Kendilerine ait odaları düşleyen kadınlar

Transkript

Kendilerine ait odaları düşleyen kadınlar
sayı: 13 / Mart-Mayıs 2012
Kendilerine ait odaları
düşleyen kadınlar...
+1 Bu da Benim Artım
Bilinmeyen yönleri ile SU Çalışanları: Sabri Sayarı
�nce Belli Bardakta Şekersiz Lütfen...
SU ve Edebiyat / Kapılar
Karanlıkla ışığın buluştuğu yerde…
Rembrandt ve Çağdaşları
‹stanbul’dan daha eski bir semt: Samatya
Çocukluk
muze.sabanciuniv.edu
KARANLIKLA IŞIĞIN BULUŞTUĞU YERDE...
CAGDASLARI
22 ŞUBAT - 10 HAZiRAN 2012
Hizmet Sponsorları:
rembrandtvecagdaslari.com
facebook.com/SakipSabanciMuzesi
01
SUDERG‹
Sayı 13
Mart – Mayıs 2012
Ücretsizdir
Sahibi
Sabancı Üniversitesi
Yayın Sorumlu Müdürü
Elif Gülez
Yayın Koordinatörü
Melek Sarı
Yazı Kurulu
Gülayşe Koçak
Defne Üçer
Nesrin Balkan
Yıldırım Cihangiroğlu
Hakan Erdem
Melahat Fındık
Gonca Turan
Pınar Bozkurt
03 / Merhumeyi Nasıl
Bilirdiniz?
6 / Karanlıkla ışığın
buluştuğu yerde…
Rembrandt ve Çağdaşları
08 / Bilinmeyen yönleri
ile SU Çalışanları:
Sabri Sayarı
15 / G�YÇEK
Gamze Otman
16 / Can Yıldızlı
18 / Sezen Aksu’yu
şaşırttan mezunlarımız:
Sinan Tuncay (VACD'10) ve
Sevil Kaynak (VACD'11)...
20 / SU ve Edebiyat
Kapılar: Ahmet Evin
24 / Kendilerine ait
odaları düşleyen
KADINLAR...
30 / SGM
36 / ‹nce Belli
Bardakta Şekersiz
Lütfen...
46 / Çocukluk…
48 / Öykü Yarışması
Bu sayıya katkıda bulunanlar
SSM, Gülayşe Koçak, Pınar Bozkurt, Sabri Sayarı,
Kerem Koç, Gözde Otman, Can Yıldızlı,
Sezen Gülşen Kama, Sevil Kaynak, Sinan Tuncay,
Yıldırım Cihangiroğlu, Ahmet Evin, Gizem Muratoğlu,
Mariam Öcal, Ecevit Aslan, Mehmet Karakoyun,
Erdal Türk, Özcan Koyun, Havva Gürkan, Manolya Ün.
Grafik Tasarım ve Uygulama
GrafikaSU
Baskı
Tor Ofset San. ve Tic. Ltd. Şti.
Akçaburgaz Mahallesi 116. Sokak
No 2 Esenyurt/‹stanbul
www.torofset.com
Yayın Türü
Üniversite topluluğuna yönelik olarak yayınlanan yarı
popüler bir kültür dergisi
Reklam Sorumlusu
Melek Sarı Tel: 0216 483 91 06
[email protected]
Telif Hakları
Her hakkı saklıdır.
Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve
illüstrasyonları elektronik ortamlarda dahil olmak üzere
her şekilde çoğaltma ve başka yerlerde kullanma hakkıı
münhasıran Sabancı Üniversitesi’ne aittir. Sabancı Üniversitesi, gerekli gördüğü hallerde içeriğin bir kısmının
veya tamamının çoğaltılması için yazılı izin verebilir.
Yönetim Yeri
‹letişim ve Halkla ‹lişkiler Birimi
Sabancı Üniversitesi
Orta Mahalle, Orhanlı, Tuzla
34956 ‹stanbul
Tel: 0216 483 91 06
Faks: 0216 483 90 45
e-posta: [email protected]
editör
Elif Gülez
[email protected]
Üniversitemizin toplum için fayda üreten pek çok faaliyeti var. Üniversitenin kendisinin
bir toplumsal sorumluluk işi olmasının dışında, Sakıp Sabancı Müzesi, Toplumsal
Duyarlılık Projeleri, ‹stanbul Politikalar Merkezi, SUNUM, Uluslararası Enerji ve ‹klim
Merkezi, Rekabet Forumu, destekçileri arasında olduğumuz Eğitim Reformu Girişimi ve
benzer platformlar, merkezler sayesinde üniversitemizde üretilen bilgi toplumsal faydaya
dönüşüyor. Öğretim üyelerimizin ve öğrencilerimizin yaptıkları araştırmalar bilimsel
gelişime katkıda bulunuyor .
Farkında mısınız? Son zamanlarda,üniversitemizde toplumla etkileşimi güçlendirmek için
üniversitelerin geleneksel kabul edilen faaliyetlerinin dışında sayabileceğimiz türden,
yenilikçi projeler de geliştirildi. Bunlardan ikisi, Rektörümüz Nihat Berker ve Rektör
Yardımcımız Sondan Durukanoğlu Feyiz’in önayak olduğu projelerdi. ‹ki dönem halinde
düzenlenen, ikinci dönemi devam etmekte olan Karaköy Bilim ve Kültür Akademisi,
nanofizikten biyolojiye, toplum ve politikadan girişimciliğe, müziğe kadar çok çeşitli
konulardaki herkese açık olan dersleriyle, bilimsel konularda kendini geliştirmek isteyen
kişilere bence önemli bir fırsat sundu. Akademiden elde edilen gelir, öğrenci ihtiyaçları
burs fonuna aktarıldı.
Benzer bir proje lise öğrencileri için düzenlenen yaz okuluydu. Üniversite öğrencilerine
de açık olan Lise Yaz Okulu, fen bilimlerinden yönetim bilimlerine; sanattan sosyal
bilimlere; dil eğitiminden meslekler ve üniversiteler hakkında bilgilendirici seminerlere
uzanan zengin içeriğiyle lise öğrencilerinin üniversite hayatını yakından tanımalarına
olanak verecek. Lise Yaz Okulu önümüzdeki Temmuz ayında gerçekleşecek.
Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu da, geçtiğimiz Ekim ayında, yine
üniversite içinden ya da dışından, herkese açık, sekiz haftalık “Kadın ve Edebiyat
Buluşmaları” düzenledi. Bu dizinin katılımcıları arasında edebiyat öğretmenleri,
akademisyenler, bilgisayar mühendisleri, senaryo yazarları, mezunlarımız,
öğrencilerimiz, çalışanlarımız vardı. Baştan sona hevesle izlediğim bu programda
öğrendiklerimi, izlenimlerimi dergimizin bu sayısındaki yazıma aktarmaya çalıştım.
Forumun bu çerçevedeki bir sonraki etkinliği, 18 Şubat’ta başlayan ve Mart ortasına
kadar sürecek olan “Yaratıcı Yazma ve Cinsiyet Halleri” çalıştayları olacak. Elde edilen
gelir forumun diğer çalışmalarında kullanılacak.
Üniversitede üretilen bilginin yayılmasına, insanlar için yeni öğrenme fırsatları
doğmasına yol açan bu tür projelere SUdergi’nin gelecek sayılarında da yer vermek
istiyoruz.
Derginin yeni sayısında ilgiyle okuyacağınıza inandığımız 14 konu var. Bu arada dergimizi
tüm mobil cihazlardan “iSabancı Media” ile takip edebileceğinizi hatırlatmak isteriz.
02
03
Merhumeyi Nasıl Bilirdiniz?
Gülayşe Koçak / Yazma Becerileri Merkezi
Bu yazı, otuz üç yaşında ölen bir kadının arkasından bir ahlayıp vahlama yazısı değil. Hele de Nilden’le
çok eğlendiğimiz ‘Türkçe-deyimleri-doğrudan-‹ngilizceye-tercüme-etme’ oyununu hatırlayınca, o
tür yazılar aklıma “kör ölür, badem gözlü olur” tarzı münasebetsizlikleri, bu da gayet uygunsuz bir
biçimde gülesimi getirir, çünkü zihnimde o anda “blind dies, becomes almond-eyed” tarzı saçma sapan
düşünceler oluşur, Nilden karşımdaymış gibi. Ayrıca da, Nilden’in o tür bir yazıya ihtiyacı var mı, pek de
emin değilim.
Nilden’i ilk gördüğümde, “bulutların üzerinde gezinen”,
naif, saf, pek de dikkat çekmeyecek biri olduğu izlenimini
edinmiştim. ‹nsanları sanki ancak bir mesafeye kadar
yaklaştırıyor gibiydi. Münzevi bir kişilikti. Hiç, dostu var
mıydı?
Elbette dostu vardı. Bir kere, pek çok mesai arkadaşıyla
dosttu – kendi seçtikleriyle. Daha da yakından tanımaya
başladığımda, onun tüm canlılara, özellikle de hayvanlara
olan derin merhametinin ve sınırsız sevgisinin yanı
sıra, insanlar konusunda hiç çaktırmadan ne kadar da
keskin bir gözlemci olduğunu şaşırarak fark ettim. Ha,
bir de ‘ama-kral-çıplak’ dobralığını: Doğru bildiklerini
doğrudan, laga-luga yapmadan, diplomasi tanımadan
söylüyordu. ‹çi-dışı birdi.
SSBF 2. kat koridorlarında her karşılaştığımızda, küçük
çocuk taklidi yapan bir hâl ve ses tonuyla hafif gülerek,
hafif cilveli, “helllooooo...” diye yanaşır, yanaşır, tam
önümde zınk diye dururdu. Yüzü gülse de, o masum
bakışların ardında hep, bir hüzün vardı.
‹nsanların içlerinin derinini görmesini sağlayan
bilgeliğinin kaynağı, bu çocuksuluğuydu: Hakikatleri en
katıksız, en dolambaçsız ve saf halleriyle görebiliyordu.
Bir anlamda, canı gibi sevdiği hayvanlara benzediği
söylenebilir: ‹nsanlar dünyasına özgü kültürel
değer yargıları, onun kocaman açık gönül gözünü
perdeleyememişti. Herşey onun için çok berrak ve
şeffaftı.
Ahlayıp, vahlamak yok!
Feriköy’deki Protestan kilisesinde yapılan cenaze
töreninde minik kilise, dolup taştı. Ne cenazeydi ama!
‹htiyar rahip, paslı bisikletinin pedallerini ağır ağır
çevirerek sökün etmişti sonunda. Zihni epeyce gidikti.
Kiliseye girmeden önce, Nilden’in vaftiz olup olmadığını
öğrenmek istedi ısrarla; Nilden’in babası ise aynı ısrarla,
Nilden’in hayvanları, bitkileri, ağaçları, gezegenimizi ne
kadar sevdiğini anlatarak karşılık veriyordu. Hiç değilse
Nilden’in babasının vaftiz olmuş olduğu öğrenilince
pazarlık sona erdi; papaz rahatladı ve cüppesini ancak
o zaman giydi. Tören sırasında da Nilden’in adını ısrarla
her defasında yanlış söyledi: Nilay, Nilgün, Nilcan...
Zavallı adam, karşısındaki kalabalığın Pazar ayininden
farklı olduğunu bile kavrayamamıştı – “now let us
sing” dedi ve bir koro şefi edasıyla, elleriyle hepimize
başlamamız için işaret ederek, titrek-detone-ihtiyar
sesiyle “haleluya” diye ilahi söylemeye başladı, ama
kimse ilahileri bilmiyordu. Adamcağız da başlamış
bulunduğu için artık susamazdı; bilmem kaç kıtalık
ilahiyi tek başına baştan sona söylemek durumunda
kaldı – Allah için, bu görevi de büyük bir kararlılıkla
tamamına erdirdi.
“Nilden...” diye başladı, durdu. Tekrar “Nilden...”
dedi, durdu. Usulen Nilden hakkında üç-beş
kelime söylemesi gerekiyordu, ama ne diyeceğini
bilemedi; Nilden’i tanımıyordu ki. Derken birden yüzü
aydınlandı: Babasının, Nilden’in hayvan sevgisiyle ilgili
söylediklerini hatırladı. “Nilden loved animals!” diye
bağırdı, canlanarak. Durdu gene. Bu defa da, bu lafını
nereye bağlayacağını kestirememişti. “Nilden loved
animals!” dedi tekrar. Gene suskunluk... Sonunda,
“Nilden loved animals, so she loved human beings!”
diye zaferle haykırarak çıktı işin içinden. Onun
açısından tören başarıyla tamamına ermişti.
‹nşallah, inşallah “öbür dünya” diye bir şey vardır!
Varsa, Nilden eminim çok eğlenmiştir.
Tabut toprağa indirilir ve güllerle uğurlanırken, yağmur
hafiften çiselemeye başlamış, toprak ve ıslak çim
kokusu yayılmıştı. O anda Nilden, hepimizin içinde,
zihnindeydi; suskunduk. Mezarlığın üzerine derin bir
hüzün çökmüştü.
Ertesi gün içim burkularak Nilden’in facebook’taki
sayfasına girdiğimde, Nilden’in hastalık haberinden beri
duyduğum en büyük şaşkınlığı yaşadım: Evet, Nilden’i
çok seven can dostları olduğunu artık biliyordum, ama
bu kadarını hiç beklememiştim: facebook âleminde,
dünyanın dört bir yanından Nilden’in 460 arkadaşı
vardı!
Ağır ağır, eskiden yeniye doğru, Nilden için yazılanları
okumaya başladım... Ve bugün hâlâ, 24 Ocak 2012
itibariyle, yani ölümünün üzerinden 3 küsur
ay geçmişken, okumaya devam etmekteyim,
çünkü Nilden’in facebook’taki sayfası,
capcanlı bir yer: ‹stisnasız HER gün birileri
hâlâ Nilden’in facebook’taki duvarına bir
şeyler yazmakta, fotoğraflar, videolar,
müzikler yüklemekte... Nilden için.
Nilden’in duvarına yüklenenler, başsağlığı
niteliğinde formalite mesajlar değil. Bu
insanların pek çoğu, Nilden için “my
best friend” tanımını yapıyor. ‹şin
bir boyutu: Nilden’in ölümünden bu yana, kendini hâlâ
toparlayamamış yüzlerce insan, haftalardır ağlıyor...
“Hiç, dostu var mıydı?”ymış! Hayatta galiba en çok,
“bulutların üzerinde gezer”, “ortalıkta görünmeyi
sevmez, kendini geri planda tutar” diye tanımladıklarımın
gücünden korkmalıymışım. Yanıltıcı yüzeylerin altında
nelerin, ne tür dinamiklerin fokurdadığını kestirmek
demek ki bazen ne kadar zor!
Nilden’le Ocak 2008’de servis aracında çekilen bazı
fotoğraflarımızı yükledim facebook’a geçenlerde.
Nilden’in (tabii ki hiç tanımadığım) iki arkadaşı (biri
Amerika’da, diğeri Finlandiya’da) beni arkadaş olarak
eklediler. Amerikalı olan, bana “O bir evliyaydı. ‹çi ve
dışı güzel bir insandı. ‹yi ki o fotoğrafları yüklediniz;
fotoğrafları o kadar az ki. Gelecek yaz ‹stanbul’a
gelip onu ziyaret etmek niyetindeydim; 2013 yazında
da Nilden beni ve kocamı ziyaret edecekti. Perişan
vaziyetteyim. Onun sesini hiçbir zaman duyamayacağım
için (nasıl bir sesi vardı? Tiz mi? Pes mi?) ve saçlarını
hiçbir zaman kesemeyeceğim için (ben bir kuaförüm)
acı içindeyim. Vaktiniz oldukça, onunla ilgili anılarınızı
benimle paylaşır mısınız?” diye tercüme edebileceğim
bir mesaj yazdı.
Stephen adlı bir adam, istisnasız her gün, Nilden’in
duvarına Nilden için bir müzik yüklüyor.
Dünyanın dört bir yanından birbirini hiç tanımayan
yüzlerce insan, Nilden’in facebook’taki sayfasını canlı
tutuyor, bu sayfa üzerinden birbiriyle dost oluyor. Burada
Nilden, bir azize mertebesinde. (“Saint” kelimesi sık sık
telaffuz ediliyor). ‹nsanlar haftalarca her gün burada
Nilden’i ziyaret ederek bir mum eşliğinde ağıtlar yaktılar.
Ama Nilden’in sayfası, artık ağıt yakılan bir yer olmaktan
çıktı. Nilden’in duvarı, hayvan ve doğasevenler için
adeta bir buluşma platformuna dönüşmüş durumda.
‹tiraf edeyim, Nilden’in hoşlanacağı bir fotoğraf veya
video elime geçtiğinde, ben de Nilden’in duvarına
yüklüyorum. Hoşuma gidiyor. Nilden’in gitmediğini
hissettiriyor. Derin merhametiyle, hayvan sevgisiyle,
adaletsizliğe olan tahammülsüzlüğüyle meğer ne kadar
çok insana dokunmuş Nilden! Doğa hakları konusunda
meğer facebook âleminde ne ünlü bir militanmış!
Duvarına yazanlar, Nilden’in çocuksu masumiyet
dilinde, “Nildence” konuşuyorlar.
Örneğin, sevimli hayvanları
“tootsie” diye seviyorlar. Burası,
Nilden’in dünyası hâlâ.
Burada entelektüel tartışmalar
dönmüyor – ama hangi azize,
entelektüeldir ki? Azizler ve
azizeler merhametleriyle, sevgi
dolu oluşlarıyla, saflıklarıyla
sevilir. Onlara inanılır.
05
Nilden’in Facebook duvarı, hayvan ve doğasevenler için adeta
bir buluşma platformuna dönüşmüş durumda.
Gerçek azizeler kendi değerlerini bilmezler bile. Nilden de
bilmiyordu – veya ben bilmediğini sanıyorum. Ama tabii,
ben ne biliyorum ki? Onu ne kadar tanıyorum ki? Onun
hakkında herhangi bir iddiada nasıl bulunabilirim ki?
Sonuçta, ben onun sadece iş arkadaşıydım – yani
gündelik, sıradan, ikincil (belki üçüncül veya dördüncül
veya sonuncul; nereden bilebiliriz?) derecedeki hayatının
– etten-kemikten, yerine göre hoyratlıklarla, kabalıklarla,
acımasızlıklarla dolu gündelik hayatın– bir parçasıydım.
Nilden’in hâlâ yasını tutan, muhtemelen birincil ve gerçek
dünyasındaki dostları ise Nilden’in her fotoğrafında
onun güzelliğini en saf haliyle görebiliyorlar. Nitekim
kediler, köpekler, bir insana sevgiyle bağlanırken “aman
ne güzel kadın, ne hokka burnu var” veya “aman ne
yakışıklı adam, boya-posa bak” diye düşünmezler ki.
Onlar o insandaki “öz”ü görürler.
Şurası bir gerçek ki, facebook’ta kendine yarattığı sığınakta
onu giderek azizelik mertebesine yükselten “gerçek”
hayatındaki dostları, “merhumeyi nasıl bilirdiniz?”
sorusuna, kampüste ona ara ara yemekhanede,
koridorlarda rastlayıp sadece selamlaşmış fakat onunla
yolları gerçek anlamda kesişmemiş kişilerden çok
ama çok farklı cevaplar vereceklerdir. Bu cevaplardan
bazılarını aynen kopyalayıp yapıştırıyorum; başka söze
gerek yok:
--“In my eyes, and many others, you were one of the
most caring people on Facebook.”
--“Your compassion had no boundaries. Love you and
miss you dearly, Nildy♥”
--“ Hello Everyone Hello Nilden. I’m just posting up
music on this page to remind us how beautiful Nilden is.
I hope im not overloading with music. I just want Nilden
and you all to enjoy it ♥♥♥♥♥. Light and Love to you all.
-- Dear Nilden, We may not know where you have gone,
but your energy knows no boundaries. Miss you xoxo
Cara
-- nilden you will indeed be missed - your kindness and
love for the earths inhabitants spoke volumes. watch
over us all my dear x
Stephen Max
-- Nilden. You are and always will be a legend. For every
animal bird wild life and sea life that i see, i will always
think of your kindness. And you are a beautiful soul. Your
spirit will always be around us each and every day. RIP
Dear friend. ♥♥♥♥♥♥♥♥♥ Hugs.
Sanna Vesterinen
-- My life is so empty without you. I miss you so much!
You were one of my best fb friends and I’ll miss your
daily cute photos and writings. I saw you in my dream. It
felt so real. You were so calm and happy and you smiled
to me. I hope that you don’t have pain anymore. Rest in
peace my angel. I wish that you are with all dolphins,
wales and all cute animals now. They need you.. And
we’ll need you too. Your memory lives always in my heart
and mind. Thanks Nilden. You were so good friend.. And
I can’t stop crying.. This hurts so much. I can’t believe
it’s true. This is so wrong.. Take care. I love you my dear
friend ♥
Kathleen Troyer
I know exactly how you feel. :[ How lucky we are to have
crossed Nilden’s path and to be counted among her
friends. She was just one person in the world, but she
meant the world to us. This hurts so bad--- I never met a more beautiful soul in all my life. Love
you Nilden!!
-- I miss you, so do countless others who were fortunate
to meet you. Love always. You’re never far away from
our thoughts. -- She loved us all. She loved the earth, our home. She loved
animals, our fellow earthlings. She had a wonderful heart
that loved too much and simply could not keep up. She
loved us all...she gave us her heart, we’ll carry it with us.
xo
Karanlıkla ışığın buluştuğu yerde…
Rembrandt ve Çağdaşları
Gerrit Adriaensz Berckheyde (Haarlem 1638 – Haarlem 1698)
Herengracht’ta Altın Dönemeç, Amsterdam, 1671-72
Pano üzerine yağlıboya, 42,5 x 57,9 cm
Rijksmuseum, env. SK-A-5003
Türkiye ve Hollanda arasındaki diplomatik ilişkilerin 400. yılında,
“Hollanda Sanatının Altın Çağı” Türkiye’de sergileniyor.
10. yılını kutlayan Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı
Müzesi (SSM), Hollanda ve Türkiye arasındaki diplomatik
ilişkilerin 400. yılının kutlanacağı 2012’de, dönemin en
kapsamlı sergisini sanatseverlerle buluşturuyor. 22
Şubat’ta açılan sergide, Rijksmuseum ile dünyanın önde
gelen özel koleksiyonlarına ait olan eserler, Türkiye’de
ilk kez izleyicilerle buluşuyor. Sergide, Rembrandt’ın yanı
sıra; Hollanda resminin en önemli isimlerinin bulunduğu
59 sanatçıya ait 73 tablo, 19 desen ve 18 obje olmak üzere
toplam 110 eser yer alıyor. Türk ve Hollanda hükümetlerinin
diplomatik sponsorluğunu üstlendiği sergi, Türkiye’de
faaliyet gösteren önemli Hollandalı şirketlerin desteğiyle
gerçekleşiyor. Ana sponsorluğunu Sabancı Holding ve
ING Bank’ın yaptığı serginin bir diğer sponsoru da Philips.
Unilever ve Shell’in katkılarıyla gerçekleşen serginin
hizmet sponsorluğunu ise Grand Hyatt ve Park Hyatt
‹stanbul-Maçka Palas Otelleri ile KLM Hollanda Kraliyet
Havayolları üstleniyor.
Sergide ayrıca; yüzyıllar boyunca karanlık bir figür olarak
kalan, eserleri uzun süre başka sanatçılara atfedilen,
yalnızca 35 eseri bilinmesine rağmen, dönemin en büyük
isimleri arasında gösterilen Vermeer’in “Aşk Mektubu”
adlı eseri de yer alıyor. Frans Hals, Jan Steen ve Jacob
van Ruisdael gibi pek çok büyük ismin eserlerinin
ağırlandığı sergi; dünya resim tarihinin en heyecan verici
dönemlerinden biri olan Hollanda Sanatının Altın Çağı’nı,
tüm ihtişamıyla gözler önüne seriyor. 10 Haziran’a dek
sürecek sergide, Hollanda Sanatının Altın Çağı’na dair
06
şehir hayatı, portreler, natürmortlar, denizaşırı güç ve
ticaret gibi ana temaların hepsi yansıtılacak.
Türkiye’de düzenlenen ilk kapsamlı Hollanda sanatı
konulu sergide, dönemin atmosferi ve sanata yansıması
geniş bir çerçeve ile ele alınıyor. 17. yüzyılda denizaşırı
ticaretin getirdiği refah ile bilim ve sanat dallarında
Avrupa’nın en gelişmiş ülkelerinden biri haline gelen
Hollanda toplumuna, kent ve kırsal kesimdeki yaşama
usta ressamların gözünden bakarak ışık tutan sergide,
Avrupa tarihinin en dinamik dönüşümlerinden biri
resimlerle vücut buluyor.
Eserler, bu kapsamda, dönemin ekonomik ve toplumsal
devinimleri ile ilgili pek çok öykü de anlatıyor. Örneğin
sergilenen eserlerden “Delftware” olarak adlandırılan ve
Delft şehrinde üretilen seramiklerin ilk dönemde özgün
bir üslup sergilerken, daha sonra Çin porselenlerini
taklit eden bir tarza bürünmesinin ardındaki hikaye,
sanatın dönemle ilgili söyleyebileceklerinin somut
örneği olarak sergide izlenebilecek. Diplomatik ilişkilerin
sanata yansımasının bir diğer örneği de, sergideki lale
desenlerinde görülebilecek.
Sergi kapsamında; pek çok belgesel ve film gösterimi,
eğitim faaliyeti organize ediliyor. Çocuklara yönelik atölye
çalışmalarının yanı sıra, yetişkin ziyaretçiler için çeşitli
konferans ve seminer programları da düzenlenecek.
Nisan ayında gerçekleşecek etkinliklerden “Rembrandt
or Not” başlıklı bilimser seminer, tarihi eserlerin otantikliği
konusu üzerine dünyaca ünlü konservasyon uzmanları ve
sanat tarihçilerini ağırlayacak.
07
25
Rembrandt Harmensz van Rijn
(Leiden 1606 – Amsterdam 1669)
Portre, Haesje Jacobsdr van Cleyburg (1583-1641),
Rotterdamlı Bira Üreticisi Dirck Jansz Pesser’in Ei, 1634
Oval pano üzerine yağlıboya, 68,6 x 53,4 cm
Rijksmuseum, env. SK-A-4833
Michiel Jansz van Mierevelt (Delft 1566 – Delft 1641)
Portre, Henrick Hooft (1617-1678), 1640
Pano üzerine ya¤lıboya, 69,7 x 60 cm
Rijksmuseum, env. SK-A-1250
Rembrandt Harmensz van Rijn
(Leiden 1606 – Amsterdam 1669)
Portre, Dr. Ephraïm Bueno (1599-1665), 1646 civarı
Pano üzerine yağlıboya, 19 x 15 cm
Rijksmuseum, env. SK-A-3982
Kuzey Hollanda
Bir Çift Dü¤ün Eldiveni, 1622
Oğlak derisi, ipek, saten, altın sırma, tatlı su incileri,
uzunluk yak. 24 cm
Rijksmuseum, env. BK-1978-48-A/B
Delft
Baharat Kutusu, 1660-80
Seramik, yük. 19,5 cm
Rijksmuseum, env. BK-NM-9529
Kuzey Hollanda
Kırk Dört Toplu Hollanda Sava Gemisi, 1648
Ihlamur ağacı ve diğer malzemeler, uzunluk 106 cm
Rijksmuseum, env. NG-NM-9358
Abraham van den Tempel
(Leeuwarden 1621/22 – Amsterdam 1672)
Portre, David Leeuw (1631/32-1703), Amsterdamlı
Tüccar ve Ailesi, 1671
Tuval üzerine yağlıboya, 190 x 200 cm
Rijksmuseum, env. SK-A-1972
Jan de Bray
(Haarlem 1626/28 – Amsterdam 1697)
Aziz Luka Loncası Yöneticileri, Haarlem, 1675
Tuval üzerine yağlıboya, 130 x 184 cm
Rijksmuseum, env. SK-A-58
Gerard Houckgeest
(Den Haag 1600 – Bergen op Zoom 1661)
Delft’te Oude Kerk Kilisesinin ‹çi, 1654
Pano üzerine yağlıboya, 49 x 41 cm
Rijksmuseum, env. SK-A-1584
Bilinmeyen Yönleriyle
SU Çalışanları
Pınar Bozkurt / Üretim Sistemleri Mühendisliği 2. Sınıf Öğrencisi
Sabri Sayarı, Robert Koleji’ni bitirdikten sonra eğitimine Amerika’da Colombia
Üniversitesi’nde ekonomi okuyarak devam
etmiş ve aynı üniversitede siyaset bilimi
doktorası yaptıktan sonra Türkiye’ye dönerek Boğaziçi Üniversitesi’nde epeyce uzun
bir süre öğretim görevlisi olarak çalışmıştır.
Bu sürecin ardından Amerika’ya dönen ve
bir takım düşünce kuruluşlarında çalıştıktan sonra, 1994-2005 yılları arasına Georgetown Üniversitesi’nde Türkiye Araştırmaları
Enstitüsü’nün başına geçen Sayarı, burada
aynı zamanda dersler de vermiştir. 2005 senesinde Türkiye’ye dönmesiyle beraber Saban-
08
cı Üniversitesi’nde siyaset bilimi profesörü
olarak görev yapmaya başlamıştır. Kendisi
2011 Aralık ayında düzenlenmiş Emeritus
Töreni’yle beraber “Emeritus Öğretim Üyesi”
ünvanını almış olup, Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde hala öğrencileriyle ve meslektaşlarıyla beraberliğini sürdürmektedir.
Bahsettiğimiz yoğun akademik geçmişin bu
üretken insanın hayatının büyük bir kısmını
kapsadığı düşünüldüğünde, bir çoğumuzun
şikayet ettiği yoğun yılların Sayarı’nın da hayatının bir parçası olduğu çok açık. Fakat onu
farklı kılan, bu yoğun tempoda kendine kaçacak bir köşe yaratmış olan sanatsever yapısı.
�nsanlar vakitleriyle ilgili sıkıntılarından yola çıkarak hobi sahibi olamadıklarından bahsediyorlar. Bu
problemin üstesinden gelmiş biri olarak söyleyebilir
misiniz acaba bu işin sırrı nedir? Ayrıca hobinizle kaç
yıldır içli dışlısınız?
Bu hobiyle uzun yıllardır içli dışlıyım. Benim önceleri
pop müziğe-gençliğimde, lise yıllarımda, o zamanların
pop müziğine-merakım vardı. Hatta kendi grubum vardı.
Sonra giderek caz müziğine merak saldım ve hakikaten
caz müziğini çok severim. Dinlemesini, izlemesini… Bir
yandan da kendi kendimi geliştirmeye çalıştım. Hem
müzik dinleyicisi olarak hem de davul çalma konusunda… Sonra Sabancı Üniversitesi’ne geldiğim zaman
buradaki öğretim üyesi birkaç arkadaşla beraber bir
grup kurduk. Rektör devir teslim töreni yapılıyordu Tosun Bey’den Nihat Bey’e geçtiği zaman. O törende de
çok kalabalık bir dinleyici kitlesi huzurunda çaldık. Bizim için de sürpriz oldu; biz orada akademik cübbelerimizle bekliyorduk falan. Sonra sahneye çıkınca onları
09
çıkardık ve çalmaya başladık. Hele ben bu kadar yaşlı
bir davulcu olarak büyük sürpriz oldum dinleyiciler için.
Güler Hanım da oradaydı, o da şaşırmış Sabri Bey’in
orada ne işi var diye. Çok zevkli bir şey benim için. Bir
kere şu bakımdan zevkli; burada bütün gün dersler, öğrenciler, makaleler vs derken, akşamüstü gidip –garajın
oradaki Hangar’da- iki saat gürültü, patırtı yapmak çok
rahatlatıcı geliyor insana. Ben çok seviyorum ancak
tabii ki iddialı bir davulcu falan değilim, tamamen hobi
olarak yapıyorum. Bir ara buradan ders almaya çalıştım
ancak vaktim yetmedi ve bırakmak zorunda kaldım.
O halde sizin sırrınız bu keyifli hobinizi hayatınıza entegre etmiş olmanız. �ş çıkışlarınızda veyahut haftada
bir gün bile olsa buna vakit ayırıyorsunuz. Bir tür kaçış
noktası gibi. Peki profesyonel anlamda müzik üzerine
bir kariyer hayaliniz oldu mu?
‹dealimdi… Hoca olmak yerine caz davulcusu olsaydım dediğim oldu… Eğer Amerika’daki yıllarımda derslerden vakit bulup oradaki caz otoritelerinden dersler
alabilseydim çok farklı olurdu. Derslere gömüldüm çok.
Ama aklımda kalmıştı. Ya davul, ya saksafon... Yani hayranım. Ferit Odman var belki tanıyorsunuz, Kerem Görsev Trio’da çalıyor. Onu dinlerken tüylerim diken diken
oluyor. Kitlenip kalıyorum. Türkiye’nin en iyilerinden biri
olduğunu düşünüyorum. Akademik hayatımdan memnunum tabii ki fakat öbür tarafın eksik kaldığını düşünüyorum. Orada da daha ciddi bir şeyler yapabilmek
isterdim.
Peki bunun fiziksel ve ruhsal anlamda rahatlatıcı olmasının haricinde, dinamizm verdiğini hissettiğiniz
oluyor mu? Daha çok yoruluyor musunuz yoksa dinçlik
mi hissediyorsunuz?
Gayet iyi hissediyorum. Bir kere insanı kitaplardan çıkarıp bambaşka bir yere götürüyor. Orada yapılan iş,
çıkan ses, söylenen şarkı… Heyecanlandıran, neşelendiren bir şey…
Müzik tarzının da böyle hissetmenize etkisi büyük anladığım kadarıyla. Yalnızca enstrümanınız değil sizde
bu hissiyatları yaratan…
Tabii ki öyle. Ben cazı nereden kaptığımı söyleyeyim size. O zamanlar Amerika’nın Sesi Radyosu vardı.
Amerika’dan cızırtılı bir şekilde o gürültü patırtı içerisinde dinlemeye çalışırdık.
Aslında eserlere erişim konusunda artık hiçbir sıkıntı
kalmadı ancak dinlerken anlamak belli bir eğitim gerektiriyor. Bu kendi kendinizi eğitmek de olabilir tabii
ki… Müziği bir kitap gibi görmeliyiz belki de. Öyküsü
olan bir şey…
Aynen öyle. Müziği tanımaktan çok daha fazlasıdır anlamak. Tabii ki. Klasik müzik hele başlı başına medeniyetlerin gelişiminin bir parçası... Benim daha çok sevdiğim
caz müzik ise Amerika’daki siyahların kendi yarattıkları
bir müzik. Kültürel çağrışımlardan çıkan bir şey… Sonradan beyazlar da işe katılmışlar Amerika’da. Özellikle
Amerika’nın güneyinde…
Biraz politik, sosyolojik yanları da var sanırım…
Evet. Bazı türleri öyledir. Blues denilen tamamen aşk
edebiyatı üzerine gider. Ama Miles Davis’ler falan çığlık atıyor gibi sesler çıkarırlar. Dolu doludur. Ama tabii
ki günümüzde artık beyazlar da bu işin içinde, herkes
cazla meşgul. Zaman içerisinde değişik caz türlerine
geçtim ben. Dixieland zamanında severdim, son zamanlarda daha çok kadın vokalistler hoşuma gidiyor. Mesela Stacey Kent diye biri var. Gelecekmiş, konseri varmış yine Türkiye’de, duyunca çok sevindim. Stacey’nin
geçen seneki konserinde 2 saatimi hayranlıkla geçirdim
‹KSV’deki salonda. O tür cazı çok seviyorum. Daha yırtıcı olan sesleri geçmişte daha fazla severdim. ‹nsanın
zevki değişiyor. Bu sene yazın yapılmış olan caz festivali çok iyiydi. Orada ben iki-üç tane konsere gittim.
Herbie Hancock kendi grubuyla geldi, o çok iyiydi. Dee
Dee Bridgewater çok iyiydi. Bu caz festivali muazzam
bir şey. Amerika’da bile bu kadar iyi isimleri bir arada
bulamazsınız. Oldukça iyi isimler geliyor. Bunlar birinci
sınıf insanlar. Caz meraklılarına önerim, öncelikle yazın
gerçekleştirilen festivalin etkinliklerine mutlaka gitmeleri. Çok çok önemli insanlar gelip gidiyor ve de bayağı
seyirci var. Türkiye’de de artık bu işe meraklı olan insanların olduğu anlaşılıyor. Ama ben gerçek bir Stacey
Kent hayranıyım. Facebook’ta da kendisinin hayranı oldum. Arada mesajlar yolluyorum. Türkiye’de geçen yılki
konserinde hiç yapmayacağım bir şey yaptım ve yanına
gittim, bir arkadaşımdan fotoğrafımızı çekmesini rica
ettim. Ama pek güzel çıkmadı ne yazık ki. Great American Songbook şarkılarını gayet iyi söyleyen birisi. Great
American Songbook şarkıları, Cole Porter zamanından
kalan klasikler. Bu şarkıları değişik kişiler icra ediyorlar.
Sizin de bahsettiğiniz önemli müzisyenlerimizden biri
olan Kerem Görsev ile sahne alan Fatih Erkoç hakkında ne düşünüyorsunuz?
Fatih Erkoç’u çok beğeniyorum. Ben onu Bodrum’da
dinliyorum Marina Yacht Club’da. ‹ngilizce icrası da
mükemmel. Bodrum’da çalıştığı orkestra kendi orkestrası sanırım, orkestrası da mükemmel. Ilhan Erşahin de
çok başarılı mesela. Saksafon çalıyor ve oldukça yetenekli olduğunu düşünüyorum.
Çok gururlanıyorsunuzdur değil mi sizin bu kadar emek
verdiğiniz bir müzik türünde Türkiye’de bunca başarılı
müzisyenlerin olduğunu görünce…
Valla gururlanıyorum ancak bir yandan da kıskanıyorum. Ben niye böyle olamadım diye… Amerika da tabii
bu seviyelerde müzik yapan yüzlerce insan var ancak
Sabri Sayarı
11
Ben gerçek bir Stacey Kent hayranıyım.
Facebook’ta da kendisinin hayranı oldum.
Arada mesajlar yolluyorum.
Türkiye’de geçen yılki konserinde hiç
yapmayacağım bir şey yaptım
ve yanına gittim, bir arkadaşımdan
fotoğrafımızı çekmesini rica ettim.
Ama pek güzel çıkmadı ne yazık ki.
Great American Songbook şarkılarını
gayet iyi söyleyen birisi.
özellikle nefesli enstrümanlarda Türkiye’de bir bolluktan söz edemiyoruz. Yeni yeni çıkmaya başladı… Bizim
kültürümüzde ritme yatkınlık vardır. Davulcular çoktur.
Bizim müziğimizde ritim duygusu çok gereklidir çünkü.
Biz de piyanist çıkıyor, davulcu çok çıkıyor, ancak nefesli sazlarla ilgilenen ya da ilgilenmeye başladıktan
sonra bu konuda istikrarlı davranan çok az.
• Avangarde Caz – Miles Davis jenerasyonu, biraz
Dünden bugüne Sabri Sayarı:
• Sırasıyla; Klasik piyano – Pop Davul – Caz Davul
• Lise yıllarında ne dinliyordu? The Platters, Elvis Presley, Bill Haley and the Commets
• Biraz daha sonraki dönemlerde neler dinliyordu:
ABBA, Sting, Pink Floyd, Queen, Bee-gees
• imdi: Kadın vokal ağırlıklı caz müzik; Stacey Kent
Sabri Bey’den caza dair ipuçları:
• Dixieland ve türevleri bir başlangıç noktası olabilir.
• Blues eserleri ikinci aşamada tercih edilebilir.
•
•
•
•
daha kulak tırmalar.
Grup olarak tercihim hep Dave Brubeck Quartet. –
Müthiş davulcu: Joe Morello
MJG (Modern Jazz Quartet) – Cazı klasik müzik gibi
icra ederler
Belgesel: History of Jazz – 1900’lerden başlar, günümüze kadar gelir.
Film Müziği: Paris’te Bir Gece- Woody Allen; New
York’ta bir gece kulübünde klarnet çalar haftada bir
gün hobi olarak. Bu kadar tanınmış bir rejisör olarak
böyle bir şeye vakit ayırması çok etkileyici.
Kendi sözcükleriyle Sabri Sayarı:
• Genç ruhlu
• Yeni şeyler denemeye meraklı
• Köpeksever
+1 Bu da Benim Artım
Kerem Koç / Mekatronik 2006 Mezunu
Artı Bir Sabancı Üniversitesi’nin imkânlarından bir öğrencinin daha faydalanması
için “Ben de varım!” diyenlerin kampanyasıdır. Kampanya gelirleri, Burs Fonu’na
aktarılarak, ihtiyaç sahibi bir öğrencinin daha Sabancı Üniversitesi’nde okuması
için kullanılacaktır. “Bu da benim Artım!” diyerek desteğinizi gösterin!
Sabancı Üniversitesi’nin size kattığı artıyı anlatacağınız
kısa bir video’yu ya da cümleyi paylaşabilir, bağış
yapabilir, artı bir ürünlerinden satın alabilirsiniz.
Kampanyaya katılmak için: http://www.artibir.org/
2011 ilkbaharı… Salih Bey (Arıman) ve Şule Hanım
(Yalçın) ile birlikte, Karaköy ‹letişim Merkezi’nde
toplantıdayız. SÜMED Yönetim Kurulu’ndan Tunç ve
Esen var. Konu SÜMED hakkında hedeflerimiz. Her
zaman destekleriyle yanımızda olan, bu iki değerli SU
yöneticisi, bizi kırmamışlar. ‹şlerimiz yoğun. SÜMED
gönüllüleri olarak kampüse sık gidemiyoruz diye,
akşamlarını bize ayırmışlar. Konu mezunlarımızın
SU Burs Fonu bağış konusundaki geri bildirimlerine
geliyor. Her zaman kafamda olan fikri çıtlatıveriyorum.
“SU Burs Fonu için mezun iletişimini biz yapalım.
SU öğrencisi için bağış yapılacaksa ve bu bağışı SU
mezunu yapacaksa, isteyen de SU mezunu olmalı!”
Salih Bey ve Şule Hanım fikri beğeniyor, peki ama
nasıl? Bu sonraki toplantının konusu…
Sonraki bir araya gelişimizde heyecan doluyum,
kafamda fikirler uçuşuyor. Bir yandan iş maliyetli
ama sorun değil diyoruz. SU mezunları ne
güne duruyor? Hepimiz bir yerinden tutarız.
Projeyi anlatıyorum, Salih Bey hemen
elini omzuma atıyor, “Kerem kardeim”
diyor, “Her zamanki gibi arkanızdayım!”
Bu motivasyonla hemen işe koyuluyorum.
Uzun zamandır görüşmediğim, iletişimci
SU mezunlarını arıyorum. “Tabii ki
varım!” demeyen yok. Sıla’nın (Nur
Işık’07) “Artı Bir” ismini bulmasıyla iş
daha da keyifli hal alıyor. Bir hafta sonu;
Kemal (Arslan’04), Melih (Özgüle’08),
Tamay (Kiper’09), Onur (Okudan’10),
Can (Fakıoğlu’06), Tunç (Acarkan’06)
ve ben kampüsteyiz. Videolar çekiliyor.
Sabahlara kadar Ataman’la (Girişken’10) kod yazıyoruz.
Sıla’dan tasarımlar geliyor. Sanem (Güler’07) ürünleri
tasarlıyor. Daha hiçbir şey ortada yokken, Ahmet
Fatih (Sarıçiçek’09), Akdes (Serin’06), Sıla, Behiye
(Bilgin’05) dünyanın dört yanından videolarını
yolluyorlar. Erbil (Aşkan’05) bardakları üretiyor.
‹şin en zora girdiği, umutsuz günlerde bir başka
SU yöneticisi Berna Hanım (Özkul) yetişiyor. SU
iletişim departmanı da tüm gücüyle bize destek
oluyor. Betül (Çamyar Karasinan’06) projeye
dahil oluyor. Her yerde SU mezunu… Mobil
ödemeye gidiyoruz, Ayhan (Şimşek) destek oluyor.
Defterler geliyor. Standımız hazır, web sitesi yayında.
‹ncifer (Gülle’06), bannerları hazırlıyor. Biricik SÜMED
Ofisi çalışanları Fatih (Mehmet Akdan) ve Merve
(Tokgön) ile SU Kaynak Geliştirme Yetkilisi Ayla Hanım
(Gürleyen) işin başından sonuna hep yanımızda.
Yeni yıl geliyor, kar yağmıyor ama dünyanın dört bir
yanına kartpostallar yağıyor.
Ve ite Artı Bir karınızda...
Herkesin eline sa¤lık!
Defterler kapı kapı! Herkes hayran...
Bir öğrencinin daha Sabancı Üniversitesi’nin bu güzel
dostluk ortamında, Türkiye’nin en kaliteli eğitimini
alması için küçük +1’lerin toplanmasıyla ortaya çıkan
büyük proje! Herkesin yüzü gülüyor.
Bu dayanıma ruhuna, siz de küçük +1’inizi eklemeyi
unutmayın.
13
+1’i Yaratanlar
KEREM KOÇ’06
Artı Bir senin için nedir?
Artı Bir benim için Sabancı Üniversitesi’nin
hayatıma kattığı her şey demek! Sabancı
Üniversitesi’nin hayatıma kattıkları sayısız…
Tanıdığım değerli arkadaşlarım, Türkiye’nin
önemli akademisyenleriyle diyalog içinde bir eğitim,
kendimi geliştirme imkânı… Artı Bir benim için
tüm bunlara bir vefadır. Küçük, kendi kabuğunda
kampüsümüzün içinde yaşanan dostlukları hatırlamak,
başkalarına da hatırlatmaktır.
Artı Bir ekibi nasıl doğdu?
SU Mezunları Derneği’nde, SU mezunları olarak bizleri
birleştiren değerlere eğiliyoruz. Ortak değerlerimizi,
bizler için anlam ifade eden kavramları yaşatmanın,
bağlarımızı kuvvetlendirmenin yollarını arıyoruz.
Sonuç olarak Türkiye’nin en prestijli üniversitesinin
mezunlarıyız. Bizlerden sonra gelenlerle de
kendi dönemlerimiz arasında köprüler kurmak ve
bağları güçlendirmek istiyoruz. Bu noktada, SU
yönetimi ile yaptığımız görüşmeler sonucunda,
mezunlar olarak biz emeğimizi koyduk, onlar da
desteklediler. Böylece Artı Bir ortaya çıktı. Daha
uzun yıllar sürecek bir değeri markalaştırmış olduk.
Artı Bir için neler yaptın?
Artı Bir projesi için ekip olarak hepimiz özveriyle çalıştık.
Ben projenin koordinasyonuyla uğraştığım için her taşın
altından çıktım diyebilirim. Sahada ayak basmadığımız
yer kalmadı.
SU’da senin artın neydi?
Ben araştırmayı, öğrenmeyi, parçaları bir araya
getirmeyi, bu anlamda hep meraklı bir çocuk olarak
kalmayı seviyorum. Artı Bir’in duvarına da yazmıştım.
SU’da benim Artı’m, istediğim her şeyi araştırıp
öğrenebileceğimi öğrenmemdi. Ve tabi dostlarım…
SILA NUR IŞIK’07
Artı Bir senin için nedir?
Artı Bir benim için bir destek hareketinin
parçası olmak, kısaca “ben de varım”
demektir.
Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun? /
Artı Bir için neler yaptın?
SUMED, mezunlarına ulaşıp onları burs için bağış
yapmaya davet etmek üzere bir kampanya yaratmak
istiyordu. Bunun için de bu kampanyanın yaratım
aşamasında benden fikir yardımı istediler. Ben de
eskiden üniversitenin internet forumlarında kendi
aramızda kullandığımız “+1” kavramını bir kampanya
haline getirmenin, mezun öğrencilere ulaşmak için
samimi bir yol olacağı düşündüm. Bu tanıdık kavramdan
yola çıkarak projenin ismini önerdim ve ajansımla
beraber çalışarak +1 logosunu ve web sitesinin
tasarımını yarattım.
SU’da senin artın neydi? Sabancı Üniversitesi’nin bana kattığı artıları günden
güne karşılaştığım olaylarda ve girdiğim ortamlarda
kendi içimde keşfetmeye devam ediyorum. Bununla
birlikte, en öne çıkan artılarımın, dünya görüşü olan
bir birey olarak yetişmem ve her ortamda bu şekilde
kendimi gösterebilmem olduğunu düşünüyorum.
Sabancı Üniversitesi’nin bana kattığı bu sağlam kişilik
değerlerinin bir yansıması olarak da bu değerli projede
katkım olduğu için çok mutluyum.
SANEM GÜLER’07
Artı Bir senin için nedir?
Artı Bir benim için, başarılı öğrencilerin
Sabancı Üniversitesi’nde, benim gibi burslu
okumasına destek olabilmem için önemli
bir fırsattır. Artı Bir sayesinde, dünyaya bakış açısını
geliştirebilecek, hayatı boyunca özleyecek bir ortamda
eğitim görebilme imkanına bir kişi daha sahip olacak. Artı Bir için neler yaptın?
Artı Bir’e katkı için, mug ve t-shirt tasarımları, bunun
yanısıra Artı Bir’e destek videoları için tasarım yaptım.
Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun?
Ekibe, Sabancı Üniversitesi sayesinde tanıştığım
arkadaşım Kerem Koç vesilesiyle dahil oldum. Bana
projeyi anlattığında heyecanlandım, zihnimde pek çok
fikir belirdi. Oturduk tartıştık ve gelişmesine katkıda
bulundum. SU’da senin artın neydi?
Sabancı Üniversitesi’nde benim artım, merak ettiğim
konuları araştırıp, pek çok farklı kaynaktan bilgi
edindikten sonra kendi yorumumu oluşturmayı
öğrenmemdi.
CAN FAK�OĞLU’06
Artı Bir senin için nedir?
Kendimi SU mezunu olduğum ve böyle bir
ayrıcalıkla hayata atıldığım için hep şanslı
saydım. Artı Bir bu şansı paylaşmak, bir
gencin daha muhtemelen hayatının en güzel
yıllarını, olabilecek en iyi kampüste geçirmesine olanak
sağlamak demek benim için.
Artı Bir için neler yaptın?
Artı Bir ekibi ile başarıyla devam eden “Bu da benim
artım” videolarının tanıtımı için ilk viral videoları çektik
ve yayına hazırladık. Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun?
Ekibe Kerem Koç vasıtası ile dahil oldum. Üniversite ve
mezunlar arası iletişimi güçlendirmek adına güncel ve
sıcak bir kampanya fikri ile yola çıkılmıştı, ben de kendi
uzmanlık alanımda yardımcı olmaya çalıştım. SU’da senin artın neydi?
En büyük artım arkadaşlarım sanırım. Bu kadar farklı
alanlarda eğitim görmüş ama birbirini bu kadar etkileyip
zenginleştirmiş bir insan grubuna dahil olmak çok keyifli. BETÜL KARAS�NAN’06
Artı Bir senin için nedir?
Artı Bir benim için; gün boyu üzerimde
taşıdığım kurum kimliğinin altına giydiğim
Sabancı Üniversitesi tişörtüdür.
Artı Bir için neler yaptın?
Artı Bir’in pazarlama iletişim araçlarının üretilmesine
destek verdim.
Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun?
Aslında Artı Bir’e tesadüfen dahil oldum. Sabancı
Üniversitesi’nde Pazarlama Sorumlusu ve Artı Bir’in
fikir babası Kerem Koç’la dönem arkadaşı olduğum için
Artı Bir’in beni kolay bulduğunu söyleyebilirim.
SU’da senin artın neydi?
Benim artım, kendini hem farklı hissetmek, hem de
farklılıklara hoşgörü ile yaklaşabilmektir.
GÖZDE OTMAN’07
Artı Bir senin için nedir?
SÜMED sayesinde haberdar olduğum,
Sabancı Üniversitesi’nin imkânlarından
daha fazla öğrencinin destek almasına
katkı sağlayacak, hızla başlayan ve gelecek
vadeden bir kampanya.
Artı Bir için neler yaptın?
http://www.artibir.org/ adresinden satın alınabilen +1
ürünlerinden, Artı Bir Wallpaper’ı tasarladım.
Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun?
Kerem’in teklifiyle, “Ufak da olsa, çorbada benim de
tuzum olsun” diye düşünerek, seve seve projeye dahil
oldum.
SU’da senin artın neydi?
Üniversite sınavının tercih yapan öğrencilere dayattığı
meslek seçiminden bağımsız, istediğim dersleri
seçerek, mühendis olacağımı zannederek girdiğim
üniversitemden görsel iletişim tasarımcısı olarak mezun
oldum. Programımı keyifle bitirdim ve severek çalıştığım
kendi işimi kurdum. ‹şte bu da benim artım!
ATAMAN G�R�ŞKEN’10
Artı Bir senin için nedir?
Artı Bir benim için küçük yardımlarla ileride
birçok Sabancı Üniversitesi öğrencisine
büyük imkânlar sağlayacağına inandığım
ve parçası olmaktan mutluluk duyduğum bir
projedir. Artı Bir için neler yaptın?
Artı Bir internet sitesinin yazılım aşamasında yer aldım.
Artı Bir ekibine nasıl dahil oldun?
Daha önce farklı projelerde birlikte çalıştığım Sabancı
Üniversitesi’nden arkadaşım Kerem’in, beni arayıp Artı
Bir projesinden bahsetmesinden kısa bir sure sonra,
Artı Bir ekibine dahil oldum.
SU’da senin artın neydi?
Yurtdışında master yaparken, Sabancı Üniversitesi’nde
aldığım eğitimin uluslararası bir düzeyde olduğunun bir
kez daha farkına vardım, bu da benim Artı’m!
15
Mezunumuz Gözde Otman (VACD’07)
nostaljik konseptli fotoğraf stüdyosu
“GİYÇEK”i anlatıyor…
G‹YÇEK nedir?
G‹YÇEK, nostalji konseptli ve kostümlü bir fotoğraf
stüdyosu. “Nostaljik Foto¤raf Stüdyosu” olarak
anılmasına rağmen, bence bir fotoğraf stüdyosundan çok
daha fazlası. Amacım, nostalji konseptiyle eski fotoğraf
stüdyolarına gönderme yaparken, kostümler ile fotoğraf
çekimlerini çok daha ilginç ve keyifli bir hale getirmek.
Kıyafetler ve aksesuarlar, ziyaretçilerimizin hayal
gücünü harekete geçiren ve stüdyodan şen kahkahalar
yükselmesini tetikleyen birer araç gibi.
Stüdyo bünyesinde, ilk konsept olarak seçilen Osmanlı
teması altında, 50’nin üzerinde kostüm, başlık, aksesuar
ve mizansenleri tamamlayacak ud ve tef gibi enstrümanlar
bulunuyor. Bu kostümlerle Osmanlı ‹mparatorluğu’nun
heybetli padişahı, hanedanın yüksek rütbeli paşası,
saraylı bir hanımefendi, keyf-i sefa içindeki haremin
güzeller güzeli cariyesi, Göksu’da gezintiye çıkmış
feraceli bir hanımefendi, şık bir Üsküdar katibi, isyankar
ruhlu bir külhanbeyi ya da gözü pek bir yeniçeri kılığına
girmek mümkün.
Stüdyo kapısından giren on kişiden dokuzunun merakla sorduğu “Bu fikir aklınıza nereden geldi?”
sorusu her gün ne kadar şanslı bir insan olduğumu
hatırlatıyor bana. Üniversiteden mezun olduktan
sonra; tasarım, fotoğraf ve nostaljiye olan ilgimin
bana, yurtdışında birçok örneğini görüp beğendiğim
ve deneyerek inanılmaz keyif aldığım, eski fotoğraf
stüdyolarının ‹stanbul versiyonunu yaratma fikrini
ve enerjisini verdiğini söyleyebilirim. ‹ki yılın sonunda da, rüzgarı arkama alıp yüreğimin götürdüğü
yere emin adımlarla ilerleyerek ne kadar doğru bir
başlangıç yaptığımı, ailemin ve dostlarımın desteğiyle bugünlere keyifle geldiğimizi görüyorum.
Neden G‹YÇEK?
Stüdyonun amacı, ‹stanbul’u ziyaret eden turistler
için farklı bir anı fotoğrafı oluşturmak olduğu kadar,
‹stanbullulara da eğlenceli bir deneyim yaşatmak.
Tarihe karışmak üzere olan, stüdyoda kalabalık fotoğraf
çektirme geleneğini tekrar canlandırarak, ziyaretçilerine
hafıza kartları ya da cd’lerde unutulmaya yüz tutmuş
fotoğraflar yerine, uzun yıllar keyifle hatırlayacakları bir
deneyim ve saklayacakları bir fotoğraflar sunmak.
Osmanlı dönemi kostümleriyle zamanda yolculuğa
çıkaran stüdyo, yeni konsept ve kostüm taleplerinizi de
değerlendiriyor. Konsept önerileri ve taleplerinizi info@
giycek.com adresine gönderebilirsiniz. Ayrıca, sizleri
de Galata’da bulunan stüdyomuza bekliyoruz. Stüdyo,
pazartesi hariç hergün 10:00-19:00 arasında açık. Birden
çok kostüm giymek ya da fotoğraf almak isteyenlere
olduğu gibi, Sabancı Üniversitesi öğrencilerine ve
SÜMED üyelerine indirimler mevcut.
G‹YÇEK
Nostaljik Fotoğraf Stüdyosu,
Galata – 0212 251 8181
www.giycek.com
www.facebook.com/giycek
www.twitter.com/giycek
ABD Savunma Bakanlığı’nın
düzenlediği “Dijital Adli Tıp”
yarışmasında birincilik
elde eden mezunumuz:
Can Yıldızlı
(BSCS’2009)...
Sezen Gülşen Kama / Mezunlar Ofisi
Aralık ayının başlarıydı. 2009 Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği Lisans mezunumuz
Can Yıldızlı’nın, ABD Savunma Bakanlığı’nın düzenlediği bir yarışmada birinci olduğunu öğrendik. Hem de 1147 takım arasından tek başına yarışarak… Derken
Mezunlar Ofisi telefonları arka arkaya çalmaya başladı. Türkiye’nin ulusal basın
kuruluşları Can ile görüşebilmek için mezun olduğu üniversite yoluyla ona ulaşmaya çalışıyorlardı. Telefonları zevkle cevaplarken SU Dergi’nin yeni sayısı için
harika bir röportaj fırsatı daha yakaladığımı düşünmeden edemedim.
ABD Savunma Bakanlığı neden böyle bir yarışma
düzenlemek istemi olabilir?
Ülkeler bu yarışmaları genelde güvenlik ile yakından
ilgilenen insanları bulup, öne çıkarmak için düzenliyor. Bunun dışında da verdikleri problemlerin çözüm
yollarına bakarak insanların bu problemlere nasıl
yaklaştığını analiz ediyorlar. Verilen problemlerden
bazılarının günümüzde daha çözülememiş veya belirli
bir metodu olmayan problemler olması, bir başka nedeni de ortaya koyuyor.
Peki, senin yarışmadan nasıl haberin oldu?
‹nternette gezinirken gördüm. Yarışmaya herkes internet üzerinden kolayca katılabiliyor, en fazla dört
kişilik takımlar olarak da yarışılabiliyordu. Zaten katılımcıların çoğu takım halindeydi.
Yarışmaya kazanacağına inanarak mı yoksa biraz
eğlenmek ya da kendini denemek için mi katıldın?
Aslında yarışmada verilen problemler tamamen olmasa da çalışma alanıma çok yakındı. Başlarken
16
kazanma ihtimalimin yüksek olduğunu biliyordum fakat
bundan emin olmak istedim. ‹nanç da vardı tabi.
Türkiye’den başka katılımcı var mıydı?
Yarışmaya katılan her takımın yanında katıldığı ülkenin
bayrağı yer alıyordu. Türkiye bayrağını taşıyan benim
dışımda bir takım yoktu.
Bize biraz yarışmanın detaylarından bahseder misin?
Nedir “Dijital Adli Tıp”?
Dijital Adli Tıp hacker’ların bir sisteme girdikten sonra
bıraktığı izlerden yola çıkarak bilgi ve delil toplanması
üzerine kurulu bir alandır. Alan çok geniş olduğu için
şifreli konuşmaların ve şifrelenmiş verilerin bulunması
veya parçalanmış fiziksel bilgisayar parçalarından bilgi
çıkarılması gibi birçok konuyu da barındırıyor. Yarışmada bizlere farklı zorluk seviyelerinde 23 adet problem
verildi. Problemlerin zorluk seviyelerine göre de puanları bulunuyordu. Bu problemler şifre kırma, resmin
veya müziğin arkasına gizlenen verileri bulma ve Dijital Adli Tıp alanında çeşitli yazılım geliştirme konularını
içeriyordu.
Yarışmayı kazandın. Peki, karşılığında seni nasıl bir
ödül bekliyor?
Yarışmada benim dışımda ilk beşe giren dört kişilik takımların hepsi ABD vatandaşlarından oluşuyordu. Eğer
yarışmada ABD vatandaşı iseniz kazanacağınız ödüller
de çok daha fazla oluyor. Bana iki adet plaket verildi.
Bu senenin ilerleyen zamanlarında da Malezya’da bir
güvenlik üssüne seyahat ayarlanacak. Bunun dışında
sponsorlardan gelen değişik eğitim ödülleri de oldu.
Yarışmada “Lonewolf” ismini kullanmanın özel bir nedeni var mı?
Hayır, tamamen rastgele seçtim. Aslında‹ngilizce “Lonewolf” olarak koyduğum ismi medyanın "Yalnız Kurt"
diye çevirmesi hakikaten talihsizlik oldu diyebilirim. Kimin aklına gelir?..
‹nternet güvenliğini dünya genelinde değerlendirebilir
misin? Tedbirleri yeterli buluyor musun? Türkiye’deki
durumla karşılaştıracak olursan mesela…
‹nterneti o kadar kısa sürede hayatımıza sokup yeni
teknolojilerle entegre etmeye çalıştık ki çıkabilecek birçok problemi göremedik. Bu problemlerin en önemlisi
güvenlik diyebiliriz. ‹nternet güvensizdir. Konuşmalarınız, yazdıklarınız veya ziyaret ettiğiniz siteler, siz farkında olmadan birçok noktadan ve birçok potansiyel
saldırganın elinin altından geçiyor. Tüm bunlar yetmiyor
gibi bir de ’online banka’ ve ‘elektronik ticareti’ çıkardık. Değişik şifreleme yöntemleri kısmen işe yarasa da,
ortaya çıkan bu karmaşık teknolojinin güvenli olmasına
asla yetmedi. Dünyadaki durum ile Türkiye’deki durum
diye bir ayrım yapamayız. ‹nterneti ortak bir alan olarak
düşünürsek her ülkenin vatandaşı aynı şekilde tehlike
17
altında. Türkiye’deki kullanıcıların birçok tehlikeye karşı
bilinçli olduğunu söyleyebilirim. Bunun dışında Türkiye’deki bankaların da internet şubelerindeki güvenliğin,
Avrupa ortalamasının ve Amerika’nın çok üzerinde olduğunu belirtmeliyim.
Sabancı Üniversitesi’nde Bilgisayar Bilimi ve Mühendisliği okumaya nasıl karar verdin?
Sabancı Üniversitesi’ne başlamadan uzun zaman önce
programlama ile uğraşıyordum. Aslında programlama
ve zararlı yazılımlar üzerine çalışmaya 14-15 yaşlarında
başlamıştım. Daha önce genetik mühendisliği okumak
istiyordum. Nasılsa bilgisayar biliyorum bari başka bir
alandan diplomam olsun diye düşünmüştüm. Arkadaşlarım sağ olsun, beni bu isteğimden soğuttular. Sabancı
Üniversitesi ile Kadıköy Anadolu Lisesi’nin düzenlediği
bir gezi sayesinde tanışmıştım. Üniversite ilk gördüğüm günden beri hoşuma gitmişti. Bilgisayar mühendisliği okuyacaksam mutlaka Sabancı Üniversitesi’nde
okurum diye kendime hedef çizmiştim. Bunun başlıca
nedeni de okulu gezerken gördüğüm bilgisayar laboratuarının modern dizaynı idi. Okulumuzun şehirden uzak
olmasının getirdiği birçok dezavantajın yanı sıra aslında
akademik çalışma için daha güzel bir ortam hazırladığını
söyleyebilirim. Tabi bu durum sosyal hayatı biraz olumsuz etkiliyor olsa da... Okulda lisans ve yüksek lisans
sırasında beraber proje yaptığım tüm hocalarım her zaman çalışmalarıma destek oldular. Özellikle hocalarım
Albert Levi, Erkay Savaş ve Yücel Saygın üniversite boyunca ilgilendiğim konularda bana destek olup her zaman yol gösterdiler. Okulumuzun yurtdışındaki okullar
ile neredeyse aynı çalışma sisteminde olması da ayrıca
güzel. Şu anda Rensselaer Polytechnique Institute’te
doktora yapmaktayım ve kullandığımız tüm
sistemler (Mail, Webct, Bannerweb vs.) Sabancı’dakiler ile aynı. Bunun dışında ders
“Add/Drop” dönemleri gibi birçok şeye yabancılık çekmeden yurtdışındaki çoğu uygulamaya kolayca alışabildim. Okulumuzun
uyguladığı, programın seçilebilme lüksü de
gerçekten çok önemli. Bence Sabancı Üniversitesi yurtdışındaki eğitim sistemini aratmayan paha biçilmez bir üniversite. Bu ailenin de bir parçası olmaktan mutluyum.
Mezun olduktan sonra neler yaptın? Bundan
sonrası için planların neler?
Rensselaer Polytechnique Institute’ta eğitimime devam ediyorum. ‹lerisi için çok bir
planım yok. Yapmak istediğim projeleri hayata geçirip hayattan olabildiğince zevk almaya bakıyorum.
Sezen Aksu’yu şaşırttan
mezunlarımız: Sinan Tuncay (VACD'10)
ve Sevil Kaynak (VACD'11)...
Sezen Gülşen Kama / Mezunlar Ofisi
Sevil ve Sinan üniversitemizin yeni mezunlarından. Sevil mühendis olma niyetiyle geldiği SU’da
ilk senesini bitirir bitirmez çocukluk hayalinin peşine düşmeye karar vererek Görsel Sanatlar ve
Görsel İletişim Tasarımı okuyor. Sinan da lise sonrasında, aynı program için rotasını SU’ya çeviriyor. Kendi iç dünyasını işleriyle yansıtabilen şanslı insanlardan birisi olmak istediğini söylüyor.
İkisi de o şansı yakalamış bile: Sezen Aksu’nun "Vay" şarkısı için hazırladıkları, uğruna uykusuz geceler geçirdikleri minik harikalar diyarı, Sezen Aksu’nun evinin maketi ve kuklaları ile…
Sezen Aksu’nun Vay şarkısı için gerçekten farklı bir
klip hazırladınız. Kukla ve maket kullanma fikri nasıl
ortaya çıktı? Sezen Aksu’yla çalışma fırsatını nasıl yakaladınız?
Sinan: Klibin ortaya çıkış hikâyesi oldukça ilginç aslında.
Benim evim, Sezen Aksu’nun evinin hemen karşı kıyısında. Tam bir sene önce, röportajlar, fotoğraflar ve biraz
da hayal gücümden faydalanarak onun evinin küçük bir
maketini ve bir de hamurdan kuklasını yapmıştım. ‹çinde
onları kullandığım kısa video çalışmamı uzunca bir süre
Sezen Aksu’ya ulaştırmaya çalıştım ve şans eseri bir gün,
çalıştığım fotoğraf stüdyosunda onunla tanışma fırsatı
yakaladım. Videodan çok etkilendi ve bir benzerini yeni
albümündeki “Vay” şarkısına klip olarak hazırlamamı teklif etti. Bu beklediğimden de büyük bir tepkiydi tabii ki!
‹şe başlamaya karar verdikten sonra hiç endişelendiniz
mi? Büyük bir sorumluluk almak nasıl hissettirdi?
Sinan: Bu elbette ki büyük bir sorumluluk… Hatta biraz
da deli işi… Teklifi alır almaz hemen Sevil ile hazırlıklara
başladık. ‹lk heyecanı attıktan sonra, özellikle üç aylık
yoğun çalışma döneminde, bu sorumluluğu hem ruhsal
hem de fiziksel anlamda fazlasıyla hissettik diyebiliriz.
Bizi hem çok yoran, hem de büyüten çok önemli bir süreçti. Neyse ki ikimiz daha önce beraber benzer teknikleri kullandığımız pek çok proje yapmış olduğumuz için
çalışırken birbirimizi artık iyi tanıyor ve tamamlıyorduk.
Bu tüm zor anlardaki en büyük avantajımızdı.
Aranızda nasıl bir görev dağılımı vardı?
Sinan: Projede ben kendimi yönetmen, Sevil de sanat
yönetmeni olarak adlandırmış olsak da, ikimiz de bu görev tanımlarının fazlasıyla dışında çalıştık. ‹ş bölümümüzü mümkün olduğunca kişisel becerilerimize göre şekillendirmeye çalıştık tabii, ama bu gene de her adımımızı
birbirimizin fikrini alarak attığımız, oldukça kolektif bir
süreçti.
Klibin hazırlıkları uzun sürmüş olmalı. Çok emek gerektiren işler var. Çekim sürecinden bahseder misiniz?
Sevil: Sezen Aksu’nun evinin büyük bir maketini, gerçeğinin ölçüsüne ve detaylarına dayanarak baştan
oluşturduk, farklı dönemlerine ait sekiz farklı kukla
hazırladık. Bunu yaparken de kartondan tahtaya, maket hamurundan metal tele kadar pek çok farklı malzemeden yararlandık. "Vay" şarkısındaki kederi, Sezen
Aksu’nun kendi iç dünyasına tanıklık ederek, evindeki
mobilyalar ve aksesuarlar üzerinden anlatmak istedik. Klipte hem video hem de stop motion tekniklerini
kullandığımızdan süreç biraz daha zorluydu. Tabii kimi
zaman ikimiz de detaylara gereğinden fazla takıldığımız
için, hem maketin yapımı hem de çekimler planladığımızdan çok daha uzun sürdü. Sonuçta üç aylık geceli
gündüzlü bir çalışmayla klibi tamamladık.
Sezen Aksu’yla çekim aşamasında nasıl çalıştınız?
Kendisiyle çalışmak kolay mı, eğlenceli mi?
Sevil: Çalışmanın her aşamasında çok bağımsızdık.
Kliple ilgili tüm kararlar bize bırakılmış haldeydi ki bu
pek de rastlanmayan türden bir özgürlük. Sezen Aksu
ve ekibinin pozitif, gençlerin fikirlerine önem veren ve
yeniliklere açık bir yapısı var. Sezen Hanım yaptığımız
maketi gördükçe çok heyecanlanıyordu ve bize sürekli
“Çocuklar akıl sağlığınızdan şüpheleniyorum, sizi doktora göndereceğim” deyip duruyordu. Çok samimi ve
keyifli bir çalışma ortamıydı kısacası. Bu yüzden kliple
ilgili her talebimizi onlara ilettik, aldığımız olumlu yanıtlar da klibe yansıdı.
Sabancı Üniversitesi’nde Görsel Sanatlar ve Görsel
‹letişim Tasarımı okumaya nasıl karar verdiniz?
Sevil: Sabancı Üniversitesi’ne mühendislik okumak
üzere girmiştim, ama çocukluktan beri sanat ve tasarıma karşı ilgiliydim aslında. Hayatımda yapmak istediğim asıl şeyin bu olduğuna birinci sınıfın sonunda karar
verebildim ve Görsel Sanatlar bölümüne geçiş yaptım.
Sinan: Benim Sevil kadar keskin bir dönüş hikâyem
yok. Lise yıllarında ne okuyacağıma dair kararsızdım
ama sanat, tasarım ve mimariye, yani görselliğe hep bir
ilgim vardı ve bir şekilde kendime o yönde bir çıkış noktası bulacağımı biliyordum. Sabancı Üniversitesi’ndeki Görsel ‹letişim Tasarımı bilindik kalıpların dışında
bir program olduğu için beni etkilemişti. Kendime çok
daha fazla seçenek yaratabileceğimi ve farklı alanlardan beslenebileceğimi düşündüğüm için de kendimi
burada buldum.
Mezun olduktan sonra bugüne kadar neler yaptınız?
Sevil: Geçtiğimiz Haziran ayında mezun oldum. Hemen
ardından da Sinan’la birlikte klibin çalışmalarına başladık. Sonra da yüksek lisans başvuruları için hazırlanmaya başladım. Şu an kendi atölyemde resim, fotoğraf
ve video ağırlıklı çalışmalarıma devam ediyorum.
Sinan: Ben Sevil’den bir sene önce, 2010 yılında mezun
oldum. Ben de ilk birkaç ayımı yüksek lisans başvurula
19
rıyla geçirdim. Sonrasında da klip çalışmalarına kadarki birkaç aylık süreçte reklam fotoğrafçısı Fethi ‹zan’ın
yanında çalıştım. Geçtiğimiz Eylül ayından beri de New
York’taki School of Visual Arts’ta fotoğraf ve video üzerine yüksek lisans eğitimimi sürdürüyorum.
Hayatınız ve kariyerinizle ilgili bundan sonrası için ne
hayal ediyorsunuz?
Sinan: Bu cevaplaması zor bir soru. Ben çalışmalarıma,
fotoğraf, video ve hatta gerçekleştirebilirsem sinema
üzerinden devam edeceğim. Kendi iç dünyasını işleriyle yansıtabilen şanslı insanlardan birisi olmak istiyorum
diyelim.
Sevil: Şu anki amacım yüksek lisans için başvurduğum
okullardan olumlu sonuçlar almak. Uzak gelecek ile ilgili konuşmayı pek sevmiyorum.
Sabancı Üniversitesi hayatınızda nasıl bir fark yarattı?
Sinan: Herhalde bu okulun benim hayatıma kazandırdığı en önemli unsur analitik düşünce becerisidir. Eğitim sistemimiz ne yazık ki büyük ölçüde eleştirisellikten
yoksun, dolayısıyla toplumca kritik vermek/almak gibi
bir alışkanlığımız yok. Sabancı Üniversitesi’nin bu konuda gelişmemde önemli bir payı var.
Sevil: Sabancı Üniversitesi hayatımda çok önemli bir
yere sahip çünkü başka bir üniversiteye gitmiş olsaydım, fen lisesi mezunu bir öğrenci olarak mühendislik
okumak zorunda kalacaktım.
Şu anda bu dergiyi bir SU öğrencisi, mezunu, öğretim
üyesi ya da çalışanı okuyor. Hangisine bir mesaj vermek istersiniz?
Sevil: Sabancı Üniversitesi’nde gerçekten çok şanslıydık, özellikle kendi programım adına konuşmam gerekirse çok değerli hocalarla birebir çalışma fırsatı elde
ettim ve en önemlisi bu ilişki yalnızca okul sürecinde
kalmadı. Hocalarımızın destekleri mezuniyet sonrasında da devam etti. Bu yüzden SU öğrencilerine hocalarıyla olan diyalogun değerini bilmelerini öneririm.
Sinan: Ben de benzer şekilde hocalarımın desteğini çok
gördüm ve hala da görmekteyim. Akademik kadronun
bu kadar kolay ulaşılabilir olması, kendilerini öğrencilerine bu kadar yakın konumlandırmaları çok önemli.
Öğrenciler bunu kesinlikle hafife almasınlar derim.
SU ve Edebiyat
Kapılar: Ahmet Evin
Yıldırım Cihangiroğlu / Ekonomi Yüksek Lisans 2. Sınıf Öğrencisi
Daha önceki sayılarımızda çeşitli disiplinlerden hocalarımızla
yaptığımız görüşmelerle oluşturduğumuz Kapılar köşesinde, bu
defa farklı bir pencereden bakacağız edebiyata, farklı bir kapıdan gireceğiz. Öncelikle bölüm yazarı olarak, kendimle ilgili bir
dipnot düşmek istiyorum. Hayatımda iki kitap oldukça önemli bir
yer kaplamıştır. Bunlardan ikincisini, lisans öğrenimim sırasında
aldığım Klasik Roman isimli dersin yükümlülüğü olarak okumuştum. Kitapta beni etkileyen şey, yazarının gerçek bir sanat aşığı
olmasıydı. Yani sanatsal bir tat ile besliyordu kendisini. Yazdığı
her satırda görebilmiştim bunu. Fakat, bu sanat aşkı, “sanatsal
eserlere olan aşırı bir sevgi, ilgi” olarak tanımlanamazdı. Veya
sanatı hayattan haz almak için bir araç olarak kullanmak değildi
bu. Daha çok; hayatın kendisini, sanatsal bir tablo gibi izlemekti,
sanatı yaşamak... Edebiyat hayatın içerisinde değildi, hayat edebiyatın içerisindeydi. Şimdi ben hala bu kümeleri kullanıyorum
yaşamı sınıflandırmak için. Bilmem ne sebeptendir, aklımda bu
kitabın yazarı ile kitabı okumama ve layıkıyla anlamama vesile
olan, dersi veren pek kıymetli hocamız Ahmet Evin arasında bir
ilinti kurmuştum. Kendisinin edebiyat alanında alınmış bir lisans
derecesinden sonra, çalışmalarına tarih ve politika gibi alanlarda devam etmesi, ama hala romanlarla ilgili dersler de vermesi,
ayrıca duruşu, anlatışı, düşünüşü bana oldukça ilginç gelmişti.
Dergimizin bu sayısı için kapısını çaldım, oldukça nazik karşıladı.
20
Heart of Darkness – Joseph Conrad
Odasına girdiğimde ilk olarak kütüphanesine baktım, daha doğrusu
gözüm kaydı. Az önce
bahsettiğim, hayatımda
oldukça önemli yer edinmiş, o iki kitaptan ikincisinden az önce bahsetmiştim. ‹şte o kitapların
ilki de hocamızın ofis
kütüphanesinde karşıma
çıkmıştı. Karakterimizde
yaşayan Marlow ve Kurtz
arasında hiç durmadan devam eden
soru cevap sürecini ateşlendiren
bir kitaptır Karanlığın Yüreği. Karanlığın, aydınlığın bir parçası olduğunu anlamamıza veya hatırlamamıza
aracı olacaktır.
Bu kitabı gördüğümde heyecanım
katlanmıştı. ‹lk sorum, hayatında
en çok etki bırakan kitabın hangisi
olduğuydu. Zor bir soruydu, kolay
da cevaplamayacaktı. Cevabının, o
ikinci kitap olmasını istemiştim.
Kızıl ile Kara - Stendhal
Kendisi, insanın zamanla, geliştikçe, kitaplar okudukça, deneyim
sahibi oldukça; birşeylere geri döndüğünü, birşeylere ise geri dönmediğini anlatmaya başlamıştı. Sonra
‘klasik’lerden açtı bahsi. “Niçin
okunuyor klasikler tekrar ve tekrar,
niçin bunlara klasik deniyor? Her
nesil, bu kitaplara tekrar
dönerken, niçin dönüyor?
Çünkü bazıları, değişen
içerisindeki değişmeyeni,
birtakım evrensel hikayeleri belirli bağlamlarda
insanlığa tekrar tekrar
anlatıyorlar veya bazıları
birtakım sosyal ilişkileri zihinde canlandırıyorlar, ona hayat veriyorlar.
Fakat bahis konusu edebiyat ise, bir
de estetik tarafına değinmek gerekir. Kötü yazılmış bir tarih veya felsefe kitabından farkına yani... Edebiyatın estetik yönü olması şarttır, en
azından klasik olması için. Eklektik
bir liste sunmak istiyorum” diyor ve
burjuvaziyle birlikte gelişen roman
türüne değiniyor. Klasikleşmiş romanlar içerisinde, özellikle Fransız
edebiyatına dikkat çekiyor. O sırada ben gülümsüyorum, çünkü lafı;
Marie-Henri Beyle, yani Stendhal’in
Kızıl ile Kara’sına getireceğini hissediyorum. Çünkü Stendhal ile Julien;
gerçek ile hayalgücünü simgeliyor
benim için. Ve şimdi biliyorum, arasında hiçbir fark yok! Bir çember
tamamlanıyor sanki. Biz devam ediyoruz.
Aşk-ı Memnu – Halit Ziya Uşaklıgil:
Fransız romanı, lafı hemen Türk edebiyatına taşıyor. 19. Yüzyılda Fransız
romanı geliştiği vakitler, Türk entellektüelleri tarafında süregelen bir
Fransızca modası ve Türk edebiyatı
üzerine konuşmaya başlıyoruz. Namık Kemal denildiğinde, akıllarımıza
hemen vatan şairi kalıbının gelmesini eleştiriyor biraz da. “Bu işin popüler tarafı. Halbuki roman hakkında
yazdıkları çok önemlidir. Türkçe ve
sadeleştirilmiş
basımları da mevcuttur,
bu kitabı unutmamak
lazım.” Edebiyatta sadece estetik ögelerin
olmaması, o tarihlerin
realist bir fotoğrafını
çekmesi ve yine devrin didaktik söylemlerini içermesi, ona oldukça önemli bir işlev kazandırıyor.
“Ahmet Mithat Efendi, Osmanlı değerlerini savunan biri olarak bilinir;
ama Fransız edebiyatını çok iyi bilir.
Ondan bir jenerasyon sonra da, Halit
Ziya geliyor.” Yakın vakitlerde diziye
çekilmiş olan Aşk-ı Memnu’dan söz
açarken, televizyon serilerinde saçma sapan bir şekilde yorumlanarak,
orjinalinden uzaklaşmış ve berbat
edilmiş edebi değerlerimizden bahsediyor. Kendisine katılmadan edemedim, özellikle daha birkaç hafta
önce, kitapçıda gördüğüm on yaşlarındaki bir kız çocuğunun, annesine
“Bak anne, dizinin kitabı da çıkmış”
dediğini işittikten sonra. “Aşk-ı
Memnu, aslında çok önemli bir roman. Bu kitaptan öncesi, bir çeşit
deneme süreciydi diyebiliriz hatta.
Kadın erkek ilişkileri, burjuva hayatına benzer bir modeli resmedebilen
bir roman. Aşk-ı Memnu’dan önceki romanlarda kamusal hayatla, ev
hayatı arasındaki geleneksel perde
kalkmamıştır. O perdeyi ilk kaldıran,
erkek olsun kadın olsun, o ilkişkileri
gerek psikolojik gerek sosyolojik ortamda gösterebilen ilk Türk romanı.”
Panorama – Yakup Kadri
Bir imparatorluğun çöküşü, savaşlar, perişanlık, ‹stanbul, Ankara... Bir
cumhuriyetin kuruluşu. O devirleri
sadece kronolojik sıralamalardan
anlayamıyor insan. “Türk romanı bu
vakitler bu siyasal ve sosyal değişime odaklandı. Devrin insan ilişkileri,
psikolojik detaylar büyük ölçüde yok
olmaya mecburdu. Yakup Kadri çok
önemli burada. Roman içerisinde
tarih yazıyor. Panorama bir kitabının
ismi belki, ama aslında bütün kitapları bir panorama...
Bir devrin, Balkan
Harbi’nden 50’lerin
başlangıcına
kadar olan Türkiye’nin
panoraması...
Bir
tarihçinin yazabileceğinden çok çok
daha fazlası. Estetik
bütünlüğü de cabası... Gerek doğu
gerekse batıyı birçok diğer yazarımızdan daha iyi bilmiş, öğütmüş.
Sahip olduğu o optik çok önemli.”
Sanırsam bizi de oradan bakmaya
çağırıyor hocamız. Tarih ve politikanın çok fazla karşı karşıya geldiği
günlerde, tarihi de sanat içerisinde
eritmeye davet ediyor bizi.
21
Güliver’in Seyehatleri –
Jonathan Swift
Bir çocuk kitabı ismi çıkıyor birden
dilinden. Öyle değil ama diyor hocamız. “18. Yüzyıl ‹ngiliz Aydınlanma
Çağı’nın en önemli hicivlerinden biridir. Büyük ölçüde siyasal bir eleştiridir. Ama aynı zamanda, kartezyen yaklaşım ile mantık arasındaki
farkı gösteren bir eser
olmasıyla
önemlidir.
Devrin düşüncesini ve
felsefesini çok derinden
eleştirir. En önemlisi ise
bunu bir hiciv ile yapar.
‹nsanlar,
kendilerine
gülemiyorsa, toplumlar kendilerine eleştirel
bakamıyorsa, gittikçe
sığlaşırlar” diyor ve gülmenin, hicvin önemine değiniyor. Dili biraz sıkıntı olabiliyor yeni nesiller için, diye
ekliyor. Hicvin, Osmanlı’daki yerine
değiniyor, devrin elit tabakasının
estetik derinliği ve eleştirel bakışını yansıtması açısından övüyor bu
türü. Divan Edebiyatı’nı işaret ediyor
bize.
The Question of Hamlet –
Harry Levin:
‹ngiliz Dili’ne, Shakespeare’e geçiyoruz. Fransa’da Fransız klasikleri
kadar tekrar tekrar sahnelenen,
yeni şekilleriyle, radikal değişimlerle tekrar tekrar oynanan eserlerine... “Niçin dönüyoruz eserlerine
Shakespeare’in. Birincisi önemle,
yani ne bileyim, daha tecrübeli çağında, yazdığı son eserlere baktığımız zaman, mesela trajedilere baktığımız zaman, orada yansıttığı değil,
sorduğu sorular, karakterlerine sordurttuğu, ortaya en dolaysız olarak
koyduğu sorular çok önemli. Çünkü
bunların birçoğu, insanlığın çok
uzun süredir sorduğu sorular, bence Shakespeare’in önemli bir katkısı ve müstesna yeri büyük ölçüde
bu egzistansiyel soruları sorabilmesinden kaynaklanıyor” diyor ve
sonrasında 1950-60 larda, yeni bir
üniversite öğrencisi olarak okuduğu
ince bir kitaptan bahsediyor. Kitap
Shakespeare’in eserleri ve diğer
klasik kitaplarda, ortaya atılan soruları, çok boyutlu ve derin yansıttığı
için önemli bir kitap. Baskısı hala
tükenmemiş bir güzel eser...
durum. “Masumiyet Müzesi, ki geçtiği zaman belki genç nesiller için
tarih gibi gelebilir ama, daha dünkü
‹stanbul’dur. Orhan Pamuk pek güzel kayıt düşmüş o günlerimizi...”
Five Germanys I Have Known Fritz Stern:
Edebiyat dışı eserlerde, hatıratın öneminden bahsediyor hocamız. Kendisinin eski hocalarından,
oldukça deneyimli bir tarihçinin
(Stern) oldukça ilginç bir eserinden
söz ediyor. Breslau’da 1920li yılların
sonunda doğan Fritz Stern, bu kitabında, entellektüel ve
profesyonel bir ailenin,
henüz okula gidip gelen
bir çocuğu olarak başlıyor, çeşitli zamanlarda karşılaştığı beş farklı
Almanya’yı anlatıyor bize.
“Nazilerin yükselmesiyle
Amerika’ya göç eden ailenin bu çocuğu; iki savaş arasındaki Almanya’yı, Doğu Batı Almanya’yı
ve 91 sonrasındaki birleşmiş bir
Almanya’yı çok kişisel bir taraftan
aktarıyor. Kitap sanki bir romanmış
gibi okunuyor. Yaşanmış bir tarihi bir
roman estetiğiyle aktarıyor.”
Tüm Öyküleri - Sait Faik
Öykü türünden sorular yönelttiğimde
gülümsüyor önce. ‹ki farklı öykü türüne işaret ediyor. Geleneksel Türk öyküsünü anektod biçiminde özetliyor.
“Okunması kolaydır. Bir Orhan Kemal
ve Sait Faik birbirinden son derece
farklı türden yazarlardır. Fakat oldukça kısadır öyküleri. Bir anı veya bir
insanın başından geçen bir tecrübe
üzerine yoğunlaşır ve biter. Öykü’nün
diğer şekli, Kıta Avrupa’sındaki, biraz
daha kısaltılmış romana benzeyen
novella diye tabir edilen, karakterleri olmasa bile bağlamı geliştiren,
psikolojik derinliği daha fazla bir
tür... Romanın yavrusu gibidir. Türk
Edebiyatı’nda ise, öykü tek başına
duran net bir şeydir. Bir hamlede
okunur. Hoş bir tabak yersin, o öğün
biter” diyor. Sanki Sait Faik derken
ki gülümsemesi, hoş bir lezzeti, unutulmaz bir damak tadını anımsatıyor
kendisine diyorum içimden, listemize
ekliyoruz büyük ustayı da.
Cevdet Bey ve Oğulları –
Orhan Pamuk:
Güncel yazarlarımızdan bahsederken, yakın zamanlarda Orhan
Pamuk’un birkaç eserini bir arada
okumuş olduğunu belirtiyor. Kitapların okunması zor eserler olduğunu
kabul ediyor; fakat birçok bakımdan
Türk Edebiyatı’na büyük katkısı olduğunu da vurguluyor. Kendine özgü
bir roman türünü geliştirip mükemmeleştirmesinde çok farklı türleri
kapsayan eskizlerinden bahsediyor.
Ayrıca yazarın hatırayı,
etkili bir şekilde tekrar
canlandırabilmesini, güncelleştirebilmesini
çok
çekici buluyor. Özellikle
Benim Adım Kırmızı ve
‹stanbul isimli kitaplarında
ve son olarak Masumiyet
Müzesi’nde tekrarlıyor bu
Sophocles – Euripides
“Klasiklerden bahsetmişken, şunu
söyleyim, herhangi bir şekilde bir
Yunan trajedisi okumamış olan bir
insan, Helenik çağı göz önüne getirebilir mi? Getiremez. Bir Sophocles
bir tane de Euripides... Yanyana, birbiri arkasından okumak lazım. Çünkü bir tanesi klasik trajedi ki, klasik
trajedi dediğimiz şey, bir ritüel biçiminin tiyatro haline dönüştürülmesi
demek, Euripides’e gelince, aldığı
bu klasik biçimi, eğiyor, kırıyor, büküyor ve süprizlerle karşımıza çıkıyor. Picasso’nun mavi ve pembe
devirlerinden sonra birden kübizme
geçmesine benzetebiliriz.”
Sonra güncel konulardan söz açıyoruz. Periyodiklerden... Daha çok, çeşitli eleştiri yayınlarını ve The Times
Literary Supplement’i takip ettiğini
söylüyor. Elektronik kitaplardan so-
ruyoruz, modaya uygun... Hem ipad
hem kindle kullandığını, ama kitap
satın almayı bırakmadığını söylüyor.
“Kitabın geleceğini kestirmek zor,
belki nesil farkıdır, oğluma baktığım
zaman... Hani, benim birçok şeyi basıp okuduğum yerde, kendisi aynı
şeyi bilgisayarda yapıyor. Yakın bir
zamanda çıktı bilgisayar. Bundan
sonraki nesiller büyük ölçüde birçok şeyi okuyacaklar ekrandan. Fakat basılı kitap önemini kaybederse
büyük bir boşluk kalacaktır geride.
Çünkü fiziki bir obje olarak da kitap
önemli birşey. ‹çerikte estetiğe baktığımız kadar, bir insanın kitabı eline
alıp okuması, hazırlanışını, tasarımı
notlaması önemli konular. Tabii ki
sadece bir iki dipnotu için gereken
bazı kitaplara kolaylıkla ulaşılabilmesi başka bir konu, ama bir kitabı
bütünüyle elinde tutmak bambaşka. Ben görsel hafızamla başbaşa,
elimde kalemle okurum, yanına bir
takım işaretler, notlar düşerim, zamanla geri dönerim, şiir olsun, siyaset bilimi makalesi, gerek siyasi
tarih olsun, roman olsun, elimde kalemle okurum. Belki gelecekte buna
da kolaycı bir çözüm üretirler, ama
şimdilik benim durum böyle” diyor
ve gülümsüyor.
Nazik kişiliği, samimi cevaplarıyla Ahmet Hoca’mız ile zaman bir
anda geçiyor. Edebiyat ile Tarih’i,
Politika’yı, sadece bunları da değil, bizzat hayatı harmanlayışı bana
Stendhal’i hatırlatıyor. Şimdi aradaki bağı daha da rahat kuruyoruz.
Ahmet Hoca’mız da birçok meseleyi
edebiyat içerisinden görüyor, hayata sanat penceresinden bakıyor.
Zira tam da çıkarken kendisi söylüyor, “Edebiyat okumadan, siyaset
bilimi nasıl yapılır bilmiyorum, çünkü
bir Hobbes’u, bir Locke’u, bir sosyal
kontratı anlamak için, bu bahisleri
kavramak için, 17. veya 18. Yüzyılı da
bilmek lazım gelir. Ama bu olmuştu,
şu olmuştu kitaplarıyla değil, bizzat
o devri yansıtan edebi eserleri okuyarak, o insanların ne düşündüğünü
görerek olur bu.” Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Kendilerine ait odaları düşleyen
KADINLAR...
Elif Gülez / Editör
Orhan Pamuk, “Saf ve Düşünceli Romancı” adlı
kitabında, “Romanlar ikinci hayatlardır” diyor.
Bir romanın okur için yarattığı cazibeyi bundan
daha iyi ifade etmek mümkün olabilir mi? Başka
bir hayatın düşlenip yazıyla anlatılması demek
olan edebiyat bence dünyanın en ilginç uğraşı.
Bu yüzden, Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Forumu, geçtiğimiz yılın son üç ayında
“Kadın ve Edebiyat” konulu bir ders dizisi açacağını duyurduğunda büyük bir hevesle derslere kaydoldum.
Kadın ve Edebiyat serisinde, sekiz hafta boyunca, çoğu Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyelerinden oluşan öğretmenlerimiz eşliğinde, farklı
meslek gruplarından çoğu kadın (böyle olması
planlanmamıştı) yaklaşık yirmi kişilik bir grupla
her Cumartesi sabahı Karaköy’de buluştuk. Her
hafta, 19. ve 20. yüzyılın önde gelen bir ‹ngiliz
veya Amerikalı kadın yazarın bir romanını inceledik. Aralarında, Doris Lessing ve Toni Morrison gibi iki Nobel Edebiyat Ödülü sahibinin de
bulunduğu bu yazarların biyografileri ışığında,
yazdıkları dönem ve feminist akımlar hakkında
da bilgilendik. Okuduğumuz kitaplar aracılığıyla romantizm, gerçekçilik, modernizm ve post-
24
modernizm gibi estetik akımlar üzerine konuştuk. Toplumsal cinsiyetle edebiyat ilişkisi tüm
çalışmaların ana ekseni oldu.
Kadın ve Edebiyat serisi sayesinde Sibel Irzık,
Deniz Tarba Ceylan ve Hülya Adak’tan ders
dinleme fırsatını yakaladım. Ne yazık ki Özlem
Öğüt’ün dersini kaçırdım. Katıldığım derslerin
her bir dakikası benim için çok öğretici oldu.
Derslerin sonunda Haydarpaşa’ya giden deniz
motorunda şehri seyrederken, kitapları derse
yetişmek için aceleyle okurken, aklımı romanların kahramanlarından, derste konuştuklarımızdan, yazarlardan alamadım. Derslere büyük
bir hevesle katıldım. Kimi zaman, sorulan sorulara istekle ilk yanıt veren çalışkan öğrenci oldum; kimi zaman sınıf arkadaşlarım beni sevimsiz bulmasın diye kendimi susmaya zorladım.
Bu yazıda, sekiz hafta boyunca konuştuklarımızın kısa bir özetini vermek istedim. Burada
yazanlar, bu yüzden derslerimizin zenginliğini
bütünüyle yansıtmıyor. Daha fazlasını isteyenler, Nisan başında yapılması düşünülen seriye
katılabilirler.
‹lk hafta Deniz Tarba Ceylan’la birlikte Mary Shelley’nin
Frankenstein’ını okuduk. Frankenstein’ın özgün adının
“Frankenstein or the Modern Prometheus” olduğunu
biliyor muydunuz? Kitaba adını veren Frankenstein öyle bir roman karakteri ki,
Hollywood ve televizyon endüstrisi
sayesinde, bugün sekiz yaşındaki
çocuklar bile 1818 yılında yazılmış olan bu karakteri tanıyorlar.
Romanı okuyanların sayısının herhangi bir Frankenstein filmini izlemiş kişilerin sayısından çok daha
az olduğunu tahmin ederim. Frankenstein ne kadar tanınıyorsa yazarı
Mary Shelley de bir o kadar az tanınıyor
popüler kültürde. Shelley hakkında öğrendiklerimi anlatmalıyım: Mary Shelley, Frankenstein’ı
yazdığında on sekiz yaşında. Bir grup entelektüel, yazı
Lord Byron’ın ‹sviçre’deki evinde geçiriyor. O yaz, tıpkı
bundan birkaç yıl önce bizim de tanık olduğumuz gibi,
Avrupa’da bir volkan patlaması oluyor. Bu yüzden yaz
çok soğuk ve yağmurlu geçiyor. Byron’ın evinde, günlerini çeşitli konularda tartışarak geçiren davetliler
bir oyun oynamaya karar veriyorlar: Hepsi
birer hortlak hikayesi yazacak. En iyi hortlak hikayesini yazan yarışmayı kazanacak.
Dönemin ilerici kadın entelektüellerinden
Mary Wollstonecraft’ın ve düşünür Percy
Bysshe Shelley’in kızı ve filozof William
Godwin’in eşi, 18 yaşındaki Mary Shelley
bu yarışı Frankenstein’ı yazarak tamamlıyor. Sonraları, bu kadar iğrenç bir hortlak hikayesinin yazılmış olması değil, bir
“kadının” bu hikayeyi yazabilmiş olması
çok eleştiriliyor.
Hikayeyi bilirsiniz: Üniversitede kimya öğrencisi olan
Victor Frankenstein, yaşadığı acı kayıpların ardından laboratuvarında deneylere başlar. Ölü hücrelere can verecek teknikler üzerinde takıntılı bir biçimde çalışırken
bir ucube yaratmayı başarır ancak işi bittiğinde yarattığı varlıktan ve yaptığı işin yanlışlığından ötürü o kadar
dehşete uğrar ki kendi doğurduğu bu ‘şeyden’ kaçar.
Bir kez olan olmuş, ucube, geri dönülmez biçimde yaşam bulmuştur. Kitap boyunca, ucube Frankenstein’ın
doğumunu, yaşamı kavrayışını, öğrenişini, kendinden
çok farklı olan insan nesliyle iletişim kurma çabasını,
içinde büyüttüğü nefretle dönüşümünü, sonunda kendisi ve başkaları için doğurduğu yıkımı takip ederiz.
Romanla ilgili konuştuğumuz pek çok şeyi bu yazının sınırları içinde anlatmama imkan yok. Sadece, tüm tartışmaların sonunda aklımda kalan soruyu size de sorayım:
Acaba, anne şefkatinden yoksun, 19. yy. ‹ngiliz toplumunun geleneklerine ters düşen yöntemlerle babası
tarafından yetiştirilen, William Godwin’le ‘kaçarak’ top-
25
lumca yakışıksız bulunan bir evlilik yapan Mary Shelley,
kahramanı Frankenstein’ı kendi kişiliğinden hareketle
yazmış, toplum içinde kendisini bir ucube gibi hissetmiş
olabilir mi? Yazarları en zor duruma düşüren şeylerden
biri, kitapta meydana gelen olaylar ve kahramanlar hakkında kendilerine şu soruların sorulmasıdır: Kitabınızda
anlattığınız olaylar gerçekten yaşandı mı? Kitabın kahramanı aslında siz misiniz? Öğretmenimiz Deniz Tarba
Ceylan bu tuzağa düşmememizi baştan istemişti. Bizler
yine de dersin sonunda bu soruyu sormaktan kendimizi
alıkoyamadık: Frankenstein ne ölçüde Mary Shelley’i
temsil ediyor? Frankenstein Mary’nin kendisi mi? Galiba bu sorunun yanıtını asla bulamayacağız.
‹kinci hafta Jane Austen’ın “Gurur ve
Önyargı”sını okuduk. Sınıfta “Gurur
ve Önyargı”yı toplumsal cinsiyet
konularıyla ilişkisini inceleyerek
yeniden okumak çok eğlenceliydi.
Böyle yapınca, günün sonunda
kitabın baş kahramanı Elizabeth
Bennet gözümüze o kadar da sevimli görünmedi. Biz Elizabeth’i
aşkın peşinden giden biri olarak
bilirdik. Oysa günün sonuna başka seçenekleri göz ardı etmiş ve zengin, kibirli,
suratsız Darcy’yi seçmişti. Tıpkı Mr. Darcy’nin o kadar
da centilmen olmaması gibi! Onun da suçu, Elizabeth’le
arasındaki ‘tüm sınıfsal engellere rağmen’ Elizabeth’i
sevdiğini itiraf ederek Elizabeth’i bir anlamda aşağılamış olmasıydı.
Toplumsal cinsiyet perspektifinden bakınca Austen
bizim için neden önemliydi? Bir kere yazarımız “Gurur
ve Önyargı”nın başına “Bir hanımefendi tarafından
yazılmıştır” ifadesinin koyulması için
yayınevine ısrar etmişti. Böyle bir kimlik ilanının bir romanın başına konması
bugün için gülünç olsa da o dönemde
bunun bir meydan okuma olarak kabul edilmesine şaşırmamak gerekir.
Bir başka 19. yy ‹ngiliz yazarı George
Elliot’ın gerçek adının ‘Mary Anne
Evans’ olduğunu hatırlatırsam bu
meydan okuma kulağa daha anlamlı
geliyor değil mi? Aynı dönemin kadın
yazarlarından Charlotte Brontë de başlangıçta ‘Currer Bell’ isimli bir erkek yazar olarak tanınmayı seçmişti.
Austen’i dönem yazarlarından ayıran en önemli özellik
neydi? Çok ince bir mizah anlayışına sahip bir yazar oluşu mu? Büyük olasılıkla. Onun mizah anlayışı onun içinde yaşadığı topluma ve onun kalıplarına yabancılaşmış
olmasından kaynaklanıyordu. Bu yabancılaşmadan doğan ironi Austen’i hepimizin yürekten sevmesine neden
oluyordu.
Üçüncü haftanın konusu Charlotte Brontë ve Jane Eyre
idi. Jane Eyre’i, bir ‘bildungsroman’ olarak inceledik.
Yani, kahramanı olan genç kadının, çocukluğu, ergenliği ve sonrasını takip ederek onun ahlaki ve psikolojik açıdan
olgunlaşma serüvenini izledik.
Bunu yapmak, ilk kez ilköğretim
çağında iken okumuş olduğum
Jane Eyre’e başka türlü bakmamı sağladı. Her okur, aynı romanı
farklı gözlüklerle okuyor. Ben de
Jane’in gücünü, başına buyrukluğunu sevmiş, ondan hep hoşlanmıştım. Onu, imkansızlıklara rağmen kendi
seçtiği yoldan ilerleyen, otoriteye ve zulme
karşı çıkabilen, bir tür kahraman olarak görmüştüm.
Oysa Jane Eyre’i Deniz Tarba Ceylan’la birlikte okurken Jane’in başka yönlerini, daha doğrusu yazarının
zihnindeki kalıpları gördüm. Örneğin, tavan arasında
herkesten saklanan “deli” kadın Bertha’nın, aslında
Jane’in ‘alter ego’su olarak kaleme alınmış olabileceği
düşüncesi beni çok şaşırttı. (Kitabı okumamış olanlar
için not: Bertha, Jane’in hayatının aşkı olan Edward
Rochester’ın, gençliğinde evlenmiş olduğu,
‘deli’, ‘cinselliğe-düşkünlüğü-sebebiyleahlaksız’, ‘Rochester-çok-vicdan-sahibiolduğu-için-bir-türlü-boşayamadığı’ karısıdır.) ‹lk okumalarımda Bertha’yı Jane
ile Rochester arasında bir engel, ‘tavan
arasındaki deli kadın’ olarak gördüğümü ve Jane ile Bertha arasında hiçbir
26
benzerlik, yakınlık kurmamış olduğumu dersimiz sayesinde fark ettim. Brontë, cinselliğe düşkün olduğu için
Bertha’yı ‘deli, ucube’ kategorisine rahatlıkla yerleştirmişti. ‹yi yürekli Jane, kuzeni tarafından insanlığa
hizmet için Afrika’ya gitmeye davet edilmiş, insanlığa
hizmetin kendisine göre olmadığına karar vererek bu
teklifi reddetmişti. Rochester, ancak geçirdiği kaza sonucu tek elini ve gözünü kaybederek sakatlandığında
Jane’le sosyal statüleri eşitlenmiş, evliliğin yolu açılmıştı. Jane, ömrünü engelli kocasının bakımına adamıştı. Acaba Jane, gerçekten çağının ilerisinde miydi?
Jane’in yetiştiği yatılı okulun müdürü acımasız Mr.
Blocklehurst’ün tıpkı “Kırmızı Başlıklı Kız” masalındaki
‘kurt’a benzer şekilde tasvir edilmesini, ‘erkek’ cinselliğinin tehdit ediciliğiyle ilişkilendirmek de romanı ilk
okuduğum zaman aklımın ucundan geçmemişti. Romanda, “Külkedisi”nden “Kırmızı Başlıklı Kız”a ya da
“Güzel ve Çirkin”e birçok masala gönderilebilecek referanslar olduğu fikri benim için yeniydi.
Okumamız sırasında, toplumsal cinsiyet çalışmalarıyla
ilgilenen herkesin okuması gereken, Gilbert ve Gubar
tarafından kaleme alınmış olan “The Madwoman in
the Attic” adlı makalenin adını Jane Eyre’deki Bertha
karakterinden almış olduğunu öğrendim. Bu makalede,
Gilbert ve Gubar, 19. yy’da batılı kadın yazarların, karakterlerini ya birer “azize” ya da birer “canavar” olarak
konumlandırmakla çalışmalarını kısıtladıkları tespitini
yapıyor. Bu durumun, erkek yazarların, kadın karakterleri ya ‘saf ve temiz’ birer melek ya da ‘başkaldıran,
çılgın, deli’ varlıklar olarak konumlandırma, sınıflandırma eğiliminden kaynaklandığını savunuyor.
Dersin sonunda, Bertha’ya hak ettiği
ilgiyi göstermeye ve Bertha’nın
hikayesinin anlatıldığı roman
“Wide Sargasso Sea”yi
okuma listeme eklemeye karar verdim.
Dördüncü haftanın konusu Virginia Woolf’un “Mrs.
Dalloway” adlı romanıydı. Virginia Woolf’a geldiğimizde, yirminci yüzyıl romanına da giriş yapmış olduk. Mrs.
Dalloway’i okurken modernizm hakkında konuştuk. ‹ki
dünya savaşı arası dönemde şekillenen modernizm, savaşın toplumsal düzeni altüst
etmesi, insanların ‘inançlarını’ yitirişine estetik bir tepki olarak doğuyor.
Bu dönemi, öğretmenimiz Sibel Irzık,
“Tanrının öldüğü dönem” olarak
tanımladı. Bilimsel gelişmelerin hız
kazanmasına, çağın akıl çağı olarak
tanımlanmasına rağmen, insanlar, o
güne kadar mutlak, sağlam ve değişmez olanın sarsıldığını görüyor, yarının
bugünden daha iyi olabileceği konusundaki inançlarını yitiriyor. Modernizm, tüm bunlara
bir tepki olarak doğuyor. Önceki edebiyat, -tıpkı Gurur
ve Önyargı’da olduğu gibi- “aşk ve evlilik”, “bireyin
toplum içinde yerini bulması” konularına odaklanırken,
modernistler, “insanların birbirleriyle bağlantı kurup kuramayacakları” sorusu üzerinde duruyor. Bu dönemin
feminist akım içindeki yeri de, kadın yazarların erkekegemen edebiyat dünyasına bir eleştiri getirmeleri.
Mrs. Dalloway, Clarissa Dalloway’in ve – aslında
Clarissa’yla doğrudan bir ilişkisi olmayan, bence en az
Clarissa kadar incelenmeye değer olan savaş gazisi
Septimus Warren Smith’in - bir gününü anlatıyor. Clarissa, Londra’daki evinde ve çevresinde akşam vereceği parti için hazırlık yaparken geçmişiyle ve kendisiyle
yüzleşiyor. Kadın ve Edebiyat serisi içinde, ilk üç haftada incelediğimiz romanlarda karakterlerin
büyüme, olgunlaşma hikayesini izlemiştik.
Mrs. Dalloway’de, önceki kitaplarda olduğu
gibi, bir kişinin olgunlaşması hikayesinden
öte, kişilik sınırları, kişiliğin özü, kalıcılığı,
algılar, bilinç, göreli ilişkiler yumağı merceğimize oturdu. Clarissa ile bir günü paylaşan Septimus karakteriyle ‘savaş’ hikaye
içine girmişti. Clarissa’nın bir zamanlar
aşık olduğu ve evlenme teklifini geri çevirmiş olduğu Peter Walsh, ‘yaşanmamış
imkanları’ temsilen hikaye içinde yer bulmuştu. Tıpkı Peter Walsh gibi, yıllar sonra ortaya çıkarak Mrs.
Dalloway’in partisine katılan eski kız arkadaş Sally Seton da, yıllar önce Clarissa’yı dudaklarından öpmüş ve
bu öpücük en güzel hatıra olarak Clarissa’nın belleğine
kazınmıştı. Sally de Peter gibi yitirilen imkanları sembolize ediyordu. Savaşta çıldırmış olan Septimus’un
psikiyatristi Sir William Bradshaw, Clarissa’nın temsil
ettiği duyarlılıklarla asla bağdaşmayan türde bir aklın
temsilcisi idi. Bradshaw, insanın biraz dinlenir ve iyi
beslenirse her türlü dertten kurtulabileceğine inanan
bir zorba idi.
27
Tıpkı Jane Eyre’deki gibi, Mrs Dalloway’de de roman
kahramanının içine itilmiş olduğu bir oda vardı. Jane
Eyre’de Rochester, deli karısı Bertha’yı tavan arasına kapatmış, onu herkesten gizlemişti. Bu yönüyle
Bertha’nın odası, Jane’in ‘bastırılan güdülerinin de’
temsilcisiydi. Mrs. Dalloway’de ise Clarissa’nın itildiği,
“Odasına çekilen bir rahibe gibi” sığındığı oda, savaşın
yarattığı ‘boşluk, yokluk’ hissinin, Clarissa’nın insanlarla, özellikle kocası Richard’la arasındaki ve ‘yüreğindeki’ boşluğun temsilcisiydi. Derslerimizde, buradan yola
çıkarak feminist yazın içinde ‘odalara’ yapılan göndermeler hakkında da konuştuk. Virginia Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda - A Room of One’s Own” adlı makalesinden de bu çerçevede söz açıldı. Bu makalede, Woolf,
bir kadın yazarın yazabilmesi için ön koşulun kendine
ait geliri ve bir odası olması gerektiğini ifade etmişti.
Woolf, kendisi yazarken, omzunun üzerinden bir erkek
yazarın kendisini eleştirdiğini hayal ediyor, sonra, William Shakespeare’in, en az William kadar yetenekli ve
zeki bir kız kardeşi olsaydı ünlü yazarın sahip olduğu
olanaklara kavuşup kavuşamayacağını sorguluyordu.
Woolf kendi yaşamında da bu türden imkansızlıkların
acısını yaşamıştı. Erkek kardeşleri eğitim almak için
üniversiteye giderken, o evde oturmak durumunda kalmıştı. Ne ironiktir ki, büyük olasılıkla o erkek kardeşlerin
hiçbiri Clarissa’nın bir gününü kaleme alacak sezgi ve
duyarlığa sahip değildiler.
Mrs. Dalloway’in bir günü, tüm romana hakim olan ‘anların’, ‘burada olmanın’, ‘şimdinin’ gücünü vurguluyor,
tek anın gücünü yüzümüze çarpıyordu. Merkezini, ölümün, savaşın, hayatın gerçekleşmemiş imkanlarının
oluşturduğu bu modernist ağıt romanı okuduktan sonra
sınıfça, ‘bir an’ donakaldığımızı sadece ben mi hayal ettim acaba?
Beşinci hafta, Hülya Adak’la birlikte Charlotte Perkins
Gilman’ın “Kadınlar Ülkesi” isimli romanını okuduk. Bu
bir feminist ütopya örneğiydi. Feminist ütopyadan söz
ederken, ütopyanın çok bilinen örneklerinden söz etmeden geçemedik. Hülya
Adak, bize Eflatun’ın Devlet’inden;
Thomas Moore’un “Utopia”sından,
St. Augustine’in “The City of
God”ından, Al Farabi’nin “AlMadina Al-Fadila”sından ve
Jonathan Swift’in “Gulliver’in
Gezileri”nden birer ütopya örneği
olarak söz etti. Feminist ütopya örnekleri arasında, Mary Gentle’ın “Golden Witchbread”ini, Doris Lessing’in
“The Marriages Between Zones Three, Four
and Five”ını, Lady Florence Dixie’nin “Gloriana, or
the Revolution of 1900”ını saydı. Halide Edip’in “Yeni
Turan”ının da bir ütopya sayılabileceğinden söz etti.
Sonra, dersimizin konusu olan “Kadınlar Ülkesi” ya da
orijinal adıyla “Herland”e geçtik.
Kadınlar Ülkesi’nin, The Forerunner dergisinde, kendisinden önceki “Moving the Mountain” ve sonra gelen
“With Her in Ourland” ile birlikte tefrika halinde yayınlandığını öğrendik. Yazar Charlotte Perkins
Gilman hakkında konuştuk. Gilman’ın, 19.
Yüzyılda, ABD’de yaşayan bir sosyolog,
yazar olduğunu, hem yaşam öyküsü hem
ülkenin dört bir yanında verdiği konferanslar hem de yapıtlarıyla feministlere
yol gösterdiğini öğrendik. Gilman, en
çok, ağır bir doğum sonrası depresyon
geçirişinin ardından kaleme aldığı otobiyografik “The Yellow Wallpaper”
(Sarı Duvar Kağıdı) adlı kısa hikayesiyle tanınıyor. Bu hikayenin kahramanı,
kocası tarafından, doktorun tavsiyesiyle “kendi iyiliği
için”, “dinlenmesi için” üç ay boyunca sarı duvar kağıtlarıyla kaplı bir odaya, bir anlamda “hapsedilen” bir
kadındır. Kahramanımız, zamanla odanın sarı duvar kağıtlarına karşı bir takıntı geliştirir. Gilman, bu hikayeyi,
“takıntılı”, “asabi”, “histerik” olarak tarif edilen kadının toplum içindeki rolünü değiştirmek için yazmıştı. Hikayeyi tamamladıktan sonra, psikiyatristine bir kopyasını postalamıştı. Gilman, boşanması ve tek çocuğunun
bakımını kocasına bırakmış olması yüzünden yaşadığı
dönemde çok eleştirilmişti.
Kadınlar Ülkesi’ni sınıfça çok eğlenerek okuduk. Romanın kahramanları sosyolog Van, arkadaşları Jeff ve
Terry ile, üzerinde hiçbir erkeğin yaşamadığı bir ülkenin varlığından haberdar olurlar. Zorlu bir yolculuğun
ardından söz konusu “Kadınlar Ülkesi”ne ulaşırlar. Bu
ülkede, gerçekten de sadece kadınlar yaşamakta, üreme, parthenogenesis yani aseksüel üreme yöntemiyle
gerçekleşmektedir. Bu ülkedeki kadınlar adildir. Ülkede
mülkiyet yoktur. Ülkedeki odalar tek bir kişiye değil,
tüm topluma aittir. Kapılarda kilit yoktur. Her yer herkesin evidir. Tarım ve botanik çok gelişmiştir. Çocuklar
tek bir annenin, ya da biyolojik annenin “mülkiyetinde”
değildir. Kim hangi konuda başarılı ya da yetenekli ise
çocukların o konudaki öğretmeni olmaktadır. Erkekler,
kadınlar ülkesinde birkaç ay hapsedilirler. Bu hem dış
dünyayı onlardan hem de onları dış dünyadan korumak
amacıyla yapılmıştır. Hapis oldukları dönem boyunca
erkekler bu kadınların kültürünü daha yakından tanır,
dillerini öğrenirler. Sonunda birer eş edinirler. Hikaye
bu şekilde sürer.
Kadınlar Ülkesi’ni okuduğumuz dersin sonunda aklımda
kalan soru şu oldu: Cinsiyet, doğuştan gelen, değiştiri-
28
lemez ve “tanımlayıcı” bir olgu mudur? Yoksa cinsiyetle
ilgili kabul ettiğimiz şeyler aslında toplum tarafından
inşa edilmiş olan algılar mıdır?
Gilman, “Kadınlar Ülkesi” ile bir ütopyayı düşlerken,
romanın kahramanı sosyolog Van’in eşi Ellador’u alarak kendi dünyasına götürüşünü anlattığı “With Her
in Ourland”de bir distopyayı düşlüyordu. Hülya Adak,
With Her in Ourland’de Ellador’un ciddi bir depresyon
geçirdiğinin anlatıldığından bahsetti. Bu bize neden şaşırtıcı gelmedi acaba?
Altıncı haftanın konusu Doris Lessing’in Altın Defter’i
idi. Bu kitabı Sibel Irzık’la birlikte okuduk. Altın Defter
bir “meta-fiction” yani “üst kurmaca” türüydü. Üst
kurmacanın, “kurmaca olduğunu itiraf eden metinler”
anlamına geldiğini öğrendik. Lessing de
kitabın önsözünde amacının, “… yalnız
biçimiyle bir şeyler söyleyecek bir
roman yazmak” olduğunu söylemişti. Altın Defter, post-modernist
edebiyatın egemenliğini kurmaya
başladığı dönemde yazılmıştır.
Modernizm ile post-modernizim
arasında yer alan bir metin olarak
yorumlanıyordu. Kadın dili, yazını,
gerçekliği diye bir şeyin var olup olmadığını da sorgulamaktaydı. Lessing,
kitabın “kadın hareketinin savaş borusu”
olarak algılanmış olmasından boşuna şikayet etmemişti. Yine de kitap, feminist düşünceyi etkilemişti. Kitap
hakkında konuşurken feminizm akımları üzerinde de
durduk. Sibel Irzık, birinci dalga feminizmin, “erkekler
sistemden ne alıyorsa kadınların da onu alması talebi” üzerine kurulduğunu, ikinci dalganın “sistemin
yıkılarak farklılıkların belirleyici olması gerektiğini”
savunduğunu, üçüncü dalganın ise “mantığı patriarkal
düzenin bir parçası olduğu için tümden reddettiğini”
vurguladı. Altın Defter’de bir çerçeve öykü (Özgür Kadınlar) etrafında kurgulanmış 5 ayrı metin/
defter vardı. Bu, Anna Wulf’un, arkadaşı
Molly’nin, her ikisinin çocukları, eski kocaları ve sevgililerinin hikayesiydi. Siyah
Defter, Anna’nın Orta Afrika’daki yaşantısını, Kırmızı Defter, bir komünist parti üyesi olarak yaşamını, Sarı Defter,
Anna’nın kendi yaşamından yola çıkarak yazdığı bir roman taslağını, Mavi
Defter, Anna’nın anıları, düşleri, duygularını ve Altın Defter ise hepsinin kesiştiği noktayı temsil ediyordu. Kitapta, okuyucunun aklını karıştıran birçok kurmaca düzeyi vardı. Bu
düzeyler birbirinin aynasıydı. Hepsi birer sınıflandırma
ve analiz çabasının ürünüydü. Metinlerde düzene duyulan özlem ve kaos iç içeydi. Tıpkı hastalıkla sağlığın iç
29
içe oluşu gibi. Anna’nın kızı Janet ile olan ilişkisi ne kadar sağaltıcı ise Altın Defter’de sahneye çıkan Saul’la
olan ilişkisi bir o kadar hastalıklıydı. Anna’nın psikiyatristi “ŞekeAnne”nin görevi, Anna’nın hayatında düzeni
ve kontrolü sağlamaktı.
Yazmak, bir şeylere şekil vermek, şeyleri tanımlamak,
analiz etmek, hayatı anlamlandırmak çabasıysa Doris
Lessing, bu kitaptaki kurmacalarıyla neden şekilsizliğe bu derece arzu duymuştu? Yazmak, hem bir şeylere şekil vermek hem de kalıpları parçalamak, karanlık
sulara dalmak, şekilsiz olanı ortaya çıkarmak anlamına
mı geliyordu? Bir şeyleri kitapta sınıflandırma yoluyla,
aslında hiçbir şeyi bölmemek, sınıflandırmamak gerektiğini mi anlatmaya çalışmıştı? Kendisi önsözde öyle
yaptığını söylüyor.
Doris Lessing, önsözde farklı okurların aynı kitaptan
farklı farklı notlarla çıktığını vurguluyordu. Bazı okurlar
kadın-erkek savaşını görmüş, bazıları politik mesajları
üzerine yoğunlaşmış, diğerleri akıl hastalığı izleğinden
başka bir şey görmemişti. Lessing, önsözün sonunda,
ne kadar buna üzülse de doğal karşılaması gerektiğini
söylüyordu. “Kitabın kalıbı, olay örgüsü, yazar gibi okur
için de açık olduğu an, onu kullanma süresi dolmuş bir
eşya gibi bir kenara atıp yeni bir şeye başlamanın zamanı gelmiştir belki de” diyordu. Biz de altıncı haftanın
sonunda istemeyerek Altın Defter’i rafa kaldırmak zorunda kaldık çünkü okunacak daha iki kitap vardı.
Yedi ve sekizinci haftanın derslerine katılamadım.
Buna rağmen, Ursula Le Guin’in Lavinia’sını ve Toni
Morrison’un Katran Bebek’ini kendi başıma okudum.
Okurken, derslerde arkadaşlarımın neleri konuşmuş,
nerelerde gülmüş, nerelerde bir an için duraklamış olabileceklerini neşeyle hayal ettim.
Toplumsal Cinsiyet Forumu’nun “Kadın ve Edebiyat”
serisi boyunca, kendine ait bir oda isteyen, bu odanın
en ufak ayrıntılarını zihinlerinde parça parça ve sabırla yeniden yaratan, odanın turunçgil ve mine çiçeği
kokan sessizliğini, güneşini ve karanlığını düşleyen
tüm bu kadınlara misafir olmak beni onlara biraz olsun
yakınlaştırmıştı.
Sanat doğdum, sanatçı doğdum ben.
Kültür doldum, kültür koktum ben.
Pınar Bozkurt / Üretim Sistemleri Mühendisliği 2. Sınıf Öğrencisi
Tahmin edebileceğinizden daha geniş bir yüreğim var benim, hepinizin, herkesin sığabileceği kadar
büyük, her daim dopdolu, rengarenk bir dünya… Tam 4 bin 905 metrekarelik bir alandan bahsediyorum,
912 kocaman insanın sığabileceği ve üretken zihinlerin emeklerini sergileyebileceği bir alan… Eğlenmek, öğrenmek, biraz sosyalleşmek, biraz dinlenmek için birebirim. Kocaman bir ailenin göz bebeğiyim
zaten. Nisan 2005’tir doğum tarihim. O zamandan beri her gün biraz daha gelişerek dolduruyorum günlerimi. Bugüne kadar birbirinden değerli insanlarla tanıştım ve geleceği en az onlar kadar parlak bir
sürü aile bireyim aynı sahnenin tozunu yuttu büyük heyecan içinde. Tiyatrolar, konserler, özel günlere
ait kutlamalar tek bir yerde, benim yüreğimde vuku buldu. Sadece 6 yılda, bir insan ömrüne dahi sığdırmanın güç olacağı nice insan geldi geçti ve bu hatıraları bıraktı bana.
Şimdi baktıkça ne kadar kıymetli bir sürece ev sahipliği
yaptığımı görüyor ve gururlanıyorum. Benim yapılanma
sürecim sadece içinde bulunduğum bu güzel Sabancı
Dünyası’na hitap etmem amaçlanarak gerçekleştirilmemiş. Kampus çevresindeki tüm sanatseverlere ulaşmak
ve burada sahneye konan şeyleri onlarla da paylaşmak
istenilmiş…
Uçsuz bucaksız bir okyanusta yol almak gibi ‹stanbul’da
yaşamak… Öyle bir an geliyor ki hareket etseniz bile bir
yere gidemiyorsunuz. Bazen rüzgar, bazen de dalgalar
savuruyor sizi… Ama etrafınızda olan biten bir sürü
olay mevcut. Birileri doğuyor, ölüyor ve en önemlisi üretiyor. ‹nsanlar bu şehri seviyor ve üretimlerini buranın
insanlarıyla paylaşmak konusunda cimrilik etmiyorlar.
Peki siz her daim erişebiliyor musunuz sizlere sunulan-
30
lara? Ne yazık ki o kadar da kolay değil. Dedim ya, sizden çok daha kuvvetli bir organizmayla boğuşuyorsunuz
aslında. Ben ise, sizlerin ve aslında yakın çevremizde
yaşayan tüm sanatseverlerin bu yoğun tempoyla başa
çıkabilmesi için şehir merkezinde olan bitene ev sahipliği yapıyorum. Belki vakit bulup da gidemeyeceğiniz,
yeterince erken davranamadığınız takdirde yer bulup
da izleyemeyeceğiniz bir sürü etkinliğin sizlere gelmesini sağlamaya çalışıyorum. Bunu yaparken benim de
hayatım renkleniyor ve birbirinden değerli sanatçılarla
tanışma imkanı buluyorum.
Bu deneyimli yüzlerin ailem ve benim hakkımdaki fikirlerini birinci ağızdan öğrenmek sahiden çok keyifli…
Sizinle bir kısmını paylaşmak istiyorum. Bakın bu tatlı
dünya hakkında neler söylemişler?
31
Ayça Varlıer: ‹zleyicilerden çok
farklı ve çok güzel reaksiyonlar
aldık. ‹zleyicinizin büyük çoğunluğunu öğrencilerinizin ve öğretim
üyelerinizin oluşturması çok hoş
sahiden de. Seyircinizi, sahnenizi çok beğendik. Teşekkür ederiz,
çok güzel ağırladınız bizi. Her açıdan çok memnun kaldık.
Celile Tolon: Sahne çok güzeldi, yani ben bayıldım, yürü yürü
bitmiyor, ne güzel oyunlar sahnelenir burada. Üniversitenizde
konservatuar olmadığı halde
böyle bir salonunuz var. ‹stanbul tarafında salon bulmakta
çok zorlanıyor tiyatrolar. Çok verimli bir büyüklüğü var.
Efendi bir izleyici kitlesi vardı, çok dikkatli dinledi.
Nuri Gökasan: Sabancı Üniversitesi son derece yetkin
ve işinde başarılı bir üniversite. Buradan mezun olacak
arkadaşlarımızın da Türkiye geleceğinde önemli roller
alacağını düşünüyorum. Bizler izleyiciyi çok iyi tahlil
ederiz. Bu akşam bayıldım Sabancı Üniversitesi öğrencilerine. Çünkü çok doğru yerlerde reaksiyonlar gösterdiler, bu önemli. Doğru reaksiyon veren seyirci ile
doğru reaksiyon veremeyen seyirciyi ayırırız. Bu akşam
her şey çok olumluydu. Biz de keyifle oynadık. Umarım
izleyiciler de keyif almışlardır.
Volkan Severcan: Olağanüstü bir sahne. Ne kadar şanslı olduğunuzu bilemezsiniz.
Türkiye’nin hiç bir yerinde böyle
bir sahne göremezsiniz, seyirci
de olağanüstüydü. Her şey çok
olağanüstüydü. Dünyanın en iyi tiyatrosunda oynamış
gibi çıkıyorum buradan şu anda.
Günay Karaçoğlu: Üniversitede
oynadığım oyunlar hep böyle
oluyor zaten. Çok başka beyinler… Algı bakımından son derece açıklar. Pinpon turnuvası gibi,
devamlı bir etki tepki halinde son
derece keyifli geçiyor oyun.
Bahtiyar Engin: SGM’nin arkasında
her şeyden önce sağlam bir isim
vardı ve ben de beklediğim gibi
buldum. Okulda eğitime çok güzel
yatırım yapılmış, kapıdan girdikten
sonra insan mutlu oluyor. Salon
tabii ki harika. Böyle bir yerde bu
salonun bulunması Türk Tiyatrosu için çok iyi bir şey.
Ben beklemiyordum bu kadar dolacağını çünkü kapasite olarak çok geniş bir salon fakat merdivende oturan
insanlar dahi gördüm, gayet güzeldi.
Cem Davran: Gayet güzeldi, ben
zaten üniversitelerde oynamayı
çok severim, seyircinin hali bir
başka oluyor.
Erkan Can: Bize gençlik aşısı
verdiniz bir kere. Sizlerin karşısında kendimizi daha serbest
hissediyoruz. Her akşam aynı
oyunu oynamıyoruz sonuçta. Bu
seyirciyle doğrudan bağlantılı bir
durum.
Gripin: Daha önce bu okulda sahne
aldık. Akustik konser çok keyifliydi
özellikle. Hem seyirci hem de salon
çok tatmin edici.
Bülent Ortaçgil: Üniversiteler bu tarz
müzikler için çok doğru yerler. Karşı tarafın enerjisi bakımından düşündüğümde, başka bir alanda çalmaktan çok burada çalmayı tercih ederim.
Nesrin Kazankaya: Ülkemizi bir
adım daha ileri götürebilecek bu
aydın insanların bir arada olabilmesine ön ayak olmak ve böyle bir
salonu doldurabilmek benim gurur
dolu duygular taşımama sebep
oluyor. Bu tabii ki SGM ailesinin
başarısı. Biz de elimizden geleni yapıyoruz. Buraya gelmek
beni çok mutlu etti. Salonun teknik yapısına gelince, harika
olduğunu söylemek mümkün
Yetkin Dikinciler: Ülkemizde televizyon denilen bir gerçek var.
Televizyonların içinde de basit ve
masrafsız üretim nesneleri… Kolay
satılır şekilde düzenleniyorlar. Arz
ile talep bu yönde işliyor. Sonuçta
teknolojik gelişmeler ve hayatın telaşlı ritmi insanları yönlendiren faktörler. Örnek vermek gerekirse, kamu vasıtalarıyla iş yerinden evine dönen bir kişi,
tekrar aynı zorlu trafik sürecine atılmak yerine, televizyon
karşısında oturmayı tercih ediyor. Televizyon birçok şeyi
bize çok uzak kılabiliyor aslında. Dünyanın herhangi bir yerindeki savaş bile çok uzak insanlığa artık… Hayatı paylaşmak, televizyon söz konusu olduğunda daha güç. Sonuçta
inanılmaz bir alt yapı var ve çeşitli modeller yaratılmış durumda. Heyecanlı ve dinamik çağında olan insanların bile
hayatında birçok alışkanlıkları değişim gösterdi. Burada ise
kampüste olmanın verdiği farklı bir dinamizm ve ortak yaşam söz konusu. Kalabalık mı kalabalık bir aileden söz ediyoruz. Birbirinden dost ve oldukça misafirperver yüzler…
Ben buraya gelirken, “O trafikte Sabancı Üniversitesi’ne
nasıl gideceğiz?” diye değil, “Ne mutlu ki çektiğimiz bu
trafiğin sonunda, Sabancı Üniversitesi’ne ulaşıyoruz.” şeklinde düşünceler besliyorum içimde. Sonuçta SGM tüm
bu ihtişamıyla bizler için yapılmış. Bir de karşılığında bizi
izleyen gözler, duygularımızı paylaşan kalpler ve bizi takip
eden akıllar bulduğumuzda burada sergilediğimiz her oyun
bambaşka bir anlam kazanıyor.
Yıl 2012… Daha yolun çok başındayım. ‹stanbul gibi bir
“zor güzel” ile başa çıkabildiğim ve varlığımı tüm verimliliğimle sürdürebildiğim için aileme ve değerli vaktini
ayırıp yanıma gelen tüm sanatçılar ile sanatseverlere teşekkür borçluyum. Nice “üretmek ve paylaşmak” kokan
yıllara…
İĞNE DELİĞİNDEN
GELEN IŞIĞIN UMUDU:
33
Mülteci Çocuklarla İğne Deliği Fotoğrafçılığı
Gizem Muratoğlu / Toplumsal ve Siyasal Bilimler 4. Sınıf Öğrencisi
Sabancı Üniversitesi Toplumsal Duyarlıklık Projeleri Birimi, insan hakları projelerinin bir parçası olan mülteci projeleri kapsamında, bu yıl mülteci gençleri “iğne deliği fotoğrafçılık” tekniğiyle buluşturarak onların zihninde farklı ufuklar açıyor. Bu tekniği
kazandırmaya çalışırken aslında ne pahalı malzemelerden ne
uzak mesafelerden ne de uygulaması zaman ve mekan isteyen
öğelerden fırsat yaratmaya çalışıyor kendi çalışmalarına. Uygulaması basit ve bir o kadar da eğlenceli olan yaratıcı ve diğer
tekniklere nazaran daha ekonomik fotoğrafçılığı mültecilere sunuyor. Bunu yaparken de ihtiyaçları olan tek şey; bir grup istekli
genç, günışığı, iğne deliği, fotoğraf kağıdı ve biraz da tutkal...
UMUDUN IŞIĞI
‹ğne deliğindan baktığınızda neler görebilirsiniz? Minicik bir karınca, ağaç, çicek,
kuş böcek, devasa bir konak?Hangi boyutlardaki nesneleri çıplak gözle görebilmeniz mümkün ki bu minicik iğne deliğinin
arkasından?Tamam, ya bu iğne deliğinin dört
tarafı sıkı sıkıya kapalı içi kapkara bir kutunun
üstünde, 20 saniye gördüğü ışıkla yaratacağı
olası görüntüleri zihninizde canlandırsanız?
Mesela bir fotoğraf karesi gibi... Bu hayali
olası kılmak nasıl mümkün diye sorarsanız,
size iğne deliği fotoğrafçılığının gizemlerini keşfedin, göreceksiniz derdim çünkü; minik iğne deliğinden sızan bir ışık huzmesi fotoğraf kağıdının
üstüne düşürdüğü görüntülerle ancak bu kadar anlaşılır ve görülebilir
kılar ışığın yeryüzündeki gücünü ve önemini. Nelere önderlik eder, hayatı nasıl biçimlendirir, gözünüzle görme fırsatı yakalarsınız iğne deliği
fotoğafçılığında... Milyonluk merceklerin, teknoloji harikası makinaların;
ışığın umudu karşısında nasıl işlevsiz kaldığını anlarsınız plastik el yapımı makinaların yarattığı harikaları görünce… Sonra bu kişisel çabaların
insana nasıl hayat verdiğine, insanın kendi elleriyle yaptığı ürünün emeğinden aldığı keyifle nasıl hayata sarıldığına tanık olursunuz çünkü Işık;
fotoğraf için nasıl zaruri bir ihtiyaçsa, insan hayatı ve umudu için de bir
o kadar gerekli ve hayatıdır.
Bu anlayıştan yola çıkarak Toplumsa Duyarlılık Projeleri, fotoğrafçılığın
ışığını mültecilerle buluşturarak, onların her gün yurt penceresinden
gördüğü, hatta bazen on dakika daha fazla uyumak için yorganlarıyla
yüzlerini kapadıkları güneş ışığını hobiye dönüştürmeyi amaçladı ve mülteci gençlerle iğne deliği fotoğrafçılığını ortaya koydu.
PEK‹ YA TEKN‹K?
‹ğne deliği fotoğraf tekniği bir anlamda en ilkel fotoğrafçılık tekniği diye
nitelendirilebilir. Makineleri yapmak için belki de kullanılacak en teknik
alet tutkal, makas vefotoğraf kağıdıdır.Malzemelerinin ucuz ve kolay temin edilebilir cinsten olması bu sanatı çok da sınıf ayrımına maruz kalmayan bir sanat haline getirmiştir. Bu yüzden iğne deliği fotoğrafçılığı
hiçbir sınıfa ait değildir. Makas, tutkal, siyah karton, iğne, alüminyum
folyo ve dört tarafı kapalı olacak şekilde konserve kutusu bir el yapımı
fotoğraf makinası için gerekli malzemelerdir.
Önce konserve kutusunun içine siyah karton yerleştirilir. Bunun amacı
içerde oluşacak olası yansımaları önlemektir. Daha sonra karanlık odada kutunun içine açacağımız deliğin karşısına gelecek şekilde fotoğraf
kağıdını yerleştiririz ve iğneyle kutunun üstüne bir delik açarız. Fotoğrafı
çekeceğimiz zamana kadar filmi korumak için de deliğin üstünü kutunun
dışından alüminyum folyoyla kapatırız. Fotoğrafı çekerken titremeyi en
aza indirgemek için kutuyu üçayak üstüne koyarak sabitleriz. Fotoğrafını
çekmek istediğimiz yeri belirleyip makinayı sabitledikten sonra alüminyum folyoyu kaldırıp, kutunun içindeki fotoğraf kağıdının on beş-yirmi
saniye ışığı görmesini sağlarız ve daha sonra alüminyum folyoyla tekrar
34
ışığın içeri girmesini engelleriz.
Bu şekilde fotoğraf çekme işlemi
tamamlanmış olur. Son olarak, fotoğraf kağıdını banyo edip görüntüyü ortaya çıkarmak kalır. ‹lk elde
edilen götüntüler, fotoğrafların
negatif halidir.Daha sonra fotoğraf üstünde oynanılarak istenilen
renkler elde edilebilir.
Sabancı Üniversitesi Toplumsal
Duyarlılık Projeleri; Çocuk, yaşlı
ve engelli projerlinin yanı sıra insan hakları alanında da projeler
yürütmektedir. ‹nsanlar haklarının
farkındalığını arttırmak ve hakların daha küçük yaşlardan itibaren
öğrenilmesini sağlamak amacı ile
çocuk projeriyle işbirliğiyle yürüttüğü çalışmaların yanı sıra kendi
içinde bağımsız projeler de yürütmektedir. Mülteci projesi de insan
hakları projelerinden yalnızca bir
tanesidir. Mülteci projesi gönüllüleri her hafta proje liderleri önderliğinde Yeldeğirmeni gençlik
kampına giderek mülteci gençlerle buluşmaktadırlar. Onları sosyal
hayata teşvik edici ativitelerle ve
farklı hobiler kazanmadırmaya yönelik çalışmalarla orada geçirilen
zamanı en verimli hale getirmeye
çalışmaktadırlar.
Bu dönem, mülteci projeleri kapsamında, çok daha farklı bir yol
izlendi, mülteci gençler için çok
farklı bir çalışma programı için bir
araya gelindi. ‹ğne deliği fotoğrafçılığı bütün çalışmaların odağıoldu. Hem Toplumsal Duyarlılık Projeleri gönülüleri hem de mülteci
gençler için yeni bir uğraş halini
aldı. Peki TDP iğne deliği fotoğrafçılığıyla nasıl ve nerede tanıştı?
TDP ‹LE TANIŞMA
Nuri Gürdil başlarda fotoğrafçılıkla amatör olarak ilgilenen, bir lise
edebiyat öğretmeniydi. Ekonomik
olarak gelir düzeyi çok da yüksek
olmayan bir bölgede öğretmenlik
yapıyordu. Sorumluluk bilinci taşıyan her öğretmen gibi o da ders-
lerin yanı sıra sosyal anlamda öğrencilerini en iyi şekilde yetiştirmenin
yollarını arıyordu. Fotoğrafçı ruhu tam da bu dönemde devreye girdi ve
öğrencilerini iğne deliği fotoğrafçılığıyla tanıştırdı. En temel ve ucuz
malzemelerle, öğrencileriyle birlikte önce fotoğraf makinalarını yaptılar.
Sonra hep beraber yaptıkları makinalar ellerinde, fotoğraf çekecek yeri
aramaya koyuldular ‹şin sonunda her biri birbirinden farklı fotoğraf kareleri çıktı ortaya.
Bu çalışmanın etkisi ve başarısıyla Nuri Gürdil bu yöntemini olabildiğince geniş çevrelere anlatmak istedi. Sabancı Üniversitesi’nde gerçekleştirilen Eğitimde ‹yi Örnekler Konferansına katıldı. Bu konferans, iğne
deliği fotoğrafçılığı ve mülteci projesini bir araya getiren ilk adım oldu.
Bagem Direktörü Neyir Berktay’ın da arabuluculuğu sayesinde mülteci projesi kapsamında iğne deliği fotoğrafçılık deneyimlerinin temelleri
atılmış oldu.
IŞIĞIN UMUDA YANSIMASI
C‹P projeleri bu iş için biçilmiş kaftandı. Dönem başladığında çalışmalara başlandı.. Önce Sabancı Üniversitesi gönüllü öğrencileri iğne deliği
fotoğrafçılığıyla tanıştırıldı. Nuri Gürdil ve proje süpervizörleri önderliğinde bu sanatın basamakları tek tek çıkmaya başlandı. Her gönüllü
önce fotoğraf makinası nasıl yapılır onu öğrendi. Karanlık odaya girip
film nasıl banyo ettirilir, elimize güzel bir fotoğraf karesi olarak gelmeden
önce film hangi evrelerden geçer, bütün bu süreç nasıl işler? Öğrencilerin bu süreçleri öğrenmeleri sağlandı.
Ekip olarak herşey hazırlandığında sıra mültecilerle tanışma faslına gelmişti. Önce gençlik merkezine gidip gençlerle tanıştılar. Onların kimler
olduklarını, nerelerden geldiklerini, nerede yaşadıklarını görme fırsatına
sahip oldular. Merkezdeki mülteciler, yaşları on üç ila on sekiz arasında
değişen; Afganistan, Sudan gibi politik, sosyal ve ekonomik olarak iç ve
dış karışıklıkları uzun yıllardır devam eden Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden gelen çocuklardan oluşuyordu. Aslında onlar savaşın göbeğinden
kaçarak kurtulmuş, başka topraklarda tutunmaya çalışan, şanslılık dereceleri göreceli olarak değişen, devletlerin hukuğu nezdinde bir grup
yasal olmayan çocuktan oluşuyorlardı.
Toplumsal Duyarlılık Projeleri, mülteci gençlerle bu projeyi yaparak
onlara haftada bir gün değişik vakit geçirmenin yanı sıra kalıcı bir hobi
kazandırmayı da hedefledi. Bu, ucuz kırtasiye malzemeleriyle yapılan
ama sonunda elde edilen keyfin, parayla satın alınamayacağı türden bir
çalışmaydı. Özellikle de mülteci gençler için... Üretmek ve ürettiklerinin
karşılığını almak bu dört duvar arasında yaşayan çocuklar için gerçekten de tekdüze hayata karşı atılan bir adım gibiydi. Nitekim de öyle oldu
çünkü proje kapasitesi on kişiykenprojeye katılan gençler katlanarak
büyüdü ve projeye katılım yüzde yüz arttı. Öyle ki gençlik merkezinde
projeye katılmış çocuklar, katılmamış olan arkadaşlarına çalışmaları
bütün detaylarıyla anlatmış ve katılmaları için onları teşvik etmiş, heyacanlandırmışlardı. Üniversite ekibi bir hafta sonra projeye gittiklerinde
karşılarında sayıları ikiye katlanmış ve fotoğraf makinası yapımına hakim
bir ekiple karşılaşmışlardı. Bu, projenin mültecilerde ne denli istek uyandırdığının gözle görülür bir kanıtıydı..
Merkezde fotoğraf konusu kısıtlı olduğu için mülteciler her hafta Sabancı Üniversitesine getirilerek projeleri üniversitede gerçekleştirmeye
başladılar. Önce hep beraber birer fotoğraf makinası yaptılar. Kampüsün
35
içinde en ilginç kareyi yakalamaya
çalıştılar. Ağaçlar, binalar, binaların içleri, sokak ışıkları... Kulağa
çok sıradan da gelseler aslında
bu sıradan yapıların her biri iğne
deliğinden süzülerek fotoğraf kağıdına yansıyacak ve sıradan olmayan görüntüler oluşturacaktı.
Projenin fotoğraf çekim kısmı bittikten sonra, sürecin en heyecan
verici kısmı geldi... Acaba fotoğraflar nasıl bir hal alacaklardı?
Bunu öğrenmenin tek yolu karanlık odada filmler banyo ettirildikten
sonra ortaya çıkacaktı. Karanlık
oda deneyimi belki de en nefes
kesiici olanıydı.Fotoğrafın üstündeki görüntünün saniye saniye
belirdiğini görmek,umutları kısıtlı
birer yabancı olarak yaşadıkları
bu topraklarda umutların saniye
saniye, karanlıklar içinde oluşmaya, şekillenmeye ve görünmeye
başladığının kanıtı olsa gerekti.
‹şte bu yüzden belki de fotoğrafların banyo ettirilmesi onlar için bu
kadar büyüleyiciydi. Fimler banyo
ettirildikten sonra, ellerinde kendi
çektikleri fotoğraflar vardı.
B‹TMEYEN YOLCULUK
Sıra da ne var diye soracak olursanız eğer, ilk olarak; Yeldeğirmeni Çocuk ve Gençlik Merkezi’ne
yapılması planlanan karanlık odadan söz edilebilir. Kurulacak olan
bu karanlık odayla beraber, spor
ve çeşitli sanat akivitelerin yanı
sıra mültecilerin yeni hobisi fotoğrafın da yaşam alanlarının bir
parçası olması sağlanacak. Klasik
söylemlerle, bakıldığında küçük
bir odadan ibaret olacak olan bu
başlangıç, mülteci gençlere çok
daha geniş açılı bir hayatın kapısını açmanın fırsatını tanıyacak.
Kim bilir? Belki bu şansla fotoğrafın günışığı mülteciler için de birer
umut ışığına dönüşüverir günün
birinde.
İnce Belli Bardakta
Şekersiz Lütfen...
Mariam Öcal / Kurumsal ‹letişim
Gün boyunca birlikte çalıştığımız, saat kaçta ne içtiğimizi,
şeker tercihimizi ve hatta özel kupa ve bardaklarımızı bilen
çaycılarımızı ne kadar tanıyoruz? Mehmet Karakoyun (Rektörlük üst kat), Özcan Koyun (Rektörlük alt kat), Erdal Türk
(Diller Okulu) ve Ecevit Aslan (SSBF) ile bir araya geldik. Söyleşi esnasında, Diller Okulu’nda Erdal Türk’ün konuğu olduk.
Herkese zamanın uyması için öğle tatilini seçtik. Böylelikle
zamanında işlerinin başına dönebileceklerdi.
ECEV‹T ASLAN
1978 Sivas do¤umlu olan Ecevit Aslan, 2008’de Sanat
ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde çalımaya balamı.
36
Sabancı Üniversitesi’ne gelmeden önce tekstil işiyle
uğraşan Ecevit Bey “3 sefer atölye açtım, nakit param
fazla olmadığından dolayı hep sıkıntı yaşadım ve kapattım. Çünkü çalışmanın karşılığında aldığın uzun
vadeli çekler nakit sıkıntısı yaratıyor. Nakit sıkıntısı
olunca iş dönmüyor. Bu nedenle tekstil işini sürdürmemeye karar verdim. Buraya gelmeden önce 3-4 ay boş
kaldım. Daha sonra bir arkadaş aracılığıyla buraya
geldim ve çok memnunum. Burada uzun süre çalışmak
istiyorum” diyor.
Burada herkes bana çok destek oluyor”
Ecevit Bey Sabancı Üniversitesi’ndeki çalışma hayatını
ise şöyle anlatıyor: “SSBF’de yaklaşık 140-150 akademisyen ve idari personel var. Hepsinin saat kaçta neyini içtiğini, fincanda veya bardakta mı içtiğini, şeker
tercihlerini ezbere bilirim. Çaycılık haricinde SSBF’deki
bütün çiçeklerle uğraşmayı seviyorum. Oradaki çiçeklerin hepsiyle tek tek ilgileniyorum. Mesela ilk geldiğimde yaklaşık 8-10 çiçek vardı, şu an 15 tane çiçek oldu.
Onların günlük suyunu veriyorum, onlarla ilgileniyorum.
SSBF’te başta Dekanım Mehmet (Baç) Bey olmak üzere, ‹nci (Ceydeli) Hanım onlar bana çok yardımcı oluyorlar. Onun için onlara her zaman teşekkür ediyorum.”
Ecevit Bey’in Toprak ve Bulut isimli iki oğlu var. Toprak bu yıl ilkokula başlamış, Bulut ise henüz 3 yaşında.
Akşam eve gittiğinde iki oğluyla oynamak Ecevit Bey’e
bütün yorgunluğunu unutturuyormuş. Ecevit Bey bir
anısını da anlatmadan geçemiyor. “Küçük çocuğum
kaybolmuştu. Eşim evden arayıp 1 saattir bulamadıklarını söyledi. Üstümü bile değiştirmeden ana kapıya gittim. Orada beni güvenlik Kadir Ağabey durdurdu, Filiz
(Kadayıfçı) Hanım’ı aramayı önerdi. Kadir Ağabey taksi
durağını aradı ben de Filiz Hanım ile görüştüm. Bunu hiç
unutmam, Filiz Hanım bana bir araç gönderdi, araç geldi
ancak çaycı olduğum için sürücü aracı bekleyenin ben
olduğuma inanmadı. Kendi yöneticilerini aradı ve oradan aracın Filiz Hanım tarafından beni götürmek üzere
gönderildiğini söylediler. Arabaya binip yola çıktık evden çocuğun bulunduğu haberi geldi. Onun için bir kez
daha teşekkür ediyorum.”
Nasıl bir sıkıntı var?
En üst kata taşındığımız için kafese yer yok. Zaman
buldukça güvercinlerimi ziyarete gidiyorum. Kirvemin
oğlu da facebooktan benimle fotoğraflarını paylaşıyor
sürekli.
Bu kadar çok insanın özelliklerini nasıl akıllarınızda
tutuyorsunuz?
‹ki günlüktüm beni çay ocağında yalnız bıraktılar. Ayşe
Yılmaz Hocam, ilk geldiğim gün bana “Oğlum bu işte çekinecek bir şey yok, sor hocalarına” dedi. Bir haftada
her yeri çözdüm. ‹lk hafta elimde dolu tepsi ile dolaşıp
asansörü arayıp bulamıyordum, çaylar soğuduğu için
geri çay ocağına dönüyordum. Hocalar aradığında durumu izah ediyordum. Not alarak bir haftada herşeyi öğrendim. Mesela bir hocamız Avrupa’ya gitmişti, 2 sene
sonra geldi, onun nasıl kahve içtiğini hiç unutmamışım.
Gelir gelmez götürdüm kahvesini, unutmamış olmama çok şaşırdı. ‹nsanın içinde olursa, işini de severek
yaparsa ben inanıyorum ki her şeyin üstesinden gelir.
Çaycı arkadaşlarımın hepsi de eminim ki işini severek
yaptığından bunu başarıyor.
Evinizde kuşlar için yer varken komşularla sorun yaşanıyor muydu?
Oturduğumuz mahallede öyle bir sıkıntı olmaz. Bütün Sivas Yıldızeli göçmüş ve bizim oraya gelmiş gibi. Herkesin aşağı yukarı zevkleri de aynı. Mesela özellikle yazın
akşamları herkes kapıda oturur, beraber çay içerler.
Takla atan güvercinler…
Boş zamanlarınızda neler yapıyorsunuz?
Ben de evde hayvan besliyorum. Çocuklarım hayvanlara benden daha düşkünler. Bir köpeğimiz var, onu da
benim çocuklar çok istediği için buradan götürdüm.
Kuşları çok seviyorum. Evde de bitkilerle ilgileniyorum.
8-10 tane takla atan güvercinim var. Bence güvercinler
diğer bütün hayvanlardan daha sadık. Bence hayvanlar
sevgiyi insanlardan daha fazla anlıyorlar. Çiçekler de
aynıdır. Sevgini verdiğinin zaman ister istemez kendini
ona bağlayabiliyorsun.
Takla atan güvercin nedir? Nasıl bir türdür? Diğer güvercinlerden farkı nedir?
Uçtuğu zaman oyun yapıyor. Takla atarak yere iniyor,
bazıları da daha oyuncudur sürekli takla atarlar ve sonunda düşerler. Bende iki türden de var. Yapı olarak diğer güvercinlerle aynılar. Sadece ayaklarında paçaları
vardır.
Güvercinlere karşı tutkunuzun sebebi nedir?
13-14 yaşıma kadar köyde yetiştim. Babamın da ağabeylerimin de güvercinleri vardı. Bizim ahırda 7-8 tane
ineğin yanı sıra 20-30 tane güvercin vardı.
Güvercinler kendileri mi geliyordu ahıra yoksa siz mi
yakalıyordunuz?
Bir çift güvercininiz olduğunda o size yetiyor. Onlar
yavrulayarak çoğalıyor. Para vererek güvercin almadık.
Benim güvercinlerim şu an Alibeyköy’de kirvemin oğlunun yuvasındalar. Bizim orada biraz sıkıntı olduğu için
oraya götürdüm.
Peki siz hangi takımı tutuyorsunuz?
Ailecek Galatasaraylıyız.
Maçlara gidiyor musunuz?
Bekarken gidiyordum ama şu an gidemiyorum.
Çocukları maçlara götürmeyi düşünüyor musunuz?
Çocukları maçlara götürmeyi istiyorum ama şu an öyle
bir şansım yok. Onlar da maça gitmeyi çok istiyorlar aslında.
Güreş, uzun eşek, karate…
Çocuklarla ilişkiniz nasıl? Birlikte neler yapmayı seviyorsunuz?
Büyük oğlumla her şeyi yapmayı severim, o çok uyumludur. Akşam eve giderim dersinin başındadır. Dersini
bitirdikten sonra kitap okumaya çalışır, 10-15 dakika bilgisayarın başında geçirir. Küçük oğlum biraz hareketli.
Eve girdiğim anda üstüme atlıyor. En çok güreş yapmayı
seviyor. Uzun eşek onun sevdiği başka bir oyun. Kendi
kendine karate yapmaya çalışıyor.
Büyük oğlum geçen sene okula başladığında her şeyi
ben alıyordum. Şimdi bana bırakmıyor. Lazım olanları
söylüyor para veriyorum. Akşamına paranın üstünü ve
fişini bana teslim ediyor. Büyük oğlum eve gelip hemen
dersini yapar, bilgisayarla ilgili dersler için bizi bekler.
Annesi de çalışıyor.
Siz ve eşiniz işteyken çocuklara kim bakıyor?
Kayınbiraderimin eşi bakıyor. Aynı binada oturuyoruz.
Televizyon kanalı oybirliği ile belirleniyor
Siz televizyonda hangi programları ve kanalları takip
ediyorsunuz?
Büyük oğlumla “Kurtlar Vadisi”ni ve “Arka Sokaklar” ı
takip ediyoruz. Eşimle beraber “Öyle Bir Geçer Zaman
Ki”yi izliyoruz. Evde tek televizyon olduğu için çakışan
programlarda da oylama yapıyoruz. Mesela, küçük oğlum çizgi film kanalı istiyor, eşim bir dizi istiyor, büyük
oğlum ve ben de aynı diziyi istediğimizde oybirliği ile bizim dediğimiz oluyor.
MEHMET KARAKOYUN
1999 yılından bu yana Sabancı Üniversitesi’nde
bulunan Mehmet Karakoyun, Rektörlük üst katta
çalışıyor. Üniversiteye girdiğinden bu yana hemen
hemen bütün birimlerde çalışan Mehmet Bey, ağırlıklı
olarak Rektörlük binasında, IT ve Bilgi Merkezi’nde
çalıştığını ve bu süre zarfından çok güzel anılar ve
dostluklar edindiğini sözlerine ekliyor.
Mehmet Bey Sabancı Üniversitesi macerasını şöyle
anlatıyor:
“Buraya bir arkadaşımın aracılığıyla geldim. Burada,
herkesle gerçekten çok güzel anılarımız oldu. Çalıştığımız birimlerde hemen hemen herkesin hangi saatte ne
içtiğini, fincanlarını, şeker tercihlerini biliyoruz. Bu, birlikte çalıştığımız personelin de hoşuna gidiyor.
12 yılda burada çok güzel ilişkiler kurduk. Buradaki hem
idari hem de akademik personel bilgi ve tecrübesiyle
bize çok yardımcı oluyor. Bir derdimiz olduğu zaman
bizi dinliyorlar, bize destek oluyorlar. Mesela, öğretmeni oğluma Mevlana’nın sözlerini bulmak üzere ödev vermişti. Evde internet olmadığından, IT’den Alper Bey’den
bu konuda destek istedim. Bizim bildiğimiz üç-dört tane
sözü vardır Mevlana’nın. Alper Bey bize tam 12 sayfa
çıkarttı. Bu tür şeyleri evde de değerlendirmeyi tercih
ediyorum. O konularla ilgili özel dosyalar hazırlıyorum.
‹ki tane oğlum var, ileride bu tür şeyler tekrar gerekebilir diye o bilgileri değerlendiriyorum.”
Sabancı Üniversitesi’ne gelmeden önce simit satıcılığı
ve ardından bir yemek firmasında aşçılık yapan Mehmet Bey, “Oradaki işler fiziksel olarak daha ağırdı. Üniversitemizde çalışan bir arkadaşımız bu işe girmemde
bana yardımcı oldu. Biz de başka arkadaşlarımıza yardımcı olduk. Ben özellikle kendi açımdan çok memnunum. Bunlar da tabii ki bizlerin hoşuna gidiyor. Yani, çalıştığımız yerde sevilmek çok güzel bir şey. ‹nsan istiyor
ki devam etsin, inşallah ömrümüz uzun olursa emekli
olana kadar çalışırız” diyor.
Bu kadar çok insanın özelliklerini nasıl akıllarınızda
tutuyorsunuz?
Bizim katta 35-36 kişi bulunuyor. Herkesin alışkanlıklarını aklımda tutarım. Ben de toplantı odasına girdiğimde kimin ne içtiğini bilirim. Bazen isteklerde değişiklik
oluyor, ama çok fark etmiyor. Şöyle bir anımı anlatayım. Geçmiş yıllarda bir toplantıda Cemil Arıkan hocamız rektörlük binasında bir toplantıya katılmış, kahve
istemişti. O gün de kahveyi sekreter arkadaş hazırladı,
ikramını ben yaptım. Cemil Bey, “Mehmet, ben bu kahveyi içmem, bu kahveyi sen yapmamışsın” dedi. Ben de
durumu izah ettikten sonra kahvesini istediği gibi yapıp
tekrar ikram ettim.
“Örf ve adetlerimizi burada sürdürmeye
çalışıyoruz”
‹ş dışında neler yapıyorsunuz? Boş zamanlarınızda neler yaparsınız?
Ben boş zamanlarımda yazıyorum ve resim çiziyorum.
‹lk çalışmaya başladığım zaman, bu kadar çalışan yoktu, daha sakindi. Bir gün hiç unutmuyorum, rektörlük
binasında eski çay ocağında çalışırken SGM’nin orada
bir tane iş makinesi vardı, onun resmini çizdim. Resmi
çizerken etrafımdaki malzemelerden faydalandım. Mesela tekerleğini çizerken çay bardağının dibini kullandım. Çizdiğim resimleri saklıyorum. Bunun dışında boş
zamanlarımda türkü, hikaye gibi yazılar yazarım. Bir sakinlik olduğu zaman insanın aklına önce ufaktan bir şey
geliyor, sonra da arkası geliyor.
Bir de, biz Anadolu’da büyüyüp yetiştiğimiz için
Anadolu’nun örf ve adetlerini burada da yaşıyoruz.
Mesela, bizler bu memlekete geldik ama yine de içimizden gelerek bayramlarda düğünlerde eş dost ziyaretlerini sürdürüyoruz. Bizim Tokat’tan getirdiğimiz örf
ve adetlerden, ailemizin bize verdiği eğitimden, disiplinden kopamıyoruz. Gelecek nesillere örf ve adetlerimizi
öğretmemiz gerektiğini düşünüyorum. Çocuklarımız da
memleketlerini asla unutmamalı, sahip çıkmalı.
‹ki oğlunuz var. Onlar ‹stanbul’da doğdu ve burada büyüyor. Onlarla bu
anlamda bir kültür farklılığı yaşıyor musunuz?
Tabii ki aramızda bir farklılık oluyor. Bizim yetiştiğimiz zaman ile şimdiki zaman çok farklı.
Simitçilik ve çaycılık
Sabancı Üniversitesi’ne gelmeden önce simitçilik yaptığınızı ve bir yemek
şirketinde çalıştığınızı belirtmiştiniz. Bu işlerden biraz bahseder misiniz?
‹stanbul’a 12-13 yaşında geldim. O zaman şartlarımız uygun olmadığından
okuyamadım, çalışmaya başladım. Simitçilik zordu tabi, o zamanlar evimiz
olmadığı için fırınların ayarladığı koğuş gibi yerlerde kalıyorduk. 1996 yılına
kadar çoğunlukla Esentepe Mahallesi’nin oralarda simit sattım. O zamanlar
şartlar bize göre daha iyiydi, etrafta çok yeme içme mekanı, pastane falan
yoktu. 1996 yılında oradan ayrıldıktan sonra bizim evin orada belediyede 2
yıl kadar çöp toplama kamyonlarında çalıştım. 1998’de babam vefat edince
ayrılmak zorunda kaldım. Avrupa yakasında bir yemek şirketinde çalışmaya
başladım. Taşımalı yemek olduğu için ağır oluyordu, o nedenle de oradan
ayrıldım. Daha sonra buraya geldim, iyi ki gelmişim.
Her akşam bir saat kitap okuma saati
Çocuklarla evde ne yapmayı seviyorsunuz?
Güzel havalarda eşimle ve çocuklarımla dışarı çıkmayı seviyorum. Özellikle
sahil tarafına gidiyoruz. Evde televizyon izleriz. Akşamüstleri de evde kitap
okuma saatimiz var. O saat geldiği zaman hepimiz kitap okuyoruz.
Ne tür kitaplar okuyorsunuz?
Ben genelde roman türü kitapları okuyorum. Çocuklar da bir şeylerle ilgilenmiş oluyor. Yaz tatili zamanında okuma saatini uygulayamıyoruz. Çünkü çocuklar sokakta arkadaşları ile oynuyor oluyorlar ama okul zamanında mutlaka her akşam bir saat kitap okuyoruz. Böylece çocuklar da kitap okuma
alışkanlığı günden güne artıyor.
Siz ve eşiniz işteyken çocuklarla kim ilgileniyor?
Kayınbabamlarla altlı üstlü oturuyoruz, onlar bakıyor çocuklara biz yokken.
Çocuklar anneanne ve dedeyi çok seviyorlar.
Çocuklarla oyun oynuyor musunuz? En çok ne oynuyorsunuz?
Çocuklarla oynamayı çok seviyorum. Evde tahta yap-bozlar var onlarla kule,
ev vb. bina yapıyoruz. Bir de kendi aramızda iddiaya giriyoruz. Kaybeden
kazanana hediye alıyor.
Hediyenin bir limiti var mı?
Herkesin bütçesine göre. Tabi baba ve oğul arasında bir bütçe farkı var ama
sorun olmuyor. Biz ne kadar yensek de hediyeyi onlara alıyoruz.
“Hanımla konuşup Beşiktaşlı olmaya ikna ettik”
Futbolla aranız nasıl? Hangi takımı tutuyorsunuz?
Ailecek Beşiktaşlıyız. Eşim Fenerbahçeliydi, oybirliği ile onu da Beşiktaşlı
yaptık.
39
Oybirliği nasıl oldu?
Büyük oğlum da Beşiktaşlıydı. Küçük oğlum da konuşmaya başladığından bu yana Beşiktaşlı. Eşim de
kardeşleri dolayısıyla Fenerbahçeliydi. Evlendik, çocuklar da olduktan
sonra hep beraber konuştuk, “Seni
de Beşiktaşlı yapalım” dedik. Önce
kabul etmedi. Biz de aile içinde oylama yaptık, çoğunluğun Beşiktaşlı
olması nedeniyle eşim de takım değiştirdi.
Peki eşinizin ailesiyle taraftarlık
ilişkiniz nasıl?
Aslında güzel bir ilişkimiz var. Mesela Beşiktaş yenildiği zaman beni
gece arayıp uyandırırlar, “Nasıl
uyuyorsun?” diye. Ben de aynısını
onlara yaparım. Tamamen centilmenlik sınırları için de ilişkimizi yürütüyoruz.
Maça gider miydiniz peki?
Simit sattığım zamanlarda satış yapmaya giderdim. Özel olarak, kendi
oğlumun maçlarına gidiyorum.
ERDAL TÜRK
Sabancı Üniversitesi Diller Okulu’nda çalışan Erdal
Türk’ün, 1999 yılında Sabancı Üniversitesi macerası
başlamış. Erdal Bey, Sabancı Üniversitesi’ne ilk
geldiğinde 3 ay Rektörlük binasında daha sonra Diller
Okulu’nda çalışmış. Erdal Bey halen Diller Okulu’nda
bulunuyor. Sabancı Üniversitesi’nde çalışmaya
başlamadan önce seyyar satıcılık yapan Erdal Bey de bir
arkadaşının aracılığıyla Sabancı Üniversitesi’ne gelmiş.
“Seyyar satıcının her zaman cebinde parası
olur, ama paranın bereketi olmaz”
“Ex”leri çay ocağına sokmuyoruz…
Diller Okulu’nda akademik ve idari personelle çok
güzel bir diyalogları olduğunu söyleyen Erdal Bey,
buradaki güzel iletişimi anlatırken şu örnekleri veriyor: “Burada herkesle çok güzel bir diyalogumuz var.
Mesela grip olanlara “ex” diyoruz, onları çay ocağına
sokmuyoruz. Onlar da aynı şekilde beni “ex” olarak
nitelendiriyor ve ofislerine almayacaklarını söyleyerek şaka yapıyorlar. Hepimiz birbirimizin gönlünü hoş
tutmaya çalışıyoruz. Benim de iki oğlum var, ikisi de
askerliğini yaptı. Geçen yıl büyük oğlumun çalıştığı
fabrikadan müdürler buraya Japonca dersi almak
için gelmişlerdi. O vesile ile büyük oğlumun işe girmesinde yardımcı oldular.”
Daha önce seyyar satıcılık yaptığınızı söylediniz. Ne satıyordunuz?
Simit satıyordum.
Simit satmak nasıl bir iş?
Seyyar satıcının her zaman cebinde parası olur ama paranın bereketi olmaz. Para günlük gelir ve günlük gider.
Maaşlı olduğunuz zaman düzeninizi ona göre hazırlarsınız.
Ayağınızı yorganınıza göre uzatırsınız.
Simitçilik yaparken yaşadığınız en büyük sıkıntı neydi?
1980’den beri simit satıyordum. 1986 yılında sigortaya girişim oldu. Sonra sigortalı bir işe girerek geleceğimi garantiye alayım dedim.
Sizde hangi televizyon programları seyrediliyor?
“Sakarya Fırat” dizisini seyrediyoruz. Akşamları bazen
Bu kadar çok insanın özelliklerini nasıl akıllarınız- eşimle televizyon nedeniyle sıkıntı yaşıyoruz. O akşamüstü
da tutuyorsunuz?
başlayan evlendirme programını izliyor. Bir de kayıpları buŞu anda Diller Okulu’nun mevcudu 89 kişi. Toplantı lan bir program var onu izliyor.
olduğu zaman, toplantı odasında girip kimler var diye
bakarım. Sonra da herkesin içeceğini tepsiye doldu- Sizin çocuklarınızla ilişkiniz nasıl?
rur getiririm. Hiçbir zaman kalem defter alıp da kimin Büyük oğlum ilkokula başladığında eve geldiğimde kitapne içtiğini not etmedim. Hocalarımızın her birinin han- larını ve defterlerini ciltlerdim yani çok özeniyordum. Çok
gi saatte toplantıda, hangi saatte derste olduğunu, kaliteli bir kutu pastel boya aldığımda öğretmeni çalınahangi saatte ne içtiğini bilirim. ‹çeceğini şekerli ter- cağı konusunda beni ikaz etti. Ben de boyanın öğretmen
cih edenlerin şekerlerini de karıştırıp götürüyorum.
masasının çekmecesine konmasını önerdim. Öğretmenin
çekmecesini açıp sadece boyayı almışlar. O zaman çok
‹ş dışında neler yapıyorsunuz? Boş zamanlarınızda özeniyordum. Mesela gazetelerin verdiği promosyonları
neler yaparsınız?
hiç kaçırmazdım. ‹kisine de yaşlarına uygun ne varsa her
Ben boş vakitte gazete okuyorum, bulmaca çözü- ikisine de alırdım. Çok uğraştım okusunlar diye ama okuyorum. Hafta sonları da evin işleriyle ilgileniyorum. madılar.
Boyadan yemeğe her şeyi yaparım. Evde, hanımla
birlikte mutfağa girerim salata, yemek ne gerekiyorsa Siz hangi takımı tutuyorsunuz?
yaparım. Bizim buradaki bütün arkadaşlarımız bece- Ben ve oğullarım Beşiktaşlıyız, eşim ise takım tutmuyor.
rikli insanlar, ellerinden iş gelir. Evin tamirat işlerini
kendileri yaparlar. Becerikli insanlar olmasalar Sa- Maçlara gidiyor musunuz?
bancı Üniversitesi’nde çalışamazlar.
Hiç maça gitmedim, oranın ortamı bana göre değil. Oğullarımın da maça bir düşkünlüğü yok. Sporun farklı dallarına
da bir tutkum yok.
40
ÖZCAN KOYUN
1973 Sivas doğumlu olan Özcan Koyun, Rektörlük alt kattaki
Öğrenci Kaynakları ve Mali ‹şler’e servis yapıyor. Özcan Bey’in
Sabancı Üniversitesi macerası 2008’de başlamış. O da bir arkadaşının
tavsiyesi üzerine Sabancı Üniversitesi’ne gelmiş. 10 yıllık aşçılık
deneyimi olan Özcan Bey, sigorta primlerinin yatırılmamasından
dolayı işini bıraktığını söylerken, yapmayı ve yemeyi en sevdiği
yemeğin kuru fasulye olduğunu bizimle paylaşıyor.
41
“Özcancino”nun sırrı
Sabancı Üniversitesi’nde kendisinden başka sütü kaynatarak
kahve yapan olmadığını söyleyen Özcan Bey, sütü mikrodalgada
ısıtıyormuş. Bundan dolayı kendisine ve kahvesine “Özcancino”
deniliyormuş.
Bu kadar çok insanın özelliklerini nasıl akıllarınızda tutuyorsunuz?
Benim daha önce 10 yıllık aşçılık tecrübem var. Mesela garson
sipariş veriyordu, ben de aklımda tutuyordum. Burada da aynı şekilde hep aklımda tutuyorum.
Özcan Bey, siz çok güzel saz çalıyormuşsunuz?
Ben Sivaslı olmanın avantajını kullanıyorum. 12-13 yaşında bir
kara düzen ile saz çalmaya başladım. Daha sonra bir bağlama
aldım. Kursa gitmedim, kendi becerimle öğrendim ama kursa da
gitmeyi düşünüyorum. Çok fazla parçayı ezbere bilmiyorum. Saz
çalmak beni çok rahatlatıyor. Bunun dışında evde eşime de yardımcı oluyorum, yemek pişiriyorum.
Özel yemekler: Bezelye, köfte, kadınbudu köfte
‹ş dışındaki zamanlarınızda eşinizle neler yapıyorsunuz?
Eşimle birlikte yemek hazırlamayı, birlikte çay içmeyi sohbet etmeyi seviyoruz.
Evde hangi yemekleri yapıyorsunuz?
Eşim de benim gibi yemek ayırt etmiyor ama genellikle irmik helvası ve sütlaç yapıyorum. Özel yemek olarak da bezelye, köfte ve
kadınbudu köfte yapıyorum.
Şu anda sizin çocuğunuz yok ama gelecekte olunca ne isim vermeyi düşünüyorsunuz?
Henüz isim düşünmedik. Eşim kız olursa ismi kendi koymak istiyor.
Erkek olursa müşterek bir isim koymamızı öneriyor. Eşim aklındaki
ismi bana söylemiyor. Kız veya erkek çocuk gibi bir ayrımımız yok,
sağlıklı olması bizim için en önemlisi.
Sabancı Üniversitesi’ne gelmeseydiniz ne
yapmayı düşünüyordunuz?
Zaten arayışlar içindeydim. Aşçılıktan sonra
bir kargo şirketinde çalışmaya başladım. Gece
paketler ulaşırdı biz de onları sabaha kadar
bölgelere ayırıp araçlara teslim ederdik. Gece
saat 03:00 gibi mesaiye başlıyorduk. Saat 12’de
işimiz bitiyordu. Sonra eve gidip uyuyorduk.
Çok zor bir işti. Bir dönem tezgahtarlık da yaptım. Fenerbahçe’de Piramit Alışveriş Merkezi
vardı. Onun içinde çalıştığım restoranda tezgahtarlık da yapıyordum.
“Personelin en çok kimi sevdiğiyle
ilgili anket yapılsa, herkesin çaycıları söyleyeceğini düşünüyorum”
Eklemek istediğiniz son bir şeyler var mı?
MEHMET KARAKOYUN- Çalıştığımız yerde şu
anda çok mutluyuz, problem yok. Son günlerde
yaşadığımız en güzel şey; Kurdoğlu’nun ayrılmasından sonra yöneticilerimiz bize bir babalık
yaptılar. Orada çalışan bütün arkadaşlarımızın
haklarını korudular. Bu duruma bizler de çok
seviniyoruz, bu iyiliklerinden dolayı yöneticilerimize dua ediyoruz.
Sizin özellikle takip ettiğiniz program ve kanallar var mı?
Eşimle birlikte “Fatmagül’ün Suçu Ne” dizisini seyrediyoruz. BuÖZCAN KOYUN- Ben bir şey söylemek istiyonun dışında türkü kanallarını seviyoruz.
rum. Mesela Sabancı Üniversitesi’nde çalışan
bütün personele, yani yöneticilerimize sorsaSizin futbolla aranız nasıl? Hangi takımı tutuyorsunuz?
Ben Beşiktaşlıyım, eşim de Beşiktaşlı ama o maçları sevmiyor. lar, bir anket yapsalar çalışanların en fazla kimi
Evlenmeden önce maçlara giderdim. Eskiden çok fanatik bir ta- sevdiğiyle ilgili, herkesin çaycıları söyleyeceğini düşünüyorum.
raftardım ama artık o kadar değilim.
‹stanbul’dan daha eski
bir semt: SAMATYA
Mariam Öcal / Kurumsal ‹letişim
Samatya, batı tarafında Yedikule, doğu tarafında Yenikapı, kuzey tarafında Koca Mustafa Paşa’yla çevrelenmiş küçük bir ada. Bizans’tan günümüze kadar ulaşabilen ender semtlerden biri olan Samatya, ziyaretçilerini
sıcak dokusu ile kendisine hayran bırakıyor. Bizans ve
Osmanlı dönemlerinde kentin en eski yerleşim alanlarından biri olan Samatya’nın kalbi, kiliseler, meyhaneler,
balıkçılar ve midyecilerle çevrelenen meydanda atıyor.
Samatya Meydanı’ndaki balıkçı Toma ve ayakkabı boyası tezgahının başındaki Artin, semtin eskilerden kalma mozaik yapısının devamı niteliğini taşıyor.
Semt sakinleri ihtiyaçlarının çoğunu Marmara
Caddesi’nden başlayarak Koca Mustafa Paşa’ya kadar uzanan, Cumartesi günleri kurulan semt pazarından
karşılıyor. Pazarda, çeşit çeşit meyve sebzenin yanı
sıra, mutfak eşyalarından giyime kadar uzanan çeşitlilikte tezgahlar bulunuyor.
Hele de Samatya’da Paskalya zamanı oldu mu, buram
buram kokan taze çörekler iştahınızı açıyor. Semtin pastanelerinin camlarındaki rengarenk boyanmış yumurtalar, çikolatadan yapılmış olan yumurtalar ve tavşanlar
size farklı bir diyardaymışsınız hissi veriyor.
Psomatya’dan Samatya’ya
Samatya aslında güzel, ince kumuyla ünlü, eski bir balıkçı köyü. Semtin eski adı Psomatya kum anlamına gelen
Psamathos’tan türemiş, zamanla da değişerek Samatya
haline gelmiş.
Tarihçilerin bulgularına bakılırsa, bu semt aslında
�stanbul’dan daha eski bir yerleşim yeri. Megaralıların efsanevi komutanı Byzas bugün Topkapı Sarayı’nın
42
bulunduğu yerde kendi şehri Byzanthium’u kurarken
Samatya’nın yerinde bir köy bulunuyormuş. Bu köy ancak Bizans imparatoru 1. Theodosius döneminde (379395) batıya doğru büyüyen şehre yeni surlar kazandırıldığı sırada sur içinde şehir sınırları dahilinde kalmış.
Bir zamanlar “Küçük Paris” olarak anılan Samatya,
1960’lara kadar yapısını büyük ölçüde korudu. 1970’lerde iyice ıssızlaşan ve unutulan Samatya, sinema ve
televizyon filmlerine platoluk yapması, ardından gerçekleşen kalkındırma çalışmalarıyla yavaş yavaş eski
günlerine dönmeye başladı.
1950’lere kadar Samatya bambaşka bir yerdi
20. yüzyılda büyük değişimler geçiren Samatya, halen
mahallelilik kültürünü bir şekilde de olsa sürdürüyor.
Samatya, 1950’lere kadar çok farklı bir yapıya sahipti.
6-7 Eylül Olayları Samatya’nın kaderinde önemli bir rol
oynadı. Gayrimüslimlerin büyük çoğunluğu göç etti ya
da ettirildi. 1950’lerin sonunda inşa edilen 22 km uzunluğundaki Sahil Yolu, denizle iç içe yaşayan Samatya’yı
denizden uzaklaştırdı. Uzun Deniz, Sahil Yolu ile surlardan kimi yerde 50-60 metre uzaklaştı. Sirkeci-Florya Sahil Yolu �stanbul’un Bizans’tan beri bozulmadan gelen
doğal yapısının üzerinden geçti ve sadece tarihi değil
coğrafi özellikleri de geri dönülmeyecek biçimde yok
edildi.
Ayrıca, 1950’lerde başlayan göç de Samatya’nın nüfus
profilini değiştirdi. Son dönemlerde semtin yerli halkı,
özellikle gayrimüslim halk �stanbul’un başka merkezlerine taşındı. Bugün, sayıları azalmış da olsa Rum ve
Ermeniler, semtin Türk kökenli sakinleri ile iç içe yaşı-
yor. Semt son yıllarda Üç Maymun, Gönül Yarası, �kinci
Bahar gibi sinema filmlerine ve dizi filmlere ev sahipliği
yaptı.
Türkiye’nin ilk yüzme ve kürek sporu kulüplerinden
biri Samatya’daydı
Samatya’da halk denizle öyle içli dışlıydı ki Türkiye’nin
ilk yüzme ve kürek sporu kulüplerinden Refii Deniz Spor
Kulübü de buradaydı. Usta balıkçılardan çoğu da Samatya’daydı. Bizans ve Osmanlı dönemlerinde kentin en eski yerleşim alanlarından olan Samatya, Altın
Kapı’nın ve Kral Yolu’nun varlığı ile seçkin bir semt haline geldi. Bugün Samatya orta halli nüfusu ile mahalle
kültürünü yaşamaya devam ediyor. �badethanelerin,
balıkçıların, meyhanelerin, tavernaların bir potada eridiği semt, ziyaretçilerini nostaljik yaşam kültürü ve tarihi dokusu ile kendisine hayran bırakıyor.
Samatya’nın nabzı balıkçılar, meyhaneler, restoranlarla çevrili meydanda atıyor
Restoranlar, meyhaneler, balıkçı tezgahları, kahvehaneler ve kiliselerle çevrelenmiş Samatya Meydanı,
semtin kalbinin attığı yer. Meydanda, merdivenlere
arkanızı dönüp tren istasyonuna doğru ilerlerken sağdaki dar sokağa girdiğinizde, kubbesi meydandan görünen Hristos Analipsis Kilisesi’ne ulaşıyorsunuz. �sa
Peygamberin göğe yükselişine atfedilmiş bir Ortodoks
kilisesi olan Analipsis bölgenin geleneksel Ayazmalı
ibadethanelerinden biri. Meydandan sola doğru gidip
Büyük Kuleli Sokak’a girdiğinizde ise Ayios Yeorgios
Rum Ortodoks Kilisesi karşınıza çıkıyor. Kilisenin adı
1652 tarihli bir belgede çok değerli ikonalara sahip kubbeli bir Bizans bazilikası olarak geçiyor.
Ayios Yeorgios’un bulunduğu Büyük Kulesi Sokak sizi
farklı bir dünyaya götürüyor. Bu dar sokaklar eski evleri
ve semtin sayılı kalan konaklarıyla farklı bir dünyanın
kapılarını size açıyor. Ancak 70’li ve 80’li yıllarda inşa
edilen apartmanlar bu tarihi doku ile taban tabana bir
zıtlık yaratıyor.
Hayatın dolu dolu yaşandığı bir sokak:
�ç Kalpakçı Çıkmazı
Meydandan tren istasyonuna giderken,
tren istasyonun hemen yanındaki soldaki �ç Kalpakçı Çıkmazı ise mahallelilik
kültürünün en bariz şekliyle yaşadığı
bir yer… Çocuklar sokakta oynuyor,
kadınlar ellerinde örgüleri ile kapılarının önünde oturuyor, derken bir
komşu elinde çaydanlığın ve bardakların olduğu bir tepsi ile kapıdan beliriyor. Sokakta halılar yıkanıyor, yünler seriliyor. Tarihi 100
yılı aşan 29 tane ahşap ve kagir
evin bulunduğu sokak hayatın
tam anlamıyla yaşandığı yer.
43
Surp Kevork Ermeni Kilisesi
�ki kilise üst üste
Samatya Meydanı’ndaki merdivenlerden yukarı çıktığınızda Ayios Minas Rum Ortodoks Kilisesi’nin çan
kulesi sizi karşıdan selamlıyor. Bu
kilisenin ilginç yanı ise gördüğünüz
binanın asıl kilise üzerine inşa edilmiş olması. Asıl kilise ise şu anda bir
demirci atölyesi olarak kullanılıyor.
1833’te inşa edilen kilisenin altında,
III. Yüzyılda �mparator Decian’ın
Anadolu’daki Hıristiyanlara yaptığı zulüm sırasında öldürülen Aziz
Karpos ve Papylos’un mozaleleri
bulunuyor. Şehirdeki benzerleri arasında en eskisi olan bu mozaleler şu
anda bir kahvehanenin duvarları arkasında saklı duruyor!
Merdivenlerden caddeye çıkıp sola
doğru yürüdüğünüzde ise kapanmış
tarihi Samatya Karakolu’nu geçtikten sonra Yedikule’ye doğru giderken Ayios Nikolaos Rum Kilisesi sizi
karşılıyor. 1583 yılında inşa edildiği
tahmin edilen kilise, 1782 yangınında büyük hasar gördükten sonra
onarılarak 1830 yılında tekrar ibadete açılıyor.
Doğu Roma’dan günümüze ulaşan
en eski dini yapı: Studios Manastırı
Kilisenin hemen arka sokağında ise
Studios Manastırı veya diğer adıyla �mrahor Camii 1500 yıllık tarihi
ve ihtişamıyla görenleri büyülüyor.
Doğu Roma döneminde yapılan ve
�stanbul’da ayakta kalan en eski
dini yapı olarak kabul edilen Studios
Manastırı veya Aya �oannes Promodos (Vaftizci Yahya) Kilisesi veya
�mrahor Camii’nin 454-464 yıllarında
inşa edildiği düşünülüyor.
44
Ayios Nikolaos’un çapraz karşısında
kalan Anarat Hğutyun Ermeni Katolik Kilisesi Pazar günleri, sayıları az
da olsa Ermeni Katolik cemaatinin
ibadetine açılıyor.
Studios Manastırı yakınlarındaki
Ayios Konstantinos ve Ayia Eleni
Rum Ortodoks kiliseleri ve Arap Kapısı Mescidi ve Tekkesi semtin çokkültürlü yapısını bir kez daha haykırıyor.
�stanbul’daki ilk Ermeni
Patrikhanesi, Fatih Sultan
Mehmet tarafından hediye edildi
Marmara Caddesi’ne çıktığınızda
da iki önemli tarihi eseri görüyorsunuz: Biri Mimar Sinan eseri Abdi
Çelebi Camii, diğeri ise �stanbul’daki
ilk Ermeni Patrikliği’ni yapmış Surp
Kevork Ermeni Kilisesi. Sulu Manastır olarak da adlandırılan kilise,
aslında bir Rum Ortodoks kilisesi.
Fatih Sultan Mehmet, �stanbul’u fethinin ardından o zamanlar Bursa’da
bulunan Ermeni Patriği Episkopos
Hovagim’e burayı Ermeni Patrikhanesi olarak hediye ederek Rum
Ortodoks Patriği’ne verilen tüm
hakları tanıyor. Patrikhane binası
1640’lara kadar burada kaldıktan
sonra Kumkapı’ya taşındı. 1031 yılında �mparator II. Romanos tarafından inşa ettirilen kilise, 1204 yılındaki Haçlı Seferi’nde yağmalanarak
harabeye dönüyor. VIII. Michael
Palaelogos tarafından onarılarak
ibadete açılıyor. Mülkiyeti hakkında
Rum ve Ermeni cemaatleri arasında
anlaşmazlıklar yaşanması nedeniyle
Surp Kevork, “Kanlı Kilise” olarak
da anılıyor.
Samatya’ya Mimar Sinan’ın da
eli değdi
Marmara Caddesi üzerinde Surp
Kevork ile aynı sırada, karşı köşesinde yer alan Mimar Sinan eseri
Abdi Çelebi Camii, “Yedim �çtim Camii” ve “Sanki Yedim Camii” isimleriyle de anılıyor. Bu isim, ne zaman
canı pahalı bir şey çekse yemeyip
parasını biriktiren ve o parayla cami
yaptıran bir kişinin rivayetinden geliyor. Dört fil ayağı üzerine bir kubbe
oturtularak 1533-1534 yıllarında inşa
edilen cami uzun zaman ihmal edi-
liyor. Cami, 1933 yılında onarılarak
tekrar ibadete açılıyor.
Samatya’nın nüfus bileşimindeki
değişiklikler yalnızca Ermenilerin bu
semte yerleştirilmesiyle sınırlı olmadı. Tekke ve mescitler çevresinde
bir Müslüman nüfusun geliştirilmesi
politikası Fetih’in hemen arkasından
başladı. Mirza Baba Tekkesi, Fatih
Sultan Mehmet döneminde eski bir
Bizans yapısından yararlanılarak
kuruldu. Sancaktar Hayrettin Mescidi ve Tekkesi de aynı dönem ürünü
Abdi Çelebi Camii ve Ağa Hamamı
gibi bazı Mimar Sinan yapılarının 16.
yy.’da gerçekleşmesi, semtin Müslüman kimliğinin 16. yüzyılda pekiştiğinin ipuçlarını veriyor.
Marmara Caddesi’nin sonuna yakın
Sahakyan Nunyan Lisesi’nin yanından aşağıya doğru indiğinizde karşınıza çıkan Ağa Hamamı �stanbul’un
en büyük çifte hamamlarından biri.
II. Dünya Savaşı'ndan önce hamam
olarak kullanılmasından vazgeçilmiş bina, uzun zaman atıl kaldıktan
sonra, birkaç yıl önce yapılan restorasyonla iş merkezine dönüştürüldü.
Hamamın en alt katı şu anda market
olarak kullanılıyor. Zamanında hamamın havuzlu ve fıskiyeli bir bahçesi olduğu rivayet ediliyor.
Ağa Hamam’dan Samatya Caddesi’ne
çıkıp sola doğru gittiğinizde şu anda
Sosyal Sigortalar �stanbul Eğitim ve
Araştırma Hastanesi’nin bulunduğu
alanda yer alan Etyemez Tekkesi’ne
ulaşırsınız. Tekke, Mirza Baba Tekkesi ve Karabıçak Veli Tekkesi adlarıyla da biliniyor.
“Via Egnetia”
Samatya’nın en ünlü caddesi Org.
Nafiz Gürman, Samatyalıların deVia Egnetia
yimiyle Samatya Caddesi’dir. Doğu – batı yönünde tren yoluna paralel
uzanan cadde “Via Egnetia” yani “Kral Yolu”nun sur içindeki bölümüydü. Zafer kazanan imparatorlar, batıda Trakya yönünde uzanan yoldan
gelip Altın Kapı’dan geçerek sur içine girerlerdi. Daha sonra Via Egnetia üzerinde Aya Sofia’ya ulaşırlardı. Samatya surlarının önünden geçen Sahil Yolu – Kenedy Caddesi’nde ise bir zamanlar evlerden denize
girilirdi. Çocukluğumdan kalan hayal meyal hatıralardan biri de burada
deniz banyosu yapan insanlardır. Yıllar içinde denizin doldurulmasıyla
giderek genişleyen cadde üzerinde Türkiye denizlerinde yaşamış canlıların örneklerini barındıran Balık Müzesi bulunuyor.
Altın Kapı ve Studios Manastırı
Yedikule Surları içindeki Via Egnatia’ya Altın Kapı’dan geçiş sağlanırdı.
395 yılında imparator 1. Theodosius’un kazandığı zaferin anısına 3 bölümlü kemer olarak yapılan kapı daha sonra şehri çeviren surlarla birleştirildi. Heykel ve yazıtlarla süslenmiş olan kapı, ismine uygun şekilde
altın kaplıydı. Kapı, imparator 1. Theodosius’un zafer tanrıçası Nike’nin
ve iki büyük filin heykeli ile süslüydü. Ancak depremler ve doğal tahribat nedeniyle bu heykeller günümüze ulaşamadı. Yalnız, kuzey kulenin
saçağında bir kartal kabartması halen duruyor. Sütunların önünde ve
arkasında altın yaldızlı bronz harflerle imparator Theodosius’a hitaben
“Kapıyı yaptıran altın bir devir yarattı” yazıyor. Sadece zafer kazandıktan sonra imparator ve generallerinin geçiş yaptığı zamanlarda açılan
kapı, diğer zamanlarda kapalı tutulurdu.
�stanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet altın kapının iç tarafından çevresine üç büyük burçtan oluşan bir sur ilave ederek hisarı
beşgen şekilde yedi kuleye sahip bir yapı haline getirdi. Böylece altın
kapı ve çevresi, Bizans-Osmanlı çağı yapılarıyla bütünleşip Yedikule
Hisarı adını aldı.
5. yüzyılda inşa edilen Studios Manastırı Samatya’nın adeta bir dini merkez gibi gelişmesinde etkili oldu. Bu manastırdan geriye kalan Ionnes
Prodromos Kilisesi (�mrahor Cami) �stanbul’da da hala kısmen ayakta
duran en eski kilise olarak kabul ediliyor. Samatya, �stanbul’un fethinden sonra uzun yüzyıllar boyunca bir Hristiyan semti kimliğini korudu.
TURAD’ın çalışmalarıyla Samatya eski görkemli günlerine dönüyor
Başkanlığını eski Kültür Bakanı Bahattin Yücel’in yaptığı Turizm Araştırmaları Derneği - TURAD bölgedeki sosyal yaşam ve zengin turizm
potansiyeline dikkat çekmek amacıyla Samatya'da bir takım çalışmalar yürütüyor. Bu bağlamda �stanbul'un kültürel özelliklerinin 1950’li
45
yıllara kadar bütün renkleriyle, bir
arada yaşandığı semtin canlandırılmasıyla ilgili bir proje hazırlandı.
TURAD’ın amacı, tarihi Samatya'nın
yerli ve yabancı turistler için ilgi odağı haline getirilmesiydi. �lk aşamada
Samatya için özel bir logo tasarlandı
ve semtte bulunan işyerlerinin tabelaları bu logoya göre yenilendi.
Semtteki restoranların masa örtüleri
ve masa üstü servis ürünleri yenilendi.
Samatya Meydanı’nın fiziksel koşulları
Fatih Belediyesi’yle işbirliği yapılarak,
iyileştirildi. Semtin tarihi meydanına
bakan 53 bina boyanarak, dış bakımları
yapıldı.
Esnafa ‘hizmet iyileştirme eğitimleri’
verildi.
Samatya’da yiyecek ve içecek hizmeti veren işletmelerin standartları bir
uluslararası kuruluş tarafından gözetime alındı. TURAD’ın çalışmaları
sonucunda, Samatya’ya gelen yerli
ve yabancı ziyaretçi sayısı ve işletme
gelirleri yüzde 60- 70 oranlarında arttı.
Samatyalı Zilciyan Ailesi anısına caz
festivali
Geçtiğimiz yaz ise,
iyileştirmeleri semt
sakinleri ile paylaşmak için, gelenekselleşmesi planlanan “Samatya’da Müzik; Zil ve Caz”
Festivali düzenlendi. Samatyalı Zilciyan Ailesi’nin anısına düzenlenen festivalde, Kerem Görsev, Arto Tunç Boyacıyan ve Leman Sam sahne aldılar.
Festival, Samatya sakinlerinin olduğu
kadar, tüm �stanbulluların da dikkatini
çekti.
Çocukluk…
Havva Gürkan / Toplumsal ve Siyasal Bilimler 2010 Mezunu
Benim kardeşimle aramda 9 yaş var. Dolayısıyla en az
iki ayrı kuşağa ait çocukluk görmüş geçirmiş sayıyorum
kendimi. Malum, artık kuşaklar neredeyse «10 yılda bir»
değişir oldu. Yine de bu yazıya başlamadan önce ilk aklıma gelen şey «Ben çocukken...» diye başlayan cümleler
kurabilecek yaşa geldiğimi fark etmek oldu.
Benim çocukluğum mahallede geçti. Küçük bir şehirde
yaşıyor olmanın da avantajıyla, sokak oyunları hayatımızın önemli bir parçasıydı. Korkulacak bir şey yoktu,
mahalleden fazla araba geçmezdi, zaten herkes birbirini tanırdı. Sokakta gönlümüzce oynamanın tek bir şartı
vardı: Ezan okununca içeri girmek. Akşam ezanı bizim
için adeta okulda çalan zil gibiydi, tıpkı Pazar geceleri
Parliament Pazar Gece Sineması müziğinin bizim için
yatma vakti demek olması gibi.
Yaşımız biraz daha ilerleyip çocukluğun ileriki yıllarına
geldiğimizde akşam yemeğini yedikten sonra tekrar sokağa çıkmamıza izin verilebilirdi. Gece vakti her yer karanlıkken oynanan saklambaç oyunlarının, arkadaşlarla
toplanıp birinin bahçesinde oturup korku (!) dolu hikayeler anlatmanın tadına doyum olmazdı.
Gündüzleri okulda da durum çok farklı değildi
aslına bakarsınız. 10 dakikalık teneffüslerde
koştura koştura bahçeye ip atlamaya veya
yakan top oynamaya çıkardık. Bazen Beden Eğitimi derslerinde serbest zaman
bulduğumuzda, ya da denk gelir de
dersimiz boş olursa birbirinden yaratıcı
oyunlar oynardık. “Madam Mösyö” vardı mesela, bazıları “Dansa Davet” olarak da bilir ama ben
en çok “Madam
Mösyö” is-
46
mini severdim. Anneannelerin, babaannelerin bahçeli
evleri vardı ben çocukken. Apartman dairesinde yaşamazlardı genellikle. Yaz tatilleri ayrı bir doyulmaz olurdu
bu sebeple, hele bir de yaşıtınız bir kuzene sahipseniz.
Anneannemin kullanmadığı ne kadar mutfak eşyası
varsa el koyup evcilik oynardık biz kuzenimle. Dedemin
bahçeyi dağıtmamıza kızıp çöpe atmakla tehdit ettiği
oyuncaklarımızdı onlar. Bilirdik ki kıyamazdı bize. Her
yaz tatilinin sonunda özenle sarar, saklardık oyuncaklarımızı, bir sonraki yaza kullanmak üzere.
‹lkokul yıllarında sokak oyunlarına ek olarak hayatımıza
ilk önce Gameboy, hemen arkasından “atari” kavramı
girdi. Bıkmadan usanmadan önce Tetris, sonra Mario
oynamaya başladık. Mario’da oyun bitirmek hayattaki
en büyük amaçlarımızdan biri haline geldi. Joystickler
eskittik bu önemli amaç uğruna. Sonra sanal bebekler çıktı. Okula götürmek yasaktı, gizlice götürür, ders
aralarında yemeğini verir, uykuya yatırır, sabırla büyümesini beklerdik. Nedenini anlayamadığımız
bir şekilde öldüklerinde ise çok üzülürdük.
Bilgisayara da yetiştik ortaokul yıllarına
doğru kuşak olarak. Tabii ki sınırlı bir
internet teknolojisiyle. Dakikalarca
«çevir sesi»ni dinleyerek internete
bağlanmaya çalışırdık. Facebook, twitter gibi sosyal medya
ise henüz kimsenin aklında
bile yoktu. Tek kullandığımız chat programı «ICQ»
idi.
Bir de koleksiyonlarımız vardı, en popüleri peçete
koleksiyo-
nuydu. Sonra tasolar ve sporcu kartları girdi hayatımıza. Cipslerden çıkan tasoların sayısı arkadaşlar arasında hava atmanın en masum yoluydu. «Kökmek, ütmek»
gibi terimler vardı hayatımızda, oyunda arkadaşın tüm
tasolarını ele geçirmek anlamına gelen.
Gazetelerin zaman zaman dağıttığı kağıt bebekler, ki
adları genellikle «Şebnem» olurdu ve onların kağıttan
kıyafetleri de kendi adıma vazgeçilmez bir koleksiyondu. Özenle keser, hava durumuna göre giydirirdik Şebnem bebeğin kıyafetlerini.
Bir de kendi kıyafetlerimiz vardı tabii o yıllara dair geri
gelmesini en son isteyeceğin şey nedir diye sorsanız,
benim için bu sorunun tartışmasız cevabıdır. Okula giderken hava soğuksa asker botları giyerdik veya havanın biraz daha iyi olduğu dönemlerde rugan ayakkabıların içine dantelli kısa çoraplar. Haftasonları için
püsküllü tişörtlerimiz, rengarenk taytlarımız, oduncu
gömlekleri, vatkalı kazaklar, ispanyol paça pantolonlar,
pançolar vardı. Yüksek belli pantolonları göbeği açıkta
bırakan tişörtlerle kombinlerdik. Bir dönem baskılı tişörtler ve batikler de katılmıştı hayatımıza.
Her dönemin bir kusuru olur tabi, diyerek geçiyorum ve
biraz da çocukluğumuzun şarkılarını hatırlayalım istiyorum. Müzik insan hayatının her dönemi için vazgeçilmez sanırım ama o dönemin şarkıları da bir başkaydı.
Oya& Bora, Ajlan & Mine, Çıtır Kızlar, Birkaç ‹yi Adam,
Burak Kut, Kerim Tekin, Tayfun vardı. Yonca Evcimik'in
Bandıra Bandıra ve Aboneyim şarkılarını ezbere bilir,
hızlı hızlı söylemeye çalışırdık. Barış Manço'nun «El
Salla» klibinde yer alan şarkıcılar o dönemin bir özeti
gibiydi.
Ricky Martin ve Spice Girls'ün fırtına gibi estiği yıllardı.
Sarışınsanız Emma, kıvırcık saçlı iseniz Mell B, birazcık
spora yatkınsanız Victoria olabilirdiniz. Her sınıfta en az
bir «Spice Girls» grubu kurulur, okulun son günü Spice
Girls şarkıları eşliğinde muhteşem şovlar sergilenirdi.
Bizim sınıfta 2 ayrı grup vardı mesela, sürekli bir yarış
halindeydik hangi grubun daha iyi olduğu konusunda. Çok ciddiye alırdık bu şovları, sırayla birbirimizin
evinde toplanıp Spice Girls şarkıları için kareografiler
hazırladığımızı hatırlıyorum kendi çapımızda. Tabii bir
de Macarena dansı vardı, kendine has figürleri olan.
Bilmeyen yoktu, doğumgünü partilerinin vazgeçilmez
ritüeliydi toplanıp bu dansı yapmak. Spice Girls'ün si-
47
nema filmi vizyona girdiğinde, şehirdeki tek sinemaya
koşmuştuk heyecanla. Titanic ile birlikte Leonarda Di
Caprio hayranı olduk, «My Heart Will Go On»u ezberledik bu sefer de.
Her çocukluk döneminin olduğu gibi bizim de kahramanlarımız vardı, tek dişi kalmış kahramanımız Hugo
başta olmak üzere, He-man & She-ra, Sevimli Hayalet Casper, Heidi, Aslan Kral, Şeker Kız Candy, Ninja
Kaplumbağalar, Jetgiller ilk aklıma gelenler. Teknoloji
o kadar gelişmiş değildi, kaydedelim de istediğimiz
zaman izleriz gibi bir şansımız yoktu tabii. Haftasonları sırf Heidi'yi izlemek için erken uyandığımı hatırlarım
mesela. Kahramanlardan bahsetmişken Susam Sokağı
unutulur mu? Kurabiye Canavarı, Edi ile Büdü en yakın
arkadaşlarımızdı.
Özel kanalların artmasıyla dizi furyasının başlaması da
aynı döneme denk geliyor. Her şey olduğu gibi diziler
de şimdiye göre bir hayli farklıydı tabi. Çoğunluğunun
temasını aile ve komşuluk ilişkileri oluştururdu. Ben mi
hatırlamıyorum, yoksa şimdiki kadar entrika meraklısı
değil miydik? Dizilerde işlenen konular çok daha yalın
ve basitti, daha sevgi doluydu sanki. TRT’de Bizimkiler ile başlayan dönem, özel kanallarda Süper Baba ve
Mahallenin Muhtarları ile devam etti. Üstünden o kadar yıl geçmiş olsa da, Süper Baba’nın şarkısını flütle
çalmaya çalıştığımız günler dün gibi benim için. Çizgi
filmler, diziler bir yana ama en sevdiğimiz program tartışmasız «Barış Manço ile 7'den 77'ye» idi. Ne kadar
üzülmüştüm katılamadığım için.
Geçenlerde internette şöyle bir sözle karşılaştım “I still
think that 1990 was ten years ago.” Acı gerçeği bu yazıyı yazarken ve Okan Bayülgen’in 90’lar temalı Disko
Kralı’nı izlerken bir kez daha fark ettim. 10 yıl olmamış
arkadaşlar, 20 yıl olmuş! Büyümek, yaşlanıyor olmak bir
yana ama, 90’lı yıllarda çocuk olmanın tadı başka hiçbir
şeyde yok sanki. Belki çocukluk bir kez yaşandığı ve
başka yıllarda çocuk olmanın nasıl bir duygu olduğunu
bilmediğim için bana öyle geliyor da olabilir, kimbilir.
2011 Öyk
ü Yarışm
ası
SÜ Yazm
aB
Öykü Yar ecerileri Merkezi,
ışm
Yaratıcı
Ya
geçtiği bir ası’nda yarışmac
ılar, sırala zma Programı ta
öykü yaz
rafı
a
m
caklardı:
1. misket
asını boz
madan, iç ndan düzenlenen
2. aşk 3. sid
2
inde aşağ
10. amor
ıki 15 keli 011
tisman 11 ik 4. ayakkabı 5. menin
sansür 6. . kösele 1
2. hidaye
t 13. apta öcü 7. sırnaşık 8. Bu sayım
l 14. kayg
intihar 9
ızda da s
. vidanjö
ılanmak
izlere, ikin
r
1
5
. kraliçe
cilik kaza
nan Man
olya Ün’ü
n öyküsü
nü sunuy
oruz…
KAĞITTA
Çocukken
N GEM�L
en sevdiğ
ER
Manolya
maşır suy
im oyunc
Ün
aklarım k
una maru
ağ
z
rup otura
bileceğim kalmaktan erimiş, ıttan gemilerdi. H
ala aklım
eski bir le
kadar ge
Bu arkad
dad
ğen
niş
aş
aklı bir ka , ömrünü doldura ağızlı, rengi de g i vardı annemin. �ç ır, kenarları çand
öz
rış
in
mı, odam suda olan beni oy iğer ufak tefek ev tırmalayan cinste de bağdaş kuın baş kö
n
alaması iç
e
parlak bir
ş
y
a
larıı g
şe
in
kadar su
yla doldu sinden sevinçle a emekliye ayrılmış ibi çöpü boylama mavi.
ky
rur
lıp
tı.
kurtulup h
ayali ufuk dum. Sararmış ga arka bahçeye taş Yaz gelip de havala erine,
z
lara yelke
ırdım onu
Bir gün yin
r ısındı
ete kağıd
,s
n
ın
e
Gemilerim küçük ölçekli, mü açtıkça içim kıpır k dan gemilerim pa onra da ağzına
te
rmak uçla
ıp
h
rımdan
çömelmiş er zamanki gibi na vazi bütçeli hobim ır ederdi.
le uğraşır
, onların z
zlı nazlı sa
ken canım
arif dansın
dum, ne a
lınıyordu
ı sıkan bir
su
rk
ı
şe
kopartıve ama sokulduğunu izliyordum. Dalmış yun üstünde, ben
de leğenin y oldu.
rdi. Daha
ım. Ne ab
. “Muraa
at!” diye
la
neler olu
misketi te
başına
m
ın
bahçe
anid
p
p
ne indiğin emden aşağı bırak bittiğini anlamama en seslenip beni ye indiğini duygü
tı.
ih
fı
rayan su atırlıyorum; isabe Misketlerin kocam rsat vermeden d ndüz rüyamdan
e
t alan gem
damlacık
a
bir avuç
n
y
a
ğmu
larının öğ
kahkasın
le sıcağın ilerin hızla derinle r taneleri gibi filo dolusu
ı.
mu
re
da yanmış
O gün ço
yanaklarım gömüldüğünü, yüz n üstüka
üm
ı ürperttiğ
şam saat ğladım, dur durak
ini, ablam e sıçbeşe varm
bilmeden
ın hınzır
te
olacak, iş
a
ten geldiğ dan bir paket sig pinip ev halkını ç
ıl
a
dırttım. B
i gibi kra
rayı hakla
bicili kap
vatı
un
ka
m
tikten son ğıtlarından gemic nı dahi gevşetme ıştı bile. Babam o alan annem aknun halin
ikler yapıp
den beni
ra sakinle
ea
karşısına
şip sustu
yeni oyun
birer bire
m;
aldı, başla cımış
ca
r
dı cicili
Diyeceks klarım beni avuttu ama gazete kağıd önüme koymaya.
Bir
iniz
ın
ğ
size: Şu h ne inatçı çocukm u için değil, bağırm dan yapılanlarada az zaman geçnk
ay
a
u
misiniz ba atta gemilerinin a şsun birader; hele ktan yorulduğum iç at be kat güzel
ns
n
b
in
göstereb a? Suratının ortas ızın batmasını ho ir tutturmaya gör. .
ilecek ols
ına ani bir
ş karşılay
O
zaman so
an
ac
to
larına bir
tanrıya ta ız bile bu kişi düze kat yemekten go ak bir tek kişi gös rayım
cunmaya
ninin bozu
par gibi ta
terebilir
de de osu
cak
lm
pa
n.
25 yaşınd Ya da bazen... Ya n ben olamam. Ne asından ölümüne k birini? �şin özü,
ni
ay
o
d
bir rota ü dım, tıp fakültesin nadiren... Değilsin emişler; yedisinde rkan, alışkanlık. Şöyle:
den mezu
zerinde a
neysen y
etmişinn
kıy
de cebim
de, kulağ ordu o sıralar; d olduğun yılın yazıy
iplomam
ım ise Ey
dı. Hayatı
hevesiyle
elim
lül
m ta
ü
yordum. E niversite hastanes başı gelecek atam de, meslek aşkım hmin edilebilir
inin acil s
vden işe,
a haberle
kalbimde
e
iş
r
yolumun
n
başıyla s ten eve yüksek te rvisinde cüzi bir m inde, yazı boş geç ziyaonu aras
m
ik
ir
Güvende
meme
p
ta
o
r
da mek
karşıl
ına
ydim. Son
ra Temmu çektiğim düz çizg ik dokusam da hu ığı “hizmet” verii
z
z ayının o
rtalarına üzerinde nokta se urluydum, herşey
doğru, nö
k
betçi kald meden ilerliyordu
ığım bir g
ece anne .
m-
49
den garip
b
koridorda ir telefon aldım. K
endimi na
koşarken
sıl
ç
“Nasıl old
u bu?” diy arpıp düşürdüğüm bir panikle hasta
neden dış
e soluk so
pasa takıl
doktor.
arı attım,
ıp
lu
bir ben b
“Ne biley sendeledim, abla ğa içeri daldım kü
ilirim, bir
m imdadım
im ben?”
çük karde
de
diye kesti
ş
a
nın arasın
im
y
e
N
ti
e
ş
s
m
r
r
in
e
ip
se
da
k
son yolcu bir aşağı bir yuka attı annem. Ağzınd ydi annemin terlik apıyı bana açar aç
rı
le
ak
lu
maz. Pas
Önüne ba ğuna uğurlanacak oynayıp duruyordu i sigara sinirden g rini öpecektim.
erilip ince
tı o da. “S
kma, kır k
. Birkaç n
efes sonr
cik kalmış
afanı; ki o
abah ner
avanaklık
a iz
eye
ta
nca işin iç
du
“Haberi k zaten!”
inde bir d gittiğini söyleme maritle dolup taşm daklarıden bastı
im verdi?
e senle u
ış
küllükte
” diye üs
ğraşalım!
gitti. Afer
mizi söyle
teledim k
in
B
mişlerdi.
a
s
a
b
n
anla hep
onuş
Tar
yan sorula
sidik yar a da!
rın acil ce if edemeyeceğim maktaki isteksizliğ
ış
tı
rırsın
b
in
Evdekiler
v
karşıların aplara ihtiyacı var ir acı kemiriyordu i görmezden gelip
da aydan
göğsümü
dı. “Sorm
. Babamı
“Haber m
, ka
ad
dü
ka
ab
uzandı. “N er yok.” dedi ann şmüş biri duruyorm ınız mı ne olmuş b famın içini ışık hız ybettiğiem omuz
a
ın
erde oldu
uş gibi ga
b
da turlaların
ğu
Gülsem m
ripseyen ama?”
bakışlarla
i, ağlasam nu, ne halt ettiğin ı silkip. Eli, bodur
süzdüler
i bilseydik
kahve ma
yapılan, y
mı bileme
be
ok
sa
,n
d
“A şaşkın sa bana söylemed en en yakınımdak e diye babanı kay sında duran sigar ni.
bettik diy
a paketin
!” diye te
i sandaly
ikleri şeyle
eli
e
e
r
karşılık v
ermedim. sledi ablam beni r mi duymayı bece ye bırakıverdim ke m sana?”
alnımın o
n
r
“Gerisini
m
çıktı mera
d
imi. Şaka
iştim tele
rtas
din
kta
fo
“Babam ö n sana geri ulaşa lemedin ki! Suratı ına hafif bir şapla nun diğer ucund mıydı bu
an?
mıza kap
k indirip.
m
lm
attın tele
“Tövbeee edi yani? Yaşıyor ayınca.”
fonu. Açm Hakettiğimi düşün
!” dedi an
yani?” De
ü
adın da s
r
n
tıyordu. “
onra, aklı p
Ağzından em sigarasını yak in bir oh çekip acın
m
ız
a
ye
ın
rk
çıktı, saba
hın yedis l alsın. Kör olmaya en. Çakmağın alev göğsümü terketm
inde. Gidiş
esini bek
sı herif, in
“Anne, p
i, dudak k
led
oli
en
sa
o
sında ken se haber verelim. gidiş. Bak saat ka n yanına telefonu arlarındaki çizgile im.
nu alır, de
ç oldu, ha
ri aydınla
En doğru
dine yer
s
v
b
ğ
formunu
gururla d ulmaya çalışıyord u bu olur.” dedi N a karardı, o hala o il mi? Senden evv
oldurmuş
e
r
u o arala
e
ta
l
s
yacaktı. H
r
la
in
r
da yok.”
kendind
tu ö
r. Lis
e
Ne yapm r sözü, her hareke nceki akşam kend e giriş sınavında en emin. Yetişkin
am
ti b
le
ie
is
taladı. Ye ız konusunda her ize bunu anlatma lleriyle. Büyümüştü tediği yeri kazan r dünyam
y
rimden fı
k
a
a
ış, te
a
fa
y
r
ö
tı
d
n
k, şehir d
an far
elikti o ya
rlay
uzaklıktak
ışında yatı rcih
z.
i semt kar ıp ağizeye öyle b klı bir ses çıka dur
lı okuir
su
ak
oturmuş a
ğlayan. A olunda görevli me sarıldım ki! Araya n, acı acı çalan te
n,
lefo
dı
m
de olduğu
nu hatırla Şerif Akça, cüzda ur... Birini görmüş bize yürüyerek en n curcunayı nok
n
le
y
Aile mec
fazla on b
ında bu n
lisinin on amadığını söylüyo
umarayı b r gece vakti binan
eş dakika
r
a
ın
ulmuşlar.
muş. Bir z
yıyla tuha
yollandım
önündeki
Ta
ah
.A
f
k
oturduğu çıkçası bana söy teslimatın sorumlu met gelip alabilir m nıyor muymuşuz? aldırıma
E
lenenleri
mahalled
lu
v
iy
inin nerğunu üstl
mişiz?
an
e
belki tans
iyonu yük yolunu kaybettiğin lamakta güçlük ç enip gece yarısı
e
s
a
i
bazen. H
ele de ha elmişti de derdini iddia ediyordu! O kiyordum. Polis ba par topar karako
iyi ifade e
la
rtada bir
b
pını alma
amın 20
tefek şey
y
d
yı unutur
ler
sa. Dalgın ememişti babam. anlış anlaşılma va yılı aşkındır
Amirlikte i... Ara sıra...
Ya
rd
dı babam
n iç
bildim bil z sıcağında olurdu ı kuşkusuz;
Boynunu eri girince, babam
e
b
li
, unutma
çö
ı
ya yatkın öyle şeyler
nüyordu; kmüş omuzları ara loş bir köşede tek
d
ı. Ama ufa
ba
sa
s
k
“Baba?” nki çekmiş, büzülm ına gömmüş, boş b şına oturken buld
u
dedim us
a
m
ü
k
ş
ış
.
G
g
la
a
ib
r
r
ın
i.
ip
ı
O
u
k
b
n
lc
gözlerime
arşısında
ir hal vard
u bu şekil
a. Sesimi
ki
ı
d
b
dedi hafiç aktı, sonra bakışla duyunca doğruldu e karşımda görme duvara dikmişti. U üstünde.
facık görü
k rahatlatm
, yüzünü
e yutkuna
rını zemin
bana çev
rak. Ses to
deki parla
Yanına ya
adı beni.
irdi.
kla
k
n
bir durum şıp omzuna doku unda mahçubiyet beyaz karolara ka Kısacık bir anlığın
nd
va
çırdı. “Ku
y
sura bakm a da olsa
boyunca okmuş gibi davran um ve “Estağfuru rdı.
ll
kol kola y
m
a oğlum.”
a
h baba. H
aya çalış
ürü
yatımda h
a
a
içbir sess rken ne birbirimiz rak. Polislere teşe di eve gidelim.” d
edim orta
in yüzüne
izlik bana
kkür edip
Evin önü
da
bu
ne
ba
ev
kapımız b gelince tam ayak kadar sessiz gelm ktık, ne de ağzımız in yolunu tuttuk; a anormal
an
ka
m
ı açıp tek
e
bir laf ede a cadde
verdi. Bu gırdayarak açıldı bılarını çıkarmas mişti.
haliyle tıp
ve annem
ı için bab
bildik. Ha
ama yard
kı ateş ku
, kalın bir
sigarayı b
ımc
sm
sig
ir
birbiri ard hışımla yere fırlatt aya hazırlanan bir ara dumanı bulutu ı olmaya hazırlanıy
ı
e
ına sırala
dıkça öfk ve avazı çıktığı kad jderhayı andırıyor içinden çıkıp kar ordum; ki
esi daha
a
da kabarıy r bağırmaya baş du. Dişlerinin aras şımıza dikillad
ına
or, kapıya
yumruk ü ı sokağın ortasında sıkıştırdığı
stüne yum
.
ruk indiriy Hakaretleri
ordu. Bab
am
ise gözleri yerde, hiç tepki vermeden dinliyordu annemin verip veriştirmelerini.
“Yavaş anne, yavaş!” diyerek annemi kolundan tutup içeri çekmeye çabaladı ablam çaresizce. “Rezil olduk mahalleye! Herkes yatağından fırladı valla!”
“RTÜK annemin ağzına sansür koyacak.” diye kıkırdıyordu Nesrin arkadan. Belli ki o gece eğlenen tek kişi kendisiydi.
“Aile var mahallede anne, akıllı izleyici!”
“�zleyenler akıllı, bir benim başımdakiler zır deli zaten!” diye hırladı annem. “Eh, be vurdumduymaz adam...” diyerek
başladı; ama sonunu getiremeden bir öksürük nöbeti içinde kaybetti sesini. Fırsattan istifade, karga tulumba da olsa
eve sokabildik onu. Babam bir şey olamamış gibi sakince takip etti bizi. Ağzını bıçak açmıyordu.
Ertesi gün beraberce hastanenin yolunu tuttuk, bir dizi tahlilden geçirdim babamı. Taze mezun bir doktordum sonuçta,
içimi kemiren bir takım şüpheler vardı. Fakülteden sevdiğim bir hocaya danıştım sonunda, nörologdu kendisi. Babamı
ona gösterdim, muayeneden bir süre sonra da idam sehpasında bekleyen bir mahkum gibi masasının önünde beklerken buldum kendimi tek başıma. Aklımdakini sormaya dilim varmıyordu bir türlü.
“Dikkat etmek lazım.” dedi bana ciddiyetle. Bakışlarında, sesinde, deri koltuğuna yaslanıp oturuşunda bile bir tür acıma seziyordum içinde bulunduğumuz duruma karşı. “Diğer test sonuçları hep negatif gelmiş.”
“Alzheimerdan mı şüpheleniyorsunuz hocam?” diye baklayı ağzımdan çıkardım tüm cesaretimi toplayarak. Yatağımın
altındaki öcüyle yüzleşmekten kaçamazdım artık.
“Riski gözardı etmemek lazım. Erken dönemlerde benzer semptomlar görebiliriz. Düzenli kontrole gelmesi lazım. Bir de
şu yazdıklarımı aksatmadan alacak.”
Bana uzattığı reçeteyi kendi ölüm fermanımı teslim alıyormuş gibi aldım, titreyen parmaklarımın el verdiği ölçüde düzgün katlayarak cebime koydum. “Başka ne yapmamızı önerirsiniz?”
“Bol bol beyin jimnastiği yapacak. Kafasını çalıştırmaya teşvik edin; ama fazla strese sokmadan.”
Hocamın yanından ayrıldıktan sonra yol üstündeki bir eczaneye uğrayıp yazdığı ilaçları aldım. Bir yandan da verdiği
tavsiyeleri evirip çeviriyordum kafamda. �laçlar, kontroller tamamdı da beyin jimnastiği işi nasıl olacaktı? Koskoca
adamı karşıma alıp, bana çarpım tablosunu say mı diyecektim her gün? Kahveye götürüp zorla tavla mı oynatacaktım?
Yoksa sudoku çözmeyi mi öğretecektim? Ben kendim altından kalkamıyordum ki meretin!
Bunaltıcı düşüncelerin dibine yirmi bin fersah gömülmüş, hem aileme, hem kendime, hem de babama acıyarak ne
kadar yürüdüm bilmiyorum. Havasız kaldığımı hissettiğimden olacak, derin bir nefes almak için durup başımı kaldırdığımda sokağın başındaki bakkalın ödünde dikildiğimi farkettim. Burnumun dibinde neredeyse benim boyumda bir
gazete standı duruyordu, telli gözlerin her birinde farklı gazeteler ve ekleri. Magazin mi istersin, spor mu, bulmaca mı...
Bulmaca... Bulmaca? Evet, ya bulmaca! Ben nasıl olur da bunu düşünememiştim daha önce?
Ufaktım o zamanlar. Hatırlarsanız, kağıttan gemiler uğruna kıyametleri koparttığım sıralar. Babam pazar sabahları
elinde bir yığın gazeteyle gelirdi eve. Camın yanında kendine ait sakin bir köşesi vardı, yıpranmış kadife minderleri
olan bir koltuk. Tatil ritüeline kalın çerçeveli gözlüklerini takıp yerine kurularak başlardı hep, yaşadığı anın gerçek
olup olmadığını kontrol ediyormuşçasına sırtını test amaçlı gömerdi minderlere önce. Sonra da koltuğun yumuşak
dokunuşundan memnun kalmış gibi gülümseyerek bacak bacak üstüne atar, fi tarihinden kalma, mürekkep akıtan bir
dolma kalemle başlardı bulmacalarını çözmeye. Soldan sağa, yukardan aşağı... Yüzünü bir huzur kaplardı. Ne yalan
söyleyeyim, kıskanırdım sadece bulmacasında bulduğu bu özel mutluluğu. Gidip türlü sırnaşıklıklar yaparak gazeteyi
elinden kapmaya uğraşırdım. O ise sadece gülümser, yanına çekerdi beni: “Bak buraya, soldan sağa 5 harfli. Bilirsen
gerçek gemileri görmeye götüreceğim seni. Gazeteyi de sana vereceğim gemiler yap diye.”
Yıllar geçti aradan; büyüdüm ister istemez. Kağıt gemilerimi unuttum, mavi leğenimi unuttum. Bulmaca çözerken babama sırnaşmayı da bıraktım hepten, Ama o ne köşesinden, ne de uğraşısından vazgeçti yıllara meydan okurcasına.
Hala bulmaca çözüyor muydu acaba? Aynı evi paylaştığım, her gün yüzüne baktığım babamın ne yapıp ne yapmadığını
niye bilmiyordum artık? Suçluluk duygusu acı bir tat bırakıyordu insanın ağzında.
Akşama olacakları görmek için, yemekten sonra eski koltuğun karşısında pusuya yattım. Babam huyu olduğu üzere
kahvesini içtikten sonra biraz kestirmek için köşesinin yolunu tutardı. Nitekim o akşam da beni yanıltmadı. Ağır adımlarla koltuğa yaklaştı, sonra da bir şaşkınlık nidası mırıldanarak minderlerinin üstüne yığılmış bulmaca eklerini eline
aldı. Nefesimi tutmuş vereceği tepkiyi bekliyordum. Başını benden yana çevirdi, karakol ziyaretimizden beri ilk kez
yüzünde utangaç, özür diler gibi bir ifade olmadan bakıyordu bana. Zorlamaksızın, gözlerinin içi gülürek gülümsüyordu. Ceplerini yokladı bana göstere göstere, akıtan antika dolma kalemine benzettiğim bir kalem bulup çıkardı. Sonra
da koltuğuna kuruldu, sırtıyla minderini yokladı ve bacak bacak üstüne atarak çözmeye başladı bulmacasını. Ağzım
bir karış açık izledim kalemini soldan sağa, yukardan aşağı seri bir şekilde oynatmasını. Sanki yıllardır bu an için hazırlanmış gibi bir hali vardı.
�şi bitince yüzünde, yıllar öncesine ait o memnuniyet ifadesi belirdi yeniden. Cin gibi bakışlarını üzerimden ayırmadan
çözülmüş bulmacayı önüme bırakıp yatmaya gitti. Yazdıklarına göz ucuyla baktım: Kareleri eksiksiz doldurulmuştu,
hem de gayet makul cevaplarla.
Sonraki aylarda evde bir bulmaca furyasıdır, aldı başını yürüdü. Babam her geçen gün yeni bir performans rekoruyla
çıkıyordu karşımıza. Öylesine iştahlı ve hızlı tüketiyordu ki önüne konulanları, artık ona gazete yetiştiremez olmuştum.
Üstüne üstlük sesli de çözüyordu soruları artık. Seçtiklerini tabii...
51
“Gömüldü gene kutu kutu pensesine!” diye söylenmişti bir keresinde annem etrafa saçılmış bulmaca yığınlarını toplarken. “Sefası ona, cefası bana... Yüce rabbim, bir yol gösterse de kurtulsam bu işkenceden!”
Babam ne dese beğenirsiniz? “Soldan sağa 7 harf Murat: �nsanın kendi kendini isteyerek öldürmesi, öze-kıyım.”.
�ntihar? Bulmacayı garip bir şekilde imalı bulmuştum doğrusu. Annem de aynı üstü kapalı göndermeyi sezmiş olacak,
gazeteleri yere bırakıp babama ters ters baktı. “Ne demek şimdi bu?”
“Hiiiiiç.” diye kayıtsızca cevap verdi babam. Konuşurken kalemini sağdan sola, yukardan aşağı oynatmayı sürdürüyordu. “Bulmacada sormuşlar da, Murat’a belki bilir diye sorayım dedim.”
Annemin kaşları daha bir çatıldı, yüzü ekşidi. “Şerif Efendi, öteki dünyada iki elim yakanda. Bakalım o günah defterini
nasıl paklayacaksın acaba?”
“Yukardan aşağı 8 harfli: Lağım temizleme aracı.” dedi babam.
Artık ailenin bir ferdi saydığımız bulmaca sözlüğüne uzanıp sayfaları biraz karıştırdıktan sonra “Yaz baba, vidanjör!”
diye atıldım oturduğum yerden. Bir yandan da gülmemi bastırmak için dudaklarımı ısırıyordum.
“Allahın cezaları, baba-oğul bir olup dalga geçiyorlar bir de utanmadan. Canıma yetti desem, bırakıp gitsem evi, ne
yaparsınız tek başınıza, ha? Kim çekip çevirir sizi?” diye patladı annem.
“Soldan sağa 13 harf: Duran varlıkların aşınma, yıpranma ve eskime süresi. Bu süre dolunca malı değiştirmek gerekir.”
Annemin gözleri faltaşı gibi açıldı. Yıllardır munis diye tanıdığımız babamın yeri gelince bu kadar gözü kara olabileceğini bilemezdim doğrusu. Sözlüğü yüzüme kalkan ederek “amortisman” diye mırıldandım ve titreyerek kaderimi beklemeye koyuldum. Şansım varmış; ki odanın öbür ucundan roket hızında gelen kösele altlı terlikler başımı ıskalayarak
cama tosladı.
“Ne haliniz varsa görün!” diye kükredi annem ayaklarını yere vura vura odayı terk ederken. Babam gözlerini bulmacasından kaldırıp, “Anca gidersin!” anlamında bir el hareketi yaptı arkasından. Sonra da bana dönüp şöyle dedi:
“Yukardan aşağı 7 harfli: Tanrıya ulaşmak. “
“Hidayet mi?” diye kıkırdadım kendime hakim olamayarak.
“Yok.” dedi hiç istifini bozmadan. “Sükunet. Dünya varmış be, oh!”
Gülünecek bir şey değildi, biliyorum; ama daha fazla hakim olamadım kendime. Kahkahayı patlattım. “Baba, kalıbımı
basarım, o sordukların çözdüğün bulmacada yazan şeyler değil.”
Babamdan ses seda çıkmadı. Duymazlıktan geliyordu beni. Biraz daha üstüne gitmeye karar verdim. “Şu koca sözlüğü
ezberlemişsin kelimesi kelimesine. Hepsini kafandan söylüyorsun. Yalan mı?”
Babamın ağzını bıçak açmıyordu. Kalemi hızlı hızlı oynuyordu gazete kağıdını üstünde.
“Bence sende Alzheimer falan da yok. Hasta birinin altından kalkabileceği bir iş değil şu yaptığın.” Koltuğunun yanındaki çözülmüş bulmaca dağlarını işaret ettim.
Kalemin kıpırtısı ansızın durdu.
“Sizi aptal yerine koyduğumu mu düşünüyorsun, Murat? Çekinme oğlum, söyle.” dedi başını bana çevirmeden. Sesi,
duruşu alışılmadık biçimde sertti. Patavatsızlık yapıp kırmıştım adamcağızı besbelli.
“Ne münasebet baba, öyle demek istemedim.” diye kekeledim yaptığım gafı örtbas etmeye çabalayarak. “Ama üzüldük hepimiz, kaygılandık senin için. Yani biliyorsun, bu hastalık şakaya gelmez.”
“Oğlum, bak.” diye başladı babam oturduğu yerden hafifçe yana kaykılarak. Sesi titriyordu. “Ben sizi kandırmadım,
aptal yerine de koymadım.” Boğazına yerleşen düğümü çözmek için birkaç kez yutkundu art arda. “Ablan nişanlandı,
kışa evlenip gidiyor. Nesrin’e desen, okul için bavullarını şimdiden hazır etmiş bile. E, sen de... Tayinin kim bilir nereye
çıkacak ay başına? Bir baktım, dünkü çocuklar birer birer uçuyor yuvadan. Dönüp arkasına bakan yok.”
Daha fazla devam edemedi. Bulmacasını kucağına bırakıp göz yaşlarıyla yol yol olmuş yanaklarınıi ovuşturmaya başladı hıçkırarak. “Polis gördü o gece, derdimi sordu. Kayboldum evladım, dedim. Kaybettim kendimi, keşke bir bulanım
çıksa!”. Omuzları şiddetle sarsıldı
Öğleden sonrayı babamın dizleri dibinde oturarak geçirdim. Kah ağlaştık karşılıklı, kah yaramaz çocuklar gibi gülüştük.
Kalemi kağıdı elinden kapıp yüksek sesle bulmaca soruları okudum ona. O da bana cevaplar yazdırdı soldan sağa,
yukardan aşağı. Sonra da mutfağa gidip annemin gönlümü almaya uğraştık. Epey nazlandı haliyle; ama ben “Yukardan
aşağı 7 harfli: Hükümdar ailesinden gelen, asil kadın. Cevap ne? Prenses, prenses!” deyip yanağından bir makas alınca yelkenleri suya indiriverdi. �ltifatlar da onun kağıttan gemileriydi şüphesiz. 20 yıl öncesine ait hatıralarım canlandı
gözümde. �ster istemez gülümsedim o günden bugüne ne kadar yol aldığımın farkına varınca. Sinsice rollerimizi değiştirmişti babam; batan gemilerimin yerine mızıkçılık yapmadan yenilerini koymayı öğretmişti bana. Hatta öğretmekle
kalmamış, bizzat uygulatmıştı da beni duruma uyandırmadan.
“Ah, baba, ah...” diye yüksek sesle iç çekerek o akşamki bulmaca seansını böldüm yemekten sonra. “Senin bu yaptığına ne denir bilir misin?”
Şaşkın bakışlarla süzdü beni. Neyi kastettiğimi anlayamadığı belliydi. “Ne denirmiş?”
Bulmaca sözlüğünü sahte bir tehditkarlıkla ona doğru salladım. “Soldan sağa altı harfli...”
GÜLAYŞE KOÇAK’tan
Bir Kara Ütopya ya da Umuda Çağrı:
Gülayşe Koçak
Gülayşe Koçak’ın tuhaf ve karmaşık bir aşk ilişkisine
odaklanan romanı Siyah Koku, arka planındaki
insanlık dramları nedeniyle bir kara ütopya olarak da
okunabilir, her şeye rağmen umuda çağrı olarak da...
Nazire Halam aniden kaldırıyor kafasını; birden
canlandı, yanakları kızardı: “İşte! Benim de kafamın içi
aynen amcanın evi gibi!” diye bağırıyor –nereden aklına
estiyse– “Havalandırın şu evi, diye bağırmak istiyorum!
Benim kafamın içinde de aynı, o boğucu sidik ve naftalin
kokusu... Kurtulayım istiyorum, geçmişin bütün çöplerini
taşımaktan çok yoruldum. Açın pencereleri! Atın çöpleri
dışarı! Temiz bir badana yapın, oksijen girsin şu eve –
bunu istiyorum. Ama işte...” Birden omuzları çöküyor,
“Korkuyor insan...”
GÜLAYŞE
KOÇAK
•
ROMAN
Siyah Koku
Siyah
Koku
“Neden?” diye fısıldıyorum. “Neden, halacığım?”
“Yavrum... İnsan galiba çöplerine bağlanıyor.
Korkuyorsun. Oksijen, ya çöplerin varlığını unutturursa?”
ISBN 978-975-08-2195-0
9
?? TL
789750 821950
Yapı Kredi
Yayınları
S‹YAH KOKU
TADIMLIK
Gülayşe Koçak’ın bir aşk hikâyesine odaklanan son
romanı Siyah Koku, arka planındaki insanlık dramları
nedeniyle bir kara ütopya olarak da okunabilir, her
şeye rağmen umuda çağrı olarak da…
Ayrımcılığın sürdüğü, kuraklığın arttığı, yollar boyunca teskin edici maddelerin havaya püskürtülerek
herkesin “uyuşturulduğu”, devlete ekonomik getiri
sağladığı için bütün yetişkinlerin zorunlu organ bağışına tabi tutulduğu bir yakın-gelecek zamanda Mine
ve Tuncay’ın yaşadığı bıçak sırtı ve tuhaf bir aşk…
Siyah Koku Gülayşe Koçak’ın korku ve güven duygularını temel alarak; sahicilik, unutma, hatırlama,
farkında olma kavramları çerçevesinde ördüğü bir
roman.
Nazire Halam aniden kaldırıyor kafasını; birden canlandı,
yanakları kızardı: “‹te! Benim de kafamın içi aynen amcanın evi gibi!” diye ba¤ırıyor–nereden aklına estiyse– “Havalandırın u evi, diye ba¤ırmak istiyorum! Benim kafamın
içinde de aynı, o bo¤ucu sidik ve naftalin kokusu... Kurtulayım istiyorum, geçmiin bütün çöplerini taımaktan çok
yoruldum. Açın pencereleri! Atın çöpleri dıarı! Temiz bir
badana yapın, oksijen girsin u eve – bunu istiyorum. Ama
ite...” Birden omuzları çöküyor, “Korkuyor insan...”
“Neden?” diye fısıldıyorum. “Neden, halacı¤ım?”
“Yavrum... ‹nsan galiba çöplerine ba¤lanıyor. Korkuyorsun. Oksijen, ya çöplerin varlı¤ını unutturursa?”
Play kartın gençlere torpili bitmiyor.
Harcamalarına hem puan hem Turkcell TL/dakika
hediyesi, hesaba ücretsiz havale, sevdiğin markalarda
fırsatlar, indirimli konser biletleri, faizsiz nakit avans,
paran bittiğinde velinin hesabından otomatik
transfer... Hepsi Play kartta!
Play kartın yoksa hemen başvur. Onaylandığında
m
Turkcell TL/dakikalar cebine gelsin.
iÇiN,
T ALMAK
PLAY KAR
i
ÖĞRENCLE
N
BELGYE
IN
K
A
EN
Di
R
YAPI K EE GiT!
ŞUBESiN
444 0 444 playcard.com.tr
facebook.com/yapikrediplay
twitter.com/yapikrediplay
GrafikaSU 02/2012- 2500TR
Sabancı Üniversitesi
Orta Mahalle, Tuzla 34956 ‹stanbul
Telefon: (0 216) 483 90 77 - 483 91 06
Faks: (0 216) 483 90 45
e-posta: [email protected]
www.sabanciuniv.edu/sudergi

Benzer belgeler