Şefika Kaya Meriç - Gürpınar Kız Kuran Kursu

Transkript

Şefika Kaya Meriç - Gürpınar Kız Kuran Kursu
Muhterem Okuyucu,
Hava gibi, su gibi ihtiyaç duyduğumuz kavramlardır sevgi ve kardeşlik kavramları. Bunları satırlardan sadırlarımıza
indirmek bizlerin kabiliyetine bağlı. İnsanın en temel vasıflarından birisi de, sevgiye ve muhabbete muhtaç olması. Hepimiz buna muhtacız. Hepimiz birbirimizi sevmeye, birbirimize kardeşlik hisleri ile muamele etmeye muhtacız.
Rabbimizin bizlere tahsis ettiği bu
ömrü, hem de kendi kurtuluşumuz için
harcamak hem de başkalarının hayatına
olumlu katkıda bulunmak, insani hem de
İslami bir vazifedir.
İslam, anlam olarak barış demektir.
Barış ve selametin tesis edildiği yerler ancak insanların birbirlerinin hukukuna riayet ettiği yerlerdir. Dinimiz en başta insanların din ve milliyet ayrımı yapmadan
güvende olmalarını temin eder. İslam fetihlerine baktığımız zaman her yeni fethedilen bölgede ilk önce yapılan şey, halkın emniyetini tesis etmektir. Dolayısı ile
kardeşlik İslam’ın temelinde vardır.
Birbirimizi sevme mecburiyeti bizim imanımızın gereğidir. Zira Rabbimiz bizleri bir anne ve babadan yarattı ve aramıza
sevgi duyguları yerleştirdi. Mümin olma
ortak noktamızdan hareketle ‘’kardeş’’
olduğumuzu ayet-i celile ile tescilledi.
Bizim ölçümüz en başta Rabbimizin
fermanı gereği ayet-i kerimeler ve Efendimizin bize bu konuda göstermiş olduğu istikamettir.
Kıymetli Okuyucu,
Tebessüm dergimizin yeni sayısı ile
tekrar sizlerle birlikteyiz. İstedik ki bu sayımızda kardeşliğimizi yeniden hatırlayalım. Yeniden yüreklerimizdeki sevgi tohumlarını yeşertelim. Öyle yeşertelim ki,
birbirimizin kıymetini bilmemiz bizi Rızai İlahi’ye erdirsin ve Efendimizin etrafında Firdevs cennetlerinde buluştursun.
Çünkü sevgi ve kardeşlik her şeyin başında geliyor. Birbirimizi sevmedikçe hiçbir konuda mesafe kat edemeyiz. Başarılarımız da hezimetlerimiz de sevgi ve
muhabbetlerimizle yakından alakalıdır.
İnsan olarak kusurlarımızla birbirimizi kabul etmek asıl erdemdir. Biz başkalarının kusurlarını görürsek, bir başkası da
bizim kusurumuzu görecektir. Eğer kusurları setr eden bir tavrımız var ise, Rabbimizin kıyamet günü bizlerin kusurlarını örteceği müjdesine nail oluruz.
Nefis taşıyan her insan gibi hatalarımız ve kusurlarımızla insanız. Asıl başarı
bu noksanlıklarla beraber birbirimizi sevebilmemizdir.
İşte Tebessüm’ün bu sayısında kardeşliğimizi tazeleyelim istedik. Muhterem Osman Nuri Topbaş Hoca
efendi’nin orta sayfada kardeşlik konulu yazısı bizlere yeni ufuklar verecek. Prof
Dr. Ahmet Akgündüz Beyle yaptığımız
röportaj bu sayımızın muhtevasına güzellik kattılar.
Umarız, tebessümün ulaştığı her yerde sadaka kabilinden yüzümüzde yeni
tebessümler belirir. Bir sevgi halesi olarak etrafımızdakilere sirayet eder.
Unutmayın, Tebessüm sadakadır.
Hem de en kolay ve en kazançlı sadaka.
Tebessümsüz kalmayın,
Sağlıcakla kalın efendim.
Şefika Kaya Meriç
İslam Kardeşliğini
Muhafaza Etmek
Röportaj
Ahmet Akgündüz
Osman Nûri Topbaş
22
16
Gürpınar’dan
Damlalar
Gürpınar Kur’an
Kursumuzda
Faaliyetler
Zeynep Nalbant
28
4
3
... Kendi Derdimiz Bilmek
Şefika Kaya Meriç
15
Hasbihal
20
Sevgi & Kardeşlik
26
Kardeşimsin, Kardeşinim!
30
31
SAHİBİ: GÜR-DER adına
Adnan Saraçoğlu
Ayşe Erbalcı
Melek Uyar
Rabia Yelimlibağ
İslam Kardeşliği Denilince
Bunları Biliyor musunuz?
Fatma Zehra Esen
Yazı İşleri Müdürü:
Salih Zeki Meriç
Grafik-Mizanpaj: Altınolukgrafik / Bilal İlkay
Baskı, Cilt: Erkam Matbaası Tel:(0212) 671 07 00
Organize Sanayi Bölgesi, Turgut Özal Caddesi No: 117/2-A-D İkitelli/İstanbul
Tel: (0212) 671 07 00 • Faks: (0212) 671 07 17 Posta Çeki: Altınoluk 1653101
YAYIN KURULU: Şefika Kaya Meriç, Fatma Zehra Esen
Rabia Yelimlibağ, Zeynep Nalbant, Rüveyde Özcan
İrtibat Adresimiz: Dereağzı Mah. Halaskargazi Cad. Gürpınar Kız Kur’an
Kursu Gürpınar-Beylikdüzü/İSTANBUL Tel: 0 212 855 83 16
Şefika Kaya Meriç |
[email protected]
Âlemin Derdini
Kendi Derdimiz Bilmek
İ
nsan etrafındakilerle var olabilen bir varlıktır.
Çevresiyle kendisine anlama katan ve içten dışa
doğru varlık gösteren bir canlıdır. İnsan yaşadıkça etrafına kayıtsız kalamaz. Kalmamalı.
İslam’ın temel prensiplerinden birisi de iyiliği
emredip, kötülükten sakındırmaktır. Bu temel ölçü, islamın ferde yüklediği sorumluluktur. Bu ölçü,
etrafındakilere kayıtsız kalmama ölçüsüdür. Zira insanı diğer canlılardan ayıran en önemli husus, onun
hadiseleri anlamlandırması ve olayları muhakeme
edebilmesidir. Dolayısı ile neyin faydalı, neyin zararlı
olduğunu ayırabilen bir özelliğe sahip olmasıdır.
Mevzuumuzun ana fikrinin şu iki husus oluşturuyor:
Birincisi, Mümin, kardeşinin her türlü derdi ile
dertlenmek.
Diğeri ise, etrafına karşı iyiliği yayma konusunda
sorumlu olmak.
Bu iki husustan yola çıktığımız zaman, ilk aklımıza
gelen ayet-i kerimeler Asır suresindeki ayetler oluyor.
Rabbimiz buyuruyor:
‘’Asra yemin olsun ki insanlar ziyandadır. İman
edenler, Salih amel işleyenler, hakkı ve sabrı tavsiye edenler (bu ziyanda olanlardan) müstesnadır.’’
Rabbimiz ölçüyü kısa
ve net ortaya koymuş.
Mümin başta kendisi olmakla beraber etrafındakilerin, tarif edilen ziyandakiler sınıfına dâhil olmamaları için elinden gelen gayreti göstermelidir. Bu
gayret, müminin derdini kendi derdi bilmek hissiyatından ileri gelmelidir.
Müminin münzevi bir hayat yaşaması, halkın içine karışıp onların halleriyle hâllenmesi için bir moral
depolama anıdır. Yani mümin, hayatının sonuna
kadar ferdi veya münzevi bir hayat yaşayamaz.
Dertlenmeye en yakınımızdan başlamalı. Evladımızdan, eşimizden, annemizden, babamızdan.
Evimizde yangın varken uzak diyarların yangınlarını
söndüremeyiz. Evimizde evladımız yanlış yerlerde ise
başkasının yavrusuna söz geçiremeyiz. Zira tebliğ, en
yakınımızdan başlamak suretiyle halka halka etrafa
yayılan bir süreç içinde yapılır. Müminin tebliği, yüreğinde derin bir dert duyması, bu derdinin gereği
olarak yaratılan her varlığa karşı şefkat ve merhamet
hisleri ile hareket etmesidir.
Müminin sorumluluğu sadece kendisiyle sınırlı
değildir. İnsani boyutlarda herkesten, İslami boyutlarda da müminlerden sorumludur. Dertlenmek,
sadece bir iç duyuştan ibaret kalmamalı. Müminlerin
problem yaşadıkları her alanda projeler üretmek,
somut adımlar atmak, derdi çözmek olması gereken
durumdur.
Günümüzde sosyal problemler ve onların kaynakları sayılamayacak kadar çoktur. Aile felaketleri, ruhi bunalımlar, ahlaki erozyon, kişilik kayıpları,
manevi yoksunluğa dayalı olarak onlarca olumsuz
durum.
Mümin bütün bunlara kayıtsız kalmamalı.
Kardeşliğin gereği sadece kardeş olduğumuzu ifade etmek değildir.
Öğrenci okutmak, bir dernek faaliyetinde
bulunmak, vakıf kurmak ve buralarda aktif
görev almak bir derdin tezahürü olarak ortaya
çıkmalı ve bizi kardeşlerimizin dertleriyle
hemhal etmeli. Efendimizin örnek hayatında
ne kadar sosyal hadiselere önem verdiği de
ayrıca bizim için bir ibret vesilesi olmalıdır.
Gürpınar Kur’an Kursumuzda
Faaliyetler
Kursumuzda Yapılan
Eğitim Toplantılarımız
İstanbul İl Müftü yardımcımız
Kadriye Erdemli Hanımefendi kursumuzda öğrencilere “Hucurat Suresi
Işığında Ahlakî Prensipler” konulu
konferans vermiştir. Toplantının ardından yoğun programına rağmen
kıymetli vakitlerinden zaman ayırarak kursumuz hocahanımlarıyla
farklı konularda fikir alışverişinde
bulunmuştur
Beylikdüzü İlçe Müftülüğüne
bağlı Kur’an Kurslarının katılımıyla
her ay düzenli olarak yapılan toplantı kursumuzda gerçekleşmiştir.
Eğitime, eğitimciye verdiği önemle
bilinen Sayın İlçe Müftümüz Süleyman Küçük’ün başkanlık yaptığı
toplantıda, Kur’an Kurslarının gündemiyle alakalı konular görüşülmüştür.
Toplantı sonunda Muharrem
ayında bulunmamız hasebiyle kaynaşmaya vesile olarak aşure ikramımız olmuştur.
4
Ocak-Şubat-Mart
Gürpınar’ın
Maharetli Elleri
Gürpınar Kız Kur’an Kursu olarak hayatın her alanında başarılı ve aktif bireyler yetiştirebilmek her zaman
gayemiz olmuştur. Bunun için öğrencilerimize, İlmi Konuların yanında; el becerisi, sofra düzeni ve yemek yapımı gibi bir hanımefendide bulunması gereken önemli
ve faydalı dersler de verilmektedir.
Gürpınar’ın Sosyal
Hayatına Bakış
Esenyurt Belediyesi’nin Daveti
Esenyurt Belediye Başkını Sayın
Necmi Kadıoğlu Beyefendi tarafından,
öğrencilerimiz Esenyurt Nikah
Sarayında ağırlanmış,akabinde Luna
Parkta neşeli vakitler geçirmişlerdir.
Hekva (Hanımlar Eğitim ve Kültür
Vakfı) ve Gür-Der işbirliği ile yapılan
‘Gençlik Şurası’, Kıymetli Dr. Gülsen
Ataseven Hanımefedinin katılımıyla
gerçekleşmiştir.
Kursumuz tarafından Aşure
günü münasebetiyle, mahallemizin
sakinlerine aşure ikramımız olmuştur.
Gür-Der ve
Hekva Buluşması
Aşure İkramı
Gür-Der Etkinlikler
2005 yılında Ayşe Erbalcı Hanım rehberliğinde, gönüllü hanımların kurmuş olduğu Gürpınar Kız Kur’an Kursu Derneği,
kursumuzun eğitim hizmetlerine katkıda
bulunmak için birçok etkinlik düzenlemektedir. 2005 yılından bu yana, her yıl Mayıs
ayında Kursumuzun bahçesinde düzenlenen Gürpınar Panayırı, İstanbul’un nezih
mekânlarında ve gönüllü hanımların evlerinde hayırseverlerin katılımıyla gerçekleştirilen hayır yemekleri ve geziler, kursta düzenlenen programların akabinde yapılan
sergiler ve kermesler bunlardan bazılarıdır.
Gürpınar Kız Kur’an Kursu Çok Amaçlı Salon
Eğitim ve öğretim hayatına başladığımız günden bu yana kursumuzun yanında bulunan salonumuz
Gür-Derin desteğiyle faaliyettedir.
Sünnet ve nikah merasimleri, kutlu doğum programları, konferanslar, eğitim seminerleri, sunumlar
gibi çeşitli etkinlikler bu nezih salonun ferah ortamında gerçekleştirilmektedir.
Gürpınarın Kültürel Hayatına Bakış
Tiyatrolarımız
M. Akif Ersoy
M. Akif Ersoy
Hadis Programı
Hz. İkrima (r.a.)
Yarışmalarımız ve Materyal Çalışmalarımız
Pompei Halkının helakı
Hz. Süleyman’ın billurdan sarayı
Lokman Suresi minyatür şeklinde meali
Ashab-ı Kehf kıssası
Ashab-ı Uhdud’ın iman imtihanı
Hz. Asiye Validemizin imanda sebatı
Hz. Meryem gösterdiği sabır ve Allah’ın lütufları
Kuran-ı Kerim yarışması
Kursumuzun Eğitim ve Kültür Faaliyetlerine Bir Bakış
Eğitim ve Öğretimin tek
taraflı olmadığının bilincinde
olarak, öğrencilerin durumundan
ailelerini de haberdar etmek
ve sorumluluğu paylaşmak
amacıyla her dönem birer defa
olmak üzere,iki veli toplantısı
düzenlenmektedir.
FAYDER ( Felakette Acil Yardım Derneği)
FAYDER Üyesi sayın Saadet Alıcı Hanımefendi öğrencilerimize deprem hakkında seminer verdi. Seminer esnasında sözlü, görsel anlatım ve öğrencilere
küçük çaplı tatbikat yapıldı.
SİGARA VE
KANSER SEMİNERİ
Sayın Dilek Pamuk
Hanımefendinin katılımıyla
Sigara Ve Kanser konulun
seminerde sigaranın zararları
ve kanserden korunma yolları
hakkında slaytlar eşliğinde
bilgiler verildi.
12
Ocak-Şubat-Mart
SAĞLIK VE
BESLENME SEMİNERİ
Beslenme uzmanı Suna
Hanımefendi’nin katılımıyla
öğrencilerimize sağlıklı yaşam
hakkında bilgiler verildi.
GERİ DÖNÜŞÜM
SEMİNERİ
Beylikdüzü Belediyesi’nin
Çevre Bilgilendirme
bölümünden Göksu
Gündoğdu Hanımefendi
tarafından ‘geri dönüşüm’
hakkında seminer yapıldı.
NEZAKET VE GÖRGÜ KURALLARI SEMİNERİ
Gür-Der (Gürpınar Kız Kur’an Kursu Derneği) Kurucusu Sayın Ayşe Erbalcı Hanımefendi tarafından verilen konferansta ‘Bir hanımefendi nasıl olur?’ sorusuna cevap
verir nitelikte, öğrencilerimizin hayatına ışık tutacak önemli düsturlar anlatıldı.
EĞİTİM
Yazar Neslihan Nur Türk Hanımefendi tarafından gerçekleştirilen seminerlerde, eğitimcinin
vasıfları, eğitimde aranan şartlar gibi hususlarda öğrenci ve hocahanımlara bilgiler verilmektedir.
13
Ocak-Şubat-Mart
Hasbihal
Ayşe Erbalcı
ı
s
ı
F
a
r
ltıla
Dİ
!
T
A
K
K
B
esmele çekilen yerden şeytanın uzaklaştığını, ıslık çalınan
yere geldiğini duyan bir adam, aklı sıra şeytanla dalga geçmek için bir yol bulmuş; önce ıslık çalıyor, sonra besmele
çekiyor, tekrar ıslık çalarak buna devam ediyormuş. Aklı sıra şeytanla
dalga geçiyormuş.
Etrafındakiler adamın bu garip hareketine anlam veremeyip sormuşlar:
-‘‘Ne yapıyorsun böyle be adam?’’
-‘‘Şeytan’a jimnastik yaptırıyorum’’ demiş. Şeytan ıslık çalınca gelecek, besmele çekince gidecek. Keşke bu kadar kolay olsaydı. Kıssa
bu ya!
Rabbimiz, Şeytanın insanların sağlarından, sollarından, önlerinden,
arkalarından sokularak her türlü hileye başvuracağını Ayet-i Kerimede
bildiriyor.
Şeytan insanları, günahlara açıkça davet eder. Ama bu hep böyle olmaz. Şeytan sadece kahvehane ve meyhane köşelerinde gezmez,
ilim irfan meclislerinde, camilerde, ibadet yapılan yerlerde de bulunur.
Şeytan hep kötülüğü emreder, bu doğrudur; bazen de salih amellere teşvik eder. Ama salih amellerin içine riya, gösteriş katarak şirk
batağına düşmemizi ister. Ya da salih amellere vesvese vererek de o
amellerden soğutmak ister.
Şeytan hep büyük günahları teklif etmez. Önce küçük günahlardan başlata başlata, alıştıra alıştıra çoğaltır, Önce 20 sevaplık amelden
vazgeçirir, sonra 100, sonra 500. Neticede sevabı sıfır olan işler yaptırır.
Şeytan kötü insanları kullanarak bizi kandırmak ister, ama hep
böyle olmaz. Bazen de en yakınlarımızı kullanarak bizi aldatmak ister.
Daha küçüksün, namaza, oruca sonra başlarsın gibi…
Büyüklerimiz ‘‘Kur’an giren eve şeytan girmez’’ derler. Şeytan
Kur’an’ın duvardan hayata inmemesi için olanca gücü ile mücadele
eder, çoğu zaman da maalesef başarır.
Aşağıdaki kıssa İbretlerle doludur.
Şeytan askerlerini, ordularını toplayarak büyük bir toplantı yapmış.
Baş şeytan:
- Bu gün neler yaptınız? diye sormuş.
Şeytanlardan biri
- Ben insanları zina’ya teşvik ettim. demiş.
Diğeri: - Ben insanlara haram yedirdim. demiş.
Bir diğeri : - Ben kumar oynattım. demiş.
Baş şeytan, küçük çelimsiz şeytan’a
- Sen ne yaptın? diye sormuş.
-Ben pek bir şey yapamadım. Bir çocuk Kur’an okumaya gidiyordu,
sağ ayağına bir çelme taktım, düştü, yaralandı, o gün medreseye gidemedi, Kur’an okuyamadı. deyince;
Büyük şeytan
- Seni çok ama çok sevdim. Âdemoğluna en büyük kötülüğü sen
yaptın. Benden sonraki halifem sen olacaksın.
Tek gayemiz ve hedefimiz insanı doğru yoldan şaşırtmaktır. Kur’an
okumalarını, gerçekleri öğrenmelerini engellemektir.’’ demiş.
14
Ocak-Şubat-Mart
yaşından sonraya ertelettirir. Ya da Emekli olduktan
sonra diye kandırır. İnsan kaç sene yaşayacağını, kaç
yaşında öleceğini biliyormuş gibi… Mezarlıkları gezelim, istatistik yapalım, kırk yaşından önce ya da
emekli yaşından önce ölenler mi daha fazla yoksa
diğerleri mi?
Fazla düşünme kafayı yersin diyerek, düşünmeyen Müslüman olmamızı ister. En tehlikeli insan
düşünmeyen insandır. Kur’an-ı Kerim akıl sahiplerinin sadece düşünüp tefekkür edebileceklerini
duyurur. Hiç düşünmez misiniz, hiç tefekkür etmez
misiniz uyarısını yapar.
Nasıl olsa cehennemde yandıktan sonra cennete girmeyecek miyiz? diye cehennemi basit
gösterir. Hafife aldırır. İnsan bir kibrit ateşine dahi
dayanamazken bu akıl almayacak bir şeydir. Cehennemi basit bir mekân olarak addeder. Cezayı basit
görenlerin suç işleme oranı daha fazladır. Cehennemi basite alır cenneti unutturur.
Biz büyüklerimizden böyle gördük, dedirtir:
Amellerine bidat hurafe karıştıranlar, dini yanlış yaşayanlar uyarılınca şeytan atalarının dinine sığınmasını tavsiye eder. Gerçek İslam’ın öğrenilmesine bu
şekilde engel olur. Anne babalarının üzerine atmak
suretiyle sığınmalarını ister.
Harca, harca, harca diye telkin eder: Çünkü
Allah israf edenleri sevmez. Kartla al, borç al, sonra elbet ödersin, diye kulaklarına fısıldar. Alışverişe
doymamalarını ister.
Hayırlı bir işe başladığımızda, buna tahammül
edemez ve ertelememizi ister. Şimdi yorgunsun,
sonra yaparsın. Hele şu dünyalığı yap, sonra devam
edersin diyerek engel olmak ister. Namazı son vakte uzattırır. Hâlbuki Peygamber Efendimiz (s.a.v.):
“Sabaha eriştiğinde yapacağın salih ameli akşama
yaparım diye erteleme, akşama eriştiğinde yapacağın salih ameli sabaha yaparım diye erteleme, erteleyenler helak olmuştur.’’ buyurarak bizi uyarmıştır.
Bu dünya imtihanında, bizi sırat-i müstakimden ayırmak üzere ant içen şeytanın verdiği vesveselerden bazıları bunlardır.
Kuranı Kerim’in ifadesiyle; “Kullarının hepsini
azdıracağım. Salih kulların müstesna.” (El-Hicr, 40.)
Bu kısacık ömrümüzde ilahi emirlere uyarak hem
kalbi hem de ruhi olarak şeytana ve onun fısıltılarına bir
kalkan oluşturmamız Efendimizin özlediği bir ümmet
olabilme gayretiyle nefsin ve şeytanın tek bir işaretiyle
onun yolundan koşanlardan değil, Allah Rasulünün
Allah’tan aldığı davete kulak verip, şeytanın ben onları
saptıramam dediği salih kullardan olmak duasıyla.
Bunun üzerine toplantıda bulunan diğer şeytanlar
Şikâyetlerini sıralar:
- Müslümanların cami’ye gitmelerine engel olamıyoruz. Allah ve elçisi ile bağlantı kurmalarını da
engelleyemiyoruz…
Büyük şeytan bunun üzerine:
-Bize panik yok, yılmak da yok. Der. Devamında:
-Bırakın Cami’ye gitsinler, ama zamanlarını
çalın, fikirlerini meşgul edin, dikkatlerini dağıtın. Allah ve Rasulü ile hayati bağlantı kuramasınlar. İhlâslarını alın, kimin huzurunda olduklarını unutsunlar. diyerek tavsiyelerine başlar:
Şeytan’ın insanı yoldan çıkarmak için masum
görünen fısıltılarından bazıları:
Bir defadan bir şey olmaz: İnsanlar sigaraya, içkiye, yalana ve diğer bütün günahları işlemeye böyle
başlamıştır. Gerçekten de bir seferden bir şey olmaz
fısıltısı ile insanı aldatmıyor mu? İnsanlar içkiye, kumara, yalana bütün melanete böyle başlamıyor mu?
Tövbe edersin, Allah affeder: Önce bir defadan
bir şey olmaz deyip, günahı başlatır, tövbe edersin
Allah affeder diye günaha alıştırır. Günahtan sonra
biraz zor affedilirsin diye ümitsizliğe düşürür. Ümitsizliğe düşmek ise büyük günahtır, kâfirlere mahsustur; hâlbuki günahı terk edip bir daha dönmemek üzere tövbe edenin günahı tamamen silinir.
Madem sonunda tövbe edince günahlar siliniyor,
diye günaha devam etmek esas büyük günahtır.
Ölüm insana aniden gelir, insan tövbe etmeye fırsat
bulamayabilir.
“Herkes yapıyor” diye kandırır: Herkes gidiyor
sen de git. Herkes giyiyor sen de giy, herkes alıyor
sen de al, herkes çalıyor sen de çal, herkes yapıyor,
sen de yap. Herkesin yapması o ameli temize çıkarıyor mu? Doğrular ve yanlışlar, helal-haram belirlenmiştir. Başkalarının yapması bizi günahsız kılmaz.
Allah kalp temizliğine bakar: Fısıltısı şeytandandır. İbadetlerden maksat kişiyi iyi insan yapmaktır. Sen zaten iyi insansın, kalbin tertemiz der. Allah
kalbine bakar. Dürüstlüğüne bakar. Çevrenle olan
ilişkilerine bakar. Önemli olan kalptir der. İnsanı insan yapan Allah’a kulluktur. Kalbi temizleyen ise ibadetlerdir. Kulluk olmadan kalbim temiz demek ne
kadar gaflettir.
Zaman sana uymaz sen zamana uyacaksın,
diye aldatır. Bu zamanda böyle şey mi kaldı, böyle
olur mu dedirtir. Hâlbuki zaman din değil ki sen zamana uyacaksın. Üstelik zamanı sen değiştirebilirsin.
Daha gençsin! Fısıltısıyla Allah’a kulluğunu kırk
15
Ocak-Şubat-Mart
İslâm Kardeşliğini
www.osmannuritopbas.com
MuhafaZA Etmek
Peygamber Efendimiz, hicretin sekizinci
yılında bazı kabîlelerin Medîne’yi kuşatmak
maksadıyla toplandıklarını haber almıştı. Bunun üzerine, içlerinde Muhâcir ve Ensâr’ın ileri
gelenlerinin de bulunduğu 300 kişilik ordunun
başına Amr bin Âs’ı komutan tayin ederek onların üzerine sefere yolladı.
ben istedim. Sen, ancak bana yardımcı olmak
üzere geldin!» dedi. Ebû Ubeyde (r.a.) ise onun
bu sözlerine:
«Hayır! İş öyle değildir. Ben, kumandanı
bulunduğum birliğin kumandanıyım, sen de
kumandanı bulunduğun birliğin kumandanısın!» mukâbelesinde bulundu. Bu tartışma,
Ebû Ubeyde (r.a.)’ın imam olup halka namaz
kıldırmak istediği zaman yeniden tekrarlandı.
Bu hâdiseler üzerine Ebû Ubeyde, Amr bin Âs
ra’ın «Sen ancak benim yardımcımsın!» diyerek direndiğini görünce, emri altındaki bazı
sahâbîlerin bu hususta kendisine çıkışmalarına
da aldırmayarak ona hitaben:
Amr (r.a.)’ın kumandası altında yola çıkan
mücâhidler, gündüzleri gizlenip geceleri yürüyerek, Medîne’ye deve yürüyüşü ile on günlük mesâfede bulunan Zâtü’s-Selâsil’e vardılar.
Lâkin aradıkları kavme yaklaştıklarında Amr bin
Âs, onların kendilerinden sayıca daha fazla olduğunu ve Müslümanlar için büyük bir yığınak
hazırlamış olduklarını gördü. Bunun üzerine
mü’minlerin hayatlarını tehlikeye atmamak için,
hemen Peygamber Efendimiz’e bir elçi yollayarak yardımcı bir birlik talebinde bulundu.
«Ey Amr! Bilesin ki, Rasûlullah (s.a.v.) ‘in bana
en son sözü:
«Arkadaşının yanına varınca, birbirinize karşı
itaatli olunuz! Aranızda anlaşmazlığa düşmeyiniz!» emir ve tavsiyesi olmuştur. Eğer sen bana
itaat etmezsen, ben sana itaat eder, boyun eğerim!» dedi ve ona tâbî oldu. Böylece din kardeşi
ile geçimli olmak ve İslâm kardeşliğinin herhangi bir zarara uğramaması için kendi hakkından
ferâgatta bulundu.
Efendimiz de derhal Hazret-i Ebû Bekir ve
Hazret-i Ömer (r.a.)’nın da aralarında bulunduğu 200 kişilik yardımcı birliği Ebû Ubeyde bin
Cerrâh komutanlığında gönderdi. Ubeyde bin
Cerrâh’a da Amr bin Âs’la görüştüklerinde hep
birlikte hareket etmelerini ve aralarında aslâ anlaşmazlığa düşmemelerini emir buyurdu. (Vâkıdî,
Bu fedakârlığı öğrenen Efendimiz ise:
II, 770; İbn Sa’d, II, 131)
«Allah, Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı rahmetiyle esirgesin!» diyerek ona duâ da bulundular.
Lâkin iki birlik buluştuğunda, aralarında
komutanın kim olacağı hususunda bir müddet anlaşmazlık yaşandı. Zira Amr bin Âs, Ebû
Ubeyde’ye hitaben: «Sizin de kumandanınız
benim! Çünkü Rasûlullah (s.a.v.)’e haber göndererek bana yardım etmenizi, kendisinden
(Vâkıdî, II, 773)
İslâm kardeşliği; bütün mü’minleri gönlün
muhabbet iklîmine alabilmek, kardeşinin sevinciyle sevinip derdiyle dertlenmek, zor zamanın16
Ocak-Şubat-Mart
da tesellî kaynağı olup gerektiğinde nefsinden
fedâkârlıkta bulunabilmekle gerçekleşir. Zira
âyet-i kerîmelerde, bu husustaki emirler çok
açıktır:
ğukluk girmekte; böylece cehâlet, bencillik ve
duygusuzluk neticesinde İslâm kardeşliği gitgide zayıflamakta, maddeye esir olmak sefâleti,
gönüllerde İslâm’ın feyz ve rûhâniyetini âdeta
eritip yok etmektedir.
«...O hâlde siz (gerçek) mü’minler iseniz
Allah’tan korkun, (mü’min kardeşleriniz ile)
aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin.»
Mâlum olduğu üzere, Cenâb-ı Hak, her insanın gönül dünyasını bir yaratmamıştır. Bu sebeple topluluğun bulunduğu yerde görüş ayrılıklarının vukû bulması kaçınılmazdır. Mühim
olan, her ayrılığı İslâm’ın telkîn ettiği kardeşlik
rûhu etrâfında bertaraf ederek ve gönüllerde
kin ve hasedin oluşmasına mahal vermemektir.
(el-Enfâl, 1)
«Hep birlikte Allâh’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı
yapışın; parçalanmayın...» (Âl-i İmrân, 103)
Bu sâyededir ki mü’minler; asırlarca ırk, kavmiyet ve mezhep gibi farklılıklarına rağmen
daima birlik ve berâberlik içinde yaşamışlardır.
Bu kardeşlik, fertlerin ve toplumların en büyük
huzur, sürûr ve saâdet kaynağı olmuştur. Bu huzuru kaybetmek ise, ferdî ve ictimâî kayıpların
en hazinidir.
Bu cümleden olarak mü’minler, din kardeşlerinde görmüş oldukları bir hata sebebiyle,
öncelikle kendi nefislerini sorgulamalıdırlar.
Nitekim Abdullah bin Mübârek Hazretleri, kötü
huylu biriyle yapmış olduğu yolculuk sonrasında, onun kötü huylarını niçin düzeltemediğinin
muhâsebesiyle içli içli ağlamıştır.
Lâkin zamanımızda maalesef menfî neşriyat,
müstehcenlik ve aşırı tüketimi kamçılayan reklamlar ve onlarla yan yana yürüyen kontrolsüz
basın, genç dimağları şaşırtmakta, yormakta ve
âdeta narkoze ederek kendi kalıbına sokmaktadır. Diğer taraftan televizyon, internet ve modanın menfî ve yıkıcı tesirleri karşısında İslâm kardeşliği ve toplum huzuru büyük yaralar almakta
ve îman bağı sanki bir hazâna yakalanmaktadır.
Zira daha evvel, düşenin düştüğü yerde kalmasına göz yumulmaz, düşen elbirliği ile kaldırılır,
sıkıntısı giderilerek insanlık haysiyeti içerisinde yaşaması temin edilirdi. Fakat günümüzde
nefsânî hesaplar ve dünyevî menfaatler uğruna
nice gönüller arasına dargınlık, kırgınlık ve so-
Mü’minlerin din kardeşlerinde gördükleri
hataları düzeltmeye çalışırken kullanmaları gereken üslûp da çok mühimdir. Zira kullanılan
kaba ve yanlış bir üslûp, kaş yapayım derken
göz çıkarmakla neticelenebilir. Bu sebeple
hatalı insanların benliğini tahrik ederek, yanlışlarını kabul etmemelerine sebep olabilecek
sert ve haşin bir hitap tarzından uzak durmak
gerekir. Nitekim Peygamber Efendimiz sav
muhâtaplarında gördüğü bir hatayı onlara
yakıştıramadığını hissettirecek şekilde son
derece nâzik ve hassas bir üslûp kullanır:
17
Ocak-Şubat-Mart
melini teşkil eden âile yapısındaki ahlâkî tahribat ise çok daha büyük bir önem arz etmektedir.
Nitekim mânevî terbiye eksikliği ve medyanın
menfî telkinleri neticesinde âile fertleri arasındaki gönül bağları gitgide zayıflamaktadır.
Öyle ki gençler, ilâhî emir gereği kendilerine
«öf» bile demenin yasaklandığı anne-baba için
hizmet etmeyi bir nîmet değil de külfet olarak
görmekte, âile fertlerinin taşkınlıklarını, bilhassa çocukların usandırıcı hırçınlıklarını eritecek
fazîlet cevheri olması gereken annelerin gönülleri, bu olgunluğu sergileyememektedir.
Yine mânevî olgunluktan mahrum nice
anneler, gelinlik kızlarını uğurlarken: «Aman
kızım! Göreyim seni, sakın kendini ezdirme! Kocanı avucunun içine al! Hayatın keyfini çıkar!
Bu dünyaya bir daha mı geleceksin!» tarzında
hodgâmlık ve bencilliği palazlandıran nâhoş
cümlelerle gûyâ nasihat etmektedir. Böylece,
eşlerin birbirlerini anlayışla karşılayıp hoş geçinmelerine bağlı olan âile saâdetinin temelleri, ilk
günden zedelenmektedir. Neticede sağlıklı toplumların çekirdeği olan âile yuvaları dağılmakta,
düzgün bir âile terbiyesinden mahrum kalan
“Mü’min, başkalarıyla
çocuklar da sokakların insâfına terk edilmekteülfet eder
dir. Böylece toplum, sanki bir sahrâ hastanesine
(hoş geçinir) ve kendisiyle ül- dönüşmektedir. Hâlbuki daha evvelki nesillerde
gençler, İslâmî bir edep ve terbiye ile yetiştirilfet edilir. Kimseyle ülfet etme- diğinden; ince, zarif, nâzik, hassas, affedici ve
yen ve kendisiyle de ülfet edil- güler yüzlü olmak onların bir tabiat-ı asliyesi
hâlinde idi. Bu özellikleriyle anne ve evlatlar,
meyen kişide hayır yoktur.”
âyet-i kerîmede ifâde edildiği üzere «göz nûru»
olacak vasıflarla müzeyyendi. (el-Furkân, 74) Böyle(Ahmed, II, 400, V, 335)
ce takvâda, Allâh’a yakınlıkta ve İslâm şahsiye«-Bana ne oluyor ki, sizleri böyle görüyo- tini temsilde güzel bir misâl olarak, toplumun
rum!» buyurarak kendilerine galat-ı ru’yet (yan- huzur kaynağını teşkil ediyorlardı.
lış görme) izâfe ederlerdi.
Yeni bir yuva kurmak için evden ayrılan genç
Bilhassa insanlığa örnek olacak nesillerin kızların, büyüklerinden aldıkları nasihatler:
yetiştirildiği okullar ve Kur’ân Kursları, kardeş«Güzel evlâdım! Gelinlikle gireceğin yuvayı
liği zedeleyecek davranışlara karşı daha hassas
saâdetle doldurmalısın. Girdiğin bu kapıdan,
olunması îcab eden yerlerdendir. Zira eğitim
ak ve lekesiz bir kefenle ebedî yolculuğuna çıkmüesseseleri, İslâm kardeşliğinin en güzel ve
malısın!»
zirve seviyede yaşandığı yerler olmalıdır. Nite«Büyüklere saygı göster, hürmette kusûr etkim insanlığa hakkı, hayrı ve güzel ahlâkı tavsiye
edecek insanların, bizzat kendi yaşayışları ile me; böylece sen de yükselirsin, onların saâdeti
bu kardeşliği sergilemeleri elzemdir. Mevlânâ sana da ulaşır.»
Hazretleri ne güzel buyurmuştur:
«Halı ol, üzerinde kırk tane ayak dolaşsın ki,
«Hâl ile öğüt veren, sözle öğüt verenden baş tâcı olasın!» ««Ağzından kan damlasa, kıiyidir.»Öte yandan günümüzde toplumun te- zılcık şurubu içtim» diyerek âile içi hâdiseleri
18
Ocak-Şubat-Mart
kimseyle paylaşmayasın!” cümleleriyle
özetlenebilecek bir muhtevâda idi.
Eşler, kayınpeder ve kayınvâlidelerini anne-babaları olarak telâkkî eder, gelinler görümcelerini ve damatlar da kayınbirâderlerini
âdeta kardeş olarak bilirlerdi. Bu fânî cihanda
kurdukları âile yuvaları da, yaşadıkları takva
hayatıyla cennet hazırlığı hâlinde olurdu. Zira
onların yegâne örneği, dünyadaki en mesut
hâne olan, Peygamber Efendimiz’in yuvası idi.
O yuva, dünyanın öyle huzur ve güzellik
dolu yuvasıydı ki, günlerce sıcak bir yemek
pişmediği hâlde, burcu burcu saâdet kokardı.
Üstelik o mukaddes yuvada hanımların odası,
ancak başlarını sokacak bir mekândan ibâretti.
Ancak o yuvanın en lezzetli rızkı; rızâ, sabır ve
teslîmiyetti. Allah Rasûlü r’in âile hayatında
uyguladığı terbiye usûlü, onların kalplerini
sonsuz bir bağlılık, hürmet ve muhabbetle
doldurmuştu. Şu bir hakikattir ki, hiçbir kadın,
efendisini; vâlidelerimizin Allah Rasûlü r’e olan
sevgileri derecesinde sevemez. Hiçbir koca da,
hanımını; Allah Rasûlü’nün, mübârek hanımlarına olan muhabbeti seviyesinde sevemez.
Hiçbir evlât, Hazret-i Fâtıma’nın babasını sevdiği kadar sevemez. Hiçbir baba da evlâdını,
Allah Rasulü’nün Hazret-i Fâtıma’yı sevdiği kadar sevemez.
mânevî noksanını telâfî etmek, sevinç veya
hüznünü paylaşmak, aşırı istekten sakınmak,
derdine ortak olmak, birbirine öğütte bulunmak, kusurlarını affetmek ve husûmeti bertaraf
edebilmek için «ben haklıydım, sen haksızdın!»
gibi sözlerin üzerine bir şal atarak kardeşliği her
hâlükârda yaşatabilmektir.
Hâsılı bir yuvayı huzur ve saâdet içinde
devam ettiren yegâne hususiyet, karşılıklı
sevgi, saygı ve mesûliyet duygusudur. Ama
unutmamalıdır ki, ecdâdımız: «Yuvayı dişi kuş
yapar» buyurmuşlardır. Bu bakımdan yuvaya
sahip çıkmak hususunda kadın, daha tesirli bir
rol üstlenmiştir. Dolayısıyla kadının bu noktada
göstereceği firâset (seziş ve kavrayış), gayret ve
fedâkârlık, erkeğinkinden daha fazla bir ehemmiyet arz eder.
İşte İslâm’ın bize telkin ettiği ve bizden
istediği yüksek ahlâk, bu hâle sahip olabilmektir.
Bir şair, gönlün fazîlet bahçesi hâline gelebilmesi için insana şöyle nasihat etmektedir:
Gökten cevherler
yağsa taş yine vermez çiçek
Toprak ol ki toprakta
nice güller bitecek
Bu hususta günümüz annelerine düşen vazife de, evlatlarını şu hadîs-i şerîfin muhtevâsına
girecek şekilde yetiştirmeye gayret etmektir:
Ne mutlu, din kardeşliğini her hâlükârda
muhafaza edip yaşatabilen mü’minlere!..
Cenâb-ı Hak, gönüllerimizi İslâm kardeşliğinin
feyz ve rûhâniyeti ile ziynetlendirsin. Cümlemizi, hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet günü
Arş-ı Âlâ’nın altında gölgelendirilecek olan din
kardeşleri zümresine ilhâk eylesin.
«Mü’min, başkalarıyla ülfet eder (hoş geçinir) ve kendisiyle ülfet edilir. Kimseyle ülfet etmeyen ve kendisiyle de ülfet edilmeyen kişide hayır yoktur.» (Ahmed, II, 400, V, 335)
Zira Rabbimiz; mü’minlerin, birbirini yıkayan iki
el gibi olmalarını arzu buyurmaktadır. Birbirini
yıkayan iki elden maksat ise, birbirinin maddî-
Âmîn...
Şebnem Dergisi, 2010 - Kasım Sayı: 69
19
Ocak-Şubat-Mart
Melek Uyar |
ve
[email protected]
Sevgi
Kardeşlik
“Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizler iman etmedikçe
cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız…1
M
üslüman müslümanın kardeşidir. Ona
ihanet etmez, yalan söylemez, onu sıkıntıda bırakmaz. Her Müslüman’ın
diğerine namusu, malı ve kanı haramdır.Takva işte
burada (kalpte) dır. Bir kimsenin Müslüman kardeşini hor görmesi, kendisine yapacağı kötülük olarak
yeter.2
Bir toplumun üyelerini bir araya getiren en
önemli unsur sevgidir. Sevgiyle toplanan sevgiyle kaynaşan insanların devamlılığı ise adaletle
gerçekleşir.
İnsan iki şeyi sever: İlki, kendini ve devamlılığını sağlayan şeyleri, mesela anne babası…
İkincisi ise, kendisine iyilikte bulunanları. Görüldüğü gibi bu sevgilerin nedenleri vardır. Bununla
birlikte bu, insanın varlığındaki bir gerçektir. Madem insan bu özellikleri yaratılışında taşıyor, bize
düşen, bunları doğru şekilde doğruya yönlendirmektir. Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyet-i kerimede
Allah-u Teâlâ (c.c.) Müslümanları “İyilik ve takvada yarış”a “insanlara ikram”a davet etmektedir
Bu sevgilerden daha üst bir sevgi vardır ki, onun, nedeni, gerekçesi, eksilmesi, zarar görmesi
mümkün değildir. O, gönlüne yerleştiği kişinin
gönlünü cennet bahçelerine çevirerek hem o kişiyi hem de etrafında bulunanları saadetli kılar. O
sevgi Allah sevgisidir.
Allah (c.c.) için sevmek, öyle bir menbadır ki,
ondan ne kadar çok kişi içerse, suyu o kadar çok
artar, dolayısıyla çevresine hayat dağıtır.
20
Ocak-Şubat-Mart
ve hummaya tutulan bir vücut gibidirler.”3
Diğer sevgiler bencilcedir, ben merkezlidir, ben
içindir. Oysa bütün sevgiler sadece Allah (c.c.) içindir. Allah (c.c.) için sevgi “karşılıksız sevgi”yi ifade
eder.
İnsanlarda kardeşlik, ana-baba birliğindendir.
Bundan dolayı bir ömür birbirleriyle hukukları vardır, birbirlerinden kopamazlar. Müslümanlar arasındaki kardeşlikte ise, Yaratıcı ve din birliği vardır.
Kardeşler arasındaki iletişim ve etkileşim ne kadar
kuvvetliyse din kardeşleri arasındaki bağ da en az
o kadar kuvvetli olmalıdır.
İnsanı, insana olan sevgisinden yaratan Allah
Teâlâ (c.c.), en çok sevdiği kulunu da bu insanlara en
son Peygamber, rehber olarak göndermiştir. Bu nedenle Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sevgi Peygamberidir. Rasulullah Efendimizin (s.a.v.) hayatında en
dikkat çekici husus sevgidir. Gönderildiği topluma
sevgi ve kardeşlik tohumları eken Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bu tohumların ulu birer ağaç olacağı
şuuru ile hareket etmiştir. Asırlar öncesinden bize
şu hitapları çağlayan gibi ulaşmıştır:
“Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir. Ona haksızlık etmez, onu düşman eline bırakmaz. Kim Müslüman kardeşinin ihtiyacını giderirse Allah da (c.c.)
onun ihtiyacını giderir; kim Müslüman kardeşini bir
sıkıntıdan kurtarırsa Allah da (c.c.) onu bir sıkıntıdan
kurtarır; kim Müslüman kardeşinin bir kusurunu gizlerse Allah da (c.c.) onun kusurunu gizler.”4
“Müminler birbirini sevmekte, birbirine şefkat göstermekte ve korumakta, herhangi bir organı rahatsız
olduğunda diğer organları da bu yüzden uykusuzluğa
Kardeşlik, fedakârlık ve hoşgörü gerektirir. Kardeşini kendi nefsine tercih etmekle birlikte sahiplenme ister. Sürekli kardeşinin olumlu yönlerini görerek ona karşı sevgisini arttırmayı ön planda tutar.
Sevginin sonucu olan kardeşlik, önce bu duyguları taşıyanı olumlu davranışlara yöneltir; ardından
bu toplumsal bir figür haline gelerek o toplumun
ahlaki karakterini meydana getirir.
Dinin temeli de, binası da, inşası da sevgidir. Bu
sevgiyi gereği gibi anlayan ve yaşayanların oluşturduğu toplum İslam toplumudur.
İmanı köklü bir ağaç olarak düşünecek olursak;
bu ağacın kökü sevgidir, dalları sevgidir, meyveleri
sevgidir.
Bu toplumsal ruhu Allah Teâlâ (c.c.) Kur’ân-ı
Kerim’de şöyle ifade etmektedir: “Doğrusu iman
edip sâlih ameller işleyenler var ya, Rahmân
(olan Allah (c.c.)) onlar için (kalplerde) bir sevgi
kılacaktır.”5
“Ekmel” ve “Kâmil” olan bu dinin mensupları
olan bizler, Allah Teâlâ’nın (c.c.) ve Rasûlü Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) çizdikleri yol üzere yani sıratı müstakim üzere olmalıyız.
“Yaratılanı severim, Yaradan’dan ötürü” düstûru
ile tüm insanlığa yaklaşmamız, insanlığımızın
ve Müslümanlığımızın olgunluğunun göstergelerinden olacaktır. Allah Teâlâ (c.c.) İslam’dan ve
Rasulullah’ın (s.a.v.) izinden gönüllerimizi ve bedenlerimizi ayırmasın. Âmin.
Dipnotlar: 1 (Müslim, Îmân 93-94) 2 (Tirmizi, Birr 18) 3 (Buhari,
Edeb 27) 4 (Müslim, Birr 58) 5 (Meryem Sûresi ,96
21
Ocak-Şubat-Mart
Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ Bey’le,
“İdeal Bir
RÖPORTAJ
Gençlik”
Tebessüm: -Gençler içinde bulundukları zamanı
en verimli bir şekilde nasıl değerlendire bilirler? Gelecekleri için en verimli yatırımları nasıl yapabilirler ?
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz: Köylü olanlar bilir. Düz
ve boş harman yerleri vardır, köyün dışında, kenarında veya müsait bir yerinde. Bu harman yerleri bir yıl
boyunca boş durur. Fakat on, on beş günlük harman
zamanı adeta köy oraya boşalır, herkes orada çalışır.
Çocuklar, gençler, yaşlılar ve kadınlar hepsi kendine
düşen görevi orada çalışarak yerine getirirler. Bu çalışmada uzun kış aylarının ve günlerinin ihtiyacı hazırlanır. Sadece uzun kış günlerinin değil bütün bir yılın
emeği verilir bu harmanlarda.
Mahşer olan harman yerlerinde, buğdaylar dövülür, fasulyeler ayrıştırılır, mısırlar sıyrılır, bulgurlar
kaynatılır ve kurutulur. Bu güzelim yiyecekler elde edilirken fareler karıncalar, kargalar, tavşanlar ve keçiler
boş durmaz. Adeta harman yeri onların da mahşeri
olur. Ne kadar çok çalarlarsa o kadar çok kar ederler.
Bu hırsızlara mallarını kaptırmak istemeyen köylüler,
harman bekçisi tutarlar.
İşte gençlik, insan ömrünün harman zamanıdır.
Bütün malların ambara konacak vaktidir. Bu zamanda Kur’an ezberlenir, üniversiteler bitirilir, yabancı
diller öğrenilir. (Ben şahsen dört lisanı bu dönemde
yani on beş, yirmi beş yaşları arasında öğrendim.) Bu
kazanılan bilgiler hafıza ve akıl ambarına konur ve hayatın diğer zamanlarında kullanılır.
“Gençlik” dediğimiz bu çağda muzır mahlûklar da
Üzerine
en şiddetli şekilde çalışır. Fareler, yılanlar, karıncalar,
kargalar, tavşanlar ve keçiler işte bu sıralarda insanın
zamanını, ilgisini, muhabbetini, gözlerini, kulaklarını, ellerini, ayaklarını kısacası tüm ruhunu ve
bedenini çalarlar. Gençler, daha sonraki yıllarında,
çaldırdıkları meziyetlerini elde edemezler ve kullanamazlar. Ahirette zaten perişandırlar. Allah, gençlerimizin akıllarını başlarına getirsin de gençliklerini zayi
etmesinler.
Tebessüm: -Kıymetli Hocam, sahasında mütehassıs biri olarak, başarılı olmak için nasıl bir yol izlediniz? Bu konuda gençlere tavsiyeniz neler olabilir?
Akgündüz: Birincisi; Başarının bir sırrı “uyuyorken
güneşin üzerine doğmaması” olarak belirtiyorum
ve sabah güneş doğmadan kalkmanın bize getirdiği
nimetleri anlatıyorum.
İkincisi; Başarılı olabilmek için zamanı çok iyi
ayarlamak ve eskilerin malayaniyat dediği işlerden
uzak durmaya çalışmak. Bana soruyorlar: Geleceğe ait
projeleriniz var mı? Diye. Benim cevabım elbette 70
yıllık projelerim hazır olunca şaşırıyor ve yine soruyorlar; Nasıl olur yaş 50’yi geçmiş? Benim temel cevabım
şu: Elinde 70 yıllık projesi olmayan önündeki yedi yılda
başarılı olamaz.
Üçüncüsü; Mütehassıs olacağınız alanda temel
disiplinleri çok iyi halletmek. Benim meşhur cevabım
bana gelen gençlere, Boğaziçinin en iyi bölümünü sonuncu bitirmektense, Hakkâri Müzik Yüksek Okulunu
birincilikle bitirin.
neler olmalı? Bu konuda hangi eserleri güvenilir
kaynaklar olarak tavsiye edersiniz?
Akgündüz: Günümüzde, Osmanlı Devleti’ne
cephe alan belli mihrâklar ve karanlık güçler, üç kol
halinde, en uzun ömürlü İslâm Devleti olan Osmanlı
Devleti’ne hücum etmektedirler: Birinci kol, İslâm’a
düşmanlıklarını açıktan ortaya koyamayan ve bunu
Osmanlı düşmanlığı adı altında yürüten din ve tarih
düşmanlarıdır. Bunlar, kusurlarıyla birlikte, İslâm’ı
hayatın bütün safhalarında yaşayan ve yaşatmaya
çalışan Osmanlı Devleti’ni tenkid etmekle, açıktan
yapamadıkları İslâm düşmanlığını böylece yapmış
oluyorlar. İkinci kol ise, altı yüz sene, İslâm›ı neşretme
hizmetindeki Osmanlı Devleti›ne ayak bağı olmuş,
İslâm›ı kendi sâfiyetinden çıkarmaya çalışmış bir devletin fikir propagandalarına kanan ve tarihimizi tam
bilmeyen bazı saf Müslümanlardır. Üçüncü kol ise,
Osmanlı Devleti’nin bütün Müslümanları kucaklayan
ümmet ve Osmanlı Milleti anlayışına karşı çıkan ve
yanlış olarak Osmanlı Devleti’ni Türk düşmanı gibi
göstermeye çalışan belli bir ekiptir. Özellikle Fâtih’in
kapıkulu sistemini ve Sokullu gibi başka ırklara mensup Osmanlı devlet adamlarını acımasızca tenkit
edenler bu grup içinde yer almaktadırlar. Her üç kolun da ellerinde koz olarak kullandıkları en önemli
mevzûlardan biri, Osmanlı padişahlarının ve Osmanlı
Devleti’nin, İslâm dininin, içki yasağı ile alâkalı hükümlerini hiçe saymaları ve aşırı bir içki mübtelâsı olmaları
şeklindeki iddiadır. Harem mevzuu da bu tür iddialarla
bezenerek ve süslenerek vatandaşın önüne çıkarılmak
istenmektedir.
Osmanlı Devleti, büyük bir devlettir. Osmanlı Tarihi
konusunda kalem oynatmak da büyük bir iştir. Büyük
işlerde sadece kusurları gören cerbeze ile hareket edenler, hem aldanır ve hem de aldatırlar. Cerbezenin
şanı, bir kötülüğü sümbüllendirerek bütün güzelliklere galip getirmektir. Bir adamdan bir sene içinde meydana gelen pis kokuları bir anda meydana gelmiş gibi
hayal ederek o adama bakarsanız, o adam nazarınızda
çok çirkin hale düşer. İşte eğer cerbeze ile 600 yıllık
zamanda 20 milyon km2’lik mekânda Osmanlı Tarihi
içinde dağınık halde meydana gelen bütün kötülükleri toplar ve o siyah perde ile Osmanlıya bakarsanız, o
zaman kapkaranlık bir tarihle karşılaşırsınız. Cerbeze,
bütün çeşitleriyle garip şeylerin makinasıdır. Gerçekten de cerbezeli bir âşıkın nazarında bütün kâinat sevgiyle oynaşmakta ve gülüşmektedir; ama çocuğunun
vefatıyla mâtem tutan bir ananın nazarında umum
kâinat hüzün içinde ağlaşmaktadır. Halbuki ikisi de
doğru değildir.
İşte biz, girdiğimiz Osmanlı tarih bahçesinde
sadece kirli ve murdar şeylere değil; açmış çiçeklere
ve kokan güllere de bakıyoruz. Makam için fetvâ veren
Turşucu-zâdelerin yanında Kanuni’ye karşı çekinmeden ‘Padişah emriyle nâ-meşrû’ olan nesne meşrû’
Ben beş yaşımdayken çevremdeki insanlara
Kur’an okumayı öğretiyordum ve Osmanlıca Mızraklı
İlmihal’i de su gibi okuyordum, elhamdülillah.
İlkokulu köyümde tamamladım. Arkasından Gaziantep İmam Hatip ve Gaziantep Fen lisesini bitirdim. Bu arada bence asıl gelişme lise dönemimde
oldu. Çünkü ortaokul ikinci sınıftan itibaren babamdan öğrendiğim Emsile-Maksud seviyesindeki Arapça
bilgilerimi, Molla Cami’nin Bab-ül Mecrurat’ına kadar,
Tillo’lu meşhur Hafız Taha’dan okuyarak geliştirdim.
Kader-i ilahi, sırf bana ders vermesi için, onu 1971
olayları vesilesiyle, Gaziantep’e sürgün etti. Sürgün
edildiğinin ilk günü tanıştık. Bu da ayrı bir tevafuktur.
O gün ben müftülükteydim. Zira ben İmam Hatip ikinci sınıfından itibaren müftülükçe köylere vaaz etmeye
gönderiliyordum.
Vazifeli olduğu camisinin odasında bana bir aşır
okuttu. “Akgündüz hoca, senin kıraatın benden iyi.
Ben sana Arapça okutayım” dedi. Seviyemi öğrendi. Başladık. Bina’yı bir haftada bitirdik. Maksud on
gün kadar sürdü. Daha sonra Sadeddin Teftâzânî’nin
Şerhu’l İzzî adlı eserini haşiyesiyle birlikte okuduk. Arkasından kendisinden Katr’un Neda’yı okudum. İbn-i
Hişam’ın, konusu Arap dili grameri olan Şuzur’uzZeheb’ini okudum. Molla Cami adlı eserin Mecrurat
kısmına kadar geldik.
İbn-i Malik’in 1000 beyitle Arapça gramerini ele
aldığı meşhur Elfiye’sinin 670 beytini aynen Fatiha
derecesinde ezberletti hocam. Yani onu Fatiha okuma
kolaylığında okuyabiliyordum.
Alet ilimleri bitince bunu takiben Münazara ilminden bir eser, Mantık’tan iki kitabı; Şemsiyye ile
Muğn’it- Tullâb’ı bitirdim.
Ardından Erzurum Yüksek İslami İlimler Fakültesini kazandım. Bir taraftan Celaleyn başta olmak
üzere Arapça grameri ve tefsir dersleri veriyordum.
Bir taraftan da ilmimi tamamlamak istiyordum; Usul-u
Fıkıh, Usul-i Hadis, İlm u Usûli’t Tefsir ve Fıkıh ilminin
ana meseleleri..
Usul-ü Fıkıh’ta Molla Hüsrev’in ’Mir’at El Usûl fi
Şerhi Mirkat el Vüsûl adlı eserini okumak istedim.
Mehmed Kırkıncı Hocamı tavsiye ettiler. Kurşunlu
medresesinde o zaman o kitaptan ders başlamıştı. Şu
an Din İşleri Yüksek Kurul Üyesi olan Zeki Karakaya
Hoca, merhum İn’am Hocaefendi, şu an Profesör
olan Sadi Çöğenli Hoca, Ali Bayram Hoca gibi zatlar
da bu derse devam ediyorlardı.
Tebessüm: -Hocam, ecdadımız bize paha biçilmez bir kültür mirası bırakmıştır. Bu mirasa sahip
çıkmak bizim görevimizdir. Gençlerimizin tarihimize yeterince ilgi gösterdiğini düşünüyor musunuz?
Tarih bilincimizin oluşmasında atılacak adımlar
23
Ocak-Şubat-Mart
olmaz’ diyerek haykıran Ebüssuud’dan; Torlak Kemal
ve Mithat Paşaların yanında Molla Fenari’den ve Ahmed Cevdet Paşa’dan; devleti perişan eden Tal’atEnver-Cemal üçlüsünün yanında Pîrî Mehmed Paşa
ve Köprülü Mehmed Paşa’dan; körü körüne ilmî gelişmelere karşı gelen Kâdîzâde’lerin yanında Lagari Hasan Çelebi ve İsmail Gelenbevî’den de bahsediyoruz.
Biz tokadımızı Antranik ile beraber Enver Paşa’ya ve
Venizelos ile beraber Said Hâlim Paşa’ya vurmuyoruz.
Nazarımızda vuran da sefildir diyoruz. Kısaca tarihimizde görülen menfilikleri bir testi pis su olarak
görüyoruz. Bir testi pis su bir denize dökülürse,
denizi kirletmeyeceğine ve hatta kendisinin de
temizleneceğine inanıyoruz.
Tarih bize gösteriyor ki, biz müslüman Türkler, ne derece mânevi değerlerimize bağlanmış isek ilerlemişiz.
Ne vakit mânevî değerlerimizden uzak kalmışsak, gerilemişizdir. O zaman ş düşmanlar bizi can damarımızdan
vurmuşlardır. Bilesiniz ki düşman izi hiçbir zaman açık
savaşta yenememiştir. Daima tehlikeyi, kurtuluş reçetesi olarak göstererek bizi içimizden hançerlemişdir. Bir
milletin maddî bataryaları ne kadar modern silahlarla
mücehhez olursa olsun ve o millet isterse imparatorluk seviyesine yükselsin, mânevî bataryaları boş olduğu
müddetçe yıkılmaya mahkumdur.
Bunu hisseden düşman, Türk Gençliğini içerden
kemirmeyi, onu mazisinden ve manevi değerlerinden
koparmayı kendisine hedef seçmiştir. Bugün bunun
nasıl icra edildiği hepinizin malumudur. Bir kısmından biraz sonra biz de bir nebze bahsedeceğiz. Ancak tarihten ibret almak için bir vatan haininin ve can
düşmanımızın itiraflarını ve hareket planlarını ifade
eden bir vesikayı arz edeceğiz. Vatana ihanet suçuyla
1321 yılında Patrikhanenin orta kapısı önünde asılmış
bulunan İstanbul’daki Fener Patriki Gregorious tarafından Rus Çarı Aleksandr’a yazılan mektupta aynen
şu ifadeler yer almaktadır:
Tebessüm: -Hocam, küreselleşen bir dünyada yaşamaktayız. Sınırlar sadece harita üzerinde kalıyor.
Bilgi ve teknoloji çağındayız. Zamanımızın gençlerini nasıl bir merkez etrafında toplamalıyız? Manevi
dinamikleri nasıl harekete geçirmeli, gençler hangi
halet-i ruhiye içerisinde olmalı..? Ve istenilen bu
ideal kıvamı nasıl yakalıya biliriz?
Akgündüz: “Bir milleti millet yapan önemli unsur, müşterek mânevi değerlerdir. Türk gençliği ne
zaman mânevî değerlerine bağlanmışsa ilerlemiş
onlardan koptuğu zamanlarda ise geri kalmıştır.
Mânevi bataryaları boş olan milletler, sırf maddî
bataryalarına güvenmemelidirler.
Dünya mânevî bir buhran geçiriyor., Kalbinde
manevî bir yasakçı bulunmayan gençlik akıldan
ziyade duyularına mağlup olduğundan, her çeşit
tahribatı yapabilir. Devlet, cemiyetin yararına olarak girişeceği her teşebbüste, insanın maddi yapısı
kadar mânevî yapısını da düşünmelidir.”
İnkâr edilemez bir gerçektir ki; insanın maddî
yapısı yanında ruhî ve mânevî yapısı da vardır. İnsan
sırf et ve kemikten, yani yalnız kuru bir cesetten ibaret
değildir. Bir insanı tatmin etmek, bütün duygularını
tatmin etmekle mümkündür. Mide bir gıda istediği
gibi, kalp, ruh ve diğer latife ve duygular da gıda ister.
Bunların da gıdasını temin etmek bir zaruret iken, sadece cesedi beslemeye çalışmak, kalp, dil ve dimağı
koparıp cesede yedirmekten başka bir şey değildir.
Cesedi beslemek için, beyni ve kalbi çıkarıp ona yedirmek ise, insana yapıları en büyük bir zulümdür.
İnsan mahiyetinin temel taşını oluşturan mânevî
yanı ve mânevî yanının zaruri ihtiyaçları olan mânevî
değerler, gençlik için daha çok önemli olduğunu; yaratılış itibariyle sınırsız duygu ve kabiliyetlere sahip
olan gençlik için mânevî değerlerin bir kontrol müessesesi teşkil ettiğini; sosyal bünyemizde girişiIen
hareketlerde, özellikle gençliğin, maddî olduğu kadar
mânevi ihtiyaçlarına da cevap verecek şekilde hareket
edilmesi Iüzumunu tekrar tekrar hatırlatmalıyız.
“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün
değildir. Çünkü Türkler, sabırlı, mukavemetli, mağrur ve izzet-i nefisli insanlardır. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından ve kadere rıza göstermelerinden, anânelerinin kuvvetinden ve âmirlerine itaat
duygusundan ileri gelmektedir. Bu sebeple, Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak ve mânevî
bağları koparmak, dini metanetlerini zaafa uğratmak gerekir. Mânevîyatları sarsıldığı gün, Türkleri
zaferlere götüren asıl kudretlerinden sıyıracak
ve onları maddi kuvvetlerle yenmek mümkün
olacaktır. Osmanlı Devletin’i asfiye için mücerret
olarak harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir.
Yapılacak olan, Türkler’e bir şey hissettirmeden bu
tahribi tamamlamaktır.”
Sultan Aziz devrinde, İstanbuI Rus Elçisi olan GeneraI
İgnatyef, bu mektubu zikrettikten sonra şunu ilave eder:
“Ben vazifedeyken bu teşhisler isabetle tecelli etti.1” Evet
maalesef bu oyunlara gelen Tanzimat gençliği, Rus elçisinin dediği gibi, “millî ananelerin düşmanı ve atalarının
papuçları olamayacak bir hale gelmişlerdi.2 gugün de
aynı tehlike ile maalesef karşı karşıyayız. Kurt gövdenin
içine girmiş farkında değiliz. Can damarımızı paran, kanımızı içen en büyük düşmanı dost zanneden ahmaklar
içimizde yaşıyor ve tahrip odaklarının hoperlörlüğünü
yapıyor. Mânevi duyguları zayıflamış olan bir milletin,
maddeten ne kadar güçlü görünse de, yıkılmaya mahkum olduğunu, bakınız Peygamberimiz ne güzel tasvir
ediyor: “Yakın bir gelecekte, yiyicilerin karavana başına
üşüştükleri gibi, düşman milletler de sizin üzerinize
üşüşecek.
24
Ocak-Şubat-Mart
Birisi sordu: O gün biz sayıca az olacağımızdan mı?
Buyurdu: Hayır, siz o gün sayıca çok olacaksınız.
Ancak sel suyunun biriktirdiği çörçöp yığınına döneceksiniz. Allah da düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu kaldıracak, kalplerinize de “vehen” sokacak.
Vehen nedir? diye soruldu.
Cevaben buyurdu: Sırf dünyayı dünya
için sevmek ve ölümden nefret etmek.3”.
Yani mânevi değerlerden ve bağlardan
kopmak. Şurada yine eli kanlı papazın
“Maneviyatları sarsıldığı gün, Türkleri
zaferlere götüren asıl kudretlerinden
sıyıracak ve onları yenmek mümkün
olacaktır.” sözünü tekrar hatırlatmak istiyorum.
Dipnotlar: 1) Kutay, Cemal, Tarih Konuşuyor Dergisi,
c. l, sy. I, sh. 69-70; Canan, İbrahim, Ahirzaman Fitnesi ve
Anarşi, İstanbul 1982, sh. 104-105. 2) Gözler, H. Fethi,
ideal Türk Gençliği, Milli Kültür, Mayıs 1925 sh. 27 vd. 3)
Reşid er-Raşid, Tenvirür-Rical, Halep, 1389 H., sh. 4) (Ebu
Davud’dan naklen).
ÜNDÜZ K
G
K
A
t
e
m
h
A
r.
D
Prof.
ına
imdir?
m Üniversitei Rotterdam İslâ
er
b
an
d
lın
yı
gilizce,
2001
âs
tedir. Arapça,İn
az
ek
K
ş
tm
ü
g
rü
n
yü
ü
Ç
ü
n
iyarbakır ’ın
si Rektörlüğü
li ve iki çocuk
de
1955 yılında D
bilmektedir. Ev
İlkokulu köyün
ça
u.
rs
d
ğ
Fa
o
d
ve
e
e
d
n
kç
Köyü
Flemen
âm-Hatip
bağlı Malkaya
z, Gaziantep İm
ü
d
n
ü
kg
n
A
u
n
ez
babasıdır.
en m
tamamlaya
rı şunlardır:
Fen Bölümünd
si
se
Li
p
tabından bazıla
te
ki
n
m
ia
38
İli
î
az
an
G
m
n
lâ
ve
la
İs
n
si
si
yı
se
lilleri
Ya
Li
ersite
i Ve Hukûkî Tah
er
a Erzurum Üniv
d
el
te
lın
si
âm
yı
n
er
n
80
iv
û
n
19
Ü
ân
K
u.
old
a İstanbul
1. Osmanlı
en; 1982 yılınd
u.
ler Fakültesind
ld
o
yayınlandı).
n
u
den mez
(12 Cilt, 9 cildi
in
ûku Külliyâtı
es
lt
kü
Fa
k
si Hukû
ve Osmanlı Huk
ine 1982
m
es
lâ
lt
İs
i
kü
el
Fa
es
k
ay
kû
uk
2. M
tesi Hu
i olaDicle Üniversi
ştırma Görevlis
ra
A
i
h
ri
Ta
k
(Tek Cilt).
kû
ve
tbikatında
Kasım’ında Hu
inde mastırını
ve Osmanlı Ta
es
a
n
d
n
se
ku
83
kû
19
u
z,
H
ndü
3. İslâm
Osmanlı
rak giren Akgü
Hukûkunda Ve
âm
sl
“İ
si.
e
d
e
e
d
yl
zi
in
Vakıf Müessese
oktora te
d
1986 senes
lı
ad
’et ile birlikte).
”
si
se
se
kıf Mües
ri (2 Cilt ve Hey
a
d
lle
Va
ın
a
ci
d
Si
ay
ın
e
ât
ım
yy
ik
as
r’i
K
tb
i
Şe
Ta
4.
nes
şuyor (5 Cilt).
amladı. 1987 se
nya Selçuk
erçekleri Konu
Ko
G
,
doktorasını tam
er
üz
d
el
lg
ün
Be
kg
A
5.
yasası.
oçenti olan
uz Ve İslâm Ana
Tarihi ve
k
um
kû
ûk
u
uk
Hukûk Tarihi D
“H
H
e
sa
i’n
ya
6. Eski Ana
ukûk Fakültes
yânnâmesi.
Üniversitesi H
yin edildi.
ta
k
ra
la
o
”
ti
İnsan Hakları Be
n
a
’d
çe
o
m
D
lâ
İs
ku
7kû
u
lı
an
rihi.
İslâm H
ında Sayıştay Ta
Başbakanlık Osm
ığ
a
Iş
d
i
ın
er
as
el
ar
lg
rı
Be
lla
8. Arşiv
Baba (OSAV).
1986-1989 yı
t Arşivleri Daında Somuncu
ığ
üşâvir ve Devle
Iş
M
i
er
an
a
el
d
lg
zm
ar
U
Be
al
e
iv
d
9. Arş
Arşivin
ıyla araştırm
-ı Kehf ve TarÜyeliği sıfatlar
Işığında Eshâb
ınar
i
p
er
lu
el
m
lg
u
D
Be
e
iv
d
nışma Kurulu
rş
n
lülü
10. A
ndüz, 1993 Ey
atandı. Ekim
ak
bulunan Akgü
ar
ol
ü
ör
es
of
s
su Tarihi.
ik MüesHukûk Pr
lelik ve Cariyel
iktisâdî ve
k
Kö
a
ci
d
le
Üniversitesine
n
Bi
ku
lı
ku
ağ
u
b
H
11. İslam
niversiteye
olu1993’de aynı Ü
em.
an olarak tayin
ek
D
e
in
es
Osmanlı’da Har
lt
kü
ve
asi
Fa
r
m
se
ır
le
se
şt
m
ra
ili
A
B
İdârî
Osmanlı
anlı.
aynı zamanda
linmeyen Osm
-1998
Bi
97
.
12
19
ır.
ıd
nan Akgündüz,
n
ka
vellî Hey ’et Baş
eni Meselesi.
oları Vakfı Müte
. Sorularla Erm
sinde Misafir Pr
13
te
si
er
iv
n
Ü
n
Ayasofya.
ceto
Akgündüz’ün
de Bir Ma’bed;
ir
ders yılında Prin
an
n
ev
D
lu
u
ç
b
Ü
.
a
d
14
ar
tırmal
tadır.
fesör olarak araş
alesi bulunmak
ak
m
ve
er
es
î
çok sayıda ilm
25
Ocak-Şubat-Mart
Rabia Yelimlibağ |
[email protected]
Kardeşimsin,
Kardeşinim!
T
uğlaları düşen binanın, sıvasını karıp durur gibiyiz. Elleri ayakları koparılan vücutta, merhem olmakla avunuyoruz. Sahtelik
provasını iyi yürütüyor gülümsemelerimiz. Oturduğumuz yerden kardeşlik türküleri söylerken, kim
bilir kaçıncısını izliyoruz katliamların. Hâlbuki tarih
yazan ama tarih olmayan abideler var önümüzde,
bilincimizi sarsan kardeşlik destanları.
Bir el Mekkeli, diğeri Medineli. Tutuyorlar birbirlerini asırlara meydan okuyarak. Çağlar akıyor,
insanlar başkalaşıyor, çürüyor, diriliyor, yeşeriyor
tekrar bozuluyor ama o iki elin hatırası hiç gitmiyor
hafızalardan. Bozuldukça, yıprandıkça, düşmanlaştıkça o iki elin resminden yeniden diriliyor ve birleşiyor nice milletler.
ki iki kıtayı bir arada tutan iki köprü gibi. İki kültürü,
iki rengi, iki dili bir arada tutuyor. O iki el, evlerini,
yurtlarını terk etmiş insanlara gönlün nasıl açıldığını temsil ediyor. Ve kalbimize vura vura, içimizi
titreterek, Müslümanlığın ölçüsünün kardeşlikten
geçtiğini yazıyor, asırlardır satırlara. O iki el. Biri Mekkeli, diğeri Medineli. Ensar ve Muhacir kardeşliği!
Bilinmeyen yüzler, ama içten bakışlar, içten gülümsemeler. İşte bu hakiki kardeşliğin ta kendisi. İslam
Kardeşliği!
Yankılanıyor hakikat, ses veriyor toprak, yaprak.
Dalında meyve, kabarıp dökülen dereler, gökyüzünde âlemler sarsılıyor. “müminler ancak kardeştir!”
ses veriyor tarih. Balkanlar, Kosova, Bosna. Utansın
zalimler döktüğü kanla. Ama elleri, yürekleri kardeşlerinin üzerinde yiğitler vardır orda.
O iki elin gölgesinde kuruluyor gönül bağları.
Balkanlardan, Afrika’ya, Asya’dan Avrupa’ya o iki el
26
Ocak-Şubat-Mart
Ses veriyor tarih. Çanakkale’de, Sarıkamış’ta.
Akabe’de Habib-i Zişan’ın ellerini tutan, sözünde
duran, Rıdvan Biat’ında o ağacın altında sözünün
eri olduğunu gösteren, ölüme razı olup kardeşliğin
ne olduğunu bir daha hatırlatan yiğitlere bakıp ses
veriyor
mız, kardeşlikleri unutturulan nice kardeşlerimiz
var. Yakınlarımızda. Yankılanıyor bir daha İlahi ses
“Mü’minler ancak kardeştir!”.
Sahi kardeşim kim benim? Yanıbaşımdakiler mi,
ulaşamadığım uzaktakiler mi, yoksa ulaşmak istemediğim yakınımdakiler mi?
Milletini yazmıyor tarih. Dilini, ırkını, bir olmazı gerçekleştiren erlerin Allah’ın emrine yürüyüp,
Nebiler Serveri’nin birleştirdiği o ellerin ruhlarına
heveslenip, kardeşliği tesis eden, orduları altüst
eden o cengâverleri, o ruhu yazıyor Çanakkale!
Akabe’den, Rıdvan Biatı’ndan kopup gelen ruhla
diriltiyor topraklarını.
Sesleniyor topyekûn şanlı geçmişim. Nebiler
Serveri’m, Muhacir’im, Ensar’ım, Rıdvan ağacı’m,
Çanakkale’m, Balkanlar’ım. Kardeşin kim senin?
Doymaz iştahların kararttığı Afrika’m. İlmin diyarından, mazlum diyarına dönüşen Bağdat’ım. İsmini
bile duymadığım yerlerde, yabancı ellerin mahremlerinde gezindiği nice dindaşım. Bitmeyen bir
inatla bölünmeye çalışılan bereketli topraklarım.
Haykırıyor artık kardeşin kim senin?
Ses veriyor kanla sulanan topraklar. O iki el,
kalplerime vura vura hatırlatıyor kardeşliğimizi.
Ah aldanan insan! Kanınla sulanan topraklar, hala
ödeyemedi aradaki düşmanlığın diyetini. Ses vermiyor insan. Ezelden bağlı ama bağları koparılmış
iki yürek ses vermiyor!
Bildiklerim bilmediklerim, bilmek istemediklerim. Tanıdıklarım, tanımadıklarım, tanımak istemediklerim. Vicdanım ses veriyor, kardeşimsiniz
hepiniz, kardeşinizim hepinizin!
Tanıdık yüzler düşmanca bakışlar, gülümsemesi
uçmuş dudaklar. Yüzyılların birlikteliğini, kardeşliğini, aile bağlarını, gönül bağlarını bırakıp, fitneye ve
ayrışmaya koşanların, nasıl bölünmeye kapı araladığını temsil ediyor bu bilinmeyen eller!
Çünkü “Mü’minler ancak kardeştir” ve “Ey Allah’ın
kulları kardeş olunuz”. O iki elin kardeşliği sarsın
ruhlarımızı. O elleri bir araya getiren Rasulallah’ın
huzuruna varıncaya kadar, İslam kardeşliği perçinleşsin yüreklerimizi.
Kardeşimsin, kardeşinim!
Kim ne derse desin, başka çıkar yol çünkü. Çekişmeler, yanılgılar, terk edişler, uzaklıklar, yakınlıklar,
hayal kırıklıkları ve umutlanmalar. Bütün zıtlıklar
hâsılı kelam. Dönüp dururuz yine buluruz birbirimizi. Kardeşim, kardeşliğim!
Bakışına, ruhuna aşina olduklarımız var. Ellerini
tuttuğumuz, avunduğumuz kardeşliklerimiz var
yanıbaşımızda.
Bakışını, ıstıraplarını hiç bilmediğimiz ellerini
tutamadığımız, avutamadığımız, kardeşlerimiz
var. Ta uzaklarda. Bakışını, kalbini bildiğimizi zannettiğimiz, nefret ettiğimiz, ellerimizi uzatmadığı-
Bilinmeyen yüzler ama içten bakışlar, içten gülümsemeler. Aynı ıstırapla yanıp, aynı sevinci yudumlayanlar. İslam Kardeşliği!
27
Ocak-Şubat-Mart
Zeynep Nalbant
Gürpınar’dan Damlalar
Bir zamanlar, birbirine bitişik iki çiftlikte yaşayan, iki erkek kardeş vardı. Günlerden bir gün bu
iki kardeş arasında bir anlaşmazlık baş gösterdi.
İki kardeş arasında o zamana değin ilk kez görülen
anlaşmazlık, giderek büyüdü ve kardeşler arasında
ayrılığa neden oldu. İki kardeş, birbirlerine yalnızca
küsmekle kalmadılar, yıllardır ortaklaşa kullandıkları tarım makinelerine kadar sahip oldukları tüm araç
gereçlerini ve mal varlıklarını da ayırdılar.
-Yapılacak ufak tefek bir işiniz varsa, size yardımcı olmak isterim, elimden hemen her iş gelir. Birkaç
gün çalışırım, işi bitiririm.
Büyük kardeşin aklına o an bir “iş” geldi ve ekledi:
-Evet, sana göre bir işim var. (küçük kardeşinin
çiftliğini işaret ederek) Şu derenin karşısındaki çiftlik, komşumundur. Daha doğrusu, benim küçük
kardeşime aittir. Geçen haftaya dek benim çiftliğimle onun çiftliği arasında bir otlak vardı. Sonra
o, oraya ırmak bendi yaptı ve şimdi aramızda, otlak
yerine, çiftliklerimizi birbirinden ayıran bir dere var.
Küçük bir yanlış anlama sonucu başlayan anlaşmazlığı izleyen ayrılık, giderek büyüyen bir uçuruma dönüştü ve en sonunda yerini, karşılıklı kullanılan hoş olmayan sözlere bıraktı.
İş isteyen adam, büyük kardeşin söylediklerini
dikkatle dinledikten sonra sordu:
Bunun arkasından da beklenenler oldu ve kardeşler arasında önce şiddetli bir kavga, sonra da
ürkütücü bir sessizlik yaşanmaya başladı. Bir sabah,
bu iki kardeşten büyüğünün kapısına bir usta geldi.
Elinde büyük bir marangoz çantası vardı. Ev sahibinden geçici bir iş istedi:
-Benden ne yapmamı istiyorsunuz? Dedi. Büyük
kardeş önce kuşkusunu, sonra da kararını açıkladı:
-Kardeşim bunu, bana acı vermek için yapmış
olabilir, dedi. Fakat şimdi ben, onun yaptığından
28
Ocak-Şubat-Mart
Üsti�na
daha büyük bir şey yapacağım. Bunları söyledikten
sonra adamı aldı, ahırların olduğu yere götürdü
ve duvarın dibinde yığılı duran kütükleri gösterdi.
Senden, bu kütükleri kullanarak, iki çiftlik arasında
üç metre yükseklikte bir çit yapmanı istiyorum. Kaç
gün çalışırsan çalış, nasıl yaparsan yap ama bana
öyle bir çit yap ki, gözlerim kardeşimin çiftliğini
artık görmek zorunda kalmasın.
Cenâb-ı Hakk’ın yalnızca kendisine dayanıp güvenen, gerçek tevekkül ehli kullarına
lûtfettiği bereketi şu hâdise ne güzel ifâde etmektedir:
Ebû Saîd -radıyallâhü anh-, mâruz kaldığı açlık yüzünden karnına taş bağlayan
sahâbîlerdendi.
Vâlidesi ona: “-Kalk, Rasûl-i Ekrem’e git,
O’ndan bir şeyler iste. Falan adam Rasûl-i
Ekrem’e gitmiş, O da onun imdâdına yetişmiş.
Filân da gitmiş, o da nîmete nâil olmuş. Haydi,
sen de git, belki bir hayırla dönersin.” dedi.
Ebû Saîd -radıyallâhü anh- ise vâlidesine
cevâben: “-Hele dur bakalım, önce bir şeyler
arayalım, bulamazsak öyle gidelim.” dedi. Fakat
bütün aramaları ve gayretleri boşa çıktı. Bunun
üzerine çâresiz, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi
ve sellem- Efendimiz’e gitmeye karar verdi. Allah Rasûlü’nün huzûruna girdiğinde, onu hutbe îrâd ederken buldu ve hutbeyi dinlemeye
koyuldu. Allah Rasûlü ise hutbesinde oradaki
cemaate şunları söylüyordu:
“İstiğnâ gösteren ve iffetini muhâfaza eden
insanları, Cenâb-ı Hak bütün âlemden müstağnî
kılar.”
Ebu Said r.a, bu sözü işittikten sonra, Rasulullah (s.a.v)’dan bir şey istemeye cesaret edemedi ve
eli boş bir vaziyette evine döndü. Kendisi bundan
sonraki halini şu şekilde anlatıyor:
‘Rasûl-i Ekrem’den bir şey istemeden evime
döndüğüm halde, Cenab-ı Hak rızkımızı gönderdi, işimiz o kadar yoluna girdi ki, ensar içinde bizden daha zengin bir kimse yoktu.’
İş arayan usta, başını salladı:
-Sanırım durumu anladım, efendim. Şimdi bana
çivilerin, kazma küreğin yerini gösterin ki hemen
işime başlayayım. Büyük kardeş ustaya kazma, kürek ve çivilerin olduğu yeri gösterdikten sonra, alışveriş yapmak için kasabaya gitti. Usta ise, tüm gün
boyunca ölçerek, keserek, çivileyerek sıkı bir biçimde çalışmaya koyuldu. Akşam güneş batarken
o işini bitirmiş, çiftlik sahibi büyük kardeş ise alışverişini tamamlamış, kasabadan dönüyordu. Çiftliğe
gelir gelmez ustanın yaptıklarına baktı ve şaşkınlıktan gözleri, yuvalarından fırlayacakmış gibi açıldı.
Karşısında, yapılmasını istediği çit yoktu ama derenin bir yakasından öteki yakasına uzanan görkemli bir köprü vardı. Biri kendi çiftliğinin toprağına,
öteki küçük kardeşinin çiftliğinin toprağına oturtulmuş sağlam iki ayak üzerinde, yanlarındaki
korkuluklarına varıncaya dek tüm ayrıntılarıyla
yapılmış ve tam anlamıyla “usta işi” denilecek kusursuzlukta bir köprü uzanıyordu.
Büyük kardeş, hâlâ geçmeyen şaşkınlığıyla bu
köprüyü seyrederken, karşıdan birinin geldiğini
gördü. Dikkatle baktığında gelen kişinin, komşusu,
yani küçük kardeşi olduğunu anladı. Kardeşi, kollarını iki yana açmış olarak köprünün karşı ucundan
kendisine doğru yürüyordu.
-Benim sana karşı yaptığım bunca haksızlığa
ve söylediğim bunca kötü sözlere karşılık sen, bu
köprüyü yaptırarak ne denli iyi ve ne denli büyük
bir insan olduğunu gösterdin. Şimdi bir büyüklük
daha yap ve sen de kollarını açarak bana gel, dedi.
Köprünün iki ucundan ortaya doğru yürüyen
kardeşler, köprünün ortasında bir araya geldiler ve
özlemle kucaklaştılar. Büyük kardeş bir ara arkasına
baktığında, çantasını toplayıp, oradan ayrılmakta
olan ustayı gördü.
-Gitme, dur, bekle! Sana yaptıracağım birkaç iş
daha var, çiftliğimde diye seslendi.
Usta gülümsedi;
-Ben buradaki işimi tamamladım, gitmem gerek, dedi ve ekledi, yapmam gereken daha çok
köprü var.
29
Gürpınar Kur’an Kursu Öğrencilerine Sorduk
İslam Kardeşliği Denilince...
“Müminlerin en önemli görevi, İslamiyette kardeşlik ve cemaat şuurudur. Hakiki iman sahibi
olmak da bu kardeşliği sağlamaktadır.”
Zeynep SAKCİ
“İslam kardeşliği denilince, önce ilk insan
Hz. Âdem ve Havva geliyor aklıma. Hepimiz
onların çocuklarıyız. Dolayısıyla İslam Çatısı
altındaki bütün insanlar kardeş oluyor. En
güzel kardeşlik ilk insanlarla başlamakta…”
Beyzanur ÜSTÜN
“Saadete ulaşmak için yegâne
yol; Müslümanlar için kan bağından daha önemli bir bağ olan
İslam kardeşliğinin, tam olarak
uygulanmasıdır.”
Zeynep ATİK
“Dilimiz, ırkımız farklı olsa da bizi birbirimize bağlayan dinimizdir. Bizler İslam’ın
Kardeş olma düsturuyla birbirimize kenetlenen öz kardeş gibi bağlı olmalıyız.”
Merve DANIŞMAZ
“En Sevgilinin yolundan iz süren, İslam’ı bir
bütün olarak savunan ve
koruyan Müslüman kardeşlerim geliyor aklıma..”
Betül ER
“İslam kardeşliği denilince aklıma; ensarın nefislerindeki şuhh
(açgözlülük) ve buhl (cimrilik)’dan
kurtulup, muhacir kardeşlerine
isarda bulunmaları geliyor..”
Şeyma ŞEN
“İslam kardeşliği denilince
aklıma, Peygamber Efendimiz
(sav) ve Sahabilerin arasındaki
bağ, beraberlik geliyor”
Merve ÖZPEHLİVAN
“İslam kardeşliği gerçek bir muhabbettir.
Paylaşmaktır, komşusu açken tok yatmamaktır. Samimi bir içtenliktir. Kısaca merhametin,
şefkatin de ötesindedir. Aynı zamanda bizi
ahirette selamete kavuşturacak olan gerçek
bir insan modelidir.” Medine EMİNOĞLU
“Müslüman kardeşliği denilince aklıma; canını verebilecek
kadar birbirlerini seven kişiler
geliyor, tıpkı sahabiler gibi..”
Habibe OKÇU
“İnsanlar arasındaki huzur
ve güveni sağlayan en büyük
nimetlerden birisidir İslam kardeşliği..”
Sümeyye BAYAT
“Aklıma bütün olmak, bir olmak
geliyor İslam kardeşliği denince..
Yaratılanı Yaratandan ötürü sevmek ailendenmiş gibi sahiplenmek, korumak geliyor aklıma..”
Neslihan ATAY
“İslam kardeşliği birbirine sıkıca bağlanmaktır, kin beslememektir, kardeşini
kötülükten korumaya çalışmaktır.”
Büşra AYAN
30
Ocak-Şubat-Mart
[email protected]
Fatma Zehra Selçuk Esen
Bir Hafta Niçin 7 gÜndÜr?
Babilliler 7 günlük haftayı zaman birimi
olarak kullanıyorlardı. İlk çağlarda bilinen beş
gezegen ile güneş ve ayın sayısının 7 oluşu bu
sayıyı gizemli ve uğurlu kılıyordu. Daha sonra
dinlerde, göğün 7 kat olusu ve doğadaki ana
renk sayısının 7 oluşu, müzik notalarının 7 oluşu
sayının önemini daha çok belirtti. Daha sonra
Fransa takvim yapısını değiştirerek hafta sayısını 10 yaptı ama kabul görmedi. Rusya 5 günlük
hafta uygulamasına geçti, o da tutulmadı. Sonunda yine hafta 7 gün olarak kaldı.
Niçin Otellerin Kapıları
Döner Kapıdır?
Döner kapıların tek amacı enerji tasarrufudur.
Büyük binaların içerleri devamlı olarak ısıtılır. Açılan
normal kapıdan içeri soğuk hava rahatlıkla girer. Eğer
normal kapı kullanılırsa hava değişimi nedeniyle klimalar veya motorlar yeniden çalışacaktır. Özellikle
çok kişinin girip çıktığı otel veya benzeri binalarda
enerji tasarrufu için döner kapı kullanılır. Döner kanatlar sıcak havanın dışarı çıkmasına, soğuk havanın
da içeri girmesini engeller.
® Atların insanlardan 18 tane fazla kemiği vardır.
® Bir cam kırıldığında, ufalanan parçalar saatte
üç bin millik bir hızla etrafa saçılır.
® Bir devekuşunun gözü beyninden büyüktür.
® Bir hamamböceği kafası koptuktan sonra açlıktan ölmeden dokuz gün yaşayabiliyor
® Bir karıncanın koku alma yeteneği en az bir
köpeğinki kadar gelişmiştir.
31
Ocak-Şubat-Mart
lar ama yetişkin olduklarında bu sayı 206 ya düşüyor.
® İnsanlar yaşamları boyunca altı filin ağırlığına eşit
miktarda yiyecek tüketiyorlar.
® Kadınlar erkeklere oranla iki kat fazla göz kırpar.
® Kangurular geri geri yürüyemezler.
® Kereviz yerken harcanan kalori, kerevizin içindeki
kaloriden daha fazladır.
® Bir kilo limonda bir kilo çilekten daha fazla şeker
vardır.
® Ödemeli telefon konuşmalarının çoğu babalar
gününde ediliyor.
® Bir okyanusun en derin yerinde, demir bir topun
dibe çökmesi bir saatten uzun sürer.
® Bir timsahın gözlerinin arasındaki mesafe, ayaklarının büyüklüğüne eşittir.
® Birinin yüzünü hatırlamak için beynin sağ tarafı
kullanılır.
® Bukalemunların dilleri, vücutlarından iki kat daha
uzundur.
® Değerli taşların çoğu birkaç elementten oluşur,
sadece pırlanta tamamen karbondan oluşur.
® Günışığından daha fazla yararlanmak için saat
uygulamasını Benjamin Franklin başlatmıştır.
® Hapşırdığınız zaman, kalbiniz de dâhil olmak
üzere bütün vücut fonksiyonlarınız bir an için durur.
® Hapşırırken burnu ya da ağzı kapamak, felce neden oluyor.
® Pablo Picasso, parasızlık çektiği gençlik günlerinde yaptığı resimleri yakarak ısınırdı.
® İnciler sirkede erir.
® Penguen yüzebilen ama uçamayan tek kuştur.
® İnek sütünün PH değeri 6’dır. (Aşağı yukarı suyun
PH değeriyle aynı)
® Yarım kilo bal yapabilmek için arılar iki milyondan
fazla çiçekten bitki özü toplamak zorundadırlar.
® İnsan beyninin % 80’i sudur.
® Dünyada insan başına düşen karınca sayısı 1 milyondur.
® İnsan beyninin ortalama ağırlığı 1.3 kg’dır.
® İnsan elinde, en yavaş uzayan tırnak başparmağınki, en hızlı uzayan tırnak ise orta parmağınkidir.
® Endonezya’da küçük çocukların başını okşamayın, yoksa onların inanışlarına göre zekâları gelişmez.
® İnsan saçı, üç kilo ağırlık kaldırabilecek esnekliktedir.
® Tibet’te çay bardağını iki elinizle avuçlamazsanız
saygısızlık etmiş olursunuz.
® İnsanlar beyinlerinin sadece %10’unu kullanırlar.
® Açık bir gecede, çıplak gözle iki bin ayrı yıldızı
görmek mümkündür.
® İnsanlar vücutlarında 300 adet kemikle doğuyor-
32
Ocak-Şubat-Mart