Gurbetde Aykᅣᄆrᅣᄆ Konuᅤ゚malar 15 Tarihi Rᅢᄊportaj

Transkript

Gurbetde Aykᅣᄆrᅣᄆ Konuᅤ゚malar 15 Tarihi Rᅢᄊportaj
Gurbetde
Aykırı
Konuşmalar
15 Tarihi Röportaj
FARUK ARSLAN
1
12 Nisan 1969'de Ankara'da doğdu. Aslen Çorumludur. 3 yıllık GATA Sağlık Astsubay
Hazırlama Okulu'ndan mezun oldu. Azerbaycan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü
bitirdi. Hazar'ın Statüsü konusunda tez yazarak 1997'de ‘Uluslararası Hukukçu’ unvanını
kazandı. Kanada’da Centennial College'den 2008’de ‘Sosyal Toplumcu’ diplomasıyla mezun
oldu. Toronto’da York Üniversitesi’nde Sosyoloji bölümünde yüksek eğitim gördü ve
2011’de tamamladı.
Arslan, Karabağ, Çeçenistan ve Abhazya savaşlarını yakından takip etti. Hazar'ın enerji
rezervleri ile ilgili yazdığı 3 binden fazla haber ve makale Türk ve yabancı basında
yayımlandı. Azerbaycan Zaman gazetesinde muhabirlik, haber müdürlüğü ve köşe yazarlığı
yaptı. CHA Azerbaycan temsilciliğini 3 yıl yürüttü. 2 yıl süresince Türkiye'de yayımlanan
Zaman gazetesinde Bakü Mektubu adlı köşeyi yazdı. Azerbaycan'da yayımlanan ilk çocuk
gazetesi Tomurcuk'un kurucularından oldu. Zaman gazetesinde 2000 yılı sonuna kadar
Ankara'da diplomasi, dış politika ve enerji muhabirliğini yürüttü. 14 ülkede basılan Zaman
gazetesine yönelik özel araştırma dosyaları hazırladı. Türk dünyası özel muhabirliği yaptı.
Azerbaycan Gazeteciler Cemiyeti, Ankara Diplomasi Muhabirleri Derneği ve Kanada Etnik
Gazeteciler Derneği üyesidir.
2000-2001’de Kanada’da Zaman gazetesi temsilciliği görevini üstlenirken, Toronto muhabiri
olarak çalıştı. Kanada Türkleri’nin posta ile dağılan ücretsiz haber dergisi Sunrise'ı kurdu ve
bir yıl boyunca editörlüğünü üstlendi. 1998-2004 periyodunda Ali Alperen mahlasıyla
sırasıyla Gündüz, Muhalif, Gelecek gazetesi, Hür Gelecek gazetelerinde ve 2009’dan beri
Milli Ocak’ta köşe yazısı yazdı. 2004 yılında Metafizik Magazin dergisinde yazıları
yayımlandı. 2004’den beri Kanada’da beş bin tirajla yayımlanan ve ücretsiz dağıtılan Canada
Türk’te 2006’dan beri köşe yazısı yazıyor. 2000’den beri ise, internet medyasında aralıksız
köşe yazılarıyla haberciliğini sürdürüyor. Evli ve iki çocuk babası olan Arslan, Kanada ve
Türkiye vatandaşı olarak Kanada’da gazetecilik yaşamına devam ediyor. Arslan, iyi derecede
İngilizce, Almanca ve Azerbaycan Türkçesi biliyor.
Yayımlanmış Eserleri:

Matrix’in 11 Eylül Kurgusu

Hazar’ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmparatorluğunda Güç Savaşları

Net Kırılma: Evenjelik Harbin Kurgusu

Petrol Satrancı veya Hazar’da Petrol Kurdu

Kanada’ya Gelmenin Yolları-Kurtar Bizi Kanada

Mesih’in Hızır’ı Barnaba: Hristiyanlığın Gizli Tarihi

Keşmir’de Hz. İsa Efsanesi

September 11 Fiction of Matrix (English)

Vadi’nin Şifresi Çözülüyor veya Kurtlar Vadisi Fenomeni

Esra’rlı Sosyolojik Tahliller

Karakutu Ergenekon’un Karanlık İsmi: Tuncay Güney

Mason Bektaşiler

Eşekler Sınıfı: Askeri Okulda İrtica Paranoyası

İlk Muhacirler Azerbaycan

Kanadalı Müslümanlar, Mühtediler, Türkler

Narratives on Canadian Muslims, Reverts, Turks (English)

Tevhid Havarisi Barnaba

Sociological Writings in the Canadian Perspective (English)

Merchant Splitting and Processing Plant: Business Plan (English)

Teşkîlât-ı Ergenekon

Türkistan ve Ötesi : Gezdiklerim, Gördüklerim, Duyduklarım

Gurbetde Aykırı Konuşmalar: 15 Tarihi Röportaj
2
Konuştuklarım
Önsöz.................................................Nasıl gazeteci oldum? 12 Nisan 2005
Aksiyon’da Haydar Aliyev Röportajım, Aliyev’le geçen Karabağlı ve
Petrollü Yıllar...............................................................................26.12.1996
Ebulfez Elçibey: Türkiye ile birleşmeliyiz.................................23.08.2000
Bahtiyar Vahapzade: Babam Türklerin geleceğini bildirdi...... 18/06/2011
Namık Kemal Zeybek: Turancılık davasını kaybettik..............26.09.1998
Ahmet Özhan: Ehli Beyt ve Hacı Bektaş Veli’nin yolu Mevlana yoluyla
aynıdır..................................................................................... 29 Aralık 2007
Tuluyhan Uğurlu: Konserime gelmeyen, siyasetin ruhunu
anlayamaz..........................................................................................15.08.2009
Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne: Patronlarımız Askeri Darbe İstemiyor.....
.............................................................................................................02/05/2010
Dr. Fuad Şahin: Kanada'da yaşamak cihattır.....................13 Temmuz 2007
Prof. Dr. Tözün Bahçeli: Türkiye Türklerindir söylemi
kalkacaktır…………………………………………………………01.05.2011
Waterloo'ya Türk yönetici: Prof. Dr. Feridun Hamdullahpur....03/09/2009
Prof. İbrahim Dinçer : Ahbap-çavuş ilişkisini aşıp takım
oluşturmalıyız.............................................................................. 29 Şubat 2008
Dimitri Kitsikis: Modern Osmanlı Kuruluyor..............................13/12/2007
Amerikalı Dr. Jill Carroll'a göre Gülen Devrimizin Düşünürü..12/12/2007
Roman Katolik Papazı Damien MacPherson : Katolikler, kurtuluş
kapsamını genişletti.....................................................................23 Nisan 2008
Ontario Eyalet Liberal Milletvekili Tony Ruprecht: Gülen, hepimizin
kahramanıdır...............................................................................1 Ağustos 2009
3
ÖNSÖZ
Nasıl gazeteci oldum?
12 Nisan 2005
Eşim Bakülü bir Azeri olduğu için kendimi hep 'Odlar (Ateşler) Diyarı'nın bir parçası
addetmişimdir. Azerbaycanla ünsiyetimin başlangıç tarihi 20 Ocak 1990 Bakü katliamıdır. Bu
katliam olmasaydı hayatımın akışı başka türlü cereyan edecekti, belki de gazeteci
olmayacaktım. Neden mi? Son 13 yılını Türk dünyasına vermiş biri için tuhaf olacak ama, bu
olaydan önce böyle bir ülkenin varlığından habersiz idim. Resmi tarih onlardan
bahsetmiyordu, Sovyet demirperdesine ek olarak dış Türkleri dışlayan rejimimiz gözümüzü
perdelemişti.
27 Ocak 1990 Şadırvan/İzmir vaazında bu olayı anlatırken bayılan Fethullah Gülen
kanımı dondurmuş, birden 'kardeşlerin zulüm görürken sen rahat içindesin' diyen vicdanımın
sesine kulak vermiş, tüm dünyevi arzuları bir kalemde silerek beni hızla çeken bu ülkeye
gitmenin yollarını aramaya başlamıştım. İstanbul'da ücret almadan Bulgaristan ve
Romanya'dan gelen ilk öğrencilerin belletmenliğini yapmış, Moğolistan'dan gelmiş Kazak
Türklerine ve yetişkinlerden oluşan Çeçenlere Türkçe öğretmiştim. 1991'in sonlarında
İstanbul'a gelen bir Azeri heyet, ' Ne olur gel, size her türlü imkanı sağlarız' dediğinde bir
saniye bile düşünmemiştim.
Azerbaycan macerasına başlarken hayır-duasını eksik etmeyen Fethullah Gülen,
Azerbaycan ve Orta Asya’da yayımlanacak Zaman gazetelerini kurmaya giden 19 kişilik
ekibimizden bekar olanlara ’ orada akrabalık ilişkisi kurun’ demişti. 5 bekar gazeteci
arkadaşım deneselerde yerli gelin bulamadılar, içlerinde akrabalık tavsiyesini yerine getiren
tek kişiydim. Bunun için dört deneme yaptığımı kabul etmeliyim...
Azerbaycan’ın Eğitim Bakanı Mısır Merdanov ve suikasta kurban giden Prof. Dr. Ziya
Bunyadov cinayetiyle ilgili 1998’de haksız yere görevden alınan İçişleri eski bakanı Nizani
Gocayev yakın akrabalarım olmuştu. Azerbaycan Meclis Başkanı Murtuz Elaskerov, AMİP
Lideri İtibar Memmedov ve SOCAR Başkan yardımcısı Salmanov ise uzak akrabalarımdı.
Milli Küreken ( damat) olarak çağrılıyordum. Faruk ismi Azerbaycan’da olmaması nedeniyle
yeni ismim Ferruhtu. 1992 yılı başında İstanbulda vize aldığımız Sovyet Konsolosluğu, bir
haftalık vize vermişti, üstelik Bakü yerine Sibirya'daki kentlere giriş vizesi yazmıştı. Rüşvetle
ilk tanışmamda o günlerde Hakkari otobüs terminaline benzeyen Bakü havaalanında bu
sayede oldu. Rus polisi parayı seviyordu. 7 günlük vize ile geldiğim Azerbaycan'da tam 7 yıl
kaldım. Savaş muhabirliği ve bölge gazete bürolarını kurma görevim nedeniyle Azerbaycan'ın
her kentini en az 20 defa dolaştım, Bakü'nün her sokağı bana avucumun içi kadar yakındır. 8
değişik Azeri şivesini anlarım, en sevdiğim Şirvan lehçesini mükemmel kullanırım, Bakü'de
Uluslararası İlişkiler okumam uluslararası hukuk masteri yapmam nedeniyle akademik ve
edebi Azeri diline de hakimim. Azerbaycan'dan Türk medyasına 5 binden fazla haber yazdım,
Televizyon ve radyolara konuştum; yerli Azeri basınında yazdığım Kril ve Azeri Latini
alfabesinde haber ve makale sayısıda 3 bin civarındadır. 7 yıl boyunca hergün yayımlanan
tüm gazeteleri okudum, en iyi haber ajansları Turan ve Şark'dan gelen bilgilerle gıdalandım.
Röportaj yapmadığım siyasi lider ve politik fıgür yoktur diyebilirim. Azerbaycan'da
girmediğim hiç bir delik, tanımadığım kimse, eski Sovyet ülkelerinde gezmediğim yer
olmadığı kanısındayım. Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'i 1993-1998 arasında
yurtiçi ve yurtdışında adım adım izledim. Bu nedenle sürekli Azeri televizyonunda
görünmemden dolayı gittiğim heryerde Azeriler bana bizden biri şeklinde yaklaşmıştır. 2000
yılı sonuna kadar Bakü'ye iki defa gittim. Aliyev, her Türkiye'ye geldiğinde beni arkasında
4
buldu. Rahmetli Elçibeyle olan yakın ilişkilerim Aliyev tarafından hep şüphe ile karşılanmış,
muhaliflerle yaptığım röportajlar kızgınlığını hep artırmıştı. Azeri mentalitesinde muhalif ses,
hain demektir. ABD Başkanı Bush'un dediği gibi ' Ya bizdensin, ya onlardan' kuralı
geçerlidir. Hiç kimseye siyasi olarak taraf olmamamın avantajını çok iyi kullandım.
Türkiye'den Aliyev'i devirmenin moda olduğu dönemde ve devletin her kesiminin bulaştığının
ortaya çıktığı bir sırada Azerbaycan'ın eski Dışişleri Bakanı Hasan Hasanov'in bir gün
yüzüme şöyle haykırdı: ' Seni çok araştırdık, sen temizsin'. Azerbaycan dış politikasına
vukufiyetim nedeniyle Hasanov’un kendi adına sormadam demeç yazma izni verdiği tek
gazeteciydim. Tüm bunlar doğruları yazmamı hiçbir zaman engellemedi. Merhum
Azerbaycan Devlet Başkanı Haydar Aliyev'i tam 5 yıl adım adım izlerken, Kurt politikacının
Hazar'daki kurtların dansını nasıl idare ettiğini gözlemledim.
Derin konuları cesur yazılarıyla kaleme alan gazetecilerin kaderi ajanlıkla
suçlanmaktı. Hele yurtdışında görev yapıyorsa şüpheci bakışlar üzerinde toplanırdı.' 007 Türk
James Bond'u' lakabını bana 7 yıl Azerbaycan Zaman gazetesinde aynı haber merkezini
paylaştığım Azeri meslekdaşım Aziz Mustafa takmıştı. Delili ise, 1998'de Amerikan
Kongresi'nin Sovyetleri yıkmak için kurduğu Azatlık ( Liberty) Radyosu'nun beni Türkiye'de
yayımlanan yukarıdaki haftalık Bakü Mektubu köşe yazımı esas göstererek ' Türk ajanı'
olarak suçlamasıydı. Almanca ve İngilizce bilmem, koyu bir Türk milliyetçisi olmam
nedeniyle emindi: Ben silah yerine kalemini kullanan 'Türk James Bond' idim. Diğer Azeri
meslekdaşım İmran bey ise, Türkiye'nın petrol çıkarlarını amansızca savunduğum için adımı '
Baku-Ceyhan profesörü' olarak koymuştu. Ankara'daki Rus diplomatlara görede kesinlikle
MİT hesabına çalışan biriydim; hatta bir ara CIA olduğumdan şüphelendiklerini hissettirdiler.
1994'den itibaren Azeri petrollerine yapılan yatırımlar ve Bakü-Ceyhan boru hattı ana
haber kalemim haline gelmişti. Yazdığım 3000'e yakın petrol haberi ile Türkiye'de isim
yaparken, yabancı basın tarafından bağımsız kaynak olarak kabul edilmeye başlandım. Azeri
dostlarıma göre, bu projenin gerçekleşmesi benim takibim olmadan mümkün olmazdı. Hem
İngilizlerin oyunları, hem Aliyev'in, hem Amerikalıların oyunlarını ortaya çıkarmak; Rusları
ve İranlıları rezil etmek ve Türkiye'nin yaptığı hatalara zamanında müdahele etmek
görevimdi. Bu arada haftada beş gün çıkan Zaman gazetesinin haber merkezini idare etmek,
haftada Azerbaycan Zaman'a üç köşe yazısı sunmak, CHA temsilcisi olarak Türkiye'ye günde
beş haber yazmak, haftada Türkiye Zaman'a bir köşe göndermek rutin işlerimdi. Başta BBC
Azerice servisinin olmak üzere saygın yabancı haber ajanslarının haber doğrulayan bağımsız
kaynağı haline gelmiştim. Tam bir ' Newsman', haber adamı, 'haber manyağı' olup çıkmıştım.
Gürcistan, Ermenistan ve Rusya haberleri avucumun içi kadar yakındı. Türk televizyon ve
radyolarına konuşan Türk gazeteci olmak aynı bir heyecan veriyordu.
Azerbaycan Lideri Haydar Aliyev'in içerideki ve dışarıdaki temaslarını, programlarını
izlemek kısa sürede Azerbaycan Cumhurbaşkanlığında kredi oluşturmuştu. Aliyev, yurt dışına
götüreceği muhabirleri özenle seçerdi. Masraflar karşılandığı için bu tüm gazetecilerin
arzusuydu. Yabancı gazeteci olarak Aliyev heyetindeki tek muhabirdim. Azeri
meslekdaşlarıma göre, Aliyev heyetindeki tüm gazeteciler mutlaka ajandı. Azatlık Radyosu
için çalışan rahmetli Elmira Ahmetli, Azeri istihbaratı, Elmira Akındov Rus istihbaratı, şu
anda milletvekili olan Amerika'nın Sesi Radyosu temsilcisi Rafael Hüseynov güya CIA adına
çalışıyordu. Geriye kalan bendenizde Azeri dostlarıma göre MİT adına çalışıyor olmalıydım
ki, Aliyev beni de yanına yaklaştırıyordu. Aliyev, KGB'nin eski elemanı olarak hala
Andrapov tarzı bir diktatör polis-isthbarat rejimi yönetirken, yanına istihbaratçı olmayan
birini almazdı onların mantığına göre. En yakın Azeri dostlarım bile' Bizim MİT dindar,
milliyetçi birini eleman yapmaz' şeklinde kendimi savunmamı anlayamıyor, gerekçemi komik
bularak bıyık altından gülüyordu.
Azeri meslektaşlarım artık bana ' 007 Türk James Bond'u diyordu. 1998
cumhurbaşkanlığı seçiminde Aliyev'in seçim fotoğraflarını ve aile albümü için özel
5
fotoğraflarını çekmek için Zaman Gazetesi'nden Kemal Kazaz ve beni kullanması, iddialara
tüy dikti. Aliyev'in 35 yıllık özel fotoğrafçısı bile beni kıskanmış, özel fotolar için
götürüldüğümüz özel yerlere kendisinin bile götürülmediğini söylemişti. Aliyev fotoları
beğenmiş, Alman ve Rus fotoğrafçıların çektiklerini beğenmeyerek bizimkileri hem seçimde
kullanmış hemde büyütürek her tarafda astırmıştı. Diktatör Aliyev'le ilişkileri korumak için
belki bu gerekliydi, ama herşeyinde bir sınırı vardı. Aliyev'i en çok kızdıran Elçibey, İsa
Kamber ve Azeri muhalefeti ile olan dostluklarım idi.
'Türk James Bond'u takılmalarını makaraya sararken, beni şok eden teklifi aldım.
Aliyev'in sadece kendisine bağlı özel bir istihbarat teşkilatı daha vardı. Basını izlemekle
görevli özel eleman bir gün beni odasına çağırdı. Aliyev, kendisine bağlı özel istihbarat
elemanıı olmamı istiyor, düzenli rapor istiyordu. 2. Abdülhamit'in Yıldız İstihbaratı gibi
sistem kuran Aliyev, sağlamalı istihbarat yapar, resmi istihbarat bilgilerini kendine bağlı,
kimliği sadece kendince bilinen özel elemanlarına teyit ettirmeden inanmaz, çalıştığı adamlar
hakkında kalın dosyalar tutardı. Benim tarafsız, dürüst, rüşvet yemiyen her olayı
derinlemesine araştıran özelliklerim dikkatini çekmişti. İlk talep edilen raporlar, rüşvet alarak
haber-şantaj yapan Azeri gazetecilerin listesi ve sivil toplum örgütü adı altında Hıristiyan
misyonerlikte bulunan 38’den fazla yabancı kuruluşların rüşvetle satın aldığı yerel
yöneticilerin isimleriydi.
Azerbaycan'dan 'Gazeteci-Ajan' olmamak için Temmuz 1998'de süratle ayrıldım.
Daha doğrusu, benim Aliyev’e ajanlık yapmaya başladığım iftirasını atan idarecimin
işgüzarlığı ile acilen tayinim çıkartıldı. Güya beni koruyorlardı. Bana iftira atan kardeşim
1999 yılına Ankara Zaman’a gelip gözyaşları içinde helallık istemese, iftirayı fark
edemiyecek kadar saftım. Kıskançlık, hırs ve kindarlık iyi insanlarda da bulunur. İnsanlar
hakkında hüsnü zan eder, iyi düşünürüm. Bu bir hadistir ve müslümanın ibadetidir. O
arkadaşımı afv ettim mi? Ben helal etsem bile ulvi heyetin kutsi şahsi maneviyesi afv
etmiyebilir... Çünkü ben Azerbaycan’a dönmeye değil ölmeye gelmiştim. Bu hakikatı
samimiyetle bana tayin mektubumu uzatan Zaman Gazetesi Genel Müdürü Hüsyein Gülerce
ve Ankara temsilcisi Hidayet Karaca’nın yüzüne söyledim. Kaderinizden kaçamazsınız ama
ihlaslı halis niyet sevabını ihmal etmemelisiniz...
' 007 Türk James Bond' lakabının Ankara'da üç yıl süren diplomasi muhabirliği
yıllarımda beni gölge gibi takip ettiğini söylemeliyim. Diplomasi muhabirinin işi gücü
Ankara'da diplomatik misyonlarda çalışan pek çok resmi ve diplomat gözüken gayriresmi
yabancı ajanla lüks otel lobilerindeki resepsiyonlarda, büyükelçiliklerde, özel yemeklerde laklak etmektir. Öğretim görevlisi, Başbakanlık müşaviri, bürokrat, iş adamı, emekli büyükelçi,
asker veya danışman görüntüsünde pek çok MİT elemanı kendileri ne kadar çaktırmasada
haber kaynağımdı. Bu bilgileri kullanmak maharet ister. Spekülatif bilgi ile gerçek bilgiyi
birbirinden ayırmak bazen çok güçleşir, yanılgılara düşer veya hedef saptırmaya yönelik
politikalara alet olduğunuzu hissedersiniz. Ama sağlam muhakeme yaparak sizi
yönlendirmeye çalışanları kendi silahları ile vurursunuz. Tersini yazarsınız. MİT, eleman
olarak benim gibileri değil yüzde yüz emredileni yapanları seçer; kimi kullanacağını iyi bilir.
Azeri dostlarıma göre, Sovyetler Birliği'nde yaşasam kesinlikle KGB tarafından
keşfedilirdim. MİT'in KGB gibi olmadığı gerçeğine asla inanmadılar.
Herşey Azeri istihbaratının kapılarını gazetecilere açması ile başlamıştı. '' Bütün
gazeteci arkadaşlarımı devletimizin hesabına ajanlık yapmaya, istihbarahat birimlerimizle
işbirliğine çağırıyorum '' diye gayet samimi ve ciddi bir teklifi bizatihi Azerbaycan Güvenlik
Teşkilatı başkanın ağzından işittiğimde kulaklarıma inanamaştım doğrusu. Etrafıma şöyle bir
bakındım; 60'a yakın meslekdaşımın istisnasız hepsi gülüyordu. Tarihler 5 Nisan 1998'i
gösteriyordu. Tarihinde ilk defa Azeri istihbarat teşkilatı kapılarını gazetecilere açmıştı.
İçlerindeki tek yabancı gazeteci bendim.
'Ajanlık kötü bir şey değildir ' diye devam eden yetkili ağız konuşmasını şöyle
6
sürdürdü : '' Gazeteciler içtimai-siyasi devlet adamıdır. Siz heryere maşallah bizden daha hızlı
giriyorsunuz; yazdıklarınızla kamuoyu oluşturuyor, devlet sırrı olması gereken hassas
konuları bile irdeliyor, döküp saçıyorsunuz. Aynı vatan için çalışmıyor muyuz, o halde gelin
yazılmaması gereken konuları tesbit ettiğinizde bize bilgi verin; ülkemizde iç barış ve istikrar
bozulmasın,gereken önlemleri biz hemen yılanı-çiyanı uyandırmadan alabilelim. Sansasyon
için ülkenizi dağıtmayın. Siz yazıp çizdikten sonra kimseyi yerinde bulamıyoruz. Telefonları
dinliyoruz, ama herkesin telefonunu dinlemeye kimsenin gücü yetmez. En vatansever gazeteci
vatanı hesabına çalışandır. Unutmayın yazdıklarınızı okuyan yabancı istihbarahat birimleri
aleyhimize planlar hazırlıyor. Gelin elele çalışalım.''
Azerbaycan Güvenlik teşkilatını gezen Azeri meslekdaşlarıma yapılan ajanlık teklifini
dinleyen tek yabancı, aslında kardeş, dost ülke olmamız itibarıyla yabancı olmayan tek
Türkiyeli gazeteciydim. Demokrasi ve basınla şeffaflığın bu kadar ilerlediğine gerçektende
şaşmamak elde değildi. Azeri meslekdaşlarımız cesurca, dudakları uçuklatan sivri sorularını
çekinmeden Güvenlik Teşkilatının başkanı Namık Abbasov'a yöneltirken, tabii herkes eskiden
olduğu gibi bir elin daha sonra kendilerini tutup, karanlık dehlizlerde işkenceye tabi
tutmayacağından emindi. Aklıma birden ajan filmlerinin tartışılmaz gözdesi 007 James Bond
geldi; acaba o da gazetecilik yapmış mıydı? Soğuk savaş döneminde KGB'yi modern
teknolojiyi de kullanarak çevik zekasıyla atlatan, binbir tehlikeden sıyrılan, görevini hep
başarıyla tamamlayarak İngiliz kraliçesine bağlılığını ifade eden meşhur ajanla gazetecilerin
mesleki özellikleri arasında bağlantı kurmaya çalıştım. Amerikan çıkarlarını korumak için
dünyanın dörtbir yanında özgür basını destekleyen ve önemli noktalarda bulundurduğu yerli,
yabancı ve tabii ki Amerikalı gazetecileri bir nevi istihbarahat elemanı gibi kullanan, bazen
onları operasyonlarının içine iten CIA'de acaba gazetecilere aktif ajanlık teklifinde bulunmuş
muydu ? Ya KGB; yabancı ülkelere gönderilen Tass ajansının muhabirleri aynı zamanda ajan
mıydı acaba?
Sovyetler döneminde içerde ve dışarda çalışan gazetecilerin acaba kaçta kaçı aynı
zamanda ajandı? Peki, dünyadaki bu tecrübeden elbette yararlanan MİT, Türk basınında
çalışan gazetecilerle nasıl bir işbirliği yapıyor; bilgi alışverişinde bulunulan gazeteciler hangi
kıstaslarla seçiliyor; ajanlık yapan vatansever meslekdaşlarımız kimlerdi acaba? Acabalı
sorularım tükenmedi. Dalgın, dalgın bu tip ilginç sorularıma kendi kendime cevap ararken
yukarıdaki ifadelerin sahibi Namık Abbasov, kendisinin 20 yıl gazetecilik yaptığını, emekli
oluncada yine gazeteci olacağını samimi duygularla mütebessüm bir çehreyle açıkladı. Gerçek
bir vatansever olan Abbasov, Azeri meslekdaşlarımıza önemli bir hatırlatmada bulunmayı
ihmal etmedi : '' KGB'de Sovyetlerle beraber gitti, şimdi içinde olduğunuz bina ve teşkilat
bağımsız Azerbaycan için çalışıyor; hala KGB diye bize şüpheli bakanlar, lekelemeye
çalışanlar uyanın. Ülkesi için ajanlık yapmak şereftir; provokotörlük yapmayın, vatanınız için
çalışın.''
Doğrusu çok etkilendim, Abbasov'a hak verdim. Azerbaycan'ın bağımsızlığını
korumasında önemli bir görevi başarıyla eda eden bu teşkilat artık tamamen Milli.
Topraklarında Rus üssü ve askeri bulundurmayan tek BDT ülkesi olan Azerbaycan'ın
istihbarahat alanındaki başarısında da kuşkusuz Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'in rolü
büyüktü. Teşkilatın müzesini gezerken Haydar Aliyev'le ilgili iki stand çok ilgimi çekti; zaten
mihmandarımızda uzun uzun anlattı Aliyev'in istihbarahat alanındaki başarılarını. 1960'larda
teşkilata Aliyev'in başkanlık etmesinden başlayarak 1985'e kadar ordu ve teşkilatda çalışan
personelin Azerileştirilmesi zirveye ulaşmış, 1993'den itibaren ise tamamen milileşmişti.
Çalışan Rus personel yolcu edilmiş teşkilat yüzde 70 oranında Azerileşmişti.
Halen Kafkaslarda karışıklıklar sürererken Azerbaycan'da istikrar ve barışı bozmak
isteyen güçler kötü emellerin bu nedenle hayata geçiremiyordu. Aliyev ülkesinin her
noktasına hakim olması sayesinde, karşı istihbaratı anında elde ediyordu. Kafkas ve Orta
Asya ülkelerinde Azerbaycan'da ki kadar gibi hür ve bağımsız yayın organları yok;
7
anlayacağınız burada muhalif sesler düğer eski Sovyet ülkelerine nazaran susturulmuyor,
demokratik bilinç ise süratle gelişiyordu. Türkiye'de olduğu gibi yazılmayan hiç bir şey
kalmıyordu. Abbasov basın mensuplarına soruyordu : '' Herşeyi yazmanıza göz yumuyoruz,
daha ne istiyorsunuz. Şok açıklamalar mı? '' Azerbaycan Güvenlik Teşkilatında geçirdiğim 5
saati inanın hiç unutamayacağım. Şok açıklamalar yapmayacağını söyleyen Abbasov, en
azından beni şok etmişti. Gazetecilikle ajanlık arasında fazla bir fark olmadığını öğrendim o
gün.
Gazetecilere herkesin niye şüpheyle baktığını şimdi daha iyi anladım. Ajan olmak
yada olmamak işte bütün mesele buydu! Sovyet anlayışına göre gazeteci ajan demekti.
KGB'nin patrolu olmuş Yevgeni Primakov bir gazeteci değilmiydi? Çek Cumhuriyeti'nin
başkenti Prag'dan yayın yapan Amerikan Kongresi'nin maliyeleştirdiği Azatlık ( Liberty )
radyosu, Namık Abbasov'un şok girişimine şok yaklaşımım üzerine ertesi gün Faruk Arslan'ı
MİT ajanı ilan ediyordu. Sadece beni değil, Bakü'de Hürriyet gazetesinin temsilciliğini yapan
İrfan Sapmaz'da güya MİT ajanıydı! İşin tuhaf tarafı bu duyuruyu yapan Azatlık radyosunun
Azerbaycan masası şefi Mirza Hazar'dı. Mirza Hazar, Guba kentinden Bir Dağ Yahudi'siydi.
Azerbaycan'da onun MOSSAD ve CIA'ya çalıştığı iddiaları ayyuka çıkmıştı. İpin ucu
kaçırılmış haber bültenlerine haber veren haberciler, Aliyev aleyhtarı olduğu sürece ekmek
yiyordu. Mirza Hazar, Bakü'de muhalif görüşlere sahip 9 acar muhabire haber karşılığı
yüksek ücretler ödeyerek Aliyev rejimini yıkmaya çalışıyordu.
Tuhaf ama gerçek. İçlerinde tek tük Aliyevciler Elmira Ahmedova ve Rusça masasına
çalışan Elmira Akındov ise Rus istihbaratına çalışıyordu. Oysa para kaynağı olan ABD ve
Amerikan petrol şirketleri Aliyev'den petrol payları kopartabilmek için ülkelerinin dış
politikasını bile değiştirmişti. Kim kimin adamıydı, kim kime çalışıyordu ? Belli değildi.
Neler oluyordu? Kafkaslarda oyunlar ve aktörler karmakarışıktı. Çünkü Kafkas politikaları
petrole endeksliydi. Petrol çok can alan, ülkeleri karıştıran, darbelerin, suikastların gerekçesi
olan kara bir nesneydi. O nesne Kafkasları fokur fokur kaynatıyordu.
Acabalı sorularıma MİT eski müsteşarı Mehmet Eymür, azılı düşmanı ANAP lideri
Mesut Yılmaz'ın cumhurbaşkanı seçilmemesi için Şubat 2000'de ikamet ettiği ABD'den web
sitesi açınca cevap bulabildim. Eymür "Genel Yayın Yönetmenleri" de dahil bazı
gazetecilerin MİT'e çalıştıkları iddiasıyla birlikte "Daha 20 kadar Ajan Gazeteci var" sözleri,
ajans gazetecilik mefhumunu ilk kez lügatımıza ciddi biçimde girdirdi. Eymür, Fatih
Altaylı'nın MİT ajanı olduğunu ifşa ederken diğerlerinin isimlerini vermemeyi tercih etmişti.
TGC Başkanı Nail Güreli'nin rahatsızlık duyduğuna dair MİT'e mektup göndermesinin
ardından MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun nihayet beklenen tarzda açıklamasını yaptı.
Atasağun'a göre, MİT'in kullandığı gazeteci yoktu! Atasagun'un bu açıklaması başında
bulunduğu örgütün ajanlarını deşifre etmemeye yönelikti.
1996 yılında ABD'de yaşanan benzer bir "ajan gazeteciler" tartışması CIA ile yakın
ilişkiler içerisinde bulunan MİT'in uygulamalarına da ışık tutuyordu.Tartışmanın kaynağını,
Richardson&Murtha yasa tasarısı oluşturuyordu. Tasarı ile, CIA'nın gazetecileri kullanmasını
tamamen yasaklaması hedefleniyordu. Dönemin CIA Başkanı John Deutch'un, istisnai
hallerde kullanıma izin verilmesi için Dış İlişkiler Komisyonu'na başvurması ile durum
değişti. Tasarıya, CIA'nın istisnai hallerde özel izinle gazetecilerin kullanabilmesi hakkı
eklendi.14 bin üyeli Profesyonel Gazeteciler Derneği, CIA'nın gazetecileri kullanma isteğine,
gazetecilerin güvenli çalışma ortamlarını zayıflattığı için büyük tepki gösterdi. Bu gerçeği
somut örneklerle de ortaya koydular. Ancak, bütün bu itirazlar tasarının yeni haliyle 1997
yılında yasalaşmasını önleyemedi. Böylece CIA'nın ajan gazeteciler kullanması için, 19 yıl
aradan sonra yasal kılıf da hazırlanmış oldu. Zira ABD de, CIA'nın gazetecileri "ajan" olarak
kullanması, 1977 yılında Senato İstihbarat Komitesi'nin soruşturması ile yasaklanmıştı.
Senatör Frank Church başkanlığındaki Komite, 1976 yılı itibariyle CIA'nin 50'yi aşkın
gazeteciyi "ajan" olarak kullandığını ortaya çıkarmıştı. Komite soruşturması, CIA'nın
8
kullandığı gazeteciler arasında, yayın yönetmenleri, editörler, muhabirler ve yurt dışı
temsilciler olduğunu gösterdi.
Ajan gazeteciler arasında, Watergate skandalı ile öne çıkan Washington Post muhabiri
Ben Bradlee, Pulitzer ödüllü Miami News muhabiri Hal Hendrix, önde gelen basın
sendikacısı Joseph Alsop da vardı. CIA'nın ajan yelpazesi, Radio Liberty, Washington Post,
New York Times, Reuters, Associated Press, Newsweek, CBS gibi dünyaca tanınmış yayın
kuruluşlarına kadar yayılmış durumdaydı. CIA, ajan gazetecileri bazen kamuoyu
oluşturmakta, bazen de istihbarat toplamakta kullanmıştı. Üstelik sadece Watergate
skandalında olduğu gibi yurt içinde değil, Musaddık darbesinde olduğu gibi yurt dışında da
gazeteciler yaygın olarak kullanıldı. Basına sızan resmi belgelere göre CIA İran'da Musaddık'ı
devirmişti; Dışişleri Bakanı Albrihgt bu nedenle geçte olsa Nisan 2000'de özür diliyordu.
Musaddık olayı konusunda New York Times'ın yayınladığı resmi belgelerde, basının nasıl
kullanıldığına dair de net bilgiler veriliyordu.CIA, Musaddık hükümetinin azli için Şah Rıza
Pehlevi'ye görevden alma yazısı yazdıramayınca, bunu kendisi Kraliyet tarafından yazılmış
gibi kaleme aldı. Ardından da, Associated Press ve Newsweek dergilerini kullanarak
yayınlattı.
New York Times'ın Tahran muhabiri Kenneth Love'ın belgeyi yayınlarken kullandığı,
"İran gazetelerinde ertesi gün yayınlanacak" ifadesi ise, işin oyun boyutunun en açık delili idi.
Bu arada CIA'nın Musaddık darbesi sırasında bir İran gazetesinin patronunu, 45 bin dolar
vererek satın aldığını da belirtmekte fayda var. CIA'nın "ajan" gazetecilere düşkünlüğü
ortadaydı. Şüphesiz, gazetecileri kullanan tek örgüt de CIA değil. İngiliz MI6'nın yine kendi
belgelerine dayanarak, Endonezya'daki Sukarno darbesi için Reuters, BBC ve Observer yayın
kuruluşlarını kullandığı ortaya çıkmıştı. Hatta KGB'nin bir Türk gazeteciyi, Afganistan savaşı
sırasında mücahitler hakkında bilgi toplamak için gönderdiği de, KGB arşivleri açılınca
günyüzüne çıktı. Hele Türkiye'de 28 Şubat sürecinde yakından şahit olduğumuz, her gün gizli
bir kaset veya rapor yayınlayan "düğmeci" ve "tetikçi" gazetecilerden sonra, Atasağun'un"ajan
gazeteci yok" iddiası biraz havada kalıyordu. Bu insanların deşifresi için yeni Mehmet
Eymür'ler beklemek yerine, bir gün MİT'in de arşivlerini açmasını beklemek daha güvenli
olabilir.. Kimbilir, belki MİT de bir gün açılır...
Atasağun'un açıklamasından sonra www. atin.org ünvanlı web sayfasında
yayımlanmasına rağmen yukarıdaki sözlerin kendisine ait olmadığını ileri süren Eymür, " Ne
MİT'in elemanlarını açıklamak gibi bir misyona talibiz, ne de medyanın saygıdeğer
emekçilerine dil uzatmak gibi anlamsız bir tavrın içine gireriz. Yazdıkarımız kimi rahatsız
ediyor, kim üstüne alınıyorsa muhatabımız o dur. " ifadelerini kullanıyordu. Eymür'e göre,
işbirliği ile satılmak arasındaki fark şuydu: " Daha önce de belirtmiştik. Biz her Türk
vatandaşının ( basın mensupları dahil) Milli İstihbarat Teşkilatını sevmesini ve milli birlik ve
bütünlük için ona hizmet vermesini arzuluyoruz. Gelişmiş toplumlarda basın-istihbarat
işbirliğinin bir çok misali var. ABD'de büyük tartışmalardan sonra İstihbarat Teşkilatı'nın
basın mensuplarını "faaliyet elemanı" olarak kullanması yıllar önce yasaklandı. Buna karşın,
mesela sadece "Terör Konusunda" faaliyet gösteren "Haber Ajansları" var. Bunların
mensupları, o konuda uzmanlaşmış kişiler. İstihbarat teşkilatları bu kişilerin bilgi ve
belgelerinden, tecrübelerinden açık bir şekilde yararlanıyorlar. Bazen istihbarat teşkilatlarının
ulaşamadığı bilgilere onlar ulaşıyorlar. Kimse bu işbirliğini onur kırıcı ve şerefsiz bir davranış
olarak algılamıyor. İnsanlar istihbarat teşkilatlarının, devletin vazgeçilmez ve önemli bir
unsuru olduğuna inanıyorlar. "Bu tartışmaları ilgi ile izleyen Azeri Büyükelçi Memmed
Nevruzoğlu'de Atasağun'un ciddi olup olmadığnı merak ediyor ve ekliyordu: " Sovyet
döneminde Itar Tass'ın tüm muhabirleri KGB ajanıydı. Önemli olan içte değil dışta istihbarat
yapabilmek. Bunun içinde para lazım. " İstihbarat pahalı bir işti.
Türk basınında elbette MİT ile birlikte çalışan ve servisleri emir telakki ederek
spekülasyon, provakasyon yapan gazeteciler vardı. Bir istihbarat adına çalışmak gazetecinin
9
tarafsızlığına, bağımsız düşünceye leke düşürürdü. MİT- gazeteci ilişkileri şeffaf olmalıydı;
kapalı kapılar arasında gelip giden dosyalar varsa bunun adına gazetecilik değil Türkçe
muhbirlik denirdi. (Azerice muhbirlik gazetecilik anlamına geliyor. ) Açık bilgiyi medyada
yazmak istihbaratçılık değildi, yazmadan jurnallemek veya kasıtlı yönlendirme yazmak ise
gazetecinin işi olamazdı. Gazetecilerin yolu ajanlarla kesiştiği için tehlikeli bir kavşakta
duruyorlardı.
Hiç bir zaman ' 007 Türk James Bond' olmadım, 'Azeri Bond'luğundanda kaçtım;
sadece gerçekleri arayan, cesur, tarafsız, bağımsız bir gazeteci-yazardım. MİT'in 007 Türk
James Bond'u Yeşil kod adlı şu anda Albay olması gereken Mahmut Yıldırım ve Susurlukta
mefta olan Abdullah Çatlı gibilerdi. Burada itiraf etmek zorundayım ben hiç bir örgüt, şirket,
devlet veya istihbarat hesabına çalışmayan, çalışmamış, çalışmayacak kadar özgür bir
gazeteciyim. Bu nedenle bağımsız kaynak olarak yabancı ajanslar Bakü'de görev yaparken
hep görüşüme başvurdu. BBC, hatta beni ajan ilan eden Azatlık radyosu. Azeri kardeşlerimin
sandığı gibi MİT elemanı kesinlikle değilim. CIA' ya, Rus istihbaratına çalıştığımda iddia
edildi. Şükür Allah'a bir tek MOSSAD ajanı diyen çıkmadı.
Gurbetde Aykırı Konuşmalar’da, 1992 ile 2011 arasında aykırı insanlarla gurbet ellerde
yaptığım 15 aykırı konuşmalara, röportajlara yer veriyorum. Yurt dışına çıkınca insanlar daha
serbest konuşur. Bunların arasında politikacı, yazar, şair, akademisyen, ses sanatçıları,
gurbetçi akademisyenler, Amerikalı ve Kanadalı yabancılar bulunuyor. Rahmetli Azeri lider
Haydar Aliyev ile yaptığım tarihi röportaj, Aliyev’le geçen Karabağ diplomasisi ve bol petrol
konsorsiyumlu yıllarım, araştırmacılara kaynak teşkil ediyor... Rahmetli lider Ebulfez Elçibey
ile ölmeden önce son yaptığım vasiyet gibi röportaj: Türkiye ile birleşmeliyiz. Rahmetli
Azeri şair Bahtiyar Vahapzade ile geçen 7 yılın sırları, hatıraları. Türk dünyasının saygın
politikacısı Namık Kemal Zeybek, değerli sanatçılar Ahmet Özhan, Tuluyhan Uğurlu ve son
yıllarlın katalizör aydını Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne ile sıra dışı konuşmalar. Yarım yüzyıla
yakın ömrünü gurbetde geçirmiş başarılı akademisyenlerimiz; Prof. Dr. Fuad Şahin, Prof. Dr.
Tözün Bahçeli, Prof. Dr. Feridun Hamdullahpur ve Prof. İbrahim Dinçer’dan müthiş
tesbitler... Kanadalı yabancı akademisyen Prof. Dr. Dimitri Kitsikis, din adamı Dr. Damien
MacPherson ve politikacı Prof. Dr. Tony Ruprecht’den tarihe not düşen önemli açıklamalar.
Ve Amerikalı Dr. Jill Carroll'a göre Fethullah Gülen...
Sorumun cevabına dönecek olursam, nasıl gazeteci olduğumu inanın ben de daha
çözemedim... Belki de bu sorunun cevabı röportajlarımda gizli...
Gazeteci Yazar
Faruk Arslan
Toronto, Kanada
20 Haziran 2011
10
Aksiyon’da Haydar Aliyev Röportajım,
Aliyev’le geçen Karabağlı ve Petrollü Yıllar
26.12.1996 Bakü, Azerbaycan
22 Ocak 1997’de Aksiyon’un 112. sayısında yayınlanan “Kafkasya’nın yükselen yıldızı
Azerbaycan” konulu kapak çalışması yazmam, kardeş ülke Azerbaycan’da geniş yankı
uyandırdı. Bu röportajda Haydar Aliyev, sadece özgeçmişinde yer alan bir ifadenin
değişmesini istedi. Nahçıvan’ın Ordubat rayonunda doğmadığını, bu ibarenin silinmesini rica
etti. Çok basit bir dilekti, hemen sildik. Nedenini yıllar sonra öğrenecektim. Aliyev,
Ermenistan’ın Sisiyan köyünde doğmuştu. Ülkesine pek çok hizmetleri dokunan global bir
liderdi Aliyev. Elbette yanlışları vardı, olması kaçınılmazdı. Sovyet eğitiminden geçmişti,
idare ettiği halkı yönetmek için demir yumruk olmak gerekiyordu. Söz konusu röportaj,
Aralık 1996’da Lizbon’da yapılan AGİT zirvesinde Aliyev’in elde ettiği büyük diplomatik
başarı sonrasına rastlar. Aliyev, Türkiye’den bir uçak dolusu gazeteciyi Bakü’ye getirerek
zaferini açıklamak ister. Bu hamle ile Türk kamuoyunu yanına çekmek arzusundadır. Ancak
Türk gazeteciler, bir türlü zaferin ne olduğunu anlayamamıştı. Tam 8 saat ayakta konuşan
Aliyev, kimseye derdini anlatamadı. Sadece kendini dinleyen gazetecileri hitabetiyle,
karizmasıyla mest etti.
Tekrar Akisyon’daki kapak dosyamıza dönelim. Aslında 7 sayfanın hepsini tek başıma
yazmak zorunda kalmıştım! Aliyev ile röportajı, Türkiye’den on gazeteci ile birlikte
Cumhurbaşkanlığı sarayında 25 Aralık 1996’da yapmıştık. Hürriyet Gazetesi yazarı Ferai
11
Tınç, Sabah, Cumhuriyet ve Milliyet gazetelerinden muhabirler, STV’den Saim Orhan , STV
Bakü Bürosundan Tahir Karanfil ve kameraman Murat Erkan salondaydı. Kimse bu
görüşmeyi haberleştirmedi, köşe yazısı yazmadı, röportajı yayınlayan olmadı. Çünkü Aliyev,
Türk muhabirlerin işine gelir biçimde konuşmamıştı. Komünizmi övmedi, yeni baştan bir ülke
kuruyordu. İş başa düşmüştü. Aksiyon dergisi, Azerbaycan’ı ve Orta Asya Türk
cumhuriyetlerini, liderleriyle tanıtmayı amaçlayan bir karar almıştı. Aksiyon’un o dönemde
koordinasyonu sağlayan idarecisi Ahmet Kemerli’ye şükran borçluyuz. İlk defa kapak dosyası
yazacaktım. Heyecanlıydım. Türkiye’nin Bakü Büyükelçisi Osman Faruk Loğoğlu ve
Azerbaycan Dışişleri Bakanı Hasan Hasanov yurt dışındaydı. Kısa sürede yetiştirmem
istendiği için onlara ulaşamamıştım ama onlar olmadan kapak dosyası tamamlanamazdı. Hem
büyükelçi hemde Hasanov, bana çok güvenirdi, kendi ağızlarından demeç yazsam
kızmazlardı. Hatta Hasanov, bir gün ‘ Sen Azerbaycan dış politikasını benden daha iyi
biliyorsun. Benim adıma demeç yazabilirsin ama eğer yanlış bir şey yazarsam inkar ederim’
demişti. Onun adına demeç yazmaya izinli iki muhabirden biriydim. Büyükelçi Loğoğlu,
kendi demecini Aksiyon’da okuduğunda uzun süre güldü ve: ‘ Faruk, bundan güzelini
söyleyemezdim. Benim ne diyeceğimi biliyorsun. Bravo!’ demişti. Bu kadar itiraf yeter!
Azerbaycan’ın, Sovyet Rusya’nın idaresinden kurtulup bağımsızlığını kazandığı andan
bugüne değin geçen kısa zaman diliminde, bölgesinde kendinden söz ettiren bir ülke
konumuna nasıl geldiğine ve bu konumuna gelmede büyük gayreti olan, artık rahmetli olmuş
Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’e ilişkin değerlendirmelerin yer aldığı kapak dosyamızı,
ülkede yayınlanan birçok gazete manşetine taşıdı. Azerbaycan Cumhurbaşkanı’nın Dış
Politila Müşaviri Vefa Guluzade’nin sevinci halen gözlerimin önünde. Aylarca Aksiyon’un bu
sayısını masasından kaldıröadı, odasına her gelene gösterdi, yurt dışında tanıttı. Panorama adlı
gazete Aksiyon’un haberini “Azerbaycan hakkında yedi sayfa” başlığıyla okuyucularına
duyururken, Türkiye için Azerbaycan mevzuu yeni değildir değerlendirmesini yaptı.
Dünyanın bütün olaylarından mufassal malumatlar ile zengin olup ve devrin matbuatları
arasında yer alan Aksiyon Dergisi’nin Azerbaycanlı’nın gönlünde ayrı bir yeri olduğuna
değinen Yeni Azerbaycan Gazetesi ise olayı “Kafkasya’nın Yükselen Yıldızı
AZERBAYCAN” başlığıyla okuyucularına duyurdu. Bu dosya ile, Azerbaycan hakikatlerinin
dünyadaki Türkçe konuşan okuyuculara ulaştığını dile getiren gazetenin haberinde,
“23.285’lik bir rakamla tiraj patlaması yapan dergi sayfalarında ictimai, siyasi ve iktisadi
hayatımızda son dönemlerde baş gösteren değişikliklere de değinmeden geçememiş”
deniliyor.
Halk Gazetesi ise, “Türkiye’de haftalık olarak yayınlanan ve en çok satılan dergiler arasında
yer alan Aksiyon dergisi, sayfalarında Türk dünyasına, Türkdilli ülkelerin siyasi, iktisadi ve
medeni yaşantılarına yer ayırıyor” şeklinde bir yorum yaptı. Gazetenin haberinde şu ayrıntılar
göze çarpmakta: “Müellifler Cebrail Çilesiz, Enis Öznük ve Faruk Arslan’ın kaleme aldıkları
makalede vatanımızın bugününe ve geçmişine seyahat edilip, düçar olduğumuz faciaların
sebepleri araştırılıyor. Haydar Aliyev’in dili ile Azerbaycan’ın iktisadi, medeni, ilmi kudreti
ve zengin hayat yoluna ışık tutulup onun miletimizin kurtuluşu için gösterdiği faliyetleri
anlatılmakta. Nefis güzel tertibatda, enfes resimler ile basılan sayfalarda Türkiye’nin
Bakü’deki Sefiri Osman Faruk Loğoğlu’nun, Türkiye İş Adamları ve Sanayicileri Beynelhalk
Cemiyetinin Başkanı Ercan Turan’ın Azerbaycan’ın bugünkü durumu hakkındaki görüşleri de
yer almakta. Türkiye Azerbaycan münasebetlerini hususi olarak vurgulayan ülke rehberimiz
bu münasebetlere yüksek kıymet verip, kardeşlik ve dostluk hislerinin ölmezliğini
savunmakta.”
12
Aliyev’in diplomatik başarısı Ermenistan’ı kısa sürede karıştırmıştı. Ermenistan
Cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan’ı istifa ya zorlayan kansız darbeyi Türk basını
anlayacak seviyede değildi. Petrosyan, Azerbaycan’ın toprak bütünlüğün, resmen tanımış ve
çözüm için iki aşamalı AGİT planına olur vermişti. Bu kolay olmayacaktı. Netice itibariyle
olayı yazmak yine Aksiyon’da ‘Taşnakların Kansız Zaferi’ başlığıyla bana düştü:
Fotografta Haydar Aliyev’e AGİT Lizbon zirvesinden sonra takdim ettiğim ‘ Katiyetin
Tentenesi’ manşetli gazetemizi veriyorum. Aliyev oldukca memnun. 22 Aralık 1996.
Karabağ sorununun çözümünde asıl engel teşkil eden Taşnakların legalleşerek yönetimi
tamamıyle ele geçirmesi, Karabağ’da dört yıldır süren ateşkes ve barış sürecini, 1998’de
başladığı noktaya getirmişti. Aslında herşey 1890’da Taşnak adı altında Ermenilerin
örgütlenerek Osmanlı tebası altında 500 yıl beraber yaşadıkları Türklerden ayrılmak
istemeleri ve “Büyük Ermenistan” hayaline kapılmalarıyla başladı. Özellikle 1905 ve 1918
yıllarında Doğu Anadolu’da gerçekleştirdikleri katliamlar, “milleti sadıka” unvanı kazanmış
Ermeni halkına olan güveni yok etti. 1915’te 1,5 milyon Ermeni’nin toplu olarak sürgün
edilmesi (Ermenilerin soykırım iddiasına neden olan olay), o dönemde Osmanlı’yı rahatlattı.
Ancak, Azerbaycan, Karabağ ve şimdiki Ermenistan arazisine yerleşen Ermeniler daha
sonraları Sovyetlerin çatısı altında devletleşecekti. 1923’te Kars Anlaşması’yla Ermeniler
Karabağ’a özerklik koparmayı başardılar. Dahası, Nahcıvan ile Azerbaycan’ı birleştiren
Zengezur Azeri bölgesi de Ermenistan’a verilerek Türkiye ile bağlantı tamamen kopartıldı.
1988’e kadar Ermenistan’da Ermenilerle beraber yaşayan 250 bin Azeriyi kötü bir sürpriz
bekliyordu. Sevan gölü (Göğgöl) çevresinde en güzel mekanlarda Ermenilerle birlikte
yaşamış bu Azeriler, Taşnaklar tarafından otobüslere, trenlere doldurularak kovuldular.
Azeriler de Azerbaycan’da yaşayan Ermenileri geri gönderdi. Artık iki milletin bir arada
yaşaması imkansız hale gelmişti.
Ermenistan Milli Harekatını, 1998’e kadar iktidarı ele geçiren 11 kişi yönetiyordu. Levon Ter
13
Petrosyan onlardan biriydi. Petrosyan’ın yönetime gelişi Ermenistanlı olmasındandı. Aslında
harekatı yönlendirenlerin tamamına yakını Karabağ Ermenisiydi. Petrosyan’ı deviren radikal
kesimin tamamının Karabağlı olması, Ermenistan’ın Karabağ’ı değil, Karabağ’ın
Ermenistan’ı ilhak ettiğini gösteriyor. Petrosyan da 1 Aralık 1989’da Ermenistan
Parlamantosu’nu Karabağ’ı ilhak kararı alması için zorlamış, halkı örgütlemişti. 1989’da bu
nedenle bir yıl Moskova hapishanesinde yattı. 7 dili anadili gibi konuşan Petrosyan, Taşnaklar
sayesinde savaş için örgütlediği orduyu Karabağ dışına da taşarak Azerbaycan’ın 6 kentini
işgal ettirmek için kullandı. Ülkesinde 30 bin askeriyle iki Rus üssü konuşlandıran, Rusya ile
askeri işbirliği anlaşması yapan da Petrosyan’dı. Peki, onu kim devirdi? Moskova mı,
Taşnakların desteğini almış Karabağlılar mı?
1991 ve 1996’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini Petrosyan, söz konusu haraketin adayı
olarak kazanmıştı. Ancak Petrosyan 28 Aralık 1994’te Taşnak partisini, terör eylemlerinde
bulunduğu ve dış ülkelerden yardım aldığı gerekçesiyle kapattırdı. Zaten yüzde 52 oy alarak
kılpayı cumhurbaşkanı olan Petrosyan’a karşı Taşnaklar ana muhalefetin başkanı Vazgen
Manukyan’ı desteklemiş, adayları kazanamayınca 26 Eylül 1996’da parlamantoyu
basmışlardı. Seçimde sahtekarlık yapıldığını öne sürerek anayasa mahkemesine başvuran
Manukyan, hem muhalefetten hem de ABD’deki Ermeni lobilerinden destek aldıysa da sonuç
elde edemedi. Petrosyan, bu olaydan sonra İçişleri Bakanı ve Güvenlik Teşkilatı Başkanı
silahdaşı Karen Şahnazaryan’ı görevinden azledip Karabağlı Serj Sarkisyan’ı bu göreve
getirerek ilk hatasını yaptı. Başbakan Grant Bagranyan’ın istifasının ardından ise Petrosyan,
Mayıs 1996’da bu göreve Karabağ’ın sözde cumhurbaşkanı seçilmiş Robert Koçaryan’ı
getirerek ikinci hatasını yaptı. Karabağ harekatının lideri olan şimdi Erivan’da ipleri ele
geçiren Robert Koçaryan’ı Petrosyan, muhalefetle iyi dialoğu olduğu için tercih etmişti.
Aliyev’in başarılı mekik diplomasisi neticesinde uluslararası baskıya dayanamayan Petrosyan,
barıştan başka yol olmadığını kavramış, ancak Karabağlı Ermenileri nasıl ikna edeceğini
şaşırmıştı.
Karabağ sorununun çözümünde AGİT MİNSK Grubu’nun sunduğu iki aşamalı plana sıcak
bakan ve ortak bir deklarasyona Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’le beraber 10 Eylül 1997’de
Strassbourg’da imza atan Petrosyan’a karşı darbe süreci geniş bir platforma yayılarak
başlatıldı. Petrosyan’ın ‘başka çözüm yolu yok’ demesi üzerine Taşnaklar yine terörle
sahneye çıktı. Erivan ve Hankendi’nde sürekli mitingler düzenleyen muhalif gruplara Ermeni
basını ve dışarıda Ermeni lobisi de eşlik etti. Ermenistan Güvenlik Konseyi’ni toplayan
Petrosyan güvenlik birimlerini seferber etti. Terör olaylarının Erivan ile Hankendi arasında
AGİT’in Karabağ planı konusunda görüş ayrılığından kaynaklandığı belirtilse de,
Petrosyan’ın yakın çevresine karşı düzenlenmiş terör olaylarını Taşnakların işlediğini herkes
iyi biliyordu. Karabağ liderleri bu iddialara sert tepki göstererek Erivan’a ültimatom verdi.
Petrosyan’ın en yakın adamı olan Erivan Valisi Vano Sıradekyan’ın istifası üzerine işin ciddi
olduğunun farkına varıldı. Dışişleri Bakanı Aleksandr Arzumanyan’ın istifa etmesi ve
parlamentoda 50 milletvekilinin muhalefete geçmesinin ardından, kendisine karşı darbe
düzenleyen üçlü grubu; Başbakan Robert Koçaryan, İçişleri Bakanı ve Güvenlik Teşkilatı
Başkanı Serj Sarkisyan ve Savunma Bakanı Vazgen Sarkisyan’ı yanına çağıran Petrosyan,
kan dökülmeden istifa edeceğini açıkladı. Ve ertesi gün 3 Şubat’ta Ermenistan
Televizyonu’ndan istifa ettiğini duyururken, barış çağrısında bulunmayı ihmal etmedi.
Petrosyan, savaş partisinin kazandığını ifade ediyordu.
Ermenistan Meclis Başkanı Babken Aratsiyan ve yardımcılarının Petrosyan’ın istifasının
parlamentoda onaylanmasının ardından istifa etmeleri ve yeni Meclis Başkanı seçtirilen
Koçaryan’ın müşaviri Hosrov Artunyan’ın cumhurbaşkanlığı vekilliğini Koçaryan’a teslim
14
etmesi, Ermenistan’a bundan sonra Koçaryan takımının yani Karabağlıların hükmedeceğini
gösteriyor. 16 Mart’ta yapılacak cumhurbaşkanlığı seçiminde Koçaryan aday
olmayabileceğini açıklasa da bu, kanunların hali hazırda imkan vermemesinden
kaynaklanıyor. Koçaryan Azerbaycan vatandaşı. Kanuna göre ise cumhurbaşkanı adayının en
az 10 yıl Ermenistan vatandaşı olması gerekiyor. Meclis’in anayasada değişiklik yapması
Koçaryan’ı aday yapabilecek. Koçaryan, beklenenin aksine savaş kararı almadı; Petrosyan’ın
imzaladığı anlaşmaların ve Karabağ’da AGİT MİNSK Grubu sürecinin devam edeceğini
duyurdu. Bakü’de Haydar Aliyev de barıştan yana tavır koydu. AGİT sürecine ümidini ve
güvenini ifade etti. Koçaryan üç dönem arka arkaya başkanlık yaparak sorunun çözümünü
tıkadı ve cumhurbaşkanlığı yine 2006’da Karabağlı bir Ermeni olan Serj Sarkisyan’a bıraktı.
KARABAĞ SAVAŞI NASIL BAŞLADI?
1918’de Azerbaycan’da 30 bin Azeri’yi katleden Ermenilerin “Büyük Ermenistan hayali”
Karabağ’da başlamıştı. 15 bin mevcuduyla Azerbaycan’ın yardımına giden Türk ordusu
Mondros Mütarekesi nedeniyle geri dönerken, Mehmet Emin Resulzade başkanlığında
doğunun ilk demokratik cumhuriyeti kuruldu. Kızılordu’nun 1920’de Bakü’yü işgalinin
ardından Ruslar, Ankara hükümetiyle 1921’de Kars anlaşmasına imza atarak Nahçıvan’ı
Türkiye garantörlüğüne verirken, Karabağ’ın özerklik statüsü ile Azerbaycan’a bağlanması
şartını pazarlık yaparak kabul ettirdiler. Ruslar, SSCB’nin dağılma sürecini Karabağ’ı
Azerbaycan’dan kopartma girişimi ile başlattılar. 15 Haziran 1988’de Ermenistan Meclisi’nin
‘Karabağ’ı ilhak’ kararından sonra Ermeniler tarafından Karabağ ormanlarının yok edilmesi
nedeniyle miting düzenleyen iki Azeri gencin öldürülmesiyle ilk kıvılcım ateşlendi. Bakü’de
oluşan tepkiler, “Karabağ’ı kimseye vermeyiz” şeklini alınca, Ermeniler, Ermenistan’da
yaşayan 250 bin Azeri’yi ülkeyi terke zorlayarak tek milletli devlet projelerini başlattılar.
Azeriler’in cevabı Azerbaycan’da yaşayan 200 bin Ermeni’yi göndermek oldu. Temmuz
1989’da Azerbaycan Halk Cephesi kuruldu; bu yıl sonuna kadar 216 Azeri Karabağ’da
hayatını kaybetti. Ermeni tarafını tutan Gorbaçov, Bakü Azatlık Meydanı’nı dolduran bir
milyonu aşkın Azeri’nin tepkisini kırmak amacıyla olağanüstü durum ilan etti. 20 Ocak
1990’da Bakü’ye giren tanklar eşliğinde özel eğitim görmüş, uyuşturucu almış Rus komando
birliği, 441 kişiyi katlederken 600’ü aşkın kişiyi de yaraladı. Artık Karabağ’da iki toplumun
beraber yaşama ihtimali ortadan kalkmıştı.
13 Ocak 1992’de Azerbaycan Meclisi aldığı kararla “Kurtuluş Savaşı”nı başlattı. Karabağ’a
giren Ermeniler, 30 bin Karabağ Azerisi’ni göçe mecbur etti. Ermeniler, 366. Rus Alayı’nın
yardımıyla 26 Şubat’ta 7 bin nüfuslu Hocalı kasabasını işgal ederek savaşı resmileştirdiler.
Savaş sonunda Azerbaycan topraklarının yüzde 20’sini kaybetmişti. 1,5 milyon Azeri,
göçmen ve mülteci oldu. Savaş sırasında 35 bin Azeri genci şehit olurken, 5 bin genç de esir
düştü, her kentte bir şehitler mezarlığı kuruldu. Göçmenler ülkenin her köşesine yerleştirildi,
bir milyonu aşkın göçmen neredeyse 20 yılı çadırlarda geçirdi. Azerbaycan’ın savaştan
gördüğü maddi zarar 40 milyar dolar. Manevi zararı hesaplamak ise mümkün değil.
AGİT SÜRECİ
3 Ekim 1993'te Haydar Aliyev’in cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından başlayan barış süreci,
Agdam’ın işgalinden sonra Aliyev’in BM ve AGİT’e başvurusuyla başladı. 16 Mayıs 1994’te
Bişkek protokolüne imza atan Ermeni ve Azeri tarafı ateşkes konusunda anlaştı. 1994’te
yapılan AGİT zirvesinden tarihi bir karar çıktı: “AGİT’in ilk barış gücü Karabağ’da
konuşlandırılacak.” Ancak bu kararın uygulama mekanizması kalıcı barış maddelerinde
uzlaşılamaması nedeniyle bir türlü belirlenemedi. Aliyev’in girişimleri sonucu AGİT Minsk
15
grubu kuruldu. Grubun Rus eşbaşkanı Vlademir Kazimirov’un “oyalama’’ taktikleri sonucu, 2
yılda hiç bir ilerleme sağlayamayan Minsk Grubu’nun çalışmaları, eşbaşkanlığına ABD’nin
getirilmesiyle ivme kazandı. 2 Aralık 1996’da Lizbon’da gerçekleştirilen AGİT zirvesinde
Aliyev, veto hakkını son dakikaya kadar kullanarak, Karabağ sorununun çözüm prensiplerini
Ermenistan dışında 52 ülkeye onaylattı. Buna karşılık Ermenistan Minsk Grubu’na Fransız
eşbaşkan tayin edilmesini sağlayarak durumu lehine değiştirmeye çalışsa da, Bakü’nün ısrarı
üzerine ABD’li eşbaşkan görev başına getirildi. Minsk Grubu’nun Rus, Amerikan ve Fransız
eşbaşkanları bir yandan hızlı bir çalışma sergilerken, diğer yandan Minsk Grubu başkanlığına
getirilen ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Strobe Talbott, Karabağ için ‘son ve alternatifsiz’
olarak nitelenen çözüm planını taraflara sundu.
ABD’nin devreye girmesinde Azeri petrollerinden pay alması büyük rol oynadı. Fransa’ya da
petrol payları veren Aliyev, petrol kartını kullanarak, bu yıl yapılan G—7 Denver zirvesinden
de Azerbaycan lehine karar çıkmasını sağladı. Aliyev’in ABD’ye düzenlediği 10 günlük
resmi ziyaret ve ABD’li petrol şirketleriyle imzalanan 10 milyar dolar tutarındaki anlaşma,
ABD’nin Kafkas politikasında önemli değişiklikler yapmasına neden olması hasebiyle,
bölgedeki nüfuzuna darbe vurulduğunu anlayan Rusya’nın tedirgin olmasına yol açtı.
AGİT’in sunduğu ve Bakü’nün kabul ettiği çözüm planı şöyle: “6+2 formülüne esasen işgal
altındaki Azeri toprakları iki aşamalı koşulsuz boşaltılmalıdır. İlk aşamada 6 kent (Kelbecer,
Agdam, Gubatlı, Zengilan, Fizulu, Cebrail) boşaltılırken, göçmenler yurtlarına dönmeli,
oluşturulacak tampon bölgeye çok uluslu AGİT barış gücü yerleştirilmelidir. İkinci aşamada
Karabağ’a en yüksek statü verilir (Tataristan modeli: Dışişleri ve savunma dışında tamamen
özerk), Şuşa ve Laçin boşaltılır. Karabağ ile Ermenistan’ı birleştiren Laçin geçidini AGİT
gücü korur. Ermeni ordusu, Karabağ polisine çevrilir. Karabağ’da bulundurulması gereken
silah miktarı AKK anlaşması çerçevesinde Ermenistan’a tanınan miktarı geçemez.
Ermenistan, Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü tanır.” İki ay önce sunulan sözkonusu çözüm
paketini hemen kabul eden Bakü, şimdi MİNSK Grubu tarafından söz verildiği gibi 1997 yılı
sonuna kadar kalıcı barış konusunda Ermeni tarafının ikna edilmesini bekliyor. Geçen hafta
tarafların plana ilişkin cevabını almaya gelen MİNSK Grubu’nun üç eşbaşkanı, Erivan ve
Hankendi’ne 10 gün daha süre tanıdı.
AGİT planının iki aşamalı formülüne Erivan sıcak bakarken, Hankendi savaş ihtimalini öne
sürüyor. Yukarı Karabağ Ermenileri, bağımsızlık iddialarından vazgeçmiyor. Bundan sonra;
uluslararası baskılar nedeniyle Karabağ’ın bağımsızlığını tanımamış olan Ermenistan’ın
doğrudan Bakü—Hankendi görüşmelerinin başlamasını teklif etmesi muhtemel. Ancak Bakü,
Hankendi’ni muhatap almıyor. Azerbaycan’ın petrolüyle ABD’nin dış politikasını satın
aldığını öne süren Ermenistan’ın Rusya ile askeri müttefiklik anlaşması imzalaması aslında
Azerbaycan’ı ve Türkiye’yi hedef alıyor ve bu Kafkaslar’da ABD ile Rusya arasında bir
nüfuz savaşının artık başladığını gösteriyor. Rusya’nın Karabağ için sunduğu çözüm planı
aslında ABD’ninkinden farklı değil. Rusya’nın AGİT barış gücünün çoğunluğunun Rus
askerlerinden oluşturulması yönündeki ısrarı büyük bir handikap olarak değerlendiriliyor.
Rusya, Kafkasya’da hakimiyetini Ermenistan’ı maşa olarak kullanarak sürdürmek istiyor;
Ermenistan’da konuşlandırdığı 3 üs ve 10 bin Rus askerinden, 2 üssü Türkiye—Ermenistan
sınırını koruyor. ABD ise topraklarında Rus askeri ve üssü bulundurmayan, petrol zengini
Azerbaycan’ı kendine partner seçti.
ALİYEV' E SUİKAST VE PLANLI YÜKSELİŞİ !
Son Sovyet Lideri Gorboçov, Ermeni yardımcısı Agabekyan'ın tavsiyesine uyarak
Sovyet lideri olmaya namzet Aliyev'i bertaraf etmişti. Onu kalp hastası diye diskalifiye
16
etmişler ve Moskova'da kimse ile görüştürmeyerek göz hapsinde tutmuşlardı. Eşi Zarife
hanımı kaybedince Aliyev 1987'de vatana dönmeye karar verdi. Ancak Ruslar ona Bakü'yü
de dar etti. Ayrıca Halp cephesi Aliyev’i bunamış ihtiyar olarak görüyor, Bakü’yü
terketmesini istiyordu. Aliyev ancak 1990'da Nahçıvan milletvekili olarak yurduna dönerek
Rus tahakkümünden kurtulabilmişti. Bir evi bile yoktu, bacısının evinde kalıyordu, tek
koruması Beyler kapısında yatıyordu. Ruslar yinede Aliyev'in peşini bırakmamış Polütbüro'da
görev yaparken işlediği suçları (!) ortaya çıkarmak için Rusya Başsavcısı Cudin'i
görevlendirmişti. Cudin, Sovyetler için çeşitli rutin dışı işlerin altına da imza atmış Aliyev
hakkında tam 116 ayrı dava açılacak biçimde soruşturma yapmıştı. Eğer Aliyev, Rusya'da
kalıp iktidar mücadelesinde bulunsaydı, bu dosyalar bir bir ortaya çıkartılacak Aliyev'in siyasi
karizması bitirilecekti. Aliyev, hem Ruslara duyduğu kini henüz boşaltamamıştı, intikamını
almak için fırsat kolluyordu. Rus tilkisinin kafasında dolaşan 40 tilkinin ne olduğunu bilecek
kadar kurnaz olan Aliyev, bu özellikleri nedeniyle tekrar ilgi odağı oluyordu.
Rus ayısı ile ancak kurnaz tilki Aliyev başa çıkabilirdi. Üstelik ELçibey'in Aliyev'e
Sovyet dönemiinden kalma bir diyet borcu vardı. Elçibey 70'li yıllarda üniversite hocası iken
etrafına Turanizm idelojisini açıklamış, bu durum Moskova ve KGB'nin dikkatini çekmişti.
Elçibey hapsi boylarken Aliyev Komünist Parti Birinci Sekreteri olarak Azeri lideriydi.
Ayrıca KGB generalı olarak tüm Kafkas Aliyev'e bağlıydı. Aliyev, Elçibey 1.5 yıl cezasını
çektikten sonra halkın yoğun teveccühünüde gözönüne alarak Moskova'nın Elçibey'i
affetmesini sağlamış Bayıl hapishanesinden erken salınmasını temin etmişti. Elçibey, bu
olaydan sonra 1990'da kadar 11 yıl Aliyev'in portresini başının üstüne asmış onu Türk büyüğü
olarak saymıştı. Üniversite camiasının Elçibey'e desteği ve bir talabe fraksiyonu olan ve 80'li
yılarda oluşan Yurt Hareketi, onu bir lider olarak ortaya çıkarmıştı.
Bu yıllarda Aliyev, Moskova idi ve Elçibey güçlerinin arasına ajanını sokmaya ihmal
etmemişti. Ne olurdu ne olmazdı. ya gerçekten Elçibey'in 1972'de dediği gibi Sovyetler
dağılır ve bu kuruluş yıkılırsa... Aliyev'in adamı Etibar Memmedov'dan başkası değildi.
Moskova'da iken Azerbaycan'daki halk haraketini izlemiş Memmedov'u içine sokarak günü
gününe bilgi almıştı. Halk Cephesi iktidar olurken Etibar'a çok istediği başbakanlık görevi
verilmemiş, bir köşeye atılmıştı. Aliyev'in ajanı olduğunu biliyorlardı. Azerbaycan Milli
İstiklal Partisi'ni kuran Memmedov, ikinci adam olmaya mahkum bir politikacı olarak
kalmıştı. Kimseye yaramamıştı. Ona istediği kemiği kimse vermiyordu. Elçibey, bu kadar kurt
arasında sakallı olması nedeniyle muhalifleri tarafından 'keçibey' diye anılıyordu. Ama o hiç
bir zaman Abdurrahman Çelebi olarak görülmek istemedi. Aliyev'i Bakü'ye getirmek içn uçak
gönderirken ' Keçibey'in yerini kolay kolay yerinden edilemeyecek bir 'Kurt'un alacağını
pekala biliyordu.
DARBE PLANI BP'DEN İDDİASI !
Türk istihbaratının gizli belgelerine dayanan The Sunday Times Gazetesi, BP
şirketinin daha fazla petrol elde edebilmek için Azerbaycan'da Haydar Aliyev'i iktidara
getiren darbecilerle 'petrole karşı silah' anlaşması yaptığını 26 Mart 2000 günkü nüshasında
iddia etti. Gazeteye göre, BP, Ermenistan'a karşı savaşan Azerileri silahla donattı. The Sunday
Times Gazetesi'ne göre, 1993 yılında demokratik olarak seçilmiş Cumhurbaşkanı Ebulfeyz
Elçibey'e karşı gerçekleştirilen ve Haydar Aliyev'i iktidara taşıyan ayaklanmanın ardında,
aralarında BP'nin bulunduğu 'petrol şirketleri' yer alıyordu. MİT'e göre, Azerbaycan'da
1993'teki Devlet Başkanı Elçibey'in devrildiği darbenin arkasında İngiliz petrol şirketi BP
vardı. İngiliz Sunday Times gazetesi Türk Milli İstihbarat Teşkilatı'nın Azerbaycan'da 1993
yılında Ebulfeyz Elçibey'e karşı yapılan darbenin arkasında dev petrol şirketlerinin olduğunu
anlatan raporunu ele geçirdi. Rapora göre, bugünkü Devlet Başkanı Haydar Aliyev'i iktidara
getiren darbenin perde arkasında İngiliz petrol şirketi BP ve Amerikan Amoco vardı. Ruslar
17
kendi oyununu oynamıştı. MİT'in raporuna göre, komisyoncular seçimle işbaşına gelmiş
Azeri hükümetinin önde gelen yetkililerine Elçibey'e karşı Aliyev'e desteklemeleri için rüşvet
verdiler. Bir MİT yetkilisinin söylediğine göre, BP Azerbaycan ile çok iyi bir petrol anlaşması
yapmak istiyordu. 1991 yılında bağımsızlığını kazanan Azerbaycan, sahip olduğu 200 milyar
varil petrol rezervi ile uluslararası şirketlerin iştahını kabartıyordu. Azerbaycan pazarından
pay kapmak isteyen petrol şirketleri kısa sürede Azeri mafyasıyla kol kola hareket etmeye
başladılar. MİT belgelerine göre Azeri petrolünde daha fazla pay almak isteyen BP, 40 kişinin
ölümüne yol açan darbenin ardından Ebulfeyz Elçibey'i indirerek KGB kökenli Haydar
Aliyev'i iktidara geçirdi. Aliyev, iktidara gelince ilk iş olarak BP'nin başını çektiği
konsorsiyumla "yüzyılın anlaşması" denilen 5 milyar sterlinlik anlaşmayı imzaladı. BP ve
Amoco böylece Azeri petrolünü işletme hakkına sahip oldu. Eski bir MİT görevlisi, BP
yöneticileriyle petrole karşılık silah konusunda pazarlıklar yaptığını anlatıyordu.. MİT
görevlisi düzenlenen toplantıda aralarında BP'nin de bulunduğu petrol şirketlerinin Aliyev'e
ve Azerbaycan başbakanına Ermenistan'a karşı destek önerdiklerini savunuyordu. BP'li
yetkililer Kolombiya'dan getirtecekleri silahlar ve paralı askerler ile Azeriler'i Ermenistan'a
karşı savaşında destekleyeceği sözü verdi. İddiaları BP de doğruladı. Sabah gazetesinde
yayınlanan bu haber aynı gün içinde MİT tarafından yalanlansa da Sunday Times gazetesinde
yayınlanan belgenin BP yetkilileri tarafından kabul edilmesi oldukça ilginçti.
1993 darbesinin temelinde bağımsızlık yanlıları ile Moskova yanlıları arasındaki
çatışmalardan yatıyordu. Bağımsız Azerbaycan'ın şair ruhlu devlet adamı Elçibey
liderliğindeki bir grup ülkenin milli kaynaklarının dost ülkelerle özellikle Türkiye ile
paylaşılmasını ve bu sayede uluslararası güçlere karşı bir denge oluşturulmasını savunuyordu.
Moskova yanlısı diğer grup ise buna karşı çıkıyordu.18 Haziran 1993 günü Cumhurbaşkanlığı
binasına baskın planları hazırlandı. Milli ordu kurulması konusunda Elçibey'le anlaşmazlık
yaşayan Hüseyinov'un askerleri Gence'de isyan çıkardı. İsyanın üzerine çekilmeye zorlanan
Elçibey, Bakü'yü terk etti. Ulusal Meclis Başkanı Aliyev Cumhurbaşkanı olurken Hüseyinov
da başbakanlığa atandı. 11 Haziran'da Nahçıvan'a giden BP şirketinin yetkilisi Peter Welsy ve
hemen ardından ABD'nin Bakü Büyükelçi vekili Robert Fin Aliyev'in yükselişini takdis
etmek için, aynı gün Nahçıvan’a gidiyordu. Fransız büyükeilçi Jan Perren'de Fin'le birlikte
Aliyev'i Bakü'ye göreve çağırıyordu. Eliçey'den ayrılarak AMİP partisini kurmuş Etibar
Memedov'da aynı fikirdeydi; Aliyev'le görüştükten sonra aynı teklifi yapıyordu. .Memmedov
vasıtasıyla Halk cephesine gizli destek veren Aliyev şimdi meyvelerini topluyordu.
Sovyetlerin yıkılacağını fark eden Aliyev, geleceğe yatırımı yapmıştı. İşte Memmedov'da bu
kritik günlerde Aliyev'e bağlılıklarını sunuyordu. Zaten Elçibey, ona istediği makamları bir
türlü vermemişti. O'na ajan, gizli Aliyevci gözüyle bakmışlardı.
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'de çözümü Aliyev'in bulacağına inanıyordu.
Nahçıvan'a 100 milyon dolarlık kredi açarak Aliyev'in konumunu güçlendirmişti. Zaten
Elçibey'e hiç ısınamamıştı. Ayrı dünyaların insanlarıydılar. 12 Haziran'da Demirel'den mesaj
getiren Azerbaycan Kültür Derneği temsilcileri Mehmet Genkerli, Yahya Taşdelen, Fahreddin
Gülseven, Ahmet Karaca ve Mustafa Taşkın'ı kabul eden Aliyev artık kararını vermişti. 13
Haziran'da İsa Kamber'in Meclis başkanlığından istifası Aliyev'in dönüş yolunu açmıştı.
Aliyev, Bakü'ye gelecek Meclis başkanı seçilecek ve ipleri eline alacaktı. Formül bulunmuştu.
Ancak Azerbaycan Kültür Derneği temsilcileri hesaplarını Elçibey'in kalışı üzerine yapmıştı.
Evdeki hesap çarşıya uymayacaktı. Kurt keçiyi yiyecekti!
1998 yılında Amoco ile evlendikten sonra dünyanın en büyük petrol şirketi olan BP,
Aliyev tarafından petrol görüşmelerini yürütmek için atanan Azeri yetkilinin kendilerinden
360 milyon dolar rüşvet istediğini itiraf etmişti. The Sunday Times Gazetesi, Türk
Hükümeti'nin Azerbaycan'daki darbeyle ilgili gizli belgelerini ele geçirdiğini iddia etmesi bir
oyun muydu ? Gazeteye göre üst düzey bir Türk güvenlik yetkilisi Bakü'deki darbeyi MİT
Başkanı'na şöyle rapor etti; 'İstihbarat çalışmalarımız sonucunda iki petrol devi, BP ve
18
Amoco'nun, darbenin ardında yer aldıkları anlaşılmıştır.'
Türk istihbaratının gizli belgelerine dayanan İngiliz gazetesine göre aracılar, darbe
öncesinde Azeri Hükümeti'nin demokratik bir şekilde seçilmiş yetkililerine para ödediler.
Gazeteye açıklama yapan bir Türk istihbarat subayına göre BP, bu sayede daha iyi bir petrol
anlaşması yapmayı umuyordu. Aracılarla yürütülen pazarlıklar sonucunda anlaşma, 'petrole
karşılık silah' anlaşmasına dönüştü. Bu gizli anlaşmadan sadece birkaç ay sonra Batılı petrol
konsorsiyumu ile Azerbaycan Yönetimi arasında imzalanan 5 milyar dolar değerindeki
'yüzyılın anlaşmasında' BP başı çekti. Anlaşmaya darbeyle iktidara gelen Azeri
Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev imza attı. Azeri petrolünde stratejik çıkarları olan İngiltere ve
ABD, Aliyev'in iktidara gelmesini memnuniyetle karşıladılar.
'Petrole karşılık silah anlaşmasının' görüşüldüğü toplantıya katıldığını belirten Türk
askeri istihbarat yetkilisi şu bilgiyi veriyordu: 'Toplantıda anlaşıldığı kadarıyla BP, Exxon,
Amoco, Mobil ve TPAO'nun üst düzey yetkilileri bulunuyordu. Konu her zamanki gibi petrol
hakları ve Azerilere silah ve paralı asker sağlanmasıydı. Tüm petrol şirketi temsilcileri, BP
dahil, Azeri Cumhurbaşkanı ve Başbakanı'na Ermenistan'a karşı yürütülen savaşta yardım
teklif ettiler. Hazar petrollerini üretip ihraç etmeyi üstlenen AIOC konsorsiyumunun ana
ortağı olan BP-Amaco'nun Türkiye Temsilcisi Peter Henshaw: "Başkan Elçibey görevden
ayrıldığında BP ve ortaklarıyla Hazar petrolleri üzerine bir anlaşma imzalamak üzereydi.
Onun görevi bırakmasından elde edebileğimiz ve elde ettiğimiz bir çıkar da yoktur." diye
kendilerini savunuyordu.
Azerbaycan'ın Ankara Büyükelçisi Mehmet Novruzoğlu ise "Haber doğru değil. Öncelikle
Haydar Aliyev bir darbeyle işbaşına gelmedi. Elçibey, Nahcivan'a uçak gönderip üç kere
davet etti. İkincisi, Elçibey sürgünde değil: Bakü'de, Halk Cephesi Partisi'nin başında.
Üçüncüsü, Aliyev işbaşına gelmeden önce darbe girişiminde bulunan Suret Hüseyinov,
Moskova'nın adamıydı. Önce Rusya'ya kaçtı, şimdiyse Bakü'de hapiste. Bu haber acaba MİT'i
zor durumda bırakmak için mi yazıldı?" diye soruyordu. MİT yapması gereken şu açıklamayı
yaptı: "Milli İstihbarat Teşkilatı'nın "The Sunday Times" gazetesince iddia edilen içerikte bir
raporu kesinlikle yoktur. Bu tür haberlerin, sözde MİT raporlarına veya bir MİT yetkilisine
atfen üretilmesinin ardında, halen çok iyi bir düzeyde olan Türkiye-Azerbaycan ilişkilerini
bozmaya çalışmak amacının yattığı değerlendirilmektedir."
Türk-Azeri ilişkilerinin bozulması en çok Bakü-Ceyhan hattının engellenmesini
isteyenlerin işine yarayacaktı. Bakü-Ceyhan engellenirse, muhtemelen Hazar geçişli Türkmen
doğal gaz hattı projesi de yatacaktı. Kafkasya ve Orta Asya cumhuriyetlerinin Türkiye
üzerinden batıya açılması stratejisi ortadan kalkacaktı. Amerikan politikaları iflas edecekti.
Nitekim Azerbaycan eski Meclis Başkanı Resul Guliyev'de BP'nin darbedeki rolünü
değerlendirirken, " Petrol anlaşmaları için rüşvet verilip alınmış olabilir. Ancak Aliyev'i
getirmek için BP'nin Elçibey'i safdışı ettiği mantıksız " yorumunu yapıyordu. Çünkü BP ve
Amoco zaten Elçibey-Özal pazarlığı ile çerçevesi belirlenen petrol anlaşmasında yüzde 30
pay alıyorlardı. Oysa daha sonra BP'nin alacağı pay yüzde 17 ile sınırlı kalacaktı. O halde
iddiaları ortaya atan yine Rus istihbaratıydı. Bakü'deki İngiliz Büyükelçiside bu görüşü
savunuyordu.
ENKAZ DEVRALDI
Tekrar Elçibey'den hemen sonrasına dönelim. Aliyev'e Elçibey, gerçekten berbat
durumda bir ülke bırakmıştı. Aliyev 15 Haziran'da Bakü'ye gelirken yanında ne koruma
ordusu ne de sonradan etrafını çevirecek çıkarcıların hiç biri yoktu. Bakü Bine havaalanı
kurtarıcısını küçük bir halk topluluğu ile karşılamıştı. Aliyev'in arkasında sadece yanından hiç
ayrılmayan gönüllü koruması, bir Yezidi Kürdü olan akrabası Beyler bulunuyordu. Aliyev'in
gelişiyle gizli Rus darbesi oyunu tutmadı. Ruslar Elçibey'in Aliyev'i Bakü'ye davet etmesini
19
hiç ama hiç beklemiyordu. Bir şeyi daha unutmuşlardı. Süleyman Demirel. Elçibey, ne
yapacağını bilemez halde kıvranırken, Demirel'e akıl danışmıştı. Demirel'in Elçibey'e verdiği
akıl Aliyev'in Nahçıvan'dan Bakü'ye getirtirilerek Meclis başkanı yapılmasından ibaretti.
Demirel Aliyev ile 1966-1969'lara dayanan dostluğunu hiç unutmamıştı. Aliyev,
Türkiye'de görev yapan bir Sovyet elemanı iken Başbakan Süleyman Demirel ile tanışmıştı.
Birlikte çektirdikleri o günü yansıtan fotoğraf KGB arşivlerinin tozlu raflarında günyüzüne
çıkacağı günü bekliyordu. Elçibey ile Demirel'in frekans ayarları ise birbirini hiç tutmamıştı.
Demirel'in verdiği tavsiye Elçibey'in son güvendiği mercii Türkiye'yi den gözden çıkarmasına
yol açmıştı. Elçibey umutsuzdu, kırgındı, çaresizdi. Ankara bile ona güvenmiyordu. Bakü'ye
gelen Aliyev, parlamentonun ilk oturumunda oybirliği ile hemen Meclis başkanı seçilmişti.
Hüseynov, Aliyev'e ' olur ' vermişti, ancak hala Elçibey'in istifasını istiyordu. Elçibey,
kararsızdı. Türkiye'ye mi sığınsındı, yoksa başka bir ülkeye mi bilemiyordu. Aliyev'le 8 saat
süren uzun bir görüşme yaptı. Yanına kimseyi almamış, Aliyev ile başbaşa görüşmüştü. Bu
görüşmenin sır perdesi hiç aralanmadı. Elçibey, 17 Haziran gece yarısı saat 03 : 00 'da
kendisini bekleyen uçağa istikamet Nahçıvan emrini verdi.
Sonra birden fikir değiştirdi. O gün ilk önce gizlice Ankara'ya gitti. Ancak liderler
onla görüşmeye yanaşmıyordu. DYP Milletvekili Ayvaz Gökdemir'le konuyu bir gece tartıştı.
Elçibey sürekli konyak içiyor, muhataplarına iyi bir lider izlenimi vermiyordu. Sürekli ' ben
bitdim, ben tükendim ' diyor, muhataplarının gözünden iyice düşüyordu. Ona ülkesine
dönmesi ve bir süre beklemesi tavsiye edildi. Elçibey tekrar Nahçıvan'a oradan Ordubat
ilçesindeki dede baba yurdu Keleki'deki evine yerleşti. Bu arada Aliyev Hüseynov'u ikna
etmiş, Gence'de kardeş kanı dökenlerin cezasız kalmayacağı güvencesini vermişti. Ayrıca
Halk Cephesi dönemi de kapanacak, ülke yeni cumhurbaşkanını seçecekti.
Ve Hüseynov Başbakan olacaktı. Elçibey'in gidişi ile Hüseynov'un şehre girişi bir
olmuştu. Basının karşısına birlikte çıkan Aliyev ve Hüseynov alınan kararları çıklarken
sorulara hep Aliyev'in cevap vermesi dikkat çekiyordu. Hüseynov'a sorulan sorulara bile
Aliyev, sözü alarak kendisi cevap veriyordu. Hukuk fakültesini dışarıdan rüşvet vererek
bitirmiş Hüseynov'un konuşma yeteneği zayıftı; iyi bir askerdi, ama asla politikacı değildi ve
asla olamayacaktı. Elçibey, Meclis'in dön çağrılarına kulak vermeyip ülkeyi buradan
yöneteceğim diye ısrar edince yetkileri elinden alındı. Elçibey'e Meclis oybirliği ile
güvensizlik gösterdi. Haydar Aliyev, Cumhurbaşkanı'nın selahiyetlerini hayata geçirmeye
başladı.
Aliyev, akılcı davranarak isyancı Suret Hüseynov'u ve taraftarlarını yatıştırmak için
onu başbakanlığın yanı sıra ordunun ve iç güvenlik teşkilatının başına getirdi. Çünkü
Hüseynov milli kahraman ünvanına sahip, halk nazarında iyi bir imaja sahip iyi bir asker, ama
kötü bir politikacıydı. Bunu kısa sürede kendisi de anlayacaktı. Ancak Elçibey istifa etmedi.
Görev süresinin Eylül 1997'de biteceğini hep savundu; bu tarihe kadarda Bakü'ye dönmeyerek
tezini savunacaktı. Elçibey, dünya diplomasi tarihine yeni bir başkanlık modeli kazandırdı!
Elçibey döneminin Dışişleri Bakanı Tevfik Kasımov'da görevini üç ay dondurduğunu
açıklayarak, diplomasiye yeni bir yöntem kattı.
Aliyev şaşkına dönmüştü. Ruslar, Azerbaycan'ı parçalamak için bir yandan Ermeni
işgaline askeri destek veriyor bir yandanda ülkeyi bölmek için azınlıkları tahrik ediyordu.
Kuzeyde Lezgisiztan devleti kurulması için Rus istihbaratı açık prim vermişti. Lezgilerin bir
kısmı Dağıstan'da bir kısmı Azerbaycan'ın Kusar kentinde yaşıyordu. Ermeni istihbaratı ile
Lezgi terör örgütü Sadval'ı işbirliği yaptıran Rus istihbaratı, bu bölgeyi Azeri topraklarından
kopartmak için düğmeye basmıştı. Kuzeyde Lezgiler ayaklanıyordu. Güneyde Farslarla
akraba Talışlar, Mugam-Talış Cumhuriyeti kurmak istediklerini açıkça ifade eder olmuşlardı.
Başkanları Ali Kiram Hümbetov iyice gemiyi azıya almıştı. Zakatala , Balaken kentlerinde
Avarlar bile özerk bölgeden bahsediyordu. Ülkenin eski Savunma Bakanı Rahim Gaziyev,
Rus silah mafyası ile işbirliği halinde silah ticareti yaparak kendi cep çıkarları hesabına ülkeyi
20
kazıklamıştı, toprakları Ermenilere silah atmadan hediye etmişti. Daha sonra Şuşa kentini
Ermenilere hediye eden zatın olmayan Azeri ordusunun komutanı Gaziyev'in olduğu ortaya
çkmıştı. Hergün yeni marifetleri belirlenen Gaziyev herkesi şaşırtıyordu. Herkesin kahraman
sandığı Gaziyev hain çıkmıştı. Halk kime güveneceğini şaşırmıştı.
Ülkenin başbakanı darbeci Albay Hüseynov, ordusu düzensiz, polis teşkilatı ise
içeride bir çok parçaya bölünmüş değişik mafya gruplarına hizmet ediyordu. Aliyev, çok zor
günler geçiren bir ülke teslim almıştı. Aliyev önce ülke içinde birliği sağlamalıydı.
Azerbaycan'ı bu hale getiren Rus istihbaratı ve Rusya ile iyi geçinmeli, şahin politikalar
izlemekten kaçınmalıydı. Ali Kiram Hümbetov, Gaziyev tutuklandı. Aliyev, azınlıklar
tehditine karşı Azeri Türklüğü politikasından vazgeçerek, ' Azerbaycanlılık ' politikası
başlattı. Türkçülükten geri adım atılışı, Türkiye'nin Azerbaycan politikasını belirleyen ' derin
raportörleri' tedirgin etmişti. Türk medyasında ' Aliyev Moskova yanlısı ' furyası başlatılmış,
yeni yönetim kuşku ile karşılanıyordu. Türk kamuoyunda 'Aliyev geldi, demokrasi bitti '
havası hakimdi. ' Derin Ankara ' bilirkişilerine göre resmi dili bile Türkçe yapan Elçibey geri
getirilmeliydi.
Azerbaycan'a yatırım yapmak isteyen petrolcüler de Türkçülüğü esas alan ' derin
Ankaracılar ' gibi şaşkındı. Aliyev'in gelişiyle siyasi istikrar ve otorite arayışları son
bulabilirdi. Ancak hukuki olarak bu önce bir temele oturmalıydı. Haydar Aliyev, 26
Haziran'da aldığı kararla Türkiye ile yapılan petrol anlaşmasını iptal etmiş, yabancılarla
yapılan anlaşmalarıda askıya almıştı. Bir gün sonra Türk Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin,
isyancı Hüseynov'la temasa geçmediklerini belirterek, Türkiye'nin Elçibey'in yanında yer
alacağını eşkiya yöntemleriyle Elçibey'in devrilmesini kabul etmiyecekleirni açıklıyordu. İki
gün sonra ise Başbakan Tansu Çiller, Azerbaycan'la yapılan petrol anlaşması konusunda
TPAO'dan yetkililerin konsorsiyumla bulunan firma yetkililerle birlikte Azerbaycan'daki yeni
yönetimle görüşmek için Bakü'de olduğunu duyuruyordu. Ankara, tamamen şok halindeydi.
Washington'da Elçibey'in cumhurbaşkanlığını tanıyordu. 19 Temmuz'da Keleki
köyüne giden ABD Bakü Büyükelçi yardımcısı Filip Remle, Elçibey'e güven mektubunu
sunuyordu. Bu arada petrolle ilgili Bakü ile yapılan görüşmeler Ankara'da tam bir soğuk duş
etkisi meydana getirdi. Konsorsiyumdaki petrol şirketleri ve ülkeler, son gelişmeler üzerine
petrolün Bakü-Ceyhan yerine Rusya'nın Novorasisk limanından Boğazlar vasıtasıyla
Akdeniz'i çıkartılması konusunda görüş bildiriyordu. 9 Ağustos'da Aliyev başkanlığında
petrolün kaderini belirleyecek toplantı Bakü'de başlıyordu. Toplantıya Azeri, Türk, Amerikan,
İngiliz ve Norveçli petrol şirketlerinin temsilcileri katılıyordu.
Aliyev, konuşmasında Elçibey döneminde yapılan anlaşmaların Azeri uzmanlar ve
halkın dışlanarak yapıldığını öne sürüyordu. Aliyev diğer ülkelerle yanlış anlaşılmaların
ortadan kaldrılması için kendi bilim adamlarının yeni süreçte aktif biçimde yer alacağını
belirtiyor üstü örtülü olarak, ' Önceki anlaşmayı Türkiyeliler hazırladı ' demeye getiriyordu.
Bu arada Rusya'nın Ankara Büyükelçisi Albert Çernişev, Rus, Orta Asya ve Kafkas
petrollerinin boğazlardan geçirilmesine dair isteklerini Başbakan Çiller'e iletiyor, olumsuz
yanıt alıyordu. Çernişev, Ankara'yı Ermenistan'a tek başına müdahale etmemesi için
uyarıyordu. 13 Ağustos'da biten Bakü toplantısından ise, Hazar petrollerinin İran ve Nahçıvan
rotası üzerinden Bakü-Ceyhan güzergahında nakledilmesi konusunda ilke anlaşmasına
varılıyordu. 29 Ağustos'ta Elçibey'in görevine dönüp dönmemesine ilişkin yapılan
referandumda halkın yüzde 97.5'i güvensizlik oyu veriyordu. 9 Eylül'de Çiller'in Moskova
ziyaretinde Çiller, Türkiye'nin teklif ettiği petrol boru hattının teknik çalışmalarında Rusya ile
işbirliği yapılacağını ilk defa açıklıyordu. Ankara, Moskova ile ilişki kurma ihtiyacını
duymaya başlıyordu. Ankara bir petrol bozgunu yaşamıştı; artık yoğurdu üflüyerek
yiyiyordu!
1 Ekim'de kendisine yönelik bir suikast girişiminde bulunulduğunu açıklayan Aliyev,
yakalanan üç kişiden birisinin üzerinde Türk pasaportu bulunduğunu seçimden bir gün önce
21
duyuruyordu. Daha sonra yapılan soruşturmada Hasan Tok adlı bu Erzurumlu Türk
vatandaşınının Elçibey'le Keleki'de görüştürüldüğü ortaya çıkacaktı. Talimatı veren
Türkiye'deki derin devletti. Hasan Tok, savunmasında " Aliyev Moskova yanlısı Petrolü
Türkiye'ye vermeyecek; Karabağ'ı da satacak diye öldürmek istedim. Beni Elçibey'in yanına
götürdüler, ama onun suikastdan haberi yoktu. Beraber çalıştığım Azeriler suikast anında
kaçıp beni tek başına bıraktıkları için teslim oldum. Bu dönekliği affedemedim. Yoksa
Aliyev'i öldürmüştüm. ' diyecekti. Tok'un ülkücü kökenli olması Aliyev'de MHP antipatisi
uyandırmıştı .Mahkemede mertçe konuşmalar yapan Tok'un itirafları herkesi şaşırtmıştı.
3 Ekim 1993'te yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde Aliyev'in oyların yüzde 98'ini
alması, onu halkın kurtarıcı olarak gördüğünü ispatlıyordu. Kral ölmüştü yaşasın yeni kraldı.
Üstelik bu yeni kralı tanımak için tercüme-i halini okumak yeterliydi. 1969-1982 yılları
arasında ülkeyi Komünist Parti Birinci Sekreteri sıfatıyla yönetmişti. Kafkasların KGB'sinin
patronu olmuş 1987'ye kadar Komunist Polütbüro'nun 11 adamından biri, Başbakan
Yardımcısı olarak SSCB'yi yönettmişti. Petrolcüler nihayet konuşup anlaşma yapabilecekleri
bir siyaset adamı bulmuşlardı. Ancak İngiliz ve Amerikan şirketlerinin, Elçibey yönetimininin
başbakanı Penah Hüseynov'a yapılacak ilk petrol anlaşması için verdiği 360 bin dolar şapka
(rüşvet veya yerli tabirle hürmet ) boşa gitmişti..O dönemde bu para Azeriler için çok
büyüktü. Devran değişmişti pazarlık tazelenmeliydi. Doğu geleneklerindeki adet olduğu üzere
her yeni gelen yönetimle yeniden masaya silbaştan oturmak gerekiyordu.
Sovyet bürokrasinin üst kadamesinden gelen Aliyev , petrolcü ve siyasilerin dilinden
anlıyordu. Aliyev'in ilk işlerinden biri SOCAR'ın yönetim yapısını değiştirmek oldu. Petrol
şirketinin başına Natik Aliyev'i getirdi. Natik Aliyev KGB'de uzun yıllar çalışmış bir isimdi.
Aslen Resul Guliyev'e yakın bir isimdi. Ama Haydar Aliyev'in emirlerine harfiyen uymada
gösteridiği üstün performans nedeniyle görevinde uzun süre kalmayı başaracaktı. Bilinmeyen
gerçek Natik Aliyev’in Aliyev’i Ermeni metresinden olma gayrimeşru çocuğu olduğuydu.
Natik’in hiç bir akrabası Azerbaycan’da yaşamıyordu, zira hepsi Rusya ve Ermenistan’da
bulunuyordu.
SOCAR'ın ikinci başkanlığına Aliyev, Zarife’den olma resmi oğlu İlham Aliyev'i
getirdi. 1987'de ölen Yahudi asıllı Zarife adlı karısından olan İlham iyi bir eğitim almıştı.
Resmi nikahlı bu karısından Sevil adlı birde kızı vardı. Sevil'in kocası olan Mirmahmud
Guliyev Londra'ya büyükelçi olarak gönderilmişti. Moskova Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
mezunuydu. Aliyev, Azeri bir hanımdan olma diğer gayrimeşru oğlu Afiyeddin Celilov'u ise
Başbakan yardımcılığına getirdi. İmam nikahlı Nahçıvanlı ve Azeri kökenli anadan olan
Celilov'un Aliyev'in oğlu olduğunu tüm kamuoyu biliyordu. Aliyev, ekonomiye kafası iyi
çalışan kardeşi Celal Aliyev'ide ülkeye gelen yabancı iş adamlarını koordine etmek ve vali
seçimi için kadroları belirlemek için aktif kadrosuna almıştı. Diğer kardeşi Akil Aliyev ise
eğitim işleri ile ilgileniyordu.
Aliyev yeni görevine başlar başlamaz ilk ziyaretçilerinden biri Rusya Dışişleri Bakan
yardımcısı Anatoli Adamişin ve petrol şirketleri olmuştu. Bakü'de faaliyet gösteren Amoco,
Pennzoil, BP, Statoil, TPAO, Macdermott, Chevron, Metallurg Aliyev'e güvenlerini
bildiriyorlardı. 7 Ekim'de seçimi izlemek için gelen TBMM heyeti, Aliyev'i tebrik ziyaretinde
Elçibey ve taraflarına siyasi af talebinde bulunuyordu.
5 Kasım'da Haydar Aliyev'in devlet başkanı olması nedeniyle boşalan meclis
başkanlığına Resul Guliyev oy birliği ile seçiliyordu. Bir petrol kralı daha hakimiyete
taşınmıştı. Guliyev, Sovyet döneminde SOCAR'ın yöneticiliğini yapmış, başbakan
yardımcılığına kadar yükselmiş bir bürokrattı. Üstelik Nahçıvanlı'ydı. Ülkenin lider, müdür
yetiştiren münbit toprağı Nahçıvan'dan olması onun yolunu da açmıştı. Henüz Sovyet
döneminde dolar ile Ruble arasında kur farkı yok iken yurt dışına dolar depo etmeye
başlamıştı. Uyanık bir ekonomist ve ılımlı bir politikacıydı. Aliyev'i Nahçıvan'dan Bakü'ye
getiren kadro içinde yer alıyordu. 21 Kasım'da yayılan tuhaf bir haber ortalığı karıştırıyordu.
22
Rusya ile Azerbaycan arasında, petrol alanında ayrıntıları ve niteliği açıklanmayan bir
anlaşma imzalandığı ileri sürülüyordu. Anlaşma ile Hazar petrollerinin işletmesi ve Batı'ya
nakli konusunun Rusya'nın kontrolüne girdiği savunuluyordu. 19 Aralık'ta Elçibey'in
Nahçıvan'da yaptığı basın toplantısında Süleyman Demirel'i ' bugüne kadar Azerbaycan'la
ilgili açık bir tutum oraya koymadı' diye suçlaması, Elçibey'in Ankara'yı suçladığını
gösteriyordu.
21-22 Ocak'ta Bakü'de yapılması planlanan Türk zirvesinin Aliyev'in isteği üzerine
ikinci defa iptal edilmesi Ankara-Bakü arasında işlerin pekte iyi gitmediğini ispatlıyordu. İlk
zirve merhum cumhurbaşkanı Özal'ın girişimi ile 1992'de Ankara'da yapılmıştı. Aradan geçen
sürede ilişkiler kara renkli ' petrol kedi'si girmişti. 8 Şubat 1994’deAliyev, Ankara'ya giderken
bu soğukluğu gidermeyi amaçlıyordu. Nitekim Türkiye ile Azerbaycan arasında " Dostluğun
ve Çok Yönlü İşbirliği'nin Geliştirilmesi'ne ilişkin anlaşma Aliyev ve Demirel tarafından
imzalandı. Anlaşmayla Azerbaycan petrollerinin Türkiye üzerinden dış pazarlara çıkarılması
konusunda eski anlaşmaların geçerli olduğu onaylandı. Anlaşmada, iki ülkeden birisinin
üçüncü bir ülke veya ülkeler tarafından saldırıya uğraması halinde, diğerinin saldırının
ortadan kaldırılması maksadıyla gerekli tedbirleri alması ve gerekli savunma tertiplerinin
alınmasına önem verilmesi hükmü yer alıyordu.
1994’de Azerbaycan Dış İşleri Bakanı Hasan Hasanov ile çektirdiği bu fotoğrafta
Faruk Arslan, henüz 25 yaşında, yeni evli. Hasanov her devrin adamı bir politikacıydı.
DARBECİ HÜSEYNOVA DARBE
Cumhurbaşkanı seçilen Haydar Aliyev'in 1993 sonbaharında Elçibey'in reddettiği
Bağımsız Devletler Topluluğu'na Azerbaycan'ı üye yapması, 20 Eylül'de Azeri
parlamentosunda kararın onaylanması Ankara'nın Bakü'nün hangi yöne gittiğine ilişkin
endişelerini artırdı. Batılı gözlemcilerde tedirgindi. Azerbaycan yoksa tekrar Rusya'nın
kucağına mı düşüyordu? Bu arada Ermeniler Rus askeri desteğiyle Azerbaycan'ın Agdam,
Gubatlı, Zengilan, Fizuli, Cebrail'ı da işgal etmişti. Aliyev, orduya hakim değildi. Ordu kendi
başına buyruk haraket eden dağınık çetelerden oluşuyordu. Çeteler kendi hesaplarına ganimet
topluyordu. Katırcı Mehmet Birliği en çok korkulan gruplardandı. Azeri köylerini talan etmek
için halkı Ermeniler geliyor diye boşaltıyor; sonra köyün zenginliğini ganimet diye
topluyordu. Ayrıca esir ticareti yapıyorlardı. Ermeni esirler Ermenistan'daki ailelere,
23
Ermenilerin elindeki Azeri esirler ise Azeri ailelerine para karşılığı satılıyordu. Savaş
sırasında uygulanan abluka nedeniyle yakıtsız kalan Ermenilere benzin ihtiyacını da bu
gruplar sağlıyordu. Bölgenin uyuşturucu trafiği de onlardan soruluyordu. Kim Ermenilere
karşı savaşıyor, kim kendi halkını soyuyor belli değildi.
Afganistan'dan Karabağ'da savaşmak için gelen ve Kürdemir'deki üste mevzilenen
Afgan mücahitler şaşırmıştı. Afganlılarla görüşebilmek için askerlere moral gecesi adı altında
bir konser düzenlemem gerekmişti. Kürdemirdeki komutan bu girişimimden dolayı teşekkür
etmişti. Yanımde getirdiğim hafız askerlere Kuran ve ilahi ziyafeti sunarken Afganlılarla
durumu konuştun. Ancak kaseti elimden alan Afgan lider, bana güvenememişti. Gülbeddin
Hikmetyar'ın Hizbülİslam'ından gelen mücahit grup Cebrail kentinden kaçan Azerileri
Ermenilere karşı savaşmak için ikna edememişti. Göçmenlerin canlarını kurtarmışlardı, ancak
bu durum morallerini bozmuştu. Kısa süre sonra ise Azerileri kaderleri ile başbaşa bırakarak
yurtlarına dönmüşlerdi.
Tek düzenli askeri eğitim almış birlik Türk subay ve astsubaylarının eğittiği bir
tugaydı. Bu birlik Elçibey'in ilk iktadara geldiği sıralarda Şuşa'ya kadar ilerlemiş 35 köyü geri
almıştı. Ancak Rusya'ya satılmış Savunma Bakanı Gaziyev’in Lezgi gözüken Ermeni kökenli
yardımcısı, bu birliğe geri çekilme emri vererek mutlak galibiyetden alıkoymuştu. Orduda
kimse kimseye güvenmiyordu. Savaşın başından beri Ermenistan'a istihbaratı bilgi sağlayan
kişilerden birinin Azerbaycan Savunma Bakan yardımcısı çıkmıştı. Ermeni kökenli
istihbaratçı kendini Lezgi diye gizlemişti. Azerbaycan'da kökenlerini gizlemiş 35 bin Ermeni
kadını üst düzeylerde görev yapan Azerilerle evliydi. Birçoğu da Ermenistan'a çalışıyordu. Bu
nedenle önce akan kan durdurulmalı, güç dengesi sağlanmalıydı. 12 Mayıs 1994'te Bişkek
protokolu ile ateşkes anlaşmasının imzalanması, Azerbaycan'a bu imkanı tanıyordu.
Aptal darbeci Başbakan Suret Hüseynov, tahminlerden fazla görevde kalmıştı. Siyasi
gözlemciler, bu denli tecrübesiz başbakanı kurt politikacı Aliyev''in üç ay içinde ıskartaya
çıkartacağından emindi. Hüseynov bir yılını tamamlamıştı. Aliyev, Hüseynov'un halen
Ruslarla birlikte çalıştığı ve bölgedeki uyuşturucu ticaretini kontrol ettiği kanatindeydi.
Aliyev, cumhurbaşkanı seçildiğinin birinci yılı Hüseynov'a bir sürpriz hazırlıyordu. 20 Eylül
1994'te imzalanan ilk büyük petrol anlaşmasında Rusya'nın istediği payı elde edemedi. Bu
anlaşma Aliyev ile Hüseynov'un yollarının tamamen ayrılmasına neden oldu. Hüseynov bu
petrol anlaşmasında Rus Lukoil şirketinin yüzde 20 pay almasında ısrar ederken Lukoil'e
sadece yüzde 10 pay verilmişti. Aliyev'e göre Hüseynov kendisini devirmek için hazırlık
yapıyordu. İçişleri Bakan Yardımcısı özel eğitimli OMON Birliği'nin komutanı Türk
milliyetçisi Rövşen Cevadov'da onu destekliyordu. İşte tüm bu sırada tekrar düğmeye basıldı.
30 Eylül 1994’de Azerbaycan Meclis başkan yardımcısı Afreddin Celilov ve Devlet
Başkanlığı İstihbarat Daire Başkanı Albay Şemsi Rahimov, iki ayrı saldırıda hayatlarını
kaybetti. O sırada New york'ta bulunan Aliyev, bu olayı ' bağımsızlığımıza kast ediyorlar '
diye değerlendirdi. Aliyev, cinayetlerin petrol anlaşmasından sonra imzalanmasına dikkat
çekiyordu. 2 Ekim'de Bakü'de Başsavcılık binası OMON birlikleri tarafından işgal edilince
işin rengi karıştı.
Olaylar, Rovşen Cevadov'un kardeşi Hatai ilçe savcısı Mahir Cevadov'un ağabeyine
bağılı özel OMON birliğinden bir grup askerle, polis merkezi ve başsavcılığı ele geçirmesi ve
40 kişiyi rehin alması ortamı birden daha da gerdi. Bir süre önce öldürülen Celilov ve
Rahimov'un katil zanlısı diye OMON timinden iki kişinin tutuklanması, Cevadovları
kızdırmıştı. Derhal bu iki kişinin serbest bırakılması isteniyordu. 4 Ekim'de Başbakan Suret
Hüseynov'a bağlı birlikler Gence'yi işgal edince ortalık daha da karıştı. OMON birliklerinin
yardımıyla bu isyanın geri püskürtülmesi de hayli ilginçti. Aliyev, 4 Ekim 1994 akşamüstü
devlet televizyonundan halka seslenerek Hüseynov'un kendisini devirmek istediğini
açıkladığında, nedense kimse şaşırmadı.
Halkın arasında Aliyev'in izleyeceği politikaları yayan yerli istihbarat elemanları
24
veya Rus istihbarat elemanları kulaklara önceden olacakları üflemişti: Darbe olacaktı. Aliyev,
televizyondan yaptığı çağrıda Azerbaycan'ın bağımsızlıklarını korumalarını istedi ve herkesi
cumhurbaşkanlığı sarayının önüne davet etti. Saatler 22 00'ı gösterdiğinde yüz bine yakın
insan cumhurbaşkanlığı önüne toplanmış hararetli bir konuşma yapan Aliyev'i dinliyordu. Bu
arada beklenmedik bir olay gerçekleşti. Hüseynov'un yanında yer aldığı iddia edilen Rövşen
Cevadov Aliyev'in restine gördü ve alana geldi. Aliyev'in yanına çıkarak herkesin Aliyev'i
desteklemesini istedi. Karabağ kahramanı, karate şampiyonu cesur ve sözünü kimseden
esirgemeyen Cevadov'un bu girişimi Türkiye'nin dışında herkesi şaşırttı.
Gecenin o saatinde Rovşen Cevadov'u ikna ederek Aliyev'e destek vermesini sağlayan
Türkiye'nin Bakü MİT Müşaviri Ertuğrul Güven'den başkası değildi. Görevine başlıyacağı
henüz altı ay olmuştu Güven'in. Ama Basın Müşaviri Turgut Er sayesinde Azerbaycan'ın iç
siyasetinin kurdu olmuştu. Güven, daha sonra bu darbe girişimini şöyle anlatacaktı : " 4 Ekim
1994 günü Azerbaycan'da büyük bir darbeye teşebbüs olayı oldu. OMON komutanı Rovşen
Cevadov ve dönemin başbakanı Suret Hüseynov Aliyev'i devireceklerdi. İktidarı ele geçirmek
için bu iki güç birleşti. Aliyev'in bunlara karşı koyacak ne askeri nede silahlı gücü vardı.
Hiçbirşeyi yoktu, tamamen teslim olmak veya kaçmak durumundaydı. Biz durumun
vahametini anladık. Büyükelçi Altan Karamanoğlu ile oturup müzakere ettik, ne yapabiliriz
diye. Benim bazı imkanlarım vardı. Ve tamamen MİT adına, kendi özel imkanlarımla darbeyi
önledik. Bunun ayrıntısını varemem, yani isimler son derece kritik. Ferman Demirkol bu
sırada oradaydı. TİKA'nın görevlisiydi. Oradaki Meclis'te danışmandı, müşavirdi. Eşi Türk
kendisi Azeri kökenlidir. Iğdırlıdır, Alevi kökenlidir. "
Güven, darbeyi önleme yöntemini , Aliyev'e muhalefet cephesini parçalamak olduğunu
gizlemiyordu: " Cevadov'u Aliyev'in yanına çekmeyi teklif ettim, yani imkanlarımı sağladım.
Karamanoğlu,' yapabilir miyiz? dedi. ' Yaparız' dedim. Aliyev'e telefon etti. Aliyev,'
Cevadov'u benim yanıma getirin' dedi. Amacımız asıl güce sahip olan Cevadov'u Aliyev'in
yanına götürüp barıştırıp Başbakan Hüseynov'dan koparmaktı. Cevadov'u Aliyev'in yanına
çekmek darbeyi önlemek anlamına geliyordu. Bu şekilde darbeyi önledik. Aliyev çıktı
televizyonlara halkı topladı, ortalık ayağa kalktı. Biz Hüseynov'un Moskova ile çok yakın
ilişkisi olduğunu, o geldiği zaman Türkiye aliyhine olacağını değerlendirdiğimiz için bu
müdaheleyi yapmak zorunda kaldık. Yahi bu müdahale ise müdahale. Aliyev'e yardımcı
olduk ve onu bunu çok iyi biliyor. "
Aliyev, ertesi gün herkesi Azatlık meydanında yapılacak Azerbaycan'ın bağımsızlığını
koruma mitingine çağırdı. Müsavat partisi Başkanı İsa Kamber, bu olayları dış tezgah olarak
değil, bazı güçler ile Cevadov kardeşler arasındaki anlaşmazlık olarak nitelendiriyordu.
Rusya'nın Bakü Büyükelçisi Walter Sonya ise Aliyev'i Rusya'nın değil Türkiye'nin devirmeye
çalıştığını iddia ediyordu. Ve tehdit ediyordu : Rusya'yı dışlamak Azerbaycan ve Türkiye'ye
pahalıya mal olur. Ertesi gün Azatlık meydanı 20 Ocak katliamı sonrası biraraya gelen iki
milyon Azeriden sonra ilk defa bu denli kalabalık bir topluluğu ağırlıyordu. Aliyev mitingde
yaptığı ateşli konuşmada hemen yanı başında duran başbakan Suret Hüseynov'u halka şikayet
ediyordu. Hüseynov, lal kesilmişti, ithamları dinliyor, halkın Aliyev için yaptığı yoğun
tezahürata KGB usüllerini bilmediği için bir anlam veremiyordu. ' Ben zaten iktidarım kendi
kendimi devirmek için nasıl darbe düzenlerim? " diye soruyor, ama kimse onu dinlemek
istemiyordu. Aliyev herkesin huzurunda Hüseynov'u başbakanlıktan azlettiğini açıkladığı
zaman Hüseynov mitingi terketme akıllılığını gösterdi!
Mitingde konuşan Nimet Penahlı'nın Aliyev'in politikalarını savunması Halk
Cephesi'nhe vurulan son darbe oldu. Halk Cephesinin kurucularından ve 1988'de Azatlık
Meydanında Ruslara karşı yapılan ilk özgürlük mitinglerinin ateşli hatibi saf değiştirmişti.
Kısa bir süre sonra Aliyev'in danışmanlığına getirilecek; Aliyev'in kirli çamaşırlarını açıkca
ortaya döktüğü için buradanda kovulacaktı. Danışman Penahlı, 12 Kasım 1995'te
Azerbaycan'da yapılan ilk demokratik (!) parlamento seçiminden önce Aliyev'in seçilmesi
25
istenen adayları belirlediği listeyi basına verince ipler kopacaktı. İşin tuhaf tarafı seçim
sonrası karşılaştırma yapıldığında Penahlı'nın ortaya attığı liste yüzde 99 oranında hedefi
vurmuştu.
Bu arada Hüseynov başbakanlıktan kovulduğuna inanamıyordu. Ertesi gün hiç bir şey
olmamış gibi başbakanlık makamına oturdu. Başbakan yardımcıları uygun bir lisanla artık
burada çalışamayacaklarını izah ettikleri an herşeyin bittiğini anladı. Vatan hainliği ile
suçlanıyordu, tutuklanıp hapse konacaktı. Bir yıl önce darbe yapmıştı, kral olmuştu; şimdi
zindan onu bekliyordu. Hüseynov, iktidar olunca muktedirde olacağını sanmıştı, ama fena
halde yanılmıştı. Hüseynov yakalanacağını nihayet kavrayınca hemen helikopterle
Moskova'ya kaçtı. Aliyev, pekte akıllı olmadığını bildiği Hüseynov'un kaçmak için bu kadar
hızlı hareket edebileceğini hesap etmemişti.
Uzun süre Hüseynov'u elinde tutarak Bakü'ye karşı bir gün tekrar koz olarak kullanma
hesabı yapan Rusya bu fikrinden 1998'de Rus şirketi Lukoil'a Azeri petrol pastasından paylar
verilmesi karşılığında vazgeçecek Hüseynov'u iade edecekti. Ancak Moskova, bir gün
mutlaka kullanırım düşünçesiyle sabık cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov'u geri vermeye
yanaşmıyordu. Ancak unuttuğu bir husus vardı. Aliyev, Muttalibov'un Azeri ekonomisinde
pay sahibi Vahitbankla işbirliği yaptığını istihbaratdan gelen bilgiler sayesinde öğrenmiş ve
Vahitbank'ın kapanmasına önayak olarak Muttalibov'un Azerbaycan'daki ayaklarını kesmişti.
Moskova kullanmak için başka bir kukla bulmalı idi. Tüm bu olumsuzluklara rağmen
Moskova Muttalibov'da hâlâ bir cevher görüyordu!
Bu arada 11 Eylül 1994'de Elçibey'e karşı bir suikast girişimi ortaya çıkarıldı. Keleki
köyünü kadar gelen, ancak Elçibey'in korumaları tarafından etkisiz hale getirilen tim 17
kişiden oluşuyordu. Timin kim tarafından görevlendirildiği ise hiç bir zaman açıklanmadı.
Petrolcü kurtların 20. yüzyıl boyunca sürdürdükleri işlerine gelmeyince muhataplarını
suikastla ortadan kaldırma, darbe ile iktidardan düşürme, iç savaş çıkartıp puslu havadan
yararlanma oyunları Azerbaycan’ı derinden etkilemişti. Hazar’ın Kurtlar Vadisi’nde kurtlar
ulumaya devam ediyordu.
Bakü Askeri Ateşiliği görevinde iken CIA’nın operasyonlarına destek vererek
Azerbaycan’da Türkiye’nin imajını mahvedecek Türkiye Bakü Büyükelçiliğindeki Engin
Alan, devreye piyon olarak sokuldu. Alan hep CIA ile dirsek temasında çalıştı. PKK’ya
destek veren JİTEM birimine yıllarca özel eğitimli subay vermiş bir Özel Harpciydi. Faili
meçhulleri çok iyi bilirdi. Azerbaycan’da görev yaptığı 1990’lı yılların başlarında eski
Azerbaycan cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’e karşı organize ettiği başarısız darbe ve suikast
girişimlerinin mimarıydı. Bunlar aslında Gladyo ve CIA planlaması olan çakma girişimlerdi.
Başarısızlığa mahkum darbeleri bilen az sayıda üst düzey yöneticiden biriydi Alan Paşamız.
Başbakanlık örtülü ödeneğinden finanse ettiği darbe fiyaskolarını kimseye izah edemez.
Türkiye’nin mükemmel imajını bir hamlede yıktı. Türkleri sokağa çıkamaz hale getirdi.
ABD’nin imajını parlattı, Türkiye’yi batırdı.
İZLEDİĞİM HAYDAR ALİYEV’İN 10 YILLIK
PETROL MÜCADELESİ
Azerbaycan'da 12 Kasım 1995'de geçirilen ilk demokratik (!) parlemanto seçimleri ile
birlikte hazırlanan yeni anayasada halkın onayına sunulmuş ve kabul görmüştü. AGİT'in
seçimlerde sahtekarlık yapıldığına ilişkin raporuna rağmen bu gelişmeler dünya kamuoyunda
Azerbaycan'da barış ve istikrarın oluştuğu yönünde olumlu bir imajın yerleşmesinde önemli
etken oldu. Azerbaycan'ın hızlı bir yükseliş trendine geçmesinde Aliyev'in dış politikada
izlediği aktif, kararlı tutum ve engin devlet tecrübesi, kariyeri önemli rol oynadı. Büyük
devletler ve dev petrol şirketlerinin birbiri arkasına Bakü'ye akın etmesi, muhatap
26
alabilecekleri ciddi, otoriter bir lideri karşılarında bulmalarından kaynaklanıyordu.
Hantal ve felç durumda olan Sosyalist ekonomiden serbest piyasa ekonomisine geçen
Azerbaycan'da herşey yeniden kurulması nedeniyle büyük sıkıntılar yaşanıyordu. Ülkenin
yüzde 20'si Ermeni işgali altında olmasının yanı sıra ülke ekonomisinin toparlanması,
canlanması için mevcut iç potansiyel ve imkanlar ya kullanılamayacak kadar kötü durumda
veya eski sistemin tedrisatından ve devlet yönetiminden geçmiş insanların elinde, pusulasını
şaşırmış, aksiyonunu yitirmiş bir pozisyonda idi. Geçim şartları iyice zorlaşmış, halk sosyal
bir patlayışın eşiğine gelmiş, ülkenin toprak bütünlüğü bozulmuşdu. Devletler konjonktüründe
Azerbaycan'ı çıkarları gereği bile olsa savunacak sözü geçen pek az devlet mevcuttu.
Aliyev, ülkeyi içte ve dışta kötü durumdan kurtarmak için tüm kozlarını oynamalı,
potansiyeli harakete geçirmeliydi. Ülkenin pamuk, üzüm, makina sanayi gibi alanları da yeni
teknoloji ve kalkınma için kaynak bekliyordu. Aliyev, sosyal siyasi sorunları çözmek
maksadıyla, Azerbycan'ın petrol kartını en mükemmel biçimde ortaya koymak maksadıyla
seri politikalar izlemeye başladı. Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, Rusya'nın asker yerleştirme
tekliflerini savuştururken Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi ( SOCAR ) ve Azerbaycan
Uluslararası İşletme Şirketi ( AOIC ) 20 eylül 1994'te Hazar kıyısında üç petrol yatağı Azeri,
Güneşli ve Çırag üzerinde 8 milyar dolar tutarında anlaşma Gülistan sarayında imzalayarak
yeni bir sayfa açtı ve petrolde şeytanın bacağını kırmayı başardı.
Yüzyılın anlaşması denilen Mega Proje, Azerbaycan'a büyük bir petrol geliri ve Batı
yatırımı getirmeyi vaad etmişti. Hem Aliyev, hem de ülke içindeki muhalefet bu anlaşmanın
Azerbaycan'ın yararına olduğunu, egemenliklerini ve ülkelerinin Batı ile ilişkilerini
güçlendireceğini iddia ediyordu. Anlaşmaya Türkiye adına Devlet Bakanı Necmeddin
Cevheri ve TPAO Genel Müdürü Sıtkı Sancar imza koyuyordu. Petrolü işletecek
konsorsiyumu oluşturan şirketler ve payları şöyleydi : " SOCAR( Azerbaycan ) yüzde 20, BP
(İngiltre) yüzde 17.12, Amoco (ABD) yüzde 17.01, Unocal (ABD) yüzde 11.2, Lukoil(Rusya)
yüzde 10, Penzoil (ABD) yüzde 9.81, Statoil (Norveç) yüzde 8.56, McDermott (ABD) yüzde
2.45, Ramco (İngiltre) yüzde 2.08, TPAO( Türkiye) yüzde 1.75, ( Daha sonra SOCAR’ın
yüzde 5 payını almasıyla 6,75 oldu) Delta Nimr ( Suudi Arabistan) yüzde. 1.6.
Anlaşma'da Lukoil'in yüzde onluk payına rağmen Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü
Grigoriy Karasin hızla bakanlığının petrol anlaşmasını tanımadığını açıkladı. 1921 ve 1940
yıllarında imzalanan Sovyet-İran anlaşmalarını hatırlatan Karasin, Hazar Denizi ve
kaynaklarının denize kıyısı olan devletlerin ortak mülkiyetinde olduğunu iddia etti. Karasin,
Azerbaycan'ın bütün kıyıdaş ülkelere danışmadan Hazar kıyısındaki petrol alanlarını işlemek
için bir anlaşmayı sonuçlandırmayı yasal hakkının olmadığı ,bu tür danışmalar yapılana ve
Hazar'ın kaynaklarının kullanımını belirleyecek yeni anlaşmalar oluşturulana kadar Rusya'nın
petrol anlaşmasını tanımayacağını böylece ilan etmiş oldu.
Rusya Dışişleri bakanlığının tutumunun açıkca Rusya Yakıt ve Enerji Bakanlığı'nın
tutumuyla çatışması, Rus hükümeti içinde petrol anlaşmasına katılarak kazanç sağlamayı
arzulayan ve eski SSCB'de Batı nüfuzunun yayılmasını engellemeyi arzu edenler arasında bir
ayrılığın varlığını gösteriyordu. Lukoil, elde ettiği yüzde 10'luk payla milyarlarca dolar
kazanacak ve döviz sıkıntısı çeken Rus ekonomisine katkıda bulunacaktı. Ancak Dışişleri
Bakanlığı'nın anlaşmayı tanımama tutumu Moskova'da hakim olan görüşün anlaşmanın
maddelerinin gerçekleşmesini engelleme olduğunu gösteriyordu.
Hazar kıyısındaki kaynakların geleceğinin herhangi bir kıyıdaş devlet tarafından tek
taraflı olarak belirlenemeyeceğini iddia ederek Rusya, anlaşmanın uygulanacak maddeleri
üzerinde bir tartışma açmayı ve böylece Transkafkasya'da Batı'nın ekonomik ve siyasi
nüfuzunun yayılmasını durdurmayı hedefliyordu. Bu çabada Moskova'nın doğal müttefiki
Batı'nın bölgedeki etkisini ortadan kaldırmaya çalışan ve Rusya'nın meşum bir strajetik
ortaklığı gerçekleştirmeye çalıştığı İran'dı. Nitekim İran Dışişleri bakanı Ali Ekber Vilayeti,
ABD'nin baskısı nedeniyle Mega Proje'ye İran'ın alınmayışını sert bir dille eleştirerek, ''
27
Azerbaycan'ın bundan zararlı çıkacağı ' tehditini savurdu.
Petrol anlaşmasının imzalanması ile sanki önceden fitili ateşlenmiş barut patlama
noktazına gelmişti. Olaylar birbiri ardına gelişti. Henüz iki gün geçmişti. Şuşa ve Laçin'in
1992'de Ermeniler tarafından işgali ile ilgili açılan davadan tutuklu bulunan Azerbaycan
Savunma Bakanı Rahim Gaziyev, Yardımcısı Baba Nezirli, Laçin Öz Savunma Birlikleri
Komutanı Arif Paşayev ve Azerbaycan'dan tek taraflı bağımsızlığını ilan eden Taliş-Mugan
Cumhuriyeti'nin tutuklu sözde devlet başkanı Alikral Hümbetov; tutuklu bulundukları Ulusal
Güvenlik Bakanlığı hücresinden kaçırılıyordu. Olay yüzünden Milli Tehlikesizlik Bakanı
Neriman İmranov görevinden alınarak yerine yardımcısı Namık Abbasov getirildi. Aliyev,
kaçırıylma olayı ile ilgili televizyondan halka hitaben yaptığı konuşmada, eski KGB'nin
devamı olan Milli Güvenlik Bakanlığı'ndan tutukluların kaçırılmasını tarihte görülmemiş bir
olay olarak değerlendirdi. Olayı Azerbaycan'ın bağımsızlığına ihanet olarak nitelendiren
Aliyev şöyle diyordu : " Bunun petrol anlaşmasının imzalanmasının ertesi günü meydana
gelmesi tesadüfi değil. Petrol anlaşması pek çok çevreleri rahatsız etti."
27 Eylül'de Beyaz Saray'da biraraya gelen Rus lider Boris Yeltsin ve ABD Başkanı Bill
Clinton, Karabağ ve petrol konusunda fikir ayrılıklarının olduğunu açıklıyordu. Yeltsin'in Dış
politika Danışmanı Sergey Karaganov, aynı tarihte bunu şöyle izah ediyordu: " Türklerle 100
yıldır oynadığımız nüfuz oyununa dönüyoruz. Eğer petrol boru hattının Türkiye üzerinden
geçirilmesine karar verilirse biz buna kesinlikle engel oluruz. Çünkü petrol boru hattının
bizim kontrolümüzde olması gerekmektedir. " Üç gün sonra BM Genel Kurul toplantısı için
ABD'de bulunan Aliyev, iki sorunlu konuda ABD'den destek istiyordu. Bu isteğe karşı
celalelenen Rus istihbaratı yine düğmeye bastı. 30 Eylül'de Azerbaycan Meclis Başkan
Yardımcısı Afiyeddin Celilov ve Devlet Başkanlığı İstihbarat Başkanı Albay Şemsi Rahimov,
iki ayrı saldırada hayatlarını kaybediyordu. Afiyeddin Celilov, Aliyev'in evlilik dışı
berüaberlikten doğan oğluydu. Bu gerçek halk tarafından bilinmesine rağmen resmi olarak hiç
telaffuz edilmezdi. Ancak Rus istihbaratı Aliyev'i can evinden vurmuştu. Rahimov'un
öldürülmesi ise mesaj niteliği taşıyordu. En yakınındaki insanı öldüren Rus istihbaratı
Aliyev'e ' icap ederse senide öldürürüz, ayağını denk al' uyarısı yapıyordu.
Bu arada Türk Enerji Bakanı Atasoy, Moskova'da gaz alanında başka bir protokolu
Ruslarla imzalayıordu. 1 Kasım 1994 tarihini taşıyan bu anlaşmaya göre Türkiye, 6 milyar
metreküp gaza ilaveten yılda 4.5 milyar mekreküp gaz alacaktı. denge kurulmuştu. Diğer
denge İran'la kurulmalıydı. Nitekim 12 Kasım 1994'de İran Petrol Bakanı Gulamrıza
Agazade, Bakü'ye yaptığı üç günlük ziyaretin ardından Azerbaycan'ın petrol
konsorsiyumundaki yüzde 20'lik payından yüzde 25'inin İran'a verilmesine ilişkin anlaşmanın
Bakü'de imzalandığını duyuruyordu. Ayrıca İran, zor günler yaşayan Nahçıvan'a yıllık 500
bin ton kapasiteili rafineri ve boru hattı kurararak petrol verecekti. Buna karşılık Azerbaycan
yılda 1.5 milyon tonluk ürününü İran'a vermeyi tahhahüt ediyordu.
Ne olursa olsun; bu tarihe kadar Hazar'da petrol anlaşmaları imzalanmaması için her
türlü entrikaya başvuran Rus istihbarahatı yenilmişdi. Darbe, suikast, iç savaş, Karabağ savaşı
kartları Aliyev'in başarı iç ve dış politikaları sayesinde kimi zaman sert, bazen de yumuşak
operasyonlarla ekarte edildi . Mega Proje çerçevesinde faaliyetlerin yürütülmesi için
Azerbaycan Uluslararası Operasyon Şirketi ( AIOC ) oluşturulurken, anlaşma petrol
şirketlerinin pay bölgüsünün yanı sıra tüm tekniki , iktisadi meselelerde ayrıntılı biçimde
kapsıyordu. 12 kasım 1994'de Azerbaycan Meclis'inde onaylanarak kanuni hale gelen,
geçerlilik kazanan anlaşma 30 yıl için yabancı petrol şirketlerine ilğili petrol yataklarında
haklar veriyordu. Anlaşma şartlarına göre Azerbaycan bu üç yatakda petrol ve gazda mülkiyet
hukukunu koruyordu.
Konsorsiyum toplam 8 milyar dolar yatırım yapılmasını öngörürken, yabancı ülkelerin
yönetim tecrübesi ve modern teknolojisinden yararlanılması hedefleniyordu. Anlaşma,
yabancı petrol şirketlerine yatırım karşılığı petrol payı hakkı tanıyordu. Petrol yataklarının
28
işletilmesi için kurulan AIOC'nun ilk başkanlığına British Petrolium ( BP ) Azerbaycan
temsilcisi Tery Adams getirildi. Her petrol şirketi yetkilisine 5'er yıllık arayla başkanlık hakkı
tanındı. AIOC Yönetim Kurulu 11 petrol şirtketinin temsilcisi 11'de , Azerbaycan hükümeti
ile SOCAR temsilcisinden oluşturulmuştu. AIOC'nun faaliyet programı , bütçe kontrolü ve
önemli kararları 22 kişilik yönetim kurulu'nun zaman zaman yaptığı mutat toplantılardan
çıkıyordu. Mega Proje'de yüzde 10 payı bulunan SOCAR ile AIOC arasındaki ilişki diğer
yabancı şirketlerinden farksızdı. AIOC'nun görevi, Azeri , Çırag yataklarında ve Güneşli
yatağının derinliklerinde yerleşen bölümünde petrol ve gazın işletilmesinden, petrolün
Azerbaycan ve uluslararası piyasalara ulaştırılmasından ibaret idi. Anlaşma eski Sovyetler
Birliği mekanında, çok uluslu Batılı sermayenini ilk büyük atılımı olması hasebiyle önem
arzediyordu. Üç yatakda tahmini rezervin 540 milyon ton petrol olarak hesaplanması projenin
uluslarası standartlara uygun olduğunu isbat ediyordu.
Kuzey denizinde ve Meksika körfezindeki petrol yataklarına yaptıkları yatırımlar ve
aldıkları başarılı sonuçlarla dikkat çeken petrol şirketlerinin Hazar'daki ilk petrol anlaşmasına
büyük ilgisi, ihtiyaç duyulan yüksek teknoloji, mühendis, ekolojik güvenlik ve yönetim
tecrübesinide bölgeye taşıması gibi etkenler, Mega Proje'nin ününü tüm dünyada duyurdu.
Aliyev, modern Azerbaycan'ın petrolünü, dünya politikasında , bölgesel anlaşmazlıklarda ,
barış için işbiriliği yönünde altın bir anahtar biçimde kullanmaya bu anlaşma ile müthiş,
görkemli bir başlangıç yaptı. Dünyanın süper devletleri, güç merkezleri bir anda dikkatlerini
Azerbaycan'a çevirdi.
Azeri petrol rezervlerine artan ilgiden Azerbaycan'ın çıkarları ve önemli sorunlarının
çözümünde bir koz olarak yararlanmaya çalışan Aliyev'in yoğun diplomatik çabası meyvesini
vermişti. Bu çabalar barış ve istikrar amacına yönelik olması nedeniyle uluslararası
kamuoyundan büyük destek gördü. Bundan sonra Aliyev, uluslararası konsorsiyumların
sayısını kısa zamanda artırmak için girişimlerde bulundu. Petrolün ortak çıkartılması ve
uluslararası piyasalara nakledilmesiyle , Azerbaycan'ın milli ekonomisine büyük katkı
sağlayacağı, refah seviyesini yükselteceği gibi, ülkenin bozulmuş toprak bütünlüğünün eski
haline getirilecek ; uluslararası kamuoyunun çıkarları eksenine oturttukları petrol
Azerbaycan'ı saygıdeğer bir konuma kavuşturacaktı. Aliyev, 20 yıl sonra petrolden ülkesinin
115 milyar dolar gelir elde edeceğini ümit ediyor, refah seviyesi yüksek bir toplum için ise
çok uzağı değil 2005 yılını gösteriyordu.
Dünya'yı idare eden zenginler kulubü G-7 ülkelerine verilen petrol payları, ülkelerinin
Azerbaycan politikasında dikkatli olmalarına yol açacak, ekonomik menfaatler siyasi alanda
Azerbaycan'ın haklı davasında kamuoyunu ortak noktaya getirecekti. Nitekim Ermenistan bu
baskıyı üzerinde hissetmeye başladı. Karabağ ihtilafında köşe sıkıştı. Cumhurbaşkanı Levon
Ter Petrosyan, AGİT tarafından sunulan iki aşamalı planı 10 ekim 1997'de tam kabul
etmişken 8 Şubat 19987e kadar Taşnak Sutyun destekli Robert Koçaryan çetesinin
baskılarına dayanamayarak istifa etmek zorunda kaldı. Koçaryan 27 Mart 1998'de
cumhurbaşkanı seçilir seçilmez, Aliyev'in petrol kartını kullanmaktan vazgeçmesini istedi,
Batılı ülkeleri iki yüzlülükle suçladı.
Uzun zamandır Çin, Japonya ve İsrail'de Azeri petrolüne ilgi gösteriyordu. 1994'de
Aliyev Çin'e resmi bir ziyaret düzenlemiş, Çin parlemanto başkan yardımcısı Bakü'ye
gelmişti. Temmuz 1997'de İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu'da Asya gezisi sırasında
aniden uçağının yönünü Bakü'ye çevirmişti. Netanyahu, Cumhurbaşkanı Aliyev'le Mayıs
1998'de Zagulba'daki bağ evinde geceyarısı bir görüşme gerçekleştirme gereği duydu. Ocak
1998'de Aliyev Japonya'ya ziyaret düzenledi. Burada da ABD'de olduğu gibi, '' petrol şeyhleri
'' gibi görkemli karşılanmış, Japonya ile petrol anlaşması imzalanması törenine katılmıştı. Çin
ve Japonya Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine o cümleden Azerbaycan'a büyük yatırımlar
yapmak için atağa geçerken, iş adamları heyetleri arka arkaya ziyaretler düzenlemeye başladı.
Tarihi İpek yolu üzerinde yer alan Azerbaycan büyük önem kazanmaya başladı. Birleşmiş
29
Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyesi Çin'in Azerbaycan'a ilgisi siyasi dengeler açısından
büyük önem arzediyordu.
Dünyanın en gelişmiş ülkelerinden biri olan Japonya, Azerbaycan petrolüne büyük
yatırımlar yapmak için girişimlerde bulunmaya başladı. Her yıl 400 milyon ton petrol ithal
eden bir damla bile petrol üretmeyen Japonya gibi dev bir sanayiye sahip, enerjiye muhtaç bir
ülkenin Azerbaycan'a ilgisi, şüphesiz bölgesel dengelerde iktisadi çıkarların rol oynadığı
Azerbaycan safında yerini alması anlamına geliyordu. Petrol zengini Azerbaycan Japonya'nın
strajetik müttefiki olmakla, dünya konjonktüründe, şekillenen bölgesel ilişkilerde ağırlığını
artırdı. Amerika'da da petrol şeyhleri gibi karşılanan Aliyev'in Agustos 1997'de ABD'ye
yaptığı ziyaret sırasında imzalanan 10 milyar dolar değerinde 4 petrol anlaşması, dünyanın
dikkatini tekrar Hazar' a çevirdi.
ABD, Çin ve Japonya'ya göre Azeri petrolüne ilgi gösteren İsrail'in siyasi ve iktisadi
maksatları değişik eksenli. İsrail, Arap ülkelerinin petrolünü ithal eden bir ülke. İsrail-Arap
sorunu sayılan Filistin meselesinin çözümlenmesinin daha uzun süreceği, barış
görüşmelerinin hızında ve bunca yıl alınan mesafeden belliydi. Arap ülkeleri nadirde olsa
biraraya geldiklerinde ve Arap zirvelerinde sürekli İsrail'e bir takım yaptırımlar
uygulanmasını gündeme getirmekte, bu durum İsrail yönetimi rahatsız etmekteydi. 1991'de
Azerbaycan'ın bağımsızlığını tanıyan ilk ülkelerden olan İsrail, gelecekte Hazar petrolünün
tüketici olacağının hesabını yapması hasebiyle özellikle Azerbaycan'a olan ilgisini artırdı.
İsrail petrol ihtiyacını dünya pazarından; Arap ülkelerinden, Venuzuella'dan kuzey denizinden
görmekte, transfer ücretleri nedeniyle pahalıya mal olmaktaydı. İsrail'in Bakü büyükelçisi
Arkadi Mil Man, Bakü - Ceyhan petrol boru hattının yapılmasını desteklediklerini şöyle izah
ediyordu: Hayfa ve Aşkolon limanlarımız Ceyhan'a yakın; buradadaki petrol rafinerilerimiz
petrolü yakın olan Ceyhan'dan almak varken niye Latin Amerika, Arap ülkeleri veya
Avrupa'dan ithal etsin.
Petrol hatlarının belirlenmesini pasif, sessiz bir seyirci konumunda izleyen İsrail,
ABD'deki lobileri vasıtasıyla aslında aktif işler görmeye başladı. İsrail, petrol satın almak için
yeni üreticiler arıyordu. Arap ülkeleri petrol satışını durdurduğunda İsrail'in alternatifi
olmalıydı. Diğer tarafdan Azerbaycan'da yaşayan 25 bin Yahudi azınlık serbestçe, en güzel
mevkiilerde hiçbir baskıya maruz kalmadan yaşıyordu. İsrail, Azeri petrolünün ithaline talip
olduğu gibi, Bakü-Ceyhan petrol boru hattının yapımı konusunda da katılımcı olmak
istiyordu. Çünkü bu hattı siyasi müttefikleri ABD ve Türkiye destekliyordu.
Arap ülkeleri ile çevrili olan İsrail Türkiye ile ilişkileri daima sıcak tutmakta,
Azerbaycan'da bölgede partneri olarak görmekte devam ediyordu. İsrail'in Türkiye ve
Azerbaycan'la iktisadi-siyasi ilişkiye girmesinin çeşitli avantajları taraflar açısından
bulunuyor. ABD'de yaşayan 6 milyon Yahudi topluluğu, maddi açıdan hem zengin hemde
Amerikan Kongresinde alınan kararlarda, siyasi bakımdan etkin bir role sahipti. ABD'deki
Taşnak görüşlü Ermeni lobisinin etkisini dengelemek için Yahudi lobisi ile Azerbaycan
ilişkilerini sıcak tutmalı. Azerbaycan cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, Agustos 1997'de
ABD'ye düzenlediği 10 günlük gezi sırasında ABD'deki Yahudi lobisiyle özel görüşmeler
yapmış, Yahudi Kongre üyeleri ile temasa geçmişti. 1992'den beri Azerbaycan'ın ABD'deki
lobicilik çalışmalarını Yahudiler yürütüyordu.
Azerbaycan'ın Moskova Büyükelcisi Ramiz Rızayev ve Washington büyükelçisi Hafiz
Paşayev'in girişimiyle ilk önce 1994'de Türkiye'ninde lobicilik faaliyetlerini üstlenen Genital
Line şirketi ile yıllık 2,5 milyon dolar karşılığında anlaşma yapılmış, ancak bu şirketin
istenilen performansı gösterememesi üzerine 1995'de bu şirket yine Yahudi lobi şirketi Global
ile değiştirildi. ABD Dışişleri Bakan yardımcısı Yahudi Eizen Stutart başta olmak üzere
Beyas Saray ve Washinton yönetiminde üst görevlerde bulunan 50'ye yakın Yahudi diplomat,
Yahudi sermayeli Ammerikan petrol şirketlerinin çıkarları için Azeri tarafında yerlerini
almıştı. Ermeni ve Rum lobisi ise bu konuda Yahudi lobisinin karşısında bulunuyordu.
30
Washıngton'ın resmi Hazar ve petrol politikalarında Yahudi lobisi etkin olması, Azerbaycanİsrail, Türkiye-İsrail ilişkilerinin 1995'den sonra belirgin biçimde üst seviyeye çıkmasında
etikili oluyordu. Ankara'da hükümetler değişiyor, İsrail politikası değişmiyordu. Bakü, ticari
hayatını Yahudi iş adamlarının serencamına vermişti. Haftada beş gün Bakü-Tel Aviv uçak
seferlerinin yüzde yüz doluluk oranı ile yapılması bunun en açık göstergesiydi.
Asıl büyük handikap Rusya'nın, eski Sovyetler Birliği'nin tek varisi olarak kendisini
görmesi ve Azerbaycan başta olmak üzere Türk Cumhuriyettlerini arka bahçesi kabul
ettmesiydi. Okyanusun öbür ucundan ABD'nin Hazar'a müdahelesi Rusya'yı
gıcıklandırıyordu. Soğuk savaş dönemini andıran bu nüfuz savaşı henüz sonuçlanmadı.
Bağımsız ülkeler üzerinde ağırlığını hissetirmeye çalışan Rusya'nın tehlikeli jeopolitik
siyaseti nedeniyle bağımsız çizgi izleyen Azerbaycan sürekli Rusya ile karşı karşıya
kalıyordu. Haydar Aliyev'in '' Azerbaycan'n bağımsızlık yolundan hiç bir güç geri çeviremez '
çizgisine karşın Rusya Azerbaycan'da bağımsızlığını kazandığından beri bir takım oyunlar
tertipleyerek Bakü'yü bu umutdan vazgeçirmeye, diz çöktürmeye çalışıyordu.
Rusya, Tacikistan'da iç savaş çıkartarak 1993'de bu ülkeye barış gücü adı altında Rus
askerini soktuğu gibi Azerbaycan ve Gürcistan'ı da karıştırmak istemiş, ama Azerbaycan
üzerinde oynadığı oyunlar hep fiyasko ile sonuçlanmıştı. Tacikistan'a barış gücü diye soktuğu
askeriyle bu ülkeyi aslında işgali altında bulunduran Rusya'nın Azerbaycan politikaları hep
geri tepmişti. Moskova'nın hesabındaki yanlışlık petrol eksenliydi. Tacikistan'ın petrolü
yoktu, ama Azerbaycan'ın vardı. Azerbaycan ABD için önemliydi, ama Tacikistan o denli
önemli değildi. Moskova, bu nedenle Orta Asya'yı Tacikistan'a konuşlandırdığı 201. Rus
ordusu ile kontrol etmeye çalışırken, Kafkasya'yı Ermenistn'a yerleştirilen resmi 30 bin gayri
resmi 50 bin Rus askeri ile denetimi altında bulundurmayı tercih etmişti.
Petrol hatlarının belirlenmesini pasif, sessiz bir seyirci konumunda izleyen İsrail,
ABD'deki lobileri vasıtasıyla aslında aktif işler görmeye başladı. İsrail, petrol satın almak için
yeni üreticiler arıyordu. Arap ülkeleri petrol satışını durdurduğunda İsrail'in alternatifi
olmalıydı. Diğer tarafdan Azerbaycan'da yaşayan 25 bin Yahudi azınlık serbestçe, en güzel
mevkiilerde hiçbir baskıya maruz kalmadan yaşıyordu. İsrail, Azeri petrolünün ithaline talip
olduğu gibi, Bakü-Ceyhan petrol boru hattının yapımı konusunda da katılımcı olmak
istiyordu. Çünkü bu hattı siyasi müttefikleri ABD ve Türkiye destekliyordu.
Arap ülkeleri ile çevrili olan İsrail Türkiye ile ilişkileri daima sıcak tutmakta,
Azerbaycan'da bölgede partneri olarak görmekte devam ediyordu. İsrail'in Türkiye ve
Azerbaycan'la iktisadi-siyasi ilişkiye girmesinin çeşitli avantajları taraflar açısından
bulunuyor. ABD'de yaşayan 6 milyon Yahudi topluluğu, maddi açıdan hem zengin hemde
Amerikan Kongresinde alınan kararlarda, siyasi bakımdan etkin bir role sahipti. ABD'deki
Taşnak görüşlü Ermeni lobisinin etkisini dengelemek için Yahudi lobisi ile Azerbaycan
ilişkilerini sıcak tutmalı. Azerbaycan cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, Agustos 1997'de
ABD'ye düzenlediği 10 günlük gezi sırasında ABD'deki Yahudi lobisiyle özel görüşmeler
yapmış, Yahudi Kongre üyeleri ile temasa geçmişti. 1992'den beri Azerbaycan'ın ABD'deki
lobicilik çalışmalarını Yahudiler yürütüyordu.
Azerbaycan'ın Moskova Büyükelcisi Ramiz Rızayev ve Washington büyükelçisi Hafiz
Paşayev'in girişimiyle ilk önce 1994'de Türkiye'ninde lobicilik faaliyetlerini üstlenen Genital
Line şirketi ile yıllık 2,5 milyon dolar karşılığında anlaşma yapılmış, ancak bu şirketin
istenilen performansı gösterememesi üzerine 1995'de bu şirket yine Yahudi lobi şirketi Global
ile değiştirildi. ABD Dışişleri Bakan yardımcısı Yahudi Eizen Stutart başta olmak üzere
Beyas Saray ve Washinton yönetiminde üst görevlerde bulunan 50'ye yakın Yahudi diplomat,
Yahudi sermayeli Ammerikan petrol şirketlerinin çıkarları için Azeri tarafında yerlerini
almıştı. Ermeni ve Rum lobisi ise bu konuda Yahudi lobisinin karşısında bulunuyordu.
Washıngton'ın resmi Hazar ve petrol politikalarında Yahudi lobisi etkin olması, Azerbaycanİsrail, Türkiye-İsrail ilişkilerinin 1995'den sonra belirgin biçimde üst seviyeye çıkmasında
31
etikili oluyordu. Ankara'da hükümetler değişiyor, İsrail politikası değişmiyordu. Bakü, ticari
hayatını Yahudi iş adamlarının serencamına vermişti. Haftada beş gün Bakü-Tel Aviv uçak
seferlerinin yüzde yüz doluluk oranı ile yapılması bunun en açık göstergesiydi.
Asıl büyük handikap Rusya'nın, eski Sovyetler Birliği'nin tek varisi olarak kendisini
görmesi ve Azerbaycan başta olmak üzere Türk Cumhuriyettlerini arka bahçesi kabul
ettmesiydi. Okyanusun öbür ucundan ABD'nin Hazar'a müdahelesi Rusya'yı
gıcıklandırıyordu. Soğuk savaş dönemini andıran bu nüfuz savaşı henüz sonuçlanmadı.
Bağımsız ülkeler üzerinde ağırlığını hissetirmeye çalışan Rusya'nın tehlikeli jeopolitik
siyaseti nedeniyle bağımsız çizgi izleyen Azerbaycan sürekli Rusya ile karşı karşıya
kalıyordu. Haydar Aliyev'in '' Azerbaycan'n bağımsızlık yolundan hiç bir güç geri çeviremez '
çizgisine karşın Rusya Azerbaycan'da bağımsızlığını kazandığından beri bir takım oyunlar
tertipleyerek Bakü'yü bu umutdan vazgeçirmeye, diz çöktürmeye çalışıyordu.
Rusya, Tacikistan'da iç savaş çıkartarak 1993'de bu ülkeye barış gücü adı altında Rus
askerini soktuğu gibi Azerbaycan ve Gürcistan'ı da karıştırmak istemiş, ama Azerbaycan
üzerinde oynadığı oyunlar hep fiyasko ile sonuçlanmıştı. Tacikistan'a barış gücü diye soktuğu
askeriyle bu ülkeyi aslında işgali altında bulunduran Rusya'nın Azerbaycan politikaları hep
geri tepmişti. Moskova'nın hesabındaki yanlışlık petrol eksenliydi. Tacikistan'ın petrolü
yoktu, ama Azerbaycan'ın vardı. Azerbaycan ABD için önemliydi, ama Tacikistan o denli
önemli değildi. Moskova, bu nedenle Orta Asya'yı Tacikistan'a konuşlandırdığı 201. Rus
ordusu ile kontrol etmeye çalışırken, Kafkasya'yı Ermenistn'a yerleştirilen resmi 30 bin gayri
resmi 50 bin Rus askeri ile denetimi altında bulundurmayı tercih etmişti.
Azerbaycan, Mega Proje'nin ardından arka arkaya petrol anlaşmaları imzalamak
isteyen yabancı şirketlerin akınına uğradı. Her yılın haziran ayında Bakü'de buluşan dünyanın
petrol ve gaz devleri Hazargaz fuarlarında Hazar petrollerini yakından tanıdı, petrol
kulislerinde bulunmaya başladı. Hazar petrol yatakları üzerinde kurulan 2. büyük
konsorsiyum olan Karabağ projesine Türkiye katılmadı. 10 Kasım 1995'de Bakü'de imzalanan
anlaşma ile Rusya'nın Lukoil petrol şirketi yüzde 32.5 ile en yüksek payı alırken, İtalya'nın
Acip yüzde 30, ABD'nin Penzoil yüzde 30, Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi SOCAR yüzde
7.5 'luk hisseyi aldı. 80-120 milyon ton petrol olduğu tahmin edilen yatağa Karabağ adlı 30
yıl süresince geçerli olmak üzere 1.7 milyar dolar yatırım yapılırken CİPCO adı verilen
konsorsiyum başına üç yıllığına Lukoil başkanı Vahit Elekberov getirildi. Konsorsiyum, 14
Şubat 1996'da Azerbaycan Mecllis'inde onaylanarak hukuki statü kazandı.
Mayıs 1996'da faaliyete başlayan CİPCO'nun başkan yardımcılığına ACİP ve Penzoil
şirketlerinin başkanları getirildi. Bugüne kadar iki sondaj kuyusu kazılan Karabağ yatağında
tam bir petrol şoku yaşandı. Petrol aranırken, gaz bulundu. Petrol rezerlerinin ise 6000 metre
derinde olduğu ortaya çıktı. SOCAR yetkilileri CİPCO yöneticilerinin gösterdikleri yerde
sondaj vurmamalarından kaynaklanan bir sorun olduğunu belirtiyordu. Azerbaycan'da büyük
petrol rezervlerine sahip olduğu tahmin edilen, ancak yapılan keşif çalışmaları sonucu olumlu
netice vermeyen Karabağ, Danyıldızı ve Eşrefi yataklarıyla ilgili projelerin tekrar
canlandırılması 1999'da tekrar gündeme getiriliyordu. Bu tür haberler Hazar petrolüne kan
kaybettiriyordu.
Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi (SOCAR) yetkilileri bölgelerde çalışmalarda
bulunan bazı petrol şirketlerinin, projelerin tekrar hayata geçirilmesi için başvuruda
bulunduğu bildiriyordu. Kanada'nın AEC International şirketininin konuyla ilgili olarak
SOCAR ile temasa geçtiği ve imkanların değerlendirilebilmesi amacıyla görüşme talep ettiği
belirtiliyordu. Keşif çalışmalarının istenilen sonucu vermediği Tanyıldızı ve Eşrefi
yataklarında 150 milyon ton petrol rezervi bulunduğu tahmin ediliyordu. Yataklarla ilgili
projede, SOCAR'ın yüzde 20, Amoco'nun yüzde 30, Unocal 25.5, Itacho yüzde 20, Delta
yüzde 4.5 hisseye sahip bulunuyordu.
Hazar'ın aynı adlı Şahdeniz petrol yataklarında petrolden ziyade doğalgaz çıkartılması
32
amacıyla kurulan Şahdeniz Konsorsiyumu, 3. imzalanan anlaşma oldu. 25 yıl süresince
geçerli olacak Konsorsiyuma İran'ın OİCD şirketinin de katılması nedeniyle Amerikan petrol
şirketleri bu projeye iştirak etmedi. 100 milyon ton petrol, 400 milyar metreküp doğalgaz
bulunduğu tahmin edilen Şahdeniz yatağında SOCAR'ın payı yüzde 10 olmasına karşın, kar
marjinalı yüzde 60 biçiminde yüksek tutuldu. Diğer petrol şirketleri ise elde edilecek karın
yüzde 40'ını bölüşmek zorunda kalacak.İngiltre'nin BP ve Norveç'in Statoil şirketi ortaklığının
yüzde 51 pay aldığı konsorsiyumda, TPOA yüzde 9'luk payı ile en az hisseyi alan şirket oldu.
Konsorsiyum'da Fransa'nın Elf Akiten şirketi, Rusya'nın Lukoil şirketi ve İran'ın OIEC şirketi
ayrı ayrı yüzde 10'ar pay aldı. Şahdeniz yatağında yapılan ilk sondajlar ise TPOA'nın doğru
yataga yatırım yaptığını ortaya koydu.
Hazar'ın Azerbaycan sektöründe yer alan Eşrefi ve Danulduz petrol yatakları üzerinde
kurulan NAOC adlı konsorsiyum, Bakü'de Gülistan sarayında Cumhurbaşkanı Haydar
Aliyev'in katılımıyla 14.Aralık.1996'da imzalandı. Türkiye'nin ve tüm çabalarına rağmen
Rusya'nın giremediği konsorsiyum'da ABD'nin Amoco yüzde 30, Unocal yüzde 25.5,
Japonya'nın Itacho Oil yüzde 20, Suudi Arabistan'ın Delta Nimr şirketi yüzde 4.5 pay alırken,
SOCAR'ın pay oranı yüzde 20 şeklinde gerçekleşti. 30 yıl süresince geçerli olacak, 2 milyar
dolar yatırım yapılacak petrol yataklarında 150 milyon ton petrol olduğu tahmin ediliyordu.
Ocak 1997'de Paris'de imzalanan Lenkeran-Deniz, Talış-Deniz petrol yatakları
üzerindeki konsorsiyum aynı zamanda Bakü dışında imzalanan ilk petrol anlaşması ünvanını
taşıyordu. SOCAR'ın yüzde 25 pay aldığı anlaşmada Cumhurbaşkanı Aliyev bu anlaşma'da
Fransa'nın Elf Akiten Şirketine yüzde 65, Total şirketine yüzde 10 pay vererek, Ermeni'lerin
yakın dostu olan Fransa'yı yanına çekme çabası içine girdi. Çünkü bu tarihde Karabağ
sorunun çözümünde görevlendirilen AGİT MİNSK Grubunda dengeler bozulmaya başlamış
Rus ve ABD'li eşbaşkanı yeterli bulmayan Ermenistan üçüncü eşbaşkanın Fransız olması için
başvuruda bulunmuştu. Paris'de Aliyev Fransız eşbaşkana karşı olduğunu açıklamasına karşın
buna engel olamadı. AGİT dönem başkanı İsviçreli Flavvo Cotti, Fransız temsilci Georgh
Bojye'yi atarken Bakü'ye hiç sormamış, geri adım atılması da imkansızlaşmıştı. Aliyev,
Fransız petrol şirketlerine verdiği paylarla bu zararı nötralize etmeyi umdu.
Ağustos 1997'de Aliyev'in ABD ziyareti sırasında 10 milyar dolar tutarında dört
anlaşma imzalandı. Bu anlaşmalar Azerbaycan'ın petrol politikalarının değiştiğini
gösteriyordu. Çünkü SOCAR artık anlaşmalarda yüzde 50 pay alıyordu. Exxon şirketi ile
imzalanan Nahçıvan yatağı üzerindeki anlaşma'da yüzde 50'şer pay bölüştürülmüştü. 96
milyon ton petrol, 170 milyar metreküp gaz rezervi bulunduğu tahmin ediliyor. SOCAR, 220
milyon ton petrol ve 300 milyar metreküp gaz bulunduğu tahmin edilen Abşeron yatağı
üzerinde anlaşıyordu. 70 milyon ton petrol 50 milyan metreküp gaz bulunan yatakda Mobil'le
anlaşan SOCAR, Amaco ile de İnam yatağı için anlaşma imzalamıştı. İnam yatağındaki
konsorsiyuma ABD'li Arco ve Rus Lukoil'unda katılım girişimleri sonuçsuz kalmıştı.
SOCAR, küçük yataklarda olsa Hazar'daki Zeynelabidin Tağıyev, D-39, D8-9
yatakları üzerinde anlaşmalar imzaladı. Aliyev'in ocak 1998'de Japonya'ya yaptığı ziyaret
sırasında başta Itacho ve Mitschubischi olmak üzere toplam 5 şirketin ortak
konsorsiyumuyla SOCAR arasında Mugan, Ateşgah ve Tava yatakları üzerinde 2 milyar
dolar tutarında anlaşma parafe edildi. Haziran 1998'de Bakü'de Gülistan sarayında üç petrol
anlaşması daha bu kafileye katıldı.
TPAO'nın da yüzde 5 pay aldığı Kurdaşı yatağı üzerindeki konsorsiyumda , SOCAR
yüzde 50, İtalyan Acip yüzde 25, Mitsui Şirketler Grubu yüzde 15 hisse aldı. 2.5 milyar dolar
maliyetindeki yatakda 100 milyon ton petrol çıkartılması planlanıyor. Bakü'ye 150 kilometre
uzaklıkta Salyan kentinde ki karadaki iki yatağa da 1.5 milyar dolar yatarım yapan şirketler
ilk defa denizdeki yataklardan karaya kaymış oldu. GüneyBatı Gobustan'da yer alan 50
milyon ton petrol bulunan yatak üzerinde kurulan konsorsiyumda SOCAR yüzde 20,
Britanya-Kanada şirketi Commonwealth and Gas yüzde 40, ABD'li Union Texas Petrolium
33
yüzde 40 pay aldı. 100 milyon petrol bulunan Kursenki ve 52 milyon ton petrol bulunan
Karabağlı yatağı üzerinde kurulan konsorsiyumda ise SOCAR yüzde 50, ABD'li Fronteira
Recourses yüzde 30, ABD- Suudi Arabistan şirketi Delta- Ness yüzde 20 hisse aldı.
22 Temmuz 1998'de Aliyev'in Londra''ya ziyareti sırasında dört anlaşma daha
imzalanarak Hazar'da ABD-İngiltre dengesi sağlanmış oldu. British Petrolium (BP) ve
İngiliz devlet petrol şirketi State Oil Co ile imzalanan 5 milyon dolarlık yatırım
anlaşmasında Norveç'e ait Statoil şirketi de yüzde 15 pay alırken, SOCAR'ın hissesi yüzde
40 şeklinde gerçekleşti. Ramco ile yüzde 50'şer pay esasına göre SOCAR , en az 5 milyar
varil petrol çıkartma esasına göre yatakların rehabiltasyonu, araştırılması ve geliştirilmesiin
öngören anlaşma imzadı. İnam yatağına yakın bir projede İngiliz şirketi Monument Oil and
Gaz'ın yüzde 12.5, SOCAR'ın yüzde 50 pay alması konusunda anlaşıldı. Ayrıca Morrison
Construction Group'un başkent Bakü'de Hilton oteli ve resmi bir konak evi kompleksi inşa
etmesi kararlaştırıldı.
ABD'li petrol şirketleri Azerbaycan petrol piyasasında paylarını artırarak , Hazar
petrolleri için ana üretim petrol boru hatlarının belirlenmesi arafesinde yetkin bir konuma
geldi. 26 Nisan 1999'da NATO zirvesi nedeniyle ABD'ye giden Azerbaycan Cumhurbaşkanı
Haydar Aliyev, Amerikan petrol şirketlerine yeni petrol payları verdi. Azerbaycan Devlet
Petrol Şirketi ( SOCAR) ile Amerikan petrol devleri Mobil, Exxon ve Moncrief arasında
Capitol'de 27 Nisan'da toplam yatırım maliyeti 10 milyar dolar olan üç ayrı anlaşma
imzalandı. Anlaşmaların imza töreninde Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, ABD Ticaret Bakanı
William Daily, Enerji Bakan yardımcısı John Hlotyer , Senatör Kay Baily Hatcington, Exxon
Genel Müdürü Tery Kunts hazır bulundu.
Cumhurbaşkanı Aliyev burada yaptığı konuşmada, Azeri petrollerine ilginin her geçen
gün arttığını belirtirken, imzalanan çok sayıda anlaşmadan elde edilen petrol için ana üretim
hattına ihtiyaç duyulduğuna dikkat çekti. ABD , Azerbaycan ve Türkiye'nin ana üretim hattı
olarak Bakü-Ceyhan'a destek verdiğini yineleyen Aliyev, Amerikan şirketlerini bu projeye
destek vermeye çağırdı. Amerikan şirketlerinin büyük paylara sahip olarak önemli kararlar
verilmesinde etkin konuma geldiğine işaret eden Aliyev, Bakü-Supsa hattınında artık
açıldığını, Azeri petrolünün uluslararası platforma naklinde sorun yaşanmayacağını kaydetti.
Bu aradan üç anlaşma daha imzalanmıştı. Exxon ile SOCAR arasında Bakü'nün 110 km
güneydoğusu'ndaki "Zafer, Meşal " petrol yataklarının araştırılması, işletilmesi ve üretimi
alanlarını kapsayan " Production Sharing " tipli anlaşma imzalandı. SOCAR'ın payı yüzde 50,
Exxon'un yüzde 30. Geriye kalan yüzde 20'lik payı Fransa'nın Total şirketi almıkştı. " Lerik
Deniz, Savalan " yataklarının işlenmesini kapsayan ikinci proje, SOCAR ile Mobil arasında
imzalandı. Yataklar Hazar'ın güneyinde yer alıyor. SOCAR yüzde 50, Mobil yüzde 30 pay
aldı. Kalan yüzde 20'lik pay için ise müşteri aranıyordu. Aşağı Kür eteklerinde yer alan
üçüncü petrol alanı karada bulunuyordu. Bu anlaşmada Azeri piyasasına ilk defa giren ABD'li
petrol şirketi Moncrief yüzde 64 pay alarak konsorsiyumun önderliğini üstlendi. SOCAR'ın
yüzde 20 pay aldığı konsorsiyumda, ilk defa özel bir Azeri şirketi olan ISR yüzde 16 pay
aldı.
KURT ALİYEV'E TÜRKİYE DARBELERİ VE RUS SUİKASTI
Haydar Aliyev’in Azerbaycan’ın başına geçeceğini Türkiye’de ilk farkeden Fethullah
Gülendi. Zaman Gazetesi Müdürü İlhan İşbilen, Aliyev Nahçıvanda iken onun güvenini
kazanmayı başarmıştı. Aslında herşey bir rüya ile başlamıştı. Uzun süre tesirinden
kurtulamadığınız bir rüya-ı sadıka'yı bir dostunuz, yakınınızdan duymuş veya siz mutlaka
görmüşsünüzdür; bazı rüyalar gerçekleşir. Tarihin canlı şahitleri olan gazeteci ve yazar
takımı, Aliyev’in potansiyelinden habersizken Gülen’in haberdar oluşu gerçekleşen bir
rüyaya dayanıyordu. Gülen, en değerli elemanlarını 17 Şubat 1992'de Nahçıvan'a göndererek
34
bu küçük toprağa özel önem vermişti. 1993'ün soğuk bir kış günü Nahçıvan'da gaz, elektirik
ve yanacağın olmadığı, temel gıda maddelerin bile bulunmadığı için paranızın da fayda
etmediği, sıkıntılı, çileli bir atmosferde görülen rüya tarihi şekillendirecekti. Zaman
gazetesinin Nahçıvan muhabiri Muhammed Üsame Gül, işte bu günlerde hergün teşviki
mesai'de bulunduğu, sık sık biraraya geldiği dönemin Nahçıvan Meclis Başkanı Haydar
Aliyev'i rüyasında gördü.
Rüyasında Aliyev, Meclis binasında ablukada kalmış, kapılar ve pencereler demir
sürgülerle kilitlenmiş olduğu içinde bir türlü sesini soluğunu dışarıya duyuramıyordu. Bu
arada Meclis kapısının önünde beyaz renkli Tofaş Şahin marka Türkiye plakalı bir araba
görüldü. Şoförü Üsame Gül'den başkası değildi. Üsame Aliyev'in Meclis'in penceresinden
dışarıya çıkmasını sağlarken arabasına da bindiriyordu. Ancak Aliyev araba haraket ederken
tam bineceği zaman yere düştü. Araba ikinci defa döndü, Aliyev'i aldı ve ablukayı yardı.
Dünyaya doğru açıldı, önlerinde dünya elipsi bir daire şeklinde dönüyordu. Arabanın
etrafında tur atan dünya'nın masmavi yuvarlak görüntüsü, Aliyev ve Üsame'yi çok etkilemişti.
Rüya, Fethullah Gülen'e te'vil ettirildi. Yorumu gayet ilginçti: Aliyev Azerbaycan'ın
Cumhurbaşkanı olacak, Türkiye ve Zaman gazetesi ve camiası ablukayı yarmasında ona
yardımcı olacaktı. Aliyev Ankara'nında tam desteğini alacaktı. Aliyev'in ilk girişimi başarısız
olacak, ama ikincisinde Azerbaycan'ın başına geçerek, ülkesini petrol kurtlarının dansettiği
arenada yalnız bırakmayacaktı. Rüya ve yorumu Aliyev'e anlatıldığında gülümsedi '' İnşaallah
'' dedi Zaman’ın Nahçıvan temsilcisi Muharrem Menekşe’ye. Rüyayı yorumlayan Gülen
hocayı Aliyev çok merak etmişti. Onunla mutlaka görüşmek feyzinden yararlanmak istiyordu.
Haydar Aliyev 10 Mayıs 1923 tarihinde Nahçıvan'da Ordubat'da, bazı iddialara göre
Ermenistan'ın Sisiyan köyünde dünyaya geldi. Demiryolu işletmesinde çalışan Alirza
(Alirıza) ile İzzet Hanım'ın 4. çocuğu olan Aliyev'in 4 erkek, 3 kızkardeşi vardı. Azerbaycan
Sanayi Enstitüsü'nde sürdürdüğü mimarlık öğrenimini 1941'de, İkinci Dünya Savaşı nedeniyle
yarım bırakan Aliyev, ordudaki görevi sırasında tümgeneralliğe kadar yükseldi, yüksek
öğrenimini ise daha sonra Azerbaycan Devlet Üniversitesi'nin Tarih bölümünü bitirerek,
tamamladı.1944 yılında Nahçıvan KGB'sinin başına geçti. Azerbaycan Devlet Güvenlik
Komitesi (KGB) Başkan Yardımcılığına 1964'de getirilen Haydar Aliyev, 1967'de de bu
kurumun başkanlığına yükseldi. Aliyev'in generallik rütbesini alması ve Azerbaycan
KGB'sinde en üst düzeyde göreve getirilmesi, Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti'nde ilk kez bir
Azeri Türkünün bu görevlere yükselmesi açısından önem taşıyordu. 1967-69 arasında
Azerbaycan KGB başkanı görevini general rütbesiyle yürüttü. Askerlik hayatına Temmuz
1969'da nokta koyan Aliyev, hemen ardından Azerbaycan Komünist Partisi Merkezi Komitesi
Birinci Sekreterliğine seçildi. 1969 yılında Sovyet usulü siyasi hayata başlayan Aliyev,
Azerbaycan Komünist Partisi Birinci Sekreteri seçildi ve bu görevde 1982 yılına kadar
Azerbaycan'ı yönetti. SSCB yöneticisi KGB'den meslektaşı Yuri Andropov ile arası çok iyi
olan Aliyev 1982 yılından 1987'ye kadar SSCB Politbüro üyesi ve Başbakan yardımcısı
görevlerinde bulundu. Aliyev, Sovyetler Birliği tarihinde Politbüro'ya yükselen ilk Müslüman
unvanını kazandı.
1988 yılında Mihail Gorbaçov'un ‘‘Perestroyka‘‘ politikasına ayak uyduramayan
Aliyev tüm üst düzey görevlerini yitirdi. Üç yıl siyasi sahneden silinen Aliyev 1991 tarihinde
ikinci Aliyev dönemini başlattı. 15 Haziran 1993'te Azerbaycan Meclis Başkanı görevine
gelen Aliyev 3 Ekim 1993 seçimleriyle Azerbaycan Devlet Başkanı oldu. Aliyev 11 Ekim
1998’de ikinci dönem Devlet Başkanı seçilmişti.
Ermeniler işgale başlamadan önce Aliyev'i Mart 1992'de Bakü'ye getirme girişimi dönemin
Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov ve işbirlikçilerinin oyunları ve siyasi rakiplerinin '' Aliyev
yaş haddini aştı.65 yaşında, artık bunadı '' bahanesiyle savuşturulmuştu. Aliyev'i istemeyen
Muttalibov, 8 Mayıs 1992'de Şuşa'nın işgalinden sonra çıkan halk isyanı üzerine 15 Mayıs'da
kuşatılan Cumhurbaşkanlığı sarayından Ruslar tarafından helikopterle Rusya'ya kaçırıldı.
35
Aliyev, bunun üzerine Bakü'ye gelmek istemişti ancak Cumhurbaşkanı yetkilerini kullanan
Meclis Başkanı Yakup Memmedov, ölüm tehditi alınca buna izin vermedi. Daha doğrusu
dönemin deli fişeki İskender Hamidov, açıkca Aliyev'in gelmesine oy verecek
milletvekillerinin uzun yaşamayacağını belirterek Aliyev aleyhinde mitingler düzenletti.
Elçibey'i zoraki cumhurbaşkanı seçtiren Hamidov, tam bir kovboydu. 7 Haziran 1992
seçiminin sürpriz ismi, halka ucuz ekmek, iş vaad eden cumhurbaşkanı adayı Nizami
Süleymanovdu; Elçibey, salt çoğunluk barajını zor aşmıştı.
Bu rüyanın görülmesinden üç ay sonra ise Albay Suret Hüseynov'un Gence isyanın
ardından işin altından kalkamayan dönemin Cumhurbaşkanı Ebulfeyz Elçibey Aliyev'i bizzat
15 haziran 1993'de Bakü'ye çağrarak, zoraki Meclis başkanı seçtirmişti. Aliyev, 3 Ekim
1993'de ise halkın yüzde 92'sinin oyunu alarak cumhurbaşkanı seçilmişti. Aliyev, Zaman'ı hiç
unutmadı. Nahçıvan'da köşeye sıkıştırıldığı, evinin bile olmadığı dönemde, kara günlerinde
kendisini hatırlayanlara vefalıydı. Nahçıvanda iken türlü türlü baskılara rağmen kendisiyle
röportaj yapan Litaraturnaya Gazeta'nın muhabiri Elmira Akındov'la, Azatlık radyosunun
muhabiri Elmira Ahmetkızı'na da vefalıydı. O günlerde kendisini yalnız bırakmayan herkese
vefalıydı. Kendisine karşı daha sonra kötülük yapsalarda, o kara günlerde kendisini
hatırlayanları hep affedecekti. Azerbaycan hakikatlarını dünyaya haykırmak için sık sık dış
geziye çıkan Aliyev, ' eski dostlarını ' Zaman ve Samanyolu'nun elemanlarını, iki Elmira 'yı
da hep özel uçağında hep yanına aldı. Bu ayrıcalığı başka kimseye tanımadı.
Aliyev, henüz Nahçıvan'da iken tanıdığı Türk kolejlerine ve onların manevi rehberi,
Azeri tabiriyle '' Aksakalı '' Fethullah Gülen Hocaefendi'ye karşıda vefalıydı. 5-8 Mayıs
1997'de Türkiye'ye gerçekleştirdiği ziyareti sırasında, Fatih üniversitesi'ne üniversitenin ''
fahri doktora '' verdiği törende Fethullah Hocaefendi ile yapacağı özel görüşmede buluşma
heyecanı ile gelen Aliyev, Hocaefendi'nin kalp ,şeker ve yüksek tansiyon rahatsızlığı
nedeniyle asıl maksadına ulaşamadı. Aslında bir gün önce, Yükseliş kolejini satın alma
girişimi nedeniyle Sabah gazetesinin Gülen’i eğitim imperatoru olarak tanımlamas ve 25
milyar dolara hükmettiğini ileri sürmesi Gülen’in bguluşmayı iptal etmesine neden olmuştu.
Ama o yine de vefalıydı. Bakü'ye dönerken, uçağına çıkma arafesinde dönemin Devlet
bakanı Namık Kemal Zeybek ve İstanbul valisi Rıdvan Yenişen'in kulağına ' Fethullah Gülen
Hocaefendi'ye selam söyleyin ' diye fısıldadı. Son sözü bu olmuştu. Aliyev, 26 Aralık 1997'de
kabul ettiği Samanyolu, Zaman ve Azerbaycan'da 9 kolej ve bir üniversite açan Çağ Öğretim
İşletmelerinin temsilcilerini görür-görmez '' eski dostlarım '' hitabıyla selamlıyor, sımsıcak
duygularla ellerini sıkıyordu. Fethullah Hoca'nın mektubu okunduğunda ise vefalı bir dost
gibi, '' Bu samimi duygular basında da yayımlanmalı '' diye sekreterine talimatı oracıkta
veriyordu. Gülen hocadan gelen mektup Azeri medyasının o gün manşetlerine taşınıyordu.
Sekreterin Hocaefendi'ye ' hangi makamın, işin sahibi yazalım ' sorusuna Aliyev'in verdiği
cevap muhteşemdi : '' O , zaten meşhur, tanınmış bir insan.''
Hocaefendi mektubunda, " Kardeş Azerbaycan'ın çok değerli cumhurbaşkanı, çok
muhterem Haydar Aliyev. Herkese belli ki, zat-ı devletleriniz üstün bir devlet hadimi olarak;
bilgi, tecrübe ve kabiliyetlerinizle kardeş Azerbaycan'ın bugünü ve geleceği namına bir ümit
çırağı olmakla, aynı zamanda yaşadığımız bölgenin de geleceği için de ço önemli bir mana
ifade ediyorsunuz. Bu bakımdan Türkiye'den gelip Azerbaycan'da öz kardeşlik görevlerini
yerine getiren, hizmet eden içtimai kurumların temsilcilerine gösterdiğiniz dikkat ve
yardımlarda hakikaten şükrana layıktır. " diyordu. Hocaefendi, Aliyev'in Türkiye ziyaretinde
daha önceden planlanmasına rağmen biraraya gelemeyişlerinin nedeni şöyle izah etti: " Çok
muhterem cumhurbaşkanı ! Türkiye'ye ziyaretiniz sırasında siz Fatih üniversitesine teşrif
ederken şeker, kalp ve yüksek tansiyon gibi ciddi hastalıklar yüzünden hekimlerin tavsiyesi
ile haraket etmeye mecbur olduğum için zat-ı alillerinizle görüşebilmemiştim. Bununla
beraber cismen ne kadar uzak mesafede olsamda kalben özümü her zaman sizin yanınızda
hissediyorum. Kardeş Azerbaycan için mümkün ve zaruri olan herşeyi tamamiyle yerine
36
getirdiğimizi söylüyemiyorum. Lakin içinde hala bundan sonrada uzun yılar kardeş
Azerbaycan'a hizmet göstermeniz arzusu ile rica ederik ki, zat-ı alillerinize derin
hürmetlerimi, cansağlığı ve saadet dileklerimi benden kabul ederseniz."
Aliyev Türkiye ziyareti sırasında Türk kolojelerine açık destek vermiş, Fatih
üniversitesindeki doktora töreninde Fethulluh Gülen'e ismi ile hitap ederek teşekkür etmişti.
Aliyev’e teşekkür etmesi için konuşması sıarsında bir kağıtla mesaj ileten İlhan İşbilendi.
Türk medyasının Gülen acaba takiyye mi yapıyor sorusuna cevap aradığı günlerde Aliyev'den
gelen yanıt tokat gibi yüzlerine inmişti. Aliyev eski bir KGB generalı olması hasebiyle Zaman
ve Türk kolejleri ilk defa açıldığında araştırmasını yaptırmış, güven duygusu pekişmişti.
İktidarı döneminde yaşanacak 3 darbe girişimi sırasında n eredeyse Türkiye hükümetinin
tamamı darbenin içinde olduğu ortaya çıkmasına rağmen, darbeye tek karışmayan grub
Gülencilerdi. Daha sonra Gülen hocadan gelen ona yakın mektubu Aliyev bir devlet
başkanından gelir gibi kabul etmiş ve ona hususi bir yer vermişti. Elçibey döneminde
Cumhurbaşkanı Turgut Özal'dan daha sonra cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'den Aliyev'e
Fethullah Gülen'in Azerbaycan'daki hizmetlerini ve görev yapanlarını tavsiye eden mektuplar,
Gülen'in temsilcileri tarafından getirilmişti. Türkiye'nin en üst düzey yetkilileri Gülen'i
övüyordu. Ancak Aliyev, bunla yetinmemiş Gülen cemaatının faaliyetlerine ilişkin devletin
istihbarat birimleri tarafından rapor hazırlatmıştı. Hepsinden temiz raporu alan Aliyev, Gülen'i
büyük bir ' Aksakal ' olarak kabul ediyordu. İktidarı dönemde Gülen'den gelen 10'a yakın
mektubu, Ahmet Yesevi'den Mevlana'dan gelen ulvi mesaj gibi dinledi.
Hasan Tok adında bir Türk vatandaşı 1993'te kendisine suikast düzenlerken, 17 Mart
1995 darbesinde Türk vatandaşlarının eli darbe girişiminde olduğu bilinmesine rağmen
Aliyev, '' Türkü Türk'den '' seçmesini biliyordu. Bu nedenle Aliyev, en yakın aile fertleriyle
beraberken duyduğu rahatlık içinde, bu ' emin ' insanları kabul ederken , hiç adet edinmediği
bir biçimde korumalarını dışarı çıkarıyor öz ailesiyle, bu güvenilir insanları denk tutuyordu.
Öyleki aile fotoğraflarını Zaman muhabiri çekiyor, özel hayatına ilişkin en mahrem
görüntüleri Samanyolu kameranı alıyordu. Ülkesinin ve insanların zarar değil fayda göreceği
bu insanların getireceği hayırsever işlere ve yeni sunulan projelerin tamamına da Aliyev bu
nedenle hiç düşünmeden ' Evet ' demişti. Aliyev bu tavırlarıyla, ' bu değirmenin suyu nereden
geliyor, acaba takiyye mi yapıyorlar, rejimi yıkarlar mı? ' sorularını irdeleyen Türk
kamuoyunun her kesimine de gönderme yapmıştı. Ömrünü sadece milletinin değil, insanlığın
selametine adıyan Anadolu'nun bağrından çıkmış Hocaların Hocası ve Alperenlerine, menbası
tertemiz hayırseverlerin kazançlarından maliyeleşen bu ' Kutsi harakete ' Aliyev, vefasını
göstermişti. O, bazılara göre azılı, iflah olmaz bir Komünist idi. Kimilerine göre halkını ezen
bir diktatördü; ülkede bir hanedanlık sistemi ve rüşvet çarkı kurmuştu. Aliyev tüm bu
sıfatlandırmalara karşın Gülen Camiasının siyasetden uzak faydalı girişimlerini alkışlıyordu.
Bu kutsi topluluk Azeri petrolünün peşinde değildi. Azerbaycan'ın gerçek madeni olan
gençlerine yatırım yapıyordu.
Aliyev, darbe olaylarına doğrudan karışan MİT yüzünden iki ülke arasındaki
ilişkilerinin bozulma noktasına geldiği anda bunu Demirel ile olan diyaloğunun bunu
engellediği savunuluyordu. Oysa gerçek neden Aliyev’in Gülenle tanıdığı Türk insanına
saygısıydı. Bu arada Türk okullarına, Türk iş adamlarına, ögrencilerine sınırlamalar getiren
Özbek lider İslam Kerimov, Türkiye'deki öğrencilerini bile kendisine yönelik muhalefet
hazırlandığı gerekçesiyle çekmişti. Erk Partisi lideri Muhammed Salih'e Ankara'nın verdiği
zımmı destek bir bahaneden ibaretti. Kerimov'un, ülkesinde en ufak farklı bir harakete bile
tahammülü yoktu. Onun rejimi Özbek komünizmi idi. Demirel ve Gülen Aliyev'den
Özbekistan'la ilişkilerin düzeltilmesi için arabuluculuk yapmasını istemişti. Aliyev, sorunlara
ilişkin devreye girilmesi kendisine önerildiğinde iyi tanıdığı Kerimov için " Ne yapalım aksi,
huysuz bir adam." diyordu. Özel bir sohbetde Aliyev, Gülen’in gönderdiği güvendiği Türk iş
adamlarına, " Orayıda Azerbaycan'daki darbe olayı gibi MİT karıştırdı. ( Eski MİT'çi Enver
37
Altaylı'nın girişimi ) Ben fazla kafaya takmadım, iki halkı düşündüm, ama Kerimov benim
gibi değil " tesbitlerinde bulunuyordu.
BAŞARISIZLIĞA MAHKUM TÜRK DARBESİ!
17 Mart 1995'de OMON timi başkanı Rovşen Cevadov'un Cumhurbaşkanı Aliyev'e
karşı düzenlediği darbe girişimine Türkiye'nin, MİT'in adı karıştı. 3 Kasım 1996'da Türkiye'yi
sarsan Susurluk kamyonu, daha önce Azerbaycan'da çok çamlar devirmişti. Darbe girişimini
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in İslamabad gezisi sırasında Aliyev'e Kopenhag'da iken
telefonla arayarak bildirmesi skandalın boyutlarını birazcık hafifletse de Türkiye'nin
Azerbaycan'ın iç işlerine karıştığı gerçeği ortaya çıktı. Aliyev, Danimarka gezisini yarıda
keserek hemen Bakü'ye döndü. Durum çok vahimdi ülke yeni bir iç savaşa sürükleniyordu.
Aliyev'in kimseye güveni kalmamıştı. Nahçıvan'dan kendisine bağlı özel birlikleri uçakla
hemen getirtti. Ülkenin polisi isyancı Cevadov'un tarafında gözüküyordu, ordudada güvenilir
olmayan güçler her an ters dönebilirdi. Aliyev, kanlı bastırılan darbe girişimi sırasında darbeci
Rovşen Cevadovla aralarında irtibatı sağlayan T.C. Bakü Büyükelçisi Altan Karamanoğlu'nun
görevden alınması isteğini Cumhurbaşkanı Demirel'e ileterek buna muvaffak oldu. Azeri
kamuoyunda Türkiye'nin adı artık darbeci ülke olarak geçmeye başladı. Darbe girişimi
tamamen yabancı istihbaratlar savaşı şeklinde cereyan ediyordu. Temel sebebi petroldü.
Türkiye bu duruma nasıl düşmüştü? Bir Türk diplomatının kardeş bir ülkede darbecilere
destekle suçlanması ağır bir ithamdı. Aliyev, darbeden bir yıl önce Türk Büyükelçiliğini
izlemeye almıştı. Büyükelçi Karamanoğlu, güven mektubunu ilk sunan büyükelçi olması
nedeniyle aynı zamanda Bakü'deki büyükelçilerin duayeniydi. Olağanüstü durumlarda tüm
büyükelçilerin adına konuşma yetkisine sahipti. Yönetim kadrolarında büyük bir prestij
yakalamıştı, halk tarafından da çok seviliyordu. Özellikle Elçibey'in devrilmesinin ardından
Ankara'nın ve Bakü'deki temsilcisinin yaptığı her haraket Aliyev'in verdiği talimat
doğrultusunda Azeri istihbarat birimlerini tarafından adım adım takip ediliyordu. Darbecilerin
arkasındaki gerçek isimler MİT’de yıllardır onları besleyen Kaşif Kozinoğlu ve Levent
Bektaş idi. Tam bir karakutu olan Kaşifoğlu, eski mafya babası Alaaddin Çakıcı ile derin
devlet arasında irtibatı sağlayan ve Susurluk davasının bertaraf edilmesi için hakimlere şantaj
yapan isimdi. Türkbank skandalında da kilit isimdi. O dönemde yakayı sıyırmayı başardı.
Hepsinin güvendiği dağdı.
Darbeden bir yıl önce 1994 yılı ortalarında Bakü'den kaçan iki Azeri rejim muhalifi,
Ankara'da hükümet yetkilileriyle temasa geçip Azerbaycan'da Aliyev'e karşı darbe yapmak
istediklerini bildiriyorlardı. Başbakanlık Danışmanları Yasin Aslan, asker kökenli Kamil
Yüceoral ve Acar Okan yardımıyla Ankara'da bir kamu kuruluşu misafirhanesine yerleştirilen
Fehmin ve Ali isimli Azeriler, Rusların kontrolündeki Ayaz Muttalibov'u da aralarına alıp
darbe yapacaklarını, Nahçıvan'da sürgünde bulunan Elçibey'i ülkenin başına getireceklerini
söylüyorlardı. Fehmin adındaki Azeri Albay, Elçibey döneminde İçişleri Bakanlığı
kuvvetlerinin komutanı olduğunu ifade ediyordu. Ali isimli Azeri ise sürekli Avrupa ve
ABD'ye giderek buralarda hükümet ve gizli servis yetkilileriyle görüştüğünü ileri sürüyordu.
Türkiye'den para ve silah yardımı isteniyordu. Ali'de Fehmin gibi sürekli Türkiye'de(
Alanya'da Türk Federasyonu eski Başkanı Fahri Yiğit'in himayesinde) yaşıyordu. Azeri
darbeciler hazırladıkları bir raporu Başbakan Tansu Çiller'e de verdiklerini iddia ediyorlardı.
30-40 sayfayık raporda darbe planı ayrıntılarıyla yer alıyordu. Çiller ayrıldıktan sonra bu
rapordan başka yetkililerinde haberi olacaktı.
DYP milletvekili Ayvaz Gökdemir ile ilişki içinde olan darbeciler, Çilller'inde
bulunduğu bir yemekte darbe planlarını konuşmuşlardı. Hükümet ve çevresinin bu ilişkisi
devlet yetikilerinden saklanıyordu. Çiller, Aliyev'in telefonuna çıkmıyordu. Durumu Aliyev
Demirel'e bildirince Demirel Çiller'i uyarmıştı. " Demirel'in sırlarına vakıf olan gazeteci
38
Hulusi Turgut böyle yazıyordu.: Aynı tarihe ilişkin MİT raporları, Çiller'e bağlı olarak çalışan
" Susurluk ekibinin" darbe girişimine üç ay kala Cevadov'un özel birliklerini eğitmek üzere
Azerbaycan'a gittiğini kanıtladı. Raporda yer almayan bu satırların yazarının tesbit ettiği bir
gerçek ise Uğur Mumcu'yu öldürmekten yargılanan MİT'in kullandığı tetikçilerden Abdullah
Argun Çetin'inde bu eğitim ekibinden olduğuydu. Çetin, bu gerçeği Zaman'ın Ankara
bürosunda yaptığımız, ancak yayınlanmayan röportajında söylemişti. Çetin, Yeşil gibi derin
devletin bir tetikçisiydi, ancak asker kökenli olmaması itibarıyla daha çok Çatlı'ya
benziyordu. Argun Çetin, Gence ve Kazak kamplarında OMON timi elemanlarını eğitmişti.
Uyuşturucu trafiğinin bölge sorumlusu olan Cevadovlarla Çatlı ekibinin birlikteliği Karabağ
savaşı nedeniyle başlamış, uyuşturucu ticaretiyle sürmüştü. Azerbaycan'a giden Türk eğitmen
kadro içinde o tarihte Emniyet Genel Müdürlüğü'nde danışman olarak çalışan Korkut Eken,
adı Ömer Lütfi Topal cinayetine karışan ve İstanbul DGM'deki davada sanık olarak
yargılanan Ayhan Çarkın'da vardı. Ekibin başı Abdullah Çatlı'ydı. Susurluk ekibinin darbe
hareketinden tam üç ay önce 12 Aralık 1994 tarihinde Türkiye'den Bakü'ye giriş yaptığını
Azeri istihbaratı daha sonraki araştırmalarında belirlemişti. Yeşil pasaportlu olan bu ekip
vizesiz ülkeye girmişti. Eğitim çalışmalarında kullanılmak üzere yüklü miktarda silah ve
cephaneninde sokulduğu biliniyordu. Silahlar, başbakanlık örtülü ödeneğinden sağlanan para
ile alınmıştı.
Hizbullah operasyonu sırasında ortaya çıkan kayıp silahlan muammasını bir ucu
Azerbaycan'a dayanıyordu. Batman'da ortaya çıkan kayıp silahlar devlet tarafından alınmıştı.
Tansu Çiller'in maliyetini örtülü ödenekten karşıladığı ileri sürülen bu silahlar darbe sırasında
kullanılacaktı. Çiller'in ' açıklarsam bazı ülkelerle ilişkilerimiz bozulur ' dediği örtülü ödenek
harcaması buydu. Ekip bir süre Azerbaycan'da kaldı ve 60 kişilik özel bir birliği eğitti.
Eğitmenler grubunun darbe girişiminden önce döndüğü, darbe sırasında Azerbaycan'da
olmadıkları Azeri istihbarat raporlarında belirlendi. Bu grubun Azerbaycan'a gidişinden bir
süre sonra o tarihte Özel Haraket Daire Başkanı olan İbrahim Şahin'inde Cevadov'un özel
davetlisi olarak Bakü'de temaslarda bulunduğu belirleyen Azeri güvenlik birimleri, bu
görüşmelerin dökümanlarını birer birer ifşa edecekti.
Darbe öncesi Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı makam odası, 9 Mart günü ilginç bir
tasallut girişimine sahne oluyordu. Türk Büyükelçi Altan Karamanoğlu, Azerbaycan'ın bir
sosyal bir patlama noktasına geldiğine inanıyordu. Karamanoğlu'nun yanında müsteşarı Vural
Güven, MİT temsilcisi Ertuğrul Güven ve Türk askeri ateşesi Tuğgeneral Engin Alan'da
vardı. ( Başarısızlığı uğrayan darbe olayından sonra Türkiye'ye tayin edildi. Rütbesi
koreneralleğe yükseldi. Özel Haraketler Komutanlığına getirildi. 15 Şubat 1999'da PKK
elebaşı Abdullah Öcalan'ı Kenya'dan Türkiye'e getiren özel tim operasyonunu bizzat yönetti )
Karamanoğlu'nun ülkedeki hakimiyeti Aliyev'in hiç hoşuna gitmiyordu. Aliyev ile
Karamanoğlu arasında şu diyalog geçti :
--- Size darbe hazırlanıyor, bunu önlemek için Rovşen Cevadov'un sırtını okşayın ,konuşun,
sohbet edin, hoş tutun, bazı rahatsızlıkkları var. İtimat etsin size.
--- Biz ona saygı gösterdik, biraz fazla da taviz verdik. Neden rahatsız? Benim yanıma gelsin.
--- Tamam, onu kabul edin.
--- Tamam, kabul edeyim.
--- Benden ne istiyor?
--- Onu anlamanızı ve İçişleri bakanı yapmanızı istiyor?
--- İçişleri Bakan yardımcılığı az şey midir? Bu ona niye yetmiyor, neyin iddiasındadır?
--- Onu dinlemenizi arzu ediyor?
--- Ben devlet başkanıyım, ülkemde kimin bakan olacağına ben karar veririm.
--- Halktan biraz koptunuz.; halk ekonomik sorunlar yaşıyor, bu nedenle karşı tarafa geçebilir.
Bu atmosferde devam eden görüşme sona ermişti. Aliyev çok kızmıştı. Ülkesinin iç
39
işlerine bir Türk diplomatın bu denli karışmasını içine sindirememişti. Ama halen ülkenin
iplerini tamamen eline geçirememişti. Bu nedenle ' köprüyü geçene kadar ayıya dayı
'diyeceksin politikasını izliyordu. Türkiye kardeş ülkeydi, ama bakanlarını belirleyemezdi.
Karamanoğlu, Cevadov'un bu makamı Hüseynov olayında gösterdiği sadakat nedeniyle hak
ettiğini savunuyordu. Bu defa durum dahada vahimdi. Ancak Cevadov tayin edilen vakitte
kabule gelmeyince Karamanoğlu yeniden telefonla Aliyev'i arayarak tasullutda bulunuyordu.
Cevadov tam bir bunalım geçiriyordu. Karamanoğlu onu ikna ediyordu; ancak kardeşi Mahir
Cevadov onu fikrinden caydırıyordu. Aliyev, 9 Mart saat 16: 00'u kabul için vakit tayin
etmişti. Çünkü ertesi gün Kopenhag'a gidiyordu. Ancak yine Cevadov gelmemişti. Aliyev çok
kızmıştı. Ülkenin İçişleri bakan yardımcısı devlet başkanını takmıyordu.
Altan Karamanoğlu, Ankara'ya özel kripto ile darbe hazırlığını, içinde yer alanları
isimleri ile bildiriyordu. Dışişleri Müsteşarı Özdem Sanberk'de durumu cumhurbaşkanı
Demirel'e iletiyordu. Dışişleri Bakanı Murat Karayalçın, darbe olayında Ferman Demirkol'un
karışıp karışmayacağını Karamanoğlu'na telefonla arayarak sordu. O sırada ABD
gezisindeydi. Karamanoğlu açıkça, ' Demirkol geldi. Aliyev'i düşürüyorlar, ihtilal yapıyorlar.
Biz Türkiye olarak ne taraftayız. Darbe ile ilişkimiz var mı? diye sordu. İş pişkinliğe
vurulmuştu. Aliyev'in karşısında darbe hazırlayan Demirkol, elbette ne tarafda durduğunu iyi
biliyordu.
Karayalçın, Türkiye'nin darbeye karşı olduğunu Aliyev'in desteklenmesi talimatını
verdi. ABD'den dönerken Karayalçın 1 Mart 1995'de Brüksel'deki Türk büyükelçiliğinden
dört maddelik bir telgraf mesajı geçti. Elçibey'in korunması ile ilgili gerekli önlemler
alınacak, darbenin önlenmesi için gerekli işlemler yapılacak, darbecileri Türkiye'nin meşru
hükümetin yanında olduğu bildirilecekti. Aliyev'e durum derhal iletilerek Türk hükümetinin
yanında olduğu anlatılacaktı. Demirel, bu tarihten 12 gün sonra Aliyev'i Kopenhag gezisinde
yakalayarak durumu anlatmış, Pakistan'da yapılacak ECO zirvesine katılmadan ülkesine
dönmesini rica etmişti. Demirel neden bu kadar beklemişti? Rus istihbaratı durumu öğrenmiş,
durumu Aliyev'e bildirmişti. Demirel'e sadece Aliyev’in bildiği darbe girişimini bildirerek
Türkiye'nin onurunu kurtarmak kalmıştı.
Mart'ın 13'ünde gece yarısı benzin, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı yapan OMON
timinin Kazak şubesi ordu birlikklerine hücum ederek 5 adet zırhlı aracı ele geçiriyor ve
komşu Agstava kentinin yerli yöneticilerini devirmekle darbe girişimini resmen başlatıyordu.
13 mahkum serbest bırakılmış, 600 kalaşnikof isyancı grubun eline geçmişti; devlet otoritesi
yerlebir olmuştu. Bu timin başında sorumluluk sahibi olarak İçişleri Bakan Yardımcısı
Rovşen Cevadov bulunuyordu. 1992'den itibaren ülkede asayiş ve bilumum kanundışı işler
onlardan sorulur olmuştu.
Ancak yasadışı güçlere hükmeden ve kaçakçılık yaptıran asıl kişi kardeşi Mahir
Cevadovdu. Bakü'nün Hatai ilçesinin eski savcısı olan Mahir Cevadov, bir nevi Azeri
mafyasınnın lideri konumundaydı. Halkın sempatisini kazanmış Karabağ kahramanı Roşven
Cevadov'un yiğitliğini kullanıyor; kirli işlerine onuda alet ediyordu. Ekim 1994'te yapılan
soruşturma sonucu foyası ortaya çıkmış görevinden azledilmişti. Ama kirli işleri
bırakmamıştı. Üstelik kendisini 25 kişilik OMON timi sürekli koruyordu. Azerbaycan İçişleri
Bakanı Ramil Usubov'un bile 2 koruması varken Mahir Cevadov devlet başkanları gibi
korunuyordu. İşin garip tarafı Türk Büyükelçi Altan Karamanoğlu, sokaktaki çocuğun bile
bildiği bu durumdan sanki habersizdi.Veya bir takım güçler tarafından yanlış
yönlendiriliyordu. Daha sonra yapılacak araştırmalar Türk derin devletinin sakinlerini,
Susurluk hortlaklarını adres olarak gösterecekti. Ancak sır devlet sırrıydı. Üstü örtülecek,
sorumsuz sorumlular cezalandırılmayacak aksine mükafatlandırılacaktı!
Kazak'tan başlayan isyanı durdurmak için Rovşen Cevadov'un görevlendirilmesi
sanırım darbe sürecinin en ilginç kararıydı. Azerbaycan İçişleri Bakan yardımcısı Zahid
Dünyamaliyev ve Savunma Bakanlığı'ndan İsa Sadıkovda görevlendirilenler arasındaydı.
40
Ülkenin lideri yurt dışındaydı. İslamabad'da bulunan Cummhurbaşkanı Süleyman Demirel'in
Kopenhag'da bulunan Aliyev'i 13 martda telefonnla arayarak komployu haber vermesi herşeyi
birden bire değiştiriyordu. Aliyev ziyaretini yarıda keserek hemen Bakü'ye dönmüştü.
Aliyev'in bilmediğini Demirel nereden biliyordu? Yoksa Aliyev biliyordu da, oyun mu
oynuyordu?
Ortada çok komik ve acınaklı bir durum vardı. Eski KGB patronu kendisine yönelik
darbeyi komşu ülkenin devlet başkanından mı öğrenmeliydi? Bu arada isyancı grup, 14
Mart'ta işi büyüterek Gence ve Tovuz'daki askeri birliklerede baskın düzenlemişti. Ülkenin
darbeler tarihinde Gence'nin özel bir yeri vardı. Tüm isyan ve ayaklanmaların start aldığı
mekan Genceydi. 1918'de Mehmet Emin Resulzade, Bakü yönetimine Gence'de başkaldırmış
doğunun ilk demokratik halk cumhuriyettini burada ilan etmişti. 5 Haziran 1993'de Elçibey'e
karşı ayaklanan Suret Hüseynov'un menzilide Gence'ydi. Ancak isyancıların baskını geri
tepmişti bu defa. Baskıncılar ateşe ateşle karşılık verilince silahlarını gerilerinde bırakarak
kaçmak zorunda kalmıştı.
Gencede incelemede bulunan Cevadov daha sonra Agstava ve Kazak OMON
karargahınna giderek isyanın gerekçelerini dinlemiş, oldukça öfkelenmişti. Aliyev, güçlerini
sarsmak, gelir damarlarını kesmek istiyordu. Bu hırsla Kazak'tan Bakü'ye dönen Rovşen
Cevadov, ne yapacağını şaşırmıştı. Meclis yakınlarında Baş Koruma İdaresi'nin başkanı
Fahreddin Guliyev ve iki arkadaşının OMON elemanları tarafından yaralanması bardağı
taşıran son damla olmuştu. İçişleri Bakanı Ramil Usubov verdiği bir emirle OMON'ın kanuna
aykırı davrandığı gerekcesiyle lagvedildiğini, Rovşen Cevadov'un ise görevden alındığını
açıklıyordu.Daha Mart'ın başında Nizami ilçesi polis karakolunu ele geçiren OMON birlikleri,
iki polis memurunu da yaralamıştı. Bu arada Mahir Cevadov'un yakalanması için emir
çıkartılmış, evi sarılmıştı. Evi koruyan 40 OMON elemanı polisle çatışmaya giriyor 8 kişi
yaralanıyordu. Mahir Cevadov kendini koruyanlarla geri çekilirken kardeşi Rovşen Cevadov
artı resmen darbe yaptıklarını cümle aleme duyuruyordu. Cevadov, kardeşinin oyununa
gelmiş gerçek bşr Karabağ kahramanıydı. En büyük hatası Türkiye'ye fazla güvenmesiydi.
Aliyev’in hemen ülkesine dönmesi Aliyev'i havalimanında uçak yere inerken
öldürmek isteyen darbecilerin planını bozmuştu. Daha doğrusu halkı darbede Aliyev’in
öldürüleceğine inandırmak için bu hikaye sonradan uydurulmuştu. Aliyev hemen
televizyonun karşına çıktı. 15 Mart'da televizyondan halka seslenen Aliyev, Cevadovlara
içeriden ve dışarıdan destek verenleri Azerbaycan'ı dağıtmaktan, kan döktürmekten
vazgeçmeye çağırıyordu. Aliyev'i ilk arayan Türk Büyükelçi Karamanoğlu idi. Cevadov ile
Aliyev arasında arabulucuk yapmak istiyordu. Hüseynov darbesinde ( !) Cevadov ile
Aliyev'in arasını bulan yine Karamanoğlu olmuştu. Aliyev, Cevadov üzerinde
Karamanoğlu'nun büyük etkisi olduğunu biliyordu. Zaten Türk Dışişleri bu önemli görevi
yine Karamanoğlu'na vermişti.
Aliyev, Cevadov'un ne istediğini öğrenmek için huzuruna kabul etti. Önceleri
Aliyev'in istifasını isteyen Cevadov sonra tavrını değiştirmiş Aliyev'den gücünün tanınmasını,
yani makam istiyordu. Aliyev, bu istenileni yaparsa otoriteyi kaybedeceğini belirterek, taviz
vermeye yanaşmıyor, bir yandan da Cumhurbaşkanı Demirel'le telefon mesaisini
sürdürüyordu. Aliyev, Cevadov'un defterinin dürülmesi vaktinin geldiğini de anlamıştı.
Ankara Türk milliyetçiliği ile tanınan Cevadov'u Elçibey'i geri getirmek için mi istiyordu? Bu
şüphe Aliyev'in beynini kemiriyordu. Oysa Ankara, tam tersine ülkeye yine Moskova yanlısı
Hüseynov ve Muttalibov'un getirilmesinden endişe ediyordu. Bu nedenle Cevadov'u kilit
adam olarak görüyordu.
Demirel- Karamanoğlu, Aliyev-Demirel görüşmelerine Tansu Çiller- Aliyev, Dışişleri
Bakanı Murat Karayalçın - Karamanoğlu görüşmeleri de ekleniyordu. Amerikan ve İngiliz
büyükelçileri Karamanoğlu vasıtasıyla tavırlarını Aliyev'e ulaştırıyor; taraf olmak
istemiyorlardı. Aliyev, isyancıların kayıtsız şartsız teslim olmaları için yaptığı çağrıyı
41
televizyondan yinelerken, Nahçıvan'dan kendisine bağlı özel timi operasyon için getiriyordu.
Karamanoğlu-Aliyev görüşmeleri artık telefonla yapılıyordu. Aliyev, isyancıların beyaz
bayrak sallayarak çıkmaları isteğinin Cevadov'a ulaşmasını talep ediyordu. Darbecilerin
telefonları kesilmişti, tek bağlantıyı Karamanoğlu kurabiliyordu! Bir sonraki telefon
görüşmesinde Aliyev Karamanoğlu'na nasıl oluyor da Cevadov'la irtibat kurabildiklerini
soruyordu. Cevadov'u destekleyen Türkiye, ona uydu telefonu vermişti. Aliyev bu noktada da
otoritesini kaybetmiş, bir zavallı durumuna düşürülmüştü. Türkiye Aliyev'i koruyor muydu,
yoksa darbeyi düzenleyen dolaylı olarak Türkiye miydi? Aliyev bunu anlamaya çalışıyordu.
OMON elemanlarını silahlarını bırakıp teslim olmaları halinde af edileceklerini belirten
Aliyev, 16 Mart'da bu vaatlerini yazılı hale getiriyordu. OMON komutanlarından Şahmuradov
ve yardımcısı Ceferov'u kabul eden Aliyev, darbecileri ikna edemiyordu. Darbeciler ülkede
tek gücün kendileri olduğunu vurguluyor ve ülkeyi yönetmek için Siyasi Konsey kurulmasını
öneriyorlardı.
Karamanoğlu'ya kızan Aliyev televizyon konuşmasında Türkiye'yi de yoğun biçimde
eleştiriyordu. Büyükelçinin Cevadovla uydudan görüşerek arabuluculuk yaptığını Aliyev,
televizyondam açıklayarak darbede Türkiye’nin eli olduğunu resmen ima etti. Aliyev'e göre
Ankara kendisini istemiyordu. Aliyev bu ikilem karşısında Türkiye'yi de yerin dibine vurmayı
ihmal etmiyordu. Halkın etrafında toplanmasını isterken kullandığı argüman, ' Türkiye bile
beni sattı ' idi. Aynı gün Cevadov kardeşlerin babası Bahtiyar Cevadov'un mektubu
televizyondan okununca işin rengi ortaya çıkıyordu. Baba Cevadov, Rovşen Cevadov'a, "
Ferman beyleri, Tevfik beyleri dinleme. Onların şahsi çıkarlarına uyma. Silahını bırak devlete
tabi ol. " diyordu.
Mektupda belirtilen bu Tevfik beyin eski Dışişleri Bakanı Tevfik Kasımov olduğu aşikardı.
Peki bu Ferman bey kimdi? Ferman Demirkol'un Türk vatandaşı olduğunu bilmeyenler o gün
öğrenecekti. Aliyev'in Cevadovlara destek veren dış güçler dediği ülkelerden biri Türkiye idi.
Diğeri ise Rusya. Ayaz Muttalibov'un Azerbaycan'da henüz kesilemeyen ekonomik kolları
darbeyi besliyordu. Rahim Gaziyev ve Suret Hüseynov'un silah ve uyuşturucu parası
darbecilere güç sunuyordu. Rus istihbaratı elini ateşe sokmayarak maşa kullanıyordu. Aliyev
rejimini kendi muhalif vatandaşlarıyla devirme yolunu tercih ediyordu. Nitekim bu durum
daha sonra OMON'cuların verdiği ifadelerde ortaya çıkacaktı.
Anlaşılamayan Türkiye nasıl olurda kardeş ülkede kardeş kanı döktürürdü? Türk
istiharatı MİT ve Rus istihbaratı aynı politika ve darbe çevresinde nasıl yuvalanırdı? Aliyev,
bunu çözemiyordu. Aliyev sık sık televizyona çıkarak halkı bilgilendiriyor, destek istiyordu.
Aliyev televizyon konuşmalarında Türk büyükelçisi ile yaptığı telefon konuşmalarına
değiniyor, Türkiye'nin darbedeki rolünü ima ediyordu. Sanki Azerbaycan cumhurbaşkanlığı
ile Türk büyükelçiliği arasında sürekli telefon irtibatı kurulmuştu. Bir telefon bağlantısıda
Türk Büyükelçiliği ile isyancı Cevadov arasında işliyordu. Aliyev isyancı Cevadovla direk
irtibat kuramıyor, bunu Karamanoğlu sağlıyordu.
Rovşen Cevadov'un talimatı ile hareket eden OMON timi planlarını hayata geçirmek
için dört parçaya bölünmüştü. Bu güçler, Azerbaycan Cummhurbaşkanlığını ele geçirerek
Aliyev'i hapis etmekle görevlendirilmişti. Bir grup Meclis'i ele geçirerecek bir grup İçişleri
Bakanlığı'nı, diğer grupta devlet televizyonunu tutarak halka açıklama yapacaktı. 20 kişiden
oluşan OMON timleri evlerin çatısına çıkarak Rovşen Cevadov'un bulunduğu karakolu
koruyordu. Darbecilerin teslim olmayacağı açığa çıkmıştı. OMON'cular, 17 Mart'ın gece
yarısı Saat 2 :00'de ilk ateşi açan taraf oldu. 4 asker ölmüş 5 kişide yaralanmıştı. Saat 4
sularında ateşe gelen emir üzerine başlayan hükümet güçleri sabah 9 00'da karakoldan beyaz
bayrak sallandırılması nedeniyle ateşi durduruyordu. Ancak daha sonra barış için gelen iki
askeri OMON'cuların öldürmesi sinirleri iyice germişti.
Rövşan Cevadov teslim olamayınca Azerbaycan'da tekrar kardeş kanı döküldü.
Olayları yakından izleyen benimde can güvenliğim kalmamıştı. Yanımda duran Rus gazeteci
42
bir kaza kurşununa kurban giderek mevta olurken, elimdeki fotoğraf makinesinin
deklanşörüne halen basmam herhalde mesleki bir refleks idi. Bir yandan ölen gazetecinin
fotoğraflarını çekerken, bir gözümde Cevadov'un kurşun yağmuruna tutulan karargahında idi.
Bu sırada operasyon başlamış Cevadov'un kalesi teslim alınmış içeriden sağ çıkartılan
OMON timi mensupları bir bir otobüse bindiriliyordu. Makinenin deklanşörüne basarken
günün fotoğrafını yakalandığımı sanıyordum. Ancak bu sevincim kursağında kalacaktı. İki
koluma giren iki Azeri askeri, olayı fotoğrafladığımı anlamıştı. Makine elimden alınırken,
film anında yakılıyordu.
Cevadov ağır yaralanmıştı. Hastaneye kaldırılan Cevadov resmi açıklamaya göre kan
kaybından hayatını kaybediyordu. Ancak Cevadov'u taşıyan ambülans birden yön değiştirerek
hastane yerine Gög Mescid'e yönelmesini fark eden tek kişiydim. Ambulansın tam arkasında
olanları izlediğimden habersizdiler. Cevadov, ambulansda iğneyle öldürülmüştü. Göğ Mescid
gasillhanesine götürülen cesedi son gören bendim. Fırsatdan istifade eden OMON 'cular
yandaki okula sarkarak kaçmaya başladı, geriye kalanlar ise elleri havada saat 11 : 40'da
teslim oluyordu. 400 kişi karakoldan ve Bozkurt Partisi karargahından o gün gözaltına
alınmıştı. Aliyev, Cevadovları Ayaz Muttalibov, Suret Hüseynov ve Rahim Gaziyev'in
desteklediğini söylüyor, Halk Cephesi ve Bozkurt Partisini suçluyordu. Aliyev, Moskova'da
saklanan bu suçluları aralarındaki hukuk anlaşmasına göre iade edilmesini talep ediyor,
ülkede olağanüstü hal ilan ederek darbecilere destek verenlerden tamamen ülkenin
temizlenmesini istiyordu.
Sivillerin yoğun biçimde yaşadığı bir mekanda geçen kardeş çatışmasının sivil
mağdurlarıda vardı. 11 yaşında kaza kurşunu ile can veren Nubarda onlardan biriydi.
Pencereden giren tek kurşun alnına isabet etmiş, oracıkta hayata gözlerini yummuştu. Nubar,
5 gün sonra ' bahar kız ' olacaktı. Her Nevruz bayramında her okuldan en başarılı bir kız
öğrenci bahar kız seçilir, en güzel kıyafetlerini giyerek kutlamalar sırasında dansederdi.
Nubar, bahar kız olamamıştı. Azerbaycan'ın baharıda kardeş kanıyla kararmıştı. Nevruz
bayramı yasa dönüşmüştü, kimsenin içinden oynamak, eğlenmek, Nevruz oyunları ile
şenlenmek gelmiyordu.
Darbeden sonra ortalık sakinleşince Aliyev'i ilk ziyaret edenlerden biri Ankara'nın talimatı
üzerine yine Türk Büyükelçisi Karamanoğlu idi. Darbeye Türkiye'nin ve MİT'in adının
karışması Ankara'yı derinden yaralamıştı, Türk kamuoyu çalkalanıyordu. Cevadov
karargahından çıkan belgeler, iki Türk vatandaşının darbe girişimine karıştığını gösteriyordu.
Bu haber o sıralarda Ankara-Bakü arasında bomba etkisi meydana getiriyor, soğuk bir rüzgâr
estiriyordu. Azerbaycan Parlamentosunun hukuk danışmanı Azeri kökenli Türk vatandaşı
Doç. Dr. Ferman Demirkol aranmaya başlanmıştı. İlişkisi tesbit edilen Bakü'de Mercedes
yedek parça dükkanı çalıştıran iş adamı Kenan Gürel ise hemen tutuklanmıştı. 12 Eylül 1980
darbesinden sonra Türkiye'den kaçıp Avusturya'ya yerleşen oranın vatandaşlığına geçen
Gürel, daha sonra yerleştiği Antalya'da Elçibey'le tanışmış ve bir süre sonra Azerbaycan'a
giderek buraya yerleşmişti. Gürel'e kızını veren Cevadov, bir Türkle akraba olmasının
avantajını kullanmıştı.
Türkiye'nin komployu nasıl Aliyev'den önce farkettiği de ortaya çıkmıştı. Demirkol,
Bakü Devlet Üniversitesinde görünürde öğretim üyesi idi, ama asıl görevi MİT mensubu
olarak TİKA diplomatik dokunulmazlığında Türkiye hesabına casusluk yapmaktı. Aliyev bu
durum üzerine Türkiye’ye küsmüştü. Demirkol'u polis Bakü'de bulamıyordu. Demirkol'un bir
Türk diplomatın koruması altında olduğunu öğrenen Azeri güvenlik birimleri Türk Eğitim
Müşavirliğiin kuşatmış ve içereyi izinsiz operasyon yapmıştı. Ortada büyük bir skandal söz
konusu idi. Diplomatik kuralları aşan Azeri güvenlik birimleri elleri boş dönmüştü. Çünkü
Demirkol başka yerdeydi. Demirkol, diplomatik dokunulmazlığı olan Bakü Büyükelçiliğinin
Din Müşaviri Abdülkadir Sezgin'in evinde saklanıyordu.
Sezgin ile Demirkol darbeden iki ay önce birlikte vakıf kurmuş 1000 Azeri
43
öğrencisine ayda 10 dolar burs vererek kendilerine bağlamakla meşguldü. Ayrıca Din
Müşavirliği odasında mukim stratejik araştırmalar merkezi kurmuşlardı. Bu merkez Azeri
istihbaratının yaptığı soruşturmaya göre darbecilere akıl hocalığı yapıyordu. Aliyev, Türk
Büyükelçiliğini arayarak suçlu olduğu ortaya çıkan Demirkol'u istiyordu. KaramanoğluDemirel görüşmesinin ardından Demirel Aliyev'i arayarak tarihi geçecek tasallut girişimi
yapıyordu. " Demirkol'u sorgulamadan bize teslim edin, gerekeni yaparız. " Aliyev, Türk
Büyükelçi Karamanoğlu'nu da artık istemiyordu. Demirkol ve darbe ile ilintili olduğu tesbit
edilen Din Müşaviri Abdulkadir Sezgin'de kara listedeydi. Demirel'den Karamanoğlu'nun
görevden alınma talebinde bulunmuş ve isteği Demirkol'un teslimi karşılığı yerine
getirileceğine dair güvence alınmıştı.
1995 yılında soğuk bir Mayıs günü Bakü Bine havalimanı pistine Gulfstream marka
küçük bir uçak yanaşıyordu. Türkiye cumhurbaşkanına ayrılmış uçakta T.C. harfleri dikkat
çekiyordu. Uçakta iki pilot ve bir yolcu vardı, önemli misafirleri götürmeye gelmişlerdi.
Ankara'dan gelen dönemin Başbakan Müsteşarı Ali Naci Tuncer ve MİT Daire Başkanı
Yalçın Ertan paketleri teslim almaya gelmişti. Uçağa binenlerden biri istenmeyen adam ilan
edilen , bir gün önce Aliyev'le veda görüşmesini yapan Türk Büyükelçi Altan Karamanoğlu,
diğeri darbe girişiminin Türk mimarı MİT mensubu Ferman Demirkol'dan başkası değildi.
Gizli operasyon havalimanında bulunan Azerbaycan'ın ilk özel televizyonu Azerbaycan News
Service'nin kameralarına yakalanınca acı gerçek kamuoyuna yansıyordu. Demirkol apar topar
sorgulanmadan kaçırılmış, Aliyev kendisine yönelik darbe düzenleyen Türk istihbaratçının
çok değerli bilgiler taşıdığını ve işin gerçek yüzünü aydınlatacağını bile bile teslim etmişti.
Aliyev darbeden üç yıl sonra 26 Şubat 1998'de Kanal D'de yayımlanan Arena
programında Uğur Dündar ve Haluk Şahin'in sorularını cevaplarken darbe girişimine de ışık
tutuyordu. Bakü'ye sokulan uydu telefonlardan biri darbeye karışan Kenan Gürel'in elinde ele
geçirilmişti. Bu uydular aslında Çeçen lider Cevher Dudayev’e alınmış ve parası başbakanlık
örtülü ödeneğinden tahsil edilmişti. Karamanoğlu’nun Cevadov ile konuşma yaparken
kullandığı uydu telefınlar Gürel’in odasında yanında bulunmuştu.
Darbecileren dönemin başbakanı Tansu Çiller ile irtibat halinde olduğunu öne süren Aliyev
şunları söylüyordu: " Darbeci Cevadov Türkiye'den getirilen bir uydu telefonu ile sürekli
haberleşti. O zamanlar ben daha uydu telefonunun ne olduğunu bilmiyordum. Bende bile
uydu telefonu yoktu. OMON karargahındaki uydu telefonu ile Ferman Demirkol, Türkiye
başbakanı ile danışıyordu. Darbeyi düzenleyenler Türkiye ile temas halindeydi. Türkiye para
ve teçhizat yardımı yaptı. Türk elçi Karamanoğlu ve MİT görevlisi Ertuğrul Güven'de bu
darbe girişimini destekledi. Demirkol'un darbe sonrası uygulanmak üzere bir anayasa
hazarladığını ileri süren Aliyev, darbe başarılı olsayda Demirkol'un cumhurbaşkanı yardımcısı
olacağını belirtiyordu. Demirkol'u Demirel'in ricası ile gönderdiğini, ancak pişman olduğunu
belirten Aliyev, suçlu olan Demirkol'un sorgulanması halinde çok şeylerin öğrenilebileceğini
ifade ediyordu. Ancak işin ilginç tarafı MİT Müsteşarı Şenkal Atasağun, daha sonra yaptığı
açıklamada Ferman Demirkol diye bir elemanlarının olmadığını duyuracaktı! Klasik bir
yalandı.
Kutlu Savaş'ın meşhur Susurluk raporuna olay şöyle yansımıştı: "Darbe,
Azerbaycan'ın karışıklığından kaynaklanmış, Ayvaz Gökdemir'in zımni desteği sağlanarak,
Acar Okan, Kamil Yüceoral'ın Türkiye'den katkısı ile Azerbaycan eski Cumhurbaşkanı Ayaz
Muttalibov, eski Başbakanı Suret Hüseyinov, Omon birlikleri kumandanı Ruşen Cevadov ve
Elçibey'in iştirakiyle yapılacak ihtilal, Azerbaycan'daki Türk görevlilerinden MİT Bakü
Temsilcisi Ertuğrul Güven'in, TİKA görevlisi Ferman Demirkol'un ve Din Hizmetleri
Müşaviri Abdülkadir Sezgin'in ihmali, kusuru veya tertibi ile oluşmuştur. MİT ise 10 mart
1995 de gelişmeleri haber almış, Sn. Cumhurbaşkanı vasıtasıyle Haydar Aliyev ikaz
edilmiştir."
44
GERÇEK NEDEN PETROL VE UYUŞTURUCU
Azerbaycan güvenlik birimlerinin darbe ile ilgili Azerbaycan'daki tüm Türkler'i
kapsayan çerçevede yaptığı araştırmalar ipuçları vermeye başlamıştı. Türkiye'de Susurluk
kazasından sonra kurulan Susurluk Komisyonu raporu ve Başbakanlık Teftiş Kurulu raporunu
yazan Kutlu Savaş, darbe ile ilgili bazı doğruları yakalamıştı. Ama ortada bir devlet sırrı
vardı. Raporlardan ülkeler arasındaki ilişkileri zedeler gerekçesiyle Azerbaycan darbesine
ilişkin bilgiler çıkartıldı. Tüm bilgi ve duyumlar Azerbaycan'daki darbeyi Mehmet Özbay kod
adlı Abdullah Çatlı ve Emniyet Özel Tim Genel Müdürü İbrahim Şahin'in organize ettiğini
gösteriyordu. Azeri Güvenlik birimlerini bu ikilinin ve MİT'e çalışan bazı isimlerin ülkeye
yaptığı giriş çıkışları ve kimlerle görüştüklerini belgelemişti. İbrahim Şahin, 1994'den itibaren
darbe amacıyla Bakü'ye vizesiz yeşil pasaportu ile gelmiş gitmişti. Çatlı'nın ise çeşitli zaman
dilimlerinde defalarca Bakü'ye geldiğini belirtiliyordu. Ayrıca Abdullah Argun Çetin adlı
tetikçi olarak kullanılan ve zaman zaman MİT'e çalışan kontr-gerilla elemanı Mahir
Cevadov'un ekibi ile Gence'de askerleri eğitmişti. Bölgenin uyuşturucu ticaretinin denetimi
ellerinde bulunduran Cevadov kardeşlerle Türk çete ve istihbaratçılarının kirli ilişkileri Azeri
raporlarında bir bir ortaya çıkartılıyordu. Peki bu yetkiyi kimden alıyorlardı? Ankara'yı
yönlendiren kimlerdi? Aysbergin yüzünde gözüken Çatlı ve Şahin'in arkasında kimler vardı?
Azerbaycan'ın Tovuz eski emniyet müdürü yarbay Novruz Hasan Bozalganlı, "Şah-Mat" adlı
kitabında Merhum MHP lideri Alparslan Türkeş'in talimatıyla gerilla savaşı vermek için özel
bir komando eğitim kamp kurulduğunu açıklamıştı. Bu ekip, darbecilerle beraber çalışmıştı.
Emekli yarbay Novruz Hasan Bozalganlı, kitabında darbeyle ilgili ilginç anekdotlara
yer veriyordu. Bozalganlı, Azerbaycan'da askeri faaliyetlerde bulunan ülkücülerle ilişkilerini
de anlatıyordu. Aliyev'e karşı darbe girişiminde bulunan Azerbaycan Özel Birlikler(OMON)
Komutanı Ruşen Cevadov hakkında ilginç anekdotlara yer veren Bozalganlı, Türkiye'den
gelen ülkücülerin kurdukları eğitim kamplarında yetiştirilen timlerin Ermenistan içlerinde
gerçekleştirdikleri operasyonlara yer veriyordu. Operasyonlarda bazı ülkücülerin hayatını
kaybettiğini belirtiyordu. Darbeden 1 yıl kadar önce Bakü'de Türkiye'den gelen İrfan Özcan,
Mustafa Yenişeker ve Ülkü Ocakları Genel Başkanı Atila Kaya ile tanıştıklarını anlatan
Bozalganlı, "Atilla ile biraz dolaştıktan sonra Gence'ye doğru yola çıktık. Onun kökeni de
Genceli olduğu için maksadım ona Gence'yi göstermekti. Atilla, Alparslan Türkeşin
talimatıyla Azerbaycana geldiğini, Karabağ savaşı için Azerbaycanlı ve Türk dünyasının
çeşitli bölgelerinden gelecek gençleri savaşa eğitmek maksadıyla burada olduklarını söyledi.
Konuşmamız esnasında onun iki üç aydır Azerbaycanda olduğunu anladık. Hatta Elçibey'le
görüşerek maksatlarını anlatmış ve onayını almıştı. Yalnız bu geçen süre zarfında uygun bir
eğitim alanı bulunamamış. Mustafa Yenişeker de "Biz buraya dinlenmeye değil savaşmaya
geldik' diyerek Türkiye'ye dönmüş, onlar ise biraz daha beklemeyi kararlaştırmışlardı. Hemen
arabayı ters yöne çevirdik. Atilla 'nereye gidiyoruz' dediğinde, 'İstediğiniz eğitim alanına,
uygun bir yere' diyerek onu Tovuz'un kırk kilometre dışında dağların arasında, ormanlık
arazinin içindeki Sovyetler döneminden kalma 'izcilik' kampına getirdim. Atilla arabadan
inerek dağlara, ormana ve binaya bakarak, 'Ağabey burası ideal bir eğitim alanı' dedi. Binaları
gezdik. Uzun süredir kullanılmadığı için çok yıpranmış ve kullanılamaz haldeydi. Atilla
'Yapılacak çok iş var' dediğinde, 'Siz kararınızı verin ben gereğini yaparım' dedim. Atilla
kararını çoktan vermişti, yine de 'İrfan başkan gelip bir baksın' dedi.
Bozalganlı, Tovuz'daki kampın kuruluşunu şöyle anlatıyordu: "Atilla Kaya Bakü'ye
döndü ve birkaç gün sonra İrfan Beyle beraber geldiler. İrfan da bu kampı çok beğenmişti.
Kamp Azerbaycan-Ermenistan sınırına çok yakın bir yerdeydi. Yani yürüyerek savaşın
olduğu yere ulaşmak mümkündü. İrfan ve Atilla, Başbuğa bilgi vermek, bu kampa gençleri
davet etmek için yeniden Bakü'ye döndüler. Birkaç gün içinde kampın elektrik ve doğal gaz
hattını mutfağını yatak odalarını ve başka işlerini tamamladım. Daha sonra İrfan ve Atilla
45
beraberindeki arkadaşlar Tovuz'a geldiler. Yaklaşık 25 kişiydiler. Sekizi Azerbaycan Halk
cephesi üyeleri, geri kalanlarsa Türkiye'den gelmişlerdi. Bu gençlerin sayısı yavaş yavaş
artacak, eğitmen olarak görevli Hamit ve Yusuf Hocalar daha sonra kampa katılacaklardı. Kar
yağmur demeden günlerce ormanlık arazide komando eğitimi yapıyorlar, ara sıra takviye güç
olarak savaş bölgesine gidiyorlardı. Bense emniyet müdüründen daha çok gençlerin komutanı
gibiydim."
Bozulganlı, MHP lideri merhum Alpaslan Türkeş'in Karabağ sorununu çözümünde
ciddi rol alabileceği gerekçesiyle Tovuz'da bir alayın kurulması için emekli tankçı binbaşı
Seyfi ve üsteğmen Ahmet beyi görevlendirdiğini belirterek, Elçibey'in de bu fikri onayladığını
ifade ediyordu. Ceyrangöl'de kurulan alay kampında eğitim görecek 2000 askerin 500'ünün
Türkiyeli ülkücülerden teşkil edileceğini söyleyen Bozalgan,"1500'ü ise Halk Cephesi ve
Müsavat partilerinden katılacak olan gençler olacaktı. Bu gençler teker teker seçilecek hem
fiziken hem de fikren komando eğitimine uygun gençler olacaktı. Seyfi bana 'Bana 6 ay
lazım, 6 aydan sonra Karabağı benden isteyebilirsin' dediğinde sanki dünyalar benim
olmuştu" diyor. Kitapta ayrıca Bakü'de Şıhov Taburu'nun kurulmasından sonra eğitim için
Türkiye'den Yusuf Arpacık'ın görevlendirildiğini de ekliyor Bozalganlı. Tovuz'daki kampın
eğitmenlerinden Binbaşı Seyfi Bey'in hayatını kaybetmişti. Özel Birlik(OMON) komutanı
Ruşen Cevadov ile Türkiye'de Özel Harekat Başkan Vekili İbrahim Şahin'i Hamit Bey'in
tanıştırdığını belirten Bozalganlı, PKK'nın Azerbaycan'daki faaliyetlerini önlemek için
işbirliği yaptıklarını da anlatıyordu.
"Abdullah Çatlı'yı son kez Aksaray'daki Avrasya Restoran'da o meşhur sünnet
düğününde gören Bozulgan şunları kaydedeiyordu: İbrahim Şahin masaya geldi, kucaklaştık.
En son Bakü'de görüşmüştük. Fotoğrafçıyı çağırdı. Ellerimizi birbirimizin omuzuna atarak
fotoğraf çektirdik. Sonradan bu fotoğraf bütün Türkiye yazılı ve görsel basınında yer alacak
ve İbrahim Şahin'le fotoğrafı çekilen beni Çatlı diye takdim edeceklerdi. Bazı medya
kuruluşları fotoğrafın altına 'İbrahim Şahin TBMM Susurluk Komisyonu'na verdiği ifadede
Çatlı'yı tanımadığını söylüyor. Ancak fotofrafta Çatlı ile ne kadar samimi gözüküyor'
diyeceklerdi. Bu fotoğrafımız bir gün sonra Akşam gazetesinde yayınlandı. Fotoğrafı çeken
muhabir de yanılmıştı.Fotoğrafımız Susurluk Olayı'ndan sonra basın organlarına dağıtılmıştı.
İbrahim Bey beni oyuna davet ediyordu. Oynayanlardan tanıdık bir yüze tesadüf ettim. Benim
için kahramanlık sembolü olan Çatlı'ydı. Salonda olduğumu gören Çatlı, Azeri oyun havaları
çaldırmıştı. Dünyanın neresinde olursa olsun bir karış Türk toprağı için şehit olmaya hazır
olan bu iki kahramanla oynamaktan gurur duyuyordum. Türk dünyasının bu iki dev ismi bu
dava için başlarına geleceklerden habersizce oynuyorlardı. Pusuda bekleyen kötü niyetliler
flaşlarını patlatıp resimleri değerli belge olarak saklayacaklardı. O geceden sonra
Nevşehir'deki Türk bayrağına sarılı tabutunu gördüm Çatlı'nın. Susurlukçuların Azerbaycan
macerası böyle başlamıştı. Darbe, DYP Başkanı Tansu Çiller'in başbakanlığı dönemine
rastlıyordu. Devlet Bakanı Ayvaz Gökdemir'in operasyonu yönlendirdiğini raporlarına
geçiren Azeri istihbaratçılar, Ankara'ya Elçibeyci, Türkçü raporlar vererek Aliyev'in
devrilmesini tavsiye edenleri de bulmuşlardı. MİT içindeki ülkücü kanat Aliyev'in
devrilmesinin Türkiye'nin petrol ve bölgedeki çıkarları gereği olduğunu belirtmiş, Moskova
yanlısı Aliyev'in mutlaka siyasi mevta haline getirilmesini önermişti. Çiller'e rapor sunan eski
asker ve istihbaratçı Kamil Yüceoral ve Başbakanlık Müşaviri Yasin Aslan, darbenin akıl
hocası olarak görülüyordu. Çiller, bunun üzerine örtülü ödenekten darbe için bütçe ayırmış,
koordineyi Ayvaz Gökdemir'e vermişti.
500 milyarlık örtülü ödenek harcamaları ile ilgili hesap vermekten kaçan Çiller, "
Açıklarsam Türkiye'nin başı bölgede belaya girer. " diyordu. Azerbaycan'daki darbe sırasında
kullanılacak teknik araç ve silahlar için ise Çeçen Lider Cevher Dudayev kullanılıyordu. Orta
Asya ile çok yoğun politik ilişkilere giren, daha sonra Türk Federasyonu başkanlığına
getirilecek Musa Serdar Çelebi, Çeçenlere örtülü ödenekten yapılan yardımı götürmekle
46
vazifelendiriliyordu. Darbe için Aliyev'in petrolün Türkiye'den geçmesine karşı çıkması ve ilk
petrol anlaşmasında TPAO'ya sadece yüzde 1.75 pay vermesi gerekçe gösteriliyordu. Aliyev'e
darbe girişiminin gerçek nedeni petrolün yanı sıra uyuşturucuydu. Bölgedeki uyuşturucu
ticaretinin Azerbaycan'daki radikal , muhalif OMON etrafındaki güçleri palazlandırması ve
yönetimde kontrolün gittikçe bu güçlerin eline geçmesi Aliyev'i endişelendiriyordu. Bu
güçlerin Türkiye'den eski milliyetçi. mafya ile ilişkili üstelik MİT'çi elemanlar tarafından
desteklenmesi Aliyev'in ülkedeki otoritesini derinden sarsıyordu.
Aliyev, Elçibey döneminde Türk derin devletinin faaliyetlerinden haberdardı. 3
Kasım 1996'da meydana gelen Susurluk kazası sonrasında Türk kamuoyunda yapılan
tartışmaları yakından takip ediyordu. Abdullah Çatlı'nın darbedeki rolünü ilk defa bu vesileyle
öğreniyor, Ankara'dan bilgi istiyordu. Bu konudaki soruları Aliyev, ' bilmiyorum ' diye
cevaplıyordu. 1980 öncesi en kanlı eylemlerine karışan, 'Susurluk Çetesi'nin kilit ismi Haluk
Kırcı, 9 Ocak'ta İstanbul Kurtköy'de yakalandıktan sonra, dört gün sorgulandığı Organize
Suçlar ve Silah Kaçakçılık Şubesi'nde polise önemli bilgiler verince gözler Kırcı'ya çevrildi.
Gözaltındayken 'ölüm orucuna' başladığını, susma hakkını kullanacağını söyleyen Kırcı son
gece 'çözülmüştü'. Kırcı, vermiş olduğu ifade de, Abdullah Çatlı - Ebulfeyz İlişkisini de
anlatmıştı. Kırcı, 'çözüldüğü' gecenin sabahında, 13 Ocak 1999 Çarşamba günü DGM
savcısına ifade verdi, mahkemeye çıkarıldı ve gıyabi tutuklama kararı vicahiye çevrilerek
cezaevine gönderildi. Şimdi Eskişehir Cezaevi'nde olan 'Susurluk'un karakutusu' Kırcı, başka
hiçbir davadan ceza almasa bile 60 yıl hapis yatacaktı. Kırcı'nın 31 sayfalık polis ifadesinde
'çete' ilişkilerine ışık tutabilecek birbirinden ilginç bilgiler yer alıyordu. Kırcı'nın ifadelerinde
yurtdışı operasyonları ve devlet adamları ile ilişkilerde irdeleniyordu.
Haluk Kırcı'nın Emniyet'deki ifadesinde , Abdullah Çatlı - Ebulfeyz İlişkisi ile ilgili
şunları anlattı: '' 1993 içerisinde Azerbaycan Cumhurbaşkanı Elçibey'in danışmanı eski MHP
İstanbul il başkanlarından Nihat Çetinkaya, Çatlı ile iki defa görüştü. Elçibey'in etrafında
bulunan gücün organize edilmesi için Çatlı'ya teklif getirdi. Elçibey, Türkiye'ye geldiğinde
havaalanında Çatlı ile yüz yüze görüştü. Bir süre sonra Elçibey iktidardan uzaklaştırıldı. Çatlı,
Azerbaycan'a gitmedi, bunun dışında Çatlı'nın Azerbaycan'a gidip gitmediğini bilmiyorum. ''
Elçibey, daha önce yaptığı açıklama'da Çatlı ile Mehmet Özbay kimliği ile
cumhurbaşkanlığında bir defa görüştüğünü, Çatlı'nın Karabağ savaşında döğüşmek istediğini,
onunda Çatlı'ya ' ordumuzu eğitmeye yardımcı ol , daha iyi olur ' diye cevap verdiğini ifade
etmişti.
Aliyev, eski bir istihbaratçı olarak dünya ölçeğinde uyuşturucu ticaretinin CIA ve eski
KBG mensuplarının denetiminde olduğunu biliyordu. Azerbaycan'ın iç işlerine karışan ve
kendisini istemeyen Türk kontr-gerillası sadece taşerondu. Abdullah Çatlı'lar ABD'nin
Türkiye'nin kriz bölgelerine müdahele etmesi için kullandığı bir güç aletinden başka bir şey
değildi. Çatlı'nın yanı sıra Alaaddin Çakıcı'da bu uzantının bir parçasıydı. ABD'nin NATO
üyesi ülkelerde kurdurduğu operasyon timleri Çatlılardan
oluşuyordu. NATO yoksa Azerbaycan'da da etkinliğini artırmak için yerli bir Gladio örgütü
kurdurmuştu. Doğrusu OMON timi bunun için biçilmiş kaftandı. OMON'un Türk milliyetçi
kadrolarını Türk Gladiosu eğitiyordu. CIA, Aliyev'e darbe yaparken MİT'i taşeron olarak
kullanmaktan çekinmemişti. Başarızsızlığa mahkum darbe MİT’e ihale edilmiş ve sonuçta
Türkiye gözden düşerek ABD’nin yıldızı parlamıştı. Ankara'da Çatlıları, Çakıcıları Çiller gibi
siyasetin kaymağını yiyenler ve perde arkasında Mehmet Ağar gibi derin devletin güçlü
isimleri koruyordu. Daha sonra Özel haraket Komutanı olacaki Balyoz ve Ergenekon
davalarından yargılanacak Engin Alan Paşa ve Levent Bektaş, darbenin asıl organizatörleri ve
sorumlularıydı. Kaybeden Türkiye olmuştu.
Aliyev, birbirleri ile sürekli çelişen çatışma halinde bulunan Türkiye'nin derin
devletinin kadrine uğramıştı. Cumhurbaşkanı Demirel, karşıt güçlerden bilgi alarak son anda
komployu haber vermişti. Demirel, darbenin başarısızlığa mahkum edilmiş bir darbe
47
olduğunu hemen anlayacak kadar tecrübe sahibiydi. Devletin tepesine çıkanlar, devletin yasa
dışı operasyonlarda kullandığı kirli eller ile tanışıyor; ama hiç bir zaman engelleyemiyordu.
Devlet sağ elle, sola karşı operasyonlar, sol el ile sağa karşı operasyonlar düzenliyordu.
Türkiye, Azerbaycan darbesinde olduğu gibi küçülüyor, mafya ve gladio güçleniyordu.
Cumhurbaşkanı Demirel, daha sonra üç defa başbakan olacak Mesut Yılmaz, Tansu Çiller,
Aliyev'den böyle bir darbe girişimine Türkiye'nin fiilen karıştırıldığı için defalarca özür
dileyeceklerdi. Aliyev, bu darbeyi hiç unutamayacak, her fırsatda gündeme getirerek siyasi
rant haline getirecekti.
Aslında Aliyev başından beri darbe olayına hakimdi, yakınındaki deneyimli istihbarat
elemanlarından bilgiye zamanında almış, durumu kendi lehine ustalıkla çevirmişti. Bu
tesbitlerde bulunan Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş, darbe olayı için ' Bir
Komedi ' tanımlamasını yapmıştı. İsmi geçen Türk yetkililerin hepsini bu olayda suçlu
sandelyesine oturtan Savaş'ın verdiği rapora karşı kurumu MİTdi.. MİT Müsteşarı Şenkal
Aatasağun, sadece ' Bir Komedi ' kelimesine itiraz ediyordu. Bakü darbesinde rezil olan Türk
kadroları hiç bir zaman burunlarından kıl aldırmayarak büyük bir enaniyet örneği sergilemeyi
sürdüreceklerdi.
Rus yanlısı Azeri odaklar, uzun süre Azerbaycan'da Türkiye'nin petrol için Aliyev'i
devirmek istediğini ısıtıp ısıtıp temcit pilavı gibi dikkatlere sunacaktı. Türkiye
aleyhine propaganda yapan Rus istihbaratı Ankara'nın bu gafını çok iyi kullanıyordu. Aliyev,
Türkiye'nin Azeri halkı üzerindeki olumlu imajını bu darbe girişimini sık sık dile getirerek
zedeleyecek, ülkesinde tam otorite kullanmak namına bir malzeme olarak kullanacaktı.
Aliyev, halkına " Türkiye bile beni devirmek istedi " diyerek etrafında kenetlenmelerini
isteyecek; Türk vatandaşları darbe düzenleyen bir ülkenin zanlıları olarak Azerbaycan'da
başları önde dolaşacaktı. Aliyev aynı taktiği Rusya'ya karşı da kullandı. 16 Ağustos 1995'de
Aliyev, kendisine yönelik başka bir darbe girişiminde bulunulduğunu açıklıyordu. Bu defa
Rusya kaynaklı bir darbe planı yapılmıştı. Moskova yanlısı eski Azerbaycan cumhurbaşkanız
Ayaz Muttalibov destekli yeni darbe teşebbüse Azeri ordusunda bir cunta tarafından
desteklenmişti. Genelkurmay eski başkanı General Şahin Musayev, Savunma eski Bakan
yardımcısı General Vahit Musayev ve diğer bakan yardımcısı Rafik Ağayev'den oluşan darbe
ekibinin girişimini sonuçsuz kalmıştı. Ruslarda, Türkler gibi Aliyev ülkesinde darbeci olarak
anılıyordu.
İRAN’DAN DARBE GİRİŞİMİ
Diğer isyancı Mahir Cevadov ise yurt dışına kaçarak tehdit olmayı sürdürecekti.
Avusturya'dan siyasi sığınma hakkı alan Cevadov 3 yıl sonra Tahran'a geçerek OPON
partisini kuracak ve Aliyev'i devirmek için girişimlerini buradan sürdürecekti. İran istihbaratı
SAVAMA kendisine açık destek veriyor ve İran'da bir kale tahsis ediyordu. Azerbaycan
Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'e 17 Mart 1995'de darbe düzenleyen bazı Türk yetkililerinde
içinde bulunduğu ekip , Aliyev'in ABD'de by-pass olmasından sonra fazla yaşamayacağı
ümidine kapılmıştı. 1999'un yaz aylarında Aliyev'i askeri bir darbe ile indirme hazırlığı start
almıştı. Türk tarafından yine işin organizesinde Başbakanlık Müşavirleri ve MİT'den malum
bazı kesimlerin olduğu iddia ediliyordu. Hedefleri Aliyev'in yerine Elçibey'i getirmekti,
sonrasını kendileri de bilmiyorlardı.... 1995 darbesinde öldürülen Rovşan Cevadov'un
kaçmayı başaran kardeşi Mahir Cevadov, 1998-1999 arasında yaklaşık bir yıl süresince
Tahran'da askeri eğitimde dahil hazırlıklarını tamamladı.
SAVAMA ile ortak hazırlanan senaryo şöyleydi : " Mahir Cevadov, ilk önce Ermeni
işgali altındaki İran'la sınır Azeri topraklarına geçiş yaparak sözde buraya Ermeni işgalinden
kurtaracak. Bu durum Azeri kamuoyuna, 'Topraklarımızı Aliyev kurtaramadı, Cevadov
kurtardı ' propagandası ile yayılacaktı. Bundan sonra Aliyev'in sağlık durumu ortaya atılarak
48
istifası için baskı yapılacaktı. Aliyev'in Karabağ için Ermenilere ortak devletin kabulu
konusunda taviz verdiği tezi belgelerle gündeme getirilecekti. NATO'nun 1999 Nisan'ında
yapılan Washington zirvesinde böyle bir iddia gündeme geldi. Böylece yaşantısından
memnun olmayan halkın ve göçmenlerin galayana gelmesi sağlanacaktı. Cevadov'un Bakü'ye
kahraman gibi çağrılacaktı. Gerekirse askerleri ile Bakü'ye yürüyecek , karşı konursa kan
akıtılacaktı. Karabağ konusu Azerbaycan'da iktidar değişikliğinde sürekli kullanılan bir unsur
haline gelmişti. Planın ileri aşamasında Elçibey'in, Aliyev'in istifa etmek zorunda
bırakılmasından sonra yapılacak seçimle iktidara getirilmesinden sonra Cevadov'un safdışı
edilmesi de bulunuyordu. Cevadov'un kafası fazla çalışmıyordu,, ama illegal amaçların yerine
getirilmesi için kullanılmaya açık ideal bir isimdi.
Bu darbe planı daha önce ABD'de yaşayan Aliyev'in dışladığı Azerbaycan Meclis
Başkanı Resul Guliyev'le birlikte hazırlanmıştı, ancak Cevadov'la Guliyev anlaşamamıştı.
Nisan 1996'da Meclis başkanlığı görevinden hasta olduğu gerekçesiyle ayrılan Guliyev
Aliyevle el sıkışarak vedalaşmıştı. Guliyev'de Azeri temayüllerine göre lider topraktandı, yani
Nahçıvanlıydı. Aliyev, onu gönderirken büyük hizmetleri olduğunu söylemeyi ihmal
etmemişti. Guliyev'in Miami, Antalya, Roma ve New York'ta evleri olduğunu bilmeyen
yoktu. Sovyet döneminden itibaren 2 milyar dolara yakın parayı yurt dışına kaçırabilmiş ender
şahsiyetlerdendi. Guliyev iyi bir hırsızdı! Devletten soyduğu paralarla bir güç imperatorluğu
kurmuş çevresini iyi beslemişti. Bu nedenle Azerbaycan Demokratlar Partisi Başkanı Serdar
Celaloğlu, Guliyev hakkında 43 milyon dolar devlet malını zimmetine para geçirdiği için
mahkumiyet kararı verildiği zaman bile desteklemişti. Guliyev, milletvekilliğinden çıkartılıp,
ikamet etitiği ABD'den iadesi istenmişti. Ama bu oldukça zordu. Zaten Azatlık radyosunun
Azeri bölümünden gün aşırı Azerbaycan'a yönelik konuşmalar yapıyor, demeçler veriyor,
Azeri basınında arzı endam ediyordu. Ancak Guliyev, Aliyev'in bedeni ortada iken darbelerin
başarıya kavuşamıyacağını bilecek kadar akıllıydı. Guliyev, Bakü'ye döndüğünde Aliyev
orada olmamalıydı. Halk onu kurtarıcı gibi karşılamalıydı. Ancak Ankara'dan destek arayan
Guliyev, destek bulamamıştı. Planın çürük olduğu başındaki adamdan (Yasin Aslan) belliydi.
Dikkate almadıkları realiteler şunlardı :
1- Azerbaycan'da muhalefet bu kadar güçlü değildi. Güçlü olan muhalefet grupta Elçibey'in
başkanı olduğu AHCP değil, İsa Kamber'in başkanı olduğu Müsavat partisiydi. Esasen aynı
çizgide olan iki parti zaten aralarında anlaşamıyordu. 2- Aliyev'in sağlık durumu sanılan
kadar kötü değildi. Üstelik ne olursa olsun istifa etmezdi. Aliyev'in kendi kadrolarının ona
ihanet edeceğini iddia edilmesine karşın, bu büyük oranda realite değildi. Halkta sesini
çıkarmaz, sessiz kalırdı. 3- Bakü'deki Türk büyükelçiliği 1995'deki gafını yapmaz, hiç bir
büyükelçilik ve Türk askeri personel bu girişime destek vermezdi. Yine de böyle bir
teşebbüsde Türkiye'nin adını bu bir kaç isim kirletebilirdi. Veya bazı isimler karıştırılmak
istenebilirdi.
1995'teki darbe, bir iddiaya göre CIA ürünüydü ve başarısızlığa mahkum olacak şekilde
tasarlanmıştı; MİT’e ihale edilmişti. Bu darbe olayından Türkiyeliler olarak en temiz çıkan
Fethullah Gülen camiası olmuştu. Bu konuda Türkiye'den kimlerin temiz çıktığını eski
Dışişleri Bakanı Hasan Hasanov, bakan iken Bakü Büyükelçisi Faruk Loğoğlu yanımda
havaalnında Dışişleri Bakanı İsmail Cem’i beklerken 1998’de yüzüme söylemişti. Azeri
istihbaratı oldukça ayıktı ve her şeyin bilincinde idi. Türkler artık oyunu gelmezdi. 4- Mahir
Cevadov'un askeri gücü çok büyük değildi. Azeri ordusuda eskiden olduğu gibi güçsüz
vaziyetde bulunmuyordu. Kolayca bastırılabilecek böyle bir girişime Azeri ordusu, istihbaratı
ve polisininde destek vermesi gerekirdi ki, bunun mümkün kılınması dıştan müdahale ile çok
zor görülüyordu. 5- Daha önce kardeş kanı dökülmesine rıza göstermeyen Elçibey'in üstelik
birinci düşman ilan ettiği İran istihbaratı ile birlikte askeri darbe yapacağını iddia etmek
gülünç olmaktanda öte bir ütopya idi.
49
Aliyev’i devirme peşinde olan Türkiye ekibinin başındaki Başbakan Müşaviri Yasin
Aslan'a darbe planına bana anlatınca bu gerekçeleri sıralayarak uyardım. Elçibey'i yeni bir
maceraya sürükleyerek Türkjiye'nin adını batırmamasını istedim. Cevabı tam bir derin
istihbaratçı niteliğinde pişkindi: Sen karışma. Gazetecisin gazeteciliğini yap. Elçibey
güçleniyor. Halk, Aliyev'i istemiyor. Ülke bir sosyal patlamanın eşiğinde. Aliyev, Ermeni ve
Yezidi Kürdü karışımı bir piçtir. Hele bir ölsün, 1978'de yazdığı Bolşevizm Uğrunda Mert
Mübariz kitabını Türkçe yayınlatacağım. Herkes onun, Azerileri 1918'de katleden Ermeni
Şamuyanı nasıl kahraman olarak gördüğünü görecek, Ermeni kanı taşıdığını itiraf ettiği
satırları okuyacak. Hem sen Fethullahçısın değil mi? Göreceksin Fethullah Gülen'in defterini
de nasıl düreceğiz. 28 Şubat sürecinde başbakanlık Kriz Merkezi Başkanı adı altında resmen
başbakanın yetkilerini kullanan emekli generalin 6 ay yardımcılığını yapan Aslan, Deli Yürek
dizisindeki istihbaratçı Turgay’ın sanki kopyasıydı.
Derin devletin darbe operatörü ile mantık kuralları çerçevesinde konuşmak
imkansızdı. Ona sadece, ' defter dürmek Allah'a aittir; Allah'ın inayetiyle yürüyenlerin
defterini dürmek istersen sizin gibilerin defteri dürülür' demekle yetindim. Bu restleşmemizi
duyan biri Azeri, diğeri Türkmen kökenli Türk vatandaşı karı-koca, daha sonra beni ‘ uzun
yaşamak istiyorsan, kendine dikkat et Faruk’ diyerek uyardı. Aslan, ABD Kongresi'nin
Sovyetleri psikolojik olarak yıpratmak için kurduğu Azatlık Radyosunda 7 yıl çalışmıştı.
Selçuk Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği mezunuydu, ancak hiç öğretmenlik yapmamış,
tercüman olarak çalışmıştı. Azerbaycan darbelerini MİT adına mı, yoksa CIA adına mı
organize ettiği meçhuldü. Iğdırlı Azeri kökenli bir milliyetçiydi. 10'dan fazla kitabın
yazarıydı. Derin devletin darbe senaryolarını hazırlıyordu. Türk dünyasının tüm muhalif
isimlerinin yakın dostuydu. Başbakana en fazla rapor sunan ender, çalışkan Başbakanlık
müşavirlerinden biriydi. Çoğu emekli diplomat, asker 114 adet başbakanlık müşaviri
bankomatik memurluğu yaparken Aslan, harıl harıl her konuda raporlar sunuyordu.
Türk ordusu,, Aliyev'e sahip çıkıyor, derin darbecileri zararlı görüyordu. Eski darbe
operatörü Kamil Yüceoral gibi askeriden gelen bir darbeci bu sıralarda Bülent Akarcalı'nın
Türk Demokrasi Vakfı'ında Rusya Araştırmalar Enstitüsü başkanlığını yapıyordu. Akarcalı,
Rusca bilen eşime sekreterlik önermeseydi bu eski darbecinin ne yaptığından habersiz
kalacaktım. Diğer emekli darbeciler TRT Radyosu Azeri ve Farsca bölümü kadrosunda
bankomatikten maaşlarını alarak kızakta bekliyordu. Bir kısmı ise 144 adetlik başbakanlık
müşaviri kadrosunda bankamatikten maaş almaya devam ediyordu. Darbeci Büyükelçi
Karamanoğlu, merkezde kısa süre kızakta bekledikten sonra Litvanya büyükelçisi olarak
ödüllendirilmişti. Engin Alan, Özel Kuvvetler Komutanı olmuş ve PKK elebaşısını Kenya'dan
getiren operasyonu yöneterek epey sükse yapmıştı. Abdulkadir Sezgin, Diyanet İşleri
Başkanlığı Başmüfettişi olarak mükafatlandırılmıştı. Ferman Demirkol ve Ertuğrul Güven ise
MİT'den emekli edilmişti. Yoksa MİTciler emekli olmaz mıydı?
Aliyev 29 Nisan'da Cleveland'da geçirdiği kalp ameliyatından 45 gün sonra Ankara
üzerinden Bakü'ye dönerken oldukça sağlıklı gözüküyordu. 7 Haziran 1999'da coşkulu bir
törenle karşılanan Aliyev için en az bir milyon insan Bina Hava limanından şehir merkezine
kadar yollara dizilmişti. En az 1000 koyun Aliyev için kurban ediliyordu. Aliyev, iyi
olduğunu göstermek için 7 defa arabasından iniyor, halkın arasına karışıyor, sohbet ediyor;
suikastan korkmadığını sanki ilan ediyordu. Aliyev, ertesi gün Azerbaycan Güvenlik
Konseyi'ni toplayarak bilgi alıyordu. Devlet televizyonundan olduğu gibi verilen toplantıda
Aliyev'in konulara hakimiyeti herkesi şaşırtacak düzeydeydi. Öyleki daha önceki üç darbe
girişimini ayrıntıları ile tekrar anlatan Aliyev, adeta, ' Ben ölmedim ' diyordu. Aslan’ın darbe
planını Elçibey kabul etmemişti. Bir defa daha Ankara’nın oyununa gelmek niyetinde değildi.
Ankara’da yaptığımız görüşmede bu oyuna gelmeyeceğini bana teyit etmiş, merak etmememi
istemişti.
Cevadov-SAVAMA işbirliği Aliyev'i oldukça kızdırmıştı. Azeri istihbaratı tarafından
50
İran'daki Azeri türklerine yönelik kurdurulan Bakü'de faaliyet gösteren 15 örgüt artık açıkça
destekleniyordu. İran büyük bir hata içindeydi, bedelini pahalı ödeyecekti. CIA’nin desteği
ve Aliyev'in gizli talimatıyla daha önce CIA tarafından kurdurulmuş Sürgünde Azerbaycan
Türkleri parlamantosu destekleniyordu. Başkanlığına Tebriz Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr.
Mahmudali Çehragani getirilmişti. 14 kişiden oluşturulan yönetimin amacı İran'ı bölmekti.
Aliyev, Cevadov'a verilen bölücü desteğe böyle cevap vermeyi tercih etmişti. Aliyev'in
unuttuğu bir husus vardı: Çehregani, İran istihbaratının Azeri muhalifleri ortaya çıkartmak
için kullandığı bir figurdü. ABD'ye kaçan Çehregani'i kullanmak isteyen CIA, fena halde
SAVAMA'nın oyununa geliyordu.
İran’daki Azerilerin gerçek lideri ile Tahran’daki evinde 2000 Haziranında yaptığım
röportajdan sonra SAVAMA peşime düşmüştü. Bu liderin ismini yazmama konusunda söz
vermiştim. CIA’dan pek çok teklifler aldığını, ancak kulak vermediğini söyleyen lider, ‘ İran
bizimdir, onu yıkmayacağız, içeriden ele geçireceğiz ve kadife bir geçiş yapacağız’ diyordu.
Çehragani, değişimi mollara sızdıracak İran ajanıydı. Bir hafta kaldığım Tahran’da ECO
zirvesini izlerken nüfus kağıdıma el koyan İran istihbaratı zirveden sonra beni sorguya
çekmek için davet etmişti. İran’dan yıldırım hızıyla kaçarken havaalanında her an
enseleneceğim korkusunu yaşadım. Çünkü İran’a gazeteci olarak girmemiştim. Zirveyi
izlemek için yaptığım vize başvursunu İran Ankara büyükelçiliği kara listelerinde olan
gazetecilerden olmam nedeniyle reddetmişti. İran, sadece Türk gazetecilere vize uyguluyordu,
normal vatandaşlara giriş serbetti. Bana casus muamelesi yapmaları için ellerinde yeterince
neden vardı. Zirveyi Azeri heyetinden bir diplomat gibi heyetlerine karışarak izlemiştim. Bir
hafta içinde gazetem ile çalışacak bir İranlı muhabirle anlaşmıştım. Gazetesi kapatılan bir
doktor-gazeteci olan muhabir, ben gittikten sonra gözaltına alınmış, haber geçmesine izin
verilmemişti. Türkiye’de nüfus kağıdı çıkartmak kolaydı, ama SAVAMA’nın eline geçen bir
Kanadalı gazeteciye neler yapıldığını dünya 2003 sonbaharında öğrenecekti: Dövülerek,
işkence ile öldürülmek.
SÜPER BÜYÜKELÇİ LOĞOĞLU
İşte tam bu sırada ABD Devlet Başkanı Bill Cilton'un Hazar Havzası için özel
temsilciliğe Büyükelçi Richard Morningstar'ı ataması ve 1998 Amerikan politikasında Hazar
petrollerine yer vermesi tüm dengeleri değiştiriyordu. Amerika nihayet Hazar politikasını
belirlemişti. Bundan sonra diplomasi ve projelerin talihi değişecekti. Rusya, değneksiz köy
bulmuş büyük oyunu karıştırıyordu, büyük oyuncunun sahneye resmen girmesinin ardından
satrançda taşlar oynamaya başladı. Türkiye, Bakü ve AIOC'ya proje ile ilgili ticari tekliflerini
1998'de sundu. Bakanlık tarafından Temmuz ayında Bakü ve AIOC'ya verilen ilk paket,
Türkiye'de geçerli olan teşvik uygulamaları, vergi ve liman mevzuatları ile projenin teknik
verilerini kapsıyordu. Azerbaycan tarafına Ağustos ayında sunulan ve müzakereye açık
olduğu vurgulanan ikinci pakette ise geçiş fiyatını da içeren ticari teklifler yer alıyordu.
Azerbaycan ile AIOC konsorsiyumu arasında imzalanan anlaşma, ana boru hattı için
kurulacak konsorsiyumun; AIOC firmalarından oluşmasını öngörmesine karşın, daha sonra,
konsorsiyum dışındaki firmaların da buna katılmasına yeşil ışık yakılmıştı.Türkiye'nin, BaküCeyhan boru hattı projesi çerçevesinde sürdürdüğü görüşmelerde, belirlediği 2.3 milyar dolar
tutarındaki maliyeti yukarı çekmiyordu.
Büyükelçi Morningstar'ın bölgeye Ankara ziyareti sırasında gündeme getirdiği, ''Türkiye ile
konsorsiyum arasında sürdürülen görüşmelerde maliyet konusunda, bir uzlaşmaya
varılabileceği'' düşüncesini değerlendiren bakanlık üst düzey yetkilisi, bunun mümkün
olamayacağını dile getiriyordu. Türkiye, Bakü-Ceyhan boru hattı projesinin maliyeti
konusunda görüşlerinin ''çok net'' olduğunu vurguluyor, hesaplanan 2.3 milyar doların
''ezbere'' hazırlanmadığını, 1.5 yıl süren fizibilite çalışması sonucunda ortaya çıktığına işaret
51
ediyordu.Türkiye tarafından Azerbaycan hükümetine teslim edilen Bakü-Ceyhan projesi
teklifinde, her rakamın bir referansının olduğunu, hangi kuruluştan veya şirketten hangi
ekipman, üreticisinden teklif alınmışsa bunların açık bir şekilde yer aldığını vurguluyordu.
Bakü-Ceyhan projesi için önerdikleri 2.3 milyar dolar tutarındaki maliyetin 1997 ve 1998
yıllarında da aynı kaldığını ve değişmediği taraflara anlatılıyordu.
Hazar ve Orta Asya petrol kaynaklarının batı pazarlarına Doğu-Batı enerji koridoruyla
ulaştırılması yönünde önemli bir adım Ankara'da Cumuhuriyet'in 75. yıldönümü kutlamaları
için gelen Türk Cumhuriyetleri devlet başkanlarının katılımıyla atılıyordu. Oysa tam iki sene
önce Cumhuriyetin 74. Yıldönümü törenleri öncesi Bakü'de neredeyse bir skandal çıkacaktı.
Aliyev'in darbeci diye istermeyen adam ilan ettiği Büyükelçi Altan Karamanoğlu'ndan sonra
büyükelçi gönderilen Ömür Orhun ile Aliyev hiç anlaşamamıştı. Orhun için yakışıksız
ifadeler kullandığını Türk hariciyesi biliyordu. Büyükelçi Orhun aylarca bir randevu bile
alamıyordu. Bu fetret döneminin ardından Türk hariciyesinin başarılı diplomatı, Danimarka
büyükelçiliği yapan Osman Faruk Loğoğlu Bakü'ye gönderildi. 28 Eylül 1997'de Bakü'ye
gelen Loğoğlu, eski büyükelçilerin Aliyev üzerinde bıraktığı kötü izlenimden dolayı güven
mektubunu defalarca randevu istemesine rağmen bir türlü veremiyordu. Dolayısıyla görevine
başlıyamıyordu. Güven mektubunu verememiş bir büyükelçinin cumhuriyetin 74. Yıldönümü
için verilen resepsiyonda konuklarını ağırlaması diplomasi kurallarına aykırıydı. Aliyev tam
bir ay randevu vermeyerek Türk hariciyesinden intikamını aldı. Bu bir üstü örtülü hakaretti.
Yabancı ülkelerin büyükelçileri ülkeye geldiklerinin ikinci günü güven mektubunu sunarken
Türk büyükelçisi bir ay bekletiliyordu. Araya Demirel'in girmesi sonucu bir skandal 29
Ekim'e bir gün kala engellenmişti. Loğooğlu güven mektubunu 28 Ekim'de sunmuştu. Ancak
Aliyev, resepsiyona gelmeyerek tepkisinin sürdüğünü göstermişti.
Loğoğlu, geçen bir yıl arzında Aliyev'in taktirini ve sevgisini kazanmıştı. Loğoğlu
sadece Aliyev'in değil Bakü'deki tüm Türklerin sevgisini ve muhabbetini kısa sürede
kazanmıştı. O farklı bir büyükelçiydi. Büyükelçilik onun döneminde kale duvarları olmaktan
çıkmıştı. Türk iş adamı, öğrenci veya normal vatandaşın tüm sorunlarını büyükelçi
çözüyordu. Ömür Orhun'u en son kabulunde Aliyev, " Yazık sana bir defa bile beni
Türkiye'ye götürmedin " demişti. Aliyev için başarılı büyükelçi, kendisini ülkesine götüren,
iki ülke arasında ticari ve dostluk ilişkilerini geliştirendi. Loğoğlu bu tanıma uyan
büyükelçiydi. Azerbaycan'ın iç meselelerine de karışmıyordu. İşte tam iki yıl sonra Aliyev,
Loğoğlu'nun dantel gibi ördüğü ilişkiler sayesinde kendisini Türkiye'de 75. Yıldönümü
töreninde bulmuştu. Bir yılda ilişkiler nereden nereye gelmişti?
Loğoğlu bu başarılı çalışmalarından dolayı Dışişleri Bakanı İsmail Cem tarafından
Dışişleri Bakanlığı Müsteşar yardımcısı olarak 1998 yazında Ankara'ya alınmıştı. Loğoğlu,
Korkmaz Haktanır'ın Nisan 2000'de Londra'ya bülykelçi tayin edilmesinden sonra müşteşarlık
koltuğuna oturacaktı. 2002’de ise görev yeri diplomasinin zirve yeri Washington
büyükelçiliğiydi. O, petrol diplomasisinin gizli kahramanıydı. Türkiye, Azerbaycan,
Gürcistan, Özbekistan ve Kazakistan'ın katılımıyla imzalanan Ankara Deklerasyonu BaküCeyhan hattının gerçekleşmesi için önemli bir siyasi adım niteliği taşıyordu. Ankara
Deklarasyonu aynı zamanda, Bakü- Ceyhan'a karşı çıkan büyük petrol şirketlerine de gözdağı
veriyordu. Türkiye adına Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile Başbakan Mesut Yılmaz,
Azerbaycan adına Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, Gürcistan adına Cumhurbaşkanı Eduard
Şevardnadze, Kazakistan adına Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, Özbekistan adına
Cumhurbaşkanı İslam Kerimov'un imzaladığı deklerasyona, ABD Enerji Bakanı Bill
Richardson'un da şahit olarak katıldı.
Deklarasyonda temel olarak, "Cumhurbaşkanları, Azerbaycan ana petrol boru
hatlarıyla ilgili kararın alınacağı bu aşamada Hazar-Akdeniz (Baku-Tiflis-Ceyhan) hattının
ana petrol boru hattı olarak gerçekleştirilmesine ilişkin kararlarını kuvvetle teyit
etmektedirler." denildi. 6 maddeden oluşan ve ülkelerindeki petrol ve gaz kaynaklarının
52
aranması, çıkartılması ve birden fazla boru hatları aracılığı ile güvenli bir biçimde dünya
piyasalarına taşınması konularını değerlendirendiriyordu. Azerbaycan Cumhurbaşkanı
Haydar Aliyev, devlet başkanlarının ' siyasi iradesi ' ni gösteren, tarihi önem arzeden
deklerasyonun Bakü-Tiflis-Ceyhan Projesi'nin hayata geçirilmesinin de temelini
oluşturduğunu vurguladı. Uluslar arası Konsorsiyum ( AIOC )'da bazı petrol şirketlerinin
Bakü-Tiflis -Ceyhan projesine ekonomik olmadığı gerekçesiyle karşı çıktıklarını hatırlatan
Cumhurbaşkanı Aliyev, '' Bakü- Tiflis -Ceyhan'a itiraz edenler, engellemeye çalışanlar var.
Şirketlerinde ihtiyacı ödenilmelidir; onlarla çalışacağız. Ancak petrolün sahibiyiz. İstediğimiz
hatla petrolümüzü dünya pazarına çıkartırız. Bu deklerasyon Bakü-Ceyhan projesinin reel
olduğunu gösteriyor. 21. Yüzyılda meyvelerini göreceğiz. '' dedi. Cumhurbaşkanı Aliyev,
Bakü-Ceyhan hattına gereksinim duyulmasının gerekçelerini de şöyle izah etti : '' Azeri
petrollerinin yanı sıra Kazakistan'ın Tengiz petrollerinin bir bölümüde Hazar'ın dibinden
döşenecek boru hattıyla bu hatdan nakledilecekti. Bugüne kadar 2 milyon 500 ton Kazak
petrolü tanker-demiryolu yoluyla Azerbaycan-Gürcistan üzerinden dünya piyasalarına çıktı.
Hazara kıyıdaş ve yakın ülkeler Özbekistan ve Kırgızıstan'ın petrol ve gaz rezervleride bu
hattı zorunlu kılıyor. Ayrıca bu hattın inşası ülkelerimiz arasında dostluk ve işbirliğimizi
artıracak, bağımsızlığımızı güçlendirecektir. ''
ÇANKAYA’DA SKANDAL: HARB EDERİZ
Oysa bir gece önce durum bambaşkaydı. Hilton Otel'inde Richard Morningstar ile
buluşan Aliyev'e Clinton'un Bakü-Ceyhan'ı destek mektubu sunulmuştu. Cumhuriyetin 75.
yıldönümü için akşam Çankaya köşkünde muhteşem bir resepsiyon verilmişti. Uzun süredir
yapımı süren Çankaya'nın yeni salonuda bu akşam ilk defa açılıyordu. Aliyev ve Demirel
akşam yemeğinde yan yana oturmuştu. Bu arada önlerindeki mikserin açık olduğunu fark
edemeyen iki lider hararetli biçimde fısıltı halinde konuşuyordu. Acaba ne diyorlardı? İki gün
önce AIOC Başkanı John Leggate'in kendisiyle görüşürek 1,5 saat brifing verdiğini kaydeden
Aliyev, " AIOC Bakü-Ceyhan'ı istemiyor, şirketlerin pahalı bulduğunu söylüyor. Bu hatla
ilgili endişeleri mevcut. Problem var. Bakü-Supsa'yı ana üretim hattı olarak seçmek istiyorlar.
Bu hattın 1 milyar dolarz daha ucuz olduğunu söylüyorlar " diyordu. Mikserden teybe
kaydettiğim konuşma şok açıklamalar içeriyordu:
ALİYEV: Türkmenistan Cumhurbaşkanı Saparmurat Niyazov gözükmüyor gelmedi mi?
DEMİREL: Geldi, geldi. Ama hasta, şimdi dinleniyor.
ALİYEV: Önceki gün AIOC yetkililerini kabul ettim. Bakü-Ceyhan petrol boru hattını
istemiyorlar, pahalı buluyorlar. Bakü-Supsa'yı seçmek istiyorlar.
DEMİREL : Bakü-Ceyhan için harb ederiz.
ALİYEV : 10 gün AIOC yetkililerini kabul etmedim. Ben sürekli Bakü-Ceyhan olacak
diyorum, kızıyorlar. 10 gün sonra kabul ettim, böyle dediler. İtiraz ettim, olmaz dedim. BaküCeyhan hattını seçeceğimizi onlara söyledim.
DEMİREL : Yarın Bakü-Ceyhan'la ilgili deklerasyonu imzalayalım mı?
ALİYEV : İmzalayalım.
Konuşmaları kasete kaydeden iki muhabirden biri benden başkası değildi. Diğeri
Radikal muhabiri Deniz Zeyrekti. Gece 11.00 sularında yapılan konuşmayı gece baskısına
yetiştirmeyi başarmıştım. O gece bu haberin girmemesi için gazete ve Tvlerin tek tek aranarak
diplomasi muhabirlerinin tehdit edildiğini öğrendim ve bu nedenle telefonlara cevap
vermedim. Habere Süleyman Demirel çok sinirlenmişti. Basın Müşaviri Metin Yalman'ı
çağırarak bir güzel fırça çekti: " Ben sana demedim mi bu haber basına sızmayacak diye. Kim
bu Faruk Arslan. Köşke 6 ay girişini yasaklayın! " Metin Yalman aslında Demirel-Aliyev
53
diyaloğunun basında yer almaması için elinden geleni yapmış, tüm muhabirleri tek tek
arayarak ' yazarsanız köşke giremizsiniz " tehditini savurmuştu. Yalman'ın suçu Faruk
Arslan'ı tanımamasıydı. Çankaya köşkü yasağımda böylece başladı. Her bomba haberin bir
bedeli vardı. Ertesi gün haber Ankara'da bomba gibi patlamıştı.
Bombadan sarsılan Kremlin ise hemen sert cevabı yetiştirmişti:Anlaşma bir
paçavradır. Deklerasyon siyasi bir karardır. Moskova Radyosu, aynı akşamki yayınında,
ABD'li petrol şirketlerinin Beyaz Saray'ın isteğine karşı çıkarak Bakü-Ceyhan boru hattı
projesini desteklemekten vazgeçtiği ortamda deklarasyonun 'Kağıt parçası' olmaktan başka
anlam taşımadığı iddia edildi. Türkiye'nin 21'nci yüzyılın ilk çeyreğinde enerji
politikalarındaki perspektiklerini bu nedenle yeniden gözden geçirmesi gerekeceği vurgulanan
yorumda, ''Türkiye, Kafkaslar'da yeni rol oynamasının gerçekleşmesi Bakü- Ceyhan projesine
bağlanıyordu. Yeni gelişmeler karşısında Türkiye'nin bazı şeyleri yeniden gözden geçirmesi
gerekecek'' denildi. Bakü-Ceyhan projesinin askıya alınması ile Gürcistan ve Azerbaycan'ın
Türkiye politikalarının yanı sıra Tahran'a yönelik tutumun da değişebileceğini, buna karşılık
Ankara- Ermenistan ilişkilerinin canlanabileceği öne sürüldü. Radyo, Bakü-Ceyhan boru hattı
ihtimalinin ortadan kalkması ile Türkiye'nin İzmit- Sakarya- İzmir veya Karadeniz'in Avrupa
kıyısından Saros Limanı'na kadar uzacak doğalgaz boru hattının yapımını teklif edebileceğini
iddia etti. Hazar petrollerini uluslar arası piyasalara ulaştıracak ana üretim boru hattı
seçiminin bir ay geçmeden yine erteleniyordu. Azerbaycan'da Mega Proje'nin faaliyetlerini
yürüten Uluslararası Konsorsiyum( AIOC)'nun son durumu değerlendirmek için 2 ay daha
süre istiyordu. Ankara'da hükümet krizi sürerken, Bakü-Ceyhan petrol boru hattının
gerçekleştirilmesi konusunda atağa geçen Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev,
konuya ilişkin Türkiye'nin Bakü Büyükelçisi Kadri Ecvet Tezcan'la Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel'e iletilmek üzere bir mesaj gönderdi. Azerbaycan Devlet Petrol Şirketi
(SOCAR) Başkan Yardımcılığını yapan oğlu İlham Aliyev'i de ABD'deki petrol lobisi ile
temaslarda bulunmak ve Amerikan yönetimine mesajını iletmek üzere Washington'a yolladı.
Bakü-Ceyhan petrol boru hattı ile ilgili Türkiye'nin sunduğu somut finans desteğinin
yanı sıra yabancı petrol şirketlerinin ısrarla istediği teşvikler, transfer ve vergi ücreti indirimi
gibi konularda Türk hükümetinin kesin tavrını öğrenmek isteyen Cumhurbaşkanı Aliyev,
gönderdiği mesajla Türkiye'den net cevap istiyordu. Bu arada Washigton'da SOCAR Başkan
Yardımcısı İlham Aliyev, Hazar petrollerine yatırım yapan Amerika'nın dev petrol şirket
başkanları ile görüşme gerçekleştirdi. Görüşmelerin ardından bir açıklama yapan Aliyev,
"Türkiye, Bakü- Ceyhan petrol hattı ile ilğili vereceği teşvikleri, transfer ve vergi indirimini
net biçimde açıklasın. Ayrıca projeyi ne ölçüde finans edebileceğini bilmek istiyoruz. BaküCeyhan'la ilğili 2 ay içinde son kararı vereceğiz. Türkiye istenilen tavizleri vermezse BaküCeyhan'a elveda demek zorunda kalacağız." diyordu. 'Hazar Petrolleri Ana Üretim Boru Hattı'
için kurulması planlanan çok uluslu ve şirketli' Boru Hattı Konsorsiyumu' projesini de
masaya yatıran İlham Aliyev'in konsorsiyumda, petrolün üretildiği ev sahibi ülke Azeri şirketi
SOCAR için yüzde 50 oranında pay istemesi Ankara'yı karıştırıyordu. ABD'li petrol şirketleri
Pennzoil, Chevron ve Amoco'nun yakından ilgilendiği Boru Hattı Konsorsiyumu başkanlığı
için ABD'nin eski Dışişleri bakanı James Baker'ın adı geçiyordu.
ALİYEV'E RUS SUİKASTI
Aliyev’i devirmek yerine öldürme peşinde olan Rus istihbaratı 1998’in sonlarında onu
zehirlemek için mutfağına ajanlarını sokmayaı başarmıştı. 18 Ocak 1999'da GATA'da
Ankara'ya gelerek tedavi altına alınan Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'e tüm
testler ve muayeneler yapıldıktan sonra, söylendiği gibi bronşit, soğuk algınlığı teşhisi değil,
kalp yetmezliği teşhisi kondu. GATA'da Aliyev'i hergün ziyaret ederek doktorlardan bilgi
alan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e doktorlar, Aliyev'in kalbi 'nin yaşam için gerekli
54
olan kanın yüzde 25'ini pompalayabildiğini söyledi. Bu durumdaki hastaların 1.5 ila 12
arasında yaşamlarını sürdürebildiğine dikkat çeken doktorlar, Aliyev'in tüm hayati
fonksiyonlarının yaşına göre çok normal olduğunu belirterek şu tesbitde birleştiler : ''
Aliyev'in bünyesi çok sağlam. Tıp ilmi ve istatistikler bu gibi kişilerin limitin alt seviyelerinde
değil üst sınırda yaşama şansını sahip olduğunu söyler. '' Doktorlar, Aliyev'in bundan sonra
yaşamına çok dikkat etmesi ve doktor kontrolünde olmasını da kararlaştırdı. Haydar Aliyev
için GATA'daki tüm imkanlar seferber edildi. Azerbaycan'da döndükten sonra da Aliyev'in
periyodik sağlık verileri Ankara'ya getirilerek incelenecek, Türk hekimler Bakü'ye giderek
konsültasyonlar yapacaktı. Bütün veriler Cumhurbaşkanı Demirel'e anında bildirilecekti.
Aliyev'i Ramazan bayramı sırasında GATA'da Başbakan Bülent Ecevit, Dışişleri Bakanı
İsmail Cem de ziyaret etti. GATA'nın 7. katında devlet başkanlarına ayrılan özel donanımlı
odada kalan Aliyev'in yanına basın mensupları bırakılmıyor, Aliyev zorunlu olmadıkça kimse
ile görüşmüyordu. Oğlu İlham Aliyev ve Azerbaycan Ankara Büyükelçisi Memmed
Nevruzoğlu, tüm büyükelçilik personeli ile birlikte Aliyev'in yanından hiç ayrılmıyordu.
Aliyev'de GATA'da kendisine gösterilen üstün hizmetden çok memnun olduğunu belirtiyordu.
Ankara'da üst düzey bir Azeri yetkili, Azerbaycan Devlet Başkanı Haydar Aliyev'e,
NATO üssünün Azerbaycan'da konuşlandırılması ve Azerbaycan'ın NATO'ya üye olmasını
benimsemesi üzerine Rus istihbarahatı tarafından zehirleme usulüyle suikast düzenlediğini
öne sürmüştü. Bu iddia gizli GATA raporlarına da geçerek teyit edildi. Raporu elde eden
gazeteci GATA’daki kaynaklarını kullanan benden başkası değildi. Azeri Büyükelçi
Nezruzoğlu’ya elimde GATA belgesi olduğunu söylediğimde nutku tutuldu ve ‘ Sana bu
suikast girişimi ne oldu diyebilirin ne olmadı diyebilirim. Beni anla’ diyordu. Bu hassas
durum üzerine haberim sağlam olmasına rağmen sansür yedim ve yayınlatmadım. Ancak bir
gün sonra beni öğle yemeğinde ağırlayan Rusya’nın Ankara Büyükelçiliğinden diplomat
Vlademir, yüzüme gülerek, ‘ Aliyev zehirlenmiş mi; ne zaman ölecek?’ diye sorunca irkildim.
Ruslar, ya Azeri büyükelçiliğinin yada bizim telefonlarımızı dinliyorlardı. Rus ajana cevabım
keskin oldu: Ben Aliyev’in doktoru muyum, bana niye soruyorsun? Bilmenizi isterim Aliyev
henüz ölmeyecek kadar iyi durumda. Ölse bile adamınız Ayaz Muttalibov’u
getiremeyeceksiniz. Aliyev, ölmeden oğlu İlham Aliyev’i iktidara getirecektir. Sonra sırada
ABD’nin adamı Resul Guliyev var. 10 yıl sonra İsa Kamber, sonra Ali Kerimov.
Azerbaycan’ı unutun, ABD size Azeri petrolünü bir daha kaptırmaz.
Zehirlendiğini fark eden Aliyev hemen Demirel'i aramıştı. Apar topar Ankara'ya
getirilen Aliyev'in kanı yıkanmış, zehrin Karaciğiri harap etmesi son anda önlenmişti. Aliyev
kim öldürmek istiyordu? Bunu hangi gerekçe ile yapıyorlardı? Cumhurbaşkanı Aliyev'e
NATO yüzünden bir suikast girişiminde bulunulduğu o sırada kamuoyunu sızdırılmadı.
GATA'da yattığı 15 gün içinde tam 9 defa kendisini ziyaret eden Demirel'e ve Türkiye'ye
Aliyev bir can borçluydu. GATA kaynaklarından edinilen bilgiye göre, Aliyev resmi
açıklamalarda ifade edildiği gibi bronşit değildi. Açıklanmayan gizli tutulan raporlarda
Aliyev'e zehirlenme teşhisi konduğu, GATA'da kanının temizlenerek ölümden kılpayı
kurtarıldığı belirtiliyordu.
Bakü kaynaklarından edindiğim bilgiye göre, Aliyev, GATA'da tedavi için Türkiye'ye
gelmeden önce Ukrayna, Gürcistan Savunma bakanlarının Bakü'de toplanması için girişimde
bulundu. Geceyarısına kadar süren toplantıda üç ülke arasında işbirliğinin derinleştirilmesine
ilişkin bir protokol imzalandı. Toplantıya Moldova Savunma bakanı da çağrılmış olmasına
rağmen gelmedi. Resmi protokolda net bir karar yer almasada, üç ülke Savunma bakanlarının
ortak bir barış gücü oluşturulması ve NATO'yü üyelik konusunda anlaştığı bilgisi,
Moskova'ya ulaştı. Üstelik bu üç ülke NATO'ya üye olmak konusunda görüş birliğine
varmıştı. Oluşturulacak barış gücü ve üs petrol boru hattını koruyacaktı. Rusya'nın kırmızı
çizgileri çiğnenmişti. Aliyev'in üstü çizilmişti. Aliyev, artık Rusya'nın değil ABD ve
Türkiye'nin adamıydı.
55
Bunun üzerine Rus istihbaratı harakete geçti. Aliyev'in mutfağına sızan Ruslar, NATO
projesinin mimarı ve organizatörü Aliyev'i, ' zehirleyin emrini ' verdi. Aliyev, zehirlenme
korkusu nedeniyle yemeklerini önce başka birine taddırırdı. Dışarıda su dahi içmezdi. Bu
nedenle zehirlenme işlemi bir ay süren zaman dilimine yayılmıştı. Zehirlenerek yavaş yavaş
öldürülmek istendiğini farkeden Aliyev, bu olay üzerine Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'i
arayarak yardım istedi. Mutfaktaki Rus ajan bulundu ve öldürüldü. Aliyev'i muayene eden
Demirel'in doktoru başkanlığındaki Türk doktorlar Aliyev'in hemen GATA'ya kaldırılmasını
istedi. GATA'da 15 gün kalan Aliyev , tamamen iyileşerek bir kez daha Rus istihbaratının
suikastından kurtulmuş oldu.
Aliyev’in GATA'da tedavi görürken sadece Rus gazetecilere kabul etmesi de hayli
ilginçti. Aliyev, Rus NTV'ye yaptğı açıklama'da Azerbaycan'a NATO üssü istemediklerini
ifade etti. Oysa Azerbaycan'ın Dış Politika Müşaviri Vefa Guluzade, tam bu sırada üç defa
arka arkaya farklı haber kanallarına ısrarla NATO üslerini Abşeron'da görmek istediklerini
açıkladı. Hatta İncirlik'teki üs gibi üs bile istedi. Aliyev, kendisinden habersiz
konuşmayacağı bilinen Guluzade aracılığıyla Ruslara , '' Yıkılmadım, ayaktayım. '' diyordu.
Ama az kalsın NATO ilgisi Aliyev'in ölümüne yol açıyordu. Daha sonra Türkiye'ye askeri üs
verelim diye işi ileriye götüren Guluzade'nin bu fikrine, Azerbaycan Halk Cephesi
Partisi(AHCP) de destek verdi. AHCP Genel Başkanı Ebulfez Elçibey,, "Bu fikri daha önce
biz ortaya koymuştuk. Yeniden gündeme getirdiği için Vefa beye teşekkür ediyorum"
diyordu. "Türk Devletleri Birliği"nin oluşturulmasını, hatta "Turkiye-Azerbaycan
Konfedarasyonu"nun kurulmasının gerekli olduğunu dile getiren Elçibey'in bu önerisini
değerlendiren Vefa Guluzade "Şu anda Azerbaycan'ın durumu o kadar ağır ki, biz
konfederasyon değil, hatta Türkiye ile federasyon kurmaya da hazır olmalıyız. Çok sivri
gelebilir ama, şimdiki durumda Türkiye ile birleşmeye bile gitmeliyiz" demekten çekinmedi.
Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı Dış İlişkiler Şube Müdürü Novruz Memmedov ,
konfederasyon ve federasyon kurmanın realiteye uygun olmadığını bildirerek "Türkiye hala
Kıbrıs'la konfederasyon kuramıyor, bizimle kurmaya razı olur mu? Ayrıca, dış güçler buna
nasıl bakar? Biz bağımsız bir devletiz, bundan vazgeçemeyiz" diye Bakü'nün resmi olması
gereken görüşünü ifade ediyordu. NATO'nun 50. yıldönümü kutlamalarına katılmak için
gittiği Washington'da Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan ile biraraya gelen ve
Ermenistan-Azerbaycan sorununun barış yoluyla çözümünde ''olumlu'' sinyaller veren Aliyev,
bu süreçte ''açık kalp ameliyatı'' geçirdi. Aliyev, ABD'de geçirdiği operasyonun ardından uzun
bir süre çalışmalarına ara vererek Antalya'da dinlendi.
ALİYEV'İN SIR ÖLÜMÜ
Azerbaycan eski cumhurbaşkanı Haydar Aliyev 80 yaşındaydı. Takvim 21 Nisan 2003
tarihini gösteriyordu. Türk dostu Haydar Aliyev Bakü'deki Cumhuriyet Sarayı'nda halka
hitaben konuşma yapıyordu. Canlı yayınlanan Aliyev'in sesi aniden kesildi. Aliyev'in yüzünde
bir acı belirdi ve elini göğsüne götürdü. Hatta sendeler gibi oldu. Korumalar yanına koştu ve
onların yardımıyla Aliyev kulis arkasına çekildi. Aradan 10 dakika geçti. Aliyev güler yüzle
tekrar sahnede göründü; ‘‘Birisi beni kötü sözle andı galiba’’ şakası yaptıktan sonra
konuşmasına devam etti. Ancak ikinci deneme de uzun sürmedi. Aliyev tekrar fenalaştı ve bu
sefer korumalar yetişemeden yere yığıldı. Düşme esnasında başını da kötü çarptığı kameralar
tarafından görüntülenmiş oldu. Cumhuriyet Sarayı'nı arabasına kendisi binerek terk eden
Haydar Aliyev'i yakınları ve doktorları dışında bir daha kimse görmedi. 3 Mayıs günü Haydar
Aliyev, Ankara'ya getirilerek GATA'ya yatırıldı. Aliyev, GATA'da yaklaşık bir hafta devam
eden muayene ve tedaviden sonra Bakü'ye döndü. Aliyev, son olarak 8 Temmuz'da muayene
olmak amacıyla GATA'ya gitti. GATA'dan iki ay boyunca çıt çıkmadı. Aliyev'in sağlık
durumuyla ilgili resmi açıklamalar yetersiz gelince Bakü'de ‘‘öldü’’ dedikoduları başladı.
Aliyev'in sağlığı ile ilgili çeşitli söylentiler de bu dönemden sonra hız kazandı. Yine aynı
56
dönemde Rus internet gazetelerinde Aliyev'in yaşamını yitirdiğine dair çıkan haberler üzerine
Gürcistan parlamentosunun ''yas ilan etmesi ve saygı duruşunda bulunması'', Gürcistan
Cumhurbaşkanı Eduard Şevardnadze'nin Aliyev'in tedavisi GATA'da sürdüğü sırada, 1
Ağustos'ta ''Aliyev için başsağlığı dilemesi'' bu konuda yaşanan ilginç gelişmeler arasında
yerini aldı. İsrail'in devlet televizyonu 3 Ağustos 2003'de Aliyev'in GATA'da öldüğünü haber
veriyordu. MOSSAD'ın bu bilgiye ulaşması mantıksız değildi. Dört gün önce aynı haberi
Azeri muhalif basınından Müsavat gazetesi ileri sürmüştü. gazete toplattırılmıştı.
Azerbaycan'ın Ankara Büyükelçisi Nevruzoğlu, iddiaları yalanlamıştı. 4 Ağustos 2003'de ise,
Azeri muhalefet partilerinin tanımlamasıyla “Azerbaycan'da ' devlet darbesi” oldu. Aliyev'in
oğlu İlham Aliyev'in cumhurbaşkanlığı yetkilerini kullanabilmesi için Azerbaycan
Parlemantosu olağanüstü toplandı.
15 Ekim 2003'de yapılması planlanan cumhurbaşkanlığı seçiminin kaderini
değiştirecek bir tasarı parlemonta'da 101 oya karşılık bir oyla kabul edildi. Bu tasarı ile
başbakana tayin edilecek İlham Aliyev'in önü açıldı. Seçim kanununda ki 179.1 maddenin
lağvedilmesi ile eski cumhurbaşkanları konusunda kanun tasarısının kabulu ve en önemlisi
yeni başbakanla ilgili Cumhurbaşkanı kararının ilan edilmesi kararlaştırıldı. Bunun anlamı
şuydu: 179. maddeye göre cumhurbaşkanı ölürse veya görevinden istifa ederse 3 ay içinde
seçime gidilmesi öngörülüyordu. Seçim kanunu değiştirilerek 15 Ekimden önce seçime
gidilmesi engellendiği gibi, bu durum yeni seçim tarihini de belirginsizleştiriyordu. Bu önlem
kazara Aliyev'in öldüğü ortaya çıkarsa diye alınmıştı. Eski cumhurbaşkanları konusunda
yapılan değişiklikle Haydar Aliyev'in Atatürk'ü Koruma Kanunu benzeri bir kanunla korunma
zırhı altına alındığı anlaşılıyordu. Bu da, hiç bir kurum ve kişi Aliyev'i yargıyalamayacak
anlamına geliyordu. Aleyhinde yazan, konuşan herkese zindan yolu görünüyordu! Ağustos
2002 yılında yapılan referandumdan önce Azerbaycan'da Cumhurbaşkanından sonra ikinci
adam meclis başkanı idi. Bu referandum Haydar Aliyev’in oğlu ile ilgili hazırlıklara erken
başladığı anlamına geliyordu. Nitekim, Aliyev referandumdan sonra hastalanarak GATA
turlarına başladı. Temmuz 2003'ün başından beri bir aydır GATA'da yatıyordu, fakat bu defa
kimse ile görüştürülmüyordu. Azeri parlemantosunda alınan son kararla Aliyev'in daha önce
yazdığı anlaşılan mektupla, başbakanlığa oğlu İlham Aliyev'in getirilişi bir nevi açıklanmış
oldu. Etkisiz ve yetkisiz Başbakan Artur Resizade yerine oğul Aliyev'in cumhurbaşkanlığa
vekalet etmesi anlamına gelen bu karar, ancak Haydar Aliyev'in ölümüne endekslenmişti. 59
milletvekilinin başvurusu ile toplanan Meclis, İlham Aliyev'i başbakanlığa getirerek bir ilki de
gerçekleştirdi.
İlham Aliyev, bir Rus Televizyonuna yaptığı açıklamada, Haydar Aliyev'in bir ay
kadar önce kalp krizi geçirerek düştüğü platformda bir değil 7 kaburga kemiğinin kırıldığını
açıkladı, bu yaşta kemiklerin iyileşmesinin kolay olmadığını zikretti, ancak öldüğünü
söylemedi! İlham Aliyev, kamuoyunu babasının hayatta olduğuna inandırmak için 14
Ağustos'da bir açıklama yaptı. Azerbaycan Başbakanı İlham Aliyev, babası Cumhurbaşkanı
Haydar Aliyev ile birlikte aday olduklarını, ancak ''gerekirse adaylıktan Cumhurbaşkanı
lehine çekilmeyi planladığını'' söylemişti. İlham Aliyev, Japon Mainhichi gazetesine yaptığı
açıklamada, Cumhurbaşkanı Aliyev'in sağlık durumu nedeniyle kendisinin başbakanlığa
atanmasıyla ilgili kararnameyi imzalayamayacağı'' yönündeki eleştiriler için , ''Bütün bu
söylentileri şimdi en çirkin yöntemlere başvuran muhalefet yayıyor'' diyordu. İlham Aliyev,
babasıyla 2 Ağustos'ta GATA'da bu konuda görüştüğünü, daha sonra babasının sağlığının
daha da iyiye gittiğini ifade ediyordu. Babasının dolaşabildiğini söyleyen İlham Aliyev,
sağlık durumunu şöyle anlatıyordu: ''Ancak böbrekleri, daha doğrusu onlardan biriyle ilgili
küçük sorunları var. Dolayısıyla tedavi, bu böbreğin tam olarak çalıştırılmasına
yöneltilmiştir. Kalbi olması gerektiği gibidir. Babam konuşabiliyor, gezebiliyor, ama
doktorlar onun tamamıyla iyileşene kadar tedavi bölümünde kalmasını tavsiye ediyor.''
İlham Aliyev, babasının ne zaman ülkesine döneceği konusundaki bir soru üzerine,
57
doktorların bunun için kesin bir tarih veremediklerini ifade ederek, ''Ancak sağlık durumuna
bakarak, bu belki iki haftadan sonra mümkün olabilir'' diye konuştu. Oysa Aliyev, 6 Ağustos
günü Aliyev, Rusya'nın ambulans uçağıyla Ankara'dan ABD'nin Cleveland kentindeki kliniğe
götür. Büyük bir gizlilik içinde gerçekleştirilen nakil işlemlerinde, tek kare dahi fotoğraf
çekilememişti.
Azeri muhalefeti parlamentodaki İlham'ı başbakanlığa getiren girişimi Aliyev'in
ölümünün kesinleşmesi ve Azerbaycan demokrasisine yapılan darbe olarak yorumladı.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde muhalafetin en güçlü adayı Müsavat partisi Başkanı İsa
Kamber, daha çok onu destekleyenlerden oluşan 20 muhalif partiyi aynı çatı altında birleştiren
'Bizim Azerbaycan' bloku ile biraraya gelerek alınan kararları darbe olarak niteledi ve açlık
grevine kadar varan karşıt eylemlere start vereceklerini açıkladı. AHCP Lideri ve miletvekili
Ali Kerimov ile diğer muhalif milletvekili İkbal Ağazade, Kamber grubuna destek sözü
vererek yönetimi antidemokratik darbe ile suçladı. Hükümet muhalefetin sokaklara dökülerek
miting yapmasını engellemek için tüm polis ve özel güvenlik sayılan OMON birliklerini
Bakü'ye toplamaya başladı. Sözkonusu değişiklikler konusunda ABD ve Türkiye ile Azeri
yönetimin anlaştığı, veya en azından olanlara göz yumulacağı Azeri muhalefetince
dillendiriliyordu. 15 Ekim seçiminde İlham Aliyev'e karşı yarışmak için hazırlık yapan İsa
Kamber ve muhalif cephesi oğul Aliyev'in cumhurbaşkanlığı yetkilerini kullanabilen
başbakan zırhına girmesini eleştriyordu. 4 trilyon dolarlık petrol servetine sahip
Azerbaycan'da 1993 Haziran'ından beri ipleri elinde tutan Aliyev ailesi ile uzlaşmak
Washington ve Ankara için daha kolay ve daha az riskliydi. Ancak muhalefete göre İlham
Aliyev’in liderlik kapasitesi zayıftı ve Azerbaycan'ı bir yıldan fazla idare edemeyecekti!
Azerbaycan yeni kardeş kavgalarına, iç savaşa, darbe ve suikastlara gebeydi. Aliyev'in
yaşadığına dair hiçbir iz yoktu. 2 Ekim 2003'de yine bir yazıyla oğlu lehine
cumhurbaşkanlıktan çekildiğini açıkladı. İşte Azerbaycan muhalefetini kuşkulandıran da bu
idi. "Aliyev öldü" iddiası kesinleşmişti. Baba Aliyev'in, oğlunu cumhurbaşkanı seçtireceği
için "ölümümü gizleyin" vasiyetinde bulunmuştu. Seçimlerden önce bir Türk işadamı tam 60
dairesini satarak Azerbaycan'a gitmiş ve ve İsa Kamber için seçim kampanyasına katılmıştı.
Türk dünyasına ilgisini yakından bildiğimiz bir emekli Tuğgeneral seçimler öncesinde
Azarbaycan'daydı.Onun da gönlünden İsa Kamber'in kazanması geçiyordu. Seçimlerden sonra
çıkan karışıklıklardan öğrenildi ki, Ülkü Ocakları Genel Başkanı Atilla Kaya ve MHP MYK
Üyesi Suat Başaran da oradaydı. Olaylardan sonra Musavat Partisi Genel Merkezi'ni basan
Azeri Polisi, Atilla Kaya'yı başından ve kolundan yaralamıştı. Dayaktan nasibini Alan Suat
Başaran'ı ise gözaltına almıştı. Ancak Başaran, Ankara'dan MHP Genel Merkezi'nin devreye
girmesi ve Ülkü Ocakları'nın Azarbaycan'ın Ankara Büyükelçiliği önünde yaptığı gösterilerle
serbest bırakıldı. Şurası bir gerçekti, Azeri yönetimi, bu baskınla Türkiye'deki çevrelere açık
mesajını vermiş oldu. Ülkü Ocakları Genel Başkan Yardımcısı Alişan Satılmış'ın, "Ülkü
Ocakları Genel Başkanına yönelik saldırı aynı şekilde cevaplandırıyacaktır." şeklindeki
sözleri önümüzdeki dönemde taraflar arasında gerginliğin süreceğine işaret ediyordu.
Sonuçta, Azarbaycan'da seçimleri yüzde 80 oyla oğul İlham Aliyev kazandı, İsa Kamber'in ise
yüzde 12 oy aldığı açıklandı. İsa Kamber benim oylarım yüzde 60 diyor, bazı Batılı
gözlemciler seçimlerin şeffaf olmadığını ileri sürüyordu. Azarbaycan, demokratik olmayan
yollardan sahte bir seçimle bir süre daha İlham Aliyev'in cumhurbaşkanlığında yoluna devam
edecekti.
İlham Aliyev, 1998 ile 2003 arası devlet başkanı olması için hazırlandı. Baba Aliyev,
onu skandallardan uzak tuttu. İngilizce, Rusca ve Fransızcayı mükemmel konuşan Aliyev,
konusunda CIA ile irtibatlı çalışan İstihbarat şirketi Stratfor raporunda şunları yazmıştı: İlham
Aliyev, babasının karizmasına, politik becerilerine, ilişkilerine, tecrübesine, entelektüelliğine
ve otoriteyi kullanma kabiliyetine sahip değil. Bunlara rağmen çok iyi bir cumhurbaşkanlığı
yapacak.
58
Bir think-tank kurumu olan Moskova Enstitüsü CIS Başkanı Konstantin Zatulin,
İlham Aliyev'in iktidarı hiç mücadele etmeden babasından miras olarak devraldığını
belirterek, 'Kolay gelen, kolay gider. Oğul Aliyev, uzun vadede Azerbaycan'ı idare edemez.
Ülkenin tüm servetini kontrol altında tutan Aliyev ailesinin klanlarını idare etmek kolay
olmayacak' diyordu. Zatulin, baba Aliyev'in kardeşi, gölge devlet başkanı Celal Aliyev'den
bahsediyordu. Baba Aliyev, kumarı, içkiyi ve riski sevmezdi; oğul Aliyev onun tam tersi bir
karaktere sahipti. Susurluk'un en erken beraat ettirilen gizli kahramanı ülkesini sorunsuz
yönetecek kadar kurt değildi. Seçime hile karıştı" düşüncesiyle muhalefet ayağa kalktı.
Zatulin yanıldı. İlk başlarda Azerbaycan büyük gösterilere sahne oldu. Sonunda ülkede
sükunet sağlandı. Ancak iktidar "bir isyan çıkabilir" düşüncesiyle tedirgindi bu yüzden ülkeye
daha da hakim olabilmek için seçimlerden sonra geçen 2 ayda da baba Aliyev'in ölümü
açıklanmadı. Azerbaycan'ın eski cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'in ölümü 13 Aralık 2003’de,
Saddam'ın yakalandığı haberi yayıldığı sırada açıklandı. Aliyev'in ölümüyle ilgili ilk açıklama
Azerbaycan'ın Washington Büyükelçiliği 1. Kâtibi Tahir Tahizade tarafından yapıldı. Ancak
bir süre ölüm haberinin resmen teyit edilmemesi tereddütlere yol açtı. Tahirzade'nin ardından
Haydar Aliyev'in tedavi gördüğü Clevelend Kliniği'nden ölüm haberiyle ilgili açıklama
yapılması tereddütleri ortadan kaldırırken, Bakü'nün saatlerce sessiz kalması dikkat çekti.
Açıklamasını, "Aliyev bu (dün) sabah vefat etti, saatini tam olarak bilemiyoruz" şeklinde
duyuran Tahirzade, Aliyev'in vefatını "elim bir olay" olarak nitelendirirken, Büyükelçilik'te
bir taziye defteri açılacağını ve diplomatik nota yayımlanacağını kaydetti.
Azerbaycan'da Haydar Aliyev dönemi resmen bitti. Ancak tartışmalar bitmek
bilmiyordu. Azerbaycan'ın muhalif basını eski Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'in ölümüyle
ilgili attıkları manşetlerle, bu vefatın çok daha önce gerçekleştiği şüphelerini vurguladılar.
Muhalefet yanlısı gazetelerden Azadlık, haberi "Haydar Aliyev resmen öldü" başlığıyla verdi.
"Aliyev'in ölümü tasdiklendi" başlığını kullanan Yeni Müsavat gazetesi de, Aliyev'in hayatını
daha önce kaybettiği yolundaki haberleri geçen 4 ay boyunca yayınladıklarını ancak bunun
yeni itiraf edildiğini öne sürdü. Aliyev'in resmen vefat etmesi üzerine, resmi gazete
niteliğindeki, iktidardaki Yeni Azerbaycan Partisi'nin (YAP) yayın organı Yeni Azerbaycan'ın
sayfaları ise cenaze töreniyle ilgili açıklamalara ayrıldı. Express gazetesinde, ''Azerbaycan
büyük kayıp verdi'' başlığıyla çıkan haberde, Haydar Aliyev'in hayatı ve çalışmalarının yanı
sıra vefatıyla ilgili gelişmelere yer verilirken, ''büyük kayıp nedeniyle Azerbaycan halkının
yanı sıra Türk dünyası ve Cumhurbaşkanı İlham Aliyev'e de başsağlığı dilekleri'' yayınlandı.
''Olaylar'' gibi iktidar yanlısı bazı gazetelerde, ''Bağımsız Azerbaycan'ın kurucusunun Haydar
Aliyev olduğu'' belirtildi. Haberi, ''Haydar Aliyev resmen öldü'' başlığıyla veren muhalefet
yanlısı gazetelerden Azadlık ise Aliyev'in vefat ettiği yolunda haberlerin daha önce de
gündeme geldiğini, ancak resmi makamlar tarafından doğrulanmadığını kaydetti.
''Aliyev'in ölümü tasdiklendi'' başlığını kullanan Yeni Müsavat gazetesi de, Aliyev'in hayatını
daha önce kaybettiği yolundaki haberleri geçen 4 ay boyunca yayınladıklarını, ancak bunun
yeni itiraf edildiğini ileri sürdü. Haberde, Türk televizyonlarının Aliyev'in vefatını anında ve
ilk haber olarak verdiği belirtilirken, Azerbaycan televizyonlarının ise uzun süre bu haberi
duyurmadığı, ilk gelişmeleri de ANS televizyonunun TSİ 22.00'da yayınladığı belirtildi.
''Bakı Heber'' ise ''Haydar Aliyev'in ölümü açıklandı'' başlıklı haberinde, Aliyev'in daha önce
hayatını kaybettiğini, iktidarın ise bu haberi şimdi açıklamak durumunda kaldığını ileri sürdü.
Azerbaycan'ın eski Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'in vefatı üzerine ülkede 7 günlük yas ilan
edilirken, televizyonlarda eğlence programlarının yayınları da durduruldu.
Azerbaycan eski Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, düzenlenen törenle 16 Aralıkta
toprağa verildi. Respublica Sarayı'ndan kortej eşliğinde alınan Aliyev'in naaşı, yaklaşık 7
kilometrelik bir yürüyüşün ardından Fahri Hıyeban Mezarlığı'na getirildi. Burada
Kuranıkerim okunmasının ardından Aliyev'in tabutu, Azerbaycan Milli Marşı ile dört pare top
atışı eşliğinde eşi Zarife Aliyev'in mezarının yanında açılan mezara indirildi. Ardından bir din
59
görevlisi Aliyev için dua okudu. Daha sonra Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev,
cenaze törenine katılanların başsağlığı dileklerini kabul etti. Bu arada Cumhurbaşkanı Ahmet
Necdet Sezer, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi
Özkök ile bazı bakan ve milletvekilleri de İlham Aliyev ile yakınlarına başsağlığı dilediler.
Eşi Zarife Aliyev'i 1985'de kaybeden Aliyev'in bir oğlu, bir kızı ve 6 torunu bulunuyordu.
Azerbaycan içerisinde Aliyev'i ölümsüzleştirme çabaları tüm hızıyla devam ediyordu.
Sokaklara, meydanlara onun büstü dikilmeye, paralara resmi basılmaya çalışılıyordu. Dış
Dünya'da ise bütün bunlarla birlikte Haydar Aliyev ile ilgili gerçekler yazılıyordu. BBC'nin
internet sitesi Haydar Aliyev hakkında bir tartışma başlattı. Dünya'nın bir çok yerinden
Haydar Aliyev hakkında görüşler bildiriliyordu. Bu görüşlerin çoğunluğu ise Haydar
Aliyev'in "Bir diktatör gibi yaşadığını, ülkesini bir diktatör gibi yönettiğini ve bir diktatör gibi
de öldüğünü " bildiriyordu. Bazıları ise Aliyev'in ülkesine istikrar getirdiğini söylemekle
yetiniyordu. Azerbaycan'da tatsız olayların arkası kesilmiyordu. Başkanlık seçimleri,
uluslararası ölçülere göre, zaten seçimden başka her şeye benziyordu. Ama, onun ötesinde,
Cumhurbaşkanı ‘‘İlham Aliyev’’ iktidarını perçinlemek üzere, demokrasi dışı bir yana, artık
‘‘insanlık dışı’’ yöntemleri çekinmeden deniyordu. En önemli örnek ‘‘İkbal Agazade.’’nin
dramıydı. 35 yaşındaki Agazade Azerbaycan'da milletvekili. Ümit Partisi Genel Başkanıydı.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde İlham Aliev'in karşısında yer alıyordu. Musavat Partisi Genel
Başkanı ‘‘İsa Kamber'i’’ destekliyordu. Ne oluyorsa, bu destek sonrasında oluyordu .İsa
Kamber seçimi kaybedince, evinde göz hapsine alınıyordu. Kazansa Cumhurbaşkanıydı,
kaybedince göz hapsine alınmıştı. Agazade'nin durumu ise, Kamber'e göre bin biterdi.
Meclis'te dokunulmazlığı bir günde kaldırılıyordu ‘‘halkı kışkırttığı’’ gerekçesiyle. Aynı gün
hapse atılıyordu. ‘‘17 Ekim'den’’ bu yana hapiste çürüyordu. ‘Bakü'de Bayıl Hapisanesi, 1
nolu tecrit hücresinde’’ yatıyordu. Aylardır kimseyle görüştürülmüyordu. Hapisanedeki fiziki
koşullar çok kötüydü. Manevi baskı ise, hiç bitmiyordu. İki kez komaya giriyor, buna rağmen,
sağlık bakımı askıya alınıyordu, bir ayağı tutmuyordu. Ayrıca, yakınları ve ailesi baskı
altındaydı.
Azerbaycan muhalefetinin seçimlerden sonra ne kadar yıpratıldığının bir göstergesi
de, Washington’dan gelen bir umut ışığının yarattığı coşkuydu. Senatör John Makkeyn’in
girişimleri ile Azerbaycan’daki seçimler sırasında yaşanan usulsüzlüklerin eleştirildiği bir
madde Senato’nun “2004 yılı dış maliye operasyonları” kanununa eklendi ve bu madde ile
ABD Başkanı ve Dışişleri Bakanı’na Azerbaycan hükümetini, seçimlerdeki Usulsüzlüklerin
AGİT ve Avrupa Konseyi’nin katılımı ile kurulacak bağımsız bir komisyon tarafından
araştırılması konusunda ikna etmesi için tavsiyede bulunuldu. Ayrıca, Kongre’nin Helsinki
Komisyonu’nda Azerbaycan’daki seçimlerle ile ilgili 13 Kasım’da düzenlenecek
müzakerelere Azeri muhalifler Musavat partisi lideri İsa Gamber, Halk Cephesi Partisi Genel
Başkanı Ali Kerimli ve Demokrat Partisi lideri Resul Guliyev de davet edildiler. Bu
gelişmelerden az da olsa umutlanan muhalefet kanadından Ali Kerimli, Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinin yeniden yapılması talebini tekrar gündeme getirdi. Ancak mevcut duruma
Washington’un yaklaşımının en net ifadesi Bakü’de bulunan ABD Başkanı eski Milli
Güvenlik Danışmanı, eski SSCB Cumhuriyetleri üzerine uzmanlaşan ünlü isimlerden Zbignev
Bjezinski’den geldi: “Seçimlerdeki usulsüzlükler sonuçları etkilemiyor. Bana göre, seçim
sonuçları belli: İlham Aliyev kazandı ve önemli olan bu” Azerbaycan’daki Cumhurbaşkanlığı
seçimleri iç olaylarla birlikte ülkenin dış politikasında bazı gerginliklere yol açtı.
60
Ebulfez Elçibey: Türkiye ile birleşmeliyiz
23.08.2000 Bakü, Azerbaycan ve Ankara, Türkiye
Ölmeden kısa süre önce son röportajını ZAMAN'dan Faruk Arslan’a veren Ebulfez
Elçibey, yine dobra dobra konuştu. Bu fotoğrafın çekiliş tarihi ise farklı. Ocak 1998’de
AHCP Merkezinde Elçibey’in odasında çekildi. Elçibey, 1998’de cumhurbaşkanlığı
adayı idi. Son anda boykot edip çekildi. Elçibey’i çekilmesi için ikna eden isimdim...
Azerbaycan'ın eski Cumhurbaşkanı ve Azerbaycan Halk Cephesi Partisi (AHCP) Genel
Başkanı Ebulfez Elçibey Zaman'a verdiği son röportajında, ülkesindeki ve bölgedeki
gelişmeleri değerlendirdi. 'Bunları birinin açıkça söylemesi gerek.' diyerek, her zamanki açık
üslubunu sürdüren Elçibey, Türkiye ve Azerbaycan'ın sınırları kaldırarak konfederasyona
gitmeleri gerktiğini söyledi. Bu röportaj tarihidir ve geride kalıcı iz bırakmıştır.
Azerbaycan Halk Cephesi liderliğiniz bir bağımsızlık hareketi olarak başladı. Amacına
ulaştı, önce iktidar sonra parti oldu. İçinden birçok parti çıktı; aynı çizgideki bu partiler
neden birleşemiyor?
Bu tabii bir süreçtir. Azerbaycan için bir şeyler yapmak isteyen milliyetçi milyonlar bir araya
toplanarak bağımsızlık için mücadele etti. Bağımsızlığımızı kazandıktan sonra devlet kurmak
için iktidar olmak gerekliydi. Halk Partisi, eğer tek parti olarak kalsaydı buna izin
vermezdim. O zaman yine Komünist Parti'nin yerine oturmuş olur, tek hakimiyetlik devam
ederdi. Demokrasi, çok partililikten başlar. İnsanlar niye böyle bakıyor? Aynı çizgide birçok
partinin çıkması, bunların birbiri arasındaki ihtilafları, tartışmaları gayet normaldir. ABD'de
esasen 30'a yakın parti vardır; bunların ikisi öndedir. Rusya'da da 6'dan fazla Komünist parti
var; niye birleşmiyorlar? Kim bilir, Azerbaycan'da da zaman gelecek iki parti kalacak.
Toplumun tabii akışını kimse engelleyemez, kendisi hareket eder, içinden liderler çıkarır.
61
İktidarınızın kısa sürmesini nasıl izah ediyorsunuz? Peşinizden koşan milyonlar siz
yıkılırken neden arkanızda değildi?
Ben yıkılacağımı biliyordum. Rus askerini Azerbaycan'dan çıkardığım gün arkadaşlarıma
dedim ki, benim artık iktidarda kalacağıma inanmayın. Rus KGB'si bizi yıktı. Rus ve İran
istihbaratı ortak çalıştı; 100 milyon dolarlık bütçeleri vardı. Azerbaycan'dan Rus askerini
kovmaya muvaffak oldum. Evet, kovdum onları, 'çık git' dedim. Tam 75 bin Rus askeri vardı.
Kafkasya'da Bakü, Rus askerî üslerinin merkeziydi. Gence'de hava komando tugayı vardı ki,
bir günde Azerbaycan'ı işgal edebilirdi. Kolay olmadı. Hadi şimdi çıkartın Rus askerini bir
yerden de görelim. Çıkmıyorlar. Ne Gürcistan'dan ne Tacikistan'dan. Bunun sistemi var. Rus
ordusu karışık milletlerden oluşmuştu. Ordunun yüzde 60'ı Rus'tu, Bunların içinde birbiri ile
geçinemeyen Ukraynalılar da vardı. Nahcivan'da sınırı koruyan Rus askerinin asıl görevi
Türkiye'de casusluk yapmaktı. Operasyonlar yapıyor, Anadolu'da türlü türlü işler
görüyorlardı. Rus askerini göndermekle Türkiye'yi de kurtardık.
Gence isyanını bastırmak yerine neden Keleki'ye, köyünüze gittiniz; Türkiye neden sizi
desteklemedi?
İsyancı Albay Suret Hüseynov Bakü'ye yürüdüğünde kardeş kanı dökülmesini istemediğim
için Keleki'ye gittim. Hüseynov, Karabağ'da savaşıyordu, başarılar kazanmıştı, askeri
çevrelerin telkiniyle ona kahramanlık ünvanı verdim. Keleki'den iki gün önce Ankara'da
ağırlandığım yalandır; bir ay sonra Türkiye'den maslahat almaya gittiğim de doğru değil. Bir
halk, mücadelesini kendi yapmalıdır. Türkiye'nin başını niye buraya sokalım ki? Türkiye,
diplomatik açıdan bizi desteklesin sağol deriz. Yeterli destek oldu, olmadı tartışması abestir;
yeterli ifadesinin sınırı yoktur.
Azerbaycan halen Rus tehdidi altında bulunuyor. Bakü-Ceyhan projesi bu riski
artırıyor. Azerbaycan ile Türkiye arasında nasıl bir ilişki hayal ediyorsunuz?
Bir kere Türkiye ile Azerbaycan arasında vize olmasını kabul edemiyorum. Vize kalkmalı. İki
tarafta da çıkartılan bürokratik engeller nedeniyle ilişkilerimiz istediğimiz noktada değil.
Türkiye ile Azerbaycan konfederasyona gitmeli, birleşmeli. Sınırları kaldırmalıyız. İki
ülkenin vatandaşları serbestçe çalışabilmeli. Bakü-Ceyhan hattının yapılmasını Rusya
hazmedemiyor. Azerbaycan'ın petrolü var, dışarı satamıyor. Biz kardeş Türkiye ile
petrolümüzü paylaşmak isteriz. Türkiye ve Azerbaycan arasında askeri işbirliği Rusya ile
Ermenistan arasında olan seviyeye çıkartılmalı. Saldırmazlık anlaşması, Rusya'nın
Azerbaycan'a müdahale imkanlarını ortadan kaldırır. TSK ve NATO Azerbaycan'da askeri
üslerini kurmalı. Azerbaycan NATO üyesi olmalı. Azeri ordusu en modern silahlarla
donatılmalı. İki ülkenin halkı birdir, aynı duygu ve düşüncelere sahiptir. Türkiye'yi vatanım
kabul ediyorum. Ben Atatürk'ün askeriyim.
Karabağ sorununa nasıl çözüm bulunabilir?
Kanla verilen toprak ancak kanla alınabilir. AGİT, yıllardır diplomatik oyunlarla bizi
oyalıyor. Kadim toprağımız Karabağ'ın masada satılmasına gözyummayız. Bunun için 239
teşkilatı birleştirerek Milli Mukavamet Hareketi'ni kurduk. Bunun amacı halkımızı psikolojik
olarak muhtemel bir savaşa hazırlamaktır, siyasi bir maksadı yoktur. Kafkasya'da ikinci
Ermeni devleti kurulmaya çalışılıyor. Ermenistan zaten Rusya'nın oyuncağı, maşası. Dünyada
bir milletin yan yana iki devlet kurduğu görülmemiştir. Bu oyun tutmayacak. Ermenilere,
Karabağ'da ancak kültürel özerklik verilebilir.
62
Son dönemlerde İran'daki Azeri Türkleri için çalışmalarınızı hızlandırdınız? İran, 21.
yüzyılda nasıl bir değişim geçirecek?
Dünyanın değişik ülkelerinde yaşayan 40 milyon Azeri Türkü'nün hiçbir yerde kaydı yok. Ne
BM'de ne de İKÖ'de. Ortada bir vurdumduymazlık var, bunu ortadan kaldırmaya çalışıyoruz.
Türk folklor ve kültürünü korumak benim görevimdir. Asimilasyon politikalarına rağmen
İran'daki Türkler, Türklük şuurunu yitirmedi. Tahran rejiminin dışladığı çoğu entelektüel 4
milyon Türk, değişik ülkelere dağıldı. İran'da bir grup kültürel özerklikten yana. Bir kısmı ise
bağımsızlık istiyor. Güney Azerbaycan hareketi geçtiğimiz yüzyılda üç defa kanlı biçimde
bastırıldı. İran'da da bir çeşit KGB rejimi var. Rus sistemi nasıl çöktüyse insan fıtratı ile
uyuşmayan bu baskı rejimi de son bulacaktır. ABD de İran'daki rejimi yıkmak değil
yumuşatmak, liberalleştirmek istiyor. İranlılar da demokratik dünyanın dışında
kalamayacaklarını anlamaya başladılar. Sovyetler Birliği dağılacak dediğimde bana deli
gözüyle bakıyorlardı. Şimdi de İran'daki sistem liberalleşecek, Azeri Türkleri demokratik
haklarını elde edecekler diyorum.
Röportajın taşrada yayınlanani daha sonra şehşr baskısından çıkartılan sorusu şuydu:
Fethullah Gülen’in açılmasına vesile olduğu okulları, size dönemin cumhurbaşkanı
Turgıt Özal’dan gelen tavsiye mektubu ve Gülen’i devrin Mevlana’sı olarak
nitelemesine rağmen izin vermediniz? Pişman mısınız?
Evet. Yaptığım en büyük hatalardan biriydi. O dönemde Türk Dışişleri’nden, Türk
bozkurtları ve milliyetçi çevrelerden Gülen cemaatı ve Türk okullaraı ile ilgili hep oluımsuz
resmi mektuplar geldi veya sözlü olarak olumsuz görüş bildirildi. Radikal dinci oldukları
konusunda beni inandırdılar. Sadece Özal kefil oldu. Ben de çok şaşırdım, ne yapacağımı
bilemedim. Türk okullarında İngilizce öğretilmesine kızdım. Daha sonra Keleki’de geçen dört
yılımda kendimle hesaplaştım ve STV’de Kürsüden Gönüllere programında sürekli Fethullah
Gülen’in sohbetlerini dinledim. Çok tevbe ettim ve hakkını helakl etmesini diledim. Bugün 35
ülkede 50 bin Türk olmayan yabancı öğrenciye Türk okullarında Türkçe öğretiliyor. Özellikle
Ayna programında bunları görünce gözyaşlarımı tutamıyorum, ağlıyorum. Bu kadar insana
Türkçe öğretilmesine vesile olan bir insanın sadece eli değil ayakları da öpülür. Başbakan
Bülent Ecevit, benim gibi iyi bir Atatürkçü ve Türk milliyetçisidir. Onun Gülen’i savunan ve
öven açıklamasını duyunca artık emin oldum. Gülen’i övmek Fethullahçılıksa Ecevit’de
Fethullahçıdır. Yazi bende övüyorum ve sonuna kadar Gülen’i ve Türk okullarını
savunuyorum, o halde ben de Fethullahçıyım. Böyle saçma yaftalama olmaz, olmamalı.
ELÇİBEY NEREDEN KOŞUYORDU?
Elçibey 24 Haziran 1938 yılında Nahcivan’ın Keleki kasabasında dünyaya gelmiştir.
Azerbayacan bağımsızlık hareketinin öncüsü ve sembollerinden olan Elçibey yaşadığı
dönemde bir çok işkenceye maruz kalmış, bir çok kez ölümden dönmüştür. 1970 li yıllarda
Sovyet işgali altında olan Azerbaycan topraklarının bağımsızlığı için mücadeleye başladı ve
ilk kez 1976 yılında KGB tarafından Sovyetlerin aleyhinde propoganda yaptığı gerekçesi ile
göz altına alındı ve şartlı olarak geri salındı. Bu şart hiç şüphesiz ki onun ideallerinden ve
bağımsızlık uğruna verdiği mücadelesinden feragat etmesinden başka bir şey değildi. Ve hiç
şüphesizki reddilecek ve bu reddin sonucu sonu bağımsızlıkla noktalanacak büyük ve çile bir
yolcuğun başlangıcı olacaktı. Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanı ve
Azerbaycan Halk Cephesinin başkanlığınıda yapmıştır. Cumhurbaşkanlığı görevini ise
zamanında ordu daki görevleri ve Karabağ savaşında gösterdiği başarıdan dolayı
63
ödüllendirdiği Suret Hüseyinov un Rusların desteği ile yapılan darbe sonrasında ülkeyi iç
savaşa sürükletmemek için bırakmıştır. O’nda milletini zora sokmamak ve yeni kazanılan
bağımsızlığı kaybetmemek için gösterdiği bu örnek davranış iktidar hırsı ve koltuk sevdası ile
oturduğu yerden kalkmak istemeyen kişilere örnek temsil eder mi bilemeyiz fakat bu davranış
büyük bir onur timsalidir. Dava adamları hayatlarını sadece ve sadece ideolojilerine adar,
Elçibey de aynen bir dava adamına yakışan bir şekilde tüm hayatını davasına adamış,
bağımsız bir Azerbaycan için uzun yıllar mücadele vermiş ve her dava adamı gibi başarıya
ulaşmış bir liderdi. O, mücadelesine Sovyetlerin güçlü olduğu henüz çok fazla kan
kaybetmediği 1970 lı yıllar da başlamıştı. Bütün yıldırma çabaları, göz altılar, suikastler ve
tehditlere rağmen hiç bir şey O’nu inandığı değerler uğrunda savaşmaktan vazgeçirtemedi,
alıkoyamadı. Hiç bir güç O’nun sahip olduğu değerler kadar güçlü olmadığı için onu asla
yenmeye muktedir olamadı. 1976 yılında Sovyetler aleyhinde propoganda yapmaktan hapse
atılan Elçibey 1978 de şartlı olarak serbest bırakıldığında dışarı bırakılmasının bir şartı olan
alehte propoganda yapmamayı bir kenara bırakarak verdiği mücadelesine kaldığı yerden
devam etti. 1989 yılına gelindiğinde ise yarı legal olarak tanınan AHCP nin lideri olarak
göreve başladı. Kısa süre sonra güç kazanan Azerbaycan Halk Cephesi Partisi artık hükümet
tarafından resmen tanındı. AHCP nin ve Elçibey in ilk büyük eylemi ise 30 Aralık ta
Nahcivan ve Astradan katılan onbinlerce kişi ile yapılan “Yaşasın Büyük Azerbayca, Yaşasın
Tebriz-Bakü” sloganları ile sınıra dayandığı gösteri yürüşü olmuştur. Ne İran askerlerinin
nede Rus askerlerinin savaşmayı göze alamadığı bu bağımsızlık yürüyüşü Güney ile Kuzey
Azerbaycan’ı bir birinden ayıran tellerin “Yaşasın Birleşmiş Azerbaycan” sloganları ile
parçalanması ile nihai hedefine ulaşmıştı. 1990 yıllara gelindiğinde ise bütün bir pislik yığını
olan rejimini ayakta tutmak uğruna dünyaya barış ve kardeşlik naraları çeken Sovyet
rejiminin o dönemki Başkanı Mihail Gorbaçov; Azerbaycan Türklerine başka bir şeyi reva
görmekteydi. Reva gördükleri şey elbette ki kızıl ordu, kan ve dehşetti. 19 Ocağı 20 Ocağa
bağlayan gece Sovyetlerin son artıkları olan Kızıl Ordu bundan tam 70 yıl önce bağımsızlığını
gaspetmek için girdiği Baküye tekrardan bağımsızlığını almak için girmişti. Aynen 70 yıl
öncesinde olduğu gibi şavaş için çıplak bedeninden başka bir silahı olmayan nice canlar
devrildi; Azadlık meydanına akan milyonlarca insan her insan için en değerli varlığı olan
canlarını Rus tanklarını önüne sermekten biran dahi olsa çekinmedirler. Ve tam 130 can
tankların altında bağımsızlık uğruna şehit oldu. Ama bu sefer 70 yıl önceki gibi olmadı işler.
Verilen canların diyeti Bağımsızlıktı artık, esaret değil! Bu olay üzerine Elçibey ve AHCP
(Azerbaycan Halk Cephesi Partisi) bir süreliğine yer altına çekildi. Fakat bir süre sonra
Elçibey yeniden sahneye çıkacak ve Mehmed Emin Resulzadenin şu sözlerini 72 yıl sonra
tekrar edecekti. “Bir kere yükselen bayrak bir daha inez!” Ve nitekim de öyle olacaktı. Artık
Azerbaycan bayrağında orak çekiç kullanılmayacaktı. Azerbaycan Türkü artık Azeri değil
Azerbaycan Türkü olduğunu ve bağımsız yaşayacaklarını dile getirecekti. Dünyada
milletlerin bağımsızlığını kardeşlik, eşitlik ve birlikte yaşama vaadeleri ile gaspeden ve zaman
içerisinde komünistlikten çok bir Rus emparyalizmine dönüşen dünyanın en berbat sistemi
artık çökmeye başlamıştı. Dünya bu çöküşü kutlamaya hazırlanır iken esaret altında olan
milletler bağımsızlık için son hazırlıklarını yapmakta ve büyük bir mücadele vermekteydi.
Azerbaycan’da bu mücadelenin başını çeken Elçibey artık son hazırlıklarını yapmakta idi. 23
Ağustos ta Bakü’de yaptığı mitingte artık Komünist Partinin lağvedilmesinin ve Rus
askerlerinin tamamen Azerbaycan topraklarından çekilmesi gerektiğini vurgulamıştı. O gün
her zaman olduğu gibi Sovyet KGB si yine iş başında idi, bu konuşması üzerine sivil giyimli
KGB ajanları tarafından öldüresiye dövülmesi onu daha da kinlendirmiş ve bağımsızlık için
daha istekli ve biran önce harekete geçmesini sağlamıştı. Artık Azerbaycan Türkleride Yüce
Başbuğumuzun şu sözler ile ifade ettiği “Ya İstiklal Ya Ölüm” parolası ile dönülmez bir yola
girmişti. 14 Eylül 1991 de komünist parti kongresinde partinin lağvedilmesi tartışıla dursun
Halk artık Elçibeyin uyarısı ile sokaklara döküldü ve Meclisi kuşattılar. Artık beklenen
64
gerçekleşmiş ve Azerbaycan 18 Ekim 1991 de bağımsızlığını ilan etmişti. Şimdi sıra asıl
bağımsızlıktaydı; "Hukuki yönden bağımsızlığımızı kazandık. Bundan sonraki mücadelemiz
gerçek bağımsızlıktır" diyerek Elçibey Azerbaycan’a yakışan bağımsızlığın ne olduğunu
gayet iyi bir şekilde vuruglamıştı. Azerbaycan da kalan son Rus askerlerininde çekilmesi ile
Azerbaycan bağımsızlığına kavuşmuştu, inançlı ve azimli Elçibey girdiği bu mücadelen
büyük bir zafer ile ayrılmıştı.
Onun hayatı boyunca 3 temel hedefi vardı. Bunlardan Birincisi: Bağımsız Azerbaycan,
ikincisi: İranda ki 30 milyon Azerbaycan Türkünün yaşadığı Güney Azerbayca’la Kuzey
Azerbaycan’ın birleşmesi, üçünücüsü ise Öncelikle Azerbaycan ile Türkiyenin daha
sonrasında ise tüm Türk Devletlerinin birleşmesi idi.
Elçibey’in en önemli özellkilerinden biride onda olan büyük Atatürk sevgisidir. Öyledir ki
Atatürk hakkında ve Atatürk tarafından yazılmış tüm eserleri okumuştur. Ünlü Bakü
mitinginde sağ elini havaya kaldırarak “Men Atatürk’ün Esgeriyem” diyerek hitap ettiği
kitleyi çoşturmuş ve kendisinde olan Atatürk sevgisini en güzel şekli ile ifade etmiştir.
Yine onda olan Atatürk sevgisine görmek için KGB tarafından maruz kaldığı bir işkenceden
duyduğu acıyı şu şekilde belirtmiştir kardeşine.
“Çok işkence gördüm, çok çektirdiler hiç birisine yanmamda, bir Atatürk rozetim vardı
yakamda onu aldılar ya elimden hala için yanar.”
Melankolik ve sevecen bakışlarında her Türk gencinin yüreğini ısıtan ve her gence bir ufuk
çizen unutulmaz bir liderdi. Kendi adıma belirtmem gerek ise kendi dönemimde gördüğüm ve
bir çok otorite tarafından da onaylandığı üzere son yılların en büyük Türk devlet adamı idi.
Görüşlerinin hiç birinde yanılmamıştı. Görüşleri büyük bir ülkünün vazgeçilmez bir parçı
olsada her zaman sukunet ile diğmalar vuku bularak sistemli bir şekilde gerçeleşebilecek
düşüncelerdi.
Türk dünyasının ve özellikle Azerbaycan ile Türkiye’nin birleşmesi konusunda gösterdiği tüm
çabalara rağmen Türkiye nin ona kayıtsız kalması onu hiç bir zaman öz kardeşlerine karşı bir
darılmaya itmedi. Hatta öyle ki Ermeniler Karabağ’ı işgal ettiğinde Türkiye’den yardım
istediğinde dönemin Cumhurbaşkanı olacak zatın şu yobazlık ve ümmetcilikle dolu olan
“Onlar şii biz sünniyiz, gitsin İran’dan yardım istesinler” gibi gayet terbiyesiz ve küstah
cevabına bile darılmamıştı. Çünkü bu sözleri sarfeden kişinin Türk milletini temsil etmediğini
çok iyi bilmekte idi.
O’nun Azerbaycan ve Türkiye birleşmesi için sarfettiği çabalar ve söylemler ancak vizyonu
geniş bir liderin ön görebileceği fikirlerdi. Malesef aynı dönemlerde bir Elçibey in daha
bulunamamış olması geniş vizyonunun tam anlaşılamaması ve bazıları tarafından hep yanlış
anlaşılmasına sebep olmuştu. Darbeden sonra döndüğü Keleki kasabasında sonu bir çok
cefakar Türk liderinin ve kahramanın olduğu gibi yokluklar içerisinde geçti. Azerbaycan gibi
petrol zengini bir ülkenin eski Cumhurbaşkanı Keleki’deki evinde büyük yoklular içerisinde
yaşamakta idi. Bu yokluklar ileride onun hayatına malolacak bir çok hastalığında başlangıcı
olacaktı. Prostat tümörü ve sağlıksız beslenmeye dayalı olarak metabolizma sorunları nedeni
ile önce Ankara Hastanesine arkasından da hastalığının ilerlemesi nedeni ile GATA ya
kaldırıldı. GATA da kaldığı sürece durumu düzelmişti fakat nefes darlığı, akciğer sorunları ve
prostat kanseri belasına dayanması yıllardır zorluklarla mücadele eden Elçibey için çok daha
zordu. Ve o gün yani bundan 5 yıl önce 22 Ağustos 1990 da hayata gözlerini yumdu. Tarih
vizyonu geniş son Türk liderinide bir ulusun bağrını yakarak böyle almıştı elinden.
Ölümünden sonra Bakü’deki mütevazi evini ziyarete gidenler, derme çatma eşyaların yanında
sahip olduğu tek lacivert takım elbiseyide buldurlar, üzerinden hiç çıkarılmayan Atatürk
rozeti ile birlikte. Elçibey büyük bir petrol savaşının içine düşmüştü. Anlatayım:
Rusya'da Boris Yeltsin'in devlet başkanı olduğu 1991'de Halk Cephesi'nde de ilk
çatlaklar belirdi. Moskova'da hapis yattığı sıralarda Rus yanlısı olduğu söylenen İtibar
Memedov ve Rahim Gaziyev, Elçibey karşısında bir grup oluşturdu. Memedov, 'Milli İstiklal
65
Partisi'ni kurdu. Elçibey ise dikkatini bir yandan Rus askerlerinden kurtulmaya diğer yandan
da işgal altındaki Karabağ'da verilecek savaşa odaklamıştı. 23 Ağustos'ta Bakü'de düzenlenen
mitingde komünist partisinin lağvedilmesini isteyen konuşmasını yaptığında, sivil giyimli
KGB ajanları tarafından feci şekilde dövüldü. Azerbaycan ise artık geri dönülmez bir noktaya
gelmişti. Komünist Partisi, 14 Eylül'deki kongrede lağvedilmeyi tartışıldı. Elçibey'in çağrısına
uyan 100 binin üzerinde Azeri meclisi kuşatınca beklenen oldu. Bağımsızlık ilan edildi.
Elçibey ise 100 binden fazla Azeri'ye, "Hukuki yönden bağımsızlığımızı kazandık. Bundan
sonraki mücadelemiz gerçek bağımsızlıktır" dedi. Ve 18 Ekim 1991'de bağımsızlığını ilan
eden Azerbaycan, 29 Aralık'ta halkın yüzde 98'inin oyuyla bağımsızlığa evet dedi.
Bu sırada gerçekleşen ve tarihe 'Hocalı katliamı' olarak geçen olay ise Muttalibov'un sonunu
getirdi. Rus destekli Ermeni güçlerinin 10 bin nüfuslu Hocalı kentine yaptığı saldırıdan sadece
1000 kişi kaçabildi. Katliamın ardından adres yine meclisti. Üç gün süren bekleyişin ardından
Muttalibov istifa etti, yerine Yakup Memedov geçti. Ama artık cumhurbaşkanlığı seçimi
kaçınılmazdı. Elçibey'in bu görevde gözü yoktu. Önce adaylığa yanaşmadı, ısrarlar üzerine
'evet' dedi. Seçileceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Bundan en çok rahatsız olan ise Moskova
ve Tahran'dı. İşte bu sırada Şuşa ve Laçin, Ermenilerin eline geçti. 14 Mayıs'ta mecliste
toplanan ve Halk Cephesi milletvekillerini dışlayan bir heyet Hocalı olayından Muttalibov'un
sorumlu tutulamayacağı kararını alıp, onu devlet başkanı ilan etti. Elçibey'e yine meydanlara
çıkmak düşmüştü. 200 bine yakın Azeri, meclise yürüdü. Muttalibov ve arkadaşları bir Rus
askeri uçağıyla Moskova'ya kaçtı. Ve 7 Haziran 1992'de Elçibey oyların yüzde 59.4'ünü
alarak devlet başkanı seçildi. Elçibey ilk iş olarak milli ordu oluşturmak için kolları sıvadı.
Ancak Karabağ'da savaşan Azeri birlikleri 'nedense bir birlik' sergileyemiyordu. Azeri
güçlerine verilen karşı atak emri, bizzat Savunma Bakanı Gaziyev'in 'geri çekil' emriyle
sabote ediliyordu. Ermeniler Kelbecer ve Ağdam'a da girdi. Elçibey'in Türkiye'nin yardımıyla
kurduğu milli ordu başarılı olamamıştı. Eylül 1992'de cephe ziyaretlerinden birinde Elçibey'e
karşı bu kez suikast düzenlendi. Ama sonuç alınamadı.
Yabancı petrol şirketleri 1990-1993 arasında Azerbaycan'a yatırım yapmaktan, riske
atılmaktan çekindi. Böylelikle petrol sanayisindeki kriz derinleşti. Büyük ümit beslenen petrol
sanayisi kötü durumda iken Ermeni işgalinin getirdiği olumsuzluklar, iç savaş, hakimiyet
mücadeleleri, silahlı grupların ülkeyi kasıp kavurması da eklenince yabancı petrol
şirketlerinin çekinik tutumları uzun sürdü. Amoco, Pennzoil, BP gibi petrol şirketleri
incelemelerine 1990 yılından başlamıştı, ancak gözlem yapıyor, yatırımı sürekli erteliyorlardı.
7 Haziran 1992'de cumhurbaşkanlığına seçilen Ebulfeyz Elçibey ve Başbakan Penah
Hüseynov ile petrol şirketleri Mega Proje için ön çalışmalara başladı. Ancak 1992-1993 yılları
arasında Halk Cephesi hakimiyeti döneminde de istikrarsızlık sürdü. Elçibey'in Rus karşıtı
politikası petrol şirketlerince endişe ile izleniyor, akılcı bulunmuyordu. Elçibey gelir gelmez
Rusya ve İran'ı düşman diye kategorize etmiş, " Tüm Özbekler koyundur " ifadesine kızan
Özbekistan Devlet Başkanı İslam Kerimov, Azerbaycan'la tüm diplomatik ilişkisini kesmiş,
uçak seferlerini kaldırmıştı. Elçibey, politikacı değil, bir öğretmen ve bir ideologdu. Zaman
onun hiç bir zaman siyasetçi olamayacağını gösterecekti.
Vali tayin ettiği insanlar içinde hiç bir tahsili olmayan çoban, devlet yönetmeyi
bilmeyen beden öğretmenleri, hatta dağdan getirdiği çobanlar bile vardı. Komünist damgası
yemiş herkesi hükümetdışı bırakmıştı. Daha önce Sovyet döneminde kendi eliyle kadro
yetiştirmediği için etrafını çıkar düşkünü insanlar çevirmişti. Elçibey dürüst, insani ve saf
tavırları ile belirli çevrelerde sempati de topluyordu. Ancak Rusya'nın tamamen Hazar'dan
dışlanmasına Batılı şirketlerde karşıydı. Ayrıca Halk Cephesi döneminde de rüşvet almış
başını yürümüştü. Ceplerini Sovyet döneminde gizlice doldurmuş Komünistleri safdışı
bırakan Elçibey, cepleri boş çobanları, elektirikçileri, öğretmenleri vali yaparak aç insanları
fakir insanların üzerine farkında olmadan salmıştı. Elçibey, herkesi kendisi gibi sanıyordu.
Halk içten içe kaynıyordu. Sovyet dönemi aranır olmuştu.
66
ELÇİBEY'İN GÜVENDİGİ İKİ KGB'Lİ
7 Haziran 1992'de seçilen Ebulfeyz Elçibey aslında zoraki bir cumhurbaşkanıydı. Yakınlara
kaç kez" Beni Cumhurbaşkanı yapmayın. Halk Cephesi olarak hazır değiliz. Yetişmiş
kadrolarımız yok. İktidara gelirsek beni siz bir yıl içinde devirirsiniz. Düşmandan değil
dostlarımın samimiyetinden korkuyorum " diye uyarmıştı. Ama dinletememişti. Başta
İskender Hamidov olmak üzere Elçibey'e birazda silah zoruyla cumhurbaşkanı olacaksın
dayatmasında bulunulmuştu. Bunun istenmesinin diğer nedenide Müsavat Partisini kuran İsa
Kamber'in Halk Cephesi'nden ayrılma eğilimi göstermesiydi. Eğer Halk Cephesi iktidara
gelmezse bir daha bağımsız ateşi ile yükselmiş bu haraketin birliği dirliği sağlanamazdı.
Elçibey, tüm bu etkenler üzerine fedekarlıkta bulunarak cumhurbaşkanı olmayı kabul etmişti.
Elçibey'in öngörüsünün gerçekleşmesi gerçekten bir yıl sürecekti. En yakın arkadaşları
onu iflasa sürükleyecekti. Geçmiş sistemin alışkanlık, huy haline gelmiş 'rüşvet hastalığı'
Elçibey'i can evinden vuracaktı. Atatürk ve Türkiye sevdalısı Elçibey, Azerbaycan'da ilk
petrol anlaşmasının imzalanması için hazırlıkları başlatmış, Başbakan Penah Hüseynov'a tam
yetki vermişti. Penahov'un petrol anlaşmasında payının yükseltilmesi için İngiliz BP
şirketinden 50 bin dolar rüşvet aldığı iddiası halk arasında dilden dile dolaşıyordu. Toplam
dağıtılan rüşvet miktarının 350 bin dolar olduğu da iddia ediliyordu. Geçmiş petrol şirketi
Başkanı Resul Guliyev'in yurtdışına kaçırdığı para miktarı milyar dolarlarla ölçüldüğüne göre
Halk Cephesi yetkililerinin deyimiyle bu rüşvet rakamı devede kulaktı.
Amoco, Pennzoil, BP ve TPAO'nın katılımıyla dev bir petrol anlaşması imzalanacak,
Rus ve İran şirketleri dışlanacaktı. Elçibey, bu anlaşmada petrolün Bakü-Ceyhan hattıyla
nakledilmesi için gerekli maddenin de yer alınmasını istiyordu. 7 Kasım 1992'de İzmir'de bir
otel odasında Cumhurbaşkanı Turgut Özal'la buluşan Elçibey'in, Özal'a "Bakü'ye iki adamını
gönder " demesiyle Ankara petrolle tanışıyordu. Özal, Hazar petrolünün taşınması projesini
harita üzerinde Elçibey'e izah etmişti. Bakü-Ceyhan petrol hattının İran'dan geçtiğini görence
bir an şaşırdı. Neden diye sordu. İran'daki Azerilerin özgürlüğünü destekleyecek boru hattı,
ayrıca Ermenistan'ı da köşeye sıkıştıracaktı. İran'ın desteği ile ayakta duran Ermenistan boru
hattı rüşveti ile saf değiştirecek, Karabağ ihtilafı tereyağdan kıl çeker gibi çözülecekti. Özal’ın
gizli planı buydu.
Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki bölge olan Zengezur ve Meğru koridoru bu
projeyle işlerlik kazanıyordu. Ayrıca hat, İran'ın yanı sıra Nahçıvan'a da giriyordu. Bunları
söyleyen Özal'ın kararlılığı ve babacan tavırları Elçibey'i etkilemişti. Ertesi gün TPAO ve
BOTAŞ'dan iki yetkili soluğu hemde pasaportsuz giriş yaparak Bakü'de almıştı. Türkiye adına
görüşmeler yapan iki yetkili, alelacele Bakü yönetimi ile anlaşma sağlıyor, Hazar petrolünün
Bakü-Ceyhan'dan nakledilmesi kararlaştırılıyordu. Anlaşmada Türkiye'ye yüzde otuz
verilecek, Bakü-Ceyhan güvence altına alınacaktı. Elçibey, Türkiye'ye çok güveniyordu. Bu
anlaşmadan sonra Türkiye'nin Azerbaycan'ı Ermenistan'la yaptıkları savaşta kayıtsız şartsız
destekleyeceğine inanıyordu.
Rus karşıtı olması ile tanınan Azerbaycan Cumhurbaşkanı Ebulfeyz Elçibey, Ocak ayı
başında çalışmaları başlatmış 1993 sonbaharında Batılı petrol firmaları ve Türkiye ile bir
anlaşmayı imzalanmaya hazır konuma getirilmesini talep ediyordu. Özal, Elçibey'den
detayları görüşmeleri için güvendiği 4 adamını Ankara'ya göndermesini istemişti. Söz konusu
anlaşmanın taslağında üç Azeri petrol yatağının keşfi ve petrolün Türkiye üzerinden
Akdeniz'e taşınması amacıyla bir petrol boru hattı kurulması hükmü yeralmıştı. Ancak
Elçibey, güvendiği dört adamdan ikisinin KGB'ye çalıştığını daha sonradan öğrenecekti. Özal
ile Elçibey arasındaki petrol pazarlığı hemen Moskova'ya uçurulmuştu. Plan, proje hepsi artık
Yeltsin'in ve Rus KGB'sinin cebindeydi. Ruslar telaşa düşmüştü. Bu anlaşma ne olursa olsun
engellenmeliydi. Gerekirse Elçibey ve Özal öldürülmeli , bedenleri ortadan kaldırılmalıydı.
67
Yaşlı Beyaz Kurt, çıldırmıştı. 9 Mart 1993'te Ankara'ya gelen Azerbaycan Petrol Şirketi
Başkanı Sabit Bağırov, Bakü-Ceyhan boru hattı ile Hazar petrolünün Akdeniz'e
indirileceğine ilişkin çerçeve anlaşmasını imzalıyordu. Başbakan Süleyman Demirel ve
Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin'in şahitliğinde imzalanan anlaşmanın töreninden önce Bağırov
tereddüt ediyordu. Azerbaycan'ın Ankara Büyükelçi Mehmet Nevruzoğlu'nun araya
girmesiyle anlaşma parafe ediliyordu. Türkiye'den Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Ersin
Faralyalı ile Azeri tarafından 6 bakanın protokolda imzası bulunuyordu. Türkiye'de
iktidardaki DYP-SHP koalisyon hükümetinde BOTAŞ'ın başında Mete Göknel bulunuyordu.
Göknel, Bakü-Ceyhan'ın İran üzerinden geçerek Ceyhan'da noktalacağını açıklıyor ve
ekliyordu : "Bu yolu istemeyen yabancı şirketler istemezlerse yatırım yapmayabilirler. "
Türkiye ile ilgili protokol imzalanması hem Rusya'yı hemde ABD'yi rahatsız ediyordu. ABD
İran güzergahına karşıydı; Rusya ise proje ile by-pass edildiğini düşünüyordu. Petrolün
avuçlarının içerisinden kaçırılması affedilemezdi. Elçibey, anlaşmanın imzalanmasından 4
ay sonra isyancı Albay Suret Hüseynov tarafından devrileceğini hesap etmemişti. Üstelik
egemenliğini bitiren darbeci Albay Hüseynov'a kahramanlık madalyasını ve aldığı tüm
rütbeleri o vermişti. Ruslar kukla Hüseynov vasıtasıyla kendi planlarını sahneye koydu. Peki
bu nasıl olmuştu? Bakü'de sokaktaki çocuk bile gelişmelerin seyrinden işin nereye varacağını
tahmin ederken Ankara ve Bakü yönetimlerini kim uyutmuştu?
Elçibey tüm hesaplarını Türkiye'ye endeksli yaparken Rusya eli boş oturmuyordu. Rus
istihbaratının eli uzundu ve Azerbaycan'da istediği manipülasyonu yapabilecek
kabiliyetdeydi. Azerbaycan'a yönelik saldırılarını sürdüren Ermeni birlikleri 2 Nisan 1993'de
Kelbecer'i işgal etmişti. Elçibey'in Clinton ve Yeltsin'e gönderdiği kurtarın bizi mesajlan
netice vermemişti, Azeri Türkleri çaresizdi. Ermenistan'da bulunan 7. Rus ordusu 26 Şubat
1992'de Hocalı'yı işgal edip 7 bin insanı katlettiği gibi Kelbecer işgalindede Ermeni ordusuna
hava desteği sağlıyordu. İşte tam bu sırada sahneye hiç beklenmedik bir aktör çıkıyordu.
5-15 Nisan 1993 tarihleri arasında Orta Asya gezisine çıkan merhum cumhurbaşkanı
Turgut Özal, ilk durağı olan Taşkent'de bir basın toplantısı düzenliyerek Karabağ ihtilafının
artık Ermenistan'ın Azeri topraklarını işgale dönüştüğüne dikkat çekiyordu. Rusları uyaran
Özal, ' Ermenistan'a destek olanlar bilsin Türkiye gereğini yapacaktır. ' diyordu. Kelbecer'in
Ermeniler tarafından işgal edilmesi halkın Bakü yönetimine olan güvenini sarstı. Rusya'da
zaten bunu istiyordu. Halkın güvendiği tüm dallar kesilmeli, yeni bir kurtarıcı aranmalıydı.
İşgalden 6 saat önce Elçibey, Başbakan Süleyman Demirel'i telefonla arayarak kenteki 25 bin
kişinin kurtarılması için helikopter istedi. Demirel'in cevabı olumsuzdu. Ermenistan ve İran
helikopter geçişine izin vermiyordu. 25 bin kişi, 4 metre kar olan o gün Murov dağlarını
yürüyerek aşmaya çalıştı. Donarak ölenler, gangren olup ayakları elleri kesilenler
çoğunluktaydı. Kelbecer'in kadınlarını Ermeniler esir etmiş Ortadoğu’da zengin Araplara
satıyordu.
Elçibey'in güvendiği dağlara kar yağmıştı. Türkiye en zor gününde kendisini yalnız
bırakmıştı; ama o Türkiye'ye kızgınlığını yüksek sesle dile getirmeyecek kadar Türkiye
aşığıydı. Tabii herkes onun gibi değildi. İçişleri Bakanı İskender Hamidov, iki helikopter
göndermekten aciz başbakan Demirel'i baba değil ' nine ' diye nitelendirince kıyamet
kopuyordu. Kelbecer faciası, Halk Cephesi ve Elçibey'in raytingini hiçe indirmişti. KGB
kontrolündeki Rus söylenti yayıcıların etkisiyle halk bir anda iktidara karşı dönmüştü.
Kelbecer işgal edilmeden bir gün önce Bakü'den üç gazeteci; Zaman'dan Cemil Yıldız,
Amerikalı gazeteci Thamos Goltz ve Azertaç'dan Azer bir helikopterle şehre inmiş, işgal
gecesini orada geçirmişti. Ermeniler telefonla komşu kentenden yarın işgale geleceklerini,
herkesi kıtır kıtır keseceklerini bildiriyor, alay ediyorlardı. Kelbecer'de sadece bir tank vardı,
onunda aküsü yoktu. Şehir giriş çıkışını kontrol eden asker sayısı sadece 15 idi. Ordu
birlikleri Bakü'den gelen bir emirle geri çektirilmişti. Emri veren Gence'de isyan edecek
güçlerin lideri Suret Hüseynov'dan başkası değildi. Bakü'nün olaydan haberi yoktu. Kelbecer
68
iktidar hesapları için feda edilmişti. Ertesi gün dağın tepesinden ateş açan Ermeniler güle
oynaya katliama doğru ilerlerken, ne yapacaklarını şaşıran üç muhabir bir pankarta Rusca "
Pressa " basın yazmıştı. Amerikalı Goltz, arkadaşlarına yabancı gazeteci olduklarını
söylemelerini Türk olduklarını gizlemelerini istiyordu. Durum vahimdi. Geldikleri helikoptere
doğru koştular,halkta o tarafa doğru ilerlemiş, helikopter bir anda dolmuştu. 60 kişi ile kalkan
helikopter Murov dağına çarparak infilak etti ve içindekilere mezar oldu. Bir helikopter daha
vardı, gazeteciler oraya koştular, ancak Cemil Yıldız dışarıda kalmıştı. Sadece bir kolu içeri
girmişti. Goltz'un içeridekileri itip yer açmasıyla Yıldız'da içeri girdi,yine 60 kişiyle
helikopter havalandı. Murov dağına çarpmaktan kılpayı kurtularak Bakü'ye ulaştı.
Ertesi gün tüm dünya katliamı fotolarıyla bu muhabirlerden öğreniyordu. Çok acı
olaylar yaşanmıştı. Ermeniler de kurtarıyoruz diye helikopter kaldırmış, Azeri kadın ve
kızlarını bu helikopterlere doldurarak Erivan'a götürmüştü. Bu kadınlar, kızlar önce kötü
emeller için kullanılacak, daha sonra ise Orta Doğu kadın pazarına satılacaktı .Bir çok Azeri
kadın intahar ederek bu kötü kaderine son vermeye yeğledi. Erkekler gayretsiz olunca
kadınlar namuslarını nasıl korusundu. Ertesi gün Cemil Yıldız ile birlikte Niva marka
arabamla soluğu Bakü'ye 540 km uzaklıktaki Murov dağının eteklerinde aldım. Bir kişi
kurtarabilirmiyim umuduyla karlı dağlardan gelen çıplak ayaklı Azerileri bekleyen gözüyaşlı
iki Türk gazeteci, ayakları elleri donmuş birkaç kişi Gence hastanelerine yetiştirdi. Gence'de
hastaneler dolmuştu. İki gazeteciyi kabul eden Gence Vali yardımcısı Ramiz Memmedov, '
herkesi kurtardık tam 24 bin 450 kişiyi sağsalim Gence'ye taşıdık ' diye yalan söyleyince iki
Türk gazeteci dayanamamıştı: Başınıza gelenleri biliyoruz. Cemil, Kelbecer de idi. Gelin
doğruları konuşalım. Eğer hemen kurtarma timleri kurmazsanız, yarın vatan haini olarak
gazetelere çıkacaksınız.
Ramiz Memedov çok korkmuştu. Kimdi bu kendisini tehdit eden gazeteciler?
Bakü'den gelen yabancı gazeteci olmak, zaten korkması için yeterliydi. Ama böyle cesaretli
bir çıkışı anlaşılan beklemiyordu. Birden gözleri doldu. Kapıları kapattı, odanın içindeki
yardımcılarını dışarı çıkarttı. Ağlamaya başladı. ' Evet anlattıklarınız doğru, büyük bir
katliam. Ne yapabilirdik ? ' dedi, ellerini zonkluyan şakaklarına götürerek. ' İçimizdeki
satkınlar, satılıklar halkımızı yine bu güne düşürdü' derken Memmedov artık gözlerimizin
içine bakamıyordu. Kelbecer katliamı, Özal’ın petrol planına karşı Rusların cevabıydı.
ÖZAL'A RUS SUİKASTI !
Bu arada Özal Özbekistan Kırgızıstan'a giderken uçakta yaptığı açıklamada, " Karabağ
meselesi artık büyük Ermenistan hayali haline geldi. Ermeni hududunda siz ciddi bir manevra
yapsanız, iki üç merminiz oraya düşse ne olur ? Mesele şu noktaya gelir: Sen fazla gidersen,
ben buradayım. Ama bunu lafla değil fiilen söylemek lazım. " ifadelerini kullanıyordu. Başta
Demirel olmak üzere hükümet üyeleri böyle bir şey söylemenin doğru olmadığını belirterek
Özal'ı eleştirdiler.
Ermeni saldırıları sürerken TSK 'a bağlı 3. ordu teyakkuza geçirilmişti. Bazı sbirlikler
sefer görev emirlerini yerine getiriyor ve küçük manevralara başlıyordu. BM Güvenlik
Konseyi 7 Nisan'da işgalci Ermenilerin Azeri topraklarını terketmesi isteğine ilişkin bir
kınama kararı alıyordu. Bu arada Demirel, Diyarbakır'dan Ankara gelirken uçakta, '
Türkiye'nin Ermenistan'a müdahelesinin mümkün olmadığını açıklayınca Ruslar ve Ermeniler
rahat bir nefes alıyordu. Elçibey, " Artık Türkiye'den hiç bir şey istemiyorum. Ben Türkiye'ye
de İran’a da başvurdum. 5-10 helikopter verinde kadınları çocukları kurtaralım dedim.
İnsanlar ormanlara ve köylere kaçmışlar. Orada çocuklar öldü, kadınlar karın içinde dondu.
Rusya, İran ve Türkiye helukopter vermedi. Şimdi ben Türkiye'den ne isteyeyim. " diye sitem
ediyordu. Ermeniler Azerileri tehcir etmek için kimyasal silah kullanıyor kimse tınmıyordu.
Özal gezisinin son durağı olan Bakü'ye 13 Nisan 1993'te adımı atmıştı. Elçibey'de
69
görüşen Özal , Karabağ ihtilafı ve ve Ermeni saldırılarına ilişkin Özbekistan'da yaptığı
açıklamayı tekrarlıyordu : " Doğu illerimizde tatbikat düzenleriz bir kaç kurşun da öte tarafa
düşer. "Ermenilere gözdağı verilmişti. Ancak Demirel'in soğuk tutumu Ermenileri
cesaretlendirmişti. Nitekim anamuhalefet parti başkanı ANAP lideri Mesut Yılmaz'da bu
gerçeği dile getirerek Türkiye'nin Ermenileri caydırmak için elindeki imkanları kullanmadığı
için Demirel'i suçluyordu. Elçibey'le düzenlediği ortak basın toplantısında Özal, "Ermenistan
askeri tutumda ısrarı sürdürümez. Bu yolda vazgeçeceklerini umut ediyorum. yoksa bu yolun
sonu onlar için hüsran olur. " diyordu. Azeri kamuoyu bir anda Özalcı oldu, onu bağırlarına
bastı. Özal'ın 20 Ocak 1990 Bakü katliammına ilişkin ABD ziyareti sırasında yaptığı,
"Azeriler Şii, biz Sünniyiz " gafını unuttturmuş, kendini sevdirmişti.
Elçibey-Özal kapalı görüşmelerinde baş gündem maddesi Bakü-Ceyhan'dı. Henüz
Türk kamuoyunun böyle bir projeden haberi yoktu. Elçibey, Özal'dan aldığı cesaretle petrol
anlaşmasına hız verdi ve anlaşmanın yaz aylarında imzalanacağı açıklamasını yapma
hatasında bulundu. Rus ve İran istihbaratı haberi hemen uçurmuştu. Elçibey, Özal'dan
ordularını eğitmelerini istemiş, olumlu yanıt almıştı. 1992'de ilk defa Azerbaycan'dan Harp
okullarında okutulmak üzere 500 öğrenci seçiliyordu. Özal, bu eğitim ilişkisini daha geniş
zemine yayıyordu. Türk özel timi ve özel haraket birlikleri Karabağ'da operasyonlar yapması
ve Ermenileri yıldırması için Bakü'ye gönderilmişti. Gönderilenler arasında ünlü ülkücü
yiğitlerde vardı. Gözüpekliği ile tanınan İrfan Özcan, Atilla Kaya gibi lider savaşçılar
Karabağ savaşında Azerileri yanlız bırakmamıştı. Şöhret gibi Aydın gibi Azeri özel tim
elemanlarını bu ülkücü ekip yetiştirmişti. Ali Batman, Ramiz Ongun ve Musa Serdar
Çelebi'nin organizesi ile savaşa giden ülkücülerin vurucu timi Rüzgar bölüğü büyük
yararlılıklar göstermişti.
Türk ekibinden Ermenilerin eline geçen esirlere Ruslar, çok işkence yapıyordu. Dişleri
, tırnakları sökülüyor, bedenlerine elektrik veriliyordu. Bunlardan biride iki yıl esir kaldıktan
sonra Kızılhaç'ın devreye girmesiyle 1997'de serbest bırakılan Atilla Yumak'tı. Yumak ferdi
haraket eden biriydi. Bir Türk'ün tek başına dünyaya bedel olduğuna inanmıştı. İstanbul'da
karısını ve çocuğunu bırakarak Azeri kardeşlerine yardım için cepheye koşmuştu. Gördüğü
olaylar ne kadar hata yaptığını ispatlıyordu. Bunları anlatırken göz yaşlarını tutamıyor,
kendisini reddeden ailesine artık dönemeyeceği için yardım etmemizi diliyordu. Türk
subaylarında içlerinde savaştığı rüzgar bölüğü bir süre sonra arka cepheye çekildi.
Türk ordusu subayları, Şamahı, Nasosi kasabası ve Sumgayt'da resmen Azeri
gençlerine gerilla eğitimi vermeye başladı. Şahahıdaki üsse yanlışlıkla girmiş, Metin yüzbaşı
ve üç astsubay arkadaşla konuşmuştum. Ancak burada olduklarına dair tek kelime
yazmamamı rica ettiler. Bu timler Ermenileri çileden çıkarmıştı. Öyleki Haziran 1992’de 35
köyü teslim alarak Şuşa'ya kadar ilerlemişlerdi. Maalesef Azerbaycan Savunma Bakanlığı
içindeki gizli Ermeniler Türk ekibinin geri çekilmesi için talimat verdirmiş, Karabağ'da savaşı
noktalayacak haraket geri püskürtülmüştü. Bu emri veren Savunma Bakan Yardımcısının
Ermeni olduğu 1994’de Moskova’ya kaçınca anlaşılacaktı.
Bu olaydan sonra Türk ekipleri Karabağ'da önde savaşmak yerine geri cephede asker
eğitmeyi tercih etmeye başlıyordu. Susurluk kahramanı Mehmez Özbay lakaplı Abdullah
Çatlı, Azeri ordusunu eğiten elemanlardan biriydi. Ermeni kamplarıının yerleri MİT
tarafından tesbit edilmiş Çatlı'nın eline 30 kamp krokisi verilerek Bakü'ye gönderilmişti.
Karabağ'daki dağlık coğrafi şartlar gerilla savaşını gerektiriyordu. Düzenli ordunun başarılı
olması zordu. Dağlık bölgenin koridorlarını, patikalarını bölge insanı Azeriler biliyordu. Azeri
ordusu homojen değildi, kimin Ruslara, Ermenilere çalıştığını tesbit etmek hayli zordu. Ön
saflarda çarpışırken, arkadan seni korumakla görevli asker hain bir kurşunla seni şehit
edebilirdi!
15 Nisan'da Bakü'den dönüşünde Özal, Azerbaycan namına savaşmayacaklarını ancak
maddi ve manevi destek vereceklerini ilan ediyordu. Özal'ın kastettiği resmi Türk ordusu
70
birlikleriydi. Özel eğitimli, örtülü ödenekten destek alan Türk birlikleri her zaman Azeri
birliklerin yanındaydı. Türkiye'nin Nahçıvan üzerindeki garantörlük anlaşmalarını hatırlatan
Özal, " Gidip kucaklaşsak, korkmayın geldik buraya desek ne olur? Böyle yaparsak Batılılar
meselenin çözümü için daha çabuk davranır. " diye konuşmaktan çekinmiyordu. Aynı gün
TBMM Azerbaycan ile imzalanan Askeri eğitim ve konsolosluk anlaşmasını jet hızıyla
geçiriyordu. Onaylanan savunma birliği anlaşmaya göre Türkiye ve Azerbaycan üçüncü
ülkelerden gelecek saldırılara karşı koyabilecekti. Dışişleri sözcüsü Volkan Vural, bu konuda
artık yeni bir savunma paktı yapılmasına gerek olmadığını duyuruyordu.
Turgut Özal, Bakü'den dönüşünden sonra 11 günlük Orta Asya gezisini
Azerbaycan'daki hassas durumu Başbakan Süleyman Demirel'e konutuna çağırarak
anlatıyordu. 17 Nisan'da Çankaya Köşk'ünde sabah jimlastiğini yapan Özal kalp ve kroner
yetmezliği gerekçesiyle tansiyon düşmesinden hastaneye kaldırılıyordu. Özal'ın yanında
doktoru yoktu. İlk önce Hacettepe'ye kaldırılmış, GATA'ya götürülürken yolda Allah'a
yürümüştü. Özal'ın şüpheli biçimde ölüşü Azeri kamuoyunda derin bir infial uyandırıyordu.
Sabah jimlastiği sırasında kalp ve kroner yetmezliğine bağlı tansiyon düşmesine bağlı olara
Hacettepe Üniversitesi hastanesine kaldırılan Özal bütün müdahelelere rağmen
kurtarılamamıştı.
Azeri istihbaratı Özal'ı Rus istihbaratının zehirleyerek öldürdüğü kanısındaydı.
Konuya ilişkin sorularımı Bakü ofisime yaptığı ziyaretde cevaplayan Azeri İstihbaratı Basın
müşaviri Mahir bey, ‘ Olabilir. Ancak sadece tahmin ediyoruz’ demişti. Bu konuda hazırlanan
rapor, Elçibey'e iletilmişti. Özal’a ilk zehirli bardak Taşkentde verilmişti. Bu zehir ölümcül
değildi. Ancak Kazakistan ve Azerbaycan’da verilen iki zehirli bardakla birleşince toksik
zehirin kombinasyonu tamamlanmıştı. Zehirin saldırıya geçmesi için fünye görevi gören
Özal’ın o sabah içtiği portakal suyuydu. Kimyasal reaksiyona geçen zehir kalp hastası olan
Özal’da kalp krizi meydana getirmişti.
Ancak kimse Özal'ın Bakü'de zehirlendiğini kabul etmek istemiyordu. Bu duyulursa
bir skandal olurdu. Kulaktan kulağa yayılan bu dedikodu ' fısıltı gazetesi' nin manşetindeydi.
Azeri halkı böyle bir infaza ev sahipliği yaptıkları için vicdan azabı çekiyordu. Gizli petrol
pazarlığı ve Karabağ'da izlediği şahin politika Özal'ın başını yemişti. Ama ortada delil yoktu.
Ankara'ya şüpheler bildirilmiş, ama gerekli cevap alınamamıştı. Azeri halkı sanki kurtarıcısını
kaybetmişti, milyonların gözyaşı sel olmuştu. Oysa Özal'ın Azerbaycan'a yaptığı hizmet
Türkiye'ye yaptığı hizmetlere göre deryada damlaydı. Protokol kurallarına göre bir devlet
başkanın yemek yediği tabaklar, su içtiği bardak 45 gün muhafaza edilir, hemen yıkanmazdı.
Özal'ın eşi Semra Özal, o günlerde Özal'ın saç örneğinin analiz edilmesini istiyordu. Oğlu
Ahmet Özal'ın ifadelerine göre saç örneği alınmış, ancak tahlile gönderilememişti. Oğul Özal,
bu sisperdesinin bir gür aralanacağını söylüyordu. Kardeşi Korkut Özal'da sırrı biliyor, ama
saklıyordu. Bu sırrın açıklanması ülkeler arasındaki ilişkileri bozabilirdi. Önlerine bir duvar
çıkarılmıştı : Devlet Sırrı...
Ama hiç kimsenin aklına iki gün önce yemek yediği Azerbaycan'dan tabak, çanak
kontrolü yapılmasını talep etmek gelmedi. Olay, böylece kapandı. MİT istihbarat
yetkililerinin, Özal'ın ölümüyle ilgili yaptıkları diğer bir tahmin daha ilginçti. BU konuda
görüşüne başvurduğun askeri istihbarat yetkilileri hiç şaşırmadan Özal’ın Rus suiikastı ile
öldürüldüğünü bildiklerini söylemişti. MİT’e göre, Özal'ı öldürmek için talimat alan Rus
istihbaratı, Özal'ın pilli kalp kullanmasından yararlanarak, o günlerde kullanıma giren yeni bir
suikast taktiğini uygulamıştı. Bu üsul Özal'a 20 metre kadar yakınlaşan birinin bir düğmeye
basması ile yapılıyordu. Bu düğme manyetik bir şua yayıyor, yakında kalp hastası olan kişinin
kalbi duruyordu. Rus istihbaratı istemediği diplomat veya politikacıları, özelliklede militanları
bu yolla kuşku çekmeden ortadan kaldırıyordu.Kalp hastası olmayan sağlak adamların bile
kalbini bu usulde durdurmak mümkündü. Özal'ın ölümünün ardından otopside veya herhangi
bir araştırmada, suikast usulü anlaşılamıyordu. Ölüm normal ölüm gibi rapor ediliyordu.
71
Azeri ve Türk istihbaratlarının raporlarına yansıyan iki iddia da bugüne kadar
karanlık kalmıştı. Bu iddiaları Türk kamuoyu hiç öğrenemedi. Ülkeler arasında bir krize yol
açmaması için iddiası bile dillendirilmemişti. Özal'ı Rus istihbaratı öldürdüğü kanısı
Azerbaycan'da yaygın bir görüş olarak kaldı. Bakü-Ceyhan ve Karabağ sorununa Özal'ın
radikal yaklaşımı hayatına mal olmuştu. Özal'ın cenazesi Türkiye'de milyonları buluştururken,
Türk cumhuriyetleri devlet başkanı ve Nahçıvan Meclis Başkanı Haydar Aliyev'de hazır
bulundu. Elçibey, " Allah-u Teala Hazretleri Turgut Özal'ı çok sevdiği Turgut Özal'ı Türk
dünyasına veda seferine gönderdi. Bu seferler ancak mukaddes insanlara nasip olur. " derken,
Kazak lider Nazarbayev, " Kazak halkı artık öksüz kaldı. Türk dünyasının kendisindern ümit
beslediği Özal'ı çok arayacağız. " diyordu. Kırgız lider Akayev üzüntüsünü, " Kırgız halkı için
Özal Hızır gibiydi. Ne zaman başımız sıkışsak yardıma koşacağına inanıyorduk. Hızırımızı
kaybettik " şeklinde dile getiriyordu. Özbek lider Kerimov,'da Özal'ın Türk dünyasbı için bir
umut olduğunu, gelecekle ile ilgili çok güzel projeler var iken kaybettiklerini doğruluyordu.
Türkmen lider Niyazov, Türkmen halkının tarif edilmez acılar içinde olduğunu belirtiyordu.
Özal'ın cenazesine Ermenistan Devlet Başkanı Levon Ter Petrosyan'da gelmişti. Elçibey ile
Petrosyan ilk defa Özal'ın cenazesinde buluşuyordu.
Kurtlar Vadisi Gladio filmi 2010’da rahmetli eski cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın
zehirlenerek öldürüldüğü tezini yeniden gündeme getirdi. `Neden öldürüldü?` sorusuna
verilen cevap tek değil. Yüzlerce senaryo içinden dikkate alınması gereken birbirinden farklı
üç ayrı tez bulunuyor. En çok bilineni, şimdi İmralı`da bulunan Abdullah Öcalan`ın, Özal`ın
vefatından hemen sonra, Kuzey Iraklı Kürt lider Celal Talabani`ye açtığı tezdir. Ordu elitini
kızdırmış, hayli hiddetlendirmiştir. Tezin ilk yazarı Fehmi Koru’dur. Film, bu konuyu işliyor.
İkincisi, zehirlenmeyi ihbar eden bir Azeri ve Hacettepe'deki laborant hanım. Kan tahlili
anormaldi, kan şişeleri kayboldu, olayın üstü örtüldü. Azerilerin çoğu, tıpkı eşi Semra Özal
gibi, Özal’ın "Büyük Türk Birliği"ni gerçekleştirme projesi nedeniyle öldürüldüğünü iddia
ediyorlar. Üçüncü tezin müellifi benim. Özal’ın ölmeden önce gizlice yaptığı petrol payı,
erken Bakü Ceyhan hattı anlaşmaları ve Karabağ’a radikal yaklaşımı nedeniyle
öldürüldüğünü 1993’den beri savunuyorum. Bu günkü görüşüm de, uluslar arası bir
konsorsiyumun konsensusa varıp infaz kararı aldıktan sonra Özal’ı Ruslara zehirlettiği
yönünde. Bu konsorsiyumda, ABD, İsrail, İngiltere, Rusya ve Almanya var. Alman ve Türk
Gladioları, Rus ayakları ile birlikte ‘ortak operasyon’ yaptılar. Özal, Orta Asya ziyaretinden
dönüşte ayağının tozuyla Bulgar sanatçının sergisine gitmişti. Vefatından bir gece önce
sefaretteki bu sergiye katılması için yorgun Turgut Bey'e anormal bir biçimde ısrar edildi.
Nihayetinde, o gece içtiği (normalde hiç sevmediği) limonatadan zehirlendi.
Kardeşi Korkut Özal, cinayet mahaline ilk yetişen isimdi. Dinleyelim: Ağzının kenarından
sarımtırak bir sıvı geliyordu, orada ölmüştü. Özel doktoru Cengiz Aslan, ben, Semra hanım
baş ucundaydık. Semra Hanım Cengiz Aslan`a `Turgut Bey`in saçından bir tutam kesip bana
verir misin` dedi. Ben o anda herhalde hatıra için alıyor` diye düşündüm. Semra Hanım
Turgut Özal`ın saçını ABD`deki bir kliniğe gönderdi. Tabi farklı bir isimle. Merakla sonucu
bekliyorduk. Gelen sonuç hepimizi şok etmişti. Turgut Özal zehirlenmişti` Daha sonra
evlerine giren gizemli bir hırsız, bu sonuçları, yedek kıl örneklerini götürdü.
1993’ten bu yana yaşanan olaylara Gladio’nun etkisinin anlatıldığı Kurtlar Vadisi filmi,
Özal’ın ölmediğini, öldürüldüğünü, İskender Büyük’e mahkemede itiraf ettiriyor. 2 numara
Fuat Aras”, bir yandan “İskender’e Apo’ya suikast” talimatı verirken, bir yandan da Apo’ya
telefon açıyor: “Orayı hemen terk et!” Yani; “tazıya tut, tavşana kaç” taktiği! Apo, suikasttan,
“o telefon” sayesinde kurtuluyor! (Gerçeği: Mesut Yılmaz, Ergenekon’un strateji uzmanı
Yalçın Küçük’e suikast haberini uçurmuştu.) İskender, verilen talimatı yerine getiriyor!
Gladio’nun iddiasına göre; Özal, “Kerkük ve Musul’a girecek, bunun karşılığında Kürtlere
federasyon verilecektir! Bu ise, kaçak uyuşturucu ekonomisini yöneten baron ve Gladio’nun
işine gelmiyor.
72
Yeni Şafak’ta yazan Fehmi Koru 6 Mayıs 2002 tarihli köşesinde, Özal’ın nasıl ve
neden zehirlendiği tesbitimi tarihe şöyle geçirmişti:
“Azerbaycan`da çok yaygın kabul görmüş olan bir tez var: `Bölgede, Rusya`yı dışlayan, doğal
zenginlikleri Türk-İslam cumhuriyetlerinin kendi kullanımına sunan bir düzen arayışı
içerisindeydi Özal; bazı mutabakatları gizlice sağlamıştı da... Bu yüzden, Bakü`da
konakladığı sırada, Azeri yönetiminden Rus casusları tarafından zehirlendi.` İlginç değil mi?
Bu tezi bugüne kadar ısrarla savunan bir gazeteci arkadaşımız... Özal`ın Orta Asya gezisi
sırasında ve sonrasında Bakü`de Zaman gazetesi muhabiri olarak çalışmış, Azeri yönetimi ve
istihbarat kaynaklarından haber alabilen Faruk Arslan, bir süre Ankara`da da görev yaptı.
Tezi, ilk kez, iki yıl önce yayımlanan `Petrol Kurdu` adlı kitabının `Petrol, darbe ve
suikastlar` bölümünde dile getirmişti. Faruk Arslan, `Azeri istihbaratı Özal`ın ölümünde Rus
istihbaratının rolü olduğuna inanıyor` diyor. Dediğine göre, istihbaratçılar, Özal`a gezinin iki
ayrı durağında zehir verildiğini düşünüyorlarmış. Kazakistan ve Azerbaycan... Verilen zehir,
belli bir süre sonra, vücuda alınan herhangi bir sıvıyla öldürücü hal alıyormuş... Rus
istihbaratının, kalp ameliyatı geçirmiş insanlara karşı `ışınla suikast` düzenleme teknolojisi
geliştirdiğini de yine ondan öğreniyoruz... Protokol gereği, konuk devlet başkanının
kullandığı takıma 45 gün dokunulmazmış; bunu kaydettikten sonra, `Keşke, Özal Ailesi,
Bakü`da kullandığı tabak ve bardakların tahlilini isteseydi` diyor Faruk Arslan... Ruslar`ın bir
devlet başkanına suikast düşünme cür`etinin umutsuzluktan kaynaklandığını öğreniyoruz.
Anlaşılan, Özal`ın, Balkanlar`dan sonra Orta Asya ve Azerbaycan gezisine çıkması bardağı
taşıran damla olmuş... O günlerde, Ermenistan`ın, Azeri bölgesi Dağlık Karabağ`ı işgal
ettiğini, savaşın Azeriler lehine seyretmediğini de hatırlayalım. Özal, Bakü`ya gelirken,
`Ermenistan bizimle sınırdaş; karşı tarafa bizden bir-iki mermi düşse ne olur?` tehdidini
savurmuştu... Başka ayrıntıları Faruk Arslan`ın satırlarından takip edelim: `Uzatılan şekerin
ucunda petrol hakkı ve Bakü-Ceyhan olduğunu Ruslar iyi biliyordu. Özal, petrol hattını, Türk
dünyasına bağlanan hayati bir damar olarak görüyor, güvenlik şeridi oluşturarak bölgeyi
Rusya`dan kopartmak için adımını atıyordu; hem de Amerika`nın resmi politikasını
belirlediği 1998`den tam beş yıl önce... Gezi öncesi (Şubat 1993), İzmir`de bir otelde, Azeri
bakan Sabit Bağırov ve iki yardımcısı ile Özal`in güvendiği üç kişi gizli bir petrol
protokoluna imza atıyordu. Bu haber ilk önce Moskova`ya ulaştı. Elçibey`in en güvendiğim
adamlar diye gönderdiği üç kişiden ikisi Ruslar`a çalışıyordu. Bu anlaşmayı engellemek için
Ruslar`ın önünde tek yol kalmıştı: Özal`ı sessizce öldürmek...` Şimdi Kanada`da serbest
gazetecilik yapan Faruk Arslan`ın vardığı sonuç şu: `Özal`ı Rus istihbaratı öldürdüğü kanısı
Azerbaycan`da yaygın bir görüş olarak kaldı; Bakü-Ceyhan ve Karabağ sorununa Özal`ın
radikal yaklaşımı hayatına mal oldu.` Faruk`un bir iddiası da, Türkiye`de askerlerin bu tezi
araştırdığı, ama sonucu açıklamadığı... `Özal öldürüldü` diyenlerin dillendirdiği makul
tezlerden biri bu.”
Rus istihbaratı artık düğmeye basmıştı. Elçibey ne olursa olsun devrilecek yerine
Moskova'da bekletilen devrik, kaçak sabık cumhurhurbaşkanı Ayaz Muttalibov getirilecekti.
Rus ve İran istihbaratı ortaklaşa çalışıyordu. 130 milyon dolarlık devirme bütçesi kilit
adamların satın alınması için kullanılıyordu. Kelbecer'deki Rus oyununa karşı koyamayan
Elçibey son ve tehlikeli kozunu oynamaya karar vermişti. 28 Mayıs 1993'te imzaladağı
kararname Rusları deliye döndürdü. Elçibey, Gence'deki son Rus askeri Tugayın'ında ülkesini
terketmesi için kararname imzalamıştı. Rus askerlerini bir yıllık iktidarı döneminde yıldırarak
ve yerlerine Rusyalı Rusları sevmeyen Ukraynalı Rus askerlerini getirerek gönderen Elçibey,
son noktayı koymuştu. Azerbaycan artık tam bağımsızdı. Bu kararı vermek için ise anlamlı bir
tarih seçmişti. 28 Mayıs, 1918'de ilk defa Gence'de Mehmet Emin Resulzade tarafından
kurulan bağımsız Azerbaycan Halk Cumhuriyeti'nin bayrak yükselttiği tarihti. Resulzade, "
Bir kere yükselen bayrak bir daha inmez " demişti. Bu bayrak 28 Nisan 1920'de Kirov
komutanlığında Azerbaycan'ı işgal eden 11. Kızılordu birlikleri tarafından indirilmişti. Ama
73
şimdi yeniden dalgalanıyordu. Ayrıca Elçibey, imzaladığı ayrı bir kararname ile 28 Mayıs'ın
Azerbaycan'ın bağımsız günü olarak kutlanmasını istiyordu.
Ancak Elçibey endişeliydi. 28 Mayıs günü odasına Başbakan Penah Hüseynov,
Meclis Başkanı İsa Kamber ve İçişleri Bakanı İskender Hamidov'u çağırdı. Çok açık bir dille
arkadaşlarına, " Artık Ruslar ve içerideki satkınlar beni bu ülkede iktidarda durdurmazlar.
Kendi ölüm fermanımı imzaladım. Ama halkım için mutluyum. Yüzyıllar sonra topraklarımız
ilk defa Rus askerlerinden arındırıldı. İktidarda 10 gün bile kalmam şüpheli " dedi. Rus askeri
Gence'den çıkarken ve ülkeyi terkederken geride ağır silahları ve tankları Albay Suret
Hüseynov'a bırakmıştı. Ayrıca Leningrad'tan sonra SSCB'nin en büyük gizli yeraltı uçak pisti
ve havaalanının bulunduğu Kürdemir kenti büyük bir facianın eşiğinden dönmüştü. Yeralttı
pistindeki 20 adett Mig-21 ve 2 adet Mig-29'u ve böylesine modern bir üssü Azerilere teslim
etmek istemeyen Ruslar, üsten çıkarken tüm elektronik cihazları bozmakla kalmamış, tüm
şehri havaya uçaracak bir tertibatı da ateşlemek istemişlerdi. 100 bin kişinin yaşadığı küçük
bir taşra kenti olan Kürdemir'i uçak pilotlarından biri olan Ukraynalı bir Rus kurtarmış, son
anda ateşlemeyi durdurmuştu. Olayı anlatan Azeri subay, " O gün sizde Kürdemir valisi
Tevfik Kerimov ile görüşmek için şehirdeydiniz. Sizinde hayatınız kurtuldu. Geçmiş olsun."
diyordu. Kürdemir'deki üst düzey dostlarımı ziyaretim sırasında olayın teyitini aldığımda artık
anlamıştım: Ruslar için insan canı ile pire canı arasında fark yoktu.
İsyancı komutan Albay Suret Hüseynov Elçibey rejiminin karşıtı olarak haraketa
başladığı dönemde, 28 Mayıs 1993'de Gence şehrinde üstlenen Rus güçlerinin Azeri
yetkililerle önceden yapılmış anlaşma çerçevesinde Azerbaycan'dan çekilmeye başlamış ve
arkalarında önemli miktarda silah, mühimmat ve ekipman bırakmışlardı. Elçibey, Rus
askerini ülkeden göndermesinin sonucu olarak kısa bir zamanda devrileceğini bilmesine
rağmen, büyük büyük riske girişmeyi göze almıştı. Rus askerlerinin gidişinden sadece bir
hafta geçmişti. Karabağ'da gösterdiği üstün cesaret ve kahramanlıklardan dolayı kendisine
kahramanlık madalyası takılmış ve bölgedeki ordunun yetkin komutanı sayılmış Albay
Hüseynov'u Ruslar çeşitli vaatlerde aldatmıştı. Rus istihbaratı, onu ülkenin kötü yönetildiği
konusunda ikna etmiş, ülkeyi kaostan sadece kendisinin kurtaracağını söylemişlerdi. Albay
Hüseynov, Rus istihbaratı tarafından satın alınmış, adeta beyni yıkanmıştı.
Rus’un yeni KGB'si yeni bir planı sahneye koyuyordu. 5 Haziran'da Karabağ'da
toprak kayıpları nedeniyle görevinden Nisan ayında istifa etmek zorunda kalmış eski
Savunma Bakanı Rahim Gaziyev'e bağlı bir grup silahlı asker Gence'de güvenlik güçleri ile
çatışmaya girdi. İsyancılardan 100 kadarı tutuklandı. 5 haziran günü Cemil Yıldız ile birlikte
arabamla Hüseynov'un karargahına girmiştim ve bu olayı sorguluyordum. Hüseynov
kendinden emin biçimde ' Bakü'de hainler oturuyor, koymuyorlar bizi Karabağ kurtarmaya '
diye açıkça Elçibay iktidarını suçluyordu. Sizi kim koymuyor dediğimize kızan Hüseynov
kapıyı bize gösterdi. Darbeci bir askerle uzun süre tartışmak zaten abesti. O bir askerdi.
Dediği dedik çaldığı düdüktü! Kendi görüşünün haklılığına o denli inanmıştı ki, KGB
tarafından kullanıldığını fark edemeyecek kadar şapşaldı!
6 Haziran 1993'de Gence isyanını başlatan Albay Suret Hüseynov, hükümet
kuvvetlerini yenilgiye uğratarak Gence'yi ele geçirdi. Hükümet yetkililerini rehin alan asiler
69 kişinin ölümüne 150 kişininde yaralanmasına yol açmıştı. Rus istihbarahatı ile anlaşan
Hüseynov, ülkeye Moskova'da barınan eski Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov'u getirilmesi
için KGB ile pazarlık yapmıştı. Elçibey, Genelkurmay Başkanı Nureddin Sadıkov'u azlederek
yerine Sefer Abiyev'i getirdi. İsyanın başladığını anlayan Bakü yönetimi duruma el koymak
istesede çok geç kalmıştı. Çıkan çatışmada kardeş kanı dökülmüş Bakü'ye olan nefret artmıştı.
Özel eğitimli kendisine ölesiye bağlı bin askeri ile tanklar eşliğinde Bakü'ye yürüyen
Hüseynov Gobustan'a geldiğinde durdu ve Bakü yönetimine ültimatom gönderdi. O sırada
Nıva marka aracımla Bakü'ye haber ulaştırmaya çalışırken Hüseynov'un adamlarını daha
önceden tanımanın kazancı ile geçişime izin verildi. Topu topu 500 kişi, 5 tank ile Bakü
74
kapısına dayanan Hüseynov'un adamları gözlerini karartmıştı. Gerekirse kardeş kanı
dökülecekti. Hüseynov'un adamlarından kurtulmuştum ama Elçibey'in adamları beni
bekliyordu. Türk bir gazeteci olmanın avantajı ile küçük bir sorgulamadan sonra onlarda
Bakü'ye girmem için müsade ediyordu. Bir iç savaşın ortasında kalmıştım. Ne tuhaf! İki
cenahta bana dostça davranıyordu. Elçibey, Meclis Başkanı İsa Kamber ve Başbakan Penah
Hüseynov'un istifasını isteyen Hüseynov'a kardeş kanı dökülmemesi için boyun eğdi. Kardeş
kanı döktürmük isteyen Rus oyununu bozdu. Herkes Elçibey'i aşırı hümanist olmakla
suçluyordu. 500 kişiyi tepelemek Elçibey için kolay bir işti. Ama o zoru seçmişti! Rusya'nın
eli Haziran 1993 olaylarında açıkça belirgindi. Geri çekilen Rus askerleri , askeri
teçhizatlarını bilerek Elçibey karşıtı isyancı lidere ve sabırsız ateşli taraftarlarına teslim
etmişlerdi. Moskova'nın Hüseynov'u zimmi teşviki arzulanan etkiyi sağlamıştı. Mayıs'ın
sonunda ayrılan Rus kuvvetlerince bırakılan silahlar ayaklanmacılar tarafından birkaç gün
sonra başlatılan isyanda kullanılmıştı. Elçibey, Rus ordusunun son karargahı Gence'den onları
ülke dışına çıkardıktan bir hafta sonra devrilmişti. İsyancı Hüseynov, bölgedeki silah ve
narkotik ticaretini Rus mafyası ve askeri gücü ile birlikte yürütüyordu. Elçibey, bu zinciri
bozmuş, kahraman (! ) Hüseynov'un tepkisini çekmişti. Hüseynova’a göre, Elçibey,
Kamberov ve Hamidov derhal istifa edecekti. Kamberov ve Hamidov birkaç gün sonra istifa
etti. Elçibey, hemen istifa etmedi. Bir süre ne yapacağını düşündü. Kardeş kanı dökmek
istemiyordu. Bakü'ye dayanmış bu silahlı gücü istese hemen boğardı. Ama ya sonra halka ne
diyecekti ? Hümanist, demokrat Elçibey, kardeşlerini nasıl öldürürdü?
Elçibey'i asıl korkutan Moskova yanlısı Mutttalibov'un Bakü'ye getirilerek tekrar
cumhurbaşkanı yapılması ve Azerbaycan'a yine Rus askerinin yerleşmesiydi. Bunu kim
durdurabilirdi ? Yukarı tükürse sakal aşağı tükürse bıyık; ne yapacaktı? Elçibey, Nahçıvan
Özerk Cumhuriyetinin Meclis Başkanı Haydar Aliyev'i Bakü'ye çağırmaya karar verdi.
Ebulfeyz Elçibey'in bu kararına İskender Hamidov ve İsa Kamber sert bir dille karşı çıktı.
Elçibey kesin kararını vermişti. Elçibey, Azerbaycan'ın bağımsızlığının tehlike olduğunu
görüyordu. Halk Cephesinde Rusya'yı yola getirecek, Rus istahbaratı ile dans ederek onları alt
edecek birini göremiyordu. Bu nedenle Rusların KGB ve Politbüro'sunda görevli iken '' İslam
Kılıcı '' dediği, siyasi rakiplerini alt etmedeki mahareti nedeniyle Azerilerin ise '' Hacı Leylek
'' lakabını taktıkları Aliyev, iyi bir seçimdi. Hiç olmazsa Hüseynov'un Rus aklına uyarak
getirmek istediği Moskova yanlısı, eski Cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov'dan kendisine göre ''
Ehveni Şer ''di. Elçibey, Aliyev'in 1987'de Ruslardan kinli ayrıldığını biliyordu. Sovyet
düşmanı diye idam edilecekken Elçibey’i 1980’da KGB zindanlarından kurtaran Aliyevdi.
Kaybettiğini anlayan Elçibey, kan dökülmesini istemiyordu. Aliyev'i kriz yatışana dek başa
geçmesi için Bakü'ye çağırmak zorunda kaldı. Uyuşturucu ve silah kaçakçılığıyla uğraştığı
söylenen Hüseyinov onu ürkütüyordu. Aliyev ise Azerbaycan için 'sıkıntı' anlamına gelse de
hiç olmazsa Azeri devleti korunabilirdi. O sıralarda yakınlarına şöyle diyecekti: Bu ülke için
yapılacak bir hizmet daha var. İktidardan el çektirilsek dahi Ermenilerle savaş durumunda
olan, bin bir emekle kurduğumuz bu devleti iç savaşa çekmeyeceğiz. Ve Aliyev, Bakü'ye
geldi. Elçibey, Rusların Hüseyinov aracılığıyla kendisine suikast hazırlandığını öğrenince, 17
Haziran'da Keleki'ye gitti. 24 Haziran'da Aliyev yeni devlet başkanı seçilirken, Hüseyinov da
başbakanlığa atanacaktı. 1997'de Bakü'ye dönen Elçibey, bir yıl sonraki devlet başkanlığı
seçimini 'demokratik ve adil' olmadığı için boykot etti. Ömrü el verseydi, 5 Kasım'da
milletvekili adayı olacaktı. Elçibey, politikacı olamayacak kadar romantik bir liderdi.
Bahtiyar Vahapzade: Babam Türklerin geleceğini
bildirmişti
75
18/05/2000 Bakü, Azerbaycan
Bahtiyar Vahabzade'yi 'Menim Anam' şiiriyle tanımıştım ilk olarak. Azerbaycan
Zaman gazetesinin ve Türk okullarının en yakın dostu oldu. Bakü’de iken evine en fazla
gittiğim insandı. Bir ara hayat hikayesini kitap haline getirmeye karar versemde
bitiremedim. Sağolsun, Erdal Karaman bitirdi. Azerbaycan Zaman gazetesinde 1996
yılında başyazar olarak köşe yazısı yazmaya başladı ve 2 yıl sürdürdü. Her köşe
yazısında beni eve çağırır, dikta ettirir, yazdırırdı. Katipliğini yapma şerefine nail
oldum. Mekanı cennet olsun. Onun yaptığı hizmetlere Allah ve biz şahidiz.
13 Şubat 2009'da vefat ettiğini duyduğumda Toronto’da arkadaşlarıma Azerbaycan’ın Necip
Fazıl’ı öldü dedim. Sanki babam ölmüş gibi ağladım, üzüldüm. Bu iltifatıda kendisine
defalarca söyledim. Bahtiyar Vahabzade denilince bir çoğumuzun aklına Azeri bir şair geliyor
yalnızca. Vahabzade aslında bütün Türk milletinin derdiyle dertlenen ve zor zamanlarda halkı
için tehlikeleri göze alan bir kahramandı. Azerbaycan'ın milli şairi Bahtiyar Vahapzade’den
Orta Asya'daki Türk kolejleri hakkında şu hikayeyi mübalağa etmiyorum, belki 20 defa
dinledim: "Bu güzel eğitim hizmetlerinin meyvelerine önümüzdeki senelerde hep birlikte
şahit oluruz. Anlatılır ya, adamın birisi bir kapının kilidini kesmeye çalışıyormuş, bunu görüp
yanına gelenler 'Ne yapıyorsun?' diye sorunca 'Keman çalıyorum.' diye cevap vermiş. Onlar
'Ama sesini duyamıyoruz.' deyince, 'Yarından itibaren duymaya başlarsınız.' demiş. Evet
buralarda yetişen gençler yavaş yavaş hayatın içinde yerlerini alınca, insanlık için ne kadar
faydalı oldukları görülecektir. Ben bu gidişattan işin hangi güzelliğe varıp dayanacağını
tahmin edebiliyorum.."
Zaman gazetesinin topladığı 40 bin dolar yardımı Mart 1992’de Azerbaycan Zaman temsilcisi
Halim Dağlar ve ben, Azerbaycan’ın milli bağımsızlık davasında kullanılmak için rahmetli
Hacı kemal Erimez ile birlikte Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı sarayında kendisine sunmuştuk.
Vahapzade, para meselesi olduğu için yardımın şahitler huzurunda resmi kurumda yapılan
76
törenle yardımı kabul etmişti. Kendi insanlarını bildiği için yardımın haramzade birinin elinde
çarçur edilmesinden korkuyor, devlet kaydı altında aldırıyordu. Azeri kardeşlerine karşılıksız
yardım için gelen bu necip ve büyüklük manzumesi insanı gördükten sonra Vahapzade’nin
beyninde şimşekler çakmış, Bakü Türk koleji açılınca babasının ölmeden önce yaptığı
vasiyeti hatırlamıştı.
Şeki’de molla olan babası, 1930’lu yıllarda Sovyet hakimiyetinin Azerbaycan’ı tamamen
teslim aldığı, camilerin dinamitle yok edildiği, alim ve mollaların kurşuna dizilerek
öldürüldüğü günlerde, oğlu Bahtiyar’a şu vasiyeti yapmıştı:
“Oğlum. Ümitsizliğin her yanı sardığı felaketler asrında yaşıyoruz. Bu böyle gitmez. Bir gün
Türkiye’den simalarında nur, gönülleri duru, okullar açmak isteyen Türk kardeşlerimiz
gelecekler. O günleri ben göremeyeceğim, ama sen göreceksin. Eğer o güne yetişirsen,
onların senin yardımına ihtiyaçları olacak. Sana son vasiyetim Türk kardeşlerimize yarenlik
yapmandır.”
Bu hatırasını Bakü Türk Kolejinde onuruna verilen yemekte 1993’de anlatan Vahapzade,
okula açma izni vermeyen ve engel çıkartanları duyunca çok üzülmüştü. Yemeğe katılanlar
gözyaşlarına boğulmuş hıçkırıklarla ağlıyordu. Nasıl bir işin içinde olduklarını, kader
planında gerçekleşmesi öngörülmüş, Allah’ın izin ve inayetiyle yürüyen bu hizmetde sadece
birer vesile olduklarını bir kere daha anlamışlardı.
Vahapzade, sözlerini “At izi ile it izini bizimkiler birbirine karıştırırlar. Özür diliyorum
kullanacağım tabirden ama, bu akılsızlar ‘kendi pisliklerini baklava’ diye yerler. Ümidinizi
kaybetmeyin.” diye sürdürdü...
Bahtiyar Vahabzade, 1925 yılında Şeki'de doğmuştu. Onu özellikle belirtmek istiyorum. O
dönemde Sovyetler, yavaş yavaş Azerbaycan'a giriyor. Şeki, dağlık bir yer, sıra oraya gelmiş.
Sovyet ordusu Şeki'ye giriyor. Şeki'deki insanlara diyorlar ki, "Artık Şura Hükümeti
Azerbaycan'a geldi, buralara hakim olmaya başladı. Mallarınızı devlete verin." O zaman halk
isyan ediyor, "ben yıllardır çalışmışım, emek vermişim size neden verelim" diye itiraz
ediyorlar. O dönemde 1930'lardan 45'lere kadar süren ayaklanmalar oluyor. Ayaklanmaları
Bahtiyar Vahabzade de görüyor. Evleri dağın eteğinde, arkasında dağlar var. Sovyet
askerleriyle çarpışan isyancılar dağa çıkıyorlar. Geceleri de gelip şehirden yiyecek almaları
gerekiyor. En yakın ev de Bahtiyar Vahabzade'nin evi. Oradan yiyecek alıyorlar, o da görüyor
küçük yaşlarında. İsyancıların başı Kaçak Abbas diye bir şahıs var, Vahabzade'nin de
akrabası. Kaçak Abbas'ı öldürüyorlar. Şehre getiriyorlar, cesedini sokak sokak gezdiriyorlar,
cesedine kurşun sıkıyorlar. Vahabzade bu vahşeti görüyor ve çok üzülüyor. Mesela dedesi, bizde büyükler olur ya, çok saygındır, ona hürmet vardır- o da öyle. O hadiseden sonra ilk
defa dedesinin ağladığını görüyor. Sonra bunları kim yapıyor diye sorduğunda 'Sovyetler'
diyorlar. O küçük yaşlarından itibaren Sovyetlere karşı bir kin ve nefret duymaya başlıyor.
Büyüyüp bazı gerçekleri gördükçe -mesela 1335'lerde binlerce insanı öldürmüş Sovyet
hükümeti- bunları görüyor ve Sovyetleri eleştirmeye, onlara karşı tavır almaya başlıyor. Hatta
1950'li yılların sonunda İran ve Rusya'nın Azerbaycan'ı parçalamasıyla ilgili bir şiir yazıyor.
Şu an Güney Azerbaycan diye bir bölge var ve burada 25-30 milyona yakın Azerbaycan
Türkü var. O şiirinden dolayı üniversitedeki görevinden atıyorlar, 2 sene işsiz kalıyor. "Sen
hükümeti nasıl eleştirirsin" diyorlar. Hakikaten de cesaret ister. O dönem Sovyetlerin en güçlü
olduğu dönem. Kalkıyorsunuz, devleti eleştiriyorsunuz. Ve dayanacağınız bir yer de yok.
Halk da bunu görüyor tabi. Vahabzade'nin bu hareketlerini görüyor, hayran oluyor. Mesela
şiirlerinde sürekli anadili hususunda fikirlerini, düşüncelerini ifade ediyor, Azerbaycan dilinin
önemini vurguluyor. Halbuki Rusça var. Rusçanın dışında milli değer taşıyan hiçbir şeyi
hükümet kabul etmiyor zaten. Ondan dolayı da halk Vahabzade'yi kendi fikirlerini,
düşüncelerini terennüm eden bir insan olarak görüyor. Sürekli de takip ediyor. Mesela eserleri
çıkınca herkes alıyor, o dönemde eserleri binlerce basılıyor. Eserlerinde yazdığı bütün olaylar
Azerbaycan'da geçiyor fakat o mesela Afrika'yı örnek veriyor. Halbuki okuyan, onun kendi
77
ülkesinde olduğunu biliyor. Sovyetler döneminde sürekli sistemi, hükümeti eleştiriyor,
eserlerinde milli değerlere yer veriyor. Bu şekilde de halk arasında bir sempati oluşuyor.
Öte yandan Bakü Devlet Üniversitesi'nin profesörlerinden birisi Bahtiyar Vahabzade. Bir
profesör arkadaşımız var Azerbaycan'da, o anlatıyor; "Onun dersinde salon doluyordu.
Talebeler onu pürdikkat dinliyordu." diyor. Çünkü farklı. Diğer hocaların hepsi aynı şeyi
söylüyor: Lenin, Stalin. Ama o, milli değerlerden bahsediyor, anadilden bahsediyor,
bayraktan, vatandan bahsediyor, yapılan uygulamaları eleştiriyor. Ve böylece üniversitede de
onun etrafında bir hale oluşuyor. Tehlikeli bir dönemde cesaret edip fikirlerini söylemesiyle
önemli bir şahsiyet haline geliyor. Bir örnek vereyim; 1990 yılında Rus tankları Bakü'ye
giriyor. Halk meydanda toplanmış, Ruslar tankları halkın üzerine sürüyorlar. Bir sürü insan
şehit oluyor, birçok insan yaralanıyor. Sonra Rus komutan meclise geçiyor. Mecliste Bahtiyar
Vahabzade, Rus komutanın yakasını tutuyor, yüzüne tükürüyor. "Senin burada ne işin var,
kimsin sen." diyor. "Bizim topraklarımızı işgal edemezsiniz. Biz bağımsızlığımızı kazandık.
Çıkın gidin." diyor. O sırada komutan elini tabancasına götürüyor. Azerbaycan'ın o
dönemdeki yetkililerinden birisi komutanın kulağına eğiliyor, bir şeyler diyor, adam elini geri
çekiyor. Vahabzade'den dinlemiştim bunu, kendisi anlatmıştı. Merak ediyor, olaylar
yatıştıktan sonra gidip o şahsa soruyor; "Ne dedin de elini geri çekti?" diyor. O da "Eğer onu
öldürürseniz, buradan hiçbiriniz canlı çıkamazsınız. Bütün Azerbaycan ayağa kalkar dedim."
diyor.
Vahapzade, Azerbaycan’a 1991’de ilk defa adım atan önde giden atlıları hep evinde kabul
ediyor ve onlara moral veriyordu. Bakü’ye gelipte onun evine uğramamış olan azdır.
Gazeteci Yılmaz Polat, Hacı Kemal Erimez’i Azerbaycan’ın meşhur şairi Bahtiyar Vahapzade
ile 1992 başında onun evinde tanıştırmıştı.Vahapzade’nin 83 yaşındaki annesi Fatma Hanım,
Erimez’i görür görmez dilinden şu sözler döküldü: “ Bu adam Nurkundesi (Nur topu), baştan
ayağa kadar ışık saçıyor.”
Yanında taşıdığı özel çantasında her zaman özel hediyeler bulunduran Hacı Erimez’in işi
gücü kalp, gönül kazanmaktı. Maddi ve manevi tüm servetini öğrenciler ve eğitim çalışmaları
için harcamıştı, hasta ve yaşlı vücudunu son nefesine kadar Allah’ın rızası istikametinde
koşturmada kararlıydı. Genç bir alperen aşkı ve şevkiyle Vahapzade’ye okul planlarını açan
Erimez, Yağmur Gözlü’nün 20 Ocak 1990 Bakü katliamından sonra verdiği vaazın kasedi
getirmiş, beraberce gözyaşları içinde izlemişlerdi. Vahapzade, Erimez gittikten sonra vaazı
tekrar izlemiş, saatlerce ağlamıştı.
Hacı Kemal Erimez’in davetiyle 1992 sonlarında İzmir’e giden Vahapzade, Yağmur Gözlü
Fethullah Gülen ile buluşup gece yarısı 2.00 sularına kadar sohbet etmiş, iki saygıdeğer insan
birbirini anlamıştı. Çok sade bir yaşantı yaşayan Yağmur Gözlü’nün kitaplarını okuduktan
sonra, Erimez’e ‘onu bana az anlatmışsın’ diye sitem eden Vahapzade, şu izlenimlerle
Bakü’ye dönmüştü. “ O, sadece Türk ve İslam dünyasına değil tüm insanlığa hizmet etmek
istiyor. Böyle bir devirde böyle bir insan bulmak zordur.”
Vahapzade, tüm imkanlarını kullanarak Elçibey yönetimine etki yapmaya çalışsada, okulların
resmi açılış iznini kopartamadı, ancak en azından okulları kapatmalarına engel olmayı
başardı. Vahapzade, Türk okularının sesinin çok sonra çıkacağını şu kıssa ile herkese
anlatırdı: “Bir hırsız bir gün elinde tesetere bir dükkanın kilidini kesiyor. Polis hırsızı suçüstü
yakalıyor ve soruyor: Ne yapıyorsun? Cevabı manidar: Keman çalıyorum. Polis bu saçma
bahaneye aldırmadan kinayede bulunuyor. Ama senin teseterenin sesi keman sesine
benzemiyor. Hırsız cevabı yapıştırıyor. Bunun sesi yarın çıkacak, herkes duyacak...”
Vahapzade’ye göre Türk okulları büyük işler yapacak ve dünyanın dört bir tarafından sesi
duyulacaktı.
Vahapzade’nin Türklere başka bir yardımı Şehitler Hıyabanında Diyanet İşleri Başkanlığı
tarafından yaptırılacak 3. Ahmet Camisi benzeri Türk camisiydi. Üç milyon dolarlık dev bir
bütçe ayrılmıştı. Minyatür boydada olsa tezyin sanatları ile süslenecek bu cami, Bakü’nün en
78
tepesindeydi ve kente tekrar müslüman havası katacaktı.
Kafkas İslam Dairesi Başkanı Allahşükür Paşazade, Türklerin Bakü’nün görüntüsünü
değiştirecek bir cami yapmasına “sünni” oldukları gerekçesiyle karşı çıkıyordu. Haydar
Aliyev uzun süre izin verip vermeme konusunda kararsız kaldı. Sonunda Nahçıvan’da
kendisine Türkiye’yi sevdiren Muhammet Gül’ü, Muaz Menekşe’yi hatırladı. Nazım
Ekberov’un Türk okullarına kefil olurken söyledikleri aklına geldi. Tasallukta bulunan
Vahapzade’ye Aliyev şunları söyleyecekti: “Sünni, Şia ayrımı Türk kardeşler arasında olmaz.
Ben gerçek Türkleri Nahçıvan’da tanıdım. Bu Türk kardeşlerimizden bize zarar gelmez. Cami
inşa edilsin.”
Kısa sürede tamamlanan cami Türklerin tek Cuma namazı kılabildiği ve toplanıp birbirleriyle
hasbihal ettikleri camiydi. Ayrıca Türkiye’den gelenlerin ilk ziyaret ettikleri mekan oldu.
Türkler, ilk muhacirlerin yareni, yoldaşı, gardaşı, aksakalı rahmetli Vahapzade’ye dualarında
hiç bir zaman unutmayacaktı...
Vahabzade, çocukluğunda Türkiye hakkında anlatılan hikâyelerle büyüdü. 1930 ve 1940’larda
Sovyetler Birliği’nin zulmü artırdığı en karanlık bu dönemde evlerinde sürekli Türkiye
anlatılıp konuşulurdu. Vahapzade’nin babası gibi dedesinin ve amcasının dilinden Türklerin
adı hiçbir zaman düşmüyordu. O dönemde aynı zamanda öğretmenlerinden ve ihtiyar
kişilerden Türkiye hakkında dinledikleri hikâyeler, Vahabzade'nin kalbinde Türkiye sevgisi
doğurmuştu.
Küçük yaşlardan itibaren Vahabzade’nin hayallerini süsleyen Türkiye, onun gençlik
yıllarında, Sovyetler Birliği döneminde, içini yakıp kavuran bir sevda haline geldi. Bir fırsat
bulup Türkiye’yi ziyaret etmek isteyen Vahabzâde, nihayet bu özlemini gidereceği zamanı
1961'de yakaladı. Nihayet, Vahabzade, çocukluğundan beri özlemini çektiği, büyüklerinden
birkaç defa dinlediği, hayallerinin ülkesi olan Türkiye'yi birkaç gün içinde ziyaret edecekti.
Şair, bu vuslat öncesinde duygu dolu anlar yaşadı. Vahabzade'nin özleminin gerçekleştiği
anlar tarifi zor anlardı. Şairin, ana vatanı olarak ülkemize yapmış olduğu unutulmaz ziyareti
kendisinden dinleyelim: "Dedemin, babamın ve amcalarımın ağzından Türkiye hiç düşmezdi.
Ben şimdi soyumdan gelen arzuların hayallerin ülkesi olan Türkiye'ye gidiyorum. Sabah
erkenden kalkıp tıraş oldum. Otuz beş yıldır hasretini çektiğim, ismini zaman zaman
andığımda bütün bedenimi titreten, koluma kuvvet, ayağıma takat, gözlerime ışık veren bir
şehre, İstanbul'a gidiyorum. Ümitlerim, bayrağım, kaybettiğim tarihim, geçmişim, ana dilim,
şerefim hepsi sendedir; önünde boyun eğdiğim, zorla elimden alınan adımın sahibi,
namusumun, izzet ve şerefimin koruyucusu, gören gözüm, vuran kolum, düşünen beynim,
yardımcım, dayanağım sensin. Kamaranın penceresinden bakıyorum uzakta fener yanıp
sönüyor. Allah’ım! İlk defa Türk ışığı görüyorum. O ışıkta benim arzularım yanıyor. Ey fener,
sen sana tarih boyu düşman olan bir milletin gemisine yol gösteriyorsun. O geminin içinde
sana can vermeye hazır birisi var."
Türkiye'ye, kimlik kontrolünden sonra ayak basan Vahabzade'nin heyecanı devam etti.
Türkiye Cumhuriyeti yazılı mühür şairi duygulandırdı: "Ben sana kurban olayım. Ey Benim
Cumhuriyetim! Ey benim benden uzak vatanım! Benim için yanan ve bana elini uzatamayan
vatanım! İzin belgesinin üzerindeki mührü döne döne öpüyorum. Otuz beş yıldır vesikamın
üzerinde Rus dilinde yazılı ifadeler vardı, ilk defa şimdi kendi dilimde yazılı bir ibare var
kimliğimde. Ömründe sadece on saat benim kim olduğumu gösteren vesika ise ilk defa kendi
dilimdeydi. Ben ancak şimdi ben oldum."
"Nihayet İstanbul'a ayağımı basıyorum. Bu mukaddes toprağı eğilip öpmek istiyorum. Ama
yol boyunca beni takip eden ajanlardan korkuyorum. Yan, ama öyle yan ki, alevin
gözükmesin. İstanbul'da topu topu on saat kaldık. Şehri gezdik. İnsanlarla konuşmak
istiyorum. Hal hatırlarını sorup onların kalbine yol bulup girmek istiyorum. Ancak onların
bana meyli yok.'' diyen şair İstanbul'u ziyaret ettiği dönemde sokakların bakımsız,
marketlerde fiyatların çok yüksek olduğunu, müzelerin tertibatının iyi olmadığını gördü.
79
İstanbul'un bu durumunu gören şair hayal kırıklığına uğradı, o gece geç vakitte yatağından
kalktı geminin güvertesinde ellerini göğe açarak: "Ey Allah’ım! Sen Türkiye'nin geçmişteki
kudretini ve azametini geri ver." diye dua etti. Vatanına, Vahabzade'nin ifadesiyle, "yürek
ağrısıyla" dönen şair, bu seyahatten sonra "İstanbul" adlı şiirini yazdı:
“Bugün bir ayağı Avrupa'dadır. Bir ayağı Asya'da Türk’ün. Kulaklarında motor sesi, Dilinde
Kur'an sesi, Türk’ün. Zaman onu dillendirir, Asrın ahengine ses verir, Düşünüp derinden
Ancak babası çeker eteklerinden, Çırpınır şehir İkilik içinde. Düğüm düğüm olmuş fikirler
Asrın keşmekeşinde. Bir şehirde buluşur İki dünya, iki âlem. Bulacaktır eminim, Türk oğlu
Hak yolunu. O, şimdilik seyreder Sağını, Solunu... Yüreği şark yüreği, Aklı Garp aklıdır
Türk’ün Bu tezattan sinesi dağlıdır. Türk’ün.”
Türkiye’ye yapmış olduğu ziyaretten bu derece etkilenen Vahabzade, Sovyetler Birliği'nin
dağılmasıyla birlikte sınırların açılmasından sonra, iki kardeş ülke arasındaki ilişkilerin daha
da artmasını istiyordu. Sınırların açılmasıyla yıllardır insanların çekmiş olduğu hasret sona
erdi. Vahabzade'ye göre, bu süreçten sonra iki ülke arasındaki ilişkilerin her yönden ivme
kazanması gerekiyordu. Esas yapılması gerekenlerin bu aşamadan sonra gerçekleşebileceğini
ifade eden Vahabzade, kendisiyle yapmış olduğumuz bir söyleşide Azerbaycan-Türkiye
arasındaki münasebetlerin yeterli seviyede olmadığını şu sözlerle ifade etmekteydi: "Hem
Anadolu Türkleri hem de Azerbaycan Türkleri ilişkilerimizin daha sıkı olmasını arzu
ediyorlar. Aydınlarımız bu konuda daha da istekli görünüyorlar. Maalesef ilişkilerimiz arzu
edilen seviyede değil. Bu ilişkiler, devlet nezdinde olmalı. Türk tiyatroları buraya gelmeli,
bizim tiyatrolarımız Türkiye'ye gitmeli. Her şey kültürle olur. Kültürel yakınlık olmadıktan
sonra hiçbir şeyin gerçekleşmesi mümkün değil. Fizik sahasında Azerbaycan'da büyük âlimler
var. Bu ilim adamlarıyla Türk fizikçiler beraber çalışmalı. Bu çalışmaların merkezi Ankara
olmalıdır. Yılda birkaç kez akademisyenler toplanıp, ortak çalışmalar yapmalılar. Ayrıca
Azerbaycan Edebiyat Tarihi olmalı. Umumi Türk Edebiyat Tarihi yazılmalıdır. Bunun
yanında Genel Türk Sanat Tarihi, Umumi Türk Tarihi kaleme alınmalıdır. Bunlara
Türkiye'nin ön ayak olması gerekir."
Vahabzade, bir taraftanda Türkiye ve Türkî cumhuriyetleri yakından ilgilendiren bir
tartışmaya, ortak dil tartışmalarına aktif olarak katıldı. Vahabzade, Türkiye ve diğer Türkî
cumhuriyetlerle olan alakaların daha da yaygınlaşması ve bu ilişkilerin seyrinin daha kolay
olması için, dilde birliğe gidilecek çalışmaların artırılması yönünde, ülkeler nezdinde
girişimlerde bulunulmasını istiyordu. Bu durumda Türkî cumhuriyetlerde, dolayısıyla da
Azerbaycan’da ve Türkiye'de, kullanılan ortak kelimelerin işlerliğinin artırılması yönünde
özellikle dilcilere önemli görevler düştüğünü belirtirken, bu birliğin ne şekilde başlatılacağını
da şu sözleriyle işaret ediyordu: "Aydınlarımız şimdiden çalışmaya başlamalılar. Azerbaycan
Türkü, Türkiye'de bugün konuşulan bazı kelimeleri anlamakta zorluk çekiyor. İlim
adamlarımız ortak dil hususunda çalışmalar başlatırken, diğer taraftan kullandığımız ortak
kelimeler dilden atılıyor. Azerbaycan'da "okul" kelimesini bilen çok azdır. Bunun yerine niçin
"mektep" kelimesi kullanmıyoruz. Bunlar önemli meseleler. Mektebe, muallime dönmeli.
Benim atam mektep demiş, okul dememiş. Bu alanda yapılabilecek bir diğer çalışma da ortak
dil projesidir. Ortak bir lügat hazırlanmalıdır. Türklerin kullandıkları ortak kelimelerin
işlerliği artırılmalıdır. Biz bugün Azerbaycan Türkçesi'nde "dilekçe" yerine "eriza" kelimesini
kullanıyoruz. Bu güzel bir kelime değil. Bu kelimenin yerine dilekçe kullanılmalıdır. Aynı
şekilde size yabancı dilden geçmiş "anahtar" kelimesi var. Bizde bunun karşılığı "açar"
kelimesidir. Özbeklerin, Kırgızların ve Kazakların kullandığı bu kelime niçin bütün Türk
dillerinde ortak olmasın? Bu mesele bir iki yılın işi değil. Biz bunu şimdiden başlatmazsak,
gelecek nesil bizim yüzümüze tükürecek.
İlim ve kültür arasındaki ilişkilerin olması gerektiği seviyeyi işaret eden Vahabzade, birçok
şiirinde Türkiye'ye olan sevgisini de dile getirmişti. Gördüğü ya da duyduğu bir olaydan
ilham alan şair, ülkemize olan sevgiyi terennüm etmişti. İki kardeş ülkenin her zaman zor
80
günlerinde birbirlerinin yanında olduğuna işaret eden Vahabzade, 1999 yılında ülkemizi
derinden sarsan Marmara depreminden bir Türkiye vatandaşı gibi üzüldü, ona bu üzüntü
"Deprem" şiirini yazdırdı. Şair duygularını sözü edilen şiirde şöyle ifade ediyordu:
“İşitince ata yurtta depremi, Aktı yaşım, döndü başım Türkiye, her derdimin, her gamımın
ortağı Can kardaşım, can kardaşım Türkiye. Var mı kaza, var mı bela bu kadar? Seninleyiz
biz ki ömür boyunca Facianı biz uzaktan duyunca, Gözlerimden aktı yaşım, Türkiye. Öz
hükmü var her zamanın, her anın, Yaman günde yanındayız biz senin Ana yurtta vatanımsan,
vatanım, Vatanımda vatandaşım, Türkiye. Tarih boyu bu ahdimiz sarsılmaz, Türk milleti har
olmamış, har olmaz. Her beladan Türk’ün beli kırılmaz. Sen benim can sırdaşım, Türkiye.”
Türkiye’yi derinden etkileyen depreme karşı teessüratı bu dizelerle ifade eden şair, iki ülke
arasındaki sarsılmaz sevgi ve kardeşlik bağlarının hangi temeller üzerine bina edildiğini
Azerbaycan-Türkiye şiirinde dile getirmekteydi:
“Bir ananın iki oğlu Bir ağacın iki kolu O da ulu, bu da ulu Azerbaycan-Türkiye Dinimiz bir,
dilimiz bir Ayımız bir, yılımız bir Aşkımız bir, yolumuz bir Azerbaycan-Türkiye Anayurt'ta
yuva kurdum Ata yurda gönül verdim Ana yurdum, ata yurdum Azerbaycan-Türkiye.”
Vahabzade, Türkiye’deki gelişmeleri yakından takip ediyordu.Türkiye'de çıkan kitap ve
dergiler evine geliyor ve bu eserleri altını çizerek okuyordu. Türkiye’de çıkan yazılardan
etkilenen şair, altını çizdiği satırları zevkle ziyaretine Türkiye’den gelen misafirlere mutlaka
okuyordu. Türkiye’de bu derece kalem erbabı olan ediblerin olmasına sevindiğini ifade
ederdi. Bu eserleri titizlikle okuduktan sonra çevresindeki insanlara, Türkiye’deki yayımlanan
bu çalışmaları göstermesi, onun Türkiye'ye olan bağlılığını göstermesi açısından dikkat
çekiciydi. Türkiye’deki aydınları yakından takip eden Vahabzade, Türk insanının heyecan
duyduğu ve zevkle okuduğu eserleri beğenir, dikkatlice okurdu.
O, 1977 yılında Yavuz Bülent Bakiler'in "Yalnızlık" adlı kitabını okumuştu ve bu kitapta
bulunan "Unuttuğumuz İnsanlar" başlıklı şiir, Vahabzade'nin duygu ve düşüncelerinin
tercümanı olmuştu. Bu şiiri okuduktan sonra “Benim kalbimden haber verdi, arzumun
aksisedası oldu'' diyen şair, Bakiler ile aynı düşünceleri paylaştığını belirtiyordu.
Vahabzade'nin sözünü ettiği dizelerde Yavuz Bülent Bakiler duygularını şu mısralarla dile
getiriyordu:
“Ben, çilesi çekilmemiş bir Türkmen Ben, her sabah ciğerinden kurşun yiyen bir yetim,
Çaresizlikler içinde sizi düşünüyorum, Ey esir insanlar diyarında Benim esir milletim, Ve Ey
Kafkas dağları ardında Bayraksız memleketim.”
Yavuz Bülent Bakiler'in ıstırabını çektiği ve bu konuda çaresizliğini beyan ettiği
mesele, kendisi gibi aynı dertlerden mustarip olan Vahabzade'nin eserlerinde de işleniyordu.
Yavuz Bülent Bakiler'in mısralarının Azerbaycan'da da aksiseda bulması duygu ve düşünce
yönünden iki ülke aydının aynı kaynaktan beslenmesini göstermesi açısından önemliydi.
Yavuz Bülent Bakilerin eserlerini okuyan ve bu eserlerden etkilenen şair, kendisine sorduğu
"Bu yangı hardandır?" sorusunun cevabını, Bakiler'in milli varlığına, milli köküne, soyuna,
tarihine, diline, dinine sarsılmaz bağlarla bağlanmasında buluyordu.
Vahabzade'nin, Türkiye'de en çok sevdiği şairlerden birisi de, onun şairliği
akidesinden gelir diye nitelendirdiği Mehmet Akif Ersoy’du. Mehmet Akif in "Çanakkale
Şehitleri’ne" adlı şiirini okurken, Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın, "Gömelim gel
seni tarihe" desem sığmazsın. Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitap. Seni ancak
ebediyetler eder istiab.” mısralarına geldiğinde gözyaşlarını tutamayıp ağlıyordu. Onun
Akif’ten bu derece etkilenmesi şaşırtıcıydı. Aslında bir istiklal şairinin, diğer bir istiklal
şairinin mısralarına ağlaması normaldi. “Çanakkale Şehitleri”ne ve “İstiklal Marşı”na hayran
olan Vahabzade, Mehmet Akif’i, Türk ruhunun, Türk tarihinin, Türk medeniyetinin tecellisi
olarak görür ve bununla da iftihar ederdi. Türkiye ve Azerbaycan arasındaki ortak değerlerin
çok olması ve bu değerlerin gün yüzüne çıkması şairi duygulandırıyordu.
Şair, rahmetli Ahmet Kabaklı'nın daveti üzerine yıllar önce Türkiye'ye gitmişti. İstanbul'da
81
birkaç gün konuğunu ağırlayan Kabaklı, Vahabzade'ye bir gün sonra Ankara'ya gitmek için
uçakta iki kişilik yer ayırttığını söyledi. Vahabzade de Kabaklı'ya uçakla değil de karayoluyla
gidip gidemeyeceklerini sordu. Kabaklı'dan bu konuda olumlu cevap gelince, İstanbul'dan
Ankara'ya kara yoluyla gitmeye karar verdiler. Yola çıkmadan önce Vahabzade eline bir
kalem bir de defter aldı. Yolda levhalarda gördükleri yer isimlerini teker teker kaydetti. Bu
isimlerin birçoğunun Azerbaycan'da, hatta kendi memleketi olan Şeki'de yer ismi olarak
kullanıldığını gördü. Ortak toponimlerin bu kadar çok olmasına sevinen şair, yolda mola
verdiklerinde Kabaklı'dan izin istedi, hemen yanlarında kendileri gibi mola vermiş olan
yolcuların masasına selam verip oturdu. Oradaki yolcularla biraz sohbet ettikten sonra
kendisini tanımadıklarını anlayan Vahabzade, masasına konuk olduğu Türkiyeli yolculara
kendisinin nereli olduğunu sordu. Onlar da Vahabzade'yi tanımadıkları için konuşmasından
Karslı ya da Ardahanlı olabileceğini söylediler. Şair, yolcuların vermiş olduğu bu cevaba çok
sevindi.
Şairi etkileyen bu olayların temelleri, iki ülke insanının sarsılmaz bağlarla birbirine
bağlanmasına dayanıyordu. Her dönemde tazelenen vefa numunesi diyebileceğimiz olaylar
haliyle, iki ülke insanını daha da birbirine yakınlaştırıyordu. Vahabzade'nin eserlerinde de
görüldüğü gibi Türkiye onun gözünde kendi ülkesi kadar azizdi. Türkiye’nin mutlu gününde
sevinen, üzüntülü günlerinde, Türkiye vatandaşı bir ferd gibi kederlenen şair, Türkiye'nin
istikbaldeki yerinin dünyadaki müreffeh devletlerarasında olmalıdır diyerek, Türkiye'nin
dünyadaki büyük devletlerden birisi olmasını arzu ediyordu. Onun, "Tek arzum yirmi birinci
yüzyılda Türkiye'nin dünya muvazenesinde sözü geçen dünyanın en güçlü devleti olmasıdır"
demesi, Türkiye'ye olan sevgisinin derecesini gösteren en güzel ifadedir.
Vahapzade’nin evi ölümüne kadar Türkiye’den gelen ağır misafirlerin ağırlandığı, ilk
muhacirlerin başı sıkıştığında başvurdukları bilge evi olmayı sürdürdü. O, ilk muhacirlerin
bilge Bahtiyar Vahapzade’siydi. Allah onu ahirette de bahtiyar eylesin…
AVRASYA DIYALOG DERGISI (DA) VE PLATFORMU
Herşey Bursa Zaman temsilcisi Ersin Demirci'nin 1996 sonlarında Azerbaycan Zaman
temsilciliğine atanması ile başlamıştı. Demirci, 50 kişilik kadrosuyla kendi matbaasında
haftada beşgün renkli basılan, Cihan Reklam Ajansı milyon dolara yakın ciro yapmış, 60 bin
tirajlı Tomurcuk adlı ülkenin tek çocuk gazetesini çıkarmış, CHA'ına en fazla geçen haber
hastası elemanıyla, bomba gibi bir ekip ve düzen bulmuştu. Bayrak yarışını yukarılara
taşıması gerçekten kolay değildi.Gazetenin tek eksiğinin ses getirecek meşhur yazarlar
olduğuna ilk toplantımızda karar vermişti. Elbette bu görev Azerbaycan'ı avucunun içi gibi
bilen, herkesi tanıyan bu fakire tevdi edildi. İlk işim ülkenin en iyi gazetecilerini ve
yazarlarını Türkiye üsulü gazetemizde köşe yazmaya ikna etmek oldu. Başyazar olarak
dönüşümlü üç isim belirlemiştim: Bahtiyar Vahapzade, Rafael Hüseynov ve Gulu
Muharremli.Azerbaycan Televizyonu Haber Müdürü Gulu Muharremli, Azerbaycan'ın
Mehmet Ali Birandı idi. Hazırladığı haber programlar ve yorumlar ilgi ile izleniyordu,
oldukça sempatik ve mütevazi biriydi. Doğrusu teklifimi kabul etmesini beklemiyordum.
Hemen evet dedi, seve seve. Ülkenin Murat Bardakçısı Kürdemirli Rafael Hüseyvov, 20 kitap
yazarı bir sanat tarihçisi profesördü. Daha sonra üç dönem milletvekilliği yapacaktı. Hem
yazar, hem üniversitede öğretim üyesi bir akademisyen, hem Amerika'nın Sesi radyosu
temsilcisi aktif bir gazeteciydi. Geçtiğimiz dönemde milletvekili oldu. Yakın ortak
dostlarımız olduğu için tamam dedi, hemde haftada üç gün. Rahmetli Aliyev ile arası yaptığı
haberlerden dolayı bozuktu, onları barıştıracağımı umuyordu. Azerbaycan'ın Halk Şairi, tabir
cazise Azerbaycan'ın yaşayan Necip Fazıl'ı, meşhur yazar-şair Bahtiyar Vahapzade, ülkeye
adım attığımızdan beri yanımızda olmuş biri olarak hiç düşünmedi. Tek mesele çok yaşlıydı,
geceleri uyumuyor, gündüzleri geç kalkıyordu. Her köşe yazısını evine gidip konuşarak
82
yazmak lazımdı. Bu gidiş gelişler hayat hikayesini yazmaya sevkeden bir serüvene
dönüştü.Ekonomi yazarımız Maliye Bakanlığı uzmanlarından Dr.Azimov, Bakü
Üniversitesi'nden tüm Azeri gazetecileri yetiştiren üstad Prof. Şirmemmet, şair Şahmar
Ekberzade, tıp konularında Prof. Adil bey, tarım konularında ise Tarım Bakanlığında çalışan,
daha sonra Çağ Öğretim'in danışmanı olarak başarılı hizmetlere imza atmış Kürdemirli
hemşerim( birazda Kürdemirliyimde) Dr.Ağaresul Memmedovdu. Azerbaycan'ın meşhur
gazetecileri Azatlık Radyosundan Elmira Ahmedov'da yazacaktı ki, rahmetli oldu. Kafkas
Üniversitesi'nden Prof. Davut Akyüz, Nahçıvan eski Eğitim Bakanı Nazım bey namı diğer
Gürsel Adalı, Çağ Öğretimden Adem Öcal diğer yazarlarımızdı. Yazarlarla yaptığımız olağan
toplantıların birinde, her yazısı ses getiren bir belgesel olan Rafael Hüseynov, Sovyetler
yıkıldıktan sonra eski görkemli yazarlar arasında iletişim kalmadığından yakındı ve ortak bir
yayını, siyasi olarak taraf olmayan ancak bizim yapabileceğimizi ortaya attı. Vahapzade, bunu
gönülden destekledi. Hatta bunu boynumuza öyle bir borç olarak koydu ki, yapmazsak öbür
tarafta yakam elinizde olur demeye getirdi. Fikir babası kesinlikle Hüseynov, ateşleyicisi
Azerbaycan Zaman’ın köşe yazarları aylık yapılan istişare toplantısından sonra çekilen
bu fotoğrafta toplu halde görülüyor. 15 Nisan 1998.
Vahapzade idi. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı daha yeni kurulmuştu, böyle bir projeye sıcak
bakar mıydı bilinmiyordu. Başkan Harun Tokak'ı ikna etmek zor olmadı. Hatta hemen bir
yazarlar toplantısı yapılması için tarih belirlendi. İstanbul'daki toplantıya iki fikir babasının
gönderilmesi için karar kılındı. Ancak Hüseynov, çok meşgul biriydi ve programı örtüşmedi.
Bu nedenle Vahapzade ve onun ikna ettiği Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Anar
Rızayev, 15-17 Eylül 1998 'de İstanbul Silivri Klasis Otel'de yapılan 1. Avrasya Gazeteci ve
Yazar Kuruluşları Diyalog Toplantısına katıldı. Anar, o toplantıda böyle bir platform ve dergi
girişiminin başarılı olmayacağını dile getirmişti. Çünkü, büyük heyecanla atılan adımların
arkası hiç gelmiyordu.17 merkezî Avrasya ülkesinin gazeteci cemiyetleri ve yazar birlikleri
başkanlarının katıldığı bu toplantı ile bir ilk gerçekleşiyordu. Merkezî Avrasya ülkelerinin
aydınları, Avrasya'nın merkez şehirlerinden biri olan İstanbul'da bir araya geliyorlardı.
83
SSCB'nin dağılmasının üzerinden 8 yıl geçmişti. Merkezî Avrasya aydınları birbirlerini ve
ülkelerini daha yakından tanıma, anlama adına bir araya gelmişti. Çünkü tarihin
şekillenmesine büyük tesiri olmuş bu coğrafya, tarih boyunca büyük medeniyetlerin beşiği
olmuş bir kültür havzasıydı. Blokların yıkılması ile oluşan yeni süreçte önemi bir kat daha
artmıştı. Halkların diyaloğu aydınların diyaloğundan geçiyordu. Dostluklar hemen
kuruluverdi. Dertler ve sorunlar paylaşıldı. Problemler benzerlik gösteriyordu. Ama en büyük
sorun olarak “diyaloğun eksikliği” ve “beraberinde gelen önyargılar” toplantıdaki bütün
katılımcılar tarafında da ortaya kondu. Diyalog, birbirimizi tanıma, anlama ve barış adına
neler yapılabileceği konuşuldu. Yapılan görüşmeler sonucu 2 önemli karara varıldı: 1.
Diyalog eksikliği probleminin çözümü için köprüler kurulması gerekmektedir. Öncelikle
ortak bir yayın organına şiddetle ihtiyaç hissedilmektedir. Avrasya'nın sesi ve soluğu olacak
bir dergi çıkarılmalı, aydınlar bu dergide buluşmalı. 2. İlk olarak gerçekleştirilen bu
toplantının her yıl yapılması ve bu toplantıların kurumlaşmasının gerekliliği. Böylelikle
uluslar arası bir gönüllü kuruluş olan Diyalog Avrasya Platformu'nun (DAP) ve DA dergisinin
tohumları atılmış oldu. Diyalog toplantısında görüşülen ve ilke temelinde yararlı olduğu ortak
düşüncesine varılan konuların takibi için Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı bünyesinde bir daimi
sekreterya oluşturuldu. Derginin genel koordinatörlüğüne ve sekretaryaya Erkam Tufan
Aytav" başına getirildi. Aytav bu görevi canını dişine takarak layıkıyla yaptı. Avrasya
Diyalog Toplantısı bir gücün mutlak egemenliği yerine, ilgili bütün ülkelerin ortak hayati
çıkarları ve kültür, düşünce, fikir alanında anlaşma, uzlaşma arayışları için atılmış ilk adımdı.
Avrasya'nın köprüsü Türkiye'ydi. İstanbul'un da 2 kıtayı birbirine bağlayan bir köprü
konumunda olması ve Avrasya'nın zengin kültürel çeşitliliğini, geçmişini ve bugününü,
moderni ve egzotiği buluşturmasından dolayı bu toplantıya ev sahipliği yapmayı
hakkediyordu.
2. toplantı, fikrin doğduğu yer Bakü'de Haziran 1999'da küçük bir otel lobi odasında
yapıldı. Ersin Demirci bu organizeyi yapmak için çok emek harcamıştı. O günlerde Bakü'den
tayinimin çıkarıldığı Ankara'da diplomasi muhabirliği yaparken yolum Türk zirvesi ve
Cumhurbaşkanı Demirel'in gezisini izleme vesilesiyle tekrar Bakü'ye düştü. Kerimov
yüzünden zirve ertelenmişti ve Demirel gelmemişti. Gazeteye boşyere masraf olduğumu
düşünürken, kendimi birden tevafuken Avrasya Platformu toplantısında konuk gazeteci-yazar
olarak bulmuştum. Demirci, hakkımı yememiş, anlı şanlı büyük yazarların arasında şaşkın
ördek gibi duruşuma aldırmadan, ' bu oluşumda seninde payın var, katılmandan onur duyarız'
diye taltif etmişti. Tanıyanlar az konuşmadığımı bilir; tercümeyi de katarsanız toplantıda en
fazla konuşanlardan biri olduğumu anlamışsınızdır. Kader kalemi yazmıştı; beni bu toplantıya
katılmam için ben bilmeden Bakü'ye göndermiş, sevabına nail etmişti.Türkiye'den Nevval
Sevindi, Şeref Oğuz, ABD'den Tarih profesörü Kemal Karpat, Erkam Aytav, Bakü
Üniversitesi Türkoloji Kürsü başkanı Profesör Tevfik Hacıyev, Azerbaycan Yazarlar Birliği
Başkanı Anar Rızayev, Prof. Rafel Hüseynov, Dr.Ağaresul Memmedov, Prof. Davut Akyüz,
Adem Öcal, Dr. Azim Azimov, İmran Bedirhanov ve Dr.Gulu Muharremli ile aynı masada
Avrasya Diyalog dergisinin yayın yapısından basımına, dilinden dağıtımına kadar herşey
görüşüldü, karara bağlandı. Yılların eskitemediği meşhur tarihçimiz Karpat'ın bilmediğimiz
yönü dergicilikte olan tecrübelerine ve fikirlerine gerçekten şaşırmış ve hayran olmuştum.
Derginin yazı işleri ve yazacak yazarlar orada seçildi ve kimlerden yazı alınacağı isim isim
belirlendi. Artık kurumsallaşan yapılanma hazırdı, doğum tamamlanmıştı. Da dergisi Rusça
ve Türkçe yayınlanacaktı. Aslında İngilizce bölümlerde öngörülsede uygulanmadı. "Da"
Rusça"da evet demek; açılımı da Diyalog Avrasya. Hem Türkçe, hem de Rusça isim
ihtiyacını fazlasıyla karşılıyor. "Rusya ve Türkiye bu coğrafyanın iki merkeziydi. Rusya göz
ardı edilerek bu coğrafyada bir şey yapmak doğru değildi. Bu gerçeğe en çok Orta Asya
ülkeleri vâkıftı. Da ile ilgili protokol şöyle geliştirilmişti; Da Limitet şirketi girişimci firma,
Lenin Kütüphanesi Vakfı yayıncı firma. Dergi Moskova"da Rusya lisansıyla, Rus dergisi
84
statüsüyle yayın yapmaktadır. Rusça konuşmayan diğer Avrasya ülkeleriyle ilgili yeni bir
model oluşmuştu. Sözgelimi Moğolistan"da yayınlanacak olan Da, Moğolca olacak, Da"nın
yayın ilkeleri dışına taşmayacak, yerel haberlere yer vermekle birlikte ana derginin yüzde
70"ini yayınlamak zorunda olacaktı.
Yayınlandığı ülkeler: Türkiye, Rusya Federasyonu, Arnavutluk, Azerbaycan,
Romanya, Bosna-Hersek, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Makedonya, Moldova, Ukrayna,
Moğolistan, Türkmenistan, Ukrayna. Derginin bir anayasası vardı: "Ülkeler arasındaki
diyaloğu tahrip edecek rencide edici ifadelere, makale ve fotoğraflara yer vermemek. Sıcak,
siyasi sorunları platformda gündeme getirmemek." İzlenen yol ise; ortak yönlerin
güçlendirilmesi için önce diyalog, sonra anlamak, daha sonra anlaşma ve son evre, barış
içerisinde birlikte yaşayabilmek.Azerbaycan"da ve Kırgızistan"da bizzat devlet başkanları
"da"nın toplantılarına daha sonra katıldılar. 15 ülkede çıkan bir derginin tek tek ülkelerden en
üst düzeyde destek görüyor olması önemliydi. Kırgızistan"da " 2004 yılı yılın dergisi
ödülünü" almıştı. Avrasya coğrafyasının geneline hitap edip, yerel destek gören başka dergi
örneği de yoktu. Muhtar Şahanov"un ifadesiyle da"nın başarısı bu kültürel girişimi iş
adamlarını arkasına alarak sürekli hale getirebildi. Eskiden Moskova'da buluşan ünlü yazarlar
Cengiz Aytmatov, Anar, Elçin, Muhtar Şahanov, Olcas Süleymav, Rostislav B. Rıbakov'ın
artık bulaşma yeriydi bu platform.... Yayın kurulunda Türkiye"den şu isimler yer alıyordu:
İlber Ortaylı, Kemal Karpat, Şerif Mardin, Halit Refiğ, Mete Tunçay.Bu tarihten sonra
düzenli basılmaya başlayan AD dergisi ve her yıl başka bir ülkede yapılan ADP toplantılarına
şahsen katılamadım ve dergiyi izleyemedim. Ama her AD haberini okuduğumda Bakü'ye
hayalen bir yolculuk yapıyorum ve emeği geçenlere dua ediyorum. Her hayrı elbette Allahtan
biliriz, ancak hayırlı işlere kibirlenmeden vesile olduğunu hissetmek ne güzel bir duygudur...
Kibirlenmezsek. 13 Haziran 2000 tarihinde, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfının rotası yine
Azerbaycan’a yönelmişti. Onların deyişiyle, “Takdimat Merasimi”, bizim deyişimizle
Diyalog Avrasya dergisi tanıtım kokteyli için Bakü’ye gidildi. Heyetimiz oldukça renkli idi:
Prof. Dr. Mehmet Saray, köşe yazarları Gülay Göktürk, Zeynep Göğüş, Hüseyin Gülerce, da
dergisi Yayın Yönetmeni ve Vakıf Başkanımız Harun Tokak. Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin
organize ettiği Diyalog Avrasya dergisi tanıtım kokteyli üst düzeyde konukların katımlıyla
gerçekleşti. Toplantının onur konuğu Azerbaycan Devlet Başkanı sayın Haydar Aliyev’di.
Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Anar, Azerbaycan’ın ülkemizde de tanınan milli şairi
Bahtiyar Vahapzade ve Harun Tokak’ın konuşmalarını müteakip kürsüye gelen sayın Aliyev,
gerek derginin konusunu oluşturan Avrasya ile, gerekse dergimizin muhtevası ile ilgili
oldukça derin ve titiz analizlerde bulundu. Bir saate yakın süren konuşmasında Aliyev,
“Avro-Asya”nın dünyanın geleceğinde oynayacağı rolün önemine değindi ve dergimizin bu
istikbali parlak coğrafyada bir kültür köprüsü olmak suretiyle önemli bir fonksiyon ifa
edeceğine dikkat çekti. Bakü, sen ne güzelsin, ne velüt verimli bir topraksın. AD senin
bağrında doğdu. Vahapzade’nin vesile olduğu bu platform ahirette ona belki de yeter...
Bahtiyar Vahabzade’in yaşam öyküsüne dönelim. 9 yaşında ailesiyle beraber Bakü'ye
taşındı, ilk ve orta öğrenimini bu şehirde tamamladı. 1947 yılında Bakü Devlet Üniversitesi
Filoloji Bölümü'nden mezun olarak aynı bölümde öğretim üyesi olarak ders vermeye başladı.
1964 yılında tamamladığı Samet Vurgunun Hayat ve Yaratıcılığı isimli monografisi ile filoloji
doktoru ünvanını aldı. 1980 yılında Azerbaycan İlimler Akademisi üyeliğine seçilen
Vahabzade, 1990 yılında emekli olana kadar üniversite de ders verdi. Çok sayıda ilmi
kongrelere katılan, seyahatler yapan Vahabzade, Almanya'daki Türk işçileri üzerinde
araştırma ve incelemeler yaptı. Birçok defa Türkiye'ye geldi. Türkiye'den Bakü'ye giden pek
çok ilim ve sanat heyetiyle görüşüp, görüş alışverişinde bulundu. Vahabzade, 1960'larda
başlayan özgürlük hareketlerinin öncülerinden biri oldu. Bu konuda kaleme aldığı 1959 tarihli
Gülistan isimli şiirinde, ikiye bölünen (İran ve Rusya) Azeri halkının yaşadığı felaketleri
85
anlattı. Adı geçen eserinde dolayı 1962 yılında "milliyetçi" damgası vurulan şair 2 yıllığına
üniversitede ki görevinden de uzaklaştırılmıştır. Bu olumsuzluklara ve Sovyet rejiminin
baskılarına rağmen özgürlük mücadelesinden hiç yılmamıştır. Azeri halkının sıkıntılarını
konu ettiği pek çok eserini yurt dışına kaçırarak yayınlanmasını sağlamıştır. Ülkemizde 1972
yılından itibaren tanınmaya başlayan Bahtiyar Vahabzadenin şiirleri ve edebi kişiliğiyle ilgili
bilgiler, çeşitli bilim adamları ve dergiler tarafından neşredildi. Klasik ve yeni Azeri şiirinde
mevcut bütün özellikleri şiirinde toplamış olan Bahtiyar Vahabzade şiirlerinde; vatan, millet,
aile , tabiat, dil, azadlık (hürriyet) hasreti gibi temaları, en güçlü ve derinleme ifadelerle
anlatmıştır. Zaman zaman aruz veznini kullanan ve serbest mısra denemeleri yapan şair, en
fazla hece veznini kullanmıştır. Fuzuli başta olmak üzere Azeri divan ve halk şiirinin
ustalarına büyük saygı ve hayranlık besleyen Vahabzade, klasik şekiller içinde de yeni
meseleleri ve uyarıcı konuları rahatça dile getirmiştir. Bahtiyar Vahabzadeye göre; şair ve şiir
vatan sevgisinin, millet aşkının kor halinde temsilcisi olmalıdır. Milli kültürü, sanat, vatan
sevgisini, aile sıcaklığını, ana, kardeş, evlat muhabbetini en güzel ve en güçlü olarak
anlatmalıdır. Şair hak ve hakikat yolunda her türlü mücadeleyi yapmalıdır. Bir milletin
maneviyat ve mukaddeslerine alt yapı olan değerleri, şair canı pahasına korumalı ve
sevdirmelidir. Bahtiyar Vahabzade kendini kaybetmiş, Ruslara kapılmış, yabancı değer ve
törelere hayran ve rastgele modalara düşkün bazı zümreleri şiirlerinde kınamış ve hicv
etmiştir. Taklitçiliği kötü bir şahsiyetsizlik ve insaniyetsizlik saymıştır. Kendisine sorulan bir
soruya; "Benim Türk gençlerine, aynı zamanda Azerbaycan gençliğine sözüm şudur:
"Kökten, soydan ayrılmayın"... Türk gençleri batıya çok meylediyorlar. Oysa ki Türk
gençlerinin batıdan bazı teknik verimlerin dışında alacakları şey yoktur..." diye cevap
vermiştir. Azerbaycan şiirinin en büyük temsilcilerinden olan Bahtiyar Vahabzade şiirlerinde
söylemek istediğini doğrudan söyler. Dolaylı ve mecazlı anlatımlara önem vermez. Şiirle ilgili
birçok makale ve çalışmasında bu ve diğer önemli konulara yer vermiştir. Bahtiyar
Vahabzadeye göre anlaşılabilmek herşeyden önce gelir. Günümüz şairlerinin anlaşılmamayı
meziyet saymaları onun en çok tenkid ettiği konular arasındadır. Çalışmalarında halk
atarafından anlaşılmayı, onlara ulaşmayı düstur olarak kabul eder. Eserlerinde Azeri
Türkçesi'ni en temiz şekilde kullanmaya özen gösteren ve halkının duygularına tercüman olan
Vahabzade Azerbaycan'da Halk Şairi adıyla anılır. 1995 yılında Azeri özgürlük
mücadelesindeki hizmetlerinden dolayı İstiklal nişanı ile ödüllendirilmiştir. Vahabzade 19802000 yılları arasında da 5 defa milletvekili seçildi. Vahabzade'nin Türkiye'de basılmış
Ömürden Sayfalar (2000), Vatan, Millet, Ana Dili (2000), Soru İşareti (2002 ) gibi eserleri
bulunuyordu. Eserleri 8'den fazla dile çevrilen ünlü şairin yayınlanmış 40'ı aşkın şiir kitabı, 11
ilmi eseri, 2 monografisi, çeşitli piyesler ve yüzlerce makalesi bulunuyor. Vahabzade,
eserlerinde genellikle özgürlük, yurt sevgisi, din gibi temaları işlemişti.
Bahtiyar Vahabzadenin eserlerinden bazıları şunlardır:
Şiirler ve manzum hikayeler: Menim Dostlarım, Bahar, Dostlug Nağmesi, Ebedi Heykel,
Çınar, Sade Adamlar, Ceyran, Aylı Geceler, Şairin kitaphanası, Etiraf, Şeb-i Hicran, İnsan ve
Zaman, Bir Ürekde Dört Fesil, Seçilmiş Eserler, Kökler-Buğdaylar, Deniz-Sahil, Bir Baharın
Garangusu, Dan Yeri, Payız Düşünceler, Şehitler, Özümle Sohpet, Mugam.
Tiyatro eserleri: Vicdan, İkinci Ses, Yağıştan Sonra, Feryat, Darağacı, Artık Adam.
Hatıra-Seyahatname eserleri: Sanatkar ve Zaman, Sadelikte Büyüklük, Derin Katlara Işık.
Türkiye'de Basılan Eserleri
86
Ömürden Sayfalar (Ötügen, 2000)
Vatan, millet, ana dili (Atatürk Kültür Başkanlığı yayınları, 2000)
Soru işareti (Kaynak yayınları, 2002 )
Diğer Dillere Çeviriler
Türkçe (Türkiye) 15 kitap
Rusca 14 kitap
İran'da Azerice 5 kitap
Ermenice 3 kitap
Özbekce 2 kitap
Almanca 2 kitap
İngilizce 2 kitap
Türkmence 1 kitap
Azerbaycan'daki Kafkas Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Erdal Karaman, 10 yıldır bizzat
tanıdığı, sohbet ettiği Vahabzade hakkında 2010’da bir kitap yayınladı. Azerbaycan Nurlar
Neşriyat'tan çıkan kitabın adı: "Türk Dünyasının Sesi Bahtiyar Vahabzade' . Bunun ile ilgili
Karaman ile Çorum’da yayımlanan Çorum Hakimiyet’de yer alan röportaj ilgimi çekti.
Karaman, benim takip edemediğim yıllarda 1999 ile 2009 arasında Vahapzade’yi anlatıyor.
Onun siyasi hayatı ile ilgili şunları aktarıyor:
Evet, milletvekilliği dönemi de vardı. Şeki'den bağımsız milletvekiliydi. Hiçbir partiye dahil
değildi. Ben bir defa kendisiyle röportaj yapmıştım. O zaman demiştim, "falan partiden
milletvekilisiniz değil mi hocam?" deyince, dedi; "Erdal bana en büyük hakareti yaptın."
(gülüyor) Şeki'den bağımsız milletvekiliydi. Ben arada evine gidiyordum. Evinde inanın
hanımı olsun, torunları olsun, kendisi olsun o kadar misafirperverler ki. Aslında dünya
çapında bir şair, halbuki gösterişli olması gerek değil mi? İnsan öyle düşünüyor. Fakat hiç
öyle değil. Anadolu insanlarından birisi gibi. Yani burada, Türkiye'de bir akrabanıza gitmiş
gibi. Mesela hanımı Dilara Hanım, -hâlâ hayatta, Allah uzun ömür versin- bazen arıyordum
ben, kızıyordu 'niye gelmiyorsunuz, niye ara veriyorsunuz' diye. Gidiyordum ziyaretine, o
zaman milletvekilliği dönemiydi, sürekli telefon geliyor. O zaman biraz sıkıntı vardı, Karabağ
işgal edilmiş, binlerce insan evsiz yurtsuz kalmış. O insanlara yardım ediyor, ev buluyor.
"Artık" dedi, "buraya kadar geldi." Dayanamıyor da, çünkü yaşlıydı o zaman da. Sıkıntıları da
görüyordu. 'Aksakal' diye bir terim var Azerbaycan'da, onu aksakal olarak, büyük insan,
büyük bir şahsiyet olarak görüp ondan yardım istiyorlardı. Bize de yardım ediyordu. Türklere
de... Mesela Türkiye'den gidenler, bir sıkıntı yaşandığında da herhangi bir bürokratik engelle
karşılaştığımızda ona gidip söylüyorduk çok rahat bir şekilde, bize de yardım ediyordu.
Sizi biraz tanıyabilir miyiz?
Çorumluyum. Kuruçay Köyünde dünyaya geldim. İlkokulu köyde okudum, ortaokulu ve
liseyi İmam Hatip'te okudum. Daha sonra Celal Bayar Üniversitesi Eğitim Fakültesini
kazandım. 1990-1994 yılları arasında lisans eğitimimi o üniversitede tamamladım. 94'te
mezun olduktan sonra Dağıstan'daki Uluslararası Doğu Üniversitesi'ne tayinim çıktı. Orada 5
sene çalıştım. Aynı zamanda 96-98 yılları arasında mastırımı tamamladım Marmara
Üniversitesinde. Sonra 99'da Azerbaycan'a geldim. Hala oradayım 10 senedir. 2001-2005
yılları arasında da yine Marmara Üniversitesinde doktora tahsilimi tamamladım. 3 çocuğum
var. Bahtiyar Vahabzade'nin 'Soru İşareti' diye bir kitabı vardı. Onu Türkiye Türkçesi'ne
aktardık. 99'dan 2006'ya kadar, beraber şiirlerini Türkiye Türkçesi'ne aktardık. Şimdi bir
87
roman üzerinde çalışıyorum, yaklaşık 600 sayfalık bir roman. Onun da 30-40 sayfalık bir
kısmı kaldı, tamamlamak üzereyim.
Peki, Azeri şair Bahtiyar Vahabzade hakkında bir kitap yazma fikri nasıl doğdu?
Türkiye'de Bahtiyar Vahabzade ile ilgili birkaç tane eser var. Şiirleri bir araya getirilip
kitaplaştırılmış. Bir doktora tezi vardı. Yanılmıyorsam Hüsniye Mayadağlı hanımefendi bir
doktora tezi hazırlamış ama akademik düzeyde, herkese hitap etmiyor. Piyasada da var, birisi
alıp baksa belki ondan bir şeyler anlayacak fakat herkese hitap etmediği için ben bunu bir
eksiklik olarak gördüm. Cengiz Aytmatov mesela, Türkiye'de çok tanınıyor. Eserlerinin
büyük bir kısmı Türkiye Türkçesine aktarılmış. Bahtiyar Vahabzade o kadar değil. Türkiye'de
sadece şair olarak biliniyor. Bahtiyar Vahabzade deyince, herkes Azerbaycanlı şair diyor.
Halbuki sadece şair değil aslında. Şiirleri var, piyesleri var, tiyatroları var, -çoğu bilmezhikayeleri var. Radyo ve televizyonlar için kısa kısa senaryolar yazmış, tiyatrolar yazmış. O
hayattayken görüşmüştük. Kendisine de bahsetmiştim, "Hocam sizinle ilgili bir kitap
hazırlıyorum. Bittikten sonra göstereceğim." demiştim. Geçen sene yoğunlaştım ben, gayri
ihtiyari. Belki ölümünü mü hissettik, nedendir bilmiyorum. Geçen sene ara tatilde yoğun bir
şekilde, bütün işlerimi erteledim, bunun üzerinde çalıştım. Belli bir aşamaya getirmiştim,
ekleyeceklerim vardı. Vefat edince de Kafkas Üniversitesi "Biz bunu basalım,
değerlendirelim" dedi. O zamana nasip oldu. Azerbaycan'da basılalı 2 ay kadar oldu. Dediğim
gibi, Vahabzade'yi her yönüyle tanıtmayı düşündük ama neticede 270 sayfalık bir kitap.
Orada kısaca hayatını aldık, hayatındaki dönüm noktaları, kendisine verilen ödüller, aldığı
görevler şeklinde kısa kısa bilgi verdik. Daha sonra şiirlerinden seçtik. Bütün şiirlerini göz
önünde bulundurarak mesaj niteliği taşıyan şiirlerini seçtik. Hikayelerinden birkaç tane örnek
koyduk. Röportajları vardı, onlarca röportaj yapmış, Türkiye'den gelenler yapmış, 2000
yılında ben de yapmıştım. Önce kendi röportajımı koydum, sonra da bugüne kadar
Azerbaycan'da, Türkiye'de yapılan bütün röportajlardan seçmeler yaptım. Mesela; öğretmene
bakış açısı, edebiyata bakış açısı, Türkiye'ye bakış açısı şeklinde başlıklar koydum, oradan da
pasajlar şeklinde seçtik. Yani röportajların özünü aldık. 99'dan 2006'ya kadar olan dönemdeki
-hastalanınca artık misafir kabul etmedi- hatıralarımızı derlemiştim. Onları bir araya getirdim.
Fırsat bulduğunda oradaki günlük gazetelerde gündemle ilgili yazılar yazıyordu. Bu da pek
bilinmez Türkiye'de. O yazılardan da pasajlar aldık. O şekilde bir kitap haline getirmeye
çalıştık.
Ölümü Azerbaycan'da nasıl karşılandı?
Doğrusu, benim beklediğim kadar olmadı. Yani bir Cengiz Aytmatov kadar olmadı. Tabi
Azerbaycan devleti sahip çıktı. Bir tören yapıldı. Resmi törenlerin yapıldığı büyük bir salon
var, Haydar Aliyev Salonu, oraya getirildi. Orada tören yapıldı. Devlet Başkanı oradaydı.
Ama ben Türkiye'den, diğer ülkelerden daha çok ilgi bekliyordum, o kadar olmadı. Vasiyeti
vardı, o çok dikkat çekici, enteresan bir şey. "Ben vefat ettikten sonra, tabutumun üzerine
Azerbaycan ve Türkiye bayraklarını koyun, öyle mezara götürün" diye vasiyeti vardı. Onu
yaptılar. Hatta birkaç gün sonra mezarına gitmiştim, mezarında da bir tarafta Türk bayrağı,
diğer tarafta Azerbaycan Bayrağı vardı.
Bahtiyar Vahabzade'nin Türkiye'de yeterince tanındığını düşünüyor musunuz? Biz onu
Azeri bir şair olarak tanıyoruz daha çok.
Sadece bir şair değil aslında. Bu kitap belki bir kapı açacak. Bundan sonra daha çok
araştırmalar yapılacağını düşünüyorum. Şuan mesela eserlerini topladılar, bir cildi 500-600
88
sayfa. Toplam 12 cilt eseri var. 20'ye çıkaracaklar şimdi. Şeki'de çalışıyorlar, Ramazan
Gafarlı diye Azerbaycanlı bir araştırmacı var. Ben den de yazı istemişti, benim yazdığım
yazıları aldı. Hakkında yazılanlar, kendi yazıları, sohbetler, röportajlar... hepsini bir araya
getirdiler, 20 cilt şeklinde bir eser yapacaklar. Zannederim daha iyi tanınacak Vahabzade.
Dediğim gibi, fikirleri de çok önemli, sadece şair yönüne bakmamak lazım.
Bir ömre büyük bir mücadele ve çok önemli eserler sığdırmış. Büyük bir şair. Eğitim
hayatı nasıl geçmiş, anlatır mısınız?
Aslında annesi doktor olmasını istiyor. Kendi hatıralarında da var. Tıp fakültesine yazdırıyor.
40'lı yıllar, 2. Dünya Savaşı yılları. Tıp fakültesine gidiyor, Latince kemik isimlerini
ezberlemesi lazım. Ezberleyemiyor. Bir gün hocası çağırıyor, diyor ki; "Sen en iyisi git başka
bir fakülteye kaydını yaptır. Sen daha sümük isimlerini bile ezberleyemiyorsun, senden doktor
çıkmaz." Azeriler kemiğe, sümük diyorlar. Annesinden habersiz edebiyat fakültesine kayıt
yaptırıyor. Sabah top fakültesine gidiyor öğleden sonra edebiyat fakültesine. Sonra annesinin
haberi oluyor. Annesi "tamam gidebilirsin" diyor, razı oluyorlar. Edebiyat fakültesini
bitiriyor. Fakat şunu gördüm ben; -bazen kendi adıma üzülüyorum da- Türkiye'de bir şey
çıksın, dergi ya da kitap, buradan gönderiyorlar. Altını çize çize okuyor onu, o yaşta. Bir gün
gittim, derginin birisinden bir makale, altını çizmiş. "Erdal" diyor, "neler düşünülüyor
Türkiye'de." Hakikaten, ömrünün sonlarına kadar sürekli okudu. Belki şiirlerini yazamadı
ama -felç geçirince yazmada zorlandı- okuyordu.
Son olarak neler söylemek istersiniz?
Ölümüyle ilgili bir şey anlatayım. Akşamüstüydü, -kitabın önsözünde de yazdım- bir arkadaş
msn'yle bana bildirdi. "Başınız sağolsun" dedi. Şaşırdım ben, "hayırdır, ne oldu?" dedim.
Vahabzade vefat etmiş diye bir ileti geldi. Sonra bizim rektörü aradım. Rektörümüze dedim,
"hocam duydunuz mu Bahtiyar Bey vefat etmiş" "Duydum" dedi. Rektör 4 senedir orada, ilk
defa vefatından 3 saat önce ziyarete gidiyorlar bizim hocalarla. Kapıya kadar gidip, telefon
ediyorlar. Ayakta duramıyordu, zor duruyordu. Hanımı telefona çıkıyor, hanımına diyorlar,
"Biz Kafkas Üniversitesi'nden geliyoruz. Hocamızı ziyaret edeceğiz müsaitse." Tabi ondan
izin almaları lazım. Ayakta duramadığı halde diyor ki; "Türkiyeliler buraya kadar gelecekler,
ben de onları kapıdan geri çevireceğim. Bu mümkün mü? Tabii ki gelsinler." diyor. Alıyorlar
içeri, bir taraftan hanımı kolundan tutmuş, bir taraftan torunları, ayakta zor duruyor. Sohbet
ediyorlar. Söz Türk dünyasına geliyor. En son söylediği sözler, "Türk dünyası bu dertlerden,
sıkıntılardan ne zaman kurtulacak" diyor ve ağlamaya başlıyor. Ağlıyor, bizim hocalar
ayrılıyorlar, 3 saat sonra da vefat haberini alıyorlar. Öyle acı bir anı var.
Vefatından üç gün önce hasta yatağında Zaman'a konuştu. Vahabzade, güncel olaylar da dahil
olmak üzere birçok konu hakkındaki görüşlerini dile getirdi. Türk okurunun şiirine aşina olduğu
usta şair, birçok kez ziyaret ettiği Türkiye'nin hasretini duyduğunu ve bir kez daha gelmek
istediğini söyledi. Türk ve Azeri edebiyatının ortak değerlere sahip olduğunu vurgulayan şair,
Türkçenin yaşadığı yozlaşmadan da derin üzüntü duyduğunu ifade etti. Vahabzade'nin en büyük
umudu ise dünyanın dört bir yanında açılan Türk okullarıydı. Şair, bu okulların Türkçeyi bir
dünya dili haline getireceğine inanıyordu. Bu okulların fikir mimarı Fethullah Gülen hakkında
yazılıp çizilenlerin de kendisini çok üzüldüğünü söyledi. Türkiye'nin son zamanlarda, siyasi,
sosyal ve uluslararası arenada adeta şaha kalktığını belirten büyük şair, güçlenen Türkiye ile
hayalindeki dünyanın yeniden şekillendiğini anlattı. Rahatsızlığı sırasında Türk halkının
kendisini yalnız bırakmamasından duyduğu memnuniyeti dile getiren Bahtiyar Vahabzade,
Erzurum'dan İstanbul'a kadar birçok dostunun aradığını söyledi. Son yıllarda Türkiye'nin
gerçekleştirdiği atılımlardan güç aldığını belirten ünlü şair, "Eski ihtişamlı günlere doğru yol
89
alındığını görüyor ve bundan gurur duyuyorum. Hayalimdeki dünya yeniden şekilleniyor.
Erdoğan'ın Davos çıkışı bana gurur verdi. Türkiye benim hayalim. Kalbim. Nefesimin son anına
kadar Türkiye'ye olan sevgimi kalbimde yaşatacağım." dedi. Türkiye ile Azerbaycan halkları
arasındaki kardeşliği 'tuzlu su'ya benzeten usta şair, "İçtikçe yanarsın, yandıkça da içersin.
Türkiye güçlü olunca tesiri bize de yansır. Unutmamamız lazım, güçlü bir Azerbaycan
Türkiye'ye, güçlü bir Türkiye de Azerbaycan'a her zaman destektir, dayanaktır." diye konuştu.
Halklar arasında ortak değerlerin olduğunu hatırlatan Vahabzade, dil konusundaki hassasiyetini
de şu sözlerle ifade etti: "Yunus Emre, Türkiye'nin olduğu kadar bizimdir. Fuzuli de o kadar
Türkiye'nin. Ama günümüz İstanbul Türkçesi yabancı sözlerle dolu. Artık dil, 'pardon'lu ya da
'okey'li ayrık sözlerle kirlendi."
Medyanın dil gelişimi üzerindeki etkisine değinen şair, dizilerle beraber lisanın da geliştiğini
ancak TV programlarının beraberinde getirdiği tahribatın önüne geçilmesi gerektiğini anlattı.
Azerbaycan'da Türk dizilerine getirilen yasaklamayı eleştiren Vahabzade, "İki kardeş ülke
arasında sadece bu konuda değil, hiçbir hususta yasak olmamalı." diye konuştu. Zaman
Gazetesi'nin Azerbaycan'ın Latin alfabesine geçişi konusunda önemli katkı sağladığının altını
çizen filozof şair, sözlerini söyle tamamladı: "Zaman tarafından çıkarılan ve Azerbaycan'da
çocuklara yönelik yayın yapan tek çocuk gazetesi Tomurcuk, bugün 55 bin tiraja sahip. Ülke
genelinde dağıtılan gazete, çocuklarımızın bu konudaki eksikliğini giderdi.
"Türkiye'ye ilk defa 1961 yılında gemiyle gitmiştim. Para bozdurmak için girdiğim bankaya
kimliğimi göstermem lazımdı. Sovyet pasaportunu uzattım. Paraları değiştirdi ve bir makbuz
verdi. İlk kez Türkçe ve üzerinde de 'Bahtiyar Vahabzade' yazan bir makbuz görmüştüm. Onu
hayatım boyunca muhafaza ettim. Şu andaki tek arzum, ölümden önce son bir kez daha
Türkiye'yi görmek."
"Bütün kardeş ülkelerin istifade edeceği ve merkezi Türkiye'de olan bir 'Türk dünyası akademisi'
kurulmalı. Benim hem Azerbaycan hem de Türkiye'deki yetkililerimize tavsiyem ve ricam budur.
Merkezde, fen bilimlerinin yanı sıra tarihçi ve edebiyatçı da bulunmalıdır. Akademi, ortak bir
terminoloji merkezi olmalıdır. Bu çok arzu ettiğim bir hayaldi, 50 yıllık mücadelemdi."
10 yıl önce Latin alfabesine geçme kararı alan Azerbaycan, 1 Ağustos 2001 tarihinde aldığı bir
kararla, kademeli geçişe son vererek ülke genelinde sadece Latin alfabesini kullanmaya başladığı
günlerdi. Böylelikle Devlet Başkanı Haydar Aliyev, geçtiğimiz ay çıkardığı özel bir
kararnameyle 200 yıllık Rus egemenliğinin son kalıntısı olan Kiril alfabesini de Azerbaycan'ın
literatüründen çıkarılmış oldu. Ağustos ayı başından bu yana ülkede yayın yapan bütün basın ve
yayın organları, resmî ve resmî olmayan bütün yazışmalarda Latin alfabesi kullanmaya başladı.
Bu karar en fazla sevinenlerden biri de Vahapzade idi ve şunları söylemişti: Benim çoktan arzu
ettiğim bir hayaldi bu. Hatta 50 yıllık mücadelemdir diyebilirim. Ve Cumhurbaşkanı Haydar
Aliyev'in bu kararnamesine ayrı bir önem veriyorum. Ama bana sorarsanız bu konuda çok
geciktik. En azından bağımsızlığımızı kazandığımız 10 yıldan bu yana kademeli olarak değil, ani
bir kararla hemen geçmeliydik. Yani 1 Ağustos 2001 değil de, 18 Ekim 1991. Geçişe karşı
çıkanları da kınamıyorum. Zira 60–70 yıldan bu yana Kirilceyi kullanmış bir neslin, birden
yepyeni bir alfabeye geçişi zor oluyor. Fakat Latinceye karşı olanlara da karşıyım. Zira, kademeli
olarak geçişin arasından 10 yıl geçti. Kimse gereken hassasiyeti göstermedi. Sevinçliyim, çünkü
Türkiye ile aynı alfabeyi kullanmış olacağız. Benim kitaplarımı ve yazılarımı artık Türkiye'deki
kardeşlerim de okuyabilecekler. Biz onlarınkini okuyabileceğiz. Bundan güzel daha ne olabilir!
Azerbaycan, Latin alfabesine kolay dönmedi. 1926 yılına kadar Arapça, 1926'dan 1939 yılına
kadar Latince, 1936'dan 2001 yılına kadar Kiril alfabesi ve söz konusu tarihten itibaren yeniden
Latin alfabesini kullanmaya başladı. Zaman gazetesi, Azerbaycan'ın Latin alfabesine geçişi
konusunda önemli katkı sağladı. 1992'nin mayıs ayından bu yana Azerbaycan'da yayın hayatını
sürdüren Zaman Azerbaycan, 1993 yılına kadar Erzurum'da basılıp Azerbaycan'da dağıtıldı.
Zaman, 1994 yılından itibaren de kademeli olarak Latin alfabesine geçti. Yayın hayatına
başladığı günden beri gerek manşeti gerekse iç sayfalardaki haber başlıklarını tamamen Latince
90
veren tek gazete Zaman oldu. Zaman'ın 1992 yılında başlattığı Latince kullanımına, yerel
gazeteler geçtiğimi Ağustos ayında başladı. Öte yandan Zaman gazetesi tarafından çıkarılan ve
Azerbaycan'da çocuklara yönelik yayın yapan tek çocuk gazetesi unvanına sahip Tomurcuk
Çocuk gazetesi de aynı şekilde tamamen Latin alfabesiyle çıkıyor. Halen 55 bin tiraja sahip
Tomurcuk Çocuk gazetesi, ülke genelinde dağıtılıyor. Zaman gazetesinin gayretleri olmasa ülke
Latin alfabesine daha geç geçerdi.
Haziran 1999’da yapılan kaset fırtınasında linç edilmek istene Fethullah Gülen için Ankara’da
destek olacak mert bir insan arıyordum. 22 Haziran 1999’du, kasedin ilk günü kimsenin ağzını
bıçak açmıyordu. Çaresiz kalmıştım. Gerçek dostlar bu kara günde belli oldu. Vahapzade
onlardan biriydi. Ankara’dan evini aradım. Sesi zor duyuyordum. Durumu izah ettim. İlk sözü ‘
mutlaka dinsiz Komünistlerin işidir’ oldu. 23 Haziran 1999’da Zaman gazetesinde yayımlanan
bu dik duruş ve vefa tarihe şu altın harflerle geçti:
Azerbaycan'ın sevilen şairi ve milletvekili Bahtiyar Vahapzade, Fethullah Gülen'e iftira atıldığını
belirterek, Orta Asya'da açılan okulların laik eğitim verdiğini söyledi. Bakü'den telefonla
Zaman'a açıklama yapan Bahtiyar Vahapzade, Gülen'in Komünist bir propaganda ile karşı
karşıya olduğuna dikkat çekti. Gülen'in teşvikiyle Azerbaycan ve diğer ülkelerde açılan Türk
okullarının dini değil laik eğitim verdiğini ifade eden Vahapzade, "Ben Fethullah Gülen'le
görüştüm. Onun fikirlerini dinledim. Türk dünyasına, insanlığa nasıl sevgi duyduğunu gördüm.
Okullarını gezdim. İddia edilenlerin aksine bu okullarda çağdaş, kaliteli, dünyevi bir eğitim
verildiğini müşahede ettim." dedi. Bakü Türk Lisesi öğrencilerinin Azerbaycan'ı 1995'te Varna
ve 1997'de Kiev'de düzenlenen Dünya Biyoloji olimpiyatlarında iki defa dünya şampiyonu
yaptığına işaret eden Vahapzade, Azerbaycan'a çok faydalı olan Gülen'in hizmetlerini hiçbir
gücün göz ardı edemeyeceğini söyledi. İftira ve sansasyonla gıda alan Türk medyasının kötü
örneklerinin Azerbaycan'a da taşınmasından yakınan Vahapzade, eski komünistlerin Türk
dünyası ile Türkiye arasındaki ilişkilerin bozulması için gayret gösterdiğini belirtti. Vahapzade,
Türk kamuoyunu böylesine düzmece oyunlara karşı uyanık olmaya çağırdı.
Fethullah Gülen Hocaefendi, Bahtiyar Vahapzade'ye vefasını gösterdi. Ölümü sebebiyle bir
taziye mesajı yayınladı. Gülen'in taziye mesajı şöyleydi:
"Türk-İslam dünyasının takriben son bir asrına, yaşadığı coğrafyanın üst üste yaşanan
mağduriyetleri, mazlumiyetleri; esaret, zaruret, çağını yakalayamamış olmaktan kaynaklanan
geri kalmışlıkları hissiyatının enginliklerinde derinlemesine yaşayarak, müktesebatını halkının
hürriyeti istikametinde değerlendirmiş, büyük şair, mücadele ve tefekkür insanı Bahtiyar
Vahapzade'nin ahirete irtihalini öğrenmiş olmanın teessürü içindeyim. Ailesi, yakınları sayın
İlham Aliyev,Azerbaycan meclisindeki kıymetli çalışma arkadaşları ve Azeri halkı başta olmak
üzere tüm Türk-İslam dünyasına Cenab-ı Hakk'dan sabr-ı cemil niyaz ediyorum."
Vahapzade, zaman zaman mektuplarda yazardı. Aşağıda mektup onun Eski bakanlarımızdan
Namık Kemal Zeybek’e yazdığı tarihi mektuplardan biridir.
Fikirdaşım, meslektaşım, kardeşim Namık Kemal Bey!
´Türk Olmak´ kitabınızı büyük hevesle,taktir ederek okudum. Okudum demek hata olur, su gibi
içtim. Bu kitabınız,benim Azerbaycan´da yaptığım 50 yıllık mücadelenin aynısıdır.
Fikirlerimizin, kaygı ve dertlerimizin ne kadar yakın olduğuna hayret ettiğimi söylemeliyim.
Ben sizi uzun bir zamandan beri tanıyor ve sizinle aynı dertlerde yaşadığımızı biliyordum.
Hayret etmemin sebebi ise, sizin kitabınızın 69. sayfasında ismimi vermeden ´Azerbaycanlı
değerli bir şair bana şöyle demişti: Bize Ruslar baskı yaptı, dilimize Rusça kelimeler doldurdular,
dilimizi unutturup Rusçayı ön plana çıkarmaya çalıştılar. Peki size kim baskı yaptı? Biz sizi
91
örnek almak istiyoruz. Siz neden kendinizi örnek almıyorsunuz? Dilimizin bayrağını yükseklere
kaldırmak sizin göreviniz değil midir?´ diyerek benden bahsetmeniz oluşturuyor.
Evet dostum. Birkaç yıl önce ben size bu soruyu sormuştum. Biz, iki yüz yıl Rusya´nın baskısı
altında yaşadık. Bunun için ana dilimiz de, kendimiz gibi baskı altında kaldı. Bu yıllar içinde biz,
ana dilimizin tabii hakkını korumaya çalıştık. Ben ta 1954 yılında yazdığım ´Ana Dili´ adlı
şiirimde şöyle demiştim:
´Ey kendi öz dilinde konuşmayı ar bilen Akidesiz yobazlar
Ruhunuzu okşamaz koşmalar, telli sazlar,
Bunlar ver benim olsun.
Ancak vatan ekmeği sizlere ganim olsun.´
Elbette o zamanlar, bu şiir üst makamların hoşuna gitmedi ve bu şiir yüzünden başıma çok
belalar geldi. Ben başıma gelen bu belaları, tabii bir hadise kabul ediyordum. Çünkü ben Rus´un
kölesi idim. Ama Allah´a bin kere şükürler olsun ki, Anadolu Türkleri, tarihin hiçbir döneminde
hiçbir halkın kölesi olmamıştır. Eğer bu bir gerçekse, peki neden büyük imparatorluklar kurmuş
Anadolu Türkleri, bugün kendi milli varlıklarına düşman kesilmiş; bülbül nağmesine benzeyen
Türk dilinin bekâretini bozuyor, ona baskı yapıyor? Türkçe´yle klasik eserler ortaya koyan
Nesimi, Nevai, Mahdumkulu, Fuzuli, Sabir ve M. Akiflere bu dil uydu da, şimdi bize uymuyor
mu? Niçin kendi kendimize kelimeler uyduruyoruz? Kim bu hakkı bize vermiş? Dilin sahibi
bireyler değil, millettir.
Bağımsız Türk Cumhuriyetleri kurulduktan sonra bir taraftan yavaş yavaş ortak dile gitmeyi
düşünüyoruz, diğer taraftan ise siz, Türkiye Türkleri, hepimiz için ortak pek çok kelimeyi
dilinizden kovuyor, uyduruk sözler üretiyor, aramızda uçurum yapıyorsunuz. Bunu nasıl
anlayalım? İşte benim hayretimin sebebi budur. Sizin yazdığınız gibi ben de Ankara´nın,
İstanbul´un sokaklarından geçtiğim zaman, bu şehirlerin Londra mı, New York mu, yoksa
Istanbul mu olduğunu anlayamıyorum. Reklamlar, dükkânların ve bazı idarelerin adları, hatta
uçakların üzerinde ´Türk Hava Yolları´ yerine ´Turkish Airlines´ yazılıyor. Türk Hava
Yolları´nın dergisinin adı ´Skylife´. İşte ben buna hayret ediyorum.
Bundan başka bir de Türkiye´deki eğitimin İngilizceleşmesi beni üzüyor. Sizin isnat ettiğiniz
büyük bilgin Oktay Sinanoğlu´nun Türkiye´deki eğitim üzerine yazdığı birkaç makaleyi
okumuştum. 1996 yılının Aralık ayında, Türkiye´de tedavi gördüğüm zaman Aydınlık
gazetesinin 8 Aralık 1996 sayısında Oktay Sinanoğlu´nun ´Bir ülkeyi köle yapmak istiyorsanız
eğitimini yabancılaştırın´ makalesini ve bu yıl Türk Edebiyatı Dergisi´nin 293. sayısında ´Eğitim
mi, Eritim mi?´ başlıklı makalelerini okuyunca bu büyük şahsiyetin kalben bana ve benim
fikirlerime ne kadar yakın olduğuna hayret ettim.
Oktay Sinanoğlu, yabancı dilde eğitimin Türk milleti için ne kadar büyük bir facia olduğunu fark
etmiş ve gerekli yerlere uyarı mesaji göndermiştir.
Siz kitabınızda, Türk olmanın ne büyük bir şeref olduğunu, şiir kadar duygu ve heyecan dolu
cümlelerinizle çok güzel açıklıyorsunuz: ´Türk demek, Hunlar, Göktürkler, Sakalar, Avarlar,
Karahanlılar, Selçuklular, Osmanlılar, Timurlular, Babürlüler´ demektir. Nihayet Türkiye
Cumhuriyeti demektir. Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan
Cumhuriyeti demektir.
Türk demek binlerce yildan beri dalgalanan bayrak demektir. Türk demek, tarih boyunca başı dik
olmak demektir. Türk demek on milyon metrekare toprağa yayılmış rengârenk bir dil demektir.
Türk demek insanlığın bilim ve edebiyat tarihine Kutadgu Bilig´i, Divan-i Lügat´it Türk´ü,
Divan-i Hikmeti, İbni Sina´yi, Farabi´yi, Biruni´yi, El Harezmi´yi, Ulug Bey´i, Ali Kusçu´yu,
Oktay Sinanoğlu´nu, Cengiz Dağcı´yı, Cengiz Aytmotov´u hediye etmiş bir büyük dünya
demektir. Nihayet şu sonuca varıyorsunuz: ´Bizi Türk yarattığı için Allah´a şükürler olsun… Ne
mutlu Türk´üm diyene.´
92
Bütün bunları bize hatırlatmakla, büyük şahsiyetlerimizi bize tanıtmakla siz ikinci Göktürk
saltanatının kurucusu büyük atamız Bilge Kağan´ın söylediği meşhur sözleriyle bizi kendimiz
hakkında düşünmeye çağırıyorsunuz. Daha bundan 1400 yıl önce Bilge Kağan şöyle demiş; ´Ey
Türk Beyleri, Milleti işitin. Yukarıda mavi gök çökmedikçe, aşağıda kara toprak yarılmadıkça
senin elini, senin töreni kim bozabilir? Ey Türk Milleti silkin ve kendine dön. Sen kendine
dönünce büyük oluyorsun.´
Demek kendinden kaçmak, kendini beğenmek, başkasını büyük, kendini küçük görmek belası
daha o zaman da varmış! Demek Mete, Bumin, Bilge, İstemi, İlteriş Kağanlar, büyük Osmanlı
Sultanları ve yukarıda adlarını saydığımız bilim adamlarımız olmasaydı, biz tarihin
dönemeçlerinde çoktan kaybolup gitmiştik.
Bununla beraber, çok eskilerden bizim damarlarımızdan akıp, bugüne kadar devam eden
kendine, kendi milli varlığına yabancılık, kendini küçük, başkasını büyük görmek belası da ne
demektir? Niçin biz bu hastalığa tutulduk? Büyük bilginlerimiz, psikoloğlarımız, tarihçilerimiz,
filoloğlarımiz, filozoflarımiz bu belanın sebeplerini ve köklerini araştırmalı, buna karşı savaş ilan
etmeli, içimizde yaşayan kendine, kendi milli varlığıa yabancılaşmak hastalığından bizi
kurtarmalıdır.
Elbette, ne siz, ne Oktay Sinanoğlu, ne de ben yabancı dillerin öğrenilmesine karşı değiliz. Ama
yabancı diller, yalnız ve yalnız ana dilin aracılığıyla öğretilmelidir.
Ben anlayamıyorum, nasıl olur da ömrünün uzun yıllarını vatanından uzak, Amerika´da yaşayan
Sinanoğlu, düştüğümüz bu belayı görebiliyor, ona çare arıyor da, Türkiye´de, Azerbaycan´da ve
diğer Türk Cumhuriyetleri´nde bu belanın içinde yaşayanların büyük bölümü ise, bu konuda hiç
düşünmüyor bile…
Sovyetler Birliği sömürüsü döneminde Azerbaycan ve Rus baskısında olan diğer Türk
Cumhuriyetleri´nde devlet işleri, yazışmalar, toplantılar yalnız Rusça yapıldığından, Rusça´yı iyi
bilmeyenler yüksek makamlara ulaşamıyor, onlara iş verilmiyordu. Bunun için de ebeveynler
evlatlarını ana dilde eğitim yapan okullara değil de, Rus okullarına veriyorlardı. Sonuçta bu
cumhuriyetlerde ana dilde eğitim yapan okulların sayısı her yıl biraz daha azalıyordu. Rus
okullarında eğitim gören çocuklar ise, Rus tarihini ve edebiyatını, Rus gelenek ve göreneklerini,
yani Rus maneviyatını biliyor, o okullardan tam bir Rus olup çıkıyor, kendini, kendi tarihini ve
edebiyatını, maneviyatını bilmediği için kendi milletine düşman kesiliyor, kendini küçük, Rus´u
ise büyük görüyordu.
Bu yakınlarda Rusça eğitim görmüş Rus kafalılar Bakü´de ´Monitor´ adlı Rusça dergi
yayımlamaya başladılar ve bu dergide bizim, millet değil, kabile olduğumuzu yazdılar. Bildiğiniz
gibi, biz bağımsızlık uğruna mücadele verdiğimiz zaman, Ermeniler, Ermenistan´da yaşayan
Azeri Türklerini kovunca, biz de Azerbaycan´da yaşayan yarım milyon Ermeni´yi
Azerbaycan´dan çıkardık. Gidenlerin yerine Karabağ´dan ve Ermenistan´dan kovulan Azeri
Türkleri Bakü´ye yerleşti.
Yukarıda bahsettiğim ´Monitor´ dergisinin etrafındaki Rus kafalı gençler, Rus ve Ermenilerin
Bakü´den gitmelerine üzülüp, bunu bizim için felaket sayıyorlar. Onların akidesine göre Bakü´de
yaşayan Rus ve Ermeniler bizi medenileştirmiş, ama Karabağ ve Ermenistan köylerinden
Bakü´ye taşınan Azeri Türkleri, şimdi bizi geriye götürüyor, başkalarından kazandığımız kültürü
bozuyorlarmış.
En korkuncu da şudur ki, onların fikrince biz, hiçbir zaman Türk olmamışız. Ermeni çevresinde
yaşayan Azerileri, Ermeniler, ´Türk´ diye adlandırmş, bunun için de onlar kendilerini Türk
saymış ve Bakü´ye taşındıktan sonra da, onlar bize, yerli Azerilere Türk olduğumuzu
söylemisler. Yalnız bundan sonra biz, Azeriler de kendimizi Türk adlandırmaya baslamışız.
Cahilliğin derecesini görüyor musunuz? Aslında ben onları kınamıyorum. Çünkü onlar ana dilde
eğitim yapan okullarda tahsil görseydiler, bizim klasiklerimizi: Fuzuli´yi, Nesimi´yi,
M.F.Ahundzade´yi, Celil Memmedkuluzade´yi ve Sabir´i okusaydılar, bu dahilerin hep Türk
olduklarını yazıp Türk oldukları ile övündüklerini bilirlerdi. Bunun gibi Rus köleliğinde
93
olduklarından, Rusça eğitim gören Özbek, Türkmen, Kazak, Kırgız, Tatar gençleri de Türk
olduklarına tam manasıyla inanmıyorlar ve bizim felaketimiz de buradan başlıyor.
Moskova Ruslaştırma tohumunu öyle serpmiş ki, aynı Rus kafalılar bugün bizim istiklalimize
karşı çıkıyor, gözünü Moskova´ya çevirip yeniden onlarla birleşmemiz için çalışıyorlar.
Bunları anlıyorum. Defalarca size ve diğer Türkiyeli kardeşlerimize söylediğim gibi, bizim
felaketimizin sebepleri açıktır. Peki size, tarih boyunca hiç köle olmamış (Allah hiçbir zaman
göstermesin) Türkiye Türklerine ne oldu da, kendi kökünüzden, milli varlığınızdan ayrı
düştünüz? Siz bunun için hiçbir şekilde bahane gösteremezsiniz. Çünkü suç kendinizdedir. Bunu
siz de itiraf ediyorsunuz: ´Kültürü ile barışık olmayan bir toplumuz. Hâlâ kendi kendimizle
savaşmayı bir türlü bitiremedik.´
Şimdi siz, bugün yabancı dille eğitimin, bir milleti nasıl rezil ettiğini bizim şahsımızda görüp,
bizden ders almalı, yabancı dille eğitime karşı mücadele etmelisiniz. Burada büyük Atatürk´ün
meşhur sözünü hatırlatmak yerinde olur: ´Milli benliğini bulamayan milletler, başka milletlere
yem olurlar.´
Kitabınızda haklı olarak ´çağdaş değişimi uygulamanın kurumsal yolunu, mümkün olduğunca
kendi geçmişine yönelmede´ görüyorsunuz. Çünkü ilerlemek için, geriye bakmak gerekir. Çok
doğru olarak gösteriyorsunuz ki: ´Japonlar, kendi milli kültürlerine dayalı olarak kalkındılar ve
milli kültürlerini, kalkınmalarının güç kaynağı olarak değerlendirdiler.´
Evet, Japonlar, bilgisayarı hazır olarak almadılar, kendileri kendi bilgisayarlarını yaptılar.
Japonların otomobillerine dikkatle bakarsanız,insan gözlerine benzeyen önde yanan farların dış
görünüsüne kadar otomobilin kendilerine benzediğini görürsünüz.
Benim Türkiye´den istediğim şu: Türkiye kendine benzer kendi bilgisayarını, kendi otomobilini,
kendi füzesini yapsın. Bati´nın tekniğini olduğu gibi almasın. Bu, büyük bir milleti taklitçiliğe
götürür.
Tekrar eğitimin yabancılaştırılmasına dönelim. Sizin şu görüşünüze de kalbimle katılıyorum:
´Bilim ve teknik yöntemleri evrenseldir… Türkiye´nin de kendi bilim ve tekniğini geliştirmesi,
kendi amaç ve gayelerinden sapmaması gerekmektedir. Eğitimi başka dilde yaptıran, gençlerinin
düşünme kabiliyetlerini her gün bu şekilde kirleten, her gün onlara sömürge evladı ruhu, acenta
kafalılık ve aşağılık duygusu aşılayan bir ülke bunu yapamaz. Gereken yabancı diller, her yerde
olduğu gibi ayrıca öğrenilebilir. Ama kendi dilini kaldırıp atmak, gafletlerin en büyüğüdür.´
Benim eserlerimi Rusça´ya çeviren Moskovalı şair Rimma Kazakova bir gün bana, ´Siz ana dili
konusunda niye bu kadar çok yazıyorsunuz?´ diye sordu. Ben, ona ana dilimizin eriyip yok olma
tehlikesi içinde olduğunu söylediğim zaman beni anladı ve bu belanın sebebinin yabancı dildeki
eğitim olduğunu belirtti ve ´Geçen asırda bu belaya bizim aydınlarımız da tutulmuş, L.Tolstoy ve
K.D. Usinski gibi yazarlarımız ve bilginlerimiz bu akına karşı çıkmışlar´ diye ilave etti. Ertesi
gün o, bana ünlü Rus eğitimcisi Usinski´nin ´Ana Dili´ adlı kitabını getirdi. Ben bütün gece o
kitabı okuyup, bir milletin varlığı için ana dilinin ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu bir
daha anladım. Sizin gibi Batılılaşma siyasetine uyan Rus aydınlarının, Rusya´da Fransız ve
Alman mektepleri açıp evlatlarını yabancı okullara vermeyi kendilerine şeref saydıklarını bir
kere daha gördüm. O zaman bu meselenin millet için tehlike olduğunu bilen büyük eğitimci
Usinski yazıyor:
´Ana dilinde bütün millet, onun varlığı, manevi dünyası zuhur ediyor. Vatanın seması, iklimi,
havası, çölleri, dağ ve bozkırları, orman ve çayları, fırtına ve kasırgaları, halk ruhunun yaratıcılık
kudreti ile ana dilinde fikirlere, şekillere ve seslere dönüiüyor. Halkın elinden her şeyini alırsanız
o, onların hepsini geri getirebilir. Fakat onun elinden ana dilini alırsanız, hiçbir zaman onu bir
daha oluşturamaz. Halk kendine yeni bir vatan da yapabilir. Ama ana dili yoksa, millet de yoktur;
vatan da…´
Bundan sonra bilgin, yabancı mekteplerde eğitim gören çocukları ´manevi özürlü´ olarak
adlandırır ve böylelerinin vatan ve millet için gerçek evlat olamayacağını, halkı
anlayamayacağını, dille beraber eğitim gördüğü Fransız veya İngiliz karakterini yansıtacağını
94
belirtiyor. Sonra da bu manevi özürlülerin herhangi bir idarede çalıştikları zaman ´Yüzlerine ne
kadar vatanperverlik maskesi taksalar bile yine de vatansız, zavallı bir adam olarak kalacaklarını´
ilave ediyor.
Bu bir millet için felaket değil mi? Bunun büyük felaket olduğunu gören Ermeni parlementosu,
1996 yılında Ermeni çocukların Rus okullarında eğitim görmesini yasakladı.
Sizin kitabınızdan da konuyla ilgili Fransa parlamentosunun ´Fransız dilinin kullanımına ilişkin 4
Ağustos 1994 tarihli bir yasa´ kabul ettiğini öğrendim. Ben, böyle bir yasayı Türk
Cumhuriyetleri´nden, aynı zamanda Türkiye ve Azerbaycan parlementolarından da bekliyorum.
Benim çok sevdiğim rahmetli Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş´ın da bu konudaki fikirleri
benimkiyle aynıdır: ´Dil meselesi, bir milli müdafaa meselesidir. Dilimizi korumak, vatanı
korumakla birdir. Çünkü dil de vatan kadar, tarih kadar azizdir. Dil de bayrak gibi, aile gibi
mukaddesattandır. Belki hepsinin ifadesi, aksi onda olduğu için hepsinden önemlidir. Dil
olmayınca, millet olmaz, milliyet olmaz. Milli kültürün baş unsuru dildir.´
Aziz kardeşim Namık Kemal Bey, sizin kitabınızı okuyup bitirdikten sonra, kitabınızın son
sayfasına şu sözleri yazdım: ´Türk olmak, doğmak kadar kolay. Ama bizim zamanımızda, gerçek
anlamda bir Türk olmak, atalarımizin şerefli adlarına layık yaşamak çok zor!´
Sözümün sonunda yüzümü büyük Türkiye´ye çevirerek diyorum: Ey şanlı tarihe sahip olan
büyük Türkiye! Unutma ki, biz seni kendimiz için örnek biliyoruz. Bunun için de sınır sınıra
yaşadığın büyük Türk dünyasını perişan etmeye, sana dikilen gözleri kapatmaya, sana beslenilen
ümitleri yok etmeye senin hakkın yok. Ortak atamız Bilge Kağan´ın sözlerini kulaklarına küpe
yap: ´Ey Türk, silkin ve kendine dön!´
Bahtiyar VAHAPZADE
1 Nisan 1998
Namık Kemal Zeybek: Turancılık davasını
kaybettik
26.09.1998 Türkistan, Kazakistan
12 Haziran 1998 Bakü, Azerbaycan
95
Azerbaycan Zaman’ın kuruluşunun 10. Yıldönümü vesilesiyle 12 Haziran 1998’de
Gülüsyan sarayında organize ettiğimiz kutlama törenlerinde ana konuşmacı olan Namık
Kemal Zeybek ile Bakü’de geçen bir hafta ve 15 ile 29 Ekim 1998’de Kazaksitan’ın
Türkistan kentinde geçen 15 günün meyvesi olan bir röportajdır bu... Resimde Hidayet
Karaca, Zaman’ın Ankara temsilcisi görevinde iken geldiği Bakü’de...
"Türk dünyasını yüreğinde gezdiren insan” diye tanımlıyor onu Azeri kardeşleri. Dokuz yaşında
Bakü radyosu ile Azerbaycan’ı, 13 yaşında ise tüm Türk ellerini izlemeye başladı Devlet Bakanı
Namık Kemal Zeybek. O, kendini sadece Türkiye’nin değil, 200 milyonluk Türk dünyası
coğrafyasının da vatandaşı olarak görüyor ve çok seviyor. Bakan Zeybek, Türkiye—Türk
dünyası ilişkileri hakkındaki sorularımızı cevaplandırdı.
Türk dünyasıyla ilişkilerimiz nasıl başladı? Neler yapıldı, neler yapılmadı?
Namık Kemal Zeybek: 1990—92 yıllarında kültür bakanlığım döneminde Türk dünyası
ülkeleriyle imzalanan kültür anlaşmaları var o kadar. 1992’ye kadar Türkiye, Türk dünyasıyla hiç
ilgilenmemiştir. Ahmet Yesevi’nin türbesi bile bu yıldan sonra onarılmaya başlandı. 1992—93’te
10 bine yakın öğrenci Türkiye’ye getirildi. Türkiye’de, bizim dışımızda Türk yok anlayışı
hakimdi. 1991’den başlayarak 5 Türk cumhuriyeti bağımsızlığını ilan edince bir heyecan doğdu.
Bu insanların Türklüklerini unuttuğu sanılıyordu. Büyük bir potansiyel karşısında büyük ümitler
yeşerdi. Yağmur gibi bu insanların bize akışıp geleceğini zannettik. Türk dünyasını sık sık
ziyaret ettiğim için hesaba çekiliyordum. Sadece merhum Turgut Özal, merakla bu ülkelerin
yerini haritada göstermemi istedi. Artık gerçeklere döndük. Bu ülkelerle ortak plan ve iş
programları oluşturulmaya başlanınca değişen şu oldu: Özel veya kamu sektöründen iş üreterek
ortaya çıkanlar veya yüz çevirenler belirginleşti. Şunu unutmamak gerekir, bir resmi Türkiye, bir
de derin Türkiye çalışıyor Türk dünyasında. Resmi Türkiye kamu sektörünün Türkiyesi. Derin
Türkiye şudur: Türkiye’den bir hocaefendi çıkar. Türk ellerine gidin, hizmet edin, kolej açın der.
Binlerce insan heves ve emellerini bir yana bırakır, akıp gelirler Türk dünyasına. Bir de devletten
96
hiç bir yardım ummadan eline çantasını alıp gelen iş adamımızı unutmamak gerekir. Resmi
Türkiye, derin Türkiye kadar derin, engin ve heyecanlı değildir. Derin Türkiye’ye çok bağlıyım,
çok ümitliyim. Derin Türkiye doğru yolda ilerliyor.
Türk dünyası için Türkiye daha neler yapmalı?
Namık Kemal Zeybek : Kültür alanında ilişkilerimizi artırmalıyız. Karşılıklı evlilikler yapılmalı,
kaynayıp karışmalıyız birbirimizle. Türk dünyasından Türkiye’ye gelen öğrencilerin sayısı
artırılmalı. Onlara doğru dürüst maddi—manevi ortam hazırlanmalı. Geleceğe yatırım yapılmalı,
yapılıyor ama yeterli değil. Ortak televizyon kurulmalı, ortak dillerimizi geliştirmeliyiz. Bu
televizyon tüm Türk dünyasında yayın yapmalı ki, şivelerimiz, lehçelerimiz yakınlaşsın.
Tanıdıkça zenginleşecek dillerimiz, öz hususiyetlerini muhafaza etmekle beraber, birbirlerini de
anlar konuma gelecekler. Azerbaycan’da basılan bir kitap 200 milyonluk Türk dünyasında
yayılacak. Bu; edebiyat dünyamızı genişletirken, yazarlarımızı da teşvik edecektir. Resmi
Türkiye, şirketlerin açtığı özel okulların daha da artırılması için destek vermeli. Kamu
sektörünün 10 liraya yaptığı işi özel sektör 1 liraya yapar. Özel sektöre 5 lira verilse hem devlet
kazançlı çıkar, hem de verim artar. Bu hamur çok su götürür. Ortak konseyler kurmalı, kurulmuş
olanların etkinliğini artırmalı, tabandan tavana gelişme sağlamalıyız. Diyanet İşleri başkanımız
Türk dünyasının dini liderlerini Ankara’da toplamıştı. Avrasya İslam Şurası kurulması için fikir
ortaya attım, kabul edildi. İkinci toplantıyı önümüzdeki ay Almaatı’da gerçekleştireceğiz.
Avrasya Konseyi’ni mutlaka kurmalıyız, aynen Venedik Konseyi gibi. Tüm şuraları, konseyleri
aynı çatı altında toplamalı ve böylece siyasi yönetimi de gerçekleştirmeliyiz.
Türk dünyasından beklentimiz ne? Basınımız neler yapmalı?
Namık Kemal Zeybek : Tüm Türk dünyasında gördüğüm temel noksanlığımız, köklerimizle
irtibatımızı zayıflatmış bir toplum oluşumuzdur. Köklerimize sağlam olarak dönmek, ondan güç
almak zorundayız. Bizi biz yapan köklerimizdir. Köklerimiz dilimizdir, dinimizdir, tarihimizdir,
ortak değerlerimizdir. Köklerimizden yeterince hem haberdar değiliz hem de barışık değiliz.
Çağın değerleriyle tanışık hale gelirsek 21. yüzyıl Türk asrı olacaktır. Buna layık bir milletiz ve
bu amacı gerçekleştirmeye gücümüz var. Hem Türkiye’de hem Türk cumhuriyetlerinde karşılıklı
olarak tanıtım yapılmadığı kanaatindeyim. Ciddi eksikliklerimiz var. TRT— Avrasya kanalı
olmasaydı daha iyiydi. TRT—1 Azerbaycan’da seyrediliyor, Avrasya’ya göre daha ciddi bir
kanal. Yeterince Türkiye’yi tanıtıyor mu? Tabii ki hayır. Anadolu Ajansı’na bağlı Anadolu
Radyo adında 24 saat İngilizce müzik yayını yapan bir radyoyu geçtiğimiz hafta Türk dünyasına
ayırdık. Türkiye’ye Türk dünyasının tanıtılmasına yönelik yayınlar yapıyoruz. Özbekistan,
Kazikastan, Kırgızistan, Azerbaycan, Tataristan, Başkırdistan, Kafkas ve Karaçay Türkleri’nden
birer spiker getirdik. Türkiye’deki bilinç düzeyine bakın ki, bir gazete tenkid ediyor. İngilizce
yayını Türkçe yayına tercih ediyor. Her basın organımız Zaman gazetesi gibi işler yapsa olay
biter. Zaman’ı yürekten tebrik ediyorum.
TİKA’nın ortak dil konusunda çalışması Türk dünyasında yanlış anlaşıldı. Bu konuya
açıklık getirir misiniz?
Namık Kemal Zeybek : 1990’da talimatımla Ortak Lehçeler Sözlüğü hazırlanmasını istedim.
Dokuz Türk cumhuriyetinden dilci getirdik, altı ayda 7 bin 400 kelimeden oluşan dokuz lehçe ve
Rusça’nın yer aldığı sözlük hazırlandı. TİKA, 2. proje olarak daha geniş kapsamlı, yaygın 50 bin
kelimeden oluşan Ortak Terimler Sözlüğü hazırlamaya çalışıyor. Bunun için tüm Türk
topluluklarından uzmanlarla mutad çalışıyor. Ortak bilimsel kelimeler tesbit edilecek, hangi
lehçede öz Türkçe bulunursa o kelime kabul edilecek. TİKA, ortak dil oluşturmaya çalışmıyor,
97
bunu iyi açıklamak lazım. Ayrıca bundan sonra Moğolistan ve Kazakistan’ın yanısıra
Azerbaycan’ın da ortak ekonomik karma komisyon eş başkanlığına getirildim. Aralıkta
Ankara’da toplanacağız. Azeri iş adamlarının Türkiye’de Türk iş adamlarının Azerbaycan’da
yatırım yapmalarını teşvik edecek, engelleri ortadan kaldırmaya çalışacağız.
Yurt dışı Türk ve akraba topluluklarımıza yeterince el uzatabildik mi?
Namık Kemal Zeybek: Suni biçimde meyil gösterdik. Tez kazanılanın çabuk elden çıktığını
unuttuk. Turancılık kavgasını kaybettik...
Neden?
Namık Kemal Zeybek : Türkiye iç politika girdabında boğuldu. Türk devlet ve topluluklarına
elini uzatamadı. Türk dünyası -Türkiye ilişkileri iyi gitmedi, Türk tarih tezlerinin yanlışlığı
ortaya çıktı. Ortak iletişim Türkçesi, Ortak Türk Terimler Birliği ve Türkiye'nin Avrasya'da ki
fırsatlara karşı izlediği politikada çuvalladık.
Kitaplarda okutulan Türk tarih tezlerinin yanlış olduğunu savunuyorsunuz; bu kanaata
nasıl vardınız?
Namık Kemal Zeybek: Türkler , halen okutulan tarih tezinde iddia edildiği gibi birdenbire Altay
dağı eteklerinde peyda olmadı. Kimisi Türklerin tarihini Göktürklerle başlatır; halbuki Orhun
kitabelerinde Göktürk ifadesi sadece bir defa geçer. Diğer metinlerde hep Türk ifadesi kullanılır.
Türklerin Hunlar, ondan önce Sakalara (İskitler) kadar uzanan Orta Asya steplerindeki tarih
yazgısı öncesi Türklerin ilk anavatanı Mezopotamya olmuştur. Sümerlerle ilgili araştırma yapan
biri Azeri diğeri Türkiyeli iki tarih profesörü yayınladıkları kitap ve tezlerinde ilginç bulgular
elde etmiş ve tesbitlerde bulunmuş. Bu bağlamda dünya tarihi Türk tarihi ile bağlıdır diyebiliriz.
Yazıyı icat eden Sümerlerin kullandığı dilde bir çok Türkçe kelime mevcut; ayrıca adet ve
gelenekleri bugünün Türk halkları ile tıpatıp benziyor. Sümerlerin Türklerin atası olduğuna
yüzde yüz inanıyorum. Sümerlerin toprakları Balkanlara, Kafkaslara güneyde Nil eteklerine
Kuzey Afrikaya kadar uzanıyordu. Türkler Anadolu'ya Avrupa'ya, Kafkasya ve Orta Asya'ya
sanılandan çok önce Sümerler zamanında geçiş yapmaya başladı. Altay dağı eteklerinde görülen
ve Ergenekon destanı ile dağı delip ortaya çıkan Türkler, Orta Asya'da başka Türk kavimlerinin
olduğunu müşahide etmiştir. Oguz Han Türklerin ortak atası olarak kabul edilir. 9 oguzlar
denilen Türk boyları bir çok devlet kurdular. Ancak bazı adlar var, yanlış teleffuz edilmesinden
dolayı bugünlere doğru intikal etmedi. Mesela Ötüken diye bir yer yok. Hunların büyük hakanı
Metehan doğru bir isim değil. Çinliler Bögüm Han demiş, Çinceyi çevirenler Metehan diye
tercüme etmiş. Batı Hun imperatoru Atilla ile Hunlar ve Türk olan Volga Bulgarları ile çok önce
Türkler Avrupa'ya yerleşti. Bu nedenle Türkler bir Ön Asya kavimi değil Avrasya toplumudur.
Dünya tarihinde böyle bir toplum yoktur. Türklüğümüzle gurur duymalıyız.
Bugün Hiristiyan olan Macar, Bulgar, Çuvaş, Gagavuz ve Finlilerin Türk olduğu tezi
doğru mu ? Bazı Türk kavimleri hristiyan olunca Türklüğünü kaybederken, bazıları ise
niye kaybetmedi ?
Namık Kemal Zeybek: Macarlar bir bileşke milletidir; kanlarında Türk kanı karışımı vardır.
Macarlar Arpatciksiz denilen 10 Türk beyinden türedi; bir kısmının soyu ise Kıpçak Türklerine
dayanır. Atilla zamanında Hun Türkleri Macaristan'a hakim oldu. Bunlar zamanla milliyet
oluşturdu. Zamanla Türk dili yerine Macar dili hakim oldu. Türklerde Macarlaştı. Hun'lar
98
Macarlar içinde Türklüğü koruyup bugünlere taşıyanlardır. Macarların gelenekleri ve dili halen
Türk kültürü ile içli dışlıdır. Gagavuzlar ise Oguz soyuna bağlı, Azeri Türkçesine benzer bir dil
kullanan hiristiyan olmalarına rağmen Türklüklerini hiç kaybetmemiş temiz bir Türk
toplumudur. 10. yüzyıl Türklerin din seçtiği asırdır. Asya Türklerinden Karahanlılar, aynı
tarihlerde Volga Bulgarları müslüman oldu. Bugünkü Başkırd, Tatarların atası bu Volga
Bulgarlarıdır. O zamanlar slavyenleşmiş Bulgar toplumu yoktu. Volga Bulgarları 8.-9. asırda
Aşburun Han komutasında Tuna boylarını ele geçirdi. Savaşçı halk devlet kurdu, ancak kendileri
azınlıktı, halk Slavyendi. 9. asırda bu devleti Tuna Bulgarları adında Türk soyluları yönetti. Gök
Tanrı dinine mensup idiler; zamanla uyum sağlamak için 10. asırda halkın dinini Hiristiyanlığı
kabul ettiler. Karışma başladı ve Slavyen oldular. Ancak adlarını bu kavme verdiler. Yeni bir
milliyet oluştu, adına da Bulgar dediler. Finlilerin ise dil akrabalığından başka Türklerle ilişkisi
yok; sanıldığı gibi Türk kökenli değiller. Ural-Altay dil grubuna bağlı Fin-Uygur dilini
konuşuyorlar, Türkçe ile benzerlikleri var. Bu dil grubuna Koreliler, Japonlarda bağlı; o zaman
onlara da Türk dememiz gerekir, bu da saçma olur. Moğol ve Uygurlarda aynı dil gurubunun
Samnelce koluna bağlıdır. Çuvaşlar ise 17. yüzyıla kadar Türklerin eski dini Göktanrı inancını
koryan tek Türk toplluğuydu. Müslüman olan Çuvaşlar göç ederek Başkırd ve Tatarlarla karıştı.
Bu halkların tarihini beraber incelemek gerekir. Rus baskısıyla Hiristiyan olan Çuvaşlar ise
Stalin döneminde sürgün edilmeyen tet Türk toplumu olması hasebiyle fazla dağılmadılar. 1
milyon 800 bin nüfusu olan Çuvaşistan'ın yüzde 65'i Çuvaş'tır. Ancak dillerini koruyamadılar.
Çuvaş dili Türkleri ile benzerliği yok. Ancak Türk birliği en çok arzu eden toplumun Çuvaş
Türkleri olması ilgi çekici.
Ortak Türk alfabesi, Ortak iletişim Türkçesi ve Ortak Terimler Birliği ile ilgili
üniversitenizin çalışmalar yaptığını biliyoruz . Sizce bu ortaklık çabaları ideali realist mi,
yoksa bir hayalden mi ibaret ?
Namık Kemal Zeybek: Herhangi bir Türkçe'yi ortak Türkçe yapmak mümkün değil. İstanbul
Türkçe'si tüm Türkler için iletişim Türkçe'si olamaz. Türkçe'lerin toplamı ortak Türkçe'dir.
Kimse dilini tekrar değiştirmek istemez. Üniversitemiz 10 değişik Türkçe üzerinde araştırmalar
yaptı, bu dillerin ilim adamlarnını Ortak Terimler Birliği Komisyonunda topladı. Tıp ilmi dışında
8 ayrı ilmi dalda yapılan araştırma sonucu tam 10. 589 kelimeyi Türklerin ortak olarak
kullandığını tesbit ettik. 3500'e yakında ortak olarak kullanılabilecek işlek, günlük Türkçe kelime
mevcut. Bu girişimler ortak Türkçe yönünde önemli adımlardır. Öz Türkçe'yi kullanmak varken,
niye Rusca, İngilizce, Almanca, Fransızca, Arapça , Farsca'dan geçmiş kelimeler kullanalım,
onların yapım eklerini gramerimize alalım. Ama eğer bir kelime tüm Türkçelerde kabul görmüş
Türkleşmiş ise o başka; ona dokunmayalım. Ama neden milli yerine Udluk demiyelim. Farisi'nin
' i ' si bize neye gerek. Türkçe'de üç tane yapım eki var; -lık, -lük yerine niye -sel. -sal takılarını
Türkçe'mize dolduralım? Samelyot yerine Kazaklar artık Uçak kelimesini benimsedi. Onlar
şimdi helikoptere ' dikuçak ' diyor. Bu doğru değil mi? Başkaları kabul eder etmez bilmem ama,
ben Atatürk Kültür Merkezi Başkanı Sadık Kemal Tural ile ortak iletişim Türkçe'sinde
konuşmaya başladık. Türk dünyasının ortak terimler sözlüğünü hazırlıyoruz. Tüm Türk
dillerinden ortak kelimeler tesbit ediliyor, ortak kelime için üç alternatifli öneride bulunuluyor.
Çingenece'den de Türkçe'ye kelime geçse eğer tüm Türkçe'lere yerleşmiş bir kelime ise onu
atmıyoruz. Türkler ana dilini konuşmalı. Rusça konuşan Türkçe düşünemez, Rusça düşünür.
Peki Azeri Türkçesi ve Çagatayca konusunda ne düşünüyorsunuz?
Namık Kemal Zeybek: Azeri Türkçesi, akıcı üslubuyla en güzel Türkçe'lerimizden biri. Ancak
hiç bir Türkçe'yi Ortak Türkçe'ye en yakın olarak nitelendirmiyoruz; hepsi yakın... Azeri
Türkçe'si aslında Doğu Anadolu'nun kullandığı Türkçe'dir. Bayburt, Van, Erciş, Adılcevaz, Urfa,
99
Diyarbakır, Kars, Igdır, Erzurum eskiden beri bu Türkçe'yi kullanır. Dünyanın en güzel dili
Türkçe. Tüm Türkçe'ler dilimizin zenğinliğini gösterir. Dünyada böyle bir dil yok. Ayrıca
Türkçe'nin bir takım artıları var bunları iyi antatamamış, değerlendirememişiz. Matematik ve
bilgisayara uyum sağlayan en uygun dil Türkçe'dir. Yüzyılın başında üç çeşit Türkçe vardı :
İstanbul Türkçe'si, Çagatayca ve Azeri Türkçe'si. Türk halkları birbirine yakın bu dillerle
birbirlerini anlar, basılan gazete ve dergileri okurlardı, henüz diller kopmamıştı. İstanbul'da
sarayda, şehzadelere varana dek Çağatayca şiir yazanlar mevcut idi. Hindistan'da bile ortak
anlaşma dili Çagatayca idi; Urduca, İngilizce ortada yoktu. Türkistan'da Çağatay Türkçe'sinde
okuyup, yazıyordu. Özbek ve Uygur dilleri Çagatayca'dan bir parçadır. 13. yüzyıla kadar Azeri
Türkçe'si ile İstanbul Türkçe'si aynı telaffuz ediliyordu, ayrışma bu tarihden sonra başladı.
Ama yeni beliren sorunlar var. Her Türk cumhuriyeti kendi Türkçesini önplana çıkartıyor,
her Türk ülkesinde ayrı bir milliyetçilik rüzgarı seziliyor?
Namık Kemal Zeybek: Ayrışan Türkçe birleşebilir. Ancak hiç bir Türk devleti ve topluluğu
üstünlük davasında olmamalı. Her Türk ülkesi önce kullandıkları Türkçe'de eğitim yapmak için
ugraş vermeli. Kazakistan gelecek yıldan itibaren Kazakça eğitime geçiyor, 1998-1999 eğitimöğretim yılında ise 34 harfli yeni latin alfabesine geçiş yaptı. Üniversitelerde eğitim dili hala
Rusca, derslik sıkıntısı var, zamanla bunlarda giderilecek. Öncelikli olarak tüm Türk ülkelerinde
derslikler kendi dillerinde basılmalı. Türkçe'nin bilim dili olması için Türkçe'ler taranmalı ortaya
zengin bir Türkçe çıkartılmalı. Türkçelerin ayrışması Türkçe'yi daha da zenginleştirdi. Türkçlere
ayırarak, milletleri birbirinden kopartacaklarını sananlan aldandı, bugün kendi silahları ile
vurulacaklar. Çünkü Türkçe bu zengin haliyle bilim dili olacak. İnşallah İlkokuldan üniversiteye
derslikler Türkçe olarak ileride basılacak; tüm Türk dünyasında anlaşılabilecek ortak
Türkçe'ninde zamanla kabul göreceğini ümit ediyorum.
Türkiye’de gelişmeler hangi yöne akıyor?
Namık Kemal Zeybek: Türkiye'de maalesef tersine gelişme var. Özel okullarda ve
Üniversitelerde ingilizce eğitime ağırlık veriliyor. Kazakistan cumhurbaşkanı Nursultan
Nazarbeyev, Kazak aydınlarına Kazakça, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'de
Azerbaycan dilinde konuşmaları için dayattı. Rusça konuşmalarını yasakladılar. Ayrı sağduyulu
tavrı hepsi göstermeli. Hangi latin alfabesine geçileceği konusunda ise çalışmalar sürüyor. Kazak
hükümeti bu yönde üniversitemize yetki verdi. Yazının birleştirme de büyük rolü vardır. Alfabe
çok önemli, okumayı da etkiliyor. Türkiye'de dil inkilabını yapan Falih Rıfkı Atay, Türkçe'mizin
kuş diline çevrilmesinde önemli rol oynadı. Türkiye'deki alfabe fonetik açıdan tüm Türkçe'leri
kapsamıyor. Örneğin Azerice de olan açık, kapalı ' e ', Türkçe'de yok. Hırıltılı ' H ' nın Türk
alfabesinde olmaması büyük eksiklik.
Türkiye-Türk dünyası ilişkileri dünden bugüne hangi seviyeye ulaştı; tarihi fırsatları
değerlendirebildi mi Türkiye?
Namık Kemal Zeybek: Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra birdenbire büyük bir Türk
dünyasının varlığıyla karşılaşan Türk aydınları (!), Türk bürokratları, kısa bir süre önce '
Turancılık ' iddiasıyla mağdur ettikleri insanlardan daha fazla 'Turancı' kesilmeye başladı.
Turancılık bir heyecan olarak geldi, şimdilerde ise ' sel gitti kumu ' kaldı. Türk dünyasını tez
bulduk, çabuk kaybettik. Cumhurbaşkanı'ndan başbakan'a bakanlara, sendikalara, köylüye,
memura, medya mensubuna, gönüllü kuruluşlarına kadar herkesin kendisini Türk dünyasından
sorumlu hissetmesini isterdim. Tarihin yeniden yazıldığı, çatısının oluşturulduğu bir dönemdeyiz
Türkiye'de vurdumduymazlık devam ediyor. İç çekişmeler ve siyasi kaosun hakim olduğu
100
Türkiye'nin Türk dünyasıyla ilişkilerinden dolayı endişe duyuyorum. Türk dünyasına ' zurnanın
son deliği ' gibi bakılıyor. Turancılık kavgasını kaybettik. Kılık değiştiren takımdan daha
fazlasını bekleyemezdim. Ancak Turancılık davası için çile çekmiş, salonlarda, mitinglerde
yüksek sesle haykırmış sözde Turancıları da ortada göremiyorum. O zaman hayal olanlan bugün
gerçek oldu; nerede o heyecanlı insanlar? Demek salonlarda, mitinglerde nutuk atmak, bağırmak
kolaymış diyorum. Sadece Kazakistan'ın değil tüm Türk dünyasının manevi başkenti olan
Türkistan'da 10.500 öğrencinin okuduğu üniversite açtık, Türkiye'den getirecek öğretim üyesi
bulamıyoruz. Yüksek maaş veriyoruz yine gelmiyorlar; Türkiyedeki rahatlarını bırakmak işlerine
gelmiyor. Turancılık kavgası rahat döşekte olmaz, çile ister, ihlas, samimiyet ister, feragat,
fedakarlık ister. Bu mesele gönülden, yürekten isteme meselesidir. Küçük bir asistan olan, maddi
serveti olmayan Nihal Atsız, sesini demirperde 'nin olduğu dönemde bu topraklarda nasıl
duyurmuş. Bizler kapıların açık olduğu bi dönemde, maddi imkanlarımıza, eleman sıkıntısı
olmaması gerekmesine rağmen niye bu kadar etkili olamıyoruz.
Gülen Haraketinin Türk dünyasındaki çalışmalarını nasıl buluyorsunuz?
Namık Kemal Zeybek: Türk dünyasında 280 Türk okulu açan Fethullah Gülen'i ve onun fedakar
arkadaşlarını kutluyorum. Onlarda olmasa idi Türkiye, Türk dünyasını tamamen kaybetmiş
olurdu. Türk gençlerine herkes Fethullah Hoca gibi Türk dünyasına dertlenme duygusu aşılasa
neler yapılmaz ki...
Türk dünyasında iletişim sıkıntısı var. Türkiye Türk dünyasından sağlıklı bilği alamıyor,
onlarda bizden. TRT veya diğer medya kuruluşları bu misyon yeterli çaba gösterdi mi
sizce?
Namık Kemal Zeybek: Zaman gazetesi 15 ülkede yayın yapıyor. Bu ülkeleri enformasyon
ablukasından kurtarıyor. Bu faaliyetleri destekliyorum. Zaman gazetesi , medya iletişimi
konusunda Türkiye'nin imajını ve itibarırı kurtardı. Türk ülkeleri ile Türkiye arasında karşılıklı
köprü kurdu.Yine Samanyolu'nun yayınları Azerbaycan'dan ve bazı Türk ülkelerinden
seyrediliyor. Başka var mı ? Yok. Türk Dünyası Ajansı kuralım ama, kiminle ? 36 Türk devlet ve
topluluğundan 30 Türk gençlik teşkilatını çatısı altında toplayan Dünya Türk Gençleri Birliği
veya Türk Ocakları bu görevi üstlenebilir. Gönüllü teşkilatlar devletden daha hızlı ve samimi
hizmet ediyor. TRT Avrasya kanalı açtık Türk dünyasına hitap etsin diye. TRT'de zurna deliği,
en son kanalı oldu TRT Avrasya; Türk dünyasından bihaber yayınları kısa sürede daha çok bu
kanalı Türkiye haline getirdi. Tüm Türk ülkelerinden haber, müzik, belgesel yayını yapması için
kurduk bu kanalı. Avrasya radyosu açtık; keşke açmaz olaydık. Radyo Türk dünyasına yönelik
yayın yapacağına 24 saat İngilizce müzik vermeye başladı. Bir gün uyardım yetkilileri. Günde üç
saat Türkçe müzik verdiklerini söylediler. Dinledim gerçek mi diye ? Evet gece yarası saat 2-5
arası RTÜK'un (Radyo Televizyon Üst Kurulu) radyolara getirdiği 3 saatlik Türkçe müzik yayını
zorunluluğunu Avrasya radyosu geceyarası heder ederek yerine getiryormuş. Bakanlığımız
sırasında biraz düzellittik, şimdi yine berbat oldu. Sorumlu bakan olan Cavit Kavak'ı telefonla ve
köşe yazısı yazdığım Ortadoğu gazetesinde uyardım. Gazetenin seçmen kitlesi tarafından
okunmadığını söyledi. Bu işler dertli insanlarla aşılır. Bu tip oy avcıları ile değil. Herkes 'Turancı
' kesilmeye başladı. Turancılık bir heyecan olarak geldi, şimdilerde ise sel gitti, tozu, kumu kaldı.
Demek ki, bize salonlarda salon milliyetçiliği yapan kuru gürültücü milliyetçilik değil Gülen’in
yetiştirdiği adanmış alperenler, Hak dostları lazımmış. Geç anladık ama zararın neresinden
dönülse kardır. Hepimizi Gülen’i desteklemeliyiz.
Gülen ile tanışıyor musunuz?
101
Namık Kemal Zeybek: Kendisini ilk defa 1978’de İzmir’de görmüştüm ve sohbet etmiştik. O
zamanlar Türk -İş eğitimcilerindendim. Sendikacılara ve yetenekli işçilere ‘Hitabet, Beşeri
Münasebetler, Propaganda’ konularında dersler verirdim. İzmir’e de bu amaçla gitmiştim.
Hocaefendi’yi duyardık. Gidip dinlemek istemiştik. Bornova Camii’ne cumaya gittik ama içeride
yer yoktu. Cemaatinde çok fazla üniversite öğretim üyesi yardımcısı vardı (Prof. Dr. Şerifali
Tekalan da onlardan birisiymiş). Onlar bizi alıp medreseye götürmüşlerdi. Alçakgönüllülükte
kendisiyle yarışan ve efendiliğin mücessem hali olan âlim kişi ile karşılaşmış ve sevmiştim.
Sonra Hocaefendi’nin öğrencileri çoğaldı. Türkiye’de kurumlar oluşturdular ve 1990’dan sonra
Türk dünyasına ve Avrasya’ya açıldılar. Birkaç sefer Hocaefendi’yle görüşmüştük.
Ahmet Özhan: Ehli Beyt ve Hacı Bektaş
Veli’nin yolu Mevlana yoluyla aynıdır
29 Mart 2007 Toronto. Kanada
Gerçek Adı : Ahmet Katıgöz, Doğum Yeri : Şanlıurfa, Doğum Tarihi : 1950...
Aslen Urfalı olan sanatçının babası polistir. 1970’li yıllarda Bebek Belediye Gazinosunda
Emel Sayın'ın alt kadrosunda sahneye çıktığı sıralarda, Gazinocular Kralı Fahrettin Aslan
kendisini keşfeder ve "Gel Maksim'de çalış" der. O günden sonra Özhan, 17-18
102
yaşlarındayken maksimin yeni prensi olur.. 1973 senesinde, başrolünü Hale Soygazi ve Aytaç
Armanla paylaştığı ilk filmi olan "Çocuğumu İstiyorum" da oyunculuk deneyimi yaşar ve
arkasından 4 film daha çevirir.. Bir iftar yemeğinde Muzaffer Ozak ile tanıştıktan sonra
dünyaya farklı bir pencereden bakmaya başlar. Ve Türk Tasavvuf Musikisi alanında bir çok
çalışmalara imza atar. Bir erkek ve bir kız çocuk sahibi. Üsküdar Musiki Cemiyeti ve İ.B
Belediye Konservatuarı'nda eğitimini sürdürürken, bir yandan da sahne ve plak çalışmaları
yaptı. Kültür Bakanlığı İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu'nun kurucusu ve genel
yönetmeni olan Ahmet Özhan, klasik ve tasavvuf müziği alanındaki en iyi solistler arasında
yer almaktadır. İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu, unutulmaya yüz tutan, sanat değeri
taşıyan Türk Tasavvuf Müziği ve Mehter Müziği'ni, kendine özgü üslub ve icra özellikleriyle
tanıtmak, kaynak inceleme ve araştırmaları yapmak amacıyla 1991'de kuruldu. Topluluk
çalışmalarını Konya Mevlana İhtifalleri'nin yanı sıra, İstanbul Festivali gibi etkinliklerde
verdiği klasik ve tasavvuf müziği konserleriyle sürdürmektedir.
1975’de onu meşhur eden ‘‘Yalnız benim için bak yeşil yeşil’’ şarkısının sinemaya
aktarılmasının ardından ülkemizde nur yüzlü, yeşil gözlü Ahmet Özhan fenomeni başladı ve
bugün Tasavuf alanında yaptığı müzik çalışmalarıyla gönüllerde ‘ Sahnelerin Beyefendi Sanat
Prensi’ ünvanını kazandı. 1978’de ‘Küçük Bey Ahmet’ ve 1982’de ‘Çaresiz Ahmet’
filmleriyle içimizi ısıttı. Yusuf yüzlü, nur yüzlü simasını zihnimize kazıdığımız, 1984’de’Hacı
Arif Bey’, 1987’de ‘Alış ile Zeynep Alış ‘, 1987’de başrolünü oynadığı Hafız Yusuf Efendi
Yusuf ve Gönülden Gönüle Yusuf filmleriyle çok sevdik onu. Maksim gazinosunda 17-18
yaşlarında maksimin yeni prensi ünvanıyla başlayan sahne hayatı, 1990’lara girdiğimizde
adıyla anılmaya başlandı. Sanat güneşimiz Zeki Müren, benden sonra Türk Sanat Müziğini en
güzel söyleyen ve sahip çıkan Ahmet'tir demesine rağmen, son yıllarda o artık Türk Tasavvuf
Musikisi eksenli okuyor, sahneye maneviyatımıza nağmeler ışınlamak için çıkıyor. 1998’de
Kültür Bakanlığı'nca verilen Devlet sanatçısı ünvanıyla başarılarını taçlandıran Özhan, kadife
sesiyle hep aranan sanatçı olmayı sürdürdü. Bir erkek ve bir kız çocuk sahibi olan Urfa
doğumlu Özhan, Mevlana’nın izinden giden, dünyaya farklı bir pencereden bakan mütevazi
kişiliğiyle içimizden biri. Cerrahi Sufi Grubunun organize ettiği Ottawa ve Toronto
konserlerine ‘ Mevlana aşığı’ olduğu için gelen Özhanla röportajımızı 2007 kışında Toronto
konserinden hemen önce gerçekleştirdik.
Herkesin merak ettiği bir komplimenle başlayalım: Bu kadar genç ve dinç kalmayı
neye borçlu sunuz?
A.Ö: Bana bakan gözlerin yanılgısına borçluyum. Güzeldi ama değil mi? (Gülüyoruz)
Müzik ruhun gıdasıdır derler; acaba müzik size gıda mı veriyor, ruhen ve bedenen zinde
kalmanızı sağlıyor?
A.Ö. : Damak tadınız yerindeyse herşey size güzeldir. Damak tadınız yerinde değilse müzikte
size çare olmayabilir. Hayatı seviyoruz, yaratılanı Yaradan’dan ötürü seviyoruz. O zaman
herşey daha yolunda görünüyor. 2003 yılında çıkardığınız ‘‘Rüya’’ isimli albümünüzde sizi
yıllar önce meşhur eden ‘‘Yalnız benim için bak yeşil yeşil’’ şarkısı vardı.
Nostalji seviyor musunuz?
A.Ö.: Yok. O eski bir şarkıydı. İlk okuduğum 1970’li senelerden beri her zaman istenen bir
şarkı oldu. İsteklere karşılık vermek adına onlara bir hediye olarak okuduk. Halen nerede
103
sahneye çıksam talep ediliyor.
Sinemayı ve sahneleri bırakmanızda 'Sahaflar Şeyhi' olarak da bilinen ünlü sahaf
Muzaffer Özak Hoca'nın sohbetlerinin bir etkisi oldu mu?
A.Ö. : Hiç alakası yok. Ben ne sahneyi nede sinemayı bıraktım. Muzaffer bey bir kişinin daha
başarılı olması için onu teşvik eden bir yapıya sahiptir. Onun sohbetleri başarıyı tetikler. Bana
sen maneviyatı seven bir sanatçısın. O zaman senden beklenen sanatının zirvesinde olmaktır
demiştir.
Sinemayı bırakmadım diyorsunuz, ama yeni bir film çalışmanız olduğunu
hatırlamıyoruz?
A.Ö.: Bunu sinemacılara, televizyonculara sormak lazım. Herhangi bir teklif almadan sinema
yapamam, öncelikle makul bir proje ve rol önerisinin tarafıma gelmesi lazım.
Neydi sizi şöhretin zirvesindeyken her şeyi bir kenara bırakıp Tasavvuf yoluna sevk
eden?
A.Ö.: Şimdi de şan ve şöhretliyim, aranan bir insanım. Tasavvufi yaşam biçimi benim
hayatımı oluşturuyor. İki özelliğide taşıyabilmek mümkün. Tasavvufun safiyetinin ve
derinliğinin yeniden terennüm edilmesinde önemli bir kilometre taşı olarak görülüyorsunuz.
Sizin Tasavvuf Müziğiyle ilginiz ne zaman başladı? Başladığım yaşı düşündüm, buldum: 5
yaşında başlamışım. ( Tebessüm edip, çocukluğunu hatırlayarak gülümsüyor) Babacığım
kucağında sallana sallana okuduğum şeyin ilahi olduğunu anladığımda 20 küsür yaşındaydım.
Konservatuvarda dini müzikler derslerine gelen hocalarımızın sayesinde tüm onların
Tasavvuf müziği eserleri olduğunu bir kez daha hatırladım.
Tasavvuf Müziği diye bir tür olmadığını ileri sürenlere ne diyorsunuz?
A.Ö. : Herkes istediğini tercih eder. Müzik çeşidi bir çeşit olmaz, müzikal bir yapıdan
bahsedebiliriz. Tasavvuf, Türk Sanat, Folklor müziği gibi şekilendirdiğiniz zaman bu aynı
müziğin çeşitli tezahürleri olarak algılanır. Bu kavram kargaşasını çözmek lazım.
Dini ve tasavvufi musikisine ilginin artmasını neye bağlıyor sunuz, sizce dinleyici profili
değişti mi zamanla? İnsanımıza neler kattı bu ilgi?
A.Ö.: Herkes arzu ettiğini dinlemeli ve dinlediğinle mutlu olmalı. Tasavvuf müziğini
hatırladılar. Var olan bir şeyi hatırlayınca şimdi onunla birlikte olmayı daha fazla arzu
ediyorlar. Kanatlarına aldılar, dinleyerek gönüllerini hoş ediyorlar, daha çok paylaşmasını
bilen beceren, düzgün insan haline geliyorlar.
Ramazan İlâhileri’ ismiyle geçen yıl sevenlerinin karşısına bir tasavvuf müziği
albümüyle çıktınız. Bu aynı zamanda beş albümden oluşacak “Meşk” isimli bir tasavvuf
müziği projesinin ilk albümü oluyor. Hac ilahileri de çıktı mı ?
A.Ö : Hac ilahileri ile Mevlana çalışmaları aynı döneme geldi. Hac ilahileri aralık ayında
bittiği halde çıkartılması önümüzdeki döneme kaldı.
UNESCO’nun 2007 Mevlana yılı ile ilgili ne gibi projeleriniz var?
104
A.Ö. : ABD’de Mevlana etkinliği yaptık. Aynı konsept içinde çalışmalarımız çerçevesinde
Kanada’dan arkadaşlarımızdan teklif aldık. Kanada’ya ilk gelişim.
Kanada’ya ve Batılı toplumlara tasavvufun Mevlananın, Sufizm katacağı zenginlikler
nelerdir?
A.Ö. : Kanada, Batı veya Doğu toplumu farketmez. İnsan varlığı olan her yerde insanın
yapısından kaynaklanan ihtiyaçlar vardır. İnanç biçimini hayata aktarabilme tüm insanların
tabi ihtiyacıdır. Sizin Sufizm dediğiniz insanların kendini keşfetmesi için yaptığı yolculuktur.
Mevlana bizim olan, Anadolu’nun bağrında doğmuş ve yayılmış en önemli zenginliğimizdir.
Onu en güzel Türkler tanıtabilir. Kanada konserlerinden elde edilen gelen gelirle kurulacak
Kanada Sufi Merkezine Türkiyeden daha ne gibi katkılarda bulunacaksınız?
A.Ö.: Kanada’da buna ihtiyaç vardı. Elbette çağırdıkları zaman tekrar geleceğim. Türkiye’de
ve dünyada Mevlana ile ilgili başka ne gibi çalışmalar yapacaksınız?
Başka davetler aldınız mı?
A.Ö.: Türkiye’de yakınlarda gerçekleştireceğimiz iki üç çalışmamız var. Daha sonra
Almanya’da iki üç çalışmamız olacak. Türkiye’de başka bir çalışma ertesi Pakistan, Mısır ve
tekrar ABD’de Chicago’da programları peşi sıra geliyor. Bu yıl Mevlana etkinlikleri
nedeniyle daha fazla doluyuz.
Türkiyede Mevlanayı geçmişte yozlaştırmak, emellerine matuf kullanmak isteyenler
oldu. Bugün Mevlana’nın misyonu yerli yerine oturtuldu mu sizce?
A.Ö. : Türkiye’de veya dünya üzerinde yozlaştırmak, kullanmak isteyenler olabilir. Politika
ve sanatda da bu böyledir. Mevlana Peygamberimizin, İslam’ın, Kuran’ın, Allah’ın izini
tozunu sürmüş, yüzünü Peygamberimizin ayakları altına teslim etmiş bir Hak dostudur. En
küçük zerresine kadar iman etmiş ve misyonunu bu biçimde şekillendirmiştir. Mevlana’yı
aslından uzaklaştırmaya çalışanlar boşuna yoruluyorlar. Kitapdan, sünnetden haberi olmayan
müslümanda olamaz, Mevlevi de olamaz.
Sema gösterilerinin turistlere yönelik folklorik kültürel bir unsur olarak kalmasını
isteyenlere ne diyorsunuz ? Mevlananın ve semazenliğin içini boşaltmak isteyenlerle
doldurmak isteyenler arasında bir mücadele var sanki…
A.Ö. : Ne demek istediğinizi çok iyi anlıyorum. Tekrar üstüne basarak söylüyorum. Gerçek
bir müslüman olmadan istedikleri kadar semazen gibi dönseler, havada iki takla, yerde
toparlak atsalar İslam’ın Kuran’ın Kitabın yanına yaklaşmadan, Rasullah’ın sünnetine tabi
olup hayatına hayat yapmadan Mevleviliği temsil edemezler. Peygamberi tanımadan
Mevlana’yı anlamak nasıl mümkün olabilir? Mevlana’nın dayanağı, referansı İslam’dır.
Kimseye hoşgörüsü olmayan tipler Mevleviyim diye geziyor. Mevlanayı temsil etmek
için Mevlevi nasıl olmalı, tarif eder misiniz?
A.Ö. : Mevlanayi iyi temsil etmek ve Mevlevi olmak için iyi bir müslüman, iyi bir insan
olmak gerekir. Kimse İslam’ın dışına çıkarak veya kitap ve sünneti iyi bilip, yaşamadan
105
Mevlana’yı temsil edemez.
Batılılarda Mevlanayı saygıyla okuyor, şiir kitapları milyonlar satıyor; Mevlana’nın
dayandığı referansları bildiklerini düşünüyor musunuz? Empati yaparak kendinizi
Mesnevi okuyan bir Amerikalının yerine koysanız Mevlana’dan neden etkilenirdiniz?
A.Ö.: Sanırım müslüman olmadan Hz. Mevlana ile hakkıyla ilgilenemiyorlar. Mevlana’nın
peşinde olanlar gerçeği algılayarak kulluk görevlerini yerine getirenlerdir. Mevlana’nın
yoluna giren Peygamberimizin yoluna girendir. Müslüman olmadan Mevlana’yı
anlayamazlar. Amerikalı da olsa Türkte olsa bu farketmez.
Mevlana kriterlerinden daha önce bahsetmiştiniz, bunla neyi kastediyorsunuz?
A.Ö. : Kopenhag Kriterleri'nden bahsedildiği bir dönemde Mevlana Kriterlerini ortaya attık.
‘Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol’ prensibidir. Tasavvuf, aşk, muhabbet, sevgi,
adalet, doğruluk, dürüstlüktür. Peygamberimizin yoludur. Kim bu yoldan giderse doğru yolu
bulur. Bir Mevlana kriteri, Sünneti Rasulullah, yani onun gibi olmak, yaşamak demektir.
Diğer önemli kriter, Muradi ilahi, Allah’ın rızasını kazanmaktır. Mevlana Kriterleri, sevgi ve
feragatı öne çıkartıyor. Birbirimizi sevmemizi söylüyor. Sevgi olunca sınırlar kalkar ortadan.
Yunus'un dediği gibi, ‘‘Aşk gelince cümle eksikler biter.’’ Bu anlamda. Mevlana Kriterleri,
Kopenhag'dan çok daha ileridir. Üstelik, zamanında yaşanmış. Avucumuzun içinde, ama biz
kıymetini bilmiyoruz. Sadece Mevlana değil içi boşaltılmak istenen.
Siyasallaştırılmış ve yozlaştırılmış Hacı Bektaşı Veli'yi de, Ehl-i Beyt'i de bu insanların
elinden kurtarmak istediğinizi söylemiştiniz. Bu projenizle ilgili Alevi cemaatlerle
yürüttüğünüz ortak çalışma hangi aşamada?
A.Ö.: Ortak paydamızda buluşmak ve birlikteliği sağlamak için altyapıyı oluşturmaya gayret
ediyoruz. Ehli Beyt ve Hacı Bektaş Veli’nin yolu Mevlana yoluyla aynıdır. Hacı Bektaş bir
Hak dostu, erendir. Mevlana neyse Hacı Bektaş’ta odur. Hak dostlarında ses bir çıkar. Çünkü
refaransları aynıdır, Mevlana için söylediklerimin hepsi onun içinde geçerli. Dolayısıyla ortak
paydalarımız çok güçlü. Mevlana gibi insani kamil görüşlüdür. Mevlana yılı gibi bir yılında
Hacı Bektaş yılı ilan edilmesi ve gerçek Hacı Bektaş Veli’nin ortaya çıkartılması bir
ihtiyaçtır. Çalışmalarımız henüz sürüyor.
Zor sorulardan kolay bir soruya geçelim. Bir röportajınızda neyle insan arasında bir
benzetme yaptıktan sonra en yüksek müzik aleti insandır, demiştiniz; bunu biraz açar
mısınız?
A.Ö.: Bir nefesle neyden bir seda ortaya çıkıyor. İnsan, Allah’ın en güzel şekilde yarattığı,
sanatlarını, esmaül hüsnasını, isimlerini üzerine giydirdiği bir enstrümanıdır. Bu anlamda
insan Allah’ın dudaklarında bir enstrüman gibidir. İnsan bir sebeptir, Allah güzel isimleriyle
oluşturduğu insanı sebep olarak kullanır. İnsan nasıl neyi kullanarak hoş bir müzik elde
ediyorsa aslında Allah insan vasıtasıyla en güzel musiki sesini çıkartıyordur. Tüm sebeplerin
yaratıcısı, sanatların sahibi O’dur. Herşeyi gerçek sahibine vererek müzikal harmoniyi
yakalarız, müzik yaparız.. Bazıları bu konuyu yanlış anlayabilir, anlayan anlayacağını anlar.
Kolay soru dedin ama en zor soru buydu.
Müziğimizin altın devirleri artık bizden çok mu uzakta kaldı, nedir dünden bugün
106
eksiğimiz? Neden artık Dede Efendiler yetişmiyor?
A.Ö: Buna katılmıyorum. Nostalji geriye dönüştür. Zaman hep ileriye gider. Neden eskiyle
meşgul olalımda, önümüze bakmayalım? Tanburi Cemil, devrinin en büyük virtözüdür.
Bugün ülkemizde beş on tane Tanburi Cemil var. Müziğimiz, bestelerimiz, müzisyenlerimiz
gelişiyor, nostaljiye takılıp kalmamak lazım. İleriye doğru gidiyoruz.
Eurovision Müzik yarışmasına garibe eserlerle katılıyoruz. Neden zengin müzik
kültürümüzü, örneğin Türk Tasavvuf müziğiyle katılmayı denemiyoruz? Bu sene
katılacak Shake it up Şekerim gibi ‘şekerim’ kelimesi dışında Türkçesi bulunmayan
Türk müziğinden uzak sırf İngilizce parça tercih ediliyor?
A.Ö. : Bu yarışmaya artık Avrupa’da ilgi kalmadı. Ayrıca koca müzik kültürümüzü gidip
alakasız bir platformda temsil etmeye, rezil olmaya ne gerek var? Pop kültürün örnekleri
sergilenen bir yarışmada benzer türler yarışmalı. Neydi o, Shake şeker her neyse.
Zeki Müren, benden sonra Türk sanat Müziğini en güzel söyleyen ve sahip çıkan
Ahmet'tir. demiş ve eklemişti:' Ahmet çok başarılı, ama tarikatçı olduğu için başarılı
olamaz'. Bu söze ne diyorsunuz?
A.Ö.: Zeki bey beni çok severdi. Güçlü, çok önemli bir solistti. Bu onun görüşü. Biz halen
varız. İnsanlığımızla buradayız. Önce insan olmalıyız. En son ve en zor soruya geçiyorum.
Sizi yordum, özür dilerim ve vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederim.
Öldükten sonra nasıl anılmak istersiniz.?
A.Ö. : Boğazım kurudu gerçekten. Bu akşam nasıl saatlerce okuyacağım? Öldükten sonra
nasıl anılacağım beni hiç ilgilendirmiyor. Öbür alemde narı cehenneme müstehak isem,
affedilenlerden olmayacaksam, rezil edilecekler içindeysem, bu dünyada beni çok güzel
ansanız ne olur, anmasanız ne olur? Allah’ın rahmet ve merhametine erip, ahiretde güzel
anılmayı arzu ederim.
Tuluyhan Uğurlu: Konserime gelmeyen,
siyasetin ruhunu anlayamaz
01.08.2009 Toronto, Kanada
Tuluyhan Uğurlu 15 Kasım 1965'te İstanbul'da dünyaya geldi. Dört yaşında piyano çalmaya
107
başladı. İlk derslerini annesinden alan Uğurlu, sonraki dönemlerde Cemal Reşit Rey'in
tavsiyeleri doğrultusunda aldı. Zaman geçirmeden konservatuvar sınavlarına girdi ve dört
yaşında daha harfleri öğrenmeden nota öğrenmeye başladı. Ertesi yıl ilkokula da yazılacak ve
artık onun için zorlu maraton başlayacaktı. Yedi yaşında Harika Çocuklar Sınavı'na girdi ve
üstün müzik yeteneğiyla bu yarışmayı kazandı. Lise ve konservatuvarı birlikte okudu. 16
yaşında her ikisini de bitirince Türkiye'de ve Avusturya'da sınava girdi. Burada İstanbul
Hukuk Fakültesi'ni kazandı ama Viyana Müzik Akademisi piyano ve bestecilik bölümlerini
kazanınca uzun bir eğitim için Viyana'ya gitti. Viyana Müzik Akademisi'nin bu iki bölümünü
de başarıyla bitiren Uğurlu, lisans eğitimini bitirdikten sonra sanat yaşamı için önemli bir
karar aldı. Dünyanın en büyük bestecilerinin müziklerini çalışmış, onların sadece notalarını
değil, yaşamlarını da öğrenmişti. Eğer onlar kendi dönemlerinde sadece kendi eserlerini
çalmasalar geriye onlardan bir şey kalır mıydı? Bu sorunun yanıtını ararken, her türlü zorluğa
karşın müzik dünyasında savaşmaya ve sadece kendi müziğini seslendirmeye karar verdi.
1987'de Avrupa'da verdiği canlı konser kayıtlarından oluşan ilk albümünü doldurdu. "Go
With God" isimli bu çalışma onu Orta Avrupa'da ünlendirdi ve etnik klasik new age tarzının
saygın isimleri arasına girdi. Kainat, Bach ve inanç konuları onu derinden etkiliyordu. İkinci
albümünde Bach'ın etkisiyle kutsal kitapları işledi: Kutsal Kitaplardan Ayetler...
1993'de vatani görevini yapmak için Türkiye'ye geldi. Ankara'da yedek subay olarak vatani
görevini yaparken Mustafa Altıoklar'la tanıştı. Bu tanışıklık, onun aynı zamanda Türkiye'deki
müzikseverler tarafından da tanınmasına sebep olan "İstanbul kanatlarımın Altında" filminin
müziklerini yapma fırsatı verdi. 1 ve 2 Ağustos 2009’da yapılan Toronto Türk Festivalinde
Fatih Belediyesinin Mehter takımı ile iki konser veren dünyaca ünlü piyanist-besteci
Tuluyhan Uğurlu ile festivalde sahne almadan önce Toronto’da bir kafede keyifli bir röportaj
gerçekleştirdik.
Eğitiminizi Avusturya’da yapmıştınız..
Tuluyhan Uğurlu: Yüksek lisans, master ve doktoramı toplam 12 senede Avusturya’da
yaptım. Sadece askerlik yapmak için Türkiye’ye döndüm.
Avrupa’da meşhur olmuştunuz ama ülkemizde o zamanlar fazla tanınmıyordunuz..
Tuluyhan Uğurlu: Maalesef öyleydi. Bunu kendi kendime çok sorguladım. Kendi insanım
beni niye tanımıyordu? Avrupa’da isim yapmıştım. Oysa ülkemde 6 yaşında sahneye çıkmış
ve piyano çalmıştım. Altın çocuk olarak anılıyordum. Salon beni ayakta alkışlamıştı. Beni
konuşturdular ve onlara şunları söyledim: Beni neden alkışlıyorsunuz ki? Ben meşhur bir
müzisyen Bach’ın eserini sadece seslendirdim, kendi eserimi çaldığım zaman beni böyle
alkışlarsınız.
Mozart’ın, Beethoven’in vatanında eğitim görmeniz sanatınızı nasıl etkiledi?
Tuluyhan Uğurlu: Hiç etkilemedi dersem inanır mısınız? Ben Avrupa’ya gidip de Batı
kültürüne hayran olan ve kendi kültürünü, medeniyetini unutan insanlardan değilim. Çünkü
çok iyi bir aile terbiyesi aldım. Ben kendi medeniyetimizin müziğini, sanatını eserlerime
yansıtmak için çabaladım. Kendim olarak yükseldim, başkası olmadım. Bir müzisyen kendi
eserini yapıyor ve onunla tanınıyorsa gerçek sanatçıdır.
En fazla neden etkilenir, kimden ilham alırsınız?
Tuluyhan Uğurlu: İstanbul’dan, Anadolu uygarlıklarından etkilenirim. Hitit’den, Sümer’den,
108
Osmanlı’dan, Selçuklu’dan ilhan alırım. Anadolumuz muhteşem medeniyetlerle
yoğrulmuştur. Zaten yöresel olmayan evrensel olamaz. Eserimde Mimar Sinan vardır, Dede
Efendi’de, Tanburi Cemil’de. Bir kombinazyon, doğaçlama yapıyorum, bir bina inşa eder gibi
davranıyorum.
Eserlerinizi yazdığınız bir eşrefi saatiniz var mı?
Tuluyhan Uğurlu: Geceleri uyumuyorum. Güneşi görmeden yatmam. Gecelerin sessizliğinde
müthiş bir ses var. Ayrıca tabiatın doğal güzellikleri de beni çeken ortamlardır.
Yılda kaç konser veriyorsunuz? Aldığınız ödüller var mı?
Tuluyhan Uğurlu: Aldığım ödüllerin benim için hiç bir ehemmiyeti yok. Sanatçının en büyük
ödülü konserlerdir ve onu dinlemeye gelenlerdir. Bir sanatçıya ödülünü ancak sanatseverler
verebilir. Yurt içi ve yurt dışı beraber yılda toplam 105 konser veriyorum, yani yılda 105
ödül alıyorum. Yurt dışı konserlerim genellikle üniversite çevrelerinde gerçekleşiyor.
Konserlerimin 40 veya 45 tanesi Anadolu şehirlerinde oluyor. Gittiğim kentde sırf konser
vereceğim diye piyano satın alıyorlar. Şu anda 19 Anadolu kentinde satın alınmış piyano var.
Ekonomik kriz yaşandığı bir ortamda boğazından lokmasından keserek konserimin biletini
alan Anadolu insanına hayranım. İnsanımız, bana ve piyanoma sahip çıktı. Piyano giren yere
çok seslilik girer. Bu da demokrasi demektir.
Mehter ile piyano nasıl başladı, birlikte Doğu Batı sentezi yapma fikri nasıl oluştu?
Tuluyhan Uğurlu: İlk defa ordumuzdaki Mehter takımında bunu denedik. Kültür
Bakanlığı’nın Senfoni Orkestrasında devam ettirdik. Klasik Batı ve Türk müzik enstrümanları
ile birlikte piyano ve Mehter ilk 2001’de sahne aldı. Böylece başladı. Mehter’in zengin bir
repertuarı var, bunu bozmadan piyanoyu nasıl monte edebiliriz diye epey uğraştık. Mehter’in
orjinalliğini bozmamak için azami gayret gösterdik. Fatih ve Eyüp belediyelerinin Mehter
takımlarıyla bugün konserlere gidiyoruz.
Mehter ve piyano uyumunu nasıl sağlıyorsunuz?
Tuluyhan Uğurlu: İşin sırrı burada. Eğer uyum içinde olmaz iseniz ortaya katafoni çıkar.
Ben sürekli Mehterbaşı ile göz gözeyim, ilişki halindeyim. Her Mehter eserinde piyano
olmuyor. Uygun eserlerde piyano esere zenginlik katıyor. Biz ortak bir sinerji meydana
getiriyoruz. İnsanlar uyuma önem verirler, bizim nasıl göründüğümüz değil onların bizi nasıl
gördüğü önemlidir. Ritm tutuyoruz, bunu devamlı gözümle ve kalbimle Mehterbaşı ve
ekibimizle sahnede temasta olarak ortak uyumu sağlamama borçluyum. Bu ilk sırrımız.
Peki başka sırlarınızda var mı?
Tuluyhan Uğurlu: Var. Saygı göstermek önemli bir sırdır. Kainatda bir uyum ve ritm vardır,
bu bir dinamiktir. Kendi iç dünyanızdaki ritm ile kainatdaki uyum arasında bütünlük
sağlamak zorundasınız. Mevlana’nın, Yunus Emre’nin bahsettiği içimizde, ruhumuzun,
kalbimizin yaratıcımızla kainat arasında olan ahengidir. Bu uyum sağlanırsa sanatda zirveye
çıkılır.
Yaptığı politik çıkışlarla gündeme son zamanlarda sanatı ile değil görüşleri ile gelen
sanatçımız Fazıl Say ile sizin aranızda büyük bir farklılık görüyorum. Siz de
109
görüyormusunuz?
Tuluyhan Uğurlu: Başkası beni ilgilendirmiyor. İnsanlarla ilgilenecek zamanın yok. Kendi
sanatımı icra etmekten başka vakit bulamıyorum. Benim sağlam bir duruşum, kendi halkıyla
barışık bir kültür zenginliğim ve inancım var. Halkımız içinde olmaya önem veriyorum ve
seviyorum. Kendimi hep halkımın bireyleriyle eşit ve denk gördüm. Başkası ile ilgili yorum
yapmaktan kaçındım.
Sahnede vücud dilinizi çok iyi kullanıyorsunuz, bu da sırlarınızdan biri mi?
Tuluyhan Uğurlu: Vücudumun nasıl şekil aldığının farkında bile değilim. Bomba patlasa,
kıyamet kopsa duymam. Ben sahnede kendimden geçerim. İç dünyamla kainat arasında
iribata geçer, ritme uyum sağlarım. Konsantrasyon çok önemlidir. Piyano ile bütünleşiyorum
ve adeta ayrı bir dünyaya gidiyorum.
Bir sanatçı olarak sanatseverlerden ne bekliyorsunuz?
Tuluyhan Uğurlu: Elbette konserlerime gelmelerini bekliyorum, benim en büyük ödülüm
budur. Yazdığınız melodilerinizin, müziğinizin gelecek nesillere iletilmesi her sanatçının
dileğidir. İçi boş, kof olan, sanal gerçekler bir gün çöker, yok olur. Örneğin Lehman Brother
adlı şirket, abartılmış şişirtilmiş olduğu için son ekonomik krizde bir anda bitti. Sanatçıda
böyledir, ilim ve irfanla donanmamış sanatçı kısa ömürlü olur, gelecek kuşaklar tarafından
hatırlanmaz.
Sizi unutturmayacak en önemli eseriniz sanırım İstanbul Kanatlarım Altında’dır..
Tuluyhan Uğurlu: Ülkemde tanınmamı sağladığı doğru, ancak bugün baktığımda benim için
çok amatör bir çalışma gibi geliyor. Halkımız beni ilk orada sevdi, beğendi. Eskiden beni
sadece Avrupa’da ve Türkiye’de belirli bir kesim tanırdı. Çok üzülürdüm. İstanbul
Kanatlarım Altında, aslında bir belgesel niteliğinde uygarlık resitalidir. Ankara’da yedek
subay iken film senaryo teklifi geldi ve film çekilmeden müziği bitirdim. İlk kez bu albümde
elektronik aletler kullandım. İstanbul’un binyıllar içindeki tüm renklerini yansıttığım
albümüm Dünya Başkenti İstanbul’da ise çağdaş eserlerim bulunuyor.
Yeni film müziği tekliflerine açık mısınız?
Tuluyhan Uğurlu: Film müziği tekliflerini artık kabul etmiyorum. İstanbul Kanatlarım
Altında’yı geçecek eserler olmalı ki, ilgi göstereyim. Konserlerle çok yoğunum.
Siz çocuk yaşta sanata başladınız, hiç hayatınızda keşke dediğiniz anlar oldu mu?
Tuluyhan Uğurlu: Önümde bir Tuluyhan Uğurlu olmamasının çok eziyetini çektim. Kendi
seslerimizi, müziğimizi çalan bir piyano sanatçımız yoktu, eğer olsaydı daha evvel pişerdim.
6 yaşında konser vermiştim, 15 yaşında eser yazmaya başlayabilirdim. Şimdi sadece kendi
yazdığım, bestelediğim sanat eserlerimle konser veriyorum.
Politikacılar konserlerinizin açılışında yer alıyor, sonra gidiyorlar. Sanatdan
anlamadıkları için mi?
Tuluyhan Uğurlu: Sizin aracılığınızla şu mesajı herkese ve özellikle politikacılara vermek
110
istiyorum. Siyaset yapmak isteyen politikacının benim konserlerime gelip, baştan sona kadar
kalıp saygıyla dinlemesi lazım. Çünkü ben sadece müzik yapmıyorum, esinlendiğim, ilham
aldığım kaynakları tüm Anadolu uygarlıklarını sinevizyonda gösteriyorum. Güneş ülke
Anadolumun tüm renkleri hem görsel olarak hemde müziğiyle eserimde sergileniyor. Türkiye
için planı, hayali olan siyasetçileri daha fazla duyarlı olmaya ve konserlerimi takip etmeye
çağırıyorum. Konserin açılışında gelen ve on dakika sonra kalkıp giden politikacı, siyasetin
ruhunu da anlayamaz. Konserime gelen siyasetçi veya başbakan her sanatsever gibi bir buçuk
saat dinlemeli ki, Türkiye’nin hayallerini, Roma’dan Bizans’dan Selçuklu ve Osmanlı’ya
Cumhuriyet’e kadar medeniyetini, kültürünü hissedebilsin ve sanat ruhlu siyaset yapabilsin.
Konserime gelmeyen politikacı siyasetin ruhunu anlayamaz.
Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne:
Patronlarımız Askeri Darbe İstemiyor
111
02/05/2010 Toronto, Kanada
Kültürlerarası Diyalog Enstitüsü’nün davetlisi olarak Nisan 2010’da Kanada’ya gelen
Türköne ile üç gün boyunca beraber gezdik ve sizler için görüştük.
Zaman gazetesi köşe yazarı Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne, 1956 İstanbul doğumlu. 1978
yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin İdari Şubesi’nden mezun oldu. Aynı Fakülte'de 1986’da
yüksek lisansını, 1990’da da doktorasını tamamladı. Uzun yıllar çalıştığı Gazi Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden 2007 yılında emekli
oldu. 1980 öncesinde ülkücü görüşleriyle tanınan Türköne, bir dönem Tansu Çiller’in
başdanışmanlığını da yaptı. 12 Eylül döneminden önce Ülkücü Hareket’in önderlerindendi.
1983’e kadar hapis yattı. “Akademisyen olmasaydım mafya olacaktım!” diyen Türköne, son
beş yıldır yaptığı ilginç çıkışları, önerileri ve fikirleriyle gündemi belirliyor, Türkiye’deki
değişimin katalizör aydını olarak görülüyor.
Abant Platformu’nun Kuzey Irak’ta düzenlediği “Barışı ve Geleceği Aramak”
konferansında neden “Hepimiz Kürt’üz!” dediniz?
Mümtaz’er Türköne: Hepimiz biraz Türk, biraz da Kürt’üz. Kendimi, bir Türk olduğu kadar
Kürt olarak da hissediyorum. Tekrar edeyim: Herkesin olduğu kadar. Bir Kürt gibi
yaşıyorum, bir Kürt ile aynı yemekleri yiyorum, Kürt gibi düşünüyorum ve konuşuyorum.
Türk milliyetçiliğinin atası Ziya Gökalp diyor ki: “Kürt’ü sevmeyen Türk, Türk olamaz.
Türk’ü sevmeyen Kürt, Kürt olamaz.”.
Bu radikal çıkışınızdan dolayı çok tepki aldınız mı?
Mümtaz’er Türköne: Bunu söylerken başıma gelecekleri biliyordum. Ezberleri bozmak
112
gerekiyor. Ergenekon’un öldürttüğü Ermeni gazeteci Hrant Dink’i tanırdım. Delikanlı biriydi.
Biliyorsunuz, yüz bin kişi “Hepimiz Ermeni'yiz” sloganı ile yürüdü. Bu, ötekini
içselleştirmeydi. Benzer bir yaklaşım sergiledim. Bu cesur davranışlarımızla
Ergenekoncuların Türkiye’yi içine kapatma kartı ve dış dünyada faşist gösterme oyunu
elinden alındı. ‘Türkün Türkten başka dostu yoktur!’ söylemi bir yalandır. O kadar çok
olumlu telefonlar ve emailler aldım ki, anlatamam. Ancak bir tanesini çok önemli buluyorum.
Elazığ’da PKK’nın yuvası olarak bilinen bir köyden eski bir Kürt militanı, “Eğer sizin gibi
koyu milliyetçi bir Türk ben Kürt'üm diyebiliyorsa, ben de içimden gelerek gönüllü olarak
Türk’üm diyorum.” dedi ve oldukca samimiydi. Daha önceki yıllarda bu vatandaşımıza
‘Kürt'üm’ dediği için aylarca süren işkenceden sonra hapiste zorla ‘Türk'üm’ dedirtilmiş.
Birlikte barış ve huzur içinde yaşamayı öğrenmeliyiz. Bugün gelinen nokta, Kürt açılımı
açısından çok önemlidir. Kanada, farklı olanla birlikte yaşamayı bir yaşam biçimi haline
getirmekte iddialı. Biz de değişimi takip ederek sürekli sorun çözmeye alışmalıyız.
Kürt sorunu nasıl çözümlenebilir?
Mümtaz’er Türköne: Kürtlere saygı göstermeliyiz. Tabii öncelikle diline, örfüne, âdetine,
kültürüne... Demokratik açılımın getirdiği gönüllü entegrasyon politikasını benimsiyorum.
Kürt sorunu, Kuzey Irak olmadan çözümlenemez. Eski Osmanlı tartışmalarının başlamasını
olumlu buluyorum. Artık sorunlara büyük bakıyoruz, bu da gelecek adına umut veriyor. Bir
insanı oluşturan kimliğin çeşitli unsurları vardır. Siz onun ırkını yok sayar veya bastırırsanız,
kimliğinde milliyet unsuru baskın hâle gelir. Oysa zulmetmez, hoşgörülü davranırsanız o kişi
de aşırı milliyetçi ve faşist davranmaz. Aşırı milliyetçilik ve Kürt kalkışması bu bastırılmış
kimliğin bir sonucudur.
Birtakım Kürtlerin federasyon veya bağımsızlık talebini nasıl karşılıyorsunuz?
Mümtaz’er Türköne: Sanırım bazıları federasyonun ne anlama geldiğini bilmiyor. Bugün
ülkemizde Kürtlerin yarısından fazlası Ankara’nın batısında yaşıyor. Böyle bir ülkede siyasi
ve coğrafi bir bölgeden ve federasyondan bahsedilemez. Bu yaklaşımla en başta batıda
yaşayan Kürtlere haksızlık olur. Otonomi uygulanan ülkelerde farklı uygulamalar var ama
hiçbiri ülkemize uymaz. Çözüm değildir. Dil eksenli, kültürel hakların iade edildiği, evrensel
standartlara ve insan haklarına dayalı, adalet ve demokrasi çerçevesinde eşit ve gönüllü
beraberliği öngören bir çözüm gerçekçidir. Hepimiz ülkemizin sahibiyiz, kimseye de
vermeyiz!
Ülkemizin doğusunda JİTEM veya başka ellerle işlenmiş on binlerce faili meçhul
cinayet var. Ölüm kuyularının açılma sürecine Kürt siyasi partileri ve Kandil'dekiler
katkıda bulunmadı. Sizce neden?
Mümtaz’er Türköne: Bunun çok bariz bir sebebi var. Cinayetlerin hepsini JİTEM veya
ilintili güçler işlemedi. Kürt halkı adına kalkıştığını ileri sürenler de kendi halkını öldürdü. Bu
cinayetlerin üstünün örtülmesi, ölüm kuyularının açılmaması iki tarafın da, tabii
Ergenekon’un da işine geliyor. Bu tespit bana ait değil, bizzat örgüt itirafçılarından duyduğum
bir gerçek.
Anayasa paketine, değişime CHP’nin destek vermemesini anlıyoruz; fakat MHP’nin
neden takoz koyduğunu çözemiyoruz! MHP kendi tabanıyla çelişmiyor mu?
Mümtaz’er Türköne: MHP’nin lideri ve lider kadrosu tabanla çelişkili, aykırı tavır izliyor.
Bunun çok önemli olmadığını düşünüyorum. Tabanın ne düşündüğü daha önemlidir. Aslında
anayasa paketi karşıtlığı nedeniyle MHP tabanda tam ortasından çatladı. Anadolu taşrasında
113
Yozgat gibi illerde MHP’nin yüzde 7’lik muhafazakâr seçmen kitlesi AK Parti’ye yakındır.
Değişim karşıtlığından dolayı şimdi daha da yakınlaşıyor. MHP yönetimi, Batılı kentlerdeki
laik ve CHP’ye yakın olan kalan yüzde 7’lik MHP seçmen kitlesinden yana tercihini kullandı.
Yönetimin işi zor. Bu yanlış politikanın altından nasıl kalkacaklarını bilemiyorum. Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan dahil tüm liderler haftalık kamuoyu yoklaması yaptırıyor. MHP lideri
tabandaki çatlamanın farkında.
Referandumdan ne sonuç çıkar veya önü tıkanabilir mi?
Mümtaz’er Türköne: AK Parti çok şanslı bir parti. Dört ayağı üstüne düşen bir kedi gibi.
Anayasa paketi referandumla halkın önüne gelirse, kabul oyu alır, geçer. AK Parti zafer
kazanmış bir parti olarak 2011’de seçime girer. Eğer CHP hukuki yollar icat ederek değişimin
önünü tıkarsa, AK Parti ‘mağdur edebiyatı’ yapar. Yine kazançlı çıkan taraf olur. Değişime
karşı çıkanlar kaybetmeye mahkûmlar, AKP bu nedenle avantajlı.
Darbeci askerlerin ve sivildeki ayaklarının son yedi yılda altı darbe planladığı ortaya
çıktı. Geçmişe göre eksik olan nedir, asker neden darbe yapamıyor?
Mümtaz’er Türköne: Türk ekonomisi artık 1 trilyon dolarlık dev bir ekonomi. Askerler bu
kadar çaplı bir ekonomiyi ve ekonomik dinamikleri idare edemez, mümkün değil. 28 Şubat
Darbesi dahil, eskiden askerî darbeler tamamen kamu sektörü etrafında dönen Türk
ekonomisini sömürmek için yapılırdı. Elindeki silahla devleti ele geçiren cuntacıları,
ülkemizin zenginleri, patronları, dev şirketlerimiz artık istemiyor. Askerin kışlasına dönüp
siyasetten, ekonomiden elini çekip asli mesleğine dönmesini istiyorlar. Gelişen özel sektör,
artık kamu ekonomisinin önüne geçti. Bunca özelleştirme hamlesinden sonra darbeciler için
ele geçirilecek ‘yağlı devlet’ de kalmadı.
Eskiden askerler darbe şartlarını olgunlaştırırdı, bugün darbecileri yargı önüne
çıkartabilme şartları nasıl olgunlaştı?
Mümtaz’er Türköne: Dokunulmazlara dokunulması demokratik şartların olgunlaşması
sayesinde gerçekleşti. Aksi hâlde savcılar bu denli cesur haraket edemez, bağımsız
davranamazdı. Eskiden komutanın eşi daha ne duruyorsun darbe yapsana diye eşini teşvik
ederdi. Bu kadar basitti. Şimdi komutan eşi, darbe girişimcilerinin yargılandığını görüyor ve
eşini aman ha görmüyor musun darbecilerin başlarına gelenleri diyor, eşini uyarıyor,
darbeden alıkoyuyor.
Askerî darbe kültürümüz nasıl oluştu?
Mümtaz’er Türköne: Ordu, 27 Mayıs'tan bu yana tam 50 yıldır siyasetin içinde. Bırakın
siyasetin içinde olmayı, doğrudan Kışla'nın içinde üretilen siyasetle ülke yönetildi. 1960
askerî darbesini gerçekleştiren 38 subay kurdukları çete ile iktidarı gasp etti. İmkânsız bir
şeydi ama oldu. Bu haksız iktidarı sürdürmek için bir sistem kurdular. 235 generali emekli
ederek tasfiye ettiler. Üst yargıda, akademi dünyasında, medyada, sermayede kendilerine
hizmet eden bir çark, düzen inşa edildi. Millî Güvenlik Kurulu’ndan YÖK’e, Hâkimler ve
Savcılar Üst Kurulu’ndan Anayasa Mahkemesi’ne kadar kurulan düzen ellerindeki iktidarı
kaybememe ölçüsüne göre ayarlandı. Kesinlikle bağımsız olmadılar. Bugün değişime karşı
çıkanlar kendini imtiyazlı gören ayrıcaklı bu elit kesimdir. Güç ve kontrol ellerinden çıkıyor.
Milletin kayıtsız şartsız hâkimiyetinden korkuyorlar.
114
Bundan sonra askerî darbe yapılabilir mi, demokrasi mücadelesi kazanıldı mı?
Mümtaz’er Türköne: Bunca ortaya çıkan belgeden, bilgiden sonra sanki hiçbir şey olmamış
gibi geriye dönülüp darbe yapılabileceğini sanmıyorum. Suç işleyen cezasını çekmeli. Hukuk
devleti, demokrasi hâkim olmalı, huzur ve barış içinde yaşamak istiyoruz. Ergenekon
iddianameleri bağımsız Türk yargısı tarafından hazırlanıyor. İfade vermeyen tek paşa Saldıray
Berk kaldı. Onun da gidecek yeri yok. Kanun karşısında hesap verecek, eğer masumsa zaten
aklanır. Demokrasi mücadelesinin kazanıldığını söyleyebilirim.
Ergenekon’un arkasında Sabetaycılar ve masonların olduğu komplo teorilerinde iddia
ediliyor...
Mümtaz’er Türköne: Bunlara inanmayın. Yıllardır korkular, iç ve dış düşmanlar uyduruldu.
Bunlarla zihinlerimizi bulandırıp esir aldılar. Komplo teorileri ile beynimiz kirletildi, işgal
edildi. Çok basit ve yalın bir gerçek var. Türkiye, bölgesel bir güç oluyor, kendi ayakları
üzerinde duruyor ve bağımsız biçimde temizleniyor. Gözümüzde bazı ülkeleri büyüterek
kendimize haksızlık etmeyelim. Ülkemizde her zaman bir aklı selim vardır. Örneğin halkımız
asla Yahudi düşmanı değildir, antisemitist olamaz da. Lakin Filistin'de yapılan devlet
zulmüne sessiz kalamaz, mağdurun, mazlumun yanındadır.
Bir makalenizde “Türk Ordusunu lağvedelim, yerine Nizam-ı Cedit Ordusu kuralım”
diyorsunuz. Bu bir doktora tezi mi, ne demek istiyorsunuz?
Mümtaz’er Türköne: (Gülüyor) Aslında çok basit bir açıklaması var. Doktora tezi falan
değil. Uzmanlık alanım, 19. yüzyıl Osmanlı politik düşünce hayatı. Bu yüzden geçmişte
orduların nasıl dağıtılıp yenilerinin nasıl kurulduğunu biliyorum. Ordumuzun cuntacıların
elinde yıpratılmasına çok üzülüyorum. Ergenekon olarak adlandırılan yasa dışı yapılanmanın
gözbebeğimiz ordumuzu düşürdüğü hâle bakın! Ordumuz siyasete bulaştığı dönemlerde hep
toprak kaybettik. Balkan Savaşları rezaleti, siyasete bulaşan subayın bu ülkeye ne kadar
büyük zarar verebileceğini simgeliyor. Ordudaki subaylar, boğazlarına kadar politikanın içine
batmıştı. Dışarıdan bakıldığında çürüme görülmüyordu ama siyasetin içine giren ordunun
bütün hiyerarşisi ve disiplini yok olmuştu.
II. Mahmut ile III. Selim’in kurduğu orduları birbirine karıştıran gazeteci Fatih Altaylı
ile polemiğe girmiş ve ona ciddi bir tarih dersi vermiştiniz...
Mümtaz’er Türköne: Böyle müptedi sazanlar da olmasa ben Türkiye'ye yönelik en büyük
tehlikenin elindeki silahı “iç tehdit yaratma kastıyla” kendi halkına çeviren TSK içindeki
çetelerden kaynaklandığını nasıl anlatabilirim? Nizam-ı Cedit Ordusu'nu III. Selim kurdu.
Başarılar elde eden bu orduyu statükocu yozlaşmış yeniçeriler fitnelerle dağıttı. II. Mahmut'un
kurduğu ordunun adı malum; Asakir-i Mansure-i Muhammediye. 20 yıl kadar sonra tekrar
kurulan yeni ordu, bu sefer Yeniçeri ordusunu topa tutarak ortadan kaldırdı. 1826'da aynı
devletin içinde iki Türk ordusu karşı karşıya geldi ve biri diğerini imha etti, bunu
unutmamalıyız. Tarihimiz bu olayı “vak'a-yı hayriyye” (hayırlı olay) olarak anar. Ülkenizi
savunmak için ordu istihdam ediyorsunuz. Zamanla bu ordu bozuluyor veya pusulasını
şaşırıyor. Ne yapacaksınız? Ya esaslı bir reformdan geçireceksiniz ya da -baktınız olmuyorlağvedip yenisini kuracaksınız.
Dr. Fuad Şahin: Kanada'da yaşamak
cihattır
115
13 Temmuz 2007 Niagara Falls, Kanada
Bu fotoğraf Eylül 1997’de gerçekleştirilen Mevlevi Konserinde çekildi. Fotoda sağda
Fuad Şahin görülüyor. Ortada Mevlana’nın 22. kuşaktan torunu Esin Çelebi ve solda
Cerrahi Grubunun Kanada Sufi Merkezi Başkanı Tevfik Aydöner.
Babası Cezayirde görevli bir Osmanlı subayıydı. 1912'de Balkan anlaşması imzalanarak
Kuzey Afrika toprakları İtalyanlara terkedilmişti. Libya bedevileri Osmanlı'dan direniş için
subay göndermesini istedi. Babası Muhammed Mustafa gönüllü olarak cihada gitti ve 1922
yılına kadar 10 yıl kaldı, daha sonra Mısır, Mersin üzerinden ricat ederken Adana Ceyhan'a
yerleşmeye karar verdi. Eylül 1922'de Libya'da çölde doğmuştu ve deve sırtında 1.5 yılda
Ceyhan'a ulaşmıştı son Osmanlı Fuad Şahin. Babasının örgütlediği Ömer Muhtar, 1935'e
kadar bağımsızlık mücadelesini sürdürdü ve İtalyanlara kan kusturdu. Daha sonra Arap
Birliği'nin ilk genel sekreteri olacak Mısırlı Abdurrahman Azzam'da babasıyla omuz omuza
direnişi örgütlemişti. 5 yaşındaki Fuad, babasının bir Fransız demiryolu firmasında iş
bulmasıyla bu sefer Ceyhan'dan Halep'e taşındı, burada Arapça, Fransızca ve dinini öğrendi.
1937 yılında Galatasaray Lisesi'ne girdi ve 1943'de mezun oldu. 1950 yılına kadar İstanbul
Tıp fakültesinde okudu. 1951'de askerliğini tercüman olarak yaptı. Sinop Ayancık'ta 7 ay ve
Urfa Suruç'ta 5 yıl doktorluk yaptı. Bu sırada Gaziantepli Solmaz hanımla evlendi, üç kızı
dünyaya geldi. 1957'de İstanbul Üniversitesi'nde Genel Cerrahi alanında uzmanlığını
yaparken, 1958'de Kanada'nın Kingston kentindeki Queens Üniversitesi'nde ihtisas yapmaya
hak kazandı. İhtisasına 2 sene İngiltere'de devam ettikten sonra gelen davet üzerine tekrar
Kingston'a döndü. Toronto'nun 1000 km kuzeyindeki ücra köyü Herst'de doktorluğa başladı,
1965'de Hamilton'a geldi. 1966 yılında Niagara Falls'da hastanede çalışmaya başladı. Burada
116
oğlu Mustafa doğdu. Üroloji uzmanı olarak aralıksız doktorluğa devam etti ve 2000 yılında
Niagara Falls'da emekli oldu. Müslümanların kurduğu ilk vakıflar, dernekler, camilerde
katkısı bulunan, başkanlıklarını yapan Şahin, Kanada'da daki Türklerin yerleşim sürecine
vakıf olan adeta yaşayan bir canlı tarih ve bir tanık. 85 yaşında olmasına rağmen ruhu genç
kalan ve dinamikliğini hiç kaybetmeyen, renkli kişiliği ve misafirseverliğiyle tanınan Şahin
ile Niagara Falls'da ABD'yi karşıdan gören evinde oldukca zevkli bir söyleşi gerçekleştirdik.
Atatürk’ün dönemini gördünüz. Bugün Atatürk konusunda yapılan tartışmaları sağlıklı
buluyor musunuz?
F.Ş. : En büyük kabahat Atatürk'ü putlaştırmaktır. Sorgulamadan ne yaptıysa doğru kabul
ediliyor. Atatürkçü olmak zorunda değilsiniz. İslam'da Muhammedilik yoktur. Allah'a iman
esastır. Peygamberimizin pek çok Hadisleri bile doğru mu değil mi diye araştırılıyor,
sorgulanıyor. Atatürk'ün arkasına sığınarak yanlışlarını doğru kabul ettirmek isteyenler, fikir
beyan edenler var. Atatürk büyük bir insandır ve ülkemizi özgürlüğüne kavuşturmuş bir
kahramandır, örnek bir hayatı vardır. Ancak hataları, zaafları varsa tenkit edelim. Onun
zamanında ülkemizde demokrasi yoktu. Bugün dahi halkımız demokrasiye hazır değil,
beklesin diyorlar. Adnan Menderes'in döneminde bile bugünkünden fazla demokrasi vardı.
Demekki beklemekle olmuyor.
Atatürk döneminde demokrasi yok diye mi bugün demokrasiyi hazmedemeyenler var
ülkemizde?
F.Ş. : Yarım yamalak demokrasi olmaz. Demokrasiye geçişin riski vardır, göze alacaksınız,
ancak böyle demokrasi kültürü yerleşir, öğrenilir. Hak, hukuk, adalet, insanlara hürmet esas
olmalıdır. Allah, İslamiyet'le insana tam hürriyet sunuyor. Herşeyi askeri düzen şeklinde
değişmez olarak lanse etmek mantıksızdır. Anne ve babalar, 40 yaşında hala evladına çocuk
muamelesi yapar. Ülkemizdeki demokrasiye halen çocuk muamelesi yapmak insfsızlıktır.
Atatürk döneminde demokrasi yoktu diye bugün büyümüş boy atmış demokrasimizi
katletmek Atatürk'e ve insanımıza saygısızlıktır.
Atatürk yaşarken laiklik nasıl anlaşılıyordu? Bugün laiklik konusunda kavram
kargaşası yaşanıyor, doğru tanımı yapmak bu kadar zor mudur?
F. Ş. : Laiklik, tüm dinleri hoş görmek, hürmettir, saygıdır. Atatürk böyle anlamıştı. Bugün
Laiklik yanlış anlaşılıyor. Din düşmanlığı olarak lanse edenler ideolojik davranıyor. Dini
inkar edenler, müslümanları halen geri kafalı olarak görmek istiyor, medeni olduklarını
kabullenemiyorlar. Galatasaray'da okurken orucu kaçak tutardım, o yıllarda namaz kılan bir
üniversite mezunu bulmak imkansızdı. Bunlar aşıldı, bu sefer cepheler oluştu. İSEDAK'ın
yani müslüman ülkeleri koordine eden bir örgütün bir toplantısı İstanbul'da yapılmıştı. Suudi
temsilci, orada konuşmasına bismillah ile başlayınca olay olmuştu. Kral Faysal'ın kafası
atmıştı. Türk tarafı resmi belgelerden bismillah'ın çıkartılması için girişimde bulunmuştu.
Türkiye'de halen bismillah, maşallah, inşallah dersen gericisin diyorlar. ABD Başkanı İncil
üzerine elini basarak yemin eder. Kingston'da okurken domuz yemediğimi gören rahibe bana
özel yemek çıkartmış ve domuzu çekinmeden yiyen adı müslüman bir Türkü ayıplamıştı.
İnsanlığı ve saygıyı bu ülkede öğrendim.
Bu işin orta yolu yok mu?
117
F.Ş. : Herşey insani ilişkilerdir ve bireye saygıdır. Başörtülü halen ülkemizde üniversitede
okuyamıyor, eşinin cumhurbaşkanı olmasına engel olarak görülüyor. Yeminli din düşmanları
var ülkemizde. Diğer tarafta aşırı mutahassıp, kendisi gibi yapmayanı müslüman saymayan
bir kesim bulunuyor. Aşırı olanlar milleti birbirine düşürüyor, fitne üretiyorlar. Ama dar kafalı
müslüman ülkemizde azalıyor, dünyaya açılıyor. Dış ülkelere giden vatandaşlarımız orada
başka müslümanlarla temasta oldular ve beynelmilel hale geldiler.
Galatasaray Lisesi'nin imalat hatasısınız sanırım. Bu okul Hristıyan misyoner okulu
değil mi?
F.Ş. : Hayır. Rahibeler ve Rahiplerin derse girdiği iddia edilir, yok böyle bir durum. Osmanlı
döneminde en kaliteli eğitim Topkapı sarayında Enderun'da yapılırdı. Hükümet memurları
burada yetiştirilirdi. Tanzimatla başlayan dönemde Batı tarzında modern eğitim vermek için
Enderun'dan ayrılan bazı öğretmenler Fransa'dan eğitmen getirerek Galata'da bu okulu
kurdular. Bu okula geldiğimde öğrencileri çok basit buldum, ne dinden nede kültürden
haberleri vardı. Halep'te iyi bir eğitim almıştım. Arapça, Fransızca ve dinimi çok güzel
öğrenmiştim. Avrupa kültürüne vakıftım.
Yurt dışına gitme düşüncesi nasıl başladı?
F.Ş. : Galata'yı bitirdiğimde şahsi çabalarımla İngilizce de öğrenmiştim. Marshall bursu
kazanıp ABD'ye gitmeye hak kazandığım halde vazgeçtim. Değer vermem gereken şeylere
değer veremeyeceğimi gördüm. Ülkeme hizmet etmek istedim, ayrılmak istemedim. O
günlerde az İngilizcesi olanlar hemen ABD'ye kaçıyordu. 5 sene doktorluk yaptığım Urfa
Suruç halkı Kürttür, onlarla çok iyi anlaştım. Namaz kılan doktor hiç görmemişlerdi. Din
sadece fukaralar, eğitimsizler için sanıyorlardı. Hastanelerimiz çok yetersizdi, inkisara
uğradım. Parası olmayanı ameliyat etmiyorlardı, etselerde çok beceriksizdiler. İstanbul'da
üniversitelerde ilim, irfan ve ilmin izzetinin olmadığını gözlemledim. Galata'da 7 yıl
öğretmenliğimi yapmış İstanbul Üniversitesi'ndeki bir profesör bana ABD'de uzmanlık
yapmam için referans vermedi. Bu beni çok etkiledi, insan üzülüyor. Kanada'nın Kingston
kentinde 1958'de uzmanlık kazanınca artık durmak istemedim.
Kanada'ya geldiğinizde
müslümanların ve Türklerin
durumu nasıldı?
F.Ş. : 1958'de ilk geldiğimde Kanada'da müslüman çok azdı, Türklerin sayısı bir elin
parmakları kadardı. 1965'de Hamilton'da hiç Türk yoktu. Niagara Falls'a geçtiğimde sadece
bir tane Türk vardı: Ünlü yazarımız Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun torunu. Hasan Karaci
adında bir Bosnalı ile evliydi. Cuma ve bayram namazını onun fabrikasında kılardık. Sonra
müslümanlar gelmeye başladı ve 1972'de onların bağışlarıyla Niagara Falls camisini yaptık.
İlk müslüman cemiyetleri nasıl kuruldu, bugüne kadar neler yaşandı?
F. Ş. : Doktor ağırlıklı müslümanlar Toronto'ya gelmişti ve her pazar Dundas streetde bir
evde toplanıyorlardı. Oraya katıldım ve 200'den fazla değişik milletlerden müslüman
doktorlarla ve diğerleriyle Kanada'nın ilk müslüman cemiyetini Toronto İslamic Society
adında kurduk. Başkanlık yaptım, sonra ayrıldım.1967'de bugün Fatih camisi olarak bilinen 3
katlı evi İslamic Foundation adına satın aldık ve tamir ettik. Farklı milletlerden müslümanlarla
çalışıyorduk, yine pek Türk yoktu, beni başkan seçtiler. Bu yıllarda 10 kadar Türk gelmişti.
118
Dinle içli dışlı değillerdi. 1970'e kadar başkanlık yaptığım dönemde London ve diğer
kentlerdeki müslüman cemiyetlerle ilişkiler kurduk ve bir müslüman federasyonu kurmak için
girişimde bulunduk. 1969'da “Council of Muslim Community of Canada” böyle doğdu.
Tahsin Mahmud başkan oldu, ben yardımcılığını üstlendim. Vancouver'dan Halifax'a 50 kadar
müslüman kuruluşunu birleştirdik. 20 yılı aşkın süre bu kurum müslümanların sesi oldu, çok
aktif faaliyet gösterdi. Bu federasyonun şimdi ismi var, ama etkisi zayıfladı.
Neden müslümanlar ikiye bölündü?
F.Ş. : Bunun nedeni, Muslim Student Association'ın (MSA) bizi bölmesi. 1965'de ABD'de
kurulan ve Kanada'ya yayılan bu kuruluşa çok mutaassıp insanlar hakimdi. Biz Kanada'da
yaşıyoruz ve Kanada müslümanlarını temsil ediyoruz görüşündeydik. Hiristiyanlarla diyalog
yapmamıza, yardımlaşmamıza karşı çıktılar. Ülkelerine geri döneceklerini düşünüyorlar ve bu
ülkenin parçası olmak istemiyorlardı. Açık görüşlü değillerdi. Bizi hoş görmediler,
kıskandılar. Üniversitede okuyan müslümanlarla ilişkileri vardı, Suudi Arabistan'dan destek
alıyorlardı. Cemiyetimiz zayıfladı, devam ettirmenin anlamı kalmayınca kurumun iflas
ettiğine karar verdik. Fatih Camisi'ni Pakistanlı müslümanlar Markham'da büyük cami ve okul
yapılınca Türk arkadaşlara sattılar, buna aracılık ettim. Vancouver, Calgary, Saskatoon ve
Montreal'de yapılan cami inşaatlarına yardım ettik. Alın parayı yapın, sizde olunca bize
verirsiniz dedik.
Hıristiyan ve Yahudilerle diyalog çalışmalarınız nasıl başladı?
F.Ş. : 1971yılında bir Protestan Kilisesi olan United Church ilk defa bizimle temas kurdu.
Yahudilerde Müslümanlarla konuşmayı kabul edince Hıristiyan ve Yahudilerle her ay sırayla
Cami, Havra veya Kilise'de buluşup dertlerimizi anlatmak için biraraya geliyorduk. Bu bir yıl
devam etti. Bir Allah'a inanıyoruz, ortak etik ve ahlak değerlerimiz var, insanlar dinden
uzaklaşıyor dedik. Papaz ve Haham'a toplantıdan ne elde ettiklerini sordum. Cevap alamadım
ve onlara şu tesbitlerimi ilettim: Haham, her konuştuğumuzu lehlerine mi, aleyhlerine mi diye
tartıyordu. Papaz, herşeye güzel devam ediyor gözüyle bakıyor, yanlışları düzeltmeye
çalışmıyordu. Hakikatda sebat ve ısrar gibi düşüncesi yok. Biz ise mağrur insanlarız. Sonuçta
devam etmedik. 1984'de İnternatonal Development Relief Foundation'u kurduk Louise
Arbour gibi gazete editörlerinin, bakan ve milletvekillerinin katıldığı toplantılar düzenledik,
ciddi programlar hazırladık ve çok muvaffak olduk. Sudan'da, Bangladeşte, Pakistan'da
Somali'de Bosna'da Irak'ta nerede
müslümanlar zor durumdaysa
yardımlar topladık ve ulaştırdık. Bunu hükümetle müşterek programlarla gerçekleştirdik.
Ayrıca Kanada'ya yeni gelenlere sermaye vermeyi ve iş yapmayı öğretmeyi amaçladık.
Neden diyalog yapma ihtiyacı duydunuz?
F.Ş. : Hıristiyan bir toplumda yaşıyoruz, onlarla anlaşmak ve birbirimizi daha iyi tanımak
istiyorduk. Bu arada 2. dünya savaşında asker olan Amerikalı bir papaz, Yahudilerin çok
zulüm gördüğünü ve toplumda eşit olmadıklarını görerek onları toplumla kaynaştırmak için
ABD'de bir cemiyet kurmuş ve çok başarılı olmuştu. Öyle muvaffak oldu ki bugün Yahudiler
eşit değil üstün konumda. 1985'de Araplara ve müslümanlara haksızlık yapıldığını
gözlemlemiş ve bu yanlışı düzeltmek için İslamic İnvest diye bir cemiyet kurmuş, diyaloğa
başlamış. Kanada'da daki müslümanlara da ulaşalım düşüncesiyle Toronto Üniversitesi'nde
Sosyoloji profesörü Henry ile anlaşmıştı. O dönemde bende CMC'nin başkanıydım. İslam ve
Batı adı altına kaynaştırma programı hazırlandı ve 1987'de faaliyete başladık. Venedikte,
119
ABD'de ve evimde düzenli toplantılar yaptık. Zengin Araplara güvendiler, ama yardım
gelmedi. Cenevre'de bir toplantıya giderken Henry kalp krizi geçirerek öldü ve sonraları
cemiyetden bir daha hayır gelmedi. ABD'deki diyalog toplantılarına katılmaya devam
ediyorum. Üniversitelerde diyalog çalışmaların bir kaç sene öncesine kadar devam etti.
Mesela İslam'da oruç konusunu işledik, en güzel tatbikatın müslümanlarda olduğu sonucuna
vardık. Protestanlıkta gizli oruç var. Sonuçta pek çoğu peygamberimizi peygamber olarak
kabul ediyoruz, ama Hıristiyanız dediler.
11 Eylül 2001 faciası, Kanada'da müslümanları ve İslam'a bakışı nasıl etkiledi?
F.Ş.: Müslümanlar herşeye hayırlısı olur inşallah gözüyle bakarlar. Kötü bir hadise bile olsa
İslamiyet hakkında merak uyandırdı. Bize vazife düşüyor, bu insanlara doğru İslam'ı
anlatacağız. Baskılarla, yalanlarla hukuksuz olarak ülkeler işgal ediliyor. Kutsal topraklar
zaten uzun zamandır usülüne riayet edilmeyerek zımni işgal edildi, kirletildi. Buna tepkiler
oluştu, kabul edilemeyecek bir durumdu. 1979'da Kabe Baskını sırasında Kraliyet Fransız
özel timi getirerek kutsal bölgeye gayri müslim sokmuştu. Bu densizliklerini krallığını devam
ettirmek adına başka hatalarla devam ettirdiler. Ülkelerine Saddam Hüseyin tehditi
bahanesiyle yabancı askeri üsler sokuldu. Bunu yapanlar kullanılmış olabilir, ama ortada
motif var.
Müslümanların sayıca çok olmasına rağmen zelil durumda olmasını nasıl
değerlendiriyor sunuz?
F.Ş. : Azınlıklar baskı altına alınınca daha fazla güçlenir ve İslamiyet'e sarılır. İmanı zayıf
olanlar elenir, budanır. Sağlamlar daha sağlam olur, işe yaramazlar dökülür. Keşke bir milyar
taklidi imana sahip müslüman olacağına 100 milyon sağlam müslüman olsaydı. Yahudiler
4000 yıllık bir toplum, ama bugün tüm dünyada nüfusları sadece 17 milyon. Dinlerine bağlı
kalanlar Yahudi kaldı. Budananlar olmazsa çürükler sağlamlarıda bozar. Müslümanlar
inandıkları gibi yaşadıkları sürece aktiftir, pasif olanlar mirasyedi olanlardır. Bu ülkede
yaşamak ve müslüman adını koruyarak müslümanca yaşamak cihattır.
İslami akımlar ve Sufilik konusunda ne düşünüyorsunuz?
F.Ş. : Burada aşırı gidenler var. İslam'ın kendisinde Sufilik mevcuttur. Her yerde Allah'ı
görmek, anmaktır. Mühim olan Sufiliğin İslam'ın kuralları, kanunu, adap ve terbiye kuralları
içinde faaliyet göstermesidir. İçki içer, namaz kılmaz, oruç tutmazsa ve Sufiyim diye
geçinirse olmaz bu. Dini mükellefiyetleri yerine getirmeden Sufi olunmaz. Allah sevgisi,
insan sevgisi, affetme gibi güzellikler Sufiye yansımalıdır. Dinde olmayan tefsirlerde
bulunanların ki, anormal haraketlerdir, şahsidir, kurumsallaştırılamaz. İslam'da bir prensip
var: Kötü bir şeyi yok edelim derken yerine daha iyisini getirebilmen gerekir, yoksa
kaldıramazsın. Sufizm, tarikat hakka yaklaştırıyorsa bırakın yaşasın.
Kanada'da müslüman gençliğe sahip çıkılabiliyor mu, istikbalde müslümanların
konumu ne olur?
F.Ş. : 40 sene önce çocuklarımızın geleceğinden endişeliydim. Müslüman cemiyetlerimiz,
okullarımız, çocuklarımıza dinlerini öğrettiler, çok başarılı oldular. Ülkelerine ziyarete
gittiklerinde mukayese yapıyor ve Kanada'da daha fazla müslümanlık var diyorlar, müslüman
hüviyetlerini hissediyor ve iftihar ediyorlar. 1971'de 71 bin müslüman vardı, son sayımlara
göre bugün 700 bin müslüman Kanada'da yaşıyor. 10 misli arttı. Müslümanlar biraraya
120
geldikçe şuur gelişti. Bir çok camiye sahibiz. İngilizce yazılmış mükemmel kitaplar var.
Arapçadan sonra en fazla İslami eser İngilizce yazılıyor. Medyada İslama ait yazılar çıkıyor.
Hükümeti Ramazan'ı, bayramlarımızı tanıyor, başka dinlerle diyalog yapıyorlar. 20 veya 25
seneye kadar müslümanlar Kanada'nın tam bir parçası haline gelecekler. Sayıları daha da
artacak, muayyen bir hareketlilik olacaktır. Burada doğma büyüme müslümanlar ana dilleri
gibi aksansız İngilizce konuşarak her yanda görünecektir. Kanadalıdan farksız gözükecek,
fakat İslami prensiplerle yanyana yaşıyacaklar. O zaman burası müslüman memleketi gibi
olacaktır. 30 senede 10 katına çıktığımıza göre 20 sene sonra 3 kat artsak 2 milyon müslüman
olur. Eğer Yahudilik misyoner bir din olsaydı, ABD'nin yarısı Yahudi olurdu. Bizim dinimiz
herkese açıktır; buranın parçası olursak pek çok Amerikalı ve Kanadalı müslüman olacaktır.
Kanada'da yapılacak en güzel hizmet, çocuklarımıza eğitim vermek, Türkçe'yi ve dinlerini
öğrenmelerini sağlamaktır.
Türkiye ile Kanada'yı karşılaştırır mısınız; 50 sene öncesi ile bugün arasında farklar
nelerdir?
F.Ş. : Türkiye'de halen hile hurda işler var. Aldığınız şeyden emin olamazsınız. Terazide hile
var, manav seçtirmez, yarısını çürük doldurur. Kanada'da sahtekarlık yoktur, itimat, güven
vardır. Orada çocuğa çocuk muamelesi yapılır. Burada çocuğa hürmet edilir. Bizde herşey
gösteriş belasıdır. Burada herşey tabidir. Orada insanlar konuşurken havasından geçilmez,
konuşurken kibir ve gururdan şivesi, lisanı değişir palavra atar. Herkes kendini üstün görür,
muhatabıyla alay eder, matrak geçer. Doğuluysa Kürt, Trabzonluysa Laz, Trakyalı ise
Muhacir, Adanalıysa Fellah diye önyargılı davranılır. Daima üstünlük taslama hastalığı vardır.
Burada kimse kimseye hakaret etmez. Kanunlara riayet edilir, gece yarısı bile olsa kırmızı
ışıkta durulur. Bizde sual sormak
yoktur, halbuki ilmin, ilerlemenin
yarısı Hadise göre güzel, düzgün soru sorabilmektir. Burada sorular terbiye dahilinde sorulur,
sorulunca cevap dinlenir. Bizde sırf küçük düşürmek, ben biliyorum demek için sorulur,
öğrenmek için değil. Bizde soru sormak için kafa çalıştırılmaz. Babaya, öğretmene başüstüne
vardır. Ukalalık etme diye sustururlar. Geri kalmamızın sebebi budur. Burada çocuk bile soru
sorsa Einstein kuralıdır, sebebi araştırılır. Tıbbiyede okurken Etik ve Tıp Tarihi dersinde bir
soru sormuştum. Cevaptan tatmin olmadım. Cevap veremeyince ben senden daha iyi bilirim
diye susturdu. Türkiye'de kafalar donmuştur, buzları 50 senedir çözülemedi. Kafaları
çalıştırmamak için ellerinden geleni yaptıklarını son aylarda yaşananlarla tekrar gösterdiler.
121
Prof. Dr. Tözün Bahçeli: Türkiye
Türklerindir söylemi kalkacaktır
01.05.2011 Toronto, Kanada
“TÜSİAD tarafından hazırlanan anayasa taslağında oldukca radikal öneriler var. AK
Parti’de bu taslağa benzer bir değişim öngörüyor. Türk ekonomisi ve demokrasisi
paralel olarak gelişmekte ve Türkiye bölgesel bir süpergüç haline gelmektedir. Türk
ekonomisi öyle iyi gidiyor ki, AB ileride Türkiye’yi üye yapmak için yalvarabilir,
Türkiye ise vazgeçtim diyebilir.” Bu tesbitler önümüzdeki 10 yılın özeti gibi…
Western Ontario Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi Profesörü ve Bölüm Başkanı olan Tözün
Bahçeli, 40 yıldır Kanada’da yaşayan bir Kıbrıs Türkü. Kıbrıs sorunu, Türk ve Yunan
ilişkileri ve Türk dış politikası konusunda kitapları ve akademik makaleleri bulunuyor.
Editörü olarak katılımda bulunduğu ve ortak yazarlarla yayımladığı eserler arasında;
“1955’den beri Türk Yunan İlişkileri”, “De Facto Devletler ve Bağımsızlık Arayışı”,
“Türkiye’de Milliyetçilik Politikaları, AKP ve Kürt Sorusu” ve “Politik İslam, Kemalizm ve
Kürt Sorunu” adlı kitapları ile dikkatleri üzerine çekti. Bahçeli ilginizi çekecek bir röportaj
gerçekleştirdik.
122
İlk önce uzmanlık alanınızdan başlayalım. 1998’de rahmetli İsmail Cem ile Kıbrıs’a
diplomasi muhabirleri çıkartması yapmıştık. Eski KKTC Cumhurbaikanı Rauf
Denktaş, Kıbrıslı Rumlara konfederasyon önerisinde bulunmuştu. Nasıl tepki verdiler?
Tözün Bahçeli: Şiddetle karşı çıktılar. Konfederasyon taksimden beter dediler. 1960’da ortak
kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Şimdi onların daha başarılı bir
devleti var. Birde ortada ciddi bir güven sorunu bulunuyor. Toplumlar birbirlerine hasım
olarak bakıyorlar.
Peki o günden bugüne, 2002’den itibaren AK Parti ile neler değişti?
Tözün Bahçeli: Çok şey değişti. AK Parti’nin ilk dört yıllık Kıbrıs politikasını çok başarılı
buluyorum. İki ayrı devlet politikasının yürümediğini gördü. Avrupa Birliği’ne girmeye dört
elle sarıldı. Kıbrıs engelini aşmanın mümkün olduğunu anladı. Kökleşmiş statükocu
yaklaşıma karşı bayrak açtı. Bu gelişme Denktaş’ın ve onu destekleyen askeri bürokrasinin ve
o zamanın cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in hoşuna gitmedi.
Nisan 2004’de yapılan BM’nin Annan planı referandumuna giderken neler yaşandı?
Tözün Bahçeli: Annan’ın ekibi Türk tarafının referanduma engel olacağını sanıyordu. O
sırada Rum tarafında cumhurbaşkanlığı seçimi vardı; Klerides gitti, plana karşı olan Tasos
Papadopoulos geldi. AB’ye mülayim görünerek kurnaz bir politika izlediler. 2003’de
Yunanistan AB’ye genişleme politikasını veto ederim diyerek şantaj yaptı. Genişlemeden
sorumlu bakan Gunter Verheugen’i resmen kandırdılar. AB kandırıldı. Zaten Verheugen’da
kandırıldım diye itiraf etti. Rumların AB’ye sorun çözülmeden 1 Mayıs 2004’de alınması
büyük bir hataydı.
AK Parti bu devrede kördüğümünü nasıl çözdü?
Tözün Bahcheli: Denktaş ve danışmanı Mümtaz Soysal, o güne kadar çok katı biçimde en iyi
çözüm çözümsüzlüktür politikasını dayatıyordu. Abdullah Gül’ün Dışişleri bakanlığı
döneminde statüko kırıldı. Denktaş önce Annan planına karşı çıktı. Türk ordusuda Denktaş’ın
yanında yer aldı, AK Parti’nin otoritesini sarsmak istediler. Bu karmaşadan yararlanan
Rumlar ve Yunanistan AB’nin 2003’deki Hollanda toplantısında Kıbrıs Rumlarının önünü
açtılar. Çok kritik bir toplantıydı. Tek yürek olamadık. Ama AK Parti ümidini kaybetmedi.
Ankara’nın sabrı Denktaş’ı bile hizaya getirdi.
Bu nasıl oldu?
Tözün Bahçeli: Referandum için AK Parti bastırdı ve Türkler birleşmeye Evet, Rumlar Hayır
dedi. Hemde nüfus sayısına göre Türk askeri sayısını 650, Yunan askeri sayısının 950’ye
düşürülmesini öngörmesine rağmen! Böylece uzlaşmaz tarafın kim olduğu anlaşıldı, Rumların
foyası ortaya çıktı. Referandum sonrası KKTC’de koalisyon hükümeti vardı, bu sırada
Denktaş çekildi. AK Parti ile Mehmet Ali Talat çok iyi anlaştılar. İsviçre’de yapılan ikili
görüşmelere Talat gitti ve adada iki tarafın birleşmesinden başka çözüm yolu görmediğini
samimi biçimde dile getirdi. Referandum sonucu Türklerin imajını tüm dünyada düzeltti.
AK Parti ve KKTC referandum kartını iyi kullanabildi mi?
123
Tözün Bahçeli: Siyasette kozlar ilelebet kullanılamaz. Su anda hıc bıe taraf bastırmıyor
dolayısıyla Kaç sene Rumların iki yüzlülüğü anlatılabilir? Şu anda hiç bir taraf bastırmıyor,
dolayısıyla sorunun çözümü rafa kalktı. Rumların, masaya oturmaya niyeti yok. Türkiye, AB
üyeliğinde önüne engel olarak çıkartılan Kıbrıs şartını ‘de facto’ olarak ortadan kaldırmıştır.
Diyelim ki 2015’’de AB üyeliğimiz onaylanacak, Kıbrıs’da verilecek tavizler nelerdir?
Tözün Bahçeli: Garanti devlet anlaşmalarından taviz verilebilir. Halen İngiltere, Türkiye ve
Yunanistan garantör devletlerdir. Asker sayısında taviz Annan planında da vardı. Maraş ve
Güzelyurt’un bir kısmı, Rumlara verilebilir, zaten bu topraklar diplomaside pazarlık için
1974’de fazladan alınmıştı. Toprak tavizi kaçınılmazdır. Bakın, ODTÜ, Kıbrıs’da tamda
Güzelyurt’da bir kampüs inşa etti. Bir şeyler biliyor olmalılar ki, kampüsü Türk tarafında
kalması muhtemel kısımda inşa ettiler.
Rahmetli Özal’ın suikastla öldürülmeden hemen önce KKTC ve Kuzey Irak’ı Türkiye
ile birleştirip Türkiye Anadolu Federe Devleti adıyla federasyona geçme projesi vardı.
Sizce AB, Türkiye’yi almazsa bu formül tekrar gündeme gelebilir mi?
Tözün Bahçeli: Özal’ın Kuzey Irak’la birleşme önerisini duymuştum ama KKTC’yi de plana
kattığını bilmiyordum. Türk ordusu Özal’ın Kürt planına karşı çıktı. Türkiye bugün 1990’ların
zayıf ülkesi değil. Türk ekonomisi öyle iyi gidiyor ki, AB Türkiye’yi üye yapmak için
yalvarabilir, Türkiye ise vazgeçtim diyebilir. Yunanistan battı, Portekiz ve İspanya’da zor
durumda. Kürt sorunu ve insan hakları konusunda AK Parti, Türkiye’ye önemli aşamalar
kaydettirdi. Türkiye’nin ekseninin doğuya kaydığı abartılmaktadır, İran başta olmak üzere
Ortadoğu, Afrika, Avrupa ve Asya politikalarında Türkiye denge politikaları izleyerek büyük
devletliğine yakışır biçimde davranmaktadır. Ahmet Davutoğlu, Türkiye’nin Henry
Kissenger’ıdır. Türk ekonomisi ve demokrasisi paralel olarak gelişmekte ve Türkiye bölgesel
bir süpergüç haline gelmektedir. Türkiye İran olacak diyenler Türkiye’nin önünü kesmek
isteyen iç ve dış mihraklardır.
Mükemmelleşen imajımıza katılıyorum, ancak AK Parti’nin Kürt açılımı paketinin
içinin boş olduğu konusunda eleştiriler var... Sizce açılım paketi başarıya ulaştı mı?
Tözün Bahçeli: AK Parti, Kürt sorununu çözse tarihe geçer. Son 9 yılda muazzam gelişmeler
oldu. Kürt kimliği ortaya çıktı ve resmen tanındı, baskılar ortadan kaldırıldı. Faili meçhul
cinayetler durdu, bir suç şebekesi yargı önüne çıkartıldı, yargılanıyor. Açıklar kapatılıyor. AK
Parti’nin milliyetçi Kürtlere verebilecekleri ile onların talep ettikleri arasında uçurum
bulunuyor. Ne AK Parti nede başka bir parti BDP’ye istediklerini verebilir. Federasyon
istiyorlar, bu imkansızdır. Üniter devlet yapısı kolayca bozulamaz, ancak bazı yetkilerin yerel
yönetimlere devredilmesi kaçınılmazdır.
AK Parti başka iktidar olacak herhangi bir parti Kürt vatandaşlarımıza neler verebilir?
Tözün Bahçeli: Merkezi Ankara yönetimi anlayışı yetersiz kalıyor. İnisiyatifin, maddi
destekler artırılarak şehirlere, yerel idarelere verilmesi gerekiyor. Bazı konularda devletin
imkanları da yetersiz, Kürtçe eğitimin ana okulu, ilk, orta, lise ve üniversite seviyesinde
verilmesine yakında gelecekte bu nedenle gerçekleşmeyebilir. Harran ve Bilgi
üniversitelerinde Kürt Enstitüleri açıldı, daha da açılacaktır. Özel televizyon ve radyolar
Kürtçe yayın yapıyorlar. Kürt politikacılar Kürtce faaliyet gösterebiliyor, hapishanelerdeki
mahkumların ve ziyaretçilerin Kürtçe konuşmasına izin veriliyor. Bunlar daha önce tabu olan
124
şeylerdi. AK Parti’nin Kürt seçmenin yoğunlukta olduğu yerlerden yüzde 75 oranında oy
alması, Kürt halkın AK Parti’ye olan güvenini gösteriyor. AK Parti, Türkiye’nin
bölünemeyeceğinin teminatıdır.
Peki BDT ve PKK neler istiyor veya isteklerinde makuliyet var mı?
Tözün Bahçeli: Geçtimiz yıl Diyarbakır’da yapılan, Cengiz Çandar, Hasan Cemal gibi bazı
liberal aydın ve gazetecilerin de katıldığı bir toplantıda, BDT taleplerini açıkca gündeme
getirdi. Hepsi aslında şok oldular. Yerel yönetimlerin bayrağı olsun, silahlı teşkilatları
bulunsun istiyorlar. Kürtçenin anayasal güvenceyle resmi ikinci dil olmasını ve kültürel
haklar, devlet destekli Kürtçe eğitimini talep ediyorlar. Abdullah Öcalan’ı da kapsayan PKK
militanlara genel af gündemlerinde. Yüzde 10’luk seçim barajının kaldırılması Öcalan’la
masaya oturulması da şartlar arasında. Fikir üretelim diyorlar ama bunlar çok radikal öneriler
AK Parti ve devletin güç merkezlerini bunlar korkuttu, Bunların asıl niyeti nedir acaba sorusu
ortaya çıktı. Elbette teklifleri ciddiyetden uzak, kabul edilemez talepler. Belki Öcalan’ın
İmralı’dan çıkartılıp cezasını ev hapsinde doldurması sağlanabilir.
Yeni dönemde yeni anayasa hazırlanacak, sizce Türkiye hangi değişimlere gebe?
Tözün Bahcheli: TÜSİAD tarafından hazırlanan anayasa taslağında oldukca radikal öneriler
var. AK Parti’de bu taslağa benzer bir değişim öngörüyor. Yeni dönemde Türkiye
Türklerindir söylemi kalkacaktır. AK Parti, Kürtlerin çoğunluğuna eşitlikci ve özgür bir
Türkiye için samimi adımlar attığını ispatladı. Bu süreçte PKK’nın tavrı da önemlidir. Öcalan,
acımasız ve bencil kişiliğine rağmen halen PKK ve Kürt halkının bir kesimi üzerınde etkilidir.
AK Parti akıllı davranarak Öcalan ile devleti görüştürüyor, parti yönetimi olarak direkt
görüşmüyorlar. Daha öncede zaten Öcalan ile devlet görüşüyordu. Ancak bu görüşmelerden
somut netice alınamadı.
Değişen CHP yeni yüzüyle Kürt sorununun çözümüne katkıda bulunabilir mi?
Tözün Bahcheli: CHP, 1992’de Kürt sorunu çözüm planı hazırladı, ancak uygulamaya
koymadan rafa kaldırdı. Ne kadar hata ettiklerini görüyorlar. Kürt seçmeninden CHP oy
alamıyor. Kürt ve Alevi kökenli Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına gelmesi, CHP’nin
statükocu damarının yumuşamasını simgeliyor. Sezgin Tanrıkulu gibi Kürt politikasında etkili
olabilecek bir ismi vitrine taşıyorlar. Kürt sorunu konusunda açılım yapmazlarsa AK Parti ile
rekabet yapamazlar. CHP, öncelikle kendi kimlik sorununu çözmeli sonrada Kürt kimliği
meselesine sağlıklı katkıda bulunmalıdır. Kürtlere ‘dağ Türkü’ denildiği, Kürtlerin 2. sınıf
vatandaş sayıldığı, işkence, baskı ve yasaklara maruz kaldıkları darbe dönemleri geride
kalmıştır. AK Parti, Kürtlere bugüne kadar gelen Türk hükümetlerinin hepsinin üstünde
haklar vermiştir ve 12 Haziran’daki seçimden sonraki dönemde Kürt açılımını anayasaya
taşıyacaktır.
125
Waterloo'ya Türk yönetici: Prof. Dr.
Feridun Hamdullahpur
03/09/2009 Ottawa, Kanada
Waterloo Üniversitesi, Prof. Dr. Feridun Hamdullahpur’u 1 Eylül 2009’dan başlayarak beş
yıllığına 30 Haziran 2014’e kadar Akademi ve Provost’tan (bir numaralı yetkili müdür)
sorumlu rektör yardımcılığına atadı. 1 Kasım 2010’de ise rektör oldu. Kanada’da bu denli
başarılı olmuş bir Türk bulmak zor. Bunun sırları nelerdir?
126
Hamdullahpur, 2000 yılından beri Ottawa’da Carleton Üniversitesi’nde aynı görevi başarı ile
yürütüyordu. 4 yıldır başkanlığını üstlendiði Üniversitelerin Ulusal Araştırma Labratuvarı
Kurulu çerçevesinde Kanada’nın 2007 ile 2017 arasındaki genişleme projesini hazırladı.
DalTech-Dalhousie Üniversitesi’nde 1997 ile 2000 yıllarında yüksek lisans öðrencileri ve
araştırmalar bölümünde görev yaptı. Benzer işi 1993 ile 1997 arasında doktorasını yaptığı
Nova Scotia Teknik Üniversitesi’nde dekan olarak yürüttü.
28 milyon dolardan teslim aldıðı Carleton Üniversitesi araştırma bütçesini 101 milyon dolara
çıkartması nedeniyle, ekonomik krizin yaşandıðı bu günlerde dikkatleri üzerine çekti.
Kanada’nın en önemli ve büyük araştırma üniversitesi olan Waterloo Üniversitesi’ni
yönetecek olan Hamdullahpur ile veda etmeye hazırlandığı Ottawa’da Ağustos 2009’da bir
Tim Hortos Kahve dükkanında görüştük. Görüşmete kısa şort ve atlet ile saç sakal tıraşı
düzgün olmadan geldiği için fotoğraf çekemedim. Klasik bir Kanadalı rahatlığı içindeydi.
Kanada’ya ne zaman geldiniz?
F.H.: 1981’in Eylül ayında çalışma izni ile Halifax’taki Nova Scotia Üniversitesi’ne araştırma
mühendisi olarak geldim. Aslında mezun olduğum ve master yaptığım ıstanbul Teknik
Üniversitesi’nde doktoramı tamamlamama 6 ay kalmıştı. Türkiye’ye dönmedim, oradaki
doktoramı da tamamlamadım. Kimya mühendisliði alanındaki doktoramı Nova Scotia Teknik
Üniversitesi’nde üç buçuk yılda bitirdim.
Çok zor ve karışık bir dönemde Türkiye’de üniversite okumuşsunuz…
F.H.: Evet, 1980 öncesi çok kötü bir dönemdi. 1976’da mezun olmam gerekirken, olaylar
nedeniyle üniversite bir yıl kapatıldı; geç mezun oldum. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde
önce master yaptım, sonra asistan araştırmacı olarak çalışmaya başladım. Doğma büyüme
İstanbulluyum. Beş kardeşimin hepsi de İstanbullu. Dede babalarım ise 80 yıl önce İran’dan
göç etmiş Azeri Türklerindendir.
Kanada’yı nasıl keşfettiniz?
F.H.: Türkiye’de araştırma yapmak için hiçbir imkanımız bulunmuyordu, üniversitenin de
kaynağı yoktu. Bir hocam beni teşvik ederek akademik hayatı sürdürmemi istedi. Kanada’da
her türlü maddi ve manevi imkan, ayrıca mükemmel bir araştırma ortamı buldum. Temelli
kalmayı hiç düşünmüyordum. Daha sonra Kanadalı bir hanımla evlendim, iki oğlum doğdu.
Bugün biri 20 diğeri 22 yaşındalar, her ikisi de üniversiteye gidiyor.
Türkiye’de aldığınız eðitimin size katkısı oldu mu?
F.H.: Kanada’da elde ettiðim tüm başarıyı Türkiye’de aldığım eğitime borçluyum.
imkansızlıklar içinde ülkemde iyi bir eğitim aldım. Benim gibi olanlar, tam aldıklarını
ülkesine geri ödeme, meyve verme zamanı geldiğinde yurt dışına çıkmak zorunda kalıyor.
Çünkü ilerlemeniz, iyi bir araştırmacı olmanız için yeterli imkanı hazır bulamıyorsunuz.
İstanbul’da kalsaydım belki de bugün araştırmacı biri olamazdım. Burada kalmam sayesinde
sayısız Türk master ve doktora öğrencim oldu. Bulunduğum konumu ülkem ve
vatandaşlarımızın yararına kullandım, bir şeyleri geri vermeye çalıştım. Ülkemin bana
verdiğini unutamam.
Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığı döneminde bir danışmanlık maceranız vardı galiba…
127
F.H.: 1992 ve 1993 yıllarında hem enerji hem de çevre bakanlarının danışmanlığını
yapıyordum. Bir sene kadar İstanbul’da kaldım. Bu sırada Boğaziçi Üniversitesinde misafir
öğretim üyeliği yaptım. Akademisyen arkadaşlarım İsmet Uğursal ve İbrahim Dinçer ile çok
güzel günlerimiz geçti. Dinçer, bugün Oshawa’daki Ontario Üniversitesi’nde başarılı
çalışmalar yapıyor. Her ikimizde Türk genç akademisyenlerin ellerinden tutmaya çalışıyoruz.
Danışmanlık görevini uzatmak için tam bir anlaşma imzalanıyordu ki, Özal vefat etti. Kabine
dağılınca da sözleşme havada kaldı, imzalanmadı. Sonra tekrar Kanada’ya döndüm.
Türkiye ile Kanada’daki akademik ve araştırma ortamı arasındaki farklar neler?
F.H.: Türkiye’deki akademik ortamda çelişki var. Çok yetenekli ve başarılı arkadaşlarımız
bulunuyor. Dünya çapında ses getirecek çalışmalara imza atabilir, akademik dünyada etkili
olabilirler. Ancak motivasyon yok, ayrıca imkanlar yetersiz. Vizyon ve yaratıcılık
bulunmuyor. Kopyalama anlayışı var. Yeni bir fikir ve proje üretelim, acaba ne olabilir
düşüncesi pek az. Kendi yaratıcılığımızı ortaya koymamız lazım. Fikir bazında bazen bir
şeyler yapılıyor, ancak uygulamada pratiği yok. Bunun nedeni, üniversite camiasının endüstri,
iş dünyası ve genel olarak toplum ile bağlantılarının çok zayıf olması. Teorik çalışmalar
pratiğe dökülemiyor.
Sizce bunun nedeni nedir?
F.H.: İlkokuldan itibaren ezberci bir eğitim anlayışı uygulanıyor. Hangi kolej ve üniversiteyi
öğrenci seçecekse, robot gibi çalıştırılıyor. Ezberlemesi isteniyor, öğrenmesi deðil. Çok
bilgililer ama araştırmacılık yönleri yok. Öğrenci buna üniversitede de devam ediyor. Aşırı
yüklemeden dolayı beziyor, mezun olup kurtulmaya, hayata hemen atılmaya çalışıyor.
Öğrencilerin sosyal yönü çok zayıf. Bu öğrenciler bitiripte ne olacak? Bu sorunun cevabı
verilemiyor. Hedefi yok çünkü. Bu anlayış akademik hayata da yansıyor. ABD ve Avrupa
ülkelerinde yapılmış çalışmaların kopyalanmasının Türk akademik hayatına faydası olamaz.
Türkiye’nin her şeyi taklit, dış teknolojidir, yerli üretimi sayılıdır. Yeni, kendilerine özgü
orjinal çalışmalar yapmalılar. Bu alanda üniversitelerimizin vizyon sahibi olması ve
yönlendirme yapması çok önemli.
Sizin Carleton üniversitesindeki en büyük başarınız 28 milyon dolarlık araştırma
bütçesini 101 milyon dolara çıkartmanız olarak gösteriliyor. Bunu nasıl başardınız?
F.H.: Vizyona sahip iyi bir takımla çalıştım. Bizim en güçlü olduðumuz alanlar nedir, önce
onları belirledik. Dışarıda ne gibi kaynak, itme var onları tesbit ettik, kaynaklarımızı
birleştirdik. Akademik kadronun bürokraside boğulmasını engelledik, onları idari işlerden
uzakta tuttuk, sadece ilmi çalışmalara yoğunlaşmalarını istedik. Kanada’da üniversitelerin
tamamı genişleme planlamalarını toplayacağı bağışlar ve yardımlar üzerinden yaparlar.
Devletin üniversitelere desteği her geçen yıl azalıyor. Son ekonomik kriz ortamında bu sorun
daha da derinleşti. Güçlü sermayesi olan özel şahısların yapacağı bağışlar, yeni yapacağımız
üniversite ek binalarında en büyük kaynağımızı oluşturuyor. Bazısı yeni binaya veya bölüme
kendi adının verilmesini istiyor, kimisi kendi seçtiği araştırma alanında araştırma yapılmasını
şart koşuyor. Üniversite, binaların sadece elektrik, su, gaz gibi sabit masraflarını ödüyor.
Üniversite kaynaklarını katalizör olarak kullanıyor. Diyelim ki, 20 milyon dolar maliyeti olan
bir ek bina yapılacak, tamamını veya yüzde 95’ini üniversite dışı kaynaklardan bularak işe
başlıyoruz. Federal ve eyelet yönetimleri, destekleme programı çerçevesinde bazen yüzde
40’ını veriyor. Mesela 60 milyon dolarlık en büyük projemizin tüm maliyetini dışarıya çıkıp
topladık.
128
Peki Türkiye’de durum nasıl?
F.H.: Türkiye çok zengin olmalı. Özel üniversiteler dışında devlet üniversitelerinin genişleme
bütçelerinin tamamını devlet saðlıyor. Biz bir proje yürüttüğümüz zaman dışarıdan uzman
çağırıp üçüncü görüş alıyoruz. Objektif görüş alışverişi çok önemlidir, hem şeffaflığı sağlar
hem de ufuk açar. Türkiye, maalesef bunu yapmıyor. Doktora yapacak akademisyeni seçerken
bile biz bunu yapıyoruz. Başka üniversitelerden sahanın uzmanını getirip onun oyuna da
başvuruyoruz. Doktoraya öğrenci seçimini de, projelerimizi de kendi aramızda yapmıyoruz.
Böylelikle üniversitemizin imajı yükseliyor.
Türkiye’nin bugün araştırma bütçeleri çok az veya yetersiz olduğu için mi ciddi
akademik çalışma çıkmıyor?
F.H.: Tam tersine bugün Türk üniversitelerin imkanları çok iyi. Devlet Planlama Teşkilatı ve
TÜBİTAK’tan muazzam fonlar alıyorlar. Ancak bütçelerini inanılmaz kötü harcıyorlar.
Avrupa Birliği Bilimsel Araştırmaları Destekleme Fonu’ndan, hatta NATO’dan bile Türk
üniversitelerine kaynak akıyor. NATO, üyesi Kanada’nın üniversitelerine ise fon vermiyor.
Türkiye’de eksiklik bugün maddi değildir. Üniversite toplumu, toplumda üniversitenin
çalışmalarını niçin yaptığını anlamalı. Pratik hayatta, endüstri ve iş dünyasında karşılığı olan
araştırmaların yapılması çok önemlidir.
Bunların dışında başka kaynak bulma formülünüz var mı?
F.H.: Var. Nova Scotia’da iken federal ve eyalet yönetimlerine defalarca sunumlar yaptım,
yetkililere tavsiyelerde bulundum. Amerikalı yabancı bir şirket; mesela McDonald’s
Kanada’dan büyük paralar kazanıyorsa, bunun karşılığını topluma hizmet için üniversitelere
bağış yaparak ödemeli. Nihayet bu teklifim kabul gördü. Yabancı firmalar bugün Kanada
üniversitlerinin genişleme ve araştırma bütçelerine önemli bağışlar yapıyorlar. Aynı formülü
Türkiye de kullanabilir. Bunun için ülkemizde büyük kazançlar elde eden şirketlerin biraz
yönlendirilmesi gerekiyor.
ABD’ye Türkiye’den ciddi oranda doktora öğrencisi akını var, Kanada’ya neden az
geliyorlar?
F.H.: Kimi devlet bursuyla, kimi kendi imkanlarıyla gidiyorlar. Hatta bazı Amerikan
üniversiteleri Türk doktora öğrencilerini 60 kişi birden toptan alıyor. Bunlara bir yıl İngilizce
öğretiyorlar, ikinci yıl doktoranın zorluklarıyla karşılaşan 40’ı eleniyor veya kendisi
bırakıyor. Üniversiteler, üzerlerinden 2 sene para kazanmış oluyor. Çok sayıda Amerikan
üniversiteleri arasında ciddi kalite farkı var. Kaliteli olanlara zaten kaliteli öğrenci hak ederek
giriyor, burs da buluyor. Kanada üniversitelerinin seviyesi ABD’nin en kaliteli üniversiteleri
ile aynı seviyede, düşük seviyede yüksek öğretim kurumu yoktur. Eyaletler arasındaki
üniversitelerde kalite farkı da fazla yok. Toronto Üniversitesi ile Regina Üniversitesi üç aşağı
beş yukarı aynı seviyede eğitim veriyor.
Siz de doktora öğrencisi alıyorsunuz, onları nasıl bir sistemle yetiştiriyorsunuz?
F.H.: Bugüne kadar 50’den fazla master ve doktora öğrencim oldu. İlk sene onlara sizin
seviyeniz bu, benim seviyem bu diyorum. 2’inci sene seviyelerimizin eşit olmasını
bekliyorum. 3’üncü sene beni geçmelerini talep ediyorum. Limit koyar, sınırlama getirirseniz
129
gelişme olmaz. Çok iyi verim aldım. Elbette öğrencinin hocasını geçmesi kolay değildir.
Mesele hocadan fazla bilme değil karşılaştırma ile motivasyon, hedef göstermektir.
Öğrencilerimin bazen bir yerde saplandığını gözlemliyorum. Özel bir sorunu olduğunu
anlayıp doktorayı bir kenara bırakıp yardım etmeye çalışıyorum. Bir de bakıyorum ki, sorun
aşılmış öðrenci azimle doktorası üzerinde yoğunlaşıyor. İnsani ilişkiler, öğrencilerin
dertleriyle ilgilenmek başarı için önemlidir.
Carleton Üniversitesi ile Waterloo Üniversitesi’ndeki görevleriniz benzer gözüküyor.
Neden Waterloo’yu seçtiniz?
F.H.: Carleton’da 23 bin, Waterloo’da 30 bine yakın öğrenci var. Waterloo dünyanın en
yoğun “Co-op” denilen öğrencilerin ücretli istihdam edilip staj yaptığı bir üniversite, bu
alanda bir numara. Buna paralel olarak araştırma alanı çok daha köklü yerleşmiş. Mesela
Blackberry denilen cep telefonları Waterloo’da üretildi, dünyaya yayıldı. Görevlerim aynı
gözükse de, Carleton’daki bir numaralı müdürlük (provost) vazifem ile Waterloo’nun
sunduğu içerik arasında fark var. Waterloo’da hem akademi ve araştırma, proje ve planlarını
hazırlama, hem de bütçeyi onaylayan makam olarak maliyede son kararı veren yetkili
konumundayım. Bürokratik engellere takılmadan planlamanın bütçesini alacağım için
işlerimiz daha hızlı ve sorunsuz yürüyecek.
Waterloo’nun Dubai’de kampüs kurduðunu duydum, bu doğru mu?
F.H.: Evet, daha yeni inşaat ve makine mühendisliği fakülteleri açıp bir kampüs kuruyoruz.
İlk yıl 26 öğrenci ile başlıyoruz. Öğrenciler, 2 sene Dubai’de, 2 sene ise Waterloo’da
okuyacak. Ekonomik kriz ortamında üniversiteler kendilerine yeni kaynaklar aramaya
koyuldu. Pek çok ABD ve Kanada üniversitesi yurt dışında şubeler açıyor. Üniversitemizde
akademik kaliteden ödün vermemek için ekstra kaynaklar bulmalıyız.
Yoğun çalışma temponuz içinde bazı görevlerinizi bırakmayı düşünüyor musunuz?
F.H.: İlk yılım çok yoğun geçecek. 4 yıldır başkanlığını yürüttüğüm Kanada’nın bir ulusal
labratuvarı olan TRIUMF’deki görevimden ayrılıyorum. Altıdan fazla devlet kurumunda
sürdürdüğüm danışmanlık görevlerinden bazılarını azaltacağım.
Evinizi Waterloo’ya mı, yokya büyük şehir diye Toronto’ya mı taşıyacaksınız?
F.H.: Üniversiteye üç kilometre uzaklıkta ev satın aldım. işe yürüyerek veya bisikletle
gideceğim.
130
Prof. İbrahim Dinçer : Ahbap-çavuş
ilişkisini aşıp takım oluşturmalıyız
29 Şubat 2008 Toronto, Kanada
Prof. İbrahim Dinçer, Kanada’da 2002'de kurulan Ontario Üniversitesi'nin kurucu öğretim
üyelerinden biri olan ve aynı zamanda Makine, Otomotiv and İmalat Mühendisliklerinin
Bölüm Başkanlığını iki yıldan fazla yürütmüş, Kanada’da 2004’te Ontario eyaletinin en
büyük ödüllerinden biri olan “Premier’s Research Excellence Award (PREA)" alan ve de aynı
zamanda kendisinin hidrojen kaynaklı yakıt hücreli araçlar" projesine destek verilen biri.
Uluslararası boyutta kendisinin bile geçmişte tahmin edemeyeceği bir yerde bulunan, bir çok
bilim ve araştırma ödülleri sahibi olan Prof. Dinçer, bu bilim seyrine 1987 yılında
TÜBİTAK’ta başlamış ve burada 6 yıl kadar soğutma ve enerji alanlarında çalışmalar yapmış
bir bilim adamımız. Dinçer'in bilimsel makale sayısı 400’leri geçmiş, bilimsel aktivite sayısı
bir bilim adamının hayatına sığmayacak kadar`fazla, kitap sayısı 10'u geçiyor. İsmi bugün
enerji, exergy, hidrojen alanlarında dünyadaki ilk birkaç kişi arasında geçen ve gerek
uluslararası ve gerekse burada eyalet içinde çeşitli bakanlıkların Danışma Kurulu üyesi. Evli
ve 2'si erkek olmak üzere 5 çocuk babası olan Dinçer ile enerjiden teknolojiye ve spordan
politikaya kadar geniş bir yelpazede bir söyleşi gerçekleştirdik.
Çocukluğunuz nasıl geçti?
İbrahim Dinçer: 15 Mayıs 1964 Trabzon doğumluyum.1983'e kadar okuduğum tüm okullarda
hep vasatın altında bir öğrenciydim. 11 kardeştik, 1974'te ölen ayakkabı imalatçısı babamın
yokluğunu üç anneden olma 10 kardeşimle birlikte her daim hissediyordum. Ağabeylerimden
birinin bobinaj atölyesinde de yazları çalışıyordum. Hızlı futbolcuydum, Fiskobirlik'in
santrforu iken lakabım 'Bombacı' İbrahim idi.
İyi bir futbolcu iken nasıl bilim adamı oldunuz?
İbrahim Dinçer: Trabzonspor yıldız takımından İdman Ocağı'na kadar pek çok takımda
oynadım. Son olarak geldiğim Fiskobirlik'te de çok seviliyordum. Hem iki ayağımı
kullanabiliyor; hem hızlı koşuyor, hem de gördüğüm yerden kaleyi bombalıyordum.
Okuyabildiğim yere kadar okuyacak; olabilirsem topçu, olamazsam ağabeyinin bobinaj
atölyesinde usta olacaktım. Artık 19'una merdiven dayamıştım. Yani bir baltaya sap olma
131
vakti gelmiş de geçiyordu. Mahallemizde o yıllarda üniversiteye girenlerin sayısı o kadar
fazlaydı ki giremeyen sanki geri zekalı konumuna düşüyordu! Gerçi kimse benden üniversite
konusunda fazla umutlu değildi! Ama birşeyler yapmak, bir baltaya sap olmak hevesi ve hırsı
doğdu. Üstelik Sebat Gençlik'in teknik direktöründen bile ciddi teklif almış olmama rağmen,
gönlüm hep üniversiteye gitme yönündeydi.. “Futbolda para da vardı, ünlü olmakta, okuyup
ne yapacaksın, altı üstü bir mühendis olacaksın, ne kadar kazanacaksın” diyen teknik
direktörün.ısrarları mühendisliğe gitmeme engel olamadı!
Üniversite eğitiminden sonra neler yaptınız?
İbrahim Dinçer: Lise’de ortalama bir talebeydim. Selçuk Üniversitesi Makina Mühendisliği
bölümünde başlayan öğrenim hayatımda hep en iyi olmayı ve en iyisini yapmayı hedefledim.
Yıldız Teknik Üniversitesi Makina Bölümünü 1.5 yılda bitirdim. MSc derecesini ve İTÜ
Makina Bölümün de Doktora öğrenimini 2 yılda bitirerek PhD derecesini aldım. Tüm
üniversite öğrenimini Türkiye’de tamamladım. Master ve doktora öğrenimim sırasında
TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi’nde 6 yıl çalıştım. Daha sonra 1994 yılı başında
Kanada'da Victoria Üniversite'sinde öğretim üyesi olarak göreve başladım. 3.5 yıldan fazla
burada çalıştıktan sonra, 1997 Eylülünde Arabistan'daki Amerika’lıların kurduğu King Fahd
Üniversitesine geçtim. 2003 Temmuz'unda Kanada'ya geri dönerek Ontario Üniversitesi'nde
kurucu öğretim üyesi olarak çalışmaya başladım. Bir
çok ulusal ve uluslararası konferans, sempozyum,
çalıstay ve teknik toplantılarda başkanlık yaptım, öğretim üyesi olarak 100’e yakın etkinliğe
çağrılı konuşmacı olarak katıldım. Değişik uluslararası bilimsel kuruluşların aktif üyesiyim,
çok sayıda prestijli uluslararası dergilere, baş editör, ortak editör, bölgesel editör ve yayın
kurulu üyesi olarak hizmet veriyorum. Aynı zamanda, çeşitli araştırma, öğretim ve hizmet
ödüllerinin de sahibiyim. Enerji alanındaki öncü çalışmalarım nedeniyle her zaman
önerilerime ve görüşlerime uluslararası platformlarda başvuruluyor.
Ontario’daki 'The Premier’s Research Excellence Award (PREA)'ını nasıl kazandınız?
İbrahim Dinçer: Ontario’daki PREA ödülüyle aynı zamanda sunmuş olduğum hidrojen yakıt
pilli araçlar konusunda “Yakıt Pilli Araçların Sürdürülebilirlik, Termodinamik, Çevresel ve
Yaşam Ömrü Analizleriyle Değerlendirilmesi ve İyileştirilmesi (Assessing and Improving
Fuel Cell Vehicles through Sustainability, Thermodynamic, Environmental and Life Cycle
Analyses)” isimli projeme 150 bin dolarlık destek aldım. Bu proje, doktora öğrencileri ve
doktora sonrası araştırmacıları da kapsıyor. Bu ödül seçiminde dikkat edilen en önemli unsur,
adayın başarısı ve dünya bilimine katkılarıdır.
Bu proje neden bu kadar önemli?
İbrahim Dinçer: Kanada hükümeti son yıllarda hidrojen yakıt hücresiyle (fuel cell) çalışan
otomobillerin geliştirilmesi için yapılan araştırmalara en yüksek desteği veriyor. Benim de
alanım enerji olduğu için bu konuda bir araştırma gerçekleştirdim. Ben hidrojen yakıt hücreli
araçlar konusunda, bu araçların sürdürülebilirlik, termodinamik, çevresel ve yaşam ömrü
analizleriyle değerlendirilmesi ve iyileştirilmesi konusunda araştırmalar yaptım ve bu konuda
bir hayli yol katettim. Projenin ana amacı, tabiiki fosil kaynaklı yakıtlardan hidrojen
ekonomisine geçişte gerekli altyapı ve teknoloji gelişime katkıda bulunmaktı. Tabiiki yakıt
hücrelerinin kullanımı ana unsur.
Yakıt hücresi ne demek ?
132
İbrahim Dinçer: Hidrojen temelli elektrik motorlarıyla çalışan yakıt hücreli (fuel cell)
otomobillerde enerji, hidrojenin kontrollü olarak oksijenle reaksiyona girmesiyle elde
ediliyor. Reaksiyon sonucu ortaya çıkan elektrik enerjisi araçtaki mevcut elektrik motoru
vasıtasıyla otomobili harekete geçiriyor. Atık olarak geride sadece saf su ve biraz ısı kalıyor.
Sessiz bir kimyasal reaksiyondan ibaret olan bu olayda, gürültü, hareketli parça ve egzoz gazı
bulunmuyor. Sistem itibariyle akü bataryasına çalışma prensibiyle içten yanmalı motorlara
benzeyen bu yakıt hücresine, hidrojen sağlandığı sürece elektrik enerjisi alınıyor. Buradaki en
kritik konu, hidrojenin saf halde tıpkı LPG gibi tehlikeli ve patlayıcı bir madde olması. Bu
nedenle otomotiv üreticileri esas olarak hidrojenin depolanması ile ilgili sorunları aşmaya
çalışıyorlar.
Bu başarılı çalışmalarınızla Türkiye'nin enerji politikalarında danışmanlık
yapabilirsiniz, hiç davet aldınız mı?
İbrahim Dinçer: Davet üzerine 2004 yılı Temmuz'unda Enerji Bakanlığı'na bir brifing verdim.
Gerek bakan ve gerekse çeşitli enstitülerin müdürleri benim özgün görüşlerimden, plan ve
projelerimden faydalanacaklarını söyledi. Fakat sonrasında ses seda çıkmadı. Bunu çeşitli
başka davetler ve brifingler izledi; yine ses seda yok. Ne yazık ki, ülkemizde bir uyuşmuşluk
ve donukluk var, ileriye bakıp ona göre alternatifleri yakalama ihtiyacı fazla hissedilmiyor
gibi. Biraz açar mısınız? İbrahim Dinçer: Beni diğer rahatsız eden nokta, devletin 500 milyon
dolarlar düzeyine ulaşan araştırma-geliştirmeye ayrılmış bütçenin TÜBİTAK ve benzeri
kurumlar tarafinda doğru olarak kullanılamaması! Tüm gelişmiş ülkeler nasıl yapabiliriz de
yeni teknolojiler ve ürünler geliştirebiliriz veya mevcut teknolojileri iyileştirebiliriz diye
uğraşırken, öncelikli stratejik araştırma ve geliştirme alanlarını buna göre belirlerken, biz
ahbap-çavuş ilişkileriyle meşgulüz. Teknoloji geliştirme gerçek araştırma-geliştirme yapma
sanki amaç değilmiş gibi. Tabi olay böyle olunca, doğru bir patent alma veya yeni teknoloji
geliştirme durumu olmuyor. Lokomotif olması gereken TÜBİTAK gibi kurumlar ne yazık ki
gerekeni verememiş ve ülkeyi ileriye götürememiz oluyor.
Çözüm yolu nedir?
İbrahim Dinçer: Burada araştırma ve geliştirme için aldığımız her bir kuruşun hesabı
sorulurken, ülkemizde milyonlarca dolarlık araştırma-geliştirme fonlarının ne sonuçları
sorgulanıyor, ne de hesap soruluyor. Ülkemiz adına üzgünüm. Ama olay kişilerde, takım
kaptanında ve ekibinde bitiyor. Memleketimizde buna çok uygun güzel bir atasözümüzde
var... Çözüm: Ahbap-çavuş ilişkisini aşıp, işin başına hak edeni getirmek ve uygun takımı
oluşturmasını sağlamak. Burada iki bakanlığın danışma kurulu üyesiyim. Gönüllü olarak
beyin ham maddelerinden faydalanıyorlar, politikalar ve stratejiler şekilleniyor.
Peki ülkemizdeki temel sorun nedir?
İbrahim Dinçer: İlk önce sistemi oturtmak gerekiyor. Sistem kurumsallaşma demek, sistem
altyapı demek, sistem devletin koordinasyon yapması demek, sistem kurumsal ve sosyal
düzen demek, vs. Bunu tabii ki parti üstü bir politika kapsamına çekmek gerekir. Bu bizim
anladığımız demokrasi mantığından farklı bir olay. Devlet işleyişi için reçete basit: iyi bir
koordinatör, güçlü bir ekip ve yetenekli ve işini bilen danışma ekipleri. Ve de işi ehline verme
mantığı. Gelişmiş ülkeler tabiiki böyle yapıyor. İnternetin olmadığı bir dönemde Rahmetli
Turgut Özal, nerede alanında iyi olan Türk varsa bulup, görüşünü almıştı, hatta ekibine
katmıştı. Amaç ülkeye hizmettir, partisel ilkelere veya kişilere değil. O dönemde, bütün
133
kurumlar ataletten dinamik bir hareketlenmeye geçmişti. İnanılmaz bir ivmelenme oluşmuştu.
Tabii bu işler günümüzde internet gibi inanılmaz bir imkanın elde olduğu bir ortamda
yapılmıyorsaü bir şeyler yanlış demektir! Hangi kesimden siyasetçiyi ele alırsanız alın, kimse
akıllı ve işleyen ve sorgulayan bir beyin değil, onun yerine yağcı, itaatcı ve sorgulamayan bir
beyin istiyor! Eski dönemlerde hırsızlık, hortumculuk sistemi var diyor, es geçiyorduk. Peki
neden bu kısırdöngü bugün değişmiyor? Kötülerden kötü seçmek zorunda olmamalıyız..
Geleceğin enerji kaynağı Bor ve Toryum'da son durum nedir?
İbrahim Dinçer: Üzülerek görüyorum ki, ülkemizde enerji politikaları konusunda yanlış
yönlendirme yapılıyor, zaman kaybetmemiz hedefleniyor. Bor’a, Toryum’a ve bunun gibi
başka bazı kaynaklara takıldık, kaldık ve senaryoda, yabancılar bizim bunları kullanmamızı
istemiyor. En büyük örnek Bor! Bunun için ne denilmedi ki?! Her derde deva bir enerji
kaynağı, evde kalmışlardan tutunuzda kelliğe kadar herşeye deva olan bir kaynak gibi yıllarca
gösterildi ve milyonlarca dolar harcandı. Sözde araştırmalar yapıldı, sonucu size bırakıyorum.
Türkiye’de birçok toplantı ve konferansda bunları anlattım, neden enerji kaynağı olmadığını
da anlattım. Amerika’nın 'nasty element' diyerek bunu neden bıraktığını anlattım. Nükleer
santralde en uygun olan hangisi? İbrahim Dinçer: Bugün enerji ülkelerin siyasi politikalarına
yön veren ana unsur. Kendimizi silkeleyip gerçeklere dönmeliyiz. Ülkemizde ve
çevremizdekilere bakarak stratejik enerji haritaları çıkartmamız gerekir. Tabiiki nükleer
seçenek listenin içinde olmalı. Fakat bu olay, bugün evet dediğiniz andan nükleer tesisi açana
kadar 15 yıl kadar bir süre gerekiyor. Az gelişmiş ülkelerde bu 20 yıla kadar çıkabiliyor.
Özellikle hassas politik bir dönemden geçiyoruz, o bölgede böylesine önemli bir projeyi
hayata geçirmek bu kadar kolay olmayacaktır. Kanada’nın Candu teknolojisi bizim için en
uygun nükleer çözüm sayılabilir. Bu çerçeve’de AECL’den de etkin bir şekilde
faydalanılabilir. Fakat öncelikli olarak Kanada ile politik ilişkilerin iyileştirilmesi çok önemli.
Diğer alternatif enerji kaynakları
konusunda ne düşünüyorsunuz?
İbrahim Dinçer: Rüzgar santralleri konusunda projelerim var. Ülkemizde rüzgar santrallerinin
artırılması doğru bir seçenek. Güneş enerjisini depolanması teknolojisi konusunda çalışmalar
devam ediyor. Gözden kaçırılan husus, bunlar sadece yedek enerji kaynağı olabilir. Ana
kaynak olmak için yetersizler. Nükleer santral ana yükü sağlayabilir, fakat bugün tamam
deseniz enerji üretimine geçmek 15 seneyi bulupda geçebilir. Diğer alternatiflere bakmak
zorundayız! Geçmişte binlerce temeli atılan, ancak gerçekleştirilmeyen uydurma enerji
projeleri olmuştu. Bir kısım insanlar bundan rant sağladı. 'Dostlar alışverişte görsün' diye
yapılan, yapılacak gibi gösterilen, cep doldurulan projelerden bahsediyorum. Tabii olayın
işine yatırımlar, projeler girince hangi sektör olursa olsun, işleyen mantık aynı: birilerini
korumak. Bazı projeler, yıllarca sadece bazılarına verildi. Bugün sadece oyuncular değişti,
aynı mantık yine sürekliliğini koruyor.
Ülkemizde özelleştirmeler hızlanmaya başladı, yabancı yatırımcılar
milyar dolarlar getirmeye başladı...
İbrahim Dinçer: Paranın nereye, nasıl gideceği konusunda bir dünya haritası var. Artık
dünyada hiç bir yabancı yatırımcı sıcak para ile bir başka ülkeye gitmiyor. Medyada
milyarlarca, milyonlarca dolar yabancı sermayenin para getirdiğini, yatırım yaptığını
okuyorsunuz. Halbuki getirdikleri para değil, sadece isimleri, markaları. Sizin tesisinizi
özelleştiriyorlar, ham maddenizi, potansiyelinizi kullanıp uluslararası para fonları, finans
134
kurumlarına sizin adınıza kredi başvurusu yaptırıyorlar. İsimleriyle boy gösteriyorlar.
Türkiye'nin kefil olarak borçlandığı kredilerden para kullandırıyorlar. Hepsi bunların kağıt
ekonomisi, sanal ekonomi. Sonuçta, hiç bir riske girmeden piyasaya giriyorlar. Getirdikleri
para yok ki, batsınlar. Bir problem olduğunda zarara ugramadan ortadan kayboluyorlar!
Peki Arap sermayesi için ne düşünüyorsunuz?
İbrahim Dinçer: Pek çok üllke bu şekilde, büyük firmalara organik olarak bağlı, buna Arap
ülkeleri de dahil. Sadece kaynakların veya gelirlerin belli bir yüzdesini kullanabiliyorlar,
gerisi birilerinin kontrolünde daima. Yabancı yatırımcının mantığı aynı. Ülkenizde sıcak para
tutmadıkları gibi para kaçırma, manipüle etme hakkına da sahip oluyorlar. Ülkede gerçek
anlamda üretimin önü açılmayınca, teknoloji geliştirilip işgücü oluşturulmayınca sorunda
çözülmüyor. Turgut Özal, hayali ihracata yol açacağını bildiği halde ihracatı teşvik için
kanunlar çıkardı. Parayı ülke içinde tutmak için didindi. Paranın ülke içinde kalması, büyük
bir çoğunluğu yatırıma sevketti ve buda
istihdama dönüştü. Kısaca gelişmiş
dünya (ülkeler) aynı enerji haritaları, para akış haritaları hazırlamış durumda ve bunlara göre
oyunları düzenleyip oyunculari belirliyorlar.
Yeni çalışmalarınız var mı?
İbrahim Dinçer: 6 ile10 Temmuz tarihleri arasında İstanbul'da küresel ısınma konusunda
küresel bir konferans (www.gcgw.org) organize ediyorum. Amacı, bu çok önemli konuda
liderlik yapmak ve ülkemizi de ön plana çıkarmak, bu bakımdan İstanbul’u seçtik.
Araştırmacılar, bilim adamları, mühendisler, kanun yapıcı ve uygulayıcıların katılacağı
konferansda, öncelikle küresel ısınma ve iklim değişikliğindeki sorunun sadece bilim
adamları ve mühendisleri ilgilendirmediğini vurguluyoruz. Bu sorun, ekoloji, eğitim, sosyal
bilimler, ekonomistler, uluslar arası ilişkiler, informasyon teknoloji ve yöneticilere kadar
herkesi ilgilendiriyor. Enerji ve çevre kanunları, enerji kaynakları ve enerji çevirme
teknolojileri, enerji yönetimi ve konuşmaları, enerji güvenliği, yenilebilir kaynaklar, yeşil
teknolojiler, emisyonun azaltılması ve yok edilmesi, karbon vergisi, kalıcı gelişimler, kirlilik
kontrolü ve ölçülmesi ve kanun geliştirilmesi konularını kapsayan alanlarda konuşmalar
yapılacak.
135
Ordinaryüs Prof. Dr. Dimitri Kitsikis:
Modern Osmanlı Kuruluyor
Rahmetli Cumhurbaşkanımız Turgut Özal’ın danışmanlığını yapan
Kitsikis 1990’da Özal ile.
13/12/2007
Ünlü bir Türkolog olan Dimitri Kitsikis1970’ten beri Ottawa Üniversitesi’nde Uluslararası
Ilişkiler ve Jeopolitik Profesörü, Royal Society of Canada’da akademi üyesi. Doktora
ünvanını 1963’te Paris, Sorbon’dan, aldı. Yunanistan’ın tanınmış, Hıristiyan-Yunan-Ortodoks
geleneğine dayanan entellektüel, köklü bir ailesine mensup. Çocukluğundan beri Türkler ve
Yunanlılar arasında bir uzlaşı sağlama fikrine sahipti. Bu iki milleti Yunan-Türk
Konfederasyonu içinde birleştirmek, Osmanlı Imparatorluðunu yeniden hayata geçirmek ve
canlandırmak düşüncesindeydi. Yunanistan başbakanı Konstantinos Karamanlis’in 1960 ve
1970’lerde danışmanlığını yapan Dimitri, merhum Turgut Özal’ında danışmanıydı. Çin
tarihiyle ilgili yayınlar yaptı, dersler okuttu ve Çinli liderler Mao Zedong ve Deng Xiaoping
ile yakın temasta oldu. Yunanlıların Türkler tarafından köleleştirilmesi, Osmanlı
İmparatorluðu hakkında Yunanistan okullarında ve üniversitelerinde işlenen tezler, örneğin
Gizli Okullar gibi konular Dimitri Kitsikis’in eserlerinde sorgulandı ve Yunanistan’da büyük
tartışmalar başlattı. Fotohistory (Resim tarihi) olarak bilinen çalışma alanı kurdu. 6 şiir kitabı
olan tanınmış bir şair. 1991 yılında öldürülen Türk gazeteci Abdi Ipekçi adına verilen ilk
Yunan-Türk ödülüyle onurlandırıldı. 2007'de 34. kitabı Antik Çağdan Bugüne Yunan ve Çin
Tarihinin Bir Karşılaştırması başlığıyla yayımlandı. Atina’daki “Dimitri Kitsikis Halk Vakfı
ve Kütüphanesi” devlet tarafından kendisine tahsis edildi. Kitsikis, beş dakikada sıcak ilişki
kurulabilen bir dost, bir Osmanlı sevdalısı... 2007 yılında Toronto’da düzenlediğimiz
Uluslararası Mevlana Sempozyumunda konuşmacı olan Dimitri ile samimiyetimizi oldukca
geliştirdik. Onu bazıları aykırı görüşlere sahip uçuk biri olarak görüyor. İlerlemiş yaşına
136
rağmen Carleton üniversitesinde ders vermeye, kitap ve akademik makale yazmaya devam
ediyor. Bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ile gençlere taş çıkartıyor...
Türkiye’de yayımlanan Türk-Yunan Imparatorluğu adlı kitabınızda Osmanlı
imparatorluğunun Türklerin ve Yunanların ortak imparatorluğu olduğu tezini ileri
sürüyorsunuz. Bu tezinizi ispatlayacak tarihi belgeleriniz var mı?
Dimitri Kitsikis : Tarih bize Osmanlı imparatorluğunun Büyük Iskenderin Milattan önce 4.
yüzyılda kurduğu imparatorluğun son manzumesi olduğunu öðretir. Putperest Roma
imparatorluğunda gelişen, daha sonra Bizans adıyla Ortadoks Hristiyan imparatorluğuna
dönüşen manifesto, Osmanlı adında Alevi-Bektaşi-Roma imparatorluğuna çevrildi ve 1923’de
sona erdi. Batıda milliyetçi, ırkcı ideoloji 18.
yüzyılda ortaya çıkana kadar Osmanlı, çok dinli,
çok kültürlüydü. Osmanlı imparatorluğunu yaşatan farklılıklara saygı duymasıydı. Bu
gereklilik sömürgeci mantıkla karıştırılmamalı. Batı hiçbir zaman imparatorluk
kuramamamıştı. Osmanlı dönemi, eşitliğe dayalı tolerans ve saygıda zirveye çıkmış 2500
yıllık uzun imparatorluk kültürünün devam ettiğini gösteriyordu.
Türk ve Yunan milletleri ne zaman birbirinden ayrışmaya başladı?
Dimitri Kitsikis : Osmanlı’da Türkler, Yunanlılar, Ermeniler ve Yahudiler dört temel milletti
ve bunlar içinde Sünni Türkler ve Ortadoks Yunanlılar çok önemliydi. 19. yüzyılda
imparatorluğu oluşturan iki önemli milletten Yunanlılar Türklerden ayrışmaya başlayınca
sosyal krizler çıkmaya, imparatorluk çatırdamaya başladı. İşte o zaman emperyalist Batı,
imparatorluğu sömürmek istedi. Batı’dan milliyetçilik, ırkçılık mikrobu sunuldu. Buna
rağmen Ortadoks Kiliseler, padişaha olan bağlılıklarına devam ettiler.
Kimler, neden bu ayrışmayı istediler?
Dimitri Kitsikis : Diasporada yaşayan Yunan iş dünyası ve entellektüel çevre, Batıdan ve
masonların ayrılıkcı provokasyonlarından etkilendi. 1821’de bir yüzyıl süren ayrışma dönemi
başladı ve 1923’de tamamlandı. Bunu Türklerin ve Yunanlıların yüzyıl süren iç savaşı olarak
niteliyorum. 11. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar Türkler ve Yunanlılar omuz omuza ortak
imparatorlukları olan baba toprağını liberalleştirdi, emperyalist Batı’ya karşı savundular. Fatih
Sultan Mehmet, 1453’de İstanbul’u almasıyla iki millet için tarihin en büyük kurtarıcısı oldu.
Türkiye’de yapılan son kamuoyu araştırması Türklerin yüzde 73’nün halen Yunanlıları
sevdiğini gösterdi. Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyanni, bunu açıklayınca
Yunan kamuoyu çok şaşırdı. Peki Yunanlılar hala neden Türklerden nefret ediyor?
Dimitri Kitsikis : Batılar, Yunanlıların Türklerden nefret etmelerini istediler. Türkler,
imparatorluğun her yanını ırkçılık mikrobu sardıktan sonra, yüz yıl sonra uyandılar. Yunanlı
kardeşlerini sevmeye devam ettiler ve Yunanlıların kendilerinden neden nefret ettiğini
anlamakta güçlük çektiler. Bu fitnenin Batıdan kaynakladığını bilemediler. Bu nedenle bugün
pek çok Türk halen Yunanlı kardeşlerini sever, buna karşılık daha az sayıda Yunanlı Türkleri
sever.
Okullarda okutulan ders kitaplarından henüz ırkçılık propagandasını iki tarafta
kaldıramadı. Resmi tarih kitaplarından bu anlamsız nefreti ne zaman çıkartacağız?
137
Dimitri Kitsikis : Son 20 yılda iki tarafta Ege denizinde yaşanan veya yaşanabilecek ırkçı
gerginlikler nedeniyle teyakkuzda kaldı. Okullarda okutulan tarih kitapları mitlerle, nefretden
beslenen önyargılarla dolu. İşadamlarımız ve entellektüel çevrelerimiz biraraya gelerek
Türkiye ve Yunanistan Konfederasyonu perspektifini masaya yatırmalılar. 1978’de bu fikri
kitabımda ortaya attım ve iki ülkenin hükümetlerine de tavsiyede bulundum. Bugünkü
politikacılarımız Dora Bakoyanni ve Giorgos Papandreou, bu önerimi biliyorlar.
Yunanistan Avrupa Birliği’ne üye olduktan sonra siyasi ve ekonomik egemenliğini,
kültürünü ve milletini sınırlar içine teslim etmiş oldu. “Osmanlı bizi sömürdü” diyen
ırkçı Yunanlıların neden sesi çıkmıyor, AB’de mutlu musunuz?
Dimitri Kitsikis : AB, Yunanistan için altından bir hapishanedir. 1815’deki Kutsal Birlik
girişimi gibi kapitalizme karşı potansiyel sosyal karşı durmanın önü alınmıştır. Türkiye için
çözüm yolu bu altın hapishaneye girmek değildir. Eğer Yunanistan’ın AB ile ilişkileri, birliğe
olan bağlılığı zayıflatılırsa Türkiye ile Yunanistan’ın Konfederasyon kurması daha akıllıcadır.
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy doğruyu söylüyor. Yunanistan ve Türkiye, yanlarına İsrail’i
de alarak Akdeniz Birliği oluşturmalılar. Bu konfederasyon özel bir anlaşma ile AB’yle
ilişkide olmalı.
Türkiye, Atatürk tarafından ulus devleti olarak kuruldu. AB’ye üye olunca kendi
kimliğini kaybederek asimile olacağını mı düşünüyorsunuz?
Dimitri Kitsikis : AB’nin amacı sadece kapitalizmin istikrarını üye ülkelerde sağlamak değil.
Aynı zamanda üyelerini ulus devletlerden Katalonya ve Patanya’da yaptığı gibi AB
eyaletlerine dönüştürmeye çalışıyor. Ulus devletler yok ediliyor. Yunanlılar gibi Türklerde
bunu kabullenemezler. Türkiye ve Yunanistan, ABD’nin sunduğu çözüm önerisini takip
edebilirler. Washington Türkiye ve Yunanistan’i büyük bir konfederasyona dönüştürerek
AB’nin etkisine karşı balans ayarı yaptırmaya çalışıyor. Ayrıca AB ile ilişkide olacak bu
oluşumun AB’nin çözülmesine yarayacağını düşünüyor.
ABD’nin Osmanlı imparatorluğunu yeniden diriltmeye çalıştığını mı söylemek
istiyorsunuz?
Dimitri Kitsikis : ABD, Türkiye ve Yunanistan’ın etkisi azaltılmış genişletilmiş bir
konfederasyon planlıyor. Bu oluşuma Kürt devleti, Gürcistan, Ermenistan ve İsrail
Ortadoğu’dan katılacaklar. Batıda ise Yunanistan, Bosna, Kosova, Arnavutluk ve Makedonya
dahil olacak. Osmanlı imparatorluğu yeni modern bir formatda canlanacak. Ottawa’nın
Kanada’nın başkenti olduğu gibi İstanbul Konfederasyonun başkenti olacak. Türkçe ve
Yunanca, konfederasyonun iki resmi dili olarak belirlenecek. Diğer bağlı devletler kendi
dilleri Arnavutca, Makedonca, Kürtce, Ermenice, Gürcüce, Arapca ve İbranice kullanmaya
devam edecekler. Alevilik ve Ortadoksluk iki ana din olarak İstanbul’da oturacak sultanın
koruması, garantisi altında olacak. Osmanlı’da Bektaşi Alevi, Ortadoks üyeleri dinamikti, bu
sosyal olgu bugün de kaybolmadı. Türk ve Yunan Konfederasyonu geçmişte başarılı oldu,
tekrar kurulursa bugünkü Kanada federasyonu gibi başarılı olabilir.
Çok radikal bir öngörünüz var. Peki Osmanlı’nın temel dini yapısını oluşturan Sünni
Türklere ne oldu, ne olacak? Bu planınızı neye dayandırıyorsunuz?
Dimitri Kitsikis : Söz konusu analizlerimin doğruluğunu yazdığım onlarca kitapta, yüzlerce
bilimsel yazımda, konferanslarımda ispatladım. Bir Tarih Profesörü, araştırmacı ve kamuya
138
mal olmuş bir figür olarak 1960’dan beri devam eden 47 yıllık üniversitelerde öğretim
üyeliðim var. Türkiye’nin eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve Yunanistan’ın önemli politik
figürü Giorgos Papandreou’a danışmanlık yaptım. En büyük hayalim Türk ve Yunan
kardeşliğinin tekrar imparatorluğa dönüştüğünü görmek. Türk ve Yunan kamuoyuları uzun
yıllardır gerçekleri görmezden geldi, ortaya koyduðum planı halende inkar etmeye devam
ediyorlar. ABD Dışişleri ve politik karar merkezleri, uzun süre olayın farkına varamadı,
devlet arşivleri buna şahittir. Ancak son dönemde Washington, bu planın çalışabilir olduğunu
anladı ve uygulamaya koydu. şimdi sorgulamanın tam zamanı.
Star gazetesinden köşe yazarı Nasuhi Güngür, 23 Nisan 2010 tarihli yazısında Canadatürk’te
yayımlanan bu röportajımdan yararlanarak şunları kaleme aldı:
Dimitri Kitsikis, Yunanistan deyince benim aklıma gelen ilk isim. İletişim Yayınları’ndan
çıkan ‘Türk-Yunan İmparatorluğu’ kitabı, biz de hak ettiği ilgiyi görmedi. Ancak komşu
ülkede, özellikle okur yazar kesimde kıyametler kopardı. Dimitri Hoca’yı tanıtmaya
kalkışırsam, herhalde bana ayrılan yeri tüketmiş olurum. Şu kadarıyla yetineyim. İki ülkenin
ortak tarihi üzerinde kafa yoran ciddi bir entellektüel. Mao’dan Turgut Özal’a kadar pek çok
liderle yakınlığı olmuş, Yunanistan’da köklü bir ailenin çocuğu. Çok sayıda şiir kitabı
olduğunu da ekleyelim. Kendisiyle 2008 yılının sonlarında Kanada’da tanışmak kısmet oldu.
Müthiş sıcak, samimi ve kelimenin tam anlamıyla bir Ortodoks Hıristiyan. Uzun yıllardır
Ottowa Üniversitesi’nde dersler veriyor. Birlikte Türk yemekleri yapan bir mekanda saatlerce
sohbet ettik. Kendisi ve eşi Ada Hanım (evet, eşi Türk değil, ama ismi Ada), zamanlarının
önemli bir bölümünü oradaki Türklerle birlikte geçiriyor.
Dimitri Hoca’nın kıyamet koparan tezlerine gelince. Şöyle özetleyebilirim. Bahsettiğim
kitabında ve kendisiyle yapılan söyleşilerde Osmanlı’nın Türklerin ve Yunanlıların ortak
imparatorluğu olduğunu anlatıyor.
Osmanlı’da Türkler, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler dört temel unsuru oluşturuyordu ve
bunlar arasında Sünni Türkler ve Ortodoks Rumlar elbette öncelikle sayılan kesimlerdi ve
imparatorluğun asıl çöküş süreci bu ikisi arasındaki sorunların tırmanmasıyla başladı.
Dimitri Kitsikis bakın bu durumu nasıl anlatıyor: ‘Diasporada yaşayan Yunan iş dünyası ve
entellektüel çevre, Batıdan ve Masonların ayrılıkcı provokasyonlarından etkilendi. 1821’de
bir yüzyıl süren ayrışma dönemi başladı ve 1923’de tamamlandı. Bunu Türklerin ve
Yunanlıların yüzyıl süren iç savaşı olarak niteliyorum.’
Devamında neler olduğunu yine ondan dinleyelim:
‘Batılar, Yunanlıların Türklerden nefret etmelerini istediler. Türkler, imparatorluğun her
yanını ırkçılık mikrobu sardıktan sonra, yüz yıl sonra uyandılar. Yunanlı kardeşlerini sevmeye
devam ettiler ve Yunanlıların kendilerinden neden nefret ettiğini anlamakta güçlük çektiler.
Bu fitnenin Batıdan kaynakladığını bilemediler. Bu nedenle bugün pek çok Türk halen
Yunanlı kardeşlerini sever, buna karşılık daha az sayıda Yunanlı Türkleri sever.’ (Faruk
Arslan tarafından yapılan bu kısa, ama çarpıcı söyleşiye www.canadaturk.ca adresinden
ulaşabilirsiniz.)
‘Türkiye, bölgesinde etkin bir güç haline geliyor, komşularıyla yaşadığı saçma sapan sorunları
aşarak, yeni ilişkiler, yakınlıklar kuruyor. Hatta bu yetmez ittifaklar, federasyonlar kurmalı.’
dediğimiz zaman duymadığımız söz kalmıyor. Umurumda bile değil. Geldiğimiz şu aşamada
139
Türkiye ve Yunanistan arasındaki yakınlaşma, altını çizerek söylüyorum, gelecekte çok daha
ciddi birlikteliklerin kapısını açabilir.
Amerikalı Dr. Jill Carroll'a göre Gülen
Devrimizin En Önemli Düşünürü
12/12/2007 Toronto, Kanada
Teksas’ta Rice Üniversitesi Boniuk Merkezi Dinlerde Tolerans Çalışmaları Kürsüsü Başkanı
Prof.Dr. B. Jill Carroll, Toronto Üniversitesi'nde düzenlenen Mevlana sempozumu için
Toronto'ya geldi. Carroll'un 2007’de ABD'de yayımlanan A Dialogue of Civilizations:
Gulen's Islamic Ideals and Humanistic Discourse kitabı, dünyanın en büyük online kitap satış
sitesi Amazon’da kategorisinde en çok satan kitaplar arasında yer almıştı. Houstan merkezli
Dinlerarası Diyalog Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Muhammed Çetin tarafından Türkçe'ye
çevrilen kitap, kısa bir süre önce Türkiye'de okuyucusuyla buluştu.
Dünya'da dinler arasında diyaloğun kurulması için seminerler vermek amacıyla kurduğu
Religiosites Inc'in başkanı olan Carroll, yine kurucusu olduğu Adjunct Solutions için Kuzey
Amerika'da danışmanlık hizmeti veriyor. Rice Üniversitesi'nde Insan Hakları ve Dinler
konulu dersler vermeye devam eden Carroll, Konfüçyüs, Plato, Immanuel Kant, John Stuart
Mill ve Jean Paul Sartre ile Fethullah Gülen arasında benzerlikler olduğunu düşünüyor.
140
Röportajımızı Carrol, sempozyumdan Toronto havalimanına dönerken arabamda
gerçekleştirdik. Carrol’un şoförlüğünü yapmak büyük bir zevkti...
Türkler ile nasıl tanıştınız?
Jill Carroll: Houstan merkezli Dinlerarası Diyalog Enstitüsü'nin davetiyle Teksas, Oklahoma
ve Kansas'tan 20 profesörle birlikte Aralık 2004'de Türkiye'ye diyalog gezisine gittik. Bizi
çaðıran gençlerin siması güven telkin ediyordu. Hepimiz ilk defa Türkiye'yi görecektik,
doğrusu ne beklediğðimizi de bilmiyorduk. Türk ailelerin evlerine misafir olduk, özel eğitim
kurumları ve hastaneler gezdik. Hepsi çok iyi insanlardı. Bir sosyal aksiyon haraketi ile
muhatap olduðumu hemen anladım. Daha sonra öğrendim ki, hepsi Fethullah Gülen'in
konuşmalarından, derslerinden, eğitim mesajından bir şekilde etkilenmişti. Izmir'de başlayıp
önce Türkiye'ye sonra tüm dünyaya yayılan bu eğitim ağırlıklı sosyolojik haraketi incelemeye
karar verdim.
Kitap düşüncesi nasıl oluştu?
Jill Carroll: Kasım 2005'de başkanı olduğum kürsüde Gülen'in fikirlerinin tartışılması için
ABD, Avrupa ve Merkezi Asya ülkelerinden geniş katılımın olduğu bir konferans
düzenledim. Ortak tertiplediğimiz pek çok panel, ders ve etkinliklerle çalışmalarımız devam
etti. Mayıs 2005 ve Haziran 2006'da tekrar Türkiye'ye giderek Gülen'in kişisel olarak
şahıslara ve topluma ne kadar etki ettiğini gözlemlemeye çalıştım. Gülen ile ilgili pek çok
tercüme kitap okudum, çok sayıda insandan görüş aldım. Sufızm, Türkiye tarihi ve Gülen
uzmanı değilim. Ama 15 yıldır dünya dinleri, felsefesi ve insan hakları gibi konularda lisans
ve lisans üstü öğrencilerine dersler veriyorum. Batı ile Doğu dinleri arasında karşılaştırmalı
olarak dini felsefeleri inceliyoruz. Gülen'in fikirlerini okur okumaz, geçmişte yaşamış dünya
entellektüelliğine katkıda bulunmuş büyük filazoflar ve düşünürlerle arasında bir ilişki olduğu
düşüncesi kafamda canlandı. Kitap, Nisan 2007'de basıldı, epey araştırma yaptım.
Gülen ile yüzyüze görüştünüz mü?
Jill Carroll: Evet. Bir çok hastalıkla boðuşmasına rağmen vakit ayırıp benle görüştü. Kafama
takılan soruları sordum ve cevaplarını aldım.
Kitabınızda Gülen ile karşılaştırma yaptığınız düşünürleri neden seçtiniz?
141
Jill Caroll: Konfüçyüs, Plato, Immanuel Kant, John Stuart Mill ve Jean Paul Sartre'yi seçtim.
Çünkü bunlar Gülen gibi farklı din, tarih, kültür ve zaman döneminden gelmesine rağmen
insan merkezli fikir beyan eden Hümanist düşünürler. Bazıları farklı düşünebilir ve dini olan
ile olmayan Hümanizmi veya Hümanistti birbirinden ayırmak isteyebilir. Bilimsel tanım
böyle değildir. Herşey insan içindir ve Hümanizm'in temeli olan bu fikir ateist insanlarla
başlamamıştır; eski Yunan medeniyetinde izleri vardır. Rönasans döneminde Allah'tan
uzaklaşılması nedeniyle dinsizlerin perspektifi diye modern döneme ayrı bir Hümanizm yolu
taşınmıştır. Hristiyanlık, bu noktaya kanlı savaşlardan sonra geldi. Insanın gücü harakete
geçirilerek Allah'ın kainata koyduðu kanunları keşfettiler. Bunu Allah'a rağmen veya karşı
güç kullanarak yapmadılar. Aslında Islam dünyası, bilimi çok evvelden keşfetti ve geliştirdi.
Islam'da Hümanizm, Rönasansdan çok önce gelişti. Rönasans, bu dönemden faydalandı. Ikisi
de kainata Allah'ın yerleştirdiği bilinmeyenleri bulmak için ter döktü.
Gülen ve diðer düşünürleri hangi temalarda aynileştirdiniz ve karşılaştırdınız?
Jill Carroll: Insan yaşamıyla ilgili beş ana temada fikirlerini yakalamaya çalıştım. Bunlar;
insanın değeri ve onuru, özgürlük, ideal insanlık, eğitim ve sorumluluklar. Bu temalar eski
zamanlardan bugüne kadar çok iyi bilinen merkezi konulardır. Gülen'in Islam içindeki
fikirleri ve çok güçlü olan ifade tarzı beni etkiledi. Gülen'in diğer düşünürlerden en önemli
farkı, kendisini dinleyenleri devleti ele geçirme düşüncesinden uzak tutmayı başarması, ideal
bir topluma ulaşmak için Plato ve Konfüçyüs'ün aksine, hedef göstermemesi. 15 yıldır
derslerde öğrencilerime bu konuları zaten anlatıyordum. Bu nedenle Gülen'in seküler veya
dindar olması farketmezdi. Gülen’i, Islam’ı Mevlana gibi anlayan bir düşünür olarak gördüm.
Herkesi olduğu gibi kabul etme, insan olduğu için tüm insanlara değer verme erdemi, Gülen'i
farklı kılıyor ve Islam'ı Mevlana gibi anladığını gösteriyor.
Batı’da Mevlana’yı yanlış yorumlayanlar olduðunu görüyoruz. Bu konuda ne
düşünüyorsunuz?
Jill Carroll: Iki büyük tehlike görüyorum. Birincisi, Mevlana’nın barış ve sevgi mesajını
yüzeysel ve duygusal olarak ele alıp dini çok basitleştirenler var. Mesela Mevlana’ya yaslanan
New Age Akımı, dini yaşamı çok basite indirgiyor. Oysa Mevlana derin ve koyu bir
Müslüman. Hz. Muhammed’e ve Kuran’a bağlı. Onun yolu çilelerle dolu, zirveye çıkmak,
olgun bir insan olmak hiçte kolay deðil. Mistik bir gezintiye çıkarak kıyısında duranlar ve
kendisini avutmak isteyenler yanılıyor. Vitrin seyrederek Mevlana öğretisi anlaşılamaz.
Ikincisi, mesajı aşırı mistikleştiriliyor. ‘Bir bardak şarap iç, sonra sev’ diyenler bile var.
Mevlana, cinsel bir sevgiden değil Allah sevgisinde derinleşmeden bahsediyor. Mevlana bir
fenomen. O bir dualist değil, inancı saðlam. Allah sevgisinin zirvesine çıkıp insan sevgisinin
önemini ve insani ilişkiler gerçeğini keşfetmiş evrensel bir din alimi. Yaşadığı dönemde çok
dinli bir ortam var; Konya, birbiri içine geçen dini kültürlerin huzur içinde yaşadığı bir kent.
‘Önce kendin gibi ol, sonra başkasıyla ol, başkasını ne olursa olsun affet’ kültürünü dini
referansları sayesinde gerçekleştirdi. Bu barış mesajına 21. yüzyılda ihtiyacımız var.
Başka dinlerde de Mistizm var, Mevlana’nın farkı nedir?
Jill Carroll: Tüm büyük dinlerde Mistizm geleneği vardır. Bu geleneği sürdürenlerle
uluslararası konferanslarda biraraya geliyoruz. Insanlar, akademik dini seminerlere değil
onların fantastik söylemlerine ilgi gösteriyor. Allah’ı tanımak, bilgisine ulaşmak zordur.
Sadece tecrübe ile o bilgiye yaklaşılabilir. Mevlana, doğmatik deðildir. Tecrübeyle, o bilgiye
ve sevgiye kavuşmuştur. Şems ile karşılaşmadan önce tamamen farklı bir insan olan Mevlana,
142
hayatında hiç şiir yazmamıştı. Sufizm hayatında yoktu. Şemsi kaybedişiyle birlikte aşkında
yandı; yani biri hayatını deðiştirdi. Burada insan ilişkilerinin önemini anlıyoruz. Mistik
derinliğe şiirleriyle erdi. Okyanus gibi bağrını herkese aç diyerek ufkunu genişletti. Onun
sevgisi duygusal değildi, bir tutku, bir gönül bağlılığıydı. Bu yolla tertemiz aşka ulaştı. Onun
Allah aşkı böyle bir zirvedeydi, bu nedenle insanları sevdi.
Doğumundan 800 yıl sonra, yaşadıðımız 21. yüzyılda Mevlana’nın mesajı neden hala
önemli?
Jill Carroll: Nükleer faciaların, soykırımların, ölümlü nefret savaşlarının, etnik katliamların
yaşandığı bir 20. yüzyıl geçirdik, halende bu vahşetler devam ediyor. Başkasını anlamaya ve
sevgi sunmaya çok muhtacız. Tüm dinlerde barış mesajı vardır ve bu değerleri anlayarak
dünya barışına hizmet edebiliriz. Mevlana’nın felsefesi, bu evrensel barış mesajını tüm
dinlere, insanlara sunuyor. Başkasını değiştirmeye çalışarak değil Mevlana gibi sinemizi
herkese açarak, evrensel yaklaşarak orta yolu bulabiliriz.
Diyalektik materyalizmin baskısı ve etkisi altında olan bir toplumda yaşıyoruz. Din ile
Bilim, sanki barışmaz gibi gösteriliyor. Sekülerleşme kutsallaştırılıyor. Bu ayrışma ne
zaman sona erecek?
Jill Caroll: Sekülerleşme, yani laiklik gerekli. Din de vazgeçilmez bir olgu. Ikisi arasında
birbirine geçen unsurlar var. Politik olarak devletin dinileştirilmesi düşünülemez. Toplumun
üyeleri dindarlaşabilir. Dini dışlayan bir sekülerizmin de yaşama şansı zayıf. Bu noktaya uzun
bir süreçten sonra gelindi. Dinlere ve inançlara saygı ve hoşgörü açısından laiklik elzem.
Ancak Fransa ve Türkiye'de uygulanan katı laiklik, bu tanımın dışında yer alıyor.
Hoşgörüsüzlük zorba laiklik doðurur.
143
Roman Katolikleri Ekumenik ve Dinlerle İlişkiler Müdürü
Damien MacPherson: Katolikler, kurtuluş
kapsamını genişletti
23 Nisan 2008 Toronto. Kanada
Roman Katolikleri Ekumenik ve Dinlerle İlişkiler Müdürü MacPherson: Çok katı Katolik
söylemler değişti. Eskiden kurtuluş alanı dışındalar diye tüm dünyaya misyonerler
gönderilirdi. Papa 2. Jean Paul’un dünyayı değiştirdiğini söyleyebilirim. Önce Katolikten
başka Hıristiyan mezheplerde de kurtuluşun olduğu kabul edildi. Daha sonra müslümanlar
içindende kurtulan olabileceği benimsenerek asırlardır süren gereksiz çatışma ortadan
kaldırıldı. Bugün Katolik dünyası, tüm inançlar içinde kurtuluş yolu olduğunu görüşüne doğru
gidiyor, kurtuluş alanı genişletiliyor.
Farklı ve renkli bir sima ile röportaj yapıp, yemek yedik. İsmi Damian MacPherson. Katolik
bir papaz olarak evlenmiyor ve üst düzey bekar papazların kalabildiği St. Michael
Katedralinde yaşıyor. Toronto Archdiocese Merkezi’nde çalışıyor, Roman Katolikleri
Ekumenik ve Dinlerle İlişkiler Müdürü. Yakınlarda hem Toronto Bölgesi Dinler Konseyi'nin
(TAIC) ve Ulusal Müslüman Hıristiyan Liaison Komitesi başkanı seçildi. Habitat Ulusal
Danışma Konseyi’nin üyesi. 100 yıldır faaliyet gösteren Hıristiyan Birliği ve Ekumenik
grubunun aktif papazlarından. MacPherson ile Vatikan’dan Papalara, dünya ve dinlerin
nereye gittiğine dair pek çok alanda ilgi çekici konularda konuştuk.
Nerelisiniz? Kaç kardeşsiniz?
Damian MacPherson: Nova Scotia’da doğdum. Ailem aslen İskoç kökenlidir. Aile içinde
kendi yerel dilimizde sadece anne ve babam aralarında konuşurdu, biz unuttuk. 10’u erkek,
3’ü kız, 13 çocuklu bir ailenin 8. çocuğuydum. Büyük ve mutlu bir aileye sahiptim. Babam
halıcı idi, annem ise ev hanımı. Bu kadar çocuğa bakmak kolay değildi.
Nerede eğitim aldınız, müslümanlarla ne zaman tanıştınız?
144
Damian MacPherson: Washington DC’de Washington Üniverstisi’nde Teoloji okudum. O
yıllarda, hatta 1980’lere kadar pek müslümanlarla ilişkim olmadı. Gençliğimde yetiştiğim
eyaletde hiç müslüman yoktu, komşum bile olmamıştı. Şimdi ise durum farklı. Bırakın
Toronto’yu, Nova Scotia’da bile her yerde müslüman veya diğer din mensuplarıyla yan yana
yaşıyoruz. Geçen gün bir haber vardı; dünyada ilk defa müslüman sayısı Katolik Hıristiyan
sayısını geçmiş durumda.
Papalık uzun asırlar Katoliklikten başka kurtuluş yolu görmedi, bugün durum nasıl?
Damian MacPherson: Çok katı Katolik söylemler değişti. Eskiden kurtuluş alanı dışındalar
diye tüm dünyaya misyonerler gönderilirdi. Papa 2. Jean Paul’un dünyayı değiştirdiğini
söyleyebilirim. Önce Katolikten başka Hıristiyan mezheplerde de kurtuluşun olduğu kabul
edildi. Daha sonra müslümanlar içindende kurtulan olabileceği benimsenerek asırlardır süren
gereksiz çatışma ortadan kaldırıldı. Bugün Katolik dünyası, tüm inançlar içinde kurtuluş yolu
olduğunu görüşüne doğru gidiyor, kurtuluş alanı genişletiliyor.
Sizce halen Katolikliğin reforma ihtiyacı var mı?
Damian MacPherson: Elbette. Roman Katolikler içinde halen reforma ihtiyaç olduğunu her
zaman savunuyorum. Ayrılıklar gayriliklar hoşuma gitmiyor. Bugün 300 çeşit Hıristiyan
mezhebi ve yolu var. İnanılan Allah bir. Mesela çok büyük bir mezhep olan Evanjelistler,
başka mezhep ve dinlerde kurtuluş olmadığını ileri sürerek, fanatiklik sergiliyorlar. Her dinin
fanatikleri tehlikelidir. Roman Katolik ile Katolik arasında hiç fark yok. Bizans Katolikleri
var. Bu tarihi terimsel bir ayrım, teolojik değil. Asıl bölünme sorunu, teolojik alanda yaşandı.
Hıristiyanlıkta bölünme nasıl başladı?
Damian MacPherson: Roma imparatorluğunun Doğu ve Batı diye ikiye bölünmesiyle başladı.
Katolikler, Ortadoksları, onlarda Katolikleri bölmekle suçlar. Bugün Ortadoks nüfusu 300
milyon. Daha sonra Martin Luther, Katolikliği reforme etmek istedi, katı, zihniyetden
kurtarmaya çalıştı. Onun reform talebi yeni mezhep doğurdu ve protestanlık oluştu. Aslında
Martin, doğru olanı yapmıştı, ancak yanlış yorumladılar. İngilizler Anglikanlığı kurarak
ayrıldı, mantar gibi mezhepler çoğaldı. Uzun yıllar süren mezhep savaşlarından yorulan
Avrupalılar ABD’yi yeni vatan olarak keşfettiklerinde ilk iş olarak din ile dünya işlerini
birbirinden ayırmaya karar verdiler ve laiklik doğdu.
Peki Kanada’da laiklik nasıl yorumlanıyor?
Damian MacPherson: Kanada’da laiklik ABD’den farklı yorumlanır. Çünkü aynı tarihsel
süreci paylaşmıyorlar. Dini savaşlardan kaynaklanan bir korku, endişe Kanadalılarda yoktur.
Mesela Kanada’da kilise toplumun içinde sosyal faaliyetleri yürütür ve devletden hibe yardım
alabilir. Katolik Çocuk Yardım Servisi var, Katolik okullarımız var. Devletle içiçeyiz. Ancak
ABD’de bu Avrupa’da olduğu gibi kesinlikle yasaktır. Din kurumları devletin hiçbir işine
karışamaz.
300’den fazla mezhebe sahip Hıristiyanların birleşeceğine inanıyor musunuz?
Damian MacPherson: Evet, inanıyorum. 21. yüzyılda bu birliğin oluşacağını ümit ediyorum.
Papa Benedict bunun için çalışıyor. Bu ay içinde bu amaçla görüşmeler yapmak için ABD’ye
gelecek.
145
2. Jean Paul ile karşılaştırıldığında yeni papa büyük hatalarla göreve başlamadı mı?
Damian MacPherson: Hemde ne hatalar! Müslümanları kızdırdı, Yahudilerin tepkisini çekti.
Hatta protestan hıristiyanların protestosuna yol açan konuşmalar yaptı. Kötü niyetli
olduğundan değil tecrübesizliktendi. Sonra hatalarını teker teker düzeltti.150’den fazla
müslüman lider diyalog görüşmesi için mektup gönderdi ve öneri kabul gördü. Yeni bilgi
vereyim, 40 kadar müslüman lider daha mektup gönderdi. Dünya barışı için iki büyük dinin
temsilcileri biraraya gelmeliler, konuşmalılar, yanlış anlaşılmalar giderilmeli.
Papa Benedict’in Kasım 2006’da Fener Patriği ile buluşması ekumeniklik için miydi?
Damian MacPherson: Evet. Fener Patriği Barthelomeous ile yaptığı görüşmede temel esaslar
konuşuldu. 21. yüzyılda Hıristiyan birliği için bir temel atıldı.
Katolik ile Ortadoks dünyası yakınlaştırıldı. Papalığın çalışma sistemini anlatır mısınız?
Damian MacPherson: Dünya çapında toplam 115 kardinal bulunuyor. Bunlar Papa’nın tayin
ettiği danışmanlar grubu. Papa öldüğünde yeni papayı bunlar seçer. Kardinallerin papazlıktan
gelmesi şart değildir. Vatikan’ın maddi gereksinimini çözmek için Papa’nın bazen zengin bir
işadamını Kardinal atadığı olur. Kanada’da 3 tane kardinal var. Biri Toronto, biri Kingston
biride Quebec City’de oturur. Ontario, 15 ‘Archdiocese’ bulunuyor. Kimse birbirinin görev
alanlarına karışmazlar. Hatta bir rahip bile kilisesinde özgür haraket edebilir, özerktir.
Rahipler, sorumluluk alanları içindeki faaliyet için ‘Archdiocese’den izin alırlar. Baş papaz
bir tane olur. Toronto’ya yenisi henüz atanmadı, bunu Papa atar. 80 yaşında emekli olma
zorunluluğu vardır, rahipler ise 70 yaşında emekliye ayrılır.
Peki Vatikan nasıl çalışıyor, politikasını kim belirliyor?
Damian MacPherson: Vatikan, İtalya içinde bir devlet statüsünde, küçük bir toprağı var,
sanıldığı gibi çok zengin değil. Eskisi gibi çok büyük vergiler Vatikan’a akmıyor. Papa,
Kardinallerinden oluşturduğu danışma kurulları ile karar verir. Yurt dışında büyükelçilikleri
var. Her üç yılda bir Papa, dünyadaki tüm ‘Archdiocese’ temsilcilerini gruplar halinde kabul
eder.
Katoliklerin dinler arası diyaloğa önem vermesinin nedeni nedir?
Damian MacPherson: Toplumsal barışa inanç gruplarının hizmet etmesi ve dinlerdeki barış
misyonunu ortaya çıkartılması gerekiyor. Haçlı seferleri Hıristiyanlığın karanlık bir
dönemiydi. ABD'nin Irak'ı işgaline Papa karşı çıktı. Hz. İsa, İncil'de hep barıştan bahsetmiştir.
İncil ile savaşın yanyana gelmesine karşıyız.
Toronto Bölgesi Dinler Konseyi'nin (TAIC) nasıl ve neden kuruldu?
Damian MacPherson: Cami, sinagog, Hindu mabedi veya kilise, hangi din ve inanç merkezine
nefret saldırısı yapılırsa, ortak bir sesle kınanmalı. TAIC üyeleri ortak paydalarımızda tek ses
olurlarsa toplumsal güvenlik ve barışı beraber koruyabiliriz. TAIC’in temeli 2004'de bir kaç
dini lider tarafından atıldı. 2007’de Toronto Belediye Başkanı David Miller’ın katılımıyla
yapılan ilk kahvaltılı toplantısına 190 dini grup ve 45 değişik inancı temsil eden lider katıldı.
22 Mayıs 2008’de Miller ile kahvaltılı gerçekleştirecek 2. toplantısına daha fazla inanç grubu
ve 300 dini lideri davet edeceğiz. Türkler, liberal, ılımlı müslümanlar. İranlı müslümanlar ile
146
Türk müslümanlar arasında büyük farklılar var. Özellikle Türklerin misafirseverlikleri ve
sıcakkanlılıklarına hayranım. Hıristiyanlığın ilk havarileri Türkiye’de yaşadığı için gidip
görmeyi çok arzuluyorum. Gülen’in çalışmalarını takdirle izliyorum.
Ontario Eyalet Liberal Milletvekili Tony
Ruprecht: Gülen, hepimizin kahramanıdır
1 Ağustos 2009 Toronto, Kanada
Ontario Eyalet Liberal Milletvekili Tony Ruprecht, 1981’den beri Ontario parlamentosuna
seçilen çok tecrübeli bir politikacı ve bilim adamı. 1985’de Ontario’nun ilk Engelliler bakanı
oldu. Göçmen ve Çok Kültürlülük bakanlığı yaptı. Ontario’da iktidarda olan McGuinty
hükümetinde Sağlık ve Sosyal Servis Kanunu Komitesinde yer alıyor. Doktorasını
Uluslararası İlişkiler alanında yapan Ruprecht, Nebraska, Brandon ve en son York
üniversitesinde dersler verdi. Akademik çalışmasını, Kanada ile ABD ilişkileri ve Amerikan
Kongresi’ne sunulan vergi reformu konusunda yazdı.1990’da ‘Toronto’nun Çeşitli Yüzleri’
adlı kitabında Toronto’nu hayatına etki yapan 67 etnik toplumu inceledi. 4. baskısı Mart
2005’de gerçekleşen eserin, son baskısı 2011’de yenilenmiş bilgilerle basıldı. Türk
toplumuna yeni baskısında geniş yer veren Ruprecht, bu yıl Ontario Eyalet Parlamentosu
önünde düzenlenen ‘29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Bayrak Çekme Töreni’ne 2007’den beri
hem öncülük hem de evsahipliği yaptı. Türk dostu olarak bilinen Ruprecht ile Toronto’da
Davenport’daki ofisinde gerçekleşen röportajın ilgi çekeceğini umuyoruz.
147
Ontario Parlamentosuna sunduğunuz kanun çalışmasında, yabancı ülke diplomalı,
eğitimli mesleklerin ve becerilerin haksızlığa uğradığını belirtiyorsunuz. Bu bariyeri
nasıl ortadan kaldırmayı düşünüyorsunuz?
Tony Ruprecht: Bu Liberal partinin seçim vaatleri içinde vardı. Doktorlar, hemşireler,
mühendisler pek çok meslek grupları zor durumda. Kanada dışında aldıkları diplomalarının
denkliği, mesleki tecrübelerinin geçerli kılınması sağlanmalı. Göçmenlere ayrımcılık
yapılıyor. Diplomalarını tanımıyoruz, bu nedenle yeniden okumak zorunda kalıyorlar. Hem
zaman hem para kaybı, hem de bu insanlara eziyet.
2006’da McGuinty hükümetinin kabul ettiği ‘Bill 124-The Fair Access to Regulated
Professions Act’ piyasada çalışmıyor. Yeni ne gibi çözüm öneriyorsunuz?
Tony Ruprecht: Çalışmıyor değil mi, haklısın. Bu nedenle pratik çözüm üretmeliyiz. Denklik
nasıl oluşturulur, ayrımcılık baskısından yeni gelenler nasıl kurtarılır buna yoğunlaşmalıyız.
Haksızlığa maruz kalan bu insanları iş dünyasına kazandırmalıyız.
Evet ama kanuna rağmen sistemi tıkayan, 38’den fazla güya regule edici meslek
kuruluşu derneğinin bizzat kendileri
değil mi?
Tony Ruprecht: Doğrudur, sayıları 38’dir. Hangi mesleğin nasıl sisteme gireceğinin
kurallarını onlar belirler, bağımsız çalışırlar. İki çözüm yolu var. Mesela mühendislik veya
muhasebeciliği ele alalım. O kadar çok sınav vermek zorundalar ki, yeniden okusalar daha iyi.
Birinci uygulanan yöntem şu: Nereden aldın bu diplomayı diyoruz. En başta aldığı eğitimi
yok sayıyoruz. Denkliğini alması için önüne öyle imtihanlar koyuyoruz ki, geçmesi imkansız.
İkinci yöntem önerim şu: Pilot projeler yapalım, imtihanları geçmeleri için kurslar
hazırlayalım. Böylelikle kolaylıkla geçerler. Yoksa kendi başlarına kesinlikle bu sınavları
veremezler.
Peki yabancı doktorlar ve hemşireler için verilen sözler tutulacak mı?
Tony Ruprecht: En mağdur kesim onlar. Halbuki doktor ve hemşire açığımız var. Özel
sınavları ancak dört yılda verebilirler. Toronto’da rekabet fazla. İş bulamayınca pratisyen
olamıyorlar. Çözüm önerim, sınav sayısının azaltılması ve yeni gelen göçmen doktorların
Ontario’nun uzak uçtaki kuzey bölümünde istihdam edilmeleri. Bir kaç yıl orada çalılşsınlar,
sonra gelsinler.
Bill 38 olarak bilinen tüketici haklarının daha iyi korunması ile ilgili hazırladığınız
kanun teklifi hangi sorunumuza neşter vuruyor?
Tony Ruprecht: Meselenin birinci yanı, tüketici kimlik hırsızlarına karşı korumasız. İkincisi,
çoğumuz kredi notu veren kurumlar tarafından sömürüldüğünün farkında bile değil. Mesela
ev kiralamak istiyorsunuz, başvuru formu doldurdunuz, özel bilgilerinizi verdiniz. Sizin kredi
notunuzu yokladıklarında krediniz yoklandığı için notunuz düşüyor. Her başvuru olumsuz
yansıtılıyor. En basitinden Kredi kartı, Loan, Mortgage başvurusunda dahi bu yapılıyor.
Notunuz iyi değilse daha da batırılıyor. Böylece daha fazla faiz size mortgage aldığınızda
ödettiriliyor. Gelişmiş Batı ülkelerinde, Avrupa’da sistem bu şekilde suistimal edilmiyor.
Kanada’daki tüketici uygulaması haksızlığa yol açıyor.
148
Yaşlanmayı geciktirme, uzun genç kalma konusunda yaptığınız çalışmalarınız ilgimi
çekti. Bunun bilimsel yanı var mı?
Tony Ruprecht: Siz henüz gençsiniz, böyle bir derdiniz olmayabilir. Kanada’da yaşlı nüfus
artıyor. Yaşlanmanın hızlı veya yavaş olması insanın kendi elindedir. Vücudunuz üzerinde
negatif enerjiyi ve etkilerini azaltmalısınız. Her hücre, düşünceniz üzerinde casusluk yapıyor.
Vücudunuz ile ruhunuz, dimağınız ve duygularınız arasında çok güçlü bağlantı vardır. Çok
güzel bir dimağ, sizi çok farklı, mükemmel bir insan yapabilir. Güzel düşünürseniz güzelleşir,
gençleşir, sağlıklı olursunuz. Sizi hasta yapan, yaşlandıran zihniniz ile vücudunuz arasında
doğru iletişimi kuramamanızdandır.
Modern teknoloji her derde bir deva buluyor bugün..
Tony Ruprecht: Her şey teknoloji değil. Son model teknolojiler dahi sağlık sorunlarına çare
bulamıyor. Yaşam stilinizi, hastalıklar kapmadan, kalp ve şeker hastası olmadan önce
değiştirmek zorundasınız. İçki ve sigara içmeyeceksiniz. İyi uyuyacak, az yiyecek, bol spor
yapacaksınız. Etten uzak duracak, sebzeler, yeşil yapraklı sağlıklı gıdalar alacaksınız.
Dengeli bir hayat için başka ne yapmalıyız?
Tony Ruprecht: Doğu’nun düşünce okulu felsefesine hayranım. Duygularınızla her zaman
etkileşim halindesiniz, bu nedenle stresin kontrolü çok önemlidir. Karamsar, karmaşık,
olumsuz, gürültülü fikirler sizi hasta yapıyor. Küçük meselelerde dahi negatif düşünürseniz
sağlığınızı bzoarsınız. Vücuduyla irtibatlı olan sağlam bir düşünce sistemine sahip bir dimağ,
bağışıklık sisteminizi çaresiz hastalıklardan korur. Bu bir çeşit hasta olmadan önce koruyucu
hekimlik. Biz Allah’ın yarattığı mahluklarız. İbadet, vücudunuz ile ruhunuz, zihniniz arasında
ilişkiyi kurar, yardımcı olur. Bilim bunu ispatlıyor. Düşünceleriniz ibadetinizle değer kazanır.
Pratik ibadetle dengeyi bulursunuz. İbadetsiz yaşam düşünülemez. Allah’a yakın olmak
hayatınızda çok önemli bir husustur.
Kanada Kültürlerarası Diyalog Merkezi (CIDC) ile 22 Haziran ile 2 Temmuz 2009
tarihleri arasında Türkiye’de bulundunuz. Yemeklerimizi beğendiniz mi?
Tony Ruprecht: Türk yemekleri gerçekten bir harika. Et, kebap çeşitleriniz mükemmel ama
ben en fazla sebze yemeklerinizi sevdim. Bizim böyle yemeklerimiz yok. Kanadalılar hep et
ve patates, ‘Fast Food’ yiyor, sağlıksız besleniyor.
Kimlerle görüştünüz, en çok hangi kentlerimiz hoşunuza gitti?
Tony Ruprecht: Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Toronto Üniversitesinde okumuş bir
milletvekili ve Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir ile görüştüm. İstanbul, Kayseri ve
özellikle Konya’yı çok sevdim. Konya’da Mevlana ve Sufi Mevlevi gösterisine bayıldım.
Küçük camilere dahi girip oranın havasını teneffüs etmekten zevk aldım.
En fazla etkilendiğiniz husus ne oldu?
Tony Ruprecht: Türk insanı çok sıcak, misafirsever, dost düşkünü, cana yakın. En çok
dikkatimi çeken husus, insanların birbirini desteklemesi, dertleriyle dertlenmesi ve samimi
biçimde ilgilenmesi oldu. Toplumu ayakta tutan bu manevi değerdir. Kanada’da biz bu değeri
149
kaybettik. Biri sokakta yanıbaşımızda ölse, ilgilenmiyoruz. Benciliz, kendimizden başka
kimseyi düşünmüyoruz.
1970’lerde gittiğiniz Türkiye ile bugünü karşılaştırdığınızda ne fark görüyorsunuz?
Tony Ruprecht: Türkiye çok değişmiş. İki sosyal haraket gözüme çarptı. Bir grup Türkiyeli
hızla moderniteye ulaşmak istiyor. Diğeri, çok acele etmeyin der gibi frene basıyor. İnsanlarla
yanyana oturup sohbet ettiğimde çok şeyler öğrendim. Koşulsuz modernite peşinde olanlar,
dini, geleneksel değerleri toplum hayatından, Türk kültüründen tamamen söküp atma
taraftarılar. Bunlar hiç bir şeye inanmıyorlar. Dini ve geleneksel kültürü Türk toplumundan
dışlarsanız, Kanada gibi olur çocuklarınızı kaybeder, onları sanal internet dünyasına
kaptırırsınız. Modernlik diye fazla özgürlük verdik, bugün çocuklarımıza sahip çıkamıyoruz.
Para, Allah haline geldi. Kanada toplumunda değer erozyonu yaşanıyor.
Türkiye çok şanslı. Moderniteye çabucak varacağım diye dini ve geleneksel kültürü atmak
isteyenlere direnen, filtre koyan, frene basan bir sosyal haraket var. Türkiye’de kanun
koyucular onları dinlemeli.
Bu sosyal haraketin ve önderinin fikirlerinin Kanada’da çoğalması faydalı olur mu?
Tony Ruprecht: Bu haraketin lideri Fethullah Gülen benim kahramanım. Geleneksel kültürel
değerlere sahip çıkan, bir başkasıyla ilgilenen, diğer insanları düşünen biri o. ‘Ruhumuzun
Heykelini Dikerken’ kitabını okudum, bayıldım. Aynı, paralel düşünceleri savunuyoruz.
Ruhumuzu oluşturan bir değer sisteminden bahsediyor. Onu kaybetmemek ve toplumun
dengesini korumak için gayret ediyor. Bir ülkenin temelini oluşturan aileye, bireyin birbiri
için çalışmasına büyük değer atfediyor. İşte onun başarısı burada yatıyor. Sanal değil gerçek
dünya barışı için çalışıyor. Gülen’in ideali, tüm dünyanın son şansıdır. Tüm manevi ortak
değerlerimiz ölmeden, yıkılmadan, ona Gülen gibi sahip çıkmalıyız. Birbirimizin yardımına
koşmalı, barışı, hoşgörüyü, karşılıklı anlayışı toplumda tesis etmeliyiz. Gülen, hepimizin
kahramanıdır. Hepimiz onun takipçisi olmalıyız.
150
151

Benzer belgeler