Sayı 2 Kasım 2014 - Devrimci Halkın Günlüğü

Transkript

Sayı 2 Kasım 2014 - Devrimci Halkın Günlüğü
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER
Sunum.......................................................................................................................
1
Bir Sonuç Olarak Açık İdeolojik Mücadele Parti İçi Çelişmelere İlkesel Yaklaşım
Üzerine .....................................................................................................................
4
Leninist Emperyalizm Teorisine Getirilen “Yeni” Aşama Ve Marksizm’den
Sapma.......................................................................................................................
9
Proletarya Diktatörlüğünü Reddeden “3.Kongre”’nin Revizyonist “Halk Devleti”
Tezi Üzerine..............................................................................................................
26
“3.Kongre”nin Sosyalizm Anlayışındaki Sağ Sapması Üzerine.........................
49
Emperyalizmin Bitmeyen Hakimiyeti Orta Doğu da
Türkiye ve Kürdistan Halkası......................................................................................
62
Önderler ve Öndercikler............................................................................................
80
Bölgesel Devrim, Dünya Devrimi, Köylülük, Troçkizm...............................................
85
“Tam Bilimselci” Değişimcilerin İlk Yanılgılarına Giriş...............................................
93
Devrimci Teori Olmadan Devrimci Pratik Olmaz!......................................................
98
“3. Kongre”yi Değil Parti İdeolojisini ve Çizgisini Savunuyouz................................... 100
Nasıl Bir Kadro Siyaseti?............................................................................................ 102
Devrimci
Halkın Günlüğü
2014 - EKİM - SAYI:2 AYLIK SİYASİ DERGİ
http://www.devrimcihalkingunlugu.com
ZEMHERİDE KARDELENLER BASIM YAYIN LTD. ŞTİ.
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Düzgün ALTUN
Yönetim Yeri: Huzur Mah. Arif Sk. No:23/A Ümraniye/İstanbul
Tel: (0216) 612 27 26 e-mail: [email protected]
Dizgi: Zemheride Kardelenler Yayıncılık
Süreli Yayın
Baskı: Yön Basım Yayın Dizim Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti.
Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1.Kat No:366 Topkapı/İstanbul
Tel: (0212) 544 66 34-
1
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
SUNUM,
Dünya, orta doğu, Türkiye –Kuzey Kürdistan ve Kürdistan da sadece emperyalist barbarlık
cephesinde değil, ezilen uluslar ve halklar cephesinden de önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Çürüyen barbar emperyalizm dünya ezilen ulus ve halklarına kan kusturuyor. Bu saldırganlık karşısında
halkların direnişi ve özgürlük mücadelesi ağır bedellerle ilerliyor. Devrimci koşulların güçlendiği bu
dönemde Komünist ve Devrimci cephede de önemli gelişmeler olmaktadır.
Maoist hareketin durumu bizler açısından temel önemdedir. Maoist harekette türeyen
revizyonist – oportünist – çizgiye karşı Devrimci Halkın Günlüğü birinci sayısıyla tutumunu
açıklamıştır. Komünist mücadelenin can damarını oluşturan Marksizm-Leninizm-Maoizm ideoloji
ışığında Devrimci Proletaryanın kurtuluş davasına bağlı kalarak devrim amacı ve perspektifini
ilgilendiren bütün meselelerde Devrimci Halkın Günlüğü sözünü söyleyecektir. Bugün açısından
içimizde türeyen sağ sapmanın ideolojik içeriğini, siyasi politik savrulmasını açığa çıkarma görevimizi yerine getirmenin gere Türkiye – Kuzey Kürdistan devrimi; gerekse de halkası olduğumuz
uluslar arası Komünist Hareket ( UKH ) açısından önemli olduğunun farkındayız.
Elbette çabamız Marksizm, Leninizm, Maoizm ideolojisinin benimsenmesine ve Komünist
Hareketin güçlenmesi amacına hizmet edecektir. İdeolojik mücadelemiz; siyasi amacımızla
bütünleştirilecek bir tutarlılıkla teorik – politik çizgimizi anlaşılır kılacak düzeyde, Kaypakkayacı
görünen ama özünde Kaypakkaya güzergahından sapan, MLM ideolojiyi tahrif eden, yozlaştıran
‘’3.Kongre’’nin revizyonist teorilerine ışık tutacağız.
Devrimci Halkın Günlüğü’nün ikinci sayısında yer alacak konulara gelmeden önce birinci
sayımızda ki kimi hataları belirtelim :
Birincisi : ‘’ Parti ‘’3.Kongre’’ sine karşı tavrımıza dair açıklama ve açık çağrımızdır’’
başlıklı CPK açıklamasına tarih düşülmemiştir. Bu nedenle CPK’nın yeni bir açıklamasıymış gibi
anlaşılmış ve haklı eleştiriler olmuştur. Oysa, söz konusu CPK açıklama sı Mart 2014 tarihlidir.
Muhataplarına yapılan bir açıklamadır. Keza CPK açıklamasında başlıkları belirtilen yazılarda Ocak
ve Şubat 2014 tarihlidir.

İkincisi : “Sınıf Teorisi’nin Türkiye -Kuzey Kürdistanda Siyasi Durum Analizine Eleştirel
Bakış’’ başlıklı yazıya düşülen notta da yanlışlık olmuştur. Söz konusu yazı Halkın Günlüğü’nde
yayınlanması için yollanmamıştır. Doğrusu şöyledir: Başlığı belirtilen yazı Maoist Partinin iç tartışmasıdır ilgili muhatapları yazıyı iradeye sunmamışlardır; gizlemişlerdir. Çalışmanın kendisi içerik
itibarıyla olabileceklere işaret ettiği ve 2012’de çağrı niteliği taşıdığı için sayfalarımızda yer verdik.

2
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
Her iki konuda yanlış anlamalara meydan vere bilecek bu teknik hatalardan dolayı
ilgili muhatap ve okurlarımızdan özür diliyoruz.

Devrimci Halkın Günlüğü zor şartlar altında ve dayatılan tasfiyeciliğe karşı MLM ideolojisini
ve Kaypakkaya çizgisini savunmak ve uygulamak için doğdu. Olanaklarımız kısıtlı, teknik yetersizliklerimiz mevcuttur. Hatalarımız olacaktır. Yoldaşlarımız, Dostlarımız, Halkımızın bizi anlayacaklarından kuşkumuz yoktur. Bütün hatalarımızı açıklıkla kabul ederek öğrenerek ilerleyeceğiz.
Okurlarımızdan Devrimci Halkın Günlüğü’nü sahiplenmelerini, çizgisini güçlendirmeleri için
örgütlenmeleri ve mücadeleyi geliştirmeleri gerektiğini yineliyoruz.
Devrimci Halkın Günlüğü olarak bu sayımızda ‘’ Emperyalizmin Bitmeyen Hâkimiyeti, Orta
Doğu da Türkiye ve Kürdistan’’ başlığıyla bugün Orta Doğu da Emperyalist haydutların ve işbirlikçi
taşeron güçlerin halklara yaptıkları Faşist saldırıların arka planını anlamayı kolaylaştıracak yazımıza
yer veriyoruz. Devrim hareketinin temel sorunları arasında olan toplumsal gelişmeleri sonraki
sayılarımızda incelemeye, dersler çıkarmaya devam edeceğiz.

‘’ Leninist Emperyalizm Teorisine Getirilen ‘’Yeni’’ aşama ve MLM den Sapma’’

‘’ Proletarya Diktatörlüğünü Reddeden ‘’3.Kongre’’nin Revizyonist ‘’Halk Devleti”
Tezi Üzerine’’

‘’ ‘’3.Kongre’’nin Sosyalizm Anlayışındaki Sağ Sapması Üzerine’’

‘’ Önderler ve Öndercikler’’
Ve ayrıca ‘’ Bölgesel Devrim – Dünya Devrimi Köylülük, Troçkizm’’ başlıkları altında
‘’3.Kongre’’ anlayışını kapsamlı ele alıyoruz. ‘’3.Kongre’’nin revizyonist teorilerine Marksizm
ideolojisiyle yanıt veriyoruz. İdeolojik eleştirilerimiz sonraki sayılarımızda da devam edecektir.
Devrimci Halkın Günlüğü
3
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
BİR SONUÇ OLARAK AÇIK İDEOLOJİK
MÜCADELE PARTİ İÇİ ÇELİŞMELERE
İLKESEL YAKLAŞIM ÜZERİNE
Türkiye- Kuzey Kürdistan devrim
mücadelesi düz bir seyir izlemiyor. Bu gerçeği
anlamak için uluslararası Komünist hareketin
deneyimlerine başvurmaya gerek duymadan
Partimizin deneyimlerinden kavrayabiliriz. Parti
tarihi bir dizi yenilgi barındırdığı gibi bu yenilgilerden çıkma deneyimi ve kararlılığını da ifade
etmektedir. Bu anlamıyla olumlu ve olumsuz
deneyimlerimizden öğrenerek önümüze çıkan
engelleri günün ihtiyacı olan kararlılıkla
aşacağız. Gerçeklerin üstünü örtmeye
çalışmanın devrim mücadelesi ve amacına
yararı yoktur. Uğraşmakta olduğumuz çelişmeler hiçte basite indirgenecek önemsenmeyecek
boyutta değildir. Bu ağır havanın içinde durum
kaygı verici olsada aşılmaz değildir.
için “3. Kongre” çizgisine karşı halk kitlelerine
açık ideolojik mücadele ile yanıt oluyoruz. Bu
keyfi bir tercih değil ortaya çıkan uzlaşmaz
çelişmenin ideolojik, politik zeminde zorunlu
biçimlere bürünmesiydi. Komünist Partinin
ilkeleri –kuralları- vardır. Bu ilkeler çiğnenemez.
Fakat “3. Kongre” en üst parti organı olarak asla
kabul edilmeyecek boyutta Parti ilkelerini
çiğnedi.
“3. Kongre”de resmileştirdikleri siyasi,
politik, ekonomik, ideolojik ve stratejiyi kapsayan belgeleri kongre öncesi görmediğimiz ve
tartışmadığımız için bugün “3. Kongre”de
resmileşen ve ilan edilen belgelerin Marksist,
Leninist, Maoist bakış açısından ne ifade
ettiklerine dair anlayışımızı devrimci işçi sınıfına, komünist, devrimci harekete açıklamayı
ertelenemez bir görev olarak görüyoruz.
Siyaset bilimi politik mücadelede karara bağlanan her önemli mesele önceden tartışılmadıysa
ciddi sorunlara neden olacağını ve kaçınılmaz
olarak yıpratıcı tartışmalara neden olacağını
açıklamaktadır. Önceden tartışmayanlar kararlar sonrası tartışırlar. Şayet “3. Kongre” süreci
başlatıldığında bugün resmileşmiş olarak
okumuş olduğumuz belgeler demokratik olarak
tartışılmış olsaydı bugün bütün bu karmaşaya,
yozlaşmış tutumlara kimse maruz kalmaz ve “3.
Kongre” çizgisi de yeni tartışılmaya başlanmazdı.
Deneyimlerimizin hatırlattığı gibi bir kez
daha görüldü ki Parti içindeki çelişmeler ilkesel
boyutta ele alınmadığında parçalanmalara
neden oluyor. Elbette ortaya çıkan çelişkileri
Maoist yöntemle ele almayan “3. Kongre”
temsilcileri bir çok açıdan ve çok boyutlu olarak
içini boşalttıkları Parti içi ideolojik mücadele
hakkında tutarsızca değerlendirmeler yapmaya
devam etmektedir. Komünist Partinin örgütsel
ilkeleriyle bağdaşmayan tasfiyeci “3. Kongre”
çizgisiyle somutlaşan çelişmeleri açıklamış
olduğumuzu hatırlatalım. “3. Kongre” de
resmileşen ideolojik, siyasi, politik çizgiden
habersiz olduğumuz, bu çizginin şekillenmesini
gerektiren tartışma sürecinin içine dahil
edilmediğimizi bilmektesiniz. Bütün ısrarlarımıza rağmen talep ve eleştirilerimiz doğrultusunda demokratik tartışma sürecini açmadıkları ve
ideolojik dönüşüm dayatmasını sürdürdükleri
“3. Kongre”nin tasfiyeci, revizyonist teorilerini pek yaman savunucuları olan önderleri şimdilik “Kongre gündem başlıklarını partiye
zamanında yolladık ve tartışma sürecini
4
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
başlattık” vurgusuyla kendilerini oyalaya
dursunlar. Aklı başında her komünist kongre
süreçlerinde gündem başlıklarının bilinmesiyle
değil kongrenin niteliğinin bu gündemler
çerçevesinde ortaya çıkan bütün taslak belge
lerin Partiye sunulması ve tartışılmasıyla belirleneceğini bilirler… Ne yazık ki bu gün
bilmediğimiz, daha önce görmediğimiz ve
tartışmadığımız “3. Kongre”nin resmileşen
belgelerini tartışmaya başlamış bulunuyoruz.
Tavrımızı net olarak belirlediğimiz ve ideolojik
düşüncemizi açıklamış olduğumuz için Partinin
zarar göreceğini, gördüğünü düşünen ve
tavırsız kalan yoldaşlarımız vardır. Oysa ilkeleri
savunmak, Marksist ideolojiyi savunmak Partiye zarar vermez, Partiye en büyük zararı
oportünizmle uzlaşma tutumu vermektedir.
Parti üyelerince alt kongrelerde tartışılmadığı
gerçeği ortadan kaldırılamaz. Dikkat edilmeli;
kimi alan ve organların tartışmalarından
bahsetmiyoruz, resmileştirilen belgelerin Parti
iradesince tartışılmasından bahsediyoruz.
Kongre süreçlerinde bütün Parti üyeleri eşit
haklara sahiptir, her üye ileri sürülen bütün
ideoloji, siyasi, politik belgeleri bilmek ve tartışmak hakkına sahiptir. Bu yerine getirilmek
zorundadır.
Şu yada bu mazeret gösterilerek
kongre taslak belgeleri dar örgüt bileşenlerinde, kendini partiden üstün gören “önderler” arasında tartışılmasıyla sınırlandırılamaz.
Çünkü kongre süreçleri bütün üyeler açısından
eşit haklara, eşit tartışma süreci anlamına gelir.
Hangi fikir hangi ideolojik içerik ve doğrultu da
olursa olsun hazırlanmış taslak belgeler parti
üyelerince işleyişe uygun olarak alt kongrelerde
tartışılmak zorundadır. Fakat “3.Kongre” de
yürütülmesi gereken demokratik tartışma
süreci işletilmemiştir. Bu nedenle de bütün
parti üyelerinin bilmediği “3.Kongre”nin ideoloji, siyasi ve politik doğrultusundan habersiz
olan Maoist partililere bir dayatmaya
dönüşmüştür. Elbette tartışmamız burada ne
kadar üyenin “3.Kongre”de resmileşen belgelerden Kongre öncesi haberdar olduğu, ne
kadar üyenin haberdar olmadığı üzerine yürütmüyoruz. Zira bu oranın hiçbir önemi yoktur,
olamaz. Çünkü ilkesel olarak parti bir bütündür,
hiçbir alan ve üye birbirinden üstün ve
ayrıcalıklı haklara sahip değildir. Kongre sürecinde Kongreye taşınması için hazırlanan bütün
taslak belgeler (resmileşmeyen bütün teorik
belgeler taslak belgelerdir) parti içi basım yolu
ile alt konferanslar aracılığıyla bütün parti
iradesine taşınmak zorundadır.. Parti iradesine
taşınmadan, partinin tam iradesi alınmadan hiç
bir taslak- program, strateji, ideolojiyi içerenbelgeler sadece kongre delegeleri arasında
tartışılıp karara bağlanamaz. Kongre partinin en
üst organıdır, ama parti üstü değildir.Kongre de
Komünist Partinin kuralları vardır.
Kongre süreçlerinde de işletilmesi gereken
demokratik hakları bilenler elbette söyledikle
rimize şaşıracaklardır. İnanmakta zorluk çekeceklerdir ama bu şaşkınlık gerçeği değiştirmi
yor. “3. Kongre”nin remileştirdiği belgelerin
üzerinde kongre sürecinde her üyenin
tartışması –alt konferanslar aracılığıyla – gerekirken maalesef Partimizin deneyim ve
demokratik anlayışına asla uygun düşmeyen bir
yüzeysel ve ciddiyetsiz sürecin sonunda
resmileştirilen
belgelerden
haberdar
olmadığımızı açıkladık, açıklıyoruz. Haliyle
kongre tartışma sürecinde tartışma hakkımız
çiğnendiği için, kongre sonrasında da itiraz ve
açıklama isteme ve perspektif oluşturma talebimiz dikkate alınmadığı için açık ideolojik
mücadele dışında başka yol ve yöntem
kalmamıştır.
“3. Kongre”nin revizyonist önderleri
hangi gerekçe yada mazeretleri ileri sürüp “3.
Kongre demokratik süreç işletilerek tamamlandı” derde desin; gerçek değişmeyecektir.
Resmileştirdikleri “3. Kongre” belgeleri bütün
Parti iradesi yada daha anlaşılır ifadeyle bütün
5
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
ancak parti iradesine sunulan ve tartışılan
taslak belgeler ve strateji, program üzerinde bir
tartışma yürütüle bilir ve en mükemmel son
hale getirilebilinir. Partimizde patlayan krizden
de anlaşıldığı gibi “3.Kongre” de resmileştirilen
belge ve stratejiden kongre sonuçları
açıklandıktan sonra parti üyelerinin öğrenmiş
olması Maoist partinin karşılaştığı en trajik,
geri, anti demokratik ve asla kabul edilemez bir
sonuçtur. ”3. Kongre”nin meşru olmadığı
açıklandı, çünkü parti işleyişine uygun
gerçekleştirilmemiştir. Bu ilkesel, örgütsel
sapmayı ortadan kaldırmanın tek yolu
Olağanüstü Parti Kongresi (OPK) örgütlemektir.
Aksi taktirde kongreye katılan delegelerin
kotardığı gurup stratejisi tartışmasız olarak “3.
Kongre”nin stratejisinden haberdar olmayan
üyelere açık bir dayatmayı sürdürme anlamına
gelirdi. Nitekim öylede olmuştur.
Demokratik hakların savunulması
“3.Kongre”nin oportünist-revizyonist önderlerince görmezlikten gelindi. “3.Kongre” ye karşı
çıkanları “parti karşıtlığı” yada “hizip” olarak
gösterilme çabasına hız verildi. Bu büyük haksızlık olduğu gibi sorunların ele alınmasındaki
doğru olmayan yöntemlere sarılmaları
bakımından çarpıcı olmuştur. Oysa karşı çıkanların ne “hizip” çalışmaları olmuştur nede
“parti karşıtı” olarak tanımlanabilecek pratikleri
vardır. Aksine Maoist partili olmalarının
gereklerini ilkeleri ve MLM ideolojiyi savunmak
için görevlerini yerine getirmektedirler. Bu yeni
bir durum değildir, “3.Kongre” çizgisine karşı
çıkanların devrimci tarihi “3.Kongre” ye değil
partinin mücadele çizgisine dayanmaktadır.
Parti anlayışı ve çizgisini, ilkelerini savunmak ne
zamandan beri suç olmuştur. “3.Kongre”nin
meşru olmadığını açığa çıkartmak görevdi ve bu
görev yerine getirilmiştir.
Özetlersek: 1) “3. Kongre” ile sayıları,
oranı ne olursa olsun üyelerin hakları çiğnenerek revizyonist ideolojik dönüşüm ilan edilmiştir.
“3.Kongre” stratejisinin bir parçası olmayan
üyeler adına da konuşulmuştur, suç işlenmiştir.
2) İlkesel ideolojik fikir ayrılıkları “3.Kongre”nin
ilanıyla apaçık hale gelmiştir. Kongre
sonuçlarının açıklanılmasıyla öğrenilen “3.Kongre” belgelerindeki mevcut strateji ve ideoloji
bilgisi olmayan üyelere bir dayatmaya bakımından üyelere bir dayatmaya dönüşen bu yıkıcı
tasfiyeciliğe karşı durmanın önemi yeterince
anlaşılamamıştır. Marksizm, Leninizm, Maoizm
ideolojisini çarpıtan “3.Kongre”nin revizyonist
teorilerini dayatmayla neden kabul edelim? Bu
ilkesizliği reddetme hakkımız yok mudur ?.
Elbette vardır. Böyle bir hakkımızın olmadığını
ancak “3.Kongre” ye damgasını vuran
oportünistler-revizyonistler
söyleyebilir.
Nitekim Marksizme “katkı”(!) yapan büyük
“teorisyenler” hakkımızın olmadığını söylemektedirler. Çünkü kendileri dışındaki yoldaşlarını
iradesiz sanma yanılgısı onların çizgisinin
oluşmasına katkı sunmuştur.
Olguların etrafında dolanmayı seven ve
sözlerini yuvarlayan “3.Kongre “sözcülerinin
tespit ve eleştirilerimizi “sol” bulmaları
anlaşılırdır. Zira sağa yatanlar kendileri dışındaki politik tutumlar sol görünür. Bunda şaşılacak
bir yanda yoktur. Fakat bütün yoldaşlar
anlamalı ki parti içi bu sorunun bu seviyeye
varması, açıktan tartışılmaya başlanmasının tek
nedeni “3.Kongre”nin mevcut önderliğinin
tasfiyeci yaklaşımıdır. Zamanında gerekli ciddiyetle yaklaşım geliştirip demokratik zeminde
tartışma olanağı yaratmış olsaydılar elbette
tartışmalar içte sonuçlanmadan açık ideolojik
mücadele yöntemine başvurulmazdı. Bilinmeli
ki “3. Kongre” önderliği sorunun giderilmesi
yönünde kendi perspektiflerini asla ortaya
koymadı. OPK talebini de değerlendirmedi,
partiye taşımadı. Taşıyıp- taşımadığına dair
herhangi bir bilgilendirme yapmadı.
Peki, bu durumda ne yapılabilirdi?
MLM olarak değerlendirmedikleri “3.Kongre”
çizgisine karşı çıkanların uygulaması mı
6
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
Proletaryanın devrimci mücadelesini zafer
yolunda ileri taşımasını güçlendirecek eleştiri
devrim amacı bakımından yararlıdır. Kim
tarafından yapılırsa yapılsın bilimsel olmayan
doğruları ifade etmeyen fikirler sınıf mücadelesinin devrimci koşulları içinde tarihin
çöplüğüne gider. Bizler mutlak doğruları temsil
ediyoruz iddiasıyla eleştiri yapmıyoruz “3.Kongre”nin çizgisinin Marksizm, Leninizm, Maoizm
ideolojisine aykırı olduğunu söylüyoruz. Elbette
Marksizmi tahrif edenlere de revizyonist demekten de kendimizi sakınmayız. Unutmayalım
dünyadaki bütün revizyonistlerin hepsi birer
eski yoldaştı. “3.Kongre” temsilcilerinin değerlendirmelerine cevap verilecektir. Tasfiyeci,
“3.Kongre” temsilcilerinin en iyi yaptıkları şey
partinin parçalanması, bırakmalar, tasfiyeler
sonrasında her şeyi kılıfına uyduracak ustalıkla
sonuçları, kedisi dışında açıklamasıdır. Açık
ideolojik mücadele verilmesini kendisi açısından sevindirici bir fırsat olarak gören, kendi
suçlarını hiç hesaba katmadan, bu sonuçları
ortaya çıkartan nedenlerin merkezinde kendisinin olduğunu unutarak “3.Kongre”ye karşı
çıkanları “partiden ayrılan gurup” olarak tanımladılar diye yapılmakta olan ideolojik eleştirilerimizde bir aşınma meydana gelmez.
gerekirdi? İradelerinin çiğnenmesine aldırmadan önlerine konulan revizyonist teorileri sakız
gibi çiğnemeleri mi gerekirdi? Şayet böyle
davranılmış olunsaydı, karşı çıkanlara Komünist
denmezdi. Olsa olsa edilgen, sürüklenen, kendi
haklarını savunmayan, parti kurallarını uygulamayan oportünistler olarak kalırlardı.
“3.Kongre” ye kaşı çıkanları “parti
karşıtı” yada “hizip” olarak gösterme çabaları
kitleleri, meseleyi kavramayan, yeterince
bilmeyen yoldaşları, taraftarları yanıltmaya
hizmet eder. Fakat bu söylemler gerçeği yansıtmaktan uzaktır. “Hizip” diyenler hangi teorik,
politik
açıdan
“hizipsel”
çalışmanın
başlatıldığını da açıklamak zorundadır. Oysa
bugün “3.Kongre”ye karşı çıkanlar meselenin
açıkça tartışılmasından yanalar ve fikirlerini
gizlememektedirler. Kendileri affedilemez bir
haksızlığa uğramışlardır. “Parti karşıtlığı”
saldırısı ise cevaplanmaya değmeyecek kadar
saçmadır.
Yapılan bütün tespitlerin ideolojik,
politik
temellendirmesi
yapılmıştır.
Yoldaşlarımız sağa sapmışlarsa onların savrulmalarına hoşgörüyle bakılamaz. Bir karalama,
haksız ve abartılı itham ve şahsi meseleleri öne
alan bir yaklaşım yoktur, olmayacaktır da. Parti
krizine neden olan çelişmeler çizgisel olarak ele
alınmaktadır. Çünkü sorun sınıfsaldır, asla
kişisel değildir. “3.Kongre”nin sağ sapmasının
küçük-burjuva sınıfsal temeli vardır. Bu gerçeğe
bağlı olarak proleter devrimci sınıf bakış açısına
uygun olarak eleştirilerimiz devam edecektir.
“3.Kongre” nin ideolojik, siyasi, politik çizgisine
yaptığımız tespitlerin ideolojik temellendirilmesine bakmadan yüzeysel olarak “halka
açık olarak böylesine ‘ağır’ şeyler söylenmez”
diyen anlayışlar sorunun ciddiyetini anlamaktan uzaktır. Marksizmi tahrif eden hiçbir
anlayışa gurup, çevre ruhu vb gerekçesiyle
seyirci kalınamaz. Bu nedenle yapılan eleştirilerin doğruluğu ve yanlışlığına bakılmalıdır.
Biliyoruz ki “3.Kongre” çizgisine karşı
çıkan bir çok açıdan hatalı bulan, revizyonist
değerlendiren yoldaşlarda dahil kendi açılarından mücadele edeceklerini belirtmektedirler,
fakat açık ideolojik mücadeleyi de doğru
bulmayan yoldaşlarımız vardır. Bizler nasıl ki bu
yoldaşların tutumlarının eksik, hatalı ve ilkelere
uygun olmadığını belirtiyor isek, bizlere yönelik
eleştirilerde vardır, olacaktır. Gerçekten içte
mücadele yürüte bilme olanaklarına bir yorum
yapmamıza gerek yoktur. Şayet bizlere kapalı
olan tartışma süreçlerini açabilmeyi başarabileceklerse bunu ancak pratikte görebiliriz. Bu
durum da “3.Kongre” çizgisinde somutlaşan
sağ oportünizme yöneltilen MLM eleştiri
devrimci çizginin güçlenmesinin zararına
7
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
olmaz. Bütün klikçi, gurupçu, bireysel, kendisini
esas alan, kör itaatçi tutumlardan sıyrılarak
yapılan eleştirilerin muhtevasına bakılmalıdır.
Eğer ideolojik birlik sağlamak mümkünse,
ilkesiz politik oportünizmle damgalanmış açık
olan pratikleri mahkum etmenin yolları varsa
bizim tartışma ve çözüm yollarını ilkesel boyutta açığa çıkarma sorumluluğundan kaçınama
yacağımızı hatırlatmak istiyoruz.
yada dedikoduları tartışanlar parti anlayışına ve
amacından uzaklaşmışlardır. Bu ve benzer
tutumlar kabul edilemez çarpık nitelikler
taşımaktadır. Tartışılmakta olan çelişmelerin
özü ideolojik, politik, siyasi ve ilkeseldir. Bu
nedenle düşüncemizin eleştiri hedefinde bireyler değil, “3.Kongre”nin çizgisi vardır. Her tutarlı
komünistin görevi revizyonizme karşı mücadele
etmek Marksizmi savunmaktır.
Ortaya çıkabilecek geri, gurupçu, yasakçı, mülkiyetçi, yer yer kaba ve saldırgan
ölçüsüz yaklaşımların aksine devrimci olgunlukla olumsuzluklara zemin hazırlamayacak şekilde hareket etmeye devam edilecektir. İlkesizliği
çizgi haline getiren, MLM ideolojisini tahrif
edenler çeşitli olumsuz tanımlamalar yapmaktan kaçınmıyorlar. Sınıfsal ideolojik içeriğini
koymadan tanımlamalar yapanlara sorulmalıdır. Bu güne kadar ortaya çıkan bu önemli
sorunun giderilmesine dair çözümünüz ne
olmuştur?! Bu soruya cevapları yoktur. Çünkü
çözümlerini ortaya koymamışlardır.
Bütün yoldaşlara çağrımızdır: Eleştirilerimizin parti ideolojisiyle olan bağına bakılmalıdır; üzerinde eleştirisel bir gözle durmalı.
“3.Kongre”nin çizgisiyle, teorisiyle de ciddiyetle
karşılaştırma yapılmalı, ileri sürülenleri birbirinden ayrıştırabilmeli. Çünkü “3.Kongre”nin
sonuçları uzlaşmaz fikir ayrışımlarının nedeni
haline gelmiştir. Sonuçlar neden haline
gelmişse, bilimsel yanıtlar gereklidir. Doğru
sonuçlara varmak ancak bütün olguların
neden, gelişme ve sonuçlarını açıklamakla
mümkündür.
Kaypakkayacı
hareketin
ideolojik
donanımı, deneyimleri bu engellere doğru
yaklaşmayı gerekli kıldığı gibi, taşıdığı devrimci
potansiyel önüne çıkan engelleri de aşma
gücüne sahiptir. Bütün yoldaşlar bu sorumluluk
bilinciyle sorunlara yaklaşmalı, Maoist Parti
çizgisini geliştirme iradesini güçlendirmek için
tutarlı ve kararlıca mücadele etmelidir.
Hakları çiğnenen yoldaşlarını dinleme
olgunluğu gösterilmemiştir. Bu parti içi sorunları çözme anlayışına da uygun bir yaklaşım
değildir. İdeolojik dönüşümü gerçekleştirip
daha önce bu teorik, stratejik anlayışlardan
habersiz olan, hiç tartışmamış yoldaşlara dayatmada bulunmak Maoist parti politikası değildir.
Tamda bütün bu sonuçlar ve mevcut durumda
“3.Kongre”nin çizgisine yaptığımız eleştiriler
zorunluluk arz etmektedir. Kaypakkayacı hareketin günümüze kadar tutarlılıkla revizyonist
teorilere karşı durma yükselttiği MLM ideolojiyi
savunma çağrısıdır.
MKP Dava Tutsakları Adına
Özlem Aydın
Ezberlenmiş formüllerden hareket
etmiyoruz özümüze konulmuş, kucağımıza
bırakılmış ağır sorunları kaldırmaya çalıştık,
çalışıyoruz. Marksist ideolojiyi, ilkeleri bir
kenara atıp önemli uzlaşmaz fikir ayrılıklarını
barındıran meseleleri tartışmayıp bireyleri,
8
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
LENİNİST EMPERYALİZM TEORİSİNE
GETİRİLEN “YENİ” AŞAMA VE
MARKSİZM’DEN SAPMA.
Emperyalizm teorisi üzerine tartışmalar hiçbir zaman canlılığını yitirmedi. Enternasyonel –uluslar arası- yada dünya komünist
hareketinin emperyalizm görüşü Leninist
emperya- lizm bakış açısına dayanır. Lenin
1.Emperyalist paylaşım savaşında, savaşın
ortasında “kapita- lizmin en yüksek aşaması
emperyalizm” (1916) eserini yazdı. 20.yy’ın
bütün kapitalist pazar ve ekonomik gelişmeleri,
keza tarihte eşi benzeri görülmemiş büyüklükte
kapitalizmin dünyaya yayılması bakımından
genişlemesine, şiddetli sınıf savaşımıyla
Leninizm’in emperyalizm teorisinin ne kadar
doğru ve çürütülmez olduğunu gösterdi.
günün genel ve yerel politikasını, strateji ve
temel taktik meselelerde, devlet ve devrim
ilişkisini,
tekelci
dünya
burjuvazisinin
egemenliği ve tekelci kapitalizmin dünya
halkları ve ezilen uluslarını köleleştirme siyasetini devrimci temelde ele almamak demektir.
Bu durumda Komünist Partisi sağ oportünizme
düşmüş demektir. “3. Kongre” de ortaya çıkan
sağ pasifist oportünist çizginin bir çok noktadaki hatalı anlayışlar yanında Leninist emperyalizm teorisinden açıkça saptığı anlaşıldı. Bütün
önemli politik, ekonomik, siyasi sorunları
emperyalizm bakış açısından ele alınması
zorunluluğunu kavrayan her komünist için sağ
oportünist emperyalizm teorilerinin komünist
hareket için ne kadar önemli ve büyük bir
tehlike olduğunu bu değerlendirme yazımız da
açıklayacağız.
Ulusal ölçekli değil genel –uluslar arasıkarakterde olan oportünizmin çeşitli akımları
defalarca “Lenin’in emperyalizm teorilerinin
eskidiğini, geride kaldığını” söylediler. “Onlarca
yıl geçmişti” o halde “ Lenin’in teorileri hep
geçerli mi olacak” cümleleriyle başlayan hatalı,
uzlaşmacı burjuva anlayışlar gerçeği değiştiremedi. Çünkü Lenin emperyalizmin, diğer
ifadeyle tekelci aşamaya varmış kapitalizmin
ekonomik özünü ayrıntılarıyla, çok yönlü
bağlantılarıyla açıklamıştı. Emperyalizmin
ekonomik özü değişmediği sürece Lenin’in
emperyalizm bakış açısı nasıl eskimiş olabilirdi?! Bazıları doğan canlının büyüme seyrini
anlamak istemiyorlar. Sıpanın büyüyüp eşek
olmasını anlamak istemedikleri için “nitel
değişiklik oldu” diyorlar. Sıpa büyüyüp kart bir
eşeğe dönüşür, ama sıpanın fiziksel büyümesi
eşek olma hayvansal özünü değiştirmez.
Maoist harekette öteden beri kökleri
bulunan, ama 2011 Eylül’den itibaren resmi ve
merkezi düzeyde kendisini ilan eden ve hakim
hale gelen sağ oportünizmin teorik hamurunun
uluslar arası oportünizmin halkasında, onun
kokuşmuş leğenin de yoğrulduğunu okuyucu
asla unutmamalı. İleri sürülen oportünist tespit
ve anlayışların sınıf mücadelesinde devrimci
işçi sınıfının içinde burjuvazinin sözcülüğünü
yapan şu yada bu akımın köklerine uzandığını
akılda tutmalıyız. Değişim adına “yeni” teorileri
ileri sürenlerin Partimizin tarihsel birikimini,devrimci yetenek ve deneyimlerini, teorik
anlayışını küçümsediklerini çok rahatlıkla
söyleyebiliriz. . Elbette oportünizm ilkesiz
olduğu için Marksizm maskesi altında temelsiz
yığınla lafazanlık yapmakta duraksamaz,
Leninist emperyalizm anlayışından
9
Devrimci Halkın Günlüğü
uzlaşmacı anlayışlar ileri sürmedeki maharetini
daima kullanır. Bu anlayışlara komünistlerin
cevap verilemeyeceğini sanma yanılgısından
öte, fırsatını bulduğu her tarihi koşulda Marksizm’in üzerinde tepinmeyi kaçırmayan
oportünizmin bu genel karakteri ne yazık ki
Partimizin içinde de ortaya çıkmıştır. Bu sağ
eğilimi teorik, siyasi ve politik açıdan mahkum
etmek Partimize güç katacaktır. Dünya devrimci
proletaryasına karşı olan görevlerimizi de ancak
bu kararlıkla yerine getirebiliriz.
Lenin kapitalist dünya ekonomisini
burjuvazinin sunduğu istatistiklere, yine onların
siyasi temsilcisi ve bilginlerin itiraflarına
dayanarak, verilerini emperyalizm eserinde
ortaya koymamış mıydı? Bu gün açısından
aksini ileri sürenler kapitalist ekonomik temelin
hangi açıdan değişime uğradığını açıklamak
zorundadır. Papağan gibi “emperyalizm nitel
değişime uğramıştır” demekle olmaz, olmuyor.
Bilim neden ve sonuç ilişkisini açıklar. Tanımlamalarla yetinmez. Somut olgulara dayanır.
Lenin sosyalist devrimden sonra 1920’de “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması-Emperyalizm”
eserine yazdığı ikinci önsözünde 1890-1913
yıllarınca bütün dünya demir yolları paylaşılmasının verilerinin önemini yazdığı şu satırlarda dile getirmişti.
“ Demir yolları kapitalist sanayinin ve
belli başlı kollarının, kömür ve metalurji sanayinin bilançosunu, dünya ticaretinin ve aynı
zamanda burjuva demokratik uygarlığın gelişiminin bilançosunu ve en çarpıcı göstergesini
oluşturan demir yollarının büyük sanayi ile
tekellerle, birliklerle, kartellerle, tröstlerle,
bankalarla, finans oligarşisiyle ilişkisi” anlatılmaktadır. ( Lenin Seçme Eserler Cilt: 5 Syf: 18)
Evet Lenin bu satırları yüzyıl önce
yazmıştı. O dönemin tren raylarının sahipleri
esas olarak Almanya ile İngiltere idi.Kömür
enerjisinin yerini 20. yüzyılın ikinci yarısından
2014 - KASIM- SAYI: 2
itibaren petrol almaya başladı. Almanya’da son
kömür madenleri 2000’li yıllarda kapandı. Ama
emperyalizmin özü değişmedi. Tıpkı tren rayları
gibi dünyayı bir ağ gibi petrol boru hatları
sarmaktadır. Petrol- gaz rezervlerine, boru
hatlarının büyük sanayi ile tekellerle, tröstlerle,
finans oligarşisiyle, bankalarla olan ilişkisinin
bütün verilerine bakın dünyanın yoksul ülkelerine taşınan uygarlık değil, aksine bu yoksullaştırılmış ezilen ülkelerden çalınan kaynak,
değer, can ve kandır; tanımlanamayacak boyutta ağır köleliktir. Büyük sanayi ile kopmaz bağı
olan enerji için sürdürülen kanlı kapışma
kapitalist sermayenin keşfettiği yada yarattığı
yeni ürün ve alanlar üzerinden değerlendirilemez. Çünkü teknoloji, bilim ve endüstrinin
ilerlemesiyle değişimler kaçınılmaz olmaktadır.
Tıpkı yüzyıl önceki gibi dünyaya hükmetmeye
başlayan emperyalist devletler –ki bu devletler
kartellerin, tröstlerin, tekellerin devletleridiryüzyıl sonra dünyanın çoğunluğunu oluşturan
ulus ve halklara hükmetmektedirler. Araçların
değişmesi, yöntemlerin daha acımasız ve
çeşitlendirilmesi emperyalizmin özünü değiştirmez.
Marksizm bilimsel temeli üzerinden
ilerlemektedir. Büyük coşkularla çıkıp Marksizm’i çürütmeye kalkanlar çok oldu. Bildiğiniz
gibi tüm 20. yy boyunca ve günümüzde de
Marksizm’i çürütmeye kalkışanlar kendilerini
Marksist olarak gösterdiler. Lenin’in dikkat
çektiği gibi bu Marksizm’in kanıtlanmış gerçek
gücünden ileri gelir. Düşmanları bile Marksizm’in kılıfına girmeye zorlayan büyük bilimsel
hakikat budur. Saldırılar oldu, olacaktır. Ama
gerçekler inatçıdır. Eninde sonunda galip gelen
Marksizm’in işaret ettiği gerçekler oldu. Marks
emperyalizm öncesi kapitalizmi tahlil ederken
“ serbest rekabetin üretim yoğunlaşmasına
yol açtığını ve gelişmenin belli bir aşamasında
tekele götürdüğünü” ön görmüştü. Marks bu
gelişmeyi görecek kadar yaşamadı.Sermayenin
üretimin yoğunlaşmasının ilk örnekleri
10
Devrimci Halkın Günlüğü
Almanya, İngiltere, ABD’ inde ortaya çıktı.
Marks ve Engels haklıydılar. Marks ve Engels’i
çürütmeye kalkanlar oldu, ama tekelci kapitalizm ortaya çıkmakla kalmadı içsel özelliği
gereği hızla yayıldı. Egemenlik alanını dünyaya
yaydı. Kendisini dünya savaşıyla ( 1914-1918)
en kanlı politik gerici özüyle dışa vurdu. Bu
emperyalizmin en tam halinin geri dönülemez
içeriği ve biçimiyle anlaşılmasını sağladı.
Emperyalizm teorisinin, buna bağlı olarak
devrimci proletaryanın görevlerinin saptanması üzerine yapılan tartışmaların içeriği bu
olguya uygun oldu. Artık tekelci kapitalizmin
mutlak varlığını ve hakimiyetini reddetmek
değil, ama emperyalizmin “uygarlaştırıcı”
medeniyet taşıyıcı özelliğini öne sürenler hızla
çoğalmaya başlamıştı. Elbette bu çarpıtmayı
sadece burjuva iktisatçılar, filozoflar ve
siyasetçileri yapmadılar. İşçi sınıfının devrimci
mücadelesini amacından saptırmaya koyulan
görünüşte sosyalist ama özünde burjuvazinin
temsilcileri durumuna gelen “sosyalistler” de
emperyalizm teorisinin burjuva yorumunun
sözevleri haline geldiler. Sosyal şovenizm bir
akım olarak 1. Dünya Savaşında Avrupa da
Sosyalist Partilerin kendi emperyalist burjuvazilerini “anavatan savunması” burjuva
anlayışıyla savunmaya başlamasıyla ortaya
çıkmış oldu. İkinci Enternasyonal hainlerinin
emperyalizm anlayışı günümüze kadar
dünyanın neredeyse bütün Komünist Partilerinin mücadele konusu olmuştur. Yeni tartışmalarla “yeni” keşiflerle (!) halen şu yada bu
biçimde komünist hareketin karşısına çıkarılan
burjuva kapitalist anlayışlar devrim amacı
uğruna mücadele eden devrimci işçi sınıfının
saflarını zehirlemeye devam ediyor. Bu nedenle
oportünizme karşı ideolojik mücadele ertelenemez birincil görev olmaya devam ediyor.
20. yüzyılın ilk çeyreğinde imparatorluklar, krallıkların yerini alan, genişlemesine
yayılan, dünya, ulus ve halklarını etkisi altına
alan, işgal eden köleleştiren emperyalizm
2014 - KASIM - SAYI: 2
özünü koruyarak 21.yüzyıla taşındı. Kapitalizm
bu gün kendi mezarını kazmaya devam ediyor.
Dünya halkları düne göre bu gün sosyalizme
çok daha yakındır.
“3. KONGRE”NİN EMPERYALİST
SİSTEM DEĞERLENDİRMELERİNDEKİ
SAPMALAR ÜZERİNE.
BİRİNCİ BÖLÜM...
“3. Kongre” belgesine dayanarak
partimizin MLM kapitalizm değerlendirmelerini
tahrif eden oportünist sapmaların açığa çıkarılmasının devrimci amacımız bakımından tarihi
bir görev olarak değerlendiriyoruz. Bu nedenle
“3. Kongre” anlayışını kasaplı ele alıyoruz. Bu
ele alış aynı zamanda emperyalizm ve bugün ki
siyasi koşullara bakışımızı da açığa çıkarmış
olacaktır. Devrimci proletaryanın her bir parçada kendine özel ilkeleri yoktur, proletaryanın
devrimci ideolojisi evrensel, uluslar arası
olduğu gibi ilkeleri de enternasyonaldir. Bu
anlamıyla yerel ve evrensel diyalektik olarak bir
birine bağlıdır. Ülke devriminin komünist
yolunu devrimci temelde tanımlamak ve tutarlıca mücadele etmek demek, uluslar arası
komünist harekete karşı olan tarihi enternasyonal görevlerini yapmak demektir. Eğer kapitalizm değerlendirmesi Marksist değilse, ne
emperyalist bloklar arasında ki rekabet, nede
kapitalizmin krizinin siyasal sonuçları, gidiş
yönü doğru saptanabilir. Dolaysız olarak
kapitalizm anlayışında hatalı olanlar devrim
yolunu doğru belirleyemezler. Yığınla söz sarf
edebilirler, ama ceviz kabuğunu dolduracak bir
değeri yoktur sarf ettikleri sözlerin.Çünkü
yüzeyde görünene odaklanıp derinde yatan
gerçeği göremeyenler yanılırlar. Marksizm
yüzeyde olanı değil sadece, derinde olan
toplumsal olguları açığa çıkaran bilimdir. “3.
Kongre”
bu
temel
gerçeğe
bağlı
kalmamıştır.Yüzeyde görünenlere odaklanmış
ve derinde yatan gerçekleri açığa çıkarmayı
11
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
onun doğrudan bir devamı olan tekelci
aşamasıdır. Bu yüksek düzeye varan kapitalizmin belirtilen yönde yoğunlaşarak ilerleyeceğini Leninizm’in emperyalizm teorisini
inceleyen herkes bilir. Partimizin kapitalizm
değerlendirmeleri “3. Kongre”ye kadar daima
MLM emperyalizm teorisi temeli üzerinde
yükselmiştir. “3. Kongre” ise Lenin’in anlayışından sapmıştır. Konuyu işledikçe “3. Kongre”nin
emperyalizm anlayışının Marksist ekonomi
politik bilme aykırı bir çok yanının olduğu
görülecektir. Ekonomik temeli hatalı, çarpık
kavradıkları için siyasi değerlendirmelerde de
oportünizme düşmeleri kaçınılmaz olmuştur.
“3. Kongre” belgesinin bütün ayrıntılarına
cevap vermek demek, birkaç kitap yazmak
demektir. Fakat bizler Partimizin MarksistLeninist-Maoist anlayışını yerle bir eden temel
ideolojik, politik, siyasi yanları açığa çıkardıktan
sonra geride kalan yığınla oportünist lafazanlığın bir değeri olmadığı kanaatindeyiz.
bırakalım üstünü örtmüştür.
“3. Kongre” “Emperyalist Dünya Gericiliği Altında Devrimci Dünyanın Ayak Sesleri
Büyük Çalkantılar Eşliğinde Yükseliyor!”
başlığı altında emperyalist sistemin ve
çalkantılarını çeşitli alt başlıklarla incelediğini
ve önemli sonuçlar ortaya çıkardığını ileri
sürmüştür.
İddialı, olmak iyidir, ama teorik anlam
ve pratik tutarlılığı, tarihsel doğruluğu varsa…
Bizler konumuz itibarıyla bu bölümde
“3. Kongre”nin kapitalizm değerlendirmelerinin
Leninist emperyalizm teorisine uygun olup
olmadığını yada daha doğru ifadeyle bağlı kalıp
kalmadıklarını konu edineceğimiz için Lenin’in
emperyalizmi kaç başlık altında incelediğini
aktarmak yararlı olacaktır. Neydi emperyalizmin beş temel özelliği:
Üstelik “3. Kongre”nin eklektizmle –
çoktan – damgalanmış “teorisyenleri” bu çorba
teoriyi “tamamen bilimsel” tanımlamasıyla
Halkın Günlüğü gazetesinde ilan etmişlerdir.
Artık yarım yada çeyrek, yada tamamen
olmayan bilim nasıl oluyorsa!
1)
Üretim ve sermayenin yoğunlaşması ve
tekellerin doğuşu ve ekonomik sistem de tayin
edici olmaya başlamaları
2)
Banka ve sanayi sermayesinin iç içe
geçerek mali sermayenin oluşması
3)
Sermaye ihracının meta ihracından
farklı olarak önem kazanması
4)
Uluslararası tekelci kapitalist birliklerin
oluşması; ( Dikkat edin ulusal değil, uluslar arası
deniyor)
5)
Dünyanın kapitalist birlikler arasında
paylaşılması, bu paylaşımın tamamlanmış
olması
“3. Kongre” emperyalist kutupları,
dengelerini açıklarken dünyanın tek kutuplu
olduğunu belirtmektedir. “Emperyalist Dünya
Sistemin de Bugün ki Siyasi Şartlar”ı değerlendirirken şöyle demektedir.
“Emperyalist dengelerin yeniden
kurulduğu günümüzde tek kutuplu dünya
gerçeği tartışma götürmez biçimde geride
kalmıştır. Aleni bloklaşmalar ekseninde cereyan eden emperyalist dalaş ve çelişkilerin
ortaya koyduğu pratik neticeler, çok kutuplu
emperyalist dünyaya yeniden dönüldüğünün
sağlam kanıtlarıdır.” (“3. Kongre” Belgelerinden)
Bu beş özellikle kapitalizmin gelişme
aşamasını ortaya çıkarmış ve tanımlamıştı,
Lenin. Emperyalizmin kapitalizmin özel aşaması
olduğunu pekte anlamak istemeyenler zorlamayla “yeni” nitelikler aramaya koyulsalar da
başarılı oldukları hiç söylenemez. Kapitalizmin
yoğunlaşması ve gelişmesi tekelci aşamaya
varması kapitalizmi geride bırakmamış,
12
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
Bu yüzeyde görünene aldanmak değil
de nedir? Emperyalizm hangi tarihi şartlarda
tek kutuplu oldu? Yada emperyalist dünya
düzeninde tek kutupluluk mümkün müdür?
Elbette değildir! Eğer emperyalizm tek kutuplu
olsaydı –geçici bir dönemde bile denseydi- bu
diyalektik yasaya aykırı olurdu. Öte yandan bu
değerlendirme kapitalizmin işleyişine aykırıdır.
Emperyalizm ortaya çıktığı tarihi şartlardan
günümüze hiçbir tarihi dönemde tek kutuplu
olmamıştır.
Ayrıca
Partimiz,
“emperyalist
devletlerin kendi arasındaki çelişkiyi” dünyadaki başlıca çelişkiler arasında tanımlamıştır.
Emperyalist devletler arasındaki çelişki ve
rekabeti kabul ettikten sonra “tek kutuplu,
yada çeşitli blokların olmadığı” gibi saçma bir
anlayış zaten ileri sürülemez. Bu çelişkinin
temeli ekonomik olarak açıklandığında tekelci
kapitalist birliklerin, tekelci dünya burjuvazisinin dünya üzerindeki rekabetinin bir sonucu
olduğu anlaşılmış olur. Emperyalist devletler
çeşitli ittifaklara giderler, ama bu geçicidir,
ittifak yaptıkları dönemde bile birbirleriyle
rekabet halindedirler. Bu nedenle barışçıl
duruşları, ittifakları tali rekabet ve saldırı özleri
ise esastır. Kaldı ki emperyalist güçler ile ezilen
dünya ulusları ve halkları arasındaki çelişmede
dünyadaki başlıca çelişkiler arasındadır. Bu
konuda partimizin anlayışı tereddüte yer bırakmayacak kadar nettir. “3. Kongre”nin ileri
sürdüğü burjuva anlayışların partimizin onlarca
yıllık Marksist çizgisine aykırıdır. Oportünizm
tarihimizden, teorik birikimimizden, değerlerimizden koptuğunu sevinçle ilan etsede biz
parti anlayışımıza başvuralım. Küçük burjuva
dar görüşlülüğüyle eskimiş, posası çıkmış ve
bugün burjuva ideologlar tarafından bile pekte
ileri sürülmeyen “küreselleşme” teorileriyle
kapitalizm değerlendirildiğinde demek ki
yüzüne Marksist maske takılsa da gözleri ve
bilinci dünyayı tek kutuplu görüyormuş.
13
Emperyalizm bir olgu olarak var
olduğundan beri emperyalist devletle arasında
rekabet sürekli olduğu gibi, bu gerçeğe bağlı
olarak emperyalist bloklar arasında da rekabet
sürekli vardır. Bu nedenle tek kutuplu bir dünya
sisteminin var olduğunu ileri sürmek kapitalist
sistemin çelişkisini açıklayamama bakımdan
felsefi idealizmdir, gayri diyalektiktir. Tekellerin,
tekelci kapitalist birliklerin ham madde,
pazarları ele geçirme rekabetine de aykırıdır.
Emperyalist devletlerin kendi aralarındaki
çelişmeyi değerlendiren Partimizin anlayışı
bakın Sınıf Teorisi’nde nasıl ifade edilmiştir.
“ Emperyalist devletler… rekabet olmadan
yaşayamazlar. Bu devletler sürekli bir şekilde
birbirlerinin pazarını kapmak isterler. Pazarlar
üzerinden hâkimiyet kurmak için mücadele
yürütürler. İşte bu ekonomik özden kaynaklı
emperyalizm bölgesel, yerel savaşlara, bazen
ise 1. ve 2. paylaşım savaşlarına başvurur.
Dahası emperyalist devletler arası pazar
dalaşından kaynaklı çelişki dünyanın her karış
toprağını etkilemektedir.” ( Sınıf Teorisi 2004
Sayı: 6 Şubat- Mart)
Emperyalizm var oldukça savaşlar
kaçınılmazdır. Söz konusu rekabet bütün dünya
siyasetini etkilediğini asla unutmamak gerekir.
“3. Kongre” bunu da unutmuş ve emperyalizmin sanki dünya siyaseti üzerinde yeni etkili
olmaya başlamış gibi teoriler ileri sürmüştür.
İlerde değineceğiz bu konuyada.
“3. Kongre” “biz devletlerarası rekabet
yok demedik” “tek kutuplu dünya sistemi”
dedik derlerse şaşırmayız! Zaten emperyalist
devletle arasında böyle acımasız ve kanlı
rekabet daima varsa o halde zaten çok kutuplu,
çelişkilerle örülü bir kapitalist dünya düzeni var
demektir. Ayrıca emperyalizm 20. yüzyılda
sömürge ve yarı sömürge ülkelere karşı savaşlar
verdi, bağımsızlık savaşlarını ezmek için her
şeyi yaptı. Milyonlarca yurttaş katletti. Emperyalizm ile ezilen ulus ve halklar arasındaki
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
çelişkiyi nasıl görmezden gelebiliriz. Emperyalizm şu yada bu düzeyde bütün bağımlı faşist
gerici sistemler üzerinde belirleyicidir. Yarı
sömürgelerde gerici sınıflar emperyalist burjuvaziye sırtını dayamaktadırlar. Savaş politikanın
kanlı biçimi olarak sürdürülür. Bütün gerici
savaşların kaynağı emperyalizmdir. Partimiz
bütün bu yönleri iyi görmüş on yıllardır ezilen
sınıfları kapitalizm niteliği ve gerici karakteri
hakkında aydınlatma mücadelesi vermiştir.
Açık-berrak anlayışımıza burjuva “yeni” boyutlar getirmeye kalkışan sağ tasfiyeci akımın
çabaları boşunadır. Emperyalist devletler ve
bloklar arasındaki çıkar çelişkisi ve rekabeti
durağan değil dinamik ve süreklidir. Parti
anlayışına baş vurmaya devam edelim.
tek kutuplu dünya sisteminin olması durumu
yoktur! olmamıştır.
Sovyetlerin 1991’de resmen yıkılmasından sonra burjuvazinin komünizme olan ideolojik saldırısı “komünizm öldü” anlayışıyla
şiddetlenerek devam etti. Burjuvazi komünizmi
vahşi, kıyıcı, bütün kötülüklerin kaynağı olarak
gösterirken,
kapitalizmi
insancıllaştırıyor,
özgürlüklerin ve demokrasinin tek düzeni
olarak ilan ediyorlardı. 1990’lı yılların sonunda
2000’li yılların başında emperyalizmin nitelik
değiştirdiğini, artık “küreselleşme çağının
başladığını” ileri sürmeye başladılar. Burjuva
ideologları, satılmış kalemşorlar, komünizm,
karşısındaki kendini kaptırmış zafer sarhoşluğuna kaptırmış, savaşların olanaksızlığını pompalarken, rekabetten çok kapitalist büyük
güçlere bir entegrasyon, kaynaşma sürecine
girildiğini vaaz ediyorlardı. Tabi ki halkı
aldatıyorlardı. Onlara göre tek kutuplu bütünleşme oluyor, dünya ulus ve halkları özgürlük ve
demokrasiye doğru ilerliyordu. Bu nedenle
artık “emperyalizmden ziyade küreselleşme”
denmeliydi! MKP 1. Kongresi tek kutuplu küreselleşmeci aldatmacalara yanıt vermişti. Tekelci
kapitalizmin MLM ekonomi politiğin açıkladığı
temel özelliklerini koruduğunu “tek kutuplu”
dünyanın geçek ve mümkün olmadığını
açıklamıştı.
“Emperyalist tekelci burjuvazinin
ekonomik çıkarları dünya siyasetine yön veriyorsa, o halde bu çıkar dalaşı kapitalizm ve
emperyalizm dünya üzerinde varlığını, hakimiyetini sürdürdüğü müddetçe de sürecektir.
Bunun sonucu olarak da yukarıda vurguladığımız savaşlar kaçınılmaz olacaktır.
Emperyalizm var olduğu müddetçe
sınıfsal, ulusal, bölgesel, yerel ve emperyalist
savaşlar kaçınılmazdır dedik” (Sınıf Teorisi
2004 sayı:6 sf:48
Yoruma gerek duyulmayacak kadar
açık ve net düşüncelerdir. İleriki sayfalarda
partimizin kapitalizm ve savaş ilkesine dair
teorisinin Marksizm bilimine dayandığını detaylandıracağız. Şimdi sorunumuz tekelci kapitalizmin hakim olduğu dünya düzeninde tek kutuplu bir dünyanın olmadığını açıklamaktır.
Emperyalizm çelişkisiz, rekabetsiz bir bütün
değildir, olamaz. 20.yüzyıl kapitalizm tarihini
değerlendirdiğimizde dünya sisteminin sadece
komünizm kampı ile kapitalizm kampı arasında
bölünmediği, aynı zamanda emperyalist
kampın bir çok bloğa bölündüğü açık olarak
görülür. Bu nedenle de, tek kutuplu kapitalizm,
Nasıl, olduysa “3. Kongre” birden tek
kutuplu bir dönemin varlığını keşfetti. Sağ
oportünizm kendisini öylesine kaptırmış ki 1. ve
2. Kongrede geçerliliğini koruyan 1972’den beri
savunulan Enternasyonel proletaryanın siyasi
doğrultusunu, ekonomik, politik anlayışını bir
çırpıda geride bırakmıştı. Partimiz “tek kutuplu
küreselleşmeci” teorilere karşı ideolojik
mücadele veriyordu, partimizi sağa yatıran “3.
Kongre” ise “tek kutuplu dünya”’ını var
olduğunu kabul edip sonlandığını açıkladı!
Aynen böyle deniyor. Ne zaman “tek kutuplu”
luğun başladığını belirtmiyorlar. Ama açıklamak
14
Devrimci Halkın Günlüğü
la yetinmektedirler. Peki, o halde Kaypakkaya
çizgisi onlarca yıldır dünya kapitalizmini çelişkilerini, siyasi şartlarını hatalı mı kavrayıp savundu. Küreselleşmeci teorileri mahkûm ederken
hatalımıydı? Hiç kuşkusuz hatalı olan MLM
parti çizgisi değil hatalı olan “3.Kongre”nin sağ
oportünist çizgisidir.
Partimiz emperyalist devletler ve
emperyalist bloklar arasındaki çelişki ve
kamplaşmanın temeline uygun siyasi tespitlerde bulunmuştur. Bakın “tek kutuplu” entegrasyoncu, kaynaşmacı aldatmaca teorilerine
ne cevap vermiştir.
“Emperyalistler arası çelişkiye bağlı
olarak farklı emperyalist bloklar oluşmaktadır.
Burjuva ideologlarının “küresel emperyalizm”
adı altında iddia ettiği gibi emperyalist
devletler arasında ki gidişat “tek kutuplu
bütünleşmeye” doğru değil, çok kutuplu
oluşumlar ve çelişkilerin artmasına yöneliktir.
Daha önce ifade ettik ki çelişki ve kutuplaşma
emperyalizmin sistemsel doğasında vardır.
Nitekim birinci ve ikinci dünya savaşları
dünyada ki pazarlara hâkim olma savaşıydı.
Bilindiği gibi bu savaşlar farklı emperyalist
devletlerin oluşturduğu farklı bloklar eşliğinde
başlatılıp yürütüldü. (Sınıf Teorisi sayı:6 sf:49)
“3.Kongre” çubuğu sağa kırınca “tek
kutuplu dünyayı” keşfetti ama geç kaldı.
Partimizin teorik siyasi bakış açısında net ifade
edildiği gibi bu teoriler burjuvaziye aittir. Tutarlılık gereği “3.Kongre”nin tek kutuplu dünya
sistemini açıklaması ve partimizin anlayışını
çürütmesi gerekirdi. Lakin öylesine bir pervazsızlıkla oportünist tespitler yapmaktadır ki
ortalama okuyucunun yaptıkları bu tespitlerin
Kaypakkayacı partinin onlarca yıllık anlayışıyla
çelişip
çelişmediğini
çıkarabilmesi
olanaksızdır.Çünkü daha önce ne dünya siyasi
şartları, ne emperyalizm, ne savaş nede bir
bütün olarak devrimci sınıf hareketinin
2014 - KASIM - SAYI: 2
esas meselelerine dair sanki hiç b,r değerlendirme yapılmamış gibi yaklaşmışlardır. Oysa
Kaypakkaya hattında akan devrim hareketi ne
kadar güçsüz olursa olsun, ne kadar dağınık ve
çeşitli kollara bölünürse bölünsün Türkiye ve
Kürdistan komünist hareketinin biricik damarını
temsil etmektedirler. Buradan hareketle savunduğumuz Marksist anlayışlarla karşılarına çıkan
oportünist teorileri ayırt etme siyasi uyanıklığına sahiptirler.
Burjuva şarlatanlar dünyayı sadece iki
kutuplu görüyorlardı. Onlara göre Sovyetlerin
yıkılmasıyla komünizm cephesi ölmüş, dünya
artık ABD’nin hükmettiği, yada başını çektiği
tek kutuplu bir dünya haline gelmişti. Küreselleşme süreciyle sermaye ve üretim yaygınlaşmış, dünyayı komünizmden kurtaran kapitalist sermaye dünya uluslarına demokrasi,
özgürlük taşımıştı.(!) Artık tekelci kapitalizmin
çelişkisi, bloklar arasındaki rekabet değil,
ABD’nin başını çektiği “küresel emperyalizm”
entegrasyon, bütünleşme dönemine girilmiştir.
Demokrasi ve özgürlükler çağı küreselleşmeyle
açılmıştır (!) Sosyalizm yıkılmışsa o halde dünya
sistemi tek kutupluydu onlara göre. Elbette
küreselleşmeci, tek kutuplu teoriler uzun erimli
olamadı. Çünkü emperyalizmin çelişkileri
gizlenemeyecek kadar aleniydi. Emperyalist
devletlerin ve blokların arasındaki çelişki ve
rekabet daha da şiddetlenmekteydi. Sovyetlerin yıkılmasıyla kardeşçe yaşamış olan uluslar
arasında düşmanlıklar geliştirildi. Yugoslavya
da halklar birbirine kırdırıldı. Azerbaycan,
Ermenistan yeniden düşmanlaştırıldı. Afganistan, Irak işgal edildi. Hizaya getirilmeyen siyasi
yapıların ülkelerine bombalar yağdırıldı.
Gerçekten dünya ekonomik sistemi
sosyalist devrim olduktan sonra sadece tekelci
kapitalizm ile komünizm şeklinde ifade edilebilecek uzlaşmaz iki kutuptan mı ibaretti. Böyle
sananlar olabilir, ama bu anlayış temelden
yanlıştır.Bilindiği gibi birinci dünya savaşı
15
Devrimci Halkın Günlüğü
(1914-18) emperyalist büyük güçlerin dünyayı
yeniden paylaşma savaşıydı. Bu emperyalist
bloklar savaşa tutuştuklarında sosyalist
devletler yoktu. Emperyalist savaş kapitalizmin
içsel karakterinin bir sonucuydu. 1917 Sosyalist
Bolşevik Devrimiyle dünyanın bir kısmı sosyalizm sistemiyle tanıştı. Bu tarihten itibaren
emperyalizm ile sosyalizm olarak iki büyük
kamp ortaya çıktı. Bu iki uzlaşmaz güç ve çelişki
dikkate alınmadan hiçbir önemli politik, siyasi
dünya sorunu ele alınamazdı. Ama bu
gelişmeyle emperyalist güçler arasındaki çelişkinin son bulduğu anlayışı doğru değildir. Tarih
kanıtladı ki dünya pazarlarını ele geçirme,
hakimiyetini sürdürmek için kapitalist büyük
emperyal güçlerin arasındaki çelişki ve rekabetin, Sovyetlerle yada sosyalist kampla aralarındaki çelişkiden daha güçlü olduğunu gösterdi.
Çünkü emperyalist devletler birleşerek
Sovyetlere saldırmadılar. Aksine emperyalist
güçler bloklaştılar ve ikinci dünya savaşını önce
kendi aralarında başlattılar. Almanya Avrupa’yı
işgal etti. Belli bir süre sonra ordularını
Sovyetlerin üzerine sürdü. Tarihin cilvesine
bakın ki ikinci dünya savaşında Almanya’nın
başını çektiği emperyalist kampın yenilmesi için
Sovyetler ABD, İngiltere ile savaş ittifakı kurdu.
Sabit olduğu gibi kapitalist devletlerin arasındaki çelişki hiç sonlanmamıştı ve şiddetini korumaktaydı. Sosyalizm tarih sahnesinde, dünya
siyasetin de etkili olmasına rağmen dünya
sistemi sadece iki kutuptan oluşmadığını tarih
gösterdi. Birinci dünya savaşında yenilen, onursuz anlaşmalarla baskı altına alınan Almanya
tekrar halkayı kırıp ayağa kalkarak savaşın en
saldırgan gücü olmuştur. Bu gerçekliği iyi
kavrayanlar 1945’ten sonrada dünya siyasi
yapısının sadece iki kutuptan oluşmadığını,
emperyalist devletler ve bloklar arasında çelişki
ve rekabetin çok çeşitli şekillerde devam ettiğini asla unutmaz.
İkinci dünya savaşından sonra Çin Halk
Cumhuriyeti ve Doğu Avrupa da Sosyalist
2014 - KASIM - SAYI: 2
cephenin genişlemesi emperyalizmi ürküttü.
Komünizmin yayılmasını engellemek için
kapitalist cepheyi yapılandırdılar. NATO, Dünya
Bankası, IMF, AB projelerinin canlandırılması,
Marşhall Planı, GLADIO örgütlendirilmeleri
geliştirildi. Buna rağmen emperyalist devletler
arasında yek pare bir birlik var demek için
emperyalizmin ne olduğunu bilmemektir.
20.yüzyılda iki büyük savaşta yenilen, yıkılan,
köleleştirilen Almanya bu gün yine dünyanın
dev tekelci devleti durumundadır. Almanya’nın
1945’ler deki gibi ABD’nin potinleri altında
olduğunu kim ileri süre bilir.
Bu tarihi gerçeklerinde gösterdiği gibi
sosyalist devletler olduğun da dünya ne sadece
iki kutuplu, nede 1991 de Sovyetler yıkıldığında
dünya tek kutuplu olmuştur. Marksistler
emperyalizmi ekonomik temelleri ve çok yönlü
çelişkileri ile kavrarlar. Ne yazık ki “3.Kongre bu
temel gerçeği çarpıtmış ve burjuva küreselleşmeci teorileri yeniden diriltmiş ve “tek kutuplu
dünyanın geride kaldığını” ilan etmiştir.
Kutluyoruz. Olmayan bir şeyi geride
bıraktıkları için ne kadar övgü dizsek azdır.
Kapitalizmin
köklü
değişikliklere
uğradığını dilinle dolayan “3.Kongre”nin “tek
kutuplu emperyalizm” teorisi küresel emperyalizm, yada “küresel kapitalizm” olarak altı
doldurulmaya çalışılan burjuva anlayışlara
dayanmaktadır. Eğer birazcık MLM’e , Partimizin bakış açısına bağlı kalmayı başarmış olsalardı
“küreselleşmeci” anlayışları ileri sürmezlerdi.
Maoist Komünist Partisi birinci kongresi “Globalizm”, “Küreselleşme” ci “ Tek kutuplu”
dünya sistemi savunucularının safsatalarına
bakın ne cevap vermişti.
“ ‘Küresel’ denilen, kapitalizmin
dünya çapındaki örgütlüğü hiçte iddia edildiği
gibi ‘yen köklü’ bir değişim“ değildir. (Ne yazık
16
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
ki “3. Kongre” Partimizin aksine emperyalizm
de nitel değişikler olduğunu ilan etti. “Globalist,
Küreselleşmeci” olunca demek ki emperyalizm
bir çırpıda değişmiş oluyor.)Kapitalizmin en
yüksek aşaması olan emperyalizmle birlikte
kapitalizm dünya çapında bir örgütlülüğe
ulaşıyordu. Uluslar arası tekeller öne çıkıyor,
sermaye dünya çapında merkezileşiyor,
sermaye ihracı öne çıkıyor, finans kapitalin
ağaları dünyayı sarmalıyor, paylaşılmadık tek
toprak parçası kalmıyordu.
altında olan dünyanın çoğunluğunu oluşturan
ulusların haydut büyük güçler olan emperyalist
ülkelerle olan çelişkilerin de sonlandığını ileri
sürdüklerini bilmiyor olamaz. Aksine konuyu
detaylarıyla açıkladıkça “3. Kongre”nin
Kautsky’i yeniden dirilttiği görülecektir. Adını
koymasada “3. Kongre” kapitalizm değerlendirmesi “küreselleşmeci” kapitalizm teorilerine dayanıyor, fakat Marksist kılıflarla
gerçekleri çarpıttıkları oranda inanılması güç
bir teori çorbası ortaya çıkmıştır.
Demek ki, kapitalizmi dünya çapındaki
örgütlülüğü, “globalizm” keşifçilerinin iddia
ettiği gibi hiçte yeni bir olgu değildir… Sürekli
genişleme ve yayılma özelliğiyle, sermayenin
uluslar arası merkezileşmesi-yoğunlaşması
“yeni” değil, ama bugün çok daha derinleşmiştir… Bu gerçeklik, makro ekonomik
politikalarla, dünyanın her parçasına daha
çıplak
doğrudan
müdahaleleri
derinleştirmiştir.(…) Demek ki şimdiki emperyalizmi, aynı emperyalist dünyanın gelişmiş bir
halidir.” (Sınıf Teorisi Sayı: 1 Syf: 9)
Maoist Komünist Partisi “tek kutuplu”
dünya sistemi çarpıtmasını reddetti. Yarı
sömürgelerin ekonomik, siyasi, askeri, politik
olarak denetim altına alınmasının emperyalizmin vazgeçilmezi olduğunu, bu baskının çok
daha yoğunlaşıp derinleştiğini sürekli vurguladı. Tarım ve hayvancılığın bu hakimiyet
çerçevesinde yıkıma uğratıldığını, açlık, sefalet
ve yoksullaşmanın derinleştiğini ekonomik
özüyle açıkladı. Globalizm, küreselleşmeci
safsatalarla “ulus devlet tarihte kaldı” diyenlere
cevap verdi. Bugün dünya çok daha çatışmalı,
ulus devletler bloklar halinde savaş pozisyonlarına doğru hızla ilerlemektedirler. Maoist
Komünist Partisi burjuva ideolojik saldırılara
MLM’in ekonomik, siyasi, politik bilimine
dayanarak göğüs gerdi. Boyundan büyük laflar
eden, Leninist emperyalizm teorisini aştığını ve
“yeni” boyutlar getirdiğini ileri süren “3.
Kongre” çizgisi Maoist Komünist Partisi
anlayışına açık ve net olarak ihanet etmiştir. Sağ
sapmaya parti anlayışımızla yanıt vereceğiz.
Maoist Komünist Partisi teorik külliyatı bütün
Kautskyci, Troçkist, Buharinci burjuva çamura
yanıt verebilecek yeterliliktedir. Yeter ki öğrenmesini bilelim. Çünkü partimiz komünizm
bilimine dayanmaktadır.
Maoist Komünist Partisi’nin bu Marksist berrak bakış açısı ne erken unutuldu. Ne tez
son beş altı yılda “dünyayı tek kutuplu” hale
getirdiniz ve hemencecik tek kutupluluğu
“geride bıraktınız”.
Sağ oportünist sapmayla karakterize
olan “3. Kongre” “tek kutuplu dünya” sisteminin “gloabalizm” “küresel kapitalizm” anlayışına dayandığını ve buna bağlı olarak kapitalizmin yeni bir evreye girdiğini;köklü değişiklere
uğradığını, istilacı, vahşi, savaşçı değil kapitalizmin
insancıllaştığını;
dünyada
artık
sınıfsavaşının önemini yitirdiğini, örgütlü
kapitalizmin dünyaya hakim olduğunu ve
“özgür
ticaret”le
karşılıklı
bağımlılık
oluştuğunu, emperyalist savaşların gündemde
olmadığını, ulus devlet çağının aşıldığını,
ulusların önemini kaybettiğini ezilen ve baskı
Yeri gelmişken “tek kutuplu” Yeni
Dünya
Düzeni’ni
küreselleşme-globalizm
formülasyonuyla piyasaya süren burjuvazinin
kılavuzlarının teorik tarih tezleri doğduğu gibi
17
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
iflas etti… “Tek kutuplu” ABD patronluğu altındaki emperyalist Yeni Dünya Düzeni( YDD)
teorisi sınıf “çatışmasını ortadan kaldırmış”
yerine “uygarlıklar çatışması” nı koymuştur.
Fukayama Sovyetlerin yıkılmasını, kapitalist
demokrasinin, kapitalist pazar hâkimiyetinin
nihai zaferi olarak ilan etmiş ve toplumlar için
arayışın sonu diyerek “Tarihin Sonu” tezini ileri
sürmüştü. Fukayama’nın tezi süren savaşlarla,
işgallerle çöktü. Huntington’un “uygarlıklar
çatışması” özünde aynı amaca hizmet eden
anti-komünizm teorisiydi. “Sınıf çatışması bitti,
ideolojiler öldü” dendikten sonra onlara göre
“dinsel, kültürel farklılıklar” kalıyordu. Tabi ki
Uygur batı medeniyeti, geri kalan dünya
uluslarının barbar ve ilkel kültürlerinin ilerletecekti (!). Emperyalizmin dünya ulus ve halklarına saldırısını gizlemek, kılıf uydurmak için
“uygarlık taşıyıcıları” safsatasını yaymaktaydılar. Kapitalist batı uygarlığı, insani değerlerini
dünyanın geri kalanına taşıyarak, gelişmeye
direnen geri halkları ilerleteceklerini vaaz
ediyorlardı. Bu ideolojik saldırı “küreselleşme,
globalizm, tek kutupluluk” denilen ama özünde
bildiğimiz emperyalizmin saldırgan, sömürücü,
fetihçi, politik gerici karakterini gizlemek amaçlı
geliştirilmişti. Ne Fukuyama’nın dediği gibi
“Tarihin Sonu” geldi, ne Huntington’un dediği
gibi sınıflar mücadelesi, proletarya ile burjuva
ideolojisi arasındaki çatışma son bulmuştu.
2000’li yılların başındaki gibi bugün Yeni Dünya
Düzeninden pek bahseden yok… Halen “uygarlıklar buluşması” adı altında çeşitli dini önderleri yan yana getirip sahte birlik ve kardeşlik
aldatmacalarını pompalamasalarda emperyalist devletler arasındaki çelişki, keza emperyalist bloklar arasındaki çelişki ve rekabet gün
geçtikçe sertleşmektedir. Emperyalizm ile
ezilen ulus ve halklar arasındaki çelişki ve
çatışmalar klasik sömürgecilik dönemini
aratmayacak düzeyde açıktan işgal biçimine
dönüşmüştür. Afganistan, Irak, Libya son
örneklerdir.
Hiçbir aldatmaca, sınıf çatışması temelini ortadan kaldıramaz. Hiçbir teorik lafazanlık
emperyalist devletler arasındaki çeliş ve
kamplaşmanın sürekli olduğu gerçeğini gizleyemez. Maoist Komünist Partisi gerek ideolojik
alanda gereksede ekonomik içeriğiyle de “köklü
değişiklikler oldu” diyen “ tek kutupçu, küresel
kapitalizmci” burjuva anlayışlara cevap verdi.
Sağ tasfiyeci sapma Maoist Partinin bakış
açısını değiştiremez. “3. Kongre” öznelci
anlayışıyla “tek kutuplu dünyadan çok kutuplu
dünyaya geçişin anlamı ve dikkat çekilmesinin
önemi, çok kutupluluğun ortaya çıkararak
sunduğu emperyalist dünya şartlarının durumudur” dese de, Maoist Komünist Partisi çok
kutuplu emperyalist düzende Kautsky’ci bütün
“yeni” teorilere izah ettiğimiz çerçevede yanıt
olmuştur.
EMPERYALİZM Mİ “KÜRESEL KAPİTALİZM” Mİ? KAVRAM KARGAŞASI
MI İDEOLOJİK SAPMA MI?
Bütün tanım ve tespitler bir ideolojiye
dayanır. Sınıflar üstü ideoloji yoktur. Her ekonomik, siyasi, politik, bakış açısı ya burjuvazi, yada
devrimci proleter sınıfın ideolojik dünyasının
içinde değerlendirilmesi kapitalist çağın iki
uzlaşmaz sınıfın-proletarya ile burjuvazinin
varlığına dayanır. Bu nedenle tespit ve tanımlamaları önemsiz göremeyiz. “3. Kongre”nin
sağ oportünist düşüncelerini dışa vuran tespit
ve tanımlamalarına eğilmemiz Partimizin
dayandığı Marksist ideolojinin devrimci işçi
sınıfının iktidar mücadelesinde temel önemde
olduğunu bir kez daha hatırlatma ve kavrama
ihtiyacından ileri geliyor. “3. Kongre” emperyalizm tespitiyle yetinmedi. Bunun nedenini
anlamak zor değildir. Marksist sınıf anlayışının
günün şartlarına cevap veremediğini “sınıfların
yapısında önemli değişiklikler meydana geldi”
yönelimiyle son derece uyumlu olan “emperyalizmin nitel değişime uğradığını” tezini ileri
sürdü. Leninist emperyalizm tanımı bu sağ
18
Devrimci Halkın Günlüğü
sapmacılar için yeterli gelmediği için “Küresel
Kapitalizm”, “Küresel emperyalizm” tespitleri
ve kavramlarını Marksist kılıflarla ileri sürdüler.
Burjuvazi, emperyalizmin vahşi, deşifre
olmuş niteliğini dünya işçi sınıfı, ezilen ulusları
ve halkın bilincinde silmek için “Globalizm,
Küreselleşme” kavramlarına sarılmıştır. “3.
Kongre” de emperyalizm kavramına “yeni”
ekler yaparak Marksizme katkı yaptığını ileri
sürüyor. Dilimiz varmıyor söylemeye ama
kendisini dünyaya güldürüyor.
Bu tepeden tırnağa kibirli konuşan bay
bilgiçler emperyalizmi 20. yüzyıl da “ulusal”
görmüş oldukları için 1960’tan sonra “küresel
emperyalizm”in ortaya çıktığını savunuyorlar.
Emperyalizm kavram olarak kapitalizmin saldırgan, fetihçi, doymak bilmez politik
gerici faşist özünü ifade eder.
“Küreselleşme” kavramı bir ideolojik
aldatma rolüyle emperyalizmi geride bırakan,
savaşçı, istilacı değil entegrasyoncu, ulus üstü
sermayeyle her ulusa zenginlik vaat eden,
özgürlük, demokrasi ve kültür geliştiren
kaynaşmış, dünyayı yaratan kapitalizm çağı
olarak sunuluyor.
“3. Kongre” bu ideolojik kurgu
–saldırıyı- ifade eden kavramı alıp emperyalizmin başına “Küresel emperyalizm” olarak
yerleştirince komünist maskeyle burjuvaziyi
onurlandırmıştır. Üstelik doğduğundan beri bir
dünya sistemi olan emperyalizm olgusunu içi
boş gerekçelerle sanki yeni dünyaya yayılmış
gibi “küresel” kavramını keşfetmiştir. İşin en
kötüsü 1980’lerden beri dünya burjuvazisinin
temsilcisi bilginlerce dile getirilen teorik içerikten farklı hiçbir şey demeden Partimiz adına
kapitalizm değerlendirmelerin de Marksizme
katkı (!) yapıyorlar.
2014 - KASIM - SAYI: 2
“3. Kongre”nin teorisyenlerine hatırlatmak isterizki Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao
devrimci proletaryanın kartallarıdır, burjuvazinin artıklarından beslenen onları aşmayı
bırakalım onların seviyelerine asla çıkamazlar.
Küreselleşmeci teorilerle Leninizmin emperyalizm teorisi nasıl aşılabilir. Şayet bu olanaklı
olsaydı bu ödülü Fukuyama ve Huntigton’a
çoktan vermek gerekir.
“3. Kongre” ne diyor:
“ Adına küresel denen bu dönem,
kapitalizmin çıkışından günümüze doğasında
var olan genel özelliğinin her bir dönemde
tarihsel koşullara göre aldığı yeni bir biçimdir.”
Halk diliyle bunlar gibi lafı dolandırmadan söylersek; “Emperyalizmin yeni biçimi
küreselleşmedir.” Bakalım aldığı bu “yeni”
biçimi nereye vardırıyorlar. “ Küresellik kapitalizmin ortaya çıktığı ilk günden itibaren
sermayenin gelişiminin doğal bir sonucu
olarak ortaya çıkmıştır.” (“3. Kongre” Belgelerinden )
Bütün oportünistlerin “doğal” davranış
ve tarzı da sınıflar arası işbirliğini sistemleştirmek için burjuvazinin lakırtılarını tekrar
etmesidir. Bunların diğer kaçınılmaz “doğal”
davranış ve düşüncesi ise Marksizmi çarpıtmalarıdır. Sınıf uzlaşmacı teorilerini Marksizm
olarak pazarlamalarıdır.
Demek ki “doğal bir gelişim” olarak
emperyalizm “küresel emperyalizm” oldu
öylemi?!
“3. Kongre”nin “küreselleşmeci kapitalizm” anlayışı çok geçmeden Halkın Günlüğü
Gazetesin de Taksim/ Gezi halk hareketine
dair“3. Kongre” değerlendirmesini aktaran
yazısına şöyle yansıyor: “Küresel emperyalist
sistem neo-liberal stratejiyle büyük bir yıkım
yarattı. “Orta” denilen sınıfları metalaştırdı.”,
19
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
“Emperyalist küresel nizam ve ona entegre
edilen dizaynına ezilenler, hayır demişlerdir.”
“Emperyalist küresel askerileşme ve
neo-liberalizasyona karşı küresel karşıtların
bir mevzisi olarak sahneye çıkmış, bu direniş
tekrarcı bir hakim model stratejisini yıkmıştır.”
(Halkın Günlüğü Sayı: 82/ 2014)
Gezi halk hareketine yönelik değerlendirmelerine ayrıca değineceğiz. 2000’li
yılların küreselleşmeci akımların kapitalizm
sınırlarını aşamayan protestolarına burjuvazinin övgülerini hatırlatmayacağız. Burada “3.
Kongre” oportünizminin “küresel emperyalizm” tespitinin yerel değil genel bir saçmalık
olduğunu belirtmek istiyoruz. Gezi halk hareketini övüp övüp sonrada kendi “yetersizliğini”
ifade etmenin ötesine geçemeyen bu
kendiliğindenci oportünizmin süslü laflarla
bütün “gelenekleri yıkmaları” (!) ve emperyalizm teorisini yozlaştırıp küreselleşmeyi keşfetmeleri şaşırtıcı olmamıştır.
Ayrıca komünist ustalar kapitalist
mülkiyet ilişkilerini diğer ifadeyle üretim ilişkilerini tanımlamışlardır. Küçük, orta, büyük
burjuvazinin dayandığı mülkiyet ilişkisi vardır.
Orta burjuvazi kapitalist sistemde “metalaştırıldı” tespitinin hatalı olduğunu geçerken
belirtelim.
Konumuza dönersek “küresel kapitalizm” yada “küresel emperyalizm” içi boş temelsiz düşüncelerle emperyalizmin nitelik
değiştirdiği teziyle ileri süren “3. Kongre” Marksizm ideolojisinden sapmıştır. Çünkü emperyalizm doğduğundan beri uluslararasılaşmış
–ulusal sınırları aşan- sermayeyle bir dünya
sistemidir.
Marks’ın 1848’den beri ifade ettiği
“sermayenin sınırsız hareketi” ile “3.
Kongre”nin emperyalizmin önüne yerleştirdiği
20
küreselleşme anlayışıyla bir ilgisi yoktur. Bir
ordan bir buradan alıp eklektizmi Marksizm
olarak sunan sağ sapmanın “küresellik sermayenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.”
tezi bir çarpıtmadır. Çünkü Marks-Engels’in
analiz ettiği kapitalizmin üretim ve sermaye
gelişimi ve merkezileşmesi bir üst aşamaya
ulaşmış ve emperyalizm doğmuştur.Küreselleşmeci burjuva teorileri ancak Leninist emperyalizm tespit ve analizleriyle karşılaştırarak,
kapitalizmin içinde bulunduğu somut seviyeyi
değerlendirerek anlayabiliriz. Bu halkadan
tutulduğunda “3. Kongre” revizyonizmi ne de
besledikleri burjuva teorisyenler Marksizm-Leninizm-Maoizm iktisat anlayışını çürütecek
“yeni” gelişmeler ileri sürememişlerdir. Ama bu
hakikate rağmen ezilen dünya halkları, enternasyonal devrimci proletaryanın çok iyi bildiği
emperyalizm daha da vahşileşmiş ve çürümüş
özüyle dururken “nesnel değişiklikler oldu”
savıyla bizleri küreselleşme safsatasıyla
kandıracaklarını sanıyorlar.
Her ne kadar Lenin’in emperyalizm
teorisini yanlışlayan “3. Kongre” küreselleşme
anlayışının Kautskyci teorilerle ilgisi yok
desede, kendileri Kautsky’nin karikatürü bile
olamamışlardır.
Günümüz şartların da “başka bir
dünya mümkün” sloganı içeriksizdir. Herkesin
kendine göre bir dünya tasarımı olabilir.
Örneğin küreselleşmeci akım kapitalizm
yıkılmadan başka bir dünya mümkün demekteydiler. Bütün ideolojik öldürücü oklarını
sosyalizme yönelten burjuva akımın mümkün
olan dünyası kapkaranlıktır. 21. yüzyılda sosyalist devrim şiarları öne sürmek zorunludur.
Sosyalist bir dünya mümkün ve kuracağız!.
Bunu demek yerine posası çıkmış “başka bir
dünya mümkün” küreselleşmeci akımın
sloganını benimseyen “3. Kongre”nin gövdesiyle kendisini burjuvazinin entegrasyon
havuzuna attığı anlaşılmıştır.
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
Sermaye’nin hızı artmış, yada emperyalizm
daha vahşileşmiştir, bağımlı ülkeler üzerinde
baskı daha da artmıştır. Ve benzeri ve saire
demek kapitalizmde nitel değişim yada “küresel yeni aşama” anlamına gelmez. Kapalı bir
odaya on adet cam yapmak önceki halini
dikkate aldığınızda nicel bir değişimdir. Bir
kütüğü on eşit parçaya böldüğünüzde kütükte
nicel değişiklikler yaratmış olursunuz, ama bu
nitel değişim anlamına gelmez. Farklılaşma
elbette bir değişimdir ama her değişimin nitel
bir dönüşüm, nitel bir değişim olmadığını hatırlatalım.
Kapitalist sermayenin artması, hızlı
dolaşımı, sömürü derecesinin artması, yarı
sömürgelerin üzerindeki baskının artması, çok
çeşitli kapitalist sistemin koruyucu örgütlenmelerin askeri -ekonomik- alanda da ortaya
çıkması, dünya genelinde sınıfların sürekli hareket halinde birinin azalışının diğerine dönüşmesi gibi değişimler emperyalizm de nitel değişim
anlamına gelmez, ama nicel değişim kaçınılmaz
ve zorunludur. Emperyalizmin nitel değişimi
küreselleşme safsatalarıyla değil sosyalizmle
olacaktır.
Kapitalizmin dünyaya yayılma eğilimi
gelişmesiyle orantılıdır. Bunu küreselleşmeciler
keşfetmediler. Sermayenin dolaşımı, dünya
uluslarını etkisi altına alması yeni bir olgu
değildir. Metaların dünyayı dolaşması “kapitalist küreselleşmeyle” başlamadı. Marks,
Engels’i inceleyenler hayranlıkla göreceklerdir
ki Komünist Manifesto’da analiz ettikleri
gelişim çizgisi kapitalizmin kendisi tarafından
doğrulanmıştır.
“Burjuvazi” der Marks- Engels
Komünist Manifesto’da bu kapitalizmin anlamına gelir aynı zamanda “bütün üretim araçlarında ki hızlı iyleşme ile, son derece kolaylaşmış
iletişim araçları ile, bütün ulusları, hatta en
barbar olanları bile, uygarlığı içine çekiyor.
21
Metaların ucuz fiyatları, bütün Çin setlerini
yerle bir eden, barbarların inatçı, yabancı
düşmanlığını teslim almaya zorlayan, ağır
toplar oluyor. Bütün ulusları, yok etme tehdidiyle , burjuva üretim tarzını benimsemeye
zorluyor; onları uygarlık dediği şeyi benimsemeye yani bizzat burjuva olmaya zorluyor. Tek
sözcükle, kendi imgesinden bir dünya
yaratıyor.” ( Komünist Manifesto ve
Komünizmin İlkeleri Syf: 121 )
Kapitalizme karşı savaşa adayan proletaryanın büyük önderleri kapitalizmin geçmişte
oynadığı devrimci rolü herkesten daha iyi görüp
tanımladılar. Küreselleşmecilerin ufku dar
olsada bugün dünya da en tam haliyle görünür
olan kapitalizmin yayılma niteliğini bakın Marks
ve Engels 1848’de Komünist Manifesto’da nasılda berrak tanımlamışlardı. Okuyunca düşünürler mi bilemiyoruz, ama kapitalizmin ruhunu ve
yayılmacılığını anlamak istiyorlarsa pamuğun
ve dokumacılığın anavatanı olup sömürgeleştirilen Hindistan’ın neden İngiltere’nin buharlı
dokuma tezgahlarında üretilen kumaşa muhtaç
hale geldiğinden başlayabilirler.
“Ürünleri için sürekli genişleyen bir
pazar gereksiniminin itmesiyle, burjuvazi, dört
bir yanına yayılıyor. Her yerde tutunmak, her
yerde yerleşmek, her yerde bağlantılar
kurmak zorundadır.
Burjuvazi, dünya pazarını sömürgesiyle, her ülkedeki üretime ve tüketime
kozmopolit bir nitelik verdi. (…) Kurulmaları
bütün uygar ulus için bir ölüm kalım sorunu
haline gelen yeni sanayiler tarafından, artık
yerli hammaddeleri değil, en ücra bölgelerden
getirilen hammaddeleri işleyen ve ürünleri
yalnızca ülke içinde değil, yeryüzünün her
kesiminde tüketilen sanayiler tarafından
yerlerinden ediliyorlar. Ülkenin üretimiyle
karşılanan eski gereksinimlerin yerini karşılanmaları uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
gerektiren yeni gereksinimler alıyor. Eski yerel
ve ulusal yalıtımın ve kendine –yeterliliğin
yerini ulusların çok yönlü karşılıklı- ilişkileri,
evrensel karşılıklı- bağımlılığı alıyor. Ve maddi
üretimde olan, zihinsel üretimde de oluyor.
Tek ulusların zihinsel yaratıları ortak mülk
haline geliyor. Ulusal tek yanlılık ve dar
kafalılık giderek olanaksızlaşıyor ve sayısız
ulusal ve yerel yazınlardan ortaya bir dünya
yazını çıkıyor.” (Komünist Manifesto ve
Komünizmin İlkeleri Syf: 120-121)
Marks ve Engels’in 1848’de kapitalizmin yarattığı sonuçlar ve niteliği hakkında
ifade ettikleri bütün yavan teorileri bir kenara
atacak derinlikle berraktır. Üretim ve sermayenin yoğunlaşmasıyla ortaya çıkan emperya
-lizm çağında ise başka hiçbir zaman olmadığı
kadar Marks ve Engels’in bu tespitleri bütün
dünyanın gizlenemez olgusu olduğu anlaşıldı.
Amerika ve Hindistan’ı sömürgeleştiren, serbest rekabetin henüz hakim olduğu
bu eski kapitalizmin dünyaya yayılma eğilimi
yoğunlaşarak emperyalizm aşamasına vardı.
Lenin kapitalizmin en üst aşamasını analiz etti.
Emperyalizmin temel niteliği olduğu gibi
varlığını korumaktadır. Kapitalizmin dünyaya
yayılma, değişime zorlama, etki altına alma
onun sömürücü karakterinden ileriye gelmektedir. Emperyalizm çağında bu eğilim şiddetlendi, 1914’e gelindiğinde dünyada paylaşılmadık
toprak parçası kalmamıştı. Hilferding: “…Sermaye özgürlük değil, egemenlik ister” der ve
egemenliğini tüm dünyaya yaymıştır.
Şimdi “3. Kongre” oportünizmi kalkıp
kapitalizmin sanki sınırları yeni aştığını, sermayenin yeni yoğunlaştığını dünya üzerindeki
hâkimiyetini yeni kurmuş olduğunu söylüyor ve
bunada “küresel emperyalizm” diyor. Kapitalizmin bu gelişimini “küreselleşmeci emperyalizm” teorisiyle taçlandırıyor. İki yol vardır ya
Leninist emperyalizm tezini yada burjuva
22
küresel teorileri savunacaksınız. Sivil toplumcu
–ki sivil toplum burjuva toplumdur- küreselleşmeci burjuva anlayışları Marksizm, Leninizm,
Maoizm’e yamalayamazsınız.
Biliyorsunuz ki 1840’ların İngiltere,
Almanya’sında ortaya çıkan kapitalist gelişmeler, üretim araçlarındaki devrimler dünyanın
öbür ucunda ki ulusları etkiliyordu. Komünist
Manifesto bu ekonomik temeli açıklayan bir
belge değil midir zaten?. Bugün emperyalizmin
dünya ekonomisine hükmetmesi tamda
kapitalizmin taşıdığı bu yayılma özü üzerine
oturur. Küreselleşmeci burjuva düşüncelere
biat eden “3. Kongre”nin bilgiçleri Engels’in
1847’de “Sanayi devriminin ve toplumun burjuvalar ve proleterler olarak bölünmesinin ilk
sonuçları neler oldu?” Sorusuna verdiği şu
cevabı anlayabilseydiler emperyalizm aşamasın
da anlamakta zorlanmayacaklardı.
Ne demişti Engels:
“ İngiltere’de bugün icat olunan yeni
bir makinenin, bir yıl içinde, Çin’de milyonlarca işçiyi işsiz bıraktığı bir noktaya gelmiş
bulunuyoruz. Büyük sanayi, böylece dünyanın
bütün halklarını birbirleriyle ilişki içerisine
sokmuş, bütün küçük yerel pazarları dünya
pazarına katmış ve uygar ülkelerde olan her
şeyin bütün ülkelerde de yankılar uyandırmasına neden olmuştur.” ( Komünizmin İlkeleri
Engels Yıl: 1847 Syf: 173 )
Kapitalizmin dünyalaşması emperyalizmin ayırt edici özelliği değildir. Kapitalist
yoğunlaşma sonucu ortaya çıkan nitel değişmelerle en politik, en gerici özünün Lenin’in
tanımladığı çerçevede ortaya çıkararak
emperyalizme dönüşmesiydi. Yani dünya
ticareti, dünya pazarı, kapitalist gelişmelerin
dünyanın öbür ucundaki ulusları etkilemesi
durumu, yayılması “3.Kongre”nin “küresel
emperyalizm” döneminde ortaya çıkmamıştır.
Devrimci Halkın Günlüğü
Bu nedenledir ki Lenin kapitalizm yayılma
karakterinden ziyade sermayenin, Bankaların,
dünyanın paylaşılması tekelleşen kapitalizm
üzerinde durur. Emperyalizmin özsel niteliği
olduğu gibi dururken “3.Kongre” burjuva küreselleşmeci teorileri piyasaya sürdü. Bunlara
göre dünya pazarları “çok uluslu tekellerin
doğuşuyla yeniden düzenlenmiş”tir. Peki, buna
yönelik kanıtları var mıdır? Yok! “Sermaye
devasa boyutlara ulaştı” “tekeller dünya
pazarlarına yerleşti” “meta ve sermaye ihracı
yoğunlaştı” “bu güçler rekabet halindedir” vb.
savlardan öteye ileri gitmeyen ultra küreselleşmeci “3. Kongre” yeni hiçbir söylememesine
rağmen emperyalizm değişti ve “küresel
emperyalizm” oldu demektedir.
YENİ DÜNYA DÜZENİ OLARAK
SUNULAN KÜRESEL KAPİTALİST
DÜZEN DEĞİL DÜNYA EZİLEN ULUS
VE HALKLARININ DÜŞMANI EMPERYALİST DÜZEN
Tekelci rekabeti “kendi aralarındaki
işleyişe” dönüştüren “3. Kongre” lafazanlıkla
varsın emperyalizme Kautsky’i mutlu edecek
düzeyde “küresel kapitalizm” desin… Biz tereddüt etmeden dünya ezilen ulus ve halklarına
kan kusturan kapitalizmin en yüksek aşamasına
emperyalizm demeye devam edeceğiz. Küresel
kavramına sarılmamızı gerektirecek hiçbir
neden yoktur.
Emperyalist savaşlarla 20. yüzyılda
milyonlarca halk katledildi. Hiçbir teori
emperyalizmin niteliğini halkların bilincinde
silikleştiremez.
2014 Mayıs’ında F. Fukuyama Türkiye’ye geldi. Artık gittiği konferanslarda
yanıldığını itiraf ediyor. Bu yalancı sahtekârın
kendi yanılgısını kabul etmesinin hiçbir önemi
yoktur. Ne demişti Francis Fukuyama:
Komünizme karşı kapitalizmin zaferini 1989’da
2014 - KASIM - SAYI: 2
ilan etmişti. Onlara göre artık sınıf savaşımı son
bulmuştu, kapitalizm nihai zafer kazanmıştı.
“Tarihin sonuna” gelindiğini müjdelemişlerdi.
Kapitalizm çöküyor, çürüyor, dünyanın her bir
parçasında
kapitalizme
karşı
devrimci
mücadele sürüyor, ta ki yenilgiye uğratılana dek
de sürecektir. 2008’de ABD’de patlak veren
kapitalizmin genel krizi halen sürüyor.
Bütün bu düşüncelerin temeli Yeni
Dünya Düzeni denilen Küresel Kapitalizm ideolojik saldırısına dayanıyor.
Küreselleşme teorileri çok eskilere
dayanmaz, daha önce dillendirilmesine rağmen
esas olarak 1989 Doğu Almanya Halk Cumhuriyetinin ve 1991’de Sovyetlerin resmi yıkılmasından sonra burjuvazinin “yeni kapitalizm-yeni
kapitalist politika”nın sözcüleri tarafından güçlü
şekilde piyasaya sürüldü. Kapitalizmin dünya
genelindeki artan vahşi sömürüsünü, saldırganlığını gizlemekten, üstünü örtmekten, binbir
gerekçeyle formüle etmekten ve kapitalizmin
emperyalist niteliğini gizlemekten başkada
amacı yoktu. Yarı sömürgelerde yürürlüğe giren
IMF, Dünya Bankası ekonomik yaptırımları olan
Serbest Ticaret Anlaşmalarını küresel kapitalizmin yada aynı şey demek olan kapitalizmin
küreselleşmesinin bir sonucu olarak tanımladılar.
Ne gariptir ki yirmi beş yıl sonra “3.
Kongre” bu safsataları birbirinden ayırt edip
daha önce partimizin yaptığı gibi burjuva ideolojiye meydan okumak yerine “küresel kapitalizm” anlayışını benimsedi.
Emperyalist burjuvazinin – IMF- DB’nın
– sözcüleri 1990’lı yıllarda küreselleşme
mucizesi propagandasına hız verdiler. Onlara
göre komünizmin yıkılışı, yenilgisi ve kapitalizmin zaferi eşliğinde Asya, Afrika, Orta Doğu,
Latin Amerika ülkelerinde ekonomik mucizeler
gerçekleşiyordu! Gerçekten önemliydi!.
23
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
Adına “Yeni Dünya Düzeni” yada “Küreselleşme- Globalizm” deselerde emperyalizm
de yeni bir nitelik değişimi yoktu. Küreselleşmeci neo-kapitalizm teorileri emperyalizmi
gizlemek kapitalizmin yeni aşamaya geçtiği
yalanının burjuva ifadesiydi. Sefalet ve yoksul
tarihin hiçbir dönemin de hakim sınıflar tarafından bu derece dünya halklarına dayatılmamıştı.
Açlığı dünyaya yaymışlardı ama sürekli yeni
aşamalardan bahsetmekteydiler.
Küresel- Globalist burjuva teorisyenler
emperyalizmin derinleşen sömürüsü ve
baskısını gizlerken şunu ileri sürmekteydiler:
Refah, huzur dünyaya yayılacak, insanlar
yoksulluktan kurtulacak, dünya özgülük, adaletle tanışacak ve “küresel kapitalizm” sonsuza
dek sürecek! Yoruma bile gerek yoktur. Asya’da,
Afrika’da, Orta Doğu’da ki yoksulluk ve savaşlar
burjuvazinin uşaklarını, ideolojisini yalanlamaktadır.
IMF-Dünya
Bankası
aracılığıyla
emperyalizm yarı sömürge ve yarı sömürge yarı
feodal ülkelerde uygulamaya koyduğu ekonomik politikanın sonuçları ağır oldu. Bu bağımlı
ülkeler elli, otuz, yada on yıl öncesine oranla
çok daha fazla borçludurlar. IMF- Dünya
Bankası yarı sömürge, yada yarı sömürge yarı
feodal nitelikte olan ülkeler ve gelişmiş kimi
ülkeleri borçlandırırken ne istiyordu: Hangi
alanlara harcama yapılacağını belirliyordu.
Ücretlerin –emek gücü- düşük olması, sendikal
örgütlenmeleri engellemek, yabancı sermayeye imtiyazlar sağlamak (arazilerin tesisi,
doğanın kirletilmesindeki serbestlik, düşük
vergiler, gümrük muafiyetleri); Eğitim, sağlık,
kültür- tarih ve benzeri toplumsal hizmetlere
yönelik harcamaların kısıtlanması, tarım ürünlerine devlet desteğinin kesilmesi v.d…
Evet “küreselleşmeci kapitalizm” deyip
şirinleştirdikleri emperyalizmin yaptırımları
yeni değildi. Her dönemin yaptırımları çağın
24
iktisadi şartlarına uygun belirlenir. Bildiğiniz
gibi birinci dünya savaşında dünyanın bir çok
sömürgesinden toplanan ordularla emperyalist
güçler savaş yürütmüştü. Eğer Osmanlı
üzerinde ekonomik olarak Almanların etkinliği
olmasaydı, Osmanlı ordusu Alman generalin
emrinde savaşa katılmazdı. Bu nedenle
emperyalist hakimiyetin ekonomik özünü asla
gözden kaçırmamalıyız.
Burjuvazi “küresel kapitalizm” demagojisiyle ideolojik kuşatmayı yoğunlaştırdıkça
kapitalizm çerçevesini aşamayan akımlar
kapitalizm içinde adalet arayışına giriştiler.
2000 yıllarında emperyalizm karşıtı değil de
küreselleşmeye karşı “ küresel adalet”
arayışlarının pompalanması tam da anlatmaya
çalıştığımız şartların bir ürünüydü. Fakat bu
arayışlar uzun sürmedi sönülmendi. Çünkü
üretim araçlarının özel mülkiyetini elinde
bulunduran burjuvazinin egemen olduğu
kapitalizm içinde işçi sınıfı ve ezilen halkın
kurtuluşu olanaksızdır. Burjuva liberaller bir
yandan “küresel kapitalizm” dönemini parlatırken diğer yandan kapitalizm çerçevesini
aşamayan “ sosyal adalet” arayışlarını destekledi; protestolara büyük anlamlar biçtiler. Çünkü
bu protestolar esas hedefi ıskalıyordu. Sosyalizmi işin içine katmıyor, burjuvaziye “savaşı,
adaletsizliği, sömürüyü, işgalleri durdur” çağrısı
ötesine geçmiyordu. Adına “küresel kapitalizme” karşı “küresel adalet” deselerde kapitalizme zarar vermeyi bırakalım aksine burjuvaziye karşı komünizm mücadelesini baltalayan bir
içerikteydi. Kapitalizme karşı ancak Komünist
Partisi önderliğinde donanarak savaş verilebilinir.
Komünistler sivil toplumculuğa –ki sivil
toplum
burjuva
toplumdursavrulan
oportünizme karşı mücadele ettiler. Emperyalizm yerine ileri sürülen küreselleşmeci-globalist teorileriyle diriltilen sivil toplumculuğun
ideolojik içeriğini Partimiz açıklamıştır.
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
Devrimci iktidar hedefinden uzaklaşıp burjuvazinin sofrasına oturan, kapitalizm içinde
adalet arayışlarına yönelen özü burjuva olan
ama özünde ezilenlerin kurtuluş yolu olarak
sunulan anlayışlara karşı ideolojik mücadele
verildi. Bu nedenle açıkça diyebiliriz ki “3.
Kongre” “küresel kapitalizm” anlayışını hangi
Marksist kılıfla sunarsa sunsun Partimizin açık,
net Marksist bakış açısından sapmıştır.
Devrimci iktidar hedefinden uzaklaşıp
burjuvazinin sofrasına oturan, kapitalizm içinde
adalet arayışlarına yönelen özü burjuva olan
ama özünde ezilenlerin kurtuluş yolu olarak
sunulan anlayışlara karşı ideolojik mücadele
verildi. Bu nedenle açıkça diyebiliriz ki “3.
Kongre” “küresel kapitalizm” anlayışını hangi
Marksist kılıfla sunarsa sunsun Partimizin açık,
net Marksist bakış açısından sapmıştır.
Devam Edecektir…
25
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
Proletarya Diktatörlüğünü
Reddeden“3.Kongre”nin Revizyonist
“Halk Devleti” Tezi Üzerine
1.BÖLÜM
PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜNÜN
ÖZÜ
Uluslararası Komünist Hareketin (UKH)
içinde proletarya kavramının içeriğini boşaltan
ve burjuvaziyle işbirliğine giren 2. Enternasyonalci partilerin ihaneti bütün pratik deneyimlerle kanıtlanmışken, halen revizyonizmin
izinden giden akım ve eğilimlerin proletarya
diktatörlüğü kavramının içini boşaltmak için
bütün güçlerini harcadıkları gözden kaçırılmamalıdır.
Sadece sosyalist devrimin sürdürülmesi sorunlarında değil, günümüzde uluslar arası
komünist hareketin her bir bölüğünün proletarya diktatörlüğüne hazırlanmak için işçi
sınıfının
iktidarı
olan
proletarya
diktatörlüğünün içeriğini yaşanmış pratik
deneyimleri analiz ederek işçi sınıfını ve ezilen
bütün emekçi katmanları eğitmek görevini
yerine getirmeden devrim hareketine önderlik
edemez.
Proletarya diktatörlüğü kavramının
içeriği konusunda ilkesel niteliğe sahip olmayan
hiçbir komünist partisi devrimci proletaryanın
önder gücü olamaz. Bırakın önder güç olmayı
komünist olarak değerlendirilemez. Sosyalizm
hakkında ne kadar lafazanca teorik taslak
çizerse çizsin devrimci işçi sınıfının özgürlük
mücadelesine bir yararı olmayacaktır, bilakis
büyük zararı olacaktır. Çünkü proletarya
diktatörlüğünün sınıf niteliğine, önderlik eden
sınıf özünü ve Komünist Partisinin rolünü ve
toplumun proleter olmayan ezilen, sömürülen
sınıflarıyla olan ilişkisini devrimci içeriğiyle
kavramayanlar ancak burjuvaziye yardım etmiş
olurlar. Tarihte hep böyle oldu. Hareketimizin
içinde ortaya çıkan revizyonist akıma karşı
verdiğimiz ideolojik mücadele aynı zamanda
sosyalizm ve komünizm yürüyüşünde ortaya
çıkabilecek zaaflara, sapmalara karşı daima
uyanık olmanın bir eğitim aracına dönüşmek
durumundadır.
Devlet ve devrim anlayışı çarpık olanlar
komünizm güzergâhında yürüyemezler. Proletarya diktatörlüğünün Marksist sınıfsal içeriğini
çarpıtanlar ancak Kautsky ve suç ortaklarının
Menşeviklerin, çeşitli nüans farklarıyla
oportünist karşı-devrimci akımların gittiği
yoldan yürürler ve kaçınılmaz olarak onların
vardığı yere giderler. 20. yy.’ da proletarya
diktatörlüğü bakış açısından sapan oportünist
akımların tümü her devrim sürecinde burjuvazinin safına geçmiştir. Bu gerçek uluslar arası
Komünist hareketin bilincine kanla yazılmıştır.
Sol lafazanlıkla kendisini gizleyebileceğini
sanan laf ebeleri günümüzde sınıf savaşımının
sosyalist deneyimlerini bir kenara atmamızı ve
kendilerine inanmamızı istiyorlar. Kendilerini
en iyi Marksistler olarak sunup Marksizmin
üstünde tepinenleri komünistler çok iyi tanırlar.
Proletarya diktatörlüğünü sözde kabul edip,
pratikte özünde reddeden Kautsky de kendisini
en iyi Marksist olarak sunuyordu. Ama burjuvazinin safına geçti…Menşevikler teorik olarak
proletarya diktatörlüğünü kabul ediyorlardı,
ama özünde reddediyorlardı.Onlar da karşı
26
Devrimci Halkın Günlüğü
devrimci saflarda yerini aldılar. Oportünizm
proletaryanın sınıf iktidarını ve önderliğini
reddediyordu. Burjuvaziyle sınıfsal işbirliğini
esas almaktaydılar.
Partimizin proletarya diktatörlüğü
bakış açısından sağ bir sapma olan “3. Kongre”
ise teorik olarak proletarya diktatörlüğünün
sınıfsal içeriğini değiştirmekle işe başladı.
Konuyu işledikçe bu içeriksel sapmanın ne
anlama geldiğini açıklayacağız. Revizyonist “3.
Kongre”nin sol lafazanlığı pek seven kibirli
bilgiçleri bütün çarpık sosyalizm değerlendirmelerinden sonra “ Marks, Lenin’de böyle
değerlendirmişti.” yada kendi söylediklerinin
kanıtlarını Komün’e, Sovyetlere dayandırmayı
hiç unutmuyorlar! Fakat konuyu bütünüyle ele
aldığımızda görülecektir ki “3. Kongre”nin
proletarya diktatörlüğü meselesinde ki
görüşlerinin Marks, Engels, Lenin, Stalin,
Mao’nun görüşleriyle bir ilgisinin olmadığı
anlaşılacaktır. Bilakis devrimci proletaryanın
iktidar mücadelesinin birinci aşamadaki amacı
olan proletarya diktatörlüğü bakış açısının “3.
Kongre” tarafından çarpıtılması ve yozlaştırılması söz konusudur.
Şu çok iyi anlaşılmalıdır ki “3. Kongre”
ile aramızda “Devlet ile Demokrasi” meselesinde salt bir görüş ayrılığından ibaret
görünen şey özünde komünist hareket için
hayati önemde pratik karşılığı olacak ilkesel
meselelerdir. Çünkü tarihsel deneyimlerden
biliyoruz ki devrimden önce proletarya
diktatörlüğü demokrasi üzerine süren tartışmalar ve görüş ayrılıkları devrim anında somut
çözüm dayattığında silahlı zor sorunların bir
parçası olur. Menşevikler, sosyal devrimciler
buna örnektir. Hükümet ortakları olup
komünistlere kurşun sıkan 2. Enternasyonalci
hain partilerin durumu buna örnektir.
Sosyalizmde sınıf mücadelesi devam
etmektedir. Proletaryanın sınıf iktidarını ve
2014 - KASIM - SAYI: 2
önderliğini yadsıyan, pürüzsüz, çelişkisiz, zorun
devre dışı kaldığı bir sosyalizm tanımı gerçekçi
değildir. “ Proletaryanın siyasi iktidarı ele
geçirmesi onun burjuvaziye karşı sürdürdüğü
sınıf mücadelesine son vermez, bilakis tam
tersine bu mücadeleyi özellikle geniş, şiddetli
ve amansız kılar.” ( Lenin Seçme Eserler Cilt: 10
Syf: 186)
20.yy sosyalizmi ilk geçici yenilgisini
almıştır. Sosyalizmde devam eden sınıf savaşımı
kapitalizmin zaferiyle sonuçlandı. Demek ki
proletarya diktatörlüğünde proletaryanın sınıf
iktidarı yeterince sağlamlaştırılamamış, kapitalizmin bütün güçlerine karşı yeterli düzeyde
mücadele verilmemiş ve bütün gücüyle verilen
mücadele emperyalist kuşatma altında sosyalizmi ileri taşımada yeterli olmamıştır.
Küçük burjuvazi kapitalizmde de iktidar
ortağı olmadığı gibi proletaryanın siyasi iktidarı
yani proletarya diktatörlüğünde de iktidar
ortağı olamaz. “3. Kongre” “Halk Devleti”
anlayışıyla iktidarı küçük burjuvaziye bağışlasa
da küçük burjuvazi iktidarı alabilecek ve
yönetebilecek bir sınıf değildir. Herhangi bir
düzende iktidara önderlik edemeyeceği gibi
iktidarın ortağı ve sürdürücüsü de olamaz.
Çünkü küçük- burjuvazi, proletarya ve burjuvazi
arasında yalpalayan geleceği temsil etmeyen
ara sınıftır. Küçük burjuvazi; adı üstünde küçük
mülk sahipleri üretim yeri itibariyle kendi içinde
daima burjuvazi üretir. Bu nedenle küçük burjuvazinin sosyalizmde önderlik etmesi –ki bu
olanaksızdır- yada “3. Kongre” nin ifadesiyle
“ İktidara ideolojik, politik, siyasi olarak ortak
olup önderlik etmesi” demek proletaryayı
boğması ve burjuvazinin iktidarının tesis
edilmesi demektir.
“ Komünist Enternasyonel 2. Kongresinin Ana görevleri üzerine tezler” de Lenin “Proletarya diktatörlüğü ve Sovyet iktidarının
özünde bakın proletarya diktatörlüğü, devrimci
27
Devrimci Halkın Günlüğü
işçi sınıfının ve öncü gücü olan Komünist Partisinin görevlerini nasıl koymaktadır:
“ ( Komünizmin ilk aşaması olarak )
Sosyalizmin kapitalizm üzerinde zaferi, gerçekten devrimci biricik sınıf olarak, proletaryadan
şu üç görevin çözümünü talep eder. Birinci
görev: Sömürücüleri ve ilk planda da onların
ekonomik ve politik esas temsilcisi burjuvaziyi
devirmek, ezmek, direnişini bastırmak ve
sermayenin boyunduruğunu ve ücret köleliğini
yeniden kurmaya yönelik her türlü çabasını
olanaksız kılmaktır. İkinci görev: Proletaryanın
devrimci öncüsünün, Komünist Partisinin,
sadece tüm proletaryayı yada onun ezici, muazzam çoğunluğunu değil, aynı zamanda emekçilerin ve sermaye tarafından sömürülenlerin
bütün kitlesini de peşinden sürüklemesi,
onların başına geçmesi, sömürücülere karşı
sınırsız cesaret isteyen ve amansız sertlikte ki
mücadele sürecinde onları aydınlatıp örgütlemesi, eğitmesi tüm kapitalist ülkelerde nüfusun
bu ezici çoğunluğunu burjuvaziye bağımlılıktan
kurtarması ve pratik deneyim yoluyla liderine,
proletaryaya ve onun devrimci öncüsüne güven
aşılamasıdır. Üçüncü görev: Neredeyse bütün
ileri ülkelerde, nüfusun azınlığını oluşturmasına
rağmen sayıları halen oldukça fazla olan, tarım,
sanayi ve ticaretteki küçük mülk sahipleri
sınıfının ve bu sınıfa denk düşen aydınlar,
memurlar vs katmanının kaçınılmaz yalpalamalarını, bu sınıfın burjuvaziyle proletarya, burjuva demokrasisiyle Sovyet demokrasisi arasındaki yalpalamalarını tarafsızlaştırmak yada
zararsız kılmaktır”
Lenin proletaryanın sınıf önderliğini
açık ve net koyaktadır. Yani sosyalist devlet
iktidarında sınıf iktidarında sınıf iktidarını proletarya küçük burjuvaziyle paylaşmıyor. Küçük
burjuvazinin ideolojik ve politik siyasi önderliği
ise asla söz konusu değildir ve olamaz. Bilakis
küçük burjuva sınıfla daima mücadele –barışçıl
yollarla- söz konusudur.
2014 - KASIM - SAYI: 2
Proletarya diktatörlüğünde başka
partiler değil devrimci işçi sınıfının önder gücü
Komünist Partidir. Komünist Parti olmaksızın
nasıl gerici sınıfların iktidarını yıkacak devrim
hareketine önderlik etmek mümkün değilse,
sosyalist devrimi durmaksızın komünizm yolunda geliştirmek için Komünist Partinin önderliği
şarttır. Bu Komünist Partisi’ne tanınmış bir
ayrıcalık değil, proleter sınıf iktidarının sınıfın
en öncü gücü tarafından sürdürülmesidir.
Komünist Parti sadece proletaryayı değil aynı
zamanda devrimci halk kitlelerini temsil edecek
yegâne güçtür.
Sosyalist devlet düzeninde yani proletarya diktatörlüğünde Komünist Partinin
niteliği vazgeçilmez sınıflar var olduğu sürece
–önderlik rolünü Lenin şöyle koymaktadır:
“Kapitalizm üzerinde zafer için önder
parti, Komünist Partisi’yle, devrimci sınıf –proletarya¬- ve kitle, yani emekçi ve sömürülenlerin toplamı arasında doğru bir ilişki gerekir.
Ancak Komünist Partisi, devrimci sınıfın
gerçek öncüsüyle, bu sınıfın en iyi temsilcilerini saflarında bulunduruyorsa, tamamen azimli
ve davaya bağlı, inatçı, devrimci bir mücadele
deneyimiyle eğitilmiş ve çelikleşmiş komünistlerden oluşuyorsa, sınıfın bütün yaşamıyla
ve bu sınıf aracılığıyla bütün sömürülen kitleyle kopmaz biçimde birleşmeyi ve bu sınıfa ve
bu kitleye tam güven vermeyi becermişse
–ancak böyle bir parti, proletaryaya, kapitalizmin bütün güçlerine karşı en amansız tayin
edici, son savaşta önderlik edebilir.” (Lenin
Seçme Eserler)
Lenin sosyalizmde Komünist Parti
dışında hiçbir partinin proletaryaya ve devrimci
halk kitlelerine önderlik edemeyeceğini açıkça
belirtmektedir.
Leninist bakış açısıyla Komünist Partinin önderlik rolü ve proleter olmayan sınıflarla
28
Devrimci Halkın Günlüğü
olan ilişkisini anladık.
Peki, proletarya diktatörlüğünde hangi
sınıf önderlik edebilir? Proletarya mı, bütün
halk yığınları mı? Tek sınıf mı, birçok sınıf mı
önderlik etmektedir. Partimiz neden halkın
öderliği demiyor da, proletaryanın önderliğinde işçi-köylü ittifakın dayalı devrimci iktidar
demektedir? Bu tanımlamaların içeriğini derinlemesine kavramalıyız. “3. kongre” sosyalizm
de KP ve proletaryanın tek sınıf önderliğini bir
kenara koyup reddettiği için tekrar tekrar
Lenin’e başvurmalıyız.
“Proletarya diktatörlüğü, kapitalist
sınıf tarafından boyunduruk altına alınmış,
korkutulmuş, baskılanmış, gözü yıldırılmış,
parçalanmış, aldatılmış tüm emekçilere ve
sömürülenlere, kapitalizmin tüm tarihi
tarafından böyle bir önderlik rolüne hazırlanmış olan tek sınıf tarafından önderliğin en tam
gerçekleştirilmesidir.”( Lenin Seçme Eserler )
Neymiş; Proletarya diktatörlüğüne tek
sınıf, yani proletarya önderlik ediyormuş!
Hemde işçi sınıfının sosyalist iktidara önderlik
etmesinin en tam haliymiş! Demek ki proletaryanın önderlik gücü olan KP aracılığıyla emekçi
köylüleri, küçük mülk sahipleri, bu sınıfın
düşüncesine denk düşen küçük burjuva aydınlar, memur katmanlarını kendi etrafında
toplamsı onlara önderlik etmesidir.
Komünist Partinin ideolojisi işçi
sınıfının ideolojisidir. Yani toplumsal kurtuluşu
nihai olarak temsil eden tek devrimci sınıfın
ideolojisini temsil etmektedir. Komünist Parti
bu devrimci sınıfın örgütlü öncü gücüdür. Küçük
mülk sahibi sınıfların burjuva sınıf düşüncesinde ileri gitmeyen dünya görüşü
komünizmin ilk evresi olan sosyalizm de
diktatörlüğe önderlik edemez. Kapitalizmin
sömürüsü ve baskısı altında ezilip, sömürülen
sınıflar küçük-burjuva sınıf ideolojisi ve tavrıyla
2014 - KASIM - SAYI: 2
proletaryanın devrimci sınıfsal niteliği ve
önderliği
ile
karşılaştırılamaz
ve
aynılaştırılamaz.
Lenin’e başvurmaya devam edelim.
“Proletarya ancak kendisini dar lonca
sınıflarına hapsetmediği, toplumsal yaşamın
bütün olaylarına ve alanlarına bütün emekçi
ve sömürülen kitlenin önderi olarak katıldığı
ölçüde devrimci olacaktır. Ve en büyük özveride bulunmaya hazır değilse ve burjuvaziye
karşı zafer kazanabilecek durumda değilse
diktatörlüğünü gerçekleştiremeyecektir.”
Proletarya diktatörlüğünde işçi sınıfının
önderliğini önemsizleştirmek ona yeni ortaklar
icat etmek Marksizmin reddi anlamına gelir.
Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao’nun proletarya diktatörlüğü bakış açısının hiçbir satırında
sosyalist devlet düzeninde emekçilerin, yada
küçük burjuva sınıfın önderlik edebileceği
yönlü bir belirleme yoktur.
Proletarya
ideolojisiyle
donanan
Komünist Partisi köylülüğün nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu yarı feodal, yarı sömürge
ülkelerde devrimin zaferinden sonrada proletarya diktatörlüğünün bir biçimi ve sosyalizmin
ilk
aşaması
olan
demokratik
halk
diktatörlüğünde de küçük burjuvazi ve köylülük
demokratik halk iktidarına önderlik edemez.
İşçi ve köylü ittifakına dayanan iktidar
biçiminde proletarya Komünist Parti aracılığıyla
iktidara önderlik eder ve sosyalizm yolunda
ilerler. Şayet böyle olmasaydı burjuvazinin
yolunda ilerlemek dışında halk kitlelerinin
hiçbir seçeneği kalmazdı.
Sizler küçük burjuvazinin uluslar arası
görevleri diye bir kavram duydunuz mu?!
Duymamışsınızdır. Çünkü küçük burjuvazi
toplumsal kurtuluşa önderlik edebilecek bir
sınıf değildir.İşçi sınıfı ve burjuvazi arasında
29
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
yalpalamaktadır. Ama proletaryanın uluslar
arası görevleri kavramanın kanla yazılmış bir
tarihi vardır. Çünkü devrimci işçi sınıfı sosyalizm
yolunda diğer tüm ezilen sınıflara önderlik
edebilecek tek sınıftır. “3.Kongre” bu meselede
sap ile samanı birbirine karıştırmıştır.
hakkında ne demişlerdi? Bakalım:
Sosyalizme karşı daima burjuvazinin
yardımına koşan oportünizmin ekonomik
temelinin küçük burjuva sınıfın varlığıyla
açıklayan
Marksizm-Leninizm-Maoizm’in
bütün ideolojik tahlillerinin üzerine kalın bir
çizgi çeken “3.Kongre” sosyalizmde küçük
burjuvaziyi önderlik edecek bir konuma
yükseltmiştir.
“3.Kongre”nin
halkın
proletarya
diktatörlüğüne önderlik anlayışına ne çok
benziyor Kautsky’nin söyledikleri. Oyalama
yapılsın halk istemiyorsa devrimci işçi sınıfı ve
öncüsü
Komünist
Partisi
proletarya
diktatörlüğünden vazgeçsin… Bu bilginler,
proletarya ve ezilen sınıflar istemeden, çoğunluğu devrim fikrinin etrafında toplanmadan
kapitalist devletin yıkılamayacağını anlamak
bile istememişlerdir.
Bu
ihanettir.
teorik
aldatmaca
Marksizm’e
Proletarya
diktatörlüğü
üzerine
Lenin’in sosyal şoven oportünizmin her türden
şarlatan, sahtekârlarıyla yürüttüğü amansız
ideolojik mücadelenin içeriğini bilmeyenler
“3.Kongre”nin ileri sürdüğü mülkiyet demokrasisi (burjuva) lakırdılarına kanabilirler.
“Kautsky ve suç ortakları, proletarya
diktatörlüğünü “doğru”luğunu kabul etmek
için ‘bir çoğunluk oylaması ‘ gerektiğini iddia
ederek bu gerçeği tahrif etmeye çalışıyorlar.”
Lenin’in kendi ifadesiyle “bu komik
ukalalara” şu cevabı vermişti.
“Tarihin Proletarya diktatörlüğünü
gündeme getirdiği bir anda politikanın tüm
önemli sorunlarının oyalama değil, iç savaşla
belirlendiğini kavramamışlardır.
Üstelik bu boş safsataların yeni
olmadığını da hatırlamalıyız. “3.Kongre” sadece
emperyalizm bakış açısında değil, proletarya
diktatörlüğü sorununda da 2. enternasyonalci,
Kautskyci ve suç ortaklarının çürümüş anlayışına kaydı.
Proletarya diktatörlüğünün yeni
devlet düzenini tüm aygıtını ele alan, burjuvaziyi yenen ve tüm küçük burjuvaziyi,
köylülüğü, dar kafalıları, aydınları tarafsızlaştıran bir sınıf iktidarı olduğunu kavramamışlardır”
Çünkü 1918-1919’da Leninistler proletarya diktatörlüğünü fiili olarak kurmaya önderlik ederken Kautsky ve suç ortakları proletarya
diktatörlüğünün içini boşaltmaya koyulmuşlardı. Dönemin kötü ünlü liderleri (adını
tekrarlamak yarasız) ve partileri burjuvaziden
devir aldıkları demokrasi ve özgürlük naralarını
atıyorlardı. “ ‘Bern’ enternasyonali liderleri
sadece bir hırsızlar topluluğu değil, bilakis
alçak katiller topluluğudur “ demişti Lenin.
Peki, bu kötü ünlüler proletarya diktatörlüğü
Demek ki sadece Kautsky ve su ortakları bu gerçekleri 1918-1919’da unutmakla
kalınmadı, bu gün onları takip eden bütün
oportünistler ve onlarla bütünleşmede dev
adım atan “3.Kongre”nin bileşenleri de proletarya diktatörlüğünün özünü kavramamışlardır.
Tıpkı 2. enternasyonalci meşhur liderler gibi küçük mülk sahibi sınıfın burjuva
demokratik özlemlerini ifade eden özgürlük,
eşitlik naralarını yineliyorlar. Bunlar sosyalizm
30
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜN DE
PARTİNİN ROLÜ, PARTİ’DE LİDERLERİN ROLÜ, SINIF DİKTATÖRLÜĞÜ
MÜ, PARTİ - LİDER DİKTATÖRLÜĞÜ
MÜ MESELESİNDEKİ KARIŞIKLIKLAR
de küçük mülk sahibinin eşitlik ve özgürlüğüne
hayat vermekle kalmıyor, meta sahibine önderlik rolü biçiyorlar.
Yani
“3.Kongre”
proletarya
diktatörlüğünde meta sahiplerine sosyalizmde
önderlik görevi tanıdığı için ikinci enternasyonalci hırsız ve hainlerin gerisine düşmüştür.
“3.Kongre” sosyalizm de proletaryanın
sınıf diktatörlüğünü, tek sınıf iktidarı (proletaryanın) ve önderliğini buna bağlı olarak
Komünist Partinin önderliğini de yadsımaktır.
Gerçekten bir Komünist Parti gibi davranamamanın tarihte çokça tartışılıp geride kalmış
çocukça sayıklamaları olarak kabul edilip
unutulan tekerlemeleri yeniden gündeme
soktu.
“3. Kongre” Sosyalist Cumhuriyetler
Birliği Programı’nda Marksizm’in proletarya
diktatörlüğü devlet teorisine, deneyimine
aykırı olarak proletaryanın önderliğini ve sınıf
iktidarını yadsıdı ve bunu şöyle tanımladı:
“74) ….işçi sınıfı kır ve kent küçük
burjuvazisi ve yoksullarının ortak diktatörlüğü
olan yeni devletin adı Kürt, Türk ulusu ve çeşitli azınlık milliyetlerden halkların Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği’dir. İşçi sınıfı ve halk
kitlelerine ait olan bu devlete ve bu devletin
hükümetinde önderliğini proletarya ve emekçiler ideolojik, politik ve örgütsel olarak
yürütür.” ( “ 3. Kongre Belgesi SCB programı)
“3.Kongre”,parti,
lider,
sınıf-kitle
kavramlarının karşı karşıya koymaktadır. İnanılmaz kafa karışıklığını proletarya diktatörlüğü
bakış açısında dışa vurdu. Fakat Uluslararası
Komünist Hareket (UKH)’in demokrasi
anlayışında bu sol radikal görünen ama özünde
sağa yatan bu anlayışlara yabancı değildir.
Sovyet
iktidarı
proletarya
diktatörlüğüdür. Lenin’in tanımladığı sosyalist
devlet düzenindeki önderlik arasında bir bağ
yoktur.”3.Kongre”nin proletaryanın önderliğini
emekçiler (küçük burjuvazi)’yle bölüştürülmesinden bir sonuç çıkaramayanlar. Lenin’den
aktardığımız bölümleri dikkatlice yeniden
incelemeli ve karşılaştırmalıdır.
“Sol Radikalizm Komünizmin Çocukluk
Hastalığı” adlı çalışmasında Alman komünistlerinin kafa karışıklığına verdiği cevaplar bugün
bizim açımızdan ders niteliğindedir.
Marksizm sosyalizm de proletaryanın
önderliği dışında herhangi bir sınıfın önderliğini
tanımaz. ”3.Kongre” bu temel ilkeyi çiğnemiştir.
Özet olarak “çürümüş ceset”e dönüşen
Kautskyci akıma meydan okuyan Spartaküs
birliğinin broşüründe yer alan hatalı anlayışlara
cevap vermişti. Proletarya diktatörlüğü
sorununu daha net apaçık ifade etmek varken
tam bir kafa karışıklığıyla Komünist Partisinin
mi yoksa proleter sınıf, yada liderlerin
diktatörlüğü mü soruları arasında gezinip kitlelerin diktatörlüğü şiarını atmışlardı.
Lenin bu kafa karışıklılığına “radikal
çocukluğun ta kendisi! Ne eski ne bildik zırvalar” demişti. (Lenin Seçme Eserler Cilt:10 Syf:95
31
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
Lenin konuya şöyle devam etmişti:
şeklinde ele alınamaz. Ne yazık ki parti
diktatörlüğünü dünde bu günde savunucuları
vardır. Bu kesinlikle reddedilmelidir. Proletarya diktatörlüğü yerine proletarya ve emekçilerin yeni devleti tanımı her tür burjuva
diktatörlük anlayışından daha keskin bir
ayrışımı içermesi manasında daha sağlam ve
doğru bir kavram olacağı düşüncesindeyiz.
Buna proletarya ve emekçilerin demokrasisi
de denilebilir. Paris komünü, Sovyetler, kır ve
kent konseylerin birliği, bunları içermektedir.”
( 3. Kongre Belgeleri)
“ Sorunu parti diktatörlüğü mü, sınıf
diktatörlüğü mü? Liderlerin diktatörlüğü ( partisi) mi, kitlelerin diktatörlüğü (partisi) mi
biçiminde koymak bile inanılmaz ve umutsuz
bir düşünce karşılığına tanıklık etmektedir”(
Lenin Seçme Eserler Cilt: 10 Syf: 6 )
Proletarya diktatörlüğü sorununda
parti – önderler, sınıf ve kitle karşı karşıya konulamaz. Bunların arasında ki ilişkiyi doğru kuramayanlar tutarsız ve komik tartışmalar açmaktadırlar. Özünde meseleyi açıklamaktan ziyade
kafa karıştırmaktadırlar. Çünkü kendi kafaları da
karışıktır. Burjuva demokrasisinin düşünüş
çemberinden çıkamayan yığınla oportünist
kitle ve liderleri karşı karşıya koymaktan hiç geri
durmadılar.
Sormak gerekiyor “3. Kongre” ye
Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao proletarya
diktatörlüğünü bir parti diktatörlüğü olarak mı
ele aldılar? Hayır! Örnek verdiğimiz gibi bu
yönlü “zırvalayan” lara mesele hakkın da ne
büyük kafa karışıklığına sahip olduklarını
açıkladılar. Daima proletaryanın sınıf iktidarının
ne anlama geldiğini anlattılar. İbrahim Kaypakkaya parti diktatörlüğünü savunduğunu
duydunuz mu? Bunu savunduğunu kimse ileri
süremez. Çünkü proletarya diktatörlüğünü
savunmuştur. Hem “3. Kongre” gibi içini
boşaltıp revize ederek değil, proletarya
diktatörlüğünü gerçek özüyle savunmuştur ve
bu uğurda canını vermekten kaçınmamıştır.
Kitleler soyutlanmalardan mı ibarettir?
Hayır. Kitleler yada yığınlar sınıflardan oluşmaktadır. Sınıf mücadelesinin bizlere çok iyi kanıtladığı gibi sınıflar iktidar mücadelesinde partiler tarafından temsil edildiklerini ve yönetildiklerini biliyoruz. Partiler sınanmış sorumlu,
yetenekli ve otorite sahibi kişilerin sınıfın en
bilinçli eylem ve iradesini barındıran liderlerin
başını çektiği insanlar tarafından yönetildikleri
açık olduğuna göre, neden bu kavramları karşı
karşıya koyalım. Partiye rağmen lider olmak
olanaksızdır. Sınıfa rağmen önder parti olmak
yine olanaksızdır. O halde sınıf ile partiyi, parti
ile liderleri nasıl karşı karşıya koyabilirsiz?
Uluslararası Komünist Hareket içinde
komünist niteliğini koruyan hiçbir parti ve
önder, parti diktatörlüğünü savunmamıştır.
O halde küçük mülk sahibi sınıfın
demokrasi ve özgürlüğünü sosyalizmde dirilteceğini vaaz eden – çünkü küçük burjuvazinin
sosyalizmde önderlik edeceğini söyleyen- “3.
Kongre” neden genel bir soyutlamayla “parti
diktatörlüğünü savunanlar vardır” demektedir? Örnek aldığımız komünizm bilimin
ustalarından kimler parti diktatörlüğünü
savunmuştur. Yada “proletarya diktatörlüğünü
bir parti diktatörlüğü şeklinde ele alan” hangi
komünist önderdi?
Lenin’in “zırvalama” lar olarak tanımladığı düşünce karışıklığı kategorisine “3.
Kongre” anlayışını koyamıyoruz. Çünkü “3.Kongre” proletarya diktatörlüğü sorununda tahrifat
yapmıştır ve MLM’den sapmıştır.
“3. Kongre” kendi anlayışını şöyle
koymaktadır:
“Şu çok açıktır ki, proletarya
diktatörlüğü asla parti diktatörlüğü
32
2014 - KASIM - SAYI: 2
Devrimci Halkın Günlüğü
Bu ve benzer genellemeler burjuvazinin sosyalizme dair yaptığı gerici niteleme ve
tanımlamalardır. Burjuva diktatörlük anlayışından kesin kopuş değil aksine Kaypakkayacı kızıl
yoldan MLM ideolojiden keskin kopuşun en
açık ifadesidir. Proletarya diktatörlüğünde
Komünist Parti ile proletaryayı karşı karşıya
koyan yada toplumun diğer sınıflarıyla olan
bağını kavramayan ve bir “parti diktatörlüğü”
olarak tanımlayan “3. Kongre” eskide kalmış
gülünç teorileri tekrar ediyor.
Proletarya
diktatörlüğü
tarihin
gördüğü bütün burjuva diktatörlüklerinden –en
demokratik olanından da- en keskin kopuştur.
“3. Kongre”nin burnundan kıl aldırmayan
revizyonistleri sosyalizm tarihine yığınla saldırı
yaparak proletarya diktatörlüğünü reddetmektedir. Çünkü “proletarya diktatörlüğü yerine
proletarya ve emekçilerin yeni devleti” tanımını
koyuyorlar. Buna da “burjuva diktatörlük
anlayışından daha keskin kopuş” diyorlar. Yani
özcesi “3. Kongre” Marksist proletarya
diktatörlüğü anlayışını burjuva diktatörlüğünden en keskin kopuş olarak yeterli görmemiş ve
Marksizm’e “ yeni-nitel” bir katkı(!) yapmıştır.
Marks’tan Mao ya istisnasız olarak bütün
komünist ustaların Marks ve Engels’in ortaya
koydukları, sınıf içeriğiyle savundukları proletarya diktatörlüğü anlayışına sol lafazanlıkla
değiştirme cüretinde bulunan “3.Kongre” nin
bilgiç oportünist- revizyonistleri proletaryanın
unutulmayacak lanet damgasını yediler. Yığınla
çarpıtmadan sonra yaptıkları gibi “ emekçilerin
devleti ” teorilerine Paris Komünü, Sovyet Kır
ve Kent Konseylerinin birliğini örnek göstermektedirler.
Yani Lenin’inde “ emekçiler devleti” ni
savunduğunu söylüyorlar. Demek ki proletaryanın sınıf diktatörlüğünün organları olan kent
ve kır Sovyetleri “3. Kongre” nin ortaya
koyduğu “emekçiler devleti” anlayışıyla uyumluymuş? Bütün oportünistleri mezarlarında
sevindirecek düzeyde pervasız olan “3. Kongre”
sosyalizmde tek sınıf diktatörlüğü ve önderliği
yanlıştır diyor. Bu nedenle sosyalizmde proletarya ile küçük burjuvazinin önderliği şarttır
sonucuna varıyor. Yani küçük meta üreticileri,
küçük mülk sahipleri sınıfını sosyalizmin önder
gücü arasına yerleştiriyor ve bunun örneği
olarak ta Sovyetleri gösteriyor. Bu kocaman bir
yalan ve çarpıtmadır.
Sosyalizmde küçük mülk sahibi –küçük
burjuvazinin- ne anlama geldiğini Lenin den
öğrenelim. Sovyet Sosyalist Devrimi (1917)
genel bir nitelik taşımaktadır. Gerçekten bugün
ve gelecek açısından deneyimlerden yararlanmak istiyorsak Lenin’in proletarya diktatörlüğü
devlet öğretisi bakış açısı iyi incelenmeli,
devrimden sonra nasıl inşa edildiği ve
sürdürüldüğünü dikkatle takip etmeliyiz. Aksi
taktirde sosyalist devlet düzeninde Komünist
Partinin rolü anlaşılmaz.
Lenin “Sol radikalizm Komünizmin
Çocukluk Hastalığı” çalışmasında UKH’e Marksist stratejisi ve taktiğin rahat anlaşılan içeriğini
savunuyor.Proletarya
diktatörlüğü
deneyiminde proletaryanın sınıfsal önderliği ve
onun öncü gücü Komünist Parti’nin demir
disiplinine sıkça dikkat çekiyor. Proletarya
diktatörlüğü’ nde hangi sınıfın burjuvaziyi
üreten nitelik taşıdığına işaret ediyor.Lenin’in
Sovyet iktidarında, küçük-burjuvaziyi asla
proletaryanın iktidar ortağı haline sokmaz.
“3.Kongre” oportünistleri eskimiş malları
Marksizm ile cilasıyla parlatılıp yeni diye satan
tüccarlar gibiler. Sosyalist devrimden sonra
1920’de “Bolşeviklerin başarısının temel koşullarından biri” bölümünde Lenin proletarya
diktatörlüğü sisteminde nelere dikkat çekiyor:
“Proletarya diktatörlüğü yeni sınıfın,
daha güçlü düşmana karşı (tek bir ülkede olsa)
yıkılışı ile direnişi on kat artan ve gücü sadece
uluslar arası sermayenin gücünden,
33
2014 - KASIM - SAYI: 2
Devrimci Halkın Günlüğü
burjuvazinin uluslar arası ilişkilerinin güç ve
sağlamlığından değil, aynı zamanda alışkanlığın ve gücünden, küçük işletmenin gücünden
de kaynaklanan burjuvaziye karşı en
amansız,en acımasız savaşıdır. Çünkü, küçük
işletme dünyada halen ne yazık ki çok fazla
var; küçük işletme ise durmaksızın, her gün
her saate, kendiliğinden ve büyük hacimle
kapitalizmi ve burjuvaziyi üretir. Bütün bu
nedenlerden ötürü proletarya diktatörlüğü
zorunludur ve burjuvazi üzerinde zafer, uzun
süreli, inatçı, amansız bir ölüm kalım savaşı
olmadan, dayanıklılık, disiplin, sağlamlık,
boyun eğmezlik irade birliği gerektiren bir
savaş olmadan imkansızdır.” (Lenin Seçme
Eserler Cilt:10 Syf:75)
tanıma girer) proletarya diktatörlüğününsosyalist devlet siste minin önder gücü olarak
tanımlıyor. Bu demek oluyor ki “3. kongre”ye
göre devrimci proletaryanın sınıf iktidarını
sürdüren örgütlü, önder gücü olana Komünist
Partinin sosyalizmde belirleyici önemi yoktur.
Çünkü bu anlayış proletaryanın tek ve nihai
devrimci sınıf olarak sosyalizmde ki önderliğini
ve iktidarını reddetmektedir. Sosyalist devletin
dümenine, yönetimine küçük burjuva partileri
geçirerek ana ortak ederek küçük işletmecilere
“özgürce ve demokratik bir hak” olarak bir an
önce burjuvaziyi çoğaltmaları ve kapitalizmi
yeniden restore etmeyi yeniden vaat ediyorlar.
Buna sosyalizm denmez, kapitalizmin ifadesi
olan mülk demokrasisi denir.
“3.Kongre” küçük burjuvaziyi sosyalizmde önderlik edecek güç olarak tanımlıyor.
Aktardığımız gibi Marksizm ise küçük işletmeler, küçük burjuvazi her gün her saat kapitalizmi
burjuvaziyi üret sınıfmış! Yani sonuna kadar
devrimci tek sınıf olan proletarya ile çelişki
halinde olan sınıftır küçük burjuvazi. Küçük
mülk sahiplerinin, köylülüğün proletarya ile
ittifak içinde olması ayrı bir durumdur, ama
küçük burjuvazinin sosyalist devrime önderlik
edebileceğini ileri sürmek apayrı bir meseledir.
Küçük burjuvazinin yada daha genişleterek
proleter olmayan katmanların sosyalizm de
önderlik
edebileceğini
ileri
sürmek
revizyonizmdir.
Mülteci revizyonizmin küçük işletmeciyi, küçük meta üretici sınıfının burjuvaca
sıralanan eşitlik ve özgürlük lakırdılarını proletarya diktatörlüğünün sınıfsal içeriği olarak
bayraklaştırması Marksizm’e yapılmış en büyük
saldırıdır. Şimdiye kadar partimizin çizgisi
üzerinde gerçekleşen en bayağı tepinmedir.
Proletaryanın önderliği ve onun en ileri
örgütlü gücü olan Komünist Partisi olmadan ne
sosyalist devrime ulaşılabilir, ne sürdürüle
bilinir. Lenin, proletarya diktatörlüğü koşularında sürekli olarak burjuvazi üretme niteliği olan
küçük burjuvaziye karşı özel,, itinalı, disiplinli
bir dizi yöntem ve aşamalardan geçerek
mücadeleyi olmazsa olmaz görüyorken, pusulası burjuva anlayışları gösteren “3.Kongre” ise
emekçileri kır ve kent küçük burjuvazisi, küçük
burjuva aydınlar,küçük mülk sahipler bu
“3.Kongre” “pürüzsüz, saf demokrasi”
yle işçi sınıfının önderliğindeki proletarya
diktatörlüğünü reddediyor. Yerine sosyalizmde
varlığı devam eden ara sınıfların ortak önderliğini koyuyor. Bu Marksizm’i reddetmektir. Bu
ilkeyi sulandırmak, bulanıklaştırmak demektir.
Burjuvaziye el uzatmaktır. Marksizm’e ihanet
eden o meşhur liderler –Kautsky ve suç ortakları bile proletarya diktatörlüğünü reddetmemişlerdi. Sınıfsal içeriğini de yeniden tanımlamaya kalkışmadılar. Fakat “3.Kongre”nin
yaptığı gibi küçük-burjuvaziyi sosyalist devrimde devrimci proletarya ile ortak önderlik
yapacak kadar yükseltiler.
Proletaryanın diktatörlüğü burjuvazinin diktatörlüğü ile bütünleştirilemez.”3.
Kongre”nin bu gerçeği unutmaması gerekirdi.
Sosyalist devrimde iktidarın önderliğini küçük-
34
2014 - KASIM - SAYI: 2
Devrimci Halkın Günlüğü
burjuvaziye devretmek için Komünist Partisi
devrime önderlik etmiyor. Bilakis burjuvazi ve
proletaryayı uzlaştırmak isteyen oportünizmi
ezip geçerek işçi sınıfının proleter olmayan
katmanlarla ittifakıyla devrimci iktidar tesis
edilebilmiştir. Revizyonistlerin devrimden önce
yapmak istediklerini “3. Kongre”, sosyalist
devrimde yapacağını iddia ediyor. Yani proletarya diktatörlüğünü burjuva diktatörlüğüne
dönüştürecek küçük işletme sahibi sınıfları
ortaklaştırıyor. Herkese sınırsız özgürlük ve
demokrasi vaaz ediyor. Bunu deneyenler oldu.
1917 Şubat Devriminden sonra Menşevikler,
Sosyal Devrimciler partileri Krensky döneminde
işçi sınıfının önderliğinde işçi-köylü ittifakına
dayalı devrimci iktidarı değil de proletarya ve
bütün halk kitlelerinin özgürlük ve eşitliğini
burjuvaziyle ortaklaştırmak istediler, ama bunu
başaramadılar.
20.yy da bütün revizyonistler, burjuvazinin saflarına savrulan bütün hain liderler ve
partiler de karakterize olduğu gibi “3. Kongre”
revizyonistleri de kapitalist toplumda sınıf
çatışmasının ya burjuva diktatörlüğü yada
proletarya diktatörlüğüyle sonuçlandığını
çabuk unutmuş olmasıdır. Bu nedenle tarihte
hiçbir zaman sınıf diktatörlüğüne önderlik
edemeyen küçük burjuvaziyi “ Çok partililik
sosyalizmin bir gerçekliği” olamamıştır.
Sosyalist devrime önderlik etmeyi bırakalım.
Tam da “3. Kongre”nin anlayışına uygun olarak
proletaryanın diktatörlüğünü, devrimci sınıfın
önderliğini reddedip işçi-köylü, küçük burjuvaziyi bütünüyle burjuva sınıfla uzlaştırma
siyasetini benimsemişlerdi. Proleter sınıf ve
önder gücü Komünist Partisi yani Leninistler
burjuva diktatörlüğünü reddettiler! Peki ne
oldu? İç savaşta Sosyal Devrimciler, Menşevikler emperyalistlerin yanında sosyalist
devrime karşı savaşmadılar mı? Elbette bu
partiler Sovyet iktidarı tarafından yasaklandı ve
proletaryaya karşı savaşanlar kurşuna dizildi,
yok edildiler. “3. Kongre”nin sıksık örnek verdiği
kır ve kent Sovyetleri bu yasağı getirmemiş
miydi? Onlar da mı “tekçi ve baskıcı”ydı?
Demek ki sınıf iktidarı savaşında masa
başı demokrasi temennileri değil, her şey iç
savaşla sınıfların devrimci zoru ile belirlenir.
Burjuva zehriyle kafası bulanmış bu
şahsiyetler sosyalizmde Komünist Partisinin
proletaryanın sınıf iktidarını yürütmesini de “
toplumu tekleştirme”, “halk üzerinde baskı
kurma” olarak gerici sınıfların yaptığı nitelemelerle sosyalizmi tanımlamaktadırlar. Böylelerine komünist denmez olsa olsa devrimci işçi
sınıfı cephesinde türeyen komünist maskeli
burjuva kafalar denebilir.
“3. Kongre” çürümüş teorilerini yutturmak için sıksık Lenin’e atıfta bulunuyor.
Gerçekleri çarpıtıyor. Sosyalist devrimde
bırakalım çok partililiği savunmayı Lenin Bolşevik Parti de 1922 Rusya Komünist Partisi 10.
Kongresinde parti içindeki grupçuluğu bile
yasaklayan taslağı hazırlamıştır. Proletarya
diktatörlüğü ezilen sınıfların devletsizliğe doğru
yürüyüşünde sahip oldukları en geniş demokrasidir. Komünist Partisi sadece ve sadece bu
proleter demokrasinin yürütücüsüdür. Ancak
burjuva anlayışlardan kopamayan, sosyal
şoven, reformist, parlamenterist, bütün eğilimleri içinde taşıyan oportünizm ve bu akıma
ideolojik olarak katılan “3. Kongre” gibi
revizyonistler tek parti olan Komünist Partinin
sosyalizmde halka baskı anlamına geldiği sonucunu çıkarabilir. Bu düşmanın ağzıyla konuşmaktır. Gerici nitelemelerdir.
1917-18-20 yılları arasında iç savaşta
Rusya da küçük burjuva sosyalist partiler ne
yaptı?!“3.Kongre” bunları hatırlıyor mu?
Önce Lenin’e başvuralım. Sonra
“3.Kongrenin” Marksizmle zerre ilgisi olmayan
safsatalarına bakalım.Okuyucuya uzun alıntılar
35
2014 - KASIM - SAYI: 2
Devrimci Halkın Günlüğü
sunmaktan geri durmayacağız. Marks’tan
Mao’ya proletarya diktatörlüğü sorunun nasıl
ele alındığını özetlemek istiyoruz. Bizim
açımızdan da bir eğitim, yeniden kendimizi
sınama, oportünizme dersini verme çalışması
olacaktır.
Lenin 1920 de sosyalist devrimi inşa
döneminde proletarya diktatörlüğünü şöyle ele
alıyor:
“Biz Rusya da (burjuvazinin yıkılmasından 3 yıl sonra kapitalizmden sosyalizme,
yada komünizmin alt aşamasına geçiş yolunda
ilk adımlarımızı atmaktayız. Sınıflar varlıklarını
sürdürmektedirler ve proletarya iktidarı ele
aldıktan sonrada uzun yıllar her yerde
varlıklarını sürdüreceklerdir. Büyük ihtimalle
bu süre, köylülerin olmadığı (ama küçük mülk
sahipleri vardır!) İngiltere de daha kısa olacaktır. Sınıfları ortadan kaldırmak, sadece çiftlik
sahiplerini ve kapitalistleri kovmak değildir.
–Bu bizde nispeten kolay oldu- Aynı zamanda
küçük meta üreticilerini de ortadan kaldırmak
demektir; Oysa bunları kovmak, ezmek
olanaksızdır. Bunlarla anlaşmak zorunludur;
bunları ancak çok uzun vadeli, yavaş ve dikkatli bir örgütsel çalışmayla değiştirmek ve
yeniden eğitmek mümkündür. ( Ve öylede
yapmak gerekir.) Bunlar, proletaryayı küçük
burjuva unsurlarla çepeçevre sararlar, proletaryayı etkiler, moral bozukluğu yaratır. Proletaryanın saflarında sürekli karaktersizlik,
dağınıklılık, bireycilik, coşkudan cesaretsizliğe
geçiş gibi küçük-burjuva niteliklerin nüks
etmesine neden olurlar. Buna direnebilmek
için, proletaryanın örgütleyici rolünü ( ki bu
proletaryanın en önemli rolüdür.) doğru,
başarılı ve muzaffer biçimde yerine getirebilmek için proletaryanın siyasal partisi içinde
en sıkı merkeziyetçiliğe ve disipline gerek
vardır. Proletarya diktatörlüğü, eski toplumun
güçlerine ve geleneklerine karşı kanlı ve
cansız, şiddete dayalı ve barışçıl,
askeri ve ekonomik, pedegojik ve idari inatçı
bir mücadeledir. Milyonlarca ve on milyonlarca insanın alışkanlık gücü korkunç bir güçtür.
Demir gibi sağlam ve savaşta çelikleşmiş bir
parti olmadan, söz konusu sınıf içinde namuslu olan ne varsa onun güvenini kazanmış,
kitlelerin nabzını tutmasını ve etkilemesini
bilen bir parti olmadan, bu mücadeleyi
başarıyla yürütmek olanaksızdır. Merkezileşmiş büyük burjuvaziyi yenmek, milyonlarca ve on milyonlarca küçük mülk sahibini
“yenmek”ten bin kez kolaydır.”
Diyen Lenin küçük mülk sahibi ( Küçük
burjuvazidir.) Sınıfların siyasal, ekonomik,
kültürel karakterini her fırsatta tamamlamayı
esas alıyor. Bakın yukarıdaki bütünlüklü analizi
Lenin ne ile sonuçlandırıyor.
“Küçük mülk sahipleri ise günbe
günlük, her günkü, fark edilmeyen, elle tutulmayan, sarsıcı faaliyetleriyle, burjuvazinin
ihtiyacı olan, burjuvaziyi restore eden o
sonuçları yaratmaktadır.Proletarya partisinin
demirden disiplinini (özellikle diktatörlüğü
sırsında) azda olsa zayıflatan herkes, gerçekte
proletaryaya karşı burjuvaziye yardım eder.”
(Lenin Seçme Eserler Cilt:10 Syf:99-100)
Komünist bilimin ustalarından, dünya
proletaryasının komünizm mücadelesine ışık
tutmaya devam eden Lenin proletarya
diktatörlüğünde işçi sınıfının önderliğini onun
sınıf önderliğini yürüten Komünist Partinin
önemini, rolünü ve küçük burjuvazi ile olması
gereken ilişki ve mücadele yöntemlerine, keza
proletarya diktatörlüğünde Komünist Partinin
demirden disiplinin merkezileşmesinin ne
derce önemli olduğunu öne çıkarmıştır. Küçük
mülk sahibi sınıfların sosyalizmde kapitalizmi
restore eden ekonomik temel olduğunu
açıklıyor.
Sosyalizm de sınıfsal niteliği
36
2014 - KASIM - SAYI: 2
Devrimci Halkın Günlüğü
temsil etmeyen, ara bir sınıf olan kapitalizm
koşullarında sömürülen ve ezilen konumu
itibari ile halk kavramı içinde tanımlana,
devrimin itici ittifak güçleri arsında yer alan
küçük-burjuvazi asla sosyalizmde proletarya
diktatörlüğünün yönetici, önderlik eden sınıfı
olamaz. “3.Kongre” “emekçileri” sosyalist
devletin ittifak güçleri olmaktan çıkartıp önder
gücü yapmıştır. Yani küçük mülk sahibi milyonlara “biz proletarya önderliğinde burjuvaziyi
yıktık, ama buyurun devleti yönetmeye, sosyalizme önderlik etmeye ortak olun ve burjuvaziyi
restore edin” demektedir.
Lenin çok partililiği hiçbir yerde savunmadı. Fakat proletarya iktidarı aldıktan sonra
Komünist Partinin disiplinin sağlamlaştırmasını
daima vurguladı. Sosyalizmde sadece kansız
değil, kanlı yöntemler olabileceğinin itina ile
belirtti.
“3.Kongre”nin halk kavramı içinde
sanki sınıflar yokmuş gibi halkı aldatıyor. Sosyalist devlet düzeninde Komünist Parti’nin önderliğini bir kenara atıyor. Komünist Parti’nin tek
yönetici parti olmasını proletarya ve halk kitleleri üzerinde parti diktatörlüğü olarak görüyor.
Bu teorinin Marksizm’le ne ilgisi olabilir. Bir
“3.Kongre”nin bir de Lenin’den aktardığımız
proletarya diktatörlüğü anlayışı ve Komünist
Parti’nin rolüne bakın, iki anlayışın birbirini tam
zıttı olduğu görülecektir.
“3.Kongre” tek parti olarak Komünist
Partinin önderliğini olumsuz, zararlı görüyor ve
şöyle niteliyor: “Aynı şekilde tek partili-sosyalist devlet anlayışlarında insanlığa proletaryaya ve emekçilere büyük zararlar
vermiştir. Komünist ideolojinin kitleler içerisin de yanlış algılanmasında bu tür uygulanan
pratikleri çok önemli rolleri olmuştur. Biz
komünistler olarak ilk girişimlerimizin sefil
yanlarıyla acımasız bir şekilde cebelleşeceğiz.”
(“3. Kongre” belgelerinden.)
Lenin sosyalizmde sınıfların varlığının
devam ettiğini, milyonlarca küçük mülk sahibi
sınıflarla mücadele etmek ve dönüştürmenin
muazzam zor ve sancılı bir süreç getirdiğini
belirtip Komünist Parti’nin demir disiplininden
bahsetmektedir.
“3.Kongre” ise Lenin’i reddediyor ve
“tek partili sosyalist devlet anlayışlarında,
insanlığa, proletaryaya ve emekçilere büyük
zararlar vermiştir” gibi saçma görüşleri bayraklaştırıyor. Sosyalizm de işçi sınıfının tartışılmaz
tek sınıf önderliğini somut, en ileri gücü,
devrimci enerji ve iradesini temsil eden
Komünist Parti’nin sosyalist devlet de hükümet
görevini yerine getirmesine “3. Kongre” sosyalizm denemesini ilk sefil yanları olarak tanımlıyor. Sefil olan proletarya diktatörlüğü ve
Komünist Partinin önderliği değildir. Sefil olan
“3. Kongre”nin oportünist-revizyonist teorisyenleridir. Elbette demokrasi, özgürlük nutukları atıp, parti içi demokrasiyi yozlaştıran mülteci oportünistlerin masa başı tasarımlarından
proleter demokrasiyi öğrenecek değiliz. Sosyalizm mücadelesinde Komün, Sovyet ve Çin
devriminin
muazzam
deneyimlerinden
öğreneceğiz. “3. Kongre” proletaryanın iktidar
mücadelesinde dünyada yarattığı büyük devasa
gelişmeleri görmezden geliyor ve inkar ediyor.
Sosyalist devlette de tek parti ki bu işçi sınıfının
diğer halk katmanlarıyla esas olarak işçi-köylü
devrimci ittifak üzerine şekillenen demokrasinin önderi, yürütücüsü Komünist Partinin yönetimini “ İnsanlığa büyük zarar verdi” diyecek
kadar sosyalizm tarihi ve biliminden uzaklaşmışlardır.
Burjuvazinin beslediği kalemşorları gibi
sosyalizm deneyimini gerici nitelemelerle
tanımlamak komünistlerin işi olamaz. “3.
Kongre” “Komünist Partinin –tek partininyönetimin- den dolayı” komünist ideolojinin
kitleler içinde yanlış anlaşıldığını iddia ediyor.
Komünist ideolojinin temel ilkeleri vardır, yanlış
anlaşılabilecek bir öz içermez.
37
2014 - KASIM - SAYI: 2
Devrimci Halkın Günlüğü
“3.Kongre”nin her şeye çözüm bulan masa başı
“teorisyenleri”
kendi
kavrayışsızlıklarını
genişletip kitlelerin “yanlış algılaması” na
vardırıyorlar. Kendiniz Marksizm’i doğru
kavrayamazsanız, kitlelere de doğru içeriği
taşıyamazsınız.
Ayrıca bu bir demagojidir. Marks,
Engels, Lenin, Stalin, Mao proletarya
diktatörlüğünü savundular ve içeriğini tanımladılar.
Marks,
Engels
proletarya
diktatörlüğünün ilk örneği olan Komüne
tanıklık etmişlerdir. Lenin tarihte ilk kurulan
sosyalist devletin önderidir. Stalin Rusya da
sosyalizmin inşa edilmesinde Leninizmin en
sadık uygulayıcısı oldu. Köylülüğün devrimdeki
rolünü inkar eder Troçkist, Menşevik,
Sosyal-Demokrat, oportünist-revizyonist akımlara rağmen yüzde 80’den fazla köylü olan
Çin’de Mao işçi sınıfının önderliğinde işçi-köylü
ittifakıyla sosyalizmin alt aşaması olan
Demokratik Halk Devriminin kurulmasına
önderlik etti. ( Maoist geçinen “3. Kongre”
köylülüğü atlayarak işçi-köylü ittifakından
köylüyü çıkardı; Troçkizm’i benimsedi.
Soruyoruz “3.Kongre” ye İbrahim
Kaypakkaya dahil partimiz 1972’den günümüze
komünist ideolojiyi kimlerden öğrendi. Çin’de
Demokratik Halk Devrimi’ne önderlik eden Çin
Komünist Partisi; Rusya’da sosyalist devletin
kurulmasına önderlik eden Leninist Rusya
Komünist Partisi’nin tek parti ile yönetiminden
dolayı nasıl ve hangi içerikle komünist ideolojiyi
“yanlış” algıladık. Komünist ideoloji Komünist
Parti aracılığıyla dışarıdan kitlelere taşınır. Eğer
Çin Komünist Partisi, Rusya Komünist Partisi
yada Mao, Lenin, Stalin’in proletarya
diktatörlüğü anlayışında ki komünist parti
önderliğinden dolayı “ İnsanlık büyük zarar
gördü” –ki söylediğiniz apaçıktır- diyorsanız
daha açık olmalıydınız. Lafı dolandırmayacaksınız. Bir taraftan Lenin’i överek, diğer taraftan Lenin’i tahrif etmeniz,
derece savunduğunuzun göstergesi olmuştur.
Uluslararası Komünist Hareket ve
özelde ise partimiz geçmiş sosyalist devrimlere
önderlik eden RKP ve ÇKP’den komünizm bilimi
ve deneyimlerini öğrenmeye devam etti,
edecektir. Bu anlamıyla komünizm ideolojisini
“yanlış anlayan” kitleler, dünya işçi sınıfı
değildir. Milyonlarca Rus, Çinli ve çeşitli uluslardan proletarya, emekçi halk kitleleri devrimci
temelde Marksist ideolojiyi kavrayıp insanlık
tarihinde büyük dev adımlar attılarsa
komünizm ideolojisini doğru kavradıkları ve
ona inandıkları içindir. Açık ve net olarak sosyalizm tarihi deneyimlerini ve komünizm ideolojisini “yanlış” kavrayan mülteci oportünistlerin
kendisidir.
Komünist Parti önderliği nihai olarak
geleceği temsil eden tek devrimci sınıf olan
proletaryanın önderliğine bağlıdır. Küçükburjuva sosyalist parti ve örgütler Komünist
Partisiyle aynılaştırılamaz. Ne devrimden önce
ne de devrimden sonra küçük mülk sahibi
sınıflar ile proletaryanın niteliği aynı olamaz.
Tarihte kapitalizme karşı küçük burjuvazinin
önderlik edip iktidarı alabildiği ve sürdüre
bildiği tek devrim yoktur. Ama devrimci işçi
sınıfı 20.yy de devrimlere önderlik ederek
dünyayı sarsmıştır, sarsmaya da devam edecektir. Bu anlamıyla sosyalist devlet düzeninde
proletarya önderliğini başka sınıf ve partiyle
paylaşmaz. Toplumsal özgürlük yolunda proletarya, köylüler, küçük işletme sahipleri, küçük
mülk sahibi sınıfıyla ittifak kurar. Küçük burjuvaziyi temsil eden çeşitli partilerin sosyalizmde
önderlik edebileceği sadece “3. Kongre” nin bir
varsayımıdır. Zira 20.yy sosyalizm deneyimi “
çok partili” sistemi ortaya çıkarmamıştır.
“3. Kongre” ise sosyalist devlet sisteminde Komünist Partinin zorunlu önderliğini
“tek parti diktatörlüğü” olarak gördüğü için
reddetmiştir
38
2014 - KASIM - SAYI: 2
Devrimci Halkın Günlüğü
Bakın “3. Kongre” ne diyor:
“Komünist partisiyle birlikte halk
saflarındaki bütün diğer parti ve örgütlenmeler, tamamıyla özgür bir şekilde düşünme,
örgütlenme, davranma ve ajitasyon- propaganda serbestliğinden istifade edeceklerdir.
Komünist Partileri de dahil hiçbir partinin,
hiçbir özel, kanuni ayrıcalığı olmayacaktır.” (3.
Kongre Belgeleri)
Neymiş Komünist Partinin diğer küçük
burjuva partilerden bir farkı yokmuş.! Neymiş
birden fazla Komünist Partisi varmış.! “Ayrıcalık” kabul edilemezmiş! Bu Menşevik kafa, bu
sosyal-demokrat sağ sapma sosyalizmden mi
bahsediyor? Hayır! Burjuva biçimsel genel oya
dayanan parlamenter düzenin görünen o
sahte, aldatıcı eşitlik düşüncesini tekrarlamaktadırlar.
Şayet bütün küçük burjuva partiler
Komünist Partisiyle eşit olacaksa, bunların fiili
hareket ve amaçta “tamamen özgür” olacaklarsa, bunun adı kesinlikle sosyalizm olmayacaktır.
Çünkü “3. Kongre” seçim yolu ile sosyalizme
varılabileceğini iddia eden, yada proletarya
diktatörlüğünü
kabulü halinde mümkün
gören Kautsky ve suç ortaklarının bilindik
görüşlerini sosyalizmde olabileceğini gevelemesinden ibarettir. “3. Kongre” bu konuda
atlama yada sıçrama yapmıştır. Sosyalizme
parlamenter seçim yoluyla varılacağını
söylemiyor ama sıçramayı tamda burada
yapıyor ve sosyalizmde bilindik burjuva seçim
düzenini uygulayacağını vaat ediyor. Böylece
proletarya diktatörlüğünü bir çırpıda “ proletarya ve emekçilerin devleti” ne dönüştürüyor.
Seçim yolu ile “ Komünist Partisi ile hiçbir
ayrıcalığı olmayan” küçük- burjuva partiler
sosyalist devleti yöneteceklermiş.
Haliyle bu küçük burjuva partiler daha
fazla oy alırsa,hangi biçim altında olursa olsun
daha fazla temsiliyet elde ederlerse ve daima
burjuvaziyi restore eden sınıf çıkarlarına uygun
“ tamamen özgür” davranacaklardır. “3.Kongre”nin “ proletarya ve emekçiler devleti” de o
zaman burjuva diktatörlüğü olur.
Kafası karışmış ve alıklaşmış ultra
özgürlükçüleri lafızda devrimi Komünist Parti
önderliğinde yapacaklarına rağmen, sosyalizmde iktidarı seçim yolu ile burjuvaziye gönüllü
devr edeceklerinin farkında bile değiller.
Değerli okuyucuların içi rahat olsun
Marksist proletarya diktatörlüğü bakış açısından sapan, sözde kabul edip pratikte içini
boşaltan hiçbir “Komünist Parti” devrime
önderlik edemez. 20.yy sosyalist devrimler
tarihinde bir tek örneği de yoktur. Bu nedenle
“3.Kongre”nin sayıklamalarının sosyalist devlet
düşüncesi ile ilgisi yoktur.
Komünist
Manifesto’da
Marks,
Engels’in belirtikleri gibi komünistlerin ayrı
partilerde örgütlenmelerine gerek–ihtiyaç
yoktur. O halde sosyalizmde Komünist Parti
dışında örgütlenmek isteyenlerin burjuva ideolojisi ve amacını güttükleri apaçıktır. Burjuva
siyasal amaç ve tavrını benimseyen partilerin
sosyalist devlet sisteminde yada Demokratik
Halk Devriminde, Komünist Parti ile eşit düzeyde seçim yada temsiliyet oranlarına göre
sosyalizme önderlik edebileceğinin ileri sürmek
eğer komünizm bilimi ve tarihi deneyimleri
hakkında kör cahillik değilse, Marksizm’e
apaçık ihanettir. Mülteci revizyonizm açıktır ki
Marksizme ihaneti seçmiştir.
Bu proletarya diktatörlüğü ile burjuva
diktatörlüğünü uzlaştırma teorisidir. Örnek
verdiğimiz gibi bunu Menşevikler, sosyal
devrimciler, sosyalist devrimden önce denemişti. Alman, Fransız, İtalyan,Hollanda, İngiliz
revizyonistlerinin en belirgin özelliği seçim yolu
ile genel oyla sosyalizme varıla bileceğini
39
2014 - KASIM - SAYI: 2
Devrimci Halkın Günlüğü
papağan gibi bin bir türlü şekilde anlatmayı
sürdürmeleri ve halkı kandırmalarıyla karakterize olmuştur. Bütün bu oportünist akımların
devrimden önce yaptıklarını “3. Kongre”nin
sosyalist devrime sıçratması burjuvaziden
övgüyü hak eder. Proletarya kendi özgürlüğü
için değil sınıf düşmanlarını bastırmak için
sosyalist devlete ihtiyaç duyar.
PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜNDE
MESELESİNDE ÖNDERLİK SORUNU
Partimizin sosyalizmin alt basamağı olan
Demokratik Halk Devrimi, komünizmin alt
basamağı sosyalist devlet iktidarıyla somutlaşan proletarya diktatörlüğü –ki bunlar aynı
zamanda proleter demokrasi biçimleridirsorununda Marksist bakış açısı açık ve nettir. Bu
nitelik partimizin burjuvazi ve büyük toprak
sahibi sınıfların yıkılması ve yerine işçi sınıfı
önderliğinde işçi-köylü ittifakına dayalı en geniş
demokrasi olan proletarya diktatörlüğünün
inşa edilmesinde ki netliktir. Kaypakkaya çizgisinin MLM ideolojiden aldığı devrim mayası
proletarya diktatörlüğü anlayışında ki ilkesel
netlik, netlikten sapmamayı emreder. Bizlerde
buna uyduk, uyacağız.
“3. Kongre” nin revizyonist anlayışını
“Sosyalist Cumhuriyetler Birliği programı”ndan
aktarmak yeterlidir, ama biz daha iyi anlaşılması için daha uzun –bir birinin tekrarı olsadaalıntılar yapacağız. Daha sonra meseleyi Marksizm bakış açısıyla irdelemeye devam edeceğiz.
Burjuvazi ile proletarya uzlaşabilir mi?
Hayır. Milyonlarca küçük işletme sahiplerini
temsil edecek küçük- burjuva bir parti sosyalizmde Komünist Partisi ile ortak önderlik
edebilir mi? Hayır! Fakat “3. Kongre” sosyalizmde küçük- burjuva sınıflarının önderliğinin kesin
gerekli olduğunu belirtiyor.
“3. Kongre” şöyle diyor:
“ Komünist önderlik, özel bir hukuksal
ayrıcalıkla kendisini zorla kabul ettirme meselesi değildir. Tamamıyla ikna temelinde
komünist önderliğin benimsenmesi elbette
önemlidir. Ama bu hiçbir şekilde zoru ve
dayatmayı içermez. Halk kitleleri Komünist
Parti dışında halk kategorisindeki herhangi bir
parti ve örgütlenmeyi tercih edebilir, onu
değiştirebilir, görevden alabilir, yada göreve
getirebilir.” (3. Kongre Belgelerinden)
Hukuk, demokrasi, özgürlük kavramlarını tekrarlamayı pek seviyorlar. Gerçekten
komünist önderlik, Komünist Parti hakkında bu
kadar burjuva, bu kadar yabancı konuşan bu
zat-ı muhteremlerin komünizmden bir şey
anlamadıkları apaçıktır.
Sovyetlerde proletarya diktatörlüğü
kuruluyorken
Kautsky
proletarya
diktatörlüğünün kabulü halka sorulmalı demişti. Lenin bu ukalalara “seçim zamanı değil
eylem zamanı” demişti. Çünkü gelecek seçimle
değil iç savaşla belirleniyor.
Komünist Partinin sosyalizmde hangi
“hukuksal ayrıcalığı” olabilir?! Komünist Partinin önderlik görevini herhangi bir hukuksal
haktan almadı. Komünist Partinin önderliği
uzun yılları illegal-legal mücadele araçlarını
kullanan, işçi sınıfının en değerli, özverili,
cesaretli evlatlarını bünyesinde toplayan,
proletaryanın önderliğine dayanarak devrimci
amaç uğruna, kapitalizmin, feodalizmin
sömürü altında inle- yen,baskı gören, ötelenen,
açlığa mahkûm edilen halk tabakalarının
çoğunluğunun güvenini savaş ve zorlu
mücadele alanlarında kazanmaktan gelir. Şayet
bu güven ve bütünleşme olmazsa ne devrimci
savaşa ne de ayaklanmalara önderlik edebilir.
“3. Kongre”nin dediği “ zorla kendini
kabul ettirme” olmayacağı gibi “özel hukuksal
ayrıcalığı” da yoktur.
40
Devrimci Halkın Günlüğü
Halk kitlelerinin ezici çoğunluğunun güvenini
kazanan ve devrime önderlik eden Komünist
Partisinin sosyalizmde diğer bütün emekçi
katmanlarla ittifak halinde ki proletaryaya
rağmen önderlik edecek durumu yoktur,
olmamıştır.
“3. Kongre” sosyalizm tarihini parti
diktatörlüğü olarak değerlendirdiği için demagoji kurgularını tekrarlayıp durması gerçeği
ifade etmez. Mülteci revizyonizmin sosyalizmde Komünist Parti olmasa da olur.
“ Halk kitleleri Komünist Parti dışında
halk kategorisindeki herhangi bir parti seçebilir, onu değiştirebilir, görevden alabilir, yada
göreve getirebilir.”
Ne demektir bu? Sosyalist devlet
düzeninde illede Komünist Partisi gerekli
değildir? Küçük burjuva herhangi bir parti ve
örgüt de sosyalist devleti yönetebilir ve
komünizme doğru toplumu taşıyabilir.
Anlaşılan “halk devleti” “zırvalığı” na sığınan
bu revizyonistler halkın sınıflara ayrıldığını
unutmuşlar. Küçük burjuvazi ve köylülüğün sınıf
iktidarını sürdürebilecek sınıfsal nitelikten
yoksun olduklarını analiz eden Marksizm bilimini de aşmışlardır. Sosyalizmde proletaryanın
sınıf iktidarının yıkılması demek Komünist Partinin sonlanması demek; Tartışmasız olarak
burjuvazinin diktatörlüğünün kurulması demektir. Çünkü kapitalizm döneminde ya burjuvazi yada proletaryanın sınıf iktidarı mümkündür. Ne köylülük, ne küçük-burjuvazi nede
milli burjuvazi iktidar olamaz.
Sosyalist düzende, yani Sovyet
iktidarında halk tarafından istenmeyen yöneticilerin - görevlilerin görevlerinden alınması,
yerine yeni seçilenlerin atanmasının olması
olanaksız bir seviyeye sıçratmak ve Komünist
Parti dışında küçük-burjuva partilerinin de
seçilebileceğini ileri sürmek sosyalist düzeni
2014 - KASIM - SAYI: 2
yıkmakla eş anlamlıdır.
Sovyetler ve on kadar Doğu Avrupa
Demokratik Halk Cumhuriyetinde, Çin’de
devrimler yenilgiye uğradı. Komünist Partilerin
önderliğini de sonlandı. Fakat küçük işletme
sahibi sınıfın temsilcisi herhangi küçük-burjuva
bir parti bırakalım toplumsal özgürlük mücadelesine
tutuşmayı
bilakis
burjuva
diktatörlüğünün yıllardan beri restorasyonunu
sağlayan sınıflar olduklarını gösterdiler. Sosyalizmde burjuvazi işçi sınıfı içinde değil, küçük
mülk, küçük işletme sahibi sınıftan burjuva
türüyor. “3. Kongre” sosyalizmde Enternasyonel Komünist Harekete seçim yolu ile demokrasi öneriyor.
İyisi mi siz revizyonist pürüzsüz
tasarımlarınızı, yada devrim sonrası tasarımlarınızı fazla dillendirmeyi bırakın “ halk devleti” nde “ bütün sınıfların önderliği” taslağınızı
burjuva demokrasisinin parlamenter biçimsel
eşitlik göstergesi olan seçim yolu ile denemeye
koyulun.
Proletarya sınıf önderliğini ve iktidarını
sosyalizmde hiçbir sınıfla paylaşmaz.
Sosyalizmde Komünist Partinin yönetimini şimdiye kadar burjuvazi ve bunların her
kılıfa girmeyi başaran Marksist maskeli
sözcüleri Komünist Partinin sosyalizmde ki
yönetimini “ halka zorla benimsetme” gerici
nitelemesini yapmışlardır. Karşıt propagandaya
ara vermemişlerdir. “3. Kongre” teoriside bu
karşı propaganda çerçevesine uygun düşmektedir. Mülteci revizyonistlerin dediği gibi sosyalizm de eğer hiçbir şekilde zor kullanılmayacaksa o zaman devlete ne gerek vardır. Oysa
sosyalizmde sınıflar vardır. Emperyalizmin
vahşi bir hayvan gibi sosyalist devleti yıkmaya
uğraştığı,sosyalist ülkede kapitalizmin restorasyonunu hergün inşa eden milyonlarca küçük
mülk sahibi sınıfın olduğu toplumsal geçiş
41
Devrimci Halkın Günlüğü
sürecinde zorun tamamıyla devre dışı kaldığını
söyleyenler halka yalan söylemektedirler.
“3.Kongre” halkı ve partimizi aldatmak
için her şeyi yapmıştır. Proleter demokrasinin
“çok partili sistemiyle” elde edebileceğini
sanan “3.Kongre” sosyalizm de devlet ve
Komünist Parti sorununa dair komünizm
biliminde izi olmayan değerlendirmeler
yapıyor.
“3.Kongre”nin söylediklerinden devam edelim.
“Sosyalizm de nesnel çalışmaların
tarihsel bir zorunluluğu olarak parti ve devlete
olan ihtiyacı nasıl ele alacağız (…) ana mesele
budur. Eğer hizmet edeceksek devleti kitleler
adına partinin tekeline vermeye kesin kes
karşı çıkmalıyız. (…) Ne yazık ki yaşanan
sosyalizm gerçekliklerinde kitleler adına partinin rolü sadece abartılmış, parti tekeli, parti
iktidarı gibi uygulamalar (…) söz konusu
olmuştur. Ve en değme Komünist Partiler bu
yanlış çizgi itibarıyla karşıtlarına dönüşmüşler,
yeni burjuva karargâhlar haline gelmişlerdir.”(3. Kongre Belgelerinden)
Komünist Parti sosyalizmde bir parti
tekeli olarak değerlendirilemez. Parti sadece
bir araçtır. Proleter sınıfın ve halk kitlelerinin
üstünde bir güç değildir; olamaz. “3. Kongre”
bütün ideolojik, siyasi, politik değerlendirmesini egemen sınıf olarak proletaryanın ve onun
öncü gücü olan Komünist Partinin önderliğini
kaldırılması üzerine kurmuştur. Bu revizyonistlere göre bütün kötülüklerin kaynağı sosyalizmde tek parti olan Komünist Partinin devletin dümenine geçmesi, yönetmesidir. Bunun
çözümü ise hem devrimci işçi sınıfının iktidarı
ve önderliğini hemde proleter sınıf
diktatörlüğünün yürütücüsü olan Komünist
Partinin “tekel”inin (!) kaldırılmasında
bulmuşlar. Peki bu küçük-mülk sahiplerinin
demokrasisini yükselten burjuva kafalar
2014 - KASIM - SAYI: 2
proletaryanın ve Komünist Partinin yerine ne
koyuyorlar?. Tabi ki işçi sınıfının yerine
küçük-burjuvaziyi –(“3. Kongre” nin “emekçileri” başka bir anlama gelmez) Komünist Partinin
yerinede küçük burjuva¬- partiyi koymaktadır.
Özet olarak “3. Kongre” sosyalizmde
proletaryanın önderliğini ve Komünist Partinin
belirleyici rolünü reddetmiştir. Yığınla çarpıtmalarını, oportünist teorilerini götürüp Marks’a
bağlıyorlar. Yani Avrupa’nın o meşhur 2. Enternasyonalci parti ve liderleri gibi bütün burjuva
gerici nitelemelerin kaynağını götürüp Marks’a
dayandırarak ne kadar doğru tespitlerde bulunduklarını kanıtlamaya çalışıyorlar. “3. Kongre”
sosyalizm
deneyimlerini,
proletarya
diktatörlüğü anlayışını çarpıttığı her tespitten
sonra “ Lenin, Marks’da böyle dedi.” “Komün,
Sovyetler, Şanghay komününde de bunlar
vardı” deyip tahrifatını gizlemeyi amaçlıyor.
Yukarıdaki saçmalık ve çarpıtmayı bakın
Marks’a nasıl bağlıyorlar.
“Marks’ın işaret ettiği gibi ana mesele,
devrimci savaşla örgütlenmiş egemen güç
olarak proletarya ve emekçilerin iktidarı fetih
etmesidir. Bu ana fikirde proletarya ve emekçiler adına bir önderliğin, bir partinin
iktidar tekeli baştan itibaren reddedilmiştir.”
(3.Kongre Belgelerinden)
Yani Marks proletarya diktatörlüğünde
Komünist Parti öncülüğünü, tek sınıf olarak
proletaryanın egemen güç olduğunu reddetmiştir diyorlar. Birincisi bu Marks’a atfedilen
kuyruklu bir yalandır. Marks burjuva kafalar gibi
Komünist Partisine ne ayrıcalık, ne de bir tekel
benzetmesinde bulunur. . Elbette Marks,
Engels, Lenin, Stalin, Mao’nun Komünist partinin sosyalizmdeki rolü, önderliği konusunda ki
görüşleri tamamen bir ve aynıdır. Komünizm
biliminin ve devrimci proletaryanın büyük
önderlerinin her hangi bir satırında, söyleminde proletarya diktatörlüğünde tartışmasız
42
Devrimci Halkın Günlüğü
olarak işçi sınıfının egemen sınıf olarak
iktidarını ve öncü gücü olan Komünist Partinin
önderliğini reddettiklerine rastlayamazsınız.
Aksine burjuvazi ile proletaryanın iktidar
mücadelesini uzlaştırmaya çalışan sosyal
şoven, reformist, oportünist akımlara karşı
amansız mücadele etmişlerdir.
“3. Kongre” Sovyet ve Çin devrimlerini
içine alan sosyalizm deneyimlerini “parti
diktatörlüğü” olarak vurgulayıp duruyor. Marksizmde yeri olmayan anlayışları sanki Marksistler savunmuş gibi sunuyor.
2014 - KASIM - SAYI: 2
Anladık “3. Kongre” sosyalizmde
egemen güç olarak proletaryayı ve onun en ileri
örgütlü önder gücü olan Komünist Partinin
önderliğini reddediyor. Bu revizyonist çürük
anlayışını Marks’a dayandırmaktadır.
Unutmayalım bütün Marksist ustaların
yaşadığı dönemlerde de proleter sınıf dışında
da –günümüzden çok daha fazla emekçi
katmanlar vardı. Ama komünizm biliminin,
sosyalist devrimin önderleri hiçbir yerde asla
proletarya diktatörlüğü yerine “ proletarya ve
emekçilerin yeni devleti” ni koymadılar.
Marksizmin hiçbir eserinde ve hiçbir
sosyalist devrimde hiçbir komünist önder –ama
gerçekten komünist önder- “3. Kongre”nin
dediği “devleti kitleler adına partinin tekeline
verelim” şeklinde anlayışı yoktur.
Bakın Marks kendi devlet öğretisinin
muazzam özünün nasıl ifade ediyor:
Peşpeşe
aktardığımız
alıntıların
bütününde anlaşıldığı gibi “3. Kongre” çarpık
görüşünü Marks’a mal ederek noktalıyor.
Elbette çarpıtıyor. Gerçekten Marks egemen
güç olarak proletaryanın iktidarı fethetmesine
mi işaret etmiş yoksa “3. Kongre” nin apaçık
çarpıttığı şekliyle Marks “egemen sınıf olarak
proletarya ve emekçilerin iktidarı feth etmesi”
ne mi işaret etmiş?!
“ Bana gelince ne modern toplum da
sınıfların varlığı, ne de aralarındaki mücadeleyi keşfetmiş olma şerefi bana ait değildir (…)
Benim yeni olarak yaptığım: 1) Sınıfların
varlığının sadece üretimin belirli tarihsel
gelişme aşamalarına bağlı olduğunu 2) Sınıf
mücadelesinin zorunlu olarak proletarya
diktatörlüğüne
götürdüğünü
3)
Bu
diktatörlüğün, bizzat sadece tüm sınıfların
ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma
geçişi oluşturduğunu kanıtlamaktı.”
( Marks-Engels Seçme Yazışmalar Syf:75 Sol
Yayınları)
“3. Kongre”nin dediği gibi “ proletarya
ve emekçiler adına bir önderliğin, bir partinin
iktidar tekeli baştan beri reddedilmiştir” (“3.
Kongre” Belgelerinden) gibi anlayışlar Marks,
Engels’in dünya görüşünde nasıl ele alınmıştır.?
Birincisi: “ 3. Kongre” emekçileri proleter sınıfına eşitliyor ve çarpık fikirlerini Marks’a mal
ediyor.İkincisi: Proletaryanın egemen güç
egemen sınıf ve önderliğinin Komünist Parti
olması zorunluluğunu açıkça savunan Marks
çarpıtılarak Komünist Parti önderliğini “tekel”
olarak tanımlayarak adeta Marksistlerin aklıyla
alay ediyor.
Marks 5 Mart 1852’ de Weydemeyer’e
yazdığı mektupta şunları yazmıştır:
Peki bu özlü devlet öğretisinde,
Marks’ın proletarya diktatörlüğü teorisin de
egemen güç yada egemen sınıf hangisiydi?
Hangi sınıfın önderliğinde bütün sınıfların
ortadan kaldırılması görevi yerine getirilebilinirdi? Marks proletarya diktatörlüğüne
“bütün emekçilerin önderlik” edebileceğini mi
yoksa proletaryanın yalnızca buna yetenekli
olan tek sınıf olan proletaryanın mı yalnızca
önderlik edebileceğini mi söylemişti?!
43
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
Marks burjuva düşüncelerle ile kendi
düşüncesi arasındaki temel farkı çizerken
belirttiği proletarya diktatörlüğü teorisini “3.
Kongre” bir çırpıda çarptırabileceğini sanıyor.
Bu öğretiyi açıktan reddettikten sonra herhangi
bir “ Komünist Parti”nin diğer teorik seviyesi ve
çizgisini tartışmaya gerek bile kalmaz. Çünkü
Marks’ın kendisinin de belirttiği gibi proletarya
diktatörlüğü Marksizm biliminin esas yönlerinden birini oluşturmaktadır.
koparıp almak, bütün üretim araçlarını devletin elinde yeni, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde toplamak ve
üretim güçlerinin miktarını mümkün oldukça
çabuk kullanmak için kullanacaktır. ( Komünist
Parti Manifestosu- Aktaran Lenin Seçme Eserler
Cilt : 7 Syf: 34
Lenin tamda bu gerçeği derinden
kavradığı için “Sadece sınıf mücadelesinin
kabulünü,
proletarya
diktatörlüğünün
kabulüne kadar genişleten kişi Marksist’tir.
Marksist’in sıradan küçük ( ve de büyük)
burjuvan en derin farkı bundan ibarettir.”
( Lenin Seçme Eserler Cilt:7 Syf: 44 İnter Yayınları)
Ne diyorlar: Egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya devlet gücünün de
egemeni oluyor. “3. Kongre” ise Marks’ın
“egemen güç olarak proletarya ve emekçilerin
feth etmesi” ne işaret ettiğini belirtiyor. tabi ki
“3.Kongre” ise Marks’ı çarpıtıyor. Marks, Engels
burjuvazinin elinden iktidarı alabilecek tek
sınıfın proletarya olduğunu, ve egemen olarak
örgütlenerek bütün emekçi katmanlara
önderlik ederek, birlik sağlayacak sınıf
olduğunu analiz etmişlerdir. Her eserinde
egemen güç olarak işçi sınıfı iktidarını proletarya diktatörlüğü olarak tanımlamışlardır.
Proletarya diktatörlüğü ancak işçi
sınıfının hakim güç olması ve önderlik etmesiyle mümkündür. Sosyalist devrim öğretisini
çarpıtıp yerine “proletarya ve emekçiler
diktatörlüğü” konamaz. Devam edelim, Marks
sosyalizmde egemen güç olarak hangi sınıfın
önderliğini görüyor?
Marks ve Engels tarafından 1847’de
kaleme alınan “Komünist Manifesto” da devlet
sorununa açıklık getiriyor.
“ Proletaryanın gelişiminin en genel
aşamalarını belirtirken (…) burjuvazinin şiddet
yolu ile yıkılarak proletaryanın egemenliğini
kurduğu noktaya kadar izledik.
İşçi devriminin de ilk adımın proletaryayı egemen sınıf durumuna yükseltmek,
demokrasiyi elde etmek olduğunu yukarıda
gördük.
Proletarya politik egemenliğini burjuvazinin elinden tüm sermayeyi ardı ardına
Marks ve Engels’in proletarya
diktatörlüğü anlayışı açık değil mi?
Şimdi Marksist devlet öğretisini açıkça
çarpıtan “3.Kongre” sosyalizm de egemen güç
olarak proleter sınıf önderliğini reddettiği için
emekçileri ( küçük- burjuvazi, küçük mülk
sahipleri, köylüler) egemen güç olarak, yani
önderlik edebilecek sınıf olarak tanımlamış ve
bu sahtekârlığını da Marksa mal etmiştir. Her
şeyi savuna bilirsiniz ama sınıfları kalıcılaştıran,
burjuvaziyi restore eden “halk devleti”
anlayışınızı Marksizm’e dayandıramazsınız.
Diğer konuya gelince “ Marksın işaret
ettiği gibi (…) proletarya ve emekçiler adına
bir önderliğin, bir partinin iktidar tekeli baştan
beri reddedilmiştir” (“3.Kongre Belgelerinden)
İlk önce; neden Marksizm ilkelerini
neden Marks, Engels, Lenin, Stalin, Mao’nun
savunduğu gibi savunmuyorlar da kendi
44
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
örgütlü gücü Komünist Partisine ise şan olsun
diye önderlik bağışlamış. Bu nedenle de burjuva düşünceler “ 3. Kongre” nin ayaklarını
yerden kesmiştir. Proletaryanın “ ayrıcalığını”
Komünist Partinin “ayrıcalığı” nı elinden almış,
önderlik rolü ve sınıfsal niteliğini küçük burjuva,
köylülükle genel anlamda halk kitleleriyle
“eşitlemiş”, paylaştırmıştır. Oysa özel mülk
dünyasının lanetli niteliklerini taşıyan sınıflar
kurtuluşa önderlik edemezler. Çünkü kendileri
zaten birer engeldirler. Proletarya egemen sınıf
olarak halk kitlelerine önderlik edebileceği
oranda demokrasinin zaferi mümkündür.
revizyonist görüşlerinin Marksizm’e mal ediyorlar.
“3.Kongre” 1) Sosyalizmde bir sınıfın,
yani işçi sınıfının iktidarını proletarya
diktatörlüğünü; 2) proletarya diktatörlüğünün
egemen gücü olan işçi sınıfının en ileri örgütlü
öncüsü Komünist Partinin -tek partinin- önderliğini reddetmesi 3) yerine bütün sınıfların
egemen güç olduğu; Komünist Partinin yerine
diğer sınıfların küçük-burjuva partilerinin de
önderlik edebileceği “halk devleti” (proletarya
ve emekçilerin yeni devleti) ni koyuyor.
Marks, Engels 1847’de “Komünist
Manifesto” da işçi sınıfının devrimci niteliğini,
genel çerçevesini ve gelişimini özetleyerek şu
tanımı yapar:
İşte bu nedenle ta başta Marks da bir
sınıfın iktidarını, egemen güç olan proletaryanın örgütlü ileri müfrezesi olan Komünist
Partinin önderliğini reddetmiştir demektedirler.
“ Bu gün burjuvazi ile karşı karşıya
duran bütün sınıflar içerisinde yalnızca proletarya gerçekten devrimci bir sınıftır. Öteki
sınıflar modern sanayi karşısında erirler ve
sonunda yok olurlar; proletarya ise onun özel
ve temel ürünüdür.” ( Komünist Manifesto ve
Komünizm İlkeleri Marks – Engels Syf: 128 )
Kuşkusuz Marks ve genel olarak Marksizm sosyalizmde Komünist Partinin zorunlu ve
paylaşılamaz önderliğini “3. Kongre” gibi “parti
tekeli” yada “parti iktidarı” olarak tanımlamadılar. Bundan sonrada tanımlamayacaklardır.
Marks’ın egemen güç olarak tanımladığı proletarya ancak komünizme geçiş süreci
olan sosyalizme önderlik edebilir. Yok olmak
zorunda olan sınıflar insanlığın en ileri
geleceğine önderlik edemezler.Bu nedenle
Marks devrimci işçi sınıfını egemen güç olarak
proletarya diktatörlüğündeki rolünü vurgular.
“3. Kongre” komünizm biliminde ve
devrim tarihinde sanki “parti diktatörlüğü”
yada işçi sınıfına zor kullanan “ Komünist Partinin iktidar tekeli” savunulmuş gibi yansıtmaktadır. Bu katıksız düzeysiz bir çarpıtmadır.
Marks sosyalizmde Komünist Partinin
önderliğini reddet mi etmişti? Hayır. Marksizmin proletarya diktatörlüğü öğretisinin en
sadık uygulayıcısı Lenin sosyalizmde Komünist
Partinin tartışılmaz önderliğini “başından beri
ret mi etmişti?” Hayır! O halde Marksizm
maskesi altında utanç verici lafazanlık niye?
“ 3.Kongre” proletaryanın sınıf niteliğini kavramadığı için sanıyor ki Marksizm işçi
sınıfına masa başında egemenlik, proletaryanın
“ Kapitalist ve komünist toplum
arasında birinin diğerine devrimci dönüşümü
dönemi yatar. Bu döneme birde politik geçiş
dönemi tekabül eder ki onun devleti, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir
şey olamaz.” ( Gothe ve Erfurt Program Eleştirisi Marks)
45
Tamda bu devrimci niteliğinden dolayı
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
ne bütün emekçi halk kitlelerinin devrime
hazırlanması sürecinde, nede sosyalizmde
proleter sınıfı ve öncüsü olan Komünist Partinin
önderliği hiçbir sınıf ve partiyle paylaşılamaz.
Sosyalizmde Komünist Partinin paylaşılamaz
önderliğine gerici nitelemeler yapan burjuva
kafalar ancak “parti diktatörlüğü” diye bilir.
sonuna kadar devrimci olan sınıfın en ileri
örgütlü gücü olan Komünist Partinin önderliği
de kendiliğinden önemsizleşir. Çünkü sınıf ve
parti birbirinden kopartılamaz. Fakat “3.
Kongre” için bu Marksist ilkelerin hiçbir önemi
yoktur. Ona göre parti sınıftan kopuk
“diktatörlük tekelidir”.
Emekçilerin
egemen,
sömürücü
sınıfların kalan direncini bastırması için devlete
ihtiyacı vardır. Ama bu devlet ancak hakim güç
olarak proletaryanın önderliğinde olursa bu
mümkündür.
“3. Kongre” nin söylediklerine bakmaya devam edelim:
Sosyalizmde önderlik edebilecek sınıf
proletarya ve partinin (Komünist Partinin)
önemini ve zorunluluğunu kavaraya bilmek için
işçi sınıfının devrimci sınıfsal niteliğinin bilince
çıkartmak şarttır.
“3.Kongre” sosyalizmde, yani proletarya diktatörlüğünde işçi sınıfının tartışılmaz
önderliğini halk kitleleriyle bölüştürse de bu
mümkün değildir. “3. Kongre” proletarya
önderliğinde işçi-köylü ittifakını anlamamıştır.
Marksizm bilimi açısından geride kalmış bu
tartışmaları yeniden yapma ihtiyacı sadece ve
sadece Partimizin çizgisinden sağa sapan “3.
Kongre” nin sol lafazanlıkla bayraklaştırdığı
oportünist - revizyonist anlayışların Marksizm’e
katkı olarak sunması nedeniyledir.
Proleter sınıf dışında bütün emekçi
katmanlar içinde hiçbir sınıfın neden devrime
önderlik edemeyeceğini daha iyi anlamak için
Marks- Engels’ten sonra Lenin’e de başvuralım.
Neden konuyu uzatıyoruz, çünkü proleter sınıf
bakış açısından sapan her eğilim Marksist
proletarya diktatörlüğü teorisini çarpıtmıştır;
içini boşaltmaya kalkışmıştır.
“3. Kongre” devrimci kavrayış açısından sağa sapmıştır. Sosyalizmde proleter sınıfın
niteliği bir kenara atılınca, modern toplumda
“ Ne yazık ki bazıları dünün bazı hatalarından kopamamaktadırlar. Bir dönemin
hiçte teorileştirilmemesi gereken, hatta hatalar ifade eden ‘proletarya devleti parti tarafından yürütülür ve proletarya partisi proletarya
devletinde başkalarının varlığına müsaade
etmeyecek yegane güçtür.’ anlayışını savunmaktadırlar. 1. ve 2. Kongremiz bu problemleri
doğru olarak eleştirdi. Bu fikir daha ileriye
götürülmelidir.”
Marksizm’e göre proleter devletin
dümeninde Komünist Partisi vardır. Komünist
Partinin temsilciliği proletaryanın sınıf
egemenliğine dayanır. Ve yine Marksizm’e göre
sosyalist devlet de egemen örgütlü güç olarak
proletarya önderliğini ve iktidarını, Komünist
Partide genel olarak proletarya ve emekçi halka
devlet dümenindeki hükümet etme önderliğini
herhangi bir partiye bırakmaz, paylaşmaz.
Bunu anlamayan proletarya diktatörlüğü devlet
öğretisinden hiçbir şey anlamadığı gibi Sovyet
Sosyalist İktidarı ve Çin Demokratik Halk
Devrimi deneyiminden de hiçbir şey anlamamıştır.
“3. Kongre” ve genel olarak oportünist
akımlar ne Marksizm’i nede devrimler tarihini
devrimci temelde değerlendiremez.
Fakat “3. Kongre” burada bir çarpıtmaya gidiyor. Sosyalist devletin dümeninde proleter sınıfının önder gücü olarak Komünist
46
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
Partinin olduğu doğrudur. Ama “3. Kongre” nin
“ ‘proletarya partisi, proleter devletinde
başkalarının varlığına müsaade etmeyecek
yegâne güçtür’ anlayışını savunmaktadırlar.”
belirlemesi düpedüz safsatadır.
“Burjuvazinin egemenliğini devirmek
sadece, ekonomik varlık koşulları onu bu
devirişe hazırlayan, ona bunu gerçekleştirme
olanak ve gücü veren özel bir sınıf olarak
proletarya tarafından mümkündür. Burjuvazi
köylülüğü ve tüm küçük burjuva katmanları
parçalayıp un ufak ederken, proletaryayı bir
araya getirir. Birleştirir ve örgütler. Yalnızca
proletarya –büyük üretimdeki ekonomik rolü
sonucu – gerçi burjuvazi tarafından çoğu kez
proleterlerden daha az değil, bilakis daha çok
sömürülen, köleleştirilen ve ezilen, fakat
kurtuluşları uğruna bağımsız mücadele
yeteneğine sahip olmayan tüm emekçi ve
sömürülen kitle- lerin önderi olma yeteneğine
sahiptir.”
Proletarya partisi diğer ifadesiyle
Komünist Parti sosyalist devlette nasıl “ başkalarının varlığına müsaade etmeyebilir? ” Eğer
böyle olsadı, Komünist Partinin birkaç milyonu
geçmeyen üyesi dışında bütün Rus, Çin halkını
yok etmeleri gerekirdi. Bu saçmalık değimlidir?
“3. Kongre” çok “partili sistemi”, “halk devleti”
anlayışının doğruluğunu kanıtlamak için inanılmaz çarpıtmalara başvuruyor. Eğer sosyalist
devlet düzeninde, Komünist Parti önderliğini
herhangi bir partiyle; proletarya ise tek sınıf
iktidarını başka herhangi bir sınıfla paylaşmayacak deseydi bu son derece doğru olurdu. Çünkü
o zaman proletarya diktatörlüğünün sınıf
niteliği ve işleyişini tanımlamış olurdu. Fakat “3.
Kongre” “ Komünist Partinin başkalarının
varlığına müsaade etmeyecek yegâne güç
anlayışını
savunmaktadırlar”
diyerek
komünizm mücadelesinde asla teorik ve pratik
yeri olmayan bir şey söylemektedirler. “3.
Kongre”nin çarpıtarak savunduğu teori
komünizm mücadelesinin teori ve pratiğinde
yoktur. Ama biz proletarya diktatörlüğü ve
komünizm bilimi, sınıf mücadelesi tarihinde var
olana başvuralım.
Devrimci işçi sınıfının niteliğini ekonomik temeliyle açıklayan ve önderliğini açık ve
mükemmel vurgulayan Lenin proleter olmayan
sınıfların neden önderlik etme yeteneğinden
yoksun olduklarını açıklayarak şöyle devam
ediyor:
“ Marks’ın sosyalist devrim sorununa
uyguladığı sınıf mücadelesi öğretisi zorunlu
olarak, proletaryanın politik egemenliğinin,
onun diktatörlüğünün, yani hiç kimseyle
paylaşılmayan ve doğrudan doğruya kitlelerin
silahlı zoruna dayanan bir iktidarın tanınmasına götürür. Burjuvazinin devrilmesi ancak,
burjuvazinin kaçınılmaz çılgınca direnişini
bastırma ve ekonominin yeniden düzenlenmesi için tüm emekçi ve sömürülen sınıfları
örgütlenme yeteneğine sahip proletaryanın
egemen sınıfa dönüşmesiyle gerçekleştirilebilinir.” ( Lenin Seçme Eserler Cilt: 7 Syf: 37
İnter Yayınları)
Ayrıca “3. Kongre” Partimizin 1. ve 2.
Kongrelerine bağlı kalmamıştır. Partimizin
devrimci çizgisine, komünist ideolojisine sırtını
dönmüştür. Çünkü 1. ve 2. Kongre partimizin
Marksist proletarya diktatörlüğü ilkesini tavizsiz
savunmuştur.“3.Kongre”nin “halk devleti” diğer
ifadeyle “ proletarya ve emekçilerin yeni devleti” demagojileri 1. ve 2. Kongrede yoktur.
Ne demişti “3. Kongre”: “ sosyalist
iktidar proletarya eksenli olsada kesinlikle tek
bir sınıfın iktidarı değildir.” ( “3. Kongre” Belgelerinden)
Demek ki hiç kimseyle paylaşılmayan,
Bakalım Marks’ın “devlet, yani
egemen sınıf olarak proletarya” teorisini Lenin
nasıl geliştirmiştir.
47
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
paylaşılmayacak
olan
proletaryanın
diktatörlüğü; diğer ifadeyle devlet iktidarı ve
önderliğidir. Ancak böyle olursa tüm emekçi
sınıflara önderlik etmek mümkündür.
ve onun öncüsü Komünist Partinin önderliğini
yadsımıştır. Ama bu çarpıtma ve demagojiyle
yetinmiyorlar. Mutlaka Komün’ü ve Sovyetleri
de kendilerine örnek göstermeleri gerekiyor.
Söze gerek var mıdır. Lenin’in anlayışı
proletarya
diktatörlüğü
teorisiyle,
“3.
Kongre”nin çok partili, çok önderlikli, çok
sınıflı iktidar, çok sınıflı önderlik “teorisi” nin
ifadesini bulduğu “proletarya ve emekçilerin
yeni devleti” ile bir ilgisi var mı?! Yoktur. Marksizm’i çarpıtma dışında bir ilgisi yoktur.
Bütün oportünistler gibi “3. Kongre”nin
revizyonistleri de kendilerini Marksist-Leninist-Maoist
göstermeden
Marksizm’i
çarpıtamıyorlar. Sosyalizmde Komünist Partinin
“insanlığa verdiği zararları” (!) anlatmak için
çırpınan “Komünist kılıklı” burjuva şarlatanlarının Marksizm- Leninizm- Maoizm ideolojisini benimseyen İbrahim Kaypakkaya çizgisiyle
de ilgileri yoktur.
“3. Kongre” “yeni nitel” katkılarını (!)
bakın neye bağlıyor:
“Sonuçta kitleler adına parti mülkiyetine çıkılmıştır. Ve bu, partinin ve önderliğin
halka yabancılaşmasında son derece önemli
bir diğer husustur. Lenin’in dersi önemlidir.
Bunu Paris komünü tecrübesi ve Ekim devrimi
derslerinden çıkartmıştır.” (“3.Kongre” Belgelerinden )
“3. Kongre” nin yolu burjuvaziye
Lenin’in yolu ise komünizme gider.
Sınıflar var oldukça örgütlü her toplumda sınıflar kendi iktidar amaçları doğrultusunda
partiler aracılığıyla örgütlenirler. İşçi sınıfının
sosyalizm amacı sadece kendisinin değil bütün
toplumun kurtuluşunu içerir. Nihai olarak tek
devrimci sınıf olan proletaryanın siyasi amacını
Komünist Parti dışında hiçbir parti sürdüremez.
Kapitalizmde iktidarı burjuvaziden işçi sınıfı
dışında alabilecek herhangi bir sınıf yoktur.
Nüfusun yüzde 80’inden fazla köylü olan bir
toplumda Komünist Parti aracılığıyla işçi
sınıfının siyasi amaçlarını kuşanmayan hiçbir
parti sosyalizm yürüyüşünde devrime önderlik
edemez ve başaramaz. Bu anlamıyla proletarya
sosyalizmde tek egemen sınıftır. Onun
egemenliği emeğin özgürleştiği, sömürünün
olmadığı, eşitliğin olduğu bir niteliği taşımasına
dayanır. Sosyalizmden önce ve sosyalizmde de
devrimci işçi sınıfı Komünist Parti aracılığıyla
sınıf iktidarını devletsizliğe varmak için kuracaktır. Varsın “3. Kongre”nin burjuva kafaları buna
“tek sınıfın – proletaryanın- tekeli”, “Komünist
Partinin tekeli” deyip lanetlesinler oportünistlerin lanetine maruz kalmak komünistler
için işçi sınıfının ve devrimci halk kitlelerinin
sosyalizm davasına bağlı olmalarının göstergesidir.
“3.Kongre” ye göre Marks’ta tek sınıfın
Demek ki “3.Kongre” Lenin’in derslerini önemsiyor. Yani Lenin’e rağmen Sovyetler de
“Komünist Parti tekeli” kuruldu. Bunlara göre
Lenin’de sosyalizmde Komünist Partinin önderliğine ve proleter sınıfın önderliğine karşıydı. O
halde meseleyi gerçekten anlamak için
komünist Marksist utsalların proletarya
diktatörlüğü anlayışlarını bizzat kendi ifadelerinden ortaya koyalım. Böylece “3.Kongre”nin
revizyonist “proletaryanın ve emekçilerin yeni
devleti” anlayışının Marksist proletarya
diktatörlüğü sorunu, sosyalist devlet düzeninde
Komünist Partinin yada egemen sınıf olarak
proletaryanın toplumda halk katmanları ile
oluşturduğu ittifak sorununda ki anlayışı ile
nasıl çeliştiğini daha iyi kavrayalım.”3.Kongre”nin ne Komün’e, nede Sovyetlerin, nede
Leninizm’in derslerinden çıkardığı devrimci bir
sonuç yoktur.
Devam Edecektir…
48
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
“3.KONGRE”NİN SOSYALİZM
ANLAYIŞINDAKİ SAĞ SAPMASI ÜZERİNE
tarihini masaya yatıran burjuva kafalara izin
vermeyeceğiz. Ancak ve ancak sosyalizm
deneyiminden öğrenebildikçe partimizi ve
proletarya diktatörlüğünü hazırlayabiliriz.
1.BÖLÜM
“3.Kongre”nin
Sosyalizm
değerlendirmesinde sosyalist tarihin “kötülükleri”
bakış açısından devrimci proletaryanın en
büyük dev adımları olan ve 20.yüzyılın bütün
sınıf çatışmasının önemli olayları emperyalizm
ve sosyalizm arasındaki savaşımla belirlendiği
tarihi ‘‘birey-parti, tek sınıfın diktatörlüğü’’nün
‘’insanlığa verdiği büyük zararlar’’anlayışın
temeline oturtarak açıklamaya çalışması
“3.Kongre”nin ne derece Kautsky vari “saf”
burjuva
demokratizmine
savrulduğunun
göstergesi olmuştur.
Kan ve vahşet saçan her türlü insanlık
dışı yol ve yöntemle sömürüyü sürdüren, burjuva diktatörlüğünün en barbar faşist yüzüyle
dünya ulus ve halklarını kan deryasına boğan
emperyalizm duruyorken burjuvazi daima ve
ara vermeden sosyalizmin ‘’kötülükleri’’ni
anlatır. Böylesine güçlü, öylesine sistemli bir
propagandadır ki bu devrimci işçi sınıfı hareketi
içinde bile yankısını bulur. Oportünizm burjuva
ağzıyla konuşmayı fark etmeksizin proleter
demokrasiyi masaya yatırır. Onu dar görür
kendince daima pürüzsüz bir demokrasi, sınıf
çatışmasının şiddetli sürdüğü toplumsal koşullarda hiçbir baskı, hiçbir engellemenin olmadığı
bir sistem projesi çizer. Proleter demokrasiyi
dar bulan Kautsky ve suç ortakları bu
‘’demokrasinin’’ savunuculuğunu yapıyorlardı.
Ama Karl ve Roza’nın katili oldular.
Sosyalizm tarihinin ‘’kötülükleri’’ni
yüzeysel burjuva yaklaşımla tekrar ederek
Komünizm
mücadelesi
verilemeyeceğini
anlamayan ‘’3.Kongre’’ sadece emperyalist
dünya burjuvazisi ve onların her parçadaki
işbirlikçi hâkim sınıflarına yardım etmiş
olduğunu kavrayamıyor.
Elbette hatalar vardır. Elbette tarihi
dersler çıkarılması gereken eksiklikler vardır.
Ama Sovyet iktidarına yüzyıllar boyu süren bir
sosyalist devlet deneyimi devredilmedi. İşçi
sınıfının önderliğinde işçi-köylü temel ittifakıyla
emperyalist kuşatma altında sosyalizmi inşa
ettiler. Onların hatalarını onurla yâd edeceğiz.
-Komünizm uğruna ortaya çıkan hatalar aynı
zamanda devrimci enternasyonal- proletaryanın büyük deneyimini oluşturur. Asla ne
Sovyet iktidarını ne de Çin Demokratik Halk
Devrimi’nin hata ve eksikliklerini sosyalizm
Şimdi ‘’3.Kongre’’ henüz sosyalizm inşa
edilirken Marksizm hainlerinin dile getirdikleri,
‘’pürüzsüz,
saf,
engelsiz
demokrasi’’
anlayışlarını sosyalist devletlerin yıkılmasından
sonra sosyalist tarihin ‘’kötülükleri’’ bakış
açısından sıralayıp duruyor.
‘
’3.Kongre’’
halen
sıkı
Mao’cu
görünüyor ama bu görüntüde Maoculuktur.
Çünkü Mao yaşadığı dönemde Sovyetler Birliği
Komünist Partisi revizyonist çizgiye evirilmişti.Mao’nun Lenin’in ve Stalin’in sosyalizmin
49
Devrimci Halkın Günlüğü
inşa edilmesi sorununa ‘’3.Kongre’’nin ‘’Sosyalizm tarihinin kötülükleri’’ düşüncesinden asla
bakmaz, aksine Mao bütün gücüyle SBKP ’ne
hakim olan revizyonist çizgiye karşı Lenin ve
Stalin’in Marksist anlayışını savunur. Sovyetlerin tarihini bir çırpıda mahkûm edenler 1956
‘da SBKP önderliğini ele geçiren revizyonistlerdir. Onlar Sovyet tarihini ‘’parti-birey
diktatörlüğü’’ olarak ilan etmişlerdi. Bununla
birlikte proletarya diktatörlüğünü reddedip
–‘’3.Kongre’’nin bugün yaptığı gibi - yerine
‘’tüm halkın devleti’’ ni koymuşlardı. Böylece
‘’diktatörlük’’ten kurtulduklarını propaganda
etmişlerdi. Ama ne oldu? Onlar gerçekte burjuva diktatörlüğünü inşa ettiler. “3.Kongre”nin
tarihten çıkardığı bir ders yoktur. Revizyonistlerin çizgisine savruldun mu, ancak kötü ünlü
saçmalıklarını devralırsın.
“3.Kongre” görüntüde Maoculuğunu
sürdürdüğü için ‘’sosyalizmin kötülüklerini’’
Sovyet iktidarlarında buluyor. Akıl yürüten
herkes açıklıkla görecektir ki ‘’3.Kongre’’
Lenin’e övgüler dizerek Sovyetlerin ‘’parti-birey-sınıf diktatörlüğünün’’, “kötülüklerinden’’
bahsettiğine göre; a)Lenin’in partisi SBKP, b)
SBKP’nin Lenin den sonra tartışmasız önderi
Stalin’i sorumlu tutmaktadır.
Proletarya diktatörlüğü devlet öğretisini reddeden her revizyonistin düşüncesi bu
noktaya çıkar. Sosyalist iktidarını –Sovyetleri‘’parti, önder diktatörlüğü’’ olarak sunmak ve
onun karşısında mutluluğun, özgürlüğün gürül
gürül aktığı kurgusal bir demokrasi yerleştirmektedir.‘’3.Kongre’’ tamda bunu yapmaktadır.
“3.Kongre” Stalin’in önderlik ettiği
dönemde SBKP’nin Leninizm’in ekonomik,
siyasi çizgisi ne ters, Lenin’de olmayan
anlayışları benimsediyse o zaman SBKP’ndeki
bu sapmaların ne olduğunu açıklamalıdır.
“3.Kongre” Lenin’e övgü düzerek proletarya
diktatörlüğü devlet sistemini “ parti
2014 - KASIM - SAYI: 2
diktatörlüğünün ve önderlik çekirdeğinin
hâkimiyeti’’ diyerek açıktan mahkûm ediyor.
Sovyetler de önderlik çekirdeğine kim
önderlik ediyor: Stalin… Bu görevi ona kim
vermiş. Dünya proletaryası tarihinin en güçlü
partisi: SBKP. Partiye rağmen Stalin’in, işçi sınıfına rağmen partinin önderliği mümkün değildir.
“3.Kongre’’ bütün bu gerçekleri atlıyor.
Sovyetleri bir “parti diktatörlüğü” olarak
görüyor. Özünde Stalin’i hedefine koyduğu da
apaçıktır.
“3.Kongre”
Komünist
öğretinin,
devrimci proletaryanın komünizm mücadelesinin beş büyük önderi arasından Stalin’i resmi
olarak çıkarmamıştır, ancak Sosyalizm değerlendirmesi belgesinde Sovyetleri ve ona önderlik eden Komünist Parti ve önderini ‘’mahkûm’’
ettikleri apaçıktır. Bu konuda da dürüstçe
davranmamışlardır.
Değerlendirmelerinde
Stalin’in üstünden atlamıştırlar.
Revizyonist ‘’3.Kongre’’ye göre Sosyalist öğreti sıçramalı gelişmiştir. Bakın ne diyorlar:
‘’Bilimsel sosyalist öğretinin felsefe,
metot, ideoloji, teori ve siyaset, tarih ve örgüt
anlayışının zaferi aşikârdır. Bu nitel ilerlemelerle Lenin ve Mao ile sıçramalı bir şekilde
günümüze kadar gelmiş tecrübelerden öğrenilip daha da ilerletilerek geleceğe taşınacaktır. Marks’ın her alandaki zaferi düşmanları
tarafından bile teyit edilmektedir. Marks,
Engels, Lenin ve Mao ile geliştirilen bilimsel
sosyalizm öğretisi işçi sınıfı ve ezilenlerin
tarihsel büyük devrimci rolünün zaferini
görmemek mümkün mü?’’ ( ‘’3.Kongre’’ Belgelerinden)
“3.Kongre”nin buradaki anlayışı çok
açık değil midir? Stalin’in üstünden atlıyorlar.
Resmi olarak komünist ustalar arasından
50
Devrimci Halkın Günlüğü
Stalin yoldaşı çıkarmamaları “3.Kongre”nin
Stalin’in üzerinden atlamadığı anlamına
gelmez. Bu durum Marksist gözüküp Marksizmin içini boşaltmak gibidir. “3.Kongre”nin
Sosyalizm
değerlendirmeleriyle
birlikte
düşünüldüğünde sosyalizm tarihinin ‘’insanlığa
verdiği büyük zararları’’ keşfetmeleriyle birlikte
düşünüldüğünde Komünist öğretinin ve pratik
mücadelesinin geliştirilmesinde Stalin’in ismini
anmayıp üstünden atlamaları ‘‘3.Kongre’’nin
revizyonist anlayışına uygundur. Bütün tespitler
‘‘3.Kongre’’nin genel siyasi politik çizgisiyle
birlikte düşünülmek zorundadır. Düşünce
yönelimine, felsefi anlayışına eklektizmin
hâkim olması, istediği her şeyi kendisine göre
alma ve kullanma durumuna sokmuştur. Stalin’i
beş büyük komünist usta arasından çıkarmamışlardır, ama üzerinden atlanmış, onun
önderlik ettiği sosyalizm pratiğini; devrimci işçi
sınıfının emperyalizme, burjuvaziye karşın
verdiği amansız mücadeleyi bir çırpıda “hiçte
sosyalizm örneği olmayan’’ deneyimler olarak
mahkûm etmiştir. Bu Kaypakkaya çizgisine
ihanet edip keskin Kaypakkaya’cı pozlarına
bürünmekten farksız bir durumdur.
“3.Kongre” diyor ki, “sosyalist öğreti
Lenin ve Mao İle sıçramalı bir şekilde
günümüze kadar geldi’’.
Stalin’in üstünden atlayarak Lenin ve
Mao’yu birbirine bağlıyor ve buna da ‘’sıçramalı değişim’’diyorlar. “3.Kongre”nin kendiside
Marksizme ‘’yeni katkılar’’yaptığını söylediği
için bundan sonra ‘’Lenin, Mao ve ‘’3.Kongre’’
ile
sıçramalı
gelişen
sosyalist
öğreti’’savunusunu yapmak gerekir. Ama ‘’3.Kongre’’ Marksizmi revize ettiği için ancak onlara
sıçramalı revizyonistler demek dışında bir şeyi
hak etmiyorlar. Çünkü ‘‘3.Kongre’’ eklektik
anlayışıyla Partimizin ilkeleri ve genel olarak da
Marksizm ilkeleri üzerinden sıçrıyor ve
revizyonizmi bize, Marksizm olarak yutturmaya
çalışıyor. Marksizmin doğuşu ve gelişim seyri
2014 - KASIM - SAYI: 2
birbirini takip eder. Onun birbirine bağladığı
kesintisiz olarak varlığını sürdüren insanın
toplumsal varlığına ve onun için de sınıfların
varlığına dayalı olarak proletaryanın devrimci
mücadelesinin kesintisiz devam etmesi, üretim
ve mücadele deneyimini politik, siyasi, pratik ve
teorisini kendisinden bir sonraki kuşağa devretmesine dayanır. “3.Kongre”nin ‘’sıçramalı’’
teorisinin neye dayandığı belli değildir. Ama
bizler emperyalizm döneminde 20.yüzyılın ilk
çeyreğinde devrimci işçi sınıfının büyük devasa
adımlarıyla önderlik ettikleri devrimlerle birlikte sosyalist bilgi teorisi ve pratiği Marks,
Engels’in öğretisi üzerinde Lenin, Stalin, Mao
ile büyük bir gelişme kat etmiştir. Eğer
komünizm biliminin bu geliştirilmesine, proletaryanın 20.yy teori ve pratiğinin Marksizmin
gelişme seviyesine sıçrama demek gerekirse
buna hiçbir itirazımız olamaz. Çünkü Sovyet
Sosyalist devrimiyle açılan yol işçi sınıfı ve
bütün emekçi halk kitleleri için insanlık tarihi
bakımından ortaya çıkmış en büyük dev adımlardı, buna en büyük sıçrama da demek
doğrudur.
Fakat ‘’3.Kongre’’nin bahsettiği sosyalist teoride ‘’sıçramalı’’ gelişimin bununla ilgisi
yoktur. ‘‘3.Kongre’’ Lenin’den Mao’ya sıçrıyor.
Stalin’in üzerinden atlamayı ‘’sıçrama’’ sayıyor.!
Mao’cu görünümlü “3.Kongre” Stalin
karşıtlığının köşe taşlarını çok net dizmiştir.
“Sıçramalı gelişim’’anlayışını da ‘’Marks,
Engels, Lenin ve Mao ile geliştirilen bilimsel
sosyalizm öğretisi’’ olarak tanımlamıştır.
Eğer, gerçekten Stalin’in bilimsel
sosyalizme katkısı değil de ‘’zararları
büyükse(!)’’ ‘’3.Kongre’’Komünist öğretinin
geliştirilmesini Lenin’den Mao’ya sıçratıyorsa
neden Stalin’i resmi olarak beş büyük komünist
önder arasından çıkarmadı? Bu apaçık bir
tutarsızlık ve sahtekarlık değimlidir?! Hiç kuşku
yok ki tutarsızlık ve sahtekârlık ‘’3.Kongre” ye
51
Devrimci Halkın Günlüğü
göre Lenin den sonra sosyalizmin Rusya’da inşa
edilmesi süreci üzerinden ‘’sıçranması’’gereken
kötü bir örnekten ibarettir. Stalin’i Lenin’den
ayırmanın ve Stalin’in üzerinden sıçramalarının
sorununda ‘‘3.Kongre’’nin anlayışını dışa vuran
bir değerlendirme örneğini dikkatle okuyun ve
bilimsel sosyalist öğretinin geliştirilmesinde
Lenin’den Mao’ya sıçramalarıyla karşılaştırın.
‘’3.Kongre’’ şöyle diyor:
‘’Lenin’in Sovyet ‘işçi-köylü-asker
konseylerinin’ fikri son derece önemlidir.
Lenin’de bütün iktidar Sovyetlerin olmalıdır
fikri vardır. Komünist Parti’nin değil. (…)Fakat
Sovyetlerin ele alınışında devrimden kısa bir
süre sonra bu ana fikre ters bir uygulama söz
konusu oldu. Sovyetlerin yada onun adına
Partinin ve parti önderliğinin ve önderlik
çekirdeğinin hakimiyeti geçti’’ ( ‘’3.Kongre’’
Belgelerinden.)
“3.Kongre”, Lenin den sonra Sovyet
iktidarı, diğer Marksist ifadeyle proletaryanın
tek sınıf iktidarının devlet biçimi olan proletarya diktatörlüğü devlet sisteminde işçi
sınıfının önderliği, işçi-köylü ittifakına dayalı
Sovyet iktidarı yok oldu. Onun yerini Komünist
Partisi iktidarı aldı! Lenin’in ölümünden ve
devrimden kısa bir süre sonra Sovyet iktidarının
yerini “parti, parti önderliği’’ hatta onu da
daraltarak ‘’parti önderlik çekirdeğinin’’ iktidarı
aldığını söylemektedir. Haliyle 1924’te Lenin’in
ölümünden sonra 1953’e kadar SBKP’ne
Stalin’in önderlik ettiğini bilen herkes basit bir
akıl yürütmeyle proletarya önderliğinde
işçi-köylü iktidarı yerine ‘’parti, önder
diktatörlüğü’’nü koyan bir önderin komünist,
böyle bir partinin de Komünist Parti olamayacağını bilir.
‘’3.Kongre’’ burjuvaziden devraldığı,
bütün Stalin düşmanlarının ağzında sakız
ettiklerini tekrarlayarak; Stalin’in üstünden
2014 - KASIM - SAYI: 2
atlıyor ve komünizm biliminin geliştirilmesinde
Lenin’den Mao’ya sıçramayı ‘’başarıyor’’ (!)
Partimiz, Marksist bakış açısına aykırı
bu revizyonist görüşleri reddetmiş, reddetmeye de devam edecektir.
Maocu görünüp Stalin’e, Stalinci
görünüp Mao’ya saldıran modern revizyonist
külliyatı çok iyi bilen partimiz bu sıçramalı
revizyonistlerle de mücadele etmesini bilir.
“3.KONGRE”NİN LENİN İLE STALİN’İ
KARŞI KARŞIYA KOYMASI SORUNU
ÜZERİNE
Sosyalizm de sınıfların varlığının devam
ettiği bir sır değildir. Kapitalizmi yıkıp yerine
proleter demokrasiyi inşa etmeye, ama oradan
da kurtulmak için inşa edilen sosyalizm çelişkisiz bir sistem değildir. O kapitalizmden kurtulsa
da henüz mülkiyet dünyasının bütün kalıntı ve
ilişki, davranış, kültür ve düşünüşünden kurtulamamıştır.Küçük mülk sahibi küçük işletmeler
kapitalizmin yeniden üretilmesinin ekonomik
temelleri olarak durmaktadır. Devletin varlığı
da sınıfların var olmasına bağlıdır. Bu demektir
ki sonsuz bir özgürlükten bahsedilemez.
Kapitalizmin yeniden inşa edilmesine yönelik;
burjuvaziye bağlı kalıntıların proleter demokrasiyi yıkıma uğratmaya dönük her faaliyeti
elbette engelleyecektir. Devlet zor aracıdır. Sınıf
çatışmasında devrimci iktidarı tehdit eden
girişimlere karşı gücünü kullanacaktır. Bu
anlamıyla sosyalizmde baskı var diye feryat
figan edenlerin hayal dünyasında demokrasi
vaadiyle halkı kandırdıkları apaçıktır.
‘’3.Kongre’’ sosyalist deneyimini halka
karşı bir baskı rejiminden ibaret görmekle
kalmıyor, Stalin ile Lenin’i karşı karşıya koyuyor.
Lenin’i överek büyük bir maharetle keşfettiği
sosyalizmin “kötülüklerini” Lenin’den sonra
Stalin’in üzerinden açıklamaya çalışıyor. Bunu
52
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
sıralarken ‘’ Sovyet ve komün adını hak edecek
bir aygıttan bahsetmek güçleşmiştir’’ yada şu
meşhur ‘’diktatörlük’’ tekerlemelerini sıraladıktan sonra ‘’bu sosyalist demokrasi değildir’’
demektedir.
Öte
yandan,
proletarya
diktatörlüğünü reddeden revizyonist ‘’proletarya ve emekçilerin yeni devleti’’ni Marksist
bir devlet anlayışı olarak sunmak için, ‘’Paris
Komünü, Sovyetler, Kır ve Kent konseylerinin
birliği bunları içermektedir’’ demektedir.
yaparken de çarpıtmalara başvuruyor.
Sosyalist
Cumhuriyetler
Birliğini
oluşturan Sovyetler birliği deneyimi yani
Sosyalist Sovyetler Stalin’in ‘’Rus eksenli’’
birleşme planımıydı? Lenin’in Sovyetler planı
ile Stalin’in ‘’Rus merkezli planı’’nın temelden
farklı olduğunu ‘’3.Kongre’’nin safsatasını
aktaralım. Bu demagojik tekrarları uzun
uzadıya aktarmak sıkıcı, ama buna zorunluyuz.
Çünkü, revizyonist teorileri başka türlü anlatmak mümkün değil.
Tutarsızlığın en dip noktası burası olsa
gerek. “3.Kongre’’nin Sosyalizm değerlendirmesinde
‘’Lenin’in
Sovyet
(işçi-köylü-asker konseyleri) fikri (…) devrimden kısa bir süre sonra bu fikre ters bir uygulama söz konusu oldu’’ demektedir. O halde,
“3.Kongre’’nin kendi teorisini örnek yaptığı
Sovyet neden ve hangi dönemden ibarettir.
“3.Kongre’’, 1918-23 arası bir Sovyet dönemi
dışında “bu sosyalist demokrasi değildir’’diyor.
Kendisi bunu açık ve net çizgilerle dile getirmiyor. Ama anlayış ve değerlendirmelerinde dışa
vuran Stalin karşıtlığında bunu anlamak için
dahi olmaya gerek yoktur. Sosyalizmin inşa
edilmesinin birbirine bağlı bir teorik ve pratik
çizgi izlediğini bir çırpıda unutmuşlardır.
Devrimin zaferiyle Sovyetlerde sosyalizmin inşa
edilmesinin bütün perspektifleri, Lenin’e aittir.
Savaş sırasında Brest barışından tutalım da iç
savaşta “savaş Komünizmi”ne, inşa sürecinde
sosyalist ekonomi ve bölüşüm, örgütlenmeden
tutalım da çok uluslu devlet içinde amaca
uygun olarak federal devletle birleşme
sorununda, ulusal etkenlerin hesaba katılarak
çözüm yolunun oluşturulmasında, emekçi halk
kitlelerinin yönetime katılması, bürokratizme
ve yozlaşmaya karşı savaş siyasetine kadar
burada sayamayacağımız birçok en temel
meselede tarihte kurulan sosyalist sistemin
tartışmasız teorik ve pratik önderi olmuştur.
Lenin’in karşı çıktığı, komünizmin ilke ve amacına uygun olmayan her hangi bir politikanın
onaylanması mümkün değildir. Bu her lidere
‘’Kökleri geçmiş burjuva devletlerde
olan hatalar fazlaca mevcut olmuştur.
Geçmişten kopmuş bir kültür düzeyine erişilememiştir. Sovyet ve komün adını hak edecek
bir aygıttan bahsetmeyi güçleştiren çok
önemli problemler yaşanmıştır. Gerekli
kadroya sahip değiliz adına kitleler özne
olmaktan
çıkarılmıştır(…)Bürokratik
mekanizmalar belirleyici hale getirilmiştir.
Lenin, 1925’lerde Sovyetlerdeki bu hataları
“az olsun öz olsun” adlı yazılarında dile getirerek eleştirmekteydi. Mesele, Lenin’in Sovyet
Sosyalist Cumhuriyetler Birliği planı, Stalin’in
Rusya eksenli birleşme planından temelde
farklıydı. Lenin eşit, özgür cumhuriyetlerin
yeni birliğini savunuyordu. Rus merkezli cumhuriyet biçimindeki federasyona karşıydı.
Merkezi Rus tekeline vermeye karşıydı. Bu
konuda polit büroya nota verdi.(tırnak içinde
yaptığınız Rus şovenizmidir) dedi. Gürcü
meselesindeki tartışmalarda bu açıkça ortaya
konuldu. Ancak gerek Rus, gerekse de Çin
pratiklerinde Han ve Rus eksenli eski burjuva
üniter ulus devlet anlayışından muzdarip
hatalar süre gitti. Bu Sosyalist Demokrasi
değildir.’’ (“3.Kongre” Belgelerinden)
“3.Kongre’’ sosyalizmin dünya proletaryası açısından önemini inkar ediyor. Eklektik
yaklaşıyor; işine geldiğinde Sovyetlere vurgu
yapıyor. Sosyalizmin ‘’olumsuzlukları’’nı
53
Devrimci Halkın Günlüğü
nasip olmayacak düzeyde Lenin’in partideki
tartışmasız etkinliği ve 20.yy Marksizmin uygulayıcı büyük önderi olması bakımından da
düşünüldüğünde Sovyet Sosyalizminin inşasında hiçbir önemli politikası Lenin’den bağımsız
düşünülemez.
‘’3.Kongre’’ ‘’Lenin, Sovyet sosyalist
cumhuriyetler birliği planı, Stalin’in Rusya
eksenli birleşme planından temelde farklıydı’’
demektedir. Akla ilk olarak şu soru geliyor:
Ulusal sorunda federasyon, diğer ifadeyle
federal cumhuriyetlerin birliği fikri Lenin’e ait
değil miydi?. Lenin bu önemli meselenin çözüm
yolunu onaylamadıysa bu ‘’hatalı sosyal şoven,
Rus merkezli Stalin planı’’nasıl kabul edildi?
Bunun teorik belgeleri nerededir. Lenin ve
Stalin’i inceleyenler neden böyle teorik bir
tartışmaya rastlamamaktadırlar?! Rastlayamazlar çünkü ‘’3.Kongre’’ bu önemli meselede de
Leninizm’i çarpıtmıştır. Lenin ve Stalin’i karşı
karşıya koyuyor. Sosyalizmin önemli, temel
sorunlarını doğru içeriğiyle aktarmıyor. Yüzeysel, tarihi bilgiden yoksun, geleceği görmeyen
anlayışını Sosyalizmin en kritik aşama ve büyük
deneyimlerini oluşturan kesitlerinin yerine
koyuyor ve gerçekleri tahrif ediyor.
2014 - KASIM - SAYI: 2
büyük bir güven ve açıklıkla ve mütevazice terk
ettiklerinin bir örneğinin Lenin’in ulusal sorunda demokratik merkeziyetçilik ilkesine bağlı
olarak bölgesel özerklik ve federasyon -federal
devlet tipi- üzerine yaptığı değerlendirmelere
bakmaları çok eğitici olacaktır. Aksi takdirde
federasyon fikrine karşı olan Lenin’in devrimden sonra nasıl federal devlet örgütlenmesinin
mimarı olduğunu anlamakta zorluk çeker.
Lenin ve genel olarak (RSDİP)RKP
1903’ten 1917 Sosyalist Devrimine kadar federasyon fikrine karşı çıkmıştır. Programında da
federasyona yer vermemiştir. Ulusların Kendi
Kaderini Tayin Hakkı yani Her ulusun devlet
kurma hakkını tanımayı, demokratik merkeziyetçi yekpare bir devlet çatısı altında ulusal
bölgeler için özerklik-bölgesel özerklik talebini,
her türlü ulusal ayrıcalığı yasaklayan programsal anlayışını ileri sürmüş ve savunmuşlardır.
Lenin federal devlet yapısının amaca
uygun olmadığını keskin ifadelerle dile
getirmişti. 1913’te Lenin Saumyan’a gönderdiği
mektupta şöyle yazıyordu:
FEDERASYON KARŞITLIĞINDAN
SOVYET CUMHURİYETLER
FEDERASYONUNA GEÇİŞ
‘’Biz demokratik merkeziyetçilikten
yanayız, bu kesin. Federasyona karşıyız… ilke
olarak
federasyona
karşıyız-federasyon
ekonomik bağları zayıflatır ve işe yaramaz bir
devlet tipidir’’ demiştir.
Sovyet cumhuriyetlerin federatif birliği
planı ilk kim tarafından ileri sürüldü? Gerçekten
Lenin’in Cumhuriyetlerin federatif birliği fikri
Stalin’den farklımıydı? Lenin’in ulusal sorundaki perspektifi yerine Stalin’in perspektifimi
uygulandı. Bu sorulara açıklık getirmeden
belirtmeliyiz ki, bu konuda da Stalin’i Lenin’in
karşısına koyanlar sahtekârca halkı kandırmakta ve burjuvazinin değirmenine su taşımaktaydılar.
Aynı anlayış çerçevesinde Stalin’de
Şubat devriminden (1917) sonra, sosyalist
devrimden ise bir süre önce Sosyal Devrimciler
Partisi’nin gazetesi olan ‘’Dylo Naroda’’(Halkın
davası)da
Rusya’nın
‘’federal
devlet”e
dönüştürülmesi fikrini ileri sürmesine açıktan
karşı çıkmıştı. 28 Mart 1917’de ‘’federalizme
karşı’’ makalesin de Stalin ‘’D.Naroda’’ya
cevabın da federasyona karşı çıkmış ve şunları
yazmıştı:
‘’Rusya da federalizmin ulusal sorunu
Marksistlerin hatalı fikirlerini nasıl
54
Devrimci Halkın Günlüğü
çözmeyeceği ve çözemeyeceği yalnızca tarihin
tekerleğini geri çevirmek için Don Kişot vari
girişimlerle ulusal sorunu bulanıklaştırıp
karmaşıklaştıracağı açık değimlidir? ...geçici
bir yarı önlem olan federasyon, demokrasinin
çıkarlarını tatmin etmez ve edemez’’ (Stalin,
Eserler, Cilt:3 Sayfa: 37)
Dedikten sonra Bolşeviklerin ulusal
sorunun çözüm formülasyonunu tekrar etmişti.
Yani 1917 yılında halen merkezi, bütünleşik
devlet çatısı altında eşit anayasal haklara sahip
siyasal özerklik talebi ulusal soruna getirilen
çözümdü.
1917 Sosyalist devriminden sonra
ulusal sorunda bölgesel özerklik talebini Bolşevikler değiştirmişlerdir. Ulusal bölgelerde
özerklik yerine Sovyet Cumhuriyetlerin Birliğini
oluşturacak federal devlet yapısı kurulmuştur.
Ulusal sorunun çözümünde ortaya
çıkan diyalektik gelişim Lenin’in bakış açısıyla
federasyon reddinden federal devlet sistemine
geçişle amaca uygun hale getirildi.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler birliği
fikri ilk kez Lenin tarafından 1918’ de öneri
olarak Rusya Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne sunuldu.
Lenin ‘’ Emekçi ve Sömürülen Halkın
Hakları Bildirgesi’’ başlıklı öneride şöyle diyordu: ‘’Rusya Sovyetler Cumhuriyeti, Özgür
ulusların özgür birliği temelinde ulusal Sovyet
Cumhuriyetlerinin federasyonu olarak kurulur.’’ (Yıl 1918 Ocak) Lenin Seçme Eserler, Cilt
6,Sayfa:468
Lenin’in bu önerisi MK tarafından
benimsendi. 1919 yılında RKP 8.Kongresi’nde
programa alındı. Bu Kongre de ulusal sorunda
ezen ulus bakış açısından, sosyal şovenizme
düşen Buharin, Kamenev, Pyatakov’a karşı
2014 - KASIM - SAYI: 2
Lenin’in verdiği mücadele Ulusalarası Komünist
Harekete yol göstermiştir. “3.Kongre’’ büyük
ulus şovenizminin uç ifadesi olan ”Rus Merkezli’’ anlayışa karşı Lenin ve Stalin mücadele
vermiştir. RKP 8.Kongresin de Lenin’in perspektifinden ulusal sorun raporunu kim hazırlamıştır? Bunu gözden kaçırıp Lenin ile Stalin’i
ulusal sorun çözümünde de karşı karşıya
koymak aldatmaca ve yalandır. RKP 8.
Kongresinde ulusal sorun raporu Stalin tarafından hazırlanmıştır. Son olarak RKP, Merkez
Komite’nin atamasıyla Lenin’in başında bulunduğu komisyon tarafından ulusal sorun
anlayışına son şekli verilmiş ve 8.Kongre’de
kabul edilmiştir. Büyük Rus şovenizmine karşı
en keskin vurguların yapıldığı bir kongredir.
Aynı zamanda Leninist ulusal sorun çözümünde ilk kez Sovyet tipi federal devlet modeli
benimsenmiş oluyor. Çünkü Lenin ortaya çıkan
somut durumu sınıf savaşımı içinde saptamış
ve Federasyonal birliği ileri sürmüştür. Sosyal
şoven sapmaya düşen Buharin’lere cevap
verilmiştir.
Lenin ‘’ RKP (B) 8. Parti Kongresi Parti
Programı Üzerine Rapor 19 Mart 1919 ‘’ da
şöyle demişti:
‘’ Sıkı sınıf bakış açısında duruyoruz.
Programda yazdığımız, Ulusların Kendi Kaderini Tayini Hakkında genel bir şekilde yazmış
olduğumuz dönemden sonra gerçekte olanların saptanmasıdır. O zaman henüz proleter
cumhuriyetler yoktu. Bu cumhuriyetler
kurulduktan sonra ve görünmeye başladıkları
ölçüde burada yazdıklarımızı yazabilirdik:
(Sovyet tipine göre örgütlenmiş devletlerin
federatif birliği) Sovyet tipi, Rusya da var
olduğu biçimiyle Sovyetler demek değildir,
fakat Sovyet tipi enternasyonal olacaktır.
Sadece bunu söyleyebiliriz, daha ileri gitmek,bir adım, küçük bir adım ileri gitmek
yanlış olacaktır ve o nedenle programda yeri
yoktur.”Lenin Seçme Eserler,Cilt:8 Sf:358 1919
55
Devrimci Halkın Günlüğü
Lenin burada açık ve net olarak somut
durumu saptarken Sovyet tipinin, bu federatif
birliğin enternasyonal olacağını da söylüyor.
Tırnak içine alınan ise parti programına geçen
bölüm – bölüm saptamadır. RKP (B)
programında şöyle ifadesini bulmuştur:
‘’Tam birliğe doğru geçiş biçimlerinden biri olarak parti, Sovyet modeli üzerinde
örgütlenmiş devletlerin federatif birliğinden
yanadır.’’ (RKP (B) programı)
Lenin hayattayken RKP(B)nin 4 kongresi daha oldu. Parti kongrelerinde ulusal soruna
getirilen Leninist federatif Sovyet modeli sunulmuş ve Sosyalizm bu bakış açısıyla inşa edilmiştir. Federatif Cumhuriyetler Birliği böyle
kurulmuştur.
“3.Kongre”nin ‘’Lenin’in Sovyet Cumhuriyetler Birliği planı Stalin’in Rusya eksenli
birleşme planından temelde farklıydı’’
içeriğindeki anlayışı çarpıtmadan ibarettir.
Aktardığımız gibi Sovyet tipi federatif birlik
Leninist bir formülasyondur ve RKP’nin 1919 da
8. Parti Kongresinde resmileşmiştir. Lenin
federatif birliğin enternasyonal içeriğini
1919’da vurgulamıştır. Bu anlayışına uygun
olarak Sovyet deneyiminden sosyalist ulusların
ve emekçilerinin birliğini sağlayan model olarak
federal birliği enternasyonal bir tez olarak
formüle etmiştir.
2014 - KASIM - SAYI: 2
cumhuriyetleriyle (Geçmişte Macaristan,
Finlandiya, Letonya, bugün ise Azerbaycan,
Ukrayna),gereksede Rusya sosyalist federatif
Sovyet cumhuriyeti içindeki, eskiden ne kendi
devleti, ne de özerkliği olmayan (1919’ da ve
1920’de Rusya sosyalist federatif Sovyet cumhuriyetinde kurulan Başkır ve Tatar Özerk
Cumhuriyeti) uluslarla ilişkilerde, amaca
uygunluğu
pratikte
kanıtlanmıştır’’
(Lenin-Seçme Eserler, Cilt: 10 sf: 257)
Bütün bu gerçeklere rağmen ‘‘3.Kongre’’ Sovyet cumhuriyetleri planı Lenin’in
koyduğu biçimden farklıydı diyebiliyor. Oysa
Lenin’in önderliğinde federatif birliğin örgütlenmesi anayasal olarak tanımlanmalara kadar
titizlikle ele alınmıştır. Sovyetler de ulusal
sorunda çözüm olarak ortaya konulan Sovyet
federatif birlik formülü Leninist bir tez olarak
tarihe geçmiştir Sovyetlerde uygulanan bir
modeldir, ama uluslar arası bir nitelik kazanmıştır. Asla ‘’Rus merkezli ‘’ değildir. Lenin’in
federal Sovyet modelinden başka çözüm yolu
ileri sürmediğine göre ‘’3. Kongre’’nin federasyon fikrini ve Sosyalizm de ulusal etkenlerin
örgütlenmesini Stalin’e mal etmesi bir
suçlamadır.
“Federasyon, çeşitli ulusların emekçilerinin tam birliğine bir geçiş biçimidir.
Şayet ‘’3.Kongre’’ Sovyet federatif
birliğini ‘’ Rus merkezli cumhuriyet biçimindeki federasyon‘’ olarak tanımlıyorsa -ki öyle
tanımlıyor- bu durumda lafı dolandırmasına
gerek yoktur. Doğrudan Lenin’i hedef almalıdır.
Çünkü 1918 ‘de ilk kez federasyon fikrini ileri
süren; 1919’ da 8.Parti Kongresinde kabul
ettiren, 1923’teki bütün kongrelerde aynı
ilkesel bakış açısıyla sorunu ele alan, egemen
ulus düşüncesine, sosyal şovenizme karşı
amansız mücadele eden, Lenin’den başkası
değildir. Tabii ki Lenin’in perspektifini savunan
Stalin’i bundan ayrı düşünmek olamaz.
Federasyon gerek Rusya sosyalist
federatif sosyalist sisteminin, diğer Sovyet
“3.Kongre” Stalin’e haksız ithamlarda
bulunuyor. Lenin’e övgüler düzerek Stalin’e
‘’Lenin 1920 de Komünist Enternasyonel 2. Kongre ‘sine sunduğu ‘’ Ulusal ve
sömürgesel soruna ilişkin Tezlerin İlk Taslağı”nda, federatif cumhuriyetler birliği için şöyle
demekteydi:
56
Devrimci Halkın Günlüğü
saldırarak Marksizm savunulamaz.
Bu yöntem eskimiştir. Fakat “3.Kongre”
geriden gelmeyi pek seviyor. Burjuvazi yığınla
çarpıtmaya rağmen Sovyetlerde ki Ulusların
Sovyetik birliğini karalayacak bir şey bulamıyor,
ama “3.Kongre” çarpıtmalara başvurarak
Stalin’i ‘’ Rus şovenistti’’ ilan ediyor. Lenin’in
federatif birlik çözüm yolunu kararlılıkla uygulayan RKP politikasını görmezden gelerek
“3.Kongre’’ Sovyet federatif birliğine
‘’Stalin’in Rusya merkezli cumhuriyetler biçiminde
ki federasyon” diyerek mahkum etti.Gerçekten
Stalin Rus şovenisti olarak tanımlana bilecek ya
da suçlana bilecek bir komünist önder midir ?!
Elbette böyle bir şey tarihi haksızlıktır. Burjuvazinin diliyle konuşmak anlamına gelir. Oysa
Stalin büyük Rus şovenizmine karşı mücadele
etmiştir. Gerek devrimden önce, gerekse de
sonra RKP’nin ulusal sorun çözüm raporlarının
hazırlanmasında Stalin görev almıştır.
“3.Kongre’’ Stalin’e ‘’Büyük Rus
şovenisti ‘’diyor. Üstelik bu haksız suçlamayı
Lenin’in Sovyet Federatif Cumhuriyetler Birliği
planı üzerinden yapıyor. Bakalım Lenin ve Stalin
büyük Rus şovenizmi hakkında ne demişler.?
Stalin tarafından hazırlanan Lenin’in
başkanlık yaptığı komisyon tarafından son şekli
verilen Mart 1921 de Rusya Komünist Partisi
(Bolşevik) 10.Kongresin de onaylanan ‘’Ulusal
Sorunda Partimizin En yakın Görevleri’’ başlıklı
raporda emperyalizm döneminde ulusal
sorunun sosyal ve siyasal içeriğinde değişen
yönlere işaret etmekle beraber sosyal şoven
tehlikeye dikkat çekmişlerdi.
“ ‘Egemen’ ulusun varlık koşulları
altında yetişmiş ve ulusal baskı görmemiş,
kenar bölgelerde çalışan büyük Rus Komünistler,bazen ulusal özelliklerin parti çalışması
için önemini küçümsüyorlar veya hiç dikkate almıyorlar. İlgili milliyetin sınıfsal yapısını,
2014 - KASIM - SAYI: 2
kültürünü, yaşam tarzını, tarihsel gelişimini
göz önüne almayarak, ulusal sorunda partinin
siyasetini bayağılaştırıyor ve çarpıtıyorlar. Bu
durum, Komünizmde büyük göç düşüncesi,
sömürge politikası Büyük-Rus Şovenizmi
yönünde sapmaya yol açıyor.(…)Bu nedenle
parti kongresi komünizm içinde ki milliyetçi ve
özellikle de sömürgeci yalpalamaları tasfiye
etmenin, partinin kenar bölgelerindeki en
önemli görevlerinden biri olduğu görüşündedir.’’ (Stalin Eserler Cilt: 5 Sayfa: 35,36)
Sosyalizm biliminin önderleri, somut
olarak
büyük-ezen
ulus
milliyetçiliğin
komünizm saflarına sızmasına karşı partiyi
uyarıyorlardı. Stalin’in ulusal sorunun çözümü
meselesinde tamamen Lenin’e bağlı olduğu
bilinir. Sovyet federatif birliğinin içinde kalan en
küçük azınlığın bile dilinin kaybolması, sosyalist
demokrasinin, istilacı kapitalist barbarlıkla
ulusal sorundaki farkını gösterir. Sovyetlerde,
sosyal şovenizmin varlığı tartışmasını yürütmüyoruz. Sosyalizmin kurmayı başardığı ulusal
federatif birlik, kapitalizm karşısında alınan
birinci yenilgiyle değildi. Bunda yadırganacak
bir durum yoktur. Ulusların kardeşçe birliği
ancak proletaryanın devrimci iktidarında mümkündür. Sosyalist devletin yıkılmasıyla, yek pare
bir devlet de örgütlenen devletlerin de
ayrılması kaçınılmaz olur. Kapitalizmin restore
edilmesiyle birlikte diğer ulusların Büyük- Rus
emperyalizminin baskısı altına aldığı kimi ulusal
devletlerin, çeşitli emperyalist devletlerin
oyuncağı durumuna düşeceği bilinen bir
olgudur. Sosyalist devlet yıkıldıktan sonra bu
ulusların bağımsız devlet olarak yoluna devam
etmeleri, sosyalist federal birliğin yanlış olduğu
kanıtı değildir, olamaz da. Bilakis 1917 Sosyalist
devriminden sonra sosyalizm bayrağı taşıyan
hiçbir ulus ve azınlığın sınıf, dil, kültür, inanç
sorununda bir diğerinin baskı altına almaması,
birbiriyle savaşmaması, eşit haklara sahip
olmaları, ulus ve halklar arasındaki düşmanlıkların kaybolmasıyla karakterizedir.
57
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
perspektifini ortaya çıkarabilir. Lenin’in,
Stalin’in ‘’yanlışları’’nı (!) ‘’keşfedip’’ kibirli
konuşmakla devrimci politikada bir karış yol
alınmaz.
Emperyalizmin denetimi altına giren eski
sosyalist ulusların birbirleriyle başlayan
sürtüşme ve düşmanlıklarını götürüp Sovyet
dönemine bağlayanlar sadece sosyalizmin
katıksız düşmanları olabilir.
‘’3.Kongre’’ hiç bir alıntı yapmadan
kendi çarpık düşüncelerini Marksizme mal
ettiği için, bütün tahrifatlarına Komünist önderlerin kendi cevaplarıyla yanıt verme ihtiyaç
olmaktadır.
1920’lerin koşullarında değiliz. O
dönemde ulusal özgürlük doğuda yeni filizlenmişti. Günümüzde ise ulusal bağımsız devlet
haline gelmeyen ulusun sayısı bir elin parmakları kadardır. Kürt Ulusu da bunlardan biridir. Bu
demektir ki dünyada ulusal bağımsızlık süreci
son sınırına vardığına ‘’Özgür’’ ayrılık tamamlandığına göre sosyalizmin zaferiyle ulusların
gönüllü Sovyetik Fedaratif Cumhuriyetler Birliği
çok daha sağlam ve üst boyutla gerçekleşecektir. Lenin’in işaret ettiği sovyetik fedaratif
birliğin enternasyonal özü sadece sosyalist bilgi
teorisinin inceleme konusu değildir, esas olarak
sınırları hükümsüz kılacak çeşitli uluslardan işçi
sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin birliğini sağlayacak biricik ilerleme yoludur.
‘’3.Kongre’’ ‘’Rus Merkezli Cumhuriyet’’ fikrini -ki böyle bir planda yoktur- Stalin’e
yüklediği için Lenin’in Stalin’e ‘’Gürcü meselesindeki tartışmalarda ‘Yaptığınız Rus
Şovenizmidir’ ‘’dediğini ileri sürüyor. Lenin’in
neden ‘’Rus-Şovenisti’’dediğine geleceğiz, fakat
sosyalizm tarihi aşamalarını doğru aktarmayıp
ilgisiz meseleleri birbirine katarak aynı torba
içinde piyasaya sürmek devrimci bir yöntem
değildir. Lenin’in söz konusu tartışmasını
getirip, Leninist Sovyet Federatif Cumhuriyetler
Birliği tezinin tam karşısına Stalin’ i yerleştirerek ‘’Rus Şovenizmi’’yle bağlantılandırmak
çarpıtmadır.
Kürt, Türk ulusunun, çeşitli azınlıkların
olduğu devlet sınırları içinde Partimiz
komünizm mücadelesi vermektedir. “3.Kongre’’ ‘’Büyük-Rus Şovenisti’’olarak gördüğü
Stalin’e saldırmak yerine kendi içindeki sosyal
şovenizme yönelmelidir. Türkiye-Kuzey Kürdistan Komünist Devrimci hareket içinde Sosyal
şovenizm en yaygın ve en tehlikeli akımdır.
“3.Kongre” henüz ezilen Kürt ulusunun işçi
sınıfı, emekçi köylüleri, diğer ifadeyle Kürt
işçi-köylüleri onların dil, kültür, yaşam tarzı,
gelişim seyrinin, ulusal özgürlük taleplerini ve
diğer somut durumunu dikkate alarak herhangi
kayda değer örgütsel bir mücadele, çalışma
araçları bile yaratmamışken bu zorunlu görevi
yerine getirmiyorken Stalin’in ‘’Büyük-Rus
Şovenistliğini’’ ‘’keşfetmesi’’gülünçtür. “3.Kongre’’ henüz Leninist ulusal sorun çözüm
programındaki diyalektik gelişimi kavramaktan
uzakken nasıl ezilen Kürt ulusunun, ezilen sınıflarını sosyalizm amacı uğruna örgütleme
Kaldı ki tarihte büyük dev adımlara
önderlik edenlerin kimi önemli meselelerde
hataya düşmeleri de mümkündür. Onların
büyüklüğü aynı zamanda hatalarını kabul
etmelerinden gelir. Hataların yerine doğruları
geçirebilmelerindedir. Lenin, Stalin’e ulusal
sorun tartışmasında, ya da herhangi bir sorunla
bağlantı içinde hatalı anlayışın ‘’SosyalŞovenizm’’e denk düştüğünü söyleyebilir. Bu
Stalin’i ‘’Rus-Şovenisti’’mi yapar? Hayır.Çünkü
Stalin Ulusal sorunda bütünüyle Leninist tezleri
savunmuştur. İyisi mi ‘’Gürcü meselesi
tartışması’’nda
ve
“yaptığınız
Rus
şovenizmidir’’meselesinde Stalin’in getirdiği
açıklamayla ‘‘3.Kongre’’nin safsatalarına cevap
verelim.Bu önemli meselede de birbiriyle ilgisi
olmayan olayları cımbızlayıp birbiriyle yamamaya çalışarak biraz buradan biraz oradan alıp
58
Devrimci Halkın Günlüğü
yavan ve içeriksiz bol süslü lafla doldurup
sunan ‘‘3.Kongre’’nin eklektik düşünce yöntemi
sırıtmaktadır.
1926’da Stalin’in ‘’Bir kez Daha
Partimizde ki Sosyal Demokrat Sapma Üzerine’’
raporunda
‘’Kapanış konuşması’’n da
Troçki’nin iftiralarına verdiği cevap, ulusal
sorunda Stalin’i suçlayan ‘‘3.Kongre’’ ye de
cevap niteliğindedir. Stalin ‘in ‘’Rus-şovenisti’’
olabilmesi için Lenin ve RKP’nin ulusal sorun
meselesinde ayrı düşünmeleri gerekirdi.
Mesele hakkında Stalin şöyle diyor:
‘’Troçki konuşmasında ‘Stalin ulusal
sorunda oldukça büyük bir hata yaptı’
beyanında bulundu. Nasıl, bir hata hangi
koşullar altında -ama bunları söylemedi
Troçki.
Bu, doğru değildir yoldaşlar, bu bir
iftiradır. Benim hiçbir zaman, ne Lenin’le ne de
partiyle, ulusal sorunda herhangi bir görüş
ayrılığım olmamıştır. Öyle sanıyorum ki Troçki
burada Lenin yoldaşın XII. Parti Kongresinden
önce beni, Gürcü yarı-milliyetçilerine, kısa
süreden beri Fransa’da ticari temsilcisi olan
Mdivani gibi yarı-komünistlere çok sert bir
örgütsel uygulama ve onları “izlemek”le
suçladığı önemsiz bir olayı ima etmektedir. Ne
varki, daha sonraki olaylar ‘sapmacılar’
denilen bu kişilerin Mdivani gibilerinin gerçekte parti MK sekreterlerinden biri olarak uyguladığım muameleden daha sert bir muameleyi
hak ettiklerini göstermiştir. Daha sonra gelişen
olaylar bu kişilerin en açık oportünizmin
yıkılmaya yüz tutmuş fraksiyonu olduğunu
göstermiştir. Varsın Troçki bunun doğru
olmadığını kanıtlasın. Lenin bu olguları bilmiyordu ve bilemezdi de, çünkü hastaydı, yataktan çıkamıyordu ve olayları izleme olanağı
yoktu. Fakat bu önemsiz olayla Stalin’in ilkesel
bakış açısı arasında nasıl bir bağlantı olabilir.
2014 - KASIM - SAYI: 2
Besbelli ki Troçki burada müfterice benimle
parti arasında herhangi bir ‘görüş ayrılığı’
olduğunu ima etmektedir, ama Troçki de dâhil
tüm MK’nin Stalin’in ulusal soruna ilişkin
tezlerini oy birliğiyle kabul ettiği olgu değil
midir. Bu oylamanın Mdivani olayından sonra
XII. parti kongresinden önce yapıldığı olgu
değimlidir. Ulusal soruna ilişkin Raporu XII.
parti kongresinde herhangi başka birinin değil
de Stalin’in savunduğu olgu değil midir.’’
(Stalin, Eserler, Cilt: 9 Sf:61)
‘’3.Kongre’’nin Stalin’e yönelik sarf
ettikleri Troçki’nin iftiralarından daha ağırdır.
Çünkü ilkesel bir yaklaşım olan ulusal
soruna ilişkin tezlerde Stalin’in Lenin’e aykırı
davrandığını kendi ‘’Rus merkezli federasyon’’
planını devreye koyduğunu ileri süren ‘‘3.Kongre’’ Stalin’e çok daha büyük bir iftira atmıştır.
Çünkü Sovyet federatif cumhuriyetler birliği
planının Lenin’e ait olduğunu ve tamamen bu
çözüme sadık kaldığını açıklamıştır.
Ayrıca Lenin’in Gürcü milliyetçilerine
yönelik yaptığı kimi tespitleri burjuvazi ve
onların uşakları tarafından çarpıtılarak Gürcü
olan Stalin’e yönelik yapılmış tespitler
olduğunu ileri sürmekten geri kalmadıklarını da
belirtelim.
Ulusal soruna ilişkin Lenin ve Stalin’in
uyumlu olduğu açıktır.
Kaldı ki, ’’3.Kongre’’nin kendiside
1912’de Stalin’in ulusal soruna ilişkin hazırladığı raporu esas alarak ulusal sorun çözüm
programında ki talepleri ileri sürmeye devam
etmiştir. Bu tutarsızlık değimlidir? ’’3.Kongre’’
diğer yandan da Stalin’in ilkesel boyutta
‘’Büyük- Rus şovenizmi’’ ne kaydığını belirtiyor.
Çok açıktır ki ‘‘3.Kongre’’ tutarsızdır.
Marksistler herhangi bir önemli
meselede düşülen hatalar, yada yalpalamalar,
59
Devrimci Halkın Günlüğü
suçlama ve kimi eleştirileri komünist önderlerin
çizgisini değerlendirmede esas almazlar. Esas
aldıkları yan ilkesel olarak meseleleri ele
alışlarıdır. Leninist ulusal sorun çözüm perspektifine sıkı sıkıya bağlı olarak, henüz federasyon
fikri ileri sürülmediği bölgesel özerkliğin ulusal
sorunda çözüm yolu olarak görüldüğü 1912’de
dâhil 1917,1919,20,21,23’teki Rusya Komünist
Partisi kongrelerinde ulusal soruna ilişkin
raporları düzenleyen Stalin’dir. Stalin’in ulusal
sorundaki ilkesel komünist bakış açısı ciltleri
dolduruyorken ve Partimizin sık sık başvurduğu
bu görüşler halen bize yol gösteriyorken
‘’3.Kongre’’nin oradan buradan alıp birbirine
karıştırarak ulusal sorun çözümünde Lenin ve
Stalin’in karşı karşıya koyup sanki ‘’görüş
ayrılıkları’’ varmış gibi sunması düpedüz çarpıtmadır. Stalin’e yapılmış bir saldırıdır.
Bir not daha düşelim : ‘’3.Kongre’’
öncelikle ‘’Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
Programı’’ altında ulusal sorunun çözümü için
ileri sürdükleri: ‘’Türkiye-Kuzey Kürdistan
coğrafyasında hedefimiz bölgesel özerklik ve
yerel yerinde yönetim temelinde sosyalist
cumhuriyetler birliğidir’’ programında ‘’ cumhuriyetler birliği’’ ile ‘’bölgesel özerklik’’
arasındaki çelişkinin özünü anlamalıdır.
‘’3.Kongre’’ birden fazla cumhuriyetin
-birden fazla devletin- birliğinden bahsediyor.
Hemde ‘’bölgesel özerklik’’ talebini yineliyor.
Bu çelişkidir. Bir ve aynı şey değildir.‘’3.Kongre’’
ya demokratik merkeziyetçi bir devlet çatısı
altında bölgesel özerklik talebini ileri sürer,
yada özgür ulusların federatif cumhuriyetler
birliğini ileri sürer. Hem bölgesel özerklik hem
cumhuriyetler birliği talebinin birbiriyle farklı
olduğunu ‘’3.Kongre’’ henüz anlamamıştır.Federatif birlikte özerk yapılarda vardır, ama
yinede birden fazla proleter devletin, proleter
cumhuriyetin yanında var olan özerk, otonom
bölgelerdir. Federatif örgütlenmeye uygundur.
2014 - KASIM - SAYI: 2
Bu konuya ayrıca döneceğiz, ama
‘’3.Kongre’’nin kibirli ‘’teorisyenleri’’bu iki farklı
çözüm yolu arasındaki farkı kavramak istiyorlarsa ‘’Rus şovenisti’ ilan ettikleri Stalin’i daha
ciddiyetle incelemelidirler.
Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da iki ulus
ve çeşitli azınlıklar vardır. Azınlıklara ‘’cumhuriyet’’ denilemeyeceğine göre ‘’3.Kongre”ye
göre özerk yapılar olacaklardır. Eğer Kürt ve
Türk uluslarının ( Türkiye bağımsızlığını kazanmış bir “cumhuriyettir” Kürt ulusu ise bağımsızlığını kazanmamıştır, bir cumhuriyet değildir)
birliği cumhuriyet temelinde sağlanacaksa
geriye “bölgesel özerklik” kalmaz. Sovyetik
cumhuriyetler örgütlenmesinin birliğine ayrıca
‘’ bölgesel özerklik ‘’ denilemez. Onlar esasta
tek devlette gönüllü örgütlenen sosyalist
uluslardır; aynı zamanda federal devlettirler.
‘’3.Kongre’’ ya demokratik merkeziyetçilikle yönetilen bir devlet çatısı altında
uluslara ayrılma hakkı, ulusal bölgeler için
özerklik ve her türlü ulusal ayrıcalığı yasaklayan
talebini yada ulusların bütünleşik bir federal
devlette sovyetik cumhuriyetler şeklinde ki
birliğini savunacak. İkisi birbirinden farklı ulusal
sorun çözümü ve devlet modelleridir.
Birincisi: Demokratik merkeziyetçilikle
yönetilen bir devletin çatısı altında ulusal
bölgelere özerklik tanır. Bu merkezi demokratik-sosyalist yek pare bir devlet yapısına denk
düşer.
İkincisi: Cumhuriyetlerin, yani ulusların
federatif cumhuriyetler olarak örgütlendiği
sovyetik sosyalist devletler birliğidir. Aynı
zamanda federal devletlerdir bunlar. Cumhuriyetler birliği federal devlet yapısına denk düşer.
Bu iki devlet yapısı bir ve aynı değildir.
Lenin birincisini terk edip, ikincisini benimsedi.
“3.Kongre’’ nin ise neyi savunduğu belli
değildir. Her sorunda eklektik yaklaştığı için
60
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
yüzeysel yaklaşıp ezbere dayalı tekrarlarla
‘’yeni’’ adı altında Sosyalist teorinin önemli
sorunlarında ilkesel tutumlarını,
çözüm
yollarını da birbirine karıştırdıklarını rahatlıkla
belirtebiliriz.
ulusal soruna ilişkin de ‘’bölgesel özerklik’’ ile
federatif birliğin devlet yapısı olan ‘’Cumhuriyetler Birliği Programı”nı aynı cümleye sığdıra
bilmiştir.
Buradan hareketle ‘‘3.Kongre’’nin
revizyonist sol lafazanlarının kesin ve net
saptanması gereken program maddelerine bile
Devam Edecektir...
61
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
EMPERYALİZMİN BİTMEYEN HAKİMİYETİ
ORTA DOĞU DA TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN
HALKASI
ne dediğine bakılmasının anlamı tamda bahsini
ettiğimiz zorunlu ilişkinin bir sonucudur. Çünkü
haydut devletler dünya siyasetini zor yolu ile
belirliyor, ekonomik zenginliği emiyor.
Sık sık tekrar ettiğimiz gibi, emperyalizm dikkate alınmadan dünya da hiçbir önemli
ekonomik, politik, siyasi mesele tartışılamaz.
Çünkü emperyalizm bir avuç haydut devletini
dünyanın çoğunluğunu oluşturan diğer ulusları
bir köşesinde baş gösteren toplumsal çatışma,
işgal, ilhakların içinde mutlaka tekelci burjuvazi
vardır. Hiçbir ülkedeki önemli politik, siyasi
gelişmelere kayıtsız kalamazlar. Çünkü tekelci
kapitalizm uluslar ötesi ekonomik, siyasi
egemenliktir. Bu nedenle herhangi bir ülkede
yaşanan toplumsal çatışma, siyasal mücadele
bir “iç sorun” değildir, olamaz. Bir avuç haydut
emperyal devlet dünyanın çoğunluğunu
oluşturan ulusların –ulus devletlerin üzerinde
ekonomik, siyasal, askeri hâkimiyet kurmuştur.
Bütün toplumsal çelişki ve çatışmaların ekonomik temeli vardır ve bu emperyalizmi temelde
ilgilendirir. Günümüzde ekonomik olarak dünya
pazarlarına 150 tekel hükmediyor. Hükmeden
bir azınlık var olduğuna göre tabiî ki bağımlı
olan çoğunluk var demektir. Bağımlı olanlar
kimdir?Ezilip sömürülen, ulusal kölelik
dayatılan yarı sömürge uluslar ve halklardır.
Hükmedenler ise emperyalist haydut devletlerdir. Emperyalizm çağı başladığından
günümüze, tekelci kapitalizmde, sosyalist ülkeler dışında ulusal pazarlar var olmadı. Şayet
bağımsız ulusal ekonomik birimler yoksa var
olamıyorsa bunun üzerinde şekillenen bağımsız
siyasi yapı, bağımsız devlet örgütlenmesi de
yoktur.Bu nedenle meselenin emperyalizmle
olan bağını ortaya koymak aynı zamanda genel
ve yerel bağını ortaya koymak anlamına gelir.
Bugün dünyanın her hangi bir yerinde ortaya
çıkan önemli bir gelişmede ABD, AB, Rusya’nın
20.yüzyıldan günümüze bağımsız
gözüken ulusal burjuvaziler ve ulusal
hükümetlerin emperyalist devletlerin birer
parçası, piyonu, uydusu oldukları hiçbir
yalan-dolan, maskeyle gizlenemez durumdadır.
Lenin yoldaşın tamda birinci paylaşım savaşının
ortasında ulusal kurtuluş ve bağımsızlık
sorununu tahlil ederken; emperyalizmle birlikte burjuva demokratik anlamda ulusal bağımsızlık sakatlandı tespitini yapmasının anlamı
buradadır. Çünkü krallık, çarlık, imparatorlukların yerini emperyalizm almıştır. Tekelci burjuvaziyle işbirliğine girmeyen ulusların hakim
burjuvazisi, feodal sınıfları ve ulusal
hükümetlerinin karşı koyma durumu kalmadı.
Elbette çelişkisiz bir olgudan bahsetmiyoruz.
Emperyalizmin çıkarları tehlikeye düştüğü
koşullarda zor araçları devreye girdi. Ulusal
hükümetler düşürüldü, suikastlar, şantajlar,
satın almalar, askeri darbeler devreye girdi.
Çeşitli yöntem ve saldırılarla, karanlık kirli
yöntemlerle, müdahalelerle sorun giderilmediyse yarı sömürge ülkeler işgal edildi, edilmeyede devam ediyor. Dünya tekelci burjuvazisi bir
yandan ulusal bağımsızlık, eşitlik ve özgürlükten bahsederken, diğer taraftan işgaller, ilhaklar, katliamlar yaptı. Günümüzde yarı-sömürge
durumunda olan ( burjuvazi bunlar gelişmekte
olan ülkeler, yada üçüncü dünya ülkeleri demektedir.) bağımlı kukla hükümetlerin işbirlikçi
olup - olmadıklarına dair bir tartışma
62
Devrimci Halkın Günlüğü
yürütülmüyor.
Bağımlı
devletlerin
ve
hükümetlerin emperyalizmin pençesi altında
olduğu, işbirlikçi olduklarına dair tartışmalar
Marksist-Leninist-Maoist’ler açısından geride
kalmış bir tartışmadır. Bu anlamıyla ister
devrimci isterse reformist ulusal hareketlerin
nihayetinde emperyalizmle işbirliğine gireceğinin söylenmesi boş bir tespit değildir. Bütün 20.
yüzyıl bu olguyu fazlasıyla kanıtlamıştır. Ulusal
kurtuluş ve bağımsızlık savaşlarında milyonlarca insan öldü, ama burjuva çizgideki ulusal
bağımsızlık ve özgürlük, ulusların eşitliği sadece
biçimde kaldı. Ulusal devletler “kendi” halkına
karşı birer savaş merkezine dönüştüler.
Emperyalist burjuvazinin çıkarlarının korunması için faşist diktatörlükler inşa edildi.
20.yüzyılda sömürge olan uluslar biçimde
bağımsız ve eşit özünde, ekonomik, politik,
siyasi açıdan bağımlı olarak yarı sömürge
aşamasına geçişi tamamladılar.
Dünya halkları sosyalist bağımsız
ulusların kardeşliğine de tanık oldu. Fakat
barbar tekelci kapitalizm karşısında sosyalist
devrimlerin aldığı geçici yenilgi daha önce
kardeşçe yaşayan ulusların özgürlüğünü de
sakatladı. Kanlı boğazlaşmaları körüklemeleri
geç olmadı. Yugoslavya’nın parçalanması,
Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Bosna,
Çeçenistan’da yaşanılan etnik sorun ve
çatışmaları hatırlamak yeterlidir.
Burjuva ulusal bağımsızlık süreci
1970’li yıllarda çoğunlukta tamamlanmıştı.
Fakat ekonomik, siyasi, politik olarak, demokratik seviye, kültür ve eğitim, toplumsal yaşam
seviyesi bakımından, bağımsız kabul edilen ulus
devletlerin bir avuç emperyalist devletle eşit
olmadıkları,
onların
seviyesine
hiçte
yaklaşamadıkları apaçık değil midir?! ABD, AB
emperyalistlerinin emrindeki NATO, bağımsız
ve eşit denilen uluslara istediğinde bomba
yağdırmıyor mu? İşte bu kapitalizmin eşitlik
anlayışıdır. Kasalarına para, kar, petrol gelirleri
2014 - KASIM - SAYI: 2
akıyorsa bombalar kardeşlik ve eşitlik için
atılıyordur..(!)
Komünizm öldü dediklerine bakmayın.
Komünizm hayaleti dolaşmaya devam ediyor ve
korkularını büyütüyor. Bütün araç, yöntem,
medya, eğitim ve devlet organlarıyla
“özgürlüklerin önündeki engel komünistlerdir”
demekteydiler. Komünizmin ölümü ilan edileli
çok oldu, ama dünya halkları ve ezilen ulusları
ne eşit ve özgür oldu nede sömürü ve talan
çarkında kurtuldular. Sadece ve sadece açlık,
ölüm ve kan arttı. Daha fazla doğal tahribat,
daha fazla kimyasal silah kullanımı, daha fazla
toplumsal yabancılaşma, daha fazla sınır
tanımaz yöntemlerle kirli, kanlı, haksız milyonların öldüğü savaşlara tanık olundu. Devasa
teknolojik gelişmeler oldu. Fakat teknoloji ve
üretim araçlarının özel mülkiyetinin bir avuç
tekelci devletin elinde toplanması üretici
güçlerin seviyesiyle üretimin toplumsal ve
küresel karakteriyle olan uzlaşmaz çelişkisi
kendisini daha büyük krizlerle ortaya koydu.
Kapitalizm kendi mezarını hazırlamıştır. Üretenlerin kanıyla beslenen bu doymaz canavarın
sadece ve sadece üretenlerin devrimci eylemi
mezara gömecektir.
EMPERYALİZM ÇAĞINDA ULUSAL
SORUN İÇ MESELE DEĞİL, BİR
DÜNYA SORUNUDUR
1917 Bolşevik devrimiyle dünya iki
uzlaşmaz kampa bölündü. Bu cephenin haklı
devrimci tarafı komünizmi, haksız gerici tarafı
ise barbar kapitalizmi temsil etti. Bu tarihten
sonra bütün siyasi savaşım bu olguya göre şekillendi. Emperyalizm anti-komünizm cephesini
şekillendirdi.
Elbette emperyalist güçlerin kendi
aralarındaki kamplaşmalarda aratarak devam
etti. Komünizmle mücadele bütün önemli
sorunların bir tarafında yerini aldı.
63
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
Yugoslavya’nın dokuza parçalanmasın da,
Bosna’da katliam yapılmasında, Afganistan,
Irak, Libya, Mısır, Suriye’de emperyalizmin kanlı
elini yeni görmüş değiliz. Bugün çok daha
pervazsız gözükmektedirler, ama bütün 20.
yüzyıl boyunca yarı-sömürgelerin ekonomik,
siyasi yapısına emperyalizm damgasını vurmuştur. İşte yeniden Mısır’da askeri darbe oldu.
Meydanlara toplanan halka ateş ettiler,
650’den fazla yurttaş katledildi. ( 14.08.2013)
İkiyüzlü satın alınmış kalemşorlar faşist AKP
hükümeti, “ABD’nin Mısır’da darbeye neden
darbe demediklerinden” serzenişte bulunuyorlar. Peki ABD İran’da (1953), Guatemala’da
(1956), Arjantin’de, Şili, Peru’da, 27 Mayıs, 12
Mart, 12 Eylül’de Türkiye’de ki askeri darbelere
“darbe” demiş miydi!? Tabi ki hayır! 1950’lerdan sonra yarı-sömürgelerde askeri darbeler
yolu ile faşist diktatörlükler çok daha katmerleşti. Bu faşist politikanın başını ABD çekiyordu.
Emperyalist blokların sözcüleri “askeri darbeler
sona erdi” dediler, ama halklar meydanlarda
özgürlük istemeye başlar başlamaz tekrar
askeri darbelere sarıldılar. Özünde ezilen
sınıflara devlet gücünün kullanılmasından
başka bir şey değildir bu. Hali hazırda Türkiye’de olduğu gibi göstermelik darbe yargılanmaları yapılsa da birçok yarı sömürge ülke –Türkiye’de de – özünde askeri darbe yasaları ve
siyasi anlayışıyla yönetiliyor. Bu anlamıyla AB,
ABD gibi emperyalist blokların ikiyüzlü
demokrasi havariliğini dünya sömürülen
halkları ve ulusları nezdinde bir anlamı yoktur.
Çünkü bağımlı askeri bürokratik rantçı devletler
anti-komünizm cephesinde halka karşı katliam
yapan devletlerdir. Bu devlet biçimleri faşist
karakter de ve emperyalizmin yarı sömürgelerde ki dünya siyaseti ve politikası ise faşizmdir.Bu nedenle askeri darbeler sadece Türkiye,
Irak, İran, Suriye, Mısır’da değil neredeyse
bütün bağımlı ülkelerde başvurulan faşist
yöntem biçimi olmuştur.Emperyalist egemenlik
dünyanın birçok noktasında kendisini tekrar
eder.Çıkarların korumak için her yöntemi dener.
En gerici sınıfları destekler, iş birline uygun hale
getirir. Orta Doğu’yu incelerken bunu daha açık
göreceğiz. Haydut devletler burjuvazisi sadece
sermaye, teknoloji, teknik-ustalık ihracı edip,
bankaları denetim altına almıyor, bu çarkı
güvenceye almak için siyasi istikrarı zorunlu
görüyor. Devleti bu amacına uygun şekillendiriyor. Buradan hareketle Türkiye gibi bağımlı
kukla devletlerin her yeniden düzenlenmesi
sivil-askeri bürokrasinin uygun hale getirilmesi
emperyalist güçlerin planlaması ve çıkarları
doğrultusunda gerçekleşir. İşbirlikçi burjuvazi
yerli yerinde karına kar katar. Askeri darbeler
yada çeşitli operasyonlarla bürokrasinin bir
kısmının t6asfiye edilmesi devleti el değiştirmesi anlamına gelmez, gelemez. Çünkü yarı
sömürge devlet emperyalizm ve komprador (iş
birlikçi) sınıfların elindedir. Onlara hizmet
etmeye de devam etmektedir. Aksi takdir de
emperyalizm olgusunun bir anlamı kalmazdı.
Olasıdır ki ulusal hükümetler emperyalist
güçlerle çelişkiye düşe bilir, ihtiyaçlarına cevap
vermez duruma gelebilir, bir emperyalist bloğa
dayanarak diğer bloğa meydan okumaya girişebilir. Ana çelişkilerde kendisine daha fazla kar
ve nüfus alanı açmak isteyebilir. İşte tamda bu
ve benzer şartlarda uygun zamanda işgal ve
ilhaklara varan saldırlar başlar.
Ulusal sorunda, ulusal sorunun burjuva
ve proleter çözümün de emperyalizmin ekonomik siyasi gerçekliğini göz önünde bulundurmak zorunludur. Ulusal sorunda proleter
devrimci çözüm kapitalist barbarlığın son
bulması,
emperyalist
hegemonyanın
kırılmasıdır. Burjuva çözüm ise emperyalizm ile
işbirliğine girmektir. Ulusal ekonomi ve pazarın
tekelci kapitalizmin talan alanına ucuz emeğin
kar deposuna dönüşmesidir. 20. yüzyılda
Afrika, Orta Doğu, Asya Pasifik’te bütün uluslar
sosyalist devrimle bağımsızlıklarını kazanmadılar.(Tabi Çin komünistlerinin ulusal
bağımsızlığa da önderlik ettiğinde unutmayalım
keza Vietnam, Kore’de bu çerçevededir).
64
Devrimci Halkın Günlüğü
Bu anlamıyla ulusal bağımsızlık uğruna kahramanca savaşlar verilse de burjuva çizgide
emperyalizmin kanatları altına girildi. Bu gün
bir avuç haydut tekelci devlet 200’e yakın ulusa
–devlete- hükmediyor. Ulusal kurtuluşçuluğun
yarı-sömürge niteliği 20.yüzyılın gerçeği olarak
günümüze taşındı. Sürdürülen işgal, ilhak ve
bölgesel savaşları, kışkırtılan iç savaşları
anlamak için bu temel halkayı iyi kavramak
gereklidir. Çünkü tekelci dünya kapitalizmi
henüz bağımsızlığını kazanmamış uluslarda
bile kendisine bağımlı sınıflar oluşturmuştur.
Yarı sömürge niteliğinde bağımsız olan bu ülkelerdeki işbirlikçiliğin de temelini oluşturmaktaydılar bu sınıflar. Bu anlamıyla emperyalizm
öncesi olduğu gibi, bağımsızlık uğruna savaşan
ve diğer sınıfları etrafında toplayan tek cephede bir ulusal burjuvaziye rastlamak mümkün
olmadı! Öyle ki emperyalizmin işgali altın da
Hindistan, Türkiye, Mısır, Irak, İran, Suriye,
Afrika’nın diğer ülkelerinde aynı zamanda
anti-emperyalist mücadele veren komünistler
ezildi. Kore’de Vietnam’da komünistler
savaşırken burjuva- feodal gericilik işbirliği
yaptı. Çin’de başkan Mao önderliğinde Japon
emperyalizmine karşı savaş verilirken Çin burjuvazisi ve feodal gericilik emperyalistlerle
işbirliğine girişip Çin halkına silahlarını çevirdiler. Sonunda Çen-Kay-Şek emperyalistlerle
birlikte Çin’den kovuldu.
Ulusal bağımsızlık sorunu olan ülkelerde bloklaşmış emperyalist güçler çeşitli
ulusal hareketleri etki altına alarak birbirleriyle
çatıştırdılar. Sadece komünist hareketlerin
ezilmesine ihtiyaç duyduklarında ulusal hareketlerle iş birliği yapmakla yetinmediler. İç
savaşları körüklediler. Ulusal hükümetler
oluşturduktan sonrada başka ulusları baskı
altına alacak ileri karakollar haline getirilen
onlarca kukla devlet ortaya çıktı.
20.yüzyıl devrimleri ulusal kurtuluş
savaşlarına baktığımızda hiçbir şekilde ulusal
2014 - KASIM - SAYI: 2
sorunu sadece bir içmesele olmadığı anlaşılır.
Bu olgu savaşla birlikte tamamıyla açığa
çıkmıştır. Afrika, Orta Doğu, Asya Pasifik’te
ulusal bağımsızlık savaşları emperyalist güçlere
karşı verildi. Keza emperyalist orduların doğrudan konumlanmadığı, ama kendisine bağımlı
kukla devletleraracılığıyla baskı altına- İsrail’in,
Filistin’i, Türkiye, Irak, İran, Suriye’nin Kürdistan’ı - alması gibi… Ulusların mücadelesi de
özünde emperyalizme karşı verilmektedir.
Kısacası ulusal sorun emperyalizm
çağında – en tam haliyle birinci paylaşım
savaşıyla- bir iç sorun olmaktan çıktı. Bağımsız
gözüken ulus devletlerin burjuvazisi, devleti ve
siyasi yapısı emperyalizme bağımlıdır. Bağımlı
olan bu devletlerin emperyalist burjuvazinin
onayı olmadan, çıkarına uygun düşmeden
başka bir ulusu baskı altında tutması mümkün
değildir ve olamaz. Emperyalizmden bağımsız
ulusal burjuvazi, ulusal pazar hâkimiyeti
olmadığı için ezilen ulusun burjuvazisiyle bir
pazar paylaşım savaşınada giremezdi, giremez.
Bu nedenle ulusal sorun sadece iki ulusal burjuvaziler arasında yaşanan bir iç sorun değil,
ekonomik, siyasi açıdan doğrudan emperyalizmi bağlayan bir sorun olmuştur. Bu halkadan
kavranmadığı zaman 20. yüzyıl ulusal sorunun
ekonomik özünü de oluşturan işçi ve emekçi
köylü milyonlarca halkın vahşice sömürülmesi
ekonomik alt yapısının tahrip edilmesi ve
bütünüyle
talan
pazarına
dönüşmesi
anlaşılamaz. Ucuz emekten elde edilen yüksek
artı-değerin tekellerin kasalarına nasıl aktığı hiç
anlaşılamazdı.
Özetlersek: Birincisi; 20. yüzyılda
emperyalizmin doğrudan sömürge rejimi
kurduğu, (Orta Doğu, Afrika, Asya Pasifik’te
bilinen ülkeler) de uygulanan ulusal baskı ve bu
baskıya karşı verilen ulusal bağımsızlık savaşı
doğrudan emperyalist ordulara karşı verildi.
( Çin, Vietnam, Laos, Kamboçya, Filipinler,
Kongo, Cezayir, Libya, Fas, Kenya, Gana, Haiti,
65
Devrimci Halkın Günlüğü
Afganistan, Hindistan v.d bu kapsama girer.)
İkincisi; emperyalizmin tartışmasız
olarak hakimiyet altına aldığı işbirlikçi devletler
aracılığıyla uygulanan baskı türüdür. Emperyalizmin Orta Doğu ileri karakolu durumunda olan
İsrail’in Filistin’i ulusal baskı altına alması gibi…
Kurulduğundan beri yine emperyalizmin gerici
karakolu olan faşist Türk devleti; 1946’ya kadar
sömürge rejimiyle yönetilen Suriye, Irak
(1932’de bağımsızlığını kazansada, sömürge
niteliğinde bir değişim olmamıştır. Göstermeliktir.) İran devletleri aracılığıyla Kürt ulusunun
baskı altına alınması gibi yine Seylan’da Tamiller, Hindistan’da baskı altında olan azınlık ve
uluslar vardır. Yine Avrupa kapitalizminin en
zayıf halkalarından biri olan İspanya’da BASK’ a
uygulanan ulusal baskıda bu olgudan bağımsız
düşünülemez. 600 yüzyıllık İrlanda sorununu
da daha özel başlıklarla incelemek gerekir.
Özetlediğimiz iki yan emperyalizm çağında
ulusal baskının iki biçimidir. Elbette özel yanları
vardır. Nasıl ki kurulan sömürgeler emperyalist
blokların yada devletlerin kendi aralarında ki
güç paylaşımına dayanıyorsa, kukla devletler
aracılığıyla uygulanan ulusal baskıda bu mevcut
paylaşım ve siyasal yapılanmaya bağlı
düşünülmek zorundadır. Bu nedenledir ki
ulusal sorun –iki ülke- ezen ve ezilen burjuvazileri arasında pazar uğruna, dünya burjuvazisinden kopuk yürüttükleri bir savaş olmaktan
çıktığı içindir ki bir iç sorun değil bir dünya
sorunudur.
Tibet, Keşmir, Filistin, Seylan, BASK,
Kürdistan veya bağımsız ulus devlet olan Irak,
İran, Suriye, Mısır, Libya, Afganistan’da önemli
her gelişmede emperyalistlerin tavırlarını
açıklamaları asla yeni bir olgu değildir.
1914-1918 savaşıyla bütün yönleriyle ortaya
çıkan siyasi-ekonomik biçimin ve özün
günümüzde sürdürülmesidir.Meseleye bu
açıdan bakıldıktan sonra Orta Doğu’yu özel
olarak ele almak Komünist Hareket açısından
zorunlu bir ihtiyaçtır.
2014 - KASIM - SAYI: 2
EMPERYALİST HALKA KIRILMADAN
ORTA DOĞU ÖZGÜRLEŞEMEZ
Genel anlamda emperyalizmin dünya
üzerindeki hâkimiyeti biz komünistleri her
açıdan ilgilendirir. Çünkü tekelci kapitalizm
ezilen ulus ve halkların düşmanıdır. Enternasyonal Komünist Hareketin bir kolu olarak Türkiye
– Kuzey Kürdistan’da devrim amacı uğruna aynı
zamanda emperyalizme karşı savaşıyoruz.
Çünkü devrimimizin zaferi emperyalist çemberi
kıracak içeriğe sahiptir. Orta Doğu’ya çok yakından eğilmemizin özel yanı Orta Doğu ülkesi
olan Türkiye –Kuzey Kürdistan’da mücadele
yürütmemizdir. İşin başındayken bir eksikliği
belirtmek gerekir. Orta Doğu’nun kalbinde
olmamıza rağmen ne uluslar arası nede yerel
–ulusal- anlamda toplumsal derinliğine inebilecek bir bakış açısını yakalayamamış olmamız
affedilemez bir eksiklik, siyasi, politik yetersizliktir. Elbette bu durum devrimci savaş
yürüttüğümüz dinamikleri yeterince kavramamayla doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenledir ki
Asya Pasifik’le, Avrupa ile ilgilendiğimiz kadar
Orta Doğu’da sınıfsal mücadele ile ilgilenmedik.
Oysa gerek tekelci dünya burjuvazinin dizginsiz
egemenliği gereksede Türkiye - Kuzey Kürdistan
devrimini kopmaz bağlarla ilgilendiren Kürdistan’ın diğer üç parçası düşünüldüğünde Orta
Doğu’nun devrim perspektifimizin içinde
önemli bir yer tutması gerektiği kendiliğinden
anlaşılır. Bunun en pratik ortaya çıkan Batı
Kürdistan devrimiyle ( 19 Temmuz 2012)
Güney, Doğu ve Kuzey parçaları etkilenmekle
kalmadı İran, Irak, Türkiye devletleri Kürt ulusal
bağımsızlık mücadelesini boğmak için bir an
olsun harekete geçmekte gecikmediler. Bu
gerici faşist devletler “Suriye’deki gelişmeler
bizim içi meselemizdir.” anlayışıyla yaklaşmaktadırlar. Aynı zamanda Suudi Arabistan, Katar,
Ürdün, Mısır’da bu çatışmanın içinde yerini
almış durumdadır. Nasıl oluyorda işçi sınıfı,
emekçi köylülük geniş gelişmeler bizim temel
meselemiz olamaz. Neden gerici sınıflar
66
Devrimci Halkın Günlüğü
halkımızı boğazlamaya koyulurken bu “iç
mesele”de savaş cephelerinde devrimci
kararlılıkla savaşmıyoruz. Bütün bu çelişkileri
anlamak için Orta Doğu’yu ve emperyalizmin
hâkimiyetini kavramak gerekmektedir. Bunun
yanında proleter devrimci hareketin dayandığı
ezilen sınıfların sosyolojik bütünlüğü emperyalist güçlerin dayattığı sınırlara sıkıştırılamaz ve
sınırlanamaz. Bu nedenle ayaklarımızın bastığı
toprağı iyi kavramalıyız.
EMPERYALİZMİN ORTA DOĞU’DAKİ
KANLI HÂKİMİYETİ
Orta Doğu ani coğrafyayı kapsamaktadır. Şayet Büyük Orta Doğu coğrafyası geniş
anlamda düşünülürse içine Kuzey Afrika, Orta
Doğu ve Kafkasya girer. Bunun anlamı: Fas,
Tunus, Cezayir, Libya, Somali, Etiyopya, Sudan,
Mısır ve Körfez ülkeleri olan Irak, Kuveyt,
Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri,
Umman, Yemen, Suudi Arabistan, ayrıca İran,
Afganistan, Pakistan, Türkiye ve Kafkasya’yı
içine alan ortasında Suriye, Lübnan, Ürdün,
Filistin, İsrail’in bulunduğu geniş coğrafyadır.
Büyük Orta Doğu’da dünya petrol rezervlerinin
%80’i bulunmaktadır. Bu anlamıyla ABD’nin
Büyük Orta Doğu Projesinin bu coğrafyayı
kapsamasını anlamak zor değildir. İşgal, iç savaş
emperyalist blokların çelişki ve çatışma
alanlarıdır. Daha dar anlamda Orta Doğu; Mısır,
Türkiye, İran, Irak, Kuveyt, Umman, Katar, Suudi
Arabistan, Suriye, Yemen, Birleşik Arap Emirlikleri, Filistin, Ürdün, Lübnan, İsrail ve inkar
edilen ülke ve ulus olarak Kürdistan’ı içine alan
coğrafyadır. Dar anlamda ve yaygın olarak
bilinip kabul edilen Orta Doğu’da petrol rezervlerinin %70’i, doğalgaz rezervlerinin ise %35’i
bulunmaktadır. Bu anlamıyla dünya enerji
merkezi Orta Doğu’dur. Emperyalist burjuvazinin enerjiye hâkimiyeti aynı zamanda dünya
ekonomisine, siyasetine hakimiyet anlamına
gelmektedir. Orta Doğu halklarını açlığa, ölüme
mahkûm ediyorlar. Enerji kaynaklarının üzerine
2014 - KASIM - SAYI: 2
yatarken ölüm saçıyorlar. Öte yandan silah
ithalatının %75’i Orta Doğu’ya yapılmaktadır.
En zengin ve en gericilikle sembolleşmiş Suudi
Arabistan gibi petrol zengini ülkeye en fazla
silah ihraç edilmesi arasında doğrudan bir ilişki
vardır.
Emperyalist haydutlar Orta Doğu’ya
hangi tarihi şartlarda yerleştiler. Bugün Irak,
Suriye, Mısır, Filistin, Kürdistan, Libya, Lübnan
vd. yaşanılan çatışmaların, savaşların arka planı
nedir? Bu arka planı anlamak için emperyalizmin Orta Doğu’ya ve geniş anlamda dünyaya
hâkimiyetinin ekonomik, siyasi içeriğini iyi
kavramak gerekiyor.
Emperyalist güçler yerleşmeden Orta
Doğu Osmanlı Devletinin hâkimiyeti altındaydı.
Ulus devletler henüz Orta Doğu’da ortaya
çıkmamıştı. İngiltere, Batı Avrupa’da gelişen
kapitalizmin en güçlü temsilcisi olarak sadece
Hindistan’ı
sömürgeleştirmekle
(1763)
kalmamıştı, 19. Yüzyılda deniz yolarının denetimini de ele geçirmiştir. Bu egemenlik yükselen
kapitalizmin feodal monarşilere geri feodal
üretim biçimlerine karşı sanayileşen dünyanın
hâkimiyeti anlamına da geliyordu. Buradan
bakıldığında Hindistan’ı, Çin’i, Amerika’yı
vahşice yağmalayan halk isyan ve ayaklanmalarını kanla bastıran İngiltere ve bağlaşıklarını
kağıt üzerinde Osmanlı’ya ait olduğu söylenen
Mısır’da Süveyş kanalına hakim olmalarını da
aynı ekonomik temel üzerinden anlamak zor
değildir. Süveyş kanalını Fransa inşa etmiştir.
Osmanlı’ya bağlı olan ticaret ve deniz yolu için
kilit noktada olan Süveyş kanalı, Kızıl Deniz
Körfez bölgeside 19. Yüzyılda İngiltere’nin
denetimine girmiştir.
1838-39’da İngiltere – Osmanlı ticaret
anlaşmasıyla bağımlılığın temeli atılmakla
kalmadı Osmanlı egemenlik alanlarını sürekli
kaybetti. İngiltere bu tarihe kadar karşısına
çıkan donanmaları zaten yok etmişti.
67
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
İngiltere koloni rejimleri kurmaktaydı. Kuzey
Afrika, Körfez ülkelerinin bir kısmı Osmanlının
egemenliğinden çıkmıştı. Fransa Cezayir’i
(1830), Tunus’u (1881)’de sömürgeleştirdi.
İtalya Libya’da (1911) işgalle Osmanlının hakimiyetini Kuzey Afrika’da sonlandırmışlardı.
Birinci paylaşım savaşından önce sömürgeleştirdikleri bu ülkelerin kiminde ancak 20.
yüzyılın ikinci yarısında çıkmak zorunda
kalacaklardı. Birinci emperyalist paylaşım
savaşıyla Osmanlı Devleti Orta Doğu’daki bütün
hakimiyetini kaybetmiştir.
bir tekrarıdır. Özünde Osmanlı hanedanlık
olduğu için Türk devletinin yapılandırılması ise
yıkılıp tarihe karışan hanedanlığın şartlarına
uygun olmuştur. Fakat Türkiye ve Mısır
devletlerinin ortak yanı emperyalist güçlerin
hizmetinde olmalarıdır. Orta Doğu’da bazı
devletler 20. yüzyılın ilk çeyreğinde –Türkiye,
Mısır bağımsız devlet olarak yapılandırılırken
Orta Doğu’nun genelinde doğrudan sömürge
rejimi kurulmuştur. Aşamalı olarak zamanla
Orta Doğu’da ulus devletler çoğaldı. Arap ulusu
birçok parçaya bölüştürüldü.
Mısır’da ortaya çıkan halk hareketini
ezmek, denetim altına almak -tutmak- için
emperyalist planlar uygulanmaktadır. Mısır
hiçbir zaman emperyalist boyunduruktan
kurtulamadı. İşgal edildiği 1882’den günümüze
bu böyledir. ( Kapitalizm serbest rekabetçi
dönemden 1900’ün başında tekelci aşamaya
–emperyalizm- varması olgusu birbirinden
kopuk değildir, birbiriyle de karıştırılamaz.)
Savaş başladığında (1914) ise İngiltere Mısır
üzerindeki işgalini resmen açıklamıştır. Akdeniz’in Körfeze açılan kapısı olan Süveyş kanalı
üzerinde İngiltere, Fransa denetim kurmuştur.
Mısır’da sadece İngiliz firmaları için pamuk
üretilmedi, Mısır’ın bütün ekonomik damarları,
sermaye, madenler, sanayi denetim altına
alındı.
Orta Doğu haritası 1918-22 yılları
arasında
şekillendi.
İran’ın
durumuda
benzerdir. İngiltere antant devletleriyle birlikte
Bolşevik Sovyet devrimini bastırmak için İran’ı
da bir üs olarak kullanmışlardı. İran petrollerini
korumak için İran’a akıtılan sermaye aynı
zamanda siyasi yapılanmada tekelci burjuvaziyi
söz sahibi yapmıştı. Anti-komünizm cephesinde
gerici faşist devletlerin güçlendirilmesi de esas
alındı. Bu tarihi şartlarda İran’da Kaçar
Hanedanlığı son bulmuştu. (1921) İran’da Rıza
Han dönemi, yani Pehlevi Hanedanlığı dönemi
başlamıştır. (1925) İran’da da meclis açılmış,
seçimler yapılmıştır. Türkiye de nasıl ki M.
Kemal parlamentoya seçilecekleri belirliyor ve
halkın kendisinin belirlediklerine oy vermesini
zorunlu kılmışsa, İran’da da Şah Rıza tarafından
parlamentoya seçilecek olanlar önceden belirleniyordu. Demek ki siyasal yönetimde birinin
adı cumhuriyet, diğerinin hanedanlık olarak
tanımlanmasının bir farklı anlamı olmuyor. İki
rejim de benzer nitelikte faşist diktatörlükle
emperyalizmin çıkarlarını korumaktır.
İngiltere ( 1922)’de Mısır’a bağımsızlık
verildiğini açıklamıştı. Kağıt üzerinde yazılı olan
bu bağımsızlığı bir hükmü yoktu.İşbirlikçi burjuvazi, feodal sınıflar İngiltere’nin denetiminde ve
hizmetindeydi. Partiler kurulmuş, seçimler
yapılmış, İngilizlerin temsili monarşisi Orta
Doğu’da sömürge rejiminin maskesine
dönüşmüştür. İngilizlerin denetiminde Kral
Fuad (1917-1936) Mısır’ın başına getirilmiştir.
Öldükten sonrada yerine oğlu Kral Faruk
geçmiştir. Elbette ulusal bağımsızlık isteyenler
ise ezilmiştir. Aynı tarihlerde ve daha sonra
Orta Doğu’da türeyen krallıklar Mısır’da olanın
Emperyalizmin İran’daki sembolü
( Anglo Persian Oil Campany ) İngiltere-İran
Petrol Şirketi’dir. İran bağımsız gözükse de
İngiltere’nin hâkimiyeti altındadır. Çok uluslu
İran devletinde Fars milliyetçiliğini esas alan
fars olmayan ulus ve azınlıkların haklarını gasp
eden, inkâr –Tıpkı Türk devleti gibi- faşist bir
68
Devrimci Halkın Günlüğü
diktatörlük kurmuştur.
Orta Doğuda ulusal devletlerin tarihine
bakıldığında savaş sonrası 1920’lerden başlayarak bağımsızlıların ilan edildiği görülür. Oysa
bu devletler uzun süre devam edecek sömürge
rejimi altındaydılar. Aksi takdirde 1921’de
“bağımsız” bir devlet olarak kurulan Ürdün’ün
bağımsızlığına inanmamız gerekirdi. Kâğıt
üzerinde Suudi Arabistan, Irak (1932) bağımsızlığını kazanmıştı. Oysa fiili olarak sömürge
rejimi sürmekteydi. 2. paylaşım savaşı
sonuçlandıktan sonra yeniden tekelci kapitalizm ve sosyalizm arasındaki savaşımla dünya
dengeleri belirlendi. Emperyalist güçler Orta
Doğu da manda rejimlere son verdiler. Elbette
hepsi aynı tarihte değil. Askerlerini 1948’de
Suriye, Lübnan, Filistin, Irak’tan geri çektiler.
Petrol zengini körfez ülkeleri olan Kuveyt
(1961), Birleşik Arap Emirlikleri ( BAE ), katar,
Umman, Bahreyn (1971), bağımsız ulus
devletler olarak oluşturuldular. Arap ulusundan
oluşan bu devletlerin (elbette farklı uluslardan
azınlıklarda yaşamaktadır) özelliği petrol kuyularına göre ortaya çıkmış olmalarıdır. Emperyalizm Orta Doğu’da en gerici feodal-burjuva
sınıflara dayanmıştır. Bu devletlerin oluşumu
günümüzde bile çatışma ve egemenlik konusudur. Oluşturulmuş bu düzen, paylaşım,
ekonomik-siyasi dengenin sürdürülmesi için
her türlü yol ve yönteme başvurulmasının
nedeni budur. Bu ülkelerde halen, Krallıklar,
Emirlikler veraset yolu ile devredilmektedir. 18.
yüzyılda süre gelen aşiret, klanlar, feodal
hanedanlıklara
dayanmaktadır.
Suudi
Arabistan, Ürdün’ü hatırlamak yeterlidir.
Petrol doğalgaz emperyalist haydutlar
için önemlidir. İstatistiklere göre günümüzde
Almanya %32, İngiltere %45, Japonya %75,
Fransa % 81, ABD %25-30 oranında petrol-enerji ihtiyacını Orta Doğu’dan karşılamaktadır.
Buradan hareketle ABD’ye en fazla petrol sağlayan Suudi Arabistan kralının Beyaz Saray’da
2014 - KASIM - SAYI: 2
samimi pozlarla karşılanmasının “sırrı” bundandır! Orta Doğu’da emperyalistlerin hâkimiyetinin son bulması demek, sanayileşmiş haydut
devletlerin ekonomik kaynağının sarsılması
demektir.
Örneğin BAE yedi Arap Emirliklerinden
oluşmaktadır. Nüfusu 4.6 milyon’dur. Bu devlet
İngiltere’nin 1968’de körfez mandalarından
çekileceğini açıkladıktan sonra yine emperyalist güçler tarafından yapılandırılmıştır.
Keza Umman’ın nüfusu 3.3 milyondur,
Bahreyn 720 000 nüfusa sahiptir. 35 adadan
oluşan takımada ülkesidir. Bahreyn’de bir Emirliktir. İngilizler pek hevesliler anayasal monarşiler oluşturmaya. Bütün Orta Doğu ülkelerinde
olduğu gibi Bahreyn’de de meclis, hükümet
vardır, ama hepsi Emir’e bağlıdır.
Yine bir körfez ülkesi olan Katar’ın
nüfusu 830 000’dir. Bahreyn’in hemen yanı
başında bir yarım adadır. Bu küçük ülkenin
dünya petrol rezervleri içindeki payı %1,3 dür.
Anlaşılmalıdır ki Emirliklerinin ömrünün uzun
olması emperyalizmin hâkimiyet ve petrol
ihtiyacıyla uyumludur.
Kuveyt’in nüfusu 3 milyondan azdır.
İngiltere’nin sömürgesiydi. Petrol yatağı Körfez
ülkelerinin bağımsızlığı petrol teklerlinin
elindedir. 1961’de Kuveyt bağımsız bir devlet
olarak ortaya çıktı. Körfez ülkelerinin bir diğer
özelliği feodal gerici özelliğini korumalarıdır. Söz
konusu bu ülkelerde halen kadınlara oy hakkı
tanınmamaktadır. Arap ulusundan oluşan bu
ülkelerin petrol rezervlerine göre dünya tekelci
burjuvazisinin çıkarlarına küçük-küçük ulus
devletlere bölünmesi 20. yüzyılda emperyalizmin Orta Doğu’ya derinlemesine ve genişlemesine yerleşmesiyle başlar. Orta Doğu’da
siyasi istikrar söz konusu olduğunda ABD
ordusu, ortaklarıyla devreye giriyor. 1990’da
Irak Kuveyt’i işgal e derken Saddam’ın
69
Devrimci Halkın Günlüğü
ordusunun karşısında ABD’nin başını çektiği
emperyalist orduların çıkmasının anlamı buradadır.
ABD bu gün Yemen, Somali’de insansız
hava araçlarıyla güya terörizme karşı savaş
yürütüyor. Sivil insanları katlediyor. Aden
boğazını denetim altında tutan bu iki ülkede
emperyalizm açlık ve yoksulluk üretiyor.
Kızıl denizde Aden boğazını denetim
altında tutan yeri nedeniyle Hindistan deniz
yolu için önemliydi, Yemen. İngiltere Yemen’i
1839’da sömürgeleştirmişti. Yemen 1967’de
bağımsızlığını ilan etti. Yemen’de demokratik
ulusalcı güçler sosyalist cepheye yakınlaşmak
istediler. Fakat ABD’nin başını çektiği emperyalistler ve Orta Doğu’daki gerici monarşiler
–Suudi Arabistan v.d gibi- Yemeni parçaladılar.
Kuzey ve Güney olarak ayrılan Yemen ancak
1990’larda birleşe bildi. Yemen’de ciddi bir
sosyalist etkiyle Güney’de Yemen Demokratik
Halk Cumhuriyeti kurulmuştur.
Emperyalist güçler iç savaşı kışkırtmış
feodal gerici sınıfları demokratik toplumsal
güçlerin bastırılması için silahlandırmışlardır.
Aden boğazının diğer yakasında bulunan
Etiyopya’da Yemen’den çok farklı değildir.Yemen’de anti-emperyalist devrimci bir damar
vardır. 1993’te yaşanan iç savaşta yüzlerce
Yemen Sosyalist Partisi üyesinin öldürülmesi,
Sovyetlerin yıkılmasından sonra Yemen’de
emperyalist güçlerin yaptığı kapsamlı saldırı ve
yeniden
yapılandırmayla
doğrudan
bağlantılıdır. Fakat Orta Doğu da oluşan bir
kukla devletin aksine Etiyopya ve Yemen’de
demokratik halkçı mücadele akımı güçlüdür. Bu
anlamıyla da dikkat çekmektedir. Bütün bunlar
halk için demokratik rejim, bağımsız bir ülke
olmak için yeterli değildir. Orta Doğu’da ortaya
çıkan halk hareketlerine kadar yirmi, otuz, kırk
yıldır devletin başında olan diktatörlerden
biride Yemen’deydi. Yemen’de de seçimler
2014 - KASIM - SAYI: 2
yapılmaktaydı. Halk için demokrasi seçim
yapmak, parlamentoya sahip olmak değildir.
Bunu anlamak isteyenler Orta Doğu’ya
bakmalıdır.
Orta Doğu’nun iç kısmı yada ortası olan
Filistin, İsrail, Ürdün, Lübnan, Suriye en çok
gündemde kalan ülkelerdir. Gündemde olmalarının başlıca nedeni Filistin özgürlüğü
çerçevesinde sürdürülen mücadeledir. Bir
diğeri ise emperyalistlerin Orta Doğu jandarması olan İsrail’in ilhak ve baskı politikasının
son bulmamasıdır.
Suriye 1918’de Fransa’nın denetimine
girdi. Savaş sonrası Fransızların sömürgesiydi.
1946’dan sonra Orta Doğu’nun kimi ülkelerinden emperyalist haydutlar askerlerini geri
çektiler. Zaten 1950’den sonra Orta Doğu’da
belirleyici güç ABD’dir. 1950 sonrası Suriye Arap
milliyetçiliğine dayalı Baas’la somutluk kazanmış faşist bir diktatörlükle yönetildi. Darbeler
birbirini kovaladı. 1971’den beri ise, Esad
diktatörlüğü sürmektedir. Baas’cılık Arap
milliyetçiliğidir. İşbirlikçi burjuva ideolojinin özü
Arap ulusunu esas alan –ki bu egemenlerin
kendi çıkarı demektir- tek devlet, tek bayrak,
tek ordu, tek ulus, tek din ideolojisidir. Milliyetçi ideolojiyle halk uyutulmaktadır. Aksi
takdirde Arap ulusunun çok parçalı devletlere
bölünmesinin açıklanması olurdu. Büyük burjuvazi ve feodal sınıflar işbirlikçidir. Arap
ulusunun ve ezilen halkın çıkarını değil kendi
sınıfsal çıkarlarını esas alırlar.
Ürdün çok mu farklıdır? Hayır!
1921’den sonra İngiltere Kral Abdullah’ı
atamıştı. Sonra onun yerini oğlu Hüseyin aldı
(1952-1999). Bugün de monarşiyi devr alan kral
oğlu sürdürüyor. 1957’de halk Kral Hüseyin’e
karşı ayaklandı. Devrilme tehlikesini gören Kral
Hüseyin ABD’ye resmen yardımda bulunma
başvurusu yapacak kadar aşağılık ve onursuzdur. ABD Ürdün halkını bombalamıştır.
70
Devrimci Halkın Günlüğü
Eisenhower doktrini çerçevesinde kendisine
gerekli yardımı yapmışlardır. 6. Filo’yu yollamışlardır.
Bilindiği gibi Ürdün’de iki meclis bir
parlamento var. Fakat yetkiler kralda toplanmıştır. Bu monarşiler kapitalizm öncesi
monarşilere benzeştirip aynılaştırılamaz. Orta
Doğu’daki monarşi rejimleri emperyalist
güçlerin kukla devlet düzenleridir. Parlamentoları, yasaları seçimleri elbette vardır, ama asla
bunlara demokrasi denemez.
Filistin gerilla güçlerinin Ürdün’den
çıkarılması için Ürdün ABD ve İsrail’le işbirliği
yaptığınıda unutmamak gerekir. Ürdün yaklaşık
olarak 4 milyon göç ettirilmiş Filistinliyi
barındırmaktadır. Bu anlamıyla da Filistin
mücadelesinin çeşitli tarihsel kesitlerinde
Ürdün’ün katliamlardaki payına rastlamaktayız.
Lübnan 1946’da Fransa’nın geri
çekilmesinden sonra bağımsız oldu. Fakat bu
bağımsızlık bugün halen devam eden çatışma
alanıyla somutlaşmış bir bağımsızlıktır. Suriye
ve Lübnan Fransa sömürgesiydi. Bu paylaşım ve
hâkimiyetin bir emperyalist devlet ve yahut
bloktan bir diğerine geçmesi farklı bir sonuç
doğurmamıştır. 1950’den sonra Orta Doğu’da
tartışmasız bir güç olan ABD’nin jandarması
İsrail’in katliamcı ulusal baskısı sonucu göç
ettirilen binlerce Filistinlinin kanı Lübnan’da
akmıştır. ABD, İsrail, Ürdün ve diğer işbirlikçi
Arap devletlerinin ortaklığıyla Filistin gerilla
güçlerinin Lübnan’da kuşatmaya alınması ve
onur kırıcı bir şekilde Lübnan’ı terk etmeleri
(1982) başlı başına incelenmesi gereken bir
süreçtir. Bu yenilgiden sonra Filistin Kurtuluş
Örgütü’ndeki (FKÖ) işbirlikçi çizgi güçlenmiş,
devrimci çizgisi zayıflamış, uzlaşmacılık açığa
çıkmıştır. Emperyalistler bugün benzer süreci
Kürt Ulusal Hareketine dayatmakta ve sonuç
almak istemektedirler. Silahsızlandır, parçala,
işbirliğin derinleştir siyasetidir bu.
2014 - KASIM - SAYI: 2
Anti-komünizm cephesinin ve Orta
Doğu’nun
yeniden
şekillendirilip
yapılandırıldığı tarihi dönem olan 1946
sonrasında İsrail devleti ortaya çıktı. Filistin’i
yurt edinmeye yönelik Yahudilerin Filistin’e
göçü 1880’lerde başlamıştır. İsrail’in bir devlet
olarak oluşturulmasında İngiltere, ABD ittifakı
vardır. Orta Doğu’da emperyalizmin jandarması
olan İsrail somutunda Yahudilik prangaya vurulmuştur. Tanrının “seçilmiş halkı” emperyal
güçlerin “seçilmiş halkı” durumuna gelmiştir.
Filistin halkını topraksızlaştıran ve yok eden
İsrail yayılmacılığının özgür olama ve varlığını
sürdürme olanağı yoktur. İsrail saldırganlığının
tarihi kabarıktır. Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün
topraklarını bombalamaktan hiç çekinmiyor.
ABD şemsiyesi altında dokunulmaz bir güç gibi
duruyor: İsrail! Bu nedenle İsrail konuşuldu mu
ABD konuşulmak zorundadır.
Orta Doğu devletleri emperyalizme
bağımlı ekseriyeti monarşik karakterdedir.
Sınırları siyasal yapıları haydut devletler tarafından çizilmiş ve belirlenmiştir. Kısa özet
geçtiğimiz devletlerin şekillenmesini anlamak
için savaş sonrası (1914-18) döneme biraz daha
yakından bakalım. Ayrıca Krallar, Emirler’in
atandığı Orta Doğu’da aynı tarihi dönemde
İngiltere Osmanlıyı denetim altına almış İstanbul’a yerleşmiştir. Orta Doğu’yu şekillendiren
aynı güç anti-komünizm cephesinde Türk
devletini de yapılandırdı. Gelişmeler kopuk
değil birbiriyle bağlantılıdır.
1918, 1920’DE EMPERYALİST GÜÇLERİN ÇİZMİŞ OLDUĞU SINIRLAR
ÇÖKMÜŞTÜR
1917 Sosyalist devriminden sonra
Lenin Çarlık Rusya’nın da altına imza koyduğu
gizli anlaşmaları açıklamıştır. Bunun içinde
Kürdistan, Ermenistan olmak üzere Orta
Doğu’nun paylaşılması vardı. Sykes-Picot
antlaşması savaşın içinde 1916 yılında İngiltere,
71
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
proleter devrimler çağı açıldı. Tekelci kapitalizm
tarihin ilk ve en büyük darbesini yedi. Sosyalist
devrim ortaya çıkmasıyla dünya siyaseti iki
kutba bölündü. Bütün politik, ekonomik
meseleler sosyalizm ve emperyalizm çatışması
ve bakış açısı üzerinden değerlendirilmek
zorunlu oldu. Ezilen ulusların kurtuluşu yolu da
ortaya çıktı. Emperyalist dünyayı yeniden
paylaşmak için savaşa tutuşmuşlardı, ama
kayıpları büyük oldu. Orta çıkan komünizm
cephesine karşı, tekelci dünya burjuvazisi var
gücüyle konumlandı. Sovyetlerin emperyalist
devletleri ortadan kaldırma durumu yoktu,
olamazdı da. Emperyalizm kendi geleceği için
anti-komünizm cephesini yaratma politikasını
esas aldılar. Komünist devrimle dünya siyaseti,
ekonomik dengeleri, pazar paylaşımı bu şartlar
içinde oluştu.
Fransa, Rusya arasında imzalanmıştır. Rus
Çarlığı Sosyalist Bolşevik devrimle tarihe
gömüldü, ama İngiltere, Fransa ve savaşın
galipleri bu anlaşmayı dikkate alarak Orta
Doğu’da sınırların çizilmesi, hakimiyet
alanlarının paylaşılmasına bağlı kaldılar.
Savaşın galipleri olan haydut devletler
1920’de San Remo (İtalya kenti)’da konferans
yaptılar. “Kendi kendine ayakta duramayacak(!)
halkların gelişimi için(!) kutsal koruyuculuk
oluşturmak zorunlu” deyip sömürgeleştirdikleri
coğrafyayı paylaşamaya koyuldular. Orta
Doğu’da kurulacak manda devletlerin sınırlarını
Milletler Cemiyeti’nin oluşturduğu komisyon
belirleyecek ve taraflar kabul edecekti. İşin
özeti; bütün sınırları müttefik emperyal haydut
devletler belirleyecek sömürge ve bağımlı
yarı-sömürge devletler bu sınırları kabul edeceklerdi. Sykes Picot’a uygun davranıldı, sınırlar
çizildi. Petrol alanları paylaşıldı. Ezilen uluslara
kölelik, onursuzluk dayatıldı. 1920’deki San
Remo antlaşmasıyla Suriye ve Lübnan Fransa,
Filistin, Irak ve Türkiye İngiltere’ye bırakılmaktaydı. İngiltere, İran ve bütün körfez ülkelerinde, Kızıl deniz, Basra körfezi üzerinde
denetim kurmuş Hindistan deniz yolunu
güvenceye zaten almıştı…
Ne oldu? Rusya, Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı -ve bir dizi küçük
kralcıklarda dahil- gibi monarşiler tarih
sayfalarına gömüldüler. Avrupa’da 19. yüzyılda
(1689 ile 1871 arasında) tamamlanmış olan
ulusal bağımsızlık Doğu’da sosyalist içeriğiyle
ortaya çıktı.
Ulusal kurtuluşçuluk artık
dünyanın bütün uluslarının gündemine girdi.
Wilson ilkelerini bu tarihi engellenemez koşullara uygun düşünmek gerekir. Bununla birlikte
bir avuç sanayileşmiş devletin, bağımlı, ama
görüntüde bağımsız ulus devletlere hükmedeceği bir dönem de girilmişti.
1909’da kurulan İngiltere-İran petrol
şirketinin 1912’den beri ihraç ettiği petrol de
İngiltere’nin payı %51’dir. Aynı şekilde Irak
petrolü de -Kürdistan’daki Musul – Kerkük
petrolü –İngiltere’nin kontrolü altına alınmıştı.
Böylece savaştan yenilgiyle çıkan Almanya’nın
savaştan önce elinde tuttuğu imtiyazları ve
payları da İngiltere’nin eline geçti. Emperyalist
haydut devletler dünyayı yeniden paylaşmak
için savaş başlattılar. Bu savaşın içinde taraf
olan Rus Çarlığının hakimiyeti altında 16 ulus
50’den fazla azınlıktan işçi sınıfı, emekçi köylü
halk kitleleri sosyalist devrimi yarattılar. Ulusal
prangalardan kurtuldular. Kapitalist–feodal
sömürüyü sonlandırdılar. Böylece tarihte
Fransa, İngiltere gibi devletler Orta
Doğu’ya (1914-18) savaşı sonrası tamamen
yerleşmeleri bu tarihi şartlarda gerçekleşti.
Orta Doğu devletlerinin sınırları emperyalist
güçlerce çizilmiştir. Eğer bu egemenlik olgusu
gelişimi içinde anlaşılmaz ise bugün devam
eden çatışmalar anlaşılamaz. Komünizm dışında kapitalizm yolunda yürüyen ulus devletlerin
emperyalizmden bağımsız olmayacağı temel
Leninist bilimsel gerçeği asla unutmayalım.
Türkiye, İran, Mısır gibi bağımsız ülkeler
72
Devrimci Halkın Günlüğü
oluşturulurken 1920’de paylaşılan Orta
Doğu’daki diğer manda rejimler aşamalı olarak
“bağımsızlık” kervanına katıldılar.
Bu arada 1914-18 savaşı içinde Ermeni
ulusuna soykırım yapıldı. Osmanlı- Almanya
ortaklığıyla Ermeniler soykırıma uğradı,
azınlıklara katliamlar yapıldı. Kalan Ermeniler
topraklarından sürüldü. Çizilen sınırlar içinde
yok sayılan Kürt ulusu ve onlarca milliyetten
azınlıklar imha, inkâr ve asimilasyona uğradı.
Emperyalist güçler sadece Arap
ulusunu parçalara bölmedi denetimi altındaki
bu devletleri birbirine karşı savaştırdı. Çatışma
ve çelişkileri sürekli canlı tuttu. Dini farklılıkları
çatışmaların gerekçesi haline getirdi. 1920’de
Orta Doğu’da feodal üretim biçimi hâkimdi.
Sınırlı ülke dışında henüz kapitalizmle
tanışmamışlardı. Feodal çok başlılığa yaslanan
emperyalizm, aşiretsel, hanedan ailelere, dini
cemaat ve tarikatlara dayandı. Çıkarlarına
uygun krallıklar oluşturuldu. Bu nedenle neredeyse bütün kralların başa getirilme törenlerinde İngiliz, Fransız subayları vardı. İşbirlikçiler halen o utanç fotoğraflarıyla iftihar ediyorlar. Bu krallıkları ortaçağın mutlak monarşileriyle karıştırmamak çok önemlidir. Adı üzerinde
mutlak; yani monarkın üzerinde başka bir güç
olamazdı.Tanrının yeryüzündeki olan monarklar güçlerini koruyamazlarsa tarihe karışırlar
yerine başkası geçerdi. Fakat 20.yüzyılın başında ortaya çıkan ve sosyalizm dışında hiçbir güç
ve sistemin ortadan kaldıramayacağı emperyalizmin denetimindeki monarşilerin sadık birer
köpek oldukları açıktır.
Demek ki işbirlikçi monarşilerin-Krallık,
Emirlikler v.d tanrısı emperyalizmdir. Bu
anlamıyla modern dünyanın, demokrasinin
temsilcisi olduğunu haykıran tekelci dünya
burjuvazisinin nasılda en gerici feodal sınıflara
dayandığını anlamak için Orta Doğu’ya bakmak
yeterlidir.
2014 - KASIM - SAYI: 2
ORTA DOĞU’DA İNKÂR EDİLEN ULUS,
ÇİZİLEN HARİTALAR VE BİTMEYEN SAVAŞ
Burjuva tarihçiler ve siyasetçiler sadece
var olan devletler üzerinden Orta Doğu’yu
konuşurlar. Kürt ulusunu inkâr ederler. Bu siyasi
yaklaşım kesintisiz devam etmiştir. Bugün dört
parçada 45 milyona yaklaşan nüfusuyla Kürt
ulusu bu yüzyıllık inkâra sürükleyen ekonomik
temeli ve siyasi yapıları çok iyi kavramalıyız.
Aksi taktirde Kürt ulusunu prangaya vurulmasını, inkar edilmesini emperyalizmden
bağımsız düşünmeye devam ederiz. Ki bu
anlayış teorik olarak temelsiz, politik olarak
içeriksizdir. Bütünlüklü olarak da stratejik
hatayı işaret eder.
Filistin ile İsrail’in savaşı 1948’den beri
sürmektedir. Kürdistan –Kürtlerin dört
devletteki düşmanlarıyla savaşı 1919’dan beriöncesini saymıyoruz sürmektedir. Orta Doğu’da
emperyalizmin prangası altında kanamaya
devem eden ulusal özgürlük sorunu devam
ediyor. Filistin’i; Lübnan, Ürdün, Suriye, olarak
bilmeleri o toprakları – Arapların-Filistinlilerin
toprağı, yurtları olmaktan çıkarmıyor. 1917
sosyalist devrimiyle Orta Doğu’da gelişen ulusal
kurtuluşçuluk fikrini emperyalizm çok başlılık,
çok parçalı, feodal güçleri denetim altına
alarak, devletler oluşturarak demokratik ulusal
kurtuluşçuluğu sakatladı; prangaya vurdu.
Çünkü emrindeki monarşilere bağımsız devlet
dediler.
Orta Doğu sınırlarının çizilmesinden
bahsettik. Kürdistan Orta Doğu’nun kalbindedir. Demek ki Kürdistan’ı dört parçaya bölen
emperyalist haydut güçlerdir. San Remo ( İtalya
kenti) 1920’deki antlaşmayla Milletler Cemiyetinin ilgili komisyonu sınırları belirledi. Özünde
emperyal devletler Orta Doğu’ya fiili olarak
yerleşmişlerdi. Fiili olarak ortaya çıkmış ve
tamamlanmış hakimiyet sadece haritalarla
kaydı geçirildi. Siyasi yapılar sınırlarla
73
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
resmileştirildi. Çünkü sınırları savaş ve ordular
belirlemişti. İstanbul’a yerleşen, Irak ve Kürdistan’ı sömürgeleştiren İngiltere; Suriye,
Lübnan’a yerleşen Fransa hem devletlerin
yapısına, hemde sınırların nasıl çizileceğine
karar verdiler. Böylece Irak, İran, Suriye, Türkiye’nin devlet sınırları belirlendi. Yok sayılan
Kürdistan, sömürge devletleri olan Irak, Suriye,
İran ve Türkiye gibi kukla devletler arasında
bölüştürülmüş oldu. İngiltere Güney Kürdistan’ı, Fransa Batı Kürdistan’ı fiili olarak kendi
ordularıyla baskı altına aldı. Bu durum 1946’da
emperyalistlerin çekilmesine kadar devam etti.
Türkiye ve İran gibi kukla devletlerin aracılığıyla
Kuzey ve Doğu Kürdistan denetim altına alındı.
Kürt ulusu üzerinde emperyalizm çağına özgü
iki ulusal baskı türü ortaya çıkmış oldu.
devletler aracılığıyla dolaylı olarak kendi
emrindekiler aracılığıyla ulusal baskı uyguladılar. İran ve Türkiye’nin uyguladığı ulusal
baskı türü Orta Doğu’nun 1920’de belirlenen
ekonomik-siyasi
yapısıyla
doğrudan
bağlantılıdır. Kürt ulusunun iki yarısında iki
ulusal baskı türünün uygulanması Kürt ulusal
sorunun özel yanını oluşturmaktadır.
1) Emperyalist güçlerin doğrudan sömürgeleştirdiği ülkeler-devletler de başka ulusları
-ulusu- baskı altına almak ulusal baskı uygulamak. Örneğin; Irak, Suriye birer sömürgeydiler,
ama Kürt ulusu bu devlet sınırları içinde ayrıca
ve katmerlice ulusal baskı altına alındı. 1919’da
Şeyh Mahmut Berzenci isyanında Kürt halkına
İngiliz Kraliyet Kuvvetleri saldırdı ve binlerce
yurttaşı katletti. İsyan ezildi. 20.yüzyılda ilk
zehirli gazı İngiltere Kürt halkına kullandı ve
binlercesini katletti. Keza Batı Kürdistan’da da
Kürt ulusal hakları inkâr edilerek Fransa tarafından denetim altına alındı.
İngiltere sömürge kertesine düşmüş
Osmanlı’nın merkezi olan İstanbul’da otururken ve ordusunu lav edip denetim altına
almışken, yine denetim altında olan m. Kemal
ve milis çetecileri Topal Osman’larla Qoçgeri
(Koçgiri) (1920-1922) Kürtlerin katledilmesine
onay vermiştir. Bu gerçekte Orta Doğu’da
oluşturulan siyasi yapı, denge ve paylaşımla
bağlantılıdır. Aynı İngiltere Güney Kürdistan’da
Şeyh Mahmud Berzenci ayaklanmalarını
(1919-1932) İngiliz hava ve kara gücüyle
ezmiştir. Aynı tarihlerde aynı İngiltere sömürge
gibi yönetti İran da ayaklanan Simko’nun katledilmesi ve isyanın bastırılmasının ortağıdır.
Daha sonra özellikle Kuzey Kürdistan’da Türk
devletinin (1920-1938 arası) yaptığı soykırım
emperyalizmin Orta Doğu ve Kürdistan politikalarından bir an bile bağımsız düşünülemez.
2) Bağımsız gözüken ama ekonomik, siyasi ve
politik olarak emperyalizme bağımlı devletler
aracılığıyla ulusal baskı uygulanması sonucu
Kürdistan dörde bölüştürüldü. Batı ve Güney
( Suriye ve Irak devlet sınırlarında) parçalarında
Irak ve Suriye sömürge devletleri Kürtlere
ulusal baskı uygularken, Kuzey ve Doğu
parçalarında yarı-sömürge bağımlı kukla
devletler Kürtlere ulusal baskı uyguladı. Bir
bölümünde emperyalist güçler doğrudan kendi
güçlerini kullandılar. Siyasi iktidarın başında fiili
olarak yer aldılar. Diğerinde ise bağımlı
Kürdistan’ı bütünlüklü düşünmek ve
emperyalizmin Orta Doğu hakimiyetine bağlı
olarak Kürdistan’ı bütünlüklü düşünmek zorunludur. Ancak o zaman sınırları çizilen, siyasi
yapılarına şekil verilen, petrol zenginliğine el
konulan Orta Doğu’da –genel olarak dünyadaulusal baskının emperyalizmden bağımsız
uygulanamayacağını anlamış oluruz.
Emperyalistler Sovyet devriminde iç
savaşta halka karşı suç işleyen, katliamlara
katılan, sosyal devrimcilerin devrim mahkemelerinde yargılanmalarına bile müdahil olurken
Türk devletinin Qoçgeri,Şeyh Sait, Ağrı, Zilan,
Dersim’de yaptığı soykırımdan haberi yoktu
denilemez. ABD ve İngiltere basınında
74
Devrimci Halkın Günlüğü
Şeyh Sait, Dersim, Ağrı isyanın onlarca kez yer
aldığını hatırlatalım. Haberlerin yanlı ve Türk
devletini destekler içerikte olmasının anlamı
izlenen siyasetin doğrudan ifadesidir.
Diğer taraftan Orta Doğu’da mutlak
hakimiyet kuran, devletler oluşturan, Kürdistan’ı dörde bölen ve sınırları belirleyen
emperyalizm elbette Kürt ulusuna uygulanan
baskı ve inkarın doğrudan sorumlusudur.
Gerek İran, Türkiye gibi bağımsız
devletler gereksede 1946’dan sonra bağımsızlık
kazanan Suriye, Irak ( Irak’ta 1932’de bağımsızlık ilan edilse de fiili değişen bir şey
olmamıştır.) devletlerin ortak özelliği emperyalizme bağımlı sömürge –nitelikte deanti-komünist faşist olmalarıdır. Öte yandan
Kürt ulusuna ve çeşitli azınlıklara, çeşitli dinlere
inan topluluklara baskı uygulamalarıdır. Bu
devletlerin hiç biri kendi sınırlarını belirlememişlerdir. Türk devleti gibi Suriye, Irak, İran
devletleride inkâr ve asi- milasyonu esas
almışlardır. Tek ulus, tek dil, tek din, tek bayrak,
tek vatan sloganlarıyla ifadesini bulan
milliyetçi, ırkçı ideolojiye sahiptirler. Türk devleti; Türk ulusu, Türk dilini, Türk bayrağını hâkimiyetine aldığı İslam dinini ve uzana bildiği her
yeri Türk vatanı olarak görür. Aynı şekilde
İran’da her şeyi Fars ulusu, Fars dili, Fars
bayrağı, Şii dinini esas alır. Irak ve Suriye’de ise;
Arap ulusu, Arap devleti, Arap bayrağını ve
Arapların birliğini, İslam dinini esas alır. İran’da
Fars milliyetçiliği Şii’likle harmanlanmış hakim
sınıf ideolojisidir. Irak, Suriye’de Arap
milliyetçiliği Sünni İslam’la harmanlanmıştır.
Suriye’de Nusayrilik densede pek gerçekçi
değildir. Türkiye’de de tek millet (Türk) tek
vatan, tek din, tek bayrakla somutlaşan Türk-İslam harmanlanmasıyla şekillenen Türk
milliyetçiliği hakim sınıf ideolojisi olmaya
devam ediyor. Bu nedenle büyük mücadeleye
rağmen Kürtler ve diğer azınlıklar üzerindeki
asimilasyon ve inkar siyaseti çeşitli biçimlerle
2014 - KASIM - SAYI: 2
devam ediyor. Irak, Suriye’de Kürt ulusu ve
çeşitli azınlıklar üzerinde Araplaştırma siyaseti
güdülmüştür. Aynı şekilde Türkiye’de Türk
olmayan ulus ve azınlıklar Türkleştirilmesi;
İran’da Fars olamayan ulus ve azınlıkların
Farslılaştırılması
bütün
şiddetiyle
sürdürülmüştür. Neredeyse yüzyıl geride
kalmıştır. Dünya da nüfusu yüz binden az ulus
devletler vardır. 45 milyon nüfusa sahip Kürt
ulusu ise kendi devletini kurma hakkını kullanamıyor. Hemde bu uğurda yüz binlerce Kürt
halkının katledilmiş olması gerçekliğine
rağmen…
Emperyalizm Kürt ulusunun bağımsızlığını istemiyor. Çünkü 1920’de oluşturduğu
Ora Doğu dengelerinin bozulması işine gelmiyor. Fakat devrimci nesnel koşullar, toplumsal
gelişmeler monarşilere, inkar ve imha siyasetini
sürdüren faşist rejimlere meydan okuyor artık.
Irak, Suriye petrol ve gaz rezervlerinin
önemli oranı Kürdistan topraklarındadır. 21.
yüzyıldayız ve halen Musul-Kerkük-Bağdat
petrolleri konuşulmaktadır. 1920’lerde de
İngiliz-Amerikan, Fransız petrol tekelleri Orta
Doğu’daydı. Günümüzde de oradadırlar.
Unutulmaması gereken yan ise ABD ve emperyalist bloklar Orta Doğu’da yarı-sömürgelerde
genel bir politika olarak benimsenmiştir.
1950’den sonra askeri darbeler yolu ile rejimleri düzenlediler. İran (1953), Mısır (1952), Irak
(1958), Suriye ( 1961,63,1970) Türkiye
(1960)’ta yapılan askeri darbeler tekelci burjuvazinin yarı-sömürgelerdeki faşist siyaseti ve
devletleri yeniden düzenleme operasyonudur.
Ayrıca faşizm, sosyalizm karşısında yenilgiye
uğradı (1945). Doğu Avrupa’da bir dizi halk
cumhuriyeti ortaya çıktı. Çin’de devrim oldu
(1949). Emperyalizmin baskısı altında olan
sömürgeler de anti-emperyalist cephe güçlendi. Ulusal bağımsızlık arzusu engellenemez
seviyede ilerledi. Sovyetlere artan sempatiyi
gelişebilecek komünist algıyı kırmak için
75
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
tamamen emperyalizm Orta Doğu’nun paylaşılmasında oluşturduğu temel ekonomik siyasi
dengeyle ilgilidir. Yeryüzünde dört parçaya
bölüştürülmüştür. Yüzyıldır varlığı inkâr edilen,
dili yasaklanan ve ulusal baskının iki çeşidi
uygulanan başka bir ulusal baskı türü ve ulus
yoktur. Buda Kürt ulusal sorununun özel yanıdır
ve dikkat edilmesi gereken diğer husus uluslar
ötesi niteliğe sahip olmasıdır.
emperyalist güçler GLADYO gibi örgütlenmelere gitti. Bağımlı ülkelere daha fazla sermaye
akıttı. İşbirlikçi sınıfları daha da kendine bağladı
ve halk düşmanı rejimleri güçlendirdi. İşçi sınıfı,
emekçi köylü halk kitlelerine karşı konumlandırılan savaş hükümetleri dünya genelinde
milyonlarca insanı katlettiler. Sovyetler yıkıldıktan sonra “artık darbeler rejimi kapandı”
demeye başladılar. Ama bu bir aldatmacadır.
ABD Mısır’da askeri darbenin sorumlusudur
( Ağustos 2013) . Emperyalizm çıkarları için
ihtiyaç duyduğu bütün yöntemlere baş vurur;
bütün araçları kullanır.
SURİYE’DE SÜREN İÇ SAVAŞ, BATI
KÜRDİSTAN DEVRİMİ
Tunus’ta patlayan, Kuzey Afrika, Orta
Doğu’ya yayılan halk hareketleri kimi
diktatörleri koltuklarından etti. Fakat emperyalizme bağımlı ekonomik, siyasi yapı, kukla
devlet biçimi varlığını koruyor. Ezilen sınıfların
eliyle proletaryanın önderliğinde halk iktidarı
kurulmadan halk demokrasisi inşa edilemez.
Dolayısıyla isyan eden milyonlar henüz
özgürlüğüne kavuşmuş değildir. Hiçbir emperyalist rötuş, dekor değişikliği, aldatmaca düzenlemeler halkın özgürlük istemini bastıramaz. Bu
nedenle Mısır’da sığındıkları Müslüman
Kardeşler emperyalistlerin derdine çare
olamadı, ABD’nin Türk ordusu gibi en fazla
yardım yaptığı Mısır ordusu darbeyle ( Ağustos
2013) yönetimi ele aldı. İlk saldırıda 600’den
fazla Mısırlı yurttaş katledildi. Askeri darbe
Müslüman Kardeşler’e değil, özgürlük, eşitlik iş
ve gelecek için sokakları zapt eden Mısır ezilen
sınıflarına yapılmıştır. Fakat şu da açıktır ki
kaybedecek bir şeyi kalmayan Mısır halkı faşist
generaller rejimine de direnecektir.
Kürt ulusu sadece 1919 ile 1938 arasında sadece dört parçada katledilip soykırıma
uğramakla kalmadı; Günümüze kadar dört
parçada katledilmeye devam edildi. ABD’nin
sadık uşağı Saddam Hüseyin diktatörlüğü
Güney Kürdistan’da kimyasal kullandı. Soykırım
harekâtı başlattı. Enfal soykırımında (1987-88)
Dünya İnsan Hakları verilerine göre 200 000
Kürt katledilmiştir. Enfal soykırımını dünya da
konuşan var mı?!
ABD ve AB gibi emperyal güçler Türk
devletinin Kürt ulusuna karşı sürdürdükleri
savaşı tereddütsüz desteklemektedirler. ABD,
Avrupa emperyalistleri Kürt bağımsızlık
savaşını “terörizm” olarak nitelemektedir. Doğu
Kürdistan ulusal hareketin liderlerinden Qasimlo, Şerefkandi, Komela ve Fedain gibi ulusal ve
devrimci örgüt liderlerinin, Sakine Cansızların
siyasi suikastlarla katledilmeleri tesadüf
değildir. ABD’nin büyük planlamasıyla Abdullah
Öcalan’ın Avrupa’dan çıkartılıp Türk devletine
teslim edilmesi de bu temel hakikatten ayrı
değildir.
Halkın özgürlüğü ancak halkın iktidarıyla sağlanır. Ders çıkarmalıyız. Kendiliğinden
ortaya çıkan halk hareketleri Komünist Parti
önderliği olmadan halk iktidarlarıyla sonuçlanamaz. Bu temel Marksist-Leninist-Maoist
ilkedir. Emperyalizm çağında Komünist Parti
dışında hiçbir önderlik ne halkın çıkarlarını
korur, nede halkın özgürlüğünü sağlayacak
Kürt ulusuna karşı savaşta ABD anlık
istihbarat, askeri teknoloji, eğitim ve dünya
ölçeğinde siyasi desteğin Türkiye ve diğer
devletlere sunmaktan geri durmadı. Bunun
nedeni:Kürtlerin ulusal baskı altına alınması
76
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
IŞID çetesini desteklemeye devam etmektedirler. Şengal’de, Rojava’da binlerce Kürt
Suriye’de, Irak’ta bilerce Arap vd. halklar katledildi. Suriye’de iç savaşta binlerce yabancı
savaşmaktadır. Bu emperyalizmin ne derece
barbar, ne derece dünya gerici - feodal,
tarikatçı- güçlerin denetimi altına aldığının da
göstergesidir.
halk iktidarının kurulmasına önderlik edebilir.
Bu nedenle her türden küçük burjuva eğilim
yada ulusal burjuva akımların halkın özgürlük
amacına önderlik edemezler. Komünizm amacı
dışındaki bütün yollar tekelci kapitalizminin
sömürücü durağına varır.
Suriye’de 2011’den beri iç savaş sürmektedir. Arap ve çeşitli azınlık halkların Esad
diktatörlüğüne karşı isyan etmesinden emperyalizm yararlandı. Babadan oğla geçen Esad
diktatörlüğüne karşı ortaya çıkan harekete
faşist rejim başta silahla karşılık verdi. Binlerce
yurttaş katledildi. Halk hareketi; Mısır’da ki gibi
daha barışçıl şekilde gelişmedi. Halk sokaklarda
protestolara başlayınca kurşun yedi. Süreç
Suriye’de iç savaşa evrildi. Emperyalist güçler
büyük hesaplarla sürece hızla dahil oldular.
Başta Türkiye, Katar, Afganistan, Suudi
Arabistan, Mısır ve çeşitli körfez ülkelerinde
devletlerin gözetiminde dinci örgütler, tarikatlar, cemaatler ve emperyalist güçlerin
istihbarat örgütleri iç savaşa savaşçı sağlamaktadırlar. Bu derece çarpıcı, yıkıcı ve genel bir hal
alan talan ve yıkım savaşı denilebilecek durum
yenidir ve üzerinde durulmaya değer.
2012’de Kürtler yüzyıllık ulusal prangaya son verdiler. Batı Kürdistan’da çeşitli
örgütlerin önderliğinde kurulan ve fiili olarak
ulusal cepheye dönüşen halk kitlelerinin
katılımıyla Esad diktatörlüğüne son verildi.
Devlet kurumlarına el konuldu. Karakolları,
polis merkezlerini ele geçirdiler. 18 örgütün
içinde yer aldığı Yüksek Kürt Konseyi’ni oluşturdular. Öz güçlerine dayanarak halkın silahlı
güçleriyle ulusal demokratik yönetim oluşturdular. Eskiyi temsil eden yüzyıllık prangayı
temsil eden Esad rejimine son verdiler ve
yerine Batı Kürdistan ulusal demokratik yönetimini oluşturdular. Batı Kürdistan devrimi
yaşanan siyasi krizden kaynaklı çok kanlı
olmadı. Fakat bu devrimi korumak için çok kan
akacağını bilmek için uzman olmak gerekmez.Batı Kürdistan devrimi yenilgiye uğratılıp
ulusal yönetim dağıtılsa bile Kürdistan tarihinde gerçekleşen bu devrimi ortadan kaldırmaz.Tarihte ilk kez Batı Kürdistan’da ulusal
talepleri, siyasi amaçlarıyla, kendi dillerinde
eğitim gördüler, ulusal mahkemeler kurdular,
meclis ve seçime gitme çalışmalarına koyuldular. İlk defa halk bu ulusal demokratik burjuva
inşa sürecine silahlanarak katıldı.
Kuşkusuz Orta Doğu’da küçük bir ülke
olan Suriye emperyalist blokların adeta birbirini sınadığı alan haline gelmiştir. Libya gibi
hemen işgale girişmediler. İrili-ufaklı gerici
çeteci güçleri donattılar, unların çoğunluğu
dolaylı yada doğrudan IŞID’le birleşti yada ona
hizmet etmektedir. Bütün güçleriyle Özgür
Suriye Ordusu (ÖSO) gibi gerici, çetecileri silahlandırdılar. Para akıttılar. İçeride Esad’ı güçten
düşürmek, rejimi yıkmayı planladılar. Halkın
özgürlüğü ve kurtuluşu için değil, emperyalist
babaların emrinde Esad’a karşı savaştığını
söyleyen bu çeteler halkı katletmektedir.
Mallarını yağmalamaktadır. Çeşitli dinci, gerici
örgütlere ait bu çeteci güçlere en büyük silah,
para akışının Türk devleti üzerinden
sağlandığını artık herkes bilmektedir. Türk
devletinin silahlandırdığı ve sınırlarını açtığı
çeteleri –El Nusra ve bu gün IŞID eliyle- Kürt
halkına saldırıyor. Demek ki bu taşeron güçler
emirlere uygun kimi gösteriyorlarsa onlara
karşı savaşıyorlar. Hatırlanacağı gibi faşist Türk
devleti “Suriye bizim iç meselemizdir” demektedir. Amaçlarının Kürtleri ezmek, yok etmek
olduğu apaçıktır. Bu nedenle kafa kesen
77
Devrimci Halkın Günlüğü
Emperyalist destekli İŞİD ve diğer çeteci güçlere
karşı bugün de halen direnmektedirler. Adeta
bir var olma savaşı vermektedirler. Faşist Türk
devleti devrimi boğmaya çalıştıkça Sere Kani ye,
Suruç’a daha fazla mermi düşüyor. Sınırları
çizilmiş ve parçalanmış ulusun prangaları
parçalandıkça sınırlar anlamını yitiriyor. Kobani’nin direnişi dört parçada yankı buluyor.
Herkesi faşist çeteci güçlere ve devletlere karşı
direnmeye çağırıyor.
Suriye önemlidir, çünkü Suriye rejiminin yapısı Lübnan, Ürdün, Filistin, Türkiye, Irak,
İran, Mısır, İsrail’i etkilemektedir. Lübnan
Hizbullah’ının Suriye de Esad’ın yanında
savaşmasını bu yönlü düşünmek gerekir.
İster özerk, isterse bağımsız bir Batı
Kürdistan, Orta Doğu dengelerini etkiler. En
başta Türkiye, Irak, İran devlet sınırları içinde
olan Kürt ulusuna dayatılan ulusal köleliği
devam etmesi şartları artık kalmaz. Bu nedenle
de Batı Kürdistan devrimin boğmaya yönelmektedirler. Kürt ulusunun kendi devletini kurma
hakkı vardır. Bunu engelleyen her çaba gericidir, faşisttir. Batı Kürdistan devriminde halkın
silahlı gücü ile korunan biçim olarak ulusal
içerik olarak demokratik burjuva olan devrimi
küçümseyen anlayışlar hakim ulus burjuvazisine hizmet eder. Şayet sosyalistlik adı altında
yapılıyorsa sosyal şovenizmdir.
Faşist Türk devleti, İran, Irak devletlerini Batı Kürdistan devrimine korkuyla ve saldırganca yaklaşmasını bu tarihsel çerçevede
kavramak önemlidir.
KOMÜNİSTLER HER TÜRDEN BASKIYA KARŞI SAVAŞIR
Türkiye ve Kürdistan, Orta Doğu dünyadaki ekonomik, siyasi ve sınıfsal mücadele ve
çatışmalardan bağımsız değildir. Devrimci
kriz derinleşmeye devam edecek.
2014 - KASIM - SAYI: 2
Gezi parkı – Taksim- halk hareketinin ortaya
çıkışı ileri demokrasi naralarının yerle bir etti.
Komünist, devrimci hareketi de sarstı. Orta
Doğu’daki halk hareketlerinin Komünist önderlikten yoksun oluşu üzerine yığınla yorum ve
tespitler yapmakla meşgulken, patlayan halk
hareketine önderlik edebilecek kapasitede
olmadığımız açığa çıktı. Kendi eksiklerimizi
gidereceğimize yöneleceğimizden kuşku duyulamaz. Çünkü devrim amacımız var ve devrimci
halk kitlelerinden öğrenmesini bileceğiz. Bu
anlamıyla Orta Doğu’nun kalbinde yanan ateşin
bir parçasıyız. Kaypakkayacı hareket Türkiye-Kuzey Kürdistan ( Kürdistan) devrim yolunu,
devrimin içeriğini, devrime düşman sınıfları
tanımlamıştır. Düşman sınıflar olan işbirlikçi
burjuvazi ve büyük toprak sahibi sınıflarının
saldırgan politikalarını sadece teorik olarak
mahkum etmekle değil, faşist düzenlerine karşı
devrimci savaş yürütme görevimiz vardır. Türk
devleti sadece Kuzey Kürdistan’da ulusal baskı
uygulamakla kalmıyor, silah, para, savaşçı
sağladığı IŞID ve diğer çete örgütleri Batı Kürdistan’a salıyor, Arap ve Kürt halkını katlediyor.
Yine ABD’nin onayıyla Güney Kürdistan’da
askeri güç bulunduruyor. Dağlarını bombalıyor.
Devrimimizin temel güçleri Türk, Kürt
ulusundan ve çeşitli uluslardan azınlıklardan
işçi sınıfı, emekçi köylülük, küçük burjuvazi,
geniş halk kitleleridir. Devrimin koşullarına
bağlı milli burjuvazinin sol kesimi de bu
cephenin içindedir. Devrimin temel güçü
arasında olan Kürt halkı Kuzey parçasında nasıl
diğer üç parçayı ilgilendiriyorsa aynı şekilde
Batı Kürdistan’da olan gelişmelerde aynı şekilde
Kuzey parçasını ve çeşitli uluslardan azınlıklardan halkımızı ilgilendirir. Bu ilgilendirme
dünyanın her hangi bir parçasında katledilen
halkın yanında olmamızdan farklı olarak
politik,siyasi, pratik görevler üstümüze yüklemektedir. Burjuvazi, büyük toprak sahipleri
sınıflarını ilgilendiren her toplumsal gelişme,
çelişki ve çatışma aynı zamanda proleter
78
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
etkileyebilen ülkedir Kürdistan. Bu nedenle
Orta Doğu’da parçası olduğumuz devrimci
koşullar içinde görevlerimizi yerine getirmeliyiz. Çeşitli ulus ve azınlıklardan işçi sınıfı,
emekçi köylülük geniş halk kitlelerini örgütlemenin yollarını açmalıyız. Proletaryanın bayrağı
yalnız ve yalnızca halkın devrimci iktidarı için
dalgalanır. Bu nedenle bizim görevimiz sadece
baskılara karşı koyanları desteklemek değil, en
ortada baskılara karşı savaşmaktır. Ulusal hareketlerin kendi burjuva amaçları vardır. Ezilen
sınıfların kurtuluşuna önderlik edemezler.
Komünist hareketin proleter amacı vardır.
Ezilen sınıfların kurtuluşuna önderlik edecek
yegane güçtür. O halde ne barış beklemek, ne
özgürlük ve kurtuluş beklemek, bütün gücümüz
ve yeteneklerimizle ezilen milyonların devrimci
savaşını geliştirmeye koyulmalı, kurtuluş
mücadelesine önderlik görevini yerine getirmeliyiz.
devrimci hareketide ilgilendirir. Anlaşıldığı
üzere Kürt ulusunun kazandığı her siyasal hak
diğer üç parçadaki faşist ( Türkiye, Irak, İran)
devletlerini endişelendirmektedir.Emperyalist
haydut güçler ise 1920’de oluşturdukları
sınırların artık hükmünü yitirdiğini gördüklerinden kuşku yoktur. Libya, Irak, Afganistan,Yugoslavya, Yemen, Sudan’a vd., demokrasi için ölüm
taşıyan, bomba yağdıran (!) aşağılık vahşi dünya
burjuvazisi çıkarlarına uymadığı yerde inkara ve
imhaya yöneliyor. Bu nedenle Kürtlerin
bağımsızlığını halen engellemeye devam etmektedirler. Çeteleri iş görmezse Suriye’yi de
işgal edeceklerdir.Pratik olarak görevlerimizi
yapmamız için üzerinde mücadele ettiğimiz
koşulları iyi kavramalıyız. Sınır boylarında
kurşunlanan halkımıza yapılan saldırılara karşı
durmak kitleleri örgütlemek, devrimci savaşı
geliştirmek görevdir. Sadece Kürt ulusal güçlerinin yürüttüğü politikayı değerlendirmek uzaktan seyirci kalmaktır.Komünist hareket yoksul,
sömürülen milyonları örgütlemek, bütün
saldırılara devrimci proleter anlayış tutarlılığıyla karşı durmak devrimci savaşı geliştirmek
zorundadır. Eğer Türkiye ve Kuzey Kürdistan’nın
karış karış toprağında iz bırakıp örgütleneceğiz
diyorsak; iddiamız varsa –ki bu tartışılamaz- o
halde sınırın hemen ötesinde katledilen, baskı
altına alınan, toplu imha tehlikesiyle karşı
karşıya olan halkımızı savunmanın devrimci
perspektifi olmalıdır.
Komünist hareket emperyalist güçlerin
çizdiği sınırlarla asla düşünmez. Bu anlamıyla
sosyal şovenizmle lekelenmiş her türden
misak-ı millici kutsayıcı anlayışlarla Kürt
ulusunu -Kürdistan’ı- parçalı haliyle kabul eden
görüşler hatalıdır. Toplumsal gelişmeler bu
olguyu apaçık hale getirmiştir. Böyle eksik
bakanlar aslında Orta Doğu’da devrimci
halkanın merkezinde toplumsal koşullarda
olduğumuzu da kavramaktan uzaktırlar. Çünkü
çelişkilerin en yoğun yaşandığı ve çeşitli uluslardan halkımızı çok çeşitli boyutlarıyla
79
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
ÖNDERLER VE ÖNDERCİKLER*
Öncünün, örgütlü bir yapı olarak
ülkemizde başlattığı sınıf mücadelesinin yirmi
ikinci yılının son aylarını yaşadığımız şu günlerde kendisini oldukça yoğun bir şekilde
meşgul eden olayların ardından esas savaş
rotasına girmeye başlarken, Tokat’ta şehit
düşen Merkez Komite’si üyesi Kazım Ekici
yoldaşın kaybı büyük bir üzüntü yarattı. Proletarya Partisi’nde Önder Kadro olarak uzun
yıllardan bu yana proletarya önderliğindeki
emekçi halkların kurtuluşu için çarpışan, öğreten, yol gösteren, yönlendiren bu yiğit
yoldaşımızın, yine yiğitçe yaşama bedenen
veda edişi Tay dağından da yüceleşirken
oldukça anlamlıdır da.
kenara çekilip, bireysel mutluluklarını ve
yaşamlarını öne çıkarmadılar. Bu nedenledir ki;
zaman geçirmeksizin onların yerlerini doldurmaya aday yetenekli unsurların uygun bir şekilde konumlandırılmalarına hız verilmeli ve
onların nasıl bir mirasa sahip çıkıp, ilerletmeleri
gerektiği izah edilerek önlerine somut ve açık
hedefler konulmalıdır. Şehitlerimizin feda
ruhlarının üstüne inşa edilecek, MLM bilimi ile
eğitilip, pratik mücadele içerisinde çelikleşecek
ve en önemlisi de mücadeleyi devraldıkları
noktalardan daha ilerilere taşıyabilecek bu
yoldaşların çizgiye ve şehitlerin anılarına
bağlılıklarını göstermelerinin zamanı çoktan
gelmiş bulunuyor.
Uzun süreli Halk Savaşı stratejisinin ilk
evresi olan stratejik savunma ( gerilla savaşı)
döneminin kendine has zorluklarını aşmaya
çalıştığımız bu günkü durumda, dönem
içerisinde “Taktik Taarruz”ları esas alarak
mücadeleye ivme kazandırma ve kitleselleştirme uğraşında böylesine değerli ve
tecrübeli kadroların kaybı kuşkusuz ki olumsuz
yönde hissedilecektir. Bugün, Faşist Türk Devleti’nin temellerinden sarsılmasına neden olan ve
gelecekteki zaferi müjdeleyen darbelerin
yaratılmasında önemli ölçüde emeği ve katkısı
bulunan böylesine değerli yoldaşlarımızın
eksikliklerinin yarattığı burukluk, hep varlığını
sürdürecektir.
Aksi halde, onların ileri mevzilere
taşımak amacıyla canını vermekten kaçınmadıkları kızıl sancağın zaman içerisinde tozlar
içerisine düşmesi kaçınılmaz olacağı gibi
onların ardından haykırılan intikam antlarının
ve bağlılık yeminlerinin gerçek anlamda hiçbir
değere sahip olmayacağı bilinç üzerine çıkarılmak zorundadır. Öncünün önderliği her ne
kadar bunu bugüne anlatmaya çalıştıysa da
bugünden sonra anlatmaya devam etse de
saflarda görülen her şeyi üstten bekleme
anlayışı yıkılıp altlardakilerin kaldırabilecekleri
en ağır yükü omuzlamak üzere öne fırlamayı
gerçeğe dönüştürmedikleri müddetçe, ne
gerçek anlamda çizgiyi kavrama ve bağlılıktan
ne de şehitlerin bıraktığı boşluğu doldurup
ilerleterek anılarına ve kavgalarına sahip
çıkmaktan bahsedilemez.Çünkü bu, en baştan
yaratabileceği değerleri yaratarak devrimci
mücadelenin ilerlemesine katkıda bulunmak ve
gerçek devrimci fonksiyon oynamak yerine
Ancak unutmamak gerekiyor ki; Onlar,
zaferin uğruna dökülecek kanların ve düşecek
nice değerli canların üzerine yükseleceği bilimsel görüşlerinin savunuculuğunu kendilerini
feda etmek zorunda kaldıklarında dahi bir
80
Devrimci Halkın Günlüğü
özünde kaba bir bencillik örneği olup hem
halka hem de şehitlere yapılabilecek en büyük
saygısızlıklardan biridir.
En zor koşullar içerisinde devrimin
gerçek yaratıcıları olan kitlelerle, kol kola, omuz
omuza zafer yürüyüşünü hızlandırmak amacıyla başta gerilla bölgeleri olmak üzere, bütün
mücadele alanlarında aktif faaliyet içerisinde
konumlandırılan önderlik yaralarını sararak
olumlu gidişatın kesintisiz sürdürülmesinde
kendi üstüne düşen fonksiyonu yerine getirmeye çalışırken, geriye kalanların konumlarının
gereklerini ve mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamayı görev bilmeyip sıradan sempatizanlar gibi
davranmaları bu nedenledir ki affedilmez bir
sapmadır.
Kazım yoldaşın şehit düşüşü Öncü
açısından en başta yukarıdaki soruna
yönelmeyi gündeme getirirken, birde yine
Öncü içerisinde cereyan edip Türkiye Devrimci
Hareketinin birinci gündem maddesi olan
olayların ardından Önderlik sorunu bir çok
yönüyle tartışılır bir konu oldu. Bu nedenle yeri
gelmişken aynı çerçeveye bağlı kalmak kaydıyla
sorunun birde bu yönüne şimdilik kısaca değinmek de yararlı olacaktır.
Öncüyü, son gelişmelerle birlikte
merkez nezdinde kitlelerden kopmak ve ne
yaptığı belli olmamakla suçlayan bir dizi yazı
anlayış ortalıkta dolaşır oldu. Bunlar Öncünün
ne kadar dikkatle izlenip, gözetlenme halinde
bulunduğunu göstermesi bakımından oldukça
önemli ve memnun edicidir. Çünkü diğer yanıyla bunlar Öncünün diğer dost ve devrimci
güçler olarak değerlendirilen yapılanmalarla
arasındaki ayrım noktalarının da ortaya çıkıp
iyice netleşerek kitleler tarafından da görülüp
anlaşılması bakımından ve öncünün kendisi ve
kitlesini eğitip yetiştirmesi bakımından da aynı
zamanda güzel bir eğitim aracıdır. Bu nedenledir ki; böylesi konular üzerinde yoğunlaşan
2014 - KASIM - SAYI: 2
tartışma ve polemiklerin tepkiyle karşılanıp,
kızılacak hiçbir yönü bulunmadığı gibi, tersine
hoş karşılanıp bilimselliğe dayanan ( yani somut
ve gerçekçi, yapıcı ) tartışmalara girilmelidir.
Ancak saldırı olarak nitelendirdiğimiz
anti-bilimsel bazı ithamlar mevcuttur ki bunları
da sessiz sedasız kabullenmek uygunsuz bir
durum olacaktır. Kendi hata ve eksikliklerine
sahip çıkarak bunları ifade etmekten çekinmeyen, yaptığı yanlışlıkları açıkça üstlenebilen ve
bunu gelişmesinin, yanlışlarından arınarak,
doğru yol, yöntem ve araçlarının ortaya çıkarılmasının en temel gereklerinden biri olarak
görerek devrimci hareketler içerisinde bu
yönüyle de arasındaki ayrım çizgisini belirginleştiren Öncüye yapılan bu saldırılar en azından
gerçeklere gözlerini kapatmak olarak nitelendirilebilinir.
Şimdi bahsi geçenlerin önderlikten ne
anladıklarını somut bazı göstergeler üzerinden
inceleyerek bu anti-bilimsel eleştirilerin sahiplerinin ne durumda olduklarına bakalım. Öyle
ya! Bu kadar ateşli ve ısrarlı bir şekilde çizgiyi en
olmadık bağlantılardan yola çıkarak –ki aslında
bunlar bağlantısızlıklardır¬- değerlendirilmeyecek kadar vahim (!) bir durumda can çekişir
vaziyette gördüklerine göre, demek ki bunların
iyi bir alternatifleri vardır (!). Eğer böyle bir
alternatifleri varsa doğal olarak o da uyguladıkları yöntem ve anlayışlar olacağından ( her
halde henüz uygulamayıp kendi tasarımları
olan düşüncelerden yola çıkarak bizi mahkum
etmeye çalışmıyorlardır.) bunlara bakmak
anlayışların ortaya çıkarılmasını da birlikte
getirecektir.
Lafta halkın gerçek önderlerini, yok sayarak
(bütün büyük dağları yaratmanın edasının da
üzerinde) burunlarını bulutlara sürecek şekilde
dik tutup görmezlikten gelerek sözüm ona
politika ürettiğini söyleyip kendilerince küçük
gördükleri tepeleri (!) ezmeye çalışanlar
81
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
unutmuş olacaklar ki (!)
Birileri; Proleter önderlik adına
komünizmin
ilkelerini,
devrimciliğin
anlayışlarını yok sayıp devrimcilik kıstaslarını
oldukça zorlar bir vaziyette öncünün ve halkın
sunduğu imkânları emperyalizme peşkeş çekip
kişisel menfaatler peşinde dört nala at koştururken!
Birileri; Yaptıkları insanlık suçunun
hesabının oldukça ağır olacağı düşüncesiyle
halkı, mücadeleyi ve nihayetinde önderliği bir
kenara bırakıp tanrıya, her dileğe girebilecek
herhangi küçük bir canlı olarak kendisini
yeniden yaratması için dualar edip, bunu kabul
etmesine yardımcı olmak için yan cebindeki
birkaç lüks lokantanın, şirketlerin, Avrupa’da ve
Türkiye’de dairelerin ve tabi ki kapısındaki
otomobillerin, halktan geldi hakka gider mantığıyla anahtarlarını gösterirken!!!
Birileri; Köylük alanlarda görev
yapmayı “kurbanlık koç”luk olarak değerlendirip, görev alanına gitmemek için MK ve hatta
Parti Üyeliğinden istifa ederek halka ve çizgiye,
dolayısıyla da o uğurda özel olarak o alanlarda
dökülen kanlara olan bağlılıklarını ortaya
koyarken!!
Birileri; Çözülmeyi ihanete vardırıp,
bugün aynı çizgide hareket edecek kadar
birbirlerine bağlılıklarını gösteren yoldaşlarını
yakalattığının hesabını vermeden “komünist
önder” ilan edilirken!!!
Birileri; Silahlı mücadeleyi göğüsleyemediğini samimice belirtmek yerine ( bu çizgiye
gerçekten inanıp, o doğrultuda faaliyet
yürütenler sözümüzün dışındadır) bu mücadele
biçimini geçersiz kılacak zorlama teoriler
doğurma sancıları içerisinde, kan revan
içerisinde kıvranırken!!!
Birileri; Lord’lar kamarasına giden
basamakları bir an önce tırmanmak için dün
“Önderlerimiz” dediklerine bu gün herkesten
çok küfür ederek Şövalyelerin yanında koltuk
hevesiyle soysuzlaşırken!!!
Birileri;
Derneklerde
Mao’nun
kitaplarından yaptığı alıntılarla bitmişliğini
gizleyememenin
utancıyla,
birilerini
gördüklerinde harflerin gözüne batmayacağını
bilmenin rahatlığıyla kafasını satır aralarına
sıkıştırmaya çalışırken!!!
Birileri; Hafifletici sebeplerden yararlanabilmek için, sözde “Önder eylem adamı”
olarak tabancayı çatıya, şarjörü tuvalete,
mermileri bodruma saklarken!!!
Birileri; Halka ve Devrimcilere karşı
giriştiği, karşı-devrimi güçlendiren kendi deneyimleriyle kontra-pratiklerini, önce “TC yaptı”
deyip daha sonra suçsuz insanları, Devrimci
savaşçıları nasıl kurşuna dizdiklerini sadistçe bir
zevkle anlatırken!!!
Birileri; Devletin gizleme taktiğine
uygun olarak Öncü’nün yaptığı eylemleri yayınlarında
yazdıktan
sonra,
Öncü’nün
savaşmadığının propagandasıyla kendilerine
taban yaratma uğraşına girerken!!!
Birileri; Kendi kötü geleneğine Öncü’yü
de alet ederek geçmişin intikamını alabilmek
için, esas düşmanı bir kenara bırakıp çalışmalarının odağına ona saldırıyı koyarken!!!
Birileri; Kendilerince gördükleri ideolojik-siyasi ve örgütsel revizyonu bilim adına genç
yaşların tecrübesizliğine bağlayacak kadar
ağabeylik hoşgörüsünü (!) politik inceleme ve
değerlendirme olarak piyasaya sürerken !!!
Şimdi de kalkmış önderlik türküleri söylüyor
82
Aslında bu türkünün es geçilen bir
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
mısrası vardır ki telaşın esas nedeni de budur.
Olasılık ve şanssızlık buya bahsi geçen tartışmalardan etkilenerek saflarında DEMOKRASİ
talebinde bulunacaklar çıkarsa devr-i alemin
artık bitmesi gerektiğini söyleyip kendi
içlerinde ki şövalyeleri tahtlarından indirmeye
kalkarlarsa bunların hali nice olur?!
Öyle ya; Halkta ve savaştan kopuk bir
şekilde yaptıkları şeyin önderlik olduğunu iddia
edenlerden bazılarının alıp iç yayınlarını da
inceledik, ancak ne yazık ki halkın ( hatta
ulusun) ve savaşın sorunlarını çözdüklerini
iddia edip başkaca yapılarada çok yönlü eğitim
vermek için hazır olduklarını, savaşmaları
şartıyla bütün imkanları sunacaklarını söyleyenlerin yayınlarında, boş verelim halkın eğitimini ve dönüştürülmesini ideolojik-siyasi-örgütsel çözümlemeler adı altında yazılıp
çizilenlerde kadro ve savaşçılara yapılan bir
yığın hakaret ve küfürden başka bir şey
bulamadık. Tek farklılığı (Köylü ağzından ) küfür
ve hakaretlerin bittiği yere parantez içerisinde,
“siyasi anlamda” yazılmasıydı.
İşte bütün mesele burada yatmaktadır.
Bir yandan bütün benliğiyle kendisini halka
adamış ve halkı kurtuluşa götürecek çizgi
etrafında örgütlenerek mücadelenin sıcak ateşi
içerisinde sürekli olarak yenilenmiş, bileylenmiş, gelişmiş ve geliştirilmiş bedenini toprağa
verinceye dek en zor dönemlerde, en zor
alanlarda savaşın, savaşçısının yanında bulunarak onunla ideolojisini, siyasetini ve yapısını
öğrenerek öğretmiş, paylaşmış, halka ve halk
içerisinde önderlik yapabileceği gerçeğini kendi
çalışma biçimine kadar indirgemiş, onun
eleştirilerinden korkmamış aksine sevinmiş
yani devrimin kitlelerin eseri olacağı tezini
doğru görerek özümsemiş ve onun hayatının
her alanını yansıtarak kendi yaşamını buna ve
mücadele şartlarına göre düzenlemiş ancak
bütün durumlarda halktan kopmamayı ilke
edinmiş bir önderlik.
Diğer yandan en kısa tanımıyla halkı ve
yapıyı kendine adamış bir öndercik. Halkın ve
yapının gerekli görüp, ihtiyaç duyduğu sorunlar
üzerine değil, kendisinin işlemek istediği konular üzerinde dönüp duran, bireysel kaygıları ve
menfaatleri peşinde koşturan, disipline bilinç
unsurunu öldürerek uyup, böyle bir yaklaşım
göstermeyi bağlılık, politikayı eleştirmeyeyeltenmeyi ihanet sayan ve kendilerinin dışındakilerden sadece “Evet başkanım, hemen önderim” sözlerini duymak isteyen, bunun olmadığı
anda hemen birkaç değerli yoldaşı hakkında
ölüm fermanı imzalamaktan çekinmeyen, yani
kendi yapısına verecek bir şeyi olmadığından
halka da sadece adıyla şanıyla bir diktatör
kazandırabilecek bir öndercik.
Her devrimci bu tipten sorunları ciddi
olarak düşünmek ve yorumlamakla yükümlüdür. Kendisine demokrasi uygulamaktan
yoksun bir hareket halka da sadece diktatoryanın yöntemleriyle yönelip, partinin menfaatleriyle, halkın menfaatlerinin çelişmesinin ne
derece boyutlu bir halde bulunduğunu izah
ettiğimizden, kendisine halk savaşçısıyım
diyebilen bilinçli unsurlar durumlarını gözden
geçirerek, belirtilen anlayışın ve buna bağlı
olarak sergilenen pratiğin proletaryanın hangi
anlayışına sığdırıldığını açığa çıkarmakla
mükelleftirler.
Bu önderciklere gelince, daha
kullanıldığı ilk anda barut’unu yitirmiş olan
böylesine kaba saldırılar düzenleyeceklerine
madem ki bu işi yapmakta ısrarlısınız, oturup
biraz daha ince politikalar yapmaya çalışın, hiç
olmazsa kendinizi teşhir etmemiş olursunuz.
Hoş karşılaşmadık hiçbir revizyon ve sapma
biçimi kalmamış bu halkın onunla da kandırılması zordur ya, yine de bir ihtimal işte.
Öncü, yöneltilen her türden saldırıyı alt
ederek sınıf mücadelesinin engin denizindeki
yüzüşüne devam etmektedir.Bu mücadelenin
83
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
hayatın her alanında yürütülmesinin gerekliliği
yakıcılığını sürdürmekte ve giderek keskinleşip
-çeşitlenmektedir. Bu gelişme ve çeşitliliklerden
korkacak olanların komünist olmayacağı gün
gibi açıkken, ideolojik ve siyasi sağlamlığın
güvenin kendinde görmeyenlerin gündemlerin
atmosferinin giderek derinleşmesi karşısında ki
bu haşin tavırların esas nedeninin belirtilen
temek zayıflıklardan kaynaklanan darlığın
ürünü olduğunu anlamak zor olmasa gerek.
--
Öncü, bu darlıklarını aşmak isteyenlerin başlatacakları mücadeleye omuz vermeye
hazırdır. Onların devrimci mücadeledeki ısrarlarını asılsız ve anti-bilimsel tezlere bağlı olarak
gelişen hareket tarzlarını değiştirmek için
samimice atacakları adımlarla gösterebilirler.
CÜNEYT KAHRAMAN
* Açıkça Muhalefet Kitabından
84
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
BÖLGESEL DEVRİM, DÜNYA DEVRİMİ,
KÖYLÜLÜK, TOÇKİZM
TEK TEK ÜLKELERDE ÖZÜNDE
DEVRİM OLANAĞINI REDDEDEN
“3.KONGRE” SOL LAFAZANLIKLA
MASKELENMİŞ SAĞ OPORTÜNİST
SAPMASI ÜZERİNE
Kapitalizm de tek tek ekonomilerin ve tek
tek devletlerin ekonomik gelişiminde eşit
büyüme imkansızdır. Kapitalizm de bozulan
dengenin geçici olarak yeniden kurulması
için sanayi de krizden, politika da savaştan
başka araç yoktur.
LENİN
“ 3. Kongre”nin “ bölgesel devrimlerin
zemini ortaya çıktı” anlayışını emperyalizm
çağında gelişmenin eşitsizliği yasasına uygun
olup olmadığını incelemek gerekiyor. Ayrıca
konumuzun başında belirtmeliyiz ki dünya
-bölgesel – devrim teorileri hiçte yeni değildir.
Posası çıkmış, tarihin çöplüğüne gitmiş
düşünceleri süslü kavramlarla parlatıp yeniden
piyasaya sürmek oportünizmin karakteristik
özelliklerindendir. Günün oportünistleri eskimiş malları parlatıp yeni diye satan sahtekâr
tüccarlar pozisyonundadırlar. Fakat eskimiş
malı parlatsalar da ömrü uzun sürmez.
Gerçekler açığa çıkar. Bütün oportünistler kendileri en sıkı Marksist, Leninist, Maoist
olarak sunarlar, ama gerçekte onları çarpıtmaktan başka bir şey yapmazlar “ 3. Kongre” nin
genel teorik çizgisinin acayip çarpıtmalar
olduğu ve hiç olmadık kadar sol lafazanlıkla
kendisini maskeleme çabası vardır. Onlara kalsa
tabi ki kendileri ne Kautskyci, ne de Troçkistler,
, ama söylediklerinin ideolojik, siyasi, politik
içeriğine baktığımızda oportünizm bataklığında
kokan ne varsa eline almaktan kaçınmamışlardır.
Özünde sağa sapanlar sol lafazanlıklarla
gerçekleri
sonuna
kadar
gizlemeyi
başaramzalar.“ 3. Kongre” nin “ tamamen bilimselci” oportünistlerin yarı Troçkist, ikinci enternasyoalci Menşevizm damgası taşıyan anlayışına ışık tutacağız. Tekrar etmekten sakınmayacağımız vurgulardan birisi şudur : “ 3. Kongre”
genel teorik stratejik ve Marksizm – Leninizm Maoizm ideolojisi bakımından İbrahim Kaypakkaya çizgisinden sağ bir sapmadır. “3. Kongre”
nin sağ ideolojik özünü yeterince kavramayan,
Partimizin 42 yıllık geçmiş çizgisine olan güvenle sol lafazanlıkla ileri sürülmüş keskin Kaypakkayacı, keskin “komünist” sloganlara aldanarak
“3. Kongre” yi Marksist – Leninist – Maoist ve
komünist olarak görmesi doğru değildir. Proletarya diktatörlüğüne “ yeni” bir tanım getirip
reddedenler komünist değil olsa olsa
Kautsky’inin çapsız öğrencileri olabilirler. Ama
Kautsky bir döneme kadar saygın otoriteye
sahipti… “ 3. Kongre” teorisyenlerinin ne yazık
ki ne böyle bir derinliği ne de yarattıkları bir
düşünce söz konusudur. Ama ne olursa olsun
Türkiye – Kuzey Kürdistan devrim tarihine
oportünist leke bırakan bir eğilim – akım –
olarak geçtiler. Meydanı boş bulan ve kalemin
büyüsüne kapılan bu pek yaman “ nitel aşama”
yaratan küçük burjuva sosyalistlerinin devrimci
işçi sınıfına, Komunist Partisine önderlik
edemeyecekleri açıktır. Pürüzsüz sosyalist
demokrasiyi “ proletarya ve emekçilerin
85
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
devletiyle” kuracak ( !) olan mülteci oportünistlerin gecikmeden legal parti bataklığında “
sosyalizmi” burjuva parlamentoda arayacakları
apaçık değimlidir?! Söylediklerimiz iyi not
edilmelidir! Çünkü her türden oportünist
eğiliminden beslenen ve Partimize ideolojik
dönüşüm dayatan mülteci oportünistlerin
başka yürüyecekleri yol yoktur.
İki yol vardır : Ya proletaryanın devrimci amacını esas alan komünist yolu, yada
Troçki’yi, Kautsyk, Hocacılığı güncelleyen ve
burjuva sınıf işbirliğinin teorisini yapıp, tasfiyeciliği dayatan yolda yürünecek. Bizler ilkesiz
mücadeleyi benimseyen mülteci revizyonizmin
teslimiyet çizgisini temsil ettiğini tespit ettik.
Yirminci yüzyıl sosyalizm mücadelesi
deneyimleri öğretmeye devam ediyor. Lenin’in
Rusya’da gerek sosyalist devrimden önce, gerek
sosyalizmin inşa sürecinde ikinci enternasyonalcilere, Troçkistlere, ikinci enternasyonalcilerin Rusya’da ki temsilcileri olan Menşeviklere
ve diğerlerine karşı mücadele ettiler. Troçkistler
devrim mücadelesinde ve sosyalizmin inşa
edilmesi
sürecinde
köylülüğün
rolünü
yadsıdılar. Onlar için köylü yoktu. Köylülüğün
atlanması düşüncesini sürekli savundular. Güya
onlar saf işçi devletini kuracaklardı. Proletaryanın devrimci sınıf mücadelesi Troçkistleri ve
cürümlerini sadece Sovyetler de yalanlamakla
kalmadı işçi sınıfının ideolojik önderliğinde
temel gücün köylülükten oluştuğu Çin’de de
devrim zafere ulaştı. Çünkü işçi- köylü ittifakı
devrimin zafere ulaşması için atlanamaz sınıfsal
olguydu.
Lenin kapitalist Rusya’ da proletaryanın
önderliğinde işçi-köylü ittifakıyla devrimci
iktidarın, genel anlamda ise tek tek ülkelerde
devrimin başarıya ulaşmasının mümkün
olduğunu analize etti. Bu perspektife karşı,
Troçki sıçramalı bir dünya devrimi ; yada Avrupa’da devrim olmaksızın Rusya’da devrimin çok
geçmeden yıkılacağı kaçınılmazdır teorisini ileri
sürüyordu. Bununla da yetinmiyordu. İşçi
sınıfının köylülükle savaşacağını ileri sürüyordu.
Troçkistler işçi – köylü devrimci ittifakını ret
ediyorlardı. Onlar bu gayrı Marksist teoriyi
savunduklarında Çin’de Komünist Parti yeni
kurulmuştu. Kapitalizmin hakim olmadığı
büyük bir ülke de ; köylülüğün toplumun ezici
çoğunluğunu oluşturduğu Çin’de köylülük
devrimci rolünü oynadı. Ve komünizm perspektifiyle işçi sınıfının devrimci yolundan ilerledi.
Bugün Maoist Partiler önderliğin de Hindistan,
Nepal, Filipinler vd. Marksizm – Leninizm –
Maoizm’in devrimci perspektif işçi – köylü
ittifakı üzerinde yükselmeye devam ediyor.
Troçkistler ve onların yeni versiyoncuları olan
Hocacılar bu Troçkist teorileri sahiplendiler.
Sosyalizmin yaşanmış tarihini yok saydılar.
Halen de devrim mücadelesin de köylülüğün
oynayabileceği rolü inkar etmeye devam etmekteler. Bu Troçkist kafalar emekçi köylülükten bahsetmeyi adeta kendilerine ihanet gibi
görmektedirler. Hocacı akımcılar “ emekçiler”,
“ezilenler” kavramlarına sarılmaktadırlar.
Onların devrim perspektifinde işçi- köylü
ittifakı, proletaryanın önderliğinde işçi-köylü
devrimci iktidarı yoktur. Onlar “ işçi-emekçi
iktidarı” kuracaklarmış.
Mao’yu açıktan ret etmeyen Maocu
görünümlü yeni Hocacı “3. Kongre” bu
“işçi-emekçi iktidarı” nın önderliğini küçük
burjuvaziyide ortak ederek komünizm
yürüşünü sürdüreceğini belirtiyor.
Ekonomik olarak küçük burjuva
sınıfının kendi içinde burjuvaziyi ürettiğini
analiz eden Marksist ustalar yanılmış olmalıdırlar ki … “3.Kongre” oportünistleri küçük burjuvaziyi sosyalist devrimi, sosyalist devlet
düzenine önderlik edecek bir sınıf seviyesine
çıkarmıştır.
86
Bu başlı başına Marksizm, Leninizm, -
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
Maoizm’in reddidir. Bugün ülkemiz de geçimlik
üretim yapan, her geçen gün daha da yoksullaşan
milyonlarca
köylünün
varlığını
görmezden gelen Hocacı yarı Troçkist
revizyonist akımlar sosyalist devrimde proletaryanın köylülükle ittifak kurmaksızın ekonomik olarak geri olan ülkelerde sosyalist sanayileşmeyi ileri taşımayı başaramayacağını
anlamazlıktan geliyorlar.
Emperyalizme bağımlı sınırlı montaj
sanayinin, geri, taşeronlaşmış kapitalizmin
milyonlarca halk kitlesinin yoksullaşmasına
neden olduğunu görmüyorlar. Topraklarından
edilen milyonlarca köylünün maddi durumlarının sürekli kötüye gittiği, ulusal sanayinin
sağlam ve bağımsız ve ulusal Pazar üzerinde
hâkim olmadığını görmek istemiyorlar.
Türkiye – Kuzey Kürdistan’da azımsanamayacak oranda milyonlarca köylü vardır.
Köylülük bugün toplumsal nüfusun çoğunluğunu oluşturmuyor, ama bu onları atlamayı
gerektirmez. Sosyalist sanayinin köylü ekonomisiyle birleşmesi ve köylü iktisadını daima
ileriye taşıyacak önder rolünü oynamasını
Marksistler nasıl ret edebilir! Varlığını koruyan
bir sınıfı yok sayma, üzerinden atlamak
olanaksızdır.”3. Kongre” köylülüğün üstünden
atlamıştır. Küçük burjuvaziyi de sosyalist
devrimin önder gücü arasına koymuştur.
Partimiz köylülüğün toplumsal üretimde ki
oranının azalmasının farkındadır, fakat yine de
devrimimiz proletaryanın önderliğinde işçi –
köylü ittifakı üzerinden yükselecektir. Maocu
görünümlü yeni Hocacı yarı Troçkist burjuva
küreselleşmeci “3.Kongre”, köylülüğü ittifak
gücü arasından çıkardı. Onlara göre yirmibeş
milyon, ya da fazla köylülüğün Türkiye- Kuzey
Kürdistan devriminde bir önemi yok. Zaten
köylü de kalmamıştı.(!) Bütünüyle insansızlaştırılmış, ölü topraklara dönmüş bitirilmiş
tarım toprakları “3.Kongre” ye göre “ kapitalist
modern tarımsal çiftliklere dönüşmüştür.” (!)
Küçük burjuva düşüncenin Partimizin siyasi
çizgisi üzerinde vardığı aşama sağa sapmanın
finalidir.
Tek ülke de devrimin zaferi sorununu
Lenin ilk defa çözümledi ve pratikte de doğrulandı. Geri dönülemez biçimde kanıtlanan bu
gerçeğe rağmen Troçkistler onlara kardeşlik
eden Hocacı akımlar dillerinden dünya devrimi
sloganlarını düşürmediler.
Marksistler komünizmin nihai zaferinin
dünya devrimlerinin zaferiyle garantileye
bileceklerini biliyorlar, ama bu nihai amaç
mücadelesinde kapitalizmin gelişmesinin eşit
sizliği yasasına bağlı olarak tek tek ülkelerde
sosyalizmin zaferinin mümkün olduğunu ve bu
mücadeleyi büyütüp genişletilerek ilerleye
cekerini savunmaktadırlar. Gerçekleri şartları
içinde somut olarak ele almak anlatmak yerine
hayali dünya devrimi, aynı içerikte bölgesel
devrim olasılıkları gibi belirsiz sloganları öne
çıkarmak hatalıdır. Troçkist dünya devrimi
sloganlarını güncellemek, tek ülkede devrimin
olanaklı olduğu görüşünün altını boşaltmaktır.
Dünya Enternasyonel proletaryası ve
onun bir kolu olan partimiz tek ülkede proletarya diktatörlüğünün mümkün olduğunu
analiz eden Leninist yolda ilerlediler.
Kautsky’nin suç ortakları, devrime ihanet eden
ikinci enternasyonalciler, Troçkistler tek ülkede
proletarya diktatörlüğünü mümkün görmediler. Onlar bölgesel – Avrupa – ya da dünya devrimini ileri sürdüler. Troçkistlerin “ Muhafazakar
Avrupa” sın da bölgesel devrim olmadı, ama
yirminci yüz yılda Rus Çarlığı altında ki bir dizi
ülkenin işçi sınıfı sosyalist devrimini yarattı.
Çin’in işçi-köylüleri komünizm yolunda
Demokratik Halk Devrimini zafere ulaştırdı.
Doğu Avrupa’nın bir dizi ülkesin de Demokratik
Halk Cumhuriyetleri tarih sahnesine çıktı.
Sosyalizm cephesi genişledi. Buna rağmen,
87
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
Sovyetlerde ki Cumhuriyetlere rağmen Marksistler bu “ bölgesel devrimdir” demediler.
Çünkü tek ülkede devrimin mümkün olduğu
anlayışıyla bölgesel devrim savunucuları arasında yan yana getirilemeyecek keskinlikte çelişki
vardır. Oportünistlerin, Troçkistlerin sıçramalı
dünya devrimi ya da onlar açısından farklı
anlama gelmeyen Avrupa devrimi ( bölgesel
diyorlar buna) teorisi halen devamcıları tarafından dillendiriliyor.
Ya da kendi ülkesinde ki devrimin hangi bölgesel devrimin içinde, ya da hangi ölçü de dünya
devriminin gerçekleşmesi şartlarına bağlı olup
– olmadığıyla mı oyalanacak! Günümüz açısından dünya devrimi, ya da üst perdeden konuşmayı pek seven oportünist sağ sapmacıların
sanki farklı bir şey söylüyorlarmış gibi bölgesel
devrimlerin şartlarının ileri sürmeleri köşeleri
çökmüş teorileri yeniden ayağa dikme
çabasıdır. Yani nafile bir uğraştır.
Ayrıca artık tek ülkede devrim fikrini
ret etmeden abartılı bir şekilde bölgesel devrim
teorisini ileri sürmektedirler. Bölgesel – dünya –
devriminin şartlarının oluştuğunun propagandasını öne alarak, olur olmaz dillendirerek tek
tek ülkeler de devrimin olanaksız ya da örgütlenmesinin ileri taşınamayacağı şeklinde ki
düşünceyi güçlendirdikleri açıktır.
“3. Kongre” emekçi köylülüğün üstünden atlayıp, yok saymayla köylülüğü işçi
sınıfının ittifak gücü olmaktan çıkarmakla
kalmadı, aynı zamanda utangacça dünya
devrimi teorisini bölgesel devrimlerin zeminlerinin ortaya çıkmaya başladığı düşüncesi üzerinden formüle ederek Troçki’yi takip ettiklerini
ilan etti.
Partimizin emperyalizm şartlarında
gelişimin eşitsizliği yasasına bağlı olarak tek tek
ülkeler de devrimci mücadele hedefiyle savaşmayı esas aldı. Bekle gör çizgisiyle pasifizmi,
güvensizliği geliştiren, beklentiler üzerinde
kurulu Troçkist dünya devrimi teorisini ret etti.
Onlar daima tek ülke de devrimin sürdürülemez olduğunun çok geçmeden devrimin çökeceğini dillendirip durdular. Komünistler ise
devrimi inşa etmek için büyük bir enerji ile
çalıştılar. Devrimci sınıf mücadelesi tarihi onları
yalanladı.
“3. Kongre” tek tek ülkeler de devrimin
gerçekleşme durumunu kabul etmektedir; ama
bununla birlikte bölgesel devrim fikrini ileri
sürebiliyor. Bu iki olgu bir biriyle çelişme
halindedir. Yirminci yüzyılda bir dizi tek tek ülke
de devrimler gerçekleştiğine göre bu olgu kabul
edilmeden bölgesel – dünya – devrimi teorisini
zaten pazarlayamazlar. “3.Kongre” oportün
istleri tek tek ülkeler de devrimlerin talih
duruma düşmediğini belirterek kendisini sıçramalı Troçkist Dünya Devrimi teorisinden
kopardığını sanmaktadır. Oysa lafı dolandırarak
ikinci enternasyonalci, Troçkist sapmaları
tekrar etmiş oluyor.
Günümüz de kapitalist dünya ekonomik sistemini çok okuduğunu sanan aklı hava
da uçuşan kişiler komünist maske ile tek tek
ülkelerde devrimin olanaklı oluşunu ret
etmeden dünya, aynı anlamda olan bölgesel
devrim fikrini ileri sürüyorlar. Bu düşünceler
Troçkist fikirlerin en Marksist sol lafazanlıkla
yeniden üretilmesi anlamına gel
Çeşitli ülkeler de ki devrim hareketi bölgesel
devrimin gerçekleşmesini mi bekleyecek?
Her komünist çok iyi biliyor ki Troçki ya
da Kautsky devrimci amaca ihanet eden ikinci
enternasyonalci oportünist partiler Lenin’e
karşı sürekli devrim yani sıçramalı dünya
devrimi anlayışını ileri sürdüklerinde tek tek
ülke de devrimin zafere ulaşması ve
sürdürülmesi olanaksızlığını temellendirdiklerinde Avrupa devrimini esas alıyorlardı..
Yani açık ifade ile Avrupa da devrim olmazsa
88
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
Rusya’da sosyalist devrim sadece bir macera
olur demekteydiler. Bu anlamıyla oportünist
cephenin dünya devrimi teorisi önemli yanıyla
Avrupa devrimini esas almaktaydı. Avrupa’da
devrim olmazsa Rusya’da devrimin birkaç yıl
içinde çökeceğini savunmaktaydılar. Bu nedenle “3. Kongre” nin “ en ileri bölgesel birlik”
teorisine bağlı, bölgesel devrimi Avrupa’dan
bekleme anlayışı kuramsal ve içeriksel olarak
Troçkist teoriden ayrılmaz.
Hem kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasını kabul ettiğini ileri süreceksin hem de bölgesel devrimlerin şartlarının oluştuğunu söyleyeceksin…
Acaba “3. Kongre” nin “tamamen
bilimselci” oportünistleri hangi bölgelerde
emperyalizm döneminde kapitalizmin gelişmesinin eşitsizliğin artık geçerli olmadığını ileri
sürmektedir. En ileri birlik olarak gördükleri
Avrupa Birliği ilkelerinde kapitalizmde
gelişmenin eşitsizliği yasası son mu buldu?!
Besbelli ki “3.Kongre” oportünistleri
hem nalına hem mıhına vuruyor. İçi boş
kavramlarla bayatlamış çürümüş bölgesel
devrim teorilerini ileri sürüyor.
Yarı Troçkist “3.Kongre” tespiti şudur:
“Oluşan bölgesel birlikler tek tek ülkelere
oranla ekonomik ve askeri olarak daha etkili
hale gelmiş, bölgesel devrimlerin de zeminleri
ortaya çıkmaya başlamıştır.” ( “3.Kongre”
belgelerinden)
Burjuva
globalist
küreselleşmeci
“3.Kongre” oportünizmi tek tek ülke devrimlerini ret etmiyor, ama bölgesel devrim, aynı öz ve
içerik üzerinde ileri sürülen dünya devrimi
teorisini parlatıyor. Ekonomik temelini
açıklayamıyor.Dünya emperyalist burjuvazinin
(“3.Kongre”nin diline göre küresel güçlerin)
örgütlenmelerini örnekliyor. Avrupa Birliği,
NAFTA, Birleşmiş Milletler, NATO, İnterpol,
Dünya Bankası, İMF, Dünya Hukuk Kuruluşları
vb. askeri ve ekonomik örgütlenmelerini bölgesel devrimlerin alt yapısı olarak kavrıyor.
Yani emperyalizmin üst yapı örgütlenmeleri, “3.Kongre”nin dünya devrimi bölgesel
devrimler teorisinin iktisadi alt yapısı oluyor. Bu
gülünç bir teoridir. Dünya devrimci işçi sınıfının
sosyalist devrim yürüyüşü ve amacı, bütün
örgütlenmelerinin iktisadi temeli işçi sınıfının
üretimde ki devrimci konumuna dayanır. Bölgesel devrimlerin iktisadi alt yapısını emperyalist
burjuvazinin çeşitli üst yapı kurumları, örgütlenmeleriyle açıklamaya kalkışmak tam da
Marksizm den kopan “3. Kongre” ye özgüdür.
“3. Kongre” oportünistleri bölgesel birlikleri
ekonomisinin yanında askeri olarak daha etkili
olmuş olduğunu belirtmektedir. Nerede hangi “
bölgesel birliğin” askeri gücü öne çıkmıştır. “3.
Kongre” en gelişkin bölgesel birlik olarak
Avrupa Birliğine göstermektedir. Ama Avrupa
Birliğinin ortak askeri gücünün bile olmadığını
unutmuştur. Siyasette buna bir çok tanım
getirmek mümkün, ama Avrupa’nın sosyal
demokrat havasına pek alışmış mülteci
oportünistlerin boş ve temelsiz konuştuklarını
belirtmekle yetinelim.Emperyalist güçlerin
ortak vurucu gücü- ki Rusya , Çin, NATO içinde
değildir- NATO bölgesel birliğin askeri gücü
değildir. Günümüze kadar ABD NATO üzerinde
etkili oldu. Bunun dışında ortak askeri güçleri
gören var mı ?! Emperyalist ve yarı sömürge
devletlerin uluslar arası güvenlik ve istihbarat
antlaşmaları bölgesel olmaktan ziyade ihtiyaca
uygun genişleyen ve daralan emperyalist
sistemini dünya proletaryası, ezilen ulus ve
halkları üzerinde hakimiyet kurmanın çalışma
biçimleri, ortak saldırı araçlarıdır.
Demek ki “3.Kongre” nin iddia ettiği
bölgesel birliklerinin mevcut dünya kapitalist
89
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
sistemin de “ tek tek ülkelere oranla daha
etkili olan bölgesel askeri birlikleri” yoktur.
Gerçekler “3. Kongrenin” aksini göstermektedir. “ 3. Kongre” Avrupa Birliğinden bölgesel
devrim bekleye dursun. Troçki de bekliyordu.
Fakat Avrupa Birliğinin tek tek emperyalist
ülkeleri ulusal devletleri askeri güç bakımından
yarış halindedir. Bu tek tek Avrupa Birliği üyesi
olmalarına rağmen bu devletler burjuvazinin
çıkarlarına uyumlu saldırganlıklarını göster
mektedirler. Hatta bu devletlerin askeri iktisadi
seviye olarak bir birlerine yakınlaşması çelişkiyi
derinleştirip, şiddetlendirmiştir. Alman, Fransız
ordularının AB’nin de yer alan ülkelerin yada bu
ülkelerin burjuvazilerinin bütünlüklü çıkarını
korumak için harekete geçirilebileceğini
sanmak tekelci mali sermayeden, emperyalizmden hiç bir şey anlamamaktır. İkinci dünya
savaşında ki çelişki ve çatışmaları, savaş
felaketinde ki tarafların çok çabuk unutmaktır.
Avrupa Birliği en yalın ifadeye emperyalist,
gerici bir birliktir. Çelişkisiz ve bütün halde
hareket edemez. Çünkü AB içinde çeşitli
gelişkin ülkelere mensup ( bazılarının küreselleşmeyle ulus devletler önemini yitirdi safsatalarına kimse aldanmasın) emperyalist tekelci
burjuvazinin Pazar hâkimiyeti uğruna çelişki
rekabet ve çatışma halindedir. AB devletlerinin
bir biriyle savaşmayacağını, ya da bir emperyalist savaşta AB’nin “ uygar” devletlerinin her
birinin hangi savaş bloğu içinde yer alacaklarını
kimse kestiremez. Ama Avrupa Birliğine bakar
bölgesel devrimlerin alt yapısının oluştuğunu
ileri sürmek devrimci işçi sınıfının yirminci
yüzyıl mücadelesini unutmaktır. Burjuva küreselleşmeci teorileri güncelleyen Kautsky’e
rahmet okutan, yarı Troçkist, Hocacı ama
Maocu görünümlü “3. Kongre” bakın ne dem
ektedir: “Bölgesel birliklerin ekonomik ve üst
yapı kurumlarındaki ilişkilerinin derinleşme
seviyelerine bağlı olarak, bölgesel devrimlerin
zeminleri de ortaya çıkmaktadır. Emperyalist
bölgesel birliklerlebirlikte proletarya ve emekçilerinde ortak mücadele zeminleri aynı
ortaya çıkmaktadır.”(“3.Kongre” Belgelerinden)
,
Soralım3.Kongre”nin
mültecileşmiş
oportünistlerine neymiş bu “emperyalist
birliklerin üst-yapı kurumlarındaki ilişkilerin
derinleşme seviyesi?” Buna bağlı olarak nasıl
bölgesel devrimler ortaya çıkabiliyormuş ?! Üst
yapı kurumları nedir? Marksist materylizme
göre üst yapı kurumları siyaset, politika, kültür,
din, hukuk vd.dir. Emperyalizmin üst yapı
kurumlarında ki derinleşmesi dünya proletaryasına, ezilen bağımlı uluslarına ve halklarına kan ve göz yaşı anlamına geliyor. Burjuvazinin kurumsallaşmasının derinliği işçi sınıfına
daha kapsamlı baskı ve sömürüdür. “3.Kongre”,
Avrupa Birliğinin kanla beslenen, ama sürekli
uygarlık palavralarıyla gülümseyen üst yapı
kurumlarında ki derinleşmeye bakıyor ve
oradan da bölgesel devrimlerin olabileceğini
çıkarıyor Avrupa Birliği dışında kendisini
dayandıracağı bir birlik yoktur. Gerçi “3.Kongre”
ye kalsa her örgütlenme bölgesel devrimin
zemini olan dünya ve bölgesel birliklerdir. Kuzey
Amerika Serbest Ticaret Antlaşmasına ( NAFTA)
bölgesel birliklerine göre…
“3.Kongre” ye göre emperyalist bölgesel birliklerle birlikte “ proletarya ve emekçilerin ortak mücadele zeminleri aynı oranda
ortaya çıkmıştır.” (“3.Kongre” belgelerinden)
Peki bu emperyalist bölgesel birlikler ortaya
çıkmadan enternasyonal dünya proletaryasının
ortak mücadelesi yokmuydu. Bu ortak
mücadele yeni mi ortaya çıktı. “3. Kongre” nin
bölgesel ve dünya birlikleri olarak ifade ettiği
AB, Şanghay Beşlisi, BM, NATO, İnterpol, Dünya
Bankası, İMF, bir kaçını da unutmuşlar onuda
biz ekleyelim DTÖ, G-7, G-20, vd. bütün bu
örgütlenmelerin çoğunluğu 1948’den başlayarak oluşmuşlardır. Peki bu örgütlenmeler, ya
da bölgesel devrim beklediği AB yokken dünya
proletaryasının ortak mücadele zemini ?!
bunlar birer safsatadır.
90
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
Enternasyonel dünya proletaryasının
bir mücadele geçmişi vardır bölgesel birliklerle
aynı oranda dünya proletaryasının ortak
mücadele zeminleri ortaya çıktığını iddia eden
“3.Kongre” oportünizmi nesnel olgular yerine
kendi kafalarında ki düşünceleri koymaktadır.
Marksizmin üstünde tepiniyor, halkı ve partiyi
aldatıyor.
Açıktır ki devrimci işçi sınıfı uluslar arası
ölçekte ortak – Enternasyonel- örgütlenmeler
yaratmak konusunda tarihin en zayıf dönemini
yaşamaktadır. Bu krizden halen çıkabilmiş
değildir. “3.Kongre”nin bölgesel birliklerinin
üzerinde doğabilecek dünya – bölgesel- devrim
teorisine bakacak olursak komünist enternasyonalin yeniden kurulması ve dünya burjuvazisine korku salması gerekirdi. Ama burjuva
küreselleşmeci mülteci oportünistlerin bu
teorileri temelsizdir. Tespitlerinin nereye
varacağını düşünme zahmetinde bulunmadıkları da açıktır.
NAFTA ( Kuzey Amerika Serbest Ticaret
Antlaşması) ilk olarak 1994’ de Kanada, ABD ve
Meksika arasında yasallaştı. Latin Amerika’da
yaygınlaştırıldı. Günümüz de Orta Doğu da
dahil çeşitli kıtalarda serbest ticaret antlaşmaları yapılmaktadır. “3.Kongre” NAFTA ’yı bölgesel birliklere örnek gösterebiliyor. Bu ve benzer
ticari antlaşmalar emperyalist haydutların yarı
sömürgeleri talan etme antlaşmalarıdır. Bu ve
benzer ticari – iktisadi antlaşmaları bölgesel
birlik olarak göstermek ve bunun üzerinden
bölgesel devrim teorisini temellendirmek ne
yapacağını şaşıranlara özgü bir gülünçlüktür.NAFTA ‘ nın ilk uygulama alanı Meksika’ydı.
Meksika halkının yoksulluğu daha da derinleşmekle kalmadı, ABD, Meksika sınırına duvar
örmeye sınırı olağan üstü güvenlik çitleriyle
donattı. Yarı sömürgelerde serbest ticaret
antlaşmalarının
bağlı
oluşan
iktisadi
sömürünün yarattıkları sonuçlar. Bu yazı da
detaylandırmak gerekli değildir. Lakin iktisadi-
ticari antlaşmaları bölgesel dünya ölçeğinde
birlik olarak değerlendirmek teorik lafazanlık
yapan ama gerçekten cahilliğini dışa vuran “ 3.
Kongre” oportünistlerine özgüdür. Mülteci
revizyonizm değişim rüzgarıyla MLM ideolojiyi
tarif ediyor, devrimci proletaryanın mücadele
ve devrimler tarihini görmezden geliyor.
Emperyalizm şartlarında gelişiminin
eşitsizliği yasasını içini boşaltan “3.Kongre” nin
en belirgin örnek olarak aldığı Avrupa Birliğinin
ortaya çıkmasıyla devrimci proletaryanın ortak
mücadele örgütleri ortaya çıkmış değildir. Küreselleşmeci – globalist burjuva safsatalarla kafa
bulandıran “3.Kongre” burjuva örgütlenmeleri
esas alıyor. Komünist hareket ise dünya proletaryasının
enternasyonal
örgütlenmesini
uluslar arası mücadele geleneğini siyasi, politik
çizgisini esas alır. Çünkü kapitalizm henüz
serbest rekabet aşamasındayken ve feodal
monarşiyle mücadele halindeyken devrimci işçi
sınıfı uluslar arası örgütlenmelerini yaratmıştır.
Devrimci proleter ideoloji, komünizm mücadelesi ve amacı işçi sınıfının üretimde ki sınıfsal
temeli üzerinden yükselir ve ulusal sınırlara
hapsedilemez. “3.Kongre” nin Troçkist
anlayışıyla kendisini lekelediği ve kendisini
kaptırdığı AB ve günümüz de var olduğu boyutuyla emperyalist burjuvazinin örnek verdiği
örgütlenmelerin olmadığı koşullarda işçi sınıfı
Enternasyonel örgütlerini yaratmıştır. Dünyanın
her ülkesinde kendi kurtuluşu, özgürlüğü için
bilinçlenen, kendisi için sınıf olmaya başlayan
işçi sınıfının amacı aynıdır. Enternasyonal ruhu
ve yürüyüşü buradan gelir. 1848 öncesin den
başlayan Marks ve Engels’in önderlik ettiği
komünistler birliğinde Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bir çok komünist yer alıyordu. Bugün
öneminden bir şey kaybetmeyen ve eskimeyen
komünist manifesto bu birliğin ilk ürünüdür.
Enternasyonal devrimci proletaryanın birlik ve
mücadele ruhunda mükemmel ifadesidir.
Komünizm ruhu dünyayı gezinmeye devam
ediyor. 1848 Avrupa devrimlerinde işçi sınıfının
91
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
devrimci mücadelesini nasıl bir birini etkilediğini biliyoruz. O dönem serbest rekabetçi kapitalizm vardı. Bugün ki gibi emperyalist örgütlenmeler yoktur. Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde
oluşmuş işçi sınıfının önderlik edeceği bir
Avrupa devriminin – en gelişmiş ülkeleri içine
alacak şekilde – mümkün olabileceği kabul
ediliyordu. Fakat bu devrim beklentisi burjuva
zinin örgütlenmelerine dayandırılmıyor, her
yerde kapitalizmin artı değerini yaratan işçi
sınıfının varlığına ve komünistlerin önderliğinde ki mücadelesine dayandırılıyordu.
Eğer maddi temeli olmasaydı birinci
enternasyonal ortaya çıkmazdı. Marks, Engels
Avrupa’da Sosyal Demokrat İşçi Partilerinin
(dönemin Komünist Partileridir) kurulmasına
önderlik etmekle kalmadılar. 1865’te birinci
enternasyonalin kurulmasına da teorik ve
pratik önderlik ettiler. Oportünizme karşı nasıl
kararlı mücadele ettikleri akılda tutulmalıdır.
Marksizmin açtığı bu yolda işçi sınıfının
mücadelesi gelişti ikinci enternasyonal devrim
amacına ihanet etse de 1914’e kadar komünist
niteliğini korudu.
Kautsky ve suç ortakları 1914’te sosyalizm amacını ihanet ettiler diye dünya işçi
sınıfının enternasyonal mücadelesi son
bulmadı. Leninizm bayrağıyla Rusya’da sosyalist
devrim zafer kazandı. Dünyanın bir çok yere
sömürgesinde peş peşe komünist partileri
ortaya çıktı. Bu vesileyle tarihin en geniş uluslar
arası komünist örgütlerin birliğini oluşturan
Komünist Enternasyonal (1919) kuruldu. Bütün
bunlar olurken, proletaryanın en güçlü ortak
örgütleri oluşurken “3.Kongre”nin arka arkaya
sıraladığı emperyalist birliklerinin hiçbiri yoktu.
Ama işçi sınıfının enternasyonal örgütlenmeleri
tarihinin en güçlü dönemlerini yaşıyordu.Üstelik oportünizm Marks ve Engels’i dogmatikçe
yorumluyor, çarpıtıyor ve Lenin’in tek tek
ülkelerde devrimin olanaklı olduğu doğru
fikrinin karşısına bir Avrupa Dünya devrimi
tezini koyuyorlardı.
1917 sosyalist devrim fırtınası Avrupa’nın bir dizi ülkesini sardı. Devrimlerin
başarıya ulaşmamasının bir dizi nedeninin
yanında esas olarak sosyal demokrat liderlerin
– partilerin ihanet etmesiydi. Tek tek ülkelerde
devrimci
mücadele
tarihi
deneyimleri
yaşandığında “3.Kongre”nin “Bölgesel ve Küresel birlikleri” mi vardı. “3.Kongre” ise anlaşılmaz bir yüzeysellikle devrimci işçi sınıfının
ortak örgütlenmelerini NATO, BM, AB gibi ör
gütlenmelerin ilişkilerinde ki derinleşme
seviyesine bağlıyor ve bölgesel devrim koşullarının ortaya çıktığını iddia ediyor. “3.Kongre”
emperyalizm değerlendirmesinde burjuva
küreselleşmeci anlayışı benimsediği için ulus
devletler önemini yitirmiştir. Lafı dolandırmayı
pekte sevmektedirler. Bölgesel- Dünya devrim
şartlarını da AB üzerinden örneklerken ulusal
devletlerin hala önemini koruduğunu hala
önemini koruduğunu belirtmeyi ihmal etmiyorlar.
Ama bunları belirtmek “3.Kongre”yi
kurtarmaz. Çünkü bu sağ anlayışlar tek tek ülke
de devrim anlayışını temellendiren emperyalizm şartlarında çeşitli kapitalist ülkelerin
gelişmesinin eşitsizliği yasası teorisine aykırıdır.
92
Birinci Bölümün Sonu.
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
“TAM BİLİMSELCİ” DEĞİŞİMCİLERİN
İLK YANILGILARINA GİRİŞ
2.BÖLÜM
HENÜZ AÇIKLANMAYAN STRATEJİYİ
GÖLGEDE BIRAKAN OPORTÜNİST
ÖRGÜTSEL ANLAYIŞ
Hareket maddenin içindeki çelişkidir.
Her şey hareket halindedir. Doğa ve insan
düşüncesinin bu mutlak yasasını reddeden
komünist olamaz. Marksist-Leninist-Maoist
ideolojiyi rehber edinen komünist harekin
böyle bir tartışması da yoktur; olamazda.
Çünkü materyalist diyalektik felsefe nesnel
dünyayı,
onun
insan
düşüncesindeki
yansımasını, şeyleri, doğa ve toplumu
başlangıç, gelişim sonuç ilişkisi ve mutlak tarihsel hareketi içinde inceler. Kaypakkayacı Partiyi
de bu diyalektik hareket dizgisine uygun düşünmeli, değerlendirmeliyiz. Eskiyen yanlarımız
vardır. Nesnel koşullara uygun stratejik, taktik
tespitler yapmakta bir ihtiyaçtır, ama bu
Partimizin diyalektik gelişim tarihinin hatalı,
bütünüyle yanlış anlamına asla gelmez. Eskiyi
atmak yeniyi yaratmak Kaypakkayacı Partinin
görevidir. Devrimci işçi sınıfının iktidar mücadelesi başka türlü sürdürülemez.
Bütün bu genel kabul ve düşünüşe
rağmen Maoist parti adına bir değişim felsefesi
kabul edilemez tarzda değerlendirme ve
tespitler yapılmaktadır. Halkın günlüğü gazetesinin 72. sayısında “Nesnel Şartlara Uygun
Değişim Devrimcidir.”başlıklı perspektifte
Kaypakkayacı partinin ideolojik, siyasi ve politik
anlayışına ters oportünist ve tasfiyeci fikirlerin
devamı Halkın Günlüğü gazetesinin 73. sayısında da devam etmektedir. Değişimci akımın
üzerimize boca ettiği laf kalabalığının komünist
saflara büyük zarar vermeye başladığını ve
tasfiyeci-hemde en affedilmez, en ilkesiz biçimde gelişen bir tasfiyecilik olduğunu bilmek
zorundayız.
Değişim her şey, ilke, örgüt, amaç,
strateji, hiçbir şey mi ?!
Sıradan bir okuyucunun anladığı gibi
Maoist partinin strateji, temel taktik, örgütsel
hattının değiştiğini, değişim felsefesi adı altında
ilan ettiler. Yine okuyucu bu değişimi merak
etmekle birlikte, bu stratejinin ne olduğunu
okumadan evvel değişime ayak direyen
yoldaşlarımızın varlığından haberdar oldu.
“yenilikçi değişimci tam bilimselciler” dogmatizmi, sekteriz mi, dar deneyciliği gelenekçiliği
geride bıraktıklarını belirten değişimci akım
partinin gelişmemesini “basmakalıp parti
yazılarına, dar deneyciliğe, kendini tekrar
etmeye” bağlayıp parti işin içinden çıktı. Çok
zorlu, önemli tarihi dönemlerden geçmiş 40 yılı
geride bırakan Kaypakkayacı parti değişimci
oportünizmin salyalarına maruz kalmaktadır.
Üstelik daha neyi değiştirdiğini devrimin
yolunu, iti güçlerini, devrimin niteliğini ve
amacını açıklamadan bunu yapmaktadırlar.
Üstelik işin başındayken bu değişimci sekterizm
örgütsel ilkesizliğin en affedilmezliğini yaparak
politik tasfiyecilikteki karakterini ortaya
çıkarmışken…
İfade ettikleri gibi bu değişime karşı
duranlar vardır. Değişime hangi ideolojik,
93
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
politik, siyasi temellendirmelerle karşı durdukları anlatılmazken, karşı duran yoldaşlarımız
“dogmatik, sekter, statükocu, dar deneyci,
ilerlemeyi istemeyen, ikna olmayan, açık
olmayan, iç niyetlerini pratikleştirmek için fırsat
kollayanlar, öznelci “ olarak damgalamışlardır.
Bu yoldaşlarımızı komünist olmayan nitelemelerle damgalayarak değişim zorunluluğunu
“tam bilimsellik” iddiası ile anlatılması başlı
başına anti bilimseldir. Bu sol sekter anlayış
kendi ayağına taşı düşürmüştür. Kabul edilemez
bir tutumdur. Yoldaşlar eleştiriye karşı koyuşunu
( gerçekten eleştiriler var mı, varsa
içeriği nedir bilinmiyor ) damgalayarak kendi
değişimini partinin değişimi olarak sunanları
kimse kabul etmez, etmeyecektir.
Her değişim devrimci değildir.
Revizyonizm komünist partiler içerisin de
türemektedir. Bu dönem komünist devrimci
olan akımlar belli tarihsel şartlarda burjuva
çizgiye evirilebilirler. Nesnel koşullara uygun
devrimci değişimin olup olmadığı ideolojik,
siyasi açıdan bilimsel olmasının yanında strateji
ve temel taktikleri bakımından devrimci ve
tutarlı olması şarttır. Bu nedenle salt değişim
kavramıyla strateji, örgütsel hattını açıklamadan değişim zorunluluğunu değiştirilenin bilimselliğini anlatmaya kalkmak çocukçadır. Üstelik
bu değişimciliğini parti içi yapısını kitlelere
teşhir ederek yapmak düpedüz ne yaptığını
bilmemektir. Stratejimizin, temel taktik örgütsel hattımızın uygulama alanı sınıf mücadelesidir, halk kitleleridir. Lafı dolandırıp kırk dereden su getirmeye gerek yoktur. Nasıl ki 40 yılı
geçkin bilinen program, siyasi amaç uğruna
yine belirlenmiş strateji temel taktik ve örgütsel
hatta mücadele ettiysek bugünde yapacağımız
her değişiklik siyasi amacımıza uygun olacaktır.
Gerçekten bilimsel, gerçekten tutarlı ve
devrimci strateji ve taktiklere sahip olup
olmadığımızın kanıtı sınıfsal pratiktir. Bu
olmadan abartılı süslü laflarla strateji ve temel
taktiklerle konusunda teorik fırtınalar
estirmenin örgütsel olarak deri yoktur, olamaz.
Üstelik sözü edilen ulaşılması güç strateji ve
taktikler açıklanmamışken.
Devrimde zor’un rolü Komünist Partinin zorunluluğu, proletarya diktatörlüğü temel
ilkesini kabul eden bir dizi “Komünist Parti”
devrimin yolu, strateji, temel taktikleri ve bu
örgütsel çizginin yarattığı gelenek, kültür, ahlaki
felsefesiyle diğer küçük burjuva sosyalizm
temsilcilerinden ayrılır. Bugün değişim adıyla
çıkıp Komünist Partinin zorunluluğu, proletarya
diktatörlüğü, zorun rolü gibi ( Kaldı ki proletarya diktatörlüğünün zorunlu aracıdır, proletarya, diktatörlüğü ilkesi benimsenince tutarlı
olundukça hepsini kapsar) ilkelerden bahsedip
“devrimin yolu, stratejisi, temel taktik, örgütsel
hattın bir partinin niteliği üzerinde belirleyici
değil” (halkın günlüğü sayı:73) demek Kaypakkayacı partinin niteliğini, tarihini siyasi ideolojik
meseleler bakışını reddetmektir. Kaba bir
inkarcılığın ötesinde MLM biliminde uygun
olmayan oportünist tasfiyeci anlayıştır. Âdete
değişim her şey, araç taktik, strateji, örgüt hiç
bir şey denmektedir. Marksist bilimsel örgüt
anlayışını ve pratik deneyimini mezara gömmeye kalkışan bu yenilikçi sevdalılarına tereddütsüz karşı durduğumuz, duracağımız için biz
Kaypakkayacı partinin neferleri “ dogmatik, dar
deneyci, gelenekçi, öznelci, değişimleri
görmeyenler” mi oluyoruz. Evet, biz yenilikçiyiz. Çünkü her komünist partisi sadece MLM bir
teorik külliyat yaratmakla kalmaz, aynı zamanda savaş deneyimi,kültür, davranış, demokrasi
ve tabi ki hiçbir kitapta yazmayan gelenekler
yaratır. Bu gelenekler zararlı değil, mücadele
tarihinden süzülerek çıkan tarz, tutum, deneyim, kültür toplamıdır. Yenilikçi sübjektivizm
devrimci savaşın zor koşulları içinde ortaya
çıkan geleneklerimizi kendi değişiminin özünde
bir engel olarak gösteriyor. Haksızda sayılmazlar!Her türden küçük burjuva savruk eğilime
karşı durmamızda devrimci geleneklerimiz bize
güç katar. Tasfiyeci dağıtıcı, yoldaşlarının
94
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
eleştirisini bastırmakla işe başlayan “ tam bilimselci “ değişimcilerin bu gerçeği kendileri
önünde engel görmeleri de isabettir.
İLKELER ÇİĞNENEREK DEVRİMCİ
DEĞİŞİM GERÇEKLEŞTİRİLEMEZ
Maoist partinin tüzük ilkeleri vardır. Hiç
kimse bu kuralları çiğneyemez. Kongre konferansların da nasıl gerçekleştirileceği de açık ve
nettir. Maoist önderlik parti üstü değil partiye
tabidir. Kaypakkayacı partinin stratejisi ancak
en geniş anlamda bir demokratik süreç işletilerek değiştirileceğini kavrayamayan dar
görüşlü değişimci tasfiyecilik önce stratejiyi
değiştirdiğini ilan etmiş, stratejinin içeriğini
açıklamadan buna karşı oluşabilecek devrimci
duruşu zayıflatmaya, mahkûm etmeye
yönelmiştir. Söz konusu sosyo -ekonomik yapı,
siyasi tespit stratejik- taktiksel olarak devrimin
yolunu değiştiren teorik temellendirmeyi
Maoist partinin bütün alanlarına yaymak,
tartışmak, tartıştırmak yerine dar bir “ elitle” –
ki partinin yediği darbe yaşadığı süreçler
düşünüldüğünde bu bileşenin niteliği sonuçları
itibariyle şaşırtıcı olmayacaktır- söz konusu
stratejik değişimi yapıp anlatmaya kalkışmak
başlı başına suçtur. Parti iradesi çiğnenerek, suç
işlenerek, parti iradesi adına “ değişim yaptık”
denilemez. En açık haliyle bu siyasi ideolojik
politik açıdan tasfiyeci bir darbedir. Anlaşıldığı
üzere sadece hapishaneleri hiçe saymakla
kalmamış genel anlamda da parti hiçe
sayılmıştır. O halde kimin adına konuşulmaktadır. İradesi hiçe sayılanlar neden bu darbeci,
iradeyi tanıyacaklarmış. Kendi sloganlarıyla
güvensizlerini ilan etmediler mi.(?)
Nesnel koşullara uygun devrimci
değişimin gördüğünü iddia edip yoldaşlarını
tutucu, gelenekçi, öznel, dogmatik ilan edenler,
yoldaşlarının hukukunu unutanlar, demokratik
haklarını unuttular. Alanları, yoldaşları, hiçe
sayan bu tasfiyeci sağ anlayış nasıl olurda
“tam bilimselci” iddiasıyla üzerimize yığınla
anlamsız, içeriksiz, örgüt ve amaç bakımından
erksiz teoriler boca edebilir. Partililerin haberi
yoksa kimin adına kimin iradesi olarak konuşulabilinir? Şayet bir irade birliği varsa bu telaş, bu
kendinden geçme hali niye… Bilimsel bir ideolojiyi, program ve stratejiye sahip Komünist
Parti kendi yoldaşlarını ilk engel olarak göstermekle işe başlamaz. Eğer bir irade varsa – ki bu
çoğunluğun bilmediği bir irade olmuş durumdadır – o halde gerçekten devrimin yolunu
ortaya koymalıdır.
Maoist Parti sadece dar merkezi önderler takımından oluşmaz. Köklü bir tarihi vardır.
Sadece legal – illegal, cephe ve cephe gerisi
alanlarıyla değil, aynı zamanda kadrodan,
savaşçısına, sempatizan, ileri sempatizan, ve
taraftarlarına kadar bütün örgütleriyle bir
bütündür. Aksi takdirde hiç bir şeyini Partiden
esirgemeyen, yeri geldiğinde canını tehlikeye
atan halk kitlelerini unutmuş oluruz. Devrim
amacı kadrolar olmaksızın sürdürülemez.
Kadrolar geniş anlamda aydınlatılmamış
Partide irade birliği sağlanmamış hiçbir
program ve strateji hayata geçirilemez. Hangi
büyük bir iddia süslü laflarla ortaya çıkarsa
çıksın devrimci işçi sınıfı açısından bir değer
taşımaz. Bilindiği gibi Parti dar bir önderler
takımından meydana gelmez, bütün örgüt ve
alanlardan olanları sarmalayan halk kitlelerinden oluşur. Bu temel gerçeği unutup kendini
her şey, örgütü ise hiç bir şey sananlar örgütün
ayakları altında ezildiler, ezilirler. Örgüt
bilmediği stratejiyi, programı, ideolojiyi
savunamaz, benimseyemez. Örgütten habersiz
hiçbir haber takımı – tasfiye etme, parçalama
ve kaos yaratma ve sonunda çıkıp gitme
düşüncesi olanların dışında – kalkıp örgütten
habersiz bir strateji değişikliliğine gidemez.
Elbette tarihte örnekleri vardır, ama mahkûm
olmuş ve ihanet çemberinden çıkamamışlardır.
95
Tabi ki kongrede Komünist Parti
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
strateji, program, örgütsel hattı değiştirebilir.
Kim buna işleyiş açısından itiraz edebilir. Ama
kongreye gerçekten örgütlerin tam iradesi
yansımışsa buna itiraz edilemez. Gerçekten söz
konusu program, strateji, temel değişiklikler
örgütün bütün alan ve alt konferanslarında
tartışılmış, demokratik hakları gereği iradeleri
yansımış oy haklarını kullanmışlarsa bu değişim
gerçekten Parti iradesiyle gerçekleştirilmiş
olur! Fakat sosyo – ekonomik yapı, siyasi, ideolojik, stratejik, örgütsel taktikleri kapsayan
değişikliği hiçbir şekilde örgütle tartışmadan
alınan darbelerden, yaşanan tasfiye ve
parçalanmadan sonra oturup parmak hesabıyla
değiştirmek ilkesizliktir. Partiye karşı suç
işlemektir. Suç işleyenler devrimci teorinin
yaratıcısı olamazlar. Olsa olsa tasfiyeciliği pompalar ona da müsaade edilemez, edilmemelidir.
Açık ve nettir ki demokrasi işletilerek Parti
iradesi açığa çıkarılmamıştır. Kongre yetkisine
dayanılarak yapılanlar güncel kısır çekişmelere
konu edilen stratejik hedef ve amaçlardır.
Hapishaneler ve diğer alanlarda ki somut
durum bunu kanıtlamaya yeterlidir.
HER ŞEYİ YAZMA HAKKI KİMDEN
ALINMAKTADIR
Uzun zamandan beri birilerini, bazı alanları,
yada okuyucu için hiçbir yararı olmayan bilakis
moral bozucu olan, dedikoduyu körükleyen,
hoşnutsuzluğu ve güvensizliği tetikleyen içeriğiyle sonu gelmeyen yazılar çıkmaktadır Halkın
Günlüğünde. Temel ilkeler vardır; politika,
siyaset, strateji bir kez gerçekleştirildikten
sonra hayata geçirilir. Parti içinde konuşulması
gereken meseleleri dışarıya yansıtmak suçtur.
Gerçekten işçi sınıfı, ezilen emekçi köylü, geniş
kitlelerin devrimci mücadelesi için konuşulmadığı apaçıktır. Bu tür yazıların tasfiyeciliği
geliştirmekten başka hiçbir işlevi yoktur. Stratejiyi değiştirme maharetine sahip olanların iç
sorunlarını yansıtmayla işe başlamalarına
bakılırsa bu suç kendini her şeyin sahibi
sananlar tarafından işlenmeye devam edilecektir. Ama ilkesizce kalemi bilincimize, kültür ve
ruhumuza batıran bu darbeci anlayışa dur
demek gerekiyor. Hangi ilkeye hangi proleter
anlayışa dayanılarak sürekli olarak sorunlar,
sürekli olarak içe dönük anlamsız içeriksiz yığınla demagoji yazılıyor. Bundan böyle yazılan
tasfiyeci lakırdıları, tükenmişlik ruh hallerine,
yoldaşlarından
yakınan,
damgalayan
anlayışlara aynı içerikle yazılar yazma hakkımızı
kullanacağız. Herkesin istediği şekilde kalem
oynatma özgürlüğü yoktur. Halk kitlelerini
mücadelenin ihtiyaçları anlatılır. “ Düşmanla
savaşma azmi olmayan yoldaşların varlığı”
değil. (Halkın Günlüğünde çıkan yazılardan)
böyle diyerek kimse kendi sağcılığını gizleyemez. Daha doğru ifade ile sağ pasifist tasfiyeci
çizginin içinde debelendiği gizlenemez. Kurallara bağlı kalınmalıdır. Ya da bu süslü ama kof
devrimci sınıf perspektifinden yoksun suç işleyen anlayışa cevap hakkımızın doğacağını
bilmek gerekir. Tasfiyeci tarzın sürdürülmesi
tavırsız kalınamaz, kalınmamalıdır. Eleştirilerimiz her yoldaşı disipline ve sorumluluğa
davettir.
“ Nesnel koşullara uygun olarak zorunlu hale gelen ve bu anlamda tamamen bilimsel
olan köklü tahlil ve tespitler ışığında ki bir dizi
ileriye doğru değişim ve gelişim adımı gelişmeye ayak direyen geri anlayış ve yaklaşımlara muhatap olmaktadır.” (Halkın Günlüğü
Sayı 73 İsmail Uçar)
Kimdir bunlar!?! Okuyucu bilmiyor.
Bizde bilmiyoruz kime yazılıyor? Örneğin bu
tasfiyeci lakırdılara karşı durduğumuz için “ geri
anlayış”ın sahiplerimi oluyoruz?! “ Geri anlayış
“ nedir? Özünü açıklamadan, kendi kendine
konuşan “ tam bilimselciler “ gazete sayfalarını
kavganın, kırılmanın, yılgınlığın sürekli bir
biriyle didişmenin minderine çevirdiler. Bu gözü
pek, saldırıp hedef göstermekte sınır
tanımayan “ tam bilimselci “ tasfiyeci örgütsel
96
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
oportünizmin ( şimdilik parçalamak için çabaladıkları için böyledir ) bu saldırganlığına dur
diyoruz.
Eğer bir iç süreç yaşıyorsan git netleştir.
Ne diye kimsenin anlamadığı içerikte yazıyorsun. Eğer stratejin “ tam bilimselse ” ( yarım
bilimsel nasıl oluyorsa) o halde stratejini neden
önce anlatmıyorsun? Stratejik değişim yapan
bir hareketin tavrı ve yaklaşımı böyle mi
olurmuş! Nesnel değişimler karşısında duranların trajedisi akıllardadır, aynı şekilde yenilik ve
tarihsel değişim adına ortaya çıkan nice akımların revizyonizm mezarlığında olduğunu da
asla unutmamak gerekir.
“ Karşı çıktığı öncelikle bilmek anlamak
zorundadır.
İncelemeden,
okumadan,
bakmadan, değerlenmeden salt değişim var
diye karşı çıkmak hiçbir bilimsel değer taşımaz”
( Halkın Günlüğü Sayı: 73 İsmail Uçar )
Kimdir bu bilmeden karşı çıkanlar!
Şayet Partinin organlarıysa, bilmiyorlarsa bu
değişimi yapanların suçlu olduğunu gösterir.
Şayet dostlar, halk kitleleriyse karşı çıkanlar ( ki
bu olanaksız çünkü henüz açıklamamışlardır ) o
zaman bu şekilde yazmanın anlamı olmaz. Bir
stratejik değişimi o bileşenin fonksiyonelleri –
üyeleri bilmiyorsa bu değişim darbeci ve
ilkesizdir. Eğer bilmiş olsalardı böyle bir yazı
yazılmazdı. Bütün bunlara rağmen örgütsel
oportünizmini ilke edinen tarzın çözümü için
böyle davranmadığı açıktır. Tek neden kendi “
tam bilimsel “ değişimciliğini haklı yoldaşlarını
( - ki burada da belirsizlik, bilinmezlik vardır.
Kimler oldukları belli değildir. Herkes bir
başkasını tutuculukla suçlayabilir. ) Tutucu,
gelenekçi olarak göstermektedir. Esas olarak
hangi içerikte olursa olsun yapılabilecek eleştirileri önceden " değişim karşıtı geri tutumlar “
olarak damgalama kurnazlığıdır. Ama bunun bir
köylü kurnazlığı değerinde bir zekâya sahip
olduğunu belirtmek zorundayız. Evet, biz
bilmiyoruz. Peki, burada suçlu kimdir. İlkesizliği
bu derece pervasızca benimseyen anlayışın
tutarlığına demokrasi ve merkeziyetçilik
anlayışına neden boynumuzu kurda uzatmış
gibi çaresizce evet diyelim. “ Tam bilimselci “
değişimcilerin yüzümüze tükürmelerine yarabbi şükür demeyeceğiz. Stratejilerini demagojik
söylemlerle
yoldaşlarımızın
eleştirilerine
“ dogmatik, tutucu, gelenekçi, eskide ısrar
edenler ) diyerek anlayış ve stratejilerini Partiye
dayatmalarına izin vermeyeceğiz. Evet, biz
sadece devrimin emekçileriyiz. Devrim amacı
uğruna çalışırız. Sizin için çok önemli ve değerli
gözükmeyebiliriz. Ama gerçekten devrimci
olan, gerçekten Kaypakkaya çizgisinde yürüyen
tutarlı komünistler için bu sözlerin anlamı ve
devrim neferlerinin duruşu çok değerli ve
önemlidir.
Hiç merak etmeyin stratejinizi
“ okuyarak “ değerlendireceğiz. Bu büyük
değişimden habersiz fani kullar olarak tarihsel
günahınızı, ilkesizliğinizi, iradeyi hiçe sayma
suçunuzu tarihe not düşeceğiz. Devrimci…
Kararlılığımızla bütünleştireceğiz, lanetlemeye
başladığınız gelenekçiliğimizle en geniş
demokratik anlayışımızla, en katı ve sert karşı
koyuşumuzla bir katkı daha yapacağız. Didişmeye değil ilkeli olmayı başarmalıyız, bunun
tek yolu doğrulara bağlı kalmaktır.
97
SON.
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
DEVRİMCİ TEORİ OLMADAN
DEVRİMCİ PRATİK OLMAZ.
Sınıflı toplumlarda dünden bugüne
süre gelen, ezilenleri egemen ideoloji ile sarıp
sarmak isteyen burjuva ideolojisi ile komünist
ideoloji arasında barış olmayacağı bilimsel bir
gerçekliktir. Burjuvazi kendi varlığını devam
ettirmek için sürekli olarak saldırılarını artırarak
yaşamın bütün alanlarında topluma kendi
geri,yoz kültürünü enjekte etmektedir. Yaşamdaki her pratiğin ideolojik bir temeli vardır.
Pratiği salt eylem üzerinden değerlendiremeyeceğimiz gibi öncelikle ideolojik özü üzerinden
değerlendireceğiz.
Tasfiyeci rüzgarların her geçen gün
ideolojik saldırıları derinleşmektedir. Dünya
Devrimci Hareketinin bir parçası olan Türkiye
Devrimci Hareketide bu süreçte ideolojik olarak
sarsılmalar yaşamıştır. Hareketimizde bu
anlamıyla ideolojik savrulma yaşamış ve bu
ideolojik savrulmanın kendisi karşımıza “3.
Kongre” olarak çıkmıştır. Tasfiyeci rüzgara
kapılıp MLM’den hızlıca uzaklaşınca pratikte de
ki değişimde kendisini göstermekte geç
kalmadı.
Geçtiğimiz günlerde bir çok devrimci-demokratik kurumun örgütlediği Munzur
Doğa ve Kültür Festivali, 2 Eylül Kültür ve Sanat
Festivalini v.b etkinlikleri geri bıraktık. Dergimiz
çalışanları ve okularının da katıldığı festival,
yürüyüş ve etkinliklerde dergimizin faaliyetine
dönük yasaklacı bir yaklaşımla dostlarımız
küçük burjuva kaygılarla hareket etmiş ve
dergimizin faaliyetlerini engellenmek isteyen
tasfiyeci anlayışa karşı sessiz kalmışlardır.
2 Eylül Kültür ve Sanat Festival
Platformunda yer almak isteyen bu anlamıyla
katkı sunmak isteyen dergimiz, önceleri olumlu
karşılanmış daha sonrasında Festival Platformuna getirilen öneri ile dergimize yasakçı bir
zihniyetle yaklaşılmıştır. Önerininin kendisi
Devrimci Halkın Günlüğü’nün stand açmaması,
çalışmalara katılmaması, Dergisinin fiili dağıtılmaması, yürüyüşe katılmaması. İşte tasfiyeci
anlayışın geldiği yer! Demek ki ideolojiden
sapınca devrimci kültürün yerini küçük bujuva
kültür alıyor. İdeolojik olarak tartışmayan küçük
burjuva söylemlerle dergimizin “organizma”
olarak ifade edilmesi öneriyi getiren “3.
Kongre” çizgisinin savunucularını anlamak çok
da güç değil. Hareketimizin tarihine, birikimine
siyah bantlı kapalı gözleriyle bakanlar, devrimci
kültürümüzden de kopmaları gayet anlaşılır.
1 Mayıs Mahallesin’in hareketimiz
tarihinde özel bir yeri ve önemi vardır. 2 Eylül
1977’de katledilen yoldaşlarımızın anısına
dönük gerçekleştirilen yürüyüşe dergimiz kendi
pankartıyla katılmış fakat Festival Tertip Komitesi tarafından, gerginlik çıkması gerekçe
gösterilerek, 42 yılık mücadele tarihimiz
görmezden gelinmek istenmiştir. Dergimiz
festival sürecinin en başında ifade ettiği gibi
gerginlik çıkmasına neden olacak her hangi bir
pratikte bulunmayacağı gibi yürüyüşe katılması
için diğer devrimci-dost kurumlarada kendi
bulunduğu cepheden 42 yıllık pratikle teminatını vermiştir. Hiç bir devrimci kurum hiç bir
devrimci kurumun yürümesine, stand açmasına, eylem ve etkiniliklerine müdahale etmez,
edemez. Dergimiz çalışanlarının, okularının ve
Yeni Demokrasi Aileleri Birliğinin katılımı ile
98
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
yürüyüşün devam ettiği esnada Festival Tertip
Komitesinin seyirci kaldığı, kitlemize dönük fiili
saldırı gerçekleşmiştir. Pankartımızı almak
isteyen, elinde kamerayla çekim yapanlar,
yürümemize , slogan atmamıza dahi müdahale
eden “tam bilimselci”ler kendi “yeni”, “nitel”
sıçramalarını pratikte kanıtlamışlardır. Önerinin
kendisi dahi devrimci anlayıştan uzak olunca
pratikte saldırı olarak can buluyor. Daha yakın
bir tarihte Halk Cephesi - HDP arasındaki
yaşanan olumsuzlukları “şiddet, çatışma, fiili
tavır olarak kabul etmez”ken akabininde kendi
söylemleriyle pratikleri birbiriyle çelişki
arzeden ,tutarsızlıklardır. Bu somut pratikle bir
kez daha gördük ki tarihin üzerinden atlayan,
tarihinin üzerine kalın çizgiler çekilerek bir
günde dününü unutmuş olanlar örgütsel
ayrılıklarda, kopmalarda ve bölünmelerle de
ilgilide tarihi kültürü değişime uğratıp “yeni”liklerle “nitel sıçrama”larla yarattıklar “yeni
kültür”lerini bütün devimci ve demokrat
kamuoyuna göstermişlerdir.
Bu doğrultuda diğer devrimci kurumlara
“Marksist” kendilerine liberal olmaları da
şaşırtıcı değil. Şayet bizlerin bakış açısı dün
olduğu gibi bugünde aynı berraklıktadır. Yani
bir değişime gitmedik.
İdeolojiye güven olmayınca esas
olmaktan çıkıyor. Tahamülsüzlükle dergimize
yaklaşan, ideolojik tartışma yürütmeyen,
dergimiz çalışanlarını aksiyon filimlerini aratmayacak şekilde festival alanında takip eden,
tek tek içtiği su konuştuğu kişiye kadar not alan,
fiziki takiple tacizde bulunan, üstüne üstlük
dergi okurumuzun isteği üzerine verilmesine
karşılık “tahrik olduklarını ” ifade etmeleri “yeni
adalet anlayışlarını”da bu pratikleriyle bir kez
daha göstermiş oldular . Bu tarz küçük burjuva
anlayışlara ne tarihimizde ne de bugün göz
yummayarak Maoist bilinç ışığıyla ideolojik
mücadele yürüteceğiz.
Demokratik Haklar Platformu
Devimci Halkın Günlüğü
Yeni Demokrasi Aileleri Birliği
99
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
“3.KONGRE”Yİ DEĞİL PARTİ İDEOLOJİSİNİ
VE ÇİZGİSİNİ SAVUNUYORUZ
Nesnel şartların devrimci süreçleri
tetiklediği bir dönem de Maoist hareketin iç
çelişkilerini aşamaması Türkiye-Kuzey Kürdistan devrim mücadelesi bakımdan olumsuzluk
içerdiği açıktır. Parti birliğini lafızda dile
getirmek yeterli değildir. Niyet ve arzularla ne
çelişmeler doğru temelde çözüle bilir, nede
devrim hareketine önderlik edilebilinir. Nasıl ki
Parti birliği MLM ideolojisi, devrim amacına
bağlı stratejik doğrultu ve bunu uygulayacak
örgüt gücünün çiğnenemez kurallarını oluşturan politik ilkeler üzerine kuruluysa Parti içi
çelişmelerin çözümü de ilkeseldir. Metodu
açıktır. Demokratik merkeziyetçi esaslara uygun
ele alınır. Parti bir bütündür ve öyle kavranmak
zorundadır. Bir gurubun, kliğin istediğini
yapma, yol ve yöntemleri değiştirme, Partinin
herhangi bir parçasını yok sayarak hareket
etme durumu yoktur, olamaz.
Kaypakkayacı Parti uzun mücadele
deneyimine
sahiptir.
Örgüt
ilkelerinin
çiğnendiği her dönemde parçalanma yaşanmıştır. ‘’3.Kongre’’ Partimizin ilkeleri çiğnenerek gerçekleşmiştir. Bir bütün olarak ideoloji,
stratejik doğrultu, örgüt ilkeleri ve örgütlenme
anlayışında değişime gitmiştir. Bu değişikliği
yaratan sürece Maoist tutsaklar dahil
edilmemişlerdir. Bununla birlikte Maoist Partinin Komünist örgütleme anlayışıyla bağdaşmayan – delegeliklerin düşürülmesi,resmileştirdikleri bütün belgelerin alt kongrelerdetartışılmaması gibi vd nedenlerle – Parti tarihinde rastlanmayan en ciddiyetsiz tarzla ‘’3.Kongre’’nin yapılmış olduğu bütünüyle açığa
çıkmıştır.
Partinin tam iradesinin alınmaması
nedeniyle ‘’3.Kongre’’ Parti içi proleter
demokrasiden yoksun darbeci niteliktedir.
Meşru değildir; politik oportünizmle lekelenmiştir.
Halkın
Günlüğü’nde
yayımlanan
‘’3.Kongre” sonuçlarını kavra kavrat’’ dizisiyle
‘’3.Kongre’’nin ideolojik, siyasi, politik çizgisini
tutsaklar da öğrenmiş oldu. ‘’3.Kongre’’ belgelerini ciddiyetle incelediğimizde gördük ki
‘’3.Kongre’’nin Kaypakkaya çizgisiyle ilgisi
kalmamıştır. Çünkü Marksizm-Leninizm-Maoizm ideolojisini tahrip eden proletarya
diktatörlüğü ilkesini reddedenlerin Kaypakkaya
çizgisiyle bağı olamaz. Daha önce Partimizin
mahkum ettiği ne kadar revizyonist teori varsa
‘’3.Kongre’’nin hepsini yoğurarak yeniden kızıl
renge boyayıp bayraklaştırdığını gördük. Bu
gelişme bizim açımızdan uzlaşmaz fikir
ayrılıklarının son noktasıydı.
Bu anti demokratik ilkesiz ve ciddiyetsiz
sürecin sonuçlarını ortadan kaldırmak için
demokratik tartışma sürecinin işletilmesini
istedik. Haklarımızı savunduk. Cevap ve açıklama istedik, fakat ne yanıt verildi nede açıklama
getirildi. ‘’Uyan uyar uymayan gider’’ tavrı
dayatıldı. Israrla ne kadar Parti birliği
savunulduysa ideolojik olarak revizyonist –
oportünist -, politik açıdan sekter, yıkıcı, klikçi
tasfiyeci olan ‘’3.Kongre’’ önderliği parçalanmayı dayattı.
Bütün ömrünü devrim amacına
adayan, mücadele içinde Parti ruhuyla
100
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
yeniden yaratılan ve partiye bağlılıklarını koruyan Maoist tutsaklar hiç bilmedikleri ( Gazete
de yayınlandıktan sonra öğrendikleri ) ‘’3.Kongre’’nin revizyonist teorilerinin savunucuları
olamazlardı; olmadık. Eğer, ‘’3.Kongre’’nin
ilkesizliğine oportünizmine evet deseydik Partinin Marksist-Leninist-Maoist ideolojisi ve
amacına ihanet etmiş olurduk. Bu tarihsel
günahı işlemedik.
Partinin ilkelerini, ideolojisini savunduk; savunacağız. Dün MKP’ liydik bugünde
MKP’ liyiz. Bugün şu yada bu gerekçeyle doğru
bulmadıkları
‘’3.Kongre’’nin
çizgisinin
savunucusu durumuna gelen yoldaşlar ‘’3.Kongre’’nin ilkesizliği, dağıtıcılığı üzerine iyi düşünmelidirler. Parti gücünü oluşturan her bir
yoldaşımız değerlidir. Parti gücünü bu derece
pervasızca dağıtanlara izin verilemez. ‘’3.Kongre’’ye karşı çıkanları parti dışına itmek için her
şeyi yapan ve sağa yatan bu çizgiyi kabul etmemelidirler. Bizlere yönelik yığınla haksız ve
adaletsiz, yanlış tanımlamalar yapılmasına
rağmen bu gerçekleri tekrar belirtmeyi gerekli
görüyoruz. Proleter demokrasiyi ve ilkeleri
savuna bileceklere sesleniyoruz.
‘’3.Kongre’’nin
ideolojik,
siyasi
sapmasına karşı mücadelemizi sürdüreceğiz.
Partinin MLM çizgisinden sapan ve birliğini
parçalayan ( ki halen hiçbir şey olmamış gibi
davrandıklarını da hatırlatalım ) ‘’3.Kongre’’ye
MLM ideolojisini savunan bütün yoldaşlar karşı
durmalıdır.
Bu yönlü ‘’3.Kongre’’ye karşı net
duruşumuzu açıklamayı tarihsel bir sorumluluk
olarak görmekteyiz. Bu anlamıyla bir kez daha
devrimci çizgide duran kadro, üye ve savaşçılar
ve bütün Parti taraftarlarını sorumluluğa davet
ediyoruz. Marksizm’i ve ilkeleri savunmak her
Komünistin görevidir.
Bütün engelleri aşacak devrimci görevlerimizi her şart altında yerine getirmeye
devam edeceğiz.
Merhaba Sevgili Yoldaşlar;
Sizleri sımsıkı kucaklar iyi olmanızı
umut ederiz. Bizleri daha evvelinden yazmış
olduğunuz bir fax ulaşmıştı. Bu fax devimci
mücadele alanına katılacak olan bir aracın daha
olması nedeniyle bizleri sevindirdi. Bizler gecikmiş olan yanıtınızı dergimizi elimize alacağımız
günün sonrasına bırakmıştık. Elimize tutsaklık
koşullarının getirdiği bir hisle canlı dergimizi
görmek, bizleri daha da coşkulu kılacağını
bildiğimizden.
Devimci Halkın Günlüğü dergisi birkaç
gün evvel elimize ulaştı. Postalanan tarihten bu
yana 20 günden fazla bir zaman da ulaşmış
olması, zamanla aşılacaktır. Zorluklarımızı,
sıkıntılarımızı birlikte daha da çabuk aşacağız.
Devrimci mücadele düz bir yolda yürümüyor,
Bu gün hareketimize içten darbeci tasfiyecilikle
gelebildiği gibi, dış düşmanı da ihmal etmeden
çalışmalarımızı dikkatli yürütmeliyiz. Zamanla
iletişim imkanımız yoğunlaştıkça birlikte bu
yükü kaldıracağımıza hiç şüphemiz yok.
Dergimizi olumlu karşılayanlar olacağı
gibi, olumsuz bakanlarda olacaktır. Bu durum
ilerisi için bizlerde bir karamsarlık yaratmamalıdır. Hareketimiz bu günleri ilk defa
pratik eden bir geçmişe sahip değil. Elimizde,
bilincimizle, bizle birlikte koskoca bir Kaypakkaya güzergahı bulunuyor. Tarihimiz--den
aldığımız tecrübenin verdiği devrimci miras ile,
zoru aşmasını bilmeliyiz.
Bu faxsımızla sizlere merhaba demek istedik.
İleriki zamanda daha sık görüşeceğimize
kuşkunuz olmasın. Tecrit ve tutsaklık bizi ne
kadar zorlasa da, koşullarımızı devrimci direniş
alanlarına çeviren bir geleneğimiz vardı, var
olacaktır.
Tekrar görüşmek umudu, kararlılığı ile
devrimci selamlar.
Kandıra/ MKP- HKO Tutsakları
Elbistan/ MKP - HKO Tutsakları
101
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
NASIL BİR KADRO SİYASETİ?*
1. BÖLÜM
Öncü bir parti olarak, kadro konusunda
oldukça sıkıntı çektiğimizi bu sayfalarda birçok
kez vurgulamıştık. Devrimin kadrolara ihtiyaç
duyduğunu, onlarsız olmayacağını herkes bilir.
Bir devrimin doğru yolda yürümesinin temel
anahtarı ideolojik, siyasal çizgi ışığında yürümek
olduğu; doğru bir politik-taktik önderlik etrafında örgüt ve kitlelerin yönetip/yönlendirilmesi
devrim için ne kadar vazgeçilmez ihtiyaç ise,
öyle de bu doğruları kitlelere nüfuz ettirecek
kadroların olması da devrim için olmazsa olmaz
ihtiyaçtır. Bunun içinde, yani devrimin Marksist-Leninist- Maoist kadrolar önderliğinde
yönetilip-yönlendirilmesinin biricik yolunun ise
kadro siyasetiyle orantılı olduğu tartışma götürmez bir gerçekliktir. Kadro siyasetinin yanlış
olduğu yerde o devri- min Marksist-Leninist-Maoist bir ideolojik , siyasal çizgi ışığında
yürütüldüğünden söz edilemez.
“Defalarca genel siyasal çizgimizin
doğru ve bilimsel olduğundan ama bu genel
siyasal çizgiyi stratejik-taktik diyalektiği
içerisinde birleştirecek istikrarlı ve doğru bir
önderlik çizgisinin oturtulmadığı/oturmadığından”dem vururuz. Bunu belirtmek Marksist-Leninist-Maoist bir öncü için samimi ve ciddi bir
yaklaşımdır. Sadece bu eksikliği belirtmek,
devrimi küçükten büyüğe, basitten karmaşığa
doğru büyütüp oradan da genel bir zafere
dönüştürmek için yeterli bir tutum olamaz.Hataları ve eksikliklerimizi doğru bir görüş açısıyla
ortaya koymak, partiyi bütün hatalarından ve
eksikliklerinden arındırmayacağı gibi, halka
öncülük etmede de köklü ve atılımcı
bir şekilde ileriye taşıyamaz. Buda teori ve
pratik diyalektik ilişkisini
gerçekleştirecek ana malzemenin kadrolardan
başkası olmadığı ortadadır. Stalin yoldaşın bu
sorunlara ilişkin ana vurgusu şöyledir:
"Doğru bir siyasal çizgiye sahip olmak
elbette ilk ve en önemli şeydir. Ama bu henüz
yetmez. Doğru bir siyasal çizgi sadece ilan
edilmek için değil, uygulanmak için çizilmiştir.
Ne var ki, doğru bir siyasal çizgiyi pratik olarak
uygulamak için, kadrolar gerekir, partinin
siyasal çizgisini anlayan, onu kendi öz çizgileri
olarak kavrayıp uygulamaya hazır bulunan,
onu pratiğe geçirmesini bilen ve onu yanıtlamaya, savunmaya, onun için savaşmaya
yetenekli olan insanlar gerekir. Yoksa doğru
siyasal çizgi, kağıt üzerinde kalma tehlikesini
taşır."
Bu saptama, gerek genel siyasal
çizginin uygulanması bakımından olsun,
gerekse güncel taktikler üretmek bakımından
olsun, her iki alan için de geçerlidir. Nasıl bir
kadro politikası ve kadro tipi konusunda Lenin,
Stalin, Mao ve Dimitrov yoldaşlar, sadece doğru
tezler ortaya koyarak devrimi gerçekliğe
dönüştürmediler. Onlar; aynı zamanda bu
devrimci tezler ışığında pratik olarak doğru bir
yönelim içinde olduklarından devrim mücadelesini zafere taşımayı başarmışlardır. Diyebiliriz
ki, burada ortaya koyacağımız düşüncelerin
sözünü ettiğimiz bu büyük devrim öğretmenlerinden alınmış ve bu ışık doğrultusunda,
dünün ve bugünün kadro politikası ve tipine
neşter vurulmaya çalışılmıştır.Burada altı
çizilmesi gereken asıl konu, bu sayfalarda
ortaya konulacak tezlerin kağıt üzerinden çıkıp
pratikte yaşamsal bir olguya dönüşmesi
olmalıdır.
102
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
Geçmişte düşülen hata ve eksikliklerin sorgulanması niye yapılır? Stratejik amaca adım
adım ulaşmak için yapılır. Daha doğrusu bir
hatanın ideolojik kaynağı sınıfsal, siyasal ve
tarihsel bağlantıları içerisinde bilimsel bir
görüş açısıyla ortaya konulup, bu hatalardan
ideolojik olarak köklü ve devrimci bir şekilde
kopulduğu zaman, ancak bu durumda,
geçmişte işlenen aynı hatalar işlenmemiş olur.
Aksi durumda aynı hataları tekrarlamak
kaçınılmaz olur.Hatalara karşı ideolojik bakımdan amansız mücadele etmek demek, önce o
hataların ideolojik olarak beslendiği kaynağı
bilimsel bir perspektifle ortaya koymak,
arkasından ise bu hataları köklü bir şekilde
gidermek için somut siyaset tarzı izlemek
demektir.
O nedenledir ki, yukarıda başlığa
çıkardığımız konuya ilişkin ortaya koyacağımız
düşünceler, bir yandan geleceğe ilişkin perspektif, diğer yandan ise bu konudaki hatalı
yanlarımızın sorgulanması olarak algılanmalıdır.
Marksist-Leninist-Maoistler kendisini
eleştirmekten ve hatalarını ortaya koymaktan
sakınmaz. Üstelik Marksist-Leninist-Maoistler
içinden geçtikleri süreç açısından kendi örgütsel bütünlüklerinin sağlamanın başlıca
araçlarından birisi olarak, her alandaki hatalardan ideolojik olarak köklü bir şekilde kopmak
için geçmişle amansız bir şekilde ideolojik
muhasebeye tutuş şiarı altında, somut siyaset
belirlemiş durumda iken; bizim artık kalkıp
kendi hatalarımıza karşı liberal davranmamız
diye bir tutum sergilememiz, hiç mi hiç affedilecek bir pratik olmasa gerek.
Gelecekte daha dikkatli hareket etmek
ve verimli çalışmak için geçmişte işlenmiş hatalara karşı hatır-gönül dinlemeden, bütün hataları açığa çıkartmak, geçmişteki tüm olumsuz
şeyleri bilimsel bir görüş açısıyla incelemeye ve
eleştiriye tabi kılmak, günün vazgeçilmez
ideolojik görevleri arasındadır. Bu eleştirilendeki temel yöntemimiz tabii ki öncünün
birliğini ve bütünlüğünü her bakımdan pekiştirecek, onun savaşma kapasitesini daha da
yükseltecek düzlemde olmalıdır. Partiyi amaç
değil araç, dünya proletaryası ve ezilen
halklarının kurtuluşunu ve oradan da nihai
amaç olarak komünizmi kendisine amaç
edinenler, kendi hata ve noksanlıklarını ortaya
çıkartarak eleştirmekten korkmaz.
Hataları ortaya koymak, proletarya ve
halkın yararınadır. Bu bilinçledir ki, yani doğrulardan hareket edenler stratejik olarak asla
yenilmezler. Bu stratejik yenilmezliği her
dönemde (devrim öncesi ve sonrası süreçlerde)
sağlayacak biricik güç ise doğru bir ideolojik ve
siyasi çizgi ışığında hareket edecek kadroların
gerçekliği olacaktır. Bu önemdendir ki “Nasıl Bir
Kadro Siyaseti?” sorusunu dünü bugünüyle;
ideolojik, siyasi vb. çeşitli boyutlarıyla ele alıp
yanıtlayacağız.
Burada üzerinde durulacak konunun
özü ve ağırlık noktasını her ne kadar partili
kadro siyaseti ve tipi oluştursa da, ancak bu
görüşlerin kendi hedefi kapsamı doğrultusunda tüm partilileri ve partisiz kadroları (parti
üyesi olmayan) da kapsadığı bilinmeli ve bu
perspektif ışığında kadro politikası kavranmalıdır.
Kadro siyasetimizi iki alt başlık altında
ele alıp ortaya koyacağız. Bunun için önce kadro
siyasetimizi, sonra ise nasıl bir kadro tipi yaratmalıyız sorusuna ilişkin soru ve sorunları
yanıtlamaya çalışacağız.
A- Kadro Siyasetimiz:
Kadro siyaseti derken, bunu oluşturan
belli başlı kriterler vardır. Önce bu kriterleri
maddeler halinde sırasıyla aktaralım:
1- İnsanları tanımak
103
Devrimci Halkın Günlüğü
2014 - KASIM - SAYI: 2
2- Kadroların uygunca seçimleri ve terfileri
3- İnsanlardan en iyi ve doğru biçimde yararlanma yeteneği
4- Kadroların uygunca dağılımı
5- Kadrolara yardım
6- Kadroların korunması
Bu konular üzerinde sırasıyla duralım:
l- İnsanları Tanımak:
İnsanları tanımak derken, bununla
sadece partili kadroları kastettiğimiz anlaşılmasın. Bununla, partisiz kadro adaylarına karşı
da yukarıdaki kriterler doğrultusunda hareket
etme siyasetini benimsemeliyiz vurgusunu
yapmak istiyoruz.
Partili kadro ile partisiz kadrodan
beklenen görev ve sorumluluklar elbette bir
ve aynı olmaz. Ama kadro denilince sadece
partili kadro anlaşılmalıdır anlayışını da doğru
görmüyoruz. Birçok partisiz kadronun yetenek
ve kapasite bakımından kadro vasfına sahip
olduğuna dün olduğu gibi bugün de tanık
olmaktayız. Bunun üzerinde daha fazla durmadan geçiyoruz.
Kadroları tanımayı iki kategoride ele
alıp, değerlendirmeye tabi tutmalıyız. Bunlardan birincisi, insanları daha örgütsel faaliyetin
içine çekmeden kişinin siyasal, sosyal, psikolojik, ahlaki, sınıfsal ve geçmiş örgütsel yapısı ve
yaşamına ilişkin gelişmeleri olabildiğince
öğrenmek ve arşiv haline getirmek görevi ve
sorumluluğu ile tüm parti eğitilmeli, yükümlü
kılınmalıdır.
Bu, örgütün güvenliği açısından önemli
olduğu kadar kişinin örgütlü yaşam boyunca
hangi alanda örgütlenmesi, istihdam edilmesi
veya nereden nereye yöneltilebileceğini
yerinde ve zamanında saptamak için de gereklidir. Bu doğru yöntem, aynı zamanda kişinin
ileride işleyeceği hata ve suçlarının,başarısızlıklarının da nedenlerinden birisini daha
net ve yakından saptamak açısından da önemlidir.Kısacası; kişinin sosyal, siyasal, ideolojik,
psikolojik ve ahlaki durumu ve yeteneklerinin
öğrenilmesi ve arşiv edilmesi bir örgütün daha
ilk başta yeni kadrolar çıkartmasının temelini
de sağlam atacağının göstergesi olarak kabul
edilmelidir.
Bir işe nasıl başlarsan öyle gidersin. Bu
durum ta ki hata ve noksanlıklarının farkına
varılıncaya kadar da böyle devam eder. Ne
ekersen onu biçersin sözü, tam da kadro politikasında nasıl bir hat tutturursan öyle
gidersin(e) ışık tutmaktadır.
İkincisi; örgütlenecek veya bunun
daha ileriki aşamalarından birisi olan kişiyi
partiye üye alırken, kişinin yeteneklerinden
tutalım da yukarıda sözünü ettiğimiz
özellikleri (siyasal, sosyal, psikolojik, kültürel
vb.) bir bütünlük içerisinde ve ayrıntılı olarak
öğrenilmeli ve arşiv edilmelidir. Bunlar
olmadan kişiyi üye yapmak, ya da aday üyeliğe
almak doğru bir siyaset tarzı olmaz.
Çünkü kişinin kişilik özellikleri ve
yetenekleri doğru ve arşivsel bir temelde
bilinmeden, kişileri doğru bir tarzda örgütlemek veya bu kişilerin ileride ortaya çıkacak
sorunları noktasında doğru ve bilimsel bir
çözümlemede
bulunulamaz;
kadrolara
yardımcı olunamaz. Örgütlenmede temeli
sağlam atmak dernek, geleceğin zorluklarını
daha güçlü ve kararlı bir şekilde alt etmek
demektir.
Kişinin kişilik özellikleri ve yetenekleri
doğru bir temelde bilinmeden ve mevcut
yeteneklerine göre görev ve sorumluluk verilmeden kişi kör bir pratikçi olmaktan öte fazla
bir iş yapamaz, devrime katkı sunamaz.
Devam Edecektir.
* Bağımsızlık Yolunda Devrimci Demokrasi
Gazetesi, Özel Sayı:1
104-

Benzer belgeler