Dizim Çalışmaları Ne Yönde İlerliyor?

Transkript

Dizim Çalışmaları Ne Yönde İlerliyor?
Klasik Aile Dizimi, Ruh Hareketleri,
Zihin Hareketleri ve Diğer Yöntemler Işığında
“Dizim Çalışmaları Ne Yönde İlerliyor?”
Son yıllarda dizim çalışmaları farklılaştı, değişik biçimlerde uygulanmaya başlandı. Bu
çalışmalar, yaklaşık son 15 yıldır daha geniş bir kitle tarafından bilinip erişilmeye
başlandı. Çeşitli kişisel tarzların yanı sıra, dizim çalışmalarıyla ilgili olarak en az 4 değişik
yön veya yöntem anlayışı ortaya çıktı. Bunlar:
1) “Klasik” Aile Dizimi: Bert Hellinger tarafından yaklaşık olarak 90’lı yılların sonuna
kadar uygulanıp örneklenen yöntemdir.
2) Çeşitli konstrüktivist yönelimli usuller: Bunların arasında Matthias Varga von Kibed
ve Insa Sparrer tarafından geliştirilen “Sistemik Yapısal Dizim”, metodolojik
bağlamda en gelişmiş olanıdır.
3) Hellinger tarafından “Ruh Hareketleri” olarak adlandırılan yöntem: Bu yöntem
2000 ile 2006 yılının başlangıcı arasındaki dönemde, kendisinin ana usulü idi.
4) “Zihinsel Aile Dizimi” ya da “Zihinle Birlikte Yapılan Yürüyüş” veya “Zihin
Hareketleri”: Bert Hellinger tarafından 2006 yılının başlarından beri uygulanıyor ve
onun tarafından “Yeni Aile Dizimi” olarak da tanımlanıyor.
Bu anlayışların çeşitli metodolojik özellikleri ve temel nitelikli felsefi-kuramsal kabulleri
var olup, her biri belirli bir bağımsızlığa ulaşmıştır. Ancak bu bağımsızlıkları, “Sistemik
Yapısal Dizim” haricinde şimdiye dek pek ele alınmamış ve sadece cılız bir şekilde
betimlenmiştir. Bu modellerin uygulamalarıyla ilgili olarak, bazıları tarafından “doğru” ya
da en azından “daha iyi usul” şeklinde propagandalar yapılmaktadır. Oysa genel olarak
pragmatik bir şekilde, her olayda değişik bir biçimde uygulanmakta, hatta birbirleriyle
kombine edilmektedirler. Bu bağlamda ağırlık noktasının yer aldığı usul, şu ya da bu
kısmı başka bir yöntemle takviye edilen veya zenginleştirilen bir usuldür çoğu zaman.
Benim izlenim ve tecrübelerime göre, Klasik Aile Dizimi hâlâ ana yöntem. Ben
uygulamalarımda daha çok dinamik dizimi tercih ediyorum.
Benim bakış açıma göre, pragmatik yöntem kombinasyonuna karşı söylenecek fazla bir
şey yok. Ancak bence burada çok önemli bir nokta var: “Dizimci neyi, neden yaptığını
biliyor olmalı.” Çünkü çeşitli görüşlerin pekala dikkate alınması gereken nitelikleri vardır.
Bunun dışında, anlayışların temel kabullerinin ve bunlardan hareketle uygulama
çalışmalarına yönelik olarak ortaya çıkan gerekliliklerle sonuçların bilincinde olmak, ilk ve
sonraki eğitim bağlamında önemli bir şeydir. Bu yazımda, “Ruh Hareketleri” ve “Zihinsel
Aile Dizimi” ile şu sorulara yoğunlaştım:
•
•
•
•
Tinsel olanın (maneviyatın) dizim çalışmasındaki önemi nedir?
Bu önem, metodolojik olarak uygulamaya nasıl yansır?
“Zihin”, Bert Hellinger nezdinde nasıl bir rol oynar?
Hellinger’in takdim ettiği, “Yeni”, “Zihinsel” aile diziminin, dizim çalışmaları
açısından genel önemi nedir?
Klasik Aile Diziminin bilindiğini varsayıyorum ve “Ruh Hareketleri” konusunu ele alırken
de bu meseleye değiniyorum. Konstrüktivist anlayışlara fazla bir katkıda bulunamıyorum.
Kısaca söylemek gerekirse, “bu taraklarda bezim yok”.1
1
Ancak şu saptamayı yapmak istiyorum ki, Varga von Kibed / Sparrer tarafından dillendirilen görüşe ya da
Guni Baxa, Christine ve Siegfried Essen etrafındaki Grazlı meslektaşların uygulamalarına fazlasıyla saygı
duyuyorum. Matthias Varga von Kibed ile ilgili olarak “Hellinger Tartışması” (Freiburg 2005) kapsamında dile
getirdiğim eleştiri, sadece sistemik-konstrüktivist terapistlerden oluşan bir grup tarafından “Potsdam
Deklarasyonu” olarak adlandırılan yazıda kaleme alınmış olan, Hellinger hakkındaki pek seviyeli olmayan
sözlere yönelik idi. Bu kitabımda, “Hellinger ve Sistemik Terapi” bölümünde, Hellinger ile ilgili sistemikkonstrüktivist eleştirileri ve gizli konstrüktivist inanç ilkelerini de ele aldım.
Ruh Hareketleri
Bert Hellinger “Ruh Hareketleri” kavramını, 2000 yılının yaz aylarında Berlin’de
gerçekleştirilen bir kurs sırasında, az çok resmi bir biçimde literatüre soktu. Bu yeni
yöntemi, yurtdışında katıldığı birtakım seminerlerde keşfetmişti. (İlk kez İsviçre’deki bir
kursta tanımıştı) O zamanlar bir Yahudi ailesinin verdiği kurbanları temsil eden kişilerle,
failleri karşı karşıya getirmiş ve olacakları beklemiş, ayrıca çeşitli denemeler yapmıştı.
Berlin’deki kurs ve yarım yıl sonra Linz kentinde (ilk defa) eğitim kursu olarak duyurulup
gerçekleştirilen bir seminerde -ki bu seminere tüm önemli dizicileri davet etmiştiaçıklanan bu “yeni” yaklaşım, meslektaşlar arasında farklı görüşlerin dile getirilmesine yol
açtı. Ayrıca, görünüşe göre bu organizasyonlar, dinamik dizimlerin Hellinger’in arzu ettiği
kadar yaygınlaşmasına da pek katkıda bulunmamıştı. Bana göre bu sonucun 3 konuyla
ilintisi vardı:
Öncelikle maksatsız olarak dizimde bulunmak ve aynı zamanda
propagandasını yapmak, Hellinger tarafından da fenomenolojik
öğretildiği üzere, yarar sağlamamaktadır. Bu nedenle bazı
Berlin’deki- yapay bir izlenim bıraktılar. Yeni uygulama
uydurulmuşlardı sanki.
da belirli bir yöntemin
bir temel kural olarak
dizimler –özellikle de
tarzına kasıtlı olarak
İkincisi, davet edilen dizimcilerin (eleştirici de olabilen) sorularına imkan tanımak mutlaka
yararlı olacaktı. Böylece yeni yöntemin arka planı ve içerdiği öğeler daha iyi anlaşılacaktı.
Ama Hellinger, bunu yapacak bir kişi değil. Oysa kendisini diyaloga açsaydı, kesinlikle
kendi anlayışı açısından da yarar sağlayacaktı.
Üçüncü olarak, Hellinger yeni yöntemin eski yöntemden hangi hususlarda ayrıldığı, hangi
konularda daha üstün olduğu, nerelerde pek uygun olmadığı, eskiyi takviye mi ettiği
yoksa eskinin yerine mi geçtiği gibi soruların cevabını hiçbir zaman net olarak ortaya
koymamıştır. Hatırlıyorum da, bu konuda bir konuşma yaptığım 2001 Würzburg
Kongresi’nde, birçok genç dizimci ne yapacağını bilememişti. Eski dizimlere devam mı
edilecekti, yoksa sadece “Ruh Hareketleri” mi uygulanacaktı? Yine konuk koç olarak
dinamik dizim çalışmalarını öğrettiğim birçok eğitim kursunda, bu konuda sağlam
temellere dayanan bilgilerin çok az olduğunu gördüm. Söz konusu usulün potansiyeline
bakarak, bu durumu üzücü buluyorum.
“Ruh Hareketleri”, ortaya çıktığı andan itibaren kafaları karıştırdı. Karışıklığın nedeni;
yöntemle (temsilcilerin hareket etmesine izin veriliyor), içsel hareketin (ruh hareket
ettiriliyor), yani dizimdeki harici hareketle içsel-ruhsal hareketin eşdeğer kabul edilmesi
idi (ve hâlâ da öyle). “Ruh Hareketlerinin”, dizimdeki belirli bir usulle özdeşleştirilmesi,
eski statik dizimlerde içsel hareketler, ruhsal hareketler yokmuş izlenimini uyandırıyor.
Hâlâ şu tasavvur egemen: Dizimdeki temsilciler hareket ettiklerinde ve/veya yönetici
devreye girmeyip, dizimi az çok temsilcilere bıraktığında, “Ruh Hareketleri” meydana
geliyor. Ancak bu anlayış, ruhun gerçek hareketlerine hakkını teslim etmiyor. Bu
hareketlerin potansiyelinden yararlanabilmek için, bence öncelikle şu husus
irdelenmelidir: “Ruh Hareketi” olarak tanımlanan şey, belirli bir dizim yönteminin ötesinde
nedir? Ancak bu soru cevaplandıktan sonra, söz konusu hareketin metodolojik olarak en
iyi şekilde nasıl ifade edileceği sorusu irdelenmelidir.
Ruhun Açılması
Ruh Hareketleri öncelikle içsel, çok ince hareketler olarak algılayabileceğimiz şeylerdir.
Bir insanın yanında durduğumuzda ruhumuz kendisini bu insana açabilir ve genişleyebilir
ya da ondan kaçar ve kapanır. Bu, sürekli olan bir şeydir ve çoğu zaman farkında
olmayız. Ama dikkatimizi bu konuya yoğunlaştırdığımızda hissedebiliriz. Yine başka bir
insanın ruhunun bize açıldığını ya da kapandığını da hemen anlarız. Bu deneyimi sadece
insanlarla değil, aynı şekilde hayvanlarla, bitkilerle ve doğanın tümüyle ediniriz. Ve hatta
tek başımıza kendimizle de!
Bu hareket bana doğal bir süreçmiş gibi geliyor. Bir tür ritim ya da gel git gibi… Ancak
birçok insanda bu hareket sınırlandırılmış oluyor; hatta bazılarında tamamen katılaşmış.
Biz bu katılaşmayı soyutlanmışlık, kopmuşluk ve yalnızlık olarak yaşıyoruz. Ruhun
katılaşmasının ve büzüşmesinin sebebi, her zaman travmatik bir yaşantıya dayanıyor. Bu
travma, kişisel türde de olabiliyor, sistemik türde de. Terapide bu katılaşmayı çözmeye
çalışıyoruz. Öyle ki, ruh tekrar genişleyebilsin. Zira ruhun doğal hareketi, gitgide daha
geniş mekanlara doğru açılmaktır.
Kimilerine göre ruhun açılması, aynı zamanda fenomenolojik görme ve idrak etmenin de
önkoşuludur. Fenomenolojik duruşa göre, görülen şey sadece bir nesne olarak değil, aynı
zamanda ruh sahibi bir özne olarak da görülür. Bu nesne bir taş olsa bile, aynı durum
geçerlidir. Onlara göre ruh o kadar açılır ki, görülen şeyin ruhu kişinin ruhuna dokunabilir
hâle gelir. Bu durumda kişiye karşıdan bir şeyler iletilir. Belki de “kişinin” ruhunu açtığını
söylemektense, ruh düzlemine ya da ruhsal olana açılımda bulunduğunu söylemek daha
doğru olacaktır. Öyle ki, bu mekanda sınırlandırmanın değil, büyümenin ve her şeyle
ilintili olmanın söz konusu olduğu anlaşılsın.
Bert Hellinger, bunu şöyle tarif ediyor: “Biz bir ruha sahip değiliz, bir ruhun içindeyiz”.
Hellinger, bu ruhun ‘içimizde’ değil, ‘etrafımızda’ olduğunu dile getiriyor. Bu, ona göre çok
önemli bir husus. Yaygın ruh anlayışını, önemli ölçüde geliştiren bir yaklaşım. İnsan
kendisini bu tabloya yerleştirdiğinde, içinde bir şeylerin açıldığını ve genişlediğini derhal
fark ediyor. Bu durumda ruhum artık bana ait değil; ben “ruha” ait oluyorum. Az çok
ruhtan pay sahibi konumuna geliyorum.
Ben bu görüşü biraz daha ileri taşımak istiyorum. Buna göre ruh, içte veya dışta yer alan
bir varlık olmaktan çok, bir nitelik ya da boyut olarak tanımlanabilir. Sanırım her ikisi de
doğru olabilir: Ruh hem içimizde hem de etrafımızdadır. Bence ruhu somut bir kavram
gibi, içte veya dışta belirli bir yer kaplayan bir şey olarak düşünmemeliyiz. Ruh bence
birleştiren bir şeydir. Beni başka insanlarla ve etrafımda olan her şeyle birleştiren bir şey.
Ruhum ne kadar geniş olursa, bu mekana, “ruh” adlı bu boyuta karşı ne kadar açık
olursam, ruhun içinde ne kadar çok yer alırsam, o kadar çok bağlı olurum. Bu bağlamda
bakıldığında tinsel büyüme, varoluş hissimin (kimliğimin), ruhun engin ve gitgide daha da
genişleyen mekanında genişlemesidir.
Burada bir tanımlama yapmak istemiyorum aslında. Sadece, ruhtan ya da ruhun
hareketlerinden söz ettiğimizde neyi kast ettiğimize dair, bir anlaşma denemesi yapmak
istiyorum.2 Bu noktada önem verdiğim şey, şu durumun anlaşılmasıdır: Öncelikle ruh,
düşünsel bir yapı değildir. Tersine, hepimizin algılayıp hissedebildiği gerçek bir şeydir.
Tam olarak ruh kendisini açtığında ya da kapattığında, yani hareket ettiğinde
hissedebiliriz. İkincisi, ruhun hareketi doğal bir süreçtir. Sürekli meydana gelir (yani bir
dizim yöntemi değildir).
Şimdi dizim çalışmalarına baktığımızda, aile dizimlerinin daha en baştan itibaren ruhsal
alanımızın genişlemesine yönelik olduğunu anlamamız gerekir. Yoksa ‘malum ruhsal
alana doğru genişlememize, söz konusu boyutla birleşmemize’ mi demeliydim?.. Bu
genişlemeyi meydana getiren şey, dizimcinin sadece danışana bakmayıp, onun ailesini
veya sülalesini tümüyle ruhuna kabul etmesi olmuştur. Demek ki açılma, ruhsal
hareketinde fark gözetmeden herkese, özellikle de soyutlanmışlara, unutulmuşlara,
değersizleştirmişlere ve dışlanmışlara yer açan terapistte başlamaktadır. O halde aile
dizimi her türlü metodolojik tartışmanın ötesinde, terapistin ruhunun hareket etmesini
gerektirir; hem de olabildiğince açık ve geniş olmaya doğru bir hareket. Bu açıdan
bakıldığında, Bert Hellinger tarafından yıllardır değinilen değişiklikler, aslında gitgide daha
geniş ve derin olan bir ruhsal hareketi ifade etmektedir. Bu ruh, giderek daha fazla şeyi
2
Hunter Beaumont (Yer aldığı eser: W. Nelles, H. Breuer, Ağaç, Olgun Meyveler Taşıyor, Heidelberg 2006)
benzer bir denemede bulunmuştur. Benim burada kullandıklarımdan biraz farklı imgelere başvurmuştur. Ama
ben kendi bakış açımla, onun tarifinde de karşılaşabiliyorum.
ayrım yapmadan içine almaktadır. Önceleri bu, danışanın kendi ailesine yönelik olarak
attığı bir adımdır. Sonra aile aşılarak, kan bağı olmayanlara ve daha ötede düşmanlara,
zalimlere ve seri katillere ulaşılmaktadır. İyiye de kötüye de aynı açıklık sergilenmektedir
ve nihayetinde Hellinger’in “zihin” dediği, son kaynağa varılmaktadır.
Bu, kendi içinde tutarlı ve mantıklı bir gelişmedir ve daha aile dizimlerinin başlangıç
safhalarında oluşturulmuştur. Dolayısıyla, beni hiçbir zaman şaşırtmamıştır.3 Ancak bu
gelişme, belirli metodolojik bir usulle özdeş değildir. Bir dizimci, kendi ruhunun
hareketlerini hissedebildiği zaman, ruh hareketleriyle çalışıyordur. Yani korkunç olarak
nitelendirdiği ve kendi değerleri, tercihleri veya idealleriyle örtüşmeyen insanlara ve
olaylara karşı da ruhunu açık tutabildiği zaman. Böylece ruhsal alanını danışana ve gruba
açmış olur. Bundan sonra bir de diğerlerinin ince ruhsal hareketlerini hissedebilir ya da
onları içgüdüsel olarak izleyebilirse, ruh hareketleriyle çalışıyor demektir. Ancak bu ince
süreçlere yönelik algılaması olmayan, müdahale etmeksizin temsilcilerin hareketlerde
bulunmasını sağlayan, hatta yönetimi temsilcilere bırakan bir kişi, sadece başarısız
dizimler yapıyor demektir. Büyük bir olasılıkla kısa zaman sonra, herhangi bir dram
tarafından çıkmaza sürüklenecektir. Ancak bunun ruh hareketleriyle ilgisi yoktur.
Dolayısıyla “klasik dizimler” ve “ruh hareketlerinin yer aldığı dizimler” yerine, statik ve
dinamik dizimler kavramlarının kullanılmasını öneriyorum. Böylece, her ikisi de ruhu ve
ruhun hareketlerini kapsayan ve bu konudaki mekanı açan ya da ruhu ve ruh
hareketlerini ıskalayabilen, birbirlerinden farklı usullerin söz konusu olduğu, hemen
anlaşılmaktadır. Zira statik bir dizimdeki her çözüm, bir açılmayı (ve böylece de bir
hareketi) kapsar. Bu açılım, kendisini ortaya çıkaran yöntemden tamamen bağımsızdır.4
Demek ki burada sadece farklı bir isimlendirme değil, çok temel nitelikli bir ayrım söz
konusu. Bu ayrım, ruh hareketlerinin anlatılabilmesinin ve eğitimlerde öğretilebilmesinin
gerekli bir önkoşuludur bence. Zira buradaki öncelik, temsilcileri hareket ettirmek
değildir. Ruhsal hareketlerin peşine düşmek ve onları fark etmektir. Ancak ve ancak
bunun yapabilen biri, hareketli dizimlerde de bir ruh hareketini (ruh açılımının aslında
önlemeye çalıştığı) başka bir hareketten ayırt edebilir.
Demek ki, Bert Hellinger tarafından “ruh hareketleri” olarak tanımlanan şeyle, başlangıçta
birbirlerinden ayırt edilebilen ve mutlaka birbirlerine ait olmak zorunda olmayan iki süreç
kast ediliyor: Birincisi, kişinin kendi ruh hareketinin, ailesini ve sülalesini aşarak, failleri
ve kurbanları, iyiyi ve kötüyü kapsayacak şekilde genişlemesidir. İkincisi de, statik
dizimlerden dinamik dizimlere doğru yöntemli bir değişim olmasıdır. Ancak bu ayrımı
yaptıktan sonradır ki, bu iki usulden hangisinin ruhun (içsel) hareketlerini bir dizimde en
iyi şekilde ifade edebildiğini ve görünür kıldığını sorabiliyoruz. Belki o zaman şöyle bir
tespitte de bulunabiliriz: Bir dizimci aynı ruh hareketini statik bir dizimle, bir başka
dizimciyse dinamik bir dizimle hedefine ulaştırabiliyor. Biri dille daha iyi çalışıyorken,
diğeri dil olmadan daha iyi sonuçlar elde edebiliyor.
Dinamik ve Statik Dizimler
Dinamik dizimler konusundaki en büyük yanlış anlama, yöneticinin dizimin idaresi ile ilgili
olarak geri plana çekilmesini ve idareyi temsilcilerle onların hareketlerine bırakmasını
içeren görüşte yatmaktadır bana göre. Bu görüşün ne kadar yaygın olduğunu bilmiyorum.
Ama dinamik dizimi eleştiren ve ona karşı kuşkucu bir yaklaşım sergileyen bazı
3
Bert Hellinger’e bu konuyu henüz 1997 yılındaki bir röportajda açmıştım (Nelles 1998). Bu boyutu o da
görmüştü herhalde ama o zamanlar “tinsel” sözünü kullanmaya hazır değildi. “…acaba doğanın ötesine ulaşan
bir şey mi bu?.. Beni aşan bir şey olduğu kesin. (…) ama bunun ardında Tanrı’nın var olup olmadığını
bilemiyorum. Üstelik uygulama ve söz birliği açısından basit bir formülasyon yeterli oluyor. Dinsel veya tinsel
dediğinizde bu kadar büyük bir etkiye ulaşamıyoruz. Burada çok ileri düzeyde bir feragat ile karşılaşıyoruz ve
içsel boşluğu aslında bu feragat mümkün kılıyor.” (519)
4
Bu açılımı dizim çalışmalarından farklı terapi yöntemleriyle ya da tamamen sıradan, insanlar arası bir iletişimle
sağlamak da mümkündür elbet.
meslektaşlarımdan bu görüşü duyabiliyorum. Üstelik kimi zaman böyle bir uygulamaya
tanık da oldum. Bence bu, dizimleri başarısız olmaya mahkum eden en kesin yoldur.
Aslında dinamik dizimlerde, yöneticinin idaresi çok daha yoğun olur. Yöneticinin
karşılamak durumunda olduğu gereklilikler de bir o kadar fazladır. Ama bu farklı bir idare
biçimidir. Yönetici, sürecin bir bütün olarak ruh hareketlerini esas almasını sağlamalıdır.
Yani idareyi temsilcilere değil, dizimde etkin olan ruha bırakır.
Bert Hellinger, internet sitesindeki “Aile Diziminin Geleceği” adlı yazısında şöyle diyor:
“Buradaki asıl belirleyici olan husus şuydu ki, artık dışarıdan herhangi bir idareye hemen
hemen hiç gerek kalmamıştı.” Bu ifadeyi bazıları, işi temsilcilere bırakabileceklermiş gibi
anlıyor sanırım. Ancak Hellinger devam ediyor: “Ruh aradı ve çözümü kendisinden
hareketle buldu. (…) Ancak sadece, dizimin yöneticisi söz konusu ruhsal boyutla bizzat
tutarlılık içinde bulunduğu ve onun yönetimine girdiği zaman.” Demek ki, asıl belirleyici
olan şey budur: Yönetici bizzat ruhun salınımına dahil oluyor ve onun yönetimine giriyor.
Bu arada temsilcileri de idare ediyor. Örneğin, bir ruh hareketinin ortaya çıkıp
çıkmadığına karar veriyor.
Bir temsilci, içsel bir hareketi izlemek yerine, bir tasavvurdan yola çıkarak da hareket
edebilir. Bu konuda daima belirli bir risk vardır.5 Bunun dışında, hareketlerin birçoğu
kaçma hareketleridir. Örneğin, kötü bir şeyi görmek istemeyen bir temsilci bakışlarını
kaçırır, arkasını döner, geri çekilir vs. Bu hareket tabii ki (çoğu zaman) sistem dahilindeki
bir olayı ifade eder ve böylece danışana önemli bir hususu gösterebilir. Kimi zaman da
belirli bir süre sonra sona erer ve çözücü bir ruhsal harekete dönüşür. Veyahut yönetici
müdahale etmezse ve/veya bütünsel ruhla iletişimde olmazsa sabit kalır, dairesel bir
harekete ya da sistemle hiçbir alakası kalmayan saçma bir şeye dönüşür. Ancak insan bu
gibi durumlarda büyük bir dikkatle oraya bakarsa, neredeyse her zaman iki ayrı hareket
görür: Ön planda yer alan hareket (kaçma hareketi) ve arka planda yer alan hareket
(ruhun oraya doğru hareket etmesi). İkincisi çoğu zaman çok incedir. Bedendeki bir
emare gibidir. Ama cismen görülmesi mümkündür ve temsilcinin dikkati bu konuya
çekildiğinde, bu hareketin var olduğunu, fakat diğer hareketin daha güçlü olduğunu
onaylar çoğunlukla. O zaman durumu çok kolay bir şekilde test etmek mümkündür. Bu
maksatla temsilci, deneme yapmak üzere diğer, arka planda kalan hareketi izlemeye
davet edilir. Sonra da etkiye bakılır. Yönetici, kendi müdahalesi çerçevesinde ruhla
temasta mı olduğunu, yoksa kişisel bir tasavvuru mu izlediğini, hem kendisi açısından,
hem de diğerleri için kontrol edebilir.
Statik dizimlerdeki uygulamaya benzer bir durumdur bu. Örneğin, yönetici burada da şu
noktaları ayırt etmelidir: Kişi konsantre olmuş mudur, olmamış mıdır? Temsilcilerin,
yönetici tarafından sorulan sorulara yönelik yanıtları içsel konsantrasyondan mı geliyor,
kişisel tasavvurlarla hayallerden mi? Yönetici, söylettiği şu cümlelerle bu ayrımı yapmaya
çalışır: İdare etmeye devam edecek misiniz, etmeyecek misiniz? Bir şeyler netleşiyor mu,
yoğunlaşıyor mu, yoksa yoğunlaşmıyor mu? Ancak statik dizimlerde denemeler için daha
geniş bir mekan vardır. Bir dizim ve bir cümle denenir, sonuç alınamazsa başka bir şeye
geçilir. Gerçekten de temsilcilerle onların ifadeleri, dinamik dizime göre daha büyük bir
önem taşır burada. Yönetici –çoğu zaman deneme yaparak- temsilcilerin ifadelerine
dayanarak bir çözüm bulmaya çalışır. Bu çözüm bulunduğunda, bunu –temsilcilerin
ifadelerinin yanı sıra- ruhsal alanın açılmasından da anlamak mümkün olur. İnsan birden
bire, farklı bir düzlemde olduğunu kavrar.
Dinamik dizimlerde hemen bu düzleme gidilir. Yönetici, asıl dizim başlamadan önce,
kendisini ve danışanı bu ruh düzlemine dahil etmelidir. O zaman (ve sadece o zaman!)
temsilciler de onları izler. Bu nedenle, yüzeysel konuşmaların yasaklanması ve dizimden
önce (örneğin, sessizlikle veya sessiz göz temasıyla) danışmanla olan ruhsal temasın
oluşturulması önemlidir. Bunu mutlaka Bert Hellinger gibi yapmak gerekmez. Bu konuda
5
Bu riski, statik dizimdeki şu durumla karşılaştırabiliriz: Temsilci o an hissettiklerinden çok, kendi düşünce ve
fikirlerini ifade eder.
dilden de yararlanılabilir. Ama bu, “mülakattan” çok farklı bir süreçtir. Üstelik yönetici,
dizim sırasında fazla deneme yapma şansına sahip değildir. Gerçi aşırı derecede aramak
ve deneme yapmak statik dizimde de çok yararlı bir yöntem değildir; çünkü güç kaybına
yol açar. Ancak statik dizimde denemelerin etkisi, dinamik dizimdeki kadar büyük olmaz.
Eğer yönetici, konsantrasyonu ruh düzleminde tutamazsa, dinamik bir dizim ya
anlamsızlaşır ya da alakasız dramlara götürür. Demek ki genel olarak yöneticinin idaresi,
dinamik bir dizimde çok daha önemli ve zordur. Yönetici, ruhun hareketini algılar ve
idareyi elinde bulundurur.
Terapistin gruba ve danışana yönelik asıl işlevi, ruhsal alanı olabildiğince geniş tutmaktır.
Terapist içsel olarak ne oranda müsaade ederse, temsilciler o kadar ileriye ulaşır ve
süreçler o derecede derinleşir. Kendi açıklığının boyutu, diğerlerinin ne kadar
ilerleyebileceğini belirler. Yani kendi ruh hareketiyle önden yürümelidir ki, grup içinde
derin bir ruh hareketi oluşabilsin. Ben kendi ruh hareketime güvendiğim ve onu
koşulsuzca izlemeye razı olduğum takdirde, beni grup da izler ve temsilciler derin
hareketlerde bulunma olanağını elde ederler. Ancak “bakalım, onlar nasıl hareket
ediyormuş” diye düşünürsem, süreç daha ziyade anlamsız kalır. Aslında terapist, dinamik
bir dizimde aynı anda hem daha yoğun, hem de daha az yoğun bir idare sergiler: Sürece
ilişkin denetimi ve olası sonuçları tamamen ruha bıraktığından, daha az yoğun idare eder.
Bunu statik bir dizimde de yapmak mümkündür. Ama burada, dizimleri hipotezlere,
önceki deneyimlere vs. dayandırarak idare etmeye yönelik daha çok olanak söz
konusudur. Böylece süreç daha iyi kontrol altına alınabilir. İnsan ruh hareketlerini
izlediğinde, bu anlamda denetimi elden bırakmış olur. Ancak başka bir anlamda daha
yoğun bir idarenin varlığından söz edilebilir: Bütün grup bu ruh düzlemine dahil edilip,
buradaki konsantrasyon muhafaza edilmelidir.
Dilin Kullanılması
Hellinger’in dizimlerinde daima çok az konuşulur. Bunun belirli bir mantığı vardır. Ama
bence bu, yöntemin zorunlu öğelerinden değildir. Dil de ruhun bir hareketini ifade
edebilir. İlk başlarda Bert Hellinger’i örnek aldım ve dinamik dizimlerde temsilcilere hiç
soru sormadım (ya da çok az soru sordum). Hatta bir şey söylemek istediklerinde de
çoğu zaman konuşmalarına izin vermedim. Bu hâlâ da söz konusu olabiliyor. Ama bunun
yanı sıra, eğer bana mantıklı gelirse, kimi zaman iki temsilci arasında diyalog kurulmasına
bile müsaade ediyorum. Bu bağlamda dikkat ettiğim tek şey, diyalogun ruh düzleminde
kalması oluyor. Böylelikle temsilcilerin ruhu konuşuyor ve çok derin bir düzeye erişmek
mümkün oluyor. Ancak bunun için, bu düzeye tamamen dahil olabilen temsilcilere ihtiyaç
duyuluyor.
Dilin kullanılmasındaki sorun şudur: Konuşurken genelde çok yüzeysel oluyoruz ve
olaylara ruhumuzdan çok tasavvurlarımıza yaklaşıyoruz. Bu nedenle her terapist,
danışanın sözlü olmayan sinyallerine dikkat ediyor. Zira bunlar ruhsal durumu hakkında
sözlerinden daha çok şey söylüyor çoğu zaman. Zaten temsilcileri içsel hareket
sinyallerini izlemeye davet ederek, onlara algılamaları hakkında soru sormak ya da
öylesine konuşmalarına izin vermekten daha çabuk ruhsal düzleme varıyorsunuz. Ancak
bu durum yöneticiyi, hareketin tutarlılığını kontrol etme görevinden azat etmiyor yine de.
Yönetici kendi ruhsal temasıyla, temsilcilerin kendi hareketleriyle ruhsal temasta
olmalarına nasıl katkıda bulunuyorsa, bunu dil konusunda da yapabiliyor.
Dilin küçümsenmeyecek bir avantajı da var çünkü. Tüm temsilciler açısından, olup biteni
anlaşılır kılıyor. Sözlü olmayan iletişim daha ince olup, gözlemcinin eğitimli bir dikkat
sergilemesini gerektiriyor. Bu yüzden ne kadar az konuşulursa, dizimler (dıştan) o kadar
daha az anlaşılır oluyor. Bir hareketin yanlış yorumlanması tehlikesi de büyüyor. Örneğin,
bir kişinin yere bakması ne anlama gelmektedir?.. Acaba hep bir ölüye veya bir mezara
mı bakıyor, yoksa utanarak başını mı eğiyor? Ya da bir çatışmadan kaçınabilmek için
başka birine bakmaktan imtina mı ediyor? İşte tüm bunları gözlemci olarak ayırt etmek
mümkündür; ister dikkatle izlemek yoluyla olsun, isterse gözlemcinin bu harekete
fenomenolojik olarak dahil olması yoluyla olsun. Ama yine de çok kolay bir şey değil. Bazı
durumlarda soru sormak daha kolay olabiliyor. Ayrıca, kimi zaman temsilcilere soru
sorulmadığında ya da konuşmalarına izin verilmediğinde, temsilcilerin verdiği çok net
ipuçları (örneğin: “Burada birisi eksik”) kaybolabiliyor. Dolayısıyla benim için, soru sorup
sormamak, sorulacaksa ne kadar sormak ya da temsilcilerin konuşmasına izin verip
vermemek, verilecekse ne oranda vermek, “temel” nitelikli sorular değildir. Tüm bunlar,
duruma göre her defasında yeni baştan yanıtlanması gereken bir sorulardır sadece.
Bir dizimin anlaşılabilir olup olmadığına ilişkin soru, iki düzlem açısından önem
taşımaktadır: Danışan ve katılımcıların düzlemleri. En önemlisi de, danışanın düzlemidir.
Bilinçaltındaki imgelerin –onları anlamasak dahi- müthiş bir etki sergileyebileceklerine
dair görüşü ben de paylaşıyorum gerçi. Ancak bu konudaki bilgilerimiz çok az. Benim
edindiğim izlenim doğrultusunda, bir dizimde danışana hiç olmazsa bilinen bir şeyle
bağlantı noktaları sunulmalıdır. Yoksa dizim onun için çok dışta kalır ve tahminime göre
ruhuna ulaşmaz. Yani danışanı daima birlikte götürmek ve hareketlerin en azından temel
özelliklerini kavrayabilmesine dikkat etmek gerekir. Bu, diğer kurs katılımcıları için de
geçerlidir (ikinci düzlem). Yönetici artık hemen hemen sadece kendi içsel ruh
hareketlerini ya da ruhsal imgelerini izlemeye başlar ve bunları temsilcilerin geri
bildirimleriyle ya da somut açıklamalarla şeffaf hâle getirmezse, dizim bir tür büyü
ritüeline döner. Bu ritüelde izleyici veya kurs katılımcısı büyücüyü hayretler içinde
izlemekle kalır, ama onu anlamaz (bu izlenime özellikle Hellinger’in “zihinsel diziminin”
yeni biçiminde kapılıyorum). Eğer büyücü kaliteli ise, bu durum kendine özgü bir biçimde
“hayranlık uyandırma” özelliği taşır. Ancak bunun hâlâ herkesçe anlaşılabilen, profesyonel
anlamda uygulanabilen ve başkalarına aktarılabilen bir yöntem olup olmadığı konusunda
kuşkuluyum.6
Dizim Çalışmalarında Doğal Gelişim Süreci
Bazı meslektaşlar, dinamik dizimde bilgilerin yitiriliyor olmasından dolayı üzülüyorlar.
Keza artık genelde, birer bütün olarak sistemlerin dizimi yapılmıyor. Sadece bir, iki, üç
kişinin dizimi yapılıyor. Sonunda sayı artabilse de, berrak aile tablosu ve köken sistemiyle
şimdiki zaman sisteme göre yapılan o güzel sınıflandırma, çoğu zaman mevcut değil. Ben
kendim, artık sadece bazı vakalarda ailenin tümünün dizimini gerçekleştiriyorum (örneğin
bu aile, “yamalı aile” olarak adlandırılan tipte ise ve danışan bu ailedeki yerini ya da
çocuklar için iyi bir yer bulmak istiyorsa). İlişki çatışmalarında neredeyse her zaman iki
kişiyi karşı karşıya diziyorum. Bunun haricinde danışanın temsilcileri seçmesini istiyorum
ve sonra bu temsilcilerden çoğu zaman kendilerine bir yer beğenmelerini rica ediyorum.
Bunun çok iyi bir şekilde işlediğini ve eski ritüellere gerek olmadığını fark ettim. Elbette
burada da istisnalar var: Örneğin danışanın, sorumluluğunu devretme eğiliminde
olduğunu anladığım zamanlar. O zaman sadece dizimi yapmasını istemiyorum
kendisinden; dizimde kimin yer alacağını belirlemesini de rica ediyorum. Ancak genelde
temsilciler kendi yerlerini belirliyor.
Bu hareket şeklinde, danışanın içsel aile imgesinin harici gösteriminden elde edebildiği
idrakle, terapistin mevcut kurgudan hareketle aile içindeki dinamikler hakkında hipotezler
oluşturma olanağı, söz konusu olmuyor tabii. Ancak bunun gerçekten de bir kayıp olup
olmadığı konusu tartışılabilir. Hiçbir şekilde kurgu yapılmasına izin vermediğim bir dizim,
bakışları derhal sorundan uzaklaştırır ve çözüme ya da sistemin derinliklerinde etkin olan
ve bir çözüme ulaştıran süreçlerle imgelere kilitlenmelerini sağlar. Terapist bu bağlamda
6
www.hellinger.com adresindeki sitede Bert Hellinger, Tayvan’daki konferans katılımcılarının yeni “zihinsel
aile dizimini” derhal ve hevesle kabul ettiklerini anlatmaktadır. Bence onu, yani Bert Hellinger’i heyecanla kabul
ettiler ve yaydığı enerjiden etkilendiler. Dizimler konusuna gelince, birtakım geri bildirimler almış bulunuyorum.
Örneğin, Hellinger tarafından değinilen ve konferansın organizasyonuna katılan üniversitelerden birinin
dekanından. Aldığım bilgilere göre, katılımcılar başka dizimcilerin çalışmalarını daha iyi anlayabilmişler ve Bert
Hellinger’in anlattığı ve göstermeye çalıştığı şeyleri ancak ve ancak onların dizimleri sırasında kavramışlar. Bu
durum, ne Hellinger’in ne de dizimlerinin aleyhine bir görüştür. Ancak başka dizimcilerin (kendi
çalışmalarından biraz farklılık gösteren) çalışmalarının, kendi görüşünün transferi konusuna verdikleri önemi
gösterir.
hipotezlere bağlı davranmaz artık. Tersine, kendisini de bildik imgelerden kurtarmaya ve
hareketi izlemeye mecburdur. Böylece ilgili olan herkes, bilinmeyen ve yeni olan bir
düzleme ulaşır. Bu dizim şekli artık hipotezlerin güdümünde değildir. Dolayısıyla
yeniliklere daha açıktır ve tamamen şimdiki zamandadır. Oysa hipotezler daima eski
deneyimlerden türetilir. Demek ki bu, tamamen farklı bir usulden ibaret (fenomenolojik
usul). Burada bir sonraki adım, hipotez bağlamındaki bir çıkarımdan hareketle atılmaz.
Tersine, o anki görüşten dolaysız olarak elde edilen bir sinyalin peşine düşülür.
Bu usulü, yalnızca eski tip aile dizimini öğrenmiş olan gruplarda uyguladığımda, birçok
katılımcı önce çok şaşırarak tepki verir ve alışabilmek için 1-2 gün zamana ihtiyaç duyar.
Akabinde de, dış görünüş çok farklı olsa da, derinlerde yine eski görüşlerin yer aldığını ve
temsilcilerin davranışlarına hem vicdanın, hem de ruh hareketlerinin yansıdığını anlarlar.
Bu bağlamda hoşuma giden şudur: Söz konusu dizimler yaşamın devamlı akışını ve bu
akışı ayakta tutan çelişkileri, statik yönteme göre daha iyi yansıtırlar. Statik yöntem hep,
sanki ailelerin doğru düzenini sağlamak dizimcinin vazifesiymiş izlenimi uyandırır. Üstelik
yaşamı devam ettiren dinamizmden çok, yöntem doğrultusundaki düzen unsurunu ön
plana çeker.
Bana göre dizim çalışmalarının bu gelişimi, aralıksız bir süreçtir. Fenomenolojik duruşu ve
“orta boşluktan” hareketle gerçekleştirilen çalışmaları esas alan, az çok doğal olarak
ortaya çıkan bir süreç. Bu süreçte aynı zamanda, incelme ve yoğunlaşma söz konusudur;
kabadan inceye doğru bir gelişim. Dolayısıyla, görünür ve anlaşılır olandan daha az
görünür olana doğru bir gelişimdir bu. Başka yöntemlerde de benzer durumlar var.
Örneğin, biyoenerjetiğin Hakomi çalışmalarına veya odaklanmaya kadar olan gelişimini
veya ilk çığlık terapisinin çok yumuşak, daha ince biçimlere yönelik gelişimini
düşünüyorum. Bunun eşliğinde, somut olayların ve (danışanın hiç olmazsa ismen tanıdığı
kişiler arasındaki) ilişkilerin, bilinmeyen kişilere, belirsiz olaylara, oradan da enerjetik
özelliklere ve artık net olarak bir kişiye atfedilemeyen sistemlerdeki süreçlere doğru
kaydırılması söz konusudur. Bu enerjetik süreçler, dinamik dizimlerle daha iyi
resmedilebilir elbette. Dolayısıyla bu dizimler, daha derin ve ince alanlara götürür bizleri.
Ancak bu esnada netlik genel olarak kaybolur. Bazı danışanlar açısından bu durum iyidir;
bazıları açısından da değildir. Bence bu bağlamda çok belirleyici olan bir husus, danışanın
içsel olarak ne kadar ilerlemiş olduğu ve maksadıdır. Eğer bu doğruysa, çeşitli usullerden
birini “daha iyi” veya “doğru” usul olarak adlandırmak, pek anlamlı olmayacaktır. Somut
vakada uygun olan (ve tabii ki, dizimcinin en iyi uygulayabildiği) usul önemlidir.7
“Zihinsel Aile Dizimi” veya Aile Dizimiyle Tinsellik
Bert Hellinger artık (2006 yılı başlarından beri) “zihinsel aile diziminden” söz edip, bunu
“yeni aile dizimi” olarak adlandırıyorsa eğer, bence yine de tasvir edilen gelişimden farklı
bir niyeti var. Ben bunu ilk defa Nisan 2006’da, Tayvan’ın başkenti Taipeh kentindeki I.
Asya Konferansı’nda gördüm. Orada bulunan başka Batılı meslektaşlarla birlikte (Jane
Peterson, Jan Jacob Stam ve Heinrich Breuer), bunun neresinin “yeni” olduğunu bulmaya
7
Heinrich Breuer dikkatimi çekti: Bu süreçte aynı zamanda sistemik düzlemden intra psişik düzleme yönelik bir
kayma söz konusudur. Gerçekten de sistemik olan unsurlar, bu usulde çoğu zaman net ve belirgin bir şekilde
çıkmıyor karşımıza. Her bir sistem düzleminin veya ilgili somut kişilerin dizilmesi yerine, danışan ya da
temsilcisi tüm bu düzlemlerden içsel olarak geçer. Deneyimli bir dizimci bunu çoğu zaman “görebilse” de, bu
işte yeni olanlar göremez. Bir dizimin dışa yönelik etkileri ya da eğitimler konusunda bunu dikkate almak
gerekir.
Buraya ekleyebileceğimiz bir düşünce de şu olabilir: Acaba sadece 1-2 temsilcinin yer aldığı veya karşı karşıya
getirildiği dizim çalışmaları şekillerinde, hâlâ aile dizimlerinden söz etmek mümkün müdür? Kelime anlamı
olarak değildir herhalde. Zira artık dizilenler bir aile değildir. Konulara göre, enerjetik motiflere ve hareketlere
göre çalışılmaktadır. Sistemlerin mekansal olarak resmedilmesi artık söz konusu değildir. Düzlemlerden ve
nesillerden içsel olarak geçilmektedir. Ama bu geçiş artık fiilen dizilmemektedir vs. Dinamik dizimdeki yeni
usulün gerçekten yeni olan özelliği belki de budur: Artık aile dizimi ve sistem dizimi yoktur.
çalıştık. İlk bakışta, Bert’in o zamana dek “ruh hareketleri” olarak adlandırdığı şeyden pek
farklı görünmüyordu. Üstelik açıklamaları, “ruh” kavramının yerine “zihin” kavramının
getirilmesi dışında, çok fazla yenilik getirmiyordu. Ancak ve ancak daha sonra, internet
sitesinde dile getirdiği ifadelerle birlikte, bende yavaş yavaş bir tasavvur oluştu. Eğer bu
tasavvur doğruysa, “yeni aile dizimi” gerçekten de temel nitelikli bir değişim getiriyor.
Ancak bu değişim uygulama usulünden çok, arka plandaki felsefeyi ilgilendiriyor. Aile
dizimi bu bağlamda tersyüz ediliyor.
Bert, “zihinsel aile dizimi” ifadesine eşanlamlı olarak “zihin hareketleri” veya “zihinle
birlikte yapılan yürüyüş” tanımlamalarını kullanıyor. O zamana kadar daima
konuşmalarının ve yazılarının merkezinde yer almış olan ruh kelimesine ise, artık hemen
hemen hiç rastlanmıyor. Fazla açıklama yapılmaksızın, ruh yerine “zihin” kelimesi
getirilmiş. Bunun öncesinde ise, aramanın ve “uygulamalı felsefe” veya “yaşam yardımı”
gibi kavramlarla denemelerin yer aldığı bir dönem söz konusu. Bu kavramların, dizim
çalışmalarının yeni bir aşamasını başlatması amaçlansa da, daha sonra bu ifadeler yine
hızla terk edilmiş. “Zihinsel” aile dizimi kavramında, tinsel olana doğru bir yöneliş ifade
buluyor. Bu, Hellinger’in daha önce kaçındığı bir şey! Oysa kimi dizimci çoktandır dizimleri
tinsel bağlamlarla ilişkilendirmeye çalışıyor. Örneğin, meditasyonla veya Şamanizmle ilgili
unsurlar katmak suretiyle yapıyorlar bu ilişkilendirmeyi. Dolayısıyla, bu alanda çoktan
belirginleşen bir gelişmenin devralınması söz konusuymuş gibi görünebilir. Kesin olarak
öyledir de zaten. Ancak Bert buna çok kişisel bir nitelik katıyor ve bu nitelik kendisinin
daha önceki duruşuna göre fazlasıyla farklılık taşıyor. Peki, Hellinger “zihin hareketleri”
diyerek neyi ifade etmek istiyor? “Zihinsel aile dizimi” ve özellikle “zihin” nedir?..
Öncelikle bunlar, Hellinger tarafından eşanlamlı biçimde kullanılan farklı kavramlardır.
Oysa dilsel bağlamda aynı şeyleri ifade etmiyorlar. “Zihin hareketleri” ifadesi, kendisini
(ya da bir şeyi?) hareket ettiren bir zihne işaret etmektedir. Oysa “zihinsel aile dizimi”
ifadesi, kelime anlamı olarak dizim çalışmalarının özel bir türünü anlatıyor. Burada da
yine (tıpkı “ruh hareketlerinde” olduğu gibi) felsefe ile yöntemin birbirine karışması ya da
özdeşleştirilmesi ile karşı karşıyayız. Bu ise tam olarak anlamayı zorlaştırıyor. Dolayısıyla
her ikisini de önce ayrı ayrı incelemek istiyorum. Bu bağlamda Tayvan’da gerçekleştirilen
zihinsel aile dizimi sunumunu ve internet sitesindeki açıklamaları esas alacağım; ki bu
açıklamalar daha sonra “Yeni Aile Dizimi” başlığı altında yayınlandı. Yöntemle başlayalım:
Bu ‘yeni’ yöntemde, “Ruh hareketlerindeki” usulden farklı olan nedir?
Bert Hellinger’de Yöntem Değişiklikleri
Zihinsel aile dizimi ilk bakışta, Hellinger tarafından yaklaşık olarak 2000 yılından beri
uygulana gelen dinamik dizimlerin radikalleşmiş bir biçimi gibi görünüyor. Öncelikle
danışan artık kendisi yerleştirme yapmıyor. Yani temsilcileri artık belirli bir yere ve
birbirleriyle farklı mekansal ilişkiler içinde dizmiyor. Hellinger (yukarıda tarif edilenden
farklı olarak) temsilcilere nerede duracaklarını (veya yatacaklarını) çoğunlukla ‘kendisi’
söylüyor. Hellinger süreci çoğu zaman bir, nadiren de iki kişiyle başlatıyor ve onlardan
kendilerini bir yere konumlandırmalarını istiyor. İki kişi olduklarında, karşı karşıya
durmalarını sağlıyor. Danışan için çoğu zaman temsilci kullanmıyor, danışanın kendisini
davet ediyor. Sonra bekliyor. Kendiliğinden bir hareket oluşmazsa, çoğunlukla kendisi
müdahale ediyor. Bu maksatla bir kişinin daha ayakta durarak veya (çoğunlukla) yere
yatarak diğerlerine katılmasını sağlıyor. Bu arada bu kişinin kimi temsil ettiğini
söylemiyor (herhalde çoğu zaman kendisi de bilmiyor bunu). Veyahut dizilen kişileri bir
cümle söylemeye veya bir harekette bulunmaya davet ediyor. Sonra da tekrar sonucu
beklemeye koyuluyor. Sonunda da danışanın sık sık “zihne” (İngilizce: spirit) bakmasını
istiyor ve onu buna uygun olarak yönlendiriyor (Tayvan’daki kursta böyle oldu en
azından). Özellikle de dizim kendiliğinden net ve anlaşılır bir sonuca ulaşamayınca. Yani
danışanın uzaklara bakmasını sağlıyor. Her türlü zamansal olayın ötesine. Bu ebedi
“zihne” bakarken, kişisel yargılar, değerler, arzular, mutluluk ve mutsuzluk, kişinin
kendisinin ve başkalarının acıları göreceli olmaya başlıyor. Öyle ki, içsel bir huzur ortaya
çıkıyor.
Çoğu öğeler yeni değil. Ancak Bert eskiye göre farklı olarak, temsilcilere hislerini ve
algılamalarını sormuyor artık. Dizimden sonra anlatımda bulunmalarına da pek izin
vermiyor. Bu bence çok büyük ve önemli bir fark. Ara sıra empoze ettiği kısa cümleler
haricinde, bütün dizim konuşmasız olarak gerçekleşiyor. Dizimden önce de danışana
konuyu çoğu zaman sormuyor. Kısa, konuşmasız bir oryantasyondan sonra hemen
harekete geçiyor. Aileye veya özel olaylara ilişkin bilgiler sorması, çok nadiren söz konusu
oluyor. Ancak bu, daha ziyade eski dizim şeklinin nüksetmesi gibi aslında; yani yeni usule
dahil olmuyor. Yeni şekil daha çok şu çizgide ilerliyor: Hellinger tamamen temsilcilerin
(başka gözlemciler açısından genelde pek fark edilemeyen) hareketlerine güveniyor ve
onları izliyor. Daha ayrıntılı söylemek gerekirse; “kendi” algılamasını, temsilcileri
izlediğinde ve onlara oryante olduğunda kendi içinde meydana gelen şeyleri izliyor. Başka
bir deyişle; danışana, onun sistemine ve temsilcilere oryante olduğunda kendi zihninde
tetiklenen her neyse, onu takip ediyor.
Temsilcilerin bu bağlamdaki işlevleri de, eskiye göre daha farklı. Belirli bir konum veya
başka bir kişiyle ilgili olarak ya da içlerinde hissettikleri, duyumsadıkları veya algıladıkları
şeyler hakkında açık bilgiler vermiyorlar artık. Bunu hâlâ örtülü bir şekilde hareketleriyle
ifade ediyorlar. Bu hareketleri ve o esnada hissettiklerini artık açıklamıyor veya tasvir
etmiyorlar. Temsilciler artık aktif bir rol üstlenmiyorlar ve çoğu zaman onlarla terapist
arasında hiçbir iletişim gerçekleşmiyor. Sanki onlara artık bir tek şey için ihtiyaç
duyuluyor: Hellinger, onların görüşleri üzerinden sisteme ve sistemin dinamiklerine dahil
olabiliyor.
Ancak Hellinger’in müdahale etmediği anlamına gelmiyor bu. Hatta sıkça ve çok yoğun bir
şekilde müdahale ediyor. Örneğin, bir kişiden yere yatmasını istiyor. Bu, çok güçlü bir
müdahale tabii. Başka bir kişiyi daha konumlandırsa ve bu kişide ne gibi bir hareketin
olacağını beklemeye koyulsa, bu müdahalenin etkisi daha farklı olurdu. Veyahut yerde
yatan bir kişiden ayağa kalkmasını ve belirli bir yöne bakmasını veya birine bir şey
söylemesini istiyor. Ya da bir temsilcinin hareketlerini durduruyor, onun yönünü
değiştiriyor, herhangi bir yere götürüyor. Veya birinin uzaklara bakmasını istiyor ve onu
yönlendirmeli bir tefekkürle “zihin” ile temas ettiriyor. Bütün bunlar çok güçlü
müdahalelerdir.8 Eskiyle yeni arasındaki fark şuradan meydana geliyor ki, söz konusu
müdahaleler artık temsilcilerin sözlü ifadelerini değil, gitgide daha yoğun bir şekilde Bert
Hellinger’in içsel imgelerini esas alıyorlar. Asıl “yöntemsel fark” bu bence. Daha önce
dışarıdan dizim olarak görülebilen şey, şimdi büyük ölçüde Hellinger’in manevi gözünün
önünde gerçekleşiyor. Zihninde görünür hale gelen şeyler, belirli müdahalelerde
bulunmasına veya cümleler söylemesine yol açıyorlar. Bu hareketler ve cümleler de belirli
bir dinamiği harekete geçiriyor ya da bir çözüm gösteriyor. Bu doğrultuda “zihinsel aile
dizimi” tabiri, daha önce haricen gerçekleşen bir sürecin içselleştirilmesi ve
zihinselleştirilmesi anlamına da geliyor anlaşılan.
“Yeni” Bir Şey Değil
Ancak bu, o kadar da yeni bir şey değil. Diğer dizim şekillerinde de bir sonraki adım,
dizimcinin zihninde birden bire tecelli ediyor. Fenomenolojik usulün doğasında var bu:
Kendimi temsilcilerin temsil ettiği sisteme maruz bırakırım, bu sisteme bakarak kendimi
dahil ederim ve içimde nelerin doğacağını beklemeye koyulurum. Bu bakımdan
fenomenolojik dizim, daima zihinsel veya tinsel bir süreçtir.9 Ama temsilciler bu esnada,
8
Bir bayan meslektaşımdan duyduğuma göre, artık hiçbir şekilde müdahale etmiyormuş. Sadece hareketi
izleyip, onu kendiliğinden meydana geldiği şekilde bırakıyor ve açıklama yapmıyormuş. Bunu zihnin, her zaman
doğru ve mükemmel olan hareketi olarak tasvir ediyormuş. Öyle ki, hiç kimseye yapılacak bir şey kalmıyormuş
zaten. Herhalde Hellinger -başkaları gibi- kurstan kursa farklı bir çalışma şekli uyguluyor. Ama bayan
meslektaşımın tarif ettiği şekilde uygulamada bulunsa da, kimin ne zaman konumlandırılacağını, ayakta durup
durmayacağını, nerede duracağını veya yatacağını, dizimin ne zaman sonlandırılacağını vs. belirlemek suretiyle
yine de müdahalede bulunuyor.
9
Almanca’daki “zihinsel” kelimesinin çift anlamı var. Hem “mental” hem de “spiritüel” anlamına gelebilir.
“Mental” daha çok bir akıl etkinliğini ya da kişinin zihninin (aklının) bir etkinliğini ifade ediyorken, “spiritüel”
aklımızın ve kişiliğimizin dışında olan manevi bir düzleme işaret eder; dünyanın temelini teşkil eden veya
Hellinger’in yeni çalışmasına kıyasla çok daha aktif bir rol oynarlar. Özellikle de görülebilir
bir şekilde, düzeltme işlevini üstlenirler. Hellinger’in zihinsel diziminde bu işlev tamamen
ortadan kalkmıştır. Dolayısıyla süreç hem daha az anlaşılır bir duruma gelmiştir, hem de
ortada yadsınamaz bir tehlike vardır: Süreç, dizimcinin tasavvurları ve projeksiyonları
tarafından yönlendiriliyor olabilir ve dizimci bu tasavvur ve projeksiyonların aslında bir
zihnin etkileri olduğunu sanabilir. Demek ki zihinsel dizim, derin bir içsel arınmanın ve
zihinsel netleşmenin gerçekleşmiş olmasını gerektiriyor. Belki bu arınma ve netleşme şu
veya bu kişide (örneğin Bert Hellinger’in kendisinde) mevcuttur. Ama mutlaka var
olduğunu iddia etmek de mümkün değil!
Bu yöntemin uygulanması konusundaki önkoşul, uzun ve derin bir spiritüel eğitim olur
herhalde. Hatta spirütüel eğitim var olduğunda bile, kaba ve yanlış yorumlamaların
yapılması tehlikesi söz konusu olabilir. Oysa bu yanlış yorumlamalar, temsilcilere yönelik
sorularla kolaylıkla önlenebilir veya en azından sınırlandırılabilirdi. Kendi çalışmalarımda başka meslektaşlarımda da durum herhalde benzer şekildedir- kimi zaman bu tür
dizimler, kasıtsız olarak ortaya çıkıyor. Birden bire enerjetik olarak o kadar güçlü ve
zihinsel olarak o kadar net bir mekanda duruyor oluyorum ki, böyle çalışmaktan başka bir
şey yapamıyorum adeta. Bunun gitgide daha sık bir şekilde söz konusu olduğu ve kendi
içsel hareketimin (ve dolayısıyla ilgili dizim alanının içsel hareketinin) bu yönde ilerlediği
izlenimim de var üstelik. Ancak bunu kasıtlı olarak gerçekleştirmiyorum. Bu daha ziyade,
uyguladığım bir yöntem şeklinde tecelli eden bir hareket. Benim edindiğim izlenim şu:
Grubun –dizimcinin, temsilcilerin ve grup yöneticisinin- uygulama sürecinde özel nitelikli
bir derinlik ve yoğunlaşma söz konusu olmalıdır ki, bu tür dizimler başarılı olsun ve
danışana içsel olarak ulaşabilsin. Bunu özellikle –temsilcilerin bu boyuta içsel olarak dahil
olduğu- uzun kurslar ile ilk ve sonraki eğitimlerde görüyorum. Belki de Bert Hellinger’e
gidenlerde, bu dahil oluş daha en baştan itibaren söz konusudur. Hellinger’in kendi içsel
dahil oluşunun da, temsilcilerin kendisini o mekana doğru izlemelerinde, belirleyici bir
etkisi vardır mutlaka.
Dizimci ve danışan arasında sözsüz bir iletişimin, hatta birlikteliğin meydana gelmesi ve
bu esnada –hiç kimse bir şey yapmasa ve dışarıdan hiçbir şey görülmese dahi- bir
şeylerin hareket edip çözülmesi nedeniyle, dizimin gerçekleşmediği durumlar da söz
konusudur. Ben bunu yıllardır ara sıra yaşarım. Eurasys’te eğitim kursları yöneten
meslektaşlarımda da kimi zaman görürüm. Yıllar önce Bert Hellinger’de de görmüştüm.
Ama ben bunu yeni bir usul ya da yeni bir aile dizimi olarak adlandırmazdım (kimi zaman,
bütün süreci daha ince hale getiren içsel bir dinamiğin var olduğuna dair, bir hisse
kapılsam da).
Bu içsel açılışın, içsel alanımda var olmasına müsaade ettiğim şeylerin sürekli
genişlemesinin ya da –ters istikamette düşünürsek- mental ve duygusal motiflerle
sınırların ötesine doğru gerçekleştirdiğim aralıksız büyümemin önemli bir süreç olduğu
konusunda, ayrıca yeni ve daha derin çözümlerin ortaya çıkabilmesi için dizimcide bu
açılışın var olması gerektiği hususunda, Bert ile tamamen hemfikirim. Bu hareketi
zihinsel, spiritüel bir hareket olarak adlandırmak da mümkündür. Ama ruhun açılışı ya da
daha geniş ruhsal alanlara doğru büyüyerek gelişmesi imgesi, bana daha kolay anlaşılır
geliyor (çünkü duyularla yaşanabiliyor). Yine görüp yaşadığım bir şey de şu ki, sözünü
ettiğim açılışla birlikte çalışmanın şekli de değişiyor. Bu değişim, danışanla söz konusu
olan ilk temastan başlayarak dizim metodolojisine ve oradan da çözüme kadar görülüyor
(burada çözüm, çoğu zaman çözüm imgesinden vazgeçmek oluyor). Ancak Bert’in
dizimlerini gözlemlerken, kendi gruplarımda karşıma çıkan bir deneyimimin
desteklendiğini de görüyorum: Sessiz hareketlerdeki tüm kişisel sezgilere ve tüm
dünyanın içinde etkide bulunan manevi bir ilkeye. Bu tür bir zihne mental olarak ulaşılamaz (hatta akıl, spiritüel
literatürün tümünde, spiritüel boyutun idrak edilmesindeki en büyük engel olarak kabul edilir). Sessiz bir
konsantrasyonla, bilinçle veya düşünmesiz bir idrak ile ulaşılır. Normalde dilsel kesinliğe büyük bir önem veren
Hellinger’in Almanca’da “spiritüel” kelimesinden neden kaçındığını bilmiyorum. Ama anlaşılan bu kavram kast
edilmektedir.
izlenimciliğe rağmen, sık sık soru sormak ve hem temsilcileri hem de danışanları sürece
aktif olarak dahil etmek, sadece yararlı olmakla kalmıyor, çoğu zaman oldukça avantajlı
da oluyor.
Tersyüz Edilmiş Aile Diziminin Farklı Yorumlanması
Ancak usulün dıştan görünen hali, Bert Hellinger’deki “zihinsel dizimin” sadece bir
öğesidir. Aslında bu yöntemi az çok belirgin olarak 3-4 yıldır uyguluyordu zaten. Sadece
adını koymamıştı. Soru şu: Neden zihni birden bire bu kadar vurguluyor ve “zihinsel aile
dizimini” “yeni” olarak, tamamen yeni bir usul olarak adlandırıyor? Böylece “zihinsel aile
diziminin” ikinci öğesine gelmiş oluyoruz. Bu ikinci öğe yeni bir felsefe olup, Hellinger,
çalışmalarının bu felsefeye dayandığını düşünüyor. Aile diziminin de genel olarak bu
felsefeye dayanmasını istiyor: “Zihin Hareketleri” öğretisi. Hellinger bu hareketleri,
“birden bire kuvvetle ortaya çıkan ve eski aile dizimini arka plana itip onu geçen, tinsel
bir boyut” olarak tasvir ediyor.10
Bu yeni boyutun ne olabileceği, nerede, ne zaman ve nasıl ortaya çıkmış olabileceği
konularında uzun uzun aramalar yaptım ve düşündüm. Ama birden bire “ortaya çıkan”,
gerçekten “yeni” olan bir şey bulamadım. Dizim çalışmalarının kendi iç dinamizminden
hareketle, çalışmaların akışkan ve zihinsel hale getirildiğini fark edebildiğimi söylemiştim.
Çalışma daha ince, daha akıcı oluyor. Belirli biçimlere o kadar bağlı kalmıyor. Kişilerden
ve tekil olaylardan enerjetik motiflere varıyor ve bu doğrultuda çözüm perspektiflerinde
de daha açık oluyor. Hatta çözüm bulmaktan vazgeçebiliyor. Bütün bunlar ince ve derine
inen değişiklikler olup, bunları kimi zaman nüanslar halinde, kimi zaman da oldukça
belirgin şekilde görebildim. Üstelik bunlar beni harekete katılmaya ve eski dizim şekillerini
bırakmaya davet ediyor tekrar tekrar. Kesinlikle sadece Bert Hellinger’de ortaya
çıkmıyorlar ayrıca. Bence bunlar alandaki içsel birer süreç olup, farklı görüşler belirtseler
de, başka dizimcilere de temas ediyorlar. Bunu tinselleştirme olarak adlandırmak
mümkün. Ama aslında yeni bir şey değil. Aile dizimine ben bildim bileli eşlik ediyor.
Özellikle de dinamik dizimlerin başlangıcından beri. Bert Hellinger’de bunun ötesinde
bulduğum şey, aile dizimini yeni bir “yorumlama” şeklidir. Eskinin yeni bir boyutu değil,
yeniden yorumlanması. Bert Hellinger, aile dizimini toptan yeniden yorumluyor. Onu yeni
bir bağlama oturtuyor. Deyim yerindeyse, onu tersyüz ediyor. Bunu kelimenin tam
anlamıyla söylüyorum: Hellinger’in “zihinsel aile dizimi” artık yeryüzünde durmuyor, onun
“zihin” olarak adlandırdığı bir fikre (=idea) dayanıyor. Böylece de “ideo-loji” halini alıyor.
Gerekçelendirmek için aile diziminin başlangıçlarına dönüyor. Bert Hellinger, şöyle ifade
ediyor: “Belirleyici anlayış, her şeyi yerinden oynatan asıl idrak, aile diziminden gelmedi.
Ancak aile dizimine bir yön verdi ve bu yönde aile dizimi giderek gelişti. Bu gelişmenin
sonu da henüz belirmedi. Bu idrak, zihinsel bir idrak idi. Bana zihinsel bir anlama yoluyla
armağan edildi. Bu, vicdanımızın etkide bulunma şekillerine ilişkin bir idrak idi.”
(vurgulamaları ben yaptım, W. N.).
Söylenenleri tekrar ediyorum:
1) “Bu idrak aile diziminden gelmedi”
2) Bu daha ziyade “zihinsel bir anlama yoluyla armağan edilen”, “zihinsel bir idrak”
idi (Bert, bunu bir tezat olarak dile getiriyor).
3) Bu idrak “bana” (Bert Hellinger) armağan edildi.
10
Devam ediyor: “Bazıları bundan korkuyor. Aile diziminin başlangıç dönemlerine yapışıp kalmak ve bu yeni
boyutu bertaraf etmek, onları çok mutlu ederdi doğrusu…”
Hellinger, kendisini izlemeyenlerin sebeplerini bu şekilde psikolojileştirerek, nesnel bir tartışmadan kaçınmış
oluyor. Bu da dizim çalışmalarının gelişimine zarar veriyor. Aslıda şöyle diyor: Beni izlemeyenler nesnel değil,
kişisel sebeplerden ötürü izlemiyor. Bu görüş büyük ölçüde isabetli olabilir. Ama amaca hizmet etmiyor. Aynı
şekilde Hellinger’in gelişimini de kişisel-psikolojik bağlamda yorumlamak mümkün olurdu. Böyle bir şey,
konuyla ilgili olarak söylediklerini zararsız hale getirmenin bir denemesi olurdu. Tıpkı psikolojileştirmeye
başvurarak, Hellinger’in de farklı görüşleri dikkate almak zorunda kalmamaya çalışması gibi.
Burada şu sorular karşımıza çıkıyor:
1) Aile diziminden gelmediyse, nereden geldi?
2) “Zihinsel bir idrak” nedir (diğer idraklerle karşılaştırıldığında)? “Zihinsel bir anlama
yolu” nedir (diğer anlama yollarıyla karşılaştırıldığında)?
3) “Bana” sözcüğünün burada özel bir anlamı var mı?
Bu sorulara yakından eğilmeden önce, burada eski bir idrakle karşı karşıya olduğumuzu
hatırlatmak isterim. Bert Hellinger’in vicdana ilişkin açıklamaları 90’lı yılların başında
ortaya çıktı. Yani bunlar yaklaşık 15 yıllık. Demek ki, idrakin kendisi yeni değil. Sadece
Hellinger onu yeniden yorumluyor.
Ben her zaman, Bert’in vicdanın düzenlerini ve rolünü ampirik gözlemden aldığını
düşündüm. Danışanlara kendi düzen tasavvurlarını empoze ettiğini ifade eden
eleştirmenlerin karşısına, daima bu belirleyici argümanla çıkmıştır. Elbette vicdanın rolüne
ilişkin idrakler açısından, ilave anlayış adımlarının atılması gerekmektedir. Ancak bu
anlayışların ampirik gözlemden değil de tamamen farklı bir kaynaktan geldiğini,
kendisinden hiç duymamış ve okumamıştım. Şimdiyse bu anlayışları aile diziminden
ayırıyor ya da olayı komple tersyüz ediyor. İdraki, şimdi söylediğine göre, dizimlerdeki
gözlemleri izlemiyor. Tersine aile diziminin, ona bahşedilmiş olan tinsel bir anlayışı,
kendisine “armağan” edilmiş olan bir tür aydınlanma ya da esini izlediğini söylüyor
(organizasyonlar açısından bu gibi yorumlamalar, taraftarlar ve karşıtlar olarak ayrışmaya
neden oluyor ve karşıtlar anlayışsızlıkla suçlanıyor). Bu nedenle ampirik deneyimler ve
gözlemler değil, bundan bağımsız olarak bahşedilen idrak ve bu armağanın kökeni, yani
zihin önemli oluyor. Peki, bu ne anlama geliyor?
Zihinsel İdrak, İlhamlar, Kişisel Önderlik Talebi
Öncelikle her idrak zihinsel bir süreçtir. Bir idrakin ya da anlayışın zihinsel bir nitelik
taşıdığını söylemek gereksizdir. Ancak bunu söylemekle farklı bir hedef güdüyorsanız, iş
değişir. Gözlem yaptığımda sadece gözlem yaparım. Buradan hareketle bir idrak
kazanırsam, bu durum salt gözlemi aşan bir zihinsel edim olur. Ya gözlemi daha önceki
gözlemlerle birleştiririm ve buradan yola çıkarak genelleştirici çıkarımlarda bulunurum
(teoriler böyle meydana geliyor), ya da gözlem sırasında birden bire bir şeyin farkına
varırım. Bu fark ediş öylesine meydana geliverir. Aslında gözlemlerim hakkında
düşüncelere dalmış değilimdir o an. Ama gözlemlerimle ayrılmaz bir biçimde ilintilidir.
İdrakte, ele aldığım konu bana birden bire kendisi hakkında genel bir şeyler anlatır.
Fenomenolojik idrak süreci budur işte. Tıpkı Bert Hellinger tarafından defalarca tasvir
edildiği gibi. Bu idrakse, diğer her idrak veya anlayış gibi zihinde tecelli eder.
Zihinde tecelli etme meselesi, düşüncel bir çıkarımdan farklı bir durumdur. Bir düşünme
edimi değildir. Daha çok, düşünmenin tam tersidir. Zihnin boş olmasını gerektirir.
Hellinger buna “boş orta” demiştir. Bunun ne olduğunu hiçbir zaman tam olarak
söylememiştir. Belki de tam olarak söylenmesi mümkün değildir. Sadece ima edilmesi
mümkündür belki. Ama bu boşluk konusunda hiç olmazsa temel nitelikli bir becerinin
sergilenebilmesi için, bir tür spiritüel eğitim gerekmektedir. Burası kesindir. Hellinger bu
bağlamda “arınmadan” söz etmiştir. Ayrıca “ruhun karanlık gecesinden” veya “zihnin
karanlık gecesinden”. Bunlar Hıristiyanlık mistisizminden gelen kavramlar. Uzakdoğu
kökenli spiritüel uygulamalara dayanarak meditasyon, boşluk veya “no mind”
kavramlarından da söz etmek mümkün burada. Her neyse. Fenomenolojik anlayış yolunu
izleyen bir dizim uygulaması, aynı zamanda spiritüel ve zihinsel bir yoldur da.
Kavramlardan, kuramlardan, imgelerden, tasavvurlardan, görüşlerden, yargılardan ve
değerlerden ayrılmanın bir yoludur. Aynı zamanda bu şekilde dizimci olarak çalışmak,
belirli bir spiritüel olgunluk gerektirir. Dolayısıyla eğitimi, belirtilen anlamda spiritüel bir
süreçtir de her şeyden önce.11
11
Ancak burada, belirli spiritüel görüşlerin veya içeriklerin aktarılması kast edilmiyor.
Ancak bütün bu hususlar, bizzat dizim çalışmasının kendisi kadar eskidir. Örneğin Bert
Hellinger bu hususları bir kez daha, örneğin dizimcilerin ilk ve sonraki eğitimleri için
vurgulamak istese, “yeni” bir aile diziminden söz etmesine gerek olmazdı. Çalışmasının
daha en baştan itibaren bu spiritüel, zihinsel temele dayandığını ve ona gereksinim
duyduğunu, söz konusu spiritüel boyutun zamanla daha da belirginleşeceğini ve hem
metodolojik açıdan, hem de içerik bakımından sürekli bir ilerleme gerektirdiğini
söylemesi, yeterli olacaktı. Aile diziminin bu temelinin ve gelişiminin, herhangi bir şekilde
ilham alınmasıyla ilgisi yok ama. Yani Bert, vicdani idrakinin zihinsel özelliğini
vurgularken, başka bir şeyi kast ediyor olsa gerek.
Asıl yenilik olarak değerlendirdiğim bu “başka” şeyse kısaca şudur: Vicdanın etkide
bulunma usulüne yönelik idraki, anlayıştan ayırmaktadır. Bu maksatla onun salt zihinsel
(ilham) niteliğini vurgulamaktadır ve onun “aile diziminden gelmediğini” söylemektedir.
Anlayıştan ve gözlemden değil yani. Tersine, zihnin (anlayıştan bağımsız olarak alınan)
bir armağanı olduğunu söylemektedir. Bu ise, daha önceki açıklamalarının tam tersidir.
Böylece idrake metafizik ve özel bir nitelik atfetmektedir. Fenomenolojik idrakten bu
noktada ayrılmaktadır. Fenomenolojik idrak, prensip olarak herkese açık ve erişilirdir.
Onun doğrularını, örneğin grup içinde birlikte fark etmek mümkündür. Ya da bu doğrular
aynı şekilde fenomenolojik duruş sergileyen ve aynı nesneye bakan başkaları tarafından
paylaşılmaktadır. Gerçi belirli bir açıklık, belirli bir antrenman ve Hellinger tarafından
fenomenolojik duruş olarak tarif edilen bazı başka hususlar gerektirmektedir. Ama özel
değildir. Paylaşılan bir idrak olduğundan, diyaloga da açıktır. Örneğin kişiler algılamalarını
birbirlerine anlatabilmekte ve böylece ayrıntılarla ilgili düzeltmelere, derinleşmelere ve
aniden ortaya çıkan başka anlayışlara ulaşabilmektedir. Zira kişisel algılama ve idrak,
Hellinger tarafından da sıkça vurgulandığı üzere, hiçbir zaman eksiksiz değildir. Doğru
olan, bu şekilde “hareket halinde” kalır (Bu, Hellinger’in bir kitabının adıdır).12
Hellinger’in gözleme bağlı olmayan “zihinsel idrake” yönelik yeni yorumu ise, tamamen
özeldir. Hareketi de yalnızca kendisini esas alır. Bu idrak, bir esin ya da ilham olarak
karşımıza çıkar. Tıpkı peygamberlere nasip olan ilhamlar gibi. Zihinselliğin vurgulanışı
sadece bu şekilde anlamlı bir unsur olur.
Bu, temel nitelikli bir yönelimdir. Aslında fenomenolojik idrak da bir esin olarak
algılanabilir. Ancak o akıcıdır ve tahrif edilmeksizin kaydedilmesi olanaksızdır. Daima
görünümle ve ona yönelik anlayışla ilintili kalır. Görünümün dışında etki edip başlı başına
bir şey olarak tasavvur edilen, zihinsel bir boyuttan gelmez.13
Bert Hellinger’in bu yeni bakış açısıyla, gayet tutarlı olarak “kişisel bir önderlik” talebi de
meydana gelmiş oluyor. Bu talep daha önce yoktu. Eğer dizimlerde idrakin hareket
noktası olarak gözlemleri ve ani “ilhamları” esas alırsak, bu bağlamdaki idrak süreci, söz
konusu tecrübeleri edinen ve gözlemleri yapan, ayrıca bu konuda bilgi alışverişinde
bulunan kişilerin ortak algılaması olur. Yani diyalogun var olduğu bir süreç olur bu ve Bert
Hellinger burada elbette belirli bir rol üstlenir. Ancak bu rol sadece onun algılamalarının
netliğine ve derinliğine dayanıyor olur ki, söz konusu algılamalar, başkalarının
algılamalarıyla düzeltilebilirdir (tıpkı bir dizimcinin algılamalarının, temsilcilerin ve grubun
algılamalarıyla düzeltilebildiği gibi). Ama Bert’in yeni görüşüne göre, dizimlerden bağımsız
12
Bert Hellinger, Hareket Halindeki Doğru Olan, Freiburg 2005 (Herder).
“Hellinger İlkesi” adlı kitabımda (Freiburg 2003), görülen, gören ve idrak arasındaki bağlantıyı şu imgeyle
tasvir ettim: “Fenomenolojik duruş farklıdır. Burada nesnelerin birer yüzü ve sesi vardır. Aynı zamanda salt birer
nesne değil, birer öznedirler de. Bu durumda tüketilip kullanılmazlar. Tersine, onlarla canlı bir alışveriş içinde
oluruz ve bu alışveriş sürekli yeni bir şeyler doğurur. Hellinger bu duruştan yola çıkarak, hakikatin sabit ve
somut bir şey olmadığını (ampirik bilimde olduğu gibi geçici bir şey de olmadığını), her defasında yeniden
oluştuğunu söyleyebilir. Tıpkı bir şiir, resim ya da senfonide olduğu gibi: Yorum ve analizden vazgeçersem,
bana her defasında yeni bir şeyler gösterirler. Ve bana gösterdikleri her şey doğru ve gerçektir. Bu yenilik,
kendisine maruz kaldığım süre boyunca resimden veya eserden bana doğru ışıldar. Demek ki olgunun karşısında
durmam gerekiyor. Zira o zaman benimle adeta konuşmaya başlıyor.” (s. 153)
13
olarak edindiği bu idrak konusunda sadece kendisi “yeterli”14 olduğu için, diyaloga ihtiyacı
kalmıyor. Zihinsel bir esinin alıcısı olarak her türlü tartışmanın üzerinde yer alıyor ve
esinin kendisi de tartışmaya açık olmuyor. İnsan onu ya alıyor ya da almıyor. Bert’in artık
temsilcilere metodolojik şekilde pek soru sormayıp, doğrulama yapmamasına ve böylece
düzeltme imkanının oluşmasına izin vermemesine, şaşırmamak gerekiyor yani.
Değişim Nereden Geliyor?
Demek ki genel olarak bakıldığında, zihinsel aile diziminde aile diziminin yeni bir
yorumuyla karşı karşıyayız. Bu yorum, kendisine zihnin bir armağanı olarak gösterilmekte
ve onun tarafından sunulmaktadır. Bu, özellikle vicdana ilişkin diğer açıklamalarından belli
olmaktadır. Hellinger şöyle yazmaktadır: “Bu özellikle, günümüzde büyük ölçüde
bilinçaltında kalan bir vicdana yönelik idrak olup, söz konusu vicdan bilinç düzeyindeki
vicdanımızdan farklı yasalara boyun eğmektedir. Ancak bu idrakledir ki, aile dizimi –
görünüşe göre bir ailenin tüm üyelerini birbirlerine bağlayan ve bu arada herkesin herkes
için kader olmasını sağlayan- zihinsel bir alana geçebilmiştir. (…) Söz konusu zihinsel alan
kendi kendine bırakıldığında, değişime direnmektedir. Örneğin bir nesilde çözülemeyen
şey, bir sonraki nesilde de benzer şekilde tekrarlanmaktadır.” Ancak “yeni aile dizimi
şekli” ile ilgili olarak, şimdi “bu zihinsel alanın başka bir boyutunun daha etkide
bulunduğunun anlaşıldığını” söylemektedir.
Bu konuda da 3 tane notum var:
1) “Söz konusu zihinsel alan kendi kendine bırakıldığında, değişime direnmektedir”
şeklindeki ifade bana geçersizmiş gibi geliyor. Gerçi güçlü bir tekrarlama eğilimi
var, ama her şey tekrarlanmıyor. Söz konusu alanın içinde, yeniliğe ve değişime
yol açan başka bir güç daha var olmalıdır, yoksa her şey ölü olurdu. Üstelik söz
konusu alan kendi kendine bırakıldığı halde de, değişim zamanın başlangıcından
beri devam ediyor. Aile dizimi veya benzer süreçler var olmaksızın da değişim
yaşanıyor. Örneğin iki farklı aileden gelen bir erkekle bir kadın, çift oluyorlar. Bu
tamamen alanın dinamizminden hareketle meydana geliyor. Gerçi sadece vicdan
kuramından hareketle bu değişimi kavramak kolay olmuyor. Ama bu, başka bir
konu. Ailenin ruhu (bu kavram Hellinger’in eskiden kullandığı bir kavram), sadece
ve sadece vicdanı esas almaz. Hellinger’in vicdan teorisi (burada kişisel vicdandan
söz ediyorum), eski motiflerin tekrarlanmasına ilişkin gözlemlenebilir eğilimin
arkasında hangi bilinçdışı ruhsal süreçlerin etkide bulunduklarını enfes bir şekilde
açıklıyor ve bu konuda derin anlayışlar sunuyor. Böylece tekrarlanma eğilimini
anlaşılır kılıyor ve bu anlayışa dayanarak söz konusu eğilimin aşılmasına yönelik
olanakların yolunu da açıyor. Ancak değişim ve dinamizmin anlaşılmasına katkıda
bulunmuyor. Başka bir anlatımla: “Alan değişime direnmez”. Asıl vicdan teorisi
alanı açıklayamaz. Bu ise, “alanın” değil, vicdan teorisinin eksiklerinin giderilmesi
gerektiği anlamına gelir.15
2) Demek ki (vicdan teorisinin tasvir ettiği gibi) muhafaza edici bir gücün yanı sıra bir
de ortadan kaldıran bir güç var. Bu anlayış, beşeri düşün tarihi kadar eski. Rupert
Sheldrake bu güce, Eflatun’a (Platon’a) dayanarak ZİHİN diyor (Bert bunu
devralmış anlaşılan). Ken Wilber ise Eros ya da Agape’den söz ediyor. Karl Marx,
tarihin deviniminin ardında üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasındaki diyalektiğin
gizlendiğini sanıyordu. Bu böyle devam ediyor. Kesin olan şu: Biçim oluşturan ve
14
Bu ifadeyi, kişisel görüşmelerde kendisi kullandı.
Bir kere daha: Burada Hellinger’in kişisel vicdan konusundaki ifadeleri kast ediliyor. “Kolektif vicdan”
kavramı bence yanıltıcı oluyor, zira tekrar tekrar yanlış anlamalara yol açıyor (Hellinger’in kendisinde de; Bkz.
bir sonraki paragrafa). Ayrıca konuya uygun nitelikte değil. Vicdan kavramıyla her zaman ahlaki-etik bir boyut
ilişkilendiriliyor. En azından ağırlıklı olarak beşeri olan bir şeyi ilişkilendiriyoruz vicdan kavramıyla. Ancak
Hellinger’deki, “kolektif vicdan” konusundaki kolektif düzenler, en azından kimi zaman hayvanlar aleminde de
geçerli oluyor (örneğin hiyerarşi gibi). Bu nedenle çok önceden de bir öneride bulundum ve bu bağlamda
(Sheldrake’in esas alınmasıyla) “kolektif hafızadan” söz edilmesini tavsiye ettim (Wilfried Nelles, Aile ve
Sistem Dizimleri, Yöntem, Sosyal Düzenler ve Felsefi Temel Duruş. Yer Aldığı Eser: Biberli Domuz Yavrusu,
Online Sistemik Düşünme ve Edim Dergisi, 21, 2006, http://ibs-networld.de/ferkel/).
15
var olan biçimleri ortadan kaldıran ya da yok eden bir hareket söz konusu. Belki
de bunlar, çoğu zaman tahmin edildiği gibi, iki farklı ilke ya da güç değil, aynı
hareketin iki tamamlayıcı yüzüdür.
3) İnsan bu konuya nasıl bakarsa baksın, şurası kesin ki, bu gücün etkisini “yeni aile
dizimi” ilk defa göstermiş değil. Aksi takdirde bir yıl öncesine kadar, tekrarlanma
zorunluluğundan kaçmanın ve bu zorunluluğu çözmenin yollarını bulamazdık.
Hellinger bunun yerine, vicdana ilişkin eski açıklamalarının yanı sıra, vicdan
teorisinin eksikliklerini giderme amacına hizmet eden ilave bir teori sunuyor daha
çok: “Zihin hareketleri teorisi”. Burada zihin bir özne olarak düşünülüyor ve bu
özne görünümler dünyasının önünde yer alıyor (Bkz. aşağıda).
Ancak bence Bert Hellinger burada bir şeyleri karıştırıyor. “Tekrarlanma zorunluluğu”
(burada söz konusu olan) kolektif vicdandan yola çıkarak meydana gelmiyor, kişisel
vicdandan hareketle oluşuyor. Hellinger’in tarif ettiği kolektif vicdan, hiyerarşi gibi kolektif
düzenlere ve dengelemeye hizmet ediyor. Ayrıca (örneğin bir suçun telafi veya kabul
edilmesiyle, dışlanmış olan bir şeyin dikkate alınmasıyla ya da bir hiyerarşinin
gözetilmesiyle) söz konusu düzenlerin derhal yeniden oluşturulmasına yarıyor. Bunun,
kaderlerin tekrarlanmasıyla hiçbir alakası yok ve bunu kişisel gayretlerle aşmak da
mümkün değil. Tekrarlanma motifi daha çok kişisel vicdanı izliyor. Kişisel vicdansa aitlik
ve bağlılığa önem veriyor. Bu bağlamda içine doğru kaydığımız çatışma, Hellinger
tarafından bizzat tespit edilen (kolektif) bir düzeni de izliyor bu arada: Yeninin eskiye
göre öncelikli addedilmesi. Bu düzen, bağlılığa ve aitliğe ilişkin kişisel gereksinimin
karşısında yer alıyor. Ancak bu, yaşamın dinamizmini anlayabilmek ve tekrarlanma motifi
konusunda bir çözüm bulabilmek için “yeni bir boyuta” ihtiyaç duyduğumuz anlamına
geliyor. Bu arada Bert Hellinger’in eski görüşlerini biraz daha derinden anlamamız ya da
onları daha titiz bir şekilde geliştirmemiz gerekiyor belki de.
Benim bakış açıma göre sevgi, vicdanın ötesine geçen bir kuvvet. Beni kendi ailemden
dışarıya, başka bir aileden gelen (ve başka bir vicdanı olan) bir insana doğru sürüklüyor.
Bu sevgide devam edersem, beni kendiliğinden vicdanın ötesine ulaştırıyor. Bu sevgiyi
münferit bir kişinin ve ailemin ötesinde tutmayı başarırsam, yani bu sevgi hakikate
yönelik bir sevgi haline gelirse, vicdanın koşulları bu sevgi içinde kaybolmaya başlıyor.
İşte bu ruh hareketidir. Bu hareket vicdana muhalif değildir, onu aşar sadece. Onu geride
bırakır. Ancak geride bırakmak, “bilinçli olarak yapılan” bir şey değildir. Bu doğal bir
büyüme sürecidir. Tıpkı çocuğun ergenlik dönemine geçişi gibi. Demek ki hakikate yönelik
(çoğu zaman fazlasıyla acı veren) sevgi dolu bir bakış gerekiyor.
Benim amacım Bert Hellinger’i eleştirmek değil. Ben, Hellinger’in beyan ettiği yeni,
zihinsel aile diziminin ne anlama geldiğini ve Hellinger’in kişisel görüşlerinin ötesinde
dizim çalışmalarında spiritüel olan veya olabilen şeylerin neler olduğunu anlamaya
çalışıyorum. Ben Hellinger ile ilgileniyorum, çünkü onu ve dizimlerini ciddiye alıyorum.
Ama kendi gözlemlerimi de ciddiye aldığımdan, onu körü körüne izlemiyorum. Beni her
zaman fazlasıyla etkileyen bir şey şu olmuştur ki Bert, dizimlerde görünür olan şeyleri
yorumlamaya ve herkesin hissedebildiği spiritüel derinliği bir konsept olarak tanımlamaya
yönelik güçlü çekime her zaman karşı koymuştur. O, “daha büyük bir şey” ya da “büyük
ruh” kavramlarını kullanmıştır. Bunlar, bir tecrübeyi yorumlamadan ima eden, onu
tanımlamak istemeyen, adeta çocuksu kavramlardır. Burada derin bir saygı ve bu saygıya
uygun bir geri planda durma ifade bulmaktadır. Bu doğrultuda Hellinger idraklerinin,
“kendi” idrakleri olarak, yani kendisine ait olan bir şey olarak bilinmesini istemiyordu.16
Hellinger, aile dizimindeki idrak edilemeyen, görünmeyen şey için kesin bir ifade
kullanmaktan da kaçınıyordu. Örneğin “spiritüel” demiyordu. Bunun yerine “yeryüzünde”,
dolaysız deneyimlerde kalıyor ve önünde durulması gereken bir “sınırdan” söz ediyordu.
16
“İnsanın görebildiği bir gerçeği kendisine mal etmek istemesi, bana göre fazlasıyla çılgın bir şeydir. Birisi
bana, benim söylediğim ya da yaptığım bir şeyi kullanıp kullanamayacağını soracak olursa, bu benim canımı
sıkar. Sanki gerçeklerle idrakler hakkındaki tasarruf yetkisi bendeymiş gibi.” (Bert Hellinger; yer aldığı eser:
Gunthard Weber (Yayıncı), Aile Dizimi Uygulamaları, Heidelberg 1998, s. 521 ve devamı).
Tam olarak şöyle: Spiritüel spekülasyonlara girişmiyordu, oysa bunlar gayet kolayca
yapılabilirdi. İşte bu, bence onun spiritüelliğinin derinliğini teşkil ediyor. Dizim
çalışmalarının spiritüelliğini her zaman sıradan olanın içinde ve dolaysız olarak tespit
edilebilir olanda durup, dile gelmesini beklemede tecrübe ettim.
Bazı meslektaşlarım açısından, ruhtan ve onun hareketlerinden söz etmek bile fazla ileri
gitmektir. Ama ruh, bir konseptten fazlasıdır. Onu hissedebilir ve algılamalarını
paylaşabiliriz. Bu hassas yapılı varlığa “ruh” mu denmelidir, “zihin” mi? Ruh hareketlerini
spiritüel, yani manevi bir şey olarak mı idrak etmek gerekir? Bu konularda farklı görüşler
yer almaktadır. Örneğin, büyük ruh yerine zihinsel bir alandan söz edenler de vardır. Ama
bu, benim hoşlandığım bir ifade değildir. Ancak burada bu tür farkları irdelemiyoruz.
Burada zihin, tamamen özgün bir şeydir.
Zihin Kavramı
“Zihin” nedir? Hellinger bu kavramdan ne anlar? Her şeyin kaynağı olan yaratıcı ilkeyi
temsil ediyor gibidir. Şöyle yazmaktadır: “Zihnin hareketi yaratıcı bir harekettir. Hareket
eden her şeyi harekete geçirir ve hareket halinde tutar. Dolayısıyla her hareketin mevcut
hali, bu zihnin istediği şekildedir. Bu zihin, her hareketin mevcut halinin arkasında yer
almaktadır ve o hareketin mevcut haline dönüktür.”
Bu tanımlamada zihin bir özne olarak yer alır. Hatta bir iradesiyle bir niyeti de vardır:
Zihin, hareketi “ister”. Onu başlatır ve ona “dönüktür”. Bu zihin, artık görünümlerin içinde
ya da dünyanın içinde değildir. Özgün bir varlık olarak onun dışında durur. Burada
fenomenolojiden metafiziğe geçiş söz konusudur. Bert’in “zihin” dediği şey, aslında
“Tanrı”dır. Yaratıcı Tanrı. Burada tarif edilen şey, yaratıcı Tanrı (zihin) ile onun isteyerek
harekete geçirdiği yaratılış hakkındaki dualist anlayıştır.17 Bert tarafından daha önceleri
ilk sebep olarak da tarif edilen bu zihnin kendisi ebedi olup, hareketsizdir. Ama tüm
hareketli şeylerin, harekete geçirdiği her şeyin kaynağıdır. Ama irade sahibi ve etki eden
bir varlık olarak zihin görünümün kendisinde yer almaz, hareketten önce vardır. Yani
harekette (fenomenolojinin görüşü doğrultusunda) algılanamaz. O, akıl yoluyla çıkarımda
bulunularak fark edilen bir şeydir.
Zihnin kendisinin hareketsiz olup, Hellinger tarafından tüm hareketlerin kaynağı olarak
gösterilmesi şeklindeki yorumlamayla, yine Hellinger’in zihin hareketlerinden söz etmesi,
birbiriyle çelişiyor gibi. Buna göre zihnin kendisi hareket ediyor ve hareket ettirilen şey
(yani dünya) oluyor. Ama o zaman harekete etki edemez ve onu istiyor olamaz. Bu
formülasyonda hareket ettiren ya da hareket ettirici (Tanrı) ve hareket eden (dünya)
arasında bir ayrım yapılmaktadır. Hellinger burada net değildir. Ancak duruşu, Tanrı ve
dünya arasındaki ayrıma yöneliktir. Kurs katılımcılarını içsel olarak, uzakta bulunan, öte
taraftaki bir zihne bakmaya davet etmesi de (“look far beyond”) buna işaret etmektedir.
Zihni nesnelerde görseydi, eskisi gibi görünene bakması yeterli olacaktı.
Bu “look far beyond” prensibinin sağaltıcı etkisini reddetmiyorum. Bakışını o kadar
uzaklara çevir ki, her şeyi kapsasın. Sorununu, aileni, atalarını ve onların atalarını,
yaşayanları ve ölüleri, tüm insanlığı… Gitgide daha uzağa bak, zihne bak. Olan ve olmuş
olan her şeyi geride bırak, çok uzaklara bak. ‘Sonsuz olana bak’ dediğimde ve bu hareketi
izlediğimde, huzura erişebilirim. Ebedi ve değişmez olanın karşısında, zamana ve
değişime tabi olan her şeyin önemi kayboluyor. Tıpkı iyi ve kötü, doğru ve yanlış vs.
arasındaki ayrımın burada anlamsız olduğu gibi. Danışan bakımından, özellikle de çaresiz
bir hasta ya da kaderin darbesini yemiş olan biri açısından, buradan hayatına veya
17
Bu, Hellinger’in daha önceleri sıkça referans verdiği Tao’dan ya da Laotse’nin öğretisinden tamamen farklı bir
şey örneğin. Orada yaratıcı ve dünya arasında, hareket ettirenle eden arasında bir ayrım, bir maksadı olan bir
zihin yok. Orada sadece Tao var. O ise, dile getirilemiyor ve tanımlanamıyor. Sadece tecrübe edilebiliyor. Bert
artık sadece -eskiden olduğu gibi- tecrübeyle ya da görülenle yetinmiyor. Kendi sözleriyle söylemek gerekirse,
sınıra gelince durmuyor. Mutlaka tanımlama yapmak istiyor. Bu tanımlamayla (“zihin”) hareketi sabitliyor ve
onu arka plana atıyor.
ailesine bakması, derin bir teselli veya büyük bir yükseliş teşkil edebilir. Kendisini bu ilk
sebebe bağlayan terapist açısındansa, yepyeni hareket olanakları doğar.18 Ama bu aslında
yeni bir şey değil. Bert’in bakış açısında bu her zaman var olan bir şeydi. Yeni olan, bu
görüşü artık merkeze oturtması, ona bir isim vermesi ve her şeyi buna tabi görmesidir.
Başka bir anlatımla: Zihnin dünyanın içinde değil, özgün bir varlık olarak dışında yer
aldığını söylemektedir.
Eskiden Bert yeryüzünden söz ederdi. Yeryüzünden gelip yeryüzüne gidiyoruz. Yeryüzü
iyileştiriyor, gök ise hasta yapıyor derdi. Bu “yeryüzünde” zihin de yer alıyordu ve
algılanabiliyordu; özel olarak adlandırılmasa da. Tıpkı Bert’in alıntıladığım o röportajda
dile getirdiği, o had safhadaki frenlemeye uygun şekilde. O, orada yer alıyordu ve
evindeydi adeta. Yeryüzünde ve insandaydı. Orada kendi yurdundaydı; kendi
memleketinde. Orada onunla karşılaşmak mümkündü. Uzağa gitmeye gerek yoktu.
Buradaydı. Hem de her çimenlikte. Her sıradan aile diziminde de tabii. En derin spiritüel
hareket aynı zamanda çok dünyevi, sıradan bir hareketti: İnsanın kendi ebeveynleri
karşısında eğilmesi. Bunu bana öğrettiği (ve kafamdaki birçok spiritüel düşünceyi tasnif
ettiği) için Bert’e karşı çok derin bir minnet duyuyorum. Ben bu harekete vardım ve bu
hareketle arayışım son buldu. Keşif gezisi devam ediyor. Hatta asıl şimdi başladı
diyebiliriz. Ama arayış bitti. Spiritüel olan benim için günlük olanın, sıradan olanın,
yeryüzünün diğer tarafıdır. Hep öyleydi. Zihin hem orada hem de buradadır.
Bunun, dizim çalışmaları açısından uygulamaya yönelik sonuçları var: Öyle bir görüş
sergilemeliyim ki, zamana bağlı bir varlık olarak hem zamana bağlı olanları hem de
olmayanları kapsayabileyim. Başka nerede tecelli edip görülebilir ki zaten? “Zihni”
göremeyiz. Onu sadece zamana bağlı olan şeylerde, meydana gelen şeylerde, dünyevi
şeylerde, şimdide ve burada görebiliriz. Bu kadında, bu adamda, bu çiftte. Bu zihin ve
tinsellik Bert’in çalışmasında daima var olmuştur. Ama şimdi, onu özgün bir şey olarak
gösterdiği zaman, kaybolmuş veya başka bir şey haline gelmiştir sanki; gerçek olmaktan
ziyade tasavvur edilen bir şey haline. Onu hissedemiyorum, sadece aklımla çıkarımda
bulunarak tespit edebiliyorum.
Özet
Aile diziminin spiritüel arka planını ve özelliğini şimdiye dek olduğundan daha belirgin bir
biçimde vurgulamak, bence anlamlı ve önemlidir. Bert Hellinger’in (ve dolayısıyla
hepimizin) idrakleri, zihinsel açlığa yönelik cesarete dayanan bir duruşun meyveleridir.
Buraya gerçekten var olan her şey dolup tecelli edebilir. Buna ister ruh deyin, isterse
zihin, Tao veya Dharma. Ya da somut bir tanımlama yapmayın. Dizim çalışmalarında
daima somut bir şekilde tecelli eder. Bir tür titreşim olarak algılanabilir. Gerçi varlığını
tam olarak anlayamayız. Fark edilebilir olan bu gerçeklik kişiye özel değildir. Bu konuda
belirli bir açıklık sergileyen herkesçe idrak edilebilir. Fenomenolojik algılama yetisinin
maddi varlığımıza geçmesi konusundaki bu açıklık, bence –bir dizimci olarak karşıma
çıkan- en önemli kişisel meydan okumalardan ve uygulamaya yönelik öğretilerden biridir.
Bu açıklığı eğitmek, dizimcilerin ilk ve sonraki eğitimlerindeki en önemli husus olsa gerek.
Aynı zamanda, geniş bir bakış açısıyla ele alındığında, toplumsal eğitimle kültüre yönelik
önemli bir katkıdır da. Bu eğitim, tüm diğer imgelerden, fikirlerden ve tasavvurlardan
vazgeçen spiritüel bir süreçtir. İçimize gerçekliğin olduğu gibi dolmasına izin veren, bir
açlık halidir.
Ancak Bert Hellinger ve aile dizimi bakımından yeni bir şey değildir bu. Çalışmanın
aralıksız akışının ve buradan kazanılan idraklerin temelini oluşturmaktadır. Her şeyin
temelinde yer alan ve somut idraklerin dışındaki bir kaynaktan gelerek her şeyi
belirleyen, belirli bir idrakin temelini oluşturmaktadır. Bert Hellinger açısından bu, tutarlı
olabilir. Belki de “zihin hareketi” olarak tarif ettiği şeyde, kendi ruh hareketi
tamamlanmaktadır, ki bu ruh hareketi onu henüz beş yaşındayken rahiplik mesleğine
18
Örneğin bir hastalığı, en geniş bağlamda (ruhsal) bir sağaltım olarak görebilir ve danışana da bu farklı bakış
açısını kazandırabilir.
doğru çekmiştir. Ancak bu, bunun dizim çalışmalarının ya da alanın hareketi olduğu
anlamına gelmemektedir. Yine bu, hareketi izlemeyenlerin ruhsal hareketlerinin herhangi
bir yerde duracağı anlamına da gelmemektedir. Tam tersine; çalışmaya teslim olanların
ruhunda söz konusu çalışma tarafından başlatılan hareket, oldukça farklı yapıda olsa
gerek. Dolayısıyla sabitlerden uzak durmak, bence önemlidir. Tıpkı Bert’in yıllardır yaptığı
gibi.
Metodolojik açıdan bakıldığında, bu açıklığın zengin sonuçları var. Sonunda kendimize
soruyoruz hatta: Tamamen içsel hareketlere yoğunlaşan çalışma biçimleri karşısında,
hâlâ aile diziminden söz edilebilir mi acaba? Dizim çalışmasının bu şekline karşı değilim
ama. Hatta ben en çok bu şekli tercih ediyorum. Sadece yaptıklarımızı daha kesin bir
şekilde yansıtmamız gerekiyor ve bunu dışa yönelik gösterimlerde ve eğitimde daha
belirgin ayırt edip adlandırmamız icap ediyor. Ancak bu arada daha doğru, daha iyi, yeni
veya eski aile dizimi hakkında tartışmamalıyız.
Wilfried Nelles, Marmagen, 26 Nisan 2007

Benzer belgeler

KOLTUKLARI SEÇİN ÇÖZÜME ULAŞIN Funda Çatar

KOLTUKLARI SEÇİN ÇÖZÜME ULAŞIN Funda Çatar dinamik dizimler kavramlarının kullanılmasını öneriyorum. Böylece, her ikisi de ruhu ve ruhun hareketlerini kapsayan ve bu konudaki mekanı açan ya da ruhu ve ruh hareketlerini ıskalayabilen, birbir...

Detaylı

Kasım 2014

Kasım 2014 bir şifalanmadan söz edeceksek, bu önce tüm şifalanmaların ancak kendi şifalanmamız ile mümkün olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Detaylı