pdf - UTEK 2014 - International Burch University

Transkript

pdf - UTEK 2014 - International Burch University
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
II.ULUSLARARASI
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ
BİLDİRİ KİTABI
Saraybosna, Bosna Hersek
23-25 Mayıs 2014
1
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
. II. ULUSLARARASI TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI KONGRESİ
. BİLDİRİ KİTABI
.PUBLISHER:
.International Burch University
.EDİTÖRLER:
.Yard. Doç. Dr. Mustafa ÇETİN
.Doç. Dr. Ali Rıza ÖZUYGUN
.REVIEWED BY:
.Prof.Dr. Ali Fuat BİLKAN, İpek Üniversitesi
.Prof.Dr. Kerima FİLAN, Univerzitet u Sarajevu
.DTP&DESING:
.DTP AND PREPRESS:
.International Burch University, Sarajevo
.PRINTED BY:
.Sabah Print
.CIRCULATIONAL: 250 Coples
.PLACE OF PUBLICATIONAL: Sarajevo
.COPYRIGHT: International Burch University, 2014
. ISSN 2303-7016
Reproduction of this Publication for Educational or other non-commercial purposes is authorized without
prior permission from the copyrightholder. Reproduction for resale or other commercial purposes prohibited
without prior written permission of the copyright holder.
Disclaimer: While every e_ort has been made to ensure the accuracy of the information, contained in this
publication, Burch University will notassume liability for writing and any use made of the proceedings, and
the presentation of the participating organizations concerning the legal statusof any country, territory, or area,
or of its authorities, or concerning the delimitation of its frontiers or boundaries.
2
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
II. ULUSLARARASI TÜRK DİLİ
VE EDEBİYATI KONGRESİ
BİLDİRİ KİTABI
23-25 Mayıs 2014
Saraybosna
http://utek.ibu.edu.ba
3
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Düzenleme Kurulu:
Prof.Dr. Mehmet UZUNOĞLU
(IBU REKTÖRÜ)
Doç.Dr. Melih KARAKUZU
(EĞİT. FAK. DEKANI)
Yrd.Doç.Dr.Ali Rıza ÖZUYGUN
(TDE BÖLÜM BASKANI)
Doç. Dr. Azamat AKBAROV
(REKTÖR YARDIMCISI)
Doç.Dr. Mustafa ARSLAN
Yrd.Doç.Dr. Mustafa ÇETİN
Ars.Gör. Elçin KARLI
Ars.Gör. Ayse DİNÇ
Ars.Gör. Hilal OTYAKMAZ
Ars.Gör. Sevinç AKKAYA
Ars.Gör. Sultan SUBASI
Ars.Gör. Lokman GÖZCÜ
ÖğretimGör. Mustafa TAKTAK
ÖğretimGör. Mehmet DOĞAN
Bilim Kurulu:
Prof.Dr. Turan KARATAS
Prof.Dr. Ali Fuat BİLKAN
Prof.Dr. Menderes COSKUN
Prof. Dr. Özkul ÇOBANOĞLU
Prof.Dr. Turgut KARABEY
Prof.Dr. Abide DOĞAN
Prof.Dr. Kemal SILAY
Prof.Dr. Murat ÖZBAY
Prof.Dr. Alim GÜR
Prof.Dr. Kerime FİLAN
Prof.Dr. Ramazan GÜLENDAM
Prof.Dr. Fehim NEMETAK
Prof.Dr. Hanifi VURAL
Prof.Dr. Yusuf ÇETİNDAĞ
Prof.Dr. Erdoğan ERBAY
Prof.Dr. Metin AKKUŞ
Prof.Dr. Orhan Kemal TAVUKÇU
Prof.Dr. Mehmet GÜMÜŞKILIÇ
Prof.Dr. Kenan ERDOĞAN
Prof.Dr. Kazım YOLDAS
Prof.Dr. Süleyman ÇALDAK
Prof.Dr. Necati DEMIR
Prof.Dr. Cihan OKUYUCU
Prof.Dr. Yasar AYDEMİR
Prof.Dr. Bego ÖMERCEVİC
Prof.Dr. Münevver TEKCAN
Prof.Dr. Recep DUYMAZ
Prof.Dr. Ahmet KIRKKILIÇ
Prof.Dr. Claus SCHÖNİG
Prof.Dr. Damir KUKİC
Prof.Dr. Ahmet GÜNSEN
Prof.Dr. A.İhsan ÖBEK
Prof.Dr. Nurettin CEVİZ
Prof.Dr. Nurettin CEVİZ
Prof.Dr. Mesut SEN
Prof.Dr. Selahittin ÖZÇELİK
Prof.Dr. Mahmut KAPLAN
Prof.Dr. Aziz Kılınç
Prof.Dr. Mustafa SARI
Doç.Dr. Hüseyin ÖZCAN
Doç.Dr. Alena ÇATOVİC
Doç.Dr. Mustafa ARSLAN
Doç.Dr. İsmet BİNER
Doç.Dr. Muharrem DAYANÇ
Doç.Dr. İsmet SANLI
Doç.Dr. Kerim DEMİRCİ
Doç.Dr.Atilla BATUR
Doç.Dr. Sabina BAKSİÇ
Doç.Dr. İlyas ÜSTÜNYER
Doç.Dr. Rıdvan CANIM
Doç.Dr. Zekeriya BASKAL
Doç.Dr. Nurgül ÖZCAN
Doç.Dr. Bekir SİSMAN
Doç.Dr. İdris KADIOĞLU
4
Doç.Dr. Müberra GÜRGENDERELİ
Doç.Dr. Edina SOLAK
Doç. Dr. Sezayi ÇOSKUN
Doç. Dr. Şadi AYDIN
Doç. Dr. Işıl ALTUN
Yrd. Doç.Dr. Ali Rıza ÖZUYGUN
Yrd. Doç.Dr. Mustafa ÇETİN
Yrd.Doç.Dr. Alparslan TOKER
Yrd. Doç.Dr. Cemal SARAÇ
Yrd.Doç.Dr. Hasan ÖZER
Yrd.Doç.Dr. Serkan TÜRKOĞLU
Yrd.Doç.Dr Muhammet KUZUBAŞ
Yrd. Doç.Dr. Tacettin SİMSEK
Yrd.Doç.Dr. Rıfat GÜRGENDERELİ
Yrd.Doç.Dr. Latif BEYRELİ
Yrd. Doç. Dr. Hüseyin GÖNEL
Yrd.Doç.Dr Orhan SARIKAYA
Yard. Doç. Dr. Fatih İYİYOL
Yard. Doç. Dr. Adem BALABAN
Yard. Doç. Dr. M. Uğur TÜRKYILMAZ
Yard. Doç. Dr. Mehmet Celal VARIŞOĞLU
Yard. Doç. Dr. Öznur ÖZDARICI
Yard. Doç. Dr. Zülfikar BAYRAKTAR
Öğrt.Gör.Ömer AKSOY
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
ÖNSÖZ
………………………………………………………………………………………………………
Değerli Akademisyenler,
International Burch Üniversitesi Eğitim Fakültesi bünyesinde bulunan Türk Dili ve Edebiyatı
Öğretmenliği Bölümü tarafından 23-25 Mayıs 2014 tarihleri arasında, Bosna Hersek’in başkenti
Saraybosna şehrinde düzenlenen II.Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Kongresi (UTEK’14)
gerçekleştirilmiştir.
Kongrenin amacı: Türk dili, edebiyatı, tarihi ve kültürüyle ilgili yapılan çalışmalara katkıda
bulunmak; özellikle Balkanlarda bu alanlarla ilgili çalışmalara zemin hazırlamaktır. Ayrıca,
akademisyen ve bilim insanlarının çalışmalarını uluslararası düzeyde tanıtmalarına,
paylaşmalarına imkan sağlamaktır. Bununla birlikte toplumlar, diller, kültürler ve insanlar
arasında diyalog, dayanışma ve paylaşmayı artırmaktır.
Bosna Hersek’te Fatih Sultan Mehmet Han’ın Ahidname’siyle hoşgörünün temelleri atılmıştır.
Türk kültürünün derin izlerini taşıyan Bosna Hersek’te son yıllarda Türkolojiyle ilgili önemli
gelişmeler yaşanmaktadır. Dört farklı üniversitede Türkoloji bölümü bulunmaktadır. Bosna
Hersek’teki Türk okullarında Türkiye Türkçesi öğretilmektedir. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin
açtığı Yunus Emre Kültür Merkezlerinde Türkçe kursları verilmektedir. Bunun yanında Bosna
Hersek’in bazı Kantonlarındaki okullarda Türkiye Türkçesi ikinci dil olarak okutulmaktadır. Türk
dili ve edebiyatıyla ilgili kongreler düzenlenmektedir. Bütün bunlar, Bosna Hersek’te Türkçeye
verilen önemin göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Bu vesileyle siz değerli katılımcılara,
bilime ve Türkçe sevdasına katkılarınızdan dolayı çok teşekkür ederiz.
Geçen yıl ilkini gerçekleştirdiğimiz Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Kongresi’ni geleneksel
hale getirmek istiyoruz. Sizlerin ilgileri ve katkıları bunu gerçekleştireceğimize olan inancımızı
pekiştirmektedir. Balkanlarda, özellikle Bosna Hersek’te bulunan Türk kültürü, Türk edebiyatı,
Türk dili ve Türk tarihiyle ilgili zengin miras, bu kongrenin Saraybosna’da düzenlenmesini önemli
ve değerli kılmaktadır. Bosna Hersek geçmişten günümüze toplumların, kültürlerin ve dillerin
önemli temas noktalarından birini teşkil etmektedir. Gelecek yıllarda da siz değerli bilim
insanlarını Bosna Hersek’in zengin tarihi mirasını, harikulade tabiatını, kendine has kültürel
dokusunu ve toplumsal hoşgörüsünü teneffüs etmeye davet eder, bir sonraki kongrede görüşmek
dileğiyle bütün katılımcılarımıza esenlikler dileriz.
Organizasyon Komitesi
5
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
KRONOTOP KURAMI IŞIĞINDA CENGİZ DAĞCI’NIN
ROMANLARINDA MEKÂN
Abdulkadir ÇEKİÇ
ÖZET
Bir toplumun yaşadığı yerler, o toplumun tarihsel geçmişlerinden süzülüp gelen bellek
mekânlarıdır. Kültürün ve kimliğin oluşmasında mekânının büyük önemi vardır. Bina, sokak,
meydan, şehir gibi yerler kendine özgü şekilleriyle toplumların kimlik ve belleklerinin mekânlara
yansımalarıdır. Bundan dolayı ülke toprakları sıradan mekânlar değildir. Toplumların yurt bağıyla
bağlandıkları kimlikleriyle özdeşleştirdikleri özel yerlerdir. Romanlarda bahsedilen mekân
vakanın varlık bulduğu yerlerdir. Bu mekânlar aynı zamanda romanın şahıslarını da şekillendiren
yerlerdir. Bu bağlamda romanlarda bahsedilen mekânlar, gelişigüzel seçilmiş mekânlar değillerdir.
İlk kez Mikhail Bakhtin tarafından dile getirilen kronotop kuramı,zaman-uzam(mekân) diye
Türkçeye çevrilmiştir. Kronotop, romanlardaki olay örgüsünün zaman ve mekânla olan ilişkisidir.
Bundan dolayı Mikhail Bakhtin romanları mekân ve zaman bakımdan kronotop kuramı ışığında
yorumlamak gerektiğini savunur. Cengiz Dağcı İkinci Dünya Savaşı’dan sonra zorla yurdundan
kopartılmış Kırımlı bir yazardır. Bu yurdundan kopuş, onun sonraki yıllarda teşekkül eden
kimliğinde derin izler bırakmıştır. Hemen hemen her yazdığı romanda ülke toprakları ve oralarda
bulunan bağ ve bahçe, cami, sokak, dağ, nehir vb. gibi özel mekânlardan bahsetmiştir. Cengiz
Dağcı’nın romanlarında geçen mekânlar sıradan mekânlar değillerdir. Kendisi ve Kırımlılar için
bu mekânlar özgürce yaşadıkları ve kendileriyle özdeşleşmiş özel yerlerdir. Cengiz Dağcı’nın
romanlarında geçen ve onun kimlik ve belleğinin teşekkülünde önemli yer tutan bu mekânlar
Mikhal Bakhtin’in kronotop kuramı ışığında değerlendirilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Bakhtin, kornotop, Cengiz Dağcı, mekân.

Okutman,Fatih Üniversitesi, Hazırlık Okulu- İstanbul/Türkiye [email protected]
6
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
PLACES IN THE NOVELS OF CENGIZ DAĞCI IN TERMS OF
CRONOTOPE THEORY
ABSTRACT
The places where people live are special locations flowing from their historical memories. These
locations play big roles to form their identity and culture. The shapes of buildings, streets, squares,
and in fullest extent a city are reflections of collective identity and memory of a nation. Therefore,
the lands of a country are not ordinary places but special places with connections to their identity
that tie them with homelands. The places mentioned in a novel are the places where the plot of
the story becomes existence and it forms characters as well. In this context, the places in a novel
cannot be considered as ordinary places. Cengiz Dağcı who is Crimean a writer was deported from
his county. This deportation causes big impact on his identity. He mentioned special places like
gardens, mosques, mountains, and rivers almost in his each novel. That is why these places are
special to him and all Crimean people.Cronotope is theorized by Mikhail Bakhtin for the first time
and translated into Turkish as zaman- uzam. It shows plot of story with relation to time and space.
In terms of time and space if a novel needs analyzing, Mikhail Bakhtin claims that the novel should
be taken into consideration with this theory. In this study, the places in the novels of Cengiz Dağcı,
which have great importance in forming his identity, are analyzed from the point of Bahtin’s
cronotope theory.
Key Words: Bakhtin, cronotope, Cengiz Dağcı, place.
Giriş
Mekânsız bir roman düşünülemez. Mekân her şeyden önce ve en azından olayların bir dekorudur.
Ama genel olarak mekân, vakanın varlık bulduğu yer, şahısların içinde yaşadıkları, kendi oluşlarını
fark ettikleri alandır (Narlı 2007).
7
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Bununla birlikte zamansız bir mekân da düşünülemez. Bundan dolayı Mikhail Bakhtin zamanmekân ilişkisini açıklamak için kronotop kavramını kullanır. “Krono” Latince zaman “topos”
mekân(uzam) anlamındadır (Bakhtin 2001: 318 ). Zamanın mekânsal değerinin veya mekânın
zamansal değerinin ortaya koyulması, toplum içindeki karmaşık ilişkilerin ve çatlamaların
anlaşılmasını sağlar (Coşkun 2011). Şahısların içinde bulundukları çevreyi algılayış biçimlerini,
ruhsal ekonomik durumlarını, karakterlerini açıklama yolunda imkânlar sunabilir. Şahısları
tanıtma yollarından biri olarak dramatik bir iş de üstlenerek vakanın temel öğesi olur ve şahsın
çevresini, algılayış şekillerini, o çevredeki ruh durumunu hatta karakterini etkiler. Yer
değiştirmelerin vakaya ve davranış biçimlerine kattığı değişiklikleri de gözden uzak tutmamak
gerekir (Narlı 2007).
Mikhail Bakhtin’e göre edebi bir yapıtın fiili bir gerçeklikle ilişkili sanatsal bütünlüğü zamanuzamıyla(mekan) tanımlanır. Bu nedenle, bir yapıttaki zaman-uzam sanatsal zaman-uzamın
bütününden yalnızca soyut analiz düzeyinde yalıtılabilecek bir değerlendirme boyutu içerir.
Edebiyatta ve bizzat sanatta, zamansal ve uzamsal belirlenimler birbirinden ayrılamaz ve daima
duyguların ve değerlerin izini taşır. Sanat ve edebiyat, çeşitli derece ve kapsamlarda zamanuzamsal değerlerle doludur (Bakhtin 2001: 318 ).
Mikhail Bakhtin’e göre bir romanda karşılaşma ve onunla bağlantılı yol kronotopu, şato(onun
misafir odaları ve salonları), taşra kasabası, eşik (merdiven, ön hol ve koridor ve ayrıca sokak ve
meydanlar) kronotopu vardır. Anlatı dilinin kendisi de bu kronotoplara dâhil olabilir. Bu
kronotopların en belirgin önemi anlatı açısından taşıdıkları anlamdır. Romanın temel anlatısal
olaylarını örgütleyen merkezdir bu zaman-uzamlar. Zaman-uzam, anlatı düğümlerinin bağlandığı
ve birleştiği yerdir (Bakhtin 2001: 316).
Mikhail Bakhtin’e göre özetle dört somut kronotoptandan bahsedebiliriz. Bunlardan birincisi yol
kronopudur. Yol kronotopuyla kastedilen şey vakaların yolda vuku bulmasıdır. Bakhtin’e göre bir
romanda karşılaşmalar genellikle “yolda” cereyan eder. Yol rastlantısal karşılaşmalar için özellikle
iyi bir yerdir. Yolda -tüm toplumsal sınıfların, zümrelerin, dinlerin, milliyetlerin, çağların
temsilcileri olan- çok değişik insanların izledikleri uzamsal ve zamansal patikalar, tek bir uzamsal
ve zamansal noktada kesişir. Yol kronotopu hem yeni başlangıçların hareket noktası hem de
olayların sonuçlandığı yerdir. Zaman adeta uzamla kaynaşarak uzamın içine akar ve yolu
8
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
şekillendirir; bu, bir seyir, bir akış olarak yol imgesindeki zengin mecazi genişlemesinin
kaynağıdır(Bakhtin 2001: 316-319).
İkicisi şato kronotopudur. Şato kronotopu adından anlaşılacağı üzere şato tarihsel zamanın
mekânıdır. Geçmişin tarihsel figürü olan feodal lordların yaşadığı mekânlar şatolardır. Şatonun
hollerinde, odalarında ve salonlarında küçük veya büyük entrikaların yaşandığı mekânlardır.
Hanedanlık ilişkileri, babadan oğla geçen haklar, efsanelerin anıldığı diyaloglarının yaşandığı ve
gelenekler, duvarlarda ataların portreleri, silahları ve mobilyalarıyla şato tarihsel geçmişin
ortamıdır (Bakhtin 2001: 319-321 ).”
Üçüncüsü taşra kronotopudur. Taşra kronotopunda kasabalar gündelik döngüsel zamanın
mahalleridir. Burada hiçbir olaya rastlanmaz, yalnızca kendilerini sürekli yineleyen “etkinlikler”
bulunmaktadır. Her gün durmadan, aynı etkinlikler döngüsü yinelenir. Karşılaşma ve kopuşların
pek yaşanmadığı, küçük entrikalar dışında monoton bir zaman uzamın pastoral anlatımla
şekillendiği tipik taşra kasabaları bu kronotopun durağan mekânıdır (Bakhtin 2001: 321-322).
Dördüncüsü de eşik kronotopudur. Eşik kronotopu zaman-uzam karşılaşma motifiyle
ilişkilendirilebilir, ama en temel örneğine, yaşamdaki bir dönüm noktası ve kopuş kronotopu
olarak rastlarız. “Eşik” sözcüğünün kendisi de gündelik kullanımda zaten metaforik bir anlam
barındırır ve yaşamın bir dönüm anıyla, bir yaşamı değiştiren kararla (ya da bir yaşamı
değiştirmede başarısızlığa uğrayan kararsızlıkla, eşiğin ötesine adım atma korkusuyla)
bağlantılıdır. Edebiyatta eşik kronotopu bazen açıkça ama genellikle de örtük bir biçimde hep
mecazi ve simgeseldir. Örneğin, Dostoyevski’de eşik ve ilgili kronotoplar-merdiven, ön hol ve
koridor kronotopları kadar bu uzamları açık havaya taşıyan sokak ve meydan kronotopları da- ana
eylem mahalleridir; büyük olaylarının, bir insanın tüm yaşamını belirleyen düşüşlerin, dirilişlerin,
yenilenmelerin, tecellilerin, kararların gerçekleştiği yerlerdir. Bu kronotopta zaman temelde
ansaldır; sanki hiç süresi yokmuş ve biyografik zamanın normal seyrinin dışına çıkmış gibidir
(Bakhtin 2001: 321-322).
Cengiz Dağcı’nın eserleri de kronotopik okumaya müsaittir. Kendi biyografisiyle ete kemiğe
bürünmüş zaman ve mekan kavramının buluştuğu vaka sürgündür. Vatanı Kırımdan kopuştur.
Zaman Dağcı için sürgünden önce, sürgün anı ve sürgünden sonradır. Mekânsa sürgün öncesi
Kırım’ın ilçe ve köyleri Gurzuf, Kızıltaş, Çukurca, Akmesçit, vb. geniş mekânlar ve bu mahalde
geçen simgesel dar mekânlar, Gelinkaya, Muharrem’in Fırının yanındaki çeşme, Tokal cami,
9
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Memiş’in bayırı vb. yerlerdir. Vatanından kopuş anı veya sürgün anında karşılaştığı mekânlar,
savaş cephesi, esir kampları, tren yolculuğu ve uğradığı bazı şehirler yolda karşılaşılan yerlerdir.
Sürgünden sonra ulaştığı mekânların yazar için bir değeri yoktur. Bundan dolayı sürgün sonrası
yerlerin adından az bahsedilir. Onun için daha ziyade sürgün öncesi yer olan Kırım daha önemlidir.
Geçmiş bellekteki hatıralarla Kırımda ki mekânlarda hep gezintiler yapmayı tercih eder.
Cengiz Dağcı’da Kronotopik Unsurlar
Cengiz Dağcı’nın eserleri iki tür kronotopik okumaya uygundur. Bunlardan biri yol diğeri eşik
kronotopudur.
Yol Kronotopu: Anayurt ve Kopuşun Savurduğu Mekânlar
Cengiz Dağcı’nın romanlarının başlangıcı veya sonu sürgündür. Sürgün de mekândan yani
anayurttan kopuştur. Bu da yol hikâyesi demektir. Yol Kronotopu Cengiz Dağcı’nın
eserlerinde en belirgin olanıdır. Korkunç Yıllar ve onu takip eden roman Yurdunu Kaybeden
Adam, Yoldaşlar, Biz Beraber Geçtik Bu Yolu, İhtiyar Savaşçı, Benim Gibi Biri, Dönüş adlı
eserler yol Kronotopuna sıkıştırılmış vakalarla doludur. Yolda yerler yaşanan acıları
anlatması bakımından önemli olsa bile yoldan sonra ulaşılan mekânların çok bir değeri
yoktur.
“Benim köyümün ismi vardı. Yalnız köyümün değil, köyümün deresinin, çayırlarının, kayalarının,
tepelerinin, çeşmelerinin, camilerinin de isimleri vardı. Buranın bir ismi yok mu? “Var!” dedi adam.
“Burası Sürgün yeri” ”(Dağcı 2010: 67)
Bu sözlerle sürgünden sonra ulaşılan mekânların değerinin olmadığını belirtir. Onun için
varsa yoksa sürgün öncesi mekânlardır.
Yol kronotopunu Korkunç Yıllar’la başlayan ve Yurdunu Kaybeden Adam’la devam eden
romanlarda görmek mümkündür. Ancak bu iki Romanda sık sık molalar vardır. Rus cephesi,
Alman Esir kampları, Türkistan Lejyon’u gibi yerler uzun mola mekânlarıdır. Yolculuğa başladığı
nokta olan köyüne kısa bir fiziki bir geriye dönüş vardır. Ancak bu kalıcı değildir yine yola
koyulacaktır. Kendini mülteci kamplarında bulacak sonra oradan da bu bahsedilen romanlarda
İtalya dediği ama gerçekte İngiltere’ye uzanan uzun bir yolculukla sonlanacak zaman-uzamı içinde
bitirecektir. Bu iki romanın başlıca mekânları Gurzuf ve onun Köyü olan Kızıltaş ve bir de
Akmesçit’tir. Az da olsa Bahçesaray’dan bahseder. Bu mekânlardan kopmadan önce bu mekânlar
10
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
bazı acı olaylara sahne olmuştur. Ancak bu mekânlardan kopuş trajedinin en büyüğüdür. Yazar bu
romanlarında Kızıltaş’a veya yukarıda saydığım belli başlı mekânlara geri dönüşler yapar.
“Dün gece, buhran geçtikten sonra, saatlerce, yeşil vatanımı düşündüm. Ayı Dağı’nın
arkasından güneş doğuyordu. Karadeniz kıyılarından ta ayaklarıma kadar, yemyeşil
bağlar, basamak basamak yükseliyordu. Tepeler, köy mescitlerinin minareleri sisler
içimden çıkıp güzel yurdum gözlerimin önene seriliyordu. Bu manzara kaybolmasın
diye gözlerimi öyle sımsıkı kapıyorum ki…” (Dağcı 1989 : 251-252) .
Yazar sık sık bu mekânlara geri dönüşler yapar. Çünkü bu yerler onun için Smith’in dediği gibi az
çok kendilerini özdeşleştirecekleri, aidiyet hissi duyacakları belli bir toplumsal mekân ve sınırları
belli bir toprak parçasıdır (Smith 2004:24).” Bu alıntıya benzer mekân anlatımları aynı romanların
birçok yerinde bulmak mümkündür. Çünkü bu mekânlar yazarın kendini özdeşleştirildiği kimliğini
oluşturduğu belleğine hapsettiği mekânlardır.
En ilginç yol Krontopu Biz Beraber Geçtik Bu Yolu adlı eserdedir. Burada çifte zaman örgüsü
vardır. Geçmiş ve şimdiki zaman aynı anda yola koyulur. İzmail Tavlı’nın tek başına annesinin
ölümü, babasını hapse girmesi ve üniversiteye başlaması ve oradan askere gidişiyle başlayan sonra
yolda yol arkadaşı Ramilla’yla karşılaşması ve şimdiki zamanda hastane odasına kadar süren yol
uzam-zamanıdır. Ukrayna cephesi sonra Kirovograd esir kampı oradan Azatlık Ordusu katılmak
Ostrov şehri ve Varşova istasyonu Ramila ile karşılaşma Salzburg’ta bir çiftlik, İtalya’da bir
mülteci kampı ve Londra son durak yolculuğu ve yolculuk esnasında yine onlarca iri ufaklı başka
mekânlardır. Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam romanlarındaki yol hikâyesi ile ortak
birçok olay mevcuttur. Sürgün sonrası varılan mekân Londra’dır. Buranın mekânsal bir değeri
yazar için pek yoktur. Sadece yolda karşılaştığı Ramila’nın yazar için özel bir anlamı vardır.
“Masalımsı bir görünüm değil bu. Farkındayım, sen ihtiyarlandın. Vücudun güçsüz.
Görme yeteneğin zayıf. Bir kolunda ben, öbür kolunda Ramila, seni Salgır’ın kıyılarında
gezindireceğiz; Çukurca’nın bahçeleri içinde, kayabaşı kırlarında gezindireceğiz; pırıl
pırıl bir taksiye bindirip Soğuksu’yun kıyılarına götüreceğiz seni; Ayı Dağı’nın
gerisinden Gurzuf’un göğüne yükselen güneşin Işınlarında ısınacak horlanıp
ihtiyarlanmış vücudun.” (Dağcı 1996: 277).
Burada kendini özdeşleştirme iki şeyde mevcuttur. Biri kendi yurdu diğeri Sevgili eşi Ramilla’dır.
Millet olma niteliklerinden biri yurt bağıdır. Tarihsel bir bağ ile sınırları belli topraklarda hayat
11
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
sürmektir. Bu topraklar öylesine topraklar değildir. Kimliğin oluşmasını sağlayan mekânlardır.
Oralarda tarihsel bellek havzaları bulunur. Millet kimliği bu mekânlara sıkı sıkıya tutunur.
Benzer bir karşılaşma ve yol kronotopu Benim Gibi Biri adlı eserdedir. Barda geçen birkaç saatlilik
sohbetten geçmişe dönüp uzun bir kaçış ve yolda Joseph Tucknell ile karşılaşma sonra onu
kaybetmesi ve yıllar sonra tekrar barda buluşma ve kısa sohbetlerinde geriye dönüşler vardır.
Kırım’da toprağında özgürce yaşama isteğinden dolayı sistemin yurdundan kopardığı Cengiz
Dağcı ve yolda karşılaştığı Joseph Tucknell ile süre giden yol zaman- uzamı. Yolda uğranılan
mekânlardan bara kadar uzanan bir tünel(yol)kronotopundan bahsedilebilir.
Yoldaşlar adlı romanda da yol Kronotopu vardır. Bu cepheden geri dönüştür. Yani cepheden geri
çekiliş zaman-uzamıdır. Bu cepheden dönüş anında ve mekânlarında vuku bulan olaylar da
yoldaşlar romanının zaman ve uzamını oluşturmaktadır.
Dönüş adlı eserde Niyazi adlı kahramanın yol zaman-uzamı vardır. Yol hikâyesi de Gurzuf,
Polonya Varşova, Krakov, Prag ve tekrar Gurzuf’ta geçen zamana temellük etmektedir.
Yol zaman-uzamının en güzel anlatılığı romanlardan biri olan İhtiyar Savaşçı adlı eserinde yol
kronotupu şu şekilde anlatılmıştır. Gurzuf-Kızıltaş ve sürgün yeri arasında geçen, sürgün yerine
gidiş ve geliş, yolun başlangıcı ve başladığı aynı yere dönüşle biten bir yol hikâyesi. Savaşçının
İkinci Dünya Savaşı’ndan köyüne dönüşü romanın başlangıç zamanı oradan köyüne varana kadar
yolda gördükleriyle başlar. Köyü Kızıltaş’ta meşe ağacının altında karşılaştığı büyük facia
romanın dönüm noktasıdır. Sonra sürgüne gidiş. Tren yolculuğundan sürgün yerine varış. Sürgün
yerinde sanki uzun bir moladan tekrar yola koyulmayla aynı şekilde trenle geriye yolculuk.
Kızıltaş’a geri ulaşma ve meşe ağacının altında biten yol. Olaylar A noktası Kızıltaş uzamından
başlayıp B noktası Sürgün yerine gidiş ve dönüş arasında ki zamanda cereyan etmiş gibidir. Eşi
Melek Hanım kocasının ölümünden sonra B noktası olan sürgün yerine tekrar gider. Ölümüne
yakın Kızıltaş’a geri döner. Ve yolculuğunu sonlandırır. Diğer kalanların da yolculukları başlangıç
yeri olan A noktası Gurzuf-Kızıltaş’a dönüşle bitecektir. O anlar şu sözlerle anlatılır.
“Savaşçı, Ceneviz kalesinin az uzağındaki Adalar’a dalmıştı; Melek hanımsa iskeleye.
İskeleye bakarken çocukluk yıllarını hatırlıyordu: gün, bugünkü gün gibi güneşli ve
sıcak bir günse, annesiyle birlikte Yalta vapurun beklediklerinde iskeleden inip kıyını
çakıltaşları üstünde koşardı küçücük Melek hanım; ve koşarken ayakları dibindeki
çakıllardan çıkan şakırtıyı dinlerdi.”
12
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
“Gurzuf, Ceneviz kalesi, Adalar, Ayı Dağı kırkbeş yıl öncesi gibi görünüyorlardı
buradan. Haziran güneşi de, kırkbeş yıl öncesi gibi, Ayı Dağı’yla Adalar arasına sepetler
dolusu mücevher serpmişti sanki ışıl ışıldı denizin yüzü.” (Dağcı 2010: 118-122)
Dönüşte Gurzuf değişmiştir. Belleğindeki Gurzuf’u hatırlar. Burada mekânlarla beraber diğer
imgelerde zihnine üşüşür. Çünkü “Bellek, mekân dışında, seslere, kokulara, dokulara, imgelere
demirler. Bellek dilsel değil imgesel yapılanmıştır: Hatırlamak zihnine bir takım “imgeler”
çağırmaktır.”(Dereli 2011) Ceneviz kalesi Adalar, iskele, gün, güneş, sıcaklık, Yalta vapuru, çakıl
taşlarından çıkan sesler, kokular, dokular, imgeler, sesler ve mekânlardır.
İhtiyar Savaşçı’da diğer romanlarda olmayan bir durum söz konusudur. Bu romanda anayurda
dönüş söz konusudur. Yazar dönüşle beraber gelecek mekân inşası yapma gayreti içindedir.
“Siz gidin. Ben yaya gideceğim. Muharrem’in fırını önünde bekleyin beni, dedi. Yarım
kilometre ötedeki Memiş’in deresi üzerine atılı köprüyü geçerek…O bayırın(Memiş’in
bayırı) öncesinde Kızıltaş bekliyordu onu. Oysa farkındaydı, kendi insanlarından kimse
yoktu Kızıltaş’ta. Belki de bomboş kalmıştı Kızıltaş kırkbeş yıl süresince. Evler
çökmüştü belki de. Hayvanlar gebermişti. Yollarını, çeşmelerini yabanıl otlar
kaplamıştı belki de Kızıltaş’ın. Ama boş olsundu Kızıltaş. Issız olsundu. Yavan
olsundu. Onun Kızıtaş’ıydı gene de. Ve Kızıltaş’ına gidiyordu Savaşçı. Birinciydi. İlkin
o girecekti Kızıltaş’a Ondan sonra oğullar gelecekti; kızları, torunları gelecekti. Kızıltaş
bağrını açacaktı onlara bir ana hasretiyle. Savaş sonrası Kızıltaş’a çökmüş lanetli
karanlık çok uzun sürmüştü. Kalkacaktı artık. Dağılacaktı. Güneş doğacaktı. Evet,
güneş ışıyacaktı.” (Dağcı 2010: 126).
Yazar bu satırları yazarak hayalen öz yurduna dönüşü ilk kendisi yapıyor. Roman kahramanı
İhtiyar Savaşçı’yı Kızıltaş’a göndererek yapıyor. Kızıltaş bıraktıkları gibi olmayabilir ama ne
olursa olsun orası onlarındı ve yeniden bu mekâna dönüp orayı inşa etmelidir.
Bu romanların yol ortak kronotopunda anlatılmak istenen yazarın kendi biyografisinden de
romanlara sızan ana tema vatandan kopuştur. Kızıltaş’tan, Gurzuf’tan, Akmesçit’den bütünde ise
Kırım’dan kopuştur. Bu mekânlardan kopuş kendiliğinden olmamıştır. Sistemin müdahalesi
sonucu vuku bulmuştur. Bu kopuş yazarında bizatihi yaşadığı durumdur. Bundan dolayı bu
romanlara hayalle karışık yazarın kendi gerçekliği sinmiştir. Romanlarda yer yer şimdiki
zamandan bahsedilse de geçmiş zaman ön plandadır. Çünkü geçmişte yazar kendi vatanı olan
Kızıltaş, Gurzuf, gibi mekânlarda yaşardı. Belleğinin mekânları bu yerlerdi. Yolda uğradığı diğer
13
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
mekânlar onun için sonuçtur. Trajedinin bir sonucu olarak bu mekânlara yolculuk yapmak zorunda
kalmıştır. Yazar kendini hep buralara ait hisseder. Belleğinde ki bu hafıza mekânlarına yolculuk
yaptırarak geriye gider. Salgır’ın kıyısında dolaşır. Memeşin bayırından geçer. Ayı Dağ’ına,
Romankoş’a, Gelinkaya bakar. Muharrem’in fırınının önündeki çeşmede soluklanır. Üzüm
bağlarında çalışmak onun için iş değil keyiftir.
Eşik Kronotopu: Toprakta Ölüm ve Toprakta Diriliş
Cengiz Dağcı’nın Kırım’ı anlatan romanlarında başka bir kronotop türü de eşik kronotopudur.
Onlar da İnsandı, O Topraklar Bizimdi ve Badem Dalına Asılı Bebekler adlı romanlar bu
kategoriye girer. Bu romanlar Kızıltaş ve Çukurca’ın hikâyeleridir. Bir bakıma Taşra Koronotopu
görünümündedirler.
Ama taşra kronotupuna girmezler. Çünkü olaylar durağan değildir,
dinamiktir. Evlerin eşiklerinin ön hollerinden sokaklara taşan açık meydanlarda vuku bulan olaylar
dizisi bu üç romanın atmosferine sinmiştir. Ayrıca toprakta ölümle eşiğinden yine toprakta
dirilmeye giden mecazi anlatımların da bulunduğu romanlardır.
Onlar da İnsandı adlı eserde dönüm noktası Bekir’in evine aldığı iki Rus garibanıdır. Bundan
sonra olaylar hızla gelişir. Önce uğursuzluklar zuhur eder. Macik adlı ineği hastalanır. Ensesinde
çıban çıkar. Seydali’yle arası açılır. Otomobil Niyazi’yi ezer, vb. uğursuzluklar zinciriyle eşikten
meydanlara sarkan olaylar başlar. Sonra Ruslar Kızıltaş’ı istila ederler. Evlerine aldıkları İvan adlı
kişi Bekir’e ihanet eder. Birçok kişiye zarar verir. Ve en sonunda Bekir’in evine yerleşir. Olayların
genel mahalli Kızıltaş’tır. Onunla birlikte Topkaya, Kuşkaya, Gelinkaya, bağ, bahçe ve tarlalar
gibi birçok mekânlar da zikredilir.
“Kırım’ın burası çok güzeldi. Solda, dağların üstünde yayla, tavlı bir beygir sırtı gibi
temiz ve parlaktı. Aşağıda, köyün gerisinde, tütün aranlarına kadar inen koyu yeşil, cılız
çamlıklar, kadife yamaçlarla örtülü dağların, derisi yüzülmüş hayvan eti renginde çıplak
yerleri, ışıklar altında yanıyordu. Daha aşağıda; uçurumları al, beyaz, sarı, kırmızı
renklere bürünmüş Gelinkaa ile, ondan epeyce uzakta, kurşun rengi yaz-kış hiç
değişmeyen Topkaya; birbirlerine bakarak sessiz-sakin, dertlerini söyleşiyorlardı.
Topkaya’nın derdi, Gelinkaya’nınkinden daha büyük, daha derin gibiydi. Göğün
kimbilir neresinden kopmuş bir bulut parçası, her akşam gelir, Topkaya!yı sarardı. Esen
rüzgârlar, sadece Ayı Dağ’la yaylaların arasındaki geçitten geçer, Kızıltaş
bahçelerindeki elma, armut, kayısı, şeftali, hurma ağaçlarını, tütün tarlalarındaki tarhları
14
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
tarar, her yerden bir tat, bir hoş koku alarak Roman Koş’un eteklerine gidip
yatarlardı…” (Dağcı 1999: 9)
Çevresel etkilerin öneminden bahseden Nurullah abalı sosyal yapıyı oluşturan tabii çevredir, der.
“Tabii çevreden kasıt iklim ve bitki örtüsü, coğrafi ve jeolojik yapıdır. Tabii çevre iktisadi ve
sosyal hayatı geniş ölçüde etkiler ve en çok insanların örf ve adetlerinde ayırıcı özelliğini
gösterir.” (Abalı 2009:43)
Kızıltaş’ın etrafında oluşan sosyal yapı, iklim ve bitki örtüsü, coğrafi ve jeolojik yapı tabii çevre
iktisadi ve sosyal hayatı geniş ölçüde etkiler ve en çok insanların örf ve adetlerinde ayırıcı
özelliğini gösterir. Örneğin Gelinkaya sadece Gelinkaya değildir. Gelinkaya kendi efsanesini
oluşturup bir milletin belleğine çadır kurup o milletin kimliğini de oluşturur. Ve Kızıltaş’ta
yaşayan insanlar bu mekânın iklimiyle mündemiç bahçe tarla işleriyle sosyal ve iktisadi yapıları
teşekkül eder. Romanda bu topraklarda çalışmak Kızıltaş’lılar için bir zevktir. Onlar için bağ ve
bahçelerinde çalışmak adeta günlük yapa geldikleri hobileridir.
İstila ile beraber tarlaları ellerinden alınıp kolhoza verilmek istenmektedir. Bekir’in arkadaşı,
komşusu Enver karşı çıkar bu topraklar için ölür. Bekir ise tarlasına gider.
“Bekir Kuşkaya’ya gidiyordu. Elleri, yumrukları, dişleriyle Kuşkaya’yı sökmek,
parçalamak, taşını toprağını şosede otomobile yol verdiği yere devirmek istiyordu.
Bekir’in acısı, Enver’inkinden daha keskindi belki. Çünkü Bekir de bu toprakta, bu
güneşin altında doğmuş, büyümüştü. Birden ayakları altında yumuşak toprağı tanıdı,
durdu. Başını göğsüne eğdi, göğüslerini açtı, toprağa baktı. Evet toprağıydı; Güzel,
kılık, kalbe yakın, dost toprağıydı, kendi toprağıydı, bu! Başını kaldırdı, karşıdaki
bayırda mahsun mahsun duran beş armut ağacına baktı. Uzun uzun baktı. Birden bire
yere kapandı, toprağına sarıldı, ağlamaya başladı: “toprağım. Ben seninim. Ben
seninim, toprağım! Beni bırakıp gitme gavur Ruslara al beni, al! Koru beni, toprağım
koru!” (Dağcı 1990: 9)
Bekir’in tarlasının yanında Kuşkaya vardır. Kuşkaya yıkılacak ve oradan yol geçecektir. Bekir
tarlasına gidince Kuşkaya yol çalışmalarında patlatılır. Bekir’in üzerine yığılır. Tarlasına beni
bırakma diyen Bekir, kendi tarlasında can verir.
Romanın sonunda istilanın şiddeti artar. Köylüler meydanda toplatılır. Karşı koyanlar öldürürler.
Kalan Kızıltaş’lılar da sürgüne gönderilirler.
15
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
O Topraklar Bizimdi romanı Onlar da İnsandı romanının devamı niteliğindedir. Bu romanda
mekân Çukarca’dır. Bu romanda Kırım tarihinde yaşanan olaylar-Sovyet işgali sonrasında Alman
işgali ve tekrar Sovyet işgali- anlatılmış Kızıltaş’tan sonra Çukurca ve insanlarına ayna
tutulmuştur. İstila sonrası kolhoz sistemi kurulmuş. Çukurcalıların topraklarına devlet tarafından
el konulmuş. Yeni sistemin negatif etkilerinin derinden hissedildiği dönemdir. Mekânsa
Çukarca’nın meydanları, bağ ve bahçe ve tarlarıdır. Eşik kronotopununda belirtilen sokak ve
meydanlara denk düşmektedir.
Onlar da İnsandı adlı romandakine benzer bir hikâye de O Topaklar Bizimdi’de vardır. Yalnız
birinde romanın sonunda yer alırken diğerinde benzer hikâye romanın başındadır. Hikâye şöyledir.
Kolhoz sistemi kurulmuş insanların ellerinden malları alınmıştır. İsteyen istediği gibi kendi
toprağına girememektedir. Hasan’ın kayınpederi ısrarla kendi toprağında bir gün çalışmak
istemiştir. Reis Bilal’da ısrara dayanamayıp izin vermiştir. Yazar günün sonunda vuku bulan olayı
şöyle anlatır.
“İki eliyle toprağı tutmuştu. Toprağı avuçları içine alıp yüzüne sürmüş ve ölmüştü.
Pişman değildi öldüğüne. Yüzünde, hayatı bırakıp gittiğine dair bir üzüntü yoktu.
Yatıyordu eşikte. Dizlerinde toprak, avuçları içinde toprak, dağınık saçlarında toprak,
her yerinde toprak! Yalnız çok sevdiği toprağın altına girip sonsuz uykusuna yatmadan
önce, evine uğramıştı. Eviyle ve evinin içerisindeki insanlarla vedalaşmak için evine
uğramıştı. Sonra toprağın altına yatıp kendisi de bir avuç toprak olacaktı. Bunun için
yaşamıştı. Ve işte, şimdi toprağa gidiyordu.” (Dağcı 1990: 11)
Yazar bu olayı bir iç konuşmasında anlatırken mekânının önemine vurgu yapmıştır. Burada mekân
kişinin öz toprağıdır. Ancak elinden alınmış; ondan yoksundur. Hasretle hep toprağında çalışmayı
arzulamıştır. Bir gün ısrar edip toprağında çalışmış ancak iş bitip ayrılmak zorunda kalınca
toprağına bir daha kavuşamayacağı duygusuna dayanamayarak ruhunu toprağında teslim etmiştir.
Reis Bilal bu olayın detayını şu şekilde anlatır.
“-Ah, öyle. Ben arabada, tarlanın kıyısındayım. Kaynatan beni görünce tırpanını bıraktı,
elini kaldırıp bir selam verdi. Sonra bana doğru yürüdü. Ama yanıma gelmeden bir kez
durdu. Durdu da iki eliyle kendi gırtlağını kavradı… Ne olduğunu anlamama vakit
kalmadan iki dizi üstüne düştü, namaz kılar gibi, iki elini uzattı, toprağı tuttu, sonra da
alnını kolları arasında toprağa vurdu. Ben hemen arabadan atlayıp koşa koşa gittim, ama
geç. Başını kaldırdı, iri gözleriyle yüzüme baktı. Sonra gözlerini döndürdü. Bir şey
16
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
söyleyecekti, söylemedi. Ağzına ak köpük doldu. Yalnız bir kerecik boğazı içinden bir
gık çıktı da o saat yere serildi. Yürek, balam, yürek!” (Dağcı 1999: 11)
Burada anlatılanlar toprak sevgisinin yüceliğidir. İnsan toprağı için yaşar. Topraksız yaşamın
mümkün olamayacağını belirtmek içindir. Toprak insanın mekânıdır. Kendi varlığının, aidiyetinin
bir parçasıdır. Mekânsız hayat kimliksiz bir yaşamdır. Yazar bundan dolayı toprağıyla hep var
olmuş kişinin onsuz var olamayacağını, olsa bile kimliksiz biri olacağını belirtmeye çalışmıştır.
Yazar bu romanda Çukurca’ya bakınca Kızıltaş’ı hatırlamış. Oranın bağlarını, bahçelerini, denizini
hatırlamış ve hislenmiştir. Yazarın çukurca ile ilgili görüşlerinin özeti niteliğindeki bu görüşlerini
bu romanda şöyle ifade eder.
“Çukurca da güzeldi. Bir yanda, Karadeniz’in derin ve ışıltılı sularını andıran, yeşil
bahçeler; öte yanda güneş ışınlarında yıkanan ekin tarlaları; orta yerde ise, kocaman bir
çanak içindeymiş gibi, Çukurca. Solda, taa Çadır Dağı’nın dibinden çıkıp kara ormanlar
içinde, derelerde gizlene gizlene akıp gelen Salgır, Çukurca’nın az ötesindeki
ormanlardan başlayarak kendini insanlara gösterip tanıtmak istiyormuş gibi,
kalınlaşıyor, büyüyor, güçleniyor ve bütün Çukurca’yı kucaklamak özlemiyle
buruluyor, güneşin altın ışınları altında gümüşten bir kuşak gibi parlıyordu…”(Dağcı
1990: 23)
Yazar için Çukurca vatanın bir parçasıdır ve orası da onu hislendirecek kadar güzeldir. Vatandan
ayrı kalmış bir kişi için bu ifadeler bir bellek tazelemedir. Bu ifadelerle belleğinde işaretler
bıraktığı mekânlarda gezintiler yapmaktadır.
Ancak ne yazık ki bu mekânlarda hep acı yaşanmıştır. Dede Cavitler caminin yanındaki ağaçta
asılmış. Köy meydanında millet toplanmış kurşuna dizilmiştir. Çukurca yazarın ifadesiyle
yüzyılların sırrını saklayan mezarlık gibidir. Acı ve tatlı hatıralarla doludur. Ama ne olursa olsun
oradan ayrılmak niyetinde değildir. Yazarın rotası Çukurca’ya doğrudur. Bunu da romanın
sonunda Selim Ayşe’nin oğlu Alim’in elinden tutup Çukurca’ya doğru gitmesiyle ifade etmiştir.
Badem Dalına Asılı Bebekler romanında da eşik kronotupu vardır. Olaylar durağan değildir.
Yoğun trajik olaylar vardır. Bu olaylar küçük yaştaki Haluk adlı kişinin gözünden anlatılır. Zaman
Birinci Dünya Savaşı sonrası Sovyet dönemidir. Mekân yine Kızıltaş’tır. Kızıltaş’ın mezarlıkları,
evleri, meydanları bu romanın eşik kronotopuna ev sahipliği yapar. Birinci Dünya Savaşı’ndan
hemen sonra Kırımlılar kısa bir müddet huzur içinde yaşamışlar. Bu romanda bu huzur dolu günler
17
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Haluk’un mutlu günleri olmuş ancak bu günler çok sürmez. Önce Haluk’un annesi ölür. Evler
işgalciler tarafından müsadere edilir. Sevgil’in babası ölür. Tomak amca mezarlıktaki badem
ağacına asılmış olarak bulunur. Haluk’un babası da köyü terk eder ama ayrılmadan önce “Bu
toprakların bizim olması şart” diyerek vasiyette bulunur. Artık bu topraklarda sevinç kalmamıştır
Haluk için. Yakın arkadaşları da kısa bir müddet sonra köyü terk ederler. Sonra yine aynı trajedi.
Kızıltaş’lılar sürgüne gönderilir.
Bu romanda geçen başlıca mekânlar Haluk’un kaldığı Mansur’un odası, müsadere edilmiş evler
ve mezarlıklardır. Yazar Haluk’un gözüyle şöyle anlatır. Haluk hep Mansur’un odasında hep
hayale dalar.
“Ben usumda badem filizleriyle örülü bir çevre çizeceğim. Usumda çizdiğim bu çevre
içinde kulaklı ve kulaksız Alim Aydamaklarımız; çilli Sevgililerimiz ve koca burunlu
Halidelerimiz; üzüm bağlarımız ve mezarlıklarımız; ak keçilerimiz ve karatavuklarımız;
Ayı Dağ’ımız ve Soğuksu’yumuz; badem dallarına asılı bebeklerimiz ve bağlarda
kanlanan tavşanlarımız; suyumuz, havamız, ışığımız; etimiz ve canımız; akımız,
karamız, yaramız… her şeyimiz ve her şeyimizin ortasında ben- ben, sürgünü bin yıl
süren Yahudi sabrıyla usumda çizdiğim bu çevre içinde durarak içimden:”(Dağcı 2012:
220)
Mansur’un odası Haluk’un hayalinin yeridir. Müsadere edilmiş evler ise gerçekliğin mekânlarıdır.
Mezarlıklar milletin kolektif hafızasının mekânlarıdır.
Haluk’un hayali olarak romana girmiş olanlar aslında yazarın biyografisinden taşıp gelenlerdir.
Kendisinin ve Kırım’lıların ortak hayalidir. Efsanevi yurtsever Alim Aydamak, üzüm bağları,
dağları, ve mezarlıklarıyla bunlar bir millete ait değerlerdir. Yazar sabırla hayalinin gerçek olacağı
günü beklemektedir.
Müsadere edilmiş evler Kırım’ın tarihidir. Kırım’da yaşanan gerçek tarihtir. İstilanın neticesidir.
Mezarlık ise bir milletin belleğidir. Her ne kadar orada yatanlar hayatta değillerse de milletin
belleğinde canlıdırlar. Geçmişi yaşatırlar. Doğal olarakmezarlıklar, bir milletin hayatta olmayan
insanlarınıgünümüzde yaşatan yegâne fiziki yerlerdir. Bundan dolayı olayların belli bir bölümünde
mezarlıklardan bahsedilmiştir.
Romanın can alıcı noktasını mezarlıktaki badem ağacı oluşturur. Mezarlıktaki bu badem ağacı
kesilir. Ama bu badem ağacı yine filiz vermeye devam eder. Bu metafor Kırımlıların çoğu mezarda
18
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
olsa bile tamamen yok olmayacağının ve Kırım’da tekrar yaşayacaklarına dair bir göndermedir.
(Kocakaplan 1998:70)
Diğer iki romanın Onlar da İnsandı’da Bekir’in, O Topraklar Bizimdi’de Hasan’ın kayınpederinin
kendi toprağında can vermeleri de bu iki romanın eşik kronotupunun mecazi anlatımlarıdır. Kendi
toprağında ölmek kendi toprağında dirilmenin simgesel anlatımıdır.(Şahin 2011: 145) Mikhail
Bakhtin’e göre eşik kronotopu üstü örtük bir şekilde vurgulanan metoforik ve simgesel anlatımdır.
Cengiz Dağcı’nın romanlarında vurguladığı bu mekânlar onun geriye dönüp baktığı ve hatırladığı
mekânlar değildir, o hayattayken Londra’da eşi Regina’nın yanında bu bahsettiği mekânlarda
adeta bizzat yaşardı. Kendisi de bunu hatıralarında şöyle ifade eder.
“Sık sık. Altmış yıl boyunca üstünde doğup büyüdüğüm topraklara dönmediğim bir
günüm, gecem olmadı. Yolum oraya her düştüğünde başkalarının beni görmelerini ve
duymalarını istedim.
Hayır, hayali değildi benim ziyaretlerim. Hiç kopmadı benim gerçeklerimizden benim
ziyaretlerim.”(Dağcı 1998: 12)
Sonuç
Netice olarak, Cengiz Dağcı’nın eserlerinde iki türlü kronotop görülür. Bunlardan biri yol, diğeri
ise eşik kronotopudur. Yol kronotopunda anayurtdan çıkıp yollarda karşılaştığı olaylar yol zamanuzamıyla ifade edilirken, ikinci tür kronotop ise sokak ve meydanlara taşan olaylar örgüsünün eşik
zaman-uzamı kullanılarak anlatılmasıdır.
Cengiz Dağcı’nın bu mekânlardan uzun süre uzak kalmasına rağmen sanki bu mekânlarda hep
yaşamış gibi bu mekânlardan bahsetmesi, bu mekânların bellekte canlı kalmasını sağlamak ve
tekrar oralarda Kırım Tatarlarının yaşamasına yol açmak içindir. Bir ölçüde kimliğin ihtiyacı olan
toprak parçasını inşa etmektir. Bunun öylesine bir toprak parçası olmadığını bu toprak için çok
acılar çekildiğini onun için bu yerlerin kendileri için vazgeçilmez bir mekân olduğudur.
19
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Bu mekânlar orada hayat sürdükleri, orada var oldukları, oradan çıkınca yaşamakta zorlanacakları
yerlerdir. “Yurt kavramı nehriyle, deniziyle gölleri ve dağlarıyla kutsal hale gelir. Tarihi bellek ve
çağrışımların mekânları haline gelir.”(Smith 2004: 25) Anthony Smith’in bu sözünü haklı
çıkarcasına çok kez romanlarında yazarın bu özel mekânlardan bahsetmesi, oraların kimlikleri için
çok önemli hatta kutsal olduğunun bir kanıtıdır.
Kaynakça
Abalı, Nurullah, (2009), Gelenksellik ve Modernizm açısından Kılık Kıyafet, İstanbul, İlke
Yayıncılık.
Bakhtin, Mikhail, (2001), Romana Edebiyat Teorisinden Dil Felsefesine Seçme Yazılar, (Çev:
Soydemir,Cem) İstanbul: Ayrıntı.
Coşkun, Betül, "Halide Nusret Zorlutuna’nın Romanlarını Kronotopik Okuma", Turkish Studies,
International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, , 6/1,
Winter 2011, s. 860-877.
Dağcı, Cengiz, (2012), Badem Dalında Asılı Bebekler, İstanbul, Ötüken, 6. Basım
Dağcı, Cengiz, (1998), Hatılarda C.D., Ötüken, İstanbul.
Dağcı, Cengiz, (2010), İhtiyar Savaşcı., Ötüken, İstanbul.
Dağcı, Cengiz, (1989), Korkunç Yıllar., Ötüken, 5. Basım,İstanbul.
Dağcı, Cengiz,(1990), O Topraklar Bizimdi., Ötüken, 15 Basım, İstanbul.
Dağcı, Cengiz, (1990), Onlar da Insandı., Ötüken, 15 Basım, İstanbul.
Dağcı, Cengiz, (1996), Biz Beraber Geçtik Bu Yolu, Ötüken, 1. Basım, İstanbul.
Dereli, Gülsüm, (2011), "Kültürel Bellek: hatırlayış ve unutuş." Hafıza Çalıştayı, Nesin
Matematik Köyü, Ekim 2011.
Kocakaplan, İsa. (1998), Kırım'dan Londra'ya Cengiz Dağcı., Ötüken, İstanbul.
Narlı, Mehmet. (2007), "Romanda Zaman ve Mekan Kavramları." Balıkesir Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi Mayıs 2007, s.5-7.
Smith, D. Anthony (1991),Milli Kimlik. (Çev: Şener, Bahadır Sina). 2004 ed. İstanbul.
Şahin, İbrahim, (2011), "Cengiz Dağcı'nın Eserlerinde Neden/nedensizlik Dili." Bellek-İnsanEser. Ed. Emel Kefeli, Nesrin Sarıahmetoğlu, Ötüken, İstanbul.
20
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
SOFRACI DİVANI VE NÜSHA TANITIMI
Adem Balaban
Bünyamin Çağlayan
ÖZET
Dil, kültür ve tarihimizin hazineleri olan Türkçe yazma eserler, yurt içi ve dışında birçok
kütüphane bulunmaktadır. Bunlardan birçoğu incelenmiş olsa bile bazıları hala bilinmemekte ve
gün ışığına çıkmayı beklemektedir. Bu eserlerden biri de Arnavutluk Milli Kütüphanesi Dr. 7. D.
19 numarada kayıtlı olan Sofracı Divanı’dır. Eserin Uşşakitarikatına bağlı Sofracı mahlaslı biri
tarafından yazıldığı anlaşılmakla beraber, Sofracı’nın kim olduğu hakkında herhangi bir bilgi
yoktur. İçindeki şiirlerden Sofracı’nınadının Derviş Ali olduğu, Uşşakitarikatine mensup olduğu
ve Uşşakişeyhi CemâleddinUşşâkî(ö. 1750) döneminde yaşadığı anlaşılmaktadır. Şiirlerinde sade
bir dil kullanan şair dini tasavvufi şiirler yazmıştır. Bu çalışmamızda Sofracı Divanı’nın nüsha
tanıtımı ve içindeki şiirler hakkında bilgi verilecektir. Kaynaklarda adı veya mahlası
zikredilmeyen Sofracı’nın bu çalışmamız ile edebiyat dünyasında bir değerlendirmeye tabi
tutulacağına inanıyoruz.
Anahtar Kelimeler: Sofracı divanı, Uşşakî, nüsha, yazma eser.
SOFRACI’S DIVAN ANDITS DESCRIPTION
ABSTRACT
Turkish manuscripts are treasures of our language, culture and history. These works are found at
many libraries in Turkey and abroad. Many of them have been studied even though some of them

Dr.Hëna e Plotë "Bedër" Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Tiran/Arnavutluk.

Dr.Hëna
e Plotë "Bedër" ÜniversitesiTürk Dili ve Edebiyatı BölümüTiran/Arnavutluk.
21
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
still wait tobe known. One of these works is Sofracı’s Divan. This book was registered at Dr. 7.
D. 19 number at the National Library of Albania. Sofracı who is a member of Uşşaki Cultwrote
this work. There is no information about him in his book or in any other sources. According to his
poems, Sofracı lived during sheikh Jamaluddin Uşşâkî (d. 1750) period or after him. He used plain
language in his poems and wrotereligiousmystical poems. In this study, we will present Sofracı’s
Divan and will give information about the content of the book. We belive that our study will
contribute to the literary by introducing Sofracı’s Divan to the world.
Keywords: Sofracı’s Divan, Uşşakî, manuscripts, copy.
Sofracı’nın Hayatı
Sofracı mahlasıyla yazan şair hakkında kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. Ancak eserinden
hareketle, kişiliği, dili, edebi kimliği, dünya görüşü hakkında bilgiler vermeye çalışacağız.
Hakkında bilgi edinmeye çalıştığımız tek eser, yine kendinin yazmış olduğu divanıdır. Bir
şiirinden adının Ali olduğu ve Edirneli Pir Cemâleddin Uşşâkî’nin müritlerinden olduğu
anlaşılmaktadır. Kullandığı mahlasa ve aşağıdaki beyte bakılırsa Pir Cemâleddin Uşşâkî’nin
yanında sofracılık yapmıştır:
Cemâlinin bendesidir Sofracı derviş ‘Âlî
Nâm u ‘ârı terk idüp şevkiyle devrân eyleriz (18a/10)
Bunda bana didilerSofracı derviş ‘Âlî
Bundan ulu adımız cândamihmân gizlidir (16b/10)
Eserin telif ya da istinsah tarihi bulunmamaktadır. Dolayısıyla Sofracı’nıneserini nerede ve ne
zaman yazdığı bilinmemektedir. Ancak şeyhinin İstanbul’a gitmesini bir şiirinde dile getirmesi,
muhtemelen Edirne’de yaşadığını göstermektedir. Bir şiirinde şeyhinin İstanbul’a gidişini ve
kendisinin bu ayrılıktan duyduğu üzüntüyü dile getirmiştir:
İslâmbul’a hicret itdi,egri kapuyı feth idi
Meşâyih cümlesi didi, kutb-ı ‘âlemdir ey sufî (40a/11)
Şair divanının başında yazmış olduğu bir elifnamede, kendisinden ve divanını yazmasından
bahsetmektedir. Aşağıdaki beyitlerden mahlasının Sofracı olduğu ve divanını yazmak için büyük
zatların himmet ve dualarına müracaat ettiği anlaşılmaktadır.
22
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Yatıp her dem Sofracıâh eyledi
Yürek suzân , ciğerbiryân eyledi
Yazampîrler himmetiyle divânı
Yardım ide, bulamHak’da mekânı (3b/2-3)
Şair, divanının başında yazmış olduğu elifnamede Uşşâkî tarikatının methini yapar. Hz. Ali, Hz.
Hasan, Hz. Hüseyin ve Hasan Basri’den başlattığı Uşşâkî tarikatındaki silsileyi sayar ve kendi
şeyhi Edirneli Pir Cemaleddin Uşşakî’ye kadar getirir ve onları över.
Bu ‘Uşşâkîtarikiminmedhini
Eyledin yâd, cümle erler ismini
Pürnur eyle cümlesininkabrini
Bu fakire ‘ayân eyle sırrını (6a/10-11)
Kendisinin de Halvetilerin Uşşaki koluna mensup bir derviş olduğunu, şeyhininde Edirneli Pir
Cemaleddin Uşşakî ve Pir Hüsameddin Uşşakî olduğunu zikretmektedir:
Bu derviş Sofracı anunkuludur
Cemâleddinolubdur ol meşâyih (13a/10)
Gel ey Derviş Sofracı nuş eyle câmısakiden
Dost elinden içmeyen mestâne olmaz âşinâ (7a/7)
Yeri gögikaplamışdırkemâlî
Ya’nisultân şeyhimdir Cemâlî
Yeter dilde bana şâhım Cemâlî
Yeter cândasecdegâhımCemâlî (5b/12)
Sofracının budur hâli, bir oldıhâl ile kâli
23
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Pîrioldır ŞeyhCemâlî, kalma yabanda ey zâhid (14b/14)
Ehil diller ser çeşmesi, evliyâlar güzidesi
SeyyidAhmedhalifesi, Hüsâmeddin benim pirim
Kasım Paşa’dır ol er makâmındadolunurlar
‘Âşık isen sen de eger, Hüsâmeddin benim pirim
Sofracının odur şâhı kusurı çokiderâhı
Evliyâlarpadişahı , Hüsâmeddin benim pirim (29a/3,6,9)
Ezelden yâr ile yâriz,bize ‘Uşşâkîlerdirler
Gel ey zâhid biz ol cânız, bize ‘Uşşâkîlerdirler
Ezel bezmindenuşitdik , anınçun mest olup geldik
Dost cemâlin‘âyan gördük, bize‘Uşşâkîlerdirler (15b/7-8)
Şiirlerinden,bir peygamber aşığı, ehl-i beyt ve Hz. Ali sevdalısı olduğu anlaşılan Sofracı, Hz.
Peygambere ve onun ehline karşı duyduğu sevgiyi şöyle dile getirmektedir:
Cümlenin şâhı sensinyâ Muhammed
Şefâ’atkânı sensinyâ Muhammed (13b/5)
Cümle mahluk sana ‘âşık efendim
‘Âşıkıncânı sensinyâ Muhammed (13b/10)
Hakikat menzilin bilen Sofracı
Muhammed’le ‘Âlî sevmek durur farz (23a/3)
Enbiyâlar mahremisinkıl şefâ’atyâ‘Âlî
Evliyâlar rehberisinkıl şefâ’atyâ‘Âlî (39b/13)
24
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Divanında tasavvuf öğretilerinin izleri çok sık görülmektedir. Şiirleri, Allah ve peygamber
sevgisinin yanı sıra gerçek ilim, dünyanın faniliği, ölüm ve ahiret, ramazan, tarikat adap ve
kuralları gibi konuları işlemektedir.
Uşşakilik
Uşşakiye veya Uşşakîler, Halveti Tarikatı’nın bir koludur. Merkezi, İstanbul Kasımpaşa’dadır.
Kurucusu olarak Pir Hüsameddin Uşşakî kabul edilir. (Serin, 1984:131) Pir Hüsameddin 1475
yılında Buhara’da doğmuştur. Daha sonra Anadolu’ya giden Pir Hüsameddin Uşak’a yerleşir.
Uşakta yaşadığı ve böyle tanındığı için Uşşakî diye anılır. Bu şehirde Halvetî şeyhlerinden Emir
Ahmed-i Semerkandi’ye intisap eder. Uşak’ta yüz yaşına kadar yaşar. III. Murad döneminde
İstanbul’a getirilir, padişah onun için bir tekke yaptırır ve Kasımpaşa’ya yerleştirir. Yüz yaşından
fazla yaşadığı rivayet edilir. 1595 yılında vefat etmiştir, türbesi bu semtteki kendi adıyla anılan
Hüsameddin Uşşakî tekkesindedir (Özdamar, 2007:1-15).
Pir’in ölümünden sonra Uşşakiye tarikatı üç talebesi tarafında devam ettirilmiştir ve farklı adlarla
anılmıştır. Akkuşa’a göre, “HüsâmeddinUşşâkî’nin tarikat silsilesi, Halvetiyye’nin ana
kollarından Ahmediyye’nin kurucusu Yiğitbaşı Ahmed Şemseddin Efendi’ye ulaşır. Kurucusu
olduğu Uşşâkiyye tarikatından Edirneli CemâleddinUşşâkî’ye (ö. 1164/1751) nisbet edilen
Cemâliyye, Cemâliyye’den de SalâhaddinUşşâkî’ye (ö. 1197/1783) nisbet edilen Salâhiyye ve
CâhidîAhmed Efendi’ye (ö. 1070/1659) nisbet edilen Câhidiyye şubeleri meydana gelmiştir.”
(Akkuş, 1998:515).
Günümüzde, merkezleri İstanbul/Kasımpaşa olmak üzere PîrSeyyidHüsâmeddinşşâkî Vakfı çatısı
altında Uşşakilerin birçok şehir ve ülkede şubeleri bulunmaktadır. Vakıf ve şubeleri, ilmi toplantı
ve kurslar düzenlemek, ihtiyaç sahiplerine maddi destekler yapmak, yurt içi ve dışında ahlak
dersleri tertip etmek gibi faaliyetler yapmaktadır. Vakıf, isminin kaynağını ve amaçlarını resmi
internet sitesi http://www.ussakivakfi.org/ ‘da şöyle ifade etmektedir:
“Uşşâkî vakfı ismini peygamber torunu tasavvuf ve islam âlimi hâtemen Pir, Seyyid Hasan
Hüsâmeddini Uşşâkî hazretlerinden almıştır. Uşşâkî vakıfları, Pir Seyyid Hasan Hüsâmeddin
25
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Uşşâkî hazretlerinin bıraktığı mirâsa sahip çıkarak, onun tasavvuf yolunu, eserlerini, fikirlerini,
kısaca tüm mirasını daha sonraki nesillere aktarabilmek için kurulmuşlardır.”
Son zamanlarda her türlü medyada yer almaya başlayan Uşşakiler, yurt dışında da birçok faaliyet
yapmaya
başlamıştır.
(Konuralp,
2006)
Uşşakiler
ve
Uşşakilik
hakkında
http://www.ussakivakfi.org/ adlı internet sitesinden detaylı bilgi bulunabilir.
Sofracı Kavramı
Şairler mahlas seçerken kişiliklerine uygun veya yaptıkları işe göre uygun düşen kelimeleri tercih
ederler. Bu yüzden mahlasları da şair ile birlikte bir değerlendirmeye tabi tutulur. Şairin mahlasını
Sofracı olarak seçmesi bir tarikata bağlılığı ve burada ifa ettiği görevi konusunda bize bilgi verir.
Tekkelerde Sofracı veya kurbancı olarak adlandırılan görevliler mutfak malzemelerinin temini,
yemek hazırlanması ve servis yapılması gibi işleri yapan dervişlerdir. Şairin de bu görevi yapan
bir derviş olduğu anlaşılmaktadır.
Sofracı Divanı
Tiran Milli Kütüphanesi’nde Dr 7/19 D yer numarası ile kayıtlı olan Sofracı Divanı 48 varaktan
meydana gelmektedir. Tamir gördükten sonra kiremit renkli karton ciltli hale getirilmiştir.
Varakları 18.5X14, 15X11 cm. ölçülerindedir. 2a’da ”Sahib ve maliki Koplikzadeganlarından ElHac Tahir oğlu Rüstem. Sene H.1212” sözleri ile ifade edilen temellük kaydı bulunmaktadır.
Müstensih, istinsah tarihi ve istinsah edilen yer konusunda bilgi veren kayda yer verilmemiştir.
Her sayfada on beş satır yer alır. Varaklar numaralandırılmış olduğundan baştan bir varak eksik
olduğu anlaşılmaktadır. Saman kâğıt üzerine siyah mürekkeple harekesiz rika ile yazılmıştır.
Mahlaslar kırmızı mürekkeple yazılmış ve üzerine kırmızı çizgi çekilmiştir. Varak sonlarında
bulunan çobanlar da kırmızı mürekkeple yazılmışlardır. Okunmasında zorluk yaşanacağı tahmin
edilen kelimeler kırmızı renkli mürekkeple harekelendirilmiştir. Şiirlerde geçen özel isimler de
kırmızı mürekkeple yazılmıştır. Baş tarafta mesnevi nazım şekliyle yazılmış bir sebeb-i telif ve
devamında silsilename bulunmaktadır. Eserin başlangıcında yer alan bu mesnevi ve sonunda
bulunan iki elifname ile Cemali’nin iki gazeline ve Niyazi’nin bir gazeline yapılan tahmisler hariç
şiirler alfabetik sıraya göre tertip edilerek yazılmıştır. Kafiyelere ayrılan bölümlerde farklı nazım
şekilleri de yer alır. Öztürk’ün aktardığına göre, elifnameler kimi araştırmacılara göre tür(Güzel,
26
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
2006:634), kimilerine göre ise tür mü şekil mi olduğu belli olmayan(Gökçimen, 2010:105)bir
şiirler olarak kabul edilir. Ayrıca Öztürk de, “Elifname önce harfin zikredilmesi, sonra da onunla
başlayan bir kelimenin seçilmesi biçiminde olabildiği gibi sadece alfabetik dizilişleri alt alta sıralı
ya da belli bir düzen dahilinde kelimelerin seçilmesi yolu ile de meydana getirilmiştir. Harfler,
dolayısıyla kelimeler, ekseriya rastgele olmayıp muhtevaya uygunluk gösterir. Eski Yunan ve
Latin edebiyatlarındaki akrostiş bizdeki karşılığı ile “muvaşşah” şiir türüyle benzerlik
göstermektedir.” demektedir(Öztürk, 2012:175).
Sofracı Divanı’nda elifname suretinde yazılmış bir silsilename de bulunmaktadır. “Bir tarikatın
birbirine icâzet veren şeyhlerinin adlarını ihtiva eden liste olarak tanımlanan silsile ve silsileyi
oluşturan isimlerin yazılı olduğu belgeye silsilenâme veya tomâr denilmiştir. Bir tarikata veya
çeşitli tarikatlara ait silsilelerdeki isimlerin geniş olarak anlatıldığı eserlere de bu adlar
verilmiştir(Tosun, 2009:207).Silsilenameler özellikle tarikat mensubu şairlerin eserlerinde
görülür.
Divanın baş tarafında birbiri ile bütünlük taşıyabilen iki mesneviden sonra elif harfiyle
kafiyelenmiş 10, be harfiyle kafiyelenmiş üç, te harfiyle kafiyelenmiş 5, se harfiyle kafiyelenmiş
1, cim harfiyle kafiyelenmiş 2, ha harfiyle kafiyelenmiş 1, hı harfiyle kafiyelenmiş 1, dal harfiyle
kafiyelenmiş 4, zel harfiyle kafiyelenmiş 1, re harfiyle kafiyelenmiş 8, ze harfiyle kafiyelenmiş 7,
sin harfiyle kafiyelenmiş 2, şın harfiyle kafiyelenmiş 3, sad harfiyle kafiyelenmiş 2, dat harfiyle
kafiyelenmiş 3, tı harfiyle kafiyelenmiş 2, zı harfiyle kafiyelenmiş 2, ayn harfiyle kafiyelenmiş 2,
gayn harfiyle kafiyelenmiş 1, fe harfiyle kafiyelenmiş 2, kaf harfiyle kafiyelenmiş 2, kef harfiyle
kafiyelenmiş 4, lam harfiyle kafiyelenmiş 8, mim
harfiyle kafiyelenmiş 6, nun harfiyle
kafiyelenmiş 10, vav harfiyle kafiyelenmiş 3, he harfiyle kafiyelenmiş 15, ye harfiyle kafiyelenmiş
10 şiir ve sonda ise iki elifname ile Cemali’nin iki gazeline ve Niyazi’nin bir gazeline yapılan
tahmisler yer alır. Gazel, terkib-i bend, murabba, tahmis ve mesnevi nazım şekilleriyle yazılı şiir
toplamı 127’dir.
Sofracı kafiyeler ile ilgili farklı bir uygulama yapmaya özen göstermiştir. Divanın başında yer alan
elifnamede mısra başları ve sonlarında aynı harfleri kullanmak suretiyle her beyitte bir harfi
kullanarak 28 harfi tamamlar. Şiirin devamı olarak da değerlendirebileceğimiz 58 beyit
uzunluğundaki kısımda 39 beyit boyunca her beyitte mısra başları ve sonlarında y harfi kafiye
olarak kullanılır. Son dokuz beyitte ise sadece mısra sonlarında y harfi ile kafiye yapılmıştır.
27
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Şairler muvaşşah (akrostiş)şiirler yazarak mısra başlarında kullandıkları harflerle ancak dikkatlice
incelendikleri zaman anlaşılabilecek kavramları gizleyerek anlatmak suretiyle şiirlerine zenginlik
katmak isterler. Divanın başındaki elifname, sonunda onun devamı mahiyetindeki şiir ile birlikte
ele alındığı zaman eserini tamamlamaktan duyduğu sevinci “heyyyyy...” şeklinde bir ünlem ile
anlatmak istediğini düşünebiliriz.
Divan sonunda yer alan ikinci elifnamede diğer elifname yazan şairlerde karşılaştığımız gibi
harfler alfabetik sıraya göre mısra başında kullanılırlar. Üçüncü elifnamede ise harfler tersten
başlanarak kullanılır. Bu iki elifname beraber değerlendirildiğinde simetrik bir yapı arzettikleri
görülür.
Sofracının Edebi Kişiliği
Mutasavvıf şairler şiirlerini bağlı bulundukları tarikatın düşüncelerini geniş bir kitleye
anlatabilmek amacıyla bir araç olarak kullanırlar. O yüzden fikirlerini kolay anlaşılır şekilde edebi
kaygı gütmeden anlatmaya çalışırlar. Sofracı da bir tarikat mensubu olduğundan aynı yolu izler.
Hatta daha etkili olması için tarikata yeni gelen dervişlere tarikatın esaslarını anlatmak için kaleme
aldığı nutuklarında nefsine hitap eder. Böylece daha etkili bir şekilde dervişlerin tarikat
geleneklerine uymalarını sağlamaya çalışır. Sofracı, tasavvufi anlayışına göre yazdığı şiirlerinde,
inançlarını, sevgilerini dile getirmiş. Sevdiği kişileri övmüş ve içindeki duyguları lirik bir tarzda
yazıya dökmüştür. Bunu yaparken ağdalı bir dil yerine sade ve anlaşılır bir dil kullanmıştır. Allah
aşkını, peygamber, Ehl-i beyt ve Hz. Ali sevgisini, tevhit akidesini, dini akideleri, nefis
mücadelesini şiir şeklinde ifade etmiştir.
Dil ve Üslubu
Diğer tasavvuf şairleri gibi, Sofracı da günlük dile yakın sade ve anlaşılır bir dil kullanmıştır. O
yüzden şiirlerinde aruz ölçüsü yanında hece ölçüsünü de kullanmıştır. Özellikle bazı gazelleri,
içerisinde hiç bir Arapça ve Farsça tamlama kullanılmadan yazılmış şiirlerdir. Şiirlerinde günlük
konuşma dilinden birçok kelimeyi kullanan Sofracı, yer yer Arapça ve Farsça tamlamalarda
kullanmıştır. Bu da onun klasik şiir geleneğini bildiğini ve tarikatta iyi bir eğitim aldığını
göstermektedir. Şu beyitler oldukça sade yazılmıştır:
Gel ey derviş baña itme sen de naz
28
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Var ise gönlünde ‘aşkın durma yaz
Erenler kuru laf almaz cihânda
Yürü gel hâlini söyle behakaz
İkilikden geçüp birlik eyle sen
Olam dirsen eger ‘âlemde üstaz (18b/10,11,13)
Şu beyitlerde ise yer yer tamlamalar kullanmıştır:
Ehl-i ‘aşkın her demi zevk u safâdır sema’
Dost yoluna cân atar ruha gıdadır sema’
Muhabbetin şevkine pervâne-veş yandılar
Bahr-i ‘ummâna dalup cezbe-i hüdâdır sema’ (24a/5-6)
Sade bir dilin yanında çok az da olsa Arapça ifadeler de kullanmıştır. Bu da onun din ilimlerine ve
Arapçaya hakim olduğu göstermesi bakımından önemlidir:
Ey Sofracı fedâ eyle dilbere sen cânını
“Mutıgableentemuten” sırrına ir bul necât (11a/2)
Hakk Te’âlâ buyurdu Musa’ya “lenterâni”
Vücudunda anların nice sultân gizlidir (16b/9)
Sofracı şiirlerinde sanat kaygısı gütmez, onun amacı şiiri bir araç olarak kullanmak ve fikirlerini
ifade etmektir. Bundan dolayı halka hitap etmiş ve bu sebeple herkesin anlayabileceği sade bir dil
kullanmıştır. Aşağıdaki beyitleri onun sade ve anlaşılır bir dil kullandığını göstermektedir:
Nefsi kim bildi, Râbbin buldı
Şikârın aldı ala gör sende
Sofracı söyler kendisi dinler
29
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Gözüm kan aglar göresin sende (37b/4-5)
Sofracı divanı harekesiz bir metin olduğu için tahmini yazıldığı yüzyıla göre Osmanlı Türkçesiyle
okumayı tercih ettik. Ancak eser, Eski Anadolu Türkçesi dil özellikleri de göstermektedir. Bu
şairin halkın anlaması için sade bir dil kullanmayı tercih etmesindendir. seninçün (4a/5), fırsand
(10a/4), oluben (10a/11), aldamasun(10b/5), urmuşum (11a/12), görücek (39b/10) gibi ifadeler
onun halkın diline çok yaklaştığını göstermektedir.
Şiirlerini, dini tasavvufi bir çizgide yazan Sofracı’nın şiirlerinde üslup açısından Yunus Emre gibi
tasavvuf şairlerinden etkilendiği görülür:
Aç gözün sen sana bak, sendedir bu dört kitab
Cehlini elden bırak, sendedir bu dört kitab (9b/8)
Otuz iki harfi okudum tamam
Gidüp benlik kalmadı hiç bahâne (36b/6)
Sofracı’nın başka bir mutasavvıf şair olan Hüdayi ile aynı redifi kullanarak “Tevhide Gel” redifli
bir şiir yazmış olması ondan da etkilendiğini gösterir. Muhtemelen bu şiir de Hüdayi’nin şiiri gibi
bestelenip tekkelerde okunmuş olabilir.
Sultân olmak ister isen sen eger
Tevhîde gel, tevhîde gel tevhîde
Sırrı Hakk’dan almak istersen haber
Tevhîde gel, tevhîde gel tevhîde (39a/4-5)
Aziz Mahmud Hüdayi’nin tevhide gel redifle şiirinin ilk beyti de şöyledir:
Buyruğun tut Rahman'ın, tevhide gel tevhide
Tazelensin imanın, tevhide gel tevhide (Tatçı&Yıldız, 2005:220)
Sonuç
Tanıtımını yaptığımız ve genel olarak değerlendirdiğimiz eser “Sofracı Divanı”, Sofracı mahlaslı
Uşşaki tarikatına bağlı bir tasavvuf şairi olan Derviş Ali tarafından yazılmıştır. Divan başta
30
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
elifname ile başlayıp yine elifname ile bitmektedir. Divanda gazeller,musammatlar, tahmisler ve
elifnameler vardır. Manzumeler, dinî-tasavvufî edebiyat geleneği çerçevesinde yazılmış, şekil ve
muhteva olarak bu edebiyatın kaidelerine bağlı kalınmıştır. Dörtlük ya da beyit nazım birimleriyle
yazılmış olan manzumelerde, dinî-tasavvufî edebiyatın ilahi aşk, ahlak, ibadet gibi bilinen ve ortak
konuları, tasavvuf adabı ve erkanı, sufi bir bakış açısıyla, öğretici ve rehberlik edici bir tarzda
yazılmıştır. Divan üzerine yapılacak olan dil araştırmaları, farklı tematik ve mukayeseli
çalışmaların, divanın muhtevasının anlaşılması ve zenginliğinin ortaya konması bakımından
faydalı olacağı kanaatindeyiz.
Kaynakça
Akkuş, Mehmet(1998). Hüsameddin Uşşakî, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.18, s.515, İstanbul.
Aziz MahmudHüdayi(2005), Divan-ı İlahiyat, (Haz. Mustafa Tatçı, Musa Yıldız), 1.bs., Üsküdar
Araştırma Merkezi, İstanbul.
Gökçimen, Ahmet(2010). Türkmen Edebiyatında Elifname, Atatürk Üniversitesi Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü Dergisi (TAED), 43, Erzurum, ss. 105-120.
Güzel, Abdurrahman(2006). Dini-Tasavvufi Türk Edebiyatı, AkçağYayınları , Ankara.
Konuralp, Okan(2006). Türkiye’nin Tarikat Ve Cemaat Haritası, Hürriyet Gazetesi, 17 Eylül
2006.
Özdamar, Mustafa(2007). Hüsameddin Uşşaki ve Uşşakiler, Kırk Kandil Yayınları, İstanbul.
Öztürk, Nuran(2012). Elifname ve Nidai'ninElifname'si, Çukurova Üniversitesi, Türkoloji
Sempozyumu Bildirileri, Adana.
Serin, Rahmi(1984). İslam Tasavvufunda Halvetilik ve Halvetiler, Petek Yayınları, İstanbul.
Sofracı Divanı, Derviş Ali, Arnavutluk Milli Kütüphanesi Yazma Eserler Bölümü, Nur: Dr. 7. D.
19.
Tosun, Necdet(2009). Silsile, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.37, s.2, İstanbul.
Yücer, Hür Mahmut(2002). XIX. Asırda Anadolu’da Tasavvuf, Marmara Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi.
http://www.ussakivakfi.org/
31
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRKÇE ÖĞRETİM PROGRAMLARININ YAZMA
BECERİSİ BAKIMINDAN İNCELENMESİ
Ali Fuat ARICI
Hikmet DEGEÇ
ÖZET
1924 yılında hazırlanan program, cumhuriyet döneminin ilk Türkçe programı olma özelliği
taşımaktadır. Bu programın adı 1340 “Lise Birinci Devre Müfredat Programı” olarak
belirlenmiştir. Programda yer alan “lise birinci devre Türkçe” ibaresi, cumhuriyet döneminin
başlangıç yıllarında ortaokul ve liselerin tek bir yapı altında birleşmiş olmasından
kaynaklanmaktadır. Bu yapının ortaokul devresi birinci devre; lise devresi ise ikinci devre olarak
adlandırılmıştır. Bu nedenle Türkçe programı da lise programı ile birlikte yayınlanmıştır.
Türkçe eğitimi ve öğretimi dinleme, konuşma, okuma, yazma becerileri ile dil bilgisi etkinlikleri
üzerine temellendirilmiştir. Bu ayrım, uygulamalarda kolaylık olması açısından yapılmıştır. Bu
etkinlik alanları, kendi içinde bir bütünlük taşıdığından Türkçe dersleri işlenirken buna uyulmaz.
Yeri ve zamanına göre bir etkinlikten diğerine, derste herhangi bir kopukluk olmamasına dikkat
ederek geçişler yapılır. Türkçe öğretiminin en önemli ilkelerinden birisi de değişik dil çalışmaları,
etkinlikleri arasında sıkı bir iş birliğinin bulunması gerektiğidir. 1924 Türkçe programında Türkçe
öğretimine bir bütün olarak yaklaşılmadığı görülmektedir. Türkçe dersi kendi içinde kıraat, sarf
ve nahiv, kitabet… gibi alanlara bölünmüştür. Programda belirtilen dersler yoluyla öğrencilere
okuma, yazma, konuşma becerileri kazandırılmaya, dil bilgisi konuları öğretilmeye
çalışılmaktadır.
Yeni
alfabenin
kabulü
ile
birlikte
1929

Doç. Dr. Dumlupınar ÜniversitesiEğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi, Kütahya.

Okt. Dumlupınar ÜniversitesiEğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi, Kütahya.
32
yılında
yeni
bir
Türkçe
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
programı hazırlanarak 1930 yılında uygulanmaya başlamıştır. Ancak bu programda da Türkçe
derslerine bir bütün olarak yaklaşılmamıştır. Programda Türkçe dersleri gramer, tahrir ve kıraat
alanlarına
ayrılmış
ve
bunların
her
biri
için
farklı
ders
saatleri
belirlenmiştir.
AnahtarKelimeler: Türkçe, öğretim programları, yazma eğitimi.
RESEARCHING OF WRITING SKILL OF THE REPUBLIC PERIOD
TURKISH TEACHING PROGRAMMES
ABSTRACT
The programme which was arranged in 1924, is the first Turkish programme of republic period.
The name of this programme has been determined as “the first period curriculum programme of
high school”). The clause of “the first period curriculum” which is in the programme shows that
secondary school and high school were associated in the same system at the beginning of the
republic period. The secondary school period of this structure has been named as the first period
and high school period has been named as the second period. For this reason, Turkish programme
was published with high school programme. Turkish education was based on listening, speaking,
reading, writing skills and grammar. This division was made in terms of convenience in practices.
These practices which has integrity are not performed during Turkish classes. During the classes,
practices are performed without disconnection. One of the most significant principle of Turkish
teaching is that there is a cooperation between language practices. Turkish teaching was not
approached as a whole in 1924 Turkish programme. Turkish class is divided into parts named
reading, grammar, rhetoric, writing and speaking skills are being had and grammar is being taught
by
these
classes
that
are
in
the
programme.
By accepting of new alphabet, a new Turkish programme was worked out in 1929 and was put
into practice in 1930 But as before, Turkish classes were not approached as a whole in this
programme either. In the programme, Turkish classes are divided into grammar and reading parts,
also different schedules are specified for these parts.
33
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Giriş
Cumhuriyet döneminin ilk programı Cumhuriyetin ilanından 1 yıl sonra 1924 yılında
hazırlanmıştır. Bu program, “Lise Birinci Devre Müfredat Programı” olarak belirlenmiştir. Bunun
ortaokul kısmı birinci devre; lise kısmı ise ikinci devre olarak adlandırılmıştır. Bu nedenle lise
programı ile birlikte yer almıştır. Yeni alfabenin kabulü ile birlikte 1929 yılında yeni bir Türkçe
programı hazırlanarak 1930 yılında uygulanmaya başlamıştır. 1931-32 ders senesinde Türkçe
programı tadilatı yapılmıştır. 1938 yılında ‘Ortaokul Türkçe Programı adıyla yeni bir program
hazırlanmıştır. Yine aynı adla 1949 yılında program yenilenmiştir. 1962’de yine aynı başlıkla yeni
bir Türkçe programı yapılmıştır. 1981 yılında ise ilkokul ve ortaokul programları birlikte
‘İlköğretim Okulları Türkçe Eğitim Programı’ adıyla yenilenmiştir. Cumhuriyet döneminin son
programı ise 2006 yılında tamamlanmıştır.
1340 [1924] Türkçe Programı
Bu programın adı 1340 “Lise Birinci Devre Müfredat Programı”1 olarak belirlenmiştir. Programda
yer alan “lise birinci devre Türkçe” ibaresi, cumhuriyet döneminin başlangıç yıllarında ortaokul
ve liselerin tek bir yapı altında birleşmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yapının ortaokul
devresi birinci devre; lise devresi ise ikinci devre olarak adlandırılmıştır. Bu nedenle Türkçe
programı da lise programı ile birlikte yayınlanmıştır.
1924 Türkçe programında Türkçe öğretimine bir bütün olarak yaklaşılmadığı görülmektedir.
Türkçe dersi kendi içinde kıraat, sarf ve nahiv, kitabet… gibi alanlara bölünmüştür. Programda
belirtilen dersler yoluyla öğrencilere okuma, yazma, konuşma becerileri kazandırılmaya, dil bilgisi
konuları öğretilmeye çalışılmaktadır.
Maarif Vekâleti; Lise Birinci Devre Müfredat Programı, MatbaaiȂmire, İstanbul, 1340
1
34
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
1924 programında yazma becerisine yönelik birinci sene haftada 1 saat “imla” ile 1 saat “kitabet”,
ikinci sene haftada 1’er saat “imla ve kitabet”, üçüncü sene ise haftada 1saat “kitabet” dersleri yer
almaktadır.
1924 Türkçe programında birinci sene imla dersinde bir talebe tahtaya kaldırılarak müşterek ve
münferit tedris usulüne tabiiyetle gösterilir. Yazdırılacak parçalar o hafta zarfında okunan sarf
kaideleriyle mütenasip vasıfları haiz olanlar içinden intihap edilir. Kitabet dersinde ise talebenin
müşahede ve tahassüslerine müstenit serbest mevzular esas hududu çizilmiş vazifeler şeklinde
verilmiştir. İkinci sene imla dersinde birinci sınıf programının mütekâmilen devamı, kitabet
dersinde ise talebenin kabiliyetine ve müktesebatına göre vazifeler şeklinde verilmiştir. Üçüncü
sınıfta ise bir saatlik kitabet dersinde yıl içinde edebi malumata müsteniden esas hududu çizilmiş
vazifelere ve talebenin müşahedelerine müstenit serbest mevzulara devamı şeklinde ifade
edilmiştir.
Tahrir mevzuları hayattaki ihtiyaçlara tekabül etmelidir. Çocuk şahsi görüşleriyle yazı
hazırlamakta serbest olmalıdır..Bununlabirlikte muallimin hududunu çizerek vazife vermesi icap
eder. Tahrir dersleri yine talebenin müşahede ve tahassüslerine, muallimin vereceği esas, hududu
muayyen mevzulara ait olmak üzere mütekamilen devam etmelidir. Muhtelif üslupta yazılmış
eserlere dair bazı mülahaza ve tenkit tecrübelerinde bulunmak da faydalı olur.
1929 Ortamektep Türkçe Programı
Yeni Türk alfabesinin kabulünden sonra 1929 yılında Türkçe programı yeniden düzenlendi2.
Ders içeriği gramer, kıraat ve tahrir olmak üzere üç ana bölüme ayrılmıştır. Ders saatleri ise 1.sınıf
için haftada 2 saat, 2.sınıf için 1 saat, üçüncü sınıf için ise 1 saat olarak belirlenmiştir.
Maarif Vekâleti; Ortamektep ve Liselerin Türkçe Müfredat Programı, Yeni Gün Matbaası, Ankara, 1929
2
35
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Derslerin gayesi yedi madde ile ele alınmıştır. Kabul edilen yeni alfabenin kurallarına yönelik
gayelerin arasında gramer ve sentaks kaideleri maddesi yer almıştır. Ancak gramer konuları sadece
başlık düzeyinde nelerin işleneceği ile sınırlı tutulmuş alt başlık olarak derinlemesine bilgi açılımı
yapılmamıştır. Bir başka gaye maddesinde ise dönemin yazışmaları içerisinde önemli bir yeri olan
mektup yazmaya yer verilmiştir. Sanat ve düşünce ağırlıklı yazılar yeteneği keşfedilen, yazmaya
yatkın talebeye yönelikken, mektup gibi toplumun her kesimini ilgilendiren türlerin yazılması her
talebeyi kapsamıştır. Talebenin gördüklerini, düşüncelerini ve tasarladıklarını yazı ile anlatıp bunu
alışkanlık haline getirebilmesi amaçlanmıştır.
Yazınsal ürünlerin ortaya koyulmasında harflerin doğru yazılmasına ve talebenin kelime gücünü
arttırmaya yönelik çalışmalara ağırlık verilmiştir. Dil bilgisi sorunlarının tümevarım yöntemiyle
öğretilmesi tavsiye edilmiştir. Neyin yazılacağından çok nasıl yazılacağı üzerinde durulmuştur.
Tahrir mevzularının genel hedeflerine baktığımızda ise; anlatım çalışmaları, okuma çalışmaları,
milli ve ahlaki açıdan olumlu değer kazandırma olarak belirlenmiştir. Birinci, ikinci ve üçüncü
sınıflarda da bir ilk olarak Türk inkılâbına dair mevzular yer almıştır. İnkılâpların içeriğinin ve
amaçlarının talebeye doğru bir şekilde aktarılabilmesi için tahrir mevzularına böyle bir madde
dâhil edilmiştir.
Halk millet mekteplerinde yeni yazıyı ve vatani mevzuları öğrenirken, talebelerde okullarda
hazırlanan 1929 Ortamektep programıyla mahalli, milli veya vatani mevzuları öğrenmişlerdir.
Birinci sınıf tahrir mevzusunda talebenin anlatacağı hadiselere kısıtlamalar getirilerek, konu
daraltılmıştır. Sınıfa ilişkin konuların anlatılmasına, ilişkin olmayan konulara ise yer verilmemesi
tavsiye edilmiştir. Diğer maddesinde ise bir nesnenin her yönden anlatılması gerektiğine ancak
sınıftaki diğer talebelerin bilmediği nesnelerin tanımlanması, anlatılmasının daha gerekli olacağı
düşünülmüştür. Yine nesne tasvirinden başka okuduğu kitaba yönelik özeti de yaparken
arkadaşlarının ilgisini çekecek şekilde yapmalıdır. Bu üç tahrir mevzusunda genel olarak birey
değil sınıfın tümünü kapsayan amaçlar yer almıştır. Konular aktarılırken genel öğrenmeye önem
verilmiştir. Talebenin düşünsel gücünün arttırılması için tamamlanmamış metinlere başvurulmuş,
bu metinlerle yarım kalan hikâyenin farklı şekillerde tamamlanabilmesine müsaade verilmiştir.
36
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Konuşmaya dair çalışmaları ise talebenin gezintileri, mektep haricindeki faaliyetleriyle
tamamlanmıştır. İkinci sınıf mevzuları ise genel itibariyle talebenin biliş üstü algılamalarını ortaya
çıkaracak maddeleri içermektedir. Soyut faaliyetler, kavramlar amaçları içine alan konular
olmuştur. Hayal kurabilmenin ulvi gücünü gösterebilmek adına okudukları her türlü eserde gerçek
olmayan konuşmalara, söyleşilere yer verilmesi tavsiyeler arasındadır.
Hayal ve hakikat ayrımının göz önünde bulundurularak talebeye düşsel gezintiler yaptırılması
amaçlanmıştır. Yine birinci sınıf mevzusunda yer aldığı gibi burada da Türk inkılâbına dair
mevzuların öğretilmesi amaçlanmıştır. Talebe temas ettiği hayatları arkadaşlarına aktarırken
onlarla basit düzeyse karşılıklı fikir alışverişine girmesine izin verilebileceği de yer almıştır.
Gördükleri yerlerin izlenimlerinden de öte bu yerlere nasıl ulaşılabileceğine de değinmesi gerektiği
belirtilmiştir.
Üçüncü sınıf tahrir mevzuları incelendiğinde karşımıza geleceğe yönelik tasarımlara ağırlık
verildiği görülmektedir. Talebe meslekler hakkında bilgi sahibi olup bunları arkadaşlarına ifade
edebilmesi gerektiği yazılmıştır. Yine kitaptaki bir konuya, yazara yönelik mektup yazdırılması da
geleceğe yönelik yazma alışkanlığının kazanımına dönük faaliyetlerdir.
Üçüncü sınıf mevzularında diğer iki sınıftan farklı olarak talebelerin bir konuya ilişkin tutum ve
davranışlarını ölçme yoluna gidilmiştir. Üzerlerinde bıraktığı etkiler test edilmeye çalışılmıştır.
Kendilerinde bıraktığı izlenimlere dayanarak bunların sözlü olarak anlatılması gerektiği yer
verilen maddeler arasındadır. Son olarak da 1929 programı olması sebebiyle üçüncü sınıfta da
Türk inkılâp mevzularına ek olarak Türk Cumhuriyeti cephelerine ait mevzular da yerini almıştır.
1931-1932 Ders Senesi Tadilati Türkçe Programı
1931-32 ders senesi tadilatı Türkçe programı hemen hemen 1929 ortamektep Türkçe programının
tekrarı niteliğindedir3. Tahrir derslerinin gayesi, tahrir mevzularının sınıflara göre saat dağılımı ve
Maarif Vekâleti; Ortamektep Müfredat Programı (1931-1932 Ders Senesi Tadilatı), Devlet Matbaası, İstanbul, 1931
3
37
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
tashih ederken dikkate alınacak noktalar da 1929 Türkçe programıyla birebir örtüşmektedir. Yeni
Türk alfabesinin kabulü, Arapça derslerin müfredattan çıkarılması nedeniyle 1929 programı
yeniden gözden geçirilerek Türkçe derslere farklı bir içerik kazandırılmıştır.
1938 Ortaokul Türkçe Programı4
Bu program genel amaçların en ayrıntılı şekilde aktarıldığı programdır. Ders içeriği gramer, kıraat
ve tahrir olmak üzere üç ana bölüme ayrılmıştır. Tahrir mevzuları sınıflara ayrılmış ancak saatler
belirtilmemiştir. Derslerin gayesi ise altı bölümle belirtilmiştir. Tahrir derslerinin gayesinden bir
madde olan “gramer ve sentaks kaidelerine muvafık olarak yazmaya alıştırmak” program
gayelerinden çıkarılmıştır. 1929 ve 1931-32 senelerindeki Türkçe programında yeni Türk
alfabeleri talebeye benimsetildiği için 1938 programında böyle bir maddeye ihtiyaç duyulmadığı
için çıkarılmıştır.
Birinci sınıf tahrir mevzularında genele yönelik amaçlar yine devam etmektedir. Verilen
bilgilerden alınacak olan genel çıkarımlar da talebe temellidir. Konuların talebenin arkadaşlarına
yönelik hazırlanması gerektiği belirtilmiştir. Bildiği konuların aksine bilmediklerinin öğretilmesi,
ilgisini çekecek konulara ağırlık verilmesi gerektiği yer almıştır. Daha önceki programda Arapça
ve Farsça derslerin kaldırılması ve kelimelerin lügatten çıkarılmasıyla birlikte bu programda
maddelerde bulunan cümlelerden “muallim” yerine “öğretmen”, “alaka” sözcüğünün yerini ise
“ilgi” almıştır. Bunun dışında tahrir mevzularının maddeleri bir önceki dönemle birebir aynıdır,
farklılık arz etmez.
İkinci sınıf tahrir mevzularına geldiğimizde ise talebenin gerçekdışı unsurları kullanabilmesi
sağlanmaya çalışılmıştır. Okudukları, dinledikleri veya yaşamlarında rastladıkları birçok şahsiyet
arasından hangisini beğenip rol aldığı tespit edilmeye çalışılmaktadır. Bu sayede talebenin
karakterini analiz edebilmek mümkündür. Bir başka maddede hayran oldukları şahsiyetle hayali
söyleşi yapma imkânları herhangi biriyle söyleşi yapmaya göre daha fazla merak uyandırır ve
söyleşiyi gerçekleştirme arzusunu arttırır. Talebenin gezip gördüğü yerleri anlatıp bu yerler
Kültür Bakanlığı, Ortaokul Programı, Devlet Basımevi, İstanbul, 1938.
4
38
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
hakkında yol tarifi, kültür gibi alt başlıklardan da bahsetmeyi çocuğun çok yönlü düşünmesini
sağlamıştır. Ortaya çıkabilecek sade münakaşalara da sınır getirilmiştir. Böylece çocuğun daha
saygılı tartışabileceği düşünülmüştür.
Son olarak 3.sınıf tahrir mevzularına baktığımızda ise meslekler genel kavramlarıyla öğretilip
hangi mesleğe nasıl girildiği ve meslekte bulunulduğundaki faydaları göstermek amaçlanmıştır.
Talebenin geleceğe dönük ilk basamağını atabilmesi için böyle bir madde seçilmiştir. Bu madde
sayesinde talebenin meslekleri düşünebilmesi ve bunlar arasında mukayese edebilmesi gerektiği
belirlenmiştir.
Resmi işlerde başvurulacak dilekçe gibi yazışma ürünlerinin üzerinde bu programda da
durulmuştur. Çeşitli sahalarda farklı mevkilerdeki şahsiyetlere yönelik mektup yazdırılması da
amaçlar içerisinde yerini almıştır.
Bu üç sınıf dışında her sınıf için belirlenen dört madde vardır. Bu maddelerde genel olarak
talebenin yaşamı içerisinden ona temas edilmesi gerektiği amaçlanmış bir ürün ortaya koyarken
talebenin çevresiyle etkileşim halinde olmasının daha yararlı olacağı düşünülmüştür. Yazılacak
olan eserlerin önemli bir amaç taşıması gerektiği de var olan maddeler arasındadır. Yazılı basından
bir türde yayınlanması belirlenirse talebenin daha fazla istekli olacağına karar verilmiştir.
1949 Ortaokul Türkçe Programı5
1949 Türkçe programı diğer programlardan daha kapsamlı ve daha geniştir. Ders içeriğinde amaç,
açıklamalar, plan, konu ve düzeltmeler bölümü yer almıştır. Programın genel amaçlarına
baktığımızda muhakeme, güzel konuşma-yazma ve imgelem yer almıştır. Amaçları ise sekiz
maddeden oluşmuştur. Bir önceki programlardan farklı olarak talebenin okuma-yazma
çalışmalarıyla imgelemini geliştirme ve güzel konuşma ve yazma yeteneklerini geliştirme de
maddelere eklenmiştir.
MEB; Ortaokul Programı, MEB Basımevi, İstanbul, 1949.
5
39
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Açıklamalar bölümünde yazının bireyin yaşantısında, kendini ifade etmesindeki önemine
değinilmiştir. Hayatın her anında birçok gözlem yapmak mümkündür. Bu gözlemleri de
aktarmanın en önemli yolu da yazıdan geçmektedir. Bu nedenle yazıya 1949 programında daha
fazla önem verilmiştir. Söz ve yazı ile nakledilen bu tür ürünlerle Türkçe derslerinin de çocuğun
gözünde öneminin artacağı belirtilmiştir.
Yazı ile ifade adlı alt başlıkta ise kompozisyonun olmazsa olmazlarına değinilmiştir. Öğrencinin
güzel yazı yazma adına hususları da beş madde olarak bu alt başlıkta yerini almıştır. Düzgün
yazabilmek öğrencinin bilişsel gelişimiyle alakalı olduğu için düzgün yazabilmenin yolunun da
düzgün konuşmak olduğu gösterilmiştir. Öğrenciye yazma aşamasında öğretmen değerlendiren
taraf değil, rehber konumunda olan taraf olmalıdır. Yazı dilini ise yapay bir dilden öte daha samimi
ve sıcak bir dile çevrilmeye çalışılması gerektiği belirlenmiştir. Öğrenciye düzgün yazı yazabilme
alışkanlığı kazandırabilmek için de yine beş madde oluşturulmuştur. Bu maddelerde okunaklı yazı,
imla kuralları, dilbilgisi kuralları, noktalama işaretleri dikkat edilmesi gereken hususlar olarak yer
almıştır. Bu konunun sonundaysa serbest yazma çalışmalarının en faydalı olacağına karar
verilmiştir.
Ders içeriklerinde plana geldiğimizde ise plan, ilk defa programa girmiştir. Plan sayesinde tesadüf
kavramı öğrenicinin yaşamından kaldırılıp tertip ve düzenin yerine getirilmesi amaçlanmıştır.
Öğretmen tarafından verilecek olan planlar öğrenciyi kısıtlayacağı düşünülmüş bu nedenle planın
öğrenciye hazırlatılmasına karar verilmiştir. Buna yönelikte üç tip plan belirlenmiştir. İlk plan
devinsel-hareki plandır. Bu planda olayların akışındaki hareketlere, olayların düzenlenmesine
ağırlık verilmiştir. Hikâye anlatma, gezi yazıları gibi belli bir zaman dilimine bağlı olayların saat
olarak düzenlenmesinde bu planla kolaylaştırılmıştır. Fikri veya mantıklı planda ise düşünceye
dayalı seminer, konferans, muhasebe gibi konuların işlenmesi mümkündür. Bu planda ise belli bir
olaydan öte olayın nasıl sonuca varıldığını tespit etmek daha mühimdir. Son plan tiplerinden olan
duygusal-hissi planda ise soyut ruh hallerinden olan sevgi, korku, üzüntü, endişe gibi görünüşlerin
ortaya çıkartılması bu planla uygulanabilir. Olaylar karşısında verilen tepkiler, bu tepkilerin ortaya
çıkışı ve sonuçları da bu planın kapsadığı belirtilmiştir.
40
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Planın yanı sıra konuda yer almıştır. Bu bölümdeyse konuların sıralanışı ve önceliğin yaşanmış
olanlara verilmesi kararlaştırılmıştır. Yazma konuları belirlenirken öğrencinin ilgi ve hoşnutluğu
ön planda tutulmalıdır. Yaşanılan olayların drama tekniğiyle canlandırılması öğrencide
öğrenmenin görsel hafızayla destekleneceği düşünülmüştür. Öğrencinin duygularını ortaya
çıkarabilmek adına sanatsal eserleri okuduktan sonra yazıya dökmeleri ve onlardan ufak piyes,
hikâye gibi yazınsal ürünler çıkarılması gerektiği de amaçlar arasındadır. Yazma konularında
yaşamlarındaki olayların yanı sıra yaratıcı metinler ortaya çıkartma adına serbest yazmaya
yönlendirilebilir. Bu serbest yazma çalışmaları çoğaltılarak devam edilmesi gerektiği
belirlenmiştir. Öğrenci kişiliklerinin geliştirilmesi açısından bu yazma çalışmaları büyük önem
taşır. Bu sebeple öğrencilerin yazarlık tiplerinden hangisine uygun olacağının tespit edileceği
belirtilmiştir. Öğrencinin rahat ve derin düşünebilmesi için öğretmenin konu daraltma yoluna
gitmemesi gerektiği de düşünülmüştür.
Sınıflara göre tasnifine gelindiğinde ise birinci sınıfta “doğrudan doğruya gözlemle elde edilen
konular” alt başlığıyla dört madde yazılmış, bu maddelere genel olarak bakıldığında insan tipleri,
çeşitli yerler arası kıyaslamalar, olayların ve eşyanın tasviri başlıca mevzulardandır.
Bir diğer alt başlık ise “iç gözlemle düşünme yoluyla elde edilen konular” başlığıdır. Bu başlık
altında da on madde yer almıştır. Bu maddelere baktığımızda ise yeni kelimesi üzerine çağrışımlar
(yeni kitap, yeni öğretmen, yeni okul) üzerinde durulmuş, ruh hallerinin bıraktığı izlenimleri,
atasözü ve deyimlerin kullanımı da bu maddeler içerisinde yer almıştır.
İkinci sınıf konularına baktığımızda “doğrudan doğruya gözlemle elde edilen konular “dört madde
ile belirtilmiş. Bu maddelerde ayrıntılı tasvir önemli yer tutmuştur. Bunun dışında bilgi şöleni,
konferans gibi tartışma panellerinin tespitinin yapılmasına da karar verilmiştir.”İç gözlemle elde
edilen konular” alt başlığında ise on bir madde yer almıştır. Bu maddelerde gezilen yerlerin
izlenimleri, karakterlerin tasviri, yazılan mektupların rapor şeklinde özetlenmesi gibi daha ayrıntılı
yöntemler belirlenmiştir. Son maddesinde ise ulusal ve resmi bayramlarla ilgili konuların
belirlenmesi ve bu konulara dönük duyguları aktaran yazılar yazılması amaçlanmıştır.
41
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Son olarak üçüncü sınıfı incelersek karşımıza ilk önce yine dört madde çıkar. Bu dört madde de
köy şehir, insan, tip ve karakter, gezilen yerlerin tasviri yer almıştır.”İç gözlemle elde edilen
konular” alt başlığında ise tam 18 maddeye yer verilmiştir. Üçüncü sınıf mevzularında ruh ve
düşüncenin derin tahlilleri, bir konferans, piyes, nutuk gibi türlerin özetini çıkararak hüküm
verilebilmesi amaçlanmıştır. Mektuplar çeşitlendirilerek iş mektupları da maddelerin arasına
eklenmiştir. Bu maddelerden en dikkat çekici madde ise Türk devriminin safhalarını yazıya
geçirme maddesidir. Bu maddeyle yapılan inkılâpların kalıcı olarak temellendirilmesi
amaçlanmıştır.
1949 programında ilk defa düzeltmeler bölümüne yer verilmiş. Düzeltmenin temel kazanımları ise
öğrenciyi samimi, sade, dil, imla ve yazı kurallarını ve noktalama işaretlerini düzgün bir şekilde
kullanması amaçlanmıştır. Düzeltmenin sadece tek bir düzlemden değil karşılıklı, kümeler içinde,
sınıfça ve öğretmen düzeltmesi şeklinde olacağı açıklanmıştır. Düzeltmeler öğrenciyi rencide
etmeden, yanlışını uygun bir dille kısa cümlelerle açıklayarak ilerlenmesi gerektiği yazılmış.
Yazma etkinlikleri ne denli diğer dil bilgisi konularıyla ilişkilendirilirse o denli başarı sağlayacağı
gösterilmiştir.
1962 Ortaokul Türkçe Programı6
1962 yılında hazırlanan program 1949 programındaki amaçlarla benzerlik gösterir. Programda 8
tane amaç belirlenmiştir. Yazılı anlatımla ilgili olan madde 2 tanedir. Bu programda söz ve yazı
ile ifade şeklinde başlık verilmiştir. Öğrencilerin meramlarını düzgün bir şekilde ifade etmeleri
için kazanılması istenen alışkanlıklar:
Yazı ile İfade: Karşısındakinin durumuna ve yazacağı konunun gereğine uygun bir şekilde
yazmak, seviyeye uygun konulardan birisini açık ve okunabilir bir şekilde kaleme almak,
fikirlerini bir veya birkaç paragrafla düzenleyebilmek ve sıralayabilmek, okunan bir parça veya
eserin ana hatlarını özetlemek, kendisini ilgilendiren bir yazım veya bilim konusunda
MEB; Ortaokul Programı, MEB Basımevi, İstanbul, 1962
6
42
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
araştırmalarda bulunmak ve bunları okuyanları ilgilendirecek şekilde yazmak, küçük bir hikâye
yazmak ve bazı hikâyeleri piyes haline çevirebilmek, tarzında sıralanabilir
Öğrencilere yazma ile ilgili “yazmanın, söylenenlerin tespitinden başka bir şey olmadığı, ancak
yazının konuşmaktan daha düzgün olduğu ve kaybolmayarak kaldığı’’ verilen fikirlerin başında
gelmektedir.Öğrencilere yazma ile ilgili verilmesi gerekenlerden bir tanesi de ”yapmacık bir dille
yazma heves ve alışkanlığı’’ ile yazanların gerçek yazma eylemine ulaşabilmeleri için yapılaması
gerekenlerle ilgilidir.
Yazı yazmak asıl anlamında “duygu ve düşüncelerin tespiti” demek olduğuna göre, öğretmen,
ilkokuldan gelen öğrencilerin yazma kişiliklerini belirtmeye çalışacak ve ödevleri inceleyerek
edindiği kanılardan, onların yazma eğilimlerine uygun yazma konuları vermek hususunda
faydalanacaktır. Özellikle serbest yazma çalışmalarının bu konuda çok yararlı sonuçları
görülmektedir.
Plan:Bu programda ilk defa plan ele alınmıştır. Planlı yazma çalışmalarına gelince, öğretmen
tarafından verilecek planlar, öğrencinin serbest yazmasına engel olacağından yararlı değildir. Bu
sebeple yazma planlarının öğrencilere hazırlatılması uygundur. Öğrencinin hazırladığı plan,
yazma ödevlerini rastgeleliklerinden, bocalamalardan kurtaracağı için iyi sonuçlar verecek,
kendisine bütün hayatı boyunca faydalanacağı iyi bir alışkanlık kazandıracaktır. Ortaokul yazma
derslerinde uygulanabilecek plan tipleri, devimsel-hareki-plan;(Bu çeşit planda asıl olan, olayların
akışındaki hareketlerin bir sıra içinde düzenlenmesi ve planın bölümlerinin buna göre tespit
edilmesidir. Bu planla hikâye etme, anlatma ve seyahat yazıları, zamana bağlı olayların
sıralanışlarını kolaylaştırır.)fikri veya mantıki plan; (makale, konferans, muhasebe konuları, fikre
dayandığı için, bu planla işlenebilir. Öğretmen bu planlı bir veya birkaç yazı üstünde, fikrin
konuşunu, muhakeme, iddia ve ispat olunuşunu ve nasıl bir sonuca varıldığını belirterek
açıklamalıdır.)duygusal- hissi-plan(küçük hissi yazılarda, sevinç şaşkınlık ve üzüntü gibi ruh
halleri belirten iç görünüşlerin yazılmasında bu plan uygulanabilir. Böyle yazılarda, küçük de
olsalar, ruh hallerinin doğuşu, doğuş sebepleri, tesirleri ve sonuçları gösterilmelidir.) şeklindedir.
43
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Konu: İlk sınıfların yazma konularında somuttan başlayarak soyuta doğru gidilmeli, önce
yaşanmış konuların hazırlanmasına önem verilmelidir. Öğrencilere verilecek konular, onların
hayat içinde müşahede edebilecekleri konular olmalıdır. Yazma konuları öğrencinin hoşlanacağı
nitelikte olmalıdır. Onlar, yalnız büyüklere zevk veren, sadece akıl, mantık veya öğüt içeren,
mutlaka ahlaki telkinlerle mevzularda ziyade, bu amaçlan hareketli, konuşmalı hikâyelerle
sağlayan konulardan hoşlanırlar. Bu sebeple ortaokul yaşında da daha ziyade vakaları canlandıran
ödevler tercih edilmelidir. Öğrencinin bildiği, yaşadığı ve kavradığı olaylar, anlamaya başladığı
gerçekler, okul, sınıf, mahalle, arkadaş tip ve karakterlerinin tasviri, bu ilk yazma denemelerinin
doğal konularıdır. Bir taraftan bu tip konularla çalışırken bir taraftan da onları yaratıcı çalışmaya
yönelten serbest yazma konuları denenmelidir. Ortaokul sınıflarında tek ve serbest yazma
çalışmaları ilk okula göre çoğaltılacaktır. Serbest yazmada ödev yanlışlarına fazlaca rastlanışı bir
sakınca gibi görünüyorsa da bunun yanında öğrenciye sağladığı yaratıcılık ve düşündürücülük
çalışmalarının faydalı sonuçları unutulmamalıdır. Serbest yazma ödevlerinin pek önemli bir
faydası da, öğrencinin özel istidatlarının belirtmesinde ve öğrenci şahsiyetlerinin gelişmesinde
oynadığı yapıcı roldür.
Ortaokul yazma konularını sınıflara bölmek hususunda, açıklanan konuya göre işletmek ve
gerektikçe bunlara aynı nitelikte yeni konular eklemek yetkisi öğretene bırakılmak şartıyla
aşağıdaki tasnifin tatbiki uygun görülmüştür. Konular doğrudan doğruya gözlemle ve iç gözlemle
ortaya konulabilecek şeklinde oluşturulmuştur.
Düzeltmeler bölümü ilk defa yer almıştır. Önceki programlarda da vardı; ancak ilk defa ayrı bir
başlık olarak ele alınmıştır. Bunlardan bazıları ilk başlarda öğrencinin şevkini hevesini kırmayarak
yaklaşım gerekmektedir. Fakat zaman içinde belirli sınırlamalar getirmekte yarar olacaktır. Bu
program diğer programlara göre detayların fazla olduğu daha kapsamlı bir program olarak
karşımıza çıkmaktadır.
1981 İlköğretim Okulları Türkçe Eğitim Programı7
MEB; Temel Eğitim Programı, İstanbul, 1982.
7
44
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Programda eğitim sistemindeki değişiklik sebebiyle sınıflarda ve içerikte değişiklik yapılmıştır.
6.sınıf,7.sınıf ve 8.sınıfı kapsayan yazılı anlatım amaçları belirlenmiştir. Genel olarak amaçlara
bakıldığında amaçların hepsi, düşünmeye yönelik olarak belirlenmiştir. Bu programda ilk defa
yöntem başlığı da yer almıştır.
6.sınıf yazılı anlatım unsurlarına bakıldığında; öğrencilere paragraf kavramını kazandırma yer
almaktadır. Atasözü ve deyimlerin anlamını bir önceki programda sadece tanımlamak yer alırken
bu programda üzerine kısa bir metin yazabilme onu analiz edebilmede farklılık gösteren
maddelerdendir. Toplamda 15 madde yer almasına rağmen maddeler birbiriyle ilişki halindedir.
Maddeler arasında en önemli madde ise çocuklara yazma alışkanlığını kazandırabilmek adına şiir
defteri tutturma maddesi belirlenmiştir. Yine yakın çevreyi, bayram, şölen, şenlik ve her türlü
etkinliği de kısaca anlatabilme becerisini kazandırma amaçlanmıştır.
7.sınıf unsurlarına gelindiğinde ise cümle yapılarının üzerinde durulması gerektiği, yazışma
etkinliklerini yazabilmek, daha sonra da bir olay üzerine rapor yazabilmek yer alan maddelerden
biridir. 17. maddeyle belirlenen bu hususlarda öğrencinin izlenimleri, deyim ve betimlemelerine
önem verilmiştir. Bir diğer maddedeyse yeteneği olan öğrencilerin belirlenerek o öğrencilere
sanatsal metinler yazdırma eğilimine girilmesi gerektiği aktarılmıştır.
Son sınıf olan 8.sınıfın yazmaya ilişkin maddelerine bakıldığında yurt ve dünya sorunları ile ilgili
yazı yazabilme en dikkat çekici maddelerden birisidir. Öğrencilerin geleceğe dönük öğrenim ve
hayatıyla ilgili düşündüklerini rahatça anlatabilmelerini sağlamakta önemli maddeler arasındadır.
Uygun cümlelerle kurulan paragraflarda da yazıya uygun bir plan gütme amacı yer almıştır.
Toplamda 17 madde olmakla birlikte genel olarak yazınsal türlerin içeriği üzerinde durulmuş ve
bu türlerin düzgün yazıyla aktarılmasına ağırlık verilmiştir.
2006 İlköğretim Türkçe Dersi Öğretim Programı8
MEB; İlköğretim Türkçe Dersi Öğretim Programı ve Kılavuzu (6, 7, 8. Sınıflar), MEB Yayınları, Ankara, 2006.
8
45
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Yazma alt başlığı altında yazılı anlatım kavramı tanımlanmıştır. Yazma becerisinin kazanılması
için uzun ve çeşitli merhalelerin olduğu yazılmıştır. Yazma becerisini tek cepheden ele almak
yerine çok yönlü, dil bilgisi etkinlikleriyle desteklenmesi gerektiği belirtilmiştir.
Öğretmen yazma etkinliklerini zevk verici hale getirebilmek adına farklı yöntemler bulup, çeşitli
etkinliklerle bunu sağlamaya çalışmalıdır. Yazma çalışmalarının sonuca ulaşabilmesi için
değerlendirme yapılmasının en önemli ölçüt olduğu yazılmıştır. Değerlendirme yöntemlerinin de
öğretmen odaklı değil, öğrencinin bireysel olarak kendini tenkit etmesi, arkadaşlarının da bu
eleştirilere katılmasıyla başarılı olacağı belirlenmiştir.
Daha önceki programlardan farklı olarak derslerin gayeleri bu programda tablolar halinde
aktarılmıştır. Ortaya konulan tablolarda 6.7.8. Sınıflara dönük temel dil becerileri: Yazma başlığı
altında amaç ve kazanımlara yer verilmiştir. Bu amaç ve kazanımları destekleyen etkinlik örnekleri
de yer almıştır. Belirlenen amaç ve kazanım ne ise o konuya dair özet niteliğindeki bilgiler
açıklamalar bölümünde yer almıştır. Yazma becerisine yönelik yöntem ve tekniklerde 15.
maddeyle yerini almıştır. 2006 öğretim programında her şeyin temelinde öğrenci vardır. Öğrenci
ders içersinde pasif değil, aktif ve sürekli sorgulayan taraftadır. Bu programla birlikte ürün odaklı
yazma sürecinden süreç odaklı yazma planına geçiş yapılmıştır. Programda yer alan amaç ve
kazanımlar şu şekildedir:
Yazma Kurallarını Uygulama
1. Kâğıt ve sayfa düzenine dikkat eder.
2.Düzgün, okunaklı ve işlek bitişik eğik yazıyla yazar.
3. Elektronik ortamdaki yazışmalarda biçim ile ilgili kurallara uyar.
4. Standart Türkçe ile yazar.
5. Türkçenin kurallarına uygun cümleler kurar.
6. Yabancı dillerden arınmış, dilimize henüz yerleşmemiş kelimelerin yerine Türkçelerini
kullanır.
7. Olayları ve bilgileri sıraya koyarak anlatır.
8. Yazısında sebep-sonuç ilişkileri kurar.
9. Yazısında amaç-sonuç ilişkileri kurar.
46
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
10. Tekrara düşmeden yazar.
11. Yazım ve noktalama kurallarına uyar
Planlı Yazma
1. Yazma konusu hakkında araştırma yapar.
2. Yazacaklarının taslağını oluşturur.
3. Yazısını bir ana plan etrafında planlar.
4. Konunun özelliği uygun düşünceyi geliştirme yolları kullanır.
5. Yazının ana fikrine yardımcı fikirler destekler.
6. Atasözü, deyim ve söz sanatlarını uygun durumlarda kullanarak anlatımı zenginleştirir.
7. Yazdığı metni görsel materyallerle destekler.
8. Yazdığı konunun ve türün özelliğine uygun bir giriş yapar.
9. Yazıyı etkileyici ifadelerle sonuca bağlar.
10. Yazıya konuyla ilgili kısa ve dikkatli çekici bir başlık bulur.
11. Dipnot, kaynakça, özet, içindekiler vb. kısımları uygun şekilde düzenler.
Farklı Türlerde Metinler Yazma
1. Olay yazıları yazar.
2. Düşünce yazıları yazar.
3. Bildirme yazıları yazar.
4. Şiir yazar.
Kendi Yazdıklarını Değerlendirme
1. Yazdıklarını biçim ve içerik yönünden değerlendirir.
2. Yazdıklarını dil ve anlatım yönünden değerlendirir.
3. Yazdıklarını yazım ve noktalama kurallarına uygunluk yönünden değerlendirir.
Kendini Yazılı Olarak İfade Etme Alışkanlığı Kazanma
1. Duygu, düşünce, hayal, izlenim ve deneyimlerini yazarak ifade eder.
2. Yeni öğrendiği kelime, kavram, atasözü ve deyimler kullanır.
3. İlgi alanına göre yazar.
4. Şiir defteri tutar.
5. Günlük tutar.
6. Beğendiği sözleri, metinleri ve Şiileri derler.
7. Okul dergisi ve gazetesi için yazılar hazırlar.
47
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
8. Yazdıklarını başkalarıyla paylaşır ve onları değerlendirmelerini dikkate alır.
9. Yazdıklarından arşiv oluşturur.
10.Yazma yarışmalarına katılır.
Yazım ve Noktalama Kurallarını Uygulama
1. Yazım ve noktalama kurallarını kavrayarak uygular.
2. Noktalama işaretlerini işlevlerine uygun olarak kullanır. (MEB,2006)
Programda yazma becerisini geliştirmek amacıyla çeşitli etkinlik örnekleri yer almaktadır.
Bunların yanında, not alma, özet çıkarma, boşluk doldurma, kelime ve kavram havuzundan
seçerek yazma, kontrollü yazma, güdümlü yazma, yaratıcı yazma, metin tamamlama, tahminde
bulunma gibi yöntem ve tekniklere de yer verilmiştir.
Ülkemizde yazılı anlatım çalışmaları ilköğretimde başlar ve lise boyunca devam eder.
Üniversitede ise birkaç bölümde bu çalışmalara yer verilir. Bu kadar uzun süren bir öğretime
rağmen, öğrencilerin yazılı anlatım becerileri yeterince iyi değildir. Hangi öğretim kademesinde
olursa olsun öğrencilerden kompozisyon yazmaları istendiğinde bundan pek hoşnut oldukları
söylenemez9. Bunun nedeni öğrencilerin yazma etkinliğini yeterince sevmemeleri ya da başarılı
olmamaları olarak düşünülebilir.
Bütün dil becerileri gibi yazma becerisini gelişmesi de diğer dil becerilerinin gelişmesine bağlıdır.
İyi bir okuyucu veya dinleyici olunarak yazma becerisi geliştirilebilir. Yazma becerisinin
geliştirilmesinde öğretmenin tutum ve davranışları da etkilidir. Öğretmenin kullandığı materyaller
ve sınıf içindeki davranışları, öğrencilerin yazma becerisin geliştirecek nitelikte olmalıdır.
Öğrenmen yazma süreci boyunca öğrencilere rehberlik yapmalıdır.
Arıcı, Ali Fuat ve Ungan, Suat. Yazılı Anlatım El Kitabı, Pegem Akademi Yayınları. Ankara, 2012.
9
48
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Kaynakça
Maarif Vekâleti; Lise Birinci Devre Müfredat Programı, MatbaaiȂmire, İstanbul, 1340.
Maarif Vekâleti; Ortamektep ve Liselerin Türkçe Müfredat Programı, Yeni Gün Matbaası, Ankara,
1929.
Maarif Vekâleti; Ortamektep Müfredat Programı (1931-1932 Ders Senesi Tadilatı), Devlet
Matbaası, İstanbul, 1931.
Kültür Bakanlığı, Ortaokul Programı, Devlet Basımevi, İstanbul, 1938.
MEB; Ortaokul Programı, MEB Basımevi, İstanbul, 1949.
MEB; Ortaokul Programı, MEB Basımevi, İstanbul, 1962
MEB; Temel Eğitim Programı, İstanbul, 1982.
MEB; İlköğretim Türkçe Dersi Öğretim Programı ve Kılavuzu (6, 7, 8. Sınıflar), MEB Yayınları,
Ankara, 2006.
Arıcı, Ali Fuat ve Ungan, Suat. Yazılı Anlatım El Kitabı, Pegem Akademi Yayınları. Ankara,
2012.
49
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
TÜRKÇE'DEN ÇEVİRİLERDE ÖZEL İSİMLERİN CİNSİYET
SORUNSALI
Alena ĆATOVIĆ
Edina USTAVDIĆ NURIKIĆ
ÖZET
Türk kültürüne yabancı olanların Türk özel isimleri ile ilk karşılaştıklarında cinsiyetlerin
ayırımı konusunda zorluk çektikleri gözlemlenmektedir. Bu sorun özellikle cinsiyet ayrımının
(eril/dişil kavramının) belirgin olduğu dillere Türkçeden çeviri yapılması sırasında ortaya
çıkmaktadır. Özellikle öz Türkçe ve Farsça isimlerde bu sorun daha fazla göze çarpmaktadır.
Öte yandan, bir yabancı Türkçe isimlerin anlamlarına hakim olduktan sonra görecektir ki bu
isimler cinsiyetlere toplumsal olarak yüklenen roller ve vasıflarla paralellik göstermektedir.
Örneğin erkek ismi Yiğit bir erkeklik vasfı olarak ya da kadın ismi Narin bir kadınlık vasfı
olarak bu isimlere tipik birer örnek teşkil ederler. Bu çalışmada özel isimler cinsiyet perspektifi
bakımından değerlendirilecektir.
Anahtar Kelimeler: özel isimler, toplumsal cinsiyet, çeviri.
Giriş
Türkçe bilmeyen ya da Türkçe’yi yeni öğrenen kimseler için Türkçe’deki pek çok özel isim
kişinin cinsiyetini bildirme bakımından bir sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazılı bir
metinde Türkçe kökenli özel bir isme rastlanıldığında bu ismin kadın veya erkek ismi olup
olmadığı sorusu cümlenin doğru anlaşılıp, doğru tercüme edilmesi bakımından ehemmiyet
taşımaktadır. Boşnakça, Hırvatça, Sırpça gibi Slav kökenli dillerde bulunan gramatikal eril ve
dişil isim (özel ve genel isimler için de geçerlidir) ayırımı cümlede geçen özel ismin cinsiyetine
vakıf olunmasını gerektirmektedir. Zira, cümledeki gramatikal yapılar, ön ek ve son ekler,
yardımcı öğeler, ismin kadın veya erkek ismi olmasına bağlı olarak değişkenlik gösterir. Buna

Prof. Dr.Saraybosna Üniversitesi/ Bosna Hersek.
Araş. Gör. Saraybosna Üniversitesi/ Bosna Hersek.

50
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
binaen, özel bir ismin hangi cinsiyete ait olduğunu belirlemek Türkçe öğrenimi sürecinde
gözardı edilmemesi gereken noktalardan biridir.
Türkçe’de bulunan erkek ve kadın isimleri incelenirken birkaç nokta ayırd edici faktör olarak
öne çıkmaktadır. Bunlardan bir tanesi, ismin hangi cinsiyete ait olduğu konusundaki
belirsizliğin daha ziyade Türkçe kökenli isimlerde ortaya çıktığıdır. Özellikle Müslüman
toplumlarda genel olarak kabul gören ve kullanılan Arapça kökenli isimler Boşnakça’da da
yaygın olduğu için, Türkçe’deki Arapça kökenli isimler konusunda genel itibariyle ayırd etme
sorunu yaşanmamaktadır. Diğer taraftan, Türkçe’de de yaygın olan bazı Farsça kökenli
isimlerde benzer bir sorun söz konusudur.
İsimlerde ayırd edici bir başka önemli nokta ise isimlerin sözlük anlamı ile ait oldukları cinsiyet
arasında kurulabilecek olan bağ üzerinden okunabilmektedir. Toplumun her iki cinsiyete
yüklediği roller üzerinden bir değerlendirme yaptığımız takdirde, görülecektir ki bu ikisi
arasında organik bir bağ mevcuttur. Bu noktada toplumsal cinsiyet kavramını devreye
sokmamız gerekmektedir. Cinsiyet kavramı biyolojik bir olguya işaret eder. Kadın ve erkek
arasındaki doğuştan gelen, genetik, fizyolojik ve biyolojik, sabit farklılıklar bu kavram
kapsamında ele alınır. Gelgelelim, toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyet kavramının ötesinde
toplum tarafından verilen erkeklik ve kadınlık hakkında kültürel görüşler, inanç sistemleri,
imajlar ve beklentilerle yapılanır. Farklı kültürde, tarihin farklı anlarında ve farklı coğrafyalarda
kadınlara ve erkeklere toplumsal olarak yüklenen roller ve sorumlulukları ifade eder. Toplumsal
cinsiyet kısaca, sosyal yönden kadın ve erkeğe verilen roller, sorumluluklar olarak tanımlanır.
Biyolojik olarak baktığımızda cinsiyet, fiziksel farklılıklara işaret ederken, toplumsal açıdan cinsiyet,
sosyal ve kültürel açıdan kadın ve erkeklerden rol beklentilerini ifade etmektedir. Psikolog Ayten
Zara'nın ifadesiyle ''toplumsal cinsiyet toplumsal, kültürel, coğrafi farklılıklara göre bu ‘kadın’ ve
‘erkek’ bireylere yüklenen rolleri, sorumlulukları içerir. Biyolojik cinsiyet doğuştan gelen, toplumsal
cinsiyet ise sonradan edinilen özelliklerdir.'' ( Zara, Özdemir, 2012).
Bu konu hakkında Hırvat edebiyat eleştirmeni Dubravka Oraiç Toliç'in şu düşünceleri dikkat
çekmektedir: ''Sadece gerçek dünya değil, modern kültürün sembolik evreni de keskin bir
şekilde iki cinsiyet alanına ayrılmıştır. Bu ayırım öylesine serttir ki mental, antropolojik ve
ontolojik alana kadar tüm genel kategoriler cinsi ayırım belirtileri gösterir. Rasyonalite ve
mantık alanına girebilecek her şey erkek cinsi ile bağdaştırılırken, tam tersine mantık dışı,
irasyonalite alanında yer alan her şey açıkça veya içkin olarak kadınlık çağrışımı yapar. Elbette,
burada ontolojik erkek ve kadın aitliklerinden değil, kültürel bir kurgudan bahsedilmektedir''
(Oraić Tolić, 2005: 87) Buna göre, kadınsı cinsiyet rolleri sıklıkla hassasiyet, anlayış, duygusallık,
51
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
bağımlılık özellikleriyle; erkeksi cinsiyet rolleri ise liderlik, baskınlık, bağımsızlık gibi özelliklerle
karakterizedir.
Toplumda oluşan bu erkek ve kadın rolleri ile kadın ve erkeğe yüklenen
özellikler, toplumca benimsenen kadın ve erkek isimlerinde de bir tutarlılık göstermektedir.
Güçlü Erkek – Hassas Kadın
Yukarıda da değinmiş olduğumuz gibi toplumca kabul edilmiş, erkekliğin en karakteristik
özelliklerinden biri güçlü, cesur ve kahraman olduğu algısıdır. Erkek çocuklara verilen isimler
üzerinden de bu algı toplumda tekrar tekrar kurulmakta, pekiştirilmekte ve bireysel planda
erkek çocuğuna, sahip olması gereken özellikler konusunda bir nevi telkinde bulunulmaktadır.
''Erkek'' kelimesinin kökü olan ''er'' kelimesi ile türetilen erkek isimleri bu tür isimlere örnek
teşkil edebilecek niteliktedir. ''Er'' kelimesinin sözlük anlamı: ''işini iyi bilen, yetenekli kimse,
kahraman, yiğit, rütbesiz asker''. Bu anlamdan yola çıkarak türetilen karakteristik erkek
isimlerinden bazıları şunlardır:
Erdoğan ( kahraman, asker olarak doğan kimse), Erdil (kahraman yürekli), Ercan (cesur,
kahraman yürekli), Erkan (kahramanlık kanı taşıyan), Erhan ( kahraman, yiğit han, yönetici)
Türkçe'de sıfat işlevi gören çok sayıda özel isim de mevcuttur. Bu tür isimlerde toplumsal
cinsiyet rolleri ayırımı oldukça belirginleşmektedir. Kadınlık ve erkeklik sınırları isimde ihtiva
edilen anlam ve nitelik ile daha da keskinleşmektedir. Aşağıda toplum algısında erkeklerin
karakteristiği haline gelen vasıfları ifade eden erkek isimleri bulunmaktadır:
Yaman (korkulan, şiddetli, cesur, güçlü, işbilir, becerikli), Yiğit ( Çetin (sert, zor, inatçı, azimli,
şedid), Yavuz (gürbüz, mert, cesur, kötü, güçlü, keskin), Sarp (dik, güçlük, sert, şiddetli), Engin
(çok geniş, vasi, temiz, sağlam), Kıvanç (övünç, iftihar, sevinç, memnuniyet), Mert (yiğit,
güvenilir, erkek insan, çevik, zinde), Metin (sağlam, dayanıklı, metanetli), Olgun (bilgi , görgü
ve hoşgörüsü gelişmiş, ağırbaşlı, kamil), Aydın (kültürlü, okumuş, görgülü, münevver), Bilgin
(bilgili kişi, alim), Eren (ermiş, evliya, deneyimli, akıllı, cesur, yiğit).
Dubravka Oraiç Toliç’in de altını çizdiği gibi toplumca kabul gören kadınlık özellikleri mantık
ve dimağ alanından ziyade irrasyonalite ve duygusallık alanında ortaya çıkıyor. Kadından
beklenen hassas, şefkatli, duygusal, sevecen, saf, temiz, iffetli ve çoğu zaman da erkek
perspektifinden bakılacak olursa gizemli ve nazlı olmasıdır. Toplumsal algıda kadın, aşk,
özlem, arzu gibi duyguların da öznesi haline gelmektedir. Buna şu örnekleri vermek
mümkündür:
52
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Nazlı, Naz, Nazenin, Nazan, Narin, Duru, İffet, Duygu, Özlem, Arzu, Gizem, Dilek, Rüya,
Hülya, Neşe, Sevgi, Sevda, Sıla, Melek, Ferişte (melek), Peri vb.
Büyük devlet yöneticileri, liderleri erkeğe atfedilen güçlü olma, baskınlık, liderlik gibi
vasıfların bir çoğunun timsali olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkçe’de erkek isimleri olarak
sıklıkla görülen devlet yönetici isimleri elbette Türk tarihi ve Türk kültürü ile de yakından
ilintilidir. Türk tarihi boyunca büyük devletlerin, imparatorlukların kurulması, bu devletlerin
yöneticilerinin bir çoğunun dünyaca ünlü, güçlü, haşmetli liderler olması ve ayrıca Türk
tarihindeki devlet geleneğinden ötürü askerlik ve kahramanlığın Türk toplumunda genel geçer
vasıflar olarak kabul görmesi itibariyle bu tarz özel isimlerin mevcudiyeti beklenen bir
durumdur. Türkçe öğrenen kimselerin Türk kültürünün bu yönüne aşina olmaları bu noktada
önem kazanmaktadır. İslam öncesi ve İslamın ilk dönemlerinde ünlü Türk liderleri ve
kahramanların isimlerinden bazıları şu şekildedir:
Timur, Çağatay, Cengiz, Atilla, Kubilay (Moğol hanı), Teoman (Hun lideri), Mete (Hun lideri),
Bilgekaan, Kültigin Oğuz, Ertuğrul, Alparslan vb.
Bu bağlamda yukarıda zikrettiğimiz aynı nedenlerden ötürü sıklıkla kullanılan ‘’han’’
ünvanından da bahsetmek gerekir. ‘’Han’’ kelimesi Osmanlı padişahlarının adlarının sonuna
getirilen ve Doğu ülkelerinde yerli beyler için kullanılan, Türk-Moğol topluluklarında
hükümdar anlamı taşıyan tarihi bir ünvandır. Kelimenin sözlük anlamı ‘’ulu insan’’,
‘’hükümdar’’dır. Türkçe erkek özel isimlerinin türetilmesinde oldukça yaygın ve verimli bir
kelime olduğu gözlemlenmektedir. Bu kelimeden birleşik kelime olarak türetilen bazı erkek
isimleri şunlardır:
Okan (vladar -strijela), Ayhan (mjesec- vladar, vladar poput mjeseca), Kağan (kagan, vladar)
Hakan (han, sultan, vladar), Yiğithan (junak vladar), Ağahan (gospodar, gospodin vladar),
Alphan (hranbri, smjeli vladar), Çelikhan (čelični vladar, vladar poput čelika, snažan kao
čelik), Erhan(vojnik vladar, vladar vojnika), Efehan (junak vladar), Doğanhan (soko-vladar,
vladar poput sokola), Gökhan (nebo-vladar, nebeski vladar, vladar neba), Koçhan (vladar
poput ovna), Korhan (plameni vladar).
‘’Han’’ kelimesi ile ayrıca yukarıda belirtilen aynı nedenlerden ötürü Arapça kökenli bazı erkek
isimlerinin sonuna getirilmek suretiyle yeni isimler türetilmektedir. Bu isimler yaygın olarak
Osmanlı padişahlarının isimleridir:
Murathan, Selimhan, Mehmethan, Yavuzhan vb.
53
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Bir erkeklik özelliği olarak güç ve dayanıklılık, maden isimlerinden gelen bazı özel isimlerde
de kendini göstermektedir. Çelik, Demir, Tunç gibi isimler buna tipik örnek oluşturur. Öte
yandan kadın isimlerinde narinlik, hassaslık ve güzellik vasıflarını barındıran bazı değerli metal
ve taşların isimlerine sıklıkla rastlanır:
Gümüş, Zerrin (Farsça. altın), Beril, Sedef,, Zümrüt, Mercan,İnci, Elmas,Firuze vb..
Bu grup içindeki bazı isimler dilin özelliklerine göre modifiye edilerek Boşnakça’da da
kullanılır hale gelmiştir. Almasa, Sejdefa, Zumreta, Merdžana, Zerina vb. bu tür isimlere örnek
olarak verilebilir.
Diğer bir takım değerli kumaşlar ve işlemeler de kadın isimlerinde sıkça rastlanır: Kadife, İpek,
Oya, Mine, Ebru vb.
Esin kaynağı doğa olayları ve doğadaki canlı ve cansız varlıklar olan erkek ve kadın isimlerinde
de benzer şekilde kadınlık ve erkeklik rol ve özelliklerine göndermeler vardır. Gücü, görkemi,
celaliyeti temsil eden bazı doğa olaylarının isimleri yaygın olarak erkek ismi olarak görülür:
Volkan, Rüzgar, Bora, Yıldırım, Bulut, Tayfun, Kaya, Dağhan, Gökhan, Engin, Tufan
Doğa ilhamlı kadın isimlerinde dikkat çeken ise kullanılan isimlerden her birinin kadının
hassasiyetine bir vurgu olarak daha narin, hassas, hafif ve saf bir doğa olayını veya oluşumunu
işaret ettiğidir. Bu isimlere çok sayıda örnek verilebilir:
Jale (ince nem, çiğ, kırağı), Şebnem (çiğ), Irmak, Nehir, Damla, Ada (ostrvo), Saba
(gündoğusundan esen hafif rüzgar), Meltem (karadan denize doğru esen hafif rüzgar), Burcu
(güzel koku, ıtır, sakız ağacının tomurcuğu), Yeliz ( havadar, aydınlık), Yaprak, Hazal (kuruyup
dökülen ağaç yaprakları), Güneş, Hilal vb.
Ay kelimesinden türetilen kadın isimlerinin çokluğu dikkat çekmektedir:
Aynur (ay ışığı), Ayten (ay gibi teni olan), Aysu, Aysun, Aylin (ay ışığı), Ayla (ışık çevresi, ay
ağılı, ayevi, hale), Ayça (hilal), Aydan.
Bitki ve Hayvan İsimleri
Bazı hayvan isimleri kadın ve erkek isimleri olarak yaygınlaşmış durumdadır. Elbette özel
isimlere konu olan bu hayvanlar fiziksel ya da karakter özellikleri ile takdir gören, beğenilen,
insanların gıpta ile baktıkları, özendikleri ve sevdikleri hayvanlar olma özelliğini taşır. Bu tür
54
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
isimler sayıca fazla değillerse de erkek ile kadın isimleri arasındaki farklar manidardır.
Yukarıda verilen isim örneklerinde olduğu gibi burada hayvanların özellikleri ile cinsiyet
özellikleri arasında paralellikler söz konusudur.
Kartal, Şahin, Arslan, Yunus, Doğan vb. gibi isimler erkek isimleri olarak karşımıza çıkar. Bu
hayvanların tehlikeli, güçlü, cesur, bağımsız ve zeki olma özellikleri, aynı zamanda toplumun
erkeğe atfettiği özelliklerdir. Diğer taraftan, bu tür kadın isimlerine baktığımızda güzellik,
sevimlilik, ürkeklik, narinlik gibi niteliklerin öne çıktığını görebiliriz:
Ceylan, Burçin, Ahu, Ceren, Kumru vb.
Bitki isimlerine gelince, burada da benzer bir erkek-kadın ayırımının var olduğunu söylemek
mümkündür. Ancak, bu grupta erkek isimlerine nispeten kadın isimlerinin çok daha fazla ve
çeşitli olduğu göze çarpmaktadır. Bu durumu bitkilerin doğaları itibariyle daha kırılgan ve narin
varlıklar olduğu savına bağlamak mümkün olabilir. Bu gruptaki az sayıdaki erkek ismi
genellikle daha sağlam ve görünüşü açısından daha ihtişamlı olan bazı ağaç isimlerinden
türetilmiştir. Çınar, Gürgen, Gürçınar bu gruba dahil edilebilir.
Türkçe kökenli kadın isimlerinin çok büyük bir bölümünü çeşitli bitki ve çiçek isimleri
oluşturmaktadır. Çiçekler güzellikleri, yaydıkları güzel koku, hassas ve narin olma özelliklerini
taşıdıkları için kadın isimlerine ilham olmaları şaşırtmamaktadır. Bu gruptaki en tipik ve en
yaygın isim örnekleri şunlardır:
Gül, Menekşe, Lale, Nergis, Papatya, Çiçek, Manolya, Açelya, Akasya, Fulya, Nilüfer,
Yasemin, Funda, Ajda, Çiğdem, Başak, Burçak, Yonca, Defne, Yaprak. Gelincik, Müge.
Somut bitki ve çiçek isimlerinin yanısıra Türkçe kadın isimleri arasında bitkinin veya çiçeğin
çeşitli hallerine işaret eden isimler de vardır: Gonca, Fidan, Filiz, Nihal, Pelin, Bahar, Demet,
Buket vb.
Çiçek isimleri arasında en yaygın olanı hiç şüphesiz güldür. Gül isminden türetilen çok sayıda
kadın ismi olmasını bu çiçeğin Türk kültüründeki özel konumuna yormak gerekli olabilir. Zira,
gül, divan edebiyatı sembolizminin doruk noktalarından birini temsil eder. Güle benzetilen
sevgili, sevgilinin gül goncasına benzetilen ağzı gibi nice edebiyat sembolü Türk kültüründe
günümüze kadar yaşamaya devam etmiştir. Gül isimlerindeki çeşitlilik bu kültürel oluşumun
doğal bir sonucu olarak görülebilir. Bahsettiğimiz türdeki isimlerden bazıları şunlardır:
55
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Gülay, Gülşen, Gülben, Güldane, Gülden, Gülfem, Gülnihal, Gülperi, Gülsüm, Songül,
Gülbahar, Ayşegül, Fatmagül vb.
Özel İsimlerde Emir Kipinin Kullanımı
Özel isimlerde emir kipi kullanımı ilginç bir fenomen olarak karşımıza çıkmaktadır. Emir kipi
Boşnakça ve diğer pek çok Slav dilindeki isimlerde görülmeyen bir olgudur ve bu yönüyle ilgi
uyandırmaktadır. Emir kipinin kullanıldığı isimlerde, ismin verildiği kişiye bir nevi ondan
olması ve yapması beklenen şey telkin edilir. Bu tipteki isimler çoğunlukla erkek ismi olarak
ortaya çıkmaktadır. Bunun nedeni üzerinde durmadan önce ilgili örneklere göz atmak gerekir:
Ataol, Erol, Başar, Korkut,Birol,Ünal, Ünsal , Vural,Varol,Yücel
Verilen örneklerde telkin edilen özelliklere odaklanmak yerinde olacaktır. İlk örnekte atalara
gönderme yapılarak ‘’atan gibi ol’’ mesajı verilmektedir. Diğer örneklerde sırasıyla er olmak,
cesur olmak, başarmak, korku salmak, birlik olmak, nam salmak, kararlı olmak, yükselmek,
yücelmek gibi vasıflar ön plana çıkartılmaktadır. Bu özellikleri erkeğe yüklenen toplumsal rol
ve görevlerin bir birleşimi olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Zira, özellikle Türk
toplumu gibi ataerkil toplumlarda erkeklik bir başarı, cesaret, kararlılık, yücelik ölçüsü olarak
değer kazanmaktadır. Buna binaen, erkek bireylere isim üzerinden bu değerlerin telkini, dahası
bu değerlere sadık kalmaları emri verilmektedir.
Osmanlı Sarayı'nda Kadın İsimleri ve Anlamları
Osmanlı sarayında rastlanılan isimler bugün itibariyle yaygın olmamakla birlikte, ihtiva
ettikleri anlam bakımından daha yakından incelenmesi gereken kadın isimleri arasında yer
almaktadır. Dönemin şiir estetiği ve dili çerçevesinde şekillenen bu isimlerin büyük çoğunluğu
Farsça kökenlidir.
Mehpeyker (ay yüzlü güzel), Sultan Ibrahim ve IV. Murat'ın validesi, I. Ahmed'in eşi 17.
yüzyıl.
Mahfiruz (Turkuaz ay), II. Osman'ın validesi, I. Ahmed'in eşi, 17. yüzyıl.
Gülnûş (gül içen, dudaklarında gül olan), III Ahmed ve II. Mustafa'nın validesi, IV. Mehmed'in
eşi, 17. Yüzyıl.
Şevk-efzâ (şevk veren, Klasik Türk müziğinde III. Selim tarafından düzenlenmiş birleşik bir
makam), Sultana V. Murat'ın validesi , Sultana Abdulmecid'in eşi, 19. Yüzyıl.
56
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Pertevniyal (ışık veren, aydınlatan), Sultan Abdulaziz'in validesi, Sultan II. Mahmud'un eşi, 19.
Yüzyıl.
Mahidevrân (zamanının güzeli, dünyanın ayı), Şehzade Mustafa'nın validesi, Kanuni Sultan
Süleyman'ın eşi, 16. yüzyıl.
Mihrimâh (güneş ve ay), III. Mustafa'nın validesi, III. Ahmed'in eşi, 18. yüzyıl.
Bezmialem(alemin süsü), Sultan Abdulmecid'in validesi, II. Mahmud'un eşi, 19. yüzyıl.
Nakşidil (kalbin süsü), Sultan II Mahmud'un validesi, I. Abdulhamid'in eşi, 18-19. yüzyıl.
Mihrişâh (padişahın güneşi), II. Selim'in validesi, III. Mustafa'nın eşi, 18. yüzyıl II.
Hürrem (gönül açıcı, şen şakrak, sevimli), II Selima validesi, Kanuni Sultan Süleyman'ın eşi,
16. Yüzyıl.
Dilaşub (kalbi sıkan, gönle eza veren), II. Süleyman'ın validesi, Sultan İbrahim'in eşi, 17.
Yüzyıl.
Gülcemâl (güzelliğin gülü), Mehmet Reşad'ın validesi, Sultan Abdülmecid'in eşi, 19. Yüzyıl.
Tîrimüjgân (ok gibi kirpikleri olan) Sultan II. Abdulhamid'in validesi, Sultan Abdulmecid'in
eşi, 19. yüzyıl.
Verilen tüm bu örneklerde dikkat çeken şey, geçmişteki kadın algısıyla günümüz toplumunun
kadın algısı arasında pek çok benzerlik bulunduğudur. Örneklerden de görüleceği gibi, kadın
bir güzellik, süs, sevgi, sevimlilik, zerafet timsali olarak sunuluyor. Elbette bu türdeki isimlerde
etkili olan bir bir başka önemli faktör de Divan edebiyatındaki kadın/sevgili tasavvurudur.
Tirimüjgan, Dilaşub, Gülnuş, Mahpeyker gibi isimlerde görüleceği üzere Divan edebiyatında
sevgilinin özelliklerini yansıtan semboller büyük bir ilham teşkil etmiştir.
“Cinsiyetsiz’’ Özel İsimler
Modern ''baba kültürü'', kadınlık ile erkeklik arasında keskin bir sınır çekmiş, erkekliğin alanını
rasyonalite, kadınlığın alanını irasyonalite olarak belirlemişti. Hırvat edebiyat eleştirmeni
Dubravka Oriç Toliç'e göre modernizm eleştirisi kadının imgesel dünyasından ortaya çıkmıştır.
Erkek özneler modernizm sonrasında kadınlık çizgilerini benimseyerek ''modern baba kültürü''
ile bir polemiğe girmiştir. (Oraić Tolić,2005: 89) Başka bir deyişle, modernizmin getirdiği ikili
57
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
cinsiyet sistemini aşabilmek adına bir nevi bir androjenik yol bulundu. Bu androjenik metod
geleneksel kadınlık ve erkeklik çizgilerini bir arada getiriyordu.
Türkiye'de son bir kaç on yılda isim dağılımına baktığımızda ilginç bir tablo ile karşı karşıya
kalıyoruz. Buna göre, hem kadın hem erkek ismi olabilecek isimlerde bir artış yaşanmaktadır.
Bu trendi, modernizm eleştirisi olarak ortaya çıkan androjenik eğilimlerle açıklamak da
mümkün olabilir. Zira, bu isimlerin yaygın olduğu çevrelere göz attığımızda bu çevrelerin
gelenek ile bağlarının daha alt düzeyde olduğunu görebiliyoruz. Doğa olaylarını işaret eden
bazı isimler bu gruptandır:
Deniz, Yağmur, Bulut, Cemre, Şafak vb.Diğer taraftan, bu
isimlerden bazıları ideolojik eğilimleri de belirtmektedir: Devrim, Evrim, Evren, Ender, Bilge,
Umut, Özgür, Özgün vb.''Cinsiyetsiz'' diyebileceğimiz bu isim trendinin yaygın olduğu
toplumsal kesimlerin gelenekselliğin eleştirisine daha açık ve isimlerde işaret edilen ideolojik
yönelimlere daha meyilli oldukları düşünülürse, Oraiç-Toliç'in bahsettiği türden bir cinsiyet
ayırımı eleştirisinden söz etmek mümkün olabilir.
Sonuç
Özel isimler, isim vermeler her zaman bir toplumun yaşayış, düşünüş, kendini ve çevresini
tanıyış şekillerini yansıtan küçük ama önemli göstergeler olmuştur. Zengin aidiyet ve kimlikleri
içerisinde barındıran Türk toplumunda bu göstergeler çeşitli ve fazladır. Türk toplum yapısını,
düşünce dünyasını ve kültürünü tanımayan ya da henüz tanımakta olanlar için isimler çoğu
zaman bir muamma olarak görünür. Diğer taraftan, Türkçe öğrenenler için de özel isim geçen
cümlelerin anlaşılması ve gramatikal olarak diğer bir dile doğru aktarılması ayrı bir önem
kazanmaktadır. Her şeyden önce, eril ve dişil gramatikal yapılara sahip dillerde ismin
cinsiyetinin belirlenmesi gereklidir. Bu noktalardan yola çıkarak isimlerin cinsiyet
göstergelerinin toplumdaki kadın ve erkek anlayışı, toplumun dayattığı kadınlık ve erkeklik
rolleri ile paralellik gösterdiği sonucuna varılabilir. Örneklendirilen isimlerin büyük bir bölümü
erkekliği güç, kuvvet, liderlik, başarı, bağımsızlık gibi değerlerin ifadesi olarak yansıtırken,
kadın isimlerinde hassasiyet, bağımlılık, anlayış, duygusallık gibi değerlerin ön plana
çıkarıldığı görülmektedir. Türkçe kökenli erkek isimlerinde bu erkeksi değerleri telkin eden
sıfatlar, doğa olayları, büyük Türk liderlerinin isimleri, ağaç ve hayvan isimleri, ayrıca, bir
fenomen olarak emir kipi kullanımının ağırlıkta olduğunu söylemek mümkündür. Kadın
isimlerinde ise kadınlık değerlerini gözeten sıfatlar, doğa olayları, çiçek ve bitki isimleri,
58
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
değerli taş ve kumaş isimleri ağırlıktadır. Osmanlı sarayındaki kadın isimleri örnekleri ile
tarihin bu bölümündeki kadın algısının kısmen de olsa divan edebiyatı sembolizmi üzerinden
şekillendiğine dair bazı göstergelerden bahsedilebilir. Çağdaş zamanın bir getirisi olarak
geleneksel kadınlık ve erkek algısının dışında, her iki cinsiyete ait olabilecek özel isimler işaret
ettikleri değerler, ideolojik yönelimler itibariyle aynı zamanda gelenekselliğin bir eleştirisi
olarak da algılanabilirler. Tüm bu göstergeler ışığında kadın ve erkek isimlerinin Türkçe
öğrenenler tarafından daha iyi anlaşılması, dolayısıyla Türkçe'den yapılacak çevirilerde
karşılaşılabilecek sorunların en aza indirgenmesi amaçlanmıştır. Öte yandan, özel isimler
vasıtasıyla Türk toplumu ve kültürüne dair pek çok ipucunu okumak mümkündür.
Kaynakça
Eagleton, Terry, Književna teorija, prevod: Mia Pervan-Plavec,SNL,Zagreb,
Irzık, Sibel, Parla, Jale, Kadınlar Dile Düşünce, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011.
Moran, Berna, Edebiyat kuramları ve eleştiri, İletişim Yayınları, Istanbul, 1999
Oraić Tolić, Dubravka, Muška moderna i ženska postmoderna – rođenje virtualne kulture,
Ljevak, Zagreb, 2005.
Türkçe Sözlük, TDK, Ankara, 2011.
Zara, Ayten, Özdemir, Burçak, Cinsiyet Rolleri, İstanbul Bilgi Üniversitesi.
59
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
OĞUZ ATAY’IN “DEMİRYOLU HİKÂYECİLERİ- BİR RÜYA” ADLI
ÖYKÜSÜNÜ ÇÖZÜMLEME DENEMESİ
A. Yasemin UYAR
ÖZET
Bu bildiride; çağdaş Türk romanının sıra dışı yazarlarından Oğuz Atay’ın Demiryolu
Hikayecileri- Bir Rüya adlı öyküsü metne bağlı ama çoğulcu bir yöntemle çözümlenmeye
çalışılmıştır. Öyküdeki olaylar, beş bölüme ayrılarak her bölüm kendi içerisinde bağımsız
olarak incelenmiştir. Öykü, hem kurgusu hem de muhtevası itibariyle farklı okumalara ve
çözümlemelere müsait çok katmanlı, çok anlamlı ve semboller açısından son derece zengin bir
mahiyettedir. Öykü, bu özelliklerinden dolayı çözümlenmeye değer bulunmuştur. Bu
çözümleme denemesinin başka okuma ve çözümlemelere vesile olması bu incelemenin en başat
hedeflerinden birisidir.
Anahtar Sözcükler: Oğuz Atay, Bir Rüya, öykü çözümlemeleri, hikaye tekniği.
Giriş
Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken adlı hikâye kitabında yer alan “Demiryolu Hikâyecileri”
sekiz sayfadan oluşan kısa bir öyküdür. Bununla beraber, nesnel bir bakış açısıyla okunduğunda
bile, öykünün bir kitap kadar kapsamlı olduğu görülür.
Öykünün konusu, “uzak” diye nitelenen bir yerde, tren yolcularına kendi yazdığı öyküleri
satmaya çalışan yazarların yaşadıklarıdır. Bu yazarlar sepetlerine koydukları öyküleri
pazarlamaya çalışır çünkü bu sayede hayatlarını devam ettirmektedirler. Bu nedenle mümkün
olduğunca “güncel” konularda yazarlar. Konu seçimlerini istasyon şefi de etkiler. Yolcular bu
öyküleri almakta pek istekli değildir. Yazarlar “uzak” bir yerde yaşamaktadır. Bu uzak ve tenha
yerden ayrılamazlar. Umutsuz ve zor hayatları bu şekilde devam eder.
Dört kişinin etrafında cereyan eden öykü, postmodern özellikler taşır. Öyküde, belli başlı,
sivrilmiş bir “kahraman” yerine sıradan olay kişilerine rastlanır. Hatta bu kişilerin adları bile kafkaesk bir tarzda- zikredilmez. Öyküdeki olay kişileri şunlardır: anlatıcı/yazar, genç Yahudi,
genç kadın, istasyon şefi. İlk üç kahramanın farklı taraflarından çok ortak yönleri vardır. Çoğu
zaman birlikte zaman geçiren bu kişiler, geceleri öykü yazarlar, öykülerin yazdıktan sonra, yine

Arş. Gör., Süleyman Demirel Üniversitesi, Türkiye.
60
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
geceleri bu öykülerini satmaya çalışırlar. Gündüzleri uyurlar, daha doğrusu uyumaya çalışırlar.
İstasyon şefi bu kişilerden biraz daha farklıdır. Şef sıradan bir memur hayatı yaşar, ara sıra
yazarları öykülerinin biçim ve içeriği yönünden değil de, yaşam tarzları bakımından eleştirir.
Onların üzerinde bir tür baskı unsurudur.
Mekân için de çok fazla ayrıntı yoktur. İstasyon, yazarların yattığı kulübe ve istasyon şefinin
odasından ibaret olan mekânlar, kurguyu oluşturmak için önemli vazifeler görse de, herhangi
bir tasvir yapılmaz. İstasyonun karanlık oluşu dışında mekân hakkında hiçbir şey söylenmez.
Öykü çoğulcu (plural) ya da eklektik bir yöntemle incelendiğinde/çözümlendiğinde karşımıza
birçok anlam katmanı çıkar. Eseri bölümlere ayırarak derinlemesine çözümlediğimiz zaman,
yazarın demek istediklerini, daha önemlisi, okur olarak hikâyeden neler anlayabileceğimizi
görebiliriz. Hikâyede anlatılmak istenen örtük anlam, sadece anlatılanla değil, aynı zamanda
öykünün hissettirdiğinde de aranmalıdır.
Bölümler halinde incelediğimizde bu anlam katmanlarını daha iyi görebiliriz. Öykü baştan sona
istasyonda geçtiği için mekân konusunu her bölümde tekrarlamadık:
1. Bölüm
kişiler
Yazar
genç yahudi
istasyon şefi
olay
hikâyecilerin
“mallarını”
beğendirme çabası,
“parça başına” ücret
alması
sadece güncel
hikâyelerin alıcı
bulması, öykülerin
kısa bir sürede
“bayatlaması”
yiyecek satıcılarının
yazarlardan daha atak
ve avantajlı durumda
olması
İstasyonun genel olarak piyasayı, ticaret alanını simgelediği ön kabulünden yola çıkarsak,
yazarların sembol değil gerçek kişiler olduğu sonucuna varırız. Yaşadıkları tabii ki kurmacanın
varmaya çalıştığı hedefin ön çalışmaları niteliğindedir. Fakat hikâyedeki yazarlar, geçmişte ve
şimdi yaşayan yazarlardır. Yazarların kendi eserlerini beğendirmeye çalışması, bu süreçte
ürettikleri edebi eseri piyasadaki herhangi bir tüketim ürünüyle aynı kategoride görmeleri,
günümüzdeki kitap piyasasına bir göndermedir.
Savaş yıllarındaki maddi sıkıntıların anlatılmasıyla devam eden öykünün geçtiği mekân olan
istasyonda, bombalanma tehlikesinden dolayı sık sık yapılan karartma neticesindeki ölgün ışık
yazarlar için kifayetsiz gelmeye başlar. Bu maddi sıkıntılar anlatıldıktan sonra, yataklı vagon
yolcularının rahatlığı anlatılır. Bu ikinci bölümde olay kişileri; yazar, “yataklı vagon yolcuları”
ve yiyecek satıcılarıdır. Bağlama göre bu kişiler şu şekilde gösterilebilir:
2. Bölüm
yazar
yataklı vagon yolcuları
61
yiyecek satıcıları
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
pazarlamacı konumunda
okumaktan
uzak,
parasal durumları iyi
rahat, okumaktan uzak, sadece
günlük işleriyle meşgul
Bu şemayı biraz açalım. Yazar anlatıcı, hikâyelerini satma çabası içerisindedir ve yazdıklarının
içeriğiyle –istese bile- ilgilenemez, yaşadığı şartlar içerisinde yazdıkları üzerine düşünmeye
fırsatı yoktur. Sadece para vereceklerini bildiği, okuma ediminden uzak birtakım yolcuların
vagonlarına girmek için rüşvet bile verir. Ayrıca, yataklı vagon yolcularının verdiği
yiyeceklerle karnını doyurur. Günümüzde, sanatçının tek hamisi, koruyucusu halktır. Bu
durum, sanatçıyı halka yönlendirmiştir. Ancak bazı sanatçılar bu halka yönelme popülizmine
rağbet etmeyerek elit bir tabaka tarafından okunup takdir edilmenin kendilerine yeteceğine
inanmışlar ve kendilerine böyle bir yol çizmişlerdir. Bu durumu yazar simgelerle anlatır, ama
bunu çok uzun ve dolaylı bir biçimde yapmaz.
Yataklı vagon yolcuları, burjuva sınıfı temsil eder, parasal sıkıntı çekmeden yaşarlar, başkaca
bir sıkıntıları da yok gibidir, okumaya zaman ayırmazlar. Yazarların satış yaptığı yerin “hikâye
satılan tek istasyon” olması onları cezp eder, bu yüzden edebî eserleri satın alırlar. Bunları
okumazlar. Rahat yaşayan bu topluluk, rahat para harcar, hatta yazar anlatıcıya yiyecek de
verirler. Bu durumda, burjuva sınıfının desteğiyle, hatta artığıyla beslenen ve onların
beklentileri doğrultusunda yazan bir “aydın sınıf” tanımı karşımıza çıkar ki, bu tanım bütün
gerçekliğiyle, günümüzde de kendisini göstermektedir.
Yiyecek satıcıları, burjuva olmayan, sanattan da anlamayan, hatta anlamak için en ufak bir çaba
göstermeyen bir grup gibi görünmektedir. Aslında bu grup, vagondaki diğer yolcularla beraber,
nüfusun maddi dağılımını gösteren şemanın altındaki kitleyi sembolize eder. Orhan Veli’nin
“Düşünme, arzu et sade/ Bak böcekler de öyle yapıyor” ifadeleriyle tanımlanabilecek kitle de
böyle bir kitle olsa gerek, sadece tüketen, sadece karnını doyuracak kadar hayat üzerine
düşünen bir topluluk.
Yazar anlatıcı, anlattıklarının uyuklanarak dinlenmesine bile razıdır. Bu, okurunu arayan
yazarın durumunu özetlemeye yeterlidir, denebilir. Günümüzde de olduğu gibi, popüler olma
kaygısından uzak bir sanatçı, geniş kitleler tarafından anlaşılamamaktadır. Hatta insanların
çoğu kitleler tarafından beğenilme kaygısı taşımayan eserleri gerekli görmezler hatta bu tür
eserlerden habersizdirler.
Yazar, istasyondaki diğer satıcılara, kendilerini anlatan “satıcıların hikâyesi” adlı
öyküyü anlattığında, satıcılar hepten uyur. Bu durum, kaderine razı oluş, kendisinde herhangi
bir şey için hak bile görmeyişin tanımıdır. Yazar bütün bu anlamları tek bir cümlede
tamamlamıştır. Sanatçılar toplumun sorunlarını göstererek onları ve yöneticileri bilinçlenmeye
çağırır, ancak bu çağrı yönetilen/ezilen halk tarafından bile dinlenmez. Toplumun bazı
kesimleri, kendisini itaate mahkûm görmesinden kaynaklanır.
3. Bölüm
Yazar, bu bölümde devlet otoritesini eleştirir, devleti farklı simgelerle anlatır:
62
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
kanunlarını sert bir şekilde kanunlarında eksiklik olan halkını düşünmeyen devlet
uygulayan devlet
devlet
istasyon şefi
yazarlar
genç Yahudi
Yazarların her hikâyesinin, -kanunen- arşivlenmesi bir devlet geleneği olarak anlatılır, bu sıkı
kanunlar, devletin halk için değil halkın devlet için olduğunu ispatlarcasına, kişilerin özlük
haklarına gelince uygulanmaz. Böyle bir kanunun adı bile geçmez. Bu durumun bir yansıması
da, bir sanatçı ya da yazar olarak değil bir birey olarak genç Yahudi üzerinden anlatılır. Devlet
ona yaptırım uygular, her şekilde sınırlar ama onun için bir şey yapmaz, ihtiyaç sahibi olduğu
halde el uzatmaz.
Bu bölümde, yazarın âşık olduğundan da bahsedilir, fakat bu olayın üzerinde durulmaz. Yazarın
bu konuyu kısaca geçmesi, anlatıcının ruh halini yansıtır. Anlatıcı, aşkı üzerinde fazla
düşünmez. O, bir kanuni boşluğu değerlendirme, bir şekilde “mal”larını pazarlama derdindedir.
4. Bölümde yine devlet otoritesi, ama bu kez farklı bir sembolle anlatılır:
anlatıcı/yazar
günlük hikâyelerle
günü kurtarma çabası içinde
genç yahudi
istasyon şefi
kanun mağduru
baskıcı devlet otoritesi
Bu bölümde semboller daha az kullanılmış, neredeyse kurgu bozulup doğrudan gerçeklere
temas edilmiştir. Yazar hem hikâye yazarak para kazanmak zorunda hem de devlet otoritesine
uygun şeyler yazmak zorundadır. “[istasyon şefi] şimdi hatırlayamadığım bir yönetmelik
maddesine göre, kulübelerimizin kirasını çıkarmamız gerektiğini ileri sürüyordu. Yazdığımız
konulara, hatta yazış biçimimize bile karışır oldu.” Bu cümleden olarak devletin, yazarların
üzerinde sadece denetleyici vazife ifa etmekle kalmaz, aynı zamanda onları baskı altında
tuttuğu sonucuna ulaşılır.
İstasyon şefi, tek yönlü bir kişiliktir. Duyguları hakkında bilgi sahibi olamayız. Sedece
kendisine verilen/verildiği düşünülen görevleri yerine getirir. Bulunduğu ortamın düzeninden
başkaca bir şeyle ilgilenmez. Sanat ya da sanatçıya dair herhangi bir düşüncesine rastlayamayız.
Şef, olaylar bağlamında değerlendirildiğinde devlet otoritesine aracı olan, sorgulamayan,
sadece emirleri yerine getiren bir portrenin kurmaca dünyadaki yansımasıdır.
Genç Yahudi mağdur, dirençsiz bir bireyi ve aynı özellikteki bir yazarı temsil eder. Bu
bölümde, yazar anlatıcı genç Yahudinin hikâyelerini yazma işini de yüklenir. Bu şekilde ona
karşı koruyucu bir işleve bürünür. Bununla beraber kendi üzerine yeni bir yük almış olur.
“Genç kadın” bu bölümde belli belirsiz görünür. Yazar ve genç kadın arasında bir gönül ilişkisi
vardır, fakat bu ilişki, yazarların “güncel”i yakalama ve geçim kaygıları arasında adeta
kaybolur, hikâyenin konu akışında, seks dışında bir yansıması görülmez.
63
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
İlerleyen satırlarda da yazarın devlet otoritesinden kurulmayı denemediği, işini ve gelirini
kaybetme korkusuyla, yasaların, yönetmeliklerin dışına çıkmadığı görürüz. Bir sanatçı olarak
kendini gerçekleştirmez. Bir anlamda, sanatçı değil memur tiplemesine yaklaşır. Bununla
birlikte, sanatçı duyarlığını da aşamaz. Çevresiyle kaynaşamaz, düşünmenin ve üretememenin
huzursuzluğunu taşımaya devam eder. Yazar giderek bunalır, diğer iki yazara, yine “baba”
arketipiyle özetleyebileceğimiz şekilde yardım eder. Bu yazma edimi, popüler ve “çok satan”
bir yazar olmaya çalışması fizyolojisine “uykusuzluk” olarak yansır.
Yazar yaşadıklarından şüphe eder, savaş olmuş mudur? Hangi ülkede olmuştur? Bu tür
sorularına yanıt bulamaz, zamandan ve mekândan kopmuş gibidir. Burjuvaziyi temsil eden
yataklı vagon yolcularının tavırlarını artık katlanılmaz bulur. İstasyondan bıkar ama artık genç
olmadığı düşüncesiyle oradan ayrılamaz. Genç yazarlara yardım etmek de onu ayrıca yorar.
Sonrasında, çevreyle; zengin olan ve olmayan “müşteri”leriyle, istasyonla, şefle bağlantıları
kopar. Tamamen yalnız kalır. Üretmeye çalışan ama ürettiklerini beğenmeyen ya da
paylaşmayan bir sanatçının ruh haline bürünür.
Bu yalnızlığa, genç kadının sessizce bir trene binip gitmesi de eklenir. Yazar, artık daha uzun,
daha derin hikâyeler yazar ama satamaz. Oğuz Atay’ın öykü boyunca yaptığı
gönderme/eleştirilerin belki en can alıcı ya da nihai hedefi bu kısımdır, Güncel olan ve
“bayatlamaya” mahkûm olan öyküler alıcı bulur, hatta onlar bile zor alıcı bulur. Sanatın asıl
tanımını ve niteliğini yansıtan eserlerse adeta hiç alıcı bulmazlar.
5. Bölüm
Sanatsal içerikli eserler, zor anlaşılır olduğu, “açık seçik” ifadeler ya da popülerliği sağlayan
başka unsurlar barındırmadığı için bir köşede unutulur. Yazarını aç bırakacak kadar az bir
topluluğa hitap eden, sadece nitelikli okur tarafından satın alınan bu kitapların, biraz da para
kaygısıyla, pahalıya satılması gerektiği düşünülür. Kitap “piyasa”sı tarafından aşılamayan bu
sıkıntı, kurmacadaki yazar için sıkıntı oluşturmaz. Kendisini gerçekten ifade etmenin, sadece
sanatıyla meşgul olmanın hazzı, onu parasal kaygıdan kurtarır. Bu şekilde düşünen ve bu
şekilde yaşayan yazar sayısı, evet, azdır. Ve onların yazdığı eserler sayesinde toplumun bir
kısmı, okuyan bir kısmı, öğrenir, aydınlanır, dönüşür.
Yazar, bu hikâyenin hem kahramanı hem yazıcısı olarak da ortaya çıkar. Meta-fiction, üstkurmaca dediğimiz yöntemle, yine Atay’ın “Parmak izi” niteliğindeki ifadelerle karşılaşırız.
Yazar yalızlığına son vermek için bir mektup yazmaya çalışır. “Bir mektup yazmak istiyordum,
ama adres bilmiyordum. Yani hiçbir adres bilmiyordum. Bana inanmazlardı, bunun için
utanıyordum.” Diyerek tamamen yalnız olduğunu ifade eden yazar; güncel olmayan, çok satan
kitap yazmayan kitaplar yazmanın sanatsal oluşun başlangıcı olduğunu, ama yerine ulaşmayan
bu sözlerin, söyleyeni daha da yalnızlaştırdığını söyler.
Hikâyenin son kısmında popüler kültürün kıskacından kendisini kurtarabilen yazarın, okurunu
artık bir müşteri olarak değil, mektup yazdığı birer adres şeklinde gördüğü belirtilir. Çok satan
kitap tüccarı olmaktan kendisini kurtarıp sanatsal olanı, insan ruhunda karşılığı olan değerleri
anlatan yazarın çağrısı ile sonlanır hikâye. “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesi
acaba?” bir sorudan çok bir beklentiyi ifade eder. Bu çağrıya kulak veren olmuş mudur?
64
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Yazarın ölümünden sonra, evet. Hikâyenin, yazarın ölümünden üç ay önce yazılması, bu soruya
verilen cevabı gösterir niteliğindedir. Fakat bu çağrıyı yazarın sadece kendisi için yaptığı
düşüncesi yanlış değilse de eksiktir. Bu çağrı, “gerçek” edebi eser üreticilerinin kendi okurunu
arama, diğer bir deyişle mektuplarını gönderecekleri adres bulma çabasıdır.
Sonuç
Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikayecileri- Bir Rüya adlı hikayesi çoğulcu bir yöntemle
çözümlenmeye çalışılmıştır. Öykü, olayların yön değiştirmesine göre, beş bölüme ayrılarak
analiz edilmiştir. Birinci bölümde yazar mekânın kendisini etkileyen boyutunu, istasyon şefinin
ve diğer satıcıların, yazarların hikâyelerini satabilme konusunda çıkardıkları engelleri anlatır.
Yazarın, savaşı anlatmasıyla olay çevresini genişletmeye başladığı kısmı ikinci bölüm olarak
düşündük. Yazar bu bölümde kendisini ve diğer yazarları biraz daha ayrıntılı biçimde anlatır.
Hemen hiç sembol kullanmadan devletin yazarlar üzerindeki otoritesinin anlatıldığı bölümü ise
üçüncü bölüm olarak değerlendirdik. Yazar bu bölümde, devletin/devlet memurlarının
yazdıklarıyla hiç ilgilenmediklerini ama arşivlediklerini ve kanunlar vasıtasıyla kendilerini
sınırlandırmaya çalıştıklarını anlatır. Dördüncü bölüm/dönüm noktası, yine devletin otoriter
yapısını anlatıyor olmakla birlikte durumu farklı bir şekilde değerlendirir. Burada yazılanlarla
ilgili sınırlandırmalar değil, bireysel mağduriyetler anlatılmıştır. Olayların debisinin düştüğü,
yazarın okura kendi varlığını hatırlatmaya çalıştığı bölümü ise beşinci bölüm olarak
değerlendirdik. Bu son kısımda kurmacanın sınırlarından oldukça uzaklaşılmıştır. Yazar
hikâyenin başından beri aslında kendisinin ve kendisiyle aynı açmazda bulunan yazarların
sıkıntılarını anlatmıştır. Kurmaca yazarlar sürekli bir hikâye satma mücadelesi içerisindedirler.
Ama bu satış mağduriyeti karşısında maddi bir sıkıntıdan söz edilmez. Asıl problem; okura
ulaşamama, kendilerini istenen düzeyde anlayacak bir muhatap bulamayıp güncel, hemen
“bayatlayacak” olana yönelme ve hikâyelerini maddi durumu iyi olan kitleye hikâyelerini
satabilseler bile onlar tarafından da okunmama, şeklinde özetlenebilir. Öyle ki yazar hikâyesini,
okura “ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba diye bitirerek yazdıklarını
anlayabilecek okurlar aradığını açıkça ifade eder.
Netice itibariyle metnin merkezde olduğu (text based), ancak çoğulcu bir yöntem kullanılmak
suretiyle öyküdeki derin yapı/anlam ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Edebî eserin doğasında
mevcut olan çok katmanlı yapının, farklı okumalarla daha farklı şekillerde anlaşılabileceği
unutulmamalıdır. Dolayısıyla Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikâyecileri- Bir Rüya adlı öyküsü,
başka okuma ve çözümlemelere de son derece müsaittir.
65
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Kaynakça
Aytaç,Gürsel, (2009), Genel edebiyat Bilimi, İstanbul, Say Yayıncılık
Ecevit, Yıldız, (2011), Türk Romanında Postmodern Açılımlar, İstanbul, İletişim Yayınları
Erden, Aysu, (2002), Kısa Öykü ve Dilbilimsel Eleştiri, İstanbul, Gendaş Kültür
Jahn, Manfred, Anlatıbilim, (Çev Bahar Dervişcemaloğlu), İstanbul, Dergah Yayınları
Yüksel, Ayşegül, (1995), Yapısalcılık ve bir Uygulama Melih Cevdet Anday Tiyatrosu,
Ankara, Gündoğan Yayınları
Mehmet Rifat, (1990) Dilbilim ve Göstergebilimin Çağdaş Kuramları, İstanbuş, Düzlem
Yayınları
Wellek, Rene; Austin W., (2011), Edebiyat Teorisi, (Çev: Ömer Faruk Huyugüzel), İstanbul,
Dergah Yayınları
66
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
İLK TÜRKÇE KABUSNAME'DE AŞKI, LEE'NİN AŞK BİÇEMLERİ
ÜZERİNDEN OKUMA DENEMESİ
Aysel GÜNEŞ
ÖZET
Kabusname, İran edebiyatında 11. yüzyılda Keykavus bin İskender bin Kabus tarafından
kaleme alınmış, zamanının siyasi ve sosyal yaşamını açık şekilde yansıtan bir eserdir. Bir
yönüyle nasihatname, bir yönüyle de siyasetname özelliğini taşıyan ve Farsça yazılmış olan bu
eserin,
ilk
olarak
14.
yüzyılda
Türkçeye
çevrildiği
bilinmektedir.
Bu çalışma; bugüne kadar altı Türkçe çevirisinin yapıldığını bildiğimiz Kabusname’nin bilinen
en eski Türkçe çevirisi üzerinden oluşturulacaktır. Türk ve dünya edebiyatının en önemli
temalarından biri olan “aşk” ve “cinsellik”, Kabusname’nin içeriğinde yer alan 44 başlıktan iki
tanesidir. Kanadalı bir sosyolog olan John Alan Lee’nin aşk kuramında; aşkın doğal bir davranış
değil, öğrenilmiş bir yaşantı olduğu iddia edilir. Ebeveynler, yaşıtlar, kültürel ve tarihsel
değerler insanların aşka ilişkin yaklaşımlarının şekillenmesinde etkilidir. Aşk biçemleri yaşam
biçemlerine benzer, değişebilir ve tercih edilebilirler (Aktaran Hülya Ercan, 2008). Lee aşkı altı
biçem üzerinden tanımlamakta ve kuramını oluşturmaktadır. Lee’nin de belirttiği gibi aşka ve
cinsel yakınlığa dair tespitler yapılırken kültürün ve toplumsal yapının etkileri göz ardı
edilmemelidir. Bireylerin kültürel değerlerin ve toplumsal yaşam biçimlerinin etkisiyle
ilişkilerini biçimlendirdiklerini belki de değiştirdiklerini düşündüğümüzde; Keykavus b.
İskender b. Kabus’un oğlu Giylanşah için kaleme aldığı nasihatnamede de oğlunun aşka ve
cinselliğe dair eylemlerinin şekillenmesinde her türlü yol gösterici olmaya çalışan bir baba
figürü görülecektir. Aşk konusunda oğluna sürekli uyarılar yapan baba; aşkın acı ve kederden
başka bir şey getirmediğini, kendisini aşka çok kaptırmaması gerektiğini, kaptıracak olursa bir
an önce bundan kurtulması için neler yapabileceğini, aşkın aynı zamanda ne kadar büyük bir
zayıflık olduğunu vurgulamaktadır. Oğluna anlattığı küçük aşk hikâyelerinde de aşkın
tamamıyla toplumsal dolayımla bireyde şekilleneceği üzerinde durulmaktadır. Bu aşk

Türk Dili Okutmanı, Koç Üniversitesi, İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi, Türkçe İletişim,Türkiye,
[email protected]
67
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
hikâyelerinden birinde de erkek bir kahramanın diğer bir erkek kahramana duyabileceği olası
bir aşkta kendine engel olma çabasını toplumun nasıl biçimlendirdiği göze çarpmaktadır. Eserin
bizim üzerimizde duracağımız bir diğer bölümü de Kabus’un, oğluna cinsel ilişkiye dair verdiği
tavsiyeleri içermektedir. Bu makale Kabusname’de aşka ve tensel yakınlığa dair verilen
tavsiyeleri; Lee’nin aşk biçemleri kuramı üzerinden okumayı amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: aşk, aşk biçemleri, kabusname, nasihatname, kadın, erkek,
eşcinsellik.
Giriş
İnsanlık tarihi boyunca gerek sözlü gerekse yazılı edebiyatın en önemli temalarından biri olan
aşk; ilk görüşte başlasa da, uzun yıllar süren arkadaşlıktan evrilse de, kimi zaman insanları
ölmeye/öldürmeye sürüklese de, kimi zaman âşığın içinde saklı kalarak ifşa edilmese de, kimi
zaman ise birden fazla kişiye karşı hissedilerek bedenden bedene yapılan yolculuklarla aranır
olsa da acaba ansızın tecelli eden, doğal bir davranış mıdır? Yoksa ebeveynler, yaşıtlar, kültürel
ve tarihsel değerlerle şekillenen öğrenilmiş bir duygu hali midir?
Bu bildiride; bugüne kadar altı Türkçe çevirisinin yapıldığını bildiğimiz Kabusname’nin bilinen
en eski Türkçe çevirisinde yer alan aşka ve cinselliğe dair yaklaşımları öğrenilmiş/öğretilmiş
bir yaşantı çerçevesine oturtmak amaçlanmaktadır. Kanadalı bir sosyolog olan John Alan
Lee’de altı biçem üzerinden tanımladığı aşk kuramında aşkın öğrenilmiş olduğunu ve kişilerin
istediği bir aşk biçemini tercihetmekte özgür olduğunu iddia etmektedir (Aktaran Hülya Ercan,
2008). Kabusname’de baba tarafından oğluna verilen aşka dair öğütler tartışılırken Lee’nin altı
aşk biçemine de göndermeler yapılacak ve bu biçemlerle bağlantılar kurulacaktır.
Lee; her çeşit sevgiyi birincil ve ikincil renkler gibi sınıflandırır. Gökkuşağının üç ana rengi
(sarı, kırmızı, mavi) olduğu gibi aşkın da üç temel biçemi vardır:
1. EROS “Tutkulu aşk”: Fiziksel çekiciliğe dayalı aşk türüdür. Kişi, aşık olmak istediği
kişiyi “sarışın, zayıf, renkli gözlü…” gibi açıkça tanımlayabilir. Bu tür aşkta güçlü bir fiziksel
çekim söz konusudur, cinsel yakınlık önemlidir ve aşık, aşk için risk almaya hazır olmalıdır.
68
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
2. LUDUS “Oyun gibi aşk”: Bu tür aşkın bağlayıcı yönü düşük, eğlencesi ise ön
plandadır. Tercih edilen ideal özellikler yoktur, çok eşliliğe açık ve kısa süreli aşklardır.
3. STORGE “Arkadaşça aşk”: Birdenbire ortaya çıkmayan, zamanla gelişen aşk
türüdür. Birlikte olunan kişi ile çeşitli etkinlikleri ve ilgileri paylaşmak önemlidir. Bu aşkta
fiziksel etkileşimin hiç önemi yoktur. Gökkuşağının ikincil renkleri (yeşil, turuncu, mor) nasıl
ki birincil renklerin birleşiminden oluşuyorsa aşkın da ikincil biçemleri vardır ve bunlar da
temel biçemlerin birleşiminden oluşmaktadır:
4. MANİA “Bağımlı aşk” (EROSveLUDUS birleşimi): Kıskanç, güvensiz, biraz da
patolojik bir aşk türüdür. Çiftler birbirine güvenmezler ve sürekli diğerini kaybetme korkusu
yaşarlar. Ne kadar sorunlu olursa olsun, ilişki bitirilemez. Genellikle diğer taraf bitirir ve
ayrılığın olumsuz etkileri uzun sure atılamaz. Çiftler ilişki sırasında da bittikten sonra da acı
çekmekten hoşlanırlar.
5. PRAGMA “Mantıklı aşk” (LUDUS ve STORGE birleşimi): Devam edileceğine ve
olumlu gelecek sağlayabileceğine inanılan ilişkilerdeki eşlere duyulan aşk türüdür. Birlikte
olunan kişide sosyal ve kişisel özellikler bakımından uyum aranır. Bu kişinin inancı, ailesi,
gelecek beklentileri de ayrıca önem taşır.
6. AGAPE “Özgeci aşk” (EROS ve STORGE birleşimi): Seven kişi aşkı vermeye
inanır, çünkü bunu herkesin hak ettiğini düşünür. Aşkı hissetmeyi bir görev gibi algılar, ancak
aşktan ya da aşık olunan kişiden herhangi bir beklenti yoktur. Bağışlayıcı ve destekleyici bir
özne vardır. (Atak, Taştan, 2012, 525-527)
Kabusname, İran edebiyatında 11. yüzyılda Keykavus bin İskender bin Kabus tarafından oğlu
Giylanşah için kaleme alınmış, zamanının siyasi ve sosyal yaşamını açık şekilde yansıtan bir
eserdir. Bir yönüyle nasihatname/öğüt kitabı, bir yönüyle de siyasetname özelliğini taşıyan ve
Farsça yazılmış olan bu eserin, ilk olarak 14. yüzyılda Türkçeye çevrildiği bilinmektedir.
Kabusname’de öğütler 44 başlık altında verilmektedir. Bu çalışmada yalnızca aşk ve cinselliğe
dair önerilerin bulunduğu ve tespitlerin yapıldığı “Âşıklık Beyan İder”, “Fasıllarda Cima
İtmekligi Beyan İder”, “Ilısuya Varmaklıgı Beyan İder” ve “Yatmagı, Dinlenmegi Beyan İder”
başlıklı bölümler üzerinde durulacaktır. Çalışmanın merkezinde ise “Âşıklık Beyan İder”
bölümü olacaktır. Eserde oğula verilen öğütlere, anlatılan küçük hikâyelere bakıldığında
babanın; oğlunun aşka yaklaşımının şekillenmesinde yol gösterici bir figür olmaya çalıştığı fark
edilir.
69
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Eserde aşka dair ilk tespit aşkın, yumuşak ve güzel huylu insanlarda olabileceğinin
belirtilmesidir. Eğer kişi çok nazik, hoş ve yumuşak değilse onun âşık olamayacağını söyleyen
baba; aşkın güzel huydan kaynaklandığını ve beslendiğini ileri sürer. Bu tezden yola çıkarak da
aşkın genç insanlara yakıştığını, yaşlıların bunak ve hastalıklı olduğunu, dolayısıyla âşık
olmamaları gerektiğini söyler. Gençler neşelidir, hayat doludur ve hasta değillerdir.
Babanın aşka dair yaptığı bu tespitin ana ekseninde aşk ve gençliği görürüz. Baba, aşkı yaşlılara
değil gençlere yakıştırmakta çünkü aşkın hastalıklı ve bunak bir bünyede barınamayacağına,
yer bulamayacağına inanmaktadır. Yani gençlik, sağlık, yaşam sevinci, gelecek beklentisi gibi
kavramların âşık olunacak zaman konusunda belirleyici olması; insanın aşkı her zaman, her
yaşta yaşayabileceği düşüncesini yıkmakta; babanın oğluna mantık üzerinden bir aşk çerçevesi
çizdiği görülmektedir. Ancak bu tespitlerde gözden kaçırılmaması gereken bir nokta da aşkın
güzel, hoş ve yumuşak huylu insanlarda görülebileceğidir. Aşk ve güzellik/iyilik/yumuşaklık
ilişkisi yine gençlikle ilişkilendirilmiş ve yaşlı insanların bu özelliklere sahip olamayacağına –
belki de huysuz olduklarına- atıfta bulunulmuştur.
Oğul Giylanşah’a verilen ikinci aşk öğüdü âşık olmanın büyük bir sıkıntı ve bela olduğudur.
Aslında kişinin aşka düşmemesini, düşerse de sabretmesi gerektiğini söyleyen baba; oğluna
gücü yeterse yaşlı bir insanmış gibi davranıp hiç düşünmeden/ansızın âşık olmamasını
tembihler. Çünkü aşk babaya göre içinden çıkılması güç bir durumdur. Hatta babaya göre kişi,
bir parasız olduğunda, bir de âşık olduğunda kendi kanına susamış yani belasını aramıştır.
Baba, bütün bunlara rağmen oğlunun yine de çaresiz kalarak âşık olabileceği bir durumu da göz
önünde bulundurur. Bu durumda oğluna, kendi huylarını/kişilik özelliklerini bir kenarda
bırakarak sevgilisine boyun eğmesi gerektiğini öğütler. Çünkü burada da karşımıza aşkın başka
bir özelliği çıkmaktadır. Âşık olan kişi ya sevgilisine kavuşmuştur ya da sevgiliden ayrıdır. Aşk
bu iki durumu da göze almak demektir ve kişinin bunu bilerek âşık olması gerekmektedir. Aşkın
içinden çıkılması güç, sıkıntılı olan durumunun ayrılıktan geldiğini savunan babanın iddiası;
bir saatçik ayrılık sıkıntısının bir yıllık kavuşma zevkini yok ettiğidir. Hatta bunu bir de Arap
bir atasözüyle destekler. Atasözünün Türkçesi şudur: “Sevgiliyle vuslat bir yıl uyuklamaktır.”
Eserde atasözünün açıklaması da şöyle yapılır: Kişi uyuklayınca nasıl uykusunu tam olarak
alamazsa âşık da sevgiliyle birlikte olursa aslında
70
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
bunun bir anlamı olamaz. Çünkü aslında aşk baştan ayağa bela, sıkıntı, zahmet ve değersizliktir.
Öyle ki âşık, bir kısa uyuklama vakti kadar bile sevgiliden ayrı kalsa bu ona bir yıl gibidir.
Ayrılığın sıkıntısı anlatılamaz. Kavuşma olsa da aşkın zahmetli yönü devam etmektedir. Bu
defa da nazlanma, kibir ve şehvet devreye girmektedir. Ne zaman sevgiliyle söyleşmek gerekse
sevgilinin nazlarına ve kaprislerine tahammül etmek gerekmektedir. Babanın oğluna bu
konudaki en önemli tavsiyesi kendisini âşıklık halinden kurtarması gerektiğidir. Bunu elinden
gelse de gelmese de, gönlü istese de istemese de yapmalıdır. Çünkü başka çaresi yoktur. Oğlu
bir gün nefsine uyup âşık olmak isteyebilir, ama bu durumda kendisini tutabilmeli, nefsine
uymamalıdır. Bunun için en temel tavsiye oğlunun başka işlerle meşgul olması gerektiğidir.
Hatta şehvetin de başka yerlerde kullanılması, görmezden gelinmesi en doğrusu olacaktır.
Aşktan kurtulmak için sıkıntılı olan bu süreci atlatmanın bir diğer yolu da hükümdar adayı olan
oğulun halktan utanması gerektiğidir. Çünkü bu, kişiyi aşktan uzaklaştıran bir durumdur.
Babaya göre aşk bir illet yani hastalıktır. Bu konuda kendine başka destekler de bulan baba;
Muhammed bin Zekerriya’nın Taḳsim-i ‘İlel kitabında aşktan kurtulmak isteyen kişinin bir süre
oruç tutmasını, böylece nefsi güçsüz düşen kişinin aşk illetinden de kurtulacağını iddia ettiğini
belirtir. Bu kitaptaki diğer tavsiye de âşık olan kişinin sefere çıkması ya da şehvetini bir şekilde
uzaklaştırmasıdır.
Keykavus, her şeye rağmen yine de oğlunun, yanında rahat olabileceği birini sevmekten onu
menetmeyeceğini belirtmektedir. Şeyh Said-i Belhi’nin yazdığı eserde bir insan için dört şeyin
gerektiğinin belirtilmesine vurgu yapan baba; bu dört şeyi şöyle sıralar: Ekmekli olmak (sanırım
iş güç, meslek sahibi olmak), güzel ahlaklı olmak, kibirli olmamak ve güçlü, etkili, hayat dolu
olmak. Bir de hadis örneği veren baba Tanrı’nın bile kullarına kendisini kırık kalplerde araması
gerektiğini söyler.
Buradan sonra aşkın başka bir boyutuna geçen baba; dostluğun ve aşkın birbirinden farklı
olduğuna vurgu yapar. Hatta yeni iddiasını da şöyle ileri sürer: Gönlü, yüreği hoş/rahat olan
hiçbir âşık yoktur. Ne olursa olsun aşk kederli ve kaygılıdır. Ancak güzel/rahat olan aşk da
vardır ki bu da kişilerin birbirlerine dost olmasıyla mümkün olur. Eğer âşıklar, dost değilse
sevdikleriyle her zaman sıkıntı çekeceklerdir. Her ne olursa olsun gençlikte bu aşk oyunlarını
oynamak kolaydır. Baba bölümün başındaki ilk öğüdünü tekrarlar: “Sakın yaşlılığında âşık
olma.” Çünkü gençlerin sahip olabileceği hünerler, yaşlılara yakışmaz. Tabii yaşlıyken âşık
olan kişi, toplumda önemli bir yerde değilse bu durum yine kolaydır. Fakat hem yaşlı hem de
71
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
bilgili bir kişi veya yönetici biri ise aşktan kendini sakınması gerekmektedir. Çünkü aşk halktan
yani sıradan olanların hedefidir. Âlimler ve yöneticiler takımı için kusurlu bir duygudur aşk.
Baba, oğluna öğüt verirken zaman zaman konuyla ilgili kısa öyküler de anlatır. Oğluna aşka
yaklaşımla ilgili anlattığı öykülerden ilkini, dedesi Şemsü’l-Maâlî’den duymuştur. Şemsü’lMaâlî’ye bir gün bir tüccarın elinde bulunan pahalı bir kuldan/köleden bahsedilir. O da bu
kulu/köleyi bir bey için satın alır. Bey de o kulu görüp beğenir ve ona kendisine peşkir/havlu
tutma görevi verir. Bey bir gün su içtikten sonra kulunun elindeki peşkiri/havluyu alırken
yüzüne hayranlık ve tutkuyla uzun uzun bakar. Öyle ki peşkiri geri vermeyi unutur, o kadar
hoşlanır ondan. Vezirini çağırır ve bu oğlanı bir köye göndermesini, ona güzel bir kız bulmasını
ve onu evlendirmesini, sakalı gelinceye kadar o köyde durmasını, sonra kendi katına gelmesini
emreder. Vezir de Be’ye bu emrin yerine getirileceğini, ancak küstahlık olmazsa bunun sebebini
sorar. Bey de sabah kulun yüzüne baktıktan sonra kafasının karıştığını, başka şeylerle
avunamadığını fark eder. Düşünür ki aşk kendisini dağıtacak, onun utanma perdesini yırtacak
ve kendisini halkın karşısında küçük düşürecektir. Daha da önemlisi bey yetmiş iki yaşındadır
ve âşık olmasının kendisine yakışmadığına inanır. Çünkü halkın beylerinin güvenilir olması
gerektir, Yüce Allah da ona tebaasını koruma ve ülkeyi düzenleme görevi vermiştir. Dolayısıyla
nefsine uyarsa halkın dilinden nasıl kurtulacak ve Allah’a nasıl hesap verecektir?
İkinci hikaye de şöyledir: Gazne şehrinde SultanMesud’un on güzel oğlanı vardır. Bunlar
hazinede/haremde bulunur. Kim görse bunlara hayran olur. Bir de bunların içinde bir gözde
vardır ki Sultan’ın başı onunla hoştur. Yıllar geçer, ama kimse Sultan’ın bu gözdeye âşık olup
olmadığını bilemez.
Baba, bütün bunları anlatmasının oğluna fayda etmeyeceği ve oğlunun yine de birine âşık
olacağı ihtimali üzerine de öğütlerini vermeye ve aşka dair tespitler yapmaya devam eder:
Oğluna her şeye değecek birine âşık olmasını söyler. Sevilecek kişinin Platon (Eflatun) ve
Ptolemaios (Batlamyus) gibi akıllı olmamasını isterken güzellikte Yusuf peygamber gibi birini
bulmasını önerir. Sevilen kişi, bir kitap yazarı kadar bilgili olmamalı, şuh ve güzel huylu
olmalıdır. Böylece halk, âşık olan kişiyi yadırgasa da âşık olunan kişinin güzelliği ve
etkileyiciliği nedeniyle ayıplamayacağını düşünür. Babaya göre oğlu yani bir âşık, bir yere
misafirliğe gittiğinde sevgilisiyle beraber gitmemelidir. Beraber gitmek zorunda kaldıysa bile
misafirlik boyunca ondan tarafa bakmamalı, onu yanına çağırmamalı, kulağına herhangi bir şey
fısıldamamalıdır. Çünkü bu durumlara halk güler. Aslında sevgiliyi o misafirlik boyunca yok
72
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
saymalıdır. Birinin sevgiliye baktığını görürse de kıskanmamalıdır çünkü Keykavus’a göre
kimse, sevgiliye farklı bir gözle bakmayacaktır. Yine de ne olursa olsun âşık olunan kişinin
üzerine fazla düşülmemeli, çok özen gösterilmemelidir.
Kabusname’de aşk dışında ele alacağımız diğer bölümler biraz daha bedensel arzulara dairdir.
“Fasıllarda Cima İtmekligi Beyan İder”, “Ilısuya Varmaklıgı Beyan İder” ve “Yatmagı,
Dinlenmegi Beyan İder” başlıklı bölümlerde özellikle şehvet olgusuyla karşımıza çıkan
cinsellik konusu vardır. Buradaki ilk bölümün ana ekseninde, babanın oğluna cinselliğe dair
verdiği öğütleri okuruz. Önemli noktalar; oğlunun birini cinsellik yaşamak için sevmesi
durumunda hemen kendini bırakmaması, sarhoşken cinsellik yaşamaması gerektiğidir. Ama
hafif mahmurken yaşanan cinselliğin yararlı olduğu söylenir. Cinsellik, insan için hayvanlardan
farklı olmalıdır; yani her zaman, her saat yapılamamalıdır. Yerli yersiz cinsel ilişki nasıl bedene
ve insana zarar verirse cinselliğin hiç yaşanmaması da zarar verir. Oğluna tavsiyesi şudur: Eğer
cinsellik yaşamak istiyorsan bunu gerçekten çok arzula ve çok soğuk ya da çok sıcak
ortamlarda/mevsimlerde ilişkide bulunma. Sıcakta beden tembelleşir, soğukta ise ısınmak için
daha fazla güç harcanır. Cinselliğin en güzel vakti bahardır. Oğluna eğer kış mevsiminde
cinsellik yaşamak isterse onu şerbet ve gıda ile defetmesi gerektiğini söyler. Hatta kışın
hamama da gitmemelidir kişi. Son öğüt de kışın bir kadınla cinsel ilişki kurma tavsiyesidir.
Sağlıklı ve rahat bir beden için bunların bilinmesi gerekmektedir.
“Ilısuya Varmaklıgı Beyan İder” başlıklı bölümde hamamda cinsel ilişki kurulmaması
gerektiğinden bahsedilirr. Çünkü hamamın çok sıcak olması ansızın ölüme sebep olabilir.
Keykavus bin İskender bin Kabus, oğlu Giylanşah'a “Yatmagı, Dinlenmegi Beyan İder” başlıklı
bölümde uyumaya ve dinlenmeye dair öğütlerini verirken uykuyu güzelleştirecek bir durumdan
bahseder. Bilindiği gibi uyku, insan bedeninin ve ruhunun dinlenmesi için gereklidir. Günün
tüm sıkıntılarından, yorgunluklarından ve dertlerinden uzaklaşmak için uyuyan insan, bir
yandan da cinselliğin dünyayı unutturan yalnızlığına sığınmak ister. Bu yaklaşımlar
Kâbusnâme'de şu şekilde karşımıza çıkar:
İnsan gece de gündüz de yattığı zaman yanında cana can, hayata hayat katan biri olmalı. İnsan
uyuduğunda ölü gibidir. Ölen de uyuyan da dünyadan habersizdir. Ancak uyuyanda hâlâ hayat
vardır. Ölü, çaresiz yalnız yatar. Uyuyanın yanında gönlünün dilediği biri yatmalıdır. İnsan
uyurken yanında bir gül yanaklı, selvi boylu bir güzel olduğunda yatak da güzelleşir. Böyle
73
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
olmazsa dirilerin yatışı, ölülerin yatışından farklı olmaz. Türkçe bir şiirde de bu durum şöyle
anlatılır:
Dilinden akıda ab-ı hayatı
Lebinden göstere kand-i nebatı
Visali gününü andırmağıyçün
Unuttura dükeli kainatı.(Özkırımlı, 1974, 196)
74
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
1908’DEN 1928’E BATI ÇOCUK EDEBİYATI ESERLERİNİ
OSMANLI TÜRKÇESİNE ÇEVİRME ŞEKİLLERİ: DİL VE EDEBİYAT
ÜZERİNE ÇEVİRİ ODAKLI BAZI GÖZLEMLER
Ayşe Banu KARADAĞ
ÖZET
Bu bildirinin amacı, Tanzimat’tan Latin harflerinin kabul edildiği tarih olan 1928’e kadar Batı
dillerinden Osmanlı Türkçesine yapılan özellikle çocuk edebiyatı çevirilerini, bu çevirilere
yazılan ön sözler tanıklığında erek-odaklı bir yaklaşım çerçevesinde dil ve edebiyat vurgusuyla
irdelemektir. Bilindiği üzere birçok edebi tür, Osmanlı dil ve edebiyat dizgesine çeviri yoluyla
girmiştir. Roman, Batılı anlamda hikâye ve masal da bu edebi türlerdendir. Böyle bir çalışmanın
hazırlanmasının nedeni, Osmanlı Türkçesine çevirisi yapılan bu tür edebi eserlerin
çoğuldizgedeki konumunun belirlenmesinin çeviri tarihimize ışık tutacağı düşüncesidir.
Öncelikle, Tanzimat Dönemi’nde ortaya çıkan ve bu bildirinin temel araştırma nesnesini
oluşturan çeviri çocuk edebiyatı hakkında genel bilgi verilecektir. Daha sonra, Zohar Shavit’in
çeviri çocuk edebiyatına ilişkin kuramsal görüşleri temel alınarak anılan dönemde Osmanlı
Türkçesine çevrilen eserlerin bazılarının ön sözlerinin çeviriyazısı yapılacaktır. Çeviri yazısı
yapılacak bu örnek metinlerden hareketle, çevirmen ve yayıncıların çocuk edebiyatı oluşturmak
için nasıl bir yol izledikleri, nasıl bir dil kullanmayı tercih ettikleri, neleri amaçladıkları, hangi
yazarları ve eserleri tercih ettikleri vb. sorulara yanıt aranarak nasıl bir “kültür repertuarı”
oluşturmaya çalıştıkları betimlenmeye çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Batı Çocuk Edebiyatı Eserleri, Osmanlı Türkçesi, Kültür Repertuarı,
Çeviri Tarihi, Çeviribilim.
WAYS OF TRANSLATING WESTERN CHILDREN’S WORKS OF
LITERATURE INTO OTTOMAN TURKISHFROM 1908 TO 1928:

Yıldız Teknik Üniversitesi, Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü, Fransızca Mütercim-Tercümanlık Anabilim Dalı,
[email protected].
75
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
SOME TRANSLATION-ORIENTED OBSERVATIONS ON LANGUAGE
AND LITERATURE
ABSTRACT
This paper aims to examine particularly the children’s literature translations rendered from
Western languages into Ottoman Turkish from the Tanzimat Period to 1928, when the Latin
alphabet was adopted, with a target-oriented approach and with an emphasis on language and
literature in the witness of the prefaces written for these translations. As is well known,
considerable deal of literary genres was introduced into Ottoman linguistic and literary system
via translations. Novel; story and tale, in the western sense of the genres, are included in the
aforementioned imported literary genres. The basic aim which set ground for such a study is
the fact that the transcriptions of the prefaces of such genres of literary work which were
translated into Ottoman Turkish, can set light to the history of translation of children’s literature.
To start with, in order to constitute the main object of analysis of this very paper, general
information about the emergence of translated children’s literature during the Tanzimat Period
will be given. Then, some prefaces belonging to the works translated into Ottoman Turkish
during the era mentioned above will be analysed in the light of Zohar Shavit’s theoretical
framework concerning children’s literature translations. With reference to these sample texts
which will be transcribed into Latin letters, the kind of the “cultural repertoire” which the then
translators were trying to form will be attempted to describe by seeking answers to certain
questions such as “What kind of method did they follow so as to compose children’s
literature?”, “What style of language did they prefer to use?”, “What did they aim at?”, “What
authors and works did they choose?”.
Key words: Works of Western Children’s Literature, Ottoman Turkish, Cultural Repertoire,
Translation History, Translation Studies.
Giriş
Bu bildirinin amacı, Tanzimat’tan Latin harflerinin kabul edildiği tarih olan 1928’e kadar Batı
dillerinden Osmanlı Türkçesine yapılan özellikle çocuk edebiyatı çeviri örneklerini, bu
çevirilere yazılan ön sözler tanıklığında erek-odaklı bir yaklaşım çerçevesinde dil ve edebiyat
vurgusuyla irdelemektir. Bilindiği üzere birçok edebi tür, Osmanlı dil ve edebiyat dizgesine
çeviri yoluyla girmiştir. Roman, Batılı anlamda hikâye ve masal da bu edebi türlerdendir. Böyle
76
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
bir çalışmanın hazırlanmasının nedeni, Osmanlı Türkçesine çevirisi yapılan bu tür edebi
eserlerin çoğuldizgedeki konumunun belirlenmesinin çeviri tarihimize ışık tutacağı
düşüncesidir. Bildirinin temel inceleme nesnesini oluşturmak amacıyla çocuklar için çevirisi
yapılmış olan edebi türlerden, özellikle içerisinde ön söz barındıran romanlardan bazı örnekler
verilecektir. Çeviriyazısı yapılacak bu örnek metinlerden hareketle, çevirmen ve yayıncıların
çocuk edebiyatı oluşturmak için nasıl bir yol izledikleri, nasıl bir dil kullanmayı tercih ettikleri,
neleri amaçladıkları, hangi yazarları ve eserleri tercih ettikleri vb. sorulara yanıt aranarak
edebiyat çevirisinin edebi çoğuldizgedeki konumuna dikkat çekilecek ve nasıl bir “kültür
repertuarı” oluşturulmaya çalışıldığı betimlenmeye çalışılacaktır.
1. Tarihimize Çeviri Çocuk Edebiyatı Odağıyla Bakmak
Tarihimize çeviri çocuk edebiyatı odağıyla bakıldığında Tanzimat Dönemi’nin bir başlangıç
noktası olarak ele alınabileceği söylenebilir. Nitekim bu konuda yapılan birçok araştırmada
Tanzimat, çocuk edebiyatının Türk edebiyat ve kültür çoğul dizgesinde ortaya çıkış dönemi
olarak anılmaktadır (Krş. Çıkla, 2004; Neydim, 2000 ve 2005; Sılar, 2006). Bu dönemde
yaklaşık 1250 roman Batı dillerinden Osmanlı Türkçesine çevrilmiştir (Taramada öncelikli
olarak Seyfettin Özegetarafından hazırlanan Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu
(1971, 1973, 1975, 1977 ve 1979 - 5 cilt) temel alınmıştır; bu konuda yapılan araştırmalar için
Bkz. Bozkurt 2014; Karadağ 2014). Bu eserler arasında doğrudan çocuklara yönelik yapılan
birçok çeviri bulunmaktadır.
Çeviri çocuk edebiyatı üzerine yaptığı çeviribilim odaklı çalışmalarla tanınan Necdet Neydim,
Türkiye’de çeviri çocuk edebiyatının, yenileşme çabalarının başladığı Tanzimat’tan bu yana
edebiyat ve kültür dizgemizde “merkezi” bir yer tuttuğunu ifade eder. Neydim’e göre, Batı’da
da modernleşme sürecine kadar ayrı bir çocuk edebiyatından söz edilemez; çünkü “çocuk
edebiyatı, modernleşme ve sanayileşmenin zorunlu kıldığı bir alan olarak ortaya çıkmıştır”
(Krş. Neydim, 2005: 99).
Bu konuda Neydim’e yakın bir görüş Selçuk Çıkla tarafından benimsenmiştir. Tanzimat’tan
günümüze Türk çocuk edebiyatının tarihçesini ana hatlarıyla incelediği “Tanzimat’tan
Günümüze Çocuk Edebiyatı ve Bazı Öneriler” başlıklı makalesinde Selçuk Çıkla, çeviri çocuk
edebiyatına ayrı bir bölüm ayırır. Çıkla’ya göre, “Tanzimat sonrasında çocuklara yönelik süreli
yayınların ve çeşitli türlerdeki kitapların yayınlanması konusunda yavaş da olsa gelişen bir çaba
olduğu gözlenir” (Çıkla, 2004: 94). Çıkla, anılan zaman diliminde çocuk edebiyatının sınırları
77
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
içine girebilecek ilk eserlerin tarihi Tanzimat’ın ilânından yirmi yıl sonraya rastladığını şu
örnekleri vererek açıklar:
“1859 yılında üç farklı çalışmayla Türk çocuk edebiyatının bir nevi temelleri atılmıştır.
Bu üç çalışma şunlardır:
a) Şinasi’nin La Fontaine 10 ’den yaptığı fabl çevirileri 1859’da şairin Tercüme-i
Manzume adlı kitabında yayınlanmıştır.
b) Kayserili Doktor Rüştü adlı bir kişinin 1859’da yazdığı Nuhbetü’l-Etfâl isimli Arapça
alfabe kitabının sonuna eklediği çocuk hikâyeleri, fabl tercümeleri ve kısa hayvan
hikâyeleri bu türün Tanzimat sonrası Türk edebiyatındaki ilk örneklerinden biri olarak
kabul edilir.
c) Yusuf Kamil Paşa’nın klâsizmin zevk vererek eğitmek prensibini dikkate alarak
François de Saligna de la Mothe Fénélon’dan 1859’da çevirdiği Telemak (Tercüme-i
Telemak) adlı roman da önemli bir çalışmadır” (Çıkla, 2004: 94-95).
Tanzimat’ın ilanıyla birlikte, Türkiye’nin modernleşme serüvenini başlatan gerçek anlamda
dizgeli bir değişim ve dönüşüm sürecine girildiği ve Even-Zohar’ın çoğul-dizge kuramına göre
çeviri çocuk edebiyatının da içinde yer aldığı çeviri edebiyatın “merkeze” yerleştiği ve
“çevreyi” şekillendirdiği söylenebilir (“çoğuldizge henüz oluşmamışken ya da başka deyişle,
edebiyat henüz “genç” ve yerleşme sürecinde iken; edebiyat ya “çevresel” ya “güçsüz” ya da
her iki durumda iken; edebiyatta dönüm noktaları, bunalımlar ve yazınsal boşluklar yaşanırken”
(Krş. Even-Zohar (çev. Paker), 1987: 58-68).
Türkiye’deki çocuk edebiyatı çalışmalarını tarihsel bir bakış açısıyla irdeleyen Alev Sınar da
çocuk edebiyatının Tanzimat Fermanı’nın ilânından sonra başlayan dönemden itibaren yavaş
yavaş ortaya çıktığının altını çizer ve bu ilânı başka bir medeniyet dairesine giriş şeklinde ele
alır:
“1839 tarihinde ilân edilen bu ferman sadece sosyal ve siyasî açılardan toplumumuzu
etkilemekle kalmaz. Türk Edebiyatı da yeni bir medeniyet dairesine, Batı medeniyetine
girdiğimizi ilân eden bu değişimden etkilenir. Bu süreç içinde yabancı dil bilenlerin
sayısı yavaş yavaş artar, Batı’dan çeviriler yapılmaya başlanır ve bu çeviriler sayesinde
Avrupa’daki çocuk eğitimi ve psikolojisi ile ilgili çalışmalardan da haberdar olunur. Bu
Osmanlı Türkçesinde yer alan La Fontaine çevirileri üzerine yapılan çeviribilim odaklı bir tez çalışması için Bkz.
Sirkecioğlu, 2010.
10
78
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
yeni bilgiler ışığında çocuk eğitiminin önemi vurgulanır ve böylelikle doğrudan doğruya
çocuk için yapılacak çalışmalara zemin hazırlanmaya başlanır” (Sınar, 2006: 178).
Sınar’ın sözünü ettiği şekilde çocuk eğitiminin gündeme gelmesi, ilgili dönemden
itibaren çeviri yoluyla edebiyat ve kültür dizgemize giren roman türüne eğitici-öğretici bir işlev
yüklenmesiyle örtüşmektedir (“Medeniyet” algısı üzerinden çevirinin modernleşme
sürecindeki işlevini irdeleyen bir çalışma için Bkz. Karadağ, 2008a ve 2008b).
2. Kuramsal Çerçeve
Bildirinin kuramsal çerçevesi, çocuk edebiyatı çevirisinin edebiyat çoğuldizgesindeki
konumunu irdeleyen Zohar Shavit’in görüşleri üzerine temellendirilecektir. Shavit, Itamar
Even-Zohar’ın çoğuldizge kuramına göndermede bulunarak kuramsal görüşlerinin çıkış
noktasının edebiyatın bir çoğuldizge olduğu gerçeğine dayandığını belirtir. Çocuk edebiyatını
edebiyat çoğuldizgesinin tamamlayıcı bir parçası olarak kabul eder ve çocuk edebiyatı
çevirilerinde izlenen yolun, çocuk edebiyatı dizgesinin edebiyat çoğuldizgesindeki konumuna
göre nasıl belirlendiğini göstermeye çalışır. Shavit’e göre çevirmen çocuk edebiyatı çevirisinin
dayandığı iki temel ilkeyi göz önünde bulundurduğu sürece “metni özgür bir şekilde işleyebilir”
(Shavit (çev. Besen), 1991: 19). Bu iki ilke “metnin seçimini ve işlenişini” belirler ve bu şekilde
metnin “dizgesel yatkınlığının” temelini oluşturur. Bu iki ilke şöyledir:
“a) Metni, toplumun, “çocuk için iyi” diye tanımladığı şekilde, çocuğa uygun ve yararlı
olarak düzenlemek,
b) Olay örgüsünü, tiplemeleri ve dili, çocuğun kavrama düzeyine ve okuma yetisine
göre düzenlemek” (Shavit (çev. Besen), 1991: 19).
Shavit öğretici çocuk edebiyatı kavramının yaygınlığını koruduğu sürece çocuk edebiyatının
eğitimde bir araç olduğu fikrinden kaynaklanan birinci ilkenin egemen olduğunu, ne var ki
kavrayış odaklı ikinci ilkenin de baskınlığını koruduğunu ileri sürer (Krş. Shavit (çev. Besen),
1991: 19).
“Dizgesel yatkınlık” Shavit tarafından birbiriyle bağlantılı 5 ana başlık altında ele alınır: 1) Var
olan örnekçelere yatkınlık; 2) Metnin bütünlüğü; 3) Metnin karmaşıklık düzeyi; 4) İdeolojik
ya da değerlendirici uyarlama; 5) Biçimsel normlar (Krş. Shavit (çev. Besen), 1991: 19).
3. “Dizgesel Yatkınlık” ve Osmanlı Türkçesindeki Çeviri Çocuk Edebiyatı
79
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Yukarıda ana hatlarıyla değinilen kuramsal görüşler ışığında bildirinin temel araştırma soruları
şunlardır: Batı dillerinden Osmanlı Türkçesine yapılan çocuk edebiyatı çevirilerinde bu ilkeler
benimsenmiş midir? İlgili dönemin çeviri çocuk edebiyatı bağlamında “dizgesel yatkınlık”tan
söz edilebilir mi? Bu sorulara, çocuk edebiyatı çevirileri yan metinleri (ön söz / ön kapak / arka
kapak vb.) ışığında yanıt aranacaktır
3.1. “Var Olan Örnekçelere Yatkınlık”
“Dizgesel yatkınlık”ın ilk ana başlığı “Var Olan Örnekçelere Yatkınlık”tır. Shavit bu yatkınlık
türünü şöyle açıklar:
“Özgün metnin örnekçesi erek dizgede yer almıyorsa, özgün metnin çevirisini erek
yazının içine aldığı örnekçelere göre düzenlemek için bazı öğeler çıkartılarak metin
değiştirilir” (Shavit (çev. Besen), 1991: 20).
Shavit’e göre çevrilecek metin hakkında çevirmenin araştırma yapması, çevirinin daha önce
erek edebiyat ve kültür dizgesinde yer alıp almadığına bakması gerekmektedir. Daha önceki
veya ilgili/benzer örnekçelerin yapılacak çeviriyi etkileyeceği açıktır. Çevirmen yapacağı
araştırma sonucunda öncelikle çeviriyi yapmaya ya da yapmamaya; şayet yapmaya karar
verirse, nasıl yapacağına karar verir.
Örnek vermek gerekirse, ünlü İngiliz yazar Daniel Defoe’nun (1660-1731) The Life and
Adventures of Robinson Crusoe (1716) adlı eserinin Osmanlı Türkçesinde 6 farklı çevirisi yer
almaktadır (Ayrıntılı bilgi için Bkz. Osmanlıcada Robenson, 2008). Bu çevirilerden Mehmed
Ali’ye ait olan, Robenson Issız Adada (tarih belirtilmemiştir) adıyla edebiyat ve kültür
çoğuldizgemizde yer almıştır. Bu çeviriye yazdığı ön sözde çevirmen Mehmed Ali, çocuk
edebiyatı üzerine nasıl bir araştırma yaptığını, çeviri eser seçiminde ne gibi etkenleri göz
önünde bulundurduğunu şu şekilde dile getirir:
“Çocuk edebiyatını teşkil eden ve memleketimizde adedi pek mahdut olan kitapları
topladım. Bunların hemen ekserisi masal nevinden olan şeylerdi. Masallar küçük
çocuklar için faydalı ve eğlenceli oluyor. Fakat her şeyi tahlile kalkışan 14-15 yaşındaki
çocuklar için eğlenceli olmakla beraber muhteviyatı akıl ve mantıkla kabil-i telif
olmuyordu. Çocuklarımın yalnız gülmesini değil aynı zamanda da haberleri olmaksızın,
içtimaî, ahlâkî, tarihî... malûmat edinmelerini şiddetle arzu ediyordum.”
[…] “Muhtelif birçok hikâyeler söyledim. Yirmi, yirmi beş hikâyeden sonra, en ziyade
hangilerini sevdiklerini anlamak için, bir anket açtım. Neticede gördüm ve anladım ki
80
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
çocuklar daha ziyade maceralı ve sergüzeştli hikâyeleri tercih ediyorlar. O zaman bu
ihtiyacı en iyi ve en cazip bir şekilde temin ve tatmin eden “Robenson”u aradım”
(Mehmed Ali, (…): Ön söz) (Bkz. Ek 1).
Mehmed Ali, çeviri süreci öncesinde edebi türe ilişkin, benzer konulu örnekçeleri tarayıp
Robenson konusunda karar verdikten sonra Shavit’in belirttiği çeviri süreci düzenlemelerini de
yapmıştır. Mehmed Ali’ye göre yazar her ne kadar “mufassal” bir eser ortaya koymuş olsa da,
“hey'et-i umûmiyesi itibarıyla uzun ve manasız tafsilâtla doludur”. Bu nedenle çevirmen
çeviride ne tür bir düzenlemeye gittiğini, “Biz ise Robenson'u ilk mektep talebesinin
okuyabileceği bir hâle getirmeğe çalıştık” açıklamasıyla okurun bilgisine sunmuştur.
Bir başka Robenson çevirmeni, Şemseddin Sâmi ise 1302 [1884] tarihli çevirisinde erek
edebiyat ve kültür dizgesindeki örnekçe araştırmasının sonucunu, yazdığı ön söze bir dipnot
düşerek açıklamıştır. Şemseddin Sâmi bu dipnotta, o dönemde edebiyat ve kültür dizgesinde
var olan var bir çeviriye rağmen -Vakanüvis Ahmed Lütfi’nin Tercüme-i Hikâye-i Robenson
(1283 [1866]) adlı çevirisi- neden bir yeniden-çeviri yapmak istediğini dil ve kültür vurgusuyla
dile getirir:
“*Lisanımızda Hikâye-i Robenson nâmıyla bir diğer kitap daha mevcûd ise de bu
hikâye Avrupa lisanlarında muhtelif suretlerde ifrağ olunarak müteâddid envâ-ı
bulunmağla mevcûd olan tercüme –el yevm Fransa mekâtib-i ibtidaiyyessi broğramına
dahil olup bizde dahi lisân-ı Franseviyenintahsili için okutturulmakta olan mösyö
(Ambroise Randü)nün eserine mûtabık olmayıp, diğer bir telifin tercümesi olduğu
anlaşılır olduğu anlaşıldığından eser-i mezkûrun Fransızcasını okuyan şâkirdâna medârı suhûlet olmak üzere mekâtib-i müte’addidede Fransızca muallimi bulunan e’azzi
ehibbâmdan mösyö (De Varez)in ibrâm ve teşvîkiyle tercümesine mecbur oldum”
(Şemseddin Sâmi, 1302 [1884]: Ön söz) (Bkz. Ek 2).
Vakanüvis Ahmed Lütfi çevirisini Arapçadan yapmıştır; Şemseddin Sâmi’nin tercihi ise
kaynak dil olarak Fransızca olmuştur. Bir İngiliz dili edebiyatı eserinin özgün dil olarak
İngilizceden değil de zaten bir ara dilden -Arapçadan- çevirisi varken başka bir ara dilden Fransızcadan- çevrilmesinin tercih edilmesi, dönemin “medeniyet” algısını şekillendiren
Fransız kültür ve edebiyatının merkezinde yer aldığı Batı modernleşme olgusuna örnek
oluşturabilir.
3.2. “Metnin Bütünlüğü”
81
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Sahvit’e göre, “Metnin tam olarak çevrilmesi günümüzde saygın görülen yetişkin dizgesindeki
pek çok çeviride benimsenmiş bir normdur”; Ancak Shavit bu normun on dokuzuncu yüzyılda,
hatta yirminci yüzyılın başlarında geçerli olmadığını, çevirmenlerin kendilerinin özgün metnin
bütünlüğünü ayarlayabildiğini ileri sürmüştür (Shavit (çev. Besen), 1991: 21). Metnin
bütünlüğü çerçevesinde Shavit’in dikkat çektiği temel nokta ahlâk kurallarına uygunluktur:
“Bu gibi çıkartmalara özellikle yetişkinler için yazılan kitaplar çocuk dizgesine
aktarıldığında ve çocuğun kavrama düzeyine (yetişkinin anladığı şekilde) ya da çocuk
dizgesinde izin verilen ahlâk kurallarına uyarlanmaları gerektiğinde rastlanır. Eğer bir
metin, çocuklara izin verilen ya da yasaklanan şeylere uygun değilse ya da metin
çevirmene göre çocuklar tarafından anlaşılamayacaksa, çoğu kez büyük değişikliğe
uğrar” (Shavit (çev. Besen), 1991: 21-22).
Edebiyat ve kültür dizgemizdeki bir başka Robenson çevirisinin ön sözünde Osman Nuri
(1925), çeviride “aynen tercümeye uğraşmadıklarını”, “hatta bazı yerlerini tayy, bazı yerlerini
de kendi âdâtımıza göre ta‘dîl ettiklerini” açıkça belirtmiştir. Osman Nuri’nin gerek çeviri eser
seçimini gerekse çeviri stratejisini belirleyen temel etmen Robenson’un ahlâki bir hikâye
olmasıdır:
“Bu hikâyeyi tercüme etmekten maksadımız: Robenson,çocuklara fikr-i teşebbüs verir.
Meşakkatleri iktihâm etmeye, acılara çekîlere dayanmaya alıştırır. Dindarlığı telkin eder
ve nihayet ana ve baba sözü dinlemeyenlerin pek çok tehlikelere uğrayacağını gösterir
ahlâkî bir hikâye olmasıdır” (Osman Nuri, 1925: Ön söz) (Bkz. Ek 3).
3.3. “Metnin Karmaşıklık Düzeyi”
Shavit’e göre metnin karmaşıklık normu, çocuk edebiyatının özimegeleminde yatmaktadır ve
yalnızca metnin izleğini değil, metnin tiplemesini ve ana yapısını da belirler (Krş. Shavit (çev.
Besen), 1991: 22). Bu çerçevede Shavit “yalınlık” normunun işlev sayısının azaltılmasıyla
ortaya çıktığına dikkat çeker:
“Metni basitleştirilmiş örnekçeye uyarlarken çevirmenler, çoğunlukla öğeler ve işlevler
arasındaki ilişkileri değiştirerek, öğelere daha az sayıda işlev yükleyerek, metni daha
yalın kılarlar” (Shavit (çev. Besen), 1991: 20).
Çocuklara Hikâye Demeti: Deniz Perisinin İnekleri üst başlığı altında İnsanın Hilesi (13391342 [1923-1926]) adıyla yayımlanan çocuk kitabının ön kapağında okura “Meraklı, heyecanlı,
82
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
kış gecelerini hoş geçirmeye hâdim şâyân-ı mütâla‘a bir hikâyedir” şeklinde tanıtılmıştır.
“Nâkili S. T.” Sunulan bu kitabın arka kapağında öğretmenlere ve velilere seslenilerek
hikâyelerin “gayet açık, sade, selîs bir üslup ile meşhur bir hikâyecimiz tarafından telif edildiği”
vurgulanr:
“Bütün Muallimlerin, Çocuk Velilerinin Nazar-ı Dikkatine:
Çocuklara Hikâyeler
Aziz çocuklarımızın, sevgili yavrularımızın istifadesini düşünen Orhaniye Matbaası bir
“Çocuklara Hikâyeler” külliyatı neşretmiştir. Bu hikâyeler ve masallar, gayet açık, sade,
selîs bir üslup ile meşhur bir hikâyecimiz tarafından telif edilmiştir. Lüzum görüldükçe
Avrupa eâzımının âsârından millî hayatımıza naklen iktibas edilen bu hikâyelerin her
biri, çocuklarımıza en fâideli ve heyecanlı vakit geçirten birçok harikulade vakaları
tasvir eder. İhtiyar edilen masrafa mukabil, başlı başına bir veya iki hikâyeyi ihtivâ eden
renkli ve resimli kitapların bir adedi yalnız beş kuruştur. Bütün muallimler, talebesine;
analar babalar, yavrularına, büyükler, küçüklerine bu eserleri tavsiye ve hediye
etmelidirler […]” (İnsanın Hilesi (1339-1342 [1923-1926]): Arka Kapak) (Bkz. Ek 4).
3.4. “İdeolojik ya da Değerlendirici Uyarlama”
Shavit’e göre, yetişkin edebiyatın ilk aşamalarında edebiyat öğretici bir araç olma işlevini
üstlenmiş ve “belli bir değerler dizgesi ya da ideoloji açısından” önemli bulunmuştur. Zaman
içinde bu işlev, yetişkin edebiyat için geçerliliğini yitirmiş olsa da, çocuk edebiyatı için
korumuştur. Bu bilgilere dayanarak Shavit, çevirmenin “metni ideolojik bir araca dönüştürmek
için bazen kaynak metni tamamen değiştirdiğinin” altını çizmiştir (Krş. Shavit (çev. Besen),
1991: 24).
Himâye-i Etfâl Cemiyeti Çocuk Külliyatı’nın on ikinci eseri olarak yayımlananKeçi
Çobanı(1928) adlı çeviri kitabına çevirmen Sabiha Zekeriya “Mukaddime” başlıklı kısa bir ön
söz yazmıştır. Bu ön sözde çevirmen kaynak metni neden “tercüme” değil de “adapte” etmeyi
seçtiğini şu şekilde açıklar:
“Haydi”nin çocuklar arasında gördüğü rağbet, onlar üzerinde yaptığı tesir, aynı
müellifin (Keçi Çobanı) isimli bu küçük romanını da nakil için bana cesaret verdi. Keçi
Çobanı, ahlâki bir gaye ile yazılmış temiz ve nezih bir çocuk romanıdır. Bunda da
tabiatın temiz ve sade güzelliği içindeyiz. Bir köy çocuğunun saf ve masum kalbinde
83
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
geçen bir mücadeleyi öğreniyoruz. Eser baştan başa o kadar temiz hislerle doludur ki,
hiçbir çocuk bu güzelliğin karşısında mütehassis olmaktan kendisini menedemez.
Keçi Çobanı’nı tercüme etmedim. Kendi muhitimize adapte ederek çocuğa daha ziyade
yakın bir hale getirmeye çalıştım” (Sabiha Zekeriya, 1928: Ön söz) (Bkz. Ek 5).
3.5. “Biçemsel normlar”
Shavit’e göre, en belirgin biçemsel norm “yüksek yazın biçemi normudur”. Bu norm hem
yetişkin hem de çocuk edebiyatı için geçerlidir. Ancak geçerlilik nedenleri farklılık
göstermektedir:
“Yetişkin yazınında kendi başına “yazınsallık” düşüncesiyle bağlantılıyken, çocuk
yazınındaki yüksek biçemin nedeni, yazının öğreticiliğiyle ve çocuğun sözcük
dağarcığını varsıllaştırma çabasıyla bağlantılıdır” (Shavit (çev. Besen), 1991: 20).
Biçimsel normlar bağlamında örnek olarak ise Aziz Hüdai’nin Kamerde İlk İnsanlar (13341336 [1918-1920]) adlı çevirisi verilebilir. Ön kapağında “Fennî, seyyâhî, harikulade roman”
şeklinde okura sunulan ve “Vels”ten (Herbert GeorgeWells’ten) çevrildiği belirtilen bu eserin
başında çevirmen Aziz Hüdai tarafından kaleme alınmış bir ön söz yer alır. Bu ön sözde
çevirmen soru-yanıt şeklinde çeviri eser seçimini belirleyen etmenleri açıklar. Açıklamada
dikkat çeken, “fen, hayâlât edebiyat ve mizahtan” oluşan “latif” bir karışımın “talebe
edebiyatında aranan faydayı” sağlayacağı düşüncesidir:
“Bazıları sordular: Niçin? Çünkü (Vels)in romanları fen, hayâlât edebiyat ve mizahtan
mürekkep latif bir halîtadır. Çocukları mizah ile hayâlât kadar cezbeden bir şey yoktur.
Bu iki lezzete bir de fen karıştırılırsa talebe edebiyatında aranan fâidelerden en büyüğü
husûle gelmiş olur; işte “Vels” bunun için intihâb edildi” (Aziz Hüdai, 1334-1336
[1918-1920]: Ön söz) (Bkz. Ek 6).
Biçemsel normlar bağlamında öğreticilik vurguna bir başka örnek olarak Ahmed İhsan’ın ünlü
bilim kurgu romanı yazarı Jules Verne’den yaptığı Deniz Altında 20000 Fersah Seyahat (1307
[1889]) adlı çevirisi verilebilir. “Musavver fennî roman” olarak ön kapakta sunulan bu kitabın
ön sözünde Ahmed İhsan, “her romanda bir meziyet aramak gerektiğine” ve “fennin ciddi
meziyetleri” olduğuna dikkat çeker. Romana öğreticilik işlevinin yüklendiği görülen bu ön
sözde çevirmen, eser ve yazar seçimini belirleyen temel unsurları “eğlenceli vakit geçirtmek”
ve “fennen istifade sağlamak” şeklinde açıklamıştır:
84
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
“Her romanda bir meziyet aranmak lazım gelir. Âsârını tercüme ile iftihar ettiğim Jül
Vern’in romanlarında ise “Gizli Ada”da, “Seksen Günde Devr-i Âlem”de görüldüğü üzre
meziyet-i ciddiye-i fenniye vardır. Bunlar öyle fikir ve hayali tahdîş ederek yüz
kızartacak, insana nefret verecek kerîh manzaralardan ârîdir. Jül Vern’in romanlarını
mütalaa edenler hem fennen istifade ederler, hem zamanlarını hoş geçirirler. En müşkülpesend bir peder bunları sevgili çocuklarına okutmakta mahzur görmez” (Ahmed İhsan,
1307 [1889]: Ön söz) (Bkz. Ek 7).
4. Sonuç Gözlemleri
Bildiride, Shavit’in çocuk edebiyatı bağlamında öne sürdüğü “dizgesel yatkınlık” bağlamında
beş alt başlık altında örneklerle incelenip ulaşılan veriler ışığında, bir edebi tür olarak romana
“ahlâk” vurgusuyla “eğiticilik”, “fen” vurgusuyla da “öğreticilik” işlevinin atfedildiği
görülmektedir. Bu işlevler doğrultusunda bilinçli bir şekilde oluşturulmaya çalışılan çocuk
edebiyatı “kültür repertuarı”na ilişkin gerek çeviri eser seçiminde gerekse çeviri stratejilerinde
gösterilen hassasiyetin, çevirilerin “rastlantısal” bir anlayışla yapılmadığına ışık tuttuğu ve
“dizgesel yatkınlık” normunun incelenen çeviri çocuk edebiyatı dönemi için geçerliliktaşıdığı
söylenebilir.
5. Kaynakça
Bozkurt, Eshâbil. (2014). “1908-1928 Yılları Arasında Batı Dillerinden Osmanlı Türkçesine
Çevrilen Romanlarda Mukaddime Geleneği”. Yayımlanmamış Doktora Tezi. İstanbul:
Yıldız Teknik Üniversitesi.
Çıkla, Selçuk. (2005). “Tanzimat’tan Günümüze Çocuk Edebiyatı ve Bazı Öneriler”. Hece.
Çocuk Edebiyat Özel Sayısı. Ağustos - Eylül 2005. s. 89-107.
Defoe, Daniel. (1716/1920). The Life and Adventures of Robinson Crusoe. London: Macmillan
& Co. Ltd.
_______. (1283 [1866]). Hikâye-i Robenson (Müt. Ahmed Lütfi). İstanbul: Takvim-hâne-i
Âmire.
_______. (1302 [1884]). Robenson (Müt. Ş. Sâmi). İstanbul: Mihran Matbaası.
_______. (…). Robenson Issız Adada (Müt. Mehmed Ali). İstanbul: Sühûlet Matbaası.
_______. (1925). Robenson (Müt. Osman Nuri). Varna: İleri Matbaa.
Even-Zohar, Itamar. (1987). “Yazınsal Çoğuldizge İçinde Çeviri Yazının Durumu” (Çev.
Saliha Paker). Adam Sanat, S 14, s. 59-68.
Karadağ, Ayşe Banu. 2008a. Çevirinin Tanıklığında ‘Medeniyet’in Dönüşümü. İstanbul: Diye
Yayınları.
_______. 2008b.Osmanlıcada Robenson. İstanbul: Diye Yayınları.
85
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
_______. 2014. Çevirmenin Tanıklığında Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e Çeviri Tarihini Yeniden
Okumak. 2 cilt. İstanbul: Diye Yayınları.
Neydim, Necdet. (2000). “1980 Sonrası Paradigma Değişimi Açısından Çeviri Çocuk
Edebiyatı”.Yayımlanmamış Doktora Tezi. İstanbul: İstanbul Üniversitesi.
_______. (2005). “Küçük Prens Çevirilerindeki Çevirmen Kararlarına Erek Odaklı Bakışla
Karşılaştırmalı Bir Yaklaşım”. İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı Dergisi, S
17, s. 99-110.
Özege, M. Seyfeddin. (1971). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 1. İstanbul:
Fatih Yayınevi Matbaası.
_______. (1973). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 2. İstanbul: Fatih
Yayınevi Matbaası.
_______. (1975). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 3. İstanbul: Fatih
Yayınevi Matbaası.
_______. (1977). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 4. İstanbul: Fatih
Yayınevi Matbaası.
_______. (1979). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 5. İstanbul: Fatih
Yayınevi Matbaası.
Shavit, Zohar. (1991). “Çocuk Yazını Çevirisinin Yazınsal Çoğuldizgedeki Konumu
Açısından Belirlenmesi” (Çev. Pınar Besen). Metis Çeviri. Bahar 1991. s. 19-24.
Sınar, Alev. (2006). “Türkiye’de Çocuk Edebiyatı Çalışmaları”. Türkiye Araştırmaları
Literatür Dergisi,c. 4, S. 7, 2006, s. 175-225.
Sirkecioğlu, Murat. (2010). “Osmanlıcada La Fontaine: Mehmed Ali Çevirisi Üzerine
Betimleyici Bir Çalışma”. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. İstanbul: Yıldız
Teknik Üniversitesi.
Spyri, Johanna. (1928). Keçi Çobanı (Müt. Sabiha Zekeriya). İstanbul: Resimli Ay Matbaası.
Unat, Faik Reşit. (1940). Hicrî Tarihleri Milâdî Tarihe Çevirme Kılavuzu. Ankara.
Verne, Jules. (1307 [1889]). Deniz Altında 20000 Fersah Seyahat (Müt. Ahmed İhsan).
İstanbul: A. Asaduryan Şirket-i Mürettibiye Matbaası.
Wells, Herbert George. (1334-1336 [1918-1920]). Kamerde İlk İnsanlar (Müt. Aziz Hüdai).
İstanbul: Evkâf-ı İslâmiye Matbaası.
(…). (1339-1342 [1923-1926]). Deniz Perisinin İnekleri - İnsanın Hilesi (Müt. S. T.).
İstanbul: Orhaniye Matbaası.
6. Ekler
Ek 1: Mehmed Ali, Robenson Issız Adada, Sahip ve nâşiri Bâbıâli Caddesinde Sühûlet Kitâbhânesi Sahibi Semih Lütfi Erciyas.
86
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Birkaç Söz
Bütün gün dimağları yorulan talebelerime, geceleri, bilhassa uzun kış geceleri, birer hikâye
anlatarak hem zihinlerini dinlendirmek ve hem de içtimâî, ahlâkî… fâideli ve canlı dersler
vermek istiyordum. Çocuk edebiyatını teşkil eden ve memleketimizde adedi pek mahdûd olan
kitapları topladım. Bunların hemen ekserisi masal nevinden olan şeylerdi. Masallar küçük
çocuklar için pek fâideli ve eğlenceli oluyor. Fakat her şeyi tahlile kalkışan 14-15 yaşındaki
çocuklar için eğlenceli olmakla beraber muhteviyatı akıl ve mantıkla kâbil-i te’lîf olmuyordu.
Çocuklarımın yalnız gülmesini değil aynı zamanda da haberleri olmaksızın, içtimâî, ahlâkî ve
târihî… ma‘lûmât edinmelerini şiddetle arzu ediyordum. Muhtelif birçok hikâyeler söyledim.
Bütün bunlar çocuklarımın muhayyilelerini tanımaya ve ufk-ı hissîlerini inkişâf ettirerek zihnen
daha uyanık ve zinde olmalarına hizmet ediyordu. Yirmi, yirmi beş hikâyeden sonra, en ziyade
hangilerini sevdiklerini anlamak için, bir anket açtım. Neticede gördüm ve anladım, ki çocuklar
daha ziyade maceralı ve sergüzeştli hikâyeleri tercih ediyorlar. O zaman bu ihtiyacı en iyi ve
en cazip bir şekilde temin ve tatmin eden “Robenson”u aradım. Her gün iki, üç parça tercüme
ederek talebeme okudum. Pek ziyade hoşlarına gitti. O kadar ki gündüzleri sabırsızlanmaya ve
akşamları büyük bir hâhişle beklemeye başladılar. Robenson’un sergüzeşti üç hafta kadar
devam etti lakin talebem beni rahat bırakmıyor ve mutlaka bunları kitap hâline getirmemi
şiddetle arzu ediyorlardı. İşte ben de şimdi onların arzularını yerine getirmek maksadıyla
neşrediyor ve bu kitabın benim değil daha ziyade çocuklarımın olduğunu itiraf ediyorum.
Burada had-nâ-şinaslık etmemek için müellifin mukaddimesindeki bazı parçaları
nakledeceğim. Müellif diyor ki: “Herkes Robenson’u okumuştur. Bu, gençlerin en ziyade
sevdikleri bir kitaptır. Robenson ailesinin yanından kaçıyor ve akabinde, vaktiyle kendisine
haber verilen bütün felâket ve musibetlere dûçâr olan Robenson teşebbüs ve cesareti sayesinde
bin türlü ihtiyaçlara karşı yalnız ve sade marifet ve maharetiyle mücadele ediyor ve bütün
engelleri yıkarak, mâniaları çiğneyerek muzaffer oluyor. Robenson yine senelerce yapyalnız
yaşadıktan sonra müşkilâtı yenmeyi öğreniyor ve can sıkıntılarını birçok tatlı meşguliyetlerle
izâle ediyor. Kendisi gibi pek bedbaht olan bir adamın imdadına yetişerek onu büyük bir
felâketten kurtarıyor. Talim ve terbiyesine çalışarak medenileştiriyor. Nihayet Robenson
anavatanına avdet ediyor. Dünyayı gezmek ve sergüzeşt sahibi olmak için tedbirsiz ve
ihtiyatsızca feda ettiği aile kucağına dönüyor.” İşte bütün bunlar çocukların pek ziyade arzu ve
alakalarını celbediyor ve seve seve okunmaya ve dinlenmeye layık pek canlı dersler oluyor.
Robenson hakkında “Daniel Defoe” mufassal bir eser vücuda getirmiştir. Bununla beraber eser,
hey’et-i ‘umûmiyesi itibarıyla uzun ve manasız tafsilatla doludur. Biz ise Robenson’u ilk
mektep talebesinin okuyabileceği bir hâle getirmeye çalıştık. Bundan başka, Robenson
macerasının en dikkate şâyân ve istifâde-bahş kısmı ıssız adada geçirdiği hayat teşkil ediyor.
Esasen ona husûsî seciyesini veren de yine orada imrâr ettiği hayattır. Bunun için biz
kahramanımızın daha ziyade sergüzeştinin bu kısmına ehemmiyet veriyoruz. Bu küçük kitabın
asıl ruhu ve esaslı maksat ve gayesi de, ne kadar mümkünse, basit ve tabi‘î bir hikâye ile onu
anlatmak ve çocuklara duyurmaktır.
Mehmed Ali
Ek 2: Robenson, Fransızcadan harfiyen tercüme olunmuştur, Mütercimi Ş. Sâmi, Maârif
Nezâret-i Celîlesinin ruhsatı ile tab‘ olunmuştur, Ruhsat-nâme numarası, İstanbul, Mihran
Matbaası, Bâbıâli Caddesinde Numara 7, 1302.
87
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
İfâde-i Mütercim
Tenezzülen eserlerimi okuyanların malumudur ki: yazar iken birinci dikkat ettiğim şey sade
yazmak ve tercüme eder iken en ziyâde özendiğim şey aslından ayrılmamaktır. Bu ikinci şıktan
lisanımızın şîvesine halel gelir korkusu ile ihtiraz veya tariz edenlere, makâm-ı redd ü te’mînde
derim ki bu şîve tegayyüründen lisanımıza ıslâh ve terakkîden başka bir şey terettüp edemez.
Avrupa lisanlarıyla lisanımız arasında tercümeyi müşkilleştiren fark, lafzî ve manevî olarak iki
cihetle münkasımdır. Lafzî ciheti kelamı terkip eden cümlelerin ve cümleyi teşkil eden
kelimâtın takdîm ve tehirinden ibaret olup buna riâyet etmemek mümkün değil ise de mümkün
mertebede kelâmı giriftlikten kurtarıp cümleleri kısa kesmekle ve sûret-i ifâdeyi şîve-i
kâtibâneden kurtarıp şîve-i tekellüme kalb ve takrîble bu farkın kısm-ı küllîsi izâle edilmiş ve
bununla beraber lisanımız dahi sadeleşmekle beraber güzelleşmiş olur. Manevî ciheti ise
Avrupa muharrirleriyle bizim kâtib ve şâirlerin arasında düşünmece olan farktır, efkâr-ı cedîde
ve terakkiyât-ı hâzırayı köhne tarzı-ı münşiyâne ile ifâde etmek müstahîldir. Bu tebeddül belki
ibtidâ garip görünür lakin ilk nazarda garip görünen nice şeyler vardır ki göz kulak alışmakla
me’nûs u mahbûb olur. Islâh ve terakkîyi müntec olan bu tebeddüle en ziyâde hizmet edecek
şey bu sûretle edilecek tercümelerdir. Çocukların kâbiliyet-i zihniyelerine göre düşünülmüş
olan bu hikâye-i ‘ibret-âmîzin çocukların anlayacağı bir lisanla tercümesi zaruri olduğu gibi
Fransızcasını tederrüs edenlere dahi bir medâr-ı sühûlet olmak üzere kâide-i müttehazime
bundan daha ziyade riâyet ederek mümkün mertebede aslından ayrılmamaya çalıştım.
Ş. Sâmi İstanbul, 1 Ramazan 1302
Ek 3: Robenson, Millette hususiyle gençlerimizde ve mekteplilerimizde mütâlaa hevesi
uyandırmak maksadıyla tercüme edilmiştir, Tercüme eden Varna Rüştiyesi Müdürü Osman
Nuri, Tâbi‘ ve nâşiri Varna’da İleri Matbaa ve Kütüb-hânesi, 1925.
Bir İki Söz
Robenson hikâyesini çocukluğumda okumuş, günlerce zevkini yaşamış idim. Otuz yedi, otuz
sekiz sene geçti. Bir daha görmedim. Geçende bir mecliste çocuklarımıza, gençlerimize
istifâdeli hikâyeler yazmak mevzubahis oldu. Bilmem nereden Robenson’u tercüme edip
88
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
bastırmak hatırıma geldi. Hemen bir nüshasını tedarik ederek tercümeye başladım. Az vakitte
şu eser meydana geldi. Gençlerimizi mütâlaaya heveslendirebilirsem ne mutlu bana.
Robenson, yazılalı pek çok seneler olduğu, pek çok okunduğu hâlde eskimemiş, lâ-yemût
eserler sırasına geçmiştir. Yazılış, çocukların anlayacağı tarzda sade bir eser olup biz de aslına
teba‘an tercümede sadeliğini muhafaza etmeye çalıştık.
Kitabı da aynen tercümeye uğraşmadık. Hatta bazı yerlerini tayy, bazı yerlerini de kendi
âdâtımıza göre ta‘dîl ettik ve aslında olduğu gibi biz de rivâyet tarîkini tuttuk.
Bu hikâyeyi tercüme etmekten maksadımız: Robenson, çocuklara fikr-i teşebbüs verir.
Meşakkatleri iktihâm etmeye, acılara çekîlere dayanmaya alıştırır. Dindarlığı telkin eder ve
nihâyet ana ve baba sözü dinlemeyenlerin pek çok tehlikelere uğrayacağını gösterir ahlâkî bir
hikâye olmasıdır.
Hikâyemiz rağbet görürse Kristof Kolomb’un Amerika’yı nasıl keşfettiğini de sade bir lisanla
yazacağız. Bu hayalî hikâyeyi o hakikî eser takip edecektir.
Ve minallâhi’t-tevfîk
24 -Teşrînisânî 1924 Osman Nuri
Ek 4: Çocuklara hikâye demeti, Deniz Perisinin İnekleri, İnsanın Hilesi, Meraklı, heyecanlı,
kış gecelerini hoş geçirmeye hâdim şâyân-ı mütâla‘a bir hikâyedir, Nâkili S. T., Tâbi‘ ve nâşiri
Orhaniye Matbaası, Dersaâdet, 1339-1342.
Bütün Muallimlerin, Çocuk Velilerinin Nazar-ı Dikkatine:
Çocuklara Hikâyeler
Aziz çocuklarımızın, sevgili yavrularımızın istifadesini düşünen Orhaniye Matbaası bir
“Çocuklara Hikâyeler” külliyatı neşretmiştir. Bu hikâyeler ve masallar, gayet açık, sade, selîs
bir üslup ile meşhur bir hikâyecimiz tarafından telif edilmiştir. Lüzum görüldükçe Avrupa
eâzımının âsârından millî hayatımıza naklen iktibas edilen bu hikâyelerin her biri,
çocuklarımıza en fâideli ve heyecanlı vakit geçirten birçok harikulade vakaları tasvir eder.
İhtiyar edilen masrafa mukabil, başlı başına bir veya iki hikâyeyi ihtiva eden renkli ve resimli
kitapların bir adedi yalnız beş kuruştur. Bütün muallimler, talebesine; analar babalar,
yavrularına, büyükler, küçüklerine bu eserleri tavsiye ve hediye etmelidirler. Bu külliyatın
neşrolunan kitapları şunlardır:
Birinci kitap
: İki Öksüz Arkadaş
İkinci kitap
: Kuyuya Düşen Çocuk
89
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Üçüncü kitap
: Korkunç Bir Akşam
Dördüncü kitap
: Küçük Hırsızlar
Beşinci kitap
: Oduncunun Kızı
Altıncı kitap
: Havaya Uçan At
Yedinci kitap
: Mavi Sakallı Adam
Sekizinci kitap: İnsan mı Yılan mı?
Dokuzuncu kitap
: Paşa Kızı ile Köylü Çocuğu
Onuncu kitap
: Cesur Gemici
Her kitapçıda bulunur. Tâbi‘ ve nâşiri: Orhaniye Matbaası.
Ek 5:Himâye-i Etfâl Cemiyeti, Çocuk Külliyatı, 12, Keçi Çobanı, Haydi’nin müellifi Cohana
İspirinal’in Keçi Çobanı adlı eserinden adapte edilmiştir, Nakleden Sabiha Zekeriya, İstanbul,
Resimli Ay Matbaası, Türk Limited Şirketi, 1928.
Mukaddime
“Haydi”nin çocuklar arasında gördüğü rağbet, onlar üzerinde yaptığı tesir, aynımüellifin (Keçi
Çobanı) isimli bu küçük romanını da nakil için bana cesaret verdi. Keçi Çobanı, ahlâkî bir gaye
ile yazılmış temiz ve nezih bir çocuk romanıdır. Bunda da tabiatın temiz ve sade güzelliği
içindeyiz. Bir köy çocuğunun saf ve masum kalbinde geçen bir mücadeleyi öğreniyoruz. Eser
baştan başa o kadar temiz hislerle doludur ki, hiçbir çocuk bu güzelliğin karşısında mütehassis
olmaktan kendisini menedemez.
Keçi Çobanı’nı tercüme etmedim. Kendi muhitimize adapte ederek çocuğa daha ziyade yakın
bir hale getirmeye çalıştım.
Sabiha Zekeriya
Ek 6:Talebe Defteri Kitâb-hânesi 5, Çocuk Edebiyatı Külliyatından 2, Seyyâhî, fennî,
harikulade roman, Kamerde İlk İnsanlar, Muharriri Vels, Mütercimi Aziz Hüdai, Nâşiri
Muallim Ahmed Halid, Talebe Defteri mecmuasının Çocuk Edebiyatı Külliyatından 2, Satıldığı
Yer Bâbıâli Caddesinde Halk Kitâb-hânesi, İstanbul, Evkâf-ı İslâmiye Matbaası, 1918, 13341336, Tanesi 20 kuruş.
90
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Roman Hakkında
“Talebe Derfteri” yeni bir teşebbüsüyle bize iki şey öğretmiş oldu:
“Çocuk Edebiyatı” ve “Vels”.
“Çocuk Edebiyatı” herkes bilir, birkaç roman neşrinden ibaret değildir. Burada “çocuk” demek
“talebe” demektir, bu da malum. Böyle olunca çocuk edebiyatında talebenin zevkine,
ihtiyacına, inkişafına .. ait ne varsa dâhildir. O hâlde bu büyük edebiyat için birkaç roman,
birkaç lokma gibidir; doyurmaz, biraz lezzet verir ve kaybolur. Bunu da itiraf ederiz. Ne çare
ki çocuk gibi her şeyi isteyen bu aç edebiyatı “Talebe Defteri” doyuracak kadar zengin ve
kuvvetli değildir. Başka memleketlerde “Çocuk Edebiyatı” namına çıkan yüzlerce risâle, kitap
ve resim namına bizde yalnız “Talebe Defteri” vardır..
Son zamanlarda “Çocuk Edebiyatı” hakkında matbuat sütunlarına geçen yazılar, hep “Talebe
Defteri”nin bu teşebbüsü üzerine hatırlanmış fikirlerdir ki, hisse-i şerîfi doğrudan doğruya
“Defter”e aittir.
Defter, çocuk edebiyatını ölmeyecek kadar beslemek içindir ki bu namda ayrı bir neşriyat
silsilesi açtı ve bunun ikincisini de, birincisi gibi, (Vels)in romanlarından intihâb etti.
Bazıları sordular: Niçin? Çünkü (Vels)in romanları fen, hayâlât edebiyat ve mizahtan
mürekkeplatif bir halîtadır. Çocukları mizah ile hayâlât kadar cezbeden bir şey yoktur. Bu iki
lezzete bir de fen karıştırılırsa talebe edebiyatında aranan fâidelerden en büyüğü husûle gelmiş
olur; işte “Vels” bunun için intihâb edildi.
Ama (Vels), İngiliz’dir. Evet, öyle. Fakat biz (Vels)in kendisini değil, eserini alıyoruz.
Peygamberimiz ilim için bizi (Çin)e bile göndermiyor muydu?
Mamafih “Görünmeyen Adam” romanını, (Şarlok Holmes) hikâyelerine benzetmek gafletinde
bunanlar da oldu. Onlara cevaben bir şey söylemeyeceğiz. Çünkü (Vels)i yeni öğrenecekler ve
bu itibarla bilmedikleri bir şey hakkındaki fikirlerinin yanlış olacağı pek tabiidir.
“Kamerde İlk İnsanlar”, (Vels)in diğer eserleri gibi, mevzu itibariyle hayalin, ahenk itibariyle
de edebiyat ve mizahın birleşmesinden doğmuştur.
“Kamerde İlk İnsanlar” okunurken (Jül Vern)in “Arzdan Kamere ve Kamer Etrafında” gibi
romanları hatıra gelir. Fakat bunlar (Vels)in romanıyla karşılaştırılacak olursa görülür ki
(Vels)te hayâl ve icat sanatı daha geniş, daha kuvvetlidir. Her iki muharrir de insanları kamere
çıkarmak yolunu düşünmüşlerdir.. (Jül Vern) cesim bir top tasvir etmiş, çıkacak adamları topun
güllesi içine koymuş, topa ateş ettirmiş. Gülle gitmiş, gitmiş.. Fakat kamere yetişememiş; tekrar
arza dönmüş. Seyahat bitti. Çünkü (Jül Vern) kamer hakkında fazla bir şey bilmiyormuş; yahud
hayâlâtı orada bir şeyler bulamamış.. (Vels) ise işe daha fennî başlıyor: İnsanları taşıyacak olan
91
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
gülleyi arzın câzibesinde kurtarıyor. Câzibe olmayınca arzdan ayrılmak pek tabii ve kolay bir
iş değil mi?
(Jül Vern) burasını düşünememiş değil, ancak gülleyi kamer istikâmetinde yürütmek çaresini
bulamamış, (Vels) ise bunu kolayca halletmiş… Romanlar dikkatli okunursa bu iki muharrir
arasında fark kendiliğinden yükselir..
Seyahate gelince (Vels) seyyahlarını kamerin en esrâr-engîz noktalarına varıncaya kadar kâh
hayâl, kâh hey’ât ve kâh ilm ü fen kuvvetiyle gezdiriyor.
Rasat-hânelerin şimdiye kadar keşf ü tertip ettiği şeyler burada basit bir roman letafetiyle
okunuyor. Ve bir daha unutulmamak üzere hâfızaya yerleşiyor. (Jül Vern)in “Kamere
Seyahat”i, bir peri hikâyesi gibi, olmayacak şeylerden ibaret olduğu hâlde “Kamerde İlk
İnsanlar”, göreceksiniz basit bir ihtimâl şekline konmuştur. Talebe ve aile için güzel bir roman
ve aynı zamanda latif bir fen ve hey’ât dersi…
“Kamerde İlk İnsanlar”ı Okuyanlara:
Ötede beride epeyce yazılarım vardır. Ve bunların dörtte üçü başka lisanlardan tercüme edilmiş
şeylerdir. Tercüme.. Çünkü bizim birbirimize öğreteceğimiz fazlalığımız yok. Hâlbuki Avrupa
o semalar kadar geniş ve dolu eserleriyle önümüzde kapıları açık bir kütüphane..
Vakıa bizde tercüme edilmiş pek çok eserler vardır. Fakat bunlar, ya siyasî, askerî; sizin işinize
yaramaz; veya âdetimize, terbiyemize uymayan eserlerdir; o da bizim işimize gelmez, yahud
eserin aslı iyidir de fena tercüme edilmiştir, karışık yazılmıştır; sizi yorar, zihniniz kavramaz,
istifade edemezsiniz.
Nankörlük etmiş olmamak için şurasını da söyleye[yim] ki asıl iyi eserler de yok değildir.
Burasını söylememiş olsaydım kendi tercümemi methediyorum ve yegâne buluyorum gibi
olacaktı. Bunu iddia edemem. Fakat tercümede bir şey ile iftihar ederim ki o da (Çocuk
Edebiyatı), (Kadın Edebiyatı) ve (Köylü Edebiyatı) için kabul edilebilecek bir lisanla yazılmış
olmasıdır. Eserin müellifi, Mösyö (Vels) üslupça bu edebiyatların aradığı müelliflerden
değildir. Fakat onun mevzuları, onun fennî ve ciddî mevzularda kullandığı neşeli üslûbu diğer
noksanlarını bize unutturmaktadır: (Vels) bir masalcıdır. Fakat masalını Bin Bir Gece gibi
hayalden değil, fenden alır. Fransızlar (Vels)te kusura benzer bir hâl zikrediyorlar: (Vels) halka
göre yazmamış. Evet,, hakikaten bu İngiliz muharriri mevzu ve üslupta daima yüksektir. Çocuk
edebiyatınca anlatmak istersek iptidai mekteplerine göre değil, tâlî mekteplerine göre yazar
diyebiliriz. Fakat biz tercümede bu kusuru örtmeye çalıştık. Bizde tiyatro muharrirleri mevzuu
diğer lisandan alıp bizim hayata göre kaleme alıyorlar. Biz burada yalnız üslubu değiştirdik.
Yani (populaire) olmayan (Vels)i (popüler) yaptık. Ve görüyorsunuz ki mümkün mertebe bir
(aile lisanı) ile yazmaya çalıştık. (Kamerde İlk İnsanlar)ın bir hâssası daha var ki o da
muharririn İngiliz oluşudur. Bizde sinirlerinin ve kafalarının sertliğiyle tanınmış olan bu
milletten pek az şey tercüme edilmiştir. O kadar az ki (hiç) diyebilirsiniz. (Kamerde İlk
İnsanlar) size bu mermer kafaların içinde neler düşünüldüğünü öğretmek cihetinden bir
yeniliktir.
Kamer ve (Selenit) hikâyesi hâlis bir masaldır. Fakat bu cismin cazibeden kurtarılması ve bunun
kurtulmasıyla hâsıl olabilecek netâyic ile kamerin ilm-i hey’ete ait tafsilatı en karışık bir fen
meselesidir ki bunu (Vels) bize latif bir romanla izah ettiği için düşünmez bile olsa müteşekkir
kalmamız lâzımdır. Kitabın nasıl tercüme edildiğine dair de bir iki kelime ilave edeceğim:
(Vels) bazen en küçük bir madde üzerinde o kadar çok dolaşır ki okuyanın yorulması,
sabırsızlanmamaları kâbil değildir. Tercümede bu uzunluklar kesilmiş, ayıklanmıştır. Yine bazı
92
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
yerlerde (Vels) kendi kararının aksine olarak o kadar fennî tabirler, o kadar çok nebatat isimleri
kullanmıştır ki eğer aynen tercüme etseydim kâri’lerimin pek çoğu romanı şüphesiz yarıda
bırakacaktı; bazı ibareleri hiç anlaşılmayacak şekle sokan mürettip hatalarıyla başka
şugûliyetlerden doğan ufak tefek bazı arızaları da zikredersem (Kamerde İlk İnsanlar)ın
mahiyeti anlaşılır. (Çocuk Edebiyatı) yeni başlıyor.. Her başlangıcın bu kadar bir kusuru olur.
Bizim ümidimiz ileride..
A. H.
Ek 7:Fransa Akademisi’nin bilhassa mazhar-ı takdîr ü tahsîni olmuştur, Deniz Altında 20000
Fersah Seyahat, Musavver fennî roman, Müellifi Jül Vern, Mütercimi Ahmed İhsan, Birinci
kitap, Maârif Nezâret-i Celîlesinin ruhsatıyla tab‘ olunmuştur, İstanbul, Artin Asaduryan
Şirket-i Mürettibiye Matbaası, Bâbıâli Caddesinde Numara 52, 1307.
İfade
“Deniz Altında Yirmi Bin Fersah Seyahat” unvanlı romanımızın neşrine her ne kadar evvelce
edilen ilan hilâfına olarak iki ay sonra başlanmış ise de -her gün adedi tezâyüd eden muhterem
kâri’lerimi mahzâ bir kat daha memnun etmek üzere eserin aslındaki resimleri, Avrupa’dan
bilhassa celb ile derc-i sahîfe ve tezyîn-i kitâb etmek isteyişim- buna sebep olduğundan elbette
mazur görülürüm. Resimlerdeki letâfet-i mahsûsayı muhafaza ancak aslındaki tasvîrâtı
mahallinden celb ile olabileceği, musavver âsârı görenler teslim ederler. Hâlbuki bu yolda
musavver roman neşri hayli fedakârlıkla meydana geldiğine binaen romanımız ba‘demâ
eskilere nispeten büyük olan sahifelerin 16 adedinden mürekkep forma şeklinde bir kıta
mükemmel resimle gayet nefis çıkacak ve beheri {40} para fiyatla satılacaktır. Eser takriben
{400} sahifeden müteşekkil olacaktır ki sâir neşriyatımda gösterebildiğim sebât ve intizam ile
bunun dahi karîben ikmâline muvaffak olunacağında kâri’lerim dûçâr-ı şüphe olmazlar ise beni
minnettar ederler. Her romanda bir meziyet aranmak lazım gelir. Âsârını tercüme ile iftihar
ettiğim Jül Vern’in romanlarında ise “Gizli Ada”da, “Seksen Günde Devr-i Âlem”de görüldüğü
üzere meziyet-i ciddiye-i fenniye vardır. Bunlar öyle fikir ve hayali tahdîş ederek yüz
kızartacak, insana nefret verecek kerîh manzaralardan ârîdir. Jül Vern’in romanlarını mütâlaa
edenler hem fennen istifâde ederler, hem zamanlarını hoş geçirirler. En müşkil-pesend bir peder
bunları sevgili çocuklarına okutmakta mahzur görmez. Sâye-i kadr-i tevâye-i cenâb-ı
pâdişâhîde daima miktarı tezâyüd eden mekâtib-i ‘umûmiye şâkirdânına ders tetebbuundan
âzâde kaldıkları bir zamanda bundan istifâdeli bir kitap olamaz. “Deniz Altında Seyahat”i
mütâlaa edenler görürler, teslim ederler ki fennen edilen bir hayal ne kadar mugâyir-i ‘akl olsa
ol kadar hâiz-i ehemmiyet ve meziyettir, ne kadar vâsi olsa o kadar istifâde-bahştır. Bahsimiz
erbâb-ı mütâla‘anın tezâyüdüne, mektepler tekessürüne intikal etmiş iken o mektepleri tesis
buyurarak müntesibîn-i ma‘ârif yetiştiren ve bu mülk ve devlete mevhibe-i rabbânî olan bu zâtı mülkiyet-i sıfat-ı hazret-i pâdişâhînin efzûnî-i ‘ömr ve ikbâl ve feyz ve şevketleri duasını tekrar
93
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
eder ve eseri okuyacaklara her türlü şeref ve saadete mahzâ o sevgili padişahın sâye-i kemâlâtvâyelerinde nâil olduklarını ihtar ederek onları ‘umûm-ı teba‘a-i sâdıka ile beraber kendi
hisselerine düşen du‘â-yı vâcibü’l-edânın îfâsına davet eylerim.
Ahmed İhsan
94
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
NECAD İBRİŞİMOVİÇ’İN “KARABEY” VE MİZANCI
MEHMET MURAT’IN “TURFANDA MI YOKSA TURFA
MI”ADLI ROMANLARINDA “İNANÇ” TEMİ ÜZERİNE
KARŞILAŞTIRMALI BİR İNCELEME
Ayşe Sümeyye TURAN
ÖZET
Doğu ve Batı dünyası arasında köprü vazifesi gören Mostar ve İstanbul birçok farklı dinin
birbirine temas ettiği iki nokta; kültürel zenginliklerle dolu, ortak geçmişleri olan iki şehirdir.
Aralarındaki ortaklığın tarihsel bir süreci paylaşmaktan başka cepheleri de vardır. İslâm
inancı; bir zamanlar tek bir devletin bayrağı altında bulunan; fakat artık ayrı sınırlar
içerisindeki bu iki şehrin yakınlığını artıran manevî bir güçtür. XIX. yüzyılın sonlarında
yaşanan ayrılığa karşı insanların birleştirici güç olarak daha sıkı tutunduğu İslâm inancı,
edebiyata da etki etmiş, Boşnak ve Türk edebiyatlarının o dönem yazılmış ya da o dönemi
işleyen tarihî romanlarında ortak bir tema olarak yerini almıştır diyebiliriz.
Bu çalışmada Boşnak edebiyatının ünlü yazarlarından Necad İbrişimoviç’in XIX. yüzyıl
sonlarındaki Mostar’ı gözler önüne taşıdığı tarihî romanı Karabey ile Mizancı Mehmet
Murat’ın Turfanda Mı Yoksa Turfa Mıadlı, Osmanlı Devleti’nin son demlerinde toplum
yapısındaki değişme ve gelişmeleri İslâmî düzen etrafında takip ettiği romanı, önce müstakil
bir şekilde ele alınacak, daha sonra ise inanç teması bağlamında karşılaştırılarak incelenecektir.
İnceleme esnasında toplumbilim, felsefe ve tarih alanlarından daha isabetli sonuçlar elde etmek
adına yararlanılacaktır.
Edebî eserler hakkında yapılan her çalışma, mevcut eseri daha iyi anlamak adına
gerçekleştirilen bir çabadır. Bu çabaya ilave olarak eserler vasıtasıyla Boşnak edebiyatı ile Türk
edebiyatı arasında ayniyet teşkil eden unsurları ortaya çıkarmak ve Mostar ile İstanbul
şehirlerinin dinî, kültürel zeminde buluşan yönlerine işaret edebilmek; böylelikle edebiyat
araştırmalarına katkı sağlamak ve kültürel temasları canlandırmak amaçlanmıştır.

Türk dili okutmanı, Trakya Üniversitesi.
95
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Anahtar kelimeler: XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti, Roman, Tarihî Roman, İnanç,
İslâmiyet, Kültür.
A COMPARATIVE INVESTIGATION OF “İNANÇ” THEME
IN NECAD İBRİŞİMOVİÇ’S NOVEL “KARABEY” AND
MİZANCI MEHMET MURAT’S NOVEL “TURFANDA MI
YOKSA TURFA MI”
Abstract
Mostar and Istanbul cities are bridge between world of East and West. They are a point of
contact for a lot of religions. They also have a common past. This cities not only share a period
of historical, but also peoples in there mostly believe in Islam. Religion of Islam has an
important role in the lands because of brings people together. They relied on Islam as separated
from each other in past. And this situation have influenced on their literature. It is possible to
say that religion of Islam have occurred in novels of Bosnian and Turkish literature as a
common theme.
In this study, it is investigated Necad İbrişimoviç’s historical novel Karabey and Mizancı
Mehmet Murat’s novel, firstly one by one, and than comparing with each other. In this way, it
is aimed to contribute the researches of literature and also aimed to find points of common
between two cultures.
Key words: Ottoman Empire in nineteenth century, Novel, Historical Novel, Belief, Islam,
Culture.
Giriş
Boşnak edebiyatının ünlü isimlerinden Necad İbrişimoviç, 1972 yılında yayımlamış olduğu
Karabey adlı romanında, 1878’te Mostar şehrinde “...yaşanan trajik bir hadiseyi” günümüz
penceresinden değerlendirerek ortaya tarihî nitelikte bir roman çıkarmıştır. Birol Emil’in “Son
Dönem Osmanlı Aydını” (Emil, 2009) olarak nitelediği Mizancı Mehmet Murat ise 1890 yılında
yayımladığı Turfanda Mı Yoksa Turfa Mıadlı romanında 1870’li yılların Osmanlı
İmparatorluğu’nu, sınırları dâhilindeki toprakları ve en önemlisi İstanbul ile ele alarak yaşadığı
dönemdeki havayı, çevreyi yansıtan bir eser meydana getirmiştir. İncelemeye kaynak teşkil
eden romanlar, vakaları itibariyle 1870’li yılları yansıtmakla benzerlik gösterirler. Bu iki
romanın aynı dönemi ele alması, söz konusu dönemin hilâfet diyarı Osmanlı’ya rastlaması ile
96
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
her ikisinde de İslâmiyet’e dair unsurların belirgin bir biçimde işlenmesine sebep olmuştur.
Ayrıca “… İslâm ideolojisi Osmanlı İmparatorluğu’nun genel ideolojisiydi.” şeklinde bir görüş
vardır (Moran, 2010: 13). Elbette yazarlar, düşünce tarzları itibariyle kendilerince bu ideolojiyi
belli oranlarda yansıtır veya yansıtmazlar. Romanlardaki zaman ve mekân benzerliği de tek
başınamuayyen bir sonuca ulaştırmayabilir. Karabeyile Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı adlı
romanları her şeyden öte birbirine bağlayan özellik, bu romanlarda millî kimlik yerine İslâm
inancının ön plana çıkartılmış olmasıdır.
Karabey
Necad İbrişimoviç’in Karabey romanı, konusunu Avusturya-Macaristan’ın 1878 yılında
Bosna’yı işgali sırasında Mostar şehrinde meydana gelen trajik bir olaydan alır. Eserin yazım
dili Boşnakça’dır. İnceleme için Suat Engüllü’nün Türkçe çevirisinden yararlanılmıştır. Eldeki
çeviriye göre Necad İbrişimoviç eserini, öykü, roman ve tiyatro formunda kaleme almıştır.
Hikâye edilen olaylar, kişiler bütün bölümlerde aynıdır. Yalnız değişen tek şey, edebî metnin
formudur. Öykü bölümü, roman bölümünde aktarılan metnin özeti mahiyetindedir. Öykü
bölümünde roman kahramanı Karabey kısaca tanıtılmış, olay örgüsü kısaca aktarılmıştır.
Roman türündeki Karabey metni ise, kendi içinde yirmi bir bölümden oluşur.
Romanın daha en başında yazar, eseri hakkında okuyucu bilgilendirir; “…her şeyin hem oyun
olduğunu, hem öyle kabul edilmesi gerektiğini görmelisin.” (İbrişimoviç, 2007: 14). Konuşan
bir cindir ve “Bu bir cinin kitabıdır; kitapta ise bir insanın günahlarından söz edildiği için,
sana hüküm vermek yasaklanmıştır.” (s.14) şeklinde okuyucuya seslenilir.
Necad İbrişimoviç, kurmaca dünyanın kendisine sunduğu imkânları sonuna kadar kullanır.
Kitapta her şeyi bilmeye muktedir olan ve nefesi romanın başkahramanı Karabey ile sınırlı olan
bir cin vardır, Karabey’in cini… Cin’in sesi, kurmaca dünyadan bir sestir. Tiplerle, mekânla,
zamanla istediği gibi oynar. Okuyucu ise önce bir seyirci gibi romana dâhil olur. Vaka
derinleştikçe okuyucu da romanın bir kişisi olur çıkar.
Karabey romanının vakasını, Karabey adlı kişinin etrafında gelişen olaylar oluşturur.
“Celaleddin Tayyip Karabey, hicrî 1256 yılında Mostar’da dünyaya gelir. Doğuştan akıllı,
yakışıklı, sebâtkar, alçak gönüllüdür; canlı ruha sahiptir. Babası zengin bir kişidir; okuması
için onu İstanbul’a gönderir. İstanbul’a gittiğinde, Karabey henüz yirmi yaşındadır [hicrî
1276]; Mostar’a geri döndüğünde ise yirmi dördüne basmıştır.” (s.7). Eserin öykü formunda
Karabey bu şekilde tanıtılır. Yüksek vasıflara sahip olan Karabey, Mostar şehrinde herkesin
sevdiği, beğendiği bir kişidir. Öyle ki onu genç yaşına rağmen Mostar’a müftü olarak seçerler.
Böylelikle “…Karabey, Bosna Hersek tarihine, en genç müftü olarak girer.” (s.7). İnsanlar,
Karabey’e saygı ve sevgide kusur etmez, ona tamamiyle bir bağlılık gösterirler. O da elindeki
gücü, halka hizmet etmeye kullanır. Adalet arayışındadır. Haksızlık yapan, nizama aykırı
97
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
hareket eden şehrin ileri gelenlerinden kimi insanları eleştirmekten çekinmez ve böylece onların
tepkilerini de üzerine çeker. Karabey’in düşmanları çoğalır ve Karabey’i ortadan kaldırmak
isterler. Bir fırsatını bulup Karabey’i İstanbul’a vezire şikâyet ederler. İstanbul’a gideceği
günlerde babası Ahmet Karabey, inat olsun diye onu düşmanı Mutasarrıf Paşa’nın düşmanı olan
Zaim Abbas Bey Çauşeviç’in kızı Ümmühan ile evlendirir. Karabey, Sadrazam’ın huzuruna
çıkıp hesap vermek üzere İstanbul’a gider; ancak orada cezalandırılmak şöyle dursun bir de
“…kendisine yüksek mevleviyet payesi, molla kadı unvanı, bol miktarda hediyeler verilir;
ayrıca sultanın teveccühünü, vezirin güvenini kazanır; hac farizasını yerine getirmek üzere
deve sırtında Mekke’ye gider; Mutasarrıf Paşa’yı ve Saraybosna valisini görevden alır, dokuz
ay sonra Mostar’a geri döner.” (s.8-9). Karabey, dürüst ve ahlâklı bir kişi olunca kendini
sultana sevdirmesi kolay olur. Bunun yanında örnek bir Osmanlı olduğu dile getirilmese de
sultanın teveccühünü kazanması, tastamam bir Osmanlı Beyefendisi olmasından ileri gelir.
Karabey, İstanbul’dayken babası vefat eder. Karabey, babasının ölümünden sonra iyice
hassaslaşır, etrafındaki kötü niyetli insanlar yüzünden çevresinden uzaklaşır ve evinde inzivaya
çekilir. Tam o sıralarda Avusturya-Macaristan’ın Bosna Hersek’i işgal edeceği haberi her yere
yayılır. Bu işgale engel olmak için harekete geçilmesi gerektiği söylenir. Karabey’e danışırlar;
fakat o “kendisine akıl danışmaya gelenlerin karşısına çıkar, bu savaşın, Allah’a, Sultan’a ve
akla karşı savaş açmak anlamına geleceğini söyler.” (s.9-10). Nedir, bu tavrı sebebiyle
Karabey, hain olmakla suçlanır. Asiler, sonunda Karabey’i öldürürler, Avusturya-Macaristan
gelir ama hiçbir şey yapamazlar. Hatta “Kentin ileri gelenleri ise küffar generalini karşılamaya
koşarlar ve önünde eğilerek selam dururlar.” (s.12). Vatanını yürekten seven Karabey,
insanları sükûnete davet ettiğinde asiler Karabey’i dinleseydi her şey daha farklı olabilirdi
mesajı sezdirilir. Vatan aşkıyla direniş orduları toplayanlar ise Avusturya-Macaristan Bosna’yı
işgal ettikten sonra herkesten önce gidip önlerinde saygı duruşuna geçerler. Karabey’i hain
olmakla suçlarken kendi hainliklerini göstermiş olurlar. Mutasarrıf Paşa yahut diğer din
adamları, dine tümüyle bağlı da değillerdir. Onların inançları bir yere kadardır ve Bosna
Hersek’in de sonunu aslında kendileri hazırlamışlardır. Sonuçta ise birlik ve beraberlik şuuruyla
hareket etmek fikrine işaret edilmiştir. Bu aşamada vakanın merkezinde bulunan Karabey tipini
tanıtmak gerekir.
Karabey Tipi
“Celaleddin Tayyip Karabey, hicrî 1256 yılında Mostar’da dünyaya gelir. Doğuştan akıllı,
yakışıklı, sebâtkar, alçak gönüllüdür; canlı ruha sahiptir.” (s.7). Yaradılıştan iyi huylu bir
gençtir. Babası Ahmet Karabey, ilim erbabı kimselerin ısrarı üzerine iyi bir eğitim alabilmesi
için onu, İstanbul’a göndermeye karar verir. Karabey’in İstanbul’a gideceği günlerde ilahî
alametler vuku bulur; “…öğlende güneş tutuldu, ertesi gün yoğun kar yağışı görüldü, bir
sonraki gün de yağan kar birdenbire eridi. Neretva nehri, daha önce hiç görülmediği kadar
kabardı.” (s.22). Böylelikle Karabey, yüceltilir, ileride âlim bir zat olacağına işaret edilir.
98
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Karabey, İstanbul’da “Tefsir: Kur’an’ı yorumlama, Hadis: İslâm geleneği, Fıkıh: İslâm
hukuku, Hikmet-i teşri: İslâm hukuku felsefesi, mantık, Arap dili ve edebiyatı” (s.24) derslerini
alır ve yüzlerce dinî kitabı okur, öğrenir. Son derece iyi bir öğrenci, kusursuza yakın bir insan
olmuş, çıkmıştır.Karabey, 4-5 sene İstanbul’da kaldıktan sonra Mostar’a geri döner, orada
müftü olur ve Bosna Hersek sınırları içinde en genç müftü olarak tarihteki yerini alır.
Yazar, Karabey’i gerek manen gerek ilmen üstün niteliklere sahip bir tip haline getirir. Karabey,
“Göreve seçilmesi dolayısıyla kentin ileri gelenlerinin hediye vermesi faslı biter bitmez, verilen
bütün altınları toplar, bunlara kendisinden de bir kese altın katar ve hepsini yoksullara dağıtır;
kentin ileri gelenlerine karşı sert eleştiride bulunur ve yaptıkları kötülükler nedeniyle herkesin
önünde şereflerini beş paralık eder.” (s.7). Mostar halkının Karabey’e olan itimadı tamdır.
Tıpkı romandaki halk gibi okuyucununda adalete, dürüstlüğe ve iyiliğin tüm uzantılarına bağlı
olan bu genç müftünün, kötü bir davranışta bulunmayacağına inanması istenir.
Karabey müftü iken bir hadise meydana gelir. Halim Derziya, tüccar amcası Ziya Bey Kordiç’i
mirasına konmak için öldürür. Daha sonra, şehrin ileri gelenlerinden kimi insanları suçsuz
olduğuna inandırmaya çalışır ve hatta onlara rüşvet bile verir. Kadı Molla Fettah Bahtiyareviç,
Halim Derziya’yı mahkemeye çıkaracağını söyler. Bir huzursuzluk ortamı peyda olur. Bu
durum, Karabey’in eleştiri oklarına maruz kalarak ona düşmanlık besleyenlerin eline geçen
birinci kozdur. İkinci koz, Nevesinyeli isyancılardan zulüm gören halkın, genç müftü
Karabey’den yardım istemesinden sonra ortaya çıkar. Karabey, insanlara yardım etmek üzere
Nevesinye’ye asker gönderilmesi için fetva verir. Genç müftünün yanlış kararlar verdiğini ve
huzursuzluğun önüne geçemediğini savunan Mutasarrıf Kuduz Bey iftirasıyla birlikte
Saraybosna valisine gider ve Karabey hakkında Babıâli’ye derhal şikâyette bulunmak lazım
geldiğini söyler. Karabey, İstanbul’a çağrılır ve gider; ancak işler aleyhinde iken lehine dönerek
orada da Sultan’ın teveccühünü kazanır.
Karabey İstanbul’dayken, babası Ahmet Karabey oğlunun hasretine dayanamaz ve ölür.
Karabey de kaderinden dert yanarak yasını tutar. Dünyası alt üst olmuş gibidir. İstanbul’dan
Sultan’ın teveccühünü kazanarak dönmesi onun için hiçbir şey ifade etmemektedir. Karabey’in
gözünde bütün insanlar birbirlerine benzemeye başlamıştır; Allah inancını olmasa da insanlara
olan inancını kaybetmiştir. “İstanbul’da yalana, rüşvetçiliğin ve çürümüşlüğün her çeşidine
karşı hissettiğim tiksintiden vazgeçiyorum.” (s.62) der. Karabey etrafındaki adaletsizlikleri
görmekte ve bundan etkilenmektedir, işin kötü yanı şudur ki bu adaletsizliklere karşı artık ne
yapacağını bilememektedir.
İsyanı bastırmaktan da vazgeçer. “Mostarlılar ve İstanbul yüksek uleması tarafından biçilen
adalet ve adaletsizliğe bulaştığım için cezayı hak ediyorum.” (s.62) der. İnsanlardan uzaklaşır,
99
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
çünkü insanlar insanlıklarını kaybetmişlerdir. Verdiği tepkiler, bu kişiyi tipleştiren
özelliklerinin bir tezahürüdür.
Karabey, bütün dinî ilimleri öğrenmişti, İslam âlimi Mağribi onun hocasıydı. İyi bir öğrenciydi
ve her zaman gerçeklere sıkı sıkıya bağlı kalan dürüst bir insan olmuştu. Ancak okuduğu
kitapların içinde insanların alçaklıkları, sahtekârlıkları yoktu. Babasını kaybettikten sonra
yaşadığı ruhsal çöküntü, zamanla varlık karşısında bir iç hesaplaşmaya dönüşür ve “1295 yılının
başlarında, Celaleddin Tayyip Karabey evine kapanır ve yılın yarısından uzun bir süreyi orada
geçirir; bu zaman zarfında hiç dışarıya çıkmaz. Kısa bir süre sonra Mostarlılar, hem de ağız
birliği etmişçesine, müftülerinin bilgeliğini ve büyüklüğünü övmeye başlarlar.” (s.9). Bu
cümlelerden de anlaşıldığı gibi halk ne olursa olsun müftünün yanındadır.
Yıl 1878… Avusturya-Macaristan’ın Bosna’yı işgal edeceği haberi, Mostar şehrinin her yerine
yayılır. Halk, hala müftü olarak gördüğü Karabey’den yardım ister. Mostar kendini savunmaya
karar vermiştir. Ancak Müftü Karabey, Sultan’ın bile bir şey yapamayacağını görerek
insanların boşuna direnmemesi gerektiği fikrindedir. İnsanlar, Müftü Karabey’e karşı tavır
alırlar. Halkın çok sevdiği Karabey’in direnişe katılmaması, onlara çok ağır gelmiştir.
Karabey’in düşmanı Mutasarrıf Kuduz Bey ise işgale kesinlikle direnilmesi gerektiğini düşünür
ve halkı müftüye karşı iyice kışkırtır. Mutasarrıf Paşa’nın asıl çabası, hain addettiği Müftü
Karabey’i cezalandırarak Bosna direnişi oluşturmak ve Bosna’yı kurtarmak değildir. Birincil
planı ömrünce kıskandığı Müftü Karabey’i ortadan kaldırmaktır. Sonuçta Karabey, öldürülerek
bu kötü niyetli insanın kurbanı olur.
Tarih, kurmaca gerçeklerle oynadığımız gibi bir oyun değildir. Değişmesi mümkün olmayan
gerçekleri ihtiva eder. Karabey romanı,işte bu değişmeyen gerçeklerden yola çıkılarak yazılmış
tarihî bir romandır. Necad İbrişimoviç, Karabey’in ölümü ile biten romanın hazin sonuna
gelmeden önce Karabey’i bir tip haline getirmiş ve Karabey çevresinde gelişen olayların
temelinde iyi-kötü çatışması olduğunu sezdirmiştir.
Mostar Şehri
Yazar, okuyucunun hayal dünyasını şekillendirmek ve esere mistik bir hava katmak üzere, her
şeyi bilen ve gören bir cinin anlatımına başvurmuştur diyebiliriz. Cin, Mostar şehrini
resmetmeye başlar;
“Her yer karanlığa bürünsün önce ve göz alabildiğine geniş bir alanın üzerine ser
karanlığı.
Karanlığın üzerine bir yan kesik at ve bu, suları soğuk, derin bir nehir olsun; önüne
çıkan kocaman kayalara meydan okusun, büyük yassı taş blokları sinsice ve hızlıca yalayıp
geçsin.
100
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Nehrin etrafa yayılan tertemiz soluğu gözündeki karanlığı dağıtmasın; karanlığın
üzerine ışık damlaları serp ve bu ışığı önce etrafa yay, sonra da taş yapıların, Mostar
camilerinin, taş kulelerin ve duvarların üzerine sabitlendir.
Kenti ışıkla aydınlat ve zarif taş köprüyü gör; fakat gözüne göründüğü, sana anlatıldığı
şekliyle değil, benim sözlerimle betimlendiği şekliyle anılarına buyur et.” (s.16)
Romanın başlangıcında Mostar şehri, bir cinin gözünden işte böyle kasvetli bir tabloyla
aktarılır. Romanın sonuna kadar devam edecek olan bu kasvet, Karabey’in ölümünü hazin kılan
yardımcı bir unsur gibi olayların arasında yer alacaktır.Kendisine Karabey’in hayatı kadar bir
ömür biçilen cin, okuyucunun düşüncelerini ve hayallerini şekillendiren bir araçtır. Anlatıcı,
cindir ve okuyucuya neyi düşünmesi gerektiğini, nasıl hissetmesi gerektiğini söyler. Karabey’in
evini, okuyucuya inşa ettirir;
“Yüksek taştan duvarlar ör; göz açıp kapayıncaya kadar, duvarların üzerini sarmaşıklar
ve asmalar kaplasın. Önün, sütunların az ilerisine, öbek öbek bitki, çimen ve çiçekler serpiştir.
Berrak, yüzeyi hafif dalgalı bir dere akıt, yatağı taştan yapılmış olsun; senin sol tarafından
gelsin, sağındaki duvarın altından akmaya devam etsin. Bu noktadan sonra dereyi takip etme;
onun hafif şırıltısını dinle sadece.
Arkana gelecek şekilde bir duvar ör ve duvarda büyük bir kapı aç.
Duvarla çevrilmiş vaziyettesin ve her şeyin üzerinde süzülüp durmaktasın.” (s.34)
Yazar,“Bu kitabın bir mucizevî yanı daha var” (s.54) diyerek metin aralarında, neden cinin
anlatımına başvurmuş olabileceğine dair izler bırakmıştır. Kitabın mucizevî yanları vardır ve
mucizeler, az önce kasvetli halinden bahsettiğimiz Mostar şehri ve bu şehirde yaşayan Karabey
çevresinde gelişir. Romanın böylesi cephelerine temas edilmesi, inanç bağlamında yapılacak
olan değerlendirmelere ışık kaynağı olacaktır. Çünkü mucizeler ve cin, İslâmiyet içerisinde yer
alan unsurlardır.
Mostar şehri, Osmanlı İmparatorluğu’nun beş asır boyunca sınırları dâhilinde kalmış olan
Bosna topraklarının bir simgesi gibidir. Bugünkü bakışla Senad Hasanagic, Osmanska
Tolerancija (Osmanlı Hoşgörüsü) kitabında Bosna ve Mostar’dan şöyle bahseder;
“Dinlerin birbirine temas ettiği yerdir Bosna. Dış etkilere direnemedikleri söylenebilir.
Millî kimlik yerine, İslâm dinini ön plana çıkarmışlardır.
Bosna’da din savaşları olmuştur. Boşnaklar, özgün bir grup olarak Avrupa’da kabul
edilemedi. Hristiyanların Balkanlar’a bakışı intikam doludur. Hristiyanlar, ortaçağın
intikamını almak isterler.
Mostar, arada bir şerit gibi, 33 metre bir haç var, batıda Amerika’ya kadar, doğuda ise
Japonya’ya kadar. Bosna Hersek bir yapraktır ve etrafı düşmanlarla kaplıdır. O kadar sıkışmış,
o kadar zor bir pozisyonda ki üstlerine kaldırılan kılıçlar Bosna’yı, Mostar’ı kesmeye başlar.
Osmanlı hoşgörüsünün esasları nelerdir? Tartışılmaz bir otorite olarak halifelik elinde
idi. Bu 500 sene sürdü. Osmanlı’nın bu kadar uzun süre yaşamış olmasının sırrı işte buradadır;
101
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
“Hoşgörü”. Osmanlı, o kadar toprağı uzun süre kendi safında tuttu. Bir sistem oluşturmuşlardı.
Ve bu muhteşem bir şey… Bu hoşgörünün olduğu dönemde bir benzerini daha bulmak mümkün
değil.
Bosna dinlerin buluştuğu yerdir ve Bosna’daki farklılıklar, aslında bir zenginliktir,
karakterdir, Allah’ın lütfudur, tıpkı Anadolu’da olduğu gibi.”
Bosna ve Anadolu topraklarının benzerliğini vurgulayan Senad Hasanagic’in ifadeleri,
Karabey romanındaki ana mekân Mostar’ın ruhuna açıklık getireceği düşüncesiyle buraya
alınmıştır.
İnanç
Karabey romanında iyilik ve kötülük çatışma halindedir. Sonuçta kötülük, devlete ve insanlara
zarar verir. Daha önce anlatıcının cin olduğu söylenmişti. Tarihin kapılarını aralayan ve
Karabey’in başından geçenleri aktaran cin “gözle görünmez, lâtif cisimlerden ibaret bir
yaratık”tır (Devellioğlu, 2000: 143). Kişi, din duygusu haricinde ancak inanmak isterse
varlığını kabul edebilir. Dolayısıyla anlatıcının cin olması, dinî inançla bağlantılı bir durumdur.
Anlatıcı cin, romanı eline alıp okumaya başlayanlara isterlerse daha yolun başında
gidebileceklerini, yok eğer gitmezlerse kitabın içine hapsolacaklarını haber vermiş ve kimi
bölümlerde bu yönde söylediklerini hatırlatmıştır. Cinin yaşamı, Karabey’in yaşamından
ibarettir. Karabey susunca o da susacaktır. Dolayısıyla romanın ilerleyen bölümlerinde romana
hapsolmuş, romanın içindeki olaylara müdahil olarak romanın şahıs kadrosuna girmiş olan
okuyucunun kurtulabilmesi için Karabey’in ölmesi gereklidir. Böylece cinin de anlatma görevi
bitecek ve susacaktır. Karabey’in katledilmesi olayında Karabey’e öldürücü son darbeyi
elindeki kamayla vuran okuyucunun ta kendisidir. İşte Karabey’in insanlara olan sevgisinin
yitip gitmesine sebep olan menfaat ve ihanet en sonunda okuyucuda belirmiştir. Bu aslında
varoluşun bir parçasıdır. Her zaman bir tarafta iyilik varken bir tarafta kötülük olacaktır.
Romanı, bir cin yönetmektedir;
“…istediğin takdirde ayrılman hala mümkün olan girdiğin bu garip ilişkinin, kendi
isteğinle kabul ettiğin bir cinle kurulan bu beraberliğin, sana yeni güç verdiğini, yeni kazanç
kapısı açtığını da hissetmiyor musun?” (s.40).Roman, adeta uyanık halde görülen bir rüya
gibidir.
Cinin anlatımı ile meydana gelen olaylara iyice kapılan ve artık zihnini cin haricinde kendi
kendine şekillendirmeye başlayan okuyucu, romanın kurmaca dünyasında istediğini yapmaya
muktedir bir güç elde etmiştir;
“…yaptığını yapabiliyorsun ve ben seni engelleyemiyorum; bunu yapabilmem için vakit
çok geç artık; görünmez elini hiç sakınmadan meyve tabağına uzatıyorsun ve ihtiyar Ahmed
incirin nasıl kendiliğinden yukarıya kalktığını, havada uçtuğunu ve gözden kaybolduğunu kendi
gözleriyle görüyor. Böylece, istemeksizin de olsa ilk işareti verdin ve zavallı ihtiyarı korkuttun.
102
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Şimdi onun bir şey söylemek istediğini, ancak bunu yapmaktan nasıl çekindiğini görüyorsun,
bunun olabileceğine inanabilmesi için fazlasıyla olağandışıydı.” (s.43).
Yukarıdaki cümlelerde de görüldüğü gibi inanç meselesi ile alakalı olan cin kavramı,
okuyucuyu romanın vakasına karıştıran bir unsur olarak kullanılmıştır.
Romanın kahramanı Karabey, iyi bir dinî eğitim almış, sonunda müftü olmaya layık
bulunmuş, inançlı bir gençtir. Karabey’in kuvvetli inancı, zaman zaman onun kendi cümleleri
ile desteklenir. İsyancıları bastırmak için toplanan askerlere hitap eden Karabey;
“Cennet kapıları açılıyor! Elinde kılıcı, dudaklarında Allah’ın adı ile şehit olana ne
mutlu! Yaralanmayanın vay haline!” (s.50) der.
Karabey, babasının ölümünden itibaren başlayan olaylar silsilesini hayatın oynadığı bir
oyun olarak görür ve Rabbine sığınarak;
“Allah büyüktür ve merhamet sahibidir; O, zalimlerin kimler olduğunu bilir. Ebedî bir
ceza ile cezalandıracaktır sizi. Seni hafife aldığımı görüyorum hayatım; bana şimdi oynadığın
bu oyuna ise gülüp geçiyorum sadece!” (s.106) der.
Turfanda Mi Yoksa Turfa Mi
Mehmet Murat’ın, tahlil etmiş olduğumuz Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı romanı 1890 yılında
yayınlanmıştır. O yıllarda Osmanlı Devleti 93 harbini yaşamış ve Balkanlardaki topraklarını
kaybetmiş bulunuyordu. Devlet, çökmek üzereydi ve dönemin ileri gelen isimleri, devletin
kurtarılması adına kendince çarelere girişmişti. Mizancı Mehmet de ‘inanç’ ekseni etrafında ele
aldığımız romanında açıkça görüldüğü gibi tek kurtuluş yolunu İslâmiyet’e sarılmakta
bulmuştur. Roman, son bölümü “Mektuplaşmalar” adıyla yazışmaların bulunduğu bölüm ile
beraber toplam on üç bölümden oluşmaktadır.
I. Bölüm: İstanbul’a Geliş
Bu bölümün daha ilk satırlarında romanın zamanı ile ilgili bilgi verilir. Eserin yayımlanma yılı
1890 olduğuna göre “yirmi, yirmi beş sene önceki bir zamandayız.” (Mehmet Murat, 1995: 5)
cümlesi, romanın vaka tarihini 1865-1870’lere yani, yeniliklerin hızla Osmanlı topraklarına
girmeye başladığı, Islahat Fermanı’nın henüz yayınlandığı, 93 harbinden önceki bir döneme
götürür (Özön, 1932: 406-407). Yine romanın ilk satırlarından “Ay, güzel kokular saçan
baharın goncalar açan Nisanı, gün ise Hilâfet merkezi diyarının din kardeşliği günü olan
Cuma’sıdır.” (s.5) cümlesinde ise zamansala işaretten ziyade mekân olarak İstanbul’a ve
taşıdığı dinî mahiyete açıkça vurgu yapılır.
Romanın ana mekânı İstanbul’dur. İstanbul ki “Osmanlı Saltanatı’nın merkezi, İslâm
Hilâfeti’nin makamı bulunan” (s. 9) yüce bir yerdir. Roman kahramanı Mansur Bey, Varna’dan
hareket eden bir vapurun içinde gayri müslim ve Müslüman insanlarla birlikte İstanbul’a doğru
yolculuk yapmaktadır. İstanbul’daki yer isimleri, kişilerce sık sık zikredilir. Ufukta İstanbul
103
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
görününce bir bir sayılmaya başlanan mekânlar, Rumeli Feneri, Kavaklar, Telli Tabya, Sarıyer,
Büyükdere, daha iç taraflarda ise Boğaziçi, Rumeli Hisarı, Anadolu Hisarı’dır.
İsmi geçen mekânlar arasında, Robert Kolej, Bektaşi Tekkesi, Göksu Kasr-ı Hümâyûnu,
Kandilli, Mısırlı Mustafa Paşa yalısı, Sultan Sarayı ve İslâm dininin sembolü olarak Ayasofya,
Sultan Ahmed, Süleymaniye, “Bilâd-ı Selâşe”, (Üsküdar, Galata, Eyüp) yer alır.
Roman kahramanı Mansur Bey, vapurda seyahat ederken İstanbul manzarasına tesadüf
edildiği sırada güvertedeki düşünceli haliyle tanıtılmıştır;
“Aşağı yukarı yirmi, yirmi bir yaşında bir fesli delikanlı, şafak vaktinden beri güvertenin
üzerinde hazır bulunarak, iki eliyle davlumbazın tel halatını sımsıkı tutmuş olduğu halde, azim
ve tefekkürü ifade eden derin siyah gözlerini ileriye dikmiş ve sanki zihnindeki düşüncelere ve
kalbindeki gizli duygulara dalmış gibi kendisini ve etrafındakileri unutmuş duruyordu.” (s. 6)
Romanın vaka tarihi 1860’lı yıllar olduğuna göre Mansur Bey’in 1840’lı yılların başında
doğmuş olduğu sonucu ortaya çıkar. Mansur Bey’in doğum yılı, Tanzimat’ın ilan edildiği yıla
isabet eder.
Mansur Bey, dalgın duruşundan başka kusursuz ve özenli dış görünüşüyle de etrafındaki
insanların dikkatini çekmiştir; “…delikanlının her hali ve davranışı, kalabalık içinde bile
dikkatleri kendisine çekecek derecedeydi. Kusursuz dış görünüşü teveccüh uyandırıyordu.
Çekme, parlak, düşünceli, utangaç gözleri; uzun, ince siyah kaşların altına sığınmıştı.
Kenarları kibirle kıvrılmış sivri ve nazik burnu asalete, büyücek fakat güzel bir şekilde bulunan
ağzı yiğitliğe delildi. Teni beyaz, saçı siyah, omuzları geniş, beli ince, uzuvları mütenasipti.
Giyinmesi de sade ve zevkliydi.” (s.7)
Mansur Bey, “gözlerinden ziyade gönlüyle görüyordu.” İstanbul’u (s.8).
Mansur Bey’in seyahat ettiği vapurda “Boğaziçi ile İstanbul’un güzel ve birbirinden
ihtişamlı manzaralarından kendilerine yeni duygular ve lezzetler aramak üzere gelen Avrupalı
turistler” (s.5) vardır. İstanbul’da yaşayan veya İstanbul’da bir sebepten bulunan insanlar,
İstanbul’a bakış açıları itibariyle ikiye ayrılır. Müslümanların İstanbul algısı, daha çok
maneviyata dönüktür. Avrupalı turistler veya İstanbul’da yaşayan gayri müslimler ise daha çok
maddî mekânın görselliğine önem verirler ve ruhlarında Müslümanlarınki gibi dinî bir heyecan
uyanmaz, mekânın taşıdığı anlamdan ruhlarına akseden bir saadet meydana gelmez. Bu ayrım,
“İstanbul’a Geliş” bölümünde kişiler, İstanbul manzarasıyla buluşurken yapılmıştır.
Vapurdan inen Mansur Bey’in yanına bir komisyoncu gelir. Amerika Oteli’ni tanıtan
komisyoncudan beş kuruş yerine beş frank sözü işitince Mansur Bey’in canı sıkılır.
Mansur Bey’in hilâfet merkezi İstanbul’da konuştuğu ilk kişi olan gümrük memuru
onda iyi bir izlenim bırakmaz. Çünkü; Mansur Bey’in eşyalarını kontrol eden gümrük memuru,
sandıktaki kitapları henüz incelemeden zararlı neşirden olmadığına kanaat getirerek görevini
hakkıyla yerine getirmemiş bir kimsedir.
Varna’dan hilâfet merkezi İstanbul’a hareket eden bir vapur vardır. İçinde İstanbul’u
görmeye can atan turistlerin yanında düşünceli haliyle etrafındakilerin dikkatini çeken roman
kahramanı Mansur Bey vardır. Mansur Bey hariç vapurdaki herkes belirmeye başlayan İstanbul
manzarası karşısında heyecan dolu tepkiler verir. Mansur Bey ise İstanbul’a ilk defa gelmesine
104
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
rağmen onun harikulade güzelliklerine “…baka baka bıkmış gibi kayıtsız kalıyordu. Bakışlarını
ve düşüncelerini birtakım meçhul emeller üzerinde toplayarak, heykel gibi, davlumbaz kenarına
dikilmiş duruyordu.” (s. 9)
Mansur Bey, İstanbul’a ayak bastığında can sıkıcı hadiselerle karşılaşır. Memurların
tedbirsizliği, özensizliği, Frenkçe yer isimleri, insanlardaki Frenk özentiliği canını sıkar.
Devletinin istikbali adına endişelere gark olmuş bir halde İstanbul’daki ilk günü geride kalır.
Mansur Bey’den bahisle “Bu delikanlı kimdir? Korku ve sevinçlerinin sebepleri nedir?”
soruları atılan ilk düğümdür. İkinci düğüm, Mansur Bey’in Hünkâr İskelesi ve Balta Limanı
sözlerini işitince halinin değişmesi ile atılmıştır.
Romanın ilk bölümünde Hilâfet merkezi İstanbul’da toplumsal nizamın yokluğuna
işaret edilen yerler vardır. Gümrük memuru, işi icabı Mansur Bey’in sandığındaki kitapları
incelemekle yükümlü iken bunu yapmaz. Bir başka örnekte ise Frenk mağazasında görevli kişi
ile hamalın kavgasına müdahale edecek zaptiye memuru, etrafta yoktur.
Mansur Bey’in İstanbul’u gördükten sonra bile kayıtsızlık hali devam eder. İşte tam bu
noktada Mansur Bey, Müslüman, namuslu bir genç olarak yüceltilir;
“Doğuştan fedakârlık duygusuyla bezenmiş, kafası ilmî düşüncelerle aydınlanmış, millî
fazilet ve emelleri kavrama gücüne sahip olmuş, muhterem ümmetin mazisini, halini, istikbalini
düşünerek zihnini yormuş, yerini yurdunu bırakmış, gayretli, imanlı bir Müslüman için bunun
ne demek olduğunu tahmin etmek acaba o kadar kolay bir şey midir? Kuvvetle zannederiz ki
pek güçtür. Çünkü o hal, beşer ahlâk ve faziletlerinin hemen tek örneği bulunduğu için, düşünce
âleminde henüz layıkıyla kendisini ortaya koymamış olan İslâmiyete mahsus yüksek bir
vasıftır.” (s. 9)
Mansur Bey, örnek bir Müslüman olmasından ileri gelen vasıfları nedeniyle etrafındaki
insanlardan ayrılır ve yüceltilir. “Dinin ve iman kuvvetinin timsali gibi heybetle semaya doğru
yükselmiş sayısız minareler ve kubbelerle taçlanmış bulunan İstanbul’un eşsiz manzarası bile,
sanki Mansur Bey üzerinde, görünüşte, yanındakiler kadar bir tesir uyandırmadı.” (s. 13) gibi
görünse de Mansur Bey herkesten ziyade mana denizinin derinliklerine inmiştir. İslâmiyet,
İstanbul’un her yerine sinmiş, oradan da Mansur Bey’in gönül gözüne, ruhuna aksetmiştir.
Rumeli Hisarı görüldüğü sırada İslâm inancıyla dolu kalbinden geçen iç konuşmaları şöyledir;
“Ey kahraman Gazi! İşte senin Bizans anahtarın! Tarihin bunca kahramanlarının hayat
ve iktidarlarını uğrunda harcadıkları halde açtıramadıkları o demir kapıları, müminlerin
merkezi, cihan padişahlarının payitahtı olmak üzere, sen bu mübarek anahtarınla fethettin ve
açtın!” (s.10)
Batılı devletlerin, Osmanlı Devleti’ni içten ve dıştan parçalamaya ve Osmanlı
topraklarına hâkim olmaya dair emelleri malumdur. Yunan/Latin kökenli Hristiyan milletlerin
amaçlarına ulaşmak doğrultusunda hilâfet merkezinde açtıkları misyoner mekteplerinin
varlığını öğrenen Mansur Bey, derin bir üzüntü duyar.
Romanın neredeyse her sayfasında İslâmiyet’in yüce bir din olduğuna dair ifadelere,
İslâmiyet’e kendini teslim edenlere has ağırbaşlı tavra rastlanır. Mansur Bey’in tasavvurunda
105
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
“Allah’ın kelâmını yaymaya memur vaizleri yetiştirmek üzere inşa edilmiş bir millî mektep”
(s.12) olarak canlanan binanın takdim cümlesi bile inanç vurgusu yapıldığına yeterli bir delildir.
Mansur Bey için Dolmabahçe Sarayı sadece mükemmel güzellikte bir yapı olarak izah
edilemez, zaten o İstanbul içindeki mekânlara ve yapılara manevî bir gözle iştirak eder.
Dolmabahçe Sarayı “…Halife-i rûy-ı zemîn ve sultanlar sultanı padişah hazretlerinin azamet
ve ihtişamla oturdukları mukaddes daireler!” dir. “…Ümmetin ‘ikinci kıblegâh’ı” dır. (s. 12)
Osmanlı padişahının sarayı göklere çıkarılmıştır. Romanda “…Osmanlılar tarafından
her zaman coşkuyla söylenen ve tekrar olunan ‘padişahım çok yaşa’ duası” Frenk turistleri bile
heyecana getirmiş, bu duaya “Vive Le Sultan- Yaşasın Sultan” diyerek onlar da katılmıştır
(s.13). Osmanlı Devleti’nin kudreti ve büyüklüğü vurgulanmıştır. 550 yıllık varlığında
topraklarını genişletmiş, üç kıtaya hâkim olmuş, milletleri bayrağı altında toplamış bir İslâm
devletinin topraklarını bir bir kaybederken yaklaştığı hazin sondan kurtarmak çareleri adına
romanda bir yandan Osmanlı Devleti yüceltilirken bir yandan da Osmanlı’yı çöküşe götüren
toplumsal aksaklıklara eleştirel bir tavırla yaklaşılmıştır. Romanda Frenk milletlere özençle
kendi değerlerinden uzaklaşan kişilerin eleştirisi yapılmıştır. Yazarın hassasiyetle üzerinde
durduğu noktalardan bir başkası da işte bu millîlik algısıdır.
“Mansur Bey, otelin kapısına geldiği vakit üzerinde yalnız Fransızca olarak ‘Hotel
d’Amérique’i gördü. Türkçe yazıdan, rakamdan eser göremedi. Keza yerleşmiş olduğu odanın
eşya ve döşemesini gözden geçirdiği sırada, bazı lüzumlu eşya ile seccadeyi aradıysa da
bulamadı. Bunun için odanın döşemesini, genişliğini, bilhassa manzarasını beğendiği halde
odadan, otelden soğudu.” (s.18).
Mansur Bey, her şeyden önce inançlıdır, imanlıdır. Osmanlı Devleti’nin eski heybetli
günlerine geri döneceğine dair sarsılmaz inancı, imanından ileri gelir. Sonra Osmanlı
Devleti’nin mazisi ortadadır. “Toprağın her bir karışı birer tarih sayfasıdır. Gayret ve
vatanseverlik kanıyla yoğrulmuş hayat ve kuvvet macunudur. Rahîm ve Rahman olan Allah’ın
seçkin kullarına mekân olmuş birer ümmet ‘ziyaretgâhı’dır.” (s.20). Mansur Bey, Osmanlı
Devleti’nin istikbalinin, mazisinden bile daha parlak bir hale geleceğine inanır.
II. Bölüm: Maziye Dönüş
Mansur Bey, İstanbul’a gelmeden önce mektebini bitirmiş, İstanbul’a “…din ve devlet hizmeti
meydanına kendisini atmış”tır (s.23). Anavatanı ise Cezayir’dir.
Dedesi, İbn-i Galib’tir. İbn-i Galib’ler Araplaşmış Türk ve Osmanlı asıllıdırlar. Ailenin
Fransızlarla münasebetleri çoktur. Mansur Bey üç yaşındayken babası Ebulmansur Fransızlarla
yaptıkları savaşta şehit olmuştur. Mansur Bey’in amcası Ahmet el-Nâsır ise kardeşinin aksine
Fransız taraftarıdır. Mansur, babası ölünce kendinden bir yaş küçük kardeşi Zehra ile amcasının
himayesinde, onunla yaşamaya başlar. Ahmet el-Nâsır “…Mansur ve Zehra’yı şanına göre
yetiştirmek lüzumunu hissederek bir Arapça hocasından başka bir matmazel ile bir mösyö daha
tutmuştu. Bu suretle konağın köşesinde sanki beş kişilik bir mektep sınıfı açılmış”tı (s. 26)
106
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Mansur o günlerde yedi yaşındaysa sene 1850 ya da 1855’ti.
Mansur ve Zehra, yetim çocuklar oldukları için amcasının çocukları tarafından hâkir
görülür, kendileriyle alay edilirdi. En çok da Zehra ile alay edilirdi.
Mansur’un çocukluk mizacı hakkında şunlar söylenir;
“Mansur küçüklüğünden beri biraz kibre, bencilliğe meyilli olduğunu göstermekteydi.
Yaradılıştan kalbi pek merhametli, yumuşak idiyse de, Çerkez dağlarında doğmuş, İstanbul’da
büyücek bir ailede büyümüş, en sonra Ebulmansur gibi kahramanlığına mağrur bir yiğite eş
olmuş annesinin üzerindeki tesiriyle, Mansur’un ahlâkında bazı uygunsuzluklar görülüyordu.”
(Murat, 28)
Mansur’un amcası, din kardeşlerinin gözünden düşmüştü. Abisinin İstanbul çağrısına da burun
kıvırdı. Mansur’un annesi bu işe çok üzülüp İstanbul’a gitmek isterken Mansur’da bir İstanbul
sevgisi oluşuverdi. İstanbul’da aç kalmadan yaşayabilmek için Mansur, tahsil görmesi
gerektiğine kanaat getirdi, önce uzunca bir süre Marsilya’da bir pansiyonda kaldı ve eğitim aldı.
Oradan üniversiteye devam etmesini sağlayacak bir diploma aldıktan sonra arkadaşı Henri ile
birlikte tıp fakültesine başladı ve tıp tahsilini başarıyla tamamlayıp İstanbul’a gitti.
Roman anlatıcısı, yazarın kendisidir. Mansur çocukluk âlemine daldığı zamanlarda bile her şeyi
en ince ayrıntısına kadar bilir. Hatta Mansur’un Rumeli Hisarı’nı gördüğü an zihninden geçen
konuşmayı da birebir aktarabilecek güçtedir. Anlatıcı, dışarıdan her şeyi gören bir göz gibidir.
Kanaatleri vardır, Mansur’un yakışıklı olduğunu söyler.
“Bugün Beyoğlu Lokantası’nda oturmuş bulunan Mansur Bey, işte bu çocukluk âlemini,
en ufak teferruatına varıncaya kadar, düşünce süzgecinden geçirdi.” (s. 32)
Mansur’un çocukluk yılları Cezayir’de geçmiştir. Daha sonra Mansur, tahsiline devam
etmek için amcasından izin alarak Fransa’ya gitmiştir. Amcasının konağı, Frenk dünyasına
açılan bir kapı gibidir.
Mansur, daha çocukluk ve gençlik yıllarından itibaren inancına sıkı sıkı sarılmış bir
yapıya sahiptir. Hatta tahsil gördüğü Fransa’daki arkadaşları ona “Büyük Sahra Filozofu” ya da
“Ütopist” derler. Çünkü Mansur, inancına oldukça bağlıdır.
“Mansur, İslâmcı temayülleriyle beraber Osmanlıcı temayüllere kapılmış olduğunu bir
türlü arkadaşlarından saklayamamıştı. Bunun için de ‘paşa olmak istiyorsun’ yolunda az
sataşma yapılmamıştı.” (s.41)
Fransa’da tıp fakültesini birinci olarak bitirip devlete hizmet aşkıyla hemen İstanbul’a
gitmesi, kuvvetli inancının göstergesidir.
III. Bölüm: Görüşme
Fatih’ten Sultanselim’e gidilirken sağda solda kalan konaklardan büyük ve eski olan yalnız
süslemeleriyle de herkesin dikkatini çeken bir konağı, İbn-i Galiblerden Şeyh Salih Efendi tutar.
İki karısı ve iki çocuğu vardır. Çocuklarından biri yirmi beş yaşında ve evli İsmail Rüşdü Bey,
107
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
diğeri on dokuz yaşında bekâr kızı Sabiha Hanım’dır. Zehra Hanım da bu konakta
yaşamaktadır.
İslâmî nizama göre düzenlenmiş olan bu konakta Şeyh Salih Efendi’nin sürekli oturduğu
sofanın duvarlarından birinde Osmanlı İmparatorluğu’nun haritası, karşısında da Afrika’nın
haritası asılıdır. Şeyh Salih Efendi sırtını Afrika haritasının asılı olduğu duvara yaslar ve
karşısında Osmanlı İmparatorluğu haritası bulunur. Böyle olmasını özellikle istemiştir. Çünkü
Salih Efendi kendini bir Arap addeder. Mansur Bey ise halis bir Türk ve Osmanlı olduğunu
savunur. Çerkez annesi onunla hep Türkçe konuşmuş, annesinin telkinleri Mansur’u Osmanlı
sevdalısı yapmıştır.
Mansur Bey, İstanbul’a geldiğinin ertesi günü amcasının konağına gider. Orada sevilir, sayılır,
konakta yaşaması konusunda ısrar edilir. Konakta Zehra ile karşılaşır. Küçüklükten aralarındaki
düşmanlık başlayan ve Zehra’ca tek taraflı bir dargınlığa dönüşen münasebetleri, karşılaştıkları
dakikalarda da devam eder. Zehra Hanım, Mansur Bey’e kinlidir. Mansur Bey ise kendini
affettirmek ister.
IV. Bölüm: İlk Adım Ve İlk Ümitsizlik
Mansur Bey’in ağırbaşlılığı, dinine bağlı oluşundandır. Konağa gelmesi için ısrarlar eden İsmail
Bey’e “Bak kardeşim. Odamdasın. Misafire saygı, İslâmın hasletlerindendir. Onun için seni
bilhassa kırmak istemem” (s.71) diyerek hassasiyetini gösterir.
Mansur Bey, Tıbbiye Mektebi’ne müracaat eder ve işe başlaması uygun görülür. Tıbbiye
Mektebi’nde işlerini tamamladıktan sonra Osmanlı nüfusuna kaydolur. Dolayısıyla arzu ettiği
gibi artık bir Osmanlı’dır. İşlerini doğru yaparak herkesin teveccühünü kazanır.
Yazar, bazen belirgin bir şekilde araya girer ve söze karışır; “Romanın şahıslarından
bulunan bu Doktor Mehmet Efendi, Çankırılı halis bir Türk’tü.” (s.78) cümlesinde de görüldüğü
gibi.
Mansur Bey’in tıbbiyeden arkadaşı Mehmet Efendi tanıtılırken dindar bir kişi olduğu,
beş vakit namaz kıldığı söylenmiştir (s.79). Bu iki arkadaş din ve devlete layıkıyla da hizmet
etmiş, bu suretle işleri hep rast gitmiştir.
Mansur Bey, aynı zamanda Hariciye kaleminde çalışmaya başlar. Bu kalemde çalışmak üzere
yeterli donanıma sahipken amcası Salih Efendi, Mansur’un haberi olmadan iş için araya aracılar
koymuş, Mansur’un yerini hazırlamıştır. Mansur ise her şeyden habersiz hakkıyla işe girdiğini
zanneder. Eğitimli ve terbiyeli bir kişi olarak Mansur, kalemde tesadüf ettiği uygunsuz hallere
ve haksızlıklara derhal müdahale eder. Sonuçta kalemde barınamaz.
V. Bölüm: Güller Ve Dikenler
108
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Bu bölümde vakanın çoğunluğu Şeyh Salih Efendi’nin konağında geçer. Konak içerisinde
ayrılan haremlik, selamlık ve sofa bölümleri ile kişilerin kendilerine ait odalar da diğer iç
mekânlar olarak yer alır. Salih Efendi’nin kızı Sabiha Hanım ile Gelin Hanım’ın arabayla
gezintilerinde gittikleri yerlerden Kâğıthane ve Beyoğlu dış mekândır.
Mansur Bey bin bir ısrarla konağa taşınmayı kabul etmiştir. Önceleri İsmail Bey’in kendisine
gösterdiği yakınlığa, tatlı arkadaşlığa mukavele etse de onun kendisine uygun bir mizaca sahip
olmadığını anlayarak uzaklaşmaya çalışmıştır. Çünkü İsmail Bey, Beyoğlu’na gitmeyi ve
kumarı çok sever. Mansur Bey ise din ve devlet hizmetine kendini adamış bir gençtir.
Mansur Bey, Zehra Hanım’a kendisini affetmesini talep ettiği bir mektup yazar ve gönderir.
Mansur Bey iyi niyetini göstermiş olmasına rağmen Zehra biraz olsun yumuşamak yerine daha
çok hiddetlenmiştir. Hâsılı namuslu; ancak içine kapanık yalnız bir kızdır Zehra. Mansur Bey’in
de namuslu bir genç olduğu kişide şüpheye mahal bırakmayan bir gerçektir. Hatta Zehra Hanım
da Mansur Bey’in iyi özelliklerinin olduğunu düşünür, yine de çocukluktan gelen hırsının
önüne geçemez;
“Zehra kitap okumak sayesinde dünyanın iyi ve kötü taraflarını öğrenmiş bir hanımdı.
Bunları takdir etmemek elde değildi. Fakat Zehra, Mansur’un hiçbir halini takdir etmek
istemiyordu. Düşüncesi, Mansur’un birçok hallerini ona zorla beğendiriyordu. Diğer taraftan
Mansur’un doktorluktaki mahareti, mektep derslerindeki başarıları, hele fakir ve düşkünlerin
tedavisinde gösterdiği fedakârca gayreti, İstanbul’da bir benzeri olmamakla ün salmış
muayenehanesi, Mansur’u herkes tarafından tavsiye edilir hale getirmişti. Yirmi yaşındaki bir
çocuk, koca İstanbul’da pek çabuk kendini kabul ettirmişti.” (s.130)
Mansur Bey, kişilerle ilişkilerinde özenli, ahlâk ve terbiye sahibidir.
Şeyh Salih Efendi, sofanın camından bakarken gördüğü komşusu Müzeyyen Hanım’ı
beğenir ve onunla evlenir. Bu evlilikten bir çocukları olur. Gel gelelim Müzeyyen Hanım’ın
abisi Raşit Efendi pek hayırlı bir kimse değildir. Memuriyetlerinde iyi hal gösterememiş, kötü
niyetli bir adamdır ve kız kardeşi vasıtasıyla Salih Efendi’nin zenginliğinden yararlanmayı
aklına koymuştur.
Sabiha Hanım, herkesçe kendine yakıştırılan Mansur Bey’e açık veya gizli bir muhabbet
besler; ancak Mansur Bey’den karşılık bulamadıkça türlü oyunlara başvurur. Beğenilmekten
hoşlanan Sabiha Hanım, Mansur Bey’in ilgisizliği ile ara ara hırslanır görünür.
Romanda Mansur Bey ve Zehra Hanım, herhangi namussuz davranışları olmayan kişiler
olarak tasvir edilirken konaktaki diğer kişiler Şeyh Salih Efendi’nin oğlu İsmail ve gelini, kızı
Sabiha Hanım, kaynı Raşit Bey, ahlâk ve terbiyeye önem vermezler. Sebebi Mansur ve
Zehra’nın yeterince tahsil görmüş, terbiye sahibi kişiler olmalarıdır. Kişinin terbiyeli
olabilmesi, yeterli tahsilinden ileri gelir.
Osmanlı Devleti’nin kötü gidişatı, iyi tahsilli kişilerin devlet dairelerinde yer almasıyla,
topluma fayda sağlayabilecek mevkilere gelmesiyle önlenebilir inancı ile yazarın örnek bir tip
olarak Mansur Bey’i yarattığı görülmektedir. Mansur Bey, hem iyi bir Müslüman hem de
109
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
tahsilli bir genç olarak dürüst karakteriyle ön plandadır. Aynı şekilde Zehra da karakter sahibi
Müslüman, akıllı bir genç kızdır. Bu iki tipin hal ve hareketleri, diğer roman kişilerinden
tamamiyle ayrılır. Yazar, eğitimli ile eğitimsiz arasındaki farkı vurgulamıştır.
VI. Bölüm: Ortak Emeller ve Zıt Fikirler
Mansur Bey, hayatta halka hizmetten başka gayesi bulunmayan bir gençtir. Osmanlı
halkına hizmet aşkıyla yanıp tutuşur. Aldığı eğitim ve terbiye sayesinde de hizmete layıktır.
Osmanlı Devleti, o yıllarda zor bir dönemden geçmektedir. Devlet dairelerinde çalışan
kişilerin, görevlerini icap ettiği gibi yerine getirebilmesi, herkesin canla başla devletin iyiliği
için çalışması gerekmektedir. Ancak, devlet dairelerinde bazı usulsüzlükler vardır ve Mansur
Bey bunları iyice gözlemleyerek teşhis edebilmiştir.
“İnsanları, usulü, nelerin eksik ve nelere muhtaç bulunduğumuzu öğrendim. Biz
doktorlar önce hastalığın teşhisine çalışırız. Cemiyet içindeki hastalıklar hakkındaki
düşüncelerim yanlışmış. Cemiyetimizin düzeltilmesi için ben çok şeyler lazım zannederdim.
Cemiyetteki bozuklukları zannettiğimin iki misli buldumsa da onların düzeltilmesi çarelerinin
de tahminimden pek az olduğunu anladım.” Bu çareler, “Herkesi okutmak ve eğitmek!”tir.
(s.141). Mansur Bey’in bu yolla halkın ve devletin iyileşeceğine inancı tamdır.
Salih Efendi, Cezayir’de bir direniş hareketi başlatmak ister. İlk bakışta Cezayir ve
Cezayir halkının kurtuluşu için çabalıyormuş gibi görünse de bu işten çıkarları vardır. Bu yolda
Mansur’un da yer almasını ister ve kandırmaya çalışır, başaramaz. Kendisi gibi Arap
milliyetçisi olan Ahmet Şunudî adlı bir kişiyi, Mansur’u kandırmak üzere görevlendirir. İkisi
arasında geçen konuşmalarda Mansur ırkçılığa karşı din kardeşliğini savunur ve hilafet
merkezinin güçlenmesi ile bütün İslâm ülkelerinin selamete kavuşabileceğini açıklar.
“İslâm kuvvetlerinin ağırlık merkezi, padişahımızın arzu ettiği seviyeyi bulacak olursa,
istediğimiz teferruat hep birden gerçekleşebilir. Halbuki uyanıklar her tarafa dağılarak
komutansız, merkezsiz, disiplinsiz harekete kalkışırlarsa tek ve ortak bir gayeye varılamaz. Tek
başına gayret neticesiz, faydasız olarak muhalefet denizinde kaybolup gider.” (s.155)
Hristiyan milletler tarafından işgal edilen Osmanlı topraklarının yeniden kazanılması
için idarenin merkezden kuvvetlendirilmesi inancına sahiptir Mansur Bey. Bütüncül bir bakışı
vardır. Bu bakış, İslâmiyet’e kesinlikle uygunluk gösterir. Nitekim din kardeşliği ve cihad,
İslâmiyet’in bütüncül ve kapsayıcı özelliklerindendir.
“İslâm birliğinin kurulmasını sağlayacak kılıç değildir, maariftir.” sözüyle Mansur Bey,
Cezayir’de planlanan direniş hareketine karşı çıkar. (s.157)
Salih Efendi’nin ailesi, Ağustos’ta köydeki yalıya geçmiştir. Bu yalının bahçesinde
küçük bir köşk vardır. Mansur, ev ahalisinden uzakta olmak amacıyla bu köşkte yaşamayı tercih
etmiştir.
VII. Bölüm: Vicahî ve Gizli Aşk
110
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Mansur’un köşkten çıkmadığı bir gün Sabiha Hanım, yalının bahçesinde gezerken
Mansur’u görür ve kendince bir bahane uydurarak köşke girer. Bu cesaret karşısında Mansur,
şaşırır ve Sabiha Hanım’a gitmesini söyler. O sırada Zehra ile Fatma Hanım da yalının
bahçesindedir, olanları görmekte ve söylenenleri işitmektedirler. Sabiha Hanım, teşebbüsünde
daha da ileriye gider ve ısrarcı davranmaya başlar. Buna karşılık Mansur Bey;
“… Ben evlenmek fikrinde değilim. Ben varlığımı aileye adayamam. Çünkü varlığım
devlet hizmetine adanmıştır.” diyerek bir kez daha ideallerini yinelemiş olur. (s.166)
Zehra ile Mansur’un birbirlerini çözmeye başladıkları bölüm, bu bölümdür. Zehra,
Fatma ile birlikte Mansur’un köşküne girer. Orada Mansur’un ‘Alter Ego’ yani diğer ben adlı,
günlüğünü bulur ve okumaya başlar. Mansur’un ne derece büyük bir insan olduğunu anlar,
kendisine zannettiği gibi bir rakip olmadığını görür, hırslarından arınır. Köşkten çıkarlarken,
Zehra günlüğe bir not kaydeder. Bunu gören Mansur, Zehra’nın günlüğü okuduğundan böylece
haberdar olur.
VIII. Bölüm: Med ve Cezir
“Talih ve ikbalin yüzü Şeyh Salih Efendi’ye dönmüştü. Davası kazanılmış, on beş
seneden beri o dava için sarfettiği parayı dahi faiziyle almıştı.” (s.178) Bundan sonra, Salih
Efendi’ye hürmetler artmış, kapısından adam eksilmez olmuştur. Yardım isteme ve adam
kayırma olayları, Mansur’un canını sıkmaktadır. Mansur’un can sıkıntısı hal ve hareketlerinden
anlaşıldığı gibi, aynı ahlaka sahip olan Zehra’nın da haksızlık ve namussuzluklara verdiği
tepkiler aynı olur.
Raşit Efendi, karısı Emine ile birlikte Sabiha Hanım’a bir oyun oynarlar. Raşit, çıkarları
için kullanacağı Kazım ile Sabiha’yı bir araya getirir. Sabiha, Kazım’ın aşk hamlelerine karşı
koyamaz, birbirlerine sarılırlar. Zehra bu olayı fark eder ve Sabiha’yı köşkten almaya gider,
oradaki düzenbaz insanlara hadlerini bildirir. Namus ve iffet neyi gerektiriyorsa onu yapar. Bu
hareketlerinde iyi eğitim almış olmasının payı büyüktür. Nitekim Sabiha eğitime ve terbiyeye
önem vermeyen bir mizaca sahiptir.
IX. Bölüm: Yeni Bir Görüşme
Zehra, önceki bölümde yaşanan hadiseden sonra hasta olur. İyileştirmek için Mansur
Bey gelir, muayene eder. Birbirlerine artık daha farklı baktıklarını anlarlar. Mansur, Fatma
Hanım’a Zehra’yı yanlarında götürmesini ve Zehra’nın orada istirahat etmesini söyler.
Daha sonra Reis Efendi ile Emin Paşa, Salih Efendi’nin yalısına gelirler. Kazım Bey’in
ricasıyla Salih Efendi’nin kızını isterler. O esnada tabi devlet düzeninden, işleyişi bozan
hallerden söz açılır. Mansur Bey, eğitimli, iktidara sahip kimselerin ellerinden gelecek şeyler
olduğunu savunsa da Emin Paşa’dan aksi yönde karşılık bulur;
“Siz Avrupa’da tahsil etmişsiniz. Tahsil için her sene biz bu kadar genci Paris’e
gönderiyoruz. Lakin hiçbiri istediğimiz şekilde dönmüyor. Terbiyesi, ahlâkı bozularak istifade
111
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
olunur halleri kalmıyor. Öğrendikleri de süslü giyinmek, eğlenceleri için israfta bulunmak,
ahlâk ve din duygularını kaybedip Frenk olmaktan başka bir şeyleri göremiyoruz.” (s. 218). O
dönemde baş gösteren yanlış batılılaşma sorununa temas edildiği açıktır. Buna karşılık Mizancı
Mehmet Murat’ın Mansur Bey kişisiyle örnek bir tip oluşturmaya çalıştığı söylenebilir.
Emin Paşa ile Mansur Bey arasında, devlet işleri hakkında meydana gelen söz dalaşı
sonunda Mansur, iyice hiddetlenerek kalkar gider. Emin Paşa ise, onun “muzır” takımından
olduğu hükmünü verir. “Zamanı gelince icabına bakılmak üzere Mansur, Paşa’ca mimlen[ir]”
(s.224)
“İlerleme ve kalkınma için, din ve ahlâk sayesinde devlette, millette eşsiz bir kabiliyet
varken, durgunluk çökmesine tamamiyle mana veremiyordum. İşi şimdi anladım! Müthiş
hakikati öğrendim: Devletin, padişahın sadık kullarına, sevenlerine hizmet meydanı
kapaılmıştır!” (s.226). Bunun çaresi ise “Yine maariftir, yine maarif!...” (s.226)
X. Bölüm: Dolaplar Döndü
Mansur Bey’in başka bir insan olduğunu, etraftan kimseye benzemediğini herkes
anlıyordu. O kendini, vatana hizmet etmeye adamış biriydi. Bu yolda yürümeye inanmıştı ve
disiplinli bir şekilde de ilerliyordu.
Mansur Bey’in farkını Zehra anlıyor, Şeyh Salih Efendi görüyor ama ne olduğunu
anlamıyordu.
Şeyh Salih Efendi’nin ikinci hanımının kardeşi, hain Raşit Efendi, ablasından olan
çocuğu tek varis yapabilmek için İsmail Efendi’ye suikast düzenlemiş ve amacına ulaşmıştır.
Sıra Sabiha Hanım’a gelmiş, onu da zehirletmiştir. Emellerinin önüne geçeceğini düşündüğü
Zehra ve Mansur’u da ortadan kaldırmak istemiş; fakat son olarak hamlede bulunmuş ve evi
yakmışken Mansur’a yakalanmıştır.
XII. Bölüm: Hesabın Sonu
İşler yoluna girdi, hesaplar görüldü. Şeyh Salih Efendi, felçli haliyle vasiyetini yazdı.
Tüm mal varlığını Mansur Bey’e bırakmıştı. Mehmet Efendi ve Fatma Hanım evlendiler. Sıra
Zehra ve Mansur’a gelmişti. Salih Efendi, vasiyetinde Mansur’a Zehra ile evlenmesini
söylemişti. Fakat Mansur, “kendisini bu hususta mazur görüyordu. Bunun için birçok
seyahatler yaparak derdini dağıtmak istedi.” (s. 270)
“Amcasından kalan serveti olduğu gibi bankaya yatırmış, bir kuruşunu kendi nefsi için
sarf etmeyerek hepsini yayın işleri ve hayır müesseseleri için kullanmaya karar vermişti. Önce
Kayrıvan’da açtırmış olduğu mektebi genişletmek üzere Tunus’a gitmişken, Fransız
konsolosunun entrikasından dolayı Tunus hükumeti, mektebi genişletmek ve geliştirmek için
müsaade etmedikten başka, hatta mevcut olanı dahi kapatmış ve yasaklamıştı.” (s.270). Mansur
Bey, paraya pula tamah etmeyen bir mizaca sahiptir. Her şeyi, vatanı için yapar ve bunun için
varını yoğunu harcar.
112
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Mansur Bey, Hersek’e gitmiştir. “Bir vakitten beri Hersek’te çıkan ihtilal, dünyanın
dikkatini üzerine çekmekteyken hala arkası alınamamıştı. Mansur, Osmanlı askerlerinin eşsiz
kahramanlık ve cesaretini bildiği için buna hayret ediyordu. Zihninde ihtilali büyütüyordu.
Gitti, gördü.
İhtilalin tek başına ehemmiyeti yoktu. Bir iki devletin konsoloslarından destek
gördükleri için sayısı beş bine varamayan çeteciler âlemi meşgul etmekteydi.
Bu çetecilerin sıkışınca Avrupa hududuna sığınarak Avusturyalıların yardımıyla tekrar
geri geldiklerini işitip inanamamış bulunan Mansur, hususî olarak Avusturya konsolosluğuna
gidip konsolos ile görüştü.” (s. 271-272)
Avrupa siyasetini gören ve anlayan Mansur, İstanbul’a döndüğünde bildiklerini
gazetelerde yazmaya başladı. “… Avrupa bu siyasetinde devam ettiği takdirde, meydana
gelecek felaketin, şimdiden kestirilemeyecek kadar büyük olacağını ve sonunda, Avrupa’nın
başına gelecek büyük bir gaile şeklinde tesiri görüleceği hakkında bir makale yazmıştı.”
(s.272). Mansur Bey, 93 harbini önceden görmüş ve haber vermiş gibidir.
Mansur Bey, Aydın’daki çiftliğe gider ve orada kendini inzivaya çeker. Hayır işlerine
orada da devam eder. Bir gün yanına, Mehmet, Naime, Fatma Nuri, Zehra Hanım gelir. Ahmet
Şunudî de gelir. Beraber mutlu mesut günler geçirirler. Herkes layığını bulmuştur. Zehra ve
Mansur da birbirlerine aşklarını itirafla evlenirler.
Kazım ve Emine de randevu evlerinde rezalet ve sefahat çirkefine batarak tam da
kendilerine layık bir hayat yaşarlar.
Bitiş: Mektuplaşmalar
Mansur Beyi Veliler köyünde yaşarken Anadolu halkının ahlâkını gördükçe mesut
olmaktadır. “Sadakat, kanaat, metanet, tahammül, bunlarla beraber dindarca itaat ve
bağlılık…” (s.289) hep Anadolu insanın mevcut olan özelliklerdir.
Doktor Mansur, oğlu Mahmut ve karısı Zehra’yı İstanbul’a gönderip Mehmet ve
Fatma’ya emanet ederek savaşa katılmıştır. Bu dönemde Mansur iyice yorulmuş ve yıpranmış
olacak ki 1879 senesinde bir hastalığa yakalanmıştır. Hava değişimi için Trablus’tan Sudan’a
gitmiştir. Ancak orada iyice kötüleşmiş olup İstanbul’a dönemeden vefat etmiştir.
Mansur’un, karısı Zehra’ya yazdığı son mektupta sağlığından bahsederken yine
sarsılmaz bir inançla Müslüman olduğunu gösteren cümlelere rastlanır. “Allah’a her dakika
şükrettiğimiz gibi lütuf ve mucizesini de bekleriz. Lakin doktorca söylemek icap ederse o yolda
bir mucize görünmedikçe İstanbul’a gelmeye ömrümün yeteceği şüphelidir. Sen başka kadınlar
gibi değilsin. Hakikati, Allah’ın takdirini cesaretle karşılamaya muktedirsin.” (s.311)
Son günlerinde bahtiyar olduğunu söyler. “Çünkü ‘Devlet-i edeb-müddet’in saadet ve
yükselme baharının şerefle geldiğine artık şüphe[si] kalma[mıştır].”(s.312)
Sonuç
113
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Karabey ve Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı romanlarındaki olayların 1870’li yıllarda geçtiğini,
Mostar ve İstanbul şehirlerinin o dönemde Osmanlı Devleti sınırları içinde yer alan iki şehir
olduğu söylemiştik. Zaman ve mekân açısından ortak özelliklere sahip bulunan bu iki romanı
asıl birleştiren unsur ise inançtır. Romanlarda millî kimlik yerine İslâmiyet ön plana
çıkarılmıştır.
Romanların başkahramanları Karabey ve Mansur Bey’in de hemen hemen aynı vasıflara sahip
oldukları söylenebilir. Karabey, tıpkı Mansur Bey gibi iyi bir eğitim almış, etrafındaki
insanların sevgisini kazanmış, inançlı bir kişidir. İkisi de zengin birer aileye mensuptur. Mansur
Bey, iyi bir eğitim alabilmek ve bu eğitimle vatana hizmet edebilmek maksadıyla Fransa’nın
Marsilya kentine gitmiştir. Karabey ise, yönünü hilâfet merkezi İstanbul’a çevirmiş ve Osmanlı
İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’da İslamî ilimleri öğrenmiştir.
Mansur Bey tipine çok benzeyen Karabey tipi de elindeki gücü, halka hizmet etmeye kullanır.
Adalet arayışındadır. Haksızlık yapanları, Mansur Bey gibi eleştirir.
Karabey, Mostar’daki “Müftülük görevine devam eder; hem dinî hem dünyevî
meselelerde dürüstlüğe sonuna kadar bağlı kalması, insanların ondan uzaklaşmasına neden
olur.” (İbrişimoviç, 2007: 9). Karabey de tıpkı Mansur Bey gibi değişken bir mizaca sahip
değildir. İkisinin de sağlam bir karakteri, kendinden emin bir duruşu vardır. Ve iki karakter de
romanın ilerleyen bölümlerinde kendilerini inzivaya çekerler.
Karabey ve Mansur Bey kişileri etrafında gelişen olaylara bağlı olarak eserlerde sıkça inanç
vurgusu yapılmıştır ve bu vurgularda aynı tarzın kullanıldığı görülür.Temelde iyilik ve
kötülüğün karşı karşıya getirilerek iyiliğin yüceltilmiş olduğu söylenebilir. Kötülerin karşısında
sağlam inançları ve Müslüman olmalarından ileri gelen ağırbaşlı duruşlarıyla Karabey ve
Mansur Bey tipleri vardır. İyilik ve kötülük ikiliği, İslamiyet’in insanlara haramdan, günahtan
sakınmayı tembihleyen yanına yapılan bir göndermedir. Kötülük yapanlar, her iki romanın
sonunda da layıklarını bulurlar.
Karabey ve Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı adlı romanların farklı dönemlerde yazılmış olmalarına
rağmen fikrî cihette birleşmeleri özellikle dikkate değer bir noktadır. Ancak Boşnak edebiyatı
hakkında Türkçeye çevrilmiş kaynakların sınırlı olması ve eserin Türkçeye çevrilmiş olan
nüshası üzerinden bir inceleme yapılmış olması sebebiyle değerlendirmelerin yeni yeni ortaya
çıkan veriler ışığında değişeceği muhakkaktır.
.
Kaynakça
Aktaş, Şerif. Roman Sanatı ve Roman İncelemesine Giriş. Ankara: Akçağ, 2005
114
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Devellioğlu, Ferit. Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lûgat. Ankara: Aydın Kitabevi,
2000
Duymaz, Recep. Üç Tarz-ı Siyaset ve Akımlar. İstanbul: Boğaziçi, 1995
Emil, Birol. Son Dönem Osmanlı Aydını Mizancı Murad Bey. İstanbul: Kitabevi, 2009
Hasanagic, Senad. Osmanska Tolerancija (Osmanlı Hoşgörüsü). Zalihica
İbrişimoviç, Necad. Karabey. Çev. Suat Engüllü. İstanbul: Sakarya Valiliği Kültür Yay,
Mayıs 2007
Mehmet Murat. Turfanda Mı Yoksa Turfa Mı!. Haz. Ali Kahraman. İstanbul: Morpa
Kültür, 1995
Moran, Berna. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış I. İstanbul: İstanbul, 2010
Özön, Mustafa Nihat. Metinlerle Muasır Türk Edebiyatı Tarihi II. İstanbul: Devlet
Matbaası, 1932
Tanpınar,Ahmet Hamdi. 19’uncu. Asır Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Çağlayan, 2003.
Taplamacıoğlu, Mehmet. Din Sosyolojisi. Ankara: Ankara Ünv., 1983.
Timur, Kemal. Tanzimat Dönemi Türk Romanında Din Duygusu ve İnançlar. Turkish
Studies, Winter 2009, s.2089-2125.
115
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
KIRGIZCA ve TÜRKÇE’DE EKLERİN DUYGU DEĞERİ FONKSİYONLARI
Ayşen KOCA
Ergün KOCA
ÖZET
Duygu değeri bir mana kategorisidir. Türkçe’de ve Kırgızca’da duygu değeri oluşturmada
morfolojik unsurlardan istifade edilmektedir. Eklerle sağlanan duygu değeri hem yazınsal
metinlerde hem de günlük hayatta aktif kullanılmaktadır. Türki dillerden Kırgızca ve
Türkçe’de eklerle sağlanan duygu değeri izleklerinde hem dilsel hem de psiko-sosyolojik pek
çok ortak yön mevcuttur.
Bu bildiride duygu değeri oluşturmada Kırgızca ve Türkçe’deki eklerin tesbitine, duygu değeri
izleklerinedair örneklere, duygu değeri açısından iki dildeki benzerliklere ve farklılıklara yer
verilecektir.
Anahtar kelimeler: ekler, duygu değeri, morfolojik unsurlar.
The Functions Of Emotive Value Of Endings İn Kyrgyz And Turkısh Languages
Abstract
Emotive value is a meaning category.in creating an amotiva value in the Turkish and Kyrgyz
languages, morphological devices are used. Emotive value formed with the help of suffixes are
actively used in both written texts and everyday life.Among Turkic languages, emotive value
isotopes by suffixes have enough linguistic and psycho-sociologicialsimilarities.The aim of
this work consists of diagnosing suffixes in Kyrgyz and Turkish in forming an emotive value,
indentifying isotopes concerning the emotive value with the help of examples, comparing and
contrasting the two languages from the point of emotive value.
Key words: suffixes, emotive value, morphological devices.

Doç. Dr.; Zirve Üni., Eğitim Fak., Öğretim Üyeleri, Kızılhisar Kampüsü 27260 Gaziantep / Türkiye;
[email protected]

Doç. Dr.; Zirve Üni., Eğitim Fak., Öğretim Üyeleri, Kızılhisar Kampüsü 27260 Gaziantep / Türkiye;
[email protected]
116
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Giriş
Duygu değeri sözcüklere bazan renkli, parlak, ışıltılı, göz kamaştırıcı elbiseler giydirirken
bazen hüzünlü∕sevinçli, korkulu∕cesaretli, sevimli∕sevimsiz, şefkatli∕ merhametsiz, destekleyici
∕ köstekleyici, canı yanmış ∕ acımasız, merhametli∕alay edici vb. kişilikler de kazandırır.
Konuşmacı veya yazınsal metinlerde yazar, tesiri altında kaldığı psikolojik etkileri duygu ve
düşünce dünyasında kavrayıp kendinde oluşan tepkileri diline ait ögeleri ve üslupsal vasıtaları
kullanarak söyler, yazar. Duygu değeri oluşturmada Türkçe’de ve Kırgızca’da dilin fonetik,
leksik, sentaktik ve morfolojik unsurlarından faydalanılmaktadır.[1]
Türk ve Kırgız dilinde duygu değeri oluşturmada morfolojik unsurlardan (eklerden)hem
konuşma dilinde hemde yazınsal metinlerde oldukça fazla istifade edilmektedir. Kırgızca’daki
–ым, -ке,-айын,-тай,-кай,-чак,-гыр,-гой,-жан;Türkçe’de ise -m -ım, -im, -cık, -cik, -cak,
-cek, -cağız, -ceğiz eklerinden ve bu eklerin getirildiği kelimenin son hecesinin vurgu ve
tonlama yoluyla uzatılıp kısaltılmasıyla emosyonel mana kategorisi oluşturulmaktadır. Bu
ekleri ve oluşturdukları duygu değerlerini sırasıyla analiz etmeye çalışacağız.
1. –m,–Im, -Um, ( –ым,-им)Ekleriyle Oluşturulan Duygu Değeri
Öncelikle Türkçe’deki–m,–Im, -Um, Kırgızca’daki –ым,-имeklerinin getirildiği her sözcüğün
duygu değeri ifade edemeyeceğini söylememiz gerek. Örneğin kitab-ım, kalem-im, ev-im
sözcüklerinin herhangi bir teksteki somut manası ele alınamayınca emosyonel- ekspresiv
manaya sahip olamaz. Bu yüzden bu tür sözcükleri duygu değeri ifade ediyor şeklinde
nitelendiremeyiz. Ancak leksik manasında herhangi bir duygu değeri taşıyan sözcüğe
eklendiğinde –m,–Im, -Um, ∕ –ым,-им ekinin kendisi de, eklendiği sözcük deüslupsal bir
renge sahip olup duygu değeri ifade etmeye gücü yeter. Böylelikle –m,–Im, -Um, (–ым)eki
getirilen sözcükler sözlük anlamının dışında yeni bir anlam kategorisine sahip olarak dile
getirilen fikre karşı (memnuniyette olma, beğenme saygı, sevgi,nazlama, memnuniyetsizlik,
nefret, beğenmeme, alay, kızma, nefret vb.) duygusal değerlendirmeleri bildirir.
- Oğlum Tosun, dedi. Sana bir iş çıktı. Senin gibi at sürecek er yok.Padişah fermanını
şimdi al.Niş’e götür...oradaki beye ver.( Ö.Seyfettin, S.Hikayeler.383) (beğenme/esenlikli)
- Ah yavrum,
şefkat/esenlikli-esenliksiz)
muhacirler
gelmiş...(Ö.Seyfettin,
S.Hikayeler.453)(korku,
- Yalan yavrum yalan...diyordu.(Ö.Seyfettin, S.Hikayeler.452)(korku, nazlama,
yalvarma/ esenlikli-esenliksiz)
Bu örneklerde yer alan oğlum,yavrum sözcükleri –m,–Im, -Um, (–ым)eki sayesinde
duygu değerine sahip olmuştur.
Türkçe’deki ve Kırgızca’daki арстан- жолборс-arslan, козу -kuzu, koç, ceylan,
букачар- tosun, kedi, күчүк - enik,кулун - tay,бото –devegibi sözcükler ise ek alsa da almasa
117
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
da kişilere yönelik kullanılıp, manayı güçlendirerek övgü, nazlama, beğenme, taktir etme vb.
duygusal değer izlekleri bildirme maksatıyla kullanılabilmektedir.
-Haydi arslanım,
S.Hikayeler.383)
çabuk,
yolun
uğurlu
Башкага жаман көрүнсө,өзүмө
nazlama,şımartma/esenlikli)
olsun
diye
жакшыарстаным.
gülümsedi.(Ö.Seyfettin,
(Т.М.)(эркелетүү
-
Tosunum haydi göster kendini!(K.D.)(эркелетүү -nazlama,şımartma/esenlikli)
Canım kuzularım
nazlama,şımartma/esenlikli)
sizleri
bilseniz
ne
kadar
özledim.(K.D.)(эркелетүү-
Yukarıdaki Türkçe ve Kırgızca örneklerde yer alan arslanım- арстаным, tosunum
букачарым, козу-m kuzum, kuzularım sözcükleri insanlara yönelik kullanılıp övme, nazlama,
şımartma, beğenme, taktir etme vb. duygusal değerlendirmeleri bildirmektedir.
Ыйлабачы,кулунум! Ыйлабачы! Мен сага атаңдаймын. Эч кимге кор кылбайм.
Коё турчу, кичине нават бар эле, уулума алпаратам, ал эмгиче жүгүрүп
калгандыр,күчүгүм!(эркелетүү -nazlama,şımartma/esenlikli)
Күндөп издейт боз иңгенак ботосун, түндөп издейт боз иңген ак ботосун, зарлап
издейт боз иңген. Кайдасың, каракөз ботом? Эмчегим сыздап, сүтүм агат,аягым ылдый
сарыгат,ботоюм. Кайдасың... (Ч.Айтматов) (эркелетүү -nazlama,şımartma/esenlikli)
Bu Kırgızca örneklerde yer alan ботой,ботомsözcüklerinin duygu değerine bakacak olursak
şunu görürüz.Bu örneği, edebi bir metnin bir parçası olarak değerlendirirsek ботоюм
sözcüğünün hayvan için kullanılıdığı, onun hislerini sezdirme maksatının varlığı anlaşılır.
Fakat yazınsal metnin tamamı değerlendirildiğinde yavrusunu arayan devenin şefkat ve
merhametini değil dünyanın karmaşası içinde adalet arayan kahramanın (insanın) içinin
yanmasını, acımasını, merhametten hatta kaygıdan kaynaklanan kızma hislerini de çağrıştırdığı
görülecektir.
Yazarın, tekste kullandığı иңген – deveöylesine bir deve değil insanileşririlen bir deve niteliği
taşımaktadır. Buna bağlı olarak kullanılan ботом (deve için yavrum)sözcüğünün duygu
değeriарстаным-arslanın, кулунум-at için yavrum , күчүгүм- köpek için yavrum sözcüklerine
göre daha güçlü, daha betimleyicidir. Buradan hareketle hem Türkçe örnekler hem de Kırgızca
örnekler için yazınsal metinlerde edebi üsluba göre yapılan kişileştirmeye, (yapısı itibariyle
yakın olanı canlandırma, cansız nesneyi canlı nesne gibi tasvir etme) bağlı olarak da –m,–ым(m, -Im, -Um) ekleri, cansız nesneyi adlandıran sözcüğe eklenerek duygu değeri oluşturma
gücüne sahip olmaktadır diyebiliriz.
-m,-ым(-Im,-Um) eki günlük konuşma dilinde de edebi metinlerde de özel isimlere
getirildiğinde nazlama, şımartma, beğenme, hoşlanma, taktir etme, acıma merhamet etme,
korku vb. gibi esenlikli/esenliksizduygu değerlerini bildirmektedir.
118
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Gülfem’im, yavrum, derslerinde başarılı olman bizi çok mutlu ediyor.(K.D.)
(beğenme,nazlama / esenlikli)
Didem’im de okula başladı.. (K.D.)(beğenme,nazlama,şefkat / esenlikli)
Han Duvarları
................................
Garibim namına Kerem diyorlar
Aslı’mı el almış harem diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben(F.N.Çamlıbel, H.Duvarları,19)(beğenme, üzülme,
kaygı, pişmanlık, özlem / esenliksiz)
Разагым аларды кийип, кудуңдап кубанып, чикитин ойноп жүрө бере турган.
Ошентсе да балам жетинчи класстан тез өзгөрүп кетти. Мурдагы кийимдерин
жерип,элдин
балдарычылап
жаңы
пальто,жакшы
шым-костюм
кийгиси
келип...(О.Айтымбетов)( эркелетүү, жакшы көрүү)
Разагым, кагылайын, ошол жылдан тартып айыл жумушуна баш-оту менен
аралашат. Жайкы каникул сайын үч ай бою жүгөрү отоодо, чөп чөмөлөөдө иштей
турган.(О.Айтымбетов.)( эркелетүү, жакшы көрүү)
Yukarıdaki örneklerdeki Gülfem’im, yavrum ve
Разагым(Razag’ım), балам (balam)
sözcüklerinin ikisi de aynı çocuk için söylenmiştir. FakatРазак(razak) ve Gülfemsözcükleri–
ым (-Im) eki yardımıyla sevme, nazlama duygusal değerlendirmelerini içermektedir. Ancak
балам(balam), yavrum sözcükleri bu kadar güçlü bir emosyaya sahip değildir. Özel adlar hitap
edenin gözünde zaten belli bir emosyaya sahiptir. Getirilen ek ile bu sezgisel güç daha da
artmakta hem söyleyende hem dinleyende hem de okurun hissiyatında tesirli duygu değerleri
çağrıştırmaktadır.
–m, -Im, Um,–ым ekinin aynı metnin içinde birden fazla sözcüğe getirilmesi ve metin
içindeki tekraralar ile o metnin baştan ayağa emosyaya sahip olması da sağlanabilmektedir.
Bunun örneklerini şair E.İbraev’in“ Балама- Balama”ve Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun“Karadut’’
adlı şiirlerinde görebiliriz.
Karadut
Karadutum, çatal karam, çingenem.(tatlı- sert sevme, beğenme, hayranlık /esenlikli)
Nar tanem,nur tanem, bir tanem. (beğenme, çok sevme/esenlikli)
Agaç isem dalımsın salkım saçak. (bağlılık, ihtiyac hissetme, taktir etme, övme
/esenlikli)
Petek isem balımsın ağulum. (bağlılık, ihtiyac hissetme, taktir etme, övme /esenlikli)
Günahımsın, vebalimsin.(her durumda razı olma, beklentisiz olma /esenlikli)
Dili mercan,dizi mercan, dişi mercan,
Yoluna bir can koyduğum,
119
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Gökte ararken yerde bulduğum,
Karadutum,çatal karam, çingenem.(tatlı- sert sevme, beğenme, hayranlık /esenlikli)
Daha nem olacaktın bir tanem.(beğenme, çok sevme/esenlikli)
Gülen ayvam,ağlayan narımsın.(her durumda beğenme, sevme, hoşlanma/esenlikli)
Kadınım, kısrağım,karımsın.(B.R.Eyüboğlu)(sahiplenme, beğenme, nazlama, övme,
destekleme/esenlikli)
“Көлөкөм” деп көңүл ачарым,
“Берекем” деп жарпым жазарым,
Бал татыган былдыр тили бар,
Балам- бактым,балам-базарым.
Gölgem diye gönül açarım.
Bereketim diye rahatlarım.
Bal gibi tatlı dili var,
Balam-bahtım, balam-pazarım.
Көңүл төтө кылган медерим,
Gönlümü dinlendiren, mederim
Көзүмдөгү эки карегим
Gözümdeki iki gözbebeğim.
Канттан таттуу, гүлдөн жыты артык Şekerden tatlı, gülden güzel,
Кандан чыккан асыл данегим.
Kandan çıkan asıl özüm.
Самаганга жетер кулачым,
Сагынганда жыттар кубатым,
Башкаларга эч бир алмашпас,
Бар байлыгым,мүлкүм,мурасым.
İstediğime yeter kulacım.
Özlediğimde koklayan kuvvetim,
Başkalarıyla hiç değiştirilmez,
Servetim, mülküm, mirasım.
Катылган сыр, оюмду ачарым.
Gizli sırrımı, düşüncemi açarım.
Каткырыгым,моюндашарым.
Gülüşüm, kucaklaşmam.
Картайганда арка бел болор,
Yaşlandığımda destek olacak,
Кагылайын орун басарым.
Kurbanı olduğum, dayanağım.
(Şiirdeki izlekler: nazlama, sevme, taktir etme, beğenme, kıymet biçme, sahiplenme,
beğenme, nazlama, övme, destekleme/esenlikli)
Bedri Rahmi Eyuboğlı’nunbu şiirinde-m,-Im, -Um, –ымeki getirilerek oluşturulan ‘‘karadutum, çatal kara-m, çingene-m, nar tane-m, nur tane-m, bir tane-m, dal-ım-sın, bal-ım-sın,
günah-ım-sın, vebal-im-sin, gülen ayva-m, ağlayan nar-ım-sın, kadın-ım, kısrağ-ım, karI-msın’’sözcükler sayesinde şairin sevdiği kadına yönelik duygusal değerlendirmelerinin çeşitliliği
göz önüne serilmektedir. E. İbrayev’in şiirinde ise “көлөкөм,
берекем,
баламбакытым, балам, базарым, медерим,
карегим, асыл данегим, кулачым, кубатым,
бар
байлыгым,
мүлкүм,
мурасым,
каткырыгым,
моюндашарым
орун
басарым’’sözcükleri ile de çocuğuna yönelik duygusal değerlendirmelerinin çeşitliliğini
görmekteyiz.
-m, –Im, -Um, -ым ekleri getirildikleri esenlikli anlambirimciklerini esenliksiz
anlambirimciklerine çevirebileceği gibi bunun tersi de mümkün olabilmektedir.
120
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Кел,арстаным!Бирин койбой кырып, таш талканын талкалайм деп чамынып
жаттыщ эле,жоону көргөндө, күлүн көккө сапырмак түгүл, артыңды
кароогожарабай,безип жөнөдүң го.(К.Осмоналиев)(кекээрлөө,шылдыңдоо,жактырбоо)
(Gel arslanım! hepsini mahvederim, taşı toz duman ederim diye atılıyordun, düşmanını
gördüğünde tozu dumanı bırak, arkana bile bakmadan kaçıp gittin.) (K.Osmonaliyev)(alay,
dalga geçme, kızma)
Тантыгым менин, балдыраган тантыгым! Чоңойгондо сени жыргатам деген
тилегиңден...Бакпасаң да, башың аман жүрсө болду маа.(А.Сапарбаев) (эркелетүү,
жакшы көрүү, кубануу)
(Kekeleğim benim, kekeleyen kekeleğim! Büyüdüğümde seni mutlu edeceğim
demelerin..., bakmazsan da başın daim sağ olsun!)(A.Saparbaev) (nazlama, beğenme, sevme)
Örneklerindeki,арстаным –arslanım, тантыгым –kekeleğimsözcükleri genelde ifade
ettikleri duygusal değerlendirmelerin, asıl kullanım maksatlarının dışına çıkıp zıt duygu
değerlerine sahip olmuştur. Арстаным –arslanım ifadesi normalde beğenme, taktir etme duygu
değeriyle esenlikli bir izlek iken bu örnekte kızma, alay etme duygu değeriyle esenliksiz bir
izlek durumundadır. Тантыгым –kekeleğimsözcüğü de aslında dalga geçme, küçümseme
maksadıyla kullanılırken örmeğimizde sevgi merkezli bir izlek oluşturarakesenlikli bir duygu
değeri sağlamıştır.
2. Türkçe’deki (-cIğIm, -cUğUm) ve Kırgızca’daki (-ka–ке, -тай,-чек) Ekleriyle
Oluşturulan Duygu Değeri
Türkçe’deki-cIğIm, -cUğUm, Kırgızca’daki(-ka–ке, -тай,-чек) ekleriyle oluşturulan
duygu değeri, çoğunlukla nazlama, şımartma sezgilerini dolayısıyla esenlikli duygusal
değerlendirmeleri bildirse de şımartma, saygı, korku, beğenmeme, nefret, kızma, azarlama vb.
hem esenlikli hem de esenliksiz duygusal değerlendirmeleri de bildirirmektedir.
Kuzucuğum gel bir öpeyim seni.(K.D.)( beğenme, nazlama, şefkat, merhamet/esenlikli)
Anneciğim elbiseme bak,nekdar güzel. (K.D.)(beğenme,nazlanma, övünme/esenlikli)
Babacığım ne olur ben de geleyim. (K.D.) (yalvarma, nazlanma, şımarma/esenlikli)
Anneciim, görüpte hayran olmamak mümkün değil.(K.D.)(korkma, şaşırma,beğenme,
taktir etme–esenlikli / esenliksiz)
Энекебай, көргөн көзүңө ишенбейсиң. (таңкалуу - şaşırma, жакшы көрүүbeğenme/esenlikli)
Атаке,маа илесепет сатып бересиң, ээ? Анан мен аны минип алып сен иштеген
жерге барам, балдарды ардантам.(И.И.)(эркелөө) (Babacığım, bana bisiklet alır mısın?
Sonra ben ona binerek senin çalıştığın yere gelirim ve başka çocukları imrendiririm.)(İ.İ.)
(nazlanma/esenlikli)
121
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Эртең менен ойгонсом, жалгыз жатыптырмын. Көзүмдү ачар-ачпастан
ордумдан томолонуп турдум.Тышкы үйдү көздөй: “Атаке-е”- деп ич көйнөкчөн
бакырып жөнөдүм. Атам жаңы апам менен кучакташып уктап жатыптыр. Денем
дүрүлдөп, көзүм тумандай түштү.“Ата, атаке!”-деп ыйлап жибердим. Экөө тең
чочуп ойгонушту...(З.Сооронбаева) (чочуу, коркуу -korkma, таңкалуу-şaşırma,
нааразыболуу-memnun olmama, жек көрүү-nefret etme/esenliksiz)
(Sabah kaltığımda yalnızmışım. Gözlerimi açar açmaz, yerimden kalktım. Babacıım
diyerek öbür odaya koştum. Babam ile yeni annem (üvey annem) kucaklaşıp uyuyorlarmış.
Vücudum titredi, başım dönüverdi. Baba, babacıım diye ağlayıverdim. İkisi de irkilerek
uyandılar.) (Z.Sooronbaeva)
-Өзүңдүн жандай көргөн карачечекей кызыңды ушинтип айтууга кантип дитиң
барды,апаке, кантип...- Алиман сүйлөй албай титиреп кыйлага турду да.- Сойку деп...
Сойку болсом, ушинтип... Кебин улай албай, ыйлап жиберди. (“А”)
Canından çok sevdiğin, biricik kızına nasıl böyle bir şey diyebildin, anneciğim
nasıl...Aliman uzun zaman konuşamayıp titreyerek durdu ve, orospu... diyerek...-Orospu
olsaydım böyle... sözüne devam edemeyip, ağlamaya başladı.)(A)(таңкалууşaşırma,нааразыболуу- memnun olmama / esenliksiz)
Anneciğim
Ak saçlı başını alıp eline,
Kara hülyalara dal anneciğim!(sevgi, şefkat, acıma, merhamet etme,
üzülme/esenlikli/esenliksiz)
O titrek kalbini bahtın yeline,
Bir ince tüy gibi sal anneciğim!(sevgi, şefkat, acıma, merhamet etme,
üzülme/esenlikli/esenliksiz)
Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,
Gecenin ardında yine gece var;
Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar,
Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!(sevgi, şefkat, acıma, merhamet etme, üzülme,
pişmanlık/esenlikli/esenliksiz)
Gözlerinde aksi bir derin hiçin,
Kanadın yayılmış, çırpınmak için;
Bu kış yolculuk var, diyorsa için,
Beni de beraber al anneciğim!... (N.F.Kısakürek.1926)(sevgi, şefkat, acıma,
merhamet etme, üzülme, pişmanlık – esenlikli / esenliksiz)
N.F.Kısakürek’in bu şiirinde yer alan (anne-ciğim –эне-ке-м) sözcüğü -cığım ciğimeki sayesinde duygu değerine sahip olmuş ve sevgi, saygı, özlem, pişmanlık,acıma,
merhamet etme, izleklerini çağrıştırmaktadır.
122
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
-cIğIm, -cUğUm (-ka–ке) eki kişi adlarına eklenip seslenme ifadesi yanında o kişiye
yönelik duygusal değerlendirmeleri çoğunlukla da sevgi, saygı, yüksek değer verme, şefkat,
merhamet vb. izleklerini de bildirir.
Fatmacığım, nasılsın!(sevgi, saygı / esenlikli)
...Мен үчүн дүйнөнүн бири кем,
Жок үчүн дүйнөдөМидикем...(Midi’ciğim) (урматтоо, ызаттоо, saygı/ esenlikli)
Ырларын өпкүлөйм төрөлгөн
Таптаза наристе сүйүүдөн.
...Тажайт кээде өзүнөн,
Танат кээде сөзүнөн...
Ыракемди көргөндө (Ira’ciğim) (урматтоо, ызаттоо, saygı/ esenlikli)
Мен ырларга кезигем.
...өнөрүң көктөн табылган,
өлөңүң казак сагынган.
Алтымыш жаштан ашса да,
Айныбай жұрсүн табыңдан.
Кыйкырган ырың,Эстеке,(Este’ciğim) (урматтоо, ызаттоо, saygı / esenlikli)
Кылымдан кылым жаңырган. (А.Өмүрканов)
A.Ömürkanov’un bu şiirinde Kırgızistan’nın tanınmış şahıslarından MindiAlıbaev,
RamisRıskulov, EstebesTursunalıev’e karşı hissettiği saygı, değer verme, sevgi izleklerinin
duygusal değerlendirme olarak nasıl dile getirildiğini görmekteyiz.
Kırgızca’da zaman zaman–ке (-cIğIm, -cUğUm)eki getirilen sözcüğün, bu ekten sonra
–бай(-bay)eki de aldığı görülür. Bu tür kullanımlarda duygusal değerlendirmenin daha güçlü
ve etkili olduğu izlekler görmek mümkündür.
Касиетищден айланайын, энекебай!А дүйнө, бул дүйнөгө ыраазымын. Уулуңдун
алдында мен акмын, күнөөм жок. Касымдын көзү тирүү турганда, мен ушинтмек
белем... А-а-а Касым ай... Мен дагы тирүү жан эмесминби, аялмын да,
аялмын...(Ч.Айтматов)( урматтоо, ызаттоо, saygı, taktir etme / esenlikli)
Kurbanın olayım anneciğim!İki dünyada da razıyım senden. Oğlunun önünde benim
hiç bir suçum yok. Kasım, hayatayken ben böyle şeyler yapar mıyım? Oof Kasım of...Ben de
insanım kadınım işte kadınım...(Ç.Aytmatov)
Örnekte bu cümleyi kuran sahsın, kahramanın (Aliman’ın) derdi,kendini savunma
duygusu(эне-ке-бай–anneciğim)-байekinin de ilavesiyleen yüksek dereceye ulaşıp duygu
değeri güçlenerek, daha tesirli bir şekilde verilmiştir.
Kırgızca’daki –кай, -ой;-каш,-кеш,-аш,-еш,-иш;-кан,-кен,-ан,-енekleri–ке (cIğIm, -cUğUm)ekiyle aynı fonsiyonda kullanılır. Çünkü bu ekler kişi adlarna eklenerek bu
123
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
isimlerin bir veya birkaç sesini, hecesini kısaltıp, ilk bir veya iki heceyi muhafaza ederek
ilksesleri yönüyle benzer fakat son birkaç ses, hece yönüyle farklı isimler oluşturur. Bu isimler
de nazlama, şımartma, sevgi, beğenme izleklerini bildiren duygu değerine sahip olmaktadırlar.[
2]
Kırgızca’da
Турсун,Турдубек-Тукай,Жүзүмкан-Жүкөй,Бурма-Бурмаш,Жаңыл–
Жакен isimlerinde görülen bu kullanım şekliniTürkçe’deki Fatma - fatoş; Mustafa – mıstık,
Didem - didoş; İbrahim - ibo; Halil – halo vb. isimlerdegörebiliriz.
Kırgızca’da -тай, -чакekleri alan sözcükler de эркелетүү- nazlama, ызаттоо - saygı,
урматтоо - hürmetgibi esenlikli izlekleritaşımaktadırlar.
Иничек, бул жакшылыгыңды кантип унутайын, мени бир өлүмдөн сактап
калдың го. (К.С.)(эркелетүү-nazlama, ызаттоо – saygı / esenlikli)(Kardeşim –
kardeşceğizim, kardeşciğim- iniçek) bu iyiliğini hiç unutur muyum, beni ölümden
kurtardın.)(K.S.)
Мынча өксүп
hürmet/esenlikli)
жан кейитпе, Раймалы агатай. (Ч.Айтматов)(урматтоо-
Bu kadar üzülme RaymalıAbiciğim, ağam, ağacığım(agatay)(Ç.Aytmatov)
Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere -тай, -чакekleri getirildiği sözcüğe duygu
değeri biçmekte ve esenlikli ∕esenliksiz izlekler çağrıştırmaktadır.
Kırgızca’daki –жан (can),-гойekleriyle oluşturulan sözcükler de beğenme, sevgi,
merhamet, şefkat izleklerine sahip duygu değerleri oluşturmaktadır.
Алдей,алдей,бөбөкжан, Бөрүлөр жорторыйласаң.(А.Осмонов) (эркелетүү) (Uyu
uyusevgili bebek can(bebem- bebeciğim) kurtlar gelir, ağlarsan.)(A.Osmonov)
Эшикти ачты бир келин,Эңкейип кирди Сыргажан.(Ж.Бөкөнбаев) (ызаттоо –
saygı / esenlikli) (Kapıyı açtıbir gelin, eğilerek girdi Sırga Can)(C.Bökönbaev)
Малике алачыктан узай берерде, Бегайым артынан чакырды
-Апа...
-Айтагой! (М.С.)(ызаттоо - saygı/esenlikli)
(Malike salaştan uzaklaşırken arkasından seslendi.)
- (Anne...)
- (Söyle!-söyleyiver!) (M.S.)
3.Türkçe’deki (-cIk, -cUk, -cAk), Kırgızca’daki (-кай, -кей)Küçültme Ekleriyle
Oluşturulan Duygu Değeri
124
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Türk dilinde (-cIk, -cUk, -cAk)Kırgızca’da ise (-кай, -кей) küçültme ekleriyle de
nazlama, şımartma, beğenme, içi acıma, merhamet etme vb. duygu değerleri bildirilmektedir.
Kedicik karın altında titriyordu. (K.D.)(nazlama, sevgi, merhamet, şefkat/esenlikli)
Yavrucak ne yapacağını bilemedi. (K.D.) (acıma, şaşırma)
Балакай энесин күтүп, терезеден карап турат. Музоотай көздөрүн ирмегилеп
эмне болгонун түшүнбөй турду.(жакшы көрүү, боор ооруу, аеоо)
Yukarıdaki Türkçe ve Kırgızca örneklerde yer alan кedicik, уavrucak,балакай
sözcüklerindeki (-cIk, -cUk, -cAk, -кай, -кей)ekleri getirildiği kelimeye duygusal
değerlendirmeler kazandırarak esenlikli /esenliksizfarklı izleklerin oluşmasına yardımcı
olmaktadır.
Ayrıca Türkçe’deki -cağız, -ceğizekleri sayesinde içi acıma, merhamet etme izlekleri
çağrıştırılmaktadır.
Kadıncağız eşinin ölümünden sonra bir kuru ekmeğe muhtaç oldu.(боор ооруу, аёоacıma, merhamet etme / esenlikli) (K.D.)
Örneğinde görmekte olduğumuz kullanım şeklinde kadın-cağızsözcüğündeki -cağız
eki esenlikli izlekler(боор ооруу, аёо-acıma, merhamet etme) oluşturmaktadır.
4. Kırgız Dilindeki -гыр(-gır)Eki İle Oluşturulan Duygu Değeri
(Türkçe’de karşılığı bir ek bulunamadı)
Kırgız dilindeki -гыр(-gır)eki ile oluşturulan kelime grupları(Kırgızca’da bu ek
fiillere getirilir ve oluşan kelime grubu Türkçe’deki dua, beddua manası içeren söz gruplarının
yerine kullanılır)ile de duygu değeri oluşturulmaktadır. –гыр(-gır)eki ile oluşturulan kelime
grupları beddua, memnuniyetsizlik, kızmakvb. esenliksiz duygu değerlerini ve acımak,
merhamet etmekgibi esenlikli duygu değerlerini bildirmektedir.жашабагыр- geberesice,
узабагыр- lanet olası, жарыбагыр - kahrolası, оңбогур - iyilik görmeyesi, бейиши болгур mekanı cennet olsun, жер жуткур -yer yutsun, омураң калгыр - kemiklerin kırılsın,
жакшылык көрбөгүр - iyilik görmeyesi, этегиң узарбагыр - işlerin ilerlemesin, кудай ургур
- Allah belanı versin, арам өлгүр - haram olsun, кызыгың түшкүр - hay Allah,iyilik olsun,
тукумуң өскүр - ocağın sönmesin, өркүнүң өскүр - işin iyiye gitsin, бооруңду жегир ciğerini
ye, ciğerin yansınж.б. Булардын ичиненжарыбагыр - kahrolası, Allah cezanı versin,
жашабагыр - lanet olsun, geberesice, узабагыр - Allah belanı versin vb. örneklerde bu
duygu değerleri açık bir şekilde görülmektedir.
Ой, жарыбагыр сөзүмдү уккуң келбесе, билгениңди жасай бергин, (Ж.Мавлянов)(
жек көрүү) (Oy kahrolası,Allah belasını veresice sözümü dinlemek istemiyorsan bildiğini
yap.)(C.Mavlyanov) (nefret, kızma / esenliksiz)
125
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Муну көрсөң, жашабагыр! Жаңы келгенде эмне кылып жиберишти деп эпилдеп
турчу эле, эми эптеп башы батып алгандан кийин эч кимди көзүнө илбейт, тим эле
чамгарактап калган тура, узабагыр десе. (Т.Ж.) ( жек көрүү). (Bunun yaptığına bak, ocağı
sönesice! Yeni geldiği zamanlar çok kibar idi. Başını sığdırdı ya, hiçkimse umurunda bile değil
artık, kahrolası.)(T.C.)(Nefret, kızma /esenliksiz)
Чөптөн башка эч кимге зыяны жок бул кургурдун болгон, бүткөн кызматы
айылдагы жамандык-жакшылыкка бирдей катышып, тикесинен тик туруп берүү
болчу.(Н.Жаркымбаев) (бооруу ачуу,аёо)
(Allah iyiliğini veresicenin bitkiler dışında hiçbir şeye ziyanı yoktu, onun görevi
köydeki iyiliklere, kötülüklere herkesle bir olup katılmak idi.)(N.C.) (acıma, merhamet /
esenlikli)
-Капырай!:-Апасы коркуп,титиреп кетти. Ушундай да түн болот экен ээ!.Эмне
мынча түнөрөт башыңды жутуп калгыр!Соо койбойт го,бирөөнү жутат го, бу кейпи
менен...(Б.Усубалиев) (коркуу,жек көрүү).
(Tövbe tövbe, annesi korkusundan titreyiverdi.Böyle bir geceolur mu? Niye bu kadar
karanlık, kahrolasıca. Sağ bırakmaz bu haliyle birinin başını yer.)(B.Usubaliyev)(korku, nefret
/ esenliksiz)
Бирок, бирибиз дагы кыргыз эли үчүн Баяманчалык, бейиши болгур Рысбекчелик
айбат болуп бералбайбыз. (Ж.Мавлянов) (ыраазычылык, боор ачуу)
(Fakat hiçbirimiz Kırgız milleti icin Bayaman kadar, rahmetli (mekanı cennet
olsun)Rısbek kadar, fedakarlığı göze alamayız.) (C.Mavlyanov)(memnuniyet, acıma, övme /
esenlikli)
Кызыгың түшкүр, бул эмнеси? Жараткан,
(Н.Жаркымбаев)(чоочулоо,кооптонуу,таң калуу)
бул
эмне
деген
сырың?
(Tövbe tövbe, hay Allahmüstahakını versin bu ne Allah’ım, bu ne sır.)(N.C.)
(telaşlanmak, korkmak, şaşırmak, kızmak / esenliksiz)
Yukarıdaki örnekler –гыр(-gır) ekinin Kırgızca’da duygu değeri oluşturmasındaki
rolünün bir göstergesi iken Türkçe’de dua ve bedduaların duygu değerleri olarak karşımıza
çıkmaktadır. Dua ve beddua manasıyla duygusal değerlendirmeler oluşturan bu söylemleri
Türkçe’de duygu değeri oluşturmada kullanılan leksik ögelerhatta hazır dilsel ögeler olarak
adlandırmanın yanlış olmayacağı kanaatindeyiz.
5.Kırgızca’da –айын (-ayın) Formuyla Yapılan Sözcüklerle Oluşturulan Duygu Değeri
Kırgızca’da –айын (-ayın) formuyla yapılan sözcüklerle beğenme, nazlama, şımartma,
taktir etme, şefkat, merhamet vb. esenlikli, esenliksiz duygu değerleri oluşturulmaktadır. –
айын (-ayın) formu getirilen sözcükler(айланайын,кагылайын, тегеренейин, үргүлөйүн,
алдыңа кетейин ж.б.) tek başlarına duygu değeri oluşturabildikleri gibi bulundukları
cümlelerin emosyonel- ekspresiv manasını da güçlendirmektedirler.
126
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Каараныңдан кагылайын,Ала-Тоо,
Калкып жаткан кандай укмуш немесиң.
Качан жүрөк кагышынан калганда,
Бир тартылып өтүп кетер элесиң.(М.Алыбаев)(өтө жакшыкөрүү, жалынуу - çok
beğenme, yalvarma / esenlikli)
Кагылайын-ай, айлангандан чарчадыңбы?Эмне дымып калдың? Же даттана
турган кишилериңе таарынып калдыңбы? (О.Айтымбетов) (аёо, боор ооруу, санаркоо)
(Kurbanın olayım, dönmekten yoruldun mu?Niye sustun? Şikayet edeceğin kişilere
küstün mü yoksa?)(O. A.) (acıma, merhamet, merak etme/esenlikli/esenliksiz)
Бу кытылдаткан жөтөл, денеңдин табы жаныңды жайына койбойт го?!Олдо
айланайын-ай, эми эмне кылайын? Менин колумда болсо, дартына даба болбос
белем...(О.Айтымбетов)(боор ооруу, өтө аёо, күйүү)(Bu öksürük seni rahat bırakmayacak
mı?AllahımYarabbim,!şimdi ne yapayım.Вenim elimde olsaydıderman olmaz mıydım...)(O.
A.)(Çok acımak, üzülmek / esenlikli)
Bu sözcüklerin zaman zaman beğenmeme, kızma, sinirlenme vb. duygu değerleri de
oluşturduğu görülür.
-Сиз Антон Семенович Макаренкону билесизби?
-Ич-пичи жок эле айтчы, айланайын. (Б.Усубалиев) (жактырбоо сезиминbeğenmeme, kızma / esenlikli / esenliksiz)
(- Siz AntonSemenoviçMakerenko’ yu tanıyor musunuz?)
(- Ya lafı dolandırmadan anlatsana, kurbanın olayım.)(B. Usubaliev)(жактырбоо
сезимин - beğenmeme, kızma - esenlikli / esenliksiz)
Айланайын.,
kurbanın
olayımsözcüklerigenelde
oluştururken,yukarıdaki örneklerde esenliksiz izlekler oluşturmuştur.
esenlikli
izlekler
Sonuç
Kırgızca’da ve Türkçe’de duygu değeri oluşturmada faydalanılan morfolojik ögelerin
kullanımı ve
bu ögelerle çağrıştırılan duygu değerlerine dair sonuç olarak şunları
söyleyebiliriz.
1. Her iki dilde de duygu değeri oluşturmada aktif kullanılan ekler vardır. Türk ve Kırgız
dilinde duygu değeri oluşturmada –ым/-им (-m, -Im, -Um), ка/ке (-cIğIm, -cUğUm), -кай,
-ой, -каш/-кеш, -аш/-еш, -иш, -кан, -кен, -ан, -ен, -тай, -чак (-cIk, -cUk, -cAk)ekleri
fonetik farklılıkları olsa da aynı duygu değerlerini bildirirler.Ayrıca Kırgız dilinde -гыр(gır)eki ile oluşturulan duygu değeri,Türkçe’de böyle bir ek olmadığı için ömrün uzun olsun өмүрүң узунболсун, Allah belanı versin -Кудай урсун, ciğerin yansın -бооруң күйүгүр vb.
kalıplaşmış sözcükler (dualar ve beddualar) ile bildirilir.
127
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
2. Bu eklerle oluşturulan duygu değerleri de birbirine yakın izleklerden
oluşmaktadır:кыз-ым- kız-ım;апа-ке - anne-ciğim; Турдубек-Ту-кай; Didem - Di-doş,
Gülfem – Gül-oş - Gülfem-can; Бейиши бол-гур, mekanı cennet olsun; kedi-cik, kediceğiz,мышык-мышыг-ымvb. Kırgızca ve Türkçe örneklerde oluşturulan esenlikli veya
esenliksiz duygu değerleri de ortaktır.
3.Kırgız ve Türk dilinde insanlara yönelik kullanılan (арстаным-arslanım, букачарым
- tosunum, кулунум - tayım, козум- kuzum, күчүгүм- yavrum, жейреним- ceylanım, жейрен
көздүүм- ceylangözlümvb.) sözcükler aynı duygusal değerlendirmeleri oluşturmaktadır.Ayrıca
bu duygusal değerlendirmeler esenlikli/esenliksiz olabilmektedir.
4. İki dilde de hem günlük konuşmalarda hem de edebi metinlerde özel isimlere getirilen
–ым/-им; -m,-Im,-Um ekleri ile çoğunlukla beğenme, şımartma, taktir etme vb. duygusal
değerlendirmeler bildirilmektedir.
5.-m,-Im,-Um,–ым ekleri getirlidiği esenlikli anlambirimlerini
anlambirimlerine çevirebildiği gibi bunun tersi de mümkün olabilmektedir.
esenliksiz
6.Türkçe’deki -cIğIm, -cUğUm Kırgızca’daki(-ka–ке, -тай,-чек)ekleriyle hem
esenlikli hem de esenliksiz duygu değerleri oluşturulabilmektedir.
7. Kırgızca’da zaman zaman–ке (-cığım-ciğim)eki getirilen sözcüğün bu ekten sonra
–бай(-bay)eki alarak güçlü duygu değerleri oluşturduğu görülmektedir.
8. Türk dilinde (-cIk, -cUk, -cAk),Kırgızca’da ise(-кай, -кей)küçültme ekleriyle de
nazlama, şımartma, beğenme, içi acıma, merhamet etme, gibi esenlikli duygu değerleri
bildirilmektedir.
9.Kırgızca’da –гыр(-gır)eki ile oluşturulan kelime grupları beddua, memnuniyetsizlik,
kızmakvb. esenliksiz duygu değerlerini ve acımak, merhamet etmekgibi esenlikli duygu
değerlerini bildirmektedir. Bu ekin Türkçe’de karşılığı yoktur. Bu ekle oluşturulan duygu
değerlerini bildiren sözcükler Türkçe’de dualar ve beddualar şeklinde karşılığını bulmaktadır.
Bu tür kalıplaşmış söz gruplarını duygu değeri oluşturmada kullanılan leksik ögelerden biri
olarak ele alıp hazır dilsel vasıtalarolaral nitelendirebiliriz.
10. Kırgızca’da –айын (-ayın) formuyla yapılan sözcüklerle beğenme, nazlama,
şımartma, taktir etme, şefkat, merhamet vb. esenlikli, esenliksiz duygu değerleri
oluşturulmaktadır. –айын (-ayın) formu getirilen
sözcükler(айланайын,кагылайын,
тегеренейин, үргүлөйүн, алдыңа кетейин ж.б.) tek başlarına duygu değeri oluşturabildikleri
gibi bulundukları cümlelerin emosyonel- ekspresiv manasını da güçlendirmektedirler.
Türki dillerden Kırgızca ve Türkçe’nin duygu değeri oluşturmada istifade ettiği
morfolojik unsurlar ve bu unsurlarla oluşturulan duygusal değerlendirme izleklerinde yoğun
benzerlikler mevcuttur. Bu benzerlikler dil boyutunda kalmayıp psiko-sosyal açıdan da
kendini göstermektedir. Hem konuşma dilinden hem de yazınsal metinlerden aldığımız
örneklerde bu benzerlikler apaçık ortadadır.
128
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Kaynakça
Koca,
Ayşen,
Түрк
жана
кыргыз
тилдеринде
эмоционалдыкэкспрессивдикмааникатегориясы- Türk ve Kırgız Dillerinde EmosyonelEkspresiv Mana Kategorisi (Emosyonel – Ekspresiv Mananın Araştırılma Tarihi, Yapısı,
Oluşturulma Yolları, Anlam Grupları) U.A.A.Ü. Yayıları, Bişkek, 2011.
Давлетов С., Кудайбергенов С.,Азыркыкыргыз тили (морфология). –Ф.: Мектеп,
1980. 88-бет
Koca, Ayşen, Koca,Ergün, Türkiye Türkçesi Şekil Bilgisi, Avrasya Press, Bişkek, 2011.
(Türkçe’deki eklerin tesbiti için)
Abduldayev, E., Davleytov, S., İmanov, A., Tursunov, A., Kırgız Tili, Frunze 1986.
(Kırgızca’daki eklerin tesbiti için)
Abduvaliyev, İ., Sadıkov.,T., Azırki Kırgız Tili(Morfologiya) Bişkek 1997.(Kırgızca’daki
eklerin tesbiti için)
129
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
CEMİL MERİÇ VE DİVAN EDEBİYATI
Bayram ÇELİK
ÖZET
Edebiyat tarihimizin en uzun ve tartışmalı dönemlerinden olan divan edebiyatı hakkında
ekseriyetle bu işin metodolojisini almış bilim insanlarının görüşleri öne çıkar. Tartışmalar o
kişilerin görüşleri üzerinden yürür. Oysa üslup sahibi olup da meseleye akademik düzeyde
eğitim almayan yazarlarımızın yaklaşımı da ufuk açıcı olur diye düşünüyoruz. Bu düşünce
ışığında Türk nesrinin önemli ve kuvvetli üslup sahibi yazarlarından olan Cemil Meriç’in
söyledikleri ve uygulamaları önemli olur kanaatindeyiz. Bu kanaatle Cemil Meriç’in bütün
eserlerini tarayıp onun divan edebiyatına dair görüşlerini, üslubunda bu edebiyatın etkilerini
tespit etmeye çalıştık.
ABSTRACT
Usually the ideas of social scientists “who did methodoligical reaserach stand out on “divan
literature which is one of the longest and controversial periods of our literature history.
Discussions mostly based on these persons ides. Howewer, we believe the approach of writers
that have literary style without an academic bacground can add new perspectives on the issue.
Within this framework I am convinced that the comments and writings of Cemil Meric. Who is
one of the most important writers of Turkish prose, on this issue would have a great importance.
Hence we traced Cemil Meric’s all Works and try to identify his ideas on “divan” literature and
the effects of this literature, on his writings.

Öğretim Görevlisi, Bozok Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.
130
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Giriş
Cemil Meriç, çağdaş Türk nesrinin önemli temsilcilerindendir. Kültür ve fikir hayatımızın
velud yazarlarındandır.
Sosyolojiden felsefeye, iktisat teorilerinden edebiyata geniş bir perspektifle ele aldığı
alanlarda kalem oynatmış yetkin bir fikir adamıdır.
Hayatının son dönemlerinde körlüğe kadar varan göz bozukluğuna rağmen okumayı,
üretmeyi, bırakmamış, hatta gözlerini tamamen kaybettikten sonra belli bir disiplinden taviz
vermeden çocuklarına okuttuğu kitaplarla öğrenmeye, üretmeye devam etmiştir.
Onun hayatı bu yazının konusu değil; ama öğrenme, düşünme, aktarma azmi, kısmen
trajik hayatını da düşünürsek, bilinmesi gereken bir gerçekliktir.
Cemil Meriç’in yazdıkları içinde konumuzu teşkil eden kısım; divan edebiyatıyla ilgili
söyledikleri ve bu konu etrafında geliştirdiği fikirlerdir.
Cemil Meriç’in iktisatla, tarihle, sosyolojiyle, felsefeyle ilgili fikirleri hatta edebiyatla
ilgili temel düşünceleri çeşitli değerlendirmelerle ele alınmıştır. Onun geniş bilgi dağarcığı,
kuşatıcı bakış açısı, orijinal tespitleri, analizleri yıllarca kalem erbabımızın dikkatini çekmiş ve
değerlendirilmiştir.
Cemil Meriç, üzerinde herkesin ittifak edemeyeceği fikirsel yapıya sahipti; ancak
herkesin hem fikir olduğu yön, onun üslubundaki farklılık ve güzellikti.
Bu yazının ortaya çıkışının temel gerekçesi de aslında tam da bu özelliğidir, zira edebiyata
uzak konularda bile akıcı, farklı, yer yer şiiriyet içeren bir üsluba sahip olan yazar, acaba divan
şiiriyle ilgili ne düşünüyordu? Edebiyatımızda üslupçuluğun zirvesi olan divan edebiyatıyla
teması ne düzeyde bulunuyordu?
Üslubunun oluşmasında klasik metinlerimizin tesiri ne düzeydeydi?
Bu düşünce ve sorulardan yola çıkarak Cemil Meriç’in bütün eserlerini tekrar gözden
geçirdim.
131
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Cemil Meriç’te göze çarpan ilk özelliklerden biri, belki, ilki, dil hassasiyetidir. Tek
mucize olarak gördüğü kelamı (Jurnal 2, s. 73) hiç ihmal etmiyor, devamlı vurguluyor ve dile
karşı hassasiyeti hiç elden bırakmıyor.
Onun kelimelere karşı bir duruşu, aklıma divan şairlerinin kelime hassasiyetini getirdi.
Meriç, adeta dile kelimeler üzerinden bakıyor. “Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır.”
(Bu Ülke, s. 86) vecizesiyle özetlediği bu tavır, bütün eserlerinde size kendini hissettiriyor.
Ona göre, sadece edebi sahada değil, bütün sanat alanlarında kelimeler, çok önemlidir.
Sanatkar gücünü kelimelerden alır. “Gerçek sanat adamı kelimelerin imparatorudur.” (Jurnal 1,
s. 173) vurgusuyla, kelimelerin sanatkarların en mühim malzemesi olduğunu hatırlatır.
Kelimelerin gücünü gören ve bu gücü çeşitli şekilde dillendiren Meriç’e göre “kelime,
narsisin kendini seyrettiği dere”dir. (Jurnal 1, s. 65)
Cemil Meriç’in kelime sevgisi, bir edebi metin inşa etmenin ötesinde olmuştur, bazen.
Kelimeyi ormanda uyuyan dilbere, şairi de uzaklardan gelen şehzadeye benzetmiştir. Bu
bağlamda “Öyle seveceksin ki kelimeleri sana yetecekler” (Bu Ülke, s. 257) diyerek kelimelerin
düşünce dünyasındaki yerini kalın çizgilerle çizer.
Bilindiği üzere Meriç, Fransızca hocasıdır. Onun dille ilgili fikirlerinde Fransızcanın
tesiri elbette önemli; fakat “Fransızcanın karanlık dehlizinde ışığına güvendiğim tek fener
Şemsettin Sami’nin “Kamus” idi” (Bu Ülke, s. 25) itirafı, kendi diline olan sevgisini anlatma
da önemli bir veri olsa gerek.
Kelime kavramı onun zihninde, bir dil unsurundan daha fazla bir şeydir. Çünkü dilin en
önemli yapı taşıdır, kelime.
Aslında kelimenin gücü, dilin öneminden gelmektedir. Dilin, insana hatta varlığa bakan
yönüyle ehemmiyeti kelimeyi de mühim kılar.
Bu idrakteki bir yazar olan Meriç, biraz da Haşimvâri bir eda ile
“Dil musikîdir… Musikîlerin en manalısı, en az mübhemi ama musikî. Her kelime, bir
kelimeler dünyasının anahtarıdır; meçhule açılan bir kapı her kelime. Meçhule yani rüyalara,
hatıralara, anlatılmayanlara, anlatılamayanlara.
Kelime küfür, kelime dua, kelime büyü” (UU; s. 309) der.
132
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Dili, tarihi bir miras olarak da değerli bulan Meriç, onun bu yönünü de ele alıyor. Bazen
eski-yeni tartışması ekseninde meseleyi görüp kendi tavrını ortaya koyuyor.
“Evet, dil ecdattan miras kalan bir hazine. Hangi ecdattan? Fuzuliler, Galib Dedeler,
Kâtip Çelebiler, Namık Kemâller de cedlerimiz arasında değil mi? diyerek kendi tercihini ilan
ediyor. (Şahiner, s. 40)
Tabi, bu eksende, Osmanlıca tartışmaları gündemine geliyor. Meriç, sığındığı
kamuslardan, onları namus gören anlayışından da anlaşılacağı üzere tekâmül etmiş,
olgunlaşmış bir dili tercih eder. Dilin geçmiş kullanımını (Osmanlıcayı) içselleştirmiştir. Hem
söylemleri hem de yazarken kullandığı kelimeler, ibareler, ifadeler, divan şiirinin dili olan
Osmanlıcayı üslubunun estetiği açısından lüzumlu görüp kullanmıştır. Burada hemen belirtmek
gerekir ki onun tercihi biraz daha son dönem Osmanlıcasıdır.
“Fikret’in Osmanlıcası, Osmanlıcanın kemâli, Yahya Kemâl, kuğunun son şarkısı.”
(Mağaradakiler, s. 239)
Cemil Meriç’in din anlayışı olarak dile yaklaşımı; kuşatıcı bir nitelik taşır. Osmanlıcanın
geniş bir coğrafyanın, farklı kültürlerin, değişik sosyo-kültürel anlayışların ürünü olarak varlığı,
Meriç’in de tarihe, sanata medeniyete bakışıdır. Milleti oluşturan unsurlar içinde dilin yeri
insanın varlık sebebiyle açıklanır.
Milleti millet, insanı insan, sürüyü cemiyet yapan dildir. (Şahiner, s. 48) diyerek milletin
ve insanlığın varlığını dilin varlığıyla açıklıyor.
Kelime titizliği bağlamında, dili kullanma tercihi bağlamında Cemil Meriç, klasik
edebiyatımızın temsilcileri ile aynı zeminde bulunuyor.
İkinci bir husus da şudur ki; Disipliner bir edebiyat eğitimi almamasına rağmen Meriç’in
sadece Türk edebiyatına değil doğu ve batı edebiyatına dair de ciddi bir vukufiyeti vardır. Bu
nitelik onun edebi eserlerle ilgili tercih ve hükümlerini daha da önemli hale getiriyor.
Batı edebiyatına, özellikle Fransızca bildiği için Fransız edebiyatına, hakimdi. O dilden
başta Balzac olmak üzere önemli yazarların eserlerini çevirmiştir.
Batı nesrine ciddi anlamda hakim olmasının yanında onu değerli kılan asıl hususlardan
biri de Hint edebiyatı başta olmak üzere doğu edebiyatını da iyi bilmesidir.
133
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Cemil Meriç, Hint edebiyatını ciddi anlamda bize tanıtan bir yazar olması sebebiyle
önemlidir. Asaf Halet dışında bu önemli edebiyat ekolünden habersizdik. Hint edebiyatını,
onun kutsallarını, edebi, dini metinlerini, Upinişadları, Vedaları, Aryan dini metinlerini,
Kalidasa’yı, Nobel sahibi Tagor’u, Cayadeva’yı onun eserlerinden tanıdık.
Kendisini tanımlarken “hayatını Türk irfanına adayan, münzevi ve metecessis bir fikir
işçisi.” (Jurnal 2, s. 189) tabirini kullanan Meriç’in çocukluğundan itibaren şiire, fikre olan ilgisi
ve onlarla irtibatını görmekteyiz.
10. sınıfta Mesut Fani adında bir hoca edebiyat derslerine gelmiş. Öğrencilerin şiirle
sanatla irtibatlarını öğrenmek ve görüşlerini almak için bazı sorular sormuş. Sonuçtan memnun
olmayan hoca bunu öğrencilere söylemiş. Hocanın incitici üslubundan çok alınan Cemil Meriç
o hafta okula gitmemiş. Bundan sonrasını kendi cümlelerinden takip edelim:
“Yedi sekiz sayfalık bir Türk edebiyatı şeması kaleme aldım. Tabi manzum ve ilk derste
çok beğendiğim bu hezeyânnâmeyi üstada sundum.” (Jurnal 2, s. 253)
Ertesi gün hoca “böyle kabiliyete rastlamaktan” gurur duyduğunu sınıfta, müdürü de
yanına alarak, söylemiş.
Cemil Meriç’in şiire yazıya özellikle divan şiirine merakı üzerine bize fikir vermesi
açısından şu anekdot ve nazım örneği de önemli olabilir.
Refik Halit’in Antakya’ya geleceğini duymuş. Çok heyecanlanmış. Zira biliyoruz ki Türk
nesrinin önemli üslupçu yazarlarından olan Refik Halit’e hayranlığı vardı. Kendi tabiriyle ona
berbat bir manzume yazmış:
Ey baht u tahta yan bakan üstâd-ı rüzgâr
Ey rehber-i münevver-i Firdevs-i iştihâr
Dinle bu gamlı şairi lütfen, tenezzülen
Duydu bu şiiri yazmağa kalbî bir ıstar(Jurnal 2, s. 302)
Cemil Meriç’in edebi kabiliyeti ile ilgili aydınlatıcı olması bakımından aşağıda
söylediklerini dikkate sunuyorum:
“Edebiyata nazımla başladım. Bu hem edebiyatımız hem de dünya edebiyatları
bakımından çok tabii. Hayatı kelimeler dünyasında geçmiş bir insan olarak yazılarımda hep
134
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
“güzel”i aradım. Önce bütün divanları (bulabildiklerimi kast ediyorum) tarayarak başladım
sonra Hececiler’le günler ve aylar geçirdim. Bu yolculuklardan edindiğim kanaati birkaç
cümleyle hülasa edebilirim.”
Nazmın en mükemmel örnekleri aruzla yazılmıştır. Aruzun musikisinden mahrum nazım,
klasik vasfına layık değildir. Şiir önce musiki olduğuna göre nazmın ahenginden kolay kolay
vazgeçemez. Hececiler de hiçbir zaman aruz şairlerin ulaştıkları irtifayı bulamadılar. (Jurnal 2,
s. 338)
Yukarıdaki ifadelerde biz onun sadece şiir merakının ve heyecanını görmüyoruz. Aynı
zamanda divan şiirinin en önemli unsurlarından olan aruza olan vukufiyetine de şahit oluyoruz.
Küçük bir çocukken başlayan edebi hassasiyet elbette zamanla kendine bu sahada bir yol
bulacaktı. Meriç’i özgün bir üsluba ve ciddi bir edebi alt yapıya sahip kılan elbette yoğun okuma
merakıdır. Neredeyse her yazar gibi onun da çocukluk sevdası şiirdir.
“Çocuktum. Benim için edebiyat, şiir demekti. Nâbi’ye, Fuzuli’ye, Nedim’e aşıktım.
Müpheme, kavranılamayana karşı duyulan garip bir sevgi. Daha doğrusu hayranlık.” (Jurnal 2,
s. 262)
Meriç’in bu düşüncelerine, yani Nabi, Fuzuli ve Nedim’e olan ilgisine başka eserlerinde
de rastlıyoruz. (Bu Ülke, s. 32)
Divan edebiyatının bu üç dev ismi onu da tesiri altına almış ona manzumeler yazdırmış,
ondaki eski edebiyat merakını belki de hayranlık düzeyine taşımıştır.
Bu üç büyük şiir üstadına (Nabi, Nedim, Fuzuli) başka eserlerinde de temas eder.
Cemil Meriç’le ilgili en önemli bilimsel eseri ortaya koyan Ahmet Turan Alkan da bu
tespiti kitabında dile getirmiştir. (Alkan, s. 21)
Dilin, nazım sayesinde kıvamını bulduğunu dile getiren Meriç şiirin dili daha olgun bir
düzeye taşıdığını belirtmiştir. (Mağaradakiler, 234)
Peki, Meriç açısından şiiri cazip kılan başka hususlar da var mıydı? Burada karşımıza
çıkan nitelik müzikalite idi. Şiir-musiki ilişkisi ve bundan ortaya çıkan ahenkli söyleyiş sadece
Meriç’in değil, başka üst düzey şairlerimizin de ilgi alanındadır. Ahenk, müzikalite şiirin her
dönemde en önemli argümanlarını ya da tartışma alanlarını oluşturmuştur.
135
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Cemil Meriç, bu durumu açıklarken daha geniş bir çerçeve çiziyor.
“Şiir, musikinin bir devamı idi. Musiki mutlakın ve ezelin sesi; Ezan, tecvit, mevlit ve
aruz…
Şiirle musiki bir elmanın iki yarısı, Musiki daha müphem, daha dalgalı, şiir daha aydınlık,
daha düşünce. Musiki saf, şiir karışık; mananın ahenkle izdivacı. Şiir de mukaddesin
emrindedir. Musiki gibi” (Mağaradakiler, s. 233)
Anlaşılacağı üzere musiki ve müphemiyet şiiri başlangıçta cazip kılan unsurlar onun
nazarında.
Kelimeler, müzikalite, müphemiyet, … Cemil Meriç’i şiirin dalgalı sularında epeyce
dolaştırmıştır.
Cemil Meriç şiirle başladığı edebiyat yolculuğunda nesirde karar kılmıştır. Bu alanda
özellikle şiirsel üslubuyla dikkat çekmiştir. Akıcı, özgün, sanatkârane bir eda ile ele aldığı
konuları anlatırken bazen anlatılan, anlatma tarzının cazibesi yanında âtıl kalır.
Meriç’in üslubundaki bu farklılıkların temeli Sinan Paşa’ya kadar uzanır. 15. yy’da
yaşamış bu önemli nasirimiz, kendinden sonraki birçok nasirimizi etkilediği gibi, Meriç’i de
etkilemiştir. Süslü nesrin divan şiirindeki en mühim kalemlerinden olan Sinan Paşa, başta
Tazarrunâme’si olmak üzere kullandığı dil ile ekol olmuş ve “Sinan Paşa Üslubu” diye müstakil
bir ün kazanmıştır.
Üslupta ilk ceddinin Sinan Paşa olduğunu, daha sonra Nazif, Cenab ve Haşim’i örnek
aldığını söyleyen C. Meriç (Bu Ülke, 53) kendisiyle yapılan bir mülakatta “Kaynaklarımı
soruyorsunuz… Malzeme olarak ta’dâd ve terkibim imkansız. Üslupta ilk ceddim Sinan
Paşa…” (Armağan, s. 123) diyerek, durumu en açık şekliyle ifade etmiştir.
Cemil Meriç’in edebi zevkinin ve tercihinin temellerini atan divan edebiyatı onun
tarafından birkaç yönüyle de savunulagelmiştir.
Meriç, Türklerin Arap ve Fars edebiyatından etkilenerek ve bazı şekil ve içerik unsurlarını
alarak oluşturdukları bu edebiyatın salt bir taklitten ibaret olmadığını ifade etmek için
“Cedlerimiz ihtiyar Şark”ın köhne mazmunlarına bekaret kazandırdı.” (Mağaradakiler s. 232)
diyerek divan şiirinin yenilikçi yönünü de dile getirmiştir.
136
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
C. Meriç divan şiirine yönelik eleştirileri ele alırken, divan şairlerine haksızlık yapıldığını
düşünür. Özellikle aruzla ilgili eleştirileri değerlendirirken meseleye bakışını ifade eden
cümleler kurmuştur.
Aruzun zaman içinde geldiği noktayı, dile olan katkılarından dolayı sitayişle ifade
etmiştir.
“Dili şairler yoğurmuş, şairler ehlileştirmiştir. Aruz; Fikret’le Akif’in elinde düşüncenin
bütün kıvrımlarını bütün medd ü cezirlerini ifade edebilecek kadar uysallaşmıştır.”
(Mağaradakiler, s. 238)
“Demek istiyorum ki, veznin millisi olmaz. Fuzuli’nin, Nedim’in, Yahya Kemal’in,
Ahmet Haşim’in kullandığı vezin, en az Dadaloğlu’nun, Karacaoğlan’ın, Yunus Emre’nin
kullandığı vezin kadar bizimdir.” (Jurnal 2, s. 172)
Cemil Meriç aruza benzer vezinlerin başka milletlerce de kullanıldığını, aruzun aslen
Yunan edebiyatının ürünü olduğunu belirterek bu konuya daha geniş bir çerçevede bakmamızı
istiyor. (Jurnal 2, s. 171)
C. Meriç, divan şiirini genel anlamda eleştiren şairlere de kendi üslubunca cevaplar
vermeyi de ihmal etmemiştir. Bu eleştirileri kaleme alan şairlerden olan Cenap Şahabettin’i
eleştirirken şaşkınlığını da gizlemiyor.
“O da (Cenap Şahabettin) eski edebiyattan şikayetçi. “Asırlarca meydana getirdiğimiz
manzum eserler, Gül ve Bülbül, Şem’ ve Pervane, Mey, Muğbeçe gibi dokuz on manzum
etrafında dağılası ve belli başlı bir mevzu işlemeyen dağınık fikirlerden ibaret kaldı. Eski
edebiyatımız samimiyetsizdi, gönülden fazla kalemden çıktı.”
Aman Yarabbi! Üstad hafızasını kaybetmiş. Ne Fuzuli’yi hatırlıyor ne Nedim’i, ne
Naili’yi. Devam ediyor. “Yenilik devrimimiz, Batıya yönelmekle başlar.”
Kendi kendime soruyorum. Bu büyük kelime virtüözümüz Sinan Paşa’yı, Koçi Bey’i,
Naima’yı, Hümâyunnâme tercümesini, Evliya Çelebi’yi okumamış olabilir mi? (Kırk Ambar 1,
s. 369)
Cenab’ı böyle sert ifadelerle eleştiren Meriç, bir dönem “Nev-Yunalilik” görüşüne
kapılan Yahya Kemal’i eleştirirken de benzer bir tepki verir.
137
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
“Bâkileri, Galipleri, Hamitleri yetiştiren bir şiiri Yunan-ı Kâdime bağlamak, ummanı
ırmağa bağlamaktır.” (Bu Ülke, s. 143)
Duygusal tepki yönü ağır basan bu divan edebiyatı savunması onun başka eserlerinde de
karşımıza çıkar.
“Avrupa’nın ne Fuzuli’si ne Bâki’si ne Galib’i var. Itrî’si ve Sinan’ı olmadığı gibi”
(Armağan, s. 125)
“Sinan Paşa’nın Tazarrunâmesinden Evliya tezkirelerine, Naima tarihlerinden
Hümayunname tercümesine kadar yazılmış her eser makbuldur.” (Şahiner, s. 76)
“Mevlana’dan, Hafız’dan, Baki, Yahya Kemal’den sonra kelimeleri aynı telakat ve aynı
musiki içinde ebedileştirmeye kalkmak mümkün müdür bir, lüzumlu mudur iki?
Dilimizin bugünkü durumunda üstatlarımızın yükseldiği irtifa çıkmak kabil değildir
inancındayım.” (Jurnal 2, s. 339)
Bahtiyar çağların sesi olarak sıfatlandırıldığı divan şiirini (Mağaradakiler, s. 236)
yukarıdaki ifadelerle öznel bir şekilde över.
Fakat, daha objektif verilerle de değerlendirmeler yaptığını görüyoruz. Mesela, hicivle
ilgili değerlendirme yaparken şöyle diyor.
“İslamiyet, “sebb ü şetm”i hoş görmez. Bununla beraber, şairin haşarı tecessüsü zaman
zaman bu yasak bölgede at koşturmaktan çekinmez. Osmanlının vakur ve selim zevki için uzun
sürmemesi gereken bir oyundur hiciv. Heccavın çevresine teklif edeceği yeni bir değerler
manzumesi yok ki, hicve ihtiyaç duyulsun. Nefi’nin “Sıhâm-ı Kaza’sıyla Sururi’nin
“Hezeliyat”ı arasındaki fark, birincinin daha usta bir şairin elinden çıkmış olması. ( Bu Ülke, s.
124)
En önemli eserlerinden biri olan “Bu Ülke”nin ilk bölümünün adı “Sıham-ı Kaza.”
Nefi’nin yergilerini topladığı bu ünlü esere gönderme yapmakla kalmıyor, bu eseri açıklarken
şu ifadeleri kullanıyor:
“Nefi’nin Sıham-ı Kaza’sı coşkun, yaramaz ve dehasıyla sarhoş şairin hicivlerini
topluyordu. Kaynağı öfkeydi bu şiirlerin, öfke ve enaniyet, Nefi oynuyordu: Haysiyetlerle,
gururla ve kendi hayatıyla. Babasından başlıyordu hicve; sonra devlet adamları ve sanatçılar
kaza oklarına hedef oluyordu. Su testisi su yolunda kırıldı ve Nefi-i ateşzebân
138
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Gökten nâzine indi Sıhâm-ı Kazasına
Nefî diliyle uğradı hakkın belâsına
mısralarının anlattığı gibi katledildi. (Bu Ülke, s. 329)
Yine aynı konu üzerinde ele aldığı Sururi’yi değerlendirirken de şu eklemeyi yapıyor.
“Usta bir nâzım. Tarihleri ve Hezeliyat’ıyla meşhur. Divan şiirine alayı, nükteyi ve
müstehceni getiren adam. Sümbülzade Vehbi ile atışmaları, şiire tanınan büyük hürriyetin inkar
edilemez delillerinden biri. Her ikisi de kadıydılar. Ağır başlı, ciddi birer ilim adamı; ama
küfrederek eğleniyorlardı. (Bu Ülke, s. 331)
Cemil Meriç’in divan şiiri savunuculuğunda, kendi sıkıntılı hayatına dair, yaşadıklarına
dair en mahsun ifadeleri onda buluşu tesirli olabilir. Zira “Fuzuli’den Haşim’e kadar şiirimiz
feryattır.” (Jurnal 1, s. 336) değerlendirmesinin bu düşünceye kapı açan bir yanı vardır.
Onun kitaplarında kullandığı bazı beyitler ruh dünyasındaki bu duygusallığı ve hüznü
anlamamıza yardımcı olacaktır. (1)
Cemil Meriç’in divan edebiyatına olumsuz yaklaştığı, onu eleştirdiği görüşleri de
bulunmaktadır. Meriç bu edebiyatın sağlam, nitelikli bir şiiri olduğunu ancak nesir yönünden
zayıf kaldığını dile getirmiştir. Nesir alanındaki zayıflığın düşünce üretme açısından zafiyet
oluşturduğunu söyler. “Nesir gelişmediği için fikrin de gelişmediği” sonucuna varır.
Tanzimat’a kadar edebiyatımızın şiirden oluştuğunu vurgulayarak (Jurnal 2, s. 248) divan
edebiyatı dönemi nesirden yoksun bir dönem olarak çıkartır.
“Bizde edebiyat daha çok şiirdir, sayısız şuara tezkiresi kaleme alınmıştır. Nasirler ciddi
bir alakaya mazhar olmamıştır.” (Şahiner, s. 74) cümlelerinden aslında toplumun da şiire
meylettiğini, şairlere ilgi gösterdiğini bunun da şiiri geliştirdiğini nesri ise gerilettiğini iddia
eder.
“Bir Osmanlı şiiri vardır; ama bir Osmanlı nesri yoktur. Oysa nesirsiz düşünce olmaz.”
(Sos. Not, s. 139) cümlelerinden anlaşılacağı üzere nesrin geri kalmasıyla düşüncenin de
gelişmediğini nesirle düşünce arasında bir bağlantının varlığını ifadelendiriyor.
Divan edebiyatında şiirin öne çıkması, Türk toplumuna has bir tercih değildi elbette.
Tarih boyunca doğu toplumlarının genelinde bu tercih kendini göstermiştir. Doğu ekseriyetle
şiire meyletmiştir.
139
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Cemil Meriç bu gerçeğin farkında olarak doğunun, gönlün, aşkın ve hayalin; batının ise
aklın, tekniğin ve realitenin vatanı olduğunu belirterek (Sosyoloji Not, s. 70) bu tarihsel
gerçekliği ortaya koymuştur.11
“Ruh doğudur, vücut batı.” (Sint Simon, s. 105) tesbitini Michel Chevalier’den
alıntılayarak teyit eder.
Meriç, batıdaki gelişmeyi, doğudaki geri kalmışlığı bu kabul üzerinden tevil eder.
“Avrupa zekânın vatanı; Asya gönlün. Zekânın dili nesir, gönlün şiir.” (Mağaradakiler, s.
233) “Şark edebiyatı bilhassa kafiye, seci, kelime, ahenk edebiyatıdır. Avrupa edebiyatında asıl
olan fikirdir. Gönül şiiri, nesir fikri çoğaltır (Kültürden İrfana, s. 166) yine bu tevilini açıklarken
kullandığı cümlelerdir.
C. Meriç bu tartışmayı sürdürürken başka bir açıdan bakarak, kendi toplumunun haklı
yanını da ifade etmeyi unutmaz. Toplumun kutsalları üzerinden yaklaşarak belli metinlerin
üretilmemesini açıklığa kavuşturur.
11
Yâr için ağyare minnet ettiğim tan eylemen
Bağban bir gül için bin hâre hizmetkâr olur
Fuzûli
Dost bî-pervâ felek bî-rahm devrân bi-sükun
Dert çok, hem-derd yok, düşmen kavi talih zebun
Fuzuli
Yok bu şehr içre senin vasfettiğin dilber Nedim
Bir peri-sûret görünmüş, bir hayal olmuş sana
Nedim
Bir dokun bir ah dinle kase-i fağfurdan
Neşve tahsil ettiğin sağar da senden gamlıdır
Âli
140
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
“Divan edebiyatında roman yok, niçin olsun? Batının ilk romanlarından biri “Topal
Şeytan” (Lesage). Roman başlangıcından itibaren ifşadır. Osmanlının ne yaraları vardır ne de
yaralarını teşhir etme hastalığı. Hikayeleri ya bir cengâveri ebedileştirir ya hisse alınacak bir
kıssadır.” (Bu Ülke, s. 119)
Bütün bu tartışmaların ve tespitlerin arkasından Tanzimatla berebar nesrin de gelişmeye
başladığını ileri süren C. Meriç, bu yönüyle Tanzimat neslinin en büyük hizmeti olarak, Türk
nesrini oluşturmalarını kabul eder. (Jurnal 1, s. 126)
Ayrıca divan şiirinin de zamana yenik düşerek kendini tekrara düştüğünü, sanatkârların
farklı arayışlara yöneldiğini belirtir.
“Bir entelektüel hastalığı olan nazım-perdazlığa veda edecektik, ister istemez. Zaten
ilham kaynakları kurumuş, mazmunlar hâyideleşmiş, şiir kendi kendini tekrarlamaya
başlamıştı. (Mağaradakiler, s. 236)
Sonuç olarak, Cemil Meriç bir aydın sorumluluğu içerisinde bir toplumun mazisinde uzun
süre etkili bir yer edinen divan edebiyatına duyarsız kalmamış, onu olumlu, bazen de olumsuz
yönleriyle ele almış ve yazarlığına temel olacak hususlardan biri yapmıştır.
Cemil Meriç, divan edebiyatından üslubunun geliştirilmesi adına ciddi olarak istifade
etmiştir. Bu konu başka örneklemeler, farklı yazarlar üzerinden ele alındığında da görülecektir
ki, divan edebiyatı Türk dili ile söyleyecek sözü olan yazarlarımızı temelde etkilemiş ve
etkilemeye de devam etmektedir.
Kaynakça
MERİÇ, Cemil,(1992), Bu Ülke, İletişim, İstanbul.
.................(2013),Kültürden İrfana, İletişim, İstanbul.
.................(2012),Jurnal 1, İletişim, İstanbul.
.................(1993),Jurnal 2, İletişim, İstanbul.
.................(1997),Mağaradakiler, İletişim, İstanbul.
.................(2008),Işık Doğudan Gelir, İletişim, İstanbul.
141
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
.................(1996),Bir Dünyanın Eşiğinde, İletişim, İstanbul.
..................(1996),Umrandan Uygarlığa, İletişim, İstanbul.
..................(1997),Sosyoloji Notları, İletişim, İstanbul.
.................(2008)Saint-Simon, İletişim, İstanbul.
.................(2008)Kırk Ambar 1, İletişim, İstanbul.
.................(2006)Kırk Ambar 2, İletişim, İstanbul.
ŞAHİNER, Necmettin,(1994), Cemil Meriç’le Sohbetler, Anahtar, İstanbul.
ARMAĞAN, Mustafa – COŞKUN Sezai,(2004)Bulutları Delen Kartal, Ufuk, İstanbul.
ALKAN, Ahmet Turan,(1993), Doğu ve Batı Karşısında Cemil Meriç, Akçay, Ankara.
142
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
SOSYAL HAYDUT KURAMI BAĞLAMINDA “İSLAMOĞLU”
Bilal ERGİN
Hüseyin ÖZCAN
ÖZET
Bu çalışmada halka göre bir kahraman, otoriteye göre ise azılı bir eşkıya olan İslamoğlu,
Eric Hobsbawn’ın “Sosyal Haydut veya Halk Kahramanı Kalıbı” kuramına göre
incelenmiştir. Asıl adı Mustafa olan İslamoğlu ekibi ile birlikte Kütahya, Afyon, Uşak ve
Aydın gibi beldeleri kasıp kavuran ve bir eşkıya olarak tanınmaktadır. Çok güzel cura
çaldığı bilinmektedir. Zengin kervanlarını, ağa konaklarını, çiftlikleri basarak elde ettiği
ganimetin bir bölümünü dağıtmakta, düşkünlere yardım etmekle tanınmaktadır. Bu
bağlamda geçmişten günümüze eşkıyalık hareketleri hakkında bilgi verilmiş ve bu
hareketlerin içinde yaşadığı devletin ve milletin nezdinde nasıl bir karşılık bulduğu
irdelenmiştir. Ege yöresinde adına izafe edilen ‘İslamoğlu Zeybeği’ de yaygın olarak icra
edilmektedir. Çalışmada bu eşkıyaların özellikle de İslamoğlu’nun neden halk katında
isyancı değil de kahraman olarak görüldüğü, halkın nazarında kahramanlık sürecine gelme
süreci sosyal haydut kuramı bağlamında ele alınacaktır.
Anahtar Sözcükler: Eşkıya, Eşkıyalık, Sosyal Haydut, Osmanlıda Eşkıya,
İslamoğlu.
IN THE CONTEXT OF A SOCIAL BANDIT "ISLAMOGLU"
Abstract
Social bandit or social crime is a term invented by the historian Eric Hobsbawmin his 1959
book Primitive Rebels, a study of popular forms of resistance that also incorporate behavior

Fatih Üniversitesi, Türkiye.

Doç. Dr.,Fatih Üniversitesi, Türkiye.
143
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
characterized by law as illegal. In this study, a hero in the ring, according to the authority
which a notorious bandit İslamoğlu, Eric Hobsbawm's "Social Bandits or the People's Heroes
Pattern" were analyzed according to the theory. In this context, moving from past to present
given information about banditry and this act of the state where they live in and how to get
a response in the eyes of the nation were discussed. Also İslamoğlu these thugs, especially
on the floor of the reasons people are not rebels was seen as a hero were explained.
Keywords: Bandit, banditry, social bandit, bandit in the Ottoman Empire, Islamoglu.
Giriş
İslamoğlu Kimdir?
Asıl adı Mustafa olan, İslamoğlu takriben 1827 yılında Simav’a bağlı Şaphane
nahiyesinde doğmuştur. ‘İslamoğlu’ adını dağa çıkınca almıştır.
Babası bölgenin ileri gelenlerinden Mehmet Ağa’dır. Mustafa İslamoğlu’ nun
babasının ekonomik durumu, Osmanlı’nın o dönemdeki yaşadığı siyasi, mali sıkıntılar
nedeniyle artan vergilerin ve mültezimlerin zulme varan keyfi uygulamaları sonucunda
oldukça bozulmuş, birçok insan gibi vergisini ödeyemez duruma düşmüştür.
İslamoğlu eğitimini Şaphane Medresesinde yapmıştır. 17 yaşına geldiğinde iki metre
boylarında, gürbüz bir delikanlıdır. Aynı zamanda hem hafız hem de çok iyi saz çalıp şiir
söyleyen bir ozandır. Başından geçen ve adını tarihe yazdırmasını sağlayan olaylar da bu
yaşlarına rastlar.
İki İltizam memurunun babasından zorla vergi istemesi ve onun da: “Ambarlarda bir
şey kalmadı.” demesi sonrasında çıkan tartışmalar üzerine, Mustafa bu iki memuru öldürür
ve 1844’lerde dağa çıkar. Bundan sonra yarenleriyle birlikte ezilen fakir halka yardım eder.
Haksız yollardan zengin olanların ve halka zorbalık yapanların korkulu rüyası olur. Ününün
dünyaya asıl yayıldığı yıllar 1850-1865 arasıdır.
Uzun süre yakalanamadığı için devlet, Yörük kızı Ayşe’yi (gönüllü) kaçırdığı için de
kızın babası başını getirene ödül vereceğini söyler. Kızın babasının vereceği ödülün miktarı
ise bir heybe dolusu altındır.
1865 veya 1866’da Orhanlar’ da çatışma esnasında yakın arkadaşlarından biri
tarafından vurulur. Vurulduktan sonra Orhanlar’ daki 3 çatal ceviz ağacına kadar gider ve
144
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
ceviz ağacına yaslanarak kalır. Ölmedi diye korkulduğu için 300 atlı, 500 yaya asker yanına
gelemez. Üç günün ardından yere yıkılıp öldüğü anlaşılınca başı kesilerek devlet idaresine
teslim edilir.
Mustafa İslamoğlu, karısı Yörük kızının saçlarını kendi elleriyle örmüştür. Ama bu
onun karısının uzun saçlarını son örüşü olur. Yörük kızı Ayşe de kendi ölümüne kadar bu
örgüyü bozmaz. Vasiyeti üzerine öyle defnedilir.
Mustafa İslamoğlu, yaşadığı Şaphane; Kütahya, Pazarlar, Orhanlar, Gediz, Simav,
Uşak, Afyonkarahisar ve Kula’nın ortak halk kahramanıdır. İslamoğlu mekanları, halen
Karacakaya ve Orhanlarda bulunmaktadır. 12
Eşkıyalık konusu, tarih araştırmacıları, halkbilimciler ve romancılar tarafından
öteden beri ilgi duyulan ve üzerine çalışmalar yapılan, eserler yazılan bir konu olmuştur.
Eşkıya hikâyeleri sözlü ve yazılı anlatılarda, destanlarda, şiirlerde ve daha başka anlatı
türlerinde yüzyıllardır anlatılmış ve halkın belleğinde yer etmiştir. Eşkıyalık ve eşkıya
teması dünya edebiyatında yaygın olduğu gibi bizim edebiyatımızda da oldukça yaygındır.
Bu konudaki türkülere baktığımızda da bunu kolaylıkla anlayabiliriz. Atçalı Kel Mehmet,
Köroğlu, Kamalı Zeybek, Dadaloğlu, Yalnız Efe, Hekimoğlu İsmail, Pir Sultan Abdal,
Çakıcı Mehmet Efe, Yörük Efe ve Sarı Zeybek Türk halk edebiyatının bu konudaki en
tanınmış örneklerindendir.
İslamoğlu da Kütahya, Uşak, Şaphane, Simav ve Afyon taraflarında yaşamış ve
hikâyesi dilden dile dolaşan, halk tarafından da oldukça sevilen bir eşkıya tipidir. Hakkında
akademik çalışmalar yapılmamış olması ve yaşadığı bölgedeki önemli kişiler tarafından
değerinin farkına varılamaması yüzünden edebi muhitte tanınmamıştır. Çalışmamızda
Sosyal Haydut kuramı çerçevesinde İslamoğlu tanıtılacaktır.13
Eşkıyalık göreceli bir kavramdır. Bu konuda, genelde olumlu ve olumsuz olmak
üzere iki bakış söz konusudur. Bunlardan ilki, eşkıyalığı yücelten, bir tür direniş olarak
gören, toplum ve halk adına haklı bir hareket gibi kabul eden romantik görüş; ikincisi ise,
http://www.saphane.biz/?pnum=6&pt=ŞAPHANE%20HALK%20KAHRAMANI%20MUSTAFA%20
İSLAMOĞLU, 01.12.2013,S 10.30.
12
İslamoğlu ile Bilal ERĞİN’in anne tarafından akrabalık bağı bulunmaktadır.
13
145
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
eşkıyalığı, devletin çatısı altında, devlete rağmen hareket eden, halkla çatışan ve devletten
ziyade halka zarar veren kişi ve grupların yasadışı hareketi olarak kabul eden görüştür. 14
Romantik görüşü savunan en etkili isim olan İngiliz tarihçi Hobsbawm, ‘Eşkıyalar’
adlı eserinde, eşkıya olgusunu sosyal tarih araştırmaları çerçevesinde, geniş çapta ve dünya
ölçeğinde ele almış ve “toplumsal eşkıyalık” kavramını ortaya atmıştır. Hobsbawm’a göre
“toplumsal eşkıyalık” tarihte yer bulmuş en evrensel ve tek biçimli toplumsal bir olgudur.
Toplumsal eşkıya ise, bürokrat ve devlet tarafından suçlu sayılan fakat “köylü toplumu”
arasında yaşayan ve köylüler tarafından kahraman, yenilmez, intikam alıcı, adalet için
savaşan, bazen de özgürlüğün lideri olarak görülen ve her koşulda saygı duyulan, bu yüzden
de yardım edilen ve desteklenen kanun kaçağı köylülerdir. Yazara göre toplumsal eşkıyanın,
kendi bölgesindeki ya da öteki bölgelerdeki halk kesiminin (lordun değil), köylünün hasadını
alıp kaçması asla söz konusu değildir. Hobsbawm, daha çok, kır hayatının getirdiği
koşullarda türeyen “soylu eşkıya”lığı, bu açıdan, şehrin sosyal yapısı içinde biçimlenen yasa
dışı faaliyetlerden de (uyuşturucu tacirliği, hırsızlık, gangsterlik ve kara para aklama gibi)
ayrı tutmuştur. Özetle, Hobsbawm’a göre eşkıyalığın belli ölçüler içinde topluma zararları
dokunsa da eşkıyalığın soylu bir direniş olduğu yolundaki romantik söylemi ağır basar.15
Köylü eşkıyalara baktığımızda, onların ortaya çıkma sebepleri halkın ortak
problemleri olduğundan ve bu eşkıyaların bozulmuş otoriteye karşı, özellikle ezilmiş ve fakir
halkı savunduğundan halk, bu eşkıyalara kurtarıcı gözü ile bakmıştır.
Romantik bakışı destekleyen bir başka araştırmacı da Fernand Braudel’dir.
“Annales” ekolünün ünlü adlarından biri olan Braudel, 2. Felibe Dönemi’nde Akdeniz ve
Akdeniz Dünyası adlı bölgesel tarih çalışmasında, eşkıyalığı, tarihin haklarında pek bilgi
vermediği fakir/ezilenlerin (ya da resmî tarih yazıcılığında seçkinlerin yer vermediği “küçük
insan”ın), güçlülerin dikkatini çekme biçimi olarak yorumlarken, eşkıyalığın temelinde
yatan gerçek olgunun yoksulluk olduğunu belirtir. Braudel’e göre, “Eskıyalık her şeyden
önce, siyasal düzenin ve hatta toplumsal düzenin koruyucusu oldukları yerleşik devletlere
karşı bir intikamdır” ve “Efendiye karşı, onun aksak adaletine karşı intikam olan eşkıyalık
hemen her yerde bir haksızlık düzelticisi olmuştur” (Braudel: 1994: I: 99-112).16
Türkan Gözütok, Eşkıyalık ve Çakırcalı Mehmet Efe’nin Türk Edebiyatına İz Düşümü, Türkbilig, 2011/21:49,
s2.
15
Türkan Gözütok, a.g.m, s2.
16
Türkan Gözütok, a.g.m, s2.
14
146
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Türkiye’de yapılan benzer çalışmaların da romantik bakışı desteklediği görülür.
Doğu Anadolu’daki eşkıya olgusu üzerine çalışma yapan İsmail Beşikçi ile Ege’deki
eşkıyalık meselesini ele alan Sabri Yetkin’i de romantik grupta değerlendirmek mümkündür.
Beşikçi, Doğu Anadolu’nun Düzeni adlı eserinde, Doğu Anadolu’daki eşkıya hareketlerini
“ağalığın, baskıcı rolüne karşı ortaya çıkan bir direnme şekli” olarak kabul eder. Beşikçi’ye
göre eşkıyalık, “halka karşı değil”, “halkı ezen ağalara ve her zaman ağalarla işbirliği yapmış
ve onun çıkarlarını korumuş olan devlet bürokrasisine karşı” yapılmıştır (Beşikçi 1969:
26,100).17
Eşkıyalık konusunu aydınlatmaya ve sosyo-ekonomik alt yapısını tanımaya girişen
bu çalışmaların asıl yoğunlaştığı nokta, eşkıyalığın bir toplumsal başkaldırı hareketi sayılıp
sayılmayacağı sorusuna cevap bulmaktır ve verilen cevapların birbirinden farklı oluşunun
temelinde de “eşkıya-köylü-devlet” üçlüsü arasındaki ilişki yatar (Akın 2007: 93). 18
Literatürde romantik görüşe uzak duran ve bu ilişkiyi Hobsbawm’ dan farklı olarak
çözümleyen kişilerin başında Karen Barkey gelir. Barkey, eşkıyalığı, haksızlığa ve
adaletsizliğe karşı yapılmış bir direniş hareketi yerine, halkı ezen bir hareket olarak görür.
Osmanlı tarzı devlet merkezileşmesini temel aldığı Eşkıyalar ve Devlet: Osmanlı Tarzı
Merkezileşmesi adlı çalışmasında, eşkıyalığın dünyadaki diğer bazı örnekleriyle Osmanlı
Devleti’nde 16. ve 17. yüzyılda görülen eşkıya olaylarını karşılaştıran Barkey, bu
çalışmasında, Osmanlı Devleti’ndeki eşkıyalığın ortaya çıkış nedenlerini genel görüşe uygun
olarak, ekonomik şartların kötüleşmesi ve bürokratların halka karşı yanlış tutumuna bağlar.
Osmanlı’da eşkıya olaylarını, askerler, resmî görevliler ve çeşitli nedenlerle işsiz güçsüz
kalan köylülerin çıkardığını, eşkıya olaylarının devlete ve topluma daima ağır bedeller
ödettiğini belirtir (Barkey 1995: 160). Osmanlı bürokratlarını, eşkıya olaylarını çözmede
ustalıklı kişiler olarak tanımlar. Yazar, eşkıyanın çıkar amaçlı çabalarından en büyük zararı
aslında köylünün gördüğünü ve zaman zaman köylülere karşı iktidar çevreleriyle işbirliği
yaparak halkı soyduklarını, kökenleri köylü de olsa eşkıyaların bir süre sonra köylüye ihanet
etmeye başladıklarını, baskınlar yaptıklarını ve işi mezalime vardırdıklarını belirtir.
Sanıldığının aksine, devlet idarecilerini uğraştıran ve merkezî yönetimi zora sokan bu
olayların aslında zamanla devletin merkezî otoritesini de güçlendirdiğini söylerken (Barkey
1999:249); Yetkin ise, Ege’de işi fabrika yakmaya kadar götüren eşkıyalığı bitirmek üzere
Osmanlı devlet idaresinin aldığı tedbirleri ve eşkıya takip yöntemlerini “tam bir eşkıya
17
Türkan Gözütok, a.g.m. s2.
Türkan Gözütok, a.g.m. s2.
18
147
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
yöntemi olup devlet olma niteliklerine uygun olmayan hukuk dışı bir davranış” olarak
yorumlar (Yetkin 2003: 143).19
Biz de çalışmamıza konu olan İslamoğlu’ nu romantik bakış açısıyla ele aldık. Bunun
sebebi ise gerek yaptığımız görüşmelerde gerekse elde ettiğimiz bilgilerde hemen hemen
hiçbir zaman halkın İslamoğlu’na eşkıya gözüyle bakmamasıdır. Halk İslamoğlu’ nu o kadar
sevmiştir ki bugün bile yaşadığı coğrafyada hikâyesi dilden dile dolaşmakta, hemen her
düğünde İslamoğlu türküsü eşliğinde efe oyunları oynanmakta, adına merkezler kurulmakta
(Uşak) ve çeşitli sokak, mahalle, yapılara ismi verilmektedir.
Osmanlılar’ da Eşkıyalık Hareketleri
İnsanoğlunun hüküm sürdüğü, siyasi ve ekonomik çöküşlerin yaşandığı hemen
hemen her yerde, devlete veya onun bölgesel güçlerine karşı isyan etme, zor kullanarak
başkalarının mallarına el koyma, insanların hayatlarına kastetme, onlara ve devlete maddimanevi zarar verme faaliyetleri görülmüştür. Bunlar kimi zaman merkezi otoriteyi oldukça
zor duruma sokan toplu isyanlar kimi zamansa bölgesel eşkıyalıklar ve köylü haydutlar
olarak tarihteki yerlerini almıştır.
Genel olarak soygun yapıp halkın malına ve canına kasteden, etrafı haraca kesen
gruplar için İslâm tarihinde “yol kesen " anlamında harrâbe veya kuttâu’t – tarik tabirleri
kullanılmıştır. Osmanlılar’ da ise ikinci tabire rastlanmakla birlikte bu tip faaliyetlerde
bulunanlara daha ziyade şaki ve bunun çoğulu olarak eşkıya denmiştir. Osmanlı
kaynaklarında ayrıca Celâli, eşirrâ, harami, haramzade, türedi, haydut (hayduk), uğru
kelimeleri de eşkıya karşılığı olarak kullanılmıştır. Eşkıyalık zaman zaman merkezî
iktidarlara karşı halkın menfaatlerini savunma gibi bir mahiyet de kazanmıştır. Bu şekliyle
halk arasında kendilerine zarar dahi verse devlet görevlilerinin baskı ve zulümlerine bir tepki
olarak görülmüş, eşkıya reisleri büyük şöhret kazanmış, halk muhayyilesinde kahramanlık
destanlarına bile konu olmuştur.20
Eşkıyalık, Osmanlıların da dâhil bulunduğu Akdeniz dünyasında özellikle XIV.
yüzyıldan itibaren etkisini hissettirmeye başladı. XVI. yüzyılda giderek tırmanma eğilimi
19
Türkan Gözütok, a.g.m. s2.
Mücteba İlgürel Osmanlılar’da Eşkıyalık Hareketleri, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,Cilt 11,
İstanbul, 1995, s 466-467.
20
148
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
gösterdi, XVII. yüzyılda ise büyük bir problem haline geldi. Bu eğilimin tırmanmasında
Akdeniz havzasında görülen nüfus artışı, iktisadî zorluk, ticarî faaliyetin yoğunlaşması,
halkın fakirleşmesi, siyasî iktidarların zayıflaması önemli rol oynadı (Braudel, II, 61-70).
XVI. yüzyılın ilk yarısında Anadolu’da bazı âsi gruplar bulunmakla birlikte bunlar daha
ziyade küçük çeteler durumundaydı. Kanuni Sultan Süleyman ’ın oğulları Şehzade Bayezid
ve Selim’in mücadeleleri daha sonraki kargaşalara zemin hazırladı. Yüzyılın sonlarına doğru
bozuk ekonomik ve siyasî şartların etkisiyle ortaya çıkan yersiz yurtsuz insanlar ilk eşkıya
gruplarını oluşturdular. Kaynaklarda “gurbet taifesi” veya “levendât" diye anılan bu küçük
çeteler Celâli adıyla bilinen büyük eşkıya topluluklarının habercileri oldular. Öte yandan
kaynaklarda miktarları binlerle ifade edilen gruplara Celâlî veya Celâlî eşkıyası denildiği
halde sekiz on kişilik küçük gruplar genel olarak sadece eşkıya şeklinde adlandırıldı. XVI.
yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı genişlemesi durmuş, artık mevcut toprakları elde tutma
endişesi başlamıştı.21 Genellikle eski bir devlet görevlisi, tımar sahibi veya yüksek rütbeli
askerî idareci olan eşkıya liderleri daima devletin zayıf anını kollar, özellikle de savaş
dönemlerinde ortaya çıkarlardı. Nitekim XVI. yüzyılın sonlarında Osmanlı Devleti’nin
doğuda ve batıda iki cepheli bir savaş ortamı içinde bulunması eşkıya topluluklarının ortaya
çıkmasında önemli bir sebep oluşturdu.22
Ege’de Eşkıyalık
İmparatorluk coğrafyasında, Ege Bölge’si sosyal içerikli ayaklanmalara zemin
olmuştur. Sosyal haydut olarak nitelendirdiğimiz Ege eşkıyalarının Anadolu’nun
imparatorluk dönemindeki son yüzyıl içinde en fazla gelişmiş, tarımın en fazla ticarileşmiş,
dolayısıyla toplumsal katmanlar arasında eşitsizliğin en fazla belirginleşmiş olduğu bölgede
yaygınlaşması bir tesadüfün sonucu değildir.23
Aydın ve civarının değişik bir eşkıya tipi de zeybeklerdir.
24
Zeybek kelimesini
sözlükler, Batı Anadolu’da özellikle dağlık yerlerde yaşayan, iyi savaşçı, asayiş ve yolların
muhafazasından sorumlu ücretli askerler olarak tanımlıyor. Zeybek kimdir, nasıl ortaya
çıkmıştır, kökenleri nedir, eylemleri ve töreleri neye dayanır? Zeybekler en eski çağlardan
beri çeşitli insan topluluklarına ait kültürel, sosyal ve etnik özellikleri birleştirip varlıklarını
21 Mücteba İlgürel, a.g.m. s467
22 Mücteba İlgürel, a.g.m. s467
23 Sabri Yetkin, Ege’de Eşkıyalar, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 2003, s5
24 Mücteba İlgürel, a.g.m. s468
149
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
sürdüren eylem insanlarıdır.
25
Zeybekleri eylem adamı ve ücretli asker olarak
tanımladığımızda, Celali isyanlarından itibaren ortaya çıkan bölükbaşlarının hemen hepsinin
zeybek olduğu kendiliğinden anlaşılır.26
Zeybekler paşa kapısında yaşarlar. Kapısız kalınca da yeni bir yere kapılanıncaya
kadar dolaşıp eşkıyalık yaparlardı. Batı Anadolu’da eşkıyaların yoğun oluşunun önemli
nedenlerinin başında bu gelir.18. yüzyılda bölgede ayanlığın yükselmeye başlamasıyla
kapısız kalan zeybekler, kır bekçiliği, derbentçilik yaparak ve yol üzerindeki kahveleri
işleterek geçimlerini sağlıyorlardı. Zeybekler özellikle İzmir, Afyon, Kuşadası, Manisa
yolları üzerinde birbirine birer saat uzaklıkta açtıkları kahvelerde tüccarlardan, onları
eşkıyalardan korumanın karşılığı olarak palamut, mazı, kök boya vb. eşyadan yük başına
beşer para, üzüm, incir ve sair kuruyemiş, peynir, sadeyağ ve zeytinyağı yüklerinden aynen
yarımşar kıyye, koyun ve keçi sürülerinden geçit akçesi namıyla beşer para, yolcuların her
birinden kahve parası diye on beş-yirmi para alıyorlar ve böylece geçimlerini sağlıyorlardı.27
Devlet 1792-93 ve 1821 yıllarında çıkardığı fermanlarla bu kahvehaneleri kapatmaya
ve zeybeklerin bu paraları almasını yasaklamaya çalışmış ama yeniçerilerle işbirliği içinde
olanlara bir şey yapamamıştır.28
II. Mahmut devrinde Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra bir fermanla bu
kahvehaneler kapatılmış ve sayıları binlerle ifade edilen, geçimini buralardan sağlayan eli
silahlı zeybekler açıkta kalmıştır.29 Daha sonra da eşkıyalığa başlamışlardır. Osmanlı- Rus
savaşına da katılmayıp dağa çıkan bu zeybekler işi iyice eşkıyalığa vardırmışlardır.
19. yüzyılın ortalarında Ege’de zeybeklerin dışında Rum çeteleri de büyük güce
sahiptir. Bu çetelerin en ünlüsü Katırcıyani çetesidir. 30 Bu çete halka zulmeden, insan
kaçıran ve yüklü miktarda fidye alan bir oluşumdur.
25 Sabri Yetkin, a.g.e,,s53
26 Çağatay Uluçay, Atçalı Kel Mehmet, AS Matbaası, İstanbul 1968, s18
27 Çağatay Uluçay, 18. Ve 19. Yüzyıllarda Saruhan’da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, Berksoy Basımevi, İstanbul
1955, s 26,27.
28 Çağatay Uluçay, Atçalı Kel Mehmet, AS Matbaası, İstanbul 1968, s18
29 Çağatay Uluçay, 18. Ve 19. Yüzyıllarda Saruhan’da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri, Berksoy Basımevi, İstanbul
1955, s 26-37 de fermanın tamamı vardır.
30 Sabri Yetkin s55
150
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Şaphaneli Mustafa İslamoğlu da Osmanlı’nın çöküş zamanına rastlar. Bu tarihler
rüşvet, adam kayırma ve hakkın güçlü olandan tarafa verilmesinin tohumlarının atıldığı,
çürümüşlüğün başladığı yıllara rastlar.
İslamoğlu’na baktığımızda, onun yukarıda bahsettiğimiz zeybeklerin kategorisinde
olmadığını, bölgede yaşanan haksızlıklara, eşitsizliklere, zulümlere başkaldıran, zayıf ve
haklı olanların yanında olan ve hayatı pahasına bunu sağlamaya çalışan sosyal haydut
sınıfında olduğunu görürüz.
Onun ailesinde daha önceden eşkıyalık yapmış olan kimse de yoktur. İslamoğlu’nun
eşkıyalığı Osmanlının son dönemlerindeki sosyal, siyasal ve özellikle ekonomik
problemlerin ve bunların çözümlenemeyişinin doğal bir sonucudur.
Hobsbawn’a Göre Sosyal Haydut
Eric Hobsbawm, Haydutlar adlı kitabının, “Sosyal Haydutluk Nedir?” başlıklı ilk
bölümünde sosyal haydutun ne olduğuna ilişkin düşüncelerini şu şekilde ifade eder:
Yasalara göre, saldırıp zor kullanarak soygun yapan bir çeteye dâhil herhangi bir
kimse hayduttur: şehirde sokak başlarında maaş kapıp kaçanlardan, resmen haydut olarak
tanınmasalar da örgütlü asi ve gerillalara kadar…
Sosyal haydutların ilginç yanı, toprak beyinin ve devletin suçlu gördüğü yasadışı
köylüler olmalarına karşın, köylü toplum içinde barınmaları ve halk tarafından kahraman,
savunucu, öç alıcı, adalet savaşçısı, hatta belki de özgürlük önderi ve her koşulda hayran
kalınacak, yardım edilecek ve desteklenecek adamlar olarak düşünülmeleridir.31
Hobsbawm’ın bu tanımı, her şeyin geleneksel düzenini bozan güçlere karşı direnen
sosyal
haydutların
köylü
toplumunda
nasıl
algılandığı
ve
eylemlerinin
nasıl
değerlendirildiğini ortaya koyar. İdari karışıklıkların yaşandığı ve siyasi düzenin bozulduğu
ortamlar haydutlarının eylemlerine zemin oluşturur. Böyle durumlarda köylünün hayat
standartlarındaki önemli düşüş ve köylü toplumunun hoşnutsuzluğu haydut faaliyetlerinin
artışına imkân sağlar. Böyle durumlarda haydutları “sosyal” kılan en önemli özellik, halkın
bozulmaya başlayan geleneksel düzenini yeniden sağlama çabaları ve halkın destekçisi
olmalarıdır. Genel anlamda haydutluğun algılanışı ve ortaya çıkma şartlarını değerlendiren
31 Eric Hobsbawm, Haydutlar, Çev. Fatma Taşkent, Logos Yayınları, 1990, s9-10.
151
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Hobsbawm, erdemli soyguncu olarak tanımladığı haydutların toplumsal rolü ve köylülerle
olan ilişkisine dair ortaya koydukları “imaj”larını dokuz maddede toplamıştır.32
a)Kahraman, kanundışılık kariyerine bir suçla değil adaletsizliğin kurbanı olarak
başlar. Resmi otoritelerce aranmasına rağmen onun yaptığı toplumun halk kültüründe suç
olarak değerlendirilmez.33
Kayda geçmiş örneklerin çoğunda sosyal haydutlar, gerçekten de kriminal olmayan
bir mücadeleyle, onur meselesiyle ya da kendilerinin ve komşularının haksızlık ( bu sadece
bir yoksul ile zengin ve söz sahibi kimse arasında geçen bir anlaşmazlığın sonucu da olabilir)
diye algıladığı bir şeyin kurbanları olarak mesleklerine başlarlar”34
Şaphaneli Mustafa İslamoğlu’nun yaşadığı devir, Osmanlı’nın çöküş zamanına
rastlar. Bu tarihlerde Osmanlı’nın tımar sistemi bozulmuş, kaybedilen savaşlardan dolayı
vergiler katlanarak artmış ve halk fakir bir duruma düşmüştür. Tüm bunların üstüne bir de
vergi memurlarının keyfi uygulamaları ve aç gözlülükler işin içine girmiş, halkın elinde
avucunda nerdeyse hiçbir şey kalmamıştır.
Kahramanımız İslamoğlu, babasına zulmeden ve uygunsuz teklifte bulunan
mültezimin tahsildarlarını öldürüp dağa çıkmak zorunda kalır. Eğer böyle bir durum olmasa
medrese öğrencisi olan İslamoğlu’ nun dağa çıkmak gibi bir düşüncesi olmadığı
kanısındayız.
b) Kahraman, yanlışlıkları düzeltir.35
“Gerçek uygulama ne olursa olsun, haydutun adaletin temsilcisi, hatta ahlakın
onarıcısı olarak düşünüldüğü ve onun da kendisine aynı gözle baktığı hakkında kuşku
yoktur”36
İslamoğlu, devrinde devletin merkezi otoritesi zayıfladığı için payitahttan uzak ve
özellikle iltizam usulü toprakların bulunduğu, haksızlıkların gözle görülür bir şekilde arttığı
şimdiki Ege Bölgesi’ indeki yolsuzluklarla mücadele etmiştir. Bölgede toprak ağası
32 Nagihan Gür,”Sosyal Haydut” Düzleminden “Halk Kahramanı” Statüsüne Bir Yükseliş: Köroğlu ve Sergüzeşti,
Milli Folklor, 2008, Yıl 20, Sayı: 79, s3
33 Özkul Çobanoğlu, Halkbilimi Kuramları ve Araştırma Yöntemleri Tarihine Giriş, Akçağ Yayınları, 2010, s213
34 Eric Hobsbawm, a.g.e s35
35 Özkul Çobanoğlu, a.g.e s213
36 Eric Hobsbawm, a.g.e s36
152
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
konumuna gelmiş zalim mültezimlerin haksız uygulamalarıyla hep mücadele içinde
olmuştur.
c) Kahraman, zenginden alır ve fakirlere, ihtiyaç sahibi olanlara verir. 37
Otoritelere karşı yoksul halkın desteğini elinde tutmak isteyen kahraman, halkın
yaşam koşullarını iyileştirmek, toplumsal eşitsizliği gidermek ve kendine destek sağlamak
için zenginlerden aldıklarının büyük bir kısmını fakirlere dağıtır.38
İslamoğlu, isyan hareketinden sonra zenginlerin korkulu rüyası haline gelmiştir.
Nerede bir zengin fakirlere zulmetse hemen o zenginin elindekileri alıp fakirlere vermiştir.
Kapıdan giremediği zenginlerin konaklarına bacadan girerek de olsa zenginden alıp
fakirler vermiştir. 39
d) Kahraman, meşru müdafaa ve intikam dışında asla adam öldürmez.40
Sosyal haydutlar zengini soyar, yoksula yardım eder ve haksız yere kimseyi
öldürmez. Keyfi şiddetten kaçınan sosyal haydutlar, nefsi müdafaa olan haklı öldürmeye
bağlı kalırlar.41
İslamoğlu’nun da haksız yere cana kıydığı görülmemektedir. Hatta onu yakalamaya
çalışan askerleri bile öldürmemiştir. O, sadece halka zulmeden ve bunu durdurmak
istediğinde kendisine silahla karşılık verenleri öldürmüştür.
e) Kahraman, eğer yaşarsa halkının arasına saygıdeğer bir vatandaş ve hürmet gören
bir birey olarak döner. Aslında o halkının arasından hiçbir zaman ayrılmaz.42
Sosyal haydut halk tarafından suçlu olarak görülmediğine göre, yasadışı adamlığı
bıraktığında saygın bir üye olarak topluluğun arasına katılmada hiçbir güçlük çekmez.
Belgeler bu noktada uyuşmaktadır. 43
37 Özkul Çobanoğlu, a.g.e s213
38 Eric Hobsbawm, a.g.e s36
39 Recep Cebe, Çiftçi, d 1934, Şaphane, İnceğiz, İslamoğlu’nun torununun torunlarından, okuma yazma bilmiyor.
40 Özkul Çobanoğlu, a.g.e s213
41 Eric Hobsbawm, a.g.e s38
42 Özkul Çobanoğlu, a.g.e s213
43 Eric Hobsbawm, a.g.e s38
153
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
İslamoğlu’nun yasadışı adamlığı bıraktığını görmemekteyiz. O, ancak mücadelesi
ölümle sonuçlanınca bu işi bırakmış olmaktadır.
Yaşadığı dönemde de hep halkla iç içedir. Halktan birinin şikâyeti olduğunda ya ada
bir sıkıntıya düştüğünde kolaylıkla İslamoğlu’na iletebilmektedir.
f) Kahraman, ona hayran halkı tarafından yardım görmüş ve desteklenmiştir. 44
Erdemli haydut, halk nezdinde “iyi, dürüst ve saygın” bir kahraman olarak
algılanmaktadır. Halkın ona karşı hayranlık beslemesi gayet tabiidir. Dolayısıyla hayranlık
duyduğu kahramanından yardım ve desteğini de esirgemez.45
Toplum zengin ve güçlülere karşı kendilerini koruduğu ve bölgede adaleti sağladığı
için İslamoğlu’nu her zaman desteklemiştir.
g) Kahraman, toplumun üyelerinin resmi kurumlarla kendisine karşı işbirliğine
girmemesi nedeniyle ancak toplum tarafından dışlanmış kişilerce kendisine yapılan
kalleşlikler, kurulan tuzaklar veya ihanetle öldürülür. 46
Kimse erdemli hayduta karşı yasayla işbirliği yapmayacağına göre ve de avucunun
içi gibi bildiği taşrada beceriksiz askerler ya da jandarmalar tarafından bulunması gerçekten
olanaksız olduğuna göre, yalnızca ihanet yüzünden yakalanabilirdi. 47
Devletin askeri kuvvetlerinin bütün takip ve operasyonlarına rağmen İslamoğlu ele
geçirilememiştir ve sonunda İslamoğlu en yakın arkadaşlarından birinin ihanet kurşunuyla
öldürülmüştür.
h) Kahraman, en azından teorik olarak görülemez ve kolaylıkla ele geçirilemezdir.48
Her zaman halkın haydutlarının diğer desperadolar (İspanyolcada gözü dönmüş
haydut.) gibi olmadığına inanılır ve bu inanç, onların kendini köylü sınıfıyla
özdeşleştirmesini yansıtır. Kırlarda her zaman tanınmayacakları giysilerle ya da sıradan
adam giysileriyle dolaşırlar. Kimse onları ele vermeyeceğine ve sıradan insanlardan ayırt
edilemez olduklarına göre, nerdeyse görünmezdirler. Ayrıca halkın görüşüne göre sosyal
hayduta kurşun işlemez. Bu bir dereceye kadar haydutların kendi insanları arasında ve kendi
44 Özkul Çobanoğlu, a.g.e s213
45 Eric Hobsbawm, a.g.e s40
46 Özkul Çobanoğlu, a.g.e s213
47 Eric Hobsbawm, a.g.e s41
48 Özkul Çobanoğlu, a.g.e s213
154
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
topraklarında sahip olduğu güvenliği yansıtır. Bir dereceye kadar da halkın savunucusunun
yenilemez olması dileğini belirtir. Çünkü haydutun yenilgisi ve ölümü, halkın daha da
kötüsü umudun yenilgisidir. Ancak haydutun kurşun işlemezliği yalnızca sembolik değildir.
Neredeyse hep büyüye dayalıdır. 49
İslamoğlu çok dindar bir insanmış. İnsanların dışındaki varlıkların da yaşam hakkına
saygı gösteren birisiymiş. Bir gün gene atlılar ve piyadeler tarafından çok yakın mesafeden
takip edilirken önüne yemyeşil bir buğday tarlası çıkmış. İslamoğlu buğdaylara zarar
gelmesin diye tarlanın önünde namaza duruvermiş ve askerler onu görmeden geçip gitmişler.
Bu şekildeki kovalamacalar yıllar boyu sürmüş.50
İslamoğlu’na kurşun işlemezmiş. Onun bir gümüş kuşağı varmış. Atılan kurşunlar
onda kalırmış ve onu silkeleyince hepsi yere dökülürmüş.
Diğer bir rivayette ise şöyledir: Yıldırım düştüğü zaman onunla yeryüzüne metal
parçası gibi bir şey düşer ve bunu bulup boynuna takan kişiye kurşun ilmez. (değmez).
İslamoğlu’nun annesi de bu metal parçadan bulup oğlunun boynuna asmıştır ve böylece
İslamoğlu da kurşun işlemez bir kişi olmuştur.51
Olayın aslına baktığımızda ise şunu görmekteyiz: İslamoğlu güçlü, cesaretli,
korkusuz bir insan olduğu kadar da zeki biridir. O, giydiği su geçirmeyen olan keçeden
elbiseyi iki katlı yaptırmış ve bu katların arasını da don yağı denilen et yağıyla doldurtmuş.
Doğal olarak da kurşun birinci kattan geçse bile ikinci kata geldiğinde hızı kalmadığı için
vücuduna işlememiştir.52
i) Kahraman, kralın veya imparatorun düşmanı değil fakat onların yerel despot
idarecilerinin ve adaletsiz bürokratlarının düşmanıdır.53
Kahramanımız İslamoğlu devlete başkaldırmak amacıyla isyan etmemiştir. Bölgede
halka zulmeden mültezimlere ve onların adamlarına karşı geldiği için dağa çıkmıştır. Onun
Osmanlı imparatorluğunu yıkmaya dair bir görüşüne rastlanılmamıştır. İslamoğlu’nun
problemi yaşadığı bölgedeki kanunsuz iş yapan ve haksız kazanç elde eden kişilerledir. Her
49 Eric Hobsbawm, a.g.e s41-42
50 Recep Cebe
51 Hamide Erğin, ev hanımı, d 1955, Gediz, İslamoğlu’nun torunlarından, okuma yazma bilmiyor.
52 Tahsin Ünlü, Gazeteci, d 1947, Şaphane, Üniversite
53 Özkul Çobanoğlu, a.g.e s213
155
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
ne kadar halk da o da devletin merkezi otoritesine güvense de içinde bulunduğu şartlar
olayların, onun devlet düşmanıymış gibi oluşmasına yol açmıştır.
Yörede İslamoğlu İçin Yakılan ve Söylenen Türküler
İslamoğlu hakkında yakılmış ve şu anda düğünlerde söylenip zeybek oyunu oynanan
değişik sözlere sahip türküler vardır. Orijinal olduğunu düşündüğümüz türkü budur.
“ İslamoğlu Türküsü 1”
“ İslamoğlu derler benim adımı
Yiyen bilir ince bıçağımın tadını
Yaman olur Şaphanenin adamı
Nolaydın da keşke teslim olaydın
Konak avlusuna kendin varaydın
Şaphane dağını duman bürüdü
Üçyüz atlı beşyüz yaya yürüdü
Can Mustafam şu dünyada bir idi
Nolaydın da keşke teslim olaydın
İslamoğlu inip gelir enişden
Her yanları görünmüyor gümüşten
Mevlam kurtarsın seni bu işten
Nolaydın da keşke teslim olaydın
İslamoğlu Orhanlara yaslanır
Yağar yağmur al çepkeni ıslanır
Deli gönül bir gün olur uslanır
Nolaydın da keşke teslim olaydın
İslamoğlu derler benim bir adım
Düşmandan öç almak idi muradım
156
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Tavlada bağlandı kaldı kır atım
Nolaydın da keşke teslim olaydın”54
“ İslamoğlu Türküsü 2”
Güvendim, sığındım ulu Mevla’ya
Avımın izinden geldim Kula’ya
Hiç düşmeden bir kazaya belaya
Hak ettim, hakkı alır giderim
Dini ayrı olan giyiyor kürkü,
Çekmişim kürklüden sarıyı kırkı,
Enayi sanmasın Türkoğlu Türk’ü
Kuşatmayı savıp, delip giderim!
Gün olur nasibin gelir yanına,
Gün olur gidersin nasip yanına
Bazı da mal olur tatlı canına
Kurtardım yakayı dolup giderim.
Ey dereler, ey tepeler, dinleyin
Şu sazımın dillerinden anlayın
Anlayın da inim inim inleyin
Sorkun Dağlarına dalıp giderim.
Şaphane yolunda koptu kıyamet,
Üç kızım var, Allah’ıma emanet”55
54 http://www.saphane.biz/?pnum=6&pt=ŞAPHANE%20HALK%20KAHRAMANI%20MUSTAFA%20İSLA
MOĞLU, 01.12.2013,S 10.30.
55
http://www.saphane.biz/?pnum=6&pt=ŞAPHANE%20HALK%20KAHRAMANI%20MUSTAFA
%20İSLAMOĞLU, 01.12.2013,S 10.30.
157
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
…
İslamoğlu Türküsü 3
İslamoğlu Kale Yapar Taşınan
Afyon-Ahmet Sivritepe-Ankara Devlet Konservatuarı
İslamoğlu da kale de yapar taşınan da
Gözlerim doldu al ganınan yaşınan
Nere gidem bu talihsiz başınan
Eyvahlar da olsun saçlı da doru doru şanına
Beş yüz altın yakışır senin yiğit şanına
Tümsek çam üstünde leylek yuvası
Ah gine yeşillendi de Afyon’un Ova’ sı
Nettim sana da dininden bulası da
Eyvahlar da olsun saçlı da doru doru şanına
Beş yüz altın yakışır senin yiğit şanına56
İslamoğlu Türküsü 457
İslam da oğlu efeler de derler benim şanıma
Beş yüz atlı gelemiyor hayda, efem de yanıma
İslam oğlu efelerde kale yapar taş ile
Gözlerim boyandı al kanlara yaş ile
İslamoğlu efelerde gelir inişten
Her yanları görünmüyor efemin de gümüşten
56http://www.turkuler.com/sozler/turku_islamoglu_kale_yapar_tasinan.html, 29.12.2013, s 23.22.
57 Düğünlerde en çok bu söylenir.http://www.youtube.com/watch?v=yrTCHH09FgY, 29.12.2013,s 23.42.
158
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Hayda efemde Allah’ına kurban olayım
Sen sallan dur boylarına bakayım58
Sonuç
Köy eşkıyası olan sosyal haydutlar, yaşadığı dönemin ekonomik ve siyasi yönden
bozuk olduğu ortamlarda halka zulmeden bölgesel yöneticilere tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Sosyal haydutlardan kimisi isteyerek kimisi de istemeyerek dağa çıkmıştır. Bazıları
ise babadan gelen bu mesleği, onun ölümü üzerine babasının arkadaşlarının teşvikiyle eşkıya
olmuş ya da kendine kurulan tuzaklarla eşkıyalığın içine itilmiştir.
Bu eşkıyaların bir kısmı devletle anlaşma yapıp bir kahraman olarak tekrar halkın
içine dönmüş, bir kısmı ise ya yarenlerinden birinin ihaneti ya da köylülerin ihbarı sonucu
öldürülmüştür. Bu kahraman tiplerinin Anadolu coğrafyasında varlığını devlete rağmen
ilelebet sürdürenine ise rastlanmamıştır.
İslamoğlu da eşkıyalığa isteyerek başlamamış, şartların gereği olarak başlamak
zorunda kalmıştır. Yaşadığı süre içinde ise sadece yolsuzların yolunu kesmiş ve onlarla
mücadele etmiş, halka her zaman iyi davranmaya çalışmış ve kısa sürede halkın gönlünde
taht kurmuştur. Diğer sosyal haydut örneklerinde de gördüğümüz gibi aç gözlülüğün
getirdiği bir ihanet sonucu öldürülmüştür.
Toplum belleğinde yaşayan İslamoğlu vb. haksızlık karşısında başkaldırı ya da bir
zulme isyan şeklinde ortaya çıkan bu şahsiyetlerin tespit edilmesi, bunların şahsında
oluşturulan türkü, efsane vb. unsurların derlenmesi, sonrasında bu malzemelerin günümüz
nesline uygulamalı halkbilim bağlamında tv, sinema, tiyatro vb icra ortamlarına aktarılması
ithal kültürlerin kahramanları ve küreselleşme karşısındaki tehditlere karşı yararlı olacaktır.
58http://turkudostlari.net/soz.asp?turku=623, 29.12.2013, s23.34.
159
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Kaynakça
ÇOBANOĞLU, Özkul, Halkbilimi Kuramları ve Araştırma Yöntemleri Tarihine Giriş, Akçağ
Yayınları, 2010.
CEBE, Recep, , Çiftçi, d 1934, Şaphane, İnceğiz, İslamoğlu’nun torununun torunlarından,
okuma yazma bilmiyor.
ERĞİN, Hamide, ev hanımı, d 1955, Gediz, Üzümlü, İslamoğlu’nun torununun torunlarından,
okuma yazma bilmiyor.
GÖZÜTOK, Türkan, Eşkıyalık ve Çakırcalı Mehmet Efe’nin Türk Edebiyatına İz Düşümü,
Türkbilig, 2011, Sayı 21, s 49- 72.
GÜR, Nagihan,”Sosyal Haydut” Düzleminden “Halk Kahramanı” Statüsüne Bir Yükseliş:
Köroğlu ve Sergüzeşti, Milli Folklor, 2008, Yıl 20, Sayı 79, s 45-49.
HOBSBAWM, Eric, Haydutlar, Çev. Fatma Taşkent, Logos Yayınları, 1990.
İLGÜREL, Mücteba, Osmanlılar’da Eşkıyalık Hareketleri, Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi,Cilt 11, İstanbul, 1995, s 466-468.
ULUÇAY, Çağatay, Atçalı Kel Mehmet, AS Matbaası, İstanbul 1968.
ULUÇAY, Çağatay, 18. Ve 19. Yüzyıllarda Saruhan’da Eşkıyalık ve Halk Hareketleri,
Berksoy Basımevi, İstanbul 1955.
ÜNLÜ, Tahsin, Araştırmacı-Gazeteci, d 1947, Şaphane, Eğitim Durumu, Üniversite.
YETKİN, Sabri, Ege’de Eşkıyalar, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 2003.
http://www.saphane.biz/?pnum=6&pt=ŞAPHANE%20HALK%20KAHRAMANI%20MUST
AFA%20İSLAMOĞLU, 01.12.2013,S 10.30.( Siteyi Hazırlayan, Tahsin Ünlü)
http://turkudostlari.net/soz.asp?turku=623, 29.12.2013, s23.34.
http://www.turkuler.com/sozler/turku_islamoglu_kale_yapar_tasinan.html, 29.12.2013,
s23.22.
http://www.youtube.com/watch?v=yrTCHH09FgY, 29.12.2013,s 23.42.
160
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
BAĞDATLI RÛHÎ DİVANI’NDA RUMELİ ESİNTİLERİ
Duygu KARAGÖZ*
ÖZET
XVI. yüzyılın önde gelen şairlerinden biri olan Rûhî, Bağdat’ta dünyaya gelmiş ancak asıl
itibariyle Rumelili bir şairdir. Ahdî ve Esrar Dede, tezkirelerinde onun Bağdat seferi sonrasında
gönüllü olarak Bağdat’a yerleşen Rumelili bir Türkün oğlu olduğunu ifade etmişlerdir.Rûhî her
ne kadar Bağdat doğumlu olsa da, onun şiirlerinde Rumeli’ye ait izler bulmak mümkündür. Bu
bildiride, Bağdatlı olarak tanınan şairin, şiirlerinden hareketle, Rumeli’ye bakan yönleri ele
alınacaktır.
Anahtar Kelimeler: Bağdatlı Rûhî, Divan, Rumeli.
Giriş
XVI. yüzyılda, üç kıtaya hükmederek dönemin en büyük ve en güçlü imparatorluğu olma
kudretini elde eden Osmanlı Devleti aynı başarıyı edebiyatta da sergilemiştir. Devletin
sınırlarının genişlemesiyle birlikte edebiyatın sınırları da genişlemiş ve belki de Divan
edebiyatının en kıymetli ve en güçlü şairleri bu dönemde yetişmişlerdir. Bu yüzyılda devletin
olduğu gibi ilim, kültür ve edebiyatın da başkenti İstanbul’dur. Ancak İstanbul gibi pek çok
ilim ve kültür merkezi vardır. Bu merkezlerden biri de Rûhî ve onun gibi pek çok önemli isme
ev sahipliği yapmış olan Bağdat’tır.
Bildirimizin konusu olan Rûhî-i Bağdâdî, kaynaklarda her ne kadar Bağdatlı olarak
geçse de köken itibariyle Rum asıllı olan bir şairimizdir. Nitekim dönemin önemli
tezkirecilerinden Ahdî, onun bu durumunu şu şekilde ifade eder: “Bağdâdî’dürammâasl-ı pâknihâdı ve neseb-i ferruh-nijâdıRûmî’dür. Zîrâ ki vâlid-iekremisâbıkanmerhûmSultânSüleymân
zamanında vilâyet-i Bağdâd’a beglerbegi olan Ayas Paşa’nun bendelerinden olup Bağdâd’da
gönüllü bölügüne geçüpte’ehhül itmişler.
Mezkûr Rûhî Bağdâd’da vücûda gelmegin Bağdâdî yâd olundı.” (Solmaz, 2005:318).
Asıl adı Osman olan ve doğum tarihi belli olmayan Rûhî’nin babası Ayas Paşa
maiyetinde Kanunî’nin ordularıyla Bağdat’a giderek orada yerleşen gönüllü bir Türk idi (Ak

*Arş. Gör.,Gaziosmanpaşa Üniversitesi Fen-Edb. Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü/TOKAT
[email protected]
161
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
2001:13). Rûhî’nin Bağdat’ta doğmuş olması onun Bağdatlı olarak tanınmasına ve hep bu
minvalde değerlendirilmesine neden olmuştur. Ancak o, her ne kadar Bağdat doğumlu olsa da,
şiirlerinde Rumeli’nin izlerini taşır. Bu özellik onu Bağdat’ta yetişmiş diğer şairlerden ayırır.
Nitekim Faik Reşat bu hususu dile getirirken şu ifadeleri kullanır: “Şiire pek genç heves
etmiştir. Buna da tasavvufa ve seyahate olan meylinden başka Bağdat’a gelen şüara ve dervişan
ile ihtilâti sebep olduğu gibi şivei beyanının hemşehrilerinden meselâ Habibi, Fuzuli, Süruri
lehçesinden farklı olmasına Rumînijat olmasının hayliden hayli dahli olmuştur.” (Uraz, 1941:
4)
Bu bilgiler ışığında Rûhî’nin şiirlerinde Rumeli izlerinin nasıl yer aldığı üzerinde
durulmaya çalışılacak ve bu şiirlere bir de bu zaviyeden bakılacaktır.
Rumeli Söyleyişi
Divan şiirinde dil, genel itibariyle günlük konuşma dilinden uzaktır ve şehirli Türkçesidir.
Günlük konuşma dili bu şiirin içinde çok fazla yer almaz.Günlük dilde yer alan teklifsiz
konuşma cümlecikleri, senli-benli, laubali “ya, hadi be, a be, bak a” gibi ifade kalıpları, şiir
dilinde fazlalık olarak görülebilir. Şairin amacı az sözle çok şey anlatmak olduğu için bu tür
söyleyiş özellikleri şiirde çok az kullanılır. Ancak Rumeli şairlerinin şiirleri incelendiğinde,
günlük konuşma dilinin ifadeleri, dikkat çekecek kadar yoğun bir biçimde karşımıza çıkar.
Dolayısıyla Rumeli şairleri, söyleyiş bakımından, bu yönleriyle diğer bölgelerin şairlerinden
ayrılırlar (Çeltik, 2013: 180).
Rûhî’nin şiirlerinde de zaman zaman günlük konuşma diline dair unsurlara rastlanır. Mesela,
bazen hayret, şaşkınlık, kızgınlık ifade eden “a/â” ünlemi bazen de “ey” nidasını karşılar
mahiyette karşımıza çıkabilir. Aşağıdaki beyitte, başkalarının sözüyle beni öldürmek için evden
çıkma çünkü onların amacı bunu seyretmektir diyen Rûhî “a güzelüm” ifadesi ile bu
unsurlardan birine yer vermiş olur.
İl söziyle beni öldürmege evden çıkma
Garazı a güzelüm şimdi temâşâdurelün (G 616/2)
Günlük konuşma dilinin unsurlarından biri olan ve diğer Rumeli şairlerinde de sıkça rastlanan
bir söyleyiş olan “be” ifadesi Rûhî’nin de şiirlerinde rastladığımız bir başka özelliktir.
Teklifsizce konuşmada “ey, hey, yahu” ünlemlerine karşılık gelen “be” hitabı, bazen “be hey,
hey be, vay be” şeklinde şiirde yer alır. Şair, “be” şeklinde samimi bir hitapla seslenerek
muhatabının dikkatini çeker (Çeltik, 2013:190).
Be bu dîvânedür ancak diyürahm itmek içün
Rûhi yâ kendümüzi vâlih ü şeydâ iderüz (G 522/5)
162
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Vefâ ağyâravüer bâb-ı aşka cevriderdirler
Ne dirsin sen be hey âfet senün çün gör neler dirler (G 308/1)
Şairler sevgili veya güzeli sultan, şah vb. yanında “bey”e de benzetirler. Pek çok şairin şiirinde
bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Ancak Rumeli şairleri buna ek olarak sevgilinin
benzetildiği bir unsur olmanın dışında, “beyim, a beyim” gibi konuşma diline ait hitaplara
şiirlerinde fazlaca yer verirler(Çeltik, 2013: 194). Rûhî de aşağıdaki beyitlerde söz konusu
kullanıma yer vermiş ve sevgilisine “begüm” şeklinde hitap etmiştir.
Nice serveylesün ol kâmet-i bâlâ ile bahs
Begüm ednâya düşer mi ide a’lâ ile bahs (G 89/1)
Yüz virmegi lrakî ber evâ görmezüz begüm
Gayra cemâl gösteresin âşıka celâl (G 727/2)
Rûhî’nin konuşma dilinin imkanlarından faydalandığını gösteren bir başka ifade de
“vay/vây” ifadesidir. Bu sözü şairler yerine göre şaşma, hayret veya acıma ifadesi olarak
kullanırlar. Rûhî de aşağıdaki beyitinde, “Dünya ve mafihayı terk edişimi ayıplamayın zira
ömrümün kalanını yitirdim. Artık ben dünyayı ne yapayım?” diyerek haline acımaktadır.
Eylesem ‘ayb eylemen dünyâ vü mâfihâyı terk
Hâsıl-ı ömrüm yitirdüm neyleyin dünyâda vây (Tarih)
Konuşma dilinin son işaretlerinden biri de “yâ” ifadesidir. Bu ifade ile şairler, “yahu, yaa; hiç
olacak iş mi, olur mu, yoksa” gibi anlamları karşılarlar. Rûhî aşağıdaki beyitte “(Ey sevgili!)
Kanlı kumaş sen misin yoksa her ay yüzlü böyle midir? Ben miyim avare yoksa aşkından her
ağlayıp deli olan böyle midir?” diyerek bu ifadeyi “yoksa” anlamında kullanmış oluyor.
Sen misin hûn-ı hare yâ her mâh-sîmâ böyledür
Ben miyim âvâreyâ her zâr u şeydâ böyledür (G 325/1)
Bir başka beyitte ise bu ifadeyi şu şekilde kullanarak sitemvârî bir şekilde kamil
insanların kıymetinin bilinmeyişinden dert yanıyor.
Kime eylersin kemâl izhârun ey dil ebsem ol
Kâmile rağbet kemâla kadr u yâ kıymet mi var (G 144/4)
Şiirlerde Bulunan Îsevîlik İzleri
Rumeli’de yetişmiş şairlerin pek çoğunda, bir arada yaşadıkları milletlerin kültürlerinin izlerini
görmek mümkündür. Zira bu şairler, gayr-i Müslim halkla bir arada yaşadıkları için onların
yaşantısına dair çok fazla gözlem yapma şansları olmuştur. En çok da Hristiyan kültürünü
163
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
tanıma fırsatı bulan şairler, onlarla ilgili gözlem ve değerlendirmelerine şiirlerinde de yer
vermişlerdir. Kilise veya aynı anlamdaki deyr ve bunlara bağlı olarak papaz, rahip, aziz, İsa,
Meryem, zünnâr, haç, erganun vb. geniş bir kelime kadrosuna dayanan şiir örnekleri Rumeli
şairlerinde çokça rastlanan bir unsur olarak karşımıza çıkar (Çeltik, 2013:321).
Bağdatlı Rûhî, Rumeli’de yetişmediği halde, onun da şiirlerinde Îsevîliğin izlerini görmek
mümkündür. Örneğin aşağıdaki beyitte, şarabın sohbetini başkalarına haram etmek için
kilisedeki rahibin helali olduğunu söyleyerek Müslümanlığın aksine Hristiyan kültürde şarabın
serbest oluşuna dikkat çekiyor.
Sohbetin gayra harâm itmek içün duhter-i rez
Pîr-i deyrün yanına vardı helâli oldı (G 1082/3)
Rûhî, şiirlerinde Hz. İsa ile ilgili hayal ve benzetmelere de çok fazla yer verir. Öyle ki;
peygamberler içinde en fazla onun adına yer verdiğini söylesek yanılmış olmayız. Kimi zaman
sevgiliyi Hz. İsa’ya benzetirken kimi zaman da ondan üstün tutar. Mesela aşağıdaki beyitte,
kadeh güneşe konulsa ve Hz. İsa’nın elinden içilse de erguvan şarabı yine de sevgilinin la’l
dudaklarının safasını vermez diyerek sevgilisini üstün tutuyor. Ayrıca beyit içerisinde yer alan
kelime kadrosunda Hz. İsa’nın, kadehin ve şarabın yanı sıra, Hristiyan kültürde de önemli olan
erguvana yer vermesi onun bu kültüre dair bilgisini gözler önüne seriyor.
Koyulsa câm hurşîde içilse dest-i Îsîden
Safâ-yıla’l-ı dildârı şarâb-ı ergavân virmez (G 478/7)
Aşağıdaki beyitte de sevgilinin can bağışlayan dudaklarının olduğu yerde Mesih yani
Hz. İsa’nın bir şey yapamayacağını söyleyerek yine sevgiliyi ondan üstün tutuyor.
Hele biz itmezüz ölsek de Mesîhâ vasfın
Leb-i cân-bahşun olan yirde Mesîhâ neyler (G 261/6)
Sevgilisini Hz. İsa ile bir tuttuğu aşağıdaki beyitte ise sevgilinin İsa nefesli dudaklarının
can verme hususunda ölümsüzlük suyu ile aynı olduğunu ve ölüleri dirilttiğini söyler.
Hayât âbı ki dirler dâyim eyler mürdelerihyâ
Leb-i Îsî-demün cân-bahşlıkda aynı duranun(G 647/4)
Aşağıdaki beyitte de sevgilisini zamanın İsa’sı olarak değerlendirip sevgili ile Hz. İsa’yı
aynı kefeye koyuyor.
Dem-i cân-bahş ile Îsâ-yızamânsın bilürüz
Hâsılı küştesiyüz hep leb-i cân-perverünün(G 622/4)
Hristiyan kültürün sembollerinden biri olan haç da şiirlerde benzetme unsuru olarak
kullanılmıştır. Salîb ve çelîpâ kelimeleri ile de ifade edilen bu sembol, Divan şiirinde kadınların
zülfü için kullanılır. Sevgililerin birer kafir olduğu düşünülürse saçlarından da çelipa olması
164
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
gerekir (Pala, 2008: 99). Aşağıdaki beyitte Rûhî de sevgilisinin saçlarını haça benzeterek
gönlünü bağladığını ve zünnar halkasına dahil olduğunu söylüyor.
Tutmağa zülf-i çelîpâsını dil bağlamışuz
Dâhil-i halka-i zünnâr-perestânuz biz (G 4805)
Hristiyan kültürüne dair bir diğer unsur da zünnardır. Zünnar, on iki düğümlü papaz kuşağının
adıdır. Mecûsî ve Hıristiyan rahipleri kuşanırlarmış. Şairlerimiz sevgililerinin saçlarını
siyahlığından küfre, uzun ve örülü olmasından zünnara benzetmişler(Onay, 2009:502). Rûhî de
aşağıdaki beyitte gönlüne seslenerek aşk yolunda zünnara bel bağladığını ifade ediyor.
Bağladum zünnâra bel ey dil tarîk-i aşkda
Tâ ki virdüm gönlüm ol gîsû-yı kâfir-kîşe ben (G 835/3)
Kafir/Hristiyan Güzeller
Rumeli şairlerinin farklı kültürlerden insanlarla bir arada yaşadıklarını ve onlarla ilgili
gözlemlerini şiirlerine yansıttıklarını söylemiştik. Bunların çoğu Hristiyanlıkla ilgili
unsurlardır. Bu sebeple şairler sevgiliyi genellikle kafir veya Hristiyan olarak tanımlarlar ve
Müslümanlıkla tezat ilişkisi kurarlar. Kafir olan sevgilinin Müslüman olması beklenir ve
Rumeli’de yaygın olarak kullanılan din değiştirme olayına yer verilir (Çeltik, 2013: 354). Kimi
zaman da aşık sevgilisi için kendi dininden vazgeçer.
Rûhî de aşağıdaki beyitte sevgiliyi “tersâ-beçe” yani Hristiyan çocuğu olarak
isimlendiriyor ve onun konuştuğu zaman bir nefeste verdiği feyzi güneşin Hz. İsa ile bin yılda
verebildiğini söylüyor.
Gelse güftâra virür bir demde ol tersâ-beçe
Dehre bin yıl virdügi feyzi güneş Îsâyile(G 1013/4)
Bir başka beyitte ise sevgili merhameti olmayan bir kafirdir. Rûhî Allah’a sevgilinin
gönlüne merhamet salması ve müslüman olması için yalvarıyor.
Âlemi kırdı o kâfir meded Allah meded
Gönlinemerhametün sal ki müselmân olsun (G 872/4)
Bazı beyitlerde ise durum tersine işler. Müslüman aşık kafir sevgili için dininden
vazgeçer. Nitekim aşağıdaki beyitte de benzer bir durum söz konusudur.
Egermestâne gelsem bezmünema’zûr tut zîrâ
Beni dinden çıkarmışdur bir îmânsuz güzel vâ’ız(G 572/6)
165
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Filori
Filori, XI. yüzyıldan itibaren Filoransa şehrinde darp ve üzerinde bir zambak çiçeği
resmedilen altınlara verilen addır. Avrupa memleketlerinde yaygın olarak kullanılmış ve
sonrasında Osmanlılara geçmiştir (Pakalın, 1993:I-629-630). Özellikle Rumeli’de yaygın
olarak kullanılan bu para çeşidine Rûhî’de de rastlanır.
Koynımuzda görüp ağyâr filori sanmasun
Dâğımuzdan kopılan penbe-i gülgûnımuzı(G 1056/5)
Felek kemîne kulundur elinde ıkd-ı berîn
Filori ile tolu nukrekûb-meşerbedür (G 147/6)
Rumeli Abdalları
Abdallar, sayıları yedi, yetmiş ya da kırk olarak gösterilen bir evliya zümresidir.
Dünyadan habersiz kalacak kadar kendini ahirete, gönlünü Hakk’a veren saf derûn insanlar,
ermişler olarak tanımlanır (Uludağ, 2012:19). Yedi iklim üzerine yaratılan dünyanın her bir
ikliminin idaresinden sorumlu olan kimselerdir (Onay, 2009:20).
Abdallar, Balkan veya Rumeli fetihlerinde savaşlara katılarak önemli görevler
üstlenmişlerdir. Bazıları fetihlerden sonra Rumeli’de yerleşmiş, faaliyetlerini burada
sürdürmüştür. Abdallar, Rumeli’de çok fazla bulunmaları sebebiyle Rumeli şairlerinin
şiirlerinde geniş yer tutar. Rumeli şairleri bazı şiirlerinde kendilerini bir abdal şeklinde
tanıtırlar (Çeltik, 2013:375).
Rûhî de divanında çeşitli şekillerde abdallara yer vermiş ve çoğunlukla kendini abdal
olarak nitelemiştir. Aşağıdaki beyitte de kendini aşk abdalı olarak niteleyen Rûhî; keyfiyyet,
hayrân, esrâr kelimelerini bir arada kullanarak abdalların esrar, afyon gibi bazı uyuşturucu
maddeleri kullanmalarına telmihte bulunuyor.
Gören keyfiyyetüm hayrân olur abdâl-ı aşkam ben
Derûn-ı sînem esrâr-ı İlâhî cür’a-dânıdur (G 289/5)
Aşağıdaki beyitte de yine kendini abdal olarak niteleyen Rûhî, hayretten gezdiğini
ancak neye hayran olduğunu bilmediğini söylüyor.
Biz o hayret-zede abdâllaruz kim göz açup
Gezerüz bilmezüz ammâ neye hayrânuz biz (G 479/3)
Bir başka beyitte ise gönlünü, sevgilinin aşkının tekkesinde onun saçlarının sırrıyla irşad
olan abdala benzetiyor.
166
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Zülfünün sırrın beyân itdüm perîşân gönlüme
Tekye-i aşkunda irşâdeyledüm abdâlunı(G 1108/4)
Er Kavramı
Rumeli şairlerinin “er, erkek, gerçek er, harâbât eri, aşk eri, eren” tabirlerini çokça
kullanmaları dikkat çeker. Şiirlerdeki er kelimesi erkek, tasavvuf yoluna sıkı sıkıya bağlı kimse
ve asker anlamlarına gelir. Bu hem onların rindane tavrının hem de Rumeli’de sürekli yaşanan
akın ve savaşlar dolayısıyla askerliğin şiire yansıması olarak görülebilir (Çeltik, 2013: 416)
Rûhî’nin divanında da bu kavramın yer aldığı beyitler bulunmaktadır. Bunlardan birinde
kainat her ne kadar kız güzellerle dolu olsa da er olan kişinin onlara asla meyletmeyeceğini
söylüyor.
Gerçi kız nakşı güzellerle toludur kâyinât
Anlara meyleylesün mi hîç giçerken er gönül (G 747/3)
Bir başka beyitte ise dünyayı kadına benzeten Rûhî, onu boşama erliğinde bulunacak
bir mert olmadığını söylüyor.
Er olan kimse virürpîre-zen-i dehre talâk
İde bu erlügi şimdi kanı bir merd kanı (G 1100/2)
Aşağıdaki beyitte ise kendisine yardım edecek bir er bulunmazsa günlerinin cefa içinde
geçeceğini dile getiriyor.
Yarab bize bir er bulunup himmet eder mi
Yoksa günümüz böyle cefâ ile geçer mi (Ak, 2001:195)
Bâtınî Unsurlar
Rûhî’nin şiirlerinde yer yer Bâtınî unsurları da görmek mümkündür. Bilindiği üzere
“bâtın” kelime anlamı itibariyle “içte, gizli olan, görünmeyen, deruni” gibi anlamlara
gelmektedir. Bâtınîlik ise Kur’an’ın ve buyruklarla yapılmaması emredilen şeylerin bâtınını
bilen, bu anlayış seviyesine ulaşan kişiden zahirine riayet lüzumunun kalkıp; artık ona, ibadetin
lüzumu yoktur kanaatini gütmek ve buna inanmak olarak tanımlanır(Gölpınarlı, 1997:116).
Onlara göre namazın ve zekatın manası, Muhammed (aleyhisselam) ile Ali’yi sevmek demektir.
Bunu sevenler, namazı kılmış, zekatını vermiş sayılır” (Hammadi, 1948, s.16). Bağdat gibi
Rumeli’de de çok yaygın olan Bâtınîlik, Rûhî’nin de şiirlerine aksetmiştir. Nitekim aşağıdaki
beyitlerde Kerbela hadisesinde Hz. Hüseyin’in şehit oluşuna ve bu ayda müslümanların matem
içinde olmalarına telmih yapıyor.
Çâk kıl sîneni kim mah-ı Muharremdür bu
Ey gönül âh u figân eyle ki mâtemdür bu
167
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Dökdiler hâka bu dem Âl-i Resûlun kanın
Ağla ey dîde ki kan ağlayacak demdür bu
Benzemez gayra gam-ı vakı’a-i katl-i Hüseyn
Nâr-ı hasretle gönüller yakıcı gamdur bu (G909/1,2,3)
Rûhî’nin başka beyitlerinde ise yine Bâtınîliğin bir kolu olan Hurûfî özellikleri görmek
mümkündür.
Vechün kitâbı nükte-i ki beyânider
Ya’nî tokuz hurûfdur u on iki nukat (G564/2)
Ol hatt-ı istevâ ki reh-i müstakîmdür
Yol bulsa her kim ana odur ümmet-i vasat (G564/3)
İstiğna
“Gına” kökünden türeyen ve tasavvufi bir terim olan “istiğna” kelimesi “tok gözlülük,
aza kanaat etme, gönül doygunluğu” gibi anlamlara gelir. Varlığını Hakk’a vererek onu zengin,
kendini yoksul bilen istiğna sahibi kimse, dünyanın hiçbir şeyine değer vermez; onun yanında
aba ile atlasın değeri birdir. O, kendi başına sultan olur; dünyanın beylerine, sultanlarına
itibar etmez (Çeltik, 2013:429).
Rumeli şairlerinde olduğu gibi Rûhî de şiirlerinde dünyaya değer vermeyen istiğna
haline değinir. O bazı beyitlerinde, sadece bu dünyaya değil ahirete de istiğna eden bir tavır
sergiler.
Aceb mi eylesem dünyâ vü mâfihâya istiğnâ
Bilürsin bende-i sultân-ı âlî-himmet-i aşkam(G 777/4)
Aşağıdaki beyitinde dünyaya istiğna etmenin marifet olmadığını, arif kişinin ahirete bile
istiğna edeceğini söyler.
Hüner dünyâya istiğnâ de güldür ârif oldur kim
İrüp bir âleme mutlak ide ukbâya istiğnâ(G 20/6)
Aşağıdaki beyitte ise dünya için alçaklara mihnet etmeyeceğini ifade eder.
Bizi dünyâ içün her dûna sanman eylerüz mihnet
168
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Biz ol âriflerüz kim eylerüz dünyâya istiğnâ (G 20/4)
Sonuç
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Rûhî, Bağdat’ta doğmuş ve orada yetişmiş olabilir. Ancak
o köken itibariyle Rum asıllı bir aileden gelmektedir. Gerek tezkireler gerekse tespit ettiğimiz
beyitler onun Bağdat’ta yetişen diğer şairlerden farklı olduğunu ve şiirlerinde Rum kültürüne
dair izler barındırdığını gözler önüne sermektedir.
Beyitlerde ele aldığımız hususlar Rumelili olmayan şairlerde de bulunuyor olabilir. Ancak
Rumelili şairlerin ağırlıklı olarak yer verdikleri hususların Rûhî’de de bulunuyor olması tesadüf
değildir. Rûhî’nin şiirlerindeki Rumeli izleri Rumeli’de yetişmiş şairlere nazaran daha az göze
çarpar. Bunda onun asıl memleketinden uzak olan Bağdat’ta yetişmiş olmasının etkisi büyüktür.
Fakat örneklerden de anlaşılacağı üzere Rûhî, şiirlerinde Rumeli’ye dair hiçbir iz taşımıyor da
denemez. Rûhî her ne kadar Rumeli’ye uzak kalsa da şiirleri onu Rumeli’ye yaklaştırmıştır.
Kaynakça
Ak, C. (2001). Bağdatlı RûhîDîvânı Karşılaştırmalı Metin, Bursa: Uludağ Üniversitesi
Basımevi
Arpaguş, S. “Pîr” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, C:34, s. 273
Çeltik, H. (2013). Rumeli Şairlerinin Şiir Dünyası, Ankara: Kurgan Edebiyat Yayınları
Genç, İ. (2000). Esrar Dede Tezkire-i Şu’arâ-yıMevleviyye, Ankara: AKMB Yayınları
Gölpınarlı, A.(1997). Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatler. İstanbul: İnkılap Kitabevi
Hammadi, M. (1948). Bâtınîlerin ve Karmatîlerin İçyüzü (Çev.: Ş.M. Günaltay). Ankara: Sebil
Yayınevi
Onay, A.T. (2009). Açıklamalı Divan Şiiri Sözlüğü Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve
İzahı, (Haz. Cemal Kurnaz), İstanbul: H Yayınları
Öztoprak, N. (2001). Rûhî, İstanbul: Timaş Yayınları
Pakalın, M.Z. (1993). Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü I, İstanbul: MEB
Yayınları
Pala, İ. (2008). Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, İstanbul: Kapı Yayınları
Solmaz, S. (2005). Ahdî ve Gülşen-i Şu’arâsı, Ankara: AKMB Yayınları
Uludağ, S. (2012). Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı Yayıncılık
169
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Uraz, M. (1941). Bağdatlı Rûhî Hayatı, Şahsiyeti, Şiirlerinden Seçme Parçalar, İstanbul:
Kültür Basımevi
170
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
EDEBİYAT ELEŞTİRİSİNDE BİR MODEL OLARAK EDEBİYAT MAHKEMELERİ
Ebru BURCU YILMAZ
"Sanat, felsefe ve dinin asıl manası, insanın
dikkatini muammalara, sırlara ve sorulara çekmelerinde
yatmaktadır. Bu ise şuurumuzun uyanması demektir.”
Aliya İzzetbegoviç
ÖZET
Edebî metinlerde anlamın nerede aranacağı sorusu, farklı cevaplara işaret eden edebiyat
kuramlarının temelini oluşturur. Kuramsal açıdan büyük bir zenginliğe sahip olan edebî tenkit,
yazar, eser ve okuyucu arasındaki etkileşimin/iletişimin dikkate alındığısağlam okumalara
ihtiyaç duymaktadır. Bu noktada Necip Fazıl Kısakürek'in 1945 yılında kaleme aldığı ve 1997
yılında kitaplaşan "Edebiyat Mahkemeleri" adlı çalışması hem edebiyat eleştirisinde hem de
edebiyat eğitiminde bir model olarak dikkate değer bir yaklaşıma sahiptir. Tevfik Fikret, Yahya
Kemal ve Mehmet Akif gibi şairlerin bir mahkeme atmosferi içinde yargılandığı bu çalışma,
sanatçıya dönük eleştirinin bilgi, tespit ve yoruma dayandırılarak objektif ve yapıcı tenkidin
gerekliliğine işaret eder. Dünya kitabını okuma gayretimize önemli katkılar sağlayan edebî
metinlerin hangi tavır ve niyetler doğrultusunda kaleme alındığını anlamamıza yardımcı
olabilecek bu çalışma, geçmişten günümüze eser veren yazar ve şairlerin övgü ve yergiye
hapsedilmeden değerlendirilmesini sağlayacaktır.
Anahtar Kelimeler: Eleştiri, edebi metin, Kuram, Necip Fazıl, Edebiyat Mahkemeleri
The question of where to look for meaning in literary texts is the foundation of literary theory

Doç. Dr., İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Malatya.
171
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
that pointing to different responses. Theoretically, the literary criticism having a great wealthy
needs to strong readings when the communication among the author, the work and the reader
interactions taking into account. In that point, the work Edebiyat Mahkemeleri (Literature
Courts), written in 1945 and published in 1997 by Necip Fazıl Kısakürek, has a remerkable
approach in both literary criticism and in literary education as a model. The work, in an
atmosphere like a trial of famous poets such as Tevfik Fikret, Mehmet Akif and Yahya Kemal
in a court, refers to the necessity of objective and constructive criticism of the artist grounding
on the knowledge, identify and review. This study which literary texts of our effort to read the
book world that makes an important contribution the attitude which was drafted in accordance
with will provide writers and poets who works from past to present from incarceration to praise
and satire.
Key words:criticism,literary texts, theory, Necip Fazıl, Literature courts.
Giriş
Edebî metinle bir mânâ evreninde buluşan okuyucu metnin anlamını nerede arayacağına dair
bir sorgulama yaparken yazar-eser-okuyucu ve devir gibi metnin oluşumuna doğrudan etki eden
unsurlar üzerinde durur. Biçim ve muhteva olarak iki düzlemde kategorize edilen kurmaca
metinlerde anlamın bu derece önemli olması sadece okuyucunun üzerinde bıraktığı/bırakacağı
etki ile izah edilemez. Estetik bir tavırla metne yaklaşan okuyucunun intibalarına göre bir
yorum ortaya çıkabileceği gibi kişisel ve kolektif bilinçdışının görünümlerinin yorumlanmasını
sağlayan mito-poetik okumalar da mevcut yorumları derinleştirebilir. Edebî metnin çok
anlamlılığı, konunun hem sübjektif değerlendirmelere hem de teorik ve kuramsal açıdan
temellendirilmeye müsait olan yapısına işaret eder. Metnin değerlendirilme süreci edebî bir
yargılama yapılmasını zorunlu kıldığı için eleştirmenin yazar ve esere farklı zaviyelerden
bakabilmesi gerekir.
Edebiyat ve mahkeme sözcüklerinin bir araya geldiğinde hafızamızdan gelen ilk mesaj
çoğunlukla yazarı ya da içeriğinden dolayı mahkemelik olan ve hukukî süreçlerde birer sanık
muamelesi gören eserlere dair olmaktadır. Şüphesiz bu çağrışımların arasına Kafka’nın eseri
Dava’yı ya da Emile Zola’nın meşhur Dreyfus davası vesilesiyle yazdığı mektubu ve bu sebeple
mahkemeye verilmesini de ekleyebiliriz. Doğrudan eseri sebebiyle mahkemeye çağrılan ve
roman karakterini savunmak zorunda kalan Gustave Flaubert de edebiyat ve mahkeme arasında
bağ kurabileceğimiz yazarlardan birisidir. Çalışmamıza konu olan, eleştiri ve tekliflerimizin de
çıkış noktasını oluşturan Necip Fazıl Kısakürek’in Edebiyat Mahkemeleri adlı kitabı, ütopik bir
172
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
eleştiri olarak okunabilir. 1945 yılında Büyük Doğu Dergisinde yayımlanan yazıların
kitaplaşmasıyla ortaya çıkan bu eserde Necip Fazıl, Türk edebiyatına yön veren önemli
isimlerden bazılarının ruhlarını çağırdığı bir mahkeme ortamı kurgulayarak bu isimleri tenkit
eder. Sanık sandalyesine oturan dört isim; Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Mehmet Akif ve
Nurullah Ataç’tır.
Edebî eserin bir mahkeme havası içinde değerlendirilmesi ilk bakışta sanatın doğasına aykırı
bir eylem gibi görünse de çoğu zaman edebiyat eleştirisini gölgeleyen sübjektif, ideolojik ve
taraflı tutumların yanı sıra bu konudaki tek tip yaklaşımların ortadan kaldırılması açısından
önemli bir metot olarak değerlendirilebilir. Ayrıca Türk edebiyatı tarihinde peşin kabullere
dayalı bir takım imgeler üzerinden tanınmaya ve tanıtılmaya çalışılan sanatçıların layık
oldukları yerin ve değerin tespit edilmesi için de sağlıklı bir edebiyat eleştirisinin ilmî bir
disiplin olarak benimsenmesi gerekmektedir. Şair ve yazarların ölümlü yanlarının değil de
zamanı aşan kalıcı eserleri üzerinden gerçekleşecek bir edebiyat eleştirisine duyulan ihtiyaç
hem tenkit sahasında hem de edebiyat eğitiminde kendisini hissettirmektedir. Anlama ve
yorumlama çabasının edebî metinleri çözümleme noktasında nasıl bir kuramsal çerçeve içinde
gerçekleşeceği metinle kurulan ilişkinin yaslandığı ilmî disiplinlerle de alakalıdır.
Edebiyat tarihimize baktığımızda hakkında yeterince bilgi ve belgeye sahip olmadıklarımızı bir
tarafa bırakırsak bilhassa modern Türk edebiyatı diye tanımladığımız Tanzimat’tan bugüne
gelen süreçte hâlâ bir takım kabullerin içine hapsedilen ve üzerinde yeterince derinlikli çalışma
yapılmadığı için bir takım aidiyetlerle ya da popüler yönleriyle ön plana çıkarılan sanatçıların
olduğunu
görebiliriz.
Böyle
bir
durumun
ortaya
çıkması
kasıtlı
yaklaşımlardan
kaynaklanabildiği gibi bir kısım edebiyat eleştirisinin ezbere kabullere dayandırılarak yapılması
da gerekçe olarak görülebilir. Örneğin; Osmanlı modernleşmesinde önemli bir isim olarak
edebiyat tarihimizde yer bulan Muallim Naci, bugün sadece edebî münakaşalar içinde bir taraf
ya da mutavassıtîn grubunun içinde yer alan bir gelenekçi olarak tanımlanmaktadır. Bu algının
oluşmasında Muallim Naci hakkında yapılan taraflı ve kasıtlı yorumların yanı sıra yazarın
eserlerinden hareketle sağlıklı bir biyografisinin ve monografisinin ortaya konmamış olması
etkilidir. Bir taraftan katı gelenekçi olarak nitelenen bir yazarın diğer taraftan döneminde aykırı
bir tavır olarak görülen natüralist edebiyat tartışmalarında Beşir Fuad’ın yanında yer alması
Muallim Naci’nin düşünce dünyamıza tesiri konusunda yeterince dikkatle incelenmediğini
göstermektedir.
173
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Edebiyata dair beğenilerin ya da eleştirel bakışın övgü ve sövgü arasında gidip gelmesi ilmî bir
disiplin olması gereken edebiyat eleştirisini gölgelemektedir. Necip Fazıl, Mehmet Akif’i
yargıladığı mahkemede bilirkişi olarak bir rapor hazırlar. Bu raporunda altını çizdiği husus,
Mehmet Akif’in yanında ya da karşısında yer alan kişiler tarafından şairin yeterince
tanınmamasından kaynaklanan sığ eleştirilere mahkûm edilmesidir:
“Mehmet Akif, ne kendisini sevenlerce, ne de kendisinden tiksinenlerce anlaşılabilmiş
bir şahsiyettir. Cephelerden ikisi de, mümkün olduğu kadar kaba, sığ bir intiba; ister müsbet,
ister menfi, son derece basit bir infiâl planındadır” (Kısakürek, 2010; 59)
Tevfik Fikret’in yargılandığı mahkeme tıpkı Mehmet Akif’in mahkemesinde olduğu gibi
birbirine zıt fikirleri benimsemiş kitlelerin bakış açıları arasındaki farklılığın edebiyat
üzerindeki ayrıştırıcı etkisini örneklendirir. Bu sebeple Fikret hakkında ifade vermek için
çağrılan tanıklar, Sabiha Sertel ve Necip Fazıl’dır. Sabiha Sertel’in İlericilik Gericilik
Kavgasında Tevfik Fikret başlıklı çalışmasında ortaya koyduğu gibi Fikret’i sadece ideolojisini
ön plana çıkararak yücelten tek taraflı yaklaşım Necip Fazıl’ın ifadelerinde de tek taraflı bir
olumsuzlamaya dönüşür. Mahkemeye, “otuz yıldır edebiyat tarihini şairlikiddiasıyla” (s.11)
suçlandığı için çağrılan Tevfik Fikret, fikir çilesi çekmeyen, Coppe gibi şairleri taklit eden, şiiri
nesre yaklaştırarak derinlikten yoksun bırakan, lügat cambazlığı yapan, mensubu olduğu
milletin inanç hükümlerine karşı gelen bir kişi olarak tanımlanarak hakkında hüküm verilir:
“Tevfik Fikret’in, başıboş ve sahipsiz Türk edebiyatı tarihinde açıkgözce işgal etmekte
olduğu mevkiden indirilmesine karar verildi. Her sene, bir takım maksatlı ve maksatsız
politikacıların üşüştüğü ve yine Tevfik Fikret gibi kolay ve ucuz, açıkgöz ve istismarcı
lafazanlıklara meydan diye kullandıkları(…)mezarı, sade kendi ıstırap haline terkedilecek ve
civarına kimse yanaştırılmayacaktır”(s.16)
Tevfik Fikret’in yargılandığı mahkemeyi ideolojik ve taraflı tutum sergilemekle itham eden
Oktay Akbal, Burhan Belge ve Özdemir Asaf gibi isimler mahkemenin temyiz edilmesi
gerektiğini söyleyerek yeniden yargılanma isterler. Kabul gören bu teklifin ardından yer ve
zaman kararlaştırılır. Fikret’in lehinde ve aleyhinde dinlenecek olan kişilerin isimleri belirlenir.
Bu noktada Zahir Güvemli’nin ağzından aktarılan düşünceler bu mahkemelerin aslî işlevinin
ne olması gerektiğini ifade eder:
“Bilhassa arkadaşlardan şunu rica edeceğim. Toplantıya hazırlıklı gelsinler. İndî ve
tefsiri münakaşalarla vakit geçmesin. Her söz bir delille vesikalanabilsin” (s.23)
174
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Fikret için toplanan ikinci mahkeme bir taraftan Fikret’in şairliğini değerlendirirken diğer
taraftan da dönemindeki muhalif kimliğinin ve Batıcılığının kaynakları üzerine görüşler alır.
Bu defa Necip Fazıl, Fikret üzerindeki Coppe tesirini örnekleriyle birlikte ortaya koyarken,
Kazım Nami, şâirin muhalif yönünün İttihat ve Terakki’ye girme gayretinin sonucu ortaya
çıktığını söyleyerek padişah için yazdığı Culûsiyyeden seçilen örneklerle tezini ispatlamaya
çalışır. Sonuçta Fikret için önceki mahkemede verilen karar değişmez.
Fikret örneğinde olduğu gibi sanatçı kimliği ile siyasi düşünceleri birbirinden ayrılan bazen de
birbiriyle ilişkilendirilen diğer sanatçılarımızın edebiyat tarihinde nasıl bir algıyla yer
buldukları üzerine yapılacak tartışmalar faydalı sonuçlar verebilir. Örneğin, bir yandan
milliyetçi ve feminist kadın yazar imgesiyle tanınan Halide Edip’in diğer taraftan Amerikan
mandasına dair görüşlerinden kaynaklanan muhalif tavrı yazar Halide Edip ile siyasi bir figür
olan Halide Edip’i birbirinden çok ayrı noktalara yerleştirir. Edebiyat eleştirmeni ya da
okuyucunun net bir Halide Edip profiline ulaşabilmesi her iki yönünün de ayrıntılı olarak
bilinmesi ile mümkün olabilir. Bu süreçte yazarın kendisini savunmasına da imkân veren
mahkeme, yazarın niyetinin ortaya konmasını sağlayacak bilgilerin gündeme gelmesini sağlar.
Yakup Kadri’nin Yaban ve Nur Baba sebebiyle aldığı tenkitler, Haşim’in devletin yıkılma
sürecinde sadece mehtap ve leyleklerin şiirini yazmakla suçlanması, Arap olmasından dolayı
dışlanması gibi sorunlu alanlar da bir edebiyat mahkemesi düzeni içinde değerlendirilebilecek
diğer örneklerdir.
Yahya Kemal’in sanık sandalyesinde oturduğu mahkeme Fikret’inkine göre estetik yargıların
daha fazla olduğu bir ortamda gerçekleşir. Şairin neoklasik ve parnas kimliği sorgulanırken, az
yazması eleştirilir. Yahya Kemal’in sanat telakkisine dair değerlendirmeler yapan kişilerin
ittifak ettiği nokta, tek cepheli kabul edilmesine karşılık kelime işçiliğinde başarılı olan gerçek
bir şair vasfı taşıdığıdır. Hakkındaki hüküm de bu tespitlerle uygunluk gösterir:
“Kendisine, Tanzimat başından beri benzeri olmayan tek cephelişairliğine karşılık
defne dallarından bir çelenk takdim edilmesine, çelengin üstüne de aşağıdaki kısa hükmün
yazılmasına karar verilmiştir:
‘Dünyaları kavramakta en ileri (plastik) zevk hadlerinin mağrur inzivasına çekilmiş ve
buradan büyük idrake yol bulamamış san’atkâr!’” (s.50)
Necip Fazıl’ın kurguladığı Edebiyat Mahkemeleri, yazıldığı dönemin edebiyat anlayışının bir
sonucu olarak kendisinin de yer yer tenkit ettiği ideolojik koşullanmadan etkilenmiştir. Bu
175
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
çalışmanın edebiyat tenkidi ve edebiyat eğitimine sağlayacağı en önemli katkı bir yazarın eseri
ve yaşadığı/etkilediği dönemle birlikte ele alınmasını zorunlu kılmasıdır. Bunun yanı sıra
bilhassa öğrencilerle yürütülecek bir proje kapsamında kurgulanacak edebiyat mahkemeleri,
savunduğu ya da karşı çıktığı bir yazarı/eseri hangi delillerle destekleyebileceği, hangi
nâkısalardan dolayı tenkit edeceğini iyi bilme noktasında öğrenciyi hazırlıklı olmaya sevk
edecektir. Nitekim “sanat yapıtı, bireysel-tekil bir varlıktır ama o, insansal-toplumsal öze, bu
özün genelliğine ve tümelliğine ışık tutar” (Tunalı, 1998; 81). Yaşamın kendisi bir karşıtlıklar
ilişkisi üzerine kuruluyken edebi eserlerdeki karşıtlıkların yadırganması düşünülemez.
Karşıtlıkların ortaya çıkardığı çatışmadan hareketle evrensel insanî öze ulaşmanın amaç olduğu
edebiyat eleştirisinde metni şekillendiren iç ve dış dinamiklerin iyi bilinmesi, biçim ve içeriğin
oluşum sürecinin kavranması amaçlanır.
Edebiyat Mahkemeleri’nden Edebiyat Eleştirisi ve Eğitimine Dair Çıkarımlar
Edebiyat Mahkemeleri adlı kitapta her ne kadar yazar odaklı bir yargılama yapılıyorsa da
günümüz edebiyatında sadece eseri aracılığıyla konuşmayı tercih eden ve çoğunlukla da suskun
kalan yazarların edebî verimlerinin değerlendirilmesinde tanık olarak dinlenebilecek isimlerin
önemli bir işlevi olacaktır. Örneğin; İhsan Oktay Anar ya da Hasan Ali Toptaş gibi yazma
süreçleri konusunda ketum olmayı tercih eden yazarları değerlendirirken eleştirmenlerin metnin
doğasına uygun tahlil metotları kullanarak yaptıkları değerlendirmelerden hareketle sağlam
hükümler vermek mümkündür. Bu noktada edebiyat mahkemelerinde görev alacak kişilerin
edebiyat kuramları ve tahlil metotlarını iyi bilmesi gerekmektedir. Bu meseleyi sadece teknik
boyutlarıyla ele almak edebi metni, muhatabı için bir deneysel ürün seviyesine indirgeyebilir.
O yüzden öncelikle okuma ve yorumlama eylemlerinin yöneldiği nesne olan metnin,
okuyucuya hangi pencereleri açabileceği ya da yorumun sınırlarının nerede başlayıp nerede
bitebileceği gibi sorular üzerinde düşünülmelidir. Derrida’nn tabiriyle, her şeyi söyleyebilme
imkanı veren edebî metin, “kendi başına kendisini ‘aşkın’ bir okumaya ödünç vermekten
kaçınamaz ve bu aşkını yasaklayan bir edebiyat kendisini fesheder” (Derrida, 2010; 47).
Edebî esere ve yazarına başarı atfederken ya da büyük ve önemli gibi sıfatlarla anarken
bağlı kaldığımız ölçütler eserin özgünlüğü, dili ve imgesel anlatımı kullanma başarısıyla
ilişkilidir. Bunları dikkate almadan sadece ideolojik koşullanmalara bağlı sahiplenme ya da
dışlama haksız değerlendirmelerin ortaya çıkmasını sağlayabileceği gibi edebîlik ölçütünün de
ciddiye alınmamasına sebep olacaktır. Bu durumun en çarpıcı örneklerini edebiyatımızda bir
176
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
dönem ağırlığı hissedilen sosyal gerçekçi edebiyat çizgisindeki yazarlarda görebiliriz. Örneğin;
Köy edebiyatının ve sol edebiyat çizgisinin popüler olduğu bir dönemde hikâyeler kaleme alan
Tarık Buğra’nın, ödüller kazanmasına rağmen dönemin hikâyecilerine yer verilen antolojiye
dâhil edilmemesi ve kanon dışı bırakılması ideolojik kabullerin edebîlik vasfının önüne
geçtiğinin en açık örneğidir. Buna karşılık Sabahattin Ali, ideolojik mensubiyetine rağmen
yazdığı hikâye ve romanlarla günümüzde hâlâ zevkle okunan yazarlar biri olma mevkiine
ulaşmıştır. Günümüzde edebiyat çevrelerinin belli çizgiler doğrultusunda bir araya gelmelerine
rağmen metin karşısındaki okuyucu salt fikir içerikli eserlerde ne anlatıldığını takip etmekten
ziyade saf edebiyata yönelmekte ve aktif olarak yazma sürecine dahil olmaktadır.
Edebiyat, “okuyucusunda etkin bir zihinsel tepki uyandırır(ken)” (Pospelov, 2005; 39) içerdiği
değer yargılarını ideolojik sahiplenmenin ötesinde estetize ederek sunmayı amaçlar. Edebiyat
eleştirisini edebiyat bilimini besleyen bir kaynak olarak görmemiz gerektiği için eserde verilen
bilginin fikir kitaplarından farklı bir şekilde ifade ettiğinin farkına varmak durumundayız.
Gerçek mahkemeler olayın failini bulmak ve failin eylemleri üzerinden bir yargılama yapmayı
amaçlarken, edebiyat mahkemelerinde yazar, ortaya çıkan sonucun hazırlayıcılarından sadece
bir tanesidir. Edebiyat kuramları metnin anlamını aradıkları yere göre yazar, okur ve metin
merkezli kuramlar şeklinde ayrışırken aslında eserin tanımlanmasında rol sahibi olan faillerin
çeşitliliğine de işaret eder. Metnin anlamının yazarda olduğunu savunan geleneksel eleştiri
yöntemlerinin aksine özellikle modern ve postmodern metinlerin doğası ve kurgulanma biçimi
yazarı da aşan bir yapıya işaret etmektedir. Bu sebeple Umberto Eco’nun tanımlamasıyla
“örnek okur”a hitap eden metinler, anlam dünyalarını alımlama estetiğine uygun bir şekilde çok
katmanlı bir yapı içinde sunarlar. Okurun sürece aktif olarak katılabildiği metinler için, yazarın
ne söylemek istediği sorusu beraberinde okuyucunun “beklenti ufku” ve metnin niyeti gibi
eserin açımlanmasına katkı sağlayacak unsurları ön plana çıkarır. “Metnin niyeti temel olarak
kendisi hakkında tahminlerde bulunabilecek örnek bir okuru üretmek olduğundan” (Eco, 1997;
74) bir edebî metinden çıkarılacak anlamın izini sürmek için müracaat edilmesi gereken
unsurların çokluğunu dikkate almak gerekiyor.
Zaman zaman tenkit mahiyetinde duyduğumuz “edebiyat can çekişiyor” tarzı söylemler de
metinlere vukûfiyetin azalması ve popülaritenin bir ölçüt olarak önemsenmesinden
kaynaklanmaktadır. Edebî eserin estetik bir tavırla değerlendirilmesi gerekirken anlamı yazarla
ya da dönemin güncel meselelerinin etki alanıyla sınırlandıran yaklaşımlar anlamın tekliğini
hedefleyen indirgemeci yaklaşımlar sebebiyle metindeki derin yapıyı okuyamazlar. Niteliğin
çok okunmak ya da çok satmak gibi verilerle paralel kabul edildiği bu bakış açısına göre çok
177
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
okunan metinlerdeki edebî niteliğin düşük olması edebiyatın bütününe teşmil edilebilir.
Bilhassa roman türünde uzun bir taklit evresi yaşayan Türk edebiyatı, özgün vaka ve karakter
kurgulama bakımından önemli bir gelişme gösterirken bu gelişmeyi fark edecek nitelikli
okuyucu ve eleştirmenlere ihtiyaç duymaktadır. Edebiyat eleştirisinin en yoğun şekilde
yapıldığı ve bunun bir formasyonun parçası olarak teknik boyut kazandığı Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümlerinde Edebiyat Mahkemeleri modelinin uygulanması sanatçıların çok yönlü
olarak tanınmasını sağlayacağı gibi eleştirinin ilmî bir disiplin olarak gelişmesine katkı
sağlayacaktır. Ahmet Haşim’in “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar” başlıklı poetikasında
belirttiği edebiyatın düşmanlarından birinin de edebiyat öğretmenleri olması edebiyat
eğitiminde metin incelemelerinin sadece şekli unsurlardan ibaret görülmesi sebebiyledir.
Metnin biçim ve muhtevasına dair yazarın ifşâ ettiği kadarıyla bir anlam alanı oluşturmaya
çalışan okuyucu bu unsurların dışında bir hareket noktası belirlemediği taktirde -önceki
bölümde de bahsi geçen- örneğin; Hasan Ali Toptaş ya da İhsan Oktay Anar gibi yazarların
eserlerini yorumlamakta zorlanacaktır. Bu yüzden edebiyat kuramları metindeki, yazarın
sesinin dışındaki göstergelerin yorumunda yol göstericidir. Metin, yazarın sustuğu yerde ondan
çok daha ikna edici delillerle konuşacaktır. Bu süreçte oyunun kurallarını bilen okuyucu neyin
peşinde olduğuna karar vermek durumundadır. Yazarın mı, estetik tavırla ortaya çıkacak hazzın
mı, ideolojik bir söylemin mi yoksa edebî eserler yoluyla kendisini içten içe inşa etmenin mi?
Cevabımız ne olursa olsun edebî metinlere çok yönlü ve interdisipliner bir bakış açısıyla bakma
zorunluluğumuz büyük önem taşımaktadır. Necip Fazıl’ın kurduğu son mahkemede diğer üç
şâir hakkında edebiyat tarihçilerinin düştükleri hata ve eksiklikler eleştirilirken, Nurullah
Ataç’ın şahsından hareketle de eleştiri mekanizmasının nasıl işlemesi gerektiğine dair
değerlendirmelere yer verilir:
“Münekkit! Bütün bir tarih ve cemiyet çilesi çekmiş ve şahsî bir kıstasa varmış, akıl ve
fikir muztaribi…Münekkit! Tâ başlangıcından bugüne kadar bütün fikir ve sanat zincirlerini
teker teker belli başlı illiyetlere bağlayan ve o zincire ilişik yepyeni bir halkalanışın
muhasebesini kuran üstün yaradılış…Münekkit! Müstesna bir irfan, müstesna bir bilgi,
müstesna bir tecrit, müstesna bir zevk, müstesna bir seziş, müstesna bir duyuş, müstesna bir
üslûp sahibi insan…”(s.69-70)
Bu özelliklerden hareketle Nurullah Ataç’ın eleştirmen sıfatını hak etmediği hükmüne varılan
mahkemede eleştirmenlik iddiasında bulunan kişinin tespit ve hükümlerini kitabî bilgilerle
desteklemesi elzem görülürken edebiyatı gölgeleyen kişisel eleştiri tarzının sebep olduğu
178
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
tahrifata da işaret edilir. Mahkemenin sanık Ataç’a verdiği ceza, bu tarz eleştirmenlerin
edebiyattan uzak durması gerektiğine dair bir göndermedir:
“Yüksek mahkeme, sanığın Fransızca muallimliğinde, edebiyattan bahsetmemek
şartıyla ibkasına, gazetelerde, menba ve aslını göstermek şartıyla tercümeler yapabileceğine,
fakat her türlü edebiyat ve (söyleşi) yazılarından men’ine ve savcılık makamının iddianamesini
ezberleyip Türkiye’nin en büyük şehirlerindeki halkevlerinde birer kere ezbere okumasına
karar vermiştir” (s.73).
Edebiyat Mahkemeleri, Necip Fazıl Kısakürek’in edebiyata eleştirel tarzda baktığı bir metin
olmakla birlikte bu bildiride işaret etmeye çalıştığımız düşünce, kitaptaki mahkeme
uygulamasının edebiyat eğitiminde öğrenciler, öğretmenler veya akademisyenlerce hayata
geçirilmesinin hem kişilere hem de edebiyata önemli katkılar sağlayacağıdır. Necip Fazıl’ın
örnek olarak seçtiği isimlerin edebiyatımızda uç noktalara yerleştirilen kişiler olması edebiyat
eleştirisinde bir sorunsal olarak gördüğü öznel yaklaşımlara karşı bir tepkinin ifadesidir.
Edebiyat Mahkemeleri, sanatçıların ölümlü yanlarının yanı sıra zamanı aşan ölümsüz ve kalıcı
vasıflarına dair ayrıntılar üzerine bir hükme varmaya çalışırken bir yazarın hangi gerekçelerle
edebiyat tarihinde yer bulabileceğini ya da hangi zaaflarından dolayı eleştirilmesi gerektiğine
işaret eden bir eleştiri modeli sunar. Edebiyat Mahkemeleri’nde mizaç ve yönelimleriyle
farklılık göstermelerine rağmen mahkemede yargılanan dört isim için de geçerli olan vurgu,
sanatçıların büyük bir duygu ve düşünce çilesi çeken insanlar olarak ayrıcalıklı bir konumda
yer almaları gerektiğidir. Bu çileyi çekmeyen kişilerin edebiyat mahkemesinde beraat etmesi
mümkün değildir.
Edebiyatın hayatla yakın ilişkisinin kavranması, ayrıntıları fark etme konusunda insana katkı
sağlayan edebi metinlerde gizlenen derin hakikatleri farketmekle alakalıdır. Edebiyat eşittir
hayat anlayışının yerleştirilmesi edebiyatın felsefesinin de anlaşılmasını sağlayacaktır. Ne
yazık ki edebiyat incelemelerinin akademik bir paranteze alınması araştırmacılar gibi kimi
zaman okuyucuyu da bir takım teknik unsurlar sebebiyle sınırlandırmaktadır. Biçim özellikleri
ya da eserden çıkarılacak kıssadan hissenin dışında da metne dair derin okumalar yapmak
mümkündür. Netice olarak Edebiyat Mahkemeleri örneği, edebî metinlerin tarihî, felsefî ve
estetik temelleri dikkate alınarak yapılacak okumaların edebî metni yazarın ve ideolojik
mensubiyetlerin tekelinden kurtarmakla birlikte edebiyat eğitimine de metin yorumu
konusunda bir model olarak katkı sağlayacağı düşüncesinin altını çizmektedir. Bu bakış açısı
179
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
edebi eser veren sanatçıların edebiyat tarihindeki yerlerinin de sağlıklı ölçütlere dayanarak
değerlendirilmesini sağlayacaktır.
Kaynaklar
DERRIDA, Jacques, (2010), Edebiyat Edimleri, (Çev. Mukadder Ertan-Ali Utku),
İstanbul, Otonom Yayıncılık.
ECO, Umberto, (1997), Yorum ve Aşırı Yorum, (Çev. Kemal Atakay), İstanbul, Can
Yayınları, (2.bs.).
KISAKÜREK, Necip Fazıl, (2010), Edebiyat Mahkemeleri –Edebiyat Mahkemeleri
Doğu Edebiyatı / Dil Raporları, İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, (4.bs.).
POSPELOV, Gennadiy, (2005), Edebiyat Bilimi, (Çev. Yılmaz Onay), İstanbul,
Evrensel Yayınları, (2.bs.).
TUNALI, İsmail, (1998), Estetik, İstanbul, Remzi Kitabevi, (5.bs.).
180
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
SAİT FAİK ABASIYANIK’IN KÜÇÜREK ÖYKÜSÜ ‘BEN VE
ONLAR’IN ROLAND BARTHES’İN S/Z ADLI ESERİNDE YER ALAN
SEMANTİK KOD BAKIMINDAN İNCELEME DENEMESİ
Elif SAYAR
ÖZET
Öykü, kendine ait özellikleriyle, yeni yorumlara açık ve derin boşluklar taşıyan bir anlatı
türüdür. Bu çalışma, öykünün bu derin boşluklarında, imgesel ve semantik unsurlarla satır
aralarını yeniden okuma denemesidir. Bu çalışmada Sait Faik Abasıyanık’ın “Ben ve Onlar”
adlı kısa öyküsünün taşıdığı anlam yükü, RolandBarthes’in S/Z adlı eserindeki beş koddan ( 1.
Deneyin Sesi ( Özgür seçim edimleri)EYL.2. Kişinin Sesi (Anlambirimcikler)ANL. 3. Bilimin
Sesi (Ekinsel düzgüler)GÖN. 4. Gerçeğin Sesi (yorumlar)YOR. 5. Simgenin Sesi (Karşısav)
SİM.), birisi olan
“Kişinin Sesi /Semantik Kod” bakımından yeniden okunmuştur.
Değerlendirmede, Sait Faik Abasıyanık’ın kısa öykülerinden biri olan “Ben ve Onlar”ın
seçilmesinin nedeni, dünya edebiyatında “shortshortstory” veya “flash fiction” gibi
adlandırmalarla bilinen, Küçürek (kısa) öykü tarzında olmasıdır. Ramazan Kaplan’a göre yüz
sözcüğü geçmeyen bu anlatılar beş yüz sayfalık bir romanda, anlatılmak isteneni birkaç
tümceyle anlatır. Hızlı iletişim çağında, her şeyin parçalanıp küçüldüğü, dost sohbetleriyle
saatlerce süren sofraların yerini, kısa sürede tüketilen Fast- Food’un alması, özlem
sözcüklerinin sayfalarca sürdüğü mektupların yerini ise birkaç harfe sıkıştırılarak yazılan kısa
mesajların aldığı, tüketim çağında yaşayan insanın, günün yirmi dört saatinin bir dakikasına
sığdırabileceği bu öyküler, çağın bir aynası gibidir. Yoruma açık ve yananlam öğelerinin
fazlasıyla bulunduğu bu öyküler, “Semantik Kod” bakımından incelemeye değerdir. Metni
temel olarak yazınsal yapıttan ayıran, onu estetik bir ürün değil, anlam aktarıcı bir kılgı, olarak
gören Barthes, S/Z adlı eserinde, metni anlambirimlere ayırarak incelemiştir. Bu çalışmada,
Anlambilimin gönderme yaptığı yananlam veya anlambirimcikler, RolandBarthes’in izlediği
yöntem dâhilinde bir sözcük veya sözcükler dizisi ile belirtilip, ANL. kısaltmasıyla
gösterilmiştir. Seçilen öykü metninin çoğulluğu ise anlambirimciklerin çeşitli şekillerde
yorumlanmasına olanak sağlamıştır. Anlam derinliği olan bu öykülerde, herkesin kendinden bir

Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Türkiye, [email protected]
181
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
şeyler bulması mümkündür. Bu makalede, yaşam mücadelesi içinde, ait olmadığı bir ortamdan
çıkmaya çalışan bir aydının, içsel mücadelesi açıklanmaya çalışılmıştır. Toplum yaşamından
aile yaşamına doğru perspektif bir yapıda aktarılan bu öykü çalışması, toplumsallıktan
bireyselliğe uzanan bir yolculuk niteliğindedir.
Anahtar Kelimeler: Semantik Kod, RolandBarthes, Sait Faik Abasıyanık, Küçürek Öykü.
Abstract
A story is a kind of story open to new comments and having deep spaces. This study is a try for
rereading between the lines with fictional and semantic elements in the deep spaces of a story.
In this study, meaning load of SaitFaikAbasıyanık’s short story “Me and Them” is reread using
the “Semic Code: the voice of the person” among Roland Barthes’s five codes 1. Proairetic
Code: empirical voice (EYL.), 2. Semic Code: the voice of the person (ANL.), 3. Referential
Code: the voice of science (GÖN.), 4. Hermeneutic Code: the voice of the truth (YOR.) and
Symbolic Code: the voice of symbols (SİM.) in this work S/Z. The reason for choosing
SaitFaikAbasıyanık’s short story “Me and Them” is that the story is in the type named “short
short story” or “flash fiction” story in the world literature. According to Ramazan Kaplan, these
stories with maximum 100 words explain what is explained in novels in five hundred pages. In
this time of quick communication and consumption when everything became smaller and FastFood culture replaced meals for hours by chatting with friends, and short messages replaced
letters of several pages full of words of longing, stories which people can read in a minute of
their twenty-four hours, are like a mirror of their time. These open-to-comment stories with lots
of elements of connotations are worth analysing in terms of “Semic Code”. Barthes, who mainly
differentiates text from literary work and sees it not as an aesthetical product, but a practice
conveying meaning, analyses text by dividing it into morphemes in his work S/Z. In this study,
connotations or semes referred by Semantics are specified with a word or words within the
method of Roland Barthes and shown with the abbreviation ANL. And plurality of the selected
text enabled interpreting semes in different ways. In these stories with profound meaning, it is
possible for everyone to find something from themselves. In this article, inner struggle of an
intellectual who tries to get out of an environment he does not belong to in his struggle for life
is told. This story transferred from social life to family life in a correct perspective structure is
a journey from community to individualism.
182
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Key Words:Semic Code, Roland Barthes, SaitFaikAbasıyanık, Short short story.
Giriş
Dil, düşünme ve düşünüleni aktarma dizgesidir.(Aksan,2005:13) İnsanoğlunun ve kültürün
aktarıcısı olan dil ile ilgili en eski çalışmalar Eski Hint ve Eski Yunan’da gerçekleştirilmiştir.
Dinin itici gücü temel alınarak yapılan çalışmalarda Hint “Veda”larının doğru bir şekilde
okunması, değerlendirilmesi ve zamana karşı varlığını sürdürebilmesi amaç edinilmiştir.
Anlambiliminin konuları arasında olan nesne ve onun dildeki karşılığı üzerinde Platon,
Herakleitos, Aristoteles gibi birçok düşünür, dil felsefesi ve dilbilgisi konularına eğilmiştir. 19.
Yy.’da Alman dilbilimci K.Reising “Latin dilbilimi Üzerine Dersler” adlı kitabında anlam ile
ilgili konulara Semasiologine başlığı altında geniş yer vermiş, onunattığı temel,M.Breal
tarafından sağlamlaştırılarak Semantique terimiyle yeni bir çalışma alanı ortaya çıkarılmıştır.
İsveçli bilgin F. De Saussurre ise dile “dizge(sistem)” anlayışını getirerek dilin bir göstergeler
bütünü olduğunu vurgulamış, Chomsky ve Anlambilimin tarihçesi üzerinde duran TambaMecz bu alanda birçok çalışma yapmıştır.RolandBarthes ise Betiği(metni) temel olarak yazınsal
yapıttan ayırarak onu estetik bir ürün değil, anlam aktarıcı bir kılgı; bir yapı değil, bir
yapılanma; bir nesne değil, bir çalışma ve bir oyuniolarak nitelendirmiştir.Ayrıca Betiği bir
örnekçeyle (tümevarımla) ulaşılan bir yol değil, bin görüşlü bir ağın girişi”(Barthes,
2005:17)olarak nitelendiren RolandBarthes betiği küçük parçalara ayırmıştır.
Bu anlamlandırmayla “Betik, bütünlüğü içinde hem düz hem derin, kaygan, kıyısız ve
göstergesiz bir gökyüzüne benzetilebilir. Bazı ilkelere göre kuşların uçuşunu yorumlamak için
sopasının ucuyla gökyüzünden düşsel bir dikdörtgen kesen bir kâhin gibi yorumcu da
anlamların göçünü, düzgülerin(kodların) yanyana gelişlerini, alıntıların geçişini gözlemlemek
için betik boyunca okuma kuşakları çizer.”(Barthes,2006:24)
Betik boyunca çizilen okuma kuşaklarının amacıbetiğin çoğulluğunu ortaya çıkarmaktır.
“Çoğulluğu kafamızda canlandırmanın en iyi biçimi betiği farklı dalgalar üstüne yerleştirilmiş
ve zaman zaman ani bir ses solmasıyla yakalanmış birçok sesin çok renkli bir değiştirimi olarak
dinlemektir.”(Barthes,2006:47) Bu değiştirimde sesler bilinçdışıyla bağlantısını koparmaz.
Metinde söylenmek istenen şey, özne tarafından imgesel özdeşleşim ve gözucuyla görülen
183
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
gerçek ile, bir bakış açısından diğerine habersiz bir şekilde geçiş yapmaimkânı bulur. Modern
romanda bu değişim,atanolite59 gibi bir döngüye girer.
Bir metin her okunuşta okuyucu tarafından yeniden yaratılan bir dünyadır. RolandBarthes’e
S/Z adlı eserinde metnin çoğulluğunu gösteren beş düzgü(kod) olduğunu söyler.. S/Z adlı
eserindeki beş koddan ilki Deneyin Sesi’dir. “Özgür seçim edimleri” olarak açıklanacak bu kod
EYL.
kısaltması
ile
gösterilmektedir.
İkinci
sırada
“Kişinin
Sesi”
yer
alır.
“Anlambirimcikler”’in oluşturduğu bu kod ise ANL. Kısaltmasıyla yerini alır. Üçüncüsü
“Bilimin Sesi’ dir. “Ekinsel düzgüler” olarak açıklanan kod GÖN. Şeklinde kısaltılır. “Gerçeğin
Sesi” dördüncü koddur. “Yorumlar”ların ön plana çıktığı bu düzgü YOR. kısaltmasıyla
gösterilir. Son kod ise “Simgenin Sesi”dir “Karşısav” ı gösteren bu kod SİM. şeklinde kısaltılır.
Bu çalışmada ele alacağımız kod “Kişinin Sesi veya Semantik Kod”dur.“Düzgü bir dizge değil,
ne pahasına olursa olsun yeniden kurulması gereken bir dizidir.”(Barthes, 2006:29) “ Her düzgü
betiği örmüş olan seslerden biridir.” 60 Metni ören bu seslerden birisi de Semantik Kod’dur.
Semantik anlamları inceleyen bir bilimdir. Semantik(anlambilim) felsefi (mantıksal) ve
dilbilimsel olmak üzere iki farklı açıdan ele alınmaktadır. Felsefi (mantıksal) yaklaşım,
göstergeler ya da sözcükler ile bunların göndergeleri arasındaki bağlantıyı, düz anlam, yan
anlam, adlandırma ve doğruluk gibi özellikleri incelemektedir. Dilbilimsel yaklaşım ise, zaman
içinde meydana gelen anlam değişikliklerini, dilin yapısını, düşünce ve anlam arasındaki
karşılıklı bağlantıyı inceler. Dilbilimsel açıdan söylemlerin ve yazılı metinlerin zihindeki
çağrışımları olarak tanımlanır. Söylemlerin ve yazılı metinlerin okuyucunun zihninde
oluşturduğu bu çağrışımlar, betiğin çözümlenmesinde bir basamak oluşturan,anlambirimcikler
sayesinde çözülebilir. Bu anlambirimcikler metinde serbest halde bulunur. Serbest halde
bulunan anlambirimciklerin yorumlanması ve çözülmesi ise okuyucunun veya yorumlayanın
bilgi düzeyi ve kültür seviyesine bağlıdır.
RolandBartes Anlambirimciklerin “ Ne bir kişiye (bir yere ya da nesneye) bağlı tutmadan
çalışacağız ne de tek bir izleksel alan oluştursunlar diye kendi aralarında düzenlemeye
çalışacağız; değişikliklerini, dağılmalarını, onları bir tozun, bir anlam balkımasının parçacıkları
59 Müzikte notaların hiyerarşisinin yıkılıp bir tonun kalmaması.
184
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
yapan ne varsa her şeyi onlara bıraka(rak).”(Barthes, 2006:30) Çözümleme yapılması
gerektiğini vurgular.
Betikteki varsıllık(gösterilen) imgesini ortaya çıkarmak için anlambirimciklerden(kişinin sesi)
yararlanılır. Anlambirimciklerin dökümü yani kişiye ait sesin duyulması için bir takım dürtüler
gerekir. Nasıl bir boğa güresinde boğayı tetikleyen matadorun topuk sesi ve bel büküşü ise
betikteki anlam varsıllığını ortaya çıkaran da anlambirimciklerdir.(Barthes,2006:29) Örneğin:
“Anne” kelimesi ele alındığında anlambirimciklerin şu şekilde sıralandığı görülür:
Anlambirimcik1: Kadın(Dişi)
Anlambirimcik2: Çocuk sahibi(Doğurgan)
Anlambirimcik3: Kutsal bir varlık (Kültürel değer)
Anlambirimcik4: Fedakâr (İçgüdü)
Anlambirimcik5: Duygusallık(Kadın)… gibi
Anlambirimcikleri çoğaltmak mümkündür. Anlambirimcik (yananlamın gösterileni) kişilere,
yer ve nesnelere yananlamsalözelliikler yükler. Yananlam açıkça görülse de bireysel imgeler
taşıdığı için adlandırılması belirsizdir. Öyleyse yananlam “ Anlatım düzleminin bir anlamlama
dizgesi tarafından oluşturulduğu bir dizgedir.”(Barthes,2005:84). Yananlamın anlaşılması için
ipuçları verilir. Bir anlambirimciğin(yananlamın) verimliliği bu ipuçlarının tekrarlanmasına
bağlıdır. “Aynı anlabirimcikler birçok kez aynı özel adın içinden geçtikleri ve burada
durağanlaşır gibi göründüklerinde bir kişi doğar” Böylece kişi anlambirimciklerle bütünleşen
bir ürün olur. Anlambirimciklerin geri dönüşüyle belirlenen kişi karmaşık bir yapıya sahiptir.
Böylece Betiğin yananlam anahtarı ortaya çıkar. Bu tür ipuçları vermeye Barthes “yerdeşlik 61
oluşturma” (Erkman,2005:125) demektedir. Bu tekrarlanan ipuçları okuyucuya betikte neyi
bulması gerektiğini gösterir. Böylece yananlam parmak ucuyla işaret eder; ama söylemez. Her
şey anlambirimciğin adlandırılmasına bağlıdır.
RolandBarthes ‘in S/Z adlı denemesinde incelenen Balzac’ınSarrasine adlı öyküsü, Semantik
kod ANL. bakımından değerlendirilir.“Sarrasine” kelimesi ilk bakışta algılanacağı gibi dişilik
yananlamını akla getirir. Fransızca bir isim olan SarraSine’nde sondaki “e” biçimbilimde
dişiliğin göstergesidir. Bu ismin eril biçimi ise SarraZine’dir. Böylece Sarrasine metin boyunca
61
Herhangi bir dil öğesinin (sesbirim, anlambirimcik.) tekrarlanması.
185
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
“dişilik” bakımından vurgulanır. Özel ad olarak Sarrasine adı altında “ simgelerin
yönlendirilmiş kişisiz kişiliği değil; yananlamlar geliştirilir.” (Barthes,2006:90) Ruhbilimsel
açıdan bakıldığında Sarrasine (taşkınlık, sanatsal yetenek,bağımsızlık, aşırılık dişilik,çirkinlik,
karma yapı, dine saygısızlık,parçalama düşkünlüğü, istem vb.nin toplamı, kavuşma yeridir.
Özel Addır. Özel ad bir bedene göndermede bulunarak anlamın biçimlenmesini sağlar. Bu özel
ad kişiye anlambirimcikler dışında var olmayı sağlar. Özel adüzerine yüklenen tüm
anlambirimcikler gerçeği getiren eylemlere dönüşür. Ad da özneye dönüşür. Barthes’e göre
“Bugün romanda yıpranmış olan romansılık değil kişidir. Artık yazılamayandır. Özel addır.”
(Barthes,2006:91)
“Güçlü bir bilmece sıkıştırılmış bir bilmecedir.” diyen RolandBarthes’ın sözünden hareketle,
denemenin S/Z adlı başlığı ele alındığında, incelemesi yapılan Balzac’ınSarrasine adlı
hikâyesininyananlamlarıyla bir bütünlük gösterir. Bu başlık yananlamlar bakımından bize
hikâye metni içindeki bilmece için ipuçları verir. Fransız özeladbilimine göre aslında SarraZine
olması beklenen özel ad SarraSine olarak yazılmıştır. “Oysa Z sakatlama yazacıdır: sesbilgisel
açıdan, Z cezalandırıcı bir kamçı gibi, cehennem bekçisi bir böcek gibi şaklar; yazınsal olarak,
sayfanın değişmez beyazlığının içinde abecenin yuvarlaklığının arasına eğik ve yasadışı bir
kesici olarak çaprazlamasına elle atılmış olup, keser, karalar, çizgi çizgi yapar,(…) (Balzac’ın
adında da bulunan bu Z sapkınlığın yazacıdır.” (Barthes,2006:100) Sapkınlığın yazacı olan Z,
Zambinella’nın hadımlığının baş göstergesidir. Hadım edilmiş Zambinella’ya âşık olan
SarraSine’in ortasında yer alan S (aslında Z olan;) Zambinella’nın Z’si ile tamamlanır. Birbirini
tamamlayan bu iki harf yazınsal olarak bir ters- yüzlük ilişkisi içindedir. S’nin aynadaki
yansıması Z’dir. Metinde Sarrasine kendi hadımlığınıZambinella’da görür. Bundan dolayı S ve
Z arasındaki “/ ” işareti bir ayna gibi yansıtıcı bir işleve sahiptir. Bununla birlikte bu işaret
“yasaklama çizgisi, ayna gibi bir yüzey, sanrı duvarı, karşısavın kesicisi, sınırın soyutlanması,
gösterenin eğikliği, dizinin yani anlamın işaret parmağıdır.”(Barthes,2006:100)Metinde
Sarrasine’nin Zambinella tarafından kendisine yasaklanması ve sınırlanması, zaman zaman
hadımlığın sezdirilmesi ve Sarrasine tarafından reddedilmesi, gerçek ile arzu edilenin birbirine
karışması ve kaypaklık bu işaretin gösterilenleri arasındadır.
Sevdiği kadının, kimsenin tanımadığı bir yaşlı adam ve gizemli bir portre için duyduğu
merakından yararlanan aşık(Markiz) ona bir anlaşma önerir. Sarrasine’nin62 hikâyesine karşılık
Bu betik Balzac’ın La Comédiehumaine (İnsanlık Güldürüsü ) başlığı altında toplanmış olduğum tüm
yapıtlarının Scénes de la vieparisienne (Paris Yaşamından Sahneler) adlı bölümünde yer almaktadır. (S/Z. s.188.)
62
186
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
ondan bir aşk gecesi ister. Sevgilinin kabul etmesiyle anlatı başlar. Ancak sonuç aşığın(Markiz)
istediği şekilde bitmez. Anlatının sonunda Sarrasinegerçeği (Zambinella hadım bir erkektir.)
öğrenir ve Zambinella’yı öldürmek isterken kendisi öldürülür. Geceye gelen gizemli yaşlı adam
ise Zambiinella’nın ta kendisidir. Bu anlatıdan olumsuz etkilenen sevgili, aşktan uzaklaşıp
anlaşmayı yerine getirmekten vazgeçer. Böylece âşık(Markiz) Zambinella’nın dışlanmışlığını
yaşar ve betiğin sonunda düşünceye dalar. Böylece anlatı sonsuz bir anlam dünyasına açılır.
Artık bundan sonraki süreç okuyucunun ne düşündüğü ile ilgilidir. Bu, metnin çoğulluğunun
bir göstergesidir. Bu noktada okuyucuyu düşünceye daldıran anlatı, “anlamı askıya
alır”.(Barthes,2006:187)
Anlatılarda, özellikle öykülerde hayatın arka planına atılan durum ve olaylar anlatılır veya
sezdirilir. Diğer bir deyişle öykü “tamamlanmayı bekleyen bir çağrışım dünyası”dır.
(Arslan,2009:10) Bildiğimiz hikâyelerden daha kısa olan küçürek hikâyelerde anlatılmak
istenenin bazen birkaç cümleye sığdırılması, anlam yoğunluğunu ve çağrışım dünyasını daha
da yoğunlaştırıp güçlendirir. Dünya edebiyatında “shortshortstory”, flash fiction” gibi
adlandırmalarla bilinen bu hikâye türü,bizde Küçürek Öykü63, Minimal Öykü, Kıpkısa Öykü,
Kısa Kısa Öykü gibi adlandırmalarla edebiyatımızda yer almıştır. Ramazan Kaplan’a göre bir
çığlık olarak tanımlanan Küçürek öyküler, 100 sözcüğü geçmeyecek anlatılar olarak,
nitelendirilir.Biçim bakımından divan edebiyatındaki mesnevi ve batı edebiyatındaki fabllara
benzeyen Küçürek öyküler, temelde bu anlatılardan farklıdır. Küçürek öykü, mesnevi veya fabl
gibi nasihatte bulunmaz ve karakter yaratmaz. Ancak bazı değişmez hakikatleri sezdirir.
İnsanları bu hakikatlerle yüzleştirir. “Kısa öykünün üç önemli belirleyici özelliği vardır:
Kısalık, yoğunluk ve birlik.”(Erden,2002:314) Böylece her satır, her kelime ve yapısal özelliğin
birden çok anlamı bulunabilir. Ayrıca Küçürek öyküler etkili dil, mecazilik ve sezdirme gibi
özellikleriyle de şiirsel(bkz.Sağlık,2007:53) olma özelliği taşır. Küçürek öyküler, klasik
hikâyeden başı ve sonu çekip çıkartılmış gibi dururlar. Başı ve sonu doldurmak ise okurun
vazifesidir. Bu öyküler 500 sayfalık bir romanda anlatılmak isteneni birkaç tümceyle anlatır.
Hızlı iletişim çağında her şeyin parçalanıp küçüldüğü, dost sohbetleriyle saatlerce süren
sofraların yerini kısa sürede tüketilen Fast-Food’unaldığı, özlem sözcüklerinin sayfalarca
sürdüğü mektupların yerini ise kısaltılarak yazılan kısa ‘msj’ların aldığı tüketim çağında
yaşayan insanın, günün 24 saatinin bir dakikasına sığdırabileceği bu öyküler, çağın bir aynası
gibidir. “Zira küçürek öykü, akreple yelkovan arasına sıkışan özgür görünümlü, ama
63
Terimi oluşturan: Ramazan Korkmaz ve Ahmet Buran.
187
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
bürokrasinin kâğıttan kelepçelerle tutukladığı çağcıl mahkûmların, kendini fark ettiren sonraki
çığlığı
gibidir;
kısa,
keskin
ve
tiz.
Bu keskin çığlıkta, sınırlarına çarparak hiçbiriyerdeliğini keşfeden insanın bunaltı arayışları
vardır. Yurtsuzluğunu birey olarak duyumsayan insan, umutsuzca yaşamı sorgulamaktadır. O
yüzden yabancılaşma, köleleşme, umutsuzluk, çöküntü ve bunaltı ana izlekleri üzerine kurulan
küçürek öyküler, çağın baskın eğilimi doğrultusunda ulusal ya da geleneksel öğelerden çok
bireysel (bireyci değil) öğeleri(Edgü, 1979:20) içerir. “Bir bakıma anlatı kişilerinin zamansızlık
ve yurtsuzluk sorunlarının metinleşmesi gibidir.”(Korkmaz,2011:12) Hızlı iletişim çağında
yaşamı sorgulayan birey ve onun yalnızlığı, yabancılaşması üzerine kurulan küçürek öyküler,
genelde bireysel konuları işler.Böylece Küçürek öyküler, insanoğlunun varoluşsal kaygılarını
sorgulamada ve dile getirmede önemli bir yere sahiptir.
Eserlerinde gündelik hayatımızdan insanların, sıradan yaşamlarını, itilmişliğini, yalnızlığını ve
bunaltılarını gündeme getiren Türk öykücülüğüne “küçük insan”(Bkz.Tosun,2000:308)
kavramını kazandıran Sait Faik’in öykülerinde, bireysel yan ön plana çıkar. Fethi Naci, Sait
Faik’in ilk dönem hikâyelerinde insan sevgisi ve insan iyilikleri ile dolu olduğunu, Luzumsuz
Adam’a kadar devam eden bu insan tipinin ondan sonra yerini herkesten kaçan yalnız “ben” e
bıraktığını dile getirir.(Bkz. Naci, 1990:18.) Öykülerinde gittikçe belirginleşen “ben” kendini
toplum dışında algılaması, tabiatla ve insanla olan zıtlığı, davranış değerlerini ve araç
değerlerini hayatının tamamen dışında tutması ile “ben” tam bir karakter özelliği gösterir.”
(Çelik,2002:26) Öykülerini genelde İstanbul’u ve insanların bir fotoğraf karesini dolduran
durumlarını anlatmakla meydana getirir. Özellikle savrulan insanların mutsuzluğunu
kimsesizliğini, yalnızlığını anlatır öykülerinde. Sait Faik öykülerinde, kısa cümleler ve şiirsellik
peşindedir. Bununla birlikte okuyucuya ulaşma çabasında olduğu için açık ve yalın bir anlatımı
tercih eder. Öyküleri büyük olaylardan çok küçük ama derin durumları anlatır. Bu özellikleriyle
ile Sait Faik, inceleyeceğimiz Küçürek öykü türünde örneklerine rastlayacağımız
hikâyecilerimizden birisidir. Öykülerinde toplumun problemlerine değil, kendisinden yola
çıkarak bireyin toplum içindeki sorunlarına değinip, insan gerçeğini anlamaya çalışan Sait
Faik’in, Ben ve Onlar adlı son yıllarda popüler olan Küçürek öykü (shortshortstory)
düzeyindeki hikâyesi, bu öykülerden birisidir.
Barthes’ın S/Z adlı denemesinde, Balzac’ın Sarrasine adlı eserini incelerken izlediği yöntemi
bir örnek ile açıklamaya çalışalım:
188
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
1. SARRASİNE: Sarrasine sözcüğü bir başka yan anlam, her Fransızın hemen
algılayacağı dişilik yananlamını getiriyor, sondaki e ister istemez dişil biçime özgü
biçimbirim olarak görülüyor, özellikle de eril biçimi(Sarrazine) bilinen Fransız özel
adları arasında yer alan bir ad söz konusu olduğunda. ( Yananlamların getirdiği) dişilik,
betiğin bir çok yerinde saptanacak bir gösterilendir.; göçmen bir öğedir bu, aynı türden
başka öğelerle bileşime girerek kişilikler, atmosferler, betiler , simgeler oluşturabilir.
Burada saptadığımız bütün birimlerin gösterilen olmasına karşın, bu birim örnek bir
sınıfa aittir: Kusursuz bir biçimde gösterileni oluşturur, tıpkı- neredeyse sözcüğün
gündelik anlamıyla- yananlamın onu belirlediği gibi. Bu öğeyi(daha fazla özelliklerine
girmeden) bir gösterilen yada hatta bir anlambirimcik olarak adlandıralım.
(anlambilimde, anlambirimcik gösterilene ilişkin bir birimdir) ve sözbirimin gönderme
yaptığı yananlam gösterilenini her seferinde (yaklaşık olarak dile getiren) bir sözcük
aracılığıyla belirtmekle yetinelim, bu birimlerin kısaltmasını da ANL. Yazaçlarıyla
yapalım (ANL: Dişilik.)(Barthes,2006:27)
Metin:
BEN VE ONLAR64
İnsanı, bir tesadüf, sevmeyeceği insanlar arasına atabilir. Ben öylelerinden biriyim. Bana büyük
şehir lazım. Bana tanımadığım, üzerinde hayal kuracağım ev, insan, hayvan, taş, toprak lazım.
Tesadüf beni bir yerde oturmaya mahkûm etti. Buranın insanlarını sevemiyorum. İçlerine
giremiyorum. Bunlar iyi yiyor,iyi içiyor. Meltem onlar için, tuzlu serin deniz suyu onlar için.
Gökyüzünde güneş onların kadınlarının omuzbaşlarını dolgun dizkapaklarının üstünü
yaldızlıyor. Ilık geceler, patiskalar,muslinler,ince yatak örtüleri, küçücük, serin gece rüzgârları
onlar için…
Komidinlerde
kitaplar,
gazeteler,
kitaplar,
mecmualar,
çocuklarının
yerlere
attığı
köpek,kurt,tay, ceylan, kaplan, vahşi orman, dağ evleri, köy, oduncuların murabba tahtalardan
kolları, bacakları, ormanın bir köşesi, kuzunun kulağı, ceylanın gözü, kaplanın sırtı, vahşi
ormanın yeşili, dağ evinin bacağı birbirine eklenince manzaranın tamam olduğu, ailenin
çocukla beraber oynadığı oyuncaklar için.
Sait Faik’in “Ben ve Onlar” öyküsü yayımlanan öykü kitaplarının içinde yer almamıştır. İncelediğimiz bu öykü
Ramazan Korkmaz ve Mutlu Devecinin hazırlamış olduğu Küçürek Öyküler adlı çalışmada yer almaktadır.
64
189
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
(Abasıyanık,1997:46)
Semantik Kod:
Sait Faik’in Ben ve Onlar hikâyesi başlık dâhil cümle ve anlambirimciklere ayrılarak
incelenmesi gerekir.
1. Ben ve Onlar: ANL. Ötekileşme. Başlık bir varoluşsal problemi ortaya koyar. Ben ve
benim dışımda kalan her şey (onlar), metin boyunca yananlam bakımından bir
ötekileşme ve yabancılaşma sorununu dile getirip metni özetler niteliktedir. İnsanoğlu
kendi isteği dışında geldiği dünyadan yine kendi isteği dışında ayrılmayacağını bildiği
için bu dünyaya bir iz bırakarak gitmek ister. Bu şekilde kendi varlığının kalıcılığını
sağlamak ister. Bu, İnsanoğlunun varoluşsal kaygısıdır. Bunu da ya üretici bir şekilde
sanat eserleri bırakarak ya da yıkıcı eylemlerde bulunarak ortaya koyar. Bu varoluş
mücadelesi
insanın
yaşamı
boyunca
sürüp
gider.
Metindeki
varoluşunu
gerçekleştiremeyen özne yani ben, bulunduğu topluma yabancılaşmış ve ötekileşmiştir.
2. İnsanı, bir tesadüf, sevmeyeceği insanlar arasına atabilir.ANL. İstem-dışılık.
Gönderilmişlik. Özne genel bir düşünceden yola çıkarak ileride açıklayacağı kendi
durumuna bir göndermede bulunur. İçinde bulunacağı durum bir gitme değil felsefi
görüş olarak ilk insanın dünyaya fırlatılması gibi atılmışlık eylemidir. Fırlatılan insanın
hayata hazırlıksız yakalanması, anlamaya çalışacağı hayatın önünde gider.
(Tatar,2012:13.00) Varoluşunu gerçekleştiremeyen insan, kendine ve topluma ve
yabancılaşmıştır. Burada insan hayatı tıpkı kalp grafiğindeki tepe ve dip noktalarından
oluşur. Bulunduğu ortama yabancılaşan özne, dip noktadadır. İnsanın en son bulunacağı
bu noktada özne bir ışık, bir ipucu bekleyecektir. Durumundan şikâyetçi olan özne, bir
süre sonra kendini gerçekleştirecek olan insanı tanımlar.
3. Ben öylelerinden biriyim.ANL. Aidiyetlik. Farkındalık. Farkındalık ile başlayan
düşünsel edim, bireyin kimliğini sorgulamasına ve değerlerinin farkına varmasına
neden olur. Bireyin dış dünya ile ilişki kurması, kendini tanıması yolundaki bu adım
bireyin varoluşunun temel belirleyicisi olacaktır. Barthes’e göre “ Ben diyenin adı
yoktur.(..) Ben hemen bir ada, kendi adına dönüşür. Ben artık bir adıl değil bir addır.
Ben
demek
kaçınılmaz
olarak
kendine
gösterenler
vermektir.
2006:68)Öyküdeki Ben artık birçok şeyin göstergesi durumundadır.
itibariyle bulunduğu yerin farkındadır; ancak istemeden de olsa
(Barthes,
O, ‘Benlik’
‘onlara’ aittir.
Kabullenme ile bir geçiş aşamasında olan özne, yeni bir hayat kurma, yenilenme,
190
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
değişim ve dönüşümün habercisidir. Farkındalığı gösteren özne bulunduğu durumdan
kurtulmak için ileride bir çıkış yolu düşünecektir. Benliğini keşfetmeye çalışan birey,
“olanaklılığını eylemsel düzeyden çok düşünsel düzlemde tanımlamaya çalışır.”
(Deveci, 2012:104)
4. Bana büyük şehir lazım.ANL. Farkındalık. Eksiklik. Arayış. Ne istediğini bilen ve
bulunduğu ortamdan hoşnut olmayan ‘Özne’ kendine ait bir yaşam alanı belirler. Bu,
öznenin içinde bulunduğu çatışma ortamından kurtuluşudur. Dış gerçekliğin karşısında
kendi gerçekliğini oluşturmaya çalışan özne, toplumda etken bir rol almaya çalışır.
5. Bana tanımadığım, üzerinde hayal kuracağım ev, insan, hayvan, taş, toprak lazım.
ANL. İhtiyaç. Bulunduğu çevreden uzaklaşma, kaçış ve hayallere sığınma modern
aydının karşılaştığı sorunlardandır. Her şeyin minimalize edildiği çağda, aydın dar
mekân ve zaman dilimine yerleşmiş, insan ilişkilerinden kaçıp, kendine ait mekânlarda
hayat bulmak ister.
Bu boş bir mekân değil hayal ettiği dünyaya ayak uyduran
insanların içinde bulunduğu, yapaylıktan uzak, doğala dokunabileceği bir mekândır.
Özne, taşıyla toprağıyla bir yurt edinmek ve kurduğu hayallerle yeniden
üretmek(varoluş) ister. “ Özgürlüğünü duyumsayan insan, bilinçli bir varlık olarak,
öz’ünü yaratmak için geleceğe dönük projeler/ tasarılar geliştirir.” (Deveci, 1012:117)
Böylece insan özgür seçimleriyle varolur.
6. Tesadüf beni bir yerde oturmaya mahkûm etti.ANL. Sınırlılık. Anilik. Zorunluluk.
Belirsizlik. Özne kendi isteği dışında bulunduğu bu yerde tutsak hisseder. Özne kendi
varoluşunu gerçekleştirememe korkusu yaşar. Bunu nedenini ise dış nedenlere
bağlamaktadır. Dış etkenler tarafından mahkûm edilen özne ise burada edilgen
durumundadır. Kendi kararlarını özgürce veremeyen ve seçemeyen edilgen birey
kendini gerçekleştiremeyecektir.
7. Buranın insanlarını sevemiyorum.ANL.Yabancılaşma. Uzaklaşma. Özne Sevmeyi
denediği halde bulunduğu ortamdaki diğer bireyleri(ötekiler)i sevemez. İçinde bir süre
yaşadığı halde bulunduğu ortama alışamayan birey, kendini bu insanlara ait hissetmez.
8. İçlerine giremiyorum.ANL. Yabancılık. Yabanlık. Öznenin bulunduğu ortamdan
hoşnut olmaması ve oraya ait hissetmemesi kaçma duygusunu da beraberinde getirir..
Artık bulunduğu ortamda o bir ‘Yaban ’dır. Ne yetiştiği çevrenin bir üyesi ne de gitmek
istediği dünyanın bir bireyidir. Modern aydının yalnızlığı tam da burada başlar.
9. Bunlar iyi yiyor,iyi içiyor.ANL.Varsıllık. Tembellik. Özne içinde bulunduğu çevreden
kendini soyutlayarak diğerleri için artık ötekileşir. Karşı taraf özne için, uzaklaşıp “Bu”
olur. ‘Bunlar’dan soyutlanan özne, ortamı kabullenmeyerek yadırgar. Özne kendini
191
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
onlarla mukayese edip, kendini onlardan farklı görür. “Düşünme, Arzu et sade! Bak,
böcekler de öyle yapıyor.” Diyen Orhan Veli ‘onlar’ın’ durumunu en iyi biçimde
özetler.
10. Meltem onlar için, tuzlu serin deniz suyu onlar için.ANL.Özgürlük. Doğallık,
Sahiplik. Orhan Veli’nin “Bedava yaşıyoruz, bedava; hava bedava, bulut bedava;”
dizelerinde olduğu gibi ‘onlar’ meltem ve deniz gibi doğaya özgü, herkes tarafından
ulaşılabilecek hayat kaynağının sahibidirler. Artık ‘onlar’ yaşam alanının her karesini
kaplamış, tüm yaşam kaynaklarının sahibi olmuşlardır. Sadece temel ihtiyaçlarını
karşılayıp düşünmeyen bu yapı, toplumsal sorunlar hakkında düşünen aydın için
uzaklaşılması gereken bir unsurdur.
‘Bu’ metinde artık daha da uzaklaşarak ‘o’
olmuştur.
11. Gökyüzünde güneş onların kadınlarının omuzbaşlarını dolgun diz kapaklarının
üstünü yaldızlıyor.ANL.Gündüz. Üstünlük. Dişilik. Güneşin onların kadınlarının
omuzbaşlarını yaldızlaması bir rütbe ve üstünlük çağrışımı yapar. Ataerkil toplum
yapısında kadın pasiftir ve etkilenendir. Bunun yanında ‘onların’ kadınları ayakları yere
basan, başarılı kadınlardır. Cumhuriyet döneminde kadının cemiyet hayatına
girmesiyle, erkek egemen toplumda çözülmeler meydana gelmiş, eril kişi bulunduğu
maddi ve manevi konum itibariyle değişikliklere uğramıştır.
12. Ilık geceler, patiskalar,muslinler,ince yatak örtüleri, küçücük, serin gece
rüzgârları onlar için…ANL. Romantizm. Cinsellik. Sait Faik’in öykülerinin temel
izlerinden birisi de “cinselliktir. Sait Faik’e göre insanlar doğal yaşamın, tabiatın bir
parçası olarak cinsel özgürlüklerini sonuna kadar yaşamalıdırlar çünkü cinsellik insan
hayatının gayesidir.(Tosun,2000:313) Ilık gece, ince yatak örtüleri okuyucuyu romantik
bir yaz akşamına götürür. Burada Freudyen bakış açısı baskındır. Toplumda cinselliği
hakkıyla yaşanamayan “ben” kadın erkek birlikteliğini “onlar” üzerinden vererek
kendini yeniden “öteki”leştirir.
13. Komidinlerde kitaplar, gazeteler, mecmualar, ANL. Kültürlülük.Komidinlerdeki
kitap ve dergiler, Onlar’ın aynı zamanda okumuş ve kültürlü olduğunu gösterir.
14. Çocuklarının yerlere attığı köpek,kurt,tay, ceylan, kaplan Vahşi orman, dağ evleri,
köy, oduncuların murabba tahtalardan kolları, bacakları, ormanın bir köşesi,
kuzunun kulağı, ceylanın gözü, kaplanın sırtı, vahşi ormanın yeşili, dağ evinin
bacağı birbirine eklenince ANL.Bütünlük Çocukluk. Dağınık halde yere atılan(
dünyaya fırlatılan insan gibi) bulunan bu oyuncak parçaları bir bütünü oluşturur. Bu
192
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
manzara, toplumda parçalanmış halde bulunan insanın çocuk duyarlılığıyla yeniden
bütünleşen benliğidir
15. Manzaranın tamam olduğu ANL. Bütünlük. Varoluş. Birey çocukların oyuncakları
üzerinden kendi varoluşunu gerçekleştirmiştir.
16. Ailenin çocukla beraber oynadığı oyuncaklar için. ANL. Birliktelik. Aile kavramı
bir birliktelik ve bütünlük kavramını çağrıştırır. Varoluşunu gerçekleştiren birey
olaylara farklı açıdan bakar. Dış etkenlerin varlığına rağmen kendi iç benliğine dönen
birey, kendini gerçekleştirmek için yapması gerekenin farkındadır. “Ailenin çocukla
birlikte oynadığı” vakit ile yetişkin bireyin, çocukluk ve bozulmamış duyarlılığına
tekrar bir dönüş sağlanır. Okumuş ve sözümona aydın, olma bakımından Özneyle aynı
durumda olup, farkındalığı kazanamayan ‘onlar’ yetiştirmiş oldukları çocuklara kendi
özlemini kurduğu dünyanın oyuncaklarını (deniz özlemi çeken birinin, mavi kazak
giymesi gibi) bilinçdışı bir hareketle satın alır. Ancak çocuklar bu oyuncaklara farklı
bakış açısıyla bakarak değersizleştirir(yere atma). Değersizleştirmelerinin sebebi ise
onun anne babası ile ortak bir alanı paylaşamamasıdır. Çünkü çocuklar için oyuncak,
birliktelik olgusuyla anlam kazanır.
Sonuç
Sonuç olarak Sait Faik Abasıyanık’ın bu öyküsü Semantik(Anlamblim) Kod
bakımından değerlendirilmiş ve bazı çıkarımlarda bulunulmuştur. Birçok anlam
yoğunluğunu içinde barındırdığı için seçmiş olduğumuz küçürek öykü tarzı ise
anlambirimciklerin çeşitli şekillerde yorumlanmasına olanak sağlamıştır. Bu
betik,yukarıda okuduğumuz şeklin dışında Marksist veya ekonomik anlamda her şeyini
kaybetmiş bir insanın durumu olarak da okunabilir. Anlam derinliği olan bu öykülerde
herkesin kendinden bir şeyler bulması mümkündür. Biz burada hayatın iniş ve
çıkışlarının içinde ait olmadığı bir ortamdan çıkmaya çalışan bireyin içsel mücadelesini
gözler önüne serdik. Cemiyet hayatından aile hayatına doğru perspektif bir yapıda
aktarılan bu öykü, toplumsallıktan bireyselliğe uzanan bir yolculuktur.
Kaynakça
193
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Abasıyanık S.F., Eylül-Ekim 1997, Ben ve Onlar-Pısırık, Adam Öykü (Kısa
Kısa Öykü Özel Sayısı 12)
Aksan D.,2005, Anlambilim,Ankara, Engin Yayınevi.
Aristoteles, 1993, Metafizik, (Çev: Ahmet Arslan), İzmir: Ege üniversitesi
Basımevi.
Arslan F.,2009, Öykünün Sesini Kısmak, Erzurum,Salkımsöğüt.
Barthes R.,2005, GöstergebilimselSerüven, İstanbul, YKY.
Barthes R., 2006, S/Z,İstanbul, YKY.
Çelik Y.,2002, Sait Faik ve İnsan, Ankara, Akçağ.
Deveci M.,2012, Varoluş ve Bireyselleşme Açısından Ferit Edgü Anlatılarında
Yapı ve İzlek. Ankara, Akçağ.
Edgü F.,24 Eylül 1979, “Çağdaş Sanatın 80 Yıllık Serüveni(3)”, Milliyet Sanat,
S. 336.s.20.
Erden A.,2002, Kısa Öykü ve Dilbilimsel Eleştiri, İstanbul, Genda.
Erkman F.,2005, Göstergebilime Giriş, İstanbul, Multılıngual.
Gasset,Y.O..,1995, İnsan ve ‘Herkes’, (Çev: Neyire Gül Işık), İstanbul: Metis
Yayınları.
Kant, I..,1982, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi, (Çev:İoannaKuçuradi),
Ankara, TFK.Yayınları.
Korkmaz R.,Deveci M., 2011, Küçürek Öyküler, Ankara, Grafiker Yayınları.
Naci F., 1990, Bir Hikayeci Sait Faik- Bir Romancı Yaşar Kemal, İstanbul,
Gerçek Yay.
194
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Tatar B., 20 Kasım 2012, Hayat ve Felsefe(Söyleşi), OMÜ, Fen-Edebiyat, Türk
Dili Edebiyatı Bölümü Lacivert Salon 13.00.
Tosun N.,2000, Hayata, Yalnızlığa, Cinselliğe Övgü: Sait Faik Öykücülüğü,
Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, Hece,S.46-47 s.308-314..
Sağlık Ş.,2007, Ne Şiirin İçinde Ne de Büsbütün Dışında Minimal Öyküler ve
Şiir, Hece Öykü, S19, ,s.53-61.
195
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
TÜRKÇEYİ YABANCI DİL OLARAK ÖĞRENEN ÖĞRENCİLERİN
OKUMA VE DİNLEME BECERİLERİNDE KULLANDIKLARI
STRATEJİLER
Emre YAZICI
Adnan KARADÜZ
Abdullah ÇOBAN
ÖZET
Dil öğrenme stratejileri hem ana dili gelişimi sürecinde hem de ikinci bir dil öğrenmede,
öğrenme sürecinde bireylerin aktif ve başarılı olmasını destekler. Özellikle ikinci bir dilin
öğrenilmesinde anlama ve anlatma becerilerini geliştirmek için her birey çeşitli stratejiler
geliştirerek daha kolay ve pratik yollardan beceri elde etmeye çalışırlar. Dil öğrenme stratejileri
bilişsel, duygusal ve sosyal nitelikli olabilmektedir. Dil öğrenme sürecinde stratejisi
kullanabilen öğrenciler, hem daha kolay öğrenmekte hem de strateji becerileri kazanmakta;
sonuç olarak da daha başarılı olabilmektedirler.
Bu araştırmada Türkçeyi yabancı dil olarak öğrenen öğrencilerin anlama ve anlatma
becerilerine dönük olarak kullandıkları stratejilerin araştırılması hedeflenmektedir.
Araştırmanın çalışma grubu yabancı ülkelerden gelen İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi
TÖMER’de Türkçe öğrenmeye çalışan üniversite öğrencilerinden oluşmaktadır. Araştırmanın
yöntemi nitel betimsel bir araştırmadır. Araştırmaya veri toplamak için odak grup görüşmesiyle
gözlem yapılmıştır. Araştırma sürecinde elde edilen nitel veriler içerik analizi yöntemiyle
yorumlanmıştır.
Öğrencilerle yapılan görüşme ve gözlemlerde elde edilen verilere göre öğrencilerin iletişim
kurmak için birbirlerinden yardımlar aldıkları, bilişsel ve duyuşsal birtakım stratejiler
geliştirerek aktif oldukları görülmüştür. Ayrıca Türkçeyi öğrenirken daha rahat davranmak için

Araş. Gör., İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Türkçe Eğitimi Bölümü, İstanbul.

Doç. Dr., Erciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Türkçe Eğitimi Bölümü, Kayseri.

Araş., Gör. Erciyes Üniversitesi Eğitim Fakültesi, Türkçe Eğitimi Bölümü, Kayseri.
196
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
ana dillerine ya da daha önceden öğrendikleri dile ait yapıları yazma ve konuşma ortamına
taşıdıkları görülmüştür.
THE STRATEGIES THAT TURKISH LEARNES – AS A FOREIGN
LANGUAGE – USED IN THEIR READING AND LISTENING SKILLS
Abstract
Language learning strategies back up the individuals to be successful during learning phase
both in acquiring the mother language and learning a second language.In order to develop their
comprehending and expressing skills, each individual tries to get skills through easier and more
practical ways by improving various strategies. Language learning strategies may be in
cognitive, affective, social forms. The learners who can take advantages of these strategies learn
easier and gain strategy talents compared to the others, and therefore can be more successful.
The strategies used for the skills of comprehension and explanation by the learners who study
Turkish as a foreign language are aimed to be searched in this study. The study group is formed
of the learners who come from foreign countries and they study Turkish in SabahattinZaim
University TOMER. The method of this study is qualitative descriptive. The observation with
the experimental group is made in order to obtain data for the study. The qualitative data gained
research process are interpreted by the method of content analysis.
In the data that were acquired in the class observations the interviews conducted with the
learners; it was seen that learners coordinate with each other and use a number of cognitive and
affective strategies so as to communicate. Moreover, they transfer the structures of their mother
language or another language that they had previously learned to writing and speaking
situations.
Giriş
Öğrenmek kendiliğinden gerçekleşen bir olgu mudur? Öğrenmeyi daha iyi ve daha hızlı
gerçekleştirebilmek için yöntemler var mıdır? Hangi yöntemleri, stratejileri kullanırsak daha
iyi öğreniriz? Fen Teknolojileri dersinde kullandığımız stratejiyi, Sosyal Bilgiler dersinde;
Sosyal Bilgiler dersinde kullandığımız stratejiyi de Türkçe dersinde kullanmamız mümkün
müdür? Cevapları merak edilen bu sorular bizi ‘‘öğrenme stratejileri’’ ne götürür.
Öğrenme stratejileri, bilginin elde kazanılmasına ve kullanılmasına dönük zihinsel etkinliklerin
bilişsel stratejiler ile gerçekleştirilmesi nedeniyle, hem ‘‘bilişsel stratejiler’’ içinde hem de
bilişsel stratejilere eş anlamlı olarak kullanılır. Bunun yanı sıra, öğrenme stratejileri
öğrencilerin kendi kendilerine öğrenmelerini sağlamaya dönük etkinlikleri kapsamasından
dolayı da ‘‘öğrenci stratejileri’’ olarak adlandırılır (Özer 1998).
197
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Öğrenme stratejileri eşliğinde öğrenmelerini gerçekleştiren yabancı öğrencilerin dersi
anlamada ve hatırlamada öğrencileri aktif konuma getirebilecektir. Öğrenme kavramı sadece
derste olmayan ve bütün hayatı kapsayan bir olgudur. Bunun için öğrencilerin kendi kendilerine
de öğrenmeyi gerçekleştirmeleri gerekmektedir. Öğrencilerin, öğrenme stratejileriyle beraber
kendi kendilerine öğrenmeyi daha kolay gerçekleştirebilecekleri düşünülmektedir.
Öğrenme stratejilerini;
-
Yineleme
-
Anlamlandırma
-
Örgütleme
-
Anlamayı izleme ve
-
Duyuşsal stratejiler
olarak sınıflandırılabiliriz(Özer 1998, Subaşı 2000).
1. Yineleme Stratejileri
Kısa süreli bellekte bilgi belli bir süre ve sınırlılık içinde depolanabilmektedir. Bu süre ve
sınırlılık ise yineleme stratejileriyle artırılabilir. Yineleme stratejileri, öğrenilen bir bilgiyi
yinelemek ya da bir metni aynen tekrar etmek gibi bilginin uzun süreli belleğe daha uygun
işlenmesine yardım edebilmektedir. Yineleme stratejileri aynı zamanda ezber yapmak için de
kullanılabilir. (Güneş, Turhan, Yaşaroğlu 2003).
1.1.1 Metinde Yazıların Altını Çizme
Altını çizme stratejisi, anahtar noktaları ve ana düşünceleri metinin içinden görüp ayırabilecek
yaştaki ve seviyedeki öğrenciler için hem zamanlama anlamında hem de hatırlama anlamında
yarar sağlayabildiği düşünülmektedir. Bu ayırımı yapabilecek yaşta ve seviyede olmayan
öğrencilerde de zaman kaybına neden olmakta ve metinin tamamını ezberleme gereksinimi
hissetmelerine bağlı olarak da metinin içinde kaybolmasına neden olacaktır.
1.1.2 Aynı Sözcüklerle Not Alma
Bu stratejiyle beraber öğrenci metin başlıkları, alt başlıklar gibi kendisinde çağrışım
uyandıracak ve hatırlamayı kolaylaştıracak notlar alabilir. Metin başlıklarının yazımın hem
tekrar edilmesini sağlayıp hem de daha sonraları genel bilgilerin çağrışımlarını
kolaylaştırabilecektir. Alt başlıkların yazımı da daha özel bilgilerin tekrarını sağlayacak ve de
hatırlanmak istendiğinde kolayca bilgilerin çağrışımı sağlanabilecektir. Metindeki anahtar
sözcük veya sözcük gruplarının yazımı da aynı şekilde metindeki asıl hatırlanması gereken
yerlerin hatırlanmasını kolaylaştırabilecektir.
198
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
1.1.3 Değiştirmeden Yazma
Metin okunduktan sonra öğrencinin gerek duyduğu bölümleri değiştirmeden, olduğu gibi
yazarak öğrenmeye çalıştığı stratejidir.
1.2Anlamlandırma Stratejileri
Bilgiler arasında ilişki kurarak, anlamlandırarak öğrenmeyi sağlayan stratejilerdir. Öğrenciler
anlamlandırma stratejileriyle edinmeyi amaçladıkları yeni bilgiyi, daha önce öğrendikleri ve
uzun süreli belleklerinde bulunan bilgilerle harmanlayarak, bu iki bilginin birleşimine anlam
yükleyerek öğrenirler. Zihinsel imge oluşturma, cümlede kullanma, benzetim yapma, özet
çıkarma, not alma anlamlandırma stratejileridir (Özer 1998).
1.2.1 Zihinsel İmge Oluşturma
Özellikle çiftli çağrışım öğrenme, sıralı liste öğrenme veya serbest hatırlama durumlarında
kullanılan stratejidir (Erdem 2005). Sıralı liste öğrenmesinde madde şeklinde verilen bilgilerin
baş harflerinden anlamlı bir bütün oluşturarak sıralı ve liste şeklinde öğrenmeyi
gerçekleştirebilir. Çiftli çağrışım öğrenmede ise ‘alpinist- genç’ şeklindeki sözcükleri
hatırlamak isteyen öğrenci, zihninde dağcılık yapan bir genci canlandırarak öğrenmeyi
gerçekleştirebilir.
1.2.2 Cümlede Kullanma
Öğrenci, anahtar kelimeleri öğrenme yöntemi ile birlikte bu stratejiyi hem yabancı dildeki
bilmediği bir sözcüğü öğrenirken hem de kendi dilindeki bilmediği sözcüğü öğrenirken
kullanır.
1.2.3 Benzetim Yapma
Öğrencinin daha önceden öğrenilmiş olduğu bilgilerle, yeni öğreneceği bilgiler arasında yapay
benzerliklerin kurmasıdır. Yeni bilginin daha önceden bilinen eski bilgi kullanılarak, daha
somut olarak açıklanmasına ve anlamlandırılmasına yardımcı olur. Karşılaştırma kullanma da
bu stratejiye dahildir. Karşılaştırmalar, düşünceler yada özellikler arasında benzerlikler ve
ayrılıkları gösterir (Erdem 2005).
1.2.4 Özet Çıkarma
Metnin, ayrıntılardan kaçılıp ana hatlarıyla anlatılmasıdır. Özet çıkarmanın başarılı olabilmesi
için metinin doğru anlaşılması çok önemlidir. Özet çıkarmak için metnin iyi anlaşılmasının
yanında bir de temel fikirlerin metin içinden iyi seçilmesi gerekmektedir. Esas olanı, ayrıntı
olandan ve gerekli olanı, gereksiz olandan iyi ayırmak gerekmektedir. Bunlara dikkat edilmesi
durumunda yazılı bir materyalin özetlenmesi etkili bir öğrenme yoludur. Öğrenci özet çıkarma
yolunu kullanırken kendi cümlelerini de kullanacağı için, bilgileri daha da özümsemiş olur ve
böylece anımsanması kolaylaşır.
199
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
1.2.5 Not Alma
Metnin ana noktalarını bölümler arasındaki ilişkileri açıklayarak, bilgileri daha anlamlı daha
anlaşılır ve daha kullanışlı biçime dönüştürerek yazmadır. Doğru bir şekilde not alınması yeni
bilgiyi, varolan bilgiyle ilişkilendirir ve işlenmiş olarak bilginin düzenlenmesine yardımcı olur
(Subaşı 2000).
1.3Örgütleme Stratejileri
Öğrencilerin öğrenilecek bilgileri kendi ön bilgilerine uygun bir şekilde düzenleyip işleyerek
öğrenmelerini sağlayan stratejilerdir (Özer 1998).
1.3.1 Ana Hatları Çıkarma
Metindeki ana düşünceyi ve yardımcı düşünceyi kelime, kelime grubu ve cümle şeklinde
belirlemektir. Öğrenci öğrenmek istediği konuyu, üniteyi ya da dersi ana hatlarıyla çıkarabilir.
Bu şekilde ayrıntıları devre dışı bırakmış olacaktır fakat genel hatlarını tekrar etmede ve
hatırlamada pozitif etkisini görecektir.
1.3.2 Bilgi Haritası Oluşturma
Metindeki temel düşüncelerle yardımcı düşüncelerin ilişkilerini nedensel veya aşamalı olarak
göstermesidir. (Subaşı 2000).
1.3.3 Çizelgeleştirme
Metindeki bilgileri çizelge şeklinde düzenleme stratejisidir. Öğrenci bilgilerin durumuna göre
dikey ve/veya yatay bölmelere ayrılmış bir çizelge ile bilgileri gruplandırıp ilişkilendirebilir
(Erdem 2005).
Araştırmanın Amacı
Genel olarak Türkçeyi yabancı dil olarak öğrenen öğrencilerin okuma ve dinleme becerilerinde
kullandıkları stratejileri tespit etmeyi amaçlayan bu çalışmada

Türkçeyi yabancı dil olarak öğrenecek öğrencilerin kullanabilecekleri öğrenme
stratejileri nelerdir

Türkçeyi yabancı dil olarak öğrenen hazırlık sınıfı öğrencilerinin okuma ve dinleme
becerilerinde tercih ettikleri stratejiler nelerdir

Türkçeyi yabancı dil olarak öğrenen hazırlık sınıfı öğrencileri hangi stratejileri daha çok
tercih etmektedir
Araştırmanın Yöntemi
Araştırmamızda nitel araştırma tekniği olan odak grup görüşmesi kullanılmıştır. Nitel araştırma
tekniklerinin doğal ortama duyarlılık sağlaması, araştırmacının katılımcı rolü olması, bütüncül
200
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
bir yaklaşıma sahip olması, düşüncelerin ortaya konulmasını sağlaması, araştırma deseninde
esnekliğe sahip olması ve tümevarımcı bir analize sahip olması önemli özellikleridir (Yıldırım
ve Şimşek 2013).
Bireysel görüşmelerin yanında odak grup görüşmelerinde sorulara verilen cevaplar, gruptaki
bireylerin birbirlerini etkilemeleri sonucu oluşur. Gruptan bir bireyin soruya verdiği cevabın
diğer bireyler tarafından duyulması, onlara kendi düşüncelerinin oluşması fırsatını verecektir.
Araştırmacı eğer toplanacak verilerin daha zengin olacağını düşünüyorsa odak grup görüşmesi
yapmasında yarar vardır (Yıldırım ve Şimşek 2013).
Araştırmamızda öğrenci ders kitaplarından, defterlerinden ve bireysel olarak not tuttukları kağıt
vb. materyallerden faydalanılmıştır. Bu araştırma, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi
hazırlık sınıfında eğitim gören öğrencilerle sınırlıdır.
Çalışma Grubu
Araştırmanın çalışma grubunu İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesinde hazırlık gören altı
öğrenci oluşturmaktadır.
İSİM
Saeed
Hassan
Mohammed
Nur
Nur
Tahir
SOYİSİM
JOHAR
HABEEB
KASHİ
OSMAN
ALBERJUMAN
Abu ALSHAR
CİNSİYET
Erkek
Erkek
Erkek
Kız
Kız
Erkek
ÜLKE
Arakan
Sri Lanka
Suriye
Suriye
Suriye
Filistin
DOĞUM YILI
1991
1993
1995
1994
1994
1993
Verilerin Toplanması ve Çözümlenmesi
Araştırmanın verileri 2013-2014 İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi hazırlık sınıfında
öğrenim gören gönüllü 6 öğrencinin odak grup görüşmesiyle yapılmıştır. Görüşme soruları
hazırlanırken önce literatür taraması yapılmış ve görüşme soruları hazırlanmıştır. Görüşme
soruları, yarı yapılandırılmış açık uçlu sorulardan oluşmaktadır. Araştırmada açık uçlu soruların
kullanılması, görüşme sürecine daha fazla esneklik kazandırmakta, görüşülenlere daha fazla
konuşma olanağı vermekte ve daha detaylı bilgiler almayı sağlamaktadır (Kuş 2012).
Çalışma grubundaki öğrencilerine ortak uygun zaman dilimi seçilmiş ve yarı yapılandırılmış
sorulara odak grup görüşmesi ile cevap aranmıştır. Görüşmeler hem ses kayıt cihazıyla
kaydedilmiş hem de kaleme alınmıştır. Toplanan veriler bilgisayar ortamına aktarılmış, her
soruyla ilgili belirlenen düşünceler araştırmacı tarafından değerlendirilmiştir.
Bulgular
Bu bölümde sadece araştırmanın bulguları ele alınmıştır. Araştırma kapsamında katılımcılara,
stratejilerle alakalı 17 soru yöneltilmiştir. Cevaplar kaleme alınırken tekrara düşmemek için
öğrencilerin baş harfleri yazılmıştır.
201
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
1. Doğrudan, stratejisiz bir şekilde öğrenmeye çalışmak mı yoksa stratejiler eşliğinde
çalışmak mı öğrenmeyi daha verimli kılıyor?
O: Daha çok duyu organıma hitap ettiği için stratejiler ile öğrenmeye çalıştığımda daha verimli
oluyor.
H: Öğrenmeyi ve hatırlamayı kolaylaştırdığı için strateji eşliğinde öğrenmek daha verimli
oluyor.
S: Strateji eşliğinde çalışmak dikkati artırıyor ve daha iyi öğrenebiliyorum.
A: Hatırlamamı kolaylaştırdığı için stratejiler eşliğinde öğrenmek daha verimli.
M: Düz, stratejisiz öğrendiğimde bir duyu organıma; strateji ile öğrenirsem daha çok duyu
organıma hitap ettiği için stratejiler başarımı artırıyor.
2. Okurken anlamakta sıkıntı yaşadığınız yerleri nasıl çalışıyorsunuz?
H: Anlamadığım kelimenin altını çiziyorum. Eğer yine anlamamışsam 2-3 defa okuyorum.
Anlamını bilmediğim kelimenin anlamına sözlükten bakıyorum veya cümlenin bütününden
çıkarmaya çalışıyorum.
S: Anlamını bilmediğim kelimelerin öncelikle altını çiziyorum ve genel olarak da altını
çizdiğim kelimelerin anlamlarına sözlükten bakıyorum. Anlamını bilmediğim kelimelerin
bazılarında ise internetten içinde o kelimenin geçtiği cümleleri araştırıyorum.
M: Bir kelimeyi anlamamışsam, anlayana kadar tekrar ediyorum. Kelimeyi yine anlamamışsam
sözlükten anlamına bakıyorum ve yazarak çalışıyorum.
3. Yineleme stratejileri hakkında ne düşünüyorsunuz? Size nasıl bir katkı sağlıyor?
H: Anlamını bilmediğimiz kelimeyi ezberliyoruz.
S: Kelimeleri cümlenin içinde nasıl kullanacağımızı öğreniyoruz.
N: Unuttuğum kelimeleri tekrar etmem sayesinde hatırlıyorum.
M: Aklımda daha uzun süre kalmasını sağlıyor.
4. Metindeki yazıların altını çizme stratejisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Size nasıl bir
katkı sağlıyor?
N: Altını çizdiğim yerin aklımda kalması daha kolay oluyor.
S: Altını çizdiğim kelimeleri rahatlıkla ezberliyorum.
H: Altını çizdiğim yeri daha kolay anlıyorum ve unutmam zorlaşıyor.
202
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
M: En zor yerlerin altını çizerek çalışıyorum. Sınavdan önce, altını çizdiğim yerlere daha çok
çalışıyorum çünkü bana en zor gelen yerler buralar.
5. Aynı sözcüklerle not alma stratejisini kullanıyor musunuz? Kullanıyorsanız size
katkıları nelerdir?
H: Kullanıyorum. Kolaylıkla anlayabiliyorum ve hatırlamama yardımcı oluyor.
N: Evet, kullanıyorum. Daha çok kelime ezberleyebiliyorum bu stratejiyle.
M: Öğrenmek için kullanıyorum. Zor kelimeyi metnin kenarına not alırım.
6. Değiştirmeden yazma stratejisinin size sağladığı yararlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
N: Ben genelde bu stratejiyle çalışırım. Yazarak çalıştığımda daha çok anladığımı
düşünüyorum.
S: Bu stratejiyi bir kez kullandım. Yararlı olduğunu düşünüyorum. Kelimeleri cümle içinde
kullanmamıza yardımcı oluyor. Kendimizi anlatırken genelde kısa cümleler kullanıyoruz. Bu
eksiğimizi giderip uzun cümleler kurmamıza yardımcı olacağını düşünüyorum değiştirmeden
yazma stratejisinin.
M: Az da olsa kıllanıyorum. Sınavlardan önce çok faydalı oluyor.
H: Bu stratejiyi kullanmadım.
-
Neden?
Çok zamanımızı aldığını düşünüyorum. Anlamadığımız yerin kısa olmayıp 2-3 sayfa olduğunu
düşünürsek, buraları yazarak çalışmak çok fazla süremizi alacaktır. Çok süremi alacağı için bu
stratejiyi kullanmıyorum.
7. Yineleme stratejilerinden (Metinde Yazıların Altını Çizme, Aynı Sözcüklerle Not
Alma, Değiştirmeden Yazma) en çok hangisini kullanıyorsunuz?
S: Ben daha çok ‘‘M.Y.A.Ç.’’ stratejisini kullanıyorum. Bu stratejiyle birlikte daha kolay
öğrendiğimi düşünüyorum.
M: Yineleme stratejilerinden en çok ‘‘M.Y.A.Ç.’’ stratejisini kullanıyorum.
H: Yineleme stratejilerinden en çok ‘‘M.Y.A.Ç.’’ stratejisini kullanıyorum. Bu strateji hem
fazla zamanımızı almıyor hem de öğrenmemizi kolaylaştırıyor.
N: Ben çalışırken ‘‘D.Y.’’ stratejisini tercih ediyorum. Bu stratejiyle daha kolay öğreniyorum.
8. Zihinsel imge oluşturma hakkında ne düşünüyorsunuz?
H: Mesela silgi kelimesini bilmiyorsam ve yeni öğreniyorsam silmekle silgiyi ve başka benzer
şeyleri kafamda imge oluşturup öğreniyorum.
203
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
S: Hiçbir şey çağrıştırmayan bir şeyle karşılaştığımda fotoğrafına bakıyorum internetten ve
kafamda o şekille o kelimeyi tutmaya çalışıyorum. Karşıma o kelime çıktığı zaman resmi
gözümde canlandırmaya çalışıyorum.
9. Cümlede kullanma stratejisinin size yararı olduğunu düşünüyor musunuz?
S: Bilmediğim bir kelimeyle karşılaştığımda internetten örnek bir cümle buluyorum. Daha
sonra bu cümleyi örnek alarak bir cümle de ben kuruyorum ve cümle içinde öğrenmem daha
kolay oluyor.
O: Yolda yürürken kendi kendime cümleler kuruyorum ve hem tekrar etmiş oluyorum hem de
cümle içinde o kelimeyi nasıl kullanabileceğimi denemiş oluyorum.
A: Yeni Öğrendiğim kelimeyi arkadaşlarımla konuşurken cümle içinde kullanmaya
çalışıyorum. Böylelikle kelimeyi daha iyi öğrenmiş oluyorum.
10. Öğrenirken benzetme yapma stratejisini kullanıyor musunuz?
S: Zıt anlamlı kelimelerle, eş anlamlı kelimelerle benzetim yapmaya çalışıyorum.
H: Benzer kelimeleri bulup aradaki farklara bakarak aynı anda birçok kelime kullanmaya
çalışıyorum.
11. Özet çıkarma stratejisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
O: Okuduğum bir kitabı bir süre sonra unuturum fakat özet çıkarmışsam ve o özeti kısa bir
tekrar yaparsam okuduğum kitabın büyük bir kısmını hatırlarım.
A: En önemli yerler özet şeklinde not ediyorum, gereksiz gördüğüm ayrıntılara girmiyorum.
Böylelikle zamanım kısa olduğunda hatırlamam hızlı bir şekilde gerçekleşiyor.
S: Bir metni okuyan başka biriyle konuşuyorum. Yanlış anladığım bir yer varsa, düzeltmeye
çalışıyorum; doğru anladıklarımı da tekrar etmiş oluyorum metni özetlerken.
H: Her bilgiyi kafaya atmak imkansız. Bu yüzden özet yaparken kendi cümlelerimle ve bildiğim
kelimeleri kullanarak özet çıkarabiliyorum ve bilmediğim kelime ya da durumları da özetin
bütünlüğü içerisinde daha kolay anlayabiliyorum.
M: Özet şeklinde çalıştığımda daha iyi öğreniyorum.
12. Not alma stratejisini kullanıyor musunuz?
H: Dikkatimi çeken bilmediğim yerleri not alırım.
S: Fazla not tutmam. Bilmediğim kelimeleri defterime not alıyorum.
O: Genellikle not alırım. Bu şekilde bilgileri daha sonra tekrar çalışabiliyorum.
A: Sadece anlamadığım yerleri not alırım. Her şeyi not almam.
204
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
M: Kendi anladığım gibi, kendi cümlelerime not alırım ve böylelikle bilgiyle kendimi
bütünleştirebiliyorum.
13. Anlamlandırma stratejilerinden en çok hangisini kullanıyorsunuz?
H: En çok ‘‘not alma’’ stratejisini kullanıyorum.
S: Daha çok ‘‘zihinsel imge oluşturma’’ stratejisini kullanıyorum çünkü bu şekilde daha iyi
kavrıyorum.
O: ‘‘not alma’’ stratejisi çünkü bu şekilde birçok yeri hatırlayabiliyorum.
A: ‘‘not alma’’ çünkü daha iyi öğrendiğimi düşünüyorum.
M: ‘‘not alma’’ çünkü artık o bilgi benimdir. Unutmazsam zaten benim, unutursam da not bende
ve hatırlarım.
14. Ana hatları çıkarma stratejisinin size yararı olduğunu düşünüyor musunuz?
S: Dilbilgisi konularının başlıklarını yazarım ve genel bir hatırlamama yardımcı olur bu strateji.
H: Her zaman bu stratejiyi kullanmam sadece süremin kısa olduğu zamanlarda yani sınavdan
önceki günlerde.
O: Kullanmıyorum bu stratejiyi.
A: Sınavdan hemen önce göz gezdiriyorum başlıkları yazarak ve bunu da çok az yapıyorum.
M: Daha önce yapmadım.
15. Bilgi haritası oluşturma stratejisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
O: Eskiden daha çok kullandığım bir stratejiydi. Şekilli olunca daha iyi öğreniyorum. Ve
haritaları oluştururken de farklı renkli kalemleri kullanıyorum.
S: Hiç yapmadım.
H: Kullanmadım.
A: Bir kez kullandım sadece.
M: Grafik şeklinde aklımda daha iyi kaldığını düşünüyorum.
16. Çizelgeleştirme stratejileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
S: Kullanıyorum ve faydalı olduğunu düşünüyorum. Başlıklarını ve altına da bir örnek
yazıyorum çizelgede.
H: Tümünü aynı anda gördüğüm için daha iyi anlayabiliyorum.
205
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
O: Düzenli ve dikkatli bir şekilde çizelgeleştirdiğim zamanlar oldu ama her zaman
kullanmıyorum.
A: Çok az kullandım.
M: Daha önce yapmadım.
17. Örgütleme stratejilerinden en çok hangisini kullanıyorsunuz?
S: ‘‘Çizelgeleştirme’’
H: ‘‘Çizelgeleştirme’’
O: ‘’Bilgi haritası oluşturma’’
A: Az kullanıyorum ama ‘‘Ana hatları çıkarma’’
M: ‘‘Bilgi haritası oluşturma’’
Sonuç ve Öneriler
Öğrenciler doğrudan, stratejisiz olarak öğrendikleri zamana kıyasla strateji ile öğrendikleri
zaman daha başarılı olduklarını düşünmekteler. Strateji ile öğrendiklerinde daha çok duyu
organına hitap ettiğini ve böylelikle daha başarılı olduklarını düşünmekteler. Aynı zamanda
strateji kullanmaları dikkatlerini toplamalarını kolaylaştırdığını düşünmekteler. Strateji ile
öğrenmede öğrenmenin ve hatırlamanın kolaylaştığını ifade etmekteler. Strateji ile çalışırken
öğrenmeye ek olarak hatırlamanın da kolaylaştığını dile getirmişlerdir.
Öğrencilerin, yineleme stratejilerinden en çok altını çizme stratejisini kullandıkları ve altını
çizdikleri kelimeleri tekrarladıkları gözlemlenmiştir. Öğrenciler altını çizme stratejisi hakkında
olumlu görüşlerini bildirmişlerdir. Sıklıkla altını çizme stratejisinden faydalandıklarını ve
faydasını gördüklerini belirtmişlerdir. Öğrenciler, altını çizme stratejisinin öğrenmelerini
kolaylaştırdığını düşünmekteler ve bunu da fazla zamanlarını almadan sağladığını
düşünmekteler. Yineleme stratejilerinde altını çizme stratejisine ek olarak bazı öğrenciler de
‘‘değiştirmeden yazma’’ stratejisini benimsediklerini belirtmişlerdir. Ezberleyerek çalışmayı
seçen öğrenciler değiştirmeden yazmayı tercih edebilmektedirler. Buna muhalif olarak ise
değiştirmeden yazma stratejisinin fazla zaman aldığını ve gereksiz olduğunu düşünen
öğrenciler de bulunmaktadır.
Öğrenciler anlamlandırma stratejilerinden genel olarak ‘‘not alma’’ stratejisini
benimsemektedirler. Not alarak daha kolay öğrendiklerini dile getirmişlerdir. Öğrenciler
dikkatlerini çeken yerleri kendi cümleleriyle not aldıkları için hatırlamalarının da daha kolay
olduğunu düşünmekteler. Not alma stratejisine ek olarak ‘‘zihinsel imge oluşturma’’ ile
bilmedikleri kelimeleri zihinlerinde canlandırdıklarını; ‘‘cümlede kullanma’’ ile de yeni
öğrendiklerini gerek arkadaşlarıyla sohbetlerinde gerekse yolda yürürken, cümle içinde
206
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
tekrarladıklarını ve öğrenmelerini pekiştirdiğini dile getirmişlerdir. ‘‘Özet çıkarma stratejisi’’
ile de kendilerini gereksiz ayrıntılardan kurtardıklarını ve böylece birincil bilgileri edindiklerini
dile getirmişlerdir.
Öğrenciler örgütleme stratejilerinde ise daha dağınık tercihlerde bulunmaktalar. Bazıları
‘‘çizelgeleştirme’’ stratejisini seçerken bazıları da ‘‘bilgi haritası oluşturma’’ stratejisini daha
çok tercih edebilmektedirler. Bilgileri bütüncül bir gözle gördüklerinden konunun ya da dersin
tamamını zihne yerleştirme konusunda faydalı olduğu konusunda ise hemfikirler. Çizelgenin
üzerine başlıkları ve bir örneği yazdıklarında çok yararlı olduğunu da dile getirmişlerdir. Bazı
öğrenciler ise ‘‘bilgi haritası oluşturma’’ stratejisiyle bilgileri ezberlediklerini ve kalıcı belleğe
yerleştirebildiklerini dile getirmişlerdir.
Öğrenme stratejilerinde bireyler arası farklılıkların ön plana çıktığını görmekteyiz. Her öğrenci
kendi öğrenebilme özelliğine göre kendi stratejisini tercih etmektedir. Öğrencilerin ortak
yanları ise stratejileri kullanmaları. Doğrudan öğrendiklerinde bir duyu organını aktif
kullandıklarını fakat strateji benimsediklerinde birçok duyu organını aktif olarak kullandıklarını
ve böylelikle daha iyi öğrendiklerini düşünmekteler. Stratejilerin seçimlerinde ise bireysel
farklılıklar ön plana çıkmaktadır. Ezberleyerek öğrenmeyi tercih eden öğrenciler
ezberlemelerine yardımcı olacak stratejileri tercih etmekte, zihinde canlandırarak, kendilerince
anlamlar oluşturarak öğrenmeyi daha kolay gerçekleştiren öğrenciler ise buna doğru orantılı
olarak stratejiler tercih etmektedirler. Bireylerin kendilerini ne kadar iyi tanırsa tercih edeceği
stratejinin de kendisine o oranda faydalı olabileceği bu görüşmeler ve gözlemlerde görülmüştür.
Kaynakça
BAŞ, G. (Y:17 S: 2 2013). Yabancı Dil Öğrenme Kaygısı Ölçeği: Gerçerlilik ve Güvenirlilik
Çlışması. Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü- TSA.
ERDEM, A. R. (Y:1 S:6). Öğrenmede Etkili Yollar: Öğrenme Stratejileri ve Öğretimi.
İlköğretim- Online.
KUŞ, E. (2012). Nicel- Nitel Araştırma Teknikleri . Ankara: Anı Yayıncılık.
ÖZER, B. (1993). Öğretmen Adaylarının Etkili Öğrenme ve Ders Çalışmadaki Yeterliliği.
Anadolu Üniversitesi Eğitim Fakültesi.
ÖZER, B. (1998). Öğrenmeyi Öğretme. A. HAKAN içinde, Eğitim Bilimlerinde Yenilikler (s.
149-164). Eskişehir: T.C Anadolu Üniversitesi Yayınları- Açıköğretim Fakültesi
Yayınları.
SUBAŞI, G. (Y: 2003). Eykili Öğrenme: Öğrenme Stratejileri. Milli Eğitim Dergisi.
207
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
ŞİMŞEK, A. Y. (2013). Sosyal Bilimlerde Nitel Araştırma Yöntemleri . Ankara: Seçkin
Yayıncılık.
ULUĞ, F. (2012). Okulda Başarı -Etkili Öğrenme ve Ders Çalışma Yöntemleri-. İstanbul:
Remzi Kitabevi.
YILMAZ, M. (2008 S:9). Türkçede Okuduğunu Anlama Becerilerini Geliştirme Yolları.
Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi.
208
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
DİLÂVER CEBECİ’NİN HİKÂYELERİNDEKİ ŞAHIS KADROSU
Emel HİSARCIKLILAR
ÖZET
Türk edebiyatında özellikle Türk milletinin millî ve manevî değerlerini, karşı karşıya olduğu
problemleri dile getirdiği şiirleriyle tanınan Dilâver Cebeci (1943-2008), bu şekilde, içinden
geldiği topluma yabancı kalmamış, söz konusu değerleri manzumeleri dışındaki diğer
eserlerinde de benzer biçimde ifade etmiştir. Onun Mavi Türkü adlı eserinde yer alan
hikâyelerinde de, şiirlerindeki gibi bir dünya görüşü göze çarpmaktadır. Cebeci, milletinin
tarihine dönerek bu tarihin meydana getirdiği medeniyeti yüceltmekte, bu milletin mücadele
ettiği sıkıntıları dile getirmektedir. Bu hikâyeler konusunu Türk tarihinin hem İslam öncesi hem
de İslam sonrası döneminden almaktadır ve şahıs kadrosu bakımından da oldukça büyük bir
çeşitliliğe sahiptir. Bu metinlerdeki kahramanların gözü pek, cesaretli, inandığı değerler uğruna
sonuna kadar mücadele etmekten çekinmeyen, maneviyatı güçlü, ideal karakterler olduğu
görülmektedir. Dilaver Cebeci, meydana getirdiği bu ideal kahraman modelinin yanı sıra diğer
kahramanlarıyla da, hikâyelerinde ele aldığı konuyu daha etkili bir şekilde okura iletmeye
çalışmıştır.Bu çalışmada da söz konusu hikâyelerde yer alan kahramanlar, işlenen konuyla
bağlantılı olarak değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Dilâver Cebeci, hikâye, şahıs kadrosu.
CHARACTERS IN DİLÂVER CEBECİ’S STORIES
Abstract
Dilâver Cebeci (1943-2008), who is known with his poems reflecting the national and spiritual
values of Turkish nation and the problems encountered, had not become estranged to his
society, and had mentioned these values in his other works apart from his poems. In his stories,

Yrd.Doç.Dr., Gaziosmanpaşa Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Tokat. (eposta: [email protected])
209
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
gathered in “Mavi Türkü”, his worldview is apparent as it is in his poems. Cebeci turns into the
history of his nations, and glorifies he civilization which arose from this history, and frequently
mentions the distresses his nation has fought. Apart from taking their themes from both preIslamic and post-Islamic eras of Turkish history, they also have rich and diverse sets of
characters. It can be seen that the characters in his texts are ideal characters who do not abstain
from struggling to the end for the values they have faith in, with strong spirituality; who are
intrepid and courageous. Dilâver Cebeci pursued to convey the themes in his stories to there a
more efficiently via this ideal protagonist character model. This study aims at analyzing the
protagonists in the afore mentioned stories, with reference to the themes of the stories.
KeyWords: Dilâver Cebeci, story, characters.
Giriş
Dilaver Cebeci (1943-2008) millî romantik kaynakları yeniden yorumlayarak, bunları şiirlerine
taşıyan bir sanatçıdır. Konularını Türk tarihinden seçmiş; aşk, kahramanlık, vatan ve millet
sevgisini işlemiştir (Korkmaz vd., 2004: 290). Türk edebiyatında daha çok şair kimliğiyle
bilinen Dilâver Cebeci, başka türlerde de eserler vermiş olan üretken bir sanatçıdır.
Dilâver Cebeci’nin Hikâyeleri
Dilâver Cebeci’nin hikâyeleri Mavi Türkü adlı, mensurelerinin de bulunduğu kitapta yer
almaktadır. Bu eser oldukça yalın ve akıcı bir Türkçeyle yazılmıştır. Eserdeki parçalar romantik
bir dille, duygusal bir yoğunluk içerisinde verilmiştir (Bulut, 2009: 140).
Cebeci, bu eseriyle millî romantizmi yeni bir mensure anlayışı içinde dile getirmeye çalıştığını,
bütün Türk tarihinden ve dünyasından bazen sevinçli bazen de üzüntülü vak’aları, millet sevgisi
temelinde ifade etmek istediğini belirtmektedir (Kabaklı, 2008: 375). Bu kitabın sonunda yer
alan hikâyeler Vire, Zincir, Mavi Pantalon, Gök Gürlerken Suya Girmek, Tutsak Atın Rüyaları,
Arasatta Buluşma, Sadaka, Büyü adını taşımaktadır. Adı geçen metinlerde geçen olaylar ve
kişiler, Türk tarihinin çeşitli dönemlerinden alınarak bu hikâyelerde yeniden kurgulanmışlardır.
Bu hikâyeler Türklerin hem İslamiyet öncesi, hem de İslamiyet sonrası dönemini kapsayan
oldukça geniş bir zaman diliminde geçmektedir. Bu özelliğin de şahıs kadrosunun
genişlemesine ve çeşitlenmesineimkân verdiği görülmektedir.
Hikâyelerin Şahıs Kadrosu
210
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
1- İdealize Edilmiş Kahramanlar:
Dilâver Cebeci’nin bazı hikâyelerinde, yazar tarafından üstün özelliklerle donatılmış
kahramanlar bulunmaktadır. Bu kahramanlar kolay kolay hata yapmayan, tehlikenin üzerine
korkusuzca yürüyen, inandığı değerler uğruna sonuna kadar karşı güçlerle mücadele eden, millî
ve manevi yönü kuvvetli olan karakterlerdir.
Bu şekilde değerlendirilebilecek kahramanlardan biri Vire adlı hikâyede bulunmaktadır.
Bu hikâyede Budin’dekiİstonibelgrad kalesinin Macarlara karşı savunulması hadisesi
anlatılmaktadır. Bu hikâyenin başkahramanı “Âdem Ejderhası Yahya Ağa” olarak da tanınan
Budin yeniçerisi Yahya Ağa’dır. Kahraman, okuyucuya tanıtılırken yapılan betimlemeler ve
kullanılan ifadeler, daha hikâyenin başında, bu kahramana idealize edilen bir karakter olma
özelliği kazandırmaktadır:
“Boyu herhalde üç arşını geçiyordu. Tanrının keskin hatlarla keskinleştirdiği yüzünü,
siyah, kısa kesilmiş bir sakal daha da heybetli kılıyor, elâ gözlerindeki yiğitlik kıvılcımlarına
emsalsiz bir fon oluyordu. Kollarını kavuşturduğunda, kaftanının yakasındaki ve kollarındaki
uzun tüylü kürkler, uzaktan bakanlara, kucağında aslan taşıyormuş, hissini veriyordu.
Korkudan onun kucağına sığınmış zebûn bir aslan…” (Cebeci, 2009a: 104)
Yapılan betimlemede de görüldüğü gibi Yahya Ağa güçlü, kuvvetli ve heybetli bir
şekilde tasvir edilerek, hikâyenin sonraki bölümünde başına geleceklere ve davranışlarına karşı
okurda saygı ve hayranlık hissi uyandırılmaya çalışılmaktadır. Yahya Ağa, klasik bir Türk
kahramanı gibi, kaleyi vire usulüyle yani anlaşmayla teslim etmek yerine düşmanla göğüs
göğüse dövüşerek, mücadele ederek, yiğit ve korkusuz bir Türk askeri olarak savunmayı tercih
etmektedir. Onun “Yarın sabah biiznillah kaleden taşra çıkar, düşman ile ceng ederim. Ya
muhasarayı yarıp giderim, yahut şahâdet şerbetini içerim.” (Cebeci, 2009a: 104) sözleri bu
kahramanın sahip olduğu cesareti olduğu kadar, millî ve manevi değerlere olan bağlılığını da
ortaya koymaktadır. O, hiçbir şekilde ölümden korkmamakta, tam aksine şehit olmayı,kendisini
bekleyen mutlu ve onurlu bir son olarak görmektedir. Onun bir diğer özelliği de kararlılığıdır
ve bu özelliği herkes tarafından bilinmektedir. Bunu bilen Budin yeniçerilerinden sekizi daha
ona katılarak ertesi sabah kale savunmasında kanlarının son damlasına kadar düşmanla
mücadele ederler. Bu savaş manzarasının ifade edildiği cümleler söz konusu kahramanların
yazar tarafından ne derece üstün güçlerle donatıldığını göstermektedir:
211
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
“Kale mazgallarından savaşı seyredenler, dokuz yiğidin, kırk bin kâfire saatlerce ok
fırlatışlarını, çift kat zırhları delip, nice sineleri parçaladıklarını gördüler. Oklar bittiğinde,
dokuz pırıl pırıl kılıcın düşman kümeleri ve toz bulutları içinde çakan şimşekler gibi, inip inip
kalktığını gördüler.” (Cebeci, 2009a: 105)
Yazarın bu cümlelerle de dile getirdiği gibi, Yahya Ağa ve onun gibi canını kale
savunmasına adamış olan sekiz yeniçeri, üst düzey bir güç göstererek korkusuzca düşmanla
çarpışmışlardır. Bu esnada düşman askerlerinin sayıca onlardan kat kat üstün olması, hiçbirinin
gözünü korkutmamıştır. Hikâyenin sonunda da bu gözükara askerlerin şehit oldukları
görülmektedir. Dilâver Cebeci’nin eserlerinde şehitlik, Türk-İslam kültüründen gelen bir
anlayışla sıklıkla işlenen konular arasındadır. Cebeci bir şiirinde bu yüce makamla ilgili olarak
şu dizeleri söylemiştir:
“Gitti, som altından zaferler vardı.
Yedi kat mehterli seferler vardı.
Âdem ejderhası ne erler vardı
Ölüm sonsuzluğa akan bir nehir,
Allah kadîm, Allah bâkî, Allah bir.” (Cebeci, 2009b: 52)
Dilâver Cebeci, bu şiirinde, tıpkı Vire adlı hikâyedeki Yahya Ağa gibi düşmanla
korkusuzca döğüşüp vuruşan kahramanları “âdem ejderhası” olarak nitelendirerek, onlara
yenilmezlik özelliği kazandırmaktadır.
Cebeci’nin Türk-İslam kültüründen olduğu gibi, İslam öncesi dönemden de aldığı,
benzer özelliklere sahip kahramanları vardır. Gök Gürlerken Suya Girmek adlı hikâyede
İslamiyet’in kabulü öncesinde Türklerin Gök Tanrı inancı ve devlet yönetim anlayışlarıyla ilgili
bir takım düşünceler bulunmaktadır. Bu anlayış çerçevesinde eserin başkahramanı olan
Budançar Emmi, gençliğinde cenk meydanlarında at koşturup, kılıç sallamış olan korkusuz bir
yiğittir. Yalnız, onun bu cesareti sadece düşmana değil, kendilerini yöneten kağana karşı da
aynı şekilde tezahür etmektedir. Çünkü kağanın gök gürlerken suya girilmeyeceğine dair
koyduğu yasak, BudançarEmmi’nin pek de umurunda değildir. Bu yasağı bilse de, aynı Gök
Tanrıya inanmasına karşın kendi dünya görüşüne uymadığı gerekçesiyle suya girer ve bunu
gören yasakçılar tarafından kağana gönderilir. Ancak Budançar Emmi, kağanın karşısında da,
cezalandırılma tehlikesine rağmen asla ona boyun eğmez ve aynı cesareti sürdürür. Kağanın
sözleri ise onun cezalandırılmasına değil, bu konu üzerine düşünmesine vesile olur: “Bir daha
212
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
gök gürlediğinde suya girmeyeceksin! Göğün üstüne üstüne gideceksin, anladın mı? Göğün
üstüne üstüne!.. Cezan bu, haydi git!” (Cebeci, 2009a: 116) Kağanın bu sözleri, Türk devlet
töresinde devlet yöneticisinin konumunu ve yönettiklerine karşı tavrını göstermesi bakımından
dikkat çekicidir. Kağan, yasağına karşı gelen BudançarEmmi’yi bu şekilde düşünmeye
yönlendirerek, toplumun düzeni için konmuş olan kuralların ne tür bir işlevi olduğunu ve bu
düzeni korumadaki katkısını onun kendisinin bulmasını sağlamak istemiştir.
Büyü adlı hikâyede ise tüm bir Türk milleti bu şekilde idealize edilerek, Çinliler
tarafından anlatılmaktadır. Çin imparatorunun Türk milletine karşı duyduğu korku onun
rüyasında gördüklerinden hareketle şu şekilde aktarılır:
“Biraz sonra da büyük horultularla derin bir uykuya daldı. Türkler onu düşünde bile
rahat bırakmıyorlardı. O yüce çin seddinin üstünden atlarla uçuyorlar, ırmakların, denizlerin
üstünden batmadan yürüyorlar, bilmem kaç arşın uzunluğundaki kılıçları ile, elli, yüz, ikiyüz
kişiyi birden biçiyorlar, çin askerlerinin üstüne gökten yağmur gibi oklar yağdırıyorlardı.”
(Cebeci, 2009a: 131)
İmparatorun bu sözlerinde de görüldüğü gibi, Türkler onların gözünde karşılarına çıkan
her şeye korkusuzca meydan okuyan, doğaüstü güçlere sahip, az sayıda olsa bile yüzlerce kişiyi
bir anda yok edebilecek kudrette olan, oldukça güçlü bir millet olarak bilinmektedirler. Çinliler,
Türkler karşısında aldıkları yenilgileri onların ancak bu özellikleriyle açıklayabilmektedirler.
Yani bu hikâyede Türk milleti, Çinliler tarafından insanüstü yeteneklerle donatılmış olan ve
aşılması mümkün olmayan bir engel olarak, idealize edilmiş bir şekilde anlatılmıştır.
2-Halkın İçinden Kahramanlar:
Dilâver Cebeci’nin hikâyelerinde halkın içinden, her meslek grubundan ve her yaştan
insan şahıs kadrosu içerisinde yer almaktadır. Ancak bu kahramanların da yazarın dünya görüşü
çerçevesinde kurgulanmış karakterler olduğu görülmektedir. Ayrıca bu kahramanların bir diğer
özelliği de Türklerin yaşadığı çeşitli coğrafyalardan seçilmiş olmalarıdır.
Yazarın özellikle Zincir adlı hikâyesinde halkın hemen hemen her kesiminden insan
kahraman olarak seçilmiştir ve hepsi de aynı derecede öneme sahiptir. Hikâyenin ilk kahramanı
sahnede oyunculuk yapan ve şarkı söyleyen, çelimsiz bir çocuktur. Sonrasında diğer
kahramanlar ise Bayazıt Camii’nin haremindeki bir genç, bir ilk çağ gecesinde karanlık bir evde
bir şeyler hesaplayan üç tane adam, yine sahnede şarkılar söyleyen ve elinde bir demet çiçek
olan bir hanım ve son olarak da Hazer gölünün kıyısında birbiriyle konuşan iki adamdır. Ancak
213
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
bu kahramanların dikkat çeken tarafı, her birinin farklı zaman ve mekânlardan seçilmiş, farklı
uğraşlar içerisindeki insanlar olmalarıdır. Bu durum aslında yazarın dünya görüşünü
yansıtmaktadır. Hikâyenin son bölümünde yazarın söylediği şu sözler aslında onun ne demek
istediğini özetler niteliktedir:
“Bu bitmez bir hikâyedir. Devam edip gider. Çelimsiz oğlan, çizmeli şarkıcı kız, çiçekler,
alev gözlü adamlar, şarktan garba uzanan bir zincirin halkalarıdır. Bir halka kopsa bu
zincirden, gökten görünmez eller uzanıp, yerine yenisini takar. Çürüyenleri değiştirir. En iyisi
kopmamaktır. Çürümemektir.” (Cebeci, 2009a: 108)
Yeryüzünün hangi köşesinde olursa olsun, her insan bu dünyanın bir ferdidir ve bu
dünyanın bir parçasıdır. Yazar, her bireyin bu dünya için değerli bir varlık olduğunu
vurgularken, yaradılışın doğal seyrine de gönderme yapıyor. Doğum-ölüm-yeniden doğum
mitosundaki gibi ölen ya da kaybolan her varlığın yerine bir yenisi gelmektedir. Güneşin, ayın,
mevsimlerin, yılların geçirdiği dönemler de doğanın temel bir ritmidir (Moran, 2002: 221). Bu
durum, yaptığı bazı hatalardan sonra kendine gelip dünyaya daha sağlam bir şekilde tutunan
insanlar için de geçerlidir. Bu döngüyü yaşayan insanlar artık daha güçlüdürler, çünkü daha
önce yaptıkları hatalara bir daha düşmeyeceklerdir ve tecrübe kazanmışlardır. Ancak yazarın
asıl vurgulamak istediği, birbirinden ayrı coğrafyalarda yaşayan Türklerin, bu durumun farkına
varıp, daha çok ayrışmanın ve dağılmanın önüne geçmeleri, birbirlerinden kopmamalarıdır.
Çünkü koptukları vakit çürüyecekler ve sonunda da yok olacaklardır. Oysaki yapmaları gereken
yeniden doğmak, yani mevcut durumun tam olarak farkına varıp, bir araya gelerek eskisinden
daha güçlü bir şekilde var olmaktır.
Özellikle milliyetçi ideolojiye sahip olan sanatçılar tarafından millî bir renk olarak kabul
edilen mavi, Dilâver Cebeci’nin hem şiir hem de hikâyelerinde önemli yere sahiptir. Mavi
Pantolon adlı hikâyede de yazarın, eserin başkahramanı olarak aynı hassasiyet içerisinde olduğu
görülmektedir. Gökyüzünün ve denizin mavi yerine, bulanık bir renk içerisinde olması, yazarın
mevcut durumdan memnun olmadığının bir göstergesi olarak hikâyenin diğer kahramanına da
yansımıştır. Yazarın Sultanahmet’te otobüs beklerken gördüğü ve her halinden yoksulluk içinde
olduğu anlaşılan pantoloncu, şu sözlerle betimlenir: “Çekik gözlü, çok seyrek sakallıydı. Başının
alnına yakın kısmındaki saçları dağınık ve dikti…” (Cebeci, 2009a: 110) Yazar bundan sonra
bu pantoloncunun başka Türk coğrafyalarından İstanbul’a gelip burada yaşam mücadelesi
veren bir soydaşı olduğunu fark eder. Ancak, bu pantoloncunun elinde her renkten pantolon
olmasına rağmen sadece mavi renkte olan yoktur. Bu durum da adamın geldiği yerdeki
214
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
soydaşlarının zor durumda olduğunu ve bu durumu düzeltmek için ellerinden gelen bir şey
olmadığını gösteren bir semboldür. Çünkü yazarın tarif ettiği havaya göre, gökyüzü gittikçe
kararmaktadır ve mavi rengin yeniden görüneceğine dair de bir belirti bulunmamaktadır.
Hikâyenin ilerleyen kısımlarında yazarın o adamın yanına gidip, farklı bir coğrafyadan bir
soydaşıyla konuşma arzusuyla dolu olduğu sezilmektedir:
“Ben bu adamı tanıyordum. Çok iyi tanıyordum. Onunla bin yıl yaşamışlığım vardı.
Adını sorsanız bilmezdim ama, onu çok iyi tanıyordum. Tanrım, bir yanına varabilsem, adını
sorabilsem, yurdunu öğrenebilsem…”(Cebeci, 2009a: 110)
Bu cümlelerde de görüldüğü üzere yazar, soydaşı olan pantolon satıcısıyla konuşarak,
birbirinden ayrı düşmüş olan Türklerinbu durumunun verdiği ıstırapla yüreğinde duyduğu acıyı
biraz olsun dindirmek istemektedir. Ancak bir süre sonra beklediği otobüsün gelmesiyle adamla
konuşamadan oradan uzaklaşmak, yazara memleketinden uzaktaki bir soydaşından ayrı
düşmenin acısını daha derinden hissettirmektedir.
Sadaka adlı hikâyenin kahramanı ise esnaf Hacı Musa Efendi’dir. Hacı Musa Efendi,
hikâyenin geçtiği günün bir önceki gecesinde gördüğü rüyanın oldukça fazla tesirinde kalmıştır.
Rüyasında bir kılıç görür ve bu durum hikâyede şu sözlerleifade edilir:
“Kılıç… Rüyada kılıç görmek neye alâmetti? Öyle herkesin bildiği kılıçlardan değildi
ki… Göğün ortasında, ışıl ışıl, sivri ucu yere doğru sallanıp duruyordu. Kocamandı. Kabzasını,
kabza üzerindeki yakut, zümrüt, inci ve daha başka bilmediği değerli taşları görebiliyordu.”
(Cebeci, 2009a: 125)
Hacı Musa Efendi’nin rüyasında gördüğü kılıç, nereye giderse gitsin bir türlü peşini
bırakmamakta ve sürekli gökten aşağı, onun tepesinde sallanmaktadır. O, bu rüyaya bir türlü
anlam veremez, ancak daha sonra camide imamdan dinlediği vaaz aklına gelir. Bu, hikâyede şu
sözlerle anlatılır: “Bir hadis okumuştu imam: ‘Sadaka ecelin önüne geçer, belâ dalgalarını
karşılar…’ gibi bir şeydi.” (Cebeci, 2009a: 126) Hacı Musa Efendi bunun üzerine, imamın
sözlerini, gördüğü rüya ile de ilişkilendirerek dükkânına giderken sadaka verebileceği bir
dilenci arar. Ancak bir türlü bulamaz. Tam bu esnada üzerine doğru son sürat gelen atlıların
arasında kalır. Kanlar içinde yerde yatarken, gözü, camları tıpkı rüyasında gördüğü kılıçtaki
renkli taşlara benzeyen bir dükkân görür ve bu dükkânın önünde de bir dilenci vardır. Ancak
her şey için artık çok geçtir ve Hacı Musa Efendi geçirdiği bu kaza sonucunda hayatını
kaybeder.
215
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Dilâver Cebeci bu hikâyesinde kahramanlarını geleneksel bir takım inanışlar ve İslami
anlayış çerçevesinde şekillendirmiştir. Eserin başkahramanının gördüğü rüyaya herhangi bir
anlam yüklemeye çalışması ve sonrasında imamın vaazından duyduğu bir hadis doğrultusunda
hareketlerini yönlendirmesi, bu anlayışın sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
3-Yabancılar:
Dilâver Cebeci’nin hikâyelerinde, eserin asıl kahramanının karşısında olan yabancılar
da yer almaktadır. Bu kahramanlar genellikle Türklerin mücadele ettiği karşı güçleri temsil
etmektedir.
Vire adlı hikâyede yer alan yabancı kahraman, kalenin anlaşma yoluyla teslim
edilmesini isteyen Macar komutandır. Macar komutan, Türk komutanların cesaretlerini ve
inançlarını kırıcı sözler söyleyerek, onların kaleyi çabuk bir şekilde teslim etmelerini
amaçlamaktadır:
“Dışarda kırk bin çift kat çelik zırhlı Macar askeri var. Osmanlı’dan ümidinizi kesin.
Buraya iki ayda varamaz. Osmanlı gelinceye kadar amansız kılıçlanınız burada tek bir Türk
bırakmaz. Şartlarımızı kabul ederseniz hakkınızda hayırlı olur. Karakış gelmek üzere.Bizi fazla
uğraştırmayınız.” (Cebeci, 2009a: 103)
Macar komutan, Türk komutanlara can ve mal emniyetlerinin korunacağına dair
teminat verse de, ona pek de güvenen yoktur. Hikâye boyunca düşman güçleri temsil eden
Macar komutan, kendisine fazlasıyla güvenmektedir, ancak bu kişiler hiçbir engele ve tehlikeye
boyun eğmeyip, kanının son damlasına kadar mücadele etmekten çekinmeyecek olan Türk
askerlerini hesaba katmamıştır.
Büyü adlı hikâye ise Türkler ve Çinliler arasındaki mücadelelerin, Çinliler üzerindeki
psikolojik tesiri üzerine kurulmuştur. Türklere karşı duydukları korku yüzünden Çin Seddini
yapan Çinliler, Türklerin büyücü olduklarına inanmaktadırlar. Üç Türk çerisinin Çinli
nöbetçilere atlarının ayaklarını çözdürmesi de Türkler tarafından onlara yapılan bir büyü olarak
algılanır. Bu durum, nöbetçiler tarafından Çin imparatoruna iletilir. Çin imparatoru
düşüncelerini şu sözlerle dile getirir: “Büyü, büyü, büyü! Bıktım bunların büyüsünden. Bizi hep
büyü ile yeniyorlar. Atları büyülü, kılıçları büyülü, okları büyülü… Üç günlük yolu bir günde
alıyorlar. Nasıl yapılır bu? Ama onlar yapar. Pis büyücüler!” (Cebeci, 2009a: 131) Çin
imparatoru, Türklerle yaptıkları mücadeleler karşısında aldıkları yenilgileri, onların ancak bir
büyücü olabileceği yönündeki iddiasıyla bu şekilde açıklamaya çalışmaktadır.
216
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
4-Dekoratif Unsur Durumundaki Kahramanlar:
Dilâver Cebeci’nin bazı hikâyelerinde, dekoratif unsurların, diğer kahramanlarla ilgili
olarak vurgulanmak istenen düşünceyi daha etkili kılmak için, eserin birer yardımcı kahramanı
konumuna getirildiği görülmektedir.
Vire adlı hikâyede yer alan Türk ve Macar askerleri bu hikâyede yer alan ve asıl
kahramanların arkasında bulunarak onlara yardımcı olan unsurlar arasındadır.
Zincir adlı hikâyede kullanılan dekoratif unsurlar arasında bulunan çiçekler ise, yazarın
vurgulamak istediği düşünceyi pekiştirmesine yardımcı olarak seçilmiştir: “Bir Asya
bozkırında, yakıcı güneş altında, sıklaşan nefesleri ile birbirlerine sokulan kuzular gibi
çiçekler…”(Cebeci, 2009a: 107) Yazarın Asya bozkırında tasvir ettiği bu çiçekler, Türk
coğrafyasını işaret etmektedir. Her biri sıkışık vaziyette, birbirini kucaklayan bu çiçeklerin
varlığından, sahneyi izleyen diğer insanlar haberdar değildir. Bu bir demet çiçek, Asya’da
yaşayan Türkleri göstermekte ve kendi varlıklarından, dünyanın diğer coğrafyalarında yaşayan
Türklerin de haberdar olmasını beklemektedirler.
5-İnsan Dışındaki Kahramanlar:
Dilâver Cebeci, bazı hikâyelerinde, insan dışındaki başka varlıkları da eserin asıl
kahramanı konumuna getirmektedir. Ancak seçtiği bu kahramanların, Türk kültüründe önemli
bir değere sahip olan varlıklar olduğu dikkat çekmektedir.
Cebeci’nin şiirlerinde olduğu gibi, hikâyelerinde de at, değer verilen bir varlık olan
kahraman konumundadır. At, Türk kültüründe ve destanlarında önemli bir yere sahiptir. “Atı
da kadın gibi, silâh gibi nâmus bilen bir millet olarak Türkler, zafer yolunda uzakları yakın
eden bu canlı vâsıtaya tabii bir sevgiyle bağlanmışlardı.” (Banarlı, 1998: 34) Tutsak Atın
Rüyaları adlı hikâyenin başkahramanı konumundaki at, yazar tarafından bir takım insani
hususiyetlerle donatılarak anlatılmıştır. Bu at, sahibi tarafından bağlanmış ve onun istediği
şekilde hareket etmeye mecbur bırakılmıştır. Onun her zaman hayal ettiği şey ise, kendince,
doğanın içinde, toprağın üzerinde, özgür bir şekilde koşmak ya da savaş meydanlarında
olmaktır. Bu atın gördüğü rüya, onun acımasız bir arabacının yüklerini taşımak için değil, savaş
meydanlarında, tüm gücüyle, verilen mücadeleye katılmak için yaratıldığı düşüncesini
açıklamaktadır:
217
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
“Şimdi bir savaş meydanındaydı tutsak at. Daha pek çok atlar vardı burada. Koşumları
göz alıcı, süvarileri pür silâh… Pırıl pırıl atlar… Hepsinin cinslerini tanıyabiliyordu. Şu siyah
at Arap, şu doru at İngiliz cinsi idi. Bunlar süratli atlardır. Kendisi onlar kadar süratli değildi,
ama güçlü, dayanıklı Asya cinsi bir doru at idi.” (Cebeci, 2009a: 119-120)
Tutsak atın gördüğü bu rüyaya göre o, Asya kökenli bir attır. Atın, Türk kültüründe
sahip olduğu önemin derecesi göz önünde bulundurulduğunda, tutsak atın bu hikâyede tutsak
halde yaşamakta olan Türkleri sembolize ettiği düşünülebilir. Hikâyedeki arabacı gibi acımasız
ve zalim düşmanlar, esaretleri altında yaşattıkları Türklere eziyet etmektedirler. Ancak fiziksel
eziyetten ziyade onları asıl yaralayan, hürriyetlerinin bu kişilerin elinde tutsak olmasıdır.
Dilâver Cebeci bu durumu bir şiirinde şu dizelerle dile getirir:
“Tutsak kızların avuçlarına yağıyorum her güz,
Bir Kafkas’dayım, bir Çin’deyim.
Gök bıçaklar sapladım karanlığın karnına,
Sürüsü yitmiş çobanların düşündeyim.” (Cebeci, 2009b: 134)
Dilâver Cebeci, bu mısralarda Kafkaslarda ve Çin’de hürriyetleri esir edilmiş olan
Türklerin acılarına kendi yüreğinin de ortak olduğunu ifade etmektedir. Cebeci birçok şiirinde
olduğu gibi, Tutsak Atın Rüyaları adlı hikâyesinde de benzer şekilde esaret altında tutulan
soydaşlarının durumuna olan üzüntüsünü bu şekilde sembolleştirmiştir. Bu durumu dile
getirirken hem Tutsak Atın Rüyaları adlı hikâyesinde hem de şiirlerinde rüya motifinden
yararlandığı da görülmektedir. Çünkü Cebeci, soydaşlarının eninde sonunda bu zulüm ve
esaretten kurtulacağına dair ümidini hiçbir zaman kaybetmemekte ve bunu da birgün
gerçekleşecek bir rüya olarak nitelendirmektedir.
Sonuç
Dilâver Cebeci hikâyelerinde, şiirlerinde olduğu gibi Türk dünyasının sorunlarına,
esaret altında bulunan Türklerin çektiği ıstıraplara yer vermekte, bu soydaşları için duyduğu
kaygıyı belirtmektedir. Ancak yazarın hiçbir zaman umudunu yitirmediği görülmektedir. Bu
hikâyelerin şahıs kadrosunu meydana getiren kahramanlar da yazarın bu düşüncesini anlatmak
için seçilmiş olan karakterlerdir. Yazar gibi, geleceğe umutla bakan, zorluklar karşısında
yenilmeyen ve inandığı değerler uğruna tüm varlığını feda etmeye hazır olan idealize edilmiş
kahramanların yanı sıra, yazarın düşüncelerini daha iyi vurgulamasına yardımcı olarak seçilen
218
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
diğer kahramanlar da aynı derecede öneme sahiptir. Bunlardan yabancı kahramanlar mücadele
edilen karşı güçleri sembolize etmektedir. Sonrasında ise halkın içinden ve insan dışındaki
varlıklardan seçilen kahramanlar ve dekoratif unsur durumundaki kahramanlar da vurgulanan
düşüncenin etkinliğine katkı sağlamaktadır.
Kaynakça
Banarlı, N.S. (1998). Resimli Türk Edebiyatı Tarihi I. İstanbul: Millî Eğitim Basımevi.
Bulut, Y. (2009). Dilaver Cebeci Hayatı, Sanatı ve Eserleri.BasılmamışYüksek Lisans Tezi.
Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Cebeci, D. (2009b). Dilâver Cebeci Bütün Şiirleri. İstanbul: Bilgeoğuz Yayınları.
Cebeci, D. (2009a). Mavi Türkü. İstanbul: Bilgeoğuz Yayınları.
Kabaklı, A. (2008). Türk Edebiyatı IV. İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları.
Korkmaz, R. -T. Özcan, “Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri”, (Ed. Ramazan Korkmaz).(2004).
Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı 1839-2000. Ankara: Grafiker Yayıncılık.
Moran, B. (2002). Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. İstanbul: İletişim Yayınları.
219
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
KARAHANLI TÜRKÇESİ ESERLERİNDE YANSIMA SÖZCÜK TÜRETEN EKLER
Ergün KOCA
Ayşen KOCA
ÖZET
Yaklaşık iki yüz yıllık bir zaman dilimini kapsayan Karahanlı Türkçesi, gerek günümüze kadar
ulaşan dil yadigarları ile, gerekse kendisinden sonra ortaya çıkan Doğu Türkçesi, Batı Türkçesi,
Kuzey Türkçesi ve Güney Türkçesi adlarıyla sınırlandırılan tüm yazı dillerine esas teşkil
etmesiyle Türk Dili tarihinde önemli bir yer edinmektedir.
Yansımalar, dış dünyadaki sesleri, görüntüleri vb. insan dilinin elverdiği şekilde taklit
ve tasvir ederek anlatıma canlılık kazandıran sözcüklerdir. Yansımalar gerek kök gerekse
türemiş biçimleriyle tarihi ve çağdaş Türk Dillerinin söz varlığında önemli yer tutar. Bu
çalışmada, Karahanlı Türkçesinin en önemli eserlerinden olan Kutadgu Bilig ve Divânü
Lûgâti’t-Türk’deki yansıma kök ve gövdelerinden yansıma sözcükler türeten ekler ele
alınmıştır.
Anahtar Sözcükler:Karahanlı Türkçesi (KT), Kutadgu Bilig (KB), Divânü Lûgâti’tTürk (DLT), yansımalar, yansıma türeten ekler vb.
Suffixes that Form Onomatopoeic Words in Works of Karahan Turkish
Language
Abstract
Occupying about 200 years, the Karahan Turkish language takes a significant place by its
language treasure which has been living even till our days and by forming a base for all written

Doç. Dr.; Zirve Üni., Eğitim Fak., Öğretim Üyeleri, Kızılhisar Kampüsü 27260 Gaziantep / Türkiye;
[email protected]

Doç. Dr.; Zirve Üni., Eğitim Fak., Öğretim Üyeleri, Kızılhisar Kampüsü 27260 Gaziantep / Türkiye;
[email protected]
220
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
languages which are limited with the names such as Eastern Turkish, Western Turkish,
Northern Turkish and Southern Turkish.
Onomatopoeia are words which animate the sounds of nature and views in the way that
a person imitates and describes. Onomatopoeic words occupy an important place in the
historical and modern Turkic languages with its both root and derivative forms. In this research,
root onomatopoeic words and the derivative suffixes that form them in the works like Kutadgu
Bilig and Divanu Lugati’t-Turk, important works of the Karahan Turkish language, will be
analyzed.
Key words: The Karahan Turkish language, Kutadgu Bilig, Divanu Lugati’t-Turk,
onomatopoeic words, suffixes that form onomatopoeic words, etc.
1.Giriş
Karahanlı Türkçesi; esas olarak Arap alfabesiyle yazılmıs, merkezi Kaşgar olan Karahanlı
devletinde XI. yüzyılda ortaya çıktığı kabul edilen ilk islâmî Türk yazı dilidir(Güzel-Torun,
2004: 95). İslamla birlikte söz varlığı Arapça ve Farsçanın etkisine girmiş olan bu dil, yaklaşık
iki yüz yıllık bir zaman dilimine hâkimdir. Köktürk ve Uygur Türkçesinin tabiî bir takipçisi
niteliğindedir. Nitekim 13. yüzyıldan itibaren gelişen yeni yazı dilleri, KT’nin devamı
şeklindedir. Bilindiği üzre Türk dili ve edebiyatının, Türk kültür tarihinin, halk biliminin vb.
bilinen en önemli temel kaynakları olan DLT ve KB bu dönemin ürünüdür.
XI.yüzyılın en önemli eserleri olan DLT ve KB Türkoloji dünyasında üzerinde en çok
çalışma yapılmış; Türk dili, Türk kültürü ve Türk toplumunun folklorik özellikleri bakımından
eşsiz ve tükenmez inceleme kaynaklarıdır.
Bu eserler özellikle son yıllarda hemen hemen bütün Türki dillere çevrilmiş, tüm Türk
dünyası bu eserleri sahiplenmiş, ortak geçmişimizin en önemli mirası olarak kabul etmiştir.
(Bkz. Koca, 2009 : 120-142)
Bu düşüncelerle şekillendirdiğimiz makale çerçevesinde, dönem eserlerindeki yansıma
türeten ekleri ve dolayısıyla yansımaların – bugün bile gramer yaklaşımlarında tam yerine
oturtulamamış bir sözcük türü olarak – XI.yüzyıl sözvarlığındaki etkinliğini ele alacağız.
Gerek tarihi gerekse çağdaş Türk dilleri sondan eklemeli dillerdir. İlk yazılı kaynaklarımızdan
bu güne yeni kavramları karşılamada kullandığımız en önemli yol sözcük kök ve gövdelerinden
yapım ekleri yoluyla yeni sözcük türetmektir. Türkçenin en doğal, en işlek, en geniş yeni sözcük
kazanma yolu olan sözcük türetmek, ad ve eylem köklerinden yapım ekleri ile yeni gövdeler
221
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
yapmak demektir. Eklemeli bir dil olan Türkçenin çok zengin bir sözcük yapma mekanizması
vardır. Nitekim Hamza Zülfikar (1991: 48 vd.) ‘‘Terim Sorunları ve Terim Yapma Klavuzu’’
adlı eserinde Türkçede yüz yetmiş yapım ve çekim ekini ele almış ve yapım eklerinin ne denli
sözcük türetmeye elverişliolduğuna değinmiştir.Türkiye Türkçesindeki türetme eklerinin
sayının yüzdoksan bir olduğunu belirleyenler de vardır (Uzun-Uzun-Aksan- Aksan, 1992) .
Zülfikar,adı geçen eserinde ad ve eylem kök ve gövdelerine getirilerek yeni sözcük
türeten yapım eklerinin bazılarının yalnız yansıma kök ve gövdelerinden
yeni yansıma
sözcükler türeten ekler (Ör. +KIr- eki) olduğunu, bazılarının ise en önemli işlevlerinden birinin
yeni yansımaları karşılamak olduğunu (Ör. +lA- eki) izah eder. Yani, yansıma kök ve
gövdelerinden, yeni yansımalar türeten ekler özel bir kategori olarak ele alınmıştır.
Necmettin Hacıeminoğlu’ da (2008:130 vd.) Karahanlı Türkçesi’nde eylem yapan 83
yapım ekini tespit etmiş ve bu yapım eklerinin işlevlerine değinmiştir. Yine A. Bican Ercilasun,
“Kutadgu Bilig Grameri – Fiil” adlı eserinde eylem türeten (ad ve eylem kök ve gövdelerinden)
37 eki tüm kullanımlarıyla incelemiş, Karahanlı Türkçesi’nde eylem türetme mekanizmasının
dinamikliğini ortaya koymuştur. (Ercilasun,1984:14 vd.)
İncelemeye kaynak olan XI.yüzyılın bu iki önemli eseri DLT ve KB’ye baktığımızda;
DLT’de 8783 (Atalay, 2006) madde başı sözcüğün ve KB’de de 2861 (Arat, 1999) sözcüğün
varlığından söz edilmektedir. Bu sözvarlığı içerisinde gerek kök gerekse türemiş halde yüzlerce
yansıma sözcük görmekteyiz. (Bkz., Koca, 2009)
Canlı ve cansız varlıkların çıkardıkları her türlü sesleri taklit eden; dış görünüşlerini,
hareketlerini ve vücutlarının aldığı bazı fiziki durumları betimleyerek gösteren; insanların
yalnız kendilerinin hissedebildiği duyuları, sezimleri ve onların etkilerini yansıtan sözcükler
olarak tanımlanan yansımalar (Koca, 2010: 88 vd.), tek
başına kullanılıp bir anlam
taşıyabilen,cümlenin herhangi bir öğesi olabilen, çekimlenebilen ve türemeye elverişli
sözcüklerdir.
Yansımalı sözcükler tam anlamlı sözcükler gibi adı adlandırılan şeyin şartlı göstergesi
olamaz. Gerçi onlar böyle şeylerin (sesin, gürültünün, hareketin, durumun, görünümün v.b.)
dildeki tahminî, benzetilerek yaklaştırılan karşılığı, imgesi sayılır. Örneğin, dilimizde çalışan
saatin sesi tık tık diye, tükürmeden çıkan ses tü diye, çocuğun ağlaması ıñaa ıñaa diye belirtilir.
Fakat bunların hepsinde de taklit edilen yansımalı sözcüğün telaffuzuna uymaz. Bu bakımdan
yansımalı sözcüklerin anlamı ve genelleştirici özelliği adlandırma görevini üstlenen diğer
türlerdeki sözcüklere kıyasen hemen hemen soyuttur, fakat onların anlamı canlılık, renklilik,
süs ve anlatıma kattığı sözcüksel ahenk gibi ek anlamlarla tamamlanır.
222
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Canlı ve cansız maddelerden oluşan varlığın hepsini birtakım hareketlerle, gürültülerle
ve şekillerle karşılamaktayız. Bunların insanda yarattığı duyguların adlandırılmasında, bu
hareketlerin, gürültülerin ve şekillerin sözcük olarak bir biçime getirilmesinde ana dili, kılavuz
olmuş, dilin yapısına yaklaştırılan ses ve şekil yansımalarına has bir sistem için tabiattan elde
edilen bu gürültüler, şekiller sözcüklere dönüştürülerek canlı ve renkli anlatımlar sağlanmıştır.
Adlandırılmalarda tabiattaki hareketliliğin çıkardığı seslerle canlıların çeşitli gürültüleri,
seslenişleri birinci sırayı alır. Tabii seslerin adlandırılması yoluyla elde edilen bu sözlerin en
önemli fonksiyonu o sesi veya şekli adlandırabilmeleridir. (Koca, 2011: 883 vd.)
Biçim bakımından yansımalar gerek hizmetçi sözcüklerden gerekse ünlemlerden farklı
olarak kendilerine has yapım ekleriyle, Türkçenin ikilemelerinin oluşumundaki aktiv
kullanımıyla dikkati çeker. Yine kök halindeki yansımaların bile gerek ad, gerek eylem olarak,
gerek ikileme kurarak, gerekse yardımcı eylemlerle kullanılarak Türkçenin sözvarlığına katkı
sağladığı da görülmektedir. Yanibu dil birlikleri, dilde tek başına veya addan ad ve addan eylem
yapma ekleriyle genişletilerek kullanılabilinen, kök olarak ad kökü karakterinde sözcüklerdir.
Aldıkları eklerle ad, önad ve eylem görevinde kullanılırlar.
Acaba KT’nin iki önemli eseri olan DLT ve KB’de de yansıma kök ve gövdelerinden
yeni yansıma sözcük türeten ekler varmıdır?Bu eklerin hangileri ile yansıma eylem hangileri
ile yansıma adlar yapılmaktadır? Türetilen yansıma sözcükler hangileridir?Bu makalede bu
sorulara cevap aranacaktır.
2. Yansıma Kök ve Gövdelerinden Yansıma Eylem Türeten Ekler
Eserlere bakıldığında yansıma kök ve gövdelerinden yansıma eylem türeten eklerin
belli başlıları şunlardır:+KIr-, +lA-, +Da-, +rA-, +Ir-, +A-, +Ar-, +(I)l-, +şA- vb.
Bu ekler, yansıma köklerine getirilmek suretiyle eserlerde onlarca yansıma eylem
türetmişlerdir. Eklerin bazılarının öncelikli işlevlerinin, bazılarının ise işlevlerinden sadece
birisinin yansıma sözcük türetmek olduğunu görmekteyiz. Biz her iki durumda da yansıma
türeten ekleri bir örnekte bile görülse incelemimize dahil ettik:
2.1. +kır-,+kir-,+kur-,+kür- / +gır-,+gir-,+gur-,+gür- eki:
Bu ek Türkçede eskiden beri kullanılan, ses yansımalı köklerden geçişli ve geçişsiz
eylemler türeten bir ektir. “olma” veya “yapma” ifade eden ses yansımalı eylemler yapar. Bu
ekin ses yansımalı köklerden eylem türetme fonksiyonu, yalnız Türkçede değil Türkçe’nin
223
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
bütün devirlerindeki yazılı kaynaklarında ve özellikle XI. yüzyılın önemli eserleri DLT ve
KB’de de görülür.
Yansıma eylem yapmada kullanılan bu ekin, aynı görevdeki diğer bir ek olan -kI’dan
türediği düşüncesi vardır. (Erdal, 1991:467 – 468)
KB'de yansıma adlardan eylem yapan bu ek için, bür-kir- "serpilmek" (4892) ve büvkir- "serpmek" (98), sız- gur “sızdırmak” (6158) örnekleri verilebilir.
DLT’de de
bu ek, yansıma ad köklerinden yansıma eylemler yapar: pür-kür-
“püskürmek, fışkırmak” (II,171), bur-kur- “buruşmak, büzülmek” (II,171), tam-gur- ̸/ tam-gır“suyun damlama sesi” (II,179), ke-gir- “geğirmek” (II, 84) vb.
• “ ‘Abir bür-kir-er teg tünerdi ḳalıḳ / Sıta ḳoptı yirdin yadıldı butıḳ (Abir serpilmiş gibi,
gök alacalandı; ufuktan etrafa dallanarak mızraklar yükseldi)” (KB, 4892)
• kök pür-kür-di “gök bulutlarla örtüldü, büründü”. (II,170)
• yugçı tonka suw pür-kür-di “yuyucu, tavlamak için elbiseye su püskürdü. kan pürkürdi
“kan fışkırdı, kan yaradan fışkırdı”. (II,171)
• er ke-gir-di “adam geğirdi”. (II,84)
• ışlar yüzi bur-kur-dı “ kadının yüzü buruştu, derisi büzüldü”. (II,171)
• suw tam-gur-dı “su damlıyayazdı (buzdan su damlıyayazdı)”. (II,179)
2.2.+la-,+le- Eki:
Bu ek addan eylem yapma eklerinin en işlek olanıdır. Bu ek, Türkiye Türkçesi’nde ad
kök ve gövdeleriyle, ad soylu sözlerden çok yönlü türetmeler yapar. Örnekleri sayılamıyacak
kadar çok olup addan eylem yapmak gerekince bugün en canlı ek olarak daima bu eke baş
vurulur.(Ergin, 2000:180)
Türkçede başlangıçtan beri kullanılagelmiş olan bu ek, KT’de de addan eylem yapma
sahasına hakim olan başlıca ek durumundadır. “Her türlü isimden etken, hem oluş bildiren;
hem de taklidî mahiyette fiiller teşkil eden çok işlek bir ektir.” (Hacıeminoğlu,2008:156).
Örneğin, DLT’de bu ekin +lA-, +lA-l- (edilgen), +lA-ş- (işteş), +lA-n- (dönüşlü), +lA-t(ettirgen) şekilleriyle 783 farklı kullanımı mevcuttur.
Hem DLT’de hem de KB’de onlarca çeşitli kullanışta eylemler yaptığını gördüğümüz
bu ek aynı zamanda yansıma eylemler türeten önemli eklerden biridir. Eserlerde gerek yalın
gerekse çatı ekleriyle birlikte onlarca örneği vardır: ah-la- “ah etmek, ah çekmek” (DLTIII,118), aŋgı-la- “anırmak” (DLT-I, 311), be-le- “melemek”(DLT-III, 206), belinğ-le- “korku
ile uykudan sıçramak” (DLT-III,409), belinğ-le- “korkup sıçramak” (KB, 3286), boz-la“devenin böğürmesi” (DLT-I,120), çagı-la-/ jagı-la- / şagı-la- “çağlamak” (DLT-III, 324),
çanğı-la- “köpeğin çenilemesi” (DLT-III,404), çatı-la- “şaklamak” (DLT-III,323), çar-la224
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
“cırlamak, ağlamak” (DLT-III, 295), çar-la- “fil (bağırmak) bağırtısı” (DLT-III, 295),çıfı-la“çıgıl çıgıl ses vermek” (DLT-III, 325), çogı-la-“fil (bağırmak) bağırtısı” (DLT-III,324), çogla- “gürlemek” (KB,5314), ıg-la-“ağlamak” (DLT-I, 286, 287), kakı-la-“kazların kakakak diye
bağırması” (KB-72), kıçı-la- “gıdıklamak” (DLT-III,323),sız-la- “sızlamak” (DLT-III, 287),
sınğı-la-/ singi-le-“soğuktan zırıncımak, donacak halde soğumak, çınlamak” (DLT-III,405),
tanğ-la- “şaşmak” (KB-648), tıkı-la- “tık diye ses vermek” (DLT-III, 326), tınğı-la-/ tingi-le“ Ağır bir şey yere düşerek ses vermek” (DLT-III,404),tiki-le- “ses, hışırtıçıkarmak” (DLTIII,326), ting-le- / tıng-la- “dinlemek” (DLT-I,96), tıng-la- “dinlemek” (KB,559), ur(ı)- la“bağırmak, sesini yükseltmek, ulumak” (DLT-I, 189), yıġ-la- “ağlamak” (DLT-III,309), yıg-la“ağlamak” (KB,167), yanğku-la- “yankılanmak” (DLT-III,340) , yur-la- “haykırmak” (DLTI,189)vb.
• er ah-la-dı“ adamcağız, göğsünü geçirdi, ah dedi, ah diye ses çıkardı”. (III,118)
• yek anğı-la-dı “eşek anırdı”. (I,311)
• er belinğ-le-di“adam belinledi, adam bir korku ile uykusundan sıçradı. Herhangi bir
hayvan bir şeyden korkup sıçrayarak ürkerse yine böyle denir”. (III,409)
• titir boz-la-dı“dişi deve bozladı, bağırdı. Devenin çıkardığı sesi karşılar”. (III,291)
• suw çagı-la-dı (jagı-la-dı, şagı-la-dı)“su çağladı”. (III,324)
• ıt çanğı-la-dı“köpek dövülerek çeniledi. Bu köpeklerin normal olarak çıkardıkları
ürmekten farklı bir sestir”. (III,404)
• oglan çar-la-dı“oğlan çarladı, çocuk cırladı, ağladı”. (III,295)
• berge çatı-la-dı“ kamçı şakladı. Herhangi bir şey kamçı şakırtısı gibi verirse yine
böyle
denir. (III, 323)
• küp çıfı-la-dı“ küp çıgıl çıgıl ses verdi. Şıra kaynarken ses verirse yine böyle denir”.
(III,325)
• er çogı-la-dı“adam bağırdı, çağırdı”.(III,324)
• Kaz ördek kugu kıl kalıkıg tudı / kakı-la-yu kaynar yokaru kodı “ Kaz, ördek, kuğu ve
kıl kuyruk fezayı doldurdu; bağrışarak, bir yukarı bir aşağı kaynaşıyorlar.” (KB, 72)
• ol meni kıçı-la-dı“o, beni gıdıkladı. Bu insanı güldürmek için koltuğunu ve ayağını
altını kaşımakla olur.” (III,323)
• oglan ıg-la-dı “çocuk ağladı / yıg-la-dı dahi denir”. (I, 287)
• nenğ tınğı-la-dı“ havan gibi bir şey yere düşerek ses verdi”.(III,404)
• tağ yanğku-la-dı“dağ ses verdi. Bu nasıl bağırırsan dağın öyle ses vermesidir”. (III,
410)
225
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
• oglan yıg-la-dı“çocuk ağladı”. (III,309).
• anıng tışı buzdun sız-la-dı“Onun dişi buzdan sızladı.” . erninğ süngügi sız-la-dı “
adamın kemiği (ağrıdan) sızladı”. (III, 297)
• ıt sınğı-la-dı “soğukta köpek zırıncıdı”. kulakım sınğı-la-dı“kulağım çınladı”. (III,405)
Bu eklerin yukarıda örneklediğimiz kullanımları dışında yansıma eylem gövdelerinden
özellikle çatı ekleriyle yeni yansıma eylemler meydana getirdiğini de görmekteyiz. Çatı
eklerinin öncelikli işlevi her nekadar yansıma eylem türetmek olmasa da devir eserlerinde
özellikle +lA- ve +rA- ekiyle sıkça kullanılmaktadır.
2.2.1. +lA- +-ş- (işteş çatı)
çar-la-(ş)- “cırlamak, ağlamak, bağırmak, ağlaşmak” (II, 210), ıg-la-(ş)- “ağlamak” (I,
240), or(ı)-la-ş- “bağrışmak, çağrışmak” (I, 239), tıng-la-(ş)- “dinlemek, dinlemekte yarış
etmek” (III, 398), yıg-la-(ş)- “ağlamak; ağlaşmak; aşlatmak” (III, 322 ), tanğ-la-ş- “şaşmak”,
vb.
 oglan
çar-la-ş-dı “çocuklar ağlaştı”. yengen çar-la-ş-dı “filler kükredi, bağırıştı”.(II,
 oglan
ıg-la-ş-tı “çocuklar ağlaştı”. (I, 240)
 budun
kamuğ or-la-ş-dı “ bütün halk bağrıştı, çağrıştı, gürültü yaptı”. (I, 239)
210)
2.2.2. +lA- +-n- (dönüşlü çatı)
çag-la-n- “börtmek, yarı pişmek” (II, 245), çak-la-n- “çalkanmak” (I, 513), çog-la-n“alev almak, parlamak” (II, 245), tümi-le-(n)- “timbildemek, sekerek koşmak” (III, 327) vb.

eşyek tümi-le-n-di“ Bu eşeğin timbildemesini yani sekerek koşmasını betimler”. (III,

ot çog-la-n-dı “ateş yalınlandı. Güneşin yalınları (ışıkları, ışınları) yere düştüğü vakit
327)
de yine böyle denir”. (II, 245)
2.2.3. +lA- +-t- (ettirgen çatı)
boz-la-t- “böğürtmek” (II, 341), sız-la-t- “sızlatmak”(II, 346), tanğ-la-t- “şaşırtmak” (II,
358), yıg-la-t- “ağlatmak” (II, 355) vb.

ol botunı boz-la-t-tı “o potuğu, deve yavrusunu böğürttü”. (II, 341)

ol anı yıg-la-t-tı “o, onu ağlattı”. (II, 355)

buz tışığ sız-la-t-tı “buz dişi sızlattı”. (II, 346)
2.3. +da-,+de-;+ta-,+te-Eki:
226
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Türkçede eskiden beri görülen, diğer adlardan eylem yapmakta çok az kullanılan bu ek,
tek heceli birkaç ad dışında, ses yansımalı eylemler türetmekte işlek bulunmaktadır.
KT’debu eklerin adlardan etken ve geçişli; pek fazla örneği olmamakla beraber, ses
yansımalı sözcüklerden ise oluş bildiren geçişsiz eylem yaptığı görülür: çıl-da- “çıldır çıldır
etmek” (DLT-III,281),ün-de- “seslenmek, çağırmak” (KB-579), ün-de- “seslenmek, çağırmak”
(DLT-I, 273) vb.
• ol meni ün-de-di“o beni ünledi, çağırdı”. (I, 273)
• ol kişte çıl-da-dı“ ok sadakta çıldır çıldır etti”.(III,281)
2.4.+ır-,+ir-,+ur-,+ür- Eki:
Çeşitli sesleri taklit eden eylemler yapan bu ek, genellikle tek başına hiç bir anlam
taşımayan “sözde ad” tabanlarına gelmektedir. Bu eklerle oluşturulan yansıma eylemleri kök
ve ek olarak ayırmak doğru değildir. (Hacıeminoğlu,2008:154)
Bu ek, Türkçedeki kök halindeki yansımalara getirilerek onları genişletmekte ve
türemeye elverişli hale getirmektedir.H.Zülfikar yansımaları yapılarına göre birincil biçimler
(yani kök halindeki yansımalar), ikincil biçimler (yani birincil biçimlere getirilen +ır-,+ir-, +ur, +ür- / +ıl-, +il-, +ul-, +ül- / +ış-, +iş-, +uş-, +üş- ekleriyle genişletilmiş yansımalar) ve türevler
(yani gerek birincil biçimlerden gerekse ikincil biçimlerden belli başlı yapım ekleriyle türetilen
yeni yansıma ad ve eylemler) olmak üzere üç grupta ele alır.(Zülfikar, 1995)
Bu ekler bu sebebledir ki, kökle bütünleşmiş olarak kabul edilir ve bu eklerin yansıma
sözcüklere gelerek onları kullanıma soktuğu kabul edilir.
DLT’de
şu
kullanımları
görmekteyiz:bak-ır-
“bağırmak”
(III,186),
çak-ır-
“çağırmak”(II, 209), bırk-ır- “homurdanmak, genizden ses çıkarmak” (II,171), talp-ır“talpınmak, çırpınmak” (II,173), kık-ır- “bağırmak, çağırmak” (I,83), öp-ür-(ü)ş- / op-ur- (u)ş“höpürmek” (I, 232), sık-ır- “kuş için ıslık çalar gibi ses çıkarmak” (II,83), kak-ır- “boğazı
gürültülü bir şekilde temizlemek”,(KB, 4113) vb.
• tewey bak-ır-dı“deve bağırdı”. (DLT-III,186)
• at bırk-ır-dı“at homurdandı, genizden ses çıkardı”. (DLT-II, 171)
• kuştalp-ır-dı “kuş kanadıyla dalbındı, çırpındı, çarpındı. Dalbınan, çarpınan her şey
için de böyle denir”. (II, 173)
Bu eklerle yapılan yansıma ikilemelerin et- yardımcı eylemiyle beraber kullanılarak
yansıma eylem meydana getirdiğini de görmekteyiz: tak-ır tak-ır et- “takır takır ederek ses
çıkarmak” (I, 361), tik-ir tik-ir et- “ takır takır / tıkır tıkır ederek ses çıkarmak” (I, 361), çald(t)-
227
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
ır çald(t)-ır et- “çaldır çaldır edip ses çıkarmak”(I, 457), buld(t)-urbuld(t)-ur et- “güldür güldür
edip ses çıkarmak” (I, 457) vb.
 at
adhakıtak-ır tak-ır etti “atın ayağı takır takır ses çıkardı”. (I, 361)
 taş
kudhuğka tüşti, buld(t)-ur buld(t)-ur et-ti “kuyuya taş düştü güldür güldür etti”.(I,
456)
Bu ekin de işteş çatı eki ile kullanıldığı birkaç yansıma eylem mevcuttur: kık(ı)r-(ı)ş“bağrışmak, çağrışmak” (II, 220), sık(ı)r-(ı)ş- “ıslık çalar gibi ses çıkarmak” (II, 213), op-uruş- / öp-ür-(ü)ş- “höpürdetişmek” (I, 232) vb.

eren kamuğ kık(ı)r-(ı)ş-dı “bütün adamlar bağrıştı, çağrıştı”. (II, 220)
2.5.+ra-,+re- / +rı-Eki:
Genellikle sesleri taklit yahud çeşitli hareketleri tavsif eden eylemler yapan işlek bir
ektir.Bu çeşit eylemlerde kök ile eki ayırmak mümkün değildir.Çünki asıl anlam ektedir; o
kaldırıldığı zaman ad durumundaki taban tek başına hiç bir şey ifade etmemektedir.
(Hacıeminoğlu, 2008:158)
DLT’de bu ekin yansıma eylem yapan önemli eklerden birisi olarak birçok örneğini
görmekteyiz:buk-rı- “ hayvan sıçraması” (III,279), çık-ra- / çik-re- “gıcırdamak” (III,280), çılra “çıldır çıldır etmek” (III,281), çıñ-ra- “çınlamak” (III,402), çok-ra- “su kaynamak” (III,280),
ıñ-ra- “devenin inlemesi” (I,120), kök-re- “kükremek, gürlemek” (I,125 / KB,86), mañ-ra
“bağırmak” (III,402), müñ-re- “böğürmek” (III,403), tik-re- “ses vermek” (III,280), kül-re“gürlemek” (III, 283), yald-rı- “az ışımak, az parlamak” (III, 437), yol-rı-t- “alevlendirmek”
(II, 353) vb.

at suçıdı buk-rı-dı “at sıçradı,çamışlık etti”. (III,279)

tış çık-ra-dı “ diş gıcırdadı”. kapuğ çık-ra-dı “ kapı gıcırdadı” (III,280)

mınğar çok-ra-dı “pınarınsuyu kaynadı”. asıççok-ra-dı “tencere kaynadı” (III,

ınğan ıñ-ra-sa botu bozlar “dişi deveinleyince potuk ses verir” (I,120)

öpke kelip ogradı / arslanlayu kök-re-dim “öfkem geldi yürüdüm, arslan gibi
280)
kükredim” (I, 125)
DLT’de bir kaç örnekte -d(I)rA- şeklinde kullanımları görmekteyiz. Tenişev “-d(I)rAgibi bir çok ekin temelinde, çağdaş lehçelerde fazla gelişim göstermemiş olan –A yapım ekinin
aranması gerektiğini ifade etmiş ve bu tür örneklerin Kırgız, Tatar, Başkurt gibi birçok Türki
dilde bulunduğunu açıklamıştır.(Tenişev 1988:432)Ancak biz DLT’deçald-ra- “ taş, zincir ses
vermek” (III, 447), küld-re “küldür küldür etmek” (III, 448), kald-ra- “hışırdamak” (III, 447),
228
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
yald-ra- “parlamak” (III, 437), yold-ra- / yold-rı-“ parlamak” (III, 437) gibi örneklerde -rA
ekinin varlığını ve işlevini net olarak görmekteyiz.

taş kudhuğ içre küld-re-di “ taş kuyunun içinde küldür küldür etti”. (III,448)

ton kald-ra-dı “ elbise hışırdadı”. ( III,447)

künyald-ra-dı “ güneş az ışıdı, az parladı”. (III,437)
Bu eklerin de yukarıda örneklediğimiz kullanımları dışında yansıma eylem
gövdelerinden özellikle çatı ekleriyle yeni yansıma eylemler meydana getirdiğini görmekteyiz:
2.5.1. +rA- + -ş- (işteş çatı)
kök-re-ş- “kükreşmek” (II, 222), ok-ra-ş- “kişnemek” (I, 235), tik-re-ş- “atların ayağı
ses vermesi” (II, 209), say-ra-ş- “ötüşmek” (III, 194), çık-ra-ş- “(diş) gıcırdamak, çıkırdamak”
(II, 280), çok-ra-ş- “(çorak yerler) dalgalanmak” (II, 208) vb.

bulıtlar kamuğ kök-re-ş-di“ bulutlar bütün gürledi, kükredi”. (II, 222)

tış çık-ra-ş-tı “diş gıcırdadı, çıkırdadı”. (II, 280)

yund kamuğok-ra-ş-dı “bütün atlar (yemi görünce) kişnediler”. (I, 235)
2.5.2. +rA- + -t- (ettirgen çatı)
çınğ-ra-t- “çınlatmak” (II, 402),manğ-ra-t- “ bağırtmak” (III, 402), münğ-re-t“böğürtmek” (II, 358), yol-ra-t- / yal-ra-t- / yal-rı-t- / yol-rı-t- “alevlendirmek, parlatmak” (II,
353) vb.
ol konğragu çınğ-ra-t-tı“o çıngırağı, konrağı, tongurağı çınlattı. o, tongurukları

çınlattı, yularla ses verdirdi”. (II, 402)

ol anı manğ-ra-t-tı “o, onu bağırttı”. (III, 402)

ol erni urup münğ-re-t-ti “o, adamı döğüp böğürttü. o, adamı döğerek öküz
böğürtür
gibi böğürttü”. (II, 358)
2.5.3. +rA- + -n- (dönüşlü çatı): kül-re-n- “gürlemek” (II, 252)

kök kül-re-n-di“gök gürledi”. (II, 252)
2.6.+A- Eki:
Genellikle ünsüzle biten ad kök ve gövdelerine gelerek geçişli geçişsiz eylemler türeten
KT’deki işlek eklerden biridir. Bu ekin bazı yansıma ad köklerine getirilip ve vurgusuz orta
hece dar ünlüsünün düşmesiyle yansıma eylemler şekillendirdiği görülür:kas(ı)n-a“zırıncımak, titremek”, (III, 302), sıg(ı)t-a- “ağlamak” (III, 275), tır(ı)m-a-ş- / tarm-a-ş“kaşınmak” (II, 207), yaş(ı)n-a- “şimşek çakmak, parlamak” (KB,86 / DLT-III, 310)vb.

er tumluğka kas(ı)n-a-dı “adam soğukta zırıncıdı, soğuktanadamın alt çenesi üst
çenesine vurdu. Köpek soğuktan zırıncırsa yine böyle denir”. (III, 302)
229
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
oglan sıg(ı)t-a-dı “çocuk ağladı” (III, 276)

2.7.+ar-,+er- Eki:
Bu ekin KT’ eserlerinde genellikle renk adlarından oluş bildiren geçişsiz- dönüşlü
eylemler yaptığını görmekteyiz. Yansıma eylem olarak bir kaç örneği vardır: ürp-er“ürpermek” (I, 217)

er ürp-er-di “adam öfkesinden ya da savaş için ürperdi, adamın tüyleri ürperdi. (I,
217)
2.8. +(I)l- Eki:
Yansıma eylem yapan -Il- eki, şış-ı-l- “ şişmek” (II, 124), ürk-ül-“ ürkülmek” (I,250),
ür-ül-“şişmek, kabatmak”, yuş-ul- “fışkırmak” (III, 79) vb. örneklerde görülmektedir.

pışığ tarığ şış-ı-l-dı “pişmiş tane şişti”. Su ile kaynatılmış buğday, kaba sığmayacak
kadar şişti. Herhangi bir şey bulunduğu yere sığmayacak kadar şişerse de böyle denir. ( II,124)

kan yuş-ul-dı“kan fışkırdı”. (III, 79)
2.9. +şa- Eki:
Addan eylem yapan +şA- eki birkaç örnekte yansıma eylem yapmıştır.Aynı zamanda
bu ekin de işteş ve ettirgençatı ekleriyle kullanıldığı birkaç yansıma eylem mevcuttur:çax-şa“taş, çakıl ses vermek” (III, 286), çuw-şa- “kaynamak, köpüklenmek” (III, 286), suf-şa“fısıldamak, üflemek” (III,286), şuw-şa-ş- “fısıldaşmak” (II, 350), şuw-şa-t- “fısıldatmak” (II,
337) vb.

taş çax-şa-dı “taş çağıl çuğul etti, çakıl ses verdi.Ziynet eşyası ve buna benzer
şeyler
ses veririse yine böyle denir”. (III,286)

ol kulakka suf-şa-dı “o, gizli bir sözü kulağa fısıldadı”; sökelge suf-şa-dı “ hastaya
okudu, üfledi”. (III, 286)

ol meninğ kulakka söz şuw-şa-t-tı “o, benim kulağıma söz fısıldattı”. (II, 337)

ol anınğ birle şuw-şa-ş-dı “o, onunla gizli söz fısıldaştı”. (II, 350)
2.10. +rke-,+rka- Eki:
Bu ekin birkaç sözcükte kullanıldığını bunlardan birinin de tañ-ı-rka- “hayret etmek”,
şaşılacak şey” (KB, 785)manasındaki yansıma eylem olduğunu görmekteyiz.

İlig aydı keldür maña ay sözüñ / Negüni tan-ı-rka-dı emdi özüñ“Hükümdar dedi:
-Bana söyle bakayım, şimdi neye hayret ettin, şaşırdın”(KB, 785)
2.11.+k- Eki:
230
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
KT’de pekiştirme eki olarak geniş bir kullanıma sahip olan bu ekisiz-i-k “sezmek,
şüphe tavırı sergilemek” (KB, 1090) ve sez-i-k “sezmek” (II, 117) olmak üzere iki yansıma
kelimede görmekteyiz.

Bu işig sez-i-k-ti “bu işi ondan sezdim” (II, 117)
2.12. +sIr- Eki:
Bu ekin kullanıldığı bir örnek vardır o da yansıma kökenlidir: kül-sir- “gülümsemek,
gülümser görünmek” ( II, 196)

er kül-sir-di “adam gülümser göründü” (II, 186)
Bu ekler dışında özellikle çatı eklerinin (-ş-, -l-, -n-, -t-, -tUr- vb.) direk yansıma
köklerine getirilerek yeni yansıma kullanımların meydana getirilmesi söz konusudur: as(u)ru-ş- “aksırmak, aksırışta yarış etmek” (I, 234), os(u)r-u-ş- “osurmakta yarış etmek” (I, 234),
öp-i-ş- “öpüşmek”(I, 180), kama-ş- “kamaşmak” (II, 111), tam-ı-ş- “damlamak” (II, 110), kırı-l-“kırkılmak” (II, 236), ıy-ı-n- “ıkınmak” (I, 269), bez-i-t- “titretmek” (II, 305), ürk-ü-t“ürkütmek” (I, 264), sit-tür- “siydirmek, işetmek” (II, 183), öp-tür- “öptürmek” (I, 217), küldür- “güldürmek” (KB, 3595) vb.

ikki er as(u)r-u-ş-dı “iki adam hangimiz daha çok aksıracağız diye aksırmakta yarış
etti”. (I, 234)

olar ikki os(u)r-u-ş-tu “onlar ikisi osurmakta yarış ettiler”. (I, 234)

ol oglın sit-tür-di “o, oğlunu işetti, siydirdi”. (II, 183)

tumluğ anı bez-i-t-ti “soğuk onu titretti”. (II, 305)

yünğ kırk-ı-l-dı “yün kırkıldı , koyunun yünü kırkıldı”. (II,236)

er ıy-ı-n-dı “adam ıkındı”. (I, 269)
3. Yansıma Kök ve Gövdelerinden Yansıma Ad ve Önad Türeten Ekler:
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi yansımalar kök olarak ad kökü karakterinde sözcüklerdir ve
aldıklarıeklerle ad, önad
ve eylem görevinde yeni yansıma sözcükler meydana
getirirler.Eserlere bakıldığında yansıma kök ve gövdelerinden yansıma ad ve önad türeten
eklerin eylem türeten eklere göre hem işlev hem de sayı olarak çok daha kısır olduğunu
görmekteyiz. Bu eklerin bazıları yansıma eylem bazıları ise yansıma adkök ve gövdelerinden
yeni yansıma sözcükler oluştururlar. Öne çıkarılabilecek belli başlı ekler şunlardır: +gAn, +(I)g,
+Ik, +(n-)ç,+gU vb.
231
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Bu eklerle ilgili ifade etmemiz gereken bir hususta bunların öncelikli işlevlerinin
yansıma sözcük türetme olmamasıdır. KT’de bu eklerle yapılan yansıma sözcük sayısı fazla
olmasa da aşağıda örnekleyeceğimiz kullanımları görmekteyiz.
3.1. +gAn Eki:
Bu gün Türkçede +an / +en şekilleriyle çokça kullanılan bir sıfat-fiil ekidir. DLT ve
KB’de pekiştirme sıfat yapan bir ek olarak birçok örneği vardır. Bu ekle yapılan asur-gan “
çok aksıran” (I, 156), os(u)r-gan “ osuran” (I, 156), ürül-gen “ tulum gibi kabaran” (I, 158),
yaru-t-gan “her zaman aydınlatan, parlatan” (III, 52)
gibi birkaç
yansıma önadı
da
görmekteyiz.

bu er ol osur-gan “bu adam çok osurgan”. (I, 156)

bu er telim asurgan “ bu adam çok aksırgan”. (I, 156)
3.2. +(I)g / +(I)ġ Eki:
bırk-(ı)ġ “homurtu, genizden çıkan ses” (I, 461), burk-u-ġ “büzüşme” (I, 461),tın-(ı)ġ
“nefes, soluk alma sesi” (II, 40), sız-(ı)ġ “sızı, ağrı” (KB, 2579), sızla-ġ “ dişlerin soğuktan
uyuşması” (I, 464) , tez-i-g “ürkek, ürkmüş” (KB, 712) vb.

sökel tını-g-ı artak “hastanın soluk sesi kötü”. (II,40)
3.3. +(I)k Eki:
Çok işlek bir ek olup eylemden ad ve önad yapar. Dönem eserlerinde bolca örneği
vardır. Öncelikli işlevi her nekadar yansıma sözcük türetmek olmasa da aşağıdaki yansımalarda
bu eki görmekteyiz:
bez-i-k “titreme” (I, 385), çınğ-ra-k “ gür ve pürüzsüz ses” (III, 383), os(u)r-(u)k
“osuruk” (I, 99),ürpe-k “tüyleri ürpermiş kişi” (DLT-I, 103), yaru-k “ışık, aydınlık, parlaklık”
(I, 96), yald- ru-k “çilalı, parlak” (III, 432), yold-ru-k “çilalı, parlak” (III, 433), yuld-ru-k “çilalı,
parlak” (III, 432), vb.

yald- ru-k nenğ “çilalı leğen gibi parlak nesne” (III, 432)
3.4. +gu,+gü Eki:
Türkçenin her döneminde işlek olan bu ekle asurt-gu “aksırtan” (III, 442), kül-gü
“gülüş, gülme” (I, 430), ulı-gu “uluyacak zaman” (I, 136) gibi birkaç yansıma sözcüğün
şekillendiğini görüyoruz.

asurt-gu ot “aksırtan ot”. (III, 442)
3.5. +(n-)ç Eki:
Bu ek, -n- ile genişlemiş eylem gövdelerinden genellikle eylem adları yapar. Ancak kül-
ü-n-ç “gülünç” (III, 374 ( KB, 2442) , ürk-ü-n-ç “ürküntü” (I, 250) örneklerinde yansıma ad
türettiği görülür.
232
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014

ürk-ü-n-ç bolup ürküldi “ürküntü, kargaşalık olup ürküldü.” (I, 250)
Bunların dışında çokra-ma “fışkıran kaynak” (I, 492) sözcüğünde -ma,öp-ü-ş “öpüş”
(I,60) sözçüğünde -ş, yal-ı-n “parlak, alev” (III, 23) sözcüğünde -n, eylemden ad yapan eklerle;
yaşın-lıġ “şimşekli” (III, 50) ve yaruk-luk “aydınlık, nur, ışık” (III, 51) sözcüklerinde ise addanad yapım ekleriyle yansıma sözcük türetilmiştir.

çokra-ma yul “suyu çok olan, fışkıran kaynak” (I, 492)

yaşın-lıġ bulıt “şimşekli bulut” (III, 50)

ot yal-ı-n-ı “ ateş alevi, parlaklığı” (III, 23)
4.Sonuç
Çalışmamızda DLT ve KB’deki yansıma kök ve gövdelerinden yansıma sözcük türeten ekler,
örnekleriyle incelenmiştir. İncelememizde direk işlevi yansıma türetmek olan eklerle birlikte,
öncelikli işlevi ya da işlevlerinden biri de bu olan yaklaşık 20’ye yakın eki ele almış olduk.
Bu eklerden bazılarının bugünde yansıma türeten ekler olarak ve aynı işlevleriyle
Türkçede de işlek olarak kullanıldığını görüyoruz. Örneğin +KIr-, +lA- ekleri gibi.
Ek
Karahanlı Türkçesi
Türkiye Türkçesi
+KIr
pür-kür- “püsk-ür-”
püs-kür-
ke-gir- “geğir-”
ge-ğir-
be-le- “mele-”
me-le-
çagı-la- / şagı-la- / jagı-la- “çağla-”
çağ-la-
+lA
ıg-la- / yıg-la- “ağla-”
kıçı-la- “gıdıkla-”
ağ-la-
sız-la-“sızla-”
gıdık-la-
ting-le- / tıng-la- “dinle-”
sız-ladin-le-
Yansıma
sözcüklerin daha
doğrusu yansıma
eylemlerin
eklerini
çatı
almaya
çok elverişli olduğunu da örneklerde sıkça görmekteyiz. Özellikle +lA-, +rA- gibi yansıma
köklere gelerek yansıma eylem türeten eklerden sonra çatı ekleri almakta ve
sözcüğü
genişleterek kullanıma sokmaktadır. Bu durum da bu sözcüklerin dönem itibariyle çok işlek ve
işlevsel olduğunun bir göstergesidir.
233
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Eserlerdeki yansıma sözcüklerde ve bu sözcükleri türetime sokan eklerde büyük ünlü
uyumunun net varlığından söz edebiliriz. Eklerin çok şekilliği de bu görüşümüzü destekler.
Hatta küçük ünlü uyumu da büyük ünlü kadar sistemli olmasa da sözcüklerde vardır. Örneğin
+KIr eki çok şekilli kullanımı ile dikkati çeker:bür-kir- “serpilmek”,pür-kür- “püskürmek,
fışkırmak” bur-kur- “buruşmak, büzülmek”, tam-gur- ̸/ tam-gır- “suyun damlama sesi”, kegir- “geğirmek” sız- gur “sızdırmak” vb. Aynı şekilde +lA-, +rA- ekini de dahil edebiliriz.
Yansıma sözcük türetiminde en çok +lA- eki kullanılmıştır. Türkçenin her döneminde
en önemli addan eylem yapan bu ekin -çatı ekleriyle genişletilenler dahil olmak üzere- 48
yansıma sözcükte varlığı tespit edilmiştir. Yine +rA- ekiyle -çatı ekleriyle genişletilenler dahil
olmak üzere- 28; +Ir- ekiyle ekiyle -çatı ekleriyle genişletilenler dahil olmak üzere- 16;+Kırekiyle 7; +dA- ekiyle 3; +A- ekiyle 5; +şA- ekiyle 5 vb. olmak üzere yüzlerce yansıma
sözcüğün türetildiğini görüyoruz.
Yansımalar bugün bile hala gramerde yerini tam olarak bulamayan bir sözcük türü
olarak KT eserlerindeki hiç azımsanmayacak sayısı, dönemin sözvarlığındaki yeri ve türemeye
elverişli yapısıyla ve de geçmişten bugüne taşınan örneklerinin varlığıyla tam bir tarihsel
kategori olarak kabul edilebilir. Bu özellikleri de yansıma sözcükleri ve bu sözcüklerin tüm
yönlerini irdelemenin gerekliliğini ortaya koyar.
Kaynakça
GÜZEL A., TORUN A., (2004), “Türk Halk Edebiyatı El Kitabı”, Ankara.
KOCA E., (2009), “Орто кылымдагы түрк тилиндеги чыгармалар жана
сөз
байлыгы”, Alatoo Akademic Studies, International Atatürk Alatoo University, Bişkek, Vol:4,
№2, s.120-142.
ZÜLFİKAR H., (1991), “Terim Sorunları ve Terim Yapma Yolları”, AKDTYK Türk Dil
Kurumu Yay.:569, Ankara.
UZUN N. E., UZUN L. S., AKSAN Y.K., AKSAN M., (1992) “Türkiye Türkçesinin Türetim
Ekleri Bir Döküm Denemesi”, Ankara.
HACIEMİNOĞLU N., (2008), “Karahanlı Türkçesi Grameri”, TDK Yay., Ankara.
234
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
ERCİLASUN A.B., (1984), “Kutadgu Bilig Grameri- Fiil”, Ankara.
ATALAY B., (2006),“Divânü Lûgâti’t-Türk, Cilt- I, II, III, Dizin”,TDK Yay., Ankara.
ARAT R. R., (1999), “Kutadgu Bilig I, Metin”, TDK Yay., Ankara.
ARAT R. R., (1995),“Kutadgu Bilig II, Tercüme”, TTK Yay., Ankara.
ARAT R. R., (1979), “Kutadgu Bilig III, İndeks”, Yay. ERASLAN K., SERTKAYA O. F.,
YÜCE N., TKAE, İstanbul.
KOCA E., (2009), “XI-Кылым Жазма Эстеликтеринин Тили жана Бул Эстеликтердеги
Тууранды Сөздөр”, Бишкек.
KOCA E., (2010),“Түрк Жана Кыргыз Тилиндеги Тууранды Сөздөрдүн Салыштырма
Типологиясы”, Бишкек.
KOCA E., (2011),“Uygulamalı Türkiye Türkçesi Şekil Bilgisi”, Atatürk Alatoo Üniversitesi
Yay., Bişkek.
ERDAL M., (1991),“Old Turkic Word Formation, Otto Harrassowitz”, Wiesbaden.
ERGİN M., (2000), “Türk Dil Bilgisi”, Bayrak Yayınları, İstanbul.
ZÜLFİKAR H., (1995), “Türkçedeki Ses Yansımalı Kelimeler”, Ankara.
TENİŞEV E.R., (1988), “Sravnitel’no –İstoriçeskaya Grammatika Tyurkskix Yazıkov
Morfologiy”, Moskova.
235
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
DİVAN ŞAİRİ KAZAK-ZÂDE İBRAHİM TÂ’İB’İN KOŞMALARI
Erol GÜNDÜZ
ÖZET
Kazak-zâde İbrahim Tâ’ib, 1794’te Malatya’da doğmuş, iki Türkçe divanı olan Klasik Türk
Edebiyatının son şairlerinden biridir. İbrahim Tâ’ib, divan şiiri geleneğini benimsemiş, her iki
divanında da ağırlıklı olarak bu tarzda eserler vermiş; aynı zamanda halk şiirine de ilgi duymuş
bir şairdir. Divanlarında heceyle gazel örnekleri vermiş, ayrıcabilinen tek nüshası AlmanyaBerlin Millî KütüphaneMs.or.oct.2171 numarada kayıtlı birinci divanında sekiz tane koşma
yazmıştır.Burada, halk şiiri-divan şiiri etkileşiminin güzel örneklerinden olan ve henüz
üzerinde çalışma yapılmamış bu divanda geçen koşmaları tanıtacağız.
Anahtar Kelimeler: Kazak-zâde İbrahim Tâ’ib Divanı, divan şiiri, halk şiiri,
heceölçüsü, koşma.
KOŞMAS OF THE DIVAN POET KAZAK-ZADE İBRAHİM TÂ’İB
Abstract
Kazakh-zade Tâ'ibIbrahim, born in Malatya in 1794, is one of the latest poets of the Classical
Turkish Literature who owns twoTurkish divan poet. İbrahim Tâ’ib, adopted the tradition of
Divan poetry, gave works mainly in this style in his both Divans; also was a poet who is also
interested in folk poetry. He gave examples of odebysyllable in his Divans. In addition he wrote
eight koşma in his first Divan of which only copy is registered in Germany-Berlin Library with

Yrd. Doç. Dr. İnönü Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,
[email protected]
236
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
the number Ms. or.oct. 2171.Here, koşmas will be introduced in the Divan which are beautiful
examples of the interaction of folk poetry-Divan poetry and yet have not been studied.
Keywords: Divan of Kazak-zâde İbrahim Tâ’i, divan poetry, folk poetry, syllables
measure, koşma.
Giriş
Divan ve Halk şiiri, günümüz araştırmalarında her ne kadar iki ayrı disiplinin içinde yer alsa da
edebiyatımız içinde birbiri içine geçmiş örnekleri oldukça fazladır. Cemal Kurnaz bu
durumu“Türküden Gazele” adlı eserinde şöyle ifade ediyor: “Ben Türk şiirini gül-i ra’nâya
benzetiyorum; yarı sarı yarı kırmızı…Halk ve divan geleneğinden beslendiği için iki renkli.
Rengini, kokusunu bizim havamız, suyumuz ve toprağımızdan alan, bizim besleyip
büyüttüğümüz bir gül. (Kurnaz, 1997: XIII)”. Evet iki renk; ama bir gül.
Bu iki şiir geleneğinin temsilcilerinin birbirinden hiç etkilenmeden verdikleri şiir örnekleri yok
gibidir. Öyle kidivan şiiri etkisinden uzak olduğu düşünülen Karacaoğlan’ın şiirleri üzerinde
divan şiiri tesiri üzerine çalışmalar yapılmış, birçok unsur tespit edilmiştir ( Çelebioğlu, 1984:
17-30), öte yandanSebk-i Hindî’nin en önemli temsilcilerinden Şeyh Galip, Türkî-i Basit tesiri
ile heceyle şiir yazmıştır (Kalkışım, 1994: 420) .
İbrahim Tâ’ib de daha çok divan şiiri geleneğini benimsemiş olup halk şiirine de ilgi duymuş,
halk şiiri tarzında yazdığı şiirlerde divan şiiri üslûbunu kullanan bir şairdir.
Kazak-zâde İbrahim Tâ’ib
İki Türkçe divanı olan Kazak-zâde İbrahim Tâ’ib’in ilk divanının başında adı, mahlası, doğum
yeri ile ilgili bilgi veren şu beyit yer almaktadır:
Mevlüdümüz Malatya, ismimiz
İbrâhîm, Tâ’ib mahlasımız(v. 2a)
Şairin ikinci divanının1 başında adı “Kazak-zâde İbrahim Tâ’ib” olarak geçmekte ve yine
Malatya’da doğduğu yinelenmekte olup çocukluğunda gurbete gittiği ve yaklaşık 20 sene
Bu divan üzerinde “İbrahim Tâ’ib Divanı İnceleme-Metin”ismiyle Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü’nde 2009’da benim tarafımda doktora tezi hazırlanmıştır.
1
237
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
gurbette kaldığı,divanını Malatya’da II. Mahmud devrinde (1808 -1838) yazdığı şöyle ifade
edilmiştir:
Mevlûd-ı tulû-ı cihânımızMalâtya beldesi olup hîn-i sabâvetimizdegurbet-güzâr
ükeşîde-germ ü serd-i ekdâr-ı felek ve ‘isyân-ı bî-nihâyeyegiriftâr ve yigirmi sene pâmâl-i
gubâr-ı akdâm-ı dil-dâr-ı felek ve …âb u dâne-i erzâkımızı Malatya derûnuna Sultan
MahmudHân ‘asrında taksîmidüpânen-fe-ânenikâmettertîb-i dîvânçe olunduysa da … (v. 2a)
Doğum tarihiyle ilgili kesin bir bilgi olmamasına rağmen birinci divanın başında yazıldığı
tarihle ilgili bilgi veren beyitlerden şairin doğduğu yıl tespit edilebilmektedir:
Sinnim otuzunda ağâz eyledim
Dîvânçe yesa‘y-ı dırâz eyledim
…
Biniki yüz kırk sâlindehemân
Tahrîrinem gûş kıldı ol zamân (v. 2a)
Bu beyitlerden; şairin 1240 (1824) yılında, 30 yaşındayken bu divanı yazdığı anlaşılıyor.
Verilen bu bilgiden hareketle İbrahim Tâ’ib’in 1824’ten 30 yıl önce, yani 1794 yılında
doğduğunu söylemek mümkündür.
Divanında kullandığı Arapça, Farsça kelime ve terkipler, ayrıca doğrudan bu dillerle yazdığı
dizeler dikkate alındığında şairin bu dilleri bildiği ve bu dillere hâkim olduğu söylenebilir.Her
iki divanında da ağırlıklı olarak divan şiiri tarzında eserler vermiş olması, İbrahim Tâ’ib’in
genel olarak divan şiiri geleneğini benimsediğini göstermektedir.Bunun yanında o, birçok divan
şairi gibihalk şiirine de ilgi duymuştur. Bu ilgisini her iki divanında da hece ölçüsüyle yazdığı
gazel örnekleri ve birinci divanında yazdığı sekiz adet koşma ile somutlaştırmıştır. Bu şiirler,
halk şiiri ürünü olmalarına rağmen içerik olarak divan şiiri özelliği ve üslûbu barındırmaktadır.
İnceleyeceğimiz koşmalar şairin birinci divanında yer aldığı ve bu divanın üzerinde
herhangi bir çalışma yapılmamış olduğu için öncelikle bu eseri tanıtmak gerekir.
İbrahim Tâ’ib’in Koşmalarının Yer Aldığı Birinci Divanı
Eserin tek nüshası bilinmektedir. Bu nüsha Almanya-Berlin Millî Kütüphane’deMs.or.oct.2171
numarada kayıtlıdır. Pek çok sayfasında yazıların mürekkebi dağılmış olduğundan eser sağlıklı
bir şekilde okunamayacak durumdadır. Yazı türü “rika”dır. Divanın üzerindeki bilgilerden
H.1240 (1824) yılında yazıldığı anlaşılmaktadır.
238
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Divanda 11 musammat ( 4 muhammes, 7 müseddes ), 405 gazel, 10 müstezat, 28 rubâi,
28 müfred, 8 koşma, 1 tarih ve başında mesnevi tarzında yazılmış manzum 1 dibace
bulunmaktadır.
Nüshanın birçok yerinde yazının mürekkebi dağılmış olduğu ve başka nüshası da
olmadığı için eserin tamamı üzerinde çalışma yapmak oldukça güçtür. Biz, koşmaların olduğu
kısımlar kısmen daha okunaklı olduğundan onları okuduk ve inceledik. Bu şiirler divan ve halk
şiiri müştereklerinin güzel örneklerinden sayılabilir.
Divan ve Halk Şiiri Müşterekleri Üzerine
Türk edebiyatının ilk İslâmî eserlerinde2 aruz ve hece vezni, dörtlük ve beyit nazım birimi yan
yana kullanılmıştır (Kurnaz, 1997:140). Yani başlangıçta ayrılık yok birlik vardır. Bu dönemde
henüz iki ayrı edebî zevk şekillenmemiş; ancak şekillendikten sonra da birbirinden kopmamış,
etkileşim içinde gelişmişlerdir.
Divan şiiri, Arap ve Fars edebiyatlarının Türk edebiyatına tesiriyle oluşmuş kendine has
hususiyet, estetik ve geleneği olan bir edebiyattır (Okuyucu, 2010: 118-119). Öte yandan halk
şiiri de daha çok İslamiyet öncesini içine alan,millî edebiyat kültürümüzü temel alan çizgide,
kendi özellikleri ve geleneği içinde varlık göstermiştir (Yardımcı, 2008: 261). İki edebî anlayış
arasındaki fark, belki Arap-Fars dili ve edebiyatının divan şairleri üzerindeki tesirinden ya da
iki edebî anlayışın temsilcileri arasındaki eğitim seviyesi farkından kaynaklanmıştır.
Şunu unutmamak gerekir ki bu iki şiir geleneği aynı milletin içinde varlığını sürdürmüş,
aynı kültürden beslenmiş, aynı milletin içinden çıkmış şairler tarafından icra edilmiştir. Bundan
dolayı bu iki geleneğin birbirinden etkilenmesi kaçınılmaz olmuştur.
Zaman içinde bu geleneğin temsilcileri birbirlerine çok yaklaşmış, karşılıklı etkileşim
içine girmiş, divan şairleri halk şiiri tarzında, halk şairleri de divan şiiri tarzında şiirler yazmış,
hatta bu etkileşimden yeni nazım şekilleri ortaya çıkmıştır.
Aynı toplum içinde yaşayan iki edebî zevk zaman içinde birbirine yaklaşmış ve
karşılıklı etkileşim, son asırlara doğru daha çok hissedilmiştir ( Kurnaz, 1997: 312).
Kutadgu Bilig mesnevisi, Atabetü’l-Hakayık, DivanuLugati’t-Türk’te örnekler bu tarzdadır.
2
239
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
XVI. yüzyıldan başlayarak birçok divan şairinin hece vezniyle şiir yazdığını biliyoruz.3
Bu şiirlerin çoğu koşma nazım şekliyle yazılmıştır (Kurnaz,1997139-140).
Kazak-zâde İbrahim Tâ’ib de yazdığı koşmalarla bu şairler arasında yer almıştır. Şairin
yazdığı koşmalarda en başta dikkati çekenhusus, divan şiirinde aşk işlenirken temel unsurlardan
sayılan âşık-mâşuk-rakib üçgeninde aşkın anlatılmasıdır. Aşağıda söz konusu koşmaları verip
içeriğinde görülen divan şiiri unsurlarını belirteceğiz.
Kazak-zâde İbrahim Tâ’ib’in Koşmaları
1.Koşma
Bir âfitâbyüzli servi sanavber
Ko dersinkaşların kemânidersin
Âteş-i hicrinde ey kaddi ‘ar‘ar
Yüzdürüp derisin üryânidersin
Görünmezsin ben ğaribin gözüne
Uyarsın rakîbin her dem sözüne
Bakmazsın ‘âşıkın bir dem yüzüne
Zahm-ı ‘adûlaradermânidersin
Her bakdıkcacigercigim ezersin
İtdigincefâyıvefâ yazarsın
Bâde içünağyâr ile gezersin
Nisbet ile gözüm giryanidersin
Efendim hüsnüne mâ’il olursa
Dört kûşeheft iklim kâ’il olursa
‘Iyd-ı visaline nâ’il olursa
Derd-mendTâ’ib’ikurbânidersin
Cemal Kurnaz, “Türküden Gazele” adlı kitabında “Divan şairlerinde Hece Vezniyle Şiir Yazma Eğilimi” başlıklı
makalesinde yirmiden fazla divan şairinden örnekler vererek bu eğilimin ne kadar yaygın olduğunu göstermiştir.
3
240
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Sevgili:âfitâbyüzli,efendim; boyu:servi sanavber,‘ar‘ar; kaşı:kemân
Âşık:‘âşık,ğarib,derd-mend,kurbân
Rakîb:rakîb,‘adû,ağyâr
Açıklama:Şiirde şekil olarak 4+4+3=11 ve 6+5=11’li hece ölçüsü kullanılmıştır.
Kafiye düzeni koşmaya uygundur; ancak kalın seslerle ince seslerin kafiyesi bir kafiye kusuru
olarak dikkati çekmektedir. Bu kusur halk şiirinde sık rastlanan bir durumdur. Muhteva olarak
halk şiirinde koşma daha çok âşığın gerçekten yaşadığı bir aşk veya kahramanlık, ölüm ya da
toplumsal bir eleştiri üzerine yazılırken bu koşmada divan şiirinde âşık, sevgili, rakîb
üçlemesine dayalı soyut olarak bilinen bir konu işlenmiştir. Dolayısıyla şekil, halk şiiri; içerik,
divan şiiri özelliği göstermektedir.
2.Koşma
Mâ’ilitdin beni gül cemâline
Düşüresin beni zâra sevdiğim
Ser virür ‘âşıklar siyeh hâline
Sencileyin bir hünkâra sevdigim
Oldı bu gözlerim kan ile ceyhûn
N’olurrahm eylesen bu dili memnûn
Kerem it efendim düşürme zebûn
El içinde beni ârasevdigim
Gice gündüz hasretini çekmeden
‘Aşk ateşi derûnumdan gitmeden
Kazılupmezârımva'dem yetmeden
Derdime eyle bir çâre sevdiğim
Derd-mendTâ’ib’inhâli pek yaman
Yanarım ağlarım her gün her zamân
Kavl itmiş perçemin nice ser-gerdân
Çekeriz [biz] senidârasevdiğim
Sevgili:sevdiğim, hünkâr,efendim; yüz: gül cemâlben:siyeh hâlsaç:perçem
241
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Âşık:‘âşık,derd-mend,ser-gerdân
Rakîb:‘âşıklar,ser-gerdân
Açıklama:Şekil olarak 4+4+3=11 ve 6+5=11’li hece ölçüsü kullanılmıştır. Kafiye
düzeni koşmaya uygundur. Bu koşmada da kısmen divan şiiri içeriği ve üslûbu hâkimdir.
Birinci koşmadan farklı olan yanı, belirgin gir şekilde rakîb vurgusu yoktur. Sevgilinin
güzelliğine âşık olan, âşığın sadece kendisi değil, başka âşıklar da vardır. Sevgilinin, ölmeden
önce derdine çare olmasını ister. Son dörtlükte çok farklı bir durum söz konusudur. Âşık,
Sevgiliye âşık olan diğer âşıklarla birlikte kendilerine ettiği eziyetten dolayı onu dâra
çekmekten söz etmektedir. Yani, diğer âşıkları rakîb görme değil, birlikte hareket etme söz
konusudur. Bu farklı bir durumdur.
Bu şiirin, divan şiiri tarzında şiirleri de olan halk şairi Gevherî’nin aşağıdaki şiirine
nazire olarak yazıldığı anlaşılmaktadır:
Görmeyeli ol mübârek cemâlin
Vücudumu yaktın nâra sevdiğim
Gözlerinden gitmez oldu hayalin
Her derdime senden çâre sevdiğim
…
Şive ile bir nâz ile geçersin
Gâhice görünür gâhi kaçarsın
Sana aşık olduğumu seçersin
Her dem cevreyleme yâre sevdiğim
Hakikatte âriftesin efendim
Zevke mâil aşıktasın efendim
Kâmil geçer ârfitesin efendim
Gonca olsun düşme hâre sevdiğim
Gevherî bir ednâ kulundur senin
Aklım alan tatlı dilindir senin
Hûblara şah olmak yolundur senin
Benzersin küçücük hünkâra sevdiğim ( Elçin, 1998:199 )
3. Koşma
Bâd-ı sabâ bir civândan ayrıldım
Vuslat öylesinin ne çâresine
Hayli demdir gül yüzünden cüdâyım
242
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Hemdem olmasının ne çâresine
Rûz u şebidedümnâlevüzârı
Elma yanak gerdân beyaz pek arı
Dili bülbül lebleri mül o yâri
Sarmanın sîneme ne çâresine
Şebâbgitdi ben de kaldım piyâde
Hasret çeküb bu gözlerümâmâde
O yâr bizi koydıgitdisevdâda
Yakdı gönlüm odane çâresine
Didim cânân bir dilberin kendine
Uyma rakîblerin güzel bendine
Tâ’ibnasîhatiderd-i mendine
İderzahm itmez mi bî-çâresine
Sevgili:civân,yâr,cânân, dilber; yüz: gül; yanak:elma; dudak:mül(şarap)
Rakîb:rakîb
Âşık:derd-i mend(derd-mend),bî-çâre
Gönül: bülbül,gönül
Açıklama:Şekil olarak 4+4+3=11 ve 6+5=11’li hece ölçüsü kullanılmıştır. Kafiye
düzeni koşmaya uygundur; ancak birinci dörtlüğün 1 ve 3. dizelerinde ahenk sadece redifle
sağlanmış, 3. dörtlükte kalın seslerle ince seslerin kafiyesi yanında ekin kafiye olması söz
konusudur. Bu uygulamalar halk şiiri için normal; ancak divan şiiri için büyük kusurdur. Bu
koşmada da klasik divan şiiri aşkı işlenmiştir. Muhtevada yine âşığa yüz vermeyip rakîbe yüz
vererek eziyet çektiren, bundan dolayı ayrı düşülen, güzellikleri tasvir edilip övülen sevgilinin
anlatımı söz konusudur.Yanağın elmaya benzetilmesi halk şiiri geleneğinde rastlanan bir
teşbihtir.
4. Koşma
Düşürdüm gönlümişeh-i hûbâna
Ne bir selâm ile beni şâd eyler
Didim derdi ile oldum dîvâne
243
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Şikeste hâtırım ne âbâd eyler
Hasret-i vaslunla gözlerim giryân
Âteş-i ‘aşkıyla yanardım el-ân
Meded eyle didim ey kaşı kemân
Gayrı senden bana kim imdâd eyler
Hâb-ı nazdan kalkmış ol çeşm-i mahmûr
Didim rahm eyle kıl ‘aşıkımesrûr
Bir kerre itmedi bu dili ma‘mûr
İrdirmez vuslata pek inâd eyler
Tâ’ibdirrâhına serim koyduğum
Kulı olup kapusundakaldığum
Karşusunda göz tuzağı olduğum
Ne öldürür beni neâzâd eyler
Sevgili:şeh-i hûbân,çeşm-i mahmûr; kaş:kemân
Âşık:‘aşık,kul
Açıklama: Şekilce hemen hemen aynı durum söz konusudur. Muhtevada rakibin
anlatılmadığı sadece divan şiirindeki sevgilinin ve âşığın özelliklerini taşıyan aşkın anlatıldığı
görülüyor. Âşık, sevgilinin yoluna canını vermeye hazırdır ve onun için kul köle olur; ama
sevgili âşığı ne öldürür ne de âzad eyler.
Bu şiirin, divan şiiri tarzında şiirleri de olan, İbrahim Tâ’ib’in çağdaşı ve halk şairi
Erzurumlu Emrah’ın aşağıdaki şiirine nazire olarak yazıldığı anlaşılmaktadır:
“Sevdiğim gurbette yeter yâd oldun
Gözlerim kan ağlar dilim dâd eyler
Küçücükken gözüm açıp gördüğüm
Bana senden gayrı kim imdâd eyler
Ben de bilmem ne diyardan olduğum
Hasretinden sararıp da solduğum
El bağlayıp dîvânına durduğum
Ne öldürür beni ne azâd eyler
244
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Açılmadı şu dağların lâlesin
Yıktın viran ettin ömrüm kalesin
Emrah eder çok çekmişim belâsın
Beni koymuş yâd elleri şâd eyler” ( Alptekin, 2004: 155 )
5. Koşma
Zahmitdi derûnum bir tıfl-ı âfet
Gamlıdır bu gönlüm yârem var yâre
Bir kaba bakışlı sâhîb-i nezâket
Hûn itdi gözlerim yârem var yâre
Hayli demdir gezerim ben bu dağı
Virircenândögünur da bu dağı
Destiyle destime virdi budağı
Yâdigâr destimde yârem var yâre
Yâr elinde bu çekdigim yâreler
Göz gözoldı bu sinemde yâreler
Yâr açarsa bin yerimden yâreler
Söylemem bir yerde yârem var yâre
Çekme rakîbtîğizinhar yâre sen
Çekerim ben çekme tîği yâre sen
Çekersin Tâ’ib’itîğ-i yâre sen
Demezsin o yâre yârem var yâre
Sevgili:tıfl-ı âfet,kaba bakışlı sâhîb-i nezâket, yâr; gamze:tîğ
Rakîb:rakîb
Gönül:cenân
Açıklama:Şekilde hemen hemen benzer durumlar söz konusudur. Bu şiirde özellikle 3.
dörtlükteki cinas kullanımı dikkat çekicidir, burada aynı zamanda mâniye benzer bir söylem
dikkati çekiyor.Muhtevada yine âşığa eziyet eden sevgili ve kendisine ağır gelen rakîbin varlığı
245
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
anlatılmaktadır. Nezaket göstermesini beklediği sevgili, âşığa kaba davranmaktadır. Âşığın
gönlü, hem sevgilisinin eziyetinden hem de rakîbden dolayı yaralıdır.
.
6. Koşma
Yaktı beni ol perînin ateşi
Yanmadık nem kaldı yanandan sonra
Firkat-ı hicr ile yanıp kül oldum
Kalmadı tâkatimhicrândan sonra
Rakîb-i a‘dâya sırrım açmayam
Cisir-i ‘adûdanhergizgeçmeyem
Kevseri zemzemi bir dem içmeyem
Şarâb-ı ‘aşkından kanandan sonra
Yâr-ı sâdık dostun fedâ eylemez
Kendisin yâr ile cüdâ eylemez
LokmânHekîm olsa ‘ilâc eylemez
Şâd olmuş bir gönül sınandan sonra
Didim ağyâr ile seni görmeyem
Görüp gezdiğini bağrım büzmeyem
Tâ’ibâhercâyî yâri sevmeyem
Hûr u gılmân olsa cinândan sonra
Sevgili:perî,yâr,hercâyî,hûr u gılmân
Âşık:yâr-ı sâdık
Rakîb:Rakîb-i a‘dâ,‘adû,ağyâr
Açıklama:Bu koşma şekil itibariyle koşmanın özelliklerine sahip olmakla birlikte ilk
dörtlüğü diğer koşmalar gibi çapraz kafiyeli değil, abcb şeklinde kafiyelidir. 3. dörtlüğün 3.
dizesinde kafiye kullanılmamıştır. Muhtevada yine âşığa yüz vermeyen sevgili ve rakîb
anlatılmaktadır. Âşık, sevgiliye rakîble gezmemesi için onu uyarmak ister, sevgiliyi hercâyî
olarak nitelendirir.
7.Koşma
246
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Çâk iden aklımı ol perîpeykâr
Zümre-i hûbânın pek a‘lâsıdır
Rahşider ‘âlemi ol gonca nigâr
Pertev-i ruhsârınûr cilâsıdır
Mecnûnı olalıâfetzamânın
Bunca dem çekerim yâd-ı hicrânın
Bunda gül cevrini çeken cenânın
Büsbütün dü ‘âlem mübtelâsıdır
Devâm[lı] ‘âşıkı derinden sürmek
Rağm idüp bunda ne çeşmini süzmek
Yâri ağyârla gezerken görmek
‘Âşıkın işte o Kerbelâ’sıdır
Fedâ kıl Tâ’ibi var özünden
Hîç bir an gülmedim rakîb yüzünden
Münâfık şerrinden ‘adû sözünden
Çekdigim bunca dem el belâsıdır
Sevgili:perîpeykâr(peyker),gonca nigâr,âfetzamân,gül, yâr; yanak:Pertev-i ruhsâr,nûr
cilâsı; göz:çeşm
Âşık:Mecnûn,‘âşık
Rakîb:ağyâr,rakîb,münafık,’adû,el
Açıklama: Şekil bakımından koşmanın özellikleri uygulanmıştır. 3. dörtlüğün 2.
dizesinde “z” sesi kafiye kusuru olarak görülmektedir. Muhtevada klasik âşık, sevgili, rakîb
üçlüsünün ilişkileri anlatılmaktadır. Âşığın sevgiliyi rakîble gezerken görmesi âşığın Kerbelâ’sı
olarak teşbih edilmiştir.
8.Koşma
Girdim seyr eyledim bâğ-ı cinânın
Lâle ağlar sünbül ağlar bâr ağlar
Sordum halka didiğoncafidânın
Gonca ağlar bülbül ağlar hâr ağlar
247
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Yaralandı gönül yâr şikestinden
Hûn-hâre bakışlı çeşm-i mestinden
Efendim ol senin kahır destinden
Nâle ağlar feryâd ağlar zâr ağlar
Hâb-ı nâzdan uyan gözleri mahmûr
Bûseirahm eyle bendeni mesrûr
Asarsın kemterimisâl-i Mansûr
Asan ağlar resen ağlar dâr ağlar
Tâibâ yitirdin çeşm-i bîmârı
Oldun anın içün hem şerm-sârı
Aldı daldan biri nâzlı dil-dârı
Nâmûs ağlar ğayret ağlar ‘ar ağlar
Sevgili:gonca,fidân,yâr,Hûn-hâre bakışlı, efendim,gözleri mahmur,çeşm-i bîmâr,nâzlı
dil-dâr, çeşm-i mest
Âşık: bende, kemter, misâl-i Mansûr,şerm-sâr
Açıklama:Bu son şiir şekil itibariyle güzel bir koşma özelliği göstermektedir.
Kafiyeleri kusursuz olup akıcı ve ahenkli bir anlatıma sahiptir. Muhtevada yine klasik divan
şiiri aşkı işlenmiştir. Rakîbden bahsedilmemiş; ancak sevgilinin âşığa çektirdiklerine,
sevgiliden ayrı kalışına âdeta bütün kâinatın ağladığı ifade edilerek bunun dillere destan
olduğu ve herkesçe bilindiği ifade edilmiştir.
Bu şiirin de halk şairi Gevherî’nin aşağıdaki şiirine nazire olarak yazıldığı
anlaşılmaktadır:
“Sözün bilmez bâzınâdan elinden
Erkan ağlar usûl ağlar yol ağlar
Bülbülün feryadı gonca gülünden
Bülbül ağlar gülşen ağlar gül ağlar
…
Kamil olanların bellidir yeri
Yoluna koyarlar cân ile seri
Hakkın dîdârınıgörelden beri
Gökler ağlar derya ağlar sel ağlar
Gevherî der dertli gönlümüz hasta
248
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Sözünü beğendir illere dosta
Kimi abdal oluh girmiştir posta
Hırka ağlar hem post ağlar çul ağlar”( Elçin, 1998: 297-298 )
İbrahim Tâ’ib’in nazire yazarken divan şiiri üslûbunu bilen ve uygulayan şairleri seçtiği
görülüyor.
Sonuç
Divan ve halk şiirini bütünüyle birbirinden ayrı görmek, farklı kültür ve edebî zevkin ürünleri
gibi düşünmek, sürekli böyle algılamak doğru bir düşünce değildir. Türk edebiyatındaverilen
örnekler bu düşünceyi çürütür niteliktedir.
Fark, belki Arap-Fars dili ve edebiyatının divan şairleri üzerindeki tesirinden ya da iki edebî
anlayışın temsilcileri arasındaki eğitim seviyesi farkından kaynaklanıyor olabilir. Bundan
dolayı iki edebî anlayış arasında dil, şekil, muhteva bakımından bazı farklar olmakla birlikte
ayı milletin fertleri tarafından temelde otak bir kültürle geliştirilmiş oldukları düşünülürse ortak
noktalarının daha çok olduğu anlaşılacaktır.
Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra oluştuğu düşünülen bu iki ayrı edebî anlayışın, ilk
İslâmî eserlerden başlayarak ayrı değil, birlikte geliştiği görülmüştür. Divan şiirini temel alan
şairlerin halk şiiri tarzında; halk şiirini temel alan şairlerin divan şiiri tarzında eserler verdiği,
hatta bu iki edebiyatın etkileşiminden yeni şekil ve türlerin ortaya çıktığı somut bir gerçektir.
İki edebî anlayış arasındaki etkileşim her geçen asır daha da artmış, Divan şiirinin son asrında
bu etkileşim en fazla olmuştur. Kazak-zâde İbrahim Tâ’ib de son dönem divan şairi olarak bu
etkileşimden uzak kalmamıştır. Gerek divanlarında hece ölçüsüyle gazeller yazarak, gerekse
örneklerini yukarıda incelediğimiz koşmalara birinci divanında yer vererek bu etkileşime o da
katkıda bulunmuştur.
İbrahim Tâ’ib’in koşmaları şekil olarak halk şiiri özelliği, muhteva bakımından ağırlıklı olarak
divan şiiri özelliği göstermektedir. Bu da bir divan şairinin koşma nazım şeklinin muhtevasına
kattığı yenilik olarak düşünülebilir.
Kaynakça
Alptekin, Ali Berat (2004), Palandöken’in Zirvesindeki Âşık Erzurumlu Emrah, Ankara:
Akçağ Yayınları.
Çelebioğlu, Amil (1984), “Karacaoğlanda Divan Şiiri Hususiyetleri”, Türk Folkloru
Araştırmaları, Ankara.
Elçin, Şükrü (1998), Gevherî Divanı, Ankara: AKM Yayınları.
249
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Gündüz, Erol (2009), İbrahim Tâ’ib Divanı İnceleme-Metin, Konya: Yayınlanmamış
Doktora Tezi.
Kalkışım, Muhsin (1994), Şeyh Galib Divanı, Ankara: Akçağ Yayınları.
Kurnaz, Cihan (1997), Türküden Gazele, Ankara: Akçağ Yayınları.
Okuyucu, Mine (2010), Divan Edebiyatı Estetiği, İstanbul:Kapı Yayınları.
Tâ’ib, İbrahim (1824),Divan(1), Almanya Millî Kütüphanesi, Ms.or.oct.2171 Berlin.
Tâ’ib, Kazak-zâde İbrahim (1834), Divanı(2), Millî Kütüphane, 06 Mil. Yz. A 6900,
Ankara.
Yardımcı, Mehmet (2008), Başlangıçtan Günümüze Türk Halk Şiiri, Ankara: Ürün
Yayınları.
250
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
ESKİ TÜRKÇE FİLLERİN HAKAS TÜRKÇESİNDEKİ GÖRÜNÜMÜ
Ertan BESLİ
ÖZET
Bu bildiride Eski Türk Yazıtları döneminde yazılmış olan Tonyukuk, Kül Tegin ve Bilge
Kağan yazıtlarında yer alan fiillerden Hakas Türkçesine ulaşanlar tespit edilmiştir. Söz konusu
Eski Türkçe fiillerin ses, yapı bilgisi ve anlam yönünden günümüz Hakas Türkçesindeki
mirasçıları ile arasında olan benzerlik ve ayrılıkları da art zamanlı tarihî ayrımsal-karşılaştırmalı
dil bilim yöntemine göre incelenip belirlenmiştir. Bu çalışmada gerektiğinde incelenen
şekillerin köken bilgisi açıklamalarına da yer verilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Eski Türkçe, Hakas Türkçesi, Köken Bilgisi, Orhun Yazıtları, Dil Bilim.
Abstract
In this study, the old Turkish verbs having reached to today’s Khakas Turkish have been
identified. In terms of phonology, morphologyand meaning, the old Turkish verbshave been
compared totoday’s Khakas Turkish according to the comparative method. Some etymological
explanations have also been taken place when they are in need .
Key words: Old Turkish, Khakas Turkish, etymology, Orkhun inscriptions, linguistics
Günümüz Hakas Türkçesinde Ses ve Anlam Özelliklerini Koruyanlar
aġrı- ‘ağrımak’ = aġır- : aġrı-, ağır- ‘ağrımak, hasta olmak’ (HTS, HRS)
al- almak, yenmek, işgal etmek, dinlenmek, dikkate almak = al- (HTS)
in- ‘inmek’ = in- (HTS, HRS)

Yrd. Doç. Dr. Bitlis Eren Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Bitlis, Türkiye,
[email protected]
251
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
it- ‘düzenlemek, yapmak, teşkilatlandırmak’ = it- ‘etmek, yapmak, bir şeyi yapmak istemek
anlamında kullanılan yardımcı fiil’ (HTS), ‘yapmak’ (HRS).
Hemen yukarıda yer alan it- fiili anlam olarak genişlemiştir. Bu fiilden türeyen itin‘düzenlenmek, teşkilatlanmak’ fiil şekli günümüz Hakas Türkçesinde idĭn- ‘edinmek, itinmek’
şeklinde yer alır.
kör- ‘görmek, bakmak, tabi olmak’ = kör- ‘görmek, bakmak, yaşamak, çocuk doğurmak;
deneme ifade eden yardımcı fiil’ (HTS, HRS)
Söz konusu fiil günümüz Hakas Türkçesinde bazı ek anlamlar kazanmıştır.
öl- ‘ölmek’ = öl- (HTS, HRS) > ölür- ‘öldürmek’ > öldĭr- ‘öldürmek’ (HTS, HRS); ölüt‘öldürmek’ > öldĭr- ‘öldürmek’ (HTS, HRS).
Hemen yukarıda yer alan her üç şekil de günümüz Hakas Türkçesinde yer alan öl- ‘ölmek’ fiil
kökünden türemiştir.
sök- (1)‘sökmek, yarmak’ = sök- (HTS, HRS)
sök- > sökür- ‘diz çöktürmek’ > söktĭr- ‘söktürmek’ (HTS, HRS)
sök- (2) ‘diz çökmek’ fiili, çök- fiili ile eş anlamlı olup 8. asırda Uygur metinlerinde ve
sonrasında tespit edilmiştir (Clauson, 1972:819).
sür- ‘sürmek, kovmak’ > sür- sürmek, peşinden takip etmek’ (HTS, HRS)
tile- ‘dilemek, istemek’ = tile- aramak, dilemek; istemek (HTS, HRS)
tolġat- ‘dolatmak, eziyet çektirmek’ = tolġat- ‘dolatmak, oynatmak; döndürmek’ (HTS),
‘döndürmek, çevirtmek, çamaşır ve benzeri sıkmak; ağrı çekmek’ (HRS)
Hemen yukarıda yer alan fiiller tolġa- fiilinin türevleridir: tolġa- ‘incimekkederlenmek’
(EUTS), ‘bükmek, dolamak; döndürmek’ (EDT) = tolġa-‘döndürmek, çevirmek, burmak;
dolamak’ (HTS, HRS). Eski Türkçede yer alan tolġat- fiili tolġa- fiilinin faktitif şeklidir
(Clauson, s. 497). Eski Türkçede söz konusu fiilin olumsuz şekli tolġatma- ‘incitmemek,
rahatsız etmemek, eziyet etmemek’ için de aynı açıklama geçerlidir. Söz konusu şekiller çağdaş
Hakas Türkçesinde tolġa- ve tolġa-t- fiil şekillerinde yaşar. Ayrıca Hakas Türkçesinde yer alan
fiil şeklinin son anlamı ‘ağrı çekmek’ Eski Türkçedeki anlam ile ilgilidir.
tut- ‘tutmak, yakalamak’ = tut- ‘tutmak, elinde bulundurmak; avlamak’ (HTS, HRS)
Ayrıca şu şekiller de bulunur: tutun- ‘tutunmak’, tutuz- ‘tutturmak, yakalatmak’ tut(t)ırtutturmak, tutuşturmak’ (HTS, HRS)
252
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Hemen yukarıda yer alan her üç şekil de günümüz Hakas Türkçesinde de yer alan tut-- ‘tutmak’
fiil kökünden gelişmiştir.
ur-‘ vurmak, dövmek, koymak, yapmak, takmak, hak etmek, yontmak, geçirmek, kaydetmek’
: ur- ‘dökmek, akıtmak’ (HTS, HRS)
Eski Türkçede urtur- ‘vurdurmak, hak ettirmek, yonturmak’ fiili yazıtlar da geçer. Hakas
Türkçesinde de urundır- ‘vurdurmak, çarptırmak’ (HTS, HRS) yer alır. Bu fiil şekilleri de ur‘vurmak’ fiil kökünden gelir.
Günümüz Hakas Türkçesinde Ses, Şekil ya da Anlam Gelişimine Uğrayanlar
Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde ç- >s- ses gelişimi olmuştur.
aç- (1) ‘açmak’ > as- ‘açmak, çözmek; batmak, aşmak, geçmek’ (HTS, HRS)
Bu şekil Eski Türkçe aç- fiil kökünden gelir.
aç- (2) ‘acıkmak’ > asta- ‘acıkmak’ (HTS, HRS)
Bu şekil Eski Türkçe aç- fiil kökünden gelir.
adrıl- ‘ayrılmak’ > azırıl- (HTS)
ad- kökü açıkça görülmektedir. Söz konusu kök aḏ- şeklinde EDT’de gösterilip aḏır- fiili söz
konusu kökün faktitif şekli olarak verilmiştir (Clauson, 1972: 66). Bu fiil şekli için günümüz
Hakas Türkçesinde d- >z- ses gelişimi olmuştur.
aḳıt- ‘akıtmak, göndermek’ : ah- ‘akmak’ (HTS)
Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde k- >x- ses gelişimi olmuştur. Eski Türkçe ak- fiil
kökünden türemiştir. Bu fiil kökü Eski Uygur Türkçesinde yer alır (Caferoğlu, 1993:6)
altuz- ‘aldırmak, fethettirmek, yakalamak’ : al- ‘almak’, aldır- ‘aldırmak’ (HTS, HRS)
Bu ettirgen çatılı şekil r- >z- ses gelişimi dolayısıyla al- fiil köküyle ve aldır- fiili ile ilişkilidir.
arta- >artat- ‘bozmak, harap etmek’ > arda- ‘bozulmak, çürümek’ (HTS, HRS) > ardat‘bozmak, çürütmek’ (HTS, HRS)
Yazıtlarda geçen artat- fiili, arta- ‘zarar vermek, bozmak’ fiilinin faktitif şeklidir (Clauson,
1972: 208). İncelenen fiil şekilleri için günümüz Hakas Türkçesinde t- >d- ses gelişimi
olmuştur.
aş- ‘aşmak, geçmek’ > as- (HTL)
253
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde ş- >s- ses gelişimi olmuştur. Ayrıca bu fiil Hakas
Türkçesinde ‘batmak’ anlamında da kullanılır.
aşan- ‘yemek yemek, yemek yenilmek’
Günümüz Hakas Türkçesinde ş- >s- ses değişimi ile as ‘aş’ isim şekli korunmuştur.
ay- ‘söylemek, konuşmak, haber vermek, hükmetmek, idare etmek’ > ayt- ‘demek, söylemek,
arz etmek’ > ayt- ‘konuşmak’ (HTS, HRS)
Hakas Türkçesinde kullanılan şekil Eski Türkçe ay- fiil kökünden gelir. Ayrıca Eski Türkçede
ayt- fiili de geçer. Bu şekil ay- + -t (faktitif eki) ile oluşmuştur.
ba- ‘bağlamak’ > palġa- (HTS, HRS)
Hakas Türkçesinde kullanılan şeklin b- >p- ses gelişimi ile ba- kökünden geldiği açıktır. Ayrıca
Türkiye Türkçesine göre ġl- >lġ- metatezi gerçekleşmiştir.
bar- ‘varmak, gitmek’ > par- ‘gitmek’ (HTS), ‘varmak, yola koyulmak, ayrılmak’ (HRS)
Hakas Türkçesinde b- >p- gelişimi olmuştur.
bas- ‘basmak, bastırmak, üzerine çökmek, yenmek, ezmek’ > pas- ‘basmak, yürümek, adım
atmak, bulmak, yakalamak’ (HTS, HRS)
Günümüz Hakas Türkçesinde b- >p- ses gelişimi olmuştur. Şu fiiller de bas- fiil kökünün
türevleridir: basık- ‘basılmak, sokulmak, sokmak, bastırmak’; basın- ‘zayıf görmek, hor
görmek, yerinmek, kahrolmak’; basıt- ‘bastırmak, bastırtmak, baskın yaptırmak’
başad- ‘baş olmak, idare etmek, önderlik etmek’ > pasta- ‘başlamak, idare etmek; kılavuzluk
etmek’ (HTS, HRS)
Günümüz Hakas Türkçesinde bu fiilin ait olduğu baş isim kökü pas ‘baş’ b- >p- ve ş- >s- ses
gelişimleri ile korunmaktadır. Sedasız ünsüzden sonra la- isimden fiil yapma eki geldiğimden
dolayı l- >t- ses hadisesi meydana gelmiştir.
bat- ‘batmak, güneş batmak’ > pat- ‘saplanmak, gömülmek; batmak’ (HTS, HRS)
Hakas Türkçesinde b- >p- gelişimi olmuştur.
bıç- ‘biçmek, kesmek’ > pıs- ‘biçmek’ (HTS, HRS)
Günümüz Hakas Türkçesinde b- >p- ve ç- >s- ses gelişimi hadiseleri olmuştur.
bil- ‘bilmek’ > pĭl- ‘anlamak, bilmek; tanımak’ (HTS, RHS)
254
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Hakas Türkçesinde b- >p- gelişimi olmuştur. Ayrıca i- fonemi kısalmıştır.
bin- ‘binmek’ > bintür- bindirmek > mün- ‘binmek’ (HTS, HRS); mündĭr- ‘bindirmek’ (HTS,
HRS).
Hakas Türkçesinde sırası ile b- >m-, t- >d- ses gelişimi hadiseleri olmuştur. Ayrıca i- >ü- ses
değişikliği de yer almıştır.
birik- ‘birikmek, toplanmak, katılmak’ > pĭrĭk- ‘bir araya gelmek, birleşmek; katışmak’;
pĭrĭktir- ‘biriktirmek, bir araya getirmek; toplamak’ (HTS, HRS)
boz- ‘bozmak, bozguna uğratmak’ > pus- ‘bozmak, kırmak’ (HTS, HRS), ‘yok etmek’ (HRS)
Hakas Türkçesinde b- >p- gelişimi olmuştur. Ayrıca o- >u- ses değişikliği yer almıştır.
bir- vermek > pir- ‘vermek, tezlik ya da başkası için bir şey yapabilme anlamında kullanılan
yardımcı fiil’ (HTS, HRS)
Hakas Türkçesinde b- >p- gelişimi olmuştur.
bol- ‘olmak’ > pol- ‘olmak, durmak; ebilmek’ (HTS, HRS)
Hakas Türkçesinde b- >p- gelişimi olmuştur.
buŋad- ‘bunalmak, kederlenmek’
buŋ ‘sıkıntı’ isim kökünden gelen bu şekil günümüz Hakas Türkçesinde b- >m- ses değişikliği
ile muŋ isim şeklinde yaşamaktadır.
busta- ‘puslandırmak, çöktürmek’
Günümüz Hakas Türkçesinde bus isim şekli pus şeklinde b- >p- ses gelişimi ile kullanılır.
ebir- ‘evirmek, dolanmak, çevirmek’ > ibĭr- ‘bir şeyin etrafını dolaşmak, çevirmek; ters yüz
etmek’ (HTS, HRS)
Hakas Türkçesinde e- >i- gelişimi olmuştur. Ayrıca i- >ĭ- fonemi kısalmıştır.
egir- ‘eğirmek, çevirmek, kuşatmak, sevk etmek’ > iir- ‘eğirmek’ (HTS) ve ir- ‘eğirmek’ (HTS,
HRS)
Hakas Türkçesinde kullanılan şekil Eski Türkçe eg- ‘eğirmek’ fiil kökünden gelir. Bu fiil kökü
ABAW II ve EUTS’de yer alır. Hakas Türkçesinde ir- şekli için e- >i- gelişimi olmuştur. Ayrıca
g- fonemi de düşmüştür. Günümüz Hakas Türkçesinde yer alan iir- şekli için ise Eski
Türkçedeki şekilde var olan g- foneminin düşmesi neticesinde iki tane i- fonemi yer almıştır.
255
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Ayrıca yine e- >i- ses değişimi yer almıştır. Anlam olarak da günümüz Hakas Türkçesinde söz
konusu fiil yalnızca ‘eğirmek’ anlam birimini karşılar.
er- ‘ermek, erişmek, yetişmek, ulaşmak’ = ir- ‘erişmek, yetişmek’ > irt- geçmek (HTS, HRS)
Günümüz Hakas Türkçesinde ir- + -t (faktitif eki ile) şeklinde yer alır. Söz konusu ir- fiilinin
faktitif şekli de günümüz Hakas Türkçesinde yer alır: irtür- ‘erdirmek, yaptırmak’ >irtir‘geçirmek’ (HTS, HRS). Ayrıca er- fiili için de e- >i- ses gelişimi günümüz Hakas Türkçesinde
yer almıştır. Hemen yukarıda yer alan şekil ir- fiil kökünden gelir ve ü- >i- ses daralmasına da
uğramıştır.
İncelenen er- ve ir- fiillerinin ert- ‘geçmek’ şekli de Eski Türkçede yer aldı : ert- >irt- (HTS,
HRS). Ayrıca yine Eski Türkçe er- fiilinden türemiş ertür- ‘erdirmek, yaptırmak’ fiili >irtĭr‘geçirmek’ şeklinde çağdaş Hakas Türkçesinde yer alır (HTS, HRS). Bu fiil şekli için günümüz
Hakas Türkçesinde e- >i- ve ü- >ĭ- ses gelişimleri yer alır.
ertin- ‘geçinmek, vazgeçmek, dönmek; pişman olmak’ > irtĭn- ‘kendini beğenmek, şımarmak’
(HTS)
Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde e- >i- ve i- >ĭ- ses gelişimi olmuştur.
eşid- ‘işitmek, duymak; dinlemek’ (ETY, OY) = eşit- ‘işitmek, dinlemek’ (OY) > ist- dinlemek,
işitmek (HTS, HRS)
Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde e- >i- ses gelişimi olmuştur. Ayrıca Eski
Türkçede kullanılan eşid- ve eşit- fiilinde yer alan i- fonemi de düşmüştür. eşid- fiili için ayrıca
Günümüz Hakas Türkçesinde d- >t- fonem gelişimi yer almıştır.
ı- ‘göndermek’ > ıs- ‘göndermek, anlatmak; yardımcı fiil olarak kendinden önceki fiillerle
kaynaşıp fiilin gerçekleştiğini bildirir’ (HTS, HRS)
Bu fiil ı- >ıd- >ıs- şeklinde d- >z- ses gelişimi ile günümüz Hakas Türkçesinde yer almıştır.
Hakas Türkçesinde kelime sonunda yer alan s- ses biriminin z- ses birimine dönüşmesi kuraldır
(Arıkoğlu, 2005:18). Ayrıca yıd- ‘göndermek’ fiili de Eski Türkçede yer almıştır. Ayrıca ıdfiili ve Hakas Türkçesindeki karşılığı da bulunur: ıd- ‘göndermek’ ve ıt- ‘göndermek’.
Bu iki fiil ıd- ve ıt- >ıs- şeklinde d- >z- ses gelişimi ile günümüz Hakas Türkçesinde yer almıştır.
Hakas Türkçesinde kelime sonunda yer alan s- ses biriminin z- ses birimine dönüşmesi kuraldır
(Arıkoğlu, 2005:17).
256
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
içger- ‘içe almak , itaat ettirmek, tâbi kılmak’ ve içik- ‘içeri girmek, dahil olmak, tâbi olmak,
teslim olmak, itaat etmek’ : iç ‘iç’ (HTS, HRS)
Hemen yukarıda yer alan her iki şekil de günümüz Hakas Türkçesinde yer alan iç ‘iç’ isim
kökünden gelişmiştir.
ḳabış- ‘kavuşmak, birleşmek, toplanmak; buluşmak’ > habas- ‘kubaşmak, yardımlaşmak;
ortaklık kurmak’ (HTS, HRS)
Günümüz Hakas Türkçesinde bu fiil için ḳ- >x-, ı- >a- ve ş- >s- ses değişimi hadiseleri olmuştur.
ḳal- ‘kalmak, çaresiz kalmak’ > hal- ‘kalmak, tamamlanmak anlamında kullanılan yardımcı
fiil’ (HTS, HRS)
Günümüz Hakas Türkçesinde ḳ- >x- ses gelişimi olmuştur.
ḳat- ‘katmak’, ‘geceyi gündüze katmak, gece yürüyüşü yapmak’ > hat- ‘katmak, katıştırmak’
Günümüz Hakas Türkçesinde ḳ- >x- ses gelişimi olmuştur.
ḳamşat- ‘titretmek, sarsmak, hareket ettirmek’ : hamçıla- ‘kamçılamak’ (HTS, HRS)
Bu fiile aynı kökten gelen la- isimden fiil yapma ekiyle oluşmuş hamcıla- ‘kamçılamak’ fiili
günümüz Hakas Türkçesinde yer alır.
ḳanlan- ‘hanlanmak’ : han ‘han’ (HTS, HRS)
Hemen yukarıda yer alan fiil şeklinin kökü günümüz Hakas Türkçesinde han ‘han’ isim kökü
şeklinde yer almıştır.
keç- ‘geçmek’ > kis- ‘geçmek, aşmak’ (HTS, HRS)
Günümüz Hakas Türkçesinde e- >i- ve ç- >s- ses gelişimi hadiseleri meydana gelmiştir.
kel- ‘gelmek’ > kil- (HTS, HRS) > kelür- ‘getirmek’ > kilir- (HTS, HRS)
kelür- fiil şekli Eski Türkçede de geçen kel- fiil kökünün faktitif şekli olarak gösterilir (Clauson,
1972:719).
ḳıd- ‘kıyılamak, barındırmak, himaye etmek, korumak’ (OY), ‘kıymamak, canını bağışlamak;
korumak; caymak’ (EDT) > hıy- kıymak, kesmek; doğramak (HTS, HRS)
Günümüz Hakas Türkçesinde ḳ- >x- ve d- >y- ses gelişimi hadiseleri meydana gelmiştir.Söz
konusu fiil çeşitli anlamlarla çağdaş Türk şivelerinde yaşar (Clauson, 1972:595).
ḳıl- ‘kılmak, yapmak’ > hıl- (HTS, HRS)
257
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Günümüz Hakas Türkçesinde ḳ- >x- ses gelişimi olmuştur. Ayrıca hemen aşağıda yer alan fiil
de ḳıl- fiil kökünden türemiştir: ḳılın- ‘kılınmak’ >hılın- ‘kılınmak, yapılmak’ (HTS, HRS).
ḳıs- ‘kılmak’ >hıl- ve ḳış- ‘kılmak, yapmak, meyletmek’ >hılHemen yukarıda yer alan her iki fiil şekli de Eski Türkçede yer alan ḳıl- fiil köküyle ilgilidir: l>s- ~ ş- gelişimi sonucu olması muhtemeldir.
ḳılıçla- ‘kılıçlamak’ : hılıs ‘kılıç’ (HTS, HRS)
Hemen yukarıda yer alan fiil şekli hılıs- ismi şeklinde günümüz Hakas Türkçesinde yer alır.
ḳışla- ‘kışlamak’ > hısta- (HTS, HRS)
Hemen yukarıda yer alan fiil günümüz Hakas Türkçesinde ḳ- >x- ses değişimi sonucunda hıs
‘kış’ isim kökü sedasız ünsüzle bittiğinden ötürü l- >t- ses değişimi yer almıştır. Hakas
Türkçesinde sedasız ünsüz ile biten kelimeler l- fonemi ile başlayan bir ek aldıklarında tfonemine dönüşür: aḳla- >ahta- gibi (Arıkoğlu, 2005:18).
kir- ‘girmek, dalmak’ > kĭr- ‘girmek, düşmek, geçmek, basmak; başlamak’ (HTS, HRS)
Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde i- >ĭ- ses gelişimi olmuştur.
ḳon- ‘konmak, yerleşmek, konaklamak’ > hon- ‘gecelemek, konmak; durmak’ (HTS, HRS)
Söz konusu fiilin Eski Türkçe ko- ‘koymak’ fiil kökünden gelmesi muhtemeldir. koḏ- fiili için
de *ko- şeklinde söz konusu fiil kökü işaret edilmiştir (EDT). Bu fiil şekli için günümüz Hakas
Türkçesinde ḳ- >x- ses gelişimi olmuştur. Ayrıca ḳon- fiilinin ḳontur- ‘kondurmak,
yerleştirmek, konaklatmak’ şekli de Eski Türkçede yer almıştır.
ḳorḳ- ‘korkmak’ > horh- (HTS, HRS)
Bu fiilde Eski Türkçede yer alan ḳ- fonemi hem baş seste hem de son seste ḳ>x- ses değişimine
uğramıştır.
kötür- ‘kaldırmak, yükseltmek, çıkarmak’ > ködĭr- kaldırmak, götürmek; tartmak (HTS, HRS)
Günümüz Hakas Türkçesinde t- >d- ve ünlü daralması ile ü- >ĭ- ses gelişimi hadiseleri meydana
gelmiştir.
ḳulad- ‘kulu olmak, köle olmak’ : hul ‘kul’ (HTS, HRS)
Hemen yukarıda yer alan fiil şekli hul ‘kul’ ismi şeklinde günümüz Hakas Türkçesinde yer alır.
*ḳubar- > ḳuvra- ‘bir araya gelmek, toplanmak’ (EDT) > hura- ‘parçaları birleştirmek,
toplamak’ (HTS, HRS);
258
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Eski Türkçede yazıtlarda geçen ḳubran- ‘toplanmak’ ve ḳubrat- ‘toplatmak’ fiillerden dolayı
*ḳubar- ‘toplamak’ fiilinin olması muhtemeldir. Nitekim ḳub(a?)r- ‘?çoğalmak, ? toplanmak’
fiili İhe Hüşotu yazıtında geçer (Orkun, 2011:I, 140). Adı geçen yazıttaki incelenen kelimeyi
Clauson ḳuvrap şeklinde okumuştur. Söz konusu araştırıcı ḳuvra- fiilinin Hakas Türkçesindeki
karşılığı olarak da hura- fiilini verilmiştir (Clauson, 1972:586).
Söz konusu şekil Hakas Türkçesine ḳ- >x- ve v- foneminin düşmesiyle geçmiştir.
küzed- ‘gözetmek, saklamak’ > küzet- ‘beklemek, gözetlemek’ (HRS)
Günümüz Hakas Türkçesinde t- >d- ses gelişimi hadisesi meydana gelmiştir. Bu fiil kö:z
isminden türemiştir (Clauson, 1972:758).
olur- ‘oturmak, tahta oturmak’ > olurt- ‘oturtmak, tahta oturtmak’
Hemen yukarıda yer alan her iki şekilde odır- ‘oturmak’ (HTS, HRS) ve odırt- ‘oturtmak,
dikmek’ (HTS, HRS) fiilleri şeklinde günümüz Hakas Türkçesinde yer alır. Ayrıca oldur- ve
oltur- ‘oturmak’ fiilleri de günümüz Hakas Türkçesinde yer alır (EDT). odır- ve odırt- fiilleri
l- foneminin düşmesi sonucunda oluşmuştur.
oz- ‘ileri geçmek, öne atılmak, kurtulmak; sıyrılmak’ > pozı- ‘kurtulmak, serbest kalmak’
(HTS, HRS)
Günümüz Hakas Türkçesinde kullanılan şekilde p- ön ses türemesi olmuştur.
ögir- ‘sevinmek, eğlenmek’ > örĭn- ‘sevinmek , neşelenmek’ (HTS, HRS)
Günümüz Hakas Türkçesindeki şekilde g- fonemi düşmüştür. öri- fiiline n- çatı eki gelmiştir.
ök- ‘toplamak, biriktirmek’ > üg- ‘yığmak, kümelemek; toplamak’ (HTS, HRS).
Ayrıca ökül- ‘toplanmak, yığılmak, düşünülmek’ edilgen çatılı şekli de yazıtlarda vardır.
ör- ‘yukarı çıkmak, yükselmek, kopmak, belirmek, ayağa kalkmak’ > öörle- ‘yukarı çıkmak,
yükselmek’ (HTS, HRS)
öör ‘yukarı’ isminden, isimden fiil yapma eki le- ile meydana gelmiştir. Ayrıca günümüz Hakas
Türkçesinde ö- >öö- ses gelişimi hadisesi ö- foneminin uzun ünlü olarak değişmesi ile
meyhdana gelmiştir.
sa- ‘saymak, söylemek; haber vermek’ > sana-‘ saymak, olduğunu düşünmek; addetmek’ (HTS,
HRS)
259
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Kuzey-Batı ve Güney-Batı Türk şiveleri grubu haricinde söz konusu Eski Türkçe fiil sanā- fiili
ile yer değiştirmiştir (Clauson, 1972:781).
saḳın- ‘düşünmek, endişelenmek, plan kurmak, yas tutmak’ > saġın- (HTS, HRS)
sıġta- ‘ağlamak, sızlamak’ >sıhta- ‘ağlamak’ (HTS, HRS)
ġ- >x- ses değişimi hadisesi günümüz Hakas Türkçesinde yer almıştır. Yukarıda yer alan fiiller
tek heceli bir kökü işaret eder. Nitekim T. Gülensoy sakın- ve saġın- fiil şekillerini Orta Türkçe
*sak ‘işte uyanık ve zeyrek olmak’ < *sa- ‘saymak, sanmak, düşünmek; arzu etmek’ + k + (ı)n(dönüşlülük eki) şeklinde vermiştir (Gülensoy, 2007:718).
sı- ‘kırmak, bozmak, yenmek; zaptetmek’ > sındır- ‘kırmak, parçalamak’ (HTS, HRS; RHS)
Söz konusu Eski Türkçe fiil sındır- fiili ile yer değiştirmiştir (Clauson, 1972:782).
sö:zle- > sözleş- ‘söyleşmek, sözleşmek’ > söste- ‘söylemek, kulağına fısıldamak’ (HTS, HRS)
sözleş- fiili sö:zle- ‘söylemek, konuşmak’<sö:z isminden gelir ve 8. yy. Uygur metinlerinde yer
alır (Clauson, 1972: 863). Hakas Türkçesinde sö:zle- fiilinin karşılığı söste- fiilidir.
taşıḳ- ‘dışarı çıkmak, sefere çıkmak’ : tas ‘dış’ (HTS, HRS)
tas ‘dış’ isim kökü ş- >s- ses değişimi ile günümüz Hakas Türkçesinde yer alır.
teg- ‘değmek, erişmek, ulaşmak, hücum etmek, çarpışmak’ > teŋ- ‘değmek, dokunmak; isabet
etmek’ (HTS); ten- (HRS) ve tee- ‘değmek, dokunmak’
Söz konusu fiil için HRS’de hemen yukarıda yer alan anlamda Kiril alfabesi ile тенъ- [teerge]
yer alır. Bu kelimenin okunuşu [ten] şeklinde olup -ъ (kalınlaştırma işareti) hece bitiminden
sonra duraklama işlevinde kullanılmış olabilir. Nitekim söz konusu işaretin çağdaş Kiril
alfabesindeki işlevi budur. HRS’de ayraç içinde verilen teerge şeklindeki te- fiil kökü -erge ise
mastar ekidir. HTL’de yer alan teŋ- şeklini hem Kiril alfabesinin Türk şivelerinde yer alan
karşılıkları bakımından hem de Eski Türkçe teg- fiilindeki -g fonemi bakımından açıklamak
gerekir. Ayrıca HRS ve HTS’de bulunan teer- ‘değdirmek’, teert- ‘değdirmek, dokundurmak’,
teel- ‘değinmek, dokunulmak’ fiillerinde yer alan çatı eklerini çıkardığımızda tee- ‘değmek’ fiil
köküne ulaşmak mümkün oluyor.
ti- ‘demek, söylemek’ : tĭ- (HTS, HRS)
i- >ĭ- ses gelişimi ile günümüz Hakas Türkçesinde yer almıştır.
tıŋla- ‘dinlemek’ > tıŋna- (HTS, HRS)
260
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Günümüz Hakas Türkçesine ulaşırken l- >n- ses hadisesi olmuştur. Bu fiilin *tıŋ isim şeklinden
gelmiş olabileceği belirtilmiştir. Ayrıca adı geçen araştırıcı Çince : *t’ing ‘duymak, dinlemek’
fiilini de söz konusu fiilin kökeni olması bakımından şüpheli bulur (Clauson, 1972: 522)
tik- ‘dikmek’ > tĭk- (HTS, HRS)
Günümüz Hakas Türkçesine ulaşırken i- >ĭ ses gelişimi olmuştur.
tir- ‘yaşamak’ > tirgür- ‘yaşatmak, diriltmek’ > tĭrgĭs- diriltmek (HTS)
Ayrıca günümüz Hakas Türkçesinde tĭrĭg ‘diri’ (HTS) isim şekli de bulunur. Bu isim de tirfiilinden gelir (Clauson, 1972:529). Ayrıca Eski Türkçede yer alan şu fiil de Hakas Türkçesinde
yaşar: tiril- ‘dirilmek, yaşamak’ >tĭrĭl- dirilmek (HTS, HRS). : Günümüz Hakas Türkçesinde
yer alan tĭrgĭs- ve : tĭrĭl- fiillerinde Eski Türkçe tir- fiili açıkça görülmektedir.
to- ‘doymak’ > tod- ‘doymak’
Hemen yukarıda yer alan her iki fiil şekli de günümüz Hakas Türkçesinde toh ‘tok’ (HTS, HRS)
isim şekliyle bulunur.
toġ- ‘doğmak, aşmak, çıkmak’ > tuġ- ‘yavrulamak, yumurtlamak’ (HTS, HRS)
Günümüz Hakas Türkçesinde o- >u- ses gelişimi hadisesi olmuştur.
toġla- ‘toz çıkarmak’ > tozınna- ‘tozlanmak, toz çıkarmak’ (HRS), ‘tozlanmak’ (HTS)
Eski Türkçede geçen to:ġ ‘toz’ ismi yukarıda yer alan fiillerin kökenidir (Clauson, 1972:463).
Günümüz Hakas Türkçesinde la- yapım eki n- fonemi ile biten bir kelimeye geldiğinde nfonemine dönüşür.
toḳı- ‘vurmak, dövmek, çarpmak, dokumak, sokmak, batırmak, yontmak’ > tohlat‘tıkırdatmak, vurmak’ (HTS, HRS)
Söz konusu fiil kökünde ḳ- >x ses değişikliği gerçekleşmiştir. Şu şekiller de tokı- fiil şekli ile
ilgilidir: toḳıt- ‘vurdurmak, dövdürmek, dokutmak, yonturmak’; tohlattır- ‘toklattırmak,
vurmak’ (HTS, HRS)
tor- ‘zayıflamak, ezilmek, harap olmak; bitmek’ > tura par- ‘varmak’ (HTS, HRS)
Günümüz Hakas Türkçesinde o- >u- ses gelişimi hadisesi olmuştur. Ayrıca fiil a- gerindium
eki alıp yardımcı fiil olan par- ile kullanılmıştır.
töküt- ‘döktürmek, akıtmak’ > töktĭr- ‘döktürmek, akıttırmak’ (HTS, HRS)
261
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Çağdaş Hakas Türkçesinde tök- ‘dökmek, akıtmak’ (HTS, HRS) fiili de yaşar. Söz konusu fiiler
bu fiilden türemiştir. Hakas Türkçesinde yer alan şekilde tĭr- faktitif eki yer alır.
törü- ‘türemek, yaratılmak’ > töre- törĭ- ‘doğmak, ortaya çıkmak’ (EDT, HTS; HRS)
Günümüz Hakas Türkçesinde bu fiil için ü- >ĭ- ses hadisesi meydana gelmiştir.
tüz- >tüzül- ‘dizilmek, sırada olmak, düzelmek, anlaşmak, barışmak’ (OY) ve tüzel-(?)
‘düzelmek’ (EUTS) > tüzel- ‘düzelmek, düzgün olmak’ (HTS, HRS; RHS); tüzet- ‘düzeltmek’
(HTS)
Hemen yukarıda yer alan Eski Türkçe fiillertüz- ‘dizmek, düzeltmek; tavsiye etmek’ (EUTS),
‘düzeltmek, düzleştirmek; sırada olmak’ (EDT) fiil kökünden gelir. tüze- fiili tüz isminden eekiyle yapılmış bir fiil olup daha yeni tarihe ait bir şekildir (Clauson, 1972: 575). Günümüz
Hakas Türkçesinde yer alan yukarıdaki fiillerse tüz isim şekline e- eki eklenmesiyle oluşmuştur.
tüş- ‘düşmek, inmek, attan inmek’ > tüs- ‘inmek, kalmak, düşmek, rastlamak; yatmak’ (HTS,
HRS)
attaŋtüs- “attan inmek”
Günümüz Hakas Türkçesinde bu fiil için ş- >s- ses hadisesi meydana gelmiştir. Söz konusu fiil
Hakas Türkçesinde temel anlamını korumakla birlikte yeni anlamlar da kazanmıştır. Ayrıca
tüşür- ‘düşürmek, indirmek; attan indirmek’ >tüzĭr- ‘indirmek, düşürmek; kaybetmek’ (HTS,
HRS) şekli de Hakas Türkçesinde yer alır.
uç- ‘uçmak’ > uçuh- ‘uçmak, uçuşmak’ (HTS, HRS)
ud- ‘takip etmek, kovalamak, uymak’ : uy- ‘uymak’ (HTS, HRS)
Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde d- >y- ses gelişimi olmuştur. Eski Türkçede şu
şekil de yer alır: uduz- ‘sevk etmek, götürmek, yol göstermek, takip ettirmek’. Bu fiil şekli de
ud- fiil kökünden gelir.
udı- ‘uyumak’ > uzu- ‘uyumak, yatmak; donup kalmak’ (HTS, HRS)
udı- fiili u: ‘uyku’ isminden türemiştir (Clauson, 1972: 42). Günümüz Hakas Türkçesinde bu
fiil için d- >z- ve ı- >u- ses hadiseleri meydana gelmiştir.
ulġa- > ulġart- ‘büyütmek’ > uluġat- ‘büyümek, büyütmek’ (HTS) < uluġa- ‘büyümek’ (HTS)
ulġa- ‘büyümek’ (Orkun, 2011:123) fiili ve yukarıda yer alan diğer fiiller uluġ ‘ulu, büyük’
isminden türemiştir. Günümüz Hakas Türkçesinde kullanılan söz konusu uluġat- fiilinin
türediği uluġa- fiili de günümüz Hakas Türkçesinde yaşar.
262
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
una- > unama- ‘tasvip etmemek, muvakafat etmemek’ : una- ‘onamak’ (HTS, HRS) ve ına- ‘1istemek, arzu etmek; 2- onamak, uyuşmak’ (HTS, HRS)
Yukarıdaki fiiller Eski Türkçe una- ‘razı olmak, muvakafat etmek’ (ETY) fiilinden gelir.
üz-‘ kesmek, kırmak, koparmak, parçalamak’ > üs- ‘kesip koparmak’ (HTS, HRS)
Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde z- >s- ses gelişimi olmuştur.
yaġ- ‘yağmak, katılmak’ > çaġ- ‘yağmak’ (HTS, HRS)
Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde y- >ç- ses gelişimi olmuştur. Ayrıca Eski
Türkçede olduğu gibi Hakas Türkçesinde söz konusu fiilin türevleri de vardır: yaġur‘yaklaştırmak, yaklaşmak’ : çaġınna- ‘yaklaşmak’ (HTS, HRS) ve yaġut- ‘yaklaştırmak’ :
çaġınnat- ‘yaklaştırmak’ (HTS, HRS)
yabrıt- ‘yıpratmak, yok etmek’ : çabır- ‘bastırmak, sıkıştırmak; aşağılamak’ (HTS, HRS)
Hakas Türkçesinde başta yer alan y- fonemi çoğunlukla ç- bazen de n- olur (Arıkoğlu, 2005:
17). Bu yüzden çabır- şekli ses ve anlam olarak Eski Türkçede yer alan yabrıt- fiil şekli ile
birleştirmek mümkün olabilir.
yan- ‘dönmek, geri dönmek, korkutmak’ > yantur- ‘döndürmek’
Yukarıda yer alan her iki şekil de günümüz Hakas Türkçesinde yer alan ayla- aylan- ‘dönmek‘
fiilleri ile ilgili olabilir: Söz konusu durumda *ań- ‘dönmek’ fiil kökünü araştırmak gerekir.
yań- ‘yaymak, saçmak, dağıtmak’ > çay- ‘yaymak, sermek, yıkmak, saçmak’ (HTS, HRS)
Günümüz Hakas Türkçesinde bu fiil için y- >ç- ve ń- >y- ses hadiseleri meydana gelmiştir.
yara- ‘yaramak, yaraşmak’ > çara- ‘yarmak, uygun olmak’ (HTS, HRS)
Eski Türkçede yer alan yara- fiilinin şu türevleri de yazıtlarda geçer: yarat- ‘yaratmak, tertip
ve tanzim etmek, yapmak; meydana getirmek’ >yaratıd- yaratıt- ‘yarattırmak, yaptırmak’,
yaratun- ‘tanzim edilmek, tertiplenmek’; yaratur- ‘yarattırmak, yaptırmak’. Günümüz Hakas
Türkçesinde ise söz konusu bu fiil için y- >ç- ses hadisesi meydana gelmiştir.
yat- ‘yatmak, uzanmak, yığılmak’ > çat- ‘yatmak, şimdiki zaman eki yor-; uzanmak’ (HTS,
HRS)
Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde y- >ç- ses gelişimi olmuştur.
yaz- ‘günah işlemek, kabahat işlemek’ (ETY) > yazın- ‘günah işlemek, karşı gelmek, yanılmak;
yolunu şaşırmak’;yazuḳla- ‘suçlamak’ > çastıh- ‘yanılmak, yoldan çıkmak’ (HTS, HRS)
263
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Hemen yukarıda yer alan yaz- ‘günah işlemek, kabahat işlemek’ fiili Şine Usu’da geçer (ETY)
> ças- ‘sermek, dağıtmak; yazmak’ (HTY, HRS). Yazıtlarda geçen yazın- ve yazukla- fiillerinin
kökü olarak yaz- verilmiştir.
yel- ‘koşmak, koşturmak, dörtnala gitmek, hızlı gitmek’ > çil ‘(uçan) at’ (HTS)
Söz konusu fiil Hakas Türkçesinde y- >ç- ve e- >i- ses gelişimi hadiseleri ile isim şeklinde
yaşar.
yet- ‘yedeğe almak’ > çidekte- ‘yedeklemek, dizgininden tutarak götürmek’ (HTS, HRS)
Söz konusu fiil Hakas Türkçesinde y- >ç-, e- >i- ve t- >d- ses gelişimi hadiseleri ile çidekteşeklinde yaşar.
yıġ- ‘yığmak, toplamak, kazanmak, alıkoymak- engel olmak’ > çıġ- ‘toplamak, biriktirmek’
(HTS, HRS)
Bu fiil şekli için günümüz Hakas Türkçesinde y- >ç- ses gelişimi olmuştur.
yi- ‘yemek’ > çĭ- (HTS, HRS)
Söz konusu fiil günümüz Hakas Türkçesinde y- >ç- ve i- >ĭ- ses gelişimi hadiseleri ile yaşar.
yit- ‘yitmek, kaybolmak’ > çĭt- ‘yitmek, kaybolmak’ (HTS, HRS)
Söz konusu fiil Hakas Türkçesinde y- >ç- ve i- >ĭ- ses gelişimi hadiseleri ile yaşar. Ayrıca yitürfiilinin karşılığı da vardır: yitür- ‘yitirmek, kaybetmek’ >çĭdĭr- yitirmek, kaybetmek (HTS,
HRS).
yoġur- ‘yoğurmak, çiğnemek, aykırı gitmek, çapraz gitmek’ > çura- ‘yoğurmak, karmak’
(HTS, HRS)
Günümüz Hakas Türkçesinde bu fiil y- >ç- ses değişikliği ve ġ- foneminin düşmesiyle yaşar.
yoḳad- ‘yok olmak’ > çoh pol- (HTS, HRS)
Eski Türkçede geçen yoḏ- ve yo:k şekilleri *yo:- fiilinden türemiştir (Clauson, 1972:895). Bu
yüzden yokad- fiili ve günümüz Hakas Türkçesinde bulunan çoh şekilleri de *yo:- fiil
kökündentüremiş olabilir.Ayrıca günümüz Hakas Türkçesinde bulunan çoh isim şekli için y>ç- ve ḳ- >x- ses gelişimi hadiseleri meydana gelmiştir.
yorı- ‘yürümek, gitmek, hareket etmek’ > çör- ‘gitmek, yürümek’ (HTS, HRS; RHS)
264
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Yazıtlarda yorı- fiilinden türeyen yorıt- ‘yürütmek, harekete geçirmek, sevk etmek’ ve olumsuz
şekli yorıma- fiilleri de bulunur. Hemen yukarıda yer alan yorı- fiilinin Hakas Türkçesinde o>ö- ses değişimi ile ince ünlülü şekilde kullanıldığı görülüyor.
yügür- ‘koşmak’ > çügür- ‘koşmak’ (HTS, HRS)
Söz konusu fiil için y- >ç- ses değişimi olmuştur. Ayrıca yügürt- ‘koşturmak, akıtmak’ >çügürt‘koşturmak, sürmek’ (HTS, HRS) fiilli de karşılık olarak Hakas Türkçesinde yer almıştır.
Günümüz Hakas Türkçesinde Kullanılmayanlar
aġ- ‘aşmak, çıkmak’ > aġ-ı- ‘püskürtmek’; aġıt- ‘yükseltmek, yukarı çıkarmak, uçurmak,
dağıtmak’; aġtur- ‘yukarı çıkarmak, çıkartmak, yükseltmek’
alḳ- ‘bitirmek, tamamlamak, bitmek’ > alḳın- ‘mahvolmak, bitmek’
ançula-‘sunmak, arz etmek’
ań- ‘korkmak’ > ańıg- ‘korkutmak’
ar- ‘aldatmak, kandırmak’ > arıl- ‘temizlenmek, mahvolmak; yok olmak’; artur- ‘kandırmak,
aldanmak, aldatılmak’
Hemen yukarıda yer alan fiillerin ār- fiilinden türemiş olabileceği söylenmiştir (Clauson,
1972:229).
bedize- ‘resimlemek, süslemek, heykel yapmak’ > bedizet- ‘resimletmek, süsletmek, heykel
yaptırmak’
biti- ‘yazmak’ > bitid-‘ yazdırmak’ ya da bitit- ‘yazdırmak’
boġuzlan- ‘boğazlanmak’
boşgur- ‘öğretmek, ders vermek, yetiştirmek’
böŋ- ‘tekme atmak, çifte atmak’
bul- ‘bulmak’
büŋ- ‘boynuz vurmak, toslaşmak’
emge- > emget- ‘emek çektirmek, zahmet vermek; yormak’; emgetme- ‘zahmet çektirmemek,
eziyet etmemek’
265
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
emge- ‘acı çekmek’ fiilinden yukarıdaki emget- fiili türemiştir. Söz konusu fiilin yerine daha
sonra emgen- fiili kullanılmıştır (Clauson, 1972:159). emgetme- fiili de yazıtlarda olumsuz şekil
olarak geçer.
er- ‘imek, olmak’ ve ir-‘imek, olmak’
ıçġın- ‘kaybetmek, kaçırmak; kaybolmak’
igid- igit- ‘beslemek, bakmak, yetiştirmek, büyütmek; ilgilenmek’
ille- ‘il yapmak, vatan yapmak’; ilsire- ‘ilsizleşmek, devletsizleşmek; esaret altına girmek’;
ilsiret- ‘ilsizleştirmek, devletsizleştirmek; esaret altına sokmak’
ilt- ‘iletmek, göndermek; rehberlik etmek’
ḳaġanla- ‘kağan yapmak’; ḳaġansıra- ‘kağansızlaştırmak, esaret altına almak’; ḳaġansırat‘kağansızlaştırmak, esaret altına almak’
ḳazġan- ‘kazanmak, toplamak, biriktirmek, zaptetmek; çalışmak’
ḳız- ‘kızmak’
kigür- ‘sokmak, yapmak; getirmek’
kiŋşür- ‘kışkırtmak, hiddetlenmek’
ḳo- ‘komak, koymak’ (EUTS) >ḳod-, ḳot- ‘koymak, bırakmak’
ḳod- fiili ḳo- ‘koymak, terk etmek; bırakmak’ fiil kökünden türemiştir (Clauson, 1972:595).
ḳorı- ‘korumak’
küŋed- ‘cariye olmak, hizmetçi olmak’
oġurḳalat- ‘sırtlatmak, bindirmek, yükletmek’
oḳı- ‘çağırmak, davet etmek’
opla- ‘atılmak, hücum etmek’
ö- ‘düşünmek, anlamak, hatırlamak’ > ögleş- ‘istişare etmek, anlaşmak’
ög- ‘övmek’ > ögtür- ‘övdürmek’
ökün-‘ pişman olmak, hayıflanmak, kendine gelmek’
öntür- ‘çıkarmak, yükseltmek, göndermek, uzaklaştırmak; yöneltmek’
öt- ‘ötmek, kükremek; gürlemek’
266
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
ötün- ‘arz etmek, rica etmek; dilek dilemek’
sanç- ‘sançmak, mızraklamak’
sebin- ‘sevinmek’
sıḳın- ‘üzülmek, yas tutmak’
süle- ‘orduyu sevk etmek, sefere çıkmak’ > sület- ‘ordu sevk ettirmek’
süŋüş- ‘süngüleşmek, çarpmak, savaşmak’
tarḳ- ‘dağa çıkmak, dağa kaçmak’
taplama- ‘kabul etmemek’
ter-‘ kaçmak, ürküp kaçmak’
tıd- ‘mani olmak, alıkoymak’
toŋta- ‘çevrilmek, dönmek, dikilmek, devrilmek; yere çevrilmek’
topul- ‘delinmek’
tu- ‘kapamak, tıkamak, tutmak, önüne geçmek; engel olmak’
tuy- ‘duymak’ > tuyma- ‘duymamak, hissetmemek, farkına varmamak’
tuy- fiil kökünün olumsuz şeklinden t- >d- ses gelişimi sonucunda gelişmiştir.
u- ‘muktedir olmak, yapabilmek’
uruġsırat- ‘kökünü kazımak, neslini kesmek’
yaŋıl- ‘yanılmak, itaatsizlık etmek’
yarlıḳa- ‘buyurmak, bağışlamak, esirgemek; korumak’
yaşa- ‘yaşamak’
yoġla-, yuġla- ‘yas töreni yapmak, ölü yemeği vermek’ > yoġlat-, yuġlat- ‘yas töreni yaptırmak,
ölü yemeği verdirmek’
yoŋşur- ‘karşılıklı çekiştirmek, gammazlatmak, iftira ettirmek; suçlatmak’
yubul- ‘yuvarlanmak’
yulı- ‘yağma etmek’
yükün- ‘baş eğmek, eğilmek, secde etmek, ibadet etmek; teslim olmak’ > yüküntür- ‘baş
eğdirmek’
267
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Sonuç
Günümüz Hakas Türkçesinde, Eski Türkçede yer alan Orhun Yazıtları ile ses, yapı ve anlam
yönünden aynı şekilde kullanılan on iki adet fiil ve fiil kökü tespit edilmiştir. Bu sonucun
matematiksel ifadesi 7,3 (% 7,3) dolayındadır. Günümüz Hakas Türkçesinde doksan üç adet fiil
ve fiil kökü de çeşitli ses ve şekil gelişimi hadiseleri sonucunda yer almıştır. Bu sonuç da 56,7
(% 56,7) civarındadır. Eski Türkçede Orhun Yazıtlarında geçen elli dokuz adet fiilin de Hakas
Türkçesinde karşılığı yoktur ve yaklaşık olarak 35,9 (% 35,9) olarak matematiksel ifade
edilebilir. Orhun Yazıtlarında geçen kök ve gövde halindeki fiiller yaklaşık olarak 64 (% 64)
dolayında günümüz Hakas Türkçesinde yer almıştır. Söz konusu yazıtlarda geçen fiillerin türevi
olan fiillerse bu araştırmada verilmiş ama nicelik olarak sayılmamıştır. Netice olarak fiiller bir
dilin temel söz varlıkları arasında önemli bir yere sahiptir. Orhun Yazıtlarında geçen fiil varlığı
günümüz Hakas Türkçesinde önemli ölçüde yer bulmuştur.
Kısaltmalar
EDT:Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth Century Turkish
ETY: Eski Türk Yazıtları
EUTS: Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü
HRS: Hakasça-Rusça Sözlük
HTS: Hakasça-Türkçe Sözlük
OY: Orhun Yazıtları
RHS: Rusça-Hakasça Sözlük
Kaynakça
Arıkoğlu, Ekrem (2005), Hakasça-Türkçe sözlük, Ankara, Akçağ Yayınları.
Baskakov N. H. (1953), Hakasça-Rusça sözlük, Moskova, Kültür Bakanlığı Yayınları.
Caferoğlu, A. (1993), Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, İstanbul, Enderun Yayınları.
Clauson, G. (1972), An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth Century Turkish, Oxford,
The Clarendon Press.
268
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Çankov, D. İ. (1961), Rusça-Hakasça sözlük, Moskova, Hakas Bilim Enstitüsü Yayınları.
Ergin, Muharrem (2005), Orhun Abideleri, İstanbul, Boğaziçi Yayınları.
Gülensoy, Tuncer (2007), Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü,
Ankara, TDK.
Orkun, Hüseyin Namık (2011) Eski Türk Yazıtları, Ankara, TDK.
269
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
ESKİ TÜRKÇE KELİMELERİN ATABEY AĞZINDAKİ GÖRÜNÜMÜ
Ertan Besli
Ali Osman Yalkın
ÖZET
Bu bildiride Eski Türkçe kelimelerden Atabey ağzına ulaşanlar tespit edilmiştir. Söz konusu
Eski Türkçe kelimelerin ses bilgisi, yapı bilgisi ve anlam yönünden Atabey ağzındaki
mirasçıları ile arasında olan benzerlik ve ayrılıkları da art zamanlı ayrımsal-karşılaştırmalı dil
bilim yöntemine göre incelenip belirlenmiştir. Bu çalışmada gerektiğinde incelenen şekillerin
köken bilgisi açıklamalarına da yer verilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Eski Türkçe, Atabey Ağzı, Köken Bilgisi, Dil Bilim.
Abstract
In this work, the old Turkish words having reached Atabey dialect have been identified. In
terms of phonology, morphologyand meaning, the old Turkish wordshave been compared
toAtabey dialect according to the comparative method. Some etymological explanations have
also been taken place when they are in need .
Key words: Old Turkish, Atabey Dialect, Etymology, Linguistics.
Giriş
Bu araştırmada Atabey ağzında tespit ettiğimiz Eski Türkçedeki şekillerini koruyan kelimeler,
Eski Türkçenin söz varlığıyla karşılaştırılmıştır. Tespit edilen kelimelerin Atabey ağzındaki
görünümleri, anlamları ve örnekleri verilerek sıralanmıştır. Böylece Eski Türkçe ve Atabey ağzı
arasında kelimelerde meydana gelmiş bazı ses, yapı ve anlam değişmeleri tespit edilmiştir.
Kelimelerin yansıttığı leksikolojik gelişmeler art zamanlı ayrımsal-karşılaştırmalı yöntem ile
aydınlatılmaya çalışılmıştır. Çeviri yazı ve anlamlandırma yönünden fark tespit edilmiş şekiller
sahanın temel ve güncel etimoloji sözlüklerinde taranmıştır. Elde edilen bulgular, ses ve anlam

Yrd. Doç. Dr. Bitlis Eren Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Bitlis-Türkiye,
[email protected]

Arş. Gör., Bitlis Eren Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Bitlis-Türkiye,
[email protected]
270
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
değişikliğine uğramadan kullanılan kelimeler, ses ve anlam değişikliğine uğrayan kelimeler,
sadece ses değişikliğine uğrayan kelimeler ve sadece anlam değişikline uğrayan kelimeler
olmak üzere dört başlıkta incelenmiştir.
1. Ses ve Anlam Değişikliğine Uğramadan Kullanılan Kelimeler:
alaŋ ‘alan’:
alaŋ (EDT). Kelime, DLT’de *alang ‘alan, düz ve açık yer’ olarak geçmektedir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Kazak ve Nogay Türkçesi: alaŋ ‘orman içindeki açılmış yer’; Türkmen Türkçesi: alaŋ ‘küçük
tepe’; Yakut Türkçesi: alās ay (<*alaŋaç); Tuva Türkçesi: ayaŋ (< *alaŋ); Kırgız Türkçesi:
ayant; Kazan Tatar Türkçesi: alan; Başkurt Türkçesi: aklan (< *aglaŋ) (KBS).
Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır:
“yāni alaŋda deyil;amma garıŋ;altında sayılı̄.” (‘Yani alanda değil; ama karın altında sayılır.’:
AA, 2/65).
aŋ- ‘anmak, hatırlamak’:
Köktürkçe, Eski Uygur Türkçesi ve Orta Türkçede (DLT ve KB) aŋ- ‘hatırlamak’ şeklinde
verilmiştir. Kelime, çağdaş Kıpçak şivelerinde ang-, Azeri Türkçesinde an- şeklindedir (KBS).
Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır:
“bubasını anasını aŋmeyo.” (‘Babasını, annesini anmıyor, hatırlamıyor.’: AA, 42/70).
anda ‘orada’:
an ‘o’ zamirinin bulunma durumu ekli çekimidir. Eski Uygur Türkçesinde anta, anda munda
‘her tarafta, ötede beride’ şekilleri verilmiştir (EUTS).
Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır:
“anda ābamı vėr;etmiş döymüş.” (‘Orada ablamı sürekli dövmüş.’: AA, 2/40).
barmak ‘parmak’:
Kökeni bar ‘olma, oluş’ isim şekli olarak verilmiştir (VEWT). Bu köken Eski Uygur
Türkçesinde bar ~ par ‘var, hep, mevcut’ olarak geçmektedir (EUTS). parmak kelimesi, Eski
Türkçede erŋek (KBS) ~ erŋēk (TDES); Orta Türkçede (DLT) ernek (KBS, TDES) ~ erŋēk
(TDES) olarak geçer.
Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
271
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Azeri Türkçesi: barmag; Başkurt, Kazak, Kazan Tatar, Türkmen, Uygur, Karaçay-Balkar,
Nogay, Karakalpak ve Kırgız Türkçesi: barmak; Özbek Türkçesi: barmåk; Teleüt Türkçesi:
parmak; Küerik Türkçesi: mermek ‘baş parmak’; Çuvaş Türkçesi: pürne (KBS).
Gülensoy, çağdaş Türk lehçelerindeki bar ~ ber ~ par ~ mer ~ pör kökleri dikkate alınınca
Räsänen’e hak vermek gerektiğini belirtmiştir (KBS).
Kelime, kökeni için verilen bar ‘olma, oluş’ şekli itibarıyla Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı
şekil ve anlamdadır:
“barmaklā döküldü, dedi.” (‘Parmaklar döküldü, dedi.’: AA, 13/116).
ber- ‘vermek’:
bėr- şekli için soru işareti konulup bär- ‘vermek’ şekli verilmiştir (VEWT). EDT’de bé:r- şekli
verilmiştir. Gülensoy da *bé:r- ~ *bi:r- uzun ünlülü şekilleri vermiştir (KBS). Eski Türkçede
yer alan ünlü uzunlukları ve ilk hecede bulunan kapalı e dikkate alındığında bé:r- şekli doğru
olabilir. EUTS’de bär- şekli verilip bir- şekline gönderme yapılmıştır. bir‘1. vermek,
2. yardımcı fiil’ anlamları verilmiştir. KBS’de Köktürkçe için ber- ~ bir-; Eski Uygur Türkçesi
(Brahmi metinleri) için bér- şekilleri verilmiştir.
Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Türkmen Türkçesi: bēr- ~ ber-; Azeri Türkçesi: ver-; Kazak, Kırgız ve Özbek Türkçesi: ber-;
Uygur Türkçesi: bär-; Başkurt ve Kazan Tatar Türkçesi: bir-; Yakut Türkçesi: biär-; Kumandı
Türkçesi: per- (KBS).
Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır:
“bi dencik mändil, berildı̄ odur.” (‘Bir tanecik mendil, verildiği odur.’: AA, 39/34).
biŋ ‘bin’:
Eski Uygur Türkçesinde bing~ming~mıng şekilleri verilmiştir (EUTS). Eren, kelimenin Eski
Türkçeden başlayarak kullanıldığını belirtmiştir (bıŋ). Orta Türkçede miŋ olarak geçtiğinden,
Eski Kıpçak Türkçesinde bin~min~miŋ şekillerinin varlığından bahsetmiş, tarihî ve çağdaş
Türk lehçe ve şivelerinde daha çok miŋ şeklinin geçtiğini belirtmiştir (TDES).
Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Azeri Türkçesi: min; Türkmen Türkçesi: müŋ; Özbek Türkçesi: ming; Kazak, Kırgız ve
Karakalpak Türkçesi: mıŋ; Tarançi Türkçesi: miŋ; Kazan Tatar ve Başkurt Türkçesi: meŋ; Tuva
ve Yakut Türkçesi: muŋ; Çuvaş Türkçesi: pin (KBS).
Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır:
“bi dencik dutuŋ, biŋ dene buluŋ;işallah, dēsiŋ.” (‘Bir tanecik tutun, bin tane bulun inşallah,
dersin’: AA, 8/62).
çeŋe ‘çene’:
272
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Eren, kelimenin -yaygın bir inanca göre- Farsçadan alındığını (< Far. çāna ~ çana ‘the lower
jaw-bone; the chin’), Türkçede çeneye eŋek adının verildiğini belirtmiştir. Kelime Azeri
Türkçesinde çənə, Halaç Türkçesinde çana ~ çene şeklindedir (TDES). Gülensoy ise kelimenin
gelişiminin *çeŋe < ?+ *äŋäk ‘kinn’ + çäkä ‘Schläfe’ / *iç+engek şeklinde olabileceğini
belirtmiş, kelimenin Çağatay Türkçesinde çaŋġa, Azerî Türkçesinde de çänä şeklinde olduğunu
vermiştir (KBS).
Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır:
“çeŋemi çekdilē benim.” (‘Çenemi çektiler benim.’: AA, 14/120).
eŋ ‘en’:
eŋ şekli Eski Türkçede aynıdır. Eski Uygur Türkçesinde äng ‘en’ şekli vardır (EUTS).
Gülensoy, kelimenin *é:n ~ ēn şekillerinden geldiğini, Eski ve Orta Türkçede én, DLT’de i:n
şeklinde geçtiğini belirtmiştir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Azeri, Kazak, Kırgız ve Özbek Türkçesi: en; Uygur Türkçesi: än; Başkurt ve Kazan Tatar
Türkçesi: iŋ (ŋ ikincildir); Türkmen Türkçesi: i:n; Yakut Türkçesi: ien; Çuvaş Türkçesi: an
(KBS).
Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekilde derecelendirme zarfı işlevinde
kullanılmıştır:
“bak, eŋ gıyıda şindi, bahcanıŋ içerisinde.” (‘Bak, en kıyıda şimdi, bahçenin içerisinde.’: AA,
13/17).
kel- ‘gelmek’:
kel- (g-) (EDT). Eski Uygur Türkçesinde kel- ‘gelmek’ olarak geçer (EUTS).
Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır:
“gız ävi kelene gidene gōcek.” (‘Kız evi gelene gidene koyacak.’: AA, 16/149).
kit- ‘gitmek’:
ket- ve kit- Eski Uygur Türkçesinden itibaren kullanılır (VEWT). Eski Uygur Türkçesinde kit~ kät- ‘gitmek, devam etmek, zail olmak’ olarak geçer (EUTS). Kelime, Eski Uygur
Türkçesinde (Brahmi metinleri) ké:t-, Orta Türkçede (DLT) ki:t- ‘gitmek’ şeklindedir (KBS).
Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır:
“benim varıdı ondan; gayıb;ōdu kitti.” (‘Benim ondan var idi; kayboldu gitti.’: AA, 20/26).
oŋ- ‘onmak, iyileşmek’:
273
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
oŋ (WEVT). Eski Uygur Türkçesinde ongar- ‘onarmak, iyileştirmek, iyi ve sağlam yapmak’ ve
ongul- ‘iyileşmek, sağalmak’ olarak ekli hâlde geçer (EUTS). Kelime, DLT’de oŋ-ul‘iyileşmek, düzelmek, iyi olmak’ ve oŋ-ay ‘kolay’ şeklinde ekli hâlde geçmektedir (KBS).
Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır:
“bi baktıg;oŋmadı.” (‘Bir baktık, onmadı, iyileşmedi.’, AA, 36/63).
öŋ ‘ön’:
öŋ (VEWT). Kelime, Eski Uygur Türkçesinde öng ‘ön taraf, önce, doğu’ olarak geçer (EUTS).
Eski Türkçe ve Orta Türkçede öng (< *öŋ), DLT’de öngdün ‘önce’, öndüngki ‘önceki’,
öngeyük ‘bir şeye, bir kimseye mahsus olan, ayrılan, özel’ şekilleri geçmektedir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Azeri Türkçesi: ön; Kazak, Kırgız, Türkmen ve Teleüt Türkçesi: öŋ; Kerkük Türkçesi (Irak
Türkmen): ög (< *ög+ce ‘önce’) (KBS).
Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır:
“ölennēŋiziŋ öŋüne vāsın, dēsiŋ.” (‘Ölenlerinizin önüne varsın, dersin.’: AA, 8/63).
soŋ ‘son’:
Kelime, Eski Uygur Türkçesinde song ‘son, sonra’ (EUTS), Orta Türkçede songuk ‘son, bir
şeyin sonu’ olarak geçmektedir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Azeri Türkçesi: son; Kazak, Kazan Tatar ve Türkmen Türkçesi: soŋ; Kazan Tatar Türkçesi:
soŋğı; Kırgız Türkçesi: soŋku; Kumandı Türkçesi: soŋsı ‘gelecek’; Başkurt Türkçesi: huŋ(ğı)
(KBS).
Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır:
“soŋ vādı̄ yėrde galır.” (‘Son vardığı yerde kalır.’: AA, 23/17).
ti- ‘demek’:
Eski Uygur Türkçesinde ti- ‘demek, söylemek, dilemek’ şeklinde geçmektedir (EUTS).
Kelimenin gelişimi, tı̄ - > Eski Türkçe *tē- ~ té:- > DLT ti:- ~ té- şeklinde verilmiştir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Türkmen Türkçesi: diy-; Yakut Türkçesi: diä- (KBS).
Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır:
“ti hadeŋ geliŋ;geydirmē gidem.” (‘De haydi gelin giydirmeye gidelim.’, AA: 20/20).
tiken ‘diken’:
274
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Eski Uygur Türkçesinde tikän ‘diken’ olarak geçmektedir (EUTS). Kelimenin gelişimi, *tik[k](e/ä)n ‘saplanan şey’ olarak verilmiştir. Kelime, Orta Türkçede tiken ~ tikken, Çağatay
Türkçesinde tiken olarak geçmektedir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Kerkük Türkçesi (Irak Türkmen): tiken; Oyrat ve Teleüt Türkçesi: tigen ~ tiganak; Hakas
Türkçesi: tıgen; Kerkük Türkçesi (Irak Türkmen): tikan; Kazak Türkçesi: tikana; Kumuk ve
Karaçay-Balkar Türkçesi tegenek (KBS).
Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır:
“eşeŋ guyuna tiken kısTı͜ıvelleridi
kıstırıverirlerdi.’: AA, 14/196).
bāzıları.”
(‘Bazıları
eşeğin
kuyruğuna
diken
uçun ~ üçün “için”:
üçün (EDT). Kelime, Eski Uygur Türkçesinde üçün ‘için, sebep, dolayısıyla’ (EUTS), Eski
Türkçede uçun ~ üçün ‘amacıyla, maksadıyla’ olarak geçmektedir. Kelimenin gelişimi, < *uç
‘sebep’ + (u)n / +u+n ‘vasıta durumu eki’ olarak verilmiştir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk lehçelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Kırgız, Özbek ve Uygur Türkçesi: üçün; Türkmen Türkçesi: üçi:n; Kazak Türkçesi: üşin; Kazan
Tatar Türkçesi: üçin; Başkurt Türkçesi: ösön; Kumandı Türkçesi: uçın ~ uçun (KBS).
Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır:
“meseĺā tarlē ikilēceŋ, üşlēceŋ bunnarıŋ eyer verem almağ;uçun olūsa.” (‘Mesela eğer verim
almak için olursa tarlayı ikileyeceksin, üçleyeceksin.’: AA, 19/2).
“bȫle gelinne şaKaleşmağ;üçün…” (‘Böyle gelin ile şakalaşmak için…’: AA, 22/1).
yeŋge ‘yenge’:
Eski Uygur Türkçesinde yängä ~ yänggä ‘yenge’ olarak geçmektedir (EUTS). Kelime, Eski
Uygur Türkçesinde ayrıca yeŋe ve Orta Türkçede (DLT) yengge olarak geçmektedir. Kelimenin
gelişiminin *yé:ng ‘yan’ + ge [< *ya-ŋ+ge] olabileceği belirtilmiştir.
Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Türkmen Türkçesi: yeŋge; Uygur Türkçesi: yäŋgä; Azeri Türkçesi: yenge; Kerkük Türkçesi
(Irak Türkmen): yénge ~ yéngiç ~ yeni; Başkurt Türkçesi: yängä; Teleüt Türkçesi: yéng; Oyrat
ve Teleüt Türkçesi: yeŋe; Baraba Türkçesi: yiŋge; Kırgız ve Altay Türkçesi: ceŋe; Kazak
Türkçesi: ceŋge ~ jeŋge; Kazan Tatar Türkçesi: ciŋgä; Kumandı Türkçesi: neŋçe
(<
*yeng(ge)+çe) ‘ağabeyin karısı’; Yakut Türkçesi: saŋas; Çuvaş Türkçesi: yəŋGε ~ iŋGε (KBS).
Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçe ile aynı şekil ve anlamdadır:
“eŋsede gelinne yeŋge olūdu işde.” (‘Arkada gelin ile yenge olurdu işte.’: AA, 3/22).
275
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
2. Ses ve Anlam Değişikliğine Uğrayan Kelimeler:
tā ‘daha’:
Eski Uygur Türkçesinde taḳı ‘dahi, ve, kaldı ki, nihayet, bundan başka’ olarak geçmektedir
(EUTS). Kelimenin gelişimi *taḳ-ı (< taḳ- ‘takmak, iliştirmek’ + -ı ‘zarf-fiil eki’) olarak
verilmiştir. Kelime, Orta Türkçede (DLT) taḳı ~ daḳı “dahi’, Eski Anadolu Türkçesinde daḳı
‘dahi’ olarak geçmektedir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk lehçelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Azeri Türkçesi: daha; Kırgız Türkçesi: dağı; Uygur Türkçesi: texi (‘daha’); Kazak Türkçesi:
takı; Doğu Türkçesi: taki (‘dahi’) (KBS).
Kelime, Atabey ağzında derilme sonucu tā şeklindedir ve ‘daha’ anlamında kullanılmıştır:
“yōda gelike bi tā dulmēceg;araba.” (‘Yolda gelirken araba bir daha durmayacak.’: AA, 16/73).
yalavaş ‘Yalvaç (yer adı)’:
Eski Uygur Türkçesinde yalavaç ‘elçi, peygamber, yalavaç’ olarak geçmektedir (EUTS).
Kelime, Orta Türkçede (DLT) yalawaç ~ yalavaç ‘elçi, peygamber’ olarak geçmektedir.
Kelimenin gelişimi, Orta Türkçe yala- ‘töhmetlemek’ (DLT) + -w(/v)aç olarak verilmiştir
(KBS).
Kelime, Atabey ağzında son seste süreklileşme sonucu yalavaş şeklindedir ve yer adı olarak
kullanılmaktadır:
“süzüllüden, yalavaşdan, orlādan gelı̄ leridin.” (‘Süzüllü’den, Yalvaç’tan, oralardan gelirlerdi.’:
AA, 19/86).
3. Sadece Ses Değişikliğine Uğrayan Kelimeler:
andan ‘ondan (sonra)’:
an ‘o’ zamirinin ayrılma durumu ekli çekimidir. Eski Uygur Türkçesinde andın ~ antın ‘ondan’
şeklinde geçmektedir (EUTS).
Kelimede, +dIn ~ +tIn ayrılma ekindeki ünlü genişlemesi sonucu Atabey ağzında andan
şeklindedir:
“andan bubam çobanıdı.” (‘Ondan sonra babam çoban idi.’: AA, 2/87).
276
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
aŋnadıver- ‘anlatıvermek’:
aŋ ‘kavrama, zeka’ isim kökünden gelir. Bu kelimeye ilişkin ilk not Senglah’da yer alır. Söz
konusu kelime aŋla- fiilinin kökeni olarak verilir (EDT). aŋla- fiili, Eski Uygur Türkçesinde
angla- şeklinde geçmektedir (EUTS). Kelimenin gelişiminin *āŋ ‘düşünce, idrak, anlayış’ + laşeklinde olabileceği belirtilmiştir (KBS). Türkmen Türkçesinde aynı anlamda āŋ şeklindedir
(VEWT). Uygur Türkçesinde aŋ ve äŋ ‘yabani’ şeklindedir. Bu anlamda ve aŋ şeklinde Kazak
Türkçesinde de yer alır. Söz konusu kelime Moğolcada da ‘yabani hayvan’ anlamındadır
(VEWT).
Kelimenin kökü olarak verilen aŋ isminin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Başkurt, Kazan Tatar ve Uygur Türkçesi: aŋ ‘zihin’; Türkmen Türkçesi: aŋ ‘hatırlamak’ (KBS).
aŋlatıver- fiili Atabey ağzında ilerleyici ünsüz benzeşmesi ve ekleşmeye bağlı ötümlüleşme
sonucu aŋnadıver- olmuştur:
“masa aŋnadıveridin;eveli.” (‘Önceden masal anlatıverirdi.’: AA, 28/32).
aŋŋı ~ endē (<< andaki) ‘o, oradaki’:
an ‘o’ zamirinin aitlik eki ile kalıplaşmış bulunma durumu ekli çekimidir. Eski Uygur
Türkçesinde verilen anta, anda munda ‘her tarafta, ötede beride’ şekillerinin (EUTS) aitlik eki
ile çekimlenmiş şeklidir. aŋŋı şekli; ünlü düzleşmesi, hece düşmesi ve ilerleyici ünsüz
benzeşmesi olaylarıyla bu hâlini almış olmalıdır (aŋŋı < ankı < andakı < andaki):
“aŋŋını at gē!” (‘Onu at gel’: AA, 4/23).
endē şekli ise gerileyici ünlü benzeşmesi, süreklileşme ve derilme olaylarıyla bu hâlini almış
olmalıdır (endē < endeği < endeki < andaki):
“endē daşıŋ;üssüne bi otur, dedi.” [‘O (oradaki) taşın üstüne bir otur, dedi.’: AA, 47/134].
bėŋ ‘ben, tende bulunan leke veya kabartı’:
Eski Türkçede beŋ şekli XI. yüzyılda görülmeye başlanmıştır (KBS). Eski Uygur Türkçesinde
mäng ‘ben, hal’ şeklinde geçmektedir (EUTS). Eren, diyalektlerde kullanılan meŋ şekillerinin
beŋ şeklinden geldiğini belirtmiştir (TDES).
Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Türkmen, Nogay, Karakalpak, Kırgız, Altay, Teleüt, Şor, Küerik, Tarançi ve Tuva Türkçesi:
meŋ; Kırgız Türkçesi: meŋdi ‘benli’ (KBS).
Kelime, Atabey ağzında e > ė değişimi (ünlü daralması) sonucu bėŋ şeklinde geçmektedir:
“bilassa ben, bėŋni candarma, bėŋni Candarma…” (‘Bilhassa ben, benli jandarma, benli
jandarma…’: AA, 18/148).
beŋzē (<< beŋiz+e-r) ‘benzer’:
277
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Kelime, beŋiz isminden türemiştir. Söz konusu kelime Eski Uygur Türkçesinde mängiz ‘beniz,
görünüş’ olarak geçmektedir (EUTS). Eski Türkçede beŋiz olarak geçen kelime, Orta Türkçede
mäng(i)z ‘beniz, yüz’ ve Çağatay Türkçesinde méŋiz olarak geçmektedir. Kelimenin *bäŋ́
kelimesinden gelmiş olabileceği belirtilmiştir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Azeri Türkçesi: beŋiz; Kazak Türkçesi: meŋiz; Hakas Türkçesi: meyiz; Uygur Türkçesi: meŋzi
‘yanak’ (KBS).
Kelime, Atabey ağzında ekleşmeye bağlı ünlü düşmesi sonucu beŋzē (< beŋiz+e-r) ‘benzer’
olarak kullanılmıştır:
“zeki mürene beŋzē.” (‘Zeki Müren’e benzer.’: AA, 9/120).
biş- ‘pişmek’:
bış-, biş-, pış- ve piş- şekilleri Eski Türkçede görülür (EDT). Eski Uygur Türkçesinde bış‘olgunlaş-, pişmek, olmak’ şeklinde verilmiştir (EUTS). Gülensoy, kelimenin bış- ‘pişmek,
olgunlaşmak; meyve olmak’ şeklinden geldiğini belirterek Eski Türkçe (Köktürkçe ve Eski
Uygur Türkçesi), Orta Türkçe (DLT) için bış- ~ biş- ~ Orta Türkçe (DLT) pış- şekillerini
vermiştir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Kazak Türkçesi: bis-; Azeri, Başkurt, Kazan Tatar, Türkmen, Kerkük (Irak Türkmen) Türkçesi:
biş-; Kırgız Türkçesi: bış-; Yakut Türkçesi: bus-; Kazak, Özbek ve Uygur Türkçesi pis- (KBS).
Kelime, Atabey Ağzında ünlünün art sıradan ön sıraya geçmesi sonucu biş- şeklindedir:
“çokca südüle bişirisiŋ.” (‘Çokça süt ile pişirirsin.’: AA, 36/55).
böyük ‘büyük’:
bed̠ü- fiilinden türer (EDT). Eski Uygur Türkçesinde bedük ‘büyük, yüksek, ulu,
azametli’ olarak verilmiştir (EUTS). Gülensoy, kelimenin gelişimini *bed̠ü-k şeklinde verip
Orta Türkçede (DLT) bedük ~ bed̠ük olarak geçtiğini belirtmiştir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Gagavuz Türkçesi: büük; Tellafer ağzı (Irak Türkmen), Uygur Türkçesi: büyük; Kazak
Türkçesi: büyik; Azeri Türkçesi: böyük; Kerkük Türkçesi (Irak Türkmen): böyüg ~ böyig ~
beyüg; Türkmen Türkçesi: beyik; Kırgız Türkçesi: biyik; Sarı Uygur Türkçesi: pezik (KBS).
Kelime, Atabey ağzında süreklileşme ve ünlü yuvarlaklaşması sonucu (bedük > bed̠ük > beyük
>) böyük şeklindedir:
“da böyük yatır, türbe olårakdan…” (‘Da büyük yatır, türbe olarak…’: AA, 1/45).
278
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
çiŋne- ‘çınlamak’:
çınlā- ‘gerçeği söylemek, doğru davranmak’ fiili çı:n isminden türer (EDT). Burada ilerleyici
benzeşme ve ā- foneminin a- fonemine değişmesi yer alır. çın ‘doğru, gerçek, tam, kesin olarak’
ismi Eski Uygur Türkçesinde geçmektedir (EUTS). Gülensoy ise çınla- ‘çın diye ses çıkarmak’
fiilinin *çıŋ isminden türediğini belirterek Orta Türkçede (DLT) çıngra- şeklinde geçtiğini
belirtmiştir (KBS).
Kelime, Atabey ağzında uyum değişmesi ve ilerleyici ünsüz benzeşmesi sonucu çiŋneşeklindedir:
“gulakları çiŋnesin.” (‘Kulakları çınlasın.’: AA, 14/197).
deŋiz ‘deniz’:
teŋiz (d-) XI. yüzyılda karşılaşılmıştır. Eski Türkçede talu:y şekli yerine geçer (EDT).
Kelimenin gelişiminin *teŋ ‘göl, bataklık’ + (i)z şeklinde olabileceği belirtilip kelimenin Eski
ve Orta Türkçede teŋiz, Eski Anadolu Türkçesinde deŋiz şekilleri verilmiştir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Oyrat Türkçesi: teŋis; Kazak Türkçesi: teŋiz; Karaçay-Balkar Türkçesi: teŋŋiz; Kazan Tatar
Türkçesi: diŋęz ~ diŋgęz (KBS).
Kelime, Atabey ağzında ön seste ötümlüleşme sonucu deŋiz şeklindedir:
“Buldeyleri ege deŋizine dökdü yā!” (‘Buğdayları Ege Denizine döktü yahu!’, AA: 14/188).
diŋel- ‘ayakta durmak, ayağa kalkmak, dik durmak’:
Kelimenin gelişimi ding < *ting+el- ‘ayakta durmak’ şeklinde verilmiştir (KBS).
Kelimenin *ting isminden geldiği kabul edilirse kelime, Atabey ağzında ön seste ötümlüleşme
sonucu diŋel- şeklindedir:
“dabançēle şȫle diŋeldi, täslim, dedi.” (‘Tabancayla şöyle dikildi, teslim, dedi.’: AA, 18/142).
diŋne- ‘dinlemek’:
tıŋla- (d-). Bu şekil tıŋ isminden türemiştir. Bu şeklin anlamı şüphelidir. Çince t’ing şeklinden
türemesi daha yüksek bir olasılık olabilir (EDT). Eski Uygur Türkçesinde tıngla- ‘dinlemek,
kulak asmak’ şeklinde geçmektedir (EUTS). Kelimenin gelişimi, *tıŋ ‘ses, sada, sadanın
perdesi, nağme’ + la- şeklinde verilmiştir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Soyon Türkçesi: dıŋna-; Kazak Türkçesi: tıŋda-; Kırgız Türkçesi: tıŋşa-; Doğu Türkçesi:
tinşa-; Kumandı Türkçesi: tınan-; Altay Türkçesi: tıŋda- ‘dinlemek’; Çuvaş Türkçesi: tęnla(KBS).
279
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Kelime, Atabey ağzında ön seste ötümlüleşme ve ilerleyici ünsüz benzeşmesi sonucu diŋneşeklindedir:
“onnarı ȫle diŋnesem, otursam…” (‘Onları öyle dinlesem, otursam…’: AA, 47/22).
diŋnen- ‘dinlenmek’:
Eski Uygur Türkçesinde tın- ‘dinlenmek’ olarak geçmektedir (EUTS). Kelimenin gelişimi, Orta
Türkçe tı̄n ‘nefes’ (DLT) + la-n- şeklinde verilmiştir.
Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Türkmen Türkçesi dı̄n- ~ tı̄n-; Yakut Türkçesi tı̄n- (KBS).
Kelime, Atabey ağzında ön seste ötümlüleşme, uyum değişmesi ve ilerleyici ünsüz benzeşmesi
sonucu diŋnen- şeklindedir:
“ondā on;ikiye gıdā diŋneniriz.” (‘Ondan on ikiye kadar dinleniriz.’: AA, 30/25).
doŋ- ‘donmak’:
toŋ- (d-) ‘donmak’ (EDT). Eski Türkçede toŋ- ‘donmak’ şekli verilmiştir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Şor Türkçesi: toġ-; Kazan Tatar Türkçesi: tuŋ-; Altay Türkçesi: toŋ-; Yakut Türkçesi: toŋ-ot-;
Çuvaş Türkçesi: tęm- ~ tƟm- (KBS).
Kelime, Atabey ağzında ön seste ötümlüleşme sonucu doŋ- şeklindedir:
“o bȫle doŋā galı̄ gar gibi.” (‘O böyle kar gibi donar kalır.’: AA, 27/39).
düŋür ‘dünür’:
tün isminden türemiş geçişsiz fiildir. Eski Uygur Türkçesinde tüner- (d-) ‘kararmak, karanlık
basmak’ fiili vardır (EDT). Kelimenin gelişimi tüŋ-(ü)r şeklinde gösterilip Orta Türkçede
(DLT) tüŋür ‘karının hısımları’ şekli verilmiştir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Uygur, Doğu ve Yakut Türkçesi: tüŋür; Yakut Türkçesi: tügür ~ tümür (KBS).
Kelime, Atabey ağzında ön seste ötümlüleşme sonucu düŋür şeklindedir:
“äsgiden imec;edēleridi düŋürlē.” (‘Eskiden dünürler imece yaparlardı.’: AA, 16/137).
ēle ‘öyle’:
aylā ‘öyle’ yeniden yapılandırılmış şekli önerilmiştir. a- > e- gelişiminin ne zaman olduğu kesin
değildir (EDT). Eski Uygur Türkçesinde äyin ‘böylece, buna göre’ şekli verilmiştir (EUTS).
Kelime, Orta Türkçede (DLT) eyle (< o il-e) ‘öyle’ şeklinde geçmektedir (KBS).
280
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Azeri Türkçesi: elä; Başkurt Türkçesi: oşolay; Kazak Türkçesi: olay ~ sonday; Kırgız Türkçesi:
anday ~ mınday; Özbek Türkçesi: undäy; Uygur Türkçesi: undak; Kazan Tatar Türkçesi:
şuşılay ~ sımak ~ kibik; Kumuk Türkçesi: ındıġ ok; Türkmen Türkçesi: kimik ~ şeyle ~ beyle
(KBS).
Kelime, önerilen aylā ‘öyle’ yeniden yapılandırılmış şekline göre Atabey ağzında uyum
değişmesi ve erime sonucu ēle şeklindedir:
“äsgiden ber;ēle duyuyos;tabi.” (‘Eskiden beri öyle duyuyoruz tabii.’: AA, 29/17).
eTmek ‘ekmek’:
Orta Türkçede (DLT) etmek ~ étmek ~ epmek ~ ötmek ‘yenecek ekmek’ olarak geçer (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk lehçelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Başkurt ve Kazan Tatar Türkçesi: ikmäk (KBS).
Kelime, Atabey ağzında yarı ötümlüleşme sonucu eTmek şeklindedir:
“bizim;iki tōrba: biri eTmek torbası, biri däfdē kitap.” (‘Bizim iki torba [olurdu]: biri ekmek
torbası, biri defter kitap [torbası].’: AA, 14/144).
eyi ‘iyi’:
ädgü (VEWT) ve ed̠gü (EDT). Eski Uygur Türkçesinde ädgü ‘iyi, üstünlük’ olarak geçer
(EUTS). Kelimenin gelişimi, *äd ‘değer, kıymet, mal’ + gü olarak gösterilip Eski Türkçe (Eski
Uygur Türkçesi) ädgü > Orta Türkçe (DLT) *ed̠gü > *eygü > Eski Anadolu Türkçesi eyü > eyi
> iyi şeklinde verilmiştir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Kazak Türkçesi: iyi ~ iygi ~ izgi; Azeri ve Kazan Tatar Türkçesi: yaḫşı; Özbek ve Uygur
Türkçesi: yaḫşi; Başkurt Türkçesi: yaksı; Türkmen Türkçesi: yağşı; Kırgız Türkçesi: cakşı;
Kazak Türkçesi: jaksı (KBS).
Kelime, Atabey ağzında süreklileşme, ünsüz düşmesi ve ünlü düzleşmesi sonucu eyi
şeklindedir:
“ben gışın Falan gidemeyodu, şindi hava eyi olunca bö͜ün cāmiye gettim gēdim.” (‘Ben kışın
falan gidemiyordum, şimdi hava iyi olunca bugün camiye gittim geldim.’: AA, 26/6).
geŋ ~ geŋiş ‘geniş’:
gen kelimesi, Eski Uygur Türkçesinde king ‘en, genişlik’ olarak geçer (EUTS). Eski ve Orta
Türkçede king ‘geniş’ olarak geçer. geniş kelimesi ise Eski Uygur Türkçesinde (Brahmi
metinleri) kéŋ, DLT kiŋ kelimelerinden türemiş (< ké:ŋ+(i)ş) bir kelimedir (KBS).
281
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Türkmen Türkçesi: gi:ŋ; Kerkük Türkçesi (Irak Türkmen): gey (< geŋ < *keŋ); Yakut Türkçesi:
kieŋ (KBS).
Kelime, Atabey ağzında ön seste ötümlüleşme sonucu geŋ ~ geŋiş şekillerindedir:
“şindi her tıraf geŋ;galdı.” (‘Şimdi her taraf boş kaldı.’: AA, 12/53). Burada geŋ kelimesi ‘boş’
anlamında kullanılmıştır.
“şu sobanıŋ;ātından geŋiş.” (‘Şu sobanın altından geniş.’: AA, 12/117).
gene ‘yine’:
yeme ve yan- ‘geri dönmek’ fiilinden yanā ‘yine’ (EDT). Eski Uygur Türkçesinde yämä ~ yimä
~ yana ‘yine, tekrar, yeniden’ olarak geçer (EUTS). Kelimenin gelişimi yan- ‘geri dönmek,
döndürmek, geri gelmek’ + -a ‘zarf-fiil eki’ olarak verilmiştir. Kelime, yazıtlarda yana ~ yanya;
Brahmi metinlerinde yänä ~ yiņä ~ y(i)ņä: ~ yŋä; Orta Türkçede (DLT) yana ~ yeme, Codex
Cumanicus’ta yana ~ yenä olarak geçer (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Türkmen Türkçesi: yene; Azeri Türkçesi: yenä; Başkurt, Özbek ve Kazan Tatar Türkçesi: yänä
~ yaŋadan; Uygur Türkçesi: yana; Başkurt Türkçesi: yaŋınan; Kırgız Türkçesi: cana; Kazak
Türkçesi: jaŋadan (KBS).
Kelime, Atabey ağzında ön seste süreksizleşme (g < y) sonucu gene şeklindedir:
“ō gerisiŋ;geri gene vā.” (‘O gerisin geri yine var.’: AA, 4/25).
gey- ‘giymek’:
Eski Uygur Türkçesinde käd- ‘giymek’ olarak geçer (EUTS). Kelimenin gelişimi
*ké-d̠> *kéd̠- > Köktürkçe, Eski Uygur Türkçesi ve DLT’de ked- > key- > kéy- > kiy- > giy- olarak
verilmiştir (KBS).
Kelime, Atabey ağzında ön seste ötümlüleşme ve son seste süreklileşme sonucu geyşeklindedir:
“foter geyē, gırevet dakā bayram gün.” (‘Fötr giyer, kravat takar bayram günü.’: AA, 3/143).
gözē ‘güzel’:
Kelimenin gelişimi *köz > göz+el olarak verilmiştir (KBS). köz kelimesi, Eski Uygur
Türkçesinde geçmektedir (EUTS).
Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
282
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Kerkük (Irak Türkmen) ve Türkmen Türkçesi: gözel; Azeri ve Uygur Türkçesi: gözäl; Başkurt,
Özbek ve Uygur Türkçesi: güzäl; Kırgız Türkçesi: gözöl ~ körktǖ; Kazak Türkçesi: körikti
(KBS).
Kelime, Atabey ağzında ön seste ötümlüleşme ve erime sonucu gözē şeklindedir:
“dışları gözē, işleri bomboş, demiş.” (‘Dışları güzel, içleri bomboş, demiş.’: AA, 8/39).
keri ‘sonra’:
ké:rü (g-) ‘geri, geride’. ké: şeklinden türemiş zarf-fiildir. Eski Uygur Türkçesinde kärü ~ kirü
‘geri’ olarak geçer (EUTS). Kelimenin gelişimi, *ké:d ‘arka, geri, son’ > Eski Türkçe kerü ~
kirü > Orta Türkçe (DLT) kirü ~ kérü olarak belirtilmiştir. Kelime, Eski Uygur Türkçesinde
kén ‘sonra’ ~ kit ‘son’; DLT’de ki:d ~ ki:din ‘sonra’ olarak geçmektedir (KBS).
Kelime, Atabey ağzında ünlü düzleşmesi sonucu keri şeklindedir:
“o öldükdeŋ;keri älim boş gib;ōldu.” (‘O öldükten sonra elim boş gibi oldu.’, AA: 2/89).
övey ‘üvey’:
‘öge:y’ (EDT). Kelimenin gelişimi, ög ‘anne’ (EUTS) +(e)y olarak verilmiştir. Kelime, Orta
Türkçede (DLT) ögey ‘üvey’ olarak geçer (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Karaçay Türkçesi: öge; Azeri, Türkmen, Karakalpak, Kazak, Kerkük Türkçesi (Irak Türkmen)
Türkçesi: ögey; Özbek Türkçesi: ögäy; Kırgız ve Uygur Türkçesi: ögöy; Türkmen Türkçesi:
övey; Altay Türkçesi: öy; Hakas, Oyrat, Teleüt, Altay, Sagay, Koybal, Şor ve Kumandı
Türkçesi: ööy; Özbek Türkçesi: ogay ~ ugay; Başkurt ve Kazan Tatar Türkçesi: ügəy ~ ügäy;
Kazan Tatar Türkçesi: ügi; Sagay, Koybal ve Altay Türkçesi ǖy (KBS).
Kelime, Atabey ağzında dudaklılaşma sonucu övey şeklindedir:
“o övey;ana da demiş.” (‘O üvey anne de demiş.’: AA, 33/53).
seKizen ‘seksen’:
Eski Uygur Türkçesinde säkizon ‘seksen’ (EUTS), Orta Türkçede (DLT) seksün ~ sekiz on (<
sekiz+on) ‘seksen’ olarak geçer (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Kazak ve Kırgız Türkçesi: seksen; Azeri ve Uygur Türkçesi: säksän; Özbek Türkçesi: säksån;
Altay Türkçesi: sekizen (< sekiz+on); Türkmen Türkçesi: seğsen; Tuva Türkçesi: sezen (<
sekiz+on); Sarı Uygur Türkçesi: sagıson ~ sakson; Hakas Türkçesi: sigizon; Kazan Tatar
Türkçesi: siksän; Başkurt Türkçesi: hikhän; Çuvaş Türkçesi: akarvunnă; Yakut Türkçesi:
ağısuon (KBS).
Kelime, Atabey ağzında yarı ötümlüleşme ve ünlü düzleşmesi sonucu seKizen şeklindedir:
283
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
“yaşlā seKizen yėdi.” (‘Yaşlar seksen yedi.’: AA, 45/52).
sıçıra- ‘sıçramak’:
saçār isim şeklinden türemiştir (EDT). Kelimenin *saç-ra- şeklinden türemiş olabileceği
belirtilmiştir. Eski Türkçede (Köktürkçe ve Eski Uygur Türkçesi) saçıra-(t)-, Orta Türkçede
saçra- ‘sıçramak’ (DLT: saçrat- ~ saçrıt- ‘istemeden sıçratmak’) şekilleri geçmektedir (KBS).
Kelime, Atabey ağzında ünlü daralması sonucu sıçıra- şeklindedir. Ancak kelimede Eski
Türkçede şekilde olduğu gibi ünlü düşmesi olayı gerçekleşmemiştir:
“sıçıradı, galgıdı çok şükür.” (‘Sıçradı, zıpladı çok şükür’: AA, 45/51).
tışarı ‘dışarı’:
taş isim şeklinden gelir (EDT). Eski Uygur Türkçesinde taşġaru ~ taşḳaru ~ tasġaru ‘dışarı,
taşra’ olarak geçmektedir (EUTS). Kelimenin gelişimi taş (DLT) + ġaru ‘yön eki’ > taşġaru >
tışġaru > tışaru > dışaru > dışarı olarak verilmiştir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Altay Türkçesi: tışkaru; Azeri Türkçesi: dışgarı ~ dışarı (KBS).
Kelime, Atabey ağzında ünsüz düşmesi ve ünlü düzleşmesi sonucu tışarı şeklindedir:
“çıkartmazlā tışarı.” (‘Dışarı çıkartmazlar.’, AA: 47/72).
to͜um ‘doğum’:
toġ- > doğ- fiilinden türemiş bir isimdir. to͜um kelimesi, Eski Uygur Türkçesinde tuġum
‘doğum’ olarak geçmektedir (EUTS). Kelimenin kökü, Eski ve Orta Türkçede toġ- ~ tuġşeklindedir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Türkmen Türkçesi: doġ-; Doğu, Tarançi ve Özbek Türkçesi: toġ- ~ tuġ-; Karayim ve Türkmen
Türkçesi tuv-; Kazak ve Oyrat Türkçesi: tǖ-; Çuvaş Türkçesi: tū- ~ tęv- (KBS).
Kelime, Atabey ağzında süreklileşme ve büzülme sonucu to͜um şeklindedir:
“to͜umda çorbadır, köftedir, bi bi şēlē ikrām;edēlē.” (‘Doğumda çorbadır, köftedir, bir şeyler
ikram ederler.’: AA, 10/11).
yalıŋız ~ yalnus ‘yalnız’:
Eski Uygur Türkçesinde yalanġus ~ yalanġuz ~ yalġuz ~ yalnguz ‘yalnız, tek’ olarak
geçmektedir (EUTS). Eski Türkçede ayrıca yalŋus (yalaŋus) ~ yālińuz ~ yalaŋuz ve Orta
Türkçede (DLT) yalnus şekilleri de bulunmaktadır. Kelimenin gelişiminin yalıŋ/yalaŋ ‘yalın,
çıplak’ + os/ + oz veya yalıŋ+us veya *yalıŋ öz olabileceği belirtilmiştir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
284
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Azeri Türkçesi: yalnız; Türkmen Türkçesi: yalŋı̄z; Kazan Tatar Türkçesi: yalğız; Uygur ve
Kerkük (Irak Türkmen) Türkçesi: yalğuz; Özbek Türkçesi: yålğız; Başkurt Türkçesi: yaŋğız;
Kırgız Türkçesi: calğız ~ calkı ~ caŋgız; Kazak Türkçesi: jalğız; Kumandı Türkçesi: n’agıs
(KBS).
Kelime, Atabey ağzında ünlü daralması ve ünlü düzleşmesi sonucu yalıŋız şeklindedir. Eski
Türkçede görülen yalŋus şekli ise Atabey ağzında DLT’deki şekil gibi yalnus şeklindedir:
“burda aldım, burda yapdım yalıŋız başımla.” (‘Yalnız başıma burada aldım, burada yaptım):
AA, 28/23).
“gök işēsinden yalnus havanıŋ şartlarını incélemeg;üze͜e…” (‘Gök şeyinden yalnız havanın
şartlarını incelemek üzere…’: AA, 5/10).
yėŋi ‘yeni’:
Eski Uygur Türkçesinde yangı ‘yeni, taze’ olarak geçmektedir (EUTS). Kelime, Orta Türkçede
yangı ~ yengi (DLT: yangıla ‘yeniden’, yangıla- ‘yenile-); yaŋı̄ olarak geçmektedir. Kelimenin
gelişiminin *yang(/ŋ) ‘*saklanması gereken şey’ + ı veya *yang+ı̄l- ‘yanılmak’; yang+ı+la‘yenilemek’ şekillerinde olabileceği belirtilmiştir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Uygur Türkçesi: yeŋi; Azeri Türkçesi: yeni ~ yenidän; Özbek Türkçesi: yängi; Başkurt
Türkçesi: yaŋı; Kazan Tatar Türkçesi: yaŋa; Kırgız ve Altay Türkçesi: caŋı; Kazak Türkçesi:
jaŋı (KBS).
Kelime, Atabey ağzında uyum değişmesi ve ünlü daralması sonucu yėŋi şeklindedir:
“o yėŋi işēniŋ;ōda.” (‘O yeni şeyin orada.’: AA, 19/109).
yokarı ‘yukarı’:
yügerü: Bu şekil yükgerü şeklinden gelir (EDT). Eski Uygur Türkçesinde yoḳaru ‘yukarı’
olarak geçmektedir (EUTS). Kelime, Orta Türkçede yokar ~ yokaru ~ yukaru, Çağatay
Türkçesinde yokkari ~ yokarı, Rabguzi’de yoḳḳarı ~ yoḳġarı olarak geçmektedir. Kelimenin
gelişiminin *yok ‘yokuş, yukarı; yükseklik, yükselmiş, yükselen’ + ġaru ‘eski yön eki’ (>
yokaru > yukaru > yukarı) olabileceği belirtilmiştir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk lehçe ve şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Türkmen Türkçesi: yukarı; Özbek Türkçesi: yuḳåri; Uygur Türkçesi: yukuri ~ jukuri; Başkurt
ve Kazan Tatar Türkçesi: yuğarı; Azeri Türkçesi: yuḫarı; Kırgız Türkçesi: coğoru; Hakas
Türkçesi: çoğar; Sagay Türkçesi: çoğarı; Kazak Türkçesi: joğarı; Yakut Türkçesi: sogorü ~
sogoru (KBS).
Kelime, Atabey ağzında ünlü düzleşmesi sonucu yokarı şeklindedir:
“güÇcük daşlā yokarı çıKıyomuş.” (‘Küçük taşlar yukarı çıkıyormuş’: AA, 8/28).
285
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
yörü- ‘yürümek’:
yorı- (EDT). Eski Uygur Türkçesinde yorı- ~ yür- ~ yürü- ‘yürümek, gitmek, hareket etmek’
olarak geçmektedir (EUTS). Kelime, Orta Türkçede yorı- ~ yür- olarak geçmektedir. Kelimenin
gelişiminin *yöri- < *yōr-(ı)- şeklinde olabileceği belirtilmiştir (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Özbek Türkçesi: yur- ‘yürümek’; Başkurt ve Kazan Tatar Türkçesi: yör- (< *yür-); Türkmen
Türkçesi: yöre-; Azeri Türkçesi: yeri-; Kerkük Türkçesi (Irak Türkmen): yéri-; Kırgız Türkçesi:
cürü-; Uygur Türkçesi: jür-; Kazak Türkçesi: jürü- (KBS).
Kelime, Atabey ağzında ünlü yuvarlaklaşması ve uyum değişmesi sonucu yörü- şeklindedir:
“öküzlē yörümez.” (‘Öküzler yürümez’: AA, 20/54).
4. Sadece Anlam Değişikliğine Uğrayan Kelimeler:
eŋse ‘art, arka’:
Eski Türkçede eŋse ‘boynun arka tarafı’ olarak geçer (KBS).
Kelimenin çağdaş Türk şivelerindeki karşılıkları şu şekildedir:
Azeri Türkçesi: änsä; Özbek Türkçesi: ensä; Türkmen Türkçesi: yeŋse; Uygur Türkçesi: yälkä;
Özbek Türkçesi: yelkä; Başkurt Türkçesi: yilkä; Kazan Tatar Türkçesi: cilkä; Kırgız Türkçesi:
celke; Kazak Türkçesi: jelke (KBS).
Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçedeki şekliyle eŋse olarak; ancak ‘art, arka’ anlamında
kullanılmıştır:
“eŋseye de gelim;binē.” (‘Arkaya da gelin biner.’: AA, 3/19).
siŋ- ‘gizlenmek, saklanmak’:
Kelime, Eski Uygur Türkçesinde sing- ‘damlamak’ şeklinde (EUTS), Orta Türkçede (DLT)
sing- ‘gizlenmek, saklanmak’ olarak geçmektedir (KBS).
Kelime, Atabey ağzında Eski Türkçedeki şekliyle siŋ- olarak; ancak Eski Uygur Türkçesindeki
‘damlamak’ anlamından farklı olarak DLT’deki ‘gizlenmek, saklanmak’ anlamıyla
kullanılmıştır:
“galannā burdu siŋnemmiş.” (‘Kalanlar burada gizlenmiş.’: AA, 43/22).
Sonuç
Atabey ağzında Eski Türkçe şekilleri koruyan 52 kelime tespit edilmiştir. Bu kelimelerin 17’si
(yaklaşık %32) ses ve anlam değişikliğine uğramadan kullanılmıştır. Bu kelimelerin 2’si
(yaklaşık %4) hem ses hem de anlam, 31’i (yaklaşık %60) sadece ses, kalan 2’si de (yaklaşık
%4) sadece anlam değişikliğine uğramıştır. Ses değişiklikleri incelendiğinde ünlülerle ilgili ses
286
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
değişikliklerinde ünlü düzleşmesi, ünlü daralması ve uyum değişmesi; ünsüzlerle ilgili ses
değişikliklerinde ise ön seste ötümlüleşme, süreklileşme ve ilerleyici ünsüz benzeşmesi olayları
yoğun olarak görülmektedir. Bu sonuca göre Eski Türkçe kelimeler, Atabey ağzında büyük
oranda aynı şekilde veya bazı ses olayları ile devam etmektedir.
Kısaltmalar
AA: Atabey Ağzı
DLT: Divanu Lugati’t-Türk
KB: Kutadgu Bilig
EDT: Etymological Dictionary of PreThirteenth-Century Turkish
KBS: (Türkiye Türkçesindeki Türkçe
Sözcüklerin) Köken Bilgisi Sözlüğü
EUTS: Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü
TDES: Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü
Far.: Farsça
VEWT: Versuch Eines Etymologischen
Wörterbuchs Der Türksprachen
Çeviri Yazı İşaretleri
ä (veya) ə: açık e
;: ulama işareti
Ç: yarı ötümlü ç ünsüzü, ç-c arası ünsüz
͜a : ikiz ünlü işareti
d̠: palatal d ünsüzü
é (veya) ė: kapalı e
ġ: art damak g ünsüzü
ḫ: hırıltı h ünsüzü
ḳ: art damak k ünsüzü
K: yarı ötümlü k ünsüzü, k-g arası ünsüz
ŋ: damak n’si
l (veya) r: gevşek boğumlanmalı ünsüzler
Ɵ: ö’den farklı ünlü
T: yarı ötümlü t ünsüzü, t-d arası ünsüz
w: çift dudak v’si
: (veya) ̄ : ünlüde uzunluk
̊ : ünlüde yarı yuvarlaklık
́ : ünsüzde palatallik
287
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Kaynakça
Caferoğlu, A. (1968), Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü, İstanbul, Türk Dil Kurumu Yayınları.
Clauson, G. (1972), Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth-Century Turkish, Oxford,
Calenderon Press.
Eren, H. (1999), Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü, 2. Baskı, Ankara, Bizim Büro Basım Evi.
Gülensoy, T. (2007), Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü,
Ankara, Türk Dil Kurumu Yayınları.
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_ttas&view=ttas (10.05.2014)
Räsänen, M. (1969), Versuch, Eines Etymologischen Wörterbuchs Der Türksprachen,
Helsinki, Suomalais-Ugrılaınen Seura.
Yalkın, A. O. (2013), Atabey Ağzı (Giriş-İnceleme-Metinler-Sözlük), Isparta, Süleyman
Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Yüksek Lisans
Tezi).
288
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
NASRETTİN HOCA FIKRALARINDA DEVLET OLGUSU
Esat ARSLAN
ÖZET
Nasrettin Hoca tüm dünya ulusları tarafından tanınan ünlü bir Türk Halk bilgesidir. Çeşitli
milletler onu değişik adlar altında kendi uluslarına mal etmeğe çalışsalar da Mustafa Kemal
Atatürk’le birlikte dünyada en çok tanınan aydın, bilge ve “devlet-ebed müddet” şiarını kendi
kişisel kimliği ile bütünleştirmiş deyim yerinde ise aynı zamanda devletin bekasını varlık
sebebinin kökeninde gören rütbesi küçük olsa da bir Türk devlet adamıdır.
Anadolu Selçuklu Devleti zamanında yaşamış olmasına karşın, ölümünden neredeyse 120 yıl
sonra 1402 yılında Ankara Savaşından sonra Anadolu’ya gelen Timur ile birlikte yakıştırılan
fıkralarında devletin içine düştüğü esaret günlerinde bile halkın tutunacağı bir dal
mertebesindeki bir görünge içerisindedir. Yazılı olmayan ya da müellifi belli olmayan ve
halkın ortak ürünü olan sözlü mizahta, mizahın korkunun ürünü olduğu daha belirgindir. Halk,
yaşadığı dönemin egemen ve tiran düzeyindeki güçlerini yermek, onlarla alay etmek isteyince
onun evrensel fıkralarını yâda Hoca’nın belli kişiliğine uyan başka fıkraları da onun kişiliğine
mal ettiği görülmektedir. Bir başka deyişle Nasrettin Hoca’nın halkın sözcüsü rolü ile halkın
karşılaştığı güçlük ve sıkıntıları mizaha başvurarak dile getirmiş olduğu savını
güçlendirmektedir.
Bu bildiri kapsamında Nasrettin Hoca fıkralarındaki devlet olgusu ile birlikte halkıyla
bütünleşen jeo-kültürel devlet modelinde devletin bekası konusu ele alınacak, yönetimden

Prof. Dr. Çağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, Yenice-Mersin / TÜRKİYE ; <[email protected]>
289
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
bulunan zalim iktidara yönelik mizahi suçlama incelikleri irdelenecek, bu konularda
çıkarımlarda bulunulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Anadolu Selçuklu Devleti, Ankara Savaşı, Timur, Nasrettin
Hoca, Türkiye
1. Nasrettin Hocanın Yaşadığı Dönemin Değerlendirilmesi
1.1. Nasrettin Hoca’nın Yaşadığı Dönem
Yapılan araştırmalar, milletimizin büyük mizah simgesi Nasrettin Hoca’nın efsanevi
(légendaire) yâda kurgusal bir kişi olmayıp, Anadolu’da siyasî ve sosyal açıdan büyük
sıkıntıların yaşandığı XIII. yüzyılda Anadolu Selçuklu Devleti sınırları içersinde Sivrihisar ve
Akşehir’de yaşamıştır. Nasrettin Hoca, Hicrî 605, Miladî 1208 yılında Sivrihisar´in Hortu
köyünde doğmuştur. Birçok doğu ve batı kaynaklarına göre babası Hortu köyünün imamı olan
Abdullah Efendi, annesi Sıdıka Hatun’dur. Asıl ismi Mahmut’tur, doğduğu köyüne mülhem,
el Hortî değil, El Hoyî’dir. 1200'lerden 1900'lere dek tam 700 yıl Hace Nasrettin olarak anılan
ünlü fıkra tiplememizin adı 1900'lerin başlarında Nasrettin Hoca olarak değiştirilmiş ve o
şekilde anılmaya başlanmıştır. Nedeni ise, Arapların Birinci Dünya savaşında Batıyla yapmış
oldukları işbirliği ve yayılmacı güçler yanında yer almasıdır. Selçuklu ve Osmanlı'da Hace
Nasrettin şeref adlarıdır, arkasına gerçek ad eklenmektedir. Aynı zamanda “Ahî Evran” olarak
da bilinen Hace Nasrettin Mahmut El Hoyî (Farsça) ya da El-Hûyî (Arapça) gibi...
Nasrettin Hoca fıkralarında yer alan konular, Batı ve Doğu ülkelerindeki yaygın fıkralarda
işlenenlerle kıyaslandığında bunların Tayland, Pencap ve Türkistan ile Almanya, Fransa,
İngiltere, İber yarımadası, Baltık ülkeleri ve İskandinavya, Kuzey Afrika, Mısır ve Sudan
dâhil engin bir coğrafyayı kapsadığı görülmektedir. Bu temaların bir kısmı rastlantı veya
doğal benzerlikle açıklanabilirken, birçoğunun aynı kaynaktan geldiği de anlaşılmaktadır.
Dikkat çeken diğer bir husus da başta Arapların Cuhâ'sı olmak üzere Almanların Till
Eulengspiegel’i, Amerikalıların Paul Bunyan'ı, Bulgarların Hıtar Petar'ı, İngilizlerin Joe
Miller'i, İtalyanların Bertoldo'su, İtalyan mizah yazarı Giovanni Guareschi'nin yarattığı
290
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
kasaba papazıDon Camillo’su, Rusların Balakirew, Yugoslavların Kerempuh ve Era'sı,
Japonların Ikkyu'suna ait fıkraların hocanın fıkralarıyla benzerlik göstermesidir. 65
Arapların Cuhâ tiplemesi, 1100'lü yılların Arap şaka tiplemesidir. Ünü Kuzey Afrika'dan
Mısır, Arabistan, Suriye ve İran topraklarına dek yayılmıştır. Anadolu'daki Cuhâ ile ilgili en
eski kayıt, Mevlana'nın ünlü eseri Mesnevi' dedir. 66
Bununla beraber, Türkiye'de bile hoca ile ilişkilendirilebilecek Karagöz, Hacivat, Ebleh
Mehmet gibi tipler de bulunmaktadır. Ancak tarihî gerçek ne olursa olsun Anadolu'dan
yayılan Nasrettin Hoca fıkralarının Doğu İslâm zekâsının özel bir ürünü olduğu kabul gören
bir realitedir. Dolayısıyla bu durum onu bütün Doğu İslâm dünyasının ortak kahramanı
yapmıştır. Türkistan'da Çin sınırındaki İli vadisinden Kafkasya'ya, İran Azerbaycan’ından
Arabistan'a, Türkiye, Mısır ve Akdeniz kıyılarından Tunus, Kırım ve Kazakistan'a kadar her
yerde hoca vardır. Daha önce Osmanlı Devleti'nin egemenliğinde kalmış Romanya,
Bulgaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Yunanistan ve Arnavutluk'ta da Osmanlı Devletinin
Balkanlarda egemen olduğu topraklar üzerindeki Bulgar, Romen, Makedon, Yunan, Arnavut,
Sırp, Hırvat halkları Nasrettin Hoca’ya sahip çıkmışlar ve Nasrettin Hoca fıkralarını
varlıklarının bir nedeni olarak görmüşlerdir.
“Hace” sözcüğü Hüccet/Hoca sözcüğünden türetilmiştir. Hace/Hüccet/Hoca sıfatı,
İslam coğrafyasında “bilgili, aydın, bilge” olarak kullanılır. Hacivat da Hüccet’in zaman
içersinde bozulmuş biçimidir. Karşıtlık üzerine bina edilen teatral bir etkinlik olan
Hacivat/Karagöz ve Cuhâ tiplemesi ise bunun tersine, cahil, kaba, görgüsüz anlamı
taşımaktadır. Çünkü teatral sanatlardan Hacivat/Karagöz oyunu da karşıtlık üzerine bina
edilmiştir. Hoca aynı kişilikte bu iki karşıtlığı da simgelemektedir. Hoca bir yanı ile “resmî
kültür”e, bir yanı ile de “halk kültürü”ne bağlıdır. Başında büyük bir kavukla Hoca’yı eşek
üstünde gösteren geleneksel görüntüsü, bu çok kültürlülüğü çok iyi bir şekilde ortaya
koymaktadır. Hoca aynı kişilikte hem aydın ve bilge hem de kaba saba bir kişi görümündedir.
Hoca, merkez/çevre (center/periphery) ilişkisini içinde bulunduğu çevreyle ayrımsallığı kadar
TürkDiyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi, c.32, İstanbul, 2006, s. 418
65
Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin buradaki amacı, politik karşıtı Hace Nasreddin Ahi Evren Mahmut'u
aşağılayarak halk gözünde itibarsızlaştırmaktır. Mevlana, Mesnevi 2. cilt sayfa 310 ve 5. cilt sayfa 879-880'da
açıkça anarak iki Cuhâ öyküsüne yer verir. Bunlardan ilki, Cuhâ'nın bir oğlan çocuğuyla ilişki kurma girişimini
içerir. İkincisinde ise Cuhâ kadın giysileri içinde kadınlar meclisine girer. Her ikisinde de komik duruma düşer.
Cuhâ, işte bu yolla Arap topraklarından Anadolu topraklarına girmiştir.
66
291
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
yükselen bir tenakuz üzerine bina etmiştir. Kavuk din adamlığını simgelerken, eşek ise alt
kültüre mensubiyetliğini halk kültürünü sembolize etmektedir. Hoca gerçek bir aydın olarak
elde ettiği bilgileri alanda gereksinimi olanlarla paylaştığından, alanla bütünleşmeyen
günümüz halk deyişiyle “entel/dantel” yâda “entellektüel” veya “entelijansiya” çizgisinden
ayrılmaktadır.
Giufa (Cufa) ise, Sicilya halkının çok sevdiği bir fıkra kahramanıdır. Cufa, aslında, Cuhâ’nın
Araplardan geçmiş değişik bir sürümüdür. Çünkü 800'ün başlarında Sicilya Abbasilere bağlı
yarı bağımsız Ağlabiler tarafından fethedilmiştir. Zaman zaman İtalyan millî birliğinden
ayrımsallığı öne çıkan Sicilya halkı, geleneksel İtalyan halkı değildir. Örneğin, günümüzde
bile varlığını sürdüren "mafya" örgütlenmesi tüm görünür unsurlarıyla (ortalama İtalyanların
bilmediği baba(Godfather) denilen liderlerin elinin öpülmesi, üç neslin bir arada olduğu büyük
aile olgusu, aile sevgisinin ve bağlarının sağlamlığı, örgütlenmede aşırı gizlilik, üyelerin
savaşçılığı vb) Fatımî / İsmailî örgütlenmesinin benzeri olduğu görülmektedir. Osmanlı
döneminin sonuna doğru, milliyetçiliğin ve millî devlet modelinin gelişimine koşut olarak,
ümmetçiliğin simgesi “Cuhâ” gözden düşmüş, Nasrettin Hoca'nın ise bir millî kahraman gibi
yıldızının parladığı görülmektedir. Bilindiği üzere Osmanlı’da millet kavramı, bugün sahip
olduğu anlamdan farklı olarak “millet-i İsevi, millet-i Musevi” gibi İslâm dininin dışında
çeşitli dinsel gruplardan meydana gelen kompartımanlar için kullanılmıştır. Türk ulusçuluğu,
Devlet-i Aliye’ye mensup milletlerde uyanan ulusal bilinç ve ayrılıkçı ulusçu hareketlere
tepkinin ifadesidir. Bu nedenle, millet ve milliyetçilik terimlerinin imparatorluktan ulusdevlete dönüşüm ile birlikte kazandığı yeni anlam manzumesi Millî Mücadele ve Cumhuriyet
ile yaşıttır. Millî devlet (national-state)’ten ulus-devlet (nation-state)’e geçilmiş, nasıl ki
Birinci Dünya Savaşı İmparatorlukları sonlandırdıysa, İkinci Dünya Savaşı da ulus-devleti
sonlandırmıştır. Bütün bunlardan sonra millî devlet ile ulus-devlet arasında olduğu varsayılan
ince ayrımsal çizgi şöylece özetlenebilir.
Ulus-devlet, geniş, kesintisiz ve kesin sınırlara sahip ve hudutları diğer devletler tarafından
tanınan ve kabul gören bir ülkede otoritenin kullanımında öncelik iddiasında olduğundan
göreceli olarak farklı merkezî, özerk ve bağımsız kurumları bulunmaktadır. Buna mukabil
millî devlet ise, etnikliği benimseyen, güçlü bir dilsel, dinsel ve üst simgesel kimliği paylaşan
halkın meydana getirdiği siyasal birlikteliği ifade etmektedir. Osmanlı sınırları içinde yaşayan
bütün
unsurların
birliğini
ifade
eden“ittihad-ı
anasır”
fikrinin
gayrimüslimlerce
baltalanmasının ardından “ittihad-ı İslâm” da Arnavutluk hadisesi dolayısıyla ciddi bir darbe
292
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
almıştır. 67Tanzimat’la birlikte gelişen “millet-i hâkime” fikri, nahif bir hat izleyerek II.
Meşrutiyet yıllarında Türk ulusçuluğuna doğru bir gelişme göstermiştir. Balkan Savaşları ve
Birinci Dünya Savaşı'ndan itibaren bir tepkime olarak Anadolu Türklerinde de ulusal uyanış
başlamıştır. İşte bu süreçte artık Arap şaka tiplemesi olan Cuhâ anılmaz olmuştur. Cuhâ ve
Hoca fıkraları arasında büyük benzerlikler olduğu doğru bir yaklaşımdır. Ancak, Ortadoğu'da
bütün kültürlerin hikâyeleri birbirine çok benzediği gibi, birbiri ile de geçişli olduğu bilinen
bir gerçektir. Nasrettin Hoca adı doğuya doğru gittikçe Molla (Mela) Nasrettin, Apandı,
Ependi, Avanti gibi adlara yerini bırakır ki, onların hiçbirinin Cuhâ adı ile biçimsel bir ilişkisi
bulunmamaktadır. Bu tiplemeler değişik coğrafyalardaki Nasrettin hoca’nın görüngelerinden
başka bir şey değildir. Cuhâ’ya ait ve yöresel benzeşen karakterlere ait ne kadar öykü varsa
tümü Nasrettin Hoca'nın kişiliğiyle bütünleştirilerek, aktarılmıştır Bütün bunlardan sonra
diyebiliriz ki, Arapların “Cuhâ” tiplemesi yaklaşık 1250 yılında Anadolu'ya gelmiş, yaklaşık
1900 yılların başında Arap dünyasına gerisin geriye dönüş yapmıştır.
Yapılan incelemelerde Nasrettin Hocanın Hortu köyünde 23 yaşına kadar yasamış, babasının
medresesinde eğitim aldıktan sonra Sivrihisar medresesinden icazet almıştır. Hoca babasının
ölümü üzerine bir müddet köyde imamlık yapmış, Sivrihisar’da da vaizlik görevini üzerine
almıştır. 23 yaşına kadar sürdürdüğü köy imamlığı ve vaizlik görevini Mehmet Efendi adlı
halefine devretmiştir. 1237 yılında Sultan I. Alâeddin Keykubat’ın son saltanat devirlerinde
Sivrihisar’daki yüksek öğrenimini tamamlayarak, Akşehir’e yerleşmiştir. O devirde önemli
bir kültür merkezi olan Akşehir`de zamanın ünlü din bilginleri Seyyid Mahmut Hayranî ve
Seyyid Hacı İbrahim Sultandan dersler almış ve Seyyid Mahmut Hayranî’ye intisap etmiştir.
Akşehir`de uzun süre Müderrislik (Profesör) kadılık yapan o devirde Hace Nasireddin adı ile
anılan, zamanla halkın dilinde “Hoca Nasrettin”, “Nasrettin Hoca” seklinde yerleşen Türk
Halk bilgesi 1284 yılında Akşehir’de vefat etmiştir. Akşehir’deki şehir mezarlığında yanları
açık ve kapısında kocaman bir kilit bulunan türbesinin üzerinde vefat tarihi 386 olarak
gösterilmiştir. Eşeğine ters binmesinden de esinlenerek ölüm tarihi üzerinde ince bir halk
mizahı yapıldığı anlaşılan bu tarihin gerçekte Hicrî 683 olup, bu da Miladî 1284’e tekabül
Yahya Kemal Taştan “Kanonik Topraklardan Ulusal Vatana Balkan Savaşları ve Türk Ulusçuluğunun Doğuşu”
Ege Üniversitesi Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, Sa.XI/2, İzmir, (Kış2012), s. 9.
67
293
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
etmektedir. Nasrettin Hoca’nın hayatı ve yaşadığı çevreyle ilgili daha fazla bilgi elde
edebilmek için aşağıdaki kaynaklara bakılması faydalı mütalaa edilmektedir. 68
Nasrettin Hoca’nın yaşamış olduğu dönemdeki Anadolu Selçuklu Devleti, devlet
sistematiğinin felsefî zemini Muhyiddin İbnu’l-Arabî (Doğumu: 1165-ölümü: 1240)’nin
Tasavvufî Ekberî Öğretisi üzerine yükselmiştir. İbnu’l-Arabî’nin "Varlıkta ancak Allah
vardır", yâda "Varlıkta ancak bir vardır: Suyun rengi kabının rengidir." Geliştirdiği tasavvufî
anlayışı yetiştirdiği üvey oğlu Sadreddin Konevî'den itibaren işlevsellik kazanmış, onların
geliştirdikleri bu devlet sistematiği ardılları tarafından Osmanlı Devlet yapısına da
uygulanmış, İbnu’l-Arabî ekolü tanınmış sufilerce yedi asır boyunca kesintisiz olarak
günümüze kadar devam ettirilmiştir. Haçlı savaşlarının ve Moğol saldırılarının sebep olduğu
büyük kargaşalara sahne olan bu yüzyıl, aynı zamanda Anadolu’da tasavvufun geliştiği,
Mevlânâ, Hacı Bektaş-ı Velî, Yunus Emre, Şeyh Edebali ve Şeyyad Hamza gibi önemli
mutasavvıfların söz ve şiirleriyle halka manevî telkinlerde bulundukları, irşat hizmetleriyle
halkın ve yöneticilerin zor, sıkıntılı dönemi atlatmaları için çaba gösterdikleri bir dönemdir.
Bu dönemde mutasavvıflar halkı şiirleriyle ve manevî telkinleriyle halka rehberlik ederken
Nasrettin Hoca da çekilen sıkıntıları nükteli, hikmetli fıkralarıyla biraz olsun hafifletmeye
çalışmış, çevresine ümit ve yaşama sevinci vermiştir. Yanlış, çirkin ve hoş görülmeyen
davranışları ortaya koyarak doğruları vurgulamaya çalışmıştır.
1.2. Nasrettin Hoca’nın Fıkralara Yansıyan Yaşamı
Fıkralarda Hoca bir köyün ya da sosyal ve ekonomik yaşamı köyden pek farklı olmayan,
küçük bir kasabanın imamıdır. Anadolu Selçuklu Devleti ve ardılı olan Osmanlı Devletinin
kuruluş ve yükselme yıllarında köyde henüz Muhtar (Seçkin, özerk yönetici) ve İhtiyarlar
Heyeti (Seçkinler Kurulu)69 olmadığı için Hoca bulunduğu çevrenin uhrevi lideri olduğu
kadar aynı zamanda dünyevi lideri de konumundadır. Nasrettin Hoca, dünyevi ve uhreviliği
kendisinde toplamıştır. Öte yandan yüreğinde coşkulu bir Allah sevgisi duyan ve bu coşkulu
sevgi ile dinleri ve dilleri ne kadar ayrı olursa olsun, bütün insanlığı kucaklayan Tekke
Şükrü Kurgan, Nasrettin Hoca, KB Yay., Ankara, 1986; Erdoğan Tokmakçıoğlu,. Bütün Yönleriyle Nasrettin
Hoca, KB Yay., Ankara, 1981; Mustafa Özçelik, Nasrettin Hoca, Odunpazarı Belediyesi Yay., Eskişehir, 2005;
A Karacalı, Bütün Yönleriyle Nasrettin Hoca, Özgür Yay.,İstanbul, 1991.
68
Osmanlı Devleti İdarî taksimatına göre Muhtar ve İhtiyarlar Heyeti II. Mahmut Devrinde idarenin yeniden
yapılandırılması kapsamında yaşamımıza girmiştir.
69
294
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Müslümanlığı ile bir kent ve devlet dini olan yöresel Cami Müslümanlığı arasındaki
gelgitlerini de yansıtmıştır.
“Ahund”70un biri bir göle düşmüş, halk gölün kıyısına toplanarak “Mela(Molla) elini uzat”
diye bağırmalarına karşın, Hoca Nasrettin Mela’nın elini kimseye vermediğini görmüştür.
Nasrettin Hoca göl kıyısına gelmiş, “Mela, elimi al”diye seslenmiş. Molla da Hoca’nın elini
yakalayıp gölden çıkmış. Nasrettin Hoca etrafına toplanan şehir halkına, Mollaya niçin “eli
ver” demek yerine “elimi al” dediğini sormuşlardır. Hoca şu yanıtı verir:
“Siz Ahund-Molla sınıfının huyunu hâlâ bilmiyor musunuz? Onlar “ver-ver” demeye değil,
“al-al” demeye alışmışlardır. 71
Tekke-Zaviye kültürünün bir simgesel figürü olan Hoca günlük yaşamda da yönetilenler için
çatışmaları önleyici, bozulan ilişkileri çözümleyici bir kutup olarak da görev yapmıştır. O
gerçekten de mütedeyyin, samimi Müslümanların temsilcisi olmuştur.
2. Nasrettin Hoca Fıkralarında Maddi Kültür Unsurları
Nasrettin Hoca fıkralarındaki maddî kültür unsurlarına geçilmeden önce Nasrettin Hoca
fıkrası anlatımının bir giriş seremonisiyle başladığı bilinmektedir. Bu geleneksel açılımın da
anlatılan fıkra çıkarımlarından yararlanma etiği kattığı düşünülmektedir. Türk anlatı sanatında
tıpkı anlatıcının örneğin masallara "bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman
içinde", ozanların öykülere "gâhî Arzu, gâhî Kamber, gâhî Mecnun, gâhî Leyla, öyle ya, her
aşığın bir âhı varmış" girizgâhıyla başlanılması gibi, Nasrettin Hoca fıkralarının da kendine
özgü şiirsel bir girizgâhının olması bu fıkralara bir edebi eser duyarlılığı katmaktadır.
Nasrettin Hoca fıkraları da aşağıdaki biçimde başlaması gelenekselleşmişti:
“Râviyân-ı ahbâr ve nakilân-ı âsar ve muhaddisân-ı rûzgâr şöyle rivâyet ve bu yüzden
hikâyat ederler ki Hace Nasrettin Efendi bir gün...”
Ancak üzülerek ifade edilmek gerekir ki, Nasrettin Hoca fıkrası anlatı seremonisinden bugün
kala kala elimizde sadece “Nasrettin Hoca bir gün” diyerek başlamak kalmıştır.
Şii Din adamı.
70
Ufuk Tavkul, “Kafkaslarda Nasreddin Hoca”, Uluslararası Akşehir Nasreddin Hoca Sempozyumu Bildirileri,
Akşehir, 2005, ss. 285-286.
71
295
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
2.1. Nasrettin Hoca Fıkralarında İnsan Olgusu
Nasrettin Hoca başkalarıyla hoş geçinen ve kendisiyle hoş geçinilen itidalli bir kişiliğe
sahiptir. Devlet görevlisi olarak bulunduğu ve mahkemelerde bilirkişilik yapmış olduğu
sıralarda hep halkın iyiliğini ve hayrını istemiştir. Ancak öte yandan insanın egoistliği,
mütecessisliği, zayıflığı, aceleciliği, vurdumduymazlığı, korkuları ve kuşkularıyla insanın
zayıflıklarını iyi bilmektedir.
Hoca’ya en tehlikeli hayvan nedir? Diye sorduklarında, “İnsandır” yanıtını verir.
Sebebini soranlara filozofî açıklamalarda bulunur.
“— Köpek ekmeğini yediği adama hıyanet etmez. Yılan kendisine dokunmayanı
sokmaz. Kurt ise insanın bulunduğu yerlerden uzakta yaşar. Hâlbuki insan, hiç de böyle
değildir. O kendisine iyilik edene fenalık yapar. Eğer inanmazsanız birisine iyilik ediniz.
Bakınız nasıl bir karşılık göreceksiniz? Siz, hiç dünyada hemcinsine insanlar kadar kötülük
eden başka bir yaratık gördünüz ve duydunuz mu?
Aslında Hoca, bu görüşleriyle insanın ayırıcı özelliklerini ortaya atar ama o insan hakkında
asla kötümser değildir. Fıkradaki insan eğitilmemiş, şuuru gelişmemiş insanların ne derece
zararlı olabileceklerini gözler önüne sermektedir.72 Nasrettin Hoca fıkralarında devlet olgusu
çerçevesinde oluşan maddî kültür unsurlarından kişiler devlet adamları, devlet görevlileri ve
tanınmış şahsiyetler aşağıdaki başlıklar altında toplanabilir:73
3. Devlet Olgusu Ve Nasrettin Hoca’nın Yaşadığı Dönemin Devlet
Anlayışı
3.1. Devlet Olgusu ve Devletin Unsurları, İslamî Anlayışta Devlet Olgusunun
Felsefesi
3.2.1. Devlet ve Devletin Unsurları
Devlet teriminin kavramsal olarak tüm unsurlarını içerecek tarzda, tüm zamanlar için geçerli
olacak şekilde bir tanımlanmasını yapmak gerçekten zor, zor olduğu kadar da karmaşık bir
Abdullah Özbek, Bir Eğitici Olarak Nasreddin Hoca, Esra Yayınları, Konya, Şubat 1990, s.42.
72
73
İsmet Şanlı, Nasrettin Hoca Fıkralarında Kültürel Unsurlar, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi,10(1).
296
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
süreçtir. Bunun nedeni ise devlet kavramının çok yönlü ve soyut olmasından
kaynaklanmaktadır. Devleti bir bütün şeklinde algılamak devleti meydana getiren unsurların
birleştirilmesi ve bütünleştirilmesiyle mümkün olabileceği düşünülmektedir. Hukuki
bakımdan devlet, yurt (vatan, ülke) adı verilmiş diğer uluslar tarafından tanınmış, belirli bir
toprak üstünde yaşamakta olan millet bilincindeki insan topluluğunun egemenlik anlayışı ve
hukuk içerisinde bir siyasi iktidar altında yatay ve dikey bir biçimde örgütlendirilmesidir.
Devletin asgari ölçüdeki maddi zemini, millet, egemenlik ve vatan unsurlarından
oluşmaktadır. Millet unsuru belli bir alanda yaşayan ve değişik bağlarla ortak yaşam istek ve
arzusu gösterebilen insan topluluğudur. Devlet olabilmek için, ulus bilincini kazanmak ülkesiz
millet olarak varlık gösterebilmek, İsrail örneğinde olduğu gibi de son derece önemlidir.
Filistin örneğinde olduğu gibi toprağınız olsa bile ulus bilinciniz oluşmamışsa devlet olmanız
mümkün değildir. Egemenlik unsuru ise yönetenler ve yönetilenler arasındaki ilişkileri
düzenleyen üstün buyurma gücü demek olan “Otorite” devletin kurucu unsuru olarak siyasal
iktidar olarak da adlandırılabilir. Sınırları belli bir yeryüzü parçası üstünde yaşayan ulus
bilincine erişmiş insan topluluğunun idare etrafında örgütlenmesidir. Ülke Unsuru ise
üzerinde yaşayan insan topluluğu ile jeo-kültürel açıdan bütünlük gösteren ve sınırları belli
olan kara parçasını anlatır.
3.2.2. İslamî Anlayıştaki Devlet Olgusunun Felsefesi
Teokratik düzen yâda Teokratik İslamî anlayışı İslam felsefesine uygun bir yaklaşım değildir.
Hıristiyanlara özgü bir yönetim biçimi olan teokratik düzen, devlet iktidarının kaynağını, İlahî
bir iradede arama gücünden ortaya çıkmış ve Hıristiyan ruhban sınıfının eliyle yürütülmüştür.
Oysa hem Anadolu Selçuklu Devleti hem de Osmanlı Devletine egemen olan İslamî
anlayıştaki devlet olgusunun felsefesi, Medine Sözleşmesinin ilanından itibaren uzlaşı zemini
üzerine oturmuştur. Proto-demokrasinin en önemli üç unsuru olan, meşveret, biat ve ulul-u
emre itaat İslamî anlayıştaki devlet olgusunun felsefesini oluşturur. Günümüz Türkçesinde
danışmak, danışmadan karara gitmeme olgusu yasama organı işlevlerini içeren geçmişin teşri
yâda şurayı görevlerini oluşturmaktadır. Biat üstün buyurma gücü demek olan otoriteyi
egemenliği tanımak demektir. Kur'an-ı Kerim'de geçen “Ulûl Emr”, hadiste belirtilen “Ümerâ
ise yürütme organını ortaya koymaktadır. Müslümanlar Ulûl Emr’e itaat etmekle
yükümlüdürler. Ancak bu kimse demokratik kuram ve kuralların dışına çıkarsa ona itaat
zorunluluğu bulunmamaktadır.
297
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Gerek Anadolu Selçuklu gerek Osmanlı Devletinde sultan tarafından temsil edilen dünyevi
yasama sistemi yanında yasaların şeriata göre geçerliliğinin sınandığı bir nevi yarı seküler bir
sistem egemen olmuştur. Din adamlarının özlük haklarının sağlandığı kıta Avrupası laik
sisteminden farklı din işlerinin bütünüyle sadece cemaatlere devredildiği proto-seküler sistem
varlığını sürdürmüştür. Selçuklu/Osmanlı Türk toplumunda gerek Müslim gerekse
Gayrimüslim din adamları devletten maaş almazlardı. Vakıf ve lonca sisteminin egemen
olduğu yerler dışından özellikle de Nasrettin Hoca’nın yaşamını geçirdiği küçük yerleşim
yerlerinde, din adamlarının özlük haklarını sağlayacak ve idame ettirecek kurumlar
bulunmamaktaydı. Fıkralarda Hoca bir köyün yâda sosyal ve ekonomik yaşamı köyden pek
farkı olmayan, küçük bir kasabanın imamı olarak tanıtılır. Örneğin, imam köylünün yardımı
ile geçinir; köylü imamın yiyeceğini verir, barınağını sağlar, imamın tarlasında ve işyerinde
karşılıksız çalışırdı. Selçuklu ve Osmanlı toplumunda imam birbirine bağlı üç işlevle
görevlendirilmiştir. İmam din görevlisidir, halka namaz kıldırır, halka namaz kıldırır, başka
din törenlerinde önderlik eder. İmam öğretmendir, çocuklara ve büyüklere okuma yazma ve
din bilgileri öğretir; nihayet imam yargı görevi de yapar. Devlet yasalarının bir bölümü şeriat
olduğu için, kadıların bulunmadığı yerlerde imam yargıcın görevini yüklenir. Bu yanları ile
imam merkezi devletin yereldeki adamıdır.
3.2.3. Anadolu Selçuklu Devleti ve Osmanlı Devleti’ndeki “Devlet-i ebed müddet”
Düşüncesi
Gerek Anadolu Selçuklu Devletinin ve gerekse Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda devletin
bekası için “Devlet-i ebed müddet” vizyonunun önemli bir etkisi olmuştur. Devletin bu
vizyonuna sahip çıkan üst yönetim kadrosu, sûfîlere ve ulemaya başvurmuş ve Anadolu
Selçuklu Devletindeki hatalardan istifade etmesini bilmişler ve Selçuklulardan intikal eden
kurumları hep canlı tutup yaşatmışlardır. Böyle bir anlayış kaybolunca da devlette yavaş yavaş
çözülmeler baş göstermiş, Devlet sistematiği bozularak, kurumlar ayrımsallaşmış, kuşkusuz
bunun doğal bir sonucu olarak kurumlararası çatışmalara doğru giden bir ötekileşme dönemi
baş göstermeğe başlamıştır. Devlet sistematiği bu dengelerin bozulması ile ortaya çıkar, oysa
devleti var edecek, onu uzun ömürlü kılacak ve beka düşüncesine hiçbir zaman
yadsımayacak“devlet-i ebed müddet” hâline getirecek özellik böyle yüksek bir ülküdür. Ulus
bilincine ulaşmış bireyler “devlet-ebed müddet” şiarını kendi kişisel kimliği ile
bütünleştirmişlerdir. Bir başka deyişle devletin bekasını varlık sebebinin kökeninde görmek o
298
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
yönde kendini biçimlendirmek demektir. Çünkü “devlet-i ebed müddet” bir idealdir, bir
ülküdür ve bu idealin gerçekleşmesi için de devleti oluşturan dinamiklerin sağlıklı bir zemin
üzerine oturması gereklidir. Kişinin biçimlenmesi devlet yapılanması ile örtüşmeli, bunun
dışındaki her şey ikinci derecede olarak görülmelidir. Bireyin kendi çıkarını ön plana çıkarıp,
“Devlet-i ebed müddet” şiarına karşı duruş, bir başka deyişle onu yaşatma arzusundan vaz
geçiş, bireyin varlık nedenini de ortadan kaldırır.
3.2. Nasrettin Hocanın Yaşadığı ve Yakıştırılan Dönemin Devlet Adamları
Sultan Alâeddin Keykubad (1210-1219), Gazi Hünkar(I. Sultan Murad 1325-1389)
Timur(1336-1405), derebeyi, zalim Akşehir beyi.
3.3. Nasrettin Hocanın Yaşadığı Dönemin Tanınmış Şahsiyetleri
Sarı Saltuk (ö. 1297/1298), Şeyyad Hamza:
Büyük mutasavvıflardan Sarı Saltuk’un Cem Sultan’ın menkıbelerini derleyen derleyen
Saltukname adlı kitapta, 1263(Hicrî 622)”on iki bin göçer evli Türkmenlerle Rumeli’ye
geçen” alperenlerden Sarı Saltuk ile Nasrettin Hoca çağdaş, arkadaş ve pirdaş olarak
gösterilmiştir. İkisinin de pir’i mürşidi halen Akşehir’de, tıpkı Mevlana’nın Konya’daki
türbesine benzer bir türbede yatan Seyyid Mahmud-ı Hayranî’dir. 74
Bir duvarcı ustası iken Ahî loncasına intisabı nedeniyle Sufî tarikata giren Şeyyad Hamza
XIII. Yüzyılda Sivrihisar ve Akhisar’da yaşamıştır. Mutasavvıflık mertebesine kadar yükselen
Şeyyad Hamza’nın, 26 beyitlik İçinde redifli manzumesi, 79 beyitlik Dastan-ı Sultan Mahmud
mesnevisi, 1529 beyitlik Yusuf u Züleyha ve muhtelif şiirleriyle özellikle dini-tasavvufi Türk
Edebiyatı alanında önemli bir yeri bulunmaktadır.
3.4. Nasrettin Hocanın Yaşadığı Dönemin Devlet Görevleri
Kadılık, gölge kadılığı, mahkemelerde bilirkişilik, subaşılık, sipahilik, askerlik.
3.5. Nasrettin Hoca’nın İslamî Devlet Olgusundaki Moderatör (Klimazitör)
Anlayışı
Günümüzde çokça sözü edilen “Moderatör” yâda “Klimazitör” anlayışı devlet
organları arasındaki ilişkilerin ılımlandırılması olarak anlaşılmaktadır. El yazmalarından,
Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı, c.I., İstanbul, 2006, s.219.
74
299
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
gerek “Letaif-i Hoca Nasrettin” gerek Menâkıb-ı Hoca Nasrettin”den günümüze kadar
toplanılan 1555 fıkranın devlet olgusuyla ilişkilendirilen fıkralarında Nasrettin Hoca
figürünün ortak özelliği devletin organları arasındaki ılımlandırılma işlevini yüklenmesi
olmuştur. Nasrettin Hoca’nın kişiliğinin karakteristik özelliklerinden birisi de, örneğin onun
kadılık ve gölge kadılıkla ilgili fıkraları bile, onun maddi paraya çevrilmeyecek değerlerin
peşinde olmayıp, zenginliği mânâda aramasının en güzel örneklerini oluşturmaktadır.
Özgünlük açısından Hoca ile ilgili XVI. Yüzyıldan itibaren Lamii Çelebi’nin “Letaif”i gibi
bir el yazmaları külliyatı oluşmuştur. Bu külliyata bakıldığında Nasrettin Hoca’nın 12
fıkrası’nın kadı, gölge kadı, tanık, yalancı tanık, rüşvet, mahkeme gibi yargı sistemiyle, 15
hikâyesinin ise bey, padişah, sultan gibi otoritelerin önündeki davranışını sergilemiş olduğu
görülmektedir. 75Müteakip fıkralarda bunlarla ilgili birer örnek sunulacaktır.
3.5.1. Nasrettin Hoca’nın Kadılık Görevi
Hoca kadılığı esnasında bir davacı gelir, derdini anlatır. Hoca haklı olduğunu söyle, Az sonra
davalı gelir, o da meseleyi kendi tarafına çeke çeke anlattıktan sonra, Hoca ona da “Haklısın”
der. Tesadüfen bunları dinleyen karısı, merakını yenemeyerek, bunun nasıl bir adalet
olduğunu, iki tarafın de birden nasıl haklı olabileceğini sorar. Hoca karısına döner, sen de
haklısın! der.
Hoca bu fıkrasında insanın örgütsel davranış biçimlerinde ortaya çıkan kişisel farklılıkların
önemini dikkate alınması gerektiğini günümüzde çok yaygın olan olaylara bakıştaki
paradigmatik pencerenin önemini vurgulamaktadır. Batılı eğitim bilimcilerin XVII. yüzyılda
gerek bireysel gerekse örgütsel davranış biçimlerinde “kişisel farklılık” olgusunu yeni fark
ettiklerini ve ancak XIX. yüzyılda uygulamaya geçebildikleri “paradigmatik ölçütü” diğer bir
deyişle insan kavrayışının başta eğitim olmak üzere “pedagojik formasyon”la biçimlendiği
Hoca daha XIII. Yüzyılda farkına varmış uygulama alanına koyduğunu göstermektedir.
3.5.2. Nasrettin Hoca’nın Gölge Kadılık Görevi
Gerek Anadolu Selçuklu Devletinde gerekse Osmanlı Devletinde deneyimli yargıçların
yanında çalışan bazı küçük davaların görülmesine bakan kadı adaylarına Gölge Kadılık görevi
verilirdi. Nasrettin Hoca meslek yaşamının ilk evrelerinde bir ara gölge kadılık görevi de
yapmıştır. Bu sıralarda yörenin kadısı, bazı davaları halletmesi için Hoca’ya gönderir.
İlhan Başgöz, Geçmişten Günümüze Nasreddin Hoca, 2.B., İstanbul, Ağustos 2005, s.21.
75
300
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Bir keresinde bir adam gelerek başka bir adamdan şikâyetçi olduğunu kadıya bildirir. Kadı
adamı dinler, işin içinden çıkamayacağını anlayınca doğru gölge kadısı Nasrettin Hoca’ya
gönderir. Hoca adama, “Anlat bakayım, derdin nedir? Diye sorar. Davacı meseleyi davacıyı
göstererek şöyle anlatır:
“- Bu adam otuz çeki odun yardı. O her baltayı vurdukça ben de karşısına geçtim, hınk,
hınk diye kuvvet verdim. Kendisi paraları aldı, benim hakkımı vermedi.” Hoca davayı
dinledikten sonra davacıya:
“- Evet hakkındır. Sen karşısında dur, bu kadar yorul, sonra bütün paraları o alsın, olur
mu? Der.
Hoca, bir süre düşündükten sonra davalıdan para kesesini istemiş. Adam, bundan bir
şey anlamamış ama keseyi de uzatmış. Hoca, keseden paraları çıkarıp bir tahta üstünde
paraları saymış. Tabi paralar tahtaya düştükçe ses çıkarıyormuş. Hoca, daha sonra davacıya
dönüp:
“-Tamam demiş. Hakkını aldın. Hadi git. Adam:
“-Ama paraları vermediniz, diyecek olmuş.
“-Hınk diyenin hakkı budur demiş Hoca. Sesine karşılık para sesi verdim sana.
Böylece sen de hakkını almış oldun.”
Yargıyla ilgili ve benzer hikâyelerde Nasrettin Hoca deyim yerindeyse bir sosyal öğretici
olduğu kadar aynı zamanda bir sosyal eleştirmendir.
3.5.3. Beyler, Padişahlar, Sultanlar gibi Güçlü Yöneticiler Karşısında Nasrettin
Hoca
Fıkralarının bir kısmında Nasrettin Hoca, yönetenlerden beyler, padişahlar, sultanlar gibi
güçlülerle karşı karşıya getirilerek sokaktaki adamın sözcülüğü ile otoriter sistemin baskıcılığı
yumuşatılmağa çalışılmıştır. Bunlardan Sultan Alâeddin (Alâeddin Keykubat 1210–1219)
Selçuklu ve Gazi Hünkâr (I. Sultan Murat 1325–1389) Osmanlı padişahı olmasına karşın,
ancak 17. yüzyılda Nasrettin Hoca hikâyelerine giren aynı dönemde yaşamadığı açık seçik
bilinen Batılıların söylemiyle Timurlenk (1336-1405) de bulunmaktadır. Osmanlı devletinde
çöküntü ve gerileme yılları başlayıp da, halkın yöneticilerinden yabancılaşması artınca, Timur
hikâyelerinin de sayısının arttığı görülmektedir. Kendi idarecilerini eleştirmekten, onları
301
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
kötülemekten hoşlanmayan halk, Timur'a, bu hikâyelerle veryansın etmekte ve bir bakıma
kızgınlığını mizaha çevirmeğe çalışmaktadır. Bu açılımın Türk çelebi davranışının bir gereği
olduğu kadar, kendisine yapılanları bir derviş yaklaşımıyla karşılamanın bir nezaheti olduğu
da düşünülmektedir. Burada “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” yaklaşımıyla
sevilmeyen bir yabancı zalime yakıştırmanın daha doğru olacağı değerlendirilmiştir. .
Hoca, güçlü yöneticilere karşı saygısız davranmadığı ve hakaretlerde bulunmadığı gibi;
kıssadan hisse dersler çıkarılsın diye onların önünde görgü kurallarını çiğnediği anlatılarak
yaşanılan baskıcı zaman diliminin olguları hicvedilmeğe çalışılmıştır. Bununla birlikte
örneğin Hocanın, Sultan Alâeddin’in önünde, sözgelimi, bacaklarını uzatarak oturması yahut
bir pot kırması, etin kemiğini cebine koymakta fazlaca bir beis görmemesi bu bireysel
davranışın birer tezahürü olarak görülmelidir. İlginçtir, bunlardan başka XVI. yüzyıldan kalan
hikâyelerde başka beylerin, padişahların özel adı geçmediği de müşahede edilmektedir.
Fıkralar onları, belli bir yerde, belli bir ülkenin sultanları olarak değil de sadece "bir bey, bir
sultan" olarak sınıflandırmakta, yaşanılan olguları onlara atfetmeğe çalışmaktadır. Aslında,
onlara karşı yapılan eleştiri, ince alaylar kişileştirilmemiş, belli bir insan’dan ziyade daha çok
hareket, davranış üzerine yoğunlaşmıştır.
“Bir gün, bir padişaha Hoca, kızarmış bir ördeği armağan olarak götürür. Açtır,
dayanamaz, yolda ördeğin bir budunu yer. Padişah "Ördeğin bir buduna ne oldu
Hoca?" diye sorunca "Bizim burada ördekler bir ayaklıdır sultanım, inanmazsanız
bakın" diyerek, padişahı pencerenin yanına götürür ve bahçede bir ayaklarını
kanatlarının altına çekmiş, duran ördekleri gösterir. Padişah davulcusunu çağırarak
"Vur şu davulun tokmağını" emrini verir. Davul çalınınca, gürültüden korkan ördekler
iki ayaklı olup kaçmaya başlar. Padişah: "Hoca, hani sizin ördekler tek ayaklıydı"
deyince, Hoca "Sultanım o davulun tokmağını siz yeseydiniz, vallah dört ayaklı
olurdunuz" der.”76
Yukarıdaki ördek hikâyesi, 17. yüzyıldan sonraki kaynaklarda Timur'la ilgili bir hikâye olarak
da anlatılmaktadır. Bunun nedeni açıktır. Çünkü Timur zalim idarecilerin bir simgesi olduğu
için otoriteleri eleştiren, onlarla alay eden fıkraları kendi üzerine başkaca bir söze gereksinim
duymadan cazibe merkezi olarak çekmektedir. Timur aynı zamanda Altınordu (Altınorda)
devletini yıktığı gibi, aynı zamanda özellikle 1402 Ankara Savaşından sonra Osmanlı
İlhan Başgöz, age, s.36.
76
302
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Devletini de kaotik bir ortama sokmuştur. Aksak Timur, Batılıların söylemiyle Timurlenk,
ancak XVII. yüzyılda Nasrettin Hoca hikâyelerine girmeğe başladığı da görülmektedir.
Timur, XV. yüzyılın başlarında Anadolu'ya girmiş; geçtiği yerleri yıkmış ve harap etmiştir.
Anadolu’da geçtiği yerlerle bıraktığı zulüm izleriyle ilgili sayısız hikâyeler “Sözlü
Tarih”(Oral Narrative)’in konuları arasında yer almaktadır. Örneğin Sivas'ta binlerce insanı
diri diri hendeklere doldurarak, öldürttüğü bilinenler ve en çok anlatılanlar arasındadır. 1402
yılında Sultan Bayezid'i Ankara meydan savaşında yenmesi, Osmanlı Devletinde bir kargaşa
ve karışıklık devri açtığı tarihin acımasız evreleri içerisinde yerini almıştır. Anadolu halkı
"Timur”a karşı içten içe büyük bir kızgınlık duymakta ve bu nedenle zalim beyler ve padişahlar üzerine söylenen hikâyelerin, eleştiri ve hakaret nakışını artırarak, zulmü ve kan
dökücülüğü ile tanınan Timur'un adına bağlamayı yeğlemektedir. Evliya Çelebi, 1639'da
Akşehir'i ziyaret edince, aşağıdaki Timur hikâyesini aşağıdaki şekilde anlatmaktadır:
“Timur, Nasrettin Hoca ile hamama gider. Bir ara Hoca'ya sorar: "Hoca Efendi, ben
satılık olsaydım bana ne değer biçerdin?" Hoca: "On akçe ederdin sultanım” deyince,
Timur "İnsaf et Hoca, 10 akçe benim belimde kemerin değeridir." Hoca: "Ben de zaten
ona değer biçmiştim, yoksa senin gibi bir Moğol parçası beş para etmezdi" der. “77
Bu hikâyenin Akşehir'den verilmesi, bize fıkraların oluşumu ile sosyal çevre arasındaki
ilişkinin bir örneğini de ortaya koymaktadır. Bilindiği üzere, Sultan Bayezid, Akşehir'de
Timur'un tutsağı iken kendini öldürmüştür. Hikâyedeki Timur'a açık hakaret Akşehirlinin
büyük kızgınlığını ve bu kızgınlığın Hoca hikâyesine dönüştüğünü de göstermektedir.
Bilindiği gibi hikâyelerde Hoca ile Timur'un karşılaşması, bir görüşe göre Hoca'nın Timur'un
meddahı olduğu yâda onunla aynı zamanda yaşadığı yolundaki görüşlere de kaynaklık
etmiştir. Hikâyelerde Timur adının geçmesi, Nasrettin Hoca'nın Timur'la aynı zamanda
yaşamış olduğunu göstermemektedir. Timur üzerine söylenen hikâyelerde Nasrettin Hoca, bir
kültür kahramanı (cultural hero) olduğu gibi, insan ilişkilerinde eşitlik sağlamaya çalışılan
proto-demokratik bir çevrede sokaktaki küçük adamın sözcülüğünü de yapmaktadır. çalışır.
Bir başka ifadeyle gücünü kötüye kullanan beylere, padişahlara karşı doğru dürüst insan
olmanın gereklerini anımsatan bir normal insan konumundadır. Hoca, zulüm eden idarecilere
77
Age, s. 37.
303
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
gülmecenin ince sivriliklerini kullanarak, sokaktaki insanı sevindirmekte, ona gönül rahatlığı
da sağlamaktadır. Bunlardan birisi aşağıdadır:
“Hoca ile Timur karşılıklı oturmuşlar. Aralarında sadece bir minder varmış. Timur
Hoca'ya kızmış: "Hoca Efendi" demiş "Eşekle senin aranda ne var?" Hoca "Sadece bir
minder sultanım" diye yanıtlamış.“78
3.5.3. Nasrettin Hoca’nın “Devlet-i ebed müddet” Düşüncesine Bir Örnek
ABD'nin 28. cumhurbaşkanı 1919 yılının Nobel Barış ödülü sahibi Woodraw Wilson, Birinci
Dünya Savaşının sonlarında savaştan sonra dünyanın yeniden biçimlenmesi konusunda ortaya
atmış olduğu Wilson İlkeleri (14 Points)’yle de tanınmıştır. Wilson’un ilkeleştirdiği 14
noktasının tematik olgusu ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemeleri, sömürgeciliğin son bulması ve ulusların küçük yâda büyük olmasına bakılmaksızın her hakkına
saygı gösterilmesi üzerine bina edilmişti. Bir başka deyişle güçlünün değil, haklının hakkına
saygı gösterildiği bir ütopya üzerine çalışmıştı. İki dönem başkanlıktan sonra Wilson bu
ilkeler üzerinde yeni bir barış dönemi açılması için, Avrupa'yı ziyaret etmiş ve de özellikle
geçmişin yayılmacı devletlerini iknaya çalışmıştır. Ancak Güneş Batmayan ülke
konumundaki Büyük Britanya İmparatorluğu ve Fransa'nın kurt başbakanları elbet
sömürgelerinden vazgeçmediklerine yakinen tanıklık etmiştir. Avrupa’dan başarısız bir
şekilde dönen Başkan Wilson 3 Şubat 1924 tarihinde bir bakıma hayal kırıklığından vefat
etmiştir. Bu başarısızlık üzerine Wilson, Nasrettin Hoca'nın aşağıdaki ünlü fıkrasını sık sık
anlatır ve gülermiş:
“Mehtapta kuyudan su çeken hoca, birden ay’ın kuyudaki aksini görmüş:”Ay kuyuya
düşmüş; iyisi mi ben onu kuyudan çıkarayım” demiş. Su dolu kova ile ay'ı kuyudan
kurtarmaya çalışmış. Kova bir yerde; kuyunun duvarına takılmış. Hoca çekmiş çekmiş,
sonunda ip kopunca sırt üstü yere düşmüş: Ay'ı da gökyüzünde görünce;” "Çok
yoruldum ama kuyudan Ay’ı da yerine çıkardım" demiş.
Batının çıkar ilişkisi üzerine kurulu kurtlar sofrası düzenine karşı ortaya koymuş olduğu
barışçıl ütopyasını bir türlü anlatamayan Başkan Wilson da, süreli barış ve ulusların
egemenlik hakkı ilkelerini, hiç olmazsa dünyaya duyurduğu için “Ayı yerine çıkaran Hoca”
gibi avunmuştur.
78
S. 38.
304
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
4. Sonuç
Nasrettin Hoca tüm dünya ulusları ve özellikle mazlum uluslar tarafından derinlemesine
tanınan ünlü bir Türk Halk bilgesidir. Çeşitli milletler onu değişik adlar altında kendi
uluslarına mal etmeğe çalışsalar da Mustafa Kemal Atatürk’le birlikte dünyada en çok tanınan
aydın, bilge ve “devlet-ebed müddet” şiarını kendi kişisel kimliği ile bütünleştirmiş deyim
yerinde ise aynı zamanda devletin bekasını varlık sebebinin kökeninde gören rütbesi küçük
de olsa bir Türk devlet adamıdır.
Hukuk sistemi zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişeceği yaşayan bir sistemdir ve asla
duragan değildir.Hoca’nın yargıyı inceden inceye hicvetmesi ve eleştirmesi zaman zaman çok
daha filozofça bir davranış biçimini de göstermektedir. Hoca’ya göre mevcut yargı sistemi
içersinde kusursuz adalet dağıtımı günümüzde olduğu gibi sağlanmamaktadır. Bunun bir
engeli insan karakterinde bulunan hırs bencillik, para düşkünlüğü ve güçlü olma tutkusudur.
Evrensel ve zamana bağımlı kalınmaksızın insanoğlunda bu karakteristik özellikler kaldığı
müddetçe, adalet dağıtım görevi akamete uğrayacak, adalet dağıtımında haksızlıklar her
zaman var olacaktır.
305
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
ÇEVİRMENİN KİMLİĞİ VE ÇEVİRİ POLİTİKASI ÜZERİNE BİR İNCELEME:
HASAN BEDREDDİN’İN POLİSİYE ROMAN ÇEVİRİLERİ
Eshabil BOZKURT
Nilüfer ALIMEN
ÖZET
1912-1926 yılları arasında Almanca ve Fransızca gibi Batı dillerinden Osmanlı Türkçesine
otuz üç roman çevirisi yapan Hasan Bedreddin, dönemin önde gelen çevirmenlerinden birisi
olarak anılmaktadır. Bu bildiride Hasan Bedreddin’in yaptığı polisiye roman çevirileri, ön söz
ve son sözlerin tanıklığında ve de İsrailli çeviribilim kuramcısı ItamarEven-Zohar’ın
çoğuldizge kuramı çerçevesinde ele alınacaktır. Bahsi geçen dönemde çeviri eylemi edebiyat
dizgesini şekillendirmede önemli bir rol oynamış, polisiye roman türünde birçok eser Osmanlı
Türkçesine çevrilmiştir. Bildirinin temel inceleme nesnesini oluşturmak üzere Hasan
Bedreddin’in polisiye roman çevirilerine yazdığı ön söz ve son sözlerin çeviri yazıları
yapılarak yaşadığı dönemin çeviri politikasına ve de çevirmen kimliğinin okuyucu üzerindeki
etkisine ışık tutulmaya çalışılacaktır. Hasan Bedreddin çevirmenliğin yanı sıra, gazeteci ve
yazar olarak da karşımıza çıkmaktadır. İrdelemeye temel olan sorunsal Hasan Bedreddin ve
roman çevirileri üzerine çeviribilim bağlamında ön söz ve son söz odaklı bir çalışmanın
yapılmamış olmasıdır. Çevirmen, tarihi romanlar ve Türkler ile ilgili romanların yanında
dönemin hâkim roman türü olan polisiye roman türünde de çeviriler yapmıştır. Bu
çevirilerinin bazılarında “Hasan Merzuk” takma adını kullanan çevirmenin hangi romanların
veya yazarların çevirilerinde bu takma adı hangi nedenle kullandığı hatıratlarda ve ön söz/son
söz tanıklıklarında araştırılmaya çalışılacaktır. Sonuç olarak Hasan Bedreddin’in yazar,
gazeteci ve çevirmen kimlikleri doğrultusunda çeviri politikasını ve hedef okuyucuyu kitlesini
nasıl belirlediğini ortaya koymak amaçlanmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Hasan Bedreddin, çeviri roman, çoğuldizge kuramı.
An Analysis on Translator’s Identity andTranslationPolitics: Hasan
Bedreddin’sTranslations of DetectiveNovels
Abstract

Okutman Dr.,Kırklareli Üniversitesi, Türk Dili Bölümü. [email protected].

YTÜ, Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü, Diller ve Kültürlerarası Çeviribilim Doktora Programı öğrencisi,
[email protected].
306
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Hasan Bedreddin is considered as a prominenttranslator, whotranslatedthirtythreenovelsfrom
Western Languages, such as Germanand French,into Ottoman Turkish during the years
between 1912 and 1926. In this paper, Hasan Bedreddin’s prefaces and epilogues of detective
novel
translations
will
be
examined
with
in
the
framework
of
IsraelitranslationscholarItamarEven-Zohar’s polysystemtheory. During the mentioned period,
translation played an important role in shaping the literary system, and a large number of
detective novels were translated into Ottoman Turkish. Prefaces and epilogues of Hasan
Bedreddin’s detective novel translations are transcribed and examined in order to shedlight
on translation politics and the effect of translator’s identity on readers in the mentioned period.
Hasan Bedreddin is not only a translator, but also an authorand a journalist. This paper aims
to exam in e this issue since there is no previous work focusing on prefaces and epilogues of
Hasan Bedreddin’s novel translations with in the context of Translation Studies. In addition
to detective novels, which was a dominant genre during the mentioned period, the translatoral
so translated historical novels and novels on Turks. In some of these translations, he used a
pseudonym, “Hasan Merzuk”; therefore, it is aimed to examine why he preferred to use a
pseudonym in certain novels written by certain authors, based on the preface sand epilogues
of his translations, and also memoirs. Inconclusion, the main purpose of thispaper is to present
how Hasan Bedreddin uses his different identities, which are listed as translator, author and
journalist, to determine his target readers and translation politics.
Keywords: Hasan Bedreddin, translated novel, polysystem theory.
1. Giriş
Tanzimat Dönemi ile birlikte Osmanlı toplumunda birçok alanda değişim ve yenilikler
görülmüştür. Osmanlı kültür ve edebiyat dizgesi de bu değişim ve yeniliklerin görüldüğü
alanlardan birisidir. Batıya özgü bir tür olan roman ilk defa bu dönemde çeviri yoluyla
Osmanlı edebiyatında görülmüştür. Bu dönemde onlarca çevirmen ve yazar ortaya çıkmış, bu
çevirmen ve yazarlar tarafından yüzlerce çeviri ve telif roman örneği verilmiştir. Zamanla
Osmanlı toplumunda roman türünün benimsenmesiyle de polisiye roman, tarihi roman,
macera romanı, bilimkurgu romanı, aşk romanı gibi roman türlerinde de eserler verilmiştir. II.
Meşrutiyet’ten sonra roman türlerinden olan polisiye roman sayısında büyük bir artış
gözlenmiş ve hem telif hem de çeviri olmak üzere birçok polisiye seri yayımlanmıştır. Polisiye
roman çevirilerinde okurların karşısına çevirmen olarak çıkan dönemin önemli çevirmenleri
vardır. Hasan Bedreddin (1870-1926) de döneminin önde gelen polisiye roman
çevirmenlerindendir.
Bu çalışmada, kültür ve edebiyat tarihimizde önemli bir yere sahip olan gazeteci, yazar ve
çevirmen Hasan Bedreddin’in Osmanlı/Türk kültür ve edebiyat çoğuldizgesindeki yeri ve
önemini çeviribilim bağlamında irdelemek amaçlanmaktadır. Erol Üyepazarcı’nın belirttiği
üzere 1913-1928 yılları arasında aynı zamanda onparalık öyküler(İng. dimenovels) olarak
bilinen polisiye romanlar çok yoğun bir biçimde üretilmiş ve tüketilmiştir (2008: 151).Hasan
307
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Bedreddin’in çevirileri, dönemin çeviri politikalarını ve popüler edebi türlerini de ele alarak
konuya daha geniş bir çerçeveden bakabilmek adına çoğuldizge kuramı ve skopos kuramından
faydalanılarak incelenecektir.
2. Kuramsal Çerçeve
Hasan Bedreddin’in polisiye roman çevirilerinin Osmanlı edebiyatında yer aldığı konum,
İsrailli çeviribilim kuramcısı ItamarEven-Zohar’ın çoğuldizge kuramı bağlamında
incelenebilir. Even-Zohar çeviri sürecine, bir başka deyişle kaynak ve erek metinler arasındaki
eşdeğerliğe, odaklanmak yerine çeviriyi kültürel dizge içerisinde etkin olan bir eylem olarak
ele almıştır. Buna göre çoğuldizgede birbirleriyle devingen bir ilişki içerisinde olan merkez ve
çevre katmanları vardır (Even-Zohar,1979: 293). Edebi dizgede saygın görülen bir edebi tür
merkezde, saygın görülmeyen bir tür ise çevrede konumlanmaktadır (agy. 295). Çeviri
edebiyatının erek çoğuldizgede bulunduğu konumu edebiyatın henüz oluşum sürecinde
olmasının yanı sıra çevresel veya zayıf olması ve edebi boşluklar, dönüm noktaları veya
krizler olmasıdır (Even-Zohar, 2000: 200-201). Çevrilecek olan eser ise, erek dizgede
oynayacağı yenilikçi görevin yanı sıra, kaynak ve erek dizge arasındaki uyuma göre
seçilmektedir (krş. Even-Zohar, 1979, 2000). Hasan Bedreddin’in çeviri eserlerinin 20.
yüzyılın başlarında yayımladığını göz önünde bulunduracak olduğumuzda daha geniş bir
çerçeveden bakarak çeviri eyleminin bahsi geçen dönemde Osmanlı edebiyat dizgesinde nasıl
bir rol oynadığından bahsetmek gerekecektir.
Özlem Berk, Tanzimat Dönemi’ne girildiğinde Osmanlı edebiyatında duraklama yaşandığını,
19. yüzyılda en üst seviyede bulunan Divan edebiyatının artık kemikleşmiş olmasının ve daha
düşük seviyede bulunan Halk edebiyatının yenilenmemesinin sonucunda edebiyat dizgesinde
bir boşluğa yol açtığını belirtmiştir (2004: 51-52). Ayrıca hem Batılı edebiyatlarda bulunan
roman gibi türlerin eksikliği hem de dilin yenilenmesi ihtiyacı söz konusudur (agy. 52). Söz
konusu boşluk ise çeviri yoluyla doldurulacak, böylece halktan kopuklaşan Divan
edebiyatının yerini yeni türler ve sadeleştirilmiş bir dil alacak, sonuç olarak da 1860’lı
yıllardan itibaren yeni (ve aynı zamanda Batılı) bir Türk edebiyatı çeviri eylemi vasıtasıyla
şekillenerek ortaya çıkacaktır (agy. 52). Buradan hareketle çevirinin belirli bir amaç
doğrultusunda yapıldığını gözlemlemek mümkündür.
Alman çeviribilim kuramcısı Hans J. Vermeer çeviriyi amaç odaklı bir eylem olarak görmüş
ve Skopos kuramını ortaya koymuştur. Skopos sözcüğü Yunancada amaç anlamına
gelmektedir. Buna göreeşdeğerliğin hangi düzeyde ve nasıl elde edileceğini çeviri eyleminin
amacı tarafından, amaç ise işveren tarafından belirlenmektedir(krş. Vermeer2000).Çeviri erek
kültüre göre üretilmektedir; bu nedenle de çevirmen erek dizgede söz konusu amacı yerine
getirmekle yükümlüdür. Yukarıda belirtildiği üzere dönemin çeviri etkinliğinde iki özellik
göze çarpmaktadır: çeviri yoluyla dil sadeleştirilmekte ve de yeni edebi türler erek dizgeye
kazandırılmaktadır. Çoğuldizge kuramına ek olarak skopos kuramından da yararlanarak
Hasan Bedreddin’in çevirilerini hangi amaç doğrultusunda ürettiği ve de bunun sonucunda
308
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Osmanlı edebiyat dizgesi üzerinde ne tür bir etkide bulunduğu tartışılacaktır. Çevirmenin
amacını anlayabilmek için ise öncelikle çevirmenin kimliği ele alınacaktır.
3. Gazeteci, Yazar ve Çevirmen Hasan Bedreddin
Gerek Tanzimat Dönemi’nde gerek Meşrutiyet Dönemi’nde ve gerekse Cumhuriyet’in ilk
yıllarında Türk aydınları birçok kimliği bir arada bulundurmuştur. Hasan Bedreddin de bu çok
kimlikli Türk aydınlarından biridir. Üyepazarcı, polisiye ve onparalık öykü yazarlarının
“genellikle gazeteci kökenli, bazıları bu tip eserlerin çevirmeni ve yayımcısı ve popüler
edebiyat kategorisine giren benzer aşk, macera, tarihi roman ve erotik eserler kaleme alan
kişiler” olduğuna dikkat çekmiştir (2008: 147). Aslen gazeteci olan Hasan Bedreddin de
Üyepazarcı’nın tanımlamasına uymaktadır. Gazeteci, yazar ve çevirmen kimlikleriyle Türk
kültür ve edebiyat dizgesine önemli hizmetlerde bulunmuştur. Bu kimliklerine kısaca
değinmek gerekirse şunlar söylenebilir:
3. 1. Gazeteci Kimliği
Hasan Bedreddin’in Sabah gazetesinde yazar, çevirmen ve müdür olarak çalıştığı ve Beybaba
adı ile anıldığı bilinmektedir. Sabah gazetesi tahrir heyeti tarafından çevrilen
“NatPinkertonCinâyât Koleksiyonu” adıyla çevrilen otuz bir kitaplık bir polisiye seri
bulunmaktadır (Bozkurt, 2014: 213-218).
3. 2. Yazar Kimliği
Gazeteci kimliğinin yanında yazar kimliğine de sahip olan Hasan Bedreddin’in telif
eserlerinde Hasan Merzuk takma adını kullandığı görülmektedir. Bu takma ad ile verdiği telif
eserler şunlardır:

Cinlerle Muhabere yahudİspirtizm, Fakirizm, Manyatizm, 1328 [1912](Hasan Merzuk
adıyla).

İtalya Nedir? 1913.

Mart Ayında Doğanlar İçin Tarik-i Saadet, 1915 (Hasan Merzukadıyla).

Nisan Ayında Doğanlar İçin Tarik-i Saadet,1915 (Hasan Merzukadıyla).

Mayıs Ayında Doğanlar İçin Tarik-i Saadet,1915 (Hasan Merzukadıyla).

Teşrini Evvel Ayında Doğanlar İçin Tarik-i Saadet, 1915(Hasan Merzuk adıyla).

50.000 Kelimeyi
Hâvi Fransızcadan TürkçeyeKüçük Kâmûs-ı
DictionnaireFrançais-Turc, 1928.
309
Fransevî -
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Son eserde takma ad kullanılmamıştır. Yukarıdaki listede belirtilen telif eserlerin yanında
Hasan Merzuk takma adı ile iki çeviri romanda da karşılaşılmaktadır. Bu eserlere, “Çevirmen
Kimliği” alt başlıklı bölümde değinilecektir.
3. 3. Çevirmen Kimliği
Hasan Bedreddin, 1912-1926 yılları arasında Batı dillerinden Osmanlı Türkçesine otuz üç
roman çevirmiştir. Bu otuz üç romandan üçünü yaşadığı döneminönemli çevirmenleri ile
müştereken, otuzunu ise kendisi çevirmiştir. Roman çevirileri alfabetik sıra ile şu şekildedir:

Abbâse, Corci Zeydan, 1339-1342 [1923-1926].

Arsen Lüpen’in Sergüzeştleri, Maurice Leblanc. 1926.

Aşk-ı Menfûr, MarcelAllain, 1337-1340 [1921-1924].

Ateşler İçinde,GastonLeroux, 1338-1340 [1922-1924].

Bin Bir Gün Ferahnaz Sultan, (…) 1339-1341 [1923-1925].

Bin Bir Gün Mehlika Sultan, (…) 1339 [1923].

Bizans, (…) 1329 [1913].

Canlı İğne, (…) 1926.

Cinayet Yuvası yahud Kanlı Lokanta, Jules Bojuvan, 1328 [1912].

Çalınmış Gönül, GastonLeroux, 1920.

Fecr-i Sevdâ, MarcelAllain, 1337-1340 [1921-1924].

Güzel Rita, (…) 1343 [1924].

Her Sene Bir İnci yahudİttifâk-ı Murabba, Arthur ConanDoyle, 1332 [1916].

Kadın ve Kukla, Pierre Louys, 1922.

Kazanova’nın Sergüzeştleri, Casanova de Seingalt, 1922.

Kızıl Maskenin Esrarı, Gaston Rene, 1329 [1913].

Londra Esrarı, Paul Feval, 1918.

Manon Lesko, AbbéPrévost, 1339 [1923].

Melekler – İblisler (1. c.), MarcelAllain, 1925.

Melekler – İblisler (2. c.), MarcelAllain, 1926.
310
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014

Minyon, Goethe, 1329 [1913].

Minyonun Düğünü, Goethe, 1332 [1916].

Mukavva Kutu, Arthur ConanDoyle, 1921.

Öksüz Kız, FredericBoutet, 1923.

Ölgün Sular Faciası, Charles Foley, 1922.

Ölü Çehre, MarcelAllain, 1337-1340 [1921-1924].

Saf ve Hain, (…) 1918.

Sefiller, Victor Hugo, 1297-1330 [1880-1914].

Sevda Müsabakası, (…) 1923.

Sevda Yalanları, MarcelAllain, 1337-1340 [1921-1924].

Şeytanın Oğlu, Paul Feval, 1338-1340 [1922-1924].

Tünel, BernhardKellerman, 1334 [1918].

Yırtıcı Kadın, MarcelAllain, 1337-1340 [1921-1924].

Zavallı Kızlar, Jules de Gastyne, 1339-1342 [1923-1926].
Hasan Bedreddin’in yukarıdaki listede verilen roman çevirileri incelendiğinde bazı özellikler
göze çarpmaktadır. Bu özellikler, şu şekilde tasnif edilebilir:
Bazı çevirilerde kaynak metnin yazarı bilinmemektedir. Yazarı bilinmeyen eserler listede (…)
işareti ile gösterilmiştir. Çevirmenin yedi roman çevirisinin yazarı belli değildir. Bu romanlar
şunlardır: Bin Bir Gün Ferahnaz Sultan, (…) 1339-1341 [1923-1925]; Bin Bir Gün Mehlika
Sultan, (…) 1339 [1923]; Bizans, (…) 1329 [1913]; Canlı İğne, (…) 1926; Güzel Rita, (…)
1343 [1924]; Saf ve Hain, (…) 1918; Sevda Müsabakası, (…) 1923.
Çevirmen, bazı yazarların birden fazla romanını çevirirken bazılarının ise sadece bir romanını
çevirmiştir. Kaynak metin yazarlarının dağılımı şu şekildedir:

MarcelAllain (6)

Arthur ConanDoyle (2)

GastonLeroux (2)

Goethe (2)

Paul Feval (2)
311
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014

AbbéPrévost

BernhardKellerman

Casanova de Seingalt

Charles Foley

Corci Zeydan

FredericBoutet

Jules Bojuvan

Jules de Gastyne

Gaston Rene

Maurice Leblanc

Pierre Louys

Victor Hugo

… (7)
Hasan Bedreddin’in roman çevirilerinde dikkati çeken bir diğer özellik de müşterek çeviridir.
Hem Tanzimat Dönemi hem de II. Meşrutiyet Dönemi roman çevirilerinde sıklıkla
karşılaşılan özelliklerden biri müşterek çeviridir. İlk müşterek çevirilerden olan Kaptan
Hatras’ın Seyahati (1308 [1890]) adlı eserin “İfade” başlıklı ön sözünde romanın
çevirmenlerinden biri olan Mazhar müşterek çeviri konusunda şöyle der:
“Aynı maksada hâdim olan iki kardeş, birbiriyle rakip olamaz. Câzibe-i fen
herkesi livâ-yıittihâd altına alır.
Ben Kaptan Gran’ın Çocukları romanını neşrederek efrâd-ı vatana hizmet etmek
istemiştim. Fakat o hizmetin benim fikrimde olan ve fennî romanlar neşriyle nevresîdegânı fenne alıştırmak maksad-ı mukaddesine hâdim bulunan bir
arkadaşımın tesirine bâdi olduğunu bilâhare haber alınca pek müteessir oldum”
(Jules Verne, Müt. Mazhar – Ahmed İhsan, 1308 [1890]: Ön söz).
Mazhar’ın ön sözündeki ifadelerinden de anlaşıldığı üzere çevirmen, Ahmed İhsan’ı rakip
olarak görmemiş, aksine vatandaşlarına hizmet etmeyi kutsal bir amaç kabul ederek aynı
amaca hizmet etmekten memnuniyet duymuştur.
Hasan Bedreddin’in çevirilerine bakıldığında şu üç eserin müşterek çeviri olduğu görülür:

Güzel Rita, (…) Mütercimleri Bedia Servet – Hasan Bedreddin, 1343 [1924].
312
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014

Ateşler İçinde, GastonLeroux, Mütercimleri Hasan Bedreddin - Süleyman Tevfik,
1338-1340 [1922-1924].

Sefiller, Victor Hugo, Mütercimleri Ş. Sâmi - Hasan Bedreddin, 1297 [1880] (1-644
ss.)/ 1330 [1914] (645-902 ss.).
Bu üç çeviriye göz atılacak olunursa üç önemli isim ile karşılaşılmaktadır: Bedia Servet,
Süleyman Tevfik ve Şemseddin Sâmi. Bedia Servet, polisiye roman çevirileriyle tanınan ve
yaşadığı dönemde en çok roman çevirisi yapan “mütercime”79 olarak karşımıza çıkmaktadır.
Süleyman Tevfik, Hasan Bedreddin gibi II. Meşrutiyet Dönemi’nin gazeteci, yazar ve
çevirmen kimlikleriyle öne çıkan önemli bir aydınıdır. Sefiller çevirisinde durum, ilk iki
çeviriden daha farklı bir durum arz etmektedir. Şemseddin Sâmi, eserin tamamını
çevirememiş ve çeviriyi yarıda bırakmıştır. Bu çeviri hakkında muhtelif görüşler mevcuttur.
Halit Ziya Uşaklıgil,Kırk Yıladlı hatıra kitabında “Şemsettin Sâmi Victor Hugo’dan Sefiller’i
harfi harfine tercümesi satılamayarak yarı yerde kalıyordu” (1936: 144) derken İsmail Habib
Sevük ise Avrupa Edebiyatı ve Bizadlı eserinde çevirinin yasaklandığını söyler (1941: 233).
1862-1910 Yılları Arasında Victor Hugo'dan Türkçeye Yapılan Tercümeler Üzerinde Bir
Araştırmaadlı eserinde Zeynep Kerman, Şemseddin Sâmi’nin bu çevirisi ile ilgili şöyle der:
“Şemseddin Sâmi, 1879-1880 yıllarında LesMisérables’i tercüme etmiş ve cüz
cüz neşretmiştir. Ş. Sâmi,LesMisérables’in 9. bölümünün Marius başlıklı 2.
kısmına kadar olan 402 sahifeyi çevirmiştir. Tercümede bu kısım 464 sahifeye
tekabül eder […] Eseri II. Meşrutiyet’ten sonra Hasan Bedreddin tamamlamıştır.
Bunu 645. sahifenin başında yer alan ‘İhtar. Şemseddin Sâmi Bey merhum eseri
buraya kadar tercüme eylemiş idi. Bu cüzünden itibaren Sabah gazetesi heyet-i
tahririye müdürü Hasan Bedreddin Bey tarafından tercüme ve ikmal olunmuştur’
ibaresi de teyit eder” (Kerman, 1978: 353).
Hasan Bedreddin, konularına göre polisiye roman, tarihi roman, aşk romanı gibi farklı roman
türlerinde çeviriler yapmıştır. Daha çok polisiye roman ve tarihi roman türlerinde çeviriler
yapan çevirmenin tarihi roman çevirileri şunlardır: Abbâse, Bin Bir Gün Ferahnaz Sultan, Bin
Bir Gün Mehlika Sultan, Bizans. Bu romanların ortak bir özelliği muhtevalarının Türk-İslam
medeniyeti ile ilgili olmasıdır.
Hasan Bedreddin’in polisiye roman çevirilerine bakıldığında Arthur ConanDoyle,
MarcelAllain, Maurice Leblanc ve GastonLeroux gibi döneminin en meşhur polisiye roman
yazarlarından çeviriler yaptığı görülmektedir.
Polisiye roman, 19. yüzyılın sonlarından itibaren çeviri eserler ile Türk edebiyat dizgesine
girmiştir. II. Meşrutiyet sonrası romanın bu türünde birçok çeviri ve telif eser yayımlanmıştır.
Tanzimat’tan II. Meşrutiyet’e kadar Osmanlıdaki kadın çevirmenler için bk. Karadağ, 2013; II. Meşrutiyet’ten
Harf Devrimi’ne kadar Osmanlıdaki kadın çevirmenler için bk. Bozkurt 2014.
79
313
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
1950’li ve 1960’lı yıllarda ise polisiye roman sayısı doruk noktasına ulaşmıştır.Polisiye roman
çevirilerinin popülerliği, sözde çeviriler yazılmasına neden olmuştur (krş. Üyepazarcı, 2008).
Popüler türlerin çevirisi ile ilgili Hilmi Ziya Ülken şöyle der:
“Bizde tercüme yolundaki hususi teşebbüsler de ekseriya heyet halinde ve
organize olmaktan ziyade ferdi ve dağınık kalmıştır. Bu sahada şimdiye kadar
yapılan bütün gayretleri söyledim. Fakat bilhassa bunlardan birkaç kişi üzerinde
durmamız ve hususi tercüme yapanları iki zümreye ayırmamız lazımdır: Birincisi,
Garp’tan tamamıyla popüler ve sırf kitle için eserler tercüme edenlerdir ki
bunların başında Hasan Bedreddin ve Avanzade M. Süleyman’ı saymak icap
eder. İkincisi, Garp ilim ve edebiyatına ait tanınmış ve mühim eserleri ‘muayyen
bir mevzu ayırmaksızın’ tercüme eden ve bu suretle Türkiye’nin orta tahsil ve
fikir muhitine hizmet edenlerdir ki, bunların da başında Hüseyin Cahit ile Haydar
Rifat’ı zikretmek lazımdır” (Ülken, 1935/2009: 257).
Ülken’e göre Hasan Bedreddin popüler eserler çeviren çevirmenlerdendir. Çoğunluğunu
polisiye romanların oluşturduğu otuz üç roman çevirisinin sadece ikisinde telif eserlerinde de
kullandığı Hasan Merzuk takma adını kullanırken diğerlerinde ise gerçek adını kullanmıştır.
Bu takma adı kullandığı roman çevirilerinin her ikisi de yine polisiye roman türündedir: Jules
Bojuvan’dan Cinayet Yuvası yahud Kanlı Lokanta (1328 [1912]) ve GastonRene’denKızıl
Maskenin Esrarı (1329 [1913]).
4. Tanıklıklarla Hasan Bedreddin ve Roman Çevirileri
Hasan Bedreddin, Corci Zeydan’dan Abbâseadlı romanı çevirir. Çeviriye yazılan ön sözde,
Türk dostu bir insan olduğu söylenen KlodFarer’in kaynak esere bir ön söz yazdığı ve de söz
konusu ön sözünçevirmen tarafından çevrildiği belirtilmiştir. KlodFarer’e göre bu eser
kurgusal değil, tarihi gerçekleri anlatan bir kitaptır. Aynı zamanda Fransız çocukları için
eğitici bir eser olduğunu da vurgulayan Farer, eserin öğretmenlerin okullarda öğrencilere
öğretmek istedikleri, hatta öğrettikleri küstah yalanları içeren tarih kitapları gibi olmadığını
söylemiştir. Hasan Bedreddin ise eserde İslam medeniyetinin yüceltildiğini, bu nedenle de
eserin aynen nakledildiğini ön sözde belirtmiştir (Corci Zeydan,müt. Hasan Bedreddin, 13391342 [1923-1926]: Ön söz).
Hasan Bedreddin’in çevirilerine tanıklık edilen eserlerden biri de Şeytanın Oğlu (1338-1340
[1922-1924]) adlı roman çevirisidir. Çevirmen, Goethe'nin Verteradlı eserini Almancadan
harfiyen çevirdiğini not düşmüştür. Bedia Servet ile müştereken çevirdiği Güzel Rita(1343
[1924])’da yer alan Şeytanın Oğlu (1338-1340 [1922-1924])kitabının tanıtımında şu ifade
kullanılmıştır: “Şeytanın Oğlu, bilâ-istisnâ bütün Türk kâri’lerince tanınmış olan ‘Hasan
Bedreddin Bey’ tarafından lisanımıza nakledilmiştir” (müt. Bedia Servet - Hasan Bedreddin
1343 [1924]: Ön söz). Yine aynı eserde tanıtımı yapılan bir başka kitapta -Ateşler İçinde
(1338-1340 [1922-1924])- Hasan Bedreddin için bu kez şöyle denmiştir:
314
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
“Zamanımızın en muktedir roman muharrirlerinden olup kıymettar âsârıyla
meşhûr-ı ‘âlem bulunan GastonLöro’nun en son yazdığı bir romandır. Türkçemizi
en selîs yazmak ve ifade etmekle kâri’în-i kirâmın mazhar-ı takdîr ve rağbeti olan
Hasan Bedreddin ve kısmen Süleyman Tevfik Beyler tarafından lisanımıza
naklolunan ve aşk uğrunda dökülen kanlar, intikam yolunda kurulan desîseler ve
bütün vakâyi‘ ve fecâyi‘-i hayret-âlûd ile dolu ve son derece merâk-engîz ve
heyecanlı olan bu fevkalade romanın fiyatı 50 kuruştur” (müt. Bedia Servet Hasan Bedreddin, (1343 [1924]): Ön söz).
Çok akıcı bir Türkçe ile yazarak okurların beğenisini kazandığı belirtilen Hasan
Bedreddin’in Manon Lesko (1339 [1923]) çevirisi için İsmail Habib Sevük şöyle der:
“Bu da on beş yıl evvelki umumi üslûblaterkibli ve lügatli, fakat o zamanın okur
yazarları tarafından anlaşılır bir tarzda yazılmıştır” (Sevük, 1941: 137).
Süleyman Tevfik, Hasan Bedreddin’in müştereken çeviri yaptığı dönemin önemli
çevirmenlerinden biridir. Süleyman Tevfik, Alexandre Dumas’dan Kraliçenin
Gerdanlığı (1328 [1912]) adlı romanı çevirir. Gayret Kütüphanesi sahibi K. Fikri bu
çeviriye “İfâde-i Mahsûsa” başlıklı bir son söz yazar. Bu son sözde Hasan Bedreddin
ve onun telif eseri Cinlerle Muhâbere hakkında bilgiler verilmiştir.Bu bilgilere göre
Yıldız Hükümeti cinlerle haberleşmeyi “kötü fen” olarak görmektedir. Bu nedenle
Avrupa’dan gelen kitaplardan ruhlarla ilgili olanlar zararlı evraklar olarak kabul
edilmiştir. Daha sonra Hasan Merzuk’un 20 yılda hazırladığı CinlerleMuhâbere adlı
eserinin formalar halinde yayımlanmaya başlandığı belirtilmiştir. Yine aynı son sözde
Hasan Bedreddin’in bir de çeviri romanı ile karşılaşılmaktadır: Cinayet Yuvası.Hasan
Bedreddin’in –son sözde çevirmenin adı Hasan Merzuk olarak geçmektedir- bu romanı
seçip çevirmiş olmasının, eserin ne derece okunmaya değer olduğunu ispatlar nitelikte
olduğu da ifade edilmiştir (Dumas, müt. Süleyman Tevfik, 1328 [1912]: Ön söz).
5. Sonuç Gözlemleri
Dönemin saygın görülen gazetecilerinden ve çevirmenlerinden biri olan Hasan
Bedreddin’in polisiye roman türündeki bazı çevirilerini ve cinler, manyetizm vb.
konular üzerine yazdığı telif eserlerini takma adı ile yayımladığı görülmektedir. Buna
karşınortak çevirilerinde kendi adını kullanmıştır. Şemseddin Sâmiile müşterek
çevirdiği Victor Hugo’nun dünya edebiyatında saygın bir konumu olan Sefiller
romanında kendi adını kullanması bunun en belirgin örneklerinden birisi sayılabilir.
Aynı zamanda dönemin en popüler polisiye roman yazarlarından
GastonLeroux’nunAteşler İçinde kitabını da Süleyman Tevfik ile müşterek çevirmiştir.
Telif eserlerinde de burçlar, cinler gibi edebi açıdan saygın görülmeyen konuları ele
almış, böylelikle hem kendi saygınlığını korumuş, hem de takma adı altında belirli bir
kitlenin saygınlığını kazanarak kendine başka bir mevki kazandırmıştır. Takma adı ile
315
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
kazandığı popülerliğin hem çeviri hem de telif eserlerini tüketen okurların sayısını
artırmaya yardımcı olduğunu söylemek mümkündür.
Hasan Bedreddin’in eserleri Osmanlı edebiyat dizgesinde merkez konumda yer alan
eserlerden farklı olmakla beraber, birtakım ortak özellikleri paylaşmaktadır. Seçilen
eserlerin erek dizgede yer almayan türlerde olması, erek dizgeyi yenileyici bir rol
üstlenmesi, kaynak eserin İslam dinine ve Türklere karşı olumlu bir tavır sergilemesi,
okuyucuları aynı zamanda eğitici nitelikte olması gibi birtakım hususlar ön plana
çıkmaktadır. Bu hususların yanı sıra, Hasan Bedreddin’in çevirilerinde en çok övgü
alan unsur yazarın kullandığı dil olmuştur. Anlaşılması zor, ağdalı ifadelerinin yerine
daha akıcı ve yalın bir dil kullanılmış, bu nedenle de çevirileri övgü almıştır.
Çevirmenin başlıca amaçları edebiyat eserlerinde kullanılan dili sadeleştirmek, daha
geniş bir okur kitlesine hitap etmek ve edebiyat çoğuldizgesindeki polisiye romanların
sayısını artırmaktır. Zira Hasan Bedreddin on dört yıl içerisinde telif eserleri hariçotuz
üç çeviri eser yayımlamıştır. Sonuç olarak Hasan Bedreddin’in hem kendi adı hem de
takma adı ile piyasada tanınan bir çevirmen olduğunu, bu tanınırlığın katkısıyla erek
edebiyat dizgesindeki polisiye romanların sayısını artırdığınıve de erek edebiyat ve
kültür dizgesini yönlendirdiğini söylemek mümkündür.
Kaynakça
Allain, Marcel. (1337-1340 [1921-1924]). Aşk-ı Menfûr. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul:
Evkaf Matbaası.
_______. (1337-1340 [1921-1924]). Fecr-i Sevdâ. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Evkaf
Matbaası.
_______. (1337-1340 [1921-1924]). Ölü Çehre. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Evkaf
Matbaası.
_______. (1337-1340 [1921-1924]). Sevda Yalanları. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul:
Evkaf Matbaası.
_______. (1337-1340 [1921-1924]). Yırtıcı Kadın. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Evkaf
Matbaası.
_______. 1925. Melekler – İblisler. Müt. Hasan Bedreddin. C. 1. İstanbul: Resimli Ay
Matbaası.
_______. 1926. Melekler – İblisler. Müt. Hasan Bedreddin. C. 2. İstanbul: Teşebbüs
Matbaası.
Berk, Özlem. (2004). TranslationandWesternisation in Turkey: fromthe 1840s tothe 1980s.
İstanbul: Ege Yayınları.
316
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Bojuvan, Jules. (1328 [1912]). Cinayet Yuvası yahud Kanlı Lokanta. (Müt. Hasan
Bedreddin). İstanbul: Necm-i İstikbâl Matbaası.
Boutet, Frederic. (1923). Öksüz Kız. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Orhaniye Matbaası.
Bozkurt, Eshâbil. (2014). “1908-1928 Yılları Arasında Batı Dillerinden Osmanlı Türkçesine
Çevrilen Romanlarda Mukaddime Geleneği”. Yayımlanmamış Doktora Tezi.
İstanbul: Yıldız Teknik Üniversitesi.
Corci Zeydan. (1339-1342 [1923-1926]). Abbâse. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul:
Orhaniye Matbaası.
Doyle, Arthur Conan. (1332 [1916]). Her Sene Bir İnci yahudİttifâk-ı Murabba. (Müt.
Hasan Bedreddin). İstanbul: Sabah Matbaası.
_______. (1921). Mukavva Kutu. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Mahmud Bey Matbaası.
Dumas, Alexandre. (1328 [1912]). Kraliçenin Gerdanlığı. (Müt. Süleyman Tevfik elHüseynî). İstanbul: Tevhid-i Anâsır Matbaası.
Even-Zohar, Itamar. (1979). “PolysystemTheory”.PoeticsToday, S 11(1). s. 9-26.
______.(2000). “ThePosition of
TranslatedLiteratureWithintheLiterarySystem”.TheTranslationStudies Reader, (ed.
L. Venuti), Londonand New York: Routledge, s. 192-197.
Feval, Paul. (1918). Londra Esrarı. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Necm-i İstikbâl
Matbaası.
_______. (1338-1340 [1922-1924]). Şeytanın Oğlu. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul:
Orhaniye Matbaası.
Foley, Charles. (1922). Ölgün Sular Faciası. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Akşam Teşebbüs Matbaası.
Gastyne, Jules de. (1339-1342 [1923-1926]). Zavallı Kızlar. (Müt. Hasan Bedreddin).
İstanbul: Orhaniye Matbaası.
Goethe. (1329 [1913]). Minyon. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Mihran Matbaası.
_______. (1332 [1916]). Minyonun Düğünü. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Mihran
Matbaası.
Hugo, Victor. (1297-1330 [1880-1914]). Sefiller. (Müt. Ş. Sâmi - Hasan Bedreddin).
İstanbul: Mihran Matbaası – İstanbul: Kanaat Matbaası.
Karadağ, Ayşe Banu. (2013). “Tanzimat Dönemi’nden İkinci Meşrutiyet Dönemi’ne Kadın
Çevirmenlerin Çeviri Tarihimizdeki ‘Dişil’ İzleri”. Humanitas Uluslararası Sosyal
Bilimler Dergisi. S 2 (Güz 2013), s. 105-126.
317
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Kellerman, Bernhard. (1334 [1918]). Tünel. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Tanin
Matbaası.
Kerman, Zeynep. (1978). 1862-1910 Yılları Arasında Victor Hugo’dan Türkçeye Yapılan
Tercümeler Üzerinde Bir Araştırma. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yayınları.
Leblanc, Maurice. (1926). Arsen Lüpen’in Sergüzeştleri. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul:
Vatan Matbaası.
Leroux, Gaston. (1920). Çalınmış Gönül. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Keteon
Matbaası.
_______. (1338-1340 [1922-1924]). Ateşler İçinde. (Müt. Hasan Bedreddin - Süleyman
Tevfik). İstanbul: Evkaf Matbaası.
Louys, Pierre. (1922). Kadın ve Kukla. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Akşam Teşebbüs Matbaası.
Özege, M. Seyfeddin. (1971). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 1.
İstanbul: Fatih Yayınevi Matbaası.
_______. (1973). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 2. İstanbul: Fatih
Yayınevi Matbaası.
_______. (1975). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 3. İstanbul: Fatih
Yayınevi Matbaası.
_______. (1977). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 4. İstanbul: Fatih
Yayınevi Matbaası.
_______. (1979). Eski Harflerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu. c. 5. İstanbul: Fatih
Yayınevi Matbaası.
Prevost, Abbe. (1339 [1923]). Manon Lesko. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Orhaniye
Matbaası.
Rene, Gaston. (1329 [1913]). Kızıl Maskenin Esrarı. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul:
Kader Matbaası.
Seingalt, Casanova de. (1922). Kazanova’nın Sergüzeştleri. (Müt. Hasan Bedreddin).
İstanbul: Akşam Matbaası.
Sevük, İsmail Habib. (1941). Avrupa Edebiyatı ve Biz: Garpten Tercümeler. c. 2. İstanbul:
Remzi Kitabevi.
Unat, Faik Reşit. (1940). Hicrî Tarihleri Milâdî Tarihe Çevirme Kılavuzu. Ankara.
Uşaklıgil, Halit Ziya. (1987). Kırk Yıl. (Haz. Şemsettin Kutlu). İstanbul: İnkılâp Kitabevi.
318
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Ülken, Hilmi Ziya. (2011). Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü. İstanbul: Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları.
Üyepazarcı, Erol. (2008). Korkmayınız Mister SherlockHolmes! Türkiye’de Polisiye
Romanın 125 Yıllık Öyküsü (1881-2006). c. 1-2. İstanbul: Oğlak Yayıncılık.
Vermeer, Hans J. (2000). “SkoposandCommission in Translational
Action”.TheTranslationStudies Reader, (ed. L. Venuti). 2. bs. Londonand New York:
Routledge. s. 227-238.
Verne, Jules. (1308 [1890]). Kaptan Hatras’ın Seyahati. (Müt. Ahmed İhsan [Tokgöz] Mazhar). İstanbul: Âlem Matbaası.
(…) (1329 [1913]). Bizans. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Mihran Matbaası.
(…) (1918). Saf ve Hain. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Sabah Matbaası.
(…) (1923). Sevda Müsabakası. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Orhaniye Matbaası.
(…) (1339 [1923]). Bin Bir Gün Mehlika Sultan. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul:
Orhaniye Matbaası.
(…) (1339-1341 [1923-1925]). Bin Bir Gün Ferahnaz Sultan. (Müt. Hasan Bedreddin).
İstanbul: Orhaniye Matbaası.
(…) (1343 [1924]). Güzel Rita. (Müt. Bedia Servet - Hasan Bedreddin). İstanbul: Şems
Matbaası.
(…) (1926). Canlı İğne. (Müt. Hasan Bedreddin). İstanbul: Resimli Ay Matbaası.
319
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
ROMANYA EĞİTİM SİSTEMİNDE AZINLIKLAR VE TÜRK DİLİ
VE EDEBİYATI ÖĞRETİMİ
Esin YAĞMUR ŞAHİN
Erhan ÇELİK
ÖZET
Bu çalışma, Romanya eğitim sistemi içinde azınlıklara verilen haklardan yola çıkarak
Romanya’da yaşayan Türk azınlığın eğitimini ve eğitim kurumlarını, tarihi ve bugünü ile
ortaya koymaya yönelik kuramsal bir araştırmadır. Araştırmada “doküman tarama” deseni
kullanılarak konu ile ilgili kaynaklar taranmış ve elde edilen bilgiler belirli bir sistem ile orta
koyulmuştur. Öncelikle Romanya’nın coğrafi, tarihi; demografik, siyasi ve idari yapısı ele
alınmış ve Romanya’da yaşayan azınlıklardan bahsedilmiştir. Romanya’da yaşayan azınlıklar
içinde Türk azınlığın tarihi ve şu anki durumu hakkında bilgiler verilmiştir.
Romanya eğitim sistemi hakkında genel bilgiler verildikten sonra Romanya’da yaşayan Türk
azınlığın eğitim durumu ve eğitim kurumları tarihi bir süreç içinde ele alınarak bugünkü
durum belirlenmeye çalışılmıştır.
Sonuç bölüme Türk azınlığın eğitimi ile ilgili sorunlar tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu
sorunların şu ana başlıklar altında toplandığı görülmüştür: Öğretim materyallerinden
kaynaklanan sorunlar, öğrencilerden kaynaklanan sorunlar, öğretmenden kaynaklanan
sorunlar. Tartışma bölümünde ise bu sorunların çözümüne yönelik öneriler dile getirilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Romanya, Eğitim Sistemi, Türkçe Öğretimi.

Yrd. Doç. Dr., Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,
[email protected]

Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Yabancı Dil Olarak Türkçenin Öğretimi
Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi, [email protected]
320
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
MINORITIES IN ROMANIAN EDUCATION SYSTEM AND TURKISH
LANGUAGE AND LITERATURE TEACHING
Abstract
With regard to rights given to minorities in Romanian education system, this study was framed
theoretically to reveal some issues in accordance with education to Turkish minorities in
Romania, educational environments, history, and current states.
Document analysis was adopted for this study. Accordingly, the related sources were reviewed
and the results were presented systematically. At first, the geographical, historical,
demographical, political, and fundamental conditions of Romania were dealt and the
minorities in Romania were mentioned. In addition, the current case and histories of Turkish
minorities in Romania were revealed.
Upon revealing Romanian educational system in general, the educational conditions and
institutions of Turkish minorities in Romania were tried to reveal to up-to-date in a historical
process.
As a conclusion, the educational problems faced by Turkish minorities were revealed. These
problems were labelled in these sub-titles as follows: the problems arising from teaching
materials, students, and teachers. In discussion section of the study, the suggestions were given
for solving these problems.
Keywords: Romania, System of Education, Teaching Turkish.
1. Giriş
Osmanlı
İmparatorluğu’nun
Balkanlardan
çekilmesiyle
ana
yurttan
uzak
kalan
soydaşlarımızın ana yurt ile bağlarının kopmadan sürdürülmesi soydaşlarımızın bu
topraklardaki varlıklarının devamı açısından hayati bir öneme haizdir. Kültürün yaşatılması
ve gelecek nesillere aktarılması dil ile mümkün olmaktadır. Bu topraklarda Türk dilinin
321
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
yaşatılması, Türk kültürünün de yaşatılması ile doğru orantılıdır. Balkanlarda yaşayan
soydaşlarımızın Türkçeyi yaşatmak ve yeni nesillere öğretmek açısından takdire şayan
gayretlerine şahit olmaktayız. Ancak, Türk dilinin öğretimi konusunda tecrübe ve kaynak
eksikliğinin yanı sıra ana yurtla ilişkilerin uzun bir süre sekteye uğramış olmasından dolayı
bu topraklarda Türkçenin öğretimi ile ilgili sorunlar bulunduğu da bir gerçektir.
Balkanlarda soydaşlarımızın yaşadığı ülkelerden biri de Romanya’dır. Türk nüfusunun
özellikle Aşağı Tuna’da Dobruca bölgesinde yoğunlaştığını görmekteyiz. Özellikle 1989
Devriminden sonra değişen Romanya Anayasasında azınlıklara çeşitli alanlarda yeni haklar
tanınmıştır. Bu haklardan belki de en önemlisi azınlıklara ana dilde eğitim hakkının verilmiş
olmasıdır. Bu çerçevede Romanya’da yaşayan soydaşlarımız tarafından da Türkçenin
öğretimi alanında önemli adımlar atılmıştır.
Bu çalışmada Romanya’da yaşayan soydaşlarımızın ana dili eğitimindeki hâlihazırdaki
durumu belirlenmeye çalışılmış, ana dili eğitimindeki sorunlar tespit edilmiş ve sorunların
çözümüne yönelik önerilerde bulunulmuştur.
1.1.
Yöntem
Bu çalışmanın amacı, Romanya eğitim sistemi hakkında bilgi vererek eğitim sistemi içinde
Türkçe öğretiminin yerini belirlemek ve Türkçe öğretiminin sorunlarını tespit ederek bu
sorunların çözümü için önerilerde bulunmaktır.
Bu araştırma kuramsal bir çalışmadır.
Rumen eğitim sistemi ve Rumen eğitim sistemi içinde azınlıkların ve Türk azınlığın Türkçe
eğitim durumu doküman taraması yöntemi ile ortaya konulmuştur. Araştırma soruları
şunlardır:

Romanya eğitim sistemi nasıldır?

Romanya eğitim sistemi içinde azınlıkların durumu nedir?

Romanya eğitim sistemi içinde Türk azınlığın Türkçe eğitimi nasıldır? Hangi eğitim
kurumları aracılığı ile yürütülmektedir?

Romanya’da yaşayan Türk azınlığın Türkçe eğitiminde karşılaştığı temel sorunlar
nelerdir?
1.2.
Romanya’nın Coğrafi, Tarihi, Demografik, Siyasi ve İdari Yapısı
Tarihte birbiriyle sıkı ilişkiler içinde yaşamış milletlerin başında Türkler ve Rumenler
gelmektedir. Rumen Devlet adamı Nicolae Titilescu’nun Balkan Paktının imzalandığı gün
322
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
sarf ettiği şu sözler Türk-Rumen ilişkilerinin dünü, bugünü ve yarını için ebedi bir mesaj
niteliği taşımaktadır: “Rumen ulusunun en sadık dostu Türk ulusudur. Romanya ile
Türkiye’nin samimi ve faal dostlukları ebedi olmalı.”(Alpat, t.y.)
İlkçağ göçlerinden itibaren başlayan Türk-Romen ilişkileri, özellikle Osmanlı Devleti
zamanında en üste seviyesine ulaşarak -çeşitli sebeplerle kesintiye uğramış olsa bilezamanımıza kadar devam etmiştir (Genelkurmay Başkanlığı, 2006).
Karadeniz komşumuz olan Romanya Avrupa’nın güney doğusunda, Balkan yarımadasının
kuzeyinde bulunmaktadır. Kuzeyinde Ukrayna ve Moldova, batısında Macaristan ve
Sırbistan, güneyinde ise Bulgaristan yer almaktadır. Yüzölçümü 238.391 km2 olan
Romanya’nın doğusunda Karadeniz bulunmaktadır (Avcı, 2008). Romanya’nın Ankara
Büyükelçiliği resmi internet sayfasından alınan bilgide yaklaşık 21 milyon olan Romanya
nüfusunun 12 milyonunun yurt dışında çalıştığı belirtilmektedir (Romanya’ya genel bakış,
t.y.).
Ülkenin yüzey şekillerinde iki önemli etmenden bahsetmek mümkündür. Birisi kuzey-güney
doğrultusunda uzanan Doğu Karpatlar, diğeri de Romanya içindeki uzunluğu 1075
kilometreyi bulan Tuna nehridir. Doğu Karpatların batısı, Macarca “ormanın ötesi” anlamında
Erdely, Rumence Ardeal, Türkçesiyle Erdel adıyla bilinir. İklim bakımından Romanya ılıman
iklimden karasal iklime geçiş noktasındadır. Avrupa’nın en önemli bitki alanlarına sahip olan
Romanya’nın %28 kadarı ormanlarla kaplıdır (Avcı, 2008). Avrupa’nın en uzun nehri olan
Tuna, Romanya topraklarından Karadeniz’e kavuşmaktadır. Kollarıyla birlikte Tuna, ülke
ekonomisine sulama, ulaşım ve balıkçılık gibi alanlarda katkıda bulunmaktadır.
Ülke ekonomisi tarım, metalürji, makine ve ulaşım araçları, kimya ve petrol ürünleri, ağaç ve
kâğıt, gıda ve dokumacılık üzerinedir (Avcı, 2008). En büyük liman kenti Türk nüfusun yoğun
olarak yaşadığı Köstence (Constanta)’dir. Çauşescu döneminde Çernovoda (Boğazköy) şehri
ile Köstence arasına yapılan kanal ile Tuna ile Karadeniz arasındaki mesafede 400
kilometrelik bir kısalma olmuş; 1992’de Almanya’da açılan Main-Tuna kanalı ile birlikte
Karadeniz, Kuzey denizine bağlanmıştır (Avcı, 2008). Batı Avrupa ülkelerine yakınlığı ve bu
ülkelere ulaşan transit yolları barındırması ve Karadeniz’e kıyısı bulunması Romanya’nın
coğrafi avantajlarını oluşturmaktadır (Bozkurt, 2008).
Tarihi M.Ö. 5500 yıllarına kadar uzanan Romanya’nın ilk yerleşimcileri Hamangia ve
Cucuteni kültürleri olmuştur. M.Ö. III. binyıldan itibaren Hint-Avrupa kavimleri; I. binyılda
323
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
İskitler, Yunanlılar ve Keltler; M.Ö. I. yüzyılda Traklar ve Daklar bölgede hakim olmuşlardır.
Roma İmparatorluğu döneminde Roma hâkimiyetine girmiş olan Romanya’da yaşayan
halklar Romalılaştırılmış ve yeni bir etnik yapı oluşturulmuştur. Yeni oluşturulan etnik yapıya
Roma vatandaşı anlamına gelen “Roman” adı verilmiştir. X-XIII. yüzyıllarda PeçenekKuman, XIII-XIV. yüzyıllarda Moğol-Tatar hâkimiyetlerinin ardından XIV. yüzyılda Boğdan
(Moldova) ve Eflak (Valahia) voyvodalıkları kurulmuştur. 1462 yılından itibaren ise bölgeye
Osmanlı Devleti hâkim olmuştur. Transilvanya, 1699 Karlofça Antlaşmasına, Boğdan-Eflak
ise 1878 Berlin Konferansına kadar Osmanlı idaresinde kalmıştır. Bir prenslik olan
Romanya’da 1881’de krallık kuruldu. II. Dünya Savaşında Almanya ve Rusya’nın anlaşması
ile 1940 yılında bugünkü Romanya devletinin temelleri atılmış, 1947’de ise Romanya
Komünist Halk Cumhuriyeti kurulmuştur. 1967’de iktidarı ele geçiren Çauşesku, 1989
devrimiyle iktidardan uzaklaştırıldı ve idam edildi. Bu tarih Romanya için bir dönüm tarihi
olmuş, demokratik hayata geçilmiştir (Maxim, 2008). Romanya 1955 yılında Birleşmiş
Milletlere, 2004’te NATO’ya, 2007 yılında ise Avrupa Birliği’ne üye olmuştur (Romanya’ya
genel bakış, t.y.).
Türkiye, Romanya’nın NATO’ya girmesinde destek veren ülkelerin başında gelmiştir.
Bölgede ortak çıkarların bulunduğu gerçeğinden yola çıkan bu destek siyasal alanda da
etkisini göstermiş ve 1989 devrimi sonrasında Romanya’yı ziyaret eden ikinci devlet başkanı
dönemin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olan Turgut Özal olmuştur (Arkeş, 2005).
Bozkurt (2008)’un bildirdiğine göre Romanya’nın etnik yapısı şu şekildedir:
ETNİK UNSUR
ORAN
Romen
% 89,4
Macar
% 7,1
RRoman
% 1,8
Alman
% 0,5
Ukraynalı
% 0,3
Rus
% 0,2
Türk-Tatar
% 0,2
Slovak
% 0,1
Bulgar
% 0,1
Diğerleri
% 0,3
324
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Yine Bozkurt (2008)’un verdiği bilgilere göre dinsel dağılım şu şeklidedir:
DİN
ORANI
Ortodoks
% 86,8
Katolik
% 5,0
Protestan
% 3,5
Müslüman
% 0,2
Diğerleri
% 4,5
Dilsel dağılım ise şu şekildedir:
DİL
ORANI
Resmi dil/Rumence
% 89
Macarca
% 7,7
Almanca
% 1,5
Diğerleri
% 0,9
Romanya nüfus artış hızı bakımından binde -0,252 ile dünya 212’ncisidir. Özellikle dış göçler
sebebiyle nüfus günden güne azalmaktadır. (Orta Karadeniz Kalkınma Ajansı, t.y.) 1992
sayım sonuçlarına baktığımızda Türk-Tatar nüfusunun 29.533’ü Türk, 24.649’unun Tatar
olmak üzere toplam 54.182 olduğunu görmekteyiz (Bozkurt, 2008). 2011 yılına ait nüfus
sayımı sonuçlarına göre Romanya’da 28.226 Oğuz, 20.464 Tatar Türkü olmak üzere 48.690
Türk nüfusu yaşamaktadır. Bu sayı 2002 sayımında 56.733 olarak tespit edilmişti (Türbedar,
2012). Bugün 80.000 civarında Türk-Tatar nüfusundan bahsedilen Romanya’da Dışişleri
Bakanlığının 2009 verilerine göre 9.364 resmi oturum sahibi Türk vatandaşı bulunmaktadır
(Orta Karadeniz Kalkınma Ajansı, t.y.). Romanya Türk Demokrat Birliği Başkanı Prof. Dr.
İbram Nurettin’in “Romanya Türkleri” adlı makalesinde bu rakamın 15 bini bulduğu
söylenmektedir (akt. Bozkurt, 2008).
Cumhuriyet sistemi ile yönetilen Romanya’da parlamento 137 üyeli Senato ve 334 üyeli
Milletvekili Meclisi’nden (Camera Depultatilor) olușmaktadır. Cumhurbașkanlığı görevini
yürütmekte olan Traian BASESCU 22 Kasım 2009’da ikinci kez seçilmiș, Bașbakan Emil
325
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
BOC ise 22 Aralık 2009’da görevine başlamıştır (Orta Karadeniz Kalkınma Ajansı, t.y.).
Başkent Bükreş iki milyonun üzerindeki nüfusu ile Avrupa’nın sayılı büyük kentlerinden
biridir. Bükreş’ten başka 41 vilayet daha bulunmaktadır. Ancak bunların nüfusları 300 binden
fazla değildir.
Rumenler, diğer Balkan uluslarından farklı bir yapı sergilemektedirler. Bu özelliklerden en
baş ta geleni Slav uluslarla yan yana yaşamalarına rağmen Slavlaşmamış olmalarıdır.
Rumenler, Roma döneminde sahip oldukları Lâtin kimliğini daima muhafaza etmişler ve
uğradıkları akınlara rağmen yabancı unsurlarla karışmaksızın varlıklarını devam ettirmeyi
başarmışlardır. XIII. yüzyılda Kiril alfabesini kabul etmiş olmalarına rağmen, bu alfabeyi
Rumen ulusal hareketi sonrasında terk ederek yüzyıllar sonra tekrar Lâtin alfabesine
dönmüşlerdir (Genelkurmay Başkanlığı, 2006).
1.3.
Romanya’da Türkler
Romanya Türkleri, batısında ve kuzeyinde Tuna ve Tuna’nın kolları olan Lom ve Pravadi,
güneyinde Teleorman (Deliorman)’ın yer aldığı Dobruca bölgesinde yaşamaktadır. II. Balkan
Savaşı’nın ardından 1913’te imzalanan Bükreş Antlaşması ve 1940 yılında imzalanan Kraiova
Anlaşmaları neticesinde bölgenin güneyi Bulgaristan, kuzeyi ise Romanya topraklarına dahil
olmuştur (Karpat, 1994). Bölge bulunan pek çok şehir ve köy ismi hala Osmanlı döneminden
kalma isimleriyle anılmaktadır.
Prof. Dr. Tahsin Cemil (1995)’in de belirttiği gibi Dobruca “etnik yapılar arası iyi geçinme”
modeli olarak karşımızda durmaktadır. Bölgede etnik azınlıklar arasında hiçbir problemle
karşılaşılmadığı, yüzyıllardır süren bu barış ortamının temelinin bölgede 500 yıl süren
Osmanlı hâkimiyeti olduğu belirtilmektedir. “Dobruca Modeli” olarak adlandırılabilecek bu
modelin bütün dünyaya örnek olabilecek nitelikler taşıdığı bilim insanlarının ortak görüşüdür
(Cemil, 1995). Bakü ve Aşkabat’ta Romanya Büyükelçiliği görevlerini de yapmış olan Prof.
Dr. Tahsin Cemil, Zaman Romania’da Hayri Gül’e vermiş olduğu mülakatta Romanya’da
yirmiye yakın azınlık bulunduğunu, bunların mecliste temsil edilmiş olmasının pek çok
problemi önlediğini, bütün azınlıkların mecliste temsil edilmiş olmasının Romanya’nın
Avrupa Birliği ve NATO’ya girmesinde önemli bir rolü olduğunu söylemiştir (Gül, 2008).
2. Romanya Eğitim Sistemi
326
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Okuma-yazma oranı 2004 verilerine göre % 97.3 olan Romanya’da resmi eğitim dili
Rumencedir. Bunun yanında bütün eğitim düzeylerinde azınlık dilleri ile de eğitim-öğretim
yapılabilmektedir. Öğretimi yapılan azınlık dilleri şunlardır (Dai, t.y):
a.
b.
c.
d.
e.
f.
g.
h.
Macarca
Almanca
Sırpça
Ukraynaca
Çekçe
Hırvatça
Türkçe
Rromani
Romanya Anayasasının 32. Maddesinde Romanya’da eğitimin ücretsiz ve eşitlikçi bir niteliğe
sahip olduğu vurgulanmaktadır. Eğitimin planlanması ve uygulanmasından Romanya Eğitim
Bakanlığı (Ministerul Educaţiei Naţionale) sorumludur (Education in Romania, t.y.).
Öğrencilerin %95’i finansmanı devlet tarafından sağlanan kamu okullarında öğrenim
görmektedir. Özel öğretim ise daha çok üniversite seviyesinde yaygındır (Romanya, 2005).
Merkezi teşkilat olan Eğitim Bakanlığının taşra teşkilatlanması başında bir müfettişin
bulunduğu Eğitim Müfettişliği aracılığı ile yürütülmektedir. Okul müdürlükleri Eğitim
Müfettişliğine sorumlu olarak hizmetlerini sürdürmektedir (Romanya, 2005).
2011 verilerine göre Romanya’da 4.700 okul ve bu okullarda öğrenim gören üç milyondan
fazla öğrenci bulunmaktadır (Education in Romania, t.y.).
4+4+4 eğitim sisteminin uygulandığı Romanya’da mecburi eğitim ve öğretim süresi on yıldır.
Lise öğrenimin ilk iki yılı mecburi olup son iki yılı yani 11 ve 12.sınıflar mecburi öğretime
dâhil değildir. Öğrenci dilerse son iki sınıfa devam etmeden diploma alabilmekte ancak
yüksek öğrenime devam edememektedir. Romanya Eğitim Kanununun 18-23. Maddelerine
göre sınıflar ve bu sınıflara kabul edilecek öğrencilerin yaşları şu şekildedir (Legea
İnvătământului, 2009):
Sınıflar
Okulun Seviyesi
Yaş
Mecburiyet
Seviyesi
Anaokulu (Grădinite)
-
İlkokul (Primar)
Ortaokul (Gimnaziu)
3-6
1-4
Yok
7-10
5-8
10-14
327
Mecburi
Mecburi
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Lise (Liceu)
9-12
14-18
9-10
mecburi
3-6 yaş grubuna hitap eden anaokullarına (Grădinite) katılım oranı %69 civarındadır.
Anaokulları küçük grup (3-4 yaş), orta grup (4-5 yaş), büyük grup (5-6 yaş) ve hazırlık sınıfı
(6-7 yaş) olarak dört grupta hizmet vermektedir (Education in Romania, t.y.). Anaokullarında
eğitim dili Rumence iken 2012 yılında yapılan değişikle anaokullarında da azınlık dilleriyle
eğitim yapılabilmesi sağlanmıştır (ANEXA 1 la O.M.E.C.T.S. nr. 3656 din 29.03.2012). Bu
değişiklikten sonra biri Mecidiye’de (Kemal Atatürk Ulusal Koleji Anaokulu) ve diğeri
Köstence’de (Zübeyde Hanım Anaokulu) bulunan iki anaokulunda Rumencenin yanında
Türkçe eğitim de yapılmaya başlanmıştır.
Eğitim ve öğretimin ilk on yılı genel eğitim dönemidir ve mecburidir. Lise öğrenimin son iki
yılı ise uzmanlık ve mesleki derslerin verildiği bir dönem olup mecburi değildir. Ortaokulu
bitirten bir öğrenci liseye devam edebildiği gibi mesleki eğitim veren sanat ve ticaret
okullarına (Şcoala Arta şi Meserii) da devam edebilir (Romanya, 2005).
Bir ders yılı 36 hafta ve iki sömestrden oluşmaktadır. Dersler Eylül ayının ortasından Haziran
ayının ortasına kadar devam etmektedir. Yaz tatilinden başka, bir ders yılı içinde biri
yılbaşında (2-3 hafta), biri Şubat ayında (1 hafta), biri de Nisan ayında Paskalya zamanında
(1 Hafta) olmak üzere üç tatil dönemi bulunmaktadır (Education in Romania, t.y.).
Sınıflar en az 10, en çok 30 öğrenciden oluşabilmektedir. Ortalama sınıf büyüklüğü 20 öğrenci
olarak hesaplanmış olmasına rağmen, genç nüfusun azlığından ve özellikle 2007 yılından
itibaren yaşanan göçlerden dolayı öğrenci sayıları ortalama olarak ancak 13 ila 18 arasında
olabilmektedir (Romanya, 2005).
İlkokulda öğrenci başarısı dört kategoride değerlendirilir:

Mükemmel (Foarta Bine – FB)

İyi (Bine – B)

Yeterli (Satisfăcător – S)

Yetersiz (Nesatisfăcător – N)
İlkokulda öğrencinin bir üst sınıfa geçebilmesi için derslerin tamamından “yetersiz” üstü not
almış olması gerekir. Bir dersten bile “yetersiz” almışsa “yetersiz” aldığı derslerden özel bir
328
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
yetiştirme kursuna katılması ve yaz döneminde yapılacak değerlendirmede en az “yeterli”
seviyesinde not alması gerekir. Eğer öğrenci yetiştirme kursu sonunda yapılan bu sınavdan
“yeterli” ve daha üstü bir not alamamış ise öğrenciye sınıf tekrarı yaptırılmaktadır.
Ortaokul ve lisede ise (5-12. sınıflar) öğrenci başarısı 10’luk sisteme göre değerlendirilir. Bir
dersten başarılı sayılmak için dersin ortalamasının en az 5 olması gerekmektedir (Education
in Romania, t.y.).
İlkokulda (1-4. sınıflar) tek öğretmenli sistem uygulanır. Ortaokuldan itibaren dersleri alan
öğretmenleri vermeye başlar. Her sınıfın bir de rehber öğretmeni (driginte) bulunmaktadır.
4.sınıfı bitiren bir öğrenci doğrudan ortaokula geçmiş sayılır.
Ortaokul 8.sınıfta öğrenciler ulusal test (Testarea Naţională) sınavına girerler. Bu sınavda
Rumen Dili ve Edebiyatı ile Matematik konularından oluşan sorular yer almaktadır. Sınavlar
klasik usulle yapılmakta ve 1-10 arasında değerlendirilmektedir. Öğrencilerin diploma
notunun %50’si ile ulusal testte aldığı notun %50’si bir üst öğretimde hangi okula
gideceklerinin belirlenmesinde kullanılır. Öğrenciler internet üzerinden okul tercihinde
bulunurlar ve puanlarına göre ya bir liseye (Liceu) ya da bir sanat ve ticaret okuluna (Şcoala
Arta şi Meserii) devam etmeye hak kazanır.
Lise öğreniminin birinci kademesini (9 ve 10. sınıf) bitiren bir öğrenci mezuniyet sertifikası
ve transkrip belgesi almaya hak kazınır. Lise öğreniminin ikinci kademesi mecburi değildir
(Education in Romania, t.y.). Bu kademeye kadar ders kitapları devlet tarafından sağlanırken,
mecburi olmayan 11 ve 12. sınıflarda ise ders kitaplarını öğrenciler kendi imkânları ile temin
etmektedirler (Romanya, 2005).
Lise 12. sınıf öğrencileri için final sınavları (examen de bacalaureat) yapılmaktadır. Bu
sınavları başarı ile geçen öğrenciler diploma (diploma de bacalaureat) almaya hak kazanırlar.
Bu diploma olmadan üniversitelerin yaptıkları sınavlara başvurmak mümkün değildir.
Bakalorya sınavlarında başarılı olamayan öğrenciler için de bir lise bitirme diploması
(certificat de absolvire) verilir. Bakalorya sınavında şu derslerden ayrı ayrı sınav yapılır:

Sınav A1 (Proba A1): Romen Dili ve Edebiyat Sözlü Sınavı: Öğrenci kura ile bir
soru çeker ve 10 dakikalık bir düşünme süresi sonunda sözlü sınava katılır.

Sınav C1 (Proba C1): Azınlık Dilleri Sözlü Sınavı: Sınav A1’deki kurallara uygun
olarak yapılan sözlü sınavıdır.
329
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014

Sınav B (Proba B): Yabancı Dil Sözlü Sınavı: İngilizce, Almanca, Fransızca,
İtalyanca, İspanyolca ve Rusça dillerinden birinden yapılır. Öğrenci okumaanlama ve konuşma becerilerine yönelik iki soruyu kura ile belirler ve 15 dakikalık
düşünme süresinden sonra sözlü sınava katılır.

Sınav A2 (Proba A2): Romen Dili ve Edebiyatı Yazılı Sınavı: 10-20 sorudan
oluşan klasik bir sınavdır. Sınav 100 varyant olarak hazırlanır ve internet üzerinden
sorular ilan edilir. Sınav sabahı çekilen kura ile bir varyant sınavda kullanılır. Sınav
2 veya 3 saat olarak uygulanır.

Sınav C2 (Proba C2): Azınlık Dilleri Yazılı Sınavı: Sınav A2’deki kurallara uygun
olarak bir azınlık dilinde yapılan sınavdır.

Sınav D (Proba D): Zorunlu Akademik Alanlar Sınavı: Sınavda Matematik ve
seçmeli olarak Tarih veya Coğrafya derslerinden birinden gelen sorular cevaplanır.

Sınav E (Proba E): Seçmeli Dersler Sınavı: Bu sınavda öğrencinin aldığı programa
göre seçmeli olarak okuduğu derslerden (Fizik, Kimya, Biyoloji, Bilgisayar,
Muhasebe, Teknik Alanlar vb.) sorular sorulmaktadır.

Sınav F (Proba F): Diğer Dersler Sınavı: Beden Eğitimi gibi uygulamalı dersler
Felsefe, Din gibi sosyal bilimlerle ilgili derslerden yapılan uygulamalı veya yazılı
sınavlardır.
Öğrencinin başarısı her bir sınav türü için 10’luk sistemle ve 0.01 hassasiyetle ölçülmektedir.
Ortak cevap anahtarı kullanılarak değerlendirilen sınav kâğıtlarında isimler kapalı olarak iki
değerlendirici tarafından puanlanır ve iki değerlendiricinin puanlarının ortalaması alınır.
Bakalorya sınavlarından başarılı olmak için her bir sınavdan 5 ve 5’in üzerinde bir puan
alınmış olması ve bütün sınavların ortalamasının en az 6.00 olması gerekmektedir. Öğrenci,
Romen Dili ve Edebiyatı sınavı hariç diğer sınavları kendi ana dilinde talep edebilmektedir
(Education in Romania, t.y.).
Türk Dili ve Edebiyatı dersinden Sınav C1 sözlü ve Sınav C2 yazılı sınavları yapılmaktadır.
Romanya’da yükseköğrenim alanlara bağlı olarak 3 veya 4 yıl sürmektedir. Yüksek lisans,
yine alanına göre 1 veya 2 yıl; doktora ise 3 yıl sürmektedir. Uzun süreli eğitim gerektiren
alanlarda (tıp vb.) ise eğitim 5-6 yıl sürebilmektedir. (Romanya, 2005)
Azınlık okullarında ana dili (limba materna) dersleri eğitim programı içinde zorunlu dersler
arasında yer almaktadır. Azınlık okulu statüsünde olmayan ancak öğrencilerinden bir kısmı
330
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
azınlıklardan oluşan okullarda 10 kişilik sınıflar oluşturulmak şartı ile seçmeli olarak ana dili
dersi açılabilmektedir.
Köstence Mecidiye’de T.C. Milli Eğitim Bakanlığı ve Rumen Milli Eğitim Bakanlığınca ortak
bir protokol ile kurulmuş olan yarı azınlık okulu statüsündeki Kemal Atatürk Ulusal
Koleji’nde Türk Dili ve Edebiyatı dersleri zorunlu ders olarak okutulmakta; diğer 10
öğrencilik gruplar kurulabilen okullarda ise Türk Dili ve Edebiyatı dersi seçmeli olarak hafta
3 saat okutulmaktadır.
Müslüman Türk azınlığın öğrencileri Türk Dili ve Edebiyatı dersi haricinde Din derslerini de
Türkçe olarak okumaktadır. Mecidiye’de bulunan Kemal Atatürk Ulusal Koleji’nde lise
programlarından birinin Teoloji programı olmasından dolayı bu bölümde okutulan Siyer,
Temel Dini Bilgiler, Kuran-ı Kerim, Dini Musiki, Arapça gibi dersler yine Türkçe olarak
okutulmaktadır. Bunlardan başka yukarıda geçtiği üzere iki anaokulunda dersler Türkçe
olarak işlenebilmektedir.
3. Romanya’da Türkçe Öğretiminin Tarihi ve Bugünü
Türkçe, Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar geniş bir coğrafyada anadili olarak konuşulan bir
dildir. Türkçenin konuşulduğu coğrafyalardan birisi de Romanya’dır. Romanya Türklerinin
bir kısmı Dobruca bölgesinde Acıca, Tuzla, Mecidiye, Galati, Mangalia, Cernavoda gibi farklı
şehirlerde yaşamlarını sürdürürken, büyük çoğunluğu ise Köstence (%85) ve Tulça’da (%12)
bulunmaktadır (Bozkurt, 2008). Romanya’da Ortodoksluğu kabul etmiş az sayıda Gagavuz
Türkü de Moldova bölgesinde yaşamlarını sürdürmektedir.
2011 yılına ait nüfus sayımı sonuçlarına göre Romanya’da 28.226 Oğuz, 20.464 Tatar Türkü
olmak üzere 48.690 Türk nüfusu yaşamaktadır (Türbedar, 2012). Romanya’da yaşayan
Türkler bu bölgeye iki yoldan gelmişlerdir. Birincisi Osmanlı İmparatorluğu döneminde nüfus
politikası gereğince Anadolu’dan getirilen Türkler; diğeri de çeşitli zamanlarda Kırım’dan
göç eden Kırım Tatarlarıdır.
1989 yılında Romanya’nın demokrasiye geçmesiyle birlikte başta Rumen halkı olmak üzere
bölgede yaşayan Türkler de rahat nefes aldılar. Eski özgürlüklerine yeniden kavuştular. Bugün
yaklaşık 80.000 kadar Türk’ün yaşadığı Romanya’da yasalar çerçevesinde her türlü kültürel,
dini ve eğitim faaliyetleri yapılmaktadır (Aksu, 2005).
331
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Her şeyden önce Romanya Anayasası’nın 6. maddesinde azınlıkların kendi etnik, kültürel,
dilsel ve dini kimliklerini korumaları ve geliştirmeleri doğrultusunda hak ve güvence tanındı.
32. maddede ise azınlıkların kendi dillerini öğrenebilecekleri ve kanunların öngördüğü
çerçevede anadilde eğitim görebilecekleri vurgulandı (Türbedar, 2012).
Rumen Eğitim Bakanlığında 2 Ekim 1991 tarih ve 7642 Sayılı Kanunla azınlıkların eğitimi
ile ilgili bir Genel Müdürlük kurulmuştur. Aynı kanun gereği 1992-1993 öğretim yılından
itibaren ilkokul 5.sınıftan 12.sınıfa kadar, tüm azınlık okullarında olduğu gibi, Türkçe dersleri
de haftada üç saatlik bir “anadili dersi” uygulaması çerçevesinde eğitim sistemi içinde yer
almaya başlamıştır. Bu dersler isteğe bağlı olarak yapılmaktadır (Önal, 1994).
Romanya Türklerinin Romanya’daki ilk eğitim kurumları Babadağ Medresesi’dir. Babadağ
Medresesi Gazi Ali Paşa tarafından 1610 yılında kurulmuştur. Dobruca, Rumen idaresine
girdikten sonra, bu medresenin devamı niteliğindeki “Seminerul Musulman” (Müslüman
Semineri) Mektebi 1877-1889 yılları arasında kapalı kaldı. Babadağ’da bulunan bu mederese,
Türk ahalinin buradan göç etmesi ve nüfusun azaması nedeniyle 1901’de Mecidiye kasabasına
taşındı (Önal, 1997).
1967 yılında ise medrese öğrenci yokluğundan kapanmıştır. Romanya demokrasiye geçtikten
sonra 1992 yılında Nikolae Balcescu Lisesi bünyesinde yeniden eğitime başlanmıştır. 13
Temmuz 1995’te imzalanan Türk-Romen Protokolü gereğince, okul 1995-1996 Eğitim ve
Öğretim yılında “Pedagoji ve İlahiyat Lisesi” olarak kendi binasında öğretime başlamıştır.
Okulun adı 2001 yılında değiştirilerek bugünkü ismiyle Colegiul National Kemal Ataturk
(Kemal Atatürk Ulusal Koleji) olmuştur.
2013-2014 Eğitim ve Öğretim yılı itibarıyla, okulda Milli Eğitim Bakanlığınca
görevlendirilen 1 Müdür Yardımcısı, 1 Sınıf Öğretmeni, 1 Türkçe Öğretmeni, 2 Edebiyat
Öğretmeni, 3 Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni,1 Müzik Öğretmeni ve 1 Anaokulu
Öğretmeni olmak üzere toplam 10 personel görev yapmaktadır.
Bütün sınıflarda haftada 4 saat Türkçe, 1 saat Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi ve Müzik
Dersi Türkçe olarak okutulmaktadır. Teoloji bölümünde ise Türkiye’de uygulanan İmam
Hatip programı esas alınarak yapılan ve Rumen Eğitim Bakanlığı tarafından kabul edilen
müfredat uygulanmaktadır. 2007-2008 Eğitim ve Öğretim yılından itibaren okulun lise
kısmına Hıristiyan Rumen öğrenciler de alınmakta olup, bu öğrencilere de haftada 4 saat
yabancı dil olarak Türkçe öğretimi yapılmaktadır.
332
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Bükreş Üniversitesi Yabancı Diller Fakültesi ile Köstence Ovidius Üniversitesi nezdinde
Türkoloji bölümleri bulunmaktadır. Bu bölümlerde Türkiye’den gelen iki okutman görev
yapmaktadır. Ayrıca; Bükreş Üniversitesi Tarih Fakültesi nezdinde de bir Osmanlı
Araştırmaları Merkezi mevcuttur (Bozkurt, 2008).
5 Eylül 2011 tarihi itibarıyla, biri Bükreş’te, diğeri Köstence’de olmak üzere, Yunus Emre
Kültür Enstitüsü de iki şubesiyle Türkçe kursları ve kültürel etkinlikleriyle Romanya’da
hizmet vermeye başlamıştır.
Özel Sektör Tarafından Açılmış Olan Türk Okulları
3.1.
Devlet girişimiyle açılan Mecidiye Kemal Atatürk Ulusal Koleji (Colegiul National Kemal
Atatürk)’nden başka Türk girişimciler tarafından açılmış özel okullar da Romanya eğitim
sistemi içinde önemli bir yere sahiptir. Bunlardan ilki, 1994 yılında kurulan ve anaokulu ve
ilköğretim okulu olarak hizmet veren Lumina Eğitim Kurumları (Lumina Institutii de
Invatamant SA.)’dır. Lise düzeyinde eğitim veren ve Lumina Eğitim kurumları bünyesinde
kurulan Köstence Uluslararası Bilgisayar Lisesi (Liceul International de Informatica la
Constanta) ve Bükreş Uluslararası Okulu (International School of Bucharest) ise 1995 yılında
eğitim öğretime başladı. Bu liselerde, Rumen eğitim müfredatındaki bilimsel dersler
(Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji, Bilgisayar) İngilizce olarak işlenmektedir.
2003 yılında Köstence Uluslararası Bilgisayar Lisesi (Liceul International de Informatica la
Constanta) ve Bükreş Uluslararası Okulu (International School of Bucharest) bünyelerinde
Scoala Spectrum adı altında anaokulu ve ilköğretim okulları da açıldı.
2010 yılı Lumina Eğitim kurumları için bir atılım yılı oldu ve Timişoara, Cluj, İaşi ve Ploieşti
şehirlerinde Scola Specrum’un birer şubesi açıldı.
Yine 2010 yılında Lumina Eğitim Kurumları bünyesinde Lumina Üniversitesi (Universitatea
Lumina) kuruldu. Üniversite iki fakülteden oluşmaktadır. Bu fakülteler ve fakültelerde eğitim
veren bölümler şu şekildedir:

Ekonomi ve Siyasal Bilgiler Fakültesi
1. İşletme Yönetimi
2. Uluslararası İlişkiler ve Avrupa Birliği

Mühendislik Fakültesi
1. Telekomünikasyon Teknolojileri ve Sistemleri
333
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
2. Bilgi Teknolojisi (Lumina Institutii de Invatamant SA, t.y)
Eğitim müfredatı uygun olmadığı için adı geçen okullarda ders programı içinde zorunlu olarak
Türkçe dersi okutulmamaktadır. Türkçe öğretimi, ders dışı faaliyetler veya kulüp faaliyetleri
şeklinde normal programın dışında yapılmaktadır.
4. Romanya’da Türkçe Öğretiminde Karşılaşılan Sorunlar
Öğretim Materyallerinden Kaynaklanan Sorunlar
4.1.
Romanya ilk ve ortaokullarında ders materyali olarak kullanılmak üzere Romanya Eğitim
Bakanlığı tarafından basılan kitaplar kullanılmaktadır. Bu kitaplar ve yazarları şunlardır:

Alfabe, Naile Velişa-Leman Ali, Editura Didactica Pedagogica, Galati, 2011

Türkçe Ders Kitabı II, Ali Cafer Ahmet Naci – Mustafa Ali Mehmet, Editura Didactica
Pedagogica, Galati, 2011

Türkçe Ders Kitabı III, Ali Cafer Ahmet Naci – Mustafa Ali Mehmet, Editura
Didactica Pedagogica, Bucureşti, 2000

Türkçe Ders Kitabı IV, Ali Cafer Ahmet Naci – Mustafa Ali Mehmet,
EdituraDidacticaPedagogica, Bucureşti, 1998

Türkçe Ders Kitabı V, Ali Cafer Ahmet Naci – Mustafa Ali Mehmet, Editura Didactica
Pedagogica, Bucureşti, 2000

Türkçe Ders Kitabı VI, Ali Cafer Ahmet Naci – Mustafa Ali Mehmet, Editura
Didactica Pedagogica, Bucureşti, 2004

Türkçe Ders Kitabı VII, Ali Cafer Ahmet Naci – Mustafa Ali Mehmet, Editura
Didactica Pedagogica, Bucureşti, 1999

Türkçe Ders Kitabı VIII, Ulgean Ene Memedemin, Belghıuzar Buliga Cartali, Editura
Didactica Pedagogica, Bucureşti, 2005
Kitapların son kısımlarında belirtildiğine göre, kitaplar “hazırlanırken T.C. okul kitaplarından
ve Balkan Türklerine ait eserlerden” yararlanılmıştır. Bazı metinlerin ise Rumen
edebiyatından Türkçeye çevrilmiş metinler olduğu görülmektedir.
Araştırmacı bu kitaplardaki dil ve imla hataları üzerine bir çalışma yapmaktadır. Kitaplarda
pek çok noktalama, imla yanlışlıkları ile anlatım bozuklukları tespit edilmiştir. Bu
yanlışlıklardan bazıları aşağıdaki gibidir.
334
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014

Iftar topu vuruldu. (I,50)

Dün gece bir kâbus geçirdim. (I, 94) [kâbus gördüm]

Beyaz kraliçe çaresiz esire düştü. (I, 98) [esir düştü]

Sofra şeftaliile dopdoludur. (I, 51)

Elleri ile bir topu usul usul vurdu. (I, 78) [topa]

Her zaman meşrubat ta olur. (I, 52)

Bizim mutfak beslenme malzemeleri ile dopdoludur. (I, 52)

Bora neşesiz kovanlara bakar. (I, 56)

Sonra çimenler üstünde Türkçe’den ders çalıştık. (I, 83)

Kırlangıç yavruları çekirdekleri tane tane yiyediler. (I, 97)

Satranç oyunun sonucu nedir? (I, 99)

Kalil, iki ok al! (I, 14)

Sevinç ablasının sözleri hep aklinda çünkü. (I, 82) [aklında]

Yagmur igneden korkuyor ve çigliklar atıordu. (I, 86)

Binlerce bilmeceler bilir. (I, 79) [Binlerce bilmece]

Bak Murat, sen şu metini oku. (I, 40)

Bu evi resime al! (I, 60)

Naralar atarak öbek öbek ateşler atladılar, su serpiştiler. (I, 72) [ateşlerden]

Keloğlan şehir duvarında bir ilân asılı görmüş. (I, 93) [asılı bir ilan]
Kitaplarda kullanılan bazı metinlerdeki kelimelerin yaşayan Türkçe kelimeler olmadığı
görülmektedir.

Bazan, çok büyük mersin balıkları tutulup kârhanelere getirilir. (V, 68)

Havada bulunan hamz-ı karbon, ince tabaka halinde yere düştü… (V, 93)

Bakalım ayine-i devran ne suret gösterir. (VI, 81)

Bunlar da değişmelere tabi tutulurlar. (VI, 83)

Temin edilen levazımdan bir büyük kısmı da beş tane battal mektep sırasıydı. (VI, 97)

Siyah gemilerle yüklü, pek çok asar-ı atika. (VI, 137)

Adeta tahkir sayılır. (IV, 160)

Ufak tefek tebeddüllerden başka hayatın münferit cereyanı sabahleyin… (VIII, 31)

Ameliyatı elbette herkesten daha başka bir şefkat ve ihtimam ile yapardı.
335
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Rumen edebiyatından yapılan çevirilerin başarılı çeviriler olmadığı görülmektedir.
Buna aşağıdaki örnekleri verebiliriz:

Annenin öldüğünü mü istiyorsun? (VI, 103)

Sağ gözünün altına sert bir vuruş kazandı. (VI, 104)

Annesi, gülümseyerek, “ver” diye, göz kuyruğu ile işaret etti. (VI, 105)

On yaşlarında bir çocuk; ismi Petrika’dır. (VI, 164)

Pavel çoban, kulağını çevirerek dikkatle dinledi ve: (VI, 164)

Bu yıl da sınıfta kalmaması için, büyük annesi, annesi ve Mitsa teyzesi, Goe’yi
Bükreş’e götürmeye söz vermişlerdi. (VII, 139)
Kitaplardaki dil bilgisi bölümlerinde de bilgi hatalarına rastlanmaktadır. Tespit edilen
hatalardan bazıları şunlardır:

“Cins isim” terimi yerine “ortak isim” kelimesi kullanılmıştır. Rumencesi “substantiv
comun” olan terimin tercüme mantığı ile kullanıldığını görüyoruz (comun: ortak). (V,
36)

“Edat” terimi yerine “kelime parçaları” denmektedir. Başka bir yerde ise “kelime
parçaları” ifadesinin “ek” terimi yerine kullanıldığını görüyoruz. (V, 46)

“Bağlaç” yerine “bağlam” ifadesi kullanılmıştır. (V, 47)

Tamlama eki olan “-in/-nin” isim hal ekleri içinde gösterilmiştir. (V, 56)

Sıfat çeşitlerinden bahsedilirken literatürde hiç bulunmayan bir sıfattan bahsedilmiştir:
“İlgi Sıfatları: Varlıkların karşılıklı ilgilerini gösteren sıfatlara ilgi sıfatları denir.
Bunlar, benzerlik, yer, zaman, sayı v.s. belirtirler.
Meselâ: Dünkü gazete, dört ev gibi.” (V, 74)
Bazı metinlerin ise ders ortamında işlenemeyecek derecede uzun oldukları görülmektedir. 5.
Sınıf kitabına alınan masal örneği ek metinle beraber 21; 6. Sınıf kitabında masal konusuna
örnek olarak alınan metin 12, halk hikâyesine örnek olarak alınan metin ise 9 sayfa
tutmaktadır.
Kitapların metin ve dil bilgisi ağırlıklı olduğu görülmektedir. Çağdaş öğretim yöntemlerine
yönelik ve öğrencinin becerilerini artıracak uygulamalara yer verilmemiş, metin ile ilgili
birkaç soru sorularak ders işlenişi öğretmenin kişisel çabalarına bırakılmıştır.
Ders kitaplarının öğretmen kılavuz kitaplarının da olmaması nedeniyle ders işlenişinde
birliktelik sağlanması mümkün olmamaktadır.
336
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
4.2.
Öğrencilerden Kaynaklanan Sorunlar
Öğrencilerden kaynaklanan sorunların en başında Türkçe derslerine olan ilgi eksikliği
gelmektedir. Kemal Atatürk Ulusal Koleji hariç diğer okullarda Türkçe derslerinin seçmeli
ders niteliğinde olması ve dersin herhangi bir not ile değerlendirilmemesi bu ilgi eksikliğinin
en büyük nedenleridir. Ayrıca seçmeli ders statüsünden dolayı dersler normal ders saatleri
içinde değil dersler bittikten sonra yapılmaktadır. Bazı yerlerde (Tulça vb.) aynı okuldan 10
öğrencilik gruplar oluşturulamamasından dolayı farklı okullardan gruplar oluşturulmakta, bu
nedenle dersler hafta sonları yapılabilmektedir. Her iki halde de ders saati dışında yapılan bu
faaliyetlere öğrencilerin katılmak istemedikleri görülmektedir.
Bütün bunlara rağmen, bölgesel ve ulusal çapta yapılan Türkçe olimpiyatları Türkçe
derslerine olan ilgiyi başarılı öğrenciler açısından artırmaktadır. Bunun sebebi olimpiyatlar
neticesinde yurt dışı seyahatlerinin de içinde bulunduğu hatırı sayılır ödüller verilmesidir.
4.3.
Öğretmenlerden Kaynaklanan Sorunlar
Romanya’da Türkçe öğretmeni olarak görev yapan öğretmenlerin büyük çoğunluğu Kemal
Atatürk Ulusal Koleji Pedagoji Bölümü mezunlarından oluşmaktadır. Türkiye’de Türk Dili
ve Edebiyatı öğrenimi görmüş öğretmen sayısı azdır. Lise mezunlarının pedagojik formasyon
açısından yeterli düzeyde olmadıkları görülmektedir.
Türkçe dersi öğretmenlerinin kadro problemi de bulunmaktadır. Öğretmenler sözleşmeli
öğretmen statüsünde bir yıllığına görev alabilmektedirler. Ders başına ücret aldıkları için
ücretleri de tatmin edici nitelikten uzaktır. Bütün bu zorluklara rağmen Türkçe sevdalısı
öğretmenlerin takdir edilecek hizmetlere imza attıkları da bir gerçektir.
5. Sonuç ve Öneriler
Romanya’da Türkçe eğitiminin kökleri 1610 yılına kadar uzanmaktadır. Kesintilerle devam
eden bu süreç 1989 Devrimi ile ortaya çıkan özgürlük ortamında tekrar gündeme gelmiş ve
aradan geçen yirmi beş yıllık dönem içinde çeşitli aşamalardan geçerek günümüzde istenen
seviyede olmasa da belli bir aşama kaydetmiştir. Bu çalışmada bu süreç gözler önüne serilmiş
ve Romanya’da Türkçe öğretiminin temel sorunlarına değinilmiştir. Bu sorunların üç ana
başlık altında toplandığı görülmektedir. Bu sorunların çözümüne yönelik öneriler ise
şunlardır:
337
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Öğretim materyalleri ile ilgili olarak:

Ders kitaplarındaki imla yanlışlıkları Türkiye Türkçesi imla kurallarına göre
düzeltilmelidir.

Metinlerdeki dil sadeleştirilmeli, yaşayan Türkçe kelimeler kullanılmalıdır.

Dil bilgisi konuları Türkiye Türkçesi dil bilgisi konularına göre ele alınmalı, konu
anlatımında Türkiye Türkçesin dil bilgisi konularında kullanılan ortak terimler
kullanılmalıdır.

Uzun metinler kısaltılmalıdır.

Metinlere uygulamaya yönelik etkinlikler eklenmeli.

Öğretimde birliğin sağlanması için öğretmen kılavuz kitabı hazırlanmalıdır.

Kitap hazırlamada Türkiye’den uzman desteği alınmasının da yararlı olacağı
düşünülmektedir.
Öğrencilerden kaynaklanan sorunlarla ilgili olarak:

Öğrencilerde Türkçeyi öğrenme konusunda bilinç oluşturmak için önlemler alınmalı.

Çeşitli yarışmalar düzenleyerek öğrenciler özendirilmeli.

Tatillerde Türkiye gezileri düzenleyerek öğrencilerin ana yurtla manevi bağlar
kurmaları sağlanmalı.
Öğretmenlerden kaynaklanan sorunlarla ilgili olarak:

Öğretmenlerin kadro güvenceleri sağlanmalı.

Lise mezunlarının üniversiteyi Türkiye’de ve özellikle Türk Dili alanlarında
okumaları için özendirici önlemler alınmalı.

Mevcut öğretmenlerin Türkiye’de uzman öğretmenlerin vereceği hizmetiçi
seminerleriyle yeterlikleri artırılmalı.

Öğretmenlere, Romanya’da görevli imamlara yapıldığı gibi maddi destek verilmeli.

Başarılı öğretmenler ödüllendirilmeli.
338
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Kaynakça
Aksu, A. (2005). Romanya Türklerinde Kültürel Durum ve Mektep ve Aile Mecmuası,
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, IX (1), 11-27
Alpat, M. F. (t.y.). Atatürk Döneminde Türk Romen İlişkileri. İ. Ü. Nasrattınoğlu ve S.
Türkoğlu (Ed.). II. Uluslar arası Romanya’da Türk Kültürünün İzleri Sempozyumu
Bildiriler. (57-61), Romanya Demokrat Türk Birliği.
Arkeş, K. E. (2005). 1990 Sonrası Türkiye Romanya İlişkileri. Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, İstanbul
Avcı, S. (2008). Romanya. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi içinde (c. 35, 167168). İstanbul: TDV Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi
Bozkurt, G. S. (2008). Geçmişten Günümüze Romanya’da Türk Varlığı. Karadeniz
Araştırmaları. , 5 (17), 1-31
Cemil, T. (1995). Romen Türk Dostluğunun Tarihi Temelleri. Yeni Türkiye, (3), 302-304.
Dai, A. (t.y). Avrupa Birliği Ülkelerinde Eğitim Romanya. 21.12.2013 tarihinde
www.egitim.aku.edu.tr/romanya.ppt adresinden ulaşıldı.
Education in Romania (t.y.). 21.12.2013 tarihinde en.wikipedia.org/wiki/Education_in_
Romania adresinden ulaşıldı.
Genelkurmay Başkanlığı (2006). Tarihte Türk Rumen İlişkileri. Ankara: Genelkurmay Ataşe
ve Denetleme Başkanlığı Yayınları
Gül, H. (15 Nisan 2008). Romanya’nın AB ve NATO’ya girişinde azınlıklara tanıdığı
hakların büyük etkisi oldu. Zaman Romania. 9 Kasım 2013 tarihinde
http://www.zaman.ro/ro/newsDetail_getNewsById.action;jsessionid=D55AF074F71
A9CB34F4DDE7D0057D46E.node1?sectionId=162&newsId=4372 adresinden
erişildi.
339
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Karpat, K. H. (1994). Dobruca. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi içinde (c. 9,
482-486). İstanbul: TDV Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi
Legea İnvătământului (2009). Romanya Eğitim Kanunu. 21.12.2013 tarihinde
http://www.edu.ro/index.php/articles/c21 adresinden ulaşıldı.
Lumina Institutii de Invatamant SA (t.y), 07 Nisan 2014 tarihinde
http://www.bucuresti.spectrum.ro/index.php?option=com_content&view=article&id
=68&Itemid=41 adresinden ulaşıldı.
Maxim, M. (2008). Romanya Tarihi. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi içinde (c.
35, 168-172). İstanbul: TDV Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi
Orta Karadeniz Kalkınma Ajansı (t.y.). Romanya Ülke Raporu. 9 Kasım 2013 tarihinde
http://www.oka.org.tr/ContentDownload/Romanya.pdf adresinden erişildi.
Önal, M. N. (1997). Romanya Türklerinin Günümüz Edebiyatı. Türk Dünyası Dil Edebiyat
Dergisi, (4), 15-39
Önal, M. N. (1994). Romanya Türklerine Bakış, Türk Dünyası Araştırmaları. (93), 177-190
Romanya (2005). Avrupa’daki Eğitim Sistemleri Üzerine Özet Bilgiler. 21.12.2013
tarihinde maol.meb.gov.tr/html_files/ulkeler/Romania%20(TR).doc adresinden
ulaşıldı.
Romanya’ya genel bakış. (t.y.), 29 Ekim 2013 tarihinde
http://ankara.mae.ro/tr/romania/1311 adresinden erişildi.
Türbedar, E. (2012). Romanya Türkleri, Türkmeneli İşbirliği ve Kültür Vakfı Avrasya
İncelemeleri Merkezi, 8 Kasım 2013 tarihinde
http://www.avim.org.tr/degerlendirmetekli.php?makaleid=5673 adresinden erişildi.
340
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
GÖSTERGEBİLİMSEL YÖNTEMLE BİR MASAL ÇÖZÜMLEMESİ: “ALTIN
ARABA” MASALI ÖRNEĞİ
Esra KÜLAH
ÖZET
Dil ve edebiyat alanında olduğu kadar resimden sinemaya, mimariden antropolojiye kadar
birçok farklı alanda da uygulama alanı genişleyen göstergebilim, kuramsal yaklaşımlar
dilbilimin yöntemleriyle metin çözümlemelerinde farklı bakış açıları ortaya koyar. Yazın
eleştirisi ve metin incelemelerinde işlevsel açıdan yaklaşan göstergebilim, anlamın metin
içinde nasıl oluştuğu ve nasıl iletildiği ile ilgilenir. Göstergebilimsel yaklaşımla ele alınan
metin çözümlemelerinde birtakım araçlardan yararlanılır. Algirdas Julien Greimas tarafından
geliştirilen Eyleyenler Modeli de bunlardan biridir. Bu çözümleme yönteminde, metindeki
anlam evreninin oluşumunu ortaya koymak amacıyla aşamalı bir süreç izlenir. Bu yazıda
Greimas’ın geliştirdiği Eyleyenler Modeli’nden yararlanılarak Naki Tezel’in Türk Masalları
adlı eserindeki “Altın Araba” adlı masalı çözümlenmiştir. Çözümleme sürecinde öncelikle
metin belirli ölçütlerle kesitlere ayrılmış; sonrasında bu kesitler söylemsel, anlatısal ve
mantıksal-anlamsal düzeylerde çözümlenerek metnin derin yapısına ulaşmak amaçlanmıştır.
Anahtar Sözcükler: Göstergebilimsel Çözümleme, Eyleyenler Modeli, Masal, Anlam.
AN ANALYSIS OF A TALE WITH SEMIOLOGICAL METHOD: AN EXAMPLE
OF A TALE “ALTIN ARABA”
Abstract
Semiotics, which has expanding field of application in such different areas as cinema, art,
architecture and anthropology as well as language and literature, suggests different point of

Arş. Gör. (Mersin Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü).
341
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
view for textual analysis by using theoretical approaches and methods of linguistics.
Seimotics, which approach literary criticism and textual analysis as functional, deals with how
meaning is formed and conveyed in the text. There are some tools for textual analysis which
is examined by semiotic approach. The Actantial Model, developed by Algirdas Julien
Greimas, is one of them. In this analysis method, in order to reveal the formation of universe
of meaning, a gradual process is followed. In this article, the tale called “Altın Araba”, which
is in the book of Naki Tezel called “Türk Masalları”, is analyzed. In the process of analysis
first, the text is divided into sections with specific criteria, then is aimed to reach the deep
structure of the text by analysing these sections at the levels of discursive, narrative and
logical-semantic.
Key Words:Semiological Analysis, Actantial Model, Tale, Meaning.
1. Giriş
Göstergebilim (İng. semiotics, Fr. sémiotique), inceleme konusu olarak dilsel ve dil–dışı tüm
göstergeleri ele alır. Ferdinand de Saussure (1857-1913) ve Charles Sanders Peirce (18391914) tarafından yapılan çalışmalarla konumu daha da belirginleşen göstergebilim, kuramsal
yaklaşımları ve önerdiği çözümleme araçlarıyla birçok farklı alanda da kendine yer edinmiştir.
Göstergebilimsel metin çözümlemeleri, metinden hareketle yüzey yapıdan derin yapıya doğru
bir süreç izleyerek metnin anlam evrenini ortaya koymayı amaçlar. Yazın yapıtlarında anlam
evreninin araştırılması yapıtın içerdiği kendine özgü dünyada insanların, nesnelerin, olguların
ve durumların içerik ve işlevlerinin aralarında kurulan bağıntılardan oluşan dizgenin ortaya
konulması olarak açıklanabilir (Yücel, 2007). Geliştirilen çeşitli metin çözümleme araçları,
metnin iletisi, yapısı ve anlamını ortaya koymada yardımcıdır. Algirdas Julien Greimas’ın
geliştirdiği Eyleyenler Modeli de metnin anlam evrenine ulaşmaya yardımcı çözümleme
araçlarından biridir. Bu modelde çözümlemenin başlangıç aşamasını, anlatı içindeki
eyleyenlerin, eyleyenler şemasının ve işlevlerinin gösterilmesi süreçleri oluşturur.
“Çalışmalarında Nikiforov, Propp, Lévi–Strauss ve Souria’nun yöntembilimlerinden
yararlanan A. J. Greimas’ın eyleyenler örnekçesi, hepsinin bir sonucu ve özeti olarak daha
tutarlı görünür (Günay, 2002: 61)”.
342
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Eyleyen terimi, anlatıda eylemin belirttiği oluşa etken ya da edilgen biçimde katılan varlık ya
da nesneye karşılık gelir (Yücel, 2007). Eyleyenler modeli, metinde anlatıyı oluşturan altı
eyleyenin (Özne, Nesne, Gönderen, Gönderilen, Yardımcı, Engelleyici) varlığından bahseder.
Eyleyen kavramı, kişi ya da nesne, somut ya da soyut, tekil ya da çoğul olabilir. Bu
eyleyenlerin tümü kimi anlatılarda bulunmayabilir ancak herhangi bir anlatının oluşması için
başlangıç ve sonuç durumu arasındaki edimi gerçekleştirecek bir Öznenin ve anlatıda
ulaşılmak istenen öğe olan Nesnenin varlığı gerekmektedir. Anlatı izlencelerinde eyleyenler
arasındaki ilişki şu şekilde şemalaştırılır:
Gönderen
Nesne
Gönderilen
Yardımcı
Özne
Engelleyici
Eyleyenlerin anlatıdaki eylem alanları üç tür eksen etrafında birleşir: “iletişim ekseni”;
“isteyim ekseni” ve “güç ekseni”.Gönderen ile gönderilen arasındaki ilişki iletişim ekseni
üzerinde yer alır. Bu eksende gönderen, özneyi değer nesnesine ulaşması için görevlendirir.
İsteyim ekseni, özne ile nesne arasındaki ilişkiyi belirler. Başlangıç durumundan
bitişdurumuna kadar süren anlatı izlencesi boyunca özne, nesneyi arar; onu elde etmeye
çalışır.Özne, önüne çıkan tüm engelleri aşarak nesnenin alıcıya ulaşmasını sağlar (Yücel
2008:148). Son olarak güç ekseni üzerinde yer alan eyleyenler ise yardımcı ve engelleyici
eyleyenleridir.
Çözümleme süreci söylemsel düzey, anlatısal düzey ve mantıksal-anlamsal düzey olarak üç
aşamada ele alınır. Bu aşamalar şu şekilde açıklanabilir:
1. “Söylem kişilerinin, zamanların ve uzamların bir dil yetisi aracılığıyla nasıl
düzenlendiğini, sözgelimi sanatsal, yazınsal bir tasarının söylem aşamasına nasıl
geldiğini araştırır.
2. Eyleyenlerin olay örgüsü içindeki işlevlerini saptamaya, kişilere bağlı bir eylem,
olay ve duyguların nasıl düzenlendiğini, bir anlatı izlencesi içinde nasıl
eklemlendiğini kavramaya çalışır.
343
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
3. Metnin ilk iki düzeyinde belirlenen anlam evreninin temellendiği, kaynaklandığı en
soyut, en mantıksal, en derin düzeydeki gücül yapıların neler olduğunu görmeye ve
göstermeye yönelir (Rifat, 1996: 27)”
Anlatıyı göstergebilimsel açıdan çözümlemede metni kesitlere ayırma işlemi, çözümleme
sürecinin ilk aşamasını oluşturur. Kesitleme aşaması anlatıyı anlam kavşaklarına ayırmak için
kullanılır ve belirli ölçütlere göre yapılır. Basımsal ayrılığa göre kesitleme, zamansal ayrılığa
göre kesitleme, uzamsal ayrılığa göre kesitleme bu ölçütlerden bazılarıdır (Rıfat, 2007: 104).
Metnin derin yapısındaki temel mantıksal- anlamsal düzeye ulaşmada aşamalı bir süreç
izlenir. Buna göre öncelikle metnin söylemsel, anlatısal katmanları ele alınarak yüzey yapı
çözümlemesi gerçekleştirilir. Derin yapıyı oluşturan anlamsal katmanların çözümlenmesiyle
oluşturulan göstergebilimsel dörtgenle anlamın en soyut aşamasına ulaşılır.
2. İnceleme
İncelenen metin yazınsal tür olarak “masal” metnidir. “Masallarda belirli bir zaman veya
mekân unsuru yoktur. Masallar “vaktiyle, evvel zaman içinde” gibi zamanı net bildirmeyen
kelimelerle başlar. Masalın içerisinde “Hindistan, Türkistan, Yemen, Çin, İstanbul, Mısır,
Bağdat, İstanbul, Halep” gibi gerçek mekân isimleri geçse de olayları doğrudan bu kentlerle
ilişkisi yoktur” (Gürel ve diğ. 2007: 45). “Evvel zaman içinde”, “bir gün” gibi belirsiz zaman
zarflarıyla zaman ve uzamın belirsizliği, –mIş’li geçmiş zaman ve üçüncü tekil/çoğul kişi
adılı kullanımı, dış odaklı bir anlatıcının varlığı vb. özelliklerincelenen metnin yazınsal tür
olarak “masal” metni olduğunu doğrular niteliktedir.
“Altın Araba” adlı masalın çözümlenmesinde olay örgüsünün uzama bağlı olarak değişiklik
göstermesi bakımından uzamsal olarak kesitlere ayırma yoluna gidilmiştir ve metin dört kesite
ayrılmıştır. Kesitlerin incelenmesi şu şekildedir:
Kesit I: Başlangıç Durumu
Söylemsel Düzey: Metnin birinci kesiti masalın başlangıç bölümünü içerir. Birinci kesitte
anlatı kişilerini padişah (G1) ve vezir (Ö1) oluşturur. Gönderen (G1), özneyi eksikliğini
duyduğu değer nesnesini aramak üzere bir eylemde bulunması için görevlendiren; Gönderilen
ise bu eylemden yarar sağlayan eyleyendir. Anlatıda padişah (G1), hem gönderici hem
gönderilen konumdadır. Anlatı zamanını “evvel zaman içinde, bir gün”; anlatı uzamını ise
344
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
“saray” oluşturur. “Söylemsel düzeyde eyleyenler; adları, görünüşleri, ruhsal durumları,
işleri, toplumsal durumları vb. ile söyleme inandırıcılık, gerçeklik boyutu katarlar” (Kıran ve
Kıran, 2007: 185). Metin bu açıdan incelendiğinde G1 ve Ö1 betisel olarak kendi özelliklerini
taşır. G1, “yöneten” ve “korku verici” rolünü üstlenirken, Ö1 “itaatkâr” ve “hizmetkâr”
roldedir.
Anlatısal Düzey: Başlangıç bölümünde ortaya konan temel sorun, masalın genel anlatı
izlencesini yansıtır. Anlatı izlencesi, “Başlangıç durumunu sonuç durumuna ulaştıran temel
dönüşümün gerçekleşme süreci ya da daha teknik bir anlatımla bir edim sözcesinin bir durum
sözcesini etkileyip yeni bir durum sözcesine dönüştürmesi süreci” olarak açıklanır (Rıfat,
2007: 41). Anlatı şeması olarak da adlandırılan anlatı izlencesi, dört aşamadan oluşur: eyletim
(manipülasyon), edinç (kompetans), edim (performans) ve yaptırım (sanksiyon). Masalın
anlatı izlencesinde eyletim aşamasını padişah (G1) ve vezir (Ö1) arasında yapılan sözleşme
oluşturur. Padişah (G1), veziri (Ö1) çağırır ve vereceği bir lira ile bir koç almasını söyler.
Kırk gün içinde koçun etinden et, derisinden kürk ister. Ancak verdiği lirayı geri, koçu da
canlı olarak istemektedir. İsteği gerçekleştirilmediği takdirde Ö1’i ölümle tehdit eder. Böylece
Nesnenin (N1) varlığı belirir.
“Nesnenin ne olduğu düz anlam katına aittir, işlevi ise
kahramanın yollara düşmesini sağlayacak, bulunması gereken, eksikliği duyulan bir nesne
olmasıdır” (Akerson, 2005: 137). Buna göre Vezir’in (Ö1) padişaha karşı değer nesnesi
yaşamıdır (N1). Vezir, başlangıç durumunda değer nesnesinden ayrı olmasa da (Ö1∩N1) bu
durumun sürekliliği onun kontrolünde değildir. Yaşaması padişahın (G1) isteğini yerine
getirmesine bağlıdır.
Özne (Ö1), ortaya çıkan soruna çözüm bulmaya çalışır. Ancak G1’in isteğini gerçekleştirmesi
imkânsız görünür. Burada soyut özellikteki eyleyen Engelleyici (E1) ortaya çıkar. Sonuç
olarak birinci kesitin eyleyenler şeması şu şekilde gösterilebilir:
Şekil 1. Birinci Kesitin Eyleyenler Şeması (Vezir açısından) :
Gönderen
Nesne
Gönderilen
(Padişah)
(Yaşam)
(Padişah)
Yardımcı
Özne
Engelleyici
345
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Ø
(Vezir)
(İmkânsızlık)
Başlangıçta Ö1, söz konusu edimi gerçekleştirebilecek güçten yoksunken; G1 güç sahibi ve
yöneten durumdadır. Toplumsal durumda birinci kesitin anlatısal düzeyinde karşıt ilişki
yöneten- yönetilen olarak belirir.
Toplumsal Durum
Yöneten
Yönetilen
Kesit II: Çözüm Arama Durumu
Söylemsel Düzey: Başlangıç kesitinde çözüm bulamayan Ö1, değer nesnesine ulaşmak için
çaba sarf eder (edim evresi) ve uzak ülkelere yola çıkmaya karar verir. Zaman ve uzam
değişir; saray→ orman; zaman →“Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş…” şekline döner.
Söylemsel düzeyde izlencenin öznesi olan Ö1, “çaresiz” olarak betimlenir. Anlatı kişilerine
yeni bir eyleyen eklenir: Y1 (çiftçi). Bundan sonraki süreçte Ö1 ve Y1’in birlikteliği söz
konusudur (Ö1∩Y1).
Birlikte yola devam eden Ö1 ile Y1, aralarında anlaşmaya çalışır ancak Y1, Ö1’in ne demek
istediğini anlayamaz. Bunun üzerine Ö1’i yalnız bırakır ve tek başına köye döner (Ö1UY1).
Bu kesitte uzam köye döner; zaman ise o günün akşamıdır (“Akşam olduğu için çiftçi biraz
sonra akşam yemeğine oturmuş.”). Anlatı izlencesine yeni eyleyen eklenir: Y2 (küçük kız).
Böylece kesitteki anlatı kişilerini çiftçi, küçük kız ve adı geçen vezir oluşturur. Y1 ve Y2’nin
bu kesitteki görünümleri Ö1’den daha belirgindir. Y2, gördüğü Ö1’i merak eder ve kim
olduğunu sorar. Olanları anlatan çiftçi (Y1), küçük kızdan (Y2) doğru cevabı öğrenir. Bu
durum, izleksel olarak Y2’nin zeki ve yetenekli olduğunu gösterir.
Anlatısal Düzey: Y1, Ö1’e giderek demek istediklerini anladığını iletir. Ancak Ö1 asıl cevabı
bulanın başkası olduğunu düşünmektedir. Ö1’in ısrarı üzerine Y1 cevabı kimin söylediğini
itiraf eder. Doğru cevabı öğrenen Ö1, kendisine yardım edebileceğini düşünerek Y2 ile
görüşmek ister.
Şekil 2. İkinci Kesitin Eyleyenler Şeması (Vezir açısından):
Gönderen
Nesne
Gönderilen
346
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
(Padişah)
(Yaşam)
Yardımcı
(Padişah)
Özne
(Küçük kız)
Engelleyici
(Vezir)
İmkânsızlık
Kesit III: Başarı Durumu
Söylemsel Düzey: Bu kesitte anlatı kişilerini vezir (Ö1), küçük kız (Y2) ve çiftçi (Y1)
oluşturur. Ö1 aslında sorunu kendisi çözebilecek güçte değildir. Bu nedenle Ö1 sorununa
çözüm bulmak için Y1’den Y2’yi getirmesini ister. Y2’ye çaresiz bir şekilde sorununu anlatır.
Y2, çözümün çok basit olduğunu söyler. Buna göre Ö1 ile Y2 arasındaki karşıt ilişki duygusal
durum bağlamında ele alınan anlam ekseninde Ö1 “çaresiz”, Y2 ise “kararlı” olarak gösterilir:
Duygusal Durum
Çaresiz
(vezir)
Kararlı
(küçük kız)
Anlatısal düzey:Küçük kız (Y2), vezire (Ö1) yapması gerekenleri söyler. Verilen cevapla
Engelleyici eyleyen (E1) ortadan kalkmış olur. Böylelikle Ö1, değer nesnesine (N1) kavuşmuş
olarak anlatı izlencesini tamamlar [Aİ = (Ö1 ∩ N → Ö ∩ N].
Şekil 3. Üçüncü Kesitin Eyleyenler Şeması (Vezir açısından):
Gönderen
(Padişah)
Yardımcı
(Küçük kız)
Nesne
Gönderilen
(Yaşam)
(Padişah)
Özne
Engelleyici
(Vezir)
Ø
347
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Ö1, Nesnesine (N1) kavuşur ve cezalandırılmaktan kurtulur (yaptırım evresi). Ancak olay
örgüsü tamamlanmaz. G1 (padişah) cevabı bulan küçük kızı (Y2) görmek ister. Y2 burada
yardımcı eyleyen özelliğinden özne (Ö2) eyleyenine dönüşür. Küçük kızın ne kadar akıllı
olduğunu görmek isteyen padişah (G1), istediklerini yapmaması durumunda küçük kızı (Ö2)
zindana atacağını söyler. Bundan sonraki aşamada küçük kız (Ö2) değer nesnesi olan
özgürlüğüne (N2) kavuşmaya çalışacaktır.
Kesit IV: Bitiş Durumu
Söylemsel Düzey: Uzam saraya dönüşür. Zaman ise net değildir. Eyleyenlere bakıldığında,
izleksel olarak aşağıdaki rollere sahip oldukları görülür:
Eyleyenler
Padişah (G1)
Vezir (Ö1)
Küçük kız (Ö2)
Çiftçi (Y1)
İzleksel Roller
“yöneten”
“itaatkâr”
“zeki ve cesur”
“bilgisiz”
Anlatısal Düzey: Başlangıçtaki G1 (padişah), Ö2’yi (küçük kız) merak eder ve saraya çağırır.
Ö2’nin konumu burada daha belirginleşir. G1, başlangıç kesitinde olduğu gibi
gerçekleştirilmesi imkânsız bir istekte bulunur. Özne’yi yani Ö2’yi değer nesnesini aramak
için görevlendiren ve bu eylemden yarar sağlayan olarak padişah, yine gönderen ve gönderilen
konumundadır. Ö2’nin değer nesnesi olan “özgürlüğe kavuşma” isteği soyuttur. Ö2’nin
değer nesnesine ulaşmasındaki engelleyici (E1) ilk kesitte olduğu gibi yine “imkânsızlık”
olarak görünür
Şekil 4. Dördüncü Kesitin Eyleyenler Şeması (Küçük kız açısından):
Gönderen
Nesne
(Padişah)
(Özgürlük)
Yardımcı
Gönderilen
(Padişah)
Özne
Engelleyici
348
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
(Küçük kız)
Ø
Derin Yapı: Mantıksal- Anlamsal Düzey
Mantıksal- anlamsal düzey, eyleyenler modelinde anlam evreninin en soyut halini yansıtır.
Metnin yüzeyde görülmeyen kavramlar, bağıntılar ve dönüşümler derin yapıda gösterilir
“Greimas’a göre, derin yapıyı oluşturan da, aslında insanın bireysel ve toplumsal varoluş
sorunlarıdır. Bu varoluş değerleri ve biçimleri, derin yapının bileşenlerini oluşturur. Bu
bileşenler de ancak mantıkla açıklanabilir ya da başka bir deyişle, bunlar mantığın kendi
bileşenleridir. Mantığın bileşenleri, yaşamdaki temel karşıtlıklardan oluşurlar ve en derin
yapıda yer alırlar” (Akerson, 2005: 148).
“Derin yapı, söylemi oluşturan dilsel ya da dilsel olmayan sözdizimsel ve göstergebilimsel
düzenlemeleri ortaya koyar. Bu aşamada terimler arasında hem birbirine karşıt hem birbirini
tamamlayan, hem de birbiriyle çelişen terimler bulunur” (Kıran, 2013:118).
Toplumsala ilişkin karşıtlık: /yöneten/ ve /yönetilen/.
Bireysele
ilişkin
karşıtlık:
/yetenekli/
ve
/yeteneksiz/,
/genç/
ve
/yaşlı/,
/yaşam/ ve /ölüm/, /çaresiz/ ve /kararlı/.
İncelenen masalda temel dönüşüm çaresizlik / başarı karşıtlığı üzerine kuruludur. Özne (Ö1),
çaresizlikten başarıya doğru bir dönüşüm süreci izler.
/başarı/
/çaresizlik/
(gerçekleştirilmesi imkânsız istek)
(zekâ ile doğru cevaba ulaşma)
a1
a2
/başarı yokluğu/
/çaresizlik yokluğu/
ā 2
ā1
(çözüm bulmak için çaba sarf etme)
349
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Anlatı, ortaya konan temel bir sorun ile başlar (a1). Özne, soruna çözüm bulmak için mücadele
eder (ā1) ve başarıya ulaşılmasıyla anlatı sona erer (a2).
Göstergebilimsel dörtgendeki kavramlar arasında karşıtlık, çelişkinlik, içerme gibi temel
mantıksal anlamsal ilişkiler yer alır. Karşıtlık bağıntısı yaşam/ölüm, zayıf/güçlü, güzel/çirkin
gibi aynı anlambilimsel eksende yer alıp birbirlerini zorunlu bir şekilde varsayan karşıt iki
terim arasında; çelişiklik bağıntısı ise olma/olmama, yaşama/yaşamama gibi uzlaşmaz
terimler arasında; içerme bağıntısı ise iyi/kötü olmayan, kötü/iyi olmayan gibi aynı düzlemde
yer alan terimler arasında kurulur (Yücel 2008: 137).Masalın başlangıcı ile sonucu arasındaki
fark ve anlam ilişkileri göstergebilimsel dörtgenle şu şekilde gösterilebilir:
Göstergebilimsel Dörtgen:
/sorun/
/çözüm/
a1
a2
ā2
/çözüm yokluğu/
ā1
/sorun yokluğu/
Göstergebilimsel dörtgen sorun-çözüm karşıtlığını yansıtır. Anlatıda her zaman çözülmesi
gereken bir sorun ortaya konur. Anlatı kişileri, çözüme ulaşmak için mücadele eder ve
başarıya ulaşır.
3. Sonuç
“Altın Araba” masalı, göstergebilimsel çözümleme ile incelendiğinde tipik bir anlatısal metin
özelliği yansıtır. Eyleyenler kendi rollerinin tüm özelliklerini taşır (padişah: “yöneten”, vezir:
“itaatkâr” vb.) Anlatı izlencelerinin tüm evreleri gerçekleşir. Özne, başlangıç durumu ve
sonuç durumu arasında edim sözcesini gerçekleştirir ve bu iki durumun farklı özellikte
olmasını sağlar. Anlatı izlencesini içeren düzeyler genel olarak incelendiğinde özne
başlangıçta nesneden ayrı değildir ancak kaybetme olasılığı ile karşı karşıyadır ve yardımcı
eyleyenle (Y1) ile birlikte (Ö1UY1) nesneye (N1) ulaşmaya çalışır. Edim evresiyle nesneyi
350
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
elde eden özne, anlatı izlencesini tamamlamış olur (Ö1∩N). Anlatıyı oluşturan durum ve
dönüşümlere bakıldığında sorunlara çözüm bulmanın genç ya da yaşlı olmaktan bağımsız
olduğu gerçeği ortaya çıkar. Masalın başlangıcında çözülmesi imkânsız gibi görünen temel
sorun, zekâ ve yetenekle çözülmüş olur.
Son yıllarda farklı alanlarda da yaygınlık kazanan göstergebilimsel çözümleme, çeşitli araçlar
kullanarak metinde verilen iletiyi bulmaya çalışır. Metindeki iletinin örtük olarak verildiği
yazınsal yapıtlar üzerine göstergebilim ışığında yapılan çözümlemeler, Türk edebiyatının
zengin örneklerinin anlamsal derinliklerini göstermede katkı sağlar.
Kaynakça
Akerson, E.Fatma (2005). Göstergebilime Giriş. İstanbul: Multilingual Yabancı Dil Yayınları.
Greimas, Algirdas Julien (1983). Du Sens II: Essais Sémiotiques, Paris: Edition du Seuil.
Günay, V.Doğan (2002). Göstergebilim Yazıları. İstanbul: Multilingual Yabancı Dil
Yayınları.
Gürel, Z. Şahbaz, N.K. ve Temizyürek, F. (2007). Çocuk Edebiyatı. Ankara: Öncü Kitap.
Kıran, Zeynel ve Kıran Ayşe (2007). Yazınsal Okuma Süreçleri, Ankara: Seçkin Yayınları.
Kıran, Ayşe Eziler (2013). Yazınsal Göstergebilim ve Eleştiri. (Eleştiri Kuramları) Eskişehir:
Anadolu Üniversitesi Yayınları.
Rifat, Mehmet (1996).Göstergebilimcinin Kitabı,İstanbul: Düzlem Yayınları.
Rifat, Mehmet (2007). Homo Semioticus ve Genel Göstergebilim Sorunları, İstanbul: YKY
Yayınları
Tezel, Naki (2001). Türk Masalları 2. İstanbul: MEB Yayınları.
Yücel, Tahsin (2007). Eleştiri Kuramları, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Yücel, Tahsin (2008). Yapısalcılık, 2. Baskı, İstanbul: Can Sanat Yayınları.
351
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Ekler
Ek 1: ALTIN ARABA
Bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellal iken,
sinek berber iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallarken bir padişah varmış.
Padişah bir gün vezirini çağırarak demiş ki:
-Al şu bir lirayı. Bununla bana bir koç alacaksın! Bu koçun etinden et, derisinden kürk
isterim. Verdiğim lirayı geri, koçu da diri isterim. Sana kırk gün izin. Söylediklerim
yapılmazsa, kırk birinci günü boynun cellâda vereceğim…
Vezir doğru odasına gitmiş. Başını elleri arasına alarak kara kara düşünmeye başlamış.
Padişahın isteklerini yerine nasıl getirsin? Güç, hem de çok güç bir iş bu. Sabaha kadar
düşünen vezir, hiçbir yol, bir çare bulamamış. Bunun üzerine, uzak ülkelere geziye çıkmaya
karar vermiş. Belki bir yol bulurum diye… Hemen hazırlanmış. Gün ışırken kimseciklere
görünmeden saraydan ayrılmış, yola düşmüş.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, bir de arkasına bakmış ki, bir karışçık yol
gitmiş. Başlamış gene yürümeye… Çok geçmeden bir çiftçiye rastlamış. Selam verdikten
sonra demiş ki:
-Çok yorgunum. Uzun zamandır yürüyorum. Ayaklarımda kuvvet kalmadı. Şu yokuşun
başına kadar sen beni taşı. Oradan köye kadar da ben seni taşırım.
Çiftçi, bu tanımadığı adamın sözlerine aldırmamış bile… Hiç konuşmadan yürümeye
devam etmişler. Biraz sonra önlerine bir orman çıkmış. Vezir, çiftçiye bu sefer de:
-Gel bu ormana tek girelim, çift çıkalım! Ha, ne dersin?
Çiftçi bu sözlere de karşılık vermemiş.
Gene yürümüşler, yürümüşler. Çok geçmeden bir evin önüne gelmişler. Kapıda bir kız
duruyormuş. O zaman çiftçi konuşmuş:
-İşte, demiş, benim evim burası. Vezir eve şöyle bir baktıktan sonra:
-Evin güzel ama ahbap, demiş, dümeni eğri. Çiftçi bu sözlerden bir şey anlamamış. Canı
da sıkılmış. Vezire cevap vermemiş. Yüzüne bakmadan evden içeri girmiş.
352
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Vezir sokak ortasında yalnız kalmış. Çaresiz gidip köy odasını bulmuş, oraya misafir
olmuş.
Akşam olduğu için çiftçi biraz sonra akşam yemeğine oturmuş. Yemek sırasında
çiftçinin on üç yaşındaki kızı, babasına sormuş:
-Baba, bugün seninle beraber köye kadar gelen sakallı amca kimdi?
Babası:
-Tanımıyorum kızım, demiş, bugün ona yolda rastladım. Bana birçok şeyler söyledi.
Hiçbir dediğini anlamadım, cevap da vermedim.
Kızın merakı artmış:
-Nasıl şeyler söyledi de, demiş; anlamadın baba?
O zaman çiftçi anlatmış:
-Önce, şu yokuşun başına kadar sen beni taşı, oradan da köye kadar ben seni taşıyayım,
dedi. Neden böyle söylediğini anlamadım. Kendisini hiç tanımadığım halde, bana kendisini
taşıtmak istediği için kızdım, cevap bile vermedim. Biraz sonra ormana girdik. O zaman da,
gel bu ormana tek girelim, çift çıkalım, dedi. Bu sözlerinden de bir şey anlamadım. Canım da
iyice sıkılmağa başladı ama kendimi tuttum. Sonra köye vardık. O zaman başımdan savmak
için burayı göstererek “İşte benim evim”, dedim. Bana ne dese beğenirsin? Evin güzel ama
dümeni eğri, demez mi? Tepem attı. Şeytana uyup da elimden bir kaza çıkmasın diye hemen
içeriye girdim. Evin dümeni mi olurmuş? Deli mi ne?
Babasının sözlerini dikkatle dinleyen küçük kız:
-Haksızlık etmişsin baba, demiş. O amcanın her sözünün bir manası var. Sen yemeğini
ye de ben sana onun ne demek istediğini bir bir anlatayım istersen?
-Yemek sırasında vezirin sözlerinin manasını kızından öğrenen çiftçi, sofradan
kalktıktan sonra doğru köy odasına koşmuş. Veziri bularak:
-Affedersin Tanrı misafiri, demiş. Ben yorgunluktan gündüz söylediklerini pek
kavrayamadım. Kulaklarım da biraz ağır işitir zaten. Kusurumu bağışla! Yemekte düşündüm,
ne demek istediğini anladım. Yokuşun başına kadar sen beni taşı, oradan köye kadar da ben
seni taşıyayım demekle, yokuşun başına kadar sen konuş, ben dinleyeyim, oradan köye kadar
353
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
da ben konuşurum, sen dinlersin, demek istemiştim. Ormana tek girip çift çıkalım demekle
de, birer değnek yapmamızı teklif ettin. Evime, güzel ama dümeni eğri, demekle de, kızın
güzel ama burnu eğri demek istemiştin, değil mi?
Çiftçinin sözlerini dikkatle dinleyen vezir:
-İyi bildin ama demiş, bunlar senin aklının işi değil. Doğru söyle, bunları sana kim
öğretti?
Çiftçi, biran düşündükten sonra:
-Hiç kimse öğretmedi, demiş.
Demiş ama veziri inandıramamış. Vezir, doğru söylemesini ısrarla isteyince, çiftçi,
çaresiz işin doğrusunu söylemiş:
-Kapıda gördüğün küçük kızım var ya, işte o öğretti.
O zaman vezir, bu çok akıllı küçük kızı merak etmiş:
-Hadi, demiş, getir şu küçük kızını da yakından bir göreyim. Onun aklı bizimkinden
çok. Benim bir derdim var, belki o bir çare bulur.
-Çiftçi hemen eve dönerek kızını yanına almış, köy odasına getirmiş. Küçük kızı pek
seven ihtiyar vezir:
-Senin gibi akıllı bir evlada sahip olduğu için baban ne kadar sevinse haklıdır yavrum,
demiş. Akıllı çocukları herkes sever. Mademki sen bu kadar çok akıllısın, benim derdime de
bir çare bul bakalım!
Küçük kız gülmüş:
-Güzel sözleriniz için teşekkür ederim, demiş. Derdiniz nedir ki?
Vezir anlatmağa başlamış:
-Padişah bana bir lira vererek dedi ki: “Al şu lirayı, bununla bana bir koç alacaksın. Bu
koçun etinden et, derisinden kürk isterim. Ama lirayı geri, koçu da diri isterim”, dedi.
Küçük kız vezirin sözleri bitince kahkahalarla gülmeye başlamış. Şaşıran vezir demiş ki:
354
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
-Kızım bunda gülecek ne var? Ağlanacak bir hal bu. Şayet padişahın istediklerini kırk
günde yapamazsam, kırk birinci günü beni cellâtlara verecek, boynumu vurduracak. Benim
gibi ihtiyar bir adamın başı kesilirse sevinir misin?
Küçük kız, bunun üzerine:
-Bunları yapmaktan kolay bir şey yok ki amca, demiş. Siz hiç tasalanmayın, ben sizi
kurtarırım!
Bu sözlere pek sevinen vezir:
-Aman sağ ol kızım, demiş, söyle bakalım ne yapacağım?
Küçük kız, vezire neler yapacağını anlatmaya başlamış:
-O bir lira ile yünü kırpılmamış bir koç alırsın. Yününü kırptırır, iki liradan satarsın. Bir
lirasını saklar, öteki lira ile küçük bir kürk yaptırırsın. Koçun kuyruğundan bir parça keserek
lira ile beraber bir tabağa koyar, padişaha götürürsün. Oldu mu?
Vezir, küçük kızın verdiği akla hayran olmuş, cellâtlara verilmekten kurtulduğu için
sevinç içinde küçük kıza ve babasına teşekkür ederek köyden ayrılmış.
Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, saraya varmış. Padişahın karşısına çıkmış.
Emirlerini bir bir yerine getirmiş.
Padişah memnun olmuş ama bu aklı kimden aldığını vezirine sormuş. Vezir önce
söylemek istememiş, kem küm etmiş ama padişah sıkıştırınca doğruyu söylemek zorunda
kalmış. O zaman padişah bu akıllı kızı görmek istemiş.
Hemen bir araba göndermişler. Kızı köyden getirtip padişahın karşısına çıkarmışlar.
Padişah demiş ki:
-Pek akıllı bir kız olduğunu öğrendim. Bakalım aklını bana da gösterebilecek misin?
Gösteremezsen kendini zindanda bil!
Küçük kız bu sözlere gülerek:
-Ne isterseniz yapın padişahım, demiş. Ben Allah’tan başka kimseden korkmam!
Soracaklarınızın karşılığını alırsınız. Hazırım!
Küçük kızın pervasızlığına, cesaretine şaşıran padişah, gülerek demiş ki:
355
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
-Aferin sana! Pek cesur bir çocuğa benziyorsun. Şimdi dinle öyle ise: Has ahırımdaki
kısrağıma üç gün içinde iki tay doğurtacaksın! Şu kavanoza ben şimdi doksan dokuz tane altın
koyup ağzını mühürleterek sana vereceğim. Sen onu burada, benim gözümün önünde açıp
içinden yüz altın çıkaracaksın! Bundan başka, seni biraz sonra karşımda yetmişlik bir ihtiyar
olarak görmek istiyorum. Bütün bunları yapabilmen için benden bir tek şey istemek hakkın
var. Ama isteyeceğin şey sadece iki kelimelik olacak.
Küçük kız hemen atılarak:
-İstediklerinizi yapacağım padişahım, demiş, önce sizden iki kelimelik dilekte
bulunayım öyle ise…
Padişah:
-İste bakalım, demiş, derhal yapacağım!
-Güneşi söndürünüz! Demiş.
Bu istek karşısında şaşıran padişah, kızarak bağırmış:
-Kız, sen deli misin? Ben güneşi söndürebilir miyim hiç? Olacak bir şey istemelisin!
Küçük kız o zaman:
-Güneşi söndürmek olacak iş değil de, demiş, sizin istedikleriniz olacak şeyler mi
padişahım?
Kızın bu cevabını haklı bulan padişahın kızgınlığı bir anda geçmiş. Küçük kızın aklına,
zekâsına hayran olmuş. Babasına bir çift öküz ile bir tarla, kendisine de kasabadaki okula
gidip gelirken binmesi için altın işlemeli bir at arabası armağan ederek onları askerleriyle
beraber köylerine göndermiş.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım tavan arasına…
(Tezel, 2001: 73-81)
356
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
MİLYONLARCA KUŞTUK ŞİİRİNİN MUHTEVASI VE KAYNAKLARI
HAKKINDA
Gencay ZAVOTÇU
ÖZET
Candan Erçetin’in “Milyonlarca Kuştuk” şiiri, sözlerinin manası itibarıyla farklı kavim,
toplum ve milletlerin kültür ürünlerinden beslenmiş izlenimi verir. Erçetin, bu şiirinde geçmiş
ile gelecek arasında bir bağ kurma ve kültür köprüsü oluşturma çabası içerisinde gözükür. Bu
çabada, Fars ve Türk Mitoloji ve edebiyatları ile diğer Doğu toplum ve milletlerinin kültür
değerlerinin işlenişi dikkati çeker. Bu didaktik şiirin zengin bir altyapıya sahip olduğu ve
yerli-yabancı pek çok kaynaktan beslendiği söylenebilir. Yerli-yabancı pek çok kültür
ürününden beslendiği izlenimi veren şiir kurgusuna ve içeriğine istinâden üç bölüme
ayrılabilir. Baştaki üç birim ilk bölüm olarak adlandırılabilir. “Biz milyonlarca kuştuk” ifadesi
ile başlayan dördüncü birim ikinci bölümü, gönül üzerine söylenmiş son birim ise üçüncü
bölümü oluşturur. Baş taraftaki birinci bölüm genel etik ve ahlâki algılar/kanılar üzerine
kurulmuş ve belirgin örneklerle desteklenmiştir. Şiirin ikinci bölümü kuşların Kâf Dağı’na
yolculuğunu konu edinir. Şiirin üçüncü bölümü Erçetin’in gönül hakkındaki görüşlerine
tahsis edilir. Erçetin şiirin bu son bölümünde gönlü kuşa benzetir. Bu benzetmeyle, sanki
gönlün aşk hususunda zaman, mekân, sınır ve kural tanımayan karakterine vurgu yapar.
Anahtar Kelimeler: Kıskançlık, bencillik, hırs, inkâr, kuşlar, Kaf Dağı, gönül
Abstract
Candan Erçetin’s "We have millions of birds" poetry,the meaning of the words as different
tribes, communities and nations fed gives the impression of cultural products. Erçetin in this
poem to establish a link between the past and the future, and will appear in the effort to build
cultural bridges. In this endeavor, Persian and Turkish mythology and literature and other
Eastern societies and nations in the handling of noteworthy cultural values.This didactic
poema rich in frastructure owned and fed from many sourcessay thatdomestic and foreign.
Domestic and foreign products fed from many cultures giving the impression that the
contentrelating to poetry and fiction can be divided into three sections. The first part may be
referred to as the leading end piece. "We have millions of birds," he began with the second
part of the fourth unit, complacency has been said on the last unit generates the third part. The
first part of the head detects general ethicaland moral/beliefis founded upon and supported by

Doç. Dr., Bosna-Hersek Tuzla Üniversitesi Felsefe Fakültesi TürkDiliveEdebiyatıBölümü
357
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
prominent example. The second part of the poem deals with the journey of the birds of Mount
Qaf. The third part of the poem about the poet's mind is allocated to the opinion. In this final
section of the poem Erçetin hearts are likened to birds. With this simulation, it's like love heart
sin respect of time, space, and illimitable character limit emphasizes.
Keywords:Jealousy, selfishness, greed,denial,birds,KafMountain,hearts.
Giriş
Candan Erçetin’in “Milyonlarca Kuştuk” şiiri, sözleri ve sözlerinin manası itibarıyla farklı
kavim, toplum ve milletlerin kültür ürünlerinden beslenmiş bir görünüme sahiptir. Öğretmen,
akademisyen, söz yazarı ve ses sanatçısı kimlikleriyle tanınan Erçetin, bu şiirinde geçmiş ile
gelecek arasında bir bağ kurma ve kültür köprüsü oluşturma çabası içerisinde gözükür. Bu
çabada, başta Fars ve Türk Mitolojileri ile edebiyatları olmak üzere ağırlıklı olarak Doğu
kavim, toplum ve milletlerinin kültür değerlerinin işlenişi dikkati çeker. Şiirin, ulusal radyo
ve televizyon kanallarında görseller ve beste eşliğinde sunumu ise söz konusu kültür
değerlerinin hatırlatılması, kavratılması ve öğretilmesinde etkili olabilecek motifler /figürler
içerir.
Öğreticiliğin asıl amaç olduğu bu şiirin zengin bir altyapıya sahip olduğu ve yerli-yabancı pek
çok kaynaktan beslendiği söylenebilir. Baş tarafta, sebep-sonuç mahiyetinde biri birini izleyen
ve felsefî yönü ağır basan mısralara sindirilmiş karakter tahlilleri Erçetin’in kıyâfet ilmi (ilmi kıyâfet) ve ırabilim (karakteroloji) konusunda bilgili olduğu fikrini verirler. Bu kısımda
Erçetin, öğretmen kimliğinin yüklediği sorumlulukla okuyucuya bazı etik ve ahlâkî değerleri
öğretmek/kavratmak isterken öğreticiliğin imkanlarından azamî ölçüde yararlanır. Bir hususu
ya da düşünceyi bazen tümden gelim bazen de tüme varım yöntemleriyle okuyucuya
öğretmeye/kavratmaya çalışırken farklı karakterlere sahip insan ve hayvanları örnek olarak
zikreder. Öğretmeye/kavratmaya odaklandığı husus ya da konuyla ilgili örnekleri çok çarpıcı
olanlardan seçişi ise amacına ulaşmada kendisine büyük kolaylık sağlar.
Farklı konularda yerli-yabancı pek çok kültür ürününden beslendiği izlenimi veren şiir
kurgusuna ve içeriğine istinâden üç bölüme ayrılabilir. Bu tarz bir ayırımın şiirin verdiği
iletinin anlaşılmasında kolaylık sağlayacağını ve yararlı olacağını söyleyebiliriz. Bu bağlamda
baştaki üç birim ilk bölüm olarak adlandırılabilir. “Biz milyonlarca kuştuk” ifadesi ile
başlayan dördüncü birim ikinci bölümü, gönül üzerine söylenmiş son birim ise üçüncü bölümü
oluşturur.
Şiirin baş tarafında yer alan ve birinci bölüm olarak adlandırdığımız kısım geneletik ve ahlâki
algılar/kanılar üzerine kurulmuş ve bu algıları/ kanıları inandırıcı kılmak için belirgin
örneklerle desteklenmiştir. Her biri yargı hükmündeki mısralarla örülmüş bukısımda cümle
kurgusunun Fars.akiedatıyla desteklenmesi, Erçetin’in Fars diligrameriya da Osmanlı
358
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Türkçesi cümle yapısıya da dizilişi hakkında bilgili olduğu fikrini verir. Kıskançlık, aşk,
bencillik, hırs, hakîkat (ya da hakîkate erişme isteği), inkâr ve ayrılık öne çıkmış temalar
olarak gözükür. Bu temalarla bağlantılı olarak amaca erişmek, uçmak, yalnızlık, avlamak/
avlanmak, hata yapabilme riski, sırlara vakıf olmak da bu kısımda değinilen kavram, konu ve
hususlardır. Erçetin’in bu bölümde olumsuz huy ve kişilik özelliklerini öne çıkarmaktaki
amacı kişiyi uyarmak ve bu olumsuz huy ve kişilik özelliklerinden sakınıp korunmasına
yardımcı olmaktır.
Öğretici (didaktik) bir tavırla farklı tip, kişi ve hayvanların karakterleri hakkında hüküm veren
Erçetin’in yargı içerikli mısraları, klasik edebiyat mesnevilerinin sonundaki kahraman ve tip
tahlilleri ile ilgili kısımları hatırlatır. Şiir, Erçetin’in kıskançlığın kötü ve olumsuz bir huy
olduğunu anlatan özgün iki dizesiyle başlar:
Her kim ki kıskançlık gölünde yüzer
Bilsin ki ulaşamaz o kaf dağına
mısralarında, genellikle klasik dönem şiirinde görebileceğimiz bir teşbihle kıskançlık göle
benzetilir ve bu gölde yüzen kişinin Kaf Dağı’na ulaşamayacağı belirtilir. Erçetin, bu
mısralarda kişinin kıskançlıkla amacına ulaşmayacağını, amaca ulaşmak uğruna
yapacağı/başvuracağı hile, oyun, aldatma ve kandırma uğraşılarının işe yaramayacağını
söylemek ister. Kıskançlığı göle benzetip akabinde gölde yüzmekle kıskanç kişinin Kaf
Dağı’na (amacına) ulaşamayacağını söylerken Kâf Dağı’nı bir simge olarak zikreder. Yüksek
ve sarp olduğu rivâyet olunan Kâf Dağı ifâdesi ile kişinin erişmek istediği yüce amacı kasd
ederken bu ifâde ile şiirin ikinci bölümünde bahsi geçen kuşların yolculuğu ile de bir ilgi
kurmuş olur.
Erçetin, kıskançlık ile ilgili bu mısralarda kıskançlığın kötü bir huy olduğunu ima ederken
dünyanın ünlü bilgin, filozof, yazar ve şâirlerinin kıskançlıkla ilgili özlü sözlerine de
çağrışımda bulunur. Bu bağlamda, kıskançlığın kötülüğüne dair “Gurur, kıskançlık ve hırs
insanların kalplerini ateşleyen üç ateştir. (Dante Alighieri)”, “Söyleyen ve haykıran kıskançlık
daima beceriksizdir. Susan kıskançlıktan korkmalı. (Riverol)” v.b sözleri hatırlamak
mümkündür. Ancak, 15. yüzyıl yazarı Sinan Paşa’nın şiirsel bir kurguyla söylediği “Hased
onulmaz renc olur, ve ilim dükenmez genc olur”(Tulum, 2001: 181) cümlelerinin, kıskançlığın
kötü ve olumsuz karakterini özlü olarak anlatma hususunda çok etkili ve başarılı olduğunu
belirtmek gerekir.
Erçetin’in bu mısralarda asıl söylemek istediği ise kötü huylu kişinin başkalarına yaptığı
kötülüklere bir gün kendisinin maruz kalacağıdır. Farklı bir söylemle kişinin başkaları için
kazdığı kuyuya kendisinin düşeceği, başkaları için ördüğü çorabın bir gün kendi başına
geçeceği ya da herkesin kendi pisliğinde boğulacağını îmâ eder. Erçetin bu îmâlarla halk
kültüründe köklü bir geçmişe sahip “Ne ekersen onu biçersin” (Ömer Asım Aksoy, 1988:
359
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
395), “Eden bulur (Eden bulur, ,inleyen ölür” (Ömer Asım Aksoy, 1988: 257), ”İyilik eden
iyilik bulur” (Ömer Asım Aksoy, 1988: 336), “İyilik yapan iyilik, kötülük yapan kötülük
bulur” v.b atasözleri ile “kazdığı kuyuya düşmek”, “(birinin) başına çorap örmek” ve
“Dimyat’a (Payas’a) pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” (Ömer Asım Aksoy, 1988:
724)deyimlerine çağrışımda bulunur. Bu çağrışımlar ise sözlerinin etkileyici ve inandırıcı
olmasını sağlar. Mısralara yukarıda sıralanan deyim ve atasözlerini ustaca sindiren Erçetin,
Kâf Dağı sözü ile de şiirin ikinci bölümünde işaret edeceği Vahdet Yolculuğu’na (seyr-i
sülûka) ve yolculuğun sonunda kuşların eriştiği Kâf Dağı’na atıfta bulunur.
Yukarıdaki mısralar kıskanç kişinin eylemleri ve kıskançlıkla ilgili olsa da genelde olumsuz,
kötü ve zararlı eylem/söylemlerin sahibi için olumsuz, kötü ve zararlı sonuçlara yol açacağı
manalarına da gelir. Benzer şekilde olumlu, iyi ve yararlı eylem/söylemlerin sahibi için
olumlu, iyi ve yararlı sonuçlara yol açacağını da ima eder. Klasik Türk Edebiyatı’nda bu
düşüncelerin işlendiği metinler mevcuttur. Erçetin’in bu metinleri görüp görmediği hususunda
bir bilgimiz olmasa da eğitici/öğretici özelliği ile öne çıkan metinlerde bu düşüncelerin sıkça
işlendiğini söyleyebiliriz. “İyilik yapan iyilik, kötülük yapan da kötülük bulur” anafikrini
işleyen Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Bülbülnâme’si bu tür metinlerden biridir. Sebepsonuç itibarıyla ardı ardına sıralanan 4-5 olay halkasından oluşan Bülbülnâme, her olay
halkasının sonunda padişah tarafından söylenen “Kim kötülük yaparsa ona kötülük ulaşır.
İyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük ulaşır” manasındaki
Her ki û bed kerd ânhod-[râ] resed
Nîkuî-râ nîk bed-râ bed resed
(Mevlânâ; Nâfiz Paşa Nu.:502 (2b-3a).
beyti ile bütüncül bir görünüme kavuşur. Mevlânâ, 55 beyitlik mesnevide hayvan ve insan
kahramanlar arasında geçen olaylardan hareketle insanları doğru, olumlu, yararlı ve iyi
düşünme/ hareket etme hususunda eğitmeyi amaçlar.
Mevlânâ’nın Bülbül-nâme’de işlediği anafikir biraz farklı bir şekilde Sa‘dî’nin
Gülistân’ında da işlenir. ÖmerFu’âdî’nin Bülbüliyye’de, Gülistân’dan aktardığı
Her ki koned be-hod koned
Ger nîk ü ger bed koned
(Ömer Fu’âdî, Bülbüliyye 350,Gencay Zavotçu, 1997:
584)
(Kişi, iyiya da kötü (ne) yaparsa kendine yapar) beyti de anlam ve söylem bakımından
Mevlânâ’nın Bülbül-nâme’deki beyitleriyle benzerlik arzeden bir beyittir.
Şiirin
Bülbül ki aşk denizlerinde gezer
Uçamaz ki başka güllerin narına
360
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Mısralarında aşk bir denize benzetilir. Klasik Türk Edebiyatı metinlerinde aşk ve ilim
genellikle deniz, deryâ ve ummân’a, âşık da aşk denizine/ ummânına dalıp yol alan ve dibe
dalan bir dalgıca (gavvâsa) benzetilir. Deniz ya da ummâna giren dalgıcın amacı ise bu yolda
mesâfe katetmek, dibe dalıp inci-mercân çıkarmak ya da aşk denizinde garkolmak,
boğulmaktır. Aşağıdaki beyitler bu hususa örnek teşkil ederler:
Mülk-i fenâdan geçeyin ol dost iline uçayın
Talayın aşk ummânına denizleri kaynadayın (Yûnus Emre Div., 2006: 339)
(Yok olacak, bir gün sonu gelecek ülkeden geçip sevgilinin iline uçayım. Aşk okyanusuna
dalıp denizleri kaynatayım).
Talayın ‘ışkun bahrine gavvâs olayın bir zamân
İsteyeyin dâyim seni seyyâh olayın bir zamân
(Yûnus Emre Div., 2006: 307,
(Aşk denizine dalıp bir zaman dalgıç olayım. Bir zaman gezgin olayım, seni her zaman
isteyeyim).
Sorman Yûnus'dan haber dost kandasa anda var
Yüz bin gevherden fârig ‘ışk denizine talan(Yûnus Emre Div., 2006: 321)
(Yûnus’dan haber sormayın, dost neredeyse oradadır. Aşk denizine dalan yüz bin cevherden
vaz geçmiştir).
Yukarıdaki mısralarda bülbülün aşk denizlerinde gezdiğini söyleyen Erçetin, Doğu - Batı
kavim, toplum ve milletleriyle Türk kültüründe eski çağlardan beri işlenen gül-bülbül
temasına da değinir. Başka güllerin âteşine uçamayacağını söylerken de bülbülün güle âşık
olduğunu, gül dışındaki çiçeklerin onu âşık edecek çekicilik, güzellik ve kızıllıktan (âteşten)
yoksun olduğunu söylemek istiyor. Bu ifâdede âteş sözcüğü ile kızıl güle atıfta bulunurken
denizde gezen kuşun su ve ıslaklık sebebiyle uçamayacağını ya da uçmasının zor olduğunu da
îmâ eder gibidir.
Gül-bülbül aşkı Klasik Türk Edebiyatı ile Halk Edebiyatı’nda çok işlenen bir temadır. Hint ve
Fars edebiyatlarında milâdın ilk çağlarından beri işlenen tema Türk kültüründe 13. yüzyıldan
itibâren mısra, beyit, şiir ve eser boyutunda işlenir. Hint Edebiyatı’nda Beydebâ Kelile ve
Dimne’de hayvan ve kuş hikâyelerine yer verirken Fars Edebiyatı’nda beyit ve şiirlerin
yanısıra Bülbül-nâme adıyla bir eser yazılır. Türk Edebiyatında ise 13. yüzyılda Yûnus Emre
gül-bülbül temasını mısra ve beyit boyutunda işlerken Mevlânâ mesnevi nazım şekliyle 55
beyitlik bir Bülbül-nâme yazar. Mevlânâ’dan sonra da 19. yüzyıla kadar farklı şâir ve yazarlar
Gül ü Bülbül, Bülbüliyye ve Bülbülnâme adlarıyla müstakil eserler kaleme alırlar. Bu eserler
içerisinde en ünlüsü 16. yüzyıl şâiri Fazlî’nin yazdığı Gül ü Bülbül olur. Fazlî’nin Gül ü Bülbül
mesnevisi Avrupa`da da ilgi görür/ Eser kısmen veya tamamen İngilizce, Almanca ve
Fransızca gibi batı dillerine de çevrilir.
Şiirde kıskançlıktan sonra olumsuz huy ve kişilik özelliklerinden bencilliğe değinilir.
Her kim ki bencillik dağına tırmanır
Bilsin ki kaderi yalnız kalmaktır
361
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Dizelerinde bencillik bir dağa benzetilir ve bu dağa tırmanan kişinin yalnız kalacağı beyan
edilir. Bencillik, kişinin kendisini olduğundan farklı görmesine ve çevresine yukarıdan,
küçümser bir gözle bakmasına sebep olan bir kişilik özelliğidir. Sözlükte “Bencil olma
durumu, hodbinlik, hodkâmlık, egoistlik, egoizm, enaniyet (Türkçe Sözlük); “1. (Genel
anlamı): Ben düşkünlüğü; kendine düşkünlük, başkalarını göz önüne almadan yalnız kendini,
kendi çıkarını düşünme. (...). 3. Kendi ben'ini ve çıkarını yaşamın mutlak ilkesi yapan anlayış.
Karşıtı bk. Özgecilik (BSTS / Felsefe Terimleri Sözlüğü)” manalarına gelen bencillik kişinin
çevresi ve toplum ile yakın ve yararlı ilkişkiler kurmasına ve paylaşımcı olmasına engel olan
olumsuz bir rûh hâli, psikolojik bir hastalıktır (megalomani). Bencil kişi genellikle kendisini
daha farklı ve önemli, konumunu da yüksek gördüğü için kişilere ve olaylara yukarıdan
bakma, başkalarını küçük görme ve beğenmemeyi alışkanlık hatta yaşam şekli hâline getirir.
Yukarıdaki mısralarda Erçetin, bencil kişinin her şeye tek başına sahip olmayı tasarlayan
kişilik özelliğine istinaden bencilliği dağa benzetir ve bu dağa tırmanan kişinin yalnız
kalacağını söyler. Bununla, kendisinden başkasını düşünmeyen, çevresindekilere yukarıdan
bakan ve onları küçümseyen kişilerin farklı görüş ve kişiliklere tahammül edemedikleri/değer
vermedikleri için toplum tarafından sevilmeyeceklerini ve yalnız kalacaklarını söylemiş.
Toplumun bencil kişiler hakkındaki değer yargılarını işeyen bu mısralar bir anlamda kişiyi
bencillikten uzak durması hususunda uyaran, tahammülkâr ve paylaşımcı olması hususunda
yönlendiren uyarı ve öneri niteliğindedir. Bu mısralar aynı zamanda bencillik hakkında
söylenmiş sözleri de hatırlatan bir çağrışım niteliğindedir.
Şiirde bencillikten sonra aşırı istek, öfkeve kızgınlık anlamındaki hırs kavramı üzerinde
durulur. Hırsın olumsuz ve kötü huy ve hareketlere sebep olacak bir kişilik özelliği olduğu
kavratılmaya çalışır.
Şâhin ki hırs ovalarında saklanır
Avladım zanneder ama kendi avlanır
mısralarında hırs ovaya benzetilir. Kıskançlığı dağa benzeten Erçetin’in hırsı ovaya
benzetmesi ovanın geniş, uçsuz bucaksız; kişinin isteklerinin de sonsuz ve sınırsız olmasıyla
ilgili olabilir. Gerçek hayatta da isteklerin çok ve çeşitli olduğu, eğer bir sınır ve set
çekilmezse isteklerin önüne geçilemeyeceği görülebilir. İstek, insanın yaratılışı (fıtratı) ve
hamuru/mayası ile ilişkili bir kavramdır. Dîvân şiirinde istek sözcüğü genellikle gelip geçici
dünyevi arzûları karşılamak için kullanılır, hevâ vü heves ikilemesiyle belirtilir. Tasavvufî
dîvân şiirinde ise insanın dünyevî zevk, istek ve zenginliklere aldanmaması, itibar etmemesi,
onları kontrol altında tutması ve nefsin esiri olmaması vurgulanır. “Mûtû kalbe entemûtû”
hadîsinin meâli gereğince ölmeden önce, dünyada iken nefsin öldürülmesi gerektiğine sıkça
vurgu yapılır. Hakîkat ve ebedî hayat ile ilgili istekler ise daha ziyâde taleb ve murâd
sözcükleri ile ifâde edilir.
İnsanın yaratılışında 4 temel unsur (anâsır-ı erba‘a) vardır.
Bu vücûdun ser-mâyesi od u su toprag u yildür
Her biri aslına gider gâfil olmak nendür senün(Yûnus Emre Div., 2006: 174, G
148/4)
Dört dürlü nesneden hâsıl bilün benem uşda delîl
Odıla su toprag u yil bünyâd kılan Yezdân benem(Yûnus Emre Div., 2006: 254, G
211/6)
362
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
beytinde de belirtildiği üzere bu dört temel unsur toprak, su, âteş ve hava’dır. Allah (c.c.)
insanı balçıktan yaratmıştır. Balçıkta toprak, su ve hava vardır. Tefsirlerde rivâyet edildiğine
göre balçıktan yaratılan insanın bedeni âteş (sıcaklık) ve havanın (esinti, yel) tesiri ile
kurutulmuş, böylelikle insanın yaratılışında dört temel unsurun da katkısı vardır. Yaratılan
insana “ve nefahtü fîhi min rûhî (15/29)” âyetinde buyurulduğu üzere ruh üflenmiş ve canlı
hâle gelmesi sağlanmıştır.
İnsanın hamurunda bulunan dört temel unsurun, toprak, su, hava ve âteşin kişilik üzerindeki
yansımaları farklıdır. Toprak alçak, âdî ve değersiz bir varlık olmakla birlikte alçakgönüllülük
(tevâzu), bitirgenlik, doğurganlık, verimlilik ve ayıp örtme; su temizleyici ve arındırıcı
olmakla temizlik, paklık, saflık, arılık ve sadâkat; hava kararsız ve değişken olmakla
kararsızlık, döneklik, güvensizlik, ikiyüzlülük, karıştırıcılık ve arabozuculuk (fitne), istek
düşkünlüğü (hevâ vü heves); âteş ise kibir, küçümseme, hor görme, öfke, gazap, yakıp yok
etme, kin, nefret, zarar v.b. olumsuz huy ve kişilik özelliklerinin temeli ve besleyicisidir. Bu
bağlamda, toprak ve suyun özelliklerinin kişideki yansıması iyi huy ve karakter, hava ve âteşin
yansıması ise kötü huy ve karakter olarak tanımlanabilir. Şiirde hırstan söz edildiğine göre
mayasında hava ve âteş özelliklerinin baskın olduğu zararlı ve olumsuz kişiler kasdedilmiştir
denilebilir.
Âteş, kibir, öfke ve gazap denince akla ilk gelen şeytandir. Şeytân, önceleri Haris adlı bir
melekti. Kur’ân-ı Kerîm’in “Rabbin meleklere demişti ki: Ben muhakkak çamurdan bir insan
yaratacağım. Onu tamamlayıp içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman, derhal ona secdeye
kapanın! Bütün melekler secde ettiler. Yalnız İblîs secde etmedi. O büyüklük tasladı ve
kâfirlerden oldu. (38/ 71-73); “Ve Âdem’e isimlerin hepsini öğretti, Sonra onları meleklere
gösterip: “Haydi davanızda sâdıksanız bana şunları isimleriyle haber verin.” dedi. Dediler
ki: “Yücesin sen (ya Rab!) Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen
bilensin, hakîmsin.” Ve o zaman meleklere: “Âdem’e secde edin!” dedik, hemen secde ettiler.
Yalnız İblîs dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu. (2/30-34) konuyla ilgili olarak
ayrıca bkz.: 15/29)”manasındaki âyetlerinde belirtildiği üzere Allâh (c.c) çamurdan yaratıp
ruhundan üflediği ve isimlerinin hepsini öğrettiği Âdem’e bütün melekler secde etmiş, İblîs
(Şeytân) dışında kendisinin cin olup ateşten yaratıldığını, bu nedenle topraktan yaratılan
Âdem’e secde etmeyeceğini söyleyip Allâh (c.c.)’a asi olur. Allâh (c.c.) da onu Şeytân kılığına
sokup lanetledi ve cennetten kovdu. Bunun üzerine Şeytân Allâh’a yalvardı ve “Beni kıyâmete
dek yaşat ki iyi kullarından başlayarak bütün kullarını azdırayım.” dedi. Allâh kabul etti.
Şeytân ilk görevini Âdemle Havvâ cennette iken yerine getirdi. Cennete girip Âdem’i
kandırmaya çalıştı. Bunu başaramayınca daha zayıf yaratılışlı olan Havvâ’yı kandırarak yasak
meyveyi yemesini ve Âdem’e yedirmesini sağladı.
Yukarıdaki mısralarda hırs ovasında saklanarak avını yakalamak isteyen şâhinin “Ava giden
avlanır” (Ömer Asım Aksoy, 1988: 165) sözü gereği başkalarına av olacağı ya da tuzağa
düşeceği söylenir. İnsanoğlu bazı hayvanları (akbaba, doğan, balaban) avda yardımcı olarak
kullanır. Köpeklerin koku alma ve hızlı koşma, kuşların da süzülüp inme ve pençesiyle tutma
özelliğinden yararlanma düşüncesiyle onları eğitip avcılıkta kullanır: “Köpeğin Neolitik
devrin başından beri evcilleştirilmiş olmasına rağmen ilk av sahnelerinde tasvirine
rastlanmamaktadır. (…) Şahin cinsi kuşların yardımcı av hayvanı olarak kullanılmalarının
ise sanıldığından çok daha eskilere gitmesi gerekir.”(TDV İA; C 4, s. 100).
363
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Şâhin ilk çağlardan beri avcılıkta kullanılan bir kuştur. Aşağıdaki beyitler şâhinin avdaki
önemini anlatması bakımından dikkate değerdir:
Ol kuşun kim yuvası doğan elinde ola
Ol onda kaçan dura gide payına bir gün (Yûnus Emre Div., G 246/4)
[Yuvası doğan elinde olan kuş, olduğu yerde fazla
duramaz, sonunda mutlaka doğanın ayağına gider]
Her biri etmekdedir şevk ü safâ murgun şikâr
Bülbülân-ı bâğ kâr-ı şâhbâzân eyledi
(Yahyâ Divani, K 5/9)
[Her biri istek ve eğlence kuşunu avlamaktadır
Bâğın bülbülleri doğânların kazancı(nı temin) etti]
Süzülmüş nâz ile müjgânlarında bâl ü per açmış
Meger şâhîn-i çeşm-i mesti mürġ-i câna salmışdur (Vişne-zâde ‘İzzetî Div., G 38/1)
[Kirpiklerinde naz ile kanat açıp süzülmüş, sanki (sevgili)
sarhoş gözün doğanını gerçekte gönül kuşuna salmıştır.]
Saru şâhin elindeyse salarsun
Ol olmazsa eger aġzuñla kuş tut (Ebü’l-hayr, II. Murâd)(Rıdvan Canım, 2000: 138)
[Sarı doğan elindeyse (av için) salarsın
O yoksa eğer ağzınla kuş tut (boşuna uğraşma)]
Gözlerinin keskin görüşü, avının üzerine hızla süzülüşü, sivri pençeleriyle avını etkisiz kılışı
ve çabuk havalanışı avda onu iyi bir yardımcı konumuna yükseltir. Eskiden şâhin kolda eğitilir
ve avın peşinden salınırdı.
Yûnus bir toganıdı kondı Tapduk kolına
Ava şikâre geldi bu yuva kuşı degül(Yunus Emra Div., 1996: 190; G 164/8)),
Şâhinin avdaki ustalığını bilen 16. yüzyıl yazarı Hasan Çelebi, şâir Hayâlî Beğ’i sultânın
(Kânûnî Sultân Süleymân’ın) kolunda gezen bir şâhine benzetir: “…merhûm-ı sâhib-kırân
Sultân Süleymân’uñ sâ‘id-i sa‘âdetinde karâr iden şeh-bâzlardan olup mecmû‘a-ı dîvânı gibi
ol sultân-ı ‘âlî-şânuñ yanından gitmez ve evsâf-ı leb-i dil-berân gibi ekser zamânda dilinden
düşmez idi.” (Kınalı-zade Hasan Çelebi, 1989: 354)
Şâhinkihırsovalarındasaklanır
Avladımzannederamakendiavlanır
Mısralarındaşâhindenhareketleistekveöfkeileamacınaulaşmakisteyenkişininbaşvurduğuyönte
mlerininişeyaramayacağısöylenmekistenir.Bununla,sonudüşünülmedenhırsveöfkeileyapılani
şinkişiyeyarardeğilzarargetireceğiîmȃedilir. Ve şiirde söylenmek istenen Sa‘dî’nin
Gülistân’ındaki Akbaba İle Çaylak Hikâyesi’nin kahramanı akbabanın durumuyla örtüşür:
“Akbabanın biri çaylağa: “Uzağı görmekte benden üstün mahlûk yoktur” demişti. Çaylak:
“Bunu söylemek yetmez. Gel bakalım, ovanın etrafında ne görüyorsun?” diye karşılık verdi.
Akbaba bir günlük yol tutan yükseklikten aşağılara baktı: “İnanırsan dedi, ovada bir buğday
364
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
tanesigörüyorum.” Çaylak hayretinden sabredemedi. Yukardan aşağı doğru süzülmeye
başladılar. Fakat akbaba o tanenin yanına gelir gelmez, ayağına uzun bir tuzağın ipliği
düğümleniverdi. Zavallı, o taneyi yemek düşüncesiyle boynuna feleğin kement attığını
bilememişti. Her sedef inciye gebe değildir; nişancı her zaman hedefe vuramaz, değil mi?
Çaylak: “Sen düşmanının tuzağını farkedemedikten sonra taneyi görmüşsün, ne faydası var?”
dedi. İşittim; akbaba, boynu kemendin içinde, söyleniyor: “Mukadderattan kaçmanın imkânı
yokki…” diyordu. Velhasıl ecel, akbabanın kanına kastetmiş, kazâ da onun keskin gözünü
bağlamıştı. Kıyısı görünmeyen bir suda, yüzücünün gururu işe yaramaz.”(Sadi, 1992: 226,
227).
Erçetin bu mısralarda “Öfkeyle kalkan zararla oturur; Öfkede akıl olmaz” (Ömer Asım
Aksoy, 1988: 405) ve “Öfke gelir göz kızarır, öfke gider yüz kızarır” sözlerine de imâda
bulunulur. Aynı zamanda, işi usûlü ve gereğince yapmak, oyunu kurallarına göre oynamak
gerektiğini; zahmetsiz, kolaycı, menfaatçi sahte yöntemlerin erbâbı yanında işe
yaramayacağını, kişiye yarar değil zarar getireceğini de îmâ eder. Dolaylı olarak “külfesiz
nimet olmaz” ve “Zahmetsiz rahmet olmaz” (Ömer Asım Aksoy, 1988: 482) sözlerine de
çağrışımda bulunur. Sinân Paşa’nın öfke ile ilgili olarak söylediği “şehvete yilen hayvân olur,
ve gazaba uyan şeytȃn olur.” (Tulum, 2001: 181)şeklindeki şiirsel cümlesi bencilliğin
olumsuz yönleri ve zararlarına vurgu yapan güzel bir örnektir.
Kuzgun ki hakikat ormanında bekler
Bilsin ki hatasız çıkamaz yarına
mısraları hakîkat yolunun tehlike ve tuzaklarla dolu olduğunu îmâ eder. Bu mısralar, baştan
itibaren okuyucuyu farklı konularda bilinçlendirmeye çalışan Erçetin’in şiirin asıl konusuna
yaptığı bir çağrışım olarak da algılanabilir. Bu mısralarda hakîkat yolcusunun yarına hatasız
çıkamayacağı öngörüsünde bulunan Erçetin, öngörüsünü hakîkati ormana benzetmekle
ilişkilendirir. Ormanın sık ağaçlıklar sebebiyle loş bir görünüme sahip olması nedeniyle hata
ve tehlikelere açık bir ortam olduğunu söylemek ister. Hakîkat arayışının tehlike ve tuzaklarla
dolu olduğu, hata, kusur, küskünlük, dalgınlık, dargınlık, kırgınlık, yılgınlık ve hatta ölümlere
gebe olduğu en açık bir şekilde şiirin ikinci bölümünde beyan edilir.
Kuzgun “Ötücü kuşlar takımının kargagiller familyasından, Kuzey Amerika'nın dağlık,
fundalık yerlerinde bulunan, tüyleri siyah renkte olup mavi renkte parlayan bir kuş türü,
karakarga” (Güncel Türkçe Sözlük) olarak tanımlanan bir kuştur. Kırlarda ve tarlalarda
yaşayan ve kara karga olarak da bilinen kuzgun boyca kargadan küçük, gagası daha zayıf bir
kuştur. Fizikî ve rûhî yapısı ‘Ömer Fu’âdî Efendi’nin Bülbüliyye’sinin
Yüzi kara vü zikri yok dilinde
Görinmez ehl-i ‘irfân mahfilinde (615)
beytinde rengi ve yüzü kara, irfândan nasibini almamış olarak özetlenir. (Gencay Zavotçu,
2013; 439) Beyitteki yüzü kara ifadesini Fu’âdî hem hakîkî hem de mecâzî manada kullanmış
gibi gözükür. Zîrâ, kuşun rengi kara olduğu için dolayısıyla yüzünün çevresi siyah kıllarla
kaplıdır, yüzü de karadır. Ancak, yüzü kara söylediği veya yaptığı yanlış, kötü, olumsuz, yüz
kızartıcı bir söz ya da işten dolayı insan ve toplum içine çıkamayacak durumda olan kişiler
için kullanılan bir deyimdir. Şâirin söylemiyle herhangi bir olumsuz özelliğinden dolayı yüzü
karadır, irfân sahiplerinin mahfilinde görünmemektedir.
365
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
İlk mısrada hakîkat ormana benzetilirken kuzguna da ormanda beklemek görevi düşer.
Orman, vahşî hayvanlar, çukurlar, engebeler, sık ağaçlar, mağara ve inleriyle korku, şüphe,
tiksinti ve ürperti veren bir mekândır.Kuzgunun, böyle tehlikeli bir ortamda yarına hatasız
çıkamayacağı söylenmek istenir. Ancak, bu îmâ akla bazı deyim, atasözü , hadîs ve âyetleride
getirir. Huzur, güven ve rahata kavuşup hakîkate erişmenin bir bedeli olduğu fikri en güzel
“külfesiz nimet olmaz” ve “Zahmetsiz rahmet olmaz” (Ömer Asım Aksoy, 1988: 482)
sözlerinde karşılığını bulur. Yine, bu beyitte imâ edilen fikirde “Fe inne meâl usri yusra. İnne
meâl usri yusra" Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber
bir kolaylık vardır” (94-İnşirâh/5, 6)âyetlerine atıf yapıldığı söylenebilir.
Kuzgun dîvân şiirinde uğursuz, hırsız (uğru), çirkin görünümlü ve sesli bir kuş olarak
tanımlanır. Evlerin bahçesinden aşırdığı öte-beriler nedeniyle adı hırsıza (uğruya) çıkmış,
çirkin sesi uğursuzluk sebebi sayılmıştır. Gül-Bülbül konulu mesnevilerde olumsuz özellikleri
hâiz bir hikâye kahramanı olarak sunulur. Bülbül aleyhinde tertiplenen planda saksağan ile
birlikte baş kahraman konumundadır. Bu plan akabinde yandaşı diğer kuşlarla birlikte Hz.
Süleymân’ın huzuruna çıkıp bülbülü kuşlara şikâyet eden kuşların elebaşısı ve sözcüsü
konumundadır. Ancak, Hz. Süleymân’ın emryle tertip edilen mahkemede yalan söyleyip
bülbüle iftiara attığı anlaşılmış ve diğer kuşlarla birlikte dergâhtan kovulmuştur. ğu ma sözüne
kanıt gösterilebilecek en belirgin örnek, eşini öldüren karganın öyküsüdür. Hz. Âdem’in
oğullarından kardeşi Hâbil’i öldüren Kâbil kardeşinin cesedini ne yapacağını bilmiyordu. Allah
tarafından birbirleriyle kardeş olan iki karga gönderildi. Dövüştüler; biri diğerini öldürdü, ona
bir çukur eşti ve üzerini toprakla örttü. Böylece Kâbil'e cesedi nasıl ortadan kaldıracağını
gösterdi. Bu kıssada kardeşini öldüren karga kötü bir iş yapmış ve kâtil olmuştur. Ancak,
yaptığı kötü iş iyi bir geleneğin başlangıcını da oluşturmuştur. Karganın kardeşini gömmesine
tanık olan Kâbil de kardeşinin cesedini gömmüş ve bu olay ölü gömme işini gelenek hâline
getirmiştir.
Kuzgunun hakîkat ormanında beklemesi fikri tasavvufî düşünce ile de ilişkilendirilebilir.
Yûnus Emre
Şerî‘at-Tarîkat yoldur varana
Hakîkat-Ma‘rifet andan içerü (YE Div., G 290/8)
Beytinde şerîat ve tarîkatın birer yol olduğunu söyler. İkinci mısrada ise hakîkat ve ma‘rifetin
bu ikisinden içeride olduğunu vurgular. Bu söylemiyle amaca ulaşmak isteyenler için şerîatın
da tarîkatın da yol olduğunu, ancak hakîkat ve ma‘rifetin her ikisinden de hem mesâfe hem de
mertebe bakımından içeride ve ileride olduğunu belirtir. Aşağıdaki beyit, Yûnus’un dilinden
şerîat, tarîkat, hakîkat ve ma’rifet sıralamasını daha açık bir şekilde beyan eder:
Evvel kapu şerî‘at geçse andan tarîkat
Gönül evi ma‘rifet ‘ışk hakîkat içinde (YE Div., G 295/5)
Yunus Emre’nin deyişiyle son kapı olan hakîkat, sözlükte “1. bir şeyin aslı ve esâsı, mâhiyeti.
2. Gerçek, doğru, gerçekten, doğrusu. 3. sadâkat, doğruluk, bağlılık, kadirbilirlik. 4. s. mecâz
karşılığı, esâs olarak kullanılan [kelime]. 5. ed. bir kelime neyi anlatmak için konulmuşsa, bu
kelimenin o mânâda kullanılması...” (Devellioğlu, 2004: 313) manalarına gelen bir sözcüktür.
Tasavvufî manada ise hakîkat “zâhirin ardındaki örtülü ve gizli mâna, dinî hayatın en yüksek
seviyede yaşanarak ilâhî sırlara âşinâ olunması” gibi anlamlar ifade eder. İlk sûfîler hakîkat
terimini daha çok “ilâhî gerçeklere ve sırlara âşinâ olmak, Hakk’ın tecellîlerini temaşa
etmek” anlamında kullanmışlardır.” (Mehmet Demirci, 1997: 178). Beyit sözcüğün ister asıl,
366
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
ister mecâzî manasından hareketle açıklansın her iki durumda da her işin bir bedeli olduğu
anlamındaki atasözü, deyim, hadîs ve âyetlerle mana bakımından uyum içerisinde gözükür.
İlk mısrada hakîkati ormana benzeten Erçetin, ikinci mısrada kuzguna yarına hatasız
çıkmayacağı uyarısında bulunuyor. Bununla, hakîkat arayışıyla güç ve meşakkatli bir
yolculuğa çıktığını, işinin hiç de kolay olmadığını sezdirmek istiyor. Bu noktada, bir bakıma
yine geriye dönüyor ve hakîkat yolcusuna “külfesiz nimet olmaz” ve “zahmetsiz rahmet
olmaz” (Ömer Asım Aksoy, 1988: 482) sözlerini hatırlatıyor. Ona, “Hakîkat ormanında
bekleyeceksen yarına sorunsuz çıkamayacağını, başına belâ, kazâ ve musîbet gelebileceğini,
bu nedenle de hata yapabileceğini bil!” demek istiyor.
Hakîkat, sözlükte “1. bir şeyin aslı ve esâsı, mâhiyeti. 2. Gerçek, doğru; gerçekten,
doğrusu. 3.sadâkat, doğruluk, bağlılık, kadirbilirlik. 4. s. mecâz karşılığı, esas olarak
kullanılan [kelime]. 5. Ed. bir kelime neyi anlatmak için konulmuşsa, bu kelimenin o
manada kullanılması.” (Devellioğlu: 2004: 313) manalarına gelen bir sözcüktür. Erçetin,
bu mısralarda sözcüğü bir şeyin aslını, esâsını kasd eden “gerçek, doğru; gerçekten,
doğrusu” manalarında kullanmış gözüküyor. Mısralarda her ne kadar orman sözcüğünü
zikretmiş gözükse de genelde her şeyi, çevremizde görebileceğimiz canlı-cansız bütün
varlıkları, dünyayı, evreni ve kısaca yaratılmış olan her şeyi kasd etmiş bir izlenim veriyor.
Bu sözlerde, bir şeyin özünü, aslını-esâsını, gerçeğini öğrenebilmenin güç ve çetin bir iş
olduğu imâsında bulunurken aslında varlığın tek olduğunu, bütün varlıkların aslının
hakîkî, Mutlak Bir Varlık olduğunu, gözle görülebilen diğer bütün varlıkların onun birer
görüntüsü olduklarını da sezdirmek ister.
Erçetin bu mısralarda bir şeyin aslını, esâsını öğrenebilmenin ve onu öğrenme amacıyla
çıkılan manevî yolculuğun ağır bir bedel gerektirdiğine “külfesiz nimet olmaz” ve
“zahmetsiz rahmet olmaz” sözleriyle çağrışım yaparken, yolculuğun sonunda erişilecek
gâyenin de kişiye büyük bir mutluluk ve huzur vereceğini “fe inne meâl usri yusra... İnne
meâl usri yusra: Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle
beraber bir kolaylık vardır.”(İnşirah / 5, 6) manasındaki âyetlerle pekiştirmek ister. Hatta,
“Hakîkat ormanında beklemek” tabiriyle halk arasında benzer durumlarda söylenen
“Tekkeyi bekleyen çorbayı içer” (Ömer Asım Aksoy, 1988: 446) atasözüne de atıfta
bulunmuş olur.
Her kim ki inkar limanında demirler
Eremez hiçbir zaman gönlünün sırrına
mısraları inkârı kendine huy edinen kişilerin gönül sırrına hiçbir zaman eremeyeceği
beyanında bulunur. Şiir boyunca farklı soyut kavramları somut nesne, madde ve varlıklara
benzeten Erçetin, bu mısralarda da inkârı limâna benzetir. Kıskançlığı göle, aşkı denize,
bencilliği dağaya, hırsı ovaya, hakîkatı ormana, inkârı limana ve ayrılığı vâdîye benzeten
Erçetin’in bu benzetmeleri bilinçli yaptığını söylemek doğru bir tespit olur. Soyutun somuta
benzetilmesi Bâbür sultanlarının himâyesinde Hint sarayında ortaya çıkan ve 17. yüzyıldan
itibâren Klasik Türk Şiiri’nde etkili olan Hint Tarzı (Sebk-i Hindî) şiirde sıkça görülen bir
durumdur. Erçetin’in Hint Tarzı (Sebk-i Hindî) şiirle bir münâsebeti omuş mudur? Bu hususta
bir bilgimiz olmadığı için benzetmelerde Sebk-i Hindî etkisi olup olmadığı hakkında bir şey
söyleyemeyiz. Ancak, benzetmelerin şiirin ikinci bölümünde söz konusu edilen kuşların
vahdet yolculuğu ile ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Attâr’ın Mantıku’t-Tayr adlı eserinde
anlatılan vahdet yolculuğunda yol güzergâhında pek çok dağ, ova, göl, liman ve deniz
bulunduğu, bu engelleri aşma düşüncesindeki kuşların yolculuğunun da 7 vâdi olarak
367
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
tanımlandığını hatırlarsak, Erçetin’in şiirdeki benzetmelerde bu yolculuk terimlerinden
esinlendiğini söyleyebiliriz.
Yukarıdaki mısralarda inkârın limana benzetilmesi, inkarcı kişinin bir şeyin aslını araştırma
ve öğrenmeye gerek duymaması ile ilişkilendirilebilir. İnkârcı kişiler bir husus ya da konuya
kendi doğruları ya da çıkarları açısından baktıkları için genellikle farklı düşünce ve görüşlere
itibar etmez ve tahammül göstermezler. Onlar için kendi görüşleri makbul, diğerleri önemsiz
ya da değersiz, bir şeyin aslını araştırıp öğrenme de gereksiz olduğu için kendi fikirlerinde
ısrar ederler. Bu tahammül ve hoşgörüden yoksun sabit fikirlilik de limana demir atmış gemi
gibi bir fikre saplanıp kalmalarına, bir şeyin aslını ve gerçeğini araştırıp öğrenmelerine engel
olur.
Her kim ki ayrılık vadisinde durur
Bilsin ki ne ararsa kendinde bulur
mısralarında ise ayrılık vâdîye benzetilir. Şiirin, II. Bölüm’ünde işlenen temaya istinâden
ayrılığın vâdiye benzetilmesinin mantıklı olduğu söylenebilir. II. Bölüm’de kuşların Kâf
Dağı’na yolculuğunu işleyen Erçetin, bunun sabır gerektiren uzun, yorucu ve meşakkatli bir
yolculuk olduğunu ve pek çok vâdiden geçtiğini îmâ etmiş. Bu vâdîler içerisinde de ayrılık
vâdisini zikretmiş. Ayrılık vâdisini zikretme sebebi kuşların topluca uçtukları vâdiden ayrı,
sapa ve güzergâh dışı olması, yolculuktan ayrılma ve vazgeçme eğilimindeki kuşların tercih
ettiği bir yola geçit vermesidir.
Kuşların, Attâr’ın Mantıku’t-Tayr’ında anlatılan padişahlarını arama (vahdet) yolculuğunda,
ayrılık vâdisine sapan kuşlardan biri bülbüldür. Hüdhüd önderliğinde çıkılacak bu yolculuğa
bülbül (hezâr), kebuter (gögercin, güvercin), sülün (süglün, tezerv), tavuk, tâvus ve daha pek
çok kuş ya istekli görünmez ya da yolculuğun başlarında özür bildirerek vaz geçme
teşebbüsünde bulunur. Bu kuşlar içerisinde bülbülün yolculuktan vazgeçme eğiliminin sebebi
güle olan aşkıdır:
Didi bülbül k’ey bu mecma‘ġa delîl
Min bolup-min gül hevâsıdın zelîl
Andın ayru ‘âşık u dîvâne min
‘Akl u hûş u sabrdın bîgâne-min
Ansızın yok sabr ile tâkat maña
Kayda yara çikkeli furkat maña
Tâ ki gül bustânda bolġay cilve-sâz
Miñ hevâ birle kılur-min şerh-i râz
(…)
Bâġdın ol kitkeç oldum güng ü lâl
Yılġa tigrü yok terennümġa mecâl
(…)
Ol durur köñlümde hem cânımda hem
Közde hem peydâ vü pinhânımda hem
Şâhġâ kâmil teveccühdür reviş
Beyle ‘âşıkka kaçan bolġay ol iş
(Ali Şir Nevayî, Lisânü’t-Tayr: 62 (647-655))
368
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Erçetin, ayrılıkla ilgili mısraların ikincisinde ayrılık vâdisini mesken tutanlara uyarı
niteliğinde bir söz söyler. Onlara hâllerinin aslını ya da başlarına gelecek olanın ne olduğunu
öğretmeğe/kavratmağa çalışır. …
Şiirin ikinci bölümü kuşların Kâf Dağı’na yolculuğunu konu edinir.
Kuşlara hüdhüd meger reh-ber ola
Kim bu kuşlar yorıyalar ol yola
Kim diler-ise ki sîmurga ire
Kûf-ı Kâf’a ire vü anı göre
Hüdhüd ü kuşlar u sîmurg misâl
‘Akl u hulk u Tanrıya kıldı mesel (Gülşen-nâme, 14-16)
beyitlerinde belirtildiği üzere hüdhüd önderliğinde Kâf Dağı’na erme ve Sîmurg’u görme
yolculuğunda kuşların hâlleri ve yolculuğun seyri ile ilgili acı çekme, aldanma, yaralanma,
yolda kalma, dünya malına kanma ve sebat etme fiillerine vurgu yapılır. Yolculuk sırasında
acı ve güçlüğe dayanamayan kimi kuşların yollarda kaldığı, kimi kuşların sabır göstererek
yedi vadiyi (istek, aşk, ma'rifet, istignâ, tevhîd, hayret ve fakr u fenâ) aşıp mutlu sona ulaştığı
belirtilir:
Biz milyonlarca kuştuk kaf dağına kanat açtık
Acı çektik yaralandık bilmiyorduk aldandık
Kimimiz yollarda kaldık dünya malına kandık
Kimimiz sebat ettik yedi vadiyi aştık
Şairinin vahdet-i vücûd düşüncesini işlediği Mantıku't-Tayr'da, kuşlar hakikat yolunun
yolcuları (sâlikler), Hüdhüd de gayb âleminin sırlarını bilen kılavuz (mürşid) olarak sunulur.
Attâr’ın Mantıku't-Tayr'ı yazıldıktan sonra çok okunur, beğenilir ve esere nazîreler yazılır.
Anadolu Sahasında, 14. Yüzyılda Kırşehir’de yaşayan Gülşehrî, eserin aynı adla genişletilmiş
bir çevirisini yapar. “Gülşehri Mantıku’t-tayr adlı eserini Fars edebiyatının büyük şairi
Feridüddin-i Attar’ın aynı adı taşıyan eserinden almış ve tercüme etmiştir. O bu tercümede
serbest davrandığı gibi eserin yapısını da değiştirmiştir. Hemen hemen kendi gönlünce yaptığı
bu değişikliklerde iç yapı asıl olarak değişmese bile, özellikle hikâyelerde farklı bir tutum
izlemiştir. Şair, Attar’daki hikâyelerin yerine başka hikâyeler koymuştur. O bu hikâyeleri
çeşitli kaynaklardan aldığı gibi, kendisi de bizzat hikâyeler yazmıştır.” (Kemal Yavuz, 2007:
10) cümlelerinde de belirtildiği üzere Gülşehrî’nin, eklemelerle telîf-tercüme bir görünüm
verdiği Mantıku't-Tayr'ından sonra 15. yüzyılda Alî Şîr Nevâî, Orta Asya Sahası’nda
Lisânü’t-Tayr adlı bir mesnevi yazar.
Araya yer yer ahlâki ve tasavvufî hikâyelerin de serpiştirildiği mesnevinin olay örgüsü özet
olarak şu şekildedir:“ Kuşlar bir araya toplanıp " Bu zamanda hiç bir ülke padişahsız değil...
Bundan böyle bizim de padişahsız kalmamamız lazım... Padişahsız ülkede nizam, intizam
olmaz. Kendimize bir padişah seçelim." derler. Bunun üzerine Süleyman Peygamber'in
postacısı ve mahremi olduğunu söyleyen Hüdhüd." Sizin zaten bir padişahınız var. O bize
biden yakın da biz O'ndan uzağız. Daima padişah O'dur. Adı Sî-murg'dur. Binlerce nur ve
369
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
zulmet perdeleri ardındadır. Gelin de O'nu arayıp bulalım." der. Her biri bir özür belirten
kuşlar yolculuya istekli görünmezler. Ancak kuşların getirdiği farklı nitelikteki özürlere
inandırıcı cevaplar veren Hüdhüd, onları yolculuğa ikna eder. Hüdhüd'ün kılavuzluğunda
yola çıkan kuşlar, yol uzadıkça bitkin ve yorgun düşerek yılgınlığa kapılır, yolculuktan
vazgeçme eğilimi gösterirler. İtirazlara bıkıp usanmadan cevap veren Hüdhüd, önlerindeki
istek, aşk, ma'rifet, istigna, tevhid, hayret ve fakr u fenâ adlı yedi vâdiyi aştılar mı Sîmurg'a
ulaşacaklarını söyleyerek onları yeniden isteklendirir. Yeniden başlayan yolculuk sırasında
kuşların kimi açlık ve susuzluktan ölür, kimi de yem bulma düşüncesiyle bir yerlere dalıp
gözden kaybolurlar. Sonuçta bu yedi vadiyi ancak otuz kuş aşar ve Sîmurg'u sorarlar. O
sırada bir postacı gelir, Sîmurg'u istediklerini anlayınca önlerine birer kağıt koyarak
okumalarını ister. Kağıtları okuyan kuşlar, bütün yaptıklarının kağıtlarda yazılı olduğunu
görerek hayrete düşerler. Bu esnada Sîmurg tecelli eder ve kuşlar tecelli edenin kendileri
olduğunu, Sîmurg'un otuz kuştan ibaret olduğunu anlarlar. Sîmurg'dan gelen: " Siz buraya
otuz kuş geldiniz, otuz kuş göründünüz. Daha fazla yahut daha eksik gelseydiniz, o kadar
görünürdünüz. Burası bir aynadır." hitabının ardından, kuşların hepsi Sîmurg'ta yok olurlar.
Çevirmen deyimiyle:" Ne yol kalır, ne yolcu, ne de kılavuz.” (Ferideddin-i ‘Attâr, 1990: VIII)
Kahramanlarını kuşların oluşturduğu eserde gül-bülbül temasıyla ilgili kısım, mesnevinin
başlarında yolculuktan vazgeçme eğiliminde olan bülbülün özrünü işleyen kısımdır.
Şiirin üçüncü bölümü Erçetin’in gönül hakkındaki görüşlerine tahsis edilir. Erçetin şiirin bu
son bölümünde gönlü kuşa benzetir. Bu benzetmeyle, sanki , gönlün aşk hususunda zaman,
mekân, sınır ve kural tanımayan karakterine vurgu yapar:
Gönül bu durmaz uçar zaman mekan tanımaz
Uzun yol yolcusudur bulmadan aşkı durmaz
Gönül bu durmaz uçar uzak yakın tanımaz
Gönül yol yorgunudur yanmadan huzur bulmaz
mısralarında gönül bu durmaz uçar sözleriyle Klasik Türk Şiiri ile Halk Şiirinde gönlün kuşa
benzetilme ya da kuş olarak nitelenme anlayışına çağrışımda bulunur.
Ey göñül murġı ne rahm umarsun ol sayyâddan
Kim safâsı var anuñ dâmuñdaki feryâddan(Ahmed Paşa Div., 1992: G 240/1)
Şâhin bakışlı bir balaban gerçegin yine
Şeh-bâz-ı zülfü eyledi dil murgunı şikâr (Hayâlî Div., G 131/1, 2),
[Şâhin bakışlı bir gerçek doğan gibi
saçının doğanı gönül kuşunu yine avladı.]
Gezme ey göñlüm kuşı gâfil fezâ-yı ‘aşkda
Kim bu sahrânuñ güzer-gâhında çoh sayyâdı var (Fuzûlî Div.,)
Âşiyân-ı murg-ı dil zülf-i perîşânındadır
Kande olsam ey perî gönlüm senin yanındadır (Fuzûlî Div.,)
beyitlerinden anlaşılacağı üzere Klasik Türk şiirinde murg-ı cân ya da murg-ı dil, dil murgu,
gönül kuşu, cân kuşu tamlama vetabirleriyle ifâde edilen bu hususu en açık anlatan ise Yûnus
Emre olur:
370
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Benüm cânum bir kuş durur gevdem anun kafesidür
Dostdan haber gelicegiz bir gün uçar kuşum benüm(Yunus Emre Div., 2006: 246,
G 204/4)
Gönlün kuşa benzetilmesi düşüncesinden Erçetin de etkilenmiş gözükür. Klasik Türk
Edebiyatı ile Halk Edebiyatları’nda gönül farklı nesne, madde, varlık ve kavramlara benzetilir.
Bu varlıklardan biri de kuştur. Edebi metin içerisinde şâir ya da yazar kuş yerine kelimenin
Farsça karşılığı olan murg sözcüğünü yaygın olarak kullanır. Kelime ile murg-ı dil, murg-ı
cân tamlamalarını yaparak gönlü benzetme yolu ile kuşa benzetir. Arapça karşılığı tâir ise çok
az kullanılır.
“İnsan vücudunun en hayatî organlarından olan kalp (ya da gönül) duyguların yoğun olarak
yaşandığı, heyecânların had safhada olduğu bir merkezdir. Bu bağlamda kalb ya da gönlü
can evi olarak nitelemek de mümkündür. Yaygın bir rivâyete göre göğüs kafesinin içinde kalp,
kalbin içerisinde gönül, gönlün orta yerinde ise kara bir benek, leke ya da nokta vardır. Sevdâ
ya da süveydâ adıyla bilinen bu nokta aşkın tecellî ettiği yerdir.
Gönül, şairin fikir ve eylemlerine vekil tayin ettiği gözüpek bir kahraman, gölge bir kişilik
gibidir. Şairin iyi ya da olumlu düşünce ve eylemlerinin övüncü, kötü ya da olumsuz düşünce
ve eylemlerinin ise baş sorumlusudur. Gönül üzerine dîvân, tekke ve halk edebiyatlarında
yazılan şiirler büyük bir yekun teşkil eder. Dîvân şâirlerinin dîvânlarını süsleyen şiirler
arasında gönül konulu beyitler; kâfiye veya redifi gönül, dil, derûn, hâtır olan şiirler bir hayli
fazladır. Hemen her şâirin dîvânında bir ya da bir kaç tane gönül şiiri olduğunu söylemek
yanlış olmaz. Bu şiirlerde gönül farklı varlık, nesne ve mekânlara benzetilir; özellikleri
üzerinde durulur; senli-benli konuşulan bir muhatap kabul edilir, onun düşünce ve fiilleriyle
bazen övünülür, bazen de olumsuz durum ve fiilerin sorumlusu olarak sunulur. Aşk usûlünü
çok iyi bilmesi, isteklerinde sınır tanımayışı, hercâî ve uslanmaz oluşu, yabancılara karşı dik
başlı (âsi), sevgiliye karşı uysal oluşu, yolunda kurban olmaya can atışı v.d. bu şiirlerde
gönlün sıklıkla değinilen özellikleridir.” (1) Gencay Zavotçu, 2012: 354, 355; 2) Gencay
Zavotçu, 2013: 67-271).
Gönül bu durmaz uçar zaman mekan tanımaz
Uzun yol yolcusudur bulmadan aşkı durmaz
Gönül bu durmaz uçar uzak yakın tanımaz
Gönül yol yorgunudur yanmadan huzur bulmaz
Mısralarında gönlün zaman mekan tanımadan sürekli uçtuğunu söyleyen Erçetin onun aşkı
bulmadan durmayacağını, bu aşkla yanmadan huzur bulacağını söyler...
Şiirin son mısraında Erçetin, gönüle seslenir,
Gönül durma uç yorulma uç yılma uç
şeklindeki mısrada ondan durmadan, yorulmadan, yılmadan uçması talebinde bulunur. Şiirin
tasavvufî karakterli son bölümünün tamamlayıcısı niteliğindeki bu mısrada gönülden böyle
bir istekte bulunması anlamlıdır. Bu, çıktığı yolculukta gönlü destekleme, vaz geçme, yorulma
ve yılma ihtimallerine karşı onu teşvik etme ve yeniden isteklendirme gayretinin
dışavurumudur. Bu mısrayı özellikle sona saklaması ve sonda çarpıcı bir biçimde söylemesi
ise yolun güç koşulları ve yolcuların farklı ruh hâlleri hakkında bilgili olduğunu sezdirir. Zira,
Erçetin iyi bilmektedir ki Kâf Dağı yolunda milyonlarca kuştan büyk çoğunluğu başlangıç
371
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
safhası ya da sonraki evrelerde yorgunluk, yılgınlık ve inançsızlık gibi çeşitli nedenlerle
yolculuğu tamamlayamamış ve amaca ulaşamayıp başarısız olmuşlardır. Sembolik olarak
kuşların kullanıldığı, ama aslında rûh ya da gönlün manevî seyrinin anlatıldığı bu yolun
güzergâhı çeldirici, cezbedici, alıkoyucu ve vaz geçirici engel, tehike ve tuzaklarla doludur.
Gönül de bu engel, tehlike ve tuzaklara aldanıcı ve meyledici bir yapıya sahiptir. Eğer onu
uyarmazsa, yolculuğu tamamlayamama ve başarısız olma ihtimâli yüksektir. Bu bilinçle
Erçetin, seyr-i sülûk evresinde mürîdi sohbetleri, himmetli bakış ve davranışları ile
isteklendiren bir şeyh gibi davranmıştır diyebiliriz.
Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Öğretmen, akademisyen, söz yazarı ve ses sanatçısı
kimlikleriyle tanınan Candan Erçetin’in Milyonlarca Kuştuk adlı şiiri kültürel bağlamda
zengin bir altyapıya sahiptir. Şiirin sözleri başta Fars ve Türk mitolojileri ile edebiyatları
olmak üzere ağırlıklı olarak Doğu kavim, toplum ve milletlerinin kültür değerlerinden
beslenmiş bir izlenim verir. Şiirde geçmiş ile gelecek arasında bir bağ kurma ve kültür köprüsü
oluşturma çabası içerisinde gözüken Erçetin, bu çaba içerisinde öğreticilik kimliğini öne
çıkarır. Didaktik yapısı öne çıkan şiirde edebî sanatlardan da yararlanır. Şiirin ilk Bölüm’ünde
bir husus ya da konuyu okuyucuya öğretmeğe/kavratmaya çalışırken teşbîh (benzetme)
sanatınabaşvurur. İkinci Bölüm’de kuşların ağzından konuşarak intâk (konuşturma), son
bölümde ise gönüle hitap ederek nidâ (seslenme) sanatlarına müracaat eder. Şiirin biçimsel
kurgusu ince düşünülüp tasarlanmış olduğu fikrini verir. İlk Bölüm’de okuyucuyu farklı
hususlarda bilgilendiren Erçetin, İkinci Bölüm’de işleyeceği Kuşların Kâf Dağı’na
yolculuğunun altyapısını hazırlamış olur. İkinci Bölüm’de kuşların ağzından Kâf Dağı
yolculuğunu anlatırken Üçüncü Bölüm’de gönüle hitap eder. Gönüle amaca ulaşması için
durmadan, yorulmadan ve yılmadan uçması hitabında bulunurken yine öğreticilik yanını öne
çıkarır. Gönüle seslenirken aslında kişinin bir işi başarabilmesi için azimli, sabırlı ve kararlı
olması gerektiğini îmâ eder. Şiirin tamamı bu düşüncemizi doğrular niteliktedir:
Her kim ki kıskançlık gölünde yüzer
Bilsin ki ulaşamaz o kaf dağına
Bülbül ki aşk denizlerinde gezer
Uçamaz ki başka güllerin narına
Her kim ki bencillik dağına tırmanır
Bilsin ki kaderi yalnız kalmaktır
Şâhin ki hırs ovalarında saklanır
Avladım zanneder ama kendi avlanır
Her kim ki hakikat ormanında bekler
Bilsin ki hatasız çıkamaz yarına
Her kim ki inkar limanında demirler
Eremez hiçbir zaman gönlünün sırrına
Her kim ki ayrılık vadisinde durur
Bilsin ki ne ararsa kendinde bulur
Biz milyonlarca kuştuk kaf dağına kanat açtık
Acı çektik yaralandık bilmiyorduk aldandık
Kimimiz yollarda kaldık dünya malına kandık
Kimimiz sebat ettik yedi vadiyi aştık
372
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Gönül bu durmaz uçar zaman mekan tanımaz
Uzun yol yolcusudur bulmadan aşkı durmaz
Gönül bu durmaz uçar uzak yakın tanımaz
Gönül yol yorgunudur yanmadan huzur bulmaz
Gönül durma uç yorulma uç yılma uç
Kaynaklar
Ahmet Paşa Divanı; Haz.: Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, Akçağ Yay., Ankara 1992.
Aksoy, Ömer Asım; Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü-1. Atasözleri Sözlüğü, İnkılâp Yay.,
İstanbul 1988.
Aksoy, Ömer Asım; Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü-2. Deyimler Sözlüğü, İnkılâp Yay.,
İstanbul 1988.
Ali Şir Nevayî, Lisânü’t-Tayr, haz.: Prof. Dr.Mustafa Canpolat, TDK Yay., Ankara 1995.
Canım, Yrd. Doç. Dr. Rıdvan; Latîfî, Tezkiretü’ş-Şu‘arâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ; (İncelemeMetin), Atatürk Kültür Merkezi Başk., TTK Bsm.evi, Ankara 2000, s. 138.
Ferideddîn-i ‘Attâr; Mantıku’t-Tayr, Çev.:Abdülbaki Gölpınarlı, M.E.B., I, İstanbul 1990.
FuzûlîDîvânı; Metnibaskıyahz.: Prof KenanAkyüz-SüheylBeken-Doç. Dr. SeditYüksel-Dr.
MüjganCunbur, Akçağ Yay., Ankara 1990.
Kınalı-zadeHasanÇelebi; Tezkiretü’ş-Şuarâ, Eleştirmelibaskıyahazırlayan: Dr. İbrahim
Kutluk, Atatürk Kültür, DilveTarihYüksekKurumu TTK Yay., C.I, 2. bs., Ankara 1989, s.
354.
Külliyāt-ı Sa‘dî; Nşr.: Muhammed-i Sadrî, Tahran 1384 hş., s. 11; ayrıca bkz.: Sa’dî; Gülistân,
Ter.: Mehmet Kanar, Şule Yay., İstanbul 2001.
Mevlânâ; Bülbül-nâme, Süleymâniye Ktp., Nâfiz Paşa Bl., Nu.:502 (2b-3a).
Bekâyî-i İznîkî; Gül ü Bülbül, Nuruosmâniye Ktp., 4097.
Tatçı, Dr. Mustafa; Yunus Emre Külliyâtı II-Yûnus Emre Dîvânı -Tenkitli Metin, Ankara 2006.
Wilhelm Thomsen; Orhon ve Yenisey Yazıtlarının Çözümü, İlk Bildiri- Çözülmüş Orhon
Yazıtları, Çev.: Vedat Köken,Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu TDK Yay.,
Ankara 1993.
Yavuz, Kemal; Gülşehri'nin Mantıku't-Tayrı'ı (Gülşen-nâme), Metin ve Günümüz Türkçesine
Aktarma I, Kırşehir Valiliği Yayın No: 12, Ankara 2007.
Yılmaz Emel-Özlem Cömet; Vişne-zâde ‘İzzetî Divanı, Bitirme Tezi, Yön.; Yrd. Doç. Dr.
Gencay Zavotçu, KOÜ Fen Ed. Fak. TDED Bl., Kocaeli 2005.
Yahya Divanı; Haz.: Rekin Ertem, Akçağ Yay., Ankara 1995.
373
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Tulum, Mertol; Sinan Paşa-Tazarru‘-nâme, MEB Yay., Ankara 2001.
Yûnus Emre Divanı; Haz.: Dr. Mustafa Tatçı, Akçağ Yay., Ankara 1991.
Zavotçu, Gencay; “Mevlânâ Adına Kayıtlı Küçük Bir Mesnevi: Bülbül-nâme”, Atatürk
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi (TAED),Erzurum 1998, S.9, s.79-88.
Zavotçu, Gencay; Dîvân Şâirlerinden Gazeller I:Dehhânî-Nesîmî-Şeyhî-Zâtî (Nesre Çeviri,
Açıklama, Terimler, Kişiler ve San’atlar), Umuttepe Yay., Kocaeli 2012, 553 s.
Zavotçu, Gencay; Klasik Türk Edebiyatı Sözlüğü (Kişiler-Hayvanlar-Bitkiler-Tabiat
Güçleri-Kişileştirilmiş Varlık ve Kavramlar), Kesit Yay., İstanbul, Kasım 2013, 910 s.
Zavotçu, Gencay; Türk Edebiyatı’nda Gül ve Bülbül Mesnevileri (Mukayeseli Çalışma) II,
Tez Yön.: Yrd. Doç. Dr. Turgut Karabey, Atatürk Üni. Sos. Bil. Ens., Erzurum 1997.
374
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
RUSÇUKLU ZARÎFÎ’NİN PEND-NÂME’SİNDEKİ KALIP İFADELER
Güllü BOŞÇA
ÖZET
Zarîfî, XVIII. yüzyılda yaşamış ve bugün Bulgaristan sınırları içinde bulunan Rusçuk’ta
doğmuş olan mutasavvıf bir şairdir. Şair daha çok Pend-nâme adlı öğüt kitabıyla
tanınmaktadır.
Dinî-tasavvufî, ahlakî ve sosyal hayat gibi pek çok konu üzerinde durulan eserde, anlatımı
kuvvetlendiren atasözü, deyim ve veciz sözler gibi birtakım kalıp ifadelerden yararlanılmıştır.
Bu çalışmada Zarîfî ve Pend-nâme adlı eseri ile ilgili kısaca bilgi verildikten sonra eserde
geçen bu kalıp ifadeler üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Zarîfî, Pend-nâme, kalıp ifadeler.
FIXED EXPRESSIONS IN PEND-NÂME OF RUSÇUKLU ZARÎFÎ
Abstract
Zarîfî is a sufi poet who had lived in the 18th century and was born in Rusçuk (Ruse) in today’s
Bulgaria. The poet is rather known with his work Pend-nâme (epistel of admonitions) which
is more of a book of advices.
In the work, which elaborated many issues - religious-sufistic, moral and social - several fixed
expressions, such as proverbs, idioms and aphorisms were made use of.
This study aims at investigating these fixed expressions in Zarîfî’s work, after providing a
brief information on Zarîfî and his Pend-nâme.
Keywords: Zarîfî, Pend-nâme, fixed expressions.

Arş. Gör., Gaziosmanpaşa
[email protected]
Üniversitesi Fen Edebiyat
375
Fak.
Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü,
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Giriş
Asıl adı Ömer olan Zarîfî, kaynaklarda Zarîfî Baba, Zarîfî Ömer Efendi, Zarîfî Baba Ömer
Efendi, Şeyh Ömer Zarîfî Efendi, Ömer Baba adlarıyla anılır. XVIII. yüzyılda yaşamış
mutasavvıf bir şair olan ve bugünkü Bulgaristan sınırları içinde bulunan Rusçuk’ta doğan
Zarîfî, daha çok tasavvufî ve ahlakî öğretilere yer verdiği Pend-nâme adlı mesnevisi ile tanınır
(GÖNEL, 2013, s. 1451).
Sa'diyye tarikatının şeyhlerinden olan ve şiirleri kadar hüsn-i hattaki ustalığıyla da tanınmış
olan Zarîfî, yine Rusçuk’ta H.1210 (M.1795) yılında vefat etmiş olup, Rusçuk Bey Mezarlığı
karşısındaki Tombul Câmii haziresine defnedilmiştir (ARSLAN, 1994, s. 5).
Söz konusu şairin Pend-nâme adlı eserinin dışında bir de divanı olduğundan, ancak bu eserinin
günümüze ulaşmadığından söz edilir. Öte yandan Hüseyin Gönel, biri tam diğeri eksik olan
Zarîfî’ye ait iki divan nüshası olduğundan bahseder (GÖNEL, 2013, s. 1455).
Tam olan nüsha İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi T 3863 numaradadır ve 202 varaktır. Eksik
olan ikinci nüsha ise Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi’nde 07 El 2971/1 arşiv
numarası ile kayıtlıdır. Divan 1b-22b arasında yer almaktadır. Başından “te” harfine kadar
olan şiirler İstanbul Üniversitesi Kütüphanesindeki nüshasıyla birebir aynı olduğundan
bahsediliyor (GÖNEL, 2013, s. 1455).
Zarîfî’nin kaynaklarda genellikle Divan ve Pend-nâme olmak üzere iki eseri zikredilirken
Turgut Koçoğlu, bunların dışında yedi eserden daha bahseder. Bunlar Tasavvuf-nâme, İsm-i
A'zam, Kitâb-ı İ'tikâd, Hikâye-i Kan Kalesi, Beyân-ı Ser-encâm, Kısasu'l-Enbiyâ, Istılahât-ı
Meşâyıh’tır (KOÇOĞLU, 2012, s. 1756).
Zarîfî ve eserleri hakkında verilen bu kısa bilgiden sonra esas konumuz olan Pend-nâme’den
bahsedilecek olursa, Feridüddin Attar’ın ünlü Pend-nâme adlı eserinin Türkçeye
tercümesinden sonra bu türde yazılan eserlerin hepsi “pendnâme” olarak anılmaya
başlanmıştır.
Bir nasihat kitabı olan Pend-nâme, tasavvufî ve ahlakî konuların yer aldığı 1071 beyitlik bir
mesnevidir. Eserde insanoğlunun doğru davranışlar sergileyerek, daha mutlu ve daha iyi
hissedebilmesi için neler yapılması gerektiği ile ilgili öğütler verilmektedir.
376
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Esas itibarıyla öğüt verme geleneği bizde daha ilk yazılı metinlerden itibaren görülmeye
başlar. Türk Edebiyatının ilk yazılı metinleri olan Orhun Abideleri’nde, Türk halkının
bağımsızlığını koruyabilmesi için neler yapması gerektiği ile ilgili bilgiler verilir. Sonraki
yüzyıllarda bu geleneğin Kutadgu Bilig, Atabetü'l-Hakayık, Risâletü'n-Nushiyye gibi
eserlerle devam ettiği görülür. Sözlü edebiyatta ise bu gelenek atasözü ve deyimlerle devam
ettirilmiştir.
Bununla birlikte atasözü ve deyimler kültürel bilginin muhafazası, aktarılması ve anlatımın
kuvvetlendirilmesi hususunda önemli iki kaynaktır. Yüzyıllarca kullanılarak kalıplaşan bu
sözler, Yüzyıllardan süzülerek zamanımıza kadar gelmiş, bu yüzden uzun bir deneme zamanı
geçirmiş, kalabilenler sade anlamlı fakat sağlam gerçekli sözler olmuştur(ÖZÖN, 1952, s.
VI).
Etkili ve kalıcı bir ifadenin de en önemli şartlarından biri kısalıktır. İnsan zihni ifade sırasında
çok zamanda az kuvvet sarf etmek yerine az zamanda çok kuvvet sarf etmeyi tercih
eder(ÖZDEM, 2000, s. 121). Atasözü ve deyimler gibi kalıplaşmış ifadeler de kimi zaman
sayfalar dolusu anlatımdan daha etkili olabilir. Kısaca bu ifadeler anlatmak istediklerimizi
daha kolay ve daha etkili anlatmak noktasında bize yardımcı olur.
Aynı zamanda atasözü ve deyimler, onları üreten toplumun dünyaya bakışı, kültürel
özellikleri, öncelikli değerleri ve hassasiyetleri gibi özelliklerini gösteren en önemli folklorik
malzeme olma özelliği taşır(DELİCE, 2003, s. 181)
Adı geçen eserde de müellif, insanlara dinî-tasavvufî ve ahlakî konularda nasıl hareket etmesi
gerektiğini anlatırken, bu ifade şekillerinden de yararlanmıştır. Zarîfî, bu ifade şekilleri ile
birlikte eserinde dile hâkimiyetini ve şiir bilgisini de gösteren hoş vecizelere de yer vermiştir.
Müellifin eserinde rastladığımız ve anlatımını zenginleştiren bu ifadeleri tespit edip,
konularına göre bir tasnif yapmaya çalışacağız.
Deyimler, Atasözleri Ve Vecizeler
Sır Tutmak/Düşünerek Konuşmak
Türk kültüründe az söyleyip çok dinlemenin gerekliliği ve faydası ile ilgili sayısız söylem
vardır. Eline ve diline sahip olmak bir düsturdur. Fikri toz hâline getirip onda birini söylemek
377
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
gerekir 80 . Zarîfî’nin sır tutmanın ve düşünerek konuşmanın gerekliliği ile ilgili kullandığı
deyimler şunlardır:

Ağzı açık olmak: Düşünmeden konuşan (D)81
Agzı açık olıcak erkek dişi
Halk içinde mashara olmak işi (103)

Ağzını tutmak: Bugün kullandığımız “dilini tutmak”, sonunu düşünmeden gelişigüzel
konuşmaktan sakınmak (D)
Çıkmaya sır dersen agzın tutagör
Lokma-i sırrını kendin yutagör (100)

Ser verip sır vermemek: Ağzı sıkı olmak (D)
Âkil olan ser vere sır vermeye
Arz-ı sırdan kimseye yer vermeye (105)

Sır lokmasını yutmak: Sırrı açığa vurmamak, başkasına söylememek (D)
Çıkmaya sır dersen agzın tutagör
Lokma-i sırrını kendin yutagör (100)

Sır vermek (sızdırmak): Bir sırrı açığa vurmak, başkasına söylemek (D)
Sır veren kimseye nice iş olur
Çok belâya anın ile dûş olur (106)

Kimselere sırrın ifşâ etme hiç
Lokma ise yud anı su ise iç (101) (V)

Hem büyük sözden dilin gâyet sakın
Zîrâ eksikligi olur pek yakın (146) (V)

Söylenilmez her dile gelen kelâm
Söz odur kim ola hatmi ve's-selâm (187) (V)

Âdemin dürr-i sühandır zîneti
Âdem anın ile bulur izzeti (429) (V)

80
Söz gibi cevher cihanda olmaya
“Önün ardın gözet, fikr-i dakîk et, onda bir söyle
Öğütme ağzına her ne gelirse âsiyâb-âsâ” (Osman Nevres Efendi)
81
D (Deyim), A (Atasözü), V (Vecize)
378
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Kıymetin nâdân olanlar bilmeye (430) (V)

Bilmedigin almadan noksân dile
Dinlemek bin kat hayırlıdır hele (893) (V)
Değer / Kıymet

Anlayana söyle dürr ü gevherin
Kıymetin sarrâf bilir cevherin (905) (V)

Anlamayan anlamaz çekme emek
Söylemekden yeg ana söylememek (906) (V)

Bile mi nâdân cevâhir ne demek
Tûtîye lâyık imiş sükker yemek (907) (V)
Onay / Müsaade İstemek

Rıza gözlemek: Onayını almak, müsadesini almak (D)
Gözlegil dâ'im rızâsın anların
Âlî zikr et dilde nâm u şânların (112)
İlgiyi Kesmek

Yüz çevirmek: Gösterdiği ilgiyi kesmek (D)
Gelse kimse hâcet içün ger sana
Yüz çevirme kıl nazar andan yana (230)

Yüz döndürmek: Yüz çevirmek, gösterilen ilgiyi kesmek (D)
Sakınıp döndürme andan yüzünü
Yüzüne gül tatlı söyle sözünü (673)

İsmini dile almamak: Adını ağzına almamak (D)
Ana da dahl eyleme zinhâr hele
Hayr u şerde ismini alma dile (796)
İntikam Almak

Kazdığı kuyuya kendisi düşmek: Başkası için hazırladığı kötülüğe kendisi
uğramak(D).
Sabr edersen Hak belâsını verir
379
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Kazdıgı kuyuya kendisi girür (388)
Dikkatli Olmak

Can kulağıyla işitmek: Çok dikkatli dinlemek (D)
Ey püser dinle nasîhat sözünü
Cân kulagıyla işit aç gözünü (715)

Gözünü açmak: Görüşünü değiştiren bilgi vermek, uyarmak (D)
Sakınıp nâ-ehle sen deme sözün
Dinle pendim dut kulagın aç gözün (403)

Kulak tutmak: Kulak vermek, önemsemek (D)
Sakınıp nâ-ehle sen deme sözün
Dinle pendim dut kulagın aç gözün (403)
Ah Almak

Gözünün yaşını almak: Ah almak, birinin ilenmesini üstüne çekmek (D)
Gel fakîrin alma gözü yaşını
Gark edip bitirmeye tâ işini (648)

Pek sakın mazlûmun âhından hele
Şâh olursan tahtını verir yele (647) (V)
İlahî Adalet

Ettiği yanına kalmak: Yaptığı kötülük karşılıksız kalmak, cezasını görememek (D)
Hak kulundan intikâmın hep alır
Sanma aslâ etdigi ana kalır (662)

Ne ekersen onu biçersin: Nasıl davranırsan öyle karşılık görürsün (A)
Erde geçde âkibet sen göçesin
Bunda her ne ekdin anda biçesin (206)
…
Her ne tohmu eksen anı biçesin
Her ne köprü yapsan andan geçesin (1034)

Erde geçde âkibet sen göçesin
Bunda her ne ekdin anda biçesin (206) (V)

Acıyana bil ki acır buluna
Kişi her ne etse gelir yoluna (654) (V)
380
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Ölüm

Kara toprak olmak: Ölmek (D)
Besledigin nâz ile cismin senin
Kara toprak ola ol nâzik tenin (696)

Bu fenâya dil verip aldanma sen
Bâkî kalmaz sana bu cân ile ten (693) (V)

Bu fenâda şâh imiş yâhud nefer
Bir kefenle ediser âhir sefer (927) (V)
Saygı Göstermek

Pâyına yüz sürmek: Bir dilekte bulunmak için eşiğine yüz sürmek, yalvarmaya
gitmek (D).
Herkesi kendinden âlî göresin
Kâdir isen pâyına yüz süresin (782)

Yüz sürmek: Aşırı sevgi göstermek için yere eğilmek (D)
Dergehine süreyim kara yüzüm
Sû-i zan gösterme görmeye gözüm (856)
Dilek / İstek

Dest açmak: El açmak, başkasının yardımını isteyecek durumda olmak. (D)
Tez tükenir gelmeyince üstüne
Müşkil işdir destin açmak dostuna (860)
Kanaat Etmek

Aza çoğa bakmamak: Olanla yetinmek (D)
Âkil olan bakmaya aza çoga
Pek yakın dehrin hele varı yoga (992)
Dostluk

Dost kara günde belli olur: Gerçek dost üzüntülü, sıkıntılı günlerde insanı yalnız
bırakmaz (A).
Hoş gününde her kişi yârân ola
Dost odur kim kem gününde dost ola (363)
381
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014

Eski düşman dost olmaz: Eski düşmanlık dostluğa dönüştürülemez (A)
Eski düşman dost ola sanma sakın
İctinab et semtine varma sakın (375)

Her yüze güleni dost sanma: Dostmuş izlenimi vermeye çalışan kişileri dost sanmak
hatadır (A).
Dost olanlar hep yüzüne gülmeye
Her yüze gülen kişi dost olmaya (379)

Dostun azın çok görür kâmil olan
Böyle bulmuş dostlugu anca bulan (825) (V)
Zararlı Kimselerden Sakınma

Kurunun yanında yaş da yanar: Beğenilmeyen tutumlarından dolayı cezalandırılan
kişiler yanında suçsuzlar da suçlular gibi hırpalanır (A)
Kuru yanında demişler yaş yanar
Belki yaş yanında dag u taş yanar (527)
İyilik

İyilik eden iyilik bulur: İyilik eden kimseye zamanı geldiğinde başkaları da iyilik
eder (A).
İster isen eyülerden olasın
Eylük eyle tâ ki anı bulasın (667)

Her kime çok eylük eylersen eger
Tâ sonunda kemligi sana deger (441) (V)

Kendinedir eyligin ger kemligin
Kala ancak sana bir âdemligin (665) (V)
Misafir

Misafir on kısmetle gelir, birini yer dokuzunu bırakır: Allah misafirin yediğinden
kat kat fazlasını misafir ağırlıyor diye ev sahibine verir (A)
Kısmetiyle gelir hep cümle gelen
Berekâtı yetişir sana kalan (675)

Sanma kendüden verirsin sen aşı
Bu felekde kısmetin yer her kişi (674) (V)
382
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Niyet

Gönlüne göre bitirir işini
Midene göre yedirir aşını (170) (V)
Kemâlât

Kâmili ancak yine kâmil bulur (407) (V)

Kâmil olan sözünü etmez dırâz
Nitekim boncuk çok olur incü az (419) (V)

Güftesinden bellidir kâmil olan
Bildirir nâdânlıgın câhil olan (432) (V)

Her işin sonun sayar âkil olan
İbtidâsın gözedir câhil olan (470) (V)

Az uyumak az yemek kâmillerin
Çok uyumak çok yemek gâfillerin (560) (V)

Kendinin aybın görür kâmil olan
Halkın aybın gözedir câhil olan (780) (V)

Kâmil olan kimse noksân gözlemez (837) (V)

Ârif isen ârife bir söz yeter (997) (V)

Başı tâcı olmadansa câhilin
Hâk-pâyı yegdir olmak kâmilin (1068) (V)
Sabretmek

Sabr ile evvel çekenler zahmeti
Âkıbet sonunda bulur devleti (468) (V)
Edep

Çün edebdir hûblugun şânı adı
Bî-edeb sükker ise olmaz dadı (628) (V)

Âlem içre kendi haddin bilmeyen
Dâ'im oldur aglayıp da gülmeyen (727) (V)
Doğruluk / Adalet

Kâ’inâtın kulu var âzâdı var
383
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Herkesin haddince adl ü dâdı var (640) (V)

Dinleme dostun sözün olsa egri boş
Dogru sözlü düşmene uy dahi hoş (719) (V)
İnsan Tabiatı

Sanma kimse kimsenin hâlin tanır
Kendi neyse âlemi öyle sanır (848) (V)

Tûtî kumru ola mı hiç kara zâg
Yıkamakla kara taş olur mu ag (869) (V)
Sonuç
Kültürün sonraki nesillere aktarılmasında en önemli araçlardan olan atasözü ve deyimler, daha
yazılı kaynakların ortaya çıkmadığı dönemlerde bu vazifeyi üstlenmişlerdir. Ait olduğu
toplumun dimağında yüzyıllarca yer edinerek, günümüze ulaşan bu kalıp ifadeler, anlatılmak
istenen konuyu daha estetik bir şekilde anlatma imkânı verir.
Yapılan tasnif çalışmasının sonucunda şu konuların ön plana çıktığı görülür: Sır tutmak,
düşünerek konuşmak, değer/kıymet, onay/müsaade istemek, ilgiyi kesmek, intikam almak,
dikkatli olmak, ah almak, ilahî adalet, ölüm, saygı göstermek, dilek/istek, kanaat etmek,
dostluk, zararlı kimselerden sakınmak, iyilik, misafir, niyet, kemâlât, sabretmek, edep,
doğruluk / adalet ve insan tabiatı.
Konu başlıkları ait olduğu toplumun değerlerini ve hassasiyetlerini yansıtması bakımından
önemlidir. Buradan yola çıkarak toplumun dini, ahlaki, sosyal ve kültürel duyarlılıkları
hakkında fikir edinilebilir.
Zarîfî, kullandığı deyim, atasözü ve veciz ifadelerle zenginleştirdiği bu metinde şiir bilgisini
ve dile hakimiyetini göstermiştir.
384
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Kaynakça
ARSLAN, M. (1994). Pendnâme-i Zarîfî. Sivas: Dilek Matbaacılık.
DELİCE, H. İ. (2003). Deyimlerin Dilbilgisel Yapıları ve Yapı Çözümlenişleri.
M. ARSLAN içinde, Türk Dili ve Edebiyatı Makaleleri (s. 177-194). İstanbul: Bayrak Mat.
GÖNEL, H. (2013). Bir Zarif Âşık: Rusçuklu Zarîfî ve Divânı. Turkish Studies , 1449-1483.
KOÇOĞLU, T. (2012). Rusçuklu Zarîfî Ömer Baba ve Manzum-Mensur Tasavvuf Terimleri
Lügatçesi: Istılahât-ı Meşâyıh. Turkish Studies , 1751-1776.
ÖZDEM, R. H. (2000). Dil Bilim Yazıları. Ankara: TDKY.
ÖZÖN, M. N. (1952). Türk Ata Sözleri. İstanbul: İnkılap Kitabevi.
385
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
KALIP CÜMLELER İLE YABANCILARA TÜRKÇE ÖĞRETİMİ
Hakan KAÇAR
ÖZET
Dilimiz sondan eklemeli bir dildir. Ekler sayesinde yeni kelime ve anlamlar elde edilir.
Bununla birlikte kelimeler de yan yana gelerek ilk anlamlarından farklı anlamlar kazanırlar.
Türkçe öğrenmek isteyen bir yabancıya bir yandan ekleri öğretirken bir yandan da kelime ve
kelime gruplarına yüklediğimiz anlamları vermeliyiz. Bununla birlikte Türkçe cümleler
kendine özgü bir söz dizimine sahiptir. Yabancı öğrenciler bu üç hususiyeti aynı anda
öğrenmek zorundadırlar. Öğrencilerin bir an önce bu dizimi öğrenmeleri, kendilerini Türkçe
cümlelerle ifade edebilmeleri, onları öğrenmeye teşvik edecektir. Bunun için de cümleleri
ezberleyerek bir edinim sağlayabilirler.
Yabancılara Türkçe öğretilirken kullanılan birçok yöntem vardır ve bu yöntemler birbiri içine
girmiş bulunmaktadır. Bu yöntemlerden biri de cümleleri bir bütün olarak vermek ve
ezberletmektir. Yabancılara Türkçe öğretmek için hazırlanan bazı kitap setlerinde bunun için
yazılmış yardımcı kitaplar bulunmaktadır.
Bu çalışmamızda bu kitapları da inceleyerek A1 seviyesinde konu konu; verilmesi gereken
cümleler nelerdir, cümleler hangi metotlar kullanılarak öğretilebilir gibi sorulara cevap
aranmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Yabancılara Türkçe, temel seviye, kalıp cümleler
TEACHING TURKISH TO THE FOREIGNERS WITH THE MAIN SENTENCES
Abstract
Turkish language is an agglutinative language. We get new words when we add a new
appendix to the main word. The meaning of the words and phrases should be taught to the
learners while we teach the appendixes. At the same time Turkish language is have special
range for words. Students should learn these three points together when they learn Turkish.

Beder Üniversitesi, Arnavutluk.
386
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
They will feel more comfortable when they explain themselves by learning this range of
words. Thus they will feel For these reasons they can learn by memorizing these sentences.
There are a lot of techniques while teaching Turkish and these techniques have entertain to
each other. One of these techniques is to give the whole sentence and make learn to memorize
this sentence. Therefore, in some Turkish book sets which has been arranged to teach Turkish
to the foreigners have helper books. Here, in this work we will study to these kind of books
and each topics until level A1.
Key words: Turkish for foreigners, main level, mold sentences.
Giriş
Dil sürekli değişim içinde olan canlı bir yapıya sahiptir. Bu değişimden dolayı özellikle
konuşma dili aynı zaman diliminde bile farklı varyantlar halinde kullanılır. Türkçe de geniş
bir çoğrafyada konuşulan ve gelişen, yaşayan bir dildir. Özellikle kelimeler yan yana gelerek
oluşturdukları gruplarla gerçek anlamlarından çok farklı yeni mecaz anlamlar kazanmaktadır.
Bunun örneklerini daha çok deyimler ve birleşik fiillerde görmekteyiz. Türkçeyi yabancı dil
olarak öğrenen öğrenciler ise kelima grubu ve cümleleri, kelimeleri tek tek ele alarak ve
sözlükten öğrendikleri gerçek anlamlarına göre düşünerek anlamaya çalışmaktadır. Örneğin
cümle içinde geçen; derin bakış, açık söz, ortak dil, bağrı yanık, dipsiz kuyu gibi mecazi
ifadeleri veya gol atmak, korner kullanmak, büyük patlama gibi terim sözlükleri
anlamamaktadır. Bununla birlikte öğrenciler daha ilk dersten ; günaydın, görüşmek üzere,
adın ne? gibi bire bir tercüme edilemeyen cümlelerle karşılaşmaktadır. Kelime gruplarının
kazandığı bu manaların ve tercüme edilemeyen bu gibi kalıp ifadelerin Türkçeyi yabancı dil
olarak öğrenen öğrencilere tabi öğretilmesi gerekmektedir. Bunun için drama yaptırma,
animasyon-video izletme, kitap okutma, diyalog ve cümle ezberletme gibi yöntemler
kullanılmaktadır. Drama yaptırma, animasyon-video izletme, kitap okutma gibi yöntemler
belli bir seviyeye gelen öğrencilerle ve sınıf içinde yapılabilmektedir. Biz ise bu çalışmada
Türkçeyi öğrenmeye yeni başlayan öğrencilerin hızlı bir şekilde kendilerini ifade edebilmeleri
üzerinde duracağız. Bunun için öğrencilere ders dışında da bolca ödev verilmeli ve daha uzun
süreler Türkçe çalışması sağlanmalıdır. Bu noktada diyalog ve cümle edindirme önemlidir
çünkü insanoğlu çok kelime bilse de kalıplar halinde bir konuşma yapar. Diyalogları ve
cümleleri kavrayan öğrenci zor olan dil bilgisi konularına girmeden kendini ifade edebilecek
387
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
cümleleri öğrenmektedir. Bu sayede öğretmeniyle ve pratik yapabileceği insanlarla iletişime
geçebilmektedir.
Cümleleri kalıp olarak öğretmenin özellikle yurt imkanı olan yatılı okullarda uygulanabilir ve
sonuç alınabilir olduğu gözlemlenmiştir. Türk belletmen bulundurabilen bu tür yurtlu
okullarda öğrenciye ihtiyaç hissedeceği veya ihtiyaçlarını anlatabileceği cümleler ilk dersten
itibaren sürekli verilmelidir. Öğrendiği cümleleri ders dışında kullanan öğrenciler yeni
cümleler ezberlemeye istekli bir duruma gelir. Bu noktada önemli olan öğrencilere ihtiyaç
hissedecekleri ve kullanacakları cümlelerin verilmesidir. Cümle ezberlemeye alışan öğrenci
ileri aşamalarda daha sık karşılaşacağı mecaz anlam taşıyan cümleleri de kolaylıkla anlayacak
cümlenin manasını bütün olarak kavrayacaktır.
Gökkuşağı Türkçe kitap setleri ders kitabının içindeki kelime ve cümleleri öğrencilerin ana
dilinde tercüme ederek “Anahtar Kitabı” olarak sunmaktadır. Bu kitap öğretmenlere yardımcı
olmaktadır. Bununla birlikte asıl önemli olan yukarıda da bahsettiğimiz gibi öğrencilerin
cümle ezberlemeye ihtiyaç duyması ve öğrendiklerinin faydasını görebilmesidir.
Bu çalışmamızda özellikle bu minvaldeki öğrencilere ilk bir ayda edindirilmesi gereken
diyalog ve cümleler verilecektir.
Diyalog ve Cümleler
1. Hafta
Diyalog-1
A: Güle güle.
A: Merhaba!
B: Merhaba!
A: Benim adım ................Sizin adınız ne ?
B: Benim adım .................
A: Nasılsınız?
Diyalog-2
- Hangi okuldasın?
- Mehmet Akif Koleji
B: Teşekkür ederim, iyiyim. Siz nasılsınız?
A: Teşekkür ederim, ben de iyiyim.
B: Tanıştığımıza memnun oldum.
A: Ben de memnun oldum.
B: Hoşça kalın.
- Mehmet Akif Kolejindeyim
- Türk Kolejindeyim
- Hangi sınıftasın(şubedesin)?
388
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
- 10/A sınıfındayım.
- Onuncu sınıftayım.
- Kaçıncı sınıftasın?
- 10/A sınıfındayım.
Cümleler:
(Sabah) Uyanıyorum.
Çay içiyorum.
Eve gidiyorum.
Kalkıyorum.
Ödev yapıyorum.
Zil çalıyor. Ders bitiyor.
Giyiniyorum.
Yatağımı düzeltiyorum.
Ders alıyorum.
Üniformamı giyiyorum.
Müzik dinliyorum.
Elimi yüzümü yıkıyorum.
Yazıyorum.
Top oynuyorum.
Şarkı söylüyorum.
Dişlerimi fırçalıyorum.
Kitap okuyorum.
Tıraş oluyorum.
Yemek yiyorum.
Ayakkabımı giyiyorum.
Ayakkabımı boyuyorum.
2. Hafta
Diyalog-1
Diyalog-2
- Nerelisiniz?
- Odan kaçıncı katta?
- ........................
- Ülkenizin başkenti neresidir?
- Odam üçüncü katta.
- Ülkemizin başkenti Tiran’dır.
- Kaç numaralı odada kalıyorsun?
- Kaç yaşındasın?
- Ben on beş yaşındayım.
- 301 numaralı odada kalıyorum.
- Yabancı dil biliyor musun?
- Odanda kimler var?
- Evet İngilizce biliyorum.
389
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
- Aslınız (atalarınız)nereden geliyor?
- Odamda ...................................
- Memleketin neresi?
- ...................................................
- .................................................
Cümleler:
Yürüyorum.
Su içiyorum.
Okula geliyorum. Arkadaşımı görüyorum.
(Dersler bitiyor). Eve gidiyorum.
Selam veriyorum. Konuşuyorum.
Dinleniyorum. Top oynuyorum.
Geziyorum.
Sıra oluyoruz. Sıraya geçiyorum.
Akşam yemeği yiyorum.
Sınıfa giriyorum.
Ders alıyorum. Ödevlerimi yapyorum.
Zil çalıyor. Ders başlıyor.
Kardeime yardm ediyorum.
Öğretmen geliyor. Ders anlatıyor.
Televizyon seyrediyorum.Maç izliyorum.
Öğretmeni dinliyorum.
Müzik dinliyorum.
Öğretmen soru soruyor. Cevap veriyorum.
Arkadaşıma telefon ediyorum. Muhabbet
Sınıftan çıkıyorum. Yemekhaneye
ediyorum.
gidiyorum.
Yatyorum. Uyuyorum.
Sraya geiyorum. Yemek alyorum.
Rüya görüyorum. Çok korkuyorum.
Masaya oturuyorum. Yemek yiyorum.
3. Hafta
- Kaç kardeşin var?
Diyalog-1
- Evet iki kardeşim var.
- Bu ne?
- Bu kitap mı?
- Bu ..........
- Evet bu kitap.
- Bu kim?
- Bu defter mi?
- Bu ...........
- Hayır bu defter değil.
- Doğum günün ne zaman?
390
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
- Evimiz beşinci katta.
- ..............................
- Eviniz kaç odalı?
Diyalog-2
- Evimiz üç odalı.
-Eviniz nerede?
- Evinizde sana ait bir oda var mı?
- Evimiz .....................
- Evet var.
- Eviniz müstakil mi?
- Odanda neler var?
- Hayır evimiz müstakil değil.
- Odamda ......................... var.
- Kaçıncı katta oturuyorsunuz?
Cümleler:
Dünyada yedi kıta vardır.
Nerede oturuyorsunuz?
Her ülkenin bir bayrağı vardır.
Bayrağınız ne renk?
Ev ödevlerinizi yapın.
Yurtta hemşehrin var mı?
Burada sigara içmeyiniz.
Evden çıkıyorum.
Sınıfta yiyecek yemeyin.
Kapıyı kapatıyorum. Kilitliyorum.
Erken yatıp sabah erken kalkmalısınız.
Otobüs durağına gidiyorum.
Genellikte gece on ikide uyuyoruz.
Bekliyorum. Otobüs geliyor.
Şehrinizin neyi meşhur?
Otobüse biniyorum.
Memleketine nasıl gidilir kaç saat sürer?
Otobüsten iniyorum.
Hangi dili konuşuyorsunuz?
- Saat sekiz.
- Türkçe, dersi saat kaçta başlıyor?
4. Hafta
- Türkçe dersi saat sekiz buçukta.
Diyalog-1
- Dersleriniz saat kaçta bitiyor?
- Saat kaç?
- Derslerimiz saat üçte bitiyor.
391
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
- Okula sabah saat kaçta geliyorsunuz?
- Bir haftada kaç gün var?
- Okula saat sekizde geliyorum.
- Bir hafta yedi gün var.
Diyalog-2
- Bu hafta kaç saat Türkçe dersi var?
- Bugün günlerden ne?
- Hangi günler okul yok?
- Bugün günlerden pazartesi.
- Cumartesi ve pazar günleri okul yok.
Cümleler:
Ahmet bey neyiniz oluyor?
Babamın annesi benim babaannem olur.
Annemin erkek kardeşi, benim dayım olur.
Ne iş yapıyorsun?
Annemin kız kardeşi, benim teyzem olur.
Baban ne iş yapıyor?
Annemin babası, benim dedem olur.
Annenin bir mesleği var mı?
Babamın kız kardeşi, benim halam olur.
Baban nerede çalışıyor.
Babamın erkek kardeşi, benim amcam olur.
İleride ne olmak istiyorsun?
Ablamın kocası, benim eniştem olur.
Sence en önemli meslek hangisidir?
Ödev ve ödev takibi eğitimin ayrılmaz ikilisidir. Öğrencilere verdiğimiz ödevlerin yapılıp
yapılmadığını aşağıdaki gibi bir tablo ile kontrol edebiliriz. Bu tablo ile uygulamamızın nasıl
bir sonuç verdiğini de görebiliriz.
Öğrencini
Diyalog-
n Adı
1
Alex K.
+
Diyalog-2
+
Diyalog-
Diyalog-
1.Haft
2.Haft
3.Haft
4.Haft
3
4
a
a
a
a
+
-
+
+
-
+
.....
.....
.....
.....
.....
392
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Sonuç
Yabancı dil öğrenirken 2-3 ay yoğun bir şekilde çalışmak çok önemlidir. Bu zamanı verimli bir
şekilde kullanmak ve öğrencilere hızlı bir şekilde seviye aldırmak gerekmektedir. Bunun için
öğrencilere bol bol diyalog ve cümle ezberletmek yerinde olacaktır. Ezber çalışmaları sonucu
öğrenciler belli bir seviye Türkçe öğrenmiş olurken dili nasıl öğrenecekleri ile ilgili de fikir
edinmiş olurlar.
Çalışmamızda bir ay içinde öğrencilerin öğrenmesi gereken diyaloglar ile okul içerisinde
tanıştığı öğretmen ve belletmenlerin kendisine soracağı sorular, cevaplar ve kullanması gereken
cümleler verilmiştir. Bu çalışmamızın uygun formattaki okul ve öğrencilerle çalışacak olan
öğretmenlere faydalı olacağı düşünülmektedir.
Kaynaklar
CANBULAT, M. - DİLEKÇİ, A. (2013). Türkçe Ders Kitaplarindakikalip Sözler Ve
Öğrencilerin Kalip Sözleri Kullanma Düzeyleri, International Periodical For the Languages,
Literature and History of Turkish or Turkic Volume 8.
ŞAHİN, A. (2012).Yabancı Dil Öğretiminde Motivasyon ve Stratejileri.Pegem Akademi.
Epçaçan, C. (2009). Okuduğunu Anlama Stratejilerine Genel Bir Bakış. Journal of
International Social Research, 1(6).
Taşdemir,E., Bilkan,N., Can,H. (2004). Pratik Türkçe Öğretim Teknikleri. Dilset Yayınları
Tosun, C. (2005). Türkçe'nin Yabancı Dil Olarak Öğretilmesi. Journal of Language and
Linguistic Studies, 1(1).
393
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
KUTADGU BİLİG’DE HİTAPLAR
Hanife ALKAN
ÖZET
Hitaplar, bir dilin ifade gücünü ve o dilin konuşurlarının kültürel kimliğini yansıtan önemli dil
birimlerinden biridir. Hitaplarda konuşanın, muhatabına yönelik ön kanaatleri saklıdır. Kutadgu
Bilig, Türk toplumunun kültürel mirasını ve Eski Türkçenin söz varlığını en iyi şekilde yansıtan
değerli metinlerimizdendir. Eserin dikkat çekici yönlerinden bir tanesi de karşılıklı hitaplarla
meselelerin izah edilişidir. Hitaplarda başvurulan sözcüklerin niteliği, dönemin dili ve kültürel
düzeyi hakkında çarpıcı veriler sunmaktadır. Köktürk ve Uygur dönemleriyle mukayese
edildiğinde seslenme unsurlarına oldukça sık yer veren Karahanlı Türkçesinin bu kıymetli eseri
incelendiğinde hitaplar açısından ilgi çekici bulgular ortaya çıkacaktır. Konu üzerine bu zamana
dek doğrudan bir çalışma yapılmamıştır. Sunulacak bildiride bu eksikliğin de giderilmesi
amaçlanmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Kutadgu Bilig, hitap, Karahanlı Türkçesi, Türk kültürü.
THE VOCATIVES IN THE KUTADGU BILIG
Abstract
Vocatives that show explaining language strength and the speakers cultural identity of language
are one of the important language units. There is front convictions of speaker for about person
whom he/she calles in vocatives. Kutadgu Bilig is one of the valuable texts that shows cultural
heritage of Turkish society and vocabulary of Old Turkish ideally. One of the remarkable
feature of this book is explaining matters by mutual vocatives. Words characteristic in vocatives

Ondokuz mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Samsun/Türkiye.
394
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
shows important datas about language of that period and cultural level. When it is compared, it
will be seen there is more vocative factors in this valuable book of Karakhanid Turkish than
Kokturk and Uighur periods and it will come out interesting evidences with regards to
vocatives. It has not studied directly about this topic until this time. In this paper, it is aimed
completing this deficiency.
Key words: Kutadgu Bilig, vocative, Karakhanid Turkish, Turkish culture.
Giriş
Hitaplar (seslenme sözcükleri)82, bir diyalog ya da konuşma esnasında konuşanın muhatabına
sarf ettiği sevgi, saygı, incelik belirten cümle başı vurgulu kelimelerdir. Kişilerin toplumdaki
ast-üst ilişkisine dayanan konumları, birbirlerine yakınlık dereceleri hitapların şekillenmesinde
en önemli belirleyicilerdendir. İçinde, konuşanın muhatabına yönelik ön kanaatleri saklı olan
hitaplar sayesinde o kişilerin toplum içinde bulundukları konum da rahatlıkla belirlenebilir. Bu
yapılara bazı durumlarda seslenme ünlemlerinin yanında da rastlanmaktadır. Bir dilin ifade
gücünü ve o dilin konuşurlarının kültürel kimliğini yansıtan önemli dil birimlerinden biri de
hitaplardır.
Bu çalışmada hitaplar açısından ele alınan Kutadgu Bilig (KB), Türk toplumunun kadim devlet
ve siyaset anlayışını, kültürel mirasını, Eski Türkçenin söz varlığını en iyi şekilde yansıtan ve
bunun günümüze taşınmasını sağlayan değerli metinlerimizdendir. İslami Türk edebiyatının
bilinen ilk büyük eserinin dikkat çekici yönlerinden biri de karşılıklı hitaplarla meselelerin izah
edilişidir. Eser incelendiğinde hitaplarda başvurulan sözcüklerin niteliğinin dönemin dili ve
kültürel düzeyi hakkında çarpıcı veriler sunduğu görülmektedir.
KB, 1069-1070 yılları arasında Balasagunlu Yusuf (Yusuf Has Hacip) tarafından yazılmış,
dönemin Karahanlı hükümdarı Buğra Han’a sunulmuştur (Dilaçar, 1995: 13; Arat, 2007:
XXV). Kelime anlamı “mutlu olma bilgisi”, terim anlamı “siyaset bilgisi” olan KB’de, okurlara
yazarca tasavvur edilen “ideal insan” ve “ideal devlet/toplum” hayatını aktarmak amaçlanmıştır
(Ercilasun, 2006: 293). Birbirine sıkı sıkıya bağlı olan fert-toplum-devlet hayatının düzenli bir
şekilde yürümesi için gerekli olan faziletler ve bunların ne şekilde uygulamaya konulacağı
Hitapların dilbilim sözlüklerinde sesleniş (Fr. adresse, İng. address, Es. T. hitap), seslenme (Fr. adresser la
parol à. allocution, İng. addressing, allocution, Es. T. hitap, hitap etme), seslenmesözcükleri (İng. address terms,
Es. T. hitap kelimeleri) (Göğüş, 1998: 115); seslenme durumu (Fr. vocatif, İng. vocative) (Vardar, 1998: 181),
seslenme ünlemi (Korkmaz, 2003: 186)madde başları yanında tanımlarına rastlanmaktadır.
82
395
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
felsefi bir şekilde sembolik kişilerin karşılıklı konuşmalarıyla ortaya konulmuştur. Bu noktada
hikmetlerden de yararlanılmıştır. Asıl yapısını kahramanların karşılıklı konuşmalarının
oluşturduğu KB’de, bu konuşmalarda kişilerin birbirlerine göre bulundukları konum
doğrultusunda birbirlerine hitap şekilleri, hitap ederken nelerin ön plana alındığı açık bir şekilde
fark edilmektedir.
2. Hitaplar
KB, Tanrı’ya övgü ile başlar; peygambere, dört sahabeye, bahar mevsimine ve hükümdara
yönelik övgülerle devam eder. Kitabın kahramanları ve temsil ettikleri kavramlar açıklandıktan
sonra Kün Togdı’nın anlatıldığı bölümden itibaren asıl konuya geçilir. Eserde Kün Togdı, Ay
Toldı, Odgurmış ve Ögdülmiş adlarını taşıyan dört ana kahraman bulunmaktadır. Kün Togdı
doğru kanunun, adaletin; Ay Toldı kutun; Ögdülmiş aklın ve becerinin; Odgurmış zühd ve
takvanın temsilcileridir. Kün Togdı hükümdardır. Ay Toldı onun veziridir. Ögdülmiş vezirin
oğludur, Odgurmış ise Ögdülmiş’in arkadaşıdır. Kün Togdı, adıyla, sözü, bilgisi ve aklıyla
cihanda tanınmış bir hükümdardır. Ay Toldı’nın isteği üzerine onu, kendisinin yanına vezir
olarak alır. Bir müddet sonra Ay Toldı vefat eder ve Kün Togdı Ay Toldı’nın oğlu Ögdülmiş’i
yanına alır, devlet meselelerinde birlikte hareket ederler. Hükümdarın Ögdülmiş gibi yanında
bir kişi daha görmeyi istemesiyle sahneye Ögdülmiş’in arkadaşı Odgurmış çıkar. Eserde
ağırlıklı olarak Odgurmış ve Ögdülmiş’in karşılıklı konuşmaları yoluyla ideal bir ahiret ve
dünya yaşamına sahip olmanın yolları anlatılır. Eserin sonunda Odgurmış’ın da ölmesinden
sonra Ögdülmiş ve hükümdarın yaşamları boyunca toplum için doğru işler yaptıkları ve bunun
neticesi olarak kendilerinden sonra iyi adlarının kaldığı ifade edilir.
Çalışmada kahramanların birbirlerine seslenirken kullandıkları hitapların belirleyicilerinin
saptanması hedeflenmiştir. Bu nedenle kahramanlar arası konuşmalar incelenmiş ve hitaplar
çıkarılmıştır. Metnin ana kahramanları olan Kün Togdı, Ay Toldı, Odgurmış ve Ögdülmiş
arasındaki konuşmalar metnin asıl yapısını oluşturmaktadır. Bu oranda da ana kahramanların
birbirine yönelik kullandıkları hitap sayısı da fazladır. Küsemiş, hacip, hizmetçi ve Kumaru
yardımcı kahramanlardır. Karşılıklı konuşma oranlarına göre kendileri ile ilgili hitap sayısı da
azdır. Kahramanlar arası bu hitaplar dışında kitabın yazarı Yusuf Has Hacip’in Tanrıya,
hükümdar Buğra Han’a, kitabın okurlarına yönelik hitapları da bulunmaktadır.
2.1. Kün Togdı’ya Yönelik Hitaplar
396
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Kadim Türk devlet düzeninde Tanrı’nın yeryüzünde seçtiği kişi olarak kabul edilen hükümdar,
KB’de de Kün Togdı karakteri ile karşımıza çıkmaktadır. Kün Togdı dürüst, kudretli kişiliğiyle
kanunları düzenleyen ve bunların hayata geçirilmesinin kontrolünü elinde bulundurandır.
Hükümdar dışındaki diğer insanlar, ona hizmet için vardır. Bu nedenle KB’de hükümdara
yönelik hitaplar onun gücünü, kudretini, zekâsını, bilgisini, şöhretini, dış görünüşünün
güzelliğini vurgular niteliktedir. Hükümdara yapılan bazı hitaplar ise eserin bağlamına göre
ilginç niteliktedir.
2.1.1. Ay Toldı’nın Kün Togdı’ya Yönelik Hitapları
>ķozı “Ey kuzu”(KB 695)
yayıġ ermez erse bu devlet özi / ne eđgü neng erdi bu ķutay ķozı
> ilig ķutı / ķutluġ ķuta “devletli hükümdar” (KB 589, 720, 836, 907, 1350, 1418,
1482/1526)
bu ay toldı aydı ay ilig ķutı / tapuġ birle hoş boldı ķulluķ atı (KB 589)
>törü birgüçi “Ey kanun yapan!” (KB 1458)
törü eđgü ur ay törü birgüçi / turu öldi isiz törü urġuçı
>ilçi bügü “Ey hakîm devlet adamı!” (KB 1459)
isiz öngdi urma ay ilçi bügü / isiz bolsa bolmaz ajunuġ yigü
>tetig / bilge tetig / bilge külüg“Ey uyanık! / Ey uyanık bilge! / Ey ünlü bilge!” (KB
1354/777/1457)
adınsıġ körür men bu kün ķılķ itig / angar eymenür men ay bilge tetig
>bilgi yaruķ“Ey parlak bilgili!” (KB 784)
kör arslanķa okşar bu begler özi / buşursa keser baş ay bilgi yaruķ
>ķılķı silig “Ey karakteri düzgün!” (KB 780)
ķalı bolsa begler buşup övkelig / yaķın turma anda ay ķılķı silig
>elgi uzun / tonga “Ey iktidar sahibi! / Ey yiğit!” (KB 1463/1409)
isiz ķılķı tutma ay elgi uzun / isiz ķılķ ulıtur ikigün ajun
>yarumış künüm “Ey parlak güneşim!” (KB 1406)
sanga ma anunmış turur bu ölüm / öđinge küđer ay yarumış künüm
397
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
>körklüg yüzüm “Ey güzel yüzlüm!” (KB 1481)
baġırsaķlıķ erdi mening bu sözüm / esen ķal selamet ay körklüg yüzüm
2.1.2. Ögdülmiş’in Kün Togdı’ya Yönelik Hitapları
>oġul (KB 3010)
uçuz tutma erdemni örgen oġul / bu erdem yorıķı örüng ķuş teg ol
>ķozı “kuzu” Ey kuzu!” (KB 5843)
negü tir eşitgil uķuşluġ sözi / bu söz işke tutsa tap ol ay ķozı
>beg, bilig ordusı, ay kişilerde yig “Ey bey, bilgi hazinesi, ey insanların iyisi!” (KB
1658)
yanut birdi ögdülmiş aydı ay beg / bilig ordusı ay kişilerde yig
>ķutluġ öz / ilig ķutı “Ey kutlu zat! / Ey devletli hükümdar!” (KB 4941/5869, 1679)
yanut birdi ögdülmiş aydı bu söz / osuġluġ turur çın aya ķutluġ öz
>uluġ “Ey ulu!” (KB 2588, 5584)
kapuġda neteg erse oldruġ turuġ / bu yortuġda andaġ kerek ay uluġ (KB 2588)
>bügü / ilçi bügü / bilge bügü / er atanmış biliglig bügü “Ey hakîm! / Hakîm
hükümdar! / Ey âlim hakîm! / Ey mert, tanınmış, bilgili hakîm!” (KB 2407,
2892/5553/5921/2689)
aya eratanmış biliglig bügü / köngül sırrı artuķķatıġ kizlegü
>bilgi king / bilgi üküş / bilgi ügüz“Ey bilgisi geniş! / Ey bilgisi çok olan! / Ey
bilgisi ırmak (misali)!” (KB 5470/5575/6243)
aġırladı birdi bu beglik sanga / munıng şükri ķılġıl ay bilg i king
>biliglig kişi “Ey bilgili insan!” (KB 2090)
bod ortu kerek hem tenginçe yaraġ / işing ortu tut ay biliglig kişi
>köngli tetig “Ey uyanık kalpli!” (KB 5929)
körü barsa yaķşı bitimiş bitig / unıtma bu sözni ay köngli tetig
>eđgü öz / eđgü törü “Ey iyi insan! / Ey iyi nizam sahibi!” (KB 2718, 5875/1911)
398
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
mungar mengzetü keldi emdi bu söz / eşitgil munı sen aya eđgü öz (KB 2718)
>eđgü törülüg arıġ beg silig “Ey iyi nizam sahibi, düzgün bey!” (KB 3112)
ay eđgü törülüg arıġ beg silig / bayat birdi erdem sanga ög bilig
>köngli köni ķılķı alçaķ bütün “Ey ihlas sahibi, dürüst ve mütevazi!” (KB 5897)
ay köngli köni ķılķı alçaķ bütün / tirig bol esen tur tirilgil ķutun
>ķılķı tüzün / ķılķı silig “Ey asil tabiatlı! / Ey karakteri düzgün!” (KB 1659, 6414 /
1970, 2466, 2528, 3862)
kişike tusulġu ikigü ajun / kılınç eđgüsi ol ay ķılķı tüzün (KB 1659)
>unur / ilçi unur / ķılķı unur “Ey kudretli! / Ey kudretli devlet adamı! / Ey karakteri
kudretli” (KB 5555 / 1667 / 5524)
bularda basa muĥtesibler turur / bular elgi küçlüg kerek ay unur
>elgi uzun / üsteng elig “Ey kudretli! / Ey üstün el!” (KB 5878/1948)
bu yalġan kişi birle artar ajun / köni çın kişi tut ay elgi uzun
>elgi aķı / ilçi aķı“Ey eli cömert! / Ey cömert hükümdar!” (KB 1708)
mungar mengzer emdi bu beytig oķı / oķıġıl uķa bar ay elgi aķı
>alp er “Ey kahraman!” (KB 2052)
negü tir eşitgil urup yigli er / urup al ay alp er yana erke bir
>ersig begim “Ey kahraman beyim!” (KB 2899)
köni bol sen iş ķıl ay ersig begim / könilikte taştın yoķ ermiş yigim
>tonga / ersig tonga “Ey kahraman! / Ey cesur kahraman!” (KB 5492/2939, 3878)
neçe me bu aşçı iđişçi sanga / bütün erse artuķ ay ersig tonga (KB 2939)
>bay “Ey zengin!” (KB 6378)
çıġay ölse ķutlur kiter emgeki / ölüm tutsa ay bay saķış birmeking
>ölügli “Ey fani!” (KB 5569)
negü tir eşitgil üç ordu ħanı / at eđgü tile ay ölügli ķanı
2.1.3. Odgurmış’ın Kün Togdı’ya Yönelik Hitapları
399
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
>sıġun “Ey erkek geyik!83” (KB 5111)
içinde tatıġ bolmasa ol kaġun / anı taştın atġu bolur ay sıġun
>oġul “Oğul!” (KB 5156)
atang öldi bardı erse ķalı ne öđün / sanga ayduķı ol oġul kör ođun
>botu “Ey deve yavrusu!84” (KB 5342)
bizing ķopġumuznı küđer bu ķutu / küđer kelgümizni olar ay botu
>ilig / ilçi başı / ilçi bügü / dünya begi “Ey hükümdar! / Ey büyük hükümdar! / Ey
hakîm hükümdar / Ey dünya beyi!” (KB 5041, 5048, 5166/3763/5359/3744, 5185)
özüm arzulap keldi emdi sanga / nelük teggey emgek ay ilig manga
>külüg / uluġ / bođun belgüsi “Ey şöhretli! / Ey ulu! / Ey halkın bildiği!” (KB 5180,
5350/3774/5224)
özüng yatġu ornı kör ol belgülüg / anı itgü eđgü bile ay külüg (KB 5180)
>tirig “Ey diri!” (KB 5136)
meningdin nerek emdi öt sav erig / bu öđlek öti tap sanga ay tirig
>tetig / bilge tetig “Ey uyanık! / Ey uyanık bilge!” (KB 3731/3713)
yanut birdi odġurmış aydı bitig / bitiyin kör ança ay bilge tetig
>bilge uķuşluġ amul “Ey anlayışlı, yumuşak huylu bilge!” (KB 3752)
iđi yaķşı aymış süzülmiş köngül / eşitgil ay bilge uķuşluġ amul
>bilgi tamam / bilgi ügüz “Ey bilgisi tam! / Ey bilgisi nehir!” (KB 5065/5119, 5468)
körü bar ķara begke ķılmaz selam / bu macni üçün ol ay bilgi tamam
>köngli tüz / arıġ / ķılķı örüg / sarp ķılıķ “Ey asil gönüllü! / Ey temiz ruhlu! / Ey sakin
tabiatlı! / Ey sağlam karakterli!” (KB 5057/5364/5371/5366)
mungar mengzetü keldi emdi bu söz / eşitgil munı sen aya köngli tüz
>üsteng elig “Ey iktidar sahibi!” (KB 5252)
83
EDTC’de sıgun “erkek geyik, karaca” olarak anlamlandırılmıştır (Clauson, 1972: 811).
EDTC’de botu “özel anlamda çoğunlukla bir yaşın altında deve yavrusu, genel anlamda insan ve hayvan
yavrusu” şeklinde tanımlanmıştır (Clauson, 1972: 299).
84
400
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
aya baş boluġlı ay üsteng elig / ķamuġ işke aşnu sen işlet bilig
>tonga / ilçi tonga / küçlüg tonga“Ey yiğit! / Ey kahraman hükümdar! / Ey kudretli
yiğit!” (KB 5182/5164/5381)
ķalın aç böriler yıġıldı sanga / ķoyuġ keđ küđezgil ay ilçi tonga
>böke / ersig böke / ersig aķım“Ey büyük yılan! / Ey yiğit büyük yılan!85 / Ey cesur
cömert!” (KB 5375/5373/3746)
ķayada yorıġlı bu ımġa teke / ķutulmaz seningdin ay ersig böke
>kök böri “Ey boz kurt!” (KB 5378)
ķalıķta uçuġlı ķara ķuş yorı / seningdin keçümez aya kök böri
>körklüg yüzüm “Ey güzel yüzlüm!” (KB 5335)
mungar mengzetü keldi emdi sözüm / eşitgil munı sen ay körklüg yüzüm
>beg men tigüçi “Ey “ben beyim” diyen!” (KB 5174, 5288)
ay beg men tigüçi beđütme köngül / vefasız turur dünya devlet töngül (KB 5174)
>köngli toķ / ķılķı aġı / uruġluġ ķarı “Ey gönlü tok! / Ey gönlünde hazineler taşıyan!
/ Ey asil ihtiyar!” (KB 5388/5422/5295)
közi suķ kişike bayup asġı yoķ / suķuġ yarlıķaġıl aya köngli toķ
>bay boluġlı buđunda talu / beg boluġlı buđunda burun / beg boluġlı buđunķa uluġ
“Ey zengin ve halkın seçkini! / Ey halkın ileri gelen beyi! / Ey halkın büyüğü hükümdar!” (KB
5296/5298/5251)
aya bay boluġlı buđunda talu / ķoķuz ķıl bu baylıķ muyan al tolu
2.2. Ay Toldı’ya Yönelik Hitaplar
Ay Toldı hikâyede “kut (talih, baht, şans)” u temsil etmektedir. Ona yönelik hitaplar da
kendisinin bilgisini, aklını, şöhretini, temiz kalpliliğini vurgular niteliktedir.
2.2.1. Küsemiş’in Ay Toldı’ya Yönelik Hitapları
>ay toldı (Aytoldı!) (KB 511)
küsemiş turup çıķtı andın yana / kelip aydı ay toldı toġdı küne
böke kelimesinin ilk olarak “büyük yılan” anlamında kullanılmış olsa da daha sonra “pehlivan” anlamını
kazanmış olduğu düşünülmektedir (Clauson, 1972: 324).
85
401
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
2.2.2. Kün Togdı’nın Ay Toldı’ya Yönelik Hitapları
>ķut “Ey kutlu!” (KB 714)
ilig aydı uķtum aya ķut sini / ķatıġ sevdim erdi irer sen mini
>külüg “Ey şöhretli!” (KB 852)
yarayın tise sen manga belgülüg / bu kaç neng özüngdin yırat ay külüg
>tetig “Ey uyanık!” (KB 883, 1557)
ķarında törümiş ķılınç ögretig / yaġız yir ķatında kiter ay tetig (KB 883)
>bügü “Ey hakîm!” (KB 1123)
tilek bolsa bolmaz tiriglik yigü / tirig bolsa bulmaz tilek ay bügü
>köngli tüz “Ey gönlü asil!” (KB 1080)
ilig aydı ay toldı ķođġıl bu söz / bu söz sözlemegil aya köngli tüz
>baġırsaķ kişide burun “Ey merhametli insanların ileri geleni!”
ayur ay baġırsaķ kişide burun / ķapuġum ķurıttıng ķor itting orun (1558)
>eđgü / uluġ / yigit “Ey iyi! / Ey ulu! / Ey yiğit!” (KB 922, 923/931/932)
kim eđgüg yirer erse isiz bolup / tiler men ay eêgü sini men ķolup
2.2.3. Ögdülmiş’in Ay Toldı’ya Yönelik Hitapları
>atam “Ey babam!” (KB 1185)
ayur ay atam bir sözüm bar sanga / anı aytayın men ayu bir manga
>bilge tetig “Ey zeki âlim!” (KB 1188)
negü erse barmu ölümke itig / anı utru tutġıl ay bilge tetig
2.3. Ögdülmiş’e Yönelik Hitaplar
Ögdülmiş hikâyede aklı temsil etmektedir. O da babası gibi hükümdarın hizmetinde yer
almaktadır. Hikâyedeki rolüne oranla da kendisine en çok hitapta bulunulan kahramanlardan
biridir. Ögdülmiş vasıtasıyla iyi ve ideal bir devlet düzeninin nasıl olması gerektiği ve hangi
yollarla sağlanacağı okuyucuya aktarılmıştır.
2.3.1. Ay Toldı’nın Ögdülmiş’e Yönelik Hitapları
402
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
>oġlum “Ey oğlum!” (KB 1208)
bu ay toldı aydı ay oġlum eşit / mini kör usanma yarınlıķ iş it
>bilgüçi “Ey tanınan!” (KB 1181)
mungar mengzetü aydı şacir ayġuçı / oķıġıl munı sen aya bilgüçi
>körklüg yüzüm “Güzel yüzlüm!” (KB 1209)
usallıķ mini alķtı öknür özüm / ođunġıl usal bolma körklüg yüzüm
2.3.2. Kün Togdı’nın Ögdülmiş’e Yönelik Hitapları
>ögdülmiş / ögdülmişim “Ey Ögdülmiş! / Ey Ögdülmiş’im!” (KB 1792/5456)
ayur ay ögdülmiş baķ emdi manga / atang emgeki kirmedi bir sanga
>oġul “Ey oğul!” (KB 1591, 3066, 4912, 6234)
ilig aydı munda naru ay oġul / manga tapnu turġıl çökürme köngül (KB 1591)
>ķozı “Kuzu!” (1638)
negü tir eşitgil avıçġa sözi / avıçġa sözin tut unıtma ķozı
>eđgü iş “Ey iyi arkadaş!” (KB 4925)
ķara tün içinde turur kelgü iş / yarutur yaruķ kün aya eđgü iş
>ķılķı amul “Ey yumuşak yaradılışlı!” (KB 6234)
negü ķađġu vaķtı turur ay oġul / manga ay bileyin ay ķılķı amul
>er / kişi “Ey (yiğit) kişi! / Ey ademoğlu!” (KB 5494/5879)
ķanıķı mungar teggü işim ay er / munı ķılġuķa sen manga yarı bir
>tirig “Ey gönlü diri!” (KB 4927)
bayat ĥukminge ķođ ķamuġ işlerig / öđi kelse itlür açar ay tirig
>ođunmış sözi ög bilig “Ey sözü akıl ve bilgiden ibaret olan, uyanık adam!” (KB 1872)
bu sözler eşitti sevindi ilig / ayur ay ođunmış sözi ög bilig
>tetig “Ey takva sahibi, farkında olan!” (KB 2671, 3154, 4951)
bitigçi negü teg kerek ay tetig / angar beg ınanıp bititse bitig (KB 2671)
>bügü / bilge bügü “Ey hakîm! / Ey bilge hakîm!” (KB 2785/2826, 2948, 5846)
403
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
negü tir eşitgil ay bilge bügü / biliglig sözi bolsa aş teg yigü
>bilgi tamam / bilgi tükel / bilgi batıġ / bilgi king “Ey bilgisi tam! / Ey derin bilgili! /
Ey geniş bilgili!” (KB 5665/5848/4928/5882)
ilig aydı barġıl meningdin selam / tegürgil angar sen ay bilgi tamam
>ög köngüllüg uķuşluġ ođuġ / uķuşluġ uruġı silig “Ey anlayışlı ve uyanık gönüllü! /
Ey anlayışlı, soyu asil!” (KB 3082/3015)
aya ög köngüllüg uķuşluġ ođuġ / ayı sevme dünya toķıġay yođuġ
>aśli kişi / eđgü kişi / ķılķı köni / ķılķı silig“Ey asil insan! / Ey iyi insan! / Ey dürüst
tabiatlı! / Ey düzgün yaradılışlı!” (KB 1596/1639/3133/4898)
kişilikni ķođma ay aśli kişi / kişilik ķılu tur kişike tuşı
>könglüm toķı / köngli yaķın“Ey gönlümü doyuran insan! / Ey gönlü yakın!” (KB
3872/5614)
negü tir eşitgil bu beytig oķı / anıng macnisi uķ ay könglüm toķı
>tonga “Ey yiğit!” (KB 3125, 6231)
közüm sen tilim sen elim sen manga / anın eđgü boldı atım ay tonga (KB 3125)
>ersig külüg “Ey meşhur yiğit!” (KB 3167)
mungar mengzer emdi bu söz belgülüg / eşitgil nıunı sen ay ersig külüg
>böke “Ey büyük yılan!” (KB 4920)
sebeb bolsa erdi manga eđgüke / tirilgeymü erdi köngül ay böke
>aķı “Ey cömert!” (KB 4924)
küđelim körelim yime ay aķı / negü ol aħır ĥal öđ öđlek taķı
>körklüg yüzüm “Ey güzel yüzüm!” (KB 1847, 5615)
yana aydı ilig taķı bir sözüm / erür bu ayur men ay körklüg yüzüm
>ķızġu enge “Ey al yanaklı!” (KB 4938)
angar men barayın ya kelsün manga / ziyaret üçün ol ay ķızġu enge
2.3.3. Odgurmış’ın Ögdülmiş’e Yönelik Hitapları
404
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
>ögdülmişim “Ey Ögdülmiş’im!” (KB 4803)
ĥaķiķat munı bil ay ögdülmişim / ayayın sanga men özüm bilmişim
>oġul “Ey oğul!” (KB 3394, 4758)
sırınçġa saķışı turur bu köngül / iđi keđ küđez sınmasu ay oġul (KB 3394)
>urı / ersig urı “Ey adam (delikanlı)! / “Ey cesur delikanlı!” (KB 6188/6194, 3832)
yana aydı ođġurmış emdi yorı / mening ķađġumı sen yime ay urı
>ķadaş / ķadaşım “Ey kardeş! / Ey kardeşim!” (KB 4765, 4823, 4973, 6195,
6150/4973, 6195)
tonum ķoy yüngi tap yigüm arpa aş / tükel boldı dünya manga ay ķadaş (KB 4765)
>köngli tudaş “Ey gönüldeş!” (KB 6150)
köni sözleyin söz sanga ay kadaş / negü kizleyin men ay köngli tudaş
>çın baġırsaķ ķadaş / baġırsaķ ķadaş“Ey merhametli kardeş! / Ey merhametli
kardeş!” (KB 6084/6180)
yana aydı ay çın baġırsaķ ķadaş / barır men uđu sen kelir sen adaş
>eđgü adaş /eđgü iş / eđgü işim “Ey iyi arkadaş! / Ey iyi arkadaşım!” (KB 4571,
5807/4864/4860)
bu erdi munuķı mening bilmişim / sanga sözledim men ay eđgü işim
>köngüldeş işim “Ey gönül arkadaşım!” (KB 6077)
saķınçım bu ol ay köngüldeş işim / ölümde kiđin tengri itsü işim
>ilde uluġ “Ey memleketin büyüğü!” (KB 3515, 3576)
sevitmiş üçün dünya caybı ķamuġ / sanga bolmış erdem ay ilde uluġ (KB 3515)
>köngli tudaş “Ey gönlü gönlüme uygun!” (KB 4991)
müsülman ķadaşķa müsülman ķadaş / ziyaret ķılur oķ ay köngli tudaş
>küsüş “Ey aziz!” (KB 5764)
bilir sen ajunda bu ögdi üküş / vefalıġ kişike bolur ay küsüş
>külüg “Ey meşhur!” (KB 3517)
sevüglüg nişanı bu ol belgülüg / sevüg caybı erdem bolur ay külüg
405
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
>köngli tirig “Ey gönlü uyanık!” (KB 3642, 3691)
uķuşluġ tise bolmaġay ol erig / et öz bulnı bolsa ay köngli tirig (KB 3642)
>bilge bügü “Ey hakîm âlim!” (KB 4682)
velikin tiriglik bolurmu yigü / munı bilgü aşnu ay bilge bügü
>bilgi batıġ “Ey derin bilgili!” (KB 4704)
ölüm aldı mindinbu iki tatıġ / nerek emdi dünya ay bilgi batıġ
>eski tüşük “Ey eski düşkün!” (KB 5003)
yaruķ dünya yüzke eşünse eşük / men ötrü barayın ay eski tüşük
>er eđgüsi “Ey erkeklerin iyisi!” (KB 4773)
aġı çuz keđim ton kişi kedgüsi / et öz örtgü tap ķıl ay er eđgüsi
>yalnguķ keđi “Ey insanların iyisi!” (KB 4849)
siziksiz ölümke anunġu öđi / bu künde naru ol ay yalnguķ keđi
>er kişi “Ey mert insan!” (KB 5788)
kişilik ķıl ay er kişi bol uluġ / kişi mundaġ urdı kişilik yoluġ
>köngli tüz / ķılķı tüz / ķılķı tüzün “Ey gönlü asil! / Ey yaradılışı asil!” (KB 3537,
4314, 4159, 4691/4007/3588)
mungar mengzer emdi körü bar bu söz / munıng ma’nisi uķ aya köngli tüz (KB 3537)
>baġırsaķ apa “Ey merhametli insan!” (KB 4690)
yana yandru yanmaķ yavalıķ tapa / yararmu manga ay baġırsaķ apa
>ınal “Ey inanılır (insan)!” (KB 4805)
bu dünya işin ķođmaġınça tükel / ķılumaz bu cuķbi işin ay ınal
>aķım “Ey cömertim!” (KB 4846)
bu erdi sanga çın baġırsaķlıķım / munı sözledim men sanga ay aķım
>ersig tonga / ersig çomaķ “Ey mert ve cesur yiğit! / Ey yiğit Müslüman!” (KB 3398,
3685, 4761/4701)
neçe me kiçig erse duşman sanga / anı sen uluġ tut ay ersig tonga (KB 3398)
>körki ay “Ey ay gibi güzel yüzlü!” (KB 3451)
406
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
yanut birdi oêġurmış aydı çın ay / negü ol tileking aya körki ay
>körklüg yüzüm “Ey güzel yüzüm!” (KB 4315)
munıngda adın ma takı bar sözüm / anı ma ayu bir ay körklüg yüzüm
>ķızġu eng “Ey al yanaklı!” (KB 4707)
iđi yaķşı aymış bügü bilgi king / eşitgil munı sen aya ķızġu eng
2.3.4. Habercinin Ögdülmiş’e Yönelik Hitapları
>bilgem “Ey bilgem!” (KB 5965)
unamadı aydı ķadaşıng ĥalı / yavuzraķ ay bilgem köner teg yolı
>köngli yaķın “Ey gönlü yakın!” (KB 5963)
aġır boldı köngli yatur ınçıķın / tegip tuş angar bir ay köngli yaķın
>ķılķı tüze “Ey yaradılışı asil!” (KB 5966)
men aşnu barayın seningdin oza / sen aķru uđu kel ay ķılķı tüze
2.3.5. Kumaru’nun Ögdülmiş’e Yönelik Hitapları
>urı “Ey adam (delikanlı)!” (KB 6295)
negüke ķılur sen sıġıt ay urı / kim urdı ya kim sökti ne ol ķorı
>ķadaş “Ey kardeş!” (KB 6287)
yorıp keldi utru ayur ay ķadaş / muyan birsü tengri köngül ķılma baş
2.4. Odgurmış’a Yönelik Hitaplar
Odgurmış yazar tarafından hikâyeye “zühd” ve “takva”yı temsil etmek üzere yerleştirilmiş,
onun vasıtasıyla insanların yalnızca bu dünya için değil, öteki dünya içinde çalışmaları, bu
dünyada diğer dünyaya yönelik yatırım niteliğinde amellerde bulunmaları gerektiği ifade
edilmiştir. Bu yönüyle hükümdarın ve Ögdülmiş’in kendisine hitaplarda bulunduğu görülen
Odgurmış için genellikle onun bilgisine, şöhretine, karakterinin, yaradılışının temiz olduğuna
dair göndermelerde bulunulmuştur.
2.4.1. Kün Togdı’nın Odgurmış’a Yönelik Hitapları
>odġurmışa / ođġurmış “Ey Odgurmış!” (KB 5039/5401)
ayur emgeding sen ay odġurmışa / yađaġın bu yirke özüng kelmişe
407
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
>ersig urı “Ey yiğit delikanlı!” (KB 5428)
neçe artsa dünya baş aġrıġları / taķı artuķ artar ay ersig urı
>uluġ “Ey ulu!” (KB 5400)
könilikte azmış özüm ay uluġ / ayu birding emdi könilik yoluġ
>külüg “Ey şöhretli!” (KB 5130)
bayat birdi barça sanga eđgülük / bu eđgü yolın aç manga ay külüg
>tetig / bilge tetig “Ey uyanık! / Ey uyanık bilge!” (KB 3197/3908)
iligdin selam köngül aytu bitig / bitidim esenlik öze ay tetig
>ođuġ / köngli ođuġ “Ey uyanık! / Ey gönlü uyanık!” (KB 5126/5398)
yanut birdi ilig ayur ay ođuġ / bu ķılķıng bođudı bu eđgü bođuġ
>bügü / bilge bügü “Ey hakîm! / Ey âlim hakîm!” (KB 3276, 3928/3934)
ilig aydı barġıl takı ma negü / yaraġlıġ söz erse tegür ay bügü (KB 3276)
>bilgi üküş / bilgi uluġ “Ey bilgisi çok olan! / Ey bilgisi büyük olan” (KB 3936/5092)
ay köngli süzük er ay bilgi öküş / baķa kör bu sözke yetürgil uķuş
>bilir “Ey bilir!” (KB 5097)
ķapuġda ķalın baş yumıttı yorır / tusulur kişi yoķ manga ay bilir
>künüm “Ey günüm (güneşim)!” (KB 5427)
neçe ming yaşasa sen aħır ölüm / yeter ök tutar oķ sini ay künüm
>toķum “Ey gönlü tokum!” (KB 5093)
sini munça bekrü tutup ķolduķum / bu erdi tilekim mening ay toķum
>süzük / köngli süzük “Ey saf! / Ey saf gönüllü!” (KB 5114/3936)
yanut birdi ilig ayur ay süzük / içing me taşıng birle barça tüzük
>eđgü ķılıķlıġ bütün işi çın “Ey iyi tabiatlı, güvenilir arkadaş!” (KB 5129)
ay eđgü ķılıķlıġ bütün işi çın / manga öt erig bir baġırsaķlıķın
>eđgü öz / eđgü kişi “Ey iyi insan!” (KB 3233/5440)
negü tir eşit emdi macni bu söz / bu söz işke tutġıl aya eđgü öz
408
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
>öđürmiş kişide keđi “Ey insanların iyisi ve seçkini!” (KB 5397)
bu sözler eşitti ilig yıġladı / ayur ay öđürmiş kişide keđi
>ķılķı tüzün “Ey asil tabiatlı!” (KB 3242)
munı barça ķođtı özüng yalınguzun / namaz ruza tuttı ay ķılķı tüzün
>baġırsaķ erim “Ey merhametli yiğidim!” (KB 3914)
eşitgil yana bu mening sözlerim / köngülke alın ay baġırsaķ erim
>aķı “Ey cömert!” (KB 5095, 5098)
kişi bar ķalın bođ boġuz aġruķı / köni çın baġırsaķ yoķ ol ay aķı (KB 5095)
> tonga “Ey kudretli!” (KB 5051)
sen emdi köngül birle kelding manga / velikin neteg ol bu iş ay tonga
>körklüg yüzüm “Ey güzel yüzlüm!” (KB 3201)
bu yanglıġ ķılınçıng eşitti özüm / sini arzuladı ay körklüg yüzüm
2.4.2. Ögdülmiş’in Odgurmış’a Yönelik Hitapları
> oġul “Ey oğul!” (KB 4515, 4532, 4582, 4635)
közün körmese arzu ķolmaz köngül / közüng körse könglüng ķolur ay oġul (KB 4515)
>urı “Ey adam (delikanlı)!” (KB 4437)
at eđgü tilese özüng ay urı / ümeg arķışıġ eđgü tutġıl yorı
>botu “Ey deve yavrusu!” (KB 4443)
asıġlıġ kişiler bolur bu ķutu / bularıġ yime eđgü tut ay botu
>baġırsaķ ķozı “Ey merhametli kuzu!” (KB 3311)
esen bolsa ermiş bu yalnguk özi / tilekke tegir ay baġırsaķ ķozı
>adaş “Dost, arkadaş!” (KB 4339, 4397, 4470, 4565, 4600, 4980, 5688, 6012)
bular ehl-i beyt ol ĥabibķa ķadaş / ĥabib savçı ĥaķķı üçün sev adaş (KB 4339)
>ķadaş “kardeş” (KB 4470, 4565, 4573, 6012)
duǾaçı tururlar sanga ay ķadaş / iđi eđgü neng bu duǾa ay adaş (KB 4470)
>ķoldaş “Ey dost, arkadaş!” (KB 4511)
409
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
aya ķoldaş erdeş söz aydım kese / bu ķız toġmasa yig tirig turmasa
>tigin “Ey bey!” (KB 4642)
esenlik tilese kör igsizlikin / az atlıġ otuġ yi tiril ay tigin
>uluġ “Ey ulu!” (KB 3989)
bilir men bayatım sevinçi ķamuġ / tapuġ tacat içre turur ay uluġ
>ķutluġ öz / ķutluġ er “Ey kutlu insan!” (KB 3487, 3492, 3646/4507)
yanut birdi ögdülmiş aydı bu söz / ayıtma manga sen aya ķutluġ öz (KB 3487)
>külüg “Ey namlı!” (KB 4136, 4982)
ķalı tegse beglik sanga belgülüg / bilig birle işlet işig ay külüg (KB 4136)
>könglüm yaruķı haķiķat yaķın “Ey gönlümün ışığı ve gerçekten yakınım olan
insan!” (KB 4679)
ay könglüm yaruķı haķiķat yaķın / sözüm maǾnisin uķ yime keđ saķın
>könglüm talusı sevüg canķa can “Ey gönlümün tacı, sevgili cana can!” (KB 6302)
ay könglüm talusı sevüg canķa can / seningsiz negü teg tirilsü revan
>can “Ey can!” (KB 5978)
yanut birdi ögdülmiş aydı ay can / tirig bolsa yalnguķ yorır ig toġan
>tüzüm / köngli tüz “Ey asilim! / Ey gönlü asil!” (KB 4977/4005, 4546, 5699)
yanut birdi ögdülmiş aydı bu söz / yime eđgü ermez aya köngli tüz (KB 4005)
>ķılķı tüz / tüzün / ķılķı tüzün “Ey asil karakterli!” (KB 4318, 4567/4643/3437, 4124
4281)
yanut birdi ögdülmiş aydı bu söz / kereklig erür çın aya ķılķı tüz(KB 4318)
>köngli king “Ey geniş yürekli!” (KB 4987)
barıp tuş angar sen ya kelsün sanga / yüzüng körsüni bir ay köngli king
>silig / ķılķı silig “Ey doğru! / Ey düzgün karakterli!” (KB 4130, 4446, 4638/3824,
4410, 4222, 4407)
yanamu mini ıêġay erki ilig / oķıġalı yandru ay ķılķı silig (KB 3824)
>erde baş “Ey erkeklerin ileri geleni!” (KB 4486)
410
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
kim evlik alayın tise törtte taş / ađın almaz evlik aya erde baş
>saķınuķ erenler eri “Ey takva sahibi erenler eri!” (KB 4483)
kişi alma alsa özüngke ķurı / sen alġıl saķınuķ erenler eri
>körk tilegli kişi eđgüsi “Ey güzellik arayan insanların iyisi!” (KB 4493)
aya körk tilegli kişi eđgüsi / kişi körki ķolma buđun külgüsi
>eđgü kişi / eđgü uruġ / urġı tüzün “Ey iyi insan! / Ey iyi soylu! / Ey asil soylu!” (KB
4298, 4241, 4384, 4498/4585/6187)
ķayu yirde devlet kötürse başı / bolu bir angar sen ay eđgü kişi (KB 4298)
>ķılķı örüg / köngli örüg “Ey sakin tabiatlı! / Ey gönlü sakin!” (KB 6023/6038)
bir ök yanglıġ ermez bu tüşke yörüg / munı keđ saķınġu ay ķılķı örüg
>köngli ķatıġ “Ey sağlam gönüllü!)” (KB 5713)
negü tir eşit tıngla bilgi batıġ / sanga ötler emdi ay köngli ķatıġ
>bügü “Ey hakîm!” (KB 3506, 4129, 4502, 6010)
mungar mengzer emdi bu beyt ay bügü / okıġu munı ötrü işke baġu (KB 3506)
>bilgi uluġ / bilgi tolu / bilgi king “Ey bilgisi büyük! / Ey bilgili insan! / Ey bilgisi
geniş!” (KB 3322/4491/4533)
kişi öz tilekin yorısa yoluġ / angar tegmez emgek ay bilgi uluġ
>bay “Ey zengin!” (KB 4491)
aya bay tilegli sen evlik talu / bulun bolmaġıl sen ay bilgi tolu
>tetig / bilge tetig “Ey uyanık! / Ey uyanık bilge!” (KB 5698/3712, 3822)
tilin sözlegil hem bitigil bitig / iligke yanayın ay bilge tetig (KB 3712)
>aķı / aķı king elig / ersig aķı / biliglig aķı “Ey cömert! / Cömert ve açık elli! / Ey mert
cömert! / biliglig aķı” (KB 3407/4536/4213/4424)
bu yalnguz yorıġlı kişi ķıvçaķı / kişike tusulmaz bolur ay aķı
>tüp tilegli beđüklük “Ey asalet ve büyüklük arayan insan!” (KB 4495)
aya tüp tilegli beđüklük bile / uçuz ķılmaġu öz beđük tüp bile
>körklüg ķoluġlı “Ey güzellik isteyen!” (KB 4485)
411
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
ay körklüg ķoluġlı munı ķolmaġıl / ķızıl mengzingi sen sarıġ ķılmaġıl
>unur / ķılķı unur“Ey kudretli! / Ey güçlü karakterli” (KB 4377, 4501/6015)
yıl ay kün saķışı bularda bolur / kereklig turur bu saķış ay unur (KB 4377)
>tonga / ersig tonga / ersig erim “Ey yiğit! / Ey mert yiğit!” (KB 4457, 4581, 4981,
5982/3470, 4126, 4138, 4363, 4540/3470)
oķıtçı mini ıđtı emdi sanga / mini yalnguz ıđma ay ersig tonga (KB 3470)
>ķılkı kür er “Ey cesur karakterli insan!” (KB 6018)
yana pişesin körse tüşte kör er / angar ma yörüg yoķ ay ķılkı kür er
>yüzüm “Ay yüzlüm!” (KB 5700)
bu keçmiş tiriglikke öknür özüm / neçe erki ķalmış künüm ay yüzüm
>körklüg yüzüm “Ey güzel yüzlüm!” (KB 3306)
yanut birdi ögdülmiş aydı özüm / sini arzuladı ay körklüg yüzüm
>ķul boluġlı uķuşluġ oduġ “Ey kul olan anlayışlı ve uyanık insan!” (KB 3661)
aya ķul boluġlı uķuşluġ oduġ / usal bolma saķlan toķıġay yoduġ
2.5. Diğer Kahramanlara Yönelik Hitaplar
2.5.1. Hacip’e Yönelik Hitaplar
Hacip hikâyede, Ay Toldı ve Kün Togdı arasındaki irtibatı sağlamak için
bulunmaktadır. Hikâyedeki kısa rolüne oranla hacibe yönelik hitap sayısı da azdır. Ay Toldı ve
Kün Togdı Hacip için onun ünlü, iyi ve kuvvetli olması yönündeki nitelikleri vurgulayan
hitaplar kullanmışlardır.
2.5.1.1. Ay Toldı’nın Hacip’e Yönelik Hitapları
>ĥacib ķutı “Ey devletli hacip!” (KB 526)
bu ay toldı aydı ay ĥacib ķutı / eşittim bu kün toġdı ilig atı
>eđgü öz “Ey iyi insan!” (KB 535)
bu sözke tanuķı munu keldi söz / oķıġıl munı sen aya eđgü öz
2.5.1.2. Kün Togdı’nın Hacip’e Yönelik Hitapları
>ersig tonga “Ey mert yiğit!” (KB 573)
412
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
yorı bar oķıġıl anı sen manga / tapuġķa köründür ay ersig tonga
2.5.2. Ögdülmiş’in Haberciye Yönelik Hitapları
>bügü “Ey hakîm” (KB 5961)
ayuttıķayudın kelir sen tiyü / tileking ne erki sözüng ay bügü
2.6. Yusuf Has Hacip’in Tanrı’ya Yönelik Hitapları
Yazar Tanrı’ya seslenirken onun gücünü, kuvvetini, birliğini, ezeli ve ebedi oluşunu
belirten sıfatların yanında bayat, ugan, idi, rab gibi hitaplar kullanmıştır.
>erklig uġan mengü munsuz bayat “Ey kuvvetli, kadir ebedi ve müstagni olan tanrı!”
(KB 6)
ay erklig uġan mengü munsuz bayat / yaramaz seningdin ađınķa bu at
>bir “Ey bir olan Tanrı!” (KB 8)
aya bir birikmez sanga bir ađın / ķamuġ aşnuda sen sen öngdün kiđin
>mengü / mengü mungsuz iđim “Ey sonsuz Tanrı! / Ey ebedi ve her türlü sıkıntıdan
uzak Tanrım!” (KB 10/6508)
siziksiz bir ök sen ay mengü açu / ķatılmaz ķarılmaz saķışķa saçu
>iç taş biligli / ĥaķķu’l-yaķin “Ey içi ve dışı bilen, ey hakku’l-yakîn!” (KB 11)
ay iç taş biligli ay ĥaķķu’l-yaķin / közümde yıraķ sen köngülke yaķın
>sırķa yaķın / köngülke eđiz “Ey her sırra yakın, gönüllerde yüksek!” (KB 20)
ay sırķa yaķın ay köngülke eđiz / tanuķ ol sanga barça śuret beđiz
>küsüş / ġafur / bilir / umınç “Ey aziz! / Ey bağışlayan! / Ey bilen! / Ey ümit!” (KB
396/6511/6513/6515)
tapuġsuz ķulung inen yazuķum üküş / özüng fażlı birle keçür ay küsüş
>iđim / bayatım “Ey Tanrım (Rabbim)!” (KB 6517/6520)
cefadın cefa oķ kelir ay iđim / vefada vefadın ađın bilmedim
2.7. Yusuf Has Hacip’in Hükümdar Buğra Han’a Yönelik Hitapları
>din Ǿizzi devletķa naşir muǾin, milletķa tac ay şeriǾatķa din / dünya cemali
uluġluķķa körk, mülketķa nur yayıġ ķutķa örk “Ey dinin izzeti, devletin yarıcısı, milletin
413
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
tacı, ey şeraitin hâdimi / Ey dünyanın süsü, ululuğun ziyneti, saltanatın nuru, saadetin bağını
elini tutan” (KB 89/91)
ay din Ǿizzi devletķa naşir muǾin / ay milletķa tav ay şeriǾatķa din
>eđgü ķılınç aślı eđgü uruġ “Ey iyi tabiatlı ve iyi soylu! (KB 108)
ay eđgü ķılınç aślı eđgü uruġ / ajun ķalmasunı sizingsiz ķuruġ
>terken ķutı / ilig “Ey devletli hükümdar! / Ey hükümdar!)” (KB 109/446)
bayat birdi devlet ay terken ķutı / anıng şükri ķılġu oķıp ming atı
>ķılķı ķađır “Ey sarsılmaz yaradılışlı!” (KB 447)
usal er teger köz usalın uđır / usal bolma saķlan ay ķılķı ķađır
2.8. Yusuf Has Hacip’in Kitap Okurlarına Yönelik Hitapları
Yusuf Has Hacib kişilerle ve siyasetle ilgili kurguladığı düşünceleri okuyucuya vermek
için kahramanları, meselelerle ilgili karşılıklı konuşturma yolunu seçmiştir. Ancak kendisinin
doğrudan doğruya okuyucuya hitapta bulunduğu da görülmektedir.
>birke bütmiş tiling birle ög “Ey Tanrının birliğine inanmış olan!” (KB 25)
aya birke bütmiş tiling birle ög / köngül bütti şeksiz amul tutġıl ög
>tonga / ersig tonga / edgü yigit / evlig er / til idisi “Ey yiğit! / Ey mert yiğit / Ey iyi
yiğit / Ey ev sahibi! / Ey dil sahibi!” (KB 36, 186/196/359/164)
oķıçı ol erdi bayattın sanga / sen ötrü köni yolķa kirding tonga
>oġul “Ey oğul!” (KB 187, 6461)
sanga sözledim men sözüm ay oġul / sanga birdi bu pend özüm ay oġul
>bügü / bilge / bilge bügü / bilge ķuta “Ey hakîm! / Ey bilge! / Ey bilge hakîm / Ey
kutlu bilge!” (KB 183/203, 6451/192, 287/158)
tiriglik tilese özüng ölmegü / ķılınçıng sözüng eđgü tut ay bügü
>biliglig kişi “Ey bilgili kişi!” (KB 248)
neçe kördüm erse isizler işi / ozu bolmadı ay biliglig kişi
>köngli tüz / ķılķı tüzün / silig / eđgü kişi / uluġ / tirig / tetig / oķıġlı tirig / “Ey gönlü
asil! / Ey karakteri asil! / Dürüst! / Ey iyi insan! / Ey ulu! / Ey diri! / Ey uyanık! / Ey okuyan
diri!” (KB 6462/1148/240/345, 353, 6478/6433/6435/6506/6507)
414
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
mungar mengzetü keldi emdi bu söz / munı yaķşı tıngla aya köngli tüz
>emgek bile sen śabır ķılġuçı / miĥnet iđisi / oķıġlı uķuġlı“Ey felaketlere
sabreden! / Ey mihnet sahibi! / Ey okuyan ve anlayan” (KB 6448/6449)
eşitgil negü tir bilig birgüçi / ay emgek bile sen śabır ķılġuçı
>ölgüçi “Ey fani insan!” (KB 1145)
sevinçlerke avnıp öküş külgüçi / sıġıtķa anunġu aya ölgüçi
3. Sonuç
KB’de hitaplardan önce çoğunlukla “ay” ve “aya” ünlemleri kullanılmakla beraber hitapların
tek başlarına bulunduğu da görülmektedir.
Hitaplarda kelimelerin genellikle yalın hâlleri tercih edildiği gibi I. tekil iyelik ekli kullanımları
da mevcuttur.Birçok hitap şeklinin tek bir kahramana özgü olmadığı, diğer kahramanlara
yönelik de kullanılmış olduğu görülmektedir.
Hikâye kahramanlarının dış görünüşlerine yönelik az sayıda hitaplar bulunsa da büyük oranda
kahramanların karakteristik özelliklerini yansıtan hitaplar kullanılmıştır. Bunun dışında
kahramanların yine karakterleriyle örtüştüğü düşünülen bazı hayvan isimleri de bulunmaktadır.
Söz konusu hitapları şu şekilde sınıflandırmak mümkündür:
I. Yakınlık Durumuna Göre Kullanılan Hitaplar
“Oġul” hitabı Ögdülmiş ve Odgurmış tarafından Kün Togdı’ya; Ay Toldı, Kün Togdı ve
Odgurmış tarafından Ögdülmiş’e; Ögdülmiş tarafından da Odgurmış’a sarf edilmiştir.
Ögdülmiş hükümdarın veziri Ay Toldı’nın oğludur. Bu nedenle Ay Toldı ve Kün Togdı’nın
kendisine yönelik kullandığı “oġul” hitabı “erkek evlat” anlamında kullanılmış olabilir.
Odgurmış ve Ögdülmiş’in birbirlerine yönelik sarf ettikleri “oġul” kelimesinin anlamını “evlat”
olarak düşünmek olası görünmemektedir. Buradaki anlamı “Ey adam/delikanlı!” olmalıdır. Bu
noktadan bakıldığında yaşı küçük olan Ögdülmiş’in hükümdara “oġul” diye seslenmesi akla
daha yatkın görünmektedir. Ayrıca kahramanlar, birbirleriyle olan yakınlık derecesini
vurgulamak istercesine aralarındaki yaş farkını gözetmeksizin ķadaş “kardeş”, eđgü iş “iyi
arkadaş”, adaş “dost, arkadaş”, ķoldaş “dost, arkadaş” gibi hitapları seçmişlerdir. Bunun
dışında günümüzde insanların kendisine çok yakın bulduğu kişilere seslenirken kullandığı gibi
415
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
könglim yarukı “gönlümün ışığı”, könglüm talusı “gönlümün sevgilisi”, köngüldeş işi “gönül
arkadaşım”, can hitaplarının KB’deki kahramanlar arası konuşmalarda da geçtiğini belirtmek
gerekir.
II. Hayvanlarla İlgi Kurularak Kullanılan Hitaplar
Eserde kişiler birbirlerine hitap ederken ķozı “kuzu”, kök böri “bozkurt”, böke “büyük yılan”,
botu “deve yavrusu”, sıġun “erkek geyik, karaca” gibi hayvan isimlerini kullanmıştır 86 .
Hükümdara Ay Toldı ve Ögdülmiş tarafından “kozı!”, Odgurmış tarafından “sıġun!” şeklinde
hitaplarda bulunulmuştur. Yusuf Has Hacip’in Ay Toldı’nın tasvirine yer verdiği 463. beyitte,
onun genç bir delikanlı olduğu belirtilmiştir. Aynı şekilde Ögdülmiş, hükümdarın veziri Ay
Toldı’nın oğludur. Bu nedenle hükümdardan yaşının küçük olduğu tahmin edilmektedir.
Günümüz şartlarında yaşça ve konum itibariyle muhatabından düşük birinin muhatabına
yönelik bu kullanımlarının mümkün olmadığı açıktır. Ancak burada “kozı” hitabı, konuşanın
muhatabına duyduğu yakınlık derecesinin, sevgi ve ilgisinin bir yansıması olarak
değerlendirilmelidir. Günümüzde birinin gücünü, kuvvetini vurgulamak için kullanılan “aslan”
hitabı gibi eserde kullanılmış olan “sıġun” da hükümdarın çevikliğini belirtmek üzere sarf
edilmiştir. Diğer seslenmeler muhatabın gücüne ve kudretine gönderme yapmak üzere
kullanılmıştır. Eserin meydana getirildiği coğrafya ve adı geçen hayvanların Türk kültüründeki
yeri ve önemi düşünüldüğünde, kahramanlarla bu hayvanlar arasında ilgi kurulması
mümkündür.
III. Kahramanların Mizacına Yönelik Kurulan Hitaplar
Eserin tamamına göz gezdirildiğinde kahramanların birbirlerine hitap ederken birbirlerinin
karakterlerini göz önünde bulundurdukları fark edilmektedir. Böylece o dönem Türk
toplumunda ön planda tutulan değer yargılarının, kişide olmazsa olmaz sayılan erdemlerin neler
olduğu anlaşılmaktadır. Bu erdemlerin başında bilgelik, bilgili, tecrübeli, takva sahibi, güçlü,
iyi niyetli olma gelmektedir. Bunun dışında kutluluk, göz tokluğu, merhametlilik, dürüstlük,
alçak gönüllülük, asalet, cömertlik, zenginlik gibi değerler ve vasıfların Türk toplumunda ne
derece önemli bir yere sahip olduğu, kişilerin hitap ederken seçtikleri bu değerlere yönelik
sıfatların çokluğundan anlaşılmaktadır. Birey öncelikle, elde ettiği bilgiyi nasıl kullanacağını
416
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
bilmelidir. Kendinde bulunduğu erdemlerini, faziletlerini, gücünü, maddi manevi bütün
varlığını cömertçe toplumun yararı yönünde kullanmalıdır. Bunları yaparken hiçbir zaman iyi
niyetinden, dürüstlüğünden, alçak gönüllüğünden ödün vermemelidir. Dünya hayatına verdiği
önem kadar ahiret hayatının iyi olması yönünde amellerde bulunmalıdır. Bütün bu özellikleriyle
birey toplumda seçkin bir kişi olarak görülür, sevilir, sayılır, namı bütün dünyaya yayılır. Söz
konusu değerleri şu şekilde sınıflandırmak mümkündür.

Bilgelik: bilge, bilge tetig “zeki, âlim”, bilge külüg “ünlü bilge”, bügü “hakîm”, ilçi
bügü “hakîm hükümdar”, bilge bügü “âlim hakîm”, uķuşluġ “anlayışlı”, bilge uķuşluġ “anlayışlı
bilge”, bilgüçi “anlayan”, tirig “gönlü diri”

Bilgili Olma: bil(i)gi yaruķ “parlak bilgili”, bil(i)gi king “bilgisi geniş”, bil(i)gi
uluġ “bilgisi yüce”, bil(i)gi üküş “bilgisi çok olan”, bil(i)gi ügüz “bilgisi ırmak (misali)”, bil(i)gi
tamam “bilgisi tam”, bil(i)gi batıġ “bilgisi derin”, bil(i)gi tükel “bilgisi tam”, bilir,biliglig kişi
“bilgili kişi”

Takva Sahibi Olma: tetig “uyanık, farkında”, köngli tetig “uyanık kalpli, farkında”,
ođuġ “uyanık”, köngli ođuġ “gönlü uyanık”, ög köngüllüg uķuşluġ ođuġ “akıl ve gönül sahibi”,
saķınuķ erenler eri “takva sahibi erenler eri”

Cesur Olma: alp “yiğit”, yigit “yiğit”, tonga “yiğit”, küçlüg tonga “kudretli yiğit”,
ersig tonga “cesur kahraman”, ersig çomaķ “Müslüman yiğit”, ilçi tonga “kahraman
hükümdar”, ilçi unur “kudretli devlet adamı”, uluġ “ulu”, unur “kudretli”, ķılķı unur “karakteri
kudretli”, elgi uzun “iktidar sahibi”, üsteng elig “üstün el”, sarp ķılıķ “sağlam karakterli”

İyi Niyetli Olma: ķılķı silig “karakteri düzgün, temiz”, eđgü öz “iyi insan”, arıġ
“temiz ruhlu”, yalnguķ keđi “insanların iyisi”, süzük “saf gönüllü”

Kutlu Olma: ilig ķutı “devletli hükümdar”, ķutluġ ķuta “devletli”, ķutluġ öz “kutlu

Gözü Tok Olma: toķ “gönlü tok”, köngli toķ “gönlü tok”

Merhametli Olma: baġırsaķ kişide burun “merhametli insanların ileri geleni”,
kişi”
köngli yaķın “merhametli”, baġırsaķ apa “merhametli insan”

Dürüst Olma: köngli köni “gönlü dürüst”

Alçak Gönüllü Olma: ķılķı alçak “alçak gönüllü”, ķılķı örüg “sakin tabiatlı insan”,
amul “yumuşak huylu”, ķılķı amul “yumuşak yaradılışlı”
417
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014

Asil Olma:ķılķı tüzün “karakteri asil”, köngli tüz “asil gönüllü”, uruġluġ ķarı “asil
ihtiyar”, aśli kişi “asil insan”

Cömert Olma: aķı “cömert”, elgi aķı “eli cömert”, ilçi aķı “cömert hükümdar”
IV. Kahramanların Diğer Vasıflarına Yönelik Kurulan Hitaplar

Tecrübeli Olma: törü urġuçı “kanun yapan”, beg “bey”, eđgü törü “iyi nizam
sahibi”, eđgü törülüg beg “iyi nizam sahibi bey”, ilig “hükümdar”, ilçi başı “büyük hükümdar”,
dünya begi “dünya beyi”, tigin “beyzade”

Meşhur Olma: külüg “şöhretli”, bilge külüg “ünlü bilge”, bođunda talu “halkın
seçkini”, bođunda burun “halkın ileri geleni”

Zengin Olma: bay “zengin”, bay boluġlı“zengin”

Dış Görünüş: KB’de dikkati çeken hususlardan biri, kahramanların birbirlerine
seslenirken dış görünüşlerine yönelik hitapları çok fazla tercih etmemeleridir. Dış görünüşle
ilgili seçilen hitaplar; yarumış kün “parlak güneş”, körklüg yüz “güzel yüz”, körklüg yüzüm
“güzel yüzlüm!”, ķızġu eng “al yanaklı”, ay yüzüm “ay yüzlüm” gibi muhatabın yüzünün
niteliği ile ilgilidir.
Kısatmalar
Alm.
: Almanca
EDTC
: An Etymological Dictionary of Pre Thirteenth Century Turkish
Es. T.
: Eski Türkçe
Fr.
: Fransızca
İng.
: İngilizce
KB
: Kutadgu Bilig
Kaynakça
Arat, Reşid Rahmeti; Kutadgu Bilig II: Tercüme, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları,
1959.
418
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Arat, Reşit Rahmeti; Kutadgu Bilig I:Metin, 5. Baskı, Ankara: Türk Dil Kurumu
Yayınları, 2007.
Atalay, Besim; Divanü Lûgat-it-Türk (Dizin), C. IV, Ankara: TDK Yayınları, 2006.
Clauson, S. G.; An Etymological Dictionary of Pre Thirteenth Century Turkish, Oxford:
Oxford Universitiy, 1972.
Dilaçar, Agop; Kutadgu Bilig İncelemesi, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1995.
Göğüş, Beşir; Anlatım Terimleri Sözcüğü, Ankara, 1998.
Kaçalin, Mustafa S.; Yûsuf Hâs Hâcib Kutadgu Bilig, Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı
Yayınları, 2011 (http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/belge/1-75546/yusuf-has-hacib---kutadgubilig.html.)
Kafesoğlu, İbrahim; Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki Yeri, İstanbul: Kültür
Bakanlığı Yayınları, 1980.
Korkmaz, Zeynep; Gramer Terimleri Sözlüğü, 2. Baskı, Ankara: TDK Yayınları, 2003.
Vardar, Berke; Açıklamalı Dilbilim Terimleri Sözlüğü, İstanbul: ABC Kitabevi, 1998.
Yavuz, Kemal; Hâcib Böyle Dedi, İstanbul: Mostar Yayınları, 2012.
419
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
HÜSEYİN CAHİT YALÇIN’IN 1891’DE YAYIMLANAN İLK ROMANI
NADİDE
Hasan YÜREK
ÖZET
Türk edebiyatının önemli isimleri arasında yer alan Hüseyin Cahit Yalçın’ın roman türünde
yazılmış iki eseri vardır. Bu romanların ilki 1891’de yayımlanan Nadide, ikincisi ise 1901’de
yayımlanan Hayal İçinde’dir. Bu iki romandan birincisi olan Nadide her ne kadar 1891’de
yayımlansa da Latin harflerine ancak 2014’te aktarılabilmiştir. Dolayısıyla bu roman eski ve
ismi bilinen bir roman olmasına rağmen aynı zamanda yeni ve üzerinde çok fazla durulmamış
bir eserdir. Hüseyin Cahit Yalçın her ne kadar Servet-i Fünûn hareketiyle ön plana çıkmış olsa
da Nadide adlı roman taşıdığı özelliklerle bir Tanzimat romanıdır. Nitekim yayımlanış yılı da
bunu somutlaştırmaktadır. Nadide, Hüseyin Cahit Yalçın’ın henüz on beş yaşındayken Ahmet
Mithat Efendi’nin roman tarzını taklit ederek kaleme aldığı bir romandır. Eser, yazarın
Serez’deyken duyduğu bir hikâyeye dayanmakta Balkanlarda geçmektedir. Bu çalışmada
Hüseyin Cahit Yalçın’ın bilinen ancak Latin harflerine yeni çevrilen Nadide adlı romanı olay,
olay örgüsü, kişiler, zaman, mekân, anlatım gibi çeşitli özellikler açısından ele alınacaktır.
Böylece bu eserin özellikleri ayrıntılı bir şekilde irdelenecek ve eser Türk romanı içerisinde
konumlandırılacaktır.
Anahtar Sözcükler: Hüseyin Cahit Yalçın, Nadide, Roman.
HÜSEYİN CAHİT YALÇIN’S FİRST NOVEL WHICH IS PUBLISHED IN 1891:
NADİDE

Yrd. Doç. Dr. , Mersin Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Mersin/Türkiye,
[email protected]
420
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Abstract
Hüseyin Cahit Yalçın, who is among the most popular names of Turkish literature, has two
written pieces of works of novel type. The first one of these is Nadide which is published in
1891, and the second one is Hayal İçinde which is published in 1901. Although the first one of
these novels, Nadide, was published in 1891 the latinization, however, could be achieved in
2014. Thus, despite its ancient and reputable fashion, at the same time it is a novel which is new
and underemphasized piece. Although, Hüseyin Cahit Yalçın was marked by Servet-i Fünun
movement, the novel Nadide on the basis of its features, is a Tanzimat Reform Era novel. Hence
the year of publication justifies these peculiarities. Nadide is Hüseyin Cahit Yalçın’s piece
which was put down on paper as an imitation of Ahmet Mithat Efendi’s novel type when he
was 15 years old. The piece has been based on a story, which is heared by him when he was in
Serez, and the fiction has been in Balkans. In this study, Hüseyin Cahit Yalçın’s novel, Nadide,
which recognized but has just latinized, will come up in the way of case, plot, characters, time,
place and expression. Therefore, features of this piece will be analyzed in detail and the piece
will be positioned somewhere in Turkish Novel.
Keywords: Hüseyin Cahit Yalçın, Nadide, Novel.
Giriş
Türk edebiyatının önemli isimlerinden olan Hüseyin Cahit Yalçın 1875-1957 yılları arsında
yaşamıştır. Roman, öykü, eleştiri, monografi, çeviri gibi çeşitli alanlarda örnek veren Hüseyin
Cahit, 1896-1901 yılları arasında Servet-i Fünûn hareketi içerisinde yer alır. Servet-i Fünûn
1901’de kapatılmasının sebebi de onun Fransızcadan çevirdiği “Edebiyat ve Hukuk” başlıklı
makaledir. Hüseyin Cahit’i edebiyat ile uğraşması II. Meşrutiyet’e kadar sürer ve o, II.
Meşrutiyet ilan edildikten sonra siyasete girer. 1908’de Tevfik Fikret ve Hüseyin Kâzım ile
birlikte Tanin’i adlı gazeteyi çıkarır. Aynı yıl içerisinde İttihat ve Terakki’den milletvekili
seçilir. 1911’de Düyun-ı Umumiye Dayinler Vekili olur ve bu görevini 1922’ye kadar
sürdürür.1908’de arkadaşlarıyla çıkarmaya başladığı Tanin’i kısa bir süre sonra tek başına
devralır. Tanin, kapatılınca sırasıyla Cenin, Renin, Senin gazetelerini çıkarır. Gazete kısa bir
süre sonra tekrar Tanin adını alır. 1913’ten itibaren İttihat ve Terakki’ye muhalefet etmeye
başlayan Hüseyin Cahit, gelen baskılar sonucunda Tanin’i İttihat ve Terakki’ye satar. Tanin
satıldıktan sonra muhalif kimliğinden vazgeçer ve bunun karşılığında İttihat ve Terakki
tarafından farklı görevlere tayin edilir. 1918’de İttihat ve Terakki mensupları ülkeyi terk edip
421
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
kabine değişince tutuklanır ve 1919’da Malta’ya sürülür. Sürgün, 1921’e kadar devam eder ve
Hüseyin Cahit, aynı yıl Roma’ya geçer; 1922’de ise İstanbul’a döner. Döndükten sonra yaptığı
ilk iş Tanin’i tekrar çıkartmaktır. 1925’e kadar çıkan Tanin, Mustafa Kemal’e karşı muhalefet
yapar. Bunu sonucunda Hüseyin Cahit, “1938 yılında Atatürk’ün ölümüne kadar üç kere
İstiklâl Mahkeme’sine gönderilmiş, siyasî bir yalnızlık ve terk edilmişlik psikolojisi içinde uzun
yıllar sadece kalemiyle yaşama savaşı vermiştir.” (Huyugüzel, 1984: 36). 1938’den sonra
Cumhuriyet Halk Partisi saflarına katılır ve Çankırı milletvekili olur. Daha sonra
milletvekilliğini İstanbul ve Kars temsilcisi olarak sürdürür. Milletvekillilik 1939-1954 yılları
arasında sürer. Bu evrede, 1943’te Tanin’i tekrar çıkarmaya başlar. Bu sefer gazeteyi 1947’ye
kadar çıkarabilir ve ondan sonra 1948’de Ulus gazetesine geçer. 1953’e kadar süren Ulus
gazetesi faaliyetleri, gazete Demokrat parti tarafından kapatılınca Yeni Ulus ve Halkçı
gazetelerinde devam eder. Bu gazetelerdeki yazılarında dönemin iktidarını (Adnan Menderes)
eleştirince hapis cezası alır. Verilen ceza, büyük tepki alınca Hüseyin Cahit affedilir; ancak
affedilene kadar üç buçuk ay hapis yatar. Hapisten sonra Halkçı ve yeniden çıkmaya başlayan
Ulus’ta muhalif kimliğiyle yazmaya devam eder. 1957 seçimlerine İstanbul adayı olarak girmek
ister; ancak seçim olmadan aynı yıl içerisinde vefat eder.
Genel Bilgiler
Nadide, adlı roman Hüseyin Cahit Yalçın’ın ilk romanı olmakla birlikte ilk eseridir. 1890’da
tamamlanan eser 1891’de Âlem Matbaası tarafından basılır. Üzerine fazla çalışma olmamasıyla
birlikte eser yakın zamana kadar Latin harflerine aktarılmamıştır. 87 Yazar bu eserden sonra
sadece bir roman daha yazmıştır. 1901’de yayımlanan bu romanın adı ise Hayal İçinde’dir.
Nadide, “Kable’l- İzdivaç” ve “Ba’de’l- İzdivaç” başlıklarını taşıyan iki kısımdan
oluşmaktadır. “Kable’l- İzdivaç” başlıklı kısımda on üç Ba’de’l- İzdivaç başlıklı kısımda ise
on beş alt kısım bulunmaktadır. Ayrıca romanın başında Ahmet Mithat’ın bir sunuş yazısı ve
Hüseyin Cahit’in kısa bir yazısı; romanın sonunda yine Hüseyin Cahit’e ait bir değerlendirme
yer almaktadır. Ahmet Mithat bu romana yazdığı takdimde Türk romanının tercümeden
Bu roman üzerinde tespit edilebilen iki çalışma vardır. Bunlardan ilki Hüseyin Cahit Yalçın’ın çeşitli
yönleriyle ele alan ve dolayısıyla bu eseri de kapsayan, Ömer Faruk Huyugüzel, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayatı
ve Edebi Eserleri Üzerine Bir Araştırma, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İzmir, 1984 künyeli
çalışma; ikincisi ise sadece bu roman üzerinde sınırlı bir şekilde duran, Selçuk Çıkla, “Divan Şiirindeki Sevgili
Tipini Alaya Alan Bir Roman Yahut Hüseyin Cahit Yalçın’ın Nadide’si”, Yedi İklim, S.: 136, s.: 45-50 künyeli
çalışmadır. Nadide’nin Latin harflerine aktarıldığı eserin künyesi ise şöyledir: Hüseyin Cahit Yalçın, Nadide,
(Yayıma Hazırlayan: Hasan Yürek), Sonçağ Yayınları, Ankara, 2014.
87
422
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
uzaklaşıp telif eserler vermesini memnuniyetle karşıladığını söylemekte, Nadide adlı eseri
seçkin bir roman olarak değerlendirmektedir. Bunun yanında da eseri verdiği mesajlar
bağlamında değerli gördüğünü ve kendisi gibi okuyucuların da bu eseri takdir edeceğine emin
olduğunu ifade etmektedir.88
Hüseyin Cahit’i böyle bir eser yazmaya sevk eden temel sebep şöhret olma isteğidir. O, edebiyat
heveslisi bir genç olarak adını duyurmak istemektedir. Nitekim Edebiyat Anıları’nda bu
niyetinin olduğunu şu sözlerle ifade etmektedir: “Bir roman yazsam! Benim de adım gazetelere
geçse! (…) İki satırlık bir övgüye ulaşmak bile beni mutlu etmeye yetecekti” (Yalçın, 2002: 29).
Eser genel özellikleriyle Tanzimat romanı niteliğindedir. Ahmet Mithat’ın takdim yazısında
ifade ettikleri bunun somut bir kanıtıdır. Bunun yanında Hüseyin Cahit de bu eser için “üslup
ve düzeni baştan başa Ahmet Mithat Efendi’nin kötü bir taklidiydi. Taklidi o kadar ileri
götürmüştüm ki hikâyeyi yarıda keserek, sanki konu gerektiriyormuşçasına bir felsefe
düşüncesine bile ayrı bir bölüm ayırmıştım.” (Yalçın, 2002: 33) demektedir. Bir başka ifadeyle
bu eser, Tanzimat romanı paralelinde biçime, tekniğe pek dikkat etmeden belirli bir mesaj
verme, eğitme, yol gösterme amacıyla kaleme alınmış ve bu doğrultuda dönemin önde gelen
isimlerinden Ahmet Mithat romancılığını örnek almıştır.
Romanın bir diğer özelliği bir dış gerçeklikten hareketle kaleme alınmış olmasıdır. Bir başka
deyişle Hüseyin Cahit duyduğu bir hikâyeden hareket etmiş ve onu biraz değiştirerek bu romanı
yazmıştır. Yazar o dönemde Osmanlı’nın Balkanlardaki önemli merkezlerinden olan
Serez’deyken 89 duyduğu bir hikâyeden hareketle eserini vücuda getirmiştir 90 (Yalçın, 2002:
29).
Özet
Balkanlar’da yaşayan ve hiç evlenmeyen Ali Bey bir gün dolaşırken terk edilmiş bir bebek
bulur. Bebeğe Fuat adını verir. Zaman geçtikçe ikisi birbirine bağlanır. Fuat büyüyüp
Takdim yazısının tamamı şöyledir: Ne bahtiyarım ki şu bir iki hafta zarfında birkaç romana şu yolda
kelimât-ı tebrikiyye yazdım. Osmanlılarımız artık yalnız tercüme ile iştigal etmeyip işte telif mertebesinde
sâ’idoldular. Hem de sükût faydasına makusen mütenasip denilecek bir suretle sürati gittikçe mütezayit bir su’ûd!
Yalnız benim sözüme kalmayarak okuyanlar dahi itiraf edeceklerdir ki şu roman emsali miyânında mümtazdır.
Hem büyüklük hem suret-i tahrir ve hem de münticolduğu hikmet-i mûkiz cihetiyle mümtazdır. Müellifini ez dil
ü can ben tebrik edeceğim gibi karilerin de tebrik edeceklerine şüphe etmem.
88
89
Serez, günümüzde Yunanistan sınırları içerisinde kalmaktadır.
90
Hüseyin Cahit 8-13 yaşları arasında Serez’de yaşamıştır.
423
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
delikanlılık çağına geldiğinde tesadüfen Nadide’yi görür ve ona âşık olur. Nadide’nin de
kendisine karşılık vermesinden sonra mektupla haberleşirler. Nadide, Fuat’ı kendi evinin
bahçesinde gizlice buluşmaya davet eder. Bu buluşmayı haber alan Nadide’nin sevdalılarından
Nadir Bey, Fuat’ı takip eder ve onu Nadide’yle buluştuğu gece adamlarına vurdurtur. Yaralı bir
halde olan Fuat’ı, aslında babası olan, Ali Bey’in kâhyası Kanber kurtarır. Onu kurtardıktan
sonra da Fuat’ın bir daha zor durumda kalmaması için Nadide’den uzak durmasını sağlar.
Nadide tarafında ise olumsuz gelişmeler yaşanmaktadır. Nadide’nin annesi, kızının gece bir
erkekle gizlice buluştuğunu duyar ve onu cezalandırır. Verilen ceza evlenme yasağıdır. Bir süre
sonra ise Nadide, hamile olduğunu anlayıp durumu annesine haber verir. Anne, bu durumun
ailenin itibarını zedeleyeceğini düşündüğünden kızını kimsenin görmemesi için odaya kapatır
ve hasta olduğu haberini yayar. Nadide ise bir taraftan Fuat’a ne olduğunu merak etmekte diğer
taraftan çocuğunu düşürmeye çalışmaktadır.
Nadide, birgün pencereden dışarı bakarken Fuat’ın üvey babası Ali Bey’i görür ve onunla önce
işaretleşir, sonra mektuplaşır. Bunun üzerine Ali Bey, Nadide’yi istetir. Nadide’nin annesi daha
önce aldığı karar üzere Nadide’yi vermez ve gelenleri kibarca reddeder. Bu arada Nadide,
çocuğunu da düşürür.
Düşük yapan Nadide sıhhatine kavuştuktan sonra tekrar Ali Bey’le mektuplaşıp biraz sabırlı
olmasını ister. Nadide, epeyce düşündükten sonra evliliğine engel olan annesini ve hamilelik
sürecini bilen yardımcısını öldürür. Bütün engeller ortadan kalkınca da Ali Bey’le evlenir.
Düğün sırasında Fuat ve Nadide karşılaşır. Fuat, sevdiği kadının üvey babasıyla evlenmekte
olduğunu görünce önce kendisini Nadide’den uzaklaştıran Kanber’i suçlar; ardından yapacak
bir şey olmadığından bir bahaneyle üvey babasının çiftliğinden uzaklaşır.
Nadide, Fuat’ın hayatta olduğunu öğrendikten sonra ne pahasına olursa olsun onunla
evlenmeye karar verir. Fuat’a aşkını beyan eden bir mektup yazıp olumsuz cevap alınca Fuat’ı
çiftliğe getirebilmek için odasını yakar. Yangın sırasında da odasında bayılıp kalır. Ali Bey,
karısını kurtarır; ancak ölümcül yaralar alır. Bu durumu öğrenen Fuat, gittiği çiftlikte tesadüfen
karşılaşıp âşık olduğu Elmas’ı da alarak baba evine döner. Hasta yatağında bulunan Ali Bey,
oğlunun gelişine çok sevinir. Onun yanında getirdiği Elmas’ı da evlatlık alır. Ali Bey, öleceği
düşüncesiyle vasiyetnamesini yazdırır ve Fuat’tan da Elmas’la evlenmesini ister.
Fuat’ın çiftliğe geri gelişine sevinenlerden bir diğeri Nadide’dir. Nadide, Fuat’a çiftlikten kaçıp
evlenmeyi teklif eder; ancak üvey babasını çok seven Fuat bu teklifi reddeder. Bunun üzerine
424
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Nadide, Fuat’ın kararını değiştirmesi için Ali Bey’i zehirletir. Niyeti, Fuat’la evlenme
hususunda engel gördüğü kişiyi ortadan kaldırmaktır. Nadide, ayrıca bir diğer engeli, Elmas’ı
da kaçırtır. Yaşanan gelişmelerden sonra Ali Bey ölür. Bunun üzerine Nadide, Fuat’a evlenme
isteğini yineler.
Fuat yaşanan olumsuzlukların Nadide tarafından icra edildiğini anladığından Kanber’le birlikte
çiftliği terk eder. Olayları güvenlik güçlerinin önemli bir ismine anlatır. Fuat, Kanber ve
güvenlik güçlerinin iş birliği sonucunda Nadide ile iş birliği yaparak Elmas’ı kaçıran haydutlar
yakalanıp hemen asılır. Nadide ise yeterli kanıt bulunmadığından ceza almaz; ancak kaza
geçirir ve ölür.
Olay Örgüsü
Romandaki olay örgüsü iyilerle kötülerin çatışması üzerine kurulmuştur. Buna bağlı olarak olay
örgüsü aşağıdaki gibi şematize edilebilir:
Çatışma
İyiler
Kötüler
Kötülerin Olumsuz Davranışları ve İyilerin Kazanması
Tablodan anlaşılabileceği üzere, romantizmden gelen etkiye bağlı olarak romanda iyi ve kötü
karakterli kişiler vardır. İyi tarafında Fuat, Ali Bey, Kanber, Elmas; kötü tarafında ise Nadide,
Nadir Bey, İboş, gibi kişiler sayılabilir. Bu kişiler aracılığıyla temsil edilen iyi ve kötünün
çatışmasından ortaya çıkan netice ise her ne kadar kötüler etrafına zarar verse de nihayetinde
iyilerin kazanacağıdır. Bu da Nadide, Nadir Bey ve İboş’un ölümleri; Fuat ile Elmas’ın
muratlarına erip evlenmeleri aracılığıyla gösterilir. Nadide ve diğer kötüler etraflarına zarar
vermiştir ama sonuçta kazanan taraf iyiler olmuştur.
Tema
425
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Tema, hem kötülerle iyiler arasında yaşanan gelişmeler hem de romanda yer yer yazar adına
konuşan Kanber aracılığıyla ortaya konur. Bu romandaki tema terbiyenin bir diğer deyişle
eğitimin önemi olarak ortaya çıkmaktadır. Anlatıcının temel tezi iyi eğitilmeyen, iyi terbiye
edilmeyen evlatların olumsuz işler yapacağı böylece çevresindekileri felakete sürükleyeceğidir.
Bu bağlamda ön plana çıkan kişi Nadide’dir. Nadide’nin yaptıkları iyi terbiye edilmeyen birinin
yapabileceklerini somutlaştırır. Nadide, önce gizlice Fuat’la buluşur ve onunla birlikte olur.
Ardından hamile kalınca çocuğunu kendi çabasıyla düşürür. Annesi kendisine evlenme yasağı
koyunca onu ve hamileliğini bilen yardımcısını öldürür. Ali Bey’le evlendikten sonra Fuat’ın
hayatta olduğunu görür ve bu sefer de Fuat’la arasındaki engelleri ortadan kaldırmak için önce
Ali Bey’i öldürtür; daha sonra da Fuat’ın sevgilisi Elmas’ı kaçırtır. Hatta kendisiyle
evlenmeyeceğini söyleyen Fuat’ı da öldürmeye çalışır. Görüldüğü üzere Nadide’nin bütün
faaliyetleri romanın başından sonuna kadar olumsuzdur. Nadide’nin bu faaliyetleri aracılığıyla
iyi terbiye edilmeyen bir kişinin yapabilecekleri çarpıcı bir şekilde ortaya konur.
Anlatıcı, Kanber aracılığıyla iyi terbiye verilmeme sebebi olarak anneleri işaret eder. Kanber,
Nadide’nin Fuat’la olan gizli ilişkisi için “Başlıca sebep de anasıdır. On üçünde böyle hâller
vuku bulur da bir validenin haberdar olmaması kabil midir? Bir çocuğun ettiği haşarılığı
validesi behemehâl duyar. Ya kızını utandırmamak (!) için sesini çıkarmaz yahut ne olurmuş
azıcık eğleniversin onu biz de yaptık!... diyerek gözünü yumar! Artık yumulmamak derecesine
gelirse geçmiş ola! Bir bu türlüsü vardır. Bir de gayet ihtiyar olup da, işte bu mahbube, aşkıyla
perişan-hâtır olduğunuz bu kız, benim midir! makamında gözlerini kapar. Kapar ama
nihayetinde mahcubiyetten başka bir şey hasıl olmaz.” (Yalçın, 2014: 46) diyerek bu durumu
ortaya koyar. Kanber, kişilerin olumsuz davranışlarını, ailelerin ve özellikle annelerin iyi eğitim
verememesine bağlar. Yine bir başka yerde Kanber “Evlatlarını hüsn-i terbiye etmeyen
validelere cemiyet-i beşeriyye tarafından lanet edilse sezadır!.. Çünkü bi’l-âhire mazarratı yine
cemiyet-i beşeriyyeye ait olacaktır. Tıpkı Nadide de olduğu gibi! Vâkıâ Nadide’ye validesi
faziletten başka bir şey öğretmemiştir. Lakin ahlak hususunda -mutaasıplığı ile beraber- yine
müsamaha göstermiştir. İşte bu müsamahası da nihayet kendisinin ve bir biçare halayıkın
ölümüne sebep olmuştur. Niçin mi dediniz? Evet, hayatının mahvına sebebiyet veren kendi
müsamahasıdır. Çünkü kızının bu haline elbette vâkıf idi. Bu haline deyişimizden Ali Bey’e,
Fuat’a mektup yazdığını anlamayınız, yalnız kızının hafifmeşrebâne harekette bulunduğunu
bilmek lazımdı ki bunu da mutlaka bilmiştir. Şimdi bu halde görmemezlik etmeli miydi? Gayet
ufak bir vukuat üzerine kemal-i şiddetle muamele etmesi lazımdı. Sesini çıkarmadığı kızını
sevdiğinden midir? Haşa! Validelerin -hemân- kâffesi kızım, yanımda mahcup olmasın, daha
426
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
aklı ermez, elbette uslanır zu’mıyla -günden güne azmakta olan- işe ehemmiyet vermeyip
gözlerini yumarlar, seslerini çıkarmazlar. Ama on binde bir tanesi müstesna imiş! Ender değil
mi? Ne hükmü olabilir? İşte öyle valideler namuslarının berbat olmasına sebep oldukları
cihetle kızlarının hayr-hâhı değil belki düşmanıdırlar! Bahusus bu son senelerde: Medeniyettir!
(?) diyerek açık saçık geziyorlar da valideleri iftihar ediyorlar! Yazık!... Böyle bir valideden
yetişen evlatta hissiyat-ı milliyye, hissiyat-ı vataniyye bulunabilir mi? Heyhat!... Öyleleri,
valide ve pederlerinin salik oldukları tariki kemal-i rezaletle takip ederler.Böyle bir valideden
yetişen çocuklar da böyledir! Böyle bir valideden terbiye gören bir kız da böyle bir valide
olacaktır!...”(Yalçın, 2014: 88-89) demektedir.
Anlatıcı adına konuşan Kanber tespit yapmakla kalmaz belirtilen hususta neler yapılması
gerektiğini de ifade eder ve şöyle der: “Asıl birinci derecede ıslah olunması lazım gelen şey
validelerin halidir. Bir valide evladının -mutlaka- cüzi, külli bir harekete sebebiyyet vereceğini
bilmelidir de ona göre takayyüdâtta bulunmalıdır. Bir insan nasıl ki herkesin nazar-ı tama’ı
matuf gayet kıymettar bir mücevherini, elmasını kemal-i dikkatle hıfz ederse bir valide de kızına
bundan daha pek çok ziyade dikkat ve onu muhafaza etmelidir.
Gayet latif, nazik, nadide çiçekleri havi olan bir bahçe nasıl ki fena havalardan muhafaza
olunmakla beraber, akşamları sulanmak ve gündüzleri otları ayıklanmak için bir bahçıvana
muhtaç ise bir kız da validesinin nasâyih-i mürşidânesine öylece muhtaçtır. Bir çiçeğin fena
havalardan muhafaza olunması bir validenin kızını, “düşman-ı iffet” şık beylerimizin yazdıkları
tezkirelerden muhafaza etmesi de müşabih olduğu gibi bir bahçıvanın çiçekleri sulaması, bir
validenin kızına nasâyih-i mürşidâne vermesine benzer. Kezâlik bir bahçıvanın çiçeklerin
yanında çıkan otları ayıklaması da validenin kızının harekâtında görülen kusurun tashihine
çalışmasının aynıdır.” (Yalçın, 2014: 89).
Hem olaylar hem de Kanber aracılığıyla ortaya konan tema romanın sonunda Hüseyin Cahit’in
kendi ifadeleriyle bir kez daha somutlaşır. “Âlem-i tahrire ilk ayak bastığım şu eserimle enzârı intibaha bir acı hakikat arz etmek istiyorum ki o da: Usul-ı terbiyede gösterdiğimiz lakayıtlık
müsamaha-i maderâne yahut pederânedir.Sevgili akranım, dahi, bu husus hakkında nazar-ı
dikkati celp için it’âb-ı fikri kendilerine vazife edinirlerse vatanımıza bihak hizmet etmiş oluruz.
Çünkü bu mübâlâtsızlık müthiş bir neticeye müncer olacaktır!...” (Yalçın, 2014:319) diyen
Hüseyin Cahit, bu eseri çocukların terbiyesine dikkat edilmesi için yazdığını söylemekte, bu
bağlamda sorumluluğu ebeveynlere vermektedir. Bunun yanında da bu tarz eserlerin
yazılmasını da önermektedir. Çünkü ona göre bu tarz eserler doğru olanı göstermektedir.
427
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Kişiler
Romana ad olan Nadide91 başkahramandır. Bunun yanında yardımcı kişi niteliğindeki Fuat, Ali
Bey, Elmas, Kanber, Nadir Bey, İboş, Nadide’nin annesi ve Kır Serdarı üzerinde durmak
gerekir. Adı verilen kişiler dışında kalanlar ise dekor niteliğindeki kişilerdir.
Nadide, “ hakikaten güzeldir. Güzelim! diyenlere gıpta-res olacak derecede güzeldir. Siyah
gözlerine saye veren kirpikleri; yerlerde sürünme derecelerine gelen siyah saçları; mini mini
elleri, ayakları; latif, beyaz gerdanı; tombul yanakları; siyah kaşları; pek çokları bir hayli
geceler uykusuz bırakacak derecede ruh-perverdir. Ufacık ağzının pembe dudaklarından eksik
olmayan tebessüm-i şûhâne, hüsnüne başka bir letafet bahşeder. Mütenasip buruncağızının
kenarları -müşteheyât-ı nefsaniyyesine dal olmak üzere- azıcık açıkçadır.” (Yalçın, 2014: 36)
cümleleriyle tasvir edilir. 92 Bu tasvirlerden anlaşılabileceği üzere Nadide fiziksel açıdan
güzeldir. Zaten Nadir Bey, Fuat, Ali Bey ve başkalarının onu görür görmez beğenip âşık
olmaları bu yüzdendir.
Nadide’nin fiziksel görünüşündeki güzelliğe karakterinde de rastlamak mümkün değildir. O,
amacına ulaşabilmek için her şeyi yapabilecek ihtiraslı, kötü biridir. Özette ve tema bağlamında
değinilen faaliyetleri bunu somutlaştırmaktadır. Anlatıcı temasını çarpıcı bir şekilde işlemek
için Nadide’ye olabildiğince kötü işler yaptırır. Nitekim Nadide’nin evlenebilmek için annesini
dahi öldürebilmesi bunun en somut kanıtlarındandır.
Nadide, yaptıklarının karşılığı olarak romanın sonunda bir kaza sonucu ölür. Takdiriilahi olarak
nitelendirilen bu sonuyla kötülerin cezasını mutlaka bulacağı mesajı verilir.
Fuat, Ali Bey’in üvey evladıdır. “Orta boylu, kara saçlı, vâsi alınlı, saf çehreli, ince bıyıklı on
sekiz-on dokuz” (Yalçın, 2014: 16) yaşlarında bir gençtir. Üvey babasına son derece bağlıdır.
Onun için sevdiği kadından yani Nadide’den vazgeçmesi bunun kanıtıdır. Karakter olarak
Nadide’nin aksine ahlâklı, iyi biri olarak ortaya çıkar. Ömer Faruk Huyugüzel’in belirttiği gibi
o kadar ahlâklıdır ki Ali Bey’i öldürtenin Nadide olduğunu bildiği halde kötü bir şey yapmamak
Nadide, Namık Kemal’in İntibah adlı romanındaki Mehpeyker ile benzer özellikler taşır. Bu konuda
ayrıntılı bilgi için bakınız: Hasan Yürek, “İntibah ve Nadide Romanlarının Mukayeseli İncelemesi”, 21. Yüzyılda
Eğitim ve Toplum, C.: 2, S.: 6, 2013, s.:42-55.
91
Selçuk Çıkla, romanın kimi yerlerinde yapılan Nadide tasvirlerinden hareketle Nadide üzerinden Divan
şiirindeki sevgili tipiyle alay edildiğini ifade eder.
92
428
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
adına Nadide’yi cezalandırmaz (Huyugüzel, 1984: 195). Fuat, romanın sonunda Elmas’la
evlenir.
Boyu, her ne kadar mindere oturmuş olduğundan pek belli olmuyor ise de uzun olduğu
yine fark olunuyor; kısa kara sakalı da meydandadır; nâsiyesindeki tavr-ı asalet halindeki
necabetgöze çarpacak derecededir. Azâsı mütenasip olduğu gibi ihtiyarlık alameti de pek
görülmez. İlk defa gören şüphesiz otuz beş yaşında ya var yahut yoktur der. Lakin şunu da
beyan edelim ki sinni kırk-kırk beş sularındadır.” (Yalçın, 2014: 15) cümleleriyle tanıtılan Ali
Bey, babası öldükten sonra ailesinin servetini tüketmeye başlar ve Penboş isimli bir çingeneye
âşık olur. Ali Bey’in annesi bu durumu hoş karşılamadığından Penboş’u öldürtür. Ali Bey,
kendisinde habersiz icra edilen bu cinayetten sonra önce Penboş’un yasını tutar; ardından bütün
dikkatini çiftliklerine verir. Ali Bey, Nadide’yle karşılaşıncaya kadar da aynı faaliyetini
sürdürür. Nadide’yi görür görmez âşık olur ve daha sonra onunla evlenir. Bu evlilik aynı
zamanda onun sonunu hazırlar. Nadide, Ali Bey’i, Fuat’la aralarında bir engel olarak gördüğü
için, zehirleyerek öldürtür.
Bu özellikleriyle Ali Bey, romandaki iyi karakterli kişilerdendir. Fuat’la Elmas’ı
evlatlık alması, çalışanlarına adaletli ve hoşgörülü davranması, Nadide’yi yangından kurtarması
gibi davranışları onun iyi karakterde olduğunu gösterir. Ali Bey, aynı zamanda bir kurbandır.
O, Nadide’nin Fuat’la evlenme ihtirasının kurbanı olmuştur.
Romanın ikinci bölümünde ortaya çıkan Elmas, fiziksel açıdan Nadide’ye benzerliğiyle
dikkati çeker. Hatta Fuat’ın ona âşık olma sebebi de budur. Elmas, Fuat tarafından, babasını
kaybettiği gün çaresiz bir halde mezarlıkta bulunur. O andan itibaren de Fuat sayesinde hayata
tutunur. Fuat’ın isteğiyle, Ali Bey tarafından evlatlık alınır. Nadide’nin Fuat’la evlenmesin diye
kaçırttığı Elmas kurtarılır ve o romanın sonunda Fuat’la evlenir.
Romandaki önemli kişilerden biri de Kanber’dir. Kanber her ne kadar geçmişinde
cellatlık yapsa da romanda göründüğü andan itibaren olumlu özellikleriyle ön plana çıkar.
“Mehîb çehreli, kısa boylu, pos bıyıklı, koca sakallı, uzun burunlu Kanber ismindeki eski
emektarlarını da tanırsınız. Kanber’in müthiş kanlı gözlerindeki parlaklığa, yüzündeki
buruşuklara dikkat eden sevâbık ahvaline pek de hüsn-i şehadet etmez; yaşını ise tahminden
âciz kalır! Şu kadar ki hali güzelce tedkîk edilirse pek kurnaz bir tilki olduğunu anlamak da
teehhür edilmez.” (Yalçın, Nadide: 16) cümleleriyle anlatılan Kanber, Fuat’ın gerçek babasıdır;
ancak okuyucu bunu bilmesine rağmen romandaki hiçbir kişi bu durumu bilmez. O, oğlunun
mutluluğuna gölge düşürmek istemez ve bu nedenle oğluna, öz babasının kendisi olduğunu
429
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
söylemez. Fuat’ı daha bir bebekken bir ağaç kovuğuna terk eden Kanber, Fuat’ı Ali Bey’in
aldığını görür. Bunun üzerine de oğlunu uzaktan takip eder ve onu bıraktıktan altı yıl sonra Ali
Bey’in çiftliğine gelerek orada çalışmaya başlar. Kanber zamanla Ali Bey’in en güvendiği
çalışanı hatta arkadaşı olur. Kanber, oğlunu öz çocuğu gibi gören Ali Bey’e sıkı bir bağlılıkla
hizmet eder. Onu düştüğü zor durumlardan kurtarır. Aynı şekilde Fuat’ı da sürekli olumsuz
gelişmelerden kurtarmaya çalışır. Bu özellikleriyle Kanber, romandaki olumlu kişiler arasında
yer alır. Bunun yanında belirtilmesi gereken bir diğer husus da Kanber’in yer yer yazarın
sözcülüğünü yaptığıdır. Yazara, söylemek istediklerini bazen ona söyletmektedir. Örneğin
çocukların yetiştirilmesinde annenin önemini Kanber ifade etmekte, böylece o, yazarın
düşüncesini dile getirmektedir.
Nadir Bey, romandaki kötü kişilerdendir. Ali Bey’in aksine kendisine babasından miras
kalmamıştır. O da kötü kişiliğinin bir sonucu olarak yasal olmayan işlere girişir. Bir çete kurar.
Kurduğu bu çete yol kesip hırsızlık yapmakta, çocukları kaçırıp fidye istemektedir. Herkes bu
çetenin varlığını bilmekte, ondan çekinmekte; ancak kimse bu çeteyi himaye edenin Nadir Bey
olduğunu bilmemektedir. Nadir Bey, çetenin faaliyetleri sonucunda maddi durumunu düzeltmiş
ve saygın biri haline gelmiştir. O da Nadide’ye âşık olanlardandır. Nitekim kendisi tanıtılırken
bu durum üzerinde durulur: “Nadir Bey, memleketin muteberânından otuz yedi –otuz sekiz
yaşında bir zattır. Bu da Nadide’nin hüsnüne esir olmuş aşk-zedegândan biri ve belki
birincisidir. Nadide’yi defaatle istemiş olsa da gerek kız ve gerek validesi tarafından kemal-i
nefretle reddolunmuş idi.” (Yalçın, Nadide: 50). Nadir Bey, Nadide’nin kendisine
verilmemesine bağlı olarak intikam almak ister. Fuat’la Nadide’ye buluştukları gece baskın
yapar ve Fuat’ı vurdurtur. Amacı Nadide’nin gizlice biriyle buluşmasını tespit ederek
Nadide’yle annesine karşı bir koz elde etmek ve buna bağlı olarak onlara istediğini yaptırmaktır.
Ancak Kanber’in Fuat’ı kurtarmasıyla Nadir Bey, bu amacına ulaşamaz. Bununla birlikte Nadir
Bey, intikam almak amacıyla, roman boyunca Nadide’nin peşini bırakmaz. Bu bağlamda çeşitli
olumsuz işler icra eder. Nadir Bey, amacına erişemez. Bunun yanında Fuat, Kanber ve Kır
Serdarı’nın ortak hareketiyle onun çetenin başı olduğu ortaya çıkartılır. Sonuçta da Nadir Bey
idam edilir. Böylece bir kötüye daha ceza verilmiş olur.
İboş, Nadir Bey’in yasal olmayan işlerini yürütenlerin başında gelir. “Hakikaten pek zekidir.
Lakin zekâvetini hüsn-i istimal etmiyordu…” (Yalçın, 2014: 52) cümlelerinden anlaşılabileceği
gibi o, zeki; ancak zekâsını olumsuz yolda kullanan biridir. Nadir Bey, İboş’u kullanarak
ortağını öldürür. Bu olaydan sonra İboş, yakalanır ve idam cezası alır. Nadir Bey’in kendisini
kurtaracağını düşünse de bu gerçekleşmez ve İboş idam edilir. Tam ölecekken tesadüfen
430
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
kurtulur. Asıldığı civarda bir kişi tarafından öldüğü sanılarak ipten alınır; ancak İboş ölmediği
için kurtulur. İboş, kendisini önce Nadir Bey’in kurtardığını düşünür; bunun düşündüğü gibi
olmadığını anlayınca da intikam hissi besler. İntikam için fırsat bekleyen İboş, romanın sonuna
kadar bu fırsatı yakalamaz ve Nadir Bey’e hizmet etmeye devam eder. Sonunda da Nadir Bey’le
birlikte yakalanıp idam edilir.
Nadide’nin annesi, Ali Bey gibi Nadide’nin kurbanı olan kişilerdendir. Kızının bir erkekle
gizlice buluştuğunu öğrendikten sonra onunla arasına mesafe koyar. Hatta Nadide’ye evlenme
yasağı getirir. Nitekim bu yasak onun sonunu hazırlar. Nadide, Ali Bey’le evlenebilmek için
onu öldürür. Nadide’nin annesi yaptığı davranışlarla itibarına, namusuna özen gösteren bir
kadın olarak ortaya çıkmasına rağmen romanın terbiye üzerinde durmasına ve terbiyede asıl
görevi annelere vermesine bağlı olarak olumsuzlanır. Bir başka ifadeyle Nadide’nin olumsuz
özelliklerinin temel nedeni görülen anne, doğrudan olmasa bile dolaylı olarak eleştirilir.
Kır Serdarı, romanın geçtiği bölgenin güvenlik işlerine bakan devlet görevlilerindendir. O da
Kanber gibi geçmişi karanlık olan ama sonradan doğru yola giren biridir. Kır Serdarı, güvenlik
görevlisi olmadan önce Nadir Bey’in çetesinin içerisinde yer almıştır; ancak o, bu çetenin
cinayetler işlemeye başlamasından sonra çeteden ayrılır. Onun en büyük amacı daha önce
mensup olduğu çeteyi, onu himaye eden kişiyle birlikte yakalamak, bunun sonucunda da takdir
edilmek, nişan almaktır. Kır Serdarı bu niyetine Fuat ve Kanber’le işbirliği yaparak erer ve
Nadir Bey’le çetesini yakalayıp idam ettirir. Bunun sonucunda da hak ettiği ödülü alır.
Romanda ön plana çıkan, işlevleri olan kişiler bunlarla sınırlıdır. Geriye kalanlar dekor özelliği
sergilemekten öteye gitmez. Ön plana çıkan kişiler derinlemesine ele alınan, bütün yönleriyle
ortaya konan kişiler değildir. Bu kişiler, romanın eğitme amacı doğrultusunda beliren ve bu
bağlamda ele alınan kişilerdir. Olay örgüsünde de belirtildiği gibi kişilerin bir diğer özelliği iyi
ya da kötü olmalarıdır. Buradan hareketle bu romandaki kişilerin Tanzimat romanının
özellikleri bağlamında tema ekseninde ortaya çıktıklarını, derinlemesine ele alınmadıklarını
söylemek mümkündür.
Zaman
Romanda zamanın belirgin bir şekilde ortaya konmadığı görülmektedir. Bunun temel sebebi
dönemi anlatma gayesinden çok içeriğe bağlı olarak belirli bir mesaj verme niyetidir. Zamanın
belirgin bir şekilde belirtilmesi bir yana tarih vermeme gayreti dikkati çeker. Örneğin Nadide
ile Ali Bey’in evliliğinden sonra başka bir yere giden Fuat, üvey babasına yazdığı mektubun
431
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
sonuna “19 Haziran 12..” (Yalçın, 2014: 141) ibaresini koyar ve tarihi net olarak belirtmez.
Bu tavır romanın geneline yayılmıştır.
Romanın geçtiği zaman dilimi belirgin bir şekilde belirtilmemesine rağmen romandaki
göstergelerden zaman dilimini çıkarmak mümkündür. Kanber’in uyurken yaptığı konuşmaları
dinleyen İboş, onun hakkında “Tepedelenli Ali Paşa ile bir münâsebeti olduğunu anladım.
Çünkü kesik kesik sayıkladığı esnalarda: Tepedelenli!.. Oh!... Ben yine yaşıyorum… Ben
evlâdımın yanında mesudum… cümlelerini pek çok telaffuz ediyor. Cellat sözü üzerine nazarı dikkatim artarak Kanber’i on üç sene evvelki bizim vakadaki cellada benzettim.. (Yalçın,
2014: 160) demektedir. Tepedelenli Ali Paşa, 1744-1822 arasında yaşar. O, 1788’de Yanya
valiliğine getirilir; Arnavutluk ile Yunanistan arasındaki Epir bölgesinde hâkimiyetini arttırır.
Görevinden alınınca da isyan başlatır. Çıkarttığı isyan bastırılır ve kendisi öldürülür. Buradan
hareketle Kanber’in Tepedelenli’nin yanında yer aldığı anlaşılmaktadır. Bu sözlerden romanın
Tepedelenli Ali Paşa’nın ölümünden sonraki kısa bir süre içerisinde geçtiği ortaya çıkmaktadır.
Kanber, Ali Bey’in çiftliğine Fuat’tan altı yıl sonra gelmiştir. Dolayısıyla onun Tepedelenli Ali
Paşa öldürülmesinden altı yıl sonra 1828’de Ali Bey’in çiftliğine geldiği söylenebilir. Olaylar
başladığında Kanber’in on iki on üç sene önce Ali Bey’in yanına geldiği ifade edilmektedir.
Buna bağlı olarak olayların Kanber’in Ali Bey’in yanına geldiği 1828’den on iki, on üç sene
sonra yani 1840’lı yıllarda başladığını söylemek mümkündür. 1840 ya da 1841’de başlayan
olaylar 1842 ya da 1843’te biter. Çünkü Fuat romanın sonlarında Nadide’nin evinin önüne
geldiği zaman “bir buçuk sene evvel dibinde durup da Nadide’nin melekleri hayran edecek
mertebede olan hüsnünü temaşa ettiği duvarın dibinde yine durdu.” (Hüseyin Cahit, 1891: 446447) denir. Dolayısıyla olaylar 1840’ta başlamışsa 1842’de; 1841’de başlamışsa 1843’te bitmiş
ve bir buçuk yıl sürmüştür.
Genelde kronolojik bir öykü anlatımı yapılırken bazen olayı açıklamak ya da kişi hakkında bilgi
vermek için geriye dönüşlerin yapıldığı görülmektedir. Böylece zaman genişletilmektedir.
Zaman ile ilgili belirtilecek son husus zamanın iyi kullanılamamasıdır. Bir başka ifadeyle
anlatıcı bazı gelişmeleri tekrar tekrar aktarırken bazı gelişmeleri hızlıca geçmektedir. Örneğin
romanın bitişi birden olmuştur. Daha önce farklı gelişmeleri ayrıntılarıyla, tekrarlarla aktaran
anlatıcı haydutların yakalanışını ve cezalandırılmasını, Elmas’ın kurtuluşunu, Elmas ile Fuat’ın
evlenmelerini, Nadide’nin sonunu birkaç cümleyle anlatır (Huyugüzel, 1984: 201).
432
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Mekân
Balkanlar bu romanın geçtiği yerdir. Bu bölgeler romanın geçtiği zaman diliminde Osmanlı
topraklarıdır. Daha özelde ise romanın Serez93’de geçtiği söylenebilir. Romanda her ne kadar
ne kadar Serez’in adı geçmese de Hüseyin Cahit, Serez’deyken duyduğu bir hikâyeden
hareketle romanı yazdığını ifade etmiştir(Yalçın, 2002: 29).
Serez’in hem kırsalı hem şehri ön plana çıkmaktadır. Ali Bey’in çiftliği, daha sonra Fuat’ın
gittiği çiftlik kırsal kesimde; Nadide’nin annesinin ve Nadir Bey’in evleri şehirde, Nadir Bey’in
çetesinin saklandığı mağara ise şehrin dibindedir. Olayların gelişimine bağlı olarak bahsi geçen
mekânlardan herhangi biri ön plana çıkmaktadır.
Yer yer geçen mekân isimleri olayların Balkanlar içerisinde geçtiğinin bir diğer göstergesidir.
Örneğin İboş ile Ali Bey’in çiftliğinde çalışan birisi arasındaki konuşmada geçen İpek, Debre94
gibi yer adları geçmektedir. Bir başka örnekte İboş, Nadir Bey’e planladıkları işler bittikten
sonra Mora95’ya gitmek istediğini söylemektedir.
Belirtilen mekânlarda geçen romanda zaman zaman tasvirlere yer verildiği görülür.
Nitekim roman bir tasvirle başlar: “Gözünüzün önüne gayet vâsi bir çemen-zâr getiriniz….
Çimenlerin vezânolan rüzgârdan hafif hafif sallanışına, libâs-ı hadralarını henüz telebbüs
etmiş olan ağaçların latîf latîf manzaralarına, kainata arz-ı veda eden âfitâbın son hal-i
perişanisine, mandıralarına avdet etmekte olan koyunların, kuzuların meleyişlerine çobanların
şiddetle ıslık çalışlarına, uzaktan uzağa aks eden ve çoban köpeklerinin müthiş sedaları
arasında mahvolan kaval seslerine birtakım şâirâne teşbîhler uydurunuz daşu deryâ-yı ahzâra
onları da ilave ediniz. (Yalçın, 2014: 15) Ömer Faruk Huyugüzel anlatıcı “romantik tabiat
manzaraları çizmeye pek hevesli görünür.” (Huyugüzel 1984: 199) diyerek bu tasvirlerin
sebebini ortaya koyar. Neticede Nadide’de mekânın genel olarak olayların gelişimine bağlı
olarak ortaya çıktığı görülür. Bunun yanında anlatıcı tarafından yer romantik tabiat manzaraları
çizilirken ön plana çıkar.
Anlatım
93
Serez, günümüzde Yunanistan sınırları içerisinde kalmaktadır.
94
Günümüzde, Debre, Makedonya; İpek, Kosova sınırları içerisindedir.
95
Günümüzde, Mora’da Serez gibi Yunanistan sınırları içerisindedir.
433
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Anlatım unsurlarına bakıldığında ilk dikkati çeken anlatıcının özellikleri olmaktadır. Daha önce
de belirtildiği gibi bu eser Ahmet Mithat romancılığını taklit etmektedir. Dolayısıyla anlatıcı da
Ahmet Mithat romanlarındaki yazar-anlatıcıya benzemektedir. Bu anlatıcının özellikleri
varlığını belli ettirmesi, her şeyi bilmesi yani ilahi bakış açısına sahip olması, okuyucularla
zaman zaman sohbet etmesi, romanın ilerleyen kısımlarında neler olacağını söylemesi, bilgi
vermesi, objektif olamaması ya da taraf tutması ve yol göstermeye çalışmasıdır. Örneğin
Nadide’nin olumsuz davranışlarının sebebini anneden gören anlatıcı bunu beyan ettikten sonra
“Bu sözümüzden, bazıları bu âciz muharrire darılıp da:
 Allah Allah artık hiç işimiz kalmadı da aşçılık mı öğreneceğiz!. suretinde tevcîbde
bulunmasınlar. Hay hay! Bir hanım ne kadar kibar olursa olsun mutlaka evinin her işine vâkıf
olmalıdır. Olmazsa hizmetçilerin iyi yahut fena yaptıklarını nereden bilecek? Cenab-ı rezzak
kimseden ihsan buyurmuş oldukları nimet-i ilahiyyelerini istirdat buyurmasın! Düşmez kalkmaz
bir Allah’tır derler.” (Yalçın, 2014: 89-90) demekte ve okuyucuyla sohbet etmektedir. Bir
başka yerde “zavallı Dilrüba! Kendi alet-i katlini yine kendisi tedarik etmişti!!...” (Yalçın, 2014:
75) diyen anlatıcı ise bu sefer de ileride olacak bir durumu, Dilrüba’nın ölümünü haber
vermektedir. Belirtilen özellikleriyle ortaya çıkan anlatıcının bu özelliklerini sergilemesinin
sebebi eğitici, yol gösterici olma niyetidir. Anlatıcı, bu niyetle hareket ettiği için anlatı üzerinde
sınırsız bir hâkimiyet kurmaktadır. Bu durum roman tekniği açısından kusurlu olmakla birlikte
Tanzimat romanının, belirtilen sebebe bağlı olarak, ön plana çıkan özelliklerindendir.
Anlatımda dikkati çeken önemli bir husus da romanın “yıldırım aşklar, şifreli mektuplar, akıl
sığmaz olaylar, tesadüfler, haydut hikâyeleri, intikam ve cinayetlerle” (Huyugüzel, 1984: 192)
dolu olmasıdır. Bu durum Ahmet Mithat romancılığının bir yansıması olduğu kadar; yazarın
okuduğu benzer hikâyelerin etkisiyle ortaya çıkmaktadır.
Kurguda “karışık ve dağınık manzara” (Huyugüzel, 1984: 193) vardır. Bunun temel sebebi,
eserin henüz on beş yaşında olan yazarın ilk roman örneği oluşudur. Belirtilen manzaranın en
somut sebeplerinden biri aynı olayın farklı yerlerde farklı kişilere anlattırılmasıdır. Böylece
gereksiz bir tekrar ve buna bağlı olarak karışıklık ve dağınıklık olmaktadır. Örneğin Nadide ile
buluşan Fuat’ın vurulması hem yazar-anlatıcı hem Fuat hem de İboş tarafından kendi bakış
açılarıyla anlatılır. Bu da “vak’anın hızını kestiği gibi aynı zaman diliminin gereksiz olarak
tekerrür etmesine yol açmıştır” (Huyugüzel, 1984: 201).
434
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Olayın ön planda olmasına bağlı olarak anlatım türü açısından öykülemenin ön planda olduğu
görülmektedir. Öyküleme içerisinde ise diyaloglara çok sık başvurulması söz konusudur.
Birkaç sayfa devam edebilen diyaloglar romanın dikkat çeken anlatım unsurlarındandır.
Mektup bu dönem romanının pek çoğunda olduğu gibi bir iletişim aracı olarak kullanılmaktadır.
Birbirinden uzakta olan ya da gizli olarak haberleşmeye çalışan kişiler mektubu tercih
etmektedirler. Bu bağlamda ayrı çiftliklerde bulunan Fuat ile Ali Bey’in; gizlice haberleşen
Fuat ile Nadide’nin mektupları örneklenebilir. Bunun yanında şifreli mektuplar da söz
konusudur. Nadir Bey’in himaye ettiği çete kendi arasında, yakalanmamak için, şifreli
mektuplarla haberleşmektedir. Ayrıca olay(lar)ı çözen unsurun da bu şifreli mektup olduğunu
söylemek gerekir. Kır Serdarı, çeteye ait bir şifreli mektup bulur, daha önce çete içerisinde yer
aldığından bunu rahatlıkla okur ve onu Kanber’in bulduğu şifreli mektupla karşılaştırır.
Böylece de çetenin kim olduğu ortaya çıkar, çetenin elinde olan Elmas kurtarılır ve çete
yakalanır.
Olumsuz gelişmelerden sonra yer yer bir leitmotif olarak tekrar edilen baykuş ötüşü anlatımda
kullanılan unsurlardandır. Nadide’nin, annesini öldürdüğü zaman dilimi de dâhil olmak üzere
altı defa tekrarlanan baykuş ötüşü halk arasında uğursuzluk getirdiğine inanılan bir batıl
inançtır. Yazar da bu inancı halk arasında olduğu gibi olumsuz olaylar sırasında ya da
sonrasında tekrar etmektedir.
Romanın dili yalındır. Topluma belirli bir mesaj verme amacıyla yazılan roman doğal olarak
halkın anlayabileceği bir dille yazılmış, süslü olmaktan uzak durmuştur. Dille ilgili bir dikkati
çeken bir diğer husus yazarın kimi kelimeleri dipnotlarla açıklamasıdır. Bu da doğrudan
doğruya her şeyi net bir şekilde anlatma niyetinin ürünüdür. Yazar, yerel ya da anlamının
bilinemeyeceğini düşündüğü kullanımları dipnotlarla açıklamaktadır. Teyze anlamına gelen
tete, korucu anlamına gelen dürrâ’ât belirtilen şekilde anlamı verilen kelimelerdendir.
Sonuç
Yukarıda belirtilen özellikleriyle Nadide adlı eser, Tanzimat romanının genel özelliklerini
taşımaktadır. Okuyucuyu bilgilendirme, ona yol gösterme amacında oluşuyla; her şeyi bilen,
435
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
taraflı, okuyucuyla konuşan, gelecekten haber veren anlatıcısıyla; olay ağırlıklı yapısı ve
anlatım özellikleriyle eser, Tanzimat romancılığı ekseninde şekillenmiştir.
Roman tekniği açısından hatalar içeren bu eser, ilk roman örneklerinden olması itibarıyla
edebiyat tarihimiz açısından önem arz etmekle birlikte Hüseyin Cahit’in genç bir edebiyat
heveslisi olarak kaleme aldığı, Ahmet Mithat’ın roman tarzını taklit eden acemi bir eser
olmaktan öteye geçememektedir.
Kaynakça
Banarlı, Nihad, Sami, (1971), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Cilt: 2, İstanbul, Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınları.
Çıkla, Selçuk, (2001), “Divan Şiirindeki Sevgili Tipini Alaya Alan Bir Roman Yahut Hüseyin
Cahit’in Nadide’si”, Yedi İklim, S.: 136, 45-50.
Dino, Güzin, (1978), Türk Romanının Doğuşu, İstanbul, Cem Yayınları.
Finn, Robert P. , (2005), Türk Romanı (İlk Dönem 1872-1900), İstanbul, Agora Kitaplığı.
Huyugüzel, Ömer Faruk, (1984), Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayatı ve Edebi Eserleri
Üzerine Bir Araştırma, İzmir, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları.
Hüseyin Cahit, (1891), Nadide, İstanbul, Âlem Matbaası.
Moran, Berna, (1995), Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1, 5.b. , İstanbul, İletişim Yayınları.
Namık Kemal, (2000), İntibah, (Hazırlayan: Dr. Yakup Çelik), Ankara, Akçağ Yayınları.
Tanpınar, Ahmet Hamdi, (1988), 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 7.b. , İstanbul, Çağlayan
Kitabevi.
Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, (2001), Cilt: 2, İstanbul, Yapı Kredi
Yayınları.
Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, (2006), Cilt: 7, Ankara, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı
Yayınları.
Yalçın, Hüseyin Cahit, (2002), Edebiyat Anıları, 3. b. , İstanbul, İş Bankası Yayınları.
436
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Yalçın, Hüseyin Cahit, (2014), Nadide, (Yayına Hazırlayan: Hasan Yürek), Ankara, Sonçağ
Yayınları.
Yürek, Hasan, (2013), “İntibah ve Nadide Romanlarının Mukayeseli İncelemesi”, 21. Yüzyılda
Eğitim ve Toplum, C.:2, S.:6, 42-55.
437
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
GÜLİSTAN VE TÜRK ZİHNİYET DÜNYASINA İZDÜŞÜMLERİ
Hüseyin GÖNEL
Ayşe Gül FİDAN
ÖZET
Fars edebiyatının öne çıkan edebi şahsiyetlerinden olan Sa‘dî Şîrazî bıraktığı eserleriyle yalnız
kendi coğrafyasını değil tüm dünya edebiyatlarını etkileyen güçlü bir şair ve yazardır. Sa‘dî’nin
eserlerinden en bilineni şüphesiz Gülistan’dır. Başta Türk edebiyatı olmak üzere, Doğu-İslam
edebiyatını ve dünya edebiyatını etkilemiş olan bu eserin izlerine hemen hemen her coğrafyada
rastlamak mümkündür. Ahlakî düşünce temeli üzerine kurulmuş olan bu eser manzum ve
mensur olarak kaleme alınmış, çeşitli dillere tercümeleri ve şerhleri yapılmıştır. Türk
edebiyatında da önemli bir yere sahip olan Gülistan asırlarca medreselerde bir ders ve ahlak
kitabı olarak okutulmuştur. Sa‘dî’nin bu güzide eserinin edebiyatımıza ve sosyal yaşantımıza
olan etkisi çalışmamızın konusu olacaktır.
Anahtar Sözcükler: Sadi, Gülistan, tercüme, şerh.
Giriş
Sa‘dî-i Şîrazî’nin Hayatı, Eserleri ve Edebî Kişiliği
Muşerrifuddin b. Muslihuddin Sa‘dî-i Şîrâzî hicri 13. yüzyılın başlarında Şiraz’da dünyaya
geldi.96 Küçük yaşta babasını kaybeden şair ilk dinî ve edebî eğitimini Şiraz’da aldı. 1223 yılı
civarında Bağdat’a giderek dönemin en parlak ilim merkezi olan Nizamiye Medresesi’nde
eğitimine devam etti. Bağdat Medresesi’nde hocalık yapan Şerefuddin Ebulferec İbn-i Cevzî
ve Bostan’da kendisinden söz ettiği Şehabuddin-i Suhreverdî ile tanıştı ve onların hizmetinde
bulundu. Sa‘dî koyu bir tasavvuf düşüncesi içinde olmaktansa hayatın içinde kalmayı tercih
etti.97 Gençlik yılları Atabek Salguri Ebu Bekir b. Sa‘d b. Zengî hükümranlığının son dönemine

Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı.

Ankara Üniversitesi DTCF, Fars Dili ve Edebiyatı.
96
Zabîhullâh Safâ, Genc-i Sohen, Danişhgah-i Tahran, Tahran, H.Ş. 1339 , c. II, s. 157.
97
Hikmet İlaydın, Sa’dî ; Gülistan, Meb Yay. , Ankara, 1946, s. 13.
438
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
rastlayan şair98 onun himayesine girdi. Ona olan bağlılık ve duyduğu hürmetten ötürü Sa‘dî
mahlasını aldı.99
Tahsilini tamamlayan Sa‘dî’nin hayatının ikinci devresi seyahatlerle geçti. Şam, Hicaz, Suriye,
Irak başta olmak üzere birçok yere gitti ve oralarda bir süre yaşadı. 100 Bu seyahatlerin büyük
bir kısmını hac yolculukları oluşturmaktadır.101 Sa‘dî, 13. yüzyılın ortalarında Şiraz’a döndü.
Sa‘d bin Zengî’nin102 sarayında yaşamaya başladı ve 1257 yılında Bostan’ı sultana sundu. Bir
yıl sonra Şehzade Sa‘d b. Ebubekir adına Gülistan adlı eserini kaleme aldı.103 Sa‘dî ömrünün
son yıllarını Şiraz’ın kuzeybatısında bulunan tekkesine çekilerek ibadet ve riyazetle geçirdi. 9
Aralık 1292’de 102 yaşında vefat etti.104 Mezarı Şiraz’dadır.
Salgurlu sarayına intisap etmiş olmasına ve bu hanedanın hükümdarlarını medhetmesine
rağmen Sa‘dî hiçbir zaman tam manasıyla bir saray şairi olmadı. Aksine hayatını halka hizmet
ederek geçirdi.105 Birçok sufi gibi hayattan uzaklaşmadı, irşadla meşgul oldu.106 Sa‘dî, Şeyh ve
mürşit olduğu halde tasavvuf içinde kendini kaybetmiş bir şahsiyet değildir. Eserlerinde
tasavvufa meylettiği görülse de bu onun benliği üzerinde tam manasıyla etkili olmamıştır.107
Sa‘dî’nin eserleri güçlü bir edebî yöne sahip olmakla beraber hikmet merkezlidir.108 Manzum
ve mensur eserleri Külliyyât adı altında toplanmıştır. İranlılar bu Külliyyât’a “Nemekdân-ı
Şu‘arâ” (şairlerin tuzluğu) demektedirler.109 Onun sözleri toplumda yaygın olarak kullanılan
atasözlerine dönüşmüştür.110
Sa‘dî-i Şirazî, Fars edebiyatında, klasik dönemin en uzun bölümünü oluşturan ve önceki
dönemlerin birikimini bünyesinde barındıran son klasik dönem şairi olarak kabul
edilmektedir.111 Sa‘dî, Firdevsî ve Hafız ile birlikte İran edebiyatının üç büyük ismi arasında
sayılır. İran edipleri tarafından şiir ve nesirde Firdevsi ve Hafız’a tercih edilmiştir. Yüz yıllık
98
Hamid Haşimî, Zendeginame-i Şa’iran-i İran, İntişarat-i Ferheng u Kalem, Tahran, H. Ş. 1388, s. 128.
99
Edward G. Browne, Literary History of Persia, Cambridge at the University Press, Great Britain, 1928, s. 527.
100
101
Edward G. Browne , a.g.e., s. 528.
Hikmet İlaydın, Sa’dî ; Gülistan, Meb Yay. , Ankara, 1946, s. 25.
102
Saltanat yılları 1226-1259 tarihleri arasındadır.
103
Zabîhullâh Safâ, Genc-i Sohen, Danişhgah-i Tahran, Tahran, H.Ş. 1339 , c. II, s. 157.
104 Mustafa Çiçekler, “Sa‘dî Şîrazî”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 35, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul,
2008, s. 406; Hidayet, Mahmud, Golzar-i Cavidan, Çaphane-i Ziba, Tahran,1353, C. II, 623.
105 Zebîhullah Sâfâ, İran Edebiyatı Tarihi, Çev. Hasan Almaz, Nüsha Yayınları, Ankara, 2005, s. 118.
106
Hikmet İlaydın, Sa’dî; Gülistan, Meb Yay. , Ankara, 1946, s. 17-19.
107
Ali Nihat Tarlan, İran Edebiyatı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1944, s.92.
108
Hicabi Kırlangıç, Sa’dî Şirazî, Gülistan, Kapı Yayınları, istanbul 2012, s.1.
109
Hikmet İlaydın, Sa’dî; Gülistan, Meb Yay. , Ankara, 1946, s. 48-49.
110
Mustafa Çiçekler, a.g.e., s. 406.
Hicabi Kırlangıç, “İran Şiiri için Bir Sınıflandırma Denemesi”, Nüsha Şarkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı 1,
Bahar 2001, s. 101.
111
439
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
tecrübeyle yoğrulmuş bilge kişiliği asırları aşan bir ifade gücünü ortaya çıkarmıştır. Akıcı ve
sade bir dil kullanmış, hiçbir zaman lafız mananın önüne geçmemiştir. İnsan ruhunun bütün
ihtiyaçlarına onda cevap bulmak mümkündür.112
Gülistan’ın Özellikleri
Sa‘dî Gülistan’ı 1258 yılında Salgurlu Hanedanından Ebû Bekir b. Sa‘d b. Zengî adına kaleme
almıştır. Bu eser gerek kendi türü olan “makame” gerekse sanat değeri bakımından İran
edebiyatının güzide eserlerindendir.113 Eserini en olgun çağında, takriben 74 yaşında, tecrübeli
bir bilgin ve dinlenir bir mürşid iken yazmıştır.
Gülistan münacaat, na’t ve yazılış sebebini anlatan önsöz, sekiz bab ve hatimeden meydana
gelmektedir. Gülistan’ın bölümleri çok defa günlük hayatta karşılaşılan olaylar dikkate alınarak
bunlardan ahlakî ve edebî sonuçlar çıkarılabilen hikâyeler, nükteler ve beyitlerle süslenmiştir.
Farsça ve Arapça şiirler yanında ayet, atasözü ve hadislere de yer veren şair kendine has bir
nesir üslûbu ortaya koymuştur.114Bu bablarda sırasıyla şu konular işlenmiştir:
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
Hükümdarların tabiatı,
Dervişlerin ahlakı,
Kanaatın fazileti,
Susmanın faydaları,
Aşk ve gençlik,
Zayıflık ve ihtiyarlık,
Terbiyenin tesiri,
Sohbetin kaideleri115
Büyük ahlakçı Sa‘dî’nin herkese hitap eden ve insanî erdemleri öne çıkaran üslubu halktan
idarecilere kadar büyük etkiler uyandırmıştır. Şüphesiz yöneticileri dahi ayırt etmeden nazik bir
edayla sunduğu fikirler İslam’ın özünde bulunan insan-ı kâmil idealiyle örtüşmektedir. 116
Gülistan ve Bostan’da küçük hikâyelerle öğüt ve telkinlerde bulunan şair, iyi ve doğru insan
olmanın gerekliliğini vurgulamıştır.117
112
Ali Nihat Tarlan, İran Edebiyatı, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1944, s. 89 - 90.
113
Tahsin Yazıcı, “Gülistân”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Cilt: 35, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul, 1996,
114
Tahsin Yazıcı, a.g.m., s.240.
s.240.
115Hikmet
İlaydın, a.g.m., s. 61.
116 Sa‘dî-nâme olarak da bilinen Bostan, Sa‘dî’nin idealize ettiği dünyanın nasıl olması gerektiğini anlatan eseridir.
Ayrıca Sa‘dî’nin dostlarından birinin isteği üzerine hükümdarlara öğüt vermek amacıyla kaleme aldığı nazımla karışık bir risâle
olan Nasîhatü’l-Mülûk (Neşâyihu’l-Mülûk), yönetici ve hükümdarların davranışlarına dair bilmeleri ve uymaları gereken bazı
hususları anlatan Risâle-i Enkiyânu dikkat çekici örnekler olarak sayılabilir.
117
Gencay Zavotçu, “Sa’dî Düşüncesi ve Etkileri”, A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı 40, 2009, s.
48 – 50.
440
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Manzum-mensur bir nasihatname118 diyebileceğimiz Gülistan, Sa‘dî’nin diğer eserlerinden de
izler taşır. Bu yönüyle Sa‘dî’yi en kestirme yoldan tanıtan eser olarak da nitelenebilir. 119
Sa‘dî’nin bilgi ve tecrübelerini belâgat ve fesahatle yoğurup yazdığı, Fars edebiyatının
başyapıtlarından olan Gülistan, birçok defa basılmış, tercüme ve şerhleri yapılmıştır.120 Ayrıca
onu örnek alan eserler yazılmıştır.121
Divan Şairleri Gözüyle Sa‘dî ve Gülistan
Divan edebiyatında İslam medeniyetinin müşterek malı kabul edilen birçok eser gibi 122 Bostan
ve Gülistan da mısralarda kendine yer bulur. Özellikle her iki eser isminin divan şiirinin hususi
mekânı kabul edilen bağ ve bahçe ile ilgili olması şairlere bol çağrışımlı bir kurgu imkânı verir.
Tenâsüp, tevriye, îhâm-ı tenâsüp ve cinas gibi edebî sanatlarla birlikte kullanılan bostan ve
gülistan kelimeleri hem bu eserlere hem bağ ve bostana işaret ederken aynı zamanda, sevgilinin
güzelliği ve yanağı bağlamında çok katmanlı bir anlam oluşturur. Gül, bülbül kavramının dâhil
edilmesiyle kurgu sınırsız bir anlatım özelliğine kavuşurken olayın kahramanları gül, bülbül,
gonca, bad-ı saba, bahçıvan, öğrenci, hoca vb. oluverir. Sa‘dî ile eserin sunulduğu Sa‘d ailesi
ve kelimenin talih anlamı, Zengî ile Mısır kelimeleri de aynı şekilde yüz ve ben (hâl)
bağlamında bir ifade derinliği ortaya çıkarır. Bu kurgu Osmanlı şairlerinin yaşadığı yerin ismi
ve yüzün remzi olan Rum kelimesinin eklenmesiyle tamamlanır.
Gülistan, divan şairleri tarafından birkaç şekilde ele alınmıştır. Bunlar; Gülistan’ın ders kitabı
olarak okutulması, fizikî özellikleri, mânâ bakımından eşsizliği, şairin kıymetinin bilinmesi için
örnek oluşu şeklinde özetlenebilir. Burada dikkat edilmesi gereken husus Gülistan söz konusu
edildiğinde şairin ve dolayısıyla toplumun zihniyet dünyasındaki iz düşümüdür. Bahsi geçen
ifadeler Gülistan hakkında toplumsal bir kabule ve eserin zihin arkasında edindiği sağlam ve
sarsılmaz yere işaret etmektedir.
Divan şairlerinin bilinen tavrı olan kendini övme ve şiirini üstün görmeye dair beyitleri ayrı
tutacak olursak hemen her şair Sa‘dî gibi söyleme, onun şöhretine kavuşma hayali peşinde
olmuştur. Bu düşüncenin arka planında Sa‘dî’nin üstat ve onun eserinin baştacı kabul
edildiğinin izleri vardır. Hatta öyle ki bazı şairler dua edercesine Allah’tan Sa‘dî gibi
söyleyebilmeyi dilemişlerdir. Aşağıdaki beyitte Karamanlı Nizâmî, kendisini devrin Sa‘dîsi
olarak görürken, nazmını ve nesrini Gülistan ve Bostan’a benzeterek yüceltmiştir:
Sa‘dî-i devrân benem devrümde nazm u nesr ile
Bâg-ı hüsnündür Gülistân ile Bûstânum benüm (Nizâmî G74/8)
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi: Deyimler, İsimler, Eserler, Terimler, Cilt 7, Dergah Yayınları, İstanbul,
1990, s. 399.
118
119Hikmet
İlaydın, a.g.m., s. 62 – 63.
Hicabi Kırlangıç tarafından hazırlanan en güncel Gülistan tercümesi için bkz. Hicabi Kırlangıç, Sa ‘dî Şirazî,
Gülistan, Kapı Yayınları, İstanbul 2012. Gülistan şerhleri için bkz. Derya Örs, “Türkçe Gülistan Tercümeleri Üzerine Bir
Değerlendirme”, 6.Türkiye-İran İlişkileri Sempozyumu, Ankara 2009, s.46-52; Ayrıca bkz. Mîrek Muhammed-i Taşkendî,
Şehrî ve Gülî, Hazırlayanlar: Bahattin Kahraman, Yusuf Öz, Akçağ Yayınları, Ankara, 2012.
120
121 Muinüddin–i Cüveynî’nin Nigâristân, Câmî’nin Bahâristân, Mecd-i Hâfî’nin Ravza-i Huld, Kemalpaşazâde’nin
Nigâristân, Kaniî’nin Perîşân, Sâilî’nin Ravzatü’l- Ahbâb, Ahmed Şîrâzî Vekar’ın Encümen-i Dâniş, Molla Tarzî’nin
Ma‘den’ül Cevâhir, Hargopal Münşî’nin Sünbülistân ve Mehmed Fevzî Efendi’nin Bülbülistân adlı eserleri bunlar arasında
sayılabilir (Yazıcı, s. 241).
122
Bk. Cemâl Kurnaz, Divan Dünyası, Bizim Büro Yayınları, Ankara, 2003, s.67.
441
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Ahmet Paşa Sa‘dî’nin şiiri vasıtasıyla kendi şiirini över ve Mısırlı gazelhanlar onun şiirini
okuyacak olsa etrafa şeker saçılacağını söyler:
Hoş şeker-rîz olur Sa'dî-i Şîrâz gibi
Ahmed'ün sözlerin okursa gazel-hân-ı Mısır (Ahmet Paşa G85/9)
Hayâlî Bey zengin bir çağrışımla kendi şiirini Anadolu diyarında Sa‘dî’nin Gülistan’ı ile bir
tutar. İkinci beyitte ise sevgilinin siyah beni ile Gülistan’ın sunulduğu sultan söz konusu edilir.
Bir hamiye sahip olma psikolojisi Gülistan ve Sa’d arasındaki benzerlikten yararlanılarak
verilir.
Hayâlî rûh-ı Sa'dı yaraşırdı andelîb olsa
Diyâr-ı Rûmda nazmım gibi rengîn gülistâna (Hayâlî G530/5)
Hâl-i hindûn ehl-i dil vasf etse dîvân bağlanır
İbn-i Zengî yâdına gûyâ Gülistân bağlanır (Hayâlî G95/1)
Nehcî, şiirinin mana kapısını açarak Gülistan özelliği gösterdiğini iddia eder:
Bu şi’rün yine Nehcî Hâfız-ı Şîrâzı andurdı
Açup ebvâb-ı ma’nâyı Gülistân’dan haber virdi (Nehcî G317/7)
Nigârî ise iki büyük söz ustası Sa‘dî ve Hafız’ı anarak onlardan himmet diler, bekler:
Bir dem nazar ey Sa‘dî-i sultân-ı belâgat
Bir dem meded ey Hâfız-ı hoş-tab‘ u şeker-gû (Nigârî G568/7)
Sa‘îd Giray, Sa‘dî’nin sözleriyle hüzünlü gönlü gülistana çevirmeyi tavsiye eder:
Pend-i Sa‘dîyi Hızr-ı cân eyle
Dil-i mahzûnı gülsitân eyle (Sa‘îd Giray K1/35)
Sünbülzade Vehbî de Sa‘dî gibi söylediğini iddia eder:
Her dem bahâr-ı feyz-i Gülistân-ı tab’ıma
Sa‘dî-i ter-zebân gibi sad bâgbân verir (Sünbülzâde Vehbî K70/47)
Vahyî, dua makamında Allah’tan eserine Gülistan tesiri vermesini niyaz eder:
Yâ Rab suhanum riyâz-ı ‘irfân olsun
Her harfi nazîre-i Gülistân olsun
Bir vech-ile âb u tâb bahş it ana kim
Mahsûd-ı ruh-ı zekâ-‘izârân olsun (Vahyî R/1)
Gülistan’ın Osmanlı eğitim sistemi içinde önemli bir yere sahip olduğu herkes tarafından
bilinir. Özelikle şehzadelerin eğitiminde başucu eser görevi üstlenen Gülistan gerek mektep ve
medreselerde gerekse özel hocalar eliyle okutulmuş, okutulması önemsenmiştir. Toplumda
Gülistan okumaya dair kuvvetli bir istek ve okuyana karşı da bir hüsn-i niyet oluşmuştur. Hatta
bazen güzel cildi ve kıymetli içeriğiyle değer atfedilen Gülistan çocuğun eline verilmez,
yardımcısı vasıtasıyla mektebe taşınırmış. İshak Çelebi aşağıdaki beyitte gonca çocuğuna sabah
rüzgarının Gülistan okuttuğunu, gül dalının da ardınca kitabını taşıdığını somut gerçeklik
üzerinden örneklendirerek tablolaştırmıştır:
Gonca tıflına Gülistân okıdur bâd-ı sabâ
Kulıdur şâh-ı gül ardınca kitâbın götürür (İshak Çelebi G69/3)
442
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Aşağıdaki beyitlerden Gülistan’ın özellikle küçük yaşlarda okutulduğunu anlıyoruz:
Uş Gülistân okuyıcak göresin katlan dahi
Gonca agzın açmamışdur râz-ı gül ser-bestedür (Necâtî G82/3)
Mekteb-i bâgda gül bülbüle destân okıdur
Şol mu’allim gibi kim tıfla Gülistân okıdur (Rahmî G 60/1)
Süheylî’nin aşağıdaki beytinden mekteplerde Gülistan okunduğunu ve ders halkasının
sürekli genişlediğini öğreniyoruz. Gonca mektebe katılan yeni öğrenci olarak kişileştirilmiştir:
Gonçe bin nâz ile bostân-ı debistâna gelüp
Gülsitân okumaga tıfl-i nev-âmûz oldı (Süheylî G332/3)
Bazı öğrenciler derslerde üstün bir başarı gösterebilirler. Bu durumda öğretmenin
yardımcısı gibi görev üstlenir, alt sınıftaki arkadaşlarını okutabilirler. Aşağıdaki beyitte Ravzî
goncaya böyle bir vazife vermiş görünüyor:
Bülbüli nâle ider hâr-ı cefâdan sanma
Ana ol gonce-i nev-reste gülistân okıdur (Ravzî G231/3)
Mezâkî ise Gülistan okumalarının sabah saatlerinde olduğuna dair bir ipucu
vermektedir:
Nergis ü gül çeşm ü gûş olsa n'ola subh-dem
Ders- i Gülistân okur murg-ı sebak-hân-ı subh (Mezâkî 45/4)
Sünbülzade Vehbî aşağıdaki beyitte bir iki tazenin Gülistan okuduğunu gördüğünü ve
bu durumdan pek hoşlandığını çağrışıma açık bir şekilde vermiştir:
Bir iki tâze Sa‘dî'nin Gülistân'ın okur gördüm
Çıkardım ma’nî-i zevkin bugün seyr-i gülistânın (Sünbülzâde Vehbî G162/8)
Nev‘î aşağıdaki beyitte sevgilinin güzellik kitabını öğrenmek için herkesin uğraştığını
ve onu öğretmek için hocaların Gülistan okuttuğunu söylerken, Gülistan’ın güzel ahlak ve
terbiye yönüne işaret etmektedir:
Senün hüsnün kitabın bilmege meşgul olurlar hep
Aceb mi hâceler okutsalar cânâ Gülistân’ı (Nev‘î G516/2)
Sünbülzade Vehbî’ye ait aşağıdaki beyit de bu fikri destekler niteliktedir. Tevriyeli
kullanılan hezar kelimesiyle hem ‘bülbül’ hem de ‘binlercemiz’ kasdedilerek ilk edep dersinin
Gülistan ile alındığını ifade etmektedir:
Gülden varak varak sabak aldı hezârımız
Etdi edeble ders-i Gülistân’a ibtidâ (Sünbülzâde Vehbî G1/2)
Gülistan ile birlikte çoğunlukla Molla Câmî ve Baharistan, Feridüddin Attar ve
Mantıku’t-Tayr söz konusu edilir. Bu eserlerin ortak paydası nasihatte birleşmeleri, birer ahlak
kitabı olmalarıdır. Eski toplum hiç şüphesiz ahlak merkezli bir toplumdu. İnsanî faziletlerin
daima yüceltildiği ve teşvik edildiği bu toplumda bahsi geçen kitaplar ve benzerleri sürekli
okunarak toplumda ahlak, ihsan, adalet, merhamet vb. duygular canlı tutulmaya çalışılmıştır
denilebilir. Aşağıdaki birinci beyitte meclislerde sürekli Gülistan ve Baharistan okunduğuna,
ikinci beyitte ise okumaların etkisiyle bazen Sa‘dî’ye bazen Attar’a özenildiğine, üçüncü beyitte
ise Gülistan şerhine işaret edilmektedir:
Okundı bezm-i gülşende müdâmî
443
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Gülistan u Bahâristân-ı Câmî (Yahya Bey, İstanbul Şehrengizi 90.beyit)
Bülbüle geh Gülsitân geh Mantıku’t-tayr okıdur
Gâh Sa‘dîye ider taklîd geh ‘Attâra gül (Âşık Çelebi K4/9)
Gülistân şerhin okur kuş diliyle safha-i gülden
Bilürsen Mantıku't-Tayrı kulag ur dinle bülbülden (Emrî Muk/353)
Aşağıdaki beyitlerden ders okuma sırasında bazen sıra gözetildiği bazen de biraz ondan
biraz bundan okunduğu anlaşılmaktadır:
Dersi çıkdı bülbülün şimdi nihâlistâna dek
Geh Gülistân geh Bahâristândan okur bir sebak (Hâzık G139/2)
Okıdı hüsnün kitâbın hattunı görmek diler
Dil Gülistânı temâm itdi Bahâristân arar (Âşık Çelebi G94/2
Debistân-ı mahabbetde ruhun şevkiyle dil tıflı
Gülistân okıyup meyli Bahâristânadur şimdi (Rahmî G 209/3)
Kitâb-ı Mantık-ı Tayr'ı tamâm edip ezber
Aceb mi şimdi Gülistân okursa cümle hezâr (Sünbülzâde Vehbî K50/8)
Etdi ma’nâ-yı gülistânı te’emmül bülbül
Mantıku’t-tayra eder şimdi tevaggul bülbül (Sünbülzâde Vehbî G170/1)
Ayrıca Gülistan’a yazılan şerhlerin kolay okunması ve eğitimde kullanılabilmesi için
reyhanî hatla yazıldığı anlaşılıyor:
Bâg-ı hüsnünde ne şebbûy u ne reyhândır hat
Hat-ı reyhânî ile şerh-i Gülistân'dır hat (Sünbülzâde Vehbî G136/1)
Gülistan okumak her ne kadar teşvik edilen ve itibar gören bir iş olsa da ondan alması
gereken dersi alamayan, yeterince istifade edemeyenler eleştirilmiştir. Gülistan her şeyden önce
okuyanda marifet, zerafet ve fesahat hâsıl etmelidir. Her ikisi de 14.yüzyılın sonu 15.yy başında
yaşayan Âhî ve İshak Çelebi’de ortak geçen aşağıdaki beyit dikkat çekicidir. Gülistan edebî
yönü itibarıyla şairlerin örnek aldığı bir eserdir. Fakat ‘güzelin yanında duran herkesin zerafet
kazanamayacağı gibi her gülistan okuyan da şair olamaz’:123
Her güzelle salınan kesb-i zarâfet idemez
Her Gülistân okıyan sanma ki hep şâ‘ir olur (Âhî G27/3; İshak Çelebi G53/3)
Gülistan okumakla marifet edinilir:
Enîs olmakdanise ma‘rifetsüz şahsa ‘âlemde
Gülistân okıyan bülbüllerile sohbetüm yegdür (Behiştî G120/4)
Bülbül gibi ey gonce gülistân okı yohsa
Berg-i gül-i ter gibi nedür hâra sarılmak (Ravzî G393/6)
16.yüzyılın önemli tezkirecisi Latîfî’nin her Gülistan okuyanın şairlik iddiasında bulunmasınına dair eleştirisi için
bk. Rıdvan Canım, Latîfî Tezkiretü’ş-Şu‘arâ ve Tabsıratü’n-Nüzamâ, AKM Yay. Ankara, 2000, s.95.
123
444
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Gülistan Osmanlı toplumunda kutsala verilen kıymete benzer bir şekilde değer
görmüştür. Bir ahlak kitabı olması ve ‘güzel ahlakı’ salıklaması ona verilen kıymetin haklı
gerekçesidir. Verilen bu değerin somut delili olarak da her yazması özenle süslenmiş,
ciltlenmiştir. Sayfalarının alımlı görünüşü, babları, cildi ve cilt rengi vb. divan şiirinin kendine
özgü kavramlar dünyasında söz konusu edilmiş, işlenmiştir. Bâkî aşağıdaki birinci beyitte bahar
mevsiminde çiçeklerle bezenmiş bahçe ile Gülistan nüshasının rengarenk görüntüsüne, ikinci
beyitte ise Gülistan’da geçen rubailere işaret etmektedir:
Bir Gülistân yazdı bir ay içre fasl-ı nev-bahâr
Lâle yir yir sürh olupdur sebze hat şeb-nem nukat (Bâkî G222/3)
Hatt-ı la’liyle kaşı cânânun
Bir rubâ’îsidür Gülistânun (Bâkî G249/1)
Aşağıdaki beyitlerde Gülistan nüshalarının özenle yazıldığı, süslendiği ve ciltlendiği
görülmektedir. Klasik güzellik unsurları, sevgilinin yanağı ve ayva tüyleri, çeşitli ilgiler
kurularak şiirlere dâhil edilmiştir. İlk üç beyitte gül renkli yapraklara yazılan yazılar hoş bir
görüntü oluşturduğuna, son beyitte ise Gülistan’ın tertip özelliğine dikkat çekilmiştir:
Yazıldı gül gibi yine rengîn varaklara
İki risâle gibi Gülistân u Bûstan (İshak Çelebi K16/3)
İzâr-ı dil-rûbâ ol hatt-ı dil-keş birle gûyâ kim
Gülistân ü Bahâristândur gülgûn varaklarla (Edirneli Nazmî G5472/4)
Âl evrâkı müferrih bir Gülistânun meger
Hurde yazıdur kenârında Bahâristâna hat (Nehcî G169/2)
Her serv-i revân sebzeye bir mısra’-ı mevzun
Ebyât-ı Gülistân’a nezâyir didi gülzâr (Nev‘î G556/2)
Aşağıdaki iki beyitte erguvan renkli ve yeşil renkte ciltlenmiş Gülistan nüshaları
sevgilinin güzelliği söz konusu edilerek işaret edilmektedir:
Ergavânî câmen içre oldı cismün ey perî
Ergavânî cild ile gûyâ kitâb-ı Gülsitân (Bâkî G390/4)
Yâ yeşil cild ile bir Sa‘dî Gülistanı mıdur
Yâ yeşil şehperlü bir hûr-ı melek-sîmâ mıdur (Yahyâ Bey G92/2)
Avnî mahlasıyla şiirler yazan Fatih Sultan Mehmed ise Gülistan’ın bablarına
değinmektedir:
Hatt ü hâl ile bulur ‘Avnî ruh-i yâr şeref
Bâblarla nitekim buldı Gülistân revnak (Avnî G36/7)
Aşağıdaki beyitlerde Gülistan’ın dibacesine, tertip ve tezhip özelliğine işaret edilmiştir:
Dönüp dârü’s-sa‘âde heşt-bâg-ı Cennetü’l-hulde
Göründi bir musavver muntazam Sa‘di Gülistânı (Kânî T48/8)
Cebîni çîn ile mıstarlı safhadur yazmış
Derbîr-i hüsn ana dîbâce-i gülistânı (Şeyhülislam Yahyâ G431/4)
445
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Gülistan yukarıda bahsedilen hususlar dışında da devrin algısında mühim bir yere
sahiptir. Şem‘î Sa‘dî’nin Gülistanını okuyanların güzellik bahçesinin bülbülü olacağını, Behiştî
ise Gülistan okuyanların yüzünün ak olacağını ima eder:
Güzellik gülşeninde ey yüzi gül lebleri gonca
Okursan bülbül olursun eger Sa‘dî Gülistânın (Şem‘î G134/2)
Belâgat bülbüli olup okursın ol gülün vasfın
Gülistân safhası gibi Behiştî yüzün olsun ak (Behiştî G250/5)
Eskilerin tefe’ul dediği; kitap açma, fal açma veya hayra yorma manasına gelir. Kitap
açma daha çok kutsal veya dinî kitaplara mahsustur. Gülistan’ın devrin zihniyet dünyasındaki
yerini göstermesi bakımından aşağıdaki beyit dikkat çekicidir:
Başın egüp bu gonca Gülistan okur kaçan
Ben sanuram ki hastası içün kitâb açar (Yahyâ Bey G73/2)
İşlediği konular bakımından fazilet deryası diyebileceğimiz Gülistan, Sünbülzade
Vehbî’nin aşağıdaki beytinde iyilik ehlinin ihsanı talim ettiği yer olarak gösterilmektedir:
Me’âl-i nagme-i mürg-i bahâra eyledim dikkat
Gülistânda okur evsâf-ı destûr-ı keremkârı (Sünbülzâde Vehbî K30/18)
Şeyh ve mürşit olarak kabul edilen Sa‘dî ve Gülistan adlı eseri divan şairleri tarafından
dikkate alınmış, üzerinde düşünülmüş ve öğretileri içselleştirilmiştir. Onun düşünce yapısı
insanı merkeze alan ve her şeyi insan etrafında örgüleyen, insan cevherini ortaya çıkarmayı
amaçlayan, insana insanlığını hatırlatan sade ve merhametli anlatım tarzında yatıyor. Bütün
bunları güçlü bir mantık örgüsü içinde veren anlatımı ölümsüz olmayı elbette hak ediyor. Büyük
ahlakçı ve şarkın dehası Sa‘dî, insanî erdemler bakımından 700 yılı aşkın bir zamandır
insanlığın yoluna ışık tutmaya devam ediyor. Sa ‘dî’nin kendi ifadesiyle “şifa verici öğüt
incilerini söz ipliğine dizdiği ve nasihatin acı ilacını zerafet balına karıştırdığı” 124 Gülistan,
gönül ehlinin pusulası olabilecek niteliktedir. Sözlerimizi Lahey’de bulunan Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesinin çok doğru bir tercihle serlevha ettiği ve kapısına astığı Sa‘dî’nin şu
sözleriyle bitirelim:
“İnsanlar birbirlerinin uzuvları hükmündedir,
Çünkü yaratılışları itibariyle aynı cevherdendirler.
Eğer gün olur bir uzuv hastalanırsa
Diğer uzuvların bunu hissetmemeleri mümkün değildir.
Diğerlerinin sıkıntı ve çilelerinden gamlanıp kederlenmiyorsan
Sana âdemoğlu demek yaraşmaz.”125
KAYNAKÇA
124
Hicabi Kırlangıç, Gülistan, Kapı Yayınları, İstanbul, 2012, s.219.
125‫پیکرند‬
‫بنى آدم اعضای یک‬
‫که در آفرینش ز یک گوهرند‬
‫چو عضوى به درد آورد روزگار‬
‫دگر عضوها را نماند قرار‬
‫تو کز محنت دیگران بی غمی‬
‫نشاید که نامت نهند آدمی‬
446
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
ASLAN, Üzeyir (2012) Besnili Nehcî Dede ve Divanı,
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10636,nehci-divanipdf.pdf?0
AYDEMİR Yaşar, Behiştî Divanı,
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10597,behistipdf.pdf?0
AYDEMİR, Yaşar, Ravzi Divanı,
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10603,metinpdf.pdf?0
BİLGİN, Azmi (2011) Nigari Divanı http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10638,nigar-idivani-azmi-bilgin-pdf.pdf?0
BROWNE, G. Edward (1928) Volume II, A Literary History of Persia, Cambridge at the
University Press, Great Britain.
CANIM, Rıdvan (2000) Latîfî Tezkiretü’ş-Şu‘arâ ve Tabsıratü’n-Nüzamâ, AKM Yay.
Ankara.
ÇAVUŞOĞLU, Mehmed (1977), Yahya Bey Divanı, İstanbul Ünv. Edebiyat Fak. Yayınları,
İstanbul.
ÇAVUŞOĞLU, Mehmed, M. Ali Tanyeri (1989) Üsküplü İshâk Çelebi Divanı, Mimar Sinan
Ünv. Yayınları, İstanbul.
ÇİÇEKLER, Mustafa (2008) Sa‘dî Şîrazî, Cilt: 35,Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (ss.405407),Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul.
DOĞAN, Muhammed Nur, Avni (Fatih) Divanı,
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10595,avnfatihdivanimuhammednurdoganpdf.pdf?0
ERDOĞAN Mustafa, Bursalı Rahmi Divanı,
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10600,bursali-rahmi-divanipdf.pdf?0
GÜFTA, Hüseyin (1992) Hâzık Mehmed Efendi'nin Hayatı Edebî Şahsiyeti, Eserleri ve
Divanı'nın Tenkitli Metni, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, Erzurum.
HARMANCI, M. Esat, Süheylî, Ahmed bin Hemdem Kethudâ DÎVÂN,
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10650,girismetinpdf.pdf?0
HAŞİMİ, Hamid (H.Ş.1388) Zendeginame-i Şa’iran-i İran (Ez Agaz ta Asr-i Hazır), İntişarat-i
Ferheng u Kalem, Tahran.
HİDAYET, Mahmud (1353) Golzar-i Cavidan, Cilt II, Çaphane-i Ziba, Tahran.
İPEKTEN, Haluk (1974) Karamanlı Nizâmî, Hayatı, Edebî Kişiliği ve Divanı, Sevinç
Matbaası, Ankara.
KAÇALİN, Mustafa S., Âhî Divânı,
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10590,ahidivanimustafakacalinpdf.pdf?0
447
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
KARAKÖSE, Saadet (2001) Sa‘îd Giray Dîvânı,
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10644,said-giray-divanipdf.pdf?0
KARAVELİOĞLU, Murat Ali, On Altıncı Yüzyıl Şairlerinden Prizrenli Şem’î’nin Divanı’nın
Edisyon Kritiği ve İncelenmesi,
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10641,prizrenlisemipdf.pdf?0
KAVRUK, Hasan, Şeyhülislam Yahyâ Dîvânı,
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10655,seyhulislamyahyadivanihasankavrukpdf.pdf?0
KILIÇ, Filiz, Âşık Çelebi Divanı,
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10593,asikcelebidivanifilizkilicpdf.pdf?0
KIRLANGIÇ, Hicabi (2001) İran Edebiyatı İçin Bir Sınıflandırma Denemesi (ss.96-108),
Nüsha, Bahar.
KIRLANGIÇ, Hicabi (2012) Gülistan, Kapı Yayınları, İstanbul.
KÜÇÜK Sabahattin, Bâkî Divânı,
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10596,bakidivanisabahattinkucukpdf.pdf?0
MERMER, Ahmet (1994) Mezâkî: Hayatı, Edebî Kişiliği ve Divanının Tenkidli Metni,
Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi, Ankara.
Sa‘dî (1946) Gülistan, (Çev. Hikmet İlaydın), MEB Yayınları, Ankara.
SARAÇ, M. A. Yekta, Emrî Divanı,
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10607,emridivanipdf.pdf?0
TARLAN, A. Nihad (1963) Necâtî Beg Divanı, MEB Yayınları, İstanbul.
TARLAN, A. Nihat (1992) Hayâlî Bey Divanı, Akçağ Yay. Ankara.
TARLAN, Ali Nihat (1944) İran Edebiyatı, Remzi Kitabevi, İstanbul.
TARLAN, Ali Nihat (1966) Ahmet Paşa Divanı, MEB Yay. İstanbul.
TAŞ, Hakan (2004) Vahyî Divanı ve İncelenmesi,
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10659,metinpdf.pdf?0
TULUM A. Mertol, M. Ali Tanyeri (1977) Nev`î Divânı, İstanbul Ünv. Edebiyat Fak.
Yayınları, İstanbul.
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi; Deyimler, İsimler, Eserler, Terimler, Cilt 7, (1990), (ss.
399), Dergâh Yayınları, İstanbul.
ÜST, Sibel, Edirneli Nazmî, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10605,edirneli-nazmidivanisayfa19903981pdf.pdf?0
YAZAR, İlyas, Kânî Divanı, http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10620,kanidivanipdf.pdf?0
448
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
YAZICI, Tahsin (1996) Gülistan, Cilt: 14, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (ss.240-241),
Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul.
YENİKALE, Ahmet (2012) Sünbülzâde Vehbî Dîvânı,
http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10651,sunbul-zade-vehbipdf.pdf?0
ZAVOTÇU, Gencay (2009) Sa‘dî Düşüncesi ve Etkileri, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Dergisi, Sayı:40, (s. 47-58), Erzurum.
Zabîhullah Safâ ( h. 1339) Genc-i Sohen, Cilt II, Danışgah-ı Tahran, Tahran.
Zabîhullah Safâ (2005), Tarîh-i Edebiyat der İran, Cilt II, (Çev. Hasan Almaz), Nüsha
Yayınları, Ankara.
449
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
MUNZUR BABA EFSANESİ ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
Hüseyin ÖZCAN
İsmail PEKER
ÖZET
Tunceli ‘nin Ovacık ilçesinde yer alan Munzur Dağları’nda ve Munzur Irmağı etrafında
anlatılan efsane konu alınmıştır.Munzur Dağı Anadolu’nun en eski devirlerinden beri gizemini
ve doğallığını korumuştur.Munzur Dağları ve Munzur Irmağı saklı bir cennet gibi etrafında
yeşeren efsanelere de kaynaklık etmektedir. Tunceli yöresi,Dersim dağlarının bir kale gibi
etrafında çevrili olmasından dolayı, binlerce yıl hem bölgesel hem de kültürel olarak korunaklı
bir bölge olmuştur.
Efsanelerdeki sözlü anlatımlar içlerinde barındırdıkları dini-mitolojik öğelerle ortaya çıktıkları
bölgelerin inanç sistemini de ortaya koymaktadır.Efsanenin oluştuğu bölgedeki etkisi aslında
var olan inancın güç göstergesini de işaret etmektedir. Munzur Baba efsanesi ile Hacı Bektaşi
Veli geleneğinin yüzyıllar içerisindeki etkileşimini görmekteyiz.
İngiliz Yüzbaşı L. Molyneux Seel, 1914 yılında Londra’da ''A Journey In Dersim” adı altında,
“The Geopraphical
Journal” de
yayınlanan
eserinde Munzur Baba
efsanesinden
bahsetmiştir.Bu çalışmada efsanenin 1914 yılındaki varyantı ile günümüz varyantları
incelenmiştir.Hacı Bektaşi Veli ’ nin menkibelerini anlatan ‘Vilayetname’ adlı eserde konu
benzerliği
olan
bir
menkıbe
ile
efsanenin
bahsettiğimiz
diğer
varyantları
karşılaştırılmıştır.Birbirinin yerine geçme kuramına göre Anadolu’nun birçok bölgesinde yer
alan efsanelerde de Munzur Baba efsanesindeki konu özdeşliğinin ilk kaynağını bulmaya
çalışacağız.

Doç.Dr. Fatih Üniversitesi / TÜRKİYE

Fatih Üniversitesi / TÜRKİYE
450
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Anahtar Sözcükler: Dersim ,Tunceli , Munzur Baba Efsanesi , Efsane , Hacı Bektaşi Veli ,
Vilayetname
An Assesment of “The Munzur Baba Legend”
Abstract
In this study, the legend that told at MunzurMountains and Munzur River are located at Ovacık
district of Tunceli. Munzur Mountains protected their mystery and naturalness from ancient
times. Munzur Mountains and Munzur River weld ,as a secret heaven, legends sprouted around
them. Tunceli region, because of rounded by Dersim Montains as a castle, has became a
protected area in terms of culture and region for tousands years.
Verbal expressions in legends exhibit regional religious beliefs by including mythological and
religious elements. The impact on the region of the myth, actually, indicate the indicator of
existing faith power. We have seen an interaction between Munzur Baba legend, and Hacı
Bektaşi Veli tradition, over the centuries.
English captain L.Molyneux Seel, mentioned Munzur Baba legend at his work “A journey In
Dersim” that published at “the Geographical Journal” in 1914 at London. In this paper, variant
in 1914 and present-day variants are investigated. There is a work about Hacı Bektaşi Veli’
tales, named as ‘’Vilayetname”. At this study we compare a tale at “Vilayetname” that have
similar issues with Munzur Baba Legend and present-day variants of the legend. According to
ınterchangeably passing rule, we try to find that the first source of positional identity of some
located legends at many places of Anatolia and Munzur Baba Legend.
Keywords :Dersim , Tunceli , Munzur Baba Legent , Legent , Haji Bektash Veli, Vilayetname.
Munzur Efsanesi Üzerine Bir Değerlendirme
Tunceli ‘nin Ovacık ilçesinde yer alan Munzur Dağları’nda ve Munzur Irmağı etrafında
anlatılan bu efsane yüzyıllarca anlatılagelmiş.Munzur Baba efsanesinin Dersim yöresindeki
etkisi kültürel anlamda hayli yüksek olmuştur.Fırat Irmağı’nı besleyen ana kollardan birisi
olan o çoşkun ırmağa ’’Munzur ‘’ ismi verilmiştir.Munzur ırmağının süt gibi taştığı ve
Munzur ırmağının kaynağı olan dağa da ‘’Munzur ‘’ ismi verilmiştir.Hayatı Munzur gibi
451
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
çoşkun ,bereketli ve iyi olsun diye yeni doğan bebeklere ‘’ Munzur’’ ismi verilmeye devam
ediyor.
Halk bilinci , etrafını kuşatan tabiat hakkında sebep-sonuç ilişkisinde düşünmeyi çevre
kültürünün etkisiyle birlikte geliştirmiştir.Efsaneler de kendine has özellikleriyle farklılaşıp
türlü türlü
safhalar halinde gelişir.Munzur Baba efsanesinin yüzlerce yıl içerisinde
geliştiğini düşündüğümüzde arkaik kültür insanının manevi duygularını , kültür değişimini ,
algılamaların nasıl meydana geldiğini görmek mümkün olabilmektedir.
İnandırıcılık özellikleri dolayısıyla efsaneler, teşekkül ettikleri coğrafyanın kültürel yapısı
üzerinde de etkili olmuş ve hâlâ da olmaktadır. Hatta bazı yerler etrafında bir kült teessüs etmiş
ve efsaneler de bu kült içerisinde yer almışlardır. (Duymaz,2001:88)
Bir halk edebiyatı ürünü bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya sözlü olarak taşınabilmekte ve
doğal olarak bir yayılma ile sonuçlanabilmektedir.İşte bu taşınma sırasında metinler arasında
farklılıklar ortaya çıkabilmektedir.Bazı türküleri masalları,destanları ve efsaneleri bu bağlamda
değerlendirebiliriz. Küçük farklılıkların olmasına rağmen bu halk ürünlerinin nerede ve kim
tarafından ortaya konduğu bilinebilmektedir. (Oğuz,2013:61)
Metin merkezli yayılma kuramı ve birbirinin yerine geçme kuramına göre bu efsaneyi
incelediğimizde bu
efsanenin konu
özdeşinin
Hacı Bektaşi Veli’nin menkıbelerini
anlatan’’Vilayetname‘’ adlı eserde olduğunu düşünmekteyiz.Munzur Baba
efsanesinin
Anadolu’daki benzer örnekleriyle karşılaştırdığımızda kahraman isimleri bölgeden bölgeye
, yöreden yöreye değişse de bazı karakterler ve motifler benzerdir.Karakterler birbirinin
yerine geçse de konu da ciddi bir değişiklik söz konusu olmaz.Bu çalışmamızda Munzur Baba
efsanesiyle ilişkilendirdiğimiz Vilayetname ‘deki
menkıbeyi , efsanenin
günümüz
varyantlarını,Saim Sakaoğlu’nun 1976 yılında yayımladığı ‘’101 Anadolu Efsanesi’’ adlı
kitapta yer alan varyantını , L. Molyneux Seel’in 1914’ te yayınladığı Munzur Baba efsanesi
varyantını Anadoludaki ‘’Sadık ,veli hizmetçi’’ ile ‘’Hacta getirilen yemek’’motifli efsaneler
çercevesinde incelemeye çalışacağız.İlk olarak Hacı Bektaş Veli'nin ‘’Hacı’’ ünvanını
alışını anlatan Vilayetname’deki menkıbeyi aktaralım.
Hocası Lokman Perende hacca gider. Kâbe’yi tavâfdan sonra, Arafât’a çıkar. Orada,
yanındakilere: “Bugün arife günü, şimdi bizim Türkistan'da herkes ‘bişi’ pişirir.” der. Bu söz
Hünkar’a malum olur. Lokman Perende’nin evinde de, gerçekten bişi pişirilmektedir. Hünkar,
452
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Lokman Perende’nin evine giderek, şeyhin hanımından, bir tepsiye bişi koyup kendisine
verilmesini ister. Hünkar, tepsiye konulup, kendisine takdim edilen bişi’yi, göz yumup açıncaya
kadar, Lokman Perende’ye götürüp sunar. Bundaki hikmeti anlayan Şeyh Lokman Perende,
arkadaşları ile beraber bu “bişi” yi yerler. Hac dönemi bitip Hicaz’dan dönülünce, Nişabur halkı
Lokman Perende’yi karşılamaya çıkar. “Haccın kabul olsun.” diyerek tebrik ederler. Lokman
Perende, gelen halka Bektaş’ın kerametini anlattıktan sonra, “Esas hacı olan Bektaş’tır.”
diyerek, onu tebrik eder. Bunun üzerine adı Hacı Bektaş Veli olur.(Gölpınarlı,1958:6)
Vilâyetnâme veya Menâkıb-ı Hacı Bektâs Velî olarak da bilinen bu eser HacıBektâşi Velî’nin
çevresinde olup bitenleri dinsel ,düsünsel baglamda ve kendi mantık baglamı içerisinde anlatan
bir yapıttır. Hacı Bektâs-ı Velî’nin ölümünden yaklasık 200 yıl (XV. yüzyılda) sonra müritleri
tarafından kaleme alınmıstır.1501-1502’de posta geçen Balım Sultan’dan hiç bahsedilmez. Bu
verilerin ısıgında Vilâyetnâme’nin, Balım Sultan’ın posta oturmasından önce, 1481–1501
arasında yazıldığı sanılmaktadır.Vilâyetnâme; Hacı Bektâş hakkında doğru yanlış, fakat hemen
hepsi olağanüstü olayları ihtiva ettiğinden dolayı hiç şüphe yok ki kendisinden bir hayli sonra
ve menkıbevi hayatı kendisini görenlerden duyanların daha sonrakilere eklentilerle nakledilerek
mayalanıp yoğrulduktan, Bektâsi geleneği iyice meydana gelip dal budak saldıktan sonra
yazılmıstır(Yavaş,2006:51)Dolayısıyla eser yazılırken Bektâşi geleneği tamamıyla kurulmuş,
gelişmiş, zenginleşmiş ve kökleşmiştir denilebilir. Bu bakımdan süreç içinde menkıbeleşen
tarihi ve efsanevi geleneklerin XV. yüzyılın son yıllarında yazıya geçirilmiş şeklinden ibaret
olan Vilâyetnâme, çoğunluğu itibariyle mitolojik bir Hacı Bektaşi Velî’yi yansıtır. Ancak bu
durum
eserin
hiçbir
temeli
bulunmadığı
anlamında
kabul
edilmemelidir.(Noyan,2007:368)İslamî emirlerden bir diğeri olan hac ibadeti konusunda
Vilâyetnâme bize net bilgiler sunmaktadır. Aktarıldığına göre Hacı Bektâs Velî, Rum ülkesine
gelirkenhacca niyet etmis, Necef, Medine, Kudüs, Halep gibi şehirlere uğrayarak
“erbain”çıkarmıs ve hac vazifesini eda ederek Elbistan ve Kayseri güzergahını takip ederek
Anadolu'ya gelmistir.(Gölpınarlı,1958:17) Vilâyetnâme’de aktarıldığına göre o,keramet eseri
sık sık Kabe’ye giderek namazı orada kılmıştır.Vilâyetnâme’deki hac ile ilgili çok net atıflara
rağmen bazı alevi toplulukları, getirdikleri yorumlarla temel islamî ibadetlerden birisi olan
haccı farklı sekilde yorumlamışlardır.(Üçer,2005:325)Hacı Bektâs Velî’nin vefatından sonra
onun adı çevresinde oluşan tasavvuf hareketi Bektâsilik olarak bilinmektedir. Bektâsiler Hz.
Muhammed’i mürsid, Hz. Ali’yi rehber, Hacı Bektâs Velî’yi pir olarak görürler. Türk siyasi
hayatına derin izler bırakan Bektâşilik, XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu’da XIV. yüzyılla
birlikte Balkanlar’da geniş halk kitlelerini kendisine bağlamış, Bursa fethine katılan Abdal
453
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Musa, Elmalı’da Sarı Saltuk, Balkanlar’da kurduğu tekkede yetiştirdikleri halife ve müridleri
vasıtasıyla tarikatın güç ve nüfuzunu arttırarak yayılışını hızlandırmışlardır. XVI.yüzyıla kadar
süren bu dönem tarikatın birinci evresi olduğu düşünülmektedir.(Bardakçı,2005:58)
Türkmen dervişlerin Anadolu’yu karış karış gezmeleri
neticesinde
bir çok bölgede bu
efsaneler anlatılagelmiştir.Kahraman isimleri farklı olsa da konu aşağı yukarı aynıdır.Hacı
Bektaşi Velinin muhabbetle Anadolu’nun kalbine dokunması efsane halkalarının oluşmasına
sebebiyet verdiğini düşünüyoruz.
Munzur Baba efsanesinin günümüzdeki söylemini tespit etmek için Tunceli’den 2 kaynak
kişi tespit ettik.
Kaynak Kişi-1
Ovacık İlçesine bağlı Koyungölü civarında yaşayan bir ağanın koyunlarını gütmek için yanında
çobanlık yapmaya başlar.Munzur’un ağası hac zamanı geldiği için hacca gitmiş. Ağasının hacta
olduğu bir gün Munzur ağanın hanımının yanına gelir ve:
-Hanımım, ağamın canı sıcak helva ister. Helvayı yaparsan ben kendisine götürürüm,
der.Ağanın hanımı önce şaşırır, sonra herhalde zavallı çobanın canı helva yemek istiyor,
doğrudan söylemeye dili varmıyor, utanıyordur.Kendisine bir helva yapayım da yesin, der.
Helvayı pişirir, bir bohçanın içine bağlar ve Munzur’a:
-Al , götür, der.
O sırada ağa hacda namaz kılmaktadır. Namaz sırasında sağa selam verirken bir de bakar ki sağ
yanında elinde bir bohça ile Munzur dikilmiş duruyor. Namazını bitirip Munzur’a;
-Burada ne arıyorsun? Nedir o elindeki? ,der. Munzur’da:
-Ağam canın sıcak helva istemişti, onu sana getirdim, der.Elindeki bohçayı ağasına uzatır.
Ağası bohçayı açar ve bakar ki içinde sıcak helva duruyor. Ağa hayretler içinde Munzur’a bir
şeyler söylemek için başını çevirdiğinde bir de bakar ki Munzur yanında yok.Ağa hac görevini
tamamlayıp köyüne döndüğünde komşuları herkes elinde bir hediye ile hacıyı karşılamaya
giderler. Munzur’da götürecek başka bir hediyesi olmadığından bir çanağın içerisine
koyunlarından bir miktar süt sağar ve bununla ağasını karşılamaya gider.Ağa Munzur’u
görünce yanındakilere;
454
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
-Asıl hacı Munzur’dur. Öpülecek el varsa Munzur’un elidir. Önce ben öpeceğim, der ve
Munzur’a doğru koşar.Munzur bu konuşmaları duyduğunda:
-Aman ağam , böyle bir şey olmaz. Ben yıllarca senin ekmeğinle büyüdüm. Sen nasıl benim
elimi
öpersin.
Ben
sana
elimi
öptürmem,
der
ve
kaçmaya
başlar.
Munzur önde, ağa ve yanındakiler arkasında bir kovalamaca başlar.Şimdiki Munzur Irmağı’nın
çıktığı ilk yere geldikleri zaman Munzur’un elindeki süt dolu çanak dökülür ve sütün döküldüğü
yerde, süt gibi bembeyaz bir su fışkırır. Munzur kırk adım daha atar. Fışkıran bu sulardan bir
ırmak meydana gelir. Munzur’un arkasından koşanlar bu ırmaktan öteye geçemezler. Munzur
da bu dağlarda kaybolur gider.
Kaynak Kişi-2
Ovacık ilçesinde yaşayan bir ağanın Munzur adlı bir çobanı vardır.Ağa bir gün hac için
Kabe’ye gider.Hacta olduğu vakit canı helva çeker.Çobanı olan Munzur bunu hisseder.Evin
hanımına :’’Ağam’ın canı helva çekiyor, helva yapta götüreyim .’’der.Bunun üzerine evin
hanımı :’’Herhalde Munzur’un canı helva çekti, fakat utandığı için söyleyemiyor.’’diye
düşünür.Bunun üzerine helvayı yapar ve güzelce tabağa koyar.Munzur da gelir helvayı alıp
gider.Bir müddet sonra geri döner.Evin hanımı:’’Tabak nerde?’’diye sorar.Munzur:’’Tabak
ağamın yanında gelirken getirecek:’’der.Evin hanımı :’’Herhalde bir yerde tabağı unuttu , o
yüzden böyle söylüyor.’’ diye düşünür.Ağa hactan geldiği vakit tüm köylü ağanın yanına gelir
ve elini öpmek ister.Ancak ağa elini öptürmez ve ‘’ Gerçek hacı Munzur’dur,gidin onun elini
öpün.’’ Diyerek olan biteni köylüye anlatır.Bunun üzerine herkes Munzur’un elini öpmek için
,elinde süt kabı olan Munzur’a doğru koşar.Munzur utancından kaçar.Köylüden uzaklaşırken
elindeki süt kabından sütler yere düşer.Munzur ırmağının kaynağı oluşur.İşte Munzur suyunun
kaynağı o günden beri süt gibi yerden taşar.Munzur ise dağlara doğru koşar ve ortadan
kaybolur.
Saim Sakaoğlu’nun 1976 yılında yayımladığı ‘’ 101 Anadolu Efsanesi’’ adlı eserinde geçen
varyantı:
Ovacık, Tunceli ilimize bağlı küçük bir yerleşme merkezidir. 2000′i ancak bulan nüfusu ile bu
ilçemiz de pek çok Doğu Anadolu ilçesi gibi kendi kaderini yeniden çizmeye çalışmaktadır.
Geçen yıllarda az da olsa yer sarsıntısı ile hasara uğrayan bu ilçemizin hudutları içinde 3188
metrelik zirvesiyle Munzur Dağı ve buradan çıkarak Murat Suyu’na katılan Munzur Irmağı
455
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
bulunmaktadır. Ovacıklılar, dağa ve ırmağa bu adların veriliş sebebini şu güzel hikâyeye
bağlamaktadırlar:
Çevredeki köylerin birinde zengin bir ağa yaşarmış. Ağanın yaşı kemale ermiş, emanetini teslim
etmeden bir de hacca gitmek istemiş. Çoluk çocuğunu bırakacak kimsesi yokmuş. Sonunda
kararını vermiş, hane halkını, çobanları olan Munzur’a emanet etmeye karar vermiş.Ağa çoluk
çocuğu ile helalleşip yola çıkar. Üzerine farz olan borcunu eda edecek ve Hacı Ağa olarak
memleketine dönecektir.Ağa Kâbe’de iken, bir gün karısı evde helva pişirir. Çocukları ile
birlikte yerken yanlarında bulunan Munzur’a lâtife yapmak kastı ile der ki:’’Munzur, bu
helvadan ağan da yese ne iyi olurdu. Al şunu, soğumadan ağana götür de o da yesin.’’Çoban
hemen ablasının elindeki helvayı alır ve gözden kaybolur. Bir müdet sonra Munzur elinde boş
tabakla eve döner. Ne ablası, ne de çocukları bu işten bir şey anlamazlar.Aradan günler geçer,
hacıların dönme zamanı gelir. Köy halkı ağalarını karşılamak üzere yollara dökülürler. Hacı
olan ağalarına daha fazla hürmet etmek, hizmetinde bulunmak için köylüler âdeta yarış ederler.
Fakat ağa onlara Munzur’u gösterir ve:‘’Hürmetinize lâyık olan ben değil, Munzur’dur. Onun
elini öpün, onun hizmetine koşun.’’
Ağa, köylülerin şaşkın bakışları arasında meseleyi kısaca anlatır. Herkes alelâde bir çoban
zannettiği Munzur’un eline sarılır; o ise geri çekilir. Ağasına ikram etmek için getirdiği süt de
bu arada dökülür; kendisi de yere yuvarlanır. Munzur’u, ne oradan kalkarken gören olur, ne de
daha sonra gören; bir daha kimseler göremez onu. Fakat bugün onu hatırlatan iki iz hâlâ
köylülerin hafızasındadır. Bunlar, dökülen sütten meydana gelen beyaz köpüklü Munzur Irmağı
ve düşerken elini dayadığı kayadaki parmak izleri.Bugün, çevre halkı Munzur’u, onların
deyişiyle Munzur Baba’yı bir evliya kadar sever ve sayarlar. Zaman zaman yeminlerini onun
üzerine söylerler. Munzur Irmağındaki balıkları, Munzur Baba’nın kuşlarıdır, diye avlamazlar
ve yemezler.Bir inanışa göre de, Munzur Baba’yı ziyaret edenler, mutlaka ikinci bir defa daha
gelirlermiş.Bugün Munzur Dağı karlı tepelerinden sıza sıza akan Munzur Irmağı’nın ruh
okşayıcı nağmeleriyle belki de Munzur Baba’ya dua edip durmaktadır. (Sakaoğlu,1976:124)
Efsanelerde benzer motifleri sıkça görebiliriz.Aynı özelliklere sahip olan efsane karakterleri
karşımıza
değişik
isimlerde
çıkabilir.Bu
efsanelerin
benzer özelliklerini dikkatle
incelediğimizde kaynaklarının aynı olabileceği fikrini düşünebiliriz.
Bu efsane kahramanlarının
ortak
özellikleri efendilerine(ağalarına,sahiplerine) olan
sadakatları ve sevgileridir.Mütevazi ve
çalışkan
456
olan bu hizmetçiler
aslında birer
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
evliyadır.Bektaşi geleneğinin bir nüansı olan ‘’sır ‘’ yani kerameti açığa çıkarmama, maddi
ve manevi olarak hep arka planda görünme motifi mevcuttur.’’sır’’ lı olan bu hizmetçiler
aslında birer velidir ve hiç kimse bilmemektedir.Anadolu’nun değişik bölgelerinde aldıkları
isimlere göre sıralamak mümkündür.
Ağrı:Şeyh Bekir ,
Erzurum : Ahmet Baba , Kağızman :Hacı Kağızman , Orta Anadolu :
Hacı İbrahim Devletlü , Orta Anadolu :Yuannis , Koçarlı : Bilal Dede , Ağrı: Şeyh Bekir
Kars: Ermiş Keloğlan, Sungurlu: Ali Baz , Gaziantep : Şeyh Bilecen , Gaziantep: Memik
Dede Tunceli : Munzur Baba (Sakaoğlu,1997:182)
Munzur
Baba efsanesi ile bu efsanelerde
temel yapı aynıdır.Sadık bir çoban ya da
hizmetkar olan sır sahibi kişi hacca gitmiş olan efendisine (ağasına) yörenin yemek veya
tatlılarından birini veya onun sevdiği yiyeceği sıcağı sıcağına , üzerinde dumanı tüterken
ulaştırır.İslam tasavvuf anlayışında ‘’ aynı anda iki yerde olma’’ kerametini gösterir(tayyı
mekan) Ağa hactan dönüşte kendisini karşılamaya gelenlere hizmetçiyi işaret ederek asıl
hacının onun olduğunu söyler.Bu olaydan sonra sırrı ortaya çıkan veli oradan uzaklaşır,
uzaklaşmak isterken bazen de vefat eder.Bu veliler arasında sonradan Müslüman olanlar
da vardır.Değişik isimlerle anılan bu
çıktıktan
sonra
asıl büyüklüğün
hizmetkarların sahip oldukları ermişlik ortaya
sırda olduğunu bilen bu evliya zatlar ortadan
kaybolmuşlardır. (Sakaoğlu,1997:182)Ayrıca Saim Sakaoğlu’nun ’’Sadık ,veli hizmetçi’’ ve
‘’Hacta getirilen yemek’’ motifli efsanelerden
12
adetini
yazıya
aktardığını
bilmekteyiz.(Sakaoğlu,1997:183) Benzer motifli efsanelere ek olarak Diyarbakır, Karaçalı
köyünde anlatılan ‘’Deli Ali ‘’ efsanesini de buraya ekleyebiliriz. (Kaynak Kişi-3 Mustafa
Yıldız,1974,Diyarbakır,Derlenme Tarihi:12.04.2014).Kahramanmaraş Elbistan’da Ozanya
Köyünden
‘’Kıyan’’ (Bozkurt,2007: 23) efsanesi de benzer
motiflere sahiptir. Bu son
efsanelerle beraber Anadolu’ da ’Sadık ,veli hizmetçi’’ ve ‘’Hacta getirilen yemek’’motifli
14 adet efsane tespit edilmiş oluyor.Anadolu’da bunlara ekleyebileceğimiz benzer motifli
henüz keşfedilmemiş efsaneler de olabilir.
L. Molyneux Seel, 1911 yılının Temmuz, Ağustos, Eylül aylarında Dersim’de kapsamlı bir
gezi düzenlemiştir.İngiliz araştırmacı ve yüzbaşı L. Molyneux Seel hangi nedenle o tarihlerde
dersim bölgesine geldiğini bilmemekteyiz.Buna rağmen üç aylık Dersim seyahatinde yöreye
ait coğrafi haritaları ve kültürel öğelerle ilgili detaylı bilgileri fotoğraflar eşliğinde vermiştir.
Dersim gezi notlarını 1914 yılında Londra’da “A Journey In Dersim” adı altında, “The
Geopraphical Journal” de yayınlar.
457
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
İncelediğimiz Munzur Baba efsanesinin bu varyantını 4 bölüm halinde yayınlamıştır.L.
Molyneux Seel Munzur Baba efsanesini kaynak şahıslar vermeden yazıya geçirmiştir.. 1911
yılında tespit edilen bu varyant ve 1914 yılında yayınlanmıştır. Efsanenin, sözlü
olarak anlatımının bu bölgede uzun bir süredir devam ettiğini tahmin ediyoruz. Munzur Baba
Efsanesi’nin, L. Molyneux Seel tarafından yazılmış bu versiyonunun tarihsel bir değere sahip
olduğunu görebilmekteyiz.(Akgül,2010:89)
L. Molyneux Seel
1. Bölüm
Topuzanlı aşiretinin Şeyh Hasan isminde itibarlı bir ağası vardı. Bunun da Muzur adında bir
oğlu vardı. Muzur babasının koyunlarına bakıyordu. Kışın, dağlar karla kaplı olduğu zaman
bile Muzur, babasının yasaklamasına rağmen sürüyü dağa götürürdü. Koyunlar devamlı
karınları iyice doymuş olarak geri dönerlerdi. Muzur’un babası bir gün merakını gidermek için
oğlunu takip etti. Gördüğü manzara şöyleydi: Muzur dağa çıktığında karla kaplı ağaçlara
sopasıyla vurmakta, düşen yaprakları da koyunlar yemekteydi. Muzur babasının kendisini
izlediğinin farkına vardı ve kızgınlıkla koyunları da bırakıp ortadan kayboldu.
2. Bölüm
Muzur babasından ayrıldığında Ali Haydar Ağa ile birlikte Büyük Köyde çoban olmaya gitti.
Ertesi yıl Ali Haydar evinden ayrılarak kutsal bir ziyaret için Kerbela’ya gitti. Oradayken bir
gün canı, hanımının onun için evde yaptığı helvalardan istedi. Beş dakika sonra Muzur büyük
bir tabak helva ile efendisinin önünde ortaya çıkıverdi.
3. Bölüm
Aşağıda sözü edilenler Büyük Köy’de olanlardır. Muzur bir gün ortası sürüyü sağmak amacıyla
köye döndü. Muzur evin hanımına yaklaştığında şöyle dedi:
“Hanımefendi, benim efendim helva yemeyi çok istiyor.”
Evin hanımı, “İyi güzel de senin efendin şimdi buradan çok uzaklarda” dedi.
Muzur, “Önemli değil, sen helvayı yap, onu ben efendime götürürüm.”
Evin hanımı kendi kendine, “Anlaşılan bizim çoban helva yemek istiyor. Mühim değil, o bizim
sürüye iyi bakıyor. Ben de ona helva yapayım.” Sonra helvayı hazırladı, bir tabağa koyarak
Muzur’a verdi ve gülerek,“Onu efendine götür” dedi.Muzur, helvayı aldı ve birden kayboldu.
Kısa bir süre sonra da tabaksız geri döndü.Evin hanımı, “Muzur, tabak nerede?” dedi. Muzur
cevap verdi:“Efendim döndüğünde tabağı getirecek.”dedi.
458
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
4. Bölüm
Doğu geleneğinin bir unsuru olarak, Ali Haydar Ağa Hac’dan döndükten sonra Büyük Köy’ün
sakinleri Ali Haydar ağa ile görüşmek ve kutsal yerlere değmiş ellerini öpmek için onu
karşılamaya gittiler. Fakat Ali Haydar, kalabalık kendisine yaklaştığında elini öpmelerine
müsaade etmeyerek şöyle dedi: “Gerçek Hacı ; çobanım Muzur’dur. Gidin, onun elini öpün.”
Kalabalık bunun üzerine Muzur’u aramak için köye geri döndü. O sırada Muzur elinde efendisi
için bir kap taze süt ile köyden çıkıyordu. Muzur, kalabalığın kendi üzerine doğru geldiğini
görünce şaşırdı. Geri dönerek dağlara doğru kaçtı. Elini öpmek isteyen kalabalık onun peşinden
gitti. Koşarken elinde tuttuğu kaptaki süt döküldü ve her bir damla sütün düştüğü yerdeki
taşlardan sular fışkırdı. Muzur yorgunluktan olduğu yere oturdu ve daha sonra da kayboldu.Bir
kaç asır sonra Pers Şahlarından biri bu kutsal pınarlara ziyaret amacıyla geldi. Munzur Baba
kaybolduğunda onunla birlikte bulunan kabı bulmak için bazı kazılar yaptı. Şah bu kazıda
başarılı oldu. Bu süt kabını alarak beraberinde götürdü. Bu kap Tahran müzesinde
bulunmaktadır.(Akgül,2010:92)
Günümüz varyantları ile 1914 varyantını karşılaştırdığımızda bazı farklılıklar karşımıza
çıkmaktadır.Bunlardan ilki ‘’Munzur’’ yerine
‘’Muzur’’ sözcüğünün kullanılmasıdır.L.
Molyneux Seel, yazım şekli olarak “Muzur” biçimini kullanmıştır.Dersim bölgesinde
kullanılan
zazaca ve kurmanci dillerinde de bu şekilde de
görmekteyiz.Kelimenin
Zazaca
,
Kurmanci
kullanım
kullanılabildiğini
şekli
“Muzur”
biçiminindedir.’’Munzur’’-‘’Muzur’’ kelimelerinin anlamlarını Türkçe ve diğer dillerdeki
anlamlarını incelediğimizde ilginç bilgilerle karşılaşıyoruz.’’Munzur‘‘ kelimesini TDK Büyük
Türkçe Sözlükte karşımıza çıkan anlamları aşağıdadır.
1.Zararlı insan ya da hayvan, baş belası 2.Hayvan burnu. 3. Domuzun çene, ağız ve burun
kısmı.4. Asık surat anlamlarına gelir.5.Munzur(Sıradağ) aynı zamanda Tunceli - Erzincan
arasında Yukarı Fırat bölgesinde bulunan sıradağlarının adıdır.6.Munzur(Akarsu) Tunceli
Ovacık’ın kuzeyinde Munzur Dağlarının üzerindeki Ziyaret Tepenin eteklerinden doğan ve
merkez ilçede Pülümür Çayı ile birleşerek Keban Baraj Gölüne dökülen suya verilen isimdir
Zazaca ve Kurmenci dillerindeki anlamlarına baktığımızda da genellikle zararlı , yaramaz
anlamına geldiğini görmekteyiz.Dersim bölgesinde uzun yıllar yaşamış olan Ermeni
toplulukların
dilini
incelediğimizde
ise
bazı
araştırmacıların
ermenice
‘‘Munzur‘‘kelimesinin ‘‘Mendzoor‘‘ veya ‚‘‘Mehzoor‘‘ un bozulmuş şekli olabileceğini,
Mendzoor,un ulu veya büyük su kaynağı ya da Fırat nehrini ifade edebileği sonucuna
459
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
ulaştığını görmekteyiz.(Kalman,2011:13)Munzur dağları
ve Munzur ırmağı çevresi
coğrafi yapısından dolayı persler, asurlar , romalılar , bizans, Selçuklular, Osmanlılar
döneminde merkezi otoriteye
bulunmaz
karşı gelen veya güvenli gizli bir yer arayanlar için
bir sığınak olmuştur.Bu sebepten dolayı bu bölgeye yaramaz-zararlı
anlamlarında
kullanılan
‘’Munzur‘‘
ya
da
‘‘Muzur‘‘
ismi
verilmiş
olabilir.Zazaca,Kurmenci ve Türkçe anlamlarının ortak olması yukarıda bahsettiğimiz
sebepten kaynaklanmış olabilir.
Türkçe’de anlam değişmesi yoluyla birçok kelime zaman içinde yeni anlamlar
kazanmıştır.Munzur kelimesinin , Munzur Baba efsanesinin zamanla bilinmesi ve halk
kültürüyle birleşmesi sonucu bir veli zatın ismi olarak anlam değişmesine uğradığını
tahmin ediyoruz.Türkçe‘de bu tarz anlam değişmesi yoluyla yeni anlamlar yüklenerek
anlamı iyileşen kelimeler mevcuttur.Özellikle Selçuklular döneminde yerleşen Türk
aşiretleri Hacı Bektaşi Veli geleneğinin gücü ile Hacı Bektaşi Velinin ismi üzerinde
değilde o coğrafyaya özgü olan ‘‘Munzur‘‘ ismiyle öne çıktığını düşünüyoruz.Aynı
zamanda Hacı Bektaşi Velinin menkıbelerinin hem yerelleştirilmesini hem de milli bir
kimliğin öne çıkmasını sağlamıştır.Bunun ortaya çıkmasını sağlayan halk bilinci hem
kelimenin kötü anlamlarını iyileştirmiştir hem de manevi kültürün devamını sağlamıştır.
Bölgede eskiden
yoğun olarak
yaşayan ermeni
topluluklarını da göz önünde
bulundurduğumuzda ‘‘Mendzoor‘‘un ulu veya büyük su kaynağı anlamında olduğunu ifade
etmiştik.Munzur kelimesinin
Türkçe-Zazaca-Kurmenci
anlamlarının da aynı olduğunu
düşündüğümüzde bu iki kelimenin anlam birleşmesini gerçekleştirdiğini görebiliriz.Munzur
kelimesinde iyileşme olmuş ve ermenicede kullanılan ‘‘Mendzoor‘‘ ulu ve büyük su anlam
formu Munzur kelimesine yerleşerek yeni ve özel bir isim ortaya çıkarmış olabilir.Böylelikle
Munzur kelimesinin güncel kullanımdaki anlam formunun ortaya çıktığını tahmin ediyoruz.
Munzur kelimesinin güncel anlam formu olarak ; Tuncelinin ovacık ilçesinde yaşadığı
tahmin edilen bir veli zat anlamında kullanıldığını ifade edilebilir.
1.Bölümün İncelenmesi
1914 varyantınta anlatılan efsanenin birinci bölümünde bölgedeki başka bir efsaneyle
birleştirildiğini görmekteyiz.Bölgede Düzgün Baba efsanesi olarak bilinen başka bir
efsaneyi bu bölümde Munzur Baba efsanesinde anlatılmaktadır.(Zeki,1969:16)Günümüz
varyantlarında ve Vilayetname‘deki menkıbede böyle bir konu anlatılmamıştır.Ancak
460
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
yörede anlatılan diğer efsane olan Düzgün Baba‘da ismi geçen Seyyit Mahmut Hayrani‘nin
Vilayetname‘ de isminin sıkça geçtğini ve 300 müridiyle Hünkar Hacı Bektaşi Veli‘yi
mürşit olarak kabul ettiğini kaynaklardan bulabiriz.Ayrıca Tunceli
bölgesinde Seyit
Mahmut Hayraniye bağlı ocakların varlığı da bilinmektedir. Seyyit Mahmut Hayrani’ye
bağlılar arasında Tunceli’deki Kureyşan Ocağının bir kısmı ile Erzincan, Elazığ ve Malatya
yöresinin oymakları bulunmaktadır. (Doğan,2003:2)
2.Bölümün İncelenmesi
Munzurun ağası Ali Haydar hac için Kerbelaya gidiyor.Günümüz varyantlarına ve 1976
varyantlarına baktığımızda hac için gidilen yerin Mekke olduğunu görmekteyiz.Peki bu
farklılığın sebepleri ne olabilir?
12.yy ile 16.yy arasında Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaşi Veli’ nin İslam anlayışı ve kültürü
kalıcı olarak Anadolu’da Türkmen aşiretleri arasında benimsenmişti.Ancak 16.yy dan sonra
Bektaşilik geleneğine benzer görünen ancak birçok noktada farklılık arz eden şiilik , Safevi
devletiyle resmileşmişti.Efsanede geçen iki özelliğin (Kerbela’ya yapılan hac ziyareti ve
İran şahının Munzur Dağlarına gelip süt kabını alıp götürmesi) örnek verilmesi Şah İsmail
- Safevi etkisinin uzun süre devam ettiğini göstermektedir.Sadece Munzur Baba efsanesinin
1914’te L. Molyneux Seel yazıya geçirdiği varyantında hac için gidilen yerin şiilerin hac
olarak addettikleri kerbela ismi zikredilmiştir.Özellikle İran –Azerbaycan bölgelerinde 16.yy
da Türkmen boylarından oluşan Safevi devletinin kurulması göçer yaşayan ve yerleşik hayata
geçmekte zorlanan , vergi vermek istemeyen Doğu ve Güneydeki Türkmen aşiretleri için bir
alternatif oluşturmuştu.Safevi Devletinin genç hükümdarı Türkmen aşiretlerine şii halifeleri
aracılığıyla bu özgürlükleri vereceğini taahhüt etmişti.Böylelikle Dersim bölgesinde göçer
yaşayan Türkmen aşiretleri de Bektaşi geleneğine yakın gözüken ve özgürlükler vaat eden
akrabaları Şah İsmail’in tarafını desteklemişlerdir.Yavuz Selim’in Çaldıran savaşıyla Şah
İsmail’i yenmesi Türkmen aşiretlerindeki Şiilik etkisini azaltmıştı ama tam olarak yok
edememişti.16.yy’dan itibaren şiilik etkisinin Bektaşilik geleneğiyle birlikte bazı kesimlerde
kısmen devam ettiğini görebiliriz.Efsanenin 1914 yılındaki varyantında gördüğümüz bu
özellik
günümüz
varyantlarında ve 1976 Saim Sakaoğlu’nun derlediği varyantında
anlatılmamıştır.Anadolunun diğer bölgelerindeki ‘’Sadık ve evliya hizmetçi’’ ve ‘’Hacta
getirilen yemek’’motifli efsaneleri incelediğimizde hepsinde hac için kastedilen yerin Mekke
olduğunu görmekteyiz.Vilayetname’nin yazıldığı tarihlerde ise henüz şiilik kurulmamıştı.
Kerbela haccı da söz konusu değildi.
461
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Dersim tarihiyle ilgili kaynaklara baktığımızda bir çok
Türkmen boyunun
Malazgirt
savaşından sonra bölgeye yerleştiğini görüyoruz.Uzun yıllar Türk beyleri Hozat merkezli
Dersim bölgesini elinde tutmuştur.Tuncelinin günümüze ulaşan güçlü aile bağlarından
olan Abbasan (Hz Abbas’ın soyundan gelen aile ) aşiretleri , Kureyşan (Hz Muhammed’in
aşireti olan Kureyş
aşiretinden gelen aile)
aşiretleri ise
seyit
olduklarını
ifade
etmektedirler.Bu aşiret ve ocakların Dersim merkezli yerleşimleri yüzyıllar boyunca devam
etmiştir.Kültürlerini ve nereden geldiklerini sözlü kültür olarak devam ettirmişlerdir. 11001500 yılları arasında özellikle Ahmet Yesevi öğretisinin Anadolu ‘daki temsilcisi olan
Hacı Bektaşi Veli kültürü yaygındı.Hacı Bektaşi Veli’nin menkıbeleri yıllar yılı, nesilden
nesile
anlatıldı.O dönemde Anadolu’daki
Türkmen aşiretlerine İslamı öğreten Hz.
Muhamed’i sevdiren öğretmen Hacı Bektaşi Veli’ydi.Yunus Emre ve diğer müritleriyle
beraber Hacı Bektaşi Veli için Anadolu büyük bir mektep , Anadolu halkı ise talebe
olmuştur.
‘’Sadık ve evliya hizmetçi’’ ve ‘’Hacta getirilen yemek’’ motifli efsane Anadolu’nun her
yerinde anlatılan bu efsanelerin temelini yukarıda bahsettiğimiz menkıbenin oluşturduğunu
düşünebiliriz.Bektaşi tekkesinin Anadolu’yu karış karış gezen dervişleriyle bu menkıbenin
Anadolu’da yayıldığını ; ancak geçen süre içerisinde birbirinin yerine geçme kuramına göre
kahramanların isim farklılıklarının olduğunu görmekteyiz.Günümüz
varyantlarını
incelediğimizde bu efsanenin gelişim sürecini devam ettirdiğini görmekteyiz.
3.Bölümün İncelenmesi
Hacta bulunduğu sırada Munzur’un ağasının canı helva çeker.Bu 1914 varyantında da
günümüz
varyantlarıyla hemen hemen aynıdır. Burada
helvadır.Anadolunun
diğer yerlerinde ise
ağasına
götürdüğü
bu bazen mantı,bazen içli
yiyecek
köfte
olabilmektedir.(Sakaoğlu,1997:183) Vilayetname deki menkıbede geçen yiyecek ise ‘’bişi’’
denilen hamur kızartmasıdır.
Diğer bir nokta ise 1914 varyantında,1976 varyantında ve günümüz varyantlarının birinde ise
Munzurun namaz kılması anlatılmamıştır.Günümüz varyantlarından birisinde ise Munzurun
ağası Mekke de hacta iken namaz kılar ve sağa selam verdiğinde Munzur’u görür o da
ağasına helvayı takdim eder.(Günümüz varyantı 1)Anadolu’daki benzer motifli efsaneleri
incelediğimizde
namaz ibaresi geçmemektedir.Efsanenin
düşündüğümüz menkıbede de böyle bir durum anlatılmamıştır..
462
kaynağını oluşturduğunu
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
4.Bölümün İncelenmesi
1914
varyantında , 1976 varyantında ve günümüz varyantlarında bu bölüm çoğunlukla
aynıdır.Buradaki hacta olan ağanın gelmesi ile kerametin ortaya çıkması, sadık ve evliya
hizmetçinin ortadan kaybolması ‘’sır’’olması Anadolu’daki diğer efsanelerde de çoğunlukla
vardır.Vilayetname’de ise böyle bir durum anlatılmamıştır.
Munzur Baba efsanesinde su kaynağının süt gibi kaynaması bize Altay-Türk mitolojisindeki
ve Anadolu’daki süt pınarı,süt denizi,süt gölü,süt ırmağı gibi motiflerle su-süt benzetmesini
akla getiriyor.Yine Dadaloğlu’nun Aladağı’ndaki süt pınarına olan benzerlik de dikkat
çekicidir.(Ögel,2010:362)Munzur’un dağda kaybolması ile ruhunun dağa ve ırmağa akmasını
temsilen oradaki halk tarafından dağa ve ırmağa Munzur isminin verildiğini düşünebiliriz.Yüce
dağ ve ulu ırmak kültünün oluşmasına ve devam etmesine sebebiyet veriyor. Efsaneler
temelde bir oluşumu açıklarlar.
Bunların yanı sıra ilk işlenen günahı, ölümün kökenini, tufanı, tanrıların insanları nasıl
cezalandırdıklarını, avcılığın ve hayvancılığın başlangıcını, bitkilerin nasıl oluştuklarını, ateşin
bulunuşunu, yeryüzünün ilk çiftini ve ailesini, gelenek ve göreneklerin, törelerin, teknik
bilgilerin kaynağını da kendine konu edinir. Efsanelerin birçoğu açıklayıcı niteliktedir.
Dünyadaki ve hayattaki birçok varlığın neden ve nasıl ortaya çıktığına cevap vermeye çalışır.
Bu durumda Munzur Irmağı’nın kaynağını oluşturan suyun sebebi efsaneye dayandırılarak
güzel bir sebebe bağlanıyor.
Son paragrafta var olan İran şahlarından birisinin gelmesi ,kazı yaptırarak süt kabını bulması
ve Tahran’daki müzeye götürmesiyle ilgili olarak ise başka bir kaynakta böyle bir durumla
karşılaşılmamıştır.Ancak Yavuz Selim –Şah İsmail rekabetinden beri Dersim bölgesindeki
Türkmen aşiretlerinin Şah İsmail tarafını desteklediğini bilmekteyiz.Son paragrafta anlatılan
bu durum ise efsanenin günümüz varyantlarında ve 1976 varyantında bulamıyoruz. Aradan
geçen yüz yıl içerisinde şiilik etkisinin bölgede azaldığını ayrıca efsanenin asıl formatı olarak
düşündüğümüz menkıbeye daha çok benzediğini görebilmekteyiz. Anadoludaki benzer
motifli diğer efsanelerde ise şiilik etkisini göremiyoruz.
463
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Sonuç
Efsanelerin güvenilir tanıklıkta bulunmak ve toplumsal inancı karşılamak için ortaya çıktığını
düşünebiliriz.Masal metinlerinde inandırma amacı güdülmezken efsanelerde inandırma amacı
güdülür.Metin merkezli yayılma ve birbirinin yerine geçme kuramlarına göre bir toplum için
önemli olan olay , durum, varlıkların oluşum nedenlerine göre açıklama getirmek
ve bu
anlatının devamını sağlayabilmek önemlidir.Folklor ürünlerinde toplumun yaşadığı coğrafyayı
tabiatı , toplum hayatında önemli olan varlık ve nesneleri yerelleştirmek,millileştirmek için
kullanılabilir.
Munzur Baba efsanesinde Munzur Irmağı’nın kaynağında suyun süt gibi yerden kaynayarak
çıkması , buna efsanevi bir görünüm ve toplum inancını karşılayan bir sebep olarak ortaya
konması önemli bir gerçektir.Böylelikle efsanenin oluştuğu bölge hem kutsallık kazanıyor
hem de halkın inancını temsil eden motifler efsaneyle yıllar yılı tekrar ediliyor.Dersim halkı
savaşlar, sürgünler,nesil farklılıklarını
devam
ediyor
ve
küçük
yaşasa dahi halkın bilinçaltında kültürel öğretiler
değişikliklerle
Munzur
Baba
efsanesi
gelişimini
sürdürüyor.Toplumdaki gelenekleri ve sosyal davranışları geçerli kılmak ve bunu nesilden
nesile aktarmak halk bilincinin vazgeçilmez bir özelliğidir.
Vilayetname’de geçen menkıbenin Anadolu’nun hemen her köşesinde anlatılan ‘’Sadık,evliya
hizmetçi’’ ve ‘’Hacta getirilen yemek’’ motifli efsanelere ilham verdiğini ve kaynaklık ettiğini
tahmin ediyoruz.Ayrıca Hacı Bektaşi Veli’nin menkıbe’de gösterdiği kerametin yıllar yılı
birbirinin yerine geçme kuramına göre anlatıldığı savını da ortaya koyabiliriz.Anadolu’nun her
bölgesinde sevilen,sayılan kişiler için ‘’Sadık,evliya hizmetçi’’ ve ‘’Hacta getirilen yemek’’
motifli
efsaneler anlatılmıştır.Vilayetname’de geçen menkıbenin (Gölpınarlı,1958:6)
,
Anadolu’da anlatılan ‘’Sadık,evliya hizmetçi’’ ve ‘’Hacta getirilen yemek’’ motifli efsanelere
kaynaklık edebilme durumunu inceledik.Anadolu’da anlatılan‘’Sadık,evliya hizmetçi’’ ve
‘’Hacta getirilen yemek’’ motifli
efsanelerden 12 tanesini ,Saim Sakaoğlu makalesinde
belirtmişti. (Sakaoğlu,1997:182) Diyarbakır’da’’Deli Ali’’ ve Kahramanmaraş’taki ‘’Kıyan’’
efsaneleri ile birlikte benzer motifli efsane sayısı 14 ‘e yükselmiş oldu. Munzur Baba
efsanesinin 1914 varyantı ,1976 varyantı
ve 2014 yılı günümüz varyantlarını
inceledik.Farklılıklarını ve ortak özelliklerini tespit etmeye çalıştık.
Halk anlatıları toplumun belleklerini oluşturmaktadır.Toplumun içinde bulunduğu sosyal
şartlar bu anlatıları etkilemekte yaşanan süreç içerisinde metinlerde değişim ve dönüşümler
464
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
yaşamaktadır.Efsane türünün karakteristik özelliklerinden olan yörede tanınmış kişinin yaygın
efsanedeki kişinin yerine geçmesi durumu Munzur Baba efsanesinde de görülmektedir.
Bu tür efsaneler incelenirken şahıslarındeğişimi inanca bağlı değişim ve dönüşümler toplumun
tarihi süreç içerisinde yaşadığı sosyal hadiselerin müşahhas yansımalarıdır.Bu bağlamda
toplumların sosyal hayatı incelenirken halk muhayyilesinin ürünü olan
efsanelerinde
incelenmesi gerekmektedir.Bu durum aynı zamanda halk edebiyatı metinlerinin salt bir edebi
metin olmaktan ziyade aynı toplumun etnografyası hakkında bilgi veren belge niteliği de
taşıdıklarını da göstermektedir. Bu tür halk anlatılarının
ortamında korunması
derlenmesi, elektronik kültür
küreselleşmenin sonucu olarak unutulma tehlikesine karşı tedbir
alınmasını da sağlamaktadır.Farklı icra alanlarında (sinema , tiyatro vs.) inanç ve değerler
bağlamında bu metinlerin değerlendirilmesi ve gelecek nesillere taşınması Türk folkloruna
önemli katkılar sağlayacaktır.
Kaynaklar
Akgül,Suat (2000), Amerikan ve İngiliz Raporları Işığında Dersim,İstanbul,Yaba
Yayınları,s.89.
Ali,Duymaz(2001),Kaz Dağı Efsaneleri Üzerine Bir Değerlendirme,Balıkesir Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi ,S.5,s.88-102.
Bardakçı, M. Necmettin (2005), Bir Tasavvuf Mektebi Olarak Bektâsilik, Uluslararası
Bektâsilik ve Alevilik Sempozyumu , Isparta, s.58.
Bozkurt, Seyfi (2007), Kahramanmaraş Efsaneleri, Konya. lisans Tezi.
Doğan,Paşa (2003),Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi Sayı .27 ,Seyit
Mahmut Hayrani Silsilenamesi,Ankara,Gazi
Üniversitesi.Gölpınarlı,Abdülbaki(1958)Vilâyetnâme, Manâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektâş-ı Velî,
İstanbul sy.6.
Kalman,Mehmet (2011), Belge ve Tanıklarıyla Dersim,İstanbul,Peri Yayınları,s.13.
Zeki,S.(1969),Yüce Evliya Düzgün Baba,İstanbul,Azim Matbaası,s.72.
Noyan,Bedri (2000), Bütün Yönleriyle Alevîlik ve Bektâsîlik Cilt1,Ankara,Ardınç Yayınları
s.368.
465
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Öcal Oğuz,M (2013),Türk Halk Edebiyatı El Kitabı,Ankara,Grafiker Yayınları,s.61.
Ögel,Bahattin (2010),Türk Mitolojisi Cilt.2, İstanbul,Türk Tarih Kurumu Yayınları,s.362.
Sakaoğlu,Saim (1997),Türkiyat Araştırmaları Dergisi S.4,Konya,Selçuk Üniversitesi,s.181190.
Sakaoğlu,Saim(1976),101 Anadolu Efsanesi , İstanbul ,Damla Yayınevi,s.124.
Üçer,Cenksu (2005),Tokat Yöresinde Geleneksel Alevilik, Ankara,Ankara Okulu Yayınları
,s. 325.
Yavaş ,Fatih (2006 ),Yuksek Lisans Tezi,İstanbul,Marmara Üniversitesi, s.51.
Kaynak Kişi-1 Özgür Özgül,1984,Tunceli,Ovacık Derlenme Tarihi:15.04.2014.
Kaynak Kişi-2 Aslı Çılgın, 1960 Tunceli,Ovacık Derlenme Tarihi:17.04.2014.
Kaynak Kişi-3 Mustafa Yıldız,1974,Diyarbakır,Derlenme Tarihi:20.04.2014.
466
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
SERVET-İ FÜNÛN: ÜTOPYALAR, ÇATIŞMALAR VE HAYÂT-I MUHAYYEL
İbrahim ÇALAN*
ÖZET
İnsanoğlu, öteden beri ideal bir dünya ve toplum düzeni inşâ etme düşüncesini hayâl ede
gelmiştir. Platon’un Devlet’inden bu yana geçen uzun zaman zarfında;siyasî, edebî, sosyolojik
yönü bulunan birçok ütopik eser vücûda getirilmiştir. Türk edebiyatında ütopik nitelikteki
eserlereTanzimat döneminden itibaren rastlanır. Tanzimat dönemi, Osmanlı’nınBatı’ya ilim,
teknik ve edebiyatta ciddi yönelimlerinin olduğu bir dönemdir. Bu dönemde edebiyatta Batılı
türler ilk kez denenmiş, Servet-i Fünûn döneminde ise teknik ve muhteva bakımından sağlam
eserler verilmiştir. Batı’ya yönelme sadece ilim ve sanat sahalarında değişimler getirmemiş,
aynı zamanda muhafazakâr dünya görüşünü de tesiri altına almıştır. Âkif Paşa’yla başlayan
kırılma noktası, Şinasi ve Ziya Paşa ile devâm etmiş, Servet-i Fünûn döneminde en uç
noktalarına varmıştır.Hayât, din ve dünya karşısındaki geleneksel duruşun değişmesinin
edebiyata yansımaları olmuştur.Hayâttan şikâyet eden, hayâtı saplantıya dönüştüren yeni
nesille birlikte mutluluk ütopik beldelerde aranmaya başlanmıştır. Modern Türk edebiyatının
elit edebî oluşumu Servet-i Fünûn döneminde, -devrin siyasî yönden çalkantılı olması ve bu
neslin karakter yapısının da etkisiyle- ütopik özelliklere sahip birçok edebî eser kaleme
alınmıştır. Hüseyin Câhit Yalçın’ın Hayât-ı Muhayyel’i Tevfik Fikret’in Ömr-i Muhayyel’i ve
Yeşil Yurt’u bunlardan sadece birkaçına örnektir.
Anahtar Kelimeler: Servet-i Fünun, Ütopya, Saplantı, Hayat-ı Muhayyel.
Abstract
Humankind has long been dreaming of idea which would create an ideal world and society
system. It has been a long time since Plato's “The Republic” and many utopian books which
have political, literary and sociological aspect have written. Utopian works in Turkish literature
are seen since Tanzimat period. Tanzimat is a period that Ottoman Empire significantly headed
*
Arş. Gör. Siirt Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected].
467
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
to the West in fields of science and literature. Western genres for the first time had tested in
literature and in Servet-i Fünun period eligible books have written in terms of technique and
theme. The heading to the West not only brought about changes in the fields of science and art,
but also influenced conservative worldview. The breaking point which began Akif Pasha
continued with Şinasi and Ziya Pasha and reached to it extreme border. Changes in traditional
attitudes toward life, religion and world had influenced on literary. The happiness has sought
in utopian place with the new generation who complain of life and make it an obsession.
So Many utopian literary works have written in contemporary Turkish elite literary formation
Servet-i Fünun period due to political turbulent and with that impact of the character of that
generation. Hayat-ı Muhayyel by Hüseyin Cahit Yalçın, Ömr-i Muhayyel and Yeşil Yurt by
Tevfik Fikret are examples a few of them.
Key Words: Servet-i Fünun, Utopia, Obsession, Hayat-ı Muhayyel.
Giriş
Herhangi bir yerde bulunmayan bir mekân; nâ-mevcût bir varlık, gerçekdışı bir hakîkat (Utopie
1990: 264-265), herkesin mükemmel şartlar altında hayâtını sürdürdüğü hayâlî ülke (Utopia
1967: 545) anlamlarına gelen ütopya, Thomas More’unÜtopya (1516) adlı eseriyle literatüre
girmiş bir kelimedir. Ütopyanın Batı edebiyatında köklü bir geçmişi vardır.İlk ütopik eser
Platon’un Devlet (M.Ö 380) adlı eseridir.Bu eser felsefî bir ütopyadır.Daha sonra ise Thomas
More’un Ütopya (1516), Tommaso Campanella’nın Güneş Ülkesi(1602), Francis Bacon’nın
Yeni Atlantis’i (1627), Winstanley’in Özgürlüğün Yasaları (1652) adlıeserler gelmektedir.
Ütopyaya karşıt olarak ise distopya ortaya çıkmıştır. “Ters-ütopya, karşı-ütopya şeklinde de
ifade edilen distopya ise, ütopyanın tam tersi adaletsiz, savaşın olduğu, huzursuz, mutsuz bir
dünya anlamında kullanılmaktadır.” (İslamoğlu, 2013:704)
Türk edebiyatında ise Batılı anlamda ütopya kavramı ve anlayışı her ne kadar eski olsa da bir
yönüyle Batılılaşma ile yakından ilgilidir. “Osmanlı aydınları, 19. Yüzyılın ortalarında henüz
kavram olarak ütopyayı bilmiyorlardı; fakat tarihimizin derinliklerinden gelen, fantastik ve
ütopik unsurlar içeren eserlere pek aşinaydılar. Dede Korkut Hikâyeleri, Binbir Gece Masalları,
Farabi’nin Faziletli Devlet’i, Mazdakların eşitlikçi gelenekleri, Karmatilerin ve Hürremilerin
toplumcu girişimleri, Babai İsyanları, Kutadgu Bilig, Orhun Yazıtları, Battal Gazi Destanları
ve diğer hikâyeler, söylenceler; Mevlana’nın, Yunus Emre’nin ütopik şiirleri, Alevi kitlelerinin
468
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
“Rıza Şehri” gibi ütopik tasarıları, Simavnalı Bedreddin’in gelecek tasarısı ve diğerleri...”
(Usta, 2014: 64-65).
Türk edebiyatında ütopik özelliklere sahip edebî eserler -tam olarak ötopya özelliği
göstermeseler de-
Osmanlı Devleti’nin güç kaybettiği, siyasî olarak istikrarsız olduğu
Tanzimat döneminde görülmeye başlanır. Nitekim ütopyalar, en belirgin olarak buhranın azami
dereceye vardığı, iyileşme ve dönüşme arzularının talep edildiği dönemlerde ortaya çıkarlar.
Ziya Paşan’nın birtakım siyasî temennilerin bulunduğu Rüya(1868) adlı eseri ve Abdullah
Cevdet’in
Mahkeme-i
değerlendirilebilirler.Servet-i
yazısıütopik
Kübra(1895)
Fünûn
döneminde,
Hüseyin
ilk
metinler
olarak
Cahit
Yalçın’ın
Hayât-ı
Muhayyel’126i, Tevfik Fikret’in Ömr-i Muhayyel’i ve Yeşil Yurt’u, Fecr-i Âtî döneminde Ahmet
Hâşim’in O Belde’si veYollar’ı ütopik eserler olarak dikkat çekerler.
Servet-i FünûnÖncesi Genel Durum
Her edebî hareket gibi Servet-i Fünûn hareketi de bir önceki kuşağın edebî mirasından,
dönemin siyasî ve sosyal durumundan azade değildir. Bu çerçevedeServet-i Fünûn neslini, daha
iyi tahlîl edebilmek için Osmanlı Devlet’inin “modernleşme” serüvenine kısaca değinmek
faydalı olacaktır.18. yüzyıldan itibaren Osmanlı devleti; siyasî,askerî,ilmî sahalarda
Avrupa’nın gerisinde kalmıştır. Avrupa’yı yakalayabilmek adına ilk olarak askerî alanda
başlayan reform hareketleri 19. yüzyıldakendini değişik alanlarda da göstermeye başlamıştır;
bu alanlardan biri de kuşkusuz edebiyattır. Batı’ya yönelme sadece ilim ve sanat sahalarında
değişimler getirmemiş, aynı zamanda muhafazakâr dünya görüşünü de tesiri altına almıştır.
Âkif Paşa’yla başlayan değişim ve dönüşüm, Şinasi ve Ziya Paşa ile devâm etmiş, Servet-i
Fünûn döneminde en uç noktalarına varmıştır.Hayât karşısındaki geleneksel duruş yerini,
şikâyet ve mennuniyetsizliğe bırakmış, bu durum ütopik nitelikli eserler için uygun bir zemin
hazırlamıştır. Varlığın kendisi artık bir ızdırap sebebi olmaya başlamıştır.Artık övülen şey
“yokluk”tur. Âkif Paşa’nınAdem Kasidesi ile bir çözülme başlar:
Biz bu mihnet-geh-i hestîye küçükken geldik
Yoksa kim eyler idi terk-i kühencâ-yı adem.
HüseyinCâhidYalçın,
Alıntılarbubaskıdandır.
126
SeçmeHikâyeler,
(hazırlayan:
469
ÖzgeŞahin),
KesitYayınları,
İstanbul
2011.
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Âkif Paşa’nın bu beyitte dile getirdiği “bu köhne mekânı terk etme, mihnet dolu mevcûdiyetten
ayrılma” isteği tradisyondakilerden nüanslar içermektedir. O’ndaki bu istek tasavvufî
boyutlarda ele alınabilecek bir durum olmadığı gibi, yüce bir felsefî doktrinin neticesi de
değildir.Adem Kasidesi daha çok Âkif Paşa’nın kırgınlık ve hırçınlıklarını öfkeylebilinç
düzeyinde ifadeettiği bir metin olarak düşünülebilir.
Ziyâ Paşa’ya geldiğimizde O’nun hayât, kainât ve varlık hakkındaki felsefî tefekkürleriyle
karşılaşırız. Ziyâ Paşa için dünya127, artık felâketler kaynağı olan bir değirmen, insan ise bu
değirmende başı boş bir tanedir. Doğrusu Ziyâ Paşa ile hayât karşısındaki bu bedbîn tavır daha
üst seviyelere çıkmıştır:
Bir katre içen çeşme-i pür hûn-ı fenâdan
Başın alamaz bir dahi bârân-ı belâdan
Âsûde olam dersen eğer gelme cihâne
Meydâna düşen kurtulamaz seng-i kazâdan (Kolcu, 2011: 117)
Bu dönemde kendisine inanılan Yaratıcı ve iman, bir kez de akıl süzgecinden geçirilmeye
başlanmış, pozitivimin ilk tesirleri görülmüştür. Asırlarca cân ü gönülle inanılan değerler, aklın
şehâdetiyle tasdîk edilmek istenmiştir. “Eski Türk edebiyatında akıl, iman karşısında
umumiyetle hor görülmüştür.” (Kaplan, 2009: 142) Tanzimat edebiyatının en önemli
simâlarından olan Şinasi’nin, 20 beyitlik Münâcât’ında yine bu hususta dikkat çekici unsurlar
vardır. Şinasi’, 20 beyitlik Münâcât’ı boyunca asıl maksadını söylemek için çırpınır, durur.
Onbirinci beyite geldiğinde “vahdet-i zâtına aklımca şehâdet lâzım” der. Bu mısra, gelinen
noktayı göstermesi itibariyle dikkate şâyândır. Keza Şinasi, Mustafa Reşid Paşa için yazdığı
kasidede “Sensin ol fahr-i cihân-ı medeniyet ki hemân, / ahdini vakt-i saadet 128bilir ebnâ-yı
zaman” diyecek kadar ileri gider. Aynı şekilde Sâdullah Paşa’nınOndokuzunucu Asıradlı
eserindebu çerçevede dikkate değer birçok husus vardır.
ZiyaPaşa’nınTerci’-iBend’inden: Gerdünbirâsiyâb-ıfelâketmedârdır / Gûyâiçindeâdem-iâvâredânedir.
127
Hz. Peygamber’in yaşadığı devir hakkında kullanılan bir terim… Hz. Peygamber’inyaşadığı, ashabını terbiye
edip yetiştirdiği, İslâmiyet’in tebliğ edildiği ve tam anlamıyla uygulandığı zaman dilimini ifade
etmektedir.Müslümanların en ideal zaman olarak kabul ettikleri, özlem duydukları ve saygıyla andıkları bu eşsiz
devri, bilhassaTürkler saygı ve hayranlıklarının bir ifadesi olmak üzere “asr-ısaâdet” diye adlandırmışlardır
(Özaydın 1991: 501).
128
470
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Tanzimat dönemi aydınlarının zihinlerinde yeşeren şüphe tohumları;hayât karşısında
takındıkları menfi tavırlar ve kırılmalar, Servet-i Fünûn neslinin ırsî özellikleriyle, nahif
mizaçlarıyla ve dönemin siyasî ve sosyal şartları ile birleşince hayât büsbütüngayyâ 129
kuyusuna dönüşmüştür:
İşte gayyâ-yı vücûd, işte o zulmet, o batak;
Beşerin işte, pür ümmîd ü heves, kıvranarak
Ka'r-ı târında şinâh ettiği girdâb-ı ufûl! (Fikret, 2005: 100)
Servet-i Fünûn edebiyatı, II. Abdülhamid devrinde meydana gelmiş edebî bir oluşumdur. Bu
devir, Osmanlı Devleti’nin en çalkantılı devridir. II. Abdülhamid’in politikalarını doğru
bulmayan, her fırsatta muhalif davranan Servet-i Fünûn neslinin, var olan huzursuzluğuna
sansür uygulamaları da eklenince bu nesil iyice kendi kabuğuna çekilmiştir. Aksiyon adamı
olmamaları ve yapılarındaki marazîlik, onları mutluluğu sanatta ve idealize edilmiş mekânlarda
aramaya itmiştir. Realitenin soğuk, sınırlayıcı çehresiyle karşılaşan bu santimantal nesil, sanatı
hayâtın en büyük meşgâlesi olarak telakki etmeye başlamıştır. “Bütün gün ‘sanat, sanat içindir’
(alıntılayan Kudret 1987: 286)
diye haykırılması, “edebiyatın gayesi yine edebiyattır,
güzelliktir; edebiyat vasıta değildir” (alıntılayan Hizarcı,1957: 8) demeleri bu durumun
neticesidir.Tüm bu şartlar birlikte düşünüldüğünde Servet-i Fünûn döneminde ütopik nitelikte
birçok eserin verilmesi daha iyi anlaşılır.
Servet-i Fünûn: Kaçış ve Ütopyalar
Realitenin dışına çıkmak arzusu Türk edebiyatında yüzyıllardan beri işlenilmiş bir temdir.
Anadolu edebiyatının başında gelen Yunus Emre’de bu teme rastlanıldığı gibi, Divan şiirinin
son temsilcilerinden olan Âkif Paşa’da da aynı tem bulunur. (Kaplan, 2009: 141) Devir,
şahsiyet, etnik köken, siyasî ve dinî eğilim ne kadar farklı olursa olsun ötelerde bir yerde ideal
olana duyulan hasret mutabık bir talep olarak görünüyor. Servet-i Fünûn edebiyatında da kaçış
temiyle sık sık karşılaşırız. Servet-i Fünûn edebiyatı âdeta “realiteden kaçış” edebiyatıdır.
Servet-i Fünûn denince akla gelen ilk isimlerden biri olan Tevfik Fikret’in Rübâb-ı
Şikeste’sinde daha ilk manzumelerden itibaren realiteden kaçma, yaşadığı hayâtı beğenmeme
hususu gözlemlenir.Realiteden sıyrılıp hayâlî beldeye sığınma arzusu özellikle Tevfik Fikret’in
Ömr-i Muhayyeladlı şiirinde en beliğ bir şekilde ifade edilir. Ömr-i Muhayyel’de “her sahn-ı
Gayyâ [A.i] 1. Cehennemdebulunankuyu. 2. [mec.] Netâmeliyer, içindençıkılmasıgüçiş. (Doğan 1994: 399).
129
471
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
hakîkatten uzak, herkese meçhûl” diyen Tevfik Fikret, aslında bu neslin ortak talebini dile
getirir. Ömr-i Muhayyel’de gül bahçelerinin, yeşil göllerin bulunduğu bir yerde kuşlar kadar
güzel bir hayât tahayyül edilir. Bu bağlamdaÖmr-i Muhayyelbir Servet-i Fünûn ütopyasıdır:
Bir ömr-i muhayyel… Hani gül-bünler içinde
Bir kuşcağızın ömr-i bahârîsi kadar hoş;
Bir ömr-i muhayyel… Hani göllerde, yeşil, boş
Göllerde, o sâfiyet-i vecd-âver içinde
Bir dalgacığın ömrü kadar za’il ü muğfel
Bir ömr-i muhayyel! (Fikret, 2005: 142)
Yalnızca bir resmin boyanmasının bile karamsar bir ruh durumunu iyileştirmede ya da gerilimi
azaltmada etkisi olabilir130. Ömr-i Muhayyel şiiri, kelimelerle çizilmiş resimden başka bir şey
değildir. Tevfik Fikret’in böyle bir şiir yazmasının psikolojik yönünün olmasının yanı sıra
edebî yönü de vardır. “Resme karşı büyük bir ilgi duyan bu nesil- Fikret aynı zamanda ressamdı,
Servet-i Fünûn mecmuası, fotoğraf ve resimlerle süslüdür- Batı’dan, resim gibi şiir yazmak
iddiasında bulunan parnasyenlerle, nesirlerini resim haline koyan Goncourt’ları ve Flaubert’i
örnek tuttu.” (Kaplan, 2009: 99) Bu durum Servet-i Fünûn nazmını ve nesrini âdeta resim haline
getirmiştir. Örneğin Cenab Şahabettin’in Elhân-ı Şitâ’sı tam anlamıyla bir kış tablosudur.
Fikret’in Ne İsterim adlı şiirinde resim, hayâl ve hasret iç içedir:
Mâi bir göl, yanında bir meşcer;
Meşcerin sîne-i sükûnunda
Münteşir iltimâ-i saf-ı kamer
Sonra bir çok menâzır-ı hoş-ter(Fikret, 2005: 193)
Tevfik Fikret’in Yeşil Yurtadlı şiirinde de yine benzer temâyül söz konusudur. Realiteden kaçış,
muhayyel yerlere sığınma ve memnuniyetsizlik teması diğer Servet-i Fünûn sanatkârlarında da
Ayrıntılı bilgi için bk. (Fordham, 2008).
130
472
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
görülür. Hakîkatten ihtirâz131 eden ya da hakîkat ve hayâl arasında ezilen kahramanları Serveti Fünûn eserlerinde çokça görürüz. Servet-i Fünûn’un hikâye ve romancısı Halid Ziya’nın
eserlerinde bu türden karakterler mevcûttur. “Halid Ziya’nın Ahmed Cemil’i “mâi” hayâl ile
“siyah” hakikat arasında ezilir.” (Kaplan, 2009: 141) Mâi ve Siyah’ın hayâlperest, bedbaht
kahramanı Ahmed Cemil ile kurgusal bir mülakat düzenleyen Tanpınar, Ahmed Cemil’e
yaptıkları ile ilgili sorular sorar. Ahmed Cemil’in verdiği cevâplar tipik Servet-i Fünûncular’ı
anlatır:
“- Niçin, dedim, niçin kaçtınız, siz ki, henüz gençtiniz, büyük bir istidatınız,
kabiliyetleriniz vardı.
-
Belki bütün bunlar doğrudur ve hakikaten bende bu saydıklarınız vardı. Fakat
yaşamak için bir tarafım eksikti, zaruretlere tahammül edemiyordum. Sadece
hülyanın , hüsnüniyetin yarattığı bir adamdım, onun için... Hem niçin taaccüp
ediyorsunuz? Benden çok yaşlı olan amcalarımın Yeni Zelanda’da müstamer
olmayı ciddiyetle düşündükleri bir devrede benim Yemen’de memuriyet kabul
etmemi tabiî bulmalısınız; yorgundum, muhitim bana kasvet-engiz geliyordu.”
(Tanpınar, 2011: 280)
Yine Halid Ziya’nın Aşk-ı Memnu’sunda da aynı çatışma ve memnuniyetsizlik söz konusudur.
“ (...) Realitenin sert yüzüyle iki üç temas nasıl Ahmed Cemil’i yıkarsa, zengin, kibar, aşçılı,
uşaklı, mürebbiyeli, havası garip bir hissîlikle dolu Adnan Bey’in evini de Bihter, öylece alt üst
eder... O, bu eve limonluğa düşen bir yıldırım gibi girer.” (Tanpınar, 2011: 285)
Servet-i Fünûn sanatkârlarının eserlerinde işledikleri temalar, çizdikleri tipler yakından
incelendiğinde birbirleriyle büyük benzerlikler arz ederler. Tevfik Fikret’in Sühâ’sı ile Hayâtı Muhayyel’in anlatıcısını birbirinden ayırt etmek zordur. Tanpınar’ın deyişiyle “Servet-i Fünûn
tam bir aile idi. Eser ve insan bu ailede nev’iler arasında birbirine cevap veriyordu. Nasıl Fikret
biraz da Süha ise, Mâi ve Siyah’ın kahramanı Ahmet Cemil de Süha’nın öz kardeşi, daha
doğrusu bir çeşit “dublör”ü idi.” ( Tanpınar, 2011: 288) Hayâlperest Sühaile realist Pervîn’in
çam ormanında yaptıkları geziyi konu edinen Sühâve Pervîn manzumesi yine Servet-i
Fünûncular’ı ve bu neslin “felsefesi”ni açığa çıkaran ifadeleri içermektedir:
Tevfik Fikret’in Sahaif-i Hayatımdan adlı şiirinden: Bunu şiirim de söylüyor belki / Ben hakîkatten ihtirâz
ederim.
131
473
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Melâli çehre-i eşyâya pek yaraştırırım. (Fikret, 2005: 9)
-Evet, hakîkati hulyâya hep fedâ ederim,
Zaman olur ki vücûdumdan ayrılır, giderim...(Fikret, 2005: 103)
“Hakîkati hulyâya hep fedâ” eden bu nesil, hayâtı saplantıya dönüştürür, marazî bir ömür sürer.
Bu santimantal tavırları, kendilerini bir araya getiren Recaizade Mahmut Ekrem’de de görmek
mümkündür. Recaizade Mahmut Ekrem, sırf hüzünlenmek, ağlamak için defalarca gazetelerde
oğlu Nejad’ın ölüm haberlerini arar. Servet-i Fünûncular, edebîyata getirdikleri santimantalizmi
(edebî anlamda) Recaizade Mahmut Ekrem’den tevarüs etmiş olmaları kuvvetle ihtimaldir.
Servet-i Fünûn nesli büyük ölçüde dinî inançlarını yitirmiş bir nesildir. Bütün dinlerin özünde
mevcût olan “sonsuzluk” ve “ebedî mutluluk” vaadine mesafeli durmaları, onları hayâlî
beldeler arayışına sevk etmiştir. Servet-i Fünûn sanatkârları arasında dinî yönü en çok tahrîp
olan şahıs Tevfik Fikret’tir; aynı şekilde hayâlî belde hasreti de en çok O’nda görülür:
Bütün boşluk: Zemîn boş, âsumân boş, kalb ü vicdan boş;
Tutunmak isterim, bir nokta yok pîş-i hasârımda.
Bütün boşluk: Döner bir hîçî-i mûhiş civârımda;
Döner beynim berâber; ihtiyârım, sanki bir sarhoş,
Düşer, bu lagzîde-pâ, her sâha-i ümmîde bir kerre...
Bu yalnızlık, bu bir gurbet ki benzer gurbet-i kabre;
İnanmak… İşte bir âgûş-ı rûhanî o gurbetde. (Fikret, 2005: 219)
Tarih-i Kadim’de daha ileri giderek dini, tarihi ve Tanrı’yı sorgular. Tanrı’yı ceberrut, zalim
biri olarak niteler.
Servet-i Fünûn’un edebiyatından büyük ölçüde etkilenen Ahmet Haşim’in şiirlerinde de
muhayyel yerlere sığınma isteği vardır. O Belde ve Yollar adlı şiirlerinde Haşim’in özlem ve
hasreti açıkça görülür. Haşim’in şiirlerinde görülen, yaşanılan hayattan memnuniyetsizlik,
bilinmeyen güzel bir beldeye hasretduygusu...vsServet-i Fünûn sanatkârlarınca eserlerde
sıklıkla işlenmiştir.
474
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Hayât-ı Muhayyel
Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayât-ı Muhayyel (1899) adlı eseri Servet-i Fünûncular’ın
“uzaklaşma, sığınma, kaçış” eğilimlerini en iyi yansıtan eserlerden biridir. Bu hikâye sevgiliyi,
dostları ve tabiatın sâf güzelliklerini barındıran dünyevî bir cennete olan ütopik hasreti dile
getirir.Günahın, kötünün, hırsın, menfaatin olmadığı bu mekânda, para da önemsenmez. Eserin
başlığı aynı zamanda hikâyenin temelini teşkîl eder. Bu hikâye özetle şudur: Kirli hayâtlardan,
süslü salonlardan, menfaat mücadelelerinin zehirlediği âlemden uzaklaşmak isteyen bir
sanatsever grup aileleriyle birlikte uzaklarda, bir adaya yerleşirler. Bu adada, herkesin müşterek
kullanabileceği, geniş yemek odalarına ve kütüphane salonlarına sahip bir bina inşa edilir.
Sonra tarlalar ekilir, hayvanlar beslenir, ava çıkılır. Bu sayede köyün ihtiyaçları tedarik edilir.
Her ne kadar medeniyetten uzak olsalar da posta vasıtasıyla ilmî, fikrî ve teknik gelişmelerden
haberdâr olur, istifade ederler. Bu hayât için tahsis edilmiş bir günde de gezintilere çıkarlar.
Bir gün bütün köyün içinde birden bire bir neşe dalgası kabarır, köydeki ailelerden birinin
çocuğu olur. Köyün nüfusu böylece artar, köy gittikçe bayındır hale gelir. Mesut ve âsûde
seneler kemâl-i sükûnetle geçer, neşeli baharları bereketli yazlar takip eder; ardından soluk
hazanlar, fırtınalı kışlar gelir geçer. Bu aşk hayâtının mükâfatı olarak güneşli bir sonbahar günü
sevgililer kucak kucağa ölür, aynı yere gömülürler...vs
Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayât-ı Muhayyel adlı hikâyesi aslında Servet-i Fünûncular’ın Yeni
Zelanda’ya gerçekleştirmek istedikleri göçü anlatmaktadır. Ülkede sürüp giden baskı
yönetiminden ve ağırlığından kurtulma dilekleriyle avunup duran Servet-i Fünûncular, Yeni
Zelanda’ya göçmen alınacağı haberini duyunca umutlanmaya başlarlar. Hüseyin Cahit Yalçın,
anılarında bu durumu şöyle anlatır:
“Ortaya Yeni Zelanda adalarına hep birlikte göç etmek düşüncesi çıktı. Bu düşüncenin ilkin
kimin tarafından ortaya atıldığını hatırlayamıyorum. Yeni Zelanda adalarına göçmen
göndermek için Londra’da bir dernek varmış, herkesi yüreklendiren broşürler çıkarmış. Oraya
gidenlere parasız toprak veriliyormuş. Bu broşürlerde Yeni Zelanda’nın iklimi, güzelliği, son
derece övülüyormuş. Mehmet Rauf bunlardan birini elegeçirmişti. İngilizceden çevirerek
bizlere anlatıyordu. Fikret bu konuyu ortaya attı ve her duyan kabul cevabını verdi. Yeni
Zelanda’ya göç düşüncesini tutmayan hemen hemen hiç kimse yoktu. Bu tasarım kesinlik
kazansaydı kaç kişi işin ta sonuna kadar gidecekti? Kim bilir. Herhalde en zorlu isteklileri
arasında göz hekimi Esat Paşa’yı, Hüseyin Kazım’ı, Tevfik Fikret’i, Rauf’u ve kendimi
sayacağım.” (Yalçın, 2010: 132-133).
475
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Göç yolculuğu için gereken parayı, Esat Paşa Ankara dolaylarındaki büyük çiftliğini satmak
suretiyle temin edeceğini söyler. Ada üzerinde propaganda broşürlerinin verdiği bilgilerle
yetinilmez, Hüseyin Câhit’i ve Hüseyin Kâzım’ı keşif yapmak için oraya yollamak düşünülür.
Ankara’ya çiftliği satmaya giden Esat Paşa, oradan elleri boş dönünce bu hayâle veda edilir.
Ancak İstanbul çevresinden uzaklaşma fikrini akıllarından çıkaramayan Servet-i Fünûncular,
bu kez Manisa dolaylarındaki bir köye yerleşmeyi düşünürler:
“ Bununla birlikte, İstanbul çevresinden uzaklaşmak bizde bir çeşit değişmez düşünce olmuştu.
“Hafiyelerle, sansürcülerle, sürgünler ve baskınlarla çevrili bu yaşam içinde vicdanca rahat bir
dakika geçirmek pek zordu. Bu derdin çaresini Hüseyin Kâzım buldu. Manisa dolaylarında
sanırım Sarıçam denilen köyde toprağı varmış. Orada çamlık, güzel bir tepe üzerinde bir köşk
yaparak çiftçilikle yaşayacaktık. Bu son tasarım, daha sınırlı ama daha gerçek bir çerçeve
içindeydi. Fikret, Kâzım, ben ailelerimizle oraya gidecektik. Bütün giderleri Hüseyin Kâzım
yükleniyordu.” (Yalçın, 2010: 133-134).
Tevfik Fikret, hemen bu hayâlle tutuşmaya başlar; güzel bir köşk planı çizer, odaları ve salonu
belirler, hatta salonun nasıl döşeneceğini bile kararlaştırır. Hüseyin Câhit, Sarıçam köyünü
gider ve köy hakkında izlenimler edinir. Ancak bilinmeyen nedenlerle bu arzu da
gerçekleş(tirile)mez. Hüseyin Câhit, Tevfik Fikret’e serzenişte bulunur:
“...Fikret’in böyle tuhaflıkları vardı. Kim bilir ne gibi bir düşünce ile niyetinden vazgeçti ve
kabahati Hüseyin Kâzım’a yüklemek istedi. Ben Manisa’da iken:“Gel ey berid-i perestide…”
(Gel ey sevgili haberci...) [Rübab-ı Şikeste] diye dizeler söylemiş, sabırsızlıkla geri dönmemi
beklemiş. Sonra girişimden vazgeçince: “Sen de gittin, senin de arkandan” (Rübab-ı Şikeste)
diye göz yaşları dökmüştü. Sanki bütün girişimin amacı bu iki şiiri yazmakmış gibi.” (Yalçın,
2010: 135-136).
Faruk Huyugüzel, Hüseyin Câhit’in hikâyeyi yazdığı yıllarda yeni toplum düzeni ve yeni
insanlık fikriyle çok meşgul olduğunu, Hüseyin Câhit’in uzak âlemler tasavvurunu anlatan bir
yazısından hareketle söyler:
“Gizli gizli okuduğumuz Utopie, Cite de Soleil gibi eserler bizim ruhlarımızda ‘senin’, ‘benim’
düşünceleri olmadan kardeş gibi hakikî bir insan gibi bir arada yaşamak ve temiz bir sosyete
teşkil etmek fikirlerini uyandırmıştı…”(Huyugüzel, 1982: 47).
Hayât-ı Muhayyel’de bazı ütopyalarda görüldüğü gibi medenî hayâttan tamamen bî-haber
kalınmaz. Komünal yaşama ait izlerin olması ve aile hayâtından bahsetmesi, Hayât-ı
476
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Muhayyel’i benzerlerinden farklı kılar. Hikâye okunduğu vakit, orada bulunan şahısların
Servet-i Fünûncular, mekânın ise Yeni Zelanda’ya gitme hayâlinden bozma olduğu açıkça
görülür. Eserin yapısıyla ilgili kısaca birkaç şey söylemek gerekirse, şunlar söylenebilir: Bu
hikâyede şahıs, coğrafya, mekân isimleri verilmemiştir; tarih hakkında da herhangi bir bilgi
sahibi olamayız. Edebî eserlerde -bilimsel eserlerin aksine- muğlaklığın (müphemliğin) olması,
eserin farklı yorumlara açık olmasına ve yelpazesinin daha geniş kitlelere hitâp etmesine imkân
sağlamaktadır. Bu eserde şahıs, coğrafya, mekân ve tarih hakkında belirsizliğin bulunması
eserin başarısını bir nebze arttırır. Bu eserin dil ve üslûbu, Servet-i Fünûn’un zevk ve
hassasiyetlerini tamamen yansıtmaktadır. Eserde müzikal değeri yüksek, ahenkli kelimeler
tercih edilmiştir. Servet-i Fünûn edebiyatı ile başlayan klasik tabirlerin dışına çıkma ve yeni
kelimeler kullanma eğilimi, bu eserde de gözlemlenir. Servet-i Fünûn’un dile yeni kelimeler
ve tabirler kazandırma gayretleri o dönemki edebiyat çevrelerince hoş karşılanmamıştır. Serveti Fünûn’un muarızlarıbundan dolayı, Servet-i Fünûncular’ı “dekadanlık”la itham etmişlerdir.
“Yeni tabirât132” ve “yeni elfâz”a şunlar gösterilebilir:
...ufk-ı mevvâcın beyaz köpükleriyle hasbihal eder gibi hal-i aşina duran rahîm ve sal-dîde,
büyük bir ağacın altında ilk akşamlar toplandığımız zaman... (s.44)
...hattâ ilk günlerde kubbe-i saf ve laciverdîsi altında misafir olduğumuz sema-yı mükevkeb
bile yeniydi. (s.43)
...Ebedî bir bahâr-ı nilgûn-ı garam bizi daimî bir şebâb-ı aşk içinde yaşatıyordu. (s.50)
... akşam vakitlerinin sakin, rûh-ı istinâs-ı tenhâyî-i hazîni... (s.51)
Servet-i Fünûncuların zengin bir hayâl gücüne sahip olmaları ve realiteden kaçmak istemelerine
psikanalitik bir yaklaşım getirilebilir.Servet-i Fünûncular, Tanzimat aydınları gibi aktif
Servet-iFünûncular’ın edebiyata getirdikleri yeniliklerden biri de o güne kadar kullanılmamış yeni terkip ve
tamlamaları kullanmalarıdır. Bu konuda en çok ileri giden Cenab Şahabettin’dir. “Cenab Şahabeddin'in Türk
şiirine getirdiği yenilikler arasında, o zamana kadar Türk edebiyatında kullanılmamış yeni ve orjinal terkiplere yer
vermesi de zikredilmiştir. Üsûpçu bir yazar ve şair olma gayreti içinde bulunduğu şüphesiz olan Cenab, gerçekten
de bu gayretini okuyucu zihninde yeni imajlar uyandıracak kavramlar, ibareler. İsim ve sıfat tamlamaları aramaya
sarfetmiştir. Bu yeni terkiplerin bazıları şunlardır: Saat-isemenfam (yasemenrenklisaatler).tûf - ıtesliyet
(avunmayankısı), nây-ızümürrüd (yemyeşilney), ûd - ımükevkeb(yıldızlıut). O zamana kadar birarada
düşünülmeyecek ve çok defa biri mücerret, diğeri müşahhas iki kavramın birleşmesinden meydana gelen bu yeni
terkipler yadırgandı, tenkit edildi ve hatta alay konusu oldu. Önce Ahmed Midhat Efendi Cenab'ı ve dili bu yola
sokan diğer Servet-i Fünûncular'ı , o yıllarda Fransa'da benzer edebiyatçılar için kullanılan Fransızca bir sıfatla (
dekadan ~ inhitateden, çöken) suçladı.” (Tarakçı, 1993: 347).
132
477
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
mücadele adamı olmayıp içe dönük tiplerdir. İçe dönük tipler133, nazik ve düşüncelidirler ve
genelde zengin bir hayâl dünyaları vardır. Ayrıca bu tiplerin, bir fikrin dünyaya yararlı
olabileceği şeklinde belirsiz bir anlayışları vardır. Tevfik Fikret’in Promete’sine, oğlu Haluk
nezdinde idealize ettiği fikirlere, hatta Hayât-ı Muhayyel ve Ömr-iMuhayyel’ebu açıdan
bakmakta yarar vardır.
Sonuç
Servet-i Fünûncular, kendilerini rahatsız eden durumlardan kaçmak mutlu ve huzurlu bir hayât
sürmek için birtakım girişimlerde bulunmuşlardır.Servet-i Fünûncular; ilkin Yeni Zelanda’ya,
bu gerçekleşmeyince de Manisa dolaylarındaki Sarıçam köyüne yerleşmeyi düşünmüşlerdir.
Her iki düşünce de sonuçsuz kalmasına rağmen Tevfik Fikret,başka bir yerde ikamet etme
düşüncesinden vaz geçmemiştir. Nihayetindeprojelerini kendi çizdiği ve Aşiyân (kuş yuvası)
adını verdiğiİstanbul’daki evine yerleşmiştir. Servet-i Fünûncular’ın bütün bu uzaklaşma
(kaçma, sığınma) çabaları sadece reel düzeyde kalmamış, edebiyata da aksetmiş, bu vesileyle
de birçok eser meydana getirilmiştir. Bunların arasından özellikleHayât-ı Muhayyel ve Ömr-i
Muhayyel dikkate değer eserlerdir.Servet-i Fünûncular’ın tutumlarını, bu neslin karakter
yapıları ve içinde yaşadıkları devrin sosyal ve siyasî şartları ile değerlendirmek daha sağlıklı
sonuçlar verecektir.
Kaynakça
Doğan, D. M. (1994). Gayyâ. Büyük Türkçe Sözlük (s.399). İstanbul: Ülke Yayın Haber.
Fikret, T. (2005). Rübâb-ı Şikeste. İstanbul: Çağrı Yayınları
Fordham, F. (2008). Jung Psikolojisinin Ana Hatları. A. Yalçıner (Çev).Ankara: Say
Yayınları
Hizarcı, S. (1957). Hüseyin Cahit Yalçın Hayatı, Sanatı, Eserleri. Ankara: Varlık Yayınları.
Huyugüzel, Ö. F. (1982). Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayatı, Hikâye ve Romanları Üzerinde Bir
Araştırma. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
İslamoğlu, F. (2013). George Orwell’in ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ Adlı Romanı ile
Cengiz Aytmatov’un ‘Gün Olur Asra Bedel’ Adlı Romanının ‘Düşüncesuçu’ Bağlamında
Karşılaştırılması. Turkish Studies, 8/8 Summer, 701-719.
Kaplan, M. (2009). Şiir Tahlilleri Tanzimat’tan Cumhuriyet’e. İstanbul: Dergâh Yayınları.
Kolcu, A, İ. (2011). Tanzimat Edebiyatı 1 Şiir. Erzurum: Salkım Söğüt
Bk. Frieda Fordham’ın Jung Psikolojisinin Ana Hatları.
133
478
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Kudret, C. (1987). Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman. İstanbul: İnkılâp Kitabevi.
Özaydın, A. (1991). Asr-ı saâdet.Türkiye Diyanet Vakfıİslâm Ansiklopedisi içinde (Cilt. 03,
s.501). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı.
Tanpınar, A. H. (2011). Edebiyat Üzerine Makaleler. İstanbul: Dergâh Yayınları.
Tarakçı, C. (1993). Cenab Şahabeddin.Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi içinde (Cilt.
07, s.347). İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı.
Usta, Sadık. (2014). Türk Ütopyaları Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Ütopya Ve Devrim.
İstanbul: Kaynak Yayınları
Utopia. (1967). Britannica’s Concise Pictured Encyclopaedia içinde(Cilt.14, s.545). U.S.A:
Encyclopaedia Britannica.
Utopie. (1990). Encyclopædia Universalisiçinde (Cilt.23, s.264-265). France:Encyclopædia
Universalis.
Yalçın, H. C. (2010). Edebiyat Anıları. (hazırlayan: Rauf Mutluay). İstanbul: Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları.
Yalçın, H. C. (2011). Seçme Hikâyeler. (hazırlayan: Özge Şahin). İstanbul: Kesit Yayınları.
479
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
KERKÜKÎ ABDÜSSETTÂR EFENDİ VE Mİ’RÂCİYYE’Sİ
İsmail YILDIRIM
ÖZET
Türk İslâm edebiyatı geleneği çerçevesinde Hz. Peygamber’in doğumu, manevî yaşam tarzı,
mucizâtı, şahsiyeti ve ölümü üzerine birçok eser kaleme alınmıştır. O’nun hayatı etrafında
meydana getirilen eserler ya müstakil olarak kaleme alınmış ya da yazar meydana getirdiği
eserinin bir bölümünü bazı nazım şekilleri altında, Hz. Peygamber’in mucizeleri veya
vasıflarına ayırmıştır.
Hicretten yaklaşık bir yıl önce, Recep ayının 27. gecesinde zuhûr eden Mi’râc hadisesi; Hz.
Peygamber'in, ilahî sevk ile Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya ve nihayetinde Yüce Allah
ile görüşüp, bazı ilahî emirleri almasından müteşekkildir. Bu hadise birçok yazar ve şair
tarafından kaleme alınmış; zamanla “Mi’râciyye, Mi’râc-nâme” adı altında eserler meydana
getirilmiştir. Zaman içinde belirgin özellikler kazanan mi’râciyeler XI. yüzyıldan itibaren çok
fazla rağbet görmüş, manzum-mensur karışık veya manzum şekilde yazılmış metinler halinde
gelişimini sürdürmüştür. Şairlerin coşkulu bir söyleyiş ve yer yer didaktik özelliklerle dolu
olarak kaleme aldıkları mi’râciyeler, mi’râc mucizesini anlatmaları nedeniyle, çoğu zaman
sanatkârane bir üslûpla yazılmışlardır.
19. yüzyılın ortaları ile 20. yüzyılın başlarında yaşamış, Kerkükî Abdüssettâr Efendi (18581932) de tercî’-i bend nazım şekliyle bir Mi’râciye kaleme almıştır. Nakarat beyti;
Rûz u şeb zikr-i lisânımdır salât ile selâm
Ol mübârek rûhına ey Hazret-i fahrü’l-enâm
olan mi’râciyyede şair, Hz. Peygamber’e duyduğu derin sevgi ve muhabbeti samimî, coşkun ve
lirik bir şekilde dile getirmiştir.
Bu yazıda, mi’râciye türü ve mi’râciyenin Türk edebiyatındaki yeri, tarihî gelişimi ve Türk
edebiyatında yazılmış belli başlı mi’râciyeler hakkında bilgi verilecektir. Daha sonra, müellifin
hayatı bahis konusu edilecek, şairin daha önce üzerinde durulmamış olan Mi’râciye’si şekil ve
muhteva husûsiyetleri açısından incelenip; eserin transkribe edilmiş metni ve günümüz
Türkçesine çevirisi verilecektir.
Kırıkkale
Üniversitesi/Fen-Edebiyat
[email protected]
Fakültesi/Türk
480
Dili
ve
Edebiyatı
Bölümü,
Türkiye,
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Anahtar Kelimeler: Mi’râciyye, Abdüssettâr Efendi, İslâmî Türk Edebiyatı, Hz.
Peygamber.
KERKÜKÎ ABDÜSSETTÂR EFENDİ AND HIS Mİ’RÂCİYYE
Abstract
In the framework of tradition of Islamic Turkish literature, a lot of works were written about
birth, moral life style, miracles, personality and death of the Prophet Muhammad. The works
about His life were written as an independent work or author wrote a chapter of his work about
the Prophet Muhammad’s miracles or qualifications in some forms of verse.
Aproximately one year before Hejira, Mi’râc which happened on the 27th Rajab is composed
of the Prophet Muhammad’s going from Al-Aqsa Mosque to Al- Haram Mosque through divine
transfer and meeting God Most High and receiving some divine orders. This phenomenon was
written by many authors and poets and in time the works called “Mi’râciyye, Mi’râc-nâme”
were created. In time, mi’râciyye having some typical characteristics attracted great attention
as from XI. century and maintained its development as texts in mixed poetic-prose form or
prose form. Mi’râciyye written by poets in an enthusiastic utterance and partly with full of
didactic features were written generally in an artistic style because they narrated miracle of
mi’râc.
Kerkükî Abdüssettâr Efendi (1858-1932) also wrote a Mi’râciyye in poetry form of tercî-i bend.
It’s chorus verse is below:
Rûz u şeb zikr-i lisânımdır salât ile selâm
Ol mübârek rûhına ey Hazret-i fahrü’l-enâm
In this mi’râciyye, the poet expressed his deep love and affection to the Prophet Muhammad in
a sincere, enthusiastic and lyric way.
In this paper, some information about mi’râciyye as a genre, the place of mi’râciyye
in Turkish Literature, its historical development and some major mi’râciyye in
Turkish literature will be given. After that, author’s life will be mentioned, his
Mi’râciyye, which hasn’t been emphasized before, will be examined in terms of
form and content and its transcript and translation into modern-day Turkish will be
provided.
Key words: Mi’râciyye, Abdüssettâr Efendi, Islamic Turkish Literature, the Prophet
Muhammad.
481
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Giriş
Din bir topulumun sosyal, edebî ve kültürel faaliyetlerini teşkil etmede temel unsurlardan
birisidir. İslâm’ın kabulüyle yeni bir kültürün tesiri altına giren Türkler; bu tesiri sadece dinî ve
sosyal sahada hissetmemiş; aynı zamanda sanat, edebiyat ve kültürel hayatlarına da
yansıtmışlardır. Anadolu’da gelişen Türk edebiyatı ürünlerine baktığımızda bu tesirin izleri
daha net bir şekilde görülecektir. Özellikle Hz. Peygamber, Hulefâ-yı Râşidîn, diğer sahabe ve
velîler etrafında yazılan dinî muhtevalı eserler bu duruma örnek olarak gösterilebilir
mahiyettedir.
Dinî eserlerin muhtevasını oluşturan kaynaklara bakılırsa “Kur’ân ve Hadis’in çevresinde
gelişen tefsir, fıkıh, kelâm, akâid, tasavvuf, evliyâ ve enbiyâ kıssaları, tabakât ve menâkıb
kitapları önemli bir yere sahiptir. (Levend, 1972: 357) Özellikle Hz. Peygamber’in hayatı
çevresinde gelişen dinî manzum eserlerin sayısı bir hayli fazladır. Hz. Peygamber’in hayatını
veya hayatının bir bölümünü ele alan bu türler; bazen müstakil bir eser olarak yazılmış, bazen
de divanlarda yer almıştır. Başta na’tlar olmak üzere mevlid, esmâ-yı nebî, sîret, mi’râciyye,
hilye, hicretü’n-nebî, mucizât, şefâat-nâme, kırık hadis, gazavât-ı Resûlallah gibi türlerde
yazılan eserler, mensur olmalarının yanı sıra çoğunlukla manzum olarak yazılmışlardır. Bunun
sonucunda da başlı başına Hz. Peygamber’le ilgili bir edebiyatın teşekkül ettiğini söyleyebiliriz.
(Çelebioğlu, 1998: 349)
Arapça"‫"عرج‬kökünden türemiş olan mi’râc; basamak, merdiven, göğe çıkma, yükselmegibi
anlamlara gelir. (Parlatır, 2006: 1097) Istılahta ise mi’râc; göğe çıkma, urûc olarak
kullanılmıştır. (Sami, 1317: 1373) Fakat burada kastedilen rastgele bir yükselme değil, Hz.
Peygamber’in göklere yükseliş mucizesidir. (Akar, 1987: 3) Mi’râc hadisesi iki kısımdan
meydana gelmiştir. Hz. Peygamber’in Recep ayının 27. gecesi Mekke’deki Mescid-i
Haram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya gelmesine “İsrâ”, Mescid-i Aksâ’dan Sidre-i
Müntehâ’ya dek olan yolcuğu ise “Mi’râc” adını almıştır. (Pala, 2012: 322) Bu gece ayrıca
Leyle-i Mi’râc olarak da zikredilmektedir.
Şeb-i Mi’râc ayrıca Klâsik Türk şiirinde Hz. Peygamber’in saçına da teşbih edilir. Söz konusu
O’nun saçı olunca benzetilen herhangi bir gece olmaz. Hz. Peygamber’in saçı bin aydan daha
hayırlı olduğu bildirilen Kadir Gecesi’ne benzetilirken saç, Leyletü’l-Kadr ü Berât, Şeb-i Kadr,
Şeb-i Mi’râc ilişkisiyle birlikte değerlendirilir. O’nun bir nûrdan oluşan bedeninin her bir
zerresi bir güneş ve ay, anber kokulu saçları da bu kutlu gecelerdir (Önal, 2013: 1271-1280).
Bir edebiyat terimi olarak Mirâciyye; “Peygamber Efendimiz’in mi’râcından bahseden eser
veya bu münasebetle yazılan manzum veya mensur metinlere verilen isimdir.” Mi’râc
başlangıçta sîretin bir bölümü iken, zamanla mevlit, hilye ve benzeri dinî-edebî türler gibi
müstakil bir tür haline gelmiştir. (Canım, 2012: 149)
Mi’râciyeler genellikle gece ve gökyüzü tasviri ile başlar. Bazen de mi’râcdan evvel şakk-ı sadr
(Cebrail’in Hz. Peygamber’in göğsünü yarıp zemzemle yıkaması) mucizesine yer verilir. Hz.
Ali’nin kız kardeşi Ümmühânî’nin evinden başlayan bu yolculuk, Cebrail’in Burak’ı cennetten
getirmesi, Hz. Peygamber’in Mescid-i Aksâ’ya varışı ve orada onu karşılayan nebîlere imam
olup namaz kıldırması üzerinde durulur. Buradan semâya yükselişi ve göğün her katında farklı
482
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
bir peygamberle tanışması, cennet, tûbâ, hûriler, köşkler, cehennem hayatı tasvirlerine yer
verilir. Hz. Peygamber’in “kâbe kavseyn” makamına ulaşması, Allah ile mülâkatı, namazın farz
kılıması ve Resûlullâh’ın bunu ashâbına bildirmesi anlatılır. (Uzun, 2005: 135-136)
Mi’râciyyeler, İslâmî edebiyatta tıpkı mevlid ve hilyeler gibi çok özel bir yere sahiptir. Mi’râc
hadisesi birçok müellif tarafından tekrar tekrar işlenmiş ve böylece İslâm edebiyatlarının en
sevilen konuları arasına girmiştir. Sonuçta, özü itibariyle birbirinden pek farkı olmayan, ancak
bazı ayrıntılarda birbirinden küçük farklılıklar ortaya koyan manzum ve mensur birçok
“Mi’râciyye” yazılmıştır. Bunlar “Mi’râc-nâme” ismiyle müstakil kitaplar oluşturduğu gibi dinî
ve edebî birçok eserin içinde bölümler hâlinde de görülür. Bir yandan İslâm âlimleri, bir yandan
şairler, şu ya da bu yolla her fırsatta mi’râcı hatırlamışlar ve bu konuyla ilgili duygularını,
düşüncelerini yazmışlardır. O kadar ki mi’râc hadisesi zamanla menkabevî bir hâl almıştır. Bu
durum tabii ki edebiyata da aksetmiş, birçok edebî eser iştiyak ve ibretle mi’râcı anlatmıştır
(Pala, 1986: 372). Şairlerin coşkulu bir söyleyişle ve yer yer didaktik özelliklerle dolu olarak
kaleme aldıkları mi’râciyyeler, bu mucizeyi anlatmaları dolayısıyla çoğu zaman sanatkârâne
bir üslûpla yazılmışlardır. Eski edebiyatımızda divan ve mesneviler içinde bir mi’râciyye
bulundurmak gelenek hâlini almış ve na’tlar ile medhiyeler arasında mi’râciyyelere de sıkça
yer verilmiştir (Pala, 1990: 351).
Mi’râciyyeler veya diğer adıyla Mi’râcnâmeler, tıpkı mevlitlerde olduğu gibi musikî olmaksızın
beste ile okunurdu. Bu tür şiirleri ezgi ile okuyanlara mi’râc-hân denilmiştir. Mi’râcnâmelerin
camilerde ve özel toplantılarda mevlid gibi, hilye gibi okunması gelenek hâlini almış ve
özellikle Receb ayının 27. gecesinde mi’râc-hânlar tarafından şevkle okunup dinlenilmiştir.
Bilhassa Nâyî Osman Dede (ö. 1732)’nin Mi’râcnâme’si, türün birkaç makamda bestelenmiş
örneklerindendir (Canım, 2012: 150).
Türk edebiyatında mi’râcnâme yazma geleneği önce Çağatay sahasında başlamıştır. Bu en eski
ve en uzun heceyle yazılmış mi’râciyye, XII. Yüzyılda Ahmed Yesevî’nin müridlerinden
Hakîm Süleyman Ata tarafından yazılmıştır. Anadolu sahasında kaleme alınmış ilk müstakil
mi’râciyye ise XV. asırda Ahmedî’nin kaleme aldığı Tahkîk-i Mi’râc-ı Resûl’dür. (Uzun, 2005:
134)
Türk edebiyatında mi’râciyyeleri ile meşhur şairlerimizden bazılarışunlardır: Yenice Vardarlı
Usûlî (ö. 1538),Ganizâde Nâdirî (ö. 1626), Neşâtî (ö. 1634), Nev’izâde Atâyî (ö. 1635), Sâbit
(ö. 1712), Nazîm (ö. 1726), Seyyid Vehbî (ö. 1726), Nâyî Osman Dede (ö. 1729), Süleyman
Nahifî (ö. 1738), Halimî (ö. 1824) ve İzzet Molla (ö. 1829) (Pala, 2012: 323).
Mi’râciyyeler siyer, hilye, mevlit ve mûcizât-nâme gibi eserlerde bir bölüm hâlinde yer aldığı
gibi, mesnevîlerde de çoğu zaman bir bölüm hâlinde bulunabilirler. Mesnevîlerinde mi’râciyye
bulunan şair ve eserlerinden bazıları ise şunlardır: Ahmedî (ö. ?1413); Cemşîd ü Hûrşîd, Ali Şîr
Nevâyî (ö. 1501); Hayretü’l-Ebrâr, Ferhad ü Şîrîn, Mecnûn u Leylî, Seb’a-i Seyyâre, Seddiİskender mesnevilerinde, Hamdullah Hamdî (ö. 1508); Leylâ vü Mecnûn adlı eserinde, Lâmiî
(ö. 1531)’nin Ferhad u Şîrîn’inde, Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’unda, Taşlıcalı Yahyâ (ö.
1582)’nın Gencîne-i Râz, Usûlnâme, Şâh u Gedâ, Yûsuf u Züleyhâ ve Gülşen-i Envâr’ında,
Kara Fazlî (1563)’nin Gül ü Bülbül mesnevisinde, Nev’izâde Atâyî (ö. 1635)’nin Âlemnümâ,
Nefhatü’l-Ezhâr, Sohbetü’l-Ebkâr, Heft-hân ve Hilyetü’l-Efkâr’ında, Nâbî (ö. 1712)’nin
483
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Hayriyye’sinde, Şeyh Gâlib (ö. 1799)’inHüsn ü Aşk’ında mi’râciyye bölümleri mevcuttur
(Akar, 1987: 126-127). Ayrıca müellifi ve müstensihi kayıt altına alınmayan, anonim olarak
bilinen mi’râciyyeler de mevcuttur. Örneğin, Eski Anadolu Türkçesi döneminde meydana
getirilmiş mensur Risâle-i Mi’râciyye gibi (Sır, 2013: 2257-2349).
XIV. yüzyılda yaşamış, Abdüssettâr Efendi de Hz. Peygamber’e olan sevgi, muhabbet ve
bağlılığını ifade etmek maksadıyla müstakil bir mi’râciye kaleme almıştır.
Abdüssettâr Efendi134
Kerkük’te Korya semtinin Begler mahallesinde Hürmüzîler sokağında sâkin Molla Ahmed b.
Seyyid Ömer adında bir şahsın oğlu olan Seyyid Abdüssettâr, h.1275/m.1858 tarihinde
doğmuştur.
Şairin lâkabı, şahsî adından alınan Abdî’dir. Bunu bazen kendisinin Abdüssettâr biçiminde
kullandığı görülür. Dinî ve ilmî tahsilini Kerkük medreselerinde tamamladıktan sonra,
Türkiye’ye giderek orada sâbık Edirne nâibi meşhur Âlim Berzenci-zâde Ahmed Fâiz’den
h.1294/m.1876 yılının ramazan ayında ilmî icâzetnâme almış, daha sonra ünlü müderris
Mustafa Âsım Sürmenevî’den ulûm-ı akliye ve nakliye konularında h.1312/m.1894 tarihinde
bir icâzetnâme daha almıştır.
Bunun üzerine Türkiye’nin bazı önemli vilayetlerinde müderrislik yapmıştır. Nitekim
h.1313/m.1895 tarihli fermandan öğrendiğimize göre Bursa vilayetinde müderris iken,
Şeyhülislâm Muhammed Cemâleddin’in tezkiyesiyleh.1313/m.1895 tarihinden itibaren
uhdesine İzmir pâyeliği verilmiştir. İlmiye rütbelerinden olan bu resmî pâye müderrislik
pâyesinden daha büyük bir rütbedir ki buna sahip kişilere zamanında “faziletli” lâkabıyla hitap
olunurdu.
Şairin Amerika’da bulunan torunu Doktor Ali İhsan b. Ali Haydar, Profesör Dr.
SuphiSaatçi’ye 135 gönderdiği bir yazıda dedesi Seyyid Abdüssettâr’ın Rûmî 1322/m.1906
tarihinde Mekke’de evkaf müdürlüğüne atandığını ve bu vazifeyi yedi yıl süreyle ifa ettiğini
söylüyor. Fakat ilmiye sâlnâmesinden öğrendiğimiz bilgiye göre şair bu süre içerisinde evkaf
müdürlüğünde değil, haremeyn-i muhteremeyn pâyesinde olup, daha önce Kerkük nakîbü’leşrâf kâim-makam sâbıkı idi. Hicrî 1327/m.1909 fermanında ise şairin kardeşi Muhammed
Sâbit’in ölümü üzerine büyük oğlu Seyyid Abdülcebbâr Mekke-i mükerreme’de Kâ’be-i
muazzama’nın ferâşet-i şerîfe mansıbına atanmıştır.
Mütevâzi ve fazıl bir din adamı olan Seyyid Abdüssettâr 1908 tarihinde meşrutiyyet
inkılâbından sonra memleketi Kerkük’e dönerek hayatının son bölümünü bu şehirde ibadet ve
takva ile geçirerek, ziyaretine gelenleri konağında kabul eder, musahebede bulunurdu. Bunlar
arasında dış ülkelerden gelen ilm ve zühd erbabı kişiler de vardı. Bu yüzden halk kendisine
Bu bölüm, Ata Terzibaşı tarafından yayına hazırlanan “Kerkük Şairleri” adlı eserin 11. cildinden özetlenerek alınmıştır.
(Terzibaşı, 2005: 8-12)
134
Suphi Saatçi, 1946 yılında Kerkük’te doğmuştur. Kerkük’ün yetiştirdiği önemli ilim adamlarından biridir. Yazar, Kerkük
ve havâlisi üzerine birçok inceleme yazısı, makale ve eser kaleme almıştır.
135
484
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
latîfe kabilinden “Korya Peygamberi” lâkabını vermişlerdir. Kerkük’te herkes tarafından
tanınıp, sevilen bir şahsiyet olan Seyyid Abdüssettâr, hükümet sarayında icra edilen ahz-ı asker
merasiminde ve başka münasebetlerle yapılan resmî törenlere davet edilir ve şehrin ulemâ ve
eşrâfı arasında ön sırada yer alırdı.h.1351/m.1932 tarihinde vefat eden Seyyid Abdüssettâr,
hayatı boyunca yedi kadınla evlenmiş, arkasından altı erkek çocuk bırakmıştır.
Çok az kimseye iltifat eden Kerkük’lü şair Şeyh Rıza Parlak, bir manzume ile Abdüssettâr
Efendi’yi medh etmiştir. Matlaı:
Hâcet-i mü’minleri ber-câ eden serdâr olur
Câm-ı vahdetden hemîşe mest olur humâr olur
olan bu şiirde Rıza Parlak, Abdüssettâr Efendi’ye duyduğu muhabbet ve sevgiyi samimî bir
şekilde ifade etmiştir.
Seyyid Abdüssettâr’ın kendi şiirlerine gelince bunlardan az sayıda gördüğümüz eserleri edebî
sanat manzumeleri olmaktan çok, ilmî bir üslûpla yazılmış dinî muhtevalı eserlerdir. Şairin dört
büyük fermanı, iki icâzetnâmesi ve bazı dağınık şiirleri vardır. Söz konusu eserler mürettep
birer eser hâline getirilememiştir. Şairin bir diğer eseri manzum mi’raciyye olup, eser aşağıda
ayrıntılı bir şekilde incelenecektir.
Mi’râciyye Divanı
Eser, İstanbul’da İbrahim Efendi Matbaası’nda h.1326/m.1908yılında basılmıştır. 7 sayfadan
ibaret olan eser,4 bend, 45 beyit hâlindetercî’-i bend nazım şekliyle meydana getirilmiştir.
Müellif, eserinin mukaddime bölümünde mensur bir duaya yer vermiştir. Mi’râciyye’nin
matla’ve nakarat beyitleri aruzun fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün vezniyle yazılmış,
akabindemefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün kalıbıyla kaleme alınmış tercî’-i bend gelir. Fakat
müellif, eserin içinde klâsik tercî’-i bendlerden farklı olarak 2. bendin 4. beytinden itibaren
olmak üzere; 3. bendin 3. beytine kadar konunun akışını ve âhengini bozmadan, monotonluğu
kırmak maksadı ile manzume içinde vezni değiştirmiş, farklı bir usûl meydana getirmiştir.
4/Mefâîlün kalıbıyla devam eden eser, söz konusu kısımda 3/Fâilâtün 1/Fâilün vezniyle devam
eder. Divan şairlerinin kaside nazım şekli içersinde konunun akışına uygun bir gazel (tegazzül)
meydana getirmelerini, Abdüssettâr Efendi de tercî-i bendinde yapmıştır. Bu durumu
Abdüssettâr Efendi’nin, dönemin edebî akımlarının tesirinde kalması şeklinde açıklayabiliriz.
Şöyle ki:
Servet-i Fünûn etkisinde şiirler kaleme alan Enis Behiç Koryürek (ö. 1949), bazı duraklarda
değişiklik yapıp on birli hece veznini 7+4 olarak böldükleri oldu. Bir manzumede farklı aruz
kalıplarını kullanma usûlünü bilhassa Enis Behiç hece kalıplarına uygulamaya çalıştı. Halit
Fahri (ö. 1971), hece ile serbest müstezatlar yazmayı denedi. Ayrıca nazım biriminde dörtlük
esasına bağlı kalmayıp yeni biçimler aradılar (Uçman, 1992: 544).
Söz konusu bölümden sonra vezin tekrar mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün kalıbına
dönmekte ve eserin sonuna kadar aynı vezin devam etmektedir. Yukarıda bahsi edilen kısım
şöyledir:
485
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Ey cemāliñ pertevįdir kāşif-i bedrü’d-dücā
Vey ruħıñ āŝārı virmiş Ǿāleme zįb ü żiyā
Śubĥ-ı rūyıñdan żiyā-sāz oldı hep rūy-ı zemįn
Buldı nūrıñdan seniñ ehl-i semā źevķ u śafā
Ķubbe-i eflākde raħşān olur mihr ü ķamer
Buldı itmām sebǾa-i seyyāre nūrıñdan żiyā
Kehkeşān žann eyleme bir ħayt-ı ebyāż riştedir
Çarħı taǾžįmiñ için aŧlas döşetmişdür Ħudā
MenbaǾ-ı fażl u kerem hem pįşvā-yı enbiyā
Ĥażret-i Muħŧār-ı Aĥmed faħr-i Ǿālem-i Muśŧafā
Mücrimim baĥr-i günāha ŧalmışım ser-tā-ķadem
Çāre-i derdim budır ancaķ sen eylersün devā
Ben kimim ki eyleyem medĥ-i Ǿulüvv-i şānıñı
Kimde ķudret var Ǿaceb kim eyleye vaśfın edā
Rūz u şeb źikr-i lisānımdır śalāt ile selām
Ol mübārek ruĥıña ey Ĥażret-i faħrü’l-enām
3
ǾĀcizem dermāndeyem oldum günāhı muǾterif
Dest-gįrem ol şefįǾim ŧamudan olsam rehā
Baş açıķ yalın ayaķ herkes fiġān u āh ider
Ol zamān sen abdıña eyle Ǿināyet yā Ħudā
a) Şekil Özellikleri
Eser, tercî’-i bend nazım şekliyle kaleme alınmış olup 45 beyti hâvîdir. Aruzun fâilâtün fâilâtün
fâilâtün fâilün ve mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün kalıplarının mükerrer kullanıldığı
eserde, mi’râciyyenin nazmedildiği tarihe dair herhangi bir malumat bulunmamaktadır.
Yazar eserinin dîbâce bölümüne, başta Hz. Peygamber olmak üzere ashâbına ve yakın
dostalarına salât u selâm ederekbaşlar:
486
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Elĥamdüli’llāhi Rabbü’l-Ǿālemįn ve’ś-śalātü ve’s-selāmü Ǿalā resūlünā ve nebiyyinā
Muĥammedin ve ālihi ve śaĥbihi ecmaǾįn.
Devrin padişahı, Sultan II. Abdülhamid Han (ö. 1918)’ın adalet timsali, şan ve şöhret sahibi bir
padişah olduğunu; makamında ebedî ikamet etmesini ifade eden şair, ona hayır dualarda
bulunur:
Cenāb-ı ħalķu’s-semāvātü ve’l-arđįn nebiyyi ekremi ve ĥabįbi muĥteremi ĥürmetine pādişāh-ı
dil-āgāh ve şehriyār-ı māǾdelet-penāh žıll-i žalįl-i rabbü’l-Ǿālemįn ve ħalįfe-i rūy-ı zemįn elĠāzi Sulŧān ǾAbdü’l-ĥamįd Ĥān-ı ŝānį efendimiz ĥażretlerini kemāl ü fevz ü nuśret ü şānı vü
şevketle serįr-i şevket-maśįr-i humāyūnlarında ebed-nişįn buyursun. Āmin.
Yazar, ismini de yine bu bölümde zikrederek, kendisinin saltanatın ve halifenin bir hâdimi
olduğunu ifade eder:
Ķudemā-yı dāǾiyān-ı salŧanat-ı seniyyeden daǾį-i kem-bıđāǾa Kerkükį ħādimü’l-fuķarā elĤacc Seyyid ǾAbdü’s-settār. Ġufire lehu.
Müellif, eserinin sebeb-i te’lifini Hz. Peygamber’in mübarek sıfatlarını tavsif ve medh etmek,
mi’râc hadisesini vesilesi sayarak, O’nu kâinâtın övüncü olması şeklinde ifade eder. Yazar,
eserini Hz. Peygamber’e bağlılığının ve O’na olan itâatinin bir nişanı olarak kabul eder. Söz
konusu mi’râciyyeyi kaleme alması hasebiyle, Hz. Peygamber’in şefâat ve merhametini ümid
eder:
Hicāz-ı meğfiret-ŧırāzdan ol āsitān-ı bülend-eyvān-ı Ĥażret-i Faħrü’l-Mürselįn’e rū-māl olarak
ve eŝer-i Ǿaşķ-ı muĥabbet ve nişāne-i Ǿubūdiyyet olaraķ sāniĥ-i ķalb-i Ǿācizānem ve lāyıĥ-ı
ħāŧır-ı kemterānem olan medāyiĥ-i celįl ve evśāf-ı cemįl-i Ĥażret-i Seyyidü’l-kevneyn ve
miǾrāc-ı bāǾiŝü’l-ibtihāc-ı Cenāb-ı Faħrü’l-mürselįn efendimizi müteżammın olan işbu
manžūm miǾrāciyyeyi keşįde-i silk-i süŧūr etmiş olduğumdan duǾā-yı ħayra vesįle ve istirĥām
ve istişfāǾ-ı merĥamet-i Ĥażret-i Peyġamberį’ye vāsıŧa-i eŝįle olur ümįdiyle manżūme-i
meźkūreyi ŧabǾ u neşre cesāret-yāb oldum.
Mi’râciyesini okuyup, mütâlaa edecek ilim ehli kimselerden ise kusurlarından dolayı afv
edilmesini, kendisinin de hayır dua ile anılmasını taleb eder:
Meǿmūldür ki müŧālaǾa idecek erbāb-ı irfān müşāhede idecekleri noķśān ve nisyānı dāmen-i
Ǿafv ile mestūr ve bu dāǾį-i kemįneyi duǾā-yı ħayr ile dil-şād ve mesrūr buyuralar.
Genel hatları itibariyle mi’râciye üç ana bölümden oluşmaktadır: Birinci bölüm;Hz.
Peygamber’e ve ashâbına salât u selâm, devrin padişahına övgü, eserini ele alış nedeni ve
kendisine dua talep ettiği mensur giriş dua kısmıdır. İkinci bölüm; eserin 1., 2. ve 3. bendlerini
teşkil eder. Müellif bu bendlerde, kâinatı yaratan Allah’ın yüce merhametini ve sonsuz
kudretini, Hz. Peygamber’in, O’nun şeksiz şüphesiz kulu ve elçisi olduğunu, yaratılan her
varlığın insanda uyandırdığı muhteşem izlenimi vs. dile getirir. Üçüncü ve son bölümde (4.
bend) ise, mi’râc hadisesinin zuhûr etmesi işlenir.
487
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Mi’râciye’nin 12, 23 ve 35. beyitleri nakarat beyitleri olup, fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün
vezniye yazılmıştır:
Rūz u şeb źikr-i lisānımdır śalāt ile selām
Ol mübārek rūĥıña ey Ħażret-i faħrü’l-enām
Eserin kafiye örgüsü incelendiğinde, şairin daha çok Arapça-Farsça kelimelerle kafiye yaptığı
görülmektedir:
Cenāb-ı Ķādir ķudret-nümā-yı Ħallāķ-ı bį-hemtā
Ne śanǾat eylemiş inşā ne ĥikmet eylemiş peydā
Medār-ı çarħ gör bir demde ŧurmaz inķılāb eyler
Bu şems ile ķamer taĥrįķ ider her laĥžada ber-cā
Eserin bazı beyitleri kendi içinde kafiye şekli ve düzenlenişleri aynıdır:
Kimiñ var ķudreti bu ĥikmet ve bu śunǾ-ı zįbāya
Ne ĥaddi var ide vaśfın bütün Ǿalā vü hem ednā
Ey cemāliñ pertevįdir kāşif-i bedrü’d-dücā
Vey ruħıñ āŝārı virmiş Ǿāleme zįb ü żiyā
Yazar, ayrıca bazı beyitlerin kafiye şekillerini, Türkçe kelimelerden meydana
getirmiştir.
Buña lāhūt dirler baķ bütün sükkān çarħ olmuş
ǾUmūmen emre münķāden iderler bendelik icrā
Baş açıķ yalın ayaķ herkes fiġān u āh ider
Ol zamān sen abdıña eyle Ǿināyet yā Ħudā
Bütün üftādeler cānın alup ķurbāne gelmişler
Şeref-yāb ķabūl it Ǿāşıķ-ı dil-teşneyi cānā
Şair, eserinin bir yerinde kusur olarak değerlendirilebilecek tasarrufda bulunmuş, mesnevî
nazım şekli doğrultusunda hareket ederek, kafiye şeklini o yönde meydana getirmiştir:
488
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Ķasįde virse bir şāǾir Ǿināyetler ŧaleb eyler
Beni mesrūr ķıl Ǿaynı şefāǾatle kerem-kâr
Müellif,eserinin bir yerinde nazım şekli gereği Türkçe bir kelime ile kafiye yapmıştır:
Olur mu ideler inkār taǾaśśubla cehāletle
Teǿemmül yoķ mıdır andan özge yoķdı bir kimsā
Aynı şekilde “çehre” kelimesinin yapısında bir değiliklik yaparak nazım şekline uygun hareket
edebilmek için kelimeyi “çehrâ” şeklinde teleffuz etmiştir:
Bunı iķrār itmeyüp münkir olan kimse
Olur lā-büdd ĥużūr-ı Ĥażret-i Ĥaķda siyāh çehrā
Vezin ve kafiyeden sonra şiirdeki ritmi sağlayan unsur ses tekarlarıdır. Seslerin belli aralıklarla
yinelenmesiyle şiir, musikîye yaklaşır ve ahenk yönünden farklı ve çekici bir atmosfere
bürünür. (Macit, 2005: 51) Abdüssettâr Efendi, eserinin pek çok yerinde asonans ve
aliterasyonlara müracaat ederek şiirine ritmik bir âhenk kazandırmıştır. Asonans ve
aliterasyonların yoğun olduğu beyitlerden bazıları şunlardır:
NeǾizzetdür bu Ǿizzetler ne ikrām u kerāmetdür
İdüp mensūħ-ı eslāf ĥükmünü ol āyet-i kübrā
Ne ķābil idebilsün vaśfını taĥrįr kim ħādim
Medārı olsa da baĥr u ķalem hep çūbe-i śaĥrā
Ħülāsa naķş-ı ķudretle ķamer ü şems ü kevkebler
Semāyı ser-te-ser tezyįn idüp ol śāniǾ-i yektā
İden Ǿāşıķları şeydā ķılan maǾşūķları rüsvā
O źāt-ı lā-mekāndır ki yoķ iken kāǿinātı eylemiş binā
Yazar, eserininiki beytini Farsça ağırlıklı sözcüklerden meydana getirmiştir:
Berā-yı ħāŧır-ı cānān heme mevcūd-hā u sāĥat
Binā şod Ǿālemi hergiz eğer ne-būd şeh-i Baŧĥā
489
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Ki levlāk-est levlāk-est śādıķ şod be-ĥaķķ-ı O
Yazupdur bu kelāmı bundan aķdem ħāme-i Mevlā
b) Muhteva Özellikleri
Eser klâsik tercî’-i bend geleneğinden farklı olarak, mensur bir dibace ile başlamaktadır.
Besmele, hamdele, salvele ve sebeb-i telif kısımlarını kapsayan dibacede, yazar dönemin sultanı
II. Abdülhamit Han’ın saltanatına ve makamına hayır duada bulunur. İsmini zikrederek, kaleme
almış olduğu mi’râciyesinden ötürü Hz. Peygamber’in şefâat ve merhametini talep eder.
Giriş bölümünde yazar, kâinat karşısında şaşkındır ve kâinatı hayranlıkla izlemektedir.
Yaratılmış bütün mevcudatın sadece bir sanatkârın elinden çıktığını ve O’nun yaratmada bir
sınırının olmadığını dile getirir:
Cenāb-ı Ķādir ķudret-nümā-yı Ħallāķ-ı bį-hemtā
Ne śanǾat eylemiş inşā ne ĥikmet eylemiş peydā
Yaratmış aŧlas-ı çarħı güzel ol śāniǾ-i bį-çün
Çıķarmış kār-gāh-ı ĥikmetden böyle bir dįbā
Kimiñ var ķudreti bu ĥikmet ve bu śunǾ-ı zįbāya
Ne ĥaddi var ide vaśfın bütün Ǿalā vü hem ednā
Ne ķudretle ķarār-yāb eylemiş bu bį-sütūn çarħı
Bu pazara viren revnaķ bu āŝārı ider inşā
Bu dizeler bize Ziya Paşa’nın meşhur tercî’-i bendini hatırlatır mahiyettedir:
Bu kâr-gâh-ı sun’ acep dershânedir
Her nakş bir kitâb-ı ledünden nişânedir
Gerdûn bir âsiyâb-ı felâket-medârdır
Gûyâ içinde âdem-i âvâre dânedir
Ziya Paşa da Abdüssettâr Efendi gibi, çeşitli eserlerin vücûda getirildiği kâinatı hayret edilecek
bir dershane olarak görür ve kâinattaki her nakşın, yani varlığın, eserin bir ledün kitabından
nişane olduğunu hatırlatır (Yıldız, 2010: 526-572).
490
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Yazar, nakarat bölümlerinde Hz. Peygamber’in mübarek rûhuna gece gündüz salât u selâmda
bulunur:
Rūz u şeb źikr-i lisānımdır śalāt ile selām
Ol mübārek rūĥıña ey Ħażret-i faħrü’l-enām
Müellif, Hz. Peygamber’in, Allah’ın elçisi ve habîbi olduğunu, Yâsîn ve Tâhâ sûrelerinin,
O’nun peygamberliğine bir delil ve bazı ayetlerin de nübüvvetine işaret olarak indiğini şöyle
ifade eder:
Muĥammed Muśŧafā ĥaķķā ĥabįb-i Ĥażret-i Ĥaķdır
Ki gelmiş şānına bürhān Yāsįn-i sūre-i Ŧāhā
Ne Ǿizzetdür bu Ǿizzetler ne ikrām u kerāmetdür
İdüp mensūħ-ı eslāf ĥükmünü ol āyet-i kübrā
Hz. Peygamber, Ümmühânî’nin evinden çıkar, Cebrâil ile birlikte bir gecede Mescid-i
Haram’dan, Mescid-i Aksâ’ya gider. Mucizevî bir yolla, arşın en tepesine çıkan Hz.
Peygamber, gökyüzünü şereflendirir. Kur’ân’da İsrâ sûresinde anlatılan bu hadiseyi
Abdüssettâr Efendi, kendi iç dünyasının süzgecinden geçirerekşöyle ifade eder:
Çıķup bir laĥžada gitdi semāyı cümle seyr itdi
Ķalem böyle raķam itdi ki sübĥāne’lleźį esrā
Serā-yı Ümmühānį’den çıķup miǾrāc-ı eflāke
Ķadem-fersā-yı muǾciz-i ŧayy rāh-ı menzil-i cevzā
ǾAzįmet ü Ǿavdeti maĥśūr ķaldı ŧarfetü’l-Ǿayne
Olup teşrįf-sāzı bir nefesde Mescid-i Aķśā
Sema ehli sakinlerinin gönlü susamış, bu kutlu yolcuyu beklemektedirler. Hz. Peygamber’in
sidretü’l-müntehâya ulaşması, semâ ehlini sevince gark eder. O’nun gökyüzüne teşrif etmesi
nedeniyle, melekler onu ziyarete gelirler. Hz. Peygamber’in, Allah tarafından gönderilen en son
peygamber olması ve bütün insanlığa gönderilmesine atıf yapılır:
Ziyāret itdiler śaff-ı melāǿik maķdemin bir bir
Şeref-yāb oldılar hep sākinān-ı ŧārem-i aǾlā
491
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
Didiler şānımız şimdi teǾālā itdi rif’atile
İrişdiñ müntehā-yı maķśada Peyġamber-i bālā
Bütün üftādeler cānın alup ķurbāne gelmişler
Şeref-yāb ķabūl it Ǿāşıķ-ı dil-teşneyi cānā
Hz. Peygamber’in mucizevî bir şekilde semaya yükselmesini, yazar tasvir etmeye devam
etmektedir. Ölü gönüllere mecâzen hayat veren Hz. Peygamber, bakışlarıyla da sema ehline bir
feyz ve lutf kaynağı ihsan eder. Onun bakışlarına mazhar olan kimse, saâdet ve huzur bulur:
Ne mā zāġa’l-baśar136dır gözleriñ iĥyā ider mevti
Ki emriñ baĥŝ-i semǾinde olur rūĥ mürde-i dil-hā
Nigāh-ı cilvesi insāna baħş u feyż u Ǿizzetdür
Kime gözler ucından baķsa bulmuş devlet-i Ǿužmā
Osmanlı toplumunda ve klâsik edebiyatımızda divan şairlerinin, padişaha kaside sunarak
onlardan makam-mansıb beklemesi, himayesi altına girme isteği veya padişahın sempatisini
kazanıp ondan yardım ve ihsan beklemesi meşhur bir gelenektir. Abdüssettâr Efendi de
mi’râciyesini sunarak, kendisine yardım ve mahşer gününde şefâat edilmesini talep eder.
Dünyada günahının çok olduğunu, isyan denizinde hata ve günahlara gark olduğunu dile getirir.
Dolayısıyla, rûz-ı mahşerde Allah’tan afv ve mağfiret ister:
Ķasįde virse bir şāǾir Ǿināyetler ŧaleb eyler
Beni mesrūr ķıl Ǿaynı şefāǾatle kerem-kâr
Olup dermānde-i Ǿāciz-i ġarįķ baĥr-i Ǿiśyāndır
Bu Ǿabd-ı Ǿāciziñ Ǿafv eyle gel cürmün Ħudāvendā
Sonuç
Abdüssettâr Efendi’nin tercî’-i bend nazım şekliyle, 4 bend hâlinde tertip ettiği eser, aruzun
fâilâtün ve mefâîlün tef’ileleriyle kaleme alınmıştır. Söz konusu yukarıda ele almış olduğumuz
mi’râciyyesi, klâsik mi’râciyyeler ile mukayeseye tâbi tutulduğunda beyit sayısı ve nazım şekli
Kur’ân-ı Kerîm, Necm Sûresi 53/17, “Mâ zâgal basaru ve mâ tegâ”, Göz (gördüğünden) şaşmadı ve (onu)
aşmadı.
136
492
BİLDİRİ KİTABI - UTEK 2014
itibariyle, diğer mi’râciyyelere nazaran farklı bir mi’râciyye olduğu görülmektedir. Ayrıca
tercî’-i bendin içinde konunun akışına uygun ve monotonluğu kırmak maksatlı vezin
değişikliğiyapması eserdedikkat çeken bir başka yöndür.
Eserin genel olarak muhtevasına baktığımızda, giriş bölümü ve ona müteâkiben yazılan 3 bend
daha çok tevhid ve münacaat üzerine durmaktadır. Eserin temelini teşkil eden mi’râc hadisesi
ise 4. bendde ifade edilmiştir. Dilin ve üslûbun sade olduğu eserde müellif, okuyucuya nasihat
vermek maksatlı yer yer didaktikî mahiyette mısralar da nazm etmiştir.Şairin; inkâr, münkir,
bürhân vs. kelimelerle meydana getirdiği anlam, mi’râc hadisesinin Hakk katında vukû
bulduğunu ve onu ispatlamaya yönelik kelimeler olduğu görülmektedir. Devrinde âlim ve fâzıl
bir din adamı olan Abdüssettâr Efendi’nin sürekli halkla ve ziyaretine gelen dostlarıyla
musabehesi göz önüne alınırsa mi’râciyyesinin devrinde itibar gördüğü kanısına varabiliriz.
Kaynakça
AKAR, Metin, (1987) Türk Edebiyatında Manzum Mi’râcnâmeler, Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara.
CANIM, Rıdvan, (2012) Divan Eebiyatında Türler, Grafiker Yayınları, Ankara.
ÇELEBİOĞLU, Âmil, (1998), Türk Edebiyatında Manzum Dinî Eserler”, Eski Türk
Edebiyatı Araştırmaları, MEB Yayınları, İstanbul.
EKİNCİ, Rama

Benzer belgeler