ABD`nin Hipermetropi Hastalığı Dünya`daki

Transkript

ABD`nin Hipermetropi Hastalığı Dünya`daki
“Hem Seviyeli Hem Keyifli”
Mart 2015 | Yıl: 2 Sayı: 5
ABD
ABD’nin Hipermetropi Hastalığı
Röportaj: ABD-Çin İlişkileri
Dünya’daki Savunma Harcamalarında
ABD’nin Payı
Amerika’da Yaşayan Yahudilerin
Faaliyetleri
Osmanlı Dönemi Türk- Amerikan Ticari
İlişkileri
ABD’nin Küresel ‘’ Wilsonizm ‘’
İmparatorluğu
Küresel Çevre Sorunları ve Amerika’nın
Tavrı
Uluslararası Hukukta Ülke Kazanma
Yöntemleri
Akademik Perspektif – Mart 2015
Akademik Perspektif Enstitüsü Yayınıdır
1
2
Akademik Perspektif – Mart 2015
akademikperspektif.com
AKADEMİK PERSPEKTİF
Aylık Süreli Sosyal Bilimler Dergisi
KÜNYE
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
OĞUZHAN YANARIŞIK
ÜNİVERSİTE TEMSİLCİ KOORDİNATÖRÜ
SAMET ZENGİNOĞLU
EDİTÖRLER
AYŞE ÖZER - CAHİT KIRAĞA - OĞUZHAN TURHAN - İBRAHİM ÖZKAN – ABDÜLHAKİM ŞEN
DİZAYN EDİTÖRÜ
YASİN DERİN
BU SAYIYA KATKIDA BULUNANLAR
KÜRŞAT YALÇINKÖK - LÜTFULLAH SAYGILI - CANER AKKAYA - SELİN DURAN - MELİKE ŞENER
ÇAĞLAR DIRMIKCI - YUNUS EVEDENCİ - SELÇUK ÇOLAKOĞLU - SAMET ZENGİNOĞLU - RAİF
ANIL ÖTKEN - ELİF ÖZDEMİR - GÜNEY FERHAT BATI - ÖMER FARUK BİLBAY - GÖKÇE HUBAR YEMLİHA GEYİKLİ
REKLAM ve İLETİŞİM
[email protected]
YAYIMCI
Akademik Perspektif Enstitüsü
Yazı teklifi göndermek için gerekli bilgileri dergimizin sonunda bulabilirsiniz.
*Dergimizde yayınlanan bütün makalelerin içeriklerinden yalnızca yazarları sorumludur.
Her bir makale sadece yazarının görüşünü yansıtmaktadır.
3
Akademik Perspektif – Mart 2015
AKADEMİK PERSPEKTİF’TEN
Saygıdeğer okuyucularımız,
Öncelikle, her geçen gün büyüyen
Akademik Perspektif ailesi olarak,
geçtiğimiz ay yayınladığımız ücretsiz
Android uygulamamızla ilgili sevindirici
gelişmeleri sizlere aktarmak istiyoruz.
Uygulamamız
takipçilerimizin
yoğun
ilgisiyle karşılaştı. Pek çok övgü ve tavsiye
aldı. Bu tavsiyeler doğrultusunda, bu ayın
başında uygulamamızın ikinci sürümünü
yayınladık. Böylelikle daha kullanışlı ve
sağlam altyapılı bir uygulama ortaya çıktı.
Uygulamamıza şu linkten erişebilir ve
ücretsiz olarak indirebilirsiniz:
https://play.google.com/store/apps/detail
s?id=com.newage.akademikPerspektif
Bu ay da yine Türk dış politikasında ve
Avrupa ile Asya’da geçtiğimiz ay meydana
gelen önemli gelişmeleri sizler için
derledik. “Ayın Düşünürü” köşemizde ise
Macolm X’i inceledik. Bundan böyle her ay
yayınlanacak olan yeni “Teori” köşemizde
uluslararası
ilişkilerde
“Liberalizm”
teorisini işledik.
Bütün sayılarımız için de yoğun şekilde
makale teklifi gönderen bütün takipçi ve
okuyucularımıza teşekkür ederiz. Bir
sonraki kapak konumuzu “AFRİKA” olarak
belirledik. Başta bu kapak konusu olmak
üzere,
ilgili
alanlardaki
meseleleri
kapsayan makale tekliflerinizi bekliyoruz.
Keyifli okumalar…
Bunun yayında mümkün olan en yakın
zamanda iPhone uygulamamızı da hayata
geçirmeyi planladığımız müjdesiniz siz
değerli
okuyucularımızla
buradan
paylaşmak istiyoruz.
Oğuzhan Yanarışık
Genel Yayın Yönetmeni
Bu yeni sayımızda, yakın zamana kadar tek
süper güç olarak görülen ve uzun bir
süredir olduğu gibi son dönemde de
uluslararası arenada en çok konuşulan
ülkelerin başında gelen “Amerika Birleşik
Devletleri”ni kapak konusu olarak ele
alıyoruz. Konuya değişik açılardan yaklaşan
makale ve röportajları sizler için bir araya
getirdik.
ABD’nin
savunma
harcamalarından ekonomik ilişkilerine
kadar birçok farklı boyutu kapsayan
çalışmaları derledik.
4
Akademik Perspektif – Mart 2015
İÇİNDEKİLER
Dünya’daki Savunma Harcamalarında ABD’nin Payı ........................................... 7
Röportaj: ABD-Çin İlişkileri ............................................................................... 11
ABD’nin Hipermetropi Hastalığı........................................................................ 19
Amerika’da Yaşayan Yahudilerin Faaliyetleri .................................................... 22
Osmanlı Dönemi Türk- Amerikan Ticari İlişkileri ............................................... 25
ABD’nin Küresel ‘’ Wilsonizm ‘’ İmparatorluğu ................................................. 30
Küresel Çevre Sorunları ve Amerika’nın Tavrı ................................................... 35
Uluslararası Hukukta Ülke Kazanma Yöntemleri ............................................... 43
Türkiye Dış Politikasında Geçtiğimiz Ay ............................................................ 47
Avrupa’da Geçtiğimiz Ay .................................................................................. 51
Asya'da Geçtiğimiz Ay ...................................................................................... 56
Ayın Düşünürü: Malcolm X ............................................................................... 59
Liberalizm ......................................................................................................... 63
5
Akademik Perspektif – Mart 2015
6
Akademik Perspektif – Mart 2015
Dünya’daki Savunma Harcamalarında ABD’nin Payı
Çağlar Dırmıkcı*
Soğuk Savaş sonrası ABD’nin hegemon güç haline gelmesi ve dünya savunma
harcamalarındaki yerine değinilmiş, ABD kökenli silah şirketlerinin dünya üzerindeki ticari
payına yer verilmiştir.
SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın dağılmasıyla
birlikte, yaklaşık 45 yıl süren Soğuk Savaş
deneyimi sonrasında dünyanın alışık
olmadığı yeni bir siyasal atmosfere giriş
yaşanmıştır. Dönemin ABD Başkanı George
Bush’un “Yeni Dünya Düzeni” olarak
adlandırdığı bu dönem, zorlu mücadelenin
sona ermesiyle ABD’yi; dünyayı siyasal,
ekonomik
ve
askeri
boyutta
etkileyebilecek tek küresel güç haline
getirmiştir.1
Soğuk Savaş sonrası güvenlik kavramının
genişlemesi
paralelinde
uluslararası
sistemde sıkça görülen terörizm, milliyetçi
ve dini aşırılıklar, kitle imha silahlarının
yayılması ve uluslararası göç gibi küresel
sorunlar ile mücadele dünya stratejisinde
1
Çağrı Erhan, “ABD’nin Ulusal Güvenlik Anlayışı”,
A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi 56-4, (2001):
78-86.
önem kazanmıştır.2 Silahlanma stratejisi
yeni bir olgu olmayıp her zaman
uluslararası ilişkilerin önemli bir gerçeği
olmuştur.3 Ancak Soğuk Savaş sonrası
tehdit algısı şekil değiştirmeye başlamış ve
“asimetrik tehdit” olgusunu ortaya
çıkarmıştır.
Dönüşüm süreci yaşayan
dünya da çevresel kötüleşme, açlık ve gelir
dağılımında yaşanan çatışmalar, bölgeler
ve ülkeler arası yaşanan kriz, balistik füze
sistemleri,
siber
terörizm,
deniz
haydutluğu, enerji güvenliği ve sınırları
aşan örgütlü suç şebekeleri gibi küresel
riskler; günümüz uluslararası ilişkiler
ortamını ve tehdit analizlerinin teorik alt
2
Eyyub Kandemir, “ABD Başkanları G.W. Bush ve B.
Obama Dönemlerinde Yayımlanan Ulusal Güvenlik
Stratejilerinde İttifak Söylemleri ve S. Walt’un
İttifak Teorisi”, Savunma Bilimleri Dergisi 2, (2011):
126-129
3
Tayyar Arı, Uluslararası İlişkilere Giriş (Bursa:
MKM Yayınları, 2013), s.141
7
Akademik Perspektif – Mart 2015
yapısını oluşturmuştur.4 Tüm bunlar
silahlanma ve savunma harcamalarında
değişiklikler yaratmış, başta ABD olmak
üzere
dünya
genelinde
savunma
sanayisinin gelişimine hız kazandırmıştır.
Tüm bu gelişmelerle birlikte yeni güvenlik
anlayışı
çerçevesinde
uluslararası
ilişkilerde güç dengelerini belirleyen
aktörlerin şekillendirmeye çalıştıkları
güvenlik ortamı içerisinde savunma
harcamalarının tanımlanması ve verilerin
toplanması üzerine NATO, IMF ve
Birleşmiş Milletler tarafından yapılan
tanımlamalarda farklılıklar görülmüştür.
Çoğu zamansa devletler bu harcamaları
kendi
çıkarları
doğrultusunda
tanımlamıştır.5
Ancak
savunma
harcamaları en genel anlamı itibariyle
ülkelerin refahları pahasına egemenlik ve
ulusal varlıklarının devamı için, iç ve dış
güvenliğini sağlamak amacıyla milli
gelirlerinden savunmasına ayırdığı pay
olarak
tanımlanabilir.
Savunma
harcamaları içeride ve dışarıda ülkeye
yapılacak bir saldırının caydırılması ve
saldırının gerçekleşmesi durumunda buna
karşı konulması maksadıyla ayrılmıştır.6
Dünya genelinde yaşanılan bu gelişim,
dünya
savunma
harcamalarının
ekonomide sürekli artan bir grafik
çizmesine neden olmuştur. Stockholm
Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü
(SIPRI) 2010 yılı raporunda, dünya
üzerimdeki askeri harcamaların her geçen
yıl arttığını ve küresel ölçekte toplam
hasılanın yaklaşık %2,7’sinin savunma
harcamalarına ayrıldığını, tüm dünyada kişi
başına düşen yıllık harcamanın ise 224
USD olduğunu açıklamıştır. Savunma
harcamaları birçok ülkede, toplam kamu
harcamaları içinde önemli bir oranda yer
aldığından, bütçedeki diğer kalem
harcamalarından nispi derecede daha fazla
paya sahip olmuştur.7
Dünya genelinde o denli büyük bir öneme
sahip olan savunma, özellikle ülkelerin
ekonomilerinde önemli bir yere sahiptir.
Dünya ölçeğinde yaşanan ekonomik
krizlere rağmen devletlerin savunma
harcamalarını azaltma konusunda isteksiz
davrandıkları görülmüştür. Bu durumu
SIPRI uzmanlarından Sam Perlo Freeman:
“Aslında finans krizinin askeri harcamalar
üzerinde neredeyse hiçbir etkisi olmadı. Bu
bir paradoks gibi görülebilir ancak
hükümetlerin, resesyonla mücadele için
kamu harcamalarını artırmayı içeren
ekonomik stratejileriyle uyumlu bir sonuç.
Askeri harcamalar, ekonomiyi canlandırma
paketlerinde önemli bir yer tutmasına
rağmen, kesinti de yapılmadı” şeklinde
yorumlamıştır.8
Küresel ölçekli savunma harcamalarının
büyük bir kısmını ise tek başına ABD
gerçekleştirmiştir.
4
Ahmet Küçükşahin, Tamer Akkan, “Değişen
Güvenlik Algılamaları Işığında Tehdit ve Asimetrik
Tehdit”, erişim tarihi 18.02.2015,
http://vizyon21yy.com/documan/genel_konular/M
illi%20Guvenlik/Strateji/Degisen_Guvenlik_Algilam
alari_Isiginda_Tehdit_ve_Asimetrik_Tehdit.pdf
5
Filiz Giray, “Savunma Harcamaları ve Ekonomik
Büyüme”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi 5,
(2002): 187-188
6
Servet Çıkınlar, “Savunma Harcamaları ve
Türkiye’nin Durumu” (Yüksek Lisans Tezi, S.D.Ü.
Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006), s. 70.
7
Hamit Emrah Beriş, “Dünyada ve Türkiye’de
Savunma Harcamalarının Demokratik Denetimi”,
erişim tarihi 18.02.2015,
http://www.sde.org.tr/userfiles/file/ORDU%20DEN
ETIM%20ANALIZ.pdf
8
Alexander Budde, “Krize Rağmen Savunma
Harcamaları Arttı”, erişim tarihi
19.02.2015, http://www.dw.de/krizera%C4%9Fmen-savunma-harcamalar%C4%B1artt%C4%B1/a-5642981
8
Akademik Perspektif – Mart 2015
Tablo1: 2012 yılında en yüksek harcama
gerçekleştiren 15 ülkenin dünya askeri
harcamalarındaki payı9
ülke içi ekonominin ve politikanın
belirleyicisi. ABD’nin silah harcamaları,
kendisini izleyen 14 ülkenin toplamı
kadardır” şeklinde yorumlamıştır.11 Ayrıca
6 Şubat 2015’te Obama yönetimi
tarafından Amerika’nın Yeni Güvenlik
Stratejisi açıklanmış, güvenlik başlıklı
bölümde savunma gücünün geliştirilmesi,
iç güvenliğin artırılması, siber güvenlik ve
terörle
mücadele
konularına
12
değinilmiştir.
Tablo2: 2013 yılı Dünya Silah Üretimi
Gerçekleştiren En Büyük İlk 10 Şirket (Çin
Hariç)13
Tabloda da görülebileceği gibi, dünya
savunma harcamalarında ABD’nin payı
%39’luk bir kısma tekabül etmektedir.
Bunu ise takiben %9,5’lik pay ile Çin takip
etmiştir.
Uluslararası
Stratejik
Çalışmalar
Enstitüsü’ne (IISS) göre ise 2013 yılı ABD
askeri harcamaları 1,75 Trilyon Dolarlık
pay içerisinde 600,4 Milyar Dolar’lık bir
paya sahiptir.10 Görüldüğü üzere dünya
savunma harcamalarında oldukça yüksek
bir paya sahip olan ABD, Uluslararası
Stratejik
Araştırmalar
Kurumu
uzmanlarından Prof. Dr. Çağrı Erhan
tarafınca:
“Savunma
sanayi
ABD
ekonomisinin motoru. Savunma sektörü
9
Sam Perlo Freeman, “Trends In World Mılıtary
Expendıture, 2012”, erişim tarihi
19.02.2015,
http://books.sipri.org/files/FS/SIPRIFS1304.pdf
10
John Chipman, “Military Balance 2014 Press
Statement”, erişim tarihi
19.02.2015,
http://www.iiss.org/en/about%20us/press%20roo
m/press%20releases/press%20releases/archive/20
14-dd03/february-0abc/military-balance-2014press-statement-52d7
Tabloda da görülebileceği gibi Dünya’da
savunma sanayi ihracatını gerçekleştiren
en büyük on şirketin altısı ABD kökenlidir.
SIPRI raporuna göre silah üretimi
11
Çağrı Erhan, “ABD’nin Savunma Harcaması, 14
Ülkenin Toplamından Büyük!”, erişim tarihi
19.02.2015,
http://tr.sputniknews.com/turkish.ruvr.ru/2013_0
1_06/ABDnin-savunma-harcamasi-14-ulkenintoplamindan-buyuk/
12
Emine Akçadağ, “Amerika’nın Yeni Güvenlik
Stratejisi”, erişim tarihi
19.02.2015,
http://www.bilgesam.org/incele/2032/-amerikanin-yeni-guvenlik-stratejisi/#.VOYVN_6sV1a
13
Sam Perlo Freeman, “SIPRI Top 100 And Recent
Trends In Arms Industry”, erişim tarihi
20.02.2015,
http://www.sipri.org/research/armaments/produc
tion/recent-trends-in-arms-industry
9
Akademik Perspektif – Mart 2015
gerçekleştiren
ABD
şirketlerinden
Lockheed Martin ilk sırada yer almış, daha
sonra onu Boeing şirketi izlemiştir.
ABD’nin silah satışlarından elde ettiği gelir
ekonomik anlamda ABD ekonomisinde
önemli bir paya sahiptir. Geçmişten
bugüne silah satışlarında ilk sırada yer alan
ABD, böylelikle silah ihracatındaki payını
%78’e çıkartarak büyük bir gelir
sağlamıştır.14
Sonuç olarak ABD, hem dünya ekonomisi
üzerinde hem de kendi ekonomisinde
savunma harcamalarında çok yüksek bir
paya sahiptir. Askeri alanda ABD’nin rakibi
yoktur. Bu durum birçok alanda ABD
açısından avantaj sağlasa da ülkenin
büyümesini hızlandıracak faaliyetlerin
ihmal
edilmesi
pahasına
gerçekleştirildiğinden ekonomik açıdan
olumsuz bir durum yaratmaktadır.15
Savunma
harcamalarında
dünya
siyasetinde hegemon bir konuma erişen
ABD, sahip olduğu silah şirketleri ile dünya
silah ticaretinde hem üretici konumda
olması hem de %78’lik ihracatı ile dünya
savunma ticaretinin de büyük bir payını
üstlenmiştir.
ABD
tüm
bunlar
doğrultusunda Adam Smith’in “Savunma
Zenginlikten
Önemlidir”
sözünü
destekleyecek bir savunma stratejisi
doğrultusunda ilerlemiştir.16
* Çağlar Dırmıkcı, Trakya Üniversitesi,
Uluslararası Ticaret
14
Mehmet Kaya, “Dünya’nın En Büyük Satıcısı
Lockheed Martin, Aselsan 82. Sırada”, erişim tarihi
19.02.2015, http://www.dunya.com/dunyanin-enbuyuk-silah-saticisi-lockheed-martin-aselsan-82sirada-181958h.htm
15
İlhami Binali Değirmencioğlu, “Rakipsiz Kalan Güç
Kendini Yok Eder: ABD İmparatorluğu”, Güvenlik
Stratejileri Dergisi 6, (2007): 75.
16
Selim Başar, Serkan Künü, “Savunma
Harcamalarının İktisadi Büyümeye Etkisi”, Sosyal
Bilimler Enstitüsü Dergisi 10, (2012): 9.
10
Akademik Perspektif – Mart 2015
Röportaj: ABD-Çin İlişkileri
Röportaj: Yunus Evedenci
Prof. Dr. Selçuk Çolakoğlu*: “Çin, kendisini ABD’yi tehdit eden bir güç olarak görmemekle
beraber ABD gibi bir süper güç olmak istediğini de söylememektedir. Süper güç olmak bazı
sorumlulukları da beraberinde getirdiği için Çin ABD’yi karşısına almak istememektedir.
Eğer doğrudan kendi siyasi çıkarlarını ilgilendirmiyorsa Çin, ABD ile rekabet etmekten
kaçınmaktadır. Çin’in bu dış politika ilkesi göz önünde bulundurulmalıdır.”
ABD-Çin ilişkileri dünya dengelerini hem
siyasi hem de ekonomik olarak çok fazla
etkilemektedir. Başkan Obama’nın da Çin
için kullandığı “önemli ortak ve aynı
zamanda bir rakip” ifadesi ilişkilerin
önemini vurgulamaktadır. Çünkü bu iki
büyük devletin ilişkileri ikili ilişkilerin
ötesine geçmiş ve küresel boyut
kazanmıştır. Geçmişten günümüze ABDÇin ilişkilerini, ABD ve Çin’in rekabeti ve
işbirliğini, ilişkilerin geleceğini ve daha
birçok önemli konuyu Yıldırım Beyazıt
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi
Prof. Dr. Selçuk Çolakoğlu ile konuştuk.
Polonya asıllı Amerikalı siyaset bilimci
George Modelski’nin “Başat Güç”
kuramına göre dünya tarihi bazı
devletlerin belirli süreler boyunca başat
güç konumuna yükselmeleri ve sonra bu
statülerinden düşmeleri zinciri içinde
bugüne doğru akmaktadır. ABD ve Çin
için
bu
kuramın
geçerliliğinden
bahsedilebilinir
mi?
Çin,
ABD’nin
“challenger”ı olabilir mi?
Başat Güç kuramı ile ABD ve Çin ilişkisi
arasında
benzerliklerin
olduğunu
söyleyebiliriz. Fakat Çin’in ABD’yi tehdit
etme süreci yeni başlamış bir durumdur.
Dolayısıyla, belli bir kritik noktaya gelip bir
kırılma anı yaşanmış değildir. Yine de, şu
anda dünya dengelerine baktığımızda
ABD’yi hem siyasi olarak hem de ekonomik
olarak dengeleyebilecek yegâne gücün Çin
olduğunu söyleyebiliriz. Ama askeri
kapasite açısından baktığımızda Rusya
halen ABD’den sonra ikinci önemli askeri
güç olma kapasitesini sürdürmektedir. Bu
tür karşılaştırmalar çok fazla yapılmasına
rağmen
Çin
bu
durumdan
hoşlanmamaktadır. Kendisini ABD’yi tehdit
eden bir güç olarak görmemekle beraber
11
Akademik Perspektif – Mart 2015
ABD gibi bir süper güç olmak istediğini de
söylememektedir. Süper güç olmak bazı
sorumlulukları da beraberinde getirdiği
için
Çin
ABD’yi
karşısına
almak
istememektedir. Eğer doğrudan kendi
siyasi çıkarlarını ilgilendirmiyorsa Çin, ABD
ile rekabet etmekten kaçınmaktadır. Çin’in
bu dış politika ilkesi göz önünde
bulundurulmalıdır. Çin, kendi hayat sahası
dışında ABD ile uzlaşma yoluna
gitmektedir ya da bazı durumlarda geri
planda kalıp Rusya ile işbirliği yapmaktadır.
Suriye krizi ya da diğer uluslararası
krizlerde Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi oylamalarına baktığımızda Çin’in
Rusya’nın siyasi konumunu desteklediğini
görebiliriz. Aslında, 90’lı yıllardan itibaren
Çin ve Rusya arasında büyük bir işbirliği
mekanizması vardır. Çin, siyaseten
Rusya’nın durumunu ve uluslararası
alandaki
Batı
karşıtı
söylemini
desteklemekte ve ekonomik olarak da
Rusya’ya bu anlamda katkı sağlamaktadır.
Dolayısıyla, Çin’in tüm yönleri ile ABD’yi
tehdit eden veya onla rekabet eden bir
güç olduğunu söyleyemeyiz. Ancak,
gidişatın bu yönde olduğunu söyleyebiliriz.
ÇİN’İN SİYASİ KAPASİTESİ VE ASKERİ
GÜCÜ ABD İLE YARIŞAMAZ
Ekonomik olarak hızlı ve istikrarlı
büyümesine
karşın
Çin’in
dünya
siyasetindeki konumu ve etki alanı
geleceğin başat gücü olma yolunda
ilerleyen
bir
ülke
için
yetersiz
kalmaktadır. Çin’in, günümüz süper gücü
ABD gibi dünyada siyasi otorite
kuramamasının nedenleri nelerdir?
Çin ekonomik olarak yükselmesine rağmen
hala bağımsız bir ekonomik düzen kurmuş
değildir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
ABD öncülüğünde kurulan uluslararası
ekonomik sistemin bir parçası haline
gelmiş durumdadır. Bu sistem içerisinde
çok önemli bir aktör olmasına rağmen bu
sistemin parametrelerini yeniden kuracak
kapasiteye ulaşmış değildir. İkinci Dünya
Savaşı sonrasında kurulan ve Soğuk Savaş
sonrasında
yeniden
kurgulanan
uluslararası siyasi sistemin sahibi kim
olarak baktığımızda muhakkak ki karşımıza
ABD çıkmaktadır. Aynı zamanda, ABD’nin
kurduğu
bir
ittifaklar
zinciri
bulunmaktadır. Her şeyden önce NATO
hala varlığını ettirmektedir. Yine, ABD’nin
Batı Avrupa ülkeleri ve Avrupa Birliği ile
yakın ekonomik ilişkileri mevcuttur. Aynı
şeklide, ABD’nin Asyalı ülkelerle ekonomik,
siyasi ve hatta askeri işbirliği devam
etmektedir. Dolayısıyla, bu yönüyle
baktığımızda Çin’in siyasi gücünün ve
kapasitesinin ABD ile yarışacak konumda
olmadığını ve henüz o noktaya ulaşmadığı
görmekteyiz. Bu bir süreç meselesidir.
Daha önce de belirttiğim gibi Çin ABD’yi
tehdit etmek ve onunla rekabete girmek
istememektedir. Kendi hayat sahası
dışındaki konularda ABD ile uzlaşma
yoluna gitmekte ya da Rusya ile işbirliği
yapmayı tercih etmektedir. Özellikle, Deng
Xiaoping döneminde ortaya konulan
politika gereği Çin uluslararası ilişkilerde
düşük profil izlemeyi özellikle tercih
etmektedir. Çünkü Çin çok büyük bir ülke,
çok büyük bir nüfus potansiyeli var ve
ekonomik
olarak
hızla
kalkınması
sürmektedir. Çin, diğer komşu ülkelerin ve
diğer büyük güçlerin kendisini tehdit
olarak algılamaması için düşük profilli bir
politika izlemektedir ve genel olarak
baktığımızda
uluslararası
sistemde
ittifaklarla ve işbirliğiyle yol almaya
çalışmaktadır. Bu açıdan baktığımızda Çin
her yönüyle meydan okuyan bir güç değil,
kendi hayati çıkarlarını korumaya çalışan
ve bunun ötesinde işbirliği ile mesafe
almaya çalışan bir güç konumundadır.
John Mearsheimer’a göre Çin yükselişini
barışçı yollardan devam ettirmeyecektir
ve saldırgan bir tutum izleyecektir.
Bununla birlikte Mearsheimer, Ukrayna
12
Akademik Perspektif – Mart 2015
konusunda da Batı’yı suçlayıp Putin’i
desteklemektedir.
Çünkü
Rusya’nın
Batı’ya kazandırılması gereken bir değer
olduğunu savunurken asıl hedefin Çin
olduğunu vurgulamaktadır. Rusya, ABD
için stratejik bir ortak iken Çin ABD’nin
düşmanı mıdır?
Uluslararası sistemde realistlerin özellikle
son dönem okumalarına baktığımızda
ülkelerin
potansiyellerinden
hareket
ederek Rusya’da ekonomik olarak 2000 yılı
sonrası Putin dönemindeki 15 yıllık süreçte
petrol ve doğalgaz gelirlerinin artmasıyla
birlikte refahın arttığı ve kalkınma hızının
yükseldiğini;
ancak
diğer
taraftan
Rusya’nın artık bir büyüme ve genişleme
eğiliminde
olmadığını
görmekteyiz.
Realistler, Rusya’da nüfus potansiyelinin
hala yeterince gelişmediğini, insan
sermayesinin gerilediğini, hatta nüfusun
azaldığını ve gelişme dinamiklerine
baktığımızda 20. yüzyıldaki bir Rusya’nın
olmadığını söylemektedirler. Yine aynı
şekilde, Rusya için yeni başarılar elde
etmekten daha ziyade eldekini koruma
fikrinin daha önemli olduğunu, Sovyetler
Birliği zamanındaki eski Sovyet devletleri
ve doğu bloku ülkeleri üzerindeki
kontrolünü ve nüfuzunu sürdürmek
istediğini, bunun da ötesinde dünya
genelindeki sosyalist ülkelerle ve üçüncü
dünya ülkeleri ile yeniden sıcak ilişkiler
kurma hayali peşinde koştuğunu; fakat
bunu
gerçekleştirecek
kapasitesinin
olmadığını öngörmektedirler. Bu anlamda,
Rusya’nın yakın çevresi dışında Batı’nın
çıkarlarını tehdit edebilecek bir kapasiteye
sahip olmadığını, gerileyen bir güç
olduğunu ve bu ölçüde Rusya’nın da Batı
içine çekilmesi ile birlikte Avrupa’ya
entegre edilmesi gerektiği yönünde
görüşler vardır. Burada da aslında
Rusya’nın en büyük kaygısının Çin olduğu,
özellikle Rus uzak doğusunda artan Çin
ekonomik nüfuzunu ve Çinli göçmen
sayısının Rusya’nın için bir tehdit olduğunu
belirtmektedirler. Dolayısıyla, orta ve uzun
vadede bakıldığında esas tehdidin Çin’den
geldiğini,
Çin’in
sürekli
olarak
büyüdüğünü,
askeri
kapasitesini
geliştirdiğini, siyasi nüfuzunu artırdığını ve
uzun vadeli olarak Çin’in bir tehdit olarak
algılanıp
dengelemesi
gerektiğini
söylemektedirler. Realistlerin ülkelerin
potansiyellerinden
hareketle
oluşturdukları yaklaşımları bir ölçüde
gerçekçi olabilir. Ancak, diğer taraftan
daha önce Varşova Paktı veya Sovyetler
Birliği üyesi bazı devletler şu an NATO ve
AB üyesidir. Bunlar açısından ise farklı bir
tablo vardır. Yani, bu devletler için birincil
dereceden tehdit Rusya’dır. Bu ülkeler için
Çin coğrafik olarak çok uzakta ve onunla
yakın ekonomik ilişkiler geliştirilebilir.
Romanya, Polonya veya Baltık ülkelerini bu
argümanlarla teskin etmek zor olacaktır.
Aynı zamanda, Rusya tarafından bu
ülkelerin güvenliğine yönelik bir takım
tehditlerin
oluşması
NATO’nun
caydırıcılığına zarar verebilir. Çünkü bugün
Baltık ülkeleri, Polonya ve Romanya NATO
üyesidir. Romanya ve Polonya için o kadar
yakın tehdit olmasa da özellikle Baltık
ülkeleri açısından Rus tehdit çok daha
hissedilir bir boyuttadır. Dolayısıyla, bu
ülkelerin güvenlik kaygıları karşılanmadığı
zaman hem NATO’nun güvenlik örgütü
olması hem de AB’nin örgüt olarak
dayanışması sorgulanabilir. Burada orta
yol olarak kısa vadeli çıkarlar ile uzun
vadeli çıkarlar birbirine eklemlenmelidir.
Ukrayna krizini de görmezden gelerek
sadece Çin’e odaklanmak mümkün
değildir. Çünkü bu durum diğer küçük
ülkeler açısından sıkıntı olabilir.
ÇİN’İN BASKIN POLİTİKALARI ENDİŞELERİ
KÖRÜKLEMEKTEDİR
Çin, 2000’li yıllardan itibaren ekonomisin
gelişimine, enerji kaynaklarında çeşitliliğe
ve yeni bir düşman edinmeden dostlar
kazanmaya önem vermiştir. Ancak,
13
Akademik Perspektif – Mart 2015
Güney
Çin
Denizi’nde
sular
durulmamaktadır. Çin, Güney Çin
Denizi’nde hâkimiyet hakkının büyük
oranda kendisine ait olduğunu iddia etse
de Brune, Malezya, Tayvan, Filipinler ve
Vietnam gibi ülkeler buna itiraz ediyor.
Bu bölgede, Çin’in ABD ile çıkarları ne
ölçüde çatışmaktadır? ABD, Çin’in kontrol
çabasına nasıl karşılık vermektedir?
Çin ekonomik anlamda başarılar elde
ettikçe ve siyasi güveni arttıkça daha
baskın ve belirleyici dış politika izlemesinin
görüldüğü ilk yerler yakın çevresidir.
Güney Çin Denizi de bunlardan biridir.
Güney Çin Denizi çok büyük bir alan ve bu
bölgede çok sayıda ada mevcuttur. Derin
deniz aramalarının mümkün olması ile
birlikte teknolojik olarak burada petrol ve
doğalgaz yataklarının olduğu tahmin
edilmektedir. Aynı zamanda, burası
stratejik olarak çok önemlidir. Çin’in ve
diğer bölge ülkelerinin tüm ticaret ve deniz
trafiği burada işlemektedir. Dolayısıyla
burayı kim kontrol ederse bölgesel
denklemde daha önemli bir konuma
gelecektir. Çin, Güney Çin Denizi üzerinde
tarihsel haklarının olduğunu, büyük
potansiyeli olan bir ülke olarak Güney Çin
Denizi’nin tüm uluslararası deniz alanının
kendi egemenliğinde bulunduğunu ve
buradaki adalarının egemenliğinin de
kendine ait olduğunu iddia etmektedir. Bu
durum
uluslararası
deniz
hukuku
yaklaşımına aykırıdır. Normalde, ada ve
deniz alanları tartışması olabilir ama
burada kesişen sınır alanları sorun olmakla
beraber ülkeler eşit mesafe kuralına göre
200 mile kadar bu deniz alanını
paylaşmaları gerekir. Bu boyutu ile
baktığımızda Çin tüm Güney Çin Denizi
ülkelerini tehdit etmektedir. Bu da Çin’in
son dönemde artan özgüveni ile alakalı bir
durumdur. Özellikle, Filipinler, Vietnam ve
yine belli ölçülerde Endonezya, Malezya ve
Brune ile Çin’in çıkarları çatışmaktadır.
Güney Çin Denizi’ndeki sorunun bir
benzeri de Japonya ile Senkaku adalarının
bulunduğu
Doğu
Çin
Denizi’nde
yaşanmaktadır. Dolayısıyla, Çin’in çok
belirleyici ve baskın bir politika izlemesi
Çin’den
endişe
duyan
ülkelerin
endişelerini körüklemektedir. Bu durumun
bir de iç politikaya dönük yönü var. Çin,
Komünist Parti tarafından yönetilmektedir.
Hala sosyalist sistem resmi olarak var ama
diğer taraftan içerideki toplumsal talepleri
kontrol etme açısından ideolojik olarak
Çin’in milliyetçiliği daha güçlü bir argüman
olarak kullandığını görmekteyiz. Bu
yönüyle baktığımızda, Güney Çin Denizi
sorunu, Doğu Çin Denizi sorunu ya da
diğer ülkelerle sınır anlaşmazlıkları sorunu
genel olarak Çin’den duyulan endişeleri
artırmaktadır. Çin, Sovyet döneminden
kalma sınır sorunlarını Kazakistan,
Kırgızistan, Tajikistan ve son olarak Rusya
ile Amur Havzası’nda onlardan biraz taviz
kopararak veya bazı toprakları alarak kendi
lehine çözmüştü; ancak, Güney Çin Denizi
sorunu, Japonya ile Doğu Çin Denizi
sorununu ve diğer Güney Doğu Asya
ülkeleri
ile
sorunların
kolay
çözülemeyeceği anlaşılmaktadır. Bu da
Çin’den gelen tehdit algılamalarını
körükleyecek ve Çin’e karşı ittifakları
artıracaktır. Özellikle, bölge devletlerinin
talebi
ABD’nin
kendilerine
destek
olmasıdır. ABD, şimdiye kadar doğrudan
müdahil olmasa da bazı konular da bölge
ülkelerini destekler konumdadır. Japonya
ve Çin arasındaki uyuşmazlıkta da kesin bir
görüş beyan etmese de burada biraz daha
Japonya’nın lehine gelişmeleri takip
edeceği çok da sürpriz olmayacaktır.
Kısacası, bölgedeki sorunlar eğer başarılı
bir şekilde yürütülmezse buraya ABD’nin
müdahale etmesi için de meşru bir zemin
oluşmuş olacaktır. Çünkü bu ülkeler Çin’i
tek başına dengeleyemeyecekleri için
ABD’nin yardımını arayacaklardır. Bu da
ABD için bölgeye müdahale etme ve askeri
açıdan
varlığını
artırma
fırsatı
oluşturacaktır.
14
Akademik Perspektif – Mart 2015
ABD, Çin’in yükselişi ile birlikte AsyaPasifik bölgesindeki ülkeler üzerindeki
hâkimiyetini kaybetmek istememektedir.
Güç dengelerini sağlama konusunda
ABD’nin bölgedeki müttefiklerinin rolü ve
önemi nedir?
Çin’in yükselişine karşı son dönemde AsyaPasifik bölgesinde ABD merkezli olarak
ittifak zinciri kurulmaya çalışılmaktadır.
Özellikle bir tarafta Japonya diğer tarafta
Hindistan ve Avustralya bulunmaktadır.
Son dönemde 2000’li yıllarda özellikle
ABD-Hindistan ilişkilerinin çok önemli
ölçüde geliştiğini söyleyebiliriz. ABD
Avustralya ile de askeri üs anlaşması yaptı.
Aynı zamanda ABD’nin Filipinler ile yakın
askeri ilişkiler kurmaktadır. Son dönem
yaptığı bir anlaşma ile ABD Filipinler’de
yeni bir askeri üs kurmayacak ama mevcut
Filipinler askeri üslerini kullanabilecektir.
Daha ilginç olanı ise özellikle Vietnam ve
ABD arasında 90’lı yıllardan itibaren çok
sıcak ilişkiler başlamış olmasıdır. Şu an
mevcut olan iyi ilişkiler yakın zamanda
belki bir stratejik işbirliğine doğru da
gidebilir. Burada Çin’in adını doğrudan
telaffuz etmeden Çin’e karşı bir
dengeleme ve güvenlik zinciri oluşturma
politikası izlenmektedir. Bu aşamada ön
plana çıkan nispeten büyük ülkeler
Japonya, Hindistan ve Avustralya’dır.
Filipinler ve Vietnam ise bu zincirin içinde
yer almak için gönüllü ülkelerdir. ABD,
Endonezya’yı da Çin’e karşı oluşturulacak
bir ittifak zinciri içerisine dahil etmek
istemekte fakat Endonezya Çin ile ABD
arasında yaşanacak rekabette arada
kalmak istemediği için bu konuda isteksiz
davranmaktadır. Çin ise bu durumu aşmak
için
ekonomik
yolları
kullanmaya
çalışmaktadır. Aşağı yukarı Asya’daki tüm
ülkelerin birinci derecede ticaret ortağı şu
an Çin’dir. Çin bu ekonomik ilişkileri
kullanarak bu ittifak zincirini daha etkisiz
hale getirmeye çalışmaktadır. Bunun
şekillenmesi aşamasının nasıl olduğunu
önümüzdeki günlerde daha net göreceğiz.
Burada önemle belirtmek gerekir ki bu
ittifak zincirinin altında derin bir rekabetle
beraber ekonomik işbirliği var. Yani soğuk
savaş dönemindeki gibi kutuplaşmadan,
düşmanca
söylemden
ve
doğruca
restleşmeden bahsedemeyiz. Bir taraftan
ekonomik işbirliği devam ederken diğer
taraftan siyasi anlamda ve güvenlik
politikaları açısından karşılıklı uzun vadeli
ve rekabete dayalı adımlar atılmaktadır.
NE BAĞIMSIZLIK NE ENTEGRASYON
Çin, ABD’nin askeri gücünden, özellikle
füze savunma sisteminden ve Tayvan’a
olan desteğinden, endişe duymaktadır.
ABD, Irak, Kosova veya Afganistan
müdahalelerinde
sıcak
çatışmalara
girmiştir. Aynı durum Çin ile Tayvan,
Sincan Uygur veya Tibet’te söz konusu
olabilir mi?
Çin, uluslararası sistemde ülkelerin toprak
bütünlüğüne,
egemenliğine
ve
bağımsızlığına önem veren bir politika
izlemektedir. Dolayısıyla, bu gerekçelerle
ülkelerin içişlerine karışılmasına ve
uluslararası müdahaleye çok sert tepkiler
vermektedir. Bu durum biraz kendi iç
sorunları, özellikle Sincan Uygur özerk
bölgesi, Tibet ve bir ölçüde Tayvan,
yüzünden olmaktadır. 1999’daki Kosova
müdahalesine Rusya ile birlikte Çin çok
büyük tepki vermişti. Bu anlamda Çin
NATO’nun Kosova’ya müdahale etmesine
ve Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesine
karşı çıkmıştı. Hala Çin ve Rusya’nın
muhalefeti dolayısıyla Kosova Birleşmiş
Milletler üyesi olmuş durumda değildir.
Yine aynı şekilde Suriye’deki Esad rejimine
karşı yapılan müdahaleye de Çin ve Rusya
karşı çıktılar. Rusya’nın bu konuda biraz
değişken ve kendi ile çelişen tutumları var.
Yani, bir taraftan Kosova’ya, Suriye’ye veya
Libya’ya doğrudan müdahale edilmesini
15
Akademik Perspektif – Mart 2015
istemezken Abhazya ve Güney Osetya’ya
müdahale etmekte ya da Kırım’ı ilhak
edebilmektedir. Dolayısıyla, Rusya bu
açıdan kendi ile tutarlı bir politikaya sahip
değil. Kendi ulusal çıkarlarına göre hareket
ettiği görüntüsü var. Ama Çin prensip
olarak bu tür müdahalelerin tümüne karşı
ve bunu tutumunu açıkça sergilemektedir.
Bu konuda Çin gayet istikrarlı bir politikaya
sahiptir. Çin Sincan Uygur özerk bölgesini
ve Tibet’i fiilen kontrol etmekte fakat
buralara
insan
hakları
koruma
yükümlülüğü ve benzeri çerçevelerde
müdahale edilmesine karşı çıkmaktadır.
Zaten Çin’in insan hakları algısının diğer
Batılı ülkelerden çok daha farklı olduğunu
da söylemekte yarar var. Diğer taraftan Çin
fiilen kontrol edemediği Tayvan’ı da kendi
parçası olarak görmektedir. Bu anlamda,
Tayvan’ın bağımsızlığına gidecek yolda
başka ülkelerden destek verilmesini
istememekle beraber Tayvan’ı ilhak
etmeye kalktığında da başka ülkelerin
buna itiraz etmesini istememektedir.
Burada Tayvan Çin’in birincil endişe
kaynağıdır. Sincan Uygur ve Tibet de Çin’in
diğer endişe kaynağıdır. İç toplumsal
olayları tetikleme noktasında geçtiğimiz yıl
meydana gelen Hong Kong gösterileri de
Çin’in endişelerini artırmıştır. Sincan Uygur
ya da Tibet konusunda ABD’nin müdahale
etmesi gibi bir durum söz konusu değildir.
ABD, dolaylı olarak insan hakları
kuruluşları vasıtasıyla siyasi anlamda
müdahil olabilir; ama, askeri olarak
ABD’nin müdahalesi söz konusu değildir.
Tayvan konusunda ise Çin’in Tayvan’ı zorla
ilhak etme teşebbüsüne karşı ABD en
büyük güçtür. 1996’da Tayvan Boğazı
Bunalımı sırasında ABD açıkça Tayvan’ı
desteklemiştir. Dolayısıyla, ABD şu an
Çin’in Tayvan’ı fiilen askeri olarak ilhak
etmesinde en büyük engeldir. Çin bundan
endişe ettiği için daha uzun vadeye
yayarak ve ekonomik araçlar kullanarak
entegrasyonu savunmaktadır. Buradaki
bağımsızlık yanlısı hareketlerin zaman
içerisinde birleşmeye doğru dönmesini
beklemektedir. Ancak, Hong Kong
gösterileri
Tayvan’ın
entegrasyonu
konusunda Çin’in beklentilerini düşürmüş
durumdadır. Tayvan konusunda hem
ABD’nin hem Çin’in hem Tayvan’ı yakından
takip eden Japonya’nın hem de
Tayvanlıların uzlaştığı nokta mevcut
durumun devamlılığının sağlanmasıdır, ne
bağımsızlık ne de entegrasyon. Ara bir
formül
olarak
statükonun
devam
ettirilmesi, hiçbir askeri ve zorlayıcı
müdahalenin olmaması konusunda bir
uzlaşma var ve bu uzlaşma devam edecek
gibi görünüyor.
ABD - Çin ilişkilerinde “G2 (Group of
Two)” ve “Chimerica” gibi kavramlar
ortaya atılmıştır. Bu gibi kavramların iki
ülke arasındaki ekonomik ve siyasal
ilişkilerdeki rolü ne olmuştur? Ne kadar
gerçekçidir ve ne ölçüde benimsenmiştir?
G2, G20’den esinlenerek oluşturulmuştur.
Ekonomik ve finansal konulara çözüm
bulmak için bir araya gelen dünyanın önce
gelen 20 ekonomisinin yerine önde gelen
bu iki ülke G2 altında değerlendirilmiştir.
Bu daha çok Amerikalı uzmanlar
tarafından ortaya atılmıştır. Çin ise bunu
reddetmiştir. Çin kendini G2 kavramına
dahil olarak nitelememekle beraber böyle
bir niyetinin de olmadığını ve Sovyetler
Birliği gibi ABD’nin karşısına dikilecek bir
süper güç konumunda bulunmadığını
açıklamıştır. Ancak, diğer taraftan Çin artık
küresel sorunlarda özellikle ekonomik
konularda
birincil
derecede
aktör
konumundadır.
ABD
ile
birebir
kıyaslanmaktadır. Çin-AB zirveleri, ÇinAfrika zirveleri, Çin-ASEAN toplantıları
yapılmaktadır. Bu anlamda Çin kendi
başına bağımsız bir güç haline gelmiş
durumdadır. Dolayısıyla, bu yönüyle
bakıldığında Soğuk Savaş dönemindeki
ABD-Sovyetler Birliği kutuplaşması yok
ancak Çin önemli bir aktördür.
16
Akademik Perspektif – Mart 2015
*Prof. Dr. Selçuk Çolakoğlu kimdir?
Prof. Dr. Selçuk Çolakoğlu, Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun
oldu. Yüksek Lisansını Orta Doğu Teknik
Üniversitesi (ODTÜ) Uluslararası İlişkiler
bölümünde tamamladı. Doktora derecesini
2003
yılında
Ankara
Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler bölümünden aldı.
1999–2001 yılları arasında Güney Kore’nin
Başkenti Seul’de bulunan Hankuk Yabancı
Araştırmalar Üniversitesi (HUFS) Türkoloji
bölümünde öğretim görevlisi olarak çalıştı.
2008 yılında uluslararası ilişkiler doçenti
oldu. Adnan Menderes Üniversitesi (ADÜ)
Nazilli İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı(20082012) ve Sosyal Bilimler Enstitüsü
Müdürü(2011-2012) olarak görev yaptı.
2013 yılında Profesör unvanı aldı. Halen
Yıldırım Beyazıt Üniversitesi (YBÜ) Siyasal
Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler
Bölümü öğretim üyesidir. Ayrıca Dışişleri
Bakanlığı
Stratejik
Araştırmalar
Merkezi’nde
(SAM)
danışmanlık
yapmaktadır.
17
Akademik Perspektif – Mart 2015
18
Akademik Perspektif – Mart 2015
ABD’nin Hipermetropi Hastalığı
Samet Zenginoğlu *
Amerika Birleşik Devletleri, dışlama ve ötekileştirme üzerine kurgulanmış bir yapıya
sahiptir. Bu ifadeyi teyit edecek olay ve gelişmelere dair ülkenin tarihine bakmak yeterli
olacaktır. Yine son süreçte, Ferguson olayları ve Chapel Hill katliamı kurgunun
değişmediğini ve gerek siyaset gerekse de medya alanında ayrımcı bakışın ve çifte standart
yaklaşımının devam ettiğini gözler önüne sermektedir.
Geçtiğimiz yıl, 9 Ağustos tarihinde
Missiouri eyaletinin Ferguson kasabasında,
18 yaşındaki silahsız siyahi genç Michael
Brown, Darren Wilson isimli polis memuru
tarafından
öldürüldü.
Brown’un
öldürülmesi sebebiyle başlayan protesto
gösterilerinde,
bu
kez
Amerikan
polislerinin
olayları
bastırma
şekli
gündeme
geldi.
Zira
protestolara
katılanların yanı sıra, medya çalışanlarına
karşı da orantısız güç uygulandığı
müşahede edildi. Gelişmeler, protestoların
yeniden başlaması ve müdahalelerdeki
yöntemlerin önleyici tedbirlerden öte
“şiddet” içermesi ile devam etti. Bu süreç
kapsamında
yapılan
tartışmalara
bakıldığında, toplumsal bilinçaltında yer
alan “düşman” algısının yeniden ortaya
çıkmış
olduğunu
söylemek
yanlış
olmayacaktır.
Yerlilerin
ardından,
Amerikan kimliği inşasında yeni “öteki”
konumunda olan siyahilere bakışın böylesi
menfi hadiselerle birlikte, tamamen
ortadan kalkmadığı görülmektedir. Zira
halen birçok kesim için siyahiler, öteki
olarak
mevcudiyetlerini
devam
ettirmektedirler. Öyle ki, sanık Darren
Wilson için 25 Kasım 2014’te çıkan, “ceza
verilmemesi” doğrultusundaki mahkeme
kararı, bu görüşü destekler mahiyettedir.
Son olarak, 10 Şubat tarihinde Kuzey
Carolina eyaletine bağlı Chapel Hill
kasabasında, Deah Barakat, Yusor
Mohammed
Abu-Salha
ve
Razan
Mohammed Abu-Salha isimli üç Müslüman
gencin öldürülmesi, tartışmaya farklı bir
boyut getirdi. Çünkü 11 Eylül’ün
sonrasında Batı’nın yeni düşmanı olarak
tanımlanan
İslam
ve
dolayısıyla
Müslümanlar
bu
menfi
hadisenin
19
Akademik Perspektif – Mart 2015
içerisinde yer aldılar. Chapel Hill
katliamının akabinde Amerikan medyası
başta olmak üzere Batılı medya,
yaşananları görmezden ve duymazdan
gelmeyi tercih ettiler. Oysa hatırlanacağı
üzere, Charlie Hebdo olayının ardından
başta medya olmak üzere büyük bir infial
oluşmuştu Batı dünyasında. Fakat
öl(dürül)enlerin Müslüman olması, bütün
“demokrasi”, “insan hakları”, “adalet” gibi
kavramların sadece birer telaffuz vasıtası
olmaktan öteye gidemediğini gösterdi.
Amerika her ne kadar demokrasi odaklı
söylemler
geliştirmeye
çalışsa
da,
“Amerikan demokrasisi” (burada WASP’lar
kast
edilmektedir)
ve
“Amerikan
olmayanların demokrasisi” (bu eksene
Siyahiler, Müslümanlar ve farklı bir
bağlamda Hispanikler eklenebilir) gibi bir
ayrım söz konusudur.
Peki, Chapel Hill katliamı münferit bir olay
olarak mı tarih sahnesinde yer alacak,
yoksa yükselen İslamofobia bağlamında
sosyo-kültürel eleştiri ve özeleştirilerin
temel konularından birisini mi teşkil
edecek? Şayet Batı medyası açısından
cevap verecek olursak, münferit bir hadise
olarak değerlendirilmesi daha doğru
olacaktır. Burada, dikkat çekici bir nokta
bulunmaktadır.
Zira
Müslümanlar
tarafından Batı’da gerçekleştirilen menfi
saldırı ya da olaylarda topyekûn dışlayıcı
bir söylem geliştirilirken, aynı durum bu
kez
Müslümanlara
karşı
gerçekleştirildiğinde,
adeta
mümkün
mertebe konunun kökenlerine, esas
sebeplerine inilmemesi çabası baş
göstermektedir. Oysa ifade edildiği üzere
Amerikan ve diğer Batılı ülkeler açısından
bilinçaltındaki “İslam” imajı basmakalıp;
eleştiriye, sorguya kapalı bir biçimde
oluşturulmuş
durumdadır.
Bununla
birlikte, hem Amerika’nın hem de
Avrupa’nın inatla görmezden gelmeye
çalıştığı gerçek, “öteki” olarak gördüğü
insanların kendileriyle bir arada yaşıyor
olmalıdır. Aynı iş yerinde çalışmaktan, aynı
kasabada ya da şehirde ikamet etmeye
değin bir arada yaşama ve kültürel
manada olmasa da toplumsal manada bir
iç içe geçmişlik söz konusu olmaktadır.
Dolayısıyla, dışlayıcı söylem ve politikalar
bir kenara bırakılıp, kapsayıcı teşhisler
ortaya konulamadığı takdirde Amerika,
kendisine zarar vermiş olacaktır. Zararı
minimize edebilmek için ise çözümün
temeli basit görünmektedir. Bu temeldeki
teşhis,
Amerika’nın
hipermetropi
hastalığından kurtulması gerekliliğidir.
Başta Ortadoğu olmak üzere, 2001 ve
2003 süreçlerinden bu yana “insan
hakları”nı ve “demokrasi”yi dilinden
düşürmeyen Amerika, önce yakınındaki
sorunu görmeli ve söylemde değil,
pratikte, ayrımcı bir tutum sergilemeden
birlikte yaşayabilmek adına gereken
adımları atmalıdır. Tabiatıyla, bir “şey”i bir
alan ya da coğrafyaya ihraç edebilmek için
öncelikle o “şey”e sahip olunması
beklenmektedir.
Kanada’da bir grup aktivist, Şubat ayının
başlarında, “ben Müslümanım ve terörist
olmakla damgalanıyorum. Ben sana
güveniyorum, sen bana güveniyor musun?
O zaman sarıl bana” yazılı pankartlarla
sosyal bir deney gerçekleştirdiler ve birçok
kişi kendilerine sarıldı ve güvenlerini ifade
ettiler. Marjinal gruplar hiçbir zaman
kamuoyunu ifade etmez. Dolayısıyla
Amerika’nın artık marjinal grupları
kamuoyunun tamamı gibi görmekten
vazgeçip,
ülkesindeki
Müslümanlara
güvenmesi ve bizzat hak ve özgürlüklerini
koruması elzem görünmektedir. Zira diğer
olasılık neticelendiğinde, istenenin o sonuç
olmadığı geç olmadan anlaşılacaktır.
* Samet Zenginoğlu, Süleyman Demirel
Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler
20
Akademik Perspektif – Mart 2015
21
Akademik Perspektif – Mart 2015
Amerika’da Yaşayan Yahudilerin Faaliyetleri
Raif Anıl Ötken *
Amerika Birleşik Devletlerinde, farklı milletlerden birçok azınlık yaşar. Yahudiler;
ekonomiden siyasete, eğitimden medyaya, hemen hemen her alanda söz sahibi olmaları
bakımından, diğer milletlerden daha farklı bir konuma sahiptirler.
Kıtadaki ilk Yahudiler
Amerika Birleşik Devletleri’nin Kurulu
olduğu topraklardaki Yahudi varlığı, 17.
yüzyılın ortalarına kadar dayanır. Kıtanın
keşfinin ardından Brezilya’ya yerleşen bir
grup Yahudi, Portekizlilerin bölgeyi
Hollandalılardan geri alması ile buradan
sürülür. Yahudilerin bir kısmı Avrupa’ya
dönerken, bir kısmı da sonradan adı ‘’New
York’’ şeklinde değiştirilecek olan New
Amsterdam’a göç eder. Bu göç hareketi ile
bölgedeki ilk Yahudi varlığı tarihe not
düşülür. Yahudiler; kıtaya ilk adımlarını
attıkları andan itibaren, günümüze kadar
devam
edecek
olan
cemaatleşme
çalışmalarına başlarlar. Her yıl ardı ardına
gelen göç dalgaları ile sayıları katlanarak
artar.
Ekonomik durumlar
Eski tarihlerden beri tefecilik ve faizcilik
gibi finans ağırlıklı meslekleri icra ederler.
Dolayısıyla geçmişten günümüze kadar,
ekonomik olarak durumları toplumun
diğer kesimlerine oranla her zaman iyi
olmuştur. Ekonomik bakımdan refah
içinde yaşamalarının ve sermayeyi
ellerinde tutmalarının, süratle organize
hale gelmeleri hususunda da önemli payı
vardır. [1] Yakın tarihte yapılmış bir
araştırmaya göre; Amerika’nın en zengin
400 ailesinin %40’ı Yahudidir. [2] Bu
istatistik çalışmaya, Rockefeller gibi ‘’gizli
Yahudi’’ olduğu bilinen aileler dahil
edilmemiştir.
Eğitime verilen önem
Toplumun
diğer
kesimleriyle
kıyaslandıklarında, eğitim alanında oldukça
başarılıdırlar. Akademik alanda söz
sahibidirler. Kurdukları vakıflar ile iyi
üniversiteleri
kazanmış,
başarılı
öğrencilere burslar verirler. Kendilerine
22
Akademik Perspektif – Mart 2015
sadık yazarlar, akademisyenler, sanatçılar
ve siyasetçiler yetiştirirler. Ülkede lise
mezunlarının üniversiteyi kazanma oranı
%40 iken, Yahudi kesimde bu oran %85’i
geçer.[3] Amerika’da yaşayan her 10
Yahudiden 6’sı üniversite mezunudur.[4]
Yahudilerin
akademik
hayattaki
başarılarını daha net anlayabilmemiz
açısından;
nüfusun
%2’sini
oluştururlarken, en iyi üniversitelerden biri
olarak bilinen, Harvard Üniversitesi
öğrencilerinin yaklaşık %30 ‘unun kendini
Yahudi
olarak
tanımlaması
dikkat
çekicidir.[5] Yetiştirdikleri akademisyen,
sanatçı, yazar ve bilim adamlarının
çalışmaları sonucunda; Amerika Birleşik
Devletleri’nin aldığı Nobel Ödülleri’nin
%37’si Yahudi Amerikalılara verilmiştir.
Medyada Yahudi hakimiyeti
Medya kanalı ile ortalama zekâya sahip
her Amerikalı’ya ulaşabilirler. Gündemi
Yahudi sermayesi belirler, kendi çıkarları
doğrultusunda yayın yaparlar. Amerikan
halkı, ülkede olup bitenleri siyonist
medyadan öğrendiğinden dolayı, ister
istemez olayları siyonist pencereden
yorumlar. Böylece istenilen fikirler de
insanlara empoze edilmiş olur. Fox TV, The
Weekly Standard, Policy Review, World
Affairs, Commentary Magazine, Foreign
Affairs, New York Times, Jerusalem Post,
New York Sun, Wall Street Journal ve
Washington Post gibi dev TV, dergi ve
gazeteler
Yahudi
sermayesinin
kontrolünde olan medya kuruluşlarından
bazılarıdır.
Siyasete duyulan ilgi
Seçimlerde; Amerikan halkının ancak yarısı
oy kullanır, Yahudilerde ise sandığa gitme
oranı oldukça yüksektir. Nüfusun yalnızca
%2’sini oluştururlar fakat seçimlerde
sandığın %5’ini Yahudi oyları doldurur. Bu
durum,
siyasete
toplumun
diğer
kesimlerine nazaran çok daha fazla ilgili
olduklarını gösterir. Sahip oldukları think
tank (düşünce) kuruluşları da siyasete karşı
duydukları bu ilgiyi ve özellikle dış siyasete
yön verme arzularını kanıtlar niteliktedir.
Foreign Policy Research Institute, Heritage
Foundation, Institute for Foreign Policy
Analysis ve Jewish Institute for National
Security
Affairs
(JINSA)
Yahudi
kontrolünde olan bu kuruluşlardan
başlıcalarıdır.
Örgütsel faaliyetler
Örgüt olarak hareket etmeye, organize
olmaya hayati önem verirler. Sosyolog
Chaim I. Waxman’ın ,‘’American Jewish
Yearbook’’ adlı kitapta yazdığına göre,
ülkede İsrail yanlısı 80’den fazla Yahudi
kuruluş vardır. American Israel Public
Affairs
Committe
(AIPAC),
Zionist
Organization of America (ZOA), American
Jewish Committee (AJC) ve AntiDefamation League (ADL) gibi son derece
etkili
örgütler
doğrudan
Yahudi
kontrolünde olan kuruluşlardan bazılarıdır.
[6]
Amerika’da yaşayan Yahudiler geçmişten
beri azınlık olmanın da getirdiği psikoloji
ile birlikte hareket etmeye, organize
olmaya hayati önem verirler. Yahudiler için
öncelik eğitimdir. Yahudi çocukları küçük
yaştan itibaren disiplinli bir eğitim
sürecinden geçer. Bu süreçte en az pozitif
ilimler kadar sıkı bir dini eğitim de verilir.
Geleneklerinden kopmadan ve disiplini de
elden bırakmadan yetişen bu çocuklar,
ileride ülkenin en iyi üniversitelerini
kazanır. Nüfusun %2’sini oluştururlarken,
‘’Ivy League’’ olarak bilinen Amerika’nın en
iyi 10 üniversitesinde okuyan her 4
öğrenciden 1’inin Yahudi olması tesadüf
değildir. [7] Akademik hayatta böylesine
güçlü temsil edilmelerinden dolayı; en
başarılı yazar, akademisyen ve bilim
adamlarının da ekseriyetle Yahudi olması
23
Akademik Perspektif – Mart 2015
kaçınılmaz bir sonuçtur. Yetiştirdikleri
insanları; finans kuruluşlarında, medya
organlarında, düşünce kuruluşlarında,
üniversitelerinde
istihdam
ederler.
Devletin stratejik mevkiilerine de, yine bu
yetiştirdikleri eğitimli insanlar vasıtasıyla
nüfuz ederler.
Sahip oldukları medya kuruluşları ile
gündemi Yahudiler belirler. Dolayısıyla
kamuoyunu
da
istedikleri
yönde
oluştururlar. Seçim kampanyaları sırasında
medyanın önemi daha da artar. İsrail
konusunda koşulsuz yardım sözü alınmış
adayları destekler; buna yanaşmayan
adaylar hakkında ise, aşağılayıcı yayınlar
yaparlar. Karapropagandanın en acımasız
örneklerini sergilerler. İsrail’i herhangi bir
konuda eleştirenlere karşı ‘’antisemitizm’’
suçlamaları isnat eder, ‘’neo Nazi’’
damgası vururlar. Lobi faaliyetleri ile
siyasetçilere kendi çıkarları doğrultusunda
yasalar çıkarttırır, İsrail devletine her yıl
düzenli
olarak
yardım
yapılmasını
sağlarlar.
Herhangi
bir
siyasi
kontrollerinden çıktığında ise o kişi
hakkında seçim zamanı karapropagada
yapar, kamuoyu önünde küçük düşürürler.
Bu yöntemle hem kongrede, hem de
Beyaz Saray’da sözleri geçer.
Sonuç
Nüfus olarak azınlık sayılan Yahudiler,
dünyada süper güç konumunda bulunan
Amerika Birleşik Devletleri’ne ekonomi,
medya, eğitim ve siyaset alanlarındaki
hakimiyetleri
sayesinde
yön
verir
durumdadır.
Ortadoğu’da
Amerikan
siyaseti yanlızca ‘’İsrail’in çıkarlarına’’
endekslenmiş halde ise, bunun arkasındaki
yegâne sebep Yahudi lobisidir.
Yer altı ve yer üstü kaynakları neticesinde
sahip olduğu ekonomik kuvvet ve 1,5
milyarı
aşan
nüfusu
bakımından
Müslümanların, Yahudilere kıyasla çok
daha geniş olanaklara sahip olduğu
ortadadır. Fakat günümüzde İslam alemine
baktığımızda; ekonomik gücün birbirleri ile
rekabette, iç çatışmalarda harcandığına,
eğitime gereken önemin verilmemesi
neticesinde ise dev nüfustan yeteri kadar
nitelikli iş gücünün yetiştirilemediğine
şahit oluyoruz. Yahudilerin 300 yıl boyunca
uğraşarak
Amerika’da
kurdukları
düzenden, şüphesiz, biz Müslümanlar için
de alınacak örnekler vardır.
[1] Pictorial History of Jewish People,
Nathan Ausubel, sf.116
[2] Şalom, 29 Eylul 1993
[3] http://www.jbutt.com/c052302.htm
(23.12.2012)
[4]
http://www.jewishjournal.com/
old/stats.5.5.0.htm. (23.12.2102)
[5]http://www.theoccidentalobserver.net/
2010/07/kevin-macdonald-jewishoverrepresentation-at-elite-universitiesexplained/ (16.06.2010)
[6] Mearsheimer ve Walt, THE ISRAEL
LOBBY AND U.S. FOREIGN POLICY, s. 40
[7]http://www.wsj.com/articles/SB102003
890421804360 (29.04.2002)
* Raif Anıl Ötken, Boğaziçi Üniversitesi,
Uluslararası Ticaret
24
Akademik Perspektif – Mart 2015
Osmanlı Dönemi Türk- Amerikan Ticari İlişkileri
Üzerine Genel Bir Değerlendirme
Elif Özdemir *
Günümüzde birtakım olayları anlayabilmek için geçmişe bakmak, geçmişte olmuş olan
olayları doğru değerlendirmek gerekir. Bugün Türkiye ile dünyanın süper gücü olan ABD
arasındaki ekonomik ilişkiyi daha iyi anlayabilmek ve mantıklı analizler yapmak için bu iki
ülke arasındaki diplomatik ve özellikle ticari ilişkilerin başladığı yılları incelememiz doğru
olacaktır. Bu makalede, sözü edilen bu diplomatik ve ticari ilişkilerin başladığı yıllarda
Osmanlı- ABD ilişkileri ele alınacak, bu iki ülke arasındaki ticari ilişkiler ve çarpıcı olaylar
genel bir şekilde ele alınacaktır.
Amerika Birleşik Devletleri’nin Kurulması
ve Gelişmesi
İşlenmemiş, bakir topraklara; yeraltı ve
yerüstü kaynaklarına sahip olan Amerika
kıtası
Kristof
Kolomb
tarafından
keşfedildikten kısa bir süre sonra Avrupalı
devletlerin
en
önemli
sömürge
alanlarından biri olmuştur. Amerika
kıtasının güneyini İspanya ve Portekiz
sömürgeleştirirken Kanada’yı ve Louisiana
eyaletini
Fransa
sömürgeleştirmiştir.
İngiltere ise Kuzey Amerika’nın doğu
kıyılarını ele geçirerek bu yerlerde kendi
kolonilerini kurmuştur.
İşte böyle bir ortamda Amerikan
Bağımsızlık Hareketi, İngiltere’nin egemen
olduğu
13
kolonide
başlayacaktır.
İngiltere, Yedi Yıl Savaşları (1756-1763)
sonucunda Fransızları mağlup edip
Hindistan’ın
neredeyse
tamamını,
Kanada’nın da bir bölümünü ele
geçirmesine rağmen savaşın yıkıcı etkileri
İngiltere ekonomisinde oldukça ağır bir
şekilde hissedilmekteydi. İngiltere bu
ekonomik sıkıntıları bertaraf etmek
amacıyla başta Amerika’da bulunan 13
kolonisi olmak üzere birçok sömürgesine
yeni vergiler koymuştur. Ancak bu vergiler
özellikle
demokrasiyi
benimsemiş
“Amerika Koloni Halkları” tarafından
25
Akademik Perspektif – Mart 2015
büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Bu
tepkiler karşısında İngiltere geri adım
atmış olmasına rağmen İngiliz hükümeti bu
geri adımın Birleşik Krallık için bir prestij
kaybı olacağını düşünerek sömürgelerine
yeni vergiler koymuştur. Bu hareketin
koloni halklarının birleşerek bir dayanışma
oluşturmalarına neden olduğu gayet
açıktır. İşte bu şekilde koloni halkları
İngiltere’ye karşı ayaklanıp bağımsızlık
mücadelesini başlatmışlar ve 1776’da
yayınladıkları
Bağımsızlık
Demeciyle
birleşerek bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir.
Amerikalıların
İngiltere’ye
karşı
sürdürdükleri bağımsızlık savaşı 1783’e
kadar sürmüştür. Nihayetinde İngiltere,
hem karada hem de denizde başarısız
olduğu için 3 Eylül 1783 tarihli Paris
Antlaşması
ile
Amerika
Birleşik
Devletleri’ni tanımak zorunda kalmıştır.1
Böylece İngilizlere karşı bağımsızlık
mücadelesini kazanan ABD, özellikle 1861
yılına kadar büyük bir hızla büyümeye
başlamış; Kuzey Amerika topraklarının bir
kısmını para karşılığında satın alırken bir
kısmını da silahlı mücadeleler sonucu
kazanmıştır. 1920’lerde ABD topraklarının
günümüz sınırlarına büyük ölçüde ulaştığı
görülmektedir. Ayrıca ABD nüfusu 100
yılda 15 kat arttığı dönemin demografik
istatistiklerinden anlaşılmaktadır.2
ABD siyasi alanda ise infirat politikasını
benimsemiştir, yani kendi ekonomisini
geliştirmek amacıyla kabuğuna çekilmiş ve
Avrupa’nın siyasi hayatından uzak
durmuştur. İnfirat politikası, 1823
senesinde ABD Başkanı J. Monroe
tarafından ortaya konan Monroe Doktrini
ile daha sistemli hale getirilmiştir. Ancak
her ne kadar ABD, Eski Dünya siyasetine
karışmama politikası gütmüşse de birçok
alanda dolaylı da olsa (özellikle
Uzakdoğu’da) politik hamleler yaptığı
gözden kaçmamalıdır. ABD, Açık Kapı
İlkesi denen bu ilke ile kendi ekonomik ve
siyasi menfaatlerine uygun diplomatik
hareketlerde bulunmuştur. Sonuç olarak
Monroe Doktrini ve Açık Kapı İlkesinin 1.
Dünya Savaşı’na kadar ABD’nin dış
politikasına yön verdiği görülmektedir.3
ABD, özellikle İç Savaşın sona ermesi ile
1865’ten itibaren muazzam bir ekonomik
büyüme gerçekleştirmiştir. 1865-1898
yılları arasında buğday üretimi %256,
rafineri şeker üretimi %460, kömür üretimi
%800, demir yolu uzunluğu % 567
artmıştır. Ham petrol üretimi 3.000.000
varilden 55.000.000 varile, çelik üretimi ise
20.000 long tondan 9.000.000 long tona
çıkmıştır.4
ABD’nin dış ticaret hacmini de muazzam
şekilde
genişletmesi
ve
özellikle
uluslararası deniz ticaretinde önemli bir
konuma gelmiş olması dikkat çekicidir.
ABD – Osmanlı Devleti İlişkileri
1-İlk Temas: ABD ve Garp Ocakları
Garp Ocakları denilen bölge, Kuzey Afrika
topraklarında
bulunan
berberi
beylikleridir.(Tunus, Cezayir, Trablusgarp,
Fas) Bu beylikler yarı özerk şekilde Osmanlı
Devleti’ne bağlı bulunuyordu. Ancak her
ne kadar Osmanlı’ya bağımlı görünseler de
Osmanlı’ya “bazen” itaat etmeleri,
düzensiz vergi vermeleri, Avrupa ve
Amerikalı devletler nezdinde bağımsız
devlet muamelesi görmeleriyle olağan dışı
bir görünüm içerisindelerdi. Osmanlı’ya
yarı özerk şekilde bağlı olan bu beylikler,
1
Armaoğlu,20. Yüzyıl Siyasi Tarihi,(İstanbul: Timaş
Yayınları, 2014), s.68-69.
2
Yavuz Güler, “Osmanlı Devleti Dönemi TürkAmerikan İlişkileri(1795-1914)”, Gazi Üniversitesi
Kırşehir Eğitim Fakültesi Dergisi 6,(2005):229.
3
Kenan Özkan, “Türkiye-ABD İlişkileri(1918-1923)”,
(Yüksek Lisans Tezi, Anadolu Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü,2006), s.4.
4
Güler, s.230.
26
Akademik Perspektif – Mart 2015
zamanla bağımsız hareket etmeye
başlamıştı.
Osmanlı
bu
beyliklere
beylerbeyi tayin etmekle birlikte, yönetim
mahalli
dayılar
tarafından
yürütülmekteydi. Osmanlı Devleti’nin Garp
Ocaklarıyla olan en önemli sorunu
Akdeniz’de ticaret yapan ülkelerin ticaret
gemilerinin Osmanlı tarafından kendilerine
verilen bir güvence olmasına rağmen Garp
Ocakları’nın korsan gemileri tarafından
gasp edilmeleridir. Bununla birlikte Garp
Ocakları her ne kadar bağımsız olarak
hareket etseler de Osmanlı Devleti’nin zor
zamanlarında Osmanlı ülkesine asker
göndermişler ve birçok diplomatik olayda
Osmanlı
Devleti’nin
yanında
yer
almışlardır. Ayrıca o dönemlerde yazılan
belgelerde Garp Ocakları korsanlarının
serbest deniz haydutları değil, üzerinde
devlet yetkisi bulunan korsan oldukları
anlaşılmaktadır.
Fakat
Osmanlı’nın
yetkilerini sıklıkla ihlal ettikleri açıktır.5
Akdeniz’in Garp Ocakları’nın kontrolünde
olduğu 18. yüzyılın sonlarında Akdeniz’de
ticaret yapan her devlet gibi ABD de Garp
Ocaklarının
yağmalarından
nasibini
almıştır. ABD’nin birçok gemisinin o
yıllarda Garp Ocakları tarafından ele
geçirildiği ve gemi mürettebatının esir
edildiği bilinmektedir. Bununla ilgili birçok
arşiv belgeye rastlanılmaktadır. Örneğin
1803’te Mecklenburg Dükalığı reayasından
Henry Smith, bir Amerikan sefinesinde
Hamburg’a giderken Cezayir korsanları
tarafından tutsak edilmiştir.6
açmıştır. Sorunun hat safhaya eriştiği
1780’li yıllarda ABD, bağımsızlığını yeni
kazanmış olması itibariyle iç siyasi
bünyesini sağlamlaştırmakla uğraştığından
dışarıda sert politikalar izleyebilecek
durumda değildi. İşte bu yüzden ABD
bağımsız bir sultanlık olan Fas ile 1785’te
bir vergi antlaşması imzalarken; 1795’te
Cezayir, 1796’da Trablus ve 1797’de Tunus
ile orijinalleri Türkçe olan antlaşmalar
imzaladı. Bu antlaşmalara göre Garp
Ocakları, Amerikan ticaret gemilerinin
bölgede serbestçe ticaret yapmasına izin
verecek, ABD hükümeti de her yıl Garp
Ocakları’na vergi ödeyecekti.7 Ancak her
ne kadar bu yıllarda Garp Ocakları üstün
gibi gözükse de 1800’lere gelindiğinde
ABD, zayıflayan Garp Ocakları ile
savaşmış(Birinci Berberi Savaşı) ve Garp
Ocakları’nın
üstünlüğünü
ortadan
kaldırmıştır.8
2-Osmanlı Devleti- Amerika Birleşik
Devletleri Arasındaki Ticari Antlaşmalar
Amerikan gemilerinin bu yağma ve
gasplarda uğradığı zararların çoğalması ve
Amerikalıların Garp Ocakları korsanları
tarafından
rehin
alınması,
ABD
kamuoyunun bu soruna çözüm bulunması
için yönetim üzerinde baskı kurmasına yol
1780’li yıllarda Amerikan ticaret gemileri
İzmir limanına kahve, baharat, mum, rom
ve pamuklu ürünler getirip; afyon ve kuru
meyve götürüyorlardı. Özellikle İzmir’den
Çin’e yaptıkları afyon taşımacılığından
büyük karlar elde etmiş ve İngiliz tekelini
kırmışlardır. Zamanla İzmir limanına gelen
Amerikan ticaret gemilerinin sayısı
artmıştır. Bunun üzerine Amerikan
tüccarlarının
Osmanlı
ülkesindeki
sorunlarını çözmek adına Amerikalılar,
1811’de başkanlığını David Offley’nin
yapacağı İzmir Ticaret Evi’ni kurdular.
Ticaret Evi görüntüsü altındaki bu kurum
aslında bir konsolosluk gibi çalışıyordu.
Offley bir konsolosun yerine getirmesi
gereken her şeyi ifa ediyordu. Bununla
birlikte 1820’lerde İzmir’de bulunan
5
7
Göknur Akçadağ, ”Kaptan William Bainbridge’in
İstanbul Seyahatinin Önemi”, Tarih Dergisi 54,
(2011):123-125.
6
Akçadağ, s.128.
Adem Kara, “Osmanlı Devleti- A.B.D. Ticari
İlişkileri”, Akademik İncelemeler Dergisi 2, (2006):3
8
http://tr.wikipedia.org/wiki/Birinci_Berberi_Savaşı
27
Akademik Perspektif – Mart 2015
Amerikan şirketlerinin sayısı hızla artmaya
başlamıştır. Bu ticari ilişkilerin dışında
1820’lerin başından itibaren Amerikan
misyonerlerin Osmanlı ülkesine geldiği ve
tüm
Osmanlı
ülkesinde
faaliyet
yürüttükleri görülmektedir. ABD hükümeti
hem ticari ilişkileri geliştirmek hem de
Osmanlı
Devletinde
bulunan
vatandaşlarını korumak amacıyla Osmanlı
ile antlaşma yapmak için yoğun çaba
harcamıştır. Ancak ABD’nin bu çabası 1821
Yunan Ayaklanmaları yüzünden yarım
kalmıştır.
Nihayet iki ülke arasında yeniden başlayan
müzakerelerde ABD adına Andrew Jackson
ve Osmanlı Devleti adına Reis-ül Küttab
Muhammed Efendi katılmıştır. 8 Şubat
1830’da başlamış olan görüşmelerde
anlaşmaya varılarak, 7 Mayıs 1830’da
Osmanlı-ABD Seyr-i Sefain ve Ticaret
Antlaşması imzalanmıştır.
Dokuz maddeden oluşan bu antlaşmayla
ABD’ye en ziyade müsaadeye mazhar
millet sıfatı verilerek Osmanlı limanlarını
ziyaret eden Amerikan tacirlerinden önce
kendilerine bu statü tanınan diğer
devletlerin tacirlerinden alınan gümrük ve
resim isteminde bulunulmaması ve diğer
ülke vatandaşlarının sahip olduğu bütün
imtiyaz ve muafiyetten yararlanmaları
sağlanmıştır.9
Seyr-i Sefain ve Ticaret Antlaşmasıyla
birlikte ABD- Osmanlı Devleti ticari
ilişkilerinin artmasına ve diplomatik
bakımdan
iki
devletin
birbirine
yakınlaşmasını sağladığı görülmektedir.
1831’de iki ülke arasında 483.095 dolar
düzeyindeki ticaret hacmi, 1841’de
413.938 dolar, 1851’de 739.032 dolar
düzeyine ulaşmıştır. 1861-1865 yılları
arasında Amerikan İç Savaşı nedeniyle
ticaret hacminin daraldığı ancak 1862
yılında iki ülke arasındaki Seyr-i Sefain ve
9
Kara, s.6-7.
Ticaret Antlaşmasının yenilenmesiyle iki
ülke arasındaki ticaret hacminin büyük bir
hızla artarak 1869 yılında ilk kez 1.000.000
doların üstüne çıktığı,
zaman zaman
5.000.000 doların üzerine çıkarak devam
ettiği
dönemin
kayıtlarından
10
anlaşılmaktadır.
1862 Antlaşmasıyla
birlikte
ABD
vatandaşları
Osmanlı
Devleti’nin her yerinde alım-satım
yapabileceği kabul edilmiştir. Bu geniş
kapitülasyonlar ile ABD, Doğu’da kendi
politikasını kolaylıkla uygulama imkânı
bulmuştur.
Tablo: Osmanlı
Hareketi11
Yıl
Osmanlı
Devleti’ni
n
ABD’den
İthalatı
1832 64.722
1852 265.825
1872 1.209.443
1892 206.350
1912
3.798.168
Devleti-ABD
Osmanlı
Devleti’n
in
ABD’ye
İhracatı
923.629
556.100
866.719
4.969.02
9
19.208.9
26
Ticaret
Ticaret
Hacmi
988.351
821.925
2.076.162
5.175.379
23.007.09
4
Diplomatik Açıdan ABD- Osmanlı Ticari
İlişkilerine Dair Bir Değerlendirme
Görülüyor
ki
yapılan
ticaret
antlaşmalarıyla özellikle ABD lehine önemli
gelişmeler olurken, zaman ilerledikçe bu
durum Osmanlı Devleti’nin aleyhine bir
durum oluşturmuştur. Çünkü bu ticaret
antlaşmalarıyla önemli imtiyazlar ve
kapitülasyonlar elde eden ABD, kendi
ekonomik ve politik çıkarları adına
misyonerlik
faaliyetleri,
Osmanlı
Devletinde
yaşayan
Amerikan
10
Çağrı Erhan, “Osmanlı-ABD İlişkileri”, Osmanlı
Ansiklopedisi, (Ankara: Yeni Türkiye Yayınları,1999)
C:2, s. 239.
11
Orhan Köprülü, “Tarihte Türk Amerikan
Münasebetleri”, Belleten 51, (1987): 935.
28
Akademik Perspektif – Mart 2015
vatandaşlarının hukuki durumu ve Ermeni
Sorunu gibi önemli konularda -özellikle
1874’ de imzalanan Suçluların İadesi ve
Tabiiyet Anlaşması ile- Osmanlı Devleti’ni
pek zor durumlara düşürmüştür.12 Bundan
hareketle ABD’nin kendi çıkarları uğruna
Osmanlı Devleti’nin iyi niyetini suistimal
ettiği açıktır.
* Elif Özdemir, Erzincan Üniversitesi,
Hukuk
12
Haluk Selvi ve Kurtuluş Demirkol, ”Osmanlı
Devletinde Amerika Birleşik Devletleri
Vatandaşlarının Hukuku ve Karşılaşılan Bazı
Problemler”, History Studies Prof. Dr. Enver
Konukçu Armağanı, (2012): 340
29
Akademik Perspektif – Mart 2015
ABD’nin Küresel ‘’ Wilsonizm ‘’ İmparatorluğu
Güney Ferhat Batı *
Süper güç, uluslararası toplumun ahlak ve moral standartlarını yansıtır. Ahlaki ve siyasi
sorumluluklara sahip olması nedeniyle süper güç, adalet duygusuna sahip olmalıdır.
Küreselleşen dünyada, süper güç statüsü, kaynakları elde etmek ya da savaşları
kazanmaktan ziyade diğer insanların kalplerini ve akıllarını kazanmak ile de alakalıdır.
Amerikan zaferinin ardında yatan nedenler; özgür dünyanın lideri olma imajı, özgürlüğü
desteklemesi ve baskılara karşı duruşudur.
Amerika’yı iki faktör dünya işlerine itti:
Hızla büyüyen gücü ve Avrupa’nın merkez
olduğu uluslararası sistemin yavaş yavaş
çöküşü. İki başkan, bu değişime damgasını
vurdu. Theodore Roosevelt ve Woodrow
Wilson. Yalnızlık politikasından ayrılmayı
karşıt felsefelere dayanarak savunmakla
beraber,
Amerika’nın
dünya
gelişmelerinde çok hayati bir rol oynaması
gerektiğini her ikisi de kabul etmişti.
Roosevelt, bir güç dengesinin sofistik bir
analistiydi.
Ulusal
çıkarları
bunu
gerektirdiği için ve aynı zamanda
Amerika’nın katılımı olmadan küresel güç
dengesinin olanaksız olduğunu düşündüğü
için Amerika’nın uluslararası arenada rol
alması üzerinde ısrarla duruyordu.
Wilson’a göre, Amerika’nın küresel rolü bir
çeşit göreve dayanıyordu: Amerika’nın güç
dengesi için bir yükümlülüğü yoktu; ancak
kendi ilkelerini bütün dünyaya yayma
görevi vardı. Bir yüzyıl geçmesine rağmen
hala küresel dünyada geçerli olan ‘’
WİLSONİZM ‘’ canlılığını hep korumuştur.
Bu, ilkelere göre barış, demokrasinin
yaygınlaşmasına bağlıdır; devletler de
bireylerle aynı ahlaki kriterlere göre
değerlendirilmelidir; ulusal çıkar ise,
evrensel hukuk sistemine uymaktan
ibarettir. Amerika’nın süper güç olduğunu
bir cümle ile ifade edersek, ünlü filozof
‘’Platon’’nun söylediği gibi ‘’ Kendini
yönet, dünyayı yönetecek gücü bulursun.
‘’ 1
ABD’nin Enerji Politikası ve Ortadoğu
Enerji Havzası
Amerika Birleşik Devletleri yakında
dünyanın en büyük petrol ithalatçısından
büyük bir küresel ihracatçıya dönüşecek.
Bu, yurt içinde büyük ölçüde artan petrol
keşif ve üretimiyle artan enerji etkinliği ve
1
Diplomasi, Henry Kıssınger, Bağlantı : Theodore
Roosevelt veya Woodrow Wilson ( İstanbul, Türkiye
İş Bankası Kültür Yayınları, 7. Baskı, Kasım 2007 ) s.
21-22.
30
Akademik Perspektif – Mart 2015
ABD tarafından üretilen ‘’ Kaya Gazı ‘’
doğal gaz kullanımının yaygınlaşması
sebebiyle olacaktır. Enerjideki bu derin
dönüşümün hem Amerikan hem de dünya
ekonomisi üzerinde büyük etkileri olacağı
kesin gibi, bu durum ABD’nin Orta Doğu’ya
yönelik politikasını, belki de enerji
bağımsızlığını etkileyecek.2
Orta Doğu, Soğuk Savaş’ın başladığı
yıllardan itibaren ABD dış politikası için
hayati bir bölge oldu. Bu kısmen
Amerika’nın Sovyetler Birliği’ni frenlemeye
yönelik
dünya
politikasından
kaynaklanırken, bölgedeki petrol rezervleri
de ABD’nin bölgeye olan ilgisi için daima
büyük bir gerekçe oldu. Aslında Amerika
Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu’daki
mevcudiyeti,
Soğuk
Savaş’ın
sona
ermesinden itibaren geçen onlarca yılda
daha da arttı. Artan enerji bağımsızlığının
Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta
Doğu’daki rolünü büyük ölçüde azaltacağı
öngörülse de gerçekte bu pek muhtemel
değil. Bölgeden ayrılması için yapılan
baskılara rağmen Amerika Birleşik
Devletleri, dünya enerji piyasalarının
istikrarını muhafaza etme ve dünyanın o
bölgesinden
gelebilecek
güvenlik
tehditlerine karşı koymada hayati çıkarlara
sahip olmaya devam edecek. Dünyanın en
büyük ekonomisi ve önde gelen enerji
kullanıcısı
olarak
Amerika
Birleşik
Devletleri halen dünyada petrol fiyatının
istikrarlı bir şekilde kalmasını sağlamakla,
enerji politikalarına ilgili olmaya devam
edeceğini göstermektedir. Amerika Birleşik
Devletleri net petrol ihracatçısı olsa bile
böyle
olacaktır.
Dünyada
petrol
piyasasındaki her tırmanış Amerika Birleşik
Devletleri’ni
etkileyecektir.
Örneğin,
2
Yakın Dönem Türk Politik Tarihi, Doç.Dr.
Süleyman İnan, Doç.Dr Ercan Haytoğlu, Pamukkale
Üniversitesi, Soğuk Savaş Sonrası Türk Dış Politikası
‘1990 – 2015’, ( Ankara, Anı Yayıncılık, 3. Baskı,
2011 ) s. 336 – 337, Emmanuel Karagiannis, ‘’ The
Turkish – Georgian Partnership and Pipeline Factor.
‘’ Vol.6, No.1, April 2004, s.20 – 21.
Amerikalı üreticiler, ülkede olduğundan
daha iyi bir fiyat olduğu sürece giderek
artan miktarda petrolü yurt dışına
satacaklardır. Birbirine bağımlı dünyada
dış ekonomilerdeki petrol fiyatlarının ani
yükselişlerinden kaynaklanan sıkıntılar da
Amerika
Birleşik
Devletleri’ni
etkileyecektir. Hem Avrupa hem de
Asya’da ABD’nin müttefikleri petrolü
doğrudan Orta Doğu’dan ithal ederler. Bu
da Amerika Birleşik Devletleri’ne petrol
akışının sağlanmasında güvenlik hissesi
verir.
Amerika Birleşik Devletleri net petrol
ithalatçısı olmasa bile Orta Doğu’da süre
giden güvenlik çıkarlarına ve ekonomik
çıkarlara sahip olacaktır. Amerika Birleşik
Devletleri enerji bağımsızlığına doğru gitse
de bunu Washington’un dünya enerji
piyasaları ve bunlarla ilişkili küresel ve
bölgesel güvenlik konularıyla ilgilenmeyi
kesmesi
takip
etmeyecek.
Enerji
bağımsızlığı Amerika’nın ekonomi ve milli
güvenliğe yönelik olarak Orta Doğu’dan
kaynaklanan
tehditleri
ortadan
kaldırmayacak. ABD’nin çekilmesi de
rakiplerini bölgedeki mevcudiyetlerini
arttırmaya
sevk
edecektir.
Bu
gerekçelerden dolayı, enerji bağımsızlığı
ABD’nin bölgeye yönelik politikasını
önemli ölçüde değiştirmeyecektir.3
ABD’nin Afrika Stratejisi ve AFRİCOM
AFRİCOM’a kadar ABD-Afrika ilişkileri, ABD
kıtaya James Monroe döneminde siyasi
ilişkiler açısından ilgi duymaya başlamıştır.
Amerikan Kolonileştirme Derneği (
American Colonosation Society ) 1820’de
sayılarının
2500
civarında
olduğu
düşünülen köle grubunu bugün Liberya
olarak bilinen ülkeye yerleştirilmiştir. Bu
grubun 1847’de bağımsızlığını ilan ederek
3
ABD’nin Enerji Politikaları, http:
//thenationalınterest.com/enerjipolitikaları/ ,
erişim tarihi 10.02.2015, s.1-4
31
Akademik Perspektif – Mart 2015
özgürlük kelimesinden türetilmiş Liberya
adıyla
ülkelerini
kurmaları
ve
başkentlerine
ABD’nin
Monroe
Doktrininden esinlenerek Monrovia adını
vermeleri ABD’ye bir minnet gösterisi
olarak gösterilmiştir. Bu gelişmelerin
ardından ABD, 1862 yılında Liberya ile
imzaladığı antlaşma uyarınca ülkenin
anayasal düzenini ve bağımsızlığını koruma
görevini üstlenmiştir. 5
AFRICOAFRICOM, özellikle 11 Eylül sonrası
terör odaklı politikalar geliştiren ABD’nin
Afrika’daki çıkarlarını daha iyi ve organize
bir şekilde koruyabilmek için oluşturduğu
bir
komutanlıktır.
AFRICOM’un
kurulmasına dair emir 6 Şubat 2007
tarihinde dönemin ABD başkanı Bush
tarafından verilmiştir. ABD’nin yereli
güçlendirme stratejisi AFRICOM’un görev
sahası içinde geçerli kılınmıştır. Bu anlayışa
göre AFRICOM, El Kaide tehlikesini
önlemek ya da azaltmak, önemli Afrika
ülkelerinin askeri ve yönetim kapasitelerini
artırmak, sivil idarenin yasalara karşı
saygılı davranmasını sağlamak gibi
görevleri üstlenmiştir. ABD, bu komutanlık
ile Afrika kıtasında modern çağda yeri
olmadığı bazı kesimlerce iddia edilen bir
ulus ve devlet inşası sürecine girmek
zorunda kalmıştır. Bu süreçte AFRICOM
aracılığıyla Afrika’daki milletlere eğitim
verilmekte çeşitli sosyal yardımlar
yapılmaktadır. Böylece ‘’ Fukuyama’nın ‘’
tespit ettiği gibi devletler, terörizmden
uzak durarak ekonomilerini geliştirme
şansı yakalayacaktır. Elbette ki bu gelişim
ve değişim yukarıda da belirtildiği gibi
ABD’ye uyum sağlamış ve ABD çıkarları
doğrultusunda hareket edecek ülkeler için
geçerlidir. 4
bitmesiyle Amerika’nın kıtaya yönelik
azalan ilgisi, 1992-1994 yılları arasında
Birleşmiş Milletler çerçevesinde Somali’de
sürdürülebilir istikrar için gösterdiği
çabalarla yeniden artmıştır. Ancak bölgeye
aşina olmayan Amerikan kuvvetlerinin
buradaki karmaşık dinamikleri kavramakta
zorlanmasıyla birlikte verdiği kayıplar,
hükümetin Mart 1994’te geri adım
atmasına sebep olmuştur. Bu beklenmedik
yenilgi, Amerika’nın aynı yıl Ruanda da
gerçekleşen soykırıma seyirci kalmasına da
yol açmıştır. Ağustos 1998’de Kenya ve
Tanzanya’daki Amerikan Büyükelçiliklerine
düzenlenen El Kaide saldırıları ise
ilişkilerde bir dönüm noktasına işaret eder.
Birdenbire ülkenin güvenlik çıkarlarının bu
kıtayla yakından bağlantılı olduğunu fark
eden Amerika, çoğunluğu askeri eğitim
içerikli bir dizi projelerle Afrikalı ülkeleri
desteklemeye çalışmıştır. ABD, 11 Eylül
saldırıları ile gündeme oturan terörizmin
bu karmaşık ve savunmasız kıtada sağlam
bir yer edineceğinden şüphelenmekte ve
bölgedeki enerji kaynaklarının stratejik
önemini de göz önünde bulundurmaktadır.
AFRICOM, işte bu temel amaçlar için
hayata geçirilmiş bir projedir. 5
ABD ile Çin Arasında Asya – Pasifik
Siyaseti
20. yüzyılın ilk yarısında ABD’nin bölgeye
ilgisi asgari ölçekteydi. Soğuk savaşın
“Tarih hür olanın yanındadır; hür
toplumların, hür hükümetlerin, hür
ekonomilerin, hür ulusların. Bu nedenle
kimsenin şüphesi olmasın ki Amerika, 21.
yüzyılın Asya-Pasifik’inde tüm varlığıyla yer
alacaktır.” ABD Başkanı Barack Obama’nın
17
Kasım
2011’de
Avustralya
parlamentosuna
hitaben
yaptığı
konuşmada sarf ettiği bu sözler, ABD dış
politikasının geleceğine dair iki beklentiye,
Asya-Pasifik’e
daha
fazla
ilgi
gösterileceğine ve “hür olmaya” yapılan
4
5
, Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, ‘’ ABD VE AFRİKA ‘’,
ABD’nin Afrika’ya Uzanan Eli: U.S. AFRİCOM, erişim
tarihi 13.02.2015 s.1-2.
Yrd.Doç.Dr. Esra Pakin, ‘’ AFRİCOM ‘’,
http://politikaakademisi.org/africom/ , erişim
tarihi 18.02.2015, s.3
32
Akademik Perspektif – Mart 2015
vurgudan anlaşıldığı üzere bu açılımın
Çin’e karşı bölgede bir denge oluşturma
amacı güdeceğine işaret ediyordu.
Küresel krizden ağır hasarla çıkan, sosyal
sorunları artmış, siyaseti ise hem içeride
hem dışarıda yeni açmazlara girmiş bir
ABD’nin Asya-Pasifik’e yönelmesi mantıklı
bir tercih olabilir. Ekonomik açıdan ülkenin
sadece Çin değil tüm Asya pazarlarına her
zamankinden fazla ihtiyacı var. Çin’in
askeri harcamalarını artırdığı, başta Güney
Çin Denizi olmak üzere bölgesel güvenlik
konularında sesini yükseltmeye başladığı
bir dönemde, küresel düzenin halen tek
egemeni olarak ABD’nin denge kurma
girişimlerinde bulunması akılcı bir
yaklaşıma işaret ediyor.
ABD’nin Asya-Pasifik politikası büyük
ölçüde bölgede bulunan müttefikleri ile
bağlarını kuvvetlendirdi. Çin konusunda
mümkün olduğunca dengeli ve pragmatik
bir tutum izlemeye çalıştı. Asya’ya yönelik
çok taraflı platformlarda daha etkin bir
şekilde yer aldı. Bu çerçevede, Pasifik
Okyanusu’nun iki tarafını birleştirecek bir
ekonomik iş birliği ve uzun vadede serbest
ticaret alanı projesi olan (ve Çin’i dışarıda
bırakan) Trans-Pasifik Ortaklığı projesine
öncülük etti. Çok taraflı platformlar
konusunda ABD, Trans-Pasifik Ortaklığı
konusundaki girişimlerine hız kazandırdı ve
Çin’i de kapsayan Doğu Asya Zirvesi’ne üye
oldu. İkinci olarak ise askeri alanda AsyaPasifik’e yatırımını artırdı. Avustralya’nın
kuzeyinde yer alan Darwin’de yeni bir
Amerikan askeri üssü kurulması, “kıyı
muharebe gemisi” olarak adlandırılan yeni
kuşak yüksek teknolojili modelden ilk
gemilerin Singapur’da görev yapması ve
Filipinlerle askeri iş birliğinin geliştirilmesi
kararlaştırıldı. Bununla beraber ABD’nin
bölgedeki
stratejik
vizyonun,
Hint
Okyanusu’nu
içine
alacak
şekilde
genişletildiğini de yapılan açıklamalardan
anlıyoruz. 6
ABD ve Çin’in Asya – Pasifik rekabetinde
içinde
bulunduğumuz
zamanı
son
gelişmelerle birlikte “Yeni Soğuk Savaş”
dönemi olarak adlandırmamız pek de
yanlış sayılmaz. Örneğin, Ukrayna meselesi
ve Kırım’ın ilhakı vesilesiyle Rusya ile Çin
arasında stratejik diyaloğun tazelenme
süreci de başlamış oldu. Böylelikle Çin,
ABD’nin Asya – Pasifik politikasına karşı
hamle olarak, Asya – Pasifik denkleminde
Rusya kartını her an ortaya koyabilme
avantajına da sahip olmuş oldu. Buna
karşılık Washington yönetimi de, Asya’da
çok yönlü kurumlar tesis ederek Asya
politikasını sağlam temellere oturtmak
istiyor 7
Süper Güç Olmanın ve Zorunluluğunun
Sonucu
Amerikan idealizmi, çağdaş gerçeklerin iyi
bir değerlendirmesiyle bir araya gelerek,
işe yarar bir Amerikan çıkarları
tanımlaması
yapmak
zorundadır.
Amerikan dış politika çabaları, dünyanın
temel uyumunun kendisini ortaya koyacağı
bir son nokta olduğu gibi, ütopik
görüşlerden esin almıştır. Amerikan
ideallerinin
gerçekleşmesi,
kısmi
başarıların
sabırla
biriktirilmesinde
aranmak zorundadır. Soğuk Savaş’ın
özelliklerinden olan fiziki tehdit ve düşman
ideoloji artık yoktur. Yeni doğmakta olan
dünya düzenine egemen olabilmek için
gereksinim duyulan inançlar daha
soyuttur: Gelecek hakkında ki görüşler ileri
6
, Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, Prof.Dr.
Tayyar Arı, Kuzey-Güney İlişkileri, Uluslar arası
Siyasal Sistemler, Güç Dengesi Politikası, ( Bursa,
MKM Yayıncılık, 10. Baskı 2013 ) s. 154-170, 271275, 431-440.
7
Prof.Dr. Attila Sandıklı, http://bilgesam.org/
ABD’nin Asya-Pasifik Politikası/ , erişim tarihi
15.02.2015, s.28-39.
33
Akademik Perspektif – Mart 2015
sürülebilir, fakat gelecek gösterilemez;
bunun gibi, olanaklarla ümit arasındaki
ilişki de özünde tahminidir. Amerika’nın
geçmişinin ‘’ Wilsoncu ‘’ idealleri – insanlık
için barış, istikrar, gelişme ve özgürlük –
sonu olmayan bir yolculukta aranmak
zorundadır. Bir İspanyol atasözünde
denildiği gibi : ‘’ Hey yolcu, yollar yapılmaz.
Yollar, yürüyerek oluşturulur. ‘’ 8
* Güney Ferhat Batı, Erzurum Atatürk
Üniversitesi, İşletme Yüksek Lisans
8
Diplomasi, Henry Kıssınger, Yeni Dünya Düzenin
Yeniden Değerlendirilmesi ( İstanbul, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, 7. Baskı, Kasım 2007 )
s.781-811.
34
Akademik Perspektif – Mart 2015
Küresel Çevre Sorunları ve Amerika’nın Tavrı
Ömer Faruk Bilbay*
Sanayi devrimin ve küreselleşmenin etkisiyle çevre sorunları çeyrek yüzyılın tartışılan
konularından biri haline gelmiştir. Sorunların kaynağının tespiti ve çözümü noktasında
yerel ve küresel anlamda faaliyetler yürütülmekte ve uluslararası anlaşmalar
imzalanmaktadır. Fakat çevre sorunları karşısında her ülke aynı tutumu sergilememekte ve
kendi gerekçelerine uygun politikalar izlemektedirler. Bu doğrultuda bu çalışma
Amerika’nın çevre sorunlarındaki yerini ve tutumunu ve izlediği politikayı ortaya koymayı
amaçlamaktadır.
Çevrenin, doğadaki tüm canlıların yaşam
alanı olduğu kadar insanların hayatları
boyunca içinde bulundukları, fiziki,
biyolojik, sosyal, ekonomik, kültürel ve
siyasal ilişkilerini karşılıklı bir etkileşim
içinde sürdürdükleri ortam olması
sebebiyle önemsenmesi ve korunması
gerekmektedir.
Fakat çevre, tarihsel süreç içerisinde, tabii
şartlar elverdikçe ondan faydalanan ve
gelişen
teknolojiye
birlikte
onu
şekillendirme
gücüne
sahip
olan
insanoğlundan hak ettiği önemi ve saygıyı
görememiştir. Bu durum çevrenin
sömürülmesine ve çevre sorunlarının
giderek artmasına neden olmuştur.
Özellikle sanayi devrimi sonrası yaşanan
hızlı nüfus artışı, köyden kente doğru artan
göç, çarpık kentleşme, tarımsal, evsel ve
sanayi kaynaklı kirlilik, küresel iklim
değişikliği sonucu meydana gelen yağış
rejimi düzensizlikleri, yer altı kaynaklarının
tüketimi, doğal kaynakların sömürülmesi,
ormanların
sürdürülebilirlik
esası
gözetilmeden yok edilmesi gibi birçok
sorun çevre sorununu, son çeyrek yüzyılın
en fazla tartışılan konularından biri haline
getirmiştir.
Sorunların giderek canlı hayatını daha da
tehdit eder hale gelmesi yerel, bölgesel,
ulusal
ve
uluslararası
kuruluşları,
sorunların çözümü noktasında bir takım
politik arayış içinde olmak zorunda
bırakmıştır. Bu bağlamda yerel ve küresel
35
Akademik Perspektif – Mart 2015
boyutta kongre, sempozyum, panel ve
konferanslar düzenlenmiş ve sorunlara
çözümler aranmıştır. Fakat çevre sorunları
dünyanın her yerinde farklılık gösterdiği
gibi bu sorunların kaynağı ve çözümü de
ülkelere
ve
toplumlara
göre
değişebilmektedir. Ülkelerin gelişmişlik
düzeylerine göre yapılan sınıflandırmada
gelişmemiş, gelişmekte olan ve gelişmiş
ülkelerde
çevre
sorunlarının
faklı
boyutlarda ve oranda giderek artış
gösterdiği gözlenmiştir. Sorunların çözümü
noktasında ülkelerin gerekli sorumluluğu
üstlenmesi beklenmiştir. Fakat her ülke
kendine ait bir takım gerekçeler sunarak
sorunun çözülmesi yönünde bir eylemden
kaçınmış
veya
gerekli
hassasiyeti
göstermemiştir. Öyle ki gelişmemiş ülkeler
çevre sorunları karşında maddi imkânların
yetersizliğini, gelişmekte olan ülkeler
ekonomik kalkınmaya yönelik önceliklerin
gerekliliğini, gelişmiş ülkeler ise yaşam
standartlarının devamını öne sürerek
çevre sorunlarının çözüme kavuşturulması
ve
çevrenin
korunmasına
yönelik
uluslararası düzenlemelere taraf olmayı
kabul etmemişlerdir.
Ülkelerin taraf olmayı kabul etmemeleri ve
uluslararası bir yaptırımın olmayışı
nedeniyle başta ABD olmak üzere Çin,
Hindistan gibi milyarlık nüfuslarıyla hızla
büyüyen ülkeler çevreyi kirletmeye ve
doğal kaynakları aşırı şekilde sömürmeye
devam etmektedirler. Gerek nüfusları
gerekse gelişmiş sanayileriyle dünyanın
baş kirleticileri olmayı sürdüren bu
ülkelerin çevre konusundaki bu tutumu
diğer ülkeleri etkilemekte ve uluslararası
anlaşmalara taraf olmama gerekçesi olarak
ABD, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin
sorunlar
karşısındaki
tutumlarını
sunmaktadırlar. Bu açıdan ABD’nin küresel
çevre sorunlarındaki yeri ve tutumu ise
özel olarak incelenmeye değerdir. ABD
320 milyon nüfusuyla dünya nüfusunun %
5’ni oluştururken tüm dünya sera gazı
salınımının %25’ini tek başına elinde
bulundurmaktadır.
Bu denli yüksek
miktarda kirletici olmasını rağmen,
gelişmiş ülkelerin sera gazı salınımlarını
1990 yılına göre % 5,2 azaltmalarını
öngörüp
atmosferdeki
sera
gazı
yoğunluğunun, iklime tehlikeli etki
yapmayacak
seviyelerde
dengede
kalmasını sağlamaya yönelik hazırlanan
Kyoto Protokolüne hala taraf olmamıştır.
ABD’nin bu tutumu nedeniyle anlaşmaya
taraf
olan
diğer
ülkeler
Kyoto
Protokolünün geleceği ve yaptırımlarının
etkinliği
konusunda
endişelenirken
Kanada, ABD’nin bir takım gerekçeler
sunarak anlaşmaya taraf olmamasına tepki
olarak
2011
yılında
anlaşmadan
çekilmiştir. Ayıca ABD’de ekonominin
büyük ölçüde sanayi ve teknolojiye
dayanması sorunların diğer kaynağını
oluşturmaktadır. Öyle ki hızla büyüyen
sanayinin artan enerji ihtiyacını karşılamak
amacıyla okyanus ve denizlerde yapılan
petrol arama amaçlı sondajlar, okyanus ve
denizlerin
doğal
dengesinin
sürdürülebilirliğine
büyük
zarar
vermektedir. Bu duruma örnek ise 2010
yılında Meksika körfezinde yaşanan çevre
felaketi olmuştur. 2010 yılında Meksika
körfezinde BP şirketi tarafından yürütülen
petrol çıkartma çalışmaları sırasında bir
kuyuda patlama gelmiş ve 3,5 aylık süre
zarfında denize 780 milyon litre (780 bin
ton) yani yaklaşık 5 milyon varil ham petrol
akmıştır. Bu olayın meydana gelmesinden
sonra 3 ay içinde sadece bölgeden 3 bin
613 ölü hayvan toplanmıştır. Yaşanan bu
çevre felaketinden sorumlu olan şirketler
ve ABD yetkilileri ise üzgün olduklarını ve
tazminatın sağlanacağını söylemekten
öteye gidememişlerdir. Yıllık ortalama
kârının 15 milyar Euro olduğu bu şirketten
bu çevre felaketinden dolayı sadece 7,8
milyar dolar tazminat istenmesi ise olayın
diğer boyutunu oluşturmaktadır. Ayrıca su
kaynaklarının giderek azaldığı ve küresel
iklim değişikliği sonucu tedbir alınmaması
36
Akademik Perspektif – Mart 2015
halinde gelecekte ciddi sorunların
meydana geleceği Birleşmiş Milletler
raporlarınca ortaya konmasına rağmen
ABD’de su kaynaklarının aşırı kullanımı
sorunu hala devam etmektedir. Bu
durumun meydana gelmesinde şüphesiz
yüksek yaşam standartlarının devam
ettirilme alışkanlığı ve su kaynaklarının
tasarrufuna
yönelik
politikaların
yetersizliği olmaktadır. Dünya sağlık
örgütünün verilerine göre Afrika’da bir
insanın yeme, içme, kullanma ve temizlik
amaçlı su ihtiyacı ortalama 25 litre olurken
ABD ’de bu miktar 360 litre veya üstünde
olmaktadır. Yüksek yaşam standartlarını
azaltmak yerine doğal kaynakları aşırı
şekilde sömürmeye devam eden ABD’nin
gelecekte artan bu su ihtiyacını
karşılayamayacağı ve ciddi sorunlarla karşı
karşıya kalacağı ortadadır.
Sonuç olarak ABD kendince birtakım
gerekçeler
sunarak
küresel
çevre
sorunlarının baş aktörü olmaya devam
etmektedir. Sorunların çözümü noktasında
uluslararası anlaşmalara taraf olmamakta
ve yaptırımlara uymamaktadır. Dünyada
en fazla sera gazı salınımını yaparak
havayı; kimya sanayisindeki faaliyetlerle su
ve toprak kaynaklarını kirletmekte ve bu
yönüyle insanlığı tehdit eden politikasını
sürdürmektedir.
ABD’nin
meydana
getirdiği çevre sorunlarının faturasını bu
durumun daha az sorumlusu olan ülke ve
toplumlar
ödemek
zorunda
bırakılmaktadır. Ayrıca ABD’nin çevre
sorunları karşısındaki bu tutum ve
politikası, sadece insanları değil, en az
insanlar kadar sağlıklı bir çevrede
yaşamayı hak eden canlıları da
etkilemektir. Bu açıdan acilen ABD başta
BM olmak üzere diğer çevreci uluslararası
kuruluşlarında da desteğiyle çevre
konusunda izlediği politikaları değiştirmek
zorunda bırakılmalı ve uluslararası
anlaşmalara taraf olmaya zorlanmalıdır.
Aksi takdirde insanlığı ve diğer canlıları
çözümü pek mümkün olmayan küresel
çevre sorunları beklemektedir.
Kaynaklar
BİLBAY, Ömer Faruk (2014). Türkiye’de Su
Kaynakları Kullanımına İlişkin İdari ve Toplumsal
Sorunlar ve Çözüm Önerileri: Fırat Nehri Örneği,
Mustafa Kemal Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi,
Hatay, s: 1-5.
Bünyamin Salman, “Yılında Amerika’nın En Büyük
Çevre Felaketi Oldu.” Erişim Tar. 18.02.2015
https://bunyms.wordpress.com
Amerika’nın Sesi, “Su Sıkıntısı Tüm Dünya İçin
Tehdit”
Erişim
Tarihi:
19.02.2015
http://www.amerikaninsesi.com
Ntvmsnbc ve Ajanslar: “BP'den çevre felaketine 8
milyar dolar tazminat” Erişim Tarihi:19.02.2015
http://www.ntv.com.tr/arsiv/id/25327355
Vuslat Derneği, “Su Kuyusu” Erişim Tarihi:
20.02.2015
http://www.vuslat.org.tr/sayfa.asp?kid=450
* Ömer Faruk Bilbay, Mustafa Kemal
Üniversitesi, Kamu Yönetimi
37
Akademik Perspektif – Mart 2015
Türkiye’nin Misafirperverliği ve Suriye’nin Akıbeti
Gökçe Hubar *
2011 yılından bu yana Türkiye’ye sığınan Suriyeliler pek çok araştırmaya konu olmuştur.
Metnin ilk bölümlerinde mevzuattaki sıkıntılar, Suriyeli vatandaşların statüsü, akıbeti ve
finansman meseleleri kısaca ele alınacak, sonuç bölümünde ise önerilere yer verilecektir.
Suriye Arap Cumhuriyetinin güneyinde yer
alan Dera ilinde Mart 2011’de başlayan ve
ülke geneline yayılan Beşar Esed karşıtı
barışçıl protesto hareketi, otoriter rejim
güçleri tarafından kanlı bir şekilde
bastırılmaya çalışıldı. Bunun üzerine
muhalifler ve rejim güçleri arasındaki
gerilim hiç olmadığı kadar tırmandı ve son
dört senede en az 200.000 masum insan
hayatını kaybetti. Milyonlarca Suriyeli ülke
içinde yer değiştirdi ya da başka ülkelere
göç etti. Çareyi Türkiye gibi komşu ülkelere
sığınmakta bulan Suriye vatandaşlarının
akıbeti yıllardır pek çok araştırmaya konu
oluyor. Suriyelilerin durumunun ele
alınacağı
bu
metinde
öncelikle
Türkiye’deki Suriyeli vatandaşların statüsü,
finansmanı ve mevzuattaki sıkıntılar kısaca
özetlenecek, sonuç bölümünde ise öngörü
ve önerilere yer verilecektir.
1.Mülteciliğin Tanımı ve Türkiye’deki
Suriyelilerin Statüsü
Mülteci Kime Denir?
Mültecilerin hukuki statüsü iki anlaşma ile
tanımlanmıştır.
Bunlar;
Mültecilerin
Hukuki Statüsüne İlişkin 1951 Cenevre
Sözleşmesi1 ve 1967 protokolüdür.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek
Komiserliği’ni kuran 1951 Cenevre
Sözleşmesi bir mülteciyi; ”Irkı, dini,
tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba
mensubiyeti veya siyasi düşünceleri
yüzünden zulme uğrayacağından haklı
sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu
ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin
korumasından yararlanamayan ya da söz
konusu korku nedeniyle yararlanmak
1
http://www.unhcr.org.tr/uploads/root/sozlesme.p
df (Erişim tarihi 17.02.2015)
38
Akademik Perspektif – Mart 2015
istemeyen her şahıs” olarak tanımlıyor.
“Sığınmacı”, mültecilik statüsü başvurusu
henüz
sonuçlanmamış
olan
şahıs
iken “mülteci”,
sığınma
başvurusu
kabul edilen şahıstır.
Türkiye’deki Suriyelilerin Statüsü
Türkiye’ye sığınan Suriyeliler için “mülteci”
kelimesini kullanmak yanlış olur. Bunun
hukuki gerekçesi şudur: Türkiye, 1951
Sözleşmesine koyduğu coğrafi sınırlama
çekincesi gereğince, Avrupa Konseyine üye
olmayan ülkelerden gelen yabancılara
“mülteci” değil, “sığınmacı” statüsü
verebilmektedir.
Ülkemizde ikamet etmekte olan “bütün”
Suriyelilerin sığınmacı statüsü için
başvuruda bulunmadığı dikkate alınacak
olursa, genel olarak Suriyeliler için “geçici
koruma”
altındaki
şahıslar
tabiri
kullanılabilir. Öte yandan binlerce
Suriyelinin, Suriye’ye bir daha hiç geri
dönmeyi düşünmediği ve Türkiye’de kalıcı
olmayı hedeflediği biliniyor. Bu yüzden
medyada “sığınmacı” tabiri de sıklıkla
kullanılıyor. Bazı üst düzey yetkililer ise
“misafirlerimiz”
ya
da
“Suriyeli
kardeşlerimiz” tabirlerini tercih ediyor.
Muhtemelen bu kucaklama içgüdüsü,
yüzyıllar boyunca Anadolu’da, Balkanlarda,
Kafkaslarda, Ortadoğu’da kök salmış kadim
kültürleri miras alan Türkiye Cumhuriyeti
devletinin zor durumda olan ve zulüm
gören insanlara yardım eli uzatmak
istemesinin bir gelenek hâline gelmiş
olmasından kaynaklanıyor. Her ne kadar
bazı ülkeler Türkiye’yi mezhepçilikle itham
etmiş olsalar da, aslında Türkiye ırk veya
din ayrımı yapmaksızın sığınan herkese
“açık kapı politikası” uyguladı. Giriş yapan
her Suriyeliye geçici koruma statüsünün
verilmesi, bu politikanın bir tezahürüydü.
2.Türkiye’deki Sığınmacıların Miktarı ve
Finansmanı
Sığınmacı Miktarı
Başbakanlık AFAD ve Birleşmiş Milletler
Mülteciler Yüksek Komiserliği verileri,
Türkiye’deki toplam Suriyeli sayısının
1.622.8392 olduğunu belirtiyor. 31 Aralık
2014 tarihinde güncellenen veriye göre,
Suriyelilerin 1.552.839’unun kayıtlı olduğu,
yaklaşık 70.000 kadarının ise kaydolmayı
beklediği anlaşılıyor.
Avrupa Birliği ülkelerinde ikamet etmesine
müsaade edilen toplam Suriyeli sığınmacı
sayısı yalnızca 150.000 civarında iken;
yalnızca Türkiye’de bu sayı, kayıt dışı
olanları da hesaba katarsak, yaklaşık iki
milyondur. Özellikle 2014 yılının ikinci
yarısında, Türk yetkililerin, o zamana dek
kayıt yaptırmamış yüz binlerce Suriyeliyi
cesaretlendirdiği ve resmiyet konusunda
geçmiş
yıllardan
daha
dikkatli
davrandıkları söylenebilir.
Sığınmacıların Finansmanı
18 Aralık 2014 tarihinde Başbakanlık AFAD
tarafından düzenlenmiş olan Suriye İnsani
Yardım
Çalışmaları
Değerlendirme
3
Toplantısında Suriyeli misafirler için
harcanan miktarın 5 milyar dolara
yaklaştığı belirtilmişti. AFAD Başkanı Fuat
Oktay
"ABD
gerçek
rakamlara
baktığımızda birinci sırada. İkinci sırada
İngiltere var. Biz üçüncü sıradayız. Ama
bunu toplam milli gelir içerisinde
kıyasladığımızda bizimle ABD arasındaki
fark 7 kat. Yani biz 7 kat daha cömertiz"
açıklamasını yapmıştı. AFAD’ın 10 Ekim
2014 tarihli raporuna göre uluslararası
2
http://data.unhcr.org/syrianrefugees/country.php
?id=224 (Son güncelleme 31.12.2014)
3
http://www.byegm.gov.tr/turkce/duyuru/turkiyesuriyeli-misafirlere-5-milyar-dolarlik-yardimdabulundu/73767 (Erişim tarihi 17.02.2015)
39
Akademik Perspektif – Mart 2015
kamuoyu, ülkemizde bulunan Suriyeliler
için yalnızca 245 milyon4 ABD doları
katkıda bulunmuştur. Ürdün ve Lübnan’a
yapılan uluslararası yardımlar, Türkiye’ye
yapılan yardımlardan çok daha fazla
olmuştur. 2014 Suriye-Bölgesel Müdahale
Planı’nın hazırladığı verilerine göre,
1.900.057.9335 dolarlık fonun yalnızca
1.858.600 doları Türkiye’ye verilmiştir.
Bütün bu rakamlar bize, Suriye’den
kaçmak zorunda kalan milyonlarca insanın
yarısından fazlasına Türkiye’nin sahip
çıktığını, ancak uluslararası yardımlardan
en az yararlanan taraf olduğunu ispat
ediyor.
29 Ağustos 2014’te, BM Mülteciler Yüksek
Komiseri Antonio Guterres, “Suriye krizi
günümüzün en büyük insani aciliyeti
hâline gelmiştir. Ama dünya, sığınmacıların
ve onlara ev sahipliği yapan ülkelerin
ihtiyaçlarına cevap vermekte başarısız
olmaktadır6” şeklinde konuşmuştur. Bu
tespit, isim vermeden de olsa, zengin
ülkelerin duyarsızlığını ortaya koyduğu
için, çok haklı bir tespittir.
3.Türkiye’deki
İç
Uygulamadaki Sorunlar
Mevzuat
ve
1994’te Bakanlar Kurulu kararıyla kabul
edilen ve 2006’da değiştirilen “Türkiye’ye
İltica Eden veya Başka Bir Ülkeye İltica
Etmek Üzere Türkiye’den İkamet İzni Talep
Eden Münferit Yabancılar ile Topluca
Sığınma Amacıyla Sınırlarımıza Gelen
Yabancılara
ve
Olabilecek
Nüfus
Hareketlerine Uygulanacak Usul ve
Esaslar” hakkındaki yönetmelik, bugünün
4
https://www.afad.gov.tr/TR/HaberDetay.aspx?Icer
ikID=3124&ID=12 (Erişim tarihi 17.02.2015)
5
http://data.unhcr.org/syrianrefugees/download.ph
p?id=7239 (Erişim tarihi 17.02.2015)
şartlarına yanıt veremiyor. Yönetmeliğin
beşinci maddesine göre, ikamet izni talep
eden bütün yabancıların kimliklerinin
valilik
tarafından
tespit
edilmesi,
fotoğraflarının çekilmesi, parmak izlerinin
alınması ve bir mülakata tâbi tutulmaları
gerekiyor.
Oysa uygulamada aksaklıklar yaşanıyor. Bu
aksaklıkların bir kısmı, asayişi sağlamakla
yetkilendirilen bazı kişilerin, görevlerini
kötüye kullanmalarından kaynaklanıyor.
Türkiye’de bazı güvenlik görevlilerinin
hükümetten değil, başka yerlerden talimat
alır gibi hareket ettikleri, hatta para
karşılığında Suriyeli muhalifleri, Beşar
Esed’e ihbar ettikleri ortaya çıkabiliyor.
Belli ki, Esed’in Türkiye’ye yerleştirmiş
olduğu casusları tespit etse bile, sessiz
kalmayı ve hatta onlarla işbirliği yapmayı
tercih eden kişiler de var. Örneğin,
Sultanahmet’teki intihar saldırısı çok
rahatlıkla önlenebilecekken, saldırganın,
yabancı istihbarat örgütleriyle bağlantıları
olan birtakım kişiler tarafından kullanılıp
atılmasına kasıtlı olarak izin verilmiş
olabilir. Bunun kaçınılmaz bir sonucu
olarak da, Beşar Esed’in gönderdiği
casuslar, kendilerini Esed rejiminden
kaçmış
Suriyeli
sığınmacılar
gibi
göstererek, Türkiye’de rahat rahat ikamet
edebiliyor, istihbarat toplayabiliyorlar.
SONUÇ NİYETİNE: Ocak 2015 tarihli TESEV
ve ORSAM’ın hazırlamış olduğu “Suriyeli
Sığınmacıların Türkiye’ye Etkileri” başlıklı
rapor7
Suriyeli
çocuk
işçilerin
yaygınlaştığına, kaçak işletmelerin haksız
rekabet
oluşturduğuna,
çarpık
yapılaşmanın arttığına, Suriyeli kadınlarla
çok eşli evliliklerin yapıldığına, etnik ve
mezhepsel kutuplaşmanın derinleştiğine
dikkat çekiyor. “Entegrasyon süreci başarılı
yönetilmesi durumunda uzun vadede
6
7
http://www.middleeaststar.com/index.php/sid/22
5225113 (Erişim tarihi 17.02.2015)
http://www.tesev.org.tr/assets/publications/file/0
9012015104258.pdf (Erişim tarihi 17.02.2015)
40
Akademik Perspektif – Mart 2015
toplumsal zenginliğe, çok kültürlü yapının
gelişmesine katkı sağlayacaktır” tespitinde
bulunuluyor. Raporda; Suriyelilerin kayıt
altına alınması, eğitim ve sağlık
imkânlarının iyileştirilmesi, yeni imar
alanlarının açılması, uluslararası yardım
alınması, Suriyelilere çalışma izni verilmesi,
dilenciliğin önlenmesi, kadın ve çocuk
istismarının engellenmesi, asayiş tedbirleri
alınması ve Türkiye kamuoyundaki Suriyeli
algısının iyileştirilmesi gibi öneriler yer
alıyor.
Genç ve dinamik bir nüfusa sahip olan,
ancak
bu
potansiyeli
yeterince
kullanamayan, üniversite mezunu nitelikli
gençlerin
bir
bölümünün
işsizlikle
boğuştuğu Türkiye; Suriyelilerin gıda,
sağlık, eğitim ve barınma masraflarının
çoğunu kendi bütçesinden ödediği için
kendi vatandaşlarına karşı çok zor
durumda kalıyor. Türkiye’yi otoriterlikle
itham eden, kendilerinin ise insan hakları
ve demokrasi şampiyonu olduğunu
düşünen pek çok Avrupa ülkesi,
mazlumlara yardım konusunda ne yazık ki
sınıfta kalmış gibi gözüküyor. Kendi
güvenliklerini
ilgilendiren
hususlarda
çabucak kararlar alıp uygulayabilen Batılı
ülkeler, çeşitli stratejik sebeplerden dolayı,
Suriye’de dört senedir akan kanı
durdurmaya yönelik ciddi bir çalışma
yürütmüyorlar. Tıpkı baba Hafız Esed’in
Hama’da on binlerce muhalifin üstüne
ateş saçtığında yalnızca kınanması (ama
bazı
ülkeler
tarafından
sessizce
alkışlanması) gibi, oğul Beşar Esed de,
kendi halkına karşı defalarca silah
kullanma emri verdiği halde, üstelik
bununla gurur duyduğu halde, yalnızca
kınanıyor. Bir zalim ile başka bir zalim
arasında bir tercih yaparsak, bir zalimi
seçmiş oluruz. DAEŞ (ya da IŞİD, İD) ile
Beşar Esed arasında Esed’i tercih etmek,
işte böyle bir seçimde bulunmak manasına
geliyor. Bunun vahim bedelini en çok,
masum siviller ödüyor.
* Gökçe Hubar, Paris 1 Üniversitesi,
Uluslararası İlişkiler ve Avrupa Çalışmaları
Master programı(Mezun)
41
Akademik Perspektif – Mart 2015
42
Akademik Perspektif – Mart 2015
Uluslararası Hukukta Ülke Kazanma Yöntemleri
Yemliha Geyikli *
Uluslararası hukukun başlangıç noktası ve en önemli kişisi olarak kabul edilen devletin
kurucu unsuru devletin ülkesidir. Devletin ülkesi üç farklı yerden oluşmaktadır: Kara ülkesi,
deniz ülkesi ve hava sahası. Bu yerlerin diğer devletlerin ya da uluslararası alanlardan
ayrılmasını sağlayan sınırlar coğrafi özellikler dikkate alınarak belirlenebilir, bu antlaşma
yöntemiyle olabileceği gibi devletlerin anlaşamaması halinde mahkeme veya üçüncü bir
tarafa intikal ettirilmesi yoluyla gerçekleştirilebilir. Ülke sınırlarının belirlenmesi kara,
deniz veya hava ülkesi olmasına bağlı olarak farklı yöntemlerle sağlanmaktadır.
Uluslararası hukukta ülke kavramını
tanımlarken öncelikle uluslararası hukukta
kişilik
kavramının
açıklanması
gerekmektedir. Bir hukuk düzeninde kişi
sayılabilmek için söz konusu düzende
kendisine
hak
ehliyeti
tanınması
gerekmektedir. Uluslararası hukukta kişilik
kavramı, iç
hukuktaki
tanımından
uzaklaşarak
farklı
bir
ölçütte
değerlendirilmiştir. Uluslararası hukukta
kişilik, uluslararası hukukun oluşmaya
başladığı
dönemlerde
devlet
ve
uluslararası
örgütler
çerçevesinde
düzenlenmiştir, iç hukukta hukuk kişisi
olan
insanlar
uluslararası
hukuk
bakımından bir hukuk kişisi kabul
edilmemiştir. *Ancak son yıllarda savaş
suçları, insan hakları ihlalleri gibi suçlarda
uluslararası
yargılama
faaliyeti
yürütülebilmesi,
günümüzde
gerçek
kişilerin de uluslararası hukuk kişisi kabul
edilebildiğini göstermektedir. Sonuç olarak
uluslararası hukukun kişilerini devletler,
uluslararası örgütler ve gerçek kişiler
oluşturmaktadır.
Uluslararası hukukun başlangıç noktası ve
en önemli kişisi olarak kabul edilen
devletin kurucu unsuru devletin ülkesidir.
Devletin ülkesi üç farklı yerden
oluşmaktadır: Kara ülkesi, deniz ülkesi ve
hava sahası. Bu yerlerin diğer devletlerin
ya da uluslararası alanlardan ayrılmasını
sağlayan sınırlar coğrafi özellikler dikkate
alınarak belirlenebilir, bu antlaşma
yöntemiyle olabileceği gibi devletlerin
anlaşamaması halinde mahkeme veya
üçüncü bir tarafa intikal ettirilmesi yoluyla
gerçekleştirilebilir.
Ülke
sınırlarının
belirlenmesi kara, deniz veya hava ülkesi
olmasına bağlı olarak farklı yöntemlerle
sağlanmaktadır.
43
Akademik Perspektif – Mart 2015
Ülkelerin
kazanılmasında,
kaybedilmesinde
veya
sınırların
belirlenmesinde rol oynayan ‘münhasır
egemenlik’ uluslararası alanda söz konusu
devletin oluşmasında da çok önemlidir.
Siyasal teşkilatın varlığı dahi devlet
sayılmasını sağlamaz. Örneğin 1948 yılında
kurulan İsrail devletinin 1967 yılında gasp
ettiği yerler sınırlarını oluşturmamaktadır.
Ülkenin kazanılması ve kaybedilmesi, söz
konusu ülkenin bir devletin egemenliği
altında olup olmamasına göre değişebilir.
İşgal, arazi oluşumu, zamanaşımı, fetih,
ilhak, yargı kararları ve devir ülkelerin
kazanılması ve kaybedilmesinde başlıca
unsurlardır.
İşgal, hiç kimseye ait olmayan ülkenin
(terra nullius) bir devlet tarafından
kazanılmasıdır.** İşgal yoluyla ülke
kazanılması ancak sahipsiz bir toprak
parçası üzerinde egemenliğe tabi kılma
niyet ve iradesiyle egemenliğin kurulması
ile
mümkün
olabilir.
Egemenliğin
kurulması ve kullanılması, bu amaçla
yapılan fiil ve işlemlerin (devletin söz
konusu ülkede yasama, yürütme, yargı
faaliyetinde bulunması) niteliğine göre
belirlenir.***
Tarihsel sürece
bakıldığında yeni bir coğrafi alan keşfeden
kişi öncelikli olarak oranın sahibi sayılmış
bu yüzden keşif ayrı bir toprak kazanma
yolu olarak kabul edilmiştir.1493 yılında
Papa’nın Inter Coetera emri ile keşfedilmiş
ve ileride keşfedilecek yerlerin iki Katolik
devlet (İspanya, Portekiz) arasında
paylaştırıldığı görülmektedir. Tarihsel
süreç ilerledikçe sahipsiz toprakların
azalması etkin kontrolün sağlanması
yönünde bir yaklaşım ortaya koymuştur.
Arazi oluşumu, çok nadir görülen bir
durum olup doğal ve coğrafi nedenlerden
dolayı devletin kendi ülkesi içerisinde bir
yeri ülkesine katmasıdır.
Zamanaşımı, işgalden farklı olarak bir
ülkenin egemenliğinde bulunan veya
uluslararası bir yerde bulunan alanlar için
geçerli bir kazanma yöntemidir. İşgalden
farklı olarak sahipsiz değil sahibi olan bir
yerde geçerlidir. Zamanaşımı ile ülke
kazanmak için egemenliğin uzun süreli ve
çekişmesiz olması gereklidir nitekim
Palmas Adası davasında hâkim, ada
üzerindeki
Hollanda
egemenliğine
İspanyolların
itiraz
etmediğini
vurgulamıştır.
Fetih, uluslararası alanda kuvvet kullanma
yasağının kabul edilmesi ile geçerliliğini
yitirmiş bir ülke kazanma yöntemidir.
Ayrıca uluslararası anlaşmalar ile fetih
yoluyla kazanılan toprakların diğer
devletlerce
meşru
sayılması
yasaklanmıştır.( BMAD’nın 1971 tarihli
Namibya
konusundaki
açıklaması,
Güvenlik Konseyi’nin 1983 tarihli 541 sayılı
Kıbrıs kararı, 1970 BM Şartı uyarınca
Devletlerarasında Dostane İlişkiler ve
İşbirliği ile İlgili Milletlerarası Hukuk
Konusundaki Bildiri )
İlhak yoluyla ülke edinmede ise bir
devletin tek taraflı olarak başka bir devlete
ait ülkenin tamamını veya bir kısmını ele
geçirmesidir. Bu yöntemde savaşın olup
olmaması önemli değildir. İlhak da fetih
gibi günümüzde geçerliliğini yitirmiş bir
yöntemdir. Rusya’nın Kırımı 18 Mart 2014
‘te yapılan bir anlaşmayla ilhak etmiştir
kuvvet kullanarak veya kuvvet kullanma
tehdidiyle yapılan anlaşmalar geçersiz
olduğundan dolayı başta Ukrayna olmak
üzere birçok devlet bu duruma karşı
çıkmıştır.
Yargı kararları ile ülke kazanabilmenin
mümkün
olması
ilgili
devletlerin
mahkemenin veya hakem sıfatını taşıyan
merciinin yetkili oldukları konusunda fikir
birliğine varmış olmaları gereklidir.Bu
konuda El Salvador-Honduras Davası
44
Akademik Perspektif – Mart 2015
(1992) ve Libya-Çad Davası (1994) kararları
örnek gösterilebilir.
Alaska’yı bedel
devretmiştir.
karşılığında
ABD’ye
Devir, bir devletin egemenliğe sahip
olduğu bir ülke parçasından başka bir
devlet lehine vazgeçmesi yoluyla ülke
kazanma biçimidir. İki tarafında bu yönde
bir iradesi olduğu için ilhaktan farklıdır.
Devirle birlikte o ülkenin vatandaşlığı
devralan ülkenin vatandaşlığını kazanırlar.
Lozan Antlaşması ve Ankara Antlaşmaları
(Türkiye),
Minsk
ve
Alma
Ata
anlaşmaları(SSCB) , Bratislava Antlaşması
(Çekoslavakya) birer devir örneğidir.
Fransa1803’te Loussiana’yı, Rusya 1867’de
Kaynakça
ACER, Yücel, KAYA, İbrahim, Uluslararası Hukuk
İngilizce Özetli Ders Kitabı, Legal Yayınları, İstanbul,
2012,syf.99,135,136,137
SUR, Melda, Uluslararası Hukukun Esasları, Beta
Yayınları, İstanbul, 2011
BMAD 2012 tarihli Pulau Ligitan üzerindeki
egemenlik davası kararı
* Yemliha Geyikli, İstanbul Üniversitesi,
Hukuk
45
Akademik Perspektif – Mart 2015
46
Akademik Perspektif – Mart 2015
Türkiye Dış Politikasında Geçtiğimiz Ay
Hazırlayan: Caner Akkaya
4 Şubat 2015: Türkiye ile Mısır arasında, iki
ülke ilişkilerinin ne kadar gergin olduğunu
gösteren açıklamalara karşılıklı olarak
devam ediliyor.
Geçtiğimiz günlerde Mısır’da yaşanan
ölümlere, Türkiye tarafından tepki
verilmişti. Bunun üzerine Mısır Dışişleri
Bakanlığı
açıklamada
bulundu.
Açıklamada;
Türkiye’nin,
Müslüman
Kardeşler yapılanması üzerinde etkili
olduğu, bu durumun Mısır Hükümeti’ni
rahatsız ettiği yönünde söylemler yer aldı.
Türkiye tarafından gelen eleştirilere, yine
eleştirel bir tutumla karşılık verilen
açıklamada,
Türkiye’nin
Mısır’da
yaşananları eleştirme hakkı bulunmadığı,
Türkiye’den örnekler verilerek dile
getirildi. Türkiye’de gazetecilerin tarafsız
bir şekilde yargılanmadan tutuklandığı ve
sosyal medya sitelerine sansür uygulandığı
yönünde açıklamalara yer verildi. Ayrıca,
Türkiye’de halk protestolarına orantısız
güç kullanıldığı yönünde bir söylem de
açıklama da yer aldı.
Açıklamanın sonunda ise; Türkiye’de
yapılan tahrik yayınlarını BM şartını ve
uluslararası
hukuku
ihlal
edecek,
düşmanca davranış olarak gördükleri dile
getirildi. Konu ile ilgili olarak, Türkiye
tarafına resmi bir uyarı yapılacağı
kaydedildi.
5 Şubat 2015: 4 Şubat 2015 tarihinde Mısır
Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan
Türkiye
hakkındaki
açıklamaya,
Türkiye’den cevap gecikmedi.
Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı
sözcüsü
Tanju
Bilgiç,
Mısır’ın
açıklamalarıyla ilgili bir soruya yanıt verdi.
Bilgiç yanıtında; “Mısır’ın açıklamaları,
devlet yönetimi anlayışı silah-baskı-zulüm
üçgenine
dayanan
Mısır
darbe
yöneticilerinin traji-komik çabalarından bir
yenisini teşkil etmektedir.” dedi.
Mısır’da yaşanan ölümlerle ilgili konuşan
Bilgiç, “Mısır'da 2013 Temmuz'unda
yapılan darbe sonrasında siyasi kararlarla
verilen toplu idam cezalarının sayısı 1000'e
varmaktadır. Tabiatıyla bu gidişatın tasvip
47
Akademik Perspektif – Mart 2015
edilmesi mümkün değildir. Halkın belirli bir
kesimini keyfi kararlarla cezalandırarak ve
baskı altına alarak toplumsal barış ve siyasi
istikrar
sağlanamaz. Mısır'daki
baskı
rejiminin hukuku ve insan haklarını hiçe
sayan, vicdanlara sığmayan uygulamaları
pek çok ülke ve uluslararası kuruluş
tarafından da kınanmaktadır. Son 183
idam kararı da diğerleri gibi uluslararası
toplumun tepkisine yol açmıştır.” diyerek,
Türkiye’nin tepkisinin normal olduğunu
vurguladı.
Ayrıca tepkilerin yalnızca Türkiye’den
olmadığını belirten sözcü, Mısır’ın
Türkiye’yi hedef almasının bir acziyet
belirtisi olduğunu, dolayısıyla açıklamaları
ciddiye almadıklarını dile getirdi.
6 Şubat 2015: Dışişleri Bakanı Mevlüt
Çavuşoğlu,
Almanya’da
katılacağı
programı, İsrail yetkilileri katılacağı için
iptal ederek, İsrail ile ilişkilerin hangi
boyutta olduğunu gösterdi.
Berlin Büyükelçiliği’nde Batı Avrupa
Başkonsolosları toplantısının ardından
düzenlenen basın toplantısında konuşan
Mevlüt Çavuşoğlu, Münih Güvenlik
Konferansı’na neden katılmadığını açıkladı.
Çavuşoğlu açıklamasında, konferansa
davetin Başbakan Ahmet Davutoğlu'na da
geldiğini ancak seçim öncesi ve ülke
gündemi
yoğunluğu
nedeniyle
Davutoğlu'nun
katılamayacağını
bildirdiğini, ifade etti.
Çavuşoğlu
açıklamalarına,
“Ben
konferansa katılacaktım ama Ortadoğu
oturumunda İsrailli temsilcileri sonradan
koydukları için katılmama kararı aldık.
Fakat Almanya ile ilişkilerimiz sadece
Münih
Konferansıyla
sınırlı
değil.
Konferans, esasen ikili ilişkilerimizi
ilgilendiren bir konu değil, uluslararası bir
konferans. O nedenle bu Almanya'ya
yönelik bir tavır da değil.” sözleriyle son
noktayı koydu.
12 Şubat 2015: Dışişleri Bakanı Mevlüt
Çavuşoğlu, AB’nin Rusya’ya uyguladığı
ambargolara uymak zorunda olunmadığını
söyledi.
Çavuşoğlu,
Almanya'da
yayımlanan
haftalık Die Zeit gazetesine yaptığı
açıklamada; AB'nin Rusya'ya uyguladığı
ekonomik
yaptırımlara
Türkiye'nin
katılmamasına ilişkin, “Bu ambargolara
uyma gerekliliği görmedik. Bu konuda bir
yükümlülüğümüz de bulunmamaktadır.
Türkiye
kendi
kararlarını
kendisi
vermektedir” dedi.
Dışişleri Bakanı ayrıca; Rusya'nın Türkiye
için önemli bir ticaret ortağı olduğuna
dikkat çekerek “Bu nedenle yaptırımlara
katılmıyoruz. Gerektiği takdirde kendi
tedbirlerimizi
alacağız.
AB’nin
yaptırımlarına
katılmak
gibi
bir
yükümlülüğümüz
bulunmamaktadır.”
açıklamasında bulundu.
Çavuşoğlu kendisine yöneltilen “Türkiye,
Kiev düştüğünde mi harekete geçecek?”
sorusuna ise; “Neden AB kendi
yaptırımlarını
tutarlı
bir
şekilde
uygulamıyor? Neden Rusya ile işler dolaylı
bir şekilde devam ediyor? Rusya’ya karşı
hangi yaptırımlara gerçekten uyuluyor?
Özür dilerim ama İran ile kim en çok
ticareti yapıyor? Almanya ve diğer Avrupa
ülkeleri Rusya’nın gaz sevkiyatından
vazgeçebilir mi? Gerçekçi olalım, her ülke
kendi
çıkarlarını
da
gözetmek
durumundadır. Kısaca, bu ambargolara
uyma gerekliliği görmedik.” şeklinde cevap
verdi.
12 Şubat 2015: Avrupa Birliği Bakanı ve
Başmüzakereci Volkan Bozkır, 14 Aralık
operasyonunda AB’nin tutumu nedeniyle
büyük hayal kırıklığına uğradığını dile
getirdi.
Düşünce Kuruluşu Avrupa Politika
Çalışmaları Merkezi ve MÜSİAD'ın
48
Akademik Perspektif – Mart 2015
ortaklaşa düzenlediği "Türkiye&AB: Yeni
Meydan Okumalar ve Yeni Fırsatlar"
toplantısında konuşan Bozkır, 14 Aralık
günü
operasyondan
saatler
sonra
Avrupa’dan ardı ardına açıklamalar
geldiğini dile getirdi. Bu açıklamalardan
dolayı derin hayal kırıklığı yaşadığını
vurguladı. Bu duruma sebep olarak ise; bir
bakan olarak kendisiyle konuşulmadığını,
dikkate alınmadığı söyledi.
Bakan
Bozkır,
AB
Komisyonu'nun
genişleme ve komşuluk politikasından
sorumlu üyesi Johannes Hahn'ın kendisini
15 Aralık akşamı telefonla aradığını ve
“Türkiye'de ne oluyor” diye sorduğunu,
bunun üzerine kendisinin “Açıklamanı
yaptın şimdi bana soruyorsun” dediğini
anlattı. Bunun üzerine ise; Hahn'ın, “Bunu
neden yaptınız? Pazartesi (8 Aralık'ta)
Türkiye'deydim. Pazar bunu yapıyorsunuz”
dediğini, kendisinin ise “Yargının ne
yapacağını bilmeyiz. Bizim bir sözümüz
olamaz. Yargının ne zaman harekete
geçeceğine karar veremeyiz. Eğer bu
imkanım olsaydı Noel'de yapardım, sen de
benimle konuşmak yerine kayak yapardın”
cevabını verdiğini söyleyerek, AB ile
iletişimde ne kadar zorlandıklarını,
sitemkar bir şekilde dile getirdi.
17 Şubat 2015: Türkiye, Yemen’deki
Türkiye
Büyükelçilik
faaliyetlerini
durdurma kararı aldı.
Yemen’de
Husiler’in
iktidarı
ele
geçirmesinin ardından, ülkede ciddi iç
savaş tehlikesiyle karşı karşıya kalınması
Türkiye’yi harekete geçirdi. Türkiye daha
önce
Ortadoğu
büyükelçiliklerinde
meydana gelen olumsuzlukları göz önünde
bulundurarak, Yemen’deki büyükelçilik
faaliyetlerini durdurdu.
Yemen’de bulunan ve ülkeden ayrılmak
isteyen
Türkiye
vatandaşları farklı
seferlerle tahliye edildi. Büyükelçilik
görevlileri
de,
son
durum
değerlendirmelerinden sonra bulundukları
görev yerinden ayrılarak Türkiye’ye döndü.
Dışişleri Bakanlığı ise; Yemen’e ilişkin
seyahat uyarısını yineledi. Türkiye
vatandaşlarının
zorunlu
olmadıkça
Yemen’de kalmamaları istendi. Ayrıca yine
zorunlu olmadıkça bu ülkeye seyahat
edilmemesi konusunda tekrar bir uyarı
açıklamasında bulunuldu.
18 Şubat 2015: Türkiye ile Pakistan
arasında bir dizi anlaşma yapıldı.
Başbakan Ahmet Davutoğlu, Türkiye ile
Pakistan
arasında
dördüncüsü
gerçekleştirilen Yüksek Düzeyli Stratejik
İşbirliği
Konseyi'ne
katılmak
için
Pakistan’a bir ziyaret gerçekleştirdi. Bahsi
geçen ziyaret sırasında iki ülke arasında
yeni iş birlikleri de meydana geldi.
Geçmişte var olan 40 anlaşmaya ek olarak,
11 anlaşma metni daha imzalandı.
Davutoğlu ile Pakistan Başbakanı Navaz
Şerif’in imzaladığı 11 yeni anlaşma metni,
birbirinden farklı başlıklar içeriyor.
Bu başlıklar; sanayi ve ticaret, bilimsel
çalışmalar ve akreditasyon çalışmalarıyla
ilgili kurumlar arasında işbirliği öngörüyor.
Bunların yanı sıra, petrol ve gaz geliştirme
çalışmaları ile fikri mülkiyet hakları
konusunda da ilgili kurumların koordineli
çalışması kararları alındı. Ayrıca, iki ülke
arasında
yatırım
için
tanıtımların
artırılması söz konusu.
19 Şubat 2015: Türkiye, Kosova’ya AB,
NATO ve AK desteği vereceğini açıkladı.
Türkiye ziyaretinde bulunan Kosova
Dışişleri Bakanı Hashım Thaçı, Türkiye
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile
görüştü. İki bakan görüşme sonrası bir
basın toplantısı düzenledi.
Toplantıda Çavuşoğlu, “NATO ve AB
misyonlarındaki mevcudiyetimizle Kosova
halkına hizmet etmeyi sürdürüyoruz.”
49
Akademik Perspektif – Mart 2015
dedi.
Kosova’nın
özellikle
Avrupa
Komisyonu üyeliği için desteklendiğini ise,
“Kosova’nın Avrupa Konseyi'ne üye olması
gerektiğini ve bu konuyu Avrupa Konseyi
Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland'a
ilettik” sözleriyle dile getirdi.
Ayrıca Kosova’nın kalkınması için, Yunus
Emre Enstitüsü Kültür Merkezi’nin önemli
bir görev üstlendiğini ifade etti. Buna ek
olarak, TİKA’nın 460 civarında proje ile
toplam 100 milyon dolarlık destek
sağladığını söyledi.
19 Şubat 2015: Türkiye ile ABD arasında
“eğit-donat” anlaşması imzalandı.
Türkiye ile ABD arasında bir süredir
müzakere edilen, Suriyeli muhaliflere
yönelik
“eğit-donat”
mutabakatı
imzalandı. Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı
Feridun Sinirlioğlu ve ABD'nin Ankara
Büyükelçisi
John
Bass
tarafından
imzalanan mutabakat iki ülkenin coğrafya
da kimi konularda ortak hareket ettiğini
gösterdi.
EXPO 2016 toplantısı sonrasında konuyla
ilgili açıklama yapan Dışişleri Bakanı
Mevlüt Çavuoğlu ise, “Buradaki güçler 114
ülke Tarafından tanınıyor. Bu güçler hem
DEAŞ (IŞİD) ve arazideki diğer unsurlarla
mücadele edecek hem de rejim
unsurlarıyla mücadele edecek.” sözleriyle,
mutabakatın hedeflerini ortaya koymuş
oldu
50
Akademik Perspektif – Mart 2015
Avrupa’da Geçtiğimiz Ay
Hazırlayan: Selin Duran
04 Şubat 2015: Çipras: “Çözüm bulma
konusunda umutluyum”
Şüphesiz ki geçtiğimiz ayın en çok
konuşulan
ismi
Yunanistan
genel
seçimlerini kazanan genç lider Aleksis
Çipras oldu. Gerek kurduğu kabine ile
gerekse ekonomik krize getirdiği yaklaşım
ile tüm dünyanın dikkati çekti. Göreve gelir
gelmez bütçe görüşmelerine başlayan
Çipras Avrupa Birliği ülkeleri arasında
büyük
tartışmalara
neden
oldu.
Başbakanlık görevine gelmesinin ardından
ilk kez Brüksel’i ziyaret eden Yunanistan’ın
yeni Başbakanı Aleksis Çipras Avrupa
kurumlarının başkanları ile bir araya geldi.
Temaslarının ardından açıklamalarda
bulunan
Çipras
ekonomik
sıkıntılara Avrupa
Birliği
kuralları
kapsamında çözüm bulacaklarını söyledi:
“Ortak geleceğimiz için, sürdürülebilir ve
tüm taraflar açısından kabul edilebilir bir
çözüm bulmak için elimizden geleni
yapacağımız
konusunda
umutluyum.
Avrupa tarihinin anlaşmazlıklarla dolu
olduğunu biliyorum ancak sonuç itibari ile
anlaşma
sağlanıyor.”
Avrupa
Parlamentosu (AP) Başkan Yardımcısı
Dimitrios Papadimoulis Yunanistan’ın izole
edilmediğini söyledi: “Seçimlerin ardından
kimse Yunanistan’ın Euro Bölgesi’nden
çıkıp çıkmama konusunu açmadı. Yunan
hükümeti izole edilmedi. Amaç Almanya
karşıtı ittifak kurmak değil. Amaç Euro
Bölgesi’nin ve Yunanistan’ın büyümesini
sağlayacak
anlaşmalar
etrafında
toplanmak.” Ayrıca konu ile ilgili
“Brüksel’de yapılan görüşmeler sırasında
troyka konusunun açılmadığı belirtiliyor.
Borç yükünün yeniden yapılandırılması için
çalışılıyor.
05 Şubat 2015: Avrupa Birliği Euro Bölgesi
Büyüme Tahminlerini Yükseltti
Avrupa Komisyonu’nun kış ekonomik
tahminler
raporu
yayınlandı.
AB
Komisyonu, Euro Bölgesi’nin 2015 büyüme
tahminini yüzde 1,1’den 1,3’e, 2016
büyüme tahminini ise yüzde 1,7’den 1,9’a
yükseltti. Euro’nun değer kaybetmesi ve
petrol
fiyatlarının
düşmesi
Euro
51
Akademik Perspektif – Mart 2015
Bölgesi’nde bu yıl ekonomiyi rahatlatması
bekleniyor.
Avrupa
Komisyonu’nun
ekonomi ve mali işlerden sorumlu üyesi
Pierre Moscovici istihdam yaratmak için
daha yapılması gereken çok şey var dedi:
“İstihdam yaratmak ve Avrupa Birliği ve
Euro Bölgesi’nde yatırımları artırmak için
daha yapılacak çok şey var. Bu Yüzden
Avrupa’daki bütün aktörler ekonomiyi
güçlendirmek için elinde bulunan bütün
imkanları
kullanmalı.”
Avrupa
Komisyonu’nun ekonomi ve mali işlerden
sorumlu üyesi Pierre Moscovici troykanın
dayattığı kemer sıkma önlemlerinden
kurtulmaya
çalışan
Yunanistan’ın
sorunları Avrupa
Birliği kuralları
çerçevesinde çözmesi gerektiğini belirtti:
“Anlaşmalar bir önceki hükümetle yapıldı.
Ülke adına yapıldı. Bu yüzden Avrupa’daki
partnerlerin
özellikle
alacaklıların
taahhütlere sadık kalınmasını istemesi çok
doğal.”
2014
yılında
beklentiler
doğrultusunda yüzde 1,5 büyüyerek son 3
yılın en güçlü büyümesini gerçekleştiren
Almanya Euro Bölgesi’nin en güçlü
ekonomisi olmaya devam ediyor.
09 Şubat 2015: Avrupa Birliği Rusya’ya
Yeni Yaptırımlarını Erteledi
Ukrayna krizini görüşmek için Brüksel’de
toplanan Avrupa Birliği dışişleri bakanları
Rusya’ya yeni yaptırımlar getirilmesi
konusunu erteledi. ‘Süren müzakerelere
şans verilmesi’ için yaptırım kararının
açıklanması 16 Şubat’a ertelendi. Avrupa
Birliği
Dış
İlişkiler
Yüksek
Temsilcisi Federica Mogherini diplomatik
çabalara öncelik verdiklerini belirtti:
“Diplomatik çabalara yer vererek başarılı
olunması için her şeyi yapmaya çalışıyoruz.
Hep birlikte, birlik ve beraberlik içinde
yaptırımların hayata geçirilmesini 16
Şubat’a kadar erteleme kararı aldık. Bu
girişime
şans
vermenin
görevimiz
olduğunu düşünüyoruz.” Avrupa Birliği
dönem başkanlığını yürüten Litvanya
Dışişleri Bakanı Linas Linkevicius kimsenin
savaş istemediğini söyledi: “Hepimiz
diplomatik çözüm bulunmasını bekliyoruz.
Kimse savaş istemiyor. Ancak bölgedeki
gelişmeleri görmek gerekiyor. Rus
yetkililerin
bir
tek
kelimesine
güvenemeyiz. Bölgede kanıt olmadıkça bir
şey ifade etmiyor.” Kara listeye 19 kişinin
ve 9 şirketin daha eklenmesi bekleniyor.
Bu da seyahat yasağı ve Avrupa
ülkelerindeki
mal
varlıklarının
dondurulması anlamına geliyor. Şu anda
kara listede 132 kişi ve 28 şirket
bulunuyor.
11 Şubat 2015: Avrupa Parlamentosu
Yolcu Kayıt Sistemini Onaylayacak mı?
Terörle mücadele kapsamında üye
ülkelerin
baskısına
maruz
kalan Avrupa Parlamentosu
yılsonuna
kadar yolcu kayıt sistemine yönelik
direktifi onaylayacağını belirtti. Ancak
Avrupa milletvekilleri veri koruma
kurallarının iyileştirilmesini istiyor. Üye
ülkeler arasında bu konuda görüş
ayrılıkları bulunuyor. İngiliz Avrupa
milletvekili
Timothy
Kirkhope
vatandaşların koruma altına alınması
gerektiğini söyledi: “Avrupa Birliği Yolcu
Kayıt Sisteminin uygulanması gerektiğine
yönelik en büyük sebep ortak kuralların
olması ve vatandaşların koruma altına
alınması. Eğer Avrupa’da ortak bir sistem
kuramazsak, elimizde 28 ulusal sistem
olursa, kaotik bir durumla karşı karşıya
kalırız. Bu durumdan kim faydalanacak?
Teröristler.” Avrupa Parlamentosu Liberal
Grup Başkanı Guy Verhofstadt daha etkili
bir şekilde terörle mücadele etmek için
önerilerde bulundu. Verhofstadt terör ile
ilgili bilgilerin inceleneceği bir kurumun
kurulması gerektiğini söyledi: “Önerimiz,
Europol’un yanı sıra Eurintel’in de
kurulması. Böylece Avrupa çapında terör
saldırıları ile ilgili bilgiler bir araya getirilip
incelenebilir.”
52
Akademik Perspektif – Mart 2015
12 Şubat 2015: Avrupa Liderler Zirvesi’ne
Yunanistan Damgasını Vurdu
Yeni Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras
iplerin iyice gerildiği bir ortamda ilk
kez Avrupa Birliği liderler zirvesine katıldı.
Avrupa Birliği liderler zirvesi öncesinde
düzenlenen Eurogrup toplantısından Atina
için yeni bir kredi anlaşması çıkmadı. Yine
de zirvenin odağında Yunanistan vardı.
Başbakan Aleksis Çipras hep birlikte
sorunlara çözüm bulunacağını söyledi:
“Kemer sıkma önlemlerinin açtığı yaralara,
Avrupa Birliği’nde yaşanan insanlık
dramına ve Avrupa Birliği’nde ekonomik
büyüme sağlanması için hep birlikte
sürdürülebilir bir çözüm bulacağımızdan
eminim.”
Yunanistan
başbakanı
uluslararası kurtarma paketinin süresini
uzatmayacağını belirtiyor. Ancak Avrupalı
liderlerin çoğu başka bir seçenek
göremiyor:
Finlandiya
Başbakanı
Alexander Stubb taahütlerin yerine
getirilmesi gerektiğini söyledi: “Son 5 yıl
içerisinde Yunanistan’ı Euro Bölgesi’nde
tutmak için elimizden gelen her şeyi
yapmaya çalıştık. Buna devam ediyoruz.
Ancak taahütler yerine getirilmeli, bu
konuda geri adım atılamaz.” Siyasi uzman
Janis Emmanouilidis Yunanistan’ın diğer
ülkeler ile kıyaslanamayacağını ve birçok
konunun
açıklığa
kavuşturulması
gerektiğini söyledi: “Sonuç itibariyle
anlaşmaya varılacak. Bu Pazartesi günü
olabilir. Ancak bu nihai anlaşma olmaz zira
birçok konuya açıklık getirilmesi gerekiyor.
Bu geçiş sürecinde teknik konuları
konuşmak için zaman kazanmak gerekiyor.
Bu yaza kadar uzayabilir.” Eurogroup
toplantısı öncesinde açıklama yapan
Avrupa
Komisyonu,
bu
hafta
toplantılardan
sonuç
çıkmasını
beklemediklerini belirtmişti.
19 Şubat 2015: Almanya Yunanistan’ın
Teklifini Reddetti
Almanya Yunanistan’ın borç anlaşmasını 6
ay uzatma talebini sağlam bir çözüm
sunmadığı gerekçesiyle reddetti. Alman
Maliye Bakanı Wolfgang Schauble
“Yunanistan’ın teklifi çözüm değil. Euro
Bölgesi’nin kriterleri ile uyuşmuyor”
ifadesini kullandı. Cuma günü konu ile ilgili
Eurogrup toplantısı yapılacak. Avrupa
Birliği Yunanistan’a kredi anlaşması için
Cuma gününe kadar süre tanımıştı.
Almanya teklife sıcak bakmazken Avrupa
Komisyonu Yunanistan’ın talebinde olumlu
sinyaller gördüğünü ifade etti: “Avrupa
Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker
Euro Bölgesi Başkanı Dijsselbloem
ve YunanistanBaşbakanı Aleksis Çipras ile
bütün gece yoğun görüşmelerde bulundu.
Juncker bu mektubu, Euro Bölgesi’nin
tamamında finansal istikrarın çıkarına
olacak mantıklı bir uzlaşmaya giden yolu
açabilecek, olumlu bir adım olarak
görmektedir.”
Yunanistan’ın
borç
anlaşmasının
uzatılması
için
Euro
Bölgesi’ne resmen sunduğu başvuruda,
kredilerin
troyka
tarafından
denetlenmesinin kabulü dahil birçok ödün
veriliyor.
Yunanistan’ın
kurtarma
programının süresi ise 28 Şubat’ta
doluyor.
23 Şubat 2015: Avrupa Birliği Rusya ve
Macaristan’ın
Nükleer
Santral
Anlaşmasını Mercek Altına Aldı
AvrupaKomisyonu Macaristan ile Rusya ar
asında
imzalanan
nükleer
anlaşmayı Avrupa Birliği kurallarını ihlal
edebileceği gerekçesi ile mercek altına
aldı. Macaristan’ın veto ya da para cezası
ile karşı karşıya kalabileceği belirtiliyor.
Avrupa Komisyonu, anlaşmanın yasal
çerçevesini incelemeye başladı. Proje
Rusya’nın Macaristan’daki Paks nükleer
güç santraline iki enerji ünitesinin
53
Akademik Perspektif – Mart 2015
eklenmesini öngörüyor. Proje Macaristan
tarafından
bir
Rus
kamu nükleer
enerji şirketine verildi. Ancak Avrupa
Komisyonu anlaşmanın Avrupa Birliği
kurallarına uymayabileceğini belirtti: “Paks
Nükleer Güç Santralinin genişletilmesine
yönelik bu anlaşmanın İhale yapılmadan
imzalanması
Avrupa
Komisyonu’nun
dikkatini çekti. Yetkililer dosyayı mercek
altına aldı. Macar yetkililer ile konuya
açıklık getirmeye çalışıyoruz.” Rusya’nın 12
milyar euroluk projenin yüzde 80’ini
finanse etmesi bekleniyor. Macaristan’ın
çalışır vaziyetteki tek nükleer güç santrali
olan Paks, ülkenin enerji üretiminin yüzde
50’sini karşılıyor. Rusya ve Macaristan,
Paks nükleer güç santraline 1.200 megavat
kapasiteli iki yeni enerji ünitesi
eklenmesini öngören anlaşmayı Aralık
2014’te imzalamıştı.
19 Şubat 2015: Avrupa Birliği Göçmen
Kurtarma Operasyonunu Yıl Sonuna
Kadar Uzattı
Avrupa Komisyonu İtalya açıklarındaki
göçmen
kurtarma
operasyonunu
yılsonuna kadar uzatma kararı aldı. Avrupa
Birliği,
İtalya’nın
Mare
Nostrum
operasyonuna son vermesinin ardından
Triton adlı bir operasyon başlatmıştı.
Avrupa Komisyonu İtalya’ya yaklaşık 14
milyon Euro ek yardım sağlayacaklarını
açıkladı. Avrupa Komisyonu’nun içişlerden
sorumlu üyesi Dimitris Avramopoulos
İtalya’nın yalnız olmadığını söyledi: “İtalya
yalnız değil. Avrupa İtalya’yı destekliyor.
Avrupa siyasi ve mali destek sağlıyor.”
Triton operasyonu Avrupa Birliği üyesi
ülkelerden gelen katkılarla yürütülüyor.
Operasyonun
küçük
bir
bölgede
yürütülmesi sebebi ile eleştirilere maruz
kalan Triton’un, sadece birkaç ay sürmesi
bekleniyordu.
Birleşmiş
Milletler
Mülteciler Yüksek Komiserliği, Avrupa
Birliği’ne farklı bir yaklaşım benimseme
çağrısında bulunmuştu. Uluslararası Af
Örgütü de operasyonu
arasında bulunuyor.
eleştirenler
25 Şubat 2015: Avrupa Birliği Rus Gazına
Bağımlılıktan Kurtulmak İçin Çare Arıyor
Avrupa Komisyonu yeni enerji paketini
açıkladı. Amaç ise arz kaynaklarının
çeşitlendirilmesi. Avrupa Birliği enerjisinin
%55’ini
ithal
ediyor.
Avrupa’nın
doğalgazının %30’u Rusya’dan sağlanıyor.
İklim ve Enerjiden Sorumlu AB Komiseri
Miguel Arias Cañete birçok ülkeyle
bağlantıların güçlendirileceğini söyledi:
“Güney
koridorlarına
öncelik
vererek Gaz tedarikçilerini
çeşitlendireceğiz.
Azerbaycan
ve
Türkmenistan
ile
bağlarımızı
güçlendireceğiz. Aynı şekilde Cezayir, iber
yarımadası ve Fransız toprakları ile da sıkı
ilişkiler içersinde olacağız.” AB geçtiğimiz
Ekim ayında, karbondioksit emisyonunu
2030 yılına kadar yüzde 40 azaltma kararı
almıştı. Enerji tasarrufunda ve yenilenebilir
enerjide 2030 yılına kadar en az yüzde 27
oranının yakalanması hedefleniyor. Bazı
sivil toplum kuruluşları yetkilileri olaylara
daha geniş bakılması gerektiğini belirtiyor:
“Hedef yüzde 40 olursa, Rusya’dan,
Ortadoğu’dan daha az doğalgaz ve petrol
ithal etmek durumunda kalınır. Evlerdeki
ısı yalıtım ile birlikte insanların gelir düzeyi
yükselir.” AB, Aralık ayında Paris’te
toplanacak Birleşmiş Milletler iklim
değişikliği konferansları öncesinde elini
güçlendirerek
katılımcıları
bağlayıcı
hedefler belirlemeye zorlamayı hedefliyor.
25 Şubat 2015: Avrupa Birliği Fransa’ya İki
Yıl Ek Süre Tanıdı
Avrupa Komisyonu Fransa’ya bütçe açığı
konusunda yüzde üçlük hedefe ulaşmak
için iki yıl süre tanıdı. Avrupa Komisyonu
Fransa’dan yapısal reform konusunda
kapsamlı ve detaylı bir program bekliyor.
Programın
Nisan
ayında
Avrupa
54
Akademik Perspektif – Mart 2015
Komisyonu’na sunulması gerekiyor. AB
Komisyonu’nun ekonomik ve parasal
işlerden sorumlu üyesi Pierre Moscovici
çabaların sürmesi gerektiğini söyledi: “Belli
bir durumdan dolayı yaptırım gerektiğinde
bunun uygulanması gerekiyor. Şimdi
durum farklı. Ancak aynı zamanda
çabalara devam edilmesi gerektiğini
belirtiyoruz. Önümüzdeki iki yıl çok
önemli, amaç rekabetin artırılması ise
reformların uygulanması önemli. Dış
ticaret açığı hala devasa. Çabalar
sürdürülmeli.” 2014’te Fransa’nın bütçe
açığının gayrisafi milli hasılaya oranı yüzde
4,3 idi. Bu yıl da Fransa’nın bütçe açığının
gayrisafi milli hasılaya oranı yüzde 3’ün
üzerinde olması bekleniyor. Brüksel bütçe
açığı konusunda Avrupa kriterlerinden
uzaklaşan Belçika ve İtalya’yı da
cezalandırmayacak.
55
Akademik Perspektif – Mart 2015
Asya'da Geçtiğimiz Ay
Hazırlayan: Lütfullah Saygılı
1 Şubat 2015 Hong Kong'da geçen yıl 79
gün süren hükümet karşıtı gösterilerin
üzerinden
bir
buçuk
ay
geçmesinin ardından binlerce kişi yeniden
meydanlara çıktı.
uygulamaya karşı çıkarken, özellikle kadın
öğretmenler silah almayı kabul ediyor. Bu
kapsamda gönüllü olan öğretmenlere ordu
tarafından görevlendirilen eğitmenler
tarafından silah talimi veriliyor.
Bölgede demokrasi yanlısı protestoların
sembolü sarı şemsiyenin kullanıldığı
gösteride, protestocuların, yürüyüşlerini,
oturma ve işgal eylemine dönüştürmemesi
için yaklaşık 2 bin polis memuru görev
yaptı.
Çin'in, Hong Kong halkının 2017'de
yapılması planlanan seçimde kendi
liderlerini seçebileceğini, ancak adayların
Pekin yönetimine bağlı geniş temsili bir
komite
tarafından
belirleneceğini
açıklamasının ardından bölgede eylül
ayında başlayan "tam demokrasi" yanlısı
gösteriler 3 aya yakın sürmüştü.
2 Şubat 2015 Rusya’da devlet ile kilise her
geçen gün bir birine daha çok yakınlaşıyor.
Ortodoks Patriği Kiril, göreve başlamasının
altıncı yılında düzenlenen ayinden sonra
yaptığı açıklamalarda, devlet ile kilise
arasındaki yakınlaşmanın gayet doğal
olduğunu savunan Patrik Kiril, "Kiliseleri
gettolara kapatamazsınız. Evet, şimdilerde
bizim kilisemiz devlet yönetimine daha
önceki dönemden daha yakın. Çünkü Rus
Ortodoks kilisesi toplumda daha etkindir.
Gittikçe toplumda ve devlet organlarında
çalışanlar arasında bizim inancımızı kabul
edenlerin sayısı artmaktadır" dedi.
2 Şubat 2015 Pakistan'da 150 öğrencinin
ölümüne neden olan okul baskınından
sonra ülkenin kuzey bölgesinde ki
okullarda öğretmenlere silah taşıma
yetkisi verildi.
Bazı öğretmenler
3 Şubat 2015 Rusya, Çin ve Hindistan'ın
dışişleri bakanları Pekin'de üçlü bir zirve
gerçekleştirdi. Zirvede küresel ve bölgesel
konular ele alınırken, üç ülke arasındaki
işbirliği de masaya yatırıldı. Üç ülke
56
Akademik Perspektif – Mart 2015
bakanlarının Pekin'de düzenlediği zirvede
yeni bir ipek yolu konusunda mutabakata
varıldığı bildirildi.
5 Şubat 2015 Tayvan'ın başkenti Taipei' de
TransAsia Havayolları'na ait iç hat seferi
yapan
ATR-72 tipi yolcu uçağı,
havalandıktan kısa süre sonra bir köprüye
çarparak Keelung nehrine düştü.53 yolcu
ve 5 mürettebatın bulunduğu uçakta 30 un
üzerinde kişi hayatını kaybetti.
Temmuz
ayında
yine
TransAsia
Havayolları'na ait bir uçak Tayvan'ın
Penghu Takımadaları yakınında fırtına
nedeniyle düşmüş, kazada 48 kişi hayatını
kaybetmişti.
9 Şubat 2015 Doğu Türkistan’ın Urumçi
şehrinde bütün camilerin imamları bir
meydanda toplanarak toplu halde dans
etmeleri
için
zorlandı.
Üniversite
öğrencilerinin de katıldığı “medeniyet
gösterisi” adı verilen etkinliklerde imamlar
“ülke barışı gönüllere huzur veriyor” diye
slogan attı. Ayrıca burada yapılan
konuşmalarda gençlerden, camilerden
uzak durması istendi.
Uygur imamların dans etmek zorunda
kaldığı etkinlikte memurlara da “Maaşımızı
Allah değil, Çin Komünist Partisi veriyor”
şeklinde sloganlar attırıldı. Öğretmenlere
ise; öğrencilerini dinden uzak tutacaklarına
ve çocukların dini eğitim almasına engel
olacaklarına dair yemin ettirildi.
9 Şubat 2015 Çinli yetkililer Pakistan'da
altı nükleer proje yürüttüklerini doğruladı.
Çin ve Pakistan arasındaki sivil nükleer
işbirliğinin artarak devam edeceği, Çin’in
Pakistan‘a daha fazla nükleer reaktör
ihraç edeceği kaydediliyor.
Ayrıca Pakistan Planlama ve Kalkınma
Bakanı İhsan İkbal, 23 Mart ta Pakistan
Milli gününe katılmayı planlayan Çin
Devlet Başkanı Şi Cinping'in ziyareti
sırasında bu iki ülke arasında 45 milyar
dolarlık
ticari
koridor
projesi
başlatılacağını ve 2015’in Pakistan ve Çin
arasındaki ekonomik işbirliğinin ivme
kazandığı bir yıl olacağını belirtti. Ticari
koridorun 34 milyar dolarlık kısmını, enerji
yatırımlarının oluşturacağı belirtiliyor.
11 Şubat 2015 Myanmar'ın en büyük
kenti Yangon'da yüzlerce milliyetçi Budist,
hükümetin Rohingya Müslümanlarının
anayasal referandumda oy kullanmasına
imkan sağlayan kararını protesto etti.
Myanmar parlamentosu, ülkede göçmen
sayılanlara verilen ve beyaz kart olarak da
bilinen kimliklerin sahiplerinin, anayasa
değişikliği
referandumunda
oy
kullanabilmelerini sağlayan yasayı şubat
başında onaylamıştı. Bangladeş'ten gelen
göçmenler olarak görülen ve 1982'de
kabul edilen yasayla vatandaşlık haklarını
kaybeden Rohingya Müslümanları beyaz
kart sahiplerinin üçte ikisini oluşturuyor.
15 Şubat 2015 Pakistan mahkemesinden
eski Pakistan Devlet Başkanı Pervez
Müşerref'in milletvekili seçimlerinde aday
olmasına
yasak
geldi.
Mahkeme,
Müşerref'in Pakistan Anayasası'nı ihlal
ettiği ve 2007 yılında yüksek mahkeme
üyelerini tutuklattığı gerekçesiyle suçlu
bulunduğunu
ve
seçimlerde
aday
olmasının uygun olmadığını açıkladı.
17 Şubat 2015 Doğu Türkistan'ın Hoten
şehrinde Çin'in su vermemesi sebebiyle 1
milyon insan hastalık tehlikesiyle karşı
karşıya.
Doğu
Türkistan'ın
Hoten
bölgesinde Çin işgal yönetiminin iki sene
önce uygulamaya koyduğu tasarruf projesi
nedeniyle 1 milyondan fazla insan temiz
sudan mahrum şekilde yaşıyor. Ayrıca
Şehre suyun 1995'teki nüfus rakamlarına
göre verildiği ve bu sebeple su sıkıntısının
her geçen gün arttığı belirtiliyor. Şehir
57
Akademik Perspektif – Mart 2015
sakinlerinden alınan bilgiye göre 2 milyon
nüfusa sahip şehirde sadece 750 binlik bir
nüfus suya sahip olabilirken susuzluk
sebebiyle salgın hastalıklar da artıyor.
Dünya Uygur Kongresi'nden yapılan
açıklamada da Hoten şehrinde susuzluk
sorununun ciddi boyutlara ulaştığı ve
işgalci Çin yönetiminin bu konuda gerekli
adımları
atmayarak
şehir
halkını
cezalandırdığı ifade edildi.
20 Şubat 2015 Petrol fiyatlarının
düşmesine rağmen, Rusya Asya'daki petrol
pazarında etkisini artırmayı başarırken
dünyanın en büyük petrol ihracatçısı olan
Suudi Arabistan'ınsa Asya pazarındaki
etkisinin azaldığı belirtiliyor.
Bloomberg ajansı, fiyatların düştüğü bir
dönemde uluslararası petrol piyasasında
devam eden "pazar payını büyütme"
savaşını mercek altına aldı. Buna göre,
Rusya Asya'ya petrol satışını artırıyor.
Dünyanın ikinci en büyük petrol üreticisi
Rusya; Çin, Japonya ve Güney Kore'ye
satışları geçtiğimiz yıl yüzde 25 artırdı.
23 Şubat 2015 Japonya’da 2011
depreminde ciddi bir şekilde hasar gören
Fukuşima Nükleer santralinden Atlas
Okyanusu'na radyoaktif madde sızıntısı
olduğu bildirildi. Santral operatörlerine
göre
sızıntı
neticesinde
oluşan
radyoaktivite seviyesi normalden 70 seviye
daha yüksek olduğu belirlendi.
yeni hasar olmadığını açıklasa da
santralden denize su akışı durduruldu.
26 Şubat 2015 Pakistan Hava Yolları (PIA),
Bangladeş'te,
personellerinin
takip
edilmesi
ve
uçaklarında
arama
yapılmasının ardından Dakka uçuşunu
protesto amaçlı iptal etti.
PIA sözcüsü, Bangladeş istihbaratı
tarafından Dakka ofisi müdürünün evine
sahte para kaçakçılığı şüphesiyle baskın
düzenlediğini
ayrıca
Bangladeş
hükümetinin, birkaç aydır tüm PIA
personelini sahte para ve altın kaçakçılığı
şüphesiyle takip altına aldığını ve bu
yaşanan olayları protesto etmek adına
Dakka Uçuşunu bir güne mahsus olmak
üzere iptal ettiklerini belirtti.
27 Şubat 2015 Endonezya'nın güneyinde 7
büyüklüğünde deprem meydana geldi.
ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi,
depremin merkez üssünün Nebe kentinin
132 kilometre kuzeyindeki Flores denizi
olduğunu tespit etti. Depremin derinliği,
denizin yüzeyinden 547 kilometre olarak
ölçüldü.
Endonezya Meteoroloji ve
Jeoloji
Kurumu’ndan yapılan açıklamada, bölgede
tsunami tehlikesinin olmadığını ve
depremin derinliği fazla olduğundan Nebe
kasabasında herhangi bir can ve mal
kaybının yaşanmadığını belirtildi.
Nükleer enerji santrallerin çalışmasını
kontrol eden TEPCO, merkezi atık suları
inceledikten sonra Fukuşima santralinde
58
Akademik Perspektif – Mart 2015
Ayın Düşünürü: Malcolm X
Hazırlayan: Melike Şener
Dergimizin, Amerika’nın ele alındığı bu
sayısında ayın düşünürü olarak da
Malcolm X’i başta kendim tanımaya ve
sonrasında siz değerli okurlarımıza
tanıtmaya karar verdim. Malcolm X’i çeşitli
sıfatlarla niteleyebiliriz fakat “insan hakları
savunucusu” ona en çok yakışanıdır. 40
yıllık hayatında kendini ne pahasına olursa
olsun hakikate ulaşmaya adamış bir
düşünce ve aksiyon adamıdır Malcolm X.
Hayatını üç safhaya ayrılmıştır; gerçek ismi
Malcolm Little’dır daha sonra X soyadını
alır ve son olarak Mekke’de Hac
ziyaretinden sonra El-Hac Malik El-Şahbaz
adıyla hayatının sonuna kadar yaşar.
Malcolm Little Dönemi
adımdı. Babasının içinde bulunduğu
pozisyondan dolayı Malcolm
küçük
yaştayken beyazlar tarafından evleri
kundaklandı ve sık sık evlerini değiştirmek
zorunda kaldılar, Milwauke ve Lansing’e
taşındılar. Bir hatırası şöyle kaleme
alınmış; bir gece babası ve annesi
tartıştıktan sonra, babası evi terk edip
gitti, annesi arkasından seslenmiş ancak
babası onu dinlememişti. Babası o gece bir
suikasta uğramış, adamlar ölünceye kadar
dövdükten sonra, gelip geçen arabalar
ezsin diye yolun ortasına atmışlar, polisler
gece yarısı evden gelip annesini almışlar ve
babasının vücudunu yarısı ezik, bazı
kemikleri
kırılmış,
ölü
vaziyette
bulmuşlardı.
19 Mayıs 1925’de Nebraska’da yedi
çocuklu siyahi bir ailenin dördüncü çocuğu
olarak dünyaya gelmiştir. Babası Baptist
bir vaizdir, o dönemlerde Hristiyan olan
siyahların bulunduğu mezhep, Trinid adlı
ünlü Pan-Afrikanist Marcus Garvey’in
kurduğu Dünya Zenci Hareketi’nin de
destekçilerinin arasında olması Malcolm
X’in hayatında siyahi bilince yönelik ilk
Bu olaydan sonra aileyi daha da zor günler
bekliyordu yedi çocuk ve anneleri tek
başına kalmışlardı. Annesi ne işi bulursa
çalışıp para kazanmaya çalışıyordu fakat
hiçbir şekilde yetmiyordu. Malcolm okula
başlamıştı, geceleri o da para kazanmak
için çalışıyordu. Aile Refah Kurumu
Malcolm’un ailesine her geldiğinde
annesinin çocuklarına bakamayacağını
59
Akademik Perspektif – Mart 2015
iyice anladılar ve aileyi dağıtma kararı
aldılar. Çocuklar ya çocuk esirgeme
kurumuna ya da evlatlık isteyen aile varsa
oralara gideceklerdi. Malcolm’u durumu
iyi bir aile aldı diğer kardeşleri de farklı
yerlere dağıtıldılar. Anneleri ise psikolojik
olarak çok yıprandığı için akıl hastanesine
yatırıldı. Okulda yaptığı bir yaramazlıktan
ötürü okuldan atıldı ve ailesinden
mahkeme kararıyla alındı ıslah evine
teslim edildi. Okulu da değişmiştir
böylelikle Mason’da bir ortaokula devam
etmeye başladı aynı zamanda bakım evi
ona çalışması için iş bulmuştu hem okuyor
hem çalışıyordu ve bu okulda dersleri de
iyiydi. Özelikle İngilizce hocasını çok
seviyordu hocası bir gün herkese ne olmak
istiyorsunuz diye sorunca sıra Malcolm’a
geldiğinde; avukat istiyorum cevabını verdi
ardından öğretmeni ona: “Biraz gerçekçi
olmalısın, sen bir zencisin. Bunun için
doğru düşünmen lazım. Niçin bir marangoz
olmayı düşünmüyorsun?” demişti.
Islah evinden ayrılmasının ardından
Boston’daki ablasının yanına gitti ve orada
çeşitli işlerde çalışmaya başladı en
sonunda demir yollarına kalıcı olarak
çalışmaya başladı. Demir yollarında
çalışırken trenle New York’a gidip
geliyordu. New York’u özellikle de Harlem’
i çok sevmişti. Burası zencilerin mekânıydı.
Malcolm artık hayatını burada sürdürmeye
karar vermişti. 17 yaşındayken şikâyetler
üzerine demir yollarındaki işinden atıldı.
Sonra Harlem’de bir barda işe başladı.
Burası; dümencilerin, hırsızların, esrar
satıcılarının ve fahişe pazarlayanların
takıldığı, Harlem’in birkaç barından
birisiydi. Kendisi de esrarlı sigara satmaya
başladı ve ciddi paralar kazanmaya başladı
polis peşindeydi ve bundan dolayı sürekli
iş değiştiriyordu bir süre sonra kendi
çetesini kurmuş, hırsızlıklara da başlamıştı.
Çok geçmeden iki dedektif tarafından
yakalandı ve bir arkadaşıyla birlikte hapse
atıldı. Hapiste uyuşturucudan uzak kaldığı
için çok zorlandığı zamanlarda İncil’e ve
Tanrı’ya küfürler ettiğinden dolayı ona
“iblis” diyorlardı.
Malcolm X Dönemi
Bir gün kardeşinin Malcolm’a gönderdiği
mektupta kendisinin İslam cemaatine
katıldığından bahsediyordu ve ardından
Allah’ı anlatıyordu kardeşine. “Allah’ın
360 derece ilmi olduğunu, bu ilmin bütün
ilimleri kuşattığını, şeytanın ise sadece 33
derece ilmi olduğunu ve buna da
masonluk dendiğini söyledi. Sonra Tanrının
Amerika’ya indiğini, Elijah adındaki bir zata
siyah adam suretinde göründüğünden söz
etti. Ayrıca şeytanın da bir insan olduğunu
ve bütün beyazların şeytan olduğunu
söyledi. Kafası karışmaya başlamıştı
Malcolm’un, sürekli sorular soruyordu
kendi kendine. Yeni geldiği hapishanede
büyük bir kütüphanenin olması onu
gecelerce süren okumalara sevk etti,
buradaki ortam eski ortamından farklıydı
mektep olacaktı ona adeta. Kardeşinin
anlatımlarıyla kalbi değişmeye başladı ve
İslam’ı seçti. “Onun İslam’ı seçmesi aynı
en azından Amerikalı beyazlara bir
tepkiydi; Çünkü Elijah Muhammed daha
çok ırkçıydı.” Hapisteyken Elijah ile sürekli
mektuplaşıyorlardı ve Malcolm liderini
göreceği günü bekliyordu. Hapisten tahliye
olduktan sonra bir süre Detroit’teki
kardeşiyle kalmaya başlar. Bir gün
Chicago’da
Eljah
Muhammet’in
konuşmasına gitmeye karar verirler
kardeşiyle, Malcolm çok heyecanlıdır
çünkü mektuplaştığı kişiyle karşılaşacaktır.
O gün Eljah la akşam yemeği yerlerken X
soyadını kullanmalarını öğütlemişti onlara
ve ardından şöyle devam eder:
“Afrika’dayken ailelerin sahip oldukları
soyadlarını simgelemektedir “X”. Şimdiki
soyadları: köleler, efendilerinin soyadlarını
kullandığından, kendilerine ait değildi. “X”
Matematikte bilinmeyenin simgesidir. Bir
gün gelip Allah’a dönünceye değin ve
60
Akademik Perspektif – Mart 2015
kendi ağzından bize kutsal isim verinceye
kadar bu X’i kullanacaklardı. Artık ismi
Malcolm X olmuştu.
Cemaatle bağı güçlenmişti bir yandan
çalışıp bir yandan da konuşmalara
katılıyordu. Eljah Muhammed, Malcolm
X’e “senin daha çok ünlü olmanı istiyorum.
Çünkü sen ünlendikçe ben daha çok
tanınıyorum ve cemaatimize katılım
çoğalıyor.
”demişti. Üniversitelerde,
mabetlerde, TV ve radyolarda konuşmalar
yapıyordu. Bu sıralarda aynı cemaat için
çalışan Betty X ile evlendi. Gazetelerde
Eljah hakkında çıkan haberler Malcolm’u
çok üzmüştü ve dedikleri ve yaptıkları
çelişiyordu Eljah’ın. O sırada gelişen John
F. Kennedy bir suikastı hakkında vekillerin
konuşması yasak olduğu halde Malcolm
konuşma yapınca 90 gün konuşma cezası
aldı, mabetten uzaklaştırıldı ve Eljah’ın
adamları tarafından tehditler alıyordu.
El-Hac Malik El-Şahbaz Dönemi
Karışık bir dönemin ardından Malcolm
Hacca gitmeye karar verdi önce Mısır’a
sonra da Mekke’ye geçti. Bu ziyaret
Malcolm da birçok şeyin yeniden
yazılmasına vesile olacaktı. Mekke’den
hanımına
yazdığı
mektupta:
“İnanamayacaksın ama tenleri beyazdan
daha beyaz olan insanlarla aynı bardaktan
su içtim ve aynı tabaktan yemek yedim.
Hepimiz bir kardeştik. Ben artık ırkçı bir
Müslüman değilim. Gerçek peygamberimiz
olan
Hz.
Muhammed
ırkçılığı
yasaklamıştır.” diye yazıyordu.
Daha
öncesinden İslam adına öğrendiklerinin ne
kadar da gerçekten uzak olduğunu gören
Malcolm, dini Mekke’de öğrenmeye
başlamıştı ve ismini El-Hac Malik El-Şahbaz
olarak
değiştirdi.
Amerika’ya
geri
döndüğünde basına ırkçılığı bıraktığını,
kendisinin yeni bir örgüt kuracağını,
beyazların bu örgüte katılabileceklerini
açıkladı. Malcolm X’in yaptığı açıklama
Amerika kamuoyunun dikkatlerini üzerine
çekti. İslam dini, belki de ilk olarak,
Amerikan basınında evrensel ve geniş
boyutlarda yer buldu. Irkçılığı bırakması
Eljah Muhammed ve çeşitli siyah
kuruluşlar tarafından doğru bulunmadı.
Malcolm X artık birçok tehditler almaya
başlamıştı. Nereye gitse takip ediliyordu.
Etrafındaki kişilere artık kendi sonunun
geldiğini söylemekten çekinmiyordu. Ailesi
bir yerde, kendisi de güvenliği için değişik
otellerde kalıyordu.
Doğduğu andan beri karşılaştıkları
adaletsizlere, zulümlere farklı şekillerde
farklı grupların içinde tepkisini göstermişti.
Irkçılığa ırkçılıkla karşı çıkıyordu, fakat ElHac El-Şahbaz artık başka şeyler
söylüyordu. Herkesi davet ediyordu,
ırkçılığa karşı çıkıyor, İslam esaslarıyla
insanları evrensel kardeşliğe ve barışa
çağırıyordu. Evi gece kundaklanıyor ama o
yine de yetişmesi gereken konferansına
gidiyordu. Biliyordu her an birileri canını
almak için karşısına çıkabilirdi ve bunu da
çekinmeden söylüyordu her yerde.
21 Şubat 1965 Pazar günü bir eğlence
salonunda bir konferans vardı,400
sandalye kurulmuş, salon hazır hale
getirilmiş, herkes yerini almıştı. Malcolm
X’in eşi de dört çocuğuyla birlikte en önde
yerini almıştı. Malcolm X takdim edildikten
sonra kürsüye doğru yürüdü ve “Esselamu
aleyküm” dedi; salondakiler hep birlikte:
“ve aleyküm selam” dedikten sonra
salonun bir yerinde bir karışıklık çıktı.
Herkes dikkatini tam oraya çevirmişken
birkaç kişi Malcolm’a ateş açtılar. Hemen
hastaneye gitmek üzere yola koyuldular
fakat kurşunlar kritik yerlere denk geldiği
için kurtarılamadı yolda hayatını kaybetti.
Malcolm’un unutulmayan sözlerinden
birkaçını paylaşmak istiyorum:
“Ben bir ırkçı değilim. Her türlü ırkçılığa,
her türlü ayrımcılığa karşıyım. Ben
61
Akademik Perspektif – Mart 2015
insanlara ve insanların renklerinden
bağımsız saygı duyulması gerektiğine
inanırım.”
“Ben gerçeğin peşindeyim, kimin söylediği
önemli değil. Ben adaletin peşindeyim, kim
için veya kime karşı olduğu önemli değil.”
“Bir insan özgürlüğe doğru dürüst önem
verdiğinde, güneşin altında, o özgürlüğü
elde etmek için yapmayacağı hiçbir şey
yoktur. Ne zaman birinin özgürlük
istediğini söylediğini duyduğunuzda, ama
sonraki nefesinde onu almak için ne
yapmayacağını veya onu almak yolunda
yapılmasına inanmadıklarını anlatacaksa, o
kişi özgürlüğe inanmıyordur. Özgürlüğe
inanan bir adam özgürlüğünü elde etmek
veya onu muhafaza etmek için güneşin
altında her şeyi yapacaktır.”
Kaynaklar:
Malcolm X- Alex Halley- İnsan Yayınları,
Çeviren Yaşar Kaplan, Baskı, İstanbul,
2008.
Çağa İz Bırakan Önderler Malcolm X,
“İnsan Hakları Mücadelesi”, Recep
Şentürk, İlke Yayıncılık, 5. Baskı,
İstanbul, 2012.
62
Akademik Perspektif – Mart 2015
Liberalizm
Hazırlayan: Kürşat Yalçınkök
Avrupa aydınlanmasının en önemli iki
felsefi ürününden biri olan liberalizm tüm
modern endüstriyel toplumların üzerinde
çok büyük bir etkiye sahiptir. Gerek
ekonomi felsefesinde gerekse siyaset
felsefesinde devlet, toplum ve birey
arasındaki tüm ilişkilerde bireyin hak ve
özgürlüklerini öne çıkaran; her bireyin
vicdan, inanç ve düşünce özgürlüğünün
tanınması gerektiğini savunan ekonomik
ve
siyasal
nazariye
olarak
tanımlanmaktadır.
Bu
bağlamda
liberalizm;
devletin
ekonomiye
müdahalesinin en alt düzeye çekilmesi
gerektiğini, daha ideal olanın ise devletin
bireyler, sınıflar ve uluslar arasındaki
ekonomik
ilişkilere
hiçbir
şekilde
karışmaması olduğunu öne süren somut
anlatımını "Bırakınız yapsınlar, bırakınız
geçsinler" "Laiseez faire laisez passer”
savsözünde bulmuştur.
Liberalizmin felsefi kökenleri Locke, Hume,
Smiht, Mill, Bentham, Spencer, Constant
gibi
düşünürlerin
görüşleriyle
şekillenmiştir. John Locke, liberalizmin
öncüsü olarak kabul edilir. Devletin
amacının özgürlüğü güvence altına almak
olduğu,
devletin
kaynağının
ve
meşruiyetinin toplum sözleşmesinde
aranması gerektiği, iktidarın bireysel
kabulü amaçlamak zorunda olduğunu
belirten görüşleriyle liberal düşüncenin
kuruluşuna katkıda bulunmuştur. David
Hume aklın bireysel fayda peşinde
koştuğu, kendiliğinden oluşan düzenin en
adil düzen olduğu ve devletin buna asla
karışmaması gerektiği, faydacılık ve
özgürlüğün insanın doğası olduğunu
savunmuştur. Adam Smith, insanlar
çıkarları peşinde koşarak toplumsal çıkarı
artırdığı doğal düzenin özgür düzen
olduğu, devletin iç ve dış güvenlik
görevleri dışında hiçbir şeye karışmaması
gerektiğini, Jeremy Bentham ‘ın devletin
amacının
bireysel
çıkarları
artırmak olduğu ve J.S.Mill in devleti ve
ahlakı, hazzın belirlediğini, en büyük hazzın
özgürlük olduğunu, devletinde amacının
bu hazzı maksimize etmek olduğunu
söylemesi liberal düşüncenin gelişmesini
sağlamıştır. Herbert Spencer, en uygun
olanın ayakta kalmasını sağladığı için
sosyal ayıklanmayı “laissez faire” i bireyi
savunarak
liberalizme
katkıda
bulunmuştur. Benjamin Constant, basında,
dinde, ekonomide, mülkiyette kısaca her
şeyde
azami
özgürlüğü
savunmuş
63
Akademik Perspektif – Mart 2015
liberalizm
ile
doğrudan
katılımımı
birleştirmeye çalışmıştır. Alexis de
Tocquoville de liberalizm ile demokrasiyi
özdeşleştirip birinin olmazsa olmaz şartı
olarak göstermiş, tarihin amacının
özgürlük ve eşitliği gerçekleştirmek
olduğunu
savunarak
liberalizmin
günümüzde anlaşılan temel ilkelerinin
belirginleşmesine katkıda bulunmuştur
Liberal düşünürler, gerek her toplum ve
kültürün kendi sonunu kendi içinde taşıdığı
düşüncesine gerekse siyasal ve toplumsal
kuruluşların insanı daha iyiye doğru
dönüştürme gibi bir amaç taşımaları
gerektiği görüşüne karşı çıkarlar. Örneğin
dış siyasette liberal anlayış, Richard
Cobden tarafından “meşru çıkarların doğal
uyumu” olarak tanımlanır. Nitekim,
liberallerin çoğu ulusal otonomiye
inanmakla birlikte güçlü milliyetçiliğin
toleranslı bir Avrupai bir bakış açısıyla
birleştirebileceğini savunmaktadır. Liberal
felsefecilere göre, maddi olsun manevî
olsun her kişinin kendi amaçları vardır ve
bu amaçlar başkalarınınkiyle doğal olarak
uyum içinde olmadığından bireylerin
amaçları uğruna neleri yapabilecekleri ile
başkalarının amaçlarını hangi bakımlardan
göz önüne almaları gerektiğini belirleyen
kurallar belirlenmelidir. Bu bağlamda
siyaset felsefesinin yapması gereken, bir
yandan bireylerin ayrı ayrı isteklerine yanıt
veren, bir yandan da toplumu güvence
altına alan bir yaşam biçimi tasarlamaktır.
Klasik liberal düşünce, eşitlik, rasyonellik,
özgürlük ve mülkiyet kavramları üzerine
inşa edilmiştir. Liberalizme göre, tüm
insanlar eşit yaratılmışlardır ve yaşama
hakkı, özgür olma ve mutluluğunu
sürdürme hakkı gibi birtakım dokunulmaz
haklarla donatılmışlardır.
aynakların ve zenginliğin eşit dağıtıldığı
anlamına gelmeyen fırsat eşitliği kavramı,
XIX. yüzyıl liberalizminin birinci temel
kuralını oluşturmuştur.
Liberalizmin ikinci kuralı bireyin doğal
gereksinimlerini
rasyonel
yollarla
karşılama ve isteme kapasitesine sahip
olduğu ilkesidir. Doğru ve ahlaksal eylemin
akla dayanacağını öngören yaklaşıma
rasyonalizm denmiştir. Liberalizme göre
kişi çevresinde olup biten fiziksel ve
toplumsal
gerçekleri
kavrayacak
kapasiteye sahiptir. Dolayısıyla birey
kendini geliştirme yetisine sahiptir ve
kendine güvenen ve bu kapasiteye sahip
olan insana, kendi mutluluğunu arama hak
ve özgürlüğü tanınmalıdır.
Üçüncü ilke, bireyin temel alınması ve
özgürleştirilmesidir. Toplumsal politikanın
amacı bireyin özgürlüğünü ve özerkliğini
genişletmektir. En iyi toplum, bireye daha
fazla özgürlük tanıyan toplumdur.
Liberalizmin
dördüncü
ilkesi
özel
mülkiyetin önemidir. Özel mülkiyet
sayesinde birey özel amaçlarına ulaşabilir.
Bu durum bireyi çalışmaya teşvik eder ve
çalışması
sayesinde
birey
sadece
kendisinin değil, aynı zamanda toplumun
zenginleşmesini de sağlar.
Liberalizm uluslararası ilişkiler disiplininde
pek
çok
teorinin
dayanağını
oluşturmuştur. I. Dünya Savaşı sonrası
dönemde savaşların yıkımından oldukça
fazla zarar gören devletlerin savaş ve
çatışmaları önleme çabası liberalizmin
uluslararası ilişkileri açıklamaya yönelen
bir teori olarak ortaya çıkmasına sebep
olmuştur. İki savaş arası dönemde barışın
sağlanamaması ve daha büyük bir yıkımla
sonuçlanan ikinci dünya savaşının patlak
vermesi barış çabalarını daha da
artırmıştır. Bu anlamda, 1980’lerde
realizme alternatif olarak öne çıkan en
önemli
teori neo-liberalizm olmuştur.
Neo-liberaller,
kendilerinden
önceki
liberallerden birçok noktada ayrılmışlardır.
Neo-liberalizmin
temel
özelliklerine
baktığımız zaman, öncelikle barış ve
işbirliğini
analiz
etmesi
karşımıza
64
Akademik Perspektif – Mart 2015
çıkmaktadır. Neo-liberalizm uluslararası
ilişkileri birim düzeyinde analiz etmektedir.
Bununla birlikte neo-liberaller, birim
düzeyindeki
nedenlerin
sistem
düzeyindeki
sonuçlarıyla
ilgilenmektedirler.
Liberalizm sınırlı devlet sınırsız özgür
toplum ilkesini savunur. Çünkü; size her
şeyi verebilecek kadar güçlü bir iktidar
sizden her şeyi alabilecek kadar güçlü bir
iktidardır.
Liberalizmin Temel Kavramları
Liberalizmin temel ilkesi olan demokrasi,
neo-liberalizmin de en temel ilkesi olmaya
devam etmektedir. Neo-liberallere göre,
liberal demokratik devletler arasında
işbirliği mümkündür. Bununla birlikte,
devletleri karşılıklı olarak işbirliğine razı
edecek çok sayıda faktör bulunmaktadır.
Devletleri işbirliğine götüren nedenlerin
başında uluslararası örgütler, uluslararası
hukuk, devletlerin rasyonel davranması
gibi etkenler vardır.
- Bireyin Önceliği: Liberalizmin bireyin, her
türden sosyal ve siyasal yapıdan önce
geldiğine ilişkin inancı, birey anlayışının
sıklıkla
“soyut
bireycilik”
olarak
tanımlanmasına yol açar. Bu durumda
liberal kuramcılar açısından devlet kadar
toplum da nominal bir değerdir. Başka bir
deyişle, devlet de toplum da ancak tek tek
bireylerin özgür iradeleriyle bir arada
bulunuşlarıyla açıklanabilir.
Neo-liberaller, realistlerden farklı olarak
devletlerin uluslararası ilişkilerin tek
aktörü olmasa bile en önemli aktörü
olmaya
devam
ettiklerini
düşünmektedirler. Aynı zamanda neoliberalizme göre devletler rasyonel
aktörlerdir. Ancak neo-liberaller devletten
başka aktörlerin de varlığını kabul
etmektedirler.
Neo-liberallere
göre,
uluslararası ilişkilerde devletlerden başka
birey, uluslararası örgütler, baskı grupları
gibi birçok aktör vardır.
- Evrensel İnsan Hakları: Devletin, siyasal
toplumun ve iktidarın varlık nedeni
insanların sahip olduğu haklarının ve
özgürlüklerinin korunmasıdır. Devlet,
iktidar
ve
toplumun
yararı
için
kurulmuştur.
Batı dünyasında 1970’lerin ortalarından
itibaren
neo-liberal
fikirlerin
ve
politikaların yeniden gündeme gelmesinin
Türkiye’nin düşünce ve siyaset dünyasına
etkisi 1980’li yıllarda gerçekleşmiştir.
1974’te F. A. Hayek’in 1976’da ise Milton
Friedman’ın Nobel Ekonomi Ödülü’nü
kazanmaları
Batıda bu
dönüşümü
sembolize
eden
olaylar
olmuştur.
Türkiye’de ise, neo-liberalizmin izleri
kendisini önce 1980’lerin başlarından
itibaren iktisat politikaları alanında
göstermiş,
entelektüel
alandaki
yansımaları ise 1990’larda gelmiştir.
- Serbest Ticaret: İthalatın ve ihracatın
genelde devletin müdahalesi olmadan
yürütülmesini
öngören
ekonomi
politikasıdır.
- Serbest Piyasa: Ürünün fiyatının alıcı ve
satıcının karşılıklı olarak anlaşmasıyla
belirlendiği, arz ve talebine hükümet
tarafından müdahale yapılmayan bir
piyasadır
- Sınırlı Devlet Müdahalesi: Devletin
müdahale gücünün artışı, özgürlükler için
bir tehdit unsuru oluşturduğundan, anayasallık, hukukun üstünlüğü, kuvvetler
ayrılığı, muhalefet ve basın özgürlüğünün
tanınması, direnme hakkı gibi yapılarladevletin etkinlik alanını sınırlandırmak.
- Akılcılık: Bireyin amaçlarına ulaşabilmesi
için kullanacağı yolları kendisinden daha iyi
65
Akademik Perspektif – Mart 2015
kimsenin bilemeyeceği düşüncesidir. Bir
liberal için herkes kendi amaçları
doğrultusunda rasyonel davranabilme
yetisine sahiptir ve kendi mutluluğunu
nasıl sağlayabileceğini başkalarından iyi
bilir. Her bireysel seçim bu varsayımdan
ötürü rasyonel kabul edilir ve bundan
ötürü de dokunulmaz nitelik kazanır.
- İlerlemecilik, gelişme
- Modernizm
- Hukukun üstünlüğü-hukuk
devleti/üstünlerin hukuku değil
- Seküler ahlak
- Doğal durum ve uyum
- Teşebbüs hürriyeti
Kaynakça
Heywood, Andrew,’’Global Politics’’, Palgrave
Foundation, 2011.
Erdoğan, Mustafa, ‘’Liberalizm ve Türkiye’de Liberal
Eğilimler’’, 2007.
Atilla Yayla, ‘’Liberalizm’’, Ankara: Liberte Yayınları,
2011
W. Kegley, Charles, ‘‘World Politics Trend And
Transformation’’, 2010-2011 Edition.
J. H. Hexter, ’’The Traditions of the Western
World’’, 1988.
Çakmak, Haydar, ‘‘Uluslararası İlişkiler’’, Platin
Yayınları,
2007.
66
Akademik Perspektif – Mart 2015
67
Akademik Perspektif – Mart 2015

Benzer belgeler

Amerika Birleşik Devletlerinde Özgürlüklerin Sınırı Güvenlik Tehdidi

Amerika Birleşik Devletlerinde Özgürlüklerin Sınırı Güvenlik Tehdidi ABD’nin “challenger”ı olabilir mi? Başat Güç kuramı ile ABD ve Çin ilişkisi arasında benzerliklerin olduğunu söyleyebiliriz. Fakat Çin’in ABD’yi tehdit etme süreci yeni başlamış bir durumdur. Dolay...

Detaylı

PDF ( 6 )

PDF ( 6 ) sistemin parametrelerini yeniden kuracak kapasiteye ulaşmış değildir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve Soğuk Savaş sonrasında yeniden kurgulanan uluslararası siyasi sistemin sahibi kim ola...

Detaylı

PDF ( 2 )

PDF ( 2 ) harcamalarındaki yerine değinilmiş, ABD kökenli silah şirketlerinin dünya üzerindeki ticari payına yer verilmiştir. SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın dağılmasıyla birlikte, yaklaşık 45 yıl süren Soğuk ...

Detaylı