kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!

Transkript

kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
kızılbaş
temmuz
Temmuz 2012
2012 sayı 16
kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü!
ermeni soykırımı + pontus + koçgiri + zilan
+ desim + kanlı maraş + zalim çorum + sivas
+ gazi osman paşa + bir mayıs + madımak =
soykırım, katliam ve thcirin baş sorumlusu
tc. devletidir!
kızılbaş
veröffentlicht
generaldirektor freizugeben.
sakine polat
genelyayın yönetmeni
ali ülger
tr. hukuk danışmanları:
av. nadide metin erdoğan
av. erdal doğan
av. hıdır özcan
av. birliği hukuk danışmanı:
av. ertekin ceylan
ankara temsilcisi:
hatice çevik
tel: 0506 818 66 55
[email protected]
berlin temsilcisi:
ali koçak
[email protected]
tel: 0177 457 79 78
stuttgart temsilcisi:
ali usta
[email protected]
tel: 0176 78 56 12 71
adres:
bergheimer str 51
d - 47228 duisburg almanya
tel: +49 (0) 177 502 88 53
http://www.kizilbas.biz
[email protected]
kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve
ilanların sorumluluğu sahiplerine
aittir. kızılbaş’ta imzasız ve
kaynaksız yazılar yayınlanmaz.
yayın tarihi:
15 temmuz 2012 sayı: 16
yeni web sayfamız:
http://www.kizilbas.biz
kızılbaş’ın eski sayılarını
bize vereceğiniz e-mail adresinize
pdf dosya olarak gönderebiliriz.
k izilbasdergisi@k izilbas.biz
gönüllü katkı formu
adı soyadı :..................................................................................................
adres :..........................................................................................................
e-mail & tel :...............................................................................................
ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 5000 Sparkasse Duisburg
6 sayı 25 € - 12 sayı 50 €
kızılbaş - sayfa 3 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
içindekiler:
Sayfa: 04 - can cana ..................................................... ali ülger
Sayfa: 05 - EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR
YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ
İNSAN TANRISI HIZIR ......... ADNAN CANGÜDER
Sayfa: 10 - Alevilik doğru yolun (islam) sapık kolu mu?..
............................................................... h. demirtaş
Sayfa: 14 - Neresi Sivas? .................................................. erdem özgür
Sayfa: 17 - madımak katliamında devlet aracıyla korunan?
- yanğın merdiveniyle kurtarılan! aziz nesin?
Sayfa: 18 - Aziz Nesin’le ilgili şok belge
Sayfa: 19 - Demirel: Cen vakfını biz kurdurduk!...
Sayfa: 20 - “Diaspora Kürtleri” Kitabına Hapis ve Para Cezası
Kesildi!
Sayfa: 22 - Ermenilere bir mezar yerini çok görenler .... C. Sinet
Sayfa: 23 - Pontos Jenocidi .................................... Ali Sait Çetinoğlu
Sayfa: 27 - DERSİM 38’İN 1915’LE KOPMAZ BAĞLARI – 2
......................................................... Hovsep Hayreni
Sayfa: 29 - 11 Haziran 1967 Elbistan katliamı
Sayfa: 32 - ALEVİ ÇALIŞTAYINA SUNULAN RAPOR
....................................................... süleyman deprem
Sayfa: 33 - “Biz Alevilik Dersi İstemedik ki”
Sayfa: 34 - ‘Tapınağımızı politik malzeme yapmayın’
Sayfa: 36 - Dersim Ermenileri etnografyası ...... Gevorg Halaçyan
Sayfa: 38 - 1915/16´ da Teşkilatı Mahsusa ve çeteler üzerine
............................................................... selçuk uzun
Sayfa: 43 - Sabri Atman: Süryani Soykırımı kabul edilsin
................................................ Seyfo Center / Gabar Ciyan
Sayfa: 47 - 105 yaşındaki Musa Faal’in hatırladıkları
.............................................................. kemal yalçın
Sayfa: 49 - ‘Ne mutlu Türküm diyene’ diyor ......... Sevan Nişanyan
Sayfa: 50 - Gengeşiyên Dêrsimê .................... Dr. İsmaîl Beşîkcî
Sayfa: 54 - “Kardeş Halkların Nazlı Çocukları” ....... İsmail Güner
Sayfa: 55 - tarihe tanık belgeler
Sayfa: 56 - DADGEHÊN ÎSTIKLALÊ Û ÇARDEYÊ TÎRMEHÊ
..................................................................... mehdi tanrıkulu
Sayfa: 57 - Kanunların Ruhu ya da Emval-i Metruke Kanunla
rında Soykırımın İzini Sürmek
.............................................. Prof. Dr. Taner Akçam
Sayfa: 64 - 9 Temmuz 1937’de devlet kınalıkeklik işbirliğiyle
öldürülen Koçgiri ile Desim direnişlerinin
önderlerinden Alişer ve Zarif’yi saygı ile anıyoruz
kızılbaş - sayfa 4 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bizden tarafa
19 yılında Madımak önünde toplanan
Alevilerin siyasetine taleplerine bir
göz atalım mı?
Üç-beş katilin sahipleri tarafından
yargılanıp ömür boyu hapsedilmeleriisteniyor! Diğer yandan da madımak
müze olsun talebi var! bu talep yakışıksız olduğu kadar Kızılbaş-Alevi
camiamıza zararlıdır!. Her gün yatıp kalkıp Müslüman düşmanlığı yapacaksın sonra da müze isteyeceksin olmaz bu iş. Bu siyaset - devlet
-ordu- CHP siyasetidir buna karşı
çıkılmalıdır. Müze yapılacaksa kendimiz yapmalıyız. Tek kuruş devlet parası almadan, kendi imkanlarımızla.
Katillere ve hırsızlara mihnetimiz olmamalıdır,
can
cana
ali ülger
içinde dayanıştıkları apaçık ortadadır!
Müslümanların kendi siyasal örgütlenmeleri de, biz Kızılbaş-Alevileri sünnileştirme ve Türkleştirme siyaseti yürütüyorlar. Kürt siyasal hareketleri de
Kürtleştirme - Müslümanlaştırma siyasetleri yürütüyorlar. Ne hikmettense
Türk ve Kürtlerin bu noktada duruşlar
ve meramları aynıdır...
19 yıldır “Unutmadık unutmayacağız!”
sakızı çiğneniyor, unutmayınca ne olacak? Unutunca ne olacak? örneğin
Arap-İslam devletinin kendi iç çatışmalarında takiye ile bir tarafı destekledik kurbanlar kesip yaslarını tutuldu unutulmadı! Hangi derdimize
deva oldu? Kerbela katliamının yası
matemi? Koçgiri, Dersim soykırım ve
katliamlarını unuttuk da ne oldu? Unutmak - unutmamak hiç bir sorunumuzun çözümüne deva olmadı tam tersine köstek oldu...
Kendimize sahip çıkıp ciddi bir aydınlanma ile demokratikleşip siyasal
alana çıkmanın araçlarının fikriyatını
üretip pratikleri ile kendimizi temsil edebilir, devletin ve türevlerinin
asimilasyoncu inkarcı dayatmalarını
durdurabiliriz.
Artık kendi tarihimiz ile, içinde bulunduğumuz hapsolduğumuz örgütlenmelerimiz ile açık yüzleşilerek kendimzi elemeliyiz. Kendi darımızı kurup,
aynamızı yüzümüze tutmanın zamanı
gelmedi mi daha?
- Atalarımız 1919 Pontus Soykırımında
direnen Pontus ile neden ittifak
yapmadı?
Devletin ordunun partisi CHP de ya
da bize ait olmayan diyet devletçi siyasal partilerinden medet ummak
biz Kızılbaş-Alevilerin hiç bir sorununu çözmez tam tersine daha da
ağırlaştırarak çıkmaza sürükler.
Bizim olmayan Tırk ve Kürt partileri
biz Kızılbaş-Alevilere yönelik siyasetleri benzerlik taşımaktadırlar. biz
Kızılbaş-Alevileri kendi teşkilatlarında maraba olarak kullanmaktan
başka hiç ama hiç bir işe yarmadılar!
Örneğin sabetaycı d. perinçek ile h.
berktay aracılığıyla Dersime, Kızılbaşlara dayatılan sözde “maoculuk”
örgütlenmeleri de inkâra, asimilasyona ve Türkleştirmeye hizmet etmiştir.
Gelinen günde CHP - MHP - İP ve
türevlerinin kuramsal olarak resmi
kuramın organları oldukları ve uyum
* * *
- Atalarımız 1915 Ermeni Soykırımı
yapılırken neden Ermeni örgütlenmeleriyle direniş ittifakı yapmadılar?
- 1921 Koçgiri direnişiyle neden Dersim ve Şeyh Said ittifakı yapılmadı? Ve
Müdafaa-i hukuk Cemiyetlerinde köşe
kapıldı
- 1925 Şeyh Said katliamında neden
Kızılbaş atalarımız direniş için ittifak
yapmadılar?
- 1938 Dersim Soykırımında müslüman Kürtler neden ittifak yapmadılar?
- 1938 Dersim Soykırımında direnen
Kızılbaş, Zaza ve Kürt aşiretleri ile
(eski millet) Ermeni aşiretleri neden
direniş için ittifak yapmadılar?
- Koçgiri Kızılbaş Kürt direnişinde
neden Kürt olmayan Türk - Türkmen
balkan Kızılbaşları ile dayanışmalar
olmadı?
- Dersim Kızılbaş direnişi ile de hiç
bir dayanışma olmamıştır. Bu seyir bir
tesadüf mü? Hiç mi tarihsel, sosyal, siyasal nedenleri yok?
37/38 Soykırımı sonrası uygulanan
yabancılaştırma siyaseti ve asimilasyon uygulamaları ile şehirlere yığılan
genç Kızılbaşlara sunulan siyasal
örgütlenmelerin ana ortak teması
inkarı - asimilasyonu Türkleştirme sünnileştirme zincirinde devlet siyaseti hakim kılınmıştır...
Şu anda devletin beyaz alevi siyaseti
bu güzergahtan işletilmektedir. Bir
kolu “solcu” söylemli, bir kolu tırk müslüman söylemli...
Daha açıkcası alevi bektaşi federasyonu, avrupa alevi birlikleri konfederasyonu pirsultancı taife ile CHP ordu
devlet siyaseti işletilmektedir....
Cumhuriyetci egitim vakfı i.doğan
şebekesi aracılığıyla da Türkçülük
ile sunni İslam - müslümanlık siyaseti
işletilmektedir.
Yapılan bu siyaset ile Kızılbaş-aleviliğe en ağır zararlar verilerek, devletin degirmenine su taşıyorlar!..
AKP devlet partisidir. CHP de devlet
partisidir. Biri iktidar diğeri hükümettir. İktidar ile hükümeti bir birine
karıştırmadan devleti ve ideolojisini
doğru tanıdıkmı sorunlarımızın çözümüne yönelik demokratik davranışımızı ve fikriyatımızı sağlıklı yapıya kavuşturabiliriz. Aksi halde ma
rabalığa talim ettiriliriz. Dolap beygiri gibi dön dolaş, sütçü beygiri misali
git gel....
Kızılbaş-Alevi meselemiz din iman işi
olsaydı iş kolay olurdu. Kızılbaş-Alevi
meselemiz tarihsel toplumsal siyasal
kültürel dini milli ve coğrafi öğeleri
olan bir sorundur. bundan dolayı da
siyasal olarak kendi öz örgütlenmesini
üretmesi geliştirmesi gerekmektedir.
Ya siyasal alana öz örgütlenmelerimiz
ile çıkacağız ya da devlet partilerinde
marabalığa devam edeceğiz...
Evet; kendimizi kara kantara çekip
eksikliğimizi fazlalığımızı görecekmiyiz?
Kendimize sahip çıkıp toplumsal hayata katılıp kendi geleceğimizin sahibi
olacak mıyız?
Yoksa el kapısında marabalığa -semerimiz eskimesin-devam mı edeceğiz.
Başı dik anlı açık olanlar ile yola yürüyenler bu tarafa.
Can Cana
kızılbaş - sayfa 5 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR
YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ
İNSAN TANRISI HIZIR - (3)
Derviş Yunus söyler sözün, yaş doludur iki gözün
Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun…!
Yunus EMRE
Hızırın yaşadığı ve varolduğu bölgeler için anadolu ve mezopotamya bir
köprü ise bu köprünün bütün bağlantı
ayaklarının olduğu her yerde varlığını
günümüze kadar sürdürmüştür.
Tek tanrılı kitabi dinlerin kaynağı olarak gösterilen gılgamış millattan önce
3 binli yıllarda yaşamış destanı ise
yine millattan önce 7. Yüzyılda asur
kralı asurbanipal tarafından derlettirilip yazılmıştır. Yazım dili ise akad
dılıdır. Burada yahudilerin en eski kavimlerinden biri olan akadlar olduğu
dikkate alınırsa gılgamış destanının
tevratta yer alması çok daha iyi anlaşılır. Buda bizi Yahudi kavminin bir bölümünün en eski kabile toplumlardan
olan akadlara kadar götürmektedir.
En azından anadolu ve mezopotamya
coğrafyasında bu şekildedir. Günümüz tek tanrılı dinlerin allah tanımlamasına uyan ve açıklayan en önemli
tanımlamalar gılgamış destanında bulunmaktadır.
Gılgamış destanının günümüz ulaşmış
anlatımları ve söylemleri ise Ölümsüzlük, ölümden kurtulma, ölümsüzlük
otu, lokman hekim, hızırda ise abu hayat suyu, hızır ilyas karada ve denizde
her şeyi bilen, gılgamış ise aynı şekilde
karada ve denizde herşeyi bilen gılgamışın insan tanrılığı tanrısal özellikler, tanrıya isyan ve cezalandırma, aşk
tanrıcaları ve cennet ile cehennem
olgusu, tufan olayı, tufan sonrası nisir dağında geminin karaya oturması,
ölümün yerine göre kurtuluş olması
ve öteki dünyanın insanı rahatlatması,
şahmat ve satranc oyununda sona eriş
ve bitiş, gılgamışın ölümsüzlük otunu
yılana kaptırması alevi inancında ise
yılanın can olarak olarak kabul edilmesi ve ölümsüzlüğün sembolünün bir
yerde yılan olması ile canların ölümsüzlüğü.
Gılgamışın, hace bektaştan önce elinde tuttuğu aslanlı kabartma resmi ise
bir başka ilginç noktadır. Her devrin
ve inanışın ve toplumun ölümsüzlüğü
ADNAN CANGÜDER
arayan ve bunun uğruna bedel ödeyen
kahramanları ve insanları vardır. Hızır ilyas, lokman hekim, herkül ve gılgamış.
Geminin zift ile kapatılması ve ziftin
yani petrolün daha o zamanlar kullanıldığı ve insanlığın kullanım alanına
girdiğinin göstergesidir.
Ve yine nevruz bayramının sümerler
döneminde kutlandığını bununda nevruz bayramının tek tanrılı dinlerden
çok daha önce mezopotamya halkları
arasındada kutlandığını gösterir. Günümüze kadar gelmiş bütün tek tanrılı
dinlerin kaynağını gılgamış destanı
olarak gösterebiliriz
Gılgamıs destanıda kadını cinsel bir
obje olarak görmüş, ikinci sınıf insana ve basite indirmiştir. Cinsel birleşme olayına dinsel ve inancsal olarak
allahın emri sözü ilk olarak gılgamış
destanında geçmiştir. Gılgamış destanı sonrasının devamındaki halk inanc
hikayelerinde anlatılır. Yazılı tarihi
bize sunan Sümerle Mezopotamya’dan
başlar, Anadolu’da Hitit, Hurri, Urartuyla devam eder, eski Mısır’dan Grek
uygarlığına, İran’dan eski Hint uygarlığına kadar uzanır, gider. Güneş, ay ve
yıldızların, su, fırtına, ateş, güzellik ve
dağların, vs. gibi daha yüzlercesinin
ve hatta binlercesinin tanrısı vardır.
Daha bundan üç bin yıl önce insanların ‘otuz beş bin’ tanrıya taptıkları
var sayılmaktadır. Ya ondan sonrası!
Zerdüştlük, Yehovacılık, Hıristiyanlık,
Müslümanlık ve bunların kabulü sürecindeki gelişmeler ve etkiler, yeniden
harmanlanma ve şekillenmelere neden
olmuştur. Paganizm cok tanrılıcılık
iken panteizm doğa tanrıcılığın insani
olarak var olması kendisini hızırda bulur hepsinden süzülmüş ve hepsinden
kendisini var ederek günümüze ulaşmıştır.Ehlibeytin yaşadığı zorluklar
anadoludaki alevilerin inancında hızır
ile bütünleştirilerek hızır ali şekline
bürünmüş ve islamın asimilesinden
bu şekilde korunma yöntemini uygulamışlardır.
Tarih boyunca farklı kültür ve dinleri
benimseyip taşıyıcılığını yapan , pek
çok kavimlerin gelip geçtiği Anadolu
toprakları üzerinde, İslamlaşma süreci
öncesinde yaygınlaşmış ve kökleşmiş
inançlar ve ritüeller tamamen yok olmamış, yeni hakim din olarak İslam
içerisine nüfuz ederek ona kendi renklerini katmışlardır. Özellikle İslam öncesi Anadolu’da yaygınlaşmış popüler
yahudilik, zerdüşt, hıristiyan ve inanç
motiflerinin İslam ile karşılaşmasının
oldukça özgün senkretizm örneklerini
doğurduğu görülmektedir.
Hızır inancı ve ölümsüzlük kökleri ilk
olarak mezopotamya ve anadoluda ortaya çıkmış kökleri gılgamış destanına kadar gitmektedir. Böylece hızırın
aslında insan inancında ilk tanrı ve
kutsal bir olgu olduğunu ortaya çıkarmaktadır.
Tek tanrılı dinler hızır inancınından ve
kutsallığından yararlanmış, kullanmış
ve değerlendirmişlerdir. Yalnız bunları yaparken asla kendi yeni dinlerinden
üstün görmemiş ve kutsiyetini hep bir
noktada tutarak önceliği kendi yeni
dinlerine tanımışlardır. Unutulmasinki her yeni din öncekinin devamı vede
yenileşmis halide olabildiği gibi bir
geri versiyonuda olabilmektedir. Bunun yanında anadolu ve mezopotamya
coğrafyasında insanın ortaya çıkışıyla
hızır inancı yerini almış ve günümüze
kızılbaş - sayfa 6 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kadar dersim ve hatay bölgesi dışında
eski değerini yitirmiş ama bunun yanında günümüze kadar tek tanrılı dinlerin içinde yaşayarak ve kendini var
ederek gelebilmiştir. Anadolu ve mezopotamya halkları yaşadığı müddetce
hızırda yaşayacak ve geleceğe taşınacaktır. Bunun aksi bir gelişmeyi ve değişimi tek tanrılı dinlerden beklemek
büyük bir saflık ve kandırmaca olur.
Hızır inancı tek tanrılı dinlerdeki bulunan kutsiyeti çok tanrılı ve kutsallığı çok olan inanclardaki konumu çok
daha fazla üst konumdadır Anadolu
ve mezopotamya coğrafyasında günümüz tek tanrılı dinlerin allahından
önce gelir ve coğrafi olarak anadolu
ile mezopotamya cografyasının dışındada geniş bir coğrafyada etkisi vardır.
Tek tanrılı dinler öncesi özellikle islam
dini öncesi güce ve topluluğa dayanak
yaparak kendi dininden pay çıkarma
ve tanıtma sonuçta anlatılar-dan ortaya çıkan olaylar hızırın islamdan çok
daha önce yahudilik ve hrıstiyanliktan bile önce anadolu ve mezopotamya coğrafyasında inanılan bir tanrı ve
yerine göre tanrılar üstü bir konumda
olduğunu göstermektedir. Tek tanrılı
dinler ve tek peygamberli kitabi dinlerden çok daha öncede hızır bayramları ve şükran günleride kutlanmış ve
halende kutlanmaktadır.
Bunların beraberinde insanlık tarih
sahnesine çıktığı andan itibaren elde
etmek isteyipte kavuşamadığı herşey
için hızır yada bir başka kutsiyete
ihtiyaç duymuştur. Bir bütün olarak
insanlık çok daha güzel ve uzun yaşamak için her türlü beklenti ve kendince
mücadelesini sürdürmüş ve devamında
ise hayati beklentilerini başka güçlerden yardım isteyerek gerçekleştirmek
istemistir.
B Yaralandığım kaynaklar ve kaynak
kişiler;
Alevilerin Sesi Dergisi, Hasan kılavuz,
Şahin Açıkoğlu, Sarkis Hatspanian,
Agos Gazetesi, Güney Dergisi, Cem
Erseven, Esat Korkmaz, Cahit Öztelli,
Abdülkadir Gölpınarlı, Bedri Noyan
Dedebaba, Pertev Nail Boratav, Ahmet
Yaşar Ocak, Kuranı Kerim (osmanı
musaf) Tevrat (kıtabı mukaddes) İncil,
Mehmet Bayrak Refiye Şenesen, Gılgamış Destanı, TC. Diyanet İşleri Başkanlığı, Hasan Sevin, Miskini, Kemter Derviş, Şah Hatayi, Teslim Abdal,
Yunus Emre, Harabi, Pir Sultan Abdal,
Dede Korkut Hikayeleri, Karacaoğlan,
Hace Bektaş Velayetnamesi, Orhan
Gökdemir, Fakir Edna, Şükrü Metin
Baba, Atheneris, www.anatoliancraft.
org, Hüseyin Türk, Türk Kültürü ve
Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi;
Yazamadıklarımdan ve unuttuklarımdan ise affımı sunar, özür diler, emekleri karşısında saygıyla eğilirim.
Bitirirken atalarımızın ve geçmişimizin kutsalı olan boz atlı hızır yoldaşımız olsun...!
2 Hızıra ait kısa deyişler, sözler ve örneklemeler.
Hızır gülbengine örnek
Bismişah Allah Allah
Hak-Muhammet-Ali aşkına; dertlerimize derman, hastalarımıza şifa,
borçlarımıza kolaylıklar versin diye
çağırdığımız Hızır için, Hızır orucu
tutmaya niyet ettim.
Ulu Dergâh kabul etsin.
Gerçeğe Hû! Eyvallah!
Bismişah Allah Allah
Hızırı çağıranlar aşkına tuttuğum
umut orucunu Ulu Dergâh kabul etsin.
Gerçek erenler demine Hû! Eyvallah!
Hızır, gülbengle çağrılır:
Bismişah Allah Allah
Tanrı’dan ruhsat alıp gebe kalan doğaya göz-kulak ya Hızır: Yetiş ya Hızır
bizi kurtar.
Gel artık darda olanlarımıza elini uzat.
Destur alıp cümle varlık doğurmak
üzere; onlara ebelik yap. Girdiğin evlere dert girmesin; bastığın yerlerde
güller açsın, ekinler yeşersin, bülbüller
ötsün. Dokunduğun canlar dertlerden,
uğursuzluklardan ve hastalıklardan
arınsın.
Gel artık bir türlü gerçekleştiremediğimiz isteklerimiz, dileklerimiz berekete
dönüşsün; özlemlerimiz kırılsın yeni
özlemler oluşsun.
Gel artık özlem denen atımıza bindirelim seni, düşlerimizde gezdirelim. Ali
ol, Hace Bektaş Veli ol; dondan dona
bürün, bize öğretmenlik yap.
Senin için oruç tutuyoruz gel artık:
Umudumuzu doğurtalım.
Dil bizden, nefes hizmet pirlerimizden
olsun. Gerçek erenler demine Hû!
Eyvallah!
Dersimden örnekler;
Sen Evlasın sen Hızırsın
Hem hazırsın hem nazırsın
Sen Evlasın sen Hızırsın
Bazen fakir bazen vezirsin
Bugün senin nurlu günündür
Halimiz sana ayandır.
Neredesiniz
Hey gidi ulu Hızır, Baba Düzgün
Bu ne hal, bu ne vaziyettir?
Hızır, Hızır, Düzgün, Düzgün
Neredeydiniz?
Hani Sizler Ulu kişilerdiniz?
Ayağınıza gelirdi niyazlarımız kurbanlarımız
Kızıl Elma lokmalarımız
Niçin düşman sırtınızda at oynattı?
Çocuklarımızın, kadınlarımızın kanını akıttı
Derler di ki; Hızır ve Düzgün
Dar günde yetişirler
Hani nerde kaldınız, niye gelmediniz?
Hızıra ait karışık örnek deyişler
Dua okundu hazıra
Boz-At ile düşmüş yola
Destur verildi Hızır`a
Kara gözlüm cark ederek
Kırkların cemine beraber gelen
Server Muhammed'in bacını alan
Sancağı çekip zülfikar çalan
Yetiş Hızır nebi sen imdat eyle
Senin velayetin hürmetine de ey Ali ey
İlya
Ey Hasan ve Hüseyin'in babası ey eba
Turab
Müşkillerimi çöz ey veliler velisi
Ey harikuladelikler mazharı, ey Murtaza, ey Ali
Bin bir adı vardır bir adı Hızır
Her nerde çağırsam orada hazır
Ali padişahtır Muhammed vezir
Bu fermanı yazan Ali değil mi
Hızır Ali sultan ya senden medet
Kara donlu sultan vallahi ahad
Cedd-i paki sülale-i Muhammed
Pirim Hacı bektaş değil mi
Hızır İlyas ile içti hayatı
Yezid'e zulfikar zehirden katı
Yine pirden ola er kerameti
Bir ismi Muhammed bir ismi Ali.
Ali söyler Hızır yazar ayeti
Elinde Zülfikar zehirden katı
Aşikare Alinin kerameti
Birisi Muhammed birisi Ali
Zulmet deryasını nur edip gelen
Hızır İlyas Şah-ı Merdan Ali'dir
Garibin mazlumun halini bilen
Hızır İlyaz Şah-ı Merdan Ali'dir
kızılbaş - sayfa 7 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
BOZATLI HIZIR
Elaman Mürvet huzura geldik
Yardım eyle bize bozatlı Hızır
Yüz sürüp yerlere yardım diledik
Yetiş yardım eyle bozatlı Hızır
Toplanmış canlar dua ediyor
Hızır gelir diye herkes bekliyor
Çağıran kişiye yardım ediyor
Yetiş yardım eyle bozatlı Hızır
Mümin olan yüzün hep Hakka döner
İrfan meydanında kaynayıp pişer
Diz çökmüş önünde affını diler
Yetiş yardım eyle bozatlı Hızır
Seni seven canlar elini açmış
Hızır günü diye duaya durmuş
Nebilik velilik tek sana gelmiş
Yetiş yardım eyle bozatlı Hızır
Mümin ikrarına sadık olunca
Kusurunu ele alıp gelince
Ağlayıp sızlayıp af dileyince
Yetiş yardım eyle bozatlı Hızır
Hızır sıfat veli gerek
Hayati sözünün manisin verdi
Yar ile ettiği ahdinde durdu
Mihman Hızır’dır
Misafir aşk kapusunun dilidir
Hızır’ı sev kim sahibinin gülüdür
Tanrı misafiri pirim Ali’dir
Mihmanlar siz bize sefa geldiniz
Hizmet eyle sen ki daima gele
Yavan yaşık bizim yüzümüze güle
Büyük küçük onu hep Hızır bile
Mihmanlar siz bize sefa geldiniz
Kim kaildir mahşere kalan davaya
Şah Hasan’a ağu vedi Muaviye
İ. Hüseyin mürrüvvet eyle canıma
Yetiş Hızır Nebî sen imdad eyle
Misafir gelir ki kısmeti bile
Misafir Hızır’dır özrünü dile
Hatayi’m uğruyu tut ver gele ele
Mihmanlar siz bize sefa geldiniz
Musa Kazım ile salayı veren
İmam Rıza ile mescide giren
Takî ile Nakî canıma gelen
Yetiş Hızır Nebî sen imdad eyle
Men Hızır’ın Guluyam
Askeri’nin askerine katılan
Kul olup Belh Buhara’da satılan
Çöl Kufe şehrinde nara atılan
Yetiş Hızır Nebî sen imdad eyle
Miskini
Ayağının nalıyam
Başının torbasıyam
Hızır’a Hızır deyerler
Hızıra çırağ koyarlar
Mecmau’l – Bahreyn’e vardığım zaman
Hızır’ı Buldum candan gulam oldum
Ledün ilmin bana eyledi ihsan
Sırr-ı sırru’llah’ın tamamı
Cebrail Musa’ya Hızır’a var dedi
Mürşid-i Kâmile varmadan olamaz
Teslim Abdal
Bülbüller gülşende efgana durdu
Hüseyin Hakk’ içün serini verdi
Doldurdu doldurdu bir dolu verdi
Ol Hızır’ın yeşil eli sabakan
Şah Hatayi
Azattır fenadan geçen
Ab-ı Hayat’tan içen
Zulmetin kapısun açan
Nebî Hızır
Yalvarması boynumuza farzoldu
Edeb erkân mü’minler arzoldu
Mü’minin secdesi Hak niyaz oldu
Yetiş Hızır Nebî sen imdad eyle
Hızır Hızır hız getir
Var dereden od getir
Men Hızır’ın neyiyem
Birce bele dayıyam
Harabi
Şükrü Metin baba bu demden içer
Sâk-i kevser’le Sırât’ı geçer
Hızır’ı ademde arayıp seçer
Hızır-İlyas Şâh-ı Merdan Ali’dir
Bir eve kahrola misafir gelmez
Çalınsa çırpınsa ektiği bitmez
Çağırsa bağırsa bir yere yetmez
Mihmanlar siz bize sefa geldiniz
Kemter derviş diler özüne himmet
Mahrum etme beni eyle mürüvet
Evliya embiyanın yüzü suyu hürmeti
Yetiş yardım eyle bozatlı Hızır
Alçaklı yüksekli gaip erenler
Alıver gönlümü zalim elinden
Hızır Nebî isen gerçek er isen
Alıver gönlümü zalim elinden
Hızır ile içen Ab-ı Hayat’ı
Hızır-İlyas Şâh-ı Merdan Ali’dir
Hızır Nebî Hızır-İlyas
Bitdi çiçek oldu yaz
Men Hızır’ın guluyam
Boz atının çuluyam
Şükrü Metin Baba
Zulmet deryasını nur edip gelen
Hızır-İlyas Şâh-ı Merdan Ali’dir
Gariban mazlumun halini bilen
Hızır-İlyas Şâh-ı Merdan Ali’dir
Bir anda cevelan eder cihanı
Kalbi saf olanın dest ü damanı
Bir ismi Behrûz’dur lisanı Süryani
Hızır-İlyas Şâh-ı Merdan Ali’dir
Merdi meydan eylemektir iyi er
Gafil olma kardeş çerağın söner
Her gördüğün Hızır bilmektir hüner
Hızır-İlyas Şâh-ı Merdan Ali’dir
Ehl-i iman eyler ikrar sebatı
Kendinde seyr eder sıfatı zatı
Kırklar’ın cemine beraber gelen
Servet Muhammed’in bacını alan
Sancağını çekip Zülfikâr çalan
Yetiş Hızır Nebî sen imdad eyle
Fakir Ednâ’m der ki bu sırra eren
Üstadım Hatayi darına duran
Tamuda yanar mı nurunu gören
Yetiş Hızır Nebî sen imdad eyle
Yetiş Ya Hızır
Hızır sen dert ve gamların melhemisin
Denizlerin deryaların
Keleklerin gemilerin
Göllerin ırmakların
Köprü ve çetin geçitlerin başısın, kılavuzusun
Hızır beklenmedik anın misafiridir
Dumanlı-tufanlı günün kavuşanıdır
Hızır çığırını/izini kapatma tez yetiş,
sakın geç kalma
Geldi Geçti Ömrüm Benim
Geldi geçti ömrüm benim şol yel esip
geçmiş gibi
Hele bana şöyle geldi şol göz yumup
açmış gibi
İşbu söze Hak tanıktır bu can gövdeye
konuktur
kızılbaş - sayfa 8 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bir gün ola çıka gide kafesten kuş uçmuş gibi
Miskin âdem oğlanını benzetmişler
ekinciye
Kimi biter kimi yiter yere tohum saçmış gibi
Bu dünyada bir nesneye yanar içim
göynür özüm
Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş
gibi
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin ise
Yarın anda karşı gele Hak şarabın içmiş gibi
Hızır
Bir miskini gördün ise bir eskice virdün ise
Yarın anda sana gele Hak libâsın biçmiş gibi
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Yunus Emre bu dünyada iki kişi kalur
derler
Meğer Hızır İlyas ola abı hayat içmiş
gibi
……………….
Deryalar üstünde Bozatlı Hızır
Benli Boz’a binmiş o da geliyor
…………………
Kul daralmayınca
sıkışmayınca Hızır yetişmez
3 Tarihte hızıra ait terimler, isimler,
mekanlar ve ünvanlar
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Veli
İlya
Cebrail
Melek
Nur
Hakkın yansıması
Ögretmen egitmen
Hz ali şahı merdan
Hakkın cismi, maddi
görünüşü
Hızır makamı aşa
ma, merhale
Hızır günleri
Kültü
İnancı
Al hızır, yeşillik
El hadır yeşil-Arapca
Al hıdır yeşil dal
Khezr-İrani-Farsca
El ahdar yeşil
Eliyas-Grekce
Elijah-İbranice
Hızır
Hızır
hali
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Eli
İliya süryanice
Andreas
İdris
Hermes
Hıdırelles (İlyas-id
ris)
Tammuz-Dumuzi
Adonis
İanna
İştar
Zekarya (adı filiz
olan adam)
Hasisatra (Gılgamış
destanı, Akadca ve
daha sonra Sümerce)
glaukos (yeşil isken
der efsanesinde)
Aya yorgi
Saint georges
Circis
Curas
Cercis
Georgevert (yeşil
yorgi)
Ali nin Hakk olma
Hakk
Hıdır (hıdır abdal)
Mar coras
Hacım sultan- Balım
sultan
Şah ismail
Muhammed ve Ali
nin Hızır olma
durumu
Hızr
Hızır gibi yetişmek
Hızır lokması
Hızır cemi
Hızır kurbani
Hızır eli
Hızır ugraması, hızır
ile karşılaşma
Hızır türbesi evliya
mekanı
Hızır bereketi
Hızır suyu abu hayat
ölümsüzlük suyu
Hızır orucu
Hızır ocağı
Hızır dağı
Hızır gölü
Hızır çeşmesi
Hızır yolu
Hızır ağacı
Hızır bayramı
Eren, ermiş,derviş
Pir, mürşit
Ulu evliya
Hızır nebi
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hizir
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hızır
Hoxe hızır (hızır
günü)
Emanetci hızır
Hızır kökünü kazıya
beddua
Bizim dilimiz hızır
dilidir inancsal terim
Hızır misafiri
Hızır köprüsü
Bozatlı hızır
Hozat hızırı
Hızır geçidi
Kırmızı köprü hızırı
Ölümsüz hızır
Rüz-i hızır
Naze hiziri hızır ni
yazi
Roze hiziri hızır oru
cu
Hızırvohızır aşkına
yemin etmek
Hıdır nebi, hıdır nebi
bayramı hızır orucu
sonucu tutulan 3 gün
lük oructan sonra
kutlanan bayram
Hıdırellez hızır ile il
yasın adlarının ortak
çağrısımı
Hızır bali, balım sul
tan bektaşi piri
Hızır postu
Behrüz
Tepreş kırım türkle
rinde
Ederlez, edirlez, hı
dırles-Makedonya
Hızıra khal, khalo
şipe
Raa hızırı hızır yolu
Bimbarake hızır mü
barek hızır
İran: Şirvan bölgesinde Bacervan şehri
yakınlarında Hızır evi bulunmaktadır.
Suriye: Şam’da Ümeyye Camisi’nde
Hızır makamı vardır.
Lübnan:Cebel eteklerinde Hz. Hızır
Aleyhisselâm makamı olduğu biliniyor.
Kudüs: Mescit’i Aksâ’da bir Hızır kapısı vardır. Ayrıca Evliya Çelebi Kudüs
yakınlarında Hızır-İlyas makamı olduğunu yazar. Ona göre, İlyas Peygamber
burada bir kaya üzerinde ibadet etmiş
olup başlarının ve dizlerinin izi çıkmıştır. Evliya Çelebi Ayrıca Çelik üzerinde Mührü İlyas adı ile bir mühürde
bulunduğunu yazmaktadır.
Fas: Fes şehrinde sidi Harazem’de Hızriyye tarikatı bulunmaktadır. Burada
kızılbaş - sayfa 9 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
da Hızır makamı vardır.
Cezayir: Hz. Musa ile birlikteliği yıkılmak üzereyken düzelttiği duvarın
telemsen’de olduğu anlatılmaktadır.
Irak: Bağdat’ta Hızır makamı vardır.
Türkmenistan: Semerkand’da Hızır
makamı vardır.
Mısır: İskenderiye kalesinin sahil kapısının adı Hızır kapısıdır.
Azerbaycan: Şirvanlılar Hızır’ı Zinde
adında ki bir türbeyi bugün de ziyaret
etmektedirler.Söylenceye göre Hızır
bu türbede yatmaktadır.
Öte yandan Türkiye’de Edirne, Kütahya, Sivas, Afyonkarahisar, Afyon,
Merzifon, Samsun, Çorum, Denizli,
Erzincan, İzmir Foça, Amasya, Hatay
ve Tunceli’de Hızır’a ait mekânlar bulunmaktadır.
Adını Bingöl’den alan Bingöl şehrinde
ki bir gölün Hızır’a ait olduğu biliniyor.
İstanbul’da başta Ayasofya camisi olmak üzere bir çok camide Hızır makamı vardır.
Asi nehrinin Kızıldağ, Musadağı ve
Harbiye’den dökülen kolları arasında
kubbeli, kapılı ziyaret yerleri bulunmaktadır.
Adıyaman’da Karadağ eteklerindeki
Nakıplar Havuzu, Afyonkarahisar’da
Hıdırlık, Beşparmak-altı, Taşpınar,
Çorum’da Hıdırlık, Amasya’da Pirler Parkı, Priştine çevresinde Karabaş
Baba türbesi, Kuruşaya, Prizren bağlarındaki Toçilla çeşmesi, Dobruca’da
Murfatlar, Azaplar Ovası, Tatlıcak
Köprüsü, Acemler Bayırı Hıdrellez törenlerinin yapıldığı mahallerdir.
DERSIM`de (Tunceli)
Gola Xızıri
(Bağır Gölü)
Gola Xızıri
(Buyer Gölü)
Yoğır Gol
(Ağır Göl)
Khalo Sıpe Hêniyê Khalê Sıpi Kemerê Xızıri
Lınga Xızıri
Nisangê Xızıri
(devamı gelecek sayıda)
Gola Bağıre
Gola Buyere
Golê Xızıri
Beyaz İhti
yar
Beyaz İhti
yar Çeşmesi
Hızır Kayası
Hızır Ayağı
Hızır Nişan
gahı
Tunceli'de 'Alpdoğan sokağı'nın adı değiştirildi
Tunceli'de 1938 olaylarının etkin isimlerinden Korgeneral Abdullah Alpdoğan'ın adı bir sokaktan kaldırıldı.
Koegeneral Alpdoğan Tunceli'de teftişte
TUNCELİ- Tunceli 'nin Hozat ilçesi Belediye Başkanı Cevdet Konak, ilçe merkezindeki Alpdoğan sokağının adının Özgürlük sokağı olarak değiştirildiğini
bildirdi.
Konak, AA muhabirine yaptığı açıklamada, Alpdoğan adının 1947 yılında sokağa verildiğini belirterek, vatandaşlardan gelen istek üzerine, belediye meclisinin de kararıyla bu adın değiştirildiğini söyledi.
Belediye Başkanı Cevdet Konak, “Korgeneral Abdullah Alpdoğan, 1937-38
Dersim olayları sırasında binlerce insanın ölüm emrini verdiği için belediye
meclisimizin aldığı kararla sokaktan adını kaldırarak buraya 'Özgürlük' adını verdik. Bu karar Kaymakamlık tarafından da onaylanınca caddemizin adı
değişti. Ayrıca yine ilçemiz merkezindeki bir mahallenin adı olan 'Hamidiye'
ismini de ocak ayı içerisinde belediye meclisimizde görüşerek değiştireceğiz”
dedi. (aa)
kızılbaş - sayfa 10 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Alevilik doğru yolun (islam) sapık kolu mu?
Selçuklu, Osmanlı ataları Alevileri,
“Rafızî, mülhit, dinsiz ve kâfir” diye
niteleyerek kovuşturan, akıllara durgunluk veren katliamların altına imza
atanların torunlarına son yıllarda bir
şeyler oldu.
Bugün övgüyle bahsettikleri Zembilli Ali Efendi, Görezli Hamza ve Ebu
Suud Efendi benzeri şeyhülislamlar,
“Canları, malları ve ırzları helal”, “Bir
Kızılbaş öldüren Müslüman cennete
gider. Bunlarla savaşırken ölen Müslümanlar şehit, yaralananlarsa gazi olur”
gibisinden sayısız fetvayla Alevilere
karşı padişah emriyle ölüm fermanları
hazırlıyorlardı. Bu politikanın sonucu
olarak Aleviler Osmanlı döneminin
hemen tamamında tarifsiz acılar çektiler, çok sayıda katliama ve sürekli bir
asimilasyona maruz kaldılar. 1500”lü
yıllardan itibaren de fiili karşılık verme güçlerinin azaldığını görünce geriye çekildiler. Kendilerini ıssız dağ
başlarına, kuş uçmaz-kervan geçmez
bölgelere atarak içlerine kapandılar. İçlerinde kendi inanç ve ibadetlerini tavizsiz bir biçimde sürdürürken, dışarıya karşı “Biz İslam”ın özüyüz. Hakiki
Müslüman biziz” tarzında takiyyelere
sığınarak hayatta kalma mücadelesi
verdiler.
Aleviler bu şekilde içeriye başka, dışarıya başka bir hayatta kalma stratejisi
izleyerek günümüze kadar gelebilmeyi
ve inançlarını yaşatmayı başardılar. Ne
var ki, dün kırsalda kapalı bir cemaat
yapısı içinde bir işlerliğe sahip olan bu
strateji, Alevilerin 1950”lilerden itibaren kentlere göçmesiyle birlikte çökmeye ve eski önemini yitirmeye başladı. Açıkçası dün “İslam”ın özüyüz”
demekle kendini dışa karşı koruyabilen
ve inancını yine de sürdürebilen Aleviler için bu önerme, kentlere göçle beraber işlevini yitirdiği gibi, bir de Alevi
düşmanlarının ve devletin etkili bir
silahına dönüşerek geri Alevilere doğrultuldu. Çünkü dün kendi topluluğu
dışına çıktığında “Ben Müslüman”ım,
hatta onun özüyüm” diyerek paçayı
kurtarabilen ve kendi köyüne döndüğünde Müslüman olmanın gereklerini
yerine getirmek gibi bir zorlamayla
karşılaşmayan bir Alevi için kentlere
yerleşimle birlikte büyük zorluklar baş
gösterdi.
Yahya”sından, Fethullahçılara Sünni İslam”ın irili ufaklı cemaatleri ve
kurumlarının hemen tamamı yanında, başta AKP Hükümeti ile devletin
tüm organları ağız birliği etmişçesine, “Aleviler de Müslüman. Alevilik
İslam”dır. Biz yüzyıllardır barış içinde
yaşadık. Aramızda ayrı gayrı yok” tezini hararetle savunmaya başladılar.
Soruyorum, eskiye göre ne değişti de
Alevileri Müslüman saymaya başladınız?
H ü s e y i n D E M İ R TA Ş
Artık söylem düzeyinde Müslümanlık yetmemeye başlamıştı. Diyanet,
Kur”an kursları, imam-hatipler ve
ilahiyat fakülteleri gibi çok güçlü mekanizmalarla ya da devasa ekonomik
güçle Aleviler üzerinde çok büyük bir
devlet ve toplum baskısı oluşturuldu.
Aleviler söylemden eyleme geçmeye
davet edilerek, sadece dilde değil pratikte de İslam”ın en belirgin şartları
olan namaz, Ramazan orucu ve hac
benzeri ibadetleri yerine getirmeye ya
teşvik edildi veya zorlandı. Bu nedenle
talep olmamasına rağmen Alevi köylerine cami inşa etme politikası hayata
geçirildi. 1980 sonrası başlayan okullardaki zorunlu din dersleri uygulamasıyla yeni yetişen Alevi neslin beyinleri de adeta iğfal edilerek, onları Alevi
kimliğine yabancılaştırma ve eritme
devletin temel politikası haline sokuldu. Geçen yıllar içinde bu yolla Aleviler arasında kafa karışıklığı, kimliğine
yabancılaşma ve çoğunluğa benzeme
isteği yaratıldı.
GERÇEKTEN AYRI GAYRI YOK
MU?
İşte daha önce atalarının hayatta
kalma amacıyla söylediği “Biz de
Müslüman”ız” sözüne bu yeni nesil
Aleviler sanki gerçekmiş gibi sarılmaya başladılar. Diğer yandaysa “Bunlar Müslüman değil” diyerek önceleri
Alevileri katleden zihniyetin torunları
ya da bu anlayışın günümüzdeki sürdürücüleri, bu sözün Alevileri Sünni
İslam”a döndürmede hakikaten çok
işe yarar olduğunu keşfetti. O nedenle
Diyanet”inden Süleymancılara, Harun
Herkesin malumu hükümet 7 seri süren
bir Alevi Çalıştayı düzenledi. Bu yolla
yapılan Alevi Açılımı”nın sadece hükümetin değil aynı zamanda devletin
ortak politikası olduğu ilan edilirken,
çalıştaylar boyunca Aleviliği İslam
içinde tanımlama isteği ısrarla öne çıkarıldı. Hatta tüm çalıştay süreci bu
yönde zorlanırken, hükümetin/devletin
Aleviler içindeki “Alevilik İslam”dır”
diyen müttefiki Cem Vakfı Genel Başkanı Prof. Dr. İzzettin Doğan da, sık
sık bu teze karşı çıkan Alevi örgütleri
ve yöneticilerini suçlayan sözler sarf
etti. Üstelik Prof. Doğan ucube bir
kavram olan, aynı devekuşu gibi ne
kuş ne de deve olabilen “Alevi İslam”
deyimini icat etti ve bunu vakfının ana
politikası olarak benimsedi.
Aslında Cem Vakfı çevresinin kullanıma soktuğu “Alevi-İslam” kavramının
öyle tarihsel bir temeli yok ve Alevilerin hayatlarında bir karşılığı bulunmuyor. Aleviler kendilerini geçmişlerinde
hiçbir zaman böyle tanımlamadı. Bu
kavram olsa olsa, Aleviliği egemenlerin istediği tarz yeniden inşaya ve arzu
edilen şekle sokma siyasetine işaret
ediyor.
Gerçi Cem Vakfı”nın bu “Alevi-İslam”
tanımına Sünni kesim bıyık altından
gülüyor. Çünkü bir milyar 200 milyonluk Sünni dünyasının otoriteleri
dururken, daha önce İslam dışı sayılan
Aleviliğe, nüfusları Türkiye dışındakiler dâhil en fazla 30–40 milyon ancak
tutan Alevilerden bazılarının İslam”da
kendilerine yer açma çabalarını hiç
ciddiye almıyorlar.
Ancak asıl vahamet ve çarpık bakış
yukarıda bileşenleri saydığımız Sünni
kızılbaş - sayfa 11 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
cephede yaşanıyor. Bunlar şimdi Alevi
Çalıştayı arkasından yayınlanan raporda, Aleviliği şöyle tanımlıyor: „Aleviliğin İslam üst başlığı altında “HakMuhammed-Ali” kavramları etrafında
oluşan bir inanç ve erkân yolu olduğu
konusunda tam bir uzlaşma sağlanmıştır.”
Kaldı ki, Aleviliği bu yönde bir ele alış
www.odatv.com sitesinde yazan Lena
Umay”ın çarpıcı tespitiyle, „Alevi çalıştaylarının ortaya çıkardığı tartışmalı
sonuçlar; bütün tarihleri boyunca, Sünni İslam”la bağdaşmamayı başarmış
bir dizi heterodoks inanış, fırka (secte)
ve cemaati İslam içinde eritmeye-tek
tipleştirmeye yönelik kaygının ifadeleri“ olabilir ancak.
ALEVİLER “HÜKMEN
MAN” İLAN EDİLİYOR
MÜSLÜ-
Çünkü bu cephede Alevilere ve Aleviliğe bakış konusunda maalesef düne göre
değişen hiçbir şey yok. Değişen sadece
taktik ve stratejiler. Şöyle ki; bunların
Osmanlı ataları, „Aleviler Müslüman
değil“ deyip Alevileri ve Aleviliği fiilen ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı. Kendilerine Osmanlı”nın torunlarıyız diyen bugünküler ise „Aleviler
Müslüman”dır“ cümlesini dillerine pelesenk ederek, bu defa dedelerinin dün
kökünü kazıyamadığı Alevileri futbol
tabiriyle söylersek, „hükmen Müslüman“ ederek İslam içinde yok etme ve
eritme politikası güdüyorlar. Nasıl ki
futbolda karşılaşan iki takımdan birinin kurallara uymaması sonucu biri
„hükmen mağlup“ diğeri de „hükmen
galip“ ilan edilince, maçın tamamının
oynanıp oynanmamış olmasının hiçbir
önemi kalmıyorsa, Alevilerin de devlet
tarafından „hükmen Müslüman“ sayılması aynı kapıya çıkıyor. Böylelikle
Aleviler, İslam”ı nasıl algıladıklarına,
yaşadıklarına ve kurallarına uyup uymadıklarına bakılmaksızın „hükmen
Müslüman“ kabul ediliyor ve yukarıdan dayatılan bu karara itiraz etmeden
rıza göstermeleri bekleniyor.
Kendi bakış açılarınca haklılar da, zira
günümüzde İslam denilince anlaşılan
ve ilk akla gelen şeyler belli. Şu anda
hem İslam olsun olmasın tüm dünyada
hem de ülkemizde İslam-Müslümanlık denilince, akıllara derhal Sünni
İslam (Hanefilik, Şafiilik, Malikilik
ve Hanbelîlik) ve Şia İslam (12 İmam
Şiası -İmamiye Şiası-, Caferilik, Zeydilik, Dürzîlik, Nusayrilik ve kısmen
7 İmamcı İsmaililik) geliyor. Anılan
mezheplerin de itikat, ibadet ve muamelatları açıkça ortada ve inanırları
bunları her gün hayatlarında pratiğe
geçiriyorlar. Bu İslam anlayışlarının
ibadet yerleri camide ortaklaştığı gibi,
İslam”ın beş, İman”ın da altı şartında
da üç aşağı beş yukarı anlaşıyorlar.
Öte yandan İslam”ın söz konusu ortodoks mezheplerinin kuralları günümüzden yaklaşık olarak 1200 yıl önce
oluşmuş ve bu yapı halen olduğu gibi
korunuyor ve uygulanıyor. Demek istediğimiz, gerek Sünni gerekse Şii
İslam”ın yapısı ve kuralları açıkça ortada ve bunlarda herhangi bir değiş(tir)
me, reform henüz daha gerçekleşmemiş durumda. Yani günümüzde inanılan ve yaşanan Sünnilik ve Şiilik ile
Selçuklu, Osmanlı ve İran”daki Safeviler dönemindekiyle hemen hemen
hiçbir farklılık göremezsiniz.
İşte bugün Alevilere dönüp „Siz Müslümansınız“ diyenler, İslam”ın bu değişmeyen statik yapısına ve kurallarının netliğine güveniyorlar. Demek
istiyorlar ki, „Sizi Müslüman ilan ettik.
İslam”ın ve İmanın Şartları da açıkça
kitaplarımızda yazılı. Gelin bunlara
kuzu kuzu uyun!“
ALEVİLİK İLE MEVCUT İSLAM
ARASINDAKİ
FARKLILIKLAR
ÇOK BÜYÜK
Buna karşılık Alevilerse ne tarihlerinde ne de bugün Sünni ve Şii İslam
mezheplerince tarif edilen İslam”ın
ve İmanın Şartlarına ne inanmışlar
ne de bunları günlük yaşamlarında
uygulamaya geçirmişler. Örneğin iki
ana mezhebin ikisi de „Müslüman
olan namaz kılar, oruç tutar“ demişler; Aleviler oralı bile olmamış. Hac
için Mekke”yi göstermişler; Aleviler
yine „Benim Kâbe”m insandır“ deyip
o yöne yüzlerini bile dönmemiş ve farz
kılınan bu vazifeyi yerine getirmemişler. Şii ve Sünni mezheplerin mensupları ibadetlerini camide yaparken,
Aleviler dün çoğunlukla kırsaldayken
kimin evi temiz ve büyükçe ise orayı
ibadethane haline getirmişler. Kente
göçle birlikte de sabit mekânlar olan
cemevlerini inşa etmiş bulunmaktadırlar. Şimdi kendilerine cami yolunu
gösterenlere, „Kabul edin veya etme-
yin. Bizim ibadet yerimiz burası, cami
değil“ cevabını veriyorlar. Bu hususta
ısrar cemevleri resmen ibadethane statüsüne kavuşturuluncaya kadar devam
edeceğe benziyor…
Açıkça belli ki, bugün Türkiye Devleti, AKP Hükümeti, çoğunluk Sünni
toplumun gerek kişi gerekse kurum bazındaki temsilcileri henüz İslam içinde
Alevilere ve Aleviliğe bir yer hazırlamadan, Alevileri „peşinen ve hükmen
Müslüman“ ilan ediyorlar. Oysa cari
İslam anlayışları içinde halen Aleviliğe ve Alevilere uygun bir yer açılmış
değil. Başka bir ifadeyle, mevcut İslam mezhepleri bir kere halen namaz
kılmayan, oruç tutmayan ve hacca gitmeyen ve ötesi bu farzları yerine getirmenin gereğine bile inanmayan bir
kişiyi Müslüman olarak kabul etmiyorlar. Camiyi tek ibadethane olarak
görüyorlar. Bu İslam”ın değiştirilemez
temel nâslarından en önemlisi olarak
değerlendiriliyor. Alevilerse bu tekçi
ve İslam”da çoğulculuğu dışlayıcı hükmü kesinlikle kabule yanaşmıyorlar.
Öyleyse ne olacak şimdi? Bakmayın
siz yukarıda zikrettiğimiz Sünni aktörlerin kamuoyu önünde „Aleviler
Müslüman”dır“ dediklerine. Onlar,
kapalı kapılar arkasında ve kendi aralarında hala „Aleviler kâfirdir“, “Bir
Alevi”nin Müslüman olabilmesi için
önce Hıristiyanlığa geçmesi lazım”,
„Alevi”nin kestiği yenmez“, „Oğlanları ve kızlarıyla evlenilmez“ şeklindeki
tarihi önyargılarını tekrarlamaya devam ediyorlar. Nitekim ne Sünni ne de
Şii İslam mezhepleri içinde Alevilere
bu türden ithamları yapmayı yasaklayan bir hüküm de henüz oluşturulmamış. O nedenle aslında bu tutumlarıyla
mezheplerine uygun hareket ediyorlar
demekte bir sakınca yoktur.
ALEVİLİĞİ TANIMLAMADA İKİ
SEÇENEK VAR
Oysa bu hususlarda çok geç kalınmış
durumda. Özellikle Sünniler ve kısmen de Şiiler eğer Alevilerle bir arada
ve barış içinde yaşamak istiyorlarsa,
önlerinde iki seçenek var. Nasıl olsa
devlette her türlü imkânlarıyla arkalarında duruyor.
O halde tüm ulema ve devletin-hükümetin ilgili kurum mensupları toplanarak, „Alevilik, İslam coğrafyası
kızılbaş - sayfa 12 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ve tarihi içinde oluşmuş kendine has
inanç-itikat, ibadet ve muamelatı olan
muhalif-heteredoks bir İslam mezhebidir. Cemevleri de ibadethanedir.
Cemevi cami ile eş ve eşit statüdedir.
Bizler Alevileri mevcut inanç ve ibadet yapısıyla İslam”ın bir parçası olarak kabul ve ‚resmen” tüm dünyaya
ilan ediyoruz. Aleviler, Sünni veya Şii
İslam”ın gereklerini yerine getirmeden
de kendilerini rahatlıkla İslam içinde
ifade edebilirler. Bunun önünde dinen
bir engel yoktur. Onları oldukları gibi,
bizlere benzemek zorunda kalmadan
ve kendilerini değiştirmeden Müslüman kabul ettik“ kararı alacaklar...
Yahutta çıkıp açıkça, “Kimse kusura
bakmasın. Alevileri biz mevcut yapılarıyla İslam”ın içinde kabul edemeyiz.
Buna İslam”ın 1400 yıllık tarihi mirası, birikimi ve kuralları yüzyıllardır
sabit mezhepleri izin vermez. Bizim
bu durumu değiştirmeye de zaten gücümüz yetmez. Günümüzdeki yaşam
biçimleri, inançları, ibadethane anlayışları ile Alevileri kesinlikle İslam”ın
içinde görmemiz mümkün değil. Aleviler, Müslüman”ım diyorsa, İslam”ın
ve İmanın Şartları gayet açıktır. Bunlara uyarlarsa Müslüman”dırlar, değilse Alevileri ve Aleviliği İslam dairesi
içine değerlendiremeyiz” benzeri ifadeleri içeren bir manifesto yayınlamak
zorundadırlar.
Hâlbuki ilgili aktörlerin önlerindeki
seçenekler bu kadar netken, şimdiye kadar Alevilere ve Aleviliğe dair
tutumları çok muğlâk, kaygan ve bir
çerçeveden yoksun. Aleviliğe bir türlü İslam içinde makul bir yer açamıyorlar. Ne “din”dir, “mezhep”tir ne
de “tarikat”tır demeye dilleri varıyor.
Aleviliğe en fazla biçe biçe biçtikleri
rol ve tanım ne idüğü belirsiz, “İslam
içinde oluşmuş tasavvufi bir meşrep!”
Ya da Alevi Çalıştayı raporunda yer aldığı üzere, Alevilik kendi şahsına özel
farklı bir inanış/felsefe/öğreti veya
din olarak tanımlanmıyor ve bir mezhep olarakta adlandırılmıyor. Aksine
“Hak-Muhammed-Ali kavramları etrafında oluşan bir inanç ve erkân yolu”
şeklinde her yöne çekilebilecek temelsiz bir ifade kullanılıyor.
Diyanet İşleri Başkanlığı eski Başmüfettişi Abdülkadir Sezgin gibi resmi
ağızlardan daha da ileri gidenler ise,
Aleviliği Sünniliğin bir “alt-kol”u olarak görüyor.
ALEVİLİK DOĞRU YOLUN (İSLAM) SAPIK KOLU MU?
Oysa 1979 İran İslam devrimine gelinceye kadar ülkemizdeki Sünni kesim
Aleviliği Gulat-ı Şia (Aşırı, Sapkın Şii)
başlığı altında Şii İslam içinde sayıyordu ve Necip Fazıl”da Aleviliği ve benzeri muhalif-batıni akımları anlatan
“Doğru Yolun Sapık Kolları” adında
bir kitap kaleme almıştı. Sonraları Humeyni rejimi Alevileri Şiileştirecek ve
biz artık Sünnileştiremeyeceğiz korkusuyla kendi içinde zaten problemli
bu tanım da rafa kaldırıldı.
Sahiden nedir Allah aşkına bu meşrep,
anlayış, kol ve erkân gibi belirsiz ve
dünya ilahiyat literatüründe yeri olmayan kavramların anlamı?
Tabii ki teoride olmasa da pratikte çok
kullanışlı tarafları var tüm bu yeni
yetme kavramların… Kelime oyunlarının hedefi gayet açık; eşyaya adıyla
hitap etmeyerek, topu taca atma ve
oyalama! Böyle laf salatalarıyla ve
demagojilerle zaman kazanıp, 1923”te
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda
genel nüfusa oranları yüzde 40”larda
gezinen Alevileri yüzde 20”lere indirmeyi başardılar. Şimdi hükmen “Siz
Müslümansınız” benzeri tatlı sözlerle
aslında bilinen ama kendilerince yeni
bir taktikle bu rakamı daha da aşağıya
çekmeye ve gerekirse sıfırlamaya çalışıyorlar. Kısaca Alevileri Sünni İslam
içinde eritip, yok etmeyi hedefliyorlar.
Son yıllarda devlet ve hükümetin Aleviliğe yoğun bir şekilde el atması, çalıştaylar düzenlemesi ve açılımlar yapması nihayetinde hep bu amaca hizmet
ediyor. Zira ifade ettiğimiz üzere,
Aleviliğe, kendi gerçeğini yansıtıcı ve
Alevilerin Aleviliği algılayış biçimini
özne ve merkez olarak kabul eden bir
tanımlama yapamıyorlar. Bundan ısrarla kaçınıyorlar.
Lakin Türkiye”de bu türden oyalamalarla, kafa karıştırmalarla, kavramlarla
oynamayla toplumsal barışı tesis edecek bir yere varılamaz. Bir yere varılır
varılmasını ama bu da kimseyi memnun etmez.
İşin gerçeği Aleviler İslam”ın neresinde olduklarını gayet iyi biliyorlar…
Ama günümüz koşullarında tek başına
Alevilerin İslam”daki yerlerini bilmesi
yetmiyor. Artık devletin, İslam şeriatını kısmen veya tamamen temsil ve uy-
gulama yetkisine sahip olan Diyanet ve
benzeri kurumların da Alevilikle ilgili
bakışlarını, Aleviliğin İslam”daki yerini ve konumunu kesine yakın şekilde
netleştirmeleri gerekiyor. Alevilerin,
Aleviliği algılayış ve tanımlayışlarını özellikle dikkate alarak bir tanım
yapmaları, ona belli bir çerçeve çizmelerinin zamanı geldi de geçiyor. Aksi
takdirde ortaya çıkacak kaos ortamı
tarafların tümünü boğabilir!
ALEVİLİĞE YÖNELİK BAKIŞ NETLEŞMELİ
Boğabilir dedik, çünkü bu türden din
ve mezhep kavgalarının tarihte ve günümüzde örneği çok. Malum Şiilikte
İslam dünyasının çoğunluğunu oluşturan Sünnilerce yüzyıllarca İslam
dışı sayıldı. 1730”lu yıllarda İran”da
Türkmen Avşar boyundan Safevi
Hükümdarı Nadir Şah, dönemin Osmanlı padişahıyla Şiiliğin İslam”ın
“hak mezhebi” olarak tanınması için
İstanbul”a sayısız heyetler gönderdi ve
uzun pazarlıklar yaptı. Osmanlı padişahı yine de Şiiliği resmen tanımaya
yanaşmadı. Osmanlı topraklarında yaşayan Şiiler de çeşitli baskılar görmeye
ve Sünni mezheplerden birine geçmeye zorlanmaya devam etti. Oysa Nadir
Şah, İslam mezhepleri arasında bir barış ortamı yaratmayı hedefliyor; kendi
topraklarındaki Şah İsmail zamanından beri devam eden Sünnilere baskı
politikasını terk ederken, Osmanlı”nın
da aynı uygulamayı sınırları içindeki
Şiilere karşı hayata geçirmesini bekliyordu. Şüphesiz o dönemler böyle bir
ortam oluşmasa da, atılan tohumlar
sonraları filiz verdi. Şiilerin resmen
ve fiilen İslam”ın bir mezhebi olarak
kabulü ve artık kâfir sayılmamaları
için 1950”li yılları beklemesi gerekti.
Bu tarihlerde toplanan İslam dünyasının en saygın kurumlarından olan
Mısır”daki El-Ezher Üniversitesi uleması bir fetva yayınlayarak, Şiiliğin
İslam içi bir mezhep olduğunu resmen
tescillemiş oldu.
Burada altı çizilmesi gereken şey şu:
El-Ezher Uleması, Şiiliği resmen İslam
içi kabul ederken, kesinlikle Şiilerin,
Şiiliği nasıl algıladıklarına karışmadı.
Ne Şiilikteki İmanın Şartlarından olan
“İmamete İman” sorgulandı ne bu mezhepte yerleşmiş Fars geleneklerinin
dışarı atılması istendi ve ne de namaz
kılarken Kerbela toprağından yapılma
kızılbaş - sayfa 13 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yassı taşları kullanmaları puta taparlık
diye nitelendi. 10 Muharrem”deki Kerbela matemi sırasında kendi kendini
zincirle dövme gibi ritüellere ise hiç
karışılmadı. Yani El-Ezher Uleması Şiiliği ve Şiileri nasılsa öyle kabul ettiler.
Onların inanç-itikat, ibadet ve kendilerine has uygulamalarını değiştirmeye
kalkmadılar. Özünde Şiilere rağmen
Şiiliğe yeni bir tanım getirmeye kalkmadılar. İşte Türkiye”de Alevilerin ilgililerden beklentisi tam da bu yönde
bir açılım yapılmasıdır…
ALEVİLİK YA ALTINCI MEZHEP
OLACAK VEYA BAĞIMSIZ DİNE
DÖNÜŞECEK
inanışı ve ona yakın bütün oluşumların sahiplerinin yüzyıllarca gördüğü
zulüm ve inkârın bir daha ikrarı” anlamına gelir.
Sonuçta tekrar pahasına bir daha söylersek; etkili, yetkili ve karar sahibi
Sünni kişi, kurum ve otoriteler Alevilere, İslam”da kendilerine ve inançlarına resmi ve kesin bir ayarlamadan
İslam”ın içine gelin çağrısı yapmaktadırlar. Oysa görmek istemiyorlar ki,
mevcut İslam anlayışlarında ve Sünni
halkın kafasında Alevilere oldukları haliyle yer yoktur. Mevcut İslam
Alevileri ve Aleviliği hali hazırdaki
yapısıyla kaldıramaz. Açıktır ki, bu
davet Alevilere doğrudan bir asimilasyon çağrısıdır. Kaldı ki, “Alevilik
İslam”dır” diye tanımlanacaksa, önce
Aleviliğe ve Alevilere İslam”da bir yer
açılmalı ve bir altyapı hazırlanmalıdır.
Böyle bir yer ise henüz yoktur! Asıl
mesele de çok net olarak buradadır, tabii ki anlayana…
Göreceğiz bakalım, ilgili çevrelerin
yukarıdaki türden radikal açılımlar
yapmaya cesaretleri var mı? Yoksa
idare-i maslahatçılık oynayarak günü
kurtarmaya mı çalışıyorlar? Şimdilik
bu anlayış açık ara galip görünüyor.
Görüldüğü gibi yol-yordam belli. İlgili taraflar, ya Şiiliktekine benzer bir
şekilde resmen Aleviliği olduğu gibi
İslam”ın bir mezhebi ilan ve kabul edecekler. Şii”nin camisi ayrı olduğu ve
orada Sünniler ibadet edemediği halde
İslami bir ibadethane sayılması gibi,
cemevi de caminin mübadili-eşiti bir
ibadethane muamelesi görecek veya
Aleviler artık kendi yollarında gidecek… Açıkçası Alevilik kendine özgü
bir din, felsefe ve öğreti olarak kendine
yeni bir yön çizecek. Birinci seçeneğin
gereğini yerine getirmeyenlerin de
buna hiçbir itiraz hakkı olamaz. Zira
şu anki mevcut tanımsız ve çerçevesiz
konum, Alevilerin asimilasyonundan
başka hiçbir şeye hizmet etmiyor.
Neticede hem Aleviler hem de devlet
ve Sünni İslam”daki söz-karar-fetva
sahipleri tarihsel önemde bir yol ayrımında. Ya İslam”ın mevcut sınırları
genişletilerek, gerekirse en azından
Türkiye”deki anlayışta bir reform yapılıp Aleviliğe ayrı bir yer açılması gerekiyor. Nasıl ki Şiilik 5. Hak Mezhep
olarak kabul edildiyse, Aleviliğin de 6.
Hak Mezhep diye âleme resmen ilan
edilmesi ve bu konum tescillenmek zorundadır! Tersi durumda ise Alevileri,
Aleviliği ayrı bir din ve inanç sistemi
olarak görmek ve tüm dünyaya böyle göstermekte kimse engelleyemez.
Buna artık kimsenin hakkı, yetkisi olamayacağı gibi gücü de yetmeyecektir!
Eğer izah ettiğimiz birinci adımı atıl(a)
mıyorsa, şu anda Aleviliğe, Aleviler
hiçe sayılarak tek taraflı bir tanım getirmeye kalkışılması, Lena Umay”ın
yerinde ifadesiyle, “Alevilik gibi bir
inanışı ve ona yakın kurum, fırka ve
tarikatları “İslam içi” tanımlamak, bu
http://www.facebook.com/profile.php?id=100003063756841#!/photo.php?f bid
=4319089463413&set=a.1272599423066.41223.1472334416&type=1&theater
kızılbaş - sayfa 14 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Neresi
Sivas ?
Benim kulaklarım yüz yaşında hala bu
dünyanın çılgınlığına aç. Ama yine
de helal olsun, kulak derim buna ben,
yüzyıl varki hiç yarı yolda kalmamış
adamım. "Gökte uçan kuştan, suda yüzen balığa sesini duymadığım canlı yok
benim, yaaa senden ne haber ? Haydi
şimdi susun, kesin sesinizi ben radyo
dinliyorum, haberler başladı."
Haberleri dinleyeceğim dediğinde herkes bilirdi ki radyoyu sağır kulağına
yapıştırır ve sesi dalga dalga yükseltirdi.
Hiç bir Allahın kulu kalkıpta diyemezdi ki: " Sesi biraz kıs, hani yüzyıldır
havadaki kuştan sudaki balığa sesini
duymadığın canlı yoktu. "
Bütün kasaba onun radyosunu dinlerdi
de, biri kalkıp hafif serzenişte bulunmasın, gözleri yuvarlarından fırlar:" Ne
dedin sen kes sesini, kes yoksa yoksa
gelir kafanı kırarım!" derdi. Karşı çıkabilen bir çocuk olurdu zaten, o da ikinci defa karşı çıkamazdı, azarlardı anası
babası: "Karışma! Yaşlı insanlar huysuz olur, bu onların haklarıdır." Kimse
azarlamasa çocuk cesaret edemezdi bir
dahasına zaten.
Varteni sıkıntılı, yüzü gözü dışarı atmış. Oturuşu, kalkışı, hali hareketi bir
tuhaf kadın olmuş Varteni. Eli, ayağı
boşluğa düşmüş, felçliler gibi kontrolsüz sallanıyor. Dün dolunay vardı,
Varteni'nin sıkıntısı dolunaydan. Oğlu
kırk takla atıyor, anasının keyfi yerine
gelsin diye ama tıs yok, koca Ana put
kesmiş.
Bu oğlanın sesini sağır sultan duyar,
insan lal olsa söz verir sözüne karşılık
ama
koca Ana duymaz.
Koca Ana sevgiyle baktı oğluna. Oğlunu öven kadına. Gözleri büyümüştü,
yanmış, yorulmuştu gözleri. Gözleriyle
konuştu Ana, oğul, komşu kadın, birbirlerinin gözlerine baktılar, ana kalktı
yola koyuldu, sırtında kambur çıkmıştı
yine. Ana kederli uyandığı günler hırçınlaşmaz, dilinin ucundaki sözcükle-
erdem öz gür
ri yitirirdi. Kelimeler sesini kaybeder,
görünümler edinirlerdi. Böyle zamanlarda ananın vücuduyla konuşmak gerekirdi. Hali, hareketi, düştüğü ağaçlık
yol ve inip kalkan göğsü, kurda kuşa
gösterdiği ilgi, onun bize verdiği cevaplar bunlardı.
Böyle zamanlarda titreyen gövdesine
bakmak katlanılmazdı ama
titreyen gölgesi deprem yemiş dağ gibi
sarsılırdı koca Ana'nın.
Gece ay dolunaydı Ana. Bugün karakartallar uçuyor üzerimizde oğul. Üstümüzde, kara, kapkara bulutlar var
Ana. Allah sizi bize bağışlasın oğul.
Sessizliğin kelimeleri bunlardı. Ana,
İsa mesihin anası Meryem'di böyle
zamanlarda. İncil'den bir elçi gelirdi
Ana'ya ve al oğlunu Mısır'a kaç onu
öldürecekler derdi. Ana ses çıkarmaz,
yanan gözlerle Mısır'a bakardı. Mısır
talan edilmiş, ormanı tutuşmuş, ovası
soyunmuş yeşilden kuşanmış sarı kuru
renkleri.
Elçiye zeval olmaz, geldiği gibi giderdi.
Ana yürüdüğü yolda Meryem olur yürürdü. Meryem'den bir eksik yürürdü,
Meryeme yoldaşlık eden, Mısır yolunda
ona kılavuzluk eden kara gün dostları
vardı. Koca Ananın kimi vardı, gözlerinin önünde Mısır küle dönmüştü.
Meryem'e yol olan Nil hiç kirlenmez ne
dün ne bugün. Koca Ananın yürüdüğü
Munzur kan, kömür ve çaresizlik akıyordu. Kan kanla yıkanmaz, kan suyla
yıkanır ama ya su kana boğulursa, o zaman kanı neyle yıkarsın, su nasıl arınır
kendi benliğine kavuşur?
Adettendir, radyonun sesi perde perde
yükselirdi,kasabayı sarar sarmalardı.
Kasabalı birikmiş çardakların gölgelerine. Güzelliği üzerine hergün yemin edilen, kimi yalancıların gazetede
resmini gördüğü, o da bir şey mi, kimi
yalancıların İstanbul'da çalıştığı fırının
müşterisi, yine kimilerinin komşusu,
hem kumral, hem esmer, hem evli, hem
bekar, yok boşanmış, dul mu demiştim
? Yok yemin ederim ben öyle bir şey
dememiştim. İki çocuklu, çocuksuz,
balık etli, bir deri bir kemik, memele-
ri çok güzel, offf, hele kalçaları. Çok
sürmez babalar, oğullarına miras bıraktıkları palavralardan sıkılır, oğlum,
oğlum baba ocağına incir ağacı dikeceksin oğlum, der ve yüzünü kimsenin
görmediği ama bedeni üzerinde her bir
kasabalının ellerini dolaştırdığı kadın
hiç bir şey olmamış gibi pişkince sözü
alır: "BBC Türkçe Haber Servisi Öğlen Haberlerini Dinliyorsunuz Ben ....
.........' "e bırakırdı.
Cinsel hayatın tılsımını çoktan kaybetmiş, kendini tarla sulamaya, ot biçmeye, ağaç yetiştirmeye adamış olan Radyo Hıdır bir saat daha kulağını dayardı
radyosuna. Radyo Hıdır'dan habersiz
o bir saat boyunca sevdiği ses öpülür,
okşanır, dudaklarının ucu ısırılır, zorla
değil güzellikle bir bir tadına bakılırdı
kadının.
Palavracılar birbirlerinden sıkılır, yalanlarını unutmamak için hergün tekrarlar, tekrarlar, ağız dalaşına tutuşurlardı. Sustuklarında Radyo Hıdır'ın
sesini dinler başlarına ağrılar girer,
kulakları sağır olurdu da Radyo Hıdır'a
bir şey olmazdı. Az değil yüzyıllıktı
kulaklarının saza söze açlığı.
Kadın edepsizdi, utanmadan-arlanmadan kendisini evlendirenleri, boşayanları, elinden ekmek aldığı, kucağında
uyuya kaldığı adamları uyandırır ve
haberlerini sunardı. Hiç hastalanmaz,
tatile çıkmaz, kendini özletmeyi bilmezdi.
"Şimdi haber başlıklarını veriyoruz.
Sivas'ta Madımak Otelinde yangın. Pir
Sultan Abdal şenliklerine katılan aydınlar ölüm tehdidi altında. "
Sevgili sustu...
Radyo Hıdır mayın tarlasında paramparça olmuş atların arasında bir başına
kalmış tay gibiydi artık, dizginlerinden
boşanmış, koşuyor, bağırıyordu: "Duydunuz muuuuuuu, duydunuz muuuu ?"
Bağırıyor, çıplak ayak kendini bilmeden koşuşturuyordu. Radyosunu kaldırıyor taş duvarlara vuruyor. Radyosu
elinde, sesi daha fazla açmak istiyordu.
Oysa ses değil, kasabaya, dağlara, hatta
nehre kadar gidiyor, nehrin hırçın sesini bile bastırıyordu. Haberler her saat
başı dönüp dolaşıp Madımak Oteli'ne
geliyordu. Aydınların isimleri sayılıyor. Radyonun sahibi bir daha kalkıyor, acı içinde bir o yana gidiyor, bir bu
yana geliyordu. Her defasında radyoyu
kırmaya çalışıyordu.
"-Dur! diyordu Koca Ana,dur! Durdan
anlamaz mısın sen? Bu lanet radyo ne
kızılbaş - sayfa 15 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
zaman işe yarasa sen yerlere atıp üstünde tepiniyorsun, dur! "
Oğulları yakalıyorlardı Hıdır'ı. Oğullarının elleri arasında esir Hıdır, mayın tarlasından çıka gelmiş beyaz bir
taydı, ona bakınca o tayı görüyordum.
Beyaz tüyleri kanla, et parçalarıyla
alacaya boyanmıştı. Burnundan kan
akıyor, gömleği terden su gibi oluyordu
ve o her seferinde kurtuluyordu civan
oğullarının elinden. Burnundan akan
kan, teriyle karışıyordu. Bağırdığında,
hareketleri anormalleştiğinde ağzından
burnundan pelteler dökülüyor, yüzüne,
boynuna, gömleğine yapışıyorlardı. Yaralı bir hayvan gibiydi, yaralanmış ve
kendini yaralamış bir adamdı o.
"-Duydunuz muuu, Metin Altıok ölmüş, Nesimi çimen ölmüş, Asım Bezirci ölmüş. Kim kaldı ki geriye, herkesi
öldürmüşler, duydunuz muuu ?"
Oğulları yakalıyor Radyo Hıdır'ı, oturtuyorlardı bir kenara. Koluna giriyorlar, iple bağlıyorlar, yangına körükle
gitmesin istiyorlardı ama bağladıkları
gövdesiydi. Dilini bağlayamazlardı,
bağlamak isterlerdi ama bilirlerdi baba
katili olacaklarını. Radyo Hıdır isyan
etmezse, kendini yerlere vurmaz, burnu kanamaz, dili zehrini kusmazsa, içine akardı zehri, ya eli ayağı felç olur, ya
da dayanamaz ölürdü.
"-Duydunuz muuuu, Arif Sağ ölmüş,
Aziz Nesin ölmüş, duydunuz muuuuuu
?"
Kadının sırasıyla verdiği isimleri o da
sırasıyla tekrarlıyordu. Yüz yaşının üstündeydi, insanın ağzını açık bırakacak
derecede enerjik ve güçlüydü. İsimleri
sayıklayıp duruyordu.
"-Ölmüş. Metin Altıok ölmüş. Behçet
Aysan ölmüş. Doktorları yakmışlar.
Şairleri yakmışlar. Pir Sultan Abdal'ı
yakmamışlar mıydı zaten, bir mezarı
bile yok."
Öfkeleniyor,sinir krizi geçiriyor. Ağzı
köpürüyordu. Oğulları sağ salim yanındaydı ama o oğulları için yanıp tutuşuyordu.
"-Allah aşkına sakin ol baba, Allahını
seversen sakin ol, ölmemiş Metin Altıok bak, hastahaneye kaldırılmış. "
Baba oğlunun yüzüne bakıyordu sadece.
"Ne kadar safsın oğlum, ne kadar iyi
niyetlisin, sanki bu dünyadan değilsin."
O gün haberler bitti, haberler başladı.
Bütün bültenler beklendi, dinlendi.
Yangın var, ölü var, ama kesin bir bilgi yok. Otelin önü binlerce insan dolu.
Asker var, polis var, yananlar ve yakanlar var, yananlar çırpınıyorlar, yakanlar
sürekli çoğalıyor ve çoğalıyor ve çoğalıyorlar. Haber bültenleri bunu anlatıyor,
otel cayır cayır yanıyor. Sivas yanıyor,
Dersim yanıyor, Maraş yanıyor, Çorum
yanıyor. Yangın geride küle dönmüş cesetler bıraktığında, askerler ve polisler
işlerini yapıyorlar, izliyorlardı.
Güzel Türkçesine imrendiğimiz, onun
kadar güzel Türkçe konuşamayacağımızı bildiğimiz için Kırmançki konuştuğumuz, Kibar ama erkekçe ona hitaben anadilimizi konuştuğumuz kadın,
hayatımızı paylaştığımız, yalanlarımızın (rızası olmasa da) ortağı ettiğimiz
kadın, bize kara haberler getirmişti.
Karabulutlar yeryüzüne inmiş, dolu
taneleri hem kafamızı parçalamış, hem
de Sivas yanığıyla yüzümüzü gözümüzü is içinde bırakmışlardı.
Herkes bir yana dağıldı, yaşlılar bir
yana, gençler bir yana, kadınlar ve çocuklar bir yana. Samanlıklardan, toprağın altından kırma tüfekler çıkarıldı.
Bir köşeye istiflendi. Çocuklar görmesin, kadınlar görmesin. Herkes sakin
olsun. Çocuklara bakın bir şey yoku
göstermeye çalışıyorlar ama dişleri
zangır zangır titriyor oyunu başlatan
oyuncunun. Baştan ayağa terden sırılsıklam. Hali bugüne kadar görülmüş
hal değil. Herkes bir tarafta, bir plan
yapıyor, her birinin kafasında kırk tilki.
Kırma tüfekler, tabancalar iyi hoş ama
ne yeteri kadar mermi var, ne hazırlık,
ne cephane. Kavga, döğüş başlıyor. Biri
korkak. Diğeri ruhunu satmış. Sürekli
karar alıyorlar. Dağa gideceğiz. Onlar
bizi vurmadan biz onları vuracağız.
Sene 1993. Atı alan Üsküdar'ı geçmiş.
Çocuklar ağlamaya başlıyor, kim tutar
kadınları artık, onlar da ağlıyor. Dağa
çıkacağız. Gençlerin dediği dedik.
"-Terteleye Virende ma ne şim sere koyan, terteleye peende ma ne şim sere
koyan çı bi ? ma çişte ze kutku."*
Bağrış, çağrış, küfür, hem de yakası
açılmamış. Baba oğluna ana avrat, oğul
anasına.
Bütün bu olanlara sebep Radyo Hıdır
ve onun lanet aletiydi. Planlar, programlar, her biri elde patlayan bomba
gibiydiler. Hazır herkes bir aradayken
Varteni, Koca Ana girmek istedi öf keli
erkeklerin arasına, kenetlendiler, onu
içlerine almadılar ama yaşına hürmeten itip kakamadılar da.. Koca Ana etti
eyledi su gibi aktı et kemik barikatının
ortasına, bazısı koca Anayı evliya bilirdi, bazısı Ermenilerin ve Alevilerin
ortak piri - bilicisi bilirdi, bazısı ondan
şifa alır, bazısı yüzünü bile görmek
istemezdi ama sözünü dinlemeyecek,
hatırını yerlere düşürecek bir Allahın
kulu yoktu içlerinde. Yüksek sesler alçaldı, fısıltıya dönüştü, koca Ana'dan,
Varteni candan tek bir ses çıkmayınca
herkes sustu. Koca Ana gelmiş herkesin ortasında, suskun ve sert. Belliki
bir şey söyleyecek ama ne ? Bütün gözler Koca Ananın üzerinde, Koca Ana
ne yapsın leçagını başından çıkardı.
Havaya savurdu, öyle güçlü savurmuştu ki leçag yükseldi, yükseldi, söğüt
ağacına tünemiş serçeler koca Ana'nın
leçagıyla beraber uçmaya başladılar.
Rüzgar yükseldikçe leçag bir yükseldi
bir alçaldı, Leçag nereye serçeler oraya,
yükseldikleri gibi alçaldılar, alçaldılar,
herkesin gözü beyaz leçagda. Beyaz leçag alçaldıkça indikçe erkekler açıldı
ve koca Ana'nın leçagı geldi sahibinin
omuzlarına düştü. Leçagı izleyen serçeler geldi, Koca Ananın omuzlarına
kondular, gagalarıyla leçagı yokladılar,
Koca Ana'nın saçları arasında gezindiler, elbisesini gagaladılar, koca Ana
sessiz, kasaba sessiz, radyo susmuş,
nehrin gürül gürül akan suyunu duyan
yok, kulaklar sağır, gözler koca Ana'da.
Kuşlar, koca Ana'nın leçagı etrafında
dönüp durdular, koca Ana nefes almaya
başladığında yükselip dallarına kondular, o zaman ses duyulur oldu. Koca
Ana Beso dedi.
"-Sıma mara çi vacene, derde sıma çıko
? " **
Var gücüyle bağırıyordu. Koca Ana sesini yükselttikçe, kuşlar yükseltti, radyo son ses ötüyordu hala ve nehir hiç
susmazdı zaten. Daha bir dakika önce,
aralarına girdiğinde koca Ana'yı içlerine almayanlar şimdi açılmışlar, Varteni
tam ortalarında, elinde bastonu, tülbenti gelip omzuna düşmüş, kasabalı bunu
evliya anamızın küçük bir kerameti
saymış çoktan, sessiz kalarak iman
ediyor koca Ana'ya. Koca Ana, saçları
bembeyaz ipek gibi dalgalanıyor ve o
bağırıyor: " Sizin derdiniz ne ? "
"-Dağa mı gideceksiniz, alın silahlarınızı gidin! Dağ nerede hani, hangi dağa
gideceksiniz? Kaç tanenizin oğlu dağda
vuruldu, cesedini bu meydanda yıkadık
gömdük, yetmedi mi ? Nereye sığınacağız dağda, kör müsünüz, gözünüzde mi
gör müyor, orman mı kaldı dağda, bu
kadar çoluk çocuk ne yiyecek dağda.?"
Eliyle sürekli dağı gösteriyor. Dağın ormanlık kısmı yana yana kömür olmuş.
Ağaç adına bir şey kalmamış, bir kaç
ay öncesine kadar yemyeşil olan tepeler, kapkara, bomboş. Herkesin gözleri
dağda. Anlamsız, anlamsız bakıyorlar
dağa, dağ siyah, koca Ana bembeyaz.
kızılbaş - sayfa 16 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ne kadar bağırırsa bağırsın koca Ana,
dağ siyah koca Ana bembeyaz. Değil
dağın yolunu tutmak, dağa taraf bakan
bile yok artık.
Kızı, anasının tülbentini omzundan
aldı, başına bağladı. Hiç bir şey demedi, bekledi baş ucunda anasının, koca
Ana oturduğu yerden kalkmadı, ayaklarını karnının içine çekti, ellerini çenesinin altından bağladı, başı yukarda,
gelip omzuna konan serçelere baktı
durdu. Serçeler yaprakların arasında
kaybolmuşlardı ama sesleri biz buradayız der gibiydi.
Kadınlar silahları topladılar, kocalarının çıkardığı mezarlara geri gömdüler,
gömülerin üzerlerini örttüler. Herkesi
evine geri gönderdiler. Kolundan tuttuğunu evlere çekiyorlardı. Artık kim
otlaktaki sığırı, sulanacak tarlayı, biçilecek yoncayı düşünebilirdi ki... Bir
tek dert vardı şimdi, bekleyip görmek!
Bizde yanacak mıydık ? Çocuklar büyüklerin korkusuna, neyin ne olduğunu
bilmeden, gayri ihtiyari ağlıyorlardı.
Çocuklar böyledir, gülersen gülerler,
sen korkarsan onlar daha çok korkarlar.
Ölüne ağlarsan seninle birlikte ağlarlar.
Yetişkinlerin korkusu ya da cesareti
boşuna değil, yaşamaya cesaret ederken de, ölmekten korkarkende bunu deneyimleyen çocuklardır yetişkinler.
Davetsiz misafir geldi ve kapıya dayandı. Boynumuzu uzatmak zorunda
kaldığımız giyotindi davetsiz misafir.
Ve kasabaya girer girmez, buyruğunu
verdi: "Asker tüm evleri boşalt ve tüm
kasabayı kuşat!" Çoluk, çocuk herkes
çıktılar evlerin kapısından son bir defa.
Çocuklar önde gidiyor, analar, büyükanalar arkada, evlerinin eşiğini, kapısını
öpüyorlar, duvarlarını elleriyle okşuyor
ve merdivenlerden aşağı iniyorlardı.
Anneannem duyduğum son duasını o
zaman okudu. "Ey Varteni seni kutsayan cennetin kuşları çocuklarımızı
zalimlerden uzak tutsun, omzuna düşen ak leçagın onların açık bahtı olsun." Koca Ana, babaanneme baktı,
bana baktı, bir anda kocaman ellerinin
arasında kayboldu yüzüm, gözlerim,
parmaklarının arasından sızan kırmızı
ışığı gördüm, amin dediğini duydum.
Kırmızıya çalan ışık, bir tek amin ve
ayak seslerimiz. Şu anda yine duyumsuyorum o anı.
Kasaba meydanına güneşin altında toplandı kasaba halkı. Sarı sıcak vurunca
yakar insanın derisini, sarı sıcak acımasızdır, Sivas acımasızdır. Sivas'ta
yanmışız yanacağımız kadar, ama içinin yanması başka, canının yanması
başka. İnsanın içini yakan müsade eder
mi hiç, dışı serin kalsın, uzun namlulu
silahların ucunda süngüler, meydana
gelen korka korka geliyor jandarmanın
ortasında birikmeye. Jandarmalar gölgeliklerini kurdu. Sürekli nehre iniyor,
buz gibi suyun içinde serinliyorlar. Kasabalı yanıyor, ama ne su isteyen var, ne
su veren, ne de kasabalının çıt çıkarmasına müsade eden. Süngü güneşin ışığı
altında parlıyor, ucu keskin. Buralarda
en korkunç hikayeler süngüler üzerinedir. Süngü uçlarında dona kalmış, bebelerin ilk gülüşleri.
Koca Anaya bakıyorum, başım ellerinin arasında yine, hiç bir şey duyamıyorum onun amin diyen sesinden başka. Koca Ana, babaannem ve ben yolda
yürüyoruz, geriye kalan ayak bastığımız topraktan aldığımız ses, bunun dışında koca bir sessizlik ve o sessizlik
içimde koca bir fırtına besliyor, kopsa
kasıp kavuracak bir fırtına: Biz neden
burada toplandık, bizi neden buraya
topladınız ?
Silahı elinde tutan jandarma yüzsüz,
yüzü ne sevimli, ne de sevimsiz. Boş
gözlerle bakıyor karşısındaki düşmanlara, düşmanlar da jandarmadaki cesaretin binde biri bile yok, başını kaldırıp
adamın yüzüne bakmak yürek ister, gel
gör ki yürek yanmış kebap olmuş. Jandarmalar, kendi aralarında konuşuyor,
gülüşüyor, telsizi açıyor, komut alıyorlar. Tüm ekiplere duyurulur, tamam.
Tamam duydum tamam. Asayiş berkemal tamam.
Akşam güneşi Munzur dağının ardında
kaybolduğunda telsizden çekilebilirsiniz komutu alıyor yüzbaşı. Yerlerinden
kalkıyorlar, kasabalıya talimat veriyorlar: "Toparlayın şu malzemeleri!"
Askeri malzemeler, yaşama sevinciyle
toparlanıyor. Eminim herkes, ölmedik,
ölmedik, öldürülmedik, yaşıyoruz, yaşıyoruz ölmedik mutluluğundaydı. İlk
büyük şaşkınlığımdı, Radyo Hıdır çadırı söküp brandayı katlarken;
"-Nede olsa her Türk asker doğar değil
mi Fehmi ?
-Emredersiniz komutanım!
-Emretmedim oğlum soru sordum.
Fehmi bir daha emri baş üstüne aldı:
-Anladım komutanım!
-Anladın mı ?
-Anladım komutanım!
-Yalancının anasını sikiyim mi Fehmi?
-........................................................"
Askeri cipler tozun toprağın içinde
kaybolup gittiğinde konuşmayı, öf kelenmeyi, itiraz etmeyi unutan kalabalık, yeniden dile, sözcüklere kavuştu.
Öfkeli değil, gayet sakin sözcükler
döküldü ağızlardan. Kimi komutanın
Alevi olduğuna yordu, kendilerinin de
yakılmamasını, kimi acıdı halimize, bu
komutan halden anlıyora yordu olanı
biteni. Askeri ciplerin yaydığı toz dalgası dağıldığında geriye çok korkulmuş
bir gün kaldı.
Bütün bir kasabanın bir haftada yiyemeyeceği kadar kavun, karpuz kesilmiş, ısırılmış ve bir kenara atılmıştı.
Bakkaldan getirilmiş ekmekler toprağın üzerinde. Günahtır, ekmek nimettir, çarpar! Hiç mi duymamış askerler
bunu annelerinden, isyan eden yok. Ekmeğimiz ayak altında çiğnenmiş ama
sadece şaşkınız. Oysa el kadar bir çocuk bir parça ekmeği yere atsın, üstüne birde o ekmeği çiğnesin, çarpılırdı.
Ekmek musap çarpardı, Allah çarpardı,
herhangi bir çocuğa olacak olan onlara
olmadı. Yerlere attılar ekmeği, sonra
çiğneyip gittiler.
Şaşkınlık yerini kurtulduk, hala canımız sağ, ölmedik duygusuna bırakıyordu. Nehre iniyor bütün kasabalı, çocuklar kendini suya atıyor, yaşlılar elini
yüzünü yıkıyorlar, avuç dolusu içiyorlar sulardan, yanmışlar ki ne yanmışlar,
onları ne su doyurur ne dağ başından
hiç eksik olmayan kar soğutur, ateş
hem tenlerine hem canlarına düştü bir
kere, suyun içinde etleri kemikleri donuyor ama ruhları soğumuyor bir türlü.
Kasaba meydanını bilmeyen, kasabanın sebze ve meyve çöplüğü sanardı
meydanı, parçalanmış meyveler kokmaya başlamıştı, sinekler üşüşmüş
meyvelerin üzerine, kuşlar kara kargalar, kokuyu alan payını almaya gelmişti. Harman yeri çöp yeri olmuştu.
Sinekler karanlık bir gösteri yapıyorlardı kavun karpuzun üzerinde, arılar
vızıldıyor ve koku dakikadan dakikaya
berbatlaşıyordu.
O temmuz günü ölmek de, yaşamak da
pek insanca değildi değil mi koca Ana?
Ölüm cayır cayır yanarak, dumandan
boğularak ve yaşam, karşında yirmi
yaşında çocuklar, silahlarına süngü
takmışlar, bir asırlık beni ve el kadar
seni çıldırtıyorlardı oğul. Ölüm geride
küllenmiş cesetler bıraktı koca Ana. Ne
diyeyim ben sana yaşam ele ayağa düştü işte oğul.
kızılbaş - sayfa 17 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
-madımak katliamında
devlet aracıyla korunan?
-yanğın merdiveniyle kurtarılan! aziz nesin?
kızılbaş - sayfa 18 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Aziz Nesin'le ilgili şok belge
AK Parti milletvekili ve Star gazetesi
yazarı Şamil Tayyar bugünkü köşesinde
Aziz Nesin'le ilgili şok bir belge yayınladı.
İşte Şamil Tayyar'ın o yazısı:
Son yazımda 1948 yılında öldürülen Yazar Sabahattin Ali olayından hareketle
“Aziz Nesin derin MAH’sül mü?” diye
sormuştum. Değişik tepkiler aldım, hafızalar canlandı, eski defterler açıldı.
Geçen yıl 101 yaşında hayatını kaybeden
MİT Mensubu Neşet Güriş’in 2007 yılında TEMPO Dergisi’ne verdiği röportajı
hatırlatanlar oldu.
O röportajda bakın Güriş ne diyordu:
“Aziz Nesin komünist olarak bilinen
biriydi, biraz da onlara çalışıyordu.
Türkiye’ye karşı da kırgındı. Teğmenken
bazı haksızlıklar görmüştü. Solcu oldu.
Onun bilinmeyen bir tarafı vardı: Milli
Emniyet’e (MAH) çalışıyordu.”
Devamı var: “1935-36 senesinde ben kendisine, Beyazıt Soğanağa Mahallesi’nde
terk edilmiş bir konağın odasına
(MİT’in) aylığını götürüyordum.”
Güriş, bir de ilginç anekdot aktarmış:
“Komünistleri çok hırpalıyorlardı. Aziz
Nesin’i de yakalamışlar, fena hırpalamışlar ama konuşturamamışlar. Emniyet
Müdürü Ahmet Demir de dövmüş, o esnada Aziz Nesin, ‘Ben MİT için çalışıyorum’ demiş, ‘Nee, namussuz, bize haber
vermezsin haa’ diyerek iyice dövmüşler.
Hastanelik olmuş. Sonra bana ‘Nedir başıma gelen, sizdenim dedim yine dayak
yedim’ diye dert yanmıştı. Ne gibi görevler yaptı bilmiyorum, ama yaptı ki bir
şeyler MİT para veriyordu.”
İnsanın inanası gelmiyor, Aziz Nesin
gerçekten MİT ajanı olabilir mi?
Soruya cevap ararken ve olayları yerli
yerine oturtmaya çalışırken önce bazı
bilgileri hatırlamakta yarar var.
Malum Aziz Nesin asker kökenlidir.
1935’de Kuleli Askeri Lisesi, 1937’de
Harp Okulu, 1939’da Askeri Fen
Lisesi’ni bitirdi. Subay olarak değişik illerde görev yaptı. 1944’de üsteğmen rütbesindeyken “görev ve yetkisini kötüye
kullandığı” gerekçesiyle ordudan atıldı.
Görev ve yetkisini nasıl kötüye kullandığı konusunda çok ağır ithamlar var,
konuyu dağıtmamak için bu köşeye taşımayalım.
Devam edelim...
1945’de gazeteciliğe başlayan Nesin,
1946’da Sabahattin Ali ile birlikte Marko
Paşa mizah dergisini çıkardı.
Kısa adı MAH olan Milli Emniyet Hizmeti Riyaseti ise 6 Ocak 1926 tarihinde
Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi
Çakmak tarafından kuruldu, 5 Ocak
1927’de İçişleri Bakanlığı’na bağlandı.
Kurum, 22 Temmuz 1965 tarihinde çıkarılan kanunla Milli İstihbarat Teşkilatı
(MİT) adını aldı.
MİT’çi Güriş’in iddiasıyla tarihleri karşılaştırdığımızda; Aziz Nesin, henüz
Kuleli Askeri Lisesi döneminde keşfedilmiş!
sordu. Genellikle tanımayanlar beni iriyarı sanarlar da sonra ufak tefek olduğumu görünce şaşırırlar... Ahmet Demir
de onun için böyle soruyor sandım! Açık
bulunan ceketimin önünü ilikleyerek
Ahmet Demir’e yaklaştım ve evet, benim dedim. Söz ağzımdan çıkar çıkmaz
yüzümde müthiş bir şamar şakladı. Ne
olduğumu, neye uğradığımı şaşırdım. Bu
tokadın arkasından Ahmet Demir, ulan
it, sen misin o, vatanı satacak olan diye
bağırdı.”
17 gün boyunca bu ağır sorgulamanın
sürdüğünü anlatan Aziz Nesin, nasıl serbest bırakıldığını şöyle açıklıyordu: “17
gün sonra salıverdiler. Bugün bile niçin
tuttuklarını bilmiyorum, sanırım onlar
da bilmiyor...”
O olay
Emniyet Müdürü Ahmet Demir ile Aziz
Nesin arasında geçtiği iddia edilen dayak
olayının ise 16 Aralık 1946 tarihli operasyon sonrası yaşanma ihtimali yüksek.
Aziz Nesin’in hatıralarında o güne dair
şu not var: “Emniyet Müdürlüğüne iki sivil polisle birlikte girdik. İkinci katta bir
odaya girdik. Bu odada on kadar memur,
masaya yığılmış evrak ve kitaplar üstünde harıl harıl çalışıyordu. Bu odadan
ikinci geniş bir odaya geçtik. Karşımda
iki adam vardı. Biri deri ceketli, iriyarı,
kabak kafalı, ablak suratlı, arkasındaki
şişkinlikten kıç cebinde tabanca olduğu
anlaşılıyor. Ayakta ve bir ayağı sandalyenin üstündeydi. Sonradan öğrendim
ki, bu İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet
Demir’miş”
Şimdi sıkı durun...
Herkes eski defteri açınca ben de açtım.
Aylar önce gazeteci arkadaşım Abdullah
Kılıç’tan aldığım belgeyi, arşivimden çıkardım. Soğuk damgalı belge, 1946 yılında emniyet tarafından hazırlanmış bir
istihbarat notu.
Nottan anlıyoruz ki, Aziz Nesin gözaltına alınınca verdiği bilgi üzerine MAH’la
irtibat kuruluyor, Emniyet Müdürü Ahmet Demir’e atfen şu not düşülüyor: “Sanıklar arasında solcu olarak tanınan Aziz
Nesin de vardır. Bu şahıs ses gazetesinde
hükümet aleyhinde yazılar yazmakta idi,
aynı zamanda Milli Emniyet’in adamı
olduğu anlaşılmıştır. Milli Emniyet müfettişi Celal Korel ile henüz bu mevzu
üzerinde görüşülmedi.”
Emniyetin istihbarat notuna göre Aziz
Nesin eski adı MAH yeni adı MİT olan
teşkilatın adamıymış! MİT mensubu Neşet Güriş meğer boşuna konuşmamış!
Hani Mehmet Eymür demişti ya, MİT’e
çalışan çok gazeteci var. Açıklansa birçok efsane kestaneye dönecek.
Ya sonra?
İşte devamı: “Ahmet Demir, odasına girer girmez, sen misin Aziz Nesin diye
Kaynak:
http://gundem.bugun.com.tr/
aziz-nesin-le-ilgili-sok-belge-195617haberi.aspx
kızılbaş - sayfa 19 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Demirel: Cen vakfını biz kurdurduk!...
Eski cumhurbaşkanlarından Süleyman
Demirel, 2 Temmuz 1993 katliamından sonra İzzettin Doğan’a Alevilerin
devletin güdümünden ayrılmaması
için toparlama görevi verildiğini
söyledi.
"2 Temmuz 1993 Madımak katliamından sonra yükselen Alevi muhalefetinin Kürtlerle buluşmaması için
İzzettin Doğan’a görev verildiği ve bu
amaçla Cem Vakfının kurdurulduğunu söyledi."
Bu sözleri Dönemin Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel’in o dönemdeki
Hacıbektaş Belediye Başkanı Mustafa
Özcivan’a anlattı.
Kimine göre pragmatik bir fırsatçı,
ancak uzun yıllardan beri Alevi topluluğunu kapalı kapılar ardında sistemin
içine çekmeye çalışan bir işbirlikçi.
Mustafa Özcivan’ın sözleri bu açıdan
önemli. Ve üstelik Doğan ailesinin
Demirel ile geçmişi ta 1960’lı yıllara
kadar uzanır.
Doğan ailesinin ileri gelenleri kendilerini Hz Ali soyundan geldiğini iddia
ederler. Malatya ve çevresinde cem
törenleri düzenleyerek Alevi toplumunda sosyal statü elde etmeleriyle
sivrilirler.
Ailenin en önemli kişiliği İzzettin
Doğan’ın babası Hüseyin Doğandır.
1950’de CHP’den milletvekili seçilerek Alevi kesimin tanıdığı isim haline
gelir. Daha sonra CHP’den ayrılarak
Demokrat Partiye geçer.
1960 yılından sonra Demirel’in Adalet
Partisine girerek birkaç dönem milletvekilliği yapar. Oğlu Doğan Doğan’ı
da (İzzettin Doğan’ın abisi) Adalet
partisi Malatya il başkanı olur.
GENERAL SUNALP’IN YAKIN
DOSTU
12 eylül askeri darbesiyle Alevi, Kürt
binlerce ilerici demokrat yurtsever işkence tezgahlarından geçirilir. Sokaklarda yargısız infazlar ve sivil faşist
saldırılardan dolayı onlarca yurtseverin katledildiği karanlık günlerdir.
cuntacı generaller Milliyetçi Demokrat Partisine (MDP) kurarlar. Alevi
halkın devrimci dinamizmi tasfiye
edilmek için partinin kurucularında
Alevilere de yer verilir. Bu kurucu
ve yöneticiler içinde dikkat çeken bir
isim vardır. İzzettin Doğan…
Onu bu kadar etkin hale getiren
sosyal etken babasının sisteme yaptığı
hizmetler ve devlete Alevi burjuvazisinin sisteme nasıl çekileceği ve
yoksul Alevilerin devrimci dinamizminin nasıl kırılıp tasfiye edileceğiyle
ilgili verdiği seminerlerdir. Ve cunta
tarafından verilen Alevi topluluğun
temsilciliğini kabul eder.
Tarih 2 temmuz 1993’tür. Binlerce ilerici alevi Sivas’ta Pir Sultan
şenliklerinde buluşur. Düzenlenen bu
şenliğe devlet destekli gerici faşistlerin saldırması sonucu 33 muhalif
aydın yakılarak öldürülür. Sistem bu
katliamla birbirinden değerli aydınları katlederek Türkiye’de gelişmeye
başlayan aydın olgusunun halkçılaşmasını tasfiye etmiştir.
Bu durum karşısında devlet yeniden
İzzettin Doğan faktörünü devreye
sokar. Doğan’ın bu süreçte devreye
girmesi oldukça önemlidir.
İZZETTİN DOĞAN’A ÖRTÜLÜ
ÖDENEKTEN PARA
DYP ve SHP hükümetinin iktidarı döneminde Tansu Çiller Alevi toplumun
oylarının alabilmek ve Cem Vakfı’nın
gelişmesini sağlamak amacıyla örtülü
ödenekten yüklü miktarda para aktarır. Devletin bu desteği Tansu Çiller’le
sınırlı kalmaz. Yapılan bu yardımlarla
Cem Vakfı güçlendirilip çekim merkezi yapılmak istenir. İzzettin Doğan’ı
destekleyen tek siyasetçi Tansu Çiller
değildir. Mesut Yılmaz zamanında
ANAP’ın belediye başkanlıklarını kazandığı belediyelerden arsalar vererek
sözde cemevlerine taksim edilir.
Musa Serdar Çelebi ismi 1980 yılları
yaşamış çoğu devrimci ve yurtsever
için tanıdık gelecektir.
Devlet MHP’li unsurları da kullanarak Maraş’ta çalışmalar başlatir. Daha
önce belirlenen Alevi yurtseverlerin
evlerinin kapısı kırmızı boya ile
işaretlenerek onlarca Alevi yurtsever
ve demokratın öldürüldüğü Maraş
katliamı gerçekleştirilir. Katliamın
mimarlarından olduğu daha sonra
ispatlanan beş kişiden biride Musa
Serdar Çelebi’dir.
Musa Serdar Çelebi ve İzzettin
Doğan’ın yolları ise Avrupa Cem
Vakfı’nın düzenlediği cemde kesişir.
Çelebi’nin İzzettin Doğan tarafından
davet edilmesi cem törenine katılan
diğer alevi kurumlarınca protesto edilince töreni terk etmesiyle açığa çıkar.
Olayın açığa çıkmasından sonra alevi
kurumların tepki göstermesi üzerine
Tempo dergisine verdiği röportajında
İzzettin Doğan şunları söyler:
Bu soruda ısrarlısınız: '80 öncesi bir
katliama karışmış biriyle nasıl el sıkışırsınız', demek istiyorsunuz. 80'den
bu yana kaç sene geçti? 28 yıl değil
mi?
Otuz sene önce katildi! Olabilir. İnsanlar affediliyor.’’
İzzettin Doğan’ın bir tek görüştüğü
ülkücü faşist Musa Serdar Çelebi
değildir. Son zamanlarda alevi Türk
İslam sentezinin savunucusu Namık
Kemal Zeybek’te bunlardan biridir.
Fakat etkisini Alevi toplumda gün
geçtikçe yitirmesi ve misyonun
deşifre olmasından dolayı her sistemin sınırsız destek verdiği figürler
de zamanla yok olmaya muhtaçtır.
Ve anılırken Alevilere verdiklerinden
çok bu topluluktan neler götürdükleri
gündeme gelirler. Bir toplumun asimilasyonu için ahlak kurallarını dahi
ayaklar altına almaktan çekinmeyen
İzzettin Doğan artık çöküş ve tasfiye
sürecine girmiştir.
................................................(basından)
kızılbaş - sayfa 20 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
“Diaspora Kürtleri”
Kitabına Hapis ve Para Cezası Kesildi!
Hejarê Şamil tarafından kaleme alınan ve 01.Kasım 2005 tarihinde Pêrî
Yayınları tarafından yayımlanan “Diaspora Kürtleri” isimli kitap yayımlanır yayımlanmaz “PKK propagandası
yaptığı” gerekçesiyle TMY yasasının
3713/ 7/1-2 maddelerinden soruşturmaya tabi tutulmuş ve dava açılmıştı.
Süren dava 2008 yılında İstanbul 11.
Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesi
tarafından oybirliği ile “Suçun sübuta erişmediği” gerekçesi ile “Beraat”
kararı vermiş ve Avukat ücreti dâhil
tüm masrafların 1,200.00 TL olarak
hesaplanmış olup bu miktarın hazine
tarafından savunma/yargılanan tarafa
ödenmesine karar verilmişti.
kararlarından ısrar etmeyerek “Yargıtay 9. Dairenin Bozma ilamına” oybirliği ile onay vererek davanın yeniden
görülmesine uyulmasına karar vermiş
bulundular.
DOSYA NO : 2012/1
01 Kasım 2005 tarihinden açılıp sayısız mahkemeler ve duruşmalar ile
bir işkenceye dönüştürülen “Diaspora
Kürtleri Kitabı Davası” 2012 /1 No’lu
dosyanın duruşması 08.06.2012 tarihinde İstanbul 11. Özel Yetkili Ağır
Ceza Mahkemesi tarafından tüm
Üyelerin Oy birliği ile Neticeten Pêrî
Yayınları’nın sahibi Ahmet ÖNAL “10
ay Hapis ve 416.00 TL Para Cezası ile
cezalandırılmasına karar verildi”
İddia : Hêjarê Şamil’in Kaleme aldığı
ve Sahibi bulunduğum Pêrî Yayınları tarafında yayımladığım “Diaspora
Kürtleri” isimli kitaba ilişkin, İddia
Makamı hakımda; “PKK-KONGRA
GEL terör örgütünün propagandasını
yapmak TMK’nun 3713/7-2 Maddesine aykırı davranmak” şeklinde iddiada
bulunmuştur.
İstanbul 11. Özel Yetkili Cumhuriyet
Savcısının, Ağır Ceza Mahkemesine
davanın “Beraat” ile sonuçlanmasına
yaptığı itiraz neticesinde, Yargıtay 9.
Dairesine intikal ettirilmişti. 2011 tarihinde Yargıtay. 9. Dairede de görülen
dava tüm üyelerin “oybirliği ile” “Ahmet Önal’ın TMY yasasının 3713/1-2
maddelerine muhalefet suçu işlediği ve
cezalandırılması gerektiği” istemiyle
dava “Bozularak” yeniden görülmesine karar vermişti. Yeniden İstanbul 11.
Ağır Ceza Mahkemesine iade edilen
dava “Beraat kararını oy birliği ile”
veren aynı mahkemenin üyeleri bu kez
“Sanık Ahmet Önal’ın aynı suçu tekrar
işlemeyeceğine dair mahkemede herhangi bir kanaat oluşmadığından dolayı, cezanın ertelenmesine yer olmadığına oybirliği ile karar verilmiştir”
Temyiz yolu açık olmak üzere dava kapanmıştır.
SAVCILIK; Kitabın 181. sayfadaki
“SONUÇ” Başlıklı Bölümün; “BDT
Kürtleri'nin Mevcut Sosyal, Siyasal
ve Örgütsel Konumu” ara başlığı ile
yazarın işlediği konu üzerinde tek taraflı olarak durmuş ve PKK’nin Sovyet
Kürtleri arasındaki faaliyetlerini irdeleyen, bir dönem BDT ülkelerindeki
Kürtler arasında nasıl nüfus ettiğine
dair birkaç paragrafı; yazının/ kitabın
genel içeriğinden ayrı olarak, adeta
‘cimbizlayarak’ ele almış, bütünden
koparmış ve son derece yanlış bir sonuca varmıştır / varmak istemiştir.
***
Ahmet ÖNAL’IN İlk Duruşmada
Yapmış olduğu Savunma ektedir!
11. AĞIR CEZA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA İSTANBUL
Konu : Yukarıda numarası verilen dosyaya ilişkin C. Savcılığının hakımda
verdiği Mutalaya Karşı savunmamdır.
Savunmamdır:
Kitabın tümünde ise, konuya dair süreçler ve gelişmeler bir bütün olarak ele
alınmış, daha sonra PKK’nin 1999’dan
sonraki dönemde BDT ülkelerinde nasıl marjinalleştiğine vurgu yapılmıştır.
Diaspora Kürtlerinin, esas olarak istem ve arzularının ne yönde olduğunu
tespit ve tahliline çalışan yazar Hêjarê
Şamil, PKK’nın bir dönem (1989-1999)
BDT’de Kürtler arasında geniş bir desteğe sahip olma imkanını yakaladığını, daha sonra ise bu desteğini nasıl
ve hangi politikalar sonucu yitirdiğini,
marjinal hale geldiğini, PKK militanlarının; “ihtirasla” halka çabucak girdiğini, fakat “benmerkezci”, “iradi”,
“demokratik olmayan”, “salt ideolojik
yaklaşarak” oradaki Kürtlerin desteğini aynı şekilde çabucak “kaybediş” sebepleri üzerinde durmuş; siyasal, sosyal, kültürel yönlerini bilimsel analiz
yöntemini esas alan bir çalışma suna-
kızılbaş - sayfa 21 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
rak, BDT cumhuriyetlerinde yaşayan
ve "Sovyet Kürtleri” ya da “Diaspora
Kürtleri" olarak ele aldığı ve adeta tüm
coğrafyaya serpiştirilerek dağıtılmış
Kürtlerin durumunu tarihsel olarak incelemeye çalışmıştır. Bu nedenle kitabına “Tarihsel ve Güncel bir İnceleme”
demiştir.
Yazarın bu konudaki bilimsel yaklaşımına karşı, iddia makamının konuları
tek taraflı olarak nasılda suçlama zeminine çekerek ele aldığını ilk savunmalarımda yeterince açıklamış idim.
Ayrıca yazar; Eski Sovyetlerde yaşayan Kürtlerin sorunlarını üç başlık altında özetleyerek tespit etmiştir.
”1. Kimlik ve Eşitsizlik Sorunu, 2. Demokratik Temsil Sorunu, 3.Kürt Ulusu
İle Dayanışma Sorunu” olarak izah etmiştir.
Yazar; Diasporadaki Kürtler hakkındaki siyasal ve düşünsel eğilimleri
gözlemleyerek, belgesel bir şekilde
özetlemeye ve tahlil etmeye çalışmıştır.
• Kısacası; kitapta her hangi bir “örgütün propagandasını yapma” amacı
yoktur. Söz konusu PKK ile ilgili olarak da; kitapta belirtildiği üzere oradaki halkın içine düştüğü durum ve
siyasal konjonktür ile Kürtlerin eğilimleri, PKK’nin yaklaşımları, çalışma
tarzı ve halkın özlemleri ile ilk önce
sıcak bir karşılık verdiğini, 1999’dan
sonra ise halkın PKK’den uzak kaldığını izah etmiş ve esasta eleştirmiştir.
Diasporadaki, yani Bağımsız Devletler Topluluğu(BDT)’ ndaki Kürtlerin,
Sovyetlerin dağılmasından sonra, bir
siyasal boşluğa itildiğini, pek çok çözüm arayışına girdiklerinin üzerinde
durmuş ve öne çıkan kimlik ve demokratik taleplerinde ısrarlı davrandıkları
sonucuna varmış oldukları, suçlanan
bölümün özeti olarak öne çıkmaktadır.
Zira Kitapta, “PKK-KONGRA GEL”
ismi bile hiçbir yerde geçmemektedir.
Bu dava tamamen iddia makamının
kendini “zorlayarak dava açma” histerisinin sonucu olduğunu ortaya koymaktadır. Söz konusu edilen dönemde,
(1989 ve 1999 ) PKK – Kongra Gel diye
bir örgüt de yoktur. Bildiğim kadarıyla bu örgüt 2003’ten sonra PKK’nin
pek çok konuda eski düşüncelerinden
vazgeçerek “Demokratik Cumhuriyet”
düşüncesini ortaya attıktan sonra kurulmuştur.
İddia makamı o kadar ön yargı ile
hareket etmiştir ki; PKK eleştirisine
dahi tahammül edebilecek durumda
olmadığını, dünyanın herhangi bir yerindeki Kürtler ile ilgili bile olsa, asla
herhangi bir tartışmaya tahammülünün
olmadığını ortaya koymaya çalışmış ve
insan hakları, demokrasi, düşünce ve
ifade özgürlüğü gibi insani erdemleri
adeta unutarak bu iddianameyi sunmuş
ve ısrarcı davranmaktadır.
Eğer kitap ile PKK’nin propagandasını
yapma gibi bir derdim olsaydı; PKK’yî
“ aşırı merkeziyetçi”, “anti- demokratik” ve “halkın özgül durumunu görmeyen, görmediği için de giderek marjinalleştiği” vb. kavramları kullanan
böylesi bir kitabı yayınlamam mümkün olmazdı.
Açıkça belirmek gerekir ki köylü zihniyeti esas alıp, popülist yaklaşımlar
içeren tüm devlet ve örgütler, antidemokratik özeliktedirler. Zira bu
oluşumlar egemen paradigma ile sorunlara yaklaşıp, çağın düşünceleriyle
yeterince buluşamayıp, aydınlanmayı
yakalayamadıklarından dolayı düşüncelerin özgürce tartışılmasına tahammül edememektedirler. Bu yönü ile sayın savcının en basitinden ve esasında
PKK tarzı örgütlemeleri eleştiren söz
konusu kitaba soruşturma başlatması; eğer ki kitabın içeriğini anlayarak
açmışsa, düşünce özgürlüğüne karşı
tahammülsüzlüğü ile PKK’nin “ben
merkezci” ve hatta kendisini eleştirenleri yıllardır cezalandırmaya çalışan
özelikleri ile aynı paralelde olduğuna
ve devlet organizasyonu olarak var olduğu için asil tehlikeli olduğunu ortaya
koymuş bulunduğuna inanırım. Gelinen durum da bunu ortaya koymuştur.
Açıkça belirmeliyim ki devletin şiddeti ile PKK’nın şiddeti birbirini beslemiştir. Bu durum Kürt sorununun bilimsel zeminden araştırılarak, çözüm
üretmeye zarar vermiş hatta önemli
ölçüde engellemiştir. “Kürt sorunu”na
bağlı olarak Türkiye’de demokrasi, insan hakları, hukukun yerleşmesi, ekonomi, göç, dünya ile rekabet etme ve
entegre olma, istihdam, sağlık, planlı
şehirleşme, trafik ve tüm problemlerin rahatça çözümünü engellemiştir.
Bu çatışmalı ortamın yıllardır şiddet
ve çeteci kültürü besleyerek toplumsal
istikrarsızlığı yarattığı, her sağduyulu
insanın malumudur. Adeta sorunları
kangrenleştiren bu çatışmalı zihniyet
demokrasiden uzak ve çağdaş değildir. Bu zihniyet köylü eğilimli faşizan.
Tamamen karanlık ortamda siyasi ve
ekonomik rant elde etmeyi hedeflemekte oldukları için bizleri, bizlerin
asıl sorunlarımızı demokratik ve özgür bir ortamda araştırarak, tartışarak
ve tamamen şiddetten arındırarak ele
almamızı istemeyen de başta devlettir.
• Devlet yetkilileri zaman zaman “Kürt
sorunu vardır.” dediler. “Bu sorunda
Devletin hataları da olmuştur.” dediler.
Ancak hataların neler olduğunu açmayıp ketum kaldılar. Devlet adeta Kürtlerden ve Kürt sorununu tartışmaktan,
konuşmaktan korkuyor. Bilim adamları sorunu tartışmaktan çekiniyor.
Siyasilerimiz bu sorunda siyaset üretmekten ürküyor. Tek ezberledikleri şey
“Terörist PKK” deyip dururken, esas
amaç “Kürt sorununu” maniple etmektir. Sorunla ilgili laf etmek isteyen,
“Kürt Sorunu”nu tüm resmi saikler dışında ele almak düşüncesinde olanlar
da soruşturmaya uğratılacağı korkusuyla konuyu düşünmek bile istememektedir. Bu dar döngüye itilen durum
demokrasinin değil, şiddetin devreye
girmesine hizmet etmiştir /etmektedir.
Aslında suçlandığım savı içeren iddianameyi bir iddianameden ziyade bir
suçlamaname olarak değerlendiriyorum. Kendimin şu anda bir suç olmayan ama suçlandığım bir durum ile
karşı karşıya olduğumu belirtmeliyim.
Kitap genel itibarıyla; Diasporadaki,
yani BDT’deki Kürtlerin siyasal tarihini çeşitli boyutlarıyla ele alan bir belgeseldir. Bir propaganda kitabi olarak
değerlendirilmesi kitabın çerçevesini
daralttığı için de büyük bir haksızlıktır. İddia tamamıyla yanlıştır ve şiddetle reddediyorum.
AYRICA; Yayınlanan kitapta yer alan
savlar; ifade ve basın hürriyeti sınırları içindedir. Çünkü söz konusu yazıda
kişilik haklarına herhangi bir saldırı
ile şiddete ve suça teşvik yoktur. İçerik
olarak eleştirel mahiyettedirler.
Bir yayıncı olarak yayınladığım bütün
yayınların içeriğine katılmamakla birlikte ifade hürriyeti çerçevesinde olan
kızılbaş - sayfa 22 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
yazıları yayınlamaktayım. Bu kitabı
da o çerçevede gördüğüm için yayımladım.
Fikirlerin mahkeme kararlarında değil, kamuoyunda ve ilgili platformlarda tartışılması gerekir. Fikirlerin
ve araştırmaların müeyyidesi hapis ve
para cezası değil, kamuoyunun ilgisi
olmalıdır. Genel geçer fikirlerin değil,
muhalif fikirlerin korumaya ihtiyacı
vardır. Aykırı fikirlerin korunması için
ifade ve basın hürriyeti kavramı gelişmiştir.
Hukuk evrenseldir. Düşünmek ve düşündüklerini ifade etmek ve yaymak en
doğal haklardandır. Türkiye’de AİHS
(Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi)’ni
imzalamış ve bu görüşte olduğunu belirmiştir. Ancak mevcut uygulama ile
Türkiye’de bu sözleşmenin ihlal edildiği kanaatindeyim.
Ayrıca yazara ait aidiyat belgesini,
gerek ben, gerekse de avukatım tarafından ayrı ayrı mahkemeye sunmuş
bulunmaktayım.
Sonuç : Sunduğum nedenlerle hakkımda yürütülen soruşturma ve davanın
yersiz / haksız olduğunu düşünüyorum. Suçun olmadığı bir ortamda Cezanın da olmaması en doğal olanıdır.
13.02.2008 tarihli İlk “BERAAT” kararınızda olduğu gibi ısrar etmenizi
diliyorum.
Adres:
Söğütlü Çeşme Cad.
Pavlonya Sok. Nuhoğlu İşhanı
No:10/19 Kadıköy İstanbul
Tel: 0216 347 26 44
per iyay inlar [email protected]
Ermenilere
bir mezar yerini çok görenler
İtiraf etmek çok mu zor yani? Bunca
yıl yaraları tuzlayan bir acıyı, rezaleti, sürgünü, soykırımı. Yani şimdi
Ermeniler kendi kendine soykırım
uyguladı, değil mi?Hadi kendimizi
yok edelim mi dediler birbirlerine. Ya
da bir gün hadi bu güzelim coğrafyayı terk edelim mi dediler? Sayımızı
milyonlardan 40 binlere indirelim de
azınlık olalım, dememişlerdir herhalde? Bırakın azınlık olmayı izleri
bile kalmadı bu coğrafyada Ermenilerin. Koca bir 97 yıl geçti soykırım
üzerinden. Ermeniler dünyanın dört
bir tarafına dağıldı. Giderken yollarda kimine işkence yapıldı, kimi öldürüldü, kimi açlıktan öldü. Kimisi
askere alınıp öldürüldü, kimisi Suriye kamplarında öldü. Kimi Lübnan
kamplarında öldü. Başa ne gelmedi
ki? Kimi Ermeni kendi adını gizledi: Dikran iken; Mehmet yaptı. Arman iken Ali oldu. Hala birçokları
Ermeni olduğunu bile söyleyemiyor,
korkuyor. Ermeni dölü dendi kimi
zaman, bir halkın ismi hakaret olarak algılandı. Hangi hakarete maruz kalmadı ki Ermeniler, ne zaman
aşağılanmadı ki? Dünyanın hangi
ülkesine gitmediler ki korkudan, tehcirden, soykırımdan dolayı… Ama
hala her Ermeninin içinde, özleminde yaşadığı o kentin, o köyün hayali
var. Hani o Aram Tigran’a çok gördüğünüz bir avuç toprak var ya, işte o
toprak, o hayal. Üç yıl önce hayatını
kaybeden ve Diyarbakır'a gömülmeyi vasiyet eden Ermeni sanatçı Aram
Tigran’ın bu vasiyeti kabul edilmeyince Brüksel'de toprağa verilmiş,
mezarına Diyarbakır’ın ancak toprağı dökülebilmişti. Bir mezarı bile çok
gördüğünüz o koca yürekli, hakların
kardeşliğini savunan adamın toprak
hayali de gömülmek içindi. Bu topraklarda kardeşçe, aşağılanmadan,
insanca beraber yaşama isteğinin
hayaliydi… Ermenilerin toprak talebi var mı sorusuna Hrant Dink’in
"Evet bizim bu topraklarda gözümüz
var ama sahip olmak için, alıp götürmek için değil, gömülmek için"
sözleri her yerde yankılanırken hem
de, Aram Tigran’a bir mezar yeri çok
görülmüştü. İşin özeti budur. İşte,
yok olan bir halk… Ardından sırayla
Süryaniler, daha sonra Keldaniler ve
Êzdiler… Elinizi vicdanınıza bırakın, bu halklar kendi kendine mi yok
oldu diye bir sorun kendinize. Bir
gün kendinizi aptal yerine koymadan
düşünün. Bir: Ermeniler, iki: Süryaniler, üç: keldaniler, dört: ezdiler…
Bir sorun nerede şimdi bu halklar
diye. Dört millet yok oldu. Kadın, çocuk, genç, ihtiyar… Dört milleti yok
etmek bu kadar kolay mı sizce? Adına ister büyük felaket deyiverin, ister
soykırım. Dört halk yok oldu, bu dört
halktan bir özrü bile esirgiyorsunuz.
Meseleyi nereye kadar gizleyip çarpıtacağız? Nereye kadar? Bu meseleyi
sadece tarihçiler mi çözecek sanıyorsunuz; ya da sadece siyasetçiler
mi çözecek? Azıcık zekâsı olan herkes meselenin ne olduğunu, gün ışığı
gibi biliyor ya! Bir 97 yıl daha geçse
de torunlarımız ve onların torunları
dahi unutmaz. Unutamaz insan. Çünkü insan kıyımı var ortada. Hani tek
bir insana dahi kıyılmazdı ya. Dört
halka kıyıldı. Bugün 24 Nisan 2012.
Tam 97 yıl geçti. Şimdi Ermeniler mi
yok oldukları için özür dilesin yani?
Azınlık olduğu için özür dilesin o
zaman Ermeniler, öyle mi? Çoğu
Ermeni’nin bir mezarı dahi yok. Bir
mezara bile tahammülü olanlar yok.
Tıpkı bu ülkede Aram Tigran’a bir
mezarı bile çok görenler gibi!
Cavit Sinet
http://www.aykiridogrular.com
kızılbaş - sayfa 23 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Pontos
Jenocidi
rastlanılmadığının açıklaması da” bu
olayların sonucunun kanla noktalanmasının ardında yatmaktadır.
3. bölüm:
Sürgünler, Jenocid ve Kovulma
Ali Sait Çetinoğlu
Bölge halkının maruz kaldığı durumları Andreadis söyle ifade eder: “Bütün Karadeniz kıyısı, Harsiotis suyunun batısında kalan alan tamamen
boşaltıldı. Çeteler, kendi deyişleriyle,
intikam almak için Hıristiyan köylerine dalıyorlardı. Çaresiz halkın mallarını yağmalıyor, onları ürkütüp kaçırmak için evleri ateşe veriyorlardı.
Direnmeğe kalkışan ise derhal öldürülüyordu. 1916 yazı çok sıcak geçti”
sözleriyle çatışmaları, yağmaları ve
sürgünleri özetlemektedir
Rus Ordusuna casusluk yapılıyor, lojistik destek sağlanıyor gerekçesiyle
Harşit Çayının batısındaki Hıristiyan
nüfusun Cephenin 50 kilometre güneyine sürülme kararı alınır. Karar servetlerine de el konularak azınlıkların
saf dışı edilmesiyle yek vücut güçlü
bir devletin oluşturulmasına dair Alman-ittihatçı planının bir parçasıdır,
sürgünlerin ilki o sırada bir sınır şehri
olan Tirebolu Rumlarıyla ilgili olarak,
muhtemelen Ekim ayı sonunda kararlaştırılmış, halka 9 Kasım'da duyurulmuş ve 16 Kasım'dan itibaren uygulanmaya başlamıştır.
Berlin’e gönderilmek üzere hazırlan-
mış bir metinde Avusturya Dışişleri
Bakanlığı Sürgünlere ilişkin şunları
ifade etmektedir: Türklerin politikası
devlete karsı tehlike olarak gördükleri
Yunanlıları genelleşmiş bir kovulma
hareketi ile bütünüyle ortadan kaldırmak ki daha önce Ermenilere karsı da
aynı politikayı uygulamıştı. Türkler
nüfusu hiç bir ayırıma bakmaksızın
ve hayatta kalmalarına hiç bir olanak
vermeksizin başka alanlara göçertme taktiği altında, yani sahillerden iç
alanlara doğru, onları insanlık dışı ve
sefil koşullar altında açlığa terk ederek
ölüme terk ediyorlar. Boşaltılan evler
ise çeteciler tarafından el geçirildikten
sonra yağmalanıp yakılıp yıkılıyor.
Ermenilerin kovulmaları sırasında
alınan bütün tedbirler Pontos Rumlarına karşı da aynen uygulanmaktadır.
Başlangıçta sürgünün Ermeni Soykırımı derecesine varamaması Yunanistan’ın tarafsızlığına ihtiyaç duyulmasındandır. Yunanistan tarafsızlığını
bozduğunda ise süreç Batı Pontos’lular için kanla noktalanacaktır. “Bu
gün Yunanistan’da Doğu Pontos’tan
gelme çok sayıda insana rastlanırken
neden Batı Pontos’tan gelenlere pek
Andreadis yaşananları özetlerken “Selanik Elefteria (Özgürlük) Meydanında
başlayan ve Fransız Devrimi gibi liberal ve insani değerler üstüne dayanan
ve Sultan'ın tüm tebasına hitap eden,
onun iktidarına ve sorumsuzluğuna
karşı herkesi bir araya gelerek devrime
katılmağa çağıran Jön Türk hareketi,
kısa süre içinde milliyetçi, faşist bir
Türk hareketine dönüştü. Jön Türklerin sloganı artık Özgürlük, Eşitlik ve
Kar-deşlik değil, Türkiye Türklerindir
olmuştur. 1916 yılında işitilen tek slogan buydu. Vehip Paşa ordusunu böyle
bir hava içinde sürmüştü cepheye…
1916 Kasımında Alman danışmanları
ile birlikte, masum bir askeri güvenlik
planı hazırlamış… Plan, güvenlik nedeniyle, Rus cephesi üzerinde bulunan
tüm Hıristiyanların, cepheden 50 kilometre kadar geriye aktarılması gerektiğini ileri sürüyordu. Plana göre, Ruslar Ortodoks Hıristiyan olduğu için,
cephe hattında Hristiyanların varlığı
bir güvenlik sorunu yaratıyordu. Plan,
Tirebolu'dan Bafra, Samsun ve Sinop'a
kadar tüm bölgeyi kapsıyordu. Bu sözde geçici bir plandı, mantıklı ve de
masum nedenlerle hazırlanmıştı. Evet,
bu belki mantıklı ve amaca uygun bir
plandı, ama asla masumane değildi.
Eğer siz, soğukkanlılıkla, tüm bir nüfusu kış ortasında yerinden yurdundan
edip sürerseniz, onları açılıkla, soğuk
ve hastalıkla yok olmağa itmişsiniz
demektir. Üstüne üstlük, elli kilometre iki yüz kilometreye çıkarsa, planın
hedefi iyice aşikâr olur. Ve sürgünlerin geçeceği bilinen yol üzerinde, her
20 kilometrede bir, sanki tesadüfmüş
gibi, çeteler bekleyip pusu kurar ve çaresiz Hıristiyanları katlederse, bu planın daha da iğrenç olduğu anlaşılır.”
Pontos Yürütme Konseyi'nin 2.11.1921
tarihli ve Yunan Dışişleri bakanlığına
gönderdiği metinde hayatta kalmayı
bir şekilde basarmış bazı Pontos’luların şahitliklerine yer verilmektedir.
Osmanlı’nın Birinci Dünya Savasında
yenilmesi üzerine Pontus bölgesine,
İngiliz ordusu (İngiliz komutanların
başında olduğu Hint askerler) konuşlanır. İngilizler kendi çıkarlarının
mutlak şekilde isleyeceğini garantiye
almak için Pontos’lu gerilla gruplarından silahlarını Türk askeri birliklerine
kızılbaş - sayfa 24 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
teslim etmelerini ister.
Gerillalar bu tuzağa düşmezler ve silahlarını da teslim etmezler. Kemalist
hareketin gelişmesine kadar ki bütün bir süreç boyunca Pontos nüfusu,
Pontos Cumhuriyeti düşlerini olduğu
gibi korurlar. Rusya ya göçmüş olan
yaklaşık 100.000 Pontoslu Bölgeye
döner. Gerillalar dağlardan yavaş yavaş şehirlere inmeye baslar. Amasya
gibi yerlerde gece gündüz yollarda
dolaşmaya başlarlar. Pontos hareketi
tehlikeli bir asamaya geldiği içindir
ki Osmanlı yönetimi Mustafa Kemal'i
Pontos hareketini bastırmak için bölgeye gönderir.
Mustafa Kemal, Pontos hareketini
bastırmak için başladığı gezisine İngilizlerin istekleri, sultanın maddi
manevi destekleri ve yardımlarıyla
baslar. Samsun'a gelir gelmez İngiliz temsilci Yüzbaşı Hurst'la görüşen Mustafa Kemal, toplulukların
başkanlarını karargahına davet etti.
Rumların önderi Germanos bu davete
icabet etmedi. Mustafa Kemal, bölgenin durumuyla ilgili olarak İstanbul'a
gönderdiği 22 Mayıs 1919 tarihli raporlarda; Germanos'un idaresindeki
Rum çetelerinin siyasi bir mahiyetleri olduğunu belirtmektedir. Raporda
otuz üçü Samsun'da, kırk kadar Rum
çetesi sayılmakta, buna karşılık altısı
Samsun'da bulunan on üç kadar Türk
çetesi olduğu bildirilmektedir. Mustafa Kemal 5 Haziran 1919'da Havza'dan
gönderdiği raporlarla, Rum faaliyetleriyle ilgili yeni bilgiler verir. Ona
göre azınlıkta olmalarına rağmen Sivas Vilayeti'nin Amasya ve Tokat Sancaklarında da, aynı Canik Livası'nda
olduğu gibi Rumlar çetecilik ve siyasi
amaçlı çalışmalar yapmaktadırlar…
Mustafa Kemal Paşa'ya göre, Samsun
ve güneyindeki asayişin sağlanması
için mevcut jandarma ve birlikler yetmeyeceği için birkaç bin erin silah altına alınması uygun olacaktır. Ayrıca
Samsun'daki Ortodoks Piskoposunun
da bölgeden uzaklaştırılmasının yerinde olacağını düşünmektedir. Yunan
Hükümeti'nden emir alan Mavri Mira
adlı örgütün, Samsun ve Trabzon mıntıkasında ihtilaller çıkarmak için silah
ve cephane dağıtımı yaptığını belirten
Mustafa Kemal, Harbiye Nezareti'nden
bunlara karşı tedbir alınmasını da istemektedir. Karadeniz Bölgesi'ndeki
Rum faaliyetleri karşısında, İstanbul
Hükümetlerinin de duyarsız kalmadıkları gözlenmektedir. Nitekim, 15
Temmuz 1919'da Vakit Gazetesi ile bir
mülakat yapan Nafıa Nazırı Ferid Bey,
Anadolu'dan ne maksatla çıktıkları
bilinen Rumların tekrar geri dönmelerine engel olacaklarını, bu konuda
Trabzon ve Samsun'daki yetkililerin,
daha önce Ali Kemal Bey zamanında
böyle kesin emirler aldıklarını da belirterek; bu konuda İtilaf Devletleri
temsilcilerinin de aydınlatıldığını ifade etmektedir.” M. Kemal, 19 Mayıs’ta
Samsuna ayak basar basmaz Pontos
özgürlük hareketine karşı Türk çetelerini örgütleyerek ise baslar. İlk görüştüklerinden birisi de Topal Osman
olduğu söylenir. Türk devletinin kendi
arşivlerinden de çıkan değerlendirmelere bakılırsa Mustafa Kemal Pontos
gerilla hareketine Yunan devletinden
daha çok önem verir. Bu yüzden de
gerilla birliklerinin dağıtılması için
iki kolorduyu harekete geçirir. 30 bin
Türk askeri 18 bin gerilla ve basındaki 300 gerilla önderine karsı harekete
geçirilir.
M. Kemal Nutuk’ta Pontos hareketinden söz ederken verdiği önem gözlenmektedir.
Pontos gerilla hareketinin en önemli
zaafı ortak bir kumanda merkezinden
yoksun oluşudur. Yunan ordusunda
komutanlık yapan Pontus kökenli X.
Karaiskos aslında bunu yapmaya yeltenir. Atina’daki Pontos Kurulu da aslında bunu gerçekleştirmeye çalışır.
Gerillalar, Rum nüfusun tehcirini önlemeyi başaramamış olmakla beraber,
özellikle yakılan köylerden kaçan
Rumları bir araya getirerek dağlarda
"kurtarılmış bölgeler" oluşturarak,
yeni birliklerin kurulması ve Türk ordusunun bu ayaklanma karşısında etkisiz kalması sonucunda yerel bir uzlaşma sağlanır ve Türk köylüleri kendi
güvenliklerini sağlamak üzere silahlı
gerilla birliklerinin ve Pontos sürgünlerinin yiyecek gereksinmelerini karşılamayı kabul ederler. Savaş bittiğinde bu "modus vivendi" hala geçerlidir
ve 1918'de tehcire uğrayan Pontoslular
yavaş yavaş kendi köylerine dönmeye başladıklarında, tabii ki, şehirli ve
kırsal kesimden Müslümanlar, tehcire
uğrayan Rum ve Ermenilerin mallarını geri vermekten hiç memnun olmaz-
lar. Çatışmalar yeniden başlar.
Kurtarılmış bölgelerde Gerillalar
kendi yönetimlerini ve hukuklarını oluşturma faaliyetlerine geçerler,
Gerilla komutanlarından Stilianos
Kosmidis’in çabalarıyla üst askeri
konsey oluşturulup birbiriyle çatışan
gruplar arasındaki ilişkileri düzenleyen bir ceza hukuku ardından da kurtarılmış alanlarda mahkemeler oluşturulur, silah taşıma hizmeti devreye
sokulur. Bölgedeki Çerkes gerillaları
ile dayanışma grupları oluşturulur.
Pontos Bölgesindeki Çerkeslerin faaliyetleri hakkında yazılanlar bölge
Çerkeslerinin de Batı Anadolu’daki
gibi bir tehlike olarak algılandığını
görüyoruz: “Çerkezlerin yıkıcı etkileri Merkez Ordusu Bölgesi'nde [Pontos]
de görüldü. Ordu mıntıkasının çeşitli
yerlerinde bulunan Çerkezler, daha
yoğun olarak Çarşamba, Bafra, Tokat ve özellikle Sivas Uzun Yayla ile
Aziziye (Pınarbaşı) kazasında yaşıyorlardı. Osmanlı Devleti'nin mütarekeden sonra içinde bulunduğu zaaftan
yararlanmak isteyen çeşitli unsurlar
gibi Çerkezler de, merkezi Anadolu'da
karışıklık çıkardılar. Daha 6 Haziran
1919'da 15. Fırka 3. Kolordu yazısında
Alaçam ve Bafra yöresinde geniş bölücü Çerkez çeteleri hareketi görüldüğünü bildirerek, uyarmaklaydı.”
Bu başarılı çalışmalardan sonra daha
önce de bahsini ettiğimiz Yunan ordusunda komutanlık yapan Pontus
kökenli X. Karaiskos İstanbul’a gidip oradan Pontos’a silah sevkiyatı için Yunanlı yetkililerle görüşür,
ancak çabalar boşunadır, Yunanlı
yetkililer buna yanaşmadıkları gibi
Karaiskos’un Pontos’a geçişini de engellerler.
Hareketin Sonu ve Kovulma
Gerillalar Yunan hükümetlerinden Hem kralcılardan hem de Venizelostan - defalarca yardım talebinde bulunurlar. Ancak başvurular faydasızdır,
yanıt alamazlar. Pontoslu gerillaların
16.8.1919 da yazdıkları ve en son Yunan dışişlerine ulasan aşağıdaki mektup oldukça dikkate değerdir.
Pontos’un bağımsızlığı ve özgürlüğü
için savaşan gerilla önderlerinin emirleri doğrultusunda sizlere aşağıdakileri belirtmek isteriz:
kızılbaş - sayfa 25 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bilindiği üzere Pontos’un evlatları
kendi önderleri etrafında Türkçülüğe
karsı son 5 yıldır başkaldırmış durumda. Maalesef bunlar sadece mavzer ile
savaşıyorlar ki bunları bile Türklerden
satın almakta zorlanmaktalar, keza yiyecek sorunu başlı başına bir sorun.
Kışa kadar kendilerini zor çıkarırlar,
bu yüzden Ekime kadar gıda tedariki
için bir şeyler yapılmalıdır. Bunların
yanında giyecek ve kuşanacak malzeme eksikliği de yaşanmaktadır. Yaralılar için ilaç ve gerekli malzemeler de
bir başka sorun. Mitralyöz ve diğer silah eksikliklerimiz tam teçhizat giderilmelidir. Bu yüzden kendimiz masraflarını karşılamak üzere iki kişiyi
buraya askeri eğitim için göndermek
istiyoruz. Ülkelerinin bağımsızlığı
için umutsuzca çarpışan sevgili ülkemizin mücadeleci çocuklarının ihtiyaçlarını sizlere bildiriyoruz
Yunan devleti Pontos Bağımsızlık
Mücadelesini kavramamış ya da anlamak istememiştir. Bu yüzden, Pontoslu gerillalara Yunanistan’dan hiç
bir yardım gönderilmemiştir. Pire
limanında Amasya’ya gitmek üzere
silah ve cephaneliğin bir gemiye doldurulduğu söylense de bu gemi asla
hareket etmeyecektir. “Eskişehir'in
Yunanlılarca işgal edilmesinden sonra
İstanbul'daki Pontos Komitesi, o sırada İzmir'de bulunan Yunan Başbakanı
Gunaris'i ziyaret ederek Pontus'a asker
çıkarılması yolunda son bir talepte bulunduysa da bu talep Ankara yönünde
ilerlemeyi yeğleyen Yunan Genelkurmayı tarafından reddedildi. Bir defa
daha Yunanlılar Pontos’luları yalnız
bırakmışlardı”.
rı vardır. Romantik bağlılık devam
eder. Örneğin 1922 yılında Yunan ordusu Ege’den içlere doğru ilerleyince
Pontus gerilla hareketinden Kiriakos
Papadopoulos (diğer ismiyle Parasukli -kısa bacak) 500 gerillayla birlikte
Pontostan kalkarak Yunan ordusu ile
birleşmek ister.
Pontos gerilla hareketinin otonom
yapısının bedeli çok ağır ödenir.
Batum’da General Anonya tarafından
oluşturulan birlik Bolşevikler tarafından dağıtılır. Hatta Rusya’da Bolşeviklerce tutuklanıp Türklere teslim
edilen Pontos gerillalarının olduğuna
dair tanıklıklar bulunmaktadır. Keza
Türk - Sovyet yakınlaşması Bolşeviklerin Anadolu’daki ulusal kurtuluş
hareketlerine karsı olumsuz tavrıyla
sonuçlanır. Hatta Pontoslu gerillaların
ticari amaçla bölgede bulunan Amerikalı denizcilerce tutuklanıp Amasya’daki Türk askeri birliklerine teslim
edildiğine iliksin şikâyetler söz konusudur.
Ankara Hükümeti Bölgedeki gerilla
faaliyetini önlemek için gerillanın lojistik destek aldığı köyleri boşaltarak
tekrar sürgüne başvurur. Ankara kontrol bölgesindeki istikrarı bozabilecek
her türlü unsuru askere alarak sorunu
çözümleme kararındadır, Gayrimüslimleri de askere alarak, Pontoslulardan gelebilecek tehlikeyi bertaraf etmek için Osmanlı gibi yeniden Amele
taburları oluşturulmuştur. Pontosluların bir kısmı davete uymadılarsa da,
celbe uyanlardan amele taburları oluşturularak, bir kısmı da etkisiz hale getirilirler.
Bu durum ilk başlardaki başarılara
ve gerillaların birleşme, ortak komuta
merkezinden yönetilmelerine büyük
bir darbe vurur. Gerilla gruplarında
moralsizlik hızla yayılmaktadır. Türk
ordusu Bolşeviklerin yardımıyla yeniden toparlanır ve Fransızlar ile İtalyanların yardımlarını da alarak üstün
duruma geçer. Bu durum gerilla gruplarının ortak kumanda merkezince yönetilmesi eğilimini zayıflatır ve gerilla
grupları kendi başlarına ve bazen de
kendi aralarında boğuşmaya başlarlar.
Sonuç ise trajiktir.
Merkez Ordusunun 12 Mart 1921 tarihli detaylı emrinde bu amele taburları teşkili, saka arabaları ve koşumlu
hayvanların temini ile birlikte zikredilmektedir Peyderpey celp edilen Hıristiyanlarla her taburun mevcudunun
800’e çıkarılması için çalışmalara devam edileceği kaydedilmektedir.
Yunan devletinin mesafeli duruşuna
rağmen Pontos hareketinin her zaman
Yunan devleti ile özdeşleşir tavırla-
Ardından Bölgede silah toplanmasına
geçilir, silah toplanmasına önce Gayrimüslimlerden başlanır. Samsun ve
Bu taburlara numaralar verilmiştir.
Tespit edebildiğimiz Amele taburlarının numaraları 8 den başlayıp 13 de
bittiğine göre başka amele taburları da
söz konusu olmalıdır.
diğer bölgelerde silah toplayan müfrezelere karşı konulur. Ordu birliklerinin silah toplama faaliyeti sırasında
Tokat, Çarşamba ve Bafra’da Nebiyan
bölgesi en çok karşılık gördüğü bölgelerdir.
6 nisan 1921 tarihinde başlayan harekat yoğun şiddete rağmen başarılı
olamaz. Ordu birlikleri ve Giresun
alayından takviyeli birlikler Nebiyan
ve Çarşamba’da varlık gösteremezler.
Çarşamba’daki birliklerin komutanı Kemal Bey Divan-ı Harbe verilir.
Çarşamba’da gösterilen başarısızlık
üzerine, buraya şiddeti ile tanınan Giresun Alayına bağlı takımlar gönderilir. Gönderilen alayın şiddeti ve terörü, Mülki amirlerin bile şikâyetlerine
maruz kalacaktır. Bu birliklerden bir
kısmı halkın baskısıyla geri çekilirler. Ankara 12 haziran 1921 de bütün
Karadeniz mıntıkasını savaş bölgesi
ilan ederek bölgedeki Pontos’luların
sürgününe karar verir. Kırsal bölgeler zaten daha önce boşaltılmış, köyler yakılmıştır. Bu kararın ardından,
16 Haziran'da İcra Vekilleri Heyeti
Samsun'a bir Yunan çıkarması ihtimalinin arttığı gerekçesiyle 16-50 yaş
arasında eli silah tutan Rumların bölge
dışına şevklerini kararlaştırılır.
Kararın alınmasıyla birlikte Samsun,
Bafra ve Alaçam şehirlerindeki 15 ile
50 yaş arasındaki erkeklerin tutuklanmasına başlandı. Ertesi gün, ilk
göçmen kafilesi iç bölgelere gitmek
için Samsun'dan yola çıkarıldı. Kafile ilk durak yeri olan Kavak'ta Türk
kaynaklarına göre Rum çetelerinin,
Rum kaynaklarına göre Türk Muhafızlarının ateşine maruz kaldı ve pek
çok insan öldü. Haziran ayı içerisinde
yapılan sevklerde de benzer olaylar
meydan geldi. Böyle olayları meydana getirenler, daha çok muhafızların
tutumundan da istifade eden Türk Çeteleriydi. Bunların başında da Topal
Osman Çetesi ile Tokat yöresindeki
Şaki Ali Çetesi vardır. Olayın tepki
çekmesi karşısında 25 Haziran tarihli Dahiliye Vekaletinden gelen yazıda Karadeniz şeridindeki Rumların
sürgününün Ordu'nun güvenliği için
alınmış bir tedbir olduğu, tehcir olmadığı belirtilmektedir. Ayrıca 15-50 yaş
arasındakilerin dışında ve bilhassa kadın ve çocukların sürgününün katiyen
doğru olmayacağı vurgulanan yazıda,
Rumların mal ve gayr-i menkullerine
kızılbaş - sayfa 26 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tecavüz, çapul ve gayr-i meşru hareketler de uygun görülmemektedir.
Erkeklerin şevki üzerine, yalnız kalacak olan çocuk ve kadınların ırz ve
namuslarının korunmasına fevkalade
itina gösterilmesini isteyen Dahiliye Vekaleti, bu hususlarda suistimali
görülecek bütün memurların cezalandırılması, saldırılara meydan verilmemesi verilen emirlere aykırı hareket
edenlerin derhal azlini ve haklarında
Kanuni işlem yapılmasını ister. Ancak
Uygulamaların öyle olmadığını Dönemin Sağlı Bakanı Rıza Nur’dan öğreniyoruz. Kemalistlerin Sağlık Bakanı
ve Lozon’daki temsilcisi olan Rıza
Nur Hatırat’ında, Topal Osman’la
aralarında geçen bir konuşmayı aktarır: “Ağa, Pontusu iyi temizle! dedim.
«Temizliyorum dedi. Rum köylerinde
taş taş üstünde bırakma. dedim. «Öyle
yapıyorum ama, kiliseleri ve iyi binaları lâzım olur diye saklıyorum» dedi.
Onları da yık, hattâ taşlarım uzaklara
yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha
burada kilise vardı diyemesinler.» dedim. Sahi öyle yapalım. Bu kadar akıl
edemedim. dedi. Topal Osman yeni bir
Koroğlu'dur.”
Merkez Ordusu Komutanlığı, Temmuz
ve Ağustos aylarında Batı Cephesi'nin
büyük ihtiyaç duyduğu birlikleri göndermeye çalıştığı için sürgüne gönderme yavaşladı. Sakarya Savaşı'nda
Yunanlıların yenilgi ile geri çekilmeleri üzerine Pontos’a karşı esas harekat
başlatıldı. “Bu sırada hem dağlardaki
Rum çetelerine karşı harekat gerçekleştiriliyor hem de sürgün işleri artan
bir hızla devam ediyordu. Bu devrede
gönderilen sürgünler arasında kadın,
çocuk ve ihtiyarlar da vardı. Sürgün
Kararnamesinde bunların gönderilmesi ile ilgili bir hüküm olmamasına
rağmen, Nurettin Paşa tarafından bu
karara varılmıştı. Bu hususta, yetkili
makamlar hiçbir tepki göstermemişlerdir. Nurettin Paşa'ya göre; Memleketimizdeki Rumlar bir yılandır ve
bu yılanların zehirleri kadınlardır.
Kadınlar, Pontusçuluk emeli güden
erkeklerine fikren, bedenen ve malca yardım etmişlerdir. Ayrıca İstiklal Mahkemesi'ne verilenler arasında
eşkıyaya yataklık, cinayete teşvik ve
muhbirlik yapmakla suçlanan kadınlar da vardır. Bu yüzden kadınlara
da erkeklerle aynı şeyi yaptıklarını
belirten Nurettin Paşa, ihtiyarların
tehciriyle ilgili olarak da, şöyle de-
mektedir: Gümenez'de ihtiyardır diye
sevk edilmeyen 65 yaşındaki bir Rum,
Alaçam kıyılarında dolaşan Yunan
torpidosuna bayrak sallamış, onlar da
bir sandalla kıyıya çıkmışlardır. Yetişen kuvvetler Yunanlıları sahilden
püskürtmüşlerdi!. İhtiyar, Kel Nikola
da bayrak salladığı yerde astırılmıştır.
Nurettin Paşa'ya göre bunlar Rumların kadın, erkek, çocuk-yaşlı tehcirleri
için haklı gerekçelerdir. Anlaşılıyor
ki, Rum unsuru arasında devlet olma
fikri kuvvetli bir biçimde yer edinmiştir. Bu yüzden çetecilere dayanak olabilecek hiçbir unsur bırakmamak yolu
tutulmuştur.”
Pontus Harekatı'nın devam ettiği sırada, B.M.M.'de yapılan görüşmelerde,
Merkez Ordusu Komutanı Nurettin
Paşa'nın kanunsuz uygulamalar yaptığı, başarısızlık gösterdiği şeklinde
iddialarla 3 Kasım 1921'de, Merkez
Ordusu Komutanlığı'ndan alınır. Bir
süre sonra 8 Şubat 1922'de Merkez ordusu da lağvedilerek, Pontos harekatını yürütme görevi Dahiliye Vekaleti
kontrolünde, 10. Fırka'ya bırakılır. Bu
fırkanın komutanlığına da Cemil Cahit Bey (Gen. Toydemir) tayin edilir.
İnsan ve silah bakımından daha da
kuvvetlendirilen birlikler, yıllar süren
bu sorunu 1923'ün Şubat ayında tamamen bitirirler.
Pontos’taki gerilla hareketi için sonun
başlangıcı aslında Aralık 1920’dir.
Ermeni hareketinin bütünüyle ezilmesiyle Kemalistler, Bolşeviklerle dirsek
temasına girerler. Bir yandan Sovyetlerden Kemalistlere akan yardım, diğer yandan İngiltere-Sovyetler, Sovyetler-Türkiye ve İngiltere ile Bekir
Sami arasında 16 Mart 1921 tarihinde
imzalanan anlaşmayla Pontus hare-
http://w w w.karalahana.com
http://www.istanbulrumazinligi.com
i st anbu l r um lar i@ i st anbu l r um
a z i n l i g i .com
ketinin kaderi çizilmiş olur. İngiltere, Sovyetlerle arasında ki Türkiye’yi
bir tampon devlet olarak var olmasını
desteklemektedir. Bu tarihten sonra
İngilizler tarafsızlığını ilan ederler.
Başta Yunan devleti olmak üzere Pontos da kaderine terk edilir. Dönemin
reel politiği –bir anlamda detant diyebiliriz- Pontos hareketinin sonunu
belirleyen koşullardır. Lozan antlaşmasının imzalanmasından sonra kalan son gerilla birlikleri de dağlardan
Karadeniz sahillerine inerek gemilerle
ya Yunanistan’a ya da Rusya ya doğru kaçtılar. Yunan ordusunun Anadolu’daki yenilgisinden bir yıl sonra bile
Pontus dağlarında çarpışan gerillalar
mevcuttur. Pontus Merkez Birliğinin
1922 yılında Atina da hesapladığı istatistiklere göre 1914 ile 1922 arası
Pontos Jenosidinde toplam 303.238
kişi hayatını kaybetmiştir. Bunlardan
232.556 kişi birinci dünya savası esnasında yani 1914 ile 1918 arasında
katledilmişlerdi. Ağustosta Yunan
cephesinin çökmesinden 1924 baharına kadar ise çoğunluğu çocuk ve kadınların oluşturduğu 50.000 kişi daha
katledilir. Bunlara mübadele sırasında
yaşanan insan kayıpları dahil değildir.
Mübadele işlemleri sırasında Türkiye’deki toplama kamplarında hayatını
kaybedenlerin sayısı 200 bin olarak
tahmin edilmektedir.
G. Valavanis ise Pontos’un insan kaybının 1924 yılına kadar 353.000 olduğunu açıklamaktadır.
Pontos ideali Birinci Büyük Savaş sonucunda oluşan reelpolitik ortamında
ezilmiş. Galip devletlerin gözetiminde
Pontos Jenocidi gerçekleştirilme koşulları hazırlanmıştır.
kızılbaş - sayfa 27 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
DERSİM 38’İN
1915’LE KOPMAZ BAĞLARI – 2
Hovsep Hayreni
1932’deki bir çalışmasında Hasan Reşit Tankut, “Bugün bile Dersim’de bir
Dersimli kadar serbest ve mutlu yaşayan Ermeniler vardır,”diye yazmakta
ve eklemekteydi: “Bunların akıllıları,
hele ağzı söz yapanları Dersim’de Türk
düşmanlığını güçlendirmektedir.” (H.
R. Tankut, Zazalar Üzerine Sosyolojik
Tetkikler, 2000, s. 79). 1938’de Dersim
soykırımının hemen ertesi Kıği’de bir
konuşma yapan General Abdullah Alpdoğan ise şöyle diyordu: “Daha önce
Tunceli’ye yerleşen gizli Hristiyan
Ermeniler vardı, bunlar adlarını değiştirmişler ve sanki Türkmüş gibi yaşamışlardı. Dersim isyanında bunların
parmağı vardı. Bunlar her türlü anarşinin, kargaşanın, pisliğin içindeydi.”
(aktaran Hüseyin Aygün, Dersim 38
ve Zorunlu İskân, 2009, s. 79). Esasen
incelenirse, 1937’de Seyit Rıza’ları
yargılayan mahkemenin iddianamesi
ve dönemin başka belgeleri de yoğun
olarak Dersimlilerin içlerindeki Ermeniler tarafından devlete karşı kışkırtıldıkları yolunda söylemlerle doludur.
1937’de Seyit Rıza’nın çadırında ele
geçirildiği söylenen Ermenice inciller,
haçlar ve başka eşyalar Ankara Emniyet müdürlüğünde “suç unsurları”
gibi teşhir edildikten sonra gazetelerde “İşte din hokkabazı” manşetleriyle
hakaretler yağdırılır. Dökümü yapılan
şeyler Seyit Rıza’nın son zamana kadar
korumaya devam ettiği Halvori Surp
Garabet Manastırı’nın tarihsel değere
sahip kültürel varlıklarıdır. Manastırın
keşişi ve yakın köylerde yaşayan Mirakyanlı Ermeniler Seyid’in samimi
dostlarıdır. Ordu Dersim harekatı sırasında bu tarihi manastırı topa tutar,
keşişin oğlunu yakalayıp işkence eder,
Seyid’in saklattığı eşyaları ele geçirir,
manastırda bulunanları da onun hanesine yazarak teşhir ederler.
Seyit Rıza ve arkadaşlarını yargılarken
bölgedeki Ermenilerle her tür yakınlık
ve ilişkilerini onların “hain Ermenilere
alet oldukları” yönünde suçlama konusu yaparlar.
Aradan 20 yıl geçmiş, devlet halen
daha tehcirden geriye kalan Ermenilerin peşinde. Ve bu dinmek bilmeyen
yok etme histerisi Dersim’in topyekün
mahvedildiği süreçte Ermeni nüfusun
belirgin olduğu Halvori, Zımek gibi
yerleri çok özel hedeflemeyi ihmal etmiyor.
Bu söylemler devletin tehcirden geride kalan Ermenileri bir ölçüde potansiyel tehlike olarak gördüğünü, fakat
aynı zamanda bunu abartarak Dersim’i
imha eylemine psikolojik dayanak yaptığını düşündürüyor. Yani sadece Dersimlileri “isyana kalkışmış” göstermek
yetmiyor, 1915 ve sonrası yapılanları
gerekçelendirmek için revaçta olmuş
“hain Ermeni” imajını da yeniden ısıtıp
öne sürmek gerekiyor, ki hem harekât
sırasında askere ayrı bir gaddarlık motivasyonu olsun, hem de Türk kamuoyunun bu ikinci vahşi imhaya alkış
tutması daha bir kolaylaşsın...
1915’de Dersim’e sığınan Ermenilerin
bir kısmı burada yerli Ermenilere karışarak yaşamını sürdürür. Devlet denetiminin olduğu kasaba merkezlerinde
açık kimliğiyle bilinen Ermeniler her
yolla rahatsız edilerek göç ettirilir.
Denetimin zayıf olduğu köylerde yaşayabilen Ermeniler de göze çarpmamak
için Alevi kimliğine adapte olurlar.
Ama o trajik süreçlere dair toplum hafızasını silmeye çalışan devlet kendi
hafızasını oldukça diri tutmuş, herşeyi
kaydetmiştir. Türk Tarih Kurumu eski
başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun ifşa ettiği üzere devlet tam da Dersim’i imha
etmeye hazırlandığı 1935-37 arasında
özellikle bu bölgenin Alevi-Kürtleri
içine karışan “Ermeni dönmeleri”ni
ev ev tespit etmiş!.. Bu bilgiyi 1938’in
tanıklarından Kırganlı bir yaşlının şu
ifadesiyle birleştirin: “Esasta asker
Dersim’den silah, vergi, askerlik ve Ermenileri istiyordu”!.. (M. Kalman, Belge ve Tanıklarıyla Dersim Direnişleri,
1995, s. 232). Düşünebiliyor musunuz?
23 yıl arayla iki soykırım travmasını üst üste yaşayan Dersimli Ermeniler iki sürecin iç içe geçen halkasını
oluşturur ve o bağı somutlaştırır. Ama
aslında o bağ Ermenilerin kendilerinden ibaret değildir. Onların Dersim’de
tutunmalarını sağlamış olan Kızılbaş
Kürt halkı da iki süreç arasında köprü
olmuştur. Ve hiç mübalağasız diyebiliriz ki, Dersim’in öyle muazzam yıkıma uğratılmasında başka şeylerin yanı
sıra 1915’te Ermenilerin korunmasına
duyulan hınç ve onun hesabını da görme dürtüsü önemli bir rol oynamıştır.
Bunu söylemek Dersim’in kendi başına
bir hedef olduğunu yadsımak anlamına
gelmiyor. Dersim sorunu Osmanlı’dan
beri vardı. Temelini de devletin İslami
karakterine uymayan kendine has Kızılbaş kültürü ile özerk yaşama arzusu
belirliyordu. Cumhuriyetin “laiklik”
özenmesi Dersim’e düşmanca bakışın
özünde bir şey değiştirmemişti. Kemalist yönetim bir türlü hizaya getiremediği ve “çıban başı” olarak nitelediği
Dersim’i toptan imha yoluyla bitirmek
için fırsat kolluyordu. Ermeni faktörü
olmasa da kendi etnik-kültürel yapısı
ve itaat etmeyen muhalif karakteriyle
Dersimliler hedeflenecekti. Ama belki o taktirde imha eylemleri bu kadar
şiddetli olmayabilirdi. Bu anlamda faturayı ağırlaştıran bir rol oynadığını
söylemek mümkün.
Dersim “özür”ünü dile getirdiği konuşmasının bir yerinde Başbakan Erdoğan da sözü 1915’e getirmiş, fakat
bunu tam tersi anlamda fikirler vermek
için yapmıştır: Dikkatle okuyalım:
“Dersim’e yapılan operasyonlar bir
isyanın bastırılması olarak zihinlerde
ve vicdanlarda meşrulaştırılmaya çalı-
kızılbaş - sayfa 28 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
şılıyor. (...) Ama, ilk mecliste Dersim
mebusu olarak bizzat Atatürk tarafından davet edilen Diyap Ağa’dan kimse bahsetmiyor. Dersim operasyonları
sonucunda tutuklanan ve asılan Seyid
Rıza’nın 1915 olayları sırasında işgalci
ordulara karşı savaştığından, dönemin
valisi tarafından da ‘din ve namusuyla
bize hizmet etti’ denerek şereflendirildiğinden kimse bahsetmiyor.” (R. Tayyip Erdoğan, 23 Kasım 2011)
Burada “1915 olayları”ndan bahisle verilen bilgi yanlış olduğu kadar gayet de
haksız bir ima içermiştir. Birinci olarak Seyid Rıza “1915 olayları sırasında” Erdoğan’ın ima ettiği gibi Osmanlı
devletinin yanında değil, onun soykırıma uğrattığı ve kaçanların Dersim’e
sığındığı Ermeni halkının yanında
olmuştur. İkinci olarak bütün savaş
boyunca Dersimlilerin büyük bölümü
gibi tarafsızlığını korumuş ve ortaya
çıkan durumları esasen kendi halkının
bağımsızlığı lehine değerlendirmek istemiştir. Üçüncü ve son olarak, 1915’de
değil, ancak 1918 başlarında devlet tarafından kazanılarak kendi kuvvetleriyle Erzincan ve Erzurum üzerine yürütülmüş, fakat bu da “işgalci ordulara
karşı” değil; Rus ordusunun çekildiği
aşamada zayıf bir güçle kalan Ermenilerin temizlenmesine yönelik olmuştur. Yalnızca bu son durumda, önceki
pozisyonunun aksine Osmanlı ordusuna yedeklenmiş olduğu doğrudur. Bu
harekatın ayrıntılarını bilemiyoruz.
Nuri Dersimi bazı Ovacık aşiretlerini
yanına alan Seyit Rıza’nın 13 Şubat
1918’de Erzincan merkezini ele geçirdiğini, oradan da Deli Halit Paşa kuvvetleri ile birleşerek Erzurum’a yöneldiklerini ve şehri işgal ettikten sonra
Bayburt tarafından gelen Kara Kazım
Paşa’ya bırakarak Dersim’e döndüğünü belirtiyor.
Nuri Dersimi’nin yazdıklarına bakılırsa Seyit Rıza Erzincan tarafında Kürtlerin can güvenliğinin tehlikede olduğuna dair abartılı söylentiler yoluyla
kandırılarak bu harekâta yöneltilmiş.
Ancak orada bir çok faktör var. Yakın
zamanda Ekim Devrimi olmuş, Sovyet hükümeti savaştan çekilme kararı
almış, Osmanlı hükümetiyle Erzincan
Mütarekesini imzalamış, taraflarca ihlal edilmesi yasak bir güvenlik hattı
oluşturulmuştur. O bölgeyi Türk Ermenistanı olarak tanıyan ve göçmen
Ermenilerin yurtlarına dönüp savaş
sonrası bir referandumla kendi kade-
rini tayin etmesini öngören LeninStalin imzalı bir dekret sözkonusudur.
Erzincan merkezli ve Kuzey Dersim’i
kapsayan, Ermeni, Kürt, Türk temsilcilerden oluşan bir de Şûra Hükümeti
kurulmuştur. Aynı süre içinde Ermeni
komutanı Murad Paşa ile Dersim-Koçgiri liderlerinden Alişer arasında gelecek için ittifak arayışı da olur. Ancak
bu çok hayati öneme sahip sürecin
değerlendirilmesi karşılıklı güven ve
anlayış eksikliği nedeniyle sürüncemede kalır. Nihayet Rus ordusunun çekilmesi gündeme gelince, Dersimliler
artık çok zayıf olacak Ermeniler yerine kendi kaderlerini Osmanlı merkezi
otoritesine bağlamayı tercih ederler.
Bu arada Osmanlı paşalarının yaptığı
bir çok manipülasyon ve özendirici vaadler de olmuş, sonuçta ikircikli olan
Dersimlilerin bir kısmı kazanılmıştır.
Aşiretlerin, liderlerin zaman zaman
merkezi otoriteye karşı gelip, zaman
zaman işbirliğini tercih etmeleri Dersim ve Koçgiri’de sıkça yaşanmış olgulardır.
Çok bilinen bir anektoda göre, Seyit
Rıza’nın kirvesi de olan Ermeni komutanı Bogos Paşa ağır yaralı olarak
esir düştükten sonra son bir kez kendisini görmek istediğini söyler ve ona şu
serzenişte bulunur; “Kirvem, Ben öleceğim ama yaralarımı göresin diye çağırmadım seni. Yüzüne karşı söylemek
istediğim bir sözüm var; yanlış yaptın!
Bize yapılanlar yarın siz Kürtlerin başına da gelecektir. Sözümü unutma, siz
de sıranızı bekleyeceksiniz!” (Aktaran
Recep Maraşlı, yazışma notları).
Seyid Rıza’nın hayatındaki en büyük
yanılgı ve sonradan büyük pişmanlık
teşkil ettiğini tahmin edebileceğimiz
bu durumun, tarihleri, olguları, hare-
ket saiklerini karıştırma yoluyla bugünden geçmişe bakışta Seyid Rıza ve
Dersimlileri Ermenilerin karşısına konumlandırmak için manipüle edilmesi
de ayrı bir uyanıklık oluyor. Daha da
vahimi Dersim’de yapılanlar için “bir
isyanın bastırılması olarak zihinlerde
ve vicdanlarda meşrulaştırılmaya çalışılıyor” eleştirisini çok doğru şekilde
yapabilen Başbakan’ın, iş 1915’e gelince aynı vicdansız meşrulaştırmayı
başkalarına da bırakmadan cansiperane üstlenmesidir.
Burada çok kısa bir özeti verilen o
süreç, devletin gözünde Dersim’i düşmanlaştıran olguların 1915’de Ermenileri barındırmaktan ibaret olmağını,
bir ölçüde somut sonuçlara da ulaşmış
bir siyasi işbirliğini kapsadığını gösterir. Devlet savaşın son aşamasında
Seyid Rıza’yı yanına çekmeyi başarmış olsa da, onun sicilini daha babasının günlerinden dost ve kirve olduğu,
1915’de koruyup kolladığı, 1937 öncesi
yine içiçe bulunduğu Ermenilerle karalamış, Kızılbaş kimliği ve genel siyasi
duruşuyla da hiç bir zaman hoş görmediği için hakaretler ederek idama götürmüştür.
Sonuç olarak her ikisi aynı zihniyetin, aynı geleneğin, yalnızca bir kuşak farkla aynı kadroların eseri olan,
aralarında sadece öncü-artçı ilişkisi
değil, kesişen fay hatları ve kurbanları
itibariyle içiçelik de bulunan 1915 ile
1938, neresinden bakılırsa bakılsın, ya
birlikte inkar, ya da birlikte mahkum
edilmesi gereken ana-evlat olgulardır.
1938’in kısmi ikrarından sonra 1915’in
şiddetle inkarı artık sürdürülebilir olmayan ahmakça bir direnmeden başka
hiç bir şey ifade edemez.
kızılbaş - sayfa 29 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Merdan Aleviler
11 Haziran 1967 Elbistan katliamı
İçtoroslar’daki Hakikatçı- Alevilik
akımının keskin dilli şairlerinden olan
Aşık İbreti’ nin şiirleri yalnız kendisinin değil, hemşehrisi halk ozanı Nesimi Çimen’ in başına da bela açar. Nesimi, İzmir’deki bir konserde, İbreti’nin
Ezelden şarab-ı aşk ile mestiz/
Yerimiz meyhane mescid gerekmez/
Sâki-i Kevser’den mest-i elestiz/
Kuran-ı nâtık var, sâmit gerekmez“
dizeleriyle başlayan deyişini okuyunca; konser yobazların saldırısına uğrar…
Mevsim bahar. Günlerden pazar.Mahzuni Şerif, Osman Dağlı, Kul Ahmet
ve beraberlerindeki diğer arkadaşlarıyla birlikte bir yazlık sinemada konser veriyor.Konser köylerden gelen
yüzlerce kişi tarafından izleniyor.Bu
konser sünniler tarafından halkı tahrik
olarak yorumlanıyor.Mahzuni Şerif'in
halk ozanlığının başlamasıyla birlikte
toplumsal ve sosyal olaylara parmak
basması Alevi toplumu düşüncesinde
büyük dalgalanmalar yaratıyor ve hatta yer yer alevi olmayan kitlelerin bile
beğenisini kazanıyordu.
Elbistan halkından "şah diyenlerin
dilini keserler" türünden bağnaz ve
yobaz bazı sünnilerden kesimler Alevi-Kürtlerin etkinlik kazanmasından
rahatsızdır.Bir diğer tahrik unsuruda
Ozan Maksudi yani Osman Dağlı'dır.
Kendi deyimiyle> Son kırk yılını bu
uğurda verdiği aktif mücadele dolduran Osman Dağlı Afşin'in Ğunu köyündendir.Bu köyde yaşayan halkın
büyük çoğunluğu Nakşibendidir. Nakşilere göre inşası tamamlanan camilerin minaresinin son taşı tarikatın en
saygın ve geleceğine güvenle bakılan
dini şahsiyeti tarafından konur.Osman
Dağlı bu saygınlığa daha 17 yaşında iken,bizzat dönemin en ileri gelen
Nakşibendi şeyhlerinden Sivas'lı Hulusi ve Osmaniyeli Hafız İbrahim tarafından ''Afşin'den bir güneş doğuyor
her müslüman ona kulak vermelidir''
denmek suretiyle aday gösteriliyor ve
minarenin son taşını koyma lütfuda
gen yaşına rağmen ona veriliyor.Ancak Osman Dağlı'nın,bu tarihteki dini
istismarı görüp sezinlemesi ve tereddüt etmeden cepheden karşı gelmesii
sünni müslüman camianın şimşeklerini üzerine çekiyor.Afşin müftüsü
Çakıroğlu Durdu ile Elbistan müftüsü
Reşit İnanç'ın ''Osman Dağlı,dinsiz ve
imansız bir komünisttir ve katli vaciptir'' yollu fetvalarından dolayı köyünü
terketmek zorunda kalır.Bu insanların
konserde bir araya gelmeleri bir tahrik
unsuru olarak algılandı.
Müslüman vatandaşlardan oluşan gözü
dönmüş saldırganlar güruhu ''konserde tahrik vardır'' bahanesiyle gecenin
bitiminden sonra Mahzuni Şerif ve arkadaşlarının bulunduğu otele saldırıp
oteli içindekilerle birlikte ateşe vermek
istedi.Halk mahzuni Şerif,Osman Dağlı ve arkadaşlarını yalnız bırakmadı
onlara sahip çıkarak tertibi boşa çıkardı.Ama asıl tertipten kimsenin haberi
yoktu.Ertesi gün yani pazartesi günü
Elbistan'da pazarın kurulduğu gündür. Köylerden insanlar ihtiyaçlarını
karşılamak için şehre gelirler. Onları
hiç hesapta olmayan bir saldırı beklemektedir.Esas olarak Elbistanın yobaz
Yukarı Yapalak köyünden getirilen
saldırganların çektiği grup, ellerinde
Türk bayrakları ve sopalarla ''beşinci
mezhep kalktı dinsizlere ve komünistlere ölüm'' diyerek,ihtiyaçlarını karşılamak için şehre gelen insanlara rastgele saldırmaya başladı.Bu saldırının
kurbanları esas olarak dış görünüşleri
itibariyle alevi olduklarına kanaat getirilen insanlar oldu.Bu insanlar saç
ve sakallarından tutularak yerlerde
sürükleniyor, sakalları ve bıyıkları yolunuyordu. Daha önce alevilere ait olarak belirlenen işyerleride tahrip ediliyordu.Bu olayın darbesinden bir türlü
kurtulamayan Afşin'in Kaşanlı köyünden mahalli ozan Cafto Hüseyin bir
süre sonra hayatını kaybetti. Devletin
kolluk görevlileri elbetteki alevilere
yönelik saldırılardaki geleneksel tavrını takınarak olaylara seyirci kalıyordu.
Halkımız bir kere daha tahrik edilmişti.Senaryo tamamdı.
Bütün bu hedef saptırmalara rağmen
olayın baş tertipçisinin dönemin Elbistan cumhuriyet savcısı olduğu anlaşıldı.
Mehmet Bayrak'ın Makalesi:
Oysa, 1967’de Maraş’ın Elbistan kazasında gerçekleşen bu katliam girişimi,
1937/38 Dersim Katliamından sonraki
en önemli olaydı. En önemli olay olmasının yanında, 1978’de Maraş merkezde gerçekleştirilen büyük katliamla
diğer Alevi katliamlarının da adeta habercisi niteliğindeydi.
1960 Sonrası Düşünsel Açılım
Dersim katliamıyla birlikte (1938)
Batı bölgelerine vukubulan büyük
sürgünün ardından, Alevi toplumunun büyük şehirlere dirlik amaçlı göçü
1950’li yıllarda başlar. Bu dönemde
tarımın önemli ölçüde motorize olmasıyla birlikte insan gücüne ihtiyaç
azalmış ve insanlar yeni dirlik kapıları bulmak üzere büyük şehirlere göçmeye başlamışlardı. Bu süreç 1960’lı
yıllarda daha da hızlanmış ve büyük
şehirlere göçen bu insanlar kapıcılık,
odacılık, bekçilik, çöpçülük ve benzeri işlerde çalışarak geçimlerini çıkarmaya çalışıyorlardı. Büyük şehirlere
göçen bu Alevi toplulukları içinde
kuşkusuz halk ozanları da bulunuyordu. Daha önce köylerinde yaşayan
ve köyler-kentler arasında gezgin bir
yaşam sürdüren bu âşıklar da, büyük
kent varoşlarına yerleşiyor ve sanatlarını buraya taşıyorlardı.Bu süreçte ikili
bir gelişme yaşanıyordu. Türkiye İşçi
Partisi’nin örgütlenmesiyle birlikte,
aydın kesimler Alevi toplumuyla doğrudan iletişime girerken; sözkonusu
âşıklar da kendilerini bu örgütlenmenin içinde buluyorlardı. Bu bir bakıma
doğal bir akıştı; çünkü Alevi ozanlar
kendilerini bu Partinin söyleminde buluyor, sözkonusu Parti de bu ozanların
sazı-sözü üzerinden kitleye ulaşmaya
çalışıyordu.
Bu ozanlardan yararlanmaya çalışan
bir kesim de, 1960 Askeri yöneticileriydi. Dönemin Cumhurbaşkanı Cemal
Gürsel, başta Aşık Veysel olmak üzere
kimi ozanları bizzat kabul edip kazanmaya çalışırken; Askeri yönetimin ideologları da, kırsal kesimden şehre taşınan halk ozanlarının ana dillerinde şiir
söylemeyi bırakarak, mahalli ezgilerle
kızılbaş - sayfa 30 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ve Türkçe söylemelerini özendirmeye
çalışıyorlardı. (Buna ilişkin çalışmalar,
Ecevit’in kasasından çıkan gizli raporlarda da ifadesini buluyordu.MB).
Aşık Veysel’in görevlendirilmesiyle
Köy Enstitüleri’nde başlayan, okullarda Alevi türkü ve deyişleri okuma geleneği, giderek üniversitelere de yansıyordu. Sözgelimi, dedem Haydar Baba
(Haydar Bayrak), 1959 yılında dönemin, halk edebiyatına ilgi duyan Erdoğan Alkan gibi öğrencileleri tarafından
Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne götürülüp, Alevi deyişleri konseri verdiriliyordu.Bu dönemler, Alevi deyişlerinin
radyolarda okunmasının henüz yasak
olduğu dönemlerdir. Hiç unutmam Ali
Ekber Çiçek, ünlü „Haydar, Haydar“
redifli deyişini , Muzaffer Sarısözen’in
özel izniyle ilk kez 1961’de İstanbul
Radyosu’nda okuyabildiğini söylemişti.
Bu tikel olaylar, özellikle Türkiye İşçi
Partisi’nin yarattığı düşünsel açılım
dolayısıyla güçlü bir akım haline geliyor ve siyasal-toplumsal mücadelenin
vazgeçilmez bir versiyonuna dönüşüyordu. Artık TİP’in kitlesel eylemlerinin vazgeçilmez figürlerinden biri
konumundadır halk ozanları. Bu yeni
politikada, ozanlar, söylemlerini dinsel motiflerle süslüyor ve Aleviliği
sosyalizmle emiştiriyorlardı. Bu arada, TİP’in kuruluşuna paralel olarak,
Ankara’da 1962 yılında Cumhuriyet
gazetesi yazarlarından gazeteci Fikret
Otyam, Hacıbektaşlı yayıncı Sefer Aytekin, Malatyalı avukat Cemal Özbey,
Elbistanlı hakikatçı halk aydınlarından
Halil Öztoprak, Sarızlı hakikatçı halk
aydını Hasan Altun’ un yardımıyla
Devrimci Halk Ozanları Derneği adıyla bir dernek de kurulur. Dernek başkanlığına Afşinli halk ozanı Osman
Dağlı getirilir. Kurucuların ve üyelerin
hemen tamamı TİP üyesidir. Derneğin
ilk eylemi, yurdun çeşitli yörelerinden gelen 36 halk ozanıyla Ulus’tan
Anıtkabir’e kadar bir yürüyüş düzenlemektir. Yürüyüşün bitiminde, iki yakın dost- ozan Aşık Mahzuni ile Osman
Dağlı, halk ozanları adına Anıtkabir’e
çelenk koyarlar.Aynı günün akşamı,
yüzlerce yıldan sonra Ankara’da ilk
kez Pir Sultan’ı Anma Gecesi düzenlenir ve bunu Ehlibeyt Geceleri ile Halk
Ozanları Konserleri izler. (Bkz. Osman Dağlı/ Ozan Maksudi: Ara Beni/
Kırk Yıllık Hasret Bitti, Alternatif Sanat yay. Ank. 2004,s. 5)
Afşin’in Hunu köyünden Sünni kö-
kenli Osman Dağlı, daha yedi yaşında okula ve Kuran kursuna başlar. Bu
arada, yakınlarının etkisiyle Nakşibendi tarikatınagirer. 11 yaşında şiir
yazmaya başlar, ancak bunları ortaya
çıkaramaz. Çünkü içinde bulunduğu
ortamda şiir yazmak ayıplanmakta ve
horlanmaktadır. Bu durum yıllarca
böyle devam eder. 17 yaşında Cami ve
Minare Yaptırma Derneği başkanlığına getirilir. 26-27 yaşına geldiğinde
yörenin meşhur söz ve saz ustalarından Kul Hasan ve Kör Hüseyin gibi
halk ozanlarıyla tanışınca,yeni tarikatı olan Süleymancılık’tan ayrılarak, tümüyle kendini şiire verir. 1956
yılındaysa, yine yörenin ozanlarından
Aşık Kul Ahmet’le ve Anadolu’nun
yanısıra birçok bölge ülkesini dolaşmış olan gezgin ozan Davut Sulari ile
tanışır. Bu tarihten sonra Haydar Aladeli ve kardeşi Mahrumi’ nin yanısıra
Şerif Cırık (Aşık Mahzuni) ile tanışır.
Mahzuni’nin babası kendisine Maksudi, Şerif’e ise Mahzuni mahlasını verir.
Maksudi, bu tarihten sonra Afe Ana
gibi hakikatçı kadın şairlerle de tanışır
ve tümüyle Alevi şiirine yönelir. Durumu içine sindiremeyen yöredeki 38
kişilik bir Nakşibendi tarikati grubu,
Osman Dağlı’yı hedef alan ve yeren
bir şiiri destanlaştırıp bütün Çukurova
bölgesine yayarlar. Destan, tarikatin
lideri durumundaki Hulusi tarafından
yazılır ve altına da Nezir Hoca’ nın
imzasını koyarlar. Bu çelişki, Elbistan
olaylarına giden yolun bir ayağını oluşturur. Bu destanla, Maksudi’ nin buna
verdiği cevap, aynı zamanda iki felsefenin bakış açısını da ortaya koyar.
Osman Dağlı (Maksudi) aleyhine olan
destan şöyledir:
miyet Hakk dini oluyor. MB)
Hele dikkat eyle yaptığın işe
İmanı kalbinden men ettin Osman
Nefsi emareyi geçirdin başa
İblis’in dediğin sen ettin Osman
Kur’an-ı Natık’tan aldım mayamı
Hakktır hak görmüşüm ulu davamı
Sende görür göz yok benim hayamı
Ademe kör bakan göz değil softa
***(Maksudi, Şeytan’a uymakla suçlanıyor. MB)
*(Sebebi neydi de Hakk dinin yıktın
diyor)
Dine gücüm yetmez o Muhammed’in
Yıkıldı gidenler kurtarsın kendin
Sekizyüz haneye şirk sokan sensin
Hidayet direği buz değil softa
*(Diyor ki, hocayla dedeyi bir mi görürsün)
Dedem Safiyullah Muhammed Ali
Kaç Hocayı övmüş Kur’an’ın yolu
Ancak Rabbi’l-aziz soracak kulu
Şefaat kâmili siz değil softa
Bilmem nerden aldın sen bu mayayı
Ortaya çıkardın bâtıl davayı (Alevilik
bâtıl sayılıyor. MB)
Hani n’ettin iman ile hayayı
Küfürü âleme şan ettin Osman
***(Alevilik, küfür olarak nitelendiriliyor. MB)
Sebebi neydi Hakk dinini yıktın (İsla-
Kök atmış fidanı yerinden söktün
(Genç bir din adamıydın, deniyor. MB)
Sekizyüz haneye küfürü soktun(Hunu/
Arıtaş beldesine. MB)
Hidayet yolunu son ettin Osman
Hocayla Dedeyi bir mi görürsün
Kur’an’ın emrine yan mı durursun
Hakk’ın huzuruna nasıl varırsın
Her halde Mevla’ya kin ettin Osman
Ehl-i küfür ile konup göçersin (Küfür
ehli= Aleviler. MB)
Meclis sofrasından demler içersin
Huzur-u Mahşerde nere kaçarsın (Öte
dünyada, mahşer günü. MB)
Herhalde Mevla’ya kin ettin Osman
Şeytan’ın atına bin ettin Osman (Şeytanın atına bindin. MB)
Tapıyorsun Şerif ile Hasan’a (Mahzuni
Şerif, Kul Hasan. MB)
Bunlar kimdir yakışır mı hiç sana
Sır diyorlar, sır neyise desene
Cismi olmayanı can ettin Osman
Sözlerimin cevabını beklerim
İnşallah aslı yok seni yoklarım
Sırrı haktır derununda saklarım
Elifi âlemde sin ettin Osman
Şimdi de Osman Dağlı’nın (Ozan Maksudi), bu zihniyete verdiği cevabı birlikte izleyelim:
Hele dikkat eyle yaptığın işe
Dikkat edilmeden yapılmaz bir iş
İptida bu sözün söz değil softa
Alemden evvela nefsine giriş
*( Diyor ki; bilmem nerden aldın sen
bu mayayı)
kızılbaş - sayfa 31 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
*(Diyor ki; ehl-i küfür ile konup göçersin)
Ehl-i küfür değil, Hakk’ın kulları
Kokla kendi kendin necisten farı
Musa da kendine taktı yuları
İnsan güruh-u Hakk, yoz değil softa
*(Diyor ki;
Hasan’a)
tapıyorsun
Şerif
ile
Hasan arkadaşım, Şerif kardeşim
Muhammed sevdiğim, Ali’m güneşim
Sırrım Ehlibeyt sevmektir işim
Can cisme revadır, toz değil softa
*(Diyor ki; sözlerimin cevabını beklerim)
Sana cevabımdır insanca yaşa
Derunundaki sır hakk değilmiş haşa
Kıblesiz çöktüğün diz değil softa
Osman Dağlı’m sevmek bahrine dalan
Hasan’la Hüseyin söylemez yalan
Dostum var Şerif gibi saz çalan
Telinin feryadı saz değil softa
Burada adı geçen Aşık Kul Hasan da,
Malatya, Adana, İskenderun, Antalya,
Çorum gibi birçok yöreyi gezdikten
sonra 1963’te Ankara’ya gittiğini ve
burada Mehmet Ali Aybar, Yaşar Kemal, Aziz Nesin gibi aydınların yanısıra Mahzuni, İhsani, Aşık Veysel,
Davut Sulari, İsmail Daimi gibi halk
ozanlarıyla tanıştığını ve burada ilk
kez düzenlenen Aşıklar Şenliği’ ne katıldığını bildirir
(Bkz.Aşık Kul Hasan:Yirminci Yüzyılın İnsanlarıyız, Alev yay. İst. 2004,
s. 138)
Ozan Kul Hasan, aslen Sarız/ Kırkısraklı olup, Elbistan olayları sırasında
Elbistan’da yaşamakta olan Aşık İbreti’ nin de, düşüncelerinden ve şiirlerinden dolayı yörede boy hedefi haline
geldiğini ; Elbistan olaylarıyla ilgili
kimi şiirlerini Cumhuriyet gazetesinde
yayımladığını ve 1971’de tutuklanarak,
işkenceden geçirildiğini de bildirir.
İçtoroslar’daki Hakikatçı-Alevilik akımının keskin dilli şairlerinden olan
Aşık İbreti’ nin şiirleri yalnız kendisinin değil, hemşehrisi halk ozanı Nesimi Çimen’ in başına da bela açar. Nesimi, İzmir’deki bir konserde, İbreti’nin„
Ezelden şarab-ı aşk ile mestiz/
Yerimiz meyhane mescid gerekmez/
Sâki-i Kevser’den mest-i elestiz/
Kuran-ı nâtık var, sâmit gerekmez“
dizeleriyle başlayan deyişini okuyunca; konser yobazların saldırısına uğrar…
Yine aynı yörenin Hakikatçı ozanlarından Aşık Kul Ahmet de, bölgede fanatik unsurların boy hedefi halindedir.
Nitekim, Osman Dağlı ve Aşık Mahzuni ile birlikte 1967’de Elbistan’da
düzenledikleri konserde, - başka bazı
ozanların da sahip çıktığı- „Bir şah
olsam hükmeylesem cihana/ Başta
haksızlığı yıkar giderdim/ Okullar yapardım bütün insana/ Cehaleti kökten
yakar giderdim“ dizeleriyle başlayan
ünlü türküsünü okuduğunda; hemen
tutuklanır.
Daha önce Osman Dağlı olayında anlatıldığı gibi, 1967’de Elbistan’da fotoğrafçılık yapan Aşık İbreti de, düşünce ve sözleriyle yöredeki fanatik
unsurların şimşeklerini çekmektedir.
Nitekim, bir Alevi Konseri’ni bahane
ederek 1967’de patlak veren olaylardan
Aşık İbreti de nasibini alır. Dükkanı
tahrip edilir ve kendisi canını zor kurtarır. Olaylardan sonra yeniden Sarız’a
döner. Olay öncesinde, gerek Sarız’da
gerekse Afşin ve Elbistan’da softa
Müslümanlarla yoğun bir tartışma ve
hesaplaşma içindedir İbreti.
Nitekim, Maraş’ın Afşin kazasının
Alemdar köyünden Aşık Hamit isminde bir softa, içinde şu dizelerin bulunduğu bir şiirle onu hesaplaşmaya çağırır:
Böyle midir Müslüman’ın usulü
Ağzınızda bıyığınız basılı
Hazret-i Ali etmedi mi gusulü
Gelin imtihana bilenleriniz
Kitabınız yoktur şeytan piriniz
Hep murdardır ufağınız iriniz
Gayya deresidir sizin yeriniz
Daha inat eder kalanlarınız
Kul Hamit’im der ki elhamdülillah
Şeriksiz nazirsiz ol yüce Allah
Din Muhammed dini, yok başka Allah
Dört mezhepten hariç planlarınız
Aşık İbreti, bir destan-şiirle Aşık
Hamit’in şahsında bu zihniyette olanlara seslenir ve bu anlayışı değişik boyutlarıyla irdeleyerek mahkum eder.
Şiirde tam bir filozofik hesaplaşma
sözkonusudur.
Bazı dörtlüklerini birlikte izliyoruz:
Hangi peygamberden kaldı bu usül
Hangi âyet bunun hakkında nâzil
Sünnet; sakal, bıyık kesmek mi gâfil
Bu mu Müslümanlık işaretiniz?
Suya güvenerek kalmayız murdar
Marifet denilen bir çeşmemiz var
Onda yıkananlar vâkıf-ı esrâr
Hep onunla kâim teharetimiz
(…)
Siz cennete âşık, biz de cemale
Acep bundan kimler erer kemâle
Hûri, gılman için çekmeyiz çile
Sizin onlar için hep taatiniz
Men-aref remzinden dersimiz aldık
Dört kitap ilmini bir nokta bildik
Câmi-i vücutta namazı kıldık
Beş değil dembedem ibadetimiz
(…)
Ayrı-gayrı değil, kulda sırrı var
Mümin olan bunu edemez inkâr
Haktan gayrı nesne görmeyiz zinhar
Bu mu göze çarpan kabahatimiz
Ali öldü dersin, mezarı nerde
Kendisi tabutu gömdüğü yerde
Bunu bilmek kısmet olmaz her ferde
İşte bu yüzdendir hakaretiniz
Ali’nin kudreti edilmez tarif
Nice sırları var akla muhalif
Yeni midir adâvete tesadüf
Yoksa ezelden mi bu âdetiniz
Davut çalmadı mı udu, tamburu
Ona ermedi mi hidayet nuru
Musiki çalmanın var mı kusuru
Nedir taş atmaktan ticaretiniz
(…)
Kürsüde va’zeder, gözü bakar kör
Kendini hoş görür, özgede kusur
Bunlar Rafızi der, hem dahi kâfir
Nedir bu zümreye adâvetiniz
(…)
Vâiz pendi etmez asla bize kâr
Bizlere malumdur yâr ile ağyar
Müstakim adlî bir tarîkimiz var
O yoldandır Hakk’a karabetimiz
Zencefil zina yok, bizden dilin çek
Evlâdımız tâhir, *** değil bîşek
Hak emri üzere süreriz sürek
Yoktur böyle bâtıl bir âdetimiz
(…)
İbretî fâriğ ol, uyma cahile
Nasihatin hiçe gider nâfile
Hüner odur kişi kendini bile
Ondan belli olur maharetimiz
(Aşık İbreti: İlme Değer Verdim, Can
yay.İst. 1996)
kızılbaş - sayfa 32 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ALEVİ ÇALIŞTAYINA SUNULAN RAPOR
DOSTLAR!
Aleviler ve toplumsal mücadeleyi iki
ana başlık altında irdelemekte yarar
vardır.
1- TOPLUMSAL MÜCADELEDE
SİYASİ KURUMLARA GÜVENSİZLİK
2- SİYASI KURUMALRIN ALEVİLERE İLGİSİZLİĞİ
1- Aleviler insanlık tarihi sürecinde
tüm sömürü sistemlerinin baş hedefi olmuştur. Tüm sınıflı toplumlarda,
devletlerin ve iktidarların inkar ve
imha politikalarıyla yüz yüze kalmışlardır. Bu yüzden asırlarca kapalı toplum biçiminde varlıklarını sürdürme
çabasına düşmüşlerdir. Yalnızlığa itilmişler ve her dönem yok sayılmışlardır.
Aleviler temel felsefe olarak 72 millete bir gözle baktıkları ve “İNSAN” ı
temel aldıkları için, bölgesel etkinlik
politikası izlemeyi ve ya bir bölgede
Aleviler adına siyasi etkinlik ya da diğer kesimler üzerinde bir baskı aracı
oluşturmayı, kaba iktidar mücadelesi
veren örgütsel siyasal yapılanmayı uygun görmemişlerdir.
Yakın tarihimizde Alevilik adına kurulan “Birlik Partisi, Barış Partisi” gibi
yapılanmaların başarısızlığı da buna
örnek verilebilir. Pir Sultan’ın “BOZUK DÜZENDE SAĞLAM ÇARK
OLMAZ” özdeyişi bu duruma uyan
çok anlamlı bir sözdür. Aleviler, salt
kendilerini kurtarmak için değil, tüm
mazlum halkları ve tüm CAN’ları bu
sömürü sisteminden kurtarmayı ön görürler.
Her dönem ve her yerde Sosyalist mücadeleye yatkınlıkları bu noktada ele
alınmalıdır. Bu yüzden bozuk düzenin
çarklarını tek, tek onarmayı doğru bulmazlar. Top yekun değiştirmeyi esas
alırlar. Ancak, bireysel-grupsal ve sınıfsal birçok kesimin kısa vadeli çıkar
hesapları yüzünden toplumsal geleceği
görmezden gelmeleri doğru bir iletişim
ve yapılanmanın yolunu tıkamıştır.
Ayrıca boş durmayan sistem de bu tür
zaafları iyi kullanarak, inkar imha ve
karalama politikalarıyla Alevilerin dağınık, örgütsüz ve bölük, pörçük kal-
SÜLEYMAN DEPR EM
malarını sağlama da fazla zorlanmamıştır. Öyle ki;
Aleviliği tarihsel, inançsal ve kültürel
yapısı içinde, felsefi anlamda ilke ve
esasları yönünden incelemek, irdelemek ve uygulamak varken; ya ulusal
kimlikler üzerinden ya da dinsel ve
ya mezhepler üzerinden bir yerlere yedekleme, monte etme gayretleri gösterilmektedir.
Bu durumda Alevilerin yapması gereken; kendi ilke ve esaslarını yeniden Çağdaş yaşama uygun güncelleyip, ORTAK YAŞAM, HALKLARIN
KARDEŞLİĞİ ilkelerini, Barış Kardeşlik ve “KAMİL İNSAN” anlayışını tüm kesimlere anlaşılır bir şekilde
aktarmaları ve kendi aralarında “CAN
BİRLİĞİ” ni yaratmak olmalıdır.
Bu anlamda demokratik zeminde sevindirici örgütlenme çabaları varsa
da, ilkesel birlik doğrultusunda, ortak
kitlesel “Alevi inisiyatifi” yaratılmış
değildir. Bu durum Aleviler açısından
hızla aşılması gereken bir sorundur. Bu
ortak inisiyatif, özellikle iktidar partisinin, son günlerde geliştirdiği (ABD
destekli) gerici İslam projesi ile Suriye
üzerinden geliştirdiği Alevi düşmanı
politikalarının ve saldırganlığının göğüslenmesi ve engellenmesi için ertelenemez bir zorunluluktur.
SİYASİ KURUMLARIN ALEVİLERE İLGİSİZLİĞİ
Özellikle T.C. nin kuruluşunda, İttihat
Terakki ve Cumhuriyet Halk Fırkasının çeşitli oyunlar ve vaatlerle Alevilerin ve Kürtlerin desteği alınmış
fakat, Cumhuriyet kurulduktan sonra ne Kürtlere ne de Alevilere hiçbir
hak tanınmamıştır. Tanınmadığı gibi
büyük bir imha hareketi geliştirilmiş,
“Tekke ve zaviyeler yasası” ile Aleviler iyice dışlanmıştır. Ardından “Dersim Kanunu” ve “Dersim Tertelesi”
ile başlayan, günümüze kadar devam
eden MARAŞ-ÇORUM-SİVAS-GAZİ
gibi katliamlar ve her on yılda bir faşist
darbelerle tüm halklara ve azınlıklara
olduğu gibi, Alevilere yaşam hakkı
tanınmamıştır. Kendi yaşam alanların
koparılıp iç ve dış sürgünlere tabii tutulmuşlar, resmi mezhep olan Sünniliğe yedeklenmeye zorlanmışlardır.
O günden bu yana dayatılan Tek DinTek Millet-Tek Dil-Tek Mezhep politikası tüm vahşetiyle günümüze kadar
süregelmiştir.
Bu “Tekçi” devlet politikasına karşı
geliştirilen muhalefet hareketleri, belirli dönemlerde kitlesel boyut kazanmışsa da, sistem içi politikalarıyla ve
Kemalizm den kurtulamayan yapılarıyla her darbe sonunda yenilmişler ve
sistem için e çekilmiş, işlevsizleştirilmişlerdir.
Türkiye de kurulan cumhuriyet rejimiyle birlikte, devlet sistemini tekçilik
üzerine kurdu. Bütün mücadelesini,
Türk-Sünni-Erkek egemen sistemini
yerleştirmek üzerine kurdu. O kadar ki
Türkiye de sosyalist mücadele yürüten
kadrolar büyük ölçüde bunu içselleştirdi.
Sosyalist mücadele adeta Kemalizm in
kuyrukçusu konumuna düştü. 1950ler
den itibaren gelişen yükselen,60 lar
dan itibaren kitleselleşen devrimci
sosyalist harekette yer alan kadroların
yüzde seksenini Kürt ve Alevi kadrolar oluşturduğu halde bu görülmedi.
Kemalizm e yakın duran Türk sol
kadrolarının bunu görmezden gelmesi, Kürt ve Alevi devrimcilerinin bile
kendilerini yok sayması yanında anlaşılabilir kaldı. Bu yok sayma sonucu
Sosyalizm gelecek, Kürtlük-Türklük
- Sünnilik – Alevilik kalmayacak gibi
uçuk, oportünist değerlendirmelerle
Sosyalizm düşüncesi Türk-Sünni- Tekçi ideolojinin yerleştirilmesine malzeme yapıldı.
Aleviler günümüze kadar kendilerine
has bir “Alevi örgütlenmesiyle” değil, işlevsiz “Demokrasi ve Özgürlük”
proğramı ile ortaya çıkan bu tür siyasi
kurumlardan medet ummuşlardır.
T.C. nin kuruluşundan bu yana, özel-
kızılbaş - sayfa 33 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
likle CHP yi bu mantıkla sahiplenmişler, iktidara dönem, dönem taşımışlardır.
Yine tüm diğer muhalif sol örgütlerin meşru ve yasal zemininde aktif ve
kitlesel bir şekilde yer almışlar, hiçbir
devrimci-ilerici-çağdaş gelişime ve örgütlenmeye duyarsız kalmamışlardır.
Ancak; Aleviler bunu yaparken, Alevi
kimlikleriyle, kültürel ve inançsal felsefi yapılarıyla değil, sadece bireysel
devrimci kimlikleriyle bu tür yapılara
katılmışlardır.
Tüm muhalif siyasi kurumlar da,
“Devrimi yaparsak, İktidarı alırsak
herkes özgür olacaktır” kaba sol söylemi dışında, Alevilerin gelecek toplumsal yapılanmada Kültürel-Felsefiinançsal statü anlamında nerede nasıl
yer alacakları konusunda proğramatik
bir açılım ve belirleme yer almamıştır.
Günümüzde bile hiçbir siyasi kurumun
proğramında bu tür bir belirleme bulunmamaktadır.
BDP nin, Biz Alevilere yönelik Bu
günkü çağrısını ve diyaloğ girişimini
gecikmiş olmakla beraber çok olumlu
bir hamle olarak değerlendiriyorum.
Yukarıda da belirttiğim gibi Parti bünyesinde Alevilerin kendilerini İnançlarıyla, kültürleriyle ve tüm özgün yapıları ile kendilerini ifade edebilecekleri
bir dahili yapılanmanın(detayları Parti
içinde ki Alevi Kadroları ile dışındaki
duyarlı yol önderleri-Kurum temsilciler ile birlikte belirlenerek) oluşturulması, geleceğin özgür toplumunu
birlikte yaratma gücünü daha da geliştirecektir.
SAYGILARIML
BDP
Barış ve
Demokrasi Partisi
ile yaptığımız
söyleşiyi
KIZILBAŞ DERGİSİ
sayı 17 de
yayınlanacak
"Biz Alevilik Dersi İstemedik ki"
Yeni müfredat taslağına Alevilik seçmeli dersinin getirilmesine Alevi derneklerinden tepki geldi. Kenanoğlu ve Özel, Alevilerle ilgili kararlarda kendilerine
danışılmadığını ve devletin belirlediği bir Alevilik dersi talepleri olmadığını
söyledi.
Nilay VARDAR [email protected] İstanbul - BİA Haber Merkezi
Milli Eğitim Bakanlığı'nın, 4+4+4 eğitim sistemini hayata geçirecek taslağa
göre, seçmeli dersler içinde "Din, Ahlak ve Değerler" grubunda isteğe bağlı
olarak İslam, Hıristiyanlık, Musevilik ve Alevilik dersi verilecek.
Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Selahattin Özel ve Hubyar Sultan Alevi
Derneği Başkanı Ali Kenanoğlu "Biz Alevilik dersi istemedik ki; ayrıca bu
dersi kim verecek, içeriğini kim belirleyecek" diyor.
"Bize kimse bir şey sormadı"
Ali Kenanoğlu, Alevilik seçmeli dersinin yeni müfredatta öngörüldüğünü basında çıkan haberlerden öğrendiğini bunun da aslında hükümetin Alevilerle
ilgili kararlarda Alevileri ne kadar muhatap aldığının göstergesi olduğunu söyledi.
"Alevilerin kendileriyle ilgili konularda söz söyleme ve kararda belirleyici
olma hakkı yok. Hükümet bizim adımıza neyin doğru olduğuna ve nasıl yapılması gerektiğine kendi karar veriyor."
Kenanoğlu, Alevilerin okullarda din eğitimi verilmesine karşı olduğunu ailelerin çocukları kendi inançları doğrultusunda o inancın ibadethanelerinde eğitim
sağlayabileceğini, Aleviler için de buranın Cemevi olduğunu belirtti.
Taslağa göre, dersleri Alevi öğretmenlerin vereceği ve içeriğini Alevi dedelerin belirleyeceği öngörülüyor.
"Dersleri cemaatin 'yarattığı' Aleviler mi verecek?"
"Bu dersi kimler verecek" diye soran Kenanoğlu şöyle devam etti:
"Geçmişte de olduğu gibi hükümet kendi Alevilik bakışına uygun gördüğü
'Alevi dedeleri'yle bu süreci yönetecek. Peki bu dedeler ve onların Alevilik
anlayışı kamuoyunda kabul görüyor mu?"
"Şu anda Gülen cemaatinin destelediği ancak Alevilerin kabullenmediği 'yaratılmış Alevi örgütleri' var. Süreç bu örgütlerle mi yürüyecek; çok büyük endişelerimiz var. Bu, iç asimilasyon çalışması gibi duruyor."
"Cemevini yasalaştırma, dersini ver, ne çelişki"
Selahattin Özel de kendilerine hiçbir şekilde danışılmadığını ve Alevilik dersi
talepleri olmadığını söyledi.
"Türkiye'de din dersi altında İslam'ın bir mezhebi veriliyor ve buna mecbur
tutuluyor. Yeni sistemde de bu devam ettirilecek. Biz AİHM'de kazandığımız
davada zorunlu din dersinin kalkmasını istedik.
"Talebimiz net, okulda din dersi kalksın. Din dersi felsefe dersi içinde tüm
dinleri kapsayacak şekilde verilmeli. Şimdi sanki bir gönül alma gibi Alevilik
dersi verilecek deniyor. Bize danışan yok. Bu dersleri kim verecek? Aleviliğin
ne olduğunu devletin kurumu mu tanımlayacak, doğru tanımlasa dahi usulen
bu yanlış.
"Bizim Alevilik dersi konsun diye bir talebimiz yok ki. Alevilik inancını yok
sayıp Cemevini yasallaştırma ama dersini vermeye çalış böyle bir çelişki olabilir mi? Biz Diyanet'in de kaldırılmasını istiyoruz; Diyanet bugün cami açtığı
gibi Cemevi açmak istese buna da karşı çıkarız. Devlet hakim değil, hakem
olmalı." (NV)
kızılbaş - sayfa 34 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
‘Tapınağımızı politik malzeme yapmayın’
Stockholm’de açılan dünyanın ilk Kürt
Zerdüşt Tapınağı’nın lideri Hawazy,
Gülen Cemaati ve AKP yanlısı gazetelerin konuyu karalamasına tepki
gösterdi. Hawazy, „bu olayın politik
bir malzeme olarak kullanılması basın
etiğiyle bağdaşmaz“ dedi.
Hawazy’nin şu sözleri insanın gücü ve
misyonunu çok çarpıcı bir şekilde yansıtıyor: „Bizim bu dünyadaki rolümüz
dünyayı kademeli olarak cennete dönüştürmektir. Bu şekilde bir cennette
yaşayacağız ve öldüğümüzde de cennete gideceğiz.“
İsveç’in başkenti Stockholm’de 9 Şubat günü dünyanın ilk Kürt Zerdüşt
Tapınağı’nın açılışı yapıldı. Ancak
bu açılış Gülen Cemaati ve AKP’ye
yandaşlığı ile bilenen gazetelerde çok
farklı şekilde çarpıtılmıştı.
Dini lider Andaz Hawazy, ölümden
sonra bir cennetin olduğuna inandığını
da sözlerine ekliyor.
„PKK Stockholm’de Zerdüşt tapınağı
açtı“ şeklinde verilen haberler konusunda konuşan tapınağın dini lideri
Andaz Hawazy, „Böylesi haberlerin
yapılması ve bu olayın politik bir malzeme olarak kullanılması basın etiğiyle bağdaşmaz. Bu, Zerdüştlük hakkında basın ve aydınların konu hakkında
bilgisizliğini gösteriyor“ dedi.
1300 yıl sonra açılan ilk Kürt Zerdüşt Tapınağı’nın dini lideri Hawazy,
Zerdüştlük ve tapınakla ilgili gazetemize konuştu. Neden böyle bir tapınak açma gereği duydunuz sorusuna
Hawazy, „Zerdüştülerin sayısı 1500’ü
geçti. Toplanıp dini vecibelerimizi yerine getireceğimiz bir yerin bulunması
için Zerdüştilerden gelen talep üzerine
Stockholm’de bir Parastge (tapınak)
açmayı kararlaştırdık“ şeklinde cevapladı.
Zerdüştlük bir felsefedir
Zerdüştlüğün bir felsefe olduğunu söyleyen dini lider Andaz Hawazy, diğer
dinlerle farklılıklarını şu şekilde anlattı: „İki tür din var. Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık peygamberleri
olan dinlerdir. Bir de felsefi dünya görüşleri olan Budizm, Zerdüşlük, Taoizm, Konfüçyanizm gibi dinler var.
Zerdüşlüğün temelini her zaman düşünceyi geliştirmek oluşturur. Düşünceleri, kötüye değil, iyiye ve güzele
doğru geliştirmeyi amaçlar. Düşünceleri olumlu bir yönde geliştirmeyi
önerir. Daha sonra bu düşünceler güzel
ve iyi konuşmalara ve davranışlara dönüştürülür. Böylelikle insanlar güzel
ve iyi şeyler üretmiş olurlar. Biz yara-
Dünyada cennet
danın, evreni bir yasaya göre biçimlendirdiğine inanırız. Bu yasanın adı Aşa
yasadır ve bu yasa gezegenimizin ve
dünyanın her tarafında geçerlidir. Bu
yasa iki büyük güçten, eksi ve artıdan
oluşur. Bu güç tüm maddelerde ve hatta maddelerin dışında vardır. Bunların etkilenmesi sayesinde yeni bir şey
üretilir. İnsan düşüncesi söz konusu
olduğunda da bu yasa geçerlidir. Eksi
ve artıların birbirini etkilemesi sonucu
bir düşünce oluşur. Bu iyi veya kötü bir
düşünce olabilir. Ortaya iyi veya kötü
bir insan çıkar. Aynı yasa güneş, ayı ve
tüm gezegeni etkiler. Her Zerdüşt bu
yasaya inanmalıdır.“
‘Bu dünyayı da cennete çevirmeliyiz’
Dinin gerçek adının Zerdüştlük değil Mazdaizm olduğunu da sözlerine
ekleyen Hawazy, Zerdüşt’ün bu dini
şekillendiren bir filozof olduğunu vurguladı.
Mazdaizm’in de Zerdüştlü’ten çok
daha önce ortaya çıktığını belirten Hawazy, „Filozofumuz Zerdüşt bu dini
İsa’dan 1500 yıl önce reforme etti. Zerdüşt tanrıdan değil tek bir yaratıcıdan
söz etti. Bu yaratıcı en uygun düşünce
şeklinde bir formasyona sahip. Mazda
veya yaratıcının gücü yok ama entellektüel birikimi, zekası ve aklı var. İşte
biz O’nun en zeki ve yetenekli olduğuna inanıyoruz. Kendimizi de ondan
aşağı değil, eşit olarak görüyoruz.“
Hawazy, tam da bu noktada insanların
rolü konusunda çok önemli vurgulamalarda bulunuyor. İnsanların cennetten söz ettiğini ancak, rollerinin bu
dünyayı cennete çevirmek olduğunu
ifade ediyor.
Peki dünya da cennet nasıl oluşacak?
Bu insanlığın çok eskiden beri üzerine kafa yorduğu bir soru... Sorunun
cevabını Andaz Hawazy’den dinleyelim: „Cennet nedir? Herkesin barış içinde yaşaması, hiç kimseninin
bir başkasına muhtaç olmaması, hiç
kimsenin aç kalmaması demektir. Bugün çatışmalar, savaşlar, yoksulluk ve
adaletsizlik içinde yaşıyoruz. Ancak
günümüzü bundan bin yıl önce ile kıyaslarsak insanlığın gelişiminin iyiye
doğru gittiğini görürüz. Bu gelişimin
sürdürülmesi gerekir. Tüm çatışma ve
savaşların, kötülüklerin yok olması
için çalışmalıyız. Böylelikle cennete
ulaşmak için görevimizi yerine getirmiş oluruz.“
Din değiştirmeye zorlandılar
Zerdüştlüğün İsa’dan 1500 yıl önce
Doğu Kürdistan’da ortaya çıktığını
söyleyen dini lider Hawazy, İsa’dan
100 yıl önce de Sasanilerin devlet dini
olduğunu hatırlatıyor. İslamın yayılması ile birlikte ise Zerdüştlüğün bir
anda yok olmadığına işaret eden Hawazy şunları aktardı: „İslamın gelmesi ile birlikte Zerdüştlük yok olmadı.
Abbasilere, Harun Reşit dönemine
kadar varlığını sürdürdü. Daha sonra
Zerdüştler üzerindeki baskılar arttı.
Din değiştirmeye zorlandılar. Zerdüştlükten vazgeçmeyenler bölgeyi terkederek Hindistan’a göç etti. Zerdüştlük
resmen yasaklanmasına karşın felsefesi halk arasında yaşam ve düşünce alanında varlığını sürdürdü. Halk yaşam
biçimini ve geleneklerini değiştirmedi. Bugün Kürtler Zerdüştlükle ilgili
bazı şeyleri duyduklarında bu onlara
yabancı gelmiyor. Çoğunluğu nenele-
kızılbaş - sayfa 35 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
rinden ve dedelerinden bir şeyler duymuşlar. Şimdi Zerdüştlük Kürdistan’da
bir din olarak yok ama geleneklerde
varlığını hala sürdürüyor. İslamiyetten
önce Kürtler, İranlılar, Azeriler ve Ermeniler Zerdüşt’tü.“
İnsan ve ate
Hawazy’nin dini rütüelleri anlatırken
söyledikleri oldukça ilginç... Çünkü
resmi bakış açısı Zerdüştlüğü her zaman ‘ateşe tapanlar’ şeklinde küçümsemişti. Küçümsemekle de kalmamış,
düşüncelerinden dolayı onların yok
edilmesi gerektiği tarih boyunca egemenler tarafından sürekli topluma empoze edilmişti.
Andaz Hawazy, insan-ateş diyalektiği
ve Zerdüştlüğün diğer dinleri etkilemesini şu şekilde anlatıyor: „Biz ateşe
tapmıyoruz. Bu tür şeyler Zerdüştlüğü
gözden düşürmek için politik ve sosyal
amaçlı gündeme getiriliyor. Ateş tüm
dinlerde kutsaldır. Bir sembol gibidir.
Bu Hıristiyanlık, Müslümanlık ve Yahudilikte vardır. Yahudiliği ele alırsak
Musa dağa çıktığında tanrıyı görmek
isteyince yanan çalıları görür. Hıristiyanlar kiliseye gittiklerinde mum
yakar. Budistler de aynı şeyi yapıyor.
İnsanlar bunu bin yıllardır yapıyor.
Ateş tapılacak bir şey değil, aydınlığın
ve iyiliğin sembolüdür. Biz doğada bulunan her şeye saygılıyız. Ateşi, tıpkı
güneş, hava, su gibi doğanın ayrılmaz
bir parçası olarak görüyoruz. Biz insanların güneşe babaları, gökyüzüne
anneleri, suya kızkardeşleri ve ağaca
kardeşleri gibi saygı göstermeleri gerektiğini söyleriz. Bu insanlar ve doğa
arasındaki aşkın dışa vurumudur.“
Zerdüşt düşücesinin, Yahudi, İslam ve
Hıristiyanlık dinini önemli oranda etkilediğini dile getiren Andaz Hawazy,
Zerdüştilerin gelenekleri konusunda
ise şunları dile getiriyor: „Günde 5
kez dua ediyoruz. Tıpkı Müslümanların yaptıkları gibi duadan önce ellerimizi, kollarımızı, ayaklarımızı ve
yüzümüzü yıkıyoruz. Tek fark, dua
ederken bizim secdeye durmamamız
ve eğilmememiz. Bu İslamdan çok
önce yapılıyordu. Salmani Farisi önce
Zerdüşttü daha sonra Müslüman oldu.
Hz. Muhammed’e çok yakın biriydi.
Onun aracılığıyla İslam, Zerdüştlükten çok şey aldı. Dua ederken kıblemiz
ışıktır. Işık yoksa parlayan bir şeye dö-
nüp dua ederiz. Bu parlayan ve yanan
her şey, ateş, güneş, ışık ve geceleri
ay olabilir. Hiçbir ışık yoksa bir mum
yakmak yeterlidir. Ama bir Zerdüşt
bunları yapmak zorunlu değil, isteğe
bağlıdır. Bunları yapmadığınız takdirde hiç kimse size ‘cehenneme gidersiniz’ demez. İki büyük bayramımız var.
Biri mart ayında kutladığımız Newroz,
ikincisi ise aralık ayında kutladığımız
Mihrican. Zerdüştlüğün doğa ile sıkı
bir bağlantısı var. Newroz kutlamaları
günlerin uzamaya başladığı 21 Mart’ta
başlar ve 13 gün sürer. Newroz’u açık
alanlarda ateşler yakarak kutlarız.
13 gün sonra aynı şeyleri yaparız. 25
Aralık’ta ise Mihrican’ı evlerde birlikte yemek yiyerek kutlarız. Yemek sırasında masaya bir ayna yerleştiririz. Bu
geçtiğimiz yılı yansıtması için yapılır
ve 7 çeşit yemek hazırlanır. Bu yemek
çeşitleri 7 gezegeni sembolize eder.
Gecenin aydınlık olması için mum da
yakarız.“
Din politikaya alet edilmemeli
Zerdüşt geleneğini sürdümek isteyenlerin 1300 yıl aradan sonra ilk kez
Stockholm’de bir tapınak açtıklarını
daha önce de dile getirmiştik. Cemaat ve AKP yanlısı gazetelerin konuyu
saptırmasına da Zürdüştilerin dini lideri oldukça tepkili...
Andaz Hawazy tepkisini şu şekilde
dile getirdi: „Önce din ile devleti bir-
birinden tamamıyle ayrı gördüğümüzü
söyleyeyim. Devlet hiçbir biçimde dine
karışmamalı ve din politikaya alet edilmemeli. Bunu birbirine karıştırırsanız
insanların rahatça ve özgürce yaşamalarını engellemiş olursunuz. Din politikanın tamamıyle dışında tutulmalı ve
politize edilmemeli. Bu yapıldığında
din inanç olmaktan çıkıp ideolojiye ve
politikaya dönüşür ki bu oldukça tehlikeli sonuçlara yol açabilir. Türk basınında Zerdüştlüğün bir politik partiyle
ilişkilendirilmesi bizi hayrete düşürdü.
Biz böyle bir şey yapılabileceğini hiç
düşünmemiştik. PKK Stockholm’de
Zerdüşt tapınağı açtı“ şeklinde haberler yapılması ve bu olayın politik bir
partiye karşı kullanılması basın etiğiyle bağdaşmaz. Bunlar Zerdüştlüğün
ortaya çıktığı ve uzun süre varlığını
sürdürdüğü Anadolu topraklarındaki basın ve aydınların konu hakkında
bilgisizliğini gösteriyor. Bunu politik
amaçları için yaptılar. Bir taşla iki
kuş vurmayı amaçladılar. Bir yandan
PKK’nın prestijini düşürmeyi, halk
üzerindeki etkisini azaltmayı, diğer
yandan da bizi siyasi göstererek halkın
gözünde düşürmeyi ve engellemeyi
hedeflediler. Açıklama ile protesto ettik, kendilerine başvurarak haberlerini
tekzip etmelerini istedik. Ancak bunu
hala yapmadılar.“
MURAT KUSEYRİ
STOCKHOLM
kızılbaş - sayfa 36 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dersim Ermenileri etnografyası – 3
Gevorg Halaçyan / Çeviren Miran Pırgic Gültekin
Miraklar, Mirakların, Mirakyanlar,
Aşire-Miraki ve hatta kısaltılmış hali
ile Mirolar soyadı sadece Dersim’de
değil Erzurum, Tercan, Erzincan, Bayburt, Harput, Malatya, Sivas, Diyarbakır bölgesinde çoktan beri bilinir.
Milli karekterini korumuş, kimi yerde
Ermenice, kimi yerde Kürtce konuşan,
geleneklerini muhafaza eden bu soy
hakkında pek çok şey duyulmuştur.
Mirakyanların adı üzerine anlatılan
kahramanlık, savaşkanlık, cesaret, kötüyü cezalandırma, iyiyi koruma, namus için can verme hikayeleri efsane
gibi anlatılırdı ama hepsi gercektiler.
Gercektende Mirakyan diye bir soy
varmıydı.
Evet Dersimin bazı bölgelerinde Mirakyan diye anılan bazı Ermeniler yaşamaktaydı.
Mirakyan soyadı ile biri birinden bağımsız, biri birinden habersiz bir dizi
köyde yaşamaları bunun kanıtıydı.
Bazı seyahlar, notalarından dolaylı
olarak Mirakyan’lardan bahsederler.
Bazan Ermeni basınında da bu kahraman soya dair dolaylı değinmelere raslanır. A. B. D’de, Fransa’da, Mısır’da,
Sovyet Ermenistan’ında Mirakyan soyadını taşıyanlara rastlanıyor.
Ancak soyun doğuşuna, Mirakyan’ların kökenine, dağılımına veya sayısına
dair somut bir bilgiye ulaşılamıyor.
Bunlardan her biri, yaşam alanından
ayrıldığında, köyü ve atası hakkında
bildiklerinide beraberinde götürmüş,
soyadına sıkı sıkıya sarılmış, ama aynı
bölgede yaşayan soydaşlarından bihaber kalmışlar.
“Mirakyan’ların atası kimdir?” sorusuna herbiri “dedemin dedesinin büyük
dedesi Mirak”diye cevap veriyor. “Sizin sülalenin başı önderi kim?”dedem”
Sadece Dersim’de değil, yurt dışında
rastlıyacağınız Mirakyan’ların da vereceği cevap budur.
Soy atası olmayan soy, aşiret reisi olmayan aşiret, iyide kim yönetiyor bu
gurubu.
Mirakyanların varlığı inkar edilemez.
Bu ad altında yaşayanların sayısı, yerel
kaynaklara göre sekiz bine ulaşıyordu,
bu da inkar edilemez, cesursavaşçılardı ve bir dizi aşiret saygısını kazanmışlardı, Ancak heryerde ve özellikle
Dersim’de darmadağın olan, ancak
günümüze değin kimliğini koruyan bu
soyun, bunu ne şekilde başardığı belirsizliğini korumakta.
Mirakyanların yanlız veya Kürtlerle
bir arada yaşadıkları her köy, kendi
içinde önderlerini bulmaktaydı. Ayni
köyün Mirakların dedesi, veya her köy
ve bölge esas Mirak’ın kendisi olduğunu sanıyordu. Kürt veya Ermeni olsun,
herkes Mirakların cok eski, Dersim kadar eski bir soy olduğunu söylüyordu.
Ama Mirak’ın kim olduğu belirsizdi.
Yerli halkın algısına göre her savaşçı
Ermeni Mirak’tı. Namusunu, vatanını
korumak için kılıc çeken, silah kuşanan, attığını vurana Mirak denirdi.
Miark, bileği bükülmez Der ohan’dı.
Var olan Mirak soyunu biri birine bağlayan en kuvetli soyadıdır. Ancak bir
şekilde Ermeniliği inkar ettiğinde, soyadını taşıma hakkınıda yitiriyordun.
Seyit Munzur aslen Mirak’tır. Daha
sonraları alevi piri olduğunda, soyadını kullanmaktanda kacındı.
Dersim’in muhtelif bölgelerinde yaşayan Miraklar’ın habersiz yaşadıklarını
söylemiştik. Ançak savaşlarda, dağdan
dağa havarın cağrısı duyulduğunda,
Miraklarla savaşan aşiretin adı çatışmanın yeri duyulduğunda, Dersim’in
dört yanından guruplar belirmekte,
düşmana saldırmaktaydılar. Durum
ortak düşman Tğrklere karşı savaşlarda deişmekteydi. Bu durumda herkes
bölgesinin aşireti ile katılmaktaydı savaşa, Mirak olarak değil, aşiretin bir
bireyi olarak. Bir iç teşkilatlanma olmadan, bu soyun evlatları ancak aşağıdaki şekilde var olabiliyordu.
1-Soyun birliğinin parolası soyadı idi
“ben Ermeni Mirak’ım”soy bilinçinin
en üst tanımıydı.
2-Tüm Mirakların yaşadığı alanlar elverişsiz dağ etekleriydi, doğal kalelerdi
3-Etnik gelenek mirasının varlığı kacı-
nılmazdı, zira hepsinin düşünce şekli
anlayışları, vatan severlikleri, silah
tutkusu aynıydı.
4-Tüm Mirak’lar için ocağın kutsallığı, namus için kendini feda etme anlayışı, sözünü tutma ilkesi, vatan hayinini afetmeme iradesi, ocağını savunan
düşmanı afetme, kadına, çocuğa silah
çekmeme gibi yazılı olmayan kurallar
kutsal sayılıyordu.
Der ovan köyü, Mirakyanlar soyunun
doğduğu yer değil ise de, şurası mutlaktır ki bu köy yoğun Ermeni nufusu
olan bir yerleşim birimi idi. Köyün kuzey doğusundaki vadide büyük bir manastırın harebeleri vardı. Yöre kureşan
ve alan aşiretleri tarafından yönetiliyordu. Köyün Kürt sakinleri köklerini asla inkar etmiyorlardı. Ağucanlar
ocağının piri, Derviş Gülabinin torunu
Seyit Ali, gururla anlatıyordu ocağın
kurucusu, Diramayr (Meryemana) manastırının baş rahibi Der ovan’ı Seyit
Ali tarafından kalma ve büyük bir kutsallıkla manastır yıkıntısının yakınındaki bir mağarada saklanan hamayillerin, günlük duaların, muhtelif ceylan
derisi el yazmalarının varlığını asla
gizlemezdi. “Bu el yazmalarına bir göz
atamazmıyım”? diye sorduğumda.
“Hayır bıkko (evlat), o el yazmaları
ve kitaplar dedem derviş Gülabi tarafından saklanmışlardır. Ne babamın,
nede benim hakkım var o kutsallıklara
el sürmeye. Babam Seyit Demen (der
Manuel) olsun, ben olayım, o kutsal
emanetlerin emanetcisiyiz.
Atalarımızdan devraldığımız bu görevi evlatlarımıza devredeceğiz. Bize
vasiyet edilen görev, onlara el sürmememizi, kimseye göstemememizi, ocağın en büyük erkek evladından başkasına yerini göstermememizdir.
“İyide saklandıkları veya gömüldükleri yerde çürüme, yok olma riski yokmu?”
“Her kitap ayrı ayrı meşine sarılmış,
sonrada o meşin paketleri keci postundan tulumlara konmuş, meşe kerestesinden yapılmış sandık içindedir”
“Zamanında der ovan’dan göç eden
kızılbaş - sayfa 37 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Ermenilerden bazılarının daha sonraları doğdukları yerlere geri geldikleri,
ama sizin veya sizin yönetiminizdeki
halkın onları rededdiği, topraklarını
geri vermediği burada yaşamalarına
izin vermediği, bu sebelede siz ve geri
gelenler arasında tartışmaların hatta
kavgaların olduğu doğrumu?”
“Hepside doğru. Babam Seyit Demenve yerli halk, Kürt olsun, Ermeni olsun
topluca redettiler yeni gelenlerin taleplerini ve sınırlarımızdan kovdular. Zira
geleneksel olarak bize öğretildiğine
göre, oçağını terk eden, tehlike anında baba ocağını savunmasız bırakan,
kacan, toplumun bütün haklarından
mahrum olur. Toplum tehlike karşısında iken, niye terk edip uzaklaştılar?
Gidenler bizim gözümüzde bizim köylüler değillerdir artık, olsa olsa yeni
gelenler veya yabancılar”.
“Anlaşılıyor ki siz ocağın büyüğü ve
geleneklerin uygulayıcı önderi olarak,
sizden öncekilerden kalmış olan her
şeyi, toprağı, meraları, evleri, orman,
hatta kitapları kendi malınız saymaktasınız. Uzaklaşanların kendi paylarını
almalarına izin vermiyorsunuz. Böylece, bu köyden uzaklaşanlar Ermenilerdir, ve siz geri dönmek isteyen Ermenilere hiç değilse atalarından kitaplara
bile sahip olmalarına izin vermiyorsunuz. Üstelik o kitaplar Ermeniçedir ve
kalan Ermenilere aiittir.”
“Dediğim gibi, bunların hepsi, doğduğu yerden ayrılmayan halka aiittir.
Kitaplar oçağın korunmasına teslim
edilmiş emanetlerdir ve oradan oraya
taşınacak şeyler değildir. Oldukları
yerde kalırlar ve bu ocağın varisleri
tarafından korunurlar. Burada kimin
nasıl anladığının önemi yok. Örneğin
benim rahmetli babamı Kürtler Seyit
Demen diye anarlardı.
Ermeniler ise Der manuel bu durum
gerceği asla değiştirmez. Aslolan o
ki, ocağın sahibi Seyit Demen’dir ve
bende onun varisi Seyit Ali’yim. Siz
Ermeniler din adamlarınıza Derder diyorsunuz, biz aleviler ise Dede. Oçağın
sahibi, toplumu yöneten Derder diyemi
anılıyor yoksa dede diyemi, ne önemi
var?” Aslolan ben ve benim tebaam
oçağımızı terk etmedik.”
Dersim Eremenileri etnografyası
Ermeni bilimler Akademisi Yayını,
Yerevan, 1973. S. 252 – 254:
Kaynak: http://akunq.net/tr/?p=2851
h t t p : // w w w. a r m e n i e n i n f o . n e t
[email protected]
http://www.network54.com/Forum/121213
kızılbaş - sayfa 38 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
1915/16´da
Teşkilatı Mahsusa ve çeteler üzerine
-Harici düşmanlarımızın peşine nasıl düşüyorsak, memleket dahilinde
de aynı şekilde imha edilmesi lazım
halklar olduğu hakikatini gözönünde
tutuyoruz. (Erzurum’daki Teşkilatı
Mahsusa teşkilatından Dr. Bahattin
Şakir’in yardımcısı Filibeli Hilmi`nin,
Bahattin Şakir’e yazdığı bir mektuptan)
-Kaf kas dağlarını tanıyan ve çetecilik
yapmaya muktedir en fazla 100 kişiyi
nihayet bir hafta sonra Trabzon’da bulundurup bulunduramayacağınızı şimdiden bildiriniz ki, buradaki kuvveti
göre tespit edelim. (Dahiliye Nezareti
Emniyeti Umumiye Müdürlüğü’nden
Trabzon’a çekilen bir telgraftan)
(Diyarbakır’da çetelerce katledilen
Vartakes ile Zöhrap Efendinin katilleri
Çerkez Ahmet ve Nazım’ın cürümlerinden dolayı Cemal Paşa tarafından
idam edildiğinde olaya şahit olan Falih
Rıfkı Atay`ın anılarından)
-Kaf kasya’da çetecilikte istihdam
olunmak üzere bir haftaya kadar ikiyüz
kadar adama ihtiyaç vardır. Bulunan
Laz ve Çerkezlerden çeteciliğe elverişli
ne kadar şahıs bulunabilirse yollanması. Bu şahısların mahkum ve eşkiyalığı huy edinmiş kimselerden olması da
mümkündür. (26 Kasım 1914`de Emniyeti Umum Müdürlüğü’nden Edirne,
Hüdavendigar, Ankara vilayetleri ile
Bolu, Izmit, Çatalca, Kale-i Sultaniye
ve Karesi mutasarrıflıklarına çekilen
bir telgraftan)
-Çetecilerin şahsi eşyaları arasında
kan lekeli beşibirlik altınlar bulunmuştu. Cellatlara ve katillere karşı minnet
borcu ağırdır. Onlar kendilerine ihtiyaç duydukları belirtenlere ve kendilerini kullananlara tahakküm etmek isterler. Kirli işlerde kullanılan vasıtalar
ihtiyaç ve kullanım zamanında lüzumludurlar, fakat kullanıldıktan sonra baş
üstünde taşınmayıp ortadan kaldırılmaları gerekir (tuvalet kağıtları gibi).
(Dördüncü Ordu Kurmay Başkanı Ali
Fuat Erden`in hatıralarından) kağıtlar
-Çetecilik için vilayetlerde istenen
başvuru miktarının pek ziyade arttığı
ve toplananların içinde mahkum olanlar olsa bile isimlerinin bildirilerek
yola çıkarılmaları. Kafkasya ahalisinden ve önceki şartlara sahip olanların tıbbi muayeneleri yapılarak elbise
hususundaki eksiklikleri tamamlanıp
miktarlarının bildirilmesi, mahkum ve
tutuklu olanların dahi tıbbi muayeneleri yapılıp, kaabiliyetli olanların isimlerinin bildirilmesi ve hazır edilerek yalnız isimlerinin bildirilmesi. (16 Aralık
1914`de Talat Paşa`nın hemen hemen
tüm bölgelere çektiği telgraftan)
-Çerkez Ahmet, Ermenilere karşı arkadaşı Nazım ve Halil ile beraber birçok
fecaatler (felaketler) yaptıktan sonra,
Cemal Paşa’nın bölgesine gitmiş, orada yığınlarla Ermenileri görünce hayret etmiş. Askerce bir selam ifasından
sonra: “Emir buyurun, bir teşkilat yapalım, bunları da temizleyelim” demiş.
-Çerkez Ahmet, Ermeni fecayii için
mühim bir vesika idi. Bu kanlı olayın
safahatın (nasıl olduğunu) bizzat failinden dinlemek istedim.Çerkez Ahmet’e
vilayat-ı şarkiyyede neler yaptığını
sordum. Çizmeli ayaklarını birbirinin
üzerine attı, sigarasının dumanlarını
karşıya doğru savurarak: “Bey birader,” dedi. “Şu durum namusuma dokunuyor. Ben bu vatana hizmet ettim.
Gidin, görün, Van ve çevresini Kabe
toprağına çevirdim. Bugün orada tek
bir Ermeniye tesadüf edemezsiniz.
Vatana bu kadar hizmet ettim, sonra o
-Çerkes Ahmet ve Nazım’ın eşyaları açıldığı zaman çantalarında kadın
yüzüğü, bilezik, küpe ve mücevher
buldular… bu iki serserinin bir ideal için fedakarlık değil, zengin olmak
için cinayet yapmış oldukları belli idi.
Selçuk Uzun
Talat gibi hergeleler Istanbul’da buzlu
bira içsinler, beni de böyle muhafaza altında getirtsinler, yok, bu haysiyetime
dokunuyor!” Fakat onun bir arkadaşı
vardı, kendisiyle beraber Zeki Bey’i öldüren Nazım! Çerkez Ahmet’e Nazım’ı
sordum: “Sus bey birader. Zavallı şehit oldu” dedi. Çerkez Ahmet’ten daha
fazla malumat almak istiyordum. “Peki
bu Zöhrap falan ne oldular?” “Aaa…
Duymadınız mı? Hepsini geberttim.”
Cigarasının dumanlarını havaya doğru
savurdu, sol eliyle bıyıklarını düzelterek sözüne devam etti: “Halep’ten
çıkmışlardı. Yolda rast geldik. Derhal
arabalarını kuşattım. Gebereceklerini
anladılar. Varteks dedi ki: ‘Peki Ahmet Bey, bize bunu yapıyorsunuz, fakat Araplara ne yapacaksınız? Sizden
onlar da memnun değiller.’ ‘O senin
bileceğin iş değil kerata’ dedim. Bir
mavzer kurşunuyla beynini patlattım.
Sonra Zöhrap’ı yakaladım. Ayağımın
altına aldım, kafasını ezdim. (1915 yılında Sevk Komisyonu Başkanı sıfatıyla Eskişehir’e gönderilen Ahmet Refik
(Altınay)’ın “İki Komite İki Kıtal” adlı
kitabından)
-Vilayet hapishanelerinde mahkum
iken tahliye olup çete halinde savaşa
sevk olunan kişilerden fayda temin
edildiği anlaşılmaktadır. Bu nedenle
yeni gönüllülerin bulunması yoluna
gidilmesi ve bu konuda 3. Ordu Komutanı Hafız Hakkı Paşa ile ilişkiye geçilerek bu gönüllülerin yola çıkartılması.
(13 Ocak 1915 tarihinde Erzurum’a
gönderilen Talat Paşa imzalı telgraftan)
-Ermenilerin
tehciri
sırasında
Erzurum’da bulunuyordum. Katliama
uğrayan kafileler Teşkilatı Mahsusa
namıyla toplananlar tarafından ika
olunuyordu. Teşkilatı Mahsusa iki kısımdı. Ben Erzurum’a glediğim vakit
Teşkilatı Mahsusa mühimce bir kuvvet
idi. Ve bunlar harbe iştirak ediyorlardı. Ordunun da malumatı vardı. Sonra
diğer bir Teşkilatı Mahsusa vardı ki o
da Bahattin Şakir Bey’in imzasından
ibaretti. Yani Teşkilatı Mahsusa Reisi diye öteye beriye telgraf çekerdi.
Bahattin Şakir Bey’de bir şifre vardı.
kızılbaş - sayfa 39 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Bab-ı Ali ve Harbiye Nezareti ile muhabere ederdi. Tehcir zamanlarında da
ordu ile muhabere ederdi. (2 Ağustos
1919 tarihli İstanbul Divan-ı Harbi
Örfi Mahkemesi oturumunda, Mamuretülaziz davasında Erzurum valisi
Tahsin Uzer`in ifadesinden)
lunmuş oldukları iddiasını kuvvetten
düşürecek mahiyeti haiz olmayan müdafaalardan madut bulundukları gibi.
(1919 yılında Divanı Harbi Örfi’de yapılan sorgulamalarda ve mahkeme iddianamesinde Teşkilatı Mahsusa hakkındaki 2. Kararname’den)
-Hapishaneden salıverilen ve üniforma giydirilen mahkumlar … sürgün
konvoylarının geçmesi için saptanan
yerlere bir plan dahilinde yerleştirildiler. (Almanya’nın Halep Konsolosu
Rössler`in, Başbakan’a gönderdiği 27
Temmuz 1915 tarihli raporunda, Teşkilatı Mahsusa katliamları)
-25-30 güne vasıl olmayan kabinedeki hizmeti ahire-i acizanemde muttali
(öğrenmiş) olduğum bazı serair (gizli
şeyler) vardır... Bu tehcir emri sureti
resmiyyede Dahiliye Nazırı mahuda
tarafından verilmiş, vilayata tebliğ
edilmiş. Bu emri resmiyi takiben ise
çetelerin ifayi vazife-i mel’uneyye
şitap etmesi (lanetli vazifeyi bir an
önce yapması) için merkezi umumi
tarafından her cihete evamiri menhuse (uğursuz emir) tamim olunmuştur.
Binaenaleyh, çeteler meydan almış ve
mukatele-i zalime (zalimane katliamlar) yüz göstermiştir.’ Yani Osmanlı
devletinin bir Bakanı Meclis kürsüsünden diyorki, ‚Ben dahiliye nezareti
evrakı arasında bölgelere yollanan tehcir emrine paralel yollanan imha emrini gördüm. ( Şura-yı Devlet Başkanı
ve Bakanlar Kurulu üyesi Reşit Akif
Paşa`nın, Meclis’in 21 Kasım 1918 tarihli oturumundaki konuşması)
-Eşkiyanın jandarmalarla veya yarbay Agah Bey’in ortaklarıyla anlaşıp,
göç kafilesini ormana götürdükleri ve
orada bekleyen eşkiyanın onları iç çamaşırlarına kadar soyduğu olaylar az
değildir. Bu haydutların cesareti çoktu. (Osmanlı Ordusu’nda 1915-1918
Yıllarında Görev Yapmış Venezuelalı
Subay Rafael De Nogales’in „Hilal Altında Dört Sene“ adlı anılarından)
-Birçok eşkiya çetesi göç edenlere saldırıyordu. Eşkiyanın jandarmalarla
veya Yarbay Agah Bey’in ortaklarıyla
anlaşıp, göç kafilesini ormana götürdükleri ve orada bekleyen eşkiyanın,
onları iç çamaşırına kadar soyduğu
olaylar az değildir. (Kuşkusuz Agah
Bey üstün bir tekaüttü. Eğer (göç eden)
adamın bir veya iki güzel kızı varsa,
elinden alınıp, bir süre hareminde kalıyor, sonra da, civar köylerdeki Kürtlere satılıyordu. (Osmanlı Ordusu’nda
1915-1918 Yıllarında Görev Yapmış Venezuelalı Subay Rafael De
Nogales’in „Hilal Altında Dört Sene“
adlı anılarından)
-Teşkilatı Mahsusa, doğrudan doğruya (Ittihat ve Terakki Cemiyeti’nin)
Merkezi Umumi’nin idaresi altında
bulunmuş olsun veyahut bir resmî daireye bağlı şaibeli bir idare addedilsin,
maksat ve teşkil tarzı bahis konusu
olmayıp, zahiren harb gayelerini gerçekleştirmek uğrunda istihdam edileceği duyurulan Teşkilatı Mahsusa’ya
mensup kimselerin arasına bir takım
mücrimin ve serseriler sokularak, tehcir kafilelerine muhtelif zamanlarda
tasallut ederek, sürgün ve katliamları
kuvveden fiile çıkarmakta istihdam
edilmekle, birçok ailenin mahvolmasına rıza göstermiş ve müzaherette bu-
-Tehcir işinde Bahattin Şakir'in rolü
nedir? En hususi toplantılarımızda bile
bu mesele tasrih edilmemiştir, aydınlanmamıştır. Açık, kati bir kanaatim
yok, fakat başka meseleler konuşulurken, ağızdan çıkmış bir kelimeden,
sızmış bir fikirden, zapt edilememiş
jestlerden, hasılı gözle görülmeyen,
fakat insanda bir şüphe uyandıran ince
ve hafif delillerden, bende kuvvetle
peyda olan zanna göre, tehcir işinin
en büyük amili ve haliki odur. Yalnız
başına Şark vilayetlerini dolaşarak
zemin hazırladığını, esası kararlaştırdığını ve şahsi kanaatlerini tatbike
çalışırken, haiz olduğu mevki dolayısıyla, emirlerinin Merkezi Umumi ve
hükümet emirleri diye telakki olunduğunu ve nihayet hükümetteki bazı
nafiz arkadaşlarını da sürüklediğini
kuvvetle zannediyorum. Onun için, bir
gün Bahattin Şakir'in hatırasını ihya
etmek lazım gelirse, onun heykeline
Şark vilayetleri göğüslerini minnetle
açacaklardır. (Hüseyin Cahit Yalçın’ın
hatıralarında Bahattin Şakir hakkında
şunları söyledikleri)
-Ermeni katliamı ve imhası ve malları-
nın talan edilmesi İttihat ve Terakki'nin
kararının bir neticesidir. Bahaeddin
Şakir 3. Ordu bölgesinde insan kasaplarını dolduran, onları sevk ve idare
eden biriydi. Ipten kazıktan kurtulmuş adamlar, eli kanlı ve kana susamış
jandarmalardı. (Vehip Paşa`nın 1919
duruşmalarında mahkemeye verdiği
ifadeden)
-Adalet Nazırımız hapishanelerin kapılarını açtı… Kabahati Ermenilerın
üzerine atmayalım, dünyanın aptallarla
dolu olduğunu zannetmeyelim. Tehcir
ve katlettiğimiz insanların mallarını,
mal-mülklerini yağmaladık, hırsızlığı
meclis ve senatomuzda tasdik ettik.
(Ali Kemal`in 18 Temmuz 1919 tarihli
Alemdar’daki yazısından)
-10 Mart 1915`te İran`da Salmas ovasındaki Hosrova ile Dilman arasındaki
Haftevan köyüne ilk giren sivil görevli
bir Rustu. Konsolos Pavel Vvedenski
dehşet verici zulmü ilk gören sivildi.
Hosrova, Kildani Katoliklerinin merkezi, Dilman ise bir Ermeni kasabasıydı. Vvedenski gördüğü dehşeti not
etmişti. Bu dehşetli görüntü, İT birliklerinin Kaf kasya Harekatında sivillere yönelik kitlesel katliamlarından
ilkiydi. Yerlerde bütün bir sancağın
yetişkin Hıristiyan nüfusunun cesetleri yatıyordu. Cesetlerin tümü parçalanmıştı. Görebildiği kadarıyla kafaları
kesilmişti. Katliam Rus askerlerinin
gelmesinden birkaç gün önce olmuştu.
Vvedenski, tümünün başlarının kesilmiş olduğu cesetlerle dolu üstü örtülü
bir kuyu bulmuştu. Kuyunun çıkrığında da baş aşağı asılmış başsız bir ceset
vardı. Kurbanlar ayaklarından baş aşağı asılıp kuyuya yuvarlanmadan başları kesilmişti. 12`lik gruplar halinde bir
duvara dizilen erkekler, başlarının arkasına vurulan balta darbeleriyle birer
birer öldürülmüşlerdi. Başka bir yerde,
erkekler başlarını bacaklarının arasına sokmaya zorlanmış, sonra koyun
boğazlanır gibi boğazlanmışlardı. Bir
başka yerde, mahkumlar başlarından
bir merdivenin basamaklarına bağlandıktan sonra başları vurulmuştu. Vvedenski, ceset dolu 15 kuyu saymıştı ve
gene ceset dolu ambarlar bulunmuştu.
Birinci Kaf kas Rus Ordusu Komutan
Yardımcısı K. Matikyan ise cesetleri
saymış, kaymakamın emriyle Osmanlı
asker ve Kürt gönüllülerin katlettikleri
Ermeni ve Süryanilerin sayısının 707
olduğunu bulmuştu. „Kendi gözlerim-
kızılbaş - sayfa 40 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
le çukurlara atılmış, kokmuş, ortalığa
bırakılmış yüzlerce parçalanmış ceset,
baltalarla doğranmış, başsız cesetler,
kopmuş eller, bacaklar ve kelle yığınları, yıkılmış duvarlar altında ezilmiş cesetler gördüm“ diye yazmıştı.
Amerikan Presbiteryan misyoner F.N,
17 Mart 1915`te durumu şöyle anlatıyordu: „Türklerin kaçmaya zorlanacaklarını anladıkları, Rus Ordusu`nun
Salamas`a dönüşünden birkaç gün
önce, kaydolanları koruyacağız gerekçesiyle tüm Hıristiyanların adlarını
kaydettiler. Sonra tüm erkekleri bir
yere toplayıp, 25`er kişilik gruplar halinde ayırdılar ve soğukkanlılıkla teker
teker vurdular. Bazılarının merdiven
aralıklarına bağlanan başları kesildi,
bazıları ölmeden önce parçalanıp kesildi. Bu biçimde Salamas`taki hemen
hemen her Hıristiyan erkek katledildi.
Kız ve kadınların başlarına geleni tahmin edebilirsiniz. Şimdi olay yerinde
bulunan birçok kişi tarafından imzalanmış olan en ayrıntılı rapora göre,
Salamas`ta 712-720 erkek bu biçimde
öldürüldü.“ Katliam, askerler ile birlikte ünlü eşkiya Simko Ağa, Kardeşi Şükrü ve Ömer Han liderliğindeki
yerel Şekak aşiret üyeleri tarafından
yapılmıştı. Cevdet Bey, Rusların geldiğini öğrenmiş ancak komutasındaki
kuvvetlerle Rusları durduramayacağını, Halil Paşa`nın takviyesinin gelmeyeceğini anlayınca, çevredeki tüm
Hıristiyan erkekleri kaydetmek amacıyla Haftevan köyüne çağırmış, ayrıca Dilman kasabasındaki, yakın köylerdeki Ermeni ve Süryani erkekleri de
tutuklayarak Haftevan`da toplamıştı.
Bu katliama orduda görevli Ermeni
askerler de dahildi. Cephane az olduğu
için, askerlere mermi kullanmamaları
söylenmişti. Haftevan katliamı böyle
gerçekleştirilmişti. Istanbul`daki askeri komuta merkezinin bile bu olay
karşısında şaşkına döndüğü söylenir.
Askeri tarih yazımında bu katliam
„talihsiz bir olay“ olarak sayılmış, suç
disiplinsiz askerlere, gönüllüler ve aşiretlerin üzerine atılmıştır. (David Gaunt, I. Dünya Savaşı sırasında Doğu
Anadolu´da Katliamlar, Direniş, Koruyucular, Müslüman-Hıristiyan Ilişkileri, Belge Yayınları, Ekim 2007)
-Teşkilatı Mahsusa kurulduğunda Kuşçubaşı Eşref'in ilk istediği adamlardan
birisiydi Yakup Cemil. Kuşçubaşı Yakup Cemil'e görevini söyleyince. Kendi askerlerini seçme izni istedi. Ve Ardından Sinop Cezaevinde yatan 2000
azılı mahkumun kendisine verilmesini
istedi. Sinop Cezaevi, imparatorluğun
en azılı mahkumlarının toplandığı cezaeviydi. Yakup Cemil cebinde yetkisi
cezaevinin kapısına dayandı. 2000 caninin arasına tek başına girdi. Avluda
bir sandalyenin üstüne çıktı ve "siz
hayatı beş para etmeyen adamlarsınız.
Namımı duyanlarınız duymayanlara
anlatsın sizi almaya geldim. Ya benim emrimde ben isteyince ölür, ben
isteyince yaşarsınız. Yada bir tekinizi
buradan sağ çıkartmam" dedi. Aranızda berberlik yapanlar öne çıksın
dedi. Öne çıkan berberlere sordu "kaç
leşiniz var" her berber kaç adam öldürdüğünü söyledi. İçlerinden birisi 14
deyince ona "neyle öldürdüğünü sordu.
14 kişiyi" berber "ustura ile boğazlarını kestim" deyince, Yakup Cemil
cebinden usturasını çıkardı, berbere
uzattı ve "al bakalım seni özel berberim tayin ettim. Traş et şimdi beni"
dedi. Sandalyeyi altına çekip oturdu.
14 kişiyi usturayla doğrayan berber
Yakup Cemil'i traş etti. 2000 mahkum,
Yakup Cemil'in emrinde doğuda ölene
kadar savaştılar ve herbiri ölene kadar
Yakup Cemil'e sadık kaldılar. (İttihat
ve Terakki ile Teşkilatı Mahsusa`nın
fedailerinden Yakup Cemil hakkında)
-1914-18 harbinde bu kanlı kaatillerden
bir alay teşkil edildi. Bütün zindanlar
boşaltıldı ve içeridekiler meşhur Yakup Cemil`e teslim edilmek üzere yola
çıkarıldı. Hayatımda gördüğüm pek
çok şeylerin arasında bu zindanın boşalışını görmek, uzak bir maziye rağmen hafızamdan silinmeyen bir hatıradır. O tarihte Sinop`ta bulunuyorduk.
Mahkumların sevkedileceği haberi
üzerine zindanın cümle kapısına biz de
yığıldık. Kapılar açıldı. Mahkumların
demire vurulması içeride yapılıyordu.
Zindan kapısının bir tarafında süvari jandarmaları bekliyordu. Kapıdan
dört kişi çıkarıldı. Dördünün de boyunlarında lale tesmiye denilen demir
tasmalar vardı. Bu laleler zincirlerle
birbirlerine rabtedilmiş ayaklarına
pranga vurulmuş ve bütün bu zincirler
ellerindeki kelepçelerde kümelenmişti. Sinoplular bunları tanıyordu. Mahkumlar kapıdan göründükleri zaman o
havalideki sertlikleri ile meşhur olan
ve bilhassa bu iş için celbedilen Kırşehir süvari jandarmalarından dördü
gruptan ayrılarak kapuya yaklaştılar.
Ilk çıkanlar arasında beyaz sakallı
biri de bulunuyordu. Yanımızdakiler
bunlar hakkında malumat verdiler: Şu
sağ taraftaki Arnavud Halil´dir. 115
seneye mahkumdur. Buraya 15 sene
mahkumiyetle geldi, üst tarafı içeride
öldürdükleriyle doldurulmuştur. Arnavud Halil Bey, kafesinden çıkarılmış
bir kaplan gibi kanlı gözleriyle etrafına
bakınıyor, zincirli kelepçeli elini yüzüne kadar kaldırarak bıyıklarını büküyordu. Içeride 8 kişi öldürmüştü. Onun
yanındaki zayıf Izmirli Nazif `tir. Beyaz sakallıya da Elbistanlı Ramazan
derler. Bunun mahkumiyeti 200 seneyi
geçer. Elbistanlı Ramazan dediği mahkum korkunç bir şeydi. Kır kaşlarının
altındaki gözlerinden kan fışkırıyor
gibiydi. Insan oğlu canavarlaşırsa müthiş bir şey oluyor. Öbür uçtakine Kürd
Haydar derler. Onun da mahkumiyeti
150 seneyi geçer.
Dört kişilik ikinci bir grup daha çıktı.
Bunların da boyunlarında lale, ayaklarında pranga, bileklerinde kelepçe
vardı. Resmi takdim başladı: Bunların
dördü de insan şeklinde birer canavardır. Herbirisinin mahkumiyeti 100 seneden fazladır. Ince bıyıklı, çelimsiz
olanı hepsinden beterdir. Keyif için,
bıçak sınamak için adam öldürür.
Içeriden laleli, prangalı, kelepçeli
mahkumlar çıkıyorlar ve kafilede yerlerini alıyorlardı. Böylelikle Sinop zindanının kalbur üstü mahkumları, besili hayvanların üzerinde eğer kaşlarına
koydukları tüfekleri, gülmek bilmeyen
esmer yüzleri ile mahkumlar kadar
korkunç jandarmalarla ihata edilerek
ilerliyorlardı.
Boyunlarından ayaklarına kadar zincirbend olan mahkumlardan sonra
ikinci sınıf, yani 30-40 seneye mahkum olanlar çıkarıldı. Bunlar da boyunlarında lalelerle birbirlerine bağlı
idiler. Yalnız ayaklarında pranga yoktu. Mahkumların çoğu yalın ayaktı,
katedecekleri yolun uzaklığını düşünerek daha rahat yürümek için pabuçları
kuşaklarına sokmuşlardı. Boyunlarındaki lalelere, ellerindeki kelepçelere,
ayaklardaki bukağulara rağmen yüzlerinde elem ve beis yoktu. Hatta bazılarının çehresinde sevinç emareleri
bile görülüyordu. Sinop zindanlarının
güherçileli duvarlarından çıkmışlar,
mukayed de olsalar, bir başka aleme
doğru gidiyorlardı.
Bu korkunç kafile bir korkulu rüya
gibi geçti. Son mahkumların arkasında
dört süvari jandarma, Çerkes kamçılarını hayvanların yanında sallandırarak
kızılbaş - sayfa 41 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ilerliyorlardı.
Bu azılı mahkumlar nereye kadar
gittiler? Orasını bilmiyorum. Fakat
Kastamonu`da Yakup Cemil, başka
hapishanelerden getirilen mahkumlarla beraber bunları da tesellüm etti.
Teşkilatını yaparak bu canavar sürüsünü yola çıkardı. Pek tabii olarak muavinleri de kendisi gibi adamlardı. Bu
kadar kanlıyı, kaatili, haydudu sımsıkı bir disipline bağlamak mesele idi.
Onlar her istediklerini yapabilmek için
bu zincirleri taşıyorlardı.Yakup Cemil,
Meşrutiyet tarihinde kanlı bir sahifedir. Onun elinde tabanca, bir otuz üçlü
tespih gibiydi.
Kafile geçtiği yerlerde helecanlar, yürek çarpıntıları bırakarak gidiyordu.
Fakat bunların bütün merhaleleri kuzu
sürüsü gibi geçmelerine imkan yoktu.
Songurlu köylerinden birinde ilk vaka
oldu. 100 senelik mahkumlardan biri
misafir olduğu bir köylünün yetişmiş
kızını, kadınsız geçen uzun yılların
mukavemet edilmez hırsı ile berbat
etti ve kaçtı. Baba kız Yakup Cemil´e
gelerek tecavüzü anlattılar. 20 kişilik
bir müfreze kısa bir takipten sonra mütecavizi yakaladı. Mahkumu Yakup
Cemil´in karşısına çıkardılar. Yakup
Cemil, artık zincirleri çözülen canavar
sürüsünü köyün meydanında bir halka teşkil edecek surette topladı. „Ulan
dedi, sen benim kim olduğumu bilmiyor musun?“ Herif başına geleceğinden bihaber, cevap verdi. „Biliyorum
beyim.“ „Ben kimim?“„Yakup Cemil
Bey.“ „Yakup Cemil Bey, ama nasıl Yakup Cemil Bey?” “Anlaşıldı. Bilmiyordun. Ben sana anlatayım. Bende yürek
taştır, damarlarımdaki kan da ateştir.“
Ondan sonra mahkuma doğru yürüdü.
„Bre köpek dedi, seni evinde misafir
eden bu adamın kızını nasıl bu hale
koyarsın.“ „Ben birşey yapmadım.“
„Neye kaçtın öyleyse. Bana doğrusunu
söylersen seni affedeceğim.“ „Cahillik
ettim beyim.“ „Ha şöyle. Aferin sana.
Bana doğrusunu söylemeli.“ Daha sonra Yakup Cemil, „ben seni bir daha
kimseye zarar edemeyecek bir hale koyacağım“ diyerek, muhafızlara ellerini arkadan bağlatır ve belinden ustura
gibi keskin gümüş saplı söğüt yaprağı
gibi bir bıçak çıkararak, kan kokusu
almış bir kaplan gibi dönerek „bunda
sünnetçiliği ben yapacağım“ der ve herifin uzvunu kavrar ve söğüt yaprağı
bıçak işini görür. Bu arada kimsenin
gıkı çıkmıyordu. Insan sesine benzemeyen bir çığlık kopar, Yakup Cemil
kıpkırmızı kesilen elinden et parçalarını fırlatır ve „çekin teresi bir hendeğe, geberecekse orada gebersin“ der.
Ikinci hadise Çorum`da olur. Katmerli
cezalılardan bir Arnavut, adı zengine
çıkmış bir adamı öldürmüş, para bulamamış, parayı çıkarması için karısına,
kızına işkence etmişti. Olay jandarmaya intikal etmiş ve kumandan da Yakup Cemil`e müracaat etmişti. Kaçan
yoktu. Kumandana „bizim canavarların sayısı tam, böyle bir iş yapan nasıl
olur da kaçmaz“ der ve elebaşılarını
çağırtır. Elebaşı kimseden şüphe etmediğini söyler. Kadın ve kızı çağırtır.
Katili teşhis ederler. Ama o inkar eder.
Ve sonuna kadar direnmeye başlar.
Muhafızlara katili demirlere vurmasını söyler. Ve başlar itiraf ettirmek için
en etkili çareyi düşünmeye. Tırnakla
et arasına kamış sokmak, donuna kedi
koyup dışarıdan kediyi dövmek, zorla
su içirmek, hafif ateşe tabanlarını koymak gibi envai çeşit işkence biliyordu.
O öyle bir işkence istiyordu ki, patırdısız, gürültüsüz, feryatsız figansız
bülbül gibi söyletsin. Birden gözleri
parladı. Bulmuştu. „Ulan Arnavut,
seninle yarın görüşeceğiz“ dedi. Yattı
uyudu. Bu adam bu kadar eşirra arasında kendisini nasıl emniyette hissediyordu? Onların gözünde korku ile
karışık nasıl bir tesir bırakmıştı ki,
hayatı hiç mesabesinde tutan bu adamlar ona karşı ufak bir itaatsizlikte bile
bulunamıyorlardı? Ertesi sabah zincir
şakırtıları arasında Arnavut getirildi.
Yakup Cemil son defa sordu, Arnavut
yine inkar etti. „Demek son sözün bu“
dedi Yakup Cemil. Berber Cafer`i çağırdılar. Arnavut`u bir iskemleye sımsıkı bağladılar. Yakup Cemil, el ayası
büyüklüğünde bir teneke kutu kapağını kaatilin tepesine koydu. Berber
Cafer Arnavut`un kafasında sadece bu
büyüklükteki yeri kazıdı. Yakup Cemil bir sigara yaktı, bir cana kıyacağı
zaman insiyaki bir hareketle bıyığını
bükerdi. Emir bekleyenlerden birine
„git bana beş on tane bit getir“ dedi.
Adam anlamadı. „Bit, bit“ dedi. „Pire
itte, bit yiğitte bulunur. Bizim yiğitlerde elbette vardır. Haydi çabuk ol.“ Giden adam döndü. Yakup Cemil, bitleri
kutuya döktürdü. Kutuyu Arnavut`un
kafasındaki traş edilen yere ters çevirip bastırdı ve bir çevre denilen bezle
çenesi altından sımsıkı bağlattı. Başladı beklemeye. Oradakiler bu garip
ameliyeyi hayretle seyrediyorlardı. Bu
işde küçücük hayvanların rolü ne ola-
bilecekti? Yakup Cemil, Arnavut`un
yüzünü tetkik edip soruyordu „birşeyler yok mu?“ Birşey yoktu. Yakup Cemil karınları tok galiba diye söylendi.
Biraz sonra Arnavut`un yüzü buruştu.
Yüzü kızarıyordu. Iskemlenin arkasına bağlı kollarını tartıyor, ipi gevşetmek istiyor gibi hareketler yapıyordu.
Arnavut`un alnında ter habbeleri başlamıştı. Dudaklarını ısırıyor, kıvranıyordu. Yakup Cemil Arnavut`la alay
etmeye başlamıştı. Arnavut „beynim
oyuluyor“ dedi. Rengi sapsarı oldu,
„Allah“ diye bağırdı. Kaatil yalvarmaya başladı. „Beynime bir kurşun sık,
öldür beni“ diyordu. Arnavut bağırmaya başlamış, öldürmeleri için yalvarıyordu. Yakup Cemil kutuya küçük bir
fiske vurdu, bitlerin canlanması için.
„Yüzüne biraz su serpin, bayılmasın“
dedi. „Ulan Arnavut iyi dayanıyorsun
be. Ben bunu bir iki kişide denedim,
beş dakikada bülbül kesildiler“ dedi.
Kaatil inliyor, ağzından köpükler geliyordu. Yakup Cemil „yirmi tane daha
ilave etmeli“ deyince, Arnavut kaşlarını yukarı kaldırdı. Yakup Cemil
kalktı, bezi çözdü, kutuyu kaldırdı,
yer mosmordu. Kaatili çözdüler. Su
istedi, bir de sigara. Arnavut`u çözdüler ve Yakup Cemil sormaya başladı.
„Sen mi öldürdün?“ „Evet.“ „Neden?“
„Parası için.“ „Parayı ne yapacaktın?“
„Memlekete kaçacaktım.“ „Sen bugün memleket müdafaası için buradasın. Nasıl kaçarmışsın?“ Arnavut`un
ayağından demiri almadılar. Yakup
Cemil, muhafıza dönüp, şehre git,
nalburlara uğra, bir kangal sağlam
tel getir dedi. Tel geldikten sonra yol
boyunca telgraf direklerini birer birer
gözden geçirdi. En düzgününü seçti.
Bütün mahkumlar takım takım geldiler. Arnavut direğe bağlandı. Bütün
vücudu telle sımsıkı sarıldı. Sadece
boğazı gevşek bırakıldı. Arnavut bağırıyordu: „Bana ne yapacaksın?“ Yakup
Cemil, „seni diri diri yakacağım, öyle
geberteceğim“ dedi. Arnavut „Bre herifler, Bu kerhaneci hepinizi birer birer öldürecek. Hepiniz orospu karılar
mı oldunuz? Tepeleyin şu pezevengi“
diye bağırıyordu. Getirilen ibrikle
Arnavut`u benzinle karışık gazyağı
ile suladılar. Keskin bir petrol kokusu
ortalığı sardı. Yakup Cemil sigara paketini çıkardı. Bir kibrit çakarak yaktı
ve kaatile yaklaştı. Ondan sonra kibriti
paçasına doğru yaklaştırdı. Arnavut
birden ateş aldı. Sarımtırak dumanlar
arasında alev, kaatili canlı bir meşale
kızılbaş - sayfa 42 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
haline koydu. Arnavut son bir hamle ile kıvrandı. Yakup Cemil, sigarası
ağzında, elleri arkasında seyrediyordu.
Yüzünde en ufak bir merhamet manası
görülmüyordu. Her birisinin üzerinde
en aşağı birkaç katlin yükü bulunan bu
adamlar, cüretin dehşeti altında ezilmiş gibiydiler. Arnavut`un dediği gibi
içlerinden biri silahını Yakup Cemil`e
çevirip ateş edebilirdi. Fakat yapamıyorlardı. Insanoğlu böyledir. Kuvvete
tapar. Ortalığa kızartılmış bir et ve yağ
kokusu yayılıyordu. Yakup Cemil etrafındakilere döndü, „haydi yerinize gidin“ dedi. Çorum Müddeiumumisi atla
keşiften geliyordu. Uzaktan kalabalığı
ve ortasında yükselen dumanları görmüş, onbaşıyı kalabalığa göndermişti.
Jandarma telgraf direğine bağlı adamın çatır çatır yandığını görmüş, mahkumlardan birine sormuştu. Mahkum
cevap vermekten bile korktu. Yakup
Cemil, uzaktan „ne istiyorsun“ diye
sordu. „Birşey istemiyorum beyim,
Müddeiumumi ne olduğunu anla dedi.“
„Ona söyle Yakup Cemil Bey, bir adam
yakıyor de. Haydi bas.“ „Efendim“ dedi
jandarma Müddeiumumi`ye, „Yakup
Cemil bir adam yakıyormuş.“ „Ya“ dedi
Müddeiumumi, atının başını başka bir
cihete çevirdi ve o tarafa hiç bakmayarak sürdü gitti. Bu vakadan 15 gün
sonra Çorum`a gelmiştik.Yakup Cemil
gitmişti. Fakat bu hadise halk üzerindeki tesirini bir zaman kaybetmedi.
Daha sonra Müddeiumumi ile ahbap
olduk. Bu vakayı gördünüz mü diye
sordum. Müddeiumumi „görmemeye
çalıştım, fakat yine de gördüm.“ dedi.
Adli tahkikat falan dedim. „Ne söylüyorsun beyim? dedi, „Vakanın olduğu
yere uğramadım bile. Herifin şakası
yok. Öbür direğe de Müddeiumumi`yi
sarın dese, ne halt edeceğim?“
Yakup Cemil`in kumandası altındaki
mahkumlar, bir aç kurt sürüsü gibi
geçtikleri yerlere dehşet salarak hududa doğru sevkedildiler. Haylisi yolda
harcandı. Bunlar hududdan düşman
toprağına girecekler, orada çete harbi
yaparak düşmanı içeriden vuracaklardı. Fakat bu bir hayal-i muhal idi. Bu
gibi fedakarlıklar için yalnız hunriz
olmak kafi gelmez, vatanperver olmak
ve bilhassa idealist olmak lazımdır.
Nihayet hududa geldikleri zaman zorla
ava götürülen her köpeğin zağar gibi iş
göremeyeceği anlaşıldı ve kalanlar da
dağıldı gitti.“ (Sayılı Fırtınalar, Refi
Cevat Ulunay,1955)
Kaynak:
ht tp://w w w.kuyerel.com/modu les/
AMS/index.php?storytopic=148
kızılbaş - sayfa 43 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Sabri Atman:
Süryani Soykırımı kabul edilsin
Avrupa’nın bazı Üniversiteleri olmak
üzere, Ermeni Soykırım Müzesi ve İsrael’deki Holocaust ve Soykırım Enstitüsü gibi kurumlarla ilişkilerimiz var
ve bunların tecrübelerinden yararlanıyoruz.
Sabri Atman : Seyfo Center, ezilen
halkların ortak mücadelesine inandığı
içindir ki, Ermeni, Rum, Alevi, Türk
ve Kürt ilerici ve demokratlarıyla yakın ilişkileri var ve bu ilişkileri daha
da geliştirmek arzusundadır. Çünkü
soykırım olayı sözü edilen bütün bu
kesimleri yakından ilgilendirmektedir.
Seyfo Center, ezilen halkların ortak
mücadelesine inandığı içindir ki, Ermeni, Rum, Alevi, Türk ve Kürt ilerici
ve demokratlarıyla yakın ilişkileri var
ve bu ilişkileri daha da geliştirmek
arzusundadır. Çünkü soykırım olayı
sözü edilen bütün bu kesimleri yakından ilgilendirmektedir.
Sabri Atman : Süryani Soykırımı kabul edilsin
Gazeteci Gabar Çiyan’ın Seyfo Center
Başkanı Sabri Atman ile Süryani Soykırımını konu alan röportajını yayınlıyoruz.
Gabar Çiyan : Seyfo kelimesi neyi ifade ediyor ve Seyfo Center nedir, ne zaman kuruldu, hangi ülkelerde örgütlü,
amaçları nelerdir?
Sabri Atman: Soykırım sözcüğünün
Ingilizcedeki karşılığı olan ‘genocide’
kavramını sosyal bilimler literatürüne
sokan Polonya asıllı ve yahudi olan Rafael Lemkin’dir. Eski Yunanca genos
(ırk, kabile, köken) ve Latince dilindeki –cide (kes, öldür) sözcüklerinden
türemiştir.
Ancak soykırıma uğrayan bir çok halk
grubu, uğradıkları acıları tarif etmek
için kendi dillerinde soykırım anlamını veren benzer kavramlar kullanmaktadırlar.
Örneğin Yahudiler ibranice dilinde
‘Shoah’ deyimini kullanırlar. Trajedi veya felaket anlamına gelmektedir.
Ermeniler ise Batı Ermenice şivesinde
’Medz Yeghern’ değimini kullanırlar.
’Büyük suç’ anlamına gelmektedir,
bunu ’büyük kaza’ olarak okuyanlar
da var.
Rwanda’da soykırıma uğrayan Tutsi’ler
ise kendi dillerinde ’Machete’ veya
’Panga’ deyimini kullanırlar. Bu, bıçakla kılıç arasında keskin bir alettir.
Genellikle çalıları ve kamışları kesmek için kulanılır.
Süryaniler ise uğradığımız soykırıma
kendi dilimizde birden fazla kullan-
dığımız sözcük vardır. Batı Süryanice
dilinde ’Ferman’, ’Kafle’ ve ’Seyfo’
deyimlerini kullanırız. Birinci sözcük
‘yukardan gelen emir’ anlamında kullanılır ve Kürtçe dilinde de ‘Fermane
fılaha’ yani ’Hristiyanların Fermanı’
anlamında kullanılması yaygındır.
’Kafle’ sözcüğü ise, topluluğu, toplu
halde zorunlu göçe, daha doğrusu ölüme gönderilen insanların konvoylarını
tarif eder.
Uğradığımız soykırımı tarif anlamında en çok kullandığımız sözcük ise,
SEYFO’dur. Kelime olarak Süryanice dilinde ’’Kılıç’’ anlamına geliyor.
1914-1915 yıllarında kılıçtan geçirildiğimiz için uğradığımız soykırıma Batı
Süryanice dilinde SEYFO ve Doğu
süryanice de ise ’SEPA’ deyimini sembolize olarak kullanırız.
Süryani Soykırım Araştırmalar Merkezi Seyfo Center, 2004 yılında kuruldu.
Amacı, inkar edilen ve unutturulmak
istenen Süryani Soykırımı Seyfo’yu
unutturmamaktır! Seyfo Center’in
Almanya, Hollanda, Belçika ve İsveç olmak üzere Amerika’da şubeleri
var. Aynı zamanda Avustralya, Yeni
Zelanda olmak üzere dünyanın daha
bir çok ülkesinde faaliyetleri mevcuttur. Şubelerimizin olmadığı ülkelerde
halkımızın diğer var olan kurumları
aracılığıyla faaliyetlerimizi yürütüyoruz. Halkımızın ezici bir çoğunluğunun desteğine sahibiz. Amerika ve
Gabar Çiyan : Süryani (Seyfo) Soykırımına, devlet güçlerinin yanısıra, gerici
Kürtlerin de rolünden bahsediliyor. Bu
konuda, Kürt aydınının kendi tarihini
eleştirme sürecinin başladığına dair
işaretler var. Sizin, bu konu üzerinde
yüksek lisans yapmaya başladığınızı
biliyoruz. Seyfo Center'in Kürt aydını
ve siyasi partilerinden bekledikleri nelerdir?
Sabri Atman : Evet! 1915 Soykırımı
dönemin İttihat ve Terakki Partisi tarafından, planlı, programlı ve sistematik bir şekilde gerçekleştirildi. Amaç,
Türkiye’nin Türkleştirilmesi yani homojenleştiril-mesiydi. Bu bir anlamda
başarıldı da. Sayıları milyonlarca olan
Ermeni, Rum ve Süryani’den topu topu
sadece 72 bin kişi sağ kaldı Türkiye’de.
Eldeki bütün veriler gösteriyor ki,
Kürtlere karşı bugün kullanılan silahlı korucu çeteleri gibi, devletin silahlandırdığı ve finanse ettiği bazı gerici
Kürtler ve bazı Kürt aşiretleri de o dönemde Ermeni ve Süryani Soykırımında kullanıldı.
Ama bunu söylerken, şunu kalın harflerle ifade etmek isterim: Türk, Kürt,
Süryani, Ermeni, Arap, Alman vs. gibi
kavramlar çok dikkatlice kulanılması
gereken kavramlardır. Soykırım, bir
halkın bir başka halkı katletmesi değildir. Soykırımı yapan güçlerin soyadı ne olursa olsun, onlar halklarımızı
temsil edemez. Bu bağlamda, soykırımı yapan iktidarı ve buna iştirak eden
kızılbaş - sayfa 44 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bazi Kürtleri ve diğer güçleri lanetliyoruz. Kürt halkını veya Türk halkını
suçlamıyoruz! Her Türk ve Kürt bireyi
de tek tek bireyler olarak bu soykırımdan sorumlu değildir. Ancak ortada kolektif bir sorumluluk var. 1915
Soykırımı ’Türk ulusu’ adına, ’islam’
dini adına yapıldı. Ermeni ve Süryani
malları bir çok bölgede talan edildi. Bu
bağlamda her Türk ve bunda sorumluluk payı olan her Kürt bireyi 1915
Soykırımını kabul etmek ve ettirmekle
yükümlüdür.
‘Kürt’ tarafının iştirakı neydi, niye ve
nasıl iştirak etti, hangi Türkün veya
Kürdün zenginliği konduğu Ermeni
veya Süryani mallarıdır gibi konular,
önümüzdeki dönemde araştırılması
gereken konulardır.
Ermeni ve Süryaniler sabah kahvaltısı
için harcandılar. Kürtler ise öğlen yemeği olarak planlanmıştı. Fakat evdeki
hesap çarşıya uymadı. Birincisi, Ermeni ve Süryani çocuklarının, aradan 97
sene geçse bile soykırımı yapanlardan
hesap soracağı ve bunu sürekli dünya
gündemine getireceği hesaplanmamıştı.
İkincisi, Kürt halkının ve onun mücadelesinin Türkiye Cumhuriyeti devletinin otuz iki dişini kıracağı hesap
dışı bırakılmıştı. Düne kadar Kürtlerin varlığını inkar eden herkes, bunu
bugün açık bir şekilde telafuz etmek
zorunda kalacağı tahmin edilmemişti.
Soykırımı inkar eden ‘Türkler’ çıkacağı gibi, bu soykırımda Kürtlerin
sorumluluğunu üstlenmeyen ve bunu
inkar eden ‘Kürtler’ de çıkacaktır. Her
iki tarafın inkarcılarının kullanacağı
argümanlar birbirine çok benzeyecektir. Bazı Kürt aydınları, bu iş tek
başına Türk devletine yöneltildiği zaman memnunluk duyacaklardır. Fakat
Kürtlerin sorumluluğu hatırlatılınca,
‘geçmişi kaşımayın’ türü laflar etmekten kaçınmayacaklardır.
Soru (anp): Bunlar hangi ”Kürd aydinlari”dirlar? Biraz geriye gidersek,
bundan yaklasik yüz yil önce Kürdler
adina, Kürdi menfaatler adina savasan, herhangi silahli bir Kürd hareketi
Asuri-Suryani-Ermeni halklarina karsi katliam ve talanlarda yer aldi mi?
Hangi Kürd hareketlerinden bahs ediyoruz? Hem gecmiste ve hem de simdi,
Kürd menfaatlarini savunan ve bunun
icin mucadele ettigini soyleyen hangi
Kürd örgütü ve aydini Hiristiyan halklara karsi kin ve savasi körukledi veya
hala körukluyor? Hristiyanlara karsi
suclar isleyen ayni Türk-Müslüman
ceteler tarafindan, öz be öz Kürd olan
Yezidi inancina sahip Kürdlere karsi
da katliamlar gerceklesmedi mi ? Sizce
Kürdlerin kendileri de kirim ve katliamlara ugramadi mi? Bir arastirmaci
olarak, ayni cografyada 100 yildir katiamlara ugrayan Kürdler ve yasadiklari acilari konusunda neler soyleyebilirsiniz?
Alabildiğine geniş ve uzun bir soru.
Fakat son paragraftan hareketle cevap
vermeye çalışayım. Elbette, aynı coğrafyada yaşayan Kürt halkı da çok acı
katliamlara ve soykırımlara maruz kaldı. Kürt halkı da büyük acılar yaşadı
ve yaşıyor. Sadece 1925-1938 yillari
değil, daha dön Uludere’de 34 insan
devlet tarafından öldürüldü ve bir özür
bile onlara çok görüldü. Olay unutturulmaya çalışılıyor.
1988 yılında binlerce Kürt Halepçe’de
soykırıma uğratıldı. Bir çok insanın
yuvası yıkıldı. Ufak çocuğunu göğüsleyen babanın cansız bedeni ve dünya medyasında dolaşan resmi bir çok
insanın beynine ve yüreğine kazındı.
Yerde yatanın soyadı veya ulusal kökeni birey olarak benim için hiç ama
hiç önemli olmasa bile, bu resme her
baktığımda göz yaşlarımı tutamam.
Yapanlara lanet okurum. Kürt halkının
yaşadığı acıyı yüreğimde paylaşırım.
Hiç kuşkusuz Kürt halkının tarihin-
de sayısız katliam vardır. Yüzbinlerce masum Kürt öldürülmüştür. Basta
1925, 1926-1930 Ararat isyanlari-Geliye Zilan katliamlari olmak üzere 1938
Dersim ve Halebçe’de Kürt halkının
yaşadığı acıları paylaşmak ve yapanları lanetlemek için araştırmacı veya yazar -çizer olmaya hiç gerek yok. Asgari
bir insani duruşa sahip olmak yeterlidir. Bir insan olarak, soykırım yaşamış
bir halkın ferdi olarak, insanlığa bu tür
acıları yaşatanlara değil bir defa; yüz
bin defa lanet okuyorum. Lanet okumak, yeterli mi diye sorulabilir. Değildir tabi, fakat geçmiş katliamlar ve
yaşatılan acılar yeterince lanetlenmeli
ki, başka birileri geçmişten cesaret alıp
benzer acıları yaşatmaya kalkışmasın.
Halepçe soykırımında, ufacık çocuğuyla, cansız bir şekilde yerde yatan
baba ve oğulun heykeli dikilmeli ve bu
heykel gelecek kuşaklara ders olmalıdır.
Sorunuzun öteki yanına gelince: ’Böylesi Kürt aydınları kimlerdir’, diyorsunuz. Oysa ben şunu iddia ediyorum:
1915’te Süryani ve Ermenilere yapılan
soykırımda Kürt rolünün de olduğunu
ve bir çok Kürt aşiretinin bu uğursuz
katliamda kullanıldığını düşünüyor ve
söylüyorum. 1915 Soykırımında Kürt
tarafının da rolü var ve bu olay örtbas
edilmemeli, tam tersine açık bir şekilde incelenmeli dendiği zaman, buna
tepkisel olarak gelen, ‘ama Ermeniler Kürtlere falan yerde şunu yaptı’,
‘Süryaniler de Kürtlere karşı….’, gibi
’ama’lı ve gerekçeli yaklaşımı kişi
olarak bir çok Kürt sitesinde okuyucu
mektupları ve yazıları olarak kısa bir
süre önce takip ettim. Konuştuğum
bazı Kürt dostlarımın da benzer bir
eğilimi, yani ‘1915 Soykırımında Kürt
rolünü’’ bilinçli bir şekilde gündeme
taşımama veya bunun önünü kesmeyi
tercih ettiklerini gözlemledim. Bu tercih bilerek yapılan bir tercihtir. Bazı
Kürt aydınları teriminden bunları kastettim. Örnek bir isim veya isimler mi
istiyorsunuz? Biraz sonra size bunu
birlikte tespit etme önerim olacak. Fakat şimdilik şunları aktarayım: Bundan bir süre önce, sevdiğim ve saygı
duyduğum gazeteci bir arkadaş olan
Fırat Aygün benimle Stockholm’da bir
söyleşi yapmıştı. Buradaki benzer konuyu çok hafif bir şekilde işlemiştim.
Söyleşi, Rızgari sitesinde yayınlanmadı. Gerekçe neydi? Elbette ‘yazılı’ bir
cevap ve gerekçe vermediler.
kızılbaş - sayfa 45 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Önerime gelince: Benimle yaptığınız bu söyleşiden hareket edelim. Osmanlı döneminde İttihat ve Terakki
Partisi’nin Hristiyan olan Ermeni ve
Süryanilere Soykırım örgütlediği ve
gerçekleştirdiği tartışma konusu yapılmamalı. Bu soykırımda ‘Kürtlerin
rolü neydi?’ sorusu sorulsun ve tartışma konusu yapılsın. Arkasından,
Abdulhamit tarafından kurulan Hamidiye Alayları neyin karşılığında ve
kime karşı kurdurulmuştu? Bunun da
arkasından şöyle bir soruyu gündeme
getirilsin: 1915 Soykırımı döneminde
Hamidiye Alayları dağıtılmıştı, fakat yerine geçen Süvari Birlikleri de
Kürtler’den oluşuyordu. Bunların öldürdüklerinin bilançosu çıkarılsın ve
talan ettikleri Ermeni ve Süryani malları araştırılsın.
Son olarak şunu söylemeliyim: 1915’
lerde Van, Siirt, Bitlis, Muş, Urfa,
Omid, Viranşehir, Hakkari ve bügün
Kürtlerin yaşadığı başka bir çok şehirde Ermeniler ve Süryaniler yaşıyordu,
fakat bugün bu insanlar yoklar. ‘Birileri’ tarafından yok edildiler. Peki, ya
onların mallarına ve mülklerine ne
oldu, evlerinde kimler oturuyor, diye
sorun? Bu soruların arkasından gelecek tepkilerdendir benim ‘bazı Kürt
aydınları’ndan kastım.
Kürt aydını Berzan Boti, ‘ben sadece
özür değil ama aynı zamanda benim
olmayan mülkü de esas sahiplerine
iade ediyorum’, diyerek onurlu bir davranış sergiledi. Bu onurlu davranışı sayın Ahmet Türk olmak üzere bir çok
tanınmış Kürt ve aydını da göstermelidir, kanaatindeyim.
Bence Kürt hareketi dinamik bir harekettir. Kürt aydınlarının bu konudaki
tavrı Türk devletini ve soykırımı inkar
eden bütün güçleri ters köşeye yatırabilir. Soykırımdan kalma mülkünü teslim eden ve soykırımdan dolayı özür
dileyen Kürt aydını Sayın Berzan Boti
olmak üzere, Omid (Amed) Belediye Başkanı sayın Osman Baydemir’in
duruşları ayakta alkışlanacak duruşlardır. Bundan kısa bir süre önce
Diyarbakır’da bir konferans gerçek-
leşmişti. Bu konferansta bir konuşma
yapan sayın Baydemir aynen şunları
söylemişti: ‘‘ … açık ve net soylüyorum, biz her bir insan, kendi ailemizle,
ailemizin geçmişiyle, mensubu olduğumuz kültür ve kültürün geçmişiyle,
mensubu olduğumuz halk ve o halkın
geçmişiyle övünmek isteriz ve övünmek de en doğal hakkımızdır. Ama
halkımızın geçmişinde, tarihinde karanlık sayfalar varsa, iğrençlikler varsa, açık söylüyorum alçaklıklar varsa
onu reddetmek, o günaha ortak olmamak bizim ahlaki, vicdani ve siyasetçiysek siyasetçi görevimizdir….’’
Sayın Baydemir’in duruşu, halklarımız arasındaki dostluk için bir köprüdür. Elbette bu duruşa sahip olan tek
başına kendisi değildir. Sayın Ahmet
Tan’ın Meclisteki Ermeni ve Süryani
Soykırımı konusunda konuşması hatırlardadır. Kürt aydını ve yazar sayın
Recep Maraşlı’nın çalışması ve yazılarılar bizleri alabildiğine aydınlatıyor. Orhan Miroğlu’nun yayınladığı
çok değerli yazı ve kitapları vardır. Bu
örnekleri elbette daha da çoğaltmak
mümkündür. Bunların hepsini yürekten alkışlıyoruz.
Sayın Baydemir’in kafasına atılan
taşların ve zorluklarının farkındayız.
Fakat bütün bu zorlukları göğüsleyebileceğine olan inancımızdan dolayı,
bundan bir müddet önce Diyarbakır
Belediyesi’nden bir anıt talebimiz
oldu. Öyle inanıyoruz ki, bu anıtın
dikilmesi soykırımı inkar eden bütün
güçlere bir cevap olacaktır. Sydney’de,
Yerevan’da,
Stockholm’da,
New
York’ta anıt dikiliyor da, niye soykırımın gerçekleştiği bölgelerden biri olan
Diyarbakır’da dikilmesin?
Gabar Çiyan: Türkiye’nin Seyfo Soykırımı konusundaki yaklaşımı ne? Seyfo
Center’in devlet nezdinde bir girişimi
bekleniyor mu? Konunun Türk ilerici ve demokrat kesimince tartışmaya
açılması süreci başladı mı? Seyfo Center in bu konudaki çalışmaları neler?
Sabri Atman: Türkiye’de dışarının
başta olmak üzere cılız da olsa iç di-
http://www.seyfocenter.com
namikler nedeniyle soykırım sözcüğü
geçmiş yıllara göre daha fazla teleffuz
edilmeye başlandı. Tarihi objektif bir
şekilde irdeleyen ve soykırımın varlığını işleyen kitaplar da çıkmaya başladı. Fakat devletin ve AKP’nin inkara
devam etmekten öte bir politikası yok.
En son devlet desteğinde İstanbul’da
Hocalı katliamını protesto adı altında
ırkçı sloganlarla donatılmış bir miting
düzenlendi. Devletin politikası budur.
Bu yüzden demokratik güçlerin ve
bizlerin katedeceğimiz daha uzun bir
yolumuz var.
Önümüzdeki süreçte Türkiye ve yöneticileri soykırım gibi ağır bir yükü
taşıyacak ve eskisinden daha fazla zorlanacaklardır. Soykırımda öldürülenlerin torunları olarak bunların rahatını
bozacağız. Bu böyle bilinsin! Bunların, Sayın Baydemir’in dediği gibi geçmişteki ‘alçaklığı’ reddetmekten başka
bir seçenekleri yoktur.
Gabar Çiyan: Süryani (Seyfo) Soykırımının resmi olarak tanınmasında
Ermenistan’ın tutumu ne? Bu soykırımın Ermenistan tarafından tanınması
için Seyfo Center’in planlanmış çalışmaları var mı? En son Ermenistan
Parlamentosu’nda red edilen Süryani
Soykırımı yasa tasarısına yönelik düşüncelerinizi merak ediyordum. Nasıl
bir karar bekliyordunuz? Beklentilerinizin gerçekleştirilmesi için Merkez’inizin çalışmaları hangi yöne kayacak?
Sizin gibi soykırım karşıtı Süryani insan hakları örgütlerinin bölgemizde
yaşanan dilsel, kültürel vb kıyımlara
karşı daha güçlü ses getirebilme ve
sonuç alabilme açısından, bölgedeki
benzer diğer insani örgütlerle işbirliği
konusu gündeminizde var mı?
Sabri Atman : Seyfo Center’in başkanı olarak, daha önce Ermeni Soykırım
Müzesi tarafından Ermenistan’a davet
edilmiştim. Süryani Soykırımının bügüne kadar Ermenistan Cumhuriyeti
tarafından kabul edilmediğini ve bunun önemli bir eksiklik olduğunu dile
getirmiştim. Bir çok temsilciyle ilişkilerim oldu.
Yasanın rededilmesine gelince, genel
kızılbaş - sayfa 46 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
olarak bir yasanın parlamentodan geçmesi için, bunun hazırlığının yeterince
yapılması, zamanlamasının çok iyi tespit edilmesi gereklidir. Sözünü ettiğim
hazırlığın ve zamanlamanın yapılıp
yapılmadığıni bilmiyorum. Herşeye
rağmen karar üzücü bir karardır. Bu
tür bir kararın alınmasında ne tür siyasi ve ekonomik kaygıların gözönüne
alındığı konusunda yeterince fikir sahibi değilim. Kabul edilemez bir karardır.
Çünkü Ermenistan halkının ve Ermenistan Devletinin Süryani Soykırımını
kabul etmesi, hem ahlaki hem de siyasi
sorumluluğudur. Bütün dünyadan Ermeni halkının yaşadığı acıları ve soykırımı kabul etmesini isteyeceksin, diğer
taraftan da, Süryani soykırımına hayır
diyeceksin, bunu inkar edeceksin. Bu
anlaşılabir ve kabul edilebilir bir tavır
değildir. Böylesi bir tavrın ve inkarın
devamı Ermenistan Cumhuriyeti'ne ve
halkının mücadelesine ve inandırıcılığına zarar verir.
Sür yani
Kültür ü
i n f o @ s u r y a n i l e r. c o m
w w w. s u r y a n i l e r. c o m
miras
süryanilerin ürettiği dergi
www.mirasdergi.com
[email protected]
25 Nisan tarihinde Yerevan’da ilk Süryani Soykırım anıtı dikilecektir. Seyfo
Center’i temsilen davetliyim ve yapacağım konuşmada Ermenistan’ın Süryani Soykırımı Seyfo‘yu kabul etmesini talep edeceğim. Ermenistan Meclis
Başkanı olmak üzere bir çok temsilciyle Süryani Soykırımı Seyfo’nun kabul
edilmesi için görüşmelerim olacak.
Ezilen halkların birlikte mücadelesinden yanayız. Bu yöndeki stratejimizde de hiç bir zaman değişiklik olmayacaktır. Amerika, Avustralya ve
Avrupa’da bir çok Ermeni dostun bize
gelen üzüntüleri ve dilekleri var. Bunlara büyük değer veriyoruz.
Strateji değişikliği değil, fakat Ermenistan Cumhuriyeti’nin dikatine ve
kendilerine sesimizi duyurmak için
Seyfo Center olarak önümüzdeki haftalarda internet üzerinden herkesin
katılabileceği bir şekilde ‘’Türkiye ve
Ermenistan Cumhuriyeti Süryani Soykırımını Kabul Etmelidir!’’ şeklinde
büyük bir kampanya yürüteceğiz.
Sonuç olarak, önümüzdeki dönemde
Ermenistan Cumhuriyeti'nin mutlaka
ama mutlaka Süryani Soykrımını kabul edeceğine inanıyorum. Mücadelemiz ve ilişkilerimiz de bu yönde devam edecektir.
Copyright Ararat News Publishing
Seyfo Center / Gabar Ciyan
ga z e te s abro@hot ma i l .com
çerkeslerin özgür sesi
www.jinepsgazetesi.com [email protected]
osmanağa mah. pavlonya sok. nuhoğlu iş merkezi no: 10/63
kadıköy-istanbul tel: 0216 336 08 46 fax. 0216 494 09 24
kızılbaş - sayfa 47 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
105 yaşındaki Musa Faal’in hatırladıkları
Yukarı Kafro (Arıca) Köyü’nden 105
yaşındaki Musa Faal’in hatırladıkları
22 Nisan 2012 günü, Yukarı Kafro’lu
Papaz Hanna Basut ile konuştuktan
sonra, köylüsü Musa Faal’in evine geldik. Hanna Basut, daha önceden kendisini ziyaret edeceğimizi söylemişti.
Eve vardığımızda, Musa Faal, koltuğunda oturuyordu. Hanımı ve oğlu yanındaydı.
Ben ilk kez 1915 katliamını, Seyfo’yu
yaşamış bir Süryaniyi görüyordum.
Daha önce konuştuğum Süryaniler,
Seyfo sonrası dünyaya gelmişlerdi.
Seyfo’yu görmemiş, bizzat yaşamamış; olayları babasından, anasından,
dedesinden, ninesinden, olayı yaşamış
başka insanlardan duymuştu. Bana
gördüklerini, yaşadıklarını değil, duyduklarını anlatmışlardı.
Şimdi karşımda oturan Musa Faal ise,
1915’de beş altı yaşlarındaymış. Yaşını
hesapladım. Doğum tarihi kesin olmamakla birlikte 1908 ya da 1909 olabilirmiş.
Ellerini tuttum! Kilisenin içinde, ölüm
korkusuyla titriyor gibiydi! Sesi bazen hüzünle, bazen korkuyla farklı
tonlarda çıkıyordu. Bedeni Hollanda
toprağında; ruhu, hatıraları, aklı fikri,
hasretleri varolduğu Turabdin topraklarında, Midyat’ta, Kafro Köyü’de idi.
Dili, sesi, kelimeler, kavramlar hafızasının derinlerindeki sönmeyen yangınları, dermanı bulunamamış yaraları,
sızım sızım sızlayan acıları, alınamamış ahları, yerine getirilmemiş hakkı,
hukuku, adaleti ifade etmeye yetmiyordu.
Elleri ellerimde, gözlerim gözlerinde,
yüreğim yüreğinin içindeydi.
Onun acıları benim de acılarımdı.
Susuyor, bir yerlere gidip geliyor, tekrar konuşuyordu.
“Ben Süryanice konuşacağım!” dedi.
“İstediğin dille konuş!” dedim.
“Ben Seyfo sırasında 5-6 yaşlarındaydım. Kiliseye anam ve kardeşlerimle
sığınmıştık. Çok korkmuştum. Anamın elini bırakmıyordum. İnsanların
çığlıkları aynen kulaklarımda! Gözlerim kör olduktan sonra, yaşadıklarım
daha çok gözümün önüne geliyor!”
diye başladı Süryanice konuşmaya.
Hanna Basut, konuşmaları Süryaniceden Türkçe çeviriyordu. Çeviri sırasında hatıralarının akışı kesiliyor, bazen
kaldığı yeri unutarak tekrar ediyordu.
Konuşma kayıtlarını yazıya geçirirken, “Keşke, sözünü, anlatımını hiç
kesmeseymişim! Çeviriyi sonradan
yapsaymışım,” dedim kendi kendime.
Bundan sonrası, Musa Faal’in anlattıklarıdır
*
“Reçberlik, çobanlık yaptım. Seyfo’dan
sonra kıtlık vardı. Geçimimi sağlamak
için çalışmaya başladım. Hayatım bin
bir türlü zorluklarla geçti. Seyfo sırasında çok ölü, çok yaralı, çok kan gördüm! Çocukluk nedir bilemedim. Ben
çocukluk yaşamadım. Ölüm, korku,
acı, kıtlık yaşadım çocukluğumda.
Gercüş’e bağlı, Kalho Köyü’nden Mahme adlı yoksul, gariban bir Müslüman
Kürt Kafro’daki Süryani dostu Mirza
Saffo’nun evine gelmiş, Gercüş’te yapılan bir toplantıda duyduklarını, gördüklerini anlatmış:
“Gercüş’te Müslüman Kürt Ağalarından Yusuf Halim ve Hasan toplantı
yaptılar. Ben de bu toplantıya katıldım.
Yusuf Halim Ağa, Hasan Ağa’nın aşireti ve diğer aşiretler, Gercüş çevresindeki Müslüman köylerindeki adamlarını topladılar, sizleri öldürmeye
karar verdiler, yarın Kafro’ya gelecekler! Gözlerimle gördüm, kulaklarımla
duydum. Durum sizler için çok kötü!
Ne yapıp edin kaçın! Mallarınızı bana
verin! Ben onları korurum! Daha sonra
ben size geri veririm! Durmayın! Kaçın! Hazırlanın!”
Mirza Saffo, hemen Kafrolu Süryanilere haber verdi. Bütün Süryaniler
Mala Gezi denilen evin önünde topladılar. Saffo ve Kumul aileleri Müslüman Mahme’nin anlattıklarını tartıştılar. Fakat Gercüş Kürtlerinin, Yusuf
Halim ve Hasan Ağaların aşireteriyle
Kafro’ya saldıracaklarına ve kendilerini öldüreceklerine inanmadılar! “Biz
bu Müslümanlara ne yaptık? Neden
bizi öldürsünler? Hayır, olamaz bu! Bu
haber yalandır, yanlıştır! Bu fakir Kürt
Mahme, biz aldatıyor! Mallarımızı alacak, sonra geri vermeyecek!” dediler.
Kürt Mahme, kendine inanmadıklarını gördü. “Bana inanmıyorsunuz! O
zaman size bir parola, bir işaret daha
vereyim,” dedi, “Yarın sabah erkenden
sizler uykuda iken köyü basacaklar.
Barsekelerin harman yerinde beyaz
bir at gördüğünüzde bilin ki, köyünüz
Kürtler tarafından sarılmıştır. Başınızın çaresine bakınız!”
Kafro Köyü’nde Süryaniler ile Müslüman Kürtler bir arada yaşıyordu. Süryaniler, Müslümanlardan daha çoktu.
Köyde Kürtçe konuşulurdu. Ben çocukluğumda Süryanice ve Kürtçe konuşurdum.
kızılbaş - sayfa 48 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Köyümüzdeki Müslüman Ağalardan
biri Temiroğlu Derbase, diğeri de
Kardeşi Yusuf Derbase idi. Kafro’ya
Gercüş çevresindeki Kürt aşiretlerinin saldıracaklarını, komşuları Süryanileri öldüreceklerini duyunca pek
inanmadılar. Yusuf Derbase, “Kafrolu
Süryanilere, bizim köyümüzün Hıristiyanlarına karşı yapılacak bir saldırıyı, bir katliamı kabul etmeyiz! Eğer
Kafrolu bir Müslüman, Kafrolu bir Hıristiyana saldırırsa, ben de onu öldürürüm!” dedi.
*
Süryaniler sabah erkenden uyandıklarında Kafro’nun etrafının Kürt aşiretleri tarafından sarılmış olduğunu gördüler. Mahme’nin verdiği haber doğru
çıkmıştı! Ne yapacaklarını şaşırdılar.
Telaş ve korku içinde çoluk çocuk,
kadın erkek, genç yaşlı tüm Süryaniler Kafro Kilisesi’ne doğru koşuyordu.
Ben de annemin elinden tutuyordum. O
an şimdi aynen gözümün önünde! Görüyorum! Duyuyorum! Ben küçüktüm
ama Sırrı Mahamma adlı Müslümanın
yanında kalıyor, ona çocanlık yapıyordum. Fakat o gece evimize gelmiştim.
Şimdi aynen görüyorum! Süryaniler
kilisenin avlusunda toplanmıştı. Ben
annemin elini tutuyordum. Abilerim
Gello ile İsa da orada idi, hepimiz korku içinde bekleşiyorduk.
Bir anda ortalık karıştı. Çığlık çığlığa kaldık! Müslümanlar kiliseye saldırmıştı! Süryaniler kendilerini korumak için taşla sopayla direniyordu.
Fakat silah yoktu. Çeresizdik! Kimse
yardımımıza gelmedi! Kiliseden kaçmak için tüneller vardı. Bazı insanlar
bu tünellere saklanmıştı. Şimdi adını
söylemek istemiyorum. Bir Süryani
Müslümanlara seslendi: “Süryaniler
lâğımdan, tünelden kaçacaklar!” diye
haber verdi.
Müslümanlar lâğım ve tünel giriş çıkışlarına kuru ot, saman dökerek ateşe
verdiler! O ateşin dumanı zehir gibiydi. Nefes alamaz olmuştuk! O dumanın
kokusu şimdi bile burnumda! Çığlıklar
içinde insanlar boğulup öldü.
*
Aynen hatırlıyorum. Müslümanlar
kilisenin avlusuna, içine girmişlerdi. Ben, annem, abilerim Gello ve İsa
biribirimize sarılmıştık. Korku içinde
titriyorduk, ben ağlıyordum. Birkaç
Kürt yanımıza geldi. Bizi kilisenin
su kuyusunun başına götürdü. Bizi su
kuyusuna atacaklardı. Bizim köylü
Müslümanlardan biri olan Şerif bunu
görünce hemen kılıcını çekti:
“Durun! Bırakın onları! Eğer onları
sukuyusuna atarsanız, ben de sizi öldürürüm!” dedi. Bizi bıraktılar. Bizi
komşumuz Şerif kurtardı! Sağ olsun!
Allah ondan razı olsun!
Şerif bizi kurtardıktan sonra, “Benim
arkamdan gelin!” dedi. Bizi kiliseden
çıkardı, kendi evine değil, Kafrolu
Müslümanlardan Kozane adlı bir kadının evine götürdü. Kozane bizi evine
almadı! Şerif bizi Maranyu denilen
Müslümanın evine götürdü. Onlar da
bizi içeri almadılar. Şerif bizi daha
sonra Sülem Hamalar’ın evine götürdü. Hamalar bizi içeri aldılar. Bize su
verdiler. Bir süre bu evde durduk.
Sonra Hasanolardan Sıvayşe adlı bir
Müslüman geldi. Bizi Hamaların evinden aldı, kendi evine götürdü ve hepimizi ahırına sakladı. Çok iyi hatırlıyorum, beni omuzuna alarak, ahırın
bitişiğindeki, kapısı yüksek samanlığa
çıkardı. Bizi samanlığa sakladı.
*
Çevre köylerdeki aşiretlerden gelen
Müslümanlar, Kafrolu sağ kalan erkekleri, kadınları birbirine bağlayarak,
kafile halinde Gercüş yoluna doğru götürdüler. Mala Haco denilen ormanlığın içinde kafileyi silahla tarayarak
insanları öldürdüler. Duyduğuma göre,
bu katliamdan yaralı olarak kurtulanlar varmış. Daha sonra Mala Haco’ya
gelen Keley köyünden Müslümanlar
yaralı olan sağları da silahla tarayarak
öldürmüşler. Çünkü Kafrolu Süryaniler, Seyfo öncesinde Keley köylülerine
iyi davranmamıştık. Onlara zulmetmiştik! Onlar da intikam almak için
yaralı kurtulan Süryanileri öldürmüşler.
*
Eski adı Erde olan “Yamanlar” köyünden Müslümanlar, kafile halinde
götürdükleri Süryanileri Bahvar yolu
üzerinde öldürdüler.
Bu katliamdan tek bir Süryani kurtulmuştu. Çakalo adlı bu kişi daha sonra
Kafro Kilisesi’ne sığınmıştı. Müslümanlar Çakalo’yu Kafro Kiliseni’nde
yakaladılar. “İslamiyeti kabul et! Seni
öldürmeyeceğiz!” dediler.
Çakalo, “Hayır! Ben Müslüman olmayacağım! Ben Mesih’in kuzusuyum!”
cevabını verdi.
“Baksana hançer elimizde! Sen kime
güveniyorsun? Ya Müslüman ol kurtul,
ya da seni öldüreceğiz, gözlerini oyacağız!” dediler
Çakalo’nun gözlerinde korku yoktu!
“Hayır! Ne yaparsanız yapın! Ben Müslüman olmayacağım! Ben Mesih’in kuzusuyum!” dedi.
Bu cevap üzerine Müslümanlar,
Çakalo’yu hançerleyerek katlettiler.
*
Ben Seyfo günlerinde yaşadım ve
Seyfo’nun hatıraları içinde büyüdüm
ve ömrüm Seyfo’nun acıları, kederleri, dertleri içinde geçti. Yaşım 105
oldu. Seyfo hâlâ peşimi bırakmıyor.
Seyfoyu unutayım diyorum, unutamıyorum. Son zamanlarda çocukluğum
daha çok aklıma geliyor.
Bir gün Kafro’da sesler duyuldu:
“Aynwardo’ya saldıracaklar, Aynwardo’ ya sığınmış olan Süryanilerin hepsini öldürecekler!” diyorlardı. Biz bir
Müslümanın samanlığında saklanıyorduk. Ama çok korktuk! “Anne ya buraya da gelirlerse, ya bizi de öldürürserse!” diye ağlamaya başladım. Annem
“Korkma! Bizi bulamazlar!” demişti.
Daha sonra duyuldu ki, iki silahlı
Müslüman tarafından, esir alınmış
olan kadın ve kızlar Salhe (Barıştepe)
Köyü’ne doğru götürülmüşler. Salhe
ile Kafro arasındaki bir yerde öldürmüşler. Bu katliamdan sadece iki kadın kurtulmuş. Kurtulanlardan biri
Berone Muhsi adındaki kadındı. Diğerinin adını unuttum. Bu kadını da Salheliler kurtarmıştı.
Buna benzer bir olay daha hatırlıyorum. Şimuni adlı bir kadın, Gercüş yakınlarındaki Derin Çeşme denilen bölgeye götürülmüş. Burada
Mala Haco adlı bir Müslüman ailenin evine esir olarak konulmuş. Mala
Haco, Şimuni’ye Müslüman olmasını,
kelime-i şehadet getirmesini istemiş.
Şimuni, “Hayır! Ben Müslüman olmayacağım! Ben Mesih’in kuzusuyum!”
cevabını vermiş. Bunun üzerine Mala
Haco, Şimuni’yi kendi elleriyle öldürmüş!
kızılbaş - sayfa 49 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
*
Kafrolu Müslüman komşumuz Temiroğlu Nuri, dayılarımın karılarını
Aynwardo’ya götürmek istemişti. “Burada durmayın! Burası güvenli değil!
Aynwardo sizin için daha güvenlidir,
ben sizi oraya götüreyim!” demişti.
Fakat onlar Nuri’ye inanmadılar. “Nuri
bize kötülük edecek! Bizim namusumuza göz dikecek. Nuri’nin elinden
öleceğimize, kendimiz ölelim!” diyerek kuyuya atlayarak intihar ettiler.
*
Biz daha kilisede bekleşirken, Müslümanlar bizi öldürmek için saldırırken, Yusuf adlı bir Süryani, kilisenin ikinci katındaki pencereden yere
atlayarak kurtulmak, Aynwardo’ya
gidip haber vermek, yardım istemek
istemişti. Fakat kilisenin penceresi
çok yüksekti. Yusuf, belindeki ipten
yapılma kemeriyle kendini bağlamış,
tüfeğini eline almış. Tam pencereden aşağıya sallandığında, Müslüman
Kürtler onu görmüşler ve ateş etmeye
başmamışlar. Yusuf son çare olarak
belindeki bıçakla pencereye bağladığı
kemerini kesmiş. Yere düşmüş. Her
nasılsa Kürtlerin elinden kurtulmuş,
Aynwardo’ya ulaşmış. Durumu anlatmış, Kafro’ya yardım göndermelerini,
aksi halde Müslümanların Süryanilerin hepsini öldüreceklerini söylemiş.
Fakat Aynweardo’dan Kafro’ya yardım
edememişler.
*
İsa ve Hanna adındaki dayılarım Bahvar Köyü’ndeki Levko adlı Kürt Müslüman dostuna ulaşmak için, onun
evinde saklanarak ölümden kurtulmak
istemişlerdi. Fakat yolda, başka köyün
Kürtleri tarafından yakalanmışlar ve
öldürülmüşlerdi.
Ben bunları hatırlıyorum.
Bir de şunu söylemek istiyorum. Bizim
köyün Müslümanları bize saldırmadı,
bize zulüm etmediler. Bizi korumaya çalıştılar. Beni, annemi, iki abimi
Kafrolu Müslüman Kürt bir aile kurtarmıştı.
Biz kurtaran Şerif’e, biz samanlığında
saklayan Sıvayşe’ye Allah razı olsun!
Bu insanların iyiliğini hiç unutmadım.
Kemal Yalçın, 22 Nisan 2012, Hollanda
Kaynak:
http://www.seyfocenter.com
Sevan Nişanyan
'Ne mutlu Türküm diyene' diyor
Reşt’ten Astara’ya giderken aklıma esti,
Azerbaycan’a geçmeye karar verdim.
İran bunalttı bir parça, asıl neden
o. Bir de buz gibi bira çekti canım,
İran’da kolaysa bul. Bakü’den İzmir’e
THY’nin direkt uçuşu var, onunla dönerim diye hesapladım.
Astara’da İran gümrüğünden çıkış
yaptım, bisikletin üstünde tıngır mıngır
Azeri tarafına geçtim. Vizen nerede?
Aa, hiç aklıma gelmemiş. Bir kolaylık
mümkün müdür? Baktılar TC pasaportu, kardaş, ver bakalım dediler. Aaa
Ermenistan vizen var senin? A, Bedros
nasıl isim? Ermeni misin? Komutanım
girdi devreye. Etrafım sarıldı. Ayı gibi
bir binbaşı belirdi. Arka tarafta güvenlik binasına götürdüler. Çantamda İran
karayolları haritası vardı. Onu aldılar.
Burada bekle dediler. Etrafta in yok,
cin yok.
Yarım saat sonra yamuk tipli iki
subay geldi. Sorgu: Ermenistan’a niye
gittin? Nerede kaldın? Kimi gördün?
Almanya’ya niye gittin? İtalya’da ne
işin vardı? Hangi otelde kaldın? Neden
bu vize fotoğrafında bıyıklısın öbüründe
değilsin? Vay Fransa'ya da gitmişsin?
Amacın neydi? Ayı binbaşı geldi. Ermenistan doğumluymuş, 1988’de mülteci
gelmişler. “Ermeniler için dünyada tek
çözüm var” dedi, başparmağıyla boğaz
kesme hareketi yaptı, gözlerinde tarife
sığmaz bir nefret. Elleri benim kafam
büyüklüğünde ve nasırlıydı. Tek vuruşta
kafamı kırabilir.
Sivil tipler geldi, bariz KGB stili. Biri
sorguya başlıyor. Az sonra o gidiyor,
diğeri geliyor, aynı soruları baştan sormaya başlıyor. O kahve içmeye çıkıyor,
üçüncüsü geliyor hadi baştan. İnternetten bakmışlar, kaya mezarı nedeniyle
aldığım iki yıl hapis cezasını görmüşler.
Sen hapisten kaçıp mı buraya geldin? E
tabii, dedim, Türkiye’de hapisten kaçan
bir Ermeni için vizesiz Azerbaycan’a
gelmekten daha doğal ne olabilir?
Bir yandan düşünüyorum, “vazgeçtim
Azerbaycan’a girmekten” de, pasaportunu geri iste canına yandığımın. Ama
az da olsa içimde bir umut var, belki
vize verirler diye. Bir şişe soğuk bira
uğruna, yarab, ne eziyetler çekiliyor.
Altıncı veya yedinci sorgucudan sonra
albayım geldi, suratından düşen bin
parça. Hepsi hazırola geçtiler. “Seni
tutukluyoruz,” dedi. Van-Saray sınır
kapısından çıkışta pasaporta standart damgadan faklı bir çıkış damgası
vurmuşlardı. Bunun sahte olduğuna
karar vermişler. Sabrım taştı. “Bakın,”
dedim, “siz Türkiye Cumhuriyyetinin ay
yıldızlı damgasına sahte diyemezsiniz,
bir kere kendinize gelin.” Cık, olmaz!
Ulusal onurla bu kadar oynanmaz!
Oyun hoşuma gitti, devam ettim,
sesimde epik bir tını. “Bir Türkiye
Cumhuriyyeti vatandaşına bu şekilde
davranmak sizin haddinizi aşar. Başka
sorunuz varsa TÜRK POLİSİNİ arayın,
onlar size gerekli cevabı verir. Benden
bu kadar.” Türk Polisi’ni hakikaten
büyük harflerle yazmaya layık bir milli
gurur ifadesiyle söyledim, Allah sizi
inandırsın. Albayım morardı, ötekiler
kendisine bakıyor, “girişelim mi?”
gibilerinden.
Çıkıp gittiler. Bir saat daha orada
beklettiler. Sonra “yürü” dediler, “gidiyoruz.” Ben nezarethaneye gitmeyi
bekliyorum. Ayı binbaşı geldi, elinde
pasaportum, İran tarafına yürüttü.
“Şimdi ‘burada Ermeni var’ diye
bağırsam bu insanlar seni paramparça
eder,” diye hayallerini paylaştı. “Belki
yaparsın,” dedim, “amma Türkiye
Cumhuriyyeti de senin ebeni siker,
bilirseen?” Omuz silkti, enseme bir
şaplak atıp köprüye doğru itti. Gitti.
İran gümrüğünde mesai bitmiş, kapıyı
kapatmışlar. Genç memurlar geldi.
İnanılmaz bir sevimlilikle koşup büroyu
açtılar, mühürü buldular, işlemimi
yaptılar, çaylar bisküviler ikram ettiler.
İran’ı bisikletle dolaştığımı duyunca
sevinçten zıp zıp zıpladılar. Beraber
hatıra fotoğrafı çektirdiler.*
Sorgu sırasında defalarca sordular,
daha önce Azerbaycan’a geldin mi? Hayır dedim, inkâr ettim. Ama içimde kısık
uzak bir ses, “ya bulurlarsa?” diye
durup durup soruyor. Yirmiiki sene
olmuş gerçi, pasaport sahteydi, isim
de farklı, ama bunlar KGB’dir, ya bir
yerlerde kaydı varsa? Allah kahretsin,
Agos yazılarımda hikâyeyi anlatmıştım,
aha burada, http://nisanyan.blogspot.
com/2008/12/gence-kaplan-rasim-be.
html , ya interneti didik didik edip
“bu ne lan” diye önüme koyarlarsa?
O zaman hapı yuttuk işte. Kimin ebesi
üzülür?
Vallahi de billahi de kötü bir niyetim
yoktu, uluslararası komplo filan da
yoktu. Türkiye o devirde bana pasaport
vermiyor, Isparta piyade tümeninde Ali
Nesin’le başımıza gelenler yüzünden,
ben de mecburen kendi uçağını kendin
yap yoluna başvurmuşum. Bakü’de çok
da güzel gezmiş, konukseverlik görmüşüm. Ama şimdi kolaysa bu hıyarlara
anlat bakalım. http://nisanyan1.blogspot.de
kızılbaş - sayfa 50 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
têgihîştinê gelên Xiristiyan, Ermenî,
Rûm, Suryanî... yên di nava sînorên
împaratoriyê de ne wek asteng dertên
holê. Bêguman rewşa Kurdên Êzîdî jî
girîng e.
Kurd, bi Kurdan re Laz, Çerkez... yên
ku Misilman in lê, ne Tirk in dîsa wek
astengek girîng tên dîtin.
Dr. İsmaîl Beşîkcî
Gengeşiyên
Dêrsimê
Divê berî ku em bên Dêrsima 19371938an bi kurtî li dîroka wê binêrin.
Armanceke Îtîhad û Terakiyê hebû
ku Împaratoriya Osmanî, ji nûve
ligor etnîsiya Tirk organîze bike.
Ev armance ku herî bêtir Îtîhad û
Terakiyê mijûl kiriye, herî bêtir Îtîhad
û Terakiyê serê xwe pê êşandiye.
Dê împaratoriyeke wisa bê avakirin
ku sînorên wê ji Derya Adriyatikê ta
bi Okyanûsa Mezin be, Împaratoriya
Tirk be. Lê di nava vê împaratoriyê
de ji Tirkan pê ve tu etnîsîtek tunebe. Bi tevayî ji Tirkan miteşekil
împaratoriyek.
Vekiriye ku ev têgihîştin, bi etnîk
û civata ku di nava dewleta Osmanî
de heye li hev nake. Li hember vê
Tirk an jî Kurd bin qizilbaşên(‘Elewî)
ku ne misilman in jî pirsgirêkek pir
girîng in.
Rewşeke duyem a dî jî hebû ku Îtîhad
û Terakî dixwest pêk bîne. Îtîhad û
Terakî dixwest ekonomiya Osmanî
bike ekonomîkî neteweyî. Ev dihat
wateya sermiyan û çavkaniyên aborî
yên ku di dest Ermenî û Rûman de
desteserkirin û radestî hêzên misilman û tirkan kirin.Îro em dikarin
bêjin ku çavkaniya dewlemendiya
burjuwaziya mezin ya li Tirkiyeyê
malên Ermen û Rûman e. Li herêmên
Kurdan, çavkaniya dewlemendiya
axa, serok ‘eşîr û şêxên Kurdan malê
Ermenî û Suryaniyan e.
Îtîhad û Terakî bo ku van ramanên
xwe têke meriyetê pir hewldanan
kir. Plansaziyên ber fireh çêkir.
Piştî şerên li balkanan û têkçûnan di
ramana Tirkperestiyê de geşedanên
mezîn derketin holê. Osmanîtî,
Mislimanperwerî Împaratoriya
Osmanî neparastibû. Dihat hesabkirin ku dê ramana Tirkperestiyê
Împaratoriyê biparêze. Hîmek pir
girîngê Tirkperestiyê jî têgihîştina
Îslamê bikaranîn bû.
Di civînên nepenî-vekirî de,di
gengeşiyên berfireh î ku dem bi dem
dihatin kirin de, biryarên wiha hatin
girtin: Dê Rûm-Pontûsên li herêma
Derya Reş, Rûmên li Kapadokyayê,
Egeyê, Kilîkyayê berbi giravên Ege
û Yunanîstanê ve bêne mişextî kirin.
Nifûsa Ermenî bi polîtîkayên di bin
navê tehcîrê de ku bêne sepandin dê
bê pûç krin û tune kirin.
Dê heman polîtîkaya tehcîrê li
Suryaniyên Xirîstiyan û Kurdên
Êzîdî jî were sepandin. Jiber ku Kurd
Misilman in dê berbi Tirkî de werin asîmîle kirin. Heman polîtîkaya
asîmîlasyonê dê li ser Laz û Çerkezan
jî bê sepandin. Qizilbaş (‘Elewî) dê
berbi Misilmaniyê ve bêne asîmîle
kirin.
Mal û milkên Ermen û Rûmên ku
tên tehcîr kirin dê bê desteser kirin,
radestî Tirkên Misilman bête kirin...
Îtîhadperest, bo ku van ramanên xwe
bisepînin li benda demeke destdayî
bûn.Şerê Cîhaniyê Yekem fersenda ku Îtîhadperest lê bendê bûn da
wan. Çawa şer destpê kir, Rûmên li
Kapadokyayê û Egeyê, Rûm-Pontusên
li herêma Derya Reş ber bi Yunanîsta
û Giravên Egeyê ve hatin mişaxtin.
Di mehên Adar, Nîsan, Gulan,
Hezîran a sala 1915an de, di nava
3-4an de, milyon û nîv Ermenî, di bin
navê tehcîrkirinê de, bi jenosîdê re
rûbirû man. Bi vî awayî, du astengên
girîng li gor xwe çareser kirin. Di vê
navberê de, pirsgirênkên bi Suryanî
û Kurdên Êzîdî re têkildar li gor xwe
çareser kirin.
Jenosîda ku Îtîhadperestan li hember
Ermeniyan domand, ji layê Almanan ve dihate destek kirin. Pirtûka
Wolfgang Gustî ya bi navê “Belgeyên
Almanî yên Jenosîda Ermenan a 19151916an, Belgeyên Arşîva Siyasî yên
Wezareta Derveyê Almanî(Wergêr
Hasançebi- A.Takcan, Weşanên Belge,
Çile 2012) çavkaniyeke girîng e.
Di ‘eslê xwe de jenosîd li hember
Rûm, Pontus, Suryanî û Kurdên Êzîdî
jî hatiye kirin. Lê li hember Ermenan
jenosîd, li hember Rûm-Pontusan
mişaxtin sepandin xwedî sedemeke
girîng e. Li Rûm-Pontûsan xwedî
derketina Yunanîstanê hatiye fikirîn.
Hâleve ku di salên 1894-95an de, Li
Sason û Stenbolê, di sala1909an de li
Kilikyayê berxwedanên Ermenan pêk
hatin û dewleta Osmanî van berxwedana bi awakî xwînxwar pelçiqand,
dewletên Rojava li hember Osmaniyan tu bertekek nîşan nedan. Ev
bêbertekiya Rojava di mijara jenosîdê
de cesaret daye Îtîhadperestan.
Polîtîkayên Asîmîlasyonê û Sepandina wan
Di mijara Kurd û Qizilbaş (‘Elewî)
an de polîtîkaya bingehîn asîmîlasyon
bû. Asîmîlasyona Kurdan ber bi
Tirkîtiyê ve, ya ‘Elewiyan ber bi
Misilmaniyê ve pêvajoyek bû ku
bi Îtîhad û Terakiyê dest pê kiribû.
Ev polîtîka bi Komarê re bêtir bi
sîstematîk hat sepandin.
kızılbaş - sayfa 51 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Dewlet, bo ku asîmîlasyona Kurdan bi
bal Tirkîtiyê pêk bîne tedbîrên mezin
digirt. Înkara Kurdan, înkara Kurdî
dihat rojevê. Bikaranîna peyvên wek
Kurd, Kurdî Kurdîstan, axaftina
Kurdî dihat qedexe kirin. Dihat gotin
ku herkesên li Tirkiyeyê dijî Tirk in.
Kurd wek qebîlekî Tirkan dihat hesab
kirin. Ji Kurdan re Tirkên bi Oxuzan
re hatine, binemala Kurd dihat gotin.
Çîrokên Kart-kurtê dihatin vegotin.
Bi navê Kurdî zimanek tune dihat
gotin. Ji Kurdî re devokeke Tirkî ya
seretayî dihat gotin. Qedexeyên Kurdî
bi awakî tundî dihatin sepandin. Li
ser înkara Kurd û Kurdî îdeolojiya
fermî dihat sazkirin.
Asîmîlasyon, û qedexe çawa dihatin sepandin? Pêşî yasa hebûn. Wek
mînak, dê perwerdehî bi zimanê
Tirkî bê kirin, dihat gotin. Ev dihat
wateya qedexe kirina Kurd, Kurdî û
hebûna Kurdan bê derbaskirina navê
Kurd, bê ji Kurdan behs kirin. Medya
saziya îdeolojiya fermiya herî girîng...
Saziya girîng ku îdeolojiya fermî
disepand, bibinyad dikir û di nav gel
de belav dikir.
Bêguman dibistan girîng in. Dibistan
saziyeke bingehîn e, di sepandina
asîmîlasyonê de, di sepandina qedexeyan û di nav gel de belavkirinan de...
Di ‘eslê xwe de dibistan saziyeke ku
zanista civakî radigihîne nifşên nû.
Lê dibistan di serdema komarê de li
herêmên Kurdan, li Kurdîsatnê, wek
saziyeke asîmîlasyonê dertê holê. Li
karxanan Kurdî qedexe ye, bi zimanê
Kurdî axaftin, nivîsîn qedexe ye... Li
dibistanan di mijara ku Kurdî bidin
jibîr kirin û Tirkî bi herkesê bidin
hînkirin de hewldanên pir bi tûndî
hene.
Tevî vî gelî hevala, qada leşkerî, di
jibîrkirina Kurdî û fêrkirina Tirkî de
xwedî fonksîyoneke girîng e. Saziyên
olî bi heman awayî tên bikaranîn. Û
ji vanan girîngtir ew pêvajo ye ku
jê re toponîn antroponîn tê gotin.
Yanî qedexekirina navan, qedexekirina navên Kurdî, qedexekirina navê
cihên Kurdî. Ev bi awayek tûndî, bi
awayek sîstematîk tê domandin. Li
Dêrsimê jî wiha. Di salên 1920an de
Koçgirî, paşê berxwedana Şêx Se’îd,
paşê Agirî. Di hemî wê pêvajoyê de
îdeolojiya fermî, qedexekirina Kurdî
bi awayek sîstematîk, bi awayek tûndî
tê domandin. Di navberê de dêrsim
dimîne. Bo Dêrsimê qanûnek taybet
tê amade kirin. Di salên 1937-38an
de li Dêrsimê hêrîşeke leşkeriya tûnd
heye.
Di serdema Tek Partîtiyê de Kurdîstan
bi mifetîşên ‘umûmî tê îdare kirin.
Mifetîşiya ‘Umûmiya Yekem di
mijdara sala 1927an de, bi biryara
Lijneya Wezîran tê saz kirin û bajarên
Diyarbekir, Riha, Mêrdîn, Sêrt, Agirî,
Bedlîs Mûş, El’ezîz, Wan, Hekarî
digre nava xwe.
Mifetîşîya ‘Umûmiya Duyem, di
Sibata 1934an de tê damezrandin û
bajarên Çanakkale, Edirne, Tekirdağ,
Kırklareli digre nava xwe. Mifetîşîya
‘Umûmiya Duyem bi Kurdên ji
herêmên xwe hatine mişaxtin re
têkildar bo ahengiya wan bi van bajaran re dixebite.
Mifetîşiya ‘Umûmiya Sêyem, di Îlona
sala 1935an de tê saz kirin û bajarên
Erzîngan, Erzirom, Qers, Gümüşhane, Çoruh, Trabzon û Rîze digre nava
xwe. Agirî jî, Mifetîşiya ‘Umûmiya
Yekem tê girtin û bi Mifetîşiya
‘Umûmiya Sêyem ve tê girêdan.
Mifetîşiya ‘Umûmiya Çarem, di
Çileyê sala 1936an de, yanî heftekî
piştê pejirandina Qanûnê Dêrsimê tê
saz kirinê. Bajarên Dêrsim, El’ezîz,
Erzîngan, Çewlîk digre nava xwe.
E’ezîz ji Mifetîşiya Yekem, Erzîngan
jî ji ya Sêyem tê girtin û bi ya Çarem
ve tên girêdan.
Qanûna Dêrsimê ya 1935an û Jenosîda
li Dêrsimê
Qanûna Dêrsimê ku di dawiya sala
1935an de hat pejirandin, bo jenosîda
ku dê li Dêrsimê pêk bê zemîn
çêdikir. Abdullah Alpdoğanê ku wek
Mifetşê ‘Umûmiyê Çarem hatibû
te’yîn kirin, di herêmê de fermandarê
herî paye bilind bû. Dozname
nagihîjin destê bergumanan. Berguman nikarin parêzeran bigrin. Wergêr
tunene. Biryar misoger in. Biryar
nikarin bên temyîz kirin. Mifetîşê
‘Umûmiyê Çarem, hem dozger e,
hem jî dadgere e. Mifetîşê ‘Umûmiyê
Çarem, xwedî raye(selahiyet)ya
TBMM(Meclîsa Mileta Mezin ya
Tirkiyeyê)ye. Raya wî ya înfaz kirina
îdaman heye. Dikare mirovan yevî
malbatên wan ji cih û warên wan
mişextî bike. Di herêma Mifetîşiya
Çarem de dikare sînorên bajar, navçe
û gundan biguherîne.
Peymana NYê ya pêwendîdar bi astengkirin sezakirina tewana jenosîdê
re heye... Hêmanên di vê peymanê
de tên zimên hemî li Dêrsimê pêk
hatine. Kiryarên bi mebesta tunekirina grûbeke etnîkî an olî bi
tevayî an beşî. Wek mînak ger di
nava grûbê de kuştin hebin. An bi
mebesta zerardanê pêk anîna herifandina bedenî, zihnî ya grûbê. An
dîsa bi mebesta tunekirinê, hinek
ji grubê bi mebesta tunekirinê wan
tûşê şertûmercên jiyaneke dijwar
kirin. Wek mînak, sigûnkirin, wek ku
tehcîrê sirgûn... Tê gotin ku mişaxtin
jî perçeyek ji jenosîdê ye. Tevî vê diyardeyek e, ku bi mebesta tunekirinê
pêşî li zarokanînê bê girtin jenosîd
pêk tê. Bi vê re zarokan neqilkirina bi
bal grûbek din ve... Ev tev li Dêrsimê
di salên 1937- 38an de bi tûndî pêk
hatin. Bi vî awayî helbet li Dêrsimê
jenosîd pêk hat. Tiştên hatin kirin
jenosîd bû.
Ez dixwazim li ser jenosîdê
daxuyanîkî bidim. Jin û zarok ji ber
operasyonên leşkerî li Dêrsimê direvin çiyayan, dikevin şikeftan û van
şiketan bi jehra gazan tên bombe kirin. Jixwe nişaneke girîng a jenosîdê
ev e... Viya di sala 1986an de ji aliyê
İhsan Sabri Çağlayangilî ku di sala
1938an de pêwirdarê ewleyiyê ye, ji
serokê giştî yê Partiya Gel a Komarê
Kemal Kiliçdaroglu re tê vegotin.
Wiha dibêje: “Reviyan şikeftan. Jin,
zarok, kal û pîr xwe avêtin şikeftan.
Li hember van grubên ku xwe avêtin
şikeftan gazên bi jehr hatin bikaranîn.
Me ew wek mişkan bi jehr kuştin.”
Di dawiya sala 2011an de, li Geliyê
Teyarê, dewletê li hember gerîlayên
Kurd dîsa gazên jehrê bikaranîn. Ez
difikirim ku ev jî polîtîkayek girîng e.
Yanî polîtîkaya sîstematîk a dewletê
ye... Gelî hevalan, ev bûyeran arşîvên
Necmettin Sahir Sılan, ku ji aliyê
Weqfa Dîroka Civakî ve hatine weşandin, jî didin xuya kirin. Gengaz
e ku mirov di ev arşîvên Necmettin
Sahir Sılan de bibîne ku li Dêrsimê,
li hember Kurdên ‘Elewî gazên jehrê
hatine bikaranîn. Wek mînak di
pirtûka Arşîva Necmettin Sahir Sılan
kızılbaş - sayfa 52 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
a 3, Pirsa Kurd û Dewlet, Polîtîkayên
Te’dîb û Tenkîlê (1925-1947) Berhevkar Tuğba Yıldırım, Gulan 2011, de vê
pêvajoyê şopandin pêkan e.
Di pirtûka Necmettin Sahir Silan
Arşîvên 4 de jî şopandina vê pêvajoyê
pêkan e. Navê bergê çarem, “Herekata Dêrsimê û Burokratên Komarê
(1936-1950) ye. (Berhevkar, Tuba
Akekmekçi-Muazzez Pervan, Çotmeh 2011)
Di arşîva Necmettin Sahir Sılanî
de diyardekirinek wiha heye.
Rêveber, wek mînak Sererkanê
Leşkerî, Serokwezîr, Serokomar
wiha dibêjin: Divê em bi vana re
yanî bi Dêrsimiyan re mu’amela
mistemleketîyê bikin. Gelî hevalan di vê mijarê de jî ez dixwazim
tişkî piçûk bibêjim. Mistemleke. Tu
hêzeke mêtingehkar li mêtingeha
xwe li hember mirovan gazên jehrê
bikarneaniye. Ne li Hindîstanê, ne
jî li mêtingehên wekTanzanyayê,
Ugandayê, Kenyayê û hwd. Britanya Mezin gazên jehrê bikaraniye...
Fransa li Gana, Senegal, Cezayirê
û hwd. neketiye rêya bikaranîna
gazên jehrê. An Portekiz, li Angola,
Mozambik, Gine Bissauyê tiştên wiha
nekiriye. Mînaka gaza jehrê em wiha
li Tirkiyeyê bi awayek pir ji nêz ve
dibînin, vî li hember Kurdan hem di
1938an de kir hem jî di 1911(2011)
an de an di berî wî de kir. Ez ji vir
dixwazim werîm Başûrê Kurdîstanê.
Wek mînak Sedam Husên di sala
1988an de li hember Kurdan pir bi
tûndî gazên bijehr bikaranî. Yanî İngiltere, Fransa, Portekiz vana nikarin
bikin. Tevî niyeta wan heye nikarin
bikin, lewra ji çewsadinên navnetewî
fikaran dikin. Lê va em bêjin Tirkiye
an Irak an Îran li hember Kurdan vî
pir bi awayek hêsanî dikin. Çunkî
dema mijar Kurd bin, çewsandinên
navnetewî nayên rojevê. Ev jî cesaret
dide dewletên ku bi hevkarî Kurdan
di bin çewsandinan de digrin.
Dema ku di 16ê Adara 1988an de
li hember Kurdan gaza jehrê bikar
hat, jenosîd hat kirin, Konferansa
Îslamê, li Kuweytê di civînê de bû.
Lê Konferansa Îslamê di encamnameya civînê de qet cî neda vê
bûyerê. Ev awayek(helwestek) bû ku
ji nizanim, nabihîzim, nabînim dihat.
Di vê civînê de Serokomar Kenan
Evren nûnertiya Tirkiyeyê dikir.
Di encamnameyê de, wek mînak, ji
ber operasyonên navê Bulgaran li
Tirkan danînê dewlet û hikûmeta
Bulgarîstanê dihat rexne kirin. Lê li
hember jenosîda Kurdan nepejinkariyek wiha hebû. Ev nepejnkarî, helbet
bi dinyayê re jî hebû. Ev nepejnkarî,
cesaret dida dewletên ku bi awayek
hevkarî Kurdîstanê dibin mêtingehî
de girtibûn.
Civînên Dêrsimê, gengeşiyên ku li
ser vê mijarê tên kirin xwedî sûdên
pir girîng in... Dema ku Kurd di bin
zilmeke ewqas mezin de bin, dema ku
ewqas zilmên mezin dibînin û dema
ku ewqas mezlûm in çima dunya vê
mezlûmîya Kurdan nabîne... Çima
nabîne?. An Kurd, ewqas mezlûm
in, ewqas di bin çewsînê de ne, çima
piştgiriyek navnetewî bidest naxin.
Ev jî jixwe mijarek nû ye. Li gor
pêwendiyên navnetewî pirsa Kurd
di çi astê de ye. Kurd li kîja hêlî ne
mijarek nû ye. Ev jî divê bê axavtin,
bê gengeşe kirin.
Di vê pêvajoyê de bi kurtî awirdanek li ser rabirduya dîrokî bisûd e.
Dêrsima 1937- 38an, bi awayek, dewamek jenosîda Ermeniyan a 1915an
e. Jenosîda 1915an ku li hember
Ermenî, Suryanî, Rûm û Pontusan
hatibû kirin. Di 1937- 38an de li
hember Kurdan tê kirin. Heta gotineke Hitlerî heye. Em tev wî dizanin.
Dema ku Hitler di salên 1940an de
li hember cihûyan jenosîd bikar tîne,
dema ev operasyon tên rojevê hin
Alman, Nazî ji Hitler re dibêjin ku
ger em wiha bikin dê dunya li hember
me derkeve. Dê dinya me rexne bike.
Emê li hember dinyayê tewanbar bibin. Hewl didin tiştên wiha ji Hîtler re
bibêjin. Hitler viya dibêje: Di 1915an
de ewqas li Ermeniyan zilim, jenosîd
hat kirin, kî ji vî re tiştek got. Tu kesî
tiştek negot. Li vir jî kes tiştek nabêje.
Ev jî cudahiyek pir girîng e...
Ev helbet jenosîd e hevalino. Di roja
me ya îro de, di derbarê buyerên
1937-38an de, di mijara jenosîdê de
gelek gengeşî têne kirin. Di derbarê
jenosîda ku li Dêrsimê pêk hat de
gengeşî dibin. Gelo çima jenosîd
hat kirin? Hin ronakbîrên Dêrsimî
î hevalên me, wiha dibmjin: Ev li
hember baweriya me hate kirin. Yanî
li hember Kurdan nîne, jenosîdeke
li hember pirsa Kurd nîne ev. Ev li
hember baweriya me hat kirin... Li
gor qen’eta min ev nerast e. Ji ber
vî awayî ev nerast e: Piştê jenosîda
li Dêrsimê kesên mayî, kesên dijîn
mişaxtina wan tê rojevê. Mişaxtin bi
kuderê de tê kirin? Wek mînak berbi
Çorumê ve tê kirin, berbi Mereşê tê
kirin, berbi Balıkesirê tê kirin, berbi
Tokatê tê kirin ne wisa... Li van deran
jî ‘Elewî hene. Li van deran jî Qizilbaş hene. Û1937-38 bes li Dêrsimê tê
dîtin. Li hember ‘Elewiyên Dêrsimê,
operasyoneke li hember ‘Elewiyên
Kurdan tê kirin. Bi vî re li hember
‘Elewiyên li Çorumê ne an ‘Elewiyên
li Tokatê ne, li hember ‘Elewiyên
Mereşê, Balıkesirê, Denizliyê tu
pirsgirêk nayê rojevê. Helbet ev operasyoneke ku li hember Kurdan hatiye
kirin. Bo asîmîle kirina Kurdan hatiye kirin. Yên li hember asîmîlasyonê
dihatin îmha kirin, ev encamek girîng
a vê têgihîştinê bû.
Li vir ev jî tê gotin. Di gengeşiyên
pêşîn de me vî dît. Derdora Partiya Gel a Komarê dibêjin. Wek ku
me gotibû, ew zarokên ku hatibûn
neqil kirin bi bal grubek din ve,
dibêjin malbatên leşkeran wan girtin
terbiye kirin, wan medenî kirin.
Hevalno ev bi tevayî têgihiştineke
mêtingehkariye. Bi hemî aliyên
xwe pêvajoyek mêtingehkarî ye...
Rojava, em bêjin Britanya Mezin li
Hindîstanê an Fransa li Cezayirê an
Portekiz li Angola, Mozambikê her
dem digotin em van gelan medenî
dikin. Digotin em medeniyetê ji van
gelan re dibin. Li vir jî baweriyek
wiha heye. Dêrsimî jî, yanî zarokên
ku dê û bavên wan hatine kuştin.
Belbî li ber çavên wan hatine kuştin,
hatine tunekirin. Paşê ew zarokan li
malbatên leşkeran hatine parvekirin.
A bi van zarokan çawa xizmetkarî tê
kirin tête fêrkirin. Yanî tê gotin hûnê
xizmetkariya Tirkan bikin. Dê çawa
xizmetkarî bikin fêrî wan tête kirin.
Ji vî re jî tê gotin medeniyet.
Jixwe newisaye. Li vir pirseke dî jî
heye. Pirseke girîng. Bi baweriyê re
pêwendîdar, bi baweriya ‘Elewîtîyê
re têkildar... Hevalno li Kerbelayê,
disala 680yan de, li Kerbelayê 72 kes
hatin kuştin. Li Dêrsimê bi deh hezaran kuştin hene. Belki pêncî hezar,
belki şêst hezar, belki bêtir jî. Bi deh
hezaran mirin. Ez dixwazim li vir vî
kızılbaş - sayfa 53 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
bînim zimên. Dêrsimiyan vî ji bîr kirine. Kuştina 72 kesan Dêrsimî qet ji
bîr nakin. Bênavber wî, Husênî bibîr
tînin. Lê Kerbela bûyerek bi dîroka
Kurdan re têkildar nîne. Ev şereke
desthilatdariyê ye, di nava Îslamê de.
Tu pêwendîkî wî bi Dêrsimiyan re
tune. Bi vî awayê dibe ku pêwendîkî
hebe. Neviyên pêxember tûşî zilmê
bûne. Kanê di bingeha ‘Elewîtiyê
de, di bingeha baweriya ‘Elewîtiyê
de mirov heye ya, mirovatî heye
ya. Ji ber vê hesta mirovatiyê, ji
ber vê têgihîştina mirovî heskirina mezlûman, xebat bo piştevaniya
wan. Hest kirina bi êşên wan... Dibe
pêwendîkî wiha hebe lê ‘Elewîtî
helbet pir cuda ye, yanî baweriya
İslamê nîne. Ji ber vê em dibêjin
asîmîlekirina bi bal Misilmaniyê
ve heye... Li gor qen’eta min têgiha
asîmîlekirina bi bal Sûnîtiyê ve
nerast e. Divê têgiha asîmîlekirina
bi bal Misilmantiyê ve bê bikaranîn.
Hevalno ev rexneyek e. Rexneyek ji
Dêrsimiyan re ye.
Di ‘eslê xwe de wiha gotin rastir e.
Kurdan ber bi Tirkîtiyê ve asîmîle kirin, ‘Elewiyan ber bi Misilmaniyê ve
asîmîle kirin... Dewlet bi operasyonên
Dêrsimê xwestiye her duyan jî bi hev
re pêk bîne.
‘Uzirê Serokwezîr û Rojhilata Nêzîk
Niha, hevalno, em behsa bi heqîqetan
re rûqal bûnê dikin. Hûn dizanin ‘uzir
xwestinek serokwezir ji Dêrsimiyan
hat rojevê... Li gor qen’eta min ev
‘uzirxwestin, ‘uzirxwestineke pir
çewt bû. Wiha çewt. ‘Uzirxwestin,
tê wateya ku di rabirdû de pir tiştên
çewt bûn, lê ji niha pêve dê tiştên
wiha çewt nebin. Hâl ew bû ku di
rojên serokwezîr ‘uzir dixwest de,
dîsa li çiyayên Kurdîstanê bombebaran hebû, li hember gerîlayan
dîsa operasyon hebûn. Wek mînak
li Geliyê Teyarê ne wisa? Di heman rojan de bi qasî 500 kîlo, tonek
bomba dihatin bikaranîn. Ji ber vî
awayî ‘uzir xwestineke rast nîne.
Tevî vê serokê Partiya Gel a Komarê
ji serokwezîr re wiha gotibû: Tu dê
bi vî awayê xwe Ermenan jî binasî.
Serokwezîr li hember serokê Partiya
Gel a Komarê wiha got: Li Komara
Tirkiyeyê kes bêşerefiyek wisa nake.
Jiber vê tu ji Kurdan ‘uzir dixwazî lê
di mijara Ermenan de çewtiyek pir
mezin dikî. Jiber vî awayî dema ku
heqîqet û rûbirûbûn were rojevê divê
kî li Anatolyayê tev bi hev re le ber
çavan bên girtin. Ez dixwazim di vê
mijarê de tişkî bêjim hevalno. Yanî bi
hemû gelan bi hev re, tevan bigre ber
çavan ‘uzrek bixwaze.
Hevalno, Împaratoriya Bîzansî,
Bîzansê, Stenbolê, navenda dinyayê,
yanî xwe navenda dinyayê dihesiband.
Û ji navenda dinyayê ber bi rojhilat ve
erdnîgariyê wiha kategorî dikir: Rojhilata Nêzîk, Rojhilata Navîn, Rojhilata Dûr. Rojhilata Nêzîk Anatolia...
Lê ev Anatolia rojavayê Kizilirmakê,
ji rojavayê Kizilirmakê re Anatolia digotin. Ji Deryareşa Navîn re
Pontus… Rojhilatê Deryareş Lazistan. Cihên ku îro em dibêjin deşta çal
Kilikya. A ev başûrê Pontusê, Lazistan, Ermenîstan. Bakurê Gola Wanê
Ermenîstan, başûrê wê Kürdîstan…
Mezopotamya, Wek mînak Turabdin… Ev welat di serdema Bizansî de
navê welatên li erdnîgariya ku jê re
Rojhilata Nêzîk dihat gotin cih digrin.
Ev nav tên bikaranîn. Li gor qen’eta
min li cem Osmaniyan ev nav hebûn.
Ewropiyan jî ev têgihên erdnîgarî
bikar dihanîn. Hevalno dema Rojhilata Navîn tê gotin, erdnîgariya ji Misrê
ta Hindîstanê, ji Bakurê Rûsya ta bi
Deryaya ‘Ûmanê ye. Îran di nava
her duwan de cih digre. Îran, di nava
Rojhilata Nêzîk û Navîn de cih digre.
Rojhilata Dûr jî ji Rojhilatê Çiyayê
Altayê, Çîn, Mançurya, Vietnam,
Kamboçya, ev der Rojhilata Dûr...
Niha axaftina me bi piranî liser Rojhilata Nêzîk e.
Ahmet Önal, di nivîsa xwe ya bi
navê“Rojhilata Nêzîk bi Jenosîdê
Hat Tunekirin Çima?”(www.
kurdistan-post.eu, 15 Çile 2012) de va
pêwendiyan digre dest. Bi navek din
nivîs wiha didome: “Navên‘Anadolu’
û ‘Tirkiye’ Wek Gitîgeha Mirovatî
Hat Ava Kirin.” Di
Xebata Gürdal Aksoyî ya bi navê
“Girtîgeha Gelan Anadolu, Li ba Kurdan bi navendîbûna Anadoluyê Xwe ji
Bîrkirin” ( Weşanên Komalê, Hezîran
2002) de taybetmendiyên balkêş hene.
Di serê axaftina xwe de me behsa
polîtîkayên Îtîhad û Terakiyê yên
projeya dewlet û civakê kiribû. Ji
nû ve organîzekirina Osmanlî li
gor esasê Tirkîtiyê... Dewletê ji
nû ve organîzekirin... Ev projeya
Jon Tirkan, ya Îtîhad û Terakîyê ji
aliyê Almanan ve bi tûndî hat destek kirin. Almanya berjewendiyên
xwe di polîtîka wan de didîtin. Wek
mînak dema ku ji Adriyatikê ta bi
nava Asyayê, Çinê, Mançuryayê
Împaratoriya Tirkan avabûna
Hindîstan, mêtingeha Îngilîzan
Hindîstan dê biketa bin tehdîda Almanan.
Ev proje, bi awayek dihat wateya
îmhakirina Rojhilata Nêzîk. Çukî li
gor esasê Tirkî dewletek nû dihat ava
kirin. Di nava wan sînoran de ger ji
Tirkan pêve gel hebin, bi awakî dê
bên îmha kirin. Almanya, bi awayek tûndî piştevaniya vî karî dikir.
Îmhakirina Rojhilata Nêzîk dîtina
Almanyayê bû.
Lê pirsgirêkeke Brîtanya, Fransa
û Ûris a parvekirina Împaratoriya
Osmanî hebû... A em dizanin di
dawiya sala 1915an de, hevdîtinên
Sykes Picot dest pê dikin. Û ev
hevdîtin di sala 1916an de bi encam
dibin. Yanî parvekirina Osmanî, axa
Osmanî. Bo erdnîgariya Kurdîstanê
jî di Sykes Picotê de parvekirinek tê
rojevê... Di Sykes Picotê de jî parvekirina Kurdîstanê jî heye, wek welat,
wek gel heye. Lê di sal 1917an de,
tevgera Bolşewîkan, tevgera şoreşa
Bolşewîkan li Rûsyayê li hember projeya Îngilîz û Fransiz bû asteng nehişt
bikeve meriyetê. Û Îngilîz û Fransiz
bo ku Şoreşa Bolşewîkan berbi başûr
ve neyê xwarê mecbûr man projeyên
nû çêkin. A li gor qen’eta min li ew
ciyê ku em îro jê re Anadolu dibêjin,
çêkirina organîzasyona dewletekî,
yanî avakirina Komara Tirkiyeyê di
vê çarçoveyê de tê rojevê.
Li Afganîstanê Emanullah Xan,
dewleta Afganîstanê, li Rojhilata Dûr
tevgera Çan Kay Şek... Bo Şoreşa
Bolşewîkan ji nav sînorê Rûsyayê
dernekeve projeyên wîha tên çêkirin.
Bo tunekirina Rojhilata Nêzîk, bi vî
awayî, vê carê, bi alîkariya Îngilîz,
Fransiz û yekîtîya Sowyetan dikeve
meriyetê. Ev, li gor qen’eta min tê
vê wateyê, ew tunekirina Rojhilata
Nêzîk a ku bi piştevaniya Almanan
Îtîhad û Terakî dixwast pêk bîne, vê
carê bi piştevaniya Îngilîz, Frensiz û
kızılbaş - sayfa 54 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Yekîtiya Sowyetan pêk hat. Pir zelal
e ku Kemalîst bi organîkî berdewama Îtîhad û Tîryakî ne. Rojhilata
Nêzîk wiha ji holê tê rakirin. Rabûna
Rojhilata Nêzîk ji holê, wek mînak
îro pirsgirêka Kilikyayê nîne. An
bi navê Pontusê pirsgirêk nîne. Bi
navêTurabdinê pirsgirêk nîne... heta
salên dawîn bikar anîna van navan
sûc bû. Hevalno, li van deran jî
jenosîd heye. Wek mînak Suryanî
mijara gotinê ne... Êzîdî mijara gotinê
ne. Li van deran jî jenosîd heye. Lê
em dibêjin ku Rojhilata Nêzîk hat
tune kirin. Rojhilata Nêzîk yanî gelên
otoktonên ku li Rojhilata Nêzîk bûn.
Kî ne ew. A Suryanî, Kurd, Pontûs,
Rûm, Ermenî gelên otoktonên Rojhilata Nêzîk in. Ev gelên otoktonên
Rojhilata Nêzîk, ji aliyê gelên ji dûr
ve hatin bi jenosîdê re rûbirû mane.
A dema em dibêjin rûbirû kirin,
heqîqet divê bi tevayî li pirsgirêkan
bê nêrîn. A divê Suryanî, Êzîdî,
Rûm, Ermenî, Kurd tev bi hev re li
ber çavan bên girtin. Divê tev bi hev
re bên nirxandin. Yanî dema dibên
rûberkrin, dema dibên heqîqet divê
di vê çarçoveyê de bê nêrîn. Ji bo vê
berya her tiştî divê azadiya îfadeyê
bi awayek bêsînor bête bikar anîn,
divê bi awayek berfirehî ramana azad
bipêşkeve. Ji bo bi azadî salên 1920an
bêne nirxandin...
*Axaftina ku di Panela Dêrsima 38an
de hatiye kirin di ber çavan re hatiye
derbas kirin. Panela Dêrsima 38an,
di 8ê Nîsana 2012an de li Enqerê
pêk hat. Panelê, Komela Dêrsim
Girêneşiqtok (Kaymaztepe) û Gundên
Derdorê lidarxistine. Panelîstên din,
Cafer Demir, Kazım Gündoğan û
Gülay Kayacan in. Panelê Av. Miyase
İlnur bi rê ve biriye.
Wergera ji Tirkî ji aliyê Ahmed KANÎ
ve hatiye kirin.
İsmail Beşikçi Vakfı
Adres ve İrtibat
Kuloglu Mah. Ayhan Işık Sok.
No: 21/1 Beyoglu / İstanbul
Tel: 0 212 245 81 43
www.ismailbesikcivakfi.org
[email protected]
“Kardeş Halkların
Nazlı Çocukları”
İsmail Güner
Sevgili Hüseyin CAN’ın “Kardeş
Halkların Nazlı Çocukları” adlı öykü
kitabını büyük bir zevkle okudum.
Sevgili Hüseyin’i, belli bir süredir
tanırım. İçi-dışı bir olduğu gibi
görünen, hayatın her halini yaşamış,
hayattın zorlu yaşamından öğrenmiş
bir insandır.
Edebiyata düşkünlüğüyle bilinen
sevgili Hüseyin’in Babıâli Kitaplığı
tarafından Mayıs 2012 de yayınlanan
‘’Kardeş Halkların Nazlı Çocukları’’
adlı ikinci kitabı tamamen edebiyatsal bir çalışmadan oluşuyor.
Sürgünde kitap yazmak her yiğidin
harcı değildir.
Sürgün yaşamda göçmen insanın
duygu ve düşünceleri yurtsuzdur.
Günümüz antisosyal çağın hükümran olduğu bu zaman tüneli içinde,
bir öykü, bir hikâye, iki satır yazı
çok önemlidir.
İşte, sürgün yerinde göçmen yaşamı
sürdüren Hüseyin Can, yeni olan
şiirsel ve edebi çalışmasını öykülerle
taçlandırarak bu ürünüyle edebiyat
dünyasının kapılarını da ikinci kez
aralamış oldu.
Kitabın içeriği, yazım biçimi ustaca
ve zengin bir kelime hazinesiyle
oluşturulmuş; deneyimli bir yazar
edabiyla kaleme alındığı ilk sayfaları okunur okunmaz yalın ve sade bir
dille öykülerini perçinlediği anlaşılıyor.
Kılı kırk yararcasına incelerseniz
eğer; elbette her kitabın eleştirilecek
bir yanını bulabilirsiniz.
Değişik kitaplardaki klişeleşmiş bilgilerin yanısıra asıl özgün yazarlık
deneyimlerini okumak benim açımda
ufuk açıyor.
Sevgili Hüseyin CAN, yazdığı bu
öykü kitabında; hem kendi kuşağına
geçmiş zaman yaşanmışlıklarını,
hemde gençlerin edebi, tarihsel kimlikleriyle yüzleşmesini hatırlatıyor...
Toplumsal olgular ile ilgili bilgi
ve veri taşıyan kitap, yerinde ve
yurdundan edilmiş toplulukların
davranış biçimlerini ve köklerinden
kopartılmış insanların psikolojik ruh
halini yanısıtıyor.
Yazar kitabına “Çifte Kavrulmuş
Leblebiler” adlı hikâye ile bir
mahkûmün öyküsüyle başlıyor.
“Kardeş Halkların Nazlı Çocukları” adlı öykü kitabında yazar; daha
derin, daha toparlayıcı, karakterleri
daha belirgin kılan anlatım imgesiyle, okuyucuyu ülke topraklarında
yaşanan olaylar örgüsüyle tanıştırıyor.
En merkezdeki konular; ülke özlemi,
kimlik, kimlik arayışları, yaşanan
doğum tarihi krizleri ve öykülerdeki
karakterlerin kendi aralarındaki
dayanışma çabaları.
Hep şunu söylerim; yerel değerler taşımayan kültürel ve sanatsal
çalışmaların, evrensek bir nitelik
taşımayacağı ve ayaklarının hava da
kalacağını belirtmişimdir.
Yazar, her taşı, her pınarı, gölü
ve dağının birer hikâyesi olan
Munzur’un bağrında doğup büyümüş... Dêrsîm’in her izinde tarihe
ayan acı ve tatlı anıları vardır.
Roman tarzındaki kelime hazinesiyle
zengin gayet hoş olan öyküler, yer
yer güldürücü, yer yer hüzünlü, aşkı
sevdayı, sevgiyi anlatan bu kitap,
Anadolu’nun çeşitli yerlerinde yapılan zülmü, tarihini, inancını, dilini,
doğasını, aşkını ve sevdasını işlemiş
ve doğup büyüdüğü toprakların özlem ve hüznünü derin yansıtmış...
Yüreğine gam-keder düşmesin sevgili Hüseyin!
Bana göre bu öykülerde; ülke topraklarından yaşam mücadelesi veren
inançlı, insanların hikâyelerini zevkle okuyacakasınız...
Aşk İle...
kızılbaş - sayfa 55 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
tarihe tanık belgeler
ANTALYA ELMALI’DAKİ ABDAL MUSA DERGAHI’NA YENİ
TÜRBEDARIN ATANMASI
YAZI: 20 Cemaziye–l–evvel sene 1261
(Mayıs 1845 Padişah: Abdülmecit dönemi,
Sadrâzam: Mehmet Emin Rauf Paşa. O
yıllar (1845–1846) Lübnan’da ve Cebel–i
Düruz’da isyan ve karışıklıklar.
KİMDEN: Evkaf Nezareti’nden
KİME: Divan–ı Hümâyûn’a
KONU: Antalya’da Elmalı ilçesinde bulunan ABDALMÛSATürbesi türbedarı Şeyh
Haydar Efendi vefat ettiğinden yerine yeni
bir türbedarın alınması uygun olacağı.
BELGENİNMEÂLİ
Veliyyü–l–himâmâ Kerîmü–ş– şîmâ Devletlü İnâyetlü Atıfetlü Übhetlü Efendim
Hazretleri,
Antalya’da Elmalu kazâsında medfûn
ABDALMUSÂTürbedarı Şeyh Haydar
Efendi’nin vefatı vuku’ına mebni türbedarlık mezhûr cihetinin tarîkat–ı aliyye–i
nakşiyyeden Şeyb Abdullah Efendi’ye
tevcîhi mukaddemâ mahallinden bâ–i’lâm
inhâ ve cihet–i mezkûrenin (türbedarlık)
kendüye tevcihi yine tarîkat–ı aliyye–i
mezkûreden (nakşi bendhi tarikatı) DERVİŞMEHMET Efendi dahi müahharen
bâ–arz–ı hâl istid’â olınmakdan nâşi
mûmâ–ileyhümûnın ehliyyet ve istihkakları keyfiyyeti mahallinden lede–l–
isti’lâm mûmâ–ileyh ABDULLAHEfendi
oldıkça muktedirise de diğerinin hâli mahallince mechûl olmak ve ikisi dahi el–
yevm Dersaadet’de (İstanbul) bulunmak
hasebiyle kangısı müstahak ise anâ tevcîhi
menût–zây (ona uygun) idüği mahalli meclis cânibinden bi–mazbata iş’âr ve ifâde ve
mûmâ–ileyh DERVİŞ MEHMET Efendinin fukaradan ve türbedarlık mezkûre ehl
ve müstahak–ı dâiyândan bulundığı meâl,i
i’lâmdan istifâde kılınmış ve mahallinden
vâki’ olan inhâya nazaran mûmâ–ileyh
ŞEYH ABDULLAH Efendi dahi şâyeste–i
merhamet (açınacak durumda) bulunmuş oldığına binâen tarafeyn gadirden
bi–l–vikaye türbedarlık mezkûrın ber–
vech–i hasbî (parasız) mûmâ–ileyhümâya
bha–rü’ûs–ı hümâyûn münâsafeten (bölüşerek) bi–t–tevcih (atanarak) hazine–i
evkaf–ı hümâyûndan mahsûs şehriyye
otuz guruş maaşın nısfıyyet (yarı yarıya)
üzere i’tâ ve Teke (Antalya) sancağı mutasarrıfları temettüâtından (kazançlar)
olarak TÜRBEDARLIK mezbûre muayyen şehriyye yüz yirmi guruş (1.20 lira)
maaşın dahi kezâlik bi–l–münasafe (yarı
yarıya) mûmâ–ileyhümûhü (Şeyh Abdullah ve Derviş Mehmet Efendiler) tevcîhi
sûretinin icrâ olınması cenâb–ı nezâret–i
evkaf–ı hümûyûndan bâ–takrîr–i beyânve
maaş–ı mezbûr türbedarlık–ı mezbûr için
midir, yoğsa kayd–ı hayât şartıyla mıdır?
Kayden sarâhat (açıklık) bulunamayub
ihtiyâcı tebeyün itmeyenler hakkında maşa
tahsîsi memnû’iyyetine (yasak olma) dair
olan nizâm keyfiyyeti daha der–kenârda
bast ü ityân (uzun açıklama) olınmağın
sâlifü–l–beyân (yukarıda anlatıldığı) yüz
yirmi guruş maaşın münâsafeten (yarı yarıya) mûmâ–ileyhümâ Derviş Mehmet ve
Abdullah Efendilere türbedarlığa mahshus
olarak tahsîsiyle îcâbının icrâsı istîzânını
(sorma) şâmil Maliyye Nâzırı Devletlü Paşa Hazretlerinin bir kıt’a takrîri
manzhur–ı âlî (padişaha sunulma) buyurılmak içün savb–i sâmîlerine gönderilmiş
olmağla muvâfık–ı emr–i irâde–i meâli
âdeten cenâb–ı şehn–şâhî buyurılır ise
(padişah emir verirse) bâ–mûcib–i takrîr
icrây–ı iktizâsı nazır–ı müarün–ileyh
(Maliyye Nâzırı) hazretlerine havâle olı-
nacağı beyâniyle tezkere–i senâveri terkim kılındı efendim.
Ma’rûz–ı Çâker–i Kemîneleridir ki, (âciz
kulun dileğidir ki,)
Enmele zîb–i ta’zîm (elle sunulan süslü
saygı gösterilerecek) olan iş bu tezkere–i
sâmiye–i asaf–âneleriyle (sardâzımın
yazasılı) zikr olınan takrîr manzûr–ı
hümûyûn–ı maâl– teymûn–ı hzret–i
şâh–âne (pâdişah görüp uygun gördü)
buyurılmış ve iş’âr ve istîzân (izin isteme) oldığı vechile zikr olınan türbedarlık
mûmâ ileyhümâya bâ–rüûs–ı hümâyûn
münasafeten (ayrı ayrı bölüşerek) bi–t–
tevcîh (atanma) zikr olınan maaşın dhi
sûret–i muharrere üzere ber–vech–i nısfeyn tahsîsi (yarı yarıya) i’tâsı zımnında
ber–mûcib–i takh’ir icrây–ı iktizâsının
nâzır–ı müşârün–ileyh hazlerine havâle
olınması tüeallık şeref– sudûr buyurılan
emr ü irâde–i seniy ye–i hazret–i mülük–
âne hicâb–ı âlisinden bulunmış ve mezkûr
takrrîr yine savb,ı âlîlerine (sadrâzam)
iâde ve tesyhar kılınmış olmağla olbâbda
emr ü Fermâm hazret–i veliyyü–l–emrindir.
BELGE: BOA– İrade, Noa 5192
kızılbaş - sayfa 56 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
hev re, li gor hev û bi desteka hev bi
armanca qirkirinê hatine meşandin.
Di seranserê dîroka Komarê de mirov
leqayî hurmeta li hember Civaka
Kurd nayê, lewre di vê Komara
ku bi tevlîbûna Kurdan ava bûye,
Kurd tê de hatine qirkirin û leqayî
bêhurmetiyên giran bûne.
DADGEHÊN
ÎSTIKLALÊ
Û ÇARDEYÊ
TÎRMEHÊ
Civaka Kurd, ji bo avakirina Komara
Turkiyeyê bi hemû hêza xwe tevgeriya. Di serê sedsala bîstî de, bi hêviya
avakirina pergalek pêşvetir, azadtir û
demokratîk xebata avakirina Komara Turkiyeyê ketibû rojevê û Civaka
Kurd bi hemû hêza xwe tevlîbû. Bi
hêzdayina diyarde ya Civaka Kurd
Komar ava bû. Lewre li hemû qadên
şer, Kurd rolek diyarde lîstin. Ne
bi tevlîbûna Kurdan bûna Komara
Turkiyeyê avanedibû, nikaribû bihata
avakirin. Kurd di avabûna Komarê de
hemdembûnek didîtin, hevparebûnek
dadyane hêvî kiribûn. Lê belê, hîna
di qada şer de leqayî îxaneta sosret
hatin ku hema bibê tu kes pê nehesiya. Hîna di qada şer de, bi lehengiya
grûbek Kurd hêzên dijber têkdiçin lê
di vegera vê grûbê de, bi boneya; “Ev
Kurd ku hêza vî dijminî têk biribin,
ewê li serê dewleta me bibin bela. Ên
ku hêza vî dijminî bikaribe têk bibe,
ewê dewleta me hema têkbibe. Wan
gulebaran bikin!..” Bi vê fermanê
ji aliyê hevalên wan ve bi fermana
serleşkerên wan ve têne gulebarankirin. Ev mînak û feraset, bingeha
avakirina Komara Turkiyeyê ye. Belê
Komar avabû şûnde tavilê ber bi
faşîzmê ve herikî. Hemû hêviyên gelan û baweriyên cuda pûç derketin. Bi
vê yekê jî nema Komar êdî li hember
hemû cudahiyan kete nava êrîşa kujer.
Ji bo kujeriya xwe tavilê zagon peyda
kirin.
Di sala 1920an de Dadgehên Îstîklalê
wek êrîşkariyek kujer ya li hember
hemû cudahiyan hatin avakirin. Di
ravekirina avakirina wan de her çiqas
boneya kesên ji leşkeriyê reviyane
bê gotin jî ev dereweke dîrokî ye.
Ev dadgeh di serî de ji bo kujeriya
Civaka Kurd û baweriyên cuda hatin
avakirin.
Ev qaşo “dadgeh!..” bi serê xwe tevkujiyek mezin pêkanîn. Qaşo dadgeh,
Dengê Amed
Mehdi Tanrıkulu
qaşo darizandinan pêkdianîn û bi
lez û bez dardakirinan pêk anîn. Bi
sedan dardakirin bi biryara van qaşo
dadgehan pêkhatin. Êdî Komar bi
hemû hêza xwe bû weke aşê mirinê,
aşê hêrandina Kurdan û baweriyên
cuda. Ji bo Komar tekane bibe, ji
hêza demokratîkbûnê dûr bikeve
êrîşên herî kirêt û hovane, di bin
sîwana zagonan de hatin bicihkirin.
Ev êrîş û zagonên der mirovî, bû
bingeha nêzîktêdayina mafên mirovane yên Civaka Kurd û ramanên
cuda. Belê Dadgehên Îstiklalê hîç qut
nebûn ji vî welatî û li ser serê Civaka
Kurd. Her çiqas navên wan hatibe
guhertin jî nêzîktêdayinên hemû
“dadgeh!..”ên Kurdistanê li ser hîmê
Dadgehên Îstiklalê berdewam kirine,
ên paşê hatine avakirin ji yên pêşin
bêdadtirbûne. Navê wan hatibe guhertin jî naveroka wen bêdadtir û xedartir bûye, lewre li ser Civaka Kurd
zilmê meşandine û xwestine ku zilma
ser Kurdan rewa bidin nişandan. Bi vê
ferasetê ji alîkî ve qirkirina leşkerî, ji
aliyê din ve qirkirina zagonî û dadî bi
Digel hemû polîtîkayên qirkirina cur be cur Civaka Kurd tucar ji
jiyana azad neqeriyaye. Digel hemû
êrîşên qirkirinê hewldana azadiya
xwe berdewam kiriye li rûmeta xwe
xwedî derketiye. Vê helwesta xwe
bi her cureyî nîşan daye. Eve wek
tevgerek hemdem tevgera azadiyê
sazkir şûnde, êrîşkariya faşîst a 12
rezbir 1980yî wek ewrê reş girt ser
Kurdistan û seranserê Turkiyeyê.
Vê faşîzmê jî “zagonên xwe” amade
kirin li ser Kurdan lê Kurd êdî wateya
wan zagonan zanibûn. Wek tevgerek
hemdem ya azadiya Civaka Kurd li
hember êrîşên di dîroka mirovahiyê
de nehatiye dîtin û jiyandin li ber xwe
da. Di girtîgeha Tîpa E ya Amedê
de, li hember wehşeta girtîgehê,
navê têkbirina vîna faşîzmê ye 14yê
Tîrmehê.
14yê Tîrmehê da xuyandin ku; zilm
zagonî be, serhildana li hember, rewa
û helwesta mirovane ye. Girtîgeh
çiqas zagonî be, xwedîderketina
rûmeta mirovane çalakiya herî
pîroz û ronakbîr e. Jiyana bi îşkence
çiqas zagonî be, berxwedana
xwedîderketina rûmeta mirovane
û dijberiya îşkencekariyê helwesta xwedîderketina mirovahiyê ye.
Mirovbûn û sosyalîteya mirovahiyê
her bi berxwedana li hember van
astengiyan bi pêş dikeve. Berxwedana 14yê Tîrmehê, ku di sala 1982yan
de pêk hat, wek nirxeke mirovahiyê,
vîna riya berxwedana li hember hemû
nêzîktêdayinên dermiorvî ye. Di
mercên hovane yên girtîgeha Amedê
de bi pêşkêşiya pêşengên azadiya
Civaka Kurd M.Hayrî DÛRMÛŞ,
Kemal PÎR, Akîf YILMAZ û Elî
ÇÎÇEK vîna faşîzma Turkiyeyê
têkçû û riya azadiya Civaka Kurd bi
berxwedana 14yê Tîrmehê her hate
ronîkirin. Çalakiya berxwedana wan
her hate bibîranîn û ew berxwedan
êdî li Amedê bi milyonan bi rêzgirtin
û dilsoziyek bilind tê pêşwazîkirin.
Ev jî bêguman zagonîbûna
demokratîk a gel e…
kızılbaş - sayfa 57 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kanunların Ruhu ya da Emval-i
Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek
Giriş
Raphael Lemkin, soykırım kavramını
ilk defa olarak, Axis Rule of Occupied
Europe kitabında, 1944 yılında tanıttı.
Kitap aslında Almanya tarafından işgal
edilmiş 17 ayrı devlet ve bölgeye ait,
March 13, 1938 to November, 13, 1942
dönemini kapsayan 334 statues, decrees and laws derlemesidir. Hukuk metinlerinin tanıtıldığı bir kitapta, soykırım
kavramının anlatılması… Bu bir tesadüf olamaz. Altını tekrar çizmek gerek:
Lemkin soykırım kavramını toplu katletme, rape-torture, yakma-yıkma gibi
tüm soykırımlarda gözlenen barbarlık
gösterileri ile birlikte sunmamaktadır.
Kitabın yazımının tamamlandığı 1943
yılında Almanya’nın işlediği cinayetler
bilinmiyor değildi. Lemkin, ama kavramını, bu cinayetlerin sıralandığı ve
anlatıldığı bir çerçeve içinde sunmak
yerine, “normal” telakki edilebilecek
bir takım kanun ve kararnameler eşliğinde tanıtmayı tercih etmektedir.
Bu durumun, soykırımı bugünkü algılayışımızla çok uyuştuğu söylenemez.
Genel algıya göre soykırım, normal
işleyen bir hukuk sisteminin çökmesi,
sistemin “normal” yolundan sapmasının bir ürünüdür. Bu bakıșa göre,
soykırım “medeniyete” ait kurumların işlemez olması ve bunların yerini
“barbarlığın” alması anlamına gelir.
Lemkin ise sanki bunun tam aksini
söylemekte ve soykırımın, normal ve
sıradan kabul edilebilecek hukuk metinleri içinde gizli olduğunu anlatmaktadır. Bunu yaparak, bizlere, soykırımın izini sadece insanlık dışı olarak
tanımlanabilecek barbarlık gösterilerinde aramayın, onun izini hukuk metinlerinde sürün, der gibidir.
“Hukuk sisteminin içine yerleşmiş bir
olgu olarak soykırım”, ilginç bir tanım
bu. Ve benim buradaki sunumumdaki
merkezi tez de bu. Ermeni soykırımının izi, sadece barbarlık gösterilerinde
değil, normal ve sıradan hukuk metinlerinde de sürülebilir ve bunu “kanunların ruhunu okumak” olarak adlandırmak istiyorum.
Bilindiği gibi, 1915 yılında Ermeniler
sürgün edildiği zaman, geride bıraktıkları malların ne olacağı önemli bir
sorun teşkil etti. “Emval-i Metruke”
Porf. Dr. Taner Akçam
meselesi olarak adlandırılan bu konu,
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da önemini korumaya devam etti.
Her iki dönemde bu konuda birçok
kanun ve kararname çıkartıldı. Ana
iddiam odur ki, gerek Osmanlı gerek
Cumhuriyet döneminde çıkartılan bu
kanun ve kararnamelerde Ermeni soykırımının izini sürmek mümkündür.
Bu kanunlar esas olarak soykırım sürecinin bir parçası, onun yapısal bir unsuru olarak yaratılmış ve uygulamaya
konmuşlardır.
Söylemek istediğim, soykırımın sadece fizik imha anlamına gelmediğidir.
Hatta daha ileri giderek iddia edebilirim ki, Ermenilerin fiziki olarak imha
edilip edilmediklerinin bir ayrıntı gibi
durduğu bir olgu ile karşı karşıyayız.
Sürgün ve imhalardan çok sayıda Ermeni kurtulmuş olabilir, önemli olan,
onların bir daha doğdukları yerlere,
vatanlarına geri dönmelerini engellenmesi ve o yerlerdeki izlerinin tümüyle
yok edilmesidir. Hukuk bunun için vardır ve buna uygun olarak yapılmıştır.
Bu anlamda soykırım, işleyen normal
hukuk sisteminden sapma değil, bizzat
hukuk sisteminin de bir ürünüdür ve
onun aracılığı ile uygulanmaya konmuştur.
Hukuk, Ermenilerin yaşam koşullarının ekonomik temellerinin ortadan
kaldırılmasında ikili bir tarzda kullanılmıştır. Birincisi Ermenilerin geride
bıraktıkları malları üzerindeki her türlü tasarrufta bulunma ve işlem yapma
hakkı kanunen yasaklanmıştır. İkincisi, mallarının değerlerinin kendilerine
ödenmesine ilişkin hiç bir kanun ve yönetmelik çıkartılmamış; yani bu mallar
hukuk yoluyla gasp edilmiştir.
Lemkin Axis Rule of Occupied Europe
adlı eserinde soykırımı, “a coordinated
plan of different actions aiming at the
destruction of essential foundations
of the life of national groups, with the
aim of annihilating the groups themselves”, olarak tanımlar ve “the confiscation of property” bu planlı eylemlerin
en önemlilerinden birisi olarak sayar.
Ermeni mallarına el konulması, Ermeni soykırımın belki de en ayırt edici
özelliklerinden birisi olması itibarıyla,
Lemkin’in tanımına verilebilecek örneklerin başında gelir.
Tabloyu tamamlayabilmek için, bir
noktanın daha altını çizmek gerek. Her
şeyin hukuki bir çerçeveye uygun olması ilkesi kendi içinde bir çelişkiyi de
beraberinde getirdi. Ermenilerin tüm
mal varlıklarına el koyarken, açıktan
“bu mallar veya değerleri sahiplerine
geri verilmeyecektir” denmedi, denemedi. Çünkü bu devleti, doğrudan hırsız konumuna düşürürdü. Oysa, Devlet,
hırsız değildir, ve vatandaşının malına
karşılıksız el koymakla, yani hırsızlıkla
suçlanamaz. Bu nedenle, Ermenilerin
mallarına el koyma eylemi, bu malların ve/veya değerlerinin sahipleri adına
idare edilmesi ve ne zaman olacağı belirsiz olmakla birlikte, asıl sahiplerine
iade edilmesi ilkesine göre düzenlendi.
Sözünü ettiğim çelişki buradadır: bir
taraftan kendisinin hırsız olarak suçlanmasını istemeyen bir devlet vardır
ve Emval–i Metruke kanunlarının dilini buna göre ayarlamaktadır ama öbür
taraftan aynı devlet, Ermenilerin varlık temellerini imha ederek, hırsızlığı
kurumsallaştırmak ve resmîleştirmek
istemektedir. Mevcut hukuk sistemi bu
çelişkinin üstüne kurulmuştur.
Hukuk sistemine içsel bu çelişki son derece önemli bir gerilimi ortaya çıkartmıştır. Tüm bir Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde çıkartılan kanunlarda,
“Ermenilere malları veya değerlerinin
karşılığı kendilerine asla verilmeyecektir”, biçiminde tek bir hükme rastlamak mümkün değildir. Söylediğim
gibi, tüm bir hukuk sistemi, malların
veya değerlerinin asıl sahiplerinin Ermeniler olduğu esasına göre örülmüş
ve düzenlenmiştir. Fakat öbür taraftan,
aynı hukuk sistemi, hiç bir Ermeni’ye,
“tek bir kıymık” bile vermemek esasına uygun olarak kurgulanmıştır. Her
nasılsa hayatta kalmış bazı Ermenile-
kızılbaş - sayfa 58 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
rin veya onların varislerinin mallarını
veya değerlerini almak istedikleri nadir
durumlarda, onların mevcut hukuk sisteminin koridor ve dehlizlerinde nasıl
kaybolduklarına ilişkin hikayeleri duymayanımız var mıdır?
Tezimi bir başka biçimde ifade etmek
gerekirse: Ermeni mallarına yönelik
ortada “kanunsuz” hiç bir uygulama
yoktur. Her şey kanunlara uygundur.
Gerek Osmanlı Devleti gerekse Cumhuriyet hükümetleri gayrı-kanunu herhangi bir şey yapmamıştır ve hiç kimse
onları kanunsuz iş yapmış olmakla suçlayamaz. Ama bu kanunlar soykırım
eyleminin esaslı bir parçası, yapısal bir
unsurudurlar. Ermeni soykırımı, Ermenilerin fiziki olarak imha edilmelerinin
ötesinde, sağ kalsalar bile, kendilerine
hiç bir şeyin verilmemesi, varlıklarının
ve izlerinin silinmesi amacına uygun
olarak düzenlenmiştir. Yani hukuk sistemi, bir halkın varlık temelinin imhasının ana araçlarından birisidir. Ve
imha hırsızlığın hukuki kurumsallaşması ile gerçekleşmiştir. Bu anlamda
bugünkü Cumhuriyet, kuruluşundaki
bu büyük yapım hatasını tamir etmediği müddetçe, rahatlıkla kurumsallaşmış bir soykırım rejimi olarak da
tanımlanabilir.
Yukarda sözünü ettiğim, hukuk sisteminde içsel olarak mevcut çelişki ve
gerilim bu açında çok önemlidir. Bu da
burada ileri süreceğim bir başka tezdir.
Ermenilerin mallarını almalarını kesin
olarak yasaklayan hiç bir kanun yoktur. Emval–ı Metrukeye ilişkin mevcut
kanun ve kararnamelerin hiçbirisi, Ermenilerin malları üzerindeki tüm haklarını kesin olarak kaybettikleri ve bu
malları asla geri alamayacakları tezinin gerekçesi olarak kullanılamaz. Bu
yol sadece bir takım hukuk oyunlarıyla
tıkanmaya çalışılmıştır, o kadar.
Hatta iddia edilebilir ki, mevcut kanun ve kararnameler, Ermenilerin hala
malların asıl sahibi oldukları ve kendilerine geri verilmesinin zorunlu olduğu tezi için temel dayanak olarak da
kullanılabilirler. Özellikle Türkiye’nin
kurucu belgesi olan Lozan antlaşması başta olmak üzere imzalanmış bazı
uluslararası antlaşmalara göre bu durum son derece açıktır.
Zannımca, Türkiye’nin hem içerde
hem uluslararası planda, soykırımın
inkarı konusunda bu denli saldırgan
bir siyaset izlemesinin nedeni de budur. Türkiye devleti bilmektedir ki,
Ermenilerin malların geri verilmesini,
ulusal ve uluslararası kanunlarla göre
değil, saldırganlığı ile engelleyebilir.
“Bu mallar Ermenilere ait değildir ve
verilmeyecektir” derse, suç işlediğini,
hırsızlık yaptığını kabul etmiş olacaktır. “Ermenilerindir”, derse o zaman
malları veya değerlerini sahiplerine
iade etmenin yolunu açmak zorunda
kalacaktır. Hırsızlık yüz kızartıcı suçtur ve Türkiye bu suçu işlediğini bildiği
için saldırgandır.
Şimdi Emval-ı Metrukeye ilişkin kanun
ve kararnamelerde, soykırımın ayak izlerini sürmeye başlayabiliriz.
Kanun ve Kararnamelerin Ana Mantığı:
Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi Emval–i Metruke kanun ve kararnamelerinin, nasıl soykırımın önemli bir parçası
olarak inşa edildiklerini anlamak için,
onları üç temel ilkenin ışığında incelemek gerekir. Böylece onların, hem nasıl
Ermenilerin imhası doğrultusunda çok
önemli bir araç olarak kullanıldıklarını
anlayabiliriz hem de ama malların asıl
sahiplerinin Ermeniler olduğu gerçeğini inkar edemedikleri için büyük bir
çelişkiyi bünyelerinde taşıdıklarını görürüz.
Birinci düzey, Ermenilerin sürgün
edildikleri yeni yerlerde hangi esaslara göre yerleştirilecekleri meselesidir.
İkinci düzey, Ermenilerin geride kalan
mallarının veya değerlerinin kendilerine verilip verilmeyeceği, eğer verilecekse bunun hangi yollarla ve nasıl
yapılacağı ile ilgilidir; üçüncü düzey
geride kalan malların kimler tarafından
ve nasıl kullanılacağı konusudur. Kanun ve kararnameleri bu üç farklı düzey ışığında ele aldığımızda ilginç bir
tablo ile karşılaşırız. Kanun ve kararnamelerde birinci düzey, “Ermenilerin
nasıl yerleştirilecekleri” hemen hemen
hiç yoktur. Sadece sürgünün ilk başında çıkartılan bir kararnamede yer alan
husus, daha sonraki kanun ve kararnamelerde hiç bir biçimde ele alınmaz.
İkinci düzey ise, sadece genel bir ilke
olarak tekrar edilir, o kadar. Kanun ve
kararnamelerde malların gerçek sahiplerinin Ermeniler olduğu ve devletin,
bu malları onlar adına işlettiği kabul
edilir ama malların asıl sahiplerine ne
zaman ve nasıl verileceğinden hiç bir
biçimde bahsedilmez. Böyle bir konu
yoktur, mevcut değildir.
Bu iki düzeyin yokluğu bize bir şeyi
gösterir: İttihatçıların, zihniyet dün-
yalarında ve pratik politikalarında Ermenilerin yerleştirilmesi ve mallarının
karşılığının kendilerine verilmesi gibi
bir mesele yoktur. Ermeniler yerlerinden sürüldükleri andan itibaren yok
sayılmışlardır. Yok sayılan bir șey için
herhangi bir düzenleme yapmak da
gereksizdir. Eldeki kanunlar, Ermeni
sürgünlerinin amacına ilișkin ileri sürülen resmi tezleri çürütecek en kuvvetli kanıttırlar. Kanunlar, sürgünlerin
amacının, Ermenileri yeni bir bölgeye
yerleştirmek ve geride kalan mallarının karşılıklarını kendilerine vermek
olmadığını ispat eder. Çünkü böyle bir
amaç olsaydı, buna uygun kanun ve yönetmelik de olurdu.
Cumhuriyet yöneticileri için de benzer şeyler söylenebilir. Onların zaten
birinci düzeye ilişkin, yani “Ermenilerin yeni yerlerine yerleştirilmeleri”
gibi bir sorunları yoktu. Ermenilerin
çoğu ya imha edilmiş ya da yaşayanlar
yeni devletin sınırları dışında kalmıştı.
İkinci düzeye ilişkin olarak, çıkartılan
kanun ve kararnameler, aynı İttihatçı
dönemde olduğu gibi, genel bir ilkeyi tekrar eder. Malların asıl sahipleri
Ermenilerdir; mal veya değeri onlara
geri verilecektir; ve sadece Ermenilerin yokluğu nedeniyle devlet bu malları
veya gelirlerini onlar adına işletmektedir. Ama ortada son derece ciddi bir
problem vardır: ya sağ kalan Ermeniler geri dönmek isterse, ya da kendileri
veya öldürülmüş olsun–olmasınlar varisleri malları geri isterse ne olacaktır?
Üstelik Lozan başta olmak üzere, imzaladıkları çeşitli antlaşmalarda, malları veya değerlerini Ermenilere geri
verme sözü vermişlerdir.
Cumhuriyet döneminin çözmek zorunda olduğu en temel problem budur ve
oluşturulan hukuk sisteminin en büyük
sınavı ve “başarısı” da bu konudadır.
İçerde veya dışardaki Ermenilerin,
el konulmuş mallarını geri almalarını engellemek amacıyla, tıpkı bir ipek
böceğinin kozasını örmesi inceliğinde,
tüm detayları düşünülmüş, delikler ve
boşluklar ortaya çıktığında yeniden
örülmüş mükemmel bir hukuk sistemi
oluşturulmuştur. Bu sistemin en büyük hedefi, Ermenilerin ülkeye topluca
veya birey olarak girmelerini ve mallarını istemelerinin önüne set çekmektir.
Bunun hukuken imkansız olduğu bazı
durumlar söz konusu olmuștur. Bu durum da ise, hukukun dışına çıkmaktan
hiç çekinilmemiştir. Yukarda sözünü
ettiğim, hukuk sistemi içindeki çelişki
kızılbaş - sayfa 59 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ve gerilim en açık biçimde Cumhuriyet dönemi kanun ve kararnamelerinde
gözlenir.
Her iki dönemde çıkartılan tüm kanun
ve kararnamelerin ortak esas konusu
ise, üçüncü düzey olarak tanımladığım
sorunla ilgilidir. Geride kalan taşınırtaşınmaz Ermeni malları nasıl kayda
geçirilecek; satılacaklarsa nasıl satılacak; eğer dağıtılacaksa, kimlere hangi
kurallara göre dağıtılacaktır. Osmanlı
ve Cumhuriyet dönemi kanun ve kararnameleri, bütün ayrıntılarıyla esas olarak bu konuyla uğraşmışlardır. Kanun
ve kararnamelerin gösterdiği tek gerçek vardır; devlet, oluşturduğu hukuk
sistemi ile Ermenilerin Anadolu’daki
varlıklarının maddi temellerini yok etmek istemektedir. İmha hukuk sisteminin içine işlenmiştir. Tüm Confiscation
process bir milletin imhasının aracı
olarak örgütlenmiş ve düzenlenmiştir.
İlk Kanun ve Kararnameler:
Ermenilerin geride kalan mallarına ne
yapılacağına ilişkin ilk adım 30 Mayıs
1915 tarihinde alınmış bir Bakanlar
Kurulu kararı ile atılmıştır. 30 Mayıs
1915 tarihli bu karar, aynı gün, Dahiliye Nezareti İskan–ı Aşair ve Muhacirin
Müdüriyeti tarafından bir 15 maddelik
bir nizamname biçiminde ilgili yerlere
gönderilmiştir. Gerek Bakanlar Kurulu kararı gerekse 15 Maddelik nizamname, esas olarak yukarda saydığımız
birinci ve ikinci düzeylere ilișkindir.
Bakanlar kurulu kararı, genel bir kuralın ilanı biçimindedir ve yeni yerlerine
gönderilen Ermenilere daha önce sahip
oldukları malî ve ekonomik durumları
oranında, emlâk ve arazi dağıtılacağı;
muhtaç olanlara, ev inşa edileceği; çiftçilere tohumluk, meslek sahiplerinden
ihtiyacı olanlara alet ve edevat dağıtılacağı ilan edilir. Ayrıca, Ermenilerin
“ayrıldıkları yerlerde kalan eşya ve
mallarının ya da bunların değerlerinin
karşılığı kendilerine aynı şekilde” verileceği belirtilir. Yine bunun gibi, gelir
getiren “zeytin, dut, bağ ve portakal
bahçeleri ile dükkan, fabrika, han ve
depo gibi gelir getiren mallarının açık
artırma ile satılarak yahut kiralamak
suretiyle toplam bedelleri kendilerine
verilmek üzere sahipleri adına geçici
olarak mal sandıklarına” yatırılacağı
söylenir.
15 Maddelik nizamname ise, tümüyle
Ermenilerin sürgünü sırasında alınacak tedbirlere ve nasıl yerleştirilecek-
lerine ilişkindir. Ve “iskan edilen her
aileye daha önceki iktisadi durumları
ve şimdiki ihtiyaçları göz önüne alınarak yeterli miktarda arazi” verileceği
tekrar edilmektedir. 15 Maddelik nizamname içinde, geride kalan mallara
ne olacağı konusunda hiç bir şey belirtilmez. 30 Mayıs tarihli bu kararname
ve nizamnamenin önemi şudur ki, normal olan, açıklanan bu genel ilkelerin
hayata geçirilmesi doğrultusunda, bir
dizi kanun ve kararnamenin yayınlanmasıdır. İşte bu hiç bir zaman yapılmamıştır. Yoktur. Bunun yerine, kanun ve
kararnameler, artık esas olan mesele
ile ilgilenmeye başlarlar. Ermenilerin
maddi yaşam koşullarının imhası ve bu
amaca uygun olarak ekonomik varlıklarına el konulması...
Bu konuda ilk önemli belge 10 Haziran
1915 tarihinde yayınlanan 34 maddelik yönetmeliktir. Yönetmelik ile geride kalan mallara nasıl el konulacağı
ayrıntılı olarak düzenlenir. En önemli
husus, 10. Maddedir. Bu madde ile Ermenilerin malları hakkında vekaletname yoluyla bile olsa, işlem yapma
hakkı yasaklanır. Mallar hakkındaki
tüm işlemler kurulacak Emval-i Metruke Komisyonları (Terkedilmiş Mallar
Komisyonu) üzerinden yürütülecektir.
Bir diğer önemli kural, taşınır ve taşınmaz malların veya gelirlerinin, gerçek
sahipleri adına kayda geçirilecek olmasıdır.
Birinci ve ikinci düzey hakkında yapılacak işlem konusu, 34 madde içinde
sadece bir tek bir maddede, (22. madde) ele alınır ve konumuz açısından son
derece önemlidir. Çünkü, açık artırma
ile satılan veya kiralanan Ermeni mallarından el edilen gelirlerin, “sahipleri
adına emaneten mal sandıklarına” bırakılacakları söylendikten sonra, “daha
sonra yapılacak duyuruya göre sahiplerine verilecektir”, denir. İşte bu duyuru hiç yapılmayacaktır. Çünkü Ermeniler yok sayılacaklar; yerleştirilmeleri
ve mallar veya gelirlerinin karşılığının
kendilerine verilmesi hususu kanun ve
kararnamelerin konusu olmaktan çıkacak, bir daha ele alınmayacaktır.
10 Haziran 1915 yönetmeliği ile başlayan süreci, Ermenilerin maddi yaşam
koşullarının ortadan kaldırılması amacına uygun hukuk sisteminin yaratılması süreci olarak da okuyabiliriz. Bu
doğrultudaki en önemli adım 26 Eylül
1915 tarihli on bir maddelik kanun ve
bu kanunun nasıl uygulanacağına ilişkin 8 Kasım 1915 tarihli, 25 maddelik
kararnamedir. Kanun ve kararnamede, birinci ve ikinci düzey sorunlara
ilişkin, 30 Mayıs 1915’deki genel ilkenin tekrarı ötesinde hiç bir şey yoktur.
Kanunun ikinci maddesinde, malların
gelir ve değerlerinden, “tasfiyeden
sonra kalacak miktar sahiplerine verilir”, ilkesi tekrar edilir. Kararnamenin
17. maddesinde ise, sadece “sahipleri
bilinmeyen malların bedelleri(nin)...
daha sonra Hükümet tarafından adı
geçen köy veya mahalle halkının iskân
edildiği mahalle” gönderileceği söylenir, o kadar.
Birinci ve ikinci düzey konusunda, düzenleyici tek bir hüküm bile içermeyen
kanun ve kararnamede iki husus çok
önemlidir. Birincisi husus, el konulacak
mal ve varlıkların kapsam alanının genişletilmiş olmasıdır. Bu üç ayrı şekilde yapılmıştır. A) Ermenilerin sürgünlerinden 15 gün öncesine kadar, mal ve
varlıklar üzerinde yaptıkları her türlü
işlemin iptal edilebileceği ilan edilmiştir. B) Ermeni malları üzerine daha
önce mahkemelerce alınmış herhangi
bir haciz kararı varsa iptal edilmiş ve
mallar doğrudan devlete geçmiştir. C)
Eğer Ermenilerin başkalarından alacakları varsa, bunların doğrudan devlet tarafından toplanacağı karar altına
alınmıştır. Böylece Ermenilerin başka
kanallardan alacaklarını tahsis etme
imkanı kanun yoluyla kapatılmıştır.
İkinci husus, Ermenilerden alacaklı
olan yerli ve yabancı kişi ve kuruluşlara alacaklarının verileceği ilan edilmiştir. Önemli olan husus, Ermenilerin
alınacak kararlara hukuken itiraz etme
kapısının da kapatılmış olmasıdır.
İlgili kanun ve kararnamenin, taşınır
ve taşınmaz mallar, bağ, bahçe ve işletmelerin nasıl tasfiye edileceği; alacaklıların, haklarını nasıl tashih edecekleri hususunu son derece detaylı ve
titiz olarak düzenlemiş olması dikkat
çekicidir. Özellikle 8 Kasım 1915 tarihli kararname, burada ileri sürülen tez
açısından son derece önemlidir. İki ayrı
bölümden oluşan kararnamede, farklı
görevlerle yükümlü Heyet ve Tasfiye
Komisyonları ve bunların teşekkül şekilleri; ücretleri dahil çalışma koşulları; farklı bakanlık ve devlet daireleri
arasındaki görev ve yetki dağılımları;
alacakların borçlarını için yapacakları başvuru için gerekli belgeler; ilgili
mahkemelerin safhaları; malların tasfiye sürecinde izlenecek kurallar; tutulacak farklı defterlere ait ayrıntılı hü-
kızılbaş - sayfa 60 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
kümler ve defter örnekleri her şey ama
her şey son derece ayrıntılı bir biçimde
düzenlenmiştir.
Ermenilerin yerleşimleri ve mallarının
karşılıklarının kendilerine verilmesini
sorun eden bir hükümetin, en azından
bunun yarısı kapsamında bile olsa bir
kanun ve kararname çıkartması beklenirdi. Anlatmak istediğimiz “yokluk”
budur. 26 Eylül ve 8 Kasım 1915 kanun
ve kararnamesi, bir halkın maddi yaşam koşullarının ortadan kaldırılmasının hukuk şaheseri olarak da okunabilir.
İttihat ve Terakki hükümetinin yıkıldığı Ekim 1918’e kadar başka bazı değişiklikler de yapılmıştır ama bu konumuz açısından önemli değildir. 1918’e
kadar olan dönem itibarıyla, Ermenilerin varlık koşullarının temelleri tamamıyla yok edildi diyebiliriz. Şimdi asıl
sorun, her nasılda hayatta kalmış Ermenilerin geri dönmeleri ve mallarını
isteyecek olmalarıdır. Bunu engellemek
görevi de Cumhuriyet hükümetlerine
düşecektir. Cumhuriyet döneminde, bir
dantel inceliğinde örülen Hukuk sistemi ile, Ermenilerin geri dönmeleri ve
malları üzerinde hak iddia etmelerinin
önü kesilmeye çalışılmıştır.
İttihatçılardan Cumhuriyete Geçiș
Dönemi
İttihatçıların iktidardan düştükleri
Ekim 1918 ile yeni Türkiye Hükümetinin el konulmuș Ermeni malları ile
ciddi olarak uğraşmaya başladığı 14
Eylül 1922 arasını bir geçiș dönemi
olarak telakki etmek mümkündür. Bu
geçiș döneminde, İstanbul’daki değișik
hükümetler, savaş döneminde Ermenilerin sürgün ve mallarına el konulması konusunda çıkartılan kanunları
sırayla iptal ederler. İlk önce, 4 Aralık
1918 tarihinde, savaş döneminde tehcire ilișkin çıkarmış olan geçici kanun
Meclisçe Anayasa’ya aykırı bulunarak
iptal edilir. Bunu 8 Ocak 1920’de, 26
Eylül ve 8 Kasım 1915 tarihli kanun
ve kararnamelerin iptal edilmesi takip
eder. Aslında Ermenilerin geri dönmelerine müsaade ve mallarının iade edilmesi, İttihatçı hükümetin yıkılması ve
yerine Ahmet İzzet Paşa kabinesinin
kurulmasıyla hemen başlamıştır. 1918
Ekim’inden itibaren konu hakkında,
biri birini takip eden kararnameler çıkartılır ve malların iadesi ile ilgili düzenlemeler yapılarak ve ortaya çıkan
sorunlar çözülmeye çalışılır.
Geçiș dönemi boyunca yapılan değişiklikler, iki açıdan kedisinden önceki dönem kanun ve kararnamelerin
amacının, Ermenilerin maddi yaşam
koşullarını imha etmek olduğunu gösterir. Birincisi, 1918 sonrası geri dönen
Ermenilere malları hiç bir ön koşul
ileri sürülmeden iade edilmiștir. Oysa
1915’de çıkartılan kanun ve kararnamelerde, Ermenilere, geride bıraktıkları
malların karşılıklarının gittikleri yerlerde ödeneceği sözü verilmişti. Eğer,
bu ödemeler yapılmıș olsaydı, 1918
sonrası sağ kalan Ermeniler döndüklerinde, kendilerine yapılmıș ödemeler
geri istenirdi. Veya Ermenilere malları
veya değerleri verilirken, bu miktarların hesaptan düşürülürdü. Bunların hiç
birisinin adının bile anılmamış olması,
daha önce malların değerlerinin ödenmesi konusunda hiç bir işlem yapılmamış olduğunun en açık kanıtıdır.
İkincisi, geçiș döneminde, geri dönen
Ermenilerin yerleștirilmesi ve mallarının kendilerine iade edilebilmesi için
bölgelere onlarca tamim gönderilmiș,
yönetmelikler çıkartılmıștır. Bu, 1918
sonrası Hükümetlerinin geri dönen Ermenileri yerleştirme ve mallarını iade
etme gibi politikalarının var olduğunu
gösterir. Oysa, yukarda gösterdiğim
gibi, 1915-8 döneminde bu konuda hemen hiç bir kanun ve yönetmelik çıkartılmamıştır. İki dönem arasındaki
bu kontrast bile 1915-8 döneminde Hükümetin, Ermenilerin yerleștirilmeleri
ve mallarının değerlerinin kendilerine
verilmesi gibi bir politikasının olmadığını gösterir.
Ara döneme ilișkin eklenebilecek bir
bașka önemli bilgi 10 Ağustos 1920 tarihinde imzalanan Sevr antlașması ve
ilgili hükümleridir. Antlaşmanın 144.
maddesi konumuzla doğrudan ilgilidir
ve Osmanlı Hükümetinin 8 Ocak 1920
tarihli kararnamesi ile paralellik arz
eder. Bu maddeye göre Osmanlı hükümeti, 1915 tarihli emval-i metruke
kanununun ve bu kanunu tamamlayan
diğer hukuki düzenlemelerin haksız ve
hükümsüz olduğunu kabul etmektedir.
Yine bu madde gereğince, Osmanlı
hükümeti 1 Ağustos 1914 tarihinden
beri memleketlerinden zorla sürülen
Türk olmayan Osmanlı vatandaşlarının (Ermenilerin) memleketlerine ve
işlerine geri dönmelerini sağlayacağını resmen taahhüt etmiștir. Ayrıca, el
konulmuș taşınır ve taşınmaz mallar,
—kimin elinde bulunursa bulunsun—
derhal iade edilecektir. Bu amaca uy-
gun olarak, 1 Ağustos 1914 tarihinden
sonra emval-i gayri menkule hakkında
yapılmış bütün kanuni işlemler iptal
edilecek; malların tazmini Osmanlı
hükümeti tarafından yapılacak ve bu
tazmin iadenin tehirine bahane olmayacaktır. Görüldüğü gibi, Sevr’de karara bağlanan hususlar, aslında Osmanlı Hükümeti tarafından zaten yürürlüğe
konmuş bulunuyordu.
1915-8 dönemi imha sürecinin yaralarını sarmak olarak da telakki edilebilecek bu ara dönem kısa sürecek ve 4
Kasım 1922’de Ankara’da kurulan yeni
rejimin İstanbul’u kontrol altına alması ile sona erecektir. Bu tarihi Osmanlı
İmparatorluğunun bitiş tarihi olarak da
kabul edebiliriz.
Cumhuriyet Dönemini İlk Uygulamaları
Yeni Türkiye Hükümetinin, Ermeni
mallarına yönelik olarak yaptığı ilk
kapsamlı uygulama, 8 Ocak 1920 tarihli kararnameyi, 14 Eylül 1922 tarihinde
iptal etmesidir. İptalin nedeni, Lozan
görüșmelerinin başlayacak olmasıdır.
Yukarda aktarıldığı gibi, 8 Ocak kararnamesi Ermenilere ait tüm malların
veya değerlerinin geri iade edilmesini
öngörmektedir ve bu hüküm Türkiye
Cumhuriyeti hükümeti için de bağlayıcıdır. Lozan görüşmelerinde Müttefikler, Ankara Hükümetinden, Sevr
antlașması ile de tasdik edilmiș olan bu
kararnamenin yükümlülüklerinin yerine getirilmesini isteyebilirlerdi. Oysa,
Cumhuriyet Hükümeti, İttihatçı politikaları devam ettirmek ve Ermenilere
hiç bir șey vermek istememektedir.
Kanunun kaldırılması için yapılan
görüșmelerde Maliye Bakanı, eğer bu
madde ortadan kaldırılmaz ise, Müslümanlara dağıtılmış olan Ermeni
mallarının geri verilmek zorunda kalınacağının altını çizer. Bakan, Lozan
görüșmelerinde, “bugüne kadar tatbik ettiğiniz ahkamı yine tatbik edin,
bașka şey istemiyoruz”, denmesinden
korkmaktadır. Bakana göre, yürürlükte olan kararname, Ermeniler bir takım
haklar sunmakta, ve “Müslümanların
uhdesine geçmiş olan emval ve emlâki
derhal, bilâmuhakeme sahip olana”
vermektedir. Ve doğacak tüm “maddi
ve manevi bütün mesuliyetin maliyeti
de” hükümet ödemek zorundadır. Bakana göre bunlar kabul edilecek șeyler
değildir, ve kanunun bir an önce yürürlükten kaldırılması “çok mübrem [zo-
kızılbaş - sayfa 61 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
runlu, kaçınılmaz– inevitable, imperative, indispensible] ve müstacel [ivedi
–urgent, pressing] bir husus[dur].”
Kararnamenin niçin iptal edilmesi gerektiği konusundaki en önemli neden,
kararnamenin henüz daha Ermenilere
ait Emval-i Metrukenin “onda biri”ne
uygulanmıș olmasıdır. Yani malların
onda dokuzu daha sahiplerine geri
verilmemiștir. “Fakat bu kararname
kanun olarak mevcut oldukça” tatbik
etmek mecburidir. Bu nedenle bir an
önce ortadan kaldırılması gerekir. Her
halde Ermenilerin el konulan mallarının onlara asla geri verilmeyeceği bundan daha açık bir biçimde itiraf edilemez.
TBMM 8 Ocak 1920 tarihli kararnameyi reddetmekle İttihat ve Terakki
döneminde çıkarılan 26 Eylül 1915
tarihli kanun ile 8 Kasım 1915 tarihli
nizamnâmeyi de tekrar yürürlüğe koymuş oluyordu. Artık Ermenilerin mallarına el konulmasına ilișkin başlamış
ve ama İttihatçıların yenilgisi nedeniyle yarım kalmıș sürecin tamamlanmasına devam edilebilirdi.
İlk iș olarak 13 Ekim 1922’de bir kararname yayınlandı ve yeniden yürürlüğe girmiș olan 8 Kasım 1915 tarihli
nizamnâmede, dönemin koşullarına
uygun bazı değişikliler yapıldı. Teknik
bazı ayrıntıları içeren bu değişikliklerden bir tanesi çok önemlidir ve buna
genel savaştan önce veya sonra her ne
suretle olursa olsun seyahat amacıyla yabancı veya işgal edilmiş ülkelere
gidip henüz dönmemiş olan kişilerin
dönüşüne kadar, taşınır ve taşınmaz
malları hükümetçe idare olunacaktır.
Böylece hükümetin kontrolüne girecek
malların kapsamı 1915 döneminden
1920’lere de kaydırılmış oluyordu.
Artık Türkiye Hükümeti Lozan’a hazırdır.
Cumhuriyeti Bir Kale Gibi Örmek
Emval–i Metruke Kanunlarında Lozan çok önemli bir dönüm noktasıdır. Türkiye, Lozan’a, sürdüğü hiç bir
Ermeni’yi geri almamak ve onlara hiç
birşey vermemek kuralını esas alarak
gitti ama bunu gerçekleştiremedi. Lozan, Ermeni mallarının iade edilmesi
konusunda tam bir dönüm noktası oldu
ve Türkiye, bireysel düzeyde mallarını
isteyenlere verebileceği ilkesini kabul
etmek zorunda kaldı. Mesele üç ayrı
düzlemde (düzeyde) ele alındı ve tartışıldı. Antlaşmanın maddelerini takip
edersek, konu ilk önce vatandaşlık hakları çerçevesinde gündeme geldi. Section II, Nationality bölümünde 30 ve
36. maddeleri ile bazı düzenlemelere
gidildi. Buna göre, Osmanlı toprakları üzerinde kurulan devletlerden herhangi birisinin sınırları içinde kalmış
kişi, isterse diğer devlete gidebilecek
ve oranın vatandaşı olabilecektir. Bu
maddeler ile Türkiye sınırları dışında,
sağ kalmış Ermenilerin geri dönmeleri
imkan dahiline geliyordu.
Konu ikinci olarak, “Mallar, Haklar ve
Çıkarlar” başlığı altında anlaşmanın 65
ile 72. maddeleri arasında ele alındı. 65.
maddenin 3. paragrafı doğrudan konumuzla ilgilidir. “All property, rights and
interests situated in territory detached
from the Ottoman Empire under the
present Treaty, which, after having been
subjected by the Ottoman Government
to an exceptional war measure, are now
in the hands of the Contracting Power
exercising authority over the said territory, and which can be identified, shall
be restored to their legitimate owners,
in their existing state. The same provision shall apply to immovable property,
which may have been liquidated by the
Contracting Power exercising authority
over the said territory. All other claims
between individuals shall be submitted
to the competent local courts.” Böylece, Türkiye, savaş sırasında Ermenilerden el konulan malları onlara vermeyi
kabul etmiş oluyordu. Ayrıca aynı maddede konuya ilișkin doğabilecek tüm
sorunların halledilmesi amacıyla Mixed Arbitral Tribunal kurulması kararı
alındı ve bu Tribunal’ın nasıl çalışacağı
da Section V, 92 – 98’inci maddeler ile
düzenlendi.
Lozan’ın maddeleri son derece açıktır: Ermenilerin geri gelme ve mallarını geri istemeleri mümkündü. İşte
Türkiye’nin, kelimenin gerçek anlamıyla hukuk cambazlığı bundan sonra
başlayacaktı. Ne yapmak gerekir ki,
Ermenilerin geri dönme ve mallarını
geri istemelerinin önünde geçilebilsin?
Lozan’ın hükümleri resmen çiğnenemeyeceğine göre, bu çerçeve içinde
yollar bulunmalı ve Ermenilerin geri
dönmeleri, mallarını istemeleri engellenmeliydi.
Bu konuda akla gelebilecek her husus
Lozan’da ela alındı ve tartışıldı. Ermeniler üç türlü geri dönebilirlerdi. Birincisi, kendilerine tahsis edilen özel bir
yere yerleştirilebilirlerdi. Bu konu Ermenilere bir “Ermeni Yurdu” yaratmak
çerçevesinde tartışıldı ve Türkiye, ulusal güvenlik tezini kullanarak bunu katagorik olarak red etti ve talebini kabul
ettirdi. İkincisi, her hangi özel bir yere
değil, ama dağınık yerleşmek koşuluyla, gene topluca geri gelebilirlerdi. Türkiye, gene ulusal güvenlik gerekçesini
göstererek, bu toplu dönüşlere de müsade etmeyeceğini söyledi. Fakat konu,
birey olarak Ermenilerin geri dönüp
dönemeyecekleri noktasına gelince,
Türkiye’nin yapabileceği fazla bir şey
yoktu. Çünkü, toplu olarak girmelerine izin vermeyeceği Ermeniler, diğer
ülkelerin vatandaşları olacaklar ve o
ülkelerin vatandaşları olarak istedikleri zaman Türkiye’ye gelebileceklerdi.
Bunu engellemek mümkün değildi. Nitekim Türkiye, önce direnmek istemiş
ise de, sonra, bireysel bazda olmak koşuluyla geri dönmelere itiraz etmeyeceğini kabul etmek zorunda kalmıştı.
Sonuçta oluşturulan Hukuk sistemi,
bireysel bazda Ermenilerin geri dönmeleri ve malları üzerinde hak iddia etmelerine imkan tanıdı. Daha da kötüsü,
Türkiye, Lozan’ın bu açık hükümlerine
dayanarak kendi iç hukuk sistemini de
değiştirmek zorundaydı ve öyle de yaptı. Yeni düzenlemelere göre, Lozan’ın
yürürlüğe girdiği Ağustos 1924 tarihi
itibarıyla, Ermeniler mallarının başlarında ise, malların kendilerine iade
edileceği kabul edildi. Eğer mallarının
başında değillerse, mallar Emval-i Metruke olarak muamele görecek, ve devlet
tarafından, ama yine asıl sahipleri olan
Ermeniler adına işletecekti.
Görüldüğü gibi, oluşan sistem, bir takım boşluklara, deliklere sahipti. Ve
Ermenilerin geri dönmelerinin önü tamamiyle kapatılamamıştı. İşte Türkiye, tüm bir Cumhuriyet tarihi boyunca
bu hakkı kullanılamaz hale getirmeye
çalıştı. Birbiri ardı sıra çıkardığı onlarca decree ve kural ile Ermenilerin
girmelerini zorlaştırmaya çalıştı. Deyim yerindeyse, Pasaport kanunu başta olmak üzere, elindeki bütün hukuki
imkanları seferber ederek, Türkiye’nin
etrafına bir duvar örmeye çalıştı. Bunda başarılı olamadığı durumlarda ise,
kendi kanunlarını çiğnemekte hiç mahsur görmedi. Örneğin, 1924 yılında
bazı Ermenilerin Türkiye’ye girmeyi
bașarmaları ve mallarını geri almak istemeleri, tam bir politik kriz haline dönüştü. Ermenilerin birey olarak girmelerini engelleyemeyen bakan hakkında
soruşturma açıldı ve bazı görevliler
istifa etmek zorunda kaldılar. Sonuç-
kızılbaş - sayfa 62 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
ta, hukuki yollardan ülkeye girmeyi
başaran Ermeniler, deyim yerindeyse,
“tekme tokat”, hiç bir kanuni gerekçe
göstermeden kovuldular.
Yukarda bahsettiğim, hukuk sistemi
içinde mevcut (intrinsict?) gerilim budur. Ve Türkiye bugün hala bu gerilimi
yaşamaktadır. Ermenilerin mallarını
asla geri alamayacaklarını söyleyen bir
hukuk kuralının yokluğu ve imkansızlığı ile Türkiye’nin, tek bir şey vermek
istememesi arasındaki büyük gerilimdir bu... Ve bugün Türkiye’nin 1915’i
inkar etmesinin ana nedenlerinden birisi, eğer en önemlisi değilse burada
yatmaktadır. Türkiye’nin saldırgan ve
agrasif bir inkar politikası izlemesinin
nedeni de budur. Elinde, hırsızlığının
üstünü tümüyle örtebilecek ve haklı gösterebilecek tek bir hukuk kuralı
mevcut değildir, saldırganlığından başka....
Kaynak: [Altüst Dergisi, Haziran-Temmuz 2012, Sayı: 7’den aktarılmıştır...]
ALTÜST
Z Yayıncılık ve Tanıtım
Hizmetleri Ltd. Şti.
Tel: (0555) 637 24 50
Web sitesi: www.altust.org
E-posta: [email protected]
Facebook: http://www.facebook.
com/dergi.altust
Twitter:
http://twitter.com/AltustDergisi
Google Grup (Bülten): http://gro
ups.google.com/group/altust-dergisi
istediğiniz kitapları kızılbaş dergisinden sipariş vermeniz mümkündür
kızılbaş - sayfa 63 - sayı 16 - temmuz 2012 - [email protected] - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53
Kızılbaş Yayınevi
K i t a p - D e r g i -A f i ş - D i z g i -Ta s a r ı m - G r a f i k
D iji t a l ve O f s e t ba sk ı i ş l e r i n i z i t i n a i l e ya pı l ı r
Te l: + 49 (0) 177 5 0 2 8 8 5 3
k i z i l ba s yay i nev i @ k i z i l ba s . bi z
La Qoçgiri xeberek hat
Min hakır ku Zarifa hat
Gotin Zarife kuştune
Dinya Alam la mın teng hat
Raba raba ảne rabe
Raba raba Zarifa raba
Derdi welati gırana
Xayin pıre, ne yar pıre
La Qoçgıri xeberek hat
Mın hakır ku Elişer hat
Gotin Elişer Kuştune
Dinya alam la mın teng hat
Raba raba piro raba
Raba raba Elişer raba
Derdi Welati gırana
Xayin pıre, ne yar pıre
La Amed’e xeberek hat
Min hakır ku Şeyh Sait hat
Gotin Şeyh ba dare xıstın
Dinya alam la mın teng hat
siparişleriniz için: [email protected]
Raba raba piro raba
Raba raba Şeyh Sait rabe
Derdi welati gırana
Xayin pıre, ne yar pıre
La Dersime xeberek hat
Mın hakır ku Seyit Rıza hat
Gotin Seyit ba dare xıstın
Dinya alam la mın teng hat
Raba raba piro raba
Raba raba Seyit Rıza raba
Derdi welati gırana
Xayin pıre, ne yar pıre
Ahmet Güven
9 Temmuz 1937'de devlet kınalıkeklik işbirliğiyle öldürülen Koçgiri ile
Desim direnişlerinin önderlerinden Alişer ve Zarif'yi saygı ile anıyoruz

Benzer belgeler