
için, belki de yasaya köle gibi zorla itaat edilmesini dayatmaktalar. Bizim, insanları iyi işler
yapsınlar diye teşvik etmek için hiçbir dayanağımız olmadığını, çünkü aynı yolda
olmadığımızı asılsız olarak söylemektedirler.275 “Sevinçle vereni sevdiğini” söyleyen ve
“isteksizce ya da zorlanmış gibi” vermeyi yasaklayan Tanrı’yı bu itaat çok hoşnut ediyormuş
gibi [2Ko. 9:7]!
Kutsal Kitap’ın, bizi harekete geçirecek hiçbir yolu atlamamak için, çok sık
yararlandığı bu tür teşviki küçümsediğim ya da göz ardı ettiğim için bunu söylemiyorum. Zira
bu, nasıl “Tanrı’nın herkese yaptıklarının karşılığını vereceğini” [Rom. 2:6-7; Mat. 16:27;
1Ko. 3:8, 14-15; 2Ko. 5: 10 vb] hatırlatmaktadır. Ancak bunun tek şey, hatta diğer pek
çoğunun arasında başlıca şey olduğunu kabul etmiyorum. Ayrıca başlangıcımızı bu noktadan
almayı da kabul etmiyorum. Dahası daha sonra göreceğimiz gibi,276 vaaz ettikleri türde
liyakatleri desteklemek için bunun hiçbir şey yapmadığını iddia ediyorum. Son olarak, sadece
Mesih’in liyakatiyle aklandığımız öğretisine öncelik vermezsek bunun hiçbir yararının
olmadığını söylüyorum. Bu, kendi işlerimizin liyakatiyle değil, imanla kavranır, çünkü ilk
önce bu öğretiyi öğrenenlerden başka, hiç kimse kutsallığın peşinden koşmaya uygun değildir.
Peygamber, Tanrı’ya, “Ya RAB, senin öfken yatıştırılır, öyle ki, senden korkulsun”
[Mez. 130:4] diye seslendiğinde bunu güzel bir şekilde öne sürmektedir. Zira Tanrı’nın
merhametli olduğu kabul edilmezse, Tanrı’yı onurlandırmanın olmadığını, onurlandırmanın
temelinin sadece bunun üzerine atılıp pekiştirildiğini belirtmektedir. Şu özellikle dikkate
değerdir: Tanrı’yı doğru biçimde onurlandırmanın başlangıcının sadece O’nun merhametine
güvenmek değil, Tanrı korkusu olduğunu da öğrenebiliriz, Papacıların bir değeri olsaydı277
bu, “liyakat” kelimesinin altında sayılmazdı, çünkü bu korku günahların bağışlanmasının
üzerine bina edilmektedir.
4. Günaha teşvik olarak aklanma öğretisi
Ancak doğruluğu kapsadığını belirttiğimiz günahların karşılıksız bağışlanmasını
onayladığımızda, insanların günaha davet edildiklerini söylemek en değersiz iftiradır.278 Zira
bunun, kendi iyiliğimizle karşılığını ödeyemeyeceğimiz kadar çok değerli olduğunu
söylüyoruz. Dolayısıyla, karşılıksız bir armağandan başka bir şey olarak, elde edilemez.
Bizim için gerçekten karşılıksızdır ama Mesih için böyle değildi. O bunu, çok kutsal kanı
pahasına yüksek bir bedelle satın aldı, Tanrı’nın yargısını tatmin etmek için bunun dışında
274
Chrysostom, Homilies on Genesis, vaaz xxvi. 5. 6 (MPG 53. 235-239).
Yk. bk. m. 2.
276
III. xviii. 3.
277
Örn.; Latomus, De fide et operibus (Opera [1550], fo. 141ab).
278
Krş. Erasmus, De libero arbitrio, der., J. von Walter, s. 10; Cochlaeus, Philippicae III. 21
(fo. K 1b-2a).
275
467
yeterince değerli başka bir fidye yoktu. Đnsanlara bu öğretildiğinde, sık günah işledikleri
sürece O’nun çok kutsal kanının akmasını önlemek için hiçbir şey yapamadıklarının bilincine
varıyorlar. Dahası diyoruz ki, bizim iğrençliğimiz o boyutta ki, bu çok temiz kanın pınarından
başka hiçbir şeyle temizlenemez. Bunları duyanların, şayet onlara iyi işlerin serpilmesiyle
temizlendikleri söylenseydi, daha büyük bir günah korkusuna kapılmamaları mı gerekiyordu?
Bir Tanrı anlayışları varsa bir kez temizlendiklerinde, bu pınarın paklığını ellerinden
geldiğince bozup zehirleyerek, dehşete kapılmadan çamurda nasıl fazla yuvarlanabilirler?
Süleyman’a göre, inanan can, “Ayaklarımı yıkadım, yine kirletmeli miyim?” [Ezg. 5:3]
demektedir.
Günahların bağışlanmasını kimlerin ucuzlatmayı tercih ettikleri, doğruluğun
saygınlığını kimlerin layık olmadığı şekilde kullandığı artık bellidir. Tanrı’nın, onların
süprüntüden [Flp. 3:8] başka bir şey olmayan acınası kefaretlerinin Tanrı’nın öfkesini
yatıştırdığına inandırmaktadırlar.279 Günahın suçunun böyle önemsiz hafifliklerle kefaret
edilemeyecek kadar ağır, bunun bu değersiz kefaretlerle bağışlanmayacak kadar Tanrı’ya
karşı işlenmiş ağır bir suç, bu durumda sadece Mesih’in kanının ayrıcalıklı olduğunu kabul
ediyoruz.
Doğruluk saptırılırsa kefaretlerle eski durumuna getirildiğini, onarıldığını
söylüyorlar.280 Bunu, işlerle tazmin etmekle karşılaştırmayacak kadar çok değerli kabul
ediyoruz; dolayısıyla doğruluğu eski durumuna kavuşturmak için sadece Tanrı’nın
merhametine sığınmalıyız. Günahların bağışlanmasıyla ilgili diğer konuların yeri bundan
sonraki bölümdür.
XVII. BÖLÜM
YASANIN VE MÜJDE’NĐN VAATLERĐNĐN UYUŞMASI
(Yasayla ilgili işler: Kornelyus örneği, 1-5)
1. Açıklanan ve yalanlanan skolastik tartışma
Şimdi yardakçıları aracılığıyla Đblis’in, imanla aklanmayı yıkmaya ya da güçten
düşürmeye çalıştığı diğer tartışmaların peşine düşelim. Đftiracılar, bizi iyi işlere düşman
olmakla suçlayamasınlar diye, onlar için buna daha önce bir çözüme ulaştırdığımızı
düşünüyorum. Hiçbir iyi iş yapılamasın ya da yapılanın iyi bir iş olduğu inkâr edilsin diye
değil, iyi işlere güvenmeyelim, onları yüceltmeyelim ya da kurtuluşu onlarla
bağdaştırmayalım diye aklanma iyi işlerin kapsamından çıkarılmaktadır. Zira güvencemiz,
övüncümüz, kurtuluşumuza attığımız tek demir Tanrı’nın Oğlu Mesih’in bizde olmasıdır,
karşılığında bizim de, kendi değerimizden ötürü değil, Tanrı’nın lütfundan ötürü sonsuza
kadar kutsanma umuduyla çağrılmış Tanrı’nın Oğulları ve Göklerin Krallığının mirasçıları
olarak O’nda olmamızdır.
Ancak dediğimiz gibi, bize hâlâ başka hilelerle saldırdıkları için, gelin onları geri
püskürtmeye devam edelim! Birincisi, Rab’bin yasasında, yasasına uyanlara verdiği vaatlere
dönüyorlar, bunları tamamıyla yürürlükten kaldırmak mı yoksa yürürlükte bırakmak mı
istediğimizi soruyorlar. “Yürürlükten kaldırmak” demek saçma olacağı için, bunların
yürürlükte olduğunu anlıyorlar. Buradan, sadece imanla aklanmadığımız sonucuna
varıyorlar.281 Rab şöyle demektedir: “Bu ilkeleri dinler, onlara özenle uyarsanız, Tanrınız
RAB atalarımıza ant içerek verdiği söz uyarınca sizinle yaptığı antlaşmaya bağlı kalacak. Sizi
sevecek, kutsayacak, çoğaltacak” [Yas. 7:12-13]. Aynı şekilde: “Eğer yaşantınızı ve
279
Krş. Benaventura, Commentary on the Sentences IV. böl. 2, m. 1, S. 4 (Opera selecta IV.
350 vdd.).
280
Aquinas, Summa Theol. III. Ek. xii. 3; xv. 1.
281
Erasmus, De libero arbitrio, der., J. von Walter, s. 23 vd., 33; Latomus, De fide et operibus
(Opera [1550], fo. 141ab) dâhil, Luther’in pek çok karşıtı bu tartışmaları yapmıştır.
468
uygulamalarınızı gerçekten düzeltir… yabancı tanrıların ardından gitmez, insanla insan
arasında farklı yargıda bulunmazsan, tekrar günahkârlığa sapmazsan” [Yer. 7:5-7; Krş. Yer.
7:23] aranızda yürüyeceğim., Aynı türde bin parça saymak istemiyorum, çünkü anlamları
değişmediği için, bunlar alıntı yaptıklarımda görüldüğü gibi açıklanır. Özetlersek, Musa
yasada bir bereketle bir lanetin [Yas. 11:26], ölümle yaşamın [Yas. 30:15] önümüze
koyulduğuna tanıklık etmektedir. Demek ki, bu durumda ya bu bereketin işlevsiz ve meyvesiz
olduğunu ya da aklanmanın sadece imanla olmadığını iddia ediyorlar.
Yasaya bağlı kalırsak bütün bereketlerden yoksun kaldığımızı, bütün günahkârlar için
Tanrı’nın takdir ettiği lanetin [Krş. Yas. 27:26] üzerimizde asılı durduğunu daha önce
yukarıda göstermiştik.282 Zira Rab, yasasına uyanları mükemmelleştirmenin dışında hiçbir şey
vaat etmemektedir ve böyle biri yoktur. Bu durumda, bütün insan ırkının, yasa aracılığıyla,
Tanrı’nın lanetine ve gazabına tabi olduğunun kanıtlanması devam etmektedir, bunlardan
özgür olmak için yasanın gücünden sapmak, adeta onun boyunduruğundan kurtulup
özgürleşmek gereklidir. Bu, bizi yasaya uymaktan uzaklaştıracak, bizi her şeyde kurallardan
sapmaya teşvik edecek, kilitler kırılmış ya da dizginler gevşemiş gibi cinsel arzumuzun
ahlaksızca artmasına yol açacak bir cinsel özgürlük değildir. Tam tersine bu, lanetin baskı
yaptığı, bağladığı, pranga vurduğu ıstırap çeken perişan vicdana lanetten ve mahkûmiyetten
kurtulacağını göstererek, onu teselli eden, güç veren ruhsal özgürlüktür. Đman aracılığıyla
Mesih’teki Tanrı’nın merhametine tutunduğumuzda bu özgürlüğe kavuşuruz ve deyim
yerindeyse, yasaya boyun eğmekten azat oluruz, çünkü günahların bağışlandığından iman
aracılığıyla kuşku duymayız, emin oluruz, yasa ise vicdanımızı diken batırıp sızlatarak
günahlarımızı fark etmemizi sağlar.
2. Đyi işler aracılığıyla yasanın vaatlerini yerine getiremeyiz
Bu durumda müjde aracılığıyla Tanrı’nın iyiliği bize yardım etmeseydi, yasada bize
verilen vaatler de tamamıyla geçersiz ve boş olurdu. Zira bu koşulda yasayı asla yerine
getiremeyiz –vaatlerin dayanağı yasadır ve sadece yasaya göre uygulanır. Bu durumda Rab,
işlerimizde bir parça doğruluk bırakıp sevgisinden ve şefkatinde de bir parça vererek değil,
doğruluğun gerçekleşmesi görevini sadece Mesih’e vererek bize yardım etmektedir. Daha
önce elçi kendisinin ve diğer Yahudilerin, “insanın yasadaki işlerle aklanmadığını bilerek…
Mesih Đsa’ya inandıklarını” söyledikten sonra bunun nedenini eklemektedir: Mesih’teki iman
doğruluklarını mükemmel duruma getirebilmelerine yardım etsin diye değil, yasadaki işlerle
değil, iman aracılığıyla kurtulabilsinler diye [Gal. 2:6]. Đmanlılar, imanda doğruluğu bulmak
için yasadan imana geçtiklerinde, imanın yasadan çok uzak olduğunu görürler, tabii ki,
yasadaki doğruluktan vazgeçerler. Bu durumda, yasaya uyanı beklediği söylenen ödülü
artırmak isteyen artırsın, yeter ki, aynı zamanda biz imanımızdan başka bir doğruluk
edininceye kadar ahlaksızlığımızın bize bundan hiçbir bereket sağlatmayacağını da düşünsün.
Bu nedenle Davut, Rab’bin kulları için hazırladığı ödülü hatırladığında, hemen bu ödülü
geçersiz duruma getiren günahların kabul edilmesinin ayrıntısına girer. Mezmur 19:12’de de
yasanın bereketini asilce över ama hemen şöyle haykırır. “Kim yanlışlarını görebilir? Bağışla
göremediğim kusurlarımı” [Mez. 19:12]. Bu parça, Kendisinden korkanlar için [Krş. 25:12]
“Rab’bin bütün yolları sevgi ve sadakate dayanır” [Mez. 25:10] dedikten sonra, “Ya RAB,
adın uğruna suçumu bağışla, çünkü suçum büyük” [Mez. 25:11] diye eklediği parçayla
tamamıyla uyuşmaktadır. Bu durumda, işlerimizle layık olabilirsek Rab’bin bereketinin
yasada bizim için öngörüldüğünü ama bu bereketin bize liyakatle asla gelmediğini de
anlamalıyız.
3. Yasanın vaatleri müjde aracılığıyla yürürlüğe girer
282
II. vii. 3.
469
Öyleyse ne? Vaatler meyve vermeden öylece geçip gitsin diye mi verilmektedir? Bunu
demek istemediğimi biraz yukarıda belirtmiştim. Aslında, işlerle layık olmaktan söz edildiği
sürece vaatlerin üzerimizde hiçbir bereket etkisinin olmadığını, bunların kendi içinde
düşünüldüğünde, bir anlamda yürürlükten kalktığını söylüyorum. Bu durumda vaat şöyle
yenilenmektedir: “Sizlere iyi kurallar verdim [Krş. Hez. 20:11] ve onları yerine getiren onlar
sayesinde yaşayacaktır” [Lev. 18:5]. Elçi, bu vaadin hiçbir öneminin olmadığını
öğretmektedir [Krş. Rom. 10:15; Gal. 3:12]; burada durursak, bunun bereketi hiç verilmemiş
olmasından bir nebze daha fazla olmayacaktır. Zira yasayı yerine getirmenin çok uzağında
olan, etrafları pek çok günahla çevrilmiş, Tanrı’nın en kutsal kulları bile bunu yerine
getiremez. Ancak günahların karşılıksız bağışlandığını duyuran müjdenin vaatleri bunun
yerine aldığında bizi Tanrı katında sadece kabul edilebilir duruma getirmez, işlerimizi de
O’nun hoşuna gidecek duruma getirir. Rab, hoşnut olduğu için bunlar hakkında sadece hüküm
vermekle kalmaz: Onları bereketler de, antlaşma altında ise bu yasanın uygulanmasına
bağlıydı. Dolayısıyla, Rab’bin doğruluğunu ve kutsallığını koruyanlara yasasında vaat ettiği
şeyin imanlıların işleri için ödediğini kabul ediyorum, ancak bu ödemede bu işlerden ötürü
inayet edilme nedenini her zaman göz önünde tutmalıyız.
Şimdi üç neden olduğunu görüyoruz. Birincisi: Tanrı, kullarının her zaman övgüden çok
azarı hak eden işlerinden gözlerini çevirerek, kullarını Mesih’te bağrına basmakta ve işlerin
yardımı olmadan, sadece imanın araya girmesiyle onlarla barışmaktadır. Đkincisi: Kullarının
değerlerini göz önünde tutmadan, babaca cömertliği, sevgisi ve şefkatiyle onların işlerine
değer atfetmekte, onlara böyle onurlu bir yer vermektedir. Üçüncüsü: Aksi takdirde,
erdemden çok günah sayılacak kadar yoz olan bu işleri mükemmel olmamakla suçlamadan,
mazur görerek kabul etmektedir.
Kendi özlerinde bulunan iyilikten kaynaklanan işlerin, kurtuluşu hak etmek hiçbir
yararı olmadığını ama anlaşma nedeniyle yararlı olduğunu283, çünkü Rab’bin, cömertliğiyle
bunlara çok değer verdiğini söyleyerek, bütün bu saçmalıkları beceriyle yaydıklarını düşünen
Sofistlerin ne kadar yanılttıklarını göstermektedir bu. Bu arada, önce sadece imana dayanan
aklanma ve sayesinde en iyi işlerin bile lekelerinden arındırılması gereken bağışlanma
olmazsa, layık olması istenen bu işlerin vaatlerdeki koşulu yerine getirmekten ne kadar uzak
olduğunu görmemişlerdir. O zaman, imanlıların işlerini kabul edilebilir duruma getiren
Tanrı’nın cömertliğinden bu üç nedeninden sadece birini belirtiyorlar –bu konuda önemli
olan- ikisini gizliyorlar!
4. Tanrı’nın huzurunda insanın iki misli kabul edilmesi
Luka’nın Elçilerin Đşleri’nde alıntı yaptığı Petrus’un ifadesini belirtiyorlar: “Tanrı’nın
insanlar arasında ayırım yapmadan onları kabul ettiğini gerçekten anlıyorum” [Elç. 10:3435]284 Ne var ki, O, her ulustan doğru olanı yapan birini kabul etmektedir. Çok net olduğu
belli olan bu parçadan, bir insan doğru çaba göstererek kendi adına Tanrı’nın inayetini
kazanabilirse, ona kurtuluşunu kazandıran sadece Tanrı’nın armağanı değildir; hayır, Tanrı,
günahkâra, Kendi merhametinden ötürü bu kadar çok yardım etmektense işleriyle merhamet
etme eğilimindedir sonucunu çıkarıyorlar.
Ancak insanın Tanrı’nın huzuruna iki misli kabul edildiğini anlamazsanız Kutsal
Yazı’daki bu parçaları hiçbir şekilde birbiriyle bağdaştıramazsınız.
Zira Tanrı insanın doğasında Kendisine merhamet etme kararı aldıran zavallılık
durumundan başka bir şey bulamaz. Dolayısıyla, önce Tanrı, insanı kabul ettiğinde, insanın
283
“Ex pacti ratione.” Krş. Bonaventura, On the Sentences II, xxvii. 4. S. 3 (Opera selecta II.
659); De Castro, Adversus haereses X: “ex pactio … es conventione” (1543, fo. 160 B, C).
284
Krş. III. xxiii. 10; Cochlaeus, Philiiecae III. 13, fo. H 4a; Lombard, Sentences III. xxv. 4
(MPL 192. 810).
470
çırılçıplak ve her tür iyilikten yoksun, öte yandan da her türlü kötülükle dolu ve yüklenmiş
olduğu kesinse – soruyorum, doğuştan gelen hangi özel yeteneğiyle onun göksel çağrıya
değer olduğunu söyleyeceğiz [Krş. Đbr. 3:1]? Öyleyse Tanrı’nın karşılık merhametini bu kadar
net ortaya koyduğu yerde, bu boş liyakat hayallerini kurmak bizden uzak olsun! Zira meleğin
sesinin Kornelyus’a söylediğini –Tanrı’nın onun duasını işittiğini ve verdiği sadakaları
aldığını [Elç. 10:31]- büyük bir günahkârlıkla çarpıtıyorlar, bunun, insanın iyi işler yapmaya
gayret ederek Tanrı’nın lütfunu almaya hazırlandığı anlamına geldiğini söylüyorlar.285
Aslında bilgeliğin Ruhu Kornelyus’u çoktan aydınlatmış olmalıydı, zira ona hakiki bilgelik,
yani Tanrı korkusu bahşedilmişti; aynı Ruh’la kutsanmıştı, çünkü elçinin Ruh’un en güvenilir
meyvesi olduğunu öğrettiği [Gal. 3:5] doğruluğun koruyucusuydu. Tanrı’nın hoşnut
olduğunun söylendiği kendisindeki bütün bu şeyleri Tanrı’nın lütfundan almıştı – kendi
gayretiyle bunların sayesinde lütfu almaya hazırlanmaktan çok uzaktı. Aslında Kutsal
Yazı’nın tek bir hecesinin bu öğretiye ters düşüğü belirtilemez: Tanrı’nın insanı kabul
etmesinin tek nedeni, onun, kendi başına bırakılırsa tamamıyla kaybolduğunu görmesi ama
kaybolmasını istemediği için, onu özgür kılmak için merhamet göstermesidir. Bu kabul
etmenin insanın doğruluğuyla ilgilisi olmadığını ama bunun, böylesine büyük bir berekete hiç
layık olmayan sefil günahkârlara Tanrı’nın iyilikte bulunduğu kanıtladığını görüyoruz.
6. Yeniden doğanların iyi işlerinden Rab’bin ne anlamda hoşnut olduğu
Rab, insanı mahvolmanın çukurundan kurtardığında, oğulluğa alma lütfunda
bulunarak onu Kendisi için ayırır. Bunun üzerine, onu bir daha oğulluğa alıp, yeni bir yaşama
uyarladığı için, artık onu yeni bir yaratık olarak bağrına basar [Krş. 1Ko. 5:17], Ruh’unun
armağanlarını bahşeder. Bu, Petrus’un söz ettiği “kabuldür” [Elç. 10:34; 1Pe. 1:17], bu sayede
Tanrı, çağrılarından sonra imanlıların işlerini de beğenmektedir [Krş. 1Pe. 2:5]. Zira Tanrı,
sevmezlik ve iyi işleri bağrına basmazlık etmez, Ruhu aracılığıyla onların içlerinde çalışır.
Ancak Tanrı’nın, iyi işlerin kaynağı sadece Kendisi olduğu için, imanlıları iyi işlerinden ötürü
“kabul ettiğini” ve lütufta bulunup buna cömertliğini de ekleyerek, iyi işler için bahşettiği
“kabulü” göstermek için de tenezzülde bulunduğunu hiçbir zaman unutmamalıyız. Zira
onların iyi işleri, Rab’bin, onları onurlu işler için birer kap olarak seçmesinden [Rom. 9:21],
dolayısıyla onları hakiki paklıkla bezemekten hoşnut kalmasından başka nereden gelir?
Şefkatli Baba’nın bu işlerin üzerine yapışan kirleri ve lekeleri mazur görmesinin dışında,
bunlarda hiçbir şey eksik değilmiş gibi, iyi kabul edilmeleri nereden gelir? Özetlersek, bu
parçada elçi Tanrı’nın çocuklarının O’nun gözüne hoş ve sevilebilir geldiğinden, çünkü
onlarda Kendi görünüşünün işaretlerini ve özelliklerini gördüğünden başka bir şey söylemek
istememektedir. Zira başka bir yerde bize, yeniden doğuşun, bizdeki tanrısal suretin
yenilenmesi olduğu öğretilmektedir.286 Dolayısıyla iyi bir nedene dayanarak, Tanrı her ne
zaman Kendi yüzünü düşünse, haklı olarak onu hem sevdiği hem de onun onuruna sahip
çıktığı için, imanlıların kutsallıkla ve doğrulukla çerçevelenmiş yaşamlarının O’nu hoşnut
ettiği söylenmektedir.
Ancak çevresi ölümcül benlikle sarılan Tanrı adamı, hâlâ günahkâr ve yaptığı iyi işler
henüz mükemmellikten uzak olduğu, benliğin kötü alışkanlıklarını hatırlattığı için, bunları
kendinde değil, Mesih’te bağrına basmazsa ne birincisi ne de ikincisi için uygun olabilir.
Tanrı’nın doğruluğu koruyanlara şefkatli ve merhametli olduğuna tanıklık eden bu parçaları
bu anlamda anlamalıyız. Musa, Đsrailoğulları’na, “Tanrı’nız Rab, Kendisini sevenlerin,
buyruklarına uyanların bininci kuşağına kadar antlaşmasına bağlı kalır” [Yas. 7:9] demiştir.
285
Aquinas, Summa Theol. I IIae. cix. 6 (çev. LCC XI. 146 vdd.); III. Ek x. 4; 3. itiraza cevap;
lix. 4, 2. itiraza cevap. Krş. Eck, Enchiridion, böl. V; Herborn, Enchiridion xxxviii (CC 12.
128-132).
286
I. xv. 4.
471
Daha sonra bu cümleyi insanlar genel bir ifade olarak kullandılar. Bu nedenle Süleyman,
bütün ağırbaşlılığıyla, “Đsrail’in Tanrısı Rab…bütün yürekleriyle yolunu gözleyen kullarınla
yaptığın antlaşmaya bağlı kalırsın” [1Kr. 8:23] diye dua etmektedir. Nehemya da aynı sözleri
tekrar etmektedir [Neh. 1:5].
Aslında Rab, iyiliğiyle alay edilmesin ya da bu nedenle boş yere övünerek böbürlenen
biri, bu arada kendi yüreğinin kötülüğünde, yürürken kendi canını kutsamasın diye [Yas.
29:19], merhametinden ötürü yaptığı bütün antlaşmalarda kullarından karşılık olarak,
yaşamlarında doğruluk ve kutsallık istemektedir. Sonuçta, antlaşmanın paydaşlığını kabul
edenlerin görevlerini sürdürmelerini istemektedir; bununla birlikte antlaşma daha başlangıçta
karşılıksız bir sözleşme olarak yapılmıştı ve her zaman da böyle kalmıştır. Bu nedene göre
Davut, elleri temiz olduğu için ödüllendirildiğini duyurmasına rağmen [2Sa. 22:21; Krş. Mez.
18:20], söz ettiğim bu kaynağı yine de atlamaz: “Tanrı, onu sevdiği için” ana rahminden
çıkarmıştır [2Sa. 22:20, mealen]. Burada Davut, bu nedenin iyiliğini öyle yorumlar ki, bütün
armağanları ümit ettiği, bunların kaynağı olan karşılıksız merhametin hiçbir şeyinden
vazgeçmez.
(Aklanmayı işlerle bağdaştıran parçaların irdelenmesi, 6-15)
6. Yasanın vaatlerinden farklı olarak, Eski Antlaşma’daki lütuf vaatleri
Yeri gelmişken burada bu ifadelerin yasanın vaatlerinden nasıl ayrıldığını belirtmek
yararlıdır. Musa’nın kitaplarının her yerine serpilmiş olanlara değil, yasada hizmetle ilgili
olanlara “yasanın vaatleri” diyorum, çünkü bunlarda çok sayıda müjdeci vaat de karşımıza
çıkmaktadır. Siz ne ad verirseniz verin, bu tür vaatler, emrettikleri şeyi yaparsanız, sizin için
bir ödülün hazır olduğunu duyurmaktadır.
Ancak “Rab, merhametinden ötürü Kendisini sevenlerle yaptığı antlaşmaya bağlı
kalır” [Krş. Yas. 7:9; 1Kr. 8:23; Neh. 1:5] dendiğinde bu, Rab’bin onları bereketlemesinin
nedenini açıklamaktan çok, O’nun antlaşmasını iyi bir imanla üstlenen kulların kim
olduklarını belirtmektedir. Bunu belirtmenin yolu şudur: Tanrı, bizim tarafımızdan sevilsin,
korkulsun ve sayılsın diye bize sonsuz yaşam lütfunda bulunmaya tenezzül ettiği gibi, Kutsal
Yazı’nın içerdiği, merhametten kaynaklanan vaatlerin de amacı adilce, bu bereketlerin
Yazarına saygı gösterip onurlandırabilmemizdir. Dolayısıyla bu yasaya uyanlara iyilik ettiğini
her ne zaman duysak, Tanrı’nın çocuklarına, sürekli olması gereken bu görevin verildiğini ve
bu nedenle oğulluğa alındığımızı unutmayalım: O’nu Babamız olarak saymak. Bu durumda,
oğulluğa alınma hakkımızdan vazgeçmeden, çağrımız doğrultusunda gayret etmeliyiz.
Ancak yine, Tanrı’nın merhametinin gerçekleşmesinin imanlıların işlerine bağlı
olmadığını, O’nun, kurtarma vaadini, doğru bir yaşam sürdürme çağrısına cevap verenler için
yerine getirdiğini, çünkü O’nun Ruh’unun iyiliğe yönlendirdikleri, O’nun çocukları
olduklarına dair tek gerçek işareti alırlar. Mezmur 15:1’de, kilise mensuplarıyla ilgili olarak
söylenen sözler bundan söz etmelidir: “Ya RAB, çadırına kim konuk olabilir? Kutsal dağında
kim oturabilir?” “Elleri pak, yüreği temiz olan” [Mez. 24:4]. Aynı şekilde “Her şeyi yiyip
bitiren ateşin yanında hangimiz oturabilir?” [Yşa. 33:14]. Doğru yolda yürüyüp doğru dürüst
konuşan [Yşa. 33:15]. Bu, imanlıların Tanrı’nın huzurunda sağlam durduklarının anlatıldığı
temel değil, çok merhametli Babamızın onlara kendisiyle paydaşlık vermesinin, onları
koruyup güçlendirmesinin yoludur. Tanrı günahtan iğrenip doğruluğu sevdiği için, onları
Kendisine ve krallığına uydurmak için, Kendisine kattıklarını Ruh’uyla paklar. Dolayısıyla,
kutsallara Tanrı’nın Krallığının kapısını açan ve onlara bu krallıkta sürekli duracakları bir yer
veren ilk neden aranırsa hemen cevap veriyoruz: Çünkü Rab, merhameti sayesinde onları
kesin olarak oğulluğa almıştır ve sürekli korumaktadır. Ancak bu soru davranışla ilgiliyse,
mezmurda anlatıldığı gibi [Krş. Mez. 15:2 vdd.] yeniden doğuştan ve yeniden doğuşun
meyvelerinden başlamalıyız,
472
7. Kutsal Yazı, yasadaki işlerin “doğruluğundan” söz etmiyor mu?
Ancak iyi işleri “doğruluk” adıyla onurlandıran ve insanın bunlarla aklandığını
duyuran bu parçalarda daha büyük bir güçlük vardır. Bunların büyük çoğu, emirlere itaat
etmeye “aklanmalar” ya da “doğruluklar” adı verilen birinci tiptedir. Đkinci tipin örneğini
Musa’da görürüz: “Eğer bütün bu kurallara uyarsak, bu bizim doğruluğumuz olacaktır” [Yas.
6:25, mealen]. Bunun, imkânsız bir koşulla birleştiğinde hiçbir şey kanıtlamayan meşru bir
vaat olmasına itiraz ederseniz, “Yoksula verdiği sözü iade etmek Rab’bin huzurunda
doğruluğunuz olacaktır” [Yas. 24:13, mealen] gibi, aynı cevabı veremeyeceğiniz başka
itirazlar da vardır. Peygamberin söylediği de aynı şeydir: Đsrail’in utancının öcünü alma
gayreti, doğruluk olarak Pinehas’a atfedilmiştir [Mez. 106:30-31].
Dolayısıyla günümüzün Ferisileri övünmek için burada fazlasıyla nedenleri olduğunu
düşünmektedirler. Zira imandan sonra doğruluğun pekiştiğini, işlerle aklanmanın bittiğini
söylediğimizde, aynı temele dayanarak tartışıyorlar: O zaman işlerle doğruluk hakikat değilse,
biz sadece imanla aklanırız.
Yasanın, “doğruluk” denen kurallarını kabul etmem tuhaf değildir; zira aslında onlar
böyledir. Ancak okurlarımı uyarmalıyım, Grekler, Đbranice “HUCĐM” kelimesini yetersizce
“fermanlar”, “doğruluklar” olarak çevirmişlerdir. Ancak tartışılan konuyu isteyerek kabul
ediyorum.
Aslında Tanrı’nın yasasının mükemmel bir doğruluğu içerdiğini inkâr etmiyoruz.
Hatta yasanın gerektirdiği her şeyi yapmak zorunda olduğumuz için, ona tam olarak boyun
eğmeliydik, ancak “biz değersiz kullarız” [Luk. 17:10]. Ne var ki, Rab onu doğruluğun
onuruyla uyumlu duruma getirme tenezzülünde bulunduğu için, O’nun bize verdiği şeyden
vazgeçemeyiz. Bu nedenle, yasaya mükemmel itaatin doğruluk olduğunu ve her bir emre
uymanın doğruluğun bir parçası olduğunu kabul ediyoruz; yeter ki bu, doğruluğun bütünün
diğer parçalarını da kapsasın. Ancak böyle bir doğruluğun hiçbir yerde bulunmadığını kabul
ediyoruz. Yasadaki doğruluğu, kendi içinde kusurlu ya da yetersiz diye değil, benliğimizin
güçsüzlüğünden ötürü hiçbir yerde görülemediği için bir kenara bırakıyoruz.
Ne var ki, Kutsal Yazı Rab’bin kurallarına sadece “doğruluk” demez, bu kelimeyi
kutsalların işleri için de kullanır. Örneğin; Zekeriya’yla karısının, “Rab’bin doğruluğunda
yürüdüklerini” [Luk. 1:6] belirttiğinde, böyle konuşmakla açıkçası, yasanın doğasından gelen
işlere onların karakterlerinden daha fazla değer vermektedir. Ancak burada az önce
söylediğime dikkat edilmelidir, bir Grek çevirmenin dikkatsizliğinin üzerine kural inşa
edilmez. Ancak Luka, kabul edilmiş versiyonda hiçbir şeyi değiştirmek istemediği için [Luk.
1:1-3], bunu tartışmayacağım. Zira yasada yer alan bunları Tanrı doğruluk diye övmüştür
ancak bütün yasaya itaat etmezsek bu doğruluğu elde edemeyiz ve her günahta yasa çiğnenir.
Yasa sadece doğruluğu emrettiği için, yasadaki bütün emirlere doğruluk diye bakarsak,
bunlara uyan insanı göz önüne alırsak, birçoğu gibi onlar da günahkâr olduklarından,
yaptıkları işin doğruluğuyla övgü almazlar – iş, mükemmel olmaması nedeniyle her zaman
biraz kusurludur.
8. Tanrı’nın huzurunda işin iki misli değeri
Ama şimdi özel bir güçlüğün olduğu ikinci tipe geliyorum. Pavlus, imanla doğruluk
hakkında, Đbrahim’den, “Tanrı’ya iman etti, böylece aklanmış sayıldı” [Rom. 4:3; Gal. 3:6]
diye söz ettiğinden daha sağlam bir kanıt gösteremezdi. Dolayısıyla, Pinahas’ın üstlendiği iş,
“ona doğruluk sayıldığı” [Mez. 106:31] için, Pavlus’un iman konusundaki iddiası, işler
konusunda da aynı sonucu çıkarmamıza izin vermektedir. Bu durumda karşıtlarımız, zaferi ele
geçirmişler gibi, iman olmadan aslında aklanmadığımıza ama sadece imanla da
473
aklanmadığımıza –doğruluğumuzu işlerin tamamladığına- karar veriyorlar.287 Burada Tanrı
adamlarından rica ediyorum, doğrulukla ilgili hakiki kuralın sadece Kutsal Yazı’da aranması
gerektiğini biliyorlarsa, Kutsal Yazı’nın, kelime oyunu yapmadan, kendi içinde nasıl
tamamıyla görüş birliğine vardığını benimle birlikte dinlerine bağlı, samimi bir biçimde
düşünsünler.
Pavlus, kendi başlarına doğruluktan yoksun olanlar için, imanla aklanmanın bir
sığınak olduğunu bildiği için [Krş. Rom. böl. 5], imanla aklanan herkesin doğrulukla yapılan
işlerden muaf olduğu sonucuna varmaktadır. Ancak bunun bütün imanlılar için ortak
olduğundan kuşku duyulmadığı için, bu gerçekten yola çıkarak Pavlus, hiç kimsenin işlerle
aklanmadığına – tam tersine, insanların işlerin yardımı olmadan aklandıklarına- aynı
güvenceyle karar vermektedir [Krş. Rom. 3:20]. Ancak işlerin kendi başına değerini tartışmak
başka, doğru iman oluştuktan sonra bunlara verilecek yeri tartmak başkadır.
Đşlere değerlerine göre bedel saptayacaksak, bunların Tanrı katına getirilmeyecek
kadar değersiz olduğunu; bu duruda insanın Tanrı’nın huzurunda övüneceği hiçbir işinin
olmadığını; işlerin bütün yardımını üzerinden çıkarıp sadece imanla aklandığını söylüyoruz.
Ancak aklanmayı şöyle tanımlıyoruz: Günahkârın, Mesih’in kanıyla paklanmış olarak
günahları bağışlanıp, Mesih’in doğruluğunu kendi doğruluğuymuş gibi giyindiğinde, göksel
yargı kürsünün önünde güvenle dururken, Mesih’le paydaşlığa alınır, Tanrı’nın lütfu
sayesinde O’nunla barışır.
Günahların bağışlanmasından sonra, şimdi yapılan iyi işlere, liyakat dışında başka bir
değer biçildiği belirtilmektedir. Zira tanrısal yargıda sorun yaratmasın diye, bunlarda
mükemmel olmayan her şeyi Mesih’in mükemmelliği örtmekte, her lekeyi ya da kiri O’nun
paklığı temizlemektedir. Dolayısıyla, insanın Tanrı’yı hoşnut edecek bir şey meydana
getirmesini engelleyen bütün günahların suçu silinmiştir, iyi işleri bile her zaman kirleten
mükemmel olmama kusuru toprağa gömülmekte, imanlıların yaptıkları iyi işler doğruluk
olarak hesaba geçmekte ya da doğruluk sayılmaktadır ki bu, aynı şeydir [Rom. 4:22].
9. Đmanla aklanma işlerin doğruluğunun dayanağıdır
Şayet biri, doğru imana karşı çıkmak için bana itiraz ederse, önce, insanın yaşamındaki
diğer işlerinde günah işlerken, bir iki kutsal işinden ötürü doğru sayılıp sayılmadığını sorarım.
Aslında bu, saçmalıktan da ötedir. Sonra, aslında günahından bir ölçüde suçlu bulunursa,
yaptığı birçok iyilik bile olsa, onun doğru sayılıp sayılmadığını sorarım. Yasanın yaptırımı,
yasanın bütün emirlerini tamamıyla yerine getirmeyenlerin lanetli olduğunu haykırarak ilan
ettiğinde [Yas. 27:26], böyle bir iddia bulunmaya cesaret edemeyecektir. Daha da fazlasını
soracağım – murdarlığından ya da mükemmel olmamasından ötürü kınanmayı hak etmeyen
bir işinin olup olmadığını. Yıldızların bile yeterince temiz [Eyü. 25:5], meleklerin bile
yeterince doğru olmadığı [Eyü. 4:18] o gözlerin önünde nasıl böyle bir iş olabilir?
Dolayısıyla, hem eşlik eden günahlarla hem de doğruluğun saygın adını taşıyamayan işin
kendi bozulmuşluğuyla kirlenmeyen hiçbir iyi işin olmadığını kabul etmek zorunda
kalacaktır. Ama şayet imanla aklanmadan, aksi takdirde kirli, murdar, yarım, Tanrı’nın
gözünde değersiz olan işlerin, O’nun sevgisinden bile söz etmezsek, doğru sayıldığı sonucu
kesin olarak çıkıyorsa, neden işlerin doğruluğuyla övünerek, imanla aklanmayı ortadan
kaldırmaya çalışıyorlar? Şayet imanla aklanma olmasaydı böyle bir doğrulukla boşuna
övünürlerdi.
Engerek soyu mu yumurtlamak istiyorlar? Đmansızların ifadeleri bu yöne gitme
eğiliminde. Đmanla aklanmanın doğru işlerin başlangıcı, pınarı, nedeni, kanıtı ve özü olduğunu
287
m. 7, 8, 10’daki “sadece iman” konusundaki ısrara dikkat edin. Đşlerin aklanmayı
tamamladığı görüşü, Luther’e karşı sık öne sürülmüş ve Trent Konsili’nde Aklanma
Kararı’nın xxiv. kanonunda onaylanmıştır (Schaff, Creeds II. 115).
474
inkâr edemiyorlar. Yine de, insanın imanla aklanmadığı sonucuna varıyorlar, çünkü iyi işler
de doğruluk sayılıyor.
Öyleyse bu saçmalıkları geçelim, meselenin gerçeğini kabul edelim: Doğru işler,
sonunda ne karakterde sayılırsa sayılsın, imanla aklanmaya bağlıdır, ikinci söz edilen, gücü
daha da çok parıldarken, bunu önemsizleştirmez ama aslında güçlendirir. Đşlerin, karşılıksız
aklanmadan sonra insanı aklama işlevini üstlendiği ya da bu görevi imanla paylaştığı için, bu
kadar övülmesini de göz önüne almayalım. Đmanla aklanma bütün ve bozulmadan kalmazsa,
işlerin murdarlığının üzeri örtülmeyecektir. Dahası insan imanla aklandığında sadece
kendisinin doğru olmadığında, işlerinin de değerlerinin üzerinde doğru sayıldığında hiçbir
saçmalık yoktur.
10. Ancak günahlar bağışlandığında işler kabul edilebilir
Bu anlamda, karşıtlarımızın inandıkları gibi,288 işlerle sadece kısmen doğruluğu değil,
işlerin eksiksiz ve mükemmelmiş gibi Tanrı tarafından onaylandığını da kabul ediyoruz. Ama
bunu destekleyen temeli hatırlarsak, her güçlük çözülür. Bir iş ancak bağışlamayla birlikte
üstlenildiğinde kabul edilebilir olmaya başlar. Tanrı’nın bizim ve her şeyimizin Mesih’te
olduğunu düşünmesinin dışında bu bağışlama nereden gelir? Dolayısıyla Mesih’e
aşılandığımızda Tanrı’nın gözünde doğru oluruz, çünkü kötülüklerimiz Mesih’in
günahsızlığıyla örtülür, böylece işlerimiz doğru olur ve doğru sayılır, çünkü aksi takdirde
bunlarda var olan kusur Mesih’in paklığına gömülür, suçu bizim hesabımıza yazılmaz. Bu
durumda haklı olarak, sadece imanla yalnız bizim değil, işlerimizin de aklandığını
söyleyebiliriz. Bu işlerin –karakteri her neyse- doğruluğu imana ve karşılıksız aklanmaya
bağlıysa, bundan etkileniyorsa, iman başlığının altına dâhil edilmeli, deyim yerindeyse,
nedenin sonucu olarak, ona tabi olmalıdır, imanla aklanmayı ortadan kaldırmak ya da
gölgelemek için ileri sürülen herhangi bir hakka sahip olmaktan çok uzaktır bu.
Dolayısıyla Pavlus, mutluluğumuzun işlerimizden değil, Tanrı’nın merhametinden
ileri geldiğine bizi ikna etmek için, özellikle Davut’un ifadesini vurgulamaktadır: “Ne mutlu
isyanı bağışlanan, günahı örtülen insana. Ne mutlu suçu RAB tarafından sayılmayan insana”
[Mez. 32:1-2; Krş. Rom. 4:7/8]. “Ne mutlu RAB’den korkan insana” [Mez. 112:1], “yoksula
merhamet edene” [Özd. 14:21], “kötülerin öğüdüyle yürümeyene” [Mez. 1:1], “denenmeye
dayanan kişiye” [Yak. 1:12]; “Ne mutlu adalete uyanlara” [Mez. 106:3], “lekesizlere” [Mez.
119:1], “ruhta yoksul olanlara”, “yumuşak huylu olanlara”, “merhametli olanlara” [Mat. 5:3,
5, 7] –bu ifadeler Pavlus’un söylediği hakikati inkâr etmemektedir- gibi, mutluluğun işlere
atfedilir gibi göründüğü sayısız ifadeye birinin saplandığını düşünün. Burada övülen bütün
nitelikler insanda bulunmasa da Tanrı yine de onu kabul edeceğinden, buradan, insanın,
günahlarının bağışlanmasıyla sefillikten kurtulmazsa, her zaman sefil kalacağı sonucu
çıkmaktadır. Dolayısıyla, günahların bağışlanmasıyla, mutluluğa yer açılıp, kişi, mutluluğa
kavuşuncaya kadar Kutsal Yazı’da övülen her türlü mutluluk geçersiz olur, öyle ki, kişi
bunların hiçbirinin yararını görmez. Buradan çıkan sonuca göre, belki siz sadece buraya temel
atan aynı tür mutluluklar tarafından altının kazıldığında ısrar etmezseniz, bu sadece en yüce
ve başlıca mutluluk değil, tek mutluluktur.
Şimdi, geleneklere göre imanlılara verilen “doğru” sıfatında güçlük çekmemiz için çok
daha az neden vardır. Doğrulara yaşamın kutsallığından ötürü bu adın verildiğini kabul
ediyorum; ancak onlar doğruluğu fiilen yerine getirmekten çok doğruluğun peşinde koşma
eğiliminde oldukları için, bu şekliyle bu doğruluğun, kaynağı olan imanla aklanmanın ürünü
olması yerindedir.
11. Yakup, Pavlus’a karşı mı?
288
Fisher, Confutatio, s. 492.
475
Ancak bize açık sözlülükle karşı çıkan biri olarak yine de Yakup’la sorunumuz
olduğunu söylüyorlar.289 Zira Yakup, “Đbrahim işlerle aklandı” [Yak. 2:21] ve hepimiz
“sadece imanla değil, işlerle de aklandık” [Yak. 2:24] diye öğretmektedir. Öyleyse ne?
Pavlus’u, Yakup’la görüş ayrılığına mı sürüklüyorlar? Yakup’un, Mesih’in hizmetkârı
olduğunu göz önüne alırlarsa, bu ifadesinde, onun, Pavlus’un dudakları aracılığıyla konuşan
Mesih’le görüş ayrılığına düşmeyeceği anlaşılmalıdır. Ruh, Pavlus’un ağzı aracılığıyla
Đbrahim’in işlerle değil, imanla doğruluğu edindiğini duyurmaktadır [Rom. 4:3; Gal. 3:6]. Biz
de, herkesin yasadaki işlerin dışında imanla aklandığını öğretiyoruz. Aynı Ruh, Yakup’un
aracılığıyla, hem Đbrahim’in hem bizim imanımızın, sadece imana değil, işlere de bağlı
olduğunu öğretmektedir. Ruh’un kendisiyle çelişmediği kesindir. Öyleyse bu yazıların
arasındaki görüş birliği nedir?
Karşıtlarımız, en derinlere kök saldığını görmek istediğimiz doğru imanı kökünden
sökebilseler memnun olacaklar ama vicdanlara huzur vermeye fazla dikkat etmiyorlar.
Aslında imanla aklanmayı kemirdiklerini ama bu arada vicdanlara dayanak olabilecek bir
doğruluk standardı getirmediklerini buradan görebilirsiniz. O halde, doğruluğun bütün kuşku
götürmezliğini yok etmekten başka bir zaferle övünmemek kaydıyla, istedikleri gibi galip
gelsinler. Hakikatin ışığını söndürdüklerinde gerçekten bu sefil zaferi kazanacaklar, Rab
onların hatalarının karanlığını saçmalarına izin vermektedir. Ne var ki, Tanrı’nın hakikatinin
değişmez biçimde ortaya çıktığı yerde, hiçbir şey elde edemeyeceklerdir.
Bu nedenle, Akhilleus’un kalkanı290 gibi, sürekli bize doğru ittikleri Yakup’un bu
ifadesinin, onlara en küçük bir destek sağladığını kabul etmiyorum. Bunu açıklamak için önce
elçinin niyetine bakmalıyız, sonra onların nerede yanıldıklarını belirtmeliyiz.
O dönemde imanlıların düzgün işlerine görmezden gelip küçümseyerek,
imansızlıklarını açıkça belli eden, yine de kendi sahte imanlarıyla övünmekten vazgeçmeyen
pek çok kişi vardı – kilisede bu, sürüp gidecek bir kötülük haline gelme eğilimindeydi. Yakup
burada bu insanların bu aptalca güvenleriyle alay etmektedir. Dolayısıyla niyeti, hakiki
imanın gücünü hiçbir şekilde zayıflatmak değil, tersine, ciddiyetten uzak bu insanların,
kendilerini tamamıyla ahlaksız yaşama fütursuzca bırakacak kadar bu boş düşünceden
memnun olarak, böylesine ahmakça övündüklerini göstermektir.
Bu durum anlaşıldığında karşıtlarımızın nerede hata yaptıklarını belirtmek kolay
olacaktır. Zira iki hata yapıyorlar: Biri “iman” kelimesinde, diğeri “aklanma” kelimesinde.
Elçi, “imana” hakiki imandan çok uzaklaştırılan boş bir görüş yaftasını
yapıştırdığında, bu tartışmaya hiçbir şekilde gölge düşürmeyen bir ikrarda bulunmaktadır. Şu
sözlerin başında bunu ortaya koymaktadır: “Kardeşlerim, bir kimse iyi eylemleri yokken
imanı olduğunu söylerse, bu neye yarar?” [Yak. 2:14]. Elçi, “eylemde bulunmayan bir
kimsenin imanı varsa” değil, “bir kimse övünürse” diyor. Biraz sonra bunu daha açıkça
belirtmektedir, burada alay ederek, bunun cinlerin inancından daha kötü olduğunu söylüyor
[Yak. 2:19], son olarak da buna “ölü” diyor [Yak. 2:20]. Ancak onun ne demek istediğini şu
ifadeden yeterince anlayabilirsiniz. “Sen Tanrı’nın var olduğuna inanıyorsun” diyor [Yak.
2:19]. Açıkçası, bu iman Tanrı’nın var olduğu inancından başka bir şeyi kapsamıyorsa,
289
Özellikle Luther, Yuhanna ve Pavlus’un yazılarıyla karşılaştırdığında Yakup için,
“hakikatte saman çöpünden bir elçi” (“ein recht strohern Epistel”) (1522) dediğinden beri,
imanla aklanma öğretisinin karşıtları arasında Yakup’un bu parçası doğal olarak sevilmiştir.
Krş. Kasper Schatzgeyer, Scrutinum divinae Scripturae pro conciliatione dissidentium
dogmatum (1522) ii (CC 5. 27); De Castro, Adversus haereses X (1543, fo. 128 E); Fisher,
Confutatio, s. 76; Aquinas, Summa Theol. II IIae. iv. 4 (çev. LCC XI. 269).
290
Homeros sonrası dönemin Aethiopsis destanına göndermede bulunulmaktadır. Burada
Akhilleus, bedeninin en zayıf yerlerinden birinden, yani annesi Thetis’in, bebekliğinde onu
suya daldırdığında eliyle tuttuğu topuğundan ölümcül bir yara alır.
476
aklamaması tuhaf değildir! Bu yok edildiğinde, doğası çok farklı olan Hıristiyan imanından
bir şeyin yok edildiğini düşünmeyelim. Zira Mesih’le bir olarak O’nun doğruluğunun
paydaşlığına erişebilelim diye, hakiki iman, bizi Mesih’e bağlamanın dışında, başka nasıl
aklar? Dolayısıyla hakiki iman, Tanrı’nın özüyle ilgili bilgiyi kavradığı için değil, O’nun
merhametinin güvencesine dayandığı için aklamaktadır.
12. Yakup “aklama” kelimesini Pavlus’tan farklı anlamda kullanır
Başka bir hatayı da tartışmadan henüz bitirmiyoruz: Yani Yakup’un aklanmanın bir
bölümünü işlere yüklediğini.291 Yakup’un Kutsal Yazı’nın diğer bölümleriyle ve kendisiyle
tutarlı olduğunu söylerseniz, “aklanma” kelimesini Pavlus’un kullandığından başka bir
anlamda anlıyor olmalısınız. Zira Pavlus, doğru olmayışımızın anısının silinip, doğru
sayıldığımızda aklandığımızı söylemektedir. Yakup bu görüşte olsaydı, Musa’nın, “Đbrahim,
Tanrı’ya iman etti” [Yar. 15:6; Yak. 2:23] ifadesinden alıntı yapmak onun için anlamsız
olurdu. Zira bağlam şudur: Đbrahim işlerle doğruluğu edindi, çünkü Tanrı’nın emri üzerine
oğlunu kurban etmekte tereddüt etmedi [Yak. 2:21]. Kutsal Kitap’ta yerine getirildiğini
söylediği budur: “Đbrahim, Tanrı’ya iman etti, böylece aklanmış sayıldı” [Yak. 2:23] Ancak
bir sonucun nedeninden önce gelmesi saçmaysa ya Musa burada Đbrahim’in imanıyla doğru
sayıldığına yalan yere tanıklık ediyor ya da Đbrahim, Đshak’ı kurban ederek gösterdiği itaatle
doğruluğu hak etmemişti. Đbrahim, Đshak doğmadan önce çoktan yetişkinliğe erişen Đsmail
henüz ana rahmine düşmediğinde imanla aklanmıştı. Öyleyse Đbrahim’in çok sonra gelen
itaatiyle doğruluğu edindiğini nasıl söyleriz? Bu durumda Yakup ya sırayı şaşırıyordu düşünmek bile yasaya ters!- ya da ona, doğruluğu hak etmiş gibi, aklanmış demek
istemiyordu. Öyleyse ne? Yakup’un doğruluğun atfedilmesinden değil, duyurulmasından söz
ettiği besbellidir. Sanki şöyle demektedir: “Hakiki imanla doğru kişi durumuna gelenler,
çıplak ve hayali bir maskeyle değil, itaat ve iyi işlerle doğruluklarını kanıtlarlar.” Özetlersek,
Yakup ne tarzda aklandığımızı tartışmıyor, imanlılardan iyi işlerde meyvesini veren bir
doğruluk istiyor. Pavlus’un işlerin yardımı olmadan aklandığımızı iddia etmesi gibi, Yakup
da, iyi işlerden yoksun olanların doğru sayılmalarına izin vermemektedir.
Bu niyeti göz önüne almamız, bizi bütün güçlüklerden kurtaracaktır. Zira karşıtlarımız,
Yakup’un sadece, iyi işleri küçümsemelerinin bahanesi olarak, boş yere imanlılık
taslayanların kötü güvenlerini yıkmaya çalıştığında, aklanmanın tarzını anlattığını
düşündüklerinde çok yanılıyorlar. Dolayısıyla Yakup’un sözlerini ne kadar çarpıtırlarsa
çarpıtsınlar, bu sözler sadece iki görüşü ifade etmektedir: Boş bir iman gösterisi aklamaz ve
böyle bir görüntüden hoşnut olmayan imanlı, doğruluğunu iyi işlerle duyurur.
13. Romalılar 2:13
Aslında aynı anlamda Pavlus’tan alıntı yapmalarının onlara pek az yararı var: “Yasayı
işitenler değil, yerine getirenler aklanır” [Rom. 2:13, mealen]. Ambrosius’un bulduğu
çözümle bu sorundan kaçmak niyetinde değilim: Yasayı yerine getirmek Mesih’e iman
olduğu için bu söylendi.292 Zira yolun açık olduğu yerde buna son derece gereksiz bir kaçış
291
Pavlus’la Yakup, öğretide değil, “aklanma” kelimesini farklı anlamlarda kullandıkları için
ayrılırlar. Bk. Cadier, Institution III, 282, dn. 1.Calvin, Sermons on Various Passage of
Genesis’in Đbrahim’in aklanmasıyla ilgili üçüncü vaazında iki aklanmadan söz eder – birincisi
çağrılanların genel aflığı ve bundan sonra “pak imanla yaptığımız işlerde bile aklanma” (CR
XXIII. 718-719). Krş. Comm. Rom. 8:30, burada seçilme ve çağrılma aklanmanın başka bir
yanıyla birbirinden ayrılır, bu Tanrı’nın inayetinin yaşam boyu devam etmesidir. Cadier,
aklanmayı Pavlus’un birinci, Yakup’un ise ikinci anlamıyla ele aldığını söylemektedir.
292
Eck, Enchiridion, böl. v. (1533 basımı, fo. 23a) ve başka papa yanlıları tarafından
Romalılar 2:13’den bu anlamda anıtlı yapılmaktadır. Zira Erasmus tarafından “Ambrosiaster”
477
diye bakıyorum. Burada elçi, yasayı çok küçümseseler bile sadece kendilerinin bildiklerini
iddia eden Yahudilerin aptalca güvenine üzülüyor. Dolayısıyla yasa konusunda bu kadar üstat
olmaktan bu kadar hoşnutluk duymasınlar diye, doğruluğu yasada arayacaklarsa, yasayı
bilmekte değil, ona itaat etmekte arasınlar diye onları uyarmaktadır. Elbette yasadaki
doğruluğun işleri, hatta doğruluğun işlerin değerini ve liyakatini kapsadığını sorun etmiyoruz.
Ne var ki, işler yasayı yerine getiren bir insanı çıkarıp göstermezse, işlerle aklandığımız henüz
kanıtlanmamıştır.
Pavlus’un tam olarak bunu söylemek istediğine konuşmasının bağlamı yeterince
tanıklık etmektedir. Öteki ulusları ve Yahudileri, doğru olmadıkları için hep birlikte
suçladıktan sonra ayrıntılara inerek şöyle demektedir: Öteki uluslardan söz ederek, “Yasayı
bilmeden günah işleyenler yasa olmadan mahvolacaklar”, Yahudilerle ilgili olarak da,
“Yasayı bildikleri halde günah işleyenler ise yasayla yargılanacaklar” [Rom. 2:12]. Kendi
kusurlarını görmezden gelerek, sadece yasayla övündükleri için Pavlus, özellikle uygun bir
şey eklemektedir: Đnsanlar yasanın sesini işittiklerinde sadece doğru insanlar olsunlar diye
değil, itaat etsinler diye yasa verilmiştir. Sanki şöyle demektedir: “Doğruluğu yasada mı
arıyorsunuz? Yasanın işitildiğini iddia etmeyin, bunun kendi başına ağırlığı pek yoktur ama
yasanın boş yere verilmediğini ilan edebilen işlerinizi ortaya koyun.” Hepsi bu işlerden
yoksun olduğu için, buradan çıkan sonuca göre, yasayla övünmekten de yoksundular. O
zaman Pavlus’un söylemek istediği, daha çok, aksi görüşü dile getirmemizi gerektirmektedir:
Yasadaki doğruluk işlerin mükemmelliğinde yatmaktadır; hiç kimse işleriyle yasayı yerine
getirdiği için övünemez; dolayısıyla yasadan ileri gelen doğruluk yoktur.
14. Tanrı’nın huzurunda imanlıların, işlerine başvurmaları ne demektir?
Đmanlıların Tanrı’nın yargılamasında incelenmek üzere doğruluklarını cesurca
sundukları ve bunlara dayanılarak yargılanmayı istedikleri bu parçalardan yola çıkarak
tartışmaktalar. Bu parçalar şunlar: “Beni yargıla, ya RAB, doğruluğuma dürüstlüğüme göre”
[Mez. 7:8]. Aynı şekilde, “Doğruluğumu işit, ya RAB” [Mez. 17:1]. “Yüreğimi yokladın,
gece denedin…Kötü bir şey bulmadın” [Mez. 17:13]. Aynı şekilde, “RAB, doğruluğumun
karşılığını verecek, beni temiz ellerime göre ödüllendirecek. Çünkü RAB’bin yolunda
yürüdüm. Tanrımdan uzaklaşarak kötülük yapmadım… Kusursuz olacağım…suç işlemekten
sakınacağım” [Mez. 18:20, 21, 23]. Yine, “Beni haklı çıkar, ya RAB, çünkü dürüst bir yaşam
sürdüm” [Mez. 26:1]. “Yalancılarla oturmam, kötülük yapanların suyuna gitmem [Mez. 26:4].
Yine, “Ya RAB, günahkârların, kana susamış adamların yanı sıra canımı alma” [Mez. 26:9].
Onların elleri kötülük âletidir, sağ elleri armağanlarla doludur. Ama bana gelince, ben dürüst
yaşarım” [Mez. 26:10-11].
Yukarıda
kutsalların,
işlerden
çıkardıkları
anlaşılan
güvenceden
söz
293
ettim. Tanıklıklara gelince, bağlamlarına [περιστασιν, complexium] göre ya da sıradan bir
deyişle koşullara göre anlaşılırsa, bu noktada bunların bizi fazla engellemediğini kanıtlarla
ortaya koyduk. Bu iki şekildedir. Bütün yaşamlarının niteliğine göre suçlanmak ya da temize
çıkmak için ne kendilerini tam olarak yargılayabilirler– tersine, karar verilmesi için özel bir
nedeni yargıya getirirler- ne de tanrısal mükemmellikten söz etmeden, kendilerini kötü ve
günahkâr insanlarla karşılaştırarak, doğruluk iddiasında bulunabilirler.
Birincisi, insanın aklanması söz konusu olduğunda, sadece belli bir konuda iyi bir
nedenimizin olması değil, doğruluğa, yaşam boyu sürecek belli bir uyum gerekmektedir.
Ancak kutsallar, masumlukları onaylansın diye Tanrı’nın yargısına başvurduklarında,
adı verilen yazar “Ambrosius”, Ambrosius’un çağdaşı ve uzun süre bu babaya atfedilen
Commentory on Paul’s Epistles’ın yazarıdır. Bk. onun yazdığı Commentary on Rom. 2:13
(MPL 17. 67).
293
III. xiv. 18-20.
478
kendilerini bütün günahlardan uzak ve her bakımdan kusursuz diye sunmazlar; ama kurtuluş
güvencelerini sadece O’nun iyiliğine dayandırdıklarında, hakkın ve eşitliğin ötesinde acı
çeken yoksulların öcünü aldığı için O’na güvenerek, masumların ezilme nedenini güvenle
O’nun takdirine bırakırlar.
Öte yandan, karşıtlarını kendileriyle birlikte Tanrı’nın yargı kürsüsünün önüne
sürüklediklerinde, katı bir deneme geçiren masumun, Tanrı’nın paklığına denk olmasıyla
övünmezler; ancak karşıtlarının kötülüğü, namussuzluğu, kurnazlığı ve günahkârlığıyla
karşılaştırıldığında, kendi samimiyetlerinin, doğruluklarının, basitliklerinin ve temizliklerinin
bilindiğini ve Tanrı’nın hoşuna gittiğini bildikleri için, karşıtlarıyla kendileri arasında
yargıçlık yapması için O’na başvurmaktan korkmazlar. Bu nedenle, Davut, Saul’e “RAB
herkesi doğruluğuna ve sadakatine göre ödüllendirsin” [1Sa. 26:23, mealen] dediğinde,
Rab’bin herkesi liyakatine göre irdeleyip ödüllendireceğini söylemek istemiyordu ama
Rab’be, Saul’un günahkârlığıyla karşılaştırıldığında kendi masumluğunun ne kadar büyük
olduğunu ilan ediyordu. Pavlus bile, bunu yüceltirken, Tanrı’nın kilisesinde içten ve doğru
davrandığına vicdanının tanık olmasıyla övündüğünde [2Ko. 1:12; Elç. 23:1], Tanrı’nın
huzurunda bu övünmelere güvenmeyi önermemektedir. Tersine, tanrısız insanların iftiraları
zorunlu kıldığı için, sadakatini ve doğruluğunu savunmaktadır, günahkâr insanların kötü
sözlerinin karşısında Tanrı’nın şefkatiyle bunu kabul edeceğini bilmektedir. Zira başka bir
yerde kendisinde hiçbir kötülük göremediğini ama bunun kendisini aklamadığını söylediğini
görüyoruz (1Ko. 4:4]. Zira Tanrı’nın yargısının insanların uykulu bakışlarından çok daha
üstün olduğunu açıkça biliyordu. Bununla birlikte, Tanrı adamları, Tanrı’nın tanıklığında ve
yargıçlığında, tanrısızların ikiyüzlülüğüne masumluklarını karşı savunsalar da, sadece
Tanrı’yla hesaplaşırlarken, hep bir ağızdan, “Ya RAB, sen suçların hesabını tutsan, kim
ayakta kalabilir, ya RAB?” [Mez. 130:3], “Kulunla yargıya girme, çünkü hiçbir canlı senin
huzurunda doğru değildir” [Mez. 143:2, mealen] diye haykırırlar ve kendi işlerine
güvenmeden, “Senin iyiliğin yaşamdan iyidir” [Mez. 63:3, mealen] diye ezgi söylerler.
15. Đmanlıların mükemmelliği mi?
Yukarıdakilere benzemeyen başka yazılar da vardır, yine de bunlardan yana olunabilir.
Süleyman, kendi dürüstlüğünde yol alan birinin doğru olduğunu söylemektedir [Özd. 20:7].
Aynı şekilde, “Doğru yol yaşam kaynağıdır, bu yolda aslında… ölüm yoktur” [Özd. 12:28].
Hezekiel de aynı şekilde, “Kararları uygulayan ve adil davranan yaşayacaktır” [Hez. 18:9, 21;
Krş. 33:15] iddiasında bulunmaktadır. Bunların hiçbiri inkâr etmiyoruz ya da karanlığa
gömmüyoruz. Ne var ki, Âdemoğullarından biri böyle bir dürüstlükle ortaya çıksın. Hiç kimse
yoksa ya Tanrı’nın gözünden kaçıp yok olmuş ya da O’nun merhametine sığınmış olmalı.
Dahası eksik ve mükemmellikten uzak olsa bile, dürüstlüğün imanlılar için
ölümsüzlüğe atılmış bir adım olduğunu inkâr etmiyoruz. Ancak bunun kaynağı, Rab’bin lütuf
antlaşmasına kabul ettiklerinin işlerindeki liyakati irdelememesi ama onları babaca bir
şefkatle bağrına basmasının dışında nedir? Bununla sadece Skolastiklerin ne öğrettiklerini –
“lütfu edinmek” için işler değerlidir- anlamıyoruz. Zira yasa antlaşması uyarınca kurtuluşu
edinmek için yetersiz olan işlerin, yine de Tanrı’nın bunları kabul etmesiyle, bunun için
yeterli bir değere ulaştığını söylemek istiyorlar.294 Ancak kendi lekeleriyle olduğu kadar,
diğer günahlarla da kirlenen bu işlerin, Rab’bin ikisini de bağışlamasının, yani insana
karşılıksız doğruluk bahşetmesinin dışında hiçbir değeri olmadığını söylüyorum.
Burada elçinin, imanlıların Rab’bin Gününde [1Ko. 1:8; Krş. 1Se. 3:13; 5:23]
kusursuz ve aleyhlerinde söylenecek bir söz bulunamayacak kadar mükemmel olmalarını
294
Gratia acceptance, yani lütfu edinme öğretisi, Fransisken Skolastikleri Duns Scotus ve
Ockham tarafından geliştirildi, o dönemde Eck (Enchiridion, böl. v) ve başkaları tarafından
savunuldu.
479
istediği [Kol. 1:8; Krş. 1Se. 3:13; 5:23] o dualarıyla üzerimize saldırmaları yersiz değildir.
Eskiden Coelestius’un müritleri, bu yaşamda mükemmel doğruluğu savunmak için aslında bu
sözleri coşkuyla teşvik ederlerdi.295 Ancak yeterli olduğunu düşündüğümüz şekilde,
Augustinus’a göre kısaca cevap veriyoruz: Bütün Tanrı adamları, bir gün Tanrı’nın huzuruna
lekesiz ve kusursuz çıkabilsinler diye bunu amaç edinmelidirler [Krş. Kol. 1:22]. Ancak
bugünkü yaşamda en iyi ve en mükemmel plan bile sadece bir gelişme olduğu için, bu amaca
ancak bu günahkâr bedenimizi çıkarıp bütünüyle Rab’be bağlandığımızda ulaşacağız.296
Ancak “mükemmelliği” Augustinus’un kelimeleriyle tanımlaması koşuluyla, kutsallara
“mükemmellik” yaftasını yapıştıracak kişiye inatla karşı çıkmayacağım. Augustinus,
“Kutsalların erdemine” der, “mükemmel dediğimizde, bu mükemmelliğin, mükemmel
olmayanın da hem hakikatte hem de alçakgönüllü olarak kabul edilmesinde yeri vardır.”297
XVIII. BÖLÜM
ÖDÜLE BAKARAK ĐŞLERĐN DOĞRULUĞU SONUCUNU ÇIKARMAK
HATADIR
(Ödülden söz eden yazılar, işleri kurtuluşun nedeni yapmaz, 1-4)
1. “Đşlere göre karşılık” ne demektir?
Şimdi, Tanrı’nın her insana yaptığı işin karşılığını vereceğini onaylayan şu ifadelere
devam edelim [Mat. 16:27].298 Şunlar bu türdedir: “Bedende yaşarken herkes gerek iyi gerek
kötü yaptıklarının karşılığını alacaktır” [2Ko. 5:10] “Kötülük eden herkese … sıkıntı ve elem
verecek; iyilik eden herkese…yücelik saygınlık verecektir” [Rom. 2:9-10]. “Đyilik yapmış
olanlar yaşamak, kötülük yapmış olanlar yargılanmak üzere dirileceklerdir” [Yu. 5:29].
“Sizler, Babamın kutsadıkları gelin!... Acıkmıştım, bana yiyecek verdiniz, susamıştım bana
içecek verdiniz” [Mat. 25:34-35, 42-43].
Sonsuz yaşama işlerin ödülü diyen şu ifadelerle bunları birleştirelim. Bu türden olanlar
şunlardır: “Đnsanın el emeğinin karşılığı ona ödenecektir” [Özd. 12:14]. “Emirlerden
korkan… ödülünü alacaktır” [Özd. 13:13]. “Sevinin, sevinçle coşun” [Mat. 5:12]; “Bakın,
göklerdeki ödülünüz büyüktür” [Luk. 6:23]. “Her biri kendi emeğinin karşılığını alacaktır”
[1Ko. 3:8].
“Tanrı herkese yaptıklarının karşılığını verecektir” [Rom. 2:6] ifadesini açıklamak pek
de güç değildir. Zira bu açıklama nedenden çok, olayların sırasını belirtir. Ancak kuşkusuz,
Rab, “önceden belirlediği kişileri çağırdığında, çağırdıklarını akladığında ve akladıklarını
yücelttiğinde” [Rom. 8:30] merhametinin bu evreleriyle kurtuluşumuzu tamamlamaktadır.
Yani Kendisine ait olanların sadece merhametiyle yaşamına almaktadır. Kendi koyduğu
kurallar uyarınca bu kişilerde görevini yerine getirmek için, onları, iyi işler yapmakta yarış
ederek kurtuluşu elde etmeye yönlendirdiği için, kuşkusuz, sayesinde ölümsüzlük tacını
almaya hazırlandıkları işlerine göre onların taçlandırılacaklarını söylemek şaşırtıcı değildir.
Ne var ki, “onların kurtuluşlarının sonuçlandırıldığını” [Flp. 2:12] söylemek uygundur, çünkü
295
Augustine, On Man’s Perfection in Righteousness i (MPL 44. 292 vd.; çev. NPNF V. 159
vd.). Coelestius, Pelagius’un arkadaşıydı.
296
Augustine, On Man’s Perfection in Righteousness ix. 20 (MPL 44. 301 vd. çev. NPNF V.
165 vd.)
297
Augustine, Against Two Epistles of the Pelagius III. vii. 19 (MPL 44. 602; çev. NPNF V.
411).
298
Bu başlangıcın III. xiv. 14’ün giriş cümlesiyle ilgisi vardır. Liyakati ödülle birleştiren (“ubi
merces ibi meritta”, Cochlaeus, Phillipicae III, 65, fo. N 2b) sav Roma ilahiyatında sıradandır.
Krş. De Castro, Adversus omnes haereses IX (1543, fo. 150): “Quomodo toties auditur
praemium, ubi porsus nullum est meritum?”
480
kendilerini iyi işler yapmaya verirlerken, sonsuz yaşamı enine boyuna düşünürler. Bu, başka
bir parçaya karşılık gelmektedir, burada Mesih’e inanarak yaşama kavuşurlarken, onlara
“geçici olmayan yiyecek için çalışma” [Yu. 6:27] bahşedilmektedir. Yine de hemen şu cümle
eklenmektedir: “Bunu size Đnsanoğlu verecek” [Yu. 6:27]. “Çalışmak” kelimesinin lütfun
karşıtı olmadığı ama gayreti işaret ettiği buradan bellidir. Bu durumda buradan, imanlıların
kendi kurtuluşlarının yazarı oldukları ya da kurtuluşun işlerinden kaynaklandığı sonucu
çıkmamaktadır. Öyleyse ne? Müjdeyi öğrenip ve Kutsal Ruh tarafından aydınlatılarak
Mesih’le paydaşlığa çağrıldıklarında onlarda sonsuz yaşam başlamaktadır. Tanrı onlarda iyi
bir iş başladığı için, bu iş Rab Mesih Đsa’nın Günü’ne kadar mükemmel duruma getirilmelidir
[Flp. 1:6]. Bununla birlikte, doğrulukta ve kutsallıkta Göklerdeki Baba’ya benzeyerek
mükemmel duruma geldiklerinde bu işlerin doğasına sadık kaldıklarını kanıtlarlar.
2. “Miras” olarak ödül
“Ödül” kelimesi kullanıldığı için, kurtuluşumuzun nedeninin işlerimiz olduğunu
varsaymamızın bir sebebi yoktur. Önce Göklerin Krallığının kölelerin ücreti değil, oğulların
“mirası” olduğuna [Ef. 1:18-20], ancak Rab’bin oğulluğa aldıklarının bu mirasa
kavuşabileceklerine [Krş. 4:7] ve bunun, bu oğulluktan başka bir nedeninin olmadığına [Krş.
1:5-6] yürekten inanalım. “Zira köle kadının oğlu değil, özgür kadının oğlu mirasçı olacaktır”
[Gal. 4:30, mealen]. Kutsal Ruh’un, açıkça “miras” adını verdiği işlerin ödülü olarak sonsuza
kadar sürecek yücelik vaat ettiği bu yazılarda bile O, bize bunun başka bir kaynaktan geldiğini
belirtiyor. Bu durumda Mesih, karşılığında ödül olarak gökleri verdiğini belirtiyor [Mat.
25:35-37]; ancak aynı zamanda buna mirasçılık hakkıyla sahip olmaları gerektiğini ekliyor
[Mat. 25:34]. Bu nedenle Pavlus, kullara, Rab’den karşılığını görecekleri umuduyla,
görevlerini sadakate yapmalarını emretmekte ama “miras nedeniyle” diye eklemektedir [Kol.
3:24]. Kuralları belirten kelimelerde adeta işlere değil, Tanrı tarafından oğulluğa alınmaya
sonsuza kadar sürecek bereket payesi vermemiz için bizi dikkatle nasıl uyardıklarını
görüyoruz.
O zaman neden aynı zamanda işlerden de söz ediyorlar? Bu soru Kutsal Yazı’daki bir
örnekle aydınlığa kavuşmakta. Đshak’ın doğumundan önce Đbrahim’e, bir soy, bu soydan
gelen yeryüzündeki bütün uluslara bereket vaat edilmektedir. Bu soy gökteki yıldızlar,
denizdeki kumlar ve benzerleri kadar çok olacaktır [Yar. 15:5; 17:1 vdd; Krş. 18:18]. Yıllarca
sonra Đbrahim, kehanette kendisine emredildiği gibi, kendini oğlunu kurban etmeye iyice
hazırlar [Yar. 22:3]. Đtaatkâr bir davranışta bulunduktan sonra ona şu vaat edilir: “RAB diyor
ki, kendi üzerime ant içiyorum. Bunu yaptığın, biricik oğlunu esirgemediğin için… soyunu
göklerin yıldızları, kıyıların kumları kadar çoğaltacağım. Soyun düşmanların kentlerini mülk
edinecek. Soyunun aracılığıyla yeryüzündeki bütün uluslar kutsanacak. Çünkü sözümü
dinledin” [Yar. 22:16-18]. Duyduğumuz bu sözler nedir? Đbrahim, emir verilmeden önce vaat
edilen bereketi itaatiyle mi hak etti? Rab’bin, merhametinin dışında imanlıları
bereketlemesinin bir nedeni olmadığı gibi, imanlılar işlerin üzerinde düşünmeden önce de,
onların işlerini, onlara verdiği aynı ödülle bereketlendirdiğini hiçbir belirsizliğe yer
bırakmadan göstermekteyiz burada kuşkusuz.
3. Lütuf olarak ödül
Ancak Rab, işlerden önce bize karşılıksız verdiği şeylerle işleri ödüllendireceğini
söylediğinde bizi kandırmaz ya da bizimle alay etmez. Vaat ettiği bu şeyleri ortaya koymayı,
deyim yerindeyse meyve vermeyi düşünerek, bunların aracılığıyla göklerde bizim için saklı
bulunan kutsal umutta acele etmemiz için bizi iyi işlerle terbiye etmek istemektedir. Bu
nedenle, vaatlerin meyvesi tamamıyla, bizi bu meyveyi olgunlaştırmaya yönlendiren işlere
atfedilmektedir. Elçi, Koloselilere, hakikati söyleyen müjdenin sözü aracılığıyla daha önce
duydukları, göklerde onlar için saklı bulunan umudun adına, sevgi görevini uğraş
481
edinmelerini söylediğinde bu iki düşünceyi de güzelce ifade etmiştir [Kol. 1:4-5]. Zira
umutlarının gökte saklı bulunduğunu müjdeden bildiklerini söyleyerek, bunun işlerle değil,
sadece Mesih’le desteklendiğini duyurmaktadır. Petrus’un, Tanrı adamlarının, “zaman sona
ererken açığa çıkarılmaya hazır olan kurtuluşa kavuşsunlar diye iman sayesinde Tanrı’nın
gücüyle korunduklarını” [1Pe. 1:5] ifadesiyle bu bağdaşmaktadır. Pavlus, onların bu yolda
emek vermelerini söylerken, imanlıların buna erişmeleri için, bütün yaşamları boyunca
koşmaları gerektiğini söylemek istemektedir.
Ancak Rab, vaat ettiği ödülün liyakat meselesine indirgendiğini düşünmeyelim diye,
bir benzetme yapmaktadır, burada Kendisini, önüne gelen herkesi bağını ekmeye gönderen bir
mal sahibine benzetmektedir. Aslında bazılarını ilk saatte, bazılarını ikinci, bazılarını
üçüncüde, hatta bazılarını da on birinci saatte gönderir ve akşam olunca hepsine aynı parayı
öder [Mat. 20:1 vdd]. Ambrosius’un adıyla tanınan Öteki Ulusların Çağrısı kitabının antik
dönemdeki yazarı –her kimse- bu benzetmeyi kısaca ve doğru olarak yorumlamaktadır. Kendi
sözlerimi değil, onun sözlerini kullanacağım. “Rab bu karşılaştırmayla, biricik lütfuyla ilgili
olarak, çok yönlü çağrısının farkını anlatmaktadır… on birinci saatte bağa gönderilenlerin,
bütün gün emek verenlerle aynı ücreti almalarının, günün sonunda, yani yaşamlarının sonunda
Tanrı’nın, lütfunun mükemmelliğini göstermek için, merhametiyle ödüllendirdiklerine
ihsanda bulunduğunu açıkladığı bellidir. Zire O, onların emeklerinin karşılığını ödememekte,
işlere bakmaksızın seçtiklerinin üzerine zengin iyiliklerini yağdırmaktadır. Dolayısıyla çok
emek verip terleyen ve daha sonra gelenlerden daha fazla para almayanlar da, işlerinden ötürü
ödüllendirilmediklerini, lütuf armağanını aldıklarını anlamalıdırlar.”299
Son olarak, şu da dikkate değerdir: Sonsuz yaşama işlerin ödülü adı verilen bu
parçalarda, Tanrı’nın bereketi, Tanrı’nın babaca iyiliğiyle bizi Mesih’te bağrına bastığında
vereceği kutsal ölümsüzlüğe kadar, O’nunla kurduğumuz paydaşlık olarak değil,
kutsanmışlığı edinmek ya da onların verdikleri adla, “meyve vermek” olarak anlaşılmalıdır.
Mesih de Kendi sözleriyle bunu ilan etmektedir: “Gelecek çağdaki sonsuz yaşam” [Mar.
10:30] Başka bir yazıda, “Gelin…Krallığı mülk edinin” [Mat. 25:34, Vg.]. Bu nedenle Pavlus
“oğulluğa alınmaya” dirilişte oğulluğun açıklığa kavuşturulması adını vermektedir [KRş.
Rom. 8:18 vdd]; daha sonra da bunu “bedenlerimizin kurtulması” diye yorumlamaktadır
[Rom. 8:23]. Ancak Tanrı’ya yabancılaşmanın sonsuza kadar ölüm olması gibi,300 Tanrı
insana Kendisiyle paydaşlığa kavuşması ve Kendisiyle bir olması için lütufta bulunduğunda,
insan, ölümden yaşama geçmektedir –sadece oğulluğa alınma bereketi bunu yapar.
Alışkanlıkları olduğu üzere, işlerin ödülünü inatla dayatırlarsa, karşılığında biz de onlara
Petrus’un imanın ödülünün sonsuz yaşam olduğu ifadesini [1Pe. 1:9] fırlatabiliriz.
4. Ödül vaadinin amacı
Dolayısıyla, bu işler böyle bir ödülü hak ediyormuş gibi, Kutsal Ruh’un böyle bir
vaatte bulanarak işlerimizi onayladığını düşünmeyelim. Zira Kutsal Yazı, Tanrı katında
yüceltilmemiz için bize hiçbir neden bırakmamaktadır. Tam tersine bütün amaç, gururumuzu
dizginlemek, bizi alçakgönüllü yapmak, hüzünlendirmek ve tamamıyla ezmektir. Ancak bu
beklentiyle kendini desteklemeseydi ve bu teselliyle bitkinliğini hafifletmeseydi hemen
cesaretini kaybedip düşecek olan zayıflığımız böyle rahatlamaktadır.
Önce herkes, sadece sahip olduğu her şeyi değil, kendini de bırakmanın ve
vazgeçmenin ne kadar güç olduğunu düşünsün. Ancak Mesih’in öğrencilerine, yani Tanrı
adamlarına vermeye başladığı ilk ders budur. Daha sonra yaşam boyu onları çarmıhın bu
disipliniyle öyle eğitir ki, şimdiki yaşamı arzu etmeye gönüllerini bağlamazlar ya da buna
299
Sözde Ambrose, The Call of the Gentiles I. v (MPL 17. 1091). Prosper’in MPL 51’deki
metninde bu cümleler yoktur.
300
Krş. III. xxv. 12. Augustinus’un bununla ilgili yazıları için bk. Smits II. 43.
482
güvenmezler. Kısacası Mesih onlarla öyle ilgilenir ki, gözlerini dünyanın uzandığı nereye
çevirirlerse çevirsinler sadece umutsuzlukla karşılaşırlar. Bu nedenle Pavlus, “Yalnız bu
yaşam için umut bağlamışsak, herkesten çok acınacak durumdayız” [1Ko.15:19, mealen]
demektedir. Bu büyük sıkıntılara düşmesinler diye Rab onlarla birliktedir, başlarını dik
tutmaları, dünyada bulamadıkları mutluluğu O’nda bulsunlar diye gözlerini daha uzağa
dikmeleri için onları uyarmaktadır. Bu mutluluğa, işlerin liyakati olduğunu düşünmeden,
onların acınacak durumlarının, sıkıntılarının, kendilerine atılan iftiraların vb karşılığı olduğu
anlamında “ödül”, “karşılık” demektedir [Krş. Mat. 5:12; 6:1 vdd]. Bu nedenle, Kutsal
Yazı’daki örnekten yola çıkarak [Krş. 2Ko. 6:13; Đbr. 10:35; 11:26] sonsuz yaşama “karşılık”
dememize hiçbir şey engel olamaz, çünkü Rab halkını yorgunluktan dinlenmeye, üzüntüden
bereketli ve arzu edilebilir duruma, üzüntüden sevince, yoksulluktan bolluğa, utançtan
yüceliğe burada geçirir. Özetlersek, onların acı çektikleri bütün kötülükleri daha büyük
iyiliklere dönüştürür. Dolayısıyla, kutsal yaşama yol diye bakarsak hata yapmış olmayız,
aslında Göksel Krallığın yüceliğine götüren yol olduğu için değil, Tanrı tarafından seçilenleri,
bunu göz önüne sermeye götüren yol olduğu için. Zira Tanrı’nın iyi amacı, kutsadıklarını
yüceltmektir [Rom. 8:30].
Ancak biz Sofistlerin, öne sürdüğümüz amacı düşünmedikleri için saygısızca ısrar
ettikleri liyakatle ödül arasındaki ilişkiyi düşünmeyelim.301 Tanrı bizi tek bir amaçla
çağırdığında başka bir yöne bakmamız ne kadar saçmadır? Yüreklerimizin boş gururla
şişinmesi için değil, benliğimizin güçsüzlüğüne teselliyle çare bulmak için, iyi işlerin
karşılığında bir ödülün vaat edildiğinden hiçbir şey daha net değildir. O zaman bundan her
kim işlerin liyakati sonucunu çıkarır ya da işlerle ödülü birlikte tartıya vurursa Tanrı’nın
planından çok uzaklaşır.
(Bu görüşe itirazlara cevaplar, 5-10)
5. Ödülün dayanağı bağışlanmadır
Bu durumda, Kutsal Yazı “Adil yargıç olan Rab bir gün doğruluk tacını Kendisine ait
olanlara verecektir” [2Ti. 4:8, mealen] dediğinde, Augustinus’la birlikte cevap vererek
başlıyorum: “Şayet merhametli Baba lütuf bahşetmeseydi adil Yargıç taç ödülünü kime
verecekti? ‘Tanrısızı aklayan’ lütuf önce gelmiş olmasaydı doğruluk nasıl olabilirdi? Bunlar,
daha önce gerektiği şekilde verilmemiş olsaydı şimdi gerektiği şekilde nasıl
ödüllendirebilirdi?”302 Ama ben başka bir şey daha ekliyorum: O’nun şefkati işlerde doğru
olmayan her şeyin üzerini örtmeseydi işlerimizi nasıl doğru sayabilirdi? Đşlerimizde cezayı
hak eden şeyleri sınırsız sevecenliğiyle silmeseydi bunların ödüle layık olduğuna nasıl karar
verebilirdi? Zira Augustinus sonsuz yaşama “lütuf” demeye alışıktır, çünkü bu, işlere mal
edilse de o, Tanrı’nın karşılıksız armağanları için kullanmaktadır. Ancak Kutsal Yazı bizi
daha çok alçakgönüllü olmaya itmekte, aynı zamanda da yüceltmektedir. Zira işler Tanrı’nın
karşılıksız armağanları olduğu için, bize işlerle övünmeyi yasaklamasının yanı sıra, aynı
zamanda, onların çirkin döküntülerle kirlendiğini, öyle ki, eğer bu işler O’nun yargısının
standartlarına göre tartılırsa Tanrı’yı tatmin edemeyeceğini öğretmektedir; ama cesaretimizi
kaybetmeyelim diye, işlerimizin ancak aflık aracılığıyla hoşnut ettiğini de öğretmektedir.
Ancak Augustinus’un başka bir yerde bizden farklı konuşmasına rağmen, Boniface’a Üçüncü
301
Aquinas, Summa Theol. I. II ae. cxiv. 1 (çev. LCC XI. 203 vd); Cochlaeus, Philippicae III.
65.
302
Augustine, On Grace and Free Will vi. 14 (MPL 44. 890; çev. NPNF V. 449). Eck,
Enchiridion böl. v. (1533 basımı, fo. 262)’de bu parçadan, yani II. Ti. 4:8’den alıntı
yapılmaktadır. J. Clichtove, Impribatio quorundam articularum Martini Luthers (1533)’de bu
ayetten alıntı yaparak, “Doğrulukla yapılan işleri, liyakat değilse nedir? [Quid sunt nisi
merital?]” Krş. Fisher, Confutatio, m. Đ, s. 66; Herborn, Enrichidion v (CC 12. 33).
483
Kitap’ındaki sözleri onun, bu sözlere özünde karşıt olmadığını gösterecektir. Burada iki adamı
karşılaştırmaktadır: Birinin olağanüstü kutsal ve mükemmel bir yaşamı, aslında diğerinin de
dürüst ve erdemli alışkanlıkları vardır ama geride arzu edilecek pek bir şey bırakmayacak
kadar mükemmellikten uzaktır. Sonuçta şuna karar verir: “Birincisine göre ahlakça daha alt
düzeyde görünen ikinci adam, Tanrı’daki doğru imanıyla yaşamakta, buna dayanarak yaptığı
her yanlış için kendisini suçlamakta ve yaptığı bütün iyi işler için Tanrı’yı övmekte, utancı
kendine, övgüyü Tanrı’ya saklamakta, Tanrı onun hem günahlarının bağışlamakta, hem de
doğru işlerini sevmektedir –bu adam bu yaşamdan kurtulacak ve Mesih’le paydaşlığı
alacaktır. Đmanı yüzünden olmasa bu adam neden böyle yaşasın ki? Bu, kötü bir iman
olmadığı için, işler olmaksızın kimseyi kurtarmasa bile, sevgiyle etkisini gösterdiğinden ötürü
[Krş. Gal. 5:6] bunun aracılığıyla günahlar da bağışlanır, zira “doğru kişi imanıyla yaşar”
[Hab. 2:4]; zira o olmadan iyi işler diye görünenler günahlara dönüşür.”303 Kuşkusuz
Augustinus burada bizim şiddetle önerdiğimiz şeyi açıkça ikrar etmektedir: Đyi işlerin
doğruluğu Tanrı’nın bunları bağışlayarak onaylamasına dayanmaktadır.
6. “Gökteki hazineler”
Aşağıdaki parçaların anlamı yukarıda alıntı yapılanlara yakındır: “Dünyanın aldatıcı
servetini kendinize dost edinmek için kullanın ki, bu servet yok olunca sizi sonsuza dek
kalacak konutlara kabul etsinler” [Luk. 16:9]. “Şimdiki çağda zengin olanlara
gururlanmamalarını, gelip geçici zenginliğe değil… diri Tanrı’ya umut bağlamalarını buyur…
Đyilik yapmalarını, iyilikten yana zengin… olmalarını buyur… Böylelikle sonsuz yaşama
kavuşmak üzere, gelecek için kendilerine sağlam temel olacak bir hazine biriktirmiş olurlar”
[1Ti. 6:17-19]. Đyi işler zenginlere benzetildiği için, sonsuz yaşam mutluluğuna erişeceğiz.
Cevap veriyorum, Ruh’un dile getirdiği sözlerdeki amaca gözlerimizi çevirmezsek, bunları
aslında hiç anlamayız. Mesih’in söyledikleri –“hazinemiz neredeyse yüreğimiz oradadır”
[Mat. 6:21, mealen]- doğruysa, bu çağın çocuklarının bu yaşamda hoşa giden şeylere sahip
olma alışkanlığında olmaları gibi, imanlılar da bu yaşamın rüya gibi kısa sürede biteceğini
öğrendikten sonra, gerçekten erişmek istedikleri şeyleri sonsuz yaşama sahip olacakları bir
yere taşımanın yolunu bulmalıdırlar.
Öyleyse sonsuza kadar yaşamak için seçtikleri başka bir yere göç etmeye karar veren
insanları taklit etmeliyiz. Onlar kendilerinden önce bütün kaynaklarını gönderirler ve bir süre
bunlardan yoksun kaldıkları için üzülmezler, zira uzun zaman kalacakları yerde ne kadar çok
eşyaları olursa kendilerini o kadar mutlu sayarlar. Ancak göklerin ülkemiz olduğuna
inanıyorsak, mal varlığımızı burada, aniden göç ettiğimizde kaybedeceğimiz yerde
saklamaktansa oraya taşımak daha iyidir. Ancak onları nasıl taşıyacağız? Elbette, yoksulların
ihtiyaçlarını karşılayarak; bunlar için ne ödenirse ödensin Rab, Kendisine verilmiş
saymaktadır [Krş. Mat. 25:40]. Dikkate değer bu vaat şuradan gelmektedir: “Yoksula veren
kişi, RAB’be ödünç vermiş olur” [Özd. 19:17]. Aynı şekilde, “Çok eken çok biçer” [2Ko.
9:6]. Sevgi görevi nedeniyle kardeşlerimize verdiğimiz şey Rab’bin eline verilmiş olur. Sadık
bir kâhya olarak, bir gün bunu yüksek faizle geri ödeyecektir. Öyleyse Tanrı katında
görevlerimiz, elinde bizim için sakladığı zenginlik olacak kadar önemli mi? Kutsal Yazı bu
kadar sık ve bu kadar açık buna tanıklık ederken kim bunu söylemekten çekinir?
Ne var ki, biri Tanrı’nın pak şefkatinden işlerin değerine atlamak isterse bu tanıklıklar
onun hata bina etmesine yardım etmez. Zira bundan, Tanrı’nın bize olan merhametinin pak
eğiliminden başka bir sonuç çıkaramazsınız. Kendisine sunduğumuz hizmetler O’nun katında
değersiz olsa bile, bizi iyilik yapalım diye harekete geçirmek için, bunların hiçbirinin
kaybolup gitmesine izin vermez.
303
Augustine, Against Two Letters of the Pelagians III. v. 14 (MPL 44. 596); çev. NPNF V.
409).
484
7. Çekilen sıkıntıların ödülü
Ne var ki, elçinin sözleri bize giderek baskı yapmaktadır. Dertli Selaniklileri teselli
ederken, uğruna acı çektikleri Tanrı’nın Krallığına değer sayılabilmeleri için, onlara bu tür
sıkıntıların gönderildiğini öğretmektedir [2Se. 1:5]. Aslında, “Rab Đsa göklerden
açıklandığında….Tanrı size sıkıntı çektirenlere sıkıntı ile karşılık vermeyi… ve sizi bizimle
birlikte rahata kavuşturmayı adil saymaktadır [2Se. 1:6-7]. Đbranilere Mektup’un yazarı şöyle
demektedir: “Tanrı adaletsiz değildir; emeğinizi ve kutsallara O’nun adına hizmet ederek
gösterdiğiniz sevgiyi unutmaz” [Đbr. 10:6]
Birinci yazıya cevap veriyorum: “Burada işlerin liyakatinden değil, Baba Tanrı,
oğulluğa seçtiği bizleri ilk doğan [Rom. 8: 29] Mesih’e uymamızı istediği için, O’nun ilk acı
çeken ve sonunda öngörülen yüceliği alması [Luk. 24:26] gibi, bizim de, “Tanrı’nın
Egemenliğine birçok sıkıntıdan geçerek girmemiz gerekir” [Elç. 14:22]. Dolayısıyla biz
Mesih’in adına sıkıntı çekerken adeta üzerimize, genellikle Tanrı’nın sürüsü olduğumuzu
gösteren bazı damgalar vurulur. O zaman Tanrı’nın Krallığında bu şekilde değerli sayılırız,
zira “Rab’bimizin ve Efendimizin yaralarını bedenimizde taşırız” [Gal. 6:17], bunlar
Tanrı’nın çocuklarının işaretleridir. Şu ifade de bununla ilgilidir: Đsa’nın yaşamı bizde açıkça
görülsün diye, Đsa’nın ölümünü bedenlerimizde taşırız [2Ko. 4:10]. Benzer bir dirilişi
edinebilmek için O’nun acılarını çekeriz [Flp. 3:10-11].
Pavlus, işlerin bir değeri olduğunu kanıtlamak için değil, Tanrı’nın Krallığı umudunu
güçlendirmek için bir neden eklemektedir. Sanki şöyle der: “Size çektirdikleri bu sıkıntılardan
ötürü Tanrı’nın düşmanlarınızdan öç alması O’nun adaletiyle bağdaştığı kadar bu, Tanrı’nın,
sıkıntılarınızda size huzur ve esenlik verme kararıyla da bağdaşmaktadır.” Đkinci yazı [Đbr.
6:10], Tanrı için unutmanın neredeyse adaletsiz olmayı çağrışması gibi, çocuklarının
hizmetine kayıtsız kalmamanın da O’na uygun olduğunu öğretmektedir. Bu, Tanrı’nın,
tembelliğimizden bizi dürtmek için, O’nun adına çektiğimiz sıkıntıların boşuna
olmayacağının güvencesini vermesi demektir. Kurtuluşumuzun bütün güvencesinin dayandığı
merhametiyle yaptığı karşılıksız antlaşma önce olmasaydı, diğerleri gibi bu vaadin de meyve
vermeyeceğini hiç unutmayalım. Şimdi buna dayanarak, hizmetlerimiz her ne kadar değersiz
olsa da, Tanrı’nın cömertliğinin ödülsüz bırakmayacağına dair sağlam bir güvencemiz
olmalıdır. Elçi, bu beklentimizi doğrulamak için, Tanrı’nın adaletsiz olmadığını, verdiği sözü
tutacağını duyurmaktadır. O zaman bu adalet, gereken eşitliği sağlamaktan çok tanrısal vaadin
hakikat olduğunu belirtmektedir. Bu anlamda, Augustinus’un sözü iyi bilinmektedir, bu
hatırlanmaya değer olduğu için, kutsal insan bunu tekrarlamakta tereddüt etmez, bunun
hafızaya sürekli kazınmasının değersiz olmadığı hükmüne varıyorum. “Kendini –bizden bir
şey kabul ederek değil, bize her şeyi vaat ederek- Kendisini bize borçlu duruma getiren Rab,
sadıktır” demektedir.304
8. Sevgiyle aklanma
Kendilerini desteklemek için, Pavlus’un şu ifadelerinden de söz ediyorlar: “Dağları
yerinden oynatacak kadar büyük imanım olsa, ama sevgim olmasa, bir hiçim” [1Ko. 13:2].
Ayrıca, “Đman, umut, sevgi. Bunların en üstünü de sevgidir” [1Ko. 13:13]. Aynı şekilde,
“Bütün bunların üzerine, mükemmellik bağı olan sevgiyi koyun” [Kol. 3:14, mealen]. Bizim
Ferisiler bu iki yazıya dayanarak, imandan çok sevgiyle aklandığımızı, bunun daha güçlü
304
Augustine, Psalms, Mez. 32. ii. 1. 9; Mez. 83. 16; Mez. 109. i (MPL 36. 284; 37. 1068; 37.
1445; çev. LF [Mez. 33] Psalms ı. 317 vd. [Mez. 34] IV. 164; [Mez. 110] V. 229 vd) Sermons
clviii. 2. 2 (MPL 38. 863; çev. LF Sermons II. 779).
485
olduğunu iddia ediyorlar.305 Ancak bu kurnazlık fazla güçlük gerektirmeden çürütülmektedir.
Zira birinci yazıda söylenenin hakiki imanla hiçbir ilgisi olmadığını başka bir yerde
açıklamıştık.306 Đkincisini de hakiki iman açısından açıklıyoruz. Pavlus, sevgi daha övgüye
değer olduğu için, daha çok meyve verdiği, daha ötelere ulaştığı, daha çok hizmet ettiği,
imandan yararlanmanın sadece bir süre devam etmesine rağmen sevgi sonsuza kadar sürdüğü
için [1Ko. 13:2 vdd] sevginin imandan daha büyük olduğunu söylemektedir. Mükemmellik
arıyorsak Tanrı’nın sevgisi haklı olarak ilk sırayı almalıdır ama Pavlus’un ifadesi bununla
ilgili değildir. Aslında bir noktada bunu vurgulamaktadır: Karşılıklı sevgiyle birbirimizi
Rab’de terbiye etmeliyiz. Ancak sevginin her açıdan imandan üstün olduğunu düşünelim.
Sağlıklı hüküm veren insanın –aslında, çok sağlıklı düşünen insanın- çıkaracağı sonuca göre
bu daha fazla mı aklamaktadır? Đmanın edindiği aklanmanın gücü işlerin değerinde yatmaz.
Bizim aklanmamız sadece Tanrı’nın merhametine ve Mesih’in liyakatine dayanır ve imanın,
aklanmayı edindiğinde akladığı söylenir.
Şimdi karşıtlarımıza aklanmayı sevgiyle hangi anlamda bağdaştırdıklarını sorarsanız,
şu cevabı vereceklerdir: Çünkü bu görev Tanrı’yı hoşnut etmektedir, tanrısal iyiliğin bunu
kabul etmesinden kaynaklanan liyakat sayesinde bize doğruluk verilmektedir. Bu noktadan
savlarının ne kadar güzelce ilerlediğini görüyorsunuz. Đmanın, kendi değerinden ötürü bizim
adımıza doğruluğu hak ettiği için değil, Mesih’in doğruluğunu karşılıksız edindiğimiz bir araç
olduğu için akladığını söylüyoruz. Tanrı’nın merhametini küçümseyip bütün doğruluğun
yattığı Mesih’i atlayarak, sevgi bereketiyle aklandığımızı, çünkü onun imandan üstün
olduğunu öne sürüyorlar. Sanki bir kralın bir ayakkabıcıdan sadece çok daha yetenekli olduğu
için daha iyi ayakkabı yaptığının tartışılması gibi. Bu karşılaştırma, Sorbonne’daki okullardan
hiçbirinin, imanla aklanmayı biraz olsun tatmadığının yeterli bir kanıtıdır.
Ne var ki, bu noktada tartışanlardan biri araya girip, bu kadar dar bir yerde “iman”
kelimesini Pavlus’un kullandığı gibi neden farklı anladığımızı sorarsa, bu yorum için çok iyi
ve sağlıklı tek bir nedenim var. Pavlus’un saydığı bu armağanlar, Tanrı bilgisiyle ilişkili
olduğundan, bir şekilde imanın ve umudun altında toplandığı için, Pavlus bunları yeniden
özetleyerek hepsini “iman” ve “umut” kelimelerinin altında dâhil etmektedir. Sanki şöyle der:
“Peygamberlik ve diller, çeviri armağanı ve benzeri bilgilerin amacı, bizi Tanrı’yı tanımaya
yönlendirmektir ama bu yaşamda Tanrı’yı ancak umut ve imanla tanırız. Dolayısıyla, imandan
ve umuttan söz ettiğimde aynı zamanda buna her şeyi dâhil ediyorum.” “Đşte kalıcı olan üç
şey vardır: Đman, umut ve sevgi” [1Ko. 13:13] – yani armağanlar ne kadar çeşitli olursa olsun
hepsinde şuna değinilmektedir – “Bunların en üstünü sevgidir” [1Ko. 13:13].
Üçüncü yazıdan şu sonucu çıkarıyorlar: Sevgi “mükemmelliğin bağıysa” [Kol. 3:14]
dolayısıyla bu, mükemmellikten başka bir şey olmayan doğruluktur.307 Önce iyice oluşmuş bir
kilisenin üyelerinin birbirine sıkıca bağlandığında Pavlus’un buna mükemmellik dediğini göz
ardı edersek ve sevginin bizi Tanrı’nın gözünde mükemmel duruma getirdiğini kabul edersek,
yine de ne gibi bir yeni görüş ortaya koyuyorlar? Zira her zaman buna karşıt bir cevap
vereceğim: Bütün sevgi görevlerimizi yerine getirmezsek bu mükemmelliğe asla
kavuşamayacağız. Buradan şu sonucu çıkarıyorum, herkes sevgiyi yerine getirmekten çok
uzak olduğu için, onların mükemmel olma umudu kesilir.
305
Fisher, Confutatio, s. 63; De Castro, Adversus Haereses VII, bk. “gratia” (1543, fo. 128ab,
132b); Lombard, Sentences III. xxiii. 5 (MPL 192. 811); Aquinas , Summa Theol. I IIae. cxiii.
4. 1. itiraza cevap; II IIae. xxiii. Xxii (çev. LCC XI. 342-368). Krş. Augustine, Enchiridion
xxi. 117 (MPL 40. 287; çev. LCC VII. 409).
306
III. ii. 9-13.
307
Krş. III. xvii. 15; Duns Scotus, On the Sentences I. xvii. 3. 24 (Opera omnia X. 82);
Cochlaeus, Phillippicae III. 10.
486
9. Matta 19:17
Günümüzün akılsız Sorbonne’lularının – ellerine önce ne gelirse- bize fırlatmak için
Kutsal Yazı’dan nedensizce kopardıkları bireysel tanıklıkların peşine düşmek istemiyorum.
Bazıları o kadar gülünç ki, haklı olarak, aptal sayılmak istemiyorsam bunlardan söz
edemiyorum. Mesih’in, harika keyif aldıkları bir ifadesini açıkladıktan sonra bu konuyu
bitireceğim. Mesih, Kendisine kurtulmak için ne gerektiğini soran yazıcıya, “Yaşama
kavuşacaksan, emirlere uy” [Mat. 19:17] cevabını vermektedir. Lütfun yazarı bize emirlere
itaat ederek Tanrı’nın Krallığına kavuşmamızı emrediyorsa daha ne isteriz, diye soruyorlar.308
Sanki Mesih’in, cevaplarını ele alması gerektiğini gördüklerine göre uyarlamadığı apaçık
değilmiş gibi! Burada bir yazıcı mutluluğa nasıl ulaşılacağını sormaktadır –bu kadar basit
değil, hangi işlerle insanların mutluluğa ulaştıklarını. Konuşan kişi ve soru Rab’bi bu cevabı
vermesine neden olmuştur. Yasanın doğruluğuna ikna etmeye alışmış olan yazıcı işlere
duyulan güveni görmemiştir. Sonra sadece kurtuluşun edinildiği doğru işlerin neler olduğunu
sormuştur. Dolayısıyla doğruluğun mükemmel bir aynası olan yasaya, haklı olarak geri
gönderilmiştir.
Şayet biri yaşamı işlerde arıyorsa bu emirlere uymasını net bir sesle duyuruyoruz.
Hıristiyanlar bu öğretiyi bilmelidirler, zira yaşam yolundan ölümün eşiğine atladıklarını
anlamazlarsa nasıl Mesih’e kaçıp sığınabilirler? Önce bu yolun ne olduğunu anlamazlarsa
yaşam yolundan ne kadar uzaklaştıklarını nasıl anlayabilirler? Dolayısıyla, ancak kendi
yaşamlarıyla yasayı kabul etmeye bağlı olan tanrısal doğruluğun arasındaki farkın ne kadar
büyük olduğunu anladıklarında, kurtuluşu gönenmek için, sığınaklarının Mesih’te olduğunun
bilincine varırlar.
Özetlersek, kurtuluşu işlerde arıyorsak, bize mükemmel doğruluğu öğreten emirlere
uymalıyız. Ancak yolun tam ortasında başarısız olmak istemiyorsak burada durmamalıyız,
zira hiçbirimizin emirlere uyacak yeteneği yoktur. Dolayısıyla, yasanın doğruluğunun dışında
kaldığımız için, başka bir yardıma, yani Mesih’e imana gitmeliyiz. Bu nedenle bu yazıda Rab,
boş bir güvenle işlerle övündüğünü bildiği bir yasa öğretmenine, günahkâr ve sonsuza kadar
sürecek olan korkunç ölüm hükmüyle karşı karşıya olduğunu öğrenebilsin diye, yasayı
hatırlattığı gibi, başka bir yerde de bu tür bilgiyle çoktan alçakgönüllü duruma gelmiş
başkalarını yasadan hiç söz etmeksizin lütuf vaadiyle teselli etmektedir: “Ey bütün yorgunlar
ve yükü ağır olanlar! Bana gelin, ben size rahat veririm… böylece canlarınız rahata kavuşur”
[Mat. 11:28-29]
10. Doğruluk ve doğru olmama aynı kurala göre birbiriyle karşılaştırılmaz
Sonunda, Kutsal Yazı’yı yanlış kullanmaktan yorulduktan sonra kurnazlıklara ve
safsatalara başvuruyorlar. Bazı yerlerde imana “iş” dendiğini [Yu. 6:29] bahane ediyorlar.
Buradan bizim hatalı olarak imanın karşısına işleri koyduğumuz sonucunu çıkarıyorlar.309
Sanki iman, müjdenin vaazıyla bize sunulan Tanrı’nın merhametini bağrına basarak değil,
tanrısal iradeye itaat ettiği ölçüde kendi liyakatiyle bizim için doğruluğu edinerek,
yüreklerimize Mesih’in doğruluğunun mührünü vururmuş gibi. Bu akılsızlıkları yok etmek
için fazla geç kalmıyorsam okurlarım beni bağışlasınlar, çünkü bunlar dıştan bir güç
olmaksızın kendi zayıflıklarıyla yeterince mahvolacaktır.
Ancak deneyimsizler için sorun yaratmasın diye, hakikate biraz benzeyen bir itirazı
gidermeye geçmek istiyorum. Sağduyu bize aynı kuralın tam tersi şeyler için de geçerli
308
De Castro, Adversus haereses VII (1543; fo. 128 C. B; K. Schatzgeyer, Scrutinium divinae
Scripturae pro conciliatione dissitentium dogmatum (1522) ii (CC 5. 26); Choclaeus,
Philippicae II. 55, fo. M 3b; Clichtove, Improbatio, fo. 142 (Mat. 19:12 hakkında).
309
Eck, Enchiridion, böl. v: “Fides opus vocatur” (1533 basımı, fo. 25b), Yu. 6:29’dan alıntı.
Krş. Calvin, Comm. Yu. 6:29.
487
olduğunu ve her günahın bizim doğru olmamamız diye sayıldığını öğrettiği için, her bir iyi işe
doğruluk payesi verilmesinin de uygun olduğunu söylüyorlar. Đnsanların mahkûmiyetine
belirli günahların değil, sadece inançsızlığın yol açtığı cevabını verenler beni tatmin
etmiyorlar.310 Đnançsızlığın bütün kötülüklerin pınarı ve kökü olduğunda onlara kuşkusuz
katılıyorum. Zira o, Tanrı’dan ilk ayrılıştır ve arkasından yasanın tek tek çiğnenmesi gelir.
Ancak doğru olmayı ve olmamayı tartarken, anlaşılan iyi ve kötü işleri aynı kefeye koydukları
için, bu konuda onlara katılmamak zorunda kalıyorum. Zira doğru işler yasaya mükemmelce
itaat etmektir. Dolayısıyla, deyim yerindeyse, ömrünüz boyunca bu düz çizgiyi hiç sapmadan
izlemezseniz işler açısından doğru olamazsınız. Bu çizgiden saptığınız anda doğruluğun
dışına kayarsınız. Buradan anlaşıldığına göre, doğruluk bir ya da birkaç işten değil, tanrısal
iradeye tereddüt etmeden ve yorulmak bilmeden itaat etmekten doğar. Ancak neyin doğru
olmadığına hüküm verilen kural çok farklıdır. Zira zina yapan biri ya da bir hırsız ölümcül bir
suç işlemiştir, çünkü Tanrı’nın yüceliğine karşı suç işlemiştir. Bizim bu Sofistler, Yakup’un,
“Yasanın her dediğini yerine getirse de tek konuda ondan sapan kişi bütün Yasa’ya karşı
suçlu olur, zira adam öldürmeyi yasaklayan hırsızlığı da yasaklamaktadır” [Yak. 2:10-11,
mealen] ifadesine dikkat etmedikleri için tökezlemektedirler. Bu durumda, çok sayıda
günahın her birinin adil karşılığının ölüm olduğunu, her birinin Tanrı’nın haklı gazabını ve
öcünü hak ettiğini söylediğimizde bu saçma gelmemelidir. Ancak tam tersine, insanın çok
sayıda günahı Tanrı’nın gazabını hak ederken, onun tek bir iyi işiyle Tanrı’yla barışabildiği
sonucunu çıkarıyorsanız, aptalca akıl yürütmüş olursunuz.
XIX. BÖLÜM
HIRĐSTĐYAN’IN ÖZGÜRLÜĞÜ
(Đlk bölümü Gal. böl .1-3’de görülen üç bölümlük bir Hıristiyan özgürlüğü öğretisinin
gerekliliği)
1. Hıristiyan özgürlüğü öğretisini doğru anlama ihtiyacı
Şimdi Hıristiyan özgürlüğüne değinmeliyiz. Müjdenin öğrettiklerini özetlediğini öne
süren biri, bu konuyu özetlemeyi hiçbir şekilde göz ardı etmemelidir. Zira bu çok önemli bir
gerekliliktir ve vicdan, bunu bilmezse, neredeyse hiçbir şeyi kuşku duymadan yapmaya
cesaret edemez; tereddüt eder, birçok şeyden geri çekilir; sürekli bocalar, korkar. Ne var ki,
özgürlük özellikle aklanmanın uzantısıdır, onun gücünü anlamanın yararı hiç de az değildir.
Aslında Tanrı’dan ciddi olarak korkanlara bu öğretinin benzersiz yararı vardır. Bu,
imansızların ve Lukianos’un adamlarının311 şakalarıyla mizah yollu yerdikleri bir öğretidir.
Zira üzerlerine inen ruhsal sarhoşlukta her türlü saygısızlık yasaya uygundur. Bu durumda
burası bu konuyu girmek için uygun yerdir. Daha önce buna birçok kez biraz değinmemize312
rağmen, tam anlamıyla tartışmayı buraya bırakmak uygundu.
En iyi şeyleri en kötü şekilde bozan bu ahlaksız ruhlara bir süre sonra karşı çıkılmazsa
Hıristiyan özgürlüğünden söz edilir edilmez ya tutkular kaynamaya başlar ya da vahşi
kargaşalar çıkar. Bazıları bu özgürlüğü bahane ederek, Tanrı’ya karşı bütün bağlılıklarını
silkeleyip atar, dizginlenemeyen bir sefahate kapılır. Başkaları bunun bütün ölçülülük, düzen
ve seçim yapmaktan yoksun bıraktığını düşünerek, bunu reddederler. Bu kafa karışıklıklarıyla
310
Burada Calvin, Luther’in görüşünden ayrıldığını yazmaktadır. Bk. Luther, Mar. 16:14
üzerine vaazlar, 29 Mayıs 1522 ve Mar. 8:1, 19 Temmuz 1523 (Werke WA X. iii. 14. f.; XII.
637; Krş. XXI. Đ. 360).
311
“Lucianici homines” yani De morte Peregrini’sinde Hıristiyan inancını ve uygulamalarını
yeren Samosatalı Lukianos’la aynı ruhta olan insanlar.
312
II. vii. 14, 15; III. xi. 17, 18.
488
sarılmış olarak, burada ne yapmalıyız? Bu tehlikelerin önünü kesmek için Hıristiyan
özgürlüğüne elveda mı diyeceğiz? Ancak dediğimiz gibi, bu özgürlük kavramadığında ne
Mesih, ne müjde hakikati, ne canın iç esenliği hakkıyla öğrenilebilir. Tersine, öğretinin bu
kadar gerekli olan bir bölümüne baskı yapmamaya, ancak aynı zamanda da olasılıkla ortaya
çıkacak olan bu saçma itirazlara cevap vermeye dikkat etmeliyiz.
2. Yasanın verdiği özgürlük
Benim görüşüme göre, Hıristiyan özgürlüğü üç bölümden oluşmaktadır.313 Birincisi:
Đmanlıların vicdanları Tanrı’nın huzurunda aklandıklarının güvencesini isterken, doğruluk
yasasını unutarak yasanın üzerine çıkıp ileri gitmelidir. Başka bir yerde belirttiğimiz gibi,
yasa hiç kimsede doğruluk bırakmaz, bizi ya aklanma umudunun tamamıyla dışında bırakır ya
da bizim yasadan özgür olmamız gerekir, aslında işler hiç hesaba katılmaz. Doğruluğu
edinmek için bazı önemsiz işler yapması gerektiğini düşünen biri, bunların ölçüsünü ve
sınırını saptayacak yetenekte değildir ama kendisini bütün yasaya karşı borçlu duruma
getirmektedir. Öyleyse aklanmayı tartışırken, yasadan söz etmekten vazgeçip, işlerle ilgili
her düşünceyi bir kenara bırakarak, sadece Tanrı’nın merhametini bağrımıza basalım,
kendimize dikkat etmeyi bırakıp sadece Mesih’e bakalım. Konu, bizim nasıl doğru
olabileceğimiz değil, doğru olmadığımız ve değersiz olduğumuz halde nasıl doğru
sayılabildiğimizdir. Şayet vicdanlar bu konuda belli bir kesinlik elde etmek istiyorsa, yasaya
yer vermemeleri gerekmektedir.
Yasa, Tanrı’nın yargı kürsüsünün önünde bile imanlıların vicdanlarında hiçbir yer
işgal etmemesine rağmen, onlara iyilik yapmayı öğretmekten, bunun için onları teşvik edip
zorlamaktan vazgeçmediği için, hiç kimse buradan, yasanın imanlılar için gereksiz olduğu
sonucunu çıkarmakta haklı değildir.314 Bu ikisi birbirinden çok farklı olduğu için, bunları
doğru ve vicdanlı bir şekilde ayırmalıyız. Hıristiyanların bütün yaşamı iyiliğin bir şekilde
pratiğe dökülmesi olmalıdır, çünkü biz kutsal olmak için çağrıldık [1Se. 4:7; Krş. Ef. 1:4; 1Se.
4:3]. Yasanın işlevi budur: Đnsanları kutsal ve masum olmak için gayret göstersinler diye
görevleri konusunda uyarmak. Ancak vicdanların Tanrı’nın kendilerine nasıl inayette
bulunacağı, O’na ne cevap verecekleri, yargılamak için çağırırsa hangi güvenceyle kürsünün
önünde duracakları endişesini taşıdığı yerde, yasanın gerektirdiklerini hesaba katmamalıyız
ama sadece, yasadaki bütün mükemmelliklerin üzerinde olan Mesih’in doğruluğu göz önüne
alınmalıdır.
3. Galatyalılar’ın tezi
Galatyalılara mektubun neredeyse tamamındaki tez bu konuya dayanmaktadır.
Pavlus’un burada sadece tören özgürlüğünü öne sürdüğünü öğretenler, bu teze ekledikleri
yazılardan kanıtlanabildiği üzere, saçma yorumculardır. Bu yazılar şunlardır: Mesih, “bizi
yasanın lanetinden kurtarmak için bizim için lanetlendi” [Gal. 3:13]. Aynı şekilde, “Mesih
bizi özgür olalım diye özgür kıldı. Bunun için dayanın. Bir daha kölelik boyunduruğuna
girmeyin. Bakın, ben Pavlus size diyorum ki…sünnet olursanız Mesih’in size hiç yararı
olmaz… Sünnet olan herkes yasanın bütününe karşı borçlu olur. Yasanın akladığı birine
Mesih’in hiçbir yararı olmaz; lütuftan sapmış olursunuz” [Gal. 5:1-4, mealen]. Elbette bu
313
Melanchthon, Loci communes (1521) der., H. Engelland, Melanchthons Werke in Auswah
II. i. 129; çev. C. S. Hill, s. 214 vd. 1559 basımında (Loci praecipui) Hristiyan özgürlüğü dört
evreye (gradus) ayrılır: Günahların bağışlanması, ruhun aydınlanması, Musa’nın yasasına tabi
olmayan siyasal yaşam, sıradan şeylerde vicdan özgürlüğü (der. Engelland, a.g.e., II. ii. 764772).
314
Krş. Servetus, On the Righteousness of Christ’s Kingdom (1532) iii. “müjdeyle yasanın
karşılaştırılması” D 7a-8b (çev. Wilbur, Two Treatises of Servetus, s. 239-241).
489
yazılarda tören özgürlüğünden daha yüce bir şey var! Pavlus’un burada törenleri tartıştığını
kuşkusuz kabul ediyorum, zira onun kavgası, Mesih’in gelmesiyle yürürlükten kalkan yasanın
eski gölgelerini Hıristiyan kilisesinde yeniden başlatmaya çalışan sahte elçilerledir. Ancak bu
sorunu tartışmak için, bütün çekişmenin temelinde bulunan daha yüce konuların göz önüne
alınması gerekiyordu. Önce, Yahudiliğin bu gölgeleri müjdenin netliğini bulanıklaştırdığı
için, Pavlus, Musa’nın törenlerinde önceden belirtilen bütün bunların bize Mesih’te
mükemmelce açıklandığını belirtmektedir. Dahası bu sahtekârlar, bu itaatin Tanrı’nın lütfunu
hak etmeye yaradığının apaçık olduğu yolunda çok kötü bir görüşü sıradan halka aşıladıkları
için, Pavlus burada, bu saçma eski kuralların sayısı daha az olsa bile, imanlıların yasadaki
hiçbir işle Tanrı’nın huzurunda doğruluğu edinebileceklerini sanmamalarında şiddetle ısrar
etmektedir! Aynı zamanda Mesih’in çarmıhının, bütün insanları, sadece tam anlamıyla
Mesih’e güvenebilsinler diye, başlarının üzerinde asılı duran yasanın mahkûmiyetinden
özgürleştirdiğini öğretmektedir [Gal. 4:5]. Bu konu bizim tezimizle çok ilişkilidir. Son olarak,
Pavlus, imanlılar gereksiz şeyleri yapmak zorunda kalmasınlar diye, vicdanlarının özgür
olduğunu belirtmektedir.
(Đkincisi, yasanın baskısı olmadan, isteyerek itaat eden vicdan özgürlüğü, 4-6)
4. Yasanın getirdiği kısıtlamadan özgürleşme imanlılarda hakiki itaati oluşturur
Đlkine bağlı olan ikinci bölüm, vicdanların, yasanın getirdiği zorunluluk nedeniyle
kısıtlanıyormuş gibi değil, yasanın boyunduruğundan özgür kaldığı için, Tanrı’nın iradesine
isteyerek itaat etmesidir. Yasanın egemenliği altında bu kadar uzun süre kalarak sürekli büyük
korku içinde yaşadıkları için, onlara böyle bir özgürlük verilmemiş olsaydı, Tanrı’ya itaat
etmeye bu kadar isteyerek hazır olmayacaklardı. Bunun ne demek olduğunu bir örnekle daha
kısa ve daha net açıklayacağız. Yasanın ilkesi şudur: “Tanrımız RAB’bi bütün yüreğimizle,
bütün canımızla, bütün gücümüzle seviyoruz” [Yas. 6:5]. Bunu gerçekleştirmek için önce
canımızdaki diğer bütün duygular ve düşünceler boşaltılmalı, yüreğimizdeki bütün arzular
temizlenmeli, gücümüz sadece bu noktada toplanıp yoğunlaşmalıdır. Rab’bin yolunda
diğerlerinden daha fazla ilerlemiş olanlar, yine de bu amaçtan çok uzaktırlar. Tanrı’yı
derinden ve yürekten gelen bir içtenlikle sevseler bile, yine de yüreklerinin ve canlarının
büyük bir bölümü, onları geriye çeken ve Tanrı’ya koşmalarını engelleyen bedensel arzularla
doludur. Aslına büyük gayret göstererek mücadele ederler, ancak güçlerini bir ölçüde azaltan
beden onları bir ölçüde kendine çeker. Yasayı yerine getirmekten daha az yapabildikleri başka
bir şey olmadığını hissettiklerinde yapacakları ne vardır? Đsterler, heves ederler, denerler ama
istenilen mükemmellikte hiçbir şey yapamazlar. Yasaya bakarlarsa, hangi işe girişirler ya da
hangi işe niyetlenirlerse lanetleneceklerini görürler. Đnsanın, yaptığı işin, mükemmellikten
uzak olduğu için bütünüyle kötü olmadığı, Tanrı’nın bu işte yine de kabul edilebilir yan
bulacağı sonucunu çıkararak kendini kandırmasının hiçbir nedeni yoktur.315 Zira yasanın
sertliği hafifletilmezse, mükemmel sevgi isteyen yasa mükemmel olmayan her şeyi mahkûm
etmektedir. Dolayısıyla insan, bir bölümünün iyi olduğuna hükmetmek istediği işini
düşünsün, bunu yaptığında, mükemmel olmadığı için işinin yasanın gözünde suçlu olduğunu
anlayacaktır.
5. Kısıtlanmaktan özgürleşmek, bizi sevinçle itaat edebilecek duruma getirir
Bakın, bütün işlerimiz, yasanın standardıyla ölçülürse yasanın laneti altındadır!
Öyleyse mutsuz canlar sadece lanetlenmeyi bekleyebileceği bir işi neden istekle kuşansın?
Ancak yasanın bu ciddiliğinden ya da daha çok, tamamının katılığından özgürleşerek,
Tanrı’nın babaca merhametiyle kendilerini çağırdığını duyarlarsa sevinç içinde ve çok
isteyerek cevap verirler, O’nun gösterdiği yoldan giderler. Özetlersek: Yasanın
315
Fisher, Confutatio, m. xxxi. S. 492.
490
boyunduruğuyla bağlı olanlar, efendilerinin her gün kendilerine bazı görevler verdiği kölelere
benzerler. Bu köleler hiçbir şeyi bitiremediklerini düşünürler ve işlerini birebir yeterine
getirmezlerse efendilerinin huzuruna çıkmaya cesaret edemezler. Ancak babalarının daha
cömert ve içtenlikle davrandığı oğullar bitmemiş, yarım, hatta kusurlu işler sunmakta tereddüt
etmezler, babalarının istediklerini tam olarak başaramasalar bile, babalarının onların itaatlerini
ve zihnen istekli olduklarını kabul edeceğine güvenirler. Hizmetlerimiz ne kadar önemsiz,
kaba saba ve kusurlu olabilse de, merhametliler merhametlisi Babamızın bunları
onaylayacağına kesinlikle güvenerek, biz de bu çocuklar gibi olmalıyız. O, bu güvenceyi bize
peygamber aracılığıyla vermektedir: “Bir adam kendisine hizmet eden oğlunu nasıl esirgerse
ben de onları öyle esirgeyeceğim” [Mal. 3:17]. “Hizmet”ten de söz edilmesine rağmen,
“esirgeme” kelimesi burada açıkça, “Hoş görülü olmak ya da merhamet ederek kusurlarını
görmezden gelmek” anlamında kullanılmaktadır. Bu güvenceye ihtiyacımız hiç de az değildir,
zira bu olmadan giriştiğimiz her şey boşu boşunadır. Tanrı, bir işi Kendisine hakikaten saygı
duyarak yapmazsak, bizim hiçbir işimizde Kendisine saygı göstermediğimizi düşünür. Ne var
ki, işlerimiz Tanrı’yı gücendiriyor mu yoksa onurlandırıyor mu diye kuşku duyulduğu yerde,
bütün bu korkunun arasında bu nasıl yapılabilir?
6. Lütufla özgürlüğe kavuşan imanlıların günahın kalıntılarından korkmalarına gerek yoktur
Đbranilere Mektup’un yazarının, kutsal ataların yaptıklarını okuduğumuz bütün iyi
işlerden iman diye söz etmesinin ve onlar hakkında sadece imana dayanarak hüküm
vermesinin [Đbr. 11:2 vdd; 11:17; vb] nedeni budur. Romalılara Mektup’ta bu özgürlükle ilgili
ünlü bir parça vardır, burada Pavlus, biz yasa altında değil, lütuf altında olduğumuz için
[Rom. 6:14], günahın bize egemen olmaması gerektiği konusunda akıl yürütmektedir [Rom
6:12, 6:14]. Đmanlıları, “günahın ölümlü bedenlerinde egemenlik sürmesine” [6:12] izin
vermemeleri, “bedenlerinin üyelerini haksızlığa araç ederek günaha sunmamaya” ama
“ölümden dirilenler gibi kendilerini Tanrı’ya adamaya, bedenlerinin üyelerini doğruluk
araçları olarak Tanrı’ya sunmaya” teşvik etmişti [Rom. 6:13]. Öte yandan, şehvetle dolu
bedenlerini hâlâ taşıdıklarını, içlerinde günahın yaşadığını söyleyerek itiraz edebilirler.
Pavlus, yasadan özgür olunduğunda bu teselliyi eklemektedir. Sanki şöyle demektedir:
“Günahın yok edildiğini ya da içlerinde doğruluğun yaşadığını açıkça hissetmeseler bile, işleri
yasanın kurallarına göre ölçülmesin diye, lütuf sayesinde yasadan özgürleştiklerini görerek,
günahın kalıntılarından ötürü Tanrı sürekli onlara öfkeliymiş gibi, korkmaları ve üzülmeleri
için hiçbir neden yoktur. Yasa altında olmadığımız için, günah işlememiz gerektiği sonucunu
çıkaranlar bu özgürlüğün bunlarla hiçbir ilgisi olmadığını anlasınlar. Çünkü bunun amacı bizi
iyiye teşvik etmektir.
Romalılara Mektup’tan kanıtlarla birlikte, “tartışmaya değmeyen sıradan şeylerde” özgür
olma, 7-9
7. Hıristiyan özgürlüğünün üçüncü bölümü şurada yatmaktadır: “tartışmaya
değemeyen sıradan” dışsal şeylere316 gelince, Tanrı’nın huzurunda, kimi zaman bunlardan
yararlanmamızı kimi zaman da yararlanmamamızı hiç fark gözetmeden engelleyen herhangi
316
“άδιάφοροι”, “tartışmaya değmeyen sıradan şeyler” Calvin’in zamanında birçok bağlamda
tartışılan bir konu. Krş. Melanchthon, Apology of the Augsburg Confession XV. 52
(Concordia Triglotta, s. 328 vd.: “Sevgi uğruna başkalarıyla adiaphora’ya uymayı
reddetmeyiz”) T. W. Street, John Calvin on Adiaphora, an Exposition (doktora tezi. Union
Theological Seminary, New York, 1954)’de bu konuyu Calvin’le ilgili olarak incelemiştir. Dr.
Street, bu maddeyle ilgili olarak, Calvin için adiaphora’da özgür olmanın Calvin için çok
önemli olduğunu vurgulamaktadır (s. 66 vd.). Krş. IV. x. 22. Ayrıca bk. R. S: Wallace,
Calvin’s Doctrine of the Christian Life, s. 309 vd.,
491
bir dinsel zorunluluğa bağlı değiliz. Bu özgürlüğü bilmemiz bizim için çok gereklidir, çünkü
bu bilgiden yoksunsak vicdanlarımız hiç rahat etmeyecek ve batıl inancın sonu gelmeyecektir.
Bugün biz birçok kişiye mantıksız geliyoruz, çünkü onlara boş birer saçmalık gibi gelen et
yemeye kısıtlama getirilmemesi, tatillerden yararlanılması ve din adamlarının cüppe giymesi
ve benzeri şeylerin tartışılmasına neden oluyoruz.
Ancak bu konular genelde inanıldığından çok daha önemlidir. Zira vicdanlar bir kez
tuzağa düştüğünde, içinden çıkmanın kolay olmadığı uzun ve karışık bir labirente girer. Bir
adam keten çarşaflar, gömlekler, mendiller ve peçeteler kullanıp kullanmayacağından şüphe
etmeye başlarsa, daha sonra kenevirden de şüphe duymaya başlayacaktır; sonunda her şeyden
şüphe duyacaktır. Peçete kullanmadan kaşıkla içebilir mi ya da mendilsiz dışarı çıkabilir mi
diye düşünecektir. Şayet bir adam daha lezzetli bir yemeğin yasaya uygun olmadığını
düşünüyorsa, bedenini daha da kalitesiz yiyeceklerle beslemesi gerektiği aklına geldiğinde,
esmer ekmek de yese sıradan bir erzak da yese, sonunda Tanrı’nın huzurunda esenlik içinde
olmayacaktır. Tatlı şaraptan ürküyorsa, gazı giderilmiş şarabı bile temiz bir vicdanla
içemeyecek ve sonunda, suya bile, diğer sudan daha tatlı ve daha temizse elini sürmeye
cesaret edemeyecektir. Özetlersek, özdeyişte dendiği gibi, yolunun üzerindeki saman çöpüne
basmanın bile yanlış olduğunu düşünecek noktaya gelecektir.317
Burada önemli bir tezat başlamaktadır, zira iradesinin bizim bütün planlarımızdan ve
arzularımızdan önce gelmesi gereken Tanrı’nın bizden bunları ya da şunları mı yapmamızı
istediği tartışılmaktadır. Sonuçta, bazıları umutsuzluk içinde, zorunlu olarak bir kafa
karışıklığı kuyusuna atlamaktadır; Tanrı’dan nefret eden ve O’ndan korkmaktan vazgeçen
diğerleri ise klişe haline gelmiş hiçbir şeyin olmadığı mahva götüren yolu tutmalıdırlar. Zira
bu kuşkulara gömülenler, nereye dönerlerse dönsünler her yerde bir vicdan suçunun var
olduğunu görmektedirler.
8. Tanrı’nın armağanlarını O’nun amaçları doğrultusunda kullanma özgürlüğü
“Biliyorum” diyor Pavlus, “hiçbir şey bayağı değildir” (“bayağı” kelimesini “murdar”
anlamında kullanmaktadır) “ama onu bayağı sayan biri için bayağıdır” [Rom. 14:14, mealen].
Bu sözleriyle Pavlus, zihnimize, böyle bir özgürlüğün temelinin Tanrı’nın huzurunda yer
aldığı güvencesi verilmek koşuluyla, bütün dışsal şeyleri özgürlüğümüze tabi kılmaktadır.318
Ancak herhangi bir batıl görüş bizim için bir tökezleme taşı olursa, doğaları gereği temiz olan
şeyler bizim için bayağı olur. Bu nedenle Pavlus şunları eklemektedir: “Onayladığı şeyden
ötürü kendini yargılamayan kişiye ne mutludur! Ama bir yiyecekten kuşkulanan kişi onu
yerse yargılanır; çünkü imanla yemiyor. Đmana dayanmayan her şey günahtır” [Rom. 14:2223].
317
Burada Calvin’in, vicdanın, zorlayıcı ve giderek şiddeti artan dünyevi zevklerden uzak bir
yaşamın tuzağına düşmesiyle ilgili yaptığı ayırım gözeten yorum, III. 1-4’deki Tanrı’nın
geçici armağanlarına kavuşulduğunda ölçülü davranma öğüdüyle karşılaştırılabilir. Bazı eski
manastır metinlerinde bu aşırı uçlarla, özellikle oruçla ilgili uyarılar vardır. Örneğin; bk.
Cassian, Conferences, xxi. 15. 14 (MPL 41. 1187-1190); CSEL 13. 587-590; çev. NPNF 2.
vaaz. XI. 508 vd); Sayings of the Fathers X. 1 (LCC XII. 105). Ancak Namisias’lı
Dioscorus’un olayında, azim göstererek uzun süre az yiyecek ve içecekle beslenme örnek
olarak gösterilmektedir: Sayings of Fathers IV. 13 (LCC XII.50).
318
“Res omnes externas libertati nostrae subiicit” Krş. III. 2.4: “in rebus externis libertatis.”
Burada ve bundan sonraki maddelerde Calvin, Hıristiyanlıkta adiaphora görüşünü ifade
etmektedir. Bu, onun bu kavramın aydınlatılmasını Stoacılara borçlu olduğunu inkâr etmek
değildir. Krş. E. F. Meylan, “The Stoic Doctrine of Indefferent Things and the Conception of
Christian Liberty in Calvin’s Institutio Christanae Religions” (Romanic Review VIII [1937],
135-145).
492
Bütün bu kafa karışıklıkları arasında her şeye güvenmeye cesaret ederek oldukça cesur
olduklarını gösterenler yine de bir ölçüde Tanrı’dan uzaklaşmıyorlar mı? Ama Tanrı
korkusundan çok etkilenenler, vicdanlarına ters düşen pek çok şey yapmak zorunda
kaldıklarında yenilerek dehşet içinde yere yıkılıyorlar. Böyle insanların hiçbiri Tanrı’nın
hiçbir armağanını şükranla kabul etmiyor; ama Pavlus ancak böylelikle her şeyin bizim için
kutsal kılındığına tanıklık etmektedir [1Ti. 4:4-5]. Demek istediğim, Tanrı’nın
armağanlarında O’nun şefkatini ve iyiliğini gören bir zihin şükreder. Aslında birçoğu,
yararlandıkların, Tanrı’dan gelen iyi şeyler olduğunu anlar, Tanrı’nın işlerini över; ancak bu
iyi şeylerin kendilerine verildiğine inanmadıklarında, bunları veren Tanrı’ya nasıl teşekkür
edebilirler?
Özetlersek, bu özgürlüğün nereye yöneldiğini görüyoruz: Tanrı’nın armağanlarını,
O’nun bunları bize verdiği amaç doğrultusunda, vicdanımızda hiçbir tereddüt, zihnimizde
hiçbir tasa olmadan kullanmalıyız. Vicdanlarımız bunlara itaat etmek için herhangi bir
zorunlulukla kısıtlanmasın ama Tanrı’nın yardımseverliği sayesinde bunlardan terbiye olmak
için yararlanmanın O’na bağlı olduğunu unutmayalım diye, itaatin isteğe bağlı bütün törenler
buna dâhildir.
9. Hıristiyan özgürlüğünün açgözlülük ve lüks adına kötüye kullanılmasına karşı!
Ne var ki, Hıristiyan özgürlüğünün bütün bölümleriyle ruhsal olduğunu dikkatle belirtmeliyiz.
Bunun bütün gücü, Tanrı’nın huzurunda korkuya kapılmış vicdanların sakinleştirilmesine
bağlıdır – bu vicdanlar belki günahların bağışlanması konusunda rahatsız ve huzursuzdur veya
bedenimizin kusurları nedeniyle bozulmuş işlerimiz Tanrı’yı hoşnut ediyor mu diye
endişelenmekte ya da tartışmaya değmeyen sıradan şeylerden yararlanılması konusunda acı
çekmektedir. Bu durumda, hem Tanrı’nın armağanlarını kendi şehvetleri doğrultusunda
kötüye kullanabilsinler diye bunun arzuları için bir bahane olduğunu öne sürenler, hem de
insanların önünde kullanılmazsa özgürlüğün var olmadığını ve sonuçta bunun kullanılmasının
daha zayıf kardeşlerle ilgisinin olmadığını düşünenler bunu ahlaksızca yorumlamaktadırlar.
Bugün insanlar büyük ölçüde birinci yolda günah işliyorlar. Kaynakları savurgan
olmasına izin vermeyen, savurgan ve iddialı şölenlerden, üst baştan ve iç mimariden
hoşlanmayan, her türlü şıklıkta komşularını geçmek istemeyen, refahıyla olağanüstü
gururlanmayan neredeyse hiç kimse yoktur. Bütün bunlar Hıristiyan özgürlüğü bahanesi
altında savunulmaktadır. Bunların tartışmaya değmeyen sıradan şeyler olduğunu söylüyorlar.
Bunlardan sıradan şekilde yararlanılması koşuluyla, bunu kabul ediyorum. Ancak bunlara
büyük bir açgözlülükle göz dikildiğinde, gururla övünüldüğünde, savurganca harcandığında
bu ahlaksızlıklar aksi takdirde yasaya uygun olan şeyleri kuşkusuz kirletir.
Tartışmaya değemeyen sıradan şeylerin arasında Pavlus, şu ifadesiyle çok iyi ayırım
yapmaktadır: “Yüreği temiz olanlar için her şey temizdir ama yüreği kirli olanlar ve
imansızlar için hiçbir şey temiz değildir. Çünkü onların zihinleri de vicdanları da kirlenmiştir”
[Tit. 1:15]. Teselli bulmuş, karnı doymuş, şimdi gülen [Luk. 6:24-25], fildişi yataklarda
uyuyan [Amo. 6:4], “tarlalarına tarla katan” [Yşa. 5:8], şölenlerinde lir, çenk, tef ve kaval
çalınıp şarap içilen [Yşa. 5:12] zenginler neden lanetlenmektedir? Fildişi, altın ve zenginlik
elbette Tanrı’nın yarattığı iyi şeylerdir, Tanrı’nın sağlayışıyla, insanların bunlardan
yararlanmalarına izin verilmiştir, aslında bunlara insanlara yarar sağlama görevi verilmiştir.
Gülmemiz, karnımızın doyması, eski ya da atalardan kalan mal varlıklarına yenilerine
katmamız, müzikal armoniden zevk almamız ya da şarap içmemiz asla yasaklanmamıştır.
Gerçekten doğrudur bu. Ancak aşırıya kaçmak, zevk içinde yüzmek, tıka basa yemek, zihni ve
yüreği şimdiki zevklerle zehirlemek ve yeni zevkler için her zaman can atmak – bunlar
Tanrı’nın armağanlarından yasaya uygun yararlanmanın çok ötesindedir.
Öyleyse –insanlar temiz bir vicdanla Tanrı’nın armağanlarından temiz biçimde
yararlanabilsinler diye- kontrolsüz arzu, ölçüsüz savurganlık, kendini beğenmişlik ve kibir
493
bizden uzak olsun. Yüreğin bu ölçülülüğe alışması için, bu insanlar bu bereketlerden yasaya
uygun yararlansınlar diye bir kural vardır. Ancak bu ölçülülükten yoksun olunduğunda,
bayağı ve sıradan zevkler çok fazla olur. Kaba saba, bayağı bir giysinin altında mosmor bir
yüreğin yaşadığı özdeyişi doğrudur,319 kimi zaman ise ipeğin ve mor rengin altında
alçakgönüllülük gizlenir. Bu nedenle herkes kendi konumuna göre yetersiz, ölçülü ya da rahat
yaşasın, böylece herkes Tanrı’nın onları lüks içinde yaşasınlar diye değil, yaşasınlar diye
beslediğini unutmayabilsin. Hangi konumda olurlarsa olsunlar Pavlus’la birlikte ellerindekiyle
yetinmeyi; alçakgönüllü olmayı ve yücelmeyi; her koşulda doymayı ve aç kalmayı, bolluk
içinde yaşamayı ve yoksulluk çekmeyi öğrenmek [Flp. 4:11-12] için buna Hıristiyan
özgürlüğünün yasası diye baksınlar.
(Hıristiyan özgürlüğünün güçsüzlükle ve tökezleme konusuyla ilişkisi, 10-13)
10. Hıristiyan özgürlüğünün güçsüzlerin zararına kötüye kullanılmasına karşı
Bu açıdan da pek çok kişi hata yapmaktadır; insanlar tanık olmuyorlarsa özgürlük
geçerli ve güven altında değilmiş gibi, özgürlüklerini ayrım gözetmeden, akılsızca
kullanıyorlar. Böyle dikkatsizce kullanarak güçsüz kardeşlerini çok sık tökezletiyorlar. Bugün
Cuma günleri et yiyerek bu özgürlüğe sahip olmazlarsa, özgürlüklerinin var olmadığını
düşünen bazı insanları görebilirsiniz.320 Et yedikleri için onları kınamıyorum ama bu asılsız
fikri zihinlerinden atmalıdırlar. Özgürlükleriyle insanların gözünde değil, Tanrı’nın
huzurunda yeni bir şey edindiklerini, bunun, yararlanmak kadar çekinmeye de bağlı olduğunu
düşünmelidirler. Tanrı’nın gözünde et mi yumurta mı yediklerinin, kırmızı elbise mi siyah
elbise mi giydiklerinin hiç fark etmeğini anlarlarsa bu yeter de artar. Bu özgürlüğün
bereketinden ötürü vicdan artık özgür olur. Sonuçta, insanlar bundan böyle ömürleri boyunca
et yemekten ve belli renkte giysiler giyinmekten kaçınsalar bile, daha az özgür olmazlar.
Aslında, özgür oldukları için, özgür vicdanla kaçınırlar. Ancak kardeşlerinin güçsüzlüğünü
hesaba katmadıklarında çok kötü biçimde sürçerler, zira onlara en küçük bir zarar verecek
şeye dikkatsizce izin vermemek için onların güçsüzlüklerini taşımalıyız.
Ne var ki, kimi zaman özgürlüğümüzü insanların önünde ilan etmek önemlidir. Bunu
kabul ediyorum. Ancak Rab’bin bize çok isteyerek verdiği güçsüzlerle ilgilenme emrine boş
vermeyelim diye, bu sınırlamaya büyük bir ihtiyatla sarılmalıyız.
11. Gücenmeye dair
Öyleyse burada gücenmeyle ilgili bir şeyler söyleyeceğim321 -hangilerinin
önlenebileceği, hangilerinin ciddiye alınmayacağını. Đnsanların arasında özgürlüğümüzün
yerini bundan sonra belirleyebiliriz. Gücenme ve tökezleme arasındaki bu genel ayrımı
seviyorum, çünkü Kutsal Yazı’da net bir dayanağı vardır ve ne anlama geldiği tam olarak
ifade edilmektedir.
Sırasız ve yersiz olarak, uygunsuz ciddiyetsizlik, düşüncesizlik, acelecilikle bilgisiz ve
basit insanların tökezlemesine yol açacak bir şey yaparsanız buna gücenmeye yol açmanız
319
Bu özdeyişin kaynağı belirtilmemektedir.
1522’de bazı Zürihli vatandaşlar Kutsal Yazı’nın tanıdığı özgürlüğü kutlamak için Cuma
Günleri ve Kül Çarşambası et yenen akşam yemekleri düzenlemişler, matbaacı Christopher
Froschauer ve diğerleri Zwingli’nin yanında “kurutulmuş iki sosis” yemişlerdi (Kidd,
Documents, s. 390). Burada bu ve benzeri olaylar hatırlanmaktadır.
321
“De scandalis.” Calvin, dinsel uygulamalar nedeniyle gücendirme konusunu, De scandalis
(1550) (OS II. 162-240; CR VIII. 1-84; çev. A. Golding, A Little Booke Concernying
Offences, 1567) risalesinde ele almaktadır. Krş. Melanchthon, Loci communes (1521)’in sonu;
der., Engelland, a.g.e., s. 161 vdd.; çev. Hill, a.g.e., s. 265 vdd.
320
494
denir, çünkü sizin kusurunuz bu tökezlemeye yol açmıştır. Elbette bir konuda bir şeyi yapan
kişi kusurlu olduğunda gücenmeye yol açmaktan söz edilir.
Günahkârca ya da zamansızca olmayan bir şey yapıldığında, söz konusu gücenme,
garez ya da kötü niyetli düşünce nedeniyle, gücenme fırsatı diye yanlış yöne çekilir.322
Burada hiçbir gücendirme yoktur ama kötücül yorumcular hiçbir dayanak olmaksızın onu
böyle anlarlar. Birinci türdeki gücendirme ancak güçsüzlerin tökezlemesine yol açar ama kötü
eğilimli ve Ferisiler gibi gururlu insanlar ikinci tarzda gücenirler. Bu nedenle birincisine
güçsüzlerin gücenmesi, diğerine ise Ferisilerin gücenmesi diyeceğiz. Dolayısıyla, güçsüz
kardeşlerimizin bilgisizliğine izin verecek ama Ferisilerin katılığına asla izin vermeyecek
şekilde özgürlüğümüzü ayarlayacağız!
Pavlus, güçsüzlere neyin yarar sağlayacağını birçok yazısında açıkça belirtmektedir:
“Đmanı zayıf olanı aranıza kabul edin” der [Rom. 14:1]. Ayrıca, “Artık birbirimizi
yargılamayalım. Bunun yerine, hiçbir kardeşin yoluna sürçme ya da tökezleme taşı
koymamaya kararlı olun” [Rom. 14:13] ve burada söz edilenlerden yerine çok daha uygun
olan, aynı anlamda pek çok parça. Özetlersek: “Biz, kendimizi hoşnut edecek kadar değil,
güçsüzlerin zayıflıklarını yüklenecek kadar güçlüyüz; ancak her birimiz komşusunu terbiye
etmek için, onun iyiliğini gözeterek onu hoşnut etsin” [Rom. 15:1-2, mealen]. Başka bir yerde
de şöyle demektedir: “Ama dikkat edin, bu özgürlüğünüz güçsüzlerin tökezlemesine yol
açmasın” [1Ko. 8:9, mealen]. “Kasaplar çarşısında satılan her eti, vicdan sorunu yapmadan
yiyin” [1Ko. 10:25]. “Şimdi başkasının değil, senin vicdanın için söylüyorum323…kısaca, öyle
olun ki, Yahudilerin, Greklerin ya da Tanrı’nın kilisesinin tökezlemesine yol açmayın” [1Ko.
10:29, 32, mealen]. Başka bir parçada da, “Kardeşler, siz özgür olmaya çağrıldınız. Ancak
özgürlük benlik için fırsat olmasın. Birbirinize sevgiyle hizmet edin” [Gal. 5:13] Gerçekten de
bu, böyledir. Sevgi her şeyde bizi güçsüz komşularımızın hizmetkârı durumuna getirdiği için,
özgürlüğümüz bize onlara karşı kullanılalım diye verilmemektedir; bunun yerine,
yüreklerimizde Tanrı’yla esenlik içinde olarak, insanlarla da esenlik içinde yaşayalım diye
verilmektedir.
Ferisilerin gücenmelerine ne kadar dikkat etmemiz gerektiğini Rab’bin sözlerinden
öğreniyoruz: Bize onları kendi hallerine bırakmamızı emretmektedir, çünkü onlar körlerin kör
kılavuzlarıdır [Mat. 15:14]. Öğrencileri, Ferisiler O’nun konuşmasına gücendikleri için O’nu
uyarmışlardı [Mat. 15:12]. O ise Ferisilerin görmezden gelinmesi, gücenmelerinin göz ardı
edilmesi cevabını vermişti.
12. Hıristiyan özgürlüğünden doğru yararlanmaya ve bundan doğru biçimde vazgeçmeye dair
Ancak kimleri güçsüz kimleri Ferisi diye kabul edeceğimizi kavramazsak bu konuda
bir şüphe kalır. Bu ayırım ortadan kaldırılırsa, aslında gücenme konusunda özgürlüğün geriye
ne yararının kaldığını anlamıyorum, çünkü özgürlük her zaman en büyük tehlikede olacaktır.
Ancak bence Pavlus, özgürlüğümüzün ılımlılığının nereye kadar gitmesi ya da gücenmeler
karşısında ne bedel ödemesi gerektiğini hem öğreterek hem de örnek vererek çok net
tanımlamıştır.324 Pavlus, Timoteos’u yanında götürdüğünde onu sünnet ettirdi [Elç. 16:3].
Ancak Titus’u sünnet olmaya ikna etmedi [Gal. 2:3]. Burada davranışlar farklıydı ama amaç
322
Bu maddede Calvin, “scandalum” kadar “offensio” ve “offendiculum”u da ayrım
gözetmeden kullanarak diline çeşitlilik kazandırmaktadır. Krş. Melanchthon: “A scandal is an
offense by which either faith or charity is injured in a neighbor” (der., Engelland, a.g.e., s.
161); çev. Hill, a.g.e., s. 265 vd.)
323
1Ko. 10:29’un değiştirilmiş tarzı; m. 16’nın sonuna doğru tarzda yazılmıştır.
324
“Vel moderanda… vel offendiculis redimanda.” Cevap hayırseverliğe ve komşunun
iyiliğine dikkat etmekte yatmaktadır ama bu ilke ikiyüzlü davrananlardan korunmalıdır (m.
13).
495
ya da düşünce değişmemişti. Yani Timoteos’u sünnet ettirdiğinde Pavlus, “”her şeyden
özgür” olmasına rağmen, “herkesin kölesi” olmuştu; Yahudileri kazanmak için, “Yahudilere
Yahudi gibi”, yasa altındakileri kazanmak için onlara “yasa altındaymış gibi” davranmıştır
[1Ko. 9:19-20]: başka bir yerde yazdığı gibi, “birçok kişiyi kurtarmak için herkesle her şey
olmuştur” [1Ko. 9:22]. Özgürlüğümüzü kısıtlamak meyve verdiğinde, bunu yapmakla bizim
için hiçbir şey fark etmiyorsa özgürlüğümüzü kontrol altına almalıyız.
Titus’u sünnet ettirmeye şiddetle karşı çıktığında düşüncesini şöyle yazmaktadır:
“Benimle birlikte olan Titus bile Grek olmasına karşın sünnet edilmeye zorlanmadı. Ne var ki,
Đsa Mesih’te sahip olduğumuz özgürlüğü el altından öğrenmek ve böylece bizi köleleştirmek
için gizlice aramıza sızan sahte kardeşler vardı. Müjde gerçeği sürekli sizinle kalsın diye bir
an bile onlara boyun eğip teslim olmadık” [Gal. 2:3-5]. Sahte elçilerin haklı olmayan
talepleriyle güçsüzlerin vicdanlarında tehlikeye düşecekse özgürlüğümüzde ısrar etmemiz de
gerekmektedir.
Her zaman sevginin peşinden koşmalıyız ve komşumuzun ıslah ve terbiye olmasına
dikkat etmeliyiz. Başka bir yerde Pavlus, “Benim için” der, her şey yasaya uygundur ama her
şey yararlı değildir. Her şey yasaya uygundur ama her şey bina etmez” [1Ko. 10:23-24,
mealen]. Hiçbir şey şu kuraldan daha açık değildir: Sonucunda komşumuz ıslah ve terbiye
olacaksa özgürlüğümüzden yararlanmalıyız ama komşumuza yararı yoksa vazgeçmeliyiz.
Özgürlükten kaçınmak için Pavlus’un erdemini takınanlar vardır, oysa bunu sevgi
görevlerinden başka uygulayabilecekleri hiçbir şey yoktur. Kimi zaman komşularımızın
özgürlüğünden onların iyiliği, ıslahı ve terbiyesi için yararlanmak, bu özgürlüğü onların
yararına kısıtlamaktan hiç de daha az önemli olmadığında, kendi huzurlarını korumak için,
özgürlüğün tamamıyla toprağa gömülmesinden söz etmek isterler. Ancak Tanrı adamının
payına düşen, sevgiden kaynaklanan bütün görevlere daha çok hazır olabilsin diye, dışsal
konularda kendisine özgür bir güç verildiğini anlamaktır.
13. Komşu sevgisini bahane ederek Tanrı’ya karşı suç işlememeliyiz
Gücendirmekten kaçınma konusunu öğretirken orta düzeyde ve sıradan şeylerden söz
etmek istiyorum. Zira yapılması gereken şeyler gücendirme korkusuyla savsaklanmamalıdır.
Özgürlüğümüzün sevgiye bağlı olmasının gerekmesi gibi, karşılığında, sevgimiz de iman
paklığıyla devam etmelidir. Elbette burası, hatta sunağa kadar sevgiyi de göz önüne almamız
için uygundur [Krş. Mat. 5:23-24]; yani komşumuzun uğruna Tanrı’yı gücendiremeyiz.
Gürültü koparmadan hiçbir şey yapmayanların ve bir konuyu nazikçe açmaktansa her şeyi
parçalamayı tercih edenlerin aşırılıklarını onaylamamalıyız. Ancak bin türlü kötülükte önder
olduktan sonra, özellikle komşuları hiçbir kurtulma umudu olmadan aynı çamura hızla
bulaştıklarında, bu arada onların vicdanlarında kötülük bina etmiyorlarmış gibi, onları
gücendirmeyecek tarzda davranmaları gerektiği rolünü yapan bu insanlar dinlenmemelidir
[Krş. 1Ko. 8:9]. Komşusunun bir öğretiyi ya da yaşamdan bir örneği öğrenmesi gerektiğinde,
onu en kötü ve en ölümcül fikirlerle doyururlarken, ona sütle beslenmesini söyleyen tatlı dilli
ama aldatıcı insanlardır bunlar. Pavlus, Korintlileri sütle beslediğini hatırlatmaktadır [1Ko.
3:2]. Ancak papanın kutladığı Missa onların arasında yapılsaydı papa Korintlilere süt vermek
için sunuda bulunur muydu? Hayır, zira süt zehir değildir. Dolayısıyla tatlı sözler kisvesi
altında acımasızca öldürdükleri insanları beslediklerini iddia ettiklerinde yalan söylüyorlar.
Gerçeğin şimdilik bu şekilde gizlendiğinin onaylanacağını kabul edersek – çocuklarını bu
sütle daha ne kadar besleyecekler? En azından hafif bir yiyeceği kaldırabilmek için yeterince
büyümedilerse asla sütle beslenmedikleri kesindir.
Onlarla daha sert çekişmekten beni iki neden alıkoyuyor: Birincisi bayağılıkları
yalanlamaya pek değmemektedir, çünkü sağlıklı insanlar onları hak ettikleri biçimde hor
496
görmektedirler; ikincisi, özel risalelerde325 daha önce fazlasıyla belirttiğim şeyi tekrar etmek
istemiyorum. Okurlarım sadece şunu hatırlasınlar: Đblis ve dünya bizi Tanrı’nın emirlerinden
uzaklaştırma ya da O’nun belirlediği bir şeyden bizi geri bırakma çabalarında ne engel
koyarsa koysun, yine de biz, gayretle ilerlemeliyiz. O zaman hangi tehlike tehdit ederse etsin,
Tanrı’nın otoritesine bir tırnak boyu bile arkamızı dönme özgürlüğümüz yoktur ve O’nun izin
verdiğinden başka bir şeye herhangi bir bahane altında kalkışmamız yasaya uygun değildir.
Gelenekler ve sivil hükümetle ilgili olarak özgürlük ve vicdan, 14-16)
14. Vicdanın, insanların yaptıkları bütün yasalardan özgür olması
Đmanlıların vicdanları, daha önce tanımladığımız, Mesih’in armağanı olarak eriştikleri
özgürlük ayrıcalığına sahip olduğu için, Rab’bin onların özgür olmalarını istediği bu konulara
itaat etme tuzağına düşmesinler diye, bütün insanların iktidarından kurtuldukları sonucuna
varıyoruz. Mesih, büyük cömertliği karşısında Kendisine duyduğumuz şükrandan – bunların
lehine, vicdanlarımızdan da - yoksun kalmayı hak etmemektedir. Mesih’e bu kadar pahalıya
mal olduğunu gördüğümüz bir şeyin değerine ışık tutmayacağız, çünkü O, bunun değerini
altın ya da gümüşle değil, Kendi kanıyla ölçtü [1Pe. 1:18-19]. Pavlus, canlarımızı insanlara
bağlarsak Mesih boş yere ölmüş olur demekte tereddüt etmiyor [Krş. Gal. 2:21]. Galatyalılara
mektubun bazı bölümlerinde Pavlus, vicdanlarımız özgürlüğe sıkıca sarılmazsa Mesih’i ne
kadar karanlığa gömdüğümüzü ya da daha çok yok saydığımızı göstermeye çalışıyor.
Đnsanlara hoş görünmek için yasaların ya da kilise iman ve inanç açıklamalarının326
engellerinin tuzağına düşerlerse kesinlikle bu yoldan saparlar [Krş. Gal. 5:1, 4]. Ancak bu
öğrenmeye değer olduğu gibi, daha uzun ve daha net bir açıklama da gerekmektedir. Zira
insanların yaptıkları kilise iman ve inanç açıklamalarının yürürlükten kaldırılmasından bir kez
söz edildiğinde hemen, bir bölümü kışkırtıcılardan, bir bölümü iftira atanlardan kaynaklanan
büyük sorunlar ortaya çıkmaktadır – sanki insanların bütün itaati aynı zamanda yok edilmiş,
mahvedilmiş gibi.
15. Đki krallık
Dolayısıyla, hiçbirimiz bu taşa çarpıp tökezlemeyelim diye, önce, insanın içinde iki
hükümet olduğunu göz önüne alalım: Bir yanda vicdana, dine bağlılığın ve Tanrı’ya büyük
saygı duymanın öğretildiği ruhsallık; diğer yanda insana, insanların verdiği görevlerin ve
insanların arasında sürdürülmesi gereken vatandaşlığın öğretildiği siyaset vardır. Genellikle
bunlara, (yanlış olmayan kelimelerle) “ruhsal” ve “geçici” yargı yetkileri denir,327 bu, birinci
tür hükümetin canın yaşamıyla ilgilenmesi, ikinci türün ise şimdiki yaşamın gerekliliklerini–
sadece yemek ve giyinmek değil, bir adamın diğerlerinin arasında kutsalca, onurlu ve ölçülü
yaşayabilmesi için yasalar da koyarak- ele alması demektir. Zira birincisi zihinde yaşar,
325
Bu yazılar şunları kapsamaktadır: Epistolae duae de rebus hoc saeculo cognita apprime
necessariis (Basel, 1537) (OS I. 287-362; Epistle i. çev: Calvin’de, Tracts III. 360-411; On
Shunning the Unlawful Rites of the Ungodly); What a Bliever Ought to do…Among the
Papists (1543) (CR VI. 537-578; çev. R. G. [1548]: The Mynde of John Calvyne, What a
Faithful Man Ought to Do, Dwelling Among the Papists); Excuse of John Calvin to the
Nicomemites (1544) (CR VI. 589-614). On Avoiding Superstition (1549) (CR VI. 617-640);
De scandalis (1550) (OS II. 162-240).
326
“Kilise iman ve inanç açıklamaları” sözüyle Calvin IV. x. 8, 9’da söz ettiği papalığın kilise
iman ve inanç açıklamalarına göndermede bulunuyor.
327
Krş. On üçüncü yüzyılda Padua’lı Marsiglio ve Ockham’lı William’ın mücadele ettiği,
papalığın “plenitudo potestatis in temporalibus et in spiritualibus” iddiası. Özellikle bk.
Ockham, De imperatorum et pontificum potestate, der., C. R. Brampton, böl. i-iv, s. 5-10; böl.
xi. s. 24.
497
ikincisi ise sadece dışsal davranışı düzenler. Đlkine ruhsal krallık, ikincisine siyasi krallık
diyebiliriz. Bunlar, bizim de ayırdığımız gibi, her zaman ayrı ayrı irdelenmelidir; birini göz
önüne aldığımızda, diğerini düşünmeyi bırakmalıyız. Deyim yerindeyse insanın içinde farklı
kralların ve farklı yasaların yetkili olduğu iki dünya vardır. Dışsal hükümet söz konusu
olduğunda, Tanrı’nın gözünde vicdanları özgür olduğu için, Hıristiyanlar, insanların yaptıkları
yasalara daha az tabiymiş gibi, ruha göre özgür oldukları için de, bütün fiziksel hizmetten
kurtulmuşlar gibi, müjdenin ruhsal özgürlük öğretisini amacının dışında siyasal düzen için
kullanmamamız gerektiği sonucu bu ayırımdan çıkmaktadır.
Ruhsal krallıkta geçerli görünen iman ve inanç açıklamalarında bazı yanılgılar
olabildiği için, o zaman bunların arasında hangilerini, Tanrı’nın sözüyle tutarlı, yasaya uygun,
öte yandan da Tanrı adamlarının arasında yeri olmamalı diye düşünmemiz gerektiğinin
ayrımına varmalıyız. Sivil hükümetten başka bir yerde söz edeceğiz.328 Kilise yasaları
konusunda da konuşmaktan şimdi vazgeçiyorum, çünkü kilisenin iktidarının tartışılacağı
dördüncü kitap bunu daha ayrıntılı ele almak için daha uygun olacak.329
Bu, bu tartışmanın sonu olsun. Dediğim gibi, konu çok anlaşılmaz ya da girift değildir.
Bununla birlikte, birçok kişiye dert olmaktadır, çünkü verilen adla, dışsal forumu vicdan
forumundan330 yeterince kesin olarak ayıramamaktalar. Üstelik Pavlus cezalandırılma
korkusuyla değil, vicdan uğruna baştaki yönetime itaati emrettiği için [Rom. 13:1, 5], güçlük
artmaktadır. Buradan çıkan sonuca göre, vicdanlar sivil yasalara tabidir. Ancak böyle olsaydı,
ruhsal hükümetle ilgili olarak az önce söylediklerimiz ve şimdi söyleyecek olduklarımız
geçersiz olurdu.
Bu güçlüğü çözmek için, vicdanın ne olduğunu anlamamız gerekmektedir; tanımı
kelimenin kaynağında aramalıyız. Tıpkı insanların şeylerle ilgiliyi bilgiyi akılları ve
anlayışlarıyla kavradıklarında ve bu nedenle “bildikleri” söylendiğinde, “bilgi” kelimesinin
kaynağının bu olması gibi, Yargıcın kürsüsünün önünde suçlanmamak için günahlarını
gizlemelerine izin vermeyen bir tanığın onlara katılması gibi, tanrısal yargı duyusu
edindiklerinde, bu duyuya “vicdan” denir. Bunun, Tanrı’yla insanın arasında kesin bir anlamı
vardır, çünkü insanın bildiğini kendi içinde bastırmasına izin vermez ama mahkûmiyet
noktasına kadar onun peşi sıra gider. Pavlus, vicdanın insanlara tanıklık ettiğini öğrettiğinde
anlayışı budur, insanlar Tanrı’nın yargısı önünde düşünceleriyle ya kendilerini suçlar ya da
bağışlarlar [Rom. 2:15-16]. Deyim yerindeyse basit bir bilgi insanın içinde kapanıp
kalabilmektedir. Dolayısıyla insanı Tanrı’nın yargısının önüne sürükleyen bu farkındalık,
hiçbir şey karanlığa gömülüp kalmasın diye, onun bütün sırlarını fark edip gözetleyen, onun
için görevlendirilmiş bir tür muhafızdır. Eski, “vicdan bin tanığa bedeldir” özdeyişi buradan
gelmektedir.331 Aynı nedenden ötürü Petrus da, “Tanrı’ya yönelen temiz vicdanın cevabı”
[1Pe. 3:21] demektedir, bu, Mesih’in lütfuna inanarak kendimizi korkusuzca Tanrı’ya
sunabildiğimizde zihinsel esenliğe denktir. Đbranilere Mektup’un yazarı, “vicdanımızda hiçbir
günah kalmamıştır” [Đbr. 10:2] dediğinde, günah artık bizi suçlayamasın diye özgür
kaldığımızı ya da temize çıktığımızı söylemek istemektedir.
16. Vicdanın bağlılığı ve özgürlüğü
Dolayısıyla, insanların işlerle ilişkilendirilmesi gibi, vicdanla da Tanrı’dan söz
edilmektedir. Öyleyse iyi vicdan yüreğin iç dürüstlüğünden başka bir şey değildir. Bu
328
IV. xx.
IV. x, xi.
330
“Conscientiae forum.” Krş. IV. x. 3. Bk. R. J. Deferrard ve diğ., A Lexicon of St. Thomas
Aquinas, bk. “forum”, s. 443; Catholic Encyclopedia, m. “forum”.
331
Quintilian, Institutes of Oratory V. Xi. 41 (LCL Quintilian II. 294 vd). Krş. Comm. Seneca,
On Clemency I. xiii: “magis vis conscientiae” (CR V. 108).
329
498
anlamda Pavlus, yasanın yerine getirilmesinin temiz bir vicdandan ve içten bir yürekten gelen
sevgi olduğunu yazmaktadır [Krş. 1Ti. 1:5]. Aynı bölümde daha sonra da, iyi vicdan bir
kenara bırakan “bazıları iman konusunda battılar” [1Ti. 1:19] diyerek, bunun anlayıştan ne
kadar farklı olduğunu söylemektedir. Bu sözleriyle Tanrı’ya kulluk etmek için diri bir eğilimi
ve dindarca, kutsalca yaşamak için içtenlik bir çabayı belirtmektedir.
Aslında, Luka’ya göre, aynı Pavlus “gerek Tanrı, gerek insanlar önünde vicdanımı
temiz tutmaya özen gösteriyorum” [Elç. 24:16] diye duyurduğundaki gibi, kimi zaman buna
insanlar da dâhildir. Ne var ki, iyi bir vicdanın meyvesi çoğalarak insanlara bile geldiği için
böyle söylenmiştir. Ancak doğrusunu söylersek, daha önce dediğim gibi, bu sadece Tanrı’ya
gösterilen saygıdır.
Yasa başkalarına bakmaksızın ya da onları hesaba katmaksızın bir insanı kendisine
bağladığında vicdanı bağladığı bu nedenle söylenmektedir. Örneğin: Tanrı bize sadece
zihnimizi her türlü şehvetle kirletmeden temiz tutmamızı emretmez, bütün açık saçık
konuşmaları ve gözle görülen seks düşkünlüğünü de yasaklar. Yeryüzünde hiçbir insan
yaşamasa bile, vicdanım bu yasaya uymakla yükümlüdür. Bu nedenle aşırılığa kaçan biri,
sadece kardeşlerine kötü örnek olduğu için değil, vicdanı suça bağlı olduğu için de Tanrı’nın
huzurunda günah işlemektedir.
Tartışmaya değmeyen sıradan şeyler de burada göz önüne alınmalıdır. Tökezlemeye
yol açan her şeyden ancak vicdan özgürlüğüyle kaçırmalıyız. Putlara adanan etler konusunda
Pavlus’un söylediği budur. “Biri size” der, “‘Bu kurban etidir’ derse, vicdan huzuru için ona
dokunmayın. Senin değil, öbür adamın vicdan huzuru için demek istiyorum” [1Ko. 10:28-29].
Daha önce uyarılmasına rağmen böyle bir eti yiyen imanlı günah işlemiş olur. Ne var ki,
Tanrı’nın emrettiği üzere, kardeşine saygıdan ötürü bundan kaçınmak her ne kadar gerekli
olabilse de vicdan özgürlüğünden yine de vazgeçmez. Bu yasanın, dışsal davranışları
bağlarken vicdanı nasıl özgür bıraktığını görüyoruz.
XX. BÖLÜM
ĐMANIN BAŞLICA UYGULAMASI OLARAK, TANRI’NIN BIZI HER GÜN
BEREKETLEDIĞI DUA332
(Duanın doğası ve değeri 1-3)
1. Đman ve dua
Şu ana kadar tartışılan konulara baktığımızda açıkça gördüğümüz üzere, insan bütün
iyi olan şeylerden oldukça yoksul ve yoksun olduğu gibi, kurtuluşa yardım eden unsurlardan
da mahrumdur. Bu nedenle ihtiyacı konusunda imdadına yetişecek kaynaklar arıyorsa,
kendisinin dışına çıkması ve bu ihtiyaçlarını başka bir yerden karşılaması gerekmektedir.
Rab’bin isteyerek ve özgürce kendisini Mesih'te gösterdiği daha sonra bize açıklandı. Tanrı,
Mesih'te, acılarımız yerine tam bir mutluluk, yoksulluğumuz yerine tam bir zenginlik önerdi.
Bütün göksel hazineleri O'nda, imanımız O’nun biricik Oğlunu tefekkür etsin, bütün
332
Bu derin ve kapsamlı bölüm adanmış sıcak bir tonda ve daha önce dua konusu üzerinde
yazılan ünlü görüşleri içeren tarihi metinlerin yerini alacak değerde bir bölümdür. Bu
bahsedilen meşhur metinler şunlardır: Tertullian, De Oratione (CCL Tertullian I.257-274; tr.
ANCL XI.178-204); Origen, Peri Ohis (MPG 11.415-562; tr. LCC II.238-287; ACW XIX.3140); Nissalı Gregorius, Rab’bin Duası Üzerine (MPG 44.1119-1194); Augustinus'un Kısa
Đncelemeleri (MPL 47.1113-1127) ve St. Victor'un Hugh'ü (MPL 176.977-988). R.S. Wallace,
Calvin's Doctrine of the Christian Life isimli kitabında, farklı yerlerdeki yazılarını da bir
araya getirerek, Calvin'in dua öğretişi üzerine açıklayıcı bir bölüm yazmıştır, s.271-295.
499
beklentilerimiz O'na bağlı olsun, bütün umudumuz O'nda olsun ve O'ndan kopmasın diye
açıldı. Bu gerçekten gizemli ve saklı felsefedir333ve semboller arasından çekip çıkarılamaz.
Đman aracılığıyla yönlendirilişimizin sonucu, neye ihtiyacımız olduğunun ve Tanrı'da
ve Baba'nın bütün cömertliğinin kendisinde bulunduğu Mesih Đsa'da [Kol. 1:19; Yu. 1:16], ne
eksiğimiz olduğunun farkına vardıktan sonra, bir gözeden kaynayarak fışkırırız ve artık o
andan itibaren bize düşen; O'nu aramak, dualarımızla O'ndan dilemek, öğrendiğimiz gibi
O'nda olmaktır. Bir başka deyişle, Tanrı'yı, her iyi şeyin efendisi ve ihsan edicisi olarak
bilmek, bizi bunları istemeye davet etmektedir. Davete uymamak ve istememek, hazineyi
işaret ettiği halde, yere gömülü ve gizli olan o hazineyi ihmal eden adam gibi, çok az bir kâr
sahibi olmak anlamına gelmektedir. Bundan dolayı elçi, doğru imanın Tanrı'yı davet etmekten
ayrı olamayacağını göstermek için şöyle bir sıralamada bulunmuştur; iman müjdeden
doğmakta ve iman da kişiyi Tanrı'nın adını çağırmak için eğitmektedir [Rom. 10:14-17]. Ve
bu sözler, biraz önce söylediklerini tam olarak ifade etmektedir: Oğulluk Ruh'u müjdenin
tanıklığını kalplerimize mühürlemiştir [Rom. 8:16], ruhlarımız arzularını cesaretle Tanrı'ya
sunmaya kalkışır, sözle anlatılmaz iniltilerle bunuifade eder [Rom. 8:26] ve güvenle “Abba!
Baba!” diye seslenir [Rom. 8:15].
Daha önce üstünkörü bir biçimde ele alınıp üzerinden geçildiği için, şimdi bu son
nokta üzerinde daha fazla durmamız gerekmektedir.334
2. Duanın Gerekliliği
Biz ancak duanın faydasından ötürü, bizim için saklanan ve Göksel Baba'nın yanında
bulunan zenginliklere ulaşabiliriz. Tanrı’yla insan arasındaki paydaşlıktan ötürü, göksel
mekâna ulaşıp, ihtiyaç söz konusu olduğunda, vaatlerinin tecrübe edilebilirliğini düşünerek ve
sadece söz olarak verilmiş olduğu halde, imanlarının boş olmadığının bilincinde bir kişi
olarak Tanrı'ya gidebiliriz. Bundan dolayı Rab'den beklememiz konusunda bize vaat
edilmemiş hiçbir şeyi bizim de istemediğimizi görebiliriz.
Rab’bin müjdesinin işaret ettiği ve imanımızın üzerine göz diktiği hazineleri duayla
kazmak çok doğrudur. Duanın ne denli gerekli olduğunu ve çok çeşitli uygulamalarla faydalar
sağladığını kelimelerle ifade etmek mümkün değildir. Göksel Baba'nın en emniyetli kalenin
kendi adını çağırmak olduğunu vurgulamasında muhakkak iyi bir neden vardır [Yoe. 2:32].
Böyle yaptığımız zaman biz, sorunlarımızın üstünde olan ve koruyan sağlayışında, zayıf
anlarımızda tamamen yıkılmamıza mâni olan ve üstesinden gelmemize neden olan gücünde
ve günahlarımızı gizemli bir biçimde yüklenip lütfuyla bizleri kabul eden iyiliğinde O'nun
huzuruna çıkabiliriz. Kısacası, varlığını bizde tam olarak ilân etmesi için ancak dua yoluyla
O'nu çağırabiliriz. Bu nedenle vicdanımıza olağanüstü bir huzur ve sükûnet gelir. Bize baskı
yapan ihtiyaçlarımızı Tanrı önünde açıklamakla, hiçbir sağlıksızlığın O'ndan
gizlenemeyeceğinin huzur veren düşüncesine ve aynı zamanda irade ve gücümüzün en iyi
şekilde gözetildiği kanısına varmış oluruz.
3. Đtiraz: Duanın gereksiz olmadığının altı nedeni
Fakat bazıları şöyle diyeceklerdir; illâ Tanrı'ya bizim mi hatırlatmamız gerekiyor, biz
O'na hatırlatmadan bilmiyor mu, bu konuda neden sıkıntıya sokuluyoruz, bizim için ne
faydası var, bir anlamda eğer uyuklama hâlinde gözleri kayıp duruyor ya da sesimizden ötürü
kalkıyorsa, Tanrı'nın bizim duamızla uyandırılması oldukça gereksiz değil mi? Bu nedenleri
333
Hıristiyan Felsefesi üzerine notlar s.6, not 8; III. vii.1, not 1 ve filozoflar üzerine
referanslar I. v.12; I. xv.6; III. vii.2; III. vi.1,3; III. viii.9
334
Oğulluk konusu üzerine referanslar II. vii.15; II. xiv.5-7; III. ii.11,22; III. xi.6; III. xiv.18;
III. xviii.2
500
sıralayıp duranlar, dua konusunda Tanrı'nın hangi taraf için konuştuğunu, duanın Kendisinin
yararına değil, bizim yararımız için olduğu konusunda bizlere öğretişte bulunduğunu
gözlemleyemiyorlar. Đnsanların arzularının bilincinde olan Tanrı'nın şu anda istemi, onların
dua aracılığıyla fayda elde etmelerini onaylamaktır. Sunulan sununun faydası, kendisine
ibadet edilmesinden ötürü bize geri dönmektedir. Kutsal Babalara baktığımızda Tanrı'dan
edindikleri sağlayışları, kendi aralarında ve başkaları yanında övgüyle dile getirdikçe daha da
büyük bir şevkle dua için uyandırılıyorlardı. Tanrı'nın gayesinden emin olarak, Kral Ahav'a
kesinlikle yağmur yağacağını bildirdiği halde, başını dizleri arasına koyup kaygılı bir biçimde
dua eden ve hizmetkârını bakması için yedi kez gönderen ve bunu peygamberliğine olan
güvensizliğinden ötürü değil de, sorumluluğu olduğu için yapan ve imanının uyuklayan ve
yavaş bir iman olmaması için istemlerini Tanrı önüne seren Đlyas'ın o tek örneğine bakmamız
yeterli olacaktır.
Dolayısıyla zorlu anlarımızda her ne kadar kalın kafalı ve anlayışsız bir konumda da
olsak, O bizi koruyup kayırmakta, hatta istemediğimiz halde bize yardım etmektedir. Durum
böyle de olsa, bizim O'nu yardıma çağırmamız hâlâ çok önemlidir: Đlk olarak, her ihtiyacımız
olduğu anda kutsal bir dubaya yönelircesine ona sığınmayı âdet haline getirmiş olarak,
yüreklerimiz O'nu aramak, sevmek ve hizmet etmek için tutuşmuş bir halde olur. Đkincisi, biz
bütün istemlerimizi O'nun gözleri önüne koyar ve yüreklerimizi O'na dökerken, O'na tanık
olmamız konusunda utanç duymamıza ilişkin hiçbir arzu ve hiçbir istem yüreğimizde yer
almaz. Üçüncüsü, yüreğin gerçek hoşnutluğu ve şükranı ve duamızın sağlayışların O'nun
ellerinden olduğunu hatırlatmasıyla, bizler bu sağlayışları kabul etmeye hazır olmuş oluruz
[Mez. 145:15-16]. Dördüncüsü, daha fazla aradığımızı elde etmek ve dualarımızın
cevaplandığına kanaat getirmek, bizim O'nun bize olan iyiliğini daha büyük bir gayretle
düşünmemize neden olacaktır. Ve beşincisi, duayla elde ettiklerimizi bildikçe onları daha
büyük bir zevkle kucaklarız.
Sonuç olarak, bu uygulama ve deneyim; kuvvetsizliğimizin ölçüsüne göre, Tanrı'nın
yalnızca bizi bırakmayacağına ilişkin vaat vermediğini, ihtiyaç durumunda da O'na
seslendiğimizde istemiyle bize yol açacak olduğunu ve bunu süt nine gibi sözlerle335 değil,
anlık el uzatmasıyla gerçekleştirdiğini anlarken, sağlayışını temellendirmektedir. Bu şeylere
bağlı olarak, merhametliler merhametlisi Babamız, hiçbir zaman durmamasına ve
uyuklamamasına rağmen, kendi yararımıza durmadan ve tembellik etmeden O'nu aramamız,
O'ndan dilememiz ve O'na yakarmamız için bizi eğitme arzusuyla sanki işlemiyormuş ve
uyukluyormuş gibi bir izlenim yaratmaktadır. Bu nedenle, Tanrı'nın sağlayışı ve
koruyuculuğu her şeyin üstünde olduğuna göre bizim yakarışlarımız336 boştur tarzında
gevezelik ederek insanların akıllarını duadan uzaklaştıran kişiler, Tanrı'nın “RAB kendisine
yakaran herkese yakındır” (Mez. 145:18) sözünün tersine konuşup boşuna tanıklıkta
bulunarak aşırı akılsızlık etmiş olurlar. Bu kişilerin söyledikleri tamamı tamamına şudur;
Tanrı dualarımızla fark etmemizi sağladığı ve cömertliğinden kaynaklı nimetlerini üzerimize
yağdırırken, Tanrı'nın yürekten vermek için hazırladıklarını talep etmek gereksizdir.
Hatırlanmasında yarar olan bu mezmur ve benzeri parçalar bunu doğrulamaktadır: “Rabbin
gözleri doğru kişilerin üzerindedir, kulakları onların yakarışlarına açıktır” [1Pe. 5:12; Mez.
34:15; 33:16]. Bu cümle henüz iman uygulamasını yapmama durumunda olan insanların
tembellik düşüncelerini temizlemek için -antlaşmasından ötürü inananın kurtuluşunun
korunması amaçlı- Tanrı sağlayışını tavsiye etmektedir. Bu nedenle, Tanrı'nın gözleri
ihtiyaçlarını görme konusunda özürlü olanlara yardımcı olmak için bu kişilerin üstündedir;
fakat sevgisini daha iyi ifade edebilme konusunda bizim iniltilerimizi de işitmek istemektedir.
O zaman her iki durum da doğrudur: “Đsrail'in koruyucusu ne uyur ne uyuklar” [Mez. 121:4]
335
336
“Nec lactare eos vrebis.” Krş. VG: “Et qu'il ne les allaite point de vaines parolles”.
Krş. Seneca, Epistles xxxi.5 (LCL Seneca, I. 222f)
501
ama bizleri tembel ve suskun gördüğü zaman da sanki bizleri unutmuş gibi etkin olmayan bir
biçimde davranmaktadır.
(Doğru dua etmenin kuralları, 4-16)
Birinci Kural: Saygı, 4-5
4. Tanrı ile görüşmek için adanmış bir vakte ihtiyaç vardır.
Duayı olduğunca düzgün bir çerçeveye oturtmak için, birinci kuralımız, Tanrı'yla
diyalog için uygun olan bir biçimde aklı ve kalbi hazırlamak olsun337. Buna ancak Tanrı'yı
doğru ve pak bir biçimde tefekkür etmemize mâni olan dünyevi kaygı ve düşüncelerden
kaçınma yoluyla ulaşabilir; hatta bu yolla yalnız tam olarak duaya adanmış değil, imkân
ölçüsünde daha da ilerisine kaldırılıp götürülebiliriz. Büyük sıkıntı yüreğimizde dua etme
arzusunu tutuşturacağına göre, burada ben aklın tamamen dünyadan kopup hiçbir sıkıntı ve
kaygı duymaması gerektiğini söylemiyorum. Bu yüzden biz, Tanrı'nın kutsal hizmetlilerinin
ölümün pençesinde ve derin uçurum diplerinde Rab’be yakardıkları zaman, bize acılarını
kanıtladıklarını görürüz [Mez. 130:1]. Demek istediğim, aklın sürekli dolaşıp durmasından
ötürü şuraya buraya meyletmesi ve bizi göklerden uzaklaştırıp yeryüzüne sıkıştırması
nedeniyle, her türlü yabancı ve dış kaygılardan kaçınılmasıdır. Başka bir deyişle, akıl,
kendisinin ötesine geçerek, hep yaptığımız gibi, kendi kör ve akılsız nedenlerimizi Tanrı’nın
görüşünün önüne koymamalı, aynı zamanda kendi boş sınırları içinde tutmamalı fakat
Tanrı'nın pak değerini yükseltmelidir.
5. Disiplinsiz ve saygıdan uzak duaya karşı olmak;
Şu iki konu dikkate değerdir; birincisi, her kim kendini duaya verirse bunu kendi
yetenek ve
gayreti üzerine uygulamalı ve genelde olduğu gibi gezinip duran
düşüncelerinin dikkatini
dağıtmasına müsaade etmemelidir. Tanrı'ya gösterilmesi
gereken saygı önünde, huşûdan (saygıdan gelen korku) yoksun ve derece derece artan bir
hafife almadan kaynaklı kaâle almaz yaklaşımdan daha ters bir şey yoktur. Buna göre,
dikkatimizi toplama konusunda ne kadar zorlanırsak, ardından da o kadar çalışmamız
gerekmektedir. Dua ederken uygunsuz düşüncelerin, duanın yönünü ya da akışını değiştirip
duayı engellemek ya da bir süre durdurmak yoluyla
düşünce
hırsızlığı
yapmasını
hissetmeyecek bir şekilde kendini duaya verebilmiş hiç kimse yoktur. Yakın bir ilişki içinde
Tanrı bizi konuşmak için kabul etmişken, kutsalı kutsal olmayanla karıştırmak suretiyle
Tanrı'nın bu nezaketini kötüye kullanmanın ne denli büyük bir saygısızlık olduğunu
unutmayalım. Bu sanki, bizimle bizim gibi sıradan bir kişiyle görüşüyormuş gibi duanın tam
ortasında O'nu ihmal etmeye başlayıp konudan konuya atlamamız anlamındadır.
Anlamamız gereken şudur ki, ancak Tanrı'nın görkemiyle dünyasal kaygı ve etkilerden
kurtulabilen kişiler, kendilerini tam ve gerektiği gibi duaya verebilen kişilerdir. Elleri
kaldırarak dua etmenin anlamı, düşüncelerin Tanrı'ya kaldırılmaksızın Tanrı'dan uzak
kalınacağının insana hatırlatılmasıdır. Bu nedenle Mezmur'da “Ya RAB, bütün varlığımla
sana yaklaşıyorum” demektedir [Mez. 25:1]. Ve aynı zamanda yazılar sık sık “dua
337
Calvin, duanın tanımını yaparken Augustinus ve Aquinas gibi Tanrı’yla samimi bir diyalog
ifadesini kullanmaktadır (“colloquium”; Krş. “alloquium”, m. 5) (Letters, cxxx; MPL 33.502509), Cassian (MLP 49.769), Benedict (MPL 66.329), Vitae Patrum, Barlam ve Josaphat
hikayesi (MLP 73.520), Aquinas (Contra gentes iv.22).Calvin, dua kavramını ele alırken
özellikle saygısızlık, kaygısızlık ve gevşeklik gibi her bir unsurdan uzak tutmaya ve korumaya
büyük bir önem vermektedir. Bu konunun devamı olan 16. bölümün başlangıç cümlesinde
bunu görmek mümkündür.
502
yükseltmek” ifadesini kullanmaktadır [Yşa. 37:4]*. Çünkü Tanrı'nın dualarını işitmesini
isteyen kişiler yan gelip yatamazlar [Yer. 48:11; Sef. 1:12]. Kısacası, Tanrı cömertçe bizimle
ilgilenmekte ve yüreklerimizin yüklerini kendi sinesine bırakmamızı nazik bir biçimde bizden
istemektedir. Düşüncelerimizi ve gayretlerimizi ateşli bir biçimde duaya yöneltebilme
konusunda, O'nun muhteşem ve eşsiz sağlayışı bizdeki başka şeylerden ve bizi O'na
yönlendiren konulardan daha ağır basmıyorsa, o zaman bu, kolay affedilebilecek bir durum
olmaktan çıkmaktadır. Bu, aklın bahsedilen engellerle güçlü bir biçimde güreşilip üstesinden
gelinmedikçe halledilebilecek bir durum değildir.
Bir diğer noktaya daha değinelim: Bu nokta, Tanrı'nın izin verdiği alanın ötesinde
talepte bulunmamak noktasıdır. Yüreklerimizi önüne dökmemiz için bize buyurmasına karşın
[Mez. 62:8; Mez. 145:19] Tanrı, aptalca ve kötü duyguların gelişigüzel dizginlenemez bir
biçimde ortaya atılmasına taraftar olmadığı gibi, aynı zamanda kendi istemi doğrultusunda
hareket edeceği vaadi olmasına karşın, sevecenliğinden ötürü kendi isteminden de ödün
verecek değildir. Buna rağmen bu, her iki duruma göre, telaşla, düşünmeden ve saygı
göstermeksizin ısrar ederek kendi hayalinde hoş olarak gördüğü her şeyi uygunsuz ve küstah
bir biçimde Tanrı tahtı önüne getirmek suretiyle, insan, ağır bir günah işlemektedir. Fakat bu
insanları öylesine bir aptallık ve anlayışsızlık sarmıştır ki, duyduklarında insanların derin
utanç duyacağı iğrenç taleplerini bile cesaretle Tanrı önüne götürmekten çekinmemektedirler.
Bazı laik yazarlar338 bile bu durumu alaya almakta, yapılan küstah yaklaşımlardan nefret
etmektedirler. Ama buna karşın bu durum devam edip durmaktadır. Hatta isteklerde o kadar
aşırıya gidilmiştir ki, gözlerini hırs bürümüş olanlar Jupiter'i, cimriler Merkür'ü, bilgiye
tutkulu olanlar Apollo ve Minerva'yı, savaşçılar Mars'ı, cinsellikleri peşinde koşanlar Venüs'ü
kendilerine koruyucu olarak seçmişlerdir. Söylediğim gibi, bugün bile dualarında uygunsuz
istemlerinde birbirleriyle dedikodu yapıp dalga geçer gibi konuşmalarına benzer bir biçimde
devam etmektedirler. Bununla birlikte, Tanrı'nın nezaketi böylesi bir hafifliğe izin vermez, O
Kendi doğruluğunun işlemesini ister ve istemimizin O'nun gücüne uygun olmasını hedefleyip,
uçarı taleplerimizi dizginler. Bu nedenle Yuhanna'nın ifadesine sıkı sıkıya sarılmamız gerekir;
“Tanrı'nın önünde güvenimiz şu ki; O'nun isteğine uygun ne dilersek bizi işitir” [1Yu. 5:14].
Doğru duanın yardımcısı Kutsal Ruh'tur
Kendi kendimize tam hakkını vererek dua edebilme gücüne sahip olamadığımız için,
bize bu konuda yardımcı olabilecek bir çareye ihtiyacımız vardır. Düşüncemizi tamamıyla
Tanrı'ya yöneltebildiğimizde kalbimizin muhabbeti de bunu izleyecektir. Ne yazık ki, gerçek
bu durumun çok ötesindedir. Bu konuda insanlar çok başarısız ve yeteneksizdirler ya da
durumun tamamen karşısındadırlar. Bu nedenle bu zayıflığı bina etmek için Tanrı, duada
öğretmenimiz olması açısından duygularımız için neyin iyi neyin doğru olduğunu bildirmesi
açısından Ruh'unu vermiştir. Çünkü “ne için dua etmemiz gerektiğini bilmeyiz, ama Ruh'un
kendisi, sözle anlatılamaz iniltilerle bizim için aracılık eder” [Rom. 8:26]. Bu, Ruh'un
gerçekten dua etmesi veya inlemesi değil; ama doğal gücümüzün kendisini Tanrı'ya ifade
etme konusunda yeterli gelebileceğini az da olsa anlayabilme konusunda bizde güvence, arzu
ve içtenlik oluşturmasıdır. Pavlus, “sözle anlatılamaz ifadelerle” derken, inananın Ruh'un
rehberliğine339 verildiğini ifade etmek istemektedir. Bu rehberlikle, zihni karıştıran bir
sıkıntıyla değil, söylenmesi gerektiği şekilde söylenmesi gerekeni ifade etme konusunda bir
*
“To lift up prayer” ifadesi Kutsal Kitap’ın Türkçe çevirilerinde kullanılmamaktadır.
Krş. Horace, Satires I. viii.1-3 (LCL basımı, s.96); Yeşaya 44:10-17; Erasmus, Colloquis,
“The Shipwreck” ( çev. C. R. Thompson, Ten Colloquies of Erasmus, s.6 vdd.)
338
339
“Duce Spiritu”. Kutsal Yazı’an anladığımız kadarıyla bu Kutsal Ruh'tur (I.vii.4,5),
buradaki anlamıyla Ruh'un şevki sayesinde duamıza rehberlik edildiğini görüyoruz.
503
eğitim sunulmaktadır. O zaman insanlar ağızlarında bir şeyler gevelemeye başladıkları zaman,
hemen akılları karışmakta, hem de devam konusunda tereddüt etmektedirler. Açıkça ifade
etmek gerekirse, gerçekten dua etmek oldukça nadir bulunan bir armağandır. Bütün bunlar
duayı Rabbin Ruhuna bırakıp, işimize daha çok gelen umursamaz olma eğilimimiz
doğrultusunda tembelliğimizi hoşnut etmek için söylenmemiştir. Özellikle Tanrı'ya saygısı
olmayan bazı kişilerin, Tanrı zihnimizi doldurana dek pek bir şey yapmadan beklememiz
lâzım, gibi sözlerini duyuyoruz. Tembelliğe, uyuşukluğa ve anlayışsızlığa eğilimimiz
olduğuna göre, o zaman bizler gerçekten Ruh'un yardımını aramak durumundayız. Gerçekten
Pavlus, Ruh'ta dua etmemizi bize buyurduğunda [1Ko. 14:15], uyanık olmayı elden
bırakmamızı söylememiştir. Tanrı'nın istemi, imanımızın yüreklerimizi teşviki konusundaki
etkinliğini görmek olduğuna göre, Ruh'un bizi yönlendirişi, bizim bu konudaki gayretimize
bir tökez, bir engel değil, aksine, ifade edişimizi güçlendirmesi anlamındadır.
Đkinci Kural: Samimi bir isteme arzusu ve yakarışla dua ederiz, 6-7
6. Gerçek olmayan her şeyi dışarıda bırakan bir ihtiyaç hissi.
Yetersizliğimizin bilincinde, isteklerimize ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu derin bir
biçimde düşünerek ve talep edileni yürekten dileyerek samimiyetle dua etmek bizim ikinci
kuralımız olmalıdır.340 Tanrı'ya bir görevmiş gibi sunulan birçok şekilde ruhsuz dualar
edilmektedir. Buna rağmen insanlar bu duaları hastalıkları için bir çare olarak görmekte ve
eksikliği halinde Tanrı'nın yardım etmemesinin vahim sonuçlarından korktukları için yalvarıp
durmaktadırlar. Bütün bunları yapmış olmalarına rağmen, hâlâ yaptıkları halde, bunları
alışkanlıklarından ötürü yapmaktadırlar. Aslında yürekleri soğuk ve yaptıklarının bilincinden
yoksundurlar. Aslında ihtiyaçlarından ötürü, genel olarak hissettikleri ve karmakarışık olmuş
duyguları onları dua etmeye sevk etmiştir. Durum böyle olunca, bu insanlar içinde
bulundukları gerçek yoksulluklarına yardımcı olabilecek esas gerçeğe uyanamazlar. Ya bütün
bu durum içinde günahsız olduğunu düşünen ya da günahlı olmadığını düşünen bir kişinin,
kendi günahları için af dilemeye kalkışmasının Tanrı önünde ne denli itici ve kötü olduğu
gerçeğine ne diyelim? Bu sorgusuz sualsiz Tanrı ile alay etmekten başka bir şey değildir!
Daha önce bahsettiğim gibi, insanlık, düşmüşlüğünün içinde kendi kör istemiyle, Tanrı'nın
lütfundan uzak her türlü kaynaktan esinlenip, tutkularının kölesi olarak sık sık basit bir
biçimde Tanrı'ya yakarmaktadır.
Her ne kadar büyük bir hata gibi görünmese de, anlamını kavramaksızın dualar
mırıldanmak da, Tanrı'nın istemini tatmin etme şevkiyle, anlamını bilerek dua edenlere göre
hoş görülemeyecek bir durumdur. Tanrı yolunda olanların özellikle bir konuya dikkat etmeleri
gerekmektedir. Yürekleri samimi bir muhabbetle arzu etmedikçe ve bu arzuyu O'ndan
edinmedikçe Tanrı huzuruna çıkmama konusunda özellikle dikkatli olunmalıdır. Böyle
davrandığımızda sanki kendi ihtiyaçlarımızı göz ardı edip yalnız Tanrı'yı yüceltiyormuşuz
gibi görünmektedir. Ama asıl olan da, elden geldiğince gayret ve şevkle böyle yapmaktır.
Örneğin; “Adın kutsal kılınsın” diye dua ettiğimiz zaman [Mat. 6:9; Luk. 11:2], deyim
yerindeyse, kutsallığa gerçekten büyük bir açlık ve susuzluk duyarak dua etmeliyiz.
7. Dua bizim değişken ruhsal durumumuza mı bağlıdır?
340
Burada yürekten duanın ezbere duadan ayrıştırılması Origen'in söylediğiyle benzerlik
taşımaktadır. On Prayer xii. (LCC II.261 vd). Krş. Aquinas, Summa Theol. III ae. xxxxiii.13
(dikkat duayı değerli kılmaktadır); Luther, Uzun Đlmihal, böl.3 (Rabbin Duasına Önsöz)
(Bekenntnisschriften der EvangelischLutherischen Kirche, s.668); Treatise of Good
Works, Third Commandment, m.
iv (Werke WA VI.232; çev.. Works of Martin Luther I.
225 vd)
504
Herhangi birimizin dikkat ettiğinde görebileceği gibi, her zaman aynı şekilde duaya
ihtiyaç duymayız. Yakup, bizim yararımıza şöyle bir ayırım yapmaktadır: “Đçinizden biri
sıkıntıda mı? Dua etsin. Sevinçli mi? Đlâhi söylesin” [Yak. 5:13]. Anlaşılan şu ki, çok tembel
olmamızdan ötürü ciddiyetle dua etmemiz için Tanrı bizleri bazı durumların içine
sokmaktadır. Davut'un tâbiriyle bu durumlar “ulaşılır olunan zaman”lardır (Mez. 32:6; 31;6).
Çünkü birçok bölümlerde öğretildiği gibi (Mez. 94:14), büyük zorluklar, huzursuzluklar,
korkular ve tecrübeler bize baskı yaptıkça, Tanrı bizi çağırıyormuş gibi O'na yakınlaşmamız
da o kadar özgür olur.
Aynı zamanda Pavlus'un “her zaman dua” sözü de bunu aynı şekilde doğrulamaktadır
[Ef. 6:18; 1Se. 5:17]. aslında bütün yürek sorunlarımız karşılığını bulsa ve mutluluk her
tarafımızı çevrelese bile yine de ısrarla ihtiyaçlarımız için dua etmeyi kesmemiz gereken
hiçbir an yoktur. Tanrı bir adamı şarap ve buğdayla bereketleyebilir. Fakat Tanrı'nın lütfu
sürekli üzerinde olmadıkça bir lokma ekmekten bile zevk alması mümkün değildir. Kısacası
şarap mahzenleri ve tahıl ambarları kişinin günlük ekmeği için dua etmesine engel
oluşturmayacaktır. Her bir dakikada bizim ne kadar büyük tehditler altında olduğumuzun
farkına varırsak, korkunun kendisi bize hiçbir saniye duasız olamayacağımızı öğretecektir.
Bunu en iyi ruhsal anlamda algılamamız mümkündür. Birçok günahlar, suçlarımız ve
hatalarımızın bağışlanması için yalvarmaktan bilinçli olarak bizi uzaklaştırmaya başladığı
zamanlarda ve denenmelerden geçerken, acil yardım beklediğimiz zamanlarda sürekli duanın
önemini daha iyi anlayabiliriz. Bununla birlikte Tanrı'nın krallığı ve yüceliği için gayretin
üzerimizde kalıcı olması için de, yine aralıklı dua değil sürekli duanın gerekli olduğu
âşikârdır. Bu nedenle sürekli duanın üzerimize farz olması hiç de boşuna değildir. Henüz sona
kadar dayanma konusundan bahsetmiyorum. Bu konudan zaten daha sonra bahsedeceğiz341
Fakat Kutsal Yazılar “sürekli dua” etmemiz konusunda bizi uyarmaktadır [1Se. 5:17]. Ayrıca
sürekli ve dikkatli bir biçimde duaya ne denli ihtiyacımız olduğunu bir türlü anlayamadığımız
ve tembel olduğumuz için bizi suçlamaktadır. Buna göre Tanrı'ya karşı ikiyüzlülük ve
kurnazlıkla yönelmeye kalkmak, dua etmemizi engellediği gibi, bizi Tanrı'dan da uzaklaştırır.
Tanrı “RAB kendisine içtenlikle yakaran herkese yakındır” [Mez. 145:18] ayetinde “içtenlikle
yakaran” kişiye yakın olacağını vaat etmektedir. Aynı şekilde, bütün yüreği ile kendisini
arayanların kendisini bulacaklarını da söylemektedir [Yer. 29:13-14]. Bu nedenle, kendi
aptallıkları ardı sıra koşanlar için belli bir varış noktası yoktur. Tanrı'ya yaraşır, uygun olan
dua, tövbeye bağlıdır. Dolayısıyla Kutsal Yazıların ortak paydası Tanrı'nın kötüden hoşnut
olmadığı gerçeğidir [Yu. 9:31]. Bu kişilerin dualarından da [Özd. 28:9; Yşa. 1:15],
sunularından da [Özd. 15:8; 21:27] hoşnut değildir ve hatta iğrenç olarak görmektedir.
Yüreklerinde Tanrı'ya engel koyan kişiler, Tanrı tarafından işitilmeyi beklememelidirler.
Yüreklerinin sertliğinden ötürü Tanrı'nın gönlünü almaları mümkün olamadığı için Tanrı'nın
sertliğini üzerlerine çekerler. Yeşaya'da şöyle bir uyarı vardır: “Ne kadar dua ederseniz edin
dinlemeyeceğim. Elleriniz kan dolu”. Ve Yeremya'da şöyle devam etmektedir; “... sözümü
dinlemeleri için onları defalarca uyardım, dinlemediler... Bana yakarsalar da onları
dinlemeyeceğim” [Yer. 11:7-8, 11]. Bu tarz kişilerin bütün yaşamları Tanrı'nın kutsal ismini
ve antlaşmasını kirlettiği için Tanrı bunu en büyük onursuzluk olarak görmektedir. Sonuç
olarak da, Yeşeya'da Tanrı Yahudilerin bu durumundan şikâyetçi olmaktadır; “Bu halk bana
yaklaşıp ağızlarıyla, dudaklarıyla beni sayar, ama yürekleri benden uzak”. Bu durum yalnız
bu kişilerin duaları için geçerli değildir. Aksine tapınışların her noktasında aynı yaklaşım söz
konusu olduğu için Tanrı'nın nefretini uyandırmaktadırlar. Yakup, bu durumu şu sözlerle
ifade etmektedir; “Dilediğiniz zaman dileğinize kavuşamıyorsunuz. Çünkü kötü amaçla,
341
Aş. bk. m.51. 1551 – 1537 döneminde neşredilen Fransızca metnin yedinci maddesindeki
farklılıklar dikkate değerdir. Đkinci söz edilen için bk. Benoit, Institution III 483 vd., dn. a.
505
tutkularınız uğruna kullanmak için diliyorsunuz” [Yak.4:3]. Bu gerçekten böyledir. Biraz
ilerde göreceğimiz gibi.342 dindar kişinin ağzından duaların değeri, kişinin değerine bağlı
değildir. Yuhanna bunun böyle olmadığını şöyle dile getirmektedir; “O'ndan ne dilersek alırız.
Çünkü O'nun buyruklarını yerine getiriyor, O'nu hoşnut eden şeyleri yapıyoruz” (1Yu. 3:22].
Demek ki, kötü vicdanımız yolları kaparken, O'nun buyruklarını yerine getirerek O'ndan
dilememiz yolları açmaktadır. Bu noktadan hareketle, yalnız samimi olanlar Tanrı'ya doğru ve
O'nun işiteceği duaları yükseltebilmektedirler, deriz. Tanrı, bu nedenle (tövbe olmaksızın
hiçbir şey olmayacağına göre) bizi dilencilik konumundan alıp, kendi kötü işlerinden ötürü
huzursuzluk duyan kişiler olarak duaya hazırlasın.
Üçüncü Kural: Bütün güveni kendi üzerimizden sıyırıp atar ve alçakgönüllülükle
bağışlanma için yakarırız, 8-10
8. Merhamet için alçakgönüllü bir biçimde yaklaşırız.
Bu başlıkla üçüncü bir kural oluşturalım. Tanrı önünde duaya duran kişinin
alçakgönüllü bir biçimde bütün yüceliği Tanrı'ya vermesi gerekmektedir. Bunu yaparken de
kendi yüceliğinden soyunup kendi değerlerini, daha doğrusu, kendine güvenme olgusunu bir
kenara bırakması gerekmektedir. Eğer azıcık da olsa, kendimizde bir şeyler olduğunu iddia
etme söz konusuysa, bu aslında boşuna bir şişinmeden başka bir şey değildir. Tanrı huzurunda
bir yok oluştan başka bir şey değildir. Bu tarz bir bağlılık konusunda kibirliliğin her evresinde
tekrarlanmış Tanrı hizmetlilerinin örnekleri vardır. Bu kişiler Tanrı huzuruna geldikçe
kendilerini daha çok alçaltıp kutsallaşmışlardır. Bu nedenle Daniel, Tanrı buyruklarına itaati
doğrultusunda şöyle demektedir; “Doğruluğumuzdan değil, senin büyük merhametinden ötürü
dilekte bulunuyoruz. Ya Rab, dinle! Ya Rab, bağışla! Đşit ve davran, ya Rab! Ey Tanrım,
adının hatırı için gecikme! Çünkü kent ve halk senindir” [Dan. 9:18-19]. Bazılarının yaptıkları
gibi o da karmaşık bir mecazla halktan biri olarak kalabalığa karışmaktadır. Kişisel olarak
kendi suçunu itiraf etmekte ve yakaran bir kişi olarak kendisini Tanrı bağışlaması altına
koymaktadır. Ve ondan sonra da etkin bir biçimde: “Ben daha konuşup dua ederken,
günahımı ve halkım Đsrail'in günahını açıkça kabul edip...” [Dan. 9:20] bu davranışı ve
sonucunu açıklamaya başlamaktadır. Davut da aynı kendi deneyimi ile bu uyarıya
katılmaktadır; “Kulunla yargıya girme, çünkü hiçbir canlı senin karşında aklanmaz” [Mez.
143:2; 142:2]. Benzer bir şekilde Yeşaya şöyle dua etmektedir, “... günah işlediğimizde
öfkelendin... hepimiz murdar olanlara benzedik, bütün doğru işlerimiz kirli âdet bezi gibi.
Yaprak gibi soluyoruz, suçlarımız rüzgâr gibi sürükleyip götürüyor bizi. Adınla sana yakaran,
sana tutunmak için çaba gösteren yok; çünkü bizden yüz çevirdin, suçlarımız yüzünden bizi
tükettin. Yine de Babamız sensin, ya Rab, biz kiliz, sen çömlekçisin. Hepimiz senin ellerinin
eseriyiz. Ya Rab, fazla öfkelenme, suçlarımızı sonsuza dek anma. Lütfen bak bize, hepimiz
senin halkınız” [Yşa. 64:5-9].
Gözlemlediğimiz gibi bu kişiler, kendilerini Tanrı'ya ait sayıp, Tanrı'nın mutlaka
kendileriyle ilgileneceğine olan umutlarından başka hiçbir şeye güvenmemektedirler.
Yeremya, “Suçlarımız bize karşı tanıklık etse de, Adın uğruna bir şeyler yap, ya Rab” [Yer.
14:7] sözleriyle bu güvencesinin Tanrı'da olduğunu göstermektedir. Bilinmeyen bir yazar, bu
çok doğru ve kutsal sözleri peygamber Baruk'ın ağzından kaleme almıştır; “Ama acı içinde
olan, başı eğik, dermansız kendi yolunda giden, bakışlarında umudunu yitirdiğini görülen kişi
seni över ve buyruklarını yerine getirir Rab’bim. Rab’bimiz Tanrı, merhamet için sana
yakarırken, atalarımızla krallarımızın doğruluklarından ötürü yakarmıyoruz” (Baruk 2:18-19).
“Acı çeken bir ruh, dirlikten yoksun bir yürek şimdi sana yakarıyor: Dinle ve bize merhamet
et, Rabbim, çünkü sana karşı günah işledik” (Baruk 3:2).
342
Aş. bk. m. 8
506
9. Günahların bağışlanması için yakarma duanın en önemli bölümüdür.
Özetlersek, uygun bir duaya başlama ve hatta hazırlanma, alçakgönüllü ve samimi bir
biçimde suçlarımız için bağışlanma dilemekle söz konusudur. Ne kadar kutsal olduğunu iddia
ederse etsin, hiç kimse Tanrı ile arasındaki engeli kaldırmadıkça, karşılıklı barış
sağlanmadıkça, Tanrı'dan bir şey edinemez. Ve bağışlanmamış hiçbir kimseye de, Tanrı,
bereketinden yararlanma fırsatı tanımaz. Mezmurlar içindeki birçok bölümden öğrendiğimize
göre de, inananların kendine dua kapısını açmaları konusunda, bundan başka anahtarlarının
bulunmadığı da kesindir. Davut da şu sözleriyle bu tek seçeneği ifade etmektedir; “Gençlik
günahlarımı, isyanlarımı anımsama, sevgine göre anımsa beni, çünkü sen iyisin, ya Rab”
[Mez. 25:7] ve şöyle devam etmektedir; “Üzüntüme, acılarıma bak, bütün günahlarımı
bağışla!” [Mez. 25:18]. Bütün bunlarla birlikte, geçmişteki unutulmaya yüz tutmuş
günahlarımızı bir kenara bırakıp, yalnız bugünün günahlarını günahımız olarak görmek de
yeterli değildir.
Aynı peygamberin sözlerine bakmaya devam edersek, esas günahlılığın kaynağı olan
başlangıca, ana rahmine kadar geriye gittiğini görürüz [Mez. 51:5]. Bu ayetlerdeki sözlerini,
doğanın başlangıcındaki kirlenmeden ötürü hafifletici bir neden olarak kullanmak amaçlı
değil, ama bütün yaşamının günahlarını göz önünde bulundurarak, daha dikkatli bir biçimde
kendi suçlarını görmek ve daha kolay bir biçimde yalvararak Tanrı'ya ulaşmak için
söylemiştir. Kutsallar her zaman kendi günahları için yakarmasalar da, büyük bir hassasiyetle
düşünerek dile getirdikleri dualarının Kutsal Yazılarla ilintili olduğunu görürüz. Şimdi,
bahsettiğim noktaya gelmiş oluyoruz: Kısacası bütün bu kişiler, dua etme arzularını ancak
Tanrı'nın merhametiyle edinebilmektedirler. Bu nedenle her zaman dualarına O'nun günah
nedeni ile olan öfkesini yatıştırma yoluyla başlamaktadırlar. Eğer bir kimse vicdanen kuşkuya
düşerse kendi korumasını Tanrı'ya bırakması mümkün olamayacaktır. Yani Tanrı merhameti
ve bağışlaması olmaksızın yapılan her bir ruhsal hareket korkuyla ifadesiz kalacaktır.
Ayrıca yalvaranın cezadan kurtulmayı talep edebileceği özel bir günah itirafı daha
vardır. Bunu ifade ederken aynı zamanda günahlarının bağışlanması için de dua edebilir.
Sebep olduğu gibi yerli yerinde dururken sonucun ortadan kaldırıılmasını istemek, aslında hiç
de aklı başında bir istek değildir. Hastalığın esas kökünü bir kenara bırakıp, sadece hastalığın
verilerini kafaya takan aptal hastaları taklit etmekten vazgeçmemiz gerekmektedir. Zaten belli
bir düzene göre kendi istemiyle hoşnutluğunu Tanrı ifade etmektedir. Biz her şeyden önce,
Tanrı'nın bizden hoşnut olup olmadığı konusunda kaygı çekmeliyiz. Duygularımız ve
düşüncelerimizle kendimizi tam olarak Tanrı'ya sunmak en güzel olanıdır. Bu olmaksızın
Tanrı'nın bize sunduğu iyiliklere sahip olmak aslında oldukça küçük bir kazançtır [Ezg. 5:16].
Felçli bir adamı kendisine getirdiklerinde iyileştirmeyi kararlaştırdıktan sonra Mesih Đsa
“Günahların bağışlandı” [Mat. 9:2] diyerek bize bu konuda bir hatırlatmada bulunmaktadır.
Mesih Đsa, Tanrı'nın bizi lütfu içine almasını ve bu barışın meyve vermesini isteme konusunda
düşüncelerimizi yoğunlaştırmaktadır.
Şu andaki günahlarımız için özel olarak itirafta bulunmamız ve her bir günah ve
suçumuzun Tanrı önünde bağışlanması için yakarmamız, karşılıksız merhamet içinde yerini
bulmadıkça Tanrı önünde ve gözünde bir anlam ifade edecek değildir. Yuhanna'nın ifadesi
buna tam olarak uymaktadır; “Ama günahlarımızı itiraf edersek, güvenilir ve âdil olan Tanrı
günahlarımızı bağışlayıp bizi her kötülükten arındıracaktır” [1Yu. 1:9]. Bu nedenle yasa
altında dua, kefaret kanıyla kutsanmalıdır [Yar. 12:8; 26:25; 33:20; 1Sa. 7:9]. Duaları
böylelikle kabul görmüş olacaktır. Aynı zamanda burada, bizim aslında ne denli değersiz
olduğumuza ve battığımız günah bataklığından çıkarılma onuruna sahip olduğumuza işaret
vardır. Bu tarz duanın güvenilirliğinin tek sebebi Tanrı'nın merhametidir.
10. Kişinin kendi doğruluğuna referans mı?
507
Bazen kutsalların doğruluklarının tasdiki konusunda Tanrı'yı yardıma çağırdıklarını
görüyoruz. Örneğin Davut; “Koru canımı çünkü senin sadık kulunum” [Mez. 86:2] diyor;
aynı şekilde Hizkiya “Ya Rab, yürekten bir sadakatle önünde nasıl yaşadığımı, gözünde iyi
olanı anımsa lütfen” [2Kr. 20:3; Yşa. 38:3]. Aslında bütün bu sözlerle söylemeye çalıştıkları,
Tanrı'nın lütufkâr olacağı konusundaki vaadi doğrultusunda Tanrı'nın çocukları ve
hizmetlileri şeklindeki tanıkları olarak yenilenme isteminden başka bir şey değildir.
Peygamber aracılığıyla “Rab’bin gözleri doğru kişilerin üzerindedir, kulakları onların
yakarışına açıktır” [Mez. 34:15; 33:16] sözleriyle Tanrı bize bu konuda öğretiş
vermektedir.343 Yine elçi Yuhanna, “O'ndan ne dilersek alırız. Çünkü O'nun buyruklarını
yerine getiriyor, O'nu hoşnut eden şeyleri yapıyoruz” [1Yu. 3:22] demektedir. Bu sözlerinde
elçi, bizim gayretimizden kaynaklanan bir liyakat sonucu duanın değer kazandığını
söylememektedir; bununla beraber, imanlıların olması gerektiği gibi art niyetsiz, doğru ve
suçsuzluğun farkındalığı üzerinde temellenmiş olarak dualarının Tanrı'yı hoşnut ettiğini
söylemektedir. Gerçekte Yuhanna Đncili'nde görme özürlü kişinin görmeye başladıktan sonra
söylediği gibi Tanrı günahkârları dinlemez [Yu. 9:31]. Bu sözler gerçekten Tanrı gerçeğini
ifade eden sözlerdir. Kutsal Yazılarda adet olduğu üzere kullanıldığı gibi “günahkârlar”
terimini en iyi biçimde anlamamıza yardımcı olmaktadır. Bu kişiler hiçbir doğruluk arzuları
olmaksızın kendi günahları üstüne yatıp uyuyanlardır. Tanrısızlığı amaç edinmekten
vazgeçmediği sürece hiçbir kalp Tanrı'yı samimi bir biçimde çağırmayacaktır. Đşte benzer
vaatlerden ötürü kutsallar tanıklıklarını, her Tanrı hizmetlisinin umut içinde olup kendisine
bunu hatırlattığı gibi kendi paklık ve suçsuzluklarını kendilerine ifade etmektedirler.
Yine bu kutsallar, Rab’bin önündeyken kendilerini düşmanlarıyla karşılaştırırlar,
adaletsizliklerden O'nun eli aracılığıyla kurtulmak isterler, genel olarak bu tarz duaları
kullanmaktadırlar. Hiç kuşkusuz bu karşılaştırmalarında kendi doğruluklarını ve yürek
sadeliklerini ifade etmelerinin yegâne sebebi, sebebin getireceği sonuca bağlı olarak daha çok
rehberliğini edinmek için Tanrı'ya doğru yönelme arzularıdır. Tanrı'ya bağlı kişi, Tanrı
önünde pak bir vicdandan zevk alır, bu nedenle Tanrı'nın doğru tapınanlara teşvik ve destek
vaatlerini üzerinde onamak ister. Niyetimiz bu bereketi O'nun ciğerinden söküp almak
değildir. Aksine Tanrı'ya bağlı kişinin duasına cevabı için güvencesinin hiçbir yeteneğe bağlı
olmaksızın yalnız Tanrı merhametinde olduğunu ileri sürebiliriz.
Dördüncü Kural: Güvenilir ümitle dua ederiz, 11-14
11. Đman ve ümit korkunun üstesinden gelir
Dördüncü kural şudur: Dualarımızın cevap bulacağı güvencesi içinde dua etme
konusunda teşvik olunmamız, samimi bir alçakgönüllülükle her şeyin üstesinden gelmemiz
anlamındadır. Aslında görünüşe göre sanki bir tezat söz konusudur. Bir tarafta Tanrı'nın
günaha karşı olmasından ötürü var olan âdil öfkesine maruz kalan kişilere lütfuyla sağladığı
korumasının güvencesi, diğer tarafta kendi kötülüklerinden ötürü sıkıntı çekenlere Tanrı'nın
iyiliğinin yetişmesi. Aslında bu iki farklı taraf arasında bir uyum vardır. Daha önceki
öğretişlerimize göre, tövbe ve iman birlikte hareket etmektedirler. Birbirlerinden
ayrılamayacak şekilde birbirlerine bağlıdırlar. Bununla birlikte, bir tanesi bizi oldukça kötü
bir duruma sokarken, diğer taraftan ötekisi bizi mutlu kılar.344 Bu nedenle dua sırasında her
iki tarafın da birlikte görülmesi gerekmektedir. Davut, konu üzerine hemfikir olduğunu şöyle
açıklamaktadır; “Bense bol sevgin sayesinde kutsal tapınağına gireceğim; oraya doğru
saygıyla eğileceğim” [Mez. 5:7]. Tanrı'nın iyiliği içinde imanın olması korkuyu defetmez.
Yalnızca O'nun görkemi bizi O'nun önünde boyun eğdirmez, aynı zamanda değersizliğimiz,
343
344
Yk. bk. m. 3.
III. iii.1-5
508
gururun unutulması ve kendimize güvenin yitirilmesi sonucu korkunun bizi sarması da bizi
O'nun önüne götürür.
Fakat “güven” derken ben bu sözü aklın mükemmel, tatlı bir sükûnet içinde ve her tür
sıkıntıdan kurtulmuş olması anlamında anlamıyorum. Aslında mükemmel sükûnet bir
anlamda bütün sorunların istenilen şekilde hallolduğu, kimsenin bakımına muhtaç
olunmadığı, tutku ve korkulara kapılıp kalınmadığı zamanlar için de söz konusu olmaktadır.
Fakat kutsalların durumunda, onları Tanrı'yı çağırma konusunda harekete geçiren en iyi şey,
ihtiyaçlarının oluşturduğu baskı, en büyük huzursuzlukları yaşayarak rahatsızlık hissetmeleri
ve neredeyse çıldıracak hâle gelmeleridir. Đşte tam bu noktada, iman kurtuluşlarına
yetişmiştir. Đşte böylesine şiddetli bir sarsıntı ortasında Tanrı'nın iyiliği onların üzerine
parlamıştır. Hastalıklarından inledikleri, eziyet çektikleri ve daha büyüklerinin korkusundan
kıvrandıkları anda bile aslında Tanrı'nın iyiliği onların üzerindedir. Böylesi büyük bir
zorluğun içinden çekip çıkarılacaklardır. Bu kaçıp kurtulma umudu ve tesellisi onlarla
birliktedir. Tanrı'ya bağlı kişinin duasında uygun bir biçimde iki tarafı da bünyesinde taşıyan
ve yansıtan iki his vardır. Bunların biri içinde bulunduğu hastalık ve bunun getirdiği korkudan
kişinin inlemesi, ıstırap çekmesi; bir diğeri ise aynı zamanda bir sığınak olarak Tanrı'ya
sığınması ve bu sığınmada mutlak kurtuluş bulacağının bilincinde olmasıdır. Umutsuzluk
ânında O'ndan bir lütuf talep etme ile güven eksikliğimizin Tanrı'yı ne denli harekete
geçirdiğini görmek oldukça şaşırtıcıdır.
Dua ve iman
Duanın doğası kadar hiçbir şey onlar için bu kadar uyumlu değildir. Bu, adeta onlar için
oluşturulmuş bir temeldir. Onlar şansla değil imanın rehberliğinde hareket etmektedirler.
Mesih bu kuralı şu sözleriyle hepimizin dikkatine sunmaktadır: “Bunun için size diyorum ki,
duayla dilediğiniz her şeyi daha şimdiden almış olduğunuza inanın, dileğiniz yerine
gelecektir” [Mar. 11:24]345. Aynı görüşü bir başka yerde de onaylamaktadır: “Đmanla dua
ederseniz dilediğiniz her şeyi alırsınız” [Mat. 21:22]. Yakup aynı ağızla şöyle demektedir:
“Đçinizden birinin bilgelikte eksiği varsa, herkese cömertçe azarlamadan veren Tanrı'dan
istesin; kendisine verilecektir. Yalnız hiç kuşku duymadan, imanla istesin” [Yak. 1:5-6]. Đman
kuşkuya karşıdır. Yakup burada imanın gücünü en uygun bir biçimde ifade etmektedir. Aynı
zamanda buna hemen dikkate değer bir eklemede bulunmaktadır; “Her bakımdan değişken,
kararsız olan kişi Rab'den bir şey alacağını ummasın” [Yak. 1:7]. Ayrıca Yakup kuşku duyan
kişiyi “rüzgârın sürükleyip savurduğu deniz dalgasına” benzetmektedir [Yak. 1:16].346
Bununla birlikte ilerdeki bölümlerin birinde Yakup doğru ve uygun olanın ne olduğunu
söylemektedir. Bu “imanla edilen dua”dır [Yak. 5:15]. Tanrı, herkese imanına göre vereceği
konusunda sık sık bizlere hatırlatmalarda bulunmaktadır [Mat. 8:13; 9:29; Mar. 11:24].
Burada bize iman olmaksızın hiçbir şeyi elde edemeyeceğimiz gösterilmek istenmektedir.
Özetleyecek olursak, duadaki istemin elde edilmesinin yegâne nedeni imandır. Bu,
Pavlus'un ünlü sözlerinde ifade ettiği gibidir ve bu sözler göz ardı edilemeyecek sözlerdir:
“Ama iman etmedikleri kişiye nasıl yakaracaklar? Duymadıkları kişiye nasıl iman
edecekler?” [Rom. 10:14]. “Đman, haberi duymakla, haberi duymak da Mesih'le ilgili sözün
yayılmasıyla olur” [Rom. 10:17]. Adım adım duanın başlama noktasının imandan olduğunu
çıkarırken Pavlus'un, Sözün vaaz edilip Tanrı'nın bize olan o nazik, ince ilgisi olduğunu
anlayıp kabul etmedikçe, Tanrı'nın kişisel olarak yaşama çağrılmasının mümkün olmadığını
söylediğini görüyoruz.
345
Luther, Enchiridion piarum precationum (Werke WA X. ii.395); Treatise of Good Works,
a.g.e.
346
Luther, Enchiridion piarum precationum (Werke WA X. ii.396)
509
12. Duanın kabul edildiği konusundaki kesinliğe itiraz etmenin karşısında olmak
Karşıtlarımız hiçbir zaman böyle bir konuyu derin olarak düşünmeyeceklerdir. Bu
nedenle biz inananlara Tanrı'nın lütfunun ve cömertliğinin onlar için olduğu konusunda emin
olmaları gerektiğini söylediğimiz zaman, dünyanın en olmayacak şeyini söylemişiz gibi
değerlendirme yapmaktadırlar. Bu kişiler doğru bir biçimde dua etmiş olsalar bile, eğer
Tanrı'nın ilâhi cömertliğinin farkında değillerse yine doğru bir biçimde Tanrı'ya yönelmiş
değillerdir. Hiç kimse yüreğinde onu yaşayıp hissetmedikçe imanın gücünü tam olarak
algılayamayacaktır. Đnsanların bu çizgi üzerinde aslında boş bir hayal dışında hiçbir şey
anlamadıklarını ifade eden tartışmaları neye işaret etmektedir? Edinmek istediğimiz bu
güvene olan ihtiyacımız ve bu güvenin değeri en başta O'nu çağırmakla öğrenilmektedir.
Kişinin bunu görememesi hassas olmadığını göstermektedir. O zaman bu tarz göremeyen
kişilerden bahsedelim. Ve Pavlus'un bu konu üzerine söylediklerini ciddiye alalım: “Ama
iman etmedikleri kişiye nasıl yakaracaklar? Duymadıkları kişiye nasıl iman edecekler? Tanrı
sözünü yayan olmazsa nasıl duyacaklar?” [Rom. 10:14]. Aslında bu kişilerin bu sözlerin
kendileri için olduğundan emin olmaları gerekir.
O zaman bu ne şekilde bir dua olacaktır? “Rab’bim, beni işitip işitmediğin konusunda
emin değilim ama sıkıntılar altında ezildiğimden ötürü, eğer gözünde biraz olsun değerim
varsa, bana yardımcı olabilirsin belki diye sana sığınıyorum”. Bu Kutsal Yazılarda
okuduğumuz hiçbir kutsalın ettiği duaya benzememektedir. Ve Kutsal Ruh, elçinin şu
sözlerindeki yönlendiriş şeklinde bizi bu tarz bir duaya yönlendirecek değildir. Elçinin
sözlerinde “Onun için Tanrı'nın lütuf tahtına cesaretle yaklaşalım; öyle ki, yardım
gereksindiğimizde merhamert görelim ve lütuf bulalım” [Đbr. 4:16] şeklinde bir ifade vardır.
Mesih Đsa'ya iman aracılığı ile cesur bir biçimde ve tam bir güvenle Tanrı tahtına
yaklaşmamız gerektiğini bize öğretmektedir [Ef. 3:12]. Eğer ürün verecek şekilde dua etmek
istiyorsak, o zaman talep ettiğimizi edineceğimize ilişkin güvenceye sıkı sıkıya sarılmamız
gerekmektedir. Tanrı bunu kendisi söylemiş ve peygamberleri de örneklemiştir. Yalnızca
sarsılmaz umudun güvencesi altında imanın verdiği cesaretle ortaya çıkıp kendisini ifade eden
dualarım Tanrı tarafından kabul görecektir. Basitçe imandan bahsedebilirdi. Ama yalnız imanı
değil buna cesur, özgür bir güvenin de içinde yer aldığı bir imandan bahsetmektedir. Aslında
bu nokta bizimle birlikte şans eseri aramıza gelişigüzel dağılmış olan imansızlardan bizi
ayıran en önemli noktadır. Mezmurlarda bütün topluluk şöyle dua emektedir: “Madem
umudumuz sende, sevgin üzerimize olsun, ya Rab!” [Mez. 33:22]. Başka bir yerde peygamber
aynı durumu ifade etmektedir: “Seslendiğim zaman ... biliyorum, Tanrı benden yana” [Mez.
56:9). Yine aynı şekilde: “Ne zaman seslensem, duyar beni” [Mez. 5:3] denilmektedir. Bu
kelimelerden anlaşılacağı üzere, umut eklenmedikçe dua boş bir biçimde havaya savrulan
kelimelerden ibarettir. Umut, Tanrı'yı gözetleme kulesinden gözlemek gibidir. Pavlus'un bu
konudaki teşvik edici sözleri de bunu ifade etmektedir: “Her zaman Ruh'un yönetiminde dua
edin” [Ef. 6:18]. Bu şekildeki dua beklenti ve sabırla gerçekleştirilen duadır. Ama öncelikle
kişinin “Kurtuluş miğferini ve Ruh'un kılıcını, yani Tanrı sözünü alması” [Ef. 6:16-17]
emredilmektedir.
Okuyucularım burada daha önce söylediklerimi hatırlasınlar: iman kendi pintiliğimiz,
yoksulluğumuz ve kirliliğimizin farkına varmamızla birleştiğinde yıkılıp giden bir şey
değildir.347 Birçokları yalnız Tanrı'yı hoşnut edecek bütün şeylerden yoksun kalmış değil aynı
zamanda birçok kusurların dehşet yükleri altında, günahlılıklarından ötürü acı çekip
ezilmektedirler. Bu durumun içinde debelenip dururken başka çıkar yolları olmadığı için,
içinde bulundukları bu durum kendilerini Tanrı’nın önüne atma cesareti verir. Dua, kibir
içinde hakkımız olan bir şeyleri edinmek maksatlı, kendimizi Tanrı'nın önüne atmak için
347
III. ii.22-26
510
hazırlanmış bir düzen değildir. Dua düzeni, suçlarımızın itirafı, ebeveyninden sorunları için
yardım talep eden çocuklar gibi sıkıntı ve acılarımızı O'na getirip sunmak için vardır.
Günahlarımızın oluşturduğu sınırsız karmaşa bizi adeta mahmuzlarcasına ya da dürtercesine
sürekli dua konusunda teşvik eder. Peygamber de bu konudaki örneği ile şöyle öğretmektedir:
“Acı bana ya Rab! Dedim. Şifa ver bana, çünkü sana karşı günah işledim!” [Mez. 41:4].
Gerçekten itiraf etmem gerekirse, eğer Tanrı bize yardımcı olmazsa bu fırlatılan okların
ölümcül sonuçları olabilir. O'nun hiçbir şeyle karşılaştırılamaz merhameti sayesinde, lütufkâr
Baba bize acil çareler sunmaktadır. Bu çareler karışık akılların yatıştırılması, sakinleştirilme,
korkuların defedilmesi ve bizi çok ince bir biçimde kendisine çekmesi şeklindedir. Bunların
olması demek, bütün keskin lekelerin ânında kaldırılması, engellerin yok edilip bütün yolların
dümdüz olması anlamında değildir.
13. Dua için teşvikte Tanrı buyruğunun ve vaatlerinin rolü
Öncelikle dua bize emredilmiştir. Bu emre itaat etmediğimiz sürece Tanrı'ya saygıda
kusur eden isyankârlar olduğumuz konusunda bir kanı söz konusudur.348 Mezmurda ifade
edildiği gibi, bundan daha değerli bir emir yoktur: “Sıkıntılı gününde seslen bana” [Mez.
50:15]. Tanrı'ya bağlı kişinin uygulama sorumlulukları arasında en sık bir biçimde dile
getirilen bu emirdir. Aslında bunun üzerinde durmama bile ihtiyaç yoktur. Efendi “Arayın”
demektedir, “Bulacaksınız; kapıyı çalın, size açılacaktır” [Mat. 7:7]. Aslında gereği üzere
burada bu emre bir vaat eklenmiştir. Bütün emirlere her durumda itaat edilmesi gerektiği
halde, kolaylıkla yalvarılabileceği ve söylenenlerin yerini bulacağı vaadi olmazsa büyük bir
çoğunluğun Tanrı'dan kaçacağı bir gerçektir.
Bu iki şeyin temelleştirilmiş olmasına karşın, Tanrı'ya doğrudan gelme konusunda
sağa sola kaytarmaya çalışanlar sadece isyancı değil aynı zamanda inatçıdırlar. Daha da ötesi,
vaatlere güvenmedikleri için de imansızlıklarını ilân etmektedirler. Daha da dikkate değer
olan şey, bu ikiyüzlülerin kendilerini alçakgönüllü gibi göstermelerine karşın, ılımlı bir
kibirlilik hâli içinde Tanrı'nın emrini küçümseyerek, O'nun lütufkâr davetini ibadetinin en
önemli bölümünü elinden alarak geçersiz kılarlar. Huzuruna uygun olmayan kurbanlar
getirme durumlarında bile Tanrı'nın lütfunu görmek mümkündür [Mez. 50:7-13]; ama
özellikle sıkıntı gününde seslenme, O'nun için her şeyin üstünde yer alan bir durum olarak
karşımıza çıkmaktadır [Mez. 50:15]. Bu nedenle, kendi istemini bize söylerken, bizi itaat
konusunda da istekli olmaya teşvik etmektedir. Hiç şüphesiz bağışlaması aslında bizi
çekmektedir. Bu nedenle Kutsal Yazı metinlerinde yer alan buyruklarına güvenle
uyabilmemiz konusunda Tanrı hep gözümüz önüne birtakım bayraklar yerleştirmiştir.
Çağrısıyla O'na yöneleceğimizin bilincinde olmasaydı bizler O'nun gözünde boş yere aceleci
davranmış olurduk. Bu nedenle kendisi bize sözleriyle yol açmaktadır: “Bunlar benim halkım
diyeceğim. Onlar da Tanrımız Rab’dir diyecekler” [Zek. 13:9]. Burada kendisine tapınanları
348
1536 ve 1539'daki basımlarda 12-15. maddelerin buradaki açıklamalardan daha uzun
olduğu görülmektedir. Örneğin bu nokta, 1539 baskısında “Bu bizi o en lütufkâr Babamızın
söylediği iki noktaya getirmektedir: bize dua konusundaki kesin emrine ve talep edeceğimiz
her şeyin cevabını alacağımıza olan vaadine”. Luther, Enchiridion piarum precationum
(Werke WA X. ii.395); Treatise of Good Works, 3. Emir, m. IV. v (Werke WA VI. 233 vd;
çev. Works of Martin Luther I. 226-227). Yazılar şunu kanıtlamaktadır: Çıkış 20:7'de
söylenildiği gibi bizlerin Tanrı'nın adını boş yere ağzımıza alma hakkımız yoktur. Bununla
birlikte, bizler gücünden, cömertliğinden, kuvvetinden, korumasından O'ndan talep ederek ve
bekleyerek, bütün yüceliği O'na vermek kaydıyla, muhteşem yüceliğini gönenmemiz emrine
de tâbiyiz. (OS IV. 313, dn.).
511
ne denli öne çıkardığını ve kendisini izlemelerini sağladığını görüyoruz. Aslında bu ifadeleri
ile Tanrı'nın yumuşaklığından ötürü bir korku hissedilmediğini de görüyoruz.
Özellikle Tanrı'nın soylu adı aklımıza geldiğinde ve O'na güvendiğimizde aslında her
zorluğun üstesinden gelebiliriz. “Ey Tanrı... duaları işiten, bütün insanlar sana gelecek” [Mez.
62:1-2]. Yakaranların dualarına rıza göstermesi dışında, doğasına uygun bir şeyin olmadığı
konusunu dile getiren bu ifadelerden daha sevimli daha hemfikir olunabilecek ne vardır?
Peygamberin buradan yalnız küçük bir kitle için değil, bütün ölümlüler için kapının açık
olduğunu çıkardığını görebiliriz; “Sıkıntılı gününde seslen bana, seni kurtarırım, sen de beni
yüceltirsin” [Mez. 50:15]. Bu kuraldan hareketle, Davut, Tanrı'nın kendisine talep ettiğini
edinme konusunda vaatte bulunduğunu öne sürmektedir. “Ey her şeye egemen Rab... 'senin
için bir soy çıkaracağım' diye kuluna açıkladın. Bundan dolayı kulun sana bu duayı etme
yürekliliğini buldu” [2Sa. 7:27]. Buradan, vaat kendisine açıklanıp kendisini teşvik edene dek
Davut'un korktuğu sonucuna varabiliriz. Bir başka yerde, Davut kendisini şu genel öğretişle
donatmaktadır: “Dileğini yerine getirir kendisinden korkanların” [Mez. 145:19]. Aslında
Mezmurlardaki şu gerçeğe dikkat etmeliyiz; eğer dua şeridimiz koparsa bazen Tanrı'nın gücü,
bazen Tanrı'nın iyiliği, bazen de O'nun vaatlerine olan sadakati bağlayıcı unsur olarak
karşımıza çıkar. Davut'un zamansız bir biçimde bu ifadeyi araya sıkıştırmasıyla, duasının
önemli kısmı aksamış gibi görünmektedir. Ama inanlılar kendi deneyimlerinden çok iyi
bilecekleri gibi, yeterince yakıt olmadıkça ateş canlı olmayacaktır. Buna göre, dualarımız
arasında hem Tanrı'nın doğasını hem de Sözünü bir arada derin düşünmek gereksiz değildir.
Davut'un örneğinde olduğu gibi, bizler zayıflamış olan ruhumuzu yeni bir gayretle tazelemek
için araya bir şeyler sıkıştırmayı küçümsememeliyiz.
14. Kişi, dehşet içinde değil saygıdan kaynaklı bir korkuyla güvenerek dua etmelidir
Böylesine tatlı vaatlerden oldukça zorlu ya da soğuk bir biçimde etkilenmiş olmamız
oldukça şaşırtıcıdır. Bu nedenle birçoklarımız labirent halindeki yolları tercih edip çeşmesini
bir kenara bırakarak kendimize kuru sarnıçlar kazmayı tercih ediyoruz [Yer. 2:13]. Bunu da
Tanrı'nın bize karşılıksız olarak veren cömertliğine rağmen yapıyoruz. Süleyman, “Rab’bin
adı güçlü kuledir, O'na sığınan kişi için doğru korunaktır” [Özd. 18:10] demektedir. Fakat,
Yoel tehdit eden o dehşet verici yıkım konusunda peygamberlik ettikten sonra şu ezberde
kalan sözleri söylemektedir: “O zaman Rab’be yakaran herkes kurtulacak” [Yoe. 2:3; Rom.
10:13]. Aslında biz bunu Müjdenin Yolu olarak da görüyoruz [Elç. 2:21]. Neredeyse yüz
kişiden ancak biri Tanrı'ya doğru yönelmektedir.349 Bunu Tanrı kendisi de Yeşaya'da şöyle
dile getirmektedir: “Onlar bana yakarmadan yanıt verecek; daha konuşurlarken işiteceğim
onları” [Yeş. 65:24]. Aynı şeyi bir başka yerde de lütfedip, bu onuru Mesih'in cemaatinin
bütün üyelerine yapmaktadır. “Bana seslenince onu yanıtlayacağım, sıkıntıda onun yanında
olacağım, kurtarıp yücelteceğim onu” [Mez. 91:15].350 Daha önce de değindiğim gibi benim
amacım,351 Tanrı'nın bizleri büyük bir incelikle kendisine çektiği belli başlı cümleleri
listelemek değildir. Genelde bu işlemi yaparken insanlar hep kendi hoşnutsuzluklarının ne
kadar bağlı kalıp kalmadığına bakarak yaparlar ve bütün bunların ortasında ağır aksak
tavırları da hep yerli yerinde kalır. Buna göre şu sözleri yeniden duymamızda yarar vardır:
“Rab kendisine yakaran, içtenlikle yakaran herkese yakındır” [Mez. 145:18]. Yeşaya'dan
Yoel'e dek nereye bakarsak bakalım Tanrı'nın dualarımıza dikkat ettiği hususunda bize garanti
verdiğini görürüz. Hatta “Bütün kaygılarımızı O'na yüklemek” [1Pe. 5:7; Mez. 55:22; Mez.
54:23] şeklindeki sunumuzdan da çok hoşnutluk duyduğunu anlayabiliriz. Dualarımızı
349
Krş I. iv.1; I. v. 8; III. xxiv.12
Comm. Ps. 91.3’de “Clavamit ad me”. Calvin burada “Invocamit me” demektedir, bu da
“Clamabit ad me”dir ve modern ifadelerde bu, gelecek zamanda kullanılmıştır.
351
Yk. bk. m. 13.
350
512
tereddütsüz ve korkudan uzak bir çerçeve içinde takdim ettiğimizde, Tanrı vaadinin tekil
ürününü edinmiş oluruz. O bizi ürküten görkemi içinde O'nun sözlerine güvenmeli ve bizim
seviyemize ulaşarak sunduğu o isimlerin en güzeli olan Baba ismiyle O'nu çağırmalıyız.
Bize kalan bütün bu kanıtlarla Rab’bin bizi işittiğine ikna olmuş olarak, dualarımızın
yeteneklerimize bağlı olmadığının bilincinde olmamızdır. Dualarımızın bütün değeri ve
umudu Tanrı vaatlerinin temeline dayalıdır ve aynı zamanda da bu vaatlere bağlıdır.352 Bu
nedenle inişlere, çıkışlara, başka yollardan destekler aramaya gerek yoktur. Kutsal atalar,
peygamberler ve elçilere övgü getiren kutsallık içinde, herhangi bir üstünlüğümüz olmasa
bile, onlara ve bize emredilen aynı şekilde dua etmemiz ve iman etmemiz gerekmektedir.
Daha önce yukarıda açıklandığı gibi, Tanrı, herkese çok yumuşak ve nazik olduğunu
açıklamış ve kendilerini çok mutsuz hissedenler için aradıklarını bulacakları umudunu
vermiştir. Bundan dolayı, hiç kimsenin başından sonuna (bazılarının dediği gibi) istisnası
olmadığı formlara, yürek doğruluğundan kaynaklı durumlara, kendisiyle olan tatminsizliğine,
alçakgönüllü olmaya ve imana, Tanrı ismini çağırırken ikiyüzlülüğümüzden ötürü saygısızlık
göstermememiz için dikkat etmemiz gerekmektedir. Lütufkâr Babamız kendisine gelmeleri
için insanlara ısrar etmekle kalmamakta, aynı zamanda her fırsatta onları harekete teşvikten de
çekinmemektedir: “… Rab … kuluna açıkladın… Bundan dolayı kulun sana bu duayı etme
yürekliliğini buldu. Ey Egemen Rab, sen Tanrı’sın! Sözlerin gerçektir ve kuluna bu iyi sözü
verdin. Artık bunu yapmaya başlai” [II. Sa. 7:27-29, krş. Vg.].Başka bir yerde de şöyle der:
“Verdiğin söz uyarınca ben kuluna bağışlaii” [Mez.119:76, mealen] Bütün Đsrailliler hep
birlikte, her ne zaman antlaşmayı hatırlayıp silahlansalar, Tanrı böyle emrettiği için, insanın
korkarak dua etmemesini yeterince söylerler. Burada atalarını, özellikle de Tanrı’nın elinden
aldığı birçok merhamete layık olmadığını kendine itiraf ettikten sonra [Yar. 32:10], Tanrı’dan,
yapma vaadinde bulunduğu daha büyük şeyleri yine de istemeye cesaret ettiğini söyleyen
Yakup’u [krş. Yar. 32:12-13] örnek alırlar.
Ama imansızlar, her ne kadar sahte davranış sergilerse sergilesinler, zorunlulukların
yaptığı her baskıyı Tanrı’ya bırakmadıklarında onu aramazlar, ona yakarmazlar. Yeni tanrılar
ve putlar yaparak O’nu onurlandırmadıkları kadar hakkını da yerler, çünkü böyle yaparak
bütün iyi şeylerin yazarının Tanrı olduğunu inkar ederler. Öte yandan, Tanrı’ya bağlı olan
kişiyi bütün kuşkularından kurtarmak için hiçbir şey şu düşüncenin güçlendirilmesinden daha
etkili değildir: Onlar, itaatten başka hiçbir şeyin gözüne hoş görünmediğini duyuran Tanrı’nın
buyruklarına uyarlarken, herhangi bir ertelemenin onları engellemesinin bir nedeni yoktur.
Daha önce söylediğim şey, daha net bir ışıkta şimdi yeniden görülmektedir: Doğru dua
eden gözü pek bir ruh korku, saygı ve endişeyle uyum içindedir ve Tanrı’nın yere secde
edenleri kaldırması absürd değildir. Görünüşte aralarında uyum olmayan ifadeler bu şekilde
güzelce uyuşur. Yeremya ve Daniel, dualarını Tanrı’nın önüne serdiklerini söylerler [Yer.
42:9; Dan. 9:18]. Yeremya başka bir yerde “Yalvarmalarımızın önüne düşmesine izin ver ki,
halkından geriye kalanlara merhamet edilsin”iii [Yer. 42:2] der.Öte yandan imanlılara sık sık
352
Luther, Enchiridion piarum precationum (Werke WA X. ii.395)
II. Sa. 7:29: “Şimdi önünde sonsuza dek sürmesi için kulunun soyunu kutsamanı diliyorum.
Çünkü ey Egemen Rab, sen böyle söz verdin ve kulunun soyu kutsamanla sonsuza dek kutlu
kılınacak” Mart 2003³; “ve ebediyen senin önünde olsun diye kulunun evini mübarek kılmak
şimdi sana hoş görünsün; çünkü, ya Rab Yehova, sen söyledin ve kulunun evi senin
bereketinle ebediyen mübarek kılınsın” 1995 (çev. n.).
ii
Mez. 119:76: “Ben kuluna verdiğin söz uyarınca, Sevgin beni avutsun.” ” Mart 2003³;
“Niyaz ederim, kuluna olan sözüne göre, Đnayetin bana teselli olsun.” 1995 (çev. n.)
iii
Yer. 42:2: “Peygamber Yeremya’ya şöyle dediler: ‘Lütfen dileğimizi kabul et! Bizim için,
bütün sağ kalan bu halk için Tanrın Rab’be yakar. Çünkü bir zamanlar sayıca çok olan bizler
gördüğün gibi şimdi azınlıkta kaldık ’” Mart 2003³; Yer. 42:2-3: “Yeremya peygambere
i
513
“dualarını kaldırmaları” söylenir. Hizkiya, peygamberden kendi adına aracılık etmesini
isterken böyle söyler [2Kr. 19:4]. Davut, duasının “buhur gibi” havaya yükselmesini ister
[Mez. 141:2]. Yani, Tanrı’nın baba gibi sevdiğine inanarak, kendilerini seve seve onun
korumasına adamalarına ve onun özgürce vaat ettiği yardım için yalvarmakta tereddüt
etmemelerine rağmen, utancı reddetmişler ama kendilerini alçaltmalarında hala yakaran
kişiler olarak kalmalarına dair verilen sözlerin adımlarıyla tırmanıyorlarmış gibi, yine de
pervasız bir güvenle sevinmezler.
(Tanrı hatalı dualara da kulak verir, 15-16)
15. Sapkın duaya kulak verme
Burada birden çok soru ortaya çıkar: çünkü Kutsal Yazı, bazı dualar hiç de esenlikli ya
da itidal sahibi bir yürekten çıkmasa da, Tanrı’nın onların gerçekleşmelerini bağışladığını
anlatır. Bu nedenden dolayı, tutkulu bir öfkenin ve öç almanın coşkusuyla Yotham, Şekem
halkına, daha sonra başlarına gelecek bir felaket andı içmişti [Hak. 9:20]. Bedduayı kabul
ederek Tanrı, kontrolden çıkan olayları onaylamış gibidir. Şimşon, “Güçlendir beni ey Rab,
sünnetsizlerden öcümü alayım”iv[Hak. 16:28 p.] dediğinde onu da böyle bir tutku ele
geçirmişti. Haklı bir coşkuyla karışık olsa bile, yine de yakıcı ve bu nedenle de kötücül olan
öç alma isteği kontrol altındaydı. Tanrı, yakarının karşısında bağışta bulundu. Buradan,
duaların Söz’ün kuralına uygun bir çerçevede olmasa da, etki yapabildiği sonucunu
çıkarabiliriz gibi geliyor.
Evrensel yasanın bireysel örneklerle yürürlükten kaldırılmadığı, dahası, kimi kez bazı
insanlara özel itici güçlerin verildiği, bu güçlerle onlara sıradan halktan farklı bir önem
verildiğinin ortaya çıktığı yanıtını veriyorum. Çünkü öğrencileri düşüncesizce, Đlyas’ı örnek
almasını istediklerinde Mesih’in, onlara nasıl bir ruh bağışlandığını bilmedikleri cevabını
verdiğine [Luk. 9:55] dikkat etmeliyiz.
Ama daha da öteye gidebiliriz: Tanrı’nın kabul ettiği dualar her zaman gözüne hoş
görünmez. Ama örnek vermek gerekirse, Kutsal Yazı’nın bize öğrettiği şey, net kanıtlarla
açıklanır: Tanrı, kötü durumda olana yardım eder ve yardım etmesi için yakaran, haksız yere
üzülenlerin inlemelerine kulak verir; bu nedenle, yoksullar şikâyetlerini ona kaldırdıklarında,
bu şikâyetler kabul edilmeye çok az değse de, hükümlerini uygular. Tanrı acımasızlığı,
soygunculuğu, şiddeti, şehveti ve Tanrı’yı tanımayanların diğer suçlarını cezalandırdığını,
onların küstahlıklarını ve öfkelerini susturduğunu, zorbaların güçlerini de yıktığını, haksızca
baskı yapılanlara ama bilinmeyen bir tanrıya dua ederek boşuna uğraşanlara yardım ettiğini
daha ne kadar sık söylesin? Bir mezmur, iman aracılığıyla göğe ulaşmayan duaların yine de
etkisiz olmadığını açıkça öğretir. Mezmur, imanlılar kadar imanlı olmayanların da, normal bir
duygu olarak, kaçınılmaz bir sıkıntıya düştükleri, bununla beraber sonuçta Tanrı’nın onlara
karşı lütufkar olduğunun kanıtlandığı bu duaları bir araya getirir [Mez 107:6, 13, 19] Bunun
nedeni, Tanrı’nın duaların kabul edilebilir olduğunu böyle sevecenlikle söylemesi mi? Hayır,
imanlı olmayanların duaları reddedilmediğinde, bu koşullar Tanrı’nın merhametini vurgular
ya da aydınlatır; gerçekten ibadet edenler, kimi kez günahlı ağlayışların bile iyilikle
sonuçlandığını gördüklerinde yine daha çok dua etmeye teşvik edilirler.
Yine de imanlıların Tanrı’nın kendilerine kabul ettirdiği yasadan vazgeçmelerinin ya
da iman etmemiş olanların istediklerini almış olmaları onlara büyük kazanç sağlamış gibi,
dediler: Rica ederiz, yalvarışımız senin önüne düşsün ve bizim için, bu bakiye için (çünkü
çokluktan artakalan az adamlarız, nasıl ki, gözlerin bizi görüyor) Allahın Rabbe dua et de,
yürüyeceğimiz yolu ve yapacağımız şeyi Allah Rab bize bildirsin” 1995.
iv
Hak. 16:28: “Ey Tanrı, bir kez daha beni güçlendir; Filistiler’den bir vuruşta gözümün
öcünü alayım” Mart 2003³; “Ey Allah, beni kuvvetlendir de Filistilerden iki gözüm için
birden öç alayım” 1995. (çev. n.)
514
iman etmemişlere özenmelerinin nedeni yoktur. Seçilmişler Tanrı’yı yatıştırmak için
gerçekten ona dönerek geldiklerinde, seçtiği kişinin ona yakarmasının ne kadar kolay
olduğunu bu delille kanıtlamak için, Tanrı’nın, Ahav’ın sahte pişmanlığından [IKr. 21:29]353
bu şekilde etkilendiğini söyledik. Bu nedenle Mezmur 106’da yakarmalarının kabul edildiğini
gördükleri [Mez. 106:8-12) ve kısa süre sonra da inatçı doğalarına döndükleri için [Mez.
106:43; krş. 106:13 v.d.d.] Tanrı, Yahudileri suçlar. Bu, Hakimler’in tarihinde de
mükemmelce açıktır: Đsrailliler her ne zaman ağlasalar, gözyaşları sahte bile olsa, yine de
düşmanlarının ellerinden kurtarılırlar [krş. Hak. 3:9]. Tanrı’nın güneşini, iyinin ve kötünün
üzerinde fark gözetmeden parlatması gibi [Mat. 5:45] davalarında haklı ve üzüntülerinden
kurtulmaya değer olanların ağlamalarını hor görmez. Bu arada, kötülerin dualarını dinlerken,
onun iyiliğini hor görenlere, sağladığı yiyecekten daha fazla kurtuluş bağışlamaz.
Đbrahim ve Samuel örneklerinde daha zor sorular ortaya çıkar gibidir-biri, Tanrı’nın
sözünün emri olmadan Sodom halkı için dua eder [Yar. 18:23], diğeri kesin yasağa rağmen
Saul için dua eder [I Sa. 15:11].Yeremya da, şehrin yıkıma uğramasının önlenmesi için dua
ederken aynı şekilde davranır [Yer. 32:16 vdd.]. Çünkü reddedilmenin acısını çekseler de,
imanları olmadığı için onları yargılamak güç gelir. Ama bu çözümün ılımlı okurları tatmin
edeceğine güveniyorum: Tanrı’nın bize emrettiği genel ilkelere güvenerek, değersiz olanlara
bile merhamet bağışlanır, bu belirli örnekte onları, kendi görüşleri aldatsa bile, onlar imandan
tamamıyla yoksun değillerdir. Bir yerde Augustine bilgelikle şöyle der: “Kutsallar, Tanrı’dan,
kendi hükmüne karşı bir şey istediklerinde nasıl imanla dua ederler? Onun istemine uygun
dua ederler, bu istem gizli ve değişmez değildir ama onlara, bilgelikle karar verdiğinde
Tanrı’nın kendilerine başka şekilde de kulak verebildiğini esinler.”354 Doğru söylemiş. Çünkü
Tanrı, imanla yanılgının karışımı olan kutsalların dualarının geçersiz kılınmadığı akıl almaz
planına göre, olayların sonucunu değiştirir. Ama buna, kutsalların kendilerini haklı
çıkarmalarından daha geçerli olan bir taklit örneği diye bakılmamalıdır; kutsalların ölçüyü
kaçırdıklarını yadsımıyorum. Bu nedenle, hiçbir vaadin kendini belli etmediği yerde
Tanrı’dan koşullu olarak istemeliyiz. Davut’un şu sözü burada uygundur: “Uyan… hükmü
sen emrettin”v Çünkü o, geçici bir yarar istemek için özel bir kehanetle kendisine emir
verildiğini gösterir.
16. Dualarımıza ancak Tanrı’nın bağışlayıcılığı aracılığıyla cevaplanabilir
Şu da dikkate değer: Doğru dua etmenin dört kuralında sözünü ettiğim şey, doğru
tasarlanmış coşkulu bir istek ve yakarışlarla beraber, Tanrı’nın ne mükemmel bir iman ne de
pişmanlık gördüğü bu duaları reddetmesini bu kadar kesin olarak gerektirmez.
Dua, Tanrı’ya saygı duyan kişiyle Tanrı arasında içtenlikli bir sohbet olsa da, çeşitli
isteklerin dizginlerini salıvermememiz ve Tanrı’nın izin verdiğinden daha çoğunu
istemememiz için saygının ve ılımlılığın korunması gerektiğini, Tanrı’nın görkeminin bizim
için değersiz duruma gelmemesi için zihinlerimizi ona saf ve pak şekilde saygı göstermeye
kaldırmamız gerektiğini söyledim355.
Şimdiye kadar hiç kimse bunu tam olarak doğru yapmamıştır; çünkü tek tek
bireylerden söz etmezsek, Davut’un kaç şikâyetinde aşırılık tadı vardır! Tanrı’ya isteyerek
sitem etmez ya da hükümleri karşısında bağırıp çağırmaz ama zayıflıktan güçsüz düşerek,
353
III.iii.25.
354
Augustinus’un dili üzerine bir varyasyon, City of God XXII, ii. 1-2 (MPL41.753; çev.
NPNF II. 449 v.d.)
v
Mez. 7:6 “Öfkeyle kalk, ya Rab! Düşmanlarımın gazabına karşı çık! Benim için uyan!
Buyur adalet olsun” Mart 2003³; “Hiddetinle kalk, ya Rab; Hasımlarımın gazabına karşı
yüksel; Ve benim için uyan; hükmü sen emrettin” 1995 (çev. n.)
355
Yk. bk. m. 4-5 .
515
kendi üzüntülerini Tanrı’nın kucağına dökmekten başka daha iyi bir teselli bulamaz. Ama
Tanrı, ne zaman bir şey elimizde olmadan bizden kaçsa kekelememize göz yumar,
cahilliğimizi bağışlar; aslında bu merhamet olmasaydı dua etme özgürlüğü de olmazdı. Ama
Davut’un Tanrı’nın istemine tamamıyla boyun eğmeye niyet etmesine ve istediğini elde
etmek için coşkudan hiç de daha az olmayan sabırla dua etmesine rağmen, yine de ortaya
koyduğumuz birinci kurala hiç uymayan –kimi kez oldukça köpürmüş- çalkantılı duygular
ortaya çıkar.
Bu kutsal insanın ne kadar şiddetli acı çektiğini, bu nedenle kendini kontrol
edemediğini özellikle Otuz Dokuzuncu Mezmur’un sonunda görebiliyoruz. “Beni yalnız
bırak” der, “göçüp artık yok olmadan önce”vi [Mez. 39:13]. Bu çaresiz insanın, Tanrı’nın elini
çekmesiyle kendi kötülüklerinin içinde çürümekten başka bir şey istemediği söylenebilir.
Đsteyerek aşırılığa koşmaz ya da günahlıların alışkanlık edindikleri gibi, Tanrı’dan uzak
olmayı istemez ama onun tek şikâyeti Tanrı’nın öfkesinin dayanılmaz olmasıdır. Bu çilelerde
çoğunlukla, Tanrı’nın Sözü’nün kuralına yeterince uygun olmadan dile getirilmiş ve
kutsalların, yasaya uygun ve işe yarar olduğunu yeterince tartmadıkları yakarışlar vardır.
Böyle kusurlarla lekelenmiş bütün dualar reddedilmeyi hak eder; bununla beraber kutsalların
günahlarından ötürü üzüntü duymaları, kendilerini cezalandırmaları ve hemen kendilerine
dönmeleri için Tanrı onları bağışlar.
Onlar aynı şekilde, ikinci kuralla ilişkili olarak da günah işlerler;356 çünkü kendi
soğukluklarıyla sürekli mücadele etmek zorundadırlar ve ihtiyaçları, perişanlıkları ciddiyetle
dua etmeleri için yeteri kadar sert bir itici güç olmaz. Artık çoğunlukla zihinleri karışır,
neredeyse uçup gider; buna uygun olarak, bizim isteksiz veya kötürüm edilmiş ya da kesintiye
uğramış ve belirgin olmayan dualarımız reddedilmesin diye, bu açıdan da bağışlanmaya
ihtiyaç vardır. Tanrı, insanların zihnine doğası gereği, ancak zihinleri kaldırıldığında
dualarının yasaya uygun olduğu ilkesini ekmiştir. Bu nedenle, daha önce söz ettiğimiz357 elleri
yukarıya kaldırma alışkanlığı – her çağda ve her halkta yaygındı, hala da güçlüdür. Ama
ellerini yukarıya kaldıran birinin, yüreği hala yerde durduğu için, kendi duyarsızlığının
farkında olması ne kadar nadirdir?
Günahların bağışlanmasının istenmesiyle ilişkili olarak, hiçbir imanlı bu konuyu ihmal
etmese de, dualarında ayetleri doğru söyleyenler, Davut’un söz ettiği kurbanın onda birini bile
sunmadıklarını bilirler: “Tanrı için kabul edilebilir olan kurban kırılmış bir ruhtur; pişman ve
alçakgönüllü bir yüreği hor görmezsin, Ey Tanrı”vi [Mez. 51;17, krş. Vg ve Comm.]. Buna
uygun olarak, insanlar her zaman iki misli bağışlanmak istemelidirler, çünkü birçok suçlarının
farkındadırlar. Bu, onları hâlâ etkilemeyen, kendilerinden gerektiği kadar hoşnut olmamaları
duygusudur ama bir nedeni de, onlara, pişmanlık duyarak ve Tanrı’dan korkarak yarar
sağlama bağışlandığından, suçlarından dolayı haklı bir üzüntü içinde hükmün öfkesinin
önlenmesi için dua ederler.
vi
Mez. 39: 13: “Uzaklaştır üzerimden bakışlarını, Göçüp yok olmadan mutlu olayım!” Mart
2003³; “Benden göz çevir de Göçüp yok olmadan ferahlanayım” 1995 (çev. n.)
356
Yk. bk. m. 6.
357
Krş. Yk. bk. m. 5.Ayrıca krş. Aş. bk. m. 29; Comm. Mez. 63.4; Elç. 20:36; Comm. I.
Ti.2:8. Duada ellerin havaya kaldırılması antik çağda yaygındı (HDRE X. 183, 201) bu,
monastisizmde ve kilisenin pişmanlıkla ilgili disiplininde uygulanan beden duruşlarından biri
oldu. Krş.McNeil ve Gamer, Medievel Handbooks of Penance, s.33 v.d., 144, 146. Calvin,
toplu ibadette diz çökmeyi onaylar, IV. X.30.
vi
Mez.51:17 “Senin kabul ettiğin kurban alçakgönüllü bir ruhtur, Alçakgönüllü ve pişman bir
yüreği hor görmezsin, ey Tanrı” Mart 2003³; “Allahın kurbanları kırılmış ruhtur; Ey Allah,
kırılmış ve ezilmiş yüreği hor görmezsin” 1995
516
Her şeyden çok, Tanrı’nın merhameti imdatlarına yetişmezse, imanlıları kirleten
zayıflık ve eksikliktir; ama tabii ki, Tanrı bu kusuru bağışlar, çünkü imanlarını yok etmeyi
özellikle amaçlarmış gibi, kendine ait olanları güç sınamalardan geçirir. Bu sınamanın bütün
zorluğu, sanki dua edenler Tanrı’yı rahatsız ediyorlarmış gibi, imanlıların “Ne zamana kadar
kulunun duasına öfkeleneceksin?”vii [Mez.80:4; krş. 79:5, Vg.] diye bağırmak zorunda
olduklarını hissettikleri yerdir. Yeremya “[Tanrı] duama set çekiyor” (Ağı. 3:8] dediğinde,
şiddetli ıstırap çektiğinden kuşku yoktur. Kutsal Yazı’da bu tür sayısız örnek görülür, buradan
kutsalların imanının, inanırken ve ümit ederken, imanın bazı gereklerine ihanet edecek kadar
çoğunlukla karıştığı ve kuşkularla bulandığı anlaşılmaktadır. Ama istenen hedefe
ulaşamadıklarından, hatalarını düzeltmek için çok çaba göstermeli ve her gün mükemmel dua
etme kuralına daha çok yaklaşmalıdırlar. Bu arada, Tanrı hepsi serpilmiş olan noktalara
tepeden bakmazsa, onun adil olarak, nefret etmediği hiçbir duanın olmadığını görerek, her
çarelerinde kendilerine yeni hastalıklar getiren, saplandıkları kötülüğün derinliğini de
hissedeceklerdir. Đmanlıların ne olursa olsun kendilerini güvenle bağışlayabilmeleri ama
kendilerini ciddi şekilde cezalandırarak bu engellerin üstesinden gelmeleri için bu konuları
anlatmıyorum; Şeytanın onların dua etmelerine engel olmak için bütün yolları kapamaya
çalışmasına rağmen, imanlılar bütün engellerden kurtulamasalar da, hemen elde edilemeyen
bir hedefe doğru çaba göstermeleri ve bu hedefi istemeleri koşuluyla, çabalarının yine de
Tanrı’nın gözüne hoş göründüğüne ve yakarışlarının onaylandığına kesinlikle inanarak bu
engelleri yarıp geçmelidirler.
(Mesih’in aracılığı, 17-20)
17. Đsa’nın adıyla dua
Hiçbir insan Tanrı’nın huzuruna çıkmaya ve gözüne gözükmeye layık olmadığı için,
Göklerdeki Babamız, yüreklerimizi umutsuzluğa düşürebilecek olan utanç ve korkudan bizi
derhal özgür kılmak amacıyla, savunucumuz olan [IYu. 2:1] ve ona aracılık eden [I. Ti. 2:5;
krş. Đbr. 8:6 ve 9:15] kendi Oğlu’nu, Rab’bimiz Đsa Mesih’i bize vermiştir. Onun
rehberliğinde, Tanrı’ya güvenle gidebiliriz, Baba hiçbir şeyi ondan esirgemediği için, böyle
bir aracının adıyla isteyeceğimiz hiçbir şeyin bizden esirgenmeyeceğine güvenebiliriz. Đman
konusunda daha önce öğrendiğimiz her şey buna işaret etmelidir. Vaat, Mesih’in Aracı’mız
olduğunu söylerken, isteklerimizi elde etme umudumuz ona bağlı değilse bu, duayı yarardan
yoksun bırakır.
Tanrı’nın huşu uyandıran görkemi358 akla gelir gelmez, Mesih, huşu veren görkem
tahtını lütuf tahtına dönüştürmek için aracı olarak ortaya çıkıncaya kadar, değersizliğimizi
kabul ederek ancak titreyebiliriz. Elçi de ortaya çıkmak, merhamet edilmek ve zamanında
yardımla lütuf bulmak için tam bir güvenle nasıl cesaret edeceğimizi öğretir [Đbr.4:16].
Tanrı’ya yalvarmak için bir kural getirildiğinden ve ona yalvaranların işitileceğine dair söz
verildiğinden, bize özellikle Mesih’in adıyla Tanrı’ya yalvarmamız da emredilir; onun adıyla
istediğimiz şeyi elde edeceğimize dair bize söz verilir. “Şimdiye dek” der Mesih, “benim
adımla bir şey dilemediniz. Dileyin alacaksınız” [Yu. 16:24] “O gün dileyeceğinizi benim
adımla dileyeceksiniz” [Yu. 16:26] ve “Baba Oğul’da yüceltilsin diye, benim adımla
dilediğiniz her şeyi yapacağım” [Yu. 14:13].
Bu nedenle, Tanrı’ya Mesih’inkinden başka bir adla yalvaranların inatla onun
emirlerine itaat etmedikleri ve istemini sıfır saydıkları tartışmasız olarak açıktır –aslında
vii
Mez. 80:4 “Ne zamana dek halkının dualarına ateş püsküreceksin?” Mart 2003³; “Kavmının duasına karşı, ne
vakte kadar gazaplanacaksın” 1995
358
“Horribilis Dei maiestas.” Krş. III.xxiii.7: “decretum… horribile.”
517
hiçbir şey elde etme sözü verilmez. Aslında Pavlus’un dediği gibi, “Tanrı’nın bütün vaatleri
Mesih’te ‘evet’ ve ‘amin’dir”vi [2Ko. 1:20].Yani, bunlar kabul edilir ve gerçekleştirilir.
18. Aracımız olarak dirilen Mesih
Mesih göğe yükseldikten sonra öğrencilerine, onun aracılığına sığınmalarını emrettiği
zamanın koşullarına dikkatle bakmalıyız. “O saatte” der, “benim adımla isteyeceksiniz” [Yu.
16:26].
Başlangıçtan beri duaları işitilmeyenlerin, Aracı’nın lütfuyla kurtuldukları kesindir. Bu
nedenle Tanrı, yasasında kutsal yere tek başına giren kahinin omuzlarında Đsrail kabilelerinin
adlarını taşımasını, göğüslüğünde de aynı sayıda değerli taş bulunmasını [Çık.28:9-21], ama
halkın avludan uzak durarak yakarışlarında kahine katılmasını öğretmiştir. Hatta duaların
onaylanmasında ve güçlendirilmesinde kurbanın da değeri vardı. Bu nedenle, yasanın
önceden belirttiği359 bu tören, hepimizin Tanrı’nın huzurundan uzak tutulduğumuzu, sonuçta
bu kişide duyulmamız için bizim adımızla ortaya çıkıp, bizi omuzlarında taşıyan, bizi göğsüne
bağlı tutan bir Aracıya ihtiyacımız olduğunu;360 dahası, dualarımızın O’nun serpilen kanıyla
temizlendiğini de –belirtildiği üzere, aksi takdirde dualar asla kirlilikten kurtulmaz- bize
öğretir. Kutsalların bir şey elde etmek istediklerinde umutlarını kurbana bağladıklarını, çünkü
kurbanların, bütün yakarışların kabul edilmesi olduğunu bildiklerini görüyoruz. “Bütün
sunularını anımsasın” der Davut, “yakmalık sunularını semizletsin!”viii [Mez.20.3]. Buradan,
başlangıçtan beri Tanrı’nın, kendisine iman eden kişilerin yakarışlarını kabul etmesi için,
Mesih’in aracılığıyla yatıştırıldığı sonucunu çıkarıyoruz.
Aramızda daha çok onaylanmaya değer olan ve bugün daha da görkemli olan bu lütuf
değilse, öyleyse neden Mesih öğrencilerinin dua etmeye başlayacakları yeni bir saat saptar?
Çok az önce aynı anlama gelen bir şey söylemişti: “Şimdiye dek benim adımla bir şey
dilemediniz; dileyin” [Yu. 16:24]. Yahudilerin hepsine bu ilkeler konusu çok iyi
öğretildiğinden ama Mesih’in, göğe yükselmesiyle öncekinden daha kesin şekilde kiliseyi
savunacağını henüz net olarak anlamadıklarından Aracılık görevini de kesinlikle anlamış
değillerdi. Bu nedenle, olağanüstü yararı olan yokluğunda onların üzüntülerini dindirmek için,
Mesih savunuculuk görevini üstlenir ve onun korumasına güvenerek Tanrı’ya daha özgürce
yakardıklarında, şimdiye kadar yoksun oldukları özel bereketin, kullanmaları için onlara
verileceğini öğretir. Elçi bu nedenle, onun kanıyla yeni bir yolun kutsandığını söyler
[Đbr.10:20]. Sadece bize nasip edilen, aslında bu tahmin edilemeyecek yararı, deyişteki gibi
iki kolumuzla kucaklamazsak itaatsizlik eğilimimiz daha az bağışlanabilirdir.
19. Đmanlılar birbirlerine aracılık etmeleri için bile, Mesih tek Aracıdır
Artık Mesih, Tanrı’ya gelmemiz için [krş. Yuhanna 14:6] bize bağışlanan tek yol, tek
yaklaşma olduğundan, bu yoldan sapanların ve yaklaşmaktan vazgeçenlerin geriye ne yolu ne
de Tanrı’ya yaklaşmaları kalır; Tanrı’nın tahtında öfke, hüküm ve korkudan başka bir şey
kalmaz. Üstelik Baba onu Başımız [Mat. 2:6], Önderimiz [1Ko. 11:3; Ef. 1:22; 4:125; 5:23;
Kol.1:18] olarak mühürlediğinden [krş. Yu. 6:27] ondan herhangi bir şekilde sapanlar ya da
ayrılanlar Tanrı’nın vurduğu damgayı yok etmek ve şeklini bozmak için kendi düzeylerini alt
vi
2Ko. 1:20 “Çünkü Tanrı’nın bütün vaatleri Mesih’te ‘evet’tir. Bu nedenleTanrı’nın yüceliği
için Mesih aracılığıyla Tanrı’ya ‘amin’ deriz” Mart 2003³; “Çünkü Allahın ne kadar vaitleri
varsa eveti ondadır;bundan dolayı bizim vasıtamızla Allaha izzet için Amini de onun vasıtası
iledir” 1995 (çev. n.).
359
“Umbratilis.” krş. II.vii. 1, 16;II.viii.28;II.ix. 3,4;II. Xi. 2-6.
360
krş. Comm. Harmony Four Boks of Moses, Çık. 28:9-21
viii
“Bütün tahıl sunularını anımsasın, Yakmalık sunularını kabul etsin!” Mart 2003³; “Bütün
takdimelerini ansın, Ve yakılan takdimeni kabul etsin” 1995 (çev. n.)
518
etmeye çalışırlar. Bu nedenle Mesih, bizim tek Aracı’mız olarak atanmıştır, onun aracılığıyla
Baba bize lütufta bulunur ve kolayca bağışlar.
Bu arada yine de kutsallar, bir diğerinin kurtuluşunu Tanrı’dan isteyerek, aracılıklarını
hala sürdürürler. Elçi bundan söz eder [1Ti. 2:1] ama her şey sadece Mesih’in aracılığına
bağlıdır, şimdiye kadar bunlar onun adını zedelemekten uzak olmuştur. Bunlar, bir bedenin
üyeleri olarak, birbirimizi isteyerek ve özgürce kucakladığımız sevgi duygusundan
fışkırdığından, Baş’ın birliğiyle de ilişkilidir. Bu nedenle bu, Mesih’in adıyla böyle aracılık
edildiğinde de, Mesih aracılık etmezse hiçbir duanın hiç kimseye yardımı olamadığından
başka neyi kanıtlar? Mesih, bu aracılığıyla bizim kilisede birbirimiz için yakarmamıza engel
olmaz. O zaman bütün kilisenin bütün dualarını bu tek aracıya yönlendirmemiz yerleşmiş bir
ilke olsun. Aslında özellikle bu nedenden dolayı nankörlükten sakınmalıyız, çünkü Tanrı
değersizliğimizi bağışlayarak, bireylerin sadece kendileri için dua etmelerini onaylamaz,
insanların birbirleri için de yakarmalarına izin verir. Tanrı, herkes özellikle kendisi için dua
ederse, usule uygun olarak reddedilmeyi hak eden kilisesini savunacak kişiler atadığında,
Mesih’in onurunu gölgede bırakan bu cömertliği kötüye kullanmak ne kadar sapık bir
küstahlıktır?
20. Mesih, ezeli ve ebedi Aracıdır
Sofistlerin şu sözü sadece anlamsızdır: Mesih kefaretin Aracısıdır ama imanlılar
duanın aracılarıdır.361 Sanki zamanında Mesih sadece kullarına sonsuz ve ölümsüz bir
aracılıkta bulunmak için aracılık etmiştir! O’nun onurundan bu küçücük parçayı kesip alanlar
kuşkusuz, O’na kibar davranmış oluyorlar! Ama Kutsal Yazı, bu hilekârlara aldırmayarak,
Tanrı’ya bağlı bir insanı doyurması gerektiği şekilde basit olarak, çok farklı konuşur.
Yuhanna “Biri günah işlerse Đsa Mesih bizi Baba’nın önünde savunur” [1Yu. 2:1] dediğinde
bu, Mesih’in ilk ve son kez savunucu olduğu ya da daha çok, Mesih’e sürekli aracılık
yüklendiği anlamına mı gelir? Neden Pavlus, onun “Tanrı’nın sağında oturduğunu ve bize
aracılık ettiğini de” onaylar [Rom. 8:34, mealen]? Ama başka bir paragrafta Pavlus ona “Tanrı
ile insan arasındaki tek aracı” [1Ti. 2:5] derken, az önce söz edilen [1Ti. 2:1-2] dualara
gönderme yapmaz mı? Daha önce herkese aracılık edildiğini söyledikten sonra Pavlus bu
ifadeyi kanıtlamak için hemen “Tek bir Tanrı ve… tek aracı vardır” [1Ti. 2:5] der.
Ayna şekilde Augustinus, “Hıristiyanlar karşılıklı olarak birbirlerine dua ederler.
Bununla beraber O’na kimse aracılık edemez, oysa tek gerçek Aracı olan O, her şeye aracılık
eder” dediğinde bunu açıklar.” Başın altında, seçkin bir üye olmasına rağmen Pavlus,
Mesih’in bedeninin üyesi olduğu için, kilisenin en büyük ve en gerçek kahininin, Kutsalların
Kutsalının perdesinin iç bölgelerine mecazi olarak girmediğini ama kesin ve değişmez hakikat
aracılığıyla gerçek ve sonsuz kutsallığın gökteki iç bölgelerine girdiğini, kendini imanlıların
dualarına verdiğini de bilir [Rom.15:30; Ef.6:19; Kol. 4:3]. Mesih, Kendini sadece insanlarla
Tanrı’nın arasında bir aracı kılmaz, bedeninin bütün üyelerinden birbirleri için dua etmelerini
de ister, “çünkü üyeler birbirini gözettiğinden, bir üye acı çekerse bütün üyeler acı çeker”
[1Ko. 12:25-26] Böylece bütün üyelerin birbiri için ettikleri dualar, yeryüzünde gösterilen
çabayla, bu duaların önünde gökyüzüne gitmiş olan, “günahlarımızı bağışlatan” [1Yu. 2:2]
Başa yükselir. Eğer Pavlus aracı olsaydı diğer bütün elçiler de olacaklardı; eğer çok sayıda
aracı olsaydı, Pavlus “Tek Tanrı ve Tanrı’ya insanlar arasında tek bir aracı, insan Mesih
vardır [1Ti.2:5], “eğer iman birliğimizi esenlik bağında korursak” [Ef. 4:3] “Mesih’te hepimiz
361
Clichtove, De veneratione sanctrum (Paris, 1523) I.x (fo. 26b-29b);Eck, Enchiridion, böl.
xiv (1533 baskısı, fo. 47b, 49a); Latomus, Adversus M. Bucerumde contraversiis… altera
plenuque defensio (Köln, 1545) fo. I ıb-M 4b. Latomus, Augustinus’un kutsalların duasını
olumladığını öne sürerek Augustinus’tan (City of God XXII. X ve diğer paragraflar) alıntı
yapar (fo.L ıa-2b).
519
biriz” [Rom. 12:5] ifadesini kullanmazdı. Aynı şekilde başka bir paragrafta Augustinus,
“Ama bir kâhin arıyorsanız sizin için yeryüzünde ölen O, size aracılık ettiği göklerdedir” der
[krş. Đbr. 7:26v.d.].362
Ama O’nun Tanrı’nın önünde diz çökerek bir ricacı gibi yakardığını düşünemeyiz;
elçiden daha çok, bizim yerimize sonsuza kadar aracılık etmesini sağlayan ölümünün gücüyle
O’nun, Tanrı’nın huzurunda bulunduğunu anlıyoruz [krş. Rom.8:34]. Bu şekilde göklerdeki
kutsal yere girerek çağların tamamlanmasına kadar da [krş. Đb. 9:24v.d.], çok uzakta, daha
dıştaki avluda duran Tanrı’ya sadece O, insanların dualarını taşır.
(Kutsalların aracılık ettiğine dair yanlış öğretinin reddi, 21-27)
21. Kutsalların aracılığına sığınan, Mesih’i aracılık etme onurundan yoksun bırakır
Bedenleri öldükten sonra Mesih’te yaşayan kutsallara gelince, eğer herhangi bir duayı
onlarla bağdaştırırsak; onların Tanrı’ya yakarmak için, tek yol olan Mesih’ten [Yu. 14:6]
başka yollarının olduğunu ya da başka bir adla ettikleri duaların Tanrı tarafından kabul
edildiğini hayal bile etmeyelim. Artık Kutsal Yazı bize, her şeyin sadece Mesih’te olduğunu,
Göklerdeki Baba’mızın her şeyin O’nda toplanmasını istediğini hatırlatır [Kol. 1:20; Ef.
1:10]. Bu nedenle, kimseye O’ndan başka hiçbir girişin açık olmadığı Mesih’ten
uzaklaşılarak, kutsallar aracılığıyla giriş elde etmeye çalışılmasına delilik denmese de,
aptallığın zirvesiydi.
Ne var ki, bunun bazı dönemlerde yaygın olarak yapıldığını ve papalık öğretilerinin
her süslenişinde, bugün bile yapıldığını kim inkâr edebilir? Tanrı’nın, onlara iyilik etmesi
için, kutsalların liyakatine tekrar tekrar hamle ederler, Mesih’i çoğunlukla dikkate almayarak
onların adlarıyla Tanrı’ya yalvarırlar. Size soruyorum bu, yukarıda belirttiğimiz üzere, sadece
Mesih’e ait olan bu tek aracılık görevini kutsallara devretmek değil midir?
Bu durumda onların keşfettikleri kutsalların aracılığına dair bir heceyle olsun herhangi
bir insana kim, melek mi yoksa şeytan mı açıklama yapmıştır? Çünkü Kutsal Yazı’da bu
konuda hiçbir şey yoktur. Bu durumda, bunu keşfetmelerinin nedeni nedir? Tabii ki, Tanrı’nın
Sözü’nde desteğini bulamadığımız yardımı insan aklı her zaman aradığında kendi
imansızlığını net olarak açıklar. Ama kutsalların aracılığından zevk alan bütün bu kişilerin
vicdanlarına başvurduğumuzda, sanki Mesih yetersizmiş ya da çok sertmiş gibi, bunun,
sadece onların endişenin yükünü taşımaları olgusundan ortaya çıktığını görürüz. Öncelikle,
zihinlerindeki bu karışıklıkla Mesih’in onuruna leke sürerler ve tek Aracı olma sanını onun
elinden alırlar. Bu san, Baba tarafından eşsiz bir ayrıcalık olarak O’na verildiğinden, başka
birine devredilmemelidir. Bununla yaptıkları tek şey, O’nun doğumunun görkemini karanlıkta
bırakmak ve hacı geçersiz saymaktır; Mesih’in bütün yaptıklarını ya da çektiği acıları
övgüden yoksun bırakırlar ve O’nun elinden alırlar! Çünkü bütün bunlar sadece O’nun Aracı
olduğu ve böyle düşünülmesi gerektiği sonucuna götürür. Aynı zamanda kendini Baba olarak
gösteren Tanrı’nın sevgisini de kaybederler. Çünkü Mesih’in kendilerinin kardeşi olduğunu
kabul etmezlerse Tanrı onların babası değildir.363 Mesih’in kendilerine karşı kardeşçe, hiçbir
şeyin bu kadar tatlı daha sevecen olmadığı bir sevgi beslediğini düşünmezlerse, bunu basitçe
yadsırlar. Bu nedenle Kutsal Yazı, sadece O’nu bize sunar, sadece O’nu bize gönderir ve bizi
O’nda tanır. “O” der Ambrosius, “bizim Baba’yla konuştuğumuz ağzımızdır; Baba’yı
gördüğümüz gözümüzdür; kendimizi Baba’ya sunduğumuz sağ elimizdir. O aracılık etmezse
ne bizim ne de bütün kutsalların Tanrı’yla ilişkisi olmaz.”364 Kiliselerde yaptıkları toplu
duaların “Rab’bimiz Mesih aracılığıyla” diye bitirilmesine karşı çıkarlarsa bu önemsiz bir yan
362
Augustine, Against a Letter of Parmeniansus II.viii.16 (MPL 43.60); Mezmurlar, 94.6
(MPL37. 1220 v.d. [Me. 95] Mezmurlar IV. 389).
363
krş. aş. m.36
364
Ambrose, On Isaac or the Soul viii.75 (CSEL 32.694; MPL 14.520).
520
çizme olur.365 Çünkü dualarla ve ölülerin liyakatiyle harmanlandığında Mesih’in aracılığı,
tamamıyla atlanmasından ve sadece ölülerden söz edilmesinden daha az kirletilmiş olmaz. Bu
durumda, ölmüş kutsalları onurlandırmadan bırakmadıkları bütün yakarışlarda, ilahilerde,
melodik ve düzyazı olarak okunan ayetlerde35a Mesih’ten söz edilmez.
22. Kutsallara saygı
Ama aptallık öyle bir noktaya gelmiştir ki, burada, apaçık bir batıl inanç eğilimi
görüyoruz, bu bir kez dizginlenmediğinde ahlaksızı oynamaktan asla vazgeçmez. Đnsanlar,
kutsalların aracılığıyla kendileri arasında bağlantı kurmaya başladıktan sonra, giderek her
birine özel bir işlev yüklemişlerdir, böylece işleri bu kadar çeşitli olduğu için, kimi kez
birinden, kimi kez diğerinden istenmiştir. Sonra herkes koruyuculuğuna güvendiği belli bir
kutsalı, koruyucu tanrı olarak benimsemiştir. Peygamberin uzun zaman önce Đsrail’i bu
nedenle azarladığı gibi [Yer. 2:28; 11:13],Tanrılar sadece kent sayısına göre değil, hatta
nüfusa göre belirlenmiştir.
Ama kutsallar bütün isteklerini sadece Tanrı’nın istemiyle bağdaştırdıklarından, O’nu
düşündüklerinden ve O’na itaat ettiklerinden, Tanrı’nın Krallığı’nın gelmesi için onların
ettikleri dualardan başka duaları kutsallara yükleyen insan onları aptalca, bedensel, hatta
aşağılayarak düşünür. Kutsallarda keşfettikleri, her birinin beslediği özel sevgiyle, kendine
tapınanlara bir ölçüde etkili olmaları aslında bundan çok uzaktır.366
Son olarak, artık yardımcı değil, kurtuluşlarının belirleyicileri olarak kutsallara
başvurarak korkunç saygısızlık yapmaktan çekinmeyen birçok kişi vardır. Günahlı insanların,
yasal konumlarından yani Tanrı’nın Sözü’nden saptıklarında düştükleri yer burasıdır.
Bu insanların –Tanrı, melekler ve insanlar için iğrenç olsalar da- utanç ya da nefret
duymalarına yine de yol açmayan tanrısızlığın daha büyük belirtilerini geçiyorum. Bir
heykelin ya da Barbara’nın, Catherine’in ve böyle kutsalların resimlerinin önünde secde
ederek, “Babamız” diye mırıldanırlar. Şimdiye kadar, onların onayladıkları ve alkışladıkları,
kazanma kokusuyla çekici gelen bu çılgınlığı tedavi etmek ya da önlemekle ilgilenen pastörler
vardır. Ama pastörler günahtan iğrenerek dönüp kendilerini suçlarken, onlar, gökyüzünden
aşağıya bakıp kullarına yardım etmeleri amacıyla Eligius’a veya Medard’a367 ya da
istediklerini yapmasını Oğlu’ndan dilemesi için kutsal bakireye başvurulmasını hangi
bahaneyle savunacaklardır? Antik dönemde Kartaca Konsil’inde sunakta doğrudan doğruya
kutsallara dua etmek yasaklanmıştı;368 olasılıkla kutsal insanlar, günahkâr geleneğin sesini
bütünüyle susturamadıklarında, toplu dualar “Kutsal Petrus, bizim için dua et” tarzında
kirletilmesin diye, en azından bir ölçülülük getirmişlerdi. Đnsanlar, tam olarak Tanrı’ya ve
Mesih’e ait olanı ölülere devretmekte duraksamadıklarında bu şeytanca saygısızlık ne kadar
yayılmıştır?
365
Eck, Enchiridion, böl. Xiv (1533 basımı, fo.49b), Rom. 15:30’dan alıntı.
“Prosis.” Melodik ve düzyazı olarak okunan ayetler, liturjide Yeni Antlaşma’da
Mektuplar’la Müjde arasındaki şarkı olarak söylenen ya da anlatılan ayetlerdir. Bk. Oxford
English Dictionary, s.v. “Prose. 2. Ecclesiastical.”
366
Krş. dn 31’deki alıntı; J. Faber, De intercessione sanctorum, adversis J. Oecolampadium
(Opuscula [1537] II, ilk başlık), c ıb-f 4a,özellikle e ıa.
367
Eligius (ölm. 660) ve Medard (ölm. 545) Calvin’in doğduğu Noyon kentinin ünlü
kutsalları ve ilk piskoposları.
368
“Semper ad Patrem dirigator oratio”: Üçüncü Kartaca Konsili (397), kanon xxiii (Mansi
III. 884). Augustine, City of God VIII. xxvii. I; XXII. X (MPL 41. 255, 772; çev. NPNF II.
164 v.d., 492); Against Faustus xx.21 (MPL 42. 384 v.d.; çev. NPNF IV. 262).
35a
521
23. Kutsalların aracılığını desteklemek için kullanılan Kutsal Yazı’nın kafa karıştıran
yorumları
Şimdi bu tür aracılıkların Kutsal Yazı’nın otoritesine dayandığını öne sürenler bu
noktada boşuna çabalarlar.
Meleklere dualar okunduğunu söylerler –sadece bundan değil, ellerini Tanrı’nın
huzuruna kaldıran imanlıların dualarından da söz edilir.369 Ama bu hayattan ayrılmış olan
kutsallarla melekleri karşılaştırmak istiyorlarsa meleklerin, bizim kurtuluşumuzu gözetme
görevine atanan [Đbr.1:14], “bizi çevreleyen” [Mez. 34:7], bizi uyaran, bize cesaret veren,
durup bizi izleyen, her şekilde bizi koruma görevine atanan [Mez.91:11] koruyucu ruhlar
olduklarını kanıtlamalıdırlar. Ölmüş kutsallarla melekleri nasıl akıl almaz şekilde birbirlerine
karıştırdıkları, Kutsal Kitap’ın onların farklı görevlerini birbirinden ayırmasından fazlasıyla
bellidir. Hiç kimse, baroya kabul edilmezse dünyasal bir yargıcın önünde avukatlık görevi
yapmaya cesaret edemeyecektir. Öyleyse bu durumda, kendilerine görev verildiğini Kutsal
Yazı’da bulamadığımız Tanrı’nın savunucularına yapılan baskıya gelince, solucanların böyle
büyük bir izni nereden oluyor? Tanrı, kurtuluşumuzu gözetmeleri için melekleri atamak
isteminde bulundu. Sonuçta onlar kutsal toplantılara katılırlar, onlar için kilise Tanrı’nın
değişik ve çok yönlü bilgeliğine şaşırdıkları bir tiyatrodur [Ef. 3:10]. Meleklere özgü olan şeyi
başkalarına devredenler, çiğnenemez olması gereken Tanrı’nın emrettiği düzeni kesin olarak
karıştırıp saptırırlar.
Diğer tanıklıklardan alıntı yaparken aynı açıkgözlülükle davranırlar. Tanrı,
Yeremya’ya “Musa’yla Samuel önümde dursalar bile, yüreğim bu halka yönelmeyecek” [Yer.
15:1]i der. Tanrı, ölülerin yaşayanlara aracılık ettiğini bilmiyorsa, o zaman ölülerden nasıl
böyle söz eder, diye sorarlar?370 Tam tersine ben, burada göründüğü gibi, ne Musa ne de
Samuel Đsraillilere aracılık ettiği için, ölülerin doğrudan doğruya aracılık etmedikleri
sonucunu çıkarıyorum. Yaşarken bu görevde büyük farkla diğer herkesten üstün olan Musa
yok olduğunda, hangi kutsalların halkı kurtarmak için çalışacağına inanılır? Bu nedenle eğer,
bu önemsiz kurnazlıkların –yani Rab, “Aracılık etselerdi” [krş. Yer.15:1] dediği için, ölülerin
canlılara aracılık etmesinin- peşindeyseler, o zaman çok daha akılcı olarak şunu tartışacağım:
“Aracılık etseydi” dendiğine göre, halkın son derece ihtiyacı varken Musa aracılık etmiyordu.
Hepsi iyi huylulukta, iyilikte ve baba gibi ilgi göstermede Musa’nın çok altında oldukları için,
olasılıkla başka kimse aracılık edemez. Açıkçası alay ederek bu insanlar, uygun şekilde
kuşandıklarını düşündükleri aynı silahlarla kendilerini yaralama noktasına geliyorlar.
Ama dualarına çok iyi hazırlandığı görülen Musa ya da Samuel bile onların
savunucuları olsa, Rab sadece halkın suçlarını esirgemeyeceğini duyurduğu için, basit bir
ifadeyi çarpıtmak anlamsızdır. Bu çok açık anlam, Hezekiel’deki benzer bir parçadan çıkar:
“Şu üç adam, Nuh, Daniel ve Eyüp” der Rab, “kentte olsalardı” doğruluklarıyla ne oğullarını
ne kızlarını kurtarabilirler “ancak kendi canlarını kurtarabilirler” [Hez. 14:14 v.d.]. Đyi
tanındığı kadar, gençliğinin baharında Tanrı’ya bağlılığının40x karşılaştırma kabul etmez
kanıtıyla donanmış olan üçüncüsü –yani Daniel- o zaman yaşadığı için, Rab’bin burada, “eğer
ikisi yeniden canlanıp gelse” demek istediğinden kuşku yoktur. O zaman Kutsal Yazı’nın
açıkça sürelerini tamamladıklarını belirttiklerini geçelim. Bu nedenle Pavlus, Davut’tan söz
ederken, gelecek nesillere dualarla yardım ettiğini değil, sadece kendi kuşağına hizmet ettiğini
öğretir [Elç. 13:36].
369
Eck, a.g.e., fo.48b
Yer. 15:1 “Musa’yla Samuel önümde durup yalvarsalar bile, bu halka acımayacağım” Mart
2003³; “Musa ile Samuel karşımda dursalar bile, yine canım bu kavma yönelmez” 1995
370
Eck, a.g.e., fo. 46b; Aquinas, Summa Theol. III. Ek. Ixxii. 3.
40x
“Tanrı’ya bağlılığının…üçüncüsü” 1553 ek.
i
522
24. Ölmüş kutsallar dünyasal üzüntülerle ilgilenmezler
Yine itiraz ediyorlar: “Öyleyse, bütün ömürleri boyunca Tanrı’ya bağlılıktan ve
merhametten başka bir şey solumayanları, Tanrı’ya bağlılık arzularından yoksun mu
bırakacağız?”371 Kuşkusuz, onların ne yaptıklarını ya da ne düşündüklerini çok merak ederek
irdelemeyi hiç istemediğimden, çeşitli ve özel isteklerle oraya buraya götürülmüş olmaları
hiçbir şekilde mümkün değildir ama daha çok, geleneklere uygun ve değişmez bir istemle
Tanrı’nın Krallığını çok istemeleri mümkündür; buna, günahlıların yıkıma uğraması,
imanlıların kurtulmasından daha az dâhil değildir. Ama bu doğruysa, kuşkusuz onların
sevgilerinde Mesih’in bedeniyle paydaşlık da vardır ve bu, paydaşlığın doğasının izin
verdiğinden daha fazla açılmaz. Şimdi, bizim için bu şekilde dua ettiklerini kabul etsem bile,
dünyasal üzüntülerin içine çekilmek için, dinlenmekten yine de vazgeçmezler; bu açıdan her
zaman onlara çok daha az başvurmalıyız!
Bundan, yeryüzünde yaşayan insanların birbirleri için dua edemeyecekleri [krş.
1Ti.2:1-2; Yak. 5:15-16] için, bunun yapılacağı sonucu çıkmaz. Çünkü bu eylem, sanki onlar
birbirlerinin ihtiyaçlarını paylaşıp, birbirlerinin yüklerini taşırlarken, aralarındaki sevginin
beslenmesine yarar. Aslında bunu Rab’bin emri olduğu için yaparlar, onun vaadinden yoksun
kalmazlar –duada her zaman başlıca yeri alan iki şey. Ölülerin örneğinde bu yöntemin hiç bir
nedeni yoktur; Rab, onları bizim arkadaşlığımızdan geri aldığında bize onlarla görüşme
imkanı bırakmaz [Vai. 9:5-6], tahmin edebileceğimiz gibi, onlara da bizimle görüşme imkanı
bırakmaz.
Ama tek bir imanda bizimle bağlantılı olduklarından, herhangi biri, onların bize karşı
aynı sevgiyi sürdürmeye son vermelerinin imkânsız olduğunu öne sürerse, o zaman,
seslerimizin erişeceği yeterince uzun kulaklarının ya da ihtiyaçlarımızı gözetecek kadar
keskin gözlerinin olduğunu kim söylemiştir? Aslında Tanrı’nın, kutsalların üzerine parlayan
yüzünün saçtığı ışık konusunda, düşmanlarımız kendi gölgelerinin içinde şöyle ya da böyle
boş laflar ederler, kutsallar, bu ışıkta bir ayna gibi insanların işlerine yukarıdan bakabilirler.372
Bununla beraber, özellikle de yapmaya cesaret ettikleri bu küstahlıkla bunu onaylamak ama
Tanrı’nın, Sözü’nün dışındaki gizli hükümlerine saldırmak ve bu hükümlere nüfuz etmek için,
beynimizdeki sarhoş bir düşle istemek ve Kutsal Yazı’yı ayaklar altında çiğnemek nedir?
Çünkü Kutsal Yazı, benliğe dayanan düşüncemizin Tanrı’nın bilgeliğine düşman olduğunu
sık sık duyurur [Rom. 8:7]. Kutsal Yazı düşüncelerimizin boşluğunu tümüyle mahkum eder
[Ef. 4:17]; bütün aklımızı alçaltarak sadece Tanrı’nın istemine bakmamızı bize emreder [krş.
Yas. 12:32].
25. Ataların adlarını çağırmak uygun değildir.
Yalancılıklarını savunmak için benimsedikleri Kutsal Yazı’nın diğer tanıklıklarını en
günahlı şekilde çarpıtırlar. Ama Yakup’un, kendinden sonraki kuşakların kendi adını ve
babaları Đbrahim ile Đshak’ın adlarını çağırmalarını istediğini söylerler [Yar. 48:16].373 Önce,
bu çağırma yönteminin Đsraillilerde ne olduğunu görelim. Çünkü Đsrailliler, kendilerine
yardım etmelerini babalarından istemezler, kulları Đbrahim, Đshak ve Yakup’u hatırlaması için
Tanrı’ya yakarırlar. Bu nedenle, verdikleri örnek, kutsallara seslenenleri hiç desteklemez.
Ama bu beyinsizler kendi aptallıklarının içinde, ne Yakup’un adıyla istemenin ne olduğunu,
ne de neden onun adıyla istemek gerektiğini kavradıklarından, yöntemde bile çocuk gibi
sendelerlerse şaşırmamız gerekmez! Bu ifade Kutsal Yazı’da birçok kez ortaya çıkar. Đshak,
kadınların kocaları olduğunda, kocalarının bakımı ve koruması altında yaşadıklarında
erkeklerin adıyla çağrıldıklarını söyler [Yşa. 4:1].Bu nedenle, Đsrailliler ırklarının kökenini
371
372
373
Eck, a.g.e., fo. 49a; De Castro, Adversus haereses (1543 bas. Fo. 164 B, E)
Eck, a.g.e., fo. 47a-48a. krş. Aquinas, Summa Theol. II IIae. Ixxxiii. Iı.
De Castro, Adversus haereses (1543. fo. 164 B, C)
523
Đbrahim’e dayandırarak, kaynakları ve ebeveynleri olarak, onu dinsel törenle hatırlayıp
onurlandırdıklarında onun adıyla isterler. Şimdi Yakup kendi adının şanının yayılması için
değil, kendisinden sonraki kuşakların bütün bereketinin, Tanrı’nın kendisiyle yaptığı
antlaşmanın mirası kapsamında olduğunu bildiği için bunu yapar. Çünkü onların her şeyin en
iyisini elde edeceklerini görür, kendi soyu olarak kabul edilebilmeleri için dua eder. Çünkü
bu, antlaşmanın mirasını onlara devretmenin tek yoludur. Karşılığında, onların dualarına bu
tarz bir anmayla başlayarak, ölülerin aracılığına başvurmaları gerekmez, çok merhametli olan
Baba’mızın Đbrahim, Đshak ve Yakup’un hatırına onlara karşı olumlu ve iyi olmaya söz
verdiği antlaşmayı Rab’be hatırlatırlar.
Aslında kilisenin ortak sesi olarak peygamber, kutsalların atalarının liyakatine ne
kadar az güvendiklerine tanıklık etmektedir: “Babamız sensin. Đbrahim bizi tanımasa da, Đsrail
bizi kabul etmese de, Babamız’sın, ya Rab. Ezelden beri adın ‘Kurtarıcımız’dır” [Yşa. 63:16].
Aslında bunu söylerlerken herhangi bir aracılığı düşünmeden, antlaşmanın yararına dikkat
ederek, aynı zamanda şunu da eklerler: “Ey Rab, kulların uğruna geri dön” [Yşa 63:17]. Ama
artık sonsuza kadar süren merhamet antlaşmasını sadece yapmayan ama eliyle bizim için
doğrulayan Rab Đsa’mız olduğundan, o zaman dualarımızda kimin adını öne sürmeliyiz?
Bu iyi öğretmenler, bu sözlerle ataların birer aracı olarak kabul edildiğine inandıkları
için, kilisenin atası olan Đbrahim’in bu kadar geniş kalabalığın içinde, aralarında, en değersiz
yeri bile neden almadığını onlardan öğrenmek isterdim. Savunucularından aldıkları süprüntü
iyi biliniyor. Tanrı’nın diğerlerinin önüne geçirdiği, en büyük onur payesine yükselttiği
Đbrahim’den vazgeçmenin ve onu örtbas etmenin ne kadar uygun olduğunun cevabını
versinler bana! Aslında eski kilisenin böyle bir geleneği bilmediği açık olduğundan, bunun
yeniliğini saklamak için, sanki çok sayıda ad olması yakın zamanda bozulmuş bir alışkanlığı
mazur gösterirmiş gibi, eski atalar konusunda suskun kalmak hoşlarına gidiyordu.
Ama bazılarının, Tanrı’dan “Davut’un hatırı için” halka merhamet etmesi istendiğine
[krş. Mez. 132:10] karşı çıkmaları, kendilerinin yanılgılarını değil, özellikle bunun şiddetle
çürütüldüğünü destekler. Davut’un taşıdığı karakteri göz önüne alırsak o, Tanrı tarafından
kendi elinde yapılan antlaşmayı yerleştirmek için, bütün kutsallar topluluğundan ayrılır.
Antlaşma da böyle düşünülür, Mesih’in tek aracılığı bir insandan çok, bir kişilikte duyurulur.
Davut, Mesih’i önceden haber verdiğinden, ona özgü olan şey kuşkusuz başkaları için geçerli
değildir.
26. Kutsallar bizim dua etmemiz gerektiği gibi dua etmişlerdir
Ama bazılarımız, sık sık okuduğumuz, kutsalların dualarının işitildiği olgusundan
açıkça etkilenirler.374 Neden? Çünkü kuşkusuz dua ediyorlardı. “Sana güvendiler atalarımız”
der peygamber, “yakardılar… kurtuldular… aldanmadılar” [Mez. 22:4-5; krş. 21:5-6]. Bu
nedenle, biz de onlar gibi, onları örnek alarak dua edelim, işitilebiliriz. Ama karşıtlarımız
ancak bir kez işitilenlerin işitileceklerine dair yakışıksız ve anlaşılmaz bir sonuç çıkarıyorlar.
Yakup bunu söylediğinde ne kadar iyi yapar! “Đlyas da” der, “tıpkı bizim gibi insandı.
Yağmur yağmaması için gayretle dua etti; üç yıl altı ay ülkeye yağmur yağmadı. Yeniden dua
etti; gök yağmurunu, toprak da ürününü verdi” [Yak. 5:17-18]. Neden? Yakup, Đlyas’ın,
sığınmamız gereken eşsiz bir ayrıcalığının olduğu sonucunu mu çıkarıyor? Asla. Bizi aynı
şekilde dua etmeye yüreklendirmek için, Tanrı’ya bağlı, pak duanın sonsuz gücünü öğretiyor.
Birine veya ötekine ya da birkaç kişiye değil, onun adıyla isteyecek olan herkese kulağını
eğeceğini duyurduğu vaatlerindeki kanıtları biz daha büyük güvenle kabul etmezsek, kötü
niyetle Tanrı’nın hazır olduğunu, iyi niyetle duaları işittiği yorumunu yaparız.
Bu cahillik bütünüyle daha az mazur görülebilir, çünkü Kutsal Yazı’daki bu kadar çok
uyarıyı sanki kasıtlı şekilde küçük görürler. Davut, Tanrı’nın gücüyle tekrar tekrar kurtuldu.
374
Eck, a.g.e., fo. 49a; De Castro, a.g.e., fo. 198 A.
524
Bu, istediğinde kurtulabilsin diye, bu gücü kendine mal etmesi miydi? Kendi bunun tersini
doğrular: “Sen bana karşılık verinceye kadar doğru beni bekleyecek”ii [Mez. 142:7; krş.
141:8] Aynı şekilde: “Doğru görecek, sevinecek ve umudunu Rab’be bağlayacak [Mez.
52:6;64:10]. Dikkat edin, “bu zavallı adam Tanrı’ya yalvardı” ve Tanrı “ona yanıt verdi”
[Mez. 34:6]375 Mezmurlar’da bu türde birçok dua vardır, bu şekilde Davut isteğine, doğrunun
utandırılmamasına tam olarak kulak vermesini ama bu örnekte iyi bir umutla
yüreklendirilmesini Tanrı’dan ister. Artık tek bir örnekle yetinelim: “Bu nedenle her sadık
kulun ulaşılır olduğun zaman sana dua etsin” [Mez. 32:6]. Bu parçadan çok daha isteyerek
alıntı yaptım, çünkü papalığı savunmak için kiralık bir dil kullanmaktan utanmayan bu
kavgacılar bunun, ölülerin aracılığını kanıtladığını öne sürüyorlar.376 Sanki Davut
işitildiğinde, Tanrı’nın sevecenliğinden ve yumuşaklığından kaynaklanacak olan semereyi
göstermekten başka bir şey demek istiyormuş gibi!
Genelde buna dikkat etmeliyiz: Tanrı’nın hem bize hem de başkalarına olan lütfunu
deneyimlemek, O’nun vaatlerine iman etmeyi güçlendiren yaygın bir yardım hiç değildir.
Güven fırsatı olarak Davut’un önüne Tanrı’nın yararlarını koyduğu birçok parçayı teker teker
saymıyorum, çünkü Mezmur okurunun aklına onlar kolayca gelir. Kendi verdiği örnekle
Yakup daha önce aynı şeyi öğretmişti: “Kuluna gösterdiğin… bütün merhametine ve…
gerçeğe… layık değilim. Bu Şeria Irmağı’nı değneğimle geçtim ve şimdi iki bölük askerle
ilerliyorum”iii [Yar. 32:10] Aslında o, vaate sahip çıkar ama sadece vaade değil; daha çok,
gelecekte Tanrı’nın ona karşı aynı olacağına daha büyük cesaretle güvendiğine dair sonucu da
ekler. Çünkü o, kendi cömertliğinden bıkan ya da kaynaklarının harcandığı ölümlüler gibi
değildir, Davut’un bilgece yaptığı gibi, kendi doğası için saygı gösterilmelidir. “Sen beni
kurtardın” der, “Ey, gerçek Tanrı.”iv [Mez. 31:5]. Kurtarışı için Tanrı’yı övdükten sonra
O’nun güvenilir olduğunu ekler. Çünkü O, sonsuza kadar kendisi gibi olmasaydı, O’na
güvenmek ve O’nu istemek için, yararlarının yeterince sağlıklı bir hesabı ortaya
konulamayacaktı. Ama O’nun bize sık sık yardım ettiği kadar iyiliğinin ve bize olan inancının
kanıtını ve örneğini de bize verdiğini bilirsek, umudumuzun bizi utandıracağından ya da bizi
aldatacağından korkmamız gerekmez.
27. Kutsalların aracılığı öğretisinin çürütülmesini sonuçlandırma
Đşte, genel toplam: Kutsal Yazı, Tanrı’ya taparken başlıca konuyu önümüze koyar:
Dua ederken O’ndan nasıl isteyeceğimizi. Sonuçta, bütün kurbanları ikinci sıraya koyarak, bu
saygı gösterme görevini bizden isterken, duaları başkalarına yönlendirmek saygısızlık
etmektir. Sonuçta bu mezmurda da söylenir: “Yabancı bir ilaha ellerimizi açsaydık, Tanrı
bunu ortaya çıkarmaz mıydı?” [Mez. 44:20-21]. Yine, sadece imanla istemek Tanrı’nın
gözüne iyi görünür, Tanrı duaların Söz’ünün ölçülerine uygun olmasını açıkça emreder.
Sonuç olarak, Söz’ünün üzerine oturtulmuş iman, doğru duanın anasıdır; duanın Söz’den
sapar sapmaz yozlaşmış olması gerekir. Ama bütün Kutsal Yazı hesaba katıldığında, bu
ii
Mez. 142:7 “O zaman doğrular çevremi saracak, Bana iyilik ettiğin için” Mart 2003³;
“Salihler beni kuşatacak; Çünkü sen bana iyilik edeceksin” 1995 (çev. n.)
375
Buradaki alıntılar Vg.Mez. 51:8 ile Mez. 63:11’in (Kral James Versiyonu’ndakiyle aynı
sayılar) karışımı gibi görünüyor.
376
Eck, a.g.e., fo. 47b, Mez. 32:6’dan alıntı.
iii
Yar. 32:10 “Bana gösterdiğin bunca iyiliğe, güvene layık değilim. Şeria Irmağı’nı
geçtiğimde değneğimden başka bir şeyim yoktu. Şimdi iki orduyla döndüm.” Mart 2003³;
“Kuluna yaptığın bütün inayetlere ve bütün hakikate layık değilim; çünkü bu Erdeni
değneğimle geçtim ve şimdi iki ordu oldum” 1995 (çev. n.)
iv
Mez. 31:5 “Ya Rab, sadık Tanrı, kurtar beni” Mart 2003³; “Ya Rab, hakikat Allahı, beni
kurtardın” 1995 (çev. n.).
525
onurun sadece Tanrı’ya verileceğini daha önce gösterdik.377 Aracılık göreviyle ilgili olarak,
bunun Mesih’e özgü olduğunu378, bu Aracı kutsamazsa hiçbir duanın Tanrı’nın gözüne iyi
görünmediğini de gördük. Bununla beraber, imanlılar Tanrı’nın önünde kardeşleri için
karşılıklı olarak dua etseler bile, bunun Mesih’in eşsiz aracılığından hiçbir şey eksiltmediğini
gösterdik.379 Buna dayanarak, hem kendileri, hem de başkaları için hep birlikte Tanrı’ya dua
ederler. Üstelik bizim için dua etmelerinin emredildiğini hiçbir yerde okumadığımız ölülere
başvurmanın uygun olmadığını da öğrettik.380 Kutsal Yazı çoğunlukla birbirimize karşı
görevimizi yapmamız için bizi dürtüler ama ölülerle ilişkili bir hece bile yoktur. Aslında
Yakup, bu iki yüreklendirmeyi –günahlarımızı birbirimize itiraf etmeyi ve birbirimiz için dua
etmeyi [Yak. 5:16] - birleştirerek, açıkça söylemese de ölüleri dâhil etmez.
Bu nedenle, bu yanlışı mahkûm etmek için bu tek neden yeterlidir: Doğru başlayan
dua imandan, iman Tanrı’nın Sözü’nü duymaktan kaynaklanır [Rom. 10:14, 17]; burada hayal
ürünü aracılıktan söz edilmeyez; zira batıl inanç kendise hemen, Tanrı tarafından verilmemiş
savunucular bulmuştur. Kutsal Yazı birçok dua biçimleriyle dolu olsa da, bu savunmanın
hiçbir örneği yoktur, papalıkta bu yoksa hiçbir duanın olmadığına inanılır. Üstelik bu batıl
inancın iman eksikliğinden ortaya çıktığı açıktır. Çünkü ya savunucuları olarak Mesih’ten
memnun değillerdi ya da O’nu bütünüyle bu güvenden yoksun bırakmışlardı. Bu son nokta
onların utanmazlığıyla kolayca kanıtlanır, çünkü kutsalların savunmasına ihtiyacımız
olduğunu iddia ederek, Tanrı’nın yanına yaklaşmaya layık olmadığımıza karşı çıkmaktan
daha güçlü bir iddiaları yoktur.381 Aslında bu açıkladığımız çok gerçektir ama George,
Hippolytus ve böyle hayaletler ortaya çıkmazsa382, bundan, Mesih’in aracılığını değersiz
sayanların Mesih’e yapacak bir şey bırakmadıkları sonucunu çıkarabiliriz.
(Dua çeşitleri: Kişisel ve toplu, 28-30)
28. Kişisel dua
Aslında dua yalvarmalarla ve yakarışlarla sınırlı olsa bile, dilemekle şükretme arasında öyle
yakın bir bağlantı vardır ki, bunları, tek bir başlık altında toplayabilmek yerindedir.
Pavlus’un saydığı bu çeşitli dualar, bu ayırmanın ilk bölümüne girer [krş. 1Ti. 2:1]. Đstekte
bulunarak ve yalvararak arzularımızı O’nun önüne dökeriz, hem Tanrı’nın yüceliğine
yönelen, adını ortaya koyan hem de bizim avantajımıza olan şeyleri isteriz. Şükrederek,
Tanrı’nın bize sağladığı yararları övgülerle kutlarız, O’ndan bize gelen her iyilikte O’nun
cömertliğine güveniriz. Bu nedenle Davut, bu iki işlevi birleştirmiştir: “Sıkıntılı gününde
seslen bana, Seni kurtarırım, sen de beni yüceltirsin” [Mez.50:15].383 Kutsal Yazı bize ikisini
de sürekli olarak kullanmamızı emreder. Başka bir yerde belirttiğimiz gibi, yoksulluğumuzun
ağırlığı ve deneyimin olguları, bizi her yandan zorlayan ve baskı yapan sıkıntıların çok sayıda
ve çok büyük olduğunu ortaya koyar. Böylece sürekli inlememiz, Tanrı’nın karşısında içimizi
çekmemiz ve O’na yakararak yalvarmamız için hepimizin yeterli bir nedeni vardır. Bunlar
zorlu sıkıntılar olmasa bile, bunların yol açtığı günahların suçu ve denenmelerin sayısız
saldırıları en kutsal olanı bile bir çare aramaya teşvik eder. Ama övgü ve şükran sunusuna
377
yk. m. 26
yk . m. 17-19
379
yk. m. 20.
380
yk. m. 21
378
381
Aquinas, Summa Theol. III. Ek Ixxxii. 2; Eck, a.g.e., fo. 50b; De Castro, Adversus
haereses, fo. 197 E.
382
Aslan Yürekli Richard’ın Haçlı Seferi’nden sonra kültü Đngiltere’ye yayılan, 303’de şehit
edilen Kapadokyalı George. Üçünçü yüzyılda Hippolytus adlı iki kutsal vardır. En iyi
tanınanı, sürgün edilen, uzlaşılan, şehit edilen (236) bir bilgin ve Roma’daki kiliseyle tartışan
bir figürdü.
383
“In die necessitatis”, görünüşe göre Vai. 6:10’dan.
526
günah işlemeden ara verilmez, çünkü Tanrı, yavaş ve tembel bile olsak, minnet duymaya
yönlenmemiz için bize yarar üzerine yarar yağdırmayı kesmez. Kısacası, akan çok büyük ve
çok bereketli iyililiğe, bakıldığında her zaman farkına varılan çok sayıda ve çok güçlü
mucizeye gark oluruz, övmemek ve şükretmemek için bir nedenimiz, fırsatımız asla olmaz.
Daha önce yeterince kanıtlandığı gibi384, bütün umudumuz ve zenginliğimiz Tanrı’da
olduğundan, O’nun bereketi olamadan biz de, servetimiz de çoğalmadığından, bunları bir
şekilde daha net açıklamak için, kendimizi ve sahip olduğumuz her şeyi sürekli olarak O’na
adamalıyız [krş. Yak. 4: 14-15]. O zaman neye karar verirsek, ne konuşursak, ne yaparsak,
O’nun elinin ve isteminin altında karar veririz, konuşuruz, yaparız. Kendilerine ya da başka
birine güvenerek planlarını tasarlayıp yürütenleri; O’nun istemi dışında ve O’ndan istemeden
bir şeyi üstlenen ya da bir şeye başlamaya çalışanları Tanrı’nın lanetlediği duyurulur [krş.
Yşa. 30:1; 31;1]. Birçok kez söylediğimiz gibi385, Tanrı bütün bereketlerin yaratıcısı olarak
kabul edildiğinde, Kendisine uygun tarzda onurlandırılır. Bundan, bütün bunların yanında,
sürekli olarak şükrederek, bunları O’nun elinden aldığımızı kabul etmemiz gerektiği; biz
sürekli olarak O’nu övüp şükretmezsek, başka hiçbir amacı olmadan, O’nun cömertliğinden
gelerek bize akan faydalarından yararlanmamızın hiçbir nedeni olmadığı sonucu çıkar. Pavlus
bunların “Tanrı’nın sözüyle ve duayla kutsal kılındığına” [1Ti. 4:5] tanıklık ederken, aynı
zamanda da söz ve dua olmadan bunların bizim için kutsal ve pak olmadığını da ima eder.
(Açıkçası onun “Söz”den anladığı, “iman”ın yerini tutan bir kelime olduğudur.). Dolayısıyla
Davut, Rab’bin cömertliğini algıladığında, ağzına “yeni bir ezginin” konduğunu güzel bir
şekilde duyurur [Mez. 40:3]. Doğal olarak bununla, bereketlediği için O’na övgü sunmazsak
sessizliğimizin haince olduğuna ima eder, çünkü bizi bereketlendirdikçe, bize kendisine
şükretme fırsatı da sağlar. Yeşaya da, Tanrı’nın eşsiz lütfunu duyururken imanlıları yeni ve
olağandışı bir ezgi söylemeye teşvik eder [Yşa 42:10]. Bu anlamda Davut, başka bir yerde
şöyle der: “Ya Rab,aç dudaklarımı. Ağzım senin övgülerini duyursun” [Mez. 51:15]. Aynı
tarzda, Hizkiya ve Yunus da, Tapınak’ta Tanrı’nın iyiliğini öven ezgiler söyleyebilmelerinin
sonucunda kurtulacaklarına tanıklık ederler [Yşa 28:20; Yunus 2:9]. Davut, Tanrı’ya bağlı
olan herkese, ortak olarak aynı kuralı salık verir: “Ne karşılık verebilirim Rab’be” der, “bana
yaptığı onca iyilik için? Kurtuluş sunusu olarak kadeh kaldırıp Rab’bi adıyla çağıracağım.”
[Mez. 116:12-13] Başka bir mezmurda kilise de aynı kuralı izler: “Kurtar bizi, Ey Tanrımız
Rab… kutsal adına şükredelim386, yüceliğinle övünelim” [Mez. 106:47]. Yine: “Yoksulların
duasına baktı, onların yalvarışlarını hor görmedi. Bunlar gelecek kuşak için yazılacak,
yaratılan insanlar… adını Siyon’da, övgüsünü Yeruşalim’de duyurmak için Rab’bi
övecekler”i [Mez. 102: 17, 18]. Aslında imanlılar, Tanrı’nın adı uğruna bir şey yapmak için
O’na her yakarışlarında, kendilerinin, kendi adlarına bir şey elde etmeye layık olmadıklarını
açıkça söyleyerek şükretmeye yönelirler; Tanrı’nın sağladığı yararın habercileri olarak, bu
yararı doğru kullanmaya söz verirler. Kilisenin gelecek kurtuluşundan söz ederken Hoşea,
“Ya Rab” der, “Günahımızı alıp götür, iyi olanı kabul et, karşılığında boğa olarak sana
dudaklarımızı sunacağız”ii
384
yk. m. 1
a.g.e.
386
“Confiteamur”. Krş. III. Đv. 9, dn 19.
i
Mez. 102:17-18 “Yoksulların duasına kulak verecek, Yalvarışlarını asla hor görmeyecek.
Bunlar gelecek kuşaklar için yazılsın, Öyle ki, henüz doğmamış insanlar Rab’be övgüler
sunsun.” Mart 2003³; “Yoksulun duasına baktı, Ve onların duasını hor görmedi. Bu, gelecek
nesil için yazılacak; Ve yaratılacak kavm Rabbi sena edecektir.” 1995. (çev. n.).
385
ii
Hoşea 14:2 “O’na ‘bağışla bütün suçlarımızı’ deyin, ‘Lütfen kabul et bizi, Öyle ki, dudaklarımızın kurbanını
[Đbranice, “boğa”] sunalım” Mart 2003³; “Ona deyin: Her fesadı bağışla ve bizi inayetinle kabul et; boğalar
yerine dudaklarımızın takdimeleri ile ödiyeceğiz” 1995.
527
Tanrı’nın yararlarını, dille yücelterek sadece kendileri için istemezler, doğal olarak
birbirlerinin sevgisini de kazanırlar. “Rab’bi seviyorum” der Davut, “Çünkü O benim
feryadımı duyar” [Mez. 116:1]. Başka bir yerde de aldığı yardımı anlatır: “Seni seviyorum,
gücüm sensin, ya Rab” [Mez.18:1]. Ama sevginin tatlılığından akmayan övgüler387 Tanrı’nın
gözüne asla iyi görünmeyecektir. Dahası, Pavlus’un, şükranla birleşmeyen bütün yalvarışların
günahlı ve kusurlu olduğuna dair ifadesini anlamalıyız. Pavlus, şöyle der: “Her konudaki
dileklerinizi, Tanrı’ya dua edip yalvararak şükranla bildirin” [Flp. 4:6]. Huysuzluk, can
sıkıntısı, sabırsızlık, şiddetli üzüntü ve korku birçok kişiyi dua ederken anlamsız sesler
çıkarmaya zorladığından, imanlıların, hâlâ isteklerini elde etmeyi beklerlerken, heyecanlarını
yatıştırdıklarını, yine de Tanrı’ya neşeyle şükrettiklerini söyler. Ama aksi yönde olan hemen
her şeyde bu bağlantının bütün gücüyle olması gerekiyorsa, daha kutsal bir bağla Tanrı,
isteklerimizi elde etmemize neden olduğu her zaman bizden kendisine övgüler söylememizi
ister.
Şimdi dualarımızın Mesih’in aracılığıyla kutsandığını, aksi takdirde temiz olmadığını
öğrettiğimizden, bize Mesih aracılığıyla övgü kurbanı sunmamızı emreden elçi [Đbr. 13:15],
kâhin olarak Mesih bizim için aracılık edinceye kadar, Tanrı’nın adına övgüler söylemek için
ağızlarımızın temiz olmadığı konusunda bizi uyarır. Papalıktakilerin birçoğunun Mesih’e
neden “Savunucu” dendiğini merak etmelerinden, onların tuhaf şekilde büyülenmiş oldukları
sonucunu çıkarıyoruz.
Pavlus’un bize ara vermeden hem dua etmeyi hem de şükretmeyi emretmesinin [I.
Se.5:17;krş. I.Ti. 2:1, 8] kuşkusuz, mümkün olduğunca sürekli olarak her zaman, her yerde,
her işte ve her işlemde bütün insanların isteklerini Tanrı’ya kaldırmalarını, her şeyi ondan
beklemelerini, her şey için O’nu övmelerini istemesidir, çünkü Tanrı bize Kendisini övmemiz
ve dua etmemiz için güvenilir nedenler sunar.
29. Toplanarak edilen duanın gerekliliği ve tehlikesi
Duadaki bu süreklilik, özellikle kişinin kendi özel dualarıyla ilişkili olsa bile, kilisede
toplanarak edilen dualarla yine de bir şekilde bağlantısı vardır. Yine de bunlar sürekli
olmayabilir ya da genelde herkesin rızasıyla kabul edilen yönetime göre edilen duadan başka
şekilde edilmemesi bile gerekir. Bu nedenle, Tanrı’nın umurunda olmayan ama insanlara
uygun olması gereken ve Pavlus’un ifadesine göre, kilisede her şeyin “uygun ve düzenli
biçimde” [I. Ko. 14:40] yapılması için bazı saatler kabul edilir, herkesin uyması için ayrılır.
Ama bu, önemli bir ihtiyaç kiliseyi harekete geçirdiğinde, her kilisenin, hem duadan daha sık
yararlanmak için tekrar tekrar canlanmasını, hem de daha net bir coşkuyla gayrete gelmesini
önlemez. Üstelik amaca yönelik olarak, süreklilikle yakından bağlantılı olan gayretin dile
getirileceği bir yer de olacaktır.388
Şimdi bu konuların, Mesih’in bize yasaklamak istediği boş tekrarlarla389 [Mat. 6:7]
hiç ilgisi yoktur. Çünkü Mesih bize, uzun, sık ya da duyguyla dolu dualarda ısrar etmeyi
yasaklamaz ama Tanrı, insanlar gibi kandırılırmışçasına boş laflarla O’nun kulaklarına
darbeler indirerek, O’ndan bir şeyi zorla çekip alma yetimize güvenmememizi ister. Tanrı’yla
ilişkileri olduğunu düşünmedikleri390 için, ikiyüzlülerin dualarında zafer kazanmış gibi çalımlı
gösteriler yaptıklarını biliyoruz. Öbür insanlara benzemediği için, Tanrı’ya şükreden Ferisi
[Luka 18:11] kutsallığıyla ün kazanmak için dua edermiş gibi kuşkusuz kendini insanların
gözünde övüyordu. Aynı nedenden dolayı bu boş tekrar bugün papalıkta rağbettedir. Bazıları
387
“Ex hoc dulcedine amoris.” krş. “tante dulcedine”, yk. m.14. Dulcedo, “tatlılık” kelimesi, Bernard, St.
Victor’lu Richard, Rolle ve Ruysbroeck dahil olmak üzere Ortaçağ mistiklerinin söz dağarcığında göze
çarpıyordu. Çevirilen sayfalar için bk. LCC XIII, 68 v.d.d., 105v.d., 235, 313 v.d.d..
388
aş. m. 51
“ Βαrrολογlαν”
390
“Negotium com Deo” krş. I. Xvii.2; III.iii.6; III.iii.16;III.vii.2 ve ekteki notlar
389
528
aynı kısa duaları tekrar tekrar ederek zaman geçirirken, diğerleri de bir yığın söz ederek
kalabalığın önünde övünürler. Bu çocukça konuşkanlık Tanrı’yla alay etmek olduğundan,
içten olan ve kalbin derinliklerinden gelenlerin dışında hiçbir şeyin yankılanmaması için,
kilisenin bu yasağı şaşırtıcı değildir.
Bu ahlaksız unsura yakından benzeyen, Mesih’in aynı zamanda uygunsuz bulduğu
başka bir unsur daha vardır: Gösteri uğruna ikiyüzlülerin, çok sayıda tanıklıktan sonra
solukları kesilir ve duaları dünyanın alkışından yoksun kalmasın diye, dua etmeye çarşıya
giderler [Mat. 6:5]. Ama duanın bu amacından –yani ister Tanrı’yı övmek, ister yardım etmesi
için ona yalvarmak için olsun, kalplerin uyanabilmesi ve Tanrı’ya kaldırılabilmesi- daha önce
söz edildiğinden391, buradan, duanın temellerinin zihinde ve yürekte atıldığını ya da daha çok,
duanın tümüyle yürekteki bir duygu392 olduğunu, buradan dökülerek, yürekleri araştıran
Tanrı’nın [krş. Rom. 8:27] önüne serildiğini anlayabiliyoruz. Bu nedenle, daha önce
söylendiği gibi, Göksel Öğretmen en iyi dua kuralını emretmek istediğinde, bize yatak
odamıza girmemizi, kapıyı kapayarak Baba’mıza gizlilik içinde dua etmemizi, gizlilik içinde
olan Baba’mızın bizi işitebileceğini söylemiştir [Matta 6:6]. Mesih, boş ve gösterişli dualarla
insanların yakınlığını kazanan ikiyüzlüler örneğinden bizi uzaklaştırdığında aynı zamanda
daha iyi bir şey de ekler: Yatak odamıza girmemizi ve kapıya kapayarak dua etmemizi. Benim
anladığım şekliyle, bu sözlerle bize, bütün düşüncelerimizle yüreğimize inmemize ve
yüreğimizin içindeki derinliğe girmemize yardım edecek bir inziva yeri bulmamızı
öğretmiştir. Bedenlerimizin O’nun tapınağı olması gerektiği Tanrı’nın, yüreklerimizin
sevgilerinde bize yakın olacağı sözünü verir [krş. II. Kor.6:16].
Mesih, başka yerlerde dua etmenin uygun olduğunu inkâr etmez ama hem ilke olarak
yüreğimizde yer alan, hem de kaynaşan bütün endişelerimizin uzağında bir sessizlik
gerektiren duanın gizli bir şey olduğunu gösterir. Bu nedenle Rab’bin de, Kendini duaya daha
yoğun olarak vermeye karar verdiğinde, alışkanlık olarak insanların gürültüsünden uzakta
sakin bir yere çekilmesinin iyi bir nedeni vardı; ama kendi başına çok kararsız olan zihnimiz,
içtenlikle dua etmeye yönlensin diye, bu yardımları ihmal etmememiz gerektiği için, Kendi
örnek olarak bizi etkilemek için böyle yapmıştır. Bu arada, Rab fırsat çıktığında kalabalığın
ortasında bile dua etmekten geri durmadığından, biz de ihtiyaç olduğunda her yerde temiz
ellerimizi kaldırmalıyız [I. Ti.2:8].393 Sonuçta, Tanrı’ya bağlı olan kişilerin kutsal
topluluğunda dua etmeyi her kim reddederse onun, birey olarak veya gizli bir yerde ya da
evde dua etmenin ne olduğunu bilmediğini düşünmeliyiz. Tek başına ya da özel olarak dua
etmeyi ihmal eden kişi, her ne kadar kamuya açık toplantılara aralıksız olarak sık sık gitse de,
burada sadece övünerek dua etmenin yolunu arar, çünkü kararı, Tanrı’nın gizli hükümlerinden
çok insanların görüşlerine bırakır.
Üstelik kilisede birlikte edilen dualar hor görülmez, eski insanların Tanrısı, özellikle
tapınağa “dua evi” [Yşa. 56:7; Mat. 21:13] dediğinde tapınakları parlak unvanlarla
donatmıştır. Çünkü böylece, Kendisine tapınmanın başlıca bölümünün dua etme görevinde
yattığını; imanlılar tek bir onayla duaya katılabilsinler diye, tapınağın imanlılar için bir bayrak
gibi dikildiğini öğretmiştir. Farklı bir vaat de ilave edilmiştir: “Ey Tanrı, Siyon’da seni övgü
bekliyor, Yerine getirilecek sana adanan adaklar” [Mez. 65:1] Peygamber bu sözlerle kilisede
391
yk. m. 4.
“Cordis affectum.” krş. III.i.3, dn 6; Bucer, Enarrationes in quatuor Evangelia (1536), s.
157.
393
Calvin, hem kişisel hem de toplu dualar için Mesih’i örnek vererek buradaki makalesinde,
30-33’ncü maddelerin konusu olan cemaatin ortak duasına geçiyor. Calvin’in koyduğu
sınırların dışına çıkan Fransa’daki ve Đsviçre’deki Reformcu kiliselerde yirminci yüzyıldaki
litürjik akım için özellikle bk. J.-D. Benoit, Liturgical Renewal: Studies in Catholic and
Protestant Developments on the Continent, s. 9-68.
392
529
edilen duaların hiç etkisiz olmadığını ima eder, çünkü Tanrı her zaman halkına sevinç içinde
ezgi söyleme fırsatı verir. Ama yasanın gölgeleri bitmiş olsa da, bizimle ilişkili vaadin hâlâ
sürdüğünden kuşku yoktur, çünkü aramızdaki iman birliğinin beslenmesi için yapılan bu tören
Tanrı’nın gözüne iyi görünür. Bu vaadi sadece Mesih, Kendi ağzıyla onaylamamıştır, Pavlus
da bu vaadin evrensel gücü olduğuna inanmaktadır.
30. Kilise binaları değil, bizler Tanrı’nın tapınaklarıyız
Şimdi Tanrı, sözünde imanlılarının birlikte dua etmelerini emrettiği için, içinde
duaların edilebileceği halka açık tapınaklar da olmalıdır, bu tapınaklarda Tanrı’nın halkıyla
dua etme paydaşlığına burun kıvıranların, Rab’bin emrine itaat etmek için yatak odasına
girdikleri yolunda sahte bir bahane bulma fırsatları yoktur. Đki ya da üç kişi ne zaman bir
araya gelirse O’nun adıyla istedikleri şeyleri yapacağına söz veren Rab [Mat. 18:20],
gösterişten ve insanın değersiz görkeminin peşine düşmekten vazgeçmek ve yüreğin gizli bir
yerinde içtenlik ve sevgi olması koşuluyla, toplanarak edilen duaları hor görmediğine tanıklık
eder.
Şayet kilise binalarının yasal kullanımı394 buysa ki, kesinlikle budur, karşılık olarak
biz önceden tedbir almalıyız, buralar ya -birkaç yüzyıl önce bakılmaya başlandığı gibiTanrı’nın kulağını bize çok daha yakın olarak eğebildiği, Tanrı’ya uygun konutlar olarak
kabul edilir ya da buralara Tanrı’nın önünde dua etmeyi daha kutsal kılan şöyle veya böyle bir
kutsallık hilesi karıştırılır. Tanrı’nın asıl tapınakları bizler olduğumuz için, Tanrı’dan kutsal
tapınağında bir şey istersek, içimizden dua etmeliyiz. Artık bu aptallığı Yahudilere ya da
paganlara bırakalım, çünkü yer ayırımı yapmadan Rab’den “ruhta ve gerçekte” [Yuhanna
4:23] istememiz bize emredilmiştir. Tanrı’nın emrinde, Tapınak gerçekten de dualar ve
kurbanlar sunmaları için yaşlılara tahsis edilmişti ama o zaman gerçek, böylesine
karanlıkların altında mecazi bir şekilde temsil edilerek gizli kalmıştı; artık bize açıklanan diri
gerçek, herhangi bir maddi tapınağa bağlanmamıza izin vermez. Yahudiler için bile Tapınak,
Tanrı’nın varlığını duvarların içine kapamak için değil, gerçek tapınağın neye benzediğini
düşünmek üzere eğitilebilmeleri için yapılmıştır. Bu nedenle Yeşaya ve Đstefanos, Tanrı’nın
Kendi elleriyle yaptıkları tapınaklarda oturduğunu düşünenleri ciddi şekilde azarlamışlardır
[Yşa. 66:1; Elç.7:48-50].
(Đlahilerin ve konuşma dilinin kullanılması, 31-33)
31. Duada konuşma ve ilahi söyleme
Dahası bundan, yürekteki derin duygulardan kaynaklanan duanın arasına ses ve ilahi
katılmazsa, Tanrı’da ne en küçük bir değerinin, ne de yararının olduğu tümüyle açıktır.395
Ama bunlar sadece dudakların ucundan ve boğazdan çıkarsa Tanrı, çok kutsal olan adının
kötüye kullanıldığını ve yüceliğiyle alay edildiğini görerek, bize öfkelenir. Yeşaya’nın
394
“Templorum usus.” krş. Comm. Elç. 9:31: “Çünkü kilise tapınak ve Tanrı’nın evidir.”
Reformasyon öncesi söylenen ilahilerin kötüye kullanılmasına tepki olarak Zwingli bunun
yerine Kutsal Yazı’nın okunmasını koymuştur (1525). Conrad Grebel, cemaatin ilahi
söylemesini ortaya attığı için Thomas Müntzer’e ciddi şekilde çıkıştığında aynı durumda
olduğu görülür (LCC XXV. 75). Luther gibi Calvin de, mezmurların şiirleştirilmiş Fransızca
metinlerinin kullanılmasıyla, toplanıp edilen dualarda ilahi söylemenin yerini tereddüt
etmeden onaylar. krş. L. Wencelius, L’Esthétique de Calvin, s. 250-303; F. Blume, Die
evangelische Kirchenmusik;C. Garside, Jr., “Calvin’s Prefaceto the Psalter, a Reappraisal”,
The Musical Quarterly XXXVII (1951), 566-577. Birçok Hıristiyan metninde, Calvin’in
teşvik ettiği gibi, ilahi söylerken yüreğin ve zihnin verilmesi bekleniyordu, özellikle Benedict,
Monastic Rule xix: “Ut mens nostra concordet voci nostrae”; J. McCann, The Rule of St.
Benedict in Latin and English, s.68.
395
530
sözlerinden anladığımız budur, bu sözler daha geniş kapsamlı olsa bile, bu hatayı azarlamakla
da ilişkilidir. “Bu halk” der Rab, “bana yaklaşıp ağızlarıyla, dudaklarıyla beni sayar ama
yürekleri benden uzak, benden korkmaları da insanlardan öğrendikleri buyrukların
sonucudur” [Yşa. 29:13; krş. Mat. 15: 7-8, 9]. “Onun için de ben de bu halkın arasında yine
bir harika… yaratacağım. Bilgelerin bilgeliği yok olacak, akıllının aklı duracak” [Yşa.29:14].
Ne var ki burada, konuşmayı ve ilahi söylemeyi uygun bulmuyor değiliz, tersine,
yürekteki sevgiyle birleştiği takdirde, bunları şiddetle öneriyoruz. Bunlar Tanrı’yı düşünmesi
için zihni çalıştırır ve dikkatini vermesini sağlar –zihin kararsız ve değişkendir, çeşitli
yardımlarla destek olunmazsa kolayca gevşeyip başka yönlere sapabilir. Dahası Tanrı’nın
yüceliğinin bir ölçüde bedenlerimizin birçok yerinde parlaması gerektiğinden, dile hem ilahi
söyleme, hem de konuşma görevinin verilmesi, bu amaca yönlendirilmesi özellikle uygundur.
Çünkü dil özellikle, Tanrı’ya övgü söylemek ve övgüyü duyurmak için yaratılmıştır. Ama
dilin başlıca kullanılma şekli, toplanılarak edilen dualardadır, aynı ağızdan çıkıyormuş gibi
tek bir sesle edilen bu dualar imanlılar topluluğunda sunulur, tek bir ruh ve aynı imanla
Tanrı’ya taparak hepimiz O’nu yüceltiriz. Bunu açıkça yaparız, her biri birbirinin kardeşi olan
bütün insanlar karşılıklı olarak inanç açıklamasını anlar, Tanrı’nın verdiği örnekle davet ve
teşvik edilir.
32. Kilisede ilahi söyleme
Değinerek bile olsa söz edersek, kilisede ilahi söylemenin sadece çok eski değil,
elçiler arasında da yapılan bir uygulama olduğu bellidir. Bunu Pavlus’un sözlerinden
çıkarabiliriz: “Ruhumla da zihnimle de ilahi söyleyeceğim” [1Ko. 14:15]. Pavlus da
Koloselilerle aynı şekilde konuşur: “Tam bir bilgelikle birbirinize öğretin… mezmurlar,
ilahiler, ruhsal ezgiler söyleyerek yüreklerinizde şükranla Tanrı’ya nağmeler yükseltin”
[Kol.3:16]. Birinci bentte bize sesimizle ve yüreğimizle nağmeler söylememizi öğretir;
ikincisinde Tanrı’ya iman eden insanların birbirlerini eğitebilecekleri ruhsal ezgiler önerir.
Bununla beraber Augustinus, Milano kilisesi Ambrosius’un yönetimindeyken ilk kez
ilahi söylemeye başlandığını belirttiğinde, bu uygulamanın evrensel olmadığına tanıklık eder;
bunun nedeni, insanların her zamankinden daha çok, sürekli gece ibadetleri yaptıklarında,
Valentinianus’un annesi Justinia’nın Ortodoks inancından nefret etmesiydi. Bu dönemde
diğer Batı kiliseleri de Milano’yu izlemiştir. Augustinus biraz önce de bu geleneğin Doğu
kiliselerinden geldiğini söylemiştir.396 Kendisinin yaşadığı dönemde bu uygulamanın
Afrika’da başladığına Retractations adlı ikinci kitabında işaret eder. “Hilary adında eski bir
yüksek görevli ” der, “yapabildiği her yerde kötü bir şekilde kınayarak bu geleneğe saldırdı,
ya sunudan önce ya da sunu halka dağıtıldıktan sonra sunağın önünde Mezmurlar kitabından
ilahiler okuma geleneği o zaman Kartaca’da henüz başlamıştı. Kardeşlerimin sözleri üzerine
onlara cevap verdim.”397
Kuşkusuz ilahi söylemek, Tanrı’nın ve meleklerin gözlerine uygun olan bu ağırlık,
kıvamına getirildiğinde hem kutsal davranışlara saygınlık ve lütuf verir, hem de onun gerçek
bir gayret ve dua etme isteğiyle yüreklerimizi yumuşatmada çok büyük önemi vardır. Bununla
beraber, zihinlerimizin sözlerin ruhsal anlamına, kulaklarımızın melodiye gösterdiğinden daha
çok dikkat etmesine çok özen göstermeliyiz. Başka bir yerde Augustinus, bu tehlikeden çok
rahatsızlık duyduğunu da itiraf eder, kimi kez, Athanasius’un gözlemlediği geleneğin
yerleşmiş olduğunu görmek ister, okura sesin iniş çıkışını çok az kullanmasını emreden
Athanasius’a bu ses, ilahi söyleyenden çok konuşmacının sesi gibi gelir. Ama Augustinus
396
397
Augustine, Confessions IX.vii. 15 (MPL 32.770; çev. LCC VII. 187).
Augustine, Retractations II. Xi (MPL 32.634).
531
ilahi söylemenin kendisine getirdiği yararı hatırladığında, diğer yana eğilim duyar.398 Bu
nedenle bu ılımlılık sağlandığında, bunun çok kutsal ve sağlıklı bir uygulama olduğundan
kuşku yoktur. Öte yandan, sadece tatlılığı ve kulağa hoş geldiği için bestelenen böyle ilahiler
kilisenin görkemine yakışmaz, Tanrı’nın gözüne de hiç iyi görünmez.
33. Dualar insanların kendi dillerinde olmalıdır
Toplanılarak edilen duaların, şimdiye kadar gelenek haline geldiği üzere, Latinlere
Yunanca veya Fransızlara ya da Đngilizlere Latince değil, bütün topluluğun genelde
anlayabileceği şekilde, insanların kendi dillerinde olması gerektiği de açıkça ortaya çıkar. Tek
bir mesajı bile anlamayan, hiçbir yarar elde etmeyen bütün kiliseyi eğitmek için bu
yapılmalıdır. Ne sevgiyi ne de şefkati umursayanlar, sözleri çok açık olan Pavlus’un
otoritesiyle hiç olmazsa biraz kıpırdamalıdırlar. “Tanrı’yı yalnız ruhunla översin, yeni
katılanlar senin ne söylediğini bilmediğinden, ettiğin şükran duasına nasıl ‘Amin’ desin?
Uygun biçimde şükrediyor olabilirsin ama bu başkasını geliştirmez” [1Ko.14:16-17]. O
zaman elçi, bunu bu kadar yerdikten sonra, çoğunlukla tek bir hecesini bile anlamadıkları ve
başkalarının da anlamalarını istemedikleri bir yabancı dilde sözlü dualarını yankılatmaktan
korkmayan Papa yanlılarının gem vurulmayan serbestliğine kim hayret edebilir?
Ama Pavlus bize aksi takdirde yapılması gerekeni önerir: “Öyleyse ne yapmalıyım?”
der, “Ruhumla da zihnimle de dua edeceğim. Ruhumla da zihnimle de ilahi söyleyeceğim.”
[1Ko. 14:15]. “Ruh” sözüyle Pavlus, dillerin eşsiz armağanını söylemek ister, bazı diller
bahşedilmiş olmasına rağmen zihinle yani anlayışla bağlantısı kesildiği için kötüye
kullanılmıştır.68x Bununla beraber, ister toplanılarak edilen duada olsun, ister özel duada
olsun, zihin olmadan dilin Tanrı’nın gözüne hiç iyi görünmemiş olması gerektiğini tartışmasız
anlamalıyız. Ayrıca dilin konuşarak ifade edebildiği her şeyin çok ötesine geçmek için, zihin
bir düşünce ateşiyle tutuşturulmalıdır.
Son olarak, içteki duygunun harekete geçme gücünün yetersiz olması ya da duygunun
şiddetle harekete geçmesini dilin hareketinin desteklemesinin dışında, özel dua için dilin
gerekli bile olmadığını kabul etmeliyiz. En iyi dualar bile kimi kez söze dökülmez, zihindeki
duygular harekete geçtiğinde, uygulama sırasında çoğunlukla dil, gösterişsiz olarak konuşma
yeteneğini, diğer organlar da hareketi meydana getirir. Bundan, Hanna’nın belli belirsiz
mırıldanmasının [1Sa. 1:13], bütün kutsalların, bölük pörçük konuştuklarında sürekli olarak
yaşadıklarına benzediği açıkça ortaya çıkar.
Diz çökmek ya da başörtüsünü açmak gibi dua ederken geleneksel şekilde
gözlemlenen beden hareketlerine gelince, bunlar Tanrı’yı daha çok yüceltmeye çalışırken
yaptığımız hareketlerdir.
(Rab’bin Duası: ilk üç dileğin açıklaması, 34-42)
34. Bizim için gerekli bir yardım olarak Rab’bin Duası
Artık sadece dua etmenin daha güvenilir tarzını değil, bizçimini de öğrenmeliyiz: Yani
Göklerdeki Baba’mızın, sevgili Oğlu aracılığıyla öğrettiği, sınırsız iyiliğini ve şefkatini
şükranla ikrar edebildiğimiz tarzı [Mat. 6:9 v.d.d.; Luk.11:2 v.d.d.]. Çocukların endişelenip
üzüldükleri zaman ebeveynlerinin korumasına sığınmayı alışkanlık haline getirmeleri gibi,
Baba’mız her ihtiyacımızda bizi kendisini aramamız için uyarır, teşvik eder. Bunun yanı sıra,
yoksulluğumuzun bizi nasıl sıkıntıya düşürdüğünü, neyi istemenin doğru olduğunu ve bizim
398
Augustine, Confessions X. Xxxiii.50 (MPL 32.800; çev. LCC VII. 230 v.d.). Bu bağlamda
Augustineus,mezmur okurken kullanılan bütün melodilerden, ibadete yararı olmadığı için
vazgeçirebilmeyi “kimi kez” ne kadar istediğini belirtir. Ama Calvin gibi, onun da seçimi
ilahi söylemeyi reddetmekten çok ilahi söylemekte reform yapmaktı.
68x
“Ruh” sözüyle…. Kullanılmıştır.” 1539, 1553’de değiştirildiği şekliyle.
532
için neyin yararlı olduğunu yeterince algılamadığımızı gördüğünden, bu bilgisizliğimiz
karşısında bunu sağlamıştır; eksik yeteneğimizi Kendisi sağlamış ve Kendisi vererek bunu
yeterli kılmıştır. Kendisini aramamızı sağlayan, hepsi bizim yararımıza olan, istemeye
ihtiyacımız olan her şeyi bir cetvel gibi belirterek bize bir biçim önermiştir. O’nun bu
şefkatiyle biz, büyük bir tesellinin meyvesini alırız: Hemen hemen O’nun sözleriyle
istediğimizden, anlamsız, tuhaf ya da yakışıksız hiçbir şey –kısacası, O’nun kabul etmediği
hiçbir şeyi- istemeyiz. Platon, insanların Tanrı’dan taleplerde bulunma becerilerinin eksik
olduğunu, onlara bu yeteneğin verilmesinin kendileri için genellikte zararlı olacağını görerek,
eski bir şairden aldığı duanın en iyi dua olduğunu duyurur: “Kral Jüpiter, biz ister isteyelim,
ister istemeyelim bize en iyi şeyleri bahşet ama biz istesek bile kötülüklerin bizden uzak
olmasını emret.”399 Gerçekten de, puta tapan bu kişi, açgözlülüğümüzün dayattığı şeyi
Rab’den istemenin ne kadar tehlikeli olduğu yargısına vardığı için bilgedir: Aynı zamanda
mutsuzluğumuzu da ortaya koyar, Ruh bize doğru dua biçimini öğretmezse [Rom. 8:26]
Tanrı’nın önünde tehlikesizce ağızlarımızı bile açamayız. Bu ayrıcalık, bizim çok daha fazla
saygı göstermemize değer, çünkü Tanrı’nın kabul ettiği tek Oğlu, zihinlerimizi kararsızlıktan
uzak tutan sözleri dudaklarımıza sağlar.
35. Ayırma ve asıl içerik
Duanın bu biçimi ya da kuralı altı dilek içerir. Yedi başlığa ayıranlarla400 aynı görüşte
olmamamın nedeni, Müjdecinin karşıt görüş belirten “ama” kelimesini araya sokarak bu iki
unsuru birleştirmek istemiş olmasıdır. Sanki “Ayartılmamıza izin verme ama bizim
güçsüzlüğümüzde bize yardım et, bizi düşmekten kurtar” demiştir. Eski kilise yazarları da
bizimle aynı görüştedir401, bu nedenle Matta’ya yedinci basamak olarak eklenen şeyin,
yorumuna altıncı dilek olarak bakılmalıdır.
Ama başından sonuna kadar bütün duada en önemli yer Tanrı’nın yüceliğine verilse
de, yine de özellikle ilk üç dilek Tanrı’nın yüceliğine ayrılır, kendi yararımıza denen şeyi göz
önünde tutmadan, bunun için sadece onlara bakmalıyız. Diğer üçü kendimizi korumayla
ilişkilidir, özellikle de kendi yararımız için istememiz gerekenlere ayrılmıştır. Tanrı,
Kendisini özgürce severek mi ya da ödül umuduyla mı O’na taptığımızı sınamak istediği için,
Tanrı’nın adının kutsanmasını istediğimizde, kendi yararımızı göz önünde tutmamalıyız,
sadece bu tek şeye dikkat eden gözlerle bakmak için, O’nun yüceliğine kendimizden önce yer
vermeliyiz. Bu tür diğer dualar da etkili olması için aynı tarzda bir araya toplanır.
Aslında bunun bize büyük yararı vardır, çünkü O’nun adı bizim istediğimiz gibi kutsal
kılındığında, karşılığında biz de kutsal kılınırız. Ama bu tür bir yarar karşısında gözlerimiz
kapalı, bir anlamda kör olmalıdır, böylece gözler bu yararı hiç görmez, özel iyiliğimiz için
bütün umudumuz kırılırsa biz yine de bu kutsal kılınmayı, Tanrı’nın yüceliğine ilişkin diğer
şeyleri istemeyi ve bunlar için yakarmayı bırakmayız. Musa ve Pavlus örneklerinde,
zihinlerini ve gözlerini kendilerinden başka yere çevirmelerinin ve kendi kayıplarına rağmen,
Tanrı’nın yüceliğinde ve Krallığı’nda ilerleyebilmeleri için, şiddetli ve yakıcı bir coşkunlukla
kendi yıkımlarını istemelerinin onlara üzücü gelmediğini görüyoruz [Çık. 32:32; Rom.9:3].
Öte yandan, günlük ekmeğimizin bize verilmesini istediğimizde, kendi yararımıza bir şey
399
Plato, Alcibiades II. 142 E, 143 A (LCL PlatoVIII.249).
Augustine, Enchiridion xxx. 115v.d.(MPL 40.285; çev. LCC VII. 408). Luther, “Bizi kötü
olandan kurtar”a “yedinci dilek” der, Eine kurze Form (A Short Exposition of the Decalogu,
The Apostles’ Creed, and the Lord’s Prayer, 1520 [Werke WA VII, 229; çev. Works of Martin
Luther II.384; krş. Enchiridion piarum precationonum, 1529 [Werke WA XXX.i.264 v.d.d.,
306 v.d.])
401
Pseudo-Chrysostom, Homilies on Matthew (tamamlanmamış çalışma), hom. Xiv (MPG
56.715).
400
533
istesek bile, onun görkemine katkıda bulunmayan bir şeyi istemek için, burada da özellikle
Tanrı’nın yüceliğini aramalıyız.402 Şimdi duanın yorumuna dönelim.
(“Göklerdeki Babamız”)
36. “Babamız”
Đlk olarak, daha önce sözünü ettiğim şeyle daha başlangıçta karşılaşıyoruz;403 Tanrı’ya
bütün dualarımızı sadece Mesih’in adıyla etmeliyiz, çünkü Tanrı başka bir adı uygun
bulamaz. Tanrı’ya “Baba” dediğimizde, “Mesih”in adını düşünürüz. Kim hangi güvenle
Tanrı’ya “Baba” derdi? Biz Mesih’te lütuf çocukları olarak oğulluğa alınmamış olsaydık, kim
Tanrı’nın oğlu olmanın onurunu iddia ederek böyle bir cüretle kendini ortaya atardı? O,
gerçek Oğul olduğundan, bu büyük kutsamayı kesin bir imanla kucaklarsak, onun doğasında
var olan şey, oğulluğa alınma yoluyla bizim de olabilsin diye, Mesih bize erkek kardeş olarak
verildi404. Bu nedenle Yuhanna, Tanrı’nın, babası olduğu tek Oğlu’nun adına iman edenlere
de Tanrı’nın çocukları olabilme gücünün verilmiş olduğunu söyler [Yu. 1:12].
Bu nedenle Tanrı hem bizim Babamız olduğunu söyler ve bize de Kendisine Baba
dedirtir. Bu adın büyük tatlılığıyla bizi bütün güvensizliklerden kurtarır, çünkü sevgi duygusu
başka hiç bir yerde Baba’nın sevgisinden daha çok olamaz. Bu nedenle bize karşı duyduğu
sınırsız sevgisini, bize “Tanrı’nın çocukları” denmesinden daha kesin olan başka bir kanıtla
ifade edemez [I Yu. 3:1]. Ama iyiliğinde ve merhametinde bütün insanlardan üstün olduğu
gibi, sevgisi de ebeveynimizin sevgisinden daha çok ve daha mükemmeldir. Yeryüzündeki
bütün babalar babalık duygusundan yoksun olsalar ve çocuklarını terk etseler de, Tanrı
kendini yadsıyamayacağı için [II Ti. 2:13] bizi asla bırakmayacaktır [krş. Mez. 27:19; Yşa.
63:16]. Çünkü bize sözü vardır: “Sizler kötü yürekli olduğunuz halde çocuklarınıza güzel
armağanlar vermeyi biliyorsanız, göklerdeki Babanız’ın kendisinden dileyenlere güzel
armağanlar vereceği çok daha kesin değil midir?” (Mat. 7:11]. Aynı şekilde peygamberde
Tanrı “Kadın… çocuğunu unutabilir mi?... Kadın unutabilir ama ben seni asla unutmam”
[Yşa.49:15] der. Ama bir oğul, aynı zamanda ya babasının acımasızlığından ya da
istediğinden şikâyet etmeden bir yabancıyı ya da farklı birini korumaktan vazgeçemez. Bu
nedenle şayet biz onun oğullarıysak yoksulluktan, parasızlıktan, acımasız ve aşırı
insafsızlıktan yakınmadan ondan başka hiçbir yerden yardım isteyemeyiz.
37. “Babamız”: Bizi teşvik edecek bir hitap şekli
Babamız şefkatli ve yumuşak huylu olsa da, gündelik günahlarımız O’nun gözüne iyi
görünmediği için, cesaretimizi kaybetmiş gibi davranmayalım. Đnsanların arasındaki bir oğul,
babasının önünde davasını savunmak için daha iyi bir savunucusu olmadığında, yakararak ve
alçakgönüllülükle suçunu kabul edip babasından merhamet dilerse –o zaman babanın yüreği
bu yakarışlara uzak kalmaz- yatışmak ve kaybettiği desteği yeniden elde etmek için daha iyi
bir aracısı yoksa, merhametlerin Babası ve her tesellinin Tanrısı ne yapar? [krş. 2Ko. 1:3]
Baba’larının şefkatine ve yumuşak huyluluğuna güvenmedikleri için hiçbir üzüntü belirtisi
göstermeden ondan korku içinde yardım isteyen diğerlerinin yakarışlarından daha çok, bizi
özellikle çağırıp buna cesaretlendirdiğinden, kendileri için yakaran çocuklarının gözyaşlarını
ve inlemelerini önemsemez mi? Bu baba şefkatinin bolluğunu bir meselde [Luk. 11-32]
anlatarak bize gösterir: bir oğul babasından uzaklaşır, varını yoğunu sefahatte harcar [ayet
13], babasına karşı her anlamda acıklı bir günah işler [ayet 18]; ama babası onu kollarını
açarak karşılar, oğlunun kendisinden af dilemesini beklemez, onun daha uzaktayken geldiğini
gördüğünde içtenlikle onu karşılamaya koşar [ayet 20], onu teselli eder, güler yüzle kabul
402
Krş. Bucer, Enarrationes in quatuor Evangelia (1536), s. 209
Krş. m. 21, 37, 38
404
Krş. yk. m. 21
403
534
eder [ayet 22-24]. Đnsanda görülen bu büyük şefkat örneğini vererek Tanrı, bunu Kendisinden
bol bol beklememiz gerektiğini bize öğretmek ister. O, sadece baba değildir, bizim nankör, asi
ve ters çocuklar olmamıza rağmen kendimizi O’nun merhametine bırakmamız koşuluyla,
bütün babaların en iyisi ve en yumuşak huylu olanıdır. Şayet Hıristiyansak O’nun bizim için
böyle bir baba olduğuna dair güvenimizi güçlendirmek için, ona sadece “Baba” değil, açık
açık “Babamız” dememizi ister. Sanki biz ona şöyle deriz: “Ey, çocuklarına çok düşkün ve
bağışlamaya çok hazır olan Baba, çocukların olan bizler böyle bir babaya layık olmasak da,
bize karşı ancak bir babanın şefkatini taşıdığından emin olarak ve buna açıkça inanarak sana
sesleniriz ve sana dua ederiz.”
Ama kalplerimiz sığ olduğu için, Tanrı’nın sınırsız lütfunu kavrayamaz, Mesih sadece
bizim evlat olarak kabul edilmemizin kefili ve garantisi değildir ama onun aracılığıyla
özgürce ve yüksek sesle “Abba, Baba” [Gal. 4:6; Rom. 8:15] diye bağırabildiğimiz, aynı
şekilde oğulluğa kabul edilmişliğin tanığı olarak bize Ruh’u da verir. Bu nedenle, herhangi bir
kuşku bizi engellediğinde, korkumuzu gidermesini ve cesaretle dua etmemize yol gösteren bu
Ruh’un bizi harekete geçirmesini istemeyi unutmayalım.
38. “Babamız”: Bizi kardeşlerimizle paydaşlığa yönelten bir hitap şekli
Bununla beraber her birimizin birey olarak ona, Onun Babası değil, daha çok
hepimizin genel olarak “Babamız” dememiz öğretilir. Bu olgu bizi, aramızdaki kardeş sevgisi
duygusunun ne kadar fazla olması gerektiği konusunda uyarır, çünkü aynı merhamet hakkı ve
kısıtlanmamış özgürlükle biz böyle bir babanın eşit çocuklarıyız. Eğer hepimizin ortak bir
babası varsa [Mat.23:9] ve bizim hissemize düşebilen her iyilik ondan geliyorsa fırsat
gerektirdiğince memnuniyetle ve bütün kalbimizle paylaşmaya hazır olmadığımız,
birbirimizden ayrı bir şey olmamalıdır.
Şimdi uygun olduğu üzere, birbirimize elimizi uzatarak yardım etmek istiyorsak, en
iyi babanın sağladığı korumayı kardeşlerimiz için istemekten başka onlara verebileceğimiz
hiçbir şey yoktur; o şefkatli ve lütufkarsa başka hiçbir şey istenemez. Aslında biz bunu bile
Baba’mıza borçluyuz. Tıpkı ailenin babasını gerçekten ve içten seven birinin, aynı anda onun
bütün ev halkını sevgiyle ve iyilikle kucaklaması gibi, Göksel Baba’mıza duyduğumuz
sevgiyi aynı ölçüde onun halkına, ailesine ve son olarak da mirasına göstermeliyiz. Çünkü o,
bunları kabul ettiği tek Oğlu’nun doluluğu diye onurlandırır [Ef. 1:23]. O zaman Hıristiyanlar,
sadece şimdi gördükleri ve kardeş kabul ettikleriyle değil, Mesih’te kardeş olan herkesle,
yeryüzünde yaşayan herkesle ortak olabilmek ve onları kucaklayabilmek için dualarında bu
kurallara uysun. Onlar için en iyi olanı istemenin ve ümit etmenin, Tanrı’ya itaat etmekten hiç
de daha az insancıl olmamasının dışında, Tanrı’nın onlarla ilişkili olarak neye karar verdiği
bizim bilgimizin dışındadır. Yine de, elçinin bize her şey için özellikle önerdiği iman ailesine
diğerlerinden daha çok sevgi göstermeliyiz [Gal. 6:10.] Özetle, Rab’bimizin Krallığı’nda ve
ev halkında kurduğu bu topluluğa bakarken bütün dualarımız böyle olmalıdır.
39. Duayla bağışın karşılaştırılması
Bununla beraber, zihinlerimizin bu topluluğa dikkatini vermekten vazgeçmemesi ya da
topluluktan ayrılmaması ama topluluğun her şeyiyle ilgilenmesi koşuluyla bu, özellikle
kendimiz ve belirli diğer kişiler için dua etmemizi engellemez. Dualar bu amaca yöneltildiği
için, kişisel olarak dile getirilse de, birlikte edilen dualar bitmez. Bir örnekle bu kolayca
anlaşılabilir. Bütün yoksulların ihtiyaçlarının hafifletilmesi için Tanrı’nın genel bir emri
vardır, yine de bu amaçla buna uyanlar tanıdıkları ya da acı çektiklerini gördükleri yoksullara
yardım ederler. Hepsini tanımadıkları ya da hepsine sağlayamadıkları için, hiç de daha az
olmayan ihtiyacın baskısı altındakileri göremezler. Bu tür özel duaları dile getirenler, kilisenin
ortak toplumuna bu şekilde bakarak ve bu şekilde düşünerek, Tanrı’nın halkını yüreklerine
535
alarak, kendilerini ya da ihtiyaçlarını içtenlikle bilmenin Tanrı’nın gözüne iyi göründüğü
başka kişileri, belirli koşullarla Tanrı’ya bırakırlarken Tanrı’nın istemine karşı koymazlar.
Bununla beraber, dua ve bağış aslında her yönüyle aynı değildir. Çünkü ancak
yoksulluklarını görebildiklerimize vermekte özgür olabiliriz. Ama bizi onlardan ayıran
mesafe uzak olsa da, tümüyle yabancı olan ve tanımadığımız kişilere de dua aracılığıyla
yardım etmekte özgürüz. Bu da, duanın bu genel biçimiyle yapılır. Bu duaya kendilerinin de
aralarında oldukları, Tanrı’nın bütün çocukları dâhildir. Bununla, Pavlus’un kendi döneminin
imanlılarına kavga etmeden, her yerde pak ellerini yükseltmeye [I Ti. 2:8] teşvik ettiği
söylenebilir. Pavlus, çekişmenin duaların kapısını kapattığı yolunda onları uyarırken niyeti,
onların dileklerini tek bir ses olarak sunmalarıdır.
40. “Göklerdeki Baba’mız”
Buna, onun göklerde olduğu eklenir [Mat. 6:9]. Bundan O’nun, engelli bir barikat olan
gökyüzü dairesiyle sınırlı, kapatılmış ve çevrelenmiş olduğu sonucunu hemen çıkarmayız.
Süleyman, O’nun göklerin göklerine bile sağamadığını itiraf eder [I Kr.8:27]. O da,
peygamberi aracılığıyla göklerin Kendisinin tahtı, yeryüzünün ayaklarının taburesi olduğunu
söyler [Yşa 66:1; Elç. 7:48-50]. Bununla O, belli bir bölgeyle sınırlı olmadığını, her şeyin
içine yayılmış405 olduğunu söylemek ister. Ama bizim kafamız çok aptal olduğundan,
O’onun anlatılamayan görkemini başta türlü anlayamamıştır. Sonuçta bu bize “gökler” olarak
ifade edilir, çünkü biz göklerden daha yüce ya da görkemli bir şey göremeyiz. Bu nedenle,
duyularımız burayla ortak olarak bağlantı kurduğunu kavrarken, Tanrı her yerin ötesindedir,
böylece O’nu ararken, bedenin ve ruhun bütün algılarının üzerine çıkmalıyız. Đkinci olarak, bu
açıklamayla o, bozulma ya da değişme şansından bütünüyle yükseltilir. Sonuçta bu, O’nun
bütün evreni kucaklayarak bir arada tuttuğu ve gücüyle onu kontrol ettiği anlamına gelir. Bu
nedenle sanki O’nun büyüklüğünün ya da yüksekliğinin sonsuz, özünün kavranılamaz,
gücünün sınırsız ve ölümsüzlüğünün sonsuz olduğu söylenmiştir. Ama bunu duyduğumuzda
O’nunla ilgili hiçbir şeyin dünyasal ya da fiziksel olduğu hayalini kurmayalım, O’nu kendi
küçük ölçümümüzle ölçmeyelim ya da istemini heyecanlarımıza uydurmayalım diye,
Tanrı’dan söz edildiğinde düşüncemiz daha genişletilmelidir. Aynı zamanda göklerin ve
yeryüzünün onun sağlayışı ve kudretiyle yönetildiğini anladığımız için, O’na olan güvenimiz
de artmalıdır.
Özet olarak: “Baba” adıyla önümüze getirilen; güvenli bir imanla Kendisinden
istememiz gereken, bize Kendi suretinde görünen Tanrı’dır. Bu içtenlikli “Baba” adı sadece
güven vermez. Zihnimizin kabul edilen tek Oğul’dan meleklerin ve kilisenin tek Baba’sına
doğru zenginleşmesine fırsat vererek şüpheli ve sahte tanrıların uzak durmasında da etkilidir.
Đkinci olarak, Tanrı’nın tahtı göklerde yer aldığından, evrenin hükümranı olmasıyla, O’na
boşu boşuna gelmediğimiz, çünkü O’nun şimdiki yardımıyla isteyerek bizi bulduğu ikna edici
şekilde hatırlatılır. “Tanrı’ya yaklaşan” der elçi, “O’nun var olduğuna ve kendisini arayanları
ödüllendireceğine iman etmelidir” [Đbr. 11:6]. Burada Mesih bu iki şeyi Baba’sına duyurur:
Đmanımızın O’na dayandığını, sonra da kurutuluşumuzu önemsemezlik etmediğine kesinlikle
ikna olduğumuzu. Çünkü o, sağlayışına bizi de dâhil etmeye tenezzül eder. Pavlus bu temel
öğretişiyle bizi doğru dua etmeye hazırlar. Bize dileklerimizi Tanrı’ya bildirmeden önce
[Flp.4:6], “Hiç kaygılanmayın” [Flp.4:6]; “Rab’bin gelişi yakındır” [Flp. 4:5] emrini vererek,
öğüdüne başlar. “Rab’bin gözleri doğru kişilerin üzerindedir” [Mez.34:15; krş. 1Pe.3:12]
ayetlerine inanmayanların dualarını kuşku ve şaşkınlık içinde zihinlerinde evirip çevirdikleri
buradan bellidir.
405
“Diffundi per omnia”: VG: “ains qu’il par tout et remplit toutes choses.” (“Böylece o her
yerdedir, her şeyi doldurur”)
536
41. Đlk dilek
Đlk dilek Tanrı’nın adının kutsal kılınmasıdır [Mat. 6:9]; bu adı bizim büyük
utancımızla bağdaştırma ihtiyacıdır. Şimdiye kadar gücümüz dâhilinde yattığı gibi,
küstahlığımızla ve delice saygısızlığımızla mahvedilmesinden, kısmen nankörlüğümüz,
kısmen de kötü niyetimiz yüzünden Tanrı’nın yüceliğinin karanlıkta kalmasından daha
uygunsuz ne vardır? Tanrısız insanlar, saygısızlık etme izniyle ortaya çıksalar da, Tanrı’nın
adının kutsallığı hala parlar. Peygamber haklı olarak, “Adın gibi, ey Tanrı, övgün de dünyanın
dört bucağına varıyor” [Mez. 48:10] diye duyurur. Tanındığı yerde Tanrı’nın güçleri
kendilerini göstermezlik etmez; kudret, iyilik, bilgelik, doğruluk, merhamet, gerçek- Tanrı’ya
duyduğumuz hayretle bunlar bizi cezbeder, onu övgüyle anmaya yönlendirir. Bu nedenle,
Tanrı’nın kutsallığı yeryüzünde kendisinden çok uygunsuzca çalındığı için, bunu talep etmek
bizim gücümüzün dahilinde olmasa da, bize hiç olmazsa dualarımızda bunun için endişe
etmemiz emredilir.
Özet olarak: Tanrı’nın layık olduğu onura sahip olmasını istemeliyiz; insanlar en
büyük saygıyı göstermeden ondan söz etmemeli ya da onu düşünmemelidirler. Bunun aksi,
her zaman çok yaygın olan ve bugün de dünyanın her yerinde görülen saygısızlıktır.
Aramazda Tanrı’ya bağlılık çok az da olsa bu dileğe duyulan ihtiyaç gereğinden fazla
olmalıdır. Ama diğer bütün adlardan ayrı tutulduğu yerde, kutsallık Tanrı’nın adıyla
bağdaştırılırsa, Tanrı’nın adı pak yücelik solur, bize burada Tanrı’nın, kutsal adını sadece
bütün aşağılamalardan ve şerefsizliklerden korumasını değil, bu ada saygı göstermek üzere
bütün insan ırkına baş eğdirmesini de istememiz emredilir.406
Artık Tanrı kendini kısmen öğretişle, kısmen işleriyle bize Kendini açıkladığı için,
ancak bu iki açıdan da onun olanı O’na verirsek O’nu kutsal kılabiliriz ve O’nun meydana
getirdiği şeyleri kucaklayabiliriz. Çok çeşitli türdeki işlerinin üzerinde yüceliğinin
damgalarını vurduğunu gördüğümüzde, yumuşaklığından daha az olmayan acımasızlığı bizi
O’nu övmeye sevk etmelidir, bu da haklı olarak her dilin O’nu övmesine neden olur. Böylece
Kutsal Yazı’nın aramızda haklı bir otorite sağlayacağı ortaya çıkacaktır, hak ettiği evrenin
hükümranlığı boyunca olduğu gibi, hiçbir şey Tanrı’ya dua etmemizi engellemeyecektir. Ama
bu dilek şu amaca da yöneltilir: Bu kutsal adı kirletmiş olan bütün saygısızlıkların yok
edilerek ortadan kaldırılabilmesine; onun kutsal kılınmasını karartan ya da azaltan bütün
kötülemelerin ve alayların yasaklanabilmesine; bütün saygısızlıklara sessiz kalarak Tanrı’nın
yüceliği içinde giderek daha çok parlamasına.
42.Đkinci dilek
Đkinci dilek, Tanrı’nın Krallığı’nın gelmesidir [Mat. 6:10]. Yeni hiçbir şey
içermemesine rağmen bunun ilk dilekten ayrı tutulmasının iyi bir nedeni vardır; en önemli
konuların hepsindeki isteksizliğimizi göz önünde tutarsak, iyice bilinmesi gereken bir şeyin
özüne gitmek için, bizi tartışmamızı genişletmeye zorlar. Bu nedenle bize Tanrı’ya itaat
etmemizi ve sonuçta O’nun kutsal adını lekeleyen her şeyi tümüyle yok etmesini O’ndan
istememiz emredildikten sonra, şimdi benzer ve neredeyse özdeş bir yakarış eklenir:
“Krallığı’nın gelmesi” [Mat. 6:10].
Bu Krallığın tanımı bize daha önce yapılsa bile407, kısaca tekrarlayacağım: Đnsanların
göksel hayatı amaç edinmek için hem kendilerini inkâr ederek, hem de dünyayı ve
yeryüzündeki hayatı küçük görerek, O’nun doğruluğunu edinmeye söz verdikleri yerde Tanrı
406
“Humanum genus.” 41 ve 42. maddeler Calvin’in, bütün insan boyunca Mesih’in
Krallığı’nın zaferi ve gelecekteki evrenselliği anlayışını anlatır. Bu, Commentaries’de sık sık
ortaya konulan bir konudur. Krş. Comm. Mez. 2:8; 21:8;28:57; 45:16;47:8; 72:8; 110:2; Mat.
6:10; 12:31; Yu.13:31v.d.; R. S. Wallace, Calvin’s Doctrine of the Christian Life, s. 110 v.d.
407
III.iii.19;III.vi-x.
537
hükümran olur. Bu durumda bu Krallığın iki bölümü vardır: Birincisinde, Tanrı, Ruhu’nun
gücüyle, Kendisine bölükler halinde savaş açan bedenin bütün arzularını ıslah eder;
ikincisinde kuralına itaat etmemiz için bütün düşüncelerimizi şekillendirir.
Bu nedenle, Tanrı’nın Krallığı’nın esenlikli durumunu bozan ve saflığını kirleten
bütün kötülüklerin temizlenmesine kendilerinden başlayanların dışında başka hiç kimse bu
dilekteki yasaya uygun düzeni korumaz. Tanrı’nın sözü kraliyet asası gibi olduğundan, burada
bize bütün insanların zihinlerini ve yüreklerini gönüllü olarak Tanrı’ya itaate yönlendirmemiz
için O’na yakarmamız emredilir. Tanrı, Ruhu’nun layık olduğu onur payesinde olabilmesi
için, Ruhu’nun gizli esini aracılığıyla sözünün işini ortaya koyduğunda bu meydana gelir.
Daha sonra inatçılıkla ve korkunç bir delilikle O’ nun otoritesine direnen, dine saygısızlık
edenlere inmeliyiz. Bu nedenle Tanrı, bütün dünyayı çeşitli şekillerde karşısında eğilmeye
zorunlu bırakarak Krallığını kurar. Bazılarının zevk ve sefahat düşkünlüğünü terbiye eder,
diğerlerinin terbiye edilemeyen gururlarını kırar. Her gün Tanrı’dan, yeryüzünün her yerinden
Kendisine kiliseler toplamasını; onların yayılmasını ve sayılarının artmasını; onları
armağanlarla süslemesini; aralarında yasaya uygun bir düzen kurmasını; öte yandan da pak
öğretiş ve dinle bütün düşmanlarını devirmesini; onların emellerini yıkarak yok etmesini ve
çabalarını bastırmasını istemeliyiz. Buradan, günlük ilerleme gayretinin bize boşuna
emredilmediği, çünkü ahlaksızın kirliliğini sarsıp temizleyen ve bir bütün halinde tamamıyla
çiçeklendirip geliştiren insanların işleriyle bunun asla çok iyi gitmediği ortaya çıkıyor. Ama
Pavlus’un öğrettiği gibi, “Tanrı’nın her şeyde her şey olacağı” [1Ko.15:28] Mesih’in son
gelişine kadar bu bütünlük ertelenmektedir.408
Böylece bu dua bizi dünyasal kötülüklerden geri püskürtmelidir, bu kötülükler bizi
Tanrı’dan o kadar ayırır ki. Krallığı, kuvvet bularak içimizde büyümez. Aynı zamanda bu,
bedenin utancı için de gayret etmeyi ateşlemelidir; sonuçta bize çarmıhı taşımayı
öğretmelidir. Çünkü Tanrı, Krallığı’nın böyle yayılmasını ister. Ama iç varlığın yenilenmesi
koşuluyla, dış varlığın harap olmasını kötü bulmamalıyız [2Ko.4:16]. Çünkü bu, Tanrı’nın
Krallığı’nın koşuludur: biz O’nun doğruluğunu teslim ederken, O da bizi yüceliğine ortak
eder. Şeytan’ın krallığının karanlığını ve sahteliklerini yok eden, söndüren, sona erdiren
ışığını ve gerçeğini giderek artan bir görkemle sergilediğinde bu olur. Bu arada O, Kendine ait
olanları korur, Ruhu’nun yardımıyla onlara doğrulukta rehberlik eder, sebat etmeleri için güç
verir. Ama en sonunda ağzından çıkan Ruhu’yla Mesih karşıtını öldürüp, gelişinin
parlaklığıyla bütün tanrısızlıkları yok edinceye kadar düşmanlarının günahlı komplolarını
bozar, kötülüğe karşı çıkar, inatçılıklarını bastırır [2Se. 2:8].
43 . Üçüncü dilek
Üçüncü dilek, O’nun istediğinin gökte olduğu gibi yeryüzünde de olabilmesidir
[Mat.6:10). Bu, O’nun Krallığına bağlı olmasına ve Krallıktan ayrılmamasına rağmen, “Tanrı
dünyaya hükümrandır” demenin ne anlama geldiğini kolayca ya da hemen kavramayan
bilgisizliğimiz nedeniyle, yine de ayrıca eklenmiştir. Bu nedenle bunu, her şey, O’nun
istemine boyun eğdiğinde, Tanrı dünyanın Kralı olacaktır şeklinde bir açıklama diye kabul
etmek, anlamsız olmayacaktır.
Burada konu, O’nun gizli istemi değildir, O, bu gizli istemiyle her şeyi kontrol eder ve
onları, amaçlarına uygun şekilde yönlendirir.409 Şeytan ve insanlar Tanrı’ya şiddetle
408
Krş. IV.i.17; Peter Martyr Vermigli, Loci communes II.xvii. 14(1576 basımı, s.462).
Calvin’in Tanrı’nın Krallığı’nın yeryüzünde zaferle biten savaşı konusuna bakışı, şu eserlere
göndermede bulunarak tartışılır: K. Fröhlich, Gottesreich,Welt und Kirche bei Calvin, s. 1928. krş. H. Quistorp, Calvin’s Doctrine of the Last Things, s. 114 v.d.d. Calvin’in eskatolojisi
bu bölümün son cümlelerinde özet olarak belirtilmektedir.
409
krş. I.xviii.3; III.xxiv.17
538
saldırsalar bile O, kavranılamayan planıyla onların saldırılarını saptırmakla kalmaz, karar
verdiği şeyi onların aracılığıyla yapabilecek şekilde düzenler.
Burada Tanrı’nın başka bir istemine de–yani, gönüllü itaatin karşılığı olan şeye- dikkat
edilmelidir, bu nedenle, mezmurda söylendiği gibi, melekler Tanrı’ya isteyerek itaat ettikleri
ve O’nun emirlerini yerine getirmeyi istedikleri için [Mez. 103:20] gökler yeryüzüyle ismen
karşılaştırılır. Bu nedenle, tıpkı göklerde Tanrı’nın gözüne iyi görünenin dışında hiçbir şeyin
yapılmaması ve meleklerin hep birlikte, bütünüyle esenlik ve doğruluk içinde yaşamaları gibi,
bütün haddini bilmezliğin ve günahlılığın sona ermesiyle, yeryüzünün de böyle bir kurala aynı
tarzda boyun eğmesini istememiz bize emredilir.
Bunu istemekle, bedenimizin bütün arzularından vazgeçeriz; çünkü her kim
dünyasallıktan elini çekmez ve duygularını Tanrı’ya bırakmazsa, Tanrı’nın istemine
olabildiğince karşı çıkar, çünkü bozulmuşluk bizden meydana gelir. Yine, bu dua aracılığıyla,
Tanrı bizi Kendi kararına göre yönetebilsin diye özveride bulunmalıyız. Đçimizde kışkırtıcı
değil, onun istemine pak şekilde uygun olan bir arzu duymamız için, zihinlerimiz ve
yüreklerimiz sıfıra indirgenir, Tanrı sadece bu şekilde bizde yeni zihinler ve yürekler
yaratabilir [krş. Mez. 51:17]. Özetle, kendimizden hiçbir şey istemeyebiliriz ama O’nun
Ruh’u yüreklerimizi yönetir; Ruh içsel olarak bize öğretirken O’nun gözüne iyi görünen
şeyleri sevmeyi, iyi görünmeyen şeylerden nefret etmeyi öğreniriz. Sonuç olarak, arzumuz,
Tanrı’nın kendi istemine uygun olmayan bütün duyguları abes ve değersiz kılmasıdır.
Birinci bölümün sonucu
O zaman burada duanın ilk üç maddesi vardır. Bu isteklerde bulunarak, kendimizi
düşünmeden teslim ederek ve kendimiz için yararlı olmasını istemeden, sadece gözlerimizin
önüne Tanrı’nın yüceliğini getiririz; çünkü bu yarar böyle bir duayla bol bol artsa bile, burada
bu aranmamalıdır. Ama bütün bunlar bizlerin hiçbir düşüncesi, arzusu ya dileği olmadan,
onların zamanında geçmiş olsa da, biz yine de bunları arzulamalı ve istemeliyiz. Bunu
yapmamızın değeri hiç de az değildir. Böylece Tanrı’nın kulları ve çocukları olduğumuzu,
elimizden gelen in iyi şekilde kendimizi gayretle, gerçekten ve derinden O’nun onuruna
adadığımızı kanıtlarız ve açıkça söyleriz. Bunu Rab’bimize ve Baba’mıza borçluyuz. Bu
nedenle Tanrı’nın yüceliğinin değerini artıran bu arzu ve gayretle “Tanrı’nın adı kutsal
kılınsın”, “Krallığı gelsin”, “O’nun istediği olsun” diye dua etmeyenler Tanrı’nın çocukları ve
kulları sayılmayacaktır; bu insanlar istemeseler de bütün bunlar olacağı için, sonuçta
şaşıracaklar ve yok olacaklardır.
Son üç dileğin açıklaması, 44-47)
44. Dördüncü dilek
Bunun ardından duanın kendi özel işlerimize geçtiğimiz ikinci bölümü gelir. Aslında,
Pavlus’un yiyecekte ve içecekte de görüleceğine tanıklık ettiği [1Ko. 10:31] Tanrı’nın
yüceliğine veda ederek sadece bizim için yararlı olanı istemeyiz. Ama böyle bir farkın
olduğuna işaret etmiştik410: Tanrı özellikle ilk üç dileği ister ve saygımızı bu şekilde
kanıtlamamız için bizi bütünüyle kendine çeker. Sonra kendi çıkarlarımızı gözetmemize izin
verir ama şu sınırlamayla: O’nun için yaşamamızdan ve O’nun için ölmemizden daha yerinde
bir şey olmadığı için [Rom. 14:7-9], bize bağışta bulunduğu yararların O’nun yüceliğini
gösterebilmesini istemeden, kendimiz için hiçbir şey istememeliyiz.
Ama bu dilekle, genelde bedenlerimizin, bu dünyanın temel ilkelerine bağlı olarak
kullanmaya ihtiyaç duyduğu [Gal.4:3] her şeyi Tanrı’dan isteriz, sadece yiyecek ve giyecek
değil, gündelik ekmeğimizi esenlikle yiyebilmemiz için, Tanrı’nın bizim için yararlı gördüğü
her şeyi de. Özetle, Tanrı bizi beslesin, doyursun ve esirgesin diye, bu dilekle kendimizi
410
yk. m. 35
539
O’nun korumasına bırakırız, kendimizi O’nun sağlayışına emanet ederiz. Biz, ekmek kırıntısı
ve bir damla su bile olsa her şeyi O’ndan beklerken, bu önemsiz konularda imanımızı
harekete geçirmek için, merhameti çok bol olan Babamız, bedenlerimizi bile koruması altına
almayı küçümsemez. Ruhumuzdan çok bedenimiz için daha büyük endişe duyarak, olumsuz
yönde etkilenme ve üzüntü çekme günahımız şu ya da bu şekilde mevcut olduğu için, ruhunu
Tanrı’ya emanet etmeyi göze alan birçok kişi, ellerinde bol şarap, tahıl ve zeytinyağı yoksa
korkuyla titreyerek, yine de bedenleri konusunda telaşa kapılır, ne yiyecekleri, ne giyecekleri
konusunda endişelenirler. Bu, çabuk geçen bu hayatın gölgesinin, bizim için, ebedi
ölümsüzlükten çok daha fazlasını yaptığı anlamına gelir. Tanrı’ya güvenenler, bedenin
korunması konusundaki endişelerinden bir kez kurtulduklarında hemen Tanrı’dan daha büyük
şeyler, hatta kurtuluşu ve ebedi hayatı beklerler. O zaman, bizi böyle endişelendiren şeyleri
Tanrı’dan ümit etmek, bizim için hiç de önemsiz bir iman alıştırması değildir. Neredeyse
bütün insanların iliklerine işlemiş bu imansızlığı reddettiğimizde büyük yarar sağlarız. Bazı
yazarların “ruhsal ekmek”411 [Mat. 6:11] konusunda felsefe yaparken söyledikleri, bence,
Mesih’in söylemek istedikleriyle çok az bağdaşır; aslında bu çabuk geçen hayatta bile
Tanrı’ya bizi besleme görevini vermezsek bu, hatalı bir dua olur [Mat. 6:11]. Bu yazarların
gösterdikleri neden çok saygısızcadır: bu, ruhsal olmaları gereken Tanrı’nın çocuklarına
uygun değildir, onların dikkatlerini sadece yeryüzündeki kaygılara çekmez, kendileriyle
beraber Tanrı’yı da bu kaygılara dâhil ederler.412 Sanki O’nun bereketlemesi ve lütufta
bulunması yiyecekte görülmezmiş ya da “şimdiki ve gelecek yaşamın vaadini içeren Tanrı
yolu” [1Ti. 4:8] diye yazılmasının hiçbir amacı yokmuş gibi. Günahların bağışlanması
bedenin beslenmesinden çok daha önemli olmasına rağmen, uygun olduğu şekilde, göklerdeki
hayata ait olan diğer iki dileğe bizi yavaş yavaş yöneltebilmek için, Mesih önce alt düzeyde
olan şeye yer verdi. Bunda, bizim yavaşlığımızı hesaba kattı.
Ama bize gündelik ekmeğimizi istememiz, Göklerdeki Babamızın bize verme lütfunda
bulunduğu ölçüde memnun olabilmemiz, yasa dışı düzenlerle onu elde etmememiz emredildi.
Bu arada ekmeğin, armağan adıyla bize verildiğini anlamalıyız; Musa’da söylendiği gibi,
Tanrı’nın bereketi olmadan ne çabamızla, ne didinmemizle, ne de ellerimizle bir şey elde
edebiliriz [Lev. 26:20; krş. Yas. 8:17-18]. Aslında bol olan ekmeğin bile, Tanrı tarafından
besleyici kılınmazsa bize en küçük bir yararı yoktur. Buna uygun olarak, Tanrı’nın bu
cömertliği zengine de yoksuldan daha az gerekli değildir; kilerleri ve ambarları dolu olan
insanlar, onun lütfu aracılığıyla ekmeklerinden yararlanmazlarsa açlıktan ve susuzluktan
bayılırlar.413
Diğer Müjdecideki gibi, “gündelik” sıfatı kadar, “bugün” ya da “günbegün” sözü de,
çoğunlukla ölçüsüz şekilde yanıp tutuştuğumuz ve başka kötülüklerin de eklendiği gelip
geçici şeyler için kontrol edilemeyen arzuyu dizginler. Elde daha büyük bir bolluk varsa onu
zevk, eğlence, gösteriş ve başka aşırılıklar için döküp saçabiliriz. Bu nedenle bize
“ihtiyacımıza günü gününe yetecek kadar olanı” istememiz emredilir, güvence şudur:
Göklerdeki Babamız bizi bugün beslemektedir, yarın besleyemeyecek değildir. Bu durumda
ambarlarımız tıka basa ve kilerlerimiz doluyken bile ürün bize bol bol akabilse bile, biz her
zaman gündelik ekmeğimizi istemeliyiz, çünkü Rab bereketini dökerken, sahip olduğumuz
411
Calvin, Comm. Harmony of the Evangelists, Mat. 6:11’de Vg.’yi anlatır, “panis
supersubstantialis”i “son derece anlamsız” bularak Erasmus’u bu “saçmalığı” savunmaya
davet eder.
412
Tertullian, On Prayer vi (CCL Tertullian I. 260 v.d.; çev. ANF III.683) Mesih’in hayatın
ekmeği olduğunu, “gündelik ekmeğin” ruhsal anlamda anlaşılması gerektiğini tartışır [Yu.
6:35). krş. Augustine, On the Sermon on the Mount II. Vii. 25-27 (MPL 34. 1279 v.d.d.; çev.
NPNF VI. 41v.d.).
413
krş. I.xvi.7.
540
her şeyi, kesinlikle hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan saymak zorunda olmamız, bunun verimini
giderek artırır. Saat saat bize bahşettiği her bir küçük parçanın ve bunlardan yararlanmamız
için verdiği iznin dışında, elimizde olanlar bizim bile değildir. Đnsan gururu ancak çok
isteksizce razı olduğundan, Rab, insanın sadece ekmekle değil, daha çok Kendisinin ağzından
çıkan sözle yaşadığını akıllara sokmak için, halkını çölde manla doyurduğunda her çağda
geçerli olacak eşsiz bir kanıt sağladığını duyurmaktadır [Yas.8:3; Mat. 4:4]. Bununla, fiziksel
araçlar verse bile, hayatın ve gücün sadece Kendi kudretiyle sürdürüldüğünü bize gösterir.
Genellikle bunu bize bir karşı örnekle öğretir, çoğunlukla gözüne iyi göründüğü üzere,
ekmeğin gücünü (Kendisinin söylediği şekliyle harcını) kestiğinde onu yiyenler zayıflaya
zayıflaya eriyip bitebilirler [Lev. 26:26], su içenler susuzluktan kavrulabilirler [krş. Hez. 4:1617; 14:13].
Ancak gündelik ekmekleriyle yetinmeyerek, dizginlememiş arzuyla sayılamayacak
kadar çok şeyin özlemini duyanların, bolluktan tıka basa doyanların ya da biriktirdikleri
zenginliklerden endişesi olmayanların Tanrı’ya bu duayla yakarmaları O’nunla sadece alay
etmektir. Gerçek duanın bütün düşünceyi ve düşüncede saklı kalan her şeyi Tanrı’nın önüne
dökmesi gerekirken, önceki kişiler aslında O’ndan almak istemedikleri şeyi, son derece nefret
ettikleri şeyi –yani sadece gündelik ekmeği- isterler ve açgözlülük eğilimlerini Tanrı’nın
önünde olabildiğince gizlerler. Diğerleri O’ndan en az bekledikleri şeyi isterler, yani
kendilerinde olduğunu düşündükleri şeyi.
Daha önce söylediğimiz gibi, “bizim” ekmeğimiz demekle, Tanrı daha çoğunu
cömertçe verir, çünkü hiç de hak etmediğimiz halde bize borçlu olunan şeyin bizim olmasını
sağlar [krş. Yas. 8:18]. Yine de değindiğim nokta reddedilmemelidir: Burada dolandırıcılık ve
soygunculukla değil, adil ve zarar vermeyen bir çabayla elde etmeye işaret edilmektedir;
başkasına zarar vererek elde ettiğimiz her şey başkasına aittir.
Bize verilmesini istemek, istediğimiz şeyin Tanrı’nın basit ve cömert bir armağanı
olduğu anlamına gelir, kendi yeteneğimiz ve gayretimizle elde edilmiş ve kendi ellerimizle
sağlanmış görünse bile yine de bize verilir. Çünkü ancak Tanrı’nın bereketlemesiyle
emeğimiz gerçekten verimli olur.
45. Beşinci dilek
Bunun ardından “Suçlarımızıi bağışla”[Mat. 6:12] gelir. Bu ve bundan sonraki dilekle Mesih,
göklerdeki hayatı meydana getiren her şeyi bağrına basar, çünkü Tanrı’nın kilisesini
kurtarmak için yaptığı ruhsal antlaşma sadece şu iki parçaya dayanır: “Yasamı… yüreklerine
yazacağım” ve “işledikleri günahlara karşı merhametli olacağım” [Yer. 31:33; krş. 33:8].
Burada Mesih günahların bağışlanmasıyla başlar, sonra hemen ikinci lütfu ekler: Bütün
ayırtılmalar karşısında yenilmeyelim diye, Tanrı’nın bizi Ruhu’nun gücüyle beslemesi ve
yardımıyla bizi desteklemesi.
Günahlara “borç” der, çünkü günahların cezası bizim borcumuzdur ve bu
bağışlayıcılıkla borcumuzdan kurtuluncaya kadar hiçbir şekilde tatmin olamayız. Bu
bağışlama O’nun cömert merhametinden gelir, bu merhameti sayesinde borçlarımızı cömertçe
temizler, bizi ödeme yapmaya zorlamaz ama Kendini ilk ve son kez fidye olarak veren
Mesih’teki merhametiyle tatmin olur [krş. Rom. 3:24]. Bu durumda Tanrı’nın, kendilerinin ya
da başkalarının liyakatlerinden tatmin olduğuna, günahın bağışlanmasının ödenip satın
alındığına414 güvenenler bu cömert armağanı asla paylaşamazlar. Tanrı’dan bu tarzda
isterlerken suçlamaları imzalamaktan başka bir şey yapmazlar, hatta kendi tanıklıklarıyla
mahkûmiyetlerini mühürlerler. Bağışlamanın bereketiyle kurtulmazlarsa borçlu olduklarını
i
Buradaki suç, aynı zamanda Tanrı’ya karşı işlenen günah anlamına da gelir. Mesih Đsa,
Tanrı’ya karşı işlenen günahlara ve suçlara, ödenmesi gereken borç olarak bakar. (çev. n.)
414
krş. III. Xv, xvi,xviii.
541
itiraf ederler, yine de liyakatlerine ve Tanrı’yı tatmin ettiklerine güvenerek, bunu kabul
etmektense reddederlar. Dolayısıyla O’ndan merhamet dilemezler, yargılamasını isterler.
Kendilerinin mükemmel olduklarını hayal edenler bağışlanmak istemeyi gereksiz
bulurlurken415, kaşınan kulaklarının kendilerini yanlışlara götürdüğü öğrenciler edinsinler,
yeter ki, edindikleri bütün öğrencilerin Mesih’ten koparıldığı anlaşılsın, Mesih herkese bütün
suçlarını itiraf etmelerini gerektiğini öğrettiği için sadece günahkârları kabul etmektedir; O,
yaltaklanarak günahları beslemez, ancak imanlıların, her zaman Tanrı’nın yargısına karşı
sorumlu olmaksızın, bedenlerinin günahlarından asla soyunmadıklarını bilir. Aslında
görevimizi her ayrıntısıyla yerine getirerek, Tanrı’nın önünde her lekeden arındığımız için,
kendimizi kutlayabilmeyi istemeli ve buna gayretle çalışmalıyız da. Ama bizdeki suretini
giderek yenilememiz Tanrı’nın güzüne iyi göründüğü için, bedenimizde her zaman bazı
lekeler kalmasının bir çaresini bulmak çok gereklidir. Ancak Babasının verdiği yetkiye göre
Mesih bize, suçumuzun bağışlanması için ömrümüz boyunca duaya başvurmamızı
emrediyorsa, bilgisizlere bütün suçlarından kurtulacakları güvencesini vermek için,
mükemmel masumluğun hayaletiyle onların gözlerini kamaştırmaya çalışan bu yeni
ilahiyatçılara kim göz yumacaktır? Yuhanna’ya göre bu, Tanrı’yı yalancı yerine koymaktan
başka bir şey değildir [1Yu. 1:10].
Bu alçaklar aynı gayretle, kurtuluşumuzu içerdiğini gördüğümüz Tanrı’nın
antlaşmasının bir bölümünü geçersiz kılarak onu parçalarlar, kökünden devirirler. Şimdiye
kadar bir araya getirilen şeyleri ayırmakla sadece saygısızlık suçu işlemezler, zavallı ruhları
umutsuzluğa boğarak imansız ve acımasız da davranırlar. Aslında onlar kendilerine ve
kendileri gibi olanlara sadakatsizlik ederler, çünkü Tanrı’nın merhametine tamamıyla tezat
olan bir uyuşukluk durumuna teşvik ederler. Ama Tanrı’nın Krallığı’nın gelmesini özlerken
aynı zamanda günahlarımızın da yok edilmesini istediğimize dair itirazları çocukçadır. Çünkü
duanın ilk maddesinde en büyük mükemmellik, ikincisinde ise bizim zayıflığımız önümüze
konur. Böylece bu ikisi birbirine hayranlık uyandıracak kadar uyar, böylece amaca
yönelirken, bizim için gerekli olan çareleri ihmal edemeyiz.
“Bağışladığımız gibi…”
Sonunda “bize karşı suç işleyenleri bağışladığımız gibi” [Mat.6:12] bizim suçlarımızın
da bağışlanmasını dileriz: yani fiilen bize haksızlık etmiş olsun ya da sözle hakaret etmiş
olsun bizi bir şekilde incitmiş olan herkesi esirgediğimiz ve bağışladığımız gibi. Günah işleme
ya da kötülük etme suçunu bağışlayan biz değiliz, çünkü bu sadece Tanrı’ya aittir [krş. Yşa.
43:25]! Daha çok bu, bizim bağışlamamızdır: öfkeyi, nefreti ve öç alma isteğini seve seve
zihinden çıkarmak ve unutmak için haksızlığı hatırlamayı seve seve zihinden uzaklaştırmak.
Bu nedenle, bize kötülük yapan ya da yapmış olan herkesin suçlarını biz de bağışlamazsak,
Tanrı’dan suçları bağışlamasını istememeliyiz. Yüreklerimizde nefret duyguları saklarsak, öç
almak için plan yaparsak ve her fırsatta zarar vermeyi düşünürsek, düşmanlarımızın
iyiliklerini hatırlamaya çalışmazsak ve onlara saygı göstermezsek bu duayla Tanrı’ya bizim
günahlarımızı bağışlamaması için yakarırız. Çünkü bizim başkalarına davrandığımız gibi
O’nun bize davranmasını isteriz [krş. Mat. 7:12]. Aslında bu, biz bunu yapmazsak O’nun da
bize bunu yapmamasını dilemektir. Bu tür insanlar dileklerinde daha ağır bir hükümden başka
ne kazanırlar?
Sonunda, bu koşulun –“Bize karşı suç işleyenleri bağışladığımız gibi” O’nun da
“bizim suçlarımızı bağışlaması [Mat.6:12]- bizim başkalarını bağışlayarak Tanrı’nın
415
Ruhsalcılar ya da Ahlaksızlar ima ediliyor. krş. Sermons on Galatians ii (Gal. 1:1-5). “Yeniden
doğduğumuzda artık günahlarımızdan vazgeçmeye ihtiyacımız olmadığına dair bir mükemmelliğin hayalini
kuran hayalciler var” (CR.L. 298; Contre la secte phattastique des Libertines xviii (CR VII. 205). Calvin’in
aklında özellikle, 1530’da yakılan Quintinadlı bir radikalin izinden giden Quintin’ciler vardı. krş. III. Đii. 14,dn
30.
542
bağışlamasını hak ettiğimiz için, sanki bu, bunun nedeniymiş gibi gösterilerek eklenmediğine
dikkat etmeliyiz. Rab bu sözle daha çok, imanımızın zayıflığını bir ölçüde teselli etmek ister.
Yüreklerimizden bütün nefretin, hasedin ve kinin boşaltılıp temizlenmesi koşuluyla, tıpkı
bizim başkalarını bağışladığımızdan emin olduğumuz kadar, Kendisinin de bize,
günahlarımızı bağışlamayı bahşettiği güvencesinin işareti olarak bunu eklemiştir. Rab bu
sözüyle kısmen de, öç almaya hevesli olan, bağışlamakta yavaş davranın, başkalarına inatla
düşmanlık eden ve aynı öfkenin kendilerinden başka yöne çevrilmesi için dua ederek
başkalarını kışkırtan kişileri Kendi çocuklarının sayısının dışında tutar. Rab’bin bunu yaptığı
bu insanlar O’na Baba demeye cesaret edemezler. Bu, Luka’da Mesih’in sözlerinde etkili bir
dille açıklanır [Luk.11:4].
46. Altıncı dilek
Söylediğimiz gibi, altıncı dilek [Mat. 6:13], yasanın yüreklerimize yazıldığı vaadine
[Özd. 3:3; 2Ko.3:3] tekabül eder ama biz sürekli savaşa, zorluğa ve mücadeleye girmezlik
etmeden Tanrı’ya itaat ettiğimiz için, burada böyle bir zırhla donatılmak ve zafer
kazanabileceğimiz böyle bir korunmayla savunulmak isteriz. Bununla bize, içimizdeki
yürekleri yumuşatmak, onları Tanrı’ya eğmek ve yöneltmek için Ruh’un sadece lütfuna değil,
Şeytan’ın hem bütün hilelerine, hem de bütün şiddetli saldırılarına karşı bizi yenilmez kılması
için yardımına da ihtiyacımız olduğu öğretilir. Ayartılmanın tarzları gerçekten çok çeşitlidir.
Ya aşırı arzumuzun bizden istediği ya da şeytanın teşvik ettiği şekilde bizi yasayı çiğnemeye
kışkırtan zihindeki günahkâr fikirler birer ayartmadır. Bunlar doğaları gereği kötü değildir
ama şeytanın hileleri aracılığıyla ayartıcı olur. Gözümüze o kadar saplanırlar ki, dış
görünüşleri, bizi Tanrı’dan uzaklaştırır ya da Tanrı’dan vazgeçirttirtir. [Yak. 1:2,14; krş. Mat.
4:1, 3; 1Se. 3:5]. Bu ayartmalar sağdan ya da soldan gelebilir. Örneğin; zenginlik, iktidar,
şeref payesi sağdan gelir, bunlar sergiledikleri parıltı ve görünüşteki iyilikleriyle insanların
görüş keskinliğini köreltir, kandırıcılıklarıyla ona çekici gelir, böylece bu hilelerle büyülenen
ve bu tatlılıkla sarhoş olan insanlar Tanrı’larını unuturlar. Örneğin; solda yoksulluk,
nankörlük, küçümseme, üzüntü ve benzerleri vardır. Bunların sıkıntısı ve güçlüğüyle
engellenenler umutsuzluğa kapılır, güvenceyi ve umudu çöpe atar, sonunda Tanrı’ya tümüyle
yabancılaşırlar.
Đki çeşit ayartılmaya teslim olmayalım diye Babamız Tanrı’ya dua ederiz. Bunlardan
biri aşırı arzuyla bizim içimizde yükselir, diğeri de şeytanın aracılığıyla bize önerilen
kendimize karşı savaştır. Daha çok Tanrı’ya, bize Kendi kudretiyle güç versin diye, eliyle
bize destek olması ve bize cesaret vermesi, habis düşmanımız aklımıza hangi düşünceyi
sokarsa soksun, onun bütün saldırılarına karşı sağlam durmamız için dua ederiz. Sonra bize,
bu iki yola yönelen ne sunulursa sunulsun–yani bolluk içinde övünmemek ya da sıkıntı içinde
yerinmemek- iyiye çevirebilelim diye dua ederiz.
Bununla beraber burada, ayartıldığımızı hiç hissetmemeyi istemeyiz, daha çok, fazla
hareketsiz kalarak tembelleşmeyelim diye heyecana, azap çekmeye ve dürtüye ihtiyacımız
vardır. Davut’un ayartılmayı istemesi [krş. Mez.26:2] boşuna değildir ve Rab’bin seçilmişleri
nankörlük, yoksulluk, sıkıntı ve başka acılarla cezalandırarak her gün sınaması nedensiz
değildir [Yar. 22:1; Yas. 8:2; 13:3]. Ama Tanrı başka, Şeytan başka sınar. Şeytan yok
edebilmek, mahkûm edebilmek, şaşırtabilmek, devirebilmek için ayartır ama Tanrı,
çocuklarını deneyerek onların içtenliğini sınar, bunu yaparak güçlerini saptar; onların, bu
kısıtlamayla zorlanmadığında zevk ve sefahat düşkünü rolü oynayan, ölçüsüzce övünen
bedenlerinin isteklerini kırar, paklar ve dağlar. Ayrıca Şeytan habersiz ezebilmek için silahsız
ve hazırlıksız olanlara saldırır. Ayartılmayla birlikte Tanrı, kendisine ait olana, onun
dayattıklarına sabırla tahammül etmesi için bir kaçış yolu yaratır [1Ko.10:13; 2Pe2:9].
“Kötülük” kelimesinden şeytanı mı yoksa günahı mı anladığımız çok az fark eder.
Aslında Şeytan yatarak hayatımızı pusuda bekleyen bir düşmandır [1Pe 5:8]: üstelik bizi
543
mahvetmek için günahla silahlanmıştır. Bu durumda bizim duamız şudur: Herhangi bir
ayartılmaya yenilmeyelim ya da bunalmayalım ama bize saldıran bütün güçlere karşı Rab’bin
gücüyle sımsıkı ayakta kalalım. Bu, Tanrı’nın özenine, güvencesine ve korumasına bırakılan
ayırtılmalara yenilmek değildir. Günaha, ölüme, cehennemin kapılarına [Mat. 16:28] ve
şeytanın bütün krallığına zaferle dayanabiliriz. Bu, kötülükten azat olmaktır.
Burada, büyük savaşçı şeytanla savaşa girmenin ya da onun gücüne ve korkunç
saldırısına dayanmanın bizim gücümüz dâhilinde olmadığını dikkatle fark etmeliyiz. Zaten
bizde olan bir şeyi Tanrı’dan istemek anlamsız ya da alay etmek olacaktır. Açıkçası,
özgüvenle böyle bir savaşa hazırlananlar, uğraşmaları gereken düşmanın ne kadar acımasız ve
ne kadar iyi donanımlı olduğunu yeterince anlamazlar.416 Artık bir delinin çenesinden ya da
öfkeli bir aslandan [1Pe. 5:8] olduğu kadar onun gücünden de azat olmak isteriz; Rab bizi
ölümün ortasından kapıp kaçırmazsa, şeytanın dişleriyle ve pençeleriyle bizi hemen
parçalayıp midesine indirmesini önleyemeyiz. Yine de biz “O’nun kudretinden gelen kudretle
yapmaya” [Mez. 60:12; krş.107:14] devam ederken Rab’bin bizimle olup olmadığını, bizim
için savaşıp savaşmadığını biliriz. Bırakın, diğerleri sahip olduklarını sandıkları kendi
yeteneklerinin ve özgür seçimlerinin gücüyle yapacaklarına güvensinler. Sadece Tanrı’nın
gücüyle ayakta durmamız ve O’nun kudretiyle güçlü olmamız bize yeter.
Ama bu dua ilk bakışta ortaya koyduğundan daha fazlasını içerir. Şeytanla savaşmak
için bizim gücümüz Tanrı’nın Ruhu’ysa, Ruh’la dolarak bedenimizin bütün zayıflıklarını
reddedinceye kadar asla zafer kazanamayız. Bu durumda, Şeytan’dan ve günahtan azat olmak
için dilekte bulunurken, Tanrı’nın lütfunun, tümüyle buraya dolup, biz kötüye karşı zafer
kazanıncaya kadar sürekli olarak üzerimize yağmasını bekleriz.
Tanrı’dan bizi ayartılmaya yönlendirmemesini istemek bazılarına kaba ve sert gelir,
çünkü Yakup’un tanıklık ettiği gibi [Yak. 1:13] bizi ayartmak O’nun doğasına terstir. Ama
sorun zaten kısmen çözülmüştür, çünkü bizi yenilgiye uğratan bu ayartılmaların tam olarak
nedeni şehvet düşkünlüğümüzdür [Yak. 1:14] ve bu nedenle utanç doğurur. Yakup sadece,
üstlenmek zorunda olduğumuz bu ahlaksızlıkları Tanrı’ya yüklemenin abes olduğunu, çünkü
bunların suçlusunun biz olduğumuzu bildiğimizi söylemek ister. Ama bu, Tanrı’nın gözüne
iyi göründüğünde, adil ama çoğunlukla gizli bir hükümle bizi Şeytan’a teslim etmesini,
yoldan çıkmış bir düşünceye ve iğrenç bir arzuya fırlatıp atmasını, ayartılmaya
yönlendirmesini engellemez. Neden Tanrı için belli olsa da, çoğunlukla insandan gizlidir.
Buradan çıkardığımız sonuca göre, birçok iyi nedenden ötürü Tanrı’nın, yoldan çıkana
yüreğindeki sertlik ve körlükle darbe indirdiğinde, öcünü birçok kez kesin olarak
kanıtlamakla tehdit ettiğine inanıyorsak, bunun yanlış bir ifade olmadığı sonucunu çıkarırız.
47. Sonuç
Özellikle kendimiz ve mal varlığımız için Tanrı’dan yardım istediğimiz bu üç dilek,
daha önce söylediklerimizi açıkça belirtir:417 Hıristiyanların toplanarak dua etmeleri, kilise
halkının gelişimine dikkat etmeleri, imanlıların paydaşlığı geliştirmeleri gerekir. Herkes,
kendisine gizlice bir şey verilsin diye dua etmez ama hepimiz birlikte ekmeğimizi,
günahlarımızın bağışlanmasını, ayartılmaya yönelmemeye ve kötülükten azat olmayı isteriz.
416
Luther’in sevdiği ilahi “Ein’ feste Burg” (Sağlam Kale) (Werke WA XXXV. 455 v.d.’ndaki
metin) düşmanın aynı anlamda tehdit edici olan kudretini canlı olarak anlatır: “onun hilesi ve
gücü”. krş. H. Obendieck, Der Teufel bei Martin Luther, s. 53-59, 165-170. Bunyan, Grace
Abounding’de ve The Pilgrim’s Progress’te anlattığı Hıristiyan’la Apollon’un savaşında ruhla
şeytani saldırganı arasındaki çatışmayı da çok güçlü biçimde ifade eder.
417
yk. m.38, 39.
544
Dahası neden isterken bu kadar cesur, alırken bu kadar güvenli olmamız gerektiğine
ayrıca bir neden vardır. Bu, Latince çevirilerde418 günümüze kadar gelememiş olmasına
rağmen, burada bunun –yani “Egemenliğin, gücün ve yüceliğin sonsuzlara dek” O’nun
olduğunun [Mat 6:13]- atlanmaması çok uygundur. Bu, imanımızın sağlam ve esenlikli
dayanağıdır. Eğer değerimize göre dua ederek Tanrı’dan istememiz gerekiyorsa, O’nun
huzurunda mırıldanmaya bile kim cesaret edebilir? Acınacak halde, hatta herkesten daha
değersiz bile olsak, bütün övgülerden yoksun kalsak da, dua etmemek için hiçbir nedenimiz
yoktur, güvenceden asla yoksun bırakılmayız, çünkü Krallığı, gücü ve yüceliği asla
Babamızdan koparılıp alınamaz.
Sonuna “Amin” eklenir [Mat. 6:13]. Bununla, Tanrı’dan istediğimiz şeyi elde etme
arzusunun içtenliği ifade edilir. Böyle şeylerin zaten meydana geldiğine ve kuşkusuz bize de
bahşedileceğine dair umudumuz güçlenir, çünkü bunları, aldatmayan Tanrı vaat etmiştir.419
Bu, daha önce sözünü ettiğimiz dua biçimine uygundur: “Doğruluğumuzdan değil, senin
büyük merhametinden ötürü dilekte bulunuyoruz” [krş. Dan. 9:18-19].420 Kutsallar bununla
sadece dualarının bittiğini ifade etmezler. Tanrı, nedeni Kendinde aramazsa ve kutsallar
seslerinin işitildiğinin güvencesinin sadece Tanrı’nın doğasından geldiğini itiraf etmezlerse
bunu elde etmeye layık olmadıklarını kabul ederler.
(Sonuca ilişkin düşünceler: Başka kelimeler kullanma özgürlüğüyle birlikte Rab’bin
Duası’nın yeterliliği, 48-49)
48. Bağlayıcı bir kural olarak Rab’bin Duası
Tanrı’yı aramamız ya da hepimizin arayabilmesi için gerekli olan her şeyimiz var.
Bunun, Baba’nın, öğretmenimiz olarak atadığı ve sadece O’na kulak verdirttiği [Mat. 17:5] en
iyi Eğitmenimiz Mesih tarafından bu şekilde ve bu formda verilen bir dua olduğundan söz
edilmektedir. O, her zaman hem Tanrı’nın sonsuz Bilgeliği olmuş [Yşa. 11:2], hem de
yaratılan insan olarak, insanlara öğütçü büyük melek diye verilmiştir [Yşa 28:29 ve Yer.
32:19] ile Yşa. 9:6 birleştirilmiştir].
Bu dua her açıdan o kadar mükemmeldir ki, bununla ilişkisi olmayan konu dışı ya da
değişik bir şeyin eklenmesini Tanrı, saygısızlık ve densizlik bulur.421 Bu özette O, Kendisine
layık olanı, Kendisi için kabul edilebilir olanı ve bizim için gerekli olanı –aslında seve seve ne
vereceğini- belirtir.
Bu nedenle daha ileri gitmeye ve Tanrı’dan bunun dışında bir şey istemeye cesaret
edenler: Öncelikle Tanrı’nın bilgeliğine kendilerininkini eklemek isterler ki, bu çılgınca bir
küfürden başka bir şey olamaz; ikincisi kendilerini Tanrı’nın istemiyle sınırlamazlar, O’nu
küçümseyerek kontrolsüz arzularında doğru yoldan daha çok saparlar; son olarak da, imansız
dua ettikleri için hiçbir şey elde edemezler. Ama kuşkusuz bütün bu dualar imandan ayrılır,
çünkü burada, eğer iman sürdürülecekse, imanın her zaman dayanması gereken Tanrı’nın
sözü yoktur. Ama Eğitimci’nin kuralını ihmal ederek kendilerini kendi arzularına bırakanlarda
sadece Tanrı’nın sözü yok değildir, bütün güçleriyle onlar Tanrı’nın sözüne karşı mücadele de
ederler. Bu nedenle Tertullianus buna hem doğru, hem de zarif bir şekilde “yasaya uygun
dua”422 der, açıkça söylemeden diğer bütün duaların yasanın dışında kaldığını ve yasak
olduğunu belirtir.
418
Yeni Antlaşma’nın en eski metinlerinde kapanış bereketlemeleri görülmemektedir.
Benzer bir ifade tarzı, Luther, Enchiridion piarum precationum, Đlmihal Açıklaması (1529)
(Werke WA XXX. Đ.308’de, Rab’bin Duası’ndan sonra Amin denmesi konusunda da vardır.
Latincesi, Almancasından daha çok vurgulanmıştır: “Certo tihi omnia illa donabuntur.”
420
yk. m. 8.
421
krş. Augustine, Letters cxxx. 12.22 v.d. (MPL 33. 502 d.; çev. FC18. 393).
422
Tertullian, On Flight in Persecution ii. 5(CCL Tertullian II. 1138: çev. ANCL XI. 359)
419
545
49. Rab’bin Duası bizi, sözlerinin formuyla değil, içeriğiyle bağlar
Bu duanın biçimini, bir kelimesini ya da bir hecesini değiştirmemize izin verilmeyecek
kadar bizi bağlayan bir olgu olduğunu sizlere bir türlü izah edemiyoruz. Đnsan, ara sıra Kutsal
Yazı’da sözleri bundan çok farklı ama Ruh’un aynı olduğu birçok dua okur, bu duaların
edilmesi bizim için çok yararlıdır. Sözleri çok az benzerlik taşıyan birçok dua aynı Ruh
tarafından imanlılara telkin edilir. Bu öğretişte sadece şunu söylemek istiyoruz: Bu duaya özet
olarak dâhil edilenlerin dışında, hiç kimse hiçbir şey istememeli, beklememeli ya da talep
etmemelidir; sözler çok farklı olabilse de anlam değişmemelidir. Böylece Kutsal Yazı’nın
içerdiği ve Tanrı’nın sinesinden gelen bütün dualar kesinlikle buna dayanır. Aslında
mükemmellikte buna eşit olan başka hiçbir dua yoktur, çok azı bunu aşar. Burada Tanrı’yı
överken düşünülmesi, insanın kendi iyiliği için aklına gelmesi gereken hiçbir şey kalmaz.
Aslında daha iyisi için çaba gösterme umudunun bütün insanların elinden tümüyle alındığı
çok kesin olarak belirtilir. Özet olarak, bunun Tanrısal Bilgeliğin öğretişi olduğunu, neyin
istendiğinin ve istenenin gerekli olduğunu unutmayalım.
(Özel dua vakitleri ve hayal kırıklığına uğramadan buna dayanma, 50-52)
50. Alışılan vakitlerde dua
Ama daha önce yukarıda423, yüreklerimizi kaldırarak her zaman Tanrı’ya yönelmemiz
ve durmadan dua etmemiz gerektiğini, çünkü birçok yardımla desteklenecek kadar güçsüz ve
üvendireyle dürtülecek kadar tembel olduğumuzu belirtsek de, bu uygulama için hepimizin
belirli saatler ayırması uygundur. Bu saatler duasız geçmemelidir ve bu saatlerde yürek bütün
bağlığıyla tümüyle bu işe koyulmalıdır. Bu saatler şöyledir: Sabah kalktığımızda, gündelik
işimize başlamadan önce, yemeğe oturduğumuzda, Tanrı’nın bereketiyle yemek yediğimizde,
yatmaya hazırlandığımızda.
Ama bu, bu saatlere bir batıl inanç gibi uymak olmamalıdır, böylelikle biz, Tanrı’ya
borcumuzu ödermiş gibi, diğer saatlerin borcunu da ödediğimizi düşünürüz. Daha çok bu
bizim zayıflığımız için, böylece uygulanması ve tekrar tekrar uyarıcı etkisi yapması gereken
bir eğitim olmalıdır. Herhangi bir sıkıntı bize baskı yaptığında ya da başkalarına baskı
yaptığını gördüğümüzde, ayağımıza tez davranarak değil, samimi yüreklerle hemen Tanrı’ya
başvurmaya özellikle dikkat etmeliyiz. Bizim ya da başkalarının malvarlığında Tanrı’nın
elinin olduğunu kabul ettiğimizin de, övgü ve şükranla tanık etmeyerek farkına varılmamasına
izin vermemeliyiz.
Son olarak, her duamızda niyetimizin, Tanrı’yı belirli koşullara zorlamak, O’na ne
zaman, nerede, nasıl bir şey yapacağını emretmek olmamasına dikkatle uymalıyız. Buna
uygun olarak, bu duada bize, O’na yasa getirmememiz ya da O’na hiçbir koşul
dayatmamamız ama nasıl, ne zaman ve neresi O’na iyi görünürse yapacağını yapma kararını
O’na bırakmamız öğretilir.424 Bu nedenle, kendimiz için dua etmeden önce O’nun istediğinin
olması için dua ederiz [Mat. 6:10]. Đstemimizin, dizginle zaptedermiş gibi Tanrı’yı kontrol
etmek olduğu varsayılmasın ama bütün yalvarışlarımızda son sözün sahibinin ve yöneticinin
O olduğunu kabul edelim diye, bu sözlerle kendi istemimizi O’nun istemine bırakırız.
51. Duada sabırla dayanma
Bu itaatin meydana getirdiği düşüncelerle, kendimize, Tanrı’nın sağlayışının
yasalarıyla yönetilme izni verirsek, azimle dua etmeyi ve arzularımızı erteleyerek Rab’bi
sabırla beklemeyi kolayca öğreniriz. O zaman, Rab gelmese bile, bizim için her zaman var
olduğunu ve insanların gözüne ihmal ediyormuş gibi görünen dualara asla kulak asmazlık
423
424
yk. m. 4
krş. Luther, Enchiridion piarum precationum (Werke WA X. Đi. 397).
546
etmediğini Kendi zamanında duyuracaktır. O zaman bu, ezeli ve ebedi bir teselli olacaktır:
Tanrı bizim ilk istediklerimize yanıt vermezse cesaretimizi kaybetmeyebilir ve çaresizliğe
düşmeyebiliriz. Gayret gösteren ve Tanrı ilk dua edimlerine kulak vermezse ve hemen onlara
yardım etmezse hemen O’nun kendilerine karşı öfkeli ve düşman olduğunu hayal eden, bütün
işitilme umutlarını bırakarak O’ndan istemeye son verenlerin alışkanlığı budur. Daha çok, iyi
huylu tarafsız bir zihinle umudumuzu erteleyerek, Kutsal Yazı’nın bizden çok istediği bu
dayanmanın gayretle peşine düşelim. Mezmurlar’da Davut ve diğer imanlıların, dua etmekten
neredeyse yorulduklarında ve sağır bir Tanrı’nın önünde dil döküyorlarmış, havanda su
dövüyorlarmış gibi göründüklerinde bile dua etmekten vazgeçmediklerini sık sık
görebiliyoruz [Mez. 22:2]. Çünkü bütün olaylardan daha yüce olana iman edilmezse,
Tanrı’nın Sözü’nün otoritesi egemen olmaz.
Ayrıca Tanrı’ya meydan okumayalım ve O’nu ahlaksızlığımızla yorarak kendimize
karşı kışkırtmayalım. Bu, belirli koşullar altında Tanrı’yla antlaşma yapan birçok kişi için
olağandır, sanki Tanrı onların iştahlarının hizmetkârıymış gibi, O’nu kendilerinin koydukları
koşulların yasasına zorlarlar. Eğer Tanrı onlara hemen cevap vermezse içerlerler,
homurdanırlar, protesto ederler, söylenirler ve O’na öfkelenirler. Bu nedenle, lütufkâr Tanrı
diğerlerinden esirgediği merhameti böylelerine öfke ve kızgınlıkla bahşeder. Đsrailoğulları
bunun kanıtıdırlar, Rab’bin onları duymaması, öfkesini onların ekmekleriyle almasından daha
iyi olacaktı [Say.11:18, 33].
52. Đşitilmeyen dualar?
Ama uzun süre bekledikten sonra en sonunda aklımız, duadan sağladığımız yararı
öğrenemezse ya da onun meyvesini algılayamazsa, yine de imanımızla, aklımızın
algılayamadığı şeyi, uygun olan şeyi elde ettiğimizden emin olacağız. Çünkü Tanrı,
sıkıntılarımız O’nun sinesine yatırıldığında bu sıkıntılarımızda bize bakacağına çok sık ve çok
kesin söz verir. Tanrı, yoksullukta bolluk sahibi olmamıza, sıkıntı içindeyken rahatlamamıza
neden olacaktır. Her şey ümidimizi kırsa bile, yine de halkının beklentisini ve sabrını hayal
kırıklığına uğratmayan Tanrı bizi terk etmeyecektir. Bizim için her şeyin yerini sadece O
alacaktır, çünkü bütün güzel şeyler O’ndadır ve Krallığı’nı açık ve net şekilde ortaya koyduğu
Yargı Günü’nde bize bunları açıklayacaktır.
Ayrıca Tanrı duamızı kabul etse bile, her zaman tam olarak istediğimiz şekilde bize
cevap vermez ama görünüşte bizi mükemmel tarzda bekleterek, dualarımızın boşuna
olmadığını gösterir. Yuhanna’nın sözleri bu anlama gelir: “Her ne dilersek bizi işittiğini
bildiğimize göre, O’ndan dilediklerimizi aldığımızı da biliriz” [1Yu. 5:15]. Bu, gereksiz laf
kalabalığı gibi gelir ama bu duyuru özellikle yararlıdır, çünkü Tanrı bizim isteklerimize
uymadığında bile, onun sözüne dayanan ümidin bizi asla hayal kırıklığına uğratmaması için,
dualarımıza karşı yine de dikkatli ve şefkatlidir. Ama imanlılar bu sabırla beklemelidirler,
çünkü buna güvenmezlerse uzun süre ayakta kalamazlar. Rab halkını hafif sınamalarla dener,
onları tatlılıkla eğitmez ama çoğunlukla aşırı uca sürükler ve bu sürüklemeyle, tatlılığını
tattırmadan önce onların çamurda yatmalarına izin verir. Hanna’nın dediği gibi, “Rab öldürür
ve diriltir de, ölüler diyarına indirir ve çıkarır” [1Sa. 2:6]. Üzüntülü, umutsuz ve çoktan yarı
ölmüş durumdayken Tanrı’nın kendilerine dikkatle baktığı ve şu andaki mutsuzluklarına son
vereceği düşüncesiyle yeniden canlanmazlarsa, cesaretlerini kaybetmekten ve umutsuzluğa
koşmaktan başka burada ne yapabilirler? Yine de bu umudun güvencesiyle ayakta kalsalar
bile, bu arada dua etmeye son vermezler, çünkü duada dayanmak için süreklilik olmazsa
boşuna dua etmiş oluruz.
547
XXI. BÖLÜM
TANRI’NIN BAZILARININ KURTULUŞUNU, DĐĞERLERĐNĐN YIKIMINI ÖNCEDEN
BELĐRLEDĐĞĐ SONSUZA KADAR SÜREN SEÇĐMĐ425
(Önceden belirleme öğretisinin önemi, hem küstahlığı, hem de bundan söz ederken
ağzı sıkı tutmayı kabul etmez, 1-4)
1 . Seçilme öğretisinin gerekli ve yararlı etkisi; merakın tehlikesi
Yaşam antlaşmasının bütün insanlara aynı şekilde vaaz edilmediği ve vaaz edilenlerin
de, ona, sürekli olarak ya da aynı derecede aynı kabulü göstermedikleri gerçek bir olgudur.
Tanrı’nın yargısının harika derinliği bu çeşitlilikte bildirilir. Bu farklılığın Tanrı’nın sonsuz
seçim kararına da hizmet ettiğinden kuşku yoktur. Tanrı’nın, kurtuluşun bazılarına özgürce
sunulduğu, bazılarının ise ona ulaşmasının engellendiğine dair sözü olduğu açıksa, ancak
saygı gösteren zihinler, seçilmişlik ve önceden belirlemeyle ilişkili olan, uygun şekilde
anlayabildikleri şeye çözümlenmiş diye baktığında açıklanabilen, önemli ve güç sorular
hemen başlar. Birçok kişiye bu kafa karıştıran bir soru gibi gelir. Çünkü onlar, sıradan birçok
insanın arasından bazılarının kurtuluş için, diğerlerinin ise yıkım için seçilmiş olmasından
daha tutarsız bir şey olduğunu düşünmezler.426 Ama hata yaparak kendi kafalarını nasıl
karıştırdıkları aşağıdaki tartışmada anlaşılacaktır. Ayrıca onları korkutan aynı karanlık, sadece
bu öğretinin bilinmesi için yararlı değildir, onun çok tatlı meyvesidir de. Fark gözetmeden
herkesin kurtuluş umudunu kabul etmediği ama bazılarına, başkalarından esirgediğini verdiği
konusundaki bu zıtlık sayesinde biz, Tanrı’nın lütfunu aydınlatan sonsuz seçimini
425
Calvin, önceden belirlemeyi çok vurgulasa da, biçimsel ele alınışıyla konu Tanrı öğretisi
değil, kurtuluş öğretisi başlığı altında toplanır. Đkinci öğretinin belli başlı ana hatları
anlaşıldıktan sonra bu noktada kalır. Calvin, Augustinus’tan büyük yardım alarak Kutsal
Yazı’yı tartışır. Giderek daha çok yararlandığı Augustinus’un paragrafları ve önceden
belirlemeyi geniş olarak ele alması konusunda bk. Smits I.45 v.d., 61 v.d., 104 v.d., 109.
Aslında Calvin’in temel konumu Ortaçağ’da, özellikle de on dördüncü yüzyılda Thomas
Bradwardine ve Rimini’li Gregorius gibi Augustinus yandaşlarının yazılarında daha önce
anlatılanlar doğrultusundadır. Bk. Giriş, m. X, dn. 54-59. Kapsamlı bir literatür araştırmasında
aşağıdaki başlıklar buraya yararlı bir yönlendirme sağlayacaktır: B. J. Mozley, A Treatise on
the Augustinian Doctrine of Predestination; K. Ermisch, Predestination , an Historical
Sketch; P. Vigneau, Justification et Prédestination au xive siècle: Duns Scot, Pierre
d’Auriole, Guillauke d’Occam, Grégoire de Rimini, Böl. iv; H. A. Oberman, Archbishop
Thomas Bradwardine, a Fourteenth-Century Augustinian; G. Leff, Bradwardine and the
Pelagians. Đlk tartışmaları yapan Reformcu ilahiyatçılar: Jerome (Girolamı) Zanchi, De
praedestinatione (1562) ve J. Piscator, Disputatio theologica de praedestinatione (Herborn in
Nassau, 1595). Zanchi’nin tezinden yararlanılmış ve büyük bölümü The Doctrine of Absolute
Predestionation’da (Londra, 1769) A. Toplady tarafından, (Dialogue Between a Predestinarian
and His Friend ve ilgili yazılarında) on sekizinci yüzyılda Arminius’çu görüşün temsilcisi
Wesley’e cevap olarak çevrilmiştir. Calvin’ci modern bildiriler arasında şunlar vardır: B. B.
Warfield, The Plan of Salvation; L. Boettner, The Reformed Doctrine of Predestination; K.
Barth, Gottes Gnadenwahl (Theologische Existenz Heute, No. 47). Wendel, Calvin’in
önceden belirleme öğretisini iyi bilgilendiren, yararlı bir tarzda ele almıştır, Calvin, s. 199216. Başka adlar için onun s. 200’deki dn 100’üne bakın.
426
Bu tutumda olan birçok kişinin arasından, Calvin’in aklında özellikle, Luther’in önceden
belirleme öğretisine saldıran özgür irade konusunda her biri bir tez yazmış olan Erasmus, Eck
ve Albert Pighius vardır. Burada Jerome Bolsec’in kovuşturulmasıyla ilişkili belgelere de
bakın (1551) (CR VIII. 145).
548
öğreninceye kadar, kurtuluşumuzun Tanrı’nın özgür merhametinin kaynağından aktığına, asla
gerektiği kadar açıkça ikna olmayacağız.
Bu ilkeyi bilmemenin Tanrı’nın yüceliğini ne kadar azalttığı, gerçek
alçakgönüllülükten ne kadar uzaklaştırdığı iyi bilinir. Ama Pavlus, çok iyi bilinmesi gereken
bu konunun, Tanrı Kendisine ait olduğuna hüküm verdiklerini yaptıkları işlere hiç bakmadan
seçmezse, bilinebileceğini reddeder. “Şimdiki dönemde de” der, “Tanrı’nın lütfuyla seçilmiş
küçük bir topluluk vardır. Eğer bu, lütufla olmuşsa, iyi işlerle olmamış demektir. Yoksa lütuf
artık lütuf olmaktan çıkar” [Rom. 11:5-6]427 Bizim –kurtuluşumuzun sadece Tanrı’nın
merhametinden geldiğini anlaşılır kılmak için- seçilme yöntemine geri dönmemiz gerekirse,
bundan tümüyle kaçıp kurtulmak isteyenler, görkemle ve bağırarak duyurulmuş olması
gereken şeyi, kötü niyetle ellerinden geldiğince gözlerden saklarlar ve alçakgönüllülüğü
köklerinden paramparça ederler. Pavlus küçük bir topluluğun kurtuluşunu lütufla seçilmişliğe
dayandırdığında, ancak o zaman Tanrı’nın, sadece kendi gözüne iyi göründüğü için
koruyacaklarını koruduğunu, üstelik hiç kimseye borcu olmadığı için de, hiçbir ödül
vermediğini kabul etmek gerektiğine açıkça tanıklık eder.
Tanrı kadar bilge olamayan kusurlu insanlar, hiç kimse bu öğretinin tadını aramaya
cesaret edemesin diye kapılarını kapatırlar. Çünkü ne başka hiçbir şey, olmamız gerektiği
şekilde alçakgönüllü olmamıza yeter, ne de Tanrı’ya ne kadar minnettar olduğumuzu
içtenlikle hissedebiliriz. Mesih’in öğrettiği üzere, dayanmamızın ve imanımızın tek temeli
burasıdır; bizi bütün korkulardan azat etmek ve bunca tehlike, tuzak ve amansız mücadele
arasında zafer kazanmamız için, Baba her kimi koruması altına alırsa onun güvencede
olacağını vaat eder [Yu.10:28_29]. Bundan, Tanrı’ya ait olduğunu bilmeyen herkesin, sürekli
korku nedeniyle mutsuz olacağı sonucunu çıkarırız. Đfade ettiğimiz üç yararı428 görmeyenler,
kendi çıkarlarına ve diğer bütün imanlıların çıkarlarına çok kötü hizmet eden kurtuluşumuzun
temelinin bizden uzaklaştırılmasını isterler. Bernard, haklı olarak, “Bu, hem bereketli bir
önceden belirlemenin sinesinde, hem de suçlanan zavallı bir kalabalığın içinde…
mükemmelce gizlendiği için, aksi takdirde, yaratılanların arasında bulunamaz ve
tanınamaz”429 diye öğrettiğinde, kilise nasıl bizim için apaçık olur?
Ama konuya girmeden önce bir giriş yaparak bu iki tür insandan söz etmeliyim.
Đnsan merakı, zaten başlı başına güç, kafa karıştırıcı, hatta tehlikeli olan önceden
belirlemeyi tartışır. Hiçbir kısıtlama merakın, yasak yan yollarda dolaşmasına ve yükseklere
sapmasını engelleyemez. Şayet izin verilirse bu merak, Tanrı’ya, aranmayacak ve
çözülmeyecek bir sır bırakmayacaktır. Her yandan birçok kişinin bu küstahlığa ve saygısızlığa
doğru koştuğunu, ancak aralarındaki bazı insanların kötü olmadıklarını430 gördüğümüzden,
zamanı geldiğinde onlara bu konuyla ilişkili görevlerinin ölçüsü hatırlatılmalıdır.
Đlk olarak, önceden belirlemeyi araştırdıklarında onlara Tanrı’nın bilgeliğinin kutsal
bölgesine sızdıklarını hatırlatalım. Eğer biri tasasız bir güvenceyle buraya girerse merakını
427
Aquinas, Summa Theol. I. Cxi. 2; cviv. 5’te bu ayetin ele alınış şekliyle karşılaştırın.
Calvin, önceden belirleme öğretisine yaklaşımında başka yerlerde daha büyük sözlerle
övdüğü bir erdem olan alçakgönüllülüğü vurgular. krş. II. ii. Dn 49.
428
Yani Tanrı’nın özgür merhameti, Tanrı’nın yüceliği ve az önce söylediğimiz bizim samimi
alçakgönüllülüğümüz. krş. Cadier, Institution III. 394
429
Bernard, Sermons on the Song of Songs 1xxviii. 4 (MPL 183. 1161; çev. Eales, Life and
Works of St. Bernard IV. 480 v.d.).
430
(1539 yılında yazılmış olan) “Bazı insanların aksi takdirde kötü olmadıkları” ifadesi,
Zwingli’ye atfedilmiştir. Calvin, Bullinger’in Aralık 1551’de kendisine yansıttığı Zwingli’nin,
On Providence (genellikle önceden belirleme) konulu makalesini Bullinger’e Ocak 1552’de
yazdığı gizli bir mektupta sansür etmiştir (CR XIV. 215. 253; OSIV. 370, dn 4). “Eğer beni
hatalı buluyorsanız” der Calvin burada, “uyarınızın acısını isteyerek çekeceğim.”
549
doyurmayı başaramayacaktır ve çıkışını bulamayacağı bir labirente girecektir. Đnsanın,
Rab’bin kendine saklamak istediği şeyleri ve sonsuzluktan beri açıklamadığı en yüce bilgeliği
sınırsızca araması doğru değildir, Rab bu yolla da bizi mucizeyle doldurduğu için saygı
duymamızı ama anlamamamızı ister. Bize açıklamaya karar verdiği isteminin sırlarını
Sözü’yle anlatır. Açıklamaya karar verdiği şeyler, bizi ilgilendireceğini ve bizim yararımıza
olduğunu önceden gördüğü şeylerdir.
2 . Önceden belirleme öğretisi sadece Kutsal Yazı’da aranmalıdır
“Đman yoluna girdik” der Augustinus, “ona sıkı sıkı sarılalım. O bizi, bilginin ve
bilgeliğin bütün hazinelerinin saklandığı Kral’ın odasına götürür. Çünkü Rab Mesih ‘Size
daha çok söyleyeceklerim var ama şimdi bunlara dayanamazsınız’ [Yu.16:12] derken önemli
ve en seçkin öğrencilerinden bir şey esirgemedi. Henüz kavrayamadığımız şeylere
yüreğimizin açık olması için yürümeliyiz, ilerlemeliyiz, gelişmeliyiz. Ama Son Gün biz
ilerlerken gelirse, burada öğrenemediğimizi orada öğreniriz.”431 Bu düşünce, Rab’bin
Sözü’nün, Kendisiyle ilişkili olan bütün yasal şeyleri anlamamız için bizi araştırma yapmaya
götürebilen tek yol ve Rab’bi görebilmemiz için görüşümüzü aydınlatacak tek ışık olduğuna
bizi ikna ederse, bizi bütün düşüncesizliklerden kolayca korur ve dizginler. Söz’ün sınırlarını
aştığımız anda, rotamızın yolun dışına ve karanlığa çıktığını, burada tekrar tekrar dolaşmamız,
kaymamız ve tökezlememiz gerektiğini biliriz. Bu nedenle her şeyden önce bu, gözümüzün
önünde olsun: önceden belirleme konusunda Tanrı’nın Sözü’nün açıkladığından başka bir
bilgi aramak, insanın, yolu izi olmayan ıssız bir yerde dolaşma [krş. Eyü. 12:24] ya da
karanlıkta görme amacı gütmesinden daha az delice değildir. Bu konuda bir şey bilmediğimiz
için cahillikten utanmayalım, eğitimi alınmış bir cahillik vardır.432 Daha çok, bir tür bilgiyi
araştırmaktan çekinelim, bunun ateşli arzusu hem aptalca hem de tehlikelidir, hayır, hatta
öldürücüdür. Ama kötü niyetli bir merak bizi kışkırtırsa dizginleyen şu düşünceyle her zaman
buna karşı çıkmakla iyi ederiz: Tıpkı balın fazlasının iyi olmaması gibi, meraklı insanın
yücelik araştırması da yüceliğe dönüşmez [Özd. 25:27]. Bizi sadece yıkıma saplayabilen bu
saygısızlıktan caymamız için iyi bir neden vardır.
3 . Đkinci tehlike: Seçilme öğretisii konusunda endişeli suskunluk
Bu kötülüğü tedavi etmek isteyen ama her söz edildiğinde, önceden belirlemenin
gömülmesini isteyen başkaları da vardır; aslında bize bu konuda herhangi bir sorudan
kaçınmamızı öğretirler, çünkü karaya vurmuş oluruz.433 Onların bu konudaki ılımlılığı haklı
olarak övülse de, bu gizemlerin çok aklı başında olarak tartışılması gerektiğini hissetseler de,
çok alt seviyeye indikleri için, kolayca dizginlenmeye izin vermeyen insanca anlayışlarıyla
çok az ilerleme kaydederler. Bu nedenle, bu bakışa da uygun bir sınırlama getirmek için,
anlamamızın güvenilir bir kuralı olan Rab’bin Sözü’ne geri dönmemiz gerekir. Kutsal Yazı,
Kutsal Ruh’un okuludur, bilmenin hem gerekli hem de yararlı olduğu hiçbir şey atlanmadığı
için, sadece bilmenin uygun olduğu şey öğretilir. Bu nedenle, Kutsal Yazı’da önceden
belirleme konusunda açıklanan şeylerden imanlıları yoksun bırakmamaya dikkat etmeliyiz,
böylece Tanrı’ları onları bereketlerken günahkârca haklarını yiyormuş ya da herhangi bir
şekilde bastırılması yararlı olan şeyi yayınlandığı için Kutsal Ruh’u suçlayıp alay ediyormuş
gibi görünmeyelim.
431
Augustine, John’s Gospel 1iii. 7 (MPL 35.1777; çev. NPNF VII. 293).
“Docta ignorantia.” krş. III. Xxiii.8. Bu ifade Augustine’dendir, Letters cxxx. 15.28 (MPL
33.505; çev. FC 18. 398). Calvin’den bir yüzyıl önce, Cusa’lı Nicolas’ın, Tanrı bilgisi
konusunda yaptığı önemli bir felsefe çalışmasının başlığını oluşturuyordu.
433
Krş. Melanchthon, Loci theologici (1535). (CR Melanchthon XXI. 452); Cadier,
Instutition III. 395, dn 6. krş. m. 4, dn 12.
432
550
Hıristiyanın, Tanrı’nın kendisine yönelttiği her söze zihnini ve kulaklarını açmasına
izin verelim derim, yeter ki, bu dizginlemeyle, Rab kutsal dudaklarını kapadığında, araştırma
yolunu da hemen kapasın. Bizim için aklı başında olmanın en iyi sınırı, her zaman öğrenirken
sadece Tanrı’nın rehberliğini izlemek değil, öğrenmemize son verdiğinde akıllı olmaya
çalışmaktan da vazgeçmektir. Onların tehlikeden korkmaları, Tanrı’nın bu konudaki
kehanetlerini zihnimizden uzaklaştırmamızı gerektirecek kadar önemli değildir. Süleyman’ın
şu deyişi bildiktir: “Tanrı’yı gizli tuttuğu şeyler için… yüceltiriz” [Özd. 25:2]. Ama ılımlı ve
aklı başında olma bahanesi altında hayvanca bir cahillikle tatmin olmayalım diye, bunun
rasgele her şey için böyle anlaşılmamasını, bir fark aramamız gerektiğini Tanrı’ya duyulan
saygı ve sağduyu göstermektedir. Musa bunu birkaç kelimeyle net olarak açıklar: “Gizlilik”
der, “Tanrı’mıza aittir ama o, bunları bize ve çocuklarımıza göstermiştir”i [Yas. 29:29]
Tanrı’nın, halkını sadece göksel hükme dayanarak yasanın öğretişini çalışmaya nasıl
yönlendirdiğini görüyoruz, çünkü onu yayınlamak Tanrı’nın gözüne iyi görünmüştür; sadece
bu nedenden dolayı aynı halkı bu sınırların içinde nasıl da tutar: Tanrı’nın sırlarına izinsiz
sokulmak ölümlü insan için yasal değildir.
4 . Reddedilen öğretideki sözde tehlike
Önceden belirleme konusunda saygısız insanların hemen kusur bulacak, sövüp
sayacak, havlayacak ya da alay edecek bir şey yakaladıklarını itiraf ediyorum. Ama
utanmazlıkları bizi yıldırdığında imanın başlıca öğretilerini gizli tutmalıyız, onlar ya da onlara
benzeyenler neredeyse bunların hiç birine saldırmadan duramazlar. Dik kafalı bir insan,
Tanrı’nın özünde üç Kişi olduğunu duyduğunda, Tanrı’nın, insanı yarattığında ona ne
olacağını önceden gördüğünün söylemesinden daha az küstahça şişinmeyecektir. Tanrı’nın
gücünün neden tembel olduğunu, bunca yıldır neden uyuduğunu sordukları için, evrenin
yaradılışından bu yana beş bin yıldan biraz daha fazla zaman geçtiği söylendiğinde
kahkahalarını tutamayacaklardır.434 Kısacası, alay ederek dil uzatmadıkları hiçbir şey olamaz.
Bu lanet okumaları susturmak için Oğul’un ve Ruh’un tanrılığından söz etmekten vazgeçmeli
miyiz? Evrenin yaratılışını sessizce geçiştirmeli miyiz? Hayır! Tanrı’nın gerçeği hem bu
açıdan hem de başka açılardan o kadar güçlüdür ki, günahlı insanların kötü sözlerinden
korkacak bir şey yoktur.
Augustinus küçük risalesi The Gift of Perseverance’da (Dayanma Armağanı)
kararlılıkla bunu sürdürür. Sahte elçilerin, Pavlus’u doğru öğretisine leke sürerek
suçladıklarında utandıramadıklarını görüyoruz. Bütün bu tartışmanın Tanrı’ya bağlı zihinler
için tehlikeli olduğunu söylerler –çünkü teşvikleri engeller, çünkü imanı sarsar, çünkü yüreği
tedirgin eder, dehşete düşürür- ama bu saçmadır! Augustinus, sık sık önceden belirlemeyi çok
özgürce vaaz ettiği için bu nedenlerden dolayı suçlandığını ama kendisi için kolay
olduğundan, karşı konulmaz tarzda suçlamaları kanıtlarla çürüttüğünü kabul eder.435 Dahası
bu noktada çok çeşitli saçmalık zorla benimsetildiğinden, her birini ait olduğu yerde ele
almayı tercih ederiz.436
i
Yas. 29:29 “Gizlilik Tanrımız Rab’be özgüdür. Ama bu yasanın bütün sözlerine uymamız
için açığa çıkarılanlar sonsuza dek bize ve çocuklarımıza aittir” 2003³; “Gizli şeyler Allahımız
Rabbindir; fakat bu şeriatın bütün sözlerini yapalım diye açığa çıkarılmış olan şeyler ebediyen
bizimdir ve oğullarımızındır” 1995
434
Krş. I.xiv.ı.
435
Augustine, On the Gift of Perseverance xiv-xx (MPL 45.1013-1020; çev. NPNF V. 538547). (Augustine’nin başlığındaki “dono” 1559 yılındaki metinde “bono”dur). krş.
Melanchthon, a.g.e. (CR Melanchton III.337.452).
436
Bu “görüşler” III.xxiii’de kanıtlarla çürütülür.
551
Bir yandan aşırı meraka, öte yandan da aşırı nankörlükle suçlanmayalım diye, Rab’bin
sır olarak gizli bıraktığı şeyi araştırmamız, O’nun ortaya koyduğu şeyleri de ihmal
etmememiz gerektiğini sadece onlara genel olarak kabul ettirmek istiyorum. Augustinus bu
fikri de ustalıkla açıklar: Sözün gelişi, zayıflığımızın gerisinde kalmayalım diye, çocuğuna
eğilen bir annenin adımlarıyla yol alan Kutsal Yazı’yı güvenle izleyebiliriz.437 Ama güçsüz
yürekleri tedirgin etmemek438 için önceden belirlemeyi gömmek isteyecek kadar tedbirli olan
ya da korkanlar – akıllıca karşılaşacaklarını hissettikleri tehlikeyi Tanrı önceden görmemiş
gibi, dolaylı olarak Tanrı’yı aptalca düşüncesizlikle suçladıklarında gururlarını hangi renkle
gizleyeceklerdir? Bu durumda, her kim önceden belirleme öğretisine nefret yağdırırsa, sanki
Tanrı, zararlı bir şeyin kiliseye girmesine düşüncesizce izin vermiş gibi, Tanrı’ya açıkça iftira
etmiş olur.
(Đsrail ulusu ve bireyler konusunda tanımlaman ve açıklanan önceden belirleme, 5-7)
5 . Tanrı’nın önceden belirlemesi ve önceden bilmesi; Đsrail’in seçilmesi
Dinine bağlı diye düşünülmek isteyen kimse, Tanrı’nın, bazılarını yaşamayı ümit etmeleri için
seçtiğini, bazılarını da sonsuz ölüme mahkum ettiğini önceden belirlediğini kolayca inkâr
etmeye cesaret edemez. Ama muhaliflerimiz, özellikle de önceden bilmeyi önceden
belirlemenin nedeni haline getirenler, bunun çevresini önemsiz çok sayıda itirazla
kuşatıyorlar.439 Aslında biz, iki öğretiye de Tanrı’da yer veriyoruz ama birini diğerine bağımlı
kılmanın saçma olduğunu söylüyoruz.
Tanrı’nın önceden bildiğine inandığımızda, her şeyin her zaman O’nun gözünün
önünde olduğunu ve sürekli olarak gözünün önünde kalacağını, böylece O’nun bilgisinde
geleceğin ya da geçmişin olmadığını ama her şeyin mevcut olduğunu söylemek istiyoruz.
Bunlar öyle bir şekilde mevcuttur ki, zihinlerimizin hatırladığı bu şeylerin bizim önümüzde
olması gibi, Tanrı onları sadece düşünceler aracılığıyla kavramaz, aslında onlara bakar, onları
önüne konmuş şeyler diye görür. Bu önceden bilme, bütün evrendeki her yaratığı kapsar.
Tanrı’nın, her insanın olmasını istediği şey konusunda onunla anlaşma yaptığı sonsuz
hükmüne önceden belirleme440 diyoruz. Her şey eşit koşullarda yaratılmaz; tersine, bazıları
için sonsuz hayat, bazıları için de sonsuz lanet önceden takdir edilir. Bu nedenle, bir insan bu
amaçlardan birine ya da diğerine göre yaratıldığı için, onun yaşamasının ya da ölmesinin
önceden belirlendiğinden söz ediyoruz.
Tanrı bunu sadece tek tek bireyler için açıklamamıştır ama seçimlerinin her ulusun
gelecekteki durumuna dayandığını netleştirmek için, Đbrahim’in bütün soyunda bunun
örneğini bize vermiştir. “Yüceler Yücesi ulusları böldüğünde ve Adem’in oğullarını
ayırdığında… Đsrail halkı kendi payı…mirasının manevi bağı oldu”i [Yas.32:8-9] Ayırma
437
Augustine, On Genesis in the Literal Sense V. 3.6 (MPL 34. 323)
Barth ve Nielsen buna, bakanların ve hükümet yetkililerinin, yanıtlarını 7Aralık 1551’de
Cenevre’ye gönderdikleri Bern’in politikasına bir atıf bakarlar. Bunlarda “Kilisenin asayişi
ve esenliği” uğruna önceden belirleme konusunun tartışılmasının kesilmesini” isterler. (CR
VIII. 237-242.
439
Pighius, De libero arbitrio IV (Controversiarum praecipuarum…explicatio’da, 1542), fo.
64b v.d.; IX. ii, fo.159b. krş. III. xxii. 6. Aşağıdaki cümlelerde Calvin önceden bilmeyi
önceden belirlemeden net olarak ayırır. F. Wendel, Calvin’in buradaki görüşünün Augustine,
Aquinas, Luther, Bucer ve Duns Scotus’un çeşitli fikirleriyle ilgisini göstermek için
metinlerden alıntı yapar. (Wendel, Calvin, s. 202, 206 v.d.)
440
Bu kısa tanımlamayla krş. m. 7’nin son bölümü. Ayrıca bk. Wendel, Calvin, s.211 v.d.
i
Yas.32:8-9 “Yüceler Yücesi uluslara paylarına düşeni verip insanları böldüğünde, ulusların
sınırlarını Đsrailoğulları’nın sayısına göre belirledi. Çünkü Rab’bin payı kendi halkıdır ve
Yakup soyu O’nun payına düşen mirastır.” 2003³; “Yüce Olan milletlere miraslarını böldüğü
438
552
bütün insanlar için apaçıktır: Đbrahim’in şahsında, kuru bir ağaç gövdesindeki gibi, bir kişi
özellikle seçilir, diğerleri ise reddedilir; ama gelecek kuşakların övünme fırsatını önlemek
için, Musa’nın, onların sadece Tanrı’nın karşılıksız olarak verdiği sevgisiyle üstün olduklarını
öğretmesinin dışında, bunun nedeni belli değildir. Tanrı, onların kurtuluşunun nedeni açıklar:
Tanrı atalarını sevdi, “onların soyunu seçti” [Yas. 4:37].
Başka bir bölümde bu daha açıktır: “Sayınız öbür halklardan daha çok olduğundan
değil … sevdiği için… sizi seçmek gözüne iyi göründü” [Yas. 7:7-8] ii Musa aynı duyuruyu
çok sık tekrarlar: “Đşte, gökler… yeryüzü ve bunların içindeki her şey Tanrınız Rab’be aittir.
Ancak o, atalarınızdan hoşnut oldu, onları sevdi ve onların soyu olan sizi seçti”iii [Yaz. 10:1415]. Aynı şekilde başka bir yerde, “öz halkı” olarak seçildikleri için, onlara kutsallık verilir
[Yas. 7:6]. Başka bir bölümde Tanrı’nın korumasının nedeninin sevgi olduğu tekrar duyurulur
[Yas.23:5]. Đmanlılar da bunu tek ses halinde belirtirler: “Sevdiği Yakup’un gururu olan
mirasımızı o seçti bizim için” [Mez. 47:4]. Tanrı’nın armağanıyla donatılan herkes, bunlara,
onun özgür olarak verdiği sevgisi diye saygı duyar, çünkü sadece bunlara layık olmadıklarını
değil, onun kutsal ata olarak, kendisine ve soyundan gelenlere bu yüce onuru elde edecek
kadar erdem bahşedilmediğini de bilirler. Tanrı gururlarını daha çok kırmak için, onları böyle
bir şeyi hak etmedikleri için azarlar, çünkü onlar inatçı ve dik başlı insanlardır [Çık. 32:9;
Yas. 9:6]. Peygamberler de, utanç verici şekilde bundan düşmüş oldukları için, Yahudileri
gücendirip azarlayarak bu seçimle onları sık sık yüzleştirirler. [krş. Amo. 3:2].
Böyle olsa da, insanların değersizliğiyle ya da işlerin liyakatiyle Tanrı’nın seçimini
bağlayacak olanlar artık ortaya çıksınlar. Bir ulusun diğer hepsine tercih edildiğini
gördüklerinden ve birkaç kişiye daha olumlu şekilde eğilmesi için Tanrı’yı hiçbir nedenin
harekete geçirmediğini duyduklarından, alçak –aslında hem de kötü ve inatçı- insanlar
merhametini böyle kanıtlamayı seçtiği için onunla kavga mı edecekler? Ama onlar, yaygara
kopararak ne O’nun işini engelleyebilecekler, ne de hakaretlerinin taşlarını göklere fırlatarak
O’nun doğruluğuna darbe indirip zedeleyemeyeceklerdir. Tersine, kendi kafalarının üzerine
düşeceklerdir! Tanrı’ya şükredildiğinde ya da çağın geleceği ümidi arttığında Đsraillilere
özgürce verilen antlaşmanın441 bu ilkesi hatırlatılır. “Bizi yaratan O’dur, biz de O’nunuz” der
peygamber, “O’nun halkı, otlağının koyunlarıyız” [Mez. 100:3] “Bizleri” dışlamak için
eklenen olumsuzluk gereksiz değildir, çünkü bu sayede, Tanrı’nın, bol bol sahibi oldukları
bütün iyi şeylerin sadece Yazarı olmadığını, kendilerindeki hiçbir şey böyle bir onura
değmediği için, Tanrı’nın bir neden oluşturduğunu bilebilirler.
Peygamber, şu sözlerle onlara, Tanrı’nın gözüne iyi görünen şeyden hoşnut olmalarını
emreder: “Ey sizler, kulu Đbrahim’in soyu, seçtiği Yakupoğulları!” [Mez. 105:5-6].
Peygamber, Tanrı’nın devam ettirdiği yararları seçimin meyvesi olarak saydıktan sonra,
zaman, Adem oğullarına ayırdığı zaman, Đsrail oğullarının sayısına göre, kavmların sınırlarını
koydu. Çünkü Rabbin payı kendi kavmıdır; Yakup onun mirasının hissesidir.” 1995
ii
Yas. 7:7-8 “Rab’bin sizi sevmesinin ve seçmesinin nedeni öbür halklardan daha kalabalık
olduğunuzdan değil… Rab size sevgisini göstermek… için… sizi Mısır’dan çıkardı” 2003³;
“Rabbin sizi sevmesi ve sizi seçmesi bütün kavmlardan daha çok olduğunuz için
değildi…fakat Rab sizi sevdiği için…Mısır kralı Firavunun elinden sizi kurtardı” 1995
iii
Yas 10:14-15 “Gökler de, göklerin gökleri de, yeryüzü ve içindeki her şey, Tanrınız
Rab’bindir. Öyleyken Rab atalarınızı sevdi, onlara bağlandı. Bugün olduğu gibi, onların soyu
olan sizleri bütün halkların arasından seçti.” 2003³; “Đşte, gökler ve göklerin gökleri, yer ve
onda olan her şey Allahın olan Rabbindir. Ancak Rab atalarından hoşnut oldu, onları sevdi ve
onlardan sonra zürriyetlerini, sizi, bugün olduğu gibi bütün kavmların arasından seçti.” 1995.
441
Lütuf antlaşması, krş. I. vi. I, dn 3; II. xi. 4, dn 6; III. xiv. 6, dn 6; III. xvi. 6; aş. m. 6, 7.
Ayrıca bk. L. Goumaz, La Doctrine du salut, s. 151 v.d.d.; Heppe RD, böl. xvi; T. F.
Torrance, The School of Faith, Giriş, s. i. Ixiii, Ixxiii, cxx v.d.
553
sonunda, Tanrı’nın “antlaşmasını hatırladığı” [Mez. 105:42] için bu kadar cömert davrandığı
sonucunu çıkarır. Bu öğretiyle bütün kilisenin ezgisi ahenklidir: “Senin sağ elin… ve yüzünün
ışığı ülkeyi atalarımıza verdi, çünkü sen onlardan hoşnut oldun”iv [Mez. 44:3] “Ülkeden”
nerede söz edilirse, bunun benimsemeyi içeren gizli bir ayrılığın görünen sembolü olduğunu
fark etmeliyiz. Başka bir yerde Davut, halkını aynı şekilde şükran duymaya yönlendirir: “Ne
mutlu Tanrısı Rab olan ulusa, kendisi için seçtiği halka!” [Mez. 33:12]. Samuel onların iyi
ümitlerini artırır: “Rab görkemli adının hatırına halkını bırakmayacak. Çünkü sizi kendi halkı
kılmaktan hoşnut kıldı” [1Sa 12:22]. Davut da imanına saldırıldığında savaşmak için böyle
silahlanır: “Ne mutlu avlularında otursun diye seçtiğin…kişiye!” [Mez. 65:4]. Dahası,
Tanrı’da gizli olan seçim, ikinci kurtuluş ve orta düzeydeki diğer yararlar kadar, ilk kurtuluşla
da doğrulandığı için, “seçmek” sözü Yeşaya’da bu anlamda kullanılır: “Rab Yakup soyuna
acıyacak, Đsrail halkını yine seç[ecek]” [14:1]. Gelecek zamanı anlatırken peygamber,
Tanrı’nın terk etmiş göründüğü geriye kalan halkın, tam da yenilgiye uğradığı sanılan bir
anda bir araya gelmesinin onun seçiminin istikrarının ve sağlamlığının işareti olacağını söyler.
Başka bir yerde de “Seni seçtim ve reddetmedim” [Yşa. 41:9] dediğinde babaca iyiliğinin
olağanüstü cömertliğinin durmadan devam ettiğini vurgular. Zekeriya’daki melek bunu açık
ifade eder: “Rab… Yeruşalim’i yine seçecek” [2:12]. Sanki daha sert bir ders vererek
Yeruşalim’i reddetmiş ya da sanki sürgünlük seçimi kesintiye uğratmış gibidir. Ne var ki,
seçimin işaretleri her zaman görülmese de seçim her zaman bozulamaz durumda kalır.
6 . Đkinci evre: Đsraillilerin bireysel seçilmeleri ve yoldan çıkmaları
Şimdi daha sınırlı ölçüde bir seçimi ya da Tanrı’nın çok daha özel olan lütfunun
apaçık olduğu, yani Tanrı’nın, Đbrahim’le aynı soydan gelen bazılarını reddettiği ama
bazılarını kilisede bağrına basarak oğulları arasında saydığını gösterdiği ikinci bir seçimi
eklemeliyiz. Başlangıçta Đsmail, kardeşi Đshak’la aynı düzeyi elde etmişti, çünkü ruhsal
antlaşma sünnet işaretiyle onda da aynı şekilde mühürlenmişti. Đsmail bir kenara ayrıldı; sonra
Esav; daha sonra da sayılmayacak kadar çok kişi ve neredeyse Đsrail’in hepsi. Ishak’ta soy
çağrılır, aynı çağrılma Yakup’ta da sürer. Tanrı Saul’u reddederek benzer bir örnek sergiler.
Mezmur’da da bu mükemmelce belirtilir: “Tanrı Yusuf soyunu reddetti, Efrayim oymağını
seçmedi; ancak Yahuda oymağını… seçti” [Mez. 78:67]. Bu, Kutsal Tarih’te birçok kere
tekrarlanır, Tanrı’nın lütfunun harika sırrı bu değişikliği daha iyi açıklar. Kendi kusurları ve
suçlarıyla Đsmail’in, Esav’ın ve onlar gibilerinin oğulluktan yoksun bırakıldıklarını itiraf
ediyorum. Çünkü imansızca çiğnedikleri Tanrı’nın antlaşmasına imanla uymaları gerektiği
koşulu getirilmişti. Mezmur’un dediği gibi, “Başka hiçbir ulus için yapmadı bunu,
hükümlerini onlara göstermedi”v [Mez. 147:20], onları diğer uluslara tercih etme
tenezzülünde bulunmak Tanrı’dan gelen eşsiz bir iyilikti.
Ama burada iki düzeye dikkat etmemiz gerektiğini söylemek için iyi bir nedenim
vardı, çünkü bütün bir ulusu seçerken Tanrı, cömertliğinin herhangi bir yasaya bağlı
olmadığını, karşılıksız davrandığını, böylece lütfunun eşit paylaştırılmasının Kendisinden
istenmemesini zaten belirtmiştir. Lütfundaki bu eşitsizlik, lütfun karşılıksız olduğunu kanıtlar.
Bu nedenle Malaki, Đsrail’in nankörlüğünü vurgular, çünkü o sadece bütün insan ırkı
arasından seçilmemiş, Tanrı’nın Kendi halkı, kutsal ev halkı diye ayrılmış olmasına rağmen,
Đyilik eden Baba’yı, Tanrı’yı imansızca ve dinsizce küçümsemiştir. Rab, “Esav Yakup’un
ağabeyi değil mi?” diye sorar, “Ben Yakup’u sevdim. Esav’dan ise nefret ettim.” [Mal. 1:2-3;
iv
Mez. 44:3 “Senin sağ elin… yüzünün ışığı sayesinde oldu bu; çünkü sen onları sevdin”
2003³; “Onları kurtaran kendilerinin kolu değildi. Ancak senin sağ elin … ve didarının nuru
idi; çünkü ben onlardan razı oldun” 1995. (çev. n.).
v
Mez. 147:19-20 “Kurallarnı, ilkelerini Đsrail’e bildirir. Başka hiçbir ulus için yapmadı bunu”
2003³; “Hiçbir millete böyle etmedi; ve onlar hükümlerini bilmedi.” 1995.
554
Rom.9:13]. Çünkü Tanrı, ikisi de kutsal bir baba tarafından oğulluğa alınmış olduğu için,
onların antlaşmanın halefleri olduğuna, kısaca, kutsal bir kökten çıkan dallar olduklarına kesin
gözüyle bakar. Yakup’un çocukları bu payeyi kazanmış olduklarından, artık olağanüstü
yükümlülük altındaydılar; ama ilk doğan Esav reddedildikten ve daha alt düzeyde bir soydan
gelen babaları mirasçı durumuna getirildikten sonra, Tanrı onları iki kat kadir bilmezlikle
suçlar ve bu çifte bağla zapt edilmediklerinden şikâyet eder.
7. Fiili bir seçim olarak, bireylerin seçilmesi
Tanrı’nın gizli planıyla gözüne iyi görünenleri karşılıksız olarak seçtiğinin, öbürlerini
reddettiğinin artık yeterince açık olmasına rağmen, biz tek tek kişilere gelinceye kadar, O’nun
karşılıksız seçiminin ancak yarısı açıklanmış olur, Tanrı bu bireylere sadece kurtuluş
sunmakla kalmaz, kurtuluşun etkisini o kadar kesin belirtir ki, hiçbir belirsizlik ya da kuşku
kalmaz. Onlar, Pavlus’un söz ettiği [krş. Rom. 9:7-8; Gal. 3:16v.d.] eşsiz soyların arasında
sayılır. Đbrahim oğulluğa alınmıştır. Yine de onun soyundan gelenlerin birçoğu ahlaksız üyeler
olarak reddedildiklerinden, bu seçimin etkili olması ve gerçekten sürebilmesi için bizim,
Baş’a yükselmemiz gerekir, Göklerdeki Baba seçilmişlerini O’nda bir araya toplamış ve sabit
bir bağla onları kendisiyle birleştirmiştir. Böylece aslında Tanrı’nın diğerlerinden esirgediği
cömert iyiliği, Đbrahim’in ırkının oğulluğa alınmasıyla göz önüne serilmiştir; ne var ki,
Mesih’in üyeleri için lütfun gücü çok daha mükemmel şekilde ortaya çıkar, çünkü Baş’larına
aşılanmış olduğundan, onlar asla kurtuluştan yoksun kalmazlar. Bu nedenle Pavlus,
Malaki’nin az önce alıntı yaptığım bölümünü uzmanlıkla tartışır, Tanrı’nın sonsuz yaşam
antlaşması yaptığı ve herhangi bir halkı kendine çağırdığı yerde, onların bir bölümüne özel
türde bir seçim yapılır, böylece lütfunda fark gözetmeden hepsini etkin olarak seçmez [Rom.
9:13]. “Ben, Yakup’u sevdim” [Mal. 1:2] ifadesi atanın bütün soyu için kullanılır, burada
peygamber, Esav’ın gelecek soyunun farkını gösterir. Yine de bu, bir insan şeklinde önümüze
konan bir seçim örneğinin, amacını tamamlamaktan geri kalmayacağı olgusunu reddetmek
değildir. Đyi bir nedenden dolayı Pavlus, onlara “pek azı” denildiğine işaret eder [Rom.9:27;
11:5; krş. Yşa. 10: 22]. Deneyim, büyük kalabalıkların yıkıma uğrayıp yok olacağını, böylece
çoğunlukla sadece çok az bir bölümünün kalacağını gösterir.
Đnsanların genel seçiminin neden her zaman sağlam ve etkili olmadığını açıklamak
kolaydır: Tanrı, antlaşma yaptığı kişilere, antlaşmayı sonuna kadar sebatla sürdürmelerini
sağlayan yeniden doğuş ruhunu hemen vermez. Tersine, onları tutmaya yararı olabilen içteki
lütfun çalışması olmadan, dışsal değişiklik, insanlığın reddedilmesi ile Tanrı’ya bağlı az
sayıda insan arasında bir ara düzeydir. Birçoğu yabancı da olsa, bütün Đsrail halkına
“Tanrı’nın mirası” [Yas. 32:9; 1Kr. 8:51; Mez. 28:9; 33:12; v.b.] denir. Ama Tanrı onların
Babaları ve Kurtarıcıları olacağı antlaşmasını gereksiz olarak yapmadığından, birçok kişi
ihanet edercesine O’nu terk etse de, sevgisini karşılıksız vermeye bakmıştır. Tanrı’nın gerçeği
onlara rağmen bir kenara bırakılmadı, çünkü az sayıdaki kişiyi Kendine sakladığında,
çağrısının “geri alınamaz” [Rom. 11:29] olduğu ortaya çıktı. Tanrı’nın, kilisesine, saygısız
uluslardan çok Đbrahim’in çocuklarını sürekli olarak toplamasının nedeni, bu kalabalık
tarafından çiğnendiğinde, tamamıyla yok olmayabilecek birkaç kişiyle sınırlı tutuğu
antlaşmasında vardı. Kısacası, genelde Đbrahim’in soyunun oğulluğa alınması, Tanrı’nın,
birçok kişinin içinden bazılarına bahşettiği daha büyük yararın görünebilir bir suretidir. Đshak
örneğinden sonra, Pavlus’un bedene göre, çağrılmış olan ruhsal çocuklardan Đbrahim’in
çocuklarını bu kadar dikkatle ayırmasının nedeni budur [Gal. 4:28]. Đbrahim’in çocuğu olmak
anlamsız ve boş bir şey değildi; antlaşmaya leke sürmeden bu söylenemezdi! Hayır,
Tanrı’nın, istediği kişileri kendisi için önceden belirlediği değişmez planı, esasında, sadece bu
ruhsal soy için etkiliydi. Kutsal Yazı’dan bölümler kanıt olarak gösterildiğinde, ne şekilde bir
fikir edinmek gerektiği netleşinceye kadar, iki taraf içinde ön yargılı bir düşünce sahibi
olmamalarını okurlarıma öneriyorum.
555
Seçilmeöğretisine özet bakış
Kutsal Yazı’nın açıkça gösterdiği üzere o zaman, Tanrı’nın, sonsuz ve değişmez
planını yaptığında, kurtaracağı kişileri, öte yandan da yok olsunlar diye ayıracağı kişileri çok
uzun zaman önce bir kerede belirlediğini söylüyoruz. Seçilmişler açısından bu planın
temellerinin, insanın değerine bakmaksızın, O’nun karşılıksız merhametinin üzerine atıldığını
öne sürüyoruz; ama O’nun adil, suç yüklenemeyen, kavranamayan hükmüyle lanetlediklerine
hayat kapısı kapanmıştır. Seçilmişlerin çağrılmasına artık seçilmenin kanıtı diye bakıyoruz.
Bu durumda, onlar bu seçimin gerçekleşmesinde yatan yüceliği elde edinceye kadar
aklanmayı da, bunun ortaya çıkışının başka bir işareti diye kabul ediyoruz. Ama Rab seçtiği
kişiyi çağırarak ve aklayarak mühürlediğinden, yoldan çıkan kişiye, Kendi adını öğrenmeyi ya
da Ruh’unun kutsamasını kapayarak, eskiden olduğu gibi, onları ne tür bir hükmün
beklediğini bu işaretlerle açıklar. Burada aptal insanların önceden belirlemeyi yere vurmak
için buldukları birçok kurguya geçiyorum. Bunların çürütülmesi hiç gerekmiyor, çünkü ortaya
atılır atılmaz kendi yanlışlıklarını kendileri bol bol kanıtlıyor. Bilgisi olan kişilerce tartışılan
veya basit insanlar için sorun çıkarabilen ya da dinsiz insanların Tanrı’nın doğruluğuna
saldırmak için özellikle ortaya attıkları bu şeyler karşısında sadece susuyorum.
XXII. BÖLÜM
KUTSAL YAZILARDAKĐ TANIKLIKLARLA BU ÖĞRETĐNĐN DOĞRULANMASI
(Seçim, liyakatin önceden bilinmesine göre değil, Tanrı’nın hükümranlık amacına
göre yapılır, 1-6)
1 .Seçim, liyakatlerin önceden bilinmesine karşıdır
Sözünü ettiğimiz bütün görüşleri, özellikle de imanlıların karşılıksız seçimini birçok
kişi tartışır; yine de bu görüş sarsılamaz. Bu kişiler genellikle Tanrı’nın, her insanın
liyakatinin ne olacağını önceden gördüğü şekilde, insanların arasında ayırım yaptığını
düşünürler.442 Bu durumda Tanrı, lütfuna değmez olmadıklarını önceden gördüğü insanları
oğulluğa alır; huylarının kötü niyete ve Tanrı’ya itaatsizliğe eğilimi olacağını fark ettiklerini
ölümün lanetine atar. Böylece seçimi önceden belirleme perdesiyle örterek onu sadece
karanlıkta bırakmazlar, kaynağının başka yerde olduğunu da uydururlar. Yaygın şekilde kabul
edilen bu görüş sadece sıradan halkla sınırlı değildir; her dönemde önemli yazarlar da buna
inanmışlardır. 443 Eğer bu isimlerin bize muhalif oldukları anlatılırsa, davamızın büyük ölçüde
zarar göreceğini kimse sanmasın diye bunu açıkça söylüyorum. Burada Tanrı’nın gerçeği
insan otoritesiyle sarsılmayacak kadar çok kesin, bastırılamayacak kadar nettir.
Ama Kutsal Yazı’yı bilmeyen ve onaylanmayı hak etmeyen öbürleri bu sağlam
öğretiye o kadar habisçe saldırırlar ki, saygısızlıkları dayanılır gibi değildir. Tanrı, Kendi
kararına göre bazılarını seçtiği, bazılarını atladığı için, O’na karşı harekete geçerler.444 Ama
bu olgu çok iyi bilinirse, Tanrı’yla kavga etmek onlara ne yarar sağlayacaktır? Deneyime
dayanmayan hiçbir şey öğretmeyiz:445 Đbrahim’in soyunun diğerlerinden hangi açıdan üstün
442
Wimpina Conrad, Sectarum errorum, hallutinationum, et schismatum… concisior
Anacephalaeosis (1528) III. De praedestinatione I. iii. Fo. R 3a. Piscator , “seçimin önceden
görülen imana bağlı olup olmadığı” sorusunu olumsuz şekilde uzun uzun ele alır; Disputatio
theologica de praedestinatione, s. 88-172. krş. J. Wolleb, Christianae theologiae compendium
21 (Basel, 1626), Heppe RD’de alıntı yapılan şekilde, s. 167.
443
Bk. aş. m. 8.
444
Krş. Pighius, De libero arbitrio VII, fo. 118b v.d.
445
Calvin, önceden belirleme öğretisini Kutsal Yazı’ya dayandırır ama onun gözlem ve
deneyimle de uyumlu olduğunu duyurur: krş. III. xxiv. 4, 12, 15; Doumergue, Calvin IV. 437;
556
olduğunu irdelemeyeceğim, bunun nedeni Tanrı’nın dışında değildir. Öküz ya da eşek yerine
neden insan olduklarına kendileri cevap versinler. Tanrı’nın, onları köpek olarak yaratma
gücü varken, Kendi suretinde yarattı. Bu ayırım haksızmış gibi, vahşi hayvanların durumlarını
Tanrı’yla tartışmalarını onlar mı sağlayacaklar? Onlar için, hiç hak etmeden elde ettikleri bir
ayrıcalığa sahip olmak, Tanrı’nın bereketlerini Kendi hükmünün ölçüsüne göre çeşitli
şekillerde dağıtmasından kuşkusuz daha adil değildir!
Eşitsizliği daha çok karşı çıkılabilir buldukları yerde, bu iddiayı bireylere yöneltirlerse,
bu yüce gizem konusunda bu kadar sorumsuzca boş laf etmemek için, Mesih örneğinin
karşısında en azından titremelidirler. Mesih, Davut’un soyundan ölümlü bir insan olarak kabul
edilir. Onun hangi erdemlerle ana rahminde meleklerin başı, Tanrı’nın tek Oğlu, Baba’nın
yüceliğinin sureti, dünyanın ışığı, doğruluğu ve kurtuluşu olmayı hak ettiğini söyleyeceklerdir
[krş. Đbr. 1:2 v.d.d.]? Augustinus, akıllıca şunu kaydeder: Yani bu konuda güçlük çekmeyelim
diye, önümüzde, üyeleri arasında bulunduğumuz kilisenin Baş’ı, karşılıksız seçimin en net
aynası var; O, doğru yaşadığı için Tanrı’nın Oğlu olmadı, daha sonra armağanlarını
başkalarıyla paylaşabilsin diye. O’na bu onur karşılıksız olarak verildi.446 Eğer biri burada
neden başkalarının O’nun gibi olmadığını –ya da neden hepimizin arasında O’nunla bu kadar
uzak mesafe olduğunu – O, paklığın kendisiyken neden bizim hepimizin bozulmuş
olduğumuzu sorarsa, bu soruyu soran kişi sadece deliliğini değil, bunun yanında
utanmazlığını da sergiler. Ama Tanrı’yı özgürce seçme ya da reddetme gücünden kasıtlı
olarak yoksun bırakmaya çalışıyorlarsa, Mesih’e verilmiş olan şeyi de aynı zamanda yok
etsinler.
Şimdi Kutsal Yazı’nın herkes için ne söylediğine dikkat etmemiz gerekiyor. Pavlus
bize, “dünyanın kuruluşundan önce” [Ef. 1:4] Mesih’te seçildiğimizi öğretirken, gerçek bir
değerimiz olduğuna dair bütün düşünceleri ortadan kaldırıyordu, sanki şunu diyordu:
Göklerdeki Baba, Âdem’in soyundan gelenlerin arasında hiçbir şeyi seçmeye değer bulmadığı
için, gözlerini Meshedilmiş Olan’ına çevirdi, onunla hayat boyu paydaş olacak kişileri, bu
bedenden üyeliğe seçti. O zaman, imanlılar arasında bu çıkarsama geçerli olsun; biz sonsuz
miras için Mesih’te oğulluğa alındık, çünkü bizim böyle büyük bir üstünlüğümüz yoktu.
Pavlus, Koloselileri, kendilerini kutsalların mirasını paylaşmaya uygun duruma
getirdiği için Tanrı’ya teşekkür etmeye teşvik ettiği [Kol. 1:12] başka bir bölümde de bunu
kaydeder. Gelecek hayatın görkemini elde etmeye uygun duruma getirilmemiz için, seçim,
Tanrı’nın bu lütfundan önce geliyorsa Tanrı, bizde ne buldu da şimdi bizi seçmek için
harekete geçti? Ne demek istediğimi Pavlus’un başka bir ifadesi çok daha net açıklayacaktır.
“Kendi isteği ve iyi amacı uyarınca” [Ef.1:5] der, “kendi önünde sevgide kutsal ve kusursuz
olmamız için bizi, dünyanın temelleri atılmadan önce seçti”i [Ef. 1:4]. Burada Pavlus bizim
liyakatimizin karşısına “Tanrı’nın isteğini ve iyi amacını çıkarır.
2. Yaratılıştan önce seçim ve liyakatin önceden belirlemeyle bağlantısızlığı
K. Barth, Gottes Gnadenwahl, s. 12 v.d. Calvin’in Eternal Predestination’ında da çok sayıda
benzer bölüm vardır. Burada örneğin; dışarıdan çağrılan çok az kişinin iman ettiğinin
“yadsınamayacak kadar açık” olduğuna inanır. (CR VIII. 298 v.d.; çev. H. Cole, Calvin’s
Calvinism, s.95).
446
Augustine, On Rebuke and Grace xi. 30 (MPL 44.934 v.d.; çev. NPNF V. 484; On the Gift
of Perseverence xxiv. 67. (MPL 45. 1033 v.d.;çev. NPNF V. 552); Sermons clxxiv. 2 (MPPL
38. 941; çev. LF Sermons II. 891 v.d.). Mesih’te oğulluğa alınma konusu burada xxi.
bölümün sonundan özetlenmektedir.
i
Ef. 1:4 “Dünyanın kuruluşundan önce bizi Mesih’te seçti” 2003³; “Dünyanın kurulmasından
evvel bizi onda seçti” 1995 (çev. n.).
557
Kanıtın daha eksiksiz olabilmesi için, bu bölümdeki [Ef. 1:4-5] tek tek parçalar bir
araya getirildiğinde hiçbir kuşku kalmadığına dikkat etmek önemlidir. Pavlus onlara
“seçilmişler” derken, imanlılarla konuştuğundan kuşku duyulamaz, Kendi de kısa süre sonra
bunu belirtir; bu nedenle, “seçilmiş” kelimesini Müjde’nin duyurulduğu çağla sınırlı tutarak
yanlış yorumlayanlar, büyük bir yalanla O’nu çirkinleştirirler.447 Onların “dünyanın
yaratılışından önce seçildiklerini” [Ef. 1:4] söyleyerek Pavlus, liyakat konusunu ortadan
kaldırır. Henüz var olmayanların ve sonra da Âdem’de eşit olacakların arasında yapılacak
ayırımın temeli nedir? Şimdi onlar Mesih’te seçildilerse, bundan, sadece her insanın kendi
kişiliğine bakılmadan seçildiği değil, herkesin Mesih’in üyeleri olmadığını gördüğümüz için,
bazılarının da diğerlerinden ayrıldığı sonucu çıkar. Ayrıca, “kutsal olmak” [Ef. 1:4] için
seçildikleri olgusu da seçimin, öngörerek yapıldığı yolundaki hatayı açıkça çürütür, çünkü
Pavlus, insanda ortaya çıkan her erdemin, seçimin sonucu olduğunu duyurur. Daha önemli bir
neden aranırsa Pavlus, Tanrı’nın bunu önceden böyle belirlediği, bunun “kendi isteği ve iyi
amacı uyarınca” [Ef. 1:5] böyle olduğu yanıtını verir. Bu sözleriyle Pavlus, insanların
seçilmek için kendilerinde var olduğunu düşündükleri bütün araçları ortadan kaldırır.
Pavlus’un öğrettiği üzere, Tanrı’nın ruhsal yaşam için bahşettiği bütün yararlar bu tek
kaynaktan akar: Yani Tanrı, istediklerini seçmiştir ve tek tek bireyler olarak onlara,
bahşetmek istediği lütfun temellerini onlar doğmadan önce atmıştır.
3 . Zaten kutsal oldukları için değil, kutsal olmaları için seçilenler
Tanrı’nın bu kararının uygulandığı yerde, yapılan işler göz önüne alınmaz. Tabii ki,
Pavlus, bir karşı tez geliştirmez ama onun başka bir yerde açıkladığı gibi, bu böyle
anlaşılmalıdır. Pavlus, “Tanrı bizi yaptıklarımıza göre değil, kendi amacına ve lütfuna göre
kurtarıp kutsal bir yaşama çağırdı. Bu lütuf bize zamanın başlangıcından önce Mesih Đsa’da
bağışlanmış[tı]” [2Ti. 1:9_10] der. Bundan sonraki “kutsal ve kusursuz olmamız için”
sözleriyle bütün kuşkulardan kurtulduğumuzu daha önce belirtmiştik.448 Deyin ki, “Bizim
kutsal olacağımızı önceden gördüğü için, bizi seçti”, Pavlus’un düzenini tersine çevirmiş
olursunuz. Bu nedenle, aşağıdaki sonucu güvenle çıkarabilirsiniz: kutsal olmamız için bizi
seçtiyse, böyle olacağımızı önceden gördüğü için bizi seçmedi. Çünkü bu iki düşünce
birbiriyle uyuşmaz: Tanrı’ya bağlı olan kişiler seçildikleri için kutsal olurlar ve işleri
nedeniyle seçilirler. Rab’bin seçme lütfuyla daha önceki liyaketlere değil, gelecekteki
liyakatlere ödül verdiğine449 dair sık sık başvurdukları kaçamağın geçerliliği yoktur.
Đmanlıların kutsal olabilmeleri için seçildikleri söylendiğinde, aynı zamanda da bununla,
onların içlerinde bulunan kutsallığın seçilmelerinden kaynaklandığı öne sürülür.
Seçilmişlikten meydana gelen şeylerin seçimin nedeni olduğunu söylemenin tutarlılığı nedir?
Daha sonra Pavlus, “Tanrı iyi amaç uyarınca… açıkladı[ğı] [Ef.1:9], “kendi
isteği..uyarınca” [Ef. 1:5] derken, söylediklerini daha çok pekiştirir gibidir. “Tanrı iyi amaç
uyarınca açıkladı” demek, alacağı kararı Kendinin dışında etkileyecek hiçbir şeyi göz önünde
tutmadı, demekle aynı anlama gelir. Bu nedenle Pavlus, seçilmemizin tek amacının, Tanrı’nın
lütfunu övmemiz olduğunu hemen ekler [krş. Ef. 1:6]. Ancak Tanrı karşılıksız lütufta
bulunursa, seçilmişliğimiz kuşkusuz başlı başına duyurulmaya değer. Şimdi Tanrı Kendisine
ait diye seçtiği herkesin yaptığı işlerin ne olacağını göz önünde tutarsa bu, karşılıksız lütuf
olmayacaktır. Bu durumda, imanlılar arasında genellikle geçerli olan, Mesih’in öğrencilerine
447
Calvin, On the Eternal Predestination of God (1552) adlı tezinde bu görüşe saldırır (CR
VIII. 255 v.d., 260, 344; çev. H. Cole, a.g.e., s. 22. v.d.d., 29, 181).
448
Ef. 1:4’e dair tartışma m. 1’de başlamıştı.
449
Krş. m. xxii. 9, dn 21; Aquinas, Summa Theol. I. xxiii. 5; Tanrı lütufta bulunacağını, bu
görkeme layık olunabildiğini önceden belirler (çev. LCC XI. 110); Clichtove, Improbatio, fo.
8b.
558
söylediklerini görüyoruz: “Siz beni seçmediniz, ben sizi seçtim” [Yu. 15:16]. Burada sadece
geçmişteki liyakatleri hariç tutmaz, öğrencilerine, eğer önce Kendisi, merhametini onlara
göstermeseydi, onların seçilmeleri için hiçbir şeylerinin olmadığını da belirtir. Pavlus’un
“Kim Tanrı’ya bir şey verdi ki, karşılığını ondan isteyebilsin [Rom. 11:35] ifadesi nasıl
anlaşılmalıdır? O, Tanrı’nın iyiliğinin insanları çok beklediğini, geçmişte de, gelecekte de
onlarda, onun lütfunu kazanmaları gereken hiçbir şey bulamadığını göstermek ister.
4. Romalılar 9-11 ve benzer bölümler
Bu nedenle Pavlus, hem bu tezini daha kapsamlı şekilde tekrarladığı, hem de ayrıntılı
olarak daha çok peşine düştüğü Romalılara mektubunda, “Đsrail soyundan gelenlerin hepsi
Đsrailli sayılmaz” [Rom. 9:6] der. Çünkü hepsi kalıtsal hakları nedeniyle bereketlenmiş olsa
da, halefler bunun hepsini eşit olarak alamamışlardı. Bu tartışma Yahudi halkının gururundan
ve sahte övünmelerinden çıkıyordu. Çünkü “kilise” adını iddia ettiklerinde, Müjde’deki
imanın kendi kararlarına bağlı olmasını istiyorlardı. Bugün de aynı tarzda papa yanlıları, aslı
esası olmayan bu bahaneyle kendilerini seve seve Tanrı’nın yerine koyuyorlar. Pavlus,
antlaşma nedeniyle Đbrahim’in soyunun kutsal olduğunu kabul etse de, aralarında birçok
kişinin bunun dışında olduğunu öne sürer. Bunun tek nedeni, meşru olarak doğan çocukların
yerini piçlerin alarak yozlaşmaları değil, Tanrı’nın oğulluğa aldığını onaylayan özel seçiminin
her şeyden üstün olması ve her şeyi yönetmesidir de. Dinlerine bağlılıkları bazılarına kurtuluş
ümidi verdiyse ve terk edilmeleri bazılarını mirastan yoksun bıraktıysa, Pavlus’un okurlarını
gizli seçime kaldırması çok anlamsız olurdu. Tanrı’nın istemi, bazılarını diğerlerinden
ayırıyorsa, böylece de bütün Đsrailoğulları gerçek Đsrailliler değillerse, her insanın durumu
kendinden kaynaklanıyormuş gibi davranmak boşunadır, bu istemin nedeni ne bellidir, ne de
Tanrı’nın dışında aramak gerekir.
Pavlus, Yakup ve Esav örneğinden yola çıkarak konuyu daha da çok geliştirir. Đkisinin
de Đbrahim’in çocukları olmalarına, analarının rahminin onları birlikte kuşatmış olmasına
rağmen, ilk doğanın onuru Yakup’a devredildi. Burada Pavlus’un öne sürdüğü gibi, Yakup’un
seçileceğine ve Esav’ın yoldan çıkacağına dair kehanet gibi bir değişim oldu. Kaynak ve
neden sorulduğunda, öngörü eğitimcileri, bunu insanın erdemlerine ve günahlarına oturturlar.
Đşte, onların derinliği olmayan iddialarının özeti: Tanrı, Yakup’un kişiliğinde lütfuna layık
olanları seçtiğini; Esav’ın kişiliğinde, layık olmadıklarını önceden gördüklerini reddettiğini
gösterdi.450 Aslında cesurca bir iddiada bulunuyorlar. Ama Pavlus ne der? “Henüz
doğmamışlarken ve iyi kötü bir şey yapmışlarken… Tanrı’nın seçim yapmaktaki amacı
yapılan işlere değil, kendi çağrısına dayanarak sürsün” diye, “Büyüğü küçüğüne hizmet
edecek” denildi. Yazıldığı üzere, “Yakup’u sevdim, Esav’dan ise nefret ettim” [Rom. 9:11-13;
krş. Yar 25:23]. Öngörü, kardeşlerin arasındaki bu ayırıma dayalı olsaydı, zamandan söz
edilmesi tabii ki, yersiz olurdu.
Yakup’un, gelecekteki erdemlerinden ötürü bir değeri olduğu için seçildiğini kabul
ettiğimizi varsayın; neden Pavlus onun henüz doğmamış olduğunu söylüyor? Bunun yanıtının
hazır olması için, onun henüz hiçbir iyilik yapmamış olduğunu eklemek acelecilik olacaktır;
Tanrı’dan hiçbir şey gizli değildir, Yakup’un Tanrı’ya bağlılığı onun gözünün önündeydi.
Eğer yapılan işlerle lütuf elde ediliyorsa, Tanrı onlara ödülünü, daha Yakup doğmadan önce
sanki yetişkinmiş gibi, kesinlikle önceden saptamış olmalıydı. Ama elçi bu güçlüğü çözmeye
devam eder, Yakup’un oğulluğa alınmasının nedeninin yaptığı işler değil, Tanrı’nın çağrısı
olduğunu öğretir. Pavlus işleri ele alırken gelecek ya da geçmiş zamanı katmaz; birini
çürütmek için diğerine ustalıkla yer vermeyi isteyerek, bunların Tanrı’nın çağrısına aykırı
olduğunu kararlılıkla söyler. Sanki “Tanrı’nın gözüne iyi göründüğü düşünülen şey, insanların
450
Pighius, De libero arbitrio VII, fo. 117ab; IX. ii. fo. 157 v.d.d. Tanrı, yoldan çıkanların
layık olmadıklarını önceden görür.,
559
kendi kendilerine kazandıkları bir şey değildir” der. Son olarak, Tanrı’nın gizli planının
dışında, insanların ortak mirasının tek nedeninin, bu nedenin uzağında olduğu, “seçim” ve
“istek” kelimeleriyle kesindir.
5. Yakup’la Esav’ın olayı yapılan işler iddiasını çürütür
Seçilmede, geçmiş ya da gelecek diye işlere yer biçenler, bunları gözlerden saklamak
için nasıl bir bahane bulurlar? Bu, kardeşler arasındaki ayırımın, hiçbir iş ilkesine değil,
sadece Tanrı’nın çağrısına dayandığına, çünkü onlar doğmadan önce bunun, ikisi için de
saptandığına dair elçinin iddiasından doğrudan doğruya kaçmaktır. Eğer bunda gerçek payı
olsaydı, onların kurnazlıkları Pavlus’un gözünden kaçmazdı. Ama Tanrı’nın, seçiminin
sağlayacağı fayda sayesinde, bahşetmeye önceden karar verdiği şey dışında, insanda önceden
hiçbir şey göremediğini elçi iyi bildiği için, iyi işleri bunların nedenlerinin önüne koyarak
anlamsız bir düzensizliğe başvurmaz. Elçinin sözlerinden, imanlıların kurtuluşunun, sadece
Tanrı’nın seçme kararının üzerine kurulduğunu ve bu lütfun yapılan işlerle değil, özgür
çağırmayla kazanıldığını anlıyoruz. Önümüze sanki böyleymiş gibi konan bunun bir örneği
vardır451. Esav’la Yakup kardeştir, aynı anne ve babadan doğmuşlardır, aynı ana rahmi onları
kuşatmıştır, yine de henüz aydınlığa çıkamamışlardır. Her şeyleri eşittir ama her biri için
Tanrı’nın yargısı farklıdır. Birini kabul eder, diğerini reddeder. Đnsan, sadece büyük çocuk
olmanın verdiği hakla diğerinden üstün tutulur. Bu, göz ardı edilse bile, büyük çocuktan
esirgenen küçüğe verilir. Aslında diğer örneklerde de Tanrı, bedeni bütün övünme
nedenlerinden yoksun bırakmak için, ilk çocuk olma hakkından her zaman nefret etmişe
benzer. Đsmail’i reddederek, yüreğine Đshak’ı koyar [Yar.21:12]. Manaşşe’yi bir kenara
bırakarak daha çok Efrayim’i onurlandırır [Ya. 48:20].
6 . Yakup’un seçilmesi yeryüzünde bereketlenmeler için değil
Ama bu önemsiz ufak tefek yararlardan, gelecek hayatın bütününe dair bir sonuç
çıkarmamamız ve ilk çocuk olma onuru verilmiş birinin, bu nedenden dolayı göklerin
mirasçısı olarak oğulluğa alınması gerektiğini söylemek için birinin sözümü kestiğini
düşünün. Pavlus’u bile, Kutsal Yazı’daki tanıklıkları aktarırken anlamı ilgisizce saptırmakla
suçlamaktan sakınmayan birçok kişi vardır.452 Daha önce olduğu gibi, elçinin ne
düşüncesizlik ettiği, ne de Kutsal Yazı’daki tanıklıkları isteyerek kötüye kullandığı cevabını
veriyorum.453 Ama o, onların göz önüne almaya dayanamadıkları şeyi gördü: Tanrı, Yakup’un
ruhsal seçimini duyurmak için yeryüzünden bir sembole karar verdi, yoksa bu, onun
ulaşılamaz karar makamında gizli kalırdı. Đlk doğan olma hakkının ona gelecek çağı
bahşettiğinden söz etmezsek, bu boş ve anlamsız bir bereketleme olacaktır, çünkü o, bundan
güçlüklerin, sıkıntıların, üzücü bir sürgünün, birçok derdin ve acı endişenin katbekat
artmasından başka bir şey elde etmedi. Bu nedenle Pavlus, Tanrı’nın dışsal bereketiyle, ruhsal
ve etkisini yitirmeyen bereketi kanıtladığını, kulunu kendi Krallığında hazırladığını
gördüğünde, ruhsal bereketi ispat edecek dışsal kanıtı aramakta tereddüt etmedi [krş. Ef. 1:3
v.d.d.]. Göklerdeki iskân yeri vaadinin Kenan ülkesiyle bağlantılı olduğunu da aklımızdan
çıkarmayalım. Bu durumda meleklerin, Yakup’u, aynı hayatı paylaşabildiği Mesih’in
bedenine aşıladıklarından kuşku duyulmamalıdır.
Bu durumda Yakup, Tanrı’nın önceden belirlemesiyle seçildi ve reddedilen Esav’dan
farklı tutuldu, oysa liyakatleri onunkinden farklı değildi. Nedenini soruyorsanız, elçi şunu
söylüyor: “Çünkü Musa’ya şöyle diyor: ‘Merhamet ettiğime merhamet edeceğim, acıdığıma
acıyacağım’” [Rom. 9:15]. Bu ne anlama gelir, soruyorum? Bu sadece, Rab’bin, insanların
451
“ Ύποτύπποσιν”
Erasmus, De libero arbitro, der. J. Von. Walter, s. 54
453
Krş.III. xxi. 4. 7
452
560
bereketlenmeleri için hiçbir neden göremediğinin, sadece merhametiyle bereketlendiklerinin
açıkça duyurusudur [Rom. 9:16]; bu nedenle, Kendine ait olanı kurtarmak, O’nun işidir.
Tanrı, sizin kurtuluşunuzu sadece Kendisi saptadığına göre, siz neden kendinize iniyorsunuz?
Sizi sadece Kendi merhametiyle belirlediği için, kendi liyakatinize neden başvurmalısınız?
Sizin düşüncenizi sadece Kendi merhametiyle sınırlıyorsa neden dikkatinizi kendi yaptığınız
işlere veriyorsunuz?
Bu durumda, Pavlus’un başka bir yerde, Tanrı’nın onları önceden bildiğini yazdığı
[Rom. 11:2] daha az sayıdaki insana gelmeliyiz. Onlar önceden biliniyorlardı ama bu,
muhaliflerimizin, Tanrı’nın icra etmediği şeyi, çoğunlukla kelimenin kullandığımız anlamıyla,
yararsız bir gözetleme kulesinden izleyerek önceden bildiğini hayal ettikleri şekilde değildi.
Luka’da Petrus, Mesih’in “Tanrı’nın belirlenmiş amacı ve öngörüsü uyarınca [Elç. 2:23]
ölüme “teslim edildiğini” söylediğinde, Tanrı’nın gözlemci değil, kurtuluşumuzun Yazar’ı
olduğunu ortaya atıyordu. Aynı Petrus, Tanrı’nın öngörüsüne göre seçildiklerini yazdığı
imanlılardan söz ederken [1Pe. 1:2], Tanrı’nın kişileri Kendi oğulları olarak seçtiği [1Pe. 1:2],
gizli önceden belirlemesini örtük şekilde açıklar. Değişmez bir kararı ifade eden, her yerde
yaygın bir deyiş olduğu için, “amaç” kelimesini eşanlamlı olarak ekleyerek, Tanrı’nın
kurtuluşumuzun Yazarı olsa da, kendisinin dışına çıkmadığını kuşku duymadan öğretir. Aynı
bölümde Mesih’ten dünyanın yaratılışından önce öngörülen kuzu olarak bu anlamda söz eder
[1Pe. 1:19-20]. Çünkü Tanrı’nın, insanlara kurtuluşun ne zaman geleceğini görmek için
yükseklerden aşağıya bakmasından daha saçma ya da daha anlamsız ne vardır! O zaman
öngörülen insanlar Pavlus için, Tanrı’nın adına yanlışlıkla sahip çıkan, kalabalığa karışmış az
bir bölüm anlamına geliyordu. Başka bir yerde dünyanın önünde, dinine bağlı insanların
arasında önemli bir yer edinme iddiasında bulunan, ancak maskeyle gizlenenlerin
övünmelerini bastırmak için Pavlus, “Rab kendisine ait olanları bilir” [2Ti.2:19] diyordu.
Kısacası, bu sözle Pavlus, bize iki çeşit insan olduğunu gösteriyordu: biri, hepsi Đbrahim’in
ırkından olanlar; diğeri ondan ayrı ve Tanrı’nın gözünün önünden çekilerek insanın görüş
alanından gizlenenler. Sanki bazıları için, çok kutsal bir hazineye benzeyen özel bir lütfun,
Kendi huzurunda, olağan şekilde oğulluğa almaya eklendiğini; genel antlaşmanın az sayıdaki
insanın diğer bireylerden ayrı tutulmasını önlemediğini söylemiş gibi, bu ifade, dışarıdan
bakıldığında eşit durumda olan seçilmiş insanlarla ilişkili olsa da, bunu Tanrı’nın istediği
kişilere merhamet edeceğini [Çık. 33:19] duyuran Musa’dan aldığı kuşkusuzdur. Arayan
kişiye, aslında reddedilmeye maruz kalmamış olsa da merhamet edildiğinde o, Tanrı’nın
kendisinin övülmesini istediği lütfunu ya bekler ya da kısmen elde eder.
Bu seçilmenin ana ilkesini yoldan çıkaran karşıtlara cevaplar, 7-11
7 . Mesih’in seçilmeyle ilgili tanıklığı
Şimdi bütün bu konuyu, hükümran olan Yargıç ve Efendi anlatsın. O, kalabalığın
önünde neredeyse sözlerini boşuna harcadığını, dinleyenlerin büyük güçlük çektiklerini
görerek, bu engelin üstesinden gelmek için haykırır: “Baba’nın bana verdiklerinin hepsi bana
gelecek” [Yu. 6:37] “Beni gönderenin isteği, bana verdiklerinin hiçbirini yitirmemem” [Yu.
6:39]. Baba’nın armağanının, Mesih’in güvencesine ve korumasına alınmanın başlangıcı
olduğuna dikkat edin. Belki burada biri, tezi tersine çevirecek ve sadece gönüllü olarak imana
boyun eğenlerin Baba’ya ait olduklarını söyleyerek karşı çıkacaktır. Ne var ki, Mesih bu
noktada çok ısrarlıdır: Büyük kalabalıkların terk edilmesi dünyayı sarssa bile, Tanrı’nın,
seçimin asla sarsılamayacağına dair değişmez planı, göklerden daha istikrarlı olacaktır.
Seçilmişlere, Baba tek Oğlu’nu vermeden önce seçilmişlerin O’na ait oldukları söylenir.
Bunun yaratılıştan olup olmadığını sorarlar. Hayır, onlar Tanrı’nın kendisine çekerek
kendisine ait kıldığı yabancılardı. Mesih’in sözleri hiçbir kaçamak yanıt bulutuyla
örtülmeyecek kadar çok açıktır. “Beni gönderen Baba” der, “bir kimseyi bana çekmedikçe, o
kimse bana gelemez… Baba’yı işiten ve O’ndan öğrenen herkes bana gelir” [Yu.6:44-45].
561
Genel olarak herkes Mesih’in önünde diz çökseydi, seçim genel olacaktı; şimdi imanlıların
azlığında belirgin bir fark ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, Mesih Kendisine verilen
öğrencilerin özel olarak Baba Tanrı’ya ait olduklarını [Yu.17:6] duyurduktan kısa süre sonra
ekler: “Dünya için değil, bana verdiğin kimseler için istekte bulunuyorum. Çünkü onlar
senindir” [Yu. 17:9]. Buradan, bu lütfun Tanrı’nın lanetinden, öfkesinden ve sonsuz ölümden
kurtardığı, aksi takdirde mahvolacak olan sınırlı sayıdaki kişilerin dışında, bütün dünyanın
Yaratıcı’ya ait olmadığı ortaya çıkar. Ama dünya, önceden belirlenmiş olan mahvına terk
edilir. Bu arada Mesih aracı olduğunu söylese de, Baba ile ortak olarak, kendisinin doğru
seçim olduğunda hak talep eder. “Hepiniz için söylemiyorum” der, “ben seçtiklerimi bilirim”
[Yu. 13:18]. Biri, ona onları nereden seçtiğini sorduğunda, başka bir bölümde cevap verir:
Öğrencilerini Baba’ya emanet ederken [Yu. 17:9] dualarına dâhil etmediği “dünyadan”
[Yu.15:19]. Şuna inanmalıyız: Mesih kimi seçtiğini bildiğini duyururken, erdemlerinin
niteliğiyle değil, göklerdeki hükümle ayırt edilmiş insan ırkının belli bir türüne işaret eder.
Buradan, Mesih kendisini seçimin Yazarı yaptığından, hiç kimsenin kendi çabası ya da
gayretiyle üstün olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Başka bir yerde, Yahuda “bir iblis”
[Yu.6:70] olmasına rağmen onu da seçilmişlerin arasında sayar. Pavlus’un kişi olarak, bunun
sonsuz kurtuluş ümidini yine de vermediğini sık sık kabul ettiği [örn; Gal.1:16; Ef.3:7] üzere
bu, Tanrı’nın lütfunun net bir aynası olmasına rağmen, sadece elçinin görevine işaret eder. Bu
durumda Yahuda iblisten daha kötü olabilirdi, çünkü imanı olmadan elçilik görevi yaptı ama
Mesih, bir kez onun bedenine aşılanmış olan hiç kimsenin mahvolmasına izin vermez [Yu.
10:28]; çünkü onların kurtuluşlarını devam ettirmek için vaat ettiği şeyi yapacaktır –yani, “her
şeyden üstün” [Yu. 10:29] olan Tanrı’nın gücünü gösterecektir.454 Başka bir yerde “Baba…
mahva giden oğlundan başka bana verdiklerinden hiçbiri kaybolmadı”i [Yu. 17: 12] der, bu
ifade yanlış kullanılsa455 da, hiçbir belirsizlik içermez. Özetlersek: Tanrı, karşılıksız olarak
oğulluğa alarak, istediklerini kendi oğulları yapar; bunun gerçek nedeni kendisindedir, çünkü
o, gizli bir şekilde gözüne iyi görünen şeyden hoşnut olur.
8 . Tanrı’nın “önceden bilmesi” konusunda kilise babaları, özellikle Augustinus
Ama Ambrosius, Origenes ve Hieronymus, Tanrı’nın lütfunu, her birinin iyi
kullanacağını öngördüğü insanlara dağıttığını kabul etmişlerdir.456 Ayrıca Augustinus da bir
süre bu görüşteydi ama Kutsal Yazı’yı daha iyi öğrendikten sonra, bu sadece apaçık yanlış
olduğu için sözünü geri almadı, azimle de çürüttü.457 Gerçekten de sözünü geri aldıktan sonra
Pelagius yanlıları bu hatada ısrar ettikleri için onlara sansür uygulayarak şunları söyler:
Elçinin bu ince ayrıntıyı yakalayamamasına kim şaşırmaz? O, henüz doğmamış olanlar
hakkında bir şey ortaya koyduktan sonra şu soruyla yüz yüze gelir: ‘Öyleyse ne diyelim?
Tanrı adaletsizlik mi ediyor?’ [Rom. 9:14], elçi için burası, Tanrı’nın herkesin liyakatini
454
Seçilmişlerin dayanmaları, Mesih’in onların adına icra ettiği Tanrı’nın gücünün
hükümranlığına [Dei potentiam quae maior omnibus est] dayanır.
i
Yu. 17:12 “Kendileriyle birlikte olduğum sürece, bana verdiğin kendi adınla onları esirgeyip
korudum. Kutsal Yazı yerine gelsin diye, mahva giden adamdan başka içlerinden hiçbiri
mahvolmadı” 2003³; “Onlarla beraber olduğum zaman ben onları bana verdiğin isminle
saklıyordum; ve korudum; ve helak oğlundan başka, onlardan kimse helak olmadı ki, yazı
yerine gelsin” 1995
455
“καταχρηστική”
456
Ambrosiaster (krş. III. xvii. 13, dn 15), Commentary on Romans, Rom.8:29 (MPL17. 134);
Origen, Commentary on Romans VII. Viii (MPG 14. 1126); Pelagius, on Rom. 8:29 (Jerome,
Works’te) (MPL 30.684v.d.).
457
Augustine, Retractions I.xxiii. 2-4(MPL 32. 621 v.d.); Expositions of Romans Iv, ıx (MPL
35.2076, 2078).
562
öngördüğü konusuna cevap vereceği yerdir. Yine de bunu söylemez ama Tanrı’nın yargılarına
ve merhametine sığınır.”458 Seçimden önce bütün liyakatleri yok sayan Augustinus başka bir
bölümde şöyle der: “Burada Tanrı’nın lütfuna karşı Tanrı’nın önceden bilmesini savunanların
akıl yürütmeleri kesinlikle anlamsız kabul edilir. Bizim, dünya kurulmadan önce
seçildiğimizi, çünkü Tanrı’nın, bizi kendisinin iyi duruma getireceğini değil, bizim iyi
olacağımızı öngördüğünü söylerler. ‘Siz beni seçmediniz, ben sizi seçtim’ [Yu. 15:16] diyen,
öngörülen iyilikten söz etmez. Bizim iyi olacağımızı öngördüğü için bizi seçmiş olsaydı bizim
onu seçtiğimizi ve bunun sonuçlarını da görürdü”459 Augustinus’un tanıklığı, babalarının
otoritesine güvenmek isteyen bizlerde ağır bassın. Bununla beraber Augustinus, diğer
babalarla bağlantısını kesmez ama Pelagius yanlılarının kendisine yüklediği ayıpla, bu
ayrılmanın yanlışlığını net kanıtlarla gösterir. Ambrosius’tan alıntı yapar: “Mesih, merhamet
etmek istediğini çağırır.” Aynı şekilde: “Đsteseydi, imanı olmayan imanlı yapardı; ama Tanrı
çağırma ihsanında bulunduğunu çağırır ve istediğini kendine bağlı kılabilir.”460 Bütün
bölümde Augustinus’u anlatmak isteseydim okurlarıma, onunkinden başka bir dile ihtiyacım
olmadığını kolayca gösterebilirdim. Ama gereksiz sözlerle canlarını sıkmak istemiyorum.
Ama şimdi gelin, bu babaların sustuklarını hayal edelim; dikkatimizi sadece soruna
verelim. Güç bir soru ortaya çıkar: Tanrı’nın, bazı insanlara lütfunu ihsan ederken doğru
davranıp davranmadığı. Pavlus, yapılan işlere bakmayı önererek bunu tek bir sözle
çözümleyebilirdi. Öyleyse neden bunu yapmadı da, bunun çok tehlikeli olduğunu söylemeye
devam etti? Neden bunu yapmaması gerekiyordu? Çünkü onun ağzından konuşan Kutsal Ruh
unutkanlık hatasına düşmemişti. Bu nedenle Pavlus, gereksiz sözler kullanmadan yanıt verir:
Tanrı, seçtiklerine lütufta bulunur, çünkü böyle ister; onlara merhamet eder, çünkü böyle ister.
Bu nedenle şu duyuru geçerlidir: “Merhamet ettiğime merhamet edeceğim, acıdığıma
acıyacağım” [Çık.33:19], sanki şöyle der: “Tanrı’nın merhamet etmesinin, merhamet etmek
istemesinden başka nedeni yoktur.” O zaman Augustine’in şu sözü doğruluğunu korur:
“Tanrı’nın lütfu, seçilmeye uygun duruma getirdiklerinden başkasını bulmaz.”461
9 . Karşılıksız lütuf bu liyakatleri mümkün duruma getirinceye kadar, seçim, Tanrı’nın
insanın liyakatlerini “önceden bilmesi”yle birleştirilmez mi?
Thomas’ın kurnazlıklarının üzerinde bile durmuyoruz. Önceden belirleme edimi
açısından, liyakatleri önceden bilmek önceden belirlemenin nedeni değildir ama bizim
açımızdan buna bir şekilde şöyle denebilir: Yani Tanrı’nın, liyakatlerinden dolayı insanın
yüceliğini önceden belirlediği, çünkü yüceliği hak etmesi için ona lütfunu bahşettiği
söylendiğinde olduğu gibi, önceden belirleme belirli bir değerlendirmeye göredir.462 Rab,
seçimde Kendisinin iyiliğinden başka bir şey düşünmemizi istemediğinden, şayet biri, bunun
daha çoğunun ayrımına varmak isterse bu, anlamsız bir davranıştır. Ama biz kurnazlığa karşı
mücadele etmeyi istersek, Thomas’ın tartıştığı bu önemsiz konuyu çürütme yollarımız vardır.
Thomas, seçilmiş olan kişilerin yüceliğinin, bir ölçüde liyaketlerinden dolayı önceden
belirlendiğini iddia eder, çünkü Tanrı onlara lütufta bulunmayı önceden belirler, onlar da
458
Augustine, Letters cxciv. 8. 35 (MPL 33.886; çev. FC 30. 327); On the Predestination of
the Saints iii. 7 (MPL 44.964 v.d.; çev. NPNF V. 500).
459
Augustine, John’s Gospel Ixxxvi. 2 (MPL 35.1851; çev. NPNF VII. 353).
460
Augustine, On the Gift of Perseverance xix. 49 (Ambrose, Exposition of Luke’s Gospel i.
10; vii. 27’den alıntı) (MPL 45. 1024; çev. NPNF V. 546); On the Grace of Christ and
Original Sin I. xIvi. 51 (MPL 44.383).
461
Augustine, Letters cIxxxvi. 5. 15: “electio gratiae, quae non invenit eligendos sed facit”
(MPL 33. 821; çev. FC 30. 202).
462
Aquinas, Commentary on the Sentences I. xIi. ı. m. 3; Summa Theol. I. xxiii. 5; krş. m. 3,
yk. dn 8.
563
böylece yüceliği hak edebilirler. Ama acaba ben, lütuf için önceden belirlenmenin, hayata
seçilmenin ikinci planında kaldığını, onun hizmetçisi gibi olduğunu, yüceliği elde etmeleri
çok önceden saptanan kişiler için lütfun önceden belirlendiğini, çünkü çocuklarını seçimden
aklanmaya yönlendirmenin Rab’bin gözüne iyi göründüğünü söyleyerek buna itiraz edersem?
O zaman bundan çıkarılacak sonuç, lütfun önceden belirtilmesinin nedeninin, yüceltilmenin
önceden belirlenmesi olduğudur, tersi değil. Ama bu çekişmelere elveda, çünkü Tanrı’nın
Sözü’nde kendileri için yeterince bilgelik olduğunu düşünenler için bunlar gereksizdir. Uzun
yıllar önce bir kilise yazarı gerçekten de “Tanrı’nın seçimini liyakatlerle bağdaştıranlar
olmaları gerektiğinden daha akıllıdırlar” diye yazıyordu.463
10 . Tanrı’nın davetinin evrenselliği ve seçimin özelliği
Bazıları Tanrı’nın, evrensel olarak herkesi Kendisine davet edecek olsaydı Kendisiyle
ters düşeceğini söyleyerek karşı çıkarlar, ancak birkaç kişinin seçilmiş olduğunu kabul
ederler. Onların görüşlerine göre, bu durumda vaatlerin evrenselliği özel lütuf ayrımını
ortadan kaldırır; bazı ılımlı insanlar da dikenli soruları engellemek ve birçoğunun merakını
dizginlemek için gerçeği fazla bastırmadan böyle konuşurlar.464 Bu, övgüye değer bir niyettir
ama amacı onaylanmamalıdır, çünkü buradaki yan çizme asla bağışlanamaz. Ama seçime
saygısızca lanet edenler çok iğrenç bir tartışmaya girerler ya da çok utanç verici bir hata
yaparlar.465
Herkesin, dıştan dua ederek tövbe ve iman etmeye çağrıldığına yine de tövbe ve iman
etme ruhunun herkese verilmediğine dair iki kavramın Kutsal Yazı’yla nasıl uzlaştığını başka
bir yerde açıkladım. Biraz sonra bunun birazını tekrarlamam gerekiyor.466 Şimdi onların
iddialarını yalanlıyorum, çünkü bu, iki bakımdan yanlıştır. Çünkü bir kente yağmur yağarken
öbüründe kuraklık olacağını [Amo.4:7] söyleyerek korkutan, başka bir yerde öğretiş açlığı
çekileceğini [Amo. 8:11] duyuran o, bütün insanları eşit olarak çağırmak için kendini
basmakalıp bir yasayla bağlamaz. Ve Pavlus’a Asya’da sözünü anlatmayı yasaklayan [Elç.
16:6], onu Bitinya’dan döndürerek Makedonya’ya çeken [Elç. 16:7 v.d.d.] o, böylece bu
hazineyi gözüne iyi görünenlere dağıtmaya hakkı olduğunu gösterir. Özellikle seçilmişler için
kurtuluş vaatlerini nasıl yönettiğini Yeşaya aracılığıyla çok daha açık gösterir; ayrım
gözetmeden bütün insan ırkının değil, sadece onların kendi öğrencileri olacağını duyurur
[Yşa. 8:16]. Sadece ve bireysel olarak kilisenin oğullarına ayrılacağı söylenen kurtuluş
öğretisinin, herkesin etkin şekilde yararlanacağı ortaya konduğunda, değerinin düşürüldüğü
açıktır.
Şimdilik şu yetsin: Müjde’nin sesi genelde herkese hitap etse de, iman armağanı
enderdir. Yeşaya bunun nedeninden söz eder: “Rab’bin gücü” herkese “açıklanmadı [Yşa.
53:1]. Eğer peygamber, birçokları Müjde’yi duymayı inatla reddettiği için, Müjde’nin kötü
niyetle ve habisçe küçümsendiğini söylemiş olsaydı, belki de evrensel çağırının bu cephesi
zorlayıcı olacaktı. Ama peygamber, körlüğün kaynağının Rab’bin gücünü onlara açıklamaya
tenezzül etmemesi olduğunu öğrettiğinde, niyeti, insanların suçunu mazur göstermek değildir
463
Yanlışlıkla Sözde-Ambroise (yani Aquitaine’lı Prosper) ile bağdaştırılan, The Call of the
Gentiles I. ii., ama bu çalışmadaki Migne’nin metinlerinde de bulunmaz (MPL 17; MPL 51).
464
krş. Melanchthon’un Calvin’e 11 Mayıs 1543 tarihli mektubu (CR XI. 541; Herminjard,
Correspondance VIII. 343 v.d.); Melanchthon, Loci theologici (1543) (CR Melanchthon
XXI. 914 v.d.d.) Calvin’in, Melanchthon’un eserinin Fransızca çevirisine yazdığı önsöz
(1546) seçim konusunda tartışılan konulardan kaçınmaya işaret eder (CR IX. 849).
465
Calvin ile çekişen, seçime “lanet eden kişiler” 1551’de Cenevre’den sürgün edilen Jerome
Bolsec ve önceden belirleme, seçim ve özgür irade konusunda üç diyalog yazan Sebastian
Castellio gibileridir.
466
III. iii. 21; III, xxiv.
564
[Yşa. 53:1]. Đman özel bir armağan olduğu için o, sadece dıştan gelen öğretişle bunun
kulaklarımıza boşuna çarptığını söyleyerek bizi uyarır. Şimdi bu öğretiyi savunan
teologlardan, sadece dua ya da iman etmenin Tanrı’nın çocukları durumuna getirip
getirmediğini öğrenmek isterdim. Tabii ki, Yuhanna’nın birinci bölümünde “Kendisini kabul
edip adına iman edenlerin hepsine Tanrı’nın çocukları olma hakkını verdi” [Yu. 1:12]
denildiğinde, kafası karışmış bir kalabalığın burada yeri yoktur, “ne kandan, ne beden ne de
insan isteğinden doğ[an]; tersine Tanrı’dan doğ[an]” [Yu. 1:13] imanlılara özel bir paye
verilir.
Ama onlar, imanla Söz’ün arasında karşılıklı bir anlaşma olduğunu söylerler.467
Đmanın olduğu yerde de bu böyledir; ama sadece daha büyük bir bölümü Tanrı’ya inatla itaat
etmeğini ortaya koyduğu için değil, hepsi gözler ve kulaklarla donatılmadığı için, dikenlerin
arasına [Mat. 13:7] ya da kayalık yerlere [Mat. 13:5] düşen tohum yeni bir şey değildir. Bu
durumda Tanrı’nın, gelmeyeceklerini bildiği kişileri kendine çağırması nasıl tutarlı olacaktır?
Bana Augustinus cevap versin: “Benimle tartışmak mı istiyorsun? Benimle birlikte şaşırıp
‘Ey, rezalet’ diye haykır. Đkimiz de korkmakta görüş birliğine varalım, yoksa hatanın içinde
mahvoluruz”468 Ayrıca Pavlus’un tanıklık ettiği üzere, seçilme imanın anasıysa, seçim özel
olduğu için imanın genel olmadığı tartışmasından vazgeçip onların kafalarına bırakıyorum.
Bu neden sonuç dizilerinden şu çıkarsamayı kolayca yapabiliriz: Pavlus, “Bizi… her ruhsal
kutsamayla... dünyanın kuruluşundan önce… seçti” [Ef. 1: 3-4] derken, bu durumda bu
zenginlikler herkes için ortak değildir, çünkü Tanrı sadece istediklerini seçmiştir. Pavlus’un
başka bir yerde seçilmişlere iman etmelerini salık vermesinin nedeni budur [Tit.1:1]: hiç
kimse kendi çabasıyla iman sahibi olduğunu düşünemez ama Tanrı’nın daha önce seçmiş
olduğu kişiyi karşılıksız olarak aydınlatması için bu yücelik Tanrı’ya dayanır. Bernard haklı
olarak şunları söyler: “Arkadaşlar, onlara ‘Korkma küçük sürü’ [Luk. 12:32] dediğinde de
teker teker onu dinleyin, çünkü ‘Göklerin Egemenliğinin sırlarını bilme ayrıcalığı size verildi’
[Mat. 13:11]. Kim onlar? ‘Tanrı[’nın] önceden bildiği… Oğlu’nun benzerliğine dönüştürmek
üzere önceden belirledi[ği] [Rom.8:29] ve Tanrı’nın büyük, gizli planını öğrenen kişiler: ‘Rab
kendisine ait olanları bilir’ [2Ti. 2:19] ama Tanrı’nın bildiği insanlara açıklanmıştır. Aslında
önceden bildiklerinin ve kendisinin olmalarını önceden belirlediklerinin dışında, öbürlerine
katılmayı ihsan etmemesi büyük bir sırdır.” Biraz sonra şu sonuca varır: “ ‘Tanrı kendisinden
korkanlara öncesizlikten sonsuzluğa dek merhamet eder’i [Mez. 103:17]. Önceden belirleme
nedeniyle öncesizlikten, mutlu etmek için sonsuzluğa dek –birinin başlangıcının olmadığını,
öbürünün sonu olmadığını bilerek.”469 Ama Efendi’nin Kendi ağzından “Baba’yı sadece
Tanrı’dan gelenler görürler” [Yu.6:46]ii sözlerini duyduğumuzda Bernard’dan tanık olarak
neden alıntı yapma ihtiyacını duyuyoruz? Bu sözlerle o, Tanrı’dan yeniden doğmamış
olanların Tanrı’nın görünüşünün parlaklığına şaşırdıklarını söylemek ister. Aslında iman
seçimle uygun tarzda birleşir, yeter ki, ikinci sırayı alsın. Bu emir başka yerde Mesih’in
sözleriyle açıkça ifade edilir: “Babamın isteği, bana verdiklerinden hiçbirini yitirmememdir.
467
Krş. III. ii. 6, 7, 31; Melanchthon, Loci theologici 1535 (1543) CR Melanchthon XXI. 451,
916).
468
Augustine, Sermons xxvi. 12, 13 (MPL 38. 177).
i
Mez. 103:17 “Rab kendisinden korkanları sonsuza dek sever” 2003³; “Rabbin inayeti
ezelden ebede kadar kendisinden korkanlar üzerindedir” 1995 (çev. n.).
469
Bernard, Letters cvii. 4, 5 (MPL 182. 244 v.d.; çev. Eales, Life and Works of St. Bernard
I. 356-359).
ii
Yu. 6:46 “Baba’yı sadece Tanrı’dan gelen görmüştür” 2003³; “Ancak Allahtan olan, Babayı
o görmüştür” 1995 (çev. n.)
565
Onun isteği, Oğul’a iman eden hiç kimsenin mahvolmamasıdır”iii [Yu. 6:39-40]. Eğer Tanrı
herkesin kurtulmasını isteseydi, Oğlu’nu onlardan sorumlu tutar ve imanın kutsal bağıyla
onların hepsini Mesih’in bedenine aşılardı. Şimdi Baba’nın, oğulluğa kabul ettiği oğullarına
ayırdığı sevgisinin tek vaadinin iman olduğu kesindir. Mesih, başka bir bölümde şöyle der:
“Koyunlar çobanı izler. Çünkü onun sesini tanırlar. Bir yabancının peşinden gitmezler…
Çünkü yabancıların sesini tanımazlar” [Yu. 10:4-5]. Bu ayırım, onların kulaklarının Rab
tarafından delinmiş olması olgusundan başka nereden çıkar?470 Hiç kimse kendini koyun
yerine koymaz, ancak göklerdeki lütuf aracılığıyla koyun yerine koyulur. Rab,
kurtuluşumuzun sonsuza kadar kesin ve güvenli olacağını, çünkü Tanrı’nın zapt edilemez
kudretiyle korunduğunu öğretir [Yu. 10:29]. Böylece iman etmeyenlerin onun koyunu
olmadığı sonucuna varır [Yu. 10:26]. Yani Tanrı’nın Yeşaya aracılığıyla vaatte bulunduğu
üzere, onlar öğrenci olacakların sayısına dahil değillerdir [krş. Yşa. 8:16; 54:13]. Alıntı
yaptığım tanıklıklar dayanmayı açıkladıkları için, aynı zamanda da seçimin değişmez
tutarlılığını da açıkça ifade ederler.
11 . Sadece yapılan işlere dayanarak değil, başlı başına Tanrı’nın isteği uyarınca da karşı
çıkılır
Şimdi, aynı zamanda elçinin de burada ilgilendiği yoldan çıkmışlarla471 ilgili bir
kelime. Đyi işlerle hiçbir şey hak etmeyen Yakup’a lütufta bulunulur, henüz hiçbir suçla
kirlenmemiş olan Esav’dan nefret edilir [Rom. 9:13]. Gözlerimizi yapılan işlere çevirirsek,
sanki elçi bizim için çok olan şeyi görmemiş gibi, ona haksızlık ederiz! Şimdi onun bunu
görmediği kanıtlanır, çünkü onlar henüz iyi ya da kötü bir şey yapmamış olduklarında, birinin
seçildiği, öbürünün reddedildiği konusunu özellikle vurgular. Bu, Tanrı’nın önceden
belirlemesinin temelinde, yapılan işlerin olmadığını kanıtlamak içindir. O zaman Tanrı adil
olsun olmasın, Esav itiraz ettiğinde, Tanrı’nın doğruluğunun en kesin ve en açık savunması
olan şeyden yararlanmaz: Tanrı, kötü niyeti uyarınca Esav’ı cezalandırır. Bunun yerine farklı
bir çözümle Kendini tatmin eder, yoldan çıkmışlar sonuna kadar ortaya çıkarılacaktır ki,
Tanrı’nın yüceliği onların aracılığıyla açıklanabilsin. Sonunda şu sonucu ekler: “Tanrı
dilediğine merhamet eder, dilediğinin yüreğini nasırlaştırır” [Rom. 9:18]. Pavlus’un ikisini de
Tanrı’nın kararıyla nasıl bağdaştırdığını görüyor musunuz? Öyleyse gözüne iyi görünmesinin
dışında, Tanrı’nın Kendisine ait olanlara merhamet ihsan etmesinin nedenini biz
saptayamayız, öbürlerini reddetmesinin nedeninin de, Kendi isteminden başka bir şey
olduğunu bilemeyiz. Tanrı’nın nasırlaştırdığı ya da istediklerine merhamet ettiği
söylendiğinde, insanlar O’nun isteğinin dışında bir neden aramamaları için uyarılırlar.
XXIII. BÖLÜM
HER ZAMAN BU ÖĞRETĐYE HAKSIZCA YÖNELTĐLEN ASILSIZ SUÇLAMALARIN
ÇÜRÜTÜLMESĐ
(Seçimin doğal sonucunun laneti ve Tanrı’nın isteğinin olması, 1-3)
iii
Yu. 6:39-40 “Beni gönderenin isteği, bana verdiklerinden hiçbirini yitirmemem…
Baba’mın isteği Oğul’ü gören ve O’na iman eden herkesin sonsuz yaşama kavuşmasıdır”
2003³; “Ve beni gönderenin iradesi şudur ki, bütün bana verdiğinden hiç birini
kaybetmeyeyim…Babamın iradesi şudur, oğlu görüp ona iman eden herkesin ebedi hayatı
olsun” 1995 (çev. n.).
470
“Nisi quia divinitus perforatae sunt illis aures.” Bu karaltı koyunlarının kulaklarına işaret
koyan çobanın karaltısıdır.
471
Krş. Wendel, Calvin, s. 212 v.d.d..
566
1 . Seçilme – ama lanet yok mu?
Şimdi, insan anlayışı bunları işittiğinde saygısızlığının önüne geçilemez. Savaş
borazanının sesi gibi, rasgele aşırı gürültü koparır.
Aslında birçoğu, Tanrı’nın sitemini önlemek istermiş gibi, mahkûm edilmeyi
reddetmek koşuluyla seçimi kabul eder. Ama bunu çok cahilce ve çocukça yaparlar, çünkü
seçilme, lanetin karşısında tek başına bir set oluşturmaz. Tanrı’nın kurtarmak için oğulluğa
aldığı kişileri ayırdığı söylenir; seçimin birkaç kişiye bağışlandığını diğerlerinin şans eseri ya
da kendi çabalarıyla elde edeceklerini söylemek oldukça anlamsızdır.472 Bu durumda Tanrı,
görmezlikten geldiklerini mahkûm eder; bunu yapmasının, onları, Kendi çocukları için
önceden belirlediği mirasın dışında tutmak istemesinden başka bir nedeni yoktur. Đnsanların
saygısızlığı, Tanrı’nın, meleklerin taptıkları anlaşılmaz planını anlatan Tanrı Sözü’yle
dizginlenmeyi istemiyorsa dayanılmazdır. Bununla beraber artık bize merhamet kadar
katılaşmanın da Tanrı’nın elinde olduğu öğretilmiştir473 [Rom. 9:14 vdd.] Pavlus, sözünü
ettiğim kişiler gibi, Tanrı’yı savunmak için endişe içinde asılsız mazeretler bulmaya çalışmaz;
sadece kilin çömlekçiyle kavga etmesinin yasaya uygun olmadığı yolunda uyarıda bulunur
[Rom. 9:20] Şimdi birinin Tanrı tarafından mahkûm edildiğini kabul etmeyenler, Mesih’in
“Babamın dikmediği her fidan kökünden sökülecektir” [Mat. 15:13] sözünden nasıl
kaçacaklar? Apaçık bu, Göksel Baba’nın, kutsal ağaçlar olarak tarlasına dikmeye tenezzül
etmediklerinin işaretlendiği ve mahvolmalarının istendiği anlamına gelir. Bunun lanetin
işareti olmadığını söylerlerse, onlara kanıtlanabilecek bu kadar net bir şey yoktur.
Ama kavgalarına son vermezlerse, ağırbaşlı iman, Pavlus’un bu öğüdünden hoşnut
olsun: Bir yandan “Eğer Tanrı gazabını göstermek ve gücünü tanıtmak isterken, gazabına
hedef olup mahvolmaya hazırlananlara” yumuşak davranarak “büyük sabırla katlandıysa”, öte
yandan “yüceltmek üzere önceden hazırlayıp merhamet ettiklerine yüceliğinin zenginliğini
göstermek için bunu yaptıysa” [Rom. 9:22-23] Tanrı’yla kavga etmek için hiçbir neden
yoktur. Bütün düşünce gücümüzü yutup yok eden bu derin yargıları kendi kararlarımızla
bağdaştırmak kötü olduğundan, Pavlus’un, fısıltıyla konuşup yerme fırsatını önlemek için,
nihai hükümranlığı Tanrı’nın öfkesine ve gücüne verdiğine okurlar dikkat etsin. Karşıtlarımız
değersiz bir yanıt veriyorlar: Tanrı, yumuşak davranarak hoşgörü gösterdiği kişileri eninde
sonunda geri çevirmez ama belki tövbe ederler diye onları yargılamayı erteler. Sanki Pavlus,
“mahvolmaya hazırlananlar” dediklerinin, Tanrı’nın kendisine dönmelerini bekleyerek sabır
gösterdiğine inanmıyormuş gibi! [Rom. 9:22]. Augustinus bu parçayı doğru açıklar: Kudretin
uzun süre çekilen acıyla birleştirilmesine Tanrı izin vermez, Kendi gücüyle egemen olur.474
Bu gazabın hedeflerinin iyi bir nedeni olduğunu, Tanrı’nın “mahvolmaya hazırladığının” ama
“önceden hazırladıklarına merhamet ettiğinin” söylendiğini eklerler [Rom. 9:22]; çünkü o gün
Pavlus, cehennem azabının suçunu, kendi istekleriyle kendi üzerlerine çekenlere yüklerken,
kurtuluşun güvencesini Tanrı’ya yükler, bunu iddia eder. Ama Pavlus’un farklı bir ifade
kullanarak birinci cümleciğin sertliğini yumuşattığını onlara itiraf etsem de, mahvolmaya
hazırlanmayı Tanrı’nın gizli planından başka bir şeye yüklemek son derece tutarsızdır. Bu,
biraz önceki durumda da duyuruluyordu: Tanrı, firavunu yükseltiyordu [Rom. 9:17]; sonra
“dilediğinin yüreğini nasırlaştırıyordu” [Rom. 9:18]. Buradan, yüreğin nasırlaşmasının
nedeninin Tanrı’nın gizli planı olduğu sonucu çıkar. Ben, Augustinus’un bu öğretisini en
472
Burada Luther’ci düşünceler görülmektedir. Önceden belirleme ve seçim konulu (daha
sonraki) Epitome of the Formula of Concord XI’in 3. ve 4. maddelerinde önceden bilme
herkesi kapsıyorsa seçimin sadece Tanrı’ya bağlı olan kişileri kapsadığı belirtilir (Concordia
Triglotta, s. 832 vd). Krş. Melanchthon, Loci theologici (1534) CR Melanchthon XXI. 915
vd).
473
II.iv. 4.
474
Augustine, Against Julian V. iii. 13 (MPL 44. 790 vd.; çev. FC 35. 254 vd).
567
azından savunuyorum: Tanrı, koyunları kurtlardan ayırırken, yüreklerinin nasırlaşmasını
azaltmak için daha güçlü bir lütufla onları düzeltir; buna göre, Tanrı inatçıyı Kendine
döndürmez, çünkü sunmak isteseydi yoksun kalınmayacak olan bu daha güçlü lütfunu
göstermez. 475
(Đlk itiraz: Seçilme öğretisi Tanrı’yı zorba yapar, 2-3)
2 . Tanrı’nın isteği doğruluğun kuralıdır
Dinine bağlı, ılımlı ve insan olduklarını unutmayanlar için bu ifadeler oldukça
yeterlidir. Yine de bu zehirli köpekler Tanrı’ya karşı tek bir tür zehirden daha çoğunu
kustukları için, konunun gerektirdiği üzere her birine tek tek cevap vereceğiz.
Akılsız insanlar birçok şekilde Tanrı’dan hoşnuttur, sanki kendi suçlamalarından O’nu
sorumlu tutarlar. Bu nedenle öncelikle, daha önce suç işlemeyerek Rab’bi kışkırtmayan
yaratıklarına Rab’bin hangi hakla kızdığını sorarlar; çünkü O’nun, her kimi isterse
mahvolması için ataması, bir yargıcın adil kararından çok, bir zorbanın kaprisine benzer. Bu
nedenle insanların, hak etmelerinin dışında, salt Tanrı’nın kararıyla sonsuz ölümleri önceden
belirleniyorsa, Tanrı’ya itiraz etmeye hakları varmış gibi gelir onlara. Böyle düşünceler dinine
bağlı insanların aklına gelirse, Tanrı’nın isteğinin nedenlerini sorgulamanın çok kötü
olduğunu göz önünde tuttuklarında, bu düşüncelerin gücünü kırmak için yeterince
silahlanırlar. Çünkü her şeyin nedeni O’nun isteğidir ve kesinlikle böyle olmalıdır. Çünkü
bunun bir nedeni varsa, sanki bağlı olduğu başka bir şey, daha üstün bir şey olmalıdır; bunu
düşünmek yasaya aykırıdır. Çünkü Tanrı’nın isteği, doğruluğun en yüce kuralıdır. O her ne
isterse, sadece O istediği için doğru olduğu düşünülmelidir. Bu nedenle biri Tanrı’nın neden
böyle yaptığını sorduğunda şu cevabı vermeliyiz: çünkü böyle istedi.476 Ama daha da ileri
gidip neden böyle istediğini sorarsanız, Tanrı’nın isteğinden daha büyük, daha yüce bir şey
ararsınız. Bu da, bulunamaz. Bu durumda insanların cüreti sınırlansın, bu cüret belki de
gerçekte var olanı bulamazlık etmesin diye, var olmayan bir şeyi aramasın. Bu dizginlemenin,
Tanrı’nın sırlarını saygıyla düşünmek isteyen birini etkin şekilde sınırlayacağını söylüyorum.
Tanrı’ya açıkça lanet etmekten korkmayan kötülerin cesareti karşısında Rab, bizim
yardımımız olmadan kendi doğruluğuyla kendini yeterince savunur. Onların vicdanlarını
bütün bahanelerden yoksun bıraktığında, onları suçlu bulur, mahkûm eder.
“Mutlak kudret” kurgusunun avukatlığını yapmıyoruz; bu, dünyasal olduğu için, haklı
olarak ondan nefret etmeliyiz. Kendisi için yasa olan, yasasız bir Tanrı düşünemeyiz. Çünkü
Platon’un söylediği gibi, şehvetle başları dertte olan insanların yasaya ihtiyaçları vardır; ama
Tanrı’nın isteği sadece kusursuz değildir, yetkinliğin en yüce kuralı, hatta bütün yasaların
yasasıdır.477 Ama O’nun hesap verilecek sorumlu olduğunu yadsırız; bu davada yargıyı
telaffuz etmek için kendi anlayışımıza göre uzman yargıçlar olduğumuzu da yadsırız. Bu
475
Augustine, On the Predestination of the Saints ii. 4 (MPL 44. 962; çev. NPNF V. 499);
Sermons xxvi. 5. 5 (MPL38. 173).
476
Çok sık olarak Augustine, örn;, On Genesis, Against the Manichees I, ii. 4 (MPL34. 175).
477
Krş. Calumniae nebulonis cuisdam de occulta providentia Dei, sanata yanıt. i (CR IX. 288
vd; çev. H. Cole, Calvin’s Calvinism [1865], s. 266 vd.). “Bu nedenle Skolastiklerin Tanrı’nın
mutlak ya da tiranca isteği konusundaki duygularından söz ederek, bunları sadece
reddetmiyorum, bunlardan iğreniyorum, çünkü Tanrı’nın adaletini onun yönetme gücünden
ayırıyorlar.” Bu cümlelerle Calvin, çoğunlukla kendisine mal edilen bir düşünceyi reddediyor.
Bu görüş, 4. bölümün ortasında özetleniyor. F. Wendel’in, Nominalist teologların potentia
absoluta’sından söz ederek konuyu tartışmasına bakın. Burada, Nominalistlerin bazı yanlış
anlamalarına da dikkat çeker (Wendel, Calvin, s. 92 vd). Krş. Doumergue, Jean Calvin IV,
120 vd.
568
nedenle izin verilenden daha çoğuna kalkışırsak, mezmurun tehdidi zihnimizde korkuyla yer
etsin: Tanrı, her zaman ölümlü insan tarafından yargılanırsa zafer kazanır [Mez. 51:4].
3. Tanrı, günahkâra karşı adildir
Tanrı, sessizliğini sürdürerek düşmanlarını zapt eder. Ama O’nun kutsal adıyla cezasız
kalarak alay etmelerine izin verirsek diye, Söz’üyle bize onlara karşı silahlar sağlar. Bu
nedenle biri, “Neden Tanrı başlangıçtan bu yana bazılarının ölmesine önceden karar verdi?
Onlar henüz var olmadıkları için, ölüm yargısını henüz hak etmemişlerdi”478 gibi ifadelerle
bize yaklaşırsa, onlara cevap vereceğimiz yerde karşılık olarak, eğer Tanrı insanı Kendi
doğasına göre yargılıyorsa Tanrı’nın insana ne borcu olduğunu düşündüklerini soralım.
Hepimiz günahla bozulmuş olduğumuzdan, Tanrı’ya sadece tiksindirici gelebiliriz. Bunun
nedeni zorbalara özgü bir acımasızlık değil, adaletin en doğru şekilde hesap edilmesidir. Ama
Rab’bin, ölmelerini önceden belirlediklerinin hepsi, yaradılış koşulunun gereği olarak ölüm
yargısına tabiiyse, kendilerine adaletsizlik yapıldığından nasıl şikâyet edebilirler?
Âdem’in bütün oğulları öne çıksınlar; vücuda gelmeden önce sonsuza kadar sürecek
olan belaya O’nun sonsuz sağlayışıyla bağlandıkları için Yaratıcılarıyla kavga etsinler,
tartışsınlar. Tam tersine Tanrı, onları önünde hesap vermeye çağırdığında bu savunmaya karşı
feryatlarını nasıl yükseltebilirler? Hepimiz bozulmuş bir kitleden geliyorsak, tabii ki,
suçlanmaya maruz kalacaklar! Tanrı’nın sonsuz yargısıyla ölecekleri önceden belirlendiyse
Tanrı’yı adaletsizlikle suçlamasınlar. Onlar kendi yaratılışlarının buna yol açtığını –istesinler
ya da istemesinler – hissederler. Protesto etme eğilimlerinin nasıl bir sapkınlık olduğu, kabul
etmek zorunda oldukları mahkûmiyetin nedenini, Tanrı’yı suçlayarak kendilerini
özgürleştirmek için bile bile örtbas etmeleri olgusundan bellidir. Ama bunun yazarının Tanrı
olduğunu –ki, bu çok doğrudur- yüz kez de ikrar etmeme rağmen, gözlerine tekrar tekrar
görünen, vicdanlarına kazılmış suçluluğu hemen temizlemezler.
(Tanrı’nın adaleti bizim sorgulamamıza tabii değildir, 4-7)
4 . Tanrı’nın hükmü de adaletinde gizlidir.
Yine itiraz ederler: Mahkûmiyetin nedeni olduğu iddia edilen bu bozulmuşlukları,
Tanrı’nın kuralıyla daha önceden belirlenmedi mi? Bu nedenle, bozulmuşluklarında
mahvolduklarında sadece bu acının cezasını öderler. Âdem, Tanrı’nın önceden belirlemesiyle
düşmüş ve kendinden sonrakileri hiç düşünmeden ardı sıra sürüklemiştir. Öyleyse Tanrı,
yarattıklarını bu kadar acımasızca yanlış yola yönlendiren bir adaletsiz değil midir?479
Kuşkusuz, şimdi insanların bağlı oldukları bu acıklı koşulda Âdem’in bütün çocuklarının
Tanrı’nın isteğiyle düşmüş olduklarını ikrar ediyorum. Başlangıçta480 söylediğim buydu.
Tanrı’nın istediği tek karara, O’nda gizli olan nedene sonunda her zaman dönmemiz gerekir.
Ama doğrudan doğruya bundan, Tanrı’nın bu siteme maruz kaldığı sonucu çıkmaz. Çünkü
Pavlus’la birlikte şu cevabı vereceğiz: “Ey insan, sen kimsin ki Tanrı’ya karşılık veriyorsun?
Kendisine biçim verilen, biçim verene, ‘Beni niçin böyle yaptın?’ der mi? Ya da çömlekçinin
aynı kil yığınından bir kabı onurlu iş için, ötekini bayağı iş için yapmaya hakkı yok mu?”
[Rom. 9:20-21].
Tanrı’nın doğruluğunun aslında böyle savunulmayacağını ama adil bir nedeni
olmayanların adil bir neden bulmayı alışkanlık haline getirmeleri gibi, bizim de bir bahane
aradığımızı söyleyeceklerdir. Tanrı, gözüne iyi görüneni yapma gücüne sahip olduğu için,
bunun önlenemeyeceğinden başka burada ne söylenir? Ne var ki, bu çok daha başkadır.
Çünkü Tanrı’nın kim olduğunu düşünmemiz bize emredildiğinde, kanıt olarak daha güçlü
478
Augustine, Unfinished Treatise Against Julian I. xlviii; II. viii (MPL 45. 1069 vd., 1145).
Krş. Erasmus, De libro arbitrio, der. Von Walter, s. 80
480
Yk. 2. Böl.
479
569
başka bir neden gösterilebilir mi? Çünkü yeryüzünün yargıcı olan Tanrı haksızlığa nasıl izin
verebilir [Krş. Yar. 18:25]? Şayet yargının uygun şekilde yerine getirilmesi Tanrı’ya aitse, o
zaman doğası gereği doğruluğu sever ve doğru olmamaktan tiksinir. Bu nedenle elçi
düşüncesinden sıkılmış gibi kaçmak için boşluklar aramaz. Tanrısal doğruluğun nedeninin,
insan standardının ölçebildiğinden ya da insanın yetersiz aklının kavrayabildiğinden daha
yüce olduğunu gösterir. Elçi, Tanrı’nın yargılarının altında böyle bir derinlik yattığını da ikrar
eder [Rom. 11:33]. Bütün insanlar bunu anlamaya çalışırsa zihinleri yutulup gidecektir. Ama
elçi, Tanrı’nın işlerini böyle bir yasaya indirgemenin nasıl değersiz olduğunu da bize öğretir.
Bu işlerin nedenini anlayamadığımız an onları mahkum etme cesaretini gösteririz.
Süleyman’ın özdeyişi, az kişi tarafından doğru düzgün anlaşılsa bile çok iyi bilinir: “Her
şeyin yüce Yaratan, akılsıza ve günah işleyenlere de ücretlerini öder” [Özd. 26:10, Kr.
Cenevre Kutsal Kitap’ı]* Çünkü elçi, Tanrı’nın büyüklüğünü açıklar. Tanrı, kararında
akılsızları ve günahlıları cezalandırır ama Ruh’unu onlara bahşetmez. Kendi nedenlerinin
ölçülemeyecek kadar cılız olan ölçüsüne tabii olmak isteyen insanların çılgınlığı gerçekte
canavarcadır! Pavlus, dimdik duran meleklere “seçilmişler” der [1Ti. 5:21]; onların
sadakatlerinin temeli Tanrı’nın iyice hoşnut olmasına atıldıysa, öbürkülerin başkaldırısı,
yüzüstü bırakıldıklarının kanıtıdır. Bu olguya, Tanrı’nın gizli planında saklı olan lanetten
başka bir neden gösterilemez.
5 . Tanrı’nın gizli hükmü soruşturulmamalı, itaatle hayret edilmelidir
Şimdi gelin, Mani’nin ya da Coelestius’un481 izinden giden, tanrısal sağlayışa iftira
eden birinin olduğunu varsayalım. Pavlus’la birlikte, bunun için hiçbir neden aramamız
gerekmediğini söylüyorum, çünkü bu, kendi büyüklüğü içinde bizim anlayışımızı aşar [Krş.
Rom. 9: 19-23]. Bu ne hayret verici şey ya da anlamsızlıktır? O, Tanrı’nın kudretinin kendi
aklının kavrayabildiğinden daha çoğunu başaramayacak kadar sınırlı olmasını mı ister?
Augustinus’la beraber şunu söylüyorum: Rab, mahvolacaklarını sorgulanamaz şekilde
önceden bildiği kişileri yarattı. Bu, böyle oldu, çünkü böyle istedi. Ama neden böyle olmasını
istediğini biz sorgulamamalıyız, çünkü anlayamayız.482 Tanrı’nın isteğine aramızdaki bir
çekişme konusu olarak ağırlık verilmesi uygun değildir, çünkü ne zaman bundan söz edilirse,
doğruluğun yüce kuralının adı bu ad altında geçer. Doğruluğun apaçık ortada olduğu yerde
doğru olmamayla ilişkili neden soru sorulsun? Pavlus’un örneğinden giderek kötülerin
ağızlarını kapamaktan ve sövüp sayma cesareti gösterdikleri her kez aynı şeyi tekrarlamaktan
utanmayalım: “Ey insan, sen kimsin ki, Tanrı’ya karşılık veriyorsun?” [Rom. 9:20]. O zaman,
işlerinin büyüklüğünü senin cahilliğine göre hafifletmediği için onu neden suçluyorsun?
Bunlar bedenden gizli olduğu için sanki kötüymüş gibi! Tanrı’nın yargılarının
ölçülmeyeceğini apaçık bir kanıtla biliyorsunuz. Onlara “uçsuz bucaksız enginler” dendiğini
biliyorsunuz [Mez. 36:6]. Şimdi zihninizin, Tanrı’nın Kendisiyle ilgili verdiği kararı kavrasın
kavramasın, ne kadar sığ olduğunu düşünün. “Enginlere” dalmak için, aklınızın sizin
mahvınız olduğunu söylediği şeyi çılgınca sorgulamanızın size ne yararı var? Peygamberlik
kitapları gibi Eyüp’ün öyküsü de Tanrı’nın anlaşılmaz bilgeliğini ve korkunç kudretini
duyururken, korku neden sizi en azından alıkoymuyor? Kafanız karışıyorsa Augustinus’un
öğüdünü benimsemekten utanmayın: “Sen, ey insan, benden bir cevap bekliyorsun; ben de bir
insanım. Bu nedenle ikimiz de ‘Ey insan, sen kimsin?’ [Rom. 9:20] diyeni dinleyelim.
*
Özd. 26:10 “Oklarını gelişi güzel fırlatan okçu neyse, yoldan geçen akılsızı ya da sarhoşu
ücretle tutan da öyledir” 2003³; “Herkesi yaralayan okçu nasılsa, akılsızı ücretle tutan ve
yoldan geçenleri ücretle tutan da öyledir” 1995 (çev. n.)
481
Metinde “Coelestius” için “Coelestinus” yazılıdır (burada Calvin yanlış olarak
“Caelestinus” yazmıştır). Krş. I. xiii. 1, not 3; III. xvii. 15, not 18, Yk. bk. 8. böl.
482
Augustine, Letters clxxxvi. 7. 23 (MPL 33. 824; çev. FC 30. 207).
570
Đmanlının cahilliği aceleyle öğrenmesinden daha iyidir. Gayret etmeye çabala; sadece
cezalandırılırsın. ‘Ne derindir’ [Rom. 11:33]. Petrus reddeder, hırsız inanır. ‘Ne derindir!’
Neden mi arıyorsun? Derinliğin karşısında ben titriyorum. Sen akıl yürüt; 

Benzer belgeler