bilimsel araştırma ve düşünce süreçleri semineri

Transkript

bilimsel araştırma ve düşünce süreçleri semineri
T.C.
GENELKURMAY BAŞKANLIĞI
HARP AKADEMİLERİ KOMUTANLIĞI
STRATEJİK ARAŞTIRMALAR ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜ
YENİLEVENT/İSTANBUL
BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE SÜREÇLERİ
SEMİNERİ
(01 EKİM 2009)
Harp Akademileri Basımevi
Yenilevent – İstanbul
2010
HARP AKADEMİLERİ KOMUTANLIĞI
STRATEJİK ARAŞTIRMALAR ENSTİTÜSÜ
YENİLEVENT/İSTANBUL
BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE DÜŞÜNCE
SÜREÇLERİ SEMİNERİ
(01 EKİM 2009)
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
Dr. P. Kur. Alb. Ahmet KÜÇÜKŞAHİN
YAYIN KURULU
DANIŞMA KURULU
Hv. Svn. Kur. Alb. Cemal CANDAN
Dr. Öğ. Alb. Semih SERT
Dz.Alb.Abdullah KÖKTÜRK
Hv.İs.Kur.Alb.Turan TOKER
İng. Müt. Dilek ÇETİNKAYA
Topçu Alb.Yavuz Akif YARATANER
Svl. Me. Fatma Şerife DUMAN
Topçu Alb.Arif TEKBIYIK
Tnk.Alb.Cevat ŞAYİN
P.Yb.Orhan SEZGİN
Doç.Mu.Bnb.Türker BAŞ
Hv.Öğ.Bnb.Süleyman GÜNAYDIN
REDAKSİYON
Uzm.Me.Oben GÜRER
BASKI
Harp Akademileri Basımevi
YAZIŞMA ADRESİ
Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Yenilevent/ İstanbul
Telefon: +90 212 284 80 65-2150
Faks: +90212 284 80 65-2150
E-posta: [email protected]
Web: www.harpak.edu.tr/saren
Stratejik Araştırmalar Enstitüsü yayını olan Güvenlik Stratejileri Dergisi, yılda iki kez
Haziran ve Aralık aylarında yayımlanan ulusal hakemli bir dergidir. Makalelerdeki
düşünce, görüş, varsayım, sav veya tezler eser sahiplerine aittir ve Harp Akademileri
Komutanlığı ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü sorumlu tutulamaz.
Kitapta yer alan bildiri/makalelerdeki düşünce, görüş, varsayım, sav veya
tezler eser sahiplerine aittir. Harp Akademileri Komutanlığı ve Stratejik
Araştırmalar Enstitüsü sorumlu tutulamaz.
II
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER………………………………………………………………II
SUNUŞ………………………………………………………………………. 3
BİRİNCİ OTURUM
SOSYAL BİLİMLERDE YÖNTEM VE BİLİMİN TARİHSEL
GELİŞİMİ……………………………………………………………………...5
BİLİM VE BİLİMSEL YÖNTEMLER……………………………………..53
TARİH DÜŞÜNCESİ VE YÖNTEMİ ÜZERİNE………………………..65
İKİNCİ OTURUM
GÜVENLİK ÇALIŞMALARINDA YÖNTEM(LER)……………………99
HUKUK ALANINDA BİLİMSEL ÇALIŞMA METODU…………….119
ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE ARAŞTIRMA YÖNTEMLERİ:
TEMEL PRENSİPLER……………………………………………………..125
III
SUNUŞ
Araştırma ve öğrenme ile gelişmişlik arasındaki sıkı ilişkinin
anlaşılmasıyla, bilimsel araştırma ve düşünce süreçlerine verilen önem
artmakta ve bu konu ayrı bir uzmanlık alanı olarak ortaya çıkmaktadır.
Stratejik Araştırmalar Enstitüsü tarafından, bilimsel çalışmalara katkı
sağlamak için yapılan, “Bilimsel Araştırma ve Düşünce Süreçleri”
semineri, toplam altı bildiriden oluşan iki oturum halinde icra edilmiştir.
Seminerin ilk oturumunda esas olarak, bilim felsefesi, bilimin
temel özellikleri ve bilimin tarih boyunca gelişimi üzerinde
durulmuştur. Ayrıca tarih araştırmalarında yöntem konusu, başlıca tarih
anlayışları, tarihte olgu, kuram, nesnellik ve tarafsızlık kavramları
çerçevesinde incelenmiştir.
İkinci orurumda güvenlik, hukuk ve uluslararası ilişkiler
araştırmalarında yöntem konuları tartışılmıştır. Bunlardan güvenlik
araştırmalarında yöntem konusu, soğuk savaş dönemi ve soğuk savaş
sonrası ayrımında ele alınmıştır. Hukuk araştırmalarında yöntem başlığı
altında normların kullanımı, normların yorumlanması ve kabul edilen
çeşitli yorum şekilleri karşılaştırmalı olarak incelenmiştir. Son olarak
uluslararası ilişkiler konularında, araştırma sürecinin nasıl tasarlanacağı
ve her bir basamakta yapılması gerekenler ayrıntılı olarak açıklanmıştır.
Seminerde ortaya konulan görüş ve değerlendirmelerin, bilimsel
çalışma yapan araştırmacı, akademisyen ve öğrencilere katkı sağlayacağı
düşünülmektedir.
Ahmet KÜÇÜKŞAHİN
P.Kur.Alb.
SAREN Müdürü
4
5
BİRİNCİ OTURUM
SOSYAL BİLİMLERDE YÖNTEM VE BİLİMİN TARİHSEL GELİŞİMİ
Prof. Dr. A. M. Celâl ŞENGÖR1
Geçen yüzyılın sonlarında, davranış bilimci Tito Vignoli, bilimin
nasıl ortaya çıkmış olabileceği sorusuna cevap ararken, özellikle memeli
hayvanların ve bebeklerin çevrelerini önce kendilerinin bir parçası,
sonra da kendilerine benzer bir yaratık olarak algıladıklarını farketmişti.
Bir kedi yavrusunun önüne yuvarlanan bir yün yumağı, önce yavruyu
korkutur. Yavru yumağın etrafında dolanarak onun muhtemel
tepkilerini tartmaya çalışır. Hiçbir tepki gelmeyeceği kanısını edinince
yumağa dokunma denemeleri yapmaya başlar. En nihayet yumağın bir
diğer kedi yavrusu değil de «tepkisiz bir nesne» olduğuna kendini
inandırınca onunla gönlünce oynamaya koyulur.2
Mitoloji ve Bir Açıklama Aracı Olarak Yetersizliği
İlkel insanın çevresine gösterdiği tepkiyi incelediğimizde kedi
yavrusunun gösterdiği gelişme şeklinin çok benzerini gözlüyoruz.
İnsan, doğanın muhtelif tezâhürlerini insan özelliklerine sahip varlıklar
olarak kabul etmiş, bunların çeşitli etkileri, temsil ettikleri varlığın keyfî
icraatı olarak yorumlanmıştır. Bu, dünyanın çeşitli ortam ve iklimlerinde
yaşayan tüm ilkel insanlarda aynı şekilde gelişmiş bir olgudur. Bugünün
bütün gelişmiş toplumlarının tarihlerinde aynı safha her zaman görülür.
İTÜ Avrasya Yerbilimleri Enstitüsü, Ayazağa 34469 İstanbul [email protected]
Vignoli, T., 1882, Myth and Science-An Essay: Kegan Paul, Trench &Co., London, [i]+330
ss. 2 Eliade, M., 1978, A History of Religious Ideas, c. 1 (From The Stone Age to The Eleusinian
Mysteries): The University of Chicago Press, Chicago, xvii+489 ss. (translated from the
French by W. R. Trask); aynı yazar, 1991, Toward a definition of myth: Bonnefoy, Y., editör, Mythologies’de, c. I, Chicago University Press, Chicago, ss. 3-5; Horton, R., 1982,
Tradition and modernity revisited: Hollis, M. ve Lukes, S., editors, Rationality and
Relativism, MIT Press, Cambridge, ss. 201-260.
1
2
6
Uzun bir süreden beri çok iyi incelenmiş olduğundan diğer tüm
mitolojilerden daha iyi bilinen Yunan mitolojisini bir örnek olarak
düşünelim. Önce Yeryüzü (Gaia) Kargaşa’dan (Kaos) yaratıldı (kimin
yarattığı belirtilmiyor). Gaia sonra Gökyüzü’nü (Uranos) doğurdu.
Gökyüzü Yeryüzü’nün üzerine yağarak bereket getirdi, bitkiler,
hayvanlar ortaya çıktı. Bunların çocukları Devler (=Titanlar), Tepegözler
(=Kikloplar=Yanardağlar) ve Yüz Kollular’dı (=Hekontkheriler). Gökyüzü,
çirkin oldukları gerekçesiyle Devler hariç tüm diğer çocuklarını
Tartaros’a (=Cehenneme) attı. Çok üzülen anne Yeryüzü, Devleri babalarına
karşı ayaklanmaya kışkırttı. En genç Dev olan Kronos (=Zaman) babasını
yendi ve baştanrı oldu. Ama Kronos babasının akıbetine uğramamak
için kendi çocuklarını yutmaya başladı. Eşi, çocuklardan Zeus’u Girit’teki Dikte (veya Ida) dağındaki bir mağarada saklayarak gizlice
büyüttü. Zeus büyüyünce babasına karşı ayaklandı ve onu yenerek
bugünkü Kanarya Adaları olduğu sanılan Fortunate (=Mutluluk)
Adalarına sürdü, kendi de Olimpos dağının üzerinde bir tanrılar krallığı
kurdu. Kendisi hem baştanrı, hem de gökyüzü, şimşek ve fırtına
tanrısıydı. Kardeşi Poseidon denizler tanrısıydı, ama depremleri de o
meydana getiriyordu. Üçüncü kardeş Hades yeraltında olduğu var
sayılan ölüler diyarı Tartaros’un ve madenlerin tanrısıydı. Evlilik ve
doğum tanrıçası olan ablası Hera, aynı zamanda Zeus’un eşi ve
Olympos’un baştanrıçasıdır. Zeus’un tüm kaçamaklarına ve kendisine
yapılan tüm aşk tekliflerine rağmen hep Zeus’a sadık kalan Hera, aynı
zamanda evliliği kutsayan tanrıçadır da. Zeus’un çocukları ise insan
yaşamının ve doğanın muhtelif cephelerini temsil eden tanrılar
olmuşlardır. Yunan mitolojisi bizlere MÖ sekizinci yüzyılın İzmir’li
ozanı Homeros’un ve ondan muhtemelen bir yüzyıl sonra yaşamış olan
Hesiodos’un eserleriyle ve diğer bazı yazılı metin ve sözlü geleneklerle
ulaşmıştır3.
Yunan mitolojisini en güzel ve en zengin kaynaklarla anlatan eserler Károly
Kerényi’nin iki meşhur kitabıdır. İngilizceye de The Gods of the Greeks and The Heroes of
the Greeks başlıkları altında çevrilmiş bulunan bu iki cilt pek çok defalar baştan basılmıştır ve hâlâ da kitapçılarda bulunmaktadır. Burada sadece kütüphanemde bulunan ilk
baskılarının künyelerini veriyorum: Kerenyi, K., 1951, Die Mythologie der Griechen. Die
Götter- und Menschheitsgeschichten: Rhein-Verlag, Zürich, 312 ss; aynı yazar, 1958, Die
3
7
Ondokuzuncu
yüzyılda
büyük
ölçüde
Osmanlı
İmparatorluğu’nun toprakları üzerinde Avrupa ülkelerinin ve ABD’li
bilim insanlarının başlattıkları arkeolojik çalışmalara kadar, bu mitoloji
Yunanlılara has sanılıyordu. Ancak Mezopotamya’da yapılan kazılarda
ele geçen çivi yazılı kil tabletler ve içeriklerinin okunması bilim
dünyasını hayretler içinde bıraktı. Yunan mitolojisinin pek çok motifi,
hattâ hikâyesi, bunlarda vardı. Bu öyküler, görüldüğü kadarıyla
Yunanlılar ortaya çıkmadan çok önce ağızdan ağıza dolaşıyor, hattâ
kayıtlara geçiriliyordu. Ama en büyük şok, 1873 ve 1874 yıllarında
Ninova’da yapılan kazılarda ele geçirilen malzeme nedeniyle yaşandı:
British Museum’un Doğu Antikaları bölümünden George Smith, burada
bulunan kütüphanedeki kil tabletlerde Tevrat’tan (Tevrat=Torah=öğreti,
talimat, yasa anlamlarında) bilinen Yaradılış, İnsanın Cennetten Kovuluşu,
Tufan, Babil Kulesi, İbrahim’den Önceki Peygamberler Zamanı ve Nemrud
hikâyelerinin putperest geleneği içerisinde sunulmuş şekillerini
bulmuştu.4
Avrupa’da yer yerinden oynadı. O zamana kadar Tanrı’nın
Musa’ya ilham ettiği sanılan bu hikâyeler, Musa’nın lânetlediği
putperest geleneğinde de aynen mevcuttu ve demek ki Musa’nın tanrısı
YHWH ile bir ilgileri yoktu! Geçen yüzyılın sonunda Avrupalı
doğubilimciler (yani eskiden Türkçe’de şarkiyatçı veya müsteşrik
dediğimiz bilim insanları) Tevrat’ın Pentateuch denilen ilk beş kitabının,
temelleri tâ eski Sümerlilere kadar inen çok eski bir mitolojik geleneğin
bir parçası olduğunu anlamışlardı. Ortadoğu’nun tamamı, hattâ kısmen
Mısır’ı da içine alacak şekilde, çok eski bir ilâhiyat geleneğine sahip
Heroen der Griechen: Rhein-Verlag, Zürich, 476 ss; Daha geniş ve daha modern, fakat
okunması daha zor bir kaynak için bkz. Grant, T., 1993, Early Greek Myth—A Guide to
Liter
4 Smith, G., 1876, The Chaldean Account of Genesis: Sampson Low, Marston, Searle, and
Rivington, London, xvi+19 ss; keşiflerin tarihi için ayrıca bkz. aynı yazar, 1875, Assyrian
Discoveries; An Account of Explorations and discoveries on the Site of Nineveh, during 1873 and
1874: Sampson Low, Marston, Low and Searle, London, xviii+461 ss. Bulunan kil
tabletlerin çoğu bugün İstanbul Arkeoloji Müzeleri alanındaki Yakın Doğu Uygarlıkları
Müzesi sergi ve depolarında bulunmaktadır. Yunan mitolojisinin doğu kökleri
hakkındaki modern görüşler için bkz. Penglase, C., 1994, Greek Myths and Mesopotamia—
Parallels and Influence in the Homeric Hymns and Hesiod: Routledge, London, ix+[ii]+278 ss.
8
görünüyordu.5 Bu gelenek doğal olarak temasa geldiği yabancı
kültürleri etkilemiş, hele düzeyi Ortadoğu kültürlerinin düzeyinin
altındaki kültürler bu etkiyi çok daha güçlü hissetmişlerdi.
Daha sonra Anadolu’da yapılan arkeolojik buluşlar, daha önce
Mezopotamya, Suriye ve Doğu Akdeniz’in sahil bölgelerinde yapılan
keşiflerin ilham ettiği teorileri daha da güçlendirdi. 6Uygarlık,
Ortadoğu’dan ve Mısır’dan Yunanca konuşan âleme akmış gibi
görünüyordu.
Fakat Yunanca konuşan insanların kültürleri ve bunların
oturduğu yerlerdeki kültürel gelişme ile Ortadoğu’nun kültürel
gelişmesi karşılaştırılınca çok önemli, hattâ temel addedilebilecek bazı
farklılıklar görülmeye başlandı. Herşeyden önce, Ortadoğu’da (ve
Mısır’da) gelişme çok, ama çok yavaş olmuştu. Buralarda binlerce sene
alan bir adım, Yunanca konuşulan kültür çevresinde onlarca, hattâ
bazan birkaç yılda atılmıştı! Bunu en iyi sanatta izleyebiliyoruz.
Ortadoğu’da sanat büyük ölçüde iki boyutluydu ve binlerce yıldır da
öyle kalmıştı. Hiç kuşkusuz pek çok «üç boyutlu heykel» de yapılmıştı
ama bunların hepsi aynı «iki boyutlu» prensipler üzerine oluşturulmuştu. Tiyatro monologlardan ibaretti. Hareketli bir diyalog veya
multilog yoktu. Tapınaklardan türeyen bu sanat türü, Ortadoğu’da
kendini vaaz havasından binlerce yıldır kurtaramamıştı. Tüm sanata bir
hareketsizlik, bir zaman reddi hakimdi. Resim ve heykeller perspektife
göre değil, resmedilenlerin toplumsal konumlarına göre çiziliyordu. Dev
Bu konuda bkz. Pritchard, J. B. (Editör), 1969, Ancient Near Eastem Texts Relating to the
Old Testament, Third Edition with Supplement: Princeton University Press, Princeton,
710 ss. Bu eser Eski Ahit metinleriyle ilişkili Mezopotamya’da bulunan kil tablet
metinlerinin bir antolojisidir.
6 Bunların en çarpıcısı hiç kuşkusuz Hitit başkentinin Boğazköy’de bulunması ve orada
ele geçen metinler içindeki Kumarbi efsanesiydi. Bkz. Güterbock, H. G., 1945, Kumarbi
Efsanesi: Türk Tarih Kurumu Yayınlarından, VII. Seri, No. 11, Ankara, IV+[II]+73 ss. Bu
metin daha sonra Güterbock tarafından tekrar elden geçirilmiş ve düzeltilmiş şekilleri
defalarca değişik yerlerde çıkmıştır. Kumarbi efsanesi, Hesiodos’un Theogonia’sındaki
masalların Hitit karşılıklarıdır. Bu konuda modern ve aynı zamanda kısa ve öz bir
kaynak için bkz. Hoffner, H. A., Jr., 1990, Hittite Myths: Scholars Press, Atlanta, xi+92 ss.
Kumarbi ve ilişkili mitoslar için bilhassa ss. 40-43 ve 52-61’e bkz.
5
9
tanrı betimlemelerini orta boy krallar ve kraliçeler, onları da mini mini
halk ve savaşçı çizimleri izliyordu.
Ortadoğuda ve Mısır’da din de Sümer’de edindiği kalıpların
dışına çıkmamıştı. Tek tanrılı sanılan Musevî dininin de temelinde
nihayet bir kabile tanrısı olan (ve eski Sâmî dillerinde hava anlamına
gelen haua kelimesinden türetildiği sanılan) YHWH’nin yatması
tamamen Ortadoğu putperest din şablonuna uygundu.7 Ortadoğu dini
bir tarım toplumunun getirdiği astronomik düzenleme, çiftçi/çiftçi
olmayan işbölümünün gerektirdiği katı hiyerarşi ve tarım toplumunun
muhtaç olduğu sıkı düzen üzerine kurulmuş bir din şemasına sahiptir
ve örneğin, avcı toplumların bireyi öne çıkaran şamanist dinlerine
benzemez. Bu tarımcı din şeması Ortadoğu kültürlerini yaklaşık 8000 yıl
önce tarımın icadıyla meydana geldiği sanılan ve Gordon Childe’ın
Neolitik Devrim adını verdiği değişimden beri yönetmektedir.8 Din,
burada hem tüm âlemi açıklayan hem de bireyin yaşamını düzenleyen
bir fonksiyona sahipti. Yani, hem bilim hem de hukuktu9.
Tevrat’ta Musa’nın tanrısı olarak karşımıza çıkan YHWH, tüm semavi ilâhiyat
geleneğinde öğretildiğinin tersine monoteistik bir tanrı değildir. YHWH büyük bir
olasılıkla Kenânlılarla ilişkili olan Leah kabilelerinin tanrısıydı. Aslında Raşel kabilesine
ait olan Musa şartlar gereği Leah dinine mensup olmuştu. Böylece Musevî dininin
tanrısının tüm insanlığın tek tanrısı olmadığı görülmektedir. Zaten İsrael’in tanrının
«seçilmiş insanları» olarak betimlenmesi, tüm insanlığı kucaklayan tek tanrı imajına
uymamaktadır. YHWH’nin kökeni, özellikleri ve tarihi için bkz. Robinson, T. H., 1932,
A History of Israel, c. I (From the Exodus to the Fail of Jerusalem, 586 B. C.): Clarendon,
Oxford, bilhassa ss. 92 ve sonrası. YHWH ve El kavramlarının içinde geliştiği Ortadoğu
din tarihinin en son araştırmalara göre yapılmış çok güzel bir sentezi için bkz. Haider, P.
W., Hutter, M. ve Kreuzer, S., yayına hazırlayanlar, 1996, Religionsgeschichte Syriens—
Von der Frühezit bis zur Gegenwart: Kohlhammer, Berlin, 496 ss.
8 Childe, G., 1951, Man Makes Himself: A Mentor Book from New American Library,
New York, ss. 59 ve sonrası.
9 Dinin bu hem açıklayıcı hem de düzenleyici fonksiyonlarının bir tartışması için bkz.
Şengör, A. M. C., 2002, Is the ‘Symplegades’ myth the record of a tsunami that entered
the Bosphorus? Simple empirical roots of complex mythological concepts: şurada Aslan,
R., Blum, S., Kastl, G., Schweizer, F. ve Thumm, D., yayına hazırlayanlar, Mauerschau,
Festschrift für Manfred Korfmann, Verlag Bernhard Albert Greiner, RemshaldenGrunbach, c. 3, ss. 1005-1028.
7
10
Tarımcı dini bu şemasıyla Yunanca konuşan toplumlarla
karşılaşınca, kaçınılmaz bir şekilde onları ve özellikle onların yerli
dinlerini etkiledi. Sonunda karşımıza yukarıda çok kaba hatlarıyla bir
paragrafa sığdırmaya çalıştığım Yunan mitolojisi çıktı. Bu mitoloji de
binlerce yıl süresince kendini icat etmiş olan halkları etkileyebilir,
onların inanç dünyalarına hükmedebilirdi. Fakat ne hikmetse bu böyle
olmadı.10 Anadolu’nun batı kıyısında oturan, kısmen Girit, kısmen de
Peloponez’deki Yunan şehirleri tarafından kurulmuş olan «koloniler»de,
yani müstemlekelerde (sömürge değil!) yaşayan ve Yunanca konuşan,
fakat etnik köken olarak Yunanlı/Anadolulu kırması insanlar, mitolojiyi
tatminkâr, hattâ inandırıcı bile bulmamaya başladılar. Nesillerdir Zeus’a
dua edilmesine rağmen bugün de eskiden olduğu kadar gemi
fırtınalarda kayboluyor, insanlar telef oluyor, mal-mülk heba oluyordu.
Yunan toplumundaki gelişmenin büyük hızı ve bu hızlı gelişmenin hem sürati hem de
tabiatı açısından Ortadoğu kültürleri ile karşılaştırılması hakkında bugüne kadar kaleme
alınmış en önemli eser, kanımca Ekrem Akurgal’ın 1966 yılında yayımladığı Orient und
Okzident adlı küçük fakat etkili kitabıdır. İngilizce, Fransızca ve İtalyanca’ya da çevrilmiş
bulunan bu kitap eleştirel aklın bir toplum içinde gelenek haline gelmesiyle düşünsel
evrimin nasıl hızlandığını göstermesi bakımından dikkatle okunması gereken bir
belgedir: Akurgal, E., 1966, Orient und Okzident: Holle Verlag, Baden-Baden, 256 ss.
(karton-kapak baskı 1980). Son yıllarda gene doğunun Yunan gelişmesindeki rolünü
vurgulayan eserlerde Akurgal’ın (Popper gibi, fakat O’ndan bağımsız olarak) ısrarla
vurguladığı
eleştirel
akıl
faktörünün
anlaşılamaması
veya
yeterince
değerlendirilememesi, 6. yüzyıl İyonyasında meydana gelen mucizenin zihinlerde gene
bulanıklaşmasına neden olmuştur. Bu tür eserlerden dar uzmanlık çevreleri dışında da
daha çok politik vurgularından ötürü ve özellikle Afrika’nın katkısını çok abartmasıyla
tanınmış Martin Bernal’in şimdilik iki cildi yayımlanmış olan Black Athena—The
Afroasiatic Roots of Classical Civilisation adlı eseri (c. I: The Fabrication of Ancient Greece:
1785-1985, xxxii+575ss; c. II: The Archaeologlcal and Documentary Evidence, xxxiii+736 ss;
Rutgers University Press, New Brunswick) uzman bilim adamlarının çok sert bir
tepkisiyle karşılaşmıştır. Bu tepkilerin en derli toplu bulunduğu iki kitap şunlardır:
Lefkovvitz, M., 1996, Not Out of Africa: A New Republic Book, Basic Books,
HarperCollins, New York, xvii+222 ss; Lefkovvitz, M. ve Rogers, G. M. (yayına
hazırlayanlar), 1996, Black Athena Revisited: The University of North Carolina Press,
Chapel Hill, xxii+522 ss. Martin Bernal’in bu kitaplardaki eleştirilere verdiği cevap ise
tamamen yüzeysel olup, bilimsel tartışmalarda kabulü mümkün olmayan hışımlı bir
postmodern sol politika görüşüyle yazılmıştır: Bernal, M., 2001, Black Athena Writes
Back—Martin Bernal Responds to His Critics: Duke University Press, Durham &London,
xvi+[x] 550 ss.
10
11
Poseidon’a adanan tüm adaklara rağmen güçlü depremler Yunan
şehirlerini kasıp kavuruyordu. Hades’e yapılan tüm yakarılar daha tek
bir ölüyü bile geri getirmemişti. Asklepios dualara bazen cevap vererek
bir hastayı iyi ediyor, ama bazen de etmeyeceği tutuyordu. Apollon’un
Delfi’deki kehânetleri isteyenin istediği yere çekebileceği kadar
muğlaktı. Tanrıların dünyası keyfîydi ve bu, Yunan kolonilerinde
yaşayan bazı Batı Anadoluluları rahatsız etmeye başlamıştı. Şu görünen
âlemin acaba başka, daha anlaşılabilir bir izahı olabilir miydi?11
Bilimin Doğuşu
Tanrıların dışında insanların da bilebileceği bazı gerçeklerin
olduğu fikri Miletli Tales’e12muhtemelen Mısır’ı bir ziyaretinde
Snell, B., 1946, Die Entdeckung des Geistes—Studien zur Entstehung des Europaischen
Denkens bei den Griechen: Claassen & Goverts Verlag, Hamburg, 264 ss.
12 Tales hakkındaki bilgilerimiz tamamen ikinci eldendir. Bu ikinci elden bilgilerin en iyi
toplandığı temel kaynak, tüm diğer Sokrates öncesi filozofları için de olduğu gibi,
Hermann Diels’in , bir zamanlar İstanbul Üniversitesinde de profesörlük yapmış olan
Walther Kranz tarafından 1951’de beşinci baskısı yayımlanmış olan Die Vorsokratiker adlı
ölümsüz eseridir. Bu kitap tekrar tekrar basıldığından elde edilmesi kolaydır. Thales
hakkında bkz. Costantini, M., 1992, La Génération Thalès: Criterion, Paris, 210 ss;
O’Grady, P. F., 2002, Thales of Miletus—The Beginnings of Western Science and Philosophy:
Western Philosophy series, Ashgate, Hants, xxii+310 ss. Tales’in kuramsal doğa
bilimlerinin kurucusu olduğu konusundaki en güzel eserlerden biri hiç kuşkusuz şu
küçük kitaptır: Blumenberg, H., 1987, Das Lachen der Thrakerin—Eine Urgeschichte der
Theorie: Suhrkamp, Frankfurt am Main, 162 ss. Sokrates öncesi filozofların hepsi için
Diels/Kranz dışında şu eserler benim bildiğim en iyileridir: Theil, P., tarihsiz, Dünyamızı
Kuranlar: Varlık Yayınları, İstanbul, 160 ss; Schrödinger, E., 1954, Nature and the Greeks:
Cambridge University Press, Cambridge, [i]+97 ss. (Evet, bu kuantum fiziğinin babası
olan meşhur Schrödinger’dir!); Saraç, C, 1971, İyonya Pozitif Bilimi (Temel Kaynakları ve
Etkileri): Ege Üniversitesi Arkeoloji Enstitüsü Yayınları, No. 1, X+226 ss; Barnes, J., 1981,
The Presocratic Philosophers, revised edition: Routledge & Kegan Paul, London, xxiii+703
ss; Kirk, G. S., Raven, J. E. ve Schofield, M., 1983, The Presocratic Philosophers. A Critical
History with a Selection of Texts, 2nd edition: Cambridge University Press, Cambridge, 501
ss; Kranz, W., 1984, Antik Felsefe—Metinler ve Açıklamalar: Sosyal Yayınlar, İstanbul,
232+[3] ss. (çeviren Suad Y. Baydur); Thomson, G., 1988, İlk Filozoflar: Payel, İstanbul,
439 ss. (çeviren M. Doğan); Heuser, H., 1992, Als die Götter Lachen Lemten: Piper,
München, 330 ss; bilhassa yeni başlayanlar için ve kolay ulaşılabilecek bir kaynak şu
eserdir: Barnes, J., 1987, Early Greek Philosophy: Penguin, London, 318 ss. İngilizce
bilmeyenler şu eserlerde Sokrates öncesi doğa bilimi (veya doğa felsefesi) hakkında
11
12
gelmiştir. Mısır’da hem piramitlerin inşasında hem de Nil’in yıllık
sellerinin ardından taşkın ovası içindeki tarlaların kadastrolarının
baştan yapılması sırasında Mısırlı ustalar bazı basit geometrik ilişkileri
kullanıyorlardı. Bu bilgi, hiçbir zaman düzenli bir bilimsel disiplin halini
almamış, ustadan çırağa geçen türden pratik bir bilgiydi.13 Tales bu
pratik geometrik bilgiyi ilk defa teorem, yani isbatlanabilir kesin bilgi,
haline getirmiş olan kişidir. Mısırlı, pratik bilgisini piramit şeklinde anıtmezarlar dikmek veya tarlasının sınırlarını en az hatâ ile baştan
çizebilmek için kullanıyordu. Tales ise oluşturduğu teoreme yalnızca
«doğru» olduğu için hayrandı. İki benzer üçgenin ilişkileri tanrılar olsa
da olmasa da, dünyada veya başka herhangi bir yerde doğru olmak zorundaydı. Tales, tanrıların izni veya yardımı olmadan, yalnızca aklını
kullanarak «doğru» bilgiye ulaşabilmişti.
Bu hiç kuşkusuz Miletliyi çok sevindirmiş, çok da
heyecanlandırmıştı. Tales şimdi başka bilgilere de böyle yalnızca kendi
aklıyla ulaşıp ulaşamayacağını merak ediyordu. Milet’e döndüğünde
kendini aklını kullanarak bilgiye ulaşma işlerine verdi. Bu yolda bir de
arkadaş edinmişti. Hemşehrisi Anaksimandros da kendisi gibi şehrin
ileri gelenlerindendi. Bu tür işlere ayıracak zamanı vardı.14
gerekli bilgilerin önemli bir kısmını bulabilirler: Bayladı, O., 2007, Felsefenin Beşiği
Anadolu: Say Yayınları, Düşünce-10, İstanbul, 152 ss; Arslan, A., 2008, İlkçağ Felsefe
Tarihi—Sokrates Öncesi Yunan Felsefesi, 2. Baskı : İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
İstanbul, xxiv+351 ss. Sokrates öncesi doğa filozoflarının tarihini bilip, bu konuda biraz
daha derinlemesine okumak isteyenler şu esere bakabilirler: Caston, V. ve Graham, D.
W., (yayına hazırlayanlar), 2002, Presocratic Philosophy—Essays in Honor of Alexander
Mourilatos: Ashgate, Hants, xv+346 ss.
13 Mısırlıların matematik bilgileri ve bakış açılarının faydalı bir özeti için bkz. Sarton, G.,
1952, A History of Science, c. I (Ancient Science Through the Golden Age of Greece): Harvard
University Press, Cambridge, ss. 35-40.
14 Anaksimandros kanımca gelmiş geçmiş en büyük insanoğludur. Bu denli iddialı bir
ifadede bulunmamın nedeni, kendisinin doğa bilimlerine dayanan insan uygarlığının
yaratıcısı olduğu konusundaki sağlam belgelerdir. Etrafımızda bilimin ürünü olan ne
varsa bunun dolaylı veya dolaysız bu Anadolu çocuğunun düşüncelerinin eseri
olduğunu düşünürseniz, bu iddiamın dayandığı temeli takdir edebilirsiniz. Bu
olağanüstü insanın yaşamı ve düşünceleri için bkz. Kahn, C. H., 1960, Anaximander and
the Origins of Greek Cosmology: Columbia University Press, xiii+[i]+249+[l] ss; Schmitz, H.,
1988, Anaximander und die Anfänge der griechischen Philosophie: Bouvier, Bonn, V+79 ss.
13
Tales depremleri Poseidon’un yaptığı tezine karşı, tâ Sümer’den
beri ortalıkta olan ve karaların denizler üzerinde bir tabla gibi
yüzdüğünü kabul eden, «Tarkullu» adı verilen varsayımı, Sümerliler ve
onları izleyen diğer Ortadoğuluların tersine, din dışı bir bilimsel öneri
olarak ortaya sürdü, çok büyük fırtınaların da bu karaları aynen bir
gemi gibi sallayarak depremleri oluşturduğunu iddia etti. Ama bu
düşüncesine ulaşmış olmanın, geometrik teorem yapmaktan farklı
olduğunu Tales’in farkettiği sanılmaktadır. Geometrik teorem ideal
olarak tek bir ilişkinin doğruluğu üzerine kuruluydu. Böyle bir ilişkinin
her noktasını -ideal olduğundan- gözlemek mümkün olduğu için onu
tamamen bilmek kabildir. Ancak Tales dünyanın her köşesini
gözleyemeyeceğinin farkındaydı. Dolayısıyla yaptığı, mantıken teoreme
benzeyen ama doğrudan gözlemden ziyade bazı varsayımlara dayanan
bir anlatım kurmaktan ibaretti. Amaç doğa ile birebir örtüşen bir
anlatıma ulaşmaktı. Ancak doğanın her köşesini gözleyerek anlatımla
uyuşup uyuşmadığını kontrol etmek mümkün olmadığı için doğa
hakkındaki her anlatım her zaman varsayımsal kalmak zorundaydı. Tek
umut, varsayımsal anlatımları derhal gözlemle sınamak ve gerçekle
bağdaşmayanları geçersiz varsayımları terkederek yerine yenilerini
üretmekti. Tales bu yolun doğa ile bir diyaloga girebilmek için geçerli
tek yol olduğu kanısındaydı.
Öyle de oldu. Tales dünyamızın yapısı ve evrendeki yeri
üzerindeki fikirlerini arkadaşı ve «öğrencisi» Anaksimandros’a anlattı.
«Bunlar» dedi herhalde Tales, «benim dünyamız ve depremler
hakkındaki düşüncelerim. Ama dünyanın hepsini görmeme olanak
olmadığından, bunlar çok büyük ölçüde varsayımlara dayanıyor. Bu
nedenle bunlara inanmak zorunda değilsin. Hele inanmamak için
nedenin varsa daha da iyi. Onları özellikle dile getir. Belki onlara
bakarak benimkinden daha iyi bir anlatıma varabiliriz ve belki gereçğe
biraz daha yaklaşabiliriz.»
Conche, M., 1991, Anaximandre—Fragments
Universitaires de France, Paris, 252+[l] ss;
14
et
Temoignages:
Epimethe,
Presses
Bu sözler üzerine Anaksimandros muhtemelen Tales’e taşların
suda battığı gözleminden hareketle, dünyanın bir tabla gibi su üzerinde
yüzdüğü tezinin geçerli olamayacağını söylemiştir. Fakat kendilerinden
sonra gelen Yunan doğa bilimcilerinin üzerinde en çok durdukları,
Anaksimandros’un Tales’in tezinin bir çözüm değil, problemi sonsuza
dek uzağa atmak olduğu konusundaki fikridir. Çünkü dünya suyun
üzerinde yüzüyorsa, suyu tutan nedir? Ona bir cevap bulundu
varsayalım, o zaman suyu tutanı tutan nedir? Bu şekilde bu soru-cevap
sonsuza kadar sürer ve bir regressum ad infinitum’a neden olur. Bu
durum anlaşıldığı kadarıyla mantıksal olarak Anaksimandros’u tatmin
etmemiştir. Tales’in «Peki, sen ne düşünüyorsun?» sorusuna
Anaksimandros’un verdiği cevap ise kanımca insan aklının tarihinde
yaptığı en büyük sıçramadır: «Bence dünya boşlukta duruyor!»
«Neden?» «Çünkü herhangi bir yöne gitmesi için bir sebep yok!»
Bu iki parçalı muhteşem cevap birçok açıdan devrimseldir (ve
tekrar edeyim: insanoğlunun tarihteki en büyük devriminin ifadesidir).
Anaksimandros hiçbir gözleme dayanmadan, yalnızca mantıksal
çıkarımlarla dünyanın boşlukta durması gerektiğini ortaya atmıştır. Bu
bir varsayımdır; ama gözlemle sınanarak reddedilebilecek bir
varsayımdır. Varsayımın karakteri ise Anaksimandros’un «aşağı» veya
«yukarı» gibi kavramların tamamen bağıl kavramlar olduğunu anlamış
olduğunu göstermektedir. Anaksimandros’un ifadesinin Tevrat’ta
Ketubim’den Eyyûb’un kitabının 26. bölümünün 7. beytinde -ve içeriği
ile önemi arasındaki ilişkinin ifadeyi alıntılayan tarafından
anlaşılamamış olduğu belli olan bir şekilde- karşımıza çıkması,
öneminin ve yarattığı etkinin büyüklüğünün bir kanıtıdır.
Anaksimandros’un bu varsayımını Tevrat’a alan kişi, belli ki böyle bir
fikri ancak Tanrı’nın üretebileceğini sanmışıtır.
Anaksimandros’un bu temel üzerine kurduğu ilk bilimsel
kozmolojiyi, yani evren modelini, burada anlatmaya ne yazık ki yerim
yok. Ancak hem ülkemizle olan güncel ilgisi, hem de benim mesleğimle
olan alâkası nedeniyle, büyük Miletlinin jeoloji hakkındaki görüşlerine
değinmek istiyorum. Dünyanın boşlukta durduğunu söyledikten sonra
Anaksimandros, şeklinin de bir «sütun parçasına» bir başka ifadeyle bir
15
davula benzediğini belirtiyor. Bizler bu davul benzeri dünyanın bir
yüzünde yaşıyoruz. Anaksimandros bu yüzün bir de coğrafî haritasını
yapıyor. Harita, hemen hemen çağdaşı olan Ortadoğu haritaları gibi
yuvarlak. En dışta çepeçevre bir okyanus, ortada «yaşanılan dünya»yı
(Yunancası «ökümene»; «ökümenik» sıfatı buradan gelir) çevreliyor. Haritanın detayları hakkında fazla birşey bilmiyoruz. Bildiğimiz,
Anaksimandros’un hemşehrisi Hekateus’un bu haritayı geliştirdiği ve
MÖ 499-498’de Milet tiranı Aristagoras’ın Perslere karşı Spartalılardan
yardım istemeye gittiğinde bu haritayı da beraberinde götürdüğü.
Anaksimandros’un haritasının içeriğiyle ilgisi olmayan bir başka
bilgi kırıntısı daha var elimizde. O da Miletlinin haritasını o zamanlar
Akdeniz’in en işlek limanlarından biri olan Milet limanında bir direğin
üzerine çakarak denizci ve tacirlerden bunu eleştirmelerini istemiş
olması. Bu eleştirilmek arzusu şimdiye kadar baktığımız Ortadoğu
kültürlerinin hepsine tamamen yabancı bir arzudur. O kültürlerde
eleştirilmek; otorite kaybetmek, mahçup olmak demektir. Yalnız
Ortadoğu’da değil: Hint, Çin, Orta Amerika ve And kültürlerinin hepsi
bilginin kesin olduğu inancı üzerine kurulmuşlardır. Kesin bilgi
eleştirilemez. Kesin bilgi ayrıcalıklı kişilere vergidir: Rahipler, krallar,
babalar, büyükler... Kesin bilginin bazı mantık ilişkileri dışında bir hayâl
olduğunu ilk keşfeden kuşkusuz Batı Anadolu’da oturan ve Yunanca
konuşan insanlar değildi. Ama bunun böyle olduğunu açık açık
söyleyen ve eleştirinin bir kişiye otorite kaybı ve utanç değil, bil’akis güç
ve onur verdiğini ilk defa dile getiren onlar olmuştur. Eleştirilmek
arzusu aslında gerçeğe ulaşabilmek arzusunun bir ifadesidir. Eleştiriden
korkmak ise, korkanın esas arzusunun gerçeğe ulaşmak değil,
etrafındakilere hükmetmek olduğunu gösterir. Eleştiriden korkanın tek
ilgisi etkileyebildiği veya etkileyebileceğini düşündüğü insan topluluğudur. Eleştiriyi arzulayanın ulaşmayı düşlediği hedef ise tüm kâinattır.
Bu nedenle eleştiriyi isteyenler bilime dayalı insan uygarlığının da
yaratıcıları olmuşlardır. «Yunan Mucizesi» diye bilinen olay işte bundan
ibarettir.
Eleştiri yapma ve eleştiri ışığında varsayımları düzeltme
alışkanlığının MÖ altıncı yüzyıldan itibaren İyonya ekolü
16
diyebileceğimiz Batı Anadolu’daki Yunanca konuşan doğa bilimciler
arasında hızla yayıldığına şahit oluyoruz. Anaksimandros’un öğrencileri
Kolofonlu (kalıntıları bugünkü İzmir’in güneyinde, Değirmendere
yakınlarında) Ksenofanes ve Miletli Anaksimenes hocalarının
görüşlerini eleştirerek geliştirmişler, kısmen yeni evren modellerine
kısmen de tekil doğa olayları hakkında gözlemle sınanabilir varsayımlara ulaşmışlardır. Bunlardan Anaksimenes’in tarihte belgelenebilmiş ilk
deprem oluşum modelini ortaya attığı ve Sparta’da olacak bir depremi
önceden haber verdiği Roma’lı büyük hatip ve devlet adamı Ciceron
tarafından kaydedilmiştir.
Anaksimenes’in
deprem
oluşum
modeli,
hocası
Anaksimandros’un
jeolojik
evrim
modeline
dayanıyordu.
Anaksimandros, denizlerin sürekli bir çekilme içinde olduklarını, tüm
dünyanın Güneşin etkisinden ötürü zamanla tamamen kuruyacağı
fikrini geliştirmişti. Bu fikir, kısmen Miletos’daki hızlı deniz çekilmesine
(Büyük Menderes Deltası’nın ilerlemesi nedeniyle), kısmen de şehir
etrafında bulunan Pliyosen çökelleri içindeki fosillere dayanıyordu.
Anaksimenes ise, giderek kuruyan dünyanın gevrekleşmekte olduğunu,
gevrekleşen yerlerin de zaman zaman çökerek depremleri meydana
getirdiğini düşünmüştü. Bu teori önce Sicilya’daki Agrigentum kentinde
oturan Empedokles tarafından içinde ateş bulunan küresel bir dünya
görüşü çerçevesinde geliştirilmiş, daha sonra atom fikrinin ilk çağdaki
en ateşli savunucusu Abderalı Demokritos gözenekli bir dünyada
gözenekler içinde dolaşan suyun depremleri oluşturduğunu iddia
etmişti. Bu gözenekli dünya modeli, İslâm kültür çevresinde Eflâtun
olarak bilinen Platon’un Fedon başlıklı diyaloğunda Sokrates’ın
ağzından ortaya attığı dünya modelidir ve onsekizinci yüyıla kadar
yerküre hakkında düşünen insanlar arasında yaygınlığını korumuştur15.
Aristo ise, en hızlı hareket yeteneğine sahip ve en ince gözeneklere bile
Bu konuda bkz. Şengör, A. M. C., 2003, The Large Wavelength Deformations of the
Lithosphere: Materials for a history of the evolution of thought from the earliest times to plate
tectonics: Geological Society of America Memoir 196, xvii+347 ss.+ 3 katlı levha
15
17
nüfuz edebilecek tek ögenin hava olduğunu söyleyerek depremleri
yeraltındaki geçitler içinde hapsolan rüzgârın yarattığını savunmuştur.16
Anaksimandros’un o muazzam zihinsel sıçramasından sonra
hele deprem kuramının bugünkü halini bilen bizlere ne kadar yavan, ne
kadar zavallı gelen görüşler bunlar! Âdeta çocukça. Neredeyse depremi
Tanrı yapıyor yorumu insana daha ciddî geliyor bunlardan. Hele bu
yorumların onsekizinci yüzyılın ortalarına kadar geçerliliklerini
koruduklarını düşünmek iyice hayrete düşürüyor insanı. Fakat buna
rağmen biliyoruz ki, bugünkü modern görüşlerimiz, işte bu küçük
gördüğümüz, çocukça bulduğumuz, zavallı addettiğimiz fikirlerin
neslindendir. Bu nasıl olmuştur? Bu kadar basit fikirler nasıl olup da
günümüzün kaos matematiği gerektiren karmaşık deprem teorilerinin
atalığını yapmışlardır?
Yukarıdaki soruların cevabı çok basittir. Bu zavallı fikirler, tabiî
ki ne gelişen gözlemleri yeterince açıklayabilmiş, ne de insanın giderek
artan önceden kestirme ihtiyacına cevap verebilmişlerdir. Peki, niçin
bunların yetersizliğinin anlaşılması için neredeyse 2000 yıllık bir zamana
ihtiyaç olmuştur?
Sokrates ve Yunan Felsefesinin Bilime İhaneti
İşte bu son soruya verilecek cevap bu dersin sizlere vermek
istediği ana fikri içermesi bakımından çok mühimdir. Ne olmuştur da
MÖ 6. yüzyılda birdenbire hızlanan ve 4. yüzyıla kadar hızla gelen
gelişmenin daha sonra âdeta frenine basılmıştır? Bunun cevabını
verebilmek için 5. yüzyılın Atina’sına gideceğiz. Fen bilimlerinden bir
süre ayrılarak politikanın tarihine kısaca bakacağız: 5. yüzyılın ikinci
yarısında Atina’da yeni bir meslek türemiştir. Gelişen demokrasi, halkı
sözle ikna etmeyi gerektirir olmuş, söze en iyi hâkim olan, en çok oyu
toplayan politikacı olmaya başlamıştır. Seçilmek isteyenler, eğer
doğuştan yetenekli birer hatip değillerse, bunu hitabet sanatını
bilenlerden öğrenme yolunu tercih eder olmuşlardır. Hattâ, yetenekli
Aristo tüm bu görüşleri Meteorogica adlı, tahminen Assos’ta (=Behramkale) kaldığı
yıllarda (MÖ 347-345) yazdığı eserinde tartışmıştır. Ben bu eserin Loeb Classical
Library’de yayımlanmış İngilizce çevirisiyle Yunanca metnini kullandım.
16
18
konuşmacılar bile, rakiplerini altedebilmek için geniş bir kültür
yelpazesine ihtiyaç olduğunu görerek çeşitli konularda gezici
öğretmenlerden ders almaya başlamışlardı. Bu öğretmenlere sofist, yani
«akılcı» deniyordu. Bunlar genellikle bilgisi derin kişiler değillerdi.
Aralarında Antifon veya Protagoras gibi düşüncesinin orijinalliği veya
derinliği ile şöhret bulmuş olanlar bulunmasına rağmen ekseri sofistler
öğretmenliği kazanç elde etmek için yapan insanlardı. Bu sofistler
arasında halk tarafından onlardan sayılan fakat kendisi ve dostları
tarafından sofistlerden tamamen ayrı bir sınıfta düşünülen bir adam
vardı: Sokrates.
Sokrates gençliğinde Klazomenai’den (bugünkü Urla) Atina’ya
giden ve Perikles’in dostu olan Anaksagoras’ın derslerini duymuş,
kitaplarını okumuştu. Sokrates’in ilgisini çeken şeyler Anaksagoras’ın
ait olduğu İyonya doğa bilimciler ekolünü ilgilendiren sorular değildi.
Sokrates evrenin hangi ana maddeden türediği veya insanın hangi doğal
süreçler sonucu ortaya çıktığı veya depremin nasıl bir mekanizmayla
olduğu gibi soruları kendine sormuyordu. O bu tür soruları ilginç dahi
bulmuyordu. Sokrates’i ilgilendiren «niçin» sorusuydu. Dünya niçin
yaratılmıştı? İnsanlar niçin ortaya çıkmışlardı? Deprem niçin oluyordu?
Sokrates için tüm dünya bir ahlâkî sorunlar yumağı idi. Kendisinin
ahlâki gördüğü bazı davranış şekilleriyle ahlâksızlık addettiklerini
etrafında toplanan Atinalı gençlere naklediyordu. Sokrates’e göre iyi ve
ahlâklı insan tanrıya en çok benzeyen insandı. Zaman zaman kendisine
adalet tanrıçası Dike’den vahiy geldiğini imâ ediyor, dünyadaki
görevini de Dike’nin bir zamanlar insanları ikaz ettiği gibi, çevresini
uyarmak olarak görüyordu. Uyarma yöntemi, kendisininki hariç tüm
diğer inanışları çürütene kadar soru sormaktı karşısındakine. Buna
annesinin mesleğinden ilhamla «ebelik yöntemi» (maiotike tehne)
diyordu. Sürekli sorgulama, insanın içinde var olduğunu savunduğu
doğrunun «doğmasına» yardımcı oluyordu. İnsanın içinde var
olduğunu iddia ettiği doğrunun kaynağı ise ölümsüz olduğuna inandığı
ruhtu. Ölümsüz ruh tüm bilgileri barındırıyor, bunun için, doğum ile
bilgiden sıyrılan vücut, yaşam esnasında ölümsüz ruhun yardımıyla
kaybettiği
bilgileri
tekrar
bulabiliyor,
daha
doğrusu
«hatırlayabiliyordu».
19
Sokrates’in bu din temelli görüşleri görüşleri Pers savaşları
sonrası Atina’sında esen doğu rüzgarlarının sonuçlarıdır aslında. Dikkat
edilirse Sokrates’in bilgisi tamamen insanın kendi içinde, fakat hem
gözlemden hem de akıldan tecrit edilmiş, niteliği ve niceliği hiçbir
şekilde gözlemle sınanamayan bir kaynağa bağlanmıştır. Güya bu
bilgiyi açığa çıkaran ebelik tekniği ise tek taraflı yalancı bir sorgulamayla istenilen hedefe varılana kadar uygulanan bir yöntemdir. Büyük
filozof ve matematikçi Bertrand Russell, Sokrates’in kötü bir papaz tipini
andırdığını, gerçeği aramak yerine, kendi inançlarını empoze etmek için
tartıştığını göstermiş, bunun felsefeye yapılabilecek en büyük ihanet
olduğunu vurgulamıştır. Kanımca hiçbir felsefeci tarihte Sokrates kadar
yanlış anlaşılmamıştır. Eleştirel sorgulamanın babası zanendilen bu
Atinalı peygamber özentisi, aslında Russell’ın dediği gibi eleştirel akla
Yunan kültürü içinde en büyük ihaneti yapan kişidir.17
Eğer Platon (Eflâtun) çapında bir dâhi Sokrates’den
etkilenmeseydi, Sokrates’in fikirlerinin serbest eleştirel düşünceye
vurdukları darbe çok daha az olabilir, o da diğer sofistler arasındaki
Sokrates’in yıktığı ve yarattığı gelenekler ve kendisinin düşünceleri hakkında bugüne
kadar yazılmış en derli toplu özet şu minik kitaptır: Cornford, F. M., 1932, Before and
After Socrates: Cambridge University Press, Cambridge, X+113 pp. Sık sık baskısı
yenilenen bu kitap kolayca temin edilebilir. Sokrates’ın insan düşünce tarihindeki
rolünün genelde sanıldığı gibi olumlu değil, dogmatik dinsel düşünceyi özendiren ve
demokrasi düşmanlığını körükleyen olumsuz bir tutum olduğunu zengin kaynaklara
dayanarak ve duru bir mantık silsilesi içinde anlatan, pek çok ödül almış, enfes bir kitap
için bkz. Stone, I. F., 1989, The Trial of Socrates: Anchor Books doubleday, New York,
xi+282+[1]ss (bu kitap ilk kez 1988 yılında Little, Brown & Company tarafından
yayımlanmıştır). Alman klâsik filologu ve felsefecisi Friedrich Nietzche’nin Sokrates
karşıtlığını ise apayrı bir çerçevede ele almak gerekir. Nietzsche Sokrates’e aklı çok fazla
işin içine soktuğu, insanın ilkel duygularını bastırdığı için karşıdır. Halbuki benim (ve
Izzy Stone gibilerinin) Sokrates karşıtlığı ise, Sokrates’in insan aklına saygı
duymamasındandır. Belki Nietsche de Sokrates’in akıl sandığı şeyin akıl olmadığını
vurgulamak istiyordu, ama kendisinin daha sonra geliştirdiği felsefe böyle bir yorumla
bağdaşmaz görünmektedir. Nietzsche’nin Sokrates aleyhtarı düşüncelerini geliştirdiği
en önemli eseri şudur: Nietzsche, F., 1895[1990], Die Geburt der Tragödie aus dem Geiste der
Musik: Goldmann Klassiker mit Erläuterungen, Goldmann Verlag (yayımlandığı yer
belirtilmemiş), 292 ss.
17
20
yerini alırdı. Ancak Platonun dehâsı (ki en büyük tenkitçisi Karl Popper
bile Platon’u gelmiş geçmiş en büyük filozof addeder) Sokrates’in
fikirlerini daha da sivriltmiş, güçlü bir edebî kılıfa bürüyerek onlara
ölümsüzlük sağlamıştır. Platon’un kafasında dünyayı yaratan tanrı canlı
cansız tüm şekilleri (idea) yaratarak ölümsüz ruhları da bunların
bilgileriyle donatmıştır. Ruhlarından en çok bilgi edinebilenler
filozoflardır. Dolayısıyla toplumu bunlar yönetmelidir. Herkes filozof
yöneticilere boyun eğmek zorundadır. Halk Sparta tipi yarı askerî bir
eğitimle eğitilip kendisine verilen görevleri yaparak yaşayacaktır. Müzik
ve tiyatro gibi sanatlar sıkı bir devlet kontrolünde olacaktır. Devletin
gayesi değişime engel olmaktır.
Platon’un bu totaliter fikirlere Sokrates’ten yola çıkarak nasıl
vardığı merak edilebilir. Platon Peloponez savaşlarının sonunu görmüş
ve Atina’nın Sparta karşısındaki yenilgisinin acısını tatmıştır. Atinalı
soylu bir ailenin çocuğu olan Platon’un ailesinin üyelerinden bazıları
Atina’nın yenilgiyle biten savaş esnasındaki yöneticileri arasındaydılar.
Platon yenilgiyi bilgisiz ve görgüsüz halkın Atina’nın idaresini eline
geçirmiş olmasına, yani demokrasiye bağladığından, gönlündeki idare
bilgili ve görgülülerin gücü ellerinde tuttukları bir dikta rejimiydi. Bu
idareyi sürekli kılmanın yolu da her türlü değişime karşı tedbir almaktı.
Platon’un devleti bu nedenle ne sanata ne de bilime tahammül
edebilirdi. Bu ilk ütopya denemesi, statik bir toplum modelinin
geliştirilmesine yol açmış oluyordu.
Özgürlüğe âşık Yunan ruhu Platon’un ütopyasını uygulama
mevkiine koymadı. Ama Platon’dan öğrencisi Aristo’ya, ondan da tâ
bizlere kötü bir miras kaldı: Bilgi edinmenin amacının kesin, tartışılamaz
bilgi edinmek olması. Aristo epagoge dediği tümevarımın aslında
Sokrates tarafından icat edilmiş bir yöntem olduğunu söyler. Epagoge
kelime anlamı itibarıyla getirmek, katmak, ilâve etmek anlamına gelir.
Epago fiili ise ikna etmek demektir. Aristo epagoge kelimesi ile bir fikri
veya bir tasviri destekleyici verilerin birikmesini kastetmiştir. Aristo tek
tek gözlemlerden (daha doğrusu gözlem raporlarından) genellemeye
gitmenin mantıken mümkün olmayacağını görecek kadar akıllı bir
adamdı. Bu nedenle insan zekâsının belki de idrak kelimesiyle
21
çevirebileceğimiz nous denilen bir marifetiyle gerçeği yakalayabildiğini
varsaymak zorunda kaldı. Nous Aristo’dan çok önceleri de Yunancada
(meselâ Homeros’ta) akıl, fakat bilhassa idrak anlamında kullanılmıştır.
Bu idrak Aristo’ya göre tek tek hallerden genel kuramlara götürüyordu
aklımızı. Ancak Aristo da, kendisinden yüzyıllar sonra yaşamış büyük
Alman filozofu Kant gibi, nous marifetiyle ve tümevarım yöntemiyle
ulaşılan bilginin kesin bilgi olduğunu sanmıştır. Bu, doğal olarak hocası
Platon’un ve dolayısıyla Sokrates’in etkisiydi. Ama o etki İyonyalıların
tüm bilginin geçerliliğinin geçici olduğunu, her türlü bilginin her an bir
yeni gözlem, bir yeni mantıksal kurgu ile tepetaklak olabileceğini
söyleyen fikirlerinden çok daha etkin olarak yayıldı. Kendini emniyette
hissedebilmek için inanmak eğiliminde olan insanoğlu, kesin bilgi vaat
eden bir ekolü, bilginin her zaman geçici kalmak zorunda olduğunu
söyleyen bir ekole tercih etmişti. Bir diğer deyişle insan, kesin ve elinde
olan yalanı, elde edilebilirliği kuşkulu ve doğruluğu hep şüpheli olacak
bilgiye tercih etmişti.
Bu doğaldır. İnsan yaşamının en temel gıdası, insanın hayatta
kalma savaşının en temel cephanesi, her zaman bilgi olmuştur.
Bazılarının sandığı gibi, bu sırf günümüzün «bilgi çağı» denilen yüksek
kapasiteli depolama, hızlı hesaplama ve iletişim döneminin bir özelliği
değildir. Avcı nasıl avlayacağı hayvanların özelliklerini, avlanacağı
bölgenin coğrafyasını, silâhlarının gücünün sınırlarını bilmek
zorundaysa, çiftçi de tohumu nereden edineceğini, nereye ve ne zaman
ekeceğini, nasıl sulayacağını, hasadın ne zaman yapılması gerektiğini
bilmek zorundadır. Bu bilgiler ilkel toplumlarda genellikle ebeveyn
tarafından çocuğa verilir veya köyün yetişkinleri gençleri eğitir.
Annesine güvenemeyen bir çocuğun yaşamı nasıl zehir olursa, bilgisinden emin olamayan insanın da sürekli uykuları kaçar. Bu nedenle
kesin ve emin bilgi vaat eden her öğreti her zaman insanları cezbetmiştir
- bu vaat yalan olsa bile! Hayatta kalabilmek için bilgiye ihtiyacı
olduğunu bilen insan psikolojisi, evrimsel olarak en iyi bilgiyi edinmeye
plânlanmıştır. İçgüdü kesin bilgiye gitmektir. En sağlam bilgi kaynağı
annedir. Çok özel haller dışında anne çocuğunu aldatmaz. Bu nedenle
çocuk anneyi izler. Eğer Nobel ödüllü hayvan davranışı bilimi uzmanı
Konrad Lorenz’in deneylerindeki gibi sun’i olarak anne yerine başka bir
22
yaratık (ör. insan) konursa bu sefer yavrular onu izlemeye başlarlar.
Çocuğun anneyle olan bu ilişkisi doğmadan önce başlar ve aklın
bağımsızlığını kazanmasından sonraya kadar sürer. Doğumdan aklın
bağımsız olabilmesine kadar geçen sürede çocuk rasyonel hareket
edemeyeceğine göre, onu anneye bağlayan bir mekanizma gerekir. Bir
içgüdü olan anneye inanmanın bu mekanizma olduğu ve bunun da
gerekli olarak hayatta kalmayı sağlayan «akıl-öncesi» bir durumu temsil
ettiği açıktır. Aklın gelişmesiyle inanç, yerini muhakemeye bırakır.
Meselâ çocuk, alkolik veya madde bağımlısı olan bir annenin
dinlenmemesi gerektiğini öğrenir. Annesine içgüdüsel olarak
inanmaktan vazgeçemeyen, yani ilkel inancın yerine muhakemeyi
koymayı öğrenememiş bir insan, tüm yaşamı boyunca da inanacağı bir
otorite arar. Bunu kimisi tanrı fikrinde, kimisi büyüde, kimisi de bilimde
bulur. Kesin bilginin mümkün olmadığını bile bile mutlu yaşayabilen
insan sayısı tarih boyunca çok minik bir azınlıkla temsil edilmiştir.
İyonya doğa felsefesinin (daha doğrusu doğa bilimlerinin) her
türlü kesin bilgi inancını reddeden felsefî temelleri, Atina’da Sokrates’in
ve özellikle Platon ve Aristo’nun kesin bilgi vaat eden öğretileriyle
hiçbir zaman bağdaşamamıştır. İyonyalıların Herakleitos ve Demokritos
ile doruğuna çıkan düşünce sistemleri ve ona bağlı doğa bilimi
kuramları, Atina’nın tahsilli vatandaşları için bile fazlaydı. Hele
Hellenistik dönemde doğudan tekrar esen dinsel rüzgârlar ve onu
izleyen Roma İmparatorluğu devrinde soyut düşüncede görülen
gerileme, İyonya’nın düşünce sisteminin tamamen ortadan kalkmasına
neden oldu (Lükres gibi büyük bir-iki istisna dışında). Eğitim ve
düşünce basit, sokaktaki adamı mutlu edecek düzeylere düştü.
Platon’un fikirlerinin pek basite indirgenmiş ve sulandırılmış şekilleri,
okumuş seçkinlerin tartışma malzemesini oluşturur oldu. Bilimsel ve
felsefî yazıların yerini onların yüzeysel (ve genellikle yanlış anlaşılmış)
tanıtımlarını içeren ansiklopedik derlemeler aldı.
23
Orta Çağda Bilim
Hristiyan dünyası. İşte tam bu sırada doğudan esen yeni bir
dinsel rüzgâr son derece ilkel bir Ortadoğu mitolojisinin, bugün
Musevilik olarak bildiğimiz Judaizmin yeni bir yorumunu, bu yorumun
yaratıcısı Beytüllâhimli İsa’nın iki önemli havarisi olan Tarsus’lu Paulus
ve Galileli Petrus marifetiyle Roma’nın içine taşıdı. Bu ilkel mitoloji çok
uzun yıllar Roma içinde bile yalnızca en alt halk sınıflarına ve kölelere
hitap edebildi. Kanımca en iyi analizini hâlâ Edward Gibbon’un Roma
İmparatorluğunun Gerilemesi ve Çöküşü adlı anıtsal eserinde
okuyabileceğimiz nedenlerle18 giderek daha üst sınıflara-özellikle de
kadınlar arasında-yayılan bu mitoloji sonunda Büyük Konstantin’in
siyasal bir kararı ile Roma İmparatorluğu’nun resmî dini oldu. Bu
noktadan sonra daha yaygın olarak ele alınan ve entellektüel olarak
irdelenen bu yeni din, MS. 4. yüzyılın sonlarına doğru Kuzey Afrikalı
Aziz Augustinus’un bilgili ve zeki kafasında Platon’un felsefesinin
öğeleriyle birleştirildi ve sonunda bildiğimiz Hristiyanlık dini oluştu.
Hristiyanlığın temel akideleri ile Sokrates’in (ve dolayısıyla Platon’un)
öğretisi arasında pek az bir fark vardır. Belki de bu yüzden Hristiyanlık
her şeye rağmen eski Yunan medeniyetinin nüfuz etmiş olduğu
Roma’da yayılabilmiştir.19 Ancak Platon’un öğretilerini esas alarak
bunlardan dinî akideler türeten Hristiyanlığın, aynen Platon’un salık
verdiği gibi neredeyse her türlü değişimi de durdurması gerekiyordu.
Dünyanın nasıl yaratıldığı Hristiyanlar için Kutsal Kitap’ın Eski Ahit’ini20
Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu içindeki yayılmasını Gibbon beş nedene
bağlamıştı: Gibbon, E., tarihsiz, The Decline and Fail of the Roman Empire, c. 2: Methuen &
Co. Ltd., London, ss. 1-70. (Altı cildi onsekizinci yüzyılın son çeyreği içinde yayımlanmış
olan bu ölümsüz eserin burada atıf yapılan basımı büyük tarihçi John Bury’nin
idaresinde yapılmış olanıdır. Bu yüzyıl başlarında çıkmıştır).
19 Bu konuda bilhassa şu esere bkz. Weil, S., 1998[1957], Intimations of Christianity Among
the Ancient Greeks: Routledge, London, vii+208 pp. Yukarıda 17. Notta tam künyesi
verilmiş olan Izzy Stone’un Sokrates hakkındaki kitabında da bu konuda bilgi vardır.
Bilhassa 60. Sahifeye bkz.
20 Ahit= ahd’dan. Ahd Arapça antlaşma, karar demektir. Burada kastedilen antlaşma
güya Tanrı YHWH ile İsrailoğulları arasında peygamberler kanalıyla varılan
antlaşmadır. Bu antlaşmaya göre İsrailoğulları YHWH’yi tanrı olarak tanıyıp ona ibadet
edecek, YHWH de onları koruyacaktır. YHWH’nin Musa’dan istediği antlaşmanın tam
18
24
oluşturan Tevrat’ta mevcuttu. Ne olacağını da İsa haber vermişti ki bu
da Yeni Ahit’i oluşturan İncil (Yunanca Evangelos’dan=iyi haber)
içerisindeki kitaplardaydı. Dünyada her şey Tanrı’nın buyruğu ile ve
insanlar için olduğuna göre bunların detaylı açıklamaları da Eski ve Yeni
Ahit’ten oluşan Kitab-ı Mukaddes’te yani Kutsal Kitap’ta vardı veya
buradan
(bilhassa
din
adamları
yardımıyla)
türetilebilirdi.
Hristiyanların en son ihtiyaç duyacakları şey putperestlerin bilgileriydi.
Kilise babalarından, teslis (üçlü birlik: Tanrı, oğul, kutsal ruh)
kavramının mucidi, Kuzey Afrika’dan Berberi kökenli Tertullianus 2.
yüzyılda «Atina’nın Kudüs’le ne ilgisi vardır?« diyerek aklınca eski Yunan bilgisini küçümsememiş miydi?
Bu şekilde geliştirilen Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu içinde
yaşayan herkes tarafından hayranlıkla karşılandığı sanılmamalıdır. Tâ
ilk başlarda Celsus ve Porphyrius gibi yazarlar Hristiyan öğretisinin
felsefi açıdan düzeysiz ve basit olduğunu, kendi içinde tutarsızlıklar
bulunduğunu gösterdiler.21 Ama İmparatorluğun giderek boşalan
hazinesi, her yıl daha kötüleşen eğitimi ve hele beşinci yüzyıldan sonra
sınırlarından içeri akan barbar kavimlerin bir türlü durdurulamaması,
sonunda eski ve muhteşem Roma’yı bir cahiller topluluğu haline getirdi.
Hristiyanlık bu iç karartıcı ve zavallı ortam içinde yayıldı ve yalnız
gönüllere değil, akıllara da hakim oldu. Sonunda neredeyse beşinci
metni şudur: «Ben YHWH sizin tanrınızım, sizi Mısır’dan çıkaran, kölelikten kurtaran.
Benden başka tanrınız olmayacak. Kendinize başka tanrı yapmayacaksınız veya
yukarıda göklerde, veya aşağıda yerde, veya yerin altındaki suda bulunan hiçbir şeyin
temsilini yapmayacaksınız; onların önünde eğilmeyecek, onlara hizmet etmeyeceksiniz,
çünkü ben YHWH, sizin tanrınız, kıskanç bir tanrıyım, benden nefret edenlerin üçüncü
ve dördüncü neslinden olan çocukların babalarına fenalık yaparım, benim emirlerimi
dinleyen binlere ise sevecen iyilikler yaparım» (Tevrat, Çıkış, 21[1-6]). Tevrat, bu
antlaşmaların bir tarihçesi ve içeriğidir. Kur’an’daki Allah’a (Allah, Arapça ilâhtan, tanrı;
İbranice El, çoğulu Elohim) inanma ve ibadet ısrarının kökeni de Tevrat’ın bu ahd
temelidir. İncil ise, ona Yeni Ahit dense de, yeni bir ahddan ziyade İsa’nın inananlara
müjdelerinden ibarettir ki onun için Yunanca olarak kaleme alınan bu kitaba Evangelos
(=iyi haber) denmiştir.
21 Ör. bkz. Hoffmann, R. J. (çeviren ve açıklayan) 1994, Porphyry’s Against the Christians—
The Literary Remains: Oxford University Press, Oxford, 181 ss.
25
yüzyıldan onbirinci yüzyıla kadar uzanan altı yüzyıllık korkunç bir
Karanlık Çağ başladı Avrupa’da. Ortadoğu’dan gelen çok eski bir
mitolojinin yarım yamalak hazmedilmiş platonik felsefe ile
evlendirilmesi sonucu ortaya çıkan eleştiriye tahammülsüz bir öğreti her
sorunun cevabını bilmek iddiasındaydı. Bu iddia nedeniyle, Aristo’ya
kadar hızla gelen gelişme, bilhassa MS 3. yüzyılda duraladı, beşinci
yüzyıldan onbirinci yüzyıla kadar da hızla geri gitti.
Bahsi geçen yüzyıllar Avrupa tarihinin en acılı, en yoksul, en
kanlı yüzyıllarıdır. Bir yanda okuma-yazma bilmeyen derebeylerin,
kralların, hattâ imparatorların (Kutsal Roma İmparatorluğu’nun
kurucusu olan Şarlman ümmiydi!) çekişmesi, diğer yanda cahil
papazların halk üzerinde oluşturdukları korku baskısı, sel, deprem,
hastalık gibi olaylar karşısında insanın özgüvenini daha da aşındıran
yakarma dualarından başka hiçbir şey yapılamayacağı inancı,
muhteşem Roma’nın vârisi Avrupa’yı neredeyse taş devri düzeyine
itelemişti. Roma hafızalarda yalnızca diliyle kalabilmiş, eski Yunan ise
tamamen tarihin karanlıklarına gömülerek belleklerden silinmişti.
Gerçi Batı ve Orta Avrupa’nın (yani Tertulilanus’un fikir
babalığını yaptığı Latin Hristiyanlığının) mahkûm olduğu bu inanılması
güç cehalet ve zavallılık bataklığı Doğu Avrupa, daha doğrusu Roma
İmparatorluğu’nun ayakta kalabilen doğu yarısı tarafından tamamen
paylaşılmıyordu. Doğu’da hâlâ bir imparator ve hâlâ bir saray vardı.
Entellektüel yaşam, hele Jüstinyen’in putperest kültürün son
kalıntılarından olan Atina’daki Akademi’yi kapatmasıyla çok alt
düzeylere kaymıştı, ama gene de batıdaki kadar ayağa düşmemişti. En
azından doğuda kütüphaneler, içindeki kitaplarıyla henüz ayaktaydılar.
Müslüman dünyası. Sekizinci yüzyıldan itibaren şahlanan
Müslümanlık dokuzuncu yüzyılda bilhassa Halife Al-Ma’mun’un Beytül Hikma adı verilen Bağdat Akademisi’ni kurmasıyla birdenbire
uygarlığın yeni taşıyıcısı rolünü üstlendi. Müslüman ülkelerin
uygarlığın gelişmesindeki rolü yakın zamana kadar yalnızca Yunan
eserlerini Arapçaya çevirerek bunların saklanmasını temin etmekten
ibaret gibi gösterilirdi. Bu çok yanlış bir değerlendirmedir. Örneğin,
Halife Al-Ma’mun zamanında yapılan ve ülkemizin yetiştirdiği en
26
büyük bilim adamlarından biri olan Prof. Dr. Fuat Sezgin tarafından
«Ma’mun Haritası» diye adlandırılan haritanın Al-Hvarizmi’nin Kitab
Surat al-Ard adlı eserindeki koordinatlar ve Ibn Fadlallah al-Umarî’nin,
enfes bir el yazması Topkapı Sarayı kütüphanesinde bulunan, Masalik al
Abşar ve Memalik al Afşar adlı büyük ansiklopedisinde gene, Fuat Bey
tarafından keşfedilmiş olan, bir dünya haritası yardımıyla yapılabilen
restorasyonu, Müslüman coğrafyacıların Batlamyüs’ün (yani MS 2.
yüzyılda İskenderiye’de yaşamış büyük Yunanlı astronom ve coğrafyacı
Klaudios Ptolemaios) ne kadar ilerisine geçmiş olduklarını
göstermektedir. En etkileyici olan ise, Halifenin o zamanlar yeni tercüme
edilmiş olan Batlamyüs haritasının bir revizyonunu emretmesinin
hemen akabinde Müslüman coğrafyacıların hemen bir defa Musul
civarında, bir defa da Şam düzlüğünde bir meridiyen yayının uzunluğunu ölçmüş olmalarıdır. Halife al-Ma’mun’un Bizans’a karşı bir
seferine iştirak eden matematikçi ve astronom Sind bin Ali bu ölçümlere
katılmıştı. Sefer esnasında, Sind bin Ali ekvator üzerinde bir derecenin
uzunluğu bir defa daha yüksek bir tepeden (Antakya ilimizdeki
Cebeliakra = Mt. Cassius) ufuktaki güneş kursunun depresyonunun
gözlenmesi yöntemiyle ölçtü.22 Bu mükerrer ölçümlerin nedeni,
Batlamyüs’ün Posidonius’tan aldığı dünya çevresi uzunluğunun
Müslüman coğrafyacılar tarafından yanlış olduğunun tahmin
edilmesidir. Gerçekten de Şam, Musul ve Cebeliakra’da yapılan ölçmeler bu tahminin doğru olduğunu göstermiş, buralarda Eratostenes’in
ilk hesabına yakın rakamlar elde edilmiştir. Müslüman coğrafyacılar,
denizcilerin ve tüccarların tecrübelerine dayanarak Hint Okyanusu’nun
Batlamyüs’ün sandığı gibi kapalı bir deniz olmadığını da biliyorlardı.
Tüm bu düzeltmeleri, ayrıca Güney Asya’da dolaşan kervanların
getirdiği bilgileri haritalarına işleyen Müslümanlar MS 833 yılı civarında
Eski Dünya’nın bugünküne epey benzeyen bir haritasını üretmeye
muvaffak olmuşlardı.
Tabii Müslümanların başarıları sırf coğrafya ile sınırlı
kalmamıştı. Denebilir ki jeoloji hariç tüm doğa bilimi dallarında
Sezgin, F., 1978, Geschichte des Arabischen Schrifttums, c. VI (Astronomie): Brill, Leiden,
s. 138.
22
27
öğretmenleri olan Yunanlıları fersah fersah geçtiler. Teknolojide
başardıkları ise bugün bile bizleri hayretler içinde bırakmaktadır. Enfes
ve karmaşık su saatleri, sayısız otomatik savaş aletleri, değirmenler,
hatta bugünkü fotoğraf makinasının atası olan camera lucida bile icat
ettikleri aletler arasındaydı.23
Sonra? Sonra Müslümanların başına da Yunanlıların başına gelen
geldi! Akıl, vahiy karşısında ikinci dereceye itildi. Din, bilimin önüne
geçti. Ancak Yunanlıların başına gelen, önce giderek cahilleşen bir
Roma’nın Yunan bilimini artık anlayamaz hale gelmesi, daha sonra da
kuzeyden Roma içlerine akan barbarların sonunda devlet ve cemiyet
yönetimine hakim olmalarıydı. Hristiyanlık bu cahillerin egemenliği
sayesinde taht kurdu, cahillerin çocukları cehaletten kurtulunca da
gücünü giderek kaybetti. İslam tarihinde dinin bilimin önüne sıçrayarak
bilimin gelişmesine engel olmasının ise batıdakinden tamamen farklı bir
nedeni vardır. İslamda bilimi öldüren cahil yobazlar değil, tam tersine
son derece iyi yetişmiş ve fevkalade zeki felsefecilerdir.
İslamda ve bilhassa Sünni geleneğinde bilim karşıtı hareketin
genellikle Abu’l Hasan al-Aşari ile başladığı iddia edilir. Al-Aşari, İslam
doğa bilimlerinin büyük bir sıçrama yaptığı dokuzuncu yüzyılda
yaşadı.24 Al-Aşari’nin felsefesinin en temel fikri, nedenselliğin tanrıdan
Tüm bu âletlerin reprodüksiyonları, Frankfurt am Main’deki Johann Wolfgang von
Goethe Üniversitesi’nin Arap-İslâm Bilimleri Tarihi Enstitüsü içerisinde (Beethoven
sokağı 89) Prof. Dr. Fuat Sezgin tarafından kurulmuş olan muhteşem müzede
sergilenmektedir. Enstitü ayrıca çok zengin bir kütüphaneye de sahiptir. Bu müzenin
çok güzel resimlendirilmiş, geniş açıklamalarla zenginleştirilmiş izahlı bir kataloğu
Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) ve Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından
basılmıştır. Bu kataloğun ilk cildi Fuat Sezgin’in kaleme aldığı çok etraflı bir İslâm bilim
tarihidir: İslâm’da Bilim ve Teknik: Türkiye Bilimler Akademisi ve T.C. Kültür ve Turizm
Bakanlığı Ortak Yayını, Ankara: c. I Fuat Sezgin, Arap-İslâm Bilimleri Tarihine Giriş,
xvi+[ii]+213 ss; c. II Fuat Sezgin ve Eckhard Neubauer, Astronomi, 226 ss; c. III Fuat
Sezgin ve Eckhard Neubauer, Coğrafya, Denizcilik, Saatler, Geometri, Optik, 213 ss; c. IV
Fuat Sezgin ve Eckhard Neubauer, Tıp, Kimya, Mineraller, 236 ss; c. V Fuat Sezgin ve
Eckhard Neubauer, Fizik, Mimari, Savaş Tekniği, Antik Objeler, 228 ss. Orta Çağ bilim
tarihi ile ilgili herkesin bu eserleri okuması şarttır.
24 Al-Aşari’nin yaşamı ve öğretisi için bkz. Ritter, H., 1964, Eş’ari: İslâm Ansiklopedisi, c. 4,
Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, ss. 390-392.
23
28
bağımsız olarak savunulamayacağı idi. Bu tasavvurda kâinat her parçası
bir diğerine bağlı olarak çalışan muazzam bir makina olarak değil, her
bir atomu tanrı tarafından ayrı ayrı yönetilen birbirinden temelde
bağımsız parçacıklardan oluşan devasa bir yığın olarak görülüyordu.
İslam uygarlık ve bilim tarihçisi Seyyed Hossein Nasr, daha sonra batıda
Leibniz’in monadoloji felsefesinde karşımıza çıkacak olan bu yorumun
Arap düşüncesinin karakteristik olarak dünyayı tek bir süreklilik değil,
pek çok süreksizlik olarak tasavvur etmesinden kaynaklandığını
söylüyor. Bu belki de çölde vahadan vahaya koşarak yaşamanın verdiği
ruhsal bir eğilimdir.
Al-Aşari felsefesinin-belki de tüm İslâm felsefesinin-doruk
noktası onbirinci yüzyılın büyük düşünürü Abu Hamid Muhammed
al-Gazzâli’dir.25 Sonuçlarına katılmadığım halde, Al-Gazzâli’nin
yazılarını zekâsına, bilgisine ve ifâde gücüne hayran olmadan hiçbir
zaman okuyamamışımdır. Al-Gazzâli’nin, bir pamuk parçasının ateş
tarafından yakılmasının nedensellik açısından yaptığı felsefi analizi,
bugüne kadar okuduğum en etkileyici felsefi irdelemedir. Al-Gazzâli,
aynen Platon gibi, herkesin gözü önünde cereyan eden bir olayı alıp,
herkesin o olayda göremediğini ortaya çıkararak müthiş bir ikna
gücüyle gözler önüne sermektedir. Ateş, pamuğu yakmaktadır: Öyle
mi? Fakat ateş kendi kendine herhangi bir iş yapamayan «ölü» bir amildir. İş yapabilmesi için bizim onu yakmamız, pamuğun yanına
getirmemiz gerekmektedir. Ondan sonra gördüğümüz, ateşin yanarken
pamuğun da yanmaya başladığıdır. Burada aynı anda olan iki olayı
gördüğümüz gerçektir. Fakat bu, ateşin yanmaya «neden» olduğunu
gösterebilir mi? Her seferinde ateşe değen pamuğun yanmaya
başladığını gören bizlere bu mantık komik gelebilir. Ama hayatında
ateşin pamuğu-veya herhangi bir şeyi-yaktığını hiç görmemiş bir
gözlemciye de acaba al-Gazzâli’nin mantığı aynı derecede komik gelir
mi? Yan yana park etmiş iki otomobil düşünün: İkisinin de sürücüsü
çeyrek dakika farkla gelerek arabalarına binsinler, kontağı açsınlar ve
Al-Gazzali için bkz. Kufralı, K., 1964, Gazzâlî: İslâm Ansiklopedisi, c. 4, Millî Eğitim
Basımevi, İstanbul, ss. 748-760.
25
29
gene çeyrek dakika farkla park yerlerini terkederek uzaklaşsınlar. Bunu
gören birisi diyebilir mi ki, önce gelen sürücü, sonra gelen sürücünün
gelişinin, arabasını çalıştırmasının ve gitmesinin nedeniydi? Tabii ki
hayır! Peki o zaman nedenselliği nasıl bilebileceğiz? Al-Aşari’yi izleyen
al-Gazzâli, nedenselliğin felsefi olarak temellendirilemeyeceğini, bu
nedenle de evreni akılla izah etmenin mümkün olamayacağını
söylüyordu. Kendisine nedenselliğin izahının güçlüğü konusunda
katılabiliriz. Ama buradan çıkardığı, «akıl ile olmuyorsa, o zaman
vahiyin
temel
alınmalıdır»
fikrine
katılmak,
vahiyin
de
temellendirilmesinin mümkün olmaması dolayısıyla imkânsızdır.
Al-Gazzâli’ye Avrupa’da Averroes adı altında bilinen Kadiz
Kadısı İbn Rüşt’ün verdiği meşhur cevap da ne yazık ki tatmin edici
değildir. Felsefi açıdan onbirinci yüzyılda İslâm âleminin batısı,
doğusunun ardında kalmıştı. Ancak al-Gazzâli’nin tartışmaya sürdüğü
problemin, felsefenin belki de en zor problemi olduğu ve içinde
bulunduğumuz yüzyıla kadar da tatmin edici bir çözüme
kavuşamadığını vurgulamak gerekir. İbn Rüşt al-Gazzâli’ye cevaben
aklın (daha doğrusu «idrakin») nedeni bulacağını iddia etmekten ileriye
bir şey söyleyememiştir ki, bu tamamen Aristo’nun iddiasıdır («nous»).
Halbuki al-Gazzâli’nin tezine karşı iki değişik tez ileri sürülebilirdi:
Birincisi, al-Gazzâli’nin iddiasının da problemi çözmediğine, sadece
çözümü varlığını asla kesin bilemeyeceğimiz hayâlî bir tanrının sırtına
attığına işaret etmekti. Eğer herşeye kadir bir tanrı yoksa, problem de
çözülmemiş olarak kalmış oluyordu. Yok eğer bir tanrı varsa ve bu tanrı
doğayı onu yöneten yasalarla birlikte yaratmışsa, bu yasaları bulmaya
çalışmak, nedenselliği o yasalar çerçevesinde irdelemek gerekiyordu.
Tanrı insana akıl ve idrak kabiliyeti verdiğine göre, herhalde bunların
bir yerde faydalı olması gerektiğini düşünmüş olmalıydı. Aklın tanrının
büyüklüğünü ve eserinin ihtişamını idrak ve takdir etmekten daha yüce
ne gibi bir görevi olabilirdi? Bu da al-Gazzâli’ye karşı öne sürülebilecek
ikinci tez olarak düşünülebilirdi.
Ancak bu iki tez de ileri sürülmedi -en azından açıkça ortalığa
çıkmadı- İslam kültür çevresinde. Al-Gazzâli’nin çağdaşı ve hiç
kuşkusuz İslam dünyasının çıkarabildiği en büyük dâhilerden olan
30
matematikçi ve astronom Ömer Hayyam’ın aklından yukarıda dile
getirdiğim her iki tezin de geçmiş olduğunu rubailerinden tahmin
edebiliyoruz. Harold Lamb, Hayyam’ın yaşamını konu edinen
romanında O’nunla al-Gazzâli’yi karşılaştırır ve tartıştırır.26
Fakat İslâm âlemi ve bilhassa Sünni toplum Hayyam’ın değil, alGazzâli’nin peşinden gitti—aynı Yunan toplumunun Sokrates öncesi
doğa filozoflarının değil, Sokratesçilerin peşinden gitmeği tercih ettiği
gibi. Onüçüncü yüzyıla gelindiğinde İslam dünyasının da bu nedenle
doğa bilimlerinde barutu tükenmişti. Halbuki bir yüzyıl önce gerek
İspanya’da, gerek bir dönem Müslüman dünyasının bir parçası olan
Sicilya’da ve gerekse de hem İstanbul’da hem de Trabzon’da hummalı
bir tercüme faaliyeti başlamıştı. Arapların koruduğu ve tercüme ettikleri
eski Yunan eserleri harıl harıl Lâtinceye veya tekrar Yunancaya
çevriliyordu. Onbirinci yüzyılda batıda, kilisenin din dışı öğrenime daha
hoşgörülü bakmasıyla başlayan bir değişim, önce kilisenin kendine çeki
düzen vermesi ve sonra da kuzey İtalya’daki Milano gibi Lombard
şehirlerinin doğuyla yapılan ticaret sonucu zenginleşmeye başlamaları,
Avrupa’da en azından belirli merkezlerde eski Yunan bilgilerine karşı
bir merak ve istek uyandırdı.
Rönesans (=Yeniden Doğuş) ve Batıda Bilimin Yükselişi
Bu istek sonunda nereye varırdı? Avrupa da Araplar gibi önce
bir silkinip sonra gene dinsel dogmanın pençesine düşer miydi? Bu tabii
ki bilinemez, ama bir olay Avrupa’nın serbest eleştirel düşünceye
konulan tüm sınırlamaları kaldırıp atmasına neden oldu: Kristof
Kolomb adlı Cenovalı bir denizci Kutsal Kitap’ı değil Batlamyüs’ü
izleyerek Yunanlıların Okeanos, Arapların da Karanlık Deniz (Bahr-el
Lamb, H., 1936, Omar Khayyam—A Life: Doubleday, Doran & Co., Garden City, 316 ss.
Bu güzel ve öğretici roman Suat Kaya tarafından 2001’de Yıldızların Efendisi Hayyam
başlığı ile Türkçe’ye çevrildi (Yurt Yayınları, İstanbul, 336 ss.). Hayyam - al-Gazzali
karşılaşmasının tarihsel belgeleri için bkz. Ali Dashti, 1971, In Search of Omar Khayyam:
George Ailen & Unvrin, London, 276 ss. (translated by L. P. Elwell-Sutton). Ali
Dashti’nin kitabı Hayyam ile al-Gazzali arasındaki temel farkları tartışırken İslâm kültür
çevresinde otoriteye bağlı olmayan ve olan akılların da çok güzel portrelerini
çizmektedir (bilhassa ss. 91 ve sonrası).
26
31
Muzlim) dedikleri Atlas Okyanusu’nu aştı, karşı tarafta kimsenin daha
önce haberdar olmadığı bir dünya buldu. Bulunan dünyanın ne
insanları, ne hayvanları, ne de bitkileri kutsal kitapların bildirdikleri
arasında vardı. Bu durum doğal olarak Avrupalı ilahiyatçılar için
çözülmesi güç bir problem oluşturdu. Bazıları, yeni bulunan insanların
gerçekten insan olup olmadığını bile sorgulamaya kalktılar. Bu şüphe,
Orta Amerika’da yapılan akıl almaz katliamların, insanların doğranıp
kızartılmasının, çengellere asılmasının ve Peder Bartolomeos de las
Casas’ın veya Alvar Nuñez Cabeza de Vaca’nın kitaplarında yazı ve resimlerle anlatılan tasviri bile güç daha nice vahşetin kısmen nedeni,
kısmen de özrü olarak ileri sürülmüştür. Cabeza de Vaca İspanya
Kralı’na sunduğu kitabında, bugünkü Texas’ın güneyini oluşturan
Galveston plajlarında parçalanan gemisinden kurtulup Kaliforniya’ya
kadar yaya olarak yapmak zorunda kaldığı yolculuğunda, buralarda
oturan çok çeşitli yerli kabileleriyle karşılaştığını, onların da Avrupalılar
kadar insan olduklarını ve onlarla aynı haklara sahip olmaları
gerektiğini ileri sürerek insan hakları konusunda en eski eserlerden
birini ortaya koydu27.
Kristof Kolomb’dan yalnızca altı yıl sonra Portekizli Vasco de
Gama’nın deniz yoluyla Hindistan’da Kalikut’a ulaşması, 1522’de
Magellan’ın ekibinin Juan Sebastian Elcano yönetiminde dünyanın
çevresini dolanarak gezegenin küre şeklini bir başka yöntemle
belgelemesi, Avrupa insanına o zamana kadar hiçbir insan grubuna
nasip olmayan bir kendine güven hissi verdi. Gerçi Kolomb’dan yetmişseksen sene önce Çinli hadım Müslüman amiral Zang He, okyanus aşırı
geziler için planlanmış dev gemilerle, Çin’den Afrika ve Arabistan
kıyılarına yedi kez sefer düzenlemiş, buralarla Çin arasındaki ticareti ve
De Las Casas’ın kitabının bir İngilizce tercümesi için bkz. De Las Casas, B., 1532[1992],
A Short Account of the Destruction of the Indies: Penguin Classics, London, xliii+143 ss
(çeviren Nigel Griffin, girişi yazan Anthony Pagden); Cabeza de Vaca için bkz. PupoWalker, E. ve López-Morillas, F. M., 1993, Castaways—The Narrative of Alvar Nuñez
Cabeza de Vaca: University of California Press, Berkeley, xxx+158 ss. Cabeza de Vaca,
maceraları ve idealleri hakkında enfes bir eser Maja Rodman (Wojciechowska)
tarafından yazılmış ve 1965 yılında Atheneum, New York tarafından basılmış olan
Odyssey of Courage adlı eserdir. Bunu bilhassa tüm okuyucularıma tavsiye ederim.
27
32
bilgi alış-verişini arttırmayı amaçlamıştı. Zang He’nin Kolomb’un en
büyük gemisi olan Santa Maria’dan en az on kat büyük olan
vasıtalarıyla o zaman Atlas Okyanusu’nu, hattâ Pasifik’i geçmek işten
bile değildi. Ama Çinliler bu işe kalkışmadılar. Zang He’nin yedinci
seyahatinden sonra Konfüçyüs âlimleri, imparatora bu tür gezilerin
Çin’in zararına olduğunu söyleyerek, Çin dışına seyahat yapmanın
günah olacağını iddia ettiler. Dolayısıyla Çin’de de son derece ümit
verici bir başlangıç, tutucu dogmanın pençesinde can veren bir
teşebbüse döndü.28 Çin kabuğuna hapsoldu. Tâ ki batılı «şeytanların»
savaş gemileri altı yüzyıl sonra gelip kabuğunu ve onunla birlikte
bağımsızlığını parçalayana kadar. Amiral Perry’nin savaş gemileri
Japonlara da aynı şeyi yapmamışlar mıydı?
Büyük coğrafî keşifler Avrupa’yı bir daha uyumamak üzere
uyandırmışlardı. Öğrenmeyi bilene dışarıda bilgi, bilginin peşinde de
zenginlik, güç ve mutluluk vardı. Fakat Büyük coğrafi keşifler insanların
gözlerini sırf Avrupa dışındaki kara parçaları ve okyanuslar için
açmadılar. İtalya’da Galileo Galilei bir Hollandalının keşfettiği teleskobu
geliştirerek bakışlarını tüm güneş sistemine çevirdi. Jüpiter’in etrafında
Duyvendak, J. J. L., 1939, The true dates of the Chinese maritime expeditions of the
early fiftenth century: T’oung Pao, c. 34, sayı 5, ss. 341-412; Levathes, L., 1994, When China
Ruled the Seas. The Treasure Fleet of the Dragon Throne 1405-1433: Simon & Schuster, New
York, 252 ss; Kristof, N. D., 1999, 1492: The Prequel: The New York Times Magazine, June 6
1999/Section 6, ss. 81-86 (bu makalede Zhang He’nin gemilerinin güzel bir resmi ve
bunun Kristof Kolomb’un Santa Maria’sıyla bir karşılaştırması vardır) Information
Office of the People’s Government of Fujian Province, tarihsiz, Zheng He’s Voyages
Down the Western Seas: China Intercontinental Press, 109 ss.+ 1 katlanır renkli harita.
Zhang He’nin filosunun bütün dünyayı haritaladığını idida eden eski denizaltı subayı
Gavin Menzies’in 1421 The Year China Discovered the World (2002, Bantam Books,
London, 649 ss.) adlı eserinin tezi ise bir fanteziden ibarettir. Güya Zhang He ve
adamlarının yaptığı iddia edilen bir harita ise büyük bir ihtimalle günümüzün bir
sahtekârlık eseridir. Bu konuda bkz. Kolonko, P., 2006, Haben die Chinesen Amerika
entdeckt? Frankfurter Allgemeine, Dienstag 17. Januar 2006, Nr 14, s. 9; Tomasovsky, D.,
2006, 1418,1421? Ein Chinese als Entdecker Amerikas? Die Presse (Viyana), 18 Jänner
2006, s. 28.
28
33
dolanan küçük uydular Polonyalı Kopernik’in dediğini doğruluyordu29.
Herşey dünyanın etrafında dönmüyordu. Dünya ile beraber tüm
gezegenler ve aylar binlerce yıl önce ilk Pitagorcuların, daha sonra
Sakızlı Aristarkhos’un ve nihayet Kopernik’in dediği gibi güneşin
çevresinde dönüyorlardı. Ne Peygamber Yeşu’nun emri üzerine güneşin
Gibeon ve ayın Ayyalon Deresi üzerinde durmuş olması (Tevrat, Yeşu,
10. 12) ne de 93 numaralı mezmurun dile getirdiği gibi dünyanın
hareket ettirilemeyeceği mümkün olabilirdi. Kutsal kitaplar,
dünyamızın coğrafyasını doğru olarak yansıtmadıkları gibi kâinat
hakkındaki hakikati de dile getirmiyorlardı. Bu durumda insana kalan
tek yapacak şey, kendi aklının kılavuzluğunu kabullenmek oluyordu.
Kopernik, Galileo ve Kepler’den geçen yol nihayet Newton ile bir
ilk doruğa ulaştı. Newton ve Leibniz’in diferansiyel ve integral hesabı
icat etmeleri, sürekli değişen değişkenlerin matematiğini, o da doğanın
çok daha gerçeğe yakın bir tasvirini mümkün kıldı. O kadar ki
Newton’un kanunları ve bunlar marifetiyle yalnız göklerin değil fakat,
aynı yasalarla dünya üzerinde olanların da izahı tâ Aristo’dan beri gelen
yerle göğün ayrılığını ve -en azından bazılarının gözünde olan- göklerin
tanrısallığını ortadan kaldırdı. Ağaçtan elmanın düşmesini idare eden
yasa, Jüpiter’in güneş etrafındaki dönüşünü de yönetiyordu30.
Newton’un zaferi o denli kapsamlı ve o derece mükemmel görünüyordu
ki Alexander Pope;
«Doğa ve doğanın sırları gecede saklıydı, Tanrı ‘Newton olsun!’
dedi ve herşey aydınlandı.» demekten kendini alamamıştı.
Kopernik’in De Revolutionibus Orbium Cœlestum (1543) adlı eserinin Türkçe kısmî bir
tercümesi yakında yapılmıştır: Copernicus, N., 2002, Gökcisimlerinin Dönüşleri Üzerine,
çeviren Saffet Babür: Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul, 49 ss. Galile’nin meşhur kitabının da Türkçe bir tercümesi vardır: Galilei, G.,
2008, İki Büyük Dünya Sistemi Hakkında Diyalog, çeviren Reşit Aşçıoğlu: Hasan Âli Yücel
Klasikler Dizisi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, xxv+635 ss.
30 Newton’un Lâtince olarak kaleme alınmış olan Principia’sının güzel bir İngilizce
tercümesi ve bu önemli esere yararlı bir kılavuz için bkz. Newton, I., 1999, The
Principia—Mathematical Principles of Natural Philosophy, A New Translation by I. Bernard
Cohen and Anne Whitman assisted by Julia Budenz, preceded by A Guide to Newton’s
Principia by I. Bernard Cohen: University of California Press, Berkeley, xvii+966 ss.
29
34
16. ve 17. yüzyılda bilimin katettiği bu inanılmaz mesafe tabii
dinsel düşünce veya inancı öldürmedi Avrupa’da. Belki Giardano Bruno
gibiler hariç, tüm bu büyük sıçramaların mümessilleri aynı zamanda
içten inançlı insanlardı. Newton, kutsal kitaplardaki tarihleri eleştirel bir
gözle birbirine ekleyerek oluşturduğu Kronoloji’yi fizik ve matematikteki
eserlerinden daha önemli görüyordu. Batıl inançlar da ortalıkta
geziniyordu. Kepler astrolog (yani yıldız falcısı), Bruno büyücüydü.
Fakat tüm bu zihinsel faaliyetler bilimden soyutlanmışlardı. Kilise
Galileo’dan yediği tokattan sonra-onu mahkûm etmiş olmasına rağmenbir türlü toparlanamadı ve bilimin karşısına asla Orta Çağdaki cür’et ve
kendine itimadla çıkamadı.
Descartes’ın dine bakışı belki de bu dönemin havası hakkında bir
fikir verebilir. İşe herşeyden şüphe ederek başlayan Descartes
«düşünüyorum, öyleyse varım» formülü ile kendi varlığını kendince
ispat ettikten sonra, çevresinin, çevreden hareketle de tanrının varlığına
kanaat getirmişti (bu çıkarımın mantıkî bir non sequitur olduğunu
söylemeden edemeyeceğim). Ancak kâinatı yöneten yasalar da
ortadaydı. O zaman tanrının işi neydi? Descartes tanrıyı bir saatçiye
benzetiyordu. Mükemmel bir saati yapıp kurduktan sonra artık saatçi
saatle ilgilenmeye ihtiyaç duymazdı. Tanrı da mükemmel bir kâinat
yarattıktan sonra bu kâinatın işlerine karışmak ihtiyacını duymamalıydı.
İnsanın görevi tanrıya inancı sürdürürken, bu kâinatın yasalarını
öğrenip ona göre yaşamaktı. Bu, kuşkusuz tanrıyı da mutlu edecek bir
hareket olurdu.
Kâinatın yasalarını öğrenmek için ise gözlem ilk ve tek yöntemdi.
Francis Bacon, eski Yunan’ın akla fazla güvendiği için bir sürü zırva fikir
ürettiğini iddia ediyor, gerçeğe yalnız ve yalnız görerek varılabileceğini
söylüyordu31. Bacon’un görüşleri o denli etkili oldu ki, Newton bile
«hypothesis non fingo» (varsayım yapmıyorum) demek ihtiyacını
duydu. Tanrı kuşkusuz insanları aldatmazdı. Onun bize verdiği
duyular, Onun eserini anlamamız için verilmişti. Bakarak, görerek,
Bacon’un eserinin kolay ulaşılabilir bir İngilizce tercümesi için bkz. Bacon, F. (Lord
Verulam), 1620[1900], Advancement of Learning and Novum Organum, revised edition:
Wiley Book Co., New York, xii+[i]+476 ss.
31
35
duyarak, koklayarak, tadarak, dokunarak, doğayı öğrenebilmek
olasıydı. Newton’un inanılmaz zaferi bunun en muhteşem isbatı değil
miydi?
«Muhteşem yüzyıl» bu zafer nâralarıyla kapandı ve onu izleyen
«akıl çağında» oradan buradan çatlak sesler yükselmeye başladı.
İskoçyalı David Hume 1739’da yayımladığı «İnsan Doğası Üzerine Bir
İnceleme» adlı devrimsel eserinde tek tek olaylardan geleceği de
kapsayan genellemeler yapmanın mantıksal olarak mümkün olmadığını
hatırlattı32. Örneğin üç beyaz kuğu gören bir adamın tüm kuğuların
beyaz olduğunu iddia etmesi için hiçbir neden olamazdı. Aynı şey
binlerce beyaz kuğu gören için de geçerliydi, çünkü günün birinde
beyaz olmayan bir kuğunun görülebilmesini olanaksız kılan hiçbir yasa
bilinmemekteydi. Gerçekten de Avustralya keşfedildikten sonra orada
siyah kuğular bulunmamış mıydı? Hume’un bu gözlemi, bir anda tüm
kuramsal bilgiyi olanaksız hale getiriyordu. Fakat Newton’a ne
demeliydi? Newton kuramsal bir gerçeği yakalamamış mıydı?
Bu açmaz, büyük Alman Filozofu Immanuel Kant’ı son derece
rahatsız etmişti. Kant en meşhur eseri olan Saf Aklın Eleştirisi’ni (1. baskı
1781, daha önemli olan 2. baskı 1787) tamamen bu problemin çözümüne
adadı - ve problemi çözemedi! Kant’ın vardığı sonuç insan aklının bazı
bilgileri «önceden» (à priori) bildiği idi. Örneğin matematik ve geometri
bu «önceden» bildiğimiz gerçekler arasındaydı. Kant bunlar olmadan,
Hume’un bilginin önüne dayadığı engelin aşılamayacağını görmüştü.
Ancak kendisinin sonucu Aristo’nun nous’undan pek de farklı değildi.
Hume’un çağdaşı Bernard de Fontenelle doğrunun ancak
yanlışların ayıklanarak bulunabileceği fikrini ilk ortaya atanlardan
biridir.33 18. yüzyılın son on yılı içinde yayımlanan ve Hume’un dostu
James Hutton tarafından kaleme alınan üç dev ciltlik Bilginin Prensipleri
Hume’un eseri için bkz. Hume, D., 1777[1902], Enquiries concerning Human
Understanding and concerning the Principles of Morals, edited by L. A. Selby-Bigge, 2nd
edition: Clarendon Press, Oxford, xl+371 ss.
33 Bury, J., 1932[1960], The Idea of Progress—An lnquiry into its Origin and Growth: Dover
Publications, New York, s. 104.
32
36
adlı eser, Fontenelle’inkilere çok benzeyen fikirler içeriyordu.34 Ulusların
Zenginliği adlı eseriyle modern ekonominin babası unvanına hak
kazanan ve hem Hume’un hem de Hutton’un yakın arkadaşı olan Adam
Smith’in bilgi teorisi hakkındaki görüşleri de aynı yöndeydi.35
Aydınlanmanın çöküşü ve romantizmin yükselişi, 19. yüzyılda
eleştiriden ziyade gözleme önem verilmesine yol açtı. Bu yüzyılda jeoloji
ve biyoloji gibi doğa bilimlerinin muazzam gelişmesi, gözleme verilen
bu önemin sonucudur. Ama aynı tutum, bilimin Newton’un çizdiği
çizgiden pek de ayrılamamasına neden oldu. Ancak yüzyılın sonlarına
doğru fizikte bir krizin ilk belirtileri ortaya çıktı. Gerçi şimdiden geçmişe
bakıldığında, böyle bir krizin ilk işaretlerinin biyoloji ve jeolojiden
gelmiş olduğu görülebilir. Darwin’in evrim teorisi gözlemin işe
yaramadığı bir «şans» parametresini içeriyordu. Yani sırf gözlemle
hangi canlının nasıl gelişebileceğini tüm detaylarıyla önceden
kestirebilmek, başlangıç şartlarındaki küçük sapmalar ve gelişme
esnasında sistemin tamamen kontrol altında tutulmasına imkân
vermeyen karmaşıklığı nedeniyle olanaksızdı. Newtonvâri bir
determinizmden böyle sert bir sapma, meselâ Karl Marx’ın Darwin’in
evrim kuramına cephe almasına yol açmıştı.36 7 Ağustos 1866’da arkadaşı Engels’e yazdığı bir mektupta «çok önemli» bir eser keşfettiğini,
bu eserdekilerin Darwin’in eserinden öteye çok önemli bir gelişmeyi
temsil ettiğini söylüyordu.37 Pierre Tremaux, evrimin deterministik
Hutton, J., 1794, An Investigation of the Principles of Knowledge and of Progress of Reason
from Sense to Science and Philosophy, c. 1, xlix+649 ss; c. II, xlix+649 ss; c. III, xvi+755 ss.: A.
Strahan and T. Cadell, London.
35 Smith, A., 1898, An Inqııiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations: George
Routledge and Son, London, xvi+780 ss.
36 Yves Christen, genellikle Marx’ın Darwin’e yazdığı ve içinde Das Kapital’in birinci
cildini kendisine ithaf etme arzusunu dile getiren bir cümlenin olduğu sanılan bir
mektubun hayâl ürünü olduğunu göstermiştir. Marx’ın Darwin ailesinden mektup
yazdığı tek kişi, Darwin’in —pek de makbul bir insan olmadığı bilinen— damadıdır.
Bkz. Christen, Y., 1981, Le Grand Affrontement Marx et Darwin: Albin Michel, Paris, 268
pp.
37 Marx, K., 1866[1965], Marx an Engels in Manchester, Karl Marx Friedrich Engels Werke, c.
31’de basılmış: Institut für Marxismus-Leninismus beim ZK der SED, Dietz Verlag,
Berlin, ss. 247-249.
34
37
yasalarını keşfetmişti Marx’a göre.38 Evrim şans eseri olamazdı! Aslında
Tremaux’nun fikirleri o denli zırvaydı ki, Engels bile bunu fark ederek
arkadaşına yazdığı cevapta çok heyecanlanmamasını tavsiye etti.
Marx’ın tutumu 19. yüzyıl entellektüellerinin ezici çoğunluğu
için son derece karakteristiktir. Bilimin kesin bilgi vereceği inancı, dinin
kesin bilgi vereceği inancının yerine geçmişti. Newton herkesin
modeliydi. Gerçek, Newton tarafından bulunduğuna göre, diğer
alanlarda da niçin başka Newton’lar çıkmasındı? Meselâ Marx kendisini
sosyal bilimlerin Newton’u olarak görüyordu.
Yeni Bilim: İndeterminizm ve Sürekli Gelişen Varsayımlarla
Artan Bilgimiz
Evrim teorisinin 19. yüzyıl içinde örneğin Melchior Neumayr,
Carl Rokitanskiy, Prens Piyotr Kropotkin gibi değişik alanlarda çalışan
çok yönlü dâhiler tarafından geliştirilmesi (bunlara genetik biliminin
babası Gregor Mendel’i de katmak gerekir, ama Mendel’in yaptıkları,
yayın yaptığı derginin mahallî olması ve ilk yayınında bir sürü yanlışın
bulunması nedeniyle uzun süre bilim dünyasının büyük bir kısmı
tarafından öğrenilememişti) ve fiziğin karşısına çıkmaya başlayan
zorluklar çok yavaş da olsa bilimde kesin gerçeğe varılabilme inancını
sarsmaya başladı. Hele ışığın hızını ölçmek amacıyla yapılan
Michaelson-Morley deneyinin inanılmaz sonuçları bütün kafaları
tamamen karıştırdı. Işık hızı toplanamıyordu! Hangi başvuru sistemi
içinde gidilirse gidilsin, ileri veya geri hareket eden bir kaynaktan
yayılan ışığın hızı başvuru sistemine göre hep aynıydı. Bu, Newton’un
mekaniğini kaldırıp çöpe atmaktan başka birşey değildi. Newton’un bu
kadar yanılmış olabileceği ise daha önce hiç düşünülmemişti. Gerçi
Merkür’ün perihelionu Newton teorisinin ayağında bir diken olarak
duruyordu. Ama bunun pek yakında öyle veya böyle Newton teorisinin
sınırları içinde halledilebileceğine dair yaygın bir inanç vardı. Çözümün
Newton teorisinin yanlış olabileceğinde yattığı kimsenin aklına
Tremaux, P., 1865, Origines et Transformations de l’Homme et des Autres Etres: Hachette,
Paris, 490.
38
38
gelmemişti - tâ ki Albert Einstein ortaya çıkarak ışık hızının
değişmezliğinin kâinatın bir özelliği olduğunu söyleyip, bu varsayıma
dayanan yeni bir fizik kurana kadar.
Newton’un bu denli yanılmış olması ve bunun bu kadar uzun bir
süre farkedilememiş olması 20. yüzyılın başında tüm uygar dünyada
büyük bir şok etkisi yarattı. Gerçi ışık hızından çok düşük hızlarda
Newton’un teorisi gene kullanılabiliyordu ve 19. yüzyılın sonunun
hassas ölçme aletleri olmadan da Newton teorisinin çalışmadığını
görmek mümkün olamazdı. Ama bu teorinin kâinatın genel
davranışının doğru ve tam bir betimlemesi olmadığı artık ortaya
çıkmıştı. Yani büyük Newton yanılmıştı. Ama bu suretle insanların
gerçeği bulmak için ne özel yaratılmış duyuları ne de Kant’ın sandığı
gibi özel bir «önceden» bilgi hazineleri olduğu görülmüştü. Yani ne
Bacon’un dediği gibi duyularımız, ne de Kant’ın sandığı gibi aklımız
bizi dosdoğru doğrulara götürebiliyordu. Descartes’ın tanrının insanları
aldatmayacağı tezi de bu şekilde iflâs etmiş oluyordu. Daha da önemlisi
Einstein’in kendi kuramının tam olmadığı, büyük bir olasılıkla da
günün birinde daha doğru ve daha kapsamlı bir kuramla yer
değiştirmek zorunda kalacağı konusundaki ısrarlı görüşüydü.
Einstein’in görecelik kuramı adı verilen teorisinin genel şeklinin
1916’da yayımlanmasından bir yıl sonra Rusya’da komünist ihtilâli
oldu, kökleri güya tanrısal olan çarlık devrildi. Komünist ihtilâlinin
dayandığı kuramsal çatı Marx’ın ve Engels’in birlikte geliştirmiş
oldukları determinist bir toplum dinamiği idi. Bu kuramın gerektirdiği
«kaçınılmaz sonuca» toplumu bir an önce ve en az zararla ulaştırmak
adına yapılan vahşet, ihtilâl esnasında o dereceye ulaştı ki, sonunda
komünist ihtilâlinden yurdunu bir cennete çevirmesini beklediği için
yeni bir şevkle sürgünden Rusya’ya dönmüş olan yaşlı Prens Kropotkin
derin bir düş kırıklığına uğradı ve ümitsizliğe kapıldı. 1920
sonbaharında Lenin’e yazdığı bir mektupta Vrangel ordusundan rehine
alınmasına değinerek «Vladimir İliç!» diyordu büyük jeolog, «Sen ki
yeni hakikatlerin havarisi ve yeni bir devletin mimarı olmak
arzusundasın, böyle iğrenç bir davranışa, böyle kabul edilemez
yöntemlere nasıl izin verebilirsin? Böyle önlemler, senin dünün
39
yöntemlerine yapıştığının açıkça itirafından başka ne anlama gelebilir?...
En önemli savunucuları böyle en dürüst hisleri ayaklar altına alırlarsa,
komünizmin geleceği ne olur?»
1919 yılında on yedi yaşında genç bir Marksist Viyana
sokaklarında bir nümayiş esnasında pek çok arkadaşının polis
kurşunlarıyla can verdiğini gördü. Büyük bir üzüntü içinde parti
merkezine döndüğünde, parti ileri gelenlerinin bu ölümleri tasvip
ettiğini, gençlerin canlarını dava uğruna verdiklerini söylediklerini
duydu. «Ya dava yanılıyorsa?» diye düşündü. «O zaman bu gencecik
insanlara yazık olmuş olmayacak mı?» Viyana’da 1919 yılında dört
popüler ve bilimsel olmak iddiasında olan kuram entellektüeller tarafından tartışma konusuydu diyor Karl Popper. Biri Freud’un psikanalizi,
diğeri Adler’in aşağılık kompleksleri kuramı, üçüncüsü Marx’ın tarihsel
materyalizmi, dördüncüsü de Einstein’in görecelik kuramı. Popper ilk
üçü ile dördüncü arasında çok önemli bir fark olduğu kanısındaydı. Ne
gözlem yapılırsa yapılsın psikanaliz sonuçlarının, Adler’in teorisinin
veya Marx’ın çıkarımlarının yanılmış olduğunu görmek mümkün
değildi. Bu üç teori, taraftarlarınca herşeyi açıklıyordu. Einstein’inki ise
bambaşkaydı. Eğer Arthur Eddington Hint Okyanusu’ndaki güneş
tutulması gözlemlerinde Einstein’in teorisinin gerektirdiği ışık
sapmasını bulamamış olsaydı, tüm teoriyi çöpe atmak gerekecekti.
Herşeyi açıklayan teoriler, diye düşündü Popper, aslında hiçbirşeyi
açıklamazlar. İnsan düşüncesi yanılır. Koca Newton bile yanılmadı mı?
İnsanın yapabileceği tek şey, gözlemlerini geçici olarak bulabildiği en
uygun kuram çerçevesinde açıklamak, fakat o kuramı en acımasız şekilde sürekli sınava çekilebilecek bir şekilde kurgulamaktır. Tek bir ters
gözlem, tüm bir kuramı sıfırlar. Genel kuramların doğruluğu ispat
edilemez, ama yanlışlıkları çok kolayca gözler önüne serilebilir. O
zaman yapılacak iş hemen tüm eski gözlemleri de açıklayabilecek yeni
bir kuram uydurmaktır. Yeni kuram eski kuramla uyumlu tüm
gözlemleri, artı eski kuramı yanlışlayan gözlemi de açıklamak zorunda
olduğu için tanım gereği eskisinden daha kapsamlıdır. Bu şekilde
bilgimiz sürekli artarak bu iş sonsuza dek gider. Bunu düşündüğü an
Popper, genç arkadaşlarını ölüme gönderen komünist parti liderlerine
karşı içinde derin bir öfke duyduğunu yazar. «Kimse doğruluğundan
40
emin olmadığı bir fikir uğruna bir diğerini ölüme göndermemelidir»
diye geçirir aklından. Ne din adamları, ne politikacılar ne de bilim
adamları. Galileo dinin de yanıldığını ispat etmemiş miydi? Kilise yıllar
sonra hem mahkûm ettiği Galileo’dan hem de lânetlediği Darwin’den
alenen özür dilemek zorunda kalmadı mı?39
20. yüzyılın ilk otuz yılı içinde, doğru ve kesin kuramsal bilginin
mümkün olmadığı artık yaygın olarak anlaşılmıştı. Bu, genel doğruluk
iddiasında bulunan tüm fikirleri kapsıyordu. İnsanın yapabileceği tek
şey mümkün olduğu kadar çok gözlem yaparak, mümkün olduğu kadar
çok kuram üreterek Bernard de Fontenelle’in daha 18. yüzyılda dediği
gibi yanlış ve eksik fikirleri, görüşleri, kuramları ortaya çıkararak
elemekti. Hiçbir fikir, hiçbir görüş, hiçbir kuram, hattâ hiçbir gözlem
veya izlenim raporu en acımasız eleştiriden muaf olamazdı. Eleştirinin
de yegâne temelleri mantıksal tutarlılık ve gözlemle uyumluluktu.
Popper
bu
düşünce
tarzına
eleştirel
akılcılık
(kritischer
Rationalismus=critical rationalism) adını verdi. Eleştirel akılcılık
bilgibilimde ütopyacılığın da sonu demekti. Genel kuramsal ve doğru
bilgiye giden düz ve zahmetsiz bir yol yoktu. 40
Coyne, G. V., Heller, M. ve Zycinski, J. (editors), 1985, The Galileo Affair: A Meeting of
Faith and Science, Proceedings of the Cracow Conference 24 to 27 May 1984: Specola
Vaticana, Citta del Vaticano, 179 ss.; Holden, C, 1996, The Vatican’s position evolves:
Science, c. 274, s. 717. Holden’in kısa makalesi Papa’nın evrim teorisini kabulü
hakkındadır.
40 Avusturyalı olup, Hitler’in Avusturya’yı ilhakından önce evvelâ Yeni Zelanda’ya,
daha sonra da İngiltere’ye hicret etmiş olan ve orada Şövalyelik (=Sir’lük) ve Şeref
Eskortu (Companion of Honour) pâyeleri ile onurlandırılan filozof Karl Raimund
Popper’in fikirleri hakkında belki de en etraflı kaynak Paul Arthur Schilpp’in «Yaşayan
Filozoflar Kütüphanesi» serisinden çıkardığı iki ciltlik Karl Popper’in Felsefesi adlı eserdir:
Schilpp, P. A. (editör), 1974, The Philosophy of Karl Popper: The Library of Living
Philosophers, Book I (xvi+670 ss.) ve Book II (ss. xii+671-1323), Open Court, La Salle.
Popper’in felsefesine daha kısa girişler için bkz. Magee, B., 1973, Karl Popper. The Viking
Press, New York, 115 ss. (bu eserin Türkçe bir tercümesi için bkz. Magee, B., 1990, Karl
Popper’in Bilim Felsefesi ve Siyaset Kuramı: Remzi Kitabevi, İstanbul; çeviren Mete Tuncay
[kitabın sonuna Popper’in Toplum bilimlerinde öndeyi ve kehanet ve Diyalektik nedir? adlı
makalelerinin çevirileri de eklenmiştir]). Yukarıdaki içerikte Popper’i kendi kaleminden
okumak isteyenler şu eserlere başvurmalıdır: Popper, K., 1935, Logik der Forschung—Zur
Erkenntnistheorie der Modernen Naturwissenschaft: Julius Springer, Wien, vi + 248 ss; aynı
39
41
İşte bilimin gerçeğin peşinde gittiği tek yol bu eleştirel akılcı
yaklaşımı izlemektedir. Doğa ile insanın diyaloğunun tarihi üzerinde
yaptığımız bu uçuşun bize gösterdiği en önemli şey, her şeyden önce,
her dogmatik, her kesinci yaklaşımın şüpheyle karşılanmasıdır. Dile
getirilen her fikrin, her tahminin hangi gözleme dayandığı, hangi
mantıksal çerçevede sunulduğu sıkıca sorgulanmalıdır.
Doğru ile yanlış arasındaki fark, hamile ile hamile olmayan
arasındaki fark gibidir. Azıcık hamile olunmaz. Azıcık doğru veya
yanlış da olunmaz: Bir şey ya doğrudur ya yanlış. Meselâ Türkiye’de
1999 depremine neler neler sebep diye gösterilmedi: Güneş tutulmasının
etkileri, Nostradamus’un kehanetleri, komutanların gûya Gölcük’te
İsrailli misafirleriyle içki içmeleri, bir bölgede travesti ve fahişelerin
çokluğu ve daha akla hayale gelebilecek ne zırvalıklar… İşte bütün
bunların nedeni toplumun eleştirel akılcı düşünmeyi öğrenmemiş, bunu
bir âdet haline getirmemiş olmasıdır. Benzer zırvalıklar, örneğin ABD’de
de kuşkusuz önemli bir dinleyici kitlesi bulabilirdi, belki eski Sovyetler
Birliği’nin kırsal kesimlerinde de. Avrupa’nın geri kalan kısmında da
belki Katolik Akdeniz ülkelerinde. Bunun dışında kalan Avrupa’da
eleştirel akılcı muhakeme alışkanlığı bu tür zırvalıkların dolanmasına
imkân vermez.
Eleştirel düşüncenin refleks haline gelememiş olması
toplumumuzun her katmanında vardır. Bunun en önemli nedeni
Türkiye’nin hem dinsel hem de dünyevî çerçevede toplumun
benimsediği ciddî bir değişimi yüzyıllardır, hattâ Orta Çağ’dan beri
yaşamamış olmasıdır. Efektif olarak 1920’ye, resmen de 1922’ye kadar
dikta rejimleri ile yönetilmiş olan Türkiye toplumu dünyevî işlerinde
otoriteyi sorgulamayı öğrenmemiştir. Bilimsel bir ilâhiyatçılar sınıfının
İslâm içinde neredeyse Hicretin dördüncü yüzyılından beri olmaması
yazar, 1980, The Logic of Scientific Discovery: Unwin Hyman, London, 480 ss; aynı yazar,
1979, Die Beiden Grundprobleme der Erkenntnistheorie: T. E. Hansen (Herausgeber), J. C. B.
Mohr (Paul Siebeck) Tübingen, XXXI-II+[II]+476 ss; aynı yazar, 1983, Realism and the Aim
of Science: Rowman and Littlefield: Totowa, xxxix+420+[2] ss; aynı yazar, 1989,
Conjectures and Refutations—The Growth of Scientific Knowledge, fifth revised edition:
Routledge, London, xiii+431 ss.
42
(Doç. Dr. Hasan Elik, kişisel görüşme, 1986 öncesi), ne dogma dışı dinsel
öğretinin ciddî bir sorgulanmasına, ne de dogmanın, yani dinin
esaslarının olabilecek muhtelif yorumlarına olanak tanımıştır.
Hristiyanlıktaki yorum tarihi ile İslâmdaki tefsir tarihi arasında yöntem
ve sonuçlar açısından çok büyük farklılıklar vardır. Hristiyanlıktaki
yorum daha ziyade insan ile insan-dışı doğa ilişkilerine, İslâmdaki tefsir
ise doğrudan tanrı-insan ve insan-insan ilişkilerine yönelik yapılmıştır.
Örneğin
Hristiyanlıktaki
nimet
kavramı
üzerinde
yapılan
mezheplerarası ve mezhep-içi tartışmaların İslâm’daki karşılığını İhwanal-Safa dışında bulabilmek güçtür. Halbuki bu tartışmalar, Manfred
Büttner ve arkadaşlarının çok detaylı bir şekilde belgelemiş oldukları
gibi, örneğin yerbilimlerinin gelişmesine çok önemli katkı yapmıştır.
Ben bu düşüncelerimi ilâhiyatçı dostum Sayın Doç. Dr. Hasan Elik’e
açtığımda, Sayın Elik cevaben «Farkı sana şöyle özetleyeyim» dedi:
«İslâm tefsiri Allah’ı anlamaya yöneliktir. Halbuki kul, Allah’ı
anlayamaz. Buna teşebbüs bile küfürdür. Allah’ın eserlerini anlayabilir.
Hristiyan yorumu ise, Allah’ın eserlerini anlamaya, O’nun nimetlerini
ve insanın o nimetlere nazaran yerini anlamaya yöneliktir.» Hasan
Bey’in bu çok önemli tesbiti, İslâm dünyasında egemen bulunan
doğadan uzağa, tanrıya (aslında insanın kendi iç dünyasına) bakma
eğilimini, kaderciliği, tevekkülcülüğü, buna mukabil Hristiyan ve
özellikle tanrıyı bir yaratandan çok bir nimet bahşeden olarak gören
Protestan dünyasında hâkim olan araştırıcılığı ve teşebbüsçülüğü
kanımca pek güzel açıklamaktadır.41 Tarihsel nedenlerle gelişmiş olan
belirli ilâhiyat görüşleri nedeniyle Müslüman, sorumluluğu tanrıya
Dinlerde dinî dogmaların ve diğer inançların yorum tarihleri, o dine mensup
toplumların düşünce şekillerinin tesbitinde çok önemli kılavuzlardır. Benim okuduğum
şu iki tarihin karşılaştırılması bile yukarıda söylenilen düşünüş farklılıklarının kökleri
hakkında epey etraflı bilgi verebilir. Kitab-ı Mukaddes’in yorum tarihi için Reventlow, H.
(Kont), 1990, 1994, 1997, 2001, Epochen der Bibelauslegung, c. I (Vom Alten testament bis
Origenes, 224 ss.), c. II (Von der Spätantike bis zum Ausgehenden Mittelalter, 324 ss.), c. III
(Renaissance, Reformation, Humanismus, 271 ss.), IV (Von der Aufklärung bis zum 20.
Jahrhundert, 448 ss.): C. H. Beck, München. Kur’an’ın tefsir tarihi için Bilmen, Ö. N.,
1973, 1974, Büyük Tefsir Tarihi—Tabakatü’l Müfessirîn, c. I (432 ss.) ve II (ss. 435-888):
Bilmen Yayınevi, İstanbul.
41
43
atmak, Protestan ve Hristiyan ise tanrının nimetlerini kullanarak
sorumluluğu bizzat yüklenmek eğilimindedir.
SONUÇ
Yukarıda tüm anlattıklarım, insanlığın tarihi boyunca kendisi
dışındaki -hattâ tıbbı düşünürsek kendisi de dahil- doğa ile nasıl
etkileştiği, doğa hakkında nasıl bilgi sahibi olduğu, bu bilgiyi doğada ve
doğa ile yaşamak için nasıl kullandığının tarihinin kısa fakat kanımca
esaslı bir özetidir. Bu özetten şu dersler çıkmaktadır:
1. İnsanlığın gelişme sürecinde, doğa hakkında en kısa yoldan ve
en sağlıklı bilgi edinebilen toplumlar diğerlerine nazaran daha güçlü ve
daha müreffeh olmuşlardır.
2. İnsanlık tarihinde bilgi kavramı yavaş yavaş bilginin herhangi
bir nesne ve/veya vetirenin tüm özelliklerinin kodlanmış hali olduğu
inancından, herhangi bir nesne ve/veya vetirenin gözlemcinin ilgisini çeken
özelliklerinin kodlanabilenlerinin tamamı olduğu kanaatine doğru
gelişmiştir. İlk tanımda bilgi idealdir ve bilenin insanüstü güçleri
olduğunu farzeder. Bu nedenle ideal bilginin kaynağı her zaman insan
değil tanrı veya tanrılar olarak kabul edilmiştir. Ancak ideal bilgiye asla
ulaşılamadığının fark edilmesi, insanı daha gerçekçi bilgi türlerinin
peşinden daha gerçekçi bilgi edinme yöntemlerine itelemiştir.
3. İnsanlık tarihi boyunca bilgi edinme yöntemi, doğrudan hazır
bilginin insandan insana (veya «tanrıdan insana») öğretilmesinden
(=dinsel öğretim yöntemleri), doğada var olduğu varsayılan hazır bilginin
edinilmesine (tümevarım), oradan da doğayı insan tahayyülünde baştan
yaratma denemelerine (=eleştirel akılcılık) doğru gelişmiştir. Her aşamada
bilginin sözde güvenilirliği azalmış, gerçek güvenilirliği ise, hata
paylarının daha belirgin bir şekilde görülebilmesi nedeniyle artmıştır.
4. Bilgi kavramının ve bilgi edinme yöntemlerinin gelişmesi
tarihinde insan doğa ile giderek daha yakın bir diyaloğa girmiştir. İdeal
(yani küllî) bilginin insandan insana (veya «tanrıdan insana»)
öğretilmesi sürecinde doğa yalnızca uzaktan en kaba hatlarıyla görülen
ve doğa dışı güçlerle açıklanılmaya çalışılan bir görüntüydü. Örneğin,
44
deprem yalnızca sarsıcı ve yıkıcı özellikleriyle bilinen bir olaydı;
açıklaması ise Poseidon’un gazaba geldiğinde üç uçlu mızrağını yere
vurarak onu sarsmasıydı. Bu «açıklamayı» doğayı gözleyerek kontrol
etmek ise olanak dışıydı. Eğer Poseidon’un varlığı gerçek dışı ise, bu
kurama bağlı kaldığımız takdirde deprem hakkında bildiklerimiz,
deprem olurken en kaba bir gözlemle görebildiklerimizden ibaret kalacak demektir.
Tümevarımla depreme yaklaşım sonucu depremlerin pek çok
özellikleri keşfedildi. Örneğin: a) Deprem yerin faylar boyunca kırılması
sonucu oluşur; b) Depremin fay çeşitlerine göre çeşitleri vardır. Bunların
etkileri birbirinin aynısı değildir; c) Deprem olurken ses dalgaları
oluşturur; ç) Deprem dalgalarının pek çok çeşitleri vardır. Bu listeyi
daha çok uzatmak kabildir, ama sanırım vurgulamak istediğim nokta
açıktır. Tümevarım, bizleri veri toplamaya zorlamakla birlikte doğa ile
karşılıklı bir diyalog kurulmasını gerektirmez. İdeal halde veri toplamak
bir monoloğa benzer. Doğa söyler, biz kaydederiz.
Ancak doğa bilimlerinde çalışan her bilimci bilir ki deprem gibi
bir soruna yaklaşırken her adımda-hatta işin en başında- biz varsayımlar
üretir, incelemekte olduğumuz olayın görünümü, özellikleri ve etkileri
hakkında eksik bilgi üzerine fikir beyan ederiz. Başka çaremiz de
yoktur. Deprem gibi bir ucu yerin onlarca hatta bazen yüzlerce
kilometre altında olan bir olayın tüm parametrelerini doğrudan
gözlememiz imkânsızdır. Gözleyebildiğimiz kadarı üzerine fikir beyan
ederiz. Sonra bu beyan ettiğimiz fikirlerden bazı çıkarımlar yaparız, bu
çıkarımları kontrol ederek fikrimizin sağlam olup olmadığını test ederiz.
Fikir sağlam gibi gözüküyorsa onu giderek zorlaşan testlerle hep
sıkıştırırız. Tâ ki bir zayıf noktasını bulana kadar. Yukarıda da
anlattığım gibi bir tek zayıf nokta, tek bir ters gözlem, fikrin çöpe
atılması için yeterlidir. Fikrimizi kendi ellerimizle gömdükten sonra
hemen eskiden bildiğimiz herşeyi ve eski fikri çöpe attıran o tek ters
gözlemi de bir arada açıklayabilecek bir yenisini üretir, bu sefer onu
testler ve kontrollarla sıkıştırmaya başlarız. Bu yöntemle giderek
göremediğimiz nesne ve olaylar hakkında da bilgi sahibi olmaya
başlarız. Bu bir diyalogdur. Biz doğayı sorgularız, o cevap verir. Bazen
45
bir tesadüfî gözlemle sormadığımız bir şey hakkında bilgi ediniriz. Ama
bu hemen o konuda sorular üretilmesine, bilgimizin doğa ile bir diyalog
çerçevesinde genişletilmesine vesile olur.
Doğa ile diyalog, bilimsel yöntemin hem en eski fakat hem de en
modern, aynı zamanda da en verimli şeklidir. İyonya’da, Milet’te MÖ 6.
yüzyılda icat edildiğini görmüş olduğumuz bu yöntem, yaklaşık 2000 yıl
kesin ve yanılmaz bilgi peşinde koşan insanoğlu tarafından ihmal
edilmiştir. Onu tekrar tam anlamıyla güncel yapan, Einstein’in
Newton’un teorisinin yetersiz olduğunu kanıtlamış olmasıdır.
Bugünün varsayımları yarının gerçekleri, bugünün doğruları
yarının yanlışları olabilir. Bir bilim adamına, bilimin ifadelerinin doğru
olup olmadığını sorduklarında alacakları cevap her zaman, «daha
doğrusu bulunana kadar» olacaktır veya «şimdilik bilmiyoruz»
denilecektir. Buna rağmen, bilim yaşamımızın bir parçası değil, hatta
önemli bir parçası da değil, tamamıdır! Bilgi edinme yarışında bilimin
yerini hiçbir şey bugüne kadar tutamamıştır. Bilim, artan gözlem ve
fikirlerle her konuda, ama her konuda, hep daha doğruya asimtotik bir
şekilde yaklaşır. Bilinecek şeyler sonsuz olduğundan, bilim de
sonsuzdur. Bilimde ne bir son durak, ne de bir son söz vardır. Bilim
insanlığı sürekli yücelten, Beethoven’in bir defa on yaşındaki bir kız
çocuğuna yazdığı mektupta dediği gibi, onu tanrı katına taşıyan bir
faaliyettir.
Son sözüm, bilimle dinin bu konuda rakip olup olmadıkları ile
ilgili41: Dinsiz bir insan doğayı nasıl görerek, sorgulayarak bilmek
çabasında ise, tanrıya inanan da, onun nimetini aynı yöntemlerle
öğrenir. Zira dinsel yaklaşımın amacı, tanrının bildirisi ve izni ötesinde
onu anlamaya çalışarak -bir görüşe göre böyle bir çaba ona koşutluk
etmeye teşebbüs anlamına geleceği için- hatta küfre düşmek değil, onun
nimetini anlamaya çalışmaktır. Gerçek kâinat karşısında bilimin de
dinin de yöntemlerinin aynı olmak zorunda olduğunu tarih teyit
etmektedir. Din, doğa hakkında nerede bilimle çatışmışsa, Kopernik
teorisinin, Galile’nin fikirlerinin ve Darwin’in görüşlerinin tarihinden
bildiğimiz gibi, hep bilim galip gelmiştir.
46
Mustafa Kemal boşuna mı «Hayatta en gerçek kılavuz bilimdir,
fendir. Başka kılavuz aramak aymazlıktır, sapkınlıktır» demişti?
Beni dinlemek lûtfunda bulunduğunuz için hepinize kalpten
teşekkür eder, İstanbul Teknik Üniversitesi’nin 227. ders yılının
üniversitemize, ülkemize ve tüm insanlığa hayırlı olmasını temenni
ederim.
47
KAYNAKÇA VE NOTLAR
D’Abro, A., 1950, The Evolution of Scientific Thought—From
Newton to Einstein, Second, Revised and Enlarged edition: Dover
Publications, (basıldığı yer belirtilmemiş), xx+481 ss.
Adnan-Adıvar, A., 1969, Tarih Boyunca İlim ve Din: Remzi
Kitabevi, İstanbul, 623 ss. (ikinci baskı). Pozitivist bilim felsefesi görüş
açısından kaleme alınmış olmasına rağmen bu kitap, tarih boyunca
bilimsel ve dinsel bakış tarzlarının evrimi ve etkileşimleri hakkında
dünyada yazılmış en kapsamlı ve en güzel eserlerden biridir. Sık sık
basıldığından temini kolaydır.
Armesto, F.-F., 1996, Millenium—A History of the Last Thousand
Years: A Touchstone Book, Simon & Schuster, New York, 816 ss.
Yepyeni bir bakış açısı, muazzam bir bilgi birikimi ve enfes bir İngilizce
ile kaleme alınmış olan bu anıtsal eseri, çağımızın temellerini anlamak
isteyen her entellektüel okumalıdır. Bilhassa modern tarih yazıcılığının
ışığında, eski (ve bilhassa ülkemizde ne yazık ki hâlâ bazı çevrelerde
popüler olan Marksist) determinist tarih anlayışından ziyade
zaman/mekân özelliklerine ve kişi faktörüne ağırlık veren bu eserin
bakış açısından pek çok tarihçiyi şaşkınlığa uğratan Mustafa Kemal
Atatürk olayını ve bunda Atatürk’ün üstün kişiliğinin oynadığı rolü
anlamak kolaylaşmaktadır. Bilhassa askerlik biliminde komutan olmak
arzusunda olanlara hararetle önereceğim bir eser.
de Boer, T. J., 1961, The History of Philosophy in Islam: Luzac &
Co., London, xiv+216 ss. En güvenilir kısa fakat öz İslâm felsefesi
tarihlerinden.
Bruno, L. C, 1987, The Tradition of Science: Library of Congress,
Washington, D. C, xi+351 ss. Aslında bibliyografik bir deneme
niteliğinde olan bu kitap, A.B.D. Meclisinin şöhretli kütüphanesinde
bulunan bilim klâsiklerinin en önemlilerinin bilim geleneğinin tarihi
çerçevesinde tanıtımını yaptığı için aynı zamanda değerli de bir bilim
tarihidir.
48
Challaye, F., 1956, Les Philosophes de I’Inde: Presses Universitaires
de France, Paris, 330+[II] ss. Çok derli toplu bir Hint felsefe tarihi.
Chattopahyaya, D., 1986, 1991, History of Science and Technology
in India, c. I (The Beginnings, xxiii+556 ss.), c. II (Formation of the Theoretical
Fundamentals of Natural Science, xxi+593 ss.): Firma KLM Private Ltd.,
Calcutta.
De la Cotardière, P., yayına hazırlayan, 2004, Histoire des Sciences
de l’Antiquité à nos Jours: Tallandier, Paris, 659 ss.
Dampier, W. (Sir), 1961, A History of Science, with a postscript by
I. Bernard Cohen: Cambridge University Press, Cambridge, xxvii+544 ss.
Bilim tarihinin bağımsız bir disiplin haline gelmesini sağlamış büyük
temsilcilerinden birinin kaleminden çıkmış enfes bir tarama. Cohen,
eseri güncelleştiren literatür ilaveleri yaptığından bu dördüncü baskı
çok faydalıdır.
Dawson, R. (editör), 1964, The Legacy of China: Clarendon,
Oxford, xix+392 ss. Bu küçük fakat Çin kültürünü tanıtmada son derece
faydalı kitabın fen bilimleri ile ilgili bölümünü bizzat Joseph Needham
yazmıştır.
Fara, P., 2009, Science—A Four Thousand Year History: Oxford
University Press, Oxford, xv+408 ss. Bugüne kadar yazılmış geleneksel
bilim tarihi kitaplarına nazaran çok daha global bir perspektiften
yazılmış olan bu güzel eserin bir diğer avantajı da çok uzun
olmamasıdır.
Fung, Y.-L., 1976, A Short History of Chinese Philosophy: The Free
Press, New York, xx+368 ss. İlk defa 1948 yılında basılmış olan bu küçük
kitap, konusunun en iyisidir. Derk Bodde tarafından İngilizce
redaksiyonu yapılmıştır.
Gillispie, C. C., 1960, The Edge of Objectivity—An Essay in the
History of Scientific Ideas: Princeton University Press, Princeton, 562 ss.
Bilhassa irrasyonel, postmodernist bilim tariihçileri tarafından modası
geçti diye sunulan, fakat kanımca hâlâ en iyi bilim tarihi kitaplarından
biridir.
49
Gökberk, M., 1990, Felsefe Tarihi, 6. Basım: Remzi Kitabevi,
İstanbul, 490 ss. Doyurucu olmayan, ama Türkçe’deki en kapsamlı eser.
Gökdoğan, M. D., Demir, R., Topdemir, H. G., Unat, Y.,
Kalaycıoğulları, İ. ve Emlü, Y., 2001, Bilim Tarihi Kılavuzu—Buluşlar ve
Yapıtlar: Nobel, Ankara, [III]+340 ss. Kronolojik olarak düzenlenmiş bir
başvuru kitabı.
Güvenç, B., 1995, Japon Kültürü, 5. Baskı: Türkiye İş Bankası
Kültür Yayınları, Genel Yayın No: 213, Sosyal ve Felsefi Eserler Dizisi:
21, Ankara, [VIII]+482 ss. Ayrıca şu çok önemli çalışmada Japon
entellektüellerinin ve onların yetiştiği ortamın zengin verilere dayanan
ilginç bir irdelemesi vardır: Güvenç, B., Otkan, P., Belek., T., Akarsu, F.,
Tözeren, S., ve Özden, M. A., 1998, Japon Eğitimi: Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları: 1185, Bilim ve Kültür Eserleri Dizisi: 311, Araştırma İnceleme
Dizisi 8, İstanbul, 221 ss. Büyük hayranlık duyulan ve Amerika ile
yarışan Japon ekonomisinin 1990’larda hızla başaşağı düşmesi, Japon
toplumunun, batının refahını sağlayan eleştirel akılcı kültürü ne derece
az özümseyebilmiş olduğunu birdenbire ortaya çıkardı: Felaketin en
önemli nedeni özellikle devlet görevlerinde ve banka sistemlerinde
çalışan önemli sorumluluk sahiplerinin yaygın bir yalan söyleme hastalığından muzdarip olmalarıydı. Bilimsel tutumun en önemli şartı
kayıtsız şartsız dürüstlüktür (aksi takdirde nesnel bir ortam
yaratılamaz). Sürekli yalan söylemenin yaygın bir tutum olduğu bir
toplum da tabiî ki nesnel olamaz. Bu nedenle giderek gerçekten
uzaklaşır ve bir gün gerçekle çarpışınca tuz-buz olur. Japon deneyimi
özellikle eleştirel akılcı geleneği olmayan ülkeler için çok değerli bir
derstir (Yukarıda künyesi verilen Bozkurt ve diğerlerinin Japon eğitimi
hakkındaki kitaplarının özellikle 157-159. sahifelerinde tartışılan bazı
özellikler, Japon toplumundaki bu olumsuz durumun nedenlerinin
kanımca en önemlilerini kapsamaktadır). Ancak, 2008-2009 global mali
krizi de Amerikan banka yöneticilerinin aynen Japonlar gibi sürekli
yalan söyleme alışkanlıklarının olduğunu gösterdi. Bu her iki kriz de
akılcı ve gerçekçi temellere dayanmayan politikaların nasıl iflasa
mahkûm olduklarını göstermesi bakımından çok öğreticidir.
50
Kirthisinghe, B. P. (editör), 1993, Buddhism and Science: Motilal
Banarsidass Publishers, Delhi, XII+163 ss. Pek çok kısa makaleden
oluşan bu kitap modern bilimle bazı Budist doktrinlerini
karşılaştırmaktadır. Budizmin «fen» alanına giren fikir varlığı hakkında
iyi bir fikir vermektedir.
Seyyed Hossein Nasr, 1987, Science and Civilitation in İslam:
Suhail Academy, Lahore, 384 ss. Temel düşüncelerine katılmadığım bir
yazar olan Hossein Nasr’ın bu eseri kaynak kitap olarak faydalıdır.
Pledge, H. T., 1939, Science since 1500—A Short History of
Mathematics, Physics, Chemistry, Biology. His Majesty’s Stationary Office,
London, 357 ss. Çok güzel yazılmış, muhtasar bir bilim tarihi.
Roshdi Rashed, yayına hazırlayan, 1996, Encyclopedia of the
History of Arabic Science: Routledge, London , c. I (Astronomy—Theoretical
and Applied, xiv+330 ss.), c. 2 (Mathematics and the Physical Sciences, vii.+
ss. 331-750), c. 3 (Technology, Alchemy and Life Sciences, vii+ ss. 751-1105).
Bu kitabın elden geçirilmiş bir Fransızca baskısı Histoire des Sciences
Arabes başlığı ile 1997’de Seuil yayınevi tarafından Paris’te yapılmıştır.
Fransızca bilenlerin, o baskıya başvurmalarını tavsiye ederim.
Russell, B., 1945, A History of Western Philosophy: Simon and
Schuster, New York, xxi-ii+895 ss. Bu muhteşem kitap sık sık baştan
basıldığından temini kolaydır. Türkçe tercümesi bulunmasına rağmen
ben bu tercümeyi görmediğim için burada güvenilirliği hakkında
herhangi birşey söyleyemeyeceğim.
Skehan, J. W., 1986, Modern Science and the Book of Genesis:
Science Compacts from the National Science Teachers Association,
Washington, D. C, 30 ss. Bu minik broşürdeki makale bir rahip
tarafından kaleme alınmış olup, ‘yaradılışçı’ görüşün din açısından bile
savunulamayacağını, amaçları zaten farklı olduğu için Kutsal Kitap ile
bilim arasında da bir çatışmanın Darwin’in evrim teorisine rağmen
mevzubahis olmadığını vurguluyor. Şöhretli petrol jeologu Prof. Albert
W. Bally bu makaleye bir giriş yazmış. Broşürün 30. sahifesinde de
A.B.D. Ulusal Fen Bilimleri Öğretmenleri Topluluğunun (National
51
Science Teachers Association) Temmuz 1985’te yayımladıkları bir
deklarasyonun metni var. Skehan’ın broşürü, kanımca mutlaka şu
makale ile birlikte okunmalıdır: Denkel, A., 1998, Felsefe, Bilim ve
Dindarlık: Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı 593 (1 Ağustos 1998), ss. 18-20.
Tekeli, S., Kâhya, E., Dosay, M., Demir, R., Topdemir, H. G.,
Unat, Y. ve Aydın, A. K., 1999, Bilim Tarihine Giriş: Nobel, Ankara,
XVII+451 ss.
Türkcan, E., 2009, Dünya’da ve Türkiye’de Bilim, Teknoloji ve
Politika: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları 230, Bilgi ve Toplum 5,
İstanbul, xxiii+716. Bilhassa ülkemizde bilimin tarihî bir perspektif
içerisinde nasıl teşkilatlandığını öğrenmek isteyenlere çok tavsiye
edilecek bir eser.
Yıldırım, C., 1979, Bilim Felsefesi: Remzi Kitabevi, İstanbul, 271 ss.
Yıldırım, C., 1992, Bilim Tarihi: Remzi Kitabevi, İstanbul, 270 ss.
Yukarıdakileri okurken meraklı okuyucunun ortaçağ Avrupa ve
kısmen İslâm bilimini çok detaylı olarak tarayan büyük Fransız fizikçisi
Pierre Duhem’in on ciltlik Le Systeme de Monde’unu (1906-1959,
Hermann, Paris), George Sarton’un 1927-1948 yılları arasında yayınlanmış ve 1953’e kadar iki defa (erken ciltleri üç defa) baştan basılmış
olan beş ciltlik (beş ciltte üç kitap) anıtsal bilim tarihi katalogu
Introduction to the History of Science’ı (yayınlayan Carnegie Institution of
Washington) ve Lynn Thorndike’ın sekiz ciltlik History of Magic &
Experimental Science’ı (Columbia University Press) el altında
bulundurması pek faydalı olabilir. Yukarıdaki listeye Joseph
Needham’ın anıtsal History of Science and Civilisation in China’sını
büyüklüğü, okunmasının güçlüğü ve tamamen uzmanlara seslenmesi
yüzünden almadım. Aynı şey Fuat Sezgin’in 13. Cildine ulaşan
Geschichte des Arabischen Schrifttums’u için geçerlidir.
52
53
BİLİM VE BİLİMSEL YÖNTEMLER
Prof. Dr. Halis AYHAN1
Bilim (Yunanca episteme, Latince scientia, Arapça ilim, İng. ve
Fransızca science). Bilimin temel özellikleri, bilimsel keşiflerle ve pratik
amaçlarla insanlığın hizmetine sunulsa da, bilimin bizzat kendisi ya da
bilim olmak bakımından bilim, aktif beceri ya da pratik bilgeliğin tüm
biçimlerinin tersine, teorik bilginin bir türüdür. Bilimin bizzat kendisi,
bir teknik ya da zanaat değildir. Bilimsel deneylerin, uygun araç ve
malzemenin geliştirilmesi ve kurulması esnasında, dikkate değer bir
teknik beceriyi gerektirdiği doğrudur. Bilimsel bir doğruyu bulgulayan
kâşif, çoğunlukla bilimsel araçların ya da bilimsel malzemenin
mucididir; bununla birlikte, bilimsel keşfe götüren yolu hazırlayan
teknik icatlarla, bilimsel keşiflerin temellerini attığı, teknik icatlar, her
zaman gerçek bilim ya da saf bilimden ayırt edilebilir.
Saf bilim, özü itibariyle, teorik bilgiden meydana gelir. Fakat her
tür teorik bilgi, bilim değildir. Bilim teorik bilginin belirli bir türüdür.
Bilginin, bilimin kendilerinden ayırt edilmek durumunda olduğu, başka
dalları vardır. Bilim kavramı, çoğu zaman, fizik, kimya, biyoloji, botanik
gibi çok çeşitli bilimlerin ortak adı olarak kullanılır. Bu bilimler,
kendilerini başka bilgi dallarından farklılaştıran, belirli ortak özelliklere
sahiptir.
Bilgi, insanın toplumsal emeğiyle meydana çıkardığı, bütün
insanlığın tarih boyunca birbirine katılarak elde ettikleri nesnel olayların
sebep sonuç ilişkilerinin yeniden üretimi olarak düşünülürse bilginin ve
bilimin özellikleri bulunabilir.
Bilim, teorik bilgiyi olduğu kadar pratik bir beceriyi de, bir
tekniği de uygulamalı bilim olarak açıklar. Ama bu terim genellikle,
bilimlerin tümünü ifade eder. Comte’un sınıflamasına göre: Matematik,
astronomi, fizik, kimya, biyoloji ve insan bilimleri nitekim Sümer’de
1
Emekli YÖK Üyesi
54
(m.ö 3500-2000) ve eski Mısır’da (m.ö 2700) ilk olarak matematiğin son
olarak insani bilimlerin ortaya çıktığını görüyoruz.
Bilimin Temel Özellikleri
Bilimlerin ortak özellikleri şu şekilde sıralanabilir:
1. Eleştirel bir gözle değerlendirme ve ayırt etme. Her tür sağlam
bilginin zorunlu ilk koşulu, aldatıcı görünüşler, egemen fikirler ya da
kişinin kendi arzuları tarafından etkilenmeyip, çıplak olguları belirleme
ve bu olguların kendilerine erişebilme gücüdür. Böyle bir zihinsel tavır,
ortak olarak bilimsel zihniyet diye betimlenir. Bilimsel zihniyet, tüm
bilimler için, olmazsa olmaz olan bir koşuldur. Eleştirel bir gözle
değerlendirme ve ayırt etme, bilimde kaçınılmaz bir şeydir. Bununla
birlikte o bilim adamının tekelinde olmayıp gerçekte her tür sağlam
bilginin zorunlu önkoşuludur. Bununla birlikte bir araştırmacının
sergilediği bilimsel zihniyet, bir araştırmanın sonuçlarını bilim haline
getirmek için, kendi başına hiçbir zaman yeterli olmaz.
2. Genellik ve sistem. Bilim bireysel nesnelerle ilgilenmez. O,
öncelikle tiplerle, bireysel nesne ya da olayın yalnızca kendilerinin bir
örneği ya da durumu olarak ele alındığı, nesne ve olay türleri ya da
sınıflarıyla ilgilenir. Bilimin amacı, doğadaki düzeni yakalamaktır. Bu
amaca ulaşmak için nesne türlerinin ortak özelliklerini ve olayların genel
yasalarını ya da koşullarını araştırır. Keşfedilen her yasa ilgili nesnelerin
ya da olaylar sınıfının doğasındaki genel geçerli bir özelliktir ve bu
türden birçok yasanın keşfi düzenin ya da sistemin bütününe ilişkin bir
kavrayışa götürür.
3. Ampirik doğrulama. Bilim, aktüel gözleme ilişkin olgularla
başlar ve geçici tüm açıklamalarını ya da hipotezlerini, doğrudan ya da
dolaylı olarak kontrol etmek için gözlemlere döner. Gözlem tarafından
doğrulanacak ya da çürütülecek şekilde, gözlemin sınamasından
doğrudan ya da dolaylı olarak geçirilemeyen bir hipotez ya da açıklama
bilim için bir değer taşımaz. Fransa’da Comte (1798-1857), Almanya’da
Dilthey (1833-1911) tarafından metodolojisine son şekli verilen ve
kuruluşunda İbni Haldun’un (1332-1406) büyük etkisi olan insan
bilimleriyle doğa bilimlerinin temel farkları; doğa bilimlerinin çözümsel
55
ve fenomenler arasındaki değişmez bağlantıları, tabiat kanunlarını
(doğa yasalarını) matematik ifadelerle açıklamak istemeleridir. İnsan
bilimleri ise genel olarak kavrayıcı karakterdedir
Bilimin Tarih Boyunca Gelişimi
İlk çağdan itibaren, o günkü adıyla filozoflar toplum ve fizik
konular etrafında araştırmalar yapmışlar ve düşündüklerini
sistemleştirerek ortaya koymaya çalışmışlardır. İnsanı diğer canlılardan
ayıran temel özelliğini düşünce ve davranışlarında açıklayan filozoflar
(insan düşünen hayvandır, insan metafizik hayvandır, insan siyasal bir
hayvan, yahut yemek pişirmesini bilen bir hayvandır) v.b tanımlarla
insanı diğer canlılardan ayırt eden temel özelliklerine vurgu yapılmıştır.
İnsanlık, fizik ilimleri geliştirmeden önce metafizik konularla çok erken
yüzyıllarda meşgul olmuştur. Bu meşguliyetin sonunda birçok felsefe
sistemleri ortaya çıkmış çağlar boyunca insanlığın temel konusu
olmuştur. Filozofları genellikle karakterize eden şey onun metafizik
problemlere karşı aldığı durumdur. Felsefe tarihi boyunca felsefe
sistemlerinin birbirlerine karşı takındığı durumu kolaylıkla
anlayabilmek için sistematik felsefeyi üç büyük doktrin tipi altında
açıklamak mümkündür.
1. Dogmatikler.
2. Agnostikler (bilinemezciler).
3. İnanç filozofları2.
Bilimin doğasına ve özellikle de yöntemlerine, kavramlarına, ön
kabullerine ve bu arada, bilimin entelektüel disiplinlerin genel şeması
içindeki yerine ilişkin araştırmalardan meydana gelen felsefi disiplin,
yeniçağdan itibaren oluşmuştur.
Bilim Felsefesi
Bilimi felsefi yöntemlerle analiz eden bilim felsefesinin konusu
üç ayrı alana ayrılabilir. Birincisi, bilimin yöntemine ya da yöntemlerine,
ikikcisi bilimsel sembollerin doğasına ve son olarak bilimsel sembolik
2
Andre Cresson, Filozofik Sistemler, çev. S. J. Becarno. İstanbul 1962, s. 23.
56
sistemlerin mantıksal yapısına ilişkin araştırmalardan oluşur. Bilimin
yöntemine ilişkin böyle bir araştırma, deneysel bilimleri olduğu kadar,
sosyal bilimleri de kapsar. Böyle bir araştırmanın tarihle ilgili
disiplinleri, normatif bilimleri ve tarihsel boyutları olan antropoloji ve
jeoloji gibi bilimleri de kapsayıp kapsamadığı araştırmacının bilim
tanımına ve anlayışına bağlıdır. Bilimin yöntemine ilişkin bir araştırma
olarak bilim felsefesi, geleneksel mantık ve bilgi teorisinin önemli bir
bölümünü içerir. Burada tümevarım, tümdengelim, hipotez, veri, keşif
ve doğrulama gibi terimler tanımlanır ve açıklığa kavuşturulur. Bilim
felsefesinde, buna ek olarak, deney, ölçüm sınıflama gibi, bilimin daha
ayrıntılı, özel ve teknik yöntemleri incelenir. Yine bilim sembolik bir
sistem olduğu için bilim felsefesinin bu alanında, genel bir göstergeler
teorisi de önemli bir rol oynar.
Öte yandan, bilim felsefesinde bilimlerin temel kavramları, ön
kabulleri ve postülaları incelenir ve bilimlerin deneysel, rasyonel ve
faydacı temelleri açığa çıkarılır. Bilim felsefesinin bu boyutu, bilim
adamının kullandığı, fakat eleştirel bir incelemeye tabi tutmadığı neden,
nicelik nitelik, zaman, mekân ve yasa gibi kavram ve kategorilere ilişkin
bir araştırmayı içerdiğinden metafizikle belli bir ilişki içinde bulunmak
durumundadır. Bilim felsefesinin bu boyutu, ayrıca bir dış dünyanın
varlığına ve doğanın düzenliliğine duyulan inançları da eleştirel bir
incelemeye tabi tutar.
Bilim felsefesi, nihayet özel bilimlerin sınırlarını belirlemeye,
bilimlerin birbirleriyle olan karşılıklı ilişkilerini açığa çıkarmaya çalışır.
Burada, bilimlere ilişkin sınıflama yer alır. Yine, bilimin belli bir kültür
çevresi içindeki yeri, yani bilimin yönetimlerle, iş dünyasıyla, sanatla,
dinle ve ahlakla olan ilişkileri araştırılır.
Bilim, dış dünyaya, nesnel gerçekliğe ve bu gerçeklikte yer alan
olgulara ilişkin, tarafsız gözlem ve sistematik deneye dayalı zihinsel
etkinliklerin ortak adıdır. Amacı, konu aldığı alanda, genel doğruların
ya da temel yasaların bilgisine ulaşmaktır. Var olan şeylerin mahiyeti ve
kaynağıyla aralarındaki ilişkileri konu alan akla dayalı olan bir bilgidir.
Belli bir konusu olan, kabul edilmiş yöntemlere dayanılarak elde edilmiş
organize ve doğrudan ya da dolaylı rasyonel bilgiler bütünüdür.
57
Bizim dışımızda bir olgular dünyasının var olduğu ve bu
dünyanın insan için anlaşılabilir olduğu ve bizim dışımızdaki bu
dünyayı bilme ve anlama çabasının değerli bir uğraş olduğu inanç ya da
kabullerine dayanan bilim, olgusal bir faaliyet olarak ortaya çıkar. Yani
bilimsel önermelerin tümü, doğrudan ya da dolaylı olarak
gözlemlenebilir olan olguları dile getirir.
Mantıksal, nesnel, eleştirel, genelleyici ve seçici bir faaliyet olarak
ortaya çıkan bilim ve bilimsel bilgi, nedenlerin bilgisi olmak
durumundadır; yani bilim dış dünyadaki olguları betimlemekle
yetinmeyip olguların nedenlerini vererek onların niçin oldukları gibi
olduklarını belirtir. Öte yandan bilimsel bilgi özneler arası geçerliliği
olan bir bilgidir. Yani bilimsel bilgi doğruluğu sınanabilir, test edilebilir
olan bir bilgidir. Yani bilimsel önermelerin doğruluk ya da
yanlışlıklarına, ilke olarak kendisine uygun koşullar içinde bulan tüm
insanlar tarafından karar verilebilir. Olayları, kendinin ve tabiatın
üstünde ve ötesindeki varlıklarla olan, olmuş ve olabilecek olaylarla
ilgilenmiştir bu ilgileri sonucunda, günümüzdeki ifadesiyle, ben, ben
dışı, ben üstü ve ben ötesi alanlarında araştırmalar, deneyler,
düşünceler, sezgiler sonucunda inançlara, felsefi dünya görüşlerine,
bilimsel açıklamalara ulaşmıştır.
Bilim, insanlığın geliştirdiği değerler arasında en yenisidir ve en
sıkı disiplin isteyenidir. Tarih boyunca, din, dil, sanat, ahlak, hukuk,
insanlık kadar eskidir. İnsanlığın tarihinde tam ilmi gerçek arayışını
2500 yıllık düşünce tarihi içinde açıklamaya çalışırlar. Bunun da büyük
kısmı yine mitolojiler ve bilimdışı açıklamalara dayanır. Ancak son üç
yüzyılda büyük bir hızla bilimsel arayışlar ve açıklamalar gelişmiştir.
Tecrübe usulü (deney metodu) sürekli bir çaba ve disiplin istediği için,
insanlığın daha önceki tecrübelerinden yararlanarak bilimsel
yöntemlerle; gözlem, deney, hipotez, deneyleme ve tekrarlarla aynı
sonuçlara varabilme ve olaylar arasındaki sebep-sonuç ilişkilerini kesin
olarak belirleme ve bunun kanunlarını açıklayabilmek uzun arayışlar
sonucu ulaşılan bilgiler olmuştur.
Bilimsel düşüncenin, kendi kurallarına göre yapılmış gözlem ve
deneye dayanarak ulaştığı sonuçları, matematik ve mantık esaslarına
58
göre doğrulaması ve kesin sonuçlarla açıklayabilmesi ve aynı koşullar
altında aynı sonuçların tekrarlanabilmesi ve uygulanabilir olması, bir
çok teknik ürünleri doğurmuştur. Bir değer olarak bilim, rönesanstan
sonra sistemli bir hale gelmiştir. Düşünce tarihi boyunca ilim ve sanat
vardır, ancak deneysel metoda dayanan bilim son yüzyıllarda
gelişmiştir.
Deneysel anlamda bilimsel gelişme başlamadan önce, insan
zihnini meşgul eden bütün problemler “felsefe” adı altında açıklanmaya
çalışılmıştır. Felsefi araştırmanın kaynağında, her şeyi sormak ve
sorgulamak vardır. Bilgileri şüphe ve tenkit süzgecinden geçirmek
vardır. Bütün canlılarda içgüdüsel ihtiyaçlar ve davranışlar
bulunmaktadır. Beslenme ve üreme gibi, bunların pek çoğu doğuştan
gelmekte, sonradan kazanılmamaktadır. İnsan da diğer canlılar gibi,
doğar büyür, yaşlanır ve ölür. Ancak yalnız insan kendi kendine ve
çevresindeki herkese veya her şeye sorular sorar ve bunların cevabını
bulmaya uğraşır. Hayatını en iyi şekilde nasıl sürdürebilir araştırır,
pratik ve teorik konularda düşüncelerini ve eylemlerinin geliştirir.
Hiçbir hayvan türü, ne kadar gelişmiş olursa olsun, hiçbir zaman teorik
problemleri düşünmemiştir yalnız insan var olduğu tarihten itibaren
başlıca şu konuları düşünmüş ve cevaplarını her devrin biliş seviyesine
göre vermeye çalışmıştır:
1. Varlık ve oluş varlığın kaynağı ve gayesi nedir, ölümden
sonraki hayat nedir ve nasıldır?
2. Bilgimizin kaynağı ve doğruluk değeri nedir?
3. Estetik ve ahlak konularının araştırılması.
Düşünce tarihi, önceliği farklı olmakla beraber bütün
dönemlerinde bu konulara cevap aramaya çalışmıştır. Eski Yunan ilmini
erken olarak sistemleştiren Aristo (M. Ö. 385–322), bu ilmin aleti olan
mantık (organon) temel kurallarını, temel kavramlarını kurdu. Aristo
kategorileri mantık, fizik ve metafiziki birbirine bağladığı için, bu erken
kurulmuş ilim teorisinde ilimle metafizik birbirine karışmış
durumdadır. Aristo, kendinden önceki filozofların görüşlerinden
59
yararlanmakla beraber ilmin gelişmesine büyük ölçüde öncülük
yapmıştır.3
İlk çağ Yunan filozoflarından, Sokrat, Eflatun ve Aristo’nun
sistemleştirdiği konuların Rönesanstan sonra yeni baştan ele alınıp
günümüze kadar kaydettiği gelişimi daha iyi anlayabilmek için ilk, orta
ve yeniçağların insan ve tabiat kavramlarına bakışlarını birlikte
düşünmek, günümüzdeki olayların daha doğru anlaşılmasına ortam
hazırlar.
Batı düşünce tarihinde, orta çağ boyunca ilk çağın ortaya
koyduğu zihniyet ve gelişmeler terk edilmiş, tabiatın ve olayların
anlaşılması için ilk çağ filozoflarının geliştirdiği metot reddedilmiş ve
her konuyu din bilgileriyle açıklamaya çalışan skolâstik bir anlayış
ortaya çıkmıştır. Orta çağ boyunca İslam ülkelerinde ise, ilk çağlarda
Yunan filozofları tarafından ortaya konulan görüşler tercüme edilmiş,
üzerinde açıklamalar ve yeni yorumlar yapılmıştır. Bu çağı
karşılaştırmalı bir şekilde açıklayan Alfred Weber özetle şunları
yazmaktadır:
“Bu sırada, orta çağ boyunca Yunanistan ilim geleneklerini
devam ettirmeyi başka bir din ve başka bir toplum üzerine alıyor.
Yahudi monoteizmi ve Hıristiyan universalizmini ihtiva eden
Müslümanlık, geniş bir imparatorluğun sahibi olunca mağlup
milletlerin temasıyla medeniyeti en ileri şekilde temsil etti. Yunanlıların
İranlıların ve Hintlilerin bu zeki talebeleri, onların ilimlerini aldılar;
matematik, astronomi, tıp, felsefe, iki halifelik zamanında (Emevi,
Abbasi) ileri gitmekte gecikmedi: Bağdat, Mısır, Buhara, Kûfe, Kurtuba,
Gırnata, Tuleytıla, Sevilla, Mersiye, Valensiya ve Almeria’da ilim
kaynağı olan mektepler kuruldu ve ortaçağ tarihindeki Yahudi ve
Hıristiyanlar gerek hoca gerek talebe olarak birbirine karıştı. Orada
okutulan ilim ve özellikle İslam felsefesi monoteizmi ve bilgisinin
bütüncül oluşuyla kendini tercih ettiren özelikle Aristo felsefesi
çalışmalarıdır; fakat diğer taraftan içlerinde birinci sınıf düşünür ve
allameler de vardır: Farabi, İbni-i Sina, İbni-i Rüşd Hepsi de şöhretli
3
H. Z. Ülken, Bilim Felsefesi, 1969, s.55.
60
hekim, matematikçi, astronom ve mantıkçı olan bu filozofların dersleri
ve yazıları batının felsefi uyanışına büyük ölçüde yardım etmiştir.”4
Aynı dönemi karşılaştırmalı şekilde açıklayan Adnan ADIVAR,
İslam diyarında akılcı ve tabii bilimler yolunda kendini gösteren fikir
hareketlerinin ve bu fikrin öncülerinin Batı’da olduğu gibi müthiş
cezalara, işkencelere sistemli takiplere uğradıkları pek çok defalar
görülmüş değildir. Mesela Razi (854/864?-925/935?) İslam dinine aykırı
sözlerine rağmen bütün yaşadığı sürece çağının en büyük hekimi olarak
saygı ve itibar görmüştür. Doğu’da İslam ülkelerinde ilmin geçirdiği
aşamalara kısaca bakıldığında İslam dini ile ilim, önemli bir çekişmeye
girmiş değildir. Hıristiyan Batı Ortaçağlarda ilmin ilerlemesini ateş ve
kılıçla engellerken, İslam dünyası tam tersine ilmi teşvik etmiştir.5
Ortaçağdan Rönesansa geçişi incelemek 15 ve 16 y.y içine alan
dil sanat ve felsefe konularını incelemeyi gerektirir ki, bu geçişlerin
başlangıç ve sonuçlarını kesin ve kalın çizgilerle belirlemek güçtür.
Ancak ana hatlarıyla Avrupa’da önce dil ve edebiyatın hakim olduğunu,
daha sonra Bacon ve Descartes’ın yaratıcı çalışmalarının en yüksek
seviyeye ulaştığını, ardından da büyük buluşların ortaya çıktığını
görürüz. Yeniçağ felsefesinde, İngiltere’de Francis Bacon (1561–1626),
Fransa’da Descartes’ın (1596- 1650) yazdığı kitaplar yöntem üzerine ileri
sürdüğü görüşler, daha sonra gelen filozof ve ilim adamlarını derinden
etkilemiştir.
Descartes’ın dilimize “Metot üzerine konuşmalar”
adıyla
tercüme edilen (discours de la methode pour bien conduire sa raison et
chercher la verite dans les sciences) isimli eseri ile Kâtip Çelebi’nin
(1609-1659) “Mizanü’l Hak fi ihtiyari’ı ahlak” isimli kitaplarının 17. y.y
düşünce seviyesini göstermesi bakımından karşılaştırılması oldukça
ilginçtir. Aynı dönemde yaşayan ama birbirlerini bilmeyen bu iki
düşünür, birbirine çok benzeyen görüşler ileri sürmüşlerdir. Descartes
şüpheciliği geliştirmiş, gelenekçi ilme karşı kökten şüphe (doute radical)
ortaya koymuş, fakat asla şüphe etmek için şüphe etmemiştir. Kökten
4
5
Alfred Weber, Felsefe tarihi, çev. V. Eralp, İstanbul 1964, s.146.
Adnan Adıvar, Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul 1969, s. 132.
61
şüpheci olmakla beraber şüpheciliği geçicidir ve amacı kesin bilgiye
ulaşmaktır. Bu yaklaşımı ile diğer filozoflardan ve tam anlamıyla
şüphecilerden ayrılmıştır. Anlamak için inanıyorum dememiş, aksine
anlamak için şüphe ediyorum demiştir. Kendinden önce bu sistemi
ortaya atanlar şüpheyi giderememişler, bireysel veya sistematik
şüphede karar kılmışlardı. Descartes için şüphe kesin bilgiye ulaşmak
için bir araçtır; “şüphe etmek bir düşüncedir, o halde düşündüğümde
şüphe yoktur, düşünmek var olmaktır, o halde benim var olduğum
şüphesizdir” şeklindeki akıl yürütmeyi geliştirmiştir. “Düşünüyorum o
halde varım (cogito ergo sum)” sözü bu akıl yürütmeyi yansıtır. Bu
analitik bir hükümdür kendiliğinden apaçık bir önermedir, yoksa bunu
temel bir önerme olarak ileri sürmez. Düşündüğüm ve var olduğum
apaçıktır, fakat düşüncemin benim dışımda var olduğu apaçık değildir.
Bundan sonra, şüphe etmem ve dolayısıyla varlığımın tam olgun
olmayışı üzerinde düşünmem gerekir.
Descartes, düşüncesinin temel noktası olarak kabul ettiği, sonsuz
olgunluğu nasıl düşündüğünü de şöyle açıklar: “Olduğumdan daha
olgun bir şeyi düşünmeyi nereden öğrendiğimi aramaya karar verdim;
bunu da gerçekten daha olgun bir özden öğrenmiş olmam gerektiğini
apaçıkça tanıdım. Kendimden dışarıda başka birçok şeylerin gök, yer,
ışık, sıcaklık ve başka binlercesinin fikirlerine gelince, onların nereden
geldiğini bilmekte o kadar zorluk çekmiyordum; çünkü, onlarda
kendilerini benden üstün kılacak hiçbir şey görmediğimden, doğru
oldukları takdirde, herhangi bir olgunluğu olan kendi varlığımdan
geldiklerine inanabilirdim; doğru olmadıkları takdirde de, onları
yokluktan edindiğimde, yani bende bir eksiklik bulunması dolayısıyla
bende bulunduklarına kanaat getirebilirdim. Fakat bu, kendi
varlığımdan daha olgun bir varlık fikri için aynı olmazdı: Zira onu
yokluktan edinmek apaçık imkansız bir şeydi; sonra çok olgunun az
olgundan çıkması ve gelmesi, hiçten bir şeyin gelmesindekinden daha
az olgundan çıkması ve gelmesi, hiçten bir şeyin gelmesindekinden
daha az aykırılık bulunmadığı için, onu kendimden de edinemezdim.
Böylece olduğundan daha olgun bir tabiat hatta herhangi bir fikrine
sahip olduğum bütün olgunluklara sahip olan bir tabiat tarafından, yani
fikrimi bir kelime ile açmak istersem, Tanrı tarafından bana konulmuş
62
olması gerekiyordu. Buna şunu da ilave ettim ki, madem ki sahip
olmadığım bir olgunluk tanıyordum, öyleyse ben var olan biricik varlık
değildim, (müsaadenizle burada skolâstiğin kelimelerini serbestçe
kullanıyorum) fakat kendisine bağlı bulunduğum ve sahip olduğum her
şeyi kendisinden edindiğim daha olgun başka birinin bulunması
zorunlu olarak gerekiyordu. Zira yalnız ve başka her şeyden müstakil
olsaydım, öyle ki olgun varlıktan pay aldığım bu pek az olgunluğu
kendimden edinseydim, aynı sebepten dolayı, kendimde eksik
olduğunu bildiğim arta kalanı kendime verebilirdim, böylece de kendim
sonsuz, ebedi, değişmez, her şeyi bilir her şeye gücü yeter olurdum.”
Descartes düşünüyorum öyleyse varım önermesinden sonra
sonsuz ve sınırsız gücü olan tanrı düşüncesine ulaşıyor ve felsefesini bu
önermeler üzerinde geliştiriyor, her konuyu özelliğine göre yöntemine
uygun araştırmak gerektiğini açıklıyor.
Kâtip Çelebi 17 y.y Osmanlı ülkesindeki ilmi duraksamayı ve
zamanla gerilemeyi açıklarken aritmetik, geometri, astronomi, musiki
gibi ilim dallarına öğretim kurumlarında yeterince yer verilmediğini,
onun için de İslam ülkelerinde teorik ve uygulamalı ilimlerin
gerilediğini söyler.
Katip Çelebi’ye göre “Müslümanlar için eşya ve olayların
hakikatlerini bilmek önemlidir. Emeviler (661-750) ve Abbasiler (7501258) döneminde ulûmu evâil (özel anlamda eski Yunan felsefesi genel
anlamda İslam’dan önceki kültür ve medeniyete ait bütün ilimleri içine
alır), Arapça’ya tercüme ettiler, aklı müstakim ve fıtratı selim olan
sağduyu sahipleri her asırda bu kitapları okuyup öğrenmekten geri
durmadılar. Araştırmak ve kitap yazma alanında her zaman hikmet ve
şeriatın arasını bağdaştıran gerçek alimlerin eserleri meşhur ve muteber
olup revaç buldu. Fakat nice boş kafalılar zamanla felsefe ilimleri diye
tabii ilimleri reddedip katı bir taş gibi donup kaldılar, meselenin aslını
tefekkür edip düşünmeden ret ve inkar ediverdiler. Felsefe ilimleri diye
kötüleme hastalığına müptela olup yeri göğü sağı solu bilmeyen cahil
kimseler oldukları halde alim geçindiler. Kuran-ı Kerim’de “De ki yer ve
göklerin bilgisini elde ediniz” (Araf 7/185) ayeti kulaklarına girmediği
gibi yer ve göğe bakmayı da öküz gibi göz ile bakıp durmak zannettiler.
63
Bu anlayış dine de, hikmete de aykırı olduğu için zamanla Osmanlı
ülkesinde ne felsefe kaldı ne şeriat. Bunları gören bazı yetenekli şahısları
okuturken Socrates’in Eflatun’u teşvik etmesi gibi aynı metotla talebeleri
teşvik ettim, mutlak ilim namına olanı öğrenmeleri için gerekli
yöntemleri açıkladım. (Mizanül hak fi ihtiyaril ahak, s. 32) (Keşfu’z
zünun, “hikmet” maddesi).
Kâtip Çelebi çevresinde toplananlara felsefe, mantık, aritmetik,
geometri, astronomi, tarih, coğrafya, tıp, fizik, kimya ve biyoloji gibi akli
ve pozitif ilimleri o günkü adıyla tabii ilimleri öğrenmeye teşvik
etmiştir. Bugün de ihtiyaç bunadır. Günümüzde geçerli olan bilimleri
yeterince bilmeyenlerin sadece şer’î ilimlerle din ve toplum gerçeğini
anlamalarına fert ve toplum olaylarına doğru teşhis koymalarına imkân
yoktur. Çelebi, her ilmin hangi yöntemlerle araştırılması gerektiğini
ayrıntılı bir şekilde gösteriyor.
Descartes ve Katip Çelebi aynı yüzyılda yaşayan akli bilimlerin
önemini ve metodunu vurgulayan eserleri Batı’da kartezyen ekolü
doğurmuş, Aristo mantığının yanında (formel mantık) metodolojik
mantık gelişmiştir. Ancak Doğu’da ve İslam ülkelerinde Kâtip
Çelebi’nin görüşleri yüzyıllar boyunca dikkate alınmamıştır. Örgün ve
yaygın eğitim kurumlarında uygulamaya konulmamıştır Osmanlı
devletinin son 300 yılında din adına felsefi düşüncelere pozitif ilimlere
yer verilmemiş toplum giderek gerilemiştir. Kâtip Çelebi, bütün
kitaplarında bu anlayışın akla da dine de aykırı olduğunu hem Kur’an
ayetleriyle hem de 17. y.y önceki Emevi, Abbasi, Selçuklu ve
Osmanlı’nın ilk dört yüzyıllık uygulamasıyla çeliştiğini açıklamıştır.
Metotlu çalışmak, her bilim dalını kendi konularının özelliğine göre
araştırmak yeni çağda batıda gelişirken Doğuda bu gelişme olmamıştır.
64
KAYNAKÇA
Adıvar, Adnan Tarih Boyunca İlim ve Din, İstanbul 1969.
Cresson, Andre, Filozofik Sistemler, çeviren. S. J. Becarno.
İstanbul 1962.
Ülken, H. Z. Bilim Felsefesi, 1969.
Weber, Alfred, Felsefe tarihi, çev. V. Eralp, İstanbul 1964.
65
TARİH DÜŞÜNCESİ VE YÖNTEMİ ÜZERİNE
Doç. Dr. H. Emre BAĞCE1
'Eğer tarih öğrenmezsek onu tekrar tekrar yaşamak zorunda
kalırız; doğru! Ama geleceği değiştirmezsek ona katlanmak
zorunda kalacağız ki, bu daha da kötü!’ Alvin Tofler
Friedrich Nietzsche, Tarih Üzerine başlıklı eserinde insanın tarihle
olan ilişkisini şu dramatik ifadelerle ortaya koyar:
“Önünde yayılan sürüyü gözle bir: Ne dünü bilir ne bugünü, bir
o yana sıçrar bir bu yana, yer, uyur, geviş getirir, yeniden sıçrar,
sabahtan akşama, bugünden öbür güne, kısacık yaşamının haz ve
acılarıyla bağımlı, an’ın tepeciklerinde yaşar durur, bu yüzden de ne bir
üzüntü, ne de bir bıkkınlık duyar. Bunu görmek insana ağır gelir, çünkü
insan insanlığıyla göğsünü kabartır hayvan karşısında, ama yine de
hayvanın mutluluğunu kıskanarak izler; -çünkü insan tıpkı hayvan gibi
bıkkınlık ve acı içinde olmadan yaşamak ister yalnızca, ama bunu boş
yere ister, hayvan gibi istemez bunu da ondan. İnsan birara hayvana,
neden bana mutluluğundan sözetmiyorsun da yüzüme bakıyorsun
öylece, diye sorsa hayvan her halde, söylemek istediğim şeyi hemen
unutuyorum da ondan diye yanıt verecekti, -ama işte o bu sözü bile
unutup sustu: İnsan buna yeniden şaşırıp kaldı.
İnsan unutmayı bir türlü öğrenemeyip de hep geçmişe bağlı
kaldığı için şaşar durur kendi kendine de: İstediği kadar ileri ve çabuk
yürüsün, zinciri ile birlikte yürür, hızla akıp geçen olaylarla bağlıdır
gene de. Şaşılacak bir şey: An, birden burada, birden yok, daha önce bir
hiç, daha sonra bir hiç, yine de bir hayal gibi yeniden gelir ve daha
1
Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi.
66
sonraki bir an’ın rahatını kaçırır. Zaman tomarından boyuna bir yaprak
çözülür, düşer, uçup gider birden yeniden insanın kucağına yeniden
döner. İşte o zaman insan “anımsıyorum...” der ve hemen unutan, her
an’ın gerçekten öldüğünü, sis ve gece içinde geride kalıp yittiğini ve
bütün bütüne söndüğünü gördüğü hayvanı kıskanır. Hayvan işte
böylesine tarih dışı yaşar: Çünkü hayvan, geriye hiçbir kesir bırakmayan
bir sayı gibi, şimdinin içinde yitip gider, kendini başka türlü göstermeyi
bilmez, hiçbir şeyi gizlemez ve hiçbir anda hiçbir zaman olduğundan
başka türlü görünmez, imdi açık olmaktan başka türlü olamaz. Buna
karşın insan geçmişin büyük yükü, gittikçe artan yükü karşısında
direnir durur: Bu yük insanı ezer, bir o yana bir bu yana eğer, büker, bu
yük onun yolunu, görünmez ve karanlık bir ağırlık gibi, tıkar, bu yükü
görünürde bir kezcik yadsıyabilirse de, çevresindeki benzerleriyle
(türdeşleriyle) bu ağırlığı hiç de tümüyle yadsıyamaz...”2
Tarih çalışması, bugünü ve yarını etkileyen ve şekillendiren
geçmişin bir değerlendirmesini yapar ve onu yorumlamayı amaçlar.
İnsan
bu
şekilde
kendisini
zaman-mekân
ilişkisi
içinde
konumlandırmaya çalışır. Şahin Uçar, “oryantasyon” problemimiz
olduğu için tarihle uğraştığımızı ifade eder; oryantasyon, “vaziyet
tespiti ve istikamet seçmek” anlamına gelmektedir; içinde yaşadığımız
dünyanın tarihi gelişimini öğrenerek, bu dünyadaki yerimizi ve
hedeflerimizi
belirlemekteyiz.
Uçar,
tarih
çalışmasının,
geçmiş
dönemlerdeki olayların bir dokümantasyonunu veya, tarafsız dahi olsa,
bir raporunu sunmaktan ziyade bir oryantasyon sağlama ve bir
perspektif çizme amacı güttüğünü; zira perspektif olmadan görüş de
Friedrich Nietzsche, Tarih Üzerine (Çağa Aykırı Düşünceler’den), çev., Nejat Bozkurt,
Say Yay., İkinci Basım, İstanbul, 1994, ss. 61-62.
2
67
olamayacağını ileri sürer3.
Tarih, yukarıda belirtildiği gibi, zaman ve mekân ilişkisini
kurmayı mümkün kılar: İnsanlara, toplumlara, uluslara ve devletlere bir
yol haritası sunar. Tarihin konusu oldukça geniştir, bu nedenle tarih
disiplini bilim tarihi, sanat tarihi, tarih felsefesi, felsefe tarihi, siyasi
tarih, siyasi düşünceler tarihi, devletler tarihi, tıp tarihi, toplumsal tarih,
kent tarihi gibi birçok alanı kapsar. Tarih çalışmalarında, coğrafya,
arkeoloji (kazıbilim), kronoloji (takvim bilgisi), paleografya (eski yazı
bilimi), epigrafya (kitabeler bilimi), sosyoloji, antropolpji, filoloji,
etnografya (örf, adet, gelenek, görenek), heraldik (mühür bilimi),
diplomatik ve nümizmatik (para bilim) gibi disiplinlerden destek alınır.
Tarih bunların dışında, felsefe, hukuk, istatistik, psikoloji, edebiyat,
astronomi, tıp, kimya gibi neredeyse tüm bilim alanlarıyla ilişkilidir.
Ele alınan konuyla başa çıkabilmek amacıyla bütün bilimsel
faaliyetlerde sınıflandırmalar yapılır. Bu bakımdan tarih de zamana
veya mekâna göre gerçeği parçalara ayırarak incelemeye çalışır.
İnsanlığın zaman içindeki değişimini kavramak ve yaşanan farklılıkları
belirlemek amacıyla farklı dönemlemeler yapılır. Bu kapsamda, tarih
öncesi ve sonrası gibi ayrımlara gidilir. Tarih öncesi, taş devri, kalkolitik
(taş-bakır) devri ve tunç devri olarak, kullanılan araç ve gereçlerin
niteliğine göre ayrıştırılmıştır. İlkinde avcı toplayıcılık, ikincisinde
hayvanların evcilleştirilmesi, üçüncüsünde ise tarıma geçilmesi, ticaret,
kölelik gibi kurumların ortaya çıkışı ele alınır. İlkçağ MÖ. 3500’lerde
yazının bulunmasıyla başlatılıp, MS 375’lerdeki kavimler göçü ile
sonlandırılır. Ortaçağ Kavimler Göçüyle başlatılıp 1453 yılında
İstanbul'un Fethine kadar sürer. O dönem aynı zamanda Avrupa’da
Rönesans ve Reform hareketine karşılık gelmektedir. Yeniçağ 1789'da
Şahin Uçar, Tarih Felsefesi Yazıları, Ankara: Vadi Yay., 1994, ss. 26-30. Burada şu noktayı
belirtmek gerekir: Tarih çalışması bir perspektif çizme amacı taşıdığı gibi, perspektif
olmadan da tarih çalışmasının yapılması güçtür.
3
68
meydana gelen Fransız ihtilaline kadar sürer. Yakınçağ Fransız
ihtilaliyle başlar, günümüze dek sürer. Kimi zaman da devrim veya
dalga başlıkları altında tarım, sanayi ve enformasyon çağlarından söz
edilir. Diğer başka ayrımlar arasında ise yüzyıllar ve Avrupa ve Asya
tarihi gibi kıtasal veya Türkiye tarihi, Osmanlı tarihi gibi ülkesel
ayrımlar yer alır.
Tarih
araştırmasında temel
aşamalardan
biri
kaynakların
toplanmasıdır. Tarihte birincil kaynaklar arasında olayın geçtiği döneme
ilişkin, kitabeler, fermanlar, kanunlar, mahkeme kayıtları, noterlik
yazıları, gazeteler, dergiler vb. gibi yazılı; evler, kaleler, tapınaklar,
heykeller, silah, eşyalar, destanlar, efsaneler, fıkralar, atasözleri, örf ve
adetler vb. gibi sözlü veya yazısız kaynaklar yer alır. Bunun dışında ana
kaynaklardan yararlanılarak hazırlanan ikincil kaynaklar da yetkinlik
derecelerine göre dikkate alınır. Tarihte kaynak toplama aşaması
sonrasında,
veriler
değerlendirilir.
Bu
sınıflandırılır,
süreçte
incelenir
kaynakların
ve
eleştirel
güvenilirliği
bakışla
sorgulanır,
karşılaştırmalar yapılır, elde edilen bilginin nasıl ve nerede kullanılacağı
değerlendirilir. Son aşamada ise, kaynaklardan elde edilen bilgiler diğer
bilgilerle birlikte sentezlenerek yazılır ve bilimsel ve ilgili diğer
çevrelerle paylaşılır.
Tarihte Olgu, Kuram, Nesnellik ve Tarafsızlık
Gerçekliği anlamak/anlamlandırmak için, insanoğlu sınırsız
sayıdaki olgular arasında sürekli ilişkiler kurar; bir anlamda, gerçekliği
açığa çıkarmaya, kavramaya ya da anlamlandırmaya çalışırken dünyayı
zihinsel olarak yeniden inşa eder. Bütün bu uğraşlar içinde elde edilen
bilgi, sistematik biçimde ve yukarıda değinildiği gibi, belirli kıstaslar
içinde
yürütüldüğünde
bilimsel
bilgi
olarak
nitelenir.
Bilimsel
faaliyetlerde, teori ve pratiğin birbirinden bağımsız olmadığını
söylemek malumu ilandır; yine de kategorik olarak teorinin önce
69
geldiğini vurgulamak gerekir. Hangi olgulardan başlanacağı konusunda
özellikle içinde bulunulan zaman ve topluluğun koşulları kadar
araştırmacının tercihleri de önemli rol oynar. Araştırmacının bir şeyi
incelemeye karar vermesi ile onu işleyiş biçimi arasında bir dereceye
kadar farklılık bulunsa da, kendi başına konu seçimi, yani birçokları
arasından özellikle belirli olguların ele alınması, bir tercih meselesidir ve
bu yönüyle bilimsel uğraş değer-bağımlıdır. Araştırmacının benimsediği
değerler
araştırmanın
sürdürülmesi
sırasında
nasıl
bir
yöntem
uygulanacağını ya da ne tür sonuçlara ulaşılacağını da çoğunlukla
etkiler.
İster doğa bilimleri olsun ister sosyal bilimler olsun, genel olarak
bilimin birincil amacı gerçekliği anlamaya ya da kurmaya çalışmasıdır.
Bunun için, her bir disiplinin yöneldiği alana uygun araç-gereçlere ve
daha da önemlisi kavramlara sahip olması gerekir. Varolan kavramlar
yetersiz kaldığında yenileri üretilir; bu aynı zamanda, hem dünyayı
algılayışımızın
kapsamını
genişletir,
hem
de
onu
yeniden
yorumlamamıza yardımcı olur. Doğa bilimleri ve sosyal bilimlerin
inceleme alanları farklı olduğundan yöntemlerinin de farklı olduğu
genelde kabul edilir. Doğa bilimleri açıklamaya, dönüştürmeye ya da
kullanmaya, sosyal bilimler ise anlama, eleştirme ve dönüştürmeye yönelir.
Doğa bilimlerinde, doğa kendi iradesine göre hareket eden, kendi
bilincinde bir özne olarak görülmediğinden ‘inceleyen’ ve ‘incelenen’
arasında tek yönlü bir ilişki kurulur. Buna karşın, sosyal bilimlerde
ilişkiler daha karmaşıktır; inceleme etkin bir varlık olan insan tarafından
yine etkin bir varlık olan insana ve insanın meydana getirdiği eylemlere
ve kurumlara yöneldiği için çoğunlukla anlama ve eleştiri bir arada
bulunur. İlkinin aksine ikincide taraflar söz konusudur.
Her iki alanda da birbirinden bağımsız ya da karmaşık bir yığın
olarak görülen olgular arasında ilişkiler kurulur. Bu noktada, özellikle
sosyal bilimler ve ideoloji birbirine yaklaşır. Gerçekliğin, çıkarlar
70
doğrultusunda özellikle belirli bir biçimde kurulması, varolan ilişkilerin
gizlenmesi ya da birbirinden kopartılması, aralarında ilişki bulunmayan
olgular arasında sözde ilişkiler kurulması ya da negatif bir ilişkinin
pozitif olarak, pozitif bir ilişkinin de negatif olarak kurulması ideolojinin
ayırt edici özelliğidir. Bu nedenle, sosyal bilimler ile ideoloji çoğunlukla
iç içe geçer. Karl Mannheim’ın ideoloji ile ilgili tespitleri de ideolojinin
açıklama veya anlamaya yönelik sistematik bir faaliyet olmaktan çok,
gerçekliği yerleşik çıkarlar doğrultusunda çarpıtmaya yönelik olduğuna
işaret eder.4
Tüm
araştırmanın
disiplinlerde
yöntemi
olduğu
önemli
gibi,
yer
tarih
çalışmalarında
tutmakta
ve
da
çalışmayı
şekillendirmektedir. Bu noktada, tarih çalışmaları üzerine farklı
yaklaşımların savunulduğu görülmektedir.
Pozitivist bilim tarihçinin olguları ve olayları takip ederek,
kendisini bu süreçten soyutlaması gerektiğini savunmaktadır. Bu bilim
anlayışına göre, tabii bilimlerde bulunması gereken şartlar, sosyal
bilimlere de tamamen uygulanmalı ve araştırmacı tarafsız bir konumda
bulunmalıdır.
Edward Hallet Carr, “Tarih Nedir” isimli eserinde Alman Tarihçi
Ranke’ye göre tarihçinin ödevinin “nasılsa öylece göstermek” (wie es
eigentlichgewesen) olduğunu belirtiyor ve Ranke’nin tarih bilimini,
Bkz., Karl Mannheim, Ideology and Utopia: An Introduction to the Sociology of Knowledge,
New York: Harcourt Brace Jovanovich, Publishers, 1936. İdeolojinin birbirinden farklı
hatta çelişen birçok anlamı bulunmaktadır. Geniş anlamda ideoloji, kültürel veya siyasal
bakımdan sistematik dünya görüşü, zaman zaman dar anlamda ise gerçeği çarpıtma veya
gizleme anlamında kullanılmaktadır. İdeolojinin ikinci anlamı için bilim felsefesi ve bilgi
sosyolojisi ile ilgili çalışmalara bakılmalıdır. Mannheim, a.g.e. ve Barry Barnes, Bilimsel
Bilginin Sosyolojisi, çev., Hüsamettin Arslan, Ankara: Vadi, 1990. İdeolojinin birinci ve
ikinci anlamları için bkz., Şerif Mardin, İdeoloji, İstanbul: İletişim Yay., 1992; Şerif
Mardin, Din ve İdeoloji, İstanbul: İletişim Yay., yedinci baskı, 1995; Can Şahan (der),
İdeoloji Üzerine, İstanbul: Kuram Yay., (ts); Michele Barrett, Marx’tan Foucault’ya İdeoloji,
çev., Ahmet Fethi, İstanbul: Sarmal Yay., 1996.
4
71
tamamen olgulara dayalı bir pozitivizm haline getirdiğini ifade ediyor.
Carr’a göre pozitivist tarih yaklaşımı şu şekilde anlaşılmalıdır:
“Pozitivistler önce olguları ortaya koyun, onlardan sonuç çıkarın
derler. Bu tarih görüşü İngiltere’de Locke’dan Bertrand Russell’a değin
İngiliz felsefesinin başat özelliği olan ampirik gelenek ile çok iyi
uyuşmaktadır. Ampirik bilgi teorisi özne ile nesne arasında tam bir
ayrılma öngörür. Olgular duyu izlenimleri gibi, dışarıdan gözlemciye
kendilerini zorlarlar ve gözlemcinin bilincinden bağımsızdırlar. Alış
süreci edilgendir: Gözlemci verileri aldıktan sonra bunların üzerinde
işler”5.
Pozitivist tarih anlayışı halen gücünü korumakla birlikte önemli
ölçüde
eleştirilmekte,
kuram
olmaksızın
tarih
çalışmasının
yapılamayacağı ileri sürülmektedir.
Tarih çalışmaları üzerine çıkan tartışmanın kronolojik veya
analitik
yöntemin
uygulanmasından
kaynaklandığı
söylenebilir.
Araştırmacı sadece olguları sıralamakla yetinecekse, tarafsız kalabilir ki
bu noktada tarihçinin önemli/önemsiz şeklinde bir ayrıma tâbi
tutmaksızın tarihi süreci veya incelediği dönemin bütün olay ve
olgularının bir filmini kesintisiz şekilde sunması gerekecektir, fakat
böyle bir çalışmanın gerçekleştirilebilirliği imkânsız olmakla birlikte,
anlamlı da değildir, çünkü bu çalışma geçmişi bütün olgu, olay ve
belgeleriyle bugüne taşıyacak ve bu bilgi, yığın olmaktan öteye
geçemeyecek, bugüne ve yarına ışık tutamayacaktır. Araştırmacı bazı
olay ve olguları ön plana alıp, kronolojiyi birebir takip etme yerine
seçtiği olay ve olgular arasındaki belirli ilişkileri inceleyecekse ki bu
noktada analitik yöntemin uygulanması söz konusudur, bir kurama, bir
Edward Hallett Carr, Tarih Nedir, çev., Misket Gizem Gürtürk, 4. Baskı, İstanbul:
İletişim Yay., 1993, ss. 13-14. “İnsan neyi aradığını bilmezse, ne bulduğunu da bilemez”
sözü pozitivist tarih anlayışına bir eleştiri olarak sunulabilir.
5
72
bakış açısına veya çalışmanın özünü ortaya koyacak tezlere ihtiyaç
duyacaktır.
Carr, yukarıda değinilen pozitivist tarih anlayışının temel
sorununu ortaya koymakta ve pozitivist tarihçiliği sert şekilde
eleştirmektedir:
“Olguların
doğrudan
doğruya
kendilerinin
konuştukları
söylenirdi. Bu, elbette, doğru değildir. Olgular yalnızca tarihçi onlara
başvurunca konuşurlar; hangi olgulara, hangi sıra ya da bağlam içinde
söz hakkı verileceğini kararlaştıran tarihçidir (...).
Tarihçi zorunlu olarak seçmecidir. Tarihi olguların oluşturduğu,
tarihçinin yorumundan bağımsız ve nesnel bir sert çekirdeğin var
olduğuna inanmak ahmakça, fakat silinmesi güç bir yanılgıdır6.”
Şevket Pamuk da benzer yaklaşımla, olgular arasında önem
sırasına göre bir ayrım yapılabilmesi ve neden-sonuç ilişkisinin yeniden
kurulabilmesi için tarihçinin bir kurama, soyut kavramlar kullanılarak
inşa edilmiş basit bir açıklamaya ihtiyacı bulunduğunu, ancak bir
kuramın sağladığı bakış açısıyla olguların değerlendirilebileceğini
savunmakta ve Fernand Braudel’in, “eğer kuram yoksa, tarih de yoktur”
ifadesine katıldığını ifade etmektedir7.
Tarih çalışmasında kuram gerekli ise, aynı olguları açıklayacak
farklı kuramların veya tezlerin olabileceği de kabul edilmelidir. Paul
Ricoeur’ün dediği gibi, tarih geniş anlamda insan davranışlarının bir
kaydı kabul edilebilir. Bu anlamda olaylar ve davranışlar, herkesin
okumasına, anlamlandırmasına ve yeni yorumlara açıktır. Ricoeur’e
göre, bu okuma, anlamlandırma veya yorumlama işlemi belirli bir
yelpaze içinde yapılabilir. Ayrıca bu yaklaşım sonucunda bir yoruma
Carr, a.g.e., ss. 16-17.
Şevket Pamuk, 100 Soruda Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, Üçüncü Baskı,
İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1993, ss. 12-14.
6
7
73
karşı çıkılması veya yorumlar arasında uzlaşma sağlanması mümkün
olabilecektir. Bu şekilde tarih çalışmaları arasında görece üstünlük
sıralaması da yapılabilir. Farklı yaklaşımlar, belirli bir konuyla ilgili
olarak
farklı
bakışlara,
hipotezlere
ve
metodolojilere
sahip
olduklarından dolayı yetkinlik veya kapsam bakımından da farklılık
gösterirler. Ricoeur’ün işaret ettiği üzere, bir argümanın yetkinliği
metodolojisinden ve analizlerinin sonuçlarından dolayı değişir; artar
veya azalır8. Bu çerçevede, bir yaklaşım, diğer(ler)inin ilgilendiği
önerme ve hipotezleri açıklamakla kalmayıp, diğer(ler)i tarafından
bilinçli veya bilinçsiz olarak dikkate alınmayan veya ihmal edilen
kaynakları
ve
verileri
göz
önüne
aldığında,
yeni
hipotezler
geliştirdiğinde veya yeni yorumlar getirdiğinde onun diğer(ler)inden
daha yetkin olduğu söylenebilir. En azından, Popper’in belirttiği üzere9,
yanlışlanabilirlik ölçütünü taşımaları koşuluyla, daha zor yanlışlanabilir
bir hipotez daha kolay yanlışlanabilir bir hipoteze tercih edilir. Bu
kapsamda, Carr’ın, “tarihçinin görevi, geçmişi sevmek ya da kendisini
geçmişten kurtarmak değil, bugünü anlamanın anahtarı olarak onun
üstünde çalışmak ve anlamaktır”10 şeklinde ortaya koyduğu prensip ve
bu prensibin uygulanacağı kuramın sağlamlığı referans noktası kabul
edilebilir.11
Paul Ricoeur, “The Model of the Text: Meaningful Action Considered as a Text”, Social
Research, 38, 1971, ss. 529-555. Metot ve metodolojinin birbirinden farklı olduğunu
özellikle belirtmek gerekiyor. Metot ya da yöntem belirli teknikleri kapsar ancak
metodoloji bu tekniklerin seçimi, teori kurulması ve temel varsayımları ele alır; dahası
bu önermelerin toplumla ilişkisini de değerlendirir. Bu konuda ayrıntılı tartışmalar için
bkz., Raymond A. Morrow, Critical Theory and Methodology, Thousand Oaks, Calif: Sage
Publications, 1994, s. 36.
9 Bkz., Karl R. Popper, Conjectures and Refutations, London: Routledge & Kegan Paul,
1963.
10 Carr, a.g.e, s. 32.
8
11
74
Başlıca Tarih Anlayışları
Farkında
olarak
veya
olmayarak,
insanlar,
gündelik
yaşamlarında, felsefi ve bilimsel çalışmalarında farklı ve birbiriyle
çatışan tarih anlayışları benimseyebilmektedir. Bu tarih anlayışları bilim
insanlarının
ve
tarihçilerin
yönelimini
ve
genel
tezlerini
etkileyebilmektedir.
Toplum ve diğer kurumlar
canlıların doğum ve ölümünde olduğu
gibi, organik bir biçimde ele alınır.
Devletlerin, kuruluş, büyüme,
durağanlaşma ve yıkılma gibi aşamalara
ayrılmasında
bu
tarih
anlayışı
benimsenir.
İlerlemeci ve diyalektik tarih
anlayışları bu anlayışı genel itibariyle
bilim dışı ilan etme çabası içindedir.
Şema 1. Döngüsel Tarih Anlayışı
Tarih bu anlayış içinde genel
olarak iki zıt kutup arasındaki gidiş ve
geliş olarak değerlendirilir.
Örneğin Thorstein Veblen’e göre
insanlığın tarihi esas itibariyle birbirini
dışlayan ve çatışan iki döneme
ayrılmaktadır. Her bir dönem yüzlerce
yıl sürebilmektedir.
Şema 2. Sarkaç Tarih Anlayışı
75
Modern dönemin, özellikle 18-19.
yüzyıllara hakim olan düşünce biçimidir.
Avrupa merkezcidir. Pozitivist ve
elitisttir.
Zamanı,
toplumları
kategorilerine ayırır.
ileri-geri
Tekbiçimli bir yaşamı tüm toplum
biçimleri için öngörür.
Karşıt kategoriler öngörmesi ve
tekbiçimli olması dolayısıyla toplumsal
çatışmaları artırma eğilimindedir.
Şema 3. Doğrusal/İlerlemeci Tarih Anlayışı
Diyalektiktir;
ilerlemecidir.
çatışmacı
ve
Tarihin kendisini bir özne olarak
görme eğilimindedir.
Bu nedenle de gerçek öznelere
karşı deterministtir ve ilgisizdir.
Tarihin
yapıcılarından
ve
taşıyıcılarından
söz
edilir:
Bunlar
kahramanlar ya da sınıf şeklinde
düşünülür.
Pozitivist ilerlemecilikten çok şey
almış olmasına rağmen, onu yadsıma ve
başka
bir
nihai
hedef
gösterme
eğilimindedir.
Şema 4. Diyalektik Tarih Anlayışı
76
Bu tarih modelleri veya anlayışları, Weber’in ifadesiyle her biri
gerçekliği tamamen yansıtmayan ideal tipler12 olarak görülebilirler.
Değindiğimiz tarih anlayışları kendi içlerinde çok sayıda varsayım ve
önkabulü barındırırlar, buna rağmen yazar ve düşünürler kullandıkları
bazı varsayımların bilincinde bile olamayabilirler veya varsayımların
üstü örtülmüş, saklanmış olabilir13. Ayrıca, kimi zaman araştırmacı veya
düşünürün bu tarih modellerinden birkaçını birden benimsediği de
ifade
edilebilir.
Bu
modellerin
farkında
olmak
okuyucuya,
araştırmaların temel çıkış noktalarını görme, geniş bir tartışma
koleksiyonunu değerlendirme ve onunla başa çıkma olanağı sağlar.
Tarihsicilik ve Tarihin Sonu Tezleri: Bazı Eleştiriler
Tarihin kendisinin metafizik bir logos veya akıl ile donatılarak
tarihi akışın teleolojik nihai bir hedefe doğru ilerlediği inancı Kant,
Hegel ve ardıllarının genel bakış açısını oluşturmuştur.14 İlerlemeci ve
diyalektik türleriyle bu tarih anlayışları modern çağı derinden
etkilemiştir. Ancak, 20. yüzyılda bu tarih anlayışlarına yönelik ciddi
eleştiriler yöneltilmeye başlanmıştır.
1930’larda kurulan Frankfurt Okulu, ilerlemecilik fikrinin
insanlığa getirdiği olumsuzluklara ve yıkımlara işaret etmek üzere
eleştirel
teoriyi
ve
bu
kapsamda,
pozitivizm,
ilerlemecilik
ve
diyalektiğin pozitif kavranışına karşı “negatif diyalektik” kavramını
Max Weber, Economy and Society: An Outline of Interpretive Sociology, der., G. Roth ve C.
Wittich, Berkeley: University of California Press, 1978, s. 19-22.
13 Michael A. Weinstein, “C. B. Macpherson: Demokrasi ve Liberalizmin Kökleri”, A. De
Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay,
İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994, ss. 250-251.
14 Bkz., Immanuel Kant, Political Writings, (der., H. Reiss), ikinci genişletilmiş baskı,
Cambridge: Cambridge University Press, 1993; Immanuel Kant, Seçilmiş Yazılar, çev., N.
Bozkurt, İstanbul: Remzi, 1984; G. W. F. Hegel, Essential Writings, (ed. F. G. Weiss), New
York, Harper: Touchbooks, 1974; G. W. F. Hegel, Hukuk Felsefesinin İlkeleri, çev., C.
Karakaya, İstanbul: Sosyal Yay., 1991; G. W. F. Hegel, Tarihte Akıl, çev., Ö. Sözer, Üçüncü
Basım, İstanbul: Kabalcı Yay., 1995.
12
77
geliştirmişlerdir. Onlara göre, diyalektik zorunlu olarak ilerleme ve
gelişme anlamına gelmemektedir.15
Şema 5. İlerlemeciliğe ve Diyalektiğe Yönelik Eleştiriler
Karl Popper tarihsicilik öğretisinin kapsamlı bir eleştirisini
yaptığı Tarihselciliğin Sefaleti başlıklı eserini “tarihsel kaderin amansız
yasaları yüzünden [ideolojik] inanç[lar]a kurban olmuş, her din, ırk ve
ulustan sayısız kadın ve erkeklere” adamıştır.16 Bu öğretiye göre,
toplumsal ve tarihsel araştırmanın amacı ve başarısı, toplumun tarihsel
gelişiminin genel bir yasasını kurmaktır. Tarihsicilerin inancına göre, bu
tür yasalarla toplumsal gelişmenin gelecek aşaması önceden bilinebilir.
Ama bunun için de kaçınılmaz tarihsel geleceğe uygun hareket
edilmelidir. Popper bu öğretinin totaliter anlayışlara destek sağladığını
ileri sürer. Toplumun tümünü yeniden kurmak için gerekli olan
toplumsal bilgi türüne sahip olunamayacağı, bu nedenle de bütüncül
Frankfurt Okulu’nun görüşleri için bkz., Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer,
Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar I-II, çev., O. Özügül, İstanbul: Kabalcı, 19951996; Max Horkheimer, Akıl Tutulması, çev., O. Koçak, İstanbul: Metis Yay, 1998; H.
Emre Bağce (der.), Frankfurt Okulu, Ankara:Doğu Batı Yay., 2006.
16 Anthony Quinton, “Karl Popper: Özler Olmadan Siyaset”, A. De Crespigny, K. R.
Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi
Kitabevi, 1994, s. 153.
15
78
açıklamalardan kaçınmak gerektiğini savunur. Diğer türlü, teleolojik bir
tarihsel model doğrultusunda toplumun geniş kapsamlı ve ayrıntılı
şekilde düzenlenme çabası tehlikeli ve yıkıcı bir girişimden başka bir
anlama gelmemektedir. Ayrıca, Popper’a göre, holistik tasarıların
beklenenlerin dışında istenmeyen sonuçlar doğurabileceği de dikkate
alınmak durumundadır.17
Michael Oakeshott ise akılcılığın ve kesintisiz ilerleme fikrinin
teknolojiden destek aldığını düşünür; ona göre, çağdaş teknolojinin
gerçekten insanın yeryüzünün kaynakları üstündeki egemenliğini geniş
ölçüde artırdığı olgusu öğretinin yüreklendirdiği umutları pekiştirmiş,
bu olgular da akılcılığı yalnızca bir yanılgı değil, bir bahtsızlık haline
getirmiştir. Büyük savaşları bitirecek savaş söylemleri ya da dünyayı
topyekün değiştirecek girişimler daha büyük felaketlere yol açmıştır.18
Eric Voegelin’e göre ise, bu tür girişimler tarihi kesintiye uğratmanın
dışında,
onu
biçimsizleştirmiştir
de.
Modern
çağın
yıkımsal
düzensizlikleri, insan, toplum ve tarih düzenini tersine çevirerek, insani
bireyi, insana üstün gerçeklikler olarak kavranılan bir “tarih” ya da
“toplum” aracına indirgeyen sözde tarih felsefeleri oluştururlar.
Comtecu “toplumbilim”de veya Hegelci “tarihsicilik”te gerçeklik yerine
sahte ikinci gerçeklikler konur. İnsan toplum tarih sırası tersine çevrilir
ve
tarih,
toplum,
insan
şeklinde
bir
sıralama
ile
gerçeklik
biçimsizleştirilir ve bir anlamda insan ortadan kaldırılır. Bu ise
beraberinde büyük ve onarılmaz yıkımlara yol açar19. Benzer şekilde,
Quinton, a.g.m., ss. 153-162. Popper’in görüşleri için bkz., Karl R. Popper,
Tarihselciliğin Sefaleti, çev. S. Orman, İstanbul: İnsan Yay., 1985; Açık Toplum ve
Düşmanları, çev., M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1989.
18 Kenneth R. Minogue, “Michael Oakeshott: Siyasetin Uçsuz Bucaksız Denizi”, A. De
Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay,
İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994, ss. 133-134.
19 Dante Germino, “Eric Voegelin: İnsan Yaşamının Arasında”, A. De Crespigny, K. R.
Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi
Kitabevi, 1994, s. 119.
17
79
Leo Strauss da pozitivizm ve tarihsiciliğin birleşen etkilerinin
“günümüzün” bunalımına yol açtığını kapsamlı bir şekilde tartışmıştır.20
Pozitivist ve Hegelyen tarih felsefeleri ilerlemeciliğe vurgu
yaparken, sürekli Batı toplumlarını en üste yerleştirmişlerdir. Bu
yaklaşımın
en
son
örneği
ise
Francis
Fukuyama
tarafından
yinelenmiştir . Bir zamanlar Hegel’in uygarlık açısından Almanlar ve
21
diğer uluslar arasında bir ayrım yaparak Almanların üstün olduğunu
savunmak üzere bir tarih ve siyaset felsefesi geliştirmesi gibi, Fukuyama
da Hegel’in etkisiyle insanlığın ideolojik evrimini batı toplumuyla
tamamladığını ileri sürmektedir. Tarihin nihai bir ereğe doğru ilerlediği
veya tarihin sonunun geldiği şeklindeki tezler bilimsel olmaktan ziyade
tarihi tekel altına alma ve yönlendirme çabası şeklinde görülebilir;
çünkü nihayetinde bu görüşler de tarihseldir.
İbni Haldun’un Tarih Anlayışı
İbni Haldun tarih disiplinini ‘umran’ veya insanların toplumsal
yaşamları konusunda bilgi vermek biçiminde tanımlar. İbni Haldun
durağan toplumsal ve siyasal yapı kavrayışına karşı sistematik biçimde
değişimi vurgular, Mukaddime adlı eserinde değişimin ilke veya
yasalarını açığa çıkarmaya çalışır22. İbni Haldun’a göre, ilkellik, uygarlık,
soya bağlı topluluklar, insanlar arası baskılar, zaferler, yenilgiler, mülk,
devlet, egemenlik, egemenliğin basamakları, memurluklar, çalışma,
kazanç, geçim, bilimler, sanat-zanaatlar ve nice diğer konular umran’ın
kapsamı içinde yer alır. Tarih disiplininin beş farklı dalından söz eder.
Eugene F. Miller, “Leo Strauss: Siyaset Felsefesinin Yeniden Canlanışı”, A. De
Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay,
İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994, s. 89 vd.
21 Francis Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan, çev. Z. Dicleli, İstanbul: Gün Yay., 1999.
22 İbni Haldun, Mukaddime I, çev. T. Dursun, Ankara: Onur Yayınları, 1977, ss. 109, 222.
İbni Haldun’un ayrıntılı bir incelemesi için bkz., H. Emre Bağce, “İbni Haldun’un
İdeoloji Kuramı: Karşılaştırmalı Bir Çözümleme”, Doğu-Batı Düşünce Dergisi, cilt 8, sayı
31, 2005.
20
80
Bunlar doğa tarihi, insanlık tarihi, bilim tarihi, tarih felsefesi ve devletler
tarihidir. İbni Haldun’u tarih üzerine görüşleri bakımından daha sonra
ele alınacak Annales Okulu’nun önemli bir habercisi de sayabiliriz. İbni
Haldun tarihi olup bitenlerin nedenlerini, başlama ve gelişmelerinin
nasıl, niçin olduğunu tutarlı bir bakışla incelemek biçiminde tanımladığı
için, onu temel bilim dalı olarak niteler, yöntem konusuna ve tarihsel
yaklaşımlara yoğun olarak değinir. Bu yaklaşımları geniş ve genel, dar ve
özel ve uydu yani kendinden öncekileri aktaran ve çarpıtan yaklaşımlar
olarak üç sınıfta toplar.
İbni Haldun bilimsel çalışmalarda, umran olarak adlandırdığı
insanlık tarihinin ya da uygarlığın karşılaştırmalı siyaset, karşılaştırmalı
tarih, iktisat tarihi gibi dalların bir araya getirilmesiyle, ilişkiler kurma
yoluyla araştırılmasının gerekliliğini belirtir. Böylece dün, bugün ve
yarın arasındaki ilişkiler tutarlı ve doğru olarak kurulabilecektir. İbni
Haldun yöntem olarak genelden özele gidilmesini, yani tümdengelimi
önererek bir taraftan da aklı ön plana almış olur. Özellikle zaman ve
mekân boyutunda farklılık gösteren çok sayıda olgu arasında bağıntılar
kurulmasıyla ilgili vurgusu, yapısal bir çözümlemeyi gündeme getirir.
İbni Haldun var olan birçok olgu arasında görünmeyen ilişkiler
bulunduğunu ileri sürer ve bunların birbirleriyle ilişkilendirilmesini
amaçlar; ki bu yöntem C. Wright Mills tarafından “sosyolojik imgelem”
olarak açık bir biçimde dile getirildiğinden beri büyük bir ilgi görmüş ve
sosyal
bilimlerin
aslında
ne
yapması
gerektiği
konusuna
ışık
tutmuştur . İbni Haldun’a göre akıl yürütme, ilkelerin formüle
23
edilmesinde büyük önem taşır. Aksi takdirde, bilim değil, abartıdan söz
edilebilir. Abartının nedenlerini ise şöyle tespit eder: Kolaydır; uydurma
masalların etkisi vardır; sağlıklı düşünme yoktur; akıl ve strateji
eksikliği vardır; doğrulama ve yanlışlama yoktur; ve boş inançlar
hâkimdir. Halbuki, İbni Haldun’a göre, umranda toplumsal tabakalar
23
C. Wright Mills, The Sociological Imagination, New York: Oxford University Press, 1959.
81
değişiyor, toplumsal hareketlilik ve kuşaklararası geçişler sürüp gidiyor;
güç dağılımında tekeller, dengesizlikler ortaya çıkıyor; siyasal ve
toplumsal çekişme ve çatışmaların niteliği değişiyor; rekabet ve çatışma
artıyor; buna rağmen birileri çağın gerisinde kaldığından, yeni koşulları
kavramakta başarısız oluyor ve gerçeği göremiyorlar24.
Bu noktada bilim insanı, İbni Haldun’a göre, sorumluluk ve
paylaşımla hareket etmeli, ahlâklı ve eleştirel bir bakışa sahip olmalıdır;
yazarken, ne çok hoşgörülü ne de çok katı olmalı, ölçülü hareket
etmelidir. İbni Haldun bilinmeyenlerin bilinenler aracılığıyla yaklaşık
olarak sınırlarının kestirilebileceğini söyler. Akıl bu açıdan merkezî bir
konumda bulunur. Toplumsal yaşamın tarihini bilmek için nakilden
yararlanılabilir; ancak toplumsal değişimi anlamak için özellikle
kurumlar üzerinde durulmalı, gözlem ve karşılaştırmalar yapılmalı,
felsefe dahil bütün disiplinlerin bakışlarından yararlanılarak herhangi
bir bilgi veya haber aklın süzgecinden geçirilmelidir. Ancak bu şekilde
tutarlı bir bakış geliştirilebilir ya da nakillerin ve uydurmaların
tutarsızlığı ortaya konabilir; akıl ve gözlem yoluyla yasalara ve
orantılara ulaşılabilir25. Herhangi bir bilimsel çalışmanın söz konusu
kusurlara
düşmemesi
için
genel
öneri
ve
eleştiriler
olarak
değerlendirilebilir bunlar. Ancak içlerinde özellikle bir tür vardır ki, İbni
Haldun onu eksiklik veya kusurlardan ayrıştırarak ele alır. Bu, uydurma
yaklaşım içinde yer alan çarpıtmadır.
İbni Haldun’a göre uydurma yaklaşımın temel özelliklerinden
biri, kanıtlardan yoksun ve habersiz olmasıdır26. Başlıca diğer nedenler
ise, değişimin farkında olmaması; toplumun kendi içindeki değişen koşullarını fark etmemesi; koruyucu bir yaklaşıma sahip olması; açıklama-
Mukaddime I, ss. 77-88.
Mukaddime I, ss. 71-90.
26 Mukaddime I, s. 95.
24
25
82
larında neden ve sonuçların bulunmamasıdır27. İbni Haldun’a göre,
yalan ve çarpıtmanın nedenleri taraf olma, yan tutma, diğer bir ifadeyle
ideolojik perde, kaynağa güven, amaçları görememe, karşılaştırmalı
yöntemin eksikliği, iktidarlarla içli-dışlı ilişkilerden dolayı kasıtlı
çarpıtmalar ve doğal yasanın bilinmemesidir28.
İbni Haldun, bilimi gerçeğin üzerindeki örtüyü kaldırma faaliyeti
olarak tanımlarken, uydurma veya çarpıtmanın ise gerçeklikle çatışma
içinde olduğunu, gerçeği maskelediğini ileri sürer29. Ona göre, gerçeği
ortaya çıkarmak için gözdeki dalgınlık ve uyku uyuşukluğunu
kaldırmak; ayıklama ve yanlışlama yoluyla olayların olabilirliklerini akıl
süzgecinden geçirmek gerekir30. Bu demektir ki, aktarma veya
çarpıtmalara karşı, gerçeği ortaya koymada eleştirel olunmalı ve tutarlı
bir bakış geliştirilmelidir31. Ona göre, doğruyu arayan kişi yöntem
olarak yanlışlamayı seçmek zorundadır. Herhangi bir bilginin gerçeğe
uygun olup olmadığının araştırılması gerekir; eğer bir bilgi olanak dışı
ise güvenilirliğine (aktarana) bakılmaz bile32. Herhangi bir araştırma,
sosyoloji, tarih, siyaset, ahlâk, retorik, din bilim, dilbilim, hukuk ve
felsefe
gibi
bütün
bilim
dalları
arasında
ilişkiler
kurularak
sürdürülmelidir33. O hâlde, bilgiyi donduran, çarpıtan yaklaşımların
tehlikelerine karşı ‘gerçek’ bilim insanının İbni Haldun’a göre
“toplumsal ve siyasal kuralları, varlıkların doğal durumlarını, doğal
yasaları, toplumların, ülkelerin ve çağların kendi süreçleri içindeki
değişimlerini, ahlâkları, gelenek ve görenekleri, inanç, görüş ve
anlayışları bilmesi gerekir. Çağındaki durum ve gelişmeleri de iyice
Mukaddime I, s. 67.
Mukaddime I, s. 124.
29 Mukaddime I, s. 133.
30 Mukaddime I, ss.68-69; İbni Haldun, Mukaddime II, çev. T. Dursun, Ankara: Onur
Yayınları, s. 25.
31 Mukaddime I, ss. 65-66.
32 Mukaddime I, s. 127.
33 Mukaddime I, ss. 129-131.
27
28
83
kavrayıp geçmiştekilerle karşılaştırması, aradaki uygunluk, benzerlik ve
başkalıkları gözden geçirmesi, bunların nedenlerine inmesi, devletlerin
ve toplumların üzerinde durması, bunların hangi nedenlerle ve nasıl
ortaya çıktıklarını, oluşumları, gelişimleri, gelişim nedenleri, egemenleri,
devlet adamları ve ilgili haberleriyle birlikte incelemesi zorunludur. Her
olayın nedenlerini, kökenlerini bütünüyle saptayacak, her haberin
kaynak, dayanak ve ilkelerini öğrenip bilecek ölçüde yapmalıdır
incelemesini”34. Bu doğrultuda, doğruya inanç duyan kişide ahlâki
ilkesellik olmalıdır; öyle ki, yeni bir sav ortaya atan kişi ikircikli olmaz;
karışık, bulanık olmaz, kendi kendini yalanlamaz. Diğer bir deyişle
doğruyu bilen, onu açıkça ortaya koyar35. İbni Haldun’un gerçekleri
çarpıtan yaklaşımın karşısındaki bu tutumuna bir destek de yaklaşık 250
yıl sonra Descartes tarafından gelecektir36.
İbni Haldun’un özellikle bir vurgusu gerçekliğin, ortaya
çıkarılmaktan ya da keşfedilmekten ziyade kurulduğunu göstermesi
bakımından
dikkat
çekicidir.
İbni
Haldun’a
göre,
“kuzeyliler
derilerinden dolayı renk almazlar, çünkü onlara anlamını veren dilciler
de beyazdır”37. Sosyal bilimlerde başlıca tehlikelerden biri olarak söz
edilen etnik-merkezcilik (ethnocentrism), bir toplumun üyelerinin diğer
bir toplumu kendi kültürüne göre tanımlama ve değerlendirmesi
sorununun İbni Haldun tarafından vurgulanmış olması gerçekten onun
yöntem tartışmasının değerini daha da artırır. İbni Haldun’un bu ifadesi
iki açıdan önemlidir: Birincisi, İbni Haldun bilimi çoğunlukla
gerçekliğin ortaya çıkarılması olarak görse de, bilim yoluyla gerçekliğin
kurulduğunun da farkındadır. İkincisi ise, üretilen ve sürekli yeniden
üretilen, değiştirilen, belli bir zaman işe yarayan daha sonra ise
Mukaddime I, s. 108.
Mukaddime I, s. 97.
36 Rene Descartes, Söylem, Kurallar, Meditasyonlar, çev. A. Yardımlı, İstanbul: İdea
Yayınları, 1996, ss. 67-68.
37 Mukaddime I, s. 221.
34
35
84
vazgeçilen temel paradigmaların veya teorilerin işlevleri konusunda da
eleştirel bir bakış benimsenmesini hatırlatmasıdır. Bilim yalnızca
gerçekliği ortaya çıkarma faaliyeti değil, aynı zamanda onu kurmaya,
şekillendirmeye yönelik bir faaliyet olarak anlaşıldığında, kime ve neye
göre gerçeklik sorusu sorulabilecektir ki, bu da bizleri doğrudan çıkarlar
ve ideoloji arasındaki ilişkiye götürmektedir.
İbni Haldun’a göre bilim ve bilgi birçok bakımdan iktidarlarla
doğrudan ilişkilidir; gerçekliği açığa çıkarmanın veya kurmanın yanı
sıra, bilim iktidarın ele geçirilmesinde ve/veya sürdürülmesinde de rol
oynar. Bilim-iktidar ilişkisinde esas olarak üç taraf söz konusudur:
Yöneticiler, yönetilenler ve bilim insanları. Çoğunlukla siyasal ve
toplumsal çatışmalarda veya belli bir düzenin benimsetilmesinde
bilimin ve dolayısıyla bilim insanlarının iktidara hizmet ettiğini
vurgular38.
Hem bilimsel çevrelerdeki, hem de toplumdaki çatışmalardan
dolayı iktidarlarla içli dışlı olanlar İbni Haldun’a göre, kendi çıkarlarını
geliştirecek biçimde davranırlar ve gerçekliği aramaktan çok kendi
işlerine, çıkarlarına uygun olan bilgileri, çoğu zaman da gerçekliğe
aykırı olarak, yaymaya çalışırlar. Yerleşik çıkarlarını korumak için bilim
insanları ve iktidarlar birbirini karşılıklı olarak tanırlar ve desteklerler.
İbni Haldun bu noktada bilimin çatışan çıkarların veya iktidar
mücadelelerinin bir alanı olduğuna işaret eder; öyle bir alan ki, orada
daha ziyade gerçeklik çarpıtılır. Kendisinin yukarıdaki ifadesinin de
gösterdiği üzere, İbni Haldun sorunu, meşruiyet bağlamında ele alır:
Eğer ki, devlet adamı iyi ise, halk onun yanında yer alır39. Aksi takdirde,
her iki taraf arasında bir uyumsuzluk ve çatışma söz konusu olur ve
meydan yalan ve yanlışlarla dolmaya başlar. İbni Haldun bu çerçevede
meşru
38
39
hükümeti
yöneticinin
yönetilenlerce
Mukaddime I, s. 98.
Mukaddime I, ss. 105-106.
85
onaylandığı,
onlar
tarafından desteklendiği bir yönetim olarak tanımlar ve zorba yönetimle
meşru yönetim arasındaki farkları sürekli hatırlatır40.
İbni Haldun bilginin çarpıtılmasının veya gerçekliğin yanlış
algılanmasının iktidarların geleceklerini öğrenme çabalarında da
kendini açığa vurduğunu ileri sürer. Özellikle bilginin olağan olmayan
yollardan elde edilmeye çalışılması ona göre gerçekliğin ve değişim
yasasının
bilinmemesinden
veya
neden-sonuç
ilişkilerinin
kurulamamasından kaynaklanır. Dolayısıyla, bilimsel bir bakıştan
yoksun olan iktidarlar ve sözde biliciler her türlü zorbalığa ve irrasyonel
yollara başvururlar. Meşru olmayan bir iktidar ve onu korumaya
adanmış bir bilim, en acımasız şeyleri yapmaktan geri durmaz. İbni
Haldun’un kehanet, sultanlar, zulümler ve işkenceler arasında kurduğu
ilişkiler bu noktada oldukça dikkat çekicidir:
“Kimi zalim zorbaların, ilerde kendi başlarına neler geleceğini
öğrenmek
için
zindanlardaki
kişileri
keserek
öldürdükleri
ve
öldürdüklerinin ağızlarından çıkacak sözleri dinleme amacı güttükleri,
öldürülen kimselerin de o zalimlerin akıbetlerini haber veren sözler
söyledikleri yolunda söylentiler ulaşmıştır bize…
Mesleme de (Mecrıtî), Gaye (Gayetü’l-Hakîm Fi’s Sihr) adlı
kitabında buna benzer bir zalimlik yoluyla ağızdan bilgi alındığını
anlatır: Bu kitapta anlatıldığına göre, herhangi bir kimse, susam yağıyla
dolu bir küpün içine sokulur, küpün içinde kırk gün sadece incir ve
ceviz yedirilerek bekletilir, sonunda eti gidip yalnızca damarları ve
başının kemikleri kaldığında yağ dolu küpten çıkarılır ve havada
kurutulursa, o kimse sorulacak her soruya karşılık verir. Özel durumlar
konusunda da karşılık verir, genel konularda da”41.
40
41
Mukaddime II, ss. 36-37.
Mukaddime I, s. 270.
86
İbni Haldun büyücülerin ve bilicilerin yaptıkları kötü işler olarak
nitelendirir bu örnekleri ve çile gibi, bilinmeyenin bilgisine ulaşmak için
denenen birçok yoldan söz eder. Bütün bunların doğa yasasının
bilinmeyişinden ve zorba yönetimden kaynaklandığını tespit etmesi ise
çok anlamlıdır. Halbuki, İbni Haldun değişimi merkeze alarak, hiç de bu
yollara başvurmaksızın geleceğin kestirilebileceğini ileri sürer. Özellikle
baskıcı yönetimin zararları üzerinde durduğunda değişimin ilkelerini ve
o yönetimin izlediği süreci açığa çıkarır. Gayrimeşru veya baskıcı bir
yönetim halkın direnme gücünü kırar; güven sorunu oluşturur ve
meşruiyetini yitirir; bu bir döngü biçiminde o yönetimin yıkılışına dek
sürer42. Örnekler arasında haksız cezaların, halkın aşağılanmasının,
korkuların ve boyun eğmenin yaygınlaşması ele alınır.
İbni Haldun’a göre değişimin taraftarları olduğu kadar, değişime
direnenler de söz konusudur. Toplumsal tabakalaşma sistemi içinde,
piramidal yapıda üstte olanlar kendi konumlarını ve o konumlarının
kendilerine sağlamış olduğu olanakları, statüleri, prestiji, maddî, manevî
ödülleri kaybetmek istemezler. İbni Haldun, Mukaddime’de toplumsal
tabaka sisteminin ve iktidarların nasıl asabiye ile sağlandığını,
korunduğunu veya yıkıldığını çözümler43. İbni Haldun’a göre, devletin
kuruluş aşamasında asabiye veya topluluk bağları güçlüdür; ancak
kuruluş aşaması sonrasında zayıflar, nitelik değiştirir44. Yönetici grup,
soyluluk inşası ile iktidarını kurar ve geliştirir. Refah arttıkça, bağlar
zayıflar; yönetici ve yönetilenler arasında uçurum artar; dolayısıyla
insanlar aşağılanır, malî yükümlülükler, yolsuzluklar ve vergiler
giderek artar. İbni Haldun, bunu devletin güçsüzlüğü ile ilişkilendirir ve
Mukaddime I, s. 303.
Örnekler için bkz., Mukaddime I, ss. 309-314.
44 Mukaddime II, ss. 20-29.
42
43
87
devletin kocamışlık aşaması olarak belirler. Öyle ki, bu aşama, iktidarın
zayıfladığı, çözülmenin başladığı bir aşama olarak resmedilir45.
Annales Okulu: Tarihin Bütünlüğü ve Sürekliliği
20. yüzyıl başlarında Annales Okulu'nu kuran Marc Bloch,
Lucien Febvre ve Fernand Braudel gibi tarihçiler “tarih nedir?”,
“tarihçi, tarihi nasıl incelemelidir?” sorularına kapsamlı yanıtlar
geliştirmişlerdir.46 "Tarih yalnızca insanoğlunu düşünmez. Hayatiyet
kazandığı doğal ortam dönemselliktir. İnsan bilimi, evet, ama zaman
içinde insan. Akan zaman, ama kesintisiz değişim."47 Febvre bu
ifadelerde, akan zaman içinde meydana gelen değişimleri dile
getirmekle "tarih geçmişin bilimidir" önermesinin tutarsızlığını ortaya
koyar. Tarihin bütün zaman içinde konusunu "...insanların içinde
yaşadıkları toplumlar, örgütlenmiş gruplar..."48 oluşturur; zaman
sadece geçmişi değil, bugünü ve geleceği de kapsadığından, tarih de
sadece geçmişi incelemez. Annales üyeleri geçmişin durağan olmadığı,
aksine, an be an zenginleştiği düşüncesindedir. Zamanın anlar olarak
aktığı düşünülecek olursa ve bu anları da, Fernand Braudel'in ifade
ettiği gibi, “tek tek her olay doldurduğuna göre, geçmiş diye
bahsettiğimiz şey statik değil, dinamik bir yapı sergileyecektir. Aynı
zamanda, geçmişe eklenen her an, onun bir öncekinden daha farklı
bir geçmiş olmasını zorunlu kılacaktır”.
Braudel'in "Akdeniz" adlı eseri bütün tarih yazma çabasını
simgeler ki, bunda yazarın amacı geçmiş zamanın değişik ölçülerini
tüm çeşitlilikleriyle bir araya getirmek, okuyucuya bunların birlikte
Mukaddime I, ss. 316-340.
Annales Okuluyla ilgili kısım ufak değişikliklerle yazarın şu incelemesinden
alınmıştır: H. Emre Bağce, “Tarih ve Tarihçi”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi, sayı: 84, 2004.
47 Lucien Febvre, "Başka Bir Tarihe Doğru”, Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales
Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985.
48 Lucien Febvre, a.g.m.
45
46
88
varoluşlarını,
zenginliğini
çelişki
ve
tanıtmaktır.
zıtlıklarını
Bu
ve
nedenle
kapsadıkları
coğrafi
bir
deneyim
araştırma
çerçevesinde, Akdeniz tarihinin sabitleri olan yerel, kalıcı, değişmez
ve sık tekrarlanan özellikleri ele alır ve "geçmişin bugünkü Akdeniz
kıyılarında yaşamakta olduğu"49 sonucuna varır.
Braudel, "Tarih ve Toplumsal Bilimler" adlı makalesinde ise
zaman diyalektiği'nin yararını ve önemini vurgular ve "toplumsal
gerçekliğin en temel unsuru 'an' ile 'uzun dönem' arasındaki bu canlı,
derin ve süren karşılıktır. İster geçmişle, ister bugünle ilgilenelim,
toplumsal
zamanın
çokluğunun
açıkça
bilincinde
olmak”
gerekmektedir diyerek, dikkatini kısa dönem olay ve bireye yönelten
tarih anlayışının eksikliğini ve yöntemindeki yanlışlığı dile getirir.
"Tarihçi için uzun dönemi kabul etmek, tüm toplumsal yaşamın yeni
bir şekilde kavranılması demek: yavaş ilerleyen, hatta bazen
neredeyse durgun zamanla tanışma demek... Tarihin bütünlüğü...
benim için tüm olası tarihlerin toplamı, -dün, bugün ve yarınkimesleki yetenek ve bakış açılarının bir araya gelmesidir" 50. Braudel,
bugünün
zamanının
dünden,
önceki
günden,
ta
eskiden
kaynaklandığını, geçmiş ve şimdiki zamanın birbirlerini karşılıklı
olarak aydınlattığını ifade eder. "Eğer insan, gözlerini şimdiki
zamanla sınırlarsa hızlı, parlak, yeni, gürültülü ya da anlaşılması kolay
herhangi bir şey dikkatini çekecektir"51 diyerek diğer bilimlere
göndermede bulunur. "Tek tek her olay nüve halinde insanlığın tüm
tarihini içermektedir. Başka bir deyimle, bu tek tek notaların yer aldığı
klavye, tarihtir"52.
Fernand Braudel, "Akdeniz", Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde,
İstanbul: Alan Yay, 1985.
50 Fernand Braudel, “Tarih ve Toplumsal Bilimler”, Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi:
Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985.
51 Braudel, a.g.m.
52 Braudel, "Akdeniz".
49
89
Bunun yanında, Braudel, tarihi kısa dönemli olay ve olgular tarihi,
uzun dönemli tarih, geleneksel tarih ve konjonktürel tarih gibi adlar altında
sınıflandırır ve hangisinin tarihi bütünsel olarak ortaya koyduğunu şöyle
ifade eder:
"... Kısa dönemli krizlerin araştırılmasında bile cevabı bulmak
için sık sık yapısal tarihe bakmak zorunda kalıyoruz. Ama aynı
zamanda sanki gerçeğin tam aksine tarihin derin akıntılarını onların
yüzeysel
dalgaları
yaratıyormuşçasına
tez
elden
açıklayıvermek
eğiliminde olduğumuz kısa dönemli tarihsel olguların da buna göre
ölçülmesi gereken deniz düzeyidir. Durgun sular derin olur ve
yüzeydeki dalgacıklara kanmamak gerekir. Tarihin böyle ağır ve hızlıhareketli
düzeylere,
yapı
ve
konjonktürlere
bölünmesi
hâlâ
çözümlenmemiş bir tartışmanın odağını oluşturmakta. O halde temel
kaygımız, bu hareketleri birbiriyle ilişkileri içinde tanıma, sınıflandırma
ve karşılaştırma olmalı.."53
Braudel geçmişin önemli veya önemsiz tekrarlanan ayrıntılar yığını
olan kısa dönemli rutin işlerden oluştuğunu; tarihi anlamanın ve bütünsel
bir şekilde ortaya koymanın konjonktürel anlatım türünü gerektirdiğini
belirtir. Buna göre zaman dönemleri, farklı ve kendine has (sui generis)
geçmişleri öngörür. Braudel'in tarihi geçmişi denize benzetip, buna eklenen
her bir olay veya anın bu deniz yüzeyindeki dalgaları oluşturduğunu ifade
etmesi anlamlıdır. Aynen sosyoloji disiplininde, toplumun bireylerden
oluştuğu ama bu toplamdan daha farklı, kendine münhasır bir varlık
olduğunun kabul edilmesi gibi, tarihi geçmiş de tek tek olaylardan oluşan,
ama bu olayların toplamından daha farklı veya daha fazla bir şey olarak
kavranmaktadır. Bu nedenle, Braudel olaylar tarihini inceleme yerine,
uzun dönemlerle ilgilenir.
53
Braudel, a.g.m.
90
Annales’in bir diğer temsilcisi Lucien Febvre, "tarih, geçmişin
bilimidir" önermesine karşı çıkar. Çünkü ona göre, geçmiş yaşandığı
günlerde pekâlâ bilimin konusudur ve bundan dolayı tarih zamanımızın
veya geleceğin bilimi olabilir ve olmalıdır da. Son yıllarda Batı uygarlığını
sırtlarında taşıyanlar tarihi küçümsemeye başlamışlardır, bunun nedeni ise,
korkunç bir şekilde yükselmiş aşkınlık, psikolojik değişimler ve teknik
devrimlerdir. "Demiryolları, arabalar, uçaklar ya da buharın şiddetle
düşen basıncına karşı elektriğin yükselişi ve ardında da 'evcilleştirilmiş’
atom enerjisi, kuşakları birbirinden ayıran ve gelenekleri yıkan uçurumu
daha fazla derinleştiriyor; sonuç olarak ise tarihe yönelik büyük bir
küçümseme
başgösteriyor. Bu, başarılarını sürekli
sağlamlaştırmaya
vakit
bulamayan
ve
bunlarla
düzenlemeye,
başı
dönen
insanoğlunun horgörüsüdür; aksi takdirde, diğer başarılarının tümü
yarın tehlikeye düşebilir. İnsanoğlunun horgörüsü, övgüyle kendi zaferinden
bahsedip, modası geçen atalarını bir kenara bırakır (ve sonuçta)... tarihin
inşası uğruna ne diye zaman kaybedelim ki...” derler. Bu bakışın nedeni,
olaylar tarihinin her zaman ön plana çıkarılması ve bugünün
problemlerinin geçmiş tarihle çözülebileceğinin düşünülmemesidir.
Önemli kişilerin ölüm tarihleri nedir? Bu ve buna benzer kuru sorular
tarihin ve geçmişin anlaşılmadığının en açık belirtileridir. Böyle bir tarih
anlayışı sonucunda, çağdaş insan tarih tarafından hırpalanmıştır ve buna
tepkisi ise tarihi köhne, modası geçmiş olarak niteleyerek ona sırtını
dönmesidir. Halbuki "geçmişin, insanların omuzlarına tüm ağırlığıyla
çökmesini engelleyen ve onu düzenleyen tarihtir…” Febvre’e göre,
çağdaş insan gündelik veya bugünkü problemlerine çözüm bulabilmek
için farklı farklı toplumsal veya beşeri bilim dalları meydana getirmiştir.
Psikoloji, sosyoloji, siyaset bilimi, ekonomi, coğrafya, linguistik vb. gibi.
Şimdiye kadar, bu bilimler arasında birliktelik pek oluşturulamamıştır ve
tümü de kendi amaç, yöntem ve üstünlüklerini tanımlamakta, sınırlar
üzerinde mücadele etmektedir. Bu noktada, tarihi ve tarihçiyi de
91
tanımlamaktadırlar. "Eğer kendinize tarihçi diyorsanız, buralara ayak
basmamalısınız, bu alanlar sosyologlara verilmiştir. Ne de buraya:
buradan psikologlara gidilir. Sağ tarafa ne demeli: yok yok, orayı hiç
düşünmeyin, zira coğrafyacının bölgesi ve solda da bölümler ve etiketler!
Bir ayağı bir sınırda, diğeri öbür sınırda, haydi tarihçi! Özgürce
çalışmalısın. Hem de yararlı olacaksın..." Dastre, "insan neyi aradığını
bilmezse, ne bulduğunu da bilemez..." der. Birbirine düşman bu bilim
dalları bütünsel bir yaklaşıma sahip olsalardı ve neyi, neden aradıklarını
bilselerdi, bu kör dövüşünü bırakıp, yaşamın her gün toplumlara ve
uygarlıklara dayattığı sorunların çözüm unsurlarını tarih içinde
arayabilirlerdi54.
Bu nedenle Annales Okulu üyeleri tarihin özgürlüğünü ve
özgünlüğünü ön plana çıkarmaya ve tarihin, toplumların hem dinamiğini
hem de bütünselliğini yansıtan başlıca bilim olarak ve böylelikle tüm diğer
beşeri bilimlerin tek mümkün sentezi olarak kabul görmesi için çaba
gösterirler. beşeri bilimlerin, yavaş yavaş tarihsel olmaya yönelmek
zorunda olduğunu düşünürler. Bu bağlamda Marc Bloch, tarihin,
reformasyonu ve metoduyla ilgili bildirisini 1928'de Annales'in
başlamasından bir yıl önce "Avrupa Toplumlarının Karşılaştırmalı Tarihi
İçin" isimli konferansta sunar. Bu çalışma zaman ve yer bakımından
ister yakın, ister uzak olsunlar, toplumlar arasındaki benzerlik ve
farkları inceleyen karşılaştırmalı metodun daha gelişmiş ve yaygın bir
şekilde kullanılmasını savunur, bunu savunmasının nedeni, bu
metodun
tarihçileri
gerçek
nedenlerin
bulunmasına
giden
yola
yöneltmesidir.
Karşılaştırmanın
amacı
Bloch'a
göre,
“farklı
toplumsal
ortamlarda da olsa, göze çarpan iki ya da daha fazla olgunun seçimini
yapabilmek, belirli bazı analojiler içinde sunabilmek; yapılabilecek
54
Febvre, a.g.m.
92
tüm ölçümler ile ortaya koydukları farklılıklar ve benzerliklerle beraber
evrimlerini gösteren eğriyi takip edebilmek; mümkün olduğu ölçüde
olguları açıklamak"55tır. Bundan sağlanan fayda ise tarihi geçmişte ve
bugünde belge yetersizliğinden doğan bazı boşlukları analojiler üzerine
kurulmuş varsayımlarla tamamlamak; karşılaştırmanın telkin ettiği bakir
araştırma alanlarını gözler önüne sermek, özellikle de o ana değin
anlaşılmamış pek çok kalıtı açıklamaktır 56. Birbirine yakın ama farklı
toplumları karşılaştırmak birbirlerine yaptıkları etkileri ayırt etmeye
yardımcı olacaktır. Bu noktada, "karşılaştırmalı tarih, yerel çalışmaları
tanımaya ve onlara hizmet etmeye hazırdır, zira yerel çalışmalar
olmadan karşılaştırmalı tarih hiçbir şey ifade etmez, tıpkı yerel
çalışmaların da karşılaştırmalı tarihsiz hiçbir işleve sahip olamayacakları
gibi"57. Bu durumda, belirli bir senteze ulaşabilmek için toplumsal
varoluşlar, ilişkiler, davranışlar tüm yönleriyle derinliğine ele alınmalıdır.
Bu çalışmalara konu olan malzemenin hacmi ve çeşitliliği öyle geniştir ki,
bu ortaklaşa takım çalışmasını ve çağdaş teknik donanım kullanılmasını
gerekli kılar.
Hobsbawm bu bağlamda malzeme ve analiz arasındaki ilişkiyi şu
şekilde ortaya koymaktadır:
"Tarihçi, baştan itibaren, modeller oluşturmak, yani elinde
bulunan ve aksi halde kısa özetlerden pek fazla değeri olmayacak olan
dağınık ve kısmi bilgileri tutarlı sistemler haline getirmek zorundadır.
Böylesi modellerin başarı ölçütü bileşenlerinin birbirine uyup uymadığı
ve belirlenebilir toplumsal durumların hem niteliği hem de sınırları için
Marc Bloch, "Avrupa Toplumlarının Karşılaştırmalı Tarihi İçin", Ali Boratav (der.),
Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985.
56 Bloch, a.g.m.
57 Bloch, a.g.m.
55
93
bir kılavuz sağlayıp sağlayamayacağıdır ve öyle olması gerekir."58
Bu kapsamda, Le Roy Ladurie 15. ve 18. yüzyıllar arasındaki
dönemi, arazi, iklim, nüfus, fiyatlar, aile yapısı, okur-yazarlık,
reformasyon, köylü ayaklanmaları ve büyücülük gibi konuları, kısacası
ekonomik ve sosyal değişimleri birlikte tüm tarih, anlayışı içerisinde ele
alır. "Tarihçi ve Bilgisayar" adlı makalesinde bu bütünlüğün nasıl
incelenmesi
gerektiğini
belirtir:
İşlerden
biri
“verileri birinci
dereceden önem taşıyan, fakat ulaştığı boyutlar nedeniyle şimdiye kadar
araştırmacıları yıldırmış olan geniş belgeler külliyatını (corpus) incelemek
olacaktır. Temelinde bilgi işlem yatan tarih yalnızca, belirli bir
araştırmalar kategorisi ile sonuçlanmaz. Bu tarih aynı zamanda bir
'arşiv'in oluşmasına katkıda bulunur. Bir kez kaydedilirse, ilk defa bir
tarihçi tarafından kullanıldıktan sonra, bu veriler yayınlanmış yeni
bağlantılar elde etmek isteyecek olan sonraki araştırmacılar için
depolanabilir. Burada tarih mühendisi diyebileceğimiz, yeni bir tür
arşiv
uzmanı
konuşturmaya
yetişecektir.."59
odaklanmıştır.
Lucien
Febvre
Toplumların
de
dilsiz
kendileri
şeyleri
hakkındaki
söylemediklerini söyletmeyi amaçlayan çaba içerisinde, mikrofilmlerin
tetkiki,
fişlerin
düzenlenmesi,
kartların,
istatistiklerin,
grafiklerin
hazırlanması, linguistik, psikolojik, etnik, arkeolojik, hatta botanik
kaynakların bile tarihsel dokümanların karşılaştırılması ve bunun gibi
tanımayı, anlamayı kolaylaştıracak şeyleri sağladığını belirtmiştir.
Pierre Vilar, "sadece iktisadi değil, psiko-sosyal geçmişten de
yararlanan, bugünün reaksiyonlarını içeren ve yeni insanların yeni
gerçeklikler karşısında ürettikleri şeyleri göz önüne alan etkin bir
E. J. Hobsbawn, "Toplumsal Tarihten Toplumun Tarihine", Ali Boratav (der.), Tarih ve
Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985.
59 E.L. Ladurie, "Tarihçi ve Bilgisayar", Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu
İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985.
58
94
tarihsel modelin”60 gerekliliğine işaret ederken, Mclennan, Braudel'in
"tarih daha bilimselleşerek, bütünlüğü içinde toplumsal gerçekliğin,
geleceğin ve geçmişin açıklaması olabilir" tezini destekler.
Tarihsel sentez düşüncesi ile Annales Okulu varolan "olaylar
tarihi" olarak nitelenen yazımın ötesine geçmeyi, sosyo-kültürel
bağlamların anlaşılabilmesi için tarihsel sentez ile bütünlüğü oluşturmayı
amaçlamışlardır. Bu anlayış, aslında tüm fiziksel, düşünsel ve normatif
özelliklerini de içermek üzere, geçmiş çağların bir kez daha ortaya
konması anlamına gelmektedir. Bu bütünlüğü sağlayabilmek için,
coğrafya, linguistik, ekonomi, demografi, siyaset bilimi, klimatoloji,
psikoloji, sosyoloji
gibi beşeri bilimler bütünlük
içerisinde
ele
alınmalıdır. O halde bir tarihçi bütün bu bilimleri kendisinde
toplayacağı gibi bütün bu bilimlerle ilgilenenler de birer tarihçi
olabilmelidir.61
P. Vilar, "İktisadi Tarihin Kuramsal Sorunları", Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi:
Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985.
61 Tarih ve yöntem üzerine çık kapsamlı eserler bulunmaktadır. Öreğin bkz., R. G.
Collingwood, Tarih Tasarımı, çev., K. Dinçer, Ankara: Doğu Batı Yay., 2007; John Tosh,
Tarihin Peşinde: Modern Tarih Çalışmasında Hedefler, Yöntemler ve Yeni Doğrultular, 2.
Basım, çev., Ö. Arıkan, İstanbul: Tarih Vakfı Yay., 2005; Peter Burke, Tarih ve Toplumsal
Kuram, 3. Basım, çev. M. Tunçay, İstanbul: Tarih Vakfı Yay., 2005; Tarihin Kötüye
Kullanımı (Tarihi Kötüye Kullanma Biçimleriyle Yüzleşmek Sempozyumu, Oslo,Norveç, 28-30
Haziran, 1999), çev., N. Elhüseyni, İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı
Yay., İkinci Basım, 2004.
60
95
KAYNAKÇA VE NOTLAR
Friedrich
Nietzsche,
Tarih
Üzerine
(Çağa
Aykırı
Düşünceler’den), çev., Nejat Bozkurt, Say Yay., İkinci Basım, İstanbul,
1994.
Edward Hallett Carr, Tarih Nedir, çev., Misket Gizem Gürtürk,
4. Baskı, İstanbul: İletişim Yay., 1993.
Şevket Pamuk, 100 Soruda Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 15001914, Üçüncü Baskı, İstanbul: Gerçek Yayınevi, 1993.
Paul Ricoeur, “The Model of the Text: Meaningful Action
Considered as a Text”, Social Research, 38, 1971.
Karl R. Popper, Conjectures and Refutations, London: Routledge
& Kegan Paul, 1963.
Max Weber, Economy and Society: An Outline of Interpretive
Sociology, der., G. Roth ve C. Wittich, Berkeley: University of California
Press, 1978.
Michael A. Weinstein, “C. B. Macpherson: Demokrasi ve
Liberalizmin Kökleri”, A. De Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş
Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi,
1994.
Immanuel Kant, Political Writings, (der., H. Reiss), ikinci
genişletilmiş baskı, Cambridge: Cambridge University Press, 1993.
Immanuel Kant, Seçilmiş Yazılar, çev., N. Bozkurt, İstanbul:
Remzi, 1984; G. W. F. Hegel, Essential Writings, (ed. F. G. Weiss), New
York, Harper: Touchbooks, 1974.
96
G. W. F. Hegel, Hukuk Felsefesinin İlkeleri, çev., C. Karakaya,
İstanbul: Sosyal Yay., 1991.
G. W. F. Hegel, Tarihte Akıl, çev., Ö. Sözer, Üçüncü Basım,
İstanbul: Kabalcı Yay., 1995.
Anthony Quinton, “Karl Popper: Özler Olmadan Siyaset”, A. De
Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2. Baskı,
çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994.
Quinton, a.g.m., ss. 153-162. Popper’in görüşleri için bkz., Karl R.
Popper, Tarihselciliğin Sefaleti, çev. S. Orman, İstanbul: İnsan Yay., 1985;
Açık Toplum ve Düşmanları, çev., M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi,
1989.
Kenneth R. Minogue, “Michael Oakeshott: Siyasetin Uçsuz
Bucaksız Denizi”, A. De Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset
Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994.
Dante Germino, “Eric Voegelin: İnsan Yaşamının Arasında”, A.
De Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset Felsefecileri, 2.
Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994.
Eugene F. Miller, “Leo Strauss: Siyaset Felsefesinin Yeniden
Canlanışı”, A. De Crespigny, K. R. Minogue (der.), Çağdaş Siyaset
Felsefecileri, 2. Baskı, çev. M. Tunçay, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1994.
Francis Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan, çev. Z. Dicleli,
İstanbul: Gün Yay., 1999.
İbni Haldun, Mukaddime I, çev. T. Dursun, Ankara: Onur
Yayınları, 1977.
97
C. Wright Mills, The Sociological Imagination, New York: Oxford
University Press, 1959.
Rene Descartes, Söylem, Kurallar, Meditasyonlar, çev. A.
Yardımlı, İstanbul: İdea Yayınları, 1996.
H. Emre Bağce, “Tarih ve Tarihçi”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi,
sayı: 84, 2004.
Lucien Febvre, "Başka Bir Tarihe Doğru”, Ali Boratav (der.),
Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985.
Fernand Braudel, "Akdeniz", Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi:
Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985.
Fernand Braudel, “Tarih ve Toplumsal Bilimler”, Ali Boratav
(der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985.
Marc Bloch, "Avrupa Toplumlarının Karşılaştırmalı Tarihi İçin",
Ali Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul:
Alan Yay, 1985.
E. J. Hobsbawn, "Toplumsal Tarihten Toplumun Tarihine", Ali
Boratav (der.), Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan
Yay, 1985.
E.L. Ladurie, "Tarihçi ve Bilgisayar", Ali Boratav (der.), Tarih ve
Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985.
P. Vilar, "İktisadi Tarihin Kuramsal Sorunları", Ali Boratav (der.),
Tarih ve Tarihçi: Annales Okulu İzinde, İstanbul: Alan Yay, 1985.
98
99
İKİNCİ OTURUM
GÜVENLİK ÇALIŞMALARINDA YÖNTEM(LER)
Doç.Dr. Pınar Bilgin1
Güvenlik Çalışmaları Uluslararası İlişkiler’in bir koludur.
Uluslararası İlişkiler yüz yıldan daha kısa sürelik tarihi olan bir
disiplindir. Uluslararası İlişkiler’in alt dalı olan Güvenlik Çalışmaları,
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelişmeye başlamıştır. Soğuk Savaş
döneminde Uluslararası İlişkiler’in “gözbebeği” diye nitelendirilmiştir.
Soğuk Savaş sonrası dönemde ise en yeni kuramsal gelişmeler güvenlik
kavram ve uygulamaları üzerinden tanıltılmış ve tartışılmıştır. Güvenlik
Çalışmalarının anlam ve kapsamı çok değişmiştir, ancak Uluslararası
İlişkiler’in gözbebeği olmaya devam etmektedir.
Tarihsel Gelişim
Soğuk Savaş Döneminde Güvenlik Çalışmaları
Soğuk Savaş döneminde güvenlik üzerine çalışmak denince
anlaşılan çoğunlukla stratejik araştırmalar olmuştur. Bu dönemde
“askeri strateji” ve “savaşma planı” olarak zaten “dar” olarak uygulanan
stratejik araştırmalar, başka silahların ve özellikle nükleer silahların
keşfedilmesiyle daha da dar bir odağa yönelmiştir. Nükleer silahların
stratejiye entegre edilmesi çabaları, “daha iyi savaşmak” yerine savaşı
önlemek çabalarını arttırmış, en temel strateji caydırıcılık olarak ortaya
çıkmıştır. Çünkü nükleer silah kolay kolay kullanılabilecek ve ondan
sonraki hayatın planlanabileceği bir silah değildir. Bu dönemde
güvenlik, savunma ve caydırıcılık eşanlamlıymış gibi kabul edilir
olmuştur. Savunma nasıl yapılır sorusunun cevabı: “strateji çalışarak”;
en iyi strateji nedir sorusunun cevabı “caydırıcılık” şeklinde verilmiştir
(bkz. Paret Craig & Gilbert, 1986, Baylis, 1987).
1
Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi.
100
Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Güvenlik Çalışmaları
Soğuk Savaş sonrasında güvenlik anlayış ve uygulamaları
değişmeye başlamıştır. Bununla beraber Güvenlik Çalışmaları kuramsal
araştırma ve yeniliklerin yeniden odağı olmuştur. Uluslararası İlişkiler
kuramlarındaki tüm gelişmeler, güvenlik üzerinden tartışılmıştır. Artık
Güvenlik Çalışmaları, strateji üzerine yapılan araştırmaları içeren ancak
onunla sınırlı olmayan bir alt disiplin olarak görülmektedir. Bu
dönemde “güvenliğin ne olduğu” sorgulanmaya başlanmıştır. Soğuk
Savaş döneminde güvenliğin ne olduğu “yurdun savunması” olarak
kabul edilmiş, bu savunmanın nasıl yapılacağı üzerine kafa yorulmuştu.
Halbuki artık güvenlik, bireye (yurttaşa) ve devlete yönelik maddi ve
diğer tehditlerin yokluğu anlamına gelmektedir. Maddi tehditlerin farklı
boyutları olabilir; ama özellikle askeri ve ekonomik tehditler üzerinde
durulmaktadır. “Maddi olmayan” tehditler konusuna aşağıda
değineceğim. Artık çalışmalar iki temel soru etrafında şekillenmektedir:
“Güvenlik nedir?” ve “Nasıl sağlanır?” (bkz. Booth, 1991b, Buzan, 1991)
Kavramsal dönüşüm

Güvenlik Araştırmaları = Stratejik Araştırmalar

Güvenlik Araştırmaları > Stratejik Araştırmalar
Güvenlik Çalışmalarındaki (dardan genişe) kavramsal
dönüşümü mümkün kılan gelişme, yöntemsel bir dönüşüm olmuştur.
Eğer Soğuk Savaş sonrasında, önceki dönemlere göre çok daha başka
sorulara cevap arıyor, sorunlarla ilgileniyorsak bu, “Bilimsel yöntem
nedir? Bilimsel olarak ne çalışılabilir?” sorularına daha farklı cevaplar
verebilmemizdendir. Artık bilim felsefesindeki yenilikleri daha
101
yakından takip edebiliyor, bu soruları sorabiliyor ve farklı cevaplar
verebiliyoruz.
Yöntemsel dönüşüm
Kantitatif yöntemden (pozitivist)
Kalitatif ve kantitatif yöntemlere (pozitivist
ve post-pozitivist)
Bilim
felsefesindeki
yenilikler
neden
daha
önce
uygulanamamıştır alanımızda? Denmektedir ki, 1960’larda 1970’lerde ve
Bilim felsefesinde bir takım yenilikler olurken, Uluslararası İlişkiler
uyuyordu, 1980’lerde, Soğuk Savaş bittikten sonra uyandı. Bu uyanışta
bir nebze de olsa Soğuk Savaşın bitmesinin payı vardır. Soğuk Savaş’ın
baskısı üzerimizden kalktığında farklı yaklaşımlara ilgi artmıştır. Ancak
diğer taraftan Soğuk Savaş yöntemlerinin o dönemin (ve tabii
günümüzün) sorunlarına çözüm aramakta yetersiz kaldığının fark
edilmesi de bu dönüşümde rol oynamıştır. Diğer bir deyişle Soğuk
Savaş yöntemlerindeki eksiklilikleri geç de olsa 1989 sonrasında fark
edilmiş ve çare bulunmaya çalışılmıştır. Tarihsel bağlam önemlidir;
ancak çalışmaların ihtiyaçlara ne derece cevap verdiği de önemlidir.
Ama bu demek değil ki, Soğuk Savaş döneminden sonra
tamamen farklı bir yaklaşım geliştirilmiştir. Soğuk Savaş yıllarında o
dönemin hakim kabul ve görüşlerine muhalif çok önemli istisnalar
ortaya çıkmıştır. Bugünlerde “Yeni Güvenlik” denilen yaklaşımın
tohumları o dönemde atılmaya başlanmıştır (Booth & Herring, 1994,
Buzan & Hansen, 2009). Örneğin Birleşik Krallık’ta pozitivizm hiçbir
zaman hakim yaklaşım olmamış, yorumcu yöntemler hep kabul
görmüştür (Booth, 1979). Amerika Birleşik Devletleri’nde, Batı’da ve
102
özellikle de Kuzey Avrupa’da, İskandinavya’da Barış Çalışmaları
gelişmiştir (Galtung, 1971). Feminist kuramcılar önemli katkılar
yapmışlardır (Tickner, 1995).
Güvenlik Çalışmalarında Yaklaşımlar
Stratejik Araştırmalarda Yaklaşımlar
En eski yöntem olan “daha etkili savaşmak için yapılan tarihsel
çalışmalar” hala devam ediyor olması vurgulanmalıdır. Örnek olarak
Napolyon’un savaş stratejisi ve Clausewitz’in öğretisi hala askeri
akademilerde ve üniversitelerde çalışılıyor (Paret, Craig & Gilbert, 1986,
Clausewit,z Howard, Paret & Heuser, 2006). Yukarıda da belirttiğim gibi
Stratejik Araştırmalardaki en önemli dönüm noktası “mutlak silah”
atom bombasının keşfi. “Biz artık sadece savaşmak için
düşünmemeliyiz, aynı zamanda savaşı engellemek için düşünmeliyiz.
Çünkü olası bir savaş son derece yıpratıcı, yıkıcı bir savaş
olacaktır,”düşüncesi yerleşiyor. Bu dönemin anahtar ismi Bernard
Brodie’dir (Brodie, Dunn, Wolfers, Corbett & Fox, 1946, Brodie, 1959).
Atom çağında savaşı önlemek için geliştirilen stratejilerden en
önemlileri “güç dengesi” ve “caydırıcılık” stratejileridir. Güç dengesi
üzerine yapılan çalışmalarda en ağırlıklı isim Kenneth Waltz’dır.
Gerçekçi kuramcıların çok uzunca bir zamandır kullandığı güç dengesi
kavramını geliştiren Kenneth Waltz’ un temel olarak söylediğini
(basitleştirme pahasına) özetlersek: görece küçük güçler büyüklerinin
daha da büyümelerini engellemek için onları dengelemenin yollarını
ararlar; bunu da en iyi iki kutuplu dünyada yapabilirler; iki kutuplu
dünyada denge daha kolay kurulabilir; çok kutupluluk biraz daha az
dengelidir; tek kutuplu dünyada ise işlerin daha da zor olabildiği ancak
bunun uzun süreli olmayacağıdır. Bu anlamda klasik gerçekçi kuramın
katkısı yüzyıllardır uygulanmakta olan pratiklerin gözden geçirilmesi ve
formüllendirilmesi olmuştur (Guzzini, 1998). Waltz’ın diğer Gerçekçi
kuramcılardan farkı bu formüllendirmeyi sade ve sistemli bir kuramsal
zeminde önermesidir (Waltz, 1959, 1967, 1979).
Waltz ile beraber çalışmış olan Stephan Walt, güç dengesi
kavramı yerine tehdit dengesi kavramını önermiştir. Der ki: Önemli olan
103
güç dengesi değildir, tehdit dengesidir. Sizin gücünüzden bağımsız
olarak değil; ama onunla ilişkili olarak, önemli olan devletin
karşısındaki güce nasıl baktığıdır. Onun elindeki güç önemlidir; ama
sizin onu tehdit olarak algılayıp algılamadığınız da önemlidir. Bu
yüzden, Walt’, yalnızca maddi olarak ölçebildiğimiz güç dengesini değil
algısal boyutları da olan tehdit dengesini çalışmamız lazım’, der. 1987
yılında yayınladığı bir kitapta bu kuramını Arap devletleri arasındaki
ilişkilerin incelenmesi üzerinden ortaya koyan Walt (1987), algısal
güvensizlikleri çalışmakta yöntemsel olarak yetersiz kaldıysa da
(yapısalcı gerçekçi kuramın bu yönde geliştirdiği bir yöntem yoktur), bu
eksiklik yeni güvenlik çalışmalarının benimsediği post-pozitivist
yöntemlerin gelişmesi öncesinde (giderilmek bir yana) tam olarak fark
edilememiştir (bkz. Barnett, 1998).
Waltz’ın kuramını Soğuk Savaş’ın sona ermesinden kısa bir süre
sonra, John J. Mearsheimer (1990) geliştirmeye başlamıştır. Mearshemier
gerçekçi kuramı ve kuramcıları değerlendirirken “saldırgan/savunucu”
ayrımını yapar ve Kenneth Waltz’ı savunucu olarak sınıflandırır. Der ki,
Waltz devletlerin dengeleme yaparkenki amacının savunma olduğunu
kabul eder. Ancak devletler güvenlik sağlama çabası içinde sadece
dengelemekle yetinmeyebilirler; saldırmayı seçebilirler (Mearsheimer,
2007, 2009).
Güç dengesi analizinde yöntem, varsayımla başlar. Temel
varsayım, aktörlerin devletler olduğudur. Aktörlerin güçleri hesaplanır.
Güç, askeri ve ekonomik kapasite olarak, yani maddi güç olarak
tanımlanır. Önemli olan, ölçülebilir olmasıdır, çünkü kullanılan yöntem
ölçülebilir olanın bilinebilir olduğunu söyler. Elle tutulur, gözle görülür
güçler temel alınır. Üçüncü olarak da dünya Güç Dengesine bakılır.
Sadece devletlerin güçlerini bilmek yetmez. Dünya güç dağılımını—tek
kutuplu mu, iki kutuplu mu, çok kutuplu mu—bilmek ve ona göre bu
hesapları yapmak gerekir. Tarafların yapacağı hamleler tahmin
edilmeye çalışılır. Güç dengesi kuram ve uygulamalarını çalışanlarda
kullanılan yöntem bu şekildedir. Devletleri temel aktör olarak almışlar,
maddi güç üzerinde durmuşlar, dünyanın güç dengesine bakmışlar ve
onun çerçevesinde devlet davranışlarının nasıl olacağını açıklamaya
çalışmışlardır.
104
Geliştirilen ikinci önemli strateji olan caydırıcılık, güç dengesi
kavramından (ve uygulamalarından) hareket etmekle beraber daha çok
nükleer silahların kullanılmasına yoğunlaşmıştır. Farklı yöntemler
kullanılmış olmakla beraber en ilginç sonuçlar “oyun kuramı” kullanan
araştırmacılar tarafından elde edilmiştir. Oyun kuramı, yöntemini
matematikten ve ekonomiden almaktadır. Soğuk Savaş’ta sayısal
yöntemleri kullanmak, o dönemin anlayışıyla bilimsel ayağa oturtmak
çok önemliydi. Hem Sovyetler Birliği tehdidi karşısında “sağlam
durmak” (yani bilimden olabildiğince destek almak) ihtiyacı sürekli
olarak hissediliyordu, hem de Hükümetler danıştıklarında (veya fon
dağıttıklarında) araştırmacılar bilimin desteğini arkalarına alarak daha
yüksek sesle cevap verebiliyorlardı. Oyun kuramının önemli katkısı,
aktörlerin en yüksek kazanç için yapabileceği ve yapması gereken
hamlelerini incelemesidir. Bunu kullanarak geliştirilen literatürün
yaptığı en büyük katkı, zamanın ABD Savunma Bakanı McNamara’nın
‘dehşet dengesi’ olarak nitelendirdiği “Mutual Assured Destruction”
(İngilizce kısaltması “çılgın” anlamına gelen: MAD) durumudur. Mad
stratejisinin ideal olan durumu herkesin ikinci vuruş kapasitesine sahip
olduğu bir dünyadır. Eğer bir devletin birinci vuruş kapasitesi varsa ve
saldırdığında kimsenin ikinci vuruş kapasitesi yoksa veya kalmıyorsa, o
çok dengesiz bir dünya olur. En dengeli durum, herkesin ikinci vuruş
kapasitesine sahip olduğu durumdur. Burada dengeden kasıt bir
“dehşet dengesi”dir; herkesin kendi hayatını riske atarak adına “barış”
denilen bir durumu sağladığı bir dengedir. Dehşet dengesinin olası bir
nükleer savaşı mı engellediği yoksa silahlanma yarışının tetikleyerek
dünyayı daha da mı dengesizleştirdiği konusunda bir fikir birliğine
varılamamıştır (Freedman, 1998, Booth, 1999a, 1999b, Freedman, 2004).
Oyun kuramında yine aktörler devletlerdir. Ancak devletlerin
temsilcileri olarak liderlerin davranışları analiz edilir. Bu analizde
aktörlerin akılcı (rational actor assumption) davrandığı varsayılır Ama bu
akılcılık, günlük anlamda kullanılan akılcılık ile aynı değildir. Aktörler,
amaca yönelik en uygun hamleyi seçebiliyorlarsa, bu akılcı bir hamledir,
yani dar anlamıyla bir akılcılık varsayılır. Aktörlerin yaptıkları
açıklamalara ve geçmiş davranışlarına bakarak amaçları belirlenir, sonra
da bu amaca uygun olarak yapacakları hamleler tahmin edilmeye
105
çalışılır. Burada da temel alınan, geçmiş davranışları ve hali hazırdaki
kapasiteleridir (Zagare & Kugler, 1987, Zagare, 1990, Zagare & Kilgour,
2000). Bu konuda öncü çalışmaları Thomas Schelling (Schelling, 1960,
Schelling & Halperin, 1961, Schelling, 1966) yapmıştır.
Soğuk Savaş yıllarında temel olarak geliştirilen iki strateji ve bu
stratejileri açıklamakta ve geliştirmekte kullanılan yöntemler bu
şekildedir. Daha etkili savaşmak için yapılan planlardan savaşı önlemek
için geliştirilen stratejilere doğru bir gelişme gözlenebilir.
Dönüşüm
Stratejik Araştırmalar

Güvenlik Araştırmaları
Strateji


Amaca yönelik
plan/lar


Askeri strateji

Stratejik Araştırmalar



Güvenlik
Savaş planı
Daha etkili savaşmak
için yapılan plan/lar
Savaşı önlemek için
geliştirilen stratejiler

Bireye ve/ya devlete
yönelik maddi ve
algısal tehditlerin
yokluğu
Güvenlik Çalışmaları


Güvenlik nedir?
Nasıl sağlanır?
Yeni Güvenliğin Öncüsü Soğuk Savaş Güvenlik Çalışmalarında
Yaklaşımlar
Yukarıdaki tablodaki gibi karşılaştırmalı olarak bakıldığında
Soğuk Savaşın bitmesi ile beraber güvenlik üzerine yapılan çalışmalarda
önemli bir sıçrama olduğu izlenimine kapılınabilinir. Bu izlenim yanlış
değildir. Soğuk Savaş’ın öngörülemeyen bir şekilde sona ermesi ve bu
bitişin nasıl olacağının da öngörülememiş olması Güvenlik Çalışmaları
için bir silkinme ve kendisini sorgulama gereği yaratmıştır. Ancak bu
demek değildir ki Soğuk Savaş döneminde hiç farklı yaklaşım
olmamıştır. Tam tersine bu Stratejik araştırmaların bazı eksiklikleri
1960lı yılardan başlayarak dile getirilmiştir. Ancak bu çalışmalar o
dönemde gerektiği kadar dikkate alınmamıştır. Diğer bir deyişle Soğuk
Savaş sonrasında, yeni yaklaşımlar da geliştirilebilindiyse, bu zaten
Soğuk Savaş döneminde bir takım yenilikler yapılmaya başlandığı
106
içindir. O dönemde önerilen ve şimdi iyice geliştirilen üç tane
yaklaşımdan ve bunların kullandıkları yöntemlerden bahsedeceğim.
Bunlar, “algı ve algı yanılması” üzerine yapılan araştırmalar, “stratejik
kültür” üzerine yapılan araştırmalar ve “etik kaygılar”dan yola çıkan
araştırmalardır.
Algı ve algı yanılması üzerine yapılan araştırmalarda klasik eser
Robert Jervis’in kitabı Perception and Misperception in International
Politics’tir (Jervis, 1976). Burada psikoloji ve bilişsel bilim çalışmalardaki
gelişmelerden ve geliştirilen yöntemlerde yola çıkılır ve duyusal bilginin
alınması, yorumlanması, seçilmesi ve düzenlenmesi incelenir.
Formüllendirmek gerekirse: “algı eşit değildir duyum”. Bakmakla
görmek aynı değildir, aynı olduğu varsayıldığında uluslararası
ilişkilerde önemli kazalar olabilmektedir. Yazarlar mesela Birinci Dünya
Savaşı’nın ortaya çıkışını, Küba Füzeler Krizi’nin yönetilmesini ve Mısırİsrail 1967 savaşını bu yaklaşımı kullanarak açıklamışlardır
(JervisLebow & Stein, 1985). Diğer bir deyişle algıyı “işlenmiş duyum”
olarak düşünmek daha doğrudur. Jervis bunu çok güzel bir şekilde
özetler ve eserinde, “Yeni enformasyon daima eskisinin ışığında
değerlendirilir” der. 1970’lerde yayınlandığında çok etki yapmış, daha
sonra biraz da unutulmuş, bugünlerde ise üzerinde çokça durulan
çalışmalardan bir tanesidir bu eser. Neo-klasik gerçekçi kuramcılar algı
üzerinde çokça durmaktadırlar. Ancak günümüzde bir faktör olarak
algıyı çalışanların ne ölçüde Jervis’in ve Lebow’un (Jervis, Lebow &
Stein, 1985, Lebow & Stein, 1998, Lebow, 2007) bilişsel psikolojiden
aldığı yardımı içselleştirdikleri, ve/ya ne ölçüde bilişsel psikolojide o
günden bugüne olan gelişmeleri çalışmalarına kattıkları şüphe götürür.
Algı ve algı yanılmasını çalışanların başlangıç noktası olan
varsayım, yukarıda bahsi geçen, Robert Jervis’in giriş noktasıdır: “yeni
enformasyon daima eskisinin ışığında değerlendirilir”. Yeni
enformasyonu hiçbir zaman boş, tamamen bembeyaz bir sayfayla
karşılayamayız. Hep kendimizle beraber, kendi bilgilerimizle beraber
değerlendiririz. Bundan kaçmak mümkün değil,”denmektedir. Ama
eğer her şeyi zaten eskisinin ışığında değerlendiriyorsak; bunu çalışmak
çok kolay bir şey değildir. Tarihsel bir olay inceleniyorsa arşivler
yardımımıza yetişir. Mesela Küba füzeler krizini konuşuluyorsa; Küba
107
kaynaklarından, Sovyet kaynaklarından ve Amerika Birleşik
Devletleri’nin kaynaklarından görmeye çalışılır (Allison & Zelikow,
1999, Weldes, 1999). Taraflar birbirlerini nasıl algıladıklarına, o
dönemdeki yazılı ve sözlü iletişimlere bakılır. Güncel bir olay
inceleniyorsa, örneğin komşularla ilişkilerde karşılıklı algılar
incelenirken akılcı aktör varsayımı modifiye edilir. Yani karşı taraftaki
aktörün akılcı olduğunu varsayıp, onun akılcılığını anlarken; algısının
farklı olabileceği varsayılarak değerlendirilir. Yani hamle tahmini
yapmaya çalışırken, algının akılcılığa etkisi olduğu dikkate alınır.
Yeni güvenliğin öncüsü olmuş Soğuk Savaş Güvenlik
Çalışmalarında ikinci grup önemli katkı “stratejik kültür” çalışanlardan
gelmiştir. Kültür ve strateji arasındaki ilişkiye bakılmaktadır. Ken Booth,
Strategy and Ethnocentrism (Booth, 1979) başlıklı kitabı ile stratejinin
kültürden bağımsız olarak anlaşılabileceği varsayımını sorgulayıp,
“Başkalarının stratejilerini çalışırken, bunu onların kültürlerinden
bağımsız olarak inceleyebilir miyiz?” sorusunu sorar ve olumsuz cevap
verir. Örnek olarak Booth kitabında Sovyetler Birliği’ni anlayışımızın
nasıl budun merkezli olduğunun ve bunun askeri strateji geliştirmede
ne kadar sakıncalı olduğunun, aslında ne kadar farklı çalışmamız
gerektiğinin üzerinde durur.
Burada anahtar kelime, “ethnocentrism”, “budun merkezli”
kavramıdır. Budun-merkezli olmak, başkalarını kendi kültüründeki
kabul ve davranışlarıyla değerlendirmek demektir. Budun-merkezli
olmaktan kaçınmak çok da kolay değildir; çünkü olay ve olguları
kavrayışımız kültürümüzün şekillendirdiği bir süzgeçten geçer. Bu
süzgecin başka kültürlerin mensuplarında farklı şekiller yaratabildiğinin
ayırdında bile olmayız. Aynı olgu ile karşılaşıldığında aynı şekilde
anlaşılacağını düşünmeden var sayarız. Stratejik kültür üzerine çalışmak
farklı ülkelerin güvenlik ve strateji konularında nasıl farklı anlayış ve
uygulamalarının olabileceği, tüm aktörlerin akılcılığının aynı şekilde
işlemediği hususlarında bizi uyarır, bir nevi uyandırır. Bu uyanıklık bazı
şeyleri düşünmeksizin varsaymaktan kaçınmamızı (yani varsayımda
bulunduğumuzun farkında bile olmadan hareket etmememizi) ve farklı
kültürler ve onların davranış kodları konusunda meraklı olmamızı
sağlar.
108
Soğuk Savaş döneminde gelişmeye başlayan ve yeni güvenliğin
ortaya çıkışına zemin hazırlayan üçüncü grup çalışma etik kaygılardan
yola çıkar ve “açıkça” normatiftir. “Açıkça” normatif demekten kastım,
aslında bütün kuramların normatif olmasındandır. Gerçekçi kuram da
normatiftir; devletin güvenliğinin başkalarının güvenliğinden daha
önemli olduğu kabulünden hareket eder. Bu hiyerarşiyi yapabilmesini,
sağlayan devletçi bir normdur; yani gerçekçi kuram da normatiftir.
Ancak
pozitivist
epistemoloijisi
gereği
normatif
olduğunu
görmediğinden açıkça kabul etmez. Etik kaygıları çalışmalarının odak
noktasına alanlar “açıkça” normatiftirler. Güvenlik Çalışmalarının
amacının şimdiye kadar hep daha iyi savaşmak ya da hasmı dehşet
dengesi ile korkutarak caydırmak olduğunu, bunun ise en iyi durumda
“negatif” (Galtung, 1971), yani korkuya dayalı bir barış ve güvenlik
ortamı sağlayabildiğini, bunun da korkuya dayalı olması itibariyle
“kalıcı” (Boulding, 1978) olamadığını savunurlar. Başka yöntemler
kullanarak bütün tarafların ortak bir zeminde farklılıklarını
görüşebileceği kalıcı bir barış ve güvenlik ortamı için çaba harcamalıyız
derler (Galtung, 1971, Galtung, Ikeda & Gage, 1995, Webel & Galtung,
2007).
“Açıkça” normatif duruşu olan ve etik kaygılar taşıyan
çalışmalar arasında Barış Araştırmalarının, Güvenlik Çalışmalarının
gelişmesi açısından büyük önemi vardır. Soğuk Savaş yıllarında barış
Çalışmalarının ortaya koyduğu ancak pozitivist epistemeolojinin izin
vermemesi nedeni ile “normatif” denen ve marjinalleştirilen çalışmalar
şimdi post-pozitivist epistemolojinin kabul görmesinin sağladığı
ortamda “bilimsel” olarak kabul görmektedir. Bu sayede güvenlik artık
daha bütüncül bir şekilde çalışılmaktadır. Aslında Soğuk Savaş
döneminde (ve tabii bugün de) pozitivizm içinde kendine rahatça yer
bulmuş yaklaşımlar da vardır. Mesela, “anlaşmazlık analizi ve çözümü”
ağırlıklı olarak pozitivist yöntemler kullanır (Bercovitch, 1984, Zartman
& Touval, 1985, karşılaştırınız: Burton, 1987). Zamanında bu yaklaşımlar
da ilgi alanları çok “dar” olduğu için eleştirilmiş ve
marjinalleştirilmişlerdir.
109
Soğuk Savaş Sonrası Güvenlik Çalışmaları ve “Yeni Güvenlik”
Yaklaşımları
Yukarıda da bahsedildiği gibi Soğuk Savaş sonrasında
Uluslararası İlişkiler çok önemli bir dönüşüm içinden geçti. Artık hem
pozitivist hem de post-pozitivist yöntemler “bilim” olarak kabul
görüyor; hem nitel hem de nicel yöntemlerin katkıları değerlendiriliyor.
Bugün nicel olanın yöntemlerin de ayrı yerinin olduğu konusunda bir
fikir birliği oluşmuş durumdadır.
Yeni Güvenlik Çalışmalarında iki temel soru araştırmalarımızı
şekillendirmektedir. “Güvenlik nedir ve nasıl sağlanır?” soruları. Bunlar
çok basit sorular olarak görülebilir ama cevaplaması çok zor olan
sorulardır. Soğuk Savaş döneminde sorulmayan çok önemli sorulardır
bu ikisi. Bir disiplinin etrafında döndüğü güvenlik ve beraberindeki
kaygıların derinlemesine analizinin nasıl yapılmadan bırakılabilmiş
olduğu sorusunun cevabı düşünmeksizin varsaydıklarımızda gizlidir.
Güvenliğin ne olduğunu ve üstelik herkes için aynı anlama geldiğini
bildiğimizi varsaymışızdır. Mutlaka bazı ortak noktalar vardır, ancak
Soğuk Savaşın ortaya çıkışı, süreci ve bitişi hakkında bugün
bildiklerimiz güvenliğin ne olduğunu bildiğimizi varsaymanın ne kadar
tehlikeli olduğuna işaret etmektedir (bkz. Gaddis, 1997).
Yeni Güvenlik Çalışmalarında kullanılan yaklaşımlar nitel, nicel,
eleştirel, ya da karma olabilmektedir. Mesela “güvenlik nedir?”
sorusuna cevap ararken kullanılan yaklaşımlardan biri “güvenlik”
kelimesinin ve kavramının şeceresini çıkarmaktır Bundan üç yüz yıl
önce güvenli olmak ne demekti? İki yüz yıl önce klasiklerde ne anlama
gelirdi? Uygulamada ne anlama gelmiş ve 1950’lerde güvenlik
çalışmalarının oluşturulması ile beraber ne anlama geliyor?
(Mcsweeney, 1999, Neocleous, 2006). Karşımıza çıkan ilginç bir bulgu,
“güvenli” kelimesinin eskiden olumsuz anlam yüklü olduğudur.
Güvenli olmak demek “kaygısız” olmak” demekmiş. Şimdi ise; dikkatli
olmak, temkinli olmak, önlemlerini almış olmak anlamında
kullanıyoruz. Diğer taraftan yine görüyoruz ki güvenlik kelimesi
eskiden bireyden bahsedilirken kullanılırmış, yani güvenliğin öznesi
bireymiş. Sonradan, Westphalia sonrası dönemde güvenliğin öznesi
110
devlet olmuş. Bu araştırmacılar güvenliğin anlamının belli ve kesin
olduğunu ve değişemeyeceğini savunanlara aslında tarih boyunca ne
kadar da radikal bir şekilde değişmiş olduğunu ortaya koyarak cevap
veriyorlar.
Bu iki soruya cevap ararken kullandığımız yöntemlerden bir
başkası, güvenlik kültürü analizi yapmak. Stratejik kültürden faklı
olarak güvenlik kültürü, toplumların güvensizliklerinin analizi ile
ilgileniyor. Buna sadece tehditler bakımından bakmıyoruz, aynı
zamanda ihtiyaçlar bakımından da bakıyoruz. Farklı kültürlerde
tehditler farklı tanımlanabildiği gibi, “güvenlik nedir?” sorusuna farklı
cevaplar da verilebiliyor.
Güvenlik kültürü çalışırken Uluslararası İlişkiler disiplininin bize
verdiği yetilerin dışına çıkarak ayrı uzmanlıklar edinmek gerekebilir.
Uluslararası İlişkilerin içinden, Güvenlik Çalışmalarının içinden, kültürü
çalışmak zordur. Strateji ve güvenlik kültürü konularına ilgi duyanların
antropoloji bilim dalında da kendilerini yetiştirmek için gayret
ettiklerini görüyoruz. Örnek olarak antropolog Hugh Gusterson ile
ortak çalışma yapan Jutta Weldes, Mark Laffer ve Raymond Duvall’ı
(Weldes, Laffey, Gusterson & Duvall, 1999), sosyal antropolojiyi ikinci
doktora alanı olarak seçen Norveç ve İskandinav stratejik kültürünü
inceleyen Iver Neumann’ı verebiliriz (Neumann & Heikka, 2005,
Neumann, 2007).
Üçüncü önemli bir yaklaşım, “güvenlik nedir?” sorusuna cevap
ararken kullandığı yöntemde “kimin güvenliği önce gelir?” sorusunu
tartışıyor. Devlet mi önce gelir, vatandaş mı önce gelir, yoksa birey mi
önce gelir?. Biz, insanları insan oldukları için mi koruyacağız, yoksa şu
veya bu devletin vatandaşı oldukları için mi koruyacağız? Yoksa en
önce devletin mi korunması gerekiyor? Devletin güvenliği olmadan
vatandaşın veya insanların güvenliği olamayacağı mı ele alınmalı? Bu
önemli ve hayati sorular ‘toplumsal sözleşme’ ışığında tartışılabildiği
gibi (Krause & Williams, 1996, Williams, 1998) uygulamaya yansımaları
bakımından da tartışılabiliyor (Buzan, Wæver & De Wilde, 1998, Elbe,
2006, Huysmans, 2006a, 2006b, Huysmans, 2006c, Schlosser, 2006,
Burgess, 2008a, Burgess, 2008b).
111
Bir dördüncü yaklaşım da bu soruların cevaplarını hem
uygulamalar, hem de temel prensipler ışığında tartışıyor ki bu daha da
çetrefil bir tartışma oluyor. Aberystwyth ekolü bu soruyu tartışmaya
açan ekoldür. Ken Booth bu ekolün kurucusudur ve Theory of World
Security 2008’de bu konularla ilgili yayınladığı eseridir (Booth, 2008).
Aberystwyth ekolü, güvenliğin öznesinin birey, tanımının da bireyin
özgürleşmesi olması gerektiğini önermişdir. Ayrıca özgürleşmenin kesin
tanımının ise tarihsel ve sosyal bağlamda yapılması gerektiğini
söylenmiştir. (Booth, 1991a, BilginBooth & Jones, 1998, Bilgin, 1999, Wyn
Jones, 1999, 2001, Booth, 2004, 2005, 2008).
Cevap olarak Kopenhag Ekolü başka bir yaklaşım geliştirdi;
adına “güvenlikleştirme kuramı” deniyor (Waever, 1995, Buzan, Wæver
& De Wilde, 1998). Kopenhag ekolü, güvenliğin prensipler değil de
söylem üzerinden çalışılmasını önerdi. Onların üzerinde durdukları,
güvenliğin toplum tarafından tanımlandığıdır. Yani, güvenliğin söylem
analizi ile o toplumdaki anlamı bakımından çalışılması gerektiği. Bu,
söylem dışında tehdit yok demek değildir. Bu sadece, tehditlerin
oluşması için bunu birisinin tehdit olarak ortaya koyması lazım geldiği
anlamına gelmektedir. Analiz sadece maddi düzeyde yapılamaz, aynı
zamanda iletişim düzeyinde, söylem üzerinden yapılması lazımdır.
Söylem yoluyla problemler tehditlere, tehditler de gerisin geri
problemlere dönüştürülebilir. Bu, toplumsal bir ilişkidir (Waever,
Buzan, Kelstrup & Lemaitre, 1993, Waever, 1995, Buzan, Wæver & De
Wilde, 1998, Waever, 2002, Buzan & Waever, 2004).
Sonuç değil ama son olarak girişte bahsettiğim bir hususa geri
döneceğim. Güvenlik Çalışmaları, Uluslararası İlişkiler’in gözbebeği bir
alt disiplin olmaya devam etmektedir. Ancak bu şimdilik böyledir.
Güvenlik Çalışmaları kendini yenilemeye devam ettikçe böyle
kalacaktır. Bir duraklama olduğu, Güvenlik Çalışmaları yerinde
saymaya başladığı anda sorularına cevap arayanlar başka alt disiplinlere
(ve hatta başka disiplinlere) dönebilirler. Soğuk Savaş sonrasında
radikal bir yenilenme sürecini başlatan ve Yeni Güvenliğin ortaya
çıkmasını ivmelendiren etken, geleneksel yaklaşımların Soğuk Savaşın
neden, nasıl ve niye o zaman sona erdiği sorularına cevap vermekte
yetersiz kalmasıydı. Bugün de 9/11 olaylarının yarattığı ortamda
112
Güvenlik Çalışmalarının kendisini yenileyerek zamanın sorularına yeni
yöntemler ve cesur sorular sorarak ve kullanarak cevap araması şarttır.
113
KAYNAKÇA
Allison, G. T. & P. Zelikow (1999) Essence of Decision: Explaining
the Cuban Missile Crisis, New York, Longman.
Barnett, M. N. (1998) Dialogues in Arab Politics: Negotiations in
Regional Order, New York, Columbia University Press.
Baylis, J. (Ed.) (1987) Contemporary Strategy, New York, Holmes &
Meier.
Bercovitch, J. (1984) Social Conflicts and Third Parties: Strategies of
Conflict Resolution, Westview Pr.
Bilgin, P., K. Booth & R. W. Jones (1998) The Next Stage? Nacao e
Defesa, 84, 137-157.
Bilgin, P. (1999) Security Studies: Theory/Practice. Cambridge
Review of International Affairs, 12, 31-42.
Booth, K. (1979) Strategy and Ethnocentrism, New York, Holmes &
Meier.
Booth, K. (1991a) Security and Emancipation. Review of
International Studies, 17, 313-326.
Booth, K. (Ed.) (1991b) New Thinking About Strategy and
International Security, London, HarperCollins Academic.
Booth, K. & E. Herring (Eds.) (1994) Keyguide to Information
Sources in Strategic Studies, London ; New York, Mansell.
Booth, K. (1999a) Nuclearism, Human Rights and Constructions
of Security (Part 1). The International Journal of Human Rights, 3, 1-24.
Booth, K. (1999b) Nuclearism, Human Rights and Contructions
of Security (Part 2) International Journal of Human Rights, 3, 44-61.
Booth, K. (2004) Special Issue on Critical Security Studies.
International Relations, 18.
Booth, K. (Ed.) (2005) Critical Security Studies and World Politics,
Boulder, Colo., Lynne Rienner Publishers.
114
Booth, K. (2008) Theory of World Security, Cambridge, Cambridge
University Press.
Boulding, K. E. (1978) Stable Peace, University of Texas Press.
Brodie, B. (1959) Strategy in the Missile Age, Princeton, N.J.,,
Princeton University Press.
Brodie, B., F. S. Dunn, A. Wolfers, P. E. Corbett & W. T. R. Fox
(1946) The Absolute Weapon, New York,, Harcourt.
Burgess, J. P. (2008a) Security as Ethics. Policy Brief, 6, 2008.
Burgess, J. P. (2008b) Human Values and Security Technologies.
In PRIO (Ed.) Policy Brief.
Burton, J. W. (1987) Resolving Deep-Rooted Conflict: A Handbook,
Univ Pr of Amer.
Buzan, B. (1991) People, States, and Fear : An Agenda for
International Security Studies in the Post-Cold War Era, New York,
Harvester Wheatsheaf.
Buzan, B. & L. Hansen (2009) The Evolution of International
Security Studies, Cambridge, Cambridge University Press.
Buzan, B. & O. Waever (2004) Regions and Powers: The Structure
of International Security. Journal of International Relations and
Development, 7, 460-464.
Buzan, B., O. Wæver & J. De Wilde (1998) Security : A New
Framework for Analysis, Boulder, Colo., Lynne Rienner Pub.
Clausewitz, C. V., M. E. Howard, P. Paret & B. Heuser (2006) On
War, New York, Oxford University Press.
Elbe, S. (2006) Should Hiv/Aids Be Securitized? The Ethical
Dilemmas of Linking Hiv/Aids and Security. International Studies
Quarterly, 50, 119-144.
Freedman, L. (1998) Strategic Coercion : Concepts and Cases, Oxford
; New York, Oxford University Press.
115
Freedman, L. (2004) Deterrence, Cambridge, UK ; Malden, MA,
Polity Press.
Gaddis, J. L. (1997) We Now Know : Rethinking Cold War History,
Oxford, New York, Clarendon Press; Oxford University Press.
Galtung, J. (1971) A Structural Theory of Imperialism. Journal of
Peace Research, 8, 81-117.
Galtung, J., D. Ikeda & R. L. Gage (1995) Choose Peace, London ;
Chicago, IL, Pluto Press.
Guzzini, S. (1998) Realism in International Relations and
International Political Economy : The Continuing Story of a Death Foretold,
London ; New York, Routledge.
Huysmans, J. (2006a) International Politics of Exception:
Competing Visions of International Political Order between Law and
Politics. Alternatives, 31, 135-165.
Huysmans, J. (2006b) International Politics of Insecurity:
Normativity, Inwardness and the Exception. Security Dialogue, 37, 11-29.
Huysmans, J. (2006c) The Politics of Insecurity : Fear, Migration, and
Asylum in the Eu, Milton Park, Abingdon, Oxon ; New York, Routledge.
Jervis, R. (1976) Perception and Misperception in International
Politics, Princeton, N.J., Princeton University Press.
Jervis, R., R. N. Lebow & J. G. Stein (1985) Psychology and
Deterrence, Baltimore, Md., Johns Hopkins University Press.
Krause, K. & M. C. Williams (1996) Broadening the Agenda of
Security Studies: Politics and Methods. International Studies Quarterly, 40,
229-254.
Lebow, R. N. (2007) Classical Realism. IN Dunne, T., Kurki, M. &
Smith, S. (Eds.) International Relations Theories: Discipline and Diversity.
New York, Oxford University Press: 52-70.
116
Lebow, R. N. & J. G. Stein (1998) Nuclear Lessons of the Cold
War. IN Booth, K. (Ed.) Statecraft and Security: The Cold War and Beyond.
Cambridge, Cambridge University Press: 71-86.
Mcsweeney, B. (1999) Security, Identity and Interests: A Sociology of
International Relations, Cambridge University Press.
Mearsheimer, J. J. (1990) Back to the Future: Instability in Europe
after the Cold War. International Security, 15, 5-56.
Mearsheimer, J. J. (2007) Structural Realism. IN Dunne, T., Kurki,
M. & Smith, S. (Eds.) International Relations Theories: Discipline and
Diversity. New York, Oxford University Press: 71-88.
Mearsheimer, J. J. (2009)
International Relations, 23, 241-256.
Reckless
States
and
Realism.
Neocleous, M. (2006) From Social to National Security: On the
Fabrication of Economic Order. Security Dialogue, 37, 363-384.
Neumann, I. B. (2007) "A Speech That the Entire Ministry May
Stand for," Or: Why Diplomats Never Produce Anything New.
International Political Sociology, 1, 183-200.
Neumann, I. B. & H. Heikka (2005) Grand Strategy, Strategic
Culture, Practice: The Social Roots of Nordic Defence. Cooperation and
Conflict, 40, 5-23.
Paret, P., G. A. Craig & F. Gilbert (1986) Makers of Modern Strategy
: From Machiavelli to the Nuclear Age, Princeton, N.J., Princeton University
Press.
Schelling, T. C. (1960) The Strategy of Conflict, Cambridge,,
Harvard University Press.
Schelling, T. C. (1966) Arms and Influence, New Haven,, Yale
University Press.
Schelling, T. C. & M. H. Halperin (1961) Strategy and Arms
Control, New York,, Twentieth Century Fund.
117
Schlosser, K. L. (2006) Us National Security Discourse and the
Political Construction of the Arctic National Wildlife Refuge. Society &
Natural Resources, 19, 3-18.
Tickner, J. A. (1995) Re-Visioning Security. IN Booth, K. & Smith,
S. (Eds.) International Relations Theory Today. Oxford, Polity: 175-197.
Waever, O. (1995) Securitization and Desecuritization. IN
Lipschutz, R. D. (Ed.) On Security. New York, Columbia University
Press: 46-86.
Waever, O. (2002) Identity, Communities and Foreign Policy:
Discourse Analysis as Foreign Policy Theory. European Integration and
National Identity: The Challenge of the Nordic States, 20-49.
Waever, O., B. Buzan, M. Kelstrup & P. Lemaitre (1993) Identity,
Migration and the New Security Agenda in Europe, London, Pinter.
Walt, S. M. (1987) The Origins of Alliances, Cornell University
Press.
Waltz, K. N. (1959) Man, the State, and War; a Theoretical Analysis,
New York,, Columbia University Press.
Waltz, K. N. (1967) Foreign Policy and Democratic Politics; the
American and British Experience, Boston, Little.
Waltz, K. N. (1979) Theory of International Politics, Reading, Mass.,
Addison-Wesley Pub. Co.
Webel, C. & J. Galtung (2007) Handbook of Peace and Conflict
Studies, London ; New York, Routledge.
Weldes, J. (1999) Constructing National Interests: The United States
and the Cuban Missile Crisis, Minneapolis, University of Minnesota Press.
Weldes, J., M. Laffey, H. Gusterson & R. Duvall (Eds.) (1999)
Cultures of Insecurity : States, Communities, and the Production of Danger,
Minneapolis, University of Minnesota Press.
Williams, M. C. (1998) Identity and the Politics of Security.
European Journal of International Relations 4, 204-225.
118
Wyn Jones, R. (1999) Security, Strategy, and Critical Theory,
Boulder, Colo., Lynne Rienner Publishers.
Wyn Jones, R. (Ed.) (2001) Critical Theory and World Politics,
Boulder, Colo., Lynne Rienner Publishers.
Zagare, F. C. (1990) Modeling International Conflict, New York,
Gordon and Breach Science Publishers.
Zagare, F. C. & D. M. Kilgour (2000) Perfect Deterrence,
Cambridge, UK New York, NY, Cambridge University Press.
Zagare, F. C. & J. Kugler (1987) Exploring the Stability of
Deterrence, Boulder, Colo., L. Rienner Publishers.
Zartman, I. W. & S. Touval (1985) International Mediation:
Conflict Resolution and Power Politics. Journal of Social Issues, 41, 27-45.
119
HUKUK ALANINDA BİLİMSEL ÇALIŞMA METODU
Prof.Dr. Ayşe NUHOĞLU 1
Metot, Fransızca kökenli bir kavram olup, Klasik Yunancada
methodos, izlenmesi gereken yol anlamındadır2.
Metot önemlidir. Çünkü metot en kısa sürede doğru sonuca
varmayı sağlar. Bu bakımdan metot doğru seçilmemişse amaca ulaşmak
imkanı da ortadan kalkmış olur.
Doğruluk iki şekilde karşımıza çıkar: Formel doğruluk ve
içeriksel (maddi) doğruluk.
Formel doğruluk, içeriğe ilişkin değerlendirmeler bir yana
bırakılarak salt şekil açısından akıl yürütme normlarının bulunup
uygulanması ile ulaşılan doğruluktur. (Aristocu) Formel mantık, hangi
önermeler hangi biçimlerde söylendiğinde hangi doğru ya da yanlış
sonuçlara götürecektir, ana sorun budur.
İçeriksel doğruluk, içerikten yoksun, salt formel, biçimsel mantık
yanında içerik olarak doğru olmak da bir diğer ölçüttür.
Hukukta akıl yürütme yoluyla bir sorun çözülür. Akıl yürütme
de bir kanıtlama yöntemidir.
Hukukta araştırmada genellikle bir toplumsal olgu incelenir. Her
bir çalışmanın amacı topluluk halinde yaşayan insanlar hakkında kabul
edilebilir bir doğruya ulaşmaktır. Toplumsal olgunun incelenmesinde üç
düzey kullanılabilir. 1; Toplumsal düzey 2; Grup düzeyi 3; Birey düzeyi
Örneğin toplumsal düzeyde devlet incelenebilir veya grup
düzeyinde siyasi parti, cemaat gibi gruplar, bireysel düzeyde ise suç
işleme davranışı gibi davranışlar incelenebilir.
Toplumsal düzeye ilişkin araştırmalarda, ölçme ile ilgili
değerlendirmeler gittikçe zorlaşmaktadır. Zira bu halde inceleme
perspektifi gittikçe genişlemektedir. Birey ve grup düzeyindeki
1
2
Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi.
Yasemin Işiktaç/Sevtap Metin; Hukuk Metodolojisi, s. 11.
araştırmalar sayısal olarak ifade edilebilir, yani istatistiksel değerlere
dönüştürülebilir. Oysa toplumsal olgu olarak sistemlerin incelenmesi
daha çok kavram alanına yönelik bir incelemedir ve teorik kalır.
Birey ya da grup düzeyinde araştırma ise çevreyi değerlendirme
dışı tuttuğu eleştirisi ile karşılaşmaktadır.
Sonuç olarak her üç tür araştırma da önemlidir ve her düzeyde
yapılacak araştırma toplum bilimleri alanının aydınlatılmasını sağlar3.
Sosyal Bilimlerde Araştırmadaki Sorunlar
Kavramsallaştırma sorunu: Bilimsel çalışmanın başlangıç noktasını
meydana getiren bir varsayım oluşturabilmek için önce yönelinen şeyin
açık, net kavramlarla ortaya konması gerekir.
Her bilimsel çalışma kendi kavramlarını da, dilini de kurar.
Kavramlardaki kesinlik ve açıklık bilimsel çalışmanın kalitesi için ilk
koşuldur. Sosyal bilimlerde en temel kavramlarda bile bir uzlaşma
henüz sağlanamamıştır.
Bu hususa örnek olarak yargılama ve muhakeme kavramları
gösterilebilir: Türk Ceza Kanunu’nun 6. maddesinde, avukat yargılama
görevi yapan olarak tanımlanmıştır. Oysa muhakeme hukukunda
avukat savunma görevi yapan olarak kabul edilmektedir.
Ceza
muhakemesinde muhakeme faaliyetinin iddia, savunma ve yargılama
faaliyetinden oluştuğu, yargılama faaliyetinin hakim ve mahkemeler
tarafından yerine getirildiği kabul edilmektedir.
Bir bilimsel çalışma kendi içinde tutarlı olmalı, aynı kurumu
anlatmak için aynı kavram kullanılmalıdır. Özellikle kavramlarda
açıklık ve kesinlik olmadığında, bilimsel çalışmada hangi kavramın
neden kullanıldığı açıklanmalıdır.
Değişkenlerin çokluğu bir başka sorundur. Sosyal bilimlerde
özellikle sistem analizi gibi büyük ve kapsayıcı sorularda doğal olarak
değişken sayısı da gittikçe artacak, verilen cevaplar belirsizleşecektir.
3
Işıktaç/Metin, s. 23.
120
Ölçme ile ilgili sorunlar mevcuttur: Sosyal bilimlerde değişkenlerin
çokluğu ve belirsizliği ölçme, istatistiklerin sonuçlarına güveni de
etkileyecektir. Örneğin yeni ihdas edilen bir kanunda cezalar
ağırlaştırılmıştır. Yeni kanundan sonra işlenen suç sayısında azalma
varsa, bu husus ağır cezaların suçları önlemede etkili olduğu, daha
caydırıcı olduğu anlamına her zaman gelmez. Bir kere bu halde suçları
ölçmenin güvenilirliği sözkonusu olur. Örneğin birinde verilen
mahkumiyet kararları esas alınarak suç ölçülür, ikincisinde kolluğa
yapılan başvurular esas alınır, doğru bir sonuca ulaşılamaz. Veya yeni
kanun ile kolluğa başvuru esasları değiştirilmiş olabilir, bu değişiklik
başvuruları azaltmış olabilir.
Hukukta bilimsel çalışmalarda esas olarak normlar veya hukuk
normları kullanılacaktır. Bu normlar çeşitli şekillerde yorumlanacak
değerlendirilecektir. Ancak bu değerlendirme yapılmadan önce bir
normlar hiyerarşisinin bulunduğunu belirtmek gerekir.
Yorum
yapılırken normlar hiyerarşisi göz önünde bulundurulacak, alt
basamaktaki bir norm üst basamaktaki bir norma aykırı olacak şekilde
yorumlanamayacaktır. Veya yorumlansa bile bu normun hatalı olduğu
eleştirisi yapılmalıdır.
Normlar hiyerarşisinde normların birbiri ile olan ilişkisi ele
alınır. Bir piramit şeklinde belirtildiğinden piramidin tepe noktasında
anayasa4 bulunmaktadır. Anayasadan sonra uluslararası sözleşmeler,
kanunlar ve daha sonra idarenin düzenleyici işlemleri gelmektedir.
Bilimsel çalışmada yorumlanan normun yürürlüğe girmiş, zımni
veya açık bir şekilde yürürlükten kalkmamış olması gerekir.
Normların yorumlanırken kabul edilen çeşitli yorum şekilleri
bulunmaktadır. Bunlar, lafzi yorum, amaçsal yorum, mantıksal yorum
gibi çeşitlerdir. Mantıksal yorumda,
maddenin amacı, kanunda
yeraldığı bölüm, diğer maddelerle ilişkisi, kanunun sistem ve planı
içindeki yeri göz önüne alınır.
Piramidin tepesinde uluslararası sözleşmelerin bulunduğu, Anayasa’nın ikinci sırada
kanunların önünde bulunduğunu kabul eden görüşler de bulunmaktadır. Bkz.
Işıktaç/Metin, s. 52.
4
121
Amaçsal yorum yapılırken kanunun hazırlık çalışmaları
gözönüne alınır, kanun koyucunun amacı araştırılır. Ancak bu halde
kanun koyucunun subjektif amacının mı, yoksa objektif amacının mı
araştırılması gerektiği tartışmalıdır.
Mukayeseli hukuka yorumda kullanılabilir. Özellikle kanunlarda
iltibas sözkonusu ise mukayeseli hukuka, oradaki uygulamaya sıklıkla
başvurulur. Örneğin 765 sayılı mülga Türk Ceza Kanunu büyük oranda
1889 İtalyan Ceza Kanunu’nun tercümesinden oluşmaktaydı. Bu halde
Kanunda bir madde yorumlanırken, İtalyan hukukundaki yorumlar göz
önüne alınmaktaydı.
Her bilimsel araştırmada olduğu gibi, hukukta da bilimsel
araştırmalarda bir problem ortaya konmalıdır. Bilimsel çalışmanın
sonunda bu probleme bir çözüm getirilmelidir. Örneğin iletişimin
denetlenmesinin koşulları bir bilimsel çalışmada incelenerek, mevcut
koşulların veya kanunda belirtilen koşulların uluslararası kurallara
uygunluğu problem olarak ortaya konabilir ve bu koşulların temel hak
ve hürriyetlere uygunluğu problem olarak ortaya konabilir. Problem ve
çözümü tespit edildikten sonra, olması gereken koşulların ne olduğu,
hangi koşullarla iletişim denetlenirse hukuka uygun olacağı tespit edilir.
Bu halde bilimsel çalışmanın amacına ulaşılmış olur.
Bilimsel çalışmada ayrıca seçilen konunun önemi vurgulanmalı,
neden o konunun seçildiği açıklanmalıdır. Örneğin bugün Türkiye
açısından en sıkıntılı konulardan, Türkiye’yi uluslararası alanda zor
duruma düşüren konulardan biri ifade özgürlüğü ve bunun
sınırlandırılmasıdır. Türk hukukunda ve uygulamasında ifade
özgürlüğünün kısıtlanması sonucunu doğuran, anayasal kurumları
aşağılama veya terör örgütünün propagandası gibi suç tipleri
incelenerek, hangi koşullarla bu suçların oluştuğunu açıklamak, diğer
hukuk sistemlerinden örnekler vermek uluslararası alanda bir nebze
olsun Türkiye’yi rahatlatacaktır.
Hukuk alanında bilimsel çalışmada mutlaka o konuda yapılmış
olan eski yeni diğer çalışmaların gözönünde bulundurulması, o
çalışmalarda ileri sürülen fikirlerin eleştirilmesi veya yerinde
olduğunun belirtilmesi gerekir. Şayet daha önce ileri sürülen bir fikre,
122
düşünceye katılma sözkonusu ise, mutlaka bu düşüncenin belirtilmesi
gerekmektedir. Bu halde atıf yapılırken “aynı görüş için bakınız”
şeklinde atıf yapılacaktır. Daha önce ileri sürülmüş bir düşüncenin hiç
atıf yapılmaksızın alınması halinde intihal gündeme gelebilecektir.
İntihal başkalarına ait fikri bir ürünün yazar tarafından kendi fikri
ürünü imiş gibi gösterilmesidir. İntihal konusu Fikir ve Sanat Eserleri
Kanununda suç olarak düzenlendiği gibi, disiplin yönetmeliklerinde de
disiplin suçu olarak düzenlenmektedir.
Başkalarından alıntı yapılırken, şayet aynen alıntı şeklinde ise
bunun tırnak içinde belirtilmesi, şayet alıntı aynen değil ve fakat sadece
o fikrin alınması şeklinde ise bu husus dipnotta belirtilmek suretiyle
gerçekleştirilebilir.
Her bilimsel çalışmada olduğu gibi, hukuk alanındaki bilimsel
çalışmada da çeşitli verilerin toplanması gerekmektedir. Bu halde veri,
araştırma konusuna ilişkin olarak daha önce yazılmış olanlar, yapılmış
araştırmalardır. Bu çalışmalar titizlikle araştırılmalı, mümkün
olduğunca geniş bir literatür toplanmalı ve analizi yapılmalıdır.
Bilimsel çalışmada bir sonuç bulunmalıdır. Sonuç çalışmanın
konusunu oluşturan problemin çözümü olup, varolan normların
yerinde olduğu veya değiştirilmesi gerektiği yönünde olabilir.
123
ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE ARAŞTIRMA YÖNTEMLERİ:
TEMEL PRENSİPLER
Yard. Doç. Dr. Umut Aydın1
Uluslararası İlişkiler sosyal bilimlerin bir dalı olarak devletler,
devletlerarası ve devletlerüstü aktörler ve kurumların davranışlarını,
birbirleriyle ilişkilerini, etkileşimlerini ve dönüşümlerini açıklar ve
geleceğe dönük tahminlerde bulunur.2 Bir sosyal bilim dalı olarak
bilimsel düşüncenin temel prensipleri uluslararası ilişkiler alanında da
geçerlidir ve bu nedenle araştırmacıdan araştırmanın taslağından son
ürününe (tez, makale, kitap, sunum) kadar bu prensipler doğrultusunda
hareket etmeleri beklenir.
Bilimsel düşüncenin temel prensipleri
özetlenebilir (King, Keohane and Verba 1994, 7-9):
dört
maddede
1. Bilimsel araştırmanın amacı, ampirik bilgiler ışığında, dünya
hakkında betimleyici veya açıklayıcı çıkarımlar yapmaktır. Sadece
sistematik olarak veri toplamak bir bilimsel araştırma için yeterli
değildir; verilerden direk gözlemlenebilenden daha öteye giden
çıkarımlar yapmak araştırmacının hedefi olmalıdır.
2. Bilimsel araştırmalarda kullanılan prosedürlerin tamamı
kamuya açık olmalıdır. Prosedürler anlaşılabilir, diğer araştırmacılar
tarafından tekrarlanabilir, karşılaştırılabilir nitelikte olmalıdır.
3. Bilimsel araştırmanın sonuçları kesin değildir. Çıkarım her
zaman belirsizlikler içerir. Araştırmacının görevi, araştırma
sonuçlarındaki belirsizlik düzeyini elinden geldiğince tahmin edip
sonuçlarla birlikte ortaya koymaktır.
4. Bilimin içeriği yöntemidir. Bilimsel yöntemlerle herhangi bir
konuyu çalışabilirsiniz. Bilimin alanları, konuları, içeriği, incelediği
Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi.
Bildiriyi okuyup yorumlarɪyla katkɪda bulunan Kemal Kirişçi’ye ve Selcan Kaynak’a
teşekkür ederim.
1
2
125
materyaller sınırsızdır, bilim dallarının tek ortak özelliği araştırmada
kullanılan yöntemlerdir.
Bu prensiplerden yola çıkarak, sosyal bilimcilerin uğraşı
etrafımızda gözlemlediğimiz karmaşık dünyayı anlamlandırmaktır.
Bunu gerçekleştirmek için araştırmada izleyeceğimiz prosedür bir
araştırma taslağı (research design) hazırlayarak bu taslağa göre
araştırmayı gerçekleştirmek, verilerden çıkarımlar yapmak ve
sonuçlarını yazılı ve sözlü olarak sunmaktır. Araştırma süreci beş ana
aşamadan oluşur: 1) Araştırma konusunun belirlenmesi, 2) Araştırma
dizaynının hazırlanması (teori ve metodolojinin belirlenmesi), 3)
Literatür taraması ve teorik çerçevenin belirlenmesi, 4) Veri toplanması
ve değerlendirilmesi 5) Araştırmanın yazıya dökülmesi. Bu süreci görsel
olarak Şekil 1’deki gibi özetleyebiliriz.
Bu bildiri ilk dört süreç üzerine yoğunlaşarak uluslararası
ilişkiler öğrencilerine araştırma sürecinin ana prensiplerini anlatmayı
hedeflemektedir. Başvurulan kaynakların yer aldığı bir kaynakçaya
ilaveten uluslararası ilişkiler metodolojisi konusunda temel kaynakları
içeren bir ek kaynakça da hazırlanmıştır.
Araştırma konusunun
belirlenmesi
Araştırma taslağının
hazırlanması
Literatür taraması ve
teorik çerçevenin
belirlenmesi
Yazma ve revizyon
Veri toplama ve
toplanan verilerin
değerlendirilmesi
Şekil 1: Araştırma Sürecinin Akışı
126
Araştırma Konusunun Belirlenmesi
Her araştırma, araştırmacının merakını cezbeden bir soruyla
başlar. Max Weber’in (1918) dediği gibi araştırma soruları biz onları
ararken, masa başında çalışırken değil, beklenmedik bir şekilde
karşımıza çıkar genelde (Newton’ın başına düşen elma hikayesini
düşünün). Ancak tesadüfi olarak aklımıza gelmiş gibi görünse de
araştırma konularının çoğu yoğun bir okuma ve araştırma sürecinden
sonra kafamızda oluşur ve netleşir. İyi bir araştırma sorusunun
özellikleri şunlardır:
1. Araştırma konusu bir soru şeklinde, ve ideal olarak “neden”
sorusu şeklinde olmalıdır. Diğer bir deyişle, merak uyandıran ve
çözümü bariz olmayan bir bilmece içermelidir. Böyle bir soru
araştırmacıyı neden-sonuç ilişkileri aramaya ve açıklayıcı çıkarımlar
yapmaya teşvik eder. Ayrıca okurun merakını cezbetmek için de
araştırmanın bir bilmece önermesi önemlidir. Örneğin “ABD askeri
üstünlüğüne rağmen neden Vietnam Savaşı’nda başarısız olmuştur?”
sorusu bir araştırma konusu olarak “Kore ve Vietnam Savaşlarının
karşılaştırılması” şeklinde belirlenen bir araştırma konusundan
üstündür, çünkü cevabı bariz olmayan bir bilmece içerir.
2. Araştırma sorusunun kapsamı iyi belirlenmelidir. Örneğin
uluslararası ekonomi politik konusunda çalışan bir araştırmacı “Avrupa
neden finansal kriz karşısında ortak bir çözüm geliştiremedi?” sorusunu
geliştirmek için soruda yer alan başlıca kavramları, araştırmanın
kapsayacağı ülkeleri ve zaman dilimini belirlemelidir. Avrupa’dan kasıt
nedir? Avrupa Birliği üyesi ülkeler mi yoksa Avrupa kıtasında yer alan
bütün ülkeler mi? Araştırmacı hangi zaman dilimine yoğunlaşacaktır?
Ayrıca araştırmacı finansal kriz, ortak çözüm gibi kavramlarla ne ifade
etmek istediğini de netleştirmelidir.
3. Araştırma soruları en genelinden (Devletlerarası savaşın
nedenleri nelerdir?) özele kadar gidebilir (Birinci Dünya Savaşı’nın
127
nedenleri nelerdir?).3 2. maddede belirttiğim gibi, genel olarak ifade
edilen soruların kapsamının (sınırlarının) iyi belirlenmesi gerekir ve bu
sınırların araştırmacının zamanı ve kaynakları açısından dikkatlice
değerlendirilmesinde fayda vardır, zira hiçbir araştırmacı sınırsız
kaynak ve zamana sahip değildir. Bunun yanı sıra, soruların çok özele
inmesinde de sakıncalar olabilir. Burada dikkat edilecek nokta araştırma
tek bir olaydan veya olgudan yola çıksa bile daha genel sonuçlara
varmamızı sağlayacak potansiyelinin olmasıdır. Örneğin Birinci Dünya
Savaşı’nın nedenlerini çalışan bir araştırmacı bu araştırmanın
bulgularından savaşların tümü, veya çok kutuplu (multipolar) güç
dengesi konusunda daha genel, teorik veya ampirik katkılar yapmayı
hedeflemelidir. Aksi takdirde, genelleme çabası olmayan bir araştırma
Uluslararası İlişkiler’den ziyade tarihsel bir çalışma olacaktır.
4. Araştırma sorusu önemli bir olgunun veya olayın
incelenmesine fırsat vermelidir.”Önem” elbette ki görece bir kavramdır,
ancak araştırmacı dışında kimseyi ilgilendirmeyen, dünya hakkında
daha genel bilgilere veya yorumlara ulaşmamızı sağlayamayacak kadar
dar bir alanda araştırma yapmaktan kaçınmak gerekir. Araştırma
sonunda ulaşılabilecek sonuçların toplumsal veya bilimsel bir değeri
olmalıdır.
Araştırma Taslağının Hazırlanması
Uluslararası ilişkilerde verimli bir araştırma iyi bir araştırma
konusunun konuya uygun olarak tasarlanmış bir araştırma taslağı
(research design) çerçevesinde çalışılmasıyla ortaya çıkar. Araştırma
konusu belirlendikten sonra, araştırmacı araştırma sürecinde kendisine
yardımcı olmak üzere bir plan hazırlar. Araştırma taslağı araştırmacıyı
Araştırmada ayrıca analiz düzeyine de dikkat edilmesi gereklidir. Analiz düzeyinin
önemini Uluslararası İlişkiler alanında ilk olarak Kenneth Waltz Man, The State and War
(1959) başlıklı çalışmasında ortaya atmıştır. Waltz savaşın sebeplerini araştırdığı bu
eserinde mikro düzeyden makro düzeye doğru giden, birey, devlet ve toplum, ve
uluslararası sistem adını verdiği üç araştırma düzeyi belirlemiştir. Araştırma düzeyinin
saptanması önemlidir, çünkü araştırma düzeyi araştırmacının hangi aktörleri ve
süreçleri vurgulayacağını, ve araştırma sürecinde neyi görüp görmeyeceğini ve analizin
genel karakterini ve sonuçlarını belirler. Analiz düzeyi tartışmasında önemli diğer bir
katkı da David Singer (1961) tarafından yazılmıştır.
3
128
yönlendirecek bir yol haritasıdır ve araştırmanın belirlenen süre içinde
tamamlanabilmesi için büyük önem taşır. İyi bir araştırma taslağında
bulunması gereken öğeler şunlardır:
- Araştırma sorusu ve sorunun önemi
- Ön literatür taraması ve teorik açıklama, hipotezlerin
belirlenmesi
- Metodoloji: veri toplama yönteminin (anket, mülakat, arşiv
çalışması vb.) belirlenmesi, verilerin nasıl kullanılacağının belirlenmesi
(istatistiksel çalışma, vaka incelemesi)
Literatür Taraması
Literatür taramasının işlevi araştırma yaptığımız konu üzerinde
bizden önceki araştırmacıların yaptıklarını incelemek, eksik noktalarını
tespit etmek ve bizim araştırmamızın bu literatüre nasıl bir katkı
yapabileceğini belirlemektir. Bilim kolektif bir çabadır, bu nedenle
bizden önce gelenlerin yaptıklarından öğrenmek ve araştırmamızı
onların doğru veya yanlışlarından öğrenerek inşa etmek bilimsel
çalışmanın temel gereklerindendir.4 İyi bir literatür taraması yapmak
için şu noktalara dikkat edilmelidir:
1. İyi bir literatür taraması için hem derinlemesine hem
genişlemesine okuma yapmak gereklidir. Kütüphane kataloğunu,
Tübitak-ULAKBİM ve JSTOR benzeri veritabanlarını iyi kullanmayı
öğrenin ve araştırmanıza buralardan başlayın.
2. Okurken notlar alın, özetler çıkartın, bir sentez yapmaya
çalışın. Araştırma yaptığınız alandaki belli başlı eserlerle, akımlarla,
onların eleştirileriyle, yazarlar arasındaki tartışmalarla aşina olun.
3. Literatür taraması art arda sıralanan kitap ve makale özetleri
değildir. Literatür taramasının bir argümanı olmalıdır. Bu argüman
araştırmanızın literatüre nasıl bir katkı yapacağı ile ilgilidir.
Literatürdeki bir hatayı veya eksiği mi gidermeye çalışıyorsunuz? Daha
Newton’ın da kullandığı ünlü bir alıntı bu görüşü özetler: “Eğer başkalarından daha
ileriyi görebilmişsem, devlerin omzunda yükseldiğim içindir” (Bernard of Chartres, 12.
yy).
4
129
önce incelenmemiş bir vakayı mı inceliyorsunuz? Daha önce incelenmiş
bir vakaya yeni ve daha üstün bir bakış açısı mı getirmeyi
amaçlıyorsunuz? Literatür taraması literatürdeki eksiklikleri tanımlayıp
kendi araştırmanızın katkısını ön plana çıkarmanızı sağlar. Bu nedenle
okuduklarınızdan bir sentez yapmanız, literatürdeki eksiklikleri, az
araştırılmış alanları tespit etmeniz, ve araştırmanızın bu literatüre ne
şekilde katkıda bulunacağını belirlemeniz ve okuyucuya aktarmanız
önemlidir.
4. Literatür araştırmasının amacı konu üzerine ne kadar çok kitap
ve makale okuduğunuzu göstermek değildir. Bu nedenle sadece
okumuş olduğunuzu göstermek için literatür taramanıza kitap ve
makaleler eklemeyin. Sadece argümanınızı yapmanıza yardımcı olacak
eserleri tartışın.
5. Literatür taraması “kopyala-yapıştır” tekniğiyle yazılamaz.
Kitap ve makaleleri özetlemeyin, çok sayıda direk alıntı yapmayın.
Bunlar yerine sentezler yapın. Bu dikkatli ve eleştirel okumayı ve
düşünmeyi gerektirir, sadece özet çıkarmaktan daha çok zaman alır.
Ancak iyi bir literatür taraması yapmanın tek yolu budur.
6. İntihal son yıllarda akademide çok önemli bir sorun haline
gelmiştir. Literatür taramanızı yaparken kaynaklarınızı belirtmeye
dikkat edin. Direk alıntının yanı sıra, başka bir yazarın fikirleri,
cümleleri, cümle yapısı, veya topladığı verileri kullanıyorsanız atıf
yapmak zorundasınız.
Teori ve Hipotezler
Araştırmanın teorik kısmı, varolan sosyal bilimler teori ve
modellerinden yola çıkarak veya gözlemlenen verilerden genelleyerek
araştırma sorusunun cevaplanmasını sağlar. Araştırmanın teorik
kısmına geçmeden önce literatür taramasının tamamlanması, varolan
teori ve modellerden hangisi veya hangilerini kullanabileceğimiz, bu
teorilerin hangi noktalarda eksik kaldıkları veya hatalı oldukları ve bu
yüzden nasıl geliştirilmeleri gerektiğini saptamamızı sağlar. Eğer
araştırmacı literatürde yer alan teorilerden hiçbirini tatminkar
bulmuyorsa, araştırma sorusunu cevaplamak için kendi modelini
geliştirebilir, yalnız bu seçeneğin
varolan
teorileri
geliştirerek
130
kullanmaktan daha zor bir çaba olduğunu unutmamak gerekir.
İyi bir teorik açıklamanın özellikleri şunlardır (Van Evera, 1997:
17-21):
1. İyi bir teorik açıklama mantıklı ve kendi içinde tutarlı
olmalıdır.
2. İyi bir teorik açıklamanın geçerliliği ampirik araştırmayla
sınanabilmelidir (testability, falsifiability). Yani teoriyi yanlış
çıkartabilecek veriler, pratikte olmasa bile teorik olarak varolmalıdır.
Örneğin doğruluğu ampirik olarak sınanamayacak normatif argümanlar
iyi bir teorik açıklama olamaz.
3. İyi bir teori genel olmalıdır. Sadece tek bir vakayı değil, pek
çok vakayı aydınlatabilmelidir. Mesela Kenneth Waltz’ın neorealist
teorisi genel bir modeldir, çünkü pek çok değişik zaman ve koşulda
geçerli olma iddiası taşır. Fakat Birinci Dünya Savaşı’nın Avusturya
arşidükü Franz Ferdinand’ın öldürülmesi yüzünden çıktığı argümanı
tek bir vakaya özeldir. Teorik açıklamanız ne kadar çok değişik olayı
tatmin edici şekilde aydınlatabiliyorsa o kadar iyidir.
4. İyi bir teorik açıklama basittir (parsimonious). Modeller ve
teoriler tanımları gereği gerçek hayatın karmaşıklığını azaltırlar, gerçek
hayatı basite indirgerler. Ancak teori basitleştikçe detayları açıklama
yetisinden kaybeder, yani basitlik ve gerçeği yansıtmak genelde
birbiriyle çelişki içindedir. Araştırmanın amacı çerçevesinde bu iki
prensibi dengelemek gerekir.
Genel olarak teorik çerçeve belirlendikten sonra bu çerçeveden
hipotezler çıkarılmalıdır. Hipotez teoriden daha dar, bir neden-sonuç
ilişkisi ortaya atan bir önermedir. Genel bir dille “Eğer A ise, B
olmalıdır” şeklinde ifade edilebilir. Burada A bağımsız değişken
(“neden” olduğuna inandığımız faktör), B ise bağımlı değişkendir
(açıklamaya çalıştığımız sonuç). Örneğin, Waltz’ın neorealist teorisinde
yola çıkarak “Çok kutuplu (multipolar) bir sistem olan 1. Dünya Savaşı
öncesinde devletlerin zıt ittifaklar kurarak kutuplaşması beklenir.”
Burada uluslararası sistemin kutuplaşma derecesi bağımsız değişkendir,
devletlerin kutuplaşan ittifaklar kurması açıklanmaya çalışılan sonuç,
131
yani bağımlı değişkendir. Bu şekilde ortaya konan bir hipotezin
doğruluğu araştırmada toplanan verilerle sınanabilir. Araştırma
hipotezlerini olabildiğince açık seçik bir şekilde belirledikten sonra,
araştırma taslağında kararlaştırdığımız veri toplama sürecine geçebiliriz.
Veri Toplama
Veri toplamanın amacı, araştırmacının araştırma sorusuna
verdiği teorik cevabın gerçek dünyada gözlemlenen verilerle
desteklenip desteklenmediğini belirlemektir. Ampirik araştırmanın
amacı araştırmacının açıklamasını doğrulamak değil, doğruluğunu
sınamaktır.
Araştırmacı
açıklamasını
desteklemeyen
verilerle
karşılaşırsa bunları görmezden gelmek yapabileceği en büyük hatadır.
Bu davranış bilimsel tarafsızlığa gölge düşürür. Kendi açıklamasına
karşıt veriler ortaya çıkaran araştırmacı bu veriler hakkında
derinlemesine düşünüp, açıklamasına neden ters düştüklerini ortaya
çıkarmaya çalışmalıdır. Gerekirse açıklamasının sınırlarını daraltmalıdır.
Karşıt verilerin varlığını kabul eden ve açıklayan araştırmacı,
araştırmasını tam yapmış demektir.
Araştırmacı ampirik araştırmayla değişik türde veriler
toplayabilir. Veriler, gerçek hayattan sistematik olarak toplanmış
bilgilerdir. Veriler en geniş ayrımla iki tür kaynaktan derlenebilir:
birincil ve ikincil kaynaklar. Birincil kaynaktan toplanan veriler
araştırmacının kendisinin gözlem, deney, anket, mülakat gibi
yöntemlerle direk topladığı verilerdir (Gürak, 2004: 15-16). İkincil
kaynaklardan veri toplamak ise daha önce başkaları tarafından
derlenmiş ve yayınlanmış verilerden faydalanmaktır. İkincil
kaynaklardan veri toplamak genel olarak masraf ve zaman olarak daha
ekonomiktir. Birincil kaynaklardan veri toplamak ise çalışmanın
orijinalliği açısından önemlidir. Araştırmada hangi tür verinin
kullanılacağı araştırma konusuna bağlı olduğu kadar araştırmacının
kaynaklarıyla da belirlenir.
Ampirik araştırmalar niteliksel (kalitatif) ve niceliksel (kantitatif-sayısal) olarak ikiye ayrılır. Niteliksel araştırma az sayıda hatta bazen
tek ülkenin, olayın veya olgunun
derinlemesine araştırılmasıdır.
Derinlemesine araştırma, araştırmacının vakaların tarihsel gelişimlerini
132
ve özelliklerini detaylı olarak incelemesine, ve bu sayede araştırmada
belirlediği nedenlerin (bağımsız değişkenlerin) açıklamaya çalıştığı
sonucu (bağımlı değişken) nasıl etkilediğini ortaya çıkartmasına
yardımcı olur. Araştırmacı bu şekilde neden ve sonuç arasında gerçekçi
bir nedensel zincir kurmayı hedefler. Özellikle nedensel zincirin
karmaşık olduğu durumlarda niteliksel araştırma tercih edilir.
Niceliksel araştırmalar sayısal verilerin araştırmacının ortaya
attığı neden-sonuç ilişkilerinin varolup olmadığını belirlemek için
kullanıldığı araştırmalardır. Örneğin, David Singer’ın 1963 yılında
devletlerarası savaşın çıkış sebeplerini araştırmak üzere başlattığı
“Correlates of War” isimli proje 1816 yılından beri uluslararası sistemde
yapılmış savaşlar üzerine veri toplayarak savaşların çıkma sebeplerini
istatistiksel olarak ortaya koymaya çalışır. Bir başka örnek de
Demokratik Barış literatüründeki pek çok çalışmadır. Bu konuda çalışan
araştırmacılar demokratik devletlerin birbirleriyle savaşmadıklarını, ve
demokratik ülkelerin hangi özelliklerinin bu sonuca katkıda
bulunduğunu (milli gelir, ticari ilişkiler vs) istatiksel olarak araştırırlar.
Niceliksel çalışmaların avantajı, bulguları çok sayıda ülke veya olgu
üzerinde veriye dayandığı için daha sağlıklı genellemeler yapılmasına
olanak tanımalarıdır.
Her iki türde—niteliksel veya niceliksel—araştırmanın bazı
avantajları ve dezavantajları vardır. Bu avantaj ve dezavantajlar şu
şekilde özetlenebilir.
Niceliksel araştırmalar genel sonuçlara ulaşmaya daha
elverişlidir. Niteliksel çalışmaların genelleme yapmakta kullanılması ise
risklidir. Örneğin, iki savaşın incelenmesinden yola çıkan bir
araştırmanın sonuçlarını tüm savaşlara genellemek yanlış sonuçlar
doğurabilir. Ancak 100 savaşın istatiksel olarak incelenmesi sonucu
savaşlar hakkında daha genel bilgilere ulaşabilirsiniz. Ayrıca, etkilerini
izole etmek istediğiniz faktörleri istatistiksel olarak kontrol edebilirsiniz
(statistical control) ve böylece yapay olarak bir deney ortamı yaratmış
olursunuz. Niceliksel araştırmalarda tanım, ölçüm ve örneklem konuları
önem kazanır. Örneğin savaşın nedenleri konusunda yapacağınız
araştırmada savaş kavramını nasıl tanımladığınız ve ölçtüğünüz
sonuçlarınızı etkileyecektir. Bu nedenle teorik olarak geçerliliği
133
olmayan ölçümlerden kaçınmak gerekir. Araştırmamızın evreni, yani
çalışmayı genellemeyi hedeflediğimiz büyük grubun tamamını
çalışmanın mümkün olmadığı durumlarda—ki genelde zaman ve para
kısıtlamaları bunu imkansız kılar—evrenden onun özelliklerini
yansıtacak bir örneklem seçeriz. Örneklem, özellikleri hakkında bilgi
toplamak için çalışılan evrenden seçilen onun sınırlı bir parçasıdır
(Büyüköztürk vd. 2008, 69). Dikkat edilmesi gereken husus örneklemin
evrenin özelliklerini yansıtıyor olmasıdır, aksi takdirde örneklem
hakkında yaptığımız çıkarımları evrene genellemek yanlış olur.
Niteliksel çalışmalar daha detaylı, gerçeğe daha yakın
açıklamalar yapmaya, nedensel zincirleri ortaya çıkarmaya yardımcı
olurlar. İncelenen vakalar konusunda daha çok bilgi içerirler. Çok sık
olmayan vakaları (mesela sosyal devrimler veya sistemik savaşlar)
incelemekte niteliksel araştırma yöntemi kullanmak durumundayızdır,
çünkü niceliksel araştırma yapacak kadar veri noktası olmaz elimizde.
Buna ek olarak, yeni teoriler oluşturmak ve teorik açıklamaları sınamak
için de dikkatle tasarlanmış örnek olay incelemelerinden
faydalanabiliriz (Eckstein, 1975). Niteliksel çalışmada incelenecek
vakaların seçimi önem kazanır: hangi vakaları neden inceleyeceksiniz,
buna karar vermek önemlidir. Karşılaştırmalı vaka incelemesinde vaka
seçimi için pek çok farklı prensip takip edilebilir.5 Örnek olarak şu iki
prensibi önerebiliriz:
1) Birbirlerine çok yönden benzeyen, ancak etkisi belirlenmek
istenen faktörün farklı değerler aldığı vakalar seçilebilir. Bu yöntemle
etkisi araştırmak istenenin dışındaki faktörler bir deney ortamında veya
istatistiksel bir çalışma yapıyormuşuz gibi izole edilir. Ancak sıklıkla
karşılaştığımız sorun, sosyal hayatta hemen hiçbir zaman birbirine
yeteri kadar benzeyen vakalar bulunmamasıdır. Bu nedenle bazı
araştırmacılar aynı vakanın zaman içinde değişimini incelemeyi seçerler.
Bu şekilde hem bazı faktörleri sabit tutarlar, hem de bir karşılaştırma
yapmış olurlar.
Vaka seçimi konusunda geniş bir literatür oluşmuştur. Bu konudaki bazı kaynaklar için
ek kaynakçaya bakınız.
5
134
2) Pek çok vakada doğruluğu ispatlanmış bir teoriye uymayan
vakalar (outliers) incelenebilir. Mesela Demokratik Barış literatüründe,
demokratik devletlerin birbirleriyle savaşmadıkları genellemesi
yapılmıştır. Daha sonra araştırmacılar bu genel kurala uymayan,
demokrasiler arasında çıkan az sayıda savaşı daha yakından incelemiş
ve teoriyi geliştiren bulgular ortaya çıkarmışlardır.
Ayrıca incelenecek vakaların seçiminde araştırmacının dil bilgisi,
zaman ve kaynak sınırlamaları da önemlidir. Vaka seçiminde akılda
tutulması gereken en önemli prensip, karşılaştırmanın bir amacı olması
gerektiğidir: karşılaştırmadan bir şeyler öğrenebilmek, genel çıkarımlar
yapabilmek gerekir. Sadece karşılaştırmış olmak için karşılaştırma
yapılmaz.
Niteliksel ve niceliksel yöntemler birbirine zıt iki yöntem gibi
düşünülmemelidir. Araştırmacı niteliksel ve niceliksel yöntemleri aynı
araştırma içerisinde yan yana kullanarak zenginleştirilmiş yöntem de
(triangulation) kullanabilir (Büyüköztürk vd. 2008, 212-3).Yani hem
sayısal veriler toplayarak, hem tarihsel ve derinlemesine vaka
incelemeleri yaparak bunları beraberce kullanıp araştırma sorusuna
önerilen cevabın doğruluğunu sınayabilir. Bu tarz çalışmalar, her iki
yöntemin de güçlü taraflarını birleştirdiği için daha güvenilir sonuçlar
elde edilmesini sağlayacaktır.
Veri Toplama Yöntemleri
Uluslararası İlişkiler alanında kullanılan başlıca veri toplama
yöntemleri deney, anket, mülakat, ve arşiv çalışmasıdır.6
Deneyler bu alanda çok fazla kullanılmasa da bilimsel yöntem
açısından son derece önemli bir veri toplama yöntemidir. Deneyler,
deneklerin dış dünyadan izole edilerek neden-sonuç ilişkisinin tam
olarak gözlenebilmesine olanak verirler. Uluslararası İlişkiler alanında
deneyler özellikle psikolojik faktörlerin karar vermeye etkileri ve daha
Veri toplama yöntemleri bunlarla sınırlı değildir. Örneğin bir metnin içeriğinin
kategorilere göre sınıflandırarak özetlendiği içerik analizi ve araştırmacının bir kurum,
grup veya ortamı direk kendisi gözleyerek izlenimlerini veri olarak kullandığı katılımcı
gözlem yöntemleri de sosyal bilimlerde sıkça kullanılan yöntemlerdir.
6
135
genel olarak oyun teorisine (game theory, decision theory) dayanan
açıklamaların araştırılmasında kullanılırlar.
Anket çalışmaları özellikle halkın çeşitli uluslararası gelişmeler
üzerine tepkileri ve bu tepkilerin nedenlerini veya dış politika üzerine
etkilerini araştırmak üzere kullanılırlar. Örneğin, uluslararası ekonomi
politik alanında halkın küreselleşmeye tepkileri ve bu tepkilerin kişilerin
hangi özellikleriyle bağlantılı oldukları araştırılmaktadır. Genel olarak
kadınların erkeklere, az eğitimlilerin çok eğitimlilere göre
küreselleşmeye daha negatif baktıkları ortaya çıkmıştır.
Mülakatlar Uluslararası İlişkiler alanındaki araştırmalarda
deney ve anketlere göre daha sıkça kullanılır. Mülakatlar araştırdığınız
olay veya süreç içerisinde rol almış veya bunları yakından gözlemlemiş
kişilerden olayların akışı, gelişmelerin zamanlaması gibi konularda
derinlemesine bilgi alma amaçlı görüşmelerdir. Mülakatlar yazılı
kaynaklardan edinilmesi zor bilgilere ulaşmayı sağlar. Ancak
mülakatlarda dikkat edilmesi gereken nokta, mülakat yaptığınız kişinin
olayları kendi hafıza ve değer yargıları süzgecinden geçirdiğini
unutmamaktır. Diğer bir deyişle, görüşmelerde topladığınız veriler
tamamen objektif değildir; kişi olayı kendi yaşadığı, yorumladığı veya
hatırladığı şekliyle anlatır, elde ettiğiniz veriler de bunların etkilerini
taşır.
Son olarak arşiv çalışmaları uluslararası ilişkilerde en sık
kullanılan veri toplama yöntemlerinden biridir. Eğer çalışılan konu
üzerinde kaynakları arşivleyen devlet kurumları veya özel arşivler
varsa, burada yer alan belgeler, yazışmalar, raporlar veri açısından son
derece zengin olabilir. Arşivlerde araştırma yaparken, araştırmacı
olabildiğince tarafsız olarak kendi teorisini destekleyebilecek ve karşı
olabilecek bütün belgelere ulaşmak için elinden gelen
çabayı
göstermelidir.
Verileri belirlenen yönteme göre topladıktan sonra veriyi
değerlendirme süreci başlar. Bu evrede toplanan veriler sentezlenir ve
sunuma hazırlanır. Derlenen verilerin teorik açıklamayı ne derece
desteklediği belirlenir. Bu süreçte dikkat edilmesi gereken nokta
verilerin kendi adına konuşmadıklarıdır: sunulan verilerin araştırma
136
açısından ne ifade ettiğini anlatmak gereklidir. Veri teoriyi destekliyor
mu, destekliyorsa ne şekilde destekliyor? Yukarıda da belirttiğim gibi,
açıklamanıza ters düşen veriler hasır altı edilmez, tam tersine
açıklanmaya çalışılır. Eğer teorik çerçevenizle bu verilerin niçin sizin
beklediğiniz yönde olmadığını açıklayamıyorsanız, teorinizin yetersiz
olduğu noktaları, sınırlarını belirtmelisiniz. Ayrıca verilerin sunuşunda
hazırlanan tablo, grafik, şema ve benzeri görsel gereçlerin anlaşılabilir,
düzenli, ve aynı stili takip eden şekilde hazırlanmasına özen
gösterilmelidir. Kullanılan kaynaklara atıf yapılmasına azami özen
gösterilmelidir.
Yazma ve Revizyon
Araştırmanın yukarıda özetlenen ve Şekil 2’de detaylı olarak
görünen bu beş adım izlenerek tamamlanmasından sonra, bulguların
yazıya dökülmesi gereklidir. Sosyal bilimler alanındaki akademik
yazılarda genelde kullanılan yapı şudur (Özdamar, 1999):
1. Giriş
Araştırma sorusu (bilmece) ve önemi
Literatür taraması
Hipotezler
2. Yöntem
Araştırmada kullanılan yöntemleri betimlenmesi, yöntemin
seçilme gerekçeleri
3. Bulgular
Bulguların sunumu
4. Tartışma
Bulguların yorumu
Teorinin geçerliliğinin sınırları
5. Sonuç
Araştırma sonuçlarının özeti
137
Bulguların literatür açısından önemi ve katkıları
Teorik ve pratik öneriler
Bu şema bir öneri ve başlangıç olarak kabul edilmelidir,
araştırmanın koşullarına göre yazının yapısı da farklılıklar gösterebilir.
Ancak unutulmamalıdır ki iyi bir tez veya makale için iyi ve orijinal bir
araştırma kadar düzgün bir yapıya dayanan bir yazım da önemlidir. Ne
kadar ilginç ve önemli bulgularınız olursa olsun, onları okurlara iyi
aktaramadığınız sürece bulgularınız hak ettiği takdir ve önemi
kazanamaz.
Uluslararası İlişkilerde araştırma sürecini böylece özetledikten
sonra son bir konuya dikkat çekmek gerekir. Sosyal bilimler konuları
gereği doğal bilimler derecesinde bir kesinliğe sahip değildir. İnsan
doğasının ve buna bağlı olarak sosyal hayatın karmaşıklığı, bizim sosyal
bilimleri “bilim” olarak değerlendirmemizi ve uygulamamızı
etkileyecektir. Araştırma süreçlerinde objektif bakış (araştırmayı
yapanla araştırma konusu arasına mesafe koyma), hipotezlerin
sınanabilirliği, ölçümlerin kesinliği gibi şartlar, ve ileriye dönük
tahminler yapabilme yetisi sosyal bilimlerde doğal bilimlerindekine
göre daha kısıtlıdır. Bu nedenle sonuçlarımızın belirsizlik içerdiğini,
ölçüm ve tahminlerimizin yanlış çıkabileceğini ve genelde araştırmacı
olarak kendimizi 100% araştırma nesnesinden ayıramayacağımızın
bilincinde olarak araştırma yapmalı ve sonuçlarımız öyle ortaya
koymalıyız.
138
Araştırma
konusunun
belirlenmesi:
- “Neden” sorusu
- Kavramların
tanımlanması
- Araştırmanın
sınırlarının
belirlenmesi
Araştırma taslağı
hazırlanması:
- teorik çerçevenin
belirlenmesi ve ön
literatür taraması
- Metodolojnin
belirlenmesi (veri
toplama yöntemlerinin
kararlaştırılması)
Literatür taraması, teorik
çerçeve ve hipotezlerin
çıkartılması
Yazma,
revizyon ve
sunum süreçleri
Veri toplama ve verilerin
değerlendirilmesi:
- Niteliksel veya niceliksel
çalışmalar
- Veri toplama yöntemleri
(deney, anket, mülakat vb.)
Şekil 2: Araştırma Süreci, detaylı.
139
KAYNAKLAR:
Büyüköztürk, Şener, Ebru Kılıç Çakmak, Özcan Erkan Akgün,
Şirin Karadeniz, ve Funda
Demirel.
2008.
Bilimsel
Araştırma
Yöntemleri. Ankara: Pegem Akademi.
Eckstein, Harry. (1975). Case study and theory in political
science. Handbook of Political Science, vol. 7. G. F. J. and N. W. Polsby.
Reading, MA, Addison-Wesley: 79-137.
Gürak, Hasan. (2004). Araştırmacılara Öneriler: Tez Hazırlama,
"Etkin Sunuş" ve Eleştiri
Teknikleri
Üzerine,
Sakarya
Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi.
King, Gary, Robert O. Keohane, Sidney Verba. (1994). Designing
Social Inquiry. Princeton,
Princeton University Press.
Özdamar, K. (1999). Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntemleri, T.C.
Anadolu Üniversitesi Yayınları. No: 1081.
Singer, David J. 1961. "The Level-of-Analysis Problem in
International Relations." World Politics 14 (1):77-92.
Van Evera, Stephen. (1997). Guide to Methods for Students of
Political Science. Ithaca and London: Cornell University Press.
Waltz, Kenneth N. (1954). Man, The State and War. New York:
Columbia University Press.
Waltz, Kenneth N. (1979). Theory of International Politics. Reading,
MA: Addison-Wesley.
Weber, Max. (1918) “Science as a Vocation,” from Hans Gerth
and C. Wright Mills, eds.
(1946),
From Max Weber: Essays in
Sociology. New York: Oxford University Press.
EK KAYNAKCA
Brady, Henry E. ve David Collier, ed. 2004. Rethinking Social
Inquiry: Diverse Tools, Shared Standards. Lanham: Rowman and Littlefield.
Geddes, Barbara. 1990. "How the Cases you Choose Affect the
Answers You Get." Political Analysis
2 (1):131-50.
140
Gerring, John. 2007. Case Study Research: Principles and Practices.
New York: Cambridge University Press.
Goldstein, Kenneth 2002. “Getting in the Door: Sampling and
Completing Elite Interviews,” PS: Political Science and Politics 35(4):
669-672.
Klotz, Audie ve Deepa Prakash, eds. 2008. Qualitative Methods in
International Relations: A Pluralist Guide Edited by ECPR. New York:
Palgrave Macmillan.
Lieberson, Stanley. 1991. "Small N's and Big Conclusions: An
Examination of the Reasoning in Comparative Studies Based on a Small
Number of Cases." Social Forces 70 (2):307-20.
Lijphart, Arendt. 1971. “Comparative Politics and the
Comparative Method,” American Political
Science Review 65: 682-93.
Nachmias, C. ve Nachmias, D. 1996. Research Methods in the Social
Sciences. New York: St. Martin’s.
Shively, W. Phillips. 1998. The Craft of Political Research. Prentice
Hall.
Sprinz, Detlef F. ve Yael Wolinsky-Nahmias, eds. 2004. Models,
Numbers, and Cases: Methods for Studying International Relations. Ann
Arbor: University of Michigan Press.
141